Professional Documents
Culture Documents
(Külliyat) Seyyid Kutub 01.cilt - İman Gerçeği
(Külliyat) Seyyid Kutub 01.cilt - İman Gerçeği
2018-08-01
Hikmet Neşriyat •. 2
Seyyid Kutub Külliyatı; 1
Dizgi - Baskj
Fatih Gençlik Vakfı Matbaası
Kapak
Panel
Kapak Baskı
Mi - Ofset
İSTANBUL — 198a
SEYYİD KUTUB
KÜLLİYATI
(ÖZET I. KİTAP)
İM A N GERÇEĞİ
h^ı
, , , h ikm et
5 g I n e ş r iy a t
KLODFARER CADDESİ NO: 16/4
Dİ VAN YOLU - İSTANBUL
® 526 49 56
Copyright : Bu eserin yayın haUa HİKMET NEŞRİYAT AjŞ.’ye
ait olup, kitaptan mütercimler ve yayınevi adı aiul-
madan kısmen de olsa iktibas edilemez.
İÇİNDEKİLER
Takdim ......................... 7
Bu Seriyi Svmarken 11
İman M efkûresi ......... 17
İman N izam ı ... .. 29
M ü’m inlerin Sıfatlan 29
G erçek M ü’m inler 53
Uhud M ağlubiyeti ve İman İmtiham 65
îm an Y olunda Can Yerenler 75
M ü’m inin Ö zellikleri ......................... 109
A llah’m D ostları M ü’m inlerdir 131
İki İnsan Ö rn eğ i; M ü’min ve Kafir 153
İnanan V e İnanm ayan Cemiyet ... 159
îm an V e K üfür Savaşı 169
İslâm D üşüncesinde Ulûhiyet 181
Kilise V e Felsefe Çatışması 199
Akıl-M adde-Tabiat 210
A llah’a îm an V e Tâğût 219
AUah’a îm an Rahm ettir 229
A llah înancm m Menşei 241
Allah’m Zâtı ... 251
Rahm an ........... 257
Alem lerin' R abbi 269
A llah’m Lutfu 275
A llah’m K udreti 283
AUah’m K ainattaki Ayetleri 289
Her V arlık O ’nun Varlığm m Dehlidir 301
Her Canlı Allah’ın Varlığına Delildir .................. 309
Yaratılış Ve Hayat Allah’ın Delilidir .................. 317
Hayat Ve ölüm Allah’ın Gücünün Delilidir ... 327
Gdİderin Direksiz Yaratılışı Allah’ın Gücünün
Delilidir .............. ...................................................... 335
Gökten inen Su Allah’ın Varlığının Delilidir 347
t a k d im
8
K ülliyâtın neşre hazırlanışm da kendisine sık sık
başvurulan sayın Yrd. Doç. Dr. Bekir Karlığa, kıymetli,
yardım larını esirgem emiş, eserin m eydana gelm esine
büyük katkıları olmuştur. Bu hususta müessesemiz
kendilerine şükran borçludur.
Tem ennim iz bu hizm etin İslama ve Allah'm rıza
sına uygun olm asıdır. Dua ve temenniler biz nâçiz kul
lardan, m uvaffakiyet ise Hakim-i Mutlak olan Allah’
tandır. Bütün ham d O’na, minnet O’nadır.
Hikmet Neşriyat A.Ş.
t
e
- Ii-‘
il
■îT’
' a;
lii;
4*/
'f"
#■
W
BU SERÎYİ
SUNARKEN
11
ile ilmin yanyana olması onun büyüklüğüne ayrı bir
«nlam kazandırmaktadır. Bilindiği gibi »şehîdlerin
kant, âlimlerin mürekkebi ile birlikte tartılacaktır.n O,
Şehâdet ile ilim mertebesine birlikte sahip olmuştur.
Şu halde bizim Seyyid Kutub’tan öğreneceğim iz çok
şeyler olmalıdır. Onun rehberliğinde yeni bir öğren
ci gibi Ku’an eğitiminden geçmemiz elbette k i bize
apayn bir Kur’an anlayışı temin edecektir.
«Seyyid Kutub’un en büyük hizmeti, bize Kur’an’ı
%ir ansüdopedîk kültür hâzinesi olm aktan çok, yaşa-
tıan hsyatm kitabı olarak takdim etmesindedir. D a
ha önceleri medreselerde sırf klasik usulle okunan
Kur’an, onun anlatımı ile günlük hayatm her cep
hesine ışık tutan ve projöktörlerini insanm üzerine
yönelten bir kitap olmuştur. O Kur’an’ı ne kulağının
pasmı sümek, ne derûni haşyet duygusunu tatm in et
mek, ne musikî zevkini karşüamak, ne m ezarlıkta
okumak, ne de mücerred kıssalar öğrenm ek için oku
maz. Kur’an’ı hayata indirgemek, günlük m eseleler
de, çarşıda, pazarda, sokakta, işyerinde, kütüphane
de ve rotatiflerin başmda bir aksiyon ve davranış
tarzım düzenlemek için okur. İnsanhğm deva bul
maz dertlerini, okuyarak üfleyerek iyileştirm ek yeri
ne Kur’a’m verdiği reçeteyi uygulam a alanm a koya
rak iyileştiren ve gerçekten iyileştiren m aharetli bir
doktor gibi sunmayı başarmıştır.
Seyyid Kutub, Kur’an’ı cami köşelerinden m ey
dan yerlerine, hafızlann kafasmdan cem iyetin m er
kezine, basma yayına, okula götüren ve bunu usta
lıkla başaran bir düşünürdür. O, a,sırlarca büyük bir
sevgi misali olarak anlatüan kıssalardan hayat ve
cemiyet sistemi çıkaracak kadar bu konuyu kafasın
da yoğurmuş bir düşünürdür. Nitekim Fi Züâl’il-
Kur’an’da Yusuf süresini okuyanlar, cazip bir kıssa
12
yerine bir hayat sistem inin usta örgüleri ile karşı
karşıya gelirler.
K ur’anı hayata tatbik etmek isteyenlerin ilki de
ğildir kuşkusuz Seyyid Kutub sonuncusu da olm a
yacaktır. Ne var k i ondan öncekiler de ve şimdiye
kadar ondan sonrakiler de bir bütün hahnde, bir sis
tem olarak tem elden tavana kadar, örgüsünü iyi ören
bir ipek böceği gibi sistem ini fevkalâde başarıyla ku
rabilm iş ve bunu samimiyetle ve hayatı pahasma sa
vunabilm iş değillerdir. Belki ondan çok yrüksek taraf
ları vardır ama, onun yaptığm ı yaptıkları söylene
mez. işte =onun büyüklüğü de buradan gelmektedir.
Günüm üzde Islâm dünyasm da bir kaynaşma gö
rülüyorsa, bu kaynaşm a meskenet aşılayan anlayış-
larm değü, dinam ik ve hareketli atdun sağlayan gö
rüşlerin m ahsûlüdür. Ve Islâm dünyasınm geleceği
de işte bu dinam ik ve hareket dolu güce bağlıdır. Is
lâm dünyasının tekrar kendine gelerek, cihanın ön
deri «orta yolu tutan bir ümmet» olm a rolünü üst
leneceği günler uzakta değildir.
Şüphesiz ki, Kur’an kültürü ve Kur’anî hayat de-
neyd olm adan, Kur’an’ı ruhum uza ve hayatımıza sin
dirm eden İslâm î anlamak ve en önemlisi de onu ya
şam ak m üm kün olmaz. Kur’ana uygun bir hayat sû-
rebilm em iz için, Kur’an’ı yaşamamış, Kur’an’ı yaşa
m ak için de K ur’an’a dayalı köklü bir hayat felsefesi
kurm am ız gerekir. Bunu sağlamadan Islâm adma ya
pacağım ız herşey köksüz olur ve boşlukta kahr.
A k if’in dediği gibi,
«D oğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,
A sn n idrâkine söyletm eliyiz İslâmî.» .
[Bunu yapabilm ek ve İslâmî hayatum zm her saf-
haspıda yaşayabilm ek için köklü bir Kur’an terbiye
sinden ve eğitim inden geçm ek zorundayız. Çoğu ke-
13
re bildirimizi sandığımız ve üzerinde dikkatle düşün
me ihtiyacı görmediğimiz birçok konunun Kur’an’m
ışığında daha farklı bir değeri ihtiva ettiğini görürüz.
Bu sebeple rahat ve sıkıntıh anlanm ızda Kur’an’a
başvurmak, onun sıcak kucağında huzur aram ak
mecburiyetindeyiz.
Elinizdeki seri, hayata Kur’an ışığında bakan ve
bu uğurda canını feda etmekten çekinm eyen büyük
düşünür Seyyid Kutub’un eserlerinden seçm eler ya
pılarak hazırlanmıştır. Bunu yaparken asıl am acım ız
Seyyid Kutub’un eserlerinden yeni bir seri oluştur
mak değildir. Bizi bu seriyi hazırlamaya sevkeden en
önemh faktör. Seyyid Kutub’ün çok dinç, sağlam,
aktif, dinamik ve hareketli bir Kur’an anlayışm a sa
hip olmasıdır. O, Kur’an anlayışında yepyeni bir çı
ğır eıçabilmiş ve Kur’an’a hayatın kitabı gözüyle ba
karak toplu bir değerlen<hrmeye girişmiştir. A yrıca
düşünce yapısı itibariyle hem kendi kafasm da, hem
de topluca in.sanhV plâmnda köMû bir m uhasebeyle
Kur’an’a yaklaşmaya çalışmıştır. O, Kur’an’ı, ölüler
için okunan, camilerde cemaatı uyarmak için anlatı
lan ve sonra da kılıfma konup duvara asılan bir ki
tap olarak değerlendirmemiş, hayatm içinden kay
nayıp coşan ve hayata yön veren hir kitap olarak de-
ğerlendinniştir. Onun keskin ve kıvrak uslûbu ile
Kur’an, vaaz kürsülerinden inip cem iyetin içine,
meydanlara, üniversiteye, basm ve yayın organları
na, hülâsa yaşanan hayatm içine girmiştir.
Bu seri, Seyyid Kutub’un başta büyük tefsiri «Fi
Züâh’l-Kur’an» olmak üzere onbin sa3rfayı aşkın .b ü
tün eserlerinin özeti mahiyetindedir. M üellifin fik ir
leri üzerindeki açıklamalar ayrıca belirtilm iş, ancak
temel olarak onun görüşleri verilmeye, tasnif edile
rek konularına göre değerlendirilmeye çalışılm ıştır.
14
Bazı görüşleri de uzun yazılanmn. arasından seçm e
ler yapılarak özetlenm iştir. Aacak m etin bütünüyle
m üellifindir.
Bu seride Seyyid Kutub’un başbca şu eserlerin
deki fik irler yeralm aktadır;
1 — Fî Züâli’l-Kur’ân, 30 cüz’, B eyrut-1967.
2 — el-AdâletüT-îctim âiyye fi’l-İslâm, Bejrrut-
1967.
3 — H âze’d-Dîn, Beyrut-1978
,4 — D irâsâtin’îslâm iyye, Beyrut-1967.
’ 5 — M aâlim fi’t-Tarik, Beyrut-1967.
6 — M a’reketül-îslâm ve’r-Re’sümâliyye, K ahire-
1966.
7 — H asâisu’t-Tasavvur’il-İslâmî, Beyrut-1967.
8 — el-M üstakbel li Hâze’d-Din, Kuveyt-1970
9 — es-Selâm ü’l-Âlem î ve’l-îslâm, Be3n*ut-1967.
İO — el-Tasrîvu’l-Femaî fi’l-Kur’an, Kuveyt-1970.
11 — M eşâhidu’l Kıyâme fi’l-Kur’an, Kuveyt-1970...
12 — N ahve M üctema’in İslâm, Ammân-1967.
13 — M a’reketünâ maa’l-Yahûd, Beyrut-1979.
14 — Fi’t-Tarih Fikretüû ve Minhâc, Beyrut-1967.
15 — M ustakbelu’s Sakâfe fî Mısr, Cidde-1969.
16 — el-îslâm ve m uşkilâtu’l-Hadâra, Beyrut-1967;
17 — M uhim m etû’ş-Şâir fi’l-Hayâ, Am m ân-Tarih-
siz.
,18 — Efrâhûr-Rûh, Beyrut-1971.
15
jnizin geleceği olan genç kuşaklardır. Genç kuşakla
rı, bir yandan çağımızın yıkıcı, bâtd anlayışlarından
uz6Ü£ tutmak gerekirken, bir yandan da onlara doğ
rulan öğretmek ve gelecekteki görevlerinde ülkeleri
ne daha iyi hizmet vermenin yollarını gösterm ek
gerekir. İslâm dünyasını sömürü alanı halinde de
vam ettirmek için akü almaz yoUara başvuran dış
dış güçlere karşı uyanık olabilmemiz ve bizi bugünkü
geri duruma düşüren sebepleri arayıp bulmamız an
cak hfl.lkiTTn7m temel dayanaklarmdan birisi olan di
nî gerçekleri saf ve doğru olarak öğrenm ekle m üm
kündür. Bu da sadece ana ka3m aklanm ıza gerçekçi
ve samimî bir mü’min olarak eğümek ve kendi dün
ya görüşümüzü kurmakla gerçekleşebilir.
Hülâsa; bugün Islâm dünyası, «ifci günü bithirine
eşit olan müslüman ziyandadıra düsturunu şiar edi
nerek devamh gayret ve çalışmaktan başka çıkışı ol
mayan bir yoldadır. İnsanlarm hayrm a olan yol bu
yoldur. Ancak bu yolu aştığımız gün, nHamd âlemle
rin Rabbi olan Allah’a mahsustur» diyerek kendimizi
mutlu sayabüiriz. Gayret bizden, m uvaffakiyet Rab-
bunızdandır.
16
İMAN
MEFKÛRESİ
■* 1. H akkı Şengüler
F .: 2/17
cisi bizzat insanın kendisidir. Başlangıcından beri
yeryüzünde iki kitle mevcuttur. Mü’m inler ve kâfir
ler... Allah yolunda olanlarla, şeytan yolunda olanla-
rm teşkil ettiği iki İtitle...
İslâm düşüncesinin temel kaidesi A llah’a îm an
dır. Hayata hükmeden nizanun tem eli de A llah’a
imandır. Ahlâk ve ekonominin temelinde de 3ûne A l
lah’a iman esası yatmaktadır. Şurada veya burada
mû’minlerin yaptığı her hareketin temelinde bu iman
esası vardır...
Allah’a imanm mânâsı, ibadet ve rububiyyet hu
susunda ilâh olarak tek başına Allah’ı tanımaktır. İn
san vicdanına hâkim yegâne gücün AUah’m gücü ol
duğuna inanmaktır.
Rububiyyet Ve Ulûhijoret mevzuunda O’na ortak
hiç kimse yoktur... Yaratmak hususunda da O’nun
şeriki yoktur. İşleri yürütmekte O’nun benzeri bulu
namaz. Kâinat ve hayat babmda kimse O ’nun tasar
rufuna karışamaz. İnsanlara O'nunla birlikte n zık
veren birisi yoktur. Dünyada ister büyük, ister kü
çük hiç bir şey O’nun iz n i olmadan, rızası bulunm a
dan var olamaz...
Allah’tan başka kimseye kulluk edilmez. Taat
ancak Allah’adır. Bu îman sayesinde insan Allah’tan
başka herkesin yanında hür olur. AUah’m çizdiği hu-
dutlarm haricinde bütün kayıtlardan azâde olur.
AUah’m meleklerine iman etmek gayba imanm
bir başka bölümüdür. Gayba iman duygusu insani;
hayvanlara mahsus olan hissiyatm hudutlarmdan çı
karır. Ve bu hayvani hudutların dışmda insana m a
rifet kapılarını açar. Bununla insamn insanlık özel
liklerini cihana ilân eder.
Ayrıca gayba îman hissi insanda fıtrat ■olarak
mevcuttur. Ihsamn hisleri ile anlayamadığı fakat
18
varlıklarını fıtratan kabul ettiği hususları bilm e ar
zusu, insanı gayba îm an etmeye zorlar. Şayet insan
oğlu bu fitri arzularını gayba îman hakikatleri ile te
lâfi etm ezse sırf bu açhğm ı gidermek için hurafe ve
efsaneler peşine düşer. Yahut da insan bünyesinde
ızdırap ve çalkantılar baş gösterir. (1)
M eleklere îm an; gayb hakikatma îmandır. Bu ha
kikati insanoğlu hissî ve aklî kabiliyetleriyle idrâk
edemez. Am a varlığı itibariyle gayb hakücatlerini bil
m ek arzusuyla doludur. Fıtratı bunu icabettirmekte-
dir. Bunun için insanlara merhamet eden Hak Teâlâ
hazretleri ki, insanoğlunu yaratan varhğm ı en iyi bi
len, arzularından haberdâr olan ve onun fayda ve
zararlarm ı en İ3d gözeten O’dur.. O, meleklere iman
etm esini insanoğluna emrederek gaybî hakikatlerin
bir kısm ına vakıf olmasını irade buyurdu. Bu haki
katin insanın nazarında şekülenmesi için ,ondaki
m evcut, fakat yetersiz olan kabiliyete de yardım cı ol
m ak istedi. Böylece insanoğlu bünyesi itibarıyla öğ
renm eden rahat edem eyen bir yaratık olduğu için ve
büebilm e özelliklerine sahip olm adığı gaybî hakikat
lerle en erji ve takatm ı boş yere çürütm esin diye A l
lah Teâlâ m eleklere İman esasm ı koymuş, bu suretle
insanların rahat etmesini tem in etmiştir. İnsanoğlu
gayb anahtarını kurcalam adan hem ruhen, hem ak
len rahatlığa kavuşam az. Kendi fıtrî sım rlan dışma
çıkm ak isteyenler gayb hakikatim kendi hayaüarm -
dan silm ek istem ektedirler. Bunun sonunda bir kıs
m ı hurafe ve efsanelerin peşine düşmekte, bir kısm ı
da gülünç vehim lerle oyalanıp durmaktadır. Yahut
da sinir ve beyinleri 3ağınlarca hurafenin teşkil etti
ği bataklıklar içinde m ahvolup gitm ektedir...
19
Bütün bunlardan ayrı olarak m elâikenin varlığı
hakikatim kabul etmek, insanm kâinat içm deki var
lığının hudutlarım ve ufuklarını genişletir. M ü’m in-
lerin hissiyatında kâinatm sahası daralıp, sadece duy-
gulann dar hududu içine sıkışıp kalmaz. Hem M ü’-
min, çevresinde bulunan inanmış ruhlarm m evcudi
yetinden bir yakınlık kazanır. M elekler ile aynı Rab-
be iman eder, ajmı yaratıcıdan a f diler ve ha5nr y o
lunda AUah’m inayeti ile onlarm yardım ına nail olur.
Hiç şüphe yok ki, meleklerin varlığm a iman, gayet
latif, tatil ve sıcak bir his verir insana. Hem bu im an
esasında marifet bahis konusudur. Bu hakikati bil
mek bir nimettir ve Allah onu inanan kullarm a lüt
fetmiştir...
Allah'a ve hiç biriııin arasım ayırdetmeksizin Ra-
suUere îman, îslâmm belirttiği şekilde AUah’a îm an
esasımn tabiî icaplarmdandır. Allah’a îman, Allah
indinden gelen her şeye îman etmeyi icabettirir. A l
lah’ın gönderdiği elçilerin tümüne inanm ayı gerek
tirir. Peygamberlerin peygamberlik vazifesini aldık-
lan kaynak, asimda tek bir kaynaktır. Peygam berle
re nazil olan kitaplar da ayni kaynaktan gelm iştir.
Bunun müslümanın kalbinde peygam berler ara
sında hiç bir ayırumn yeri yoktur. Bütün peygam ber
ler, gönderildikleri devirde, içinde bulundukları ce
miyetin şartlarma ve icabına uygun olarak İslâm
esası üzerinde gönderilmişlerdir. En sonunda da pey
gamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed Musta
fa (s.a.v.) cihana teşrif etmiştir. Ve bütün peygam
berlerin getirmiş olduğu tek bir dini, yani îslâm iyeti
kıyamete kadar devam etmek üzere insanlığa kur-
tcduş müjdesi olarak getirmiştir.
Mûslümanlar, bütün peygamberlerin taşıdığı, ri-
salet emanetini böyle anlayıp iman ederler. Y eryü-
20
zünde Allah’m dinini böyle hakim kılarlar. Bütün
bunlann gerçek varisi müslümanlardır. Bu sebepler
den dolayı da müslümanlar, yeryüzünde kıyamete ka
dar sürecek risalet devresinin en büyük kitlesini teş
kil ederler. Beşeriyetin uzun tarihi boyunca, bümiş
ve tanımış olduğu en değerli ve en mühim kıymet
lerinin bekçisi müslümanlardır. Yeryüzünde Allah’m
sancağmı taşıma yetkisi yalnız müslümanlara veril
miştir. Bu vazifeye Allah tarafmdan müslümanlar
seçilmişlerdir. Muhteüf alâmetleri olan CaMliyet
dünyasma Allah’m sancağı ile karşı koyarlar. Yer
yüzünde Câhiliyet dünyasmı teşkil eden kavmiyetçi
lik, ırkçılık, bölgecüik, siyonisthk, misyonerlik, ko-
münisthk sömürücülük (emperyahzm) ve ateistük
gibi birçok gruplar vardır. Bunlar zaman ve zeminin
icaplarma göre muhtelif isimler ve alâmetler taşırlar.
Ve her zaman bu alâmetleri taşıyanlar Câhiliyet yo
lunun yolcuları olmuşlardır.
Müslüman ümmetinin yeryüzünde bekçüiğini
yaptığı, ta eski peygamberlik devrelerinden beri de
vam eden îman hâzinesi beşer hayatınm en şerefli
ve önemli hâzinesidir. Bu hazine hidayet ve nur men-
balarmı taşır. Huzur ve emniyet kaynaklarım ihtiva
eder. M arifet ve yakîn, huzur ve saadet ummanmı
bağım da toplar... Beşer kalbi bu değerli hâzineden
mahrum olduğu müddetçe onu korku ve ızdıraplar,
karanlık ve buhranlar yer, bitirir. Şüphe ve vesve
seler tüketir. Her zaman üzüntü ve şekavetin esiri
olur. Sonra göz gözü görmez zifiri karanlıklar içeri
sinde yuvarlanıp gider. Öldürücü bataklıkta ayağmı
nereye koyacağm ı bilmez. Gittikçe bataklığa doğru
akıp gider.
Bu hâzineden mahrum, bu ünsiyetten uzak ve bu
nurdan yoksun insanJarm ölüm çığlıkları her asırda
21
kalpleri 3artarcasına acı ve ıztıraplarla dolu olarak
çınlayıp durur... (1)
Şayet o hıçkıran kalplerde m arifet arzusu, can-
lıhk ve hassasiyet mevcutsa böyledir hali. Am a can
22
lılıktan eser görülmeyen, katı donuk ve taş kalpler
ne böyle bir hisse sahiptirler, ne de marifet arzusu
vardır onlarda... Onlar bunun için yeryüzünde dola
şan hayvanlar gibidirler. Hayvanlar gibi onlar da
yerler, içerler ve gezinirler. Tıpkı onlar gibi tekme sa
vururlar, tokuşurlar. Yahut da vahşiler gibi onu bu
nu parçalar ve eşinirler. Zulüm ve isyan deryasmda
yüzer, azgmiık ve fitne denizinde dolaşır, yeryüzünü
ifsad ederler, şerre boğarlar... Sonra da hem Allah’-
m hem de insanların lanetine maruz kalırlar.
Bu nimetten mahrum olan cemiyetler, her ne ka
dar maddi refah içinde yüzseler de açtırlar. Muhtaç
tırlar. Ne kadar üretim vasıtalarma sahip olsalar da
yine boştur ruhlan onlarm. Her ne kadar gösterme
lik hürriyetlerini kazanmışlarsa da ıztrrap ve buh
ranlardan bir türlü kurtulamazlar. Bugünkü cemi
yette bunun pek çok örnekleri vardır. Bunimı inkâr
etmek akılh kimselerin kân değildir. Ancak his ve
hakikat yoksunu sapıklar inkâr eder bu gerçekleri..
Allah’a, O’nun meleklerine ve gönderdiği kitap
lara îman edenler, Rabbi Zülcelâlin huzurunda taat
ve teslimiyet içinde divan dururlar. Son olarak Al-
lah’m huzuruna döndürüleceklerini büirler ve O’n-
darı a f ve mağfiret temenni ederler.
i Daha önce de belirttiğimiz gibi âhirete îman, İs
lâm düşüncesine göre Allah’a îman esasmm zarurî
icaplanndandır. İslâm düşüncesine göre insanoğlu
yeryüzünde AUah’m halifeliği vazifesini yerine getir
mek için yaratılmıştır. Yerjrüzünde insanm küçük
büyük bütün çalışma sahasını bu hilâfet vazifesinin
yerine getirilmesi hususu kaplar. İnsan, dünya haya-
tmda imtihan edümek ve vazifesini doğru yapıp yap-
mâdığı kontrol edilerek bıma göre sonunda cezaya
çarptırılmak veya mükâfatlandırılmak için dünyaya
23
gönderilmiştir. îslâon düşüncesine göre, âhiret günü
ve orada mükâfat yahut da ceza verme konusu k at’-
iyet ifade eden ve inkârı imkânsız olan îm an esasla-
rmdan bir tanesidir. Müslümanm hareket çizgisini
tAnrim eden ve bu geçici âlemde netice ve değerleri
gerçek ağırlığı ile ölçen böyle bir günün varlığı ve
iTisanm orada mutlaka hesaba çekileceği kanaatidir,
itibarıyla ister rahat, ister yorucu olsun,
iyiliğe yönelerek, hakka tâbi olur. Yeryüzün
de hep ha5Tm tahakkuku için çalışır. Ve A llah’a ita
at etmek için Allah yolunda yürür... Netice ister kâr,
ister ziyan olsun; ister zafer ,ister hezim et olsun; is
ter bolluk, ister mahrumiyet olsun mü’minin yönünü
asla değiştirmez... O, her zaman hakka tabi olur. İm
tihanda başarıya ulaştığı takdirde âhiret yurdunda
mutlaka mükâfatını alacaktır. Bütün dünyanm hak
ve hakikat yolunda, Allah’a itaat hususunda karşısı
na dikilmesi, şer ve fesat topluluğunun taarruzu,
eziyetler ve ölümler onu yolundan alıkoyamaz. Etki
lemez onlar mü’mini... Çünkü o, Allah’a bağlanm ış
tır. Çünkü o, AUah’m emrindedir... Çünkü o, Allah’ın
ahdine ve şartma riayet etmektedir. Bütün bunlarm
mükâfatını sadece Allah’tan bekler. Beklediği m ükâ
fat orada, âhiret diyarında mutlaka eline geçecek
tir.
İslâm akidesinin ihtiva ettiği mâna gayet büyük
tür. Bü3mk bir birliğin ifadesidir o ... Bu birliğin nü
vesini, Allah’a ve meleklerine îman, bütün kitaplara
ve peygamberlere aralarmda fark gözetmeksizin
îman etmek, sonra onlara bağlamp itaat etmek. V e
tam olarak Allah’a bağlanmak, hesap gününe yakî-
nen inanıp, amel etmek hususu teşkil eder.
İslâm, peygamberlik müessesesinin ve im an ger
çeğinin sonuncusu olmaya yaraşan tek ve mükem-
24
mel bir sistemdir. Yaradılışın başlangıcmdan sonuna,
kadar gelmiş ve gelecek bütün îman kafilesini içine
alan âlemşümul bir düşünce ve îman nizâmıdır...
Peygamberler kafilesi tarafından elden ele uzatıla
rak getirilen hidayet manzumesidir... Bütün merha
leleri boyunca insanoğlunun elinden tutan bir rah
met m üjdesidir... Beşeriyete takati miktarmda kâi
nat ve gayb kanunlarını açıklayan hikmet menbaı-
dır... İslâmiyetin doğuşuna kadar bu kervan böyle
uzamıştır. Son şekliyle gelişinde ise kâinatta bütün
kanunlarm birliğini ilân etmiştir. Geriye kalan hu
susları insanoğlunun zekâsma ve tatbik gücüne bı
rakm ıştır...
Sonra insanı, insan olarak değerlendiren tek.
inanç sistemidir İslâm... İslâm, insanı ne bir hayvan,
ne de bir taş olarak, ne bir melek, ne de bir şeytan,
olarak ele alır. İnsani; insan olarak değerlendirir.
Bünyesi itibarı ile taşıdığı zaaf ve kuvvetli bir bütün,
olarak kabul eder. Duygu ve arzularm tahrik ettiği
bir cesed, taJcdir ve ölçü sahibi bir akıl, şevk ve zevk
sahibi bir ruhun meydana getirdiği çok detayh bir
bütün olarak kabul eder... Bunun için de insana an
cak tâkatı dahilinde olan şeyleri snikler. tnsanm
omuzuna yüklenilen emirler ile insanm tâkatı ara-
smda bir birlik meydana getirir ve insanı meşakkat
lere koşup yorm az... Fıtratm temsil ettiği, ruh-ceset-
akıl üçlüsünün bütün- ihtiyaçlarmı bir intizam dahi
linde karşılar... Bundan sonra insanoğlu dilediği yo
lu seçme mesuliyetini kendisi taşır..
Müslüman, yeırüzünde hilâfet vazifesini yerine
getirirken, Allah Teâlâ’nm kendisinin üzerine yükle
diği görev ve sorumlulukları ve bunlardaki adalet v e
rahmeti böyle telâkki eder ve böyle değerlendirir. Ha-
25-
lifeliğini yaparken karşılaştığı belâ ve im tihanları
böyle değerlendirir ve en sonunda karşılacağı am e
linin karşılığındaki mükâfatını bu şekilde kabul eder.
Bütün bunlarda o yüzden Allah Teâlâ’nm rahmet
ve adaletine güvendiği için, gelen m ükellefiyetlerden
kaçmaz, göğsünde en ufak bir sıkmtı hissetmez. Bu
emir ve mükellefiyetleri veren yaratıcının kendi tâ-
kat ve gücünü en iyi bilen birisi olduğunu bildiğin
den ve buna hakikaten iman ettiğinden dolayı mü-
keUifeyetleri. ağır kabul etmez. Şayet bu m ükellefi
yetler insanoğlu için çok ağır olsaydı veya tâkatı ha
ricinde bulunsaydı zaten Allah Teâlâ omuzuna yük-
lemezdi... Bu düşüncenin gönüllere akıttığı rahat,
huzur ve ünsiyetin yanı sura, mü’minin İlâhî em irle
ri deruhte etmesi için muhtaç olduğu azim ve ener
jiyi harekete sevketmesi bakımmdan da çok mühim
tesirleri vardır. B unun-için-m ü’min gelen em irlerin
•rauâaktt.,iâ^tiüâhi]inde olduğunu büir ve şayet ya-
O ^ yd t Allah Teâlâ’nm farz kılm ayaca-
Şayet .bir emri veya vazifeyi, yapa-
yTthut da -yOTuhar -ve, kendisinde, ağırhk -his-
eederaa.bjiiiiun kendi zaafmın neticesi olduğunu, yok-
gjhîMîirto'inriSğnroızhğlûdan gelmediğini idrâk eder.
Nihayet azmi artar. Üzerindeki zaafı artar. Ve ilahi
emirleri ifa etme hususunda ga3rreti son derece fa z
lalaşır... Yeter ki kendi takati dahilinde olacağım ka
bul etsin... Hak yolunun uzım merhaleleri boyunca
insanoğlunun himmet ve azmi azaldığı zamanlarda
bu hissin ve şuurun, vazifelerin ifa edilmesi, m ükel-
İrfiyetierin yerine getirilmesi hususunda çok büyük
tesirleri vardır. Bu şuur; mü’minin, ilahi iradenin
mahiyeti hususundaki düşüncesini geliştirdiği gibi
kendi nıhunu ve iradesini de terbiye ederek azmini
artırır.
26
Mes’ûliyet ferdîdir. Herkes sadece kazandığım
elde eder. Hiç kimseye, kendi yüklendiğinden başka
sı taşıtılamaz. Mes’ûliyetin ferdî olup, herkesin hu-
zurullaha kendisine has amel defteri ile çıkması, leh
ve aleyhindekilerin bütününün o defterde kayıtlı ol
ması, hiç kimseye hUe yapılmayacağma ve kimseden
yardım beklenmiyeceğine işarettir. Herkes huzurul-
laha teker teker varacağına göre insan buna yakînen
inanırsa Allah’m hukuku karşısmda bütün fertler tek
bir varlık haline gelir ve kullar arasmda haktan hiç
kimse feragat etmez. Her türlü dalâlet, fesat, şer ve
tuğyan güçleri karşısmda bütün fertler tek bir varlık
halinde hukukullahı müdafaa ederler. Zira fert hem
kendi nefsinden, he mde hukûkullalun muhafazasm-
dan mesüldür. Allah’m kul üzerindeki hakki; Hak Te-*,,
âlâ^nm emrettiği şeylerin hepsini-yerine getiçınels*.
: nehyettiklerinden sakmmajj;, bütün hareketlerde ...vakr
amellerde sadece O’na kulluk- etmektir^. Bir kul Allah
Teâlâ’nm insanlar üzerindeki bu haldarmdan vaz
geçerse dalâlet, şer ve fesat, zulüm ve tuğyan güçle
rinin başkasıyla bunları muhafaza etmezse gönül
den inandığı halde zorla küfre döndürülenler müs
tesna artık hiç kimse o kulu müdafaa edemez. Artık
şefaat edecek kimse yoktur onun için. Hiç bir kul
ontm günahm ı taşıyamaz. Ahiret gününde Allah’m
karşısmda kimse yardım edemez ona...
■ Bütün bu duygularm tesiriyle insan kendi hak
kım ve hukukullahı korumak için bir aslan kesilir.
Madem ki kendi hakkından ve hukukullahtan sorum
lu kişi kendisidir, bunları korumak için bütün dik
katini sarfeder. Bu ferdî mes’ûliyet prensibinde kor
kuya kapılmak lüzumsuzdur. Çünkü imanlı olan her
kişı cemiyet içerisinde kendisine düşen vazife ve
mes’ûliyeti yerli yerince ifa eder. Mü’min kimsenin
27
nazarında; kendisine terettüp eden içtimâi; toplum
sal vazifeler AUah’m üzerine yüklediği bir haktır. Ce
miyetle birlikte mü’min fert hem mal, hem de ka
zancıyla, hem kuvveti, hem de nasihati ile hakim in
halckını vermek, bâtıh şerri ve fenalığı yok etmek
onun vazifeleri arasmdadır... Bütün bunlann hesabı
mahşer gününde leh veya aleyhine tecellî edecek,
ferden Allah’m huzuruna vardığı gün m ükâfat veya
cezasını bizzat görecektir...
İşte böyle mümin île inanmayanlar arasm daki
fark ortaya çıkıyor. Bu fark bazı kim seler için basit
gibi görünebilirse de, gerçekte hayatımıza yön ve
ren en önemli unsurlardan birisidir.
28
ÎM AN
NİZÂMI
29
ve hayatın teiniz nimetlerinden faydalanm asını ya
saklamaz.
Bu nizamın en önemli yanı dengeli ve m ütenasip
oluşudur. Ruhen yücelmek için bedene işkence yap
maz. Bedenî eğlenceler için ruhu ihmal etmez. Dev
letin veya toplumun menfaati için ferdin hareketle
rini kısıtlayıp normal isteklerini dizginlemez. Cemi
yet hayatını rencide etmek üzere fertlerin azgm duy-
gulannm ve şehvetlerinin esiri olmasma müsaade et
mez. Bir ferdin veya fertlerin keyfi yahut eğlencesi
için cemiyeti ezmez.
Bu nizamın insanm omuzıma yüklediği bütün
sorumluluklar plânlı olarak düşünülmüş, hem onun
faydasma olduğu için hem de götürebileceği için k o
nulmuştur. O mükeUefiyetleri yerine getirm ek üzere
kendisine lâzım olan kabiliyetler verilmiştir. Bu n i
zam mükellefiyetleri koyarken onu seve seve yerleş
tirir. Kişi zaman zaman İslâmm koyduğu m ükelle
fiyetler yüzünden acı çekse ve işkencelere düşse da
hi o nizamı yine sever. Çünkü onun koyduğu m ü
kellefiyetler insanm arzularma ve özlemlerine cevap
verir.
Gerçekten de Allah Resûlü’nün (s.a.v.) getirdiği
risalet hem kendi kavmine, hem de ondan sonra ge
len bütün insanhğa rahmet olmuştur. Onım getirdiği
prensipler ilk önce insanm vicdanı için tuhaf gibi ge
liyordu. Zira o prensiplerle fiilen yaşanan hayat ara-
smda çok uzak mesafeler vardı. Ama daha o gün
den itibaren yavaş yavaş insanlık bu prensiplerin
üstün ufuklanna doğru yaklaşmış ve yaklaştıkça
içindeki garipseme duygusu yok olmuş, başka başka
adlar ardmda koşsa da kendisine ona göre şekil ver
mek üıtiyacmı du3rmuştur.
30
Bir kere İslâm, bir tek insanlık binasm m kurul
m ası için insanları çağırm ıştır. Bütün insanları.. Bu
potada cinsi ve coğrafî farklar tek bir akide nizamm-
da birleşm ek üzere eritilmiş ve yok edilmiştir. V akıa
bu o günkü insanların hayat ve düşünceleri nokta-
smdan çok garip bir şeydi.. Zira eşraf takımı o gün
kendilerinin kölelerden ajm bir tabiata sahip olduk
larını kabul ediyorlardı... Hele bakm ki günümüzde
büe insanlık, İslâm m gelişinden on üç asır sonra hâ
lâ îslâm m koyduğu çizgiye ulaşmaya çahşıyor. Fakat
yolda yürürken kayıyor ve bocalayıp düşüyor. Çün
kü İslâm gibi üstün bir nurun ışığmda yürümüyor.
İddialar ve sözlerle de olsa o nizamm hizasma gele
bilm ek için hâlâ Avrupa ve Am erika milletleri iğrenç
ırkçılık bağına sarılıyorlar. Halbuki İslâm bin üçyüz
yıl önce bu aşağılık duyguyu kökünden yok etmiş
tir.
G erçekten de İslâm, insanları hâkim ve kanun
önünde eşit küm ak için gelmiştir. Hem de öyle bir
zam anda ki, insanlık tabakalara ayrılmış ve her ta
baka kendine has kanunlar koymuştu. Dahası da
var. K ölelik ve feodalite (derebeylik) devrinde efen
dinin iradesini kanun kabul ettiği zamanda elbettekî
adalet önünde m utlak eşitlik prensibiyle hareket
eden bir sistem i getiren İslâm iyet o günkü insanlar
için çok garip b ir şey olm uştu... Gehn bakm ki bu
gün k i İslâm m bin ü Ç5tüz sene kadar evvel tatbik
ettiği prensibi uygulayabilsinler.
V e daka bunun gibi nice gerçekler gösteriyor ki,
Resûlullah’m (s.a.v.) risaleti bütün beşeriyet için b ir
rahm et olm uştur. V e kendisi bütün âlemlere rahm et
olarak gönderilm iştir. İnanan ve inanmayan herke
se. İster istem ez bilerek veya bilm iyerek, şuuruna
ererek veya erm eyerek bütün insanlık bu nizam m
31
tesiri altında kalmış ve halen de bu rahm et ağacının
gölgesinde gölgelenmek isteyenlere gölgesini açm ış
tır, Bu gölgelikte, dileyen tath m eltemlerle dinlenir
ve huzur bulur. Şu yakıcı toprağm susuzluğu ve ku
raklığı içerisinde huzur meltemleri ile serinler. Hele,
günümüzdeki kavurucu sıcaklık içerisinde...
Gerçekten bugün insanlık bu rahmet meltemini
duymaya çok daha muhtaçtır. Çünkü hayretler içe
risinde bunahp duruyor. Materyalizmin bataklığı
içerisinde bocahyor, çırpmıyor. Savaşlar cehennem e
çevirmiş hayatlarım. Ruhlar ve gönüller katüaşmış,
sevgiden eser yok...
^2
MÜ’MÎNLERİN
SIFATLARI
F .: 3/33
ha iyi hem de daha hakidir. Bu, îman edenler ve Rab-
lerine tevekkül edenler içindir.^)
«Büyük günahlardan ve hayasızlıktan çekinenler,
öfkelendiklerinde bile bağışlayanlar içindir.^)
«Rdblerine icabet edenler, namaz kılanlar içindir.
Oniann i^eri, aralarında müşavere iledir. Kendilerine
verdiğimiz nziktan da infak ederler.y»
«Onlar ki kendilerine zulüm vaki olunca elbirlik
dtarlarjt
«Bir kötülüğünün karşılığı ona denk bir kötülük
tür. Kim de bağılar ve banşı sağlarsa ecri Allah’a
aittir. Muhakkak ki Allah zulmedenleri sevmez.»
«Zülüm gördükten sonra hakkını alanlara, işte on
lara karşı durulmaz
«Ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde
h a k ^ yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır. İşte
onlara elim azap verilir.» ■
«Bununla beraber kim de sabreder, ve bağışlarsa
işte bu şüphesiz azmedilmeye değer işlerdendir.» (Şû
ra : 36-43)
"Daha önce, Kur’an’ı Kerim’in beşeriyetin duru
munu tasvirinden evvel kendilerine kitap verilenle
rin aynlığa düşüp bile bile ihtilâfa daldıkları ve bu
aynlığm aralarmdaki çekememezlikten dolayı husu
le geldiği, Hak TeâJâ’mn Nûh Peygamberin devrin
den Musa ve Isa (a.s.)’nm devrine kadar değişmez
kanunlar koyduğu belirtilmişti. Burada da gösterili
yor- M bunlardan sonra kitaba varis kılınanlar da
ona tam bir güven içerisinde değillerdi. Büâkis kitap
tan şüphe etmektedirler.
Kendilerine kitap indirilen din mensuplarmm ve
diğer peygamberlerin tâhüerinin hali bu olunca hiç
bir peygambere tabi olmayan ve hiçbir kitaba ihan-
mayanlann durumu çok daha karanhk ve çok daha
34
kötüdür. Bunun içindir k i beşeriyetin ideal bir ku
m andaya ihtiyacı vardı. İnsanlığı düştüğü karardık
lardan kurtararak elinden tutup çekecek ve sarsıl
maz bir ipe bağlasup kendisinin ve mevcudatm Rab-
bi olan A llah’a ulaştıracak yola sevkedecek bir reh
bere ihtiyacı vardı. A llah kitabmı kulu Muhammed
(s.a.v)’e A rapça K ur’an olarak indirmişti. Onunla
şehirlerin anasm ı ve onun çevresinde bulunan yer
leri uyarm asm ı bildirerek o kitabmda Hz. Nûh’a, İb
rahim ’e, M ûsa’ya ve İsa’ya emrettiklerini ona. da
emir buyrum uştu. Böylece tarihin başmdan beri ge
len hak dâvasm m halkalannı birbirine bağlamış,
gaye ve hedefini birleştirm iş, AUah’m istediği dâvasn
yine O ’nun razı olacağı tarzda tahakkuk ettirerek in
sanlığa hâkim olup, insanhğm liderliğini ehne ala
cak cem aati ortaya çıkam uştı. îşte, yukarıdaki âyet
lerde kendisine has dam ga taşıyan bu özel toplulu
ğun hususiyetleri belirtiliyor. Her ne kadar bu âyet
ler M ekke devrinde ve henüz Medine’deki îslâm dev
leti kurulm azdan önce nazü olmuşsa da, bu âyetler
de îslâm cem aatinin bazı vasıflarını görüyoruz. îşte
bunlardan birisi «ue onların işi, aralarında meşveret
iledir.y> Bu ifade de gösteriyor ki şûraî-prşnşilaif mûs-
lüm anlarm hayatm da devletin siyasi bir nizamı ol
m aktan çok daha bütün »İslâm ,cem aathüa aoa -^
:diir. Bir topluluk olarak îslâm cemaatinin ana vasfı
dır. Bir topluluk olarak îslâm toplumu şûra esasma
göre kurulur. Sonra cem aatten devlet haline geçilir.
Çünkü devlet cem aatlerinin tabiî neticesidir. îslâm
cem aatinin burada gördüğüm üz bir başka sıfatı da
<ionlar ki kendilerine zulüm vaki olunca eîbirlik olurlar:»
Halbuki M ekke’deki m üslümanlara gelen em ir sab
retm eleri ve düşm anlığı düşmanlıkla karşılam am a-
laridır. D aha sonra gelen hicret emri ile birlikte sa-
35
vaş izni de verilmiş ve onlara şöyle denilm işti; «ZnZ-
me uğradiklarmdan dolayı savaşanlara izin verildi.
Muhakkak ki Allah onları muzaffer kılmaya kadirdir.
Daha önceki savaş yasağı ve sabır emri, belirli şart-
İ8on mebni istisnai hükümdür. Burası İslâm cem aa
tinin temel vasıflarmm anlatılma yeri olduğundan
burada müslümanlann değişmez vasıfları zikredil
mektedir. Her ne kadar âyetler M ekke’de nazil ol
muş, mütecavizlere karşı koym a izni henüz verilm e
miş olsa da bu vasıflarm burada söz konusu edilm e
si dikkat çekicidir.
Beşeriyete kumanda etmek ve insanlığı Câhüiye-
tin karanlığmdan îslâm’m aydmiığma çıkarm ak için
seçilmiş bulunan İslâm cemaatinin bu mümesryiz
vasıûannın zikredilmesi... Henüz pratik bir kum an
da sistemi fülen müslümanlann eline geçmiş olm a-.
dığı halde Mekke döneminin o sıkıntı dolu günlerin-
I de tslâm cemaatinin bu karakterinden söz edilm esi...
Dikkate şayan bir husustur. Müslümanlarda önce
bu vasıflar yer etmeli ve gerçekleşmelidir ki sonra
pratik bir kumanda sistemine uygun im kânlar husu
le gelsin. Bunun için bu temel vasıflar üzerinde fa z
laca durmamız gerekir. Nedir bu vasıflar? M ahiyeti
nedir, ve beşer hayatinda ne gibi bir ehemmiyet ifa
de eder?
Bu vasıflar îman, tevekkül, kötülüklerden ve fe-
I nalıklardan sakınmak, kızgınlık anında bağışlam ak,
I Allah’a bağlanmak, namaz kılmak, ve her m ânada
i müşavereye riayet etmek, AUah’m n zık olarak ver-
§ diği şeyleri infak etmek, azgınlığı yenip affı, islâhı
5 ve sabn şiar edinm ek...
PeM bu niteliklerin mahiyeti ve değeri nedir?
Biz Km:*’an'm bu âyetini tefsir ederken bu sıfatları
38
üzerinde bazı açıklam alarda bulunmamız yerinde
olur.
Bir kere insan, gerçek değerler konusunda üâhi
bir ölçüyle karşı karşıya bulunuyor. Sahte değerler
ve ebedî değerler. Böylece ruhlarda mesele karmaka
rışık bir şekil atm ıyor. H er türlü ölçü ve takdir kabi
liyetleri yok olm uyor.
Bu ölçü, İslâm cernaatitıin vasıflarm ı açıklamak
için bir giriş m ahiyetinde oluyor.
nSize verilen herhangi bir şey yalnızca dünya ha
yatının bir geçimliğidir. Allah katmda olan ise hem
daha iyi, hem de daha bakidir.» Bu yeryüzünün ge
çim lik şeyleri insana çok çekici ve parlak gelir. Dün
ya malı, çoluk çocuk, arzu ve istekler, makam ve
m ertebe hep bu taraftadır. Öbür tarafta ise Allah’m
kullanna lütfederek sunduğu nim etler vardır. Allah
onları dünya hayatm da isyan ve itaat esasma göre
paylaştırm ıyor. A ncak az da olsa Allah’a itaat ede-
ninkini bereketlendiriyor. Çok da olsa isyan edenin
bereketini kaldırıyor. Ne var ki bunlar sabit değer
ler değildir. B ir geçim liktir. Süresi belli bir geçimlilfa
Yükselm ez veya düşmez. Bizatihi ^Allah katmda yü->
çelik- veya aşağılık delili sayılma?.^AIlah’m n za a n ıs
vey a gazabının alâm eti olarak kabul edilmez. VSadece
'.^geçimliktir b u n la r: *<Allah katında olan ise hem daha
iyi, hem de daha bakidir.» Bizatihi hayırdır. M üddeti
itibariyle süreklidir. Allah katmda olanla kıyas edil
diği zam an dünya hayatı çok değersizdir. AUah ka
tm da sonsuz feyziyle ölçüldüğü vakit dünyadaki ha
yat pek sm ırlıdır. D ünya hayatmdaki geçim likler bir
süre içindir. Bir fert için en uzun süre onun öm rü
boyudur. Beşeriyetin öm rü bakımmdan ise bu süre
çok kısadır. A llah’m ölçülerine göre insanhğm haya-
37
ta ve yaşama müddeti bir göz açıp kapayacak kadar
zomaa fasılasuu bile tutmaz.
Âyet-i kerime önce bu gerçeği belirtiyor. Sonra
da Allah’ın kendileri için çok daha hayırlı ve çok da
ha sürekli nimetler sağdığı m ü'm inlerin sıfatını açık-
hyor. Ve önce îman sıfatı ile işe b a şlıyor: «S m, \man
edenler »e Rablerine tevekkül edenler içindir.^ im aıım
ne büyük değer ifade ettiği bellidir. Beşer hayatında
mevcudatla ilgili en geniş bilgi ilk gerçek olan îm an
gerçeğinin yolundan geçer. AUah’a îm an yoluyla
varlıkları kavrama ve mahiyetini anlama başlar. Bü
tün mevcudatm AUah’m eseri olduğu farkedilir. Bu
hakikat kavrandıktan sonra insan kâinat içersinde
bir uyum temin edebiLtr. Çünkü o zaman kâinata hük
meden kanunları büdiği gibi kâinatm tabiatm ı da bi
lir. Ve bu yüzden kendi hareketini büyük kâinatm ve
varhklann hareketine uydurur. Külli kam m lardan
ayrılmaz ve bu ahenkle saadete erer. Çevresindeki
bütün varlıklarla birUkte itaat ve teslim iyet içerisin
de varhklan yai’atan Allah’a doğru yönelir Binaena
leyh bu sıfatlar her insan için gereklidir. Am a beşe
riyeti varhklann yaratamna götürecek olan İslâm
cemaati için çok daha önemlidîr.
îman aynca ruhlara huzur verir. İnsana güven
temin eder. Tereddüt ve hayreti kaldırır. Korku ve
ümidi yok eder. Bu bakımdan da önem arzeder. Had-
dîzatmda bu vasıflar dünya denilen şu yer üzerinde
dolaşan her insan için gereklidir. Fakat bütün in-
sanhğı dosdoğru bir yoldan selâmet sahiline götüre
cek olan kumandan kadrosu için çok daha önem li
dir...
Arzu ve heveslerden kurtulmak, şahsî m enfaat
lerden sıyrılmak ve vurgunculuktan kaçınm ak için
îmanın önemi pek büyüktür. Zira o zaman insan kal-
38
bi kendinden çok daha üstün hedeflere bağlanır; Ve
o zam an kendisinin elinde bir şey olmadığmı, sadece
A llah’m dâvasm ı AUah’m emrinde bir ücretü olarak
yaym akla m ükellef olduğunu hisseder. Bu duygu, be
şeriyete kum anda etmekle görevlendirilen insanlar
için çok gereklidir. Böylece dâvası yolım da a cıla ra .
katlandığı zam an veya sapık kitleler kendi kervanm-
dan kaçıp kaybolduğu vakit ümidini kesmez. Kitleler
kendisini kabul edip önünde bo5mn eğdiği vakit de
gururlanm az. Çünkü o sadece Allah adma çalışan bir
m em urdur.
İlk Islâm kitlesi öyle mükemmel bir îmana sahip
idi ki, o îm anın eserleri ruhlarmda, ahşkanlıklarmda
ve huylannda akıl almaz biçim de ortaya çıkmıştı. O
güne kadar beşeriyetin ruhundaki îman duygusu yıp
ranmış ve solm uş bir yaprak gibi idi. Bunun insanla-
rm ahlâk ve hareketlerinde tesiri görülüyordu. Ama
m üslüm anlık gelince öyle bir îman örneği ortaya çı
kardı ki om uzuna insanlığm kılavuzluğu ve kuman
danlığı görevi verilen kimselere çok büyük mükelle
fiyetler yükledi. Bu hususta «Müslümanlann gerile
m esiyle dünya neler kaybetti» adli eserinde üstad
Ebûl-H asen A li el-Nedevî der k i:
«En büyük düğüm, küfür ve şirk düğümü çözü
lünce bütün düğüm ler de çözüldü. ResuluUah bu ük
cihadını m üteâkıben her em ir ve nehiy geldiğinde
yeni bir çabaya m uhtaç ohnadı. Ve İslâm daha ük
çatışm ada cahüiyeti yendi. Bunun ardmdan gelen her
çatışm ada d a za fer mûslümanhğm idi. Çünkü onlar
kalpleri, n ıh la n ve bütün uzuvlanyle birlikte tslâma
girm işlerdi. H idayet kendüerine belh olduktan sonra
ResuluUah’a zorluk çıkarmamış ve Allah elçisinin
verdiği hüküm de içlerinde en ufak bir sıkm tı görm e
m işlerdi. Hz. Peygam ber (s.a.v) em rettikten sonra
39
bir daha onlar için başka bir tercih im kânı kalm a
mıştı.»
«Nihayet öyle bir noktaya geldiler ki ruhlannda-
ki şeytani duygular tamamen silindi. Hattâ kendi
benliklerinde kendilerini yitirdiler. Kendi ruhlarm da
kendilerinin dışındakilerini de yok ettiler. Ve böyle-
ce dûnyda iken â.hiret adamı oldular. Bu günden ya-
nnm şahsiyetiydiler. Hiç bir nimet şımartmazdı on
ları. Bir musibet çığırtkanlığa sürüklemezdi. Fakirli
ği meşgale saymazdı. Güçlülük başkalarım küçüm se
melerine sebep olmazdı. Yeryüzünde üstünlük tasla
yıp bozgunculuk peşinde koşmazlardı. Kısacası on
lar insanlar için şaşmaz, ölçü olmuşlardı. Adaleti ye
rine getiriyor, hem kendüeıine hem de yakm lanna
şahadet vazifesini görüyorlardı. Yer3rüzünün bütün
omuzlan onlann ayağmm altma serilmişti. Onlar in -
sanhğm koruyucusu, kâinatm m uhafızı olm uşlardı.
Allah’m dininin davetçileriydiler
Üstad Nedevî sağlam imanın ahlâk ve tem ayül
lerdeki tesiri üzerinde de şöyle der -.
ister Arap olsun, ister Acem, bütün insanlar b ir
Cahiliyet hayatı yaşıyorlardı. Kendilerinin em rine ve
rilmek üzere yaratılmış olan varlıklara secde ediyor
lardı, Peşine düşenlere mükâfat verem eyecek, karşr
çıkanları cezalandıramayacak, emir veya nehiy ka
biliyeti olmayan nesnelerin önünde eğiliyorlardı. O n-
larm hayatmda dinlerin çok az bir tesiri vardı. Ben
liklerinde, ruhlarmda ve kalplerinde hakimiyet ku
ramadığı gibi, ahlâki ve içtimai hayatlarında da te
siri yoktu. Onlar Allah’a inanırken yapacağı işi b i
tirmiş ve işinin başından çekilerek yerini başkaları
na teslim etmiş bir ustaya inanır gibi inam yorlardı.
işlerini kendi ellerine almışlardı. Ülkelerini kendile
ri yönetiyor, işleri kendileri tanzim ediyor, erzakı
40
kendileri dağıtıyorlardı. Muntazam devlet m enfaat
lerini hep kendi isteklerine göre tanzim ediyorlardı.
Böylece A llah’a inanırken gökleri ve yeri O’nım ya
rattığım kabul ederken bir san’at tarihi öğrencisinin,
bu eski köşkü kim yaptırdı diye soran birisine eski
kıraUardan birisinin adm ı vererek ondan korku ve
endişe duym adığı gibi; onlar da göklerin ve yerin ya-
ratanm m A llah olduğunu söylüyor ve ondan öte b ir
şey düşünm üyorlardı. İnançları huşu ve enginlikten
m ahrumdu. A llah’ı tanımıyorlardı. O’na sevgi ile
bağlanm ıyorlardı. Çok kısa, karmakanşık ve müp
hem bir bilgileri vardı Allah hakkmda. Bu yüzden de
ruhlarm a b ir korku, içlerine bir muhabbet duygusu
salm ıyordu.
İşte A raplar ve onlarla birlikte müslüman olan-
larbu karm akarışık ölü ve donuk bilgiden ruha, ben
liğe, kalbe ve organlara tesir eden ahlâki ve içtimai
hayatla ilgili her konuda müessir olan derin bir ruhi
bilgiye ve açık bir inanca döndüler. En yüce sıfatlann
ve en güzel isim lerin sahibi olan Allah’a inandılar.
Rahman ve Rahimdi. Kıyamet gününün sahibiydi,
m ülk sahibiydi, Kuddus idi. Selâm idi. Halik idi. Ba
ri idi, M usavvir idi, Hakini idi. Gafur idi, Vedûd idi,
Reûf idi. Rahim idi. Her şeyin yaratılması O’nun elin
de idi, her şeyin sahibi O ’ydu... Ve daha Kur’an’da
belirtilen bütün sıfatlann sahibiydi. Cennetle mükâ-
fatlandınp cehennem le azaplandınrdı. Dilediğinin
rızkını genişletir, dilediğininkini bir ölçüye göre ve
rirdi. G özlerin gizlediğini, kalplerin sakladığmı bilir
di. Bu geniş, açık ve derin inançla ruhlarm da akü
alm az bir ruhi inkılâb m eydana geldi. Onlardan biri
si A llah’a inandığım ve ondan başka üâh olm adığını
daha kabul eder etmez hayatı büsbütün eskisinin
tersine dönerdi. îm an iliklerine kadar işler, dam arla-
41
rma kadar sızar, duygularına kadar inerdi. Ve artık
onun içiu bir ruh ve bir kan olurdu. Cahiliyetin her
türlü kfl.iint.iia.rini ve m ikroplarını söker atardı. A klı
nı ve kalbini îm a n ın feyzi ile doldurur, artık o adam
bh başka adam olurdu. İman, yakîn, sabır ve şeca
at örneği bir kişi çıkardı karşımıza. Hareket ve ah
lâkiyle akıllan hayrete düşüren, ahlâk tarihini ve
felsefesini dehşette bırakan bir kişi olurdu. Halen de
bu husus bir hayret ve dehşet konusudur. İlim âlem i
onu derin ve mükemmel bir imandan başka hiç bü*
sebebe bağlayamaz.» (1)
«Bu inanç o kişi için bir ahlâk ve ruhî terbiye
mektebi olurdu. Sahibine irade sahibi olmak, nefse
hakimiyet ve nefsi kontrol etme gibi 3tüce ahlâki fa
ziletler dikte ederdi. Ve artık o kişi ahlâk tarihinde
ve psikolojide bilinen en tipik örneklerden birisi ha
line gelir, beşeri düşüklüklerden ve ahlâki bozukluk
lardan kurtulurdu. Herhangi bîr zaman hayvani ar
zulan baş kaldıracak olsa ve insan hiç bir kontrolün
kendisini takip etmediği sırada bir takım düşüldülî-
lere maruz kalacak olsa, kanun elinin uzanam adığı
yerlerde suça tevessül edecek olsa, o zaman bu îm an
onun nefsinin arzularım dizginleyen şiddetli bir diz
gin, vicdanı sızlatan ağır bir kam çı olur. Hayali do
natan parlak bir ideal olur ve îman sahibi, kanunun
karşısma geçip kusurunu itiraf etmedikçe, kendisini
şiddetli işkencelere maruz bırakmadıkça, bir türlü
rahat ve huzur bulamaz. Allah’m korkusundan ve
âhiret endişesinden karşılaştığı azaplara huzur ve gü
ven içerisinde tahammül eder.» (2)
«l^te bu îman, insanlığm şeref ve haysiyetinin.
42
iffet ve keram etinin en sağlam koruyucusu olmuştur.
Ona sahip olan kişi nefsinin her türlü arzu ve istek
leri karşısm da en büyük kontrole sahip olmuş, ken
disini kim senin görm ediği ve kimseden korkmasmm
söz konusu olm adığı, tek başma kaldığı hallerde bi
le en önem li bir dizgin olarak yerini almıştır. Nitekim
Islâm fetih leri tarihinde ganim etler karşısmda iffet
li davranm ak, em anetleri ehline tevdi etmek, Allah’a
sam üniyetle bağlanm ak hususunda öyle büyük ör
nekler m eydana gelm iştir ki beşer tarihi onun ben
zerine şahit olm am ıştır. Bütün bunlar işte köklü bir
im anm ve her zaman, her yerde AUah’m görüp bil
diğini, O ’nun gözetim i altmda bulunduğunu hisset
m enin neticesidir.» (1)
«H albuki onlar bu imana erişmeden önce bir
anarşi içerisinde idiler. Hareketleri, yaşayışları, ahş-
verişleri, siyasi ve içtim ai durumları tam bir anarşi
havası arzediyordu. Hiç bir emir dinlemiyor, hiç bir
nizam kabul etm iyor, bir hizaya girmiyorlardı. Ken
di arzularm m doğrultusunda yürüyor, körü körüne
heveslerine kapüıyorlardı.»
«Am a şim di îm ana gelir gelm ez AUah’m emir ve
buyruklarını kabul ederek hükmünü benimsemişler,
O’na kulluğun dışm a çıkmamışlar, kendilerini mut
lak İlâhi dine teslim etmişler, hükmü üâhi karşısmda
sonsuz bir teslim iyetle bağlanmışlar, her türlü ağır
lıklarını atm ışlar, bütün bencilliklerden ve arzuların
dan vazgeçm işlerdi. A llah’m dilediği, hoş karşıladı
ğı hayatm dışm da h iç bir şeyleri bulunmayan birer
köle haline gelm işlerdi. Savaşları ve ban şlan ancak
A llah’m izni üe idi. Memnurüyetleri ve kızgınlıkları,
alışverişleri, m ünasebet kurm aları ve m ünasebetle
43
rini kesmeleri doğrudan doğruya A llah’m iznine ve
emrine bağlıydı.» (1)
İşte bu âyeti kerime, beşeriyete bu inançla ku
manda etmek için seçilmiş olan İslâm cem aatinin va-
sıflanndan bahsederken bu im ana işaret etm ektedir.
Bu tmamn gerekleri arasmda Allah’a tevekkül de
yer almaktadır. Ne var ki, Kur’an-ı Kerim A llah’a
tevekkülü zikre değer a yn bir nokta olarak belirti
yor.
«Ve Rablerine tevekkül edenler içindir» ...
İfadenin metnindeki cümle kuruluşunun takdim
ve tehiri, tevekkülün yalmz Bableri olan Allah’a ola
cağını kasır yoluyle ifade etmektedir. Yalnız ve yal
nız .^ a h ’a tevekkül edilir. Başkasma değil. İşte bu
da tevhidin ilk şeklîdir. Gerçekten m ü’min A llah’a
ve O’nun sıfâüarînâ^hsıhir. Ve yaJdnen bilir ki m ev
cudatta bulunan her şey Allah’m iradesiyle vücut
bulur. O’nun izni olmadan hiç birşey m eydana gel
mez. İşte bunun için âyeti kerime yalnız A llah’a te
vekkül edilmesini belirtiyor, hiç bir fiil ve harekette
Allah’tan başimsma yönelinmemesini buyuruyor.
Elbette ki bu duygu her fert için şarttır. V e an
cak o duyguyla başmı cUk tutarak Allah’tan başka-
smm önünde eğitmez. Kalbi mutmain olarak A llah’
tan başkasmdan çekinmez ve birşey beklem ez. Sı-
kmtiya düştüğü z a m ^ içi rahattır. Bollük geldiği za
man ruhu kararhdır. Nimetler ve sıkm tılar onu de
ğiştirmez. Şurası da muhakkak ki bu duygu kafile
nin rehberliğini üzerine alan kumandanlar için çok
daha zarüridir.
«Büyük günahlardan ve hayasızlıktan çekinen
ler»...
44
Kalbi tem izlem ek, hareketleri her türlü günah
lardan ve hayasızlıklardan arıtmak sağlam bir inan-
cm tabii neticesidir. İdeal bir kumandanm en zaruri
ihtiyacıdır. G ünahları ve fenahklan .irtikâp eden bir
kişinin kalbinde îmarun safiyeti ve temizliği kahnaz-^"
Saf bir îm ana sahip olmayan, günahlarm kararttığı
ve aydınlığm ı silip götürdüğü bir kalp, asla insanlığa
kum anda etm eye elverişli olmaz. Biraz önce iktibas
ettiğim iz bölüm lerde de işaret edildiği gibi ük İslâm
kitlesinin kalbinde îm anm keskinliği ve hassasiyeti
o dereceye ulaşm ışdı ki daha önce ve daha sonra
eşine rastlanm ası mümkün olm ayan bir ehliyetle on
lar beşeriyetin kum andanı ohnasn hak etmişlerdi.
G erçi Allah, beşer denilen şu yaratığm zaaf noktala
rını bilir. V e bunun için onun kumanda mevkiine ge
çebilecek haddini belirtir. Ve kişi günahlarm büyük
lerinden ve hayasızlıktan sakmdıkça Allah katında
ki m evkilere ulaşabüir. Yoksa küçük günahlardan
uzaklaşm ak bütünüyle kabili im kân değildir. Ama
Allah, onun kabiliyetini bildiği için rahmetiyle kuşa
tarak küçük günahlannı bağışlar, bu da AUah’m şu
insanoğluna bir lütfü ve rahmetidir. Bu rahmet kar-
şısm da insanm A llah’tan haya etmesi gerekir. Mü
sam aha insanı m ahcup edeceği gibi, oağışlama da
haysiyetli kalplerde haya duygusunu harekete geçi
rir.
^^Öfkelendiklerinde hile hağışlayanlan...
Bu sıfat AUah’m insanlann hatâ ve günahlannı
m üsam aha edişine gizlice işaret edildikten sonra va
rit olarak kullar arasm da da müsamaha ve bağışla-
m anm i3ri olduğunu gösteriyor. M üm inlerin vasfı
olarak da kızdıkları zam an bağışladıklarm ı belirtiyor.
Burada İslâm m m üsam ahakâr hareketi, beşer n ef
sine karşı hoşgörülü tavn bir kere daha ortaya çı-
45.
kıyor. İslâm insana takatinden fazla birşey yüklem i
yor. Allah biliyor ki, kızgmiık beşerî bir heyecandır
ve insanın doğuşunda vardır. Binaenaleyh bütünüyle
şer değildir. Allah için, din için, hak ve adalet için
kızmak hem istenen bir kızgmiıktır, hem de hayırh-
’ dır. Binaenalej'h İslâmiyet kızgm hğı bütünüyle ya
saklayıp günah olarak kabul etmez. Bilâkis onun üı-
'san tabiatmda doğuştan m evcut olduğunu kabul
eder, insanın fıtratıyle dininin em irleri arasm da ka
rarsızlık içerisinde kıvranıp durmasmı istemez. Bu
yüzden bağışlamayı emreder. İnsanm gazabım yen
mesini belirtir. Ve bunu iman sıfatlarm dan bir sıfat
olarak tavsif eder. Bununla beraber bilindiği gibi Hz.
Peygamber Cs.a.vl hiç bir zaman kendi nefsi için kız
mamış, sadece Allah için kızmıştır. Kızgınlık Allah
için olunca bu gazapta bir şey yoktur. Elbette ki bu
vasıf. Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’nin yüce ruhi
şahsiyetinin bir mertebesidir. Allah o vasfı bütün mü’
minlere şart koşmaz. Bu hareketi hoş karşılam akla
birlikte emir olarak teklif etmez. Sadece kızm ca ba
ğışlamakla yetinmeyi, ehnden gelince affetm eyi ve
intikam sevdasma kapılmayarak şahsi hudutlar çer
çevesinde olduğu müddetçe fertlerin kendisini alâka
dar eden hususlarda kaldığı sürece öç alm a duygu-
stmdan uzaklaşmayı tavsiye eder.
nRâblerine icabet edenler»...
Rableriyle kendilerinin araşma giren engelleri,
Allah’a vasıl olmayı önleyen gizli ruhi m aniaları or
tadan kaldıranlar. Kişi ile Rabbi araşma giren engel
ler nefis, şehvet ve arzulandır. Bu engeller bizzat tn-
sanm mevcudiyetinden neşet etmektedir. însan bu
engellerden kurtulunca Rabbine giden yolun açıldı
ğım görür. Ve o zaman hiç bir engele çarpm adan
Rabbinin emirlerine icabet eder. Bütün em irlerini
46
yerine getirir. Her m ükellefiyet karşısmda önleyici
bir arzu engeliyle karşılaşmaz. İlâhî em irlere bu
umumi icabetten sonra, âyeti kerime onun tafsilatına
g e çiy o r:
nNamaz kılanlar içinûXrt>...
Nam azın bu dinde çok yüce bir mevkii vardır.
Kelim e-i şehadetten sonra bu dinin ikinci temel ka
idesidir. V e A llah’a icabet edişin birinci örneğidir.
Namaz kul üe Rabbi arâsmdaki bir bağlantıdır. Ve o-
tek bir safta rükûa ve secdeye varan kullar arasm-
daki eşitliğin en güzel örneğidir. Namazda bir baş,
bir baştan önce kalkm az. Bir adam bir adamm önü
ne geçem ez. Belki de bunun için namazdan hemen
sonra m eşveret prensibine yer verilmiş ve ondan son
ra zekât m eselesine geçilm iştir:
47
^İmiş olan seçkin topluluğun ana alâm etidir k i ku
manda vasıflannm en gereklilerinden birisidir.
48
şey sağlam az. V e İslâm nizammm ana vasıflarm ı ta
şıyan sağlam bir nizam kurmak mümkün olmaz.
Ne zam an gerçek m ânada müslümanlar var olvy;-
sa ve ne zam an o m ûslüm anlann kalbinde im an ger^
çek m ânada yer ederse o zaman İslâm nizamı kendir
liğinden ortaya çıkar. Ve o müslümanlarm hayat
şartlarına en uygun olan sistemi ve şekli kurar... Bü
tün İslâmî prensipleri en iyi şekilde gerçekleştirir...
^Kendilerine verdiğimiz nziktan da infak ederler.n
Bu hüküm de henüz hicretin ikinci yıhnda inen
zekât farizasm dan önce varit olmuştur. Ancak umu
m i m ânada üıfak, İslâm cemaatimn hayatmda ta ba-
şmdan beri m evcut olan bir prensiptir. Hattâ İslâm’m
doğuşuyle doğm uştur. Bir dâvanm elbette ki maddi fe
dakârlığı olacaktır. Kalplerin cimrilikten temizlenme
si, m ülk sevgisinden uzaklaşması ve Allah’a güvenme
si için bu şarttır. G erçek mânada îmana ermek için de
zaruridir. D iğer yandan toplum hayatmm idamesi için
infak zarureti vardır. Çünkü dâva bir savaş demek
tir. V e savaşan insanlar arasmda dayanışma zorunlu
luğu vardır. Çoğu kere bu dayanışma öyle bir şekil
ahr ki h iç kim senin farklı bir mülkiyeti söz konusu ol
maz. N itekim M ekke’den Medine’ye hicret edüdiği za
m an böyle olm uştur. M ekke’den gelen müslümanlar
M edine’n kardeşlerinin evlerine tumişlerdi. Ama şart
lar değişip durum farkhlaşm ca geniş anlamdaki infak
prensibi zekât esasm a bağlanmıştır. Her nasıl olursa
olsun infak, beşeriyete kumanda etmek için seçilen
inananlar topluluğunun en bariz çizgilerinden birisi
dir.
Onlar ki kendilerine zulüm vaki olunca elbirlik olur-
larp...
Bu sıfatm M ekke devrinde nazil olan âyetlerde va
rit olm asm m da çok hususi bir mânası vardır. Bir kere
F. : 4/49
bu ifade îslâm cemaatinin temel niteliğini belirtm ekte
dir. O da zulüm karşısmda el birlik olm ak ve zulm e
baş eğmemek. Elbette ki insanlığa iyiliği em redip kö
tülükten alıkoymak, beşer hayatma hâkim olarak Al-
lahm yardımıyle hak ve adaleti gerçekleştirm ek için
yeryüzüne gönderilmiş olan ümmetlerin en hayırlısı
olma bakmamdan zulme baş eğm em ek tabii bir vasıf
tır. «Bütünüyle izzet Allah, Resulü ve mü’minler için-
diT.r) Bu cemaatin tabiatı ve vazifesi zulme karşı el-
birhk olarak düşmanhğı bertaraf etmeyi gerektirir.
Her ne kadar bir süre Mekke’deki m ahalli şartların
gereği olarak ve ilk müslûmanlarm hayat basam akla-
rmda geliştirilmelerinin icabı olarak ellerini her şey
den çekip namaz kılmak ve zekât vermekle em rolun-
muşlar ise de, bu gelip geçici bir durumdur. Köklü bir
toplumun özelhklerini ilgilendirmez. Öte yandan M ek
ke devrinde sulh ve sabır taktiğinin seçilişinin başka
hususi sebepleri vardı. Bir kere ilk müslûm anlarm
maruz kaldığı işkence ve engeller topluma hâkim olan
bir kitleden gelmiyordu. Çünkü yarım adada geçerli
olan içtimai ve siyasi düzen, karmakarışık bir kabile
düzeni idi. Müslüman fertlere işkence edenler özellikle
kendi yakınlan idi. Binaenaleyh müslûman ise, kendi
yakınlanndan başka kimse ona sataşma cesaretini
gösteremezdi. Çok ender olmak üzere bir müslüm an
ferde veya müslümanlara topluca tecavüz vuku bul
muştur. Nitekim soylu kişiler işkence yaptıkları köle
lerini müslûmanlarm satm ahp azat etmesine engel
olmuyor ve azat olan kölelere çoğunlukla kimse iş
kenceye cesaret etmiyordu. Hz. Peygamber de m ûslü-
-man fertlerin bulunduğu her hanede bir savaş orta-
TiiTnm meydana gelmesini istemiyordu. Kalplerin sert
liklerini gidermek için en uygun yol banş yoluydu.
50
Diğer taraftan Arap toplumu haysiyetine düşkün
bir toplum dur. İşkenceye duçar olan haklıları destek
lerdi. M üslüm anlann işkencelere tahammül edip iman
ları doğrultusunda sabır göstermeleri, toplumun bu
duygusunu müslümanlar.uı üzerine çekmek bakımm-
dan önem li idi. Nitekim Haşimoğullan soyuna karşı
girişilen boykot hadisesi bunun en güzel örneğiydi. Bu
mesele bir haysiyet m eselesi sayılarak anlaşmanın yer
aldığı sayfa yine Kureyş’hler tarafmdan parçalanmış
ve bu zulüm m uahedesi yok edilmişti. Bu noktada göz-
önünde bulundurulm ası gereken bir başka hususta;
Arap toplum u düzensiz, heyecanh ve sinirli bir top
lumdu. Çabucak savaşa ve kılıca sanhrdı. Müslüman
şahsiyetlerin dengesini korumak için bu hep ayakta
duran kızgın sinirleri yenip bir hedefe yöneltmek ge
rekirdi. M ü’m inlere sabretmeyi ve sinirlere hâkim ol
m ayı öğretm ek icap ederdi. Bunun yanı sıra inançla
rın. her türlü zevk ve ganimetlerden üstün olduğunu
öğretm ek gerekirdi. İşte bütün bundan dolayı eziyetle
re karşı sabra davet Allah nizamınm eğitici prensip
lerine uygun olarak müslüman şahıslarda denge sağ
lam ayı ve sabrederek Hak bildiği yolda yürümeyi öğ
retme hedefine m ebni idi. Bu ve benzeri hususlar
M ekke dönem inde sulh ve sabır siyaseti güdülmesin!
icabettirm işti. A ncak İslâm cemaatinin devamh ve
esaslı v a s fı: «^Kendilerine zulüm vaki olunca elbirlik
olurları» Â yet-i kerim e hayatm umumi bir kaidesi ol
m ası bakum ndan şu tem el kaideyi de yerleştiriyor:
«Bir kötülüğün karşdığı ona denk bir kötülüktün»...
Cezada esas budur. Kötülüğün şımararak azıt
maması için onun karşüığı bir kötülüktür. Yeryüzünü
bozguna verm esini önleyici bir gücün korkusunu his
setmezse kötülük güven içerisinde yol alır.
51
Bununla beraber mükâfatını A llah’tan beklemek
üzere bağışlamak ve ruhlardaki kinleri yenmek, top
lumun beacilliklerini gidermek daha iyidir. Am a bu.
kaidenin dışmdadır. Bağışlama ancak kötülüğe karşı
ko3rma gücü bulunduğu zaman söz konusu olur ve o
7ATTnm bağışlamanın bir mânası olur. Haddi aşanı ön
ler ve bağışlayan kişinin tesirini gösterir. Haddi aşan
kendisine müsamaha edildiğini ve bu yüzden bağış
landığım, yoksa güçsüzlükten dolayı affedilm iş olm a
dığım anlarsa utanır ve mahcup olur. V e kendisini
bağışlayan düşmamnm üstünlüğünü kabul eder. Ba
ğışlayan kuvvetli ise ruhumm arm dığm ı ve yüceliği
ni görür. Böylece bağışlama hem bağışlayan, hem de
bağışlanan için ha3nrhdır. Ama güçsüzlük ve aciz ha
linde durum böyle değüdir. Zaten â d z iken bağışlam a
söz konusu olamaz. O zaman bağışlamamn bir önem i
de yoktur. Bilâkis m ütecaviderin iştahasmı kabartır
ve tecavüze uğrayanları düşürerek yeryüzünde fesa-
dm ya5nlmasma sebep olur.
52
GERÇEK
MÜ’MİNLER
53
bir benzeri de Allah Teâlâ’nm uOnlar ki Rabbimiz Al
lah’tır derler sonra dosdoğru yürürler» CFussilet, 411
kavli şerifinde göze çaıpmaktadır. Rabbim iz A llah'tır
sözü doğrultusımda yürümek ve şüphe etmemek tabi
ri bize gösteriyor ki bazı kere katı tecrübelerin tesir:
altında kalarak, şiddetli imühanlarm tesirine kapıla
rak mü’min ruhlarda birtakım şüpheler ve sarsm tılar
beltriverir. Mü’min ruh hayatta kaldığı m üddetçe ken
disini sarsan şiddetlere, titreten engellere çarpar. İşte
bütün bu engeller karşısmda sarsılmayan, yakılmayan,
güvenini ydtinneyen, şüpheye düşmeyen kişi A llah ka
tanda böyle bir dereceyi hak kazanan samimi bir m ü’-
min olarak kalır. Bu ifade mü’min ruhlara yoldaki teh
likeleri göstermekte, seyahat esnasmdaki zorluklara
dikkat çekmekte ve herşeye rağm en yoUarmda yürü
melerini, ölçülü ve dürüst olarak hareket etm elerini
belirtmekte, yoUarmı yitirdikleri, karanlıklara daldık
ları zaman rüzgârlann ve kasırgaların kesintilerine
tutuldukları vakit şüpheye dalmamalanm bildirm ek
tedir.
Son âyet-i kerime bedevüere dönerek A llah’m
kalplerinde olanlan en iyi büdiğini, kendilerinin bil
gisine muhtaç olmadan kalplerinden geçeni haber ve
receğini bildiriyor:
De k i : «Dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Halbu
ki Allah göklerde olanlan da bilir, yerde olanlan da bi
lir. Ve Allah herşeyi bilendir.» (Hucurât, 16)
Bügiçlik taslayan insan, bırakm dış dünyayı, ken
di nefsini bile bilmemektedir. Duygularmm asıl sebe
bini, neleri kavrayıp neleri kavrayam ayacağını anla
yamaz. Aklının nasü çalıştığmı bilemez, m urakabe et
tiği zaman norm al faaliyetini durdurur k i o zam an da
gözlenebilecek bir hareket kalmaz. Binaenaleyh insan
54
kendisini ve nrgqni7.Tina.Rimn faaliyet tarzını bilmek
ten âcizdir. însanm en çok bildiğini sandığı nokta da
orasıdır.
«Halbuki Allah göklerde olanları bilir, yerde olanla
rı da.»
A yet-i kerim e bedevilerin kavrayamadıkları ve
ulaşam adıkları îm an gerçeğini beyan ettikten sonra
Hz. Peygam ber (s.a.v)’e yöneliyor ve onlarm müslû-
man olduklarından dolayı Peygamber (s.a.v) minnet
edişlerini anlatıyor. Ki bu minnet bile onlarm kalbinde
henüz îm an gerçeğinin yer etmemiş olduğunu ve o ruh-
lan n daha îm am n zevkine eremedikleıini ifade et
m ektedir :
«Onlar îslâm a girdikleri için sana minnet ediyorlar.
De k i : «Müslümanlığınız için bana minnet etmeyin. Bi
lâkis sizi imana erdirdiği için Allah size minnet eder.
Şayet sadıklardan iseniz.» (Hucurât, 17)
Hem îslâm ’a girdikleri için minnet ediyor, hem
de inandıklarını sam yorlardı. Verilen cevapta îslâm’a
girdikleri için Peygam ber (s.a.v) minnet etmemeleri,
bilâkis îm an iddiasm da samimi iseler asıl AUah’m
m innetinin kendilerinin üzerinde bulunduğunu belir
tiyor.
Hem îslâm ’a girdikleri için minnet ediyor, hem de
inandiklarm ı sanıyorlardı. Verilen cevapta îslâm’a gir
dikleri için Peygam ber (s.a.v) minnet etmemeleri, bi
lâkis îm an iddiasm da samimi iseler asıl Allah’m min
netinin kendilerinin üzerinde bulunduğunu belirtiyor.
Biz b ir nebze, birçok kişilerin ve bazı kere ina-
nanlarm dahi unutuverdüderi bu cevaptaki büyük
gerçek üzerinde durm ak istiyoruz.
Şüphesiz ki A llah’m yeryüzünde kullarm a verdi
ğ i nim etlerin en büyüğü îman nimetidir. Daha başlan
gıçta kullara lütfedilen varlık nimetinden ve' varlıkla
55
alâkadar olarak svmulan nzık, sıhhat, hayat ve geçim
nimetinden çok daha bû3rük nimettir îman nim eti. Bu
nimettir ki insan denilen varlığa apayn bir m ahiyet
vermekte ve ona kâinat nizammda önem li ve köklü
mükellefiyetler vermesini temin etmektedir.
îman beşer bünyesine yerleşir yerleşm ez, insan
kalbinde gerçek mânasıyle yer eder etmez, yaptığı ilk
şey insa.nrn varhk konusundaki düşüncesine bir en
ginlik getirmesidir. Mevcudatla münasebetine bir ge
nişlik vermesidir. Varhklar âlemindeki vazifesini ib
raz ettirmesidir. Çevresinde bulunan eşya, şahıslar ve
değerlerle ilgili sağlam düşünceler verip dünya deni
len bu yalnız üzerindeki seyahati esnasında A llah’a
vasü olana kadar emniyet bahşetmesi, çevresinde bu-
lıman herşeyle ünsiyet sağlaması, kendisinin ve m ev-
cudatm yaratamyle dostluk kurmasmı temin etmesi,
bunun değerini ve şerefini kendisine hissettirm esidir.
İnsan olarak AUah’m hoşuna gidecek üstün vazifeler
ifa edebileceğini ve böylece mevcudatta bulunanlarla
birlikte bütün varlıklara iyilikler yapacağım hissettir
mesidir.
Mû’minin sahip olduğu engin düşünce onu gü ç
süz ve basit bünyesinin zaman ve mekân bakım m dan
mahdut sımrlarmdan çıkarak bütün m evcudatm y er
aldığı, gizli açık, bilinen bilinmeyen kuvvetlerin top
landığı muhite ulaştırması, neticede hudutsuz ve k a
yıtsız bir enginliğe kavuşturmasıdıi'.
Mü’minler kendi türlerine nispetle bir fert, bir in
sandır. Aym kaynaktan gelmişlerdir. Ortak oldukları
kaynak-insanlık özelliğini Allah’m ruhundan, bedeni
çamurdan yapılmış olan bu varhğa üOenen solukla ge
len İlâhi nurdan almıştır. Bu çam ur yığınm a sızan ila
hi nur göklere ve yere sığmayan, başı sonu olm ayan
zaman ve mekân hududu tanımayan uçsuz bucaksız
56
nurdur. İşte insana bu hususiyetini ve enginliği o dâ
hi nur unsuru verm iştir. Bir insamn kendi nazarında
yücelebilm esi, aydınlık ve enginlik hissedebilmesi için
bu düşüncenin kalbinde yer etmesi yeter. O zaman
ayakları toprakta gezinirken kalbi nurdan meşaleler
içerisinde kendisine bu hayat tarzmı lütfeden ük nur
kaynağına doğru kanat açarak uçar.
M ü’m in m ensubu bulunduğu topluluğa nispetle
inanm ışlar üm m etinin bir ferdidir. Zamanm derinli
ğinden Hz. Nûh’un. İbrahim ’in. Mûsa’nm, îsa’nm (a.s.)
ve son peygam ber Muhammed Mustafa (s.a.v.) ile
birlikte diğer peygam ber kardeşlerinin rehberlik ettiği
biricik üm m etin bir ferdidir. Bu düşüncenin insan kal
binde yer etm esi o insanm kökü derinliklere inen, da
lı çevre3d kaplayan, zirvesi semalara ulaşan upuzun
hayata sahip bulunan büyük, dik bir ağacm bir dah
olduğunu hissetm esi için kâfidir. Evet insamn bam
başka tadı olan bir hayata ermesi, hayatı yeniden an-
la3np yaşam ası, hayatm şerefli ve yüce bir hayat ha
line getirm esi bu köklü dala bağldıktan doğan bir yeni
hayat tarzm a girdiğini hissetmesi için yeter de artar
bile...
Sonra bu duygu gelişir büyür ve enginleşir. M ü
m inin kendi şahsm ı geçer, milletini aşar, mensubu bu
lunduğu insan cinsini geçerek bütün mevcudata ya
yılır. A llah’tan sudur eden ve onun ruhundan üflenen
bir solukla kendisini insan yapan varlığa sirayet eder.
Ve o zam an im anıyla anlarki bu varlıklar âlemi canlı
bir âlem dir. Canlı varlıklardan meydana gelmiştir.
Herşeyde o ü âbi ruhtan bir eşer vardır. Eşyanm ru
huyla bu k oca dünyanın ruhu mü’minin ruhu gibi duâ.
ve teşbih üe yücelerin yücesinde bulunan Allah Teâ-
lâ’dan yönelir. Ham d ve taat ile ona koşar, izan ve
teslim iyetle ona bağlanır. Ve bir de bakar ki o zaman
5T
m û’min Mşi bu bitmez tükenmez bütünün bir parça
sıdır. Kâinatm özünde vardır ve ondan ayrılamaz.
Kendisi Allah Teâlâ’dan sudur eden bu kâinatm bir
bölümüdür. Ruhuyla çıktığı ilk noktaya doğru yöne
lir. Ve en sonunda ona ulaşır... Ve işte o zam an anlar
kendisinin mahdut benliğinden çok daha büyük bir
yapıya sahip olduğunu, korkunç varlrklann büyüklü
ğünü, düşündüğünü çok daha büyük olduğunu anlar.
Ve bir de ne görsün çevresini saran ruhlarm şefkat
kucağmda ünsiyet içerisinde kendisini kollayan Al-
lah’m ruhunun dostluğu yanında... Ve işte o zaman
anlar k ftn d isin in bütün bu varlıklarla ilgi kurabilece
ğini, enliğine ve genişliğine bu kâinata yayılabileceği
ni, çok büyük şeyler yapabileceğini, çok büyük vakıa
lar ortaya çıkarabileceğini ve birçok şeyin tesir altm -
da kahp birçok şeylere tesir edeceğini ve hepsinden
sonra da bütün mevcudattaki kuvvet ve güçlerle bir
likte kendi gücünün çıktığı kaybolmaz, bitm ez, tü
kenmez ve zayıflamaz büyük kuvvet kaynağm a uza
nabileceğini...
Bu geniş ve engin tasavvur sayesinde m û’ınin; eş
ya ve hadiselerle, şahıslar ve değer ölçüleriyle, hedef
ler ve ihtimamlarla alâkah gerçekten son derece yeni
ölçüler edinir. Kendisinin varlıklar âlemrndeki yerini
ve bu hayattaki gerçek vazifesini anlar. AUah'm kâi-'
nattaki kudret nümunelerinden bir kudret olduğım u
ve Hak Teâlâ’nm, kendisi üzerindeki seyahatim sabit
adımlarla, önü açık olarak, vicdan huzuru ve rahatı
İçinde devam ettirir.
îşte mü’min; çevresindeki varhklann m ahiyetini,
yaptığı vazifenin hakikatini ve bu vazifeyi ifa için sa
hibi bulunduğu gücün önemini büip takdir ederek çev
resinde olup biten şeylerle münasebetinde em niyet ka
zanır, sükûnet ve rahatlık elde eder .Çünkü o çevresin-
S8
de olup bitenlerin nereden geldiğini, niçin geldiğini ne
reye gideceğini ve orada ne olacağını bilir. Bilir ki
orada birşeyler olacaktır ve yeryüzünde olup biten
herşey orada gerçekleşecek şeylerin hazırlığı mahiye
tindedir. V e işte o zam an anlar nasıl olup da dünyamn
âhiretin tarlası olduğunu, büyük küçük her yaptığm-
da orada nasıl hesaba çekileceğini, hiç bir şeyin başı
boş yaratılm adığını, başı boş ortaya salmmadığmı ve
tek başına olam ayacağm ı...
Bütün bu gerçekleri bilince insanm doğuşu ve ge
leceği üe alâkah hususları bilmemekten, yolun gizli
yönlerini görm em ekten, geliş gidişlerin ötesinde, bu
yolda seyahatin gerisinde gizlenmiş bulunan hikmete
güvenm em ekten doğan şüpheler, endişeler, kararsız
lıklar, krizler silinir gider.
Tarafım ızdan tercüm e edilen bu rûbaide Ömer
Hayyam ’ın sahip bulunduğu duygulardan hiçbirine
yer kalm az.
«Hayat elbisesini kimseye danışmadan giydim.
Bir yığ ın düşünce arasm da şaşırdım, kaldım.
G ünü gelin ce atanm ben de üstümdekini
Büm eden nerden geldiğim i, nereye gideceğim i»?
M ü’m in em in olarak vicdan rahatlığı ve ruh hu
zuru içerisinde sevinçle bilir, öm ü r elbisesini, hayat
kaftanını kâinata ve kendisine hükmeden Hakim ve
H abir olan A llah’m takdiri uyannca giydiğini. Kendi
sine bu elbiseyi giydirenin kendisinden çok daha iyi
hüküm verdiğini, daha çok şefkatli olduğunu. Ve hu
nim için de başkasm a danışmsüc ihtiyacım duymaz.
Çünkü o, herşeyi bilen ve gören güç sahibi kadar da
nışacak kim se bulam az. V e bilir ki o kudret eli bu
kâinatta tesir edeceği ve tesir altmda kalabileceği be
lirli b ir va zife için bu elbiseyi giydirm iştir kendisine.
Ve sahibi bulunduğu vazifenin kâinatm başm dan so-
59
nvma kadar bütün canlıların ve eşyanın taşımak zo
runda olduğu mesuliyetin bir tam am layıcı unsurudur
ve onlarla birlikte ahenk temin etmektedir. O zam an
niçin geldiğini bildiği gibi nereye gideceğini de bilir.
Değişik düşünceler arasmda şaşırıp kalmaz. Seyahati
ni bitirir, vazifesini rahat ve huzur içerisinde yerine
getirir. Bazı kere îmanı, bügi basam aklarında zirve
ye kadar çıkarak seyahatini tamamlar, vazifesini ya
par, sevinç ve huzur içerisinde m ükellefiyetini tamam
lar. AUah’m lütuflanndaki güzelliği, ihsanlarındaki
celali ve azameti sevinçle, hisseder. Minnet ve lütuf
sahibi, güzel ve kerim zatm, şefkat ve m erham et do
lu elin kendisine sunduğu hayat nimetini veya elbi
sesini giyerek ne kadar zorlukları aşarsa aşsın Rab-
bine vasü o lm a k için sevinç ve iştiyak içerisinde ha
yat nimetini yerine getirir.
Bu gerçekler bilinince, bir zam anlar benim de
içinde yaşadığım sıkıntı, kararsızlık ve başıboş haya
tımda hissettiğim gibi duygular kalm az artık. Ben
«Kur’ân’m Gölgesinde» yaşamazdan evvel ve Allah
Teâlâ elimden tutup beni bu şerefli gölgeye ulaştır-
mazdan önce o tür hayatı yaşadım. V e o zam an his
settiğim duygulan, çevremde bulunan bütün varlık
lardan bıkkınlık içerisinde, ruhumun bana ilham etti
ği şu mısralarla dile getirmiştim:
«Şaşmış kalmış dünya, bümez nereye gidiyor?
Neden?.. Nasü?.. Ve kimin isteğiyle gidiyor?
Boş bir çaba, bitmez tükenmez yorgunluk,
Sevimsiz bir âkibete doğru gözü kapah gidiyor.
Durmuş kâinat şaşkınhk içinde büm ez nereye git-
ğini?
Neden nasü ve kimisterse gittiğini?
Boş bir çaba ve bitmez tükenmez bir yorgunluk
En sonunda sevilmez bir âkibet.»
60
Am a bugün ben A llah’a sonsuz hamd ve minnet
olsun, biliyorum ki ortada boşa giden hiçbir çaba yok
tur. Her çalışm anm karşılığı vardır. Kaybolup giden
hiçbir faaliyet m evcut değildir... Her yorgunluğun bir
m ahsulü vardır. Varılan netice sevindiricidir ve o ada
let sahibi, rahm et sahibi Huda’mn huzurunda elde edi
lecektir. A llah’a binlerce hanid ü sena olsun ki ben
bugün kâinatın boşu boşuna ve kötü bir kriz içerisin
de bunalıp durduğunu kabul etmiyorum. Kâtnatm ru
hunun Rabbine bağlı olduğunu, O’na yöneldiğini,
hamd ile O ’nu teşbih ettiğini görüyor, hissediyorum.
Âlem lerin, A llah’ın koyduğu kanunlara göre 5rürüdü-
ğünü, rahat ve teslim iyet içerisinde se3rrine devam et
tiğini görüyor ve anlıyoruz.
Benim için bu kazanç düşünce ve duygu dünyam
da büyük bir kazanç olduğu gibi, vücut ve ruh dün
yamda da büyük bir kazançtır. Yapılan işin güzelliği
ni, faaliyetin iyiliğini, tesir ve teessürün azametini id
râk ettiren son derece büyük bir kârdır.
Öte yandan îman, itici bir kuvvet ve toplayım bir
enerjidir. İm anm hakikati kalplere yerleşir yerleşmez
kişiyi hem en harekete geçirir ve faaliyete sevk eder.
Hemen b ir şeyler yaptırm ak için çahşmaya teşvik
eder, tç dünyasıyle dış dünyasınm birbirine denkleş
tirm esini tem in eder. A yrıca insan bünyesindeki bü
tün hareket m ekânizm asını hakimiyeti altma alarak
onu hızla yolunda yürütür...
Ruhlarda yer eden akide gücünün sim budur.
Budur inanan ruhlarm kuvvetindeki sır. Akidenin
yeryüzünde m eydana getirdiği ve hergün m eydana
getirm eye devam ettiği harikanın sim budur işte.
Bu harikadır k i gün be gün hayatm çehresini değiş
tirmiş, fert olsun, cem iyet olsun bütün m ensuplarını
sonsuz büyük b ir hayat uğruna fani ve mahdut öm -
61
rü feda etmeye sevk etmiş, güçsüz kuvvetsiz, küçük
bir topluluğım karşısmda herşey hezim ete mahkûm
olmuş. Ashnda bütün bu kuvvetleri yenen m ahdut ve
fani bir fert değildir. Onun yerine o ferdin ruhunun
kuvvet aldığı akıl almaz güç kaynağı (akide) dir, bu
harikayı temin eden. Bitmek tükenmek nedir bilm e
yen, eriyip azalmak nedir tanımayan ve her an fış
kıran o kaynaktır bu gücü sağlayan...
Fertlerin hayatmda, cemiyetlerin hayatm da gizli
kapalı hurafelere dayanmayan, rüya ve hayallere is-
tinad etmeyen dini akidedir ki bu insanlarda hayret
veren harikaları meydana getirir. Bu harikaları te
min eden inanç; kavranılan sebeplere ve sabit kaide
lere dayanır. Şurası muhakkak ki dini düşünce ve
akide inşam gizli açık kâinat kuvvetlerine bağlayan,
ruhuna güven ve huzur veren ve ona, geçici bâtıl sis
temler karşısma zaferden emin olarak, hakka inana
rak karşı çıkma gücünü lütfeden külü bir düşünce
sistem i^. Bu sistem ferdin çevresindeki insanlar, ha
diseler ve eşya ile olan ınünasebetlerini yorum lam ak
ta, ona gaye ve hedefini, takip edeceği yolu göster
mekte, onun bütün kuvvet ve takatim birleştirerek
bir noktaya sevketmektedir. İşte imamn kuvveti bu
radan gelmektedir. tnfl.na.T> kişi o a y d ın la hedefe
doğru kuvvetle güvenerek emniyet içerisinde uygun
adımlarla yürür gider.» (1)
Mü’min görünen ve görünmeyen bütün varlıkla-
nn yürüdüğü sabit hattı takip ettiğinden dolayı kuv
veti her an artar. Kâinatta mevcut olan bütün gizli
kuvvetlerin iman yönüne doğru hareket ettiğini gö
rür ve hak yolunda yürüyen mü’min kendi yolunda
62
onlarla birleşir, hakkın bâtılı yenmesi için o hızh
akında birlikte hareket eder. Bâtıl ne kadar dış kuv
vetlere sahip olursa olsun mü’minin gözünde sıfır'
hükm ündedir...
Ne kadar doğru söylüyor ulu Allah’ım : «Onlar
İslâm’a girdikleri i^ n sana minnet ediyorlar. De ki
«Müslümanhğtmz için bana minnet etmeyin. Bilâkis
sizi imana erdirdiği için Allah size minnet eder. Şayet
sadıklardan iseniz.n (Hucurât, 17) Bu büyük nimet
ancak A llah’ın katm dadır ve yalnız Allah onu bu jrü-
ce lutfa hak kazananlara verir.
Ne kadar doğru söylüyor ulu Allah. Bu gerçek
leri görüp o m âna ve duyguları idrak edenler, o ger
çeklerin ışığm da görüp o birlikte yaşayanlar bu ge
zegen üzerindeki hayatlarını, onlann aydınlığı ve
rehberliği altm da geçirenler ne kaybederler k i?...
Öte yandan nim etlerin içerisinde de yüzseler hayvan
lar gibi yeyip içip eğlenseler bu gerçekleri ve bu duy
gulan îdtirenler neyi bulurlar k i?... Hayvan onlardan
daha doğru yoldadır. Çünkü o fıtratım n gereğini ya
par ve o yolla yüce yaratıcısm m buyruğunda hare
ket eder.
«M uhakkak ki Allah göklerin ve yerin gaybınt bi
lir. Ve Allah yaptıklarınızı görendir.)) (Hucurât, 18)
G öklerin ve yerin gaybım büen, ruhlarm sirrmı,.
vicdanların derinliğini, duygularm mahiyetini de bi
lir. İnsanların yaptığm ı görür, söyledikleri sözlere
göre hük'üm verm ez. O’nun ilmi. Kalplerinden çoşup
gelen duygulara ve kalplerdeki bu duyguları doğru
layan am ellere göre hareket eder...
63
UHUD MAĞLUBÎYETÎ
VE İM AN
İMTİHANI
F .: 5/65
30İmaz. Nasıl ki altın, ocakta eritilerek içindeki m uh
telif maddelerin kanşıım temizlenir ve ona sonradan
girmiş olan unsurlar arıtılırsa. fitneler de gönülle
rin temizlenip annması hususunda aynı rolü oynar
lar. Haddizatmda fitne kelimesinin lügat m anası bu-
dur. Bu fl.Ti1a.TmTi kendisine has delâleti, duygu ve il
hamları da vardır.
îmanhlarm fitnelerle denenip im tihandan geçi
rilmesi değişmez bir esas ve Allah’m nizam m da câri
olan bir kanundur:
«dnd olsun ki Inz onlardan öncekileri dg denedik.
Allah elbette doğrulan bilir. Ve elbette yalancıları da
bilir.y> (Ankebut, 3)
__ _Şûphesiz ki AUah imtihana çekmeden önce de
kalplerin mahiyetini çok iyi bihr. Ancak imtihan,
pratikte Allah’m ilmi tarafmdan bilindiği halde in
sanlar tarafmdan bilinmeyen gerçekleri ortaya çıka
rır. Binaenaleyh Cenab-ı Allah insanları onlarm hak-
kmda bildiği mücerret bügüere göre değü, yaptıkla-
rma göre hesaba çeker. Bu da Hak Teâlâ’nm bir yan ■
dan lütfumm, bir yandan adaletinin, bir yandan da
insanları terbiye edişinin belirtisidir. Hiç kim se bir
başkasım aklından geçenlerle suçlayamaz. Ancak fii
len yaptığı şeylerle suçlar veya m ükâfatlandırır.
Şimdi yeniden Hak Teâlâ’nm inananları im tihan
edip içlerinden doğrularla yalancüan belirlem ek üze
re fitneye m anız kıhşmdaki İlâhi kanuna dönelim .
Ashnda îman, Allah’m yeryüzünde bir em aneti
dir. Ve onu ancak iman ehli olanlar taşırlar. îhlâs ve
samimiyetle gönlünü Allah’a bağlayanlar îm ana sa
hip bulunabilirler. îman emanetini ancak ve ancak
onu rahatlığa, emniyet ve selâmete, eğlence ve al
datmacaya tercih edenler om uzlayabilirler. İman
emanetini, insanları Allah’ın yoluna çekm ek ve A l-
66
lah kelâm m ı insanların hayatında tahakkuk ettir
mek isteyenler yüklenebilirler. Eu emanet son dere
ce yüce, son derece ağır bir yüktür. Ve onu, ancak
Allah’m m üyesser kıldığı kimseler taşıyabilirler.
Mü’m inlerin bâtıl erbabı tarafmdan işkencelere
maruz bırakılm ası, sonra onları destekleyecek ve sa
vunacak yardım cılann bulunmaması bir imtihandır.
İnananlarm kendisini kurtaracak bir destekten mah
rum bulunm ası, zulüm erbabm a karşı çıkacak güç
ten yoksun bulunm ası da bir imtihandu. İşte fitne
ve-im tihan dendiği zaman alışılagelen görüşlerin ışı
ğında akla bunlar gelir. Daha öyle imtihan ve fitne
çeşitleri vardır k i bunlardan çok daha acı ve çok da
ha beterdir.
Kendisini sevenlerin ve aüe efradınm kendisi !
yüzünden başlann a bir belâ gelmesi ihtimali ve on
ları koruyam am ak durumu, fitnelerin en korkunçla
rından biridir. O dostlar, o yakınlar, o aüe fertleri,
dostlukları adına, yakınlıkları adma gelirler ve mü’-
minlere seslenirler. Kendüerini seviyorsa eziyetlere
ve felâketlere duçâr olmamaları için teslim olmasını
veya küfür ehli ile barışmasmı arzu ederler. ^Anke-
but Sûresinde ana ve babayla ügüi ve kişüere çok
ağır, çok zor gelen bir takım fitnelere işaret edümiş-
tir.
İnsanların bâtü ehline saygı göstermesi, herkesin
onları m u vaffak ohnuş görm esi ve alkışla karşüama-
sı, yığm larm on ları m edihlerle kucaklamaları ve böy-
lece yollarındaki engelleri yıkm aya çahşmalan da bir
başka fitn e şeklidir. Ehli bâtıla hürmet ve saygı bes
lenilmesi, on la n n yaşam a imkânınm hazırlanması
çok korkım ç bir im tihandır. Ona karşı diküen m ü
m in kişi herkes tarafm dan reddedilip ihmale maruz
bıraküırken, kim se tarafm dan korunmazken, sahip
67
bulunduğu hakikatlerin değerini dünyada sadece gü
cü ve imkânı bulunmayan kendisi gibi çok az bir kit
lenin farkına vararak değerini bilm esi karşısında, 5a-
ğm lann küfür ve inkâr ehline alkış tutm ası çok zor
bir imtihandır. Bir başka imtihan şekli de aileden ve
yalanlardan uzak kalma, toplumdan a3n'ilmak, inanç
uğruna yalnızlığa düşmektir. Mü’m in kişi çevresine
bakıp ta etrafmdakilerin hepsinin dalâlet seline ka-
pılHıklanm, bataklıklara doğru ynvarlandıklarm ı gö
rünce kendisini yapayalnız, toplumdan ayrı, garip
ve kovulmuş olarak hisseder ki bu çok zor bir imti
han şekli de rezaletlere diz boyu batmış, fenalıklara
gömülmüş milletlerin ve devletlerin içtim ai hayat
bakunmdan gelişmeleri, medeni seviyelerinin yüksek
liği ve oralarda fertlerin insanm değerine yaraşan hi
maye ve korunma görmesidir. İnsanlık hak ve hürri
yetlerini şereflice kullanıp Allah’a isyan etm ekle bera
ber güçlü ve müreffeh bir hayat sürmeleridir.
~ Bütün bu saydıklarımızdan çok daha büyük, çok
daha zor, çok daha ağır bir fitne var. N efis ve aşın
arzular fitnesi. Yeryüzünün cazibesi et ve kanın ağır
lığı, eğlenmek ve güçlü olmak arzusu, rahat ve em ni
yet isteği... Ayrıca îmanm gerektirdiği d.oğru istika
mette yürümenin, îslâmm icabettirdiği üstün seviye
de yaşamanm, ruhim derihUklerinden, hayatın için
den, toplumun mantığmdan ve devrin insanlarm m
düşüncesinden gelen baskılar ve karşı koym alar...
j Zaman uzayınca, AUah’m yardım ı gecikince, fit
ne bir kat daha şiddet kazanır, bir kat daha katılaşır.
İmtihan bir daha zorlaşır, bir daha şiddetlenir. V e bü
tün bunlara ancak AUah’m koruduğu kim seler daya
nabilirler. Bunlarda ruhlarmda îmanm gerçekten yer
ettiği o büyük üâhi emanete hak kazanan m ü’m inler-
dir. Gökyüzünün ve yeryüzünün emanetini, A llah’ın
68
insan vicdanına teslim ettiği emaneti yüklenenler...
Şüphesiz k i A llah bu imtihanlarla mü’minlere azap
çektirmek, bu fitnelerle işkence yapmak istemez. Fa
kat İlâhi em aneti om uzlam ak için bu şarttır. Meşakkat
dolu çalışm alara katlanabilm ek için böyle özel bir eği
tim görüp hazırlanm ak gerekir. A şın arzulara karşı
tam bir üstünlük tem in etmek, acüara karşı gerçek
m ânada sabır gösterm ek ve diretmek, fitnenin uzama-
sma, im tihanın şiddetine rağm en her zaman AUah’m
nusretini ve inayetini bütün samimiyetle beklemek
için böyle özel bir eğitim den geçmek şarttır.
Şiddetler insanlarm ruhlarını arıtır ve pisliklerini
izale eder. İç kuvvetlerini harekete geçirir, uyarır. Şid
det darbeleri bütün ağırhğm a, bütün zorluğuna rağ
men onun dem irini daha sertleştirir, daha güçlendi
rir. Toplum lar içinde şiddetlerin böyle önemli bir ye
ri vardır. Bozguncu cemiyetlerden ancak Allah’a tam
olarak bağlanan, A llah’m zafer ve mükâfatma gönül
den teslim olan, sarsılm az inançh, çehk fıtrath kimse
ler geriye kalır. V e işte en sonunda sancağı teslim
alacaklar da bunlardır. İmtihanın ve hazırhğm uza
m ası onları sıkm az. Çünkü neticeden emindirler.
D iğer yandan onlar emaneti ağır bedeller ödeye
rek, büyük kıym etler vererek elde ettikleri, mihnetlere
dayanarak kazandıkları için o uğurda yığm larca acı
lara ve fedakârlıklara katlandıklarmdan dolayı ona
son derece saygı gösterirler ve kuvvetle sarılırlar. Şüp
hesiz k i kanını ve iliğini harcayanlar, rahatmı ve gü
venini heba edenler, arzularım ve isteklerini feda
edenler, h er türlü işkence ve mahrumiyetlere daya
nanlar elbette ki, uğrunda fedakârlıklara katlandık
ları em anetin değerini en iyi bilenlerdir. Bunca fe
dakârlıktan ve acılardan sonra basit değerler uğruna
o em aneti başka eUere teslim etmezler.
69
Diğer yandan onlar emaneti ağır bedeller ödeye*
rek, büyük kıymetler vererek elde ettikleri, m ihnetle
re dayanarak kazandıkları için o uğurda yığm larca
acılara ve fedakârlıklara katlandıklarından dolayı ona
son derece saygı gösterirler ve kuvvetle sarılırlar. Şüp
hesiz ki kanını ve iliğini harcayanlar, rahatm ı ve gü
venini heba edenler, her türlü işkence ve m ahrum i
yetlere dayananlar elbette ki, uğrunda fedakârlıklara
katlandıkları emanetin değerini en iyi bilenlerdir.
Bunca fedakârlıktan ve acılardan sonra basit değerler
uğruna o emaneti başka ellere teslim etmezler.
Hakkm ve îmamn en sonunda m uzaffer olacağı
hususu ise AUah’m vaadi üe teminat altma alınm ış
tır. Ve inana.n bir kişi aslâ Allah’m vaadinden şüphe
etmez. Eğer zafer gecikirse gizli bir hikmete m ebni
olarak gecikir ve bu da ehli îmanm hayrmadır. Elbette
ki hak ve hakikat ehline karşı AEah’tan daha gayret
li kimse bulunmaz. Mü’minler için fitnelere duçar ol
mak musibetlere maruz kalmak, Allah tarafm dan se-
çüen ehhyetii kimseler olmak şerefi yeter. A llah’m
kendileıinin dini duygularım ve dayanm a güçlerini
belirlemek üzere imtiha.n ettiğini bilm eleri kâfidir.
Nitekim bir sahih hadisi şerifte buyurulur k i:
nimanlann en çok musibete uğrayanları peygamberler
dir. Sonra salihler, sonra ard arda gelen iyilerdir. Kişi
dînine göre belâlarla imtihan olunur. Eğer dininden
vazgeçmez ise belâsı da artar.»
Mû’m ioleri işkencelere maruz bırakanlar ve on
lara karşı kötü davramşlarda bulunanla:^ ise A llah’m
azabmdan kaçıp kurtulacak değillerdir. Düştükleri bâ
tıl yolda ne kadar şişip kabarırlarsa kabarsm lar, ba
şardıkları ve galip geldikleri sanılırsa sanüsm en so
nunda Allah’m vaadi ve kanunu tecelli ed ecek tir:
70
(iYoksa kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini
mi sanırlar? Ne kötü hüküm veriyorlar.y> (Ankebut, 4)
Hiç bir bozguncu kaçıp kurtulacağım sanmasm.
Böyle sanan kötü bir hüküm vermiş olur. Yanlış de
ğerlendirm e ise yanlış netice verir. Zira mü’minlerin
im anını ölçm ek, doğrularla yalancıları birbirinden
tefrik etm ek üzere onları imtihana çeken kudreti üâ-
h i kötülerin yakalanm asını ve tutuhnasmı da aym şe
kilde değişm ez bir kanuna bağlamıştır.
M adem ki fitne, gönülleri denemek, saflan seçmek
hususunda geçerli bir kammdur; kötülerin kaybetme
si ve bozguncuların helak olması da aym şeküde mut
laka gerçekleşecektir.
D iğer bir hüküm ise Allah’a vasıl ohnayı isteyen
ve bım a gönülden manıp bağlananlan tatmin edici
m ahiyette olm ak tadır:
uKim Allah’a kavuşmayı umarsa muhakkak ki Al
lah’ın belirttiği vakit gelecektir. O, Semı’dîr, Alim’dir.
(Ankebut, 5)
Ö yleyse A llah’a kavuşmak isteyen kalpler rahat
içerisinde em in olsunlar. AHah’m kendilerine vaad
ettiklerini güven ve emniyet içerisinde beklesinler.
Şevk ve arzu üe A llah’a vasıl olacakları anı gözlesin
ler. Am a inançlanndan hiç bir şey yitirmesinler.
 yeti kerim e A llah’a vâsıl olmak isteyen bu kalp
leri çok derin işaretlerle tasvir etmektedir. Gönlünü
b ir şeye kaptırıp iştiyakla bekleyen kimseler olarak
tavsif etm ektedir. Bu buluşma arzusunu insana hu
zur veren bir tekidle ifade ettikten sonra gönüllere
fath bir em niyet ve güven akıtmakta, AUah’m onla
rı duyduğunu ve bildiğini ifade etm ektedir: «O, Se-
mi’dir, Alim’dir».
D iğer tarafta îmamn m ükellefiyetlerine katla
nan, cüıadm acılarına dayanan kalplerin kendUeri
için, kendi hayuianna ve dum m larmı düzeltm ek için
câhad ettikleri belirtiliyor. Çünkü Allah’m hiç kimse
ye ihtiyacı yoktur. Ve O her şeyden m üstağnidir;
Kim dhad ederse ancak kendisi için cîhad etmiş
olur. Zira Allah âlemlerden m ü sta ğ n id ir.(Ankebut, 6 )
Şayet Allah mü’minleri imtihana tâbi tutuyorsa,
meşakkatlere dayanmak ve tahammül etmek için ne
fisleriyle cihada zorluyorsa bu kendilerinin iyiliğine
ve hayrınadır. Dünya ve âhirette kurtuluşlarına ve
siledir. Bilindiği gibi cihad m ücahidleıin kalbini ve
ruhunu islâh eder, düşünce ufuklannı yükseltir. Ne
fis ve mal üe cimriliğin üstüne çıkm ır ve daha üstün
meziyet ve kabiliyetlerle harekete geçm esini sağlar.
Henüz bu inanmışlar topluluğuna erişm eden önce
dir. Kendi durumunu düzeltmek, hakka kesin olarak
bağlanmak, hayn şerre galip getirmek. Islâhı bozgun
culuğa üstün kılmak için dir:
Kim cîhad ederse ancak kendisi için dhad etmiş
olur.y)
Öyle ise cihad kafüesi yola çıkmışken, A llah’tan
cihadm bedelini tâlebederek davasını m uzaffer kıl
maya hazırlanırken, hiç kimse yolun ortasm da du
rup ta eriştiği durumun karşüığmı geciktirm eye ça-
hşmasm. Şüphesiz ki Allah’a, insanlarm cihadm dan
hiç birşey erişmez. Çünkü Allah’ın güçsüz ve zayıf
beden gücüne ihtiyacı yoktur; «Zira Allah âlemler
den müstağnidir.y> Ama Hak Teâlâ fazh inayetinden
dolayı cihada çıkan kişiye yardım etmekte ve onu
yeryüzünün halifesi kılarak, âhirette sevabm a naü.
edip mükâfatlandırm aktadır;
«îman edip te salih amel işleyenlerin kötülüklerini
and olsun ki örteriz. Onları yaptıklarından daha güze
li üe mükâfatlandırırız.» (Ankebut, 7)
72
ö y le ise inanan ve çalışan mû’minler Allah’ın
kendilerinin günahlam u bağışlaması ve iyiliklerle
m ükâfatlandırm ası hususunda emin olsunlar. Ciha-
dm m ükellefiyetlerine dayansınlar, fitne ve imtihan
lara karşı koysunlar. Neticede aydm ufuklar ve gü
zel m ükâfatlar onları beklemektedir. Hattâ mü’min
kişi hayatında bunlara erişmese bile öbür dünyada
erişebileceği için hiç birşey değişmez.
ÎMAN YOLUNDA
CAN VERENLER
75
işte kesin düstur ve değişmeyen kanun... Ve işte,
o kesin düstur ve değişmeyen kanunim arkasm daki
hudutsuz meşiyet-i sübhaniye... Yapıcı irâde... Ve
işte, bütün bunlann ötesinde, her şeyin kendisine ge
lip dayandığı eşsiz hikmet...
Allah, hükmünü koyar; nizamıyla da bütün kâ
inatta bu hükmün icrâsmı gerçekleştirir. İnsan ise,
iradî ve ihtiyarî hareketleriyle bu hükmü bizzat tat
bik eder; tefekkür ve tedebbûrû neticesinde işlediği
fiillerle, onun tatbikatını tahakkuk ettirir. Fakat
bunlar, şüphesiz ki, AUah’m hikmet ve takdiri ile O’-
nun iradesine muvafık olarak m eydana gelir. Y üce
insaniTi iradesi, tefekkürü, hareketi ve yapıcılığı; Al-
lah’m kanun ve düsturunun bir parçasıdır. İnsan ya
pacağını, onlann yardımıyle yapar. Tedbir ve takdi
rin sınırlan dahilinde gerçekleştirmek istediği şeyi,
onlann yardmuyle neticeye erdirir. Fakat bunlann
hiçbiri, Allah’m kanun ve düsturunım haricine çıka
maz. O’nun aksinfi birşeyi tahakkuk ettirem ez.
Bazdan Allah’m irade ve takdirini, terazinin bir
kefesine, insamu iradesini, tefekkürünü, hareketini
ve yapıcılığım da diğer kefesine koym ayı tasavvur
ediyorlar... Hayır!... O’nun rakibi ve düşm anı da
olamaz... Yüce Allah, insana; varlığm ı, tefekkürünü,
iradesini, yapıcüığmı, takdir ve tedbirini hibe etmiş,
fakat bu vasıflann hiç birisine, kendi kanununa taar
ruz edecek irâdesine karşı gelecek bir haslet, bir key
fiyet vermemiştir. Kâinatta; kendi takdirinin ötesin
deki nihai hikmetin dışma çıkmak selâhiyetini hiç
kimseye vermemiştir. Fakat insanm takdir ve ted
birine, kendi yüce kanunu ve değişmez takdirinden
bir özellik bahşetmiştir şüphesiz... Zaten bu; ilâhı
kanuna uydurmak için gayretini; saadet ve şekavet,
rahathk ve yorgımluk, lezzet ve elemde dahi hu gay
76
retinin m ükâfatına lâyık olmayı düşünmesi ve Allah’-
m, bu gayret ve neticenin ötesinde, her şeyi kuşatan
takdir ve ilm ine münasip olam tahakkuk ettirmesi,
hep o İlâhi ölçünün hususiyetlerindendir.
B İZ ; Uhud gazvesi hakkmda da, eşsiz mükemmel
liğiyle her şeyi kuşatan îslâmî düşüncenin ışığmda
aynı şeyi söyleyeceğiz, Allah; müslûmanlara, kendi
kanununu, zafer ve hezimet hakkmda koymuş oldu
ğu şartlarını bildirdi. Fakat müslümanisır, bu kanun
ve şartlara m uhalefet ettiler; edince de elem ve ıztı-
raba m aruz kaldılar. Fakat mesele burada bitmiyor.
Bu m uhalefet ve onun neticesi olan ıztırabm ötesin
de, m ü’m inler ordusunda bulunan münafıklardan,
m üslüm anlar kalplerini temizliyor. İslâmi tasavvur
hakkında kalplerdeki karanlıklan açıkhğa kavuştu
ruyor, zaafiyet ve eksikliği gideriyor.
M üslüm anların varmış olduklan bu netice, fonk
siyonu itibariyle bir hayrın ifadesidir. Şüphesiz ki, bu
neticeye A llah’ın kanunu gereğince nâü oldular. Ka-
nun-u İlâhi, m üslümanlara, Allah’m nizammı kabul
edip, bütün cephesiyle o nizama teshm olanlara, A l
lah’m yardım ve him ayesini garanti ediyor. Evet,
böylelerini İlâhi yardım ve himayeye mazhar kılmak.
Kanun-u llâh i’nin değişm ez esasıdır. Allah, onlarm
hatalarını; her ne kadar neticesi elem verici dahi ol
sa, nihâi h ajn rlan için bir vesüe kılar. Bu elem aynı
zam anda daha iy i hazırlanmaya, nefsini terbiye et
m eye ve günahlardan temizlenmeye bir vesiledir.
İşte bu kuvvetli ve kesin ifadeler karşısmda mü-
lüm anlann kalpleri mutmain oluyor, ayaklan yor
gunluğunu atıyor. Haso’et ve şaşkmiıklan zail olu
yor. M ağlûbiyetin ağır yükü hafifliyor. Çünkü onlar,
Allah’m kaderi ile 3nüz yüze olduklarmı ve hayatta
O’nun kanunlanyle yaşadıklarım gayet iyi biliyorlar.
77
Onlar, yine biliyorlar ki, Allah; gerek onlara gerek
se etraflannda bulunanlara, dilediği her şeyi yapabi
lir. Onlar; Allah’ın, dilediği her şeyi neticelendirdiği
takdir-i ilâhi’nin hammaddesidirler. Onların hataları
da, sevapları da, hata ve sevaplarının sonuçları da
O’nun yoluna tabidirler. Bu müstakim yolda devam
ettikleri müddetçe de kader, onlan m utlaka zafere
ulaştıracaktır.
Kİki ordu karılaştığı gün size gelen musibet, Al
lah'ın emriyleydi. Bu, mü’minleri belirtmek içindi.»
(Âl-i İmran, 166)
Bir de münafıklık edenleri açığa vurm ak içindi.
Kendilerine; (^Gelin, Allah yolunda savaşın veya savu
nun dendiği zaman; i^Şayet muharebe etmeyi bilseydik
geçinizden gelirdik» dediler. O gün onlar imandan çok
küpe yakın idiler. Kalblerinde olmayan şeyi ağızlany-
le söylüyorlardı. Onların, gizlediği şeyi Allah çok iyi bi
lir.» (Âl-i İmran, 167)
AUah’û Zülcelâl, bu âyet-i kerimede; «münafıklık
edenler» diye tavsif ettiği Abdullah bin Ü beyy bin
Selul ve arkadaşlanna işaret buyuruyor. A llah on
lan, hemen orada meydana çıkarıyor ve İslâm ordu
sunu, onlann fitne ve nifaklanndan kurtanyor. Neti
cede de o gün, onlann hakiki durum larını şu şekilde
karara bağhyor:
«O gün, onlar, imandan çok k ü p e yalan idiler.»
Onlar; müslümanlarla m üşrikler arasm da yapıla
cak olan savaşı, muharebe sanatım bilm ediklerinden
dolayı müslümanlara katdam ayacaklarm ı söylerken,
üeri sürdükleri bahanelerinde asla doğruyu dile ge
tirmiyorlardı. Meselenin asü sebebi, on lan n harbet-
m eyi bilmeyişleri değildir.
«Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyle söylüyorlar
dı.»
78
Kat’iyetle sabittir ki, on ların kalplerinde n ifa k
vardı ve o nifak, hâlis b ir akidenin kalbe girm esine
mani oluyordu. O n ifa k on larm şahıslarım ve düşün
celerini, akide ve ak iden in em irlerinden üstün tutu
yordu. O, h er türlü n ifa k m başı idi. O baş m ünafık;
Abdullah bin Ü beyy id i...
RasuluUah (s.a .v ), U hud gazası hakkm da, o baş
münâfıkm fik rin i alm am ıştı. Hz. Peygam ber (s.a.v),
Medine’ye İlâhi risâ leti getird iğ i zam an, onu, kabile
sinin kendisine tanım ış old u ğu riyaset ve üstünlükten
de mahrum etm işti. R iyaset ve üstünlük AUah’m di
nine ve bu dinin san cak tarların a tahsis edilmişti..
İşte o baş m ünâfık ve taraftarların ın kalplerindeki,
ukde buradan geh yor. U hud dönüşü m üşrikler, M e
dine’nin giriş k ap ısm d a m üslüm anlarla karşılaşıyor
lar. «Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunum) di
yen, hâlis m üslüm an A b d u lla h bin A m r bin Haram’ı
görüyorlar. O nlar d a savaşm ayı bilm ediklerini üeri
sürüyorlar. A lla h on la rı, şu âyetiyle rezil ve rüsvay
ediyor';
Onlann gi^ediği şeyi Allah çok iyi büir» .
Sonra âyet-i k erim e, onlarm , İslâm ordugâhında
ki askerlere yerleştirm ek isted ik leri hüe ve desisele
rini de ortaya ç ık a r ıy o r :
«Kendileri oturarak kardeşleri için; Bize uysalar-
dı öldürülmezierdi» diyorlar.)) (Â l-i İm ran, 168)
Onlar; savaş k a p ü a n n a k ad ar gelip dayanm ış
ken m ü’m inleri h a rp m eyd an m d a yalnız bıraktılar.
Kendileri arkadan on la rı seyre koyuldular. Şüphesiz
ki, onlarm gerid en se3n”ed işleri, gerek ordu saflarm -
da, gerek m ü’m in lerin ru h la rm d a büyü k sarsm tı ve
karışıklıklara y o l a çıy ord u , ö z e llik le A bdullah ibn i
Übey, kavm inin efen d isi v e en ileri gelen şahsiyeti
idi. Henüz m ü n âfik h ğm ı d a alen i olarak orta ya k oy -
mamıştı. Allah onu, bu vasfıyla henüz damgalamadı
ğı için mûslüjnanlar arasmdaki m evkii de sarsüma-
mıştı. O münâfıklar, harbi müteakip ashâb-ı güzin’in
kalplerine sarsmtı ve şüphe sokarak rahatlam ak is
tiyorlar ve şöyle diyorlardı;
nBize uysalardı Öldürülmezlerdi.»
Onlar; savaşa iştirak etmeyişlerinin bir hikmet
ve maslahatı bulunduğunu, RasuluUaha itaatte de
zarar ve fesadm mevzubahis olduğunu ileri sürüyor
lardı. Bütün bunlardan fazla olarak da saf İslâmî
tasavvuru ifsad ediyorlar, Allahm koym uş olduğu
takdiri, ecelin katiyetini ve sadece İlâhi kadere ba
ğındı olan hayatm ve ölümün hakikatini değiştiriyor
lardı.
İşte âyet-i kerîme, onlann iddialarım kesinlikle
reddediyor. Bir taraftan basit ve cılız hilelerini red
dediyor, diğer taraftan da İslâmî tasavvurun sağlam
lığım ve her türlü şüphelerden ve karanlıklardan
■berraklığım ortaya koyuyor:
De k i: Şayet sâdıklardan iseniz, kendi nefisleri
nizden ölümü geri çevirin.» (Âl-i İmran, 168)
ölüm den kim kurtulabilir k i?... Cephede muha
rebe eden de, evinde oturan da, korkak olan da, ce
saret sahibi de ölümü tadacaktır. Ne yaşam ak hırsı,
ne de ölümden kaçmak, onu geri çevirem ez. Ölüm
den korkmak ve evde oturmak, takdir edilen müddeti
uzatamaz. İşte, asla münakaşa kabul etm eyen ger
çek budur;.. Ve bu, Kuran-ı Kerimin gözler önüne
sermiş olduğu gerçektir. Kuran-ı M übin bu gerçeği
ortaya koyarken, insanlann çirkin hilelerini d e iptal
ediyor ve hakkı yerli yerine oturtuyor. M ûslümanla-
rm kalplerini sükuna kavuşturuyor. Tam bir sükûnu,
huzur verici bir rahatlığı ve tatmin edici b ir bilgiyi
gönüllerine yerleştiriyor...
30
Kelâm-1 İlâhî şim di de, dikkatleri savaş m eyda-
nma çekiyor ve h âd iseleri arzetm eye başlıyor. A slın
da belki bu hususun daha ön ce zikredilm esi icabe-
derdi. Fakat savaştan ön ce m eydana gelen hâdise
nin, Abdullah ib n i Ü bey v e adam larm m A llah için
cihâd etm ekten k açışlarm m da zikredilm esini icabe-
diyordu. V e bu hâdise savaşm cereyam ndan önce vu
kua geliyordu. B undan d olayıd ır ki, önce bu hâdise
zikrediliyor, sonra d a h a rb in izah ı başlıyor ki; zaten
bu şekilde bir tasn if h âd iselerin ve Kur’ân üslûbu
nun akışı icabıdır.
Harbin sa fh a la n n m daha sonra zikredilm esi,
Kur’an’m takip etm iş old u ğu program dan dolayıdır.
Yüce M evlâ, bu n ları teh ir ediyor, tâ ki Islâmi tasav
vurun en m ühim k a id elerin i ortaya koysun, bu sağ
lam ve değişm ez p ren sip leri k alplere yerleştirsin-, bu
hatasız ölçüleri, k oym u ş old u ğ u değerlere oturtsun
diye... Sonra da m ü n afık lık ya p a n ları açığa vuruyor.
Onlarm fiil ve ta sa rru fla rın ı orta ya koyuyor.
Artık tem iz ru h lar hazırdır; m ünâfıldarm bu ta
sarruf ve fiiliyâtın m , sağlam İslâm i tasavvurdan,
onun eşsiz d eğerlerin d en ve şaşm az ölçülerinden
saptırmak gayesine metani olduğu nu idrâk etm eye
yönelm iştir... M üslüm anm ruhunda, im âni değerle
rin ve îslâm i tasavvu rların işte böyle yeşerm esi ica-
beder. înanan insanm , k en d i ruhuna; şahısları ve
alemleri değerlendiren, im ân i değerleri yerleştirm esi
savvuratm üm ini v eren sağlam ölçü leri yerleştirm esi
lâzımdır. Sonra ken disin e, şahıslar ve am eller arze-
dildiğinde, h iç sıkıntı çek m ed en en sağlam şekliyle
onlarm hükm ünü v e r ir ... İşte bu, o sağlam im âni
hissin eseridir...
Burada, o b iricik n izam m takibettiği diğer bir h u
susiyet de m ündem içtir. Y u k a rd a da zikri geçtiği gi-
bi Abdullah, ibn Übey, o zamana kadar kavm inin bü'
yüğü ve lideri mevkiinde bulımuyordu. İbni Übey,
Rasulullah’a son derece kızgındı. Çünkü; her ne ka
dar Şûra toplamakta ve onun kararlarının infazında,
cemaatin hürmet ve itimadını kazanan ve böylece
hatırı sa3nlan kimselerin görüşlerini alm ak icap edi
yor idiyse de, Rasulullah, harpten önceki istişarede
n-mm fikrine müracaat etmemişti. İşte bunun da te
siriyle münâfıklarm reisi, hemen aleyhte harekete
geçiyor, ilk nazarda İslâm ordugâhını karıştırm ak ve
müslümanlarm düşüncelerine şüphe tohum lan ek
mek gibi tasarruflan ile ortaya çıkıyor. Savaşı mü
teakip yaptığı faaliyetlerle de kalplerde bir pişm anlık
ve nedamet, gönüllerde bir şüphe ve kanşiklık ihdas
ediyor...
İşte o münafığm yapımş olduğu faahyetlerin ve
ortaya attığı iddiaların küçümsenmesi ve hakir gö
rülmesi bir hikmete mebnidir ki, bu, Kur’ân’m takip
etmiş olduğu programm eseridir. Bu hikm et; sava-
şm başmda meydana gelen malûm hâdise sebebiyle,
gazaya müteallik vukuatm hemen zikredüm eyip cüm
lelerin ve hâdislerin akışı icabı geri hıraküm asm ı İk
tiza eder. Aynı zamanda sarih olarak; «M ünâfıM ık
yapanlar» diye vasfettiği kimseleri tam am en açığa
vurmayı, onlann acayip işlerini şu kısa; «M ünafıklık
yapanlara bakmaz m ısm »?... cümlesinde hayretle ifa
de etmeyi, reislerinin ismini ve şahsını açıklam ayıp;
onun yaptığım yapan, îman terazisinde onunla a5mı
seviyede olan her ferde şâmil olması için; «M ünafık
lık edenler» tarzmda belirsiz olarak zikretm eyi de
icabettirir.
Bu açık ve kesin ifadelerden sonra, kalp sükû
nete eriyor, vicdan huzura kavuşuyor; kâinatta cari
olan kanım-u İlâhi’nin hakikatini anhyor. H âdiseler
82
hakkında AUah’m koym u ş old u ğu takdiri idrâk edi
yor. Takdir ve ted birin ötesin deki hikm etuUahı his
sediyor. Sonra, tayin edilm iş olan ecelin hakikatini
görüyor. M ukadder ola n ölü m ü seziyor. Evde oturup
saklanmanm onu g eri bırakam ıyacağm a, savaşa çık
manın da onu ön e aJam ıyacağm a inanıyor. H iç bir
tedbir ve sakınm anın, h ayata hırsla bağlanm am n
kat’İ3ryen ölüm ü d u rdu ran u yacağm ı vicdanen takdir
ediyor...
Bu hakikatleri orta y a koyduktan sonra, Kelâm-ı
İlâhi, bir başka hak ikatm beyan m a geçiyor. Zatm da
da, eserinde d e u lu o la n h a k ik a te... AUah yolunda öl
dürülenlerin ölü olm ad ık la rın ı, bilâkis diri oldukla
rım Rableri tarafm d an n zık lan d ın id ık larm ı ilân eden
hakikate... O nlar; m üslüm an cem aatin hayatm dan
da, kendilerinden son ra m eyd an a gelen hâdiselerden
de kopm am ışlardır. O nlar; m üslüm anlann hallerin
den ve m eydana g elen h âd iselerden m üteessir olur
lar, kendileri de on lara tesir ederler. Tesir ve teessür;
şüphesiz hayatm en h u su si özelliğidir.
İlâhî kelâm ; U hud m uharebesinde, şehitlerin ha
yatı ile onların şeh âdetlerin in m eydana getirdiği hâ
diseler arasm da sağlam b ir irtibat kuruyor. Sonra
mü’minlerin durum unu tasvire başlıyor. Kendilerine
isabet eden h er a cıd a n son ra A lla h ’a ve Rasulüne
başvurduklarmı, m u h arebed en sonra K ureyş m eyda-
m terkedip gidin ce, M ed in e’ye saldırm alarm dan
korktukları için on ları tak ip ettiklerini K ureyş’ûı
kuvvet ve kudretinden bah sed erek m ü’m inlerin kor
kutmak isteyenlere ald ırm adıklarm ı, sadece A llah’a
tevekkül edip dayan dıkların ı, orad a îm anm m anasım
ve hakikatini tahakkuk ettird ik lerin i teker teker g öz
ler önüne s e riy o r ;
(lAllah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın.
Bilâkis onlar, Rdbleri katında diridirler, rızıklanırlar.n
(Âl-i İmran, 169)
«Allah’ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı se
vinç içindedirler. Arkalarından kendilerine katılamı-
yanlara; «Kendilerine korku olmadığını ve üzülmeye-
ceklerinh müjdelemek isterler.^)
«Onlar, Allah’dan gelen bir nimet ve daha üstün
ihsan ile ve Allah’ın müminlerin mükâfatını zayetme-
yeceği müjdesiyle sevinirler.
«Kendilerine yara isabet ettikten sonra yine Allah’
ın ve Peygamberin, davetine koşanlar, içlerinden ihsan
edenler ve sakınanlar için pek büyük mükâfat vardır.»
«Onlar ki; bir takım kimseler kendilerine; «Düş
manlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar, onlardan
korkmalısınız» dedikleri zaman, bu haber onların ima
nını artırır da; «Allah bize kâfidir, O ne güzel muha
fızdır» derler.»
«Sonra da kendilerine hiç bir zarar dokunmadan
Allah’dan bir nimet ve bollukla geri döndüler. Allah’ın
rızasına uydular. Ve Allah çok büyük fazi ü inayet sa
hibidir.»
«İşte o şeytan, ancak kendi dostlarım korkutur.
Mümin iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.»
(Âl-i tmran. 170-175)
Allah; ecel ve kader hakkında mü’minlerin gön
lünü vüzuha ve sükûnete kavuşturduktan sonra, mü
nafıkların, muharebeyi müteakip mü’minler hakkm-
da söyledikleri; <Bize uysalardı öldürülmezlerdi» söz
lerine ve meydana getirdikleri şüphe, teşevvüş ve ne
damete karşı meydan okuyarak buyuruyor k i:
«De k i : §ayet sadıklardan iseniz kendi nefisleri
nizden ölümü geri çevirin.» (Âl-i îmran, 168)
84
Allah Teâlâ, bu h akikati ortaya koym akla m ü
minlerin gönlünü huzu r ve rahata kavuşturm ayı,
itminana erdirm eyi irâd e buyuruyor. Sonra; A llah
yolunda öldürülen, k albin d e A llah için m ücahede
duygusımu ihlâsla m u h afaza eden, her türlü şüphe
ve kanşıkhktan tecerrü t ederek A llah yolım da can
veren şehitlerin v a ra ca k la rı y eri ortaya koyuyor. O n-
larm diri oldu k lan n ı, h ayatm bütün hususiyetlerine
sahip olduklarm ı, R ableri nezdinde rızıklandıklannı,
AUah’m kendilerine v erd iğ i ihsandan dolayı sevinç
içinde bulım duklarm ı, gerid e kalan m ü’m in kardeş
lerini de varacak ları y erin İhtişam ıyla m üjdeledikle
rini, hayatta k alan m ü slü m an lan n başlarm a gelen
hâdiselerden dolayı, on lara ya rd ım için bir araya ge
lip toplandıklarm ı sarah atle ifa d e buyuruyor. Bütün
bunlar, hayatiyete sah ip olan la rm hususuyetleri de
ğil de nedir?.. R ızıklanm ak, m üjdelem ek, üzülmek,
tesir etmek, m üteessir o lm a k ... H ayati özellikler de-
ğü de nedir?.. Ö yleyse on la rı kaybetm ekten dolayı
hasret ve nedam et için d e kıvranm am n m ânası var
mıdır?... Onlar; h ayattak ü erin ulaşam adığı, elde ede
mediği A llah’m lû tfu n a ulaşm ışlar, O ’nun tarafm dan
gelen bir n zik ve m evk iyi elde etm işlerd ir...
Daimi diri olan şeh itlerle on larm geride bıraktık-
lan kardeşleri m evzu u n d a in san tasavvurunun ihdas
ettiği farklılık n e ifa d e ed er k i?.. D ünya hayatı ile bu
hayatm ötesindeki âlem h ak k ın da tasavvur ettikleri
ayrılık ne d eğiştirir k i? ... İn anan insan için h iç bir
fark yok ... A lla h için ca n veren le, geride sağ kalan;
dünya hayatı ü e öb ü r âlem arasm da h içbir ayrılık
yok...
Şüphesiz ki, bu b ü y ü k h akikatin açığa kavuştu
rulması, hâdiselerin tasavvu ru m eselesinde eşsiz b ir
kıymete sahiptir. H akikatte o, hayatm ve hâdiselerin
fa rk lı tezahürleri ile mütenevvi kâinatm her hareke
tine karşı mü’ıninin tasavvur ve anlayışm ı doğrultu
yor, yeniden inşâ ediyor. Bu hakikat, kâinatm hare-'
ketine bağh olup ondan a3n hn az. Ölüm; her şeyin
son noktası değildir... Bu noktanm öncesi ile sonrası
arasm da hiç bir engel de mevcut değüdir.
Gerçekten bu hakikat; yeni bir görüştür; mese
leye yeni bir nazar atfetmek, yeni bir çehre vermek
tir. Ve O; mü’minlerin şuurlarında, hayatı ve ölümü
VaTyifl.Tna.ifl.nnda., buralara ve ötelere ait olan tasav-
vurlannda yüce bir kıymete sahiptir.
«Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın.
Bilâkis onlar, Raileri katında diridirler, rızıklanırlar.»
Âyet-i kerime; AUah yolunda öldürülerek bu ha
yatı terkeden ve insanlann gözlerinden kaybolan
kimselerin, ölü zannedilmemesi hususunda k a fi bir
debidir; diri olduklarına dair bir bürhandır... Sonra
da; Rableri nezdinde nzıklandıklan ifade edilerek ha-
yatm bütün hususiyetlerine sahip olduklarına dair ke
sin bir hüccettir...
Bımunla beraber, biz, bu fâni âlem de, şehidle-
rin yaşamış oldukları hayatm şeklini bilem iyoruz. Sa
dece, bize kadar ulaşabüen sahih hadislerle onların
vasıflarından haberdar olabiliyoruz. K aldı ki, debi
olarak bu da kâfidir. Hayat, ölüm ve her ikisinin bir-
leşip ayrılması hfl.kkinda.ki eski düşüncelerim izi de-
ğiştirmenüz için. O sadık Nebi’den gelen haberler de,
şüphesiz ki bir kafiyet ifade ederler. Sadece bu bile,
meselenin; bizim bilemediğimiz bir hakikatinin var
olduğunu anlamamız için kâfi bir senettir. Evet, biz
meseleleri, idrak etmiş olduğumuz zahiri hallerine da
yandırıyoruz, onun hakikatini idrâk edebilm ek sevi
yesine hiç bir zaman ulaşamıyoruz. Durum um uz bu
olunca Allah’ü Zûlcelal’in hitabm a ve siyânetine maz-
har olan o şanlı R esûlün sözlerine bağlanm ak, elbet
te ki bizim bünyem ize d ah a uygu n düşer.
İşte onlar da bizim g ib i in san ... Ö ldürülüyorlar...
Ancak, zahiri tarafm ı anlayabildiğim iz şu hayatı ter-
kediyorlar. H ayatm bize görü n en cephesinden ayrılı
yorlar... Fakat onlar, A lla h yolunda öldürülm üşler
dir; diğer ölülerden fa rk lıd ırla r... Her türlü gaye ve
amellerinden A llah için v a zgeçtiler... O’nun yolunda
hayatlannı cöm ertçe fed a ettiler... Ve ruhları da Aziz
ve Çelil olan R ablerine k a vu şu y or... Çünkü onlar, bu
gaye için öld ü ler... Y ü ce k u d ret sahibi olan Allah, bi
ze onların ölü olm ad ık ların ı haber veriyor. Onları,
ölü zannetm em izi y a sa k h y or... Tekrar teyiden ifade
bujoıruyor ki, onlar; k en d i nezdinde diridirler ve n -
zıklanm aktadırlar. Y ü ce M evlâ 3dne haber veriyor ki,
onlar, hayatm d iğ er b ir hususiyetine daha nail olm uş
lardır :
nAllah’ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı se
vinç içindedirler.
«Onlar; A lla h ’m lü tu f v e kerem ini, n zık ve nim e
tini, sevinç ve sü ru rla k arşıh yorla r. V e biliyorlar M,
bütün bunlar, A lla h 'm k en d ilerin e taJtdir etm iş oldu
ğu fazi ü k erim inin eserid ir. İşte bu husus, delâlet
eder ki; onlar A lla h ’dan razı, A lla h onlardan razıdır...
Allah’m n za sm ı ih tiva ed en b ir nim et ve nzık tan da
ha çok hangi şey, on la rı sevin d irebilird i?
Sonra onlar, g erid e bıra k tık la rı kardeşleriyle olan
alâkalannı tam am en k oparm ış değildirler. Onları,
Allah’m bah şed eceği n im et ve saltanatla m üjdeler
ler. Çünkü onlar, m ü cah id m ü’m inlerden A llah’m ra
zı olacağm ı k u vvetle b iliy orla r:
«Arkalarından kendilerine katilamıyanlara; ken
dilerine korku olmadığım ve üzülmeyeceklerini müjde
lemek isterler.))
<iOnlar; Allah’tan gelen bir nimet ve daha üstün
ihsan ile ve Allah’ın mü’minlerin mükâfatım zayetme-
yeceği müjdesiyle sevinirler.»
Evet, onlar; «Kendilerine şehitlilc rütbesi ile katı-
lam ıyan gerideki mücâhid kardeşlerinden» alâkalan
ın, kesmemişler, onlarla olan bağlarm ı koparm am ış-
lardır. Çünkü onlar, «diridirler»... Hem de dirilerle
beraberdirler... Dünyada ve âhirette nail olacakları
nimetlerle, onları tebşir ediyorlar... İşte m üjdelerinin
kısa ve veciz ifadesi:
nOnlar için hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun
da olmayacaklardır.»
Onlar; bunu bilmişler ve Kableri nezdindeki ha
yatlarına gönülden inanmışlardı. Ü zerlerinden feye
zan edecek olan AUah’m lütuf ve kerem i ile, nim et ve
meserreti karşılayacaklarım yakinen biliyorlardı...
AHah’m, sadık mü’minlerle beraber olacağına, m ü’
minlerin mükâfatım zayi etm eyeceğine yürekten
inanıyorlardı...
Öyleyse, hayatm hangi hususiyitidir ki, A llah yo
lunda öldürülen şehidler için tahakkuk etm iş olm a-
sm ?... Hangi şeydir ki, kendilerine katılam ıyan geri
deki kardeşlerinden onlan aym ypr?.. Bu değişikliği,
bu intikali; şehidler kervanına katüam ayıp geride ka
lanları ruhlarmdaki bu ıztırabı, bu yalnızhğı ve bu
hasreti doğuran unsur nedir?... Hiç şüphe yoktur ki,
bu; hayattan ve hayattakilerden kopm am akla bera
ber, AUah’m komşuluğuna uçup gitm enin doğurdu
ğu bir gıpta, bir memnuniyet ve bir im renm e hâli
dir!..
İşte bu ölümsüz ifadeler, o yanlış ölüm anlayışı-
m kâmüen düzeltiyor. Gerek m ücâhidlerin ruhlarm -
da, gerek göçüp gittikleri zaman geride bıraktıklan
kimselerin ruhlarmdaki ilahi dostluk şuurunu kânü-
88
len islâlı ediyor. H ayatın sahasını, şeklini ve şuurunu
genişletiyor. însan düşüncesinin, bu m eselede, fâni,
hayatm tezahürlerini aştığı gibi, şu dünyanm hudut-
lan dışma çık tığın ı da gösteriyor. Onun sağlam ve
muazzam bir sahada istikrar etm iş olm ası; bir hayat
tan diğer bir hayata, b ir şekilden diğer bir şekle ge
çiş hakkmda zihnim izin v e tasavvurum uzun ikam e
ettiği m ânialar, asla bu düşüncenin önüne geçem iyor.
AUahü Zülcelâl, b u ve diğer Kur’ân âyetleriyle
müslümanlann kaplerin de ikam e ettiği o yeni anla
yışa uygun olarak, m ücah idin -i Kûrâmı, Allah yolun
da şehâdet rütbesini talep etm eye teşvik ediyor.
Bu büyük hakikatleri b öy lece ortaya koyduktan
sonra, Îlâhî K elâm , yin e «M ü’nünleri» ele alıyor. A l
lah yolunda can veren şühedâ tarafm dan müjdele
nen, Rableri nezdinde k en d ileri için saklanan nimet
lerle tebşir edilen k u tlu k işilerden söze başlıyor. On
ların kim old u k ların ı ta yin ediyor,- hususiyetlerini,
sıfatlarmı ve R ableri ile ola n alâkalarını, durum ları
nı tespit e d iy o r :
«Kendilerine yara isabet ettikden sonra yine Al
lah’ın ve Peygam berin davetine koşanlar, içlerinden,
ihsan edenler ve sakınanlar için pek büyük mükâfat
vardır. Onlar ki, bir takım kim seler,,kendilerine; «düş
manlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar, onlardan,
korkmalısımzn dedikleri zaman bu haber onların imâ
nını artırır da; «Allah bize kâfidir, O ne güzel muha
fızdır» derler. Sonra da kendilerine hiç bir zarar do
kunmadan, Allah’dan bir nim et ve bollukla geri dön
düler. Allah’ın rızasına uydular. Ve Allah, çok büyük
fazi ü inâyet sahibidir.»
Evet, onlar R asu lu llah ’ın (s.a.v) davet ettiği Icim-
selerdiT; o zorlu savaşın ertesi sabahında yeniden ci
hâda çağırdığı m ü’m in lerd ir... H enüz yaraları b ile ka-
panm ış değil... Daha dün ölümün ucundan dönmüş
lerdi; kıl payı canlanın kurtarm ışlardı... Saldınnuı
şiddetinden, mağlûbiyetin ıztmabmdan, musibetin
dehşetinden henüz kurtulamadılar. Birçok cesur ve
babayiğit civanmertlerini toprağa göm düler; böylece
adetleri de azalmış bulunuyor... Üstelik yaraları hâ
la kan fışkm yor...
Fakat AUah’m Rasûlü (s.a.v) onlan davet edi
yor... Sadece onlan... Cihâda katılm ayanların bu da
vete iştirak etmesine kat’i3ryen müsaade etm iyor. Al
lah’a ihlâs üe teslim olan sadık m ü'm inler de, derhal
Al l ah Rasûlünün davetine icabet ediyorlar. Çünkü bi
liyorlar ki, bu, aym zamanda AUah’m davetidir. On
lar; çeşitli musibetlere maruz kalm ışlar... Düşman
kendilerine galebe çalm ış... Çeşitli yerlerinden yara
lanmışlar... Ama bıma rağmen Allah ve Rasûlünün
davetine icabet etmekte asla tereddüt gösterm iyor
lar...
Evet, RasûluUah (s.a.v) sadece onları davet edi
yor. Başkalanmn iştirakine müsaade etm iyor. Bu da
vet ve icabet, birçok büyük hakikatleri ihtiva ediyor
ki, bir ikisine işaret edelim:
1 — RasuluUah, (s.a.v.) belki bu davetiyle; müs-
lümanlarm duygu ve irâdeleıinde husule gelen son
.şuurun, bir hezimet şuuru ve bir m ağlûbiyet ıztırabı
ohnamasmı dilemiştir. Bunun için onlan, derhal Ku-
reyş’i takip etmeye davet ediyor; onlarm kalplerine,
bunun nihaî bir gaye olduğunu değü, fakat bir tec
rübe ve imtihan olduğu şuurunu yerleştirm ek için...
V e şüphesiz müşrikler, hâlâ eski kuvvetini m uhafaza
etmektedirler. Zaınflara galip gelebilecek husum etle
rinde yine berdevamdırlar... Ama o zafer, bir nöbet
îdi; bir defa vuku buldu ve mazide kaldı. H iç şüphe
yok ki, mü’m inler de buna inanıyorlardı. Bunun için-
-90
dir ki, derhal za a f ve k ork ak lığı üzerlerinden atıp
Allah ve R asûlünün davetine icabet ederek m ü şıik le-
re hücum ettiler.
2 — Belki de R asulullah (s.a.v), Kureyş’in, m ü
lümanlar üzerine sa ld ın la n n m devam ına m âni o l
mak istem iştir. Z aferin lezzet ve gururu ile böyle bir
teşebbüste bulu nm am aları için faahyete geçm iştir.
Bunun için, hem en arta kalan askerleri ile Kureyş’i
takibe koyuluyor. K ureyş’in, m üslüm anlardan hiç bir
dünyalık elde ed em ediğin i görü yor ve geride kalan
mü’miDİerle K ureyş’i yıldırm anm yollarım arıyor.
Çeşitli siyer kitaplarm m d a zikrettiği gibi, bun
lar, hakikaten zuh ur eden gerçeklerdi.
Rasulullah, belk i de; bütün dünyanm şuuruna,
artık yeryüzüne in tik al eden bu yen i hakikati ikame
etmeyi, kabul ettirm eyi • dilem iştir. Bir hakikat ki;
akideden ibarettir ve m u azzez ashabm m ruhlarm da
en büyük d eğere sa h ip tir... D ünyada akideden başka
bir şeye ih tiya çla rı y ok tu r on la rm ... H ayatlarına, on
dan başka b ir gaye, b ir id ea l hâkim olm am ıştır... Bir
akide ki; sadece on u n için y a şıy orla r... K endilerine
herhangi bir m en faatin isabet etm esini arzu etme
dikleri gibi, onun u ğ ru n a fed a etm edik hiçbir şeyle
rinin kaJmasmı d a istem iy orla r...
îşte bu, yeryü zü n de, o zam an için yen i bir hâdise
ve bü3Tük b ir hakikatti. Bu yen i hâdisenin ve bu bü
yük hakikatin va rh ğm ı, bü tü n kâinata hissettirm e
nin zarûreti d e o rla d a idi.
Şüphesiz bu h ak ik a tin doğuşu, yarah oldukları
halde A llah ve R asûlü ne ica b et ederek tekrar cihâda
çıkan o insanların ifa d e ettikleri m anzaradan daha
küvvetü değildir. S af, p a rla k v e korkutucu b ir şekü-
de gidişlerinden: sad ece A lla h ’a tevekkül ederek in -
sanlarm, k en d ilerin i korkutm alarına, K ureyş’in k u v-
vet ve kudretindeB bahsetmelerine aldırm ayarak ye
niden cihada seferber oluşlarmdan daha celâdetli ve
daha azameth değildir... Ebû Süfyan’m casusları ge
liyor; Kureyş’in büyüklüğünden, gücünden kuvvetin
den bahsediyorlar... Münafıklar da hâkezâ, müslü-
Tnfl.nlfl.-n korkutmağa çalışıyorlar, m üslüm anlarm ye
niden harekete geçmemeleri için dolaplar çeviriyor
la r :
«.Onlar ki, bir takım kimseler, kendilerine; «dii§-
manlanmz sizin için kuvvetlerini topladılar, onlardan
korkmalısımz» dedikleri zaman, bu haber onların ima
nını artırır da; «Allah bize kâfidir. O, ne güzel muha
fızdır» derler.»
İşte bu parlak ve titretici m anzara, o büyük ha
kikatin doğuşunu kat’iyetle ilân ediyordu... Bütün
bunlar, RasuluUah’m o günkü hareketinin hikm etle
rinden bir kaçıdır. En büyük hikmet ise; şüphesiz o
büiTük haMkatin Hânıdır!.,.
Siyer kitapları, müslümanlarm, RasuluUah’ın
dâvetine icabet etmelerine ve . savaş anındaki yara
lanmalara dair çeşitli rivayetler n ak led iyorlar:
îbn'İshak şöyle diyor:
«Bana, Abdullah bin Hârice bin Zeyd bin Sabit,
Hz. Osman’ın kızı Âişe’nin kölesi Ebû Saib’den şöyle ri
vayet etti.
Rasûlullah ashabından ve. Abdullah Eşheloğulla-
nndan Uhud muharebesine iştirâk eden biri şöyle an
latıyor :
«Ben ve kardeşim, Rasulullah’la beraber Uhud mu
harebesinde bulunuyorduk. Yaralılar arasında dolaşır
ken bir münadi; Rasulullah’ın, ordusuyla birlikte düş
manı takibe koyulacağını ilân etti. Kardeşime dedim
k i:
92
Allah’ın Rasûlü ile beraber yapacağımız cihâdı ka-
çıracakmıyız?
Vallahi o gün hır binek hayvanim bile yoktu. Vü
cudumda da son derece ağır yaralar taşıyordum. Fa
kat derhal Rasulullah’la beraber düşmanı takibe ko
yulmakta k a fiy en tereddüt göstermedik. Hakikatte ben,
kardeşimden daha az yaralıydım. Kardeşim ağırlanınca
onu omuzuma alıyordum. Nihayet biz de yola koyul
duk ve ordumuzun vardığı yere kadar vardık.r>
îbn İshak diyor k i :
(dJhud muharebesi 15 Şevval Cumartesi günü baş
lamıştı. Ertesi sabah, 16 Şevval Pazardı... Derken Ra-
suluHah’ın müezzini, düşmanı kovalamak üzere müslü-
manları dâvet ediyor. Ve sözlerini, dün yanımızda bu
lunmayanlar, bizimle beraber gelm iyecektir diye biti
riyordu. O zaman Câbir bin Abdullah bin Haram, Ra-
sulullah’a gelerek m azeret beyan etti :
« l'c Rasulullah!.. Benim yedi tane kardeşim var.
Babam beni kardeşlerim den dolayı geri bıraktı ve de
di k i :
«.Yavrucuğum, aralarında bir erkek bırakmadan bu
kadmlan terketm ek n e sana yakışır, n e de bana... Ben,
Rasulullah’la beraber d h â d etm ek hususunda seni, ken
dime tercih edem iyorum ; kardeşlerinin yanında sen
k€dmalısın.yi
«Ben de, m ecburen onların yanında kaldım ve onun
bu mazeretini kabul ediyor v e kendisiyle beraber cihâ
da çıkmasına müsaade ediyor.yt
Onlar, işte bu şekilde yardımlaştılar, üstün feda
kârlıklara katlandılar... N için ?... Bu büyük hakikatin
doğduğunu o yüce ruhlara yerleştirm ek için... Sade
ce Allah’a dayanan, Onun vekâletine sığman, O’ndan
razı olan, yalnız O’nun kefaletiyle iktifa eden, şiddet
ve zorluk anlarm da O ’na olan imanım daha da ziya
deleştiren ve kendilerini korkutanlara şu şekilde mu
kabelede bulunan yüce ru hlar:
(iAUah bize kâfidir, O ne güzel muhafızdır.
Nihayet akıbet; Allah’a tevekkül eden, O ’nun ke
faleti ile mutmain olan ve O’nun nzası için her şey
den tecerrût eden o 3rûce ruhlarm beklediği ve A llah’-
m vadettiği şekilde tecelli ed iyor:
v-Kendüerine hiç bir zarar dokunmadan Allah’dan
bir nimet ve bollukla geri döndüler. Allah’ın nzastna
uydular.y>
Muvaffak oldular... Kötü durum lara m aruz kal
madılar... AUah’m nzasm a nâil oldular... M em nuni
yet ve muvaffakiyetle avdet ettiler...
«Allah’dan bir nimet ve bollukla geri döndüler.n
Ayet-i kerime, burada, lütfü İlâhinin tecellisi hu
susunda mü’minleri ilk sebebe irca ediyor... A llah’m,
nimetim, lütuf ve üısanmı dilediğine verdiğini ifade
ediyor. Mü’minleri parlak ve fedakârane gayretlerini
zikretmeyi de ihmal etmiyor. Fakat sonunda m esele
yi, Allah’m lütuf ve nimetine bağlıyor. Çünkü asıl
hakikat, asıl büyük dava budur... Her türlü lütuf ve
ihsanın kendisine ircâ edildiği Allah’ü Zülcelâldir...
Mü’minlerin o andaki durumları da, bu nam ütenahi
fazilet ve ihsanm bir tecellisinden başka bir şey de
ğildir! ...
«Allah, çok büyük fazi u inayet sahibidir.
Allah, işte bu ifadelerle onları, ölm ez kitabm da
tescü ediyor. Kinatm her bucağında tekrar edilen
Kelâm-ı îlâhi’siyle yüceltiyor. O üstün şahsiyetleri,
hakikaten yüce olan durumları üe insanlığa takdim
ediyor.
İhsan, onlarm durumuna ve üstün şahsiyetleri
ne bakıyor ve içtim ai bünyenin, bir günde tam am en
değiştiğini hayretle görüyor... Olgunlaştığım , nizam
94
ve intizama kavuştuğunu, yerlerin de sabit ve k ararlı
olarak durduklanm , dah a dün ordu saflarında ve zi
hinlerde m eydana gelen anarşi ve karışıklıktan tam a
men kurtulduklarm ı dehşetle tem aşa ed iyor... Sade
ce bir gece g eçm iştir... A m a dünün insanları ile bu
günün insanları, birbirin d en tam am en fa rk lıd ır...
Fark, korkunç denecek k ad ar bü3rüktür. M esafe, ha
kikaten çok fazladır. Zaten o zorlu tecrübe, ruhlarda
yapacağını yapım ştı. H âdiseler onları ziyadesiyle sars
mıştı. Ruhlara k arar ve azim et dolm uş, ayaklara se
bat gelmiş, kalplere teyakkuz hâkim olmuş, karanlık
lara zeval perdesi çek ilm iş...
Evet... Bu hal, o a cı im tihanın neticesinde tecelli
eden Allah’ın büyü k b ir fa zileti, lü tu f ve İhsam id i...
Nihayet m evzu h itâm a erdirilirken, m ü’m inlerde-
ki o sabırsızlık v e k ork u n u n sebebi de açıklam yor.
Hakiki sebebin şeytan oldu ğu , m ü’m inleri, kendi dost
lan olan m üşriklerle k ork u tm ağa çalıştığı ve onlara,
bir kuvvet ve h eybet alâm eti verm ek istediği söyleni
yor. Öyleyse m ü’m in ler şeytanm hilelerini anlam alı
ve onun gayretlerin i b oşa çıkarm ahdırlar. Şu şeyian.
uşaklarından kork m am alıdırlar. Bilâkis, sadece A l-
lah’dan korkm alıdırlar. Ç ünkü k u vvetli olan, kudret
li olan, kahhar olan sadece O ’dur. O halde m ü’m inle-
rin yalnız O’ndan k ork m aları icabed er :
«İşte Q şeytan ancak kendi dostlarıyla korkutur.
Mü'min iseniz onlardan korkmaıjın, ten d en korkun.y)
Gerçekten şeytan, k en d i dostlarm ı kalabalık gös
termeğe ve k u d ret libâsm ı giydirm eye çalışıyor. On-
larm her türlü im kân ve tasarru fa sahip oldukları,
fayda've zarar verm eye m u k tedir oldukları şüphesini
kalplere yerleştirm eye ga yret ediyor. Bunun asıl se
bebi de; gaye v e m ak sad m a on lar sayesinde ulaşm a
sı, yeryüzünü on la ra n ifa k v e fesâd a boğm asıdır. O n-
la n kendine baş eğdirmesi, kalplerini kendine râm
etm esi içindir.
Hakikaten şeytan, bâtdı ve kötülüğü ziyadeleş
tirm ek hususunda büyük maharet sahibidir. Kuvvet
li, kudretli ve kahredici güce sahip olanı, cebbar ve
zalim olam ortaya çıkarmakta güçlük çekm ez. Hiç
bir müdafi, hiç bir muarız onun karşısm da tutuna
maz-, hiçbiri onu yıldıramaz. Her türlü şirretlikte şey
tan, gerçekten usta bir sanatkârdır. Korkutm a ve sal
dırma amrıda hemen korku ve zillet perdesini açar.
Yeryüzünde gözüne kestirdiği her şeyi, uşaklarma
rahatlıkla yaptırır. Onlar da, ustalarmdan aldıklan
emirle, marufu münkere, münkeri m arûfa tebdil eder
ler. Kâinata bâtılı, fesadı ve delâleti yayarlar. Kendi
lerini h a k k ı öldüren ve dalâleti sapıklığı him aye eden
ilâhlar yerine koyarlar... Hiç kimse de onları doğrult
maya cesaret edemez, zulümlerini 3n[izlerine vuramaz.
Onlarm karşısma çıkmayı ve yapıştıkları liderlik ma
karamdan tardetme3d hiç kimse göze alam az... Bun
lar hir tarafa, onlarm göklere çıkardığı batılı alaşağı
etmeye ve mahkûm ettikleri hakkı ortaya çıkarm aya
bile cür’et edemezler...
Şeytan; hilekârdır, sapıktır, aldatıcıdır. D ostlan-
nm arkasma gizlenir ve vesvesesine râm edem ediği
kimselerin gönlüne korku salmaya çalışır. Fakat, iş
te Allah, onu hemen ortaya atıyor, çırılçıplak mey
danda bırakıyor. Hüe ve desiselerinin perdeleri onu
örtemiyor. Kâdir-i mutlak olan Allah, inanan gönül
lere hakikati gösteriyor. Şeytanm vesvese ve hileleri
ni tanıtıyor. Hüe ve desiselerinden korunm aları için
icabeden tedbiri beyan ediyor. Şeytan uşaklarm dan
korkmamaJarmı, çekinmemelerini telkin ediyor. Ha
kikatte şeytan ve uşakları, mahlükatın en zayıfı ve
en korkağıdırlar. Rabbine dayanan ve Rabbinin kud-
96
retine istinad eden b ir m ü’ırürıin, onlardan korkm a
ması lâzım gelir. K ork u lacak ve çekinilecek yegâne
kuvvet, fayda ve zarar verm eye kadir olan kuvvet
tir... Sadece O ’nun k uvvetin den korkanlar, yeryüzü
nün en kuvvetli şah siyetleridir. Kâinatta h iç bir kuv
vet onlara karşı k oy a m a z... N e şeytanm kuvveti, ne
de şeytan uşaklarm ın ku vveti!..
(iMü’min iseniz onlardan korkmayın, benden kor
kuna
Kelâm ullahın akışı, b u rad a yen i bir m evzuya yö
neliyor. Sözü R asu lu llah ’a çeviriyor. İnsanlann; yanş
edercesine k ü fre d oğru akm aları, sanki bir hedefe
varmak için m üsabaka edercesin e arzu ve istekle de
lâlette devam etm elerin den d ola yı A llah Rasulünû
kerim olan kalbine d olan hü zü n ve kederden teselli
ediyor, ruhunu tak viye e d iy o r... V e kat’iyetle ifade
ediyor ki, onlar, asla A lla h ’a za ra r verem ezler. Fakat
bu hâl, A llah’m b ir im tih an ıd ır ve on la n n işlerini de,
küfürlerini de, âhiretteki hü sran ve m ahrum iyetlerini
de büiyor. Bunım için on la n n , k ü fü r içinde sonuna
kadar yüzm elerine m ü saade ediyor. O nlara mühlet
veriyor; hem zam an, hem de im kân tanıyor, bolluk
ve saadet veriyor. Tâ ki, gü n ahlarım arttırsınlar, be
lâlarım ve m es’u liy etlerin i ziyadeleştirsinler diye...
Bütün bu h âd iselerin arkasm da, m ü’m inleri im
tihan edip k â firlere m ü ddet verm enin ötesinde gizli
olan Allah’m- h ik m et v e ted b iri açıklanarak m evzu
hükme bağlanıyor. İşte bü tü n bu n la n n hikm eti; im ti
han ve tecrübe n eticesin d e pis olan ı teiniz olandan
ayırmaktır. K alplere ta a llu k eden m eseleler, gayb’a
ait işlerdendir. A llah, k a lp leri bilm eyi sadece kendine
tahsis etm iştir; in san lar on a m uttali olam azlar. Fakat
Kâdir-i M utlak ola n A lla h , insanoğluna m ünasip d ü
şecek tarzda v e b eşerin id râk edebileceği b ir vesile
üe bu bilinm eyen hususu açıklam ayı m urad ediyor,
îşte m ü’m inleri imtihan edip kâfirlere m ühlet ver
mek; kalplerde gizlenen şeyleri ortaya çıkarm ak için
d ir... Pis olam temiz olandan ayırm ak için d ir... M ü
minlerin, Allah ve Rasulüne k a fi bir im anla bağlan
m aları hikmetine m ebnidir;
«O küfre koşanlar seni mahzun etmesin. Şüphesiz
onlar Allah’a hir zarar veremezler. Allah, onlara âhi-
rette bir nasip vermemeyi diliyor. Ve büyük bir azap
vardır onlar için.»
«.İmana kargılık küfrü satınalanlar, Allah’a hiçbir
şeyle zarar veremezler. Elem verici bir azap vardır on
lar için.»
«Küfredenler, kendilerine mühlet verişimizi sakın
kendileri için hayırlı sanmasınlar. Biz onlara sırf gü
nahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Hor ve hakir
edici bir azap vardır onlar için.»
«Allah mü’minleri, sizin üzerinde bulunduğunuz
halde bırakacak değildir. Nihayet pisi temizden ayıra
caktır. Allah size gaybı da bildirecek değildir. Fakat
Allah, Peygamberlerinden kimi dilerse, onu seçer. Bu
nun için siz Allah’a ve Peygamberine inanın. İnanır ve
sakınırsanız, size çok büyük bir mükâfat vardır.» (Âl-i
İmran, 176-179)
Mü’minlerin musibete duçar oldukları .m üşrikle
rin de zafer ve galibiyet zevkiıü tattıkları Uhud mu
harebesini takdim ederken bu eşsiz ifadelerle sonuca
bağlamak, son derece uygun ve münasip bir program
ve metod icabıdır... îşte; hakla batılm karıştığı, hak
kın musibete dûçar olduğu, batılm kabarıp yüksel
diği o çarpışma sahasmdaki insanlann gönlünde kay
nayan yalancı şüpheler... Kalplere vesvese veren ai
d atla idealler...
98
Yalancı şü ph eler... A ld atıcı idealler... Evet, am a
neden ya R a bbi?... N için hak m usibete düçar oluyor
da batıl k u rtu lu yor?... N için hak ehli im tihandan im
tihana, ıztıraptan ıztıraba sürükleniyor da dalâlet
ehli kurtuluşa yol b u lu yor? .. .Bâtılla her karşılaştığm -
da niçin hak m u za ffer olm u yor? Zafer ve ganim ete
niçin başkaları sahip o lu y o r?... Zafere ulaşmak, hak
olanm hakkı d eğil m i?... N için bâtıla böyle bir sav
let imkânı v eriliy or?... B âtılm hakla çarpışm asm dan
neden böyle ters n eticeler zu h u r ed iyor?... İşte bütün
bu sorular, k alpler için b ir fitn e ve fesad unsuru olu
yor.
Uhud’da, m üslüm anlarm dehşetle, taaccüple söy
ledikleri şu sözün m u ktezası b ilfiil tahakkuk e d iy or;
v.Bu musibet nereden geldi?-^
Bu noktada da, İlâhi b ir cevap ve farklı bir açık
lama serdediliyor. V e y org u n k alpler rahatlıyor, kalp
leri kıskaç araşm a a la n h âdiseye d a ir koym uş oldu
ğu tedbirini, tak dirin i v e K anun-u îlâ h i’sini açikhyor.
Hakla bâtılın çarpışm asm dan b öy le b ir neticenin zu
hurunu da K anun-u İlahisin e b a ğ lıyor ve âdeta şöy
le izah e d iy o r;
Herhangi b ir m u h arebed e bâtılm za fer ve kurtu
luşa nail olm ası, m u ayyen b ir zam an için m uzafferâne
çığırtkanlıklarm a d eva m etm eleri, h iç bir zam an A l-
lah’m, onlarm g a lip gelin em iyecek b ir kuvvet olduk-
lanna ve her zam an h ak k ı m u tazarrır etm eye m ukte
dir olduklarm ı d a ifa d e etm ez.
Yine böyle b ir m u h arebed e eh l-i hakkm m ağlû
biyet açışım tatm ası, k u vv et v e kudretlerinin zaafa
uğraması, h iç b ir zam an A lla h ’m , on la n unuttuğu
ve him ayesini terk ettiği m ânasm ı taşım az. O nlarm ,
ehl-i dalâletin k u ca ğın a terkedüdiklerini, bâtılm kud-
ret ve hâMmiyetine mahkûm olduklarını da kat’iyyen
ifade etmez.
Asla!.. Bu, bir hikmet ve tedbir icabıdır. Yolun
sonuna varması, günahlarm en âdilerini irtikâb et
mesi, kötülüklerin en ağırlannı yüklenm esi ve sonun
da en şiddetli azaba müstahak olm ası için bâtıla im
kân ve mühlet tanınmaktadır. Hak ehli için de bir
denemedir; pis olam temiz olandan ayırm ak için...
İmtihanlar neticesinde sebâtmda daim olana büyük
mükâfatlar vermek için... Şüphesiz bu keyfiyet hak
için bir kazanç olduğu gibi bâtü için de bir hüsran
ve nedamettir. Her ikisinin de kazandıkları kat be
kat arttırılacaktır... Kat be kat...
iiKiipe koşanlar seni mahzun etmesin. Şüphesiz on
lar Allah’a bir zarar veremezler. Allah, onlara âhirette
bir nasip vermemeyi diliyor. Ve büyük bir azap vardır
onlar için.»
Bü ifadeler, Rasulullah’ı teselli ediyor, hüzün ve
kederini gideriyor, hoşnut ve razı ediyor. Rasulullah,
onlann küfür içinde sapıkhklannı görüyor, küfre
doğru sür’atle aktıklanna bakıyor, sanki bir hedef
dUdlmiş de, oraya varmak için m üsabaka yaparca-
sma sür’atle, şiddetle, var güçleri ile dalâlete doğru
koştuklmım hazin hazin se30'ediyor...
Bu âyet, bir vâkıanm ifadelerle resm edilişidir.
Bir kısım insanlar; küfürde, bâtılda, kötülük ve masi-
yet yolunda sür’atle ilerlemek lâzım geldiğine inanı
yor. Sanki kendisini geçene yetişmek gayretindedir.
Şiddetle, sür’atle ve m uzaffer bir edâ üe koşuyor.
Sanki arkadan kovalayan biri var. Yahut önden biri,
ona sesleniyor; konulan mükâfatı elde etm esi için hız
la gelmesini istiyor.
İşte bunlarm üzüntüsü RasuluUah’ın kalbini dol
duruyor. Şu insanlara karşı hasret ve nedam etle içi
100
burkuluyor. O nların, C eheım eıne doğru sü r’atle ak-
tık la n n ı görüyor. Fakat on lara m âni olm ak im kânm a
sahip değü. Ç ünkü k en d isin i b ir an bile dinlem eye
tahammül gösterem iyorlar... işte bu keder; in sanlan n
küfür içinde bocalam alan n m , Ceheım em e doğru sü
rüklenmelerinin hüznü, A lla h elçisinin kalbini ihâ.ta
ediyor... M üslüm anlann m aruz kaldıkları m usibet ve
eziyetler de a y n b ir üzü n tü vesilesi... İlâhi davetin
başma gelen d e b ir başk a hüzün tablosu... Birçok in
sanlar, m üslüm anlara v ey a m üşriklere iltihâk etmek
için m uharebenin n eticesin i bekliyorlardı. Kureyş
müslüman olursa, bü tü n insan lan n , AUah’m dinine
fevc, fevc akacağı, Islâm a d ön eceği şüphesizdi, işte
bütün bım lar, o K erim ola n A llah Resulünün gözleri
önünde bir resm i g eçit y a p ıy or ve kalbinde bir ukde
olarak kahyor. Fakat A llah , aziz Peygam berini ra
hatlatıyor, k albin i h u zu r ve inşirahla dolduruyor.
Onu kuşatan bü tü n h ü zü n v e k ederleri yok ediyor.
«Küfre koşanlar seni mahzun etmesin. Onlar Allah’a
Ur zarar veremezler.
Evet, o laubali ve basit insanlar, A llah’a hiç bir
zarar verem ezler. Bu hususu açıklam aya bile ihtiyaç
yoktur. Ancak, hikm et sahibi olan A llah; akide m ese
lesini kendi m eselesi yapm ayı, m üşriklerle yapüan
savaşm bizzat k en d i savaşı old u ğu n u ilân etm eyi, Ra-
sulünün ve bü tü n m ü slü m an lan n om uzlanna çöken
bu akide savaşm m a ğ ır m esu liyetini refetm esû m u-
rad ettiği için b u h u su sları açıkhyor. O küfürde ya-
nşânlar, şüphesiz A lla h ’la m uharebe ediyorlar. Fa
kat onlar, çok z a y ıftırla r... A lla h ’a zarar verem ezler.
Küfürde daha sü r’atle ya rışsalar da, A llah dostlarım
daha acı m usibetlerle in citseler de em r-i ilâhi’n in h iç
bir esasmı değiştirem ezler.
Madem, öyle, niçin Allah, onlara kurtuluş imkâ
nı hazırlıyor. Onlarm serbestçe ve m uzafferâne eda
larla dönm elerine müsaade ediyor?... H albuki onlar,
doğrudan doğruya Allah düşmanıdırlar. Evet, bu bir
gerçek... Ama Allah onlara, daha büyük bir tuzak ve
ebedi bir zillet hazırlıyor...
(lAllah, onlara âhîrette bir nasip vermemeyi düi-
yor.li
Allah; onlann, sonuna kadar küfürde yarışm ala
rını, bütün imkânlarını bu uğurda sarfetm elerini,
her türlü günahı yüklenmelerini ve sonunda da müs
tahak oldukları azabı bütün şiddetiyle tatmalarım
muradedi yor!...
«Ve büyük bîr azap vardır onlar için.n
Peki ama, niçin Allah onlara bu feci akıbeti lâ
yık görüyor?... Çünkü onlar, îmana m ukabü küfrü
satm almışlar ve o şiddetli azaba müstahak olm uşlar
dır.
«İmana karşılık küfrü satın alanlar, Allah'a hiç bir,
şeyde zarar veremezler. Elem verici bir azap vardır on
lar için.11
Hiç şüphe yok ki, iman, onlarm kolaylıkla elde
edebilecekleri bir şeydi. Çünkü; fıtratın derinliklerin
de ve kâinatm her noktasmda AUah'a îm anın delille
ri serpiştirilmiştir. Akıl sahiplerini hayretlere garke-
den şu mevcudatm projesinde, tenasüp ve tekâm ülün
de, bu îmarun emmeleri dikilmiştir. D oğrudan doğru
ya beşer fıtratında ve fıtratm m evcudatla olan tema-
smda, bir yapıcı kudretin, bir üstün san’atkârm var
olduğu şuuru yerleştirilmiştir. Fazla olarak bilfiil
îmane davet de yapılmıştır. Kâinatm esrarı, fıtratm
mevcudiyeti, varlığm şahane bir şekilde tenâsübû ve
mevcudatm, insanlara ve hayatı devam ettiren onlara
fayda veren hususiyeti; hep bu davetin a y n a3m bi
102
rer dilidir. K aldı ki, bizzat A llah Rasulünün lisânı ile
de bu İlâhi d âvetia ilân ı yapılm ıştır...
Evet, îm ana götü ren bütün deliller önlerine se
rilmişti. Fakat, bak ıyorsu n ki, onu satıyorlar, m uka
bilinde k üfrü alıyorlar. H em de h iç bir ilm e ve delile
dayanmadan... Ö yleyse AUah’m , onları küfürde ya-
nşmalarma terketm esine elbette ki m üstahaktırlar.
Bütün yapacaklarını yapsm lar. Tâ k i âhiret sevabm -
dan hiç bir nasipleri kalm asm . İşte onlar, bunun için
zayıftırlar; A lla h ’m yardım m dan hiç bir nasipleri kal
madığı için ... V e on lar, A lla h ’a zarar verm eye asla
muktedir değildirler. Ç ünkü onlar, tam bir dalâlet
içindedirler. O nların yan m da hakkm ve hakikatin ne
izi, ne de eseri va rd ır... A llah , delâleti sultan olarak,
yeryüzünün h âk im i ola ra k indirm enüştir. Batıh, kuv
vet ve kudretin d aya n ağı yapm am ıştır... öyley se on
lar, Allah d ostların a da za ra r verem ezler... Dâvet-i
ilâhiyeye de zarar verem ezler... Ne kadar çoğalırsa
çoğalsmlar, m ü’m in lere n e k adar zulüm ve eziyette
bulunursa bulu nsun lar, b u gü lü n ç ve basit kuvvetler
le, inananlann v e o n la n n d âva lan n m önüne geçe
mezleri..
«iElem verici hir azap vardır onlar için.y»
Mü’m inlere tattırd ık ları elem ve acılarla kıyas
kabul etm eyen elem lerin en şiddetlisi!..
«O küfredenler, kendilerine mühlet verişimizi sakın
kendüeri için hayırlı sanmasınlar. Biz onlara, sırf qû-
nafUan çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Hor ve hakir
edici hir azap vardır onlar için.n
Bu â y et-i kerim ede, gön ü llerde kaynayan ukde
ve şüphelere ,ru h ları h ey eca n a veren sitem ve ayıp
lamalara da b ir işaret vard ır. İşte görüyorsun; A llah ’-
m ve hakkın d ü şm a n la n serbestçe gidebiliyorlar, fe
lâketler sanki on la ra h iç yanaşm ıyor. Ü stelik m ^lla.
kuvvetle, otorite ile ve makamla zahiri hâkim iyetle
rini sürdürüyorlar. İnsanların kalplerine fitn e ve fe
sat zehirini ekiyorlar... Derken, bir de bakıyorsunuz;
bir takun zayıf imanhlara da, A llah’m, hak olm adığı
şüphesi yerleştiriliyor ve onlar da câhiliyet anlayışı-
mn peşinden sürükleniyorlar. Onlar zannediyorlar
ki, Allah; bâtıla da inkâra da, şerre de. tuğyana da
razıdır... Ve razı olduğu içindir ki. onlara fırsat ve
riyor ve imkanlarım çoğaltıyor. Yahut düşünüyorlar
ki; ha.kla. bâtü arasmdaki mücâdelede A llah’m hiç
bir alâkası yoktur. Bunun içindir ki. bâtılın, hakkı
yutmasına müsaade ediyor... Veyahut, bu bâtü de
nen şey haktır; şayet hak olmasa Allah, onu serbest
bırakmaz. Gelişip büyümesine asla m üsaade etmez
ve zafere ulaşmasına kafiyen göz yum m azdı (!) di
yorlar... Veyahut da iddia ediyorlar ki; yeryüzünde
hakkı daima mağlûbiyete uğratmak, batüın tabii bir
hususiyetidir. Hakkın, zafere ulaşmak gibi bir özelli
ği asla mevcut değüdir... Peki sonra?!. Sonra d a A l
lah; zâlimleri, âsileri, azgınlan, m üfsidleri terkedive-
riyor. Oıüar da azgmhklanna ve tuğyanlarm a tama
men esir oluyorlar, küfürdeki yanşm alarm a sür’atle
devam ediyorlar... Ve zannediyorlar ki, bütün işleri
doğrudur, düzelmiştir, artık önlerine duracak h iç bir
104
şiddetli bir şekilde yakalayacak tır ki, kurtuluş ne
mümkün! A llah’ın; on lara uygulam ış olduğu bu m u
amele, şüphesiz on la r için b ir fitnedir, çok sağlam
bir tuzaktır, cezaların m şim dilik tehir edilm esidir:
«O küfredenler kendilerine mühlet verişimizi sakın
kendileri için hayırlı sanmasınlar. Biz onlara, sırf gü
nahtan çoğalsın diye m ühlet veriyoruz.-»
Şayet onlar, ikaz ed ici b ir im tihanla nim et-i İlâ
hinin sıkıntısm dan çıkarılm aya müstahak olsalardı,
şüphesiz ki, A llah bun u d a yapardı. Fakat Allah, on
lar için asla h ayır m urad etm iyor. Çünkü onlar, îm a
na mukabil k ü frü satın aldılar. K üfürde ileri gitm ek
için yanştılar ve k ü fü r için çalışıp didindiler. B öyle-
ce, bu sıkm tıdan k u rtulm ak için, bir im tihan vesile
siyle AUah’m k en d ilerin i ik az etm esine lâyüı olm adık
larım ispat ettiler.
«Hor ve hakir edici bir azap vardır onlar için.»
Hor ve hakir ed ici b ir a za p ... H akikatte bu, onla
rın, üzerinde bu lu n d u k ları n im et v e lû tu flan n m uka
bilidir.
Buradan an la şılıyor ki, dünyada bazı belâlara,
duçar olm ak, A lla h ’dan gelecek b ir lü tu f ve nim ete
işarettir. Çünkü A llah , h ayrm ı m urad ettiği kim se
lerden başkasm ı b öy le b ir im tihana tâbi tutmaz. Bu
belâlann, A llah d ostların a isabet ettiğini görürsek,,
bu demektir ki, A llah , dostlarm a b ir takım hayır v s'
mükâfatlar v e rm e y i. arzu lu yor. Bu m usibetler, o A l
lah dostlarmm ta sa rru fla rı üzerin e m ürettep olsa da
hi, böyle m utlu b ir son a u laşm akla m üeyyeddir. îşte
bu, Allah’m, m ü’m in dostlarm a olan b ir lütfudur, nez-
dinde gizlediği b ir h ik m etin eseridir ve güzel b ir ted
birdir.
Bu hikm et d olu tablo; k alp leri istikrara, ru hları
itmi’nâna k avuşturuyor. A çık ve dosdoğru îslâm i ta-
■savvurda mündemiç olan basit fakat derin hakikatle
ri ortaya koyuyor.
AUah’m hikmeti v e mü’minlere olan ihsanı; îman
edenleri, îslâm ’m nefret ettiği şüphe ve tereddütle or
du saflarm ı karıştıran m ünafıklardan ayırm ayı ge
rektirir. Allah, Uhud’daki tasarrufları ve tasavvurla
rı sebebiyle, onları böyle bir imtihana tâbi tutmuştu.
Fakat gaye, bu yolda pis olam temiz olandan ayır
maktı ;
«Allah, müzminleri, sizin üzerinde bulunduğunuz
halde bırakacak değildir. Nihayet pisi temizden ayıra
caktır. Allah size gaybı da bildirecek değildir. Fakat
Allah, Peygamberlerinden kimi dilerse onu seçer. Bu
nun için siz, Allah’a ve Peygamberlerine inanın. İnanır
ve sakınırsanız, size çok büyük bir mükâfat vardır.y)
İlâhî kelâm; müslüman ordusunu seçm eden, kar
makarışık bırakmanm; Allah’m şanmdan, O’nun 301-
ce Ulûhiyetinin gerekliliğinden ve âdetinin icablarm -
dan olmadığım üân ederek neticeye ulaşıyor. Kalple
ri İslâmın ruhundan ve îmamn parlaklığından tama
men boş olduğu h£dde, îslâmm gölgesinde ve îman
. dâvasınm arkasmda gizlenen m ünafıklan açığa vur-
mamanm da, Allah’m zâtma, ulûhiyetinin gerekhliği-
ne ve âdetinin icabına uymadığını açıkça ortaya ko
yuyor. Allah, İslâm ümmetini, o eırrensel büyük ha-
-reketin hakkını vermesi, İlâhî Nîzâm ’ı omuzlaması,
onu yeryüzünde biricik vak’a ve yegâne nizam olarak
vaşatması için görevlendirmiştir. Bu büyük hareke
tin gerçekleşmesi için herşeyden soyutlanm ası, safi
yet ve berrakhğm, bütün kötülüklerden tem izlenm e
si ve dâvaya sebatla sarıhnanm zaruri olduğu mey
dandadır. Binasında çatlaklıklarm, safm da parçalan-
malarm olmamasmm zarureti de ortadadır. Daha
kısa bir ifade ile söyleyecek olursak; m üslüm an üm-
106
metin tabiatı, şu kâin atta A lla h ’ın kendileri için tak
dir etmiş olduğu o bü yü k hareketin ruhuna uygu n ol
malıdır. Y üce M evlânuı, âhirette m û’m inler için ha
zırlanmış olduğu m ekâna d a uygun düşm elidir.
îşte bütün bu n lar, İslâm ordugâhm da bulunan
pislikleri yok etm eyi, s a fla n onlardan tam am en te
mizlemeyi gerektirir. C em iyet binasından zayıf tuğ
laların saf dışı edilm esi için baskı şarttır. Tenhalarda
ve vicdanlarda d olaşan gizlilikleri ortaya koym ak
için de, İslâm n u ru n ım k u vvetli projektörlerini cem i
yet üzerine yoğu n laştırm ak lâzım dır. Bu gayeden do
layıdır ki, A llah, pis olan ı tem iz olandan ayırıyor. As-
İmda bu .k eyfiyet, y ü ce M evlânm İlâhî şanmm eseri
dir. Mü’m inleri, o bü yü k k an şık lık anmdan önceki
halleri üzere k arm akarışık bırakıverm esi, O’nün İlâ
hî adetinden değildir.
Allah’ın, ken din e ayırm ış oldu ğu gayb’a, insanı
bilgili kılm ası da yin e O ’n u n y ü ce zâtm m hikm et sa
çan diğer bir tablosudur.
İman; uğrunda fedâkârhlc yapıldığı sürece köklü
bir ağaç gibi yeşerip boy salar. Yoksa bir hayal olma
nın ötesine geçemez.
M ü ’m iıün yeryü zü n d e üstleneceği görev son de
rece ön em li ve b ü yük tür. Bu önem li görevi yerine
getirebilm ek için elbette b ir takun özelliklere sa
hip olm ası gerek ecek tir,
im a n k on u su n a hasredilm iş olan bu risâlede
daha ön ce m ü m in lerin karekteristik özellikleri
gösterilm eye çalışılm ıştı. Burada ise b u özellikler
b ir başka a çıd a n değerlendirilm ektedir.
îm an ı S ey y id K u tu b’un kalem inden takib etmek
b ir yan dan bizi d a h a dinam ik ve nisbeten rasyo
nel ilk elere g ö tü rd ü ğ ü gibi, b ir yandan da hayatta
etkisi g özlen en b ir in a n ca sevk etm ek ted ir:
109
ların ruhlarında şiddetli ve derin tesirler meydana
getirmişti.
îm am -ı Buhâri nakleder, bize Safvanoğlu Üsre
Naii, İbn Ömer’den o da İbn Ebî M elike’den naklet
miş, demiştir ki, az kalsm iki seçkin kişi Ebu Bekir
(r.a) ve Ömer (r.a) helâk olacaklardı. Çünkü Temim
kabilesinden bir kafile, Resulullah’m huzurunda bu
lunduğu bir sırada yüksek sesle konuşm uşlar. Bu
arada, neden gerekti ise Ebu Bekir (r.a) Hz. Öm er’e
demiş ki sen sırf bana muhalefet etm ek istiyorsun.
O da, hasar, sana muhalefet etmek istem edim , demiş.
Ve bunu yüksek sesle söylemişler. İşte o zam an «Ey
iman edenler seslerinizi peygamberin sesinden yüksek
çıkarmayın)^... âyeti nazil olmuş. İbn Zübeyr (r.a) der
ki Hz. Ömer (r.a) bu âyetin nüzulünden sonra Hz.
Peygamberin (s.a.v) sözünü iyi anlam aya çalışmak
isteğinin dışmda, bir zaman için bir şey konuşm adı.
Hz. Ebu Bekir (r.a) in de bu âyet nazü olunca ey Al-
lah’m Resulü Allah’a yemin ederim ki seninle ancak
fısıltıyla konuşacağım dediği rivayet edüir.
İmam Ahmed der ki, bize Haşim, Süleym an İbn
Mugire’den o da Sabit’ten, o da Enes İbn M alik’ten
naklederek şöyle diyor, bu âyet-i celüe nazü olduğun
da yüksek sesli olan, Sâbit İbn Kays dede ki; «Peygam
berin huzurunda yüksek sesle konuşan benim . Ben
cehennemliğim, amelim boşa gitmiş» dedi ve evinden
dışan çıkmayarak hüznünü açığa vurm uştu. Hz.
Peygamber (s.a.v) onu göremesdnce bazı kişileri ya
nma göndermiş ve onlar da Resulullah’m (s.a.v.) ken
disini görem ediğini, ne olduğunu büm ek istediğini
söylemişler. Sabit İbn Kays demiş ki, benim peygam
berin sesinden yüksek sesle konuşan. Om m yanm da
bağıran ben, cehennem liğim , amelim boşa gitm iş. Bu
nun üzerine peygam berin huzuruna gelip bu sözleri
110
haber verm işler. O zam an Hz. Peygam ber (s.a.vl bu
yurmuş k i: «H ayır o cennet ehltndendir.» Enes (r.a)
Demiş ki biz onu aram ızda yürürken gördüğüm üz
zaman cennet ehli olarak kabul eder ve saygı göste
rirdik.
İşte korkunç u yarı ve o tatlı seslenişe kapılan
kalpler böyle titrem iştir, böyle kendilerinden geç
mişler ve fark ın a varm adan am ellerinin yok olm a
sından korkarak R esulullah (s.a.v.)m huzurunda böy
le bir edep tavrını takm m ışlardır. Zaten farketseler
durumlarını düzeltirlerdi. A m a bu gizli tehlike ken
dileri tarafından görülm ediğin den , haddinden fazla
endişe duyup k ork u yorlard ı. A m a yüce Allah onların
duyduğu bu endişeyi R esulullah’m (s.a.v) huzurunda
seslerini kısm alarını son d erece ha3a'et verici bir ifa
de içerisinde b elirtm ek ted ir:
nSeslerini 'peygamberin yanında kısanlar, muhak
kak ki onlar Allah’ın gönüllerini takva ile imtihan et
tiği kimselerdir. M ağfiret v e büyük mükâfat onlann-
dtr.» (Hucurât, S)
Şüphesiz k i tak va bü yü k b ir lûtuftur. A llah onu
imtihandan im tihana, tecrü bed en tecrü beye baş vu
rarak seçtiği arm raış seçk in k alp lere lütfeder. Takva
ya hazır olm ayan k a lp lere verm ez. O na lâyık olm a
yanlara sunm az. ResuluU ah’m (s.a.v) huzunm da ses
lerini kısanlar! A lla h denem iş v e bu lû tfa lâyık ol
duklarım görm üştür. B öy lece on lara takva gibi bir lü
tuf verm iştir. B unun ya n ısıra on ları bağışlam ış ve
büyük bir m ü k âfat va ad etm iştir kendilerine. K orku
tucu ihtardan sonra d erin b ir teşvik m ahiyetindedir-
bu âyet. O nunla AUah seçk in k u llannm kalplerini
terbiye ediyor ve bü y ü k gü n e h azırh yor ki bu hüküm
lerle bu üm m etin reh b erleri terbiye görm üş ve ay
dınlanmışlardı.
M ü’m inlerin emiri Hattab oğlu Öm er (r.a)den ri
vayet edilr ki Mescid-i Nebevî’de yüksek sesle konu-
-şîîn iki kişiyi duymuş. Hemen koşarak dem iş ki siz
nerede olduğunxxzu büiyor m usımuz? Sonra devam
ederek nerelisiniz demiş. Onlar da Taif’li olduklarmı
söylemişler. Bimun üzerine Hz. Ömer (r.a) demiş ki,
siz eğer Medine’li olsaydmız, sizi ne şekilde dövece
ğim i bilirdim.
Bu ümmetin âlimleri de aynı saygıyı duyarak de
mişler ki hayatmda Peygambere (s.a.v) hürmeten
nasıl yamnda yüksek sesle konuşulmaz idiyse kabrin
de de yüksek sesle konuşmak doğru değildir.
Sonra âyet-i kertme Temim kabilesinin elçisinin
ResuluUah (s.a.v)m yanma geldiklerinde (hicretin
dokuzuncu jrilmdaki bu yıla elçiler yılı adı verUir)
meydana gelen bir hadiseye, işaret buyurm aktadır. O
yıla elçiler yılı denilmesinin sebebi M ekke’nin fethin
den sonra civar kabilelerin elçiler yollayarak İslâm’a
girmeleridir. Bedeviler çölde yetiştiklerinden Peygam
berin (s.a.v) eşlerinin odalarmm arkasm dan Hz. Mu-
hammed’e (s.a.v) bağırarak, ey M uham m ed buraya
gel, diye çağırıyorlardı. ResuluUah (s.a.v) bu durum
dan memnun olma3np üzülmüştür. Bunun üzerine
Hak TeâJâ’nm şu mübarek âyeti nazil oldu.
vSana odaların arkasından seslenenlerin çoğunun
akıllan ermez. Eğer onlar sen yanlanna çıkıncaya ka
dar sabretselerdi kendileri için elbette daha hayırlı
olurdu. Ve Allah Gafûfdur, Rahım’dir.y) (Hucurât, 4-5)
Cenab-ı Allah onların birçoğunun bilm ediklerini
belirterek peygam berin şahsma yaraşm ayan, önder
ve rehber Allah kılavuzlarma saygm m hududımu,
hürmetin ve edebin sınırmı aşan bu davranışlarm a
karşı onları bilgisizlik ve düşüncesizlikle niteliyor.
Kendileri için sabredip peygam berin çıkm asm ı bekle-
112
melerinin daha iy i olacağın ı belirterek tevbeyi, m ağ
firet ve rahm eti arzu etm eyi içlerine sindirm eye ça
lışıyor.
Doğrusu m üslüm anlar bu yüce âdâba son derece
riayet etm işler ve o tavrı R esulullah’ın (s.a.v) şahsı-
nm da ötesinde her h ocaya ve âlim e kadar uzatm ış
lardır. Bir âlim veya h oca yanlarm a geldiklerinde
onu rahatsız etm em ek için ellerinden geleni yapm ışlar
dır. Nitekim zâhid ve âlim Ebû U beyd’in şöyle dediği
anlatılır; «Ben h içb ir âlim in kapısını zamanmdan
evvel çaldığım ı bilm iyorum .»
«£î/ iman edenler! Eğer fasılan biri size bir haber
getirirse onun içyüzünü araştırın. Yoksa bilmeden bir
kavme sataşırsınız da sonra ettiğinize yanarsınız.)-)
{Hucurât, 6 )
Hem bilin ki içinizde Allah’ın 'peygamberi vardır.
Şayet o birçok işlerde size uym uş olsaydı şüphesiz ki
sıkıntıya düşerdiniz. Am a Allah size imam sevdirmiş ve
onu kalplerinize güzel gösterm iştir. Küfrü, fâsıklığı,
isyanı da çirkin gösterm iştir. İşte doğru yolu bulanlar
da onların ta kendileridir.y>
«Bu, Allah’ın bir fazlu nimetidir. Ve Allah Alim’-
dir, Hakim’dir.» (H ucurât, 7-8)
Birinci sesleniş k u m an da yön ünü belirtm ek ve
emir ahnacak y e ri gösterm ek içindi. İkinci sesleniş
ise kumanda m evk iin e k arşı gösterilecek edep ve say
gıyı belirtm ektedir. G erek b irin ci sesleniş gerekse
ikinci seslenişteki h u su slar sûrenin bilum um yön ver
me ve kanun k oym a n ın esasm ı teşkil ediyordu. Bun
dan dolayı m ü’ın in lerin em ir alacağı kaynağm açık
lanması, kum anda m evk iin in belirlenerek saygı gös
terilmesi icabederdi. B öylece verilen em irlerin değe
ri, ağırlığı ve ön em i orta y a konm uş olurdu. îs+<=* üre
ten üçüncü seslenişte m ü ’m inlere em irleri nasıl "la -
caM arm ı buna karşı nasıl davranacaklarını açıkla
makta, em ri kaynağmdan almanın zaruretini belirt
m ektedir:
v.Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber
getirirse onun içyüzünü arattırın. Yoksa bilmeden bir
kavme sata§trsımz da sonra ettiğinize yanarsınız.'!)
Özellikle fasıkm getirdiği haber belirtiliyor ki
mum yalan olması muhtemeldir. Yayılan haberlerde
îslâm cemaati arasmda kuşkunun ve şüphenin yayıl
maması malûmatm sakat olmaması için araştırılması
belirtilmektedir. îslâm cemaatinde aslolan fertlerinin
güvenilir olmasıdır. Fâsık ise verdiği haberde bile
bile şüphe götüren kimsedir. Onun için m üslüm an ce
maat fâsıkm verdiği veya ulaştırdığı haberi alıp al
mamakta serbesttir. Bir fâsıkm haberi üzerine hare
ket edip etmemek hususunda acele etmemelidirler.
Bilmeden ve çabuk hareket ederek zulm etm iş olabi
lirler. O zaman işlenen zulüm A llah’m gazabına se
bep olacağmdan pişmanlığı gerektirir. H akka ve ada
lete aykırı bir davranış olur.
Tefsir alimlerinin birçoğunun zikrine göre bu
âyet Ukbe îbn Muayt oğlu Velid hakkında nazil ol
muştur. Hz. Peygamber (s.a.v) onu M ustalikoğullan-
nm zekâtmı toplamak için yollamıştı. îbn K esîrin ri
vayetine göre Mücâhid ve Katâde dediler ki, Resu-
luUah (s.a.v) Ukbe oğlu Velidi M ustahkoğullannm
sadakasmı toplamaya yolladı. Onlar zekâtlarını ver
diler. Am a Velid Peygamberin (s.a.v) yanm a geldi
ve MustalikoğuUarmm toplanarak Resulullah’a karşı
savaşa hazırlandıklarmı söyledi. Katâde’nin rivaye
tinde aynca, İslâm’dan döndükleri de nakledilir. Bu
nun üzerine Hz. Peygamber Halid îbn V elid (r.a)i
M ustalikoğullanna yolladı. V e durum u incele3dp,
acele etmeden haber almasmı bildirdi. Hz. H alid ge-
114
celeyin M üstalikoğullarm m bulunduğu yere geldi ve
onları gözetledi. Hz. H aüd’i gördüklerinde İslâm ’a
bağlı olduklarm ı belirttiler. Ezan okuyup nam az kü-
dıklannı görünce P eygam ber (s.a .v.l’e durum u haber
verdi. Bunun üzerine âyet-i kerîm e nazil oldu. Resu-
lullah (s.a.v) bu yururdu k i : «İncelem ek AUah’m em
ridir, acele davranm ak ise şeytandandır.» İbn K esîr’-
in tefsirinde tesbit ettiği şeytandandır.» İbn Ebî Leylâ,
Yezid İbn Yem ân, D ahhâk ve M ukâtü’den ve diğer
selef-i sâlihîn’den zik redildiğin e göre bu âyet-i kerî
me Ukbe oğlu V elid hakkm da nazil olmuştur. En
doğrusunu AUah bilir. (İbn K esir’in tefsirindeki ifade
burada son bulu yor. 1
Âyetin m uhtevası um ûm idir. V e prensip olarak
fâsüan haberini in celeyip araştırm ayı belirtm ekte
dir. Sâlih kişinin v erd iğ i h ab er ise kabul edilir. Çün
kü mü’min cem iyette aslolan salüı kişinin haberini
kabul etmektir. H aberi k a b u l etm ek ise b ir nevi araş
tırma ve tespit vasıtasıd ır. Ç ünkü haberin kaynakla-
rmdan birisi salih k im sedir. H er haberden ve her
kaynaktan m utlak m ân ada şüphe etm ek hususu ise
İslâm cem aatinin ve m ü ’m in ler topluluğunun arasm -
da hâkim bulu nan gü ven p ren sibin e aykırıdır. Haya
tın seyrini durdurur. C em iyetin nizam m ı bozar. Hal
buki İslâm, hayatm ta b ii seynine devam etm esini is
ter. Bunun için b ir tak ım sebepler ve garantiler ko
yar. Hayatm durm ası için d eğü korunm ası ve seyri
ne devam edebihnesi için kalkm ası gereken engelle
ri kaldırır. İşte b u d a h a b er kaynaklan nm istisnası
ile ilgili örneklerden birisid ir.
Öyle görü lü yor k i b a zı m üslüm anlar Ukbe oğlu
Velid’in naklettiği h ab erd en başlangıçta heyecana
kapılmışlar, bunun ü zerin e Hz. Peygam berin çabu cak
onlarm cezasm ı verm esin i beklem işlerdir. Bu, m ü’m in
grubun, Allah’ın dinine olan bağlılığını ve zekâtın
menedilmesine karşı gazabını ifade eder. A m a bilâha
re gelen âyeti kerime onlara büyük bir gerçeği ha
tırlatıyor ve aralannda yaşayan büyük bir nim eti be
lirtiyor. Omm kıymetini bilerek varlığm a devam lı dik
kat etmelerini istiyor.:
üHem bilin ki içinizde Allah’ın ■peygamberi vardır.y>
Bu kolayca anlaşılabilen bir gerçektir. Çünkü fiilen
vukubuhnuştur. Ama iyice düşünüldüğü takdirde ta
savvuru büe mümkün olmayacak kadar müthiş bir
gerçektir. Kola3mııdır insamn daim a canlı ve somut
bir bağlantı ile göklere bağlanması, gökyüzünden
yeryüzüne gelen sesleri, arasmda bulunduğu kimse
lere bidirmesi. Tasavvuru dahi güç birşeydir bu. Du-
rumlannm, gizli açık hallerinin gökten gelen haber
le bildirilmesi. Daha başlangıçta adım larm m düzel
tilmesi, kendileriyle alâkah hususlarda işaretler ve
rilmesi. İçlerinden birisinin bir hareketi yapıp, bir sö
zü söyleyip, bir heyecan duyup kendinden geçtiği za
man hemen gökyüzünün bütün bunlardan haberdar
olması, AUah’m Resulüne olan hadiseyi haber verme
si ve bu durumda ne yapacağını, nasıl hareket edece
ğini bildirmesi kolay birşey değildir. A m a durum böy
le olmuştur. Bu büyük bir hadisedir. Bu dehşetengiz
bir gerçektir. Bunu olduğu gibi görenler belki de bü
yüklüğünü ve 3diceliğini hissetm eyebilirler. Bunun
için zaten onun varlığı böyle bir üslûpla anlatılmış
ve o noktaya dikkat çekümiştir.
i^Hem bilin ki içinizde Allah’ın peygamberi vardır.n
Bilin bunu ve ona göre kadir ve kıym etini takdir
edin. Bu sizin için çok büyük bir haldir. Bu bü3nik me
seleyi bilm enin gereği olarak Allah’m ve R esulü’nün
huzurunda öne geçmemek gerekir. Â yet-i kerîm e bu
hatırlatma3n daha da aydınlatarak, kuvvetlendirerek
116
Resûlullah (s.a .v .)’m va h yin in ilhanunm dinlenilm esi-
niQ kendileri için ha3nr, rahm et ve kolaylık olduğu
nu haber veriyor. P eygam berin söylediği şeyler ken
dilerine zor da gelse, rahatların ı da kaçırsa ona itaat
etmelerinin ha3arlarm a olduğunu bildiriyor. Şüphesiz
ki Allah kendUeri için n eyin hayırlı olduğım u en iyi
bilir. AUah’m belirttiğin e göre peygam berin aralarm -
da bulunması b ir İlâhi rahm ettir :
(iŞayet o 'birçok işlerde size uymuş olsaydı şüphe
siz ki sıkıntıya düşerdiniz.n
Bu ifadede onlarm , işi A lla h ’a ve Resulüne hava
le etmelerini, ilah i barışa dahil olm alarm ı, İlâhi ted
bire teslim olm alarını ve em ri olduğu gibi kabul edip
birşey öne sürm elerini im a etm ektedir.
Ve ardm dan k en d ilerin e lütfedilen îman sıfatma
dikkat çekilm ekte, îm an sevgisi adm a kalpleri hare
kete geçirilm ekte, îm anm gü zelliği ve fazileti açıklan-
makta, ruhları îm an b a ğ ı ile bağlanm akta, küfür, fâ-
sıklık ve gü n ah k ârlık k ötü len erek bütün bunlann
kendilerine lü tfed ilm esin in AUah’m bir feyzi ve rah
meti olduğu b ey a n edilm ektedir.
«Ama Allah size îmanı sevdirmiş ve onu kalplerini
ze güzel göstermiştir.y> K üfrü, fâsiklığı, isyanı da çir
kin göstermiştir. İşte rüştünü bulanlar da onların ta
kendüeridir. Bu Allah’ın bir fazlu nimetidir. Ve Allah
Alîm’dir, Hakîm’dir.y> (H ucurât, 7-8)
AUah’m , kuU arm dan b ir gru bu kalplerine îm a-
m yerleştirm ek v e on u n la harekete geçirerek süsle
mek için seçm esi on larm d a kalplerine yerleştirilen
bu îmana ca n atm on d ak i h a3ncı ve güzelliği görm ele
ri... Evet işte b u seçiş şüphesiz k i AUah’m bir fazlı,
bir nim etidir. B ütün n im etler, bütün lü tu flar onun
çok gerisinde k alır. H attâ va rlık ve hayat nim eti d a
hi hakikati itib a riy le îm an nim etinden çok daha
önemsiz ve çok daha değersizdir. Nitekim Hak Teâlâ
biraz sonra gelecek olan âyeti kerim elerden birisin
de buyurur ki <iBilâkis sizi imana erdirdiği için Allah
size minnet eder. Şayet sadıklardan iseniz.» Biz inşal
lah yeri geldiğinde bu îman m innetinden söz edece
ğiz.
Bmrada dikkatleri üzerinde toplayan husus Hak
Teâlâ’nm insanlar için hayır irade buyurduğunun ha
tırlatılması, mü’minlerin kalbini şerden, küfürden,
fasıkhktan ve isyandan onun kurtarrmş olm asının ve
fazlu nimetinin eseri olarak onlara doğru yolu göster
miş nlmajiinın aanlmasıdu”. Bütün bunlarm A llah’ın
ilim ve hikmetine dayandığmm belirtilm esidir. Bu
hakikatlarin belirtilmesinden maksat onlara her ha
reketlerinde Allah’a yönelmeleri, O’nun iradesine tes
lim ohnalan, bu iradenin ötesindeki hayır ve bereke
ti beklemelerini ima etmektir. Çünkü A llah kendile
rine hajm seçmektedir. Allah’m resulü ise kendileri
ni ellerinden tutup bu ha3u^a götürm ektedir. îşte bu
rada kastolunan asıl tevcihat budur. A m a gerçek
odur ki insanoğlu acele eder. Adam m m arkasm da
nelerin olduğunu bilmez. Nerede hayır nerede şer ol
duğunu bümeden kendisi için, başkaları için istekler
de bulunur. «7e insanoğlu hayır istediği gibi şer de is
ter. Ve insan aceleci oldu.» (İsrâ, 170) A m a A llah’a
teslim olup her yönden selâmete girse, A llah’m ken
disi için seçtiği nimetlere n za gösterse, A llah ’m ter
cihlerinden üstün olduğuna güvense, Hak Teâlâ’nm
kendileri için daha merhametli ve daha çok h ayır di
lediğini bilse rahat edecek, huzur bulacak sükûna
erecek. Ve bu küçücük gezegen üzerindeki seyahati
esnasmda güven ve huzurla yoluna devam edecek,
Evet ama bütün bunlar Allah’m bir lütfü, b ir ikram ı
dır ki onu ancak ve ancak dilediklerine verir.
118
ii.Eğer mü’mînlerden iki taife birbiriyle döğüşür-
lerse aralarını düzeltin. Şayet biri diğeri üzerine sal
dırırsa o saldıranla Allah’ın buyruğuna dönünceye ka
dar savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle bu
lun. Ve adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah adil davra
nanları sever.»
VMü’minler ancak kardeştirler. Öyle ise iki kardeşi
nizin arasını düzeltin. Ve Allah’ tan korkun ki esirgene-
siniz.» (Hucurât, 9-10)
Mü’m in k itleyi çekişm eden, arzu ve heyecanlann
tesiri altm da birbirin e düşm eden m uhafaza edebil
mek için bu, hem hukuki hem de am eli bir kaidedir.
Fasıkm getirdiği h a b erin araştırılm asm ı, yersiz bir
yiğitliğe kapılarak heyecan lan ıp patlam am ayı, acele
etmemeyi, önce tespit edip iyice araştırm ayı belirten
hükümden sonra b u kaide gelm ektedir.
İster bu âyetin iniş sebebi bazı rivayetlerin nak
lettiği gibi b elli b ir h adise ü e alâkalı olsun, ister bu
gibi halleri telâ fi etm ek için konulan b ir hüküm olsun
umumiyeti itib a riyle İslâm cem iyetini dağınıklıktan,
parçalanmaktan k oru y a n son d erece m uhkem bir ka
idedir. K oru yuculuğunun ya n ısıra hakkı, adaleti, ısla
hı yerleştirm ekte v e bü tü n hususlarda AUah’m tak-
vasma m üracaat ed ip rahm etini beklem eîd, adaleti
ve iyiliği yerleştirm eyi belirtm ektedir. Kur’an-ı Ke
rim m üm inlerden ik i g ru p arasm da çatışm anm m üm
kün olabileceğini y a teorik olarak ele alm akta veya
hut böyle b ir ih tim ali te lâ fi etm ektedir. H er iki grup
birbirleriyle savaşm ak la bera b er îm an vasfm ı yitir
mezler. H attâ b irisi d iğ erin e zulm etm iş de olabilir.
Veya her ik i top lu lu ğım d a bazı noktalarda birbirine
zulmettiği görü leb ilir. A y et-i kerim e o karşüaşan ve
çatışan ik i gru b u n d ışm d a kalan m ü m in leri b u ik i
taifenin arasm ı d ü zeltip ıslah etm ekle m ükellef kı-
lıyor. Şayet bunlardan birisi işi azıtır, hakka dönme
yi kabul etmezse ki, daha üeri gidip A llah’ın hükmü
nü kabul etmemesi veya sulhu reddetm esi de vaki
olabilir, o zaman m ü’minlerin vazifesi azgm larla sa
vaşmak ve onlarla Allah’m emrine rücu edene kadar
muharebe etmektir. Allah’m bu konudaki em ri ise
mü’minler arasmda husumeti kaldırıp ihtilâfa düşü
len konuda Allah’m hükmünü kabul ederek savaşı ve
çatışmayı kesmektir. Azgmların A llah’m hükmünü
kabul etmeleri gerçekleşince ince bir adalete ve Allah’
m nzasm a uygun olan ıslah am eliyesini gerçekleştir
meye başlar mü’m inler: «Vs odcdstli düvvünm. Şüp
hesiz ki Allah adil davrananları sever.»
Bütün bu davetin ve hükmün ardından gelen
ifade îman edenlerin kalbini harekete geçirm ekte,
araJarmdaki kopmaz bağı canlandırm akta, daha ön
ce tefrikada iken kendilerini bu bağm birleştirdiğini,
çatışan kalplerinin bu bağ ile dost olduğunu belirt
mekte, Allah’tan korkmayı ve rahm etini beklem eyi
hatırlatmaktadır;
«Mü’minler ancak kardeştirler. Öyle ise iki karde
şinizin arasım düzeltin. Ve Allah’tan korkun ki esir-
genesiniz.r>
Bu kardeşliğin gereği olarak İslâm cem aati ara
smda yardımlaşma, birlik, sevişme ve sulhun temel
esas olm ası icabeder. İhtilâf, çatışm a g ib i hususlar
istisnai haller olmalı ve vukuu anm da ana esasa ha
vale edilmelidir. Bu temel esasm yerleştirilm esi için
aşın davranan ve saldıran kardeşleıini m ü’m inlerin
durdunnasmı sağlayan savaşı m übah kdm ahdır. Ve
böylece onlar yeniden safa girdirOmeli ve bu tem el
kaideden sapmalar önlenmehdir. Ki bu kesin b ir ic
raatı, k a fi bir karan gerektirir.
120
Yine bu kaidenin ica b ı olarak bu gib i hükm e dön
dürme için yapılan savaşlarda yaralılara karşı kötü
muamele yapılm am ası, esir aJmanlarm öldürülm em e-
si, savaşı bırakıp silâJıı atanların takip edilm em esi ve
saldıranlarm m alm m ganim et olarak alm m am ası ge
rekir. Çünkü böyle b ir savaşm asıl gayesi savaşılan
kitleyi öldürm ek değil on ları saflara çekm ek ve İslâm
kardeşliği bayrağınm altın a toplam aktır.
Nitekim bu esasa dayanarak İmam A li (r.a.)
Cemel ve S ıffîn va k ıaların da asilerle savaşmış ve
onunla birlikte sahâbe-i kirâm m ileri gelenleri savaşa
katılmışlardı. A ralarm d a Sa’d, M uham m ed ibn Mes-
leme, Usama İbn Z eyd ve ib n Ö m er gibi bazı zevat
savaş konusunda fa rk lı görü şe sahip olm uşlar ve sa
vaşa katılm am ışlardır. B unun sebebi ya zamanmda
hakikati görüp d eğerlendirem em işler veya savaşa ka
tılmayı fitne olarak telak k i etm işlerdir. Yahut da
İmam Cassâs’m d ed iği g ib i «O nlar m eşru im am m be
raberindekilerle b irlik te asüerin hakkm dan gelecek
lerini kabul ederek bu n u n için savaşa katılm am ayı
yeğ tutm uşlardır.» B irin ci ih tim al ise daha kuvvetli
dir. Nitekim on lard an n ak led ilen bazı sözler bu ihti-
malm kuvvetli old u ğu n u gösterm ektedir.
Açıkça g örü lü y or k i A lla h ’m em rine dönene ka
dar azgm lar gü ru h u yla savaş nizam ı bu konudaki
beşeri hareketlerin v e çatışm alarm çok öncesinde vu
ku bulmuş ve h er tü rlü a3nplardan eksikliklerden
uzak bir nizam dır. İn san lar b u g ib i durum larda isyan
ve ihtilal h arek etlerin e g irişerek çok kötü tecrübeler
le yüz yüze gelm işler v e ço k a c ı sonuçlar elde etm iş-
lerlerdir. A m a b u n iza m d a on larm hiçbirisine y e r
yoktur. A yrıca b u A lla h ’m hükm üne döndürm e nizâ
mı mutlak adaletin, em an et ve tem izliğin ifadesidir.
Çünkü böylece h içb ir a rzu ve hevesin m ahkûm u o l-
mayan, hiçbir eksik ve kusurun sirayet etm ediği ila
hi em re dönülmektedir. Ne yazık ki beşeriyet, baht
sız İnsanlık, önünde hazır dosdoğru yol dururken, gi
diyor eğri büğrü sapık ve çetrefilli yollara sapıyor.
Kimi zaman kayıyor, kimi zaman çöküyor, kim i za
m an da düşüyor:
<iEy mü’minler, bir topluluk bir topluluğu alaya
almasın. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlvhr-
lar. Kadınlar da kadınlan alaya almasınlar. Belki on
lar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi
ayıplamayın ve birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın.
Ne kötü addır îmandan sonra fasıklık. Kim de tevbe
etmezse içte onlar zalimlerin ta kendileridir.)) (Hucu-
rât, 11)
İslâm’m koyduğu ideal cemiyet nizam ı yüce bir
edep ve ahlâka sahip bir nizamdır. Bu nizam da her
ferdin haysiyeti vardır, dokunulmaz. Ferdin haysiye
ti cemiyetin haysiyetidir. Herhangi bir ferd e tecavüz
bizzat cemiyete tecavüz gibidir. Ve tecavüz edenin
kendisine racidir. Çünkü İslâm cenıaati bir bütün
dür. Müslümanlann haysiyet ve şerefi de birbirinin
haysiyet ve şerefi demektir. Bu K u ran âyeti m ü’min-
lere şu sevimli nida üe sesleniyor: «Sy mü’minler))
Ve bu seslenişten sonra bir topluluğun d iğer toplu
lukla alay etmesini yasaklıyor. Erkeklerin erkeklerle
alay etmemesini büdiriyor. Olabilir ki A llah katmda
alay ettikleri kendilerinden daha hayırlıdır. Kadm-
1ar da kadınlarla alay etmesinler. Çünkü AUah’m öl
çüsünde alay edilenlerin alay edenlerden daha ha-
yırh olm ası muhtemelidir. Bu ifade ayrıca gizli ola
rak şunu im a etmektedir; gerek erkekler gerekse ka
dınlar kendilerini dış görünüşlerine göre ölçm esinler.
Çünkü dış görünüşler insanlarm ölçülebileceği ger
çek değerler değildir. Daha başka değerler vardır ki
122
onlan A llah bilir. B ir zengin kişi, fak ir kişiyle alay
etmiş olabilir. G ü çlü ola n güçsüzle, n on n al olan anor
mal olan ile m aharet sah ibi zeki olan budala ve ap
tal birisiyle alay etm iş olabilir. Çocuğu olan kısırla,
akrabası olan kim sesizle alay etm iş olabüir, güzel
çirkinle, genç yaşlıyla sağlam sakat ile zengin fakirle
alay etmiş o la b ilir... A m a şunu unutm am ak gerekir
ki bütün bun lar ve ben zeri haller yeryüzünün değer
leridir. A llah’ın ölçü sü n de y eri yoktur. A llah’m ölçü
sü bunlardan çok d aha fa rk lı ağırlıklarla bir yana
ağır basabilir. V eya yü kselebilir. Kur’an-ı Kerim bu
gizli iman ile d e yetin m eyerek bir adım daha atıyor
ve îman k ardeşliği duygusunu harekete geçiriyor.
İnanananlara bir tek şahıs olduklarını, içlerinden bi
risini ayıplayanm k en d isin i ayıplam ış, olacağm ı be
lirtiyor : «Kendi kendinizi ayıplamaym.r,^
Alay ve ayıplam anın yam sıra arkadaşların ho
şuna gitm eyecek ve on d a b ir n ev i alay ve ayıplam a
hissi bırakacak ola n k ötü lâk aplarla çağırm a da ay-
m şekildedir. M ü’m tnin m üm in ü zeıiadeM haklarm -
dan birisi de on u k ü çü k dü şü recek ve hoşuna gitm e
yecek kötü lâk ap larla çağırm am asıdır. M ü’m inin m ü’-
mine karşı edebi, b u şekilde kardeşine eziyet etm em e
sidir. Nitekim Hz. P eygam ber cahiliyet devrinde takı
lan lâkap ve ad lard an b ir kısm ım değiştirm iş, asha-
bmı küçük dü şü rü cü v e y a h orla y ıcı nitelikteki lâkap
lardan, adlardan p eyg a m b erin îrtice kalbi rahatsız
olmuştur.
Âyeti kerim e A lla h ’ın ölçüsündeki gerçek değer
leri belirttikten, k ard eşlik duygusunu kuvvetlendir
dikten, m ü m in lerin b ir tek fe rt olduklarım anlatarak
îman gerçeğin i h arek ete geçirdikten sonra bu yü ce
vasfı kaybetm ekten sak ın dırıyor. A lay, ayıplam a ve
kötü lâkapla çağırm an m sonucu îm andan çıkıp fâ -
sıkbğa girm enin tehlikesine dikkatleri çe k iy o r : «Ne
kötü addır îmandan sonra fâsıkhk.» İm andan dönme
ye benzer bir haldir bu. Sonra da bunun zulüm oldu
ğunu kabul ederek onJan kötü âkibetle tehdit etmek
tedir. Bilindiği gibi zulüm tabiri Kur’an-ı Kerim ’de
şirk mânasına kullanılır. «Kim de tevbe etm ezse işte
onlar zalimlerin ta kendileridir.^ Böylece o yüce cemi
yetin psikolojik kaideleri yerleştirilm iş o lu y o r :
«Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının.
Çünkü bazı zan günahtır. Birbirinizin kusurunu araş
tırmayın, kimse kimseyi çekiştirmesin. Hangi biriniz
ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır. İşte bundan tik
sindiniz değil mi? Allah’dan korkun şüphesiz ki Allah
Tevvdb’dır, Rahim’dir.y> (Hucurât, 12)
Bu âyeti kerime şahıslarm haysiyeti, şeref ve
hürriyeti üe alâkah olarak o 3dice cem iyetin ideal
)
prensiplerinden birisini koym aktadır. İnsanlara çok
tesirli bir üslûp ile duygu ve vicdanlarını nasıl temiz
leyeceklerini öğretirken onun yanı sıra bir de duvar
örmektedir.
«Ey iman edenler.y> Sonra o îm an edenlere birçok
zandan kaçmmalarmı emretmekte ve başk alan hak-
kmda içlerinden geçen şüphe ve zanlara k en d ilerin i,
kaptırmamalarım buyurmaktadır. Buna sebep olarak
da şu hususu gösterm ektedir: «Çünkü bazı zan gü
nahtın. Mademki yasak; zanlarm birçoğundandır ve
kaide olarak bazı zanlar da günahtır, şu halde bu
âyeti kerime kötü zandan tamamen kaçm üm ayı ima
etmektedir. Zira kişi hangi zanlarm günah olacağm ı
bümez. Böylece vicdanlar içinden tem izlenm ekte ve
kötü zanlara bulaşarak günaha girilm esi önlenm ekte
dir. Her türlü şüphe ve zanlardan uzak olarak terte
miz bırakılmaktadır. Kardeşlerine karşı k ötü zannm
yıpratacağı hiçbir husus bulunmaksızm sevgi beslen-
124
mesi sağlanm aktadır. Şüphelerin kirletm esi önlen
mekte, kararsızlık ve bekleyişlerin rahatsız etm eyece
ği emniyet havası sağlanm aktadır. Kötü zanlardan
arınmış bir cem iyette insan ruhu ne kadar huzur bu
lur.
Ama İslâm m eseleyi vicdanları ve kalpleri tem iz
leyerek bu tem iz n ok tada olduğu gibi bırakm az. Bi
lâkis bu hüküm b ir team ül olarak yerleşir. însanla-
rm yaşadıkları tem iz toplum içerisinde konulan hu
kuk prensipleri arasm da b ir çit olarak gerilir. Kimse
zanlara göre ayıplanm az. Şüpheye göre hüküm ve
rilmez. V e hakim ön ü n de zan bir esas olmaz. İnsan
lar hakkında k a ra r verm ek için zanlarla hareket
edilmez. N itekim R esulullah (s.a.v) buyurur k i: «Zan-
na düştüğün zam an tahkik etm eden hüküm verme.»
Yani insanlar toplum için d e tem iz olarak kalm alıdır
lar. Hak ve h ü rriyetleri korun m alı ve saygı görm eli
dir. Yaptıkları şeyin g erçek olup olm adığı tam ola
rak vuzuh b u lu n ca ya k ad ar h içb ir şekilde muhakem e
edilm emelidirler. E traflarm da dönüp dolaşan zanla
ra dayanılarak araştırm a ve takibat m evzuu olm a
malıdırlar.
Hangi insan h ak v e hürriyeti, hangi insan şeref
ve haysiyeti ü zerin d e du ran cem iyet ve görüş bu âye
tin ulaştığı m ertebeye u laşabilir? İnsan haklarm ı ve
haysiyetini k oru m ak iddiasm da olan hangi dem okra
tik m em leket b u â y eti kerim enin ulaştığı ve K ur’an-ı
Kerim’m inan an lara seslen diği bu hükm ün yanm a
ulaşabilir? H albuki îslâ m cem iyeti, fiilen bu gerçek
ler üzerine k aim olm uş, ön ce kalplerde sonra hayat
ta bu prensipleri gerçek leştirm iştir. Â yeti kerim e zan
lardan kaçm ılm ak la aJâkah olarak toplum u tem inat
altma alan b ir b a şk a p ren sip daha getirm ek ted ir:
«Binhirinizin kusurunu ara§tırmaytn.y>
Kusur araştırmak zandan sonraki bir hareket
olabilir. Yahutta kötülükleri anlam ak ve ayıplan
açıklam ak için ilk baştan gtrişüen bir davranış olabi
lir. Kur’an-ı Kerim bu aşağılık harekete ahlâkî yön
den karşı çıkıyor ve böylece başkalannm gizli nokta
larım araştırmak ve fenahklarm ı açıklam ak gib i kö
tü hareketlerden gönülleri antm aya çalışıyor. Fakat
mesele tesiri bakımmdan belirttiğim izden çok daha
şumüUüdür. Ayıp araştırmamak İslâm ’m toplum sal
niya-mının hukuki ve pratikteki icraatm m ana pren
siplerinden birisidir. Elbette ki h içbir şekilde çiğne-
mlmeyecek ve hiçbir halde dokunulm ayacak olan in
san hak ve hürriyetleri şeref ve haysiyetleri vardır.
Yüce ve temiz İslâm cemiyetinde insanlar hem ken
dilerinden, hem yuvalanndan, hem de gizli kapah
noktalanndan emin olarak yaşarlar. Her ne sebeple
olursa olsun şahıslarm dokunulm azhğım çiğnem ek,
aile mahremiyetini ayaklar altma alm ak için b ir se
bep bulımamaz. Hattâ suçlu aram a ve tahkik etme
sebebi İslâm Tiizaımna. göre insanlarm kusurunu araş-
tumak ve dokunulmazhklarmı çiğnem ek için vesüe
olamaz. Herkes dış görünüşüne göre değerlendirilir.
İç görünüşlerine göre takibata m aruz bırakılam az.
Ancak ve ancak dışarıya sızan suçlar ve em re aykırı
hareketler koğuşturma mevzuu olabilir. H iç kim senin
zan ve tahminlere göre, kimsenin görm ediği bir yer
de herhangi bir yasağa tevessül ettiğinin kabulü ve
ya bilinmesi halinde dahi takibata m aruz bırakıp ya
kalamak için peşinden koğuşturma yapm ak m üm kün
değildir. Yapılabilecek tek şey vardır. O da suçlum m
suçu işlediği ve açığa vurduğu zaman yakalanm ası
dır. Bunun yam sıra suçun nev’ine göre verilm esi ge
reken hükümlerle alâkalı diğer garantiler de m ev
cuttur.
126
Ebû D avud nalsleder, Ebû Bekir îbn Şeybe dem iş
ki, bize Ebû M uâviye A ’m eş’den, o da Zeyd İbn V eh b’-
den nakletti ve d ed i ki, İbn M es’ûd’a birisi geldi ve
falancanm sakalından içk i dandıyor dedi. O zam an
ibn Mes’ûd bu5aırdu k i : «Biz tecessüs etm ekten neh-
yolunduk. Açığa vurduğu zaman, onu yakalayabiliriz.
ancak.r>
M ücâhid’de birbirin izin kusunm u araştırm aym
âyetinden m aksat ^^açığa çıkanı alın, gizli kalanı bıra
kın demektin der.
İmam A hm ed U k be’nin kâtibi D ecin’den nakle
der ve der k i : Ben U kbe’ye kom şularım ızdan bir kıs-
mmm içki içtiğin i, bu n u n üzerine zabıtayı çağırıp
yakalattığımızı söylediğim de dedi k i : ö y le yapma, on
lara önce öğü t v er ve tehdit et. Bunun üzerine söyle
nileni yaptım am a on lar yin e vazgeçm ediler. Bu du
rumda gelip U kbeye, öğ ü t verip vazgeçirm ek istedi
ğimi fakat on ların vazgeçm ed iğin i artık zabıtayı ha
berdar edip ya k ala ta ca ğım ı söyle3dnce Ukbe dedi k i:
«Vay haline sakm yapm a. Ç ünkü ben Hz. Peygam-
ber’den şöyle d ed iğin i iş ittim : «üTim bir mv/minin ayı
bını gizlerse sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız
çocuğunu kabrinden kaldırarak diriltmiş gibidirj>
Süfyan el-S evrî, S a’d oğlu R aşid’den o da Ebu Süf-
yan oğlu M uâviye’d en n ak led er ve d er k i ; Ben Resu-
lullah (s.a.vid an şöyle buyu rdu ğu n u işittim : «Eğer
sen insanların gizli ayıplarını araştıracak olursan onla
rı ifsat etmiş veya fesada yaklaştırmış olursun.» Ebû
Derdâ Cr.a.) der k i : M u âviye (r.a.)n in Resulullah
(s.a.v)dan du yduğu b u h adis inşallah ençok kendisi
ne fayda verm iş olsun.
Böylece âyeti k erim e İslâm cem iyetinin pratik n i-
zammı kurm a hususunda kendisine has yerini alm ış
ve sadece k alp leri tem izlem ek, vicdanları arıtm ak için
eğitici bir unsur olarak kalmamış, bilâkis insan hak
ve hürriyetlerinin korunması, uzaktan veya yakından
sebepsiz yere dokunulmazlıklarının tecavüze uğra
maması için gerekh hükmü yerleştirm iştir.
Nerde o yüce ufuklar?... Nerde o uzak mesafe
ler?... Ve nerde bugün ondan bindörtyüz şu kadar yıl
sonra insan hak ve hürriyetlerini korum ak için çır
pınan ve adma demokratik toplum lar denilen millet
lerin özenip durduğu şeyler?...
Ve bunlardan sonra Kur’ân’m ibda’gücünün ese
ri olan fevkalâde bir ifade geliyor, gıybetin yasaklan-
masıyle ilgili olarak:
«Kimse kimseyi çekiştirmesin. Hangi biriniz ölü
kardeşinin etini yemekten hoşlanır? İşte bundan tiksin
diniz değil miv?
Birbirinizi çekiştirmeyin. Ve bundan sonra insan
ruhunun hassasiyetini azaltan, şiddetini daha da yay-
gmlaştırarak işkenceye maruz bırakıp üzen b ir tab
lo göstermektedir. Bu tabloda ölü kardeşinin etini y i-.
yen bir kardeş yer alıyor. Ve hem en âyeti kerim e bu
iğrenç hareketten hepsinin nefret ettiğini açıklıyor.
Bu tablodan nefret ettiklerine göre öyleyse gıybetten
de nefret etmektedirler.
Büâhare âyetle yasaklanan zan, tecessüs ve gıy
bet duygulanndan sonra takva ruhunu canlandıran
ve bu gibi hareketlere tevessül etmiş olanların İlâhi
rahmete ermesi için tevbeye sanim asm ı belirten bir
hüküm varid oluyor.
«Allah’tan korkun, şüphesiz ki Allah Tevvâb’dır,
Rahîm’dir.r)
Bu hüküm İslâm cemiyetinin hayatm da yaygm
bir şekle girerek insanlarm şeref ve haysiyeti etra-
fm a bir tel örgü gerer. Kalplere ve ruhlara sağlam
bir terbiye engeli koyar. Bu hususta Hz. Peygam ber
128
iğrenç gıybet hastalığından kişileri kurtannak için
Kur’an’ın o hayret v erici üslubunun çizdiği iğren ç ve
dehşet tablosuna u ygu n şekilde son derece şiddet
göstermiştir.
Ebu D avud’dan rivayet edilen bir hadiste A bdul-
aziz, İbn M uham m ed’den o da A lâ’dan o da babasın
dan, o da Ebu H üreyre’d en şunu nakleder: Resulul-
lah (s.a.v)a gıybet nedir diye sorulduğunda Hz. Pey
gamber buyurur M : kardeşini hoşuna gitm eyecek şey
le anmandır. O zaman ya kardeşimde söylediğim şeyler
varsa, diye sorulunca, Resulullah (s.a.v.) buyurur k i :
«■Eğer söylediğin şeyler onda varsa zaten gıybet etmiş
oluyorsun. Şayet yoksa iftira etmiş oluyorsun.r> (Bu
hadis Tirm izi riva y et ed er ve Sahih olduğunu bildi
rir.)
Ebu D avud d er k i : «M üsedded Yahya’dan o da
Süfyan’dan, o da A li’den o d a Ebu H üzeyfe’den nak
leder ve Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber^ «Safiye’nin şöyle
olduğunu söylem em yeter diyerek kısalığına işaret etti
ğini)) nakleder. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) bu
yurur k i : «Öyle bir söz söyledin ki bir denizin suyuna
kanştırılsaydı orayı karıştırdı.)) Yine Hz. Âişe der ki
Ben Hz. Peygam bere bir insandan söz ettim. O zaman
Hz. Peygamber buyurdu ki; «Bende şu ve şu hareketler
bulunurken bir başka insanın durumundan söz ettirme
yi sevmem.))
Yine Ebu Davud, Enes İbn Malik’den nakleder ve
der ki Resulullah (s.a.v) buyurmuş k i : «Miraca çıktı
ğım gece bakırdan tırnaklan olan yüzlerini ve göğüsle
rini tırmalayan bir topluluk gördüm. Bunlar da kim ya
Cebrail dediğimde bunlar insanlann etini yiyen ve on
ların haysiyetine tecavüz edenlerdir karşılığını verdi.))
Maiz ve G am idiye kabilesinden bir kadın işledik
leri zina suçunu hu zu ru nebevide itiraf edince Resu-
luUah (s.a.v) onlarm kendiliklerinden suçlarını itiraf
etm eleri üzerine kurtarmak için çok İsrar ettiyse de
onlar recim hususunda İsrar ettiler ve Peygamber
(s.a.v.) de recmetti. Bu arada iki kişinin b irb irin e: «Gö
rüyor musun şunu? Allah kendisinin günahını gizlemiş
am a o bunu gizlemek istemiyor ve köpekler gibi recmo-
lunuyor.» Dediklerini duymuş. Bir süre sonra da bir
merkep İaşesine rastgelince buyurm uş ki falan ve
falan nerede inip şunu yesinler. Onlar dem işler ki:
Allah bağışlasm seni Ey Allah’m Resulü h iç yenir mi
bunlar? Hz. Peygamber bu3rurmuş k i : «Biraz önce o
iki kardeşiniz hakkmda söyledikleriniz bunu yemek
ten çok daha beter. Nefsim kudret elinde olan Allah’a
and içerim ki şimdi o cennet nehirleri içerisinde yü
züp duruyor.»
îşte böyle bir tedavi ile Hz. Peygam ber İslâm ce
miyetini arıtıp temizlemiş ve öyle bir yü celiğe yük-
seltümiş ki tarihi gerçekler arasında o cem iyet bir
ideal, bir hayal olarak kalmış.
130
M ü ’m in A lla h ’ın dostudur. Gündelik hayatta bile
dostlar birb irin i y a ln ız bırakmazken, Allah Teâlâ
kendi dostlarını y a ln ız bırakacak değildir elbette.
A n ca k A lla h ’a d ost oh n a k b ir akrabalık ve tanışık-
h k işi de d eğildir. A lla h ’a dost ohnak belirli değer
lere v e ölçü le re sa h ip olm a yı icabettirir. Yoksa Y a
hudi’lerin v e H ıristiy a n la n n dedikleri türden bir
dostluk h içb ir m a n a ifa d e etmez. Kezâ müslüma-
nım d ey ip te, İslâm ile h içb ir ilgi kurmamış olan
gü nüm üz m ü slü m a n la rın m yaptığı gibi sıkışmca
«m üslüm am z, öy ley se A lla h yardım eder» diyerek
m üslüm anlığı b ir m in n et n edeni yapm ak ta anlam
sızdır.
AUah’ın dostu o la n rnu’m in; fa la n ca veya filan
ca kişinin b eğ en isin i kazan an kişi değil, yalm zca
A llalı’ın belirttiğ i özellik leri taşıyan kişidir.
131
1er, o lütfün, hakikatim da bilem ezler... A ncak O’nu
verenin hakikatm idrâk eden, O’nu A llah olarak tanı
yan, şu korkunç kâinatm hülâsası olan insanın yara
tıcısı olarak kabul eden, onun yüceliğine, eşsiz bir
kudrete sahip olduğuna, bir tane olduğuna, mülkiye
tine her türlü tasarruf hakkma sahip olduğuna, kul-
lanna sevgi ve lütufla muamele ettiğine, her kulun,
O’nun yüce kudretinin eseri olduğuna, O ’nun daima
diri, ezeh ve ebedi, evvel âhir ve bâtm olduğuna ina
nan insanlar, bu lütfün hakıkatmı idrâk edebilirler...
Kulun Rabbini sevebilmesi de kendisi için bir ni
mettir. Fakat onu tadım alm ayanlar bu nim etin kıy
metini idrâk edemezler. ARah’m kuUarm dan birini
sevmesi, büyük ve muazzam bir m esele, engin ve taş-
km bir fazilet olunca; kulun A llah’m ı sevm esi ve di
ğer bütün sevgilerde eşi benzeri bulunm ayan bu bi
ricik güzel lezzetin zevkini tattırm ası suretiyle kulu
na olan nimeti de, keza büyük ve m uazzam b ir nimet,
engin ve sonsuz bir fazüettir.
Allah’m kuUarmdan birini sevm esi, kelimelerin
ifade gücünü aşan muazzam bir m esele olunca; ku
lun rabbini sevmesi de, ifadelerm takat getirem edi
ği bir meseledir. Ancak bazı seven insanlarm sözle
rinden bu, bîr nebze anlaşılabilir...
İşte bu kapı sadık tasavvuf erlerinden H akka er
miş olanlarmyükseldikleri kapıdır... A m a bunlar; ta
savvuf hırkası giyen ve tasavvuf tarihinde zikri ge
çenler arasmda çok azdır. Rabiatül A d eviyye’n in mıs-
ralanndan dökülen şu ifadeler bu eşşiz sevginin en
gin zevkini hâlâ his âlemine intikal ettirir:
«Sen tath ol da, bütün hayat zehir olsım .
Sen razı ol da bütün insanlar öfkeyle dolsun.
Benim aram yeter ki iyi olsun seninle
132
isterse haxab olsu n son ra bütün âlem le
Gerisi hep boştur, olu rsa benim le senin dostluğun
Toprağm üstündeki her şey toprak olacak tır
elbet bir g ü n »...
Allah’tan kullara, kullardan da lütfedici ve in ’am
edici Allah’a tevcih edilen b u sevgi, şu vücudu doldu
ruyor, şu geniş kâin ata ya5ah yor ve her canhnm, her
şeyin asü tabiatı h alin e geliyor. O, şu vücudu örten
hem hava, hem d e g ölg e m esabesindedir. Seven ve
sevüen şu k ulun şahsm da bütün insan vdriığm ı ör
ter. İhata ed er...
İslâmi tasavvur, m üm inle Rabbini, bu sevim li ve
hayretâmiz rabıta ile birbirin e bağlar. Bu bağ bir de
faya mahsus g e çici b ir nesne değildir. O, bu tasavvur
da bir asıl, b ir hak ikat ve k öklü u n su rd u r:
dman edip salih am el işleyenlere, Rahman; gönül
lerde sevgi uyandırır.)-) (M eryem , 96)
(iRabbim çok merham etlidir, çok sevgûidir.y) (Hûd,
90)
«O; bağışlayandır, sevendir.)) (Burûc, 14)
uKullarım sana benden sorarlarsa şüphesiz ben çok
yakınımdır. Bana dua edenlerin dualarını kabul ede
rim,)) (Bakara, 186)
aîman edenlerin. Allah'a, olan sevgileri çok kuvvet
li ve devamlıdır.)) (B akara, 165)
«De ki; Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olun
ki Allah da sizi sevsin.)) (Â l-i îm rân, 31)
Ve daha b ir ço k âyeti k erim eler...
Bütün bu n lara rağm en,hâlâ İslâm düşüncesinin
katı bir düşünce old u ğu n u söyleyen, A llah’la insan
arasmdaki m ünasebetin kuvvet, zulüm , ceza, azap,
katılık ve sertlik esasm a dayandığını iddia eden ve
Mesih’i AUah’m oğ lu k abu l edip insanlarla A llah ’ı,
birbirine karıştıranlar ne tuhaf bir cerbeze içindedir
ler?
îslâm i tasavvurun, ubûdiyetüı hakikati ile ulûhi-
yetin hakikatini birbirinden ayırm ak hususunda ke
sin oluşu, Allah’la kul arasmdaki o tatlı sevgiyi zede
lemez. O bir tenzih ve yüceltme m ünasebeti olduğu
gibi, aym zamanda bir sevgi alâkasıdır da. Âlemlerin
Rabbi ile olan münasebetinde beşer vaıhğm m bütün
ihtiyaçlarmı içine alan kâmil bir tasavvurdur o !...
Âyette, bu din için seçüen m üm inlerin sıfatı, hay
ret veren bir ifade ile dile getiriliyor:
viKendisinin onlann seveceği, onların da kendisini
seveceğim (Mâide, 54)
Bu ifade ile mümin kalbinin m uhtaç oldu ğu bütün
duygular dile getiriliyor, yükler hafifletiliyor, yorucu,
meşakkat verici ağmlıklar atılıyor. M üm inlerin ni
metler yağdıran Yüce Mevlâ tarafm dan seçildiği, üs
tün tutulduğu ve Allah’a yakm kıldığı hissettiriliyor...
Sonra âyet, müminlerin diğer alâm etlerini arze-
diyor:
«Müminlere karşı alçak gönüllü»... (M âide, 54)
Bu; kolaylık, yumuşaklık ve itaatten alm an bir
sıfattır. Mü’min, müminlere karşı alçak gönüllüdür...
Ona isyan etmez ve zorluk çıkarm az... Yum uşaktır...
Kolaylaştırıcıdır... M üsamahakârdır... Sevgi dolu bir
kalbe sahiptir... İşte müminlere karşı alçak gönüllü
lüğün manası budur...
Mü’minlere karşı alçak gönüllü olm akta, zillet ve
adilik diye bir şey düşünülemez... Bu b ir kardeşliğin
ifadesidir. Engelleri kaldıran, zorlukları yok eden,
ruhları birbirine kaynaştıran, ruhlarda isyan ve en
gel diye bir unsur bırakmayan fedakâr b ir kardeşli
ğin terennüm üdür... Fakat ruhu, m üm inlerin ruhu
ile kaynaşmca, ne kendisine m ani olan ne d e ona is-
134
yan etmek isteyen b ir unsur bulam az... A llah yolunda
kardeş olarak birleştikten, kendisi m ü’m inleri sevip
müminlerde onu sevdikten ve bu ulvi sevgi aralarm da
yerleştikten sonra, kendisini m üm inlerden nasıl a y n
tutabilir?...
^Kâfirlere karşı onurlu ve güçlüv... (Mâide, 54J
Onlarda, k â firlere k arşı bir direnm e, yüz çevirm e
ve üstünlük v a rd ır... Y oksa bu şahsi bir üstünlük ve
nefsi bir tekebbür değildir. O, akidenin üstünlüğüdür.
Kâfirlere karşı sem alarda dalgalandırdıklan sanca-
ğm yüceliğidir... O, kati bir garantinin ifadesidir ki;
müminler doğru y old a d ırla r... O nlann vazifeleri di
ğer insanları da bu h a y ırlı yola çağırm aktır, kendi ne
fislerine itaate d eğ il... H ele kendilerini başkalarmm
emrine itaate a sla !... S onra o, A llah ’m dininin, arzu ve
heveslerin dinine galip geleceğin in garantisidir... A l
lah’m kuvvetinin d iğer kuvvetlere, A llah’tan yana
olanlarm cah iliyet erbabm a üstün geleceklerinin ifa
desidir... O nlar m utlaka kazan acaklar... Çünkü on
lar, en yüce ve en üstün olan la rd ır... Hâttâ bazan he
zimetle yüzyüze gelseler dahi, m utlaka üstün gelecek
lerdir...
«Ve onlar, Allah yolunda savaşırlar. Hiçbir kınaya
nın kınamasından çekinmezler.r) (M âide, 54)
İnsanlığm h ayrım ıslahm ı ve gelişm esini gerçek
leştirmek için A lla h yolu n d a yapılan savaş... Bu; .^1-
lah’m yeryüzünde d iled iğin i yaptırm ak için seçtiği
müminlerin d iğer b ir sıfa tıd ır...
Onlar, A llah yolu n d a savaşırlar ...Y alnız kendi
nefisleri ve m illetleri, va ta n ve ırklarm m selâm eti u ğ
runda değü... Bütün beşeriyete h ayn n kapılarım a ç
mak için... Bu m eselede on la r için h içbir şey y o k ...
Nefislerine düşen b ir p ay da y ok ... O ancak A llah için
ve Allah yolu n d a ...
Onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınaya
nın kınamasından çekinmezler. İnsanların Rabbinin
sevgisine sahip olanlar, insanların kmamasmdan ne
den korksunlar?... Onlar Allah’ın kanununa tabi olur
lar. Ve hayat için koymuş olduğu nizamına bağlandık
tan sonra, insanlarm alışkanlıklarına, cahiliyet anla-
yışına nesillerin örf ve âdetlerine neden bağh kalsm-
1ar?... ölçü ve hükümlerini; İnsanlarm ve heveslerin
den alan, yardım ve desteği onlardan bekleyenler an
cak insanlarm kmamasmdan korkarlar.
Fakat insanlarm heveslerine, şehvetlerine hâkim
kılması için her şeyi AUah’m ölçüsüne, mikyasma ve
değerlerine indirgeyen, kuvvet ve izzetini Allah’ın
kuvvet ve izzetinden alanlar, insanlar ne derlerse de
sinler, ne yaparlarsa yapsınlar aldırm azlar... İnsanlar
ne durumda olurlarsa olsunlar... Realiteleri ne olursa
olsun... Medeniyetleri, ilimleri, kültürleri ne dereceye
gelirse gelsin onlara asla tesir etmez!...
Şüphesiz biz; insanlarm sözlerini, işlerini, sahip
oldukları şeyleri, üzerinde anlaştıkları hususları, ha-
yatlarmda rehber edindikleri ölçüleri, değerleri daima
hesap eder, düşünürüz... Çünkü biz gafil insanlarız;
veya ölçü ve değerler hususunda başvurmamız lâzım
gelen asıl kaynağı unutuyoruz... O kaynak, Allah’m
nizamıdır...
Herhangi bir müessesenin, bir örf ve âdetin bir
geleneğin ve bir değer ölçüsünün hiçbir kıymeti yok
tur...Fakat bunlar mevcuttur ve bir olgudur... Mil
yonlarca insan bunlara inanıyor, bunlarla yaşıyor ve
bunlan hayatlannm kanunu kabul ediyor... Halbuki
bu, Islâm tasavvurunım kabul etmediği bir ölçüdür.
Herhangi bir örfün, bir müessesenin, bir geleneğin ve
bir değer ölçüsünün kısmet ifade edebilmesi için, bun-
136
ların, bütün değer ve ölçülerin sahibi olan Allah’ın ni
zamında sabit bir esasa bağlanması gerekir.
İşte m üm inler, bundan doloyı A llah yolunda sa
vaşıyorlar ve h içbir kınayıcm ın kınam asm dan çekin
miyorlar... Bu, A llah tarafından seçilen m üm inlerin
ayırıcı özelliğidir.
Sonra A llah ’ın on ları seçm esi... A llah’la o seçilen
insanlar arasında kurulan sevgi... Onlarm tabiat ve
unvanı haline getirilen bu alâm etler... Ruhlarm da A l
lah’a karşı duydukları bu gü ven ... Bütün bunlar, A l-
lah’m lütfü ve ih s a n ıd ır:
«Bu, Allah’ın dilediğine verdiği hol nimetidir. Allah,
Vasi’dir, Alim’dir.» (M âide, 54)
O; geniş hâzinesinden ve hudutsuz ilm inden lüt
fediyor. İlm i ve takdiri gereği düediği kimselere ver
diği bu lütuf ve ihsandan daha geniş ve daha iyi ne
olabilir?...
Allah, îm an edenlere, îm an sıfatm a uygun yegâ
ne dostluk h ed efin i gösteriyor ve edinecekleri kimse
leri kendilerine a ç ık lıy o r : '
aSizin dostunuz ancak Allah, O’nun Peygamberi ve
namaz kılan, zekât ve rükû eden müminlerdir.^ (Mâi
de, 55)
H içbir te’v il ve değiştirm e im kânı olm ayan bu kı
sa ifadelerle h akikati orta ya koyuyor. Böylece İslâmî
hareket ve tasavvurun, yolu n u değiştirip kaydırm a
fırsatı yok oluyor.
Ashnda m eselen in b öy le olm ası da zarurudir.
Çünkü bu, in an ç m eselesidir. Bu insanca uygun ha
reket etm e m eselesid ir... D ostluğu sadece A llah’a
ayırmak, O ’na m u tlak olarak güvenm ek, din olarak
İslâmî kabul etm eyen in sanları kesin olarak birbirin
den ayırm ak için o in san ca uygun hareket etm e dâva
sıdır... İslâm î h arek et cid di ve kuvvetli bir hareket-
tir. Bir tek liderden ve bir tek sancaktan başkasına
dostluk yoktur orada... Orada yardım laşm a, ancak
inanan insanlar arasında yapıhr.
tslâm, sadece bir ünvan değildir... Sadece sancak
ve işaretten de ibaret değildir. Veya dille söylenen bir
söz, mirasla geçen bir nesep ve özel beldelerde ikamet
edenlere ait bir sıfat ta değüdir... Âyet, îm an edenle
rin başta gelen özelliklerinden bir kaçm ı daha açıklı
y or:
aNamaz kılan, zekât veren ve rükû eden mü’min-
ler»...
Onlarm sıfatlarmdan biri, nam az k ılm ak... Sade
ce na.Tna.7.1 eda etmek değildir. Onu daim a kılm ak. Ya
ni-onu tam manasıyle eda etm ek... Tam m anasıyle ya
pılan edadan o namazm neticelerini görm ek mümkün
dür ;
^Gerçekten namaz, hayâsızlıktan ve kötü işlerden
alıkoyar.y) (Ankebut, 45)
Bir insanm kıldığı namaz, kendisini hayâsızlıktan
ve kötü işlerden alıkoymuyorsa, o nam azı kılmamış-
tır... Şayet kılmış olsaydı, AUah’m buyurduğu gibi bu
namaz kendisini onlardan alıkoyardı!
Müminlerin vasıflarından biti de zekât verm ektir.
Yani arzu ve memnuniyetle Allah’a itaati ve O’na
yaklaşmayı hedef alarak mahmn hakkım edâ etmek
tir. Zekât, sadece maU bir vergiden ibaret değildir.
O asrm zamanda ibadettir, yahut m ali b ir ibadettir.
İşte İslâm nizamınm ayırıcı özelliklerinden b iri de bu-
dur. Bu nizam, tek bir ödev ile çeşitli hedefleri gerçek
leştirir... Böyle bir özellik, yeryüzünün h içbir niza-
rmnda m evcut değüdir.
138
Beşerî nizam larda cem iyetin ihtiyacını karşıla
mak için devlet adm a, halk nam m a veya başka bir
isimle fakirlere verilm ek üzere vergi toplanır, zengin
lerden paralar alm ır. A n cak bu hareket, tek bir hede
fi gerçekleştirebilir: m alı m uhtaç olanlara ulaştır
mak!..
Fakat zekâta gelin ce... Her şeyden önce onun is
mi ve manası ile ne kasd ediliyor. Zekât, her şeyden'
evvel temizlik ve arıtm ak manasmadır. O, irt-samn
Allah’a ibadet edebilm esi için vicdamnı temizleyen
bir unsurdur. Böylece fakir kardeşlerine el uzatması
için kendisini uyaran temiz bir şuurdur ki bu da Al
lah’a ibadettir Bunu yapan, âhirette Allah’tan güzel
mükâfatlar beklem ektedir. Yine böylece bereketle ve
mübarek bir iktisadi nizam la dünya hayatmda malı
nın artmasmı beklem ektedir. Sonra zekâtı alan fakir
lerin ruhlarında da tem iz bir şuur uyanır: Çünkü' on
lar bilirler ki, bu, zenginlerin m allarında AUah’m ken
dileri için ayırm ış olduğu bir lütuftur. Sonra zekât, fa
kirlerin zenginlere karşı duydukları kin ve ihtiras ate
şini de söndürür. Bu arada şu hususu da hatırlatma
mız lâzım; îslâm nizam m da zenginler, ancak helâl yol
dan kazanabilirler, başkalarm m hakkma tecavüz ede
mezler. başkalarm ın hakkını gaspetmezler... Onlann
hisselerine tecavüz etm ezler. îşte böyle güzel, hayırh
ve memmmiyet verici havada, zekât, temizlik ve ge
lişme havasmda gerçekleşir...
Zekât verm ek, m üm inlik özelliklerinden biri ola
rak karar kılm m ıştır ki, onlar her türlü hayati mese
lelerde Allah’m dinine tabi olurlar. O, aynı zamanda
Allah’m hâkim iyetini kabul etm eleri anlamma da ge
lir... îşte îslâm bu d u r... '
«Rükû eden müminlerr»...
Bu, onlann halleridir. Sanki tabü ve asli vaziyet-
leridir... Bundan dolayı âyeti kerime; «nam az kılan
lar» diye konuyu bitirmiyor. Bu yeni vasıf, çok daha
genel ve çok daha kapsamlıdır. Çünkü bu özellik, on-
lari sanki daimi halleriyle canlandırıyor. Onların bu
alâm etini ortaya çıkarıyor ve onlar bunun sayesinde
tanınıyorlar.
Sadece kendisine güvenmeleri, ona sığınm aları
ve sadece onu dost edinmelerinin karşılığı olarak,
Allah. î-ma.n edenlere, Peygamberine ve ona tabi olan
müminlere... Kendileriyle diğer bütün insanlar ara-
smda tam bir ayrılık meydane getiren m üm inlere...
Zafer ve galibiyet sözü veriyor.
aKim Allah’ı, Peygamberini ve mii’minleri dost edi
nirse katiyetle bilsin ki, Allah’tan yana olanlar üstün
gelirler.^) (Mâide, 56)
Dikkat edilirse bu üstünlük sözü îm an kaidesinin
açıklanmasmdan sonra geliyor. Bu kaide; sadece Al
lah’ı, Peygamberini ve müminleri dost edinm ek kaide
sidir. Yine bu söz yahudi ve hıristiyanlan dost edin
mekten, müslümanlar arasmdan ayrılıp on lara katıl
maktan vadinden dönmekten sakınm aları lâzun gel
diği müminlere hatırlatıldıktan sonra getiriliyor.
Burada, Kur’an-m kendine has önem li bir hedefi
var... Yüce Allah, müslümandan en hayırlı nizam ol
duğu için İslama tabi olmasmı ister! Y oksa galip ve
üstün geleceği, yeryüzüne hâkim olacağı için değU!
Bunlar, İslâma tabi olmanm tabii neticeleridir. Bu dini
yerleştirmek için Allah’m taktirini gerçekleştirm e yo
lunda elde edilen m eyvelerdir... Yoksa bunlar, İslama
girmenin en esaslı teşvik unsurları değildir! Müslü-
m anlann üstün gelmelerinde, kendi şahısları için
bir şey yoktur. O ancak, Allah’m, onlar vasıtasıyla
yürüttüğü kaderidir. Bu üstünlüğü onlara, inançlan
140
hesabına verir, k endi şah ıslan hesabına değili Bu hu
susta onlara, gösterdik leri ga3U'etin, yeryüzünde A l
lah’ın dinüıi yerleştirm ek ve bununla yeryüzünü ıs
lah etmek yolu yla m eydana gelen neticelerin sevabı
vardır.
Allah’tan yana olan ların m utlaka üstün gelecekle
ri kaidesine d u yd u k ları ihtiyaç. Sonra, bu kaide şüp
hesiz ki bizim için d e geçerlid ir... Onun zam an ve
mekânla alâkası y ok tu r... Bu kaidenin, Allah’m kar
şı gelinem eyen b ir k anuna bağlı bulunduğunu öğren
mekle kalbim iz tatm in olu y or... M üslümanlar bazı sa
vaşlarda m ağlûp olsalar dahi, değişm eyen kanun şu
dur ki; A llah’tan ya n a olanlar, m utlaka bazı hususlar
da üstün g elecek lerd ir... A lla h ’m kesin sözü yol bo
yunca bazı m erh alelerde görünen hâdiselerden çok
daha doğrudur! A lla h ’a, Resulüne ve müminlere
dost ohnak, sonunda A lla h ’m sözünü gerçekleştirecek
olan yeğane yoldu r.
v.Ey iman edenler, kendilerine sizden önce kitap ve
rilenlerden, dininizi alaya ve eğlenceye alanları ve in-
kârciLarı dost edinmeyin. Eğer mü’minlerdenseniz Allah’-
dan korkun.y>
«Ezanla birbirinizi namaza çağırdığınız zaman onu
Ur eğlence ve oyun m evzuu edinirler. Bu, kendilerinin
hakikaten akıllarını kullanamayan bir güruh olmaların
dandır.» CMâide, 57-58)
İçinde îm an ga y reti bulunan herkesi harekete ge
çiren bir h ald ir bu . M ü’m in; din i du ygulan küçüm sen-
diği zaman, ibad et ve nam azı küçük görüldüğü vakit,
Rabbi Zülcelâlinin huzu ru n da divana durduğu anlar
alay ve 03m n va sıtası ya p ıld ığı an elbette böyle bir
gayret du ygu su yla h eyeca n a kapılacaktır... Bu çeşit
fiilleri işleyenler ile îm an edenler arasm da nasıl bir
dostluk k u ru labilir? A k ıld an noksan kim seler ile on-
1ar arasında nasıl bir anlaşma söz konusu edilebilir?
Norm al seviyede akıl sahibi kimseler, A llah’ın dini ve
m ü’m inin Yüce Rabbma ibadeti ile alay etm ezler. Aklı
sağlam bir yapıya sahip olup doğru bir yol takip ettiği
taktirde çevresinde bulunan şeylerden A llah ’a îman
duygusuna götüren işaretler bulacaktır. A m a dengesi-
ni bozup sapıtırsa tabii bu işaretleri görem eyecektir.
Zira bozuk ve dengesiz bir akıl üe kâinat arşındaki
karşıhkh ilişkilerin hepsi de bozulur. Bütünüyle mev
cudat, ibadet ve saygıya lâyık yüce bir Yaratıcm m
varhğma işaret etmektedir. Akıl norm al bir yapıya
sahip olur, doğru yola yönelirse elbette ibadetin 3dice-
liğiui ve kâinatm yaratanm huzurunda eğilm enin ul
viyetini kabul edecektir. Bundan dolayı sağlam yapıya
ve doğru istikamete sahip bir akıl m ü’m inin ibadetini
alay ve eğlence konusu yapmayacaktır.
Gerçekten bu alay, kâfirlerden geliyordu. Ehli ki
tap arasmda da bühassa yahudilerde vardı. Bu K ur’an-ı
Mübîn’in Resûlullah’m gönlüne inerek m üslüm anlara
hitap ettiği günlerde durum böyleydi.
Hristiyanlardan da böyle hareketlerin çıkıp çıkm a
dığım siyer kitapları kaydetmiyor. A m a H ak Teâlâ
Hazretleri, İslâm cemaatma, kendi tasavvurunun, ni-
zamınm ve ebedi hayat sisteminin esaslarını koruyor
du. Bu arada uzun zaman şeridi boyım ca müslüm an
nesiller arasmda meydana gelecek şeyleri de çok iyi
biliyordu. İşte biz bugün bu dine ve bu m üslüm an ce
maata düşmanlık hususunda paylarm a düşeni yap
mışlar, asırlar bo3mnca bu din için tuzaklar kurm uş
lardır. Hz. Ebubekir ve Ömer (r.a.) devrinde İslâm
galibiyetinin Roma devletini sarsm aya başladığı gün-
lerdenberi sonu gelm eyen bir savaş açm ışlardır bu
dine karşı. Gün gelm iş «haçlı savaşları» şeklinde de
vam etmiş, gün gelm iş haçlı devletlerin İslâm hilâfe-
142
tini yıkmak içüı yaptıkları anlaşmalar ile «Doğu me
selesi» halinde sürm üş... Sonra dilinin altmda gevele
diği ve kollan arasında haçlüık zihniyetinin gizlediği
«sömürgecilik» şeklinde ortaya çıkmış. Birzaman ol
muş söm ürgeciliğin ana dayanağı ve temel desteği
durumımda olan «m isyonerlik» şeklinde devametmiş.
Sonra da yeryüzünün neresinde olursa olsun her tür
lü İslâmi diriliş hareketlerine karşı girişilen amansız
savaşlarla kendisini gösterm iş ve işte bütün bu hare
ketlerde yahudiler, putperesler ve hristiyanlar ortak
cephe halinde birleşm işler...
Kur’an-ı Kerim ise îslâm ümmetinin hayatmda
sonsuza kadar hâkim iyetini sürdürecek bir kitap ol
mak için inmiştir. M üslüm anın inancmm düşünce ya-
pısmı değiştirdiği gibi, içtim ai nizamım ve hareket
metodımu da düzenleyecek bir kitap olmak için in
miştir... İşte görüyorsunuz ya bütün bunları yapmak
için gelen Allah kitabı, m üm inlerin dostluğunun an
cak Allah’a, Resûlüne ve müminlere karşı olacağmı
öğretiyor onlara. V e yahudileri, hristiyanlan ve put
perestleri dost edinm ekten yasaklıyor. Bu konu da ke
sin bir ifade tarzı kullanarak kökten kesip atıyor.
Asimda bu din kendisine inananlara son derece
hoşgörüyü tavsiye eder. Ehli kitaba ve bühassa ken
dilerinin hıristiyan olduklarını söyleyenlere iyi davra-
nılmasını em reder... A m a bunları dost edinmekten
de kesinlikle yasaklar. Zira hoşgörü ve iyi davranış,
bir hareket ve ahlâk m eselesidir. Dostluk ise bir inanç
ve nizam m eselesidir. Dostluk yardımlaşma demektir.
Halbuki bir m üslüm an ile ehli kitap arasmda yardım
laşma olmaz. N itekim kâfirler içinde durum aynıdır
çünkü müslümanm hayatm da yardımlaşma daha ön
ce de söylediğim iz gibi sadece din konusunda olur. Al
lah nizaımnı ve sistem ini insanlarm hayatmda hâkim
kılm ak için yapılacak cihad hususunda olur. Bu konu
larda ise bir müslüman ile müslüman olm ayan birisi
arasm da dosttuk nasıl ve niçin olabilir?...
Bu konu kesinlikle karışıklığa yer verm eyen bir ko
nudur. Bu hususta ciddi ve kesin çalışm adan başka
hiçbirisini Allah Teâlâ kabul etmez. Evet dini konular
da müslümana yakışan ciddiyetten...
îm an edenlere seslenen bu üç sesleniş de sona
erince İlâhî sesleniş Hazret-i Peygam ber’e (s.a.v) yö
neliyor ve O’nun ehli kitaba karşı aşağıdaki sorulan
yöneltmesini bildiriyor. İslâm cem aatından hoşlanma-
3nşlanmn esas sebebinin,- m üslüm anlann ehli kitaba
ve kendilerine Allah tarafmdân indirilm iş olan kitap
lara in a n m a la r ı olduğunu bildiriyor. Ehli kitaptan
sonra müslümanlara kitap indirilm esinden dolayı ni
çin müslümanlardan nefret etm ektedirler? Onlar;
sırf müslümanlarm inananlar olup kendilerinin de eh
li kitap olduklar halde fasık olm alanndan dolayı hoş-
lanmamaktadırlar m üslüm anlardan.
«De /ci ey ehli kitap, sizin bizden hoşlanmayt^nmn
yegâne sebebi; bizim Allah’a, bize indirilene vs daha ön
ce indirilenlere inanmış olmamız ve sizin çoğunuzun fa
sih oluşunuzdan başka bir şey dedildir.v
«Allah katında bundan daha kötü bircezanın bu
lunduğunu size haber vereyim m ü ? de. Onlar, Allah’ın
lanet ve gazab ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar
yaptığı kimselerle şeytana tapanlardır. İşte bunlar mev
ki bakımından daha fena ve düz yoldan daha sapkındır
lar»... (Mâide, 59-60)
Allah Teâlâ’nm Yüce Resulüne ehli kitaba yönelt
mesini bildirdiği bu soru, bir yandan ehli kitaptan bil
fiil m eydana gelen bir durumun tesbiti ve onlarm müs-
lûmanlara, müminlerin ibadet ve nam azlarına karşı
takm dıklan tavnn gerçek sebeblerinin açıklanm ası
144
için onaylayıcı bir sual olduğu gibi, diğer yandan da
kmayıcı bir sualdir. Çünkü onların durumunu istin-
kârı şekilde kötülemekte ve onları böyle hareketlere
yönelten sebeblerin fenalığm ı belirtmektedir. Bütün
bunlarm yanısıra da müslümanları şuurlanmaya sev-
ketaıekte ve onlarla olan dostluklardan nefret ettir
mektedir. Daha önce geçen üçlü sesleniş ile belirtilen
yabancılarla dostluktan yasaklanma durumunu bir
kere daha kuvvetlendirm ektedir.
Gerek Resûlullah (s.a.v.)m devrinde, gerekse bu
gün yeniden başlayan İslâmi diriliş merhalesinde eh
li kitabm m üslümanlardan hoşlanmayışmın yeğâne
sebebi; müslümanlarm A llah’a, Allah’m müminlere
indirdiği Kur’an’a ve Kur’an’m doğruladığı daha önce
gelmiş kitaplara inanm ış olmalarıdır.
Bunlar, m üslümanlara, sırf müslüman oldukları
için düşmanlık etm ektedirler. Müslümanlara sırf ya-
hudi veya hıristiyan olm adıM an için düşmandırlar.
Aynca, kendilerine ehli kitap adı verenler fâsık top
luluğu olup, A llah’m indirdiği hükümlerden tama
men sapmışlardır. Fâsüdıklarm m ve sapkmiıklarmm
delili ise kendi yanlarıda bulunan kitabı tasdik edici
olarak gelen en son Resule inanmamış olmalarıdır. Bu
gelen son risâlet bütün Peygam berleri ve Peygam
berine müessesini hürm etle karşıladığı gibi onları tas
dik de etmektedir.
Kendilerine ehli kitap adı verilen bu kimseler Me
dine’de bir İslâm kitlesi, bir İslâm hareketi doğmaya
başladığı, m üslüm anlarm özel bir şahsiyet halinde
yükselerek bağım sız bir varhk haline gelmelerüıden-
beri tam on dört asır boyunca bu ardı arkası kesilmez,
acüar dinmez savaşları açm ışlardır. Müslümanın şah
siyeti müstakil bir dinden, hür bir düşünceye sahip ol-
malanndan, kendilerine has bir nizama bağlı bulun-
m alanndan doğmaktadır. Beliren bu şahsiyet tek ni
zam olan Allah nizamtnm gölgesinde oluşmaktadır.
Onlar müslümanlara karşı giriştikleri bu savaşı
sırf ve her şeyden eırvel müslüman oldukları için sür
dürmektedirler. Müslümanları dinlerinden döndürme
dikçe de bu savaşm ateşini söndürecek değildirler.
Müslümanlar İslâmm dışma çıktıkları zam an ancak
bu savaşm külleri soğuyabilir. D olayısıyla da gönül
den müslüman olup hakka bağlanıp doğru yolda yü
rüyenleri sevmezler.
Allah Teâlâ bu gerçeği kesin ve kati bir şekilde
belirtiyor. Yüce yaratıcı. Peygam berine bir başka sû
rede şöyle hitap ediyor. <iSen onların dinine tabi olma
dıkça, Yahudi ve Hristiyanlar senden asla memnun kal
mazlar.-a.. (Bakara, 120) Mâide Suresinde ehli kitabı
bu kötü duruma sevkeden sebepleri açıklayarak tu-
tumlarınm esas sebebini beyan b u y u ru y or:
«De ki ey ehli kitap, sizin bizden hoşlanmadığınız
yegâne sebebi bizim Allah’a, bize indirüene ve daha önce
bildirilenlere inanmış olmamız ve sizin çoğunuzun fa-
sık oluşunuzdan başka birşey değildvra... (M âide, 59)
Yahudi ve Hristiyanlar bugün bu açık gerçeği boz
mak yozlaştırmak hatta kökten yok etm ek çabasm-
dalar. Çünkü onlar Islâm ülkelerinde yaşayan insan-
lan veya daha doğru bir tabirle bir zam anlar müslü-
m anlann yaşadıklan m emleketlerin sakinlerini aldat
mak ve îslâmm sağlam Rabbani nizam ı ile yerleştir
miş olduğu uyanık duygusm u3ruşturmak istiyorlar,
Zira bu şuur devam ederse İslâm ülkelerinin h içbir ye
rinde söm ürgecilik ve Hristiyan söm ürüsünün İslâmî
direniş hareketine karşı durması m üm kün olmaya
caktır... Böylece, ardı arkası kesilm eyen h açlı savaş-
lan ve sonu gelmeyen m isyonerlik hareketleriyle ba
şarıya ulaşma3nnca aldatma ve uyuşturm a yoluna git
146
mekten başka çareleri kalm am ıştır. Dolasasıyle m üs-
lümanlarm m irasçılarm a hoş görünüp, onları alkış
layarak «din dâvasm ın sona erdiğini, din için yapılan
savaşlann artık çok gerilerde kaldığını» uyuşturucu
bir morfin halinde em poze etm ek kahyordu. Onlarm
iddiasma göre, «din için yapılan savaşlarm geçtiği
devreler bütün dünya m illetlerinin hayatm da karan-
lıklarm hâkim olduğu belirli bir devreden ibarettir.
Sonra dünya aydm landı ve ilerledi» (!) bu ileri dünya
milletleri arasm da artık inanç esası üzerine dayalı bir
sayaşm yayılm ası norm al olm adığı gibi, m illetlerin
derlemesine ve gelişm esine zarar veren yersiz bir ha
rekettir. Bugünkü savaşlar m addeler üzerinde yapıl
maktadır. Bugün savaş söm ürge düzenleri, açık pa
zarlar ve ham m adde kaynakları üzerinde yürümek
tedir. Bunun dışm da b ir din savaşı yoktur. Bundan do
layı m üslüm anlarm yahut m üslüm anlarm m irasçıları
nın da bir d in i dü şü n ce ve id eoloji esasm a dayalı din
savaşma girişm eleri d oğru değildir. (!) Müslüman
memleketleri söm ü ren yah u di ve H ristiyanlar bu m or
finle m üslüm anlan uyuttuklarına inandıkları ve
müslüman vicd an la rd a d in dâvası çözülüp yok oldu
ğu zaman bu söm ü geci em peryalistler müslümanlarm
AUah’a ve in an ca d a y a lı duygularm dan em in olacak -.
1ar ve bundan son ra h er iş kolaylaşacaktır... Bu hare
ketleriyle sadece in an ç savaşım kazanm akla kalm aya
caklar, bım un gerisin de ham m adde kaynaldan, ü re
tim im kânları, gan im etler ve söm ürgeler kazanacak
lardır. înanç savaşm da ga libiyeti elde ettikten sonra
madde savaşm da d a d oğru d an doğruya m uzaffer ola
caklardır. Ç ünkü m adde ile in an ç birbirine çok yakm
şeylerdir...
îslâm m em leketlerinde H ristiyan ve Yahudilertn
kuklalan veye b u em peryalistlerin gizli açık çeşitli
yerlere yerleştirdiği piyonları da aynı şeyleri söylüyor
lar... Ve aynı iddiayı serdediyorlar. Çünkü onlar sınır
ların içersinde üzerlerine düşen vazifeyi yerine getir
mek için satılmış uşaklardır. Bu satılm ışlar «haçlı sa-
vaşlarmdan söz ederken» bile onların haçlı zihniyeti
ile yapılmadığına inandırmak için ellerinden geleni
yapmaktadırlar. Bu arada inanç sancağı altında savaş
meydanlarmda can veren m üslüm anlann da müslü-
manlık zihniyeti ile hareket etm emiş olduklarını, sa
dece ırkçı ve milliyetçi duygularla hareket ettiklerini
söylemektedirler.
Üçüncü bir grup daha var. Bunlar da aldatılmış
gafiller topluluğu. Haçhlarm torunları em peryalist ba
tı dünyasmdan seslenerek geliniz bü'leşelim , dost ola
lım ve dine karşı olan im ansızlık cereyan ı ve Allah’
sızhk belâsmı defedelim diye çağırm aktadırlar. Bu ga-
fü ve aldatılmışlar grubu, o haçlı hıristiyanlarm torun
ları defalarca müslümanlarla yüz yüze geldikleri za
man onlarla birleşerek tek bir saf halinde savaştıkla
rını. asırlar boyu aynı savaşı devam ettirdiklerini ve
günümüzde büe bu savaşı sürdüklerini unutmaktadır
lar. Bunlar bilmiyorlar ki, haçlı zihniyetini,. Allahsız
lık cereyanı ile savaşmak, İslâm ’la savaşm ak kadar
yormuyor. Çünkü İ3rice biliyorlar ki. m ateryalist ateizm
gelip geçici bir modadır ve geçici b ir düşm andır. İslâ
miyet ise değişmeyen esaslı bir düşm andır. Bu gafiller
ye aldatılmışlar, ileri sürülen bu iddiaları ile perde ar-
kasmda Islâmi diriliş hareketinin yeniden doğuşunun
başlamakta olduğu şu günlerde uyanış hareketini bal
talamak istemektedirler. Bunu baltalarken de onların
enerjilerinden faydalanm aktadırlar. Çünkü Allahsız
larla savaşta âlet onlar olm aktadır. V e bilmektedirler
ki, bu aldatılmış gafiller topluluğu rûhu n etice itiba
riyle siyasi em peryalizm in düşm anlarıdırlar. Durum
148
ne olursa olsun, on lar da, bunlar da İslâm ’a ve m üs-
lümanlara karşı bir savaş içerisindedirler. Bu savaşta
müslümanm kuvveti sadece o ilahi nizam m terbiye
edip yetiştirdiği ideallerdir.
Kuklalarm aldattığı ve doğrulayarak alkışladıkla
rı bazı gafiller, Ehl-i K itab’m gerçekten iyi niyetli ol
duklarım sanm aktadırlar. Çünkü Ehl-i Kitap dine kar
şı bü5Tük bir cereyan ı temsU eden Ateizm ’i defetm ek
için dostluk ve yardım laşm aya çağırm aktadır. Bunun
için sam im idirler (!) A m a bun lar böyle bir zanna ka-
püırken istisnasız on dört asırlık k oca bir tarihin olay
larım unuttukları g ib i bu hususta yüce Rablanm n
verdiği kesin em irleri ve prensipleri de ımutmakta-
dırlar. Allah’m bu k onudaki em irleri kaçam ak imkânı
bırakmaz. G önüllerde A lla h ’a gü ven duygusu ile bu
aldatmacaların birleşm esi m üm kün değildir.
Bu çeşit iddiaları ortaya k oyan lar bir takım pren
sipleri parçalam akta ve işlerine gelen i alm aktadırlar.
Ehl-i Kitap’la iy i geçin m eyi hareket ve yaşayışda hoş
görüyü em reden K ur’an âyetlerini ve Peygam berin
hadislerini k en dilerinin sözlerin i kuvvetlendirecek şe
kilde alt alta getirm ektedirler. Bunun yanı sıra onla
rı dost edinm ekten kesin şekilde yasaklayan üâhi
emirlerden ga fil davranm akta, on la n n esas duygula-
rmı açığa çıkaran İslâm i h areketin m etodunu ve nâzım
plânım belirten a çık nassları unutm aktadırlar. Zira
bu hükümler Ehl-i K itap’la dostluğu kökten yasakla
maktadır. Çünkü yardım laşm a ve dost edüım e bir m üs
lümanm gözünde sadece ve sadece din esası üzerinde
olabilir. .M eydanda, b ir m üslüm anla kitap ehli bir
yahudi ve H ristiyan arasm da, üzerinde birleşecek or
tak bir bağ ve k aide yok tu r. M üslüm anm kendi din i
ile o dinlerin esasları arasm da bozulm adan önceki şek
li ile bir birlik ve bağ söz konusu olabilirdi. A sim da
Ehl-i Kitap müslümanlara sırf bu dinden dolayı düş
m anlık beslemektedirler. Müslüman, dinini terketme-
diği müddetçe hiçbir yahudi ve H ristiyan ondan mem
nun kalm az... Nitekim bu hususu âlem lerin yüce Rab-
bı kendi kitabmda belirtm ektedir... Bu çeşit hareketle
re yönelenler Kur’a n i ikiye bölm ekte, parçalamakta
dırlar. Kendilerini temize çıkarm ak için ahm akça ve
gafilce üeri sürdükleri iddialarm a uygun düşen âyet
lerin bir kı.sîmm diledikleri şekilde alm akta ve iddiala..
nna uygun düşmeyen, onlan kökten reddeden hüküm
leri terketmektedirler.
Biz, o aldatıhnışlann veya aldatıcılarm lâflarma
kulak asmaktansa Allah’m kelâım nı dinlem eyi tercih
ederiz. Bu hususta Allah’m kelâm ı ise kesin, açık, par
lak ve aydınlık şekli ile m eydandadır.
Bu konuda Allah Teâlâ Ehl-i K itab’m müslüman-
lardan hoşlanma3nşlarmm sebebi olarak müslüman-
larm Allah’a, kendilerine indirilene ve daha öncekilere
indirilmiş olan kitaplara inanmış olm aları hususımu
beyan buyurduktan sonra diğer sebebi açıklarken ifa
de buyurduğu şu cümle üzerinde kısaca duracağız.
«Ve sizin çoğunuzun fasık oluçunuzdan başka bir-
şey değildin...
Onlan bu harekete sevkeden sebebin bir bölümü
işte bu fasıkbklandır. Fasıklık o illete sahip olan in
sanı doğru yolda olan kimseye karşı istem ezliğe sev-
keder. Bu husus gerçeklere tıpatıp uyan psikolojik
bir kaidedir. Bunu Kur’an âyeti ha3iretengiz bir şe
kilde tespit etmektedir. Doğru yolu yitirm iş olan sap-
km kim se doğru yolda yürüyen bir kişi3n görm ek is
temez. Zira doğru yolda yürüyen b ir kim senin mev
cudiyeti ona devam lı olarak fasüdığım ve sapıklığı-
m hatırlatır. O tıpkı ayakta duran b ir şahit gibidir.
Ve her an kendisinin fasıklığm ı ve sapıkhğm ı dile ge-
tinnektedir... İşte buntın için bir fasık doğru b ir kim
seden hoşlanm az, n efret eder. Ashnda, onun doğru
luğundan n efret etm ektedir. Sam im iyetiaden hoşlan-
mamaktadır. B ım dan dola3n onu da kendi yoluna çek
mek için var k uvvetiyle çalışır. Bunu temin edem ezse,
temizlemek için elinden geleni yapar.
Bu sürekli kaide, M edine’deki Ehl-i Kitab’m müs-
lüman topluluğa k arşı takındığı tavrm da ötesinde bü
tün Ehl-i K itab’ı kapsar. H atta kaide bunları da ge
çerek hangi topluluktan olursa olsun fasık kimselerin,
sapıklarm doğru yold a olanlara, samimiyet sahipleri
ne karşı takm dığı tutum u ifade eder. Şirret kimsele
rin bulunduğu cem iyetlerde, sam im i insanlara karşı
yolunu yitirm işlerin görün dü ğü toplum larda ardı ar
kası gelm eyen b ir savaş vardır. Asim da bu savaş
Kur’an-ı K erim ’in hayreten giz şekilde kısaca tasvir
ettiği bu ana kaideye dayanan tabii bir durum dan doğ
maktadır...
Allah Teâlâ çok iy i b iliy or ki, hayır; m utlaka şer-
den fenalıklar görecek tir. Hak, daim a bâtılm düş-
manhğı ile karşılaşacaktır. D oğruluk; daim a fasıkla-
rm kinini artıracaktır. Sam im iyet; elbette sapıklarm
hasedini üzerine çekecek tir.
Yine A llah T eâlâ çok iy i biliyor id i ki, hakkın, hay-
rm, doğruluğun v e sam im iyetin m utlak şekilde kendi
nefsini savunm ası ve şer, batıl, fasıkhk ve sapıklıkla
kesin bir savaşa girişm esi şarttır. V e bu savaş kaçı
nılması m üm kün olm ayan b ir savaştır., Hak ehlinin
bâtıl toplum una k arşı m utlak şekilde verm esi gereken
bir savaştır. Bu savaşı verm eden hak ehli olm ak im
kânsızdır, Ç ünkü bâ tıl daim a ona hücum edecektir.
Bu savaşa katılm adan d a h ayır yolunun yolcu la n n ın
bâtılm hücum undan ken disin i korum ası im kânsızdır.
Zira, kendi bâtılı yenmezse o kendisini yenm eye çalışa
caktır.
Gaflet, hem de ne büyük gaflettir; H ayır, hak, doğ
ru ve samimiyet ehlinin batıla, şerre, fasıklığa ve sa
pıklığa karşı savaşmadan karşı duracaklarım sanma
ları, onlarla bir sulh ve anlaşma im kânlarm ı bulacak
larını zannetmeleri en büyük gaflettir. H ak ve sami
m iyet ehlinin hurafe ve hüere aldanıp teslim olacakla-
rm a duygu ve hazırlığa dayanan kesin bir savaşa ha-
zırlanm alan daha iyidir. Çünkü o zam an onlar ye
nilmiş, yenilmiş ve yok olmuş olacaklardır...
İKÎ ÎNSAN ÖRNEĞİ;
MÜ’MÎN VE KÂFİR
154
inancına götürüyor. Hem ne önemi var yâni kıyamet
kopacak olsa da yine ona ayn davranılacak ve koru
nacaktır mutlaka, zira o bir verimli bahçe sahibidir,
zengindir. Öyleyse m uhakkak kendileri âhirette de dü
şünülecek ve saygı görecektir? Böyle düşünüyor ken
dince...
«O, nefsine böylece zulmederek bahçesine girerken
dedi k i : “ Bu bahçenin batacağını hiç sanmam.” y>
«Kıyametin koyacağını da hiç tahmin etmiyorum.
Eğer Rabbime döndürülürsem andolsun ki bundan da
ha iyisini bülurum.n (K ehf, 35-36)
Makam ve m ülk sahiplerine, hayal ettirir gururla
rı. Sanırlar ki kendileri için bu dünyada geçerli olan
değerler öbür dünyada da geçerli olur ve orada da ken-
düerine ayn davranılır?... Madeınki onlar bu dünya
da insanların üzerine hâkim bulunuyorlar, neden öy
leyse öbür dünyada da kendileri için özel bir yer hazır
lanmış veya düşünülm üş olm asm ?...
Allah’ım bilen fa k ir ve alçakgönüllü arkadaşma
gelince onun ne bahçesi var ne de meyveleri... Ama
onu sevindiren, kendisine güven veren bir başka şeyi
var. Hem de arkadaşm m kinden daha üstün ve daha
geçerli. O, îma-m ve ihlâsı ile izzet buluyor, huzurunda
bütün başlarm eğildiği A llah’m a bağlüığı ile şerefli
oluyor. O, şım arık ve zengin arkadaşma karşı çıka
rak gururunım, şım anklığm m kötülüğünü söylüyor ve
asimm nereden geldiğini, b ir dam la sudan yaratüdığı-
m, başlangıçta insanoğlunun b ir parça çamur ile bir
kaç damla sudan ibaret olduğunu hatarlatıyor. Ve ken
disini yaratan gerçek nim et sahibine karşı edep tav
ımı takmmasmı istiyor. A yrıca büyüklenmenin ve şı-
mankhğm kötü sonuçlarm ı ihtar ediyor. Kendisi için
de Rabbi katm da hem bahçeden hem de m eyveden çok
daha iyi şeyler is tiy o r:
i<-Arkada§ı ona cevap vererek dedi k i : Seni toprak
tan, sonra bir damla sudan yaratıp sonunda da seni in
san kılığına koyanı mı inkâr ediyorsun?
İşte, O, benim Rabbim olan Allah’tır ve ben kimse
yi Rabbime ortak koşmam.
Bahçene girdiğin zaman : Her ne kadar mal ve nü
fuz bakımından beni kendinden daha az buluyorsan da:
“ Maşaallah, Allah’tan başka kuvvet yoktur” demen lâ
zım değil miydi?
Rabbim senin bahçenden daha iyisini bana verebi
lir. Ve seninkinin üzerine bir felâket gönderir ve kaypak
bir toprak haline getirebilir.
Yahut suyu çekilir de bir daha bulamazsın.)) (Kehf,
37-41)
Böyle canlanır imanın şerefi, inanm ış ruhlarda...
Mü’min kimseler mala mülke ve şöhrete aldırış etmez.
Zenginlik ve şımarıklık karşısm da eğilip bükülmez.
Haktan vazgeçip bocalamaz. A rkadaşlara güzel görün
mek için gerçekleri söylemekten uzak durm ak. Ve
böyle hisseder mü’min kendisinin m al ve m akam kar-
şısmdaki 3rQceliği. Çünkü Allah katm da m ü’minlere
verilen şeylerin dünya hayatmm nim etlerinden çok
daha üstün olduğunu bilir. Hem A llah’ın lü tfü ihsanı
çok büyüktür ve mü’min kişi yalm zca A llah ’m lütfuna
ümit bağlar. Hak Teâlâ’nm intikam ı ise çok ağırdır.
Şımarık gafüleri hemen tutup yakalayıverir.
Derken âyet-i kerime bizi, o verim li, o parlak, o iç
çekici manzaradan alıp felâket, yokluk ve ölüm man-
zarasma geçiriyor. Şımarıklık ve büyüklük havasın
dan pişmanlık ve tevbe havasma döndürüyor. Zaten
mü’min kişinin istediği de bu değil m i?
«Nitekim mahsûlleri yok edildi. Sarfettiği emeğe içi
yanarak avuçlarını oğuşturuyordu. Çardakları hep yere
156
düşmüştü ve diyordu k i : Ne olaydım, Rdbbime hiç kim
seyi ortak koşmayaydım?» (K ehf, 42)
Mükemmel ve p arlak b ir sahnede m eyvelerin hep
si yok olm uş. Ç ardakları yerlere yıkıbp paralanm ış.
Bahçe sahibi ise k aybola n m alm a ve yok olan em eğine
üzülerek hayıflan ıyor. V e avuçlarını oğuşturuyor. A r
tık Allah’a şirk k oştuğundan ötürü bin defa pişman. Şu
anda onun birh ğin i v e rabliğin i kabul ediyor. Her ne
kadar bu kişi a çık ça ortak koşm am ışsa da îmanı de
ğerin dışm da toprakla ü gili değerleri benim seyerek
onlarda izzet arad ığı için şu anda pişman oluyor. Ve
iş işten geçtikten son ra A lla h ’a sığm ıyor.
Ve işte burada yah ıız A llah ’m kudret sahibi ol
duğu ve ondan başk a.k im sen in velâyetintn bulımma-
dığı açıkça b eliriyor. A lla h ’ın kuvvetinden başka hiç
bir kuvvet, on u n yardım m dan başka hiç bir yardım
değer ifade etm iyor. A lla h ’ın ihsanı, sevaplarm en
hayırlısıdır. B ir k u l için A llah ’m katm da kalıcı olan
şey ise yeryüzündeki d eğerlerin en iyisidir.
((Allah’tan başka ona yardım edecek adamları da
yoktu. Kendi kendini de kurtaramadı.'/)
((İşte burada kudret ve hakimiyet, varlığı hak olan
Allah’ındır. Mükâfatlandırma bakımından da hayırlı
olan, neticelendirme bakımından da hayırlı olan O’dur.»
(Kehf, 43-44)
Ve sahnenin perdesi çardakları yıkılm ış bahçe
tablosuyla kapan ıyor. Sahnenin içinde bahçe sahibi
pişman, m ahzun ve h ayıflan arak ellerini oğuşturup
duruyor. Öte yan d an da A llah ’m yüce celali sahne3d
bütünüyle hakim iyeti altm a alıyor. V e orada insan de
nen varhğm gü cü çok basit ve cılız kalıyor.
m
İNANAN VE
İNANMAYAN
CEMİYET
160
sini yapıcı, geliştirici ve ilerletici hususlara harcam ak
zorundadır.
Mü’m in de zam an zam an dinlenip rahatlam aya
muhtaçtır elbette. Fakat dinlenip istirahat etm ek a y n
şey, boş yere vakit geçirip gereksiz şeylerle uğraşm ak
başka şeydir...
vKi onlar zekâtlarım verirler.n (Mu’minûn, 4) Al
lah’a yönelip hayatın lüzum suz şeylerinden yüz çevir
dikten sonra zek âtların ı da verirler. Zekât kalbi ve
malı temizler. K albi cim rilikten arıtır, ruhu yüceltir.
Şeytanm ileriye sürdü ğü fak irlik vesvesesinden uzak
laştırır. A llah’ın n ezdindeki m ükâfata güvenm ep te
min eder. M alı tem izler, zekâttan arta kalan malm he
lâl mal olm asını sağlar. H elâl olup olm adığı konusun
da hiç bir şüphe bırakm az. D iğer yandan zekât, cemi
yeti her türlü bozu kluklardan ve ahlâksızlıklardan ko
rur, lüks ve isra fı önler. Fertler için, sosyal sigorta ol
duğu gibi toplum lar için de sosyal garanti unsurudur.
Cemiyet içindeki âcizleri k oru r ve böylece cemiyette
anarşi ve dağılm ayı önler.
«Ki onlar m ahrem yerlerini korurlar.)^ (Mu’minûn,
5) Bu hem ruhun tem izlenm esi, hem ailenin ve cem i
yetin arm m asıdır. Ruhun, ailenin ve toplum un her tür
lü fenalıktan korun m asıdır. Fenalıklardan gizli yerle
rini koruyarak tem izlen irler ve böylece gönülleri helâl
olmayan noktalara bağlanm aktan korunmuş olur. So
yun, aüenin ve cem iyetin hesapsız m ahvolmasını ve
şehvetli duygularm patlam asını önler.
Hesapsız ola ra k şeh vetli duygulara kapılan top
lumlar m ahvolup yık ılm aya m ahkûm olan toplum lar-
dır. Zira şehvetin k ol gezd iği b ir cem iyette aile yuvası-
nm huzurundan, evlerin gizliliğinden söz edilem ez.
Halbuki toplum ve yapısm dak i ilk birlik evdir. V e b ir
yavrunun d oğu rarak gelişm e basam ağm da ilerlediği
tek yuva aile yuvasıdır. Onun için aile yuvasının em
niyetinin, güveninin, tenüzüğinin ve devam lığm ın ko
runm ası gerekir. Ve ancak böylece bir yavrunun em
niyet içerisinde yaşayıp gelişebileceği bir yuva olabilir.
Ve böyle bir havada ancak anne ile baba birbirine gü
venir ve yuvanm korunmasmı tem in edebilirler. Yu
vada yetişmek üzere olan varlıkları da koruyabilirler.
. Şehvetin alabildiğine yaygm laştığı bir cem iyet in
sanlık basamaklannda aşağıya doğru düşen pis bir
cemiyettir. İnsanlığı 3rûceliğe götüren şaşm az ölçü, in
san iradesine hâkim olmak ve onu yenm ektir. Fıtrî
sebepleri sıraya koyarak temiz ve verim li bir şekilde
düzenlemektir. Böylece yavrular geldikleri dünyadan
mahcup olarak tekrar eski âleme dönm ek istemezler.
Her çocuk o tertemiz yapısı ve fıtratıyla babasm ı ta
nır ve onu taklide başlar. Ve böylece her yavru anne
ve babasmm kim olduğunu bilir. Bir hayvan duygu
suyla çiftleşip dölleme arzusuyla önüne gelen dişisine
saldınnaz. Ve bir hayvan gibi, doğan yavrunun nere
den ve nasıl geldiğini bümeden geçip gitm ez.
Burada Kur’an-ı Kerim bize, kişilerin hayat tohu
munu emanet edecekleri temiz yerleri gösteriyor ; «Sade
ce eşleri ve cariyeleri müstesnadır. Doğrusu bunlar yeri-
lemezler»... (Mu’minûn, 6) Eşlerin müstesna olması ko
nusu tartışma götürmediği gibi şüpheye de yer ver
mez. Bilindiği gibi meşru^ bir yoldur bu. Cariyelik ko
nusuna gelince bu noktanm biraz açıklanm ası gere
kir.
İslâm’m geldiği asırlarda kölelik nizam ı bütün yer
yüzünde geçerliydi. Harp esirlerini köleleştirm ek âde
ti devletler arası bir kaide idi. Bunun için çevresinde
büyük bir düşman kitlesiyle karşı karşıya bulunan îs-
lâm’m kendisinin karşısma m adde gü cü yle dikilen
düşmanlarına karşı savaş verirken tek başm a bu ni-
162
zanu kökten kaldırm ak im kânı yoktu. Zira kendisi
düşmanlarından ald ığı esirleri köleleştirm eyip serbest
bırakacak olsa dahi düşm anlannm kendisinden aldığı
müslüman esirleri köleleştirm e işi sürüp gidecekti.
Bu yüzden kölelik düzenini kökten kaldırm adı. A n
cak İslâm, savaşta esir düşenlerin dışm da her türlü
kölelik kaynaklarını kuruttu. Ve bütün insanlığa k ö
lelik m eselesine ortak b ir çare bulm ak ve devletler ara
sı bir anlaşm ayla bun u düzenlem ek imkânmı sağladı.
İşte bu yü zden İslâm karargâhm a bir takım ka-
dm esirler geliyordu. K arşılıklı davranış kuraUan ge
reğince onları köleleştirm ek gerekiyordu. Ve bu köle
kadınlann ca riyelerin -n ik a h lı eşlerin seviyesine çık-
mamalan gerekirdi. B unun üzerine İslâm onları cariye
olarak alıp yalnız sahiplerinin buyuruğunda kalmala
rını mübah kılm ıştı. A n cak herhangi bir sebeple hür
riyetine kavuşanlar kaide dışı idi. Ki zaten İslâm köle
lerin hürriyetlerine kavuşm aları için pek çok yollar
açmıştır.
Öyle sanıyoruz k i bu cariyeleri, cariye edinmenin
göz önünde bu lu n du ru lan b ir başka sebebi de bizzat
esir düşmüş olan k adın larm fıtrî ihtiyaçlarm a cevap
vermektir. B öylece on lar günüm üzde köleliğin yasak
lanmış ve kaldırılm ış olm asm a rağm en harpte esir
düşmüş kadınların k arşı cinsten erkeklere karışması
sonucu ortaya çık an cin si ahlâksızlıklarm ve anarşi
nin yayılm ası engellenm iş olm aktadır. İslâm, cinsî
anarşinin yayılm asm ı asla hoş karşılam az. Ve böylece
bir süre sonra A lla h ’ın izniyle onlar da hürriyetlerine
kavuşuncaya k adar beşeri isteklerini tatmin etmiştir.
Cariye bir çok y olla rla hürriyetine kavuşabilir. M e
selâ efendisine b ir çocu k dünyaya getirdiği zam an,
efendisi ölünce o çocu k dünyaya getirm iş olan cariye
hürriyetini kazanm ış olur. A y rıca efendisi kendi iste
ği ile veya işlediği bir kabahatin kefareti olarak onu
serbest bırakacak olursa yine hürriyetini elde etmiş
olur. Cariye efendisinden belli bir ücret karşüığmda
sahverilmesi konusunda bir anlaşma yaparsa ve onu
efendisine öderse süne hür olabüir. V eya efendisi cari-
yenin yüzüne tokatla vuracak olursa bunun kefare
ti de cariyenin azat edilmesidir. (1)
Her halükârda o günkü cem iyette savaş esirlerini
köleleştirmek geleneği geçici ve zorunlu bir gelenekti.
Çünkü bütün dünyada savaş esirleri köleleştiriliyor
du. Ve buna aynı şeküde cevap verm ek gerekirdi. Bu
nun için Islâm’ın sadece kendisini ilgilen diren ve sos
yal bir düzenlemeyi gerektiren küçük b ir konu değil
di.
«.Kim de tunun ötesini isterse şüphe yok ki onlar
haddi aşanlardır.)) (Mu’minûn, 7) Eşinden ve cariyesin-
den başka bir şey isterse bunun ötesinde h iç bir yol
yoktur. Bunu isteyen kişi norm al sm ın aşm ış olur. Ve
yasak sahaya girmiş olur. Nikâh ve savaşla helâl kı
lınmış olan mahrem noktalan aşmış olur. Bu durum
da yasak hir sahada otlandığm ı bilen nefis bozulur, be
raberinde aile yuvasmı da bozar. Çünkü onun için gü
ven kaynağı ve teminat unsuru kalm az. Cem iyet haya
tı da bozulur, zira her yandan üzerine üşüşen cana
varlar onun koyduğu sınırlan yıkarlar ve delik deşik
ederler ki Islâm bu noktada son derece dikkatli davra
nır.
aOnlar ki emanetlerine ve sözlerine riayet ederler.^
(Mu’minûn, 8) Gerek fertler olarak gerekse toplumlar
olarak verdikleri söze riayet eder, em anetleri yerine
getirirler.
(1) Daha geniş bilgi için Muhanuned K utub'un «İslâm ’ın Et-
rafmdaki Şüpheler» adh eserine bakınız.
164
Hem ferdin hem de cem iyetin om uzuna yüklenm iş
olan pek çok em anet vardır. Bunlarm başm da d a fıt
rat emaneti gelir. Z ira A llah insanoğlunun fıtratm ı
doğru olarak yaratm ıştır. V e insanoğlunım fıtratı, bir
parçası olduğu k âinat kanunlanyle son derece uyuşur.
İnsanoğlunun çevresin de gördüğü bütün varlıklar yü
ce yaradanm birliğin e ve yaratıcıhğm a delâlet eder.
Zira içinden gelen b ir his ona ve çevresine hükmeden
kanunlann ayn ı kan u n lar olduğunu bildirir. A yrıca bu
kainatı idare eden kan u n ları seçen iradenin tekliğini
ona söyler. M ü’m in ler bunun için o büyük emaneti gö
zetirler, kendi fıtratlan ru n doğru yoldan sapmasına
müsaade etm ezler. B öylece m ü’m inin fıtratı kâinatm
yaratıcısmm va rlığm a ve birliğin e şahadet eden ema
netlere hainlik etm ez. G eriye kalan bütün emanetler
ise bu büyük em aneti takibederek ve ona bağh olarak
gelişir.
İlk ahid d e fıtra tta n alınm ış olan ahiddir. Ki bu
ahidde yü ce A lla h in san fıtratm a kendi varlığım ve
birliğini bildirm iştir. İşte bütü n ahidler ve sözler insan
fıtratmdan alm m ış ola n b u ahde bağh olarak gelişir.
Mü’minin bozd u ğu h e r ah din şahidi A llah’tır. Ve bu
nun için m ü’m in a h d i yerin e getirirken Allah’tan kor
kar ve ondan sakm ır.
İslâm cem aatı h em , gen el m ânadaki enumetler-
den sorum ludur, h em d e A llah ’a verdiği ahidden. Ta
biatıyla bu ahde b a ğ h ola ra k gelişen sorum luluklar da
aym şekildedir. Â y e t-i K erim e nassm hududunu ge
niş tutarak k ısa ca b ir em aneti ve h er ahdi içine ala
cak şekilde hüküm b ild iriyor. V e m üm inlerin em anet
lerine riayet ettiklerin i, sözlerini tuttuklarım haber
veriyor. Şu h ald e bu n iteh k ler h er zam an ve h er yerde
müminlerin n itelik lerid ir. M üslüm anlar bu em anetle
re riayet etm edikleri, verd ik leri sözü tutm adıkları za
m an, asla toplum hayatı doğru yolu bulam az. Bir ce
m iyette hayat için konulacak tem el kaidelere herkesin
bağlanm ası, güvenmesi ve dayanabilm esi için ahde ve
fa ve ememete riayet prensibi zorunludur.
«Onlar ki namazlarına devam ederlem ... (Mu’mi;
nün, 9) Tembelliklerinden ötürü nam azlarını geçirmez
ler. Hiç bir vakit onu ihmal etm ezler. V e nasıl namaz
küm alan gerekiyorsa öylece kılar, vaktinde farzlarını
ve sünnetlerini yerine getirerek nam azlarını eda eder
ler. Adab ve erkânmı kusursuz olarak yerine getirir
ler. Namazlarım kılarken canldik ve gönülden gelen
bir kendinden geçme havası içinde kişinin vicdanını
harekete geçiren bir duygu ile kılarlar. Şüphesiz ki na
maz kul ile yaratıcı arasında bir bağdır. V e bu bağa
uymayan yerinde kullanmayan, hiç bir zam an için
kendisiyle insanlar arasmdaki bağlantılara da U3nnaz.
Halbuki insamn iç dünyasm m sadakatini ifade eden
gerçek bir bağdır bu. Mü’m inlerin sıfatlan namazla
başladığı gibi, yine namazla son buluyor. V e böylece
namazm îman yapısındaki yerinin önem ine işaret edil
miş oluyor. Zira namaz ibadetin ve A llah’a yönelişin en
üstün ve mükemmel şeklidir.
İşte bu özellikler kurtuluşa eren m ü’m inlerin ki-
şiüğini belirtmektedir. A yn ca M ü’m in cem iyetin ve
onun yaşadığı hayat tarzınm özelliklerini belirtmek
için kesin neticeleri bulım an özelliklerdir bunlar. Evet,
insamn insanhğm a yaraşan A llah’m ona sunduğu lü
tuf ve ihsanlara uygun düşen, ilerlem esi gereken ke
mal basam aklannda yürümesini sağlayan ideal bir
hayat için ... Y üce yaratıcı m ü’m inin hayvan lar gibi ya-
şamasım, onlar gibi başıboş yiyip içip eğlenm esini as
la irade buyurmamıştu*.
öyleyse insanoğlu için takdir edilm iş olan kemal
mertebesi bu yeryüzûndeki hayatta tam olarak ger-
166
çekleşememektedir. Bunu gözönünde bulunduran yü
ce Allah hak yold a yü rü yen m ü’m inlerin takdir edilen
hedefe ulaşraalarm ı, oradaki sonsuzluk âlem inde kor
kusuz, tasasız, em niyet içerisinde yaşam alarını irade
buyurm uştur;
«jjte onlar varis olanların ta kendileridir.^ (Mu’mi-
nûn, iO)
«Jıi onlar firdevs cennetine varis olacaklardır. Ve
onlar bunun içinde ebediyen kalırlar.)) (Müırünûn, 11)
İşte A llah’ın m ü m in lere nasip ettiği kurtuluşun
son hedefi. Bir m ü’m inin bundan sonra arzu edebile
ceği hiç bir gaye ve arzu olam âz.
167
im an ile küfür, iyi ile kötü, doğru ile yaalış in
sanların dünyasında hem içiçe yaşamakta, hom de
sürekli birbiriyle boğuşmaktadır. Bu iki karşılıklı
kutbun birbirin e tahamm ülü yoktur.
K işiler bu çatışm ada kendi durumlarına uygun
b ir y e r işgal ederler. Savaşın kendine has kuralları
vardır. N e yaln ızca m ü ’m in sıfatım almak savaşın
kazanılm ası için yeterlidir, ne de yalnızca kâfir dam
gasını yem ek, kaybedilm esi için kâfidir. Mü'min ger
çek m ü ’m in olu rsa savaşı kazanmanm gereklerini
yerin e getirm en in de im anın b ir gereği olduğunu ka
bul ederek lâzım o la n tedbirleri alır. Bu hususta Sey-
yid K utub d iy o r k i :
169
m ek isteyebilir. İnsanlar hayır yolunu seçtikleri za
m an onu engellemeye çahşabilir. Hakka açılan gönül
lerin önüne duvarlar çekmek isteyebilir. İşte bütün
bunlardan dolayı imanm, bayırın ve hakkın da ken
disini ezilmekten koruyacak, fitnelerden muhafaza
edecek, zehirli oklardan ve korkunç dikenlerden koru
yacak kuvvete ve güce ihtiyacı vardır. H iç bir zaman
için yüce Allah şer, zulüm, ve bâtıl kuvvetlerine karşı
îTnfl.nB. dayanarak savaş veren îm an, h ayır ve hak
güçlerini yalmz başma bırakm ak istem em iştir. Ruh
lardan yer eden inanç gücüne, fıtratta kaynaşan ha
kikate, gönüllerde derinleşen hayırlarm eline terket-
memiştir. Zaman olur ki bâtılm sahip bulunduğu mad
di kuvvetler gönülleri sarsar, ruhlara fitn e verir, fıt
ratı yerinden oynatır. Sabnn da b ir hududu vardır.
Tahammülün de bir kapasitesi vardır. İnsan takatinin
dayanabileceği nihayet bir süre vardır. Y üce AUah
ise insanlarm kalplerini, ruhlarını en iyi bilendir. Bu
nun için mü’minleri fitnelerle ynz yüze ve tek başma
bırakmamıştır. Dayanmak için hazırlıklı olmalarmı,
savunma için güç birliği yapm alarını ye h er türlü cihat
vasıtalarma sarümalarmı istem iştir. V e işte o zaman
düşmanlannı tepelemek için savaşm alarına izin ver
miştir.
Savaş meydanma dökülm eden önce, bu izni çıkar
madan evvel kendilerini korum ak için savunmaya
bizzat kendisinin hâkim olacağm ı a çık açık onlara bil
dirmiştir.
^Muhakkak ki Allah îman edenleri savunur.»
(Hacc, 38).
170
olacaklardır. «Zira hainleri ve nankörleri hiç sevmez.y>
(Hacc, 38)
Ayrıca savunm aya hak kazandıklarm ı ve tutum -
lan yönünden selâm ete lâyık olduklarım belirtirken
edebî bir ifad eyle şım arık ve saldırgan olm adıklarm ı,
bilâkis zulüm görm üş olduklarını ifade bu3mrmakta-
dır:
((Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan
kimselere mukabelede bulunmaya izin verilmiştir. Elbet
te Allah onlara yardım etm eye kadirdir.)) (Hacc, 39)
Hem onların savaşa katılm alarm ı haklı gösteren
sebepleri de vardır. Bir kere büyük bir insanlık vazi
fesi için bu savaşa katılm aktadırlar. Neticede elde ede
cekleri iyilikler sadece kendileri için değildir. Bütün
inananları kapsam aktadır. Sonra savaşa katılarak
inanç ve ibadet h ü rriyetini tem inat altm a almaktadır
lar. Bütün bım ların da ötesinde onlar zulüm görmüş
lerdir. Haksız yere yurtlarından çıkarılm ışlardır: «Onter
ki Rabbimiz Allah’ tır dem ekten başka suçlan olmaksı
zın haksız yere yurtlarından çtkanlmışlardır.y> (Hacc,
40) Rabbim iz A lla h ’tır sözünden daha doğru ve daha
gerçek bir söz söylen ebilir m i? îşte sadece bu doğru
ve gerçek sözü söyledikleri için 3m rÜanndan çıkanl-
mışlardı. Şu h alde bu karşılarm daki azgm larm yap
tıkları şey doğru dan d oğru y a b ir zulüm dür. Ve bunda
hiç şüphe yoktur. H er türlü şahsi hedeften annm ış
olarak tecavüze uğram aktadırlar. Sadece inandıkları
için yurtlarından kovulm aktadırlar. Yoksa bu çatış
ma yeryüzünün değerlerin d en herhangi bir değer için
yapılmamaktadır. Bu çarpışm a m enfaatlerin çatışm a
sından, arzularm karşılaşm asm dan, hedeflerin a y n l-
masmdan doğan' b ir çatışm a değildir.
Hem bütün bu n lan n arkasm da şu genel kaide bu
lunmaktadır : Her inancın m utlaka savunulması gere
kir. aSüphesiz ki Allah, insanların bir kısmını diğeriyle
bertaraf etmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve
içinde Allah’ın adı çok andan camiler yıkılır giderdi.))
(Hacc, 40)
Manastırlar cemiyetten el etek çekm iş rahiplerin
ibadete çekildikleri yerlerdir. Kiliseler ise bilindiği gibi
bütün hristiyanlarm ibadet yeridir. Ve manastırlardan
daha geniş bir anlam içerir. Havra ise yahudilerin mâ-
bedidir. Mescidler m üslüm anlann ibadetgâhıdır.
Bütün bu mabedler kutsallıkları ve A llah için iba
dete ayrümış yerler olmasma rağm en her zam an yıkıl
mak İle karşı karşıyadırlar. Zira batıl ehlinin gözün
de oralarda Allah’m adınm anılm ası onları yıkımdan
kurtarmaz. Allah’m, insanlaüı birbirleriyle yok etme
sinden başka hiçbir şey o m âbedleri yıküm aktan kur
tarmaz. Yâni inancı koruyanlar, inançlarm a saygı gös
termeyen düşmanlarma karşı o yerleri de korurlar.
Ehli bâtüm tecavüzünü önlerler. Çünkü bâtıl ehli her
zaman şımarıktır. Karşısmda kendisi gib i gü çlü bir
kuvvet görmediği zaman tecavüzden ve talandan ge
ri kalmaz. Hakkm yahuzca hak olm ası on a karşı bâtı-
hn düşmanlığım durdurmağa yetm ez. Bilâkis hakkm
da kendisini koruyan ve savunan gücü bulunm ası lâ
zımdır. Bu evrensel bir kaidedir. İnsan, insan olalı bu
kaide değişmemiştir.
Birkaç kelimeyle derin anlam lar ifade eden âyet
lerin karşısm da bir an durup, onun gerisinde ruhlar
âleminde ve hayattaki sırlarla dolu gerçek leri izlemeye
çalışmak gerekir.
Yüce Allah, m üşriklerin ve bâtıl ehlinim hücumu
na maruz kalan kitlelere savaş izn i verirk en îman
edenleri kendisinin savunduğunu belirtiyor ve bütün
hainlerle kâfirleri sevm ediğini ifade b u y u ru y or:
172
v^Muhakkak ki Allah iman edenleri savunur. Zira
hainleri ve nankörleri hiç sevmez.^}
Şu halde m ü’m inlere açıkça kendisinin savundu
ğunu garanti etm ektedir. Şüphesiz ki A llah’m savun
duğu kim seyi b ir düşm anm yenm esi kesinlikle m üm
kün değüdir. Peki öyleyse neden o Allah’m savunduğu
kimselere savaş izni verilm ektedir? Cihat emri niçin
gelmektedir? V e neden savaşa katıldıkları zaman
ölümle, yaralanm a ile, sıkm tı ve zorluklarla, acılar
ve fedakârlıklarla yü z yüze gelm ektedirler?... Halbu
ki netice bellidir. O nları h iç yorm adan, meşakkate kat-
landırmaksızın, acı çektirm eden, fedakârlık yaptırma
dan, ölm eden ve öldürm eden yüce Allah neticeyi ger
çekleştirebilir. Bütün bunlarm hikm eti nedir?
Bu suale verilecek cevap tek kelim eyle Allah’m
yüce hikm etidir. Şüphesiz ki en üstün deliller Ahah’-
ındır. İnsanlar olarak bizlerin kavrayabildiğim iz şey
ler o hikm etten çok az b ir kısım dır. Aklım ızm erdiği,
idrâkimizin fa rk ın a vardığı, tecrübe ve bilgim izin de
rinliğine in d iği h u su slar bize sadece şu gerçekleri an
latıyor; Bir kere ynice A llah kendi dâvasm ı yüklenen
insanlann ve b u d âva yı korum ak azm iyle ortaya atı-
lanlarm tem bel m iskinlerden m eydana gelmesini iste
miyor. Şurada bu rad a k e y if çatarak, yan gehp yatarak,
yorulup yıpranm adan A lla h ’m yardım m ı bekleyenler
den oluşm asm a ra zı olm uyor. S ırf nam az kıldıkları,
Kur’an okudukları v e A lla h ’a el açıp duâ ettikleri için
Allah’m k en dilerin i h er türlü saldırıdan ve tecavüz
den kayırm asım , işk en ce ve eziyetlerden korum asını
isteyen tem beller gü ru hunun bu davayı 3mMenemeye-
ceklerini açıklıyor.
Evet bir m üslüm anm sıkm tıh ve rahat anlarm da
her zaman A lla h ’m h u zu n m a durup el açm ası ve O’na
duâ etmesi, sonra K u r’an okuyup nam az kılm ası gere-
kir. Fakat sadece bu veya yalnız başına ibadet onlan
Allah dâvasının koruyucuları olm aya ehliyet kazan
dırmaz. Bunlar, sadece savaşa katılm adan önce ge
rekli olan hazırlık ve donatım vasıtalarıdır. Ama sa
vaş meydanmda kullanacakları silâhları, güvenecekle
ri kılıçları bulunması gerekir. Bâtıla karşı onun kul
landığı silâhın ayniyle ve benzeriyle m ukabele etme
leri gerekir. Bütün bunlardan sonra da takva silâhma,
îman küıcma ve Allah’a verdiği güvene dayanmaları
gerekir.
Bir kere AHâhu Teâlâ îm an edenlerin savunmasını
kendi üzerine alırken bunun yine bizzat onlarla ger
çekleşmesini irade buym muş ve böylece savaş alanm-
da olgunlaşmalarmı teminini istem iştir. Zira insan
bünyesi tehlikelerle karşüaştığı zam an bütün kapasi
tesiyle gösterdiği gücü, başka h içbir zam an göstere
mez. İleri atılırken veya savunm a hattm a çekilirken
bütün enerji kapasitesini toplar ve vu ru cu güç olarak
meydana kor. Ve o zaman vücudundaki h er hücre,
yapması gereken fonksiyonunu ya pa r ve d iğer hücre
lerle birleşerek ortak bir harekete girişir, kapasitesi
nin en son imkânım kullanır. K abiliyetinin en son mik
tarım harcar ve kendisi için takdir olunm uş basamak-
larm en üstünıme ulaşmaya çalışır. V e ulaşabileceği
kadanna da ulaşır. Allah dâvasm ı yüklenen insanlar
ve milletler her zaman için vücutlarındaki bütün hüc
relerini uyanık tutmak, bütün gü ç kaynaklarm ı yan
yana getirip 3nğmak, bütün kapasitelerini kullanmak,
bütün enerjilerini birleştirm ek zorundadırlar. Ancak
böylece olgunlaşır, m ükem m elleşir. V e A lla h ’m üzer
lerine yüklediği bü3ü k em aneti yüklenm eye hazır ha
le gelirler.
Hiç bir sorumluluk yüklem eyen, k ey f ve rahat içe
risinde yan gelip yatanlara zahm etsizce, kolay gelen
174
zafer bu noktalan harekete geçireceğine, bütün geliş
me unsurlarını m ükem m elleştireceğine, onların geliş
mesini önleyerek uyuşm asına yardım eder. A y n ca , ko
layca ve rahatlık içerisinde kazanılan zaferlerin yitiril
mesi ve kaybedilm esi gayet kolaydır. Zira bedeli çok
ucuz olduğundan, uğrunda fedakârlık ve pahalı be
deller ödenm ediğinden çabucak silinip gider hatıralar
dan. İkinci olarak da o k olayca zafer kazanan insan
lar bütün gü çlerini birleştirerek elde ettikleri zaferi
korumasını becerem ezler. Z afer elde ederken bütün
güç ka3m aklarm ı birleştirerek kazanm adıklarından
dolayı onu korum a ve savunm ada da gayet tembel ve
azünsiz davranırlar.
Şunu da bilm ek lâzım dır ki, zafer ve hezimetten,
akm ve firardan, k u vvet ve zaafdan, hücum ve boz
gundan ve bunların yan ı sıra gelen duygu ve elem,
sevinç ve keder, h uzur ve kararsızlık gibi duygularla,
insanoğlu pratik bir iç terbiye görü r ve hazırlıktan ge
çer. Hepsinin yanı sıra in an ç uğruna ve inanılan top
lum nizamı uğru na h er türlü fedakârlıklara katlan
mak savaştan ön ce v e son ra saflar araşm a biricik ga
ye ve hedef birliğin i tem in etm ek, zaaf ve güç hokta-
larmı m eydana çıkarıp h er türlü şartlara göre tedbir
almak gibi eğitim ve terbiye basam aklarına da ancak
böylece tırm anm ak m üm kün olur. Ki bunlar bütün
inspjılann hayrını o d âvad an gören topluluklar için
zaruri hususlardır.
İşte bütün bun lardan v e bum m dışm da Allah’m
bilipte bizim bilm ediğim iz sebeplerden ötürü, Allahu
Teâlâ mü’m inlerin savunm asm ı yine m ü’m inlerin eUy-
le gerçekleştirm ek istem iş ve h iç yorulm adan gökten
inen bir tesadüfm üş g ib i elde etm elerini irade buyur
muştur. (1)
176
Bazı kere de eziyet ve işkencelere katlanan, zor
luk ve güçlüklerle yüz yüze kalan ve bu sebeple A llah’
tan başka bir dayanak ve O ’ndan başka yönelecek bi
ri kalmayınca bütün sıkıntılara rağm en İslâm üm m e
tinin Allah’a bağlantısını artırm ak için gecikmiş ola
bilir. Allah’ın izniyle zafer kazandıktan sonra da az
gınlığa düşüp hak ve adaletten ve Allah’ın yardım ıy
la elde ettiği hayırlardan sapmaması ve haddi aşma
ması için bir tek garanti noktası varsa o da mü’min-
lerin Allah’a sam im i olarak bağlanm alarıdır.
Bazen de zafer şunun için gecikebilir. İslâm üm
meti henüz bütün va rlığıyla savaşa katılmıştır. Allah
ve Allah dâvası için fedakârlıkları göze alamamıştır.
Ya da ganim et kapm ak için, ya da bir şahsi hedefe
dayanarak savaşm aktadır. V eya düşmanm a karşı kah
ramanlık gösterisinde bulunm ak için savaşmaktadır.
Halbuki Allah, cihadın yalnız ve yalnız kendisi için
ve kendisinin yolu n d a olm asını, bunun ötesinde her
tür duygu ve düşünceden uzak bulunm asm ı istemek
tedir. Nitekim Hz. Peygam ber (s.a.v.)’e sorulur: uBir
adam kavmiyet için döğüşüycr, bir adam kahramanlık
için döğüşüyor ve bir adam da gösteriş için döğüşüyor.
Bundan hangisi Allah yolunda döğüşmektedir?)) Buna
Resûlullah (s.a.v.) şu karşılığı verir : “ Allah’ın sözünün
en üstün olmadı için savaşan veya döğüşen kişi Allah
yolundadır.n (1)
Bazı kereler de za fer şunun için g ecik ir: İslâm
ümmetinin karşısm da bulunan şer kuvvetleri arasm-
da bir takım h ayır k alm tıla n bulunabilir. Ve yüce A l
lah hayrm şerden bütün üyle a3m larak saf hale gel
mesi için şerri a3nrtm ak ister. V e böylece şerrin tek
başma yok olup gitm esini, beraberinde bir tek zer-
Ü) Buhâri, Müslim.
17 . 1 0 /1 n n
re hayrı da götürmemesini ister. Ve bunun için müs-
lüm anlarm zaferi gecikebilir.
Zaferin gecikmesinin b ir ,başka sebebi de İslâm
ümmetinin karşılaştığı kimselerin apaçık bâtıl olduğu,
bütünüyle halk tarafmdan anlaşılm az. Şayet m ü’miu-
1er onları yenecek olurlarsa onlar aldatılm ış kitleler
den kendilerine bazı yardım cılar bulabilirler. O alda
tılmışlar bunlann fenahğını bilm ez, yok olm aları ge
rektiğini kabul etmez. Bu durum da gerçeği görmemiş
olan iyi ruhlu kimselerin içinde bu bâtıl ehliuin uzan-
tılan kalabilir. Ama Allah bâtılın, bâtü olarak halkm
gözleri önünde açığa çıkm asm ı ve giderken kökteu
yıkılıp gitmesini, bir daha onun yok oluşuna üzülecek
kimsenin kalmamasını istem ektedir de o yüzden zafer
gecikmektedir.
Bazı kere de olur ki zafer şunun için g e cik ir: İs
lâm ümmetüıin temsil ettiği hak, adalet ve iyilik he
nüz kitleler tarafmdan iıdce anlaşılabilir dunun a gel
memiştir. Şayet zafer o anda elde edilecek olsa henüz
onun kapsadığı gerçeklerden haberi bulunm ayan bir
takım kimseler tarafmdan çeşitli eleştirilere hedef ola
bilir. Ama çatışma devam ettikçe m ü’m inlertn çevre
sinde bulunan insanlar da m uzaffer olan hakkı kabul
lenip alacak duruma gelirler ve onu k öklü olsırak kav
rayacak seviyeye ulaşırlar.
İşte bütün bunlardan dolayı ve daha A llah’m bi-
Üpte bizim bilmediğimiz sebeplerden ötürü zafer geci
kebilir. Fedakârhldar üst üste binebilir. A cılar çoğalıp
eziyet fazlalaşabilir. Ama en sonunda m ü’m inlerin sa-
Yimmasmı Allah üzerine alır ve za feri nasip eder.
Allah izin verdikten ve sebeplerini yarattıktan son
ra bedeli ödenip ortam hazırlandıktan ve zaferin şart
la n temin edüdikten sonra da zaferin b ir takım sorum-
luluklan vardır.
17ft
iiŞüphesiz ki Allah, O’na yardım edenlere yardım
eder. Doğrusu Allah kuvvetU’dir, Azız’dir.n
iiOnlar ki eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar
mevkii verirsek namazlarını dosdoğru kılarlar, zekât ve
rirler, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışır
lar. Bütün işlerin sonucu Allah’a aittir.)) (Hacc, 40-41)
Allah’ın m utlaka gerçekleşecek olan kesin ve kuv
vetli sözü hiç b ir zam an geri kalmaz. Ve Allah O’na
yardım edenlere yard ım ed er... Kimdir bu AUah.a yar
dım edipte gü çlü ve kudret sahibi olan yüce Allah’m
yardımma lâyık olan? İşte o n la r :
«Onlar ki eğer kendilerine yeryüzünde iktidar
mevkii verirsek.» Z afer tem in edip durumlarmı kuv
vetlendirirsek : «N am azlarm ı dosdoğru küarlar.» Al
lah’a ibadet eder ve bağlılıklan n ı kuvvetlendirirler.
O’na boyun eğerek teslim olarak yönelirler... «Zekât
verirler.» M allarm daki A llah ’m hakkm ı eda ederek
nefislerin cim riliğin e karşı üstün gelip her tür
İÜ istekten arınırlar. Şeytanm vesvesesini yener, cemi
yetin yardım m a koşarlar. Toplum daki zayıf ihtiyaç
sahiplerine destek olu rlar. V e onları da toplumun can
lı bir orgam haline getirirler. N itekim bu hususta Re-
süluUâh (s.a.v.) şöyle b u y u ru y o r:
«Karşılıklı sevgi, şefkat ve merhamette mü’rninler
Ur beden gibidirler. Nasıl bir bedenin bir uzvu ağrıyacak
olursa diğer uzuvlar da ona eşlik ederek uykusuzluk ve
ağnyle koşarlarsa, m ü’m inler de öyledirler.))
«İyiliği emrederler.)) H ayır ve iyiliğe çağırırlar. Ve
insanları bayıra, iyiliğe teşvik ederler. «Kötülükten vaz
geçirmeğe çalışırlar)) şer ve fesada karşı dururlar. Ve her
iki şıkkıyle İslâm üm m etinin niteliğini örnek alırlar.
Müslüman, b ir k ötü lü ğü değiştirm eye gücü yettiği za
man onu değiştirm ekten geri durm az. Bir iidliği yapa
bilecek bir durumda olduğu takdirde de onu yapmak
tan geri durmaz.
İşte Allah’a yardım edenler diye nitelendirilenler
bunlardır. Onlar ki Allah’a dayanıp güvenerek Allah’-
m nizammı insanlarm hayatm da gerçekleştirirler. Ve
onlara Allah kesin olarak zafer sözü verir.
Şu halde Allah’m yardım ı onun -sebep ve gerek
lerine şart ve sorumluluklarma bağlıdır. O ndan sonra
bütün mesele Allah’a havale edilir. O dilediği gibi hük
meder. Yenilgiyi zafere çevirir. Ve tem el sakat olduğu
zaman veya vazife ihmal edildiği vakit zaferi hezime
te döndürür: üBütün işlerin sonucu Allah’a aittir.n
Asıl zafer Allah’m nizam m ı insanların hayatm
da gerçekleştirmeye seb^p olan zaferdir. V e bu zafer
hakkın, adaletin ve hürriyetin zaferidir. Bu zafer iyili
ğe ve hayıra yöneliktir. Onun asıl h edefi budur. Bunun
ötesindeki şahsi menfaatler, kişiler, istek ler ve ihtiras
lar görünmez olur. Silinir gider.
Bu zaferin sebepleri, bedeli, sorum lulukları ve
şartlan vardır. Hiç kimse lâf olsun diye ve tesadüfen
zafer kazanamaz. Zaferin gaye ve gerçek lerin i gerçek
leştiremeyen kimseler zafer kazansalar da onu devam
ettiremezler...
180
ÎSLÂM DÜŞÜNCESİNDE
ULÛMİYET
184
hakkı bâtıldan, sağlam ı sahteden ayırd edeceği ölçü
bu düşünce sistem idir.
«Eğer bir şeyde ayrılığa düşerseniz onu Allah'a ve
Resûlü (s.a.v.)’ne bırakınız.^
Bununla beraber. Islâm düşüncesinin ölçüsü için
de; beşer düşüncesine değerli ve bü3nik bir vasıta ola
rak bakılır. Bu İlâhî kaynaktan beslenen düşünce sis
teminin özelliklerini kavram ak için insan zekâsma
önem verilir. Ç evresinde bu düşünce sistemini hâkim
kılıp uygulam a vazifesi insanoğlunun zekâsma-terke-
dilir. Ancak insanoğlu ne dışardan fazla bir şey kata
bilir, ne de bu düşünce sistem inin esaslarından bir şeyi
atabilir. Bununla birlikte İslâm ’ın eğitim metodunda
bu değerli vasıtaya son derece önem verilir. Onun kuv
vetlenip gelişm esi, çalışm a sahasm a atılması, kendisi
için üzerinde önem le durulur.
Şu da var k i bu düşünce sistem ini alıp değerlen
dirmek için insan düşüncesi tek başm a bırakılmış de
ğildir. Sadece düşünce yapısı bu deeğriendirm e işine
katılır ve ortaklaşır. İlâhî özellikler taşıyan İslâm dü
şüncesinin en a y ırıcı va sfı insan bünyesinin bütün ih-
tiyaçlarma cevap verm esidir. Bu değerlendirm eye or
tak olurkeıi insan düşüncesi onu kavrayıp anlayış sı
nırlan içine girdirir. İslâm düşüncesinin mahiyetini
ve gerçek yönünü sebep veya niteliğini kavrayama
yan kimsenin ona em in olarak teshm olması mümkün
değildir. Çünkü o bu sm ır için e girerken kabul edilen
mantık anlayışm a göre girm iştir. İnsan m antığı te
mel hakikatlan k abu l etm ekte birleşir. Bu düşüncenin
kapladığı saha İlâhî zatı ve sıfatlarm m gerçek yönü
olduğu gibi A lla h ’m iradesin in yaratm a işlem ine iliş
kin ve niteliğinin m ah iyeti ile de ilgili olarak bütünüy
le insan varhğm m bünyesinden daha geniş ve daha
büyük bir sahayı kaplar. İslâm düşüncesinin sahası,
m utlak mânada her türlü ezeliyeti ve ebediyeti kuşa
tan sonsuzluk sahasıdır, insan bünyesi ise yoktan va-
redilmdş her varlık gibi zam an ve m ekân sm u ı ile sı-
nırhdrr. Onu kolay kolay aşam az. V e h iç bir şekilde
tümel mutlakı kuşatma gücüne sahip o la m a z:
tiEy cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çev
resinden kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçın! Ama Allah’
ın verdiği bir güç olmaksızın kaçamazsınız.)) (Ralımân,
33)
«Gözler onu görmez, O, bütün gözleri görür. O, La
tiftir Hdberdâfdır.)) (En’âm, 103)
işte bunun için insanoğlunun sadece düşüncesi
değü, bütünüyle varlığı bile bu sm ırm dışın da hareket
etme kudretine sahip değildir. Bundan d olayı insanıtı
vazifesi varlıklarla kaph olan m utlak üâhî zâtm gön
derdiği emirleri ahp insan tabiatm m ve kapasitesinin
snurlan içinde onu gerçekleştirm ektir. Bu son cümle
mizi açıMığa kavuşturmak için şunları d a ilâve ede
lim ; İnsanoğlu Uk-emirde kendi tabiatm m mahkûmu
dur. Onun tabiatij yaratılmış ve sonradan m eydana ge
tirilmiş olmanın, izlerini taşır. Bunun için insan tabiatı
ne mutlakdır, ne de tümel. Ne ezelîdir, ne de ebedi. Bu
nun için de insanm anlasnşı elbette tabiatm hudutları
ile smırh ohnak zorundadır. H em insanm kapasitesi
de sınırlıdu. İnsanm yersdizüdeki fon ksiyon u Allah'a
ibadetin gerçekleşmesi için yeryüzünde h ilâfet görevi
n i yerine getirmektir. Dolayısiyle in sanoğluna verilen
anlama yeteneği bu hilâfet görevin in gereklerine uy
gun olacak kadardır. Ne fazla ne ek sik ... Ancak bir
takım m eseleler vardır ki insanoğlunun bu vazifesini
ilgilendirmez, işte bunun için A llah o tip meseleleri
anlama gücünü verm em iştir. H er ne k adar o konula-
rm mümkün olduğunu ve k avrayabilecek kudreti ver
mişse de mahiyetini ve niteliğini kavram a gücünü ver-
memiştir. Sonra bu hususları bilm ek bir yandan A l-
lah’m iradesinin enginüğm i anlamasma, bir yandan
da insanoğlunun sonradan m eydana gelm iş m utlak
ve genel kavram ları anlayam ayan bir yaratık olduğu
nu bilmesine bağlıdır. Bım un için de her şe3n kuşatan
ezelî ve ebedî gü cü n özelliklerin i kavrayamaz. Kur’an-ı
Kerim insanoğluna niteliğini ve mahiyetini kavram a
gücünün verilm ediği sahalarm bir kısmım kısaca işa
ret eder. Bu gü cü n verilm eyişi ya insanm sınırh beşerî
tabiatmm sm ırları için e girm ediği içindir, ya da belir
tilen görevi yü klenm ek hususunda o gibi konulann
gereği olm adığı içindir. Bu arada Kur’an; inanan, selim
yaratılışh kim selerin değerlendirm e tarzm a işm et et
tiği gibi sapık ve anorm al yaratılışh kimselerin değer
lendirme tarzm a d a işaret eder. M eselâ bu konulardan
birisi: Allah’m zâtınm m ahiyetini kavram a meselesi
dir. İnsan bünyesi h içb ir zam an için onu anlayamaz.
Ka.fa.t:mda. m eydana getirdiği şekillerden hiçbiri ona
uymaz ve onunla k ıyas edilm esi mümkün değildir.
Gözler onu görm ez, O, gözleri görür.r> (En’âm, 103)
nO’nun benzeri hiç bir şey yoktur.yi (Şûra, 11)
nAllah’î bir şeye benzetm eye kalkmaym.r> (Nahi, 74).
109 .
şünceıün anlam ı nedir? Telepatik ulaşıımn sorumlusu
olan enerjinin biçim i nedir? Hiç şüphesiz, her insanm
mutluluğuna ve m utsuzluğuna yol açan fizyolojik ve
zihnî bir takım etkenler vardır. Ama bunlar bilinmi
yor. Mutluluğa elverişli şartlan yaratmağa yeterli de
ğiliz. Medenî insanm en iyi şekilde gelişmesine elve
rişli ortamın ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Fizyolojik
ve ruhsal oluşum um uzdan savaşı, çabayı ve çekilen
acıyı kaldırmak m üm kün müdür acaba? Çağdaş mede
niyet içinde fertlerin yozlaşm asm ı nasıl önlemeli? Bizi
en çok ilgilendiren konularda daha birçok so
rular sorulabilir. A m a hepsi de cevapsız kalır bun-
larm.
Açıkça anlaşılıyor ki, konu olarak insanı ele alan
bütün ilimlerin çabası yetersizdir ve kendimizi henüz
tam olarak tanım ıyoruz.»
îşte, bizim insan gerçeğini bümeyişimizin dere
cesi...
Alexis Carrel diyor k i :
«Aynı zam anda atalanm ızm yaşama tarzmı ve bi
zim esrarengiz fıtratım ızı, aklî yapımızı bilmeyişimiz
de bu konuya dah a d a zorluk getirmektedir. Ve bu ko
nuda iki ana sebep üzerinde değil de sadece üçüncüsü
üzerinde bazı alıntılar y a p a ca ğ ız:
Kendimizi tanım akta gecikmemizin başka bir se
bebi daha var. O da; S03nıt olayları gözlemekten hoş
lanan zihnimizin yapıhşıdır. Canlı varlıklann ve insa
nm pek karm aşık ola n incelem esini yapmağa yanaş
maktan tiksiniyoruz âdeta. Zekânm özelhği, diyor
Bergson, hayatı anlam aya tabiî olarak yetersiz oluşu
dur, Şuurumuzdaki geom etrik biçimleri kâinatta bir
daha bulmaktan hoşlanıyoruz. Heykellerdeki orantı-
lann tamlığı, m akinelerin ayan , zihnimizin temel özel
liğinin belirtisidir. Y eryüzü ne geom etriyi sokan insan-
oğludur. Tabiatm metodları asla bizim kiler kadar ke-
siu değildir. Biz, içgüdümüzle kâinatta düşüncemizde
ki açıMığı ve şeşmazlığı arıyoruz. O laylarm karmaşık-
lığm dan soyut sistemler çıkarm ağa çalışıyoruz. Bö
lümleri, matematik olarak ele alm m ağa elverişli ba-
ğmtılarla birleşen sistemlerdir, bunlar. Fizik ve kimya
alamndaki şaşırtıcı ilerlemeleri sağlayan da zekâmı-
zm bu niteliği olmuştur. Bu sahalardaki karşılıklı ba
şarılar dikkati canh varhklarm fiziksel, kim yasal ince
lemesi üstüne çekmişti. Kimya ve fizik yasaları, can
lılar dünyası ile ceınsız maddeler dünyasında aynıy
dı. Claude Bemard böyle düşünüyordu artık. Böylece,
kandaki alkoliğin dayanıklılığı ile okyanus sularmda-
kinin dayanıklılığı aynı kanunlarla tamamlanmakta
dır. Yine bu yoldan kasm büzülm e gücünü şekerin
mayalanmasmdan aldığım öğreniyoruz. Buna benzer
daha birçok örnekler verebiliriz. Canh varhklarm fi
ziksel, kimyasal göı*ünüşûnü incelem ek kadar kolay
dır. Genel fizyolojinin başanyla yerine getirdiği vazi
fedir bu. Doğrudan doğruya fizyolojik olaylar, yâni
canh maddenin oluşması sonucu olan olaylar ele ah-
nmca daha önemh engellerle karşılaşılır. İnceleme ko
nusu olan şeylerin son derece küçük oluşu fiziğin ve
kimyanın her zamanki teknik m etodlarm ı uygulama-
jL imkânsız kıhyor. Cinsel hücre çekirdeğinin kimya
sal yapısmı, bunun içindeki krom ozom ları ve kromo
zomları meydana getiren cisimleri hangi yolla ortaya
çıkartabiliriz? Oysa, bu bir yığm ufacık m addeyi ta
nımak son derece yararlı olurdu. Çünkü kişinin ve in-
sanlığm geleceği bu maddelerde yatm aktadır. Sinirleri
meydana getiren madde gibi, kimi dokular öylesine da
yanıksızdır ki, canlı durumdayken incelem eleri he
men hemen imkânsızdır. Bizi beynin ve onun uyumlu
hücreler topluluğunun smlanna götürebilecek yoldan
1Q4
yoksun bulunuyoruz. Matematik formüllerinin özen-
tisiz güzelliğinden hoşlanan zihnimiz, ferdi meydana
getiren hücrelerin, ve şuurun son derece karmaşık har
manı ortasında yolunu şaşırmıştır. Bu durum karşı-
smda zihnimiz, ferde; kimyanm , fiziğin, mekaniğin ya
da felsefeye ilişkin ve dinî metodlarm kavramlarım
uygulamağa çalışıyor. Fakat bunu başaramıyor, insan
oğlu ne fiziksel - kim yasal bir sisteme ve ne de ruh
sal bir ilkeye sığdırılabilir. Şüphesiz insan İlmî, diğer
ilimlerin kavram larından yararlanmak zorundadır.
Bununla birlikte kendine has kavramları da geliştir
mesi zorunludur. Çünkü o da moleküller, atomlar ve
elektronlar ilm.i k ad ar önemlidir.»
Ve Alexis Carrel k onuyu şöyle bağlıyor; «Sözün
kısası insanoğlunun bilgisindeki çok yavaş ilerleme, fi
zik, kimya ve m ekanik ile birlikte astronomi iİTninin
parlak gelişmesi ile kıyas edildiği zaman atalarmuzm
boş vakitlerine m uhtaç olduğum uzu söylememiz, ko
nunun girifthğini, k a fa yapım ızm esrarengizliğini be
lirtmemiz gerekir. İşte bım lar önümüzde büyük bir
engeldir. Bu engelleri yıkm ak emeli henüz ortada yok
tur, Ve daha bir m üddet de bunları yenmek güç ola
caktır. Çok yoru cu çahşm alan gerektirecektir.
Sözün kısası; fiziğm , astronominin, kimyanm ve
mekaniğin göz kam aştırıcı başanlanna göre insan
varlığı alanmdaki bilgilerin pek ağır ilerleyişi; insanın
boş vakit bulamayışı, konunun karmaşıklığı ve zekâ-
ımzm biçimi yüzündendir. Bütün bu zorluklar ümidi
mizi yitirmeden aşılm ası gereken başlıca zorluklar
dır. Bü3Tük bir çaba ile bunları her zaman aşabiliriz.
Kendimizi tanımak, h iç bir zam an bir fizik ilminin gü
zelliği ve çekici yalm lığı ölçüsünde kolay olamaz. İn
san ilminin gelişm esini geciktiren nedenler süreklidir.
Şu gerçeği açıkça belirtm ek gerekir ki, insanı konu
edinen, ilim, bütün ilimlerden daha çok zorluklar ta
şır.» (1)
İşte insan gerçeğini bilememesinin birkaç sebebi.
Veya bu gerçeğin en büyük ve en açık yanlarmdan
bir yanım bilememenin batılı büyük bir bilginin görüş
açısmdan dayandığı sebepler. Her ne kadar bir görüş
metodu yönünden meseleye tamamen başka bir nokta
dan bakıyorsak da o bilginin de bu kadarlık şahitliği
nin yeterli olacağmı sanıyoruz. Carrel’in bu konuda
esaslı sebeplere temas ettiğini, inaan aklm m yapısı
üzerinde dururken bu yapmm insanın yeryüzündeki
fonksiyonu ile alakadar olduğunu ve insan zekâsının
yapıhş tarzmm yeryüzündeki fonksiyonuna uygun bir
proje çerçevesinde yapümış bulunduğunu belirtiyor.
İnsanoğlu ilerde maddî kanunları anlayıp onu kullan
mak konusunda pekçok ilerlemeler gösterecektir. Bu
arada insan bünyesinin gerçekleri üzerinde de bili
nenlerden daha çok şeyler öğrenecektir. Şu kadar var
ki, insan bünyesinin yapısmdaki esrar yin e gizliliğini
devam ettirecek ve sonsuza kadar bu sır çözümlene
meyecektir. Meselâ hayat s u n ... M eselâ ölüm sim...
Bunlar tamamen gizliliğini devam ettirip gidecektir.
Bu arada insan ruhunun sırlardan ibaret olması da
yine anlayış smm nın dışında kalacaktır. Zira
bu konulardan hiç bitişi insanın esas vazifesi için ge
rekli değildir...
Her nasıl olursa olsun bu ifadelerin gerisinde iki
büyük gerçek göze çarpm aktadır:
1 — AUah’m insanoğluna acım ası ye onu bu ca
hilliğiyle tek başma bırakmamış olm ası. îşte yirmin-
oi asırda büyük bir bilgin, insanm b u bilinmeyen ta
10R
raflarını dile getiriyor. İnsanın inanç düşüncesinin
kendi eline verüm em iş olması. Asimda inanç konula
rındaki düşünceler, kapsam lı bir açıklamanm ifadele
ridir. Bu açıklam a sadece insanın bümmeyen gerçekle
ri için değil, aynı zam anda büyük ulûhiyet gerçeği, kâ
inat ve hayat gerçeği v e bunlar arasmdaki ilişkiler için
de... İnsanm b u g erçeğ i bilmemesinden dola3a ona
kendi hayat nizam m ı v e bu nizaınm şeklini, şeriat ve
kanunlarmı kendi eline vermemiş olması Allah’m bir
rahmetidir. Z ira bütün bunlar sadece insanm gerçek
yönleriyle ilgili değil, içinde yaşadığı kâinatm gerçek
yönleriyle ilgili, b a ğ lı olduğu hayat tarzı ile alâkah,
sonra bu kâinatı v e kâinatm içinde bulunan her şeyi
idare eden yaratıcı büyük kuvvetle olan ilişkilerinin
gerçek yönü ile alâkalı geniş ve mükemmel bir bilgiyi
gerektirir...
2 — Gerek eski, gerekse günümüzde kâinat, hayat
ve insan konusunda geniş açıklamalar getirmek için be
şer emsinden bir kim senin şımanklık yaparak karşı
çıkması. Kendi hayat nizamını kendisi koyup insan
lar için prensipleri ve hayat sistemlerini kendisi tayin
edip böyle bir cehaletle insanların varabileceği batak
lıklar ve kılavuzsuz çöller. Metod hataları ve bozuk
lukları, hayatî bahtsızlık ve pişmanlık. îşte bütim bun
lar o çirkin şım arıklığın tabiî sonuçları ve acı meyve
leridir. Bir de o derin cehaletin. (11
İnsana A llah tarafm dan gelen İlâhî düşünce bü
yük bir lütûftur. Z ayıf ve cahil olan insan topluluğu
o gereksiz yorulm alardan böylece bağışlanmış, yeni bir
düşünce tarzı teşkil etm ek için bol güçler verilmiş. A l
lah tarafmdan kılavuzu ve vasıtası belirtilmeyen bir
1QR
rece-yıpi'anmışlar ve fuzûli şeylerle meşgul olmuşlar
dı. Tıpkı bir atlasın verdiği coğrafya bilgileriyle yetin
meyip nesiller boyu çizilen dağ ve arazi haritalarma
inanmayıp, dağların yüksekliğini, denizlerin derinliği
ni yeniden ölçm eye kalkan kimseler gibi idiler. Tek
rar ve tekrar uçsuz bucaksız çölleri, kısacık ömürleri
ve zayıf güçleri ile ölçm eye kalkışıyorlardı. Hem de
ölçecek âletten yoksun olarak. Ne var ki çok geçme
den bu gayretleri durdu. Azimleri bitti. Ve boşuboşu-
na kaybedilmiş birkaç hatıra ve işaretle dönüverdiler.
İşte ilahiyat konularm a dalanlar böyle idiler. Hiçbir
bügiye hiçbir esasa dayanm adan basit görüşlerle bu
bilgi sahalarına geldiler, eksik bilgileri ile çabucak el
de edilmiş görüşleri ve hatıraları ile ansızm dalıverdi
ler. Sonra da hem kendileri saptılar, hem de insanları
sapıklığa düşürdüler.» (1)
9in
geçebilmiş m idir? H içbir konuda pratikle ilgi kurabil
miş midir?
Fichte, çelişki prensibini aşağıdaki şekilde kulla
nır; Bu, kendi felsefî düşüncesini belirttiği bir takım
neticeler doğuran öncüllere benzer. İnsan kendisinin ne
olduğunu düşününce yani «Ego», «Ego»yu düşündü
ğü takdirde ondan m eydana gelen «Ego» asü «Ego»
mm kendisi olduğunu kabul eder ve «Ego» olmayan
şeylerin de «E go»nun dışm da kaldığım kabullenir. Bu
r a d a «Ego» oradaki «Ego»nun dışmdadır. Fakat
«Ego»nun dışm da kalan şeylerin varlığı gerçek «Ego»
mm varbğm da gizlidir. Bımdan dolayı kendi varlığm-
da «Ego» olm ayan şeyleri taşımasmdan ötürü hem
«Ego»dur, hem de «E go»nun karşıtıdır. Şu halde insa-
nm kendisini düşünm esi insan düşüncesinde üç yeni
adımı doğurmaktadır. Esas itibariyle var olmaymca;
insan kendisini «Ego» dan başka bir şekilde düşündüğü
takdirde kendisinin dışm da kalan eşyayı —^yani «Ego»
olmayan şeyleri,— «Ego» yoluyla öğrenir. Zira «Ego»,
içerisinde «Ego» olm ayan başka gerçekleri de taşır.
Bunun için bizim dışım ızda olan bu şeyler, sadece
«Ego» da gizlenm iş olm akla kalmayıp, «Ego»nun bir
etkinliği ve sonucu durum ım dadır. (1)
Pratik olarak «E go»nun dışmdakilerin varlığım
kabul etmenin, «E go»nun varhğm ı reddetmek mânası
na gehnesi, ne d eğ er ifade eder? Esasen böyle bir dü
şünceyi akıl bizzat reddeder. Yeter ki ekoUerin tut-
saklığmdan kurtulabilsin. Zira iyice düşündüğümüz
takdirde «Ego»nun varlığm m «Ego»mm dışmdakilerin
varhğmı kabul etm em ek m anasm a gelmesi mantıkî
değildir. Zira birinin varlığı diğerinin varhğma bağlı
değildir.
250
^tLAH’IN
ZÂTI
97K
bu yai'atıklar ve bu mânalar arasındaki irtibata, bun
ların birbiriyle olan alâka ve m ünasebetlerine ve bü
tün bu incelikleri iyice düşünm ek lâzım geldiğine de
lil teşkil etmektedir.
Kâinatm Allah Teâlâ tarafm dan bu kaide üzerine
kurulup sonra da O’nun koyduğu kan u n a uygun hal
de yürümesidir ki, yeryüzünde hayatın vücuda gel
mesine yol açmış ve onun gelişerek tekâm ülünü sağ
lamıştır. Nitekim bildiğimiz şekliyle insan hayatını
meydana getiren ve onun m evcudiyetinin ve tabiatmm
muhtaç olduğu şeyleri, arzu ve ih tiyacm a u ygun biçim
de vareden etken de işte bu ezelî kanundur.
İşte bu kanun ve bu kaidedir ki; gecey i insan için
bir mesken, bir rahathk ve dinlenm e vesilesi; gündüzü
de aydınhk, görmeğe, gezm eğe m üsait kılan; yeiTdizü-
nü yaşamaya ve çalışmaya elverişli b ir karargâh, göğe
de sarsılıp muhkem bir bina ya pa n ... E ğer bu ölçüler
de az bir sapma vuku bulsa, yeryüzünde insanm varli-
ğmdan söz edilemezdi, hattâ bütün hayatın varlığm-
dan bile...
A3mı İlâhî kanundur ki tertem iz rızıklarm yer
den yetişmesini, gökten inmesini tem in etm iş ve bu n-
zıklardan, AUah’m kendisine şekil verip en güzel bi
çimde yarattığı ve ona bu varhğm m ahiyetine uygun
ve içinde —bÜ3nik mevcudatla alâkalı olarak— yaşa
dığı şartlara elverişli nice özellik v e kabiliyetler bah
şettiği bu insanm istifadesini m ü m kü n kılmıştır.
Görüldüğü üzere bunlarm hepsi, birbirine bağlı
olan varlıklardır. Dolayısıyla K ur’an-ı K erîm bunları
a3mı yerde, böylesine u3rumlu bir üslup ile zikretmek
tedir. Bunlardan, yaratıcm m birliğine delil çıkarmak
tadır. Sonra da insan kalbini bunların gölgesinde yal
nız Allah’a ibadet ve duâ etmeğe, aAlemlerin RaVbi olan
Allah'a hamdolsuıu diyerek dinî vecibeyi ancak O’nun
yüce divanında yapmağa yöneltmektedir. Bu derece mü
kemmel ve muntazam olarak bu mevcudatı emsalsiz
bir şekilde yoktan vareden Zâtm ancak «İZo/ı» olma3?a
lâyık olduğu gerçeğini karara bağlamaktadır. O’dur Al
lah. Âlemlerin Rabbi. Böyleyken, nasıl olur da insanlar
bu apâşikâr Hak’tan yüz çevirirler?
Kâinatın benliğindeki bazı irtibat yönlerine ve kâ-
inatm insan hayatiyle olan alâkasma işaret eden hu
suslardan bir kısmma kısaca temas edeceğiz. AUah’m
kitabmda özetlenen işaretler yönünde bir göz ataca
ğız;
«Yerküresi kendi etrafmda güneşe karşı dönme-
seydi gece ve gündüz olmazdı.»
«Eğer arz kendi etrafmda şimdikinden daha hız-
h dönmüş olsaydı, bütün binalar yıkılarak darmada-
ğm olur, yeryüzü de parçalara bölünerek o da fezada
dağılır giderdi...»
«Eğer yeryüzü kendi çevresinde şimdikinden daha
ağır dönmüş olsaydı, sıcaktan ve soğuktan bütün in
sanlar ölürdü. Yeryüzünün kendi çevresinde bugün
kü bilinen hızıyla dönmesi, öylesine ince ve engin he
saba göre ayarlanm ıştır ki bu sür’at, yerde yaşayan
canlı ve bitkilerin hayatma, en geniş mânasıyle «yu-
gun» düşmektedir.»
«Arzm kendi etrafm da deveranı olmasaydı, bü
tün deniz v e okyanusların su50i boşalmıştı.»
«Arzm m ihveri düzelmiş ve yeryüzü güneşin çev
resindeki kendi yörüngesinde yürümüş olsaydı ne
olurdu? O zam an mevsim diye bir şey kalmaz ve in
sanlar yaz nedir, kış nedir, ilkbahar nedir, sonbahar
nedir, bilmezlerdi.»
«Eğer yer-tabakası şimdi olduğundan birkaç kade
me daha yüksekte olsaydı karbondioksit oksijeni emer
ve bitkilerin hayatı sona ererdi.»
«Eğer hava tabakası, olduğundan daha yüksekte
bulunsaydı, şimdi hava dışm da yanm akta olan mil
yonlarca yıldızlann bir kısmı, y er küresinin bütün
parçalanna çarpardı. Bunlar saniyede takriben altı üa
kırk mü arasında bir hızla seyrettiğine göre bu yıl
dızların, yanması kabil olan her şeyi yakm ası gayet
mümkündür. Eğer bunlar bir tabanca kurşunu hızıy
la seyretmiş olsaydılar, elbette ki hepsi de yeryüzüne
çarpacak ve sonuç cidden pek k orkunç olacaktı. İnsa-
nm hali ise, onun, kurşunun hızm dan doksan kat faz
la bir hıza sahip olan küçük bir yıldızla çarpışması,
sıcakhğmm etkisiyle param parça olm asm a yeterdi.»
«Meselâ havadaki oksijen yüzde yirm i bir yerine,
yüzde elli oranında olsaydı, yanm ası kabil olan cisim
lerin tamamı alevlenirdi. ö y le İri, yıldırım dan çıkarak
bir ağaca isabet edecek olan ilk k ıvılcım derhal or-
mam saracak ve bir anda yan gm etra fa ya 3ulacaktı.»
«Havadaki oksijenin oranı yü zde on v e y a daha az
düşmüş olsa, belki bütün canlüam ı hayatı, asırlar bo
yunca toprağa karışmış olacaktır. Fakat bu halde de,
insanlarm ahşageldiği medeniyet unsurlarm dan bir
kısmı, meselâ ateş gibi, bol m iktarda görülecek.»
Daha bu kâinatm öz yapısında öylesine ince bin
lerce plânlanmış ayarlanrmş cihazlar v a r ki, bunlar
dan bir tanesinde en az bir aksam a zuh ur etse, ortalık
allak bullak olur, büdiğimiz şekliyle hayat diye bir şey
kalmazdı. Bütün bunlar insanın yaşayışın a uygun bi
çimde tanzim edilmiştir.
İnsanm kendi zatm a g e lin c e : Eşsiz bir güzelliğe
sahip olan şekü ve biçim i Ue d iğer canlılardan aynl-
mış bulunmaktadır. Bilcümle vazifelerin i kolayca ve
dikkatlice yapabilmesi için kendisine verilen cihaz ve
organlarm mükemmel oluşu; benliğindeki özelliklerle,
bir varlık olarak şu dünyevî ortam da kendisine vücud
ve hareket zemini sağlayan umumî ve cahinşümul
şartlar arasındaki ahenlc...
Ve bütün bunlar, kendisini yeryüzüne halife kılan
en büyük meziyetinin dışmdadır. İnsanın halife olma
sında taşıdığı en büyük hususiyet akıl ve ruhdur.
İnsanın yapısmdaki inceliği, organlannm ve gör
dükleri vazifelerin intizammı, yüce Allah’m «size şekil
verip de şeMinizi güzel yapan» beyam açısmdan, tetkik
etmeğe kalkmış olsak, her bir küçük uzvun, hattâ
her hücrenin üzerinde bir bir durmamız gerekecek
tir.
Bu enterasan incelik ve intizama misal olarak in
sanın çene ve dişlerin arasmda bir açıklık olsa, hem
diş eti hem de dili etkileyecektir. Böyle bir açıklık azı
dişte, yahut diğer bir dişte olsa, karşısmdakine çar
pıp tahriş etmesine yol açardı... Üst ve alt çeneler ara.
sında sigara kâğıdı gibi bir kâğıt konduğunda çene
nin üzerine basm asiyle ezilir ve o kâğıt üzerinde basın-
cm izi görülür. Çünkü çene, öyle bir dikkatle yapılmış
tır ki, sigara kâğıdı inceliğindeki bir şeyi çiğneyip
özütmek için birbirine tamamen k avu şm ak tır. Ara
dan bir şey sızm ayacak derecede kapanmaktadır.
Sonra bu insan, bu hali ve bu mahiyetiyle, şu
varlık içinde yaşasın diye bir takım organlarla dona
tılmıştır.
Şu gözü; dünyadaki vazifesi icabı görmesi gereken
leri görmesi için...
Şu kulağı; yine vazifesi icabı işitmesi gereken ses
leri işitmesi iç in yaratılmıştır.
Hülâsa her duyu, orgam veya her uzuv, insanm ya
şaması için hazırlanan zemine uygun olarak yaratıl-
nuştır. A yrıca bu uzuvlar bazı şartlarm değişmesine
eşit olarak vaziyet alması için gerekli güç ve imkân
larla da bezenm iş bulunmaktadır.
Şüphesiz ki insan bu ortam için yaratılmıştır, Bu
vasatta yaşayacaktır. Bu vasatm durum u ile şu insa-
nm varlığı arasmda sağlam bir bağlantı vardır. İnsa
nın bu biçimde şekillendirilmiş olm ası, içinde yaşadı
ğı ortamıyla alâkalıdır. Bu da yerle göktür. însanm si
masını Kur’an’m yer ve gökten bahseden âyetin için
de zikretmesi bundandır... İşte K ur’a n ’daki i’caz...
AUah’m san’atmdaki incelik ve kâinatla insan ara
sındaki âhenk ve intizama bu kısa işaret kâfidir.
uSise geceyi dinlenesiniz diye, karanlık ve gündüzü
çalışasınız diye aydınlık olarak yaratan Allah’t ı r . . . (Yu
nus, 67)
Gecenin sükûneti her canlı için b ir zarurettir. Her
canlınm dinlenmesi ve ertesi gü n tek rar hayata hm"e-
ketU başlaması için bir süre istirahata çekilm esi şart
tır. Bu istirahatı temin için sırf u y k u yeterli değildir.
Muhakkak «gece» lâzımdır. K aranhk lâzım dır. Devam-
h surette ışığa karşı duran canlı hücreler, dokuları te
lef olacak derecede yorulur, yıpranır; çünkü sükûn ve
istirahattan yeteri kadar nasibini alm am ıştır.
...«7e gündüzü çalışasınız diye aydınlık olarak...n
Bu tarz bir tabir, gayet kuvvetli b ir ifade şeklidir.
Sanki gündüz, göz sahibi canlı b ir nesnedir. İnsanlar
ise ancak onun İçinde dünyalarını görebilmektedir.
Çünkü, görünmek, aydmiık onun başlıca sıfatıdır.
Gece ile gündüzün bilinen şekilde birbirini izleme
si, nimetler üstünde bir nimettir. E ğer ikiden biri da
imî olsaydı, yahut şimdikinin b irk aç m isli daha uzun
olsaydı hayat yok olurdu. O nun için, gece ile gündü
zün ardarda birbirini takip edişi insanların çoğunun
şükretmedikleri Allah’ın bir lü tu f ve keremidir.
»Doğrusu Allah insanlara karşı lütufkârdır; ama in
sanların çoğu şükretmezler...y> (Mü’min, 61)
Gece ile gündüzün birbirini takip edişini, bu iki
tabiî tezahürü K ur’an-ı Kerîm şöyle beyan ed iyor:
uişte her şeyin yaratıcısı olan Rabhiniz Allah budur.
O’ndan başka tanrı yoktur. O halde nasıl olup da dön
dürülüyorsunuz?» (Mü’min, 62)
Gerçekten hayret verici bir haldir, insanlarm Al
lah’ın kudret elini, her şeyde görüp, her şesdn yaratı
cısı olduğunu, eşyanm mevcudiyetiyle ve akim kaçı
nılmaz bir ödevi olarak bilip, hiç kimsenin yaratma id-
diasmda bulım m asınm imkânsızlığmı ve yaratmışız
kendi kendine var olduğunu söylemenin de gerçeğe
ters düşeceğini idrâk edip de... Evet gerçekten hayret
verici bir şeydir, İnsanlarm îman ve ikrardan yüz çe
virmeleri... «ivasıl olup da döndürülüyorsunuz...»
Fakat bazı kimseler bu açık haktan böylece yüz
çevirmişlerdir. Tıpkı Kur’an’a ilkin muhatap olanlar
gibi. Böyle olm uştur her zaman, ne bir sebep var orta
da, ne delil, n e de b u rh a n ;
«Allah’ın âyetlerini bilerek inkâr edenler işte böyle
döndürülür.»
Gece ile gündüzün tezahürünü belirttikten sonra,
arzm bir karargâh ve semanın da bir bina olarak inşa
edildiğine g eçü iy or:
«Sizin için yeri durak, göğü bina eden, Allah’tır.»
(Mü’min, 62)
Arz karargâhtır. Pek çoklarından kısaca işaret et
tiğimiz uygun şartlar sayesinde insanm yaşayışma el
verişlidir.
K • lQ /o a a
uGece ve gündüz, güneş ve ay Allah’ın âyetlerinden-
dır. Güneşe ve aya secde etm eyin. E ğer Allah’a ibadet
etm ek istiyorsanız onları yaratan Allah’a secde edin.n
(Fusâlet, 37)
Bu âyetler gözler önüne serilm iş bulunmaktadır.
Bilen de bümeyen de görür onları. Beşer kalbi üzerin
de doğrudan doğruya bir tesiri vardır. İnsan omm İl
mî gerçeklerini bilmese de bun lar karşısında ürperti
duyar. Çünkü bu gerçeklerle insan bün yesi arasmda
HilgiflfiTi çok daha derin m ünasebetler ve bağlılıklar
vardır. Doğuştan gelmektedir b u bağlılık. İnsan ondan
bir parça gibidir. A3mı oluşa, ayn ı m addeye, a3mı öze,
aym kanunlara bağlıdırlar. H epsinin tanrısı bir tek
ilâhtır. Bunun içindir ki, işte insan, derin düşünceye
hitap eden hu derinlikler d o lu ^ r ç e k le r karşısm da sar
sıntı duyar. His ve heyecanla dolar. Bu yüzden zaten
Kur’an-ı Kerîm çoğunlukla kalpleri b u âyetlerle ay
dınlatarak insanı gafletten u yarır ki, bu gaflet çoğu
kere bir yandan o gerçeklerle u zu n sûre hemdem ol
maktan, bir yandan da İnsanm ü zerin e b ir takım en
gellerin binmesinden ileri gelir. A m a K u r’an o ger
çekleri yeniden açıklayarak ortaya seriyor ki, insanoğ
lu onu yepyeni, canlı ve uyanık bir şekilde kavrasın.
Ve kökü derinliklere varan eski bilgisiyle hem den ola
bilsin.
Burada âyetin işaret ettiği husus, b u varlıklardan
herhangi birisinden m eydana gelecek sapmalarm şe
killeriyle alâkalıdır. Bir kere A rap lar güneş ve ayı
son derece sakat bir anlasnşla, bâtıl ve sapık bir de
ğerlendirmeyle Allah’a y a k laştın cı b ir vasıta olarak
kabul ediyor ve tapınıyorlardı. K u r’an-ı Kerîm gelir
gelmez işte onların bu sapık düşüncelerini yıkarak
dilerini doğru yola çekm ek istemiştir. V e onlara demiş
tir k i : ttGüneşe ve aya secde etm eyin. E ğer Allah’a iba-
det etm ek istiyorsanız onları yaratan Allah'a secde edin.))
Aslında bütün mahlûkatın yönelmesi gereken biricik
merci yaratıcıdır. Güneş ve ay sizin gibi yaratanın em
rine uyar ve O ’na tâbi olur. Binaenaleyh siz de ibadete
müstehak olan O biricik yaratıcıya dönün... Âyet-i Ke
rîme bütün bu varlıkları bir bütün olarak değerlendi
riyor. Çünkü cins itibariyle hepsi aynıdır. Müşrikler şa
yet bunca beyanlardan ve âyetlerden sonra yine 3rüz
çevirip gururlanacak olurlarsa, bu varlıklardan hiç
birisinin ileri veya geri gelmesine ya da, artıp eksil
mesine sebep o lm a z :
((Eğer büyüklük taslarlarsa bilsinler ki, Rabbinin
nezdinde bulunanlar yasanmadan gece gündüz O’nu teş
bih eder dururlar.)) (Fussilet, 38)
((Rabbinin nezdinde bulunanlar)) denilirken ilk an
da akla gelen meleklerdir. Ancak burada meleklerden
başka A llah ’ın yakın kullan da kasdedilmiş olabilir.
Biz bu noktada ne biliyoruz ki? Bildiklerimiz çok az
ve çok değersiz.
Bu Rabbinin nezdinde olanlar hem derece bakı
mından yüce ve üstündürler; hem de şeref bakımm-
dan. O sapıklar gibi büyüklenip sapıtmazlar. Allah’a
yakın olm alarından dolayı gururlanmazlar. Gece gün
düz durmadan, usanmadan, bıkmadan Allah’ı hamd
ile teşbih ederler. Yeryüzünde Allah’a kulluk etmek
ten geri kalanlar bunlarm yanmda ne önem ifade
ederler ki?
Yeryüzü, onları besleyen toprak ana, bağrmdan
fışkmp çıktıkları ve tekrar kara bağnha dönecekleri
toprak... Üzerinde birer kannca gibi gezinip durduk
ları ve yem eğini yiyip suyunu içtikleri kara toprak
tır... Evet bu toprak dahi Allah’m huzurunda huşu
içerisinde durmaktadır. Hayatiyetini O’nun elinden al
maktadır :
< ÎÛ İ
<iO’nun âyetlerinden biri de kupkuru gördüğün yer
yüzünün, Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçip
kabarmasıdır. Ona can veren Allah, şüphesiz ki ölüleri
de diriltir. Muhakkak ki O, her şeye kadirdir.^ (Pu5Si-
let, 39)
mn
HER VARLIK
O’NUN VARLIĞININ
DELİLİDİR
301
lu ve üst üste binmiş dikkat dolu, incelik dolu husu
siyetler. Bunlann en küçüklerinden birisi ortadan kal
kacak olsa hayat imkânı kalkmayacak olan veya en
azından hayatı imkânsız kılan özellikler...
Evet bu yeryüzündeki herşey... Her canlı... Bir
âyettir... Bir mucizedir... Her şeyin en küçük parçası
ve her canlınm en basit ferdi... Bir âyettir... Bir mu
cizedir... küçüğü de, incesi de, büyüğü de, kaimi
da... Bir âyettir... Bir mucizedir... Şu kocaman ağa-
cm, şu küçücük yaprağm veya şu basit bitkinin şu de
ğersiz dalı... Bir âyettir... Bir mucizedir... P„engi itiba
riyle mucizedir... Durumu itibariyle mucizedir... Va
zifesi itibariyle mucizedir... Terkibi itibariyle mucize
dir... Bir hasrvanm veya bir insanın bedenindeki şu
en basit bir kıl dahi... Bir mucizedir... Bir âyettir...
Rengi, özelliği ve hacmi itibariyle bir mucizedir... Bir
kuşun kanadındaki şu basit bir tel maddesi, vazifesi
ve şekli itibariyle bir mucizedir... Bir âyettir... Kısa
cası gökte ve yerde insanoğlu gözünü hangi noktaya
iliştirirse yığmlarca mucizelerle, üst üste gelmiş âyet
lerle karşılaşır. Kalbiyle, gözüyle, kulağıyla bunlarm
haykıran sedalarım duyar.
Ancak kimm için? Evet kimin için bu âyetler açık
lanıyor? Kim görebilir bu mucizeleri ve kim farkına
varabilir bu âyetlerin?
((Mü’minler için...))
Ses dalgalarmı, ışık dalgalarmı almak için kalbi
açık bulunduracak îman düğmesi gerek. Allah’m gök
lere ve yere serpiştirilmiş bulunan âyetlerinden ibret
almak için îman lazımdır. îmandır ki kalplere bir tat
lılık, bir güzellik verir ve onu canlandırır. İnceltir, de
rinleştirir. Kâinatm saçtığı gizli ilhamları, açık işaret
leri almasını sağlar. Bu ilham ve işaretlerin hepsi sa-
302
natkâr kudrete işaret etmektedir. Görülen bütün eşya
ve canlılarda O ’nun döktüğü kalıbın özel damgası gö
rülmektedir. Bu kudret elinden çıkan her şey bir ha
rikadır, bir mucizedir ki, yaratıklardan hiç kimse ben
zerini varetmeye muktedir olamaz.
Ve ardm dan Âyet-i kerîme onlan kâinatm engin
ufuklarmdan kendi iç dünyalarma çeviriyor. Onlar
kendi iç dünyalannı daha iyi bilirler. Çünkü daha ya
kın kendilerine.
«Fe sizin yarattimanızda, yeryüzüne yayılan canlı
larda kesin olarak inanan topluluklar için âyetler var
dır.)^ (Câsiye, 4)
Şu insan denen varlık bu harika yapısı, eşsiz gü
cü, bu ince görevi ve çok değişik vazifeleriyle büyük
bir harikadır. Biz bu harikayı uzun süredir gözümü
zün- önünde gerçekleşip durduğu ve çok yakmdan
seyrettiğimiz için unutmuş bulunmaktayız. Ama in
san organlarından herhangi bir organın uzvî yapısı
o kadar büyük bir hadisedir ki, karşısmda insamn ak
lı yerinden oynar, hayret ve dehşetten başı döner.
Elbette ki en basit şekliyle bile hayat bir mucizedir.
Tek hücreli bir canlı olan amipin hayatı... Veya on
dan çok daha küçük bir canhdaki hayat emaresi bir
mucizedir. Y a insan gibi gelişmiş bir yapıya, komple
bir terkibe sahip bulunan bu varlığm hayatı nasıl
olur? İnsanoğlu ruhî yapısiyle bedenî yapısından çok
daha kompleks ve girift bir oluşum arzetmektedir.'
İnsanoğlunun çevresini saran ve yeryüzünde do
laşıp duran bunca çeşidi, şekli ve hacmi itibariyle sa-
yısmı A llah’dan başka kimsenin bilmediği şu canlı
varlıkların hayatı. En küçüğü de, en büyüğü gibi ya
ratılışı itibariyle bir mucizedir. Hareketleri itibariyle
bir mucizedir. Yeryüzündeki hayata uyumu itibariyle
bîr mucizedir. Bir türün muayyen bir smırdan öteye
303
geçmeyip varlığını ve hayatiyetini devam ettirmesi,
diğer türleri ve cinsleri elinde tutan kudret eli, dile
diği miktarda ölçü ve hikmeti uyarmca arttırır veya
eksiltir. Ama her zaman dengeyi sağlayan hususiyet
leri ve güçleri bir araya getirir. Yırtıcı hayvanlar ve
3nrtıcı kuşlar uzun süre yaşarlar. Ama bunun karşı-
lığmda üremeleri kısıtlıdır. Diğer kuşlara ve haşare-
lere nisbetle 3nUık bıraktıkları yumurta çok azdır. Bir
düşünelim, eğer yırtıcıkuşlar serçeler kadar çok üre-
selerdi durum nasıl olurdu? Ve diğer kuşların kökünü
nasıl kazırlardı? Hayvanlar dünyasmda da yılanlar
böyledir. Sürüngenlerin üreme imkânı şayet ceylan-
larm veya kedüerin üreme şekli gibi olsaydı, orman
larda yenecek hiç bir varlık kalmazdı. Am a kudret eh
dizgini elinde tutuyor ve hepsini istenen ölçüde yara
tıyor. Ve belli bir sebebe dayanarak ceylanı, kediyi ve
eti yenen hayvanları daha çok üretiyor. Bir sinek bir
devrede yüzbinlerce yumurta bırakır. A m a bunun ya-
m sırsL bir sinek en çok yaşasa iki hafta yaşayabilir.
Ya bir de bir sineğin hayatınm bir ay veya birkaç
yd olduğunu düşünecek olursak sinekten geçilmez
olur, vûcutlanmızm üstüne konan sinekleri kaldırma
imkânmdan mahrum kalırdık. Ama idare edici kud
ret eli burada da kontrolü elinde tutuyor, şartlann ve
ihtiyaçlarm hesabım yaparak ince bir ölçüye göre tan
zim ediyor, işte böyle... Yaratıhşta bir incelik, hususi
yetlerde bir düzen, tedbir ve ölçüde bir nizam hâkim.
Hem insanlar âleminde, hem de hayvanlar âleminde...
Bütün bunlar birer âyettir, düe gelen birer mucizedir...
Ama kime? Kim görebilir onu, düşünür ve idrâk eder?
«îrumm topluluklar için.D
Sözkonusu inanç, kesin bir inanç olup kalpleri
duymaya, müteessir olmaya ve yalvarm aya hazırlar.
Onunla gönüller huzur bulur, sebat bulur, emniyete
304
erer. Kâinattaki gerçekleri sükûnet, kolaylık ve güven
içerisinde inceliyerek kararsızlıktan, hayretten ve sar
sıntıdan em in olur. Elde ettiği en küçük dokümanlar
dan mevcudattaki en büyük neticeleri ve en muazzam
sonuçlan ortaya çıkarır.
Bundan sonra Âyet-i Kerîme onlarm kendi iç dün
yalarından ve çevrelerindeki hayat faaliyetinden, kâ
inat gerçeklerine ve hem kendileri için, hem de bü
tün canlılar için ortaya çıkan hayat vasıtalarına yöne
liyor.
«Gece ve gündüzün değişmesinde ve Allah’ın gökten
indirmiş olduğu rızıkla ölümünden sonra yeri diriltme
sinde, rüzgârları değiştirmesinde akıllarını işleten toplu
luklar için âyetler vardır.)i (Câsiye, 5)
Gece ile gündüzün ard arda gelmesi iki önemli mu
cizedir, am a her gün tekrar ettiği için insanın ruhun
da gerekli dikkati uyandırmayabilir. îlk defa gece ve
ya gündüz hadisesi ile karşılaşan bir beşer hissi için
bundan daha garip bir şey olabilir mi? Ama her za
man uyanık bulunan hassas gönüller, bu gerçek kar-
şısmda irkilir ve kendinden geçer ve ondaki Uâhî ida
renin kudret elini görürler.
İnsanhğın bilgisi geliştikçe, kâinat gerçeğinin ba
zı noktalarını öğrenmektedir. Gece üe gündüzün —^gü
neş karşısmdaki yörüngesinde— dünyaımzm kendi ek
seni etrafındaki dönüşünden meydana geldiğini an
lamaktadır. A m a buun büinmesi, dünyamn hayret ve
rici bir gerçek oluşunu asla ortadan kaldırmaz. Çün
kü, yeryüzünün bu bir kerehk turu mucizeler içinde
bir başka mucizedir. Boşlukta geziaen, fezada yüzen
ve hiçbir dayanağı bulunmayan bu korkunç gökcismi
nin kendi ekseni etrafmda muntazam olarak belirli
hızla hareket etmesi, onu yöneten ve şaşmaz düzen
içerisinde idare eden kudretten başka bîr şeye delâlet
F . : 20/305
etmez. Hele hele bu dönüşün o engüı fezada başı boş
bir varlık gibi dolaşıp duruşu, yıldızcığın üzerinde
canlıların ve eşyanm hayatına elverişli bir ölçü daire
sinde t,a.n7im edilmiş olması o ilâhî kudretin en bÛ3rük
eserinden başka hiçbir şeyle izah edilemez. İnsanoğ
lunun bilgisi gelişiyor ve bu iki mucizenin yeryüzün
de yaşayan canhlarm hayatı için çok büyük ehemmi
yet arzettiğini anlıyor ve görüyor ki, dünya denilen bu
gökcismi üzerinde gece ile gündüz arasmdaki nisbe-
tin bu belli zaman araliklarma göre taksimi nisbetin
bu beUi zaman aralıklarına göre taksimi hayatın ve
canhhğm bekası için büyük bir âmildir. Şayet gece ile
gündüz bugünkü ölçü ve nizam içerisinde bulunmaya
cak olsaydı, yeryüzünde her şey değişirdi. Hele bu
âyetlere muhatab olan insan hayatı ve canlı varlığın
yaşaması gelişmesiyle bu iki mucizenin önemi daha da
artıyor ve beşer hissinde tesiri daha da fazlalaşıyor.
«7e Allah’ın gökten indirmiş olduğu nzıkla ölümün
den sonra yeri diriltmesinde.y>
Rızıktan murat, esküeıin anladığı gibi belki de
gökten inen yağmurdur. Fakat şunu belirtmek gere
kir ki gökten inen nzkm muhtevası yağm urdan çok
daha geniştir. Meselâ semamızdan dünyam ıza inen
ışmlann (Ültravüyole) canMarm hayatmdaki tesiri
sudan hiçte az değildir. Hattâ izni İlâhî ile su, bu ışm-
1ar vasıtasiyle ortaya çıkmaktadır. Çünkü güneş ışm-
lan denizlerdeki sularm buharlaşmasmı sağlamakta ve
buhar haline gelen sular bir süre sonra yoğunlaşarak
yağmur şeklinde yeniden dünyamıza inmekte pmar
ve ırmaklar akıtmakta, ölümünden sonra yeiTnizünü
diriltmektedir. Şu halde dünyamız hem su, hem ısı,
hem de ışınlar yoluyla canlılığını temin etmektedir.
«Rüzgârları değiştirmesinde.d
306
Kuzeyden, güneye, doğudan batıya dosdoğru veya
saparak akan rüzgârlar, sıcak veya soğuk hava kü
melerini taşırlar. Hepsi bu akılları durduran kâinat
projesinde çizilen ince plâna uygun olarak gerçekle
şir, Önceden çizilmiş olan bu projede her şey yerli ye
rince hesaplanmış, kör tesadüflerin eline hiçbir şey
bırakılmamıştır. Rüzgâr akımlarmm, yeryüzünün dön
mesi, gece ve gündüz mucizesi ve gökten inen nzıkla
yakmdan ilgisi vardır. Allah’m bu kâinatı dilediği gi
bi yaratıp idare etmesindeki arzusunu gerçekleştirme
hususunda birbiriyle yardımlaşırlar. Bütün bunlar kâ
inata serpiştirilmiş birer âyet, mucizedirler... Ama ki
me?
Akıllarım işleten topluluklara.^
Akıl işte burada işler ve işte akim sahası burada
dır.
HER CAN U
ALLAH’IN VARLIĞINA
DEIİLDÎR
309
m vermek ve takdir buyurmak... Bu da bir başica mer
hale... AUah’m ühamı olmasa beşer hayali nereden
kavrayacak onu?
Allah Teâlâ bu yeryüzünde dolaşıp duran şu can-
lılaım tümünün nzkmı vermeyi kendi iradesiyle üze
rine bir vazife olarak almış tu*. Ve yeryüzüne bütün
bu canlı varlıklann ihtiyaçlarmı karşılayacak imkânı
bahşetmiştir. Ve bu canlı varlıklara da yeryüzünde do
laşarak kendi paylarma ayrılan rızkı arayıp bulma
iTTikâ.Tnm vermiş ve çeşitli şekillerde bunu tanzim et
miştir. Bazı varlıklar rızıklarını ham ve pişmemiş ola
rak yerler. Bazısı ekim biçim yoluyla elde eder. Bazısı
sunî olarak elde eder, bazısı bileşimler yaparak hazır
lar yiyeceği nesneleri. Ve daha bizim burada sayamı-
yacağımız kadar değişik şekillerde ve biçimlerde üre
tim ve hazırlama yollarıyla alırlar gıdalarını. Bazı var
lıklar da. var ki, nzıklannı hazmedilmiş ve akıcı kan
haline dönüşmüş şekilde alırlar. Pire ve sivrisinekler
gibi.
AUah’m bu kâinatı yaratmasındaki hikmetine ve
rahmetine en uygun düşeni de budur zaten. Bütün
mahlâkatı kendi kabiliyetleri ve özellikleriyle donatıl
mış olarak yaratmıştır. Hele insan... Yenrüzünün ha
lifesi olan ve terkip tahlil gücüne, yetiştirme ve üret
me imkânma, yer yuvarlağmm 3nizünü değiştirip ge
liştirme kabiliyetine ve hayat şartlarmı kendi lehine
değiştinne kudretine sahip olan insan... İnsan bir yan
dan bunlarla uğraşırken bir yândan da rızkını temin
eder. Her ne kadar kendi rızkını kendi yaratmışsa da
AUah'm kendisine verdiği istidat ve kabiliyetler saye
sinde kâinatm gizli açık enerji kaynaklarım keşfeder.
Ve AUah’m bütün canlılara hibe ettiği hayat nimetle
rini yine bu kabiliyeti sayesinde ortaya çıkararak İlâhî
kanunlarm icabım yerine getirir.
310
Burada bir takım kimselerin zannettiği gibi mu
kadder bir nzkm bulunupta insan ister çalışsm ister
çalışmasın ayağma geleceği, oturmakla kaybedilmedi-
ği gibi tembellik ve asalaklıkla gecikmeyeceği fikrini
işlemek istemiyoruz.
Aksi düşünülecek olursa Allah’ın emrettiği sebep
lere sarılma hususu nerede kalacaktır? Halbuki Allah
esbaba sarılmayı kâinata bir kanun olarak koymuştur.
Yaratıklara bu güç ve enerjiyi vermesindeki hikmetin
ne mânası kalacaktır? Allah’ın ilminde takdir buyuru
lan kemal basamaklarında insanlığın yükselmesi na
sıl mümkün olacaktır? Halbuki Allah Teâlâ insanı bu
mühim sahada vazifelendirmek için yeryüzünün ha
lifesi olarak seçmiştir.
Şüphesiz her yaratığm bir rızkı vardır. Burası mu
hakkak. Bu n zık da kâinat ummanmda saklanmıştır.
Allah kendi kanunları uyarmca insanlann çalışma ve
çabalamalarma göre bunu takdir buyurmuştur. El
bette ki kimse çalışmaksızm oturmamalıdır. Semanm
altm veya gümüş yağdırdığı görülmüş değildir. Fakat
gerek semada gerekse yeryüzünde bütün mahlükat
için yeterli rızıklar vardır ve Allah bunu kâinata yer
leştirmiştir. Yaratıklar Allah’m yeryüzüne koyduğu
kanunları gereğince bu nzıklan araştuıp çalıştıkları
takdirde hiç kimseden esirgemez onlar. Ve Allah’m ka
nunlarının şaştığı veya yolundan saptığı görülmüş de
ğildir.
Mesele temiz kazançla kirli kazançtır. Her ikisi
de bir çalışma ve çabalama mahsulüdür. Aralannda
değişen durum sadece şekli ve biçimidir. Binaenaleyh
bu şekil ve biçim değişiMiğinin sonucu da değişik olai
çaktır.
Bir önceki âyette zikredilen güzelce geçinme hu
susu ile burada sözü edilen canlılar ve nzıklan arasm-
311
daki karşılıklı ilişkiyi de unutmamak gerekir. Kur’an’-
m, muhkem ve mütenasip akışı içerisinde bu nev’i üs
lûp ve konu birliği asla gözden uzak tutulmaz. Gerek
üslûp g e r ^ e konu bakımmdan sağlanmış olan uy
gunluk âyetlerin akış atmosferi içerisinde ortaklaşa
serdedilir.
Bu iki Âyet-i Kerîme insanlara gerçek Rablerini
ve inanacakları tannlamu tanıtan ilk kısımlardır. İn
sanlar yaloız bu yaratıcıya tapınmalıdırlar. O her şeyi
bilir ve bilgisi bütün mahlûkatmı kuşatmıştır. O’dur
ri7.ık veren ve yarattıklanndan hiç birisini nzıksız bı-
rakmayem. İnsanlar İle insanları yaratan arasmda bir
müneısebet kurabilmek ve insanları, bilgisi engin ve
her şeyi İhata etmiş bulunan nzik verici yaratanlarına
kulluk edebilmek için bu bilginin önemi pek büyük
tür.
Ayet-i Kerîme insanlara gerçek Rablerini tanıtmak
hususunda biraz daha üeri gidiyor ve O ’nun san’atmm
eserleri ve kudretinin neticeleri konusundaki hikmet
ve tedbirine muttali kılıyor. Göklerin ve yeryüzünün
özel bir nizam çerçevesi dahilinde yaratılmış olması,
kesin bir devre içinde halkedilmiş olması hep özel bir
hikmetin icabıdır. Burada Âyet-i Kerîme o hikmetler
den öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme, iş ve mü
kâfat konulanyla ügili kısımlarmı a çık lıy or;
(.(.Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek
için gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur. Bundan
önce arş su üstünde idi. Andolsun ki; ((ölümden sonra
muhakkak siz yine diriltileceksiniz)) desen, küfredenler
mutlaka: «hu, apaçık bîr aldatmadan başka bir şey de
ğildir)) diyeceklerdir.)) (Hûd, 7)
Göklerin ve yerin altı günde yaratılması konusun
da Yûnus Sûresinde daha önce epey söz etmiştik. Ay
nı husus burada da zikredilmektedir ki, kâinatın üze
312
rine kaim olduğu kanunlarla insanların hayatının üze
rine kaim olduğu kanunlar arasmda bir bağlantı ku-
rulsım.
«Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek
için...»
Burada Yûnus Sûresinden farklı olarak karşılaşı
lan nokta, âyet-i kerîme’d ek i: «Bundan önce arş su
üstünde idi.» ara cümlesidir. Ve buradan anlaşı
lan m âna odur ki, göklerin ve yerin yaratıhşı esnasın
da yani varlık haline geçişi sırasmda yerlerinde su bu
lunuyordu. V e Hak Teâlâ’nm arşı da bu suyun üzerin
de idi.
Fakat bu su nasü bir şeydi? Nerede bulunuyor
du? Hangi şeküde idi? Ve Allah’ın arşı âlâsı nasü bu
lunuyordu suyun üzerinde?... Daha birçok noktalara
Âyet-i Kerîm e’nin mefhumunun ötesinde ilâve edece
ği bir şey yoktur. Bu sorulann sınırmm nereye vanp
dayanacağını da bilmez. Bütün bunlar birer gayptur-
1ar ve bizim bilgi kaynağımız ancak ve ancak bu âyet
lerin hizasm da bulunmaktadır. Bunun ötesinde bir şey
bümiyoruz.
Biz «İlmî» denilen nazariye ve hipotezlerden Kur’-
an-ı Kerîm’in âyetlerine kaynak bulacak değUiz. Hat
tâ âyetin zahir’ metni bu nazariyeler ile uyuşsa da
böyle bir yola başvuracak değüiz. Çünkü ilmi nazari
yeler her an değişebilirler. Bilginler her yeni bir naza
riye ortaya attıkları zaman onları denemişler ve ger
çeklere daha yakın olarak tesbit etmişlerdir. Ve bu ye
ni nazariyenin bir önceki nazariyeden daha fazla kâ
inat kanunlarm a uyduğunu bildirmişlerdir. Halbuki
Kur’an’m hükm ü bizzat doğrunun kendisidir. İlim bu
hakikati ister bulmuş olsım ister bulmamış olsun onun
doğruluğuna tesir etmez. A3m ca İlmî gerçek ile ilmi
nazariye arasında da çok fark vardır. İlmî hakikati
313
tecrübe yoluyla anlamak mümkündür. Her ne kadar
devamlı ihtimal dairesinde ise de kat’î değildir. İlmî
nazariyeye gelince o tamamen faraziyelere dayanmak
tadır. Kâinattald bazı hadiselere veya birçok hâdise
lere istinad eder. Her zaman değişebileceği gibi ters
yüz de olabilir. Binaenaleyh ne K u ran hükümleri bu
faraziyelere dayandırılabilir ne de bu faraziyelere
Kur’an’dan mesnet bulunabilir. Onun yolu ayrı Kur’-
an’m yolu ayrıdır. Onun sahası başka Kur’an’m sahası
başkadır.
Kur’an’m hükümlerini ihnî nazariyelere uydur
mak için bir takım ortak noktalar aram aya kalkış
mak asimda Kur’an’a, îmanm ciddiyetiyle ve Kur’an’-
riaki hülcümlerin doğruluğunu kabul etmenin verdiği
olgunlukla uyuşmaz. Kur’an’m, bilen ve hikmet sahibi
yaratan tarafmdan indirilmiş bir kitap olması gerçeği
ile kabili telif değüdir. Haddizatmda bu gayri ciddi du
rum, ihm hayranlığmdan doğan bir hezimetin ifade
sidir. İtme gereken fazla önem ve yer vererek tabiî ha
linden daha fazla itina göstermenin işaretidir. Kur’an’ı
ilmin verilerine uydurmak için çalışıp da bunun Kur’
an’a ve imana hizmet olduğunu sananlar ruhlanndaki
manevî hezimet karşısmda uyanık olsunlar. Her gün
beşer ilminin söyleyeceği sözü bekleyip ona göre ken
disini ayarlayan bir îman, üzerinde tekrar tekrar du
rulması gereken bir îmandır. Her zam an için aslolan
Kur’an’dır. İlmî nazariyeler ise Kur’an’ın buyruklan-
na uygun da olabilir, ters de. Pratik tecrübı gerçekle
rin sahası ile Kur’an’m sahası -birbirinden tamamen
I
314
lerin, efsanelerin ve evhamın baskısmdan kurtarmak
vazifesini de kendisi yüklenmiştir. A3rnca hayat için
bir nizam ve düştür koymuş, bununla da akim sağlam
ve doğru çalışmasını temin etmiştir. Hür olarak ener
jisini devam ettirmesini ve huzurlu olarak yaşaması
nı sağlamıştır... Bundan sonra aklı kendi başma bı
rakmıştır. Özel kanunları çevresinde çalışıp pratik ve
tecrübî gerçekler elde etmesine izin vermiştir. Çok en
der haller müstesna Kur’an, ilmi konulara temas etmiş
•değildir. Sadece suyun; hayatm ana maddesi olduğunu
bildirmiş ve bütün canlılarda suyun müşterek bir un
sur olduğunu belirtmiştir. Bütün canlı varlıkların bi
rer çift olduğunu, kendiliğinden çiftleşen çiçeklerin bi
le erkek ve dişi organları bulunduğunu zikretmiştir...
Buna benzer bazı hükümleri açıkça belirtmiş, daha
fazlasmı açıklamamıştır.
Biz konu harici bu ifadelerden sonra asıl metinle
re dönelim. Akide binası ve hayata tasarrufu üe il
gili m etin lere;
^Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek
için gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur. Bundan
önce de arş su üstünde idin...
Altı günde yarattı gökleri ve yeri... Bu müddet
zarfında yarattı göğü ve yeri. Beşer cinsinin hayatına
elverişli şartlan ve imkânları taşısm diye yarattı altı
günde. Sizi yarattı ve yeıımzünû emrinize âmâde kıldı.
Göklerde de size fayda verecek şeyleri emrinize müsah-
har kıldı... Hak Sübhânehu bütünüyle kâinata hâkim
dir. «Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek
için.n... Âyetin akışmdan açıkça anlaşüıyor ki, her ne
kadar Allah, göklere ve yere tam olarak hâkim ise de,
gökleri ve yeri altı günde yaratmış olmasmm hikmeti
in sa.m n im tihan edilmesidir. İnsanlara bu denemenin
nnprnini ve ciddiyetini belirtmek ve anlatmak içindir.
Y üce yaratıcı bu gökleri ve yeri insan cinsinin ya-
315
şamasına elverişli olarak yarattığı gibi, beşer cinsini
de bir takım kabiliyetler ve istidatlarla donatılmış, kâ
inata hükmeden kanunları onun fıtratma da yerleştir
miştir. Bunun yamsıra ona hayatmda düedigi yolu seç
me serbestisin! vermiş, böylece insanoğlu kendi hür
iradesiyle doğru yola gitme imkânmı bulmuştur. Ve
Allah, doğru yola gittiği zaman onu desteklemiştir. Yi
ne bu hür iradesi ile dilerse dalâlet yoluna gidebilir ki,
Hak Teâlâ onu bu yolda desteklemez. Böylece kimin
daha iyi ameller işleyeceğini denemek üzere kendi baş-
larma terketmiştir. Onlardan kimin daha iyi amel iş
leyeceğini bümek için denemiyor. Hak Teâlâ, çünkü
önceden biliyor kimin ne yapacağını. Sadece gizli bu
lunan füUerinin meydana çıkması ve bu fiillerine gö
re mükâfat veya mücâzat görmeleri için deniyor on
ları. ,
Bundan dolayı zaten ölümden sonra dirilmeyi, he
sap ve cezayı yalanlamak bu hava içerisinde son dere
ce tuhaf ve garip bir hal olarak beliriyor. İnsanın de
nenmesinin, göklerin ve yerin yaratılışı ile ilgili ol
duğu zikredildikten sonra hâlâ dirilişi ve hesabı inkâr
etmek çok acajnp karşüamyor. İmtihanın kâinatm te
melinde mevcut olduğu, kâinat kanunları arasmda yer
aldığı ve mevcudâtm esasını teşkil ettiği hatırlatılı
yor,
Bu ifadeler- karşısmda imtihan gerçeğini inkâr
edenler gayri makûl ve idrâksiz kimseler olarak görü
lüyor. Mevcudâtm yapısını bilmedikleri anlaşılıyor.
Onlar bu gerçekleri hayretle karşılarken birdenbire
onunla karşı karşıya geliyorlar...
«Andolsîîn ki,' KÖlümden sonra rmıhakkak siz yine
diTiltüeceksinizn desen, küfredenler m utlaka: «bu apa
çık aldatmadan başka bir sey değildin d iyecek ten ...
Bu gerçekler karşısında onlarm söyledikleri şeyler
ne tuhaf, ne acayip ve ne gariptir...
316
YARATILIŞ VE
H AYAT ALLAH’IN
DELİLİDİR
317
fesler ve bvtaun niteliği yine Allah’ın iradesine uygun
olarak bir ölçü dahilindedir. Dünyaya gelen bu yavru
büyür, gelişir, duygulanır, hislenir, aç kalır, susuz ka
lır, yer, içer ve bilcümle hayat olayları ile karşılaşır,
ama bütün bunlar Allah’m kanununa göre cereyan
eder... Yoksa kendisinin irade ve arzusuna göre de
ğil. Bu konularda insanm durumuyla göklerin ve
yüzünün durumu farksızdır. Her ikisi de Allah’m koy
duğu kanunlara aynı tarzda uyarlar.
Allahu Teâlâ insanm gizli nesi varsa bilir. Hayatı
boyunca gizli açık ne kazanmışsa onu da bUir. Şu hal
de insana yaraşan Allah’m insan hayatm a koyduğu
kanunlara ittiba etmektir. İnsan, kendisinin edindiği
düşünce ve inançlar, değer ölçüleri, hayat prensipleri
ve Allah’ın kendisine bıraktığı seçme hakkı ile bu ka
nunlara uymahdır İd, İlâhî kanunlarm mahkûmu fıtrî
hayatı, AUah nizamının mahkûmu olan günlük haya
tı İle bir uygunluk içerisinde devam edebilsin. Birbir
leri ile çelişkiye düşmesin. Aralarmda çatışmalar mey
dana gelmesin. Ve insanoğlu bu iki kanunun ve niza-
mm çatışması arasmda ezilip kalmasm...
318
bu hükümleri tasdik eden hâkimiyet metodu ile ha
reket ediyor.
Gerek göklerin ve yerin varhğı ve bu açık nizama
uygun olarak idare edilmesi, gerekse hayatm doğuşu
ve hayatın en üstün şeklini temsil eden insamn yaşa
yışı ve aynen kâinatın takip ettiği izi takip ederek sey-
riue devam etmesi... Bütün bunlar insan fıtratını doğ
rudan doğruya hak ile yüz yüze getiriyor ve insan ru
hunda A llah’ın vahdaniyeti ile ilgili yakmî tesirler icra
ediyor. Diyebiliriz ki bütünü ile Kur’an’m hedef edin
diği ana m evzu vahdaniyet prensibini yerleştirmektir.
Bu ise sadece Allah’m varlığının isbatım ifade eden
kaziyelerden ibaret değildir. Beşer tarihi boyunca in-
sanm karşı karşıya bulunduğu ana problem hak bir
ilâhm yarlığına inanmama problemi değil.
Kur’an ile yüzyüze gelmiş olan Arap putperestleri
doğrudan doğruya Allah’m varlığını inkâr ediyor de
ğildiler. Aksine Allah’m varlığını kabul ediyorlardı. Ve
Kur’an-ı K erîm ’in belirttiği gibi Allah’m yaratma, rız
kı verme, m ülk sahibi olma, öldürme ve diriltme gibi
pek çok sıfatlarm ı itiraf ediyorlardı. Şu kadan var ki,
onlara şirk' damgasmı basan ana sapıklıklan bu ka
bullenmiş oldukları sıfatlarm gereği olan bazı husus-
lan kabullenmemeleri idi. Meselâ bütün işlerinde Al
lah’m hâkiniiyetine teslim olarak, günlük hayatlarm-
da O’ndan başka bütün putlan yıkmak, sadece O’nun
emirlerine bağlanm ak prensibini bir türlü kabullenmi
yorlardı. işte onlara, Allah’m varlığım kabul etmeleri
ne ve O ’nun bütün sıfatlarım benimsemelerine rağ
men şirk ve küfür damgasmı vuran ana unsur bu idi.
Halbuki A llah’ın varlığını kabullenip sıfatlarmı benim
sememenin belh başlı icaplarmdan birisi, her mesele
de Allah’m hükmüne boyun eğmek ve kabul ettikleri
gibi mülk sahibi, yaratan ve nzık veren olarak O’nun
319
hükmünü benimsemek idi. Burada A llah’ın sıfatlan
ile onlann yüzyüze getirilmesi, Hak Teâlâ’nm hem kâ
inatı, hem de insanlan yaratmış olm asının belirtilme
si, kâinatı ve insanı bütünüyle idare edenin A llah oldu
ğunun, O’nun ilminin insanları gizli açık bütün işleri
n i ihata etmesinin açıklanmış olm ası... Evet bütün
bunlar, bunlann zarurî neticelerini belirtm ek için ya
pılan bir giriş mahiyetindedir.
Yaratdış ve hayatla ilgili bu deliller, m üşrikleri Al-
lah’m vahdaniyeti ile smzyüze getirm ek bakımmdan
ve O’nun hâkimiyetini yerleştirm ek yönünden büyük
önemi olduğu gibi günümüzün m odem cahiliyetinin
AUah’ı inkâr hususundaki basitliklerini bertaraf etmek
için de önemli bir husustur.
Gerçekten günümüzdeki A llah’sızlarm kendi söy
lediklerine inanıp inanmadıkları hususunda pekçok
kimsede şüpheler vardır. En kuvvetli ihtim ale göre gü
nümüzde Allah’sızlık modası başlangıçta kiliseye kar
şı çıkmak için kullanılmış ama sonradan yahudüer
bunu kendi emelleri uğrunda istism ar etm işler ve yer
yüzünde beşer hayatmın ana kaidelerini yıkm ak için
kullanmışlardır. Ancak bu şekilde yeryüzünde îman
kaidesi üzerine kaim olan hiçbir cem iyet kalm az idi.
Sadece kendileri bu inanca sahip olurlar ve siyon pro-
tokoUarmda söyledikleri gibi beşeriyet bir buhrana
sürüklenerek kendi hâkimiyetleri altm a girerdi. Çünkü
insanlık itikadm bahşettiği gerçek kuvvet kaynağm-
dan mahrum olunca bütün kuvvet noktaları yahudile-
rin ehne geçecekti.
Yahudiler ne derece oyun ve tuzak hazırlarlarsa
hazırlasınlar, hiçbir zaman için beşer fıtratını mağlup
edecek güce sahip olam ıyacaklardır. İnsan fıtratmın
derinliklerinde bir ilâha îman arzusu yatar. Bazen bu
arzu hakiki ilâhı gerçek sıfatlan ile tanım ak hususun
320
da sapıklığa düşebilir. Tek bir ilâhın hâkimiyeti altm-
da hayatını idam e ettiremiyerek doğru yoldan asmla-
büir. İşte bu takdirde bu İlâhî esaslar gereğince o kim
selere k üfür ve şirk damgası vurulur. Bazı kimselerin
de fesada m aruz kalır. Onun bünyesinde mevcut olan
fıtrî alıcı-verici cihazları bozulur. İşte AUah'm varlığı
nı inkâra yeltenen yahudi hilesi ancak bu gibi ruh
larda yerleşm e im kânı bulabilir. Ne var ki, fıtrî ya
pısı atalete uğram ış ruhlar beşer topluluğu içerisinde
her zam an çok az bir yekûn teşkil eder. Bugün yer
yüzünde gerçek Allah’sızlar birkaç milyonu geçmez.
Gerek Rusya’da, gerekse Çin’de yüzlerce milyonun ha-
yatma ateş ve dem irle hükmeden Allah’sızlar kuk yıl-
hk rejim lerinin îm an hareketlerinin önüne dikilen sed-
lerine rağm en, her türlü propaganda, reklâm ve eği
tim im kânlarını im ansızlığı yaygınlaştırmak için kul
lanmış olm alarm a rağm en bu sayı biraz önce de belirt
tiğimiz gibi birkaç m ilyonu geçmemiştir.
Şu kadarı var ki, yahudiler bir başka sahada ba
şarma im kânm ı bulabilirler. O da dinî duygulan mü
cerret duygu ve alışkanlıklar haline çevirerek pratik
hayattan uzaklaştırm ak. Dindar kimselere kendi ha-
yatlaruıa hükm eden Allah’dan başka birçok taunlara
kul olarak yine de Allah’a inanmış olup dindarlıklan-
m devam ettirebileceklerini bir vehim halinde kabul
ettirmektir. İşte böylece yahudi, beşeriyeti fiilen temel
den yıkıp m ahvedebilir. Hem de zavallı insanlar o hal
leri de A llah’a inandıklarm ı sana sana...
Yahudi her dinden önce İslâm dinini hedef almak
tadır. Çünkü onlar iyice biliyorlar ki bütün tarihleri
boyunca yahudiyi sadece bu dinin hâkimiyeti mağlup
etmiştir. O da bu dinin bütünüyle hayata hükmettiği
demlerde. V e iyice biliyorlar ki, müslümanlar uzun
müddetten beri içtim ai hayatlannda bu dinin hük
F .: 21/321
münü hakim kılmadıkları halde hâlâ kendilerinin
müslüman olduklannı ve Allah’a inanır bulunduklan-
nı sandıklan zamanlardanberi her zam an müslüman-
lan mağlup etmişlerdir. Allah’m hükm ü olm adan da
müslüman olacakları vehmini vererek dinin insan ha-
yatmdaki mevcudiyeti silinerek dinin varlığını ve mev
cudiyetini vehmettirme yoluyla yapdan uyuşturm a me
todu, elbette ki yahudi oyununun başarıya ulaşması
için zarurîdir. Yahut da Allah’m inayeti ile insan
lar akıllarım başma alırlar...
öyle sanıyorum ki Siyonist yahudilerle, haçlı hıris-
tiyanlar —şüphesiz ki en doğruyu bilen A llah’tır— her
iki grupta A fı^ a ’yı, Asya’yı ve A vrupa’yı içine alan
gemş İslâm memleketlerinde bu dini yok edeceklerin
den ümitlerini kesmişlerdir. İnsanları m ateryalist sis
temlerin hâkimiyetine teslim ederek A llah’sızlık ba-
takhğma götürebileceklerinden de üm itlerini kesmiş
lerdir. Bütün bunlarm yanısıra m isyonerlik veya sö
mürgecilik yoluyla müslümanlan başka dinlere çevire
bileceklerini de tahmin etmemektedirler. Zira insan
fıtratı bırakm müslümanlan, putperestler arasm da bi
le AUah’sızlik inancmdan nefret etm ektedir. Ve hiç
şüphesiz ki, İslâm’ı tanımış yahutta en basit şekli ile
İslâm mirasına konmuş gönülleri başka dinlere çeke
bilmek imkânsız gibi birşeydir.
322
bir yaratıcının varlığını, herşeyi yerli yerince koyup
idare ettiğini gösterir. Ancak inançsızlığa kapılarak
bu noktayı kapam ak isteyenler doğrudan doğruya de
m agojiye başvurm aktadırlar. Derler ki; Esas itibariyle
varlığından önce bir yokluğun mevcudiyetini kabul et
mek için tem el bir sebep yoktur. Bu görüşü ileri süren
füozoflar arasında materyalizme karşı müdafaa önder
liğini yapan ruhçu «spirtuaüst» filozoflar da vardır.
Ve kendilerine bu adı vermektedirler. Hatta bir takım
m üslüm anlar da aynı oyuna gelerek Allah’m dinini
kullardan bir kulun ileri sürdüğü tezlerle takviye et
meye yeltenm ekte ve bu görüşün çığırtkanbğmı yap
m aktadırlar. Bu spirtualist filozof yahudi asıllı olan
Henri B ergson’dur.
Bergson diyor k i; Esas itibariyle kâmatm mevcu
diyetinden önce bir yokluk sözkonusu değildir. Yok
luktan sonra kâinatm m evcud olduğunu ileri süren
faraziyeler ise insan kafasmm kendi uydurmasıdır.
Çünkü insan zihni ancak bu tarz bir düşünceyi kabu
le yanaşır. Şu halde Bergson hangi mantığa dayana
rak kâinatın m evcudiyetinden önce yokluğun sözkonu
su olm ayacağm ı ispata yeltenmektedir. Aklî deliller
mi? H ayır. Çünkü aklî deliller kendisinin de bildiği
gibi kâinatm m evcudiyetinden önce bir yokluğun söz
konusu olduğunu üeri süren düşünceyi kabullenmek
tedir. îlâh i bir vahye dayanarak mı? Kendisi zaten
böyle bir iddia serdetmiyor. Her ne kadar Bergson
m istiklerin tahm inlerinin her zaman bir ilâhm varlığı-
m kabullendirici mahiyette ise de bizim de bu devam
lı serdedilen tahm inlerin tasdik etmemiz icabetmekte-
dir dem ektedir. (Yalnız, Bergson’un sözünü ettiği ilâh
İslâm’m kabul ettiği Allah değil, sadece bunun yerini
alan hayattır.) Şu halde kâinatm varlığmdan önce bir
yokluğun sözkonusu olmayacağmı iddia ederken ken
323
di iddiasını ispat için dayanacağı üçüncü bir kaynak
mevcut mudur? Biz bilmiyoruz.
Gerçek odur ki, mutlak şekilde kâinatı yoktan va-
retmiş olan bir yaratıcı mefkûresine sıkınm aktan baş
ka birşey gelmez elimizden. M utlak şekilde kâtnatm
varlığma mücerret de olsa bir takım sebepler bulabil
mek için bu düşünceye sarılmak icabeder. Fakat mü
cerret manada bir varlığm sözkonusu olm adığı hal
lerde durum nasü olacaktır? H albuki Kâinat, değiş
meyen kamınla,nn mahkûmu olarak m eydana gelmiş,
bu âlemde bulunan her şey behrli ölçüler dahilinde he.
saph olarak tanzim edilmiştir. En basit aklî yapıya sa
hip olan büe bu ölçü ve hesabm birçok yönünü uzun
bir düşünceden sonra kavrayıp farkedebilir. Cl)
Hayatm doğuşu meselesi de böyle. M adde terimi
nin ifade ettiği mana nasü olursa olsun. Hatta madde
ile ışik da kasdedUmiş olsa hayat problem i üe donuk
madde üe ışık da kasdedilmiş olsa hayat problem i ile
donuk madde arasmdaki mesafe yüce bir yaratıcm m
varhğmdan başka bir yere üetmez inşam . Bu yaratıcı,
kâinatı öyle bir tarzda yaratmış ki hem hayatm do
ğuşunu en uygun şeküde sağlamış, hem de hayatm
324
doğuşundan sonra devamı için gerekli imkânları bah
şetm iş... Özellikle insan hayatı mücerret hayat hadi
sesi olm aktan da öte fevkalade üstün vasıflar taşır. In.
sanın aslı çam urdandır. Yani yeryüzünün ana mad
desinden. İnsanın cinsi Ue yeryüzünün cinsi aynı. Şu
halde çok dikkatli bir irade lâzımdır ki insanoğluna
hayat bahşedilsin ve onu kendi ihtiyar ve iradesi da
hilinde İnsanî hususiyetlerle bezesin.
A llah’sızlan n hayat hâdisesinin doğuşu hususun
da ileri sürdükleri delillerin hepsi ve sarfettikleri gay
retler tam am en boşa gitmiştir. Beşer akh tarafmdan
bizzat reddedilm iştir. Bu konuda okuduğum son yazar
m eşhur Am erikan filozofu W ül Durantdır. O da atom
daki hareket nev’i üe —^kendisinin ifadesine göre ato
mun hareketi de bir nev’i hayat şekhdir— canlı orga
nizm ada görülen hayat nev’i arasında bir yaklaştır
ma yapm akta ve bunun atomdan neş’et etmiş olabi
leceğini gayretle savunmaktadır. Esasmda bu çırpmış
katı m adde ile canlı hayat hâdisesi arasmdaki büyük
uçurum u kapatabUmek için sarfedilen ölü bir gayre
tin ifadesidir. M aksat hayatı ve ölümü vareden imce
Allah’m kudretinden insanlarm müstağni olduğunu
ispat etm ek (!)...
N e va r k i bu ölü çırpm ış ne W ill Durant’a bir fay
da sağlayabilir, ne de materyalistlere... Zira şayet ha
yat dediğim iz hâdise katı maddede gizli bulunan bir
özellik ise, kâinatta maddenin ötesinde irade sahibi
başka b ir kuvvetin m evcudiyeti sözkonusu değilse,
m addeye hayat hâdisesini veren kuvvet kimdir ve ne
dir? N için kâinattaki maddede bu hayat hususiyeti
değişik şekillerde belirm ektedir? Bir kısmmda daha
gelişm iş ve yü ce şeküde, bir Msmmda ise daha karışık
ve grtft tarzda? H ayat hâdisesi atomda sadece m ücer
ret m anada otom atik bir hareket halinde belirtm ekte
325
dir. Yoksa, şuurlu bir hareket değildir. Sonra bitkisel
hayata bakıyoruz. O da tamamen uzvî bir yapıya sa
hip. Bilinen canlı varhklara göz attığım ız zam an ha
yat hâdisesinin biyolojik şekilde çok daha girift ve
bileşik bir tarzda tecelli ettiğini görüyoruz. Şu halde
—onlann dediği gibi— maddede birbirinden farklı ha
yat unsurlarmı ve hayat şekillerini ihtiva eden ana un
sur nedir? Niçin birinde fazla birinde azdır? Y üce bir
iradenin kontrolü sözkonusu değU m idir?
Biz bu maddede gizlenmiş bulunan hayat hâdisesi
nin farkhhğmi; yüce bir iradenin tedbir ve takdirine
bıraktığımız zaman daha İ3d anlayabiliyoruz? Çünkü
bütün bunları yapan o muhtar iradedir. A n cak tek ba-
şma maddenin canlıhk unsuru olduğunu kabul edecek
olursak, maddeler arasmdaki bu farklılığı b ir sebebe
bağlayarak açıklamamız muhal olacaktır. Beşer aklı
farkh bir muhakemeyi kabul etm eyecektir. Gerçek
odur ki; hayatm farkh farklı şekillerde doğuşunun se
bebini açıklayan Islâm düşüncesi bu büyük hadisenin
çözümlenebilmesi için takip edilmesi gereken yegâne
yoldur. Yoksa bu hâdise3d zavaUı m ateryalist çırpm ış-
larm Heri sürdükleri sebebe bağlam ak m üm kün değil
dir.
326
H AYAT VE ÖLÜM
ALLAH’IN GÜCÜNÜN
DELİLİDİR
327
maz deveran akar gider. A çık bir his ve gören bir kalb-
le bakıldığı zaman insanı ürperti sarar. M ü’min onu
Kur’an’m gösterdiği hidâyetle, A llah’tan aldığı aydm-
hkla görür:
(fişte siz de böylece çıkarılacaksınız.» Mesele gayet
basit ve tabiîdir. Garip bir yanı yoktur. Kâinatta her
an se3nrettiğiniz hadiselerden farkh bir tarafı mevcut
değildir. Gece ve gündüz her yerde ve her zam an ben
zer olaylar cereyan etmektedir.
aSizi topraktan yaratmış olması O’nun âyetlerinden-
dir. Sonra hemen birer insan olup yeryüzüne yayılırsı
nız.» (Rûm, 20)
Toprak ölü ve katı bir şeydir. Ama insan ondan
çıkmıştır. NiteKm K ıtfan’da (Mü’m inûn Sûresi’nde)
buyrulur ki : nAnd olsun ki biz insanı süzme çamurdan
yarattık.» Çamur insamn en eski köküdür. Ama burada
çamurun da esası olan toprak zikredilerek ardmdan
insanların insan suretinde yeryüzüne yayıldıklan konu
edilmektedir M, ölü toprakla canlı ve hareketli bir var
lık olan insan arasında hem anlam hem de görünüş
dengesi sağlansm. Ayrıca bu ifadeler K ur’an’a has tak
dim uygunluğunun temini içn «O, ölüden diriyi, diri
den ölüyü çıkarır» ifadesinden sonra varit olmaktadır.
Bu fevkalâde hayret verici m ucize, kudret elinin
delillerinden bir dehldir. Ayrıca insanlarla içinde yaşa
dıkları toprak arasmda yakm bir bağlantm m m evcu
diyetine işaret etmektedir. Asim da insanlar tem el ya-
pılannda ve kendi benhklertne hükm eden kanunlar
da bu münasebeti hissederler. Çünkü kendilerine hâ
kim olan kanunlann bütün m evcudat sahasm a da hâ
kim olduğunu görürler.
Gerçekten de katı ve değersiz toprak biçim inden,
yüce bir değere haiz hareket dolu insan şekline geçiş
çok büyük bir intikaldir. AUah’m san’atı konusunda
328
insanı düşünceye sevkeden ve vicdanım harekete ge
tiren, ham d ve teşbih ile coşturan fazl-u kerem sahibi
ustayı ham d ile övm ek için kalbi harekete getiren bir
değişim dir bu. Ayet-i Kerime beşer cinsinin ük yara
tılış sahasm da iki beşer cinsi arasındaki ortak hayat
sahasma dönüyor şimdi de :
hiçinizden kendileri ile huzura kavuşacağımz eşler
yaratıp aranızda sevgi ve esirgeme varetmesi de O’nun
âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda düşünen kavim
için âyetler vardır.)^ (Rûm, 21)
İnsanlar karşı cinse karşı duydukları hissi bilir
ler. İki cins arasmdaki münasebetin kafalannı ve zi
hinlerini ne kadar meşgul ettiğini hissederler. Kadın
ve erkek arasmdaki muhtelif temayüllerin ve arzula-
rm insan hareket ve faaliyetinde ne kadar tesirli ol
duğunu görürler. Am a kendilerini iki cins yaratan,
ruhlarına bu duygu ve eğilimleri veren, cinsler arası
alâkeıdan ruhlar için bir sükûn, sinirler için bir dinlen
me vasıtası yaratan, kalbin ve bedenin huzuru, hayatm
ve m aişetin istikrarı, ruhun ve vicdanm ünsiyeti, böy-
lece hem kadm a, hem de erkeğe güven ve emniyet
vesüesi kılınan bu yaratılış şeklindeki kudret elini çok
az kere düşünürler.
K ur’an-ı Rerîm ’in o incelik dolu, letafet yüklü üs
lubu üd, cins arasındaki alâkayı canlı bir tasvir olarak
gözler önüne seriyor. Ve sanki şekilleri kalbin derin
liğinden, duygulann kökünden yakalayıp çıkararak
onların sükûna ermesini sağhyor; «Kendileri ûe hu
zura kavuşacağınız...y> «Aranızda sevgi ve esirgeme va
retmesi de O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda
düşünen kavim için âyetler vardır.y»
O nlar ancak iki cinsin birbirine m uvafık şekilde
yaratıhnasm daki yaratıcm m hikmetini fark ederler. îk i
cinsten birisinin diğerinin fıtrî, ruhî, aklî ve bedenî ar-
32»
ztolanna ve temayüllerine cevap verecek ve böylece
birbirinin yanmda huzur, güven ve em niyet bulacak,
birleşmelerinde sükûn, sevgi m erham et ve esirgeme
bulabilecek şekilde yaratılmalanndaki yaratıcı hikme
ti görürler. Çünkü kadın ve erkeğin psikolojik ve orga
nik yapısmda, ruh ve sinirin tekevvünün de, her iki
emsin diğerine karşı olan arzularınm telâfisi göz önün
de bulundurulmuş ve iki cinsin birleşerek yeniden bir
hayat ortaya çıkarmak ve yeni bir nesil m eydana ge
tirmek için imtizacmı plânlam ıştır:
»Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renkleri
nizin değişik olması da (ynun âyetlerindendir. Şüphesiz
ki bunda da, bilenler için âyelter vardır m (Rûm, 22)
Göklerin ve yerin yaratüışma bir çok k ereler işaret
edilir, Kur’an-ı Kerim’de. Ve hep üzerinde fazlaca dur
madan çabucak geçip gideriz bu ifadenin. Fakat uzun
uzadıya bu nokta üzerinde durup derinliğine araştır
mak gerekir. Göklerin ve yerin yaratılışı, kâinat dedi
ğimiz çok az bir bölümünden başka yanlarm ı bilem e
diğimiz ince, ulu, başdöndürücû ve büyük kitlenin yok
tan varedüişi demektir. Sayılamayacak kadar gökci
simlerinin, gezegenlerin, yıldızlarm, galeksilerin ve uy-
dulann bulunduğu bu mevcudat yığm ı içerisinde şu
küçücük dünyamızm boşluğa fırlatılm ış, h iç b ir değe
ri ve hiç bir ağırlığı olmayacak kadar küçük, değersiz
bir zerre olduğu bu yığmlar o yaratılışm birer mah
lûkudurlar. Bunda baş döndürücü bü5rüklüğe ve geniş
liğe rağmen o gezegenler, uydular, yıldızlar, galaksiler
arasmda son derece ha3n"et verici bir ahenk bulunm ak
tadır. Dönüş ve hareketleri arasm daki uzaklık ve me
safeler onlann birbirine çarparak yok olup dağılm ası-
m, yığılıp kalmasmı önlemektedir. O âhenktir h er şeyi
bir ölçü içerisindee yaratan. Bütün bunlar um um î ha
cimleri ve düzenleri bakıım ndandır. Y a bu yaratılm ış-
330
larm başdöndürücû esrarı, içlerinde gizlenen tabiatia-
n, aralarında sakladıklan varlıkları, dışa vuran yönle
ri, onları koruyan, hükmü ve tasarrufu altma alan bü
yük kanunların akıl almaz esrarına gelince, bunlar in
sanoğlunun kavrayacağm dan çok üstün ve çok daha
geniş bir sır olarak bulunmaktadu'. Bu hususta insanm
bilgisi azın azı denecek kadar azdır. Bizim, 3rüze3dnde
yaşadığım ız bu büyük kâinat okyanusunda çok cılız
ve küçük bir yer işgal eden ve adma dünya dediğimiz
yıldızcığm incelenm esi bile henüz tamamlanmamıştır.
Günümüzde hâlâ dünyamız hakkmda çok az şey bi
linmektedir.
İşte üzerinden geçip gittiğimiz göklerin ve yerin
yaratılışı delili üzerinde bir göz açımlık duruşumuzda
dile getirdiğim iz gerçekler. Biz bunun üzerinde çabu
cak geçip giderken insanoğlunun ortaya çıkardığı bir
takım âletler üzerinde fazlasiyle ve uzun uzadıya dur
mak ihtiyacını duyuyoruz. Bh- büginin yaptığı bir âlet,
bir süre m untazam hareket ile çahşabihnek üzere
m uhtelif bölüm leri arasmda bir ahenk kurulduğu za
man fazlasiyle önem veriyoruz buna. Sonra da bir ta
kım kendini bilm ez sapıklar bu akü almaz kâinat ni-
zammm, bu ince düzenin idare edici bir yaratıcı bu-
lunm aksızm kendüiğinden varolduğunu ve böylece sü.
rüp gittiğin i iddia etmektedirler. Bundan daha kötü
sü de adm a bilgin denilen bu budalalara kulak veren
kim selerin bulunm asıdır.
G öklerin ve yerin akıl almaz âyetleri üe beraber
bir başka garip şey de insanoğlunun dilinin ve rengi
nin değişikliğidir. Elbette bumm göklerin ve yerin ya
ratılışı ile ilgisi vardır. Yersrüzündeki havanm değişi
mi, toplulukların farklılığı, dünyama astronomik olu
şum undaki farklüıktan meydana gelmektedir. Bunun
da aynı asıldan neş’et etmiş olan Âdem oğullannm de
ğişik dilden ve renkten olm aları ile ügisi pek çoktur.
331
Günümüzde bilgiler renklerin ve dillerin ayrılığım
görüp geçmekte ama orada Allah’ın kudret elini fark
etm em^te, bunun göklerin ve yerin yaratılışiyle alâ
kasını sezememektedirler. Bir kısmı renk ve dil değişi
mini nazarî olarak tetkik etmekte, ama bu mucize kar-
şısmda gizli açık her şeyi bilen ve yaratan Allah’ı hamd
ile teşbih etmemektedirler. Çünkü insanların birçoğu
bilmezler. aOnlar ancak dünya hayatının görünen kıs
mını bilirler.» Göklerin ve yerin yaratılışı, renklerin ve
dillerin ihtüâfmdaki 'hikmeti ancak her şeyin dışım ve
içini bUenler görürler: Şüphesiz ki bunda da bilenler
için âyetler vardır.»
v^Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfundan nzık
q,ramanız O'nun âyetlerindendir. Bunlarda dinleyen ka
vim için âyetler vardır.» (Rûm, 23)
Bu da bir başka mücizedir ki, kâinat gerçekleriy
le insanlar arası münasebetleri ilgilendirm ekte ve bun
ları birbirine bağlayarak büyük varlıklar âlem inin ya-
pısmda bir ahenk kurmaktadır. G ece ve gündüz mu
cizesiyle iosanlarm uyuyup uyanm aları ve uyandıktan
sonra AUah’m kendilerine lütfettiği rızk ı aramaları
bu hususta yorulup çaba harcam aları birbirine bağ-
lanmaktadır. Asimda Allah, insanları içinde yaşadıkla-
n kâinatla hemahenk olarak yaratm ıştır. Çalışm a ve
çabalama ihtiyaçlarmı aydınlık ve gündüzle karşıla
mış, uyku ve istirahat ihtiyaçlarm ı d a karanlık ve
gece üe telâfi etmiştir. İnsanlarla bu dünya üzerinde
yaşayan diğer canlılar bu noktada aynıdır. Sadece ara-
larmda derece ve nisbet farkı m evcuttur. A m a bütün
bunlar gösteriyor k i kâinatta var olan yaratıklann
hepsi kendi tabiatına uygun ve. yaşam asm a elverişli
umumî bir nizama tâbidir.
«BurUarda dinleyen kavim için âyetler vardır.» Uy
ku ve çalışma, hareket ve sükûnet dinlenerek farkedi-
lir. Bu münasebetle Kur’an’m bu âyetleriyle sözkonu-
332
su edilen kâinat âyetleri arasmda Kur’an’a has bir in
sicam. sağlanm aktadır;
«Size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gök
ten su indirip onunla Ölümünden sonra yeri diriltmesi de
O’nun âyetlerindendir. Bunlarda düşünen tir kavim için
âyetler vardır.^) (Rûm, 24)
Şim şek de bu kâinatm nizamına tâbi olarak mey
dana çıkar. Bazıları onun elektrik yüklü iki bulut kü
mesi arasındaki bir elektirik akımmm belirmesi üe
doğan sürtünm eden meydana geldiğini veya aynı şe
kilde elektrik yüklü bulut kümelerinin dağ tepelerine
çarpm asiyle kıvılcım lar meydana gelmesinden doğdu
ğunu izah ederler. Bu iki karşılaşmadan şimşeği mü-
teâkıben çıkan yüduım şeklinde havada elektrik bo
şanması m eydana gelir. Ve çoğu kere bundan sonra
yağm ur yağar. Her ikisinin de sebebi ne olursa olsun
şimşek A llah ’m yarattığı ve çok ince takdir ettiği bu
kâinat nizam m dan doğan bir hadisedir.
K ur’an’ı Kerîm , tabiatı icabı kâinat hadiselerinin
mahiyeti ve sebebi üzerinde durarak onları açıklamaz.
Sadece bunları beşer kalbini varlıklar âlemine bağlaya
rak bu varlıklarm yaratıcısma raptetmek için bir vasıta
olarak kullanır. Bunun için burada korku ve ümit ve
ren şim şeğin gösterilmesi AUah’m âyetlerinden bir âyet
olarak belirtiliyor. Korku ve ümit duygusu şimşekle bir
likte insan ruhunda gerinen fıtri duygulardır. Çakan
şimşekle birlikte her şeyi y£&ıp kül eden bir yüdınm
endişesi kaplar insanı. Yahut şemşeğin görülmesiyle
bu dehşetengiz âleme hükmeden gücün hissedilmesini
sağlayan girift bir korku kaplar insanı. Ama bundan
sonra çoğu kere şimşekle birlikte gelen yağmur ümidi
de ayn bir istek verir insana. Nitekim âyet-i kerime’de
önce şim şeğin çakması sonra da yağmurun inmesi söz-
konusu edilerek bir sıra gözetilmektedir; «Gökten su
indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesi.))
333
Toprağa göre ölüm ve dirilm e tabiri insana onun
her canh gibi ölüp dirilen bir varlık hissini vermekte
dir. Asimda Kur’an’m tasvir ettiğine göre gerçekte böy-
ledir. Bu kâinat canlı, hareketli, sevgi dolu bir mah
lûktur. Rabbinin emrine uyar. Teşbih ederek, huşu ve
huzur üe O’nun emirlerini yerine getirir. Dünya de
diğimiz bu yıldız üzerinde gezinen insan da aynı şe
kilde AUah’m yarattıklarından bir yaratıktır. Ve dün-
yanm üzerinde dolaşırken om m la birlikte âlemlerin
Rabbi olan Allah’a yönelmiş bir kafileye katılm ış olur.
Bütün bunlar suya izafetle yapılm aktadır. Çünkü
su toprağa indiği zaman ona bir canlılık verir. Dirili
ğin ve gelişmenin ifadesi olan bitkiyi yeşertir. Ve yer-
yüzü toprağm bağrmdan fışkıran bu yeniliklerle dal
ga dalga hayat dolar. Hayvanda ve insanda da du
rum aym. Çünkü nerede hayat olursa orada hayatı ta
şıyan mutlaka bir su bulunur;
((Bunlarda düşünen Mr kavim için âyetler vardır.y>
Düşünme, tefekkür etme ve aklı başa alm a yeridir bu
rası :
((Göğün ve yerin O’nun emri ile ayakta durması da
yine O’nun ûyetlerindendir. Sonra sizi öir çağırmaya-
görsün, hemen çıkıverirsiniz.y>
((Göklerde ve yerde olanlar O’nundur. Hepsi O’na bo
yun eğer.» (Hûd, 25-26)
Göklerin ve yerin böyle muntazam hareketi ancak
Allah’m kudret ve tedbiri ile olur. Hiç bir kim se kalkıp-
ta onu kendisi gibi bir yarattığm yaptığm ı söylemez.
Akıl sahibi hiç kimse kalkıp bunların kendiliğinden
meydana geldiğini de iddia edemez. Ö yleyse göklerin
ve yerin Allah’m emrine uyması ve O ’nun buyruğun
dan asla çıkmaması İlâhî âyetlerden b ir â y e ttir:
«Sonra sizi bir çağtrmayagörsûn. Hemen çıkıverir-
siniz.»
334
GÖKLERİN DİREKSİZ
YARATILIŞI ALLAH’IN
GÜCÜNÜN DELİLİDİR
335
«Küfredenler derler ki: «Ona Rabbinden bir âyet
İndirilmeli değil miydi?)) Sen ancak bir uyarıcısın ve her
kavmin bir yol göstereni vardır.n (Ra’d, 2-7)
Gökler... Gök deyince insanlar ne anlarlarsa an
lasınlar, her asırda bu kelime ile neyi kavrarlarsa kav.
rasınlar... Apaçık gözlerinin önündedir ...Şayet insan
lar bir an içia gökleri se5n:e dalacak olur da düşünür
lerse şüphesiz son derece müthiş gerçeklerle karşıla
şırlar... Görüyorsunuz ya hiçbir şeye dayanm ıyor şu
gökler... Direk naımna hiç bir şey yok. Yükselm iş hiç
bir direğe dayanmaksızm... A yrıca gördüğünüz gibi
gözlerinizin önüne serilmiştir...
336
Teksiz olarak yaratan lâyıktır asıl ululuğa ve azame
te...
F .; 22/337
Şimdi âyetin akışı yönünde yürüyoruz... Yani o
yücelikler ve emre teshir ile o hikmet ve tedbir doğ
rultusunda...
^Bunların herbiri belli bir süreye kadar hareket ede
cektir))...
Belli bir hududa kadar... Ve belli bir kanuna gö
re... Gerek yörüngelerindeki yıllık ve günlük dönüşle
rinde olsun, gerekse, galeksi içindeki hareketlerinde ol
sun bu hududu ve bu süreyi aşamaz, sapıtamazlar.
Veya bu görülen âlemin sonuna kadar belirli bir sü
reye kadarlık akışlannda.
«İşleri yürütür))...
Bütün işleri. Tıpkı bu güneşi ve ayı em rine âmâ-
de kıhp belli bir süreye kadar hareket ettirip durdu
ğu gibi bütün işleri de yürütür... Şuna da aslâ şüphe
yoktur ki, bu korkunç gökcisim lerini, bu feza deni
len boşlukta yüzen varlıkları belli bir süreye kadar ha
reket ettiren ve aslâ düzeni şaşırm ayan Zat-ı B âıi’nin
yürütmesi, takdiri ve tedbiri son derece ulu ve yüce
dir.
Yürüttüğü işler meyanmda «âyetleri uzun uzun
açıklar.))...
Düzenler, birbirine mutabık olarak sıralar. Herbi-
lisini zamanı geldiği vakit açiklai'. Herbirinin açıklama-
smm da bir sebebi ve hedefi vardu. «Rabbinizle karşı
laşacağınıza kesin, olarak inanmanız için.))...
Siz bu âyetleri uzun uzun açıklanmış ve düzenlen
miş olarak gördüğünüz vakit Rabbinize mülâki olaca
ğınıza ihanırsmız. Bu âyetlerin de ötesinde kâinat âyet
leri yer alır. Onları da ilk önce O yaratıcı el halketmiş
ve yoktan meydana getirmiştir. Onu yoktan varedip,
ardından da tedbir ve takdirini yürüten A llah bütün
bımları Kur’an âyetlerinde tasvir etm iş ve sizin önü
nüze sermiştir... İşte bütün bunlar d a gösteriyor ki,
338
mutlaka bu yaratana yeniden dönmek gerekecektir
öldükten sonra. İnsanların yaptıklarmm değerlendiril
mesi ve buna göre bedellerini almaları için muhakkak
dirilm eleri icabetmektedir. Bu ise, yüce yaratanın ilk
yaratış esnasındaki hikmet ve tedbirinin ulviyetini
ifa-de eden yüce takdirin bir icabı, bir gereğidir.
Bilâhere o korkunç tasvir çizgisi göklerden yere
iniyor. Ve yeryüzünün ilk tablosunu gözlerimiz önüne
se riy or:
«O’dur yeri düseyleyen ve orada dağlar, nehirler var
eden, her türlü mahsulden çift çift yetiştiren ve gündüzü
geceyle "bürüyen. Şüphesiz ki bunlarda, düşünen kimse
ler için ibretler vardır.•»
Y ei'yüzü tablosunda yer alan en geniş çizgi dün-
yanm düzlenip gözler önüne serilerek bütün uzunluk
larıyla yayılm asıdır. IJakİkati itibariyle yeryüzünün
umumî şeklinin değişik olması önemli değildir. Biçimi
başka da olsa gözler önüne serilmiş düzeltilmiş ve ya
yılm ıştır. Tablodaki birinci temas bu. Sonra ikinci te
mas n ok talan yer alıyor. Sarsılmaz 3nice dağ çizgileri
çekiliyor, yeryüzünü yanp giden nehirlerin uzun hat-
lan belirtiliyor. Böylece yeryüzünün tablosundaki en
gin m anzara ve göınintünün ana hatlan tamamlanmış
oluyor. Hem de son derece uygunluk ve mutabakat
içinde yered iyor...
Bu um um î çizgiye uygun düşen daha başka şeyler
de var. Y eryüzünün bütünüyle İhtiva ettiği şeyler. Ay
rıca hayat için lüzum lu olan nesneler. Birincisi top
raktan biten nebatlarda beliriyor ; «Her türlü mahsûl
den çift yetiştiren...i) ...İkincisi ise gece ve gündüz ger
çeklerinde beliriyor: «Ve gündüzü geceyle bürüyen...»
B irinci sahnelerde yer alan gerçeği insanlar an
cak yakın zam anlarda keşfedebildiler ve onlardan ha
berdar oldular. Şöyle ki, bütün canlılar ve evvel emir
339
de de bitkiler dişili erkekli olarak ürerler. Hattâ erkek
çifti olmadığı sanılan bitkilerin büe kendi içlerinde bir
erkeklik organı taşıdığı ve bir çiçek içinde hem dişi
hem de erkek organlarma sahip bulunduğu veya bir
dalda a3ra ayrı bulundukları açıklandı. Bu gerçek kar
şımızdaki sahne üe tnsamn, eşyanm dış görünüşünü
kavradıktan sonra yaratılış sırlarını öğrenm eye ve dü
şünmeye çalışması gerektiğini açıkça belirtm ektedir.
İkinci sahne ise, birbiri ardısıra gelen gece ile gün
düz sahnesidir. Biri diğerini bürüyor, sonra öbürü di
ğerini. Son derece hayretenğîz bir intizam var bu bürü-
yüşte. Bu da tabiat müşahadelerinde üzerinde uzun U2a-
dıya düşünülmesi gereken bir hadise. G ecenin gelip gün
düzün gitmesi, fecrin parlayıp doğması ve gecenin sö
nüp kaybolması o derece müthiş bir hadisedir ki, alış
mış ohnadığmıız bizim hissimizde bu ürpertiyi yok edi
yor. Ama aslında bu hadise son derece şaşılacak ş^ ler-
den birisidir. Ahşkanhğin ver^ği donukluğu ve ruhsuz
luğu bir kenara atıp yenilenen duygulu bir hisle ele
almdığı zaman, tekrar tekrar vukubulmasmm verdiği
normallik bir yana bırakılıp dikkatle tetkik edildiği va
kit bu olay, şaşırtıcı, hem de son derece şaşırtıcı bir olay
dır... Gökcisimlerinin döndüğü yörüngenin şaşmaz ni
zamı ve ince düzeni dahi bu kâinat kanunlarının düşün
dürücü yanlanndan birisidir. Onu yürüten ve idare eden
Hz. Halik kudretin azametini düşündürmeye yarayan
bir unsurdur: aŞüphesiz ki 'bunlarda düşünen kimse
ler için ibretler vardır.d...
Devamma geçmeden önce bu sahnede y er alan
karşılıMı edebî hususiyetler üzerinde de b ir nebze du
ralım... Akan nehirlerle onun m ukabilinde yer alan
yüce dağlar... Her meırvenin çifter çifter olm ası... Ge
ceyle gündüz arasmdaki karşılık. Sonra bütünüyle
yeryüzünü canlandıran tablo ile daha önce geçen
340
gökyüzünü canlandıran tablo arasındaki karşılık...
Hepsi son derece uygun ve mütekâmil bir kâinat tab
losu içinde yerli yerince yerleştiriliyor.
Sonra yaratıcı ressamm fırçası ilerleyerek yeryü
zünün ince ve ikinci derecedeki hatlarını çiziyor. Daha
önceki çizgilerden daha derin hatları belirtiyor:
(■(Yeryüzünde Mrhirine komşu toprak parçalan, tek
ve çok köklü üzüm bağlan, ekinler ve hurma ağaçlan
vardır. Hepsi de aynı su ile sulanır. Ama lezzetçe onları
birbirinden farklı kılmışızdır. Şüphesiz ki bunlarda dü
şünenler için ibretler vardır»...
Y eryüzüyle ilgili şu sahnelerin çoğunu içimizden
ekseriyetim iz her zaman görürüz, hiç de dikkatimizi
çekm eden geçer gideriz. Bir araştırma arzusu uyandır
maz içim izde. A ncak insan ruhu fıtrattaki canlılığa
dönüp b ir parçası olduğu kâinat ile ilgi kurarsa kendi
sinden uzaklaşarak çevresine göz atar ve bu noktalar
üzerinde durur-.
((Yeryüzünde birbirine komşu toprak parçalan.......
A yrım ları değişik değişik. Yoksa hepsi birbirine
benzeyecek olsa parçalar birbirinden ayırdedilemez ve
parçalanm ası mümkün olamazdı. Kimi toprak parçala
rı güzel ve verim lidir. Kimi toprak parçalan da çorak
ve verim sizdir. Kimi sulaktır, kimisi kurak. Kimisi ço
rak ve steptir, kim isi de kayalık ve serttir. Her birisi
nin daha başka türler ve şekUleri vardır. Kimisi bol bol
verir ve m âm urdur. Kimi ekinli, mahsûllü ve canlılık
kaynağıdır. Kim i de bordur, ekilmemiş ve ölü bırakıl
mıştır. Kim isinde bir damla yaşlıktan eser bulunmaz,
kimisi ise su dolup taşar. Ve daha nice nice toprak çe
şitleri... Bütün bunlar yeryüzünde yanyana yer alır.
Bu birinci temas ayırıcı çizgiler çekmek için enlili
ğine çekilm iştir. Sonra açıklayıcı mahiyetteki çizgiler
izleyecektir bunları. ((Üzüm bağlan.»... ((Ekinler»...
341
Ve humıa ağaçları.»... Üç tür bitkiden birer türü zikre
dilmiş oluyor burada. Üzüm asma türünü, hurm a ağaç
türünü, ekin ise baklagilleri, çiçekleri ve benzerlerini
temsil ediyor. Bunlann zikredilmesi m anzarayı renk
lendiriyor, tabiî tabloya dolgunluk vererek boşluklan-
nı gideriyor ve böylece m uhtelif şekillerdeki nebatlar
gösterilmiş oluyor.
Hurma ağaçlannm bir kısmı çok köklüdür, bir
kısmı tek köklüdür. Bir kısmımn bir tek dalı vardır,
bir kısmının ise birçok daUan. Hepsi de bir su ile sula
nır. Toprak birdir. Ama çıkan meyTieler ayrı asmdır.
Tatları birbirinden başkadır.
«Ama lezzetçe onları birbirinden farklı kılmışızdır»..
Kim yapabilir bunu, O yüce yaratıcıdan başka?...
Hangimiz a3mı toprak parçasm daki değişik tattan
değişik meyveler yememiştir? Hangim iz bize K ur’an’m
şu gösterdiği gerçeklerle defalarca karşılaşm am ışız-
cür?
îşte Kur’an bunlara çeviriyor ümfalan ve kalpleri.
Ve işte bunun için Kur’an sürekli olarak yeni ve taze ka
lıyor. Çünkü o, insan duygularmı değişik manzara ve
tablolar karşısmda her an yemliyor. Ruhlar âleminde
ve kâümttaki bu yeni manzaralar bitm ek tükenmek ne
dir bilmiyor hiç, Hiç bir kişi de mahdut hayatı boyunca
bunlan sayıp bitiremiyor. İnsanlık belirli süresi boyun
ca bunlârm arkasmı getiremiyor Mr türlü. «Şüphesiz
ki bunlarda düşünenler için ibretler vardır.»...
Üçüncü kere yanyana ve m uhtelif arazi parçala
rım teşkil eden tablodaki ebedî san’at özellikleri üze
rinde duruyoruz: Tek ye çok köklü hurm alarla karşı
laşıyoruz, tatlan a3m ayn. Ekinler, hurm alar ve üzüm
ler arasmdaM karşılıklı 'mutabakat.
Bu engin kâinat ufuklarm daki bu ürpertici seya-
hattan Ayet-i Kerîme dönüyor ve b ir topluluğun bun
342
ca âyetleri gönnelerine rağmen hâlâ kalplerinin uyan--
madığmı, kafalarının ayılnıadığmı göstererek hayreti
ni ifade ediyor. Bunun ötesinde yüce Allah’m tedbiri
ni ve kudretini de göstermiyor onlara tabloda. Sanki
onların kafası kelepçelenmiş, kalpleri zincirlenmiş ve
bir daha kendisine gelipte bunca deliller karşısmda
uyanm ıyor ve düşünmüyor.
^Şaşılacaksa onların: «Biz toprak olunca yeniden
mi yaratılacağız?^ demelerine şaşmak gerekir. İşte onlar
Rablerini inkâr edenlerdir. İşte onlar boyunlarına demir
halkalar vurulanlardır. Ve işte onlar cehennemliklerdir.
Ebediyen kalacaklardır orada^)...
A sıl şaşılacak ve hayret edilecek husus bunca ser
gilenen delillerden sonra bir kavmin kalkıp ta :
«Biz toprak olunca yeniden mi yaratılacağız?)) de
mesidir.
Şu k oca kâinatı yaratan ve böyle bir düzenle onu
eksiksiz idare eden Zât-ı Kibriya, insanları yeniden di
riltecek güçtedir de. Aksi takdirde onları yaratan ve iş
lerini düzene koyan yaratıcıya küfürdür. Kafaya ve
kalbe vurulan ağır bir zincirdir. Bunun cezası boyun
lara halka vurulm asıdır. Böylece kafalara vurulan zin
cirle boyunlara vurulan halka arasmda bir uygunluk
sağlanm aktadır. Ve bu yaptıklanrun cezası cehennem
dir, orada ebediyen kalacaklardır. Çünkü onlar insa-
nm bütün değerlerini muattal bırakmamışlardır. Hal
buki bu değerlerinden ötürü Allahu Teâlâ insanoğluna
insanlık şeref ve haysiyetini vermiştir. Dünyada ters
yü z oldukları için âhirette daha çok tersyüz olacak
lardır. Bunun neticesi olarak daha aşağıhk bir hayata
düçâr olacaklardır. Çünkü onlar bu dünyada düşün
celeri m uattal, duygulan muattal ve hisleri muattal
•olarak yaşam ışlardır.
343
Şu, Allah’ın kendilerini yeniden yaratm asına hay
ret edip şaşanlara şaşmak gerektir asıl. Bunlar Allah’
tan kendilerini hidâyete getirmesini isteyip rahme
tini dileyeceklerine, azabmm çabucak gelip çatmasmı
istem ektedirler:
idyilikten önce kötülük isterler senden»...
Allah’ın kâinattaki âyetlerine bakm adıkları ve
göklerle yere serpiştirilmiş bulunan hikm etlerine göz
atmachklan gibi, Allah’m azabm m çabucak gelmesini
isteyip de azabmm geldiği geçmiş kavim lerin akıbetine
bakmıyorlar hiç. Onlara azâp gelmiş ve herkese ibret
numunesi olarak sihnmiş gitm işlerdi :
«Oysa onlardan önce nice ibret alınacak örnekler
geçmişti» ...
Şu halde gaflet içinde yüzüyor' onlar. Kendi cins
lerinden birer beşer olan insanlann âkibetlerinden de
habersizler, Halbuki onlar kendilerinden sonra gelen
lere ibret almacak birer örnek olm uşlardı.
«Doğrusu insanlann zulmetmelerine rağmen Rabbin
mağfiret sahibidir.»
Zulmetseler bile Rabbin insanlar için m erham et
lidir. Tevbe edip girmeleri için h er zam an m ağfiret
kapılarım açık bırakır önlerinde. A m a diretipte isyana
dalanlan şiddetli azabıyla yakalar. Ö nlerine açılan
rahmet kapılarmdan girm eyenlere şiddetli azâp ve
r ir :
«Şüphesiz ki Rabbinin cezaJLandvrması şiddetlidir»...
Âyet-i Kerîme burada gafülertn hidayete ermeden
önce hemen azabm gelm esini istem elerine karşılık Al
lah’m mağfiretinin azabm dan önce geldiğini belirtiyor.
Ve böylece Allah’m onlar için m uradettiği hayır ile
onlarm kendileri için istedikleri şer arasm daki o deh
şetengiz ve korkunç fark ortaya çıkıyor. Bunım ötesin
de de insanın basiretinin körehnesi, kalbin görm ezliği
344
ve cehennem azahmı gerektiren düşüklük ve dönek
lik açıkça görülüyor.
Bilahare Âyet-i Kerîme sejrine devam ederek on-
larm yaptıklanna hayretini gösteriyor. Onlar bunca
kâinat âyetlerini görmezlikten geldikleri gibi AUah’m
peygam berine bir âyet göndermesini istiyorlar. Halbu.
ki çevrelerinde bulunan kâinatm her sayfası bir ayet,
bir m u cize...
^Küfredenler derler k i : «O’na Rabbinden bir âyet
indirilmeli değil miydi?» Sen ancak bir uyarıcısm ve her
ıkavmin bir yol göstereni vardır.
Bir m ucize İstiyor onlar. Mucizeler ise, peygamber
lerin yapacağı şeyler değil. İhtisas sahaları da bu değil.
Ancak Allah verir ona mucize gösterme iznini. Kendi
hikm eti Rabbanisi mucibince bir harika gösterm e ge
rektiğini kabul ederse, peygambere mucize göstermesini
emreder. «Sen ancak bir uyancmn.»... Sen uyarıp ger
çekleri göstericisin sadece. Senin durumun senden önce
geçen diğer peygamberlerin durumu gibidir. Allah pey
gamberleri sadece kavimlerine hidayeti göstermeleri
için gönderm iştir. «Ve her kavmin bir yol göstereni var
dır».. .Mucizeîere gelince o tamamen Allah’a aittir, kâ
inatı ve insanları yaratan onu da tanzim eder.
345
GÖKTEN İNEN SU
ALLAH’IN VARLIĞININ
DELİLİDİR
347
kudret eli yücelerden ona uzanıyor, şevk ile toprağın
etkisinden kurtulmasını, çam urun ağırlığından yücel
mesini istiyor. Ve semaya doğru çekiyor elini. îşte en
büyük üâhî lütuf... İlâhî bir bilgi ile uygun vakitte ve
su toprakla imtizaç ediyor, aydm iığa ve boşluğa doğ
ru kanatlanmak isteyen bitki hücresine canlılık ve
riyor ve onu toprağm kara bağrından fışkırtıyor. Su
AHah’m göğünden yine Allah’a ait olan yeryüzüne
iner. Orada hayatı ortaya çıkarır, serveti artınr, gıda
maddelerinin yetişmesini sağlar. Yüce A llah ise, gök
lerde ve yerde bulunan her şeyin sahibidir. Toprak ve
su ile bitki ve yağmurla canlıların rızkm ı verir. Ve
O, hem canlılardan, hem de toprağın canlıları nzık ol
mak üzere yetiştirdiklerinden m üsnağn îdir:
«Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. Ve muhakkak
ki O GanVdir, HamVdir.y> (Hacc, 64)
Şu halde Allah’m ne göklere, ne yerlere, ne gök-
lerdekine, ne de yerlerdekine ihtiyacı vardır. O, her
şeyden müstağnidir. Verdiği nim etlere şükredüm esi
gereken bütün varlıklarm hamdetmesi icabeden yegâ
ne yaratıcı göklerden de, göklerde bulunanlardan da
müstağnidir.
Ayet-i Kerime bir kere daha her zam an için göz
ler önüne açılmış bulunan kudret delillerini sergilem e
ye devam ediyor:
«Görmedin mi ki Allah yerde olanları v e emriyle
yürüyen gemileri buyruğunuz altına vermiştir. Buyruğu
olmaksızın göğü düşmemesi için O tutar. Doğrusu Allah
inmnlara kar^ şefkatli ve merhametli olandır.y» (Hacc,
65)
Şu yeryüzünde Allah nice servet kaynaklarm ı, ni
ce kuvvet menbalarmı insanoğlunun em rine verm iştir
de insanoğlu AUah’m kudret elinden ve gece gündüz
değişen nimetlerinden habersizdir.
3 4 8
Bir kere Allah yeryüzünde bulunan her şeyi in
sanoğlunun em rine müsahhar kılmış, kâinat kanun
larını insanuı fıtratı ve kabiliyetiyle uyuşur şekilde
yaratm ıştır. Şayet insanm fıtratı ve terkibi ile yeryüzü
nün kanunları arasmda bir ayrılık sözkonusu olacak ol
saydı, insanoğlu yeryüzünden faydalanmayı bir yana
bırakın, orada hayat dahi süremezdi. Şayet insanm or
ganik yapısı yeryüzündeki atmosfer basmcma taham
mül edecek derecede olmayıpta farklı olsaydı, tenef
füs ettiği hava, yediği gıda ve içtiği su onun hayatma
elverişli büeşiklere sahip bulunmasaydı bir an bile ya
şayam azdı. Şayet kendi bedeninin yoğunluğu veya yer
yüzünün çekim gücü bugünkünden az veya çok ol
saydı bir adım atamazdı toprağm üzerinde. Ya havala
nır gök boşluğunda kaybolurdu veya toprağm içine
göm ülür giderdi. Yeryüzündeki oksijen bugünkünden
daha az olsaydı veya daha çok olsaydı teneffüs ettiği
havanm yoğunluğu da artıp eksileceğinden insanoğlu
nefes bile alam az boğulur giderdi. Yahut havadaki ok
sijeni karbondioksitten asnırarak hayatın ana mad
desini teşkil eden yakm a ameliyesini gerçekleştiremez-
di. îşte bu yeryüzünün kanunlarıyla insanoğlunun fıt
ratı arasm daki uygunluktur ki, ona yeryüzünü ve için
deki h er şe3Ti A llah’m emriyle müsahhar kılma hakkı
nı kazandırm ıştır.
Y üce A llah yeryüzünde bulunan her şeyi insan
oğlunun em rine vermiş ve onları iyi şekilde kullanıp
değerlendirm e imkânını da lütfetmiştir. Allah’m yer-
3ü zü n e verdiği nimetlerin gizli hâzinelerin ve enerji
kaynaklannm bir ç o ğ ^ u insanlar peyderpey keşfe
derler. H er seferinde yeni hazineler bulurlar, eski kay-
naklarm bittiğini sandıklan sırada bir başka kaynak
ve hâzineyle karşılaşırlar ve onu çıkanp kullanmaya
çalışırlar. îşte günümüzde henüz tükenmemiş olan pet.
349
rol ve diğer madenlerin ardmdaiı hem en insanoğlu
aiom enerjisini ve hidrojen parçalanm asını keşfetmiş
ve yeni bir kaynağın kapılarını açm ıştır. Hâlâ ateş-le
oynayan bir çocuk gibi Allah’m nizam ından uzak bu
lunmakta, hem kendisini hem de başkalarım yakıp yık
mak içuı çalışmaktadır. Halbuki yalnız ve yalnız Al
lah’m n iz a m ın a, tâbi olduğu zam an kâinatın enerji
kaynaklarmı ve gizli hâzinelerini dünyanm im arı ve
geliştirilmesi için kullanır, Allah’ın irade ettiği şekilde
hahfehk görevini yerine getirir.
«Ve emriyle denizde yüzen gemiler.)^ Gemilerin de
nizde yüzmesini sağlayan kanunları A llah yaratm ıştır.
Bu kanunları nasü öğrenebileceğini de yine A llah in
sanoğluna öğretmiştir. Şayet denizlerin yapısı, gemi
lerin mahiyeti veya insanoğlunun bunları kavrayış
kapasitesi değişik olacak olsaydı şu görünenlerden hiç
birisi olmayacaktır.
{{Buyruğu olmaksızın göğü düşmemesi için O tutar.y)
O’dur kâinatı bugünkü kanunlara u y g ^ olarak yara
tan. O’dur yüdızlan ve gök cisim lerini birbirinden uzak
engin gök okyanusunda seyrettiren. D üşm elerini ve
çarpışmalarmı önlesnci kanunlarıyla göğü n boşlukları
na hükmeden.
Kâinat nizammı izaha yarayan bütün astronom ik
nazariyeler Allah’m kâinata koyduğu bu düzenli ve
muntazam kanunu açıklamaktan öteye geçm ez. Ne var
ki bazıları bu çok açık ve basit gerçeği unım tuyorlar
ve kâinat kanunlannı, kâinatta geçerli olan nizam ı an
latırken İlâhî kudretin kâinattaki gücünü reddediyor
veya çok uzak bir ihtimal olarak görüyorlar. Bu şüphe
siz ki çok garip bir düşüncenin ortaya attığı sapıklığın
ifadesidir. Şurası bir gerçektir ki bir kanunun nasü
yürüdüğünü bulmak o kanunu koyanm varlığm ı ve
o kanunları faaliyete sevkedişindeki tesirini inkâra ve-
350
sîle olm az. Halbuki astronomik nazariyeler birer na
zariye olup her zaman incelemeye müsait görüşlerdir.
D oğru veya yanlış olabilirler. Bugün doğruluğu ispat
edilen o nazariyelerin yann da yanlışlığı ispat edile
bilir. V eya tam zıddı bir başka nazariye ortaya atılabi
lir.
Y üce A llah buyruğu altında olan göğü düşmeme
si için tutar ve bunu kendi yapısı olan o kanunlarmm
faaliyeti ile sağlar. İzni olduğu gün bir hikmete meb-
ni olarak çalışan kanunlannı çalışmaz hale getirir. Mu
attal bırakır ve o gün göğün düşmeden durması im
kânsızlaşır.
H AYAT VE KÂİNAT
ALLAH’IN GÜCÜNÜN
AYNASIDIR
F .: 23/353
Âyetin metninde geçen ifâde um um iyetle hayvanlann
sahiplerine boyun eğmesi anlamında kullanılır ki yer
yüzü için bu sıfatın kullanılması m aksatlıdır. Zira bi
zim sakin ve yerinden kımıldamaz olarak gördüğüm üz
şu yeryüzü canlı bir haycandan farksızdır. Hattâ zıp
layan, koşan bir hayvan gibidir. A m a her şeye rağmen
omuzuna binen binicisinin em rine boyun eğmekte
onun dizgininden dışarı çıkamamakta ve dizginsiz bir
hayvan gibi başıboş kaçıp durm am aktadır. Yeryüzü
denen bu ha5rvan yalnız boyun eğen b ir haydan değil
aym zamanda süt veren bir hayvandır da.
Bizim üzerine bindiğimiz bu ha5rvan kendi ekseni
etrafında saatte bin mü gibi bir hızla hareket eder.
Sonra da aynı manzume içerisinde güneşin çevresin
deki yörüngesinde saatte altmışbeş bin m il gibi bir
hızla seyreder. Ayrıca yeryüzü ve bağlı bulunduğu
güneş manzumesi hep birlikte saatte yirm i bin miUik
bir hızla yaklaşık olarak— gökyüzündeki sirius bur
cuna doğru koşarak uzaklaşır. Bu hızlı koşuya rağ
men insanoğlu bindiği hayvanm om uzunda emindir,
güvenir, rahattır düşüp parçalanm az. A k lı ve züm i bu
lanmaz. Ve bir kere olsun bu em rine boyun eğen hay
vanm sırtmdan aşağı yuvarlanmaz.
Dünyamn hem kendi ekseni etrafm da dönm esi
hem de güneşin çevresinde hareket etm esi sonra hep
birlikte güneş manzumesinin sirius yıldız küm esine
doğru hareketi son derece plânlı olarak tanzim edil
miştir. İlk ikisinin insan hayatı üzerindeki tesirini da
ha önceleri belirtmiştik. Hattâ yalnız insan hayatı de-
ğü yeryüzündeki bütün varlıklann hayatı üzerindeki
tesiri malûmdur. Dünyanm kendi ekseni etrafında dön
mesinden gece gündüz m eydana gelir. Eğer yeryüzü
ebediyen gündüz olsaydı sıcaktan yaşam a im kânı kal
mazdı. Güneş etrafm daki dönüşünden ise m evsim ler
354
m eydana gelir. Şayet yeryüzü tek bir mevsimden, iba
ret olsaydı bugünkü hayat şekli kafiyen mümkün ol
m azdı. Yeryüzünün ve güneşin sirius yıldız kümeleri
ne doğru hareketinin hikmeti ise henüz anlaşılmış de
ğildir. Şüphesiz ki bu hareketin kâinat içerisindeki
m uazzam ahenkle irtibatı olsa gerektir.
Bütün bu baş döndürücü hareketleri aynı anda
yapan bu emre boyun eğen hajrvan, hareketini devam
ettirirken hep aynı sabit kanununu devam ettirir. Ek
seni etrafındaki eğim i yaklaşık olarak 23.5 derecedir,
işte bu eğim den ve güneşin etrafmdaki hareketinden
dört m evsim m eydana gelir. Eğer bu eğim hareket es-
nasm da kayacak olsa bitkilerin ve yeryüzündeki hayat
halkasının üzerinde dönüp durduğu dört mevsim dü
zeni bozulur gider.
Y üce A llah yeryüzünü insanoğlunun emrine bo
yun eğdirm iştir. Ona bir çekim gücü vererek büyük
hareketleri esnasmda onları kendine çeker. Aynca at
m osfer basm cı sayesinde insanm dünya üzerindeki ha
reketi kolaylaşır. Eğer atmosfer basmcı bugünkünden
daha a ğ ır olsaydı insanm yer3mzünde hareketi imkân
sızlaşır veya en azmdan zorlaşırdı. Basmcm derecesine
göre ya doğrudan doğruya yere yapışırdı, veya eğilip
bükülürdü. Şayet atmosfer basıncı bugünkü durum
dan biraz daha az olsaydı insanm adımlan birbirine
dolaşır, çevresindeki hava basmcıyla kendi organları
nın iç basm cı arasmdaki denge bozulacağmdan or-
gan lan dağılır giderdi. Nitekim atmosfer tabakalarm-
da hava basm cm ı tanzim etmeden hareket etmek is
teyenlerin karşılaştıklan felâket bu olmaktadır.
Y üce A llah yeryüzünü insanoğlunun emrine bo
yun eğdirm iş, üst kısmım yararak satıh kesiminde
yum uşak toprağm oluşmasmı sağlamıştır. Şayet dün-
yanm yüzü —üm in tahmin ettiği gibi karalann soğu
355
yup donması esnasmdaki durumunda olduğu şekilde—
kaü kayalıklardan meydana gelm iş olsaydı o zaman
];ıem üstünde yürümek mümkün olm azdı, hem de bit
ki yetişmesi imkansızlaşırdı. Fakat hava ve yağm ur
gibi atm osfer olaylanm n tesiriyle yüce A llah bu ka
tı kayaları parçalamış ve hayat için elverişli olan ve
rim li toprağı meydana getirmiştir. Toprakla birlikte
orada bitkiler ve nzdtlar yaratmış ki bu dizginli hay-
vanm sırtma binen insanlar onun sütünü sağıp dur
maktadırlar.
Yüce Allah yeryüzünü insanm em rine boyun eğ
dirmiş ve onun çevresini saran hava tabakasm ı ha
yat için gerekli olan çeşitli elem entlerle doldurm uştur.
Teneffüs edilen havada öyle ince ölçülerle m uhtelif
elementler bulunmaktadır ki bu ölçülerden herhangi
birisi bozulacak olsa hayat im kânı kalm az ve haya-
tm temelden devamı mümkün ohnaz. M eselâ, hava
da oksijen nisbeti yaklaşık olarak % 78. G eriye kalan
kısmm içinde ise onbinde üç nisbetinde karbondioksit
ve diğer elementler bulunmaktadır. îşte bu nisbetler
ile ancak yeryüzünde hayatm devam ı im kân dahiline
girebilmektedir.
Yüce AUah hayat için zarurî olan m ilyonlarca bi
leşikleri birleştirerek yeryüzünü insanların em rine bo
yun eğdirmiştir. Bu zaruretler arasm da dünyanm gü
neşin ve aym hacırü, yeryüzünün güneşten ve aydan
uzakhğı, güneşin ısı derecesi, yeryüzünün kabuk kıs-
mınm kalınlığı, dünyanm hareket hızı, ekseni etrafm -
daki eğimi, karalarm ve denizlerin yayihş nisbeti, dün
yanm etrafım saran atm osfer tabakasm m yoğunluğu
gibi daha nice nice... ahenkler bulunm aktadır. İşte bü
tün bunlarm birleşmesinden sonra yeryüzü insanlarm
emrine b03mn eğdirilm iştir. V e işte bunlardır yeryü
zünü nzik kaynağı kılan. Bunlar sayesinde dünyada
356
hayatın varlığı inikân dahiline girmiş ve özellikle in
san denilen canlının yaşaması mümkün olmuştur.
Kur’an-ı Kerim bu gerçeklere işaretle her ferdin
ve her neslin kendi takati nîsbetinde bügi ve tecrübe
sinin ulaşabildiği kadar ondan faydalanmasım hedef
almıştır. Bununla insanm çevresinde bulunan her şeyi
idare eden, yeryüzünü onun emrine veren, onu da yer
yüzünü de koruyan AUah’m kudret ehne işaret etmek
istemiştir. Bu İlâhî kudret eli bir an uzaklaşacak olsa
bütünüyle kâinat nizamı kökünden yıkılır. Üzerinde
bulunan varlıklarla birlikte yok olup gider.
Âyet-i Kerîme insanm iç dünyasmı bu başdöndü-
rücü gerçekler karşısmda uyarmca kendini ve mev
cudatı yaratan Rahman ve Rahim olan yaratıcı, yerin
sırtlarmda yürüyüp Allah’m verdiği nzıktan yemele
rine müsaade ediyor;
(iŞu halde yerin sırtlarmda yürüyün, Allah’ın ver
diği nzıktan da yiyin.r>
Sırtlarmda yürüme izni çıktığma göre elbette düz
lüklerinde ve kumsallarmda yürüme izni de vardır.
Yeryüzünde bulunan bütün nzık Allah’m yarattı
ğı olarak O’nun mülkündendir. Binaenaleyh insanla
rın kafasm a takılmı nzık kelimesinin ifade ettiği mâ
nadan çok daha geniştir buradaki anlamı. Burada n -
zıktan maksat sadece insanlann ihtiyaçlannı temin
için ellerinde bulundurdukları mal değildir. Bunım
aksine Hak Teâlâ’nm yeıyüzüne tevdi ettiği her türlü
n zık ve varlık sebepleridir. Ve temelde yeryüzünün
teşekkülündeki elementlerden tutun da bu elementle
rin taksimindeki nisbetlere kadar uzanır. Aynca Al
lah’m bitkilere ve canlılara —ki insanlar da bunlar
arasmdadır— bu elementlerden faydalanmak için ver
diği kudreti de ihtiva eder.
357
Biz kısaca bu mânadaki n zk ın gerçeklerinden bazı
noktalanna işaret etmeğe çalışalım ;
Bilindiği gibi, bütün bitkilerin hayatiyeti havada
bölünemiyecek kadar az m iktarda bulunan karbon
dioksite dayanmaktadır, bitkiler âdeta bunu teneffüs
ederler. «Fotosentez» denilen bu karm aşık kim yevî
reeıksiyonu basit olarak anlatabilm ek için şöyle söy-
liyelim : Ağacm yapraklan akciğer gibidir, bunlar, o
inatçı karbondioksidi güneş ışığm da karbona ve oksi
jene ayırma kudretine sahiptirler. Başka bir de3Ûşle
yeşü ağaç yaprağı oksijen gazım çıkarır ve karbonu,
ağacm kökleri vasıtasiyle aldığı suyun hidrojeni ile
birleştirerek saklar. Tabiat sihirli bir fabrikasyonla
bu elemanlardan şeker, selüloz, çeşitli kim yevî m ad
deler, meyveler ve çiçekler im al eder. Bununla bitki
nin hem kendisi beslenir hem de yeryüzündeki bütün
hayvanlarm beslenmesine yetecek m ikdarı üretir. A y-
m zamanda bitkiler bizim teneffüs ettiğim iz ve onsuz
hayatm 5 dakikadan fazla sürem ediği oksijen gazm ı
çıkarırlar. '
358
Burada hidrojeni de hatırlatmamız gerekir. Gerçi
hiz hidrojeni teneffüs etmiyoruz, fakat hidrojen olmak
sızın suyun varlığı mümkün değildir. Gerek hayvan,
gerek bitki varlığında suyun (protoplazma içinde)
m evcudiyet oranı insanı dehşete sevkedecek derece
dedir, o halde hiçbir şekilde sudan müstağni kalına
maz.
Oksijen, hidrojen, karbondioksit ve karbon, ister
ayrı ayrı olsunlar, ister çeşitli şekillerde birleşmiş ola
rak bulunsalar, biyolojinin, temel elemanlarını teşkil
ederler. Hayatın, üzerinde kurulduğu temel de aym-
dır. Bununla beraber milyonlarca ihtimal arasmda öy
le b ir tesadüf olamaz ki bütün bu gerekli unsurlann
aynı zam anda ve aynı gezegende bulunmasını gerek
tirsin, hem de hayat için zarurî olan bu isabetli oran
lar içinde. İlim bu gerçekleri açıklayamamaktadır. Bü
tün bunlarm bir tesadüf eseri olduğunu söylemek ma
tem atik ilm ini hiçe saymaktır!
Yeryüzündeki nzıklar arasmda azot dolaşımı da
bulunm aktadır şöyle k İ:
Eriyebilen azotun bir gübre olarak toprağa girme
y o lla n ikidir. Zaten herhangi bir şeküde azot olmaksı
zın herhangi bir besin bitkisinin doğup büyümesi
m üm kün değildir.
A zotun toprağa giriş yollanndan biri belirli bak
terilerin ürem esi yoludur. Bu bakteriler yonca, bezel
ye ve diğerleri gibi baklagillerin köklerinde barınır.
Bunlar havadaki azotu alır ve bileşik hale getirir. Bit
ki kuru3runca büeşik azotun bir kısmı toprakta kalır.
A zotun toprağa nüfuz edişinin İkinci yolu da şim
şek çakm ası yoludur. Şimşek atmosferden geçtiği sıra
d a b ir m iktar oksijenle azotu birleştirir, yağm ur da
bunu bileşik azot halinde toprağa düşürür.
359
Yeryüzünün içinde saiklı bulunan katı ve akıcı ma
denlerden müteşekkil nzıklara gelince hepsi de yeryü
zünün meydana gelişinde ve içinde bulunduğu şartlara
bağlıdır. Biz bunları uzun uzadıya anlatacak değiliz. Bu
seri açıklamalann ışığı altmda anlaşılıyor ki burada ki
nzık keümesi insanların bu kelimeyle anlamak veya an
latmak istedikleıinm dışmda çok daha geniş bir mâna
ifade etmektedir. Tamamen yeryüzünün ana projesi ve
meydana gelişiyle ilgili derin sebepleri dile getirmekte
dir. Yüce Allah insanlara yeryüzünün rızıklanndan ye
me iznini verirken lütfederek yeryüzünü onların emri
ne müsahhar kılıyor. Rmk kaynaklarım kolayca sağ
lamalarına izin veriyor. Ayrıca insanlara bu kaynaklara
el uzatıp faydalanma gücünü de lütfediyor : «.Şu halde
yerin sırtlarında yürüyün. Ve onun verdiği nziktan da
yeyin.»
Bu izin AUah’m ilrnindeki taktir gereğince ölüm
ve hayatla İmtihan zamanı ile smırirdır. Yeryüzündeki
İmtihan süresi ıbitince ölüm geUr ve ardından olacaklar
olur : «Ye nihayet dönüş O’nadvr...»
360
GÖKLERİN VE YERİN
YARATANI ALLAH
361
Kullarına verdiği delillerin başında da onları doğru yo
la götürmesi, seçtiği yola sevketmesi ve istediği nizama
tâM kılması gelir. nSelâm olsun O’mın beğenip seçtiği
JcuUartna...n Risalet vazifesi yüklenmek, davetini teb
liğ etmek ve nizamım açıklamak üzere seçtiği kullarına.
Bu girişten sonra Allaih’m âyetlerini inkâra kalkı
şan kalplere dokunan ifadeler geliyor. Ve bu, ancak bir
tek şekilde cevap verilebilecek bir soruyla başlıyor. Ve
rilebilecek biricik cevap onlarm bu uydurma tanrıları,
Allah’a eş koşmalarını kötüleyecek bir cevap olacaktır :
KÂllah mt daha iyidir, yoksa O’na koştukları ortaklar
mi?y>
Allah’a ortak koştukları putlar, heykeller, m elek
ler, cinler, veya her nasıl olursa olsun, A llah’ın yara-
tıklanndan bir yaratık hiç bir şekilde A llah’tan daha
iyi olmaın bir yana bırakalım, Hak Sübhânehu’ya ben
zemeye dahi yanaşamaz. Ve akıUı h iç bir. kim senin
içinden onlarla AUah’ı mukayese veya m uvazene yap
mak geçmez. İşte bunun için bu soru bu kalıplar içe
risinde varid oluyor ve bu sigasıyla sanki doğrudan
doğruya bir alay ve ihtar tonu taşıyor. Zira bu suale
ciddi mânada cevap vermek veya karşılık bulm ak ka-
bd değildir. Bunım için Âyet-i Kerîme bu soruyu bı
rakarak bir başka suale geçiyor. Bu sualde onlarm çev
relerinde yer alan kâinat gerçeğinden ve gözleriyle
gördükleri kâinat sahnelerinden çıkarılm ış b ir sual
d ir:
«Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indi
rip onunla bir ağacını dahi bitiremeyeceğiz nice güzel
bahçeler meydana getiren mi? Allah yanında bir üâh
mt? Hayır onlar saptMüda daim olan bir güruhtur.y>
(Nemi, 60)
Gökler ve yeryüzü hiç kimsenin inkâra yeltenem e
yeceği birer gerçek olarak ortadadır. A yrıca hiçbir
:362
kim se bunları o sahte tanrüann yarattığım da iddia
edemez. Çünkü bu tann, putlar, heykeller, melekler,
şeytanlar, güneş veya ay olabilir. Bu durumda tabiî
gerçekler böyle bir iddiaya karşı çıkar. Hem müşrik
lerden hiç birisi bu kâinatm kendiliğinden varolduğu
nu ve yine kendiliğinden yaratüdığmı iddia etmezdi.
Şu son 3Tüzyıllarda beliren tutarsız iddialara benzer
şeyler ile ıl sürenler yoktu. Bımun için yalnızca gök
lerin ve yer3Tüzünün mevcudiyetini hatırlatmak ve on
ları yaratanı düşündürmeye çalışmak, şirk denilen o
belânın yok olması ve müşriklerin gizli gelmesi için
yeterli birer delil mesabesindeydi. Bu durum günümüz
de de geçerliliğini devam ettirmektedir, Zira katiyen
tesadüfe ve başıboşluğa imkân yoktur. Bizzat bir tek
yaratıcınm varlığm ı haykıran eserleriyle, birliği apaçüt
ortaya çücan yaratıcm ın koyduğu mutlak nizam, dü
zen ve tedbirin belirdiği, maksat ve plânın göründüğü
gökler ve yeiTrüzü tabiatı ve hedefi bakımmdan bir
kaç tane olm ası imkânsız bir tek yaratıcı tarafmdan
m eydana geldiğini haykırmaktadır. Kâinat, tabiatı ica
b ı tek b ir yöne yöneldiğinden tek bir iradeden de sadır
olmadı gerekir. Bu irade plânlı ve maksatlı olup kü
çük bü3rük hiçbir şeyi gözden kaçırmaz.
«Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indi
rip onunla bir ağacını dahi bitiremiyeceğiz nice güzel
bahçeler meydana getiren mi?»
Gbkten inen su da keza gözle görülen ve inkârı im
kânsız olan ıbir gerçektir. Onu görüp te idare sahibi ya
ratıcıdan başkasmın gökleri ve yeri, bu şekilde yaratmış
olabileceğini ve böylece göktfen indirüen yağmurla yer
yüzünde hayatın bu tarzı teşekkül içerisinde meydana
gettriletoıleceğini ileri sürmek mümikün değildir. Zira
bütün bünlarm bir tesadüf eseri meydana gelmesi ve
tesadüflerin bu denli ince bir düzen, mazbut bir ölçü içe
363
risinde birleşebilmesı kabil değildir. Bu düzen ve ölçüde
canlüarm ihtiyacı göz önünde bulundurulmuş ve özel
likle insanın ihtiyaçlan nazan itibar alınm ıştır. İnsa
na has ıbu durumu Kur’an-ı Kerîm şöyle ifade ediyor :
«Gökten size su indirip...y> Kur’an-ı Kerîm, kalpleri ve
kafaları, insanlarm hayatî ihtiyaçlarm a göre gökten
indirilen bu suyım hayat verici neticelerine tevcih edi
yor. Bu neticelerde insan denilen varlığın ihtiyaç ve za
ruretleri göz önünde bulunduruluyor. İşte kalpler ve
kafalar insanlarm hayatmm üzerine kaim olduğu bu
hayat verici neticelere tevcih edilirken insanlar bu
gerçeklerden gafil bulunuyorlar;
«Onunla bir ağacını dahi bitiremiyeceğiniz nice gü
zel bahçeler meydana getiren mi?..,y>
İç açıcı, güzel, canh, tertemiz ve güzelim bahçe
ler,... Bir kere bahçe tablolan insanm kalbine bir güzel-
htc, bir canlıhk verir... Böylestne güzel, böylesine tatlı,
böylesine canlı ve böylesine parlak bir tabloyu düşün
mek dahi kalplerin canlamp dirilebilmesi için yeterli-
dir. Hem bahçelerdeki üâhî yaratm a gücünün eserleri
ni düşünmek bu akıl almaz güzellikleri yoktan vareden
yaratıcı ustanm san’atım hürmetle yâdetm ek için kâ
fidir. Şüphesiz iki bir çiçeğe bile renk vermek ve renk
ler arasmda o tabiî ahengi sağlamak insanoğlunun en
usta san’atkârlannın bUe âciz kalacağı bir şeydir. Son
ra renklerin dalga dalga dizilişi, çizgilerin iç içe girişi,
bir çiçekte yapraklarmm üst üste dizilişi öyle bir m uci
zedir ki, karşısmda eski ve yeni ^bütün dâhi san’atkâr-
larm dehası ve san’atı çok cüız, çok basit kalır. Bir ağaç
ta mevcut olan itici hayat gücünün m eydana getirdiği
mucizeyi bir yana bırakalım. Bunu tasvir etmek büe
insannğlıı için imkânsızdır. Halbuki hayat henüz insan-
hğm kavramaktan âciz olduğu en büjnik bir sır olarak
karşımızda durmaktadır. «Bir ağacım dahi bitiremiye-
364
ceğiniz...-» EsMden olduğu gibi bugün de hayat denilen
sır insanlığın gözüne kapalı bir kapıdır. İster nebat
hayatı olsun, ister hayvan, ister insan hayatı olsun. Şu
ana kadar hiç kimse bu hayat denilen muammanın
nasıl geldiğini, varlıklara nasıl sirayet ettiğini, bitki,
haırvan veya insan türüne nasıl sızdığını bilememek
tedir. Bunun için hayat noktasmda görülen ve bili
nen âlem lerin ötesine uzanmak zarureti vardır.
 yet-i Kerîme, içaçıcı bahçelerde gelişen hayat
tablosu karşısm da durmuşken, başlıyor onu seyreden
leri uyarm aya ve harekete sevketmeye. Bunun için bir
sualle hücum a geçiy or:
nAllah'ın yanında hır ilâh mi?...y>
Böyle bir iddianm nasıl yeri olabilir? Bu iddiaya
m üsbet karşılık vermek mümkün mü? Durum böyle
olunca kendi uydurdukları tannlarmı Allah’a eş ko
şan ve A llah’a kulluk eder gibi onlara tapmanlarm
durum u çok garip, çok tuhaf olarak ortaya konmuş
oluyor.
(iHayır, onlar sanıklıkta daim olan bîr gürûhtur...'»
 yet-i Kerîm e’nin mânâsı, ya «onlar bu uydurma
ilâh lan n ı A llah’a denk tutuyorlar» veya «apaçık ger
çeklerden yüzçevirerek sapıklığa sürükleniyorlar» ola
bilir. Bu ise eşsiz yaratıcıya ibadet konusunda başka
varlıkları ortak koşmakla olabilir. Bu kelimeye her iki
şekilde de m âna verildiğinde ortaya çıkan durum insa
na yakışm ayacak tuhaf bir durumdur.
«Kofcsa yeri yaratıklarının oturmasına elverişli k>
lan ve aralarından ırmaklar akıtan, yeryüzüne sabit dağ
lar yerleştiren ve iki denizin arasına bir engel koyan
mı?y> (Nemi, 61)
Birinci gerçek göklerin ve yeryüzünün yaratılışı
gerçeğiydi. Bu ise yeryüzünün 5mratıUş şekliyle ilgili bir
gerçektir. Dünyayı yaratan yüce Allah, orayı hayat için
365
elverişli kılımş ve hayatın gelişerek çoğalm asına fırsat
hazırlayan uygun hir ortamda halketmiştir. Şayet bu
dünyanın güneş ve ay karşısmdaki şekli değişecek olsa,
yahut bugünkü biçimi farklaşacak olsa veya ağırlığı, at
mosferini saran elementlerin durumu, yahut güneşin
çevresindeki seyri veya kendi ekseni etrafındaki dönüş
durumunu değiştirecek olsa... Evet buna benzer nice
duromlar belirecek olsa —ki hepsinin tesadüfen meyda
na gelmesi veya bugünkü şekli kendiliğinden kazanmış
olması mümkün değildir...— İşte bütün bunlarda en
küçük bir değişiklik olacak olsa yeryüzünde hayatm bu
lunması imkânsız hale gelirdi.. Belki de bugün bu âyet-i
kerîme’yle muhatap olan insanlar; Allâhü Teâlâ’nm :
uYoksa yeri yaratıkların oturmasına elverişli kilann
kavli şerifinin ihtiva ettiği hu garip gerçekleri fark
edememişlerdir. Ne var ki onlar, bu yeryüzünün haya
ta elverişli olduğunu kısaca görüyorlardı. Bunun için
içlerinden hiç birisi iddia ettikleri tannlarm ın yeryü
zünün yaratahşı hususunda ortaklığı olduğunu ileri sü-
remiyordu. Bu da onlar için yeterli idi. Bu  yet-i Ke
rîme daha sonra gelen nesillerin gözleri önünde apa
çık olarak duruyordu. İnsanhğm zihnî kapasitesi ge
liştikçe bu âyetlerin geniş mânasının b ir bölüm ü daha
kavranılmaya haşladı. Ve nesiller boyu gelişen bilgiye
mütenasip olarak bu kavra3nş devam edecektir. Zaten
Kur’an’m bir mucizesi de budur. Zaman boyu n ca gelip
geçen bütün kafalara hitap e d e r:
(iYoksa yeri yaratıkların oturmasına elverişli kılan
ve aralarında ırmaklar afcztan...» Yeryüzünde ırmaklar
hayatın can damarıdırlar.Doğuda, batıda, kuzeyde, gü
neyde damar gibi yayılır giderler. Akarken birlikte ha
yat, verimlilik ve nimet taşırlar. Bilindiği gibi bu nehir
ler yağmur sulannm toplamp yeryüzünün yapısına gö
re akmasmdan meydana ge’irler. Şüphesiz ki bu kâina-
366
tı yaratan Allah, dünyamızda bulutun oluşmasmı, yağ
murun inmesini ve nehirlerin akmasını da bir ölçüye gö
re planlamıştır. Binaenaleyh hiç kimse kalkıp da diye
mez ki, bu eşsiz yaratıcıdan başka birisi bu kâinatm
meydana gelişinde ortaklaşmıştır. Irmaklann akışı da
müşriklerin bizzat gördükleri bir realiteydi. Peki öyley
se bu gerçeği kim meydana getirmişti? «AlMı’tn yanın
da bir ilâh mı?...»
^Yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren...)^
Yeryüzüne oturmuş sabit dağlar çoğunlukla ne
hirlerin kaynağıdır. Zira dağların doruğundan inen
yağm urlar akarak vadiler giderler. Ve giderken aktık
ları yarar ve dağların tepesinde yarıklar meydana ge
tirirler. Bu cümledeki sabit dağlar Kur’an’m çizdiği kâ
inat tablosunda akan nehre tekabül eder. Çünkü Kur’-
an’ın üslûbunda tasvirlerdeki karşılık ve tekabül her
zam an gözönünde bulundurulan bir unsurdur. İşte bu
da onlardan birisi. Ve bunun için akan nehirlerden
sonra sabit dağlardan söz edilmektedir.
«Ve iki denizin arasına bir engel koyan mı?n
D eniz suyu acı ve tuzludur. Nehir.suiru tatlıdır
 yet-i Kerîm e her ikisini deniz olarak ifade etmek
le azı çoğu kalbetm e san’atmı kullanmıştır. Zira her
ikisinin de ana maddesi sudur. Buradaki engelden
m aksat nehirle deniz arasmdaki tabiî engeldir. Ki bu
engel sayesinde deniz coşarak nehrin yatağmı yok et
m ez. Zira nehir sathınm seviyesi denizin seviyesinden
daha yüksektir. Bu da nehirlerin denizlere dökülmekle
aralarm da bir engel olarak kalmaktadır. Nehrin mec
rası her zam an deniz dalgalarmm baskmmdan korun
m uş olarak kalır. Hattâ deniz yüzeyinde nehir yüzeın
daha aşağılara —^herhangi bir sebeple— düştüğü za
m an nehir suyu ile deniz suyunun yoğunluğundan
doğan bu tabiî engel yine olduğu gibi kalır. Çünkü de
367
n iz SU3TU ağır, nehrin suyu hafiftir. Bunun için her
birisinin m ecrası ayn olarak belirir ve birbirine ka
rışmaz. Böylelikle biri diğerini ortadan kaldırm az. El
bette ki bu da, AUah’m kâinata koyduğu kanunlarm -
dan birisidir. O’dur bu ince projeyi plânlayan ve bu
şekilde çizen.
Kim 3rapmıştır bütün bunları? Kim ? aAllah’m ya-
nında bir ilâh rrn? ...»
Hiç kimse böyle bir iddia üeri süremez. Kâinatm
plânındaki birlik öyle ince ve muntazamdır ki, karşısı
na geçenleri zorla yaratıcmm vahdetini kabule icbar
eder : <iHayır, onların çoğu bilmezleri)
Burada nbilmek« bahis mevzuu ediliyor. Çünkü bu
kâinat gerçeği ondaki sanatı, uygunluğu, kanunu ve
sistemi kavrayabilmek için bilm eyi gerektirir.
«O şeyler mi hayırlıdır, yoksa, darda kalana, kendi
sine niyaz edip yalvardığı zaman icabet eden, kötülüğü
gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah’la
beraber başka bir üâh mı var? Ne kadar da az düşünü-
-yorsunuzh (Nemi, 62)
Böylece onlann vicdanma temas ediyor ve içlerin,
den geçen duygulannı hatırlatarak gerçek durum ları
n ı gözleri önüne getiriyor.
Sikmtıda kalan kişi bu darlık ve sıkıntı esnasm -
da Allah’tan başka sığınacak bir yer bulam az. O’na
dua eder ve sıkmtısmı gidermesini, üzüntüsünü kal-
dırmasmı ister. Sıkmtı halkaları daraldıkça, boğukluk
arttıkça, güçsüzlük fazlalaştıkça, dayanak noktalan
birer birer 3ukıldıkça ve insan çevresine baltıp da et
rafmda kendisini kurtarabilecek kim senin bulunm adı
ğım anlaymca, şiddet ve sıkıntı anı için hazırladığı her
şey yıkılıp yok olunca, darlıkta kalm ca yalvardığı, üm it
beslediği herkes kendisine sırtını çevirip reddedince...
Evet işte o zaman insanm fıtratı kendine gelir ve sığı-
368
nacağı biricik güç kaynağı noktaya sığınır. Bir süre
Önce, hattâ bir an önce unuttuğu Allah'ına yönelir.
Çünkü O’dur, darda kalan bir kimse kendisine duâ
ettiği zaman yardımma koşan. Evet O’dur sadece, baş
kası değil... Kulunun yardımma koşar, sıkmtısmı gi
derir, em niyet ve huzurunu iade eder ve kendisini boğ
m ak üzere olan darlıktan kurtarır.
Am a insanlar rahat ve gaflet anlarmda bu gerçe
ği görm ezlikten gelirlerde kuvveti, yardımı ve hima
yeyi yeryüzünün basit ve komik güçlerinden dilenme
ye çalışırlar. Şiddet başlarına indiği zaman, sıkmtı ve
darlık her yandan onları sıkıştırdığı vakit fıtratlarmı
saran gaflet örtüsü kalkar ve daha önce ne kadar ga
fil, ne kadar inatçı olurlarsa olsunlar, Rablerine döner
ve O’na yalvarm aya başlarlar.
İşte Kur’an-ı Kerîm o büyüklenenleri, o inkarcı
ları fıtratlarm da gizlenmiş bulunan bu gerçeğe zorlu
yor. Ve onları daha önce götürdüğü kâinat gerçekleri
nin yer aldığı sahaya sevkediyor. Göklerin ve yerin
yaratılışm dan, gökten yağmurun indirilişinden, güzel
bahçelerin bitirilişinden, yeryüzünün hayata elverişli
kılınmasından, dağlann sabit, nehirlerin akıcı olma-
sm dan ve ik i deniz araşma konulan engellerden daha-
önce söz edilmişti. İşte darda kalanın Allah’a sığmma-
sı da tıpkı yukarıda sözü edüen kâinat gerçekleri gibi
bir gerçektir. Onlar dış dünyada yer alan gerçeklerdir.
Bunlar ise iç âlemde. Ve her ikisi aynı derecededir.
 yet-i Kerîme onlann duygulanın yoklayarak ha-
yatlarm da fiilen vaki olan gerçeklere temas ediyor-.
(iSiz yeryüzünün hülifeleri yapan mi?-» Kimdir insan-
la n yeryüzünün halifeleri kılan? Allahu Teâlâ değil
m idir ki, ilk önce insan cinsini yersnizüne halife küımş-
tır? Sonra nesilden nesile ard arda onlardan bir kısmı
n ı yeryüzüne hâkim ve birbirine halef kılmıştır.
F .: 24/309
o Allah değil midir ki, onları yeryüzündeki varlık
larına elverişli kanunlarla yaratm ış ve yeryüzünün ha
lifeliği görevini yüklenebilecek kabiliyetler ve istidat
larla donatmış; sonra onları bu büyük ve ulu göreve
hazırlamıştır. Bu kanunlardır ki yeryüzünü insanoğlu
nun hayatma elverişli kılmıştır. O nlarla kâinatm bö
lümleri arasmda bir insicam sağlam ış ve böylece yer
yüzünde hayatm meydana gelm esine im kân sağlayan
şartlan temin etmiştir. Şayet bu varlıkların tem elinde
mevcut olan bu şartlardan birisi en küçük bir farklılı
ğa veya, değişime uğrayacak olsa, yeryüzünde hayat
imkânsız hale gelirdi.
Ve son olarak o Allah değü m idir ki, ölüm ü ve ha
yatı takdir etmiş, nesilleri birbirine halef kılm ıştır? Şa
yet bir önceki nesüler yaşamış olsalardı daha sonra
gelenleri yersrüzü almazdı. Ve o zam an hayatm seyri
durur, düşünce ve medeniyet ham lesi dum ura uğrar
dı. Zira nesillerin birbiri ardı sıra değişm esi, değişik
tecrübelere, çahşmalara ve düşüncelere im kân sağla
maktadır. Böylelikle hayatm şekli değişm ekte ve yem
lenmektedir. Ve eskilerle yeniler arasm daki çatışm a
ancak düşünce ve duygu alanmda olabilm ektedir. A m a
eskiler de hayatta kalmış olsalardı, bu çatışm a düşün
ce alanmdan pratiğe intikal eder ve büyüyerek hayat
kervanınm ileriye doğru atümasmı önlerdi. Bütün bım -
1ar iç dünya ile ilgili gerçeklerdir ve öbü rleri de dış
âlemle alâkalı gerçekler. Gerek bunları, gerekse onla
rı meydana getiren kimdir? Kim?
«Allah’la beraber başka bir ilâh mı var?r>
Ama onlar bım u unutuyor ve görm ezlikten geli
yorlar. Halbuki bu gerçekler ruhlarm m derinliklerinde
saklı bulunmaktadır, pratik hayatlarm da m üşahade
edilm ektedir:
370
«iVe kadar da az düşürıüyorsunuzh
Şayet insanoğlu düşünce, tefekkür etse ve bu gi
b i gerçekleri gözönünde bulundursa her zaman tıpkı
ük doğduğu günde olduğu gibi Allah’a bağh kalır,
Babbini unutmaz ve hiç bir kimseyi ona ortak koş
maz.
«O şeyler mi hayırlıdır, yoksa, kara ve denizin ka
ranlıklarında size yol gösteren, rüzgârları, rahmetinin
önünde müjdeci olarak gönderen mi? Allah’la beraber
başka bir ilâh mı var? Allah onların kendisine ortak koş
tukları şeylerden m ü n ez zeh tir.(Nemi, 63)
İnsanlar —^bunlann arasında bu Kur’ana Uk mu
hatap olanlar da bulunmaktadır tabiatiyle— karalann
ve denizlerin karanlığmda yoUanna devam etmekte
dirler. Bunu tecrübelerine göre ayarlamakta ve yoUa-
n n ı tayin ederek doğruyu bulmaktadırlar. Ama kara
ların ve denizlerin karanhğmda onlara doğru yolu gös
teren kim dir? Kimdir onlann bünyelerine bu kavra
yıcı gücü tevdi eden? Kimdir onlarm yıldızlar ve işa
retler vasıtasiyle yollarını bubnalarmı sağlayan? Kim
dir onlarm fıtratm ı kâinatm fıtratına bağlayan ve ka
pasitelerini kâinatm esrarmı keşfetmeye muktedir kı
lan? K ulaklanna çeşitli noktalardan gelen sesleri al
m a gücünü veren? Kimdir gözlerine ışığı alma kudre
tin i ihsan eden? Kimdir hislerine çeşitli duyulan kav
ram a gücünü veren? Sonra bütün bu güçleri akıl ve
ya kalıp adı verilen alıcı güçlerden faydalanmalarmı
sağlayarak her türlü duygulan, ühamlan ve tecrübele
ri tcplam alarm ı temin edici imkânı halkeden?
Kim<Ür? Allah’ın yamnda bir ilâh mı? «Rüzgârla
rı, rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen mi?»
A stronom ik ve coğrafî bakımdan rüzgârlarm sebebi
üzerinde ne denilirse denilsin o tabiatm ilk plânım
tâbidir ki bu plân omm akışmı bu şekilde sağlamak
371
ta ve bulutlan bir yerden bir yere taşımasını temin et
mektedir. Ve hayatın sebebi olan rahm et-i İlâhinin te
celli ettiği yağmurun m üjdecisi olarak oluşturm akta
dır.
Bu kâinata bugünkü yaratılışmı veren ve katından
rahmet eseri olarak rüzgârı bulutların m üjdecisi şeklin
de gönderen kimdir? Kim? «Allah'la beraber başka bir
ilâh mı?))... «Allah onların kendisine ortak koştukları
şeylerden münezzehtir.))
Bu ifadeler yaratılışlan ve yeniden dirilişleri g ök
ten ve yerden nzıklandınlışlariyle ilgili bir soruyla son
buluyor. Ancak sualde meydanokuma ve uyarı tonu
hâkim bulunmaktadır.
«O şeyler mi hayırlıdır. Yoksa, önce yaratan, sonra
da yaratmayı tekrar edecek olan ve sizi gökten ve yer
den nzıklandıran mı? Allah'la beraber başka bir ilâh mı
var De k i : «Şayet doğru sözlü iseniz hüccetinizi getirin.))
(Nemi, 64)
Yaratılışm başlangıcı gerçekten de kim senin inkâ
ra yelteuemiyeceği ve AUah’m varlığından, birliğin
den başka hiç bir sebeple açıklamaya kalkışam ayacağı
bir vakıadır. AUah’m varlığm dan başka b ir sebeple
açıklanüamaz, zira bu kâinatm varlığı AUah’m var-
hğuu ikrara zorlamaktadır. Vakıa bu çeşit düzenli,
plânlı ve maksath manzarasıyla kâinatm varlığm ı, A l-
lah’m varlığm ı ikrardan başka bir dayanakla açıkla
maya çalışan bütün çabalar boşa gitm eye m ahkûm dur
ve mantık bakımmdan neticesiz kalm ak zorundadır.
AUah’m birliğinden başka bir sebeple açıklanam az,
zira O’nun san’atmm eserleri birliğini ikrara zorla
maktadır. Çünkü kâinatta tek bir ölçü, tek b ir idare
hâkimdir. Bir tek kaynaktan sûdûr eden tek b ir irad e
yi zaruri kılan m utlak bir ahenk, âlem im ize hükm et
mektedir.
372
Yaratılışın yeniden telıran konusuna gelince, bu
hususta münakaşalar sürüp gitmektedir. Ancak yara
tılış am eüyesinin bu düzen, ölçü ve idare içinde beli
ren şekliyle nasıl ki Allah’ın varlığmı ikrara zorluyor
sa, yaratm a ameliyesinin yeniden tekrarını doğrula
m aya da zorlamaktadır. Böylece bu fani diyarda insan
ların yaptıklarının tam karşılığmı bulamadıkları ve
bazı kere mükâfatım elde edemedikleri hususlarda
gerçek karşılığm ı orada elde edeceklerdir. İşte kâina
tın yaratılışm daki bu bariz ahenk iş ve karşıhğı ko
nusunda mutlak bir ahenkle tamamlanmasmı icabet-
tirir. Bu ise dünya hayatmda tam olarak gerçekleşe
mez. Binaenaleyh bu ahengin kurulabilmesi için bir
başka hayatm zaruretini tasdik etmek icabeder. Ancak
iş ve karşıhğı konusunda mutlak bir ahenk bu dün
yada gerçekleşem ezse yaratıcmm hikmetine mebnî ola
rak öbür dünyaya bırakılmış demektir. Bu durumda
sual tevcih etmek doğru olmaz. Zira san’atkâr yaptı
ğını en iyi bilendir. San’atm sim san’atkârm yanmda-
dır. Bu ise hiç kimsenin vakıf olamadığı gayblerden
bir gaybdır.
Hayaıtm başlangıcmı ve sonunu kaibulü gerdctiren
bu ifadelerden sonra Kur’an-ı Kerîm onlara şu suali so
ruyor : «.Yoksa önce yaratan' sonra da yaratmayı tek
rar edecek olan mı? Allah'la beraber başka bir ilâh nu
var?)y
G ökten ve yerden nzıklandınlm ak ile hayatm baş
lan gıcı ve yeniden tekrarı arasmda bir bağlantı var^
dır. K ullarm yerden nzıklandırüması çeşitli şekilde be
lirir. Bunun en açık tarzı bitkiler, hayvanlar su ve ha
vadır. Yeryüzündeki madenler ve cevherler de bun
lardan birisidir. Denizlerin hazîneleri ve yiyecek depo
la n da yerden nzıklam ş tarzlarından biridir. Yenrü-
zündeki m anyetik ve elektrik gücü de bu nzık tarzla-
373
rmdan birisidir. Daha başka kuvvetlerden istifade et
mek de yine aynı şekildedir. Bunları A llah’dan başka
kimse bUmez. Ancak zam an zam an A llah kullarm a
açıklar.
Gökten nzıklanm aya gelince, dünya hayatında
gökten pek çok nzık elde edilmektedir. M eselâ ışık, ısı,
yağmur ve gökyüzünden elde edilen enerjiler bunlar
arasmdadır. Ayrıca âhiret diyarında Allah onlara gök
ten nzıklar ihsan edecektir. Ancak bu da m anevi ifâ
desi bakımından gökten olacaktır. Nitekim K ur’an’da
ve hadislerde çoğu kere gök ile 3rücelik ve irtifa kas-
tolunur.
Gökten ve yerden rızıklandırüm aları konusu ha-
yatm başlayıp yeniden tekrarı sözkonusu edildikten
sonra ifade edihyor. Zira göklerden ve yerden nzık lan -
dınlma konusu üe hayatm ilk başlangıcı ve yeniden
tekran arasmda bir ügi vardır. Yerden rızıklandırıl-
mayla hayatm başlayışı arasmdaki ügi m alûm dur. Ki
bu,' bugün kullarm üzerinde yaşadığı hayattır. Bunun
hayatm yeniden başlamasıyla ügisi ise.şöyled ir: İnsan
lar bu dünyada kendüerine verüen n zk a göre yaptık-
lanndan ve hareketlerinden m ükâfat göreceklerdir.
Gökten nzık verilmesiyle hayatm başlangıcı arasında
ki ügi de açıktır. Bu dünya hayat için, âhiret de ceza
ve mükâfat içindir. Böylece Kur’an’daki eşsiz âhenk ve
dikkat âyetin seyrinde belirmektedir. H ayatın başla
ması ve yeniden tekran gerçektir. G ökten ve yerden
nzık verilmesi de bir gerçektir. Fakat insanlar bu ger
çeklerden gafü bulunmaktadırlar. Bunun için K ur’an-ı
Kerîm bunlan uyararak ve m eydan okuyarak bu ger
çeklere döndürm ektedir:
«Allah’la beraber başka bir ilâh mı var? De ki: «Şa
yet doğru sözlü iseniz hüccetinizi getirin.y»
374
Am a onlar hüccet getirmekten âciz bulvınuyorlar-
dı. Tıpkı bugüne kadar aynı şekilde hareket edenlerin
âciz bulunduğu gibi. İşte bu metod Kur’an’m alddeyle
legili konulardaki tartışma metodudur. Kur’an kâinat
sahnelerini ve ruhî gerçekleri delil olarak kuUanır. Ve
kâinatı kalpleri yakalamak üzere kullandığı mantığm
çerçevesi içerisine koyar. Böylece İnsan fıtratını uya
rır ve bunu basit, açık ve vazıh mantığmm hükmü al
tına alarak aydmlatır. Duygulan ve vicdanlan onlar
da yer etmiş bulunan hakikatlerle harekete sevkeder.
A ncak insanlarm gafleti, isyanı bu gerçeklerin üstünü
kapam ış küfür ve inkâr o gerçekleri perdelemiştir.
K ur’an-ı Kerîm bu mantıkla kâinatın asıl projesinde
k i ve ruhların derinliklerindeki köklü ve değişmez ger
çekleri yerleştirm eye çalışır. Ki bu gerçekler kâtı man
tık kaideleri gereğince aslâ tartışmaya imltân bırak
m az. Nitekim bu mantık kurallan bize Grek mantığm-
dan geçm iştir. Ve «kelâm» yahut «tevhid» ilmi adı al
tında İslâm dünyasmda yayılmıştır.
KAllah göklerin ve yerin yaratanıdır. Bir şeyi mu-
rad edince ona sadece aOUrt der o da oluverir.)^ (Baka
ra, 117)
İşte burada, İslâm’ın tam ve mükemmel olan Allah
akidesine ve yaratan ile yaratılan arasmdaki alâka
lar mevzuuna ulaşıyoruz. İslâm’ın koyduğu tasavvurlar
bu hususlarda en yüce ve en açık hükümlerdir... Bütün
k â in a t: «Oi der de oluverir.d emrinde kendisini bulan
m antık ve kadir bir iradenin teveccühü ile Hâlık-i Zül-
celâ l’den südûr etmiştir. İlâhî iradenin herhangi bir
varlığm yaratılm ası için teveccühü, o varhğm hiçbir
vasıta, m adde ve kuvvet bulunmadan takdir edilen su
rette m evcut olm ası için kâfidir... Ancak bizim mahi
yetini bilm ediğim iz bu İlâhî irâde südüru istenilen o
varlığa nasıl ulaşabilmektedir. İşte insan idrâkinin keş-
375
fedemiyeceği İlâhî sır buradadır. Zira beşerin takati o
sim idrâk etmeye m uktedir değildir. Beşer İdrâki onu
anlayamaz. Çünkü onun esas vazifesi bu değildir. Be
şerin yaratılmasma sebep olan en mühim vazife yeryü-
nün hilafetidir. İnsan kendi vazifesini ifa edebilm esi
için kâinat kanunlarmı keşfetm ek m evzuunda A llah’ın
verdiği kudret miktarmda onlardan istifade edebilir.
İnsanın en büyük hilâfet vazifesi dışm da diğer sırları
çözebileceği miktarda kâinat kuvvetlerinden faydalan
ma kudreti verilm iştir... Ne yazık ki bir yığm felsefi
cereyanlar-, insanları tek kandili bulunm ayan karan
lık bir uçuruma doğru itmiştir. Bu uçurum a dalm ış
olan insan, o üâhî esrarı keşfetmek için çırpınarak, be
şerin sahası dışmda bir yığm faraziyeler uydurm akta,
buna rağmen de m arifet yollarm ı bir türlü elde edem e
mektedir. Bu faraziyelerin en ü stto seviyeli olanla
rı büe son derece gülünçtür. Evet, inşam hayrete düşü
recek derecede gülünç. Bu tip hmreketler bir filozoftan
nasıl südur edebiliyor? Bunlann esas sebebi bu fe l
sefî cereyanlara kapılmış olanlann insan idrâkini ya -
ratıhşmın tabiatmdan dışan çıkanp insan için takdir
edilen sahayı tecavüz etmeye çalışm alarıdır. Buna rağ
m en güvenilecek hiç bir şey bulamam ışlardır. H atta İs-
lâm ’m gölgesinde yaşayan kimseler tarafm dan hürm e
te şayan hiçbir şey getirmemişlerdir. İslâm; m ü’m inle-
ri bu gibi delilsiz uçurum lara sürüklemekten, bu nevî
boş çarpmışlara itmekten korumuştur. Bu düşüncelerin
başlangıçtanberi sistemi bozuktur. M üslüm anlardan ve
bilhassa Grek filozoflarm m tesirinde kalarak felsefe
cereyanm a kapılanlar olm uşsa da konuya ellerini uzat-
tıklanzam an b ir yığm karışıklıklar içerisinde kalıp üs.
tadlan, Grek, filozofları gibi işin içinden çıkam ayan ve
İslâm tasavvurunun hakikati ile alâkalı olm ayan b ir
yığm fik irler sokm uşlardır. Kendi sahası dışına çıkan.
376
hilkatuım ve tabiatmm üstüne atlamak isteyen her
türlü beşeri çırpınışın varacağı kesin âkibet bndur...
Başka değil.
İslâm î düşünceye göre; yaratan ayrı yaratılanlar
apayndır. Ve Yaratanın hiç bir benzeri yoktur. İşte
burada «vahdet-i vücud» felsefesi tamamen İslâmî ta
savvurun dışm da kalır. Ve İslâm gayri müslimlerin
vahdet-i vücud anlayışmı tamamen reddeder. Yaban-
cıla vahdet-i vücudu mevcudat ile yaratıcmın bir oldu
ğunu ve bu kâinatm haddi zatmda Allah’dan koptuğu
nu kabul etmektedirler. Müslümamn nazarmda bütün
m evcudat birdir. Yani bir olan yaratıcı İlâhî irâdenin
tâallukundan dolayı birdir. İlâhî kanunu kâinatta ce
reyan eden şekli üe birdir. Kâinattaki bütün mevcu
datın uygun ve münasip şekilde ibadet ve huşu içeri
sinde A llah’a yönelişleri bakımmdan birdir;
»Doğrusu gökte ve yerde ne varsa O’nundur. Hep
si de emrine itâat ederler...)) (Bakara, 116)
G ökle yer arasında bulunan her şeyin Allah’ın ma
lı olduğu çocukları olmasmı icap ettirmez... Bütün kâ
inat tek bir derecede ve bir tek vasıta ile O'nun yara
tıklarıdır.
»Allah göklerin ve yerin yaratanıdır. Bir şeyi murad,
edince sadece »Oh der de oluverir.))
İlâhî irâdenin teveccühü beşer idrâkinin anlaya-
m ıyacağı ve kavnyam ıyacağı bir keyfiyetle yerini bu
lur. Çünkü bu m evzular insan idrâkinin tâkâtı dışm-
dadır. O halde bu sırrın asima vâkıf olmak için, hiç
b ir kılavuz olmadan, bataklığa dalmanm, enerjiyi boş
yere sarfetm enin yeri yoktur.
Ayet-i Kerîme Ehl-i Kitab’m Allah'a evlâd iddiasm-
daki sözlerini arzettikten, bu sözleri tashih ederek on-
larm îrüzüne çarptıktan sonra kötü tasavvur yönün-
377
4en kitap ehli yahûdilerin tasavvurlarına tam am en
uyan müşriklerin sözlerini serdetm eğe b a şlıy or:
aBümeyenler : uNe olur Allah bizimle konuşsa veya
bize bir âyet gelse dediler. Onlardan öncekiler de tıpkı
onlann dedikleri gibi demişlerdi.» (Bakara, 118)
Burada nbümeyenlemden maksat müşrik olan üm-
mî Araplardır. Çünkü müşrik A raplar’ın kitabî h içbir
bilgileri yoktu. Çok kere Resulullah (s.a.v.) ’tan A llah’-
m kendileri üe konuşmasım veya m addi hârikalar
nevinden bir hârika göstermesini istiyorlardı... O nla
n n bu nevi sözlerini zikretmekten maksat; öncekilerin
de yani yahûdî ve hıristiyanlarm kendi peygam berle
rinden böyle şeyler istediklerini açıklamaktır. Musa
Ca.s.l’ın kavmi de Allah’ı apaşikâr görm ek istem işler
di. Mucize ve hârikalar mevzuunda şiddetli ve inatçı
isteklerde bulunmuşlardı. İşte onlarla bunlar a,rasında
tabiat ve dalâlet bakımından bir benzerlik v a rd ır ;
(.^Kalpleri birbirine benzemiş.» (Bakara, 118)
Şu halde yahûdilerin müşriklerden farklı tarafla
rı yoktur. Tasavvur, inad ve delâlet bakım ından kalp
leri birbirine benzemektedir!
«Biz yakînen bilmek isteyenlere âyetlerimizi apaçık
bildirdik.» (Bakara, 118)
Kalbinde yakîni îmanm huzurunu bulan kim se o
yakînin hakikatini bu âyetlerde açıkça görür. V e böy-
lece vicdam nda bir huzur hisseder. H içbir delil ve h â
rika insanda yakini îman temin edemez. Y akîni îman
sahibi m ucizelerin delâletini idrâk eder, hakikata gü
venerek bağlanır. Ve kalbini sağlam anlayışlara hazır
lar.
Bu yaratıhş m ucizesi ve işleyen nizâm gerçekte b i
zi kendimizden geçirm eli ve Allah’ın huzurunda sec
deye kapanmamıza neden olm ahdir. A m a biz gündelik
işlerimizin akışı içerisinde bu gerçeği çabucak unutu
veriyoruz.
378
HERŞEY VARLIĞINI
ALLAH’A BORÇLUDUR
379
Yeryüzünün insanoğluna beşik kılınm ış olm ası
gerçeğini her nesil ve her akıl ayrı şekillerde idrâk
eder. Bu Kur’a n la ük mııhatap olan nesiller, bu A yet-i
Kerîme’yi belki de yeryüzünün ayaklarm ın altm a se
rilmiş olması, tanm ve ticaret için önlerine kurulm uş
ohnası şeklinde umumî m ânasiyle hayat ve gelişm e
için hazırlanmış olarak anlamışlardır. Biz ise bu ifa
deyi bugün için çok daha geniş ve çok daha derin şe
killerde telâkki ediyoruz. İlmimizin yersrüzünün fizik
yapısı ve uzak-yakın tarihi m uvacehesinde varabildi
ği noktalan kavrayabiliyoruz. O da görüş açım ız ve
değerlendirme tarzımız doğru ise şayet. Bizden sonra
gelecek nesiller ise bu gerçekleri bizim anladığım ızdan
çok daha farklı olarak anlayacaklardır. Ve bu âyetin
mânası her giden gün biraz daha genişleyecek, biraz
daha derinleşecektir. İlim ve bilgi kapıları aralandık
ça, insanoğlunun gözüne m eçhuller açılarak m alûm
oldukça daha geniş ufuklar ve daha geniş bulutlara
ulaşan anlamlar çıkaracaklardır. Biz bugünkü bilgi
mizle yeryüzünün insanoğlu için beşik kılınm ası ger
çeğini şöylece anhyoruz: Üzerinde yaşadığım ız bu dün
ya birçok değişimlere uğramış, m erhale m erhale geli
şerek en sonunda üzerinde insanoğlunun hayat yol-
larmı bulacağı bir beşik haline gelmiş. Bu değişim lerin
sonucunda dünyamızın ırüzeyi sarp kaya olm aktan çı
karak ziraata elverişli toprak haline gelm iş. Y üzeyin
de hidrojen ve oksijen birleşmesinden hayatm ana
maddesi olan su oluşmuş. Kendi m ihveri etrafm da dön
mesine devam ederek üzerinde hayata elverişli b ir ik
lim şartmm ve ısı m iktannm oluşmasmı sağlam ış, ge
rek kendi mihveri etrafmda, gerekse güneşin çevresin
de yaptığı hareketlerin hızı, yüzeyinde yaşayan can-
hlann ve eşyanın istikra.rma elverişli boşlukta uçu
şup dökülmesini önleyen bir tarzda olm asını sağla-
380
ıtuştır. Biz yine bu gerçekten anlıyoruz ki, yüce Allah,
üzerinde yaşadığımız bu küçük yıldıza birçok hususi
yetler vermiş. Meselâ, çekim gücü sayesinde hayata
elverişli bir atmosfer tabakasmm teşekkülü sağlanmış
tır. Şayet dünyamızm etrafım saran atmosfer dünya
m ızın çekim gücünden kurtularak boşluğa gidecek ol
sa, tıpkı çekim gücü az olan diğer yıldızlarda olduğu
gibi yeryüzünde de hayat mümkün olmazdı. Meselâ
ay böyledir. Yine yeryüzünün bu çekim gücünü yüce
A llah dünyanm hareketinden doğan diğer itici faktör
lerle birlikte mütenasip olarak halketnüş, canlıları ve
eşyayı uçurup dökülmekten koruduğu gibi, insanm
ve canlılann dünya yüzeyindeki hareketinde elverişli
bir vasat olmasmı temin etmiş. Şayet dünyamızm çe
kim gücü olmasaydı, üzerinde bulunan canlılar ve
bütün eşya toprağa yapışır veya çok zor olurdu. Öte
yandan havanm basmcı artar ve bu basınç yüzünden
insan toprağa yapışır kalırdı. Yahutta bu atmosfer ba-
sm cı bizim bir sineği veya sivrisineği bir çarpışımızla
düşürdüğüm üz gibi insanoğlu da olduğu yerde düşer
kalırdı. Halbuki çoğu kere biz o haşareyi yere çarpar
ken elim izle dokunmayız. Sadece havanm basmcmı o
noktaya cem ederiz. Aksi taraftan, şayet hava basın
c ı olduğundan daha hafif olsaydı o zaman göğsümüz
patlar, dam arlarım ızda kan deveranı mümkün olmaz
dı.
D iğer taraftan biz yeryüzünün insanoğluna beşik
kılm m ası ve hayat için elverişli yollann açılması ger
çeğinden öğreniyoruz ki Aziz ve Alîm olan yaratıcı,
kâinatım ızda insanoğlunun varlığına ve hayatiyetini
devam ettirm esine elverişli ortamı topluca hazırlayan
ve varlığını sürdürm esini sağlayan birçok uygunluk
lar koym uştur. Şayet bu uygunluklardan birisi bozu
lacak olsa yeıyüzûnde yaşamak imkânsızlaşır veya
381
zorlaşırdı, Yukanda zikrettiğim iz haller bunlardan bir
kısmı da iş te : Yüce Allah dünyam ızm yüreğini oluş-,
turan okyanuslarm ve denizlerin m eydana getirdiği
bÜ3Tük su kitlelerini, yeryüzünde m eydana gelen bir
çok reaksiyonlardan arta kalan öldürücü gazları em
meye elverişli bir tarzda yaratm ıştır. Ve böylece yer
yüzü dengesinde dünya atm osferinm daim a canlılar
ve hayat için elverişli bir vasatta kalm ası sağlanm ıştır.
Öte yandan varlıklar dünyasmda öyle bir m uvazene
makinesi kurulmuş ki, insanların yaşam ak için tüket
tikleri oksijenle bitkilerin fotosentez am eliyesi esna-
smda salıverdikleri oksijen arasm da tam bir denge
vardır. Şayet bu denge sağlanmamış olsaydı, bir süre
sonra oksijensizlikten dola3n tüm canlılar boğulur gi
derlerdi.
Daha böyle nice gerçekler var ki yüce Allah’m «<Sı-
26 yeri O beşik kılmış, doğru gidesiniz diye yollar varet-
miştir» âyetinin delâletinin içerisine girer. Her geçen
gün ortaya çıkan buluşlar, bu Kur’an’a ilk m uhatap
olan insanlarm kavrayışlarmm ötesinde yeni yeni an
layışlar ekler. Hepsi de Aziz ve Alîm olan, göklerin ve
yerin yaratıcısma şehadet eder. Hepsi de beşer zihnine,
idare edici kudret elini hatırlatır. Gözü nereye ilişir
se ilişsin, kafası nereye takıhrsa taküsm, o kudret eli
ni hisseder, başıboş yaratıhnadığmı, tesadüflerin eline
terkedihnediğini anlar. Bu kudret elinin her zam an
kendisini koruduğunu, hayatta attığı her adım ı tayin
ettiğini, hayat öncesi ve hayat sonrası her hareketini
kontrol ettiğini anlar.
«Doğru gidesim diye.r> Şu halde kâinatın ve kâinat
taki dehşetengiz kanunlarm iyice düşünülm esi ve dik
katle takip edilm esi insan kîdbini kâinatm yaratanı
na ve kâinata o akıl almaz ince nizam ı veren A llahu
Teâlâ’ya götürm eye kâfidir.
382
Şimdi onları bir adım daha ilerleterek yeryüzüne
insanoğlu için hazırlanması ve hayata elverişli yol-
larm teminüıden sonra hayatın ve canlılarm doğuşu
merhalesine getiriliyor:
(iGökten bir ölçüye göre suyu O indirmiştir. Biz
onunla kupkuru, ölü bir memlekete yeni bir hayat veri
riz. İşte siz de böyle çıkanlacaksınız.v (Zülüf, 11)
Gökten inen suyu herkes bilir ve görür. Ama bir
çok kişi bu hayat verici gerçek karşısında hiç hareke
te geçm ez ve uyanmaz. Çünkü uzun süredir ona alış
mış ve tekrarlandığm ı görmüştür. Ama Allah’m yüce
peygam beri Muhammed Mustafa (s.a.v.) ise, o gökten
inen suyun her damlasını bir başka sevgi, bir başka
saygı, bir başka duygu ve sevinçle karşılar. Ve onun
Allah katından İndiğini kabul ederdi. Zira o mübarek
insanın canlılık fışkıran kalbi, bu damlalarla birlikte
A llah’m canlılık dolu sanatını idrak eder ve bu sanat
kâr eli görürdü. İşte kalbini Allah’a bağlamış olan in-
sanm da varlık kanunlarım böyle kabul etmesi ge
rekir. Zira kendisi de bu kâinata hükmeden ve Allah
tarafm dan belirtilen kanunlarm mahsulüdür. Gökten
inen her damlada Allah’m kudret eli vardır. Gökten
inen yağm urun asimda yoğunlaşarak yükselen sularm
buharından m eydana gelmiş olması bu gerçeğin tesi
rini azaltm ayacağı gibi önemini de yoketmez. Çünkü
o zam an soracağım ız soru şudur: Bu yeryüzünü kim
yaratm ıştır? Kim oraya su vermiştir? Isi3u tayin eden
kim dir? Isıyla birlikte suyun buharlaşmasmı temin
eden güç nedir? ism in buharm yükselmesini sağlayan
ve sonra atm osferin tabakalarmda yoğunlaşmasını te
m in eden faktör nedir? Öte yandan yoğunlaşan buha
rın elektrik yüküyle yüklenmesi ve bunlann sürtüşme
si sonucunda şimşeklerin meydana gelerek bulut halin
deki buhar küm elerinin su şeklinde yeniden dünyamı-
383
2 a inin esini sağlayan özellikleriııi kâinatım ıza kim ver
miştir? Hem elektrik nedir? Nasıl oluyor da sürtüşen
bulut kümelerini yeryüzüne tekrar su halinde indiri
yor bu esrar dolu gü ç? Bu sorularm cevabı olarak ilim
tarafmdan bize söylenenler duygularım ızın üzerine
çok ağır yükler yüklüyor. Ve bizi kâinat m ucizesini
kavramaktan uzaklaştırıyor, ilm in söyledikleri duygu
larımızı bileyeceğine, kalbim izi yum uşatacağına daha
bilinmez şeylerle onları eziyor.
aGökten iir ölçüye göre suyu, O indirmiştir
Bir ölçü vardır inen suda. Dengelidir. Ne dünyayı
suya boğacak kadar fazla, ne de toprağı susuzluktan
çatlatacak kadar azdır. Biz akılları durduran bir uy
gunluklar düpyasmda yaşıyoruz. Ve bugün hayatın
sağlanıp varhğmı devam ettirmesi için bu uygunluğun
zaruretini biliyoruz.
« B i 2 onunla kupkuru, ölü bir m e m le k e te y e n i b ir ha
yat veTiriz.y>
Hayat veririz ki, onun ash sudur. Çünkü h er can
lı sudan yaratılmıştır.
«İşte siz de böyle çtkarilacakstntz.n
Hayatı ilk olarak yaratan onu yeniden iade ede
cektir. Şu ölü topraktan ilk defa canlıları çıkaran zat,
kıyamet günü de topraktan canhian çıkaracaktır. Çün
kü hayatin yeniden temini başlangıcı gibidir. V e bu
nun Allah'a zor gelen bir yanı yoktur.
Hayvanlar mevzuuna g elin ce:
«Bütün çiftleri, O yaratmıştır. Gemiler ve hayvan
lardan sizin için O binek yapmıştır.
Ta ki bunların üzerlerine oturunca Rabbinizin ni
metini anarak «bunları buyruğumuza veren ne yücediry>
diyesiniz. Yoksa biz onu zaptedemezdik.
384
Ve biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz.^ (Zuhruf,
12-13)
Bu âyetin belirttiği gibi hayatın ana kaidesi çift
olmaktır. Zira bütün canlılar çift olarak yaratılmışlar
dır. Hattâ ük canlı varlık olan hücre bile bileşiminde
dişilik ve erkeklik özelliklerini taşır. Daha da genişle
terek diyebiliriz ki, çift olmak sadece hayatm ana ka
idesi değil, kâinatm ana kaidesidir. Çünkü kâinatm
tem eli artı ve eksi yüklü elektronlardan meydana ge
len atomdur. Binaenaleyh burada di bir çiftlik sözkonu-
sudur. Nitekim şu ana kadar yapılan tabii araştırma
lar bım u göstermektedir. Her halükârda çift olmak
bilinen hayatm bir gerçeğidh*. İnsan olsun veya olma-
sm A llah bütün canlıları bir çiftten yaratmıştır:
nGemîler ve hayvanlardan sizin için O binek yap
mıştır.»
Böylece insanlara Allah’m kendilerini yeıyüzüne
halife seçmesindeki nimeti anlatılmakta ve Hak Teâlâ’-
nm insanoğlunım emrine verdiği enerjiye işaret edil
m ektedir. Sonra da Allah’m verdiği bu nimetlere şük
retm ek için lâzım olan edep tavrmı anlatıyor. Nimetini
açıkladıkça onu veren nimet sahibini de hatırlatıyor
k i kalpler Allah’a bağlılığm ı devam ettirsin:
«Ta ki bunların üzerlerine oturunca Rabbinisin ni
metini ananark: Bunları emrimize veren ne yücedir,
diyesiniz. Yoksa biz onu zaptedemezdik.
Ve biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz.»
Biz O ’nun verdiği nimetlere misliyle mukabele et
m ek şöyle dursun, karşılayabilecek şükür vazifesini
dahi ifa etmekten âciziz. Hem onlar bilmelidirler ki,
yeryüzünde hilâfet vazifesini yerine getirdikten son
ra Rablerine döneceklerdir. Ve Rableri kendilerini ni
m etleriyle donatarak verdiği bu hilâfet görevinde yap-
tıklarm dan hesaba çekecektir:
F .: 25/385
«7e hiç şüphesiz Rabhimizo, döneceğiz.^
îşte nimet veren zat hakkm da takm m am ız gere
ken edep tavn budur. O’nun verdiği nim etlerle do
nandığımız zaman hep bu edebi hatırlam alıyız. Halbu--
iki biz o nimetlerin içine giriyor, sonra da kalkıp unu
tuveriyoruz hepsini.
Bu konuda îslâm terbiyesi ve edebi, kalbin eğitilip
vicdanm canlandınim asiyle kuvvetle alâkadardır. Y ok
sa İslâmiyet sadece hasrvanların üzerine binilirken ve
ya gemilerde gezinirken hatıra getirilecek yahutta dil
le söylenip geçüecek m ücerret ibarelerin m eydana ge
tirdiği ayinlerden ibaret değildir. İslâm edebi, her şey
den önce ruhları AUah’m gerçek vasfm ı kavram ak, kul
ile Rabbi arasmdaki bağlantıyı idrâk etm ek ve insan.
larm sahip bulundukları her şeyde A llah’m gücünü
ve kudretini görerek emirlerine m üsahhar kıldığı her
nimetin doğrudan doğruya O’nun lütuf ve ihsanm dan
ibaret olduğunu, insanlann karşılığını ödem esinin
mümkün olmadığını ve buna güçlerinin yetm eyece
ğini ihsas ettirmek üzere canlandınim asm dan ibaret
tir. Böylece ruh dirilir ve insan kalbi her zam an he
sap vermek üzere Allah’m huzuruna çıkm anm ürper
tisi içerisinde bulunur. Bu duygular ise beşer kalbinin
her zaman AUah’m murakebesinden uzak bulunm a
yan bîr hassasiyet ve uyamklık içerisinde bulunm asm ı
sağlar. Gaflet, nisyan ve katıhk içerisinde donup ka
tılaşmasını önler.
386
slam'ın kalplerden ve
/beyinlerden uzaklaştırılması
ile birlikte, birçok problemin
girdabında kendini yitiren ve
kurtuluşun kendisine uzanacak
elini bekleyen günümüz insanı
için hazırlanan, SEYYİD K U TU B
K Ü LLİYA TI, Seyyid Kutub'un
bütün eserleri taranarak on
değişik konudaki fikirleri
özetlenerek hazırlanmıştır.
O n kitaptan oluşan SEYYİD
K U TU B K Ü LLİYA TI, ideoloji
karmaşasının oluştuğu
çağımızda, gerçek İLA H 'ın kim
olduğunu, o'nu tanımanın,
indirdiği kitaptan tat almanın,
kısacası "eşrefi m ahlükât"
olmanın özelliklerini
anlatmaktadır.