Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 387

Duzenleyen:bilginDK

2018-08-01
Hikmet Neşriyat •. 2
Seyyid Kutub Külliyatı; 1

Dizgi - Baskj
Fatih Gençlik Vakfı Matbaası
Kapak
Panel
Kapak Baskı
Mi - Ofset
İSTANBUL — 198a
SEYYİD KUTUB
KÜLLİYATI

(ÖZET I. KİTAP)

İM A N GERÇEĞİ

D erleyen : İsmail Hakkı Şengüler

h^ı
, , , h ikm et
5 g I n e ş r iy a t
KLODFARER CADDESİ NO: 16/4
Dİ VAN YOLU - İSTANBUL
® 526 49 56
Copyright : Bu eserin yayın haUa HİKMET NEŞRİYAT AjŞ.’ye
ait olup, kitaptan mütercimler ve yayınevi adı aiul-
madan kısmen de olsa iktibas edilemez.
İÇİNDEKİLER

Takdim ......................... 7
Bu Seriyi Svmarken 11
İman M efkûresi ......... 17
İman N izam ı ... .. 29
M ü’m inlerin Sıfatlan 29
G erçek M ü’m inler 53
Uhud M ağlubiyeti ve İman İmtiham 65
îm an Y olunda Can Yerenler 75
M ü’m inin Ö zellikleri ......................... 109
A llah’m D ostları M ü’m inlerdir 131
İki İnsan Ö rn eğ i; M ü’min ve Kafir 153
İnanan V e İnanm ayan Cemiyet ... 159
îm an V e K üfür Savaşı 169
İslâm D üşüncesinde Ulûhiyet 181
Kilise V e Felsefe Çatışması 199
Akıl-M adde-Tabiat 210
A llah’a îm an V e Tâğût 219
AUah’a îm an Rahm ettir 229
A llah înancm m Menşei 241
Allah’m Zâtı ... 251
Rahm an ........... 257
Alem lerin' R abbi 269
A llah’m Lutfu 275
A llah’m K udreti 283
AUah’m K ainattaki Ayetleri 289
Her V arlık O ’nun Varlığm m Dehlidir 301
Her Canlı Allah’ın Varlığına Delildir .................. 309
Yaratılış Ve Hayat Allah’ın Delilidir .................. 317
Hayat Ve ölüm Allah’ın Gücünün Delilidir ... 327
Gdİderin Direksiz Yaratılışı Allah’ın Gücünün
Delilidir .............. ...................................................... 335
Gökten inen Su Allah’ın Varlığının Delilidir 347
t a k d im

İnsanlar hep mutlu olm ak isterler. Mutlıiluğun


anlam ı ise herkese ve her topluma göre değişir. Ger­
çek m utluluk Allah Teâlâ’nm iki kelimeyle sm ırlanıu
belirlediği m utluluktur: «İMAN — İSLÂM». En büınik
saadet bu iki kelim enin özünde salıdır. Bu mutluluğa
ulaşabkilm e için müm inlerin önünde bir tek şart var-
<hr: «İslâm î çok iyi öğrenip onu hakkıyla yaşam ak...»
İslâm î hakkıyla yaşayan fert ve toplumlar, bu sayede
hem dünya ve hem de ahiret mutluluğunun zirvesine
ulaşırlar.
İşte, bu kutsal gerçeğin önem i üzerinde duran İs­
lâm büyükleri, beşeriyetin ö büsrük mutluluğa erme­
si yolu nda öncülük etmişler, eserler yazmışlar, fertleri
ve toplu m lan uyarm ağa çahşmışladır. Prof. Seyyid
K utub d a günüm üzün bu büyük öncülerinden biridir.
H erşeyden önce İslânu gerçek anlamda yaşamış bir
kişidir. Bu yolda hizm et verirken başka 16 ciltlik «Fî Zı-
lâlî’l-K ur’ân» tefsiri olm ak üzere yirm iye yakın eser
yazm ış ve hizm et uğruna başım da vererek ş e ^ t ol­
m uştur. Yazm ış olduğu eselerin herbiri paha bîçUmez
değerlere sahiptir. Birini okuyan insan diğer eserleri­
ne de sahip olm ak, on lan da okum ak istem ektedir.
N e var ki. M erhum Şehid’in bugün için bütün eser-
leriıü biraraya getirip hepsinden faydalanabilm ek
okuyucu için çok zor hale gelmiştir. Bu zorluk ik i nok­
tada toplanm aktadır.
1 — Maddî zorluk; Bugün, o büyük insanın tüm
eserlerine sahip olabilmek için 3nüksek m eblâğda pa­
raya ihtiyaç vardır. Ve bir çok okuyucunun bütçesi bu
meblâğı karşılamaya müsait değildir.
2 — Manevî zorluk: Müellifin sadece «Fî Zılâl’ü-
Kur’ân» tefsiri 16 cüttir. Buna diğer eserlerini de ekle­
yince büyük bir külliyat meydana gelm ektedir ki, bu
küUiyatm hepsini gözden geçirip Seîryid Kutub’un ana
fikirlerim ortaya çıkarmak, bir insanın yıllarm ı alacak
Tfftdar uzun zaman istemektedir. Bugünün hayat şart­
lan içinde ise bu uzun zamam b u lm ^ ve harcam ak
iTnkâTisıy. denecek kadar güçtür.
İşte biz, bu zorluklan ortadan kaldırm ak ve Prof.
Seyyid Kutub’un tüm eserlerinden herkesin kolaylık­
la faydalemmasmı sağlamak gayesiyle onun bütün
flfifirleriTiiTi kalburdan geçirilmesini, teferruatlarla tek­
rarlardan ibaret olan kısımlarm çıkarılm asını ve sa­
dece ana fikirlerin yeni başlıklar altm da özet bir kül­
liyat haline konmasım zaruri gördük. Bu yapıldığı
takdirde okuyucunun, malî bütçesine ağır gelm eden
bu özetlenmiş derli toplu küUiyâtı elde edebileceğine
ve kısa zamanda okuyup faydalanacağm a inandık.
İnandık ve birçok bakımdan tasarruflar sağlayan bu
külliyâtı meydana getirdik. ,
Külliyât meydana getirilirken Seyyid Kutub’un bü­
tün eserlerinin Arapça ash tarandı. Teferruat ve tek­
rarlardan ibaret olan yerler çıkarıldı, önem ine göre
bazı pasaj ve paragraflar olduğu gibi tercüm e edilip
almdı. Bazılan ise özetlendi. Türkçeye çevrilm iş olan
eserlerine de zaman zaman başvurulup faydalanılm a­
ğa çalışıldı. Ana fikirler konulanna göre biraraya ge­
tirilip yeni başlıklar kondu. Böylece, Seyyid Kutub’un
tüm eserleri özetlenerek einizdeki on ciltlik külliyât
meydana geldi.

8
K ülliyâtın neşre hazırlanışm da kendisine sık sık
başvurulan sayın Yrd. Doç. Dr. Bekir Karlığa, kıymetli,
yardım larını esirgem emiş, eserin m eydana gelm esine
büyük katkıları olmuştur. Bu hususta müessesemiz
kendilerine şükran borçludur.
Tem ennim iz bu hizm etin İslama ve Allah'm rıza­
sına uygun olm asıdır. Dua ve temenniler biz nâçiz kul­
lardan, m uvaffakiyet ise Hakim-i Mutlak olan Allah’­
tandır. Bütün ham d O’na, minnet O’nadır.
Hikmet Neşriyat A.Ş.
t

e
- Ii-‘
il
■îT’­
' a;
lii;
4*/

'f"

#■
W
BU SERÎYİ
SUNARKEN

v.Kufan’tn Gölgesinde, yeryüzünde dalga­


lanan câhiliyeti, yükseklerden seyrede­
rek, dünya ehlinin önem verdiği küçük vs
değersiz şeyleri temâşâ ederek yaşadım...»
Seyyid Kutub

K endisinin de dediği gibi «Kur’an’ın Gölgesinde»


hayat b ir nim ettir. Bu nim eti ancak tadanlar bilir.
İnsanın kendi düşünce ve değer ölçülerini, hareket
v e davranış esaslarını öğrendiği, değişmez ve sağlam
b ir kasmağa bağlanması, elbette ki hayatta kelime­
lerle ifâde edilem eyecek bir nimettir. Bu kaynağm
em rettiği gibi yaşamak, onunla hemdem olmak ve
onun bağrında mutlu bir hayat sürmek erişUmez bir
nim ettir. V e kendisinin d e . söylediği gibi bu nim eti
tadanlar bUir ancak.
Seyyid Kutub, hayatının belirli bir m erhalesin­
d e büsmk b ir dönüş yapm ış, sonra da düşündüğü ve
inandığı gibi yaşam asm ı büm iş ve neticede inandığı
fikirlerden zerre m iktan taviz verm eden Kur’an’ı ya­
şam anın zevkine ermiş büyük bir şehiddir. Şehadet

11
ile ilmin yanyana olması onun büyüklüğüne ayrı bir
«nlam kazandırmaktadır. Bilindiği gibi »şehîdlerin
kant, âlimlerin mürekkebi ile birlikte tartılacaktır.n O,
Şehâdet ile ilim mertebesine birlikte sahip olmuştur.
Şu halde bizim Seyyid Kutub’tan öğreneceğim iz çok
şeyler olmalıdır. Onun rehberliğinde yeni bir öğren­
ci gibi Ku’an eğitiminden geçmemiz elbette k i bize
apayn bir Kur’an anlayışı temin edecektir.
«Seyyid Kutub’un en büyük hizmeti, bize Kur’an’ı
%ir ansüdopedîk kültür hâzinesi olm aktan çok, yaşa-
tıan hsyatm kitabı olarak takdim etmesindedir. D a­
ha önceleri medreselerde sırf klasik usulle okunan
Kur’an, onun anlatımı ile günlük hayatm her cep­
hesine ışık tutan ve projöktörlerini insanm üzerine
yönelten bir kitap olmuştur. O Kur’an’ı ne kulağının
pasmı sümek, ne derûni haşyet duygusunu tatm in et­
mek, ne musikî zevkini karşüamak, ne m ezarlıkta
okumak, ne de mücerred kıssalar öğrenm ek için oku­
maz. Kur’an’ı hayata indirgemek, günlük m eseleler­
de, çarşıda, pazarda, sokakta, işyerinde, kütüphane­
de ve rotatiflerin başmda bir aksiyon ve davranış
tarzım düzenlemek için okur. İnsanhğm deva bul­
maz dertlerini, okuyarak üfleyerek iyileştirm ek yeri­
ne Kur’a’m verdiği reçeteyi uygulam a alanm a koya­
rak iyileştiren ve gerçekten iyileştiren m aharetli bir
doktor gibi sunmayı başarmıştır.
Seyyid Kutub, Kur’an’ı cami köşelerinden m ey­
dan yerlerine, hafızlann kafasmdan cem iyetin m er­
kezine, basma yayına, okula götüren ve bunu usta­
lıkla başaran bir düşünürdür. O, a,sırlarca büyük bir
sevgi misali olarak anlatüan kıssalardan hayat ve
cemiyet sistemi çıkaracak kadar bu konuyu kafasın­
da yoğurmuş bir düşünürdür. Nitekim Fi Züâl’il-
Kur’an’da Yusuf süresini okuyanlar, cazip bir kıssa

12
yerine bir hayat sistem inin usta örgüleri ile karşı
karşıya gelirler.
K ur’anı hayata tatbik etmek isteyenlerin ilki de­
ğildir kuşkusuz Seyyid Kutub sonuncusu da olm a­
yacaktır. Ne var k i ondan öncekiler de ve şimdiye
kadar ondan sonrakiler de bir bütün hahnde, bir sis­
tem olarak tem elden tavana kadar, örgüsünü iyi ören
bir ipek böceği gibi sistem ini fevkalâde başarıyla ku­
rabilm iş ve bunu samimiyetle ve hayatı pahasma sa­
vunabilm iş değillerdir. Belki ondan çok yrüksek taraf­
ları vardır ama, onun yaptığm ı yaptıkları söylene­
mez. işte =onun büyüklüğü de buradan gelmektedir.
Günüm üzde Islâm dünyasm da bir kaynaşma gö­
rülüyorsa, bu kaynaşm a meskenet aşılayan anlayış-
larm değü, dinam ik ve hareketli atdun sağlayan gö­
rüşlerin m ahsûlüdür. Ve Islâm dünyasınm geleceği
de işte bu dinam ik ve hareket dolu güce bağlıdır. Is­
lâm dünyasının tekrar kendine gelerek, cihanın ön­
deri «orta yolu tutan bir ümmet» olm a rolünü üst­
leneceği günler uzakta değildir.
Şüphesiz ki, Kur’an kültürü ve Kur’anî hayat de-
neyd olm adan, Kur’an’ı ruhum uza ve hayatımıza sin­
dirm eden İslâm î anlamak ve en önemlisi de onu ya­
şam ak m üm kün olmaz. Kur’ana uygun bir hayat sû-
rebilm em iz için, Kur’an’ı yaşamamış, Kur’an’ı yaşa­
m ak için de K ur’an’a dayalı köklü bir hayat felsefesi
kurm am ız gerekir. Bunu sağlamadan Islâm adma ya­
pacağım ız herşey köksüz olur ve boşlukta kahr.
A k if’in dediği gibi,
«D oğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,
A sn n idrâkine söyletm eliyiz İslâmî.» .
[Bunu yapabilm ek ve İslâmî hayatum zm her saf-
haspıda yaşayabilm ek için köklü bir Kur’an terbiye­
sinden ve eğitim inden geçm ek zorundayız. Çoğu ke-

13
re bildirimizi sandığımız ve üzerinde dikkatle düşün­
me ihtiyacı görmediğimiz birçok konunun Kur’an’m
ışığında daha farklı bir değeri ihtiva ettiğini görürüz.
Bu sebeple rahat ve sıkıntıh anlanm ızda Kur’an’a
başvurmak, onun sıcak kucağında huzur aram ak
mecburiyetindeyiz.
Elinizdeki seri, hayata Kur’an ışığında bakan ve
bu uğurda canını feda etmekten çekinm eyen büyük
düşünür Seyyid Kutub’un eserlerinden seçm eler ya­
pılarak hazırlanmıştır. Bunu yaparken asıl am acım ız
Seyyid Kutub’un eserlerinden yeni bir seri oluştur­
mak değildir. Bizi bu seriyi hazırlamaya sevkeden en
önemh faktör. Seyyid Kutub’ün çok dinç, sağlam,
aktif, dinamik ve hareketli bir Kur’an anlayışm a sa­
hip olmasıdır. O, Kur’an anlayışında yepyeni bir çı­
ğır eıçabilmiş ve Kur’an’a hayatın kitabı gözüyle ba­
karak toplu bir değerlen<hrmeye girişmiştir. A yrıca
düşünce yapısı itibariyle hem kendi kafasm da, hem
de topluca in.sanhV plâmnda köMû bir m uhasebeyle
Kur’an’a yaklaşmaya çalışmıştır. O, Kur’an’ı, ölüler
için okunan, camilerde cemaatı uyarmak için anlatı­
lan ve sonra da kılıfma konup duvara asılan bir ki­
tap olarak değerlendirmemiş, hayatm içinden kay­
nayıp coşan ve hayata yön veren hir kitap olarak de-
ğerlendinniştir. Onun keskin ve kıvrak uslûbu ile
Kur’an, vaaz kürsülerinden inip cem iyetin içine,
meydanlara, üniversiteye, basm ve yayın organları­
na, hülâsa yaşanan hayatm içine girmiştir.
Bu seri, Seyyid Kutub’un başta büyük tefsiri «Fi
Züâh’l-Kur’an» olmak üzere onbin sa3rfayı aşkın .b ü ­
tün eserlerinin özeti mahiyetindedir. M üellifin fik ir­
leri üzerindeki açıklamalar ayrıca belirtilm iş, ancak
temel olarak onun görüşleri verilmeye, tasnif edile­
rek konularına göre değerlendirilmeye çalışılm ıştır.

14
Bazı görüşleri de uzun yazılanmn. arasından seçm e­
ler yapılarak özetlenm iştir. Aacak m etin bütünüyle
m üellifindir.
Bu seride Seyyid Kutub’un başbca şu eserlerin­
deki fik irler yeralm aktadır;
1 — Fî Züâli’l-Kur’ân, 30 cüz’, B eyrut-1967.
2 — el-AdâletüT-îctim âiyye fi’l-İslâm, Bejrrut-
1967.
3 — H âze’d-Dîn, Beyrut-1978
,4 — D irâsâtin’îslâm iyye, Beyrut-1967.
’ 5 — M aâlim fi’t-Tarik, Beyrut-1967.
6 — M a’reketül-îslâm ve’r-Re’sümâliyye, K ahire-
1966.
7 — H asâisu’t-Tasavvur’il-İslâmî, Beyrut-1967.
8 — el-M üstakbel li Hâze’d-Din, Kuveyt-1970
9 — es-Selâm ü’l-Âlem î ve’l-îslâm, Be3n*ut-1967.
İO — el-Tasrîvu’l-Femaî fi’l-Kur’an, Kuveyt-1970.
11 — M eşâhidu’l Kıyâme fi’l-Kur’an, Kuveyt-1970...
12 — N ahve M üctema’in İslâm, Ammân-1967.
13 — M a’reketünâ maa’l-Yahûd, Beyrut-1979.
14 — Fi’t-Tarih Fikretüû ve Minhâc, Beyrut-1967.
15 — M ustakbelu’s Sakâfe fî Mısr, Cidde-1969.
16 — el-îslâm ve m uşkilâtu’l-Hadâra, Beyrut-1967;
17 — M uhim m etû’ş-Şâir fi’l-Hayâ, Am m ân-Tarih-
siz.
,18 — Efrâhûr-Rûh, Beyrut-1971.

Bu eserlerden yapılan iktibaslardan bir kısm ı ta­


rafım ızdan tercüm e edilmiş, bir kısm ı da m ütercim ­
lerden izin alm arak değerlendirilm iştir.
Bu seride hem doğru ve sağlam bügi verilm eye
çalışılm ış, hem de inanç doğrultusunda yaşam am n
örnekleri sunulm uştur. Böylece hakiki m ü’m in olm a­
nın yolla n gösterilm iştir. Bu serinin ana am acı üUce-

15
jnizin geleceği olan genç kuşaklardır. Genç kuşakla­
rı, bir yandan çağımızın yıkıcı, bâtd anlayışlarından
uz6Ü£ tutmak gerekirken, bir yandan da onlara doğ­
rulan öğretmek ve gelecekteki görevlerinde ülkeleri­
ne daha iyi hizmet vermenin yollarını gösterm ek
gerekir. İslâm dünyasını sömürü alanı halinde de­
vam ettirmek için akü almaz yoUara başvuran dış
dış güçlere karşı uyanık olabilmemiz ve bizi bugünkü
geri duruma düşüren sebepleri arayıp bulmamız an­
cak hfl.lkiTTn7m temel dayanaklarmdan birisi olan di­
nî gerçekleri saf ve doğru olarak öğrenm ekle m üm ­
kündür. Bu da sadece ana ka3m aklanm ıza gerçekçi
ve samimî bir mü’min olarak eğümek ve kendi dün­
ya görüşümüzü kurmakla gerçekleşebilir.
Hülâsa; bugün Islâm dünyası, «ifci günü bithirine
eşit olan müslüman ziyandadıra düsturunu şiar edi­
nerek devamh gayret ve çalışmaktan başka çıkışı ol­
mayan bir yoldadır. İnsanlarm hayrm a olan yol bu
yoldur. Ancak bu yolu aştığımız gün, nHamd âlemle­
rin Rabbi olan Allah’a mahsustur» diyerek kendimizi
mutlu sayabüiriz. Gayret bizden, m uvaffakiyet Rab-
bunızdandır.

16
İMAN
MEFKÛRESİ

İslâm’ın getirdiği temel inançlar, kişiyi her tür­


den beşerî eksikliklerden muhafaza etmeyi gaye edi­
nir. A y p c a ferdin toplum içerisinde yapıcı bir rol
almasını temin eder. Diğer taraftan, ferdin kendi iç
dünyasm da her bakımdan tutarlı ohnasım temin
eder.
İmanın verdiği bu huzur tesadüfen meydana
gelm iş birşey olmayıp, kendi iç dinamizmi olan tu-
tarh bir fikir sistemine sahip olmaktan kaynaklan­
maktadır. İman konusunu Seyyid Kutub hemen he­
m en bütün eserlerinde ele almakta ve her fırsatta
im anın değerini ortaya koymaktadır.
Şimdi bu konuyu «İman Mefkûresi» başhğıyla
kendisinden dinleyelim : *

İslâm ’ın getirdiği iman, tam m anasıyla kapsamlı


b ir im an şeklidir. Bu im an tarzı, kökleri ta zam anın
deıin lik lerin e dayanan, beşer tarihinin başlangıcm -
dan beri uzam p gelen dâva adam ları kafilesinin ve
peygam berler kervanm m devam ettirdiği kapsam lı
bir im an tarzıdır. Bu üinanm yer yüzündeki tem sil-

■* 1. H akkı Şengüler

F .: 2/17
cisi bizzat insanın kendisidir. Başlangıcından beri
yeryüzünde iki kitle mevcuttur. Mü’m inler ve kâfir­
ler... Allah yolunda olanlarla, şeytan yolunda olanla-
rm teşkil ettiği iki İtitle...
İslâm düşüncesinin temel kaidesi A llah’a îm an­
dır. Hayata hükmeden nizanun tem eli de A llah’a
imandır. Ahlâk ve ekonominin temelinde de 3ûne A l­
lah’a iman esası yatmaktadır. Şurada veya burada
mû’minlerin yaptığı her hareketin temelinde bu iman
esası vardır...
Allah’a imanm mânâsı, ibadet ve rububiyyet hu­
susunda ilâh olarak tek başına Allah’ı tanımaktır. İn­
san vicdanına hâkim yegâne gücün AUah’m gücü ol­
duğuna inanmaktır.
Rububiyyet Ve Ulûhijoret mevzuunda O’na ortak
hiç kimse yoktur... Yaratmak hususunda da O’nun
şeriki yoktur. İşleri yürütmekte O’nun benzeri bulu­
namaz. Kâinat ve hayat babmda kimse O ’nun tasar­
rufuna karışamaz. İnsanlara O'nunla birlikte n zık
veren birisi yoktur. Dünyada ister büyük, ister kü­
çük hiç bir şey O’nun iz n i olmadan, rızası bulunm a­
dan var olamaz...
Allah’tan başka kimseye kulluk edilmez. Taat
ancak Allah’adır. Bu îman sayesinde insan Allah’tan
başka herkesin yanında hür olur. AUah’m çizdiği hu-
dutlarm haricinde bütün kayıtlardan azâde olur.
AUah’m meleklerine iman etmek gayba imanm
bir başka bölümüdür. Gayba iman duygusu insani;
hayvanlara mahsus olan hissiyatm hudutlarmdan çı­
karır. Ve bu hayvani hudutların dışmda insana m a­
rifet kapılarını açar. Bununla insamn insanlık özel­
liklerini cihana ilân eder.
Ayrıca gayba îman hissi insanda fıtrat ■olarak
mevcuttur. Ihsamn hisleri ile anlayamadığı fakat

18
varlıklarını fıtratan kabul ettiği hususları bilm e ar­
zusu, insanı gayba îm an etmeye zorlar. Şayet insan­
oğlu bu fitri arzularını gayba îman hakikatleri ile te­
lâfi etm ezse sırf bu açhğm ı gidermek için hurafe ve
efsaneler peşine düşer. Yahut da insan bünyesinde
ızdırap ve çalkantılar baş gösterir. (1)
M eleklere îm an; gayb hakikatma îmandır. Bu ha­
kikati insanoğlu hissî ve aklî kabiliyetleriyle idrâk
edemez. Am a varlığı itibariyle gayb hakücatlerini bil­
m ek arzusuyla doludur. Fıtratı bunu icabettirmekte-
dir. Bunun için insanlara merhamet eden Hak Teâlâ
hazretleri ki, insanoğlunu yaratan varhğm ı en iyi bi­
len, arzularından haberdâr olan ve onun fayda ve
zararlarm ı en İ3d gözeten O’dur.. O, meleklere iman
etm esini insanoğluna emrederek gaybî hakikatlerin
bir kısm ına vakıf olmasını irade buyurdu. Bu haki­
katin insanın nazarında şekülenmesi için ,ondaki
m evcut, fakat yetersiz olan kabiliyete de yardım cı ol­
m ak istedi. Böylece insanoğlu bünyesi itibarıyla öğ­
renm eden rahat edem eyen bir yaratık olduğu için ve
büebilm e özelliklerine sahip olm adığı gaybî hakikat­
lerle en erji ve takatm ı boş yere çürütm esin diye A l­
lah Teâlâ m eleklere İman esasm ı koymuş, bu suretle
insanların rahat etmesini tem in etmiştir. İnsanoğlu
gayb anahtarını kurcalam adan hem ruhen, hem ak­
len rahatlığa kavuşam az. Kendi fıtrî sım rlan dışma
çıkm ak isteyenler gayb hakikatim kendi hayaüarm -
dan silm ek istem ektedirler. Bunun sonunda bir kıs­
m ı hurafe ve efsanelerin peşine düşmekte, bir kısm ı
da gülünç vehim lerle oyalanıp durmaktadır. Yahut
da sinir ve beyinleri 3ağınlarca hurafenin teşkil etti­
ği bataklıklar içinde m ahvolup gitm ektedir...

(1) M uham m ed Kututa’un «îslâm Terbiyesinin M etodu» adh


eserinin însan Psikolojisi bahsine bakınız.

19
Bütün bunlardan ayrı olarak m elâikenin varlığı
hakikatim kabul etmek, insanm kâinat içm deki var­
lığının hudutlarım ve ufuklarını genişletir. M ü’m in-
lerin hissiyatında kâinatm sahası daralıp, sadece duy-
gulann dar hududu içine sıkışıp kalmaz. Hem M ü’-
min, çevresinde bulunan inanmış ruhlarm m evcudi­
yetinden bir yakınlık kazanır. M elekler ile aynı Rab-
be iman eder, ajmı yaratıcıdan a f diler ve ha5nr y o­
lunda AUah’m inayeti ile onlarm yardım ına nail olur.
Hiç şüphe yok ki, meleklerin varlığm a iman, gayet
latif, tatil ve sıcak bir his verir insana. Hem bu im an
esasında marifet bahis konusudur. Bu hakikati bil­
mek bir nimettir ve Allah onu inanan kullarm a lüt­
fetmiştir...
Allah'a ve hiç biriııin arasım ayırdetmeksizin Ra-
suUere îman, îslâmm belirttiği şekilde AUah’a îm an
esasımn tabiî icaplarmdandır. Allah’a îman, Allah
indinden gelen her şeye îman etmeyi icabettirir. A l­
lah’ın gönderdiği elçilerin tümüne inanm ayı gerek­
tirir. Peygamberlerin peygamberlik vazifesini aldık-
lan kaynak, asimda tek bir kaynaktır. Peygam berle­
re nazil olan kitaplar da ayni kaynaktan gelm iştir.
Bunun müslümanın kalbinde peygam berler ara­
sında hiç bir ayırumn yeri yoktur. Bütün peygam ber­
ler, gönderildikleri devirde, içinde bulundukları ce­
miyetin şartlarma ve icabına uygun olarak İslâm
esası üzerinde gönderilmişlerdir. En sonunda da pey­
gamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed Musta­
fa (s.a.v.) cihana teşrif etmiştir. Ve bütün peygam ­
berlerin getirmiş olduğu tek bir dini, yani îslâm iyeti
kıyamete kadar devam etmek üzere insanlığa kur-
tcduş müjdesi olarak getirmiştir.
Mûslümanlar, bütün peygamberlerin taşıdığı, ri-
salet emanetini böyle anlayıp iman ederler. Y eryü-

20
zünde Allah’m dinini böyle hakim kılarlar. Bütün
bunlann gerçek varisi müslümanlardır. Bu sebepler­
den dolayı da müslümanlar, yeryüzünde kıyamete ka­
dar sürecek risalet devresinin en büyük kitlesini teş­
kil ederler. Beşeriyetin uzun tarihi boyunca, bümiş
ve tanımış olduğu en değerli ve en mühim kıymet­
lerinin bekçisi müslümanlardır. Yeryüzünde Allah’m
sancağmı taşıma yetkisi yalnız müslümanlara veril­
miştir. Bu vazifeye Allah tarafmdan müslümanlar
seçilmişlerdir. Muhteüf alâmetleri olan CaMliyet
dünyasma Allah’m sancağı ile karşı koyarlar. Yer­
yüzünde Câhiliyet dünyasmı teşkil eden kavmiyetçi­
lik, ırkçılık, bölgecüik, siyonisthk, misyonerlik, ko-
münisthk sömürücülük (emperyahzm) ve ateistük
gibi birçok gruplar vardır. Bunlar zaman ve zeminin
icaplarma göre muhtelif isimler ve alâmetler taşırlar.
Ve her zaman bu alâmetleri taşıyanlar Câhiliyet yo­
lunun yolcuları olmuşlardır.
Müslüman ümmetinin yeryüzünde bekçüiğini
yaptığı, ta eski peygamberlik devrelerinden beri de­
vam eden îman hâzinesi beşer hayatınm en şerefli
ve önemli hâzinesidir. Bu hazine hidayet ve nur men-
balarmı taşır. Huzur ve emniyet kaynaklarım ihtiva
eder. M arifet ve yakîn, huzur ve saadet ummanmı
bağım da toplar... Beşer kalbi bu değerli hâzineden
mahrum olduğu müddetçe onu korku ve ızdıraplar,
karanlık ve buhranlar yer, bitirir. Şüphe ve vesve­
seler tüketir. Her zaman üzüntü ve şekavetin esiri
olur. Sonra göz gözü görmez zifiri karanlıklar içeri­
sinde yuvarlanıp gider. Öldürücü bataklıkta ayağmı
nereye koyacağm ı bilmez. Gittikçe bataklığa doğru
akıp gider.
Bu hâzineden mahrum, bu ünsiyetten uzak ve bu
nurdan yoksun insanJarm ölüm çığlıkları her asırda

21
kalpleri 3artarcasına acı ve ıztıraplarla dolu olarak
çınlayıp durur... (1)
Şayet o hıçkıran kalplerde m arifet arzusu, can-
lıhk ve hassasiyet mevcutsa böyledir hali. Am a can

(1) Bakınız Ömer Hayyam ne d iy or:


•İçimde yokluğun ıztırabını hisseder gibiyim.
Hayatta bahsızlıktan başka bir şey gönnedim.
Eyvah, Ya bir de geldiyse ölüm zamanım.
Halbuki kaza ve kader muammasını henüz çözmüş değilim ...
Günlerim bir bir geçiyor ve bir şey getirmiyor.
'Hpkı ir».<ifl.TiRi7. sahralarda uçuşan rüzgârlar gibi.
Ne almışsam şu dünyadan bana iki gün gibi geliyor
Geleceğini umduğum yarmlar ve dünler ki geçti.
Yana bilinmez belki gelir. Bugün benim halbuki.
Hep boş çıkıyor gelecekteki zanlarmı.
Ben gafil miyim sanki,
Göre3Tim de gûzeUiğini dünyamn sonra faydalanmayayım.
Rüyamda bir haUm gördüm diyordu b a n a ;
Uykuyla açılmamıştır gülü hiç kimsenin.
Uyan, çünkü denktir uyku yokluğa.
İçmeye bak sen, daha toprağm altmda ne kadar yatacaksm ...
Gelecekmiş gibi ölümü gözlüyorum dört gözle
Gün gelecek bonim de adım varlık defterinden silinecek.
Yeruşalim krah Davud’un oğlu vaizin sözlerine b a k ın ız:
«Boşlann boşu. Vaiz diyor, boşların boşu, her şey boş. Gü­
neş altmda çektiği bütün emeğinden insamn kazancı nedir? Bir
nesil gidiyor ve bir nesil geliyor. Fakat dünya ebediyyen duru­
yor. Güneş doğuyor ve güneş batıyor. Ve yerine, doğduğu yere k o­
şuyor. Rüzgâr güneye gidiyor, kuzeye dönüyor. Döne döne glcjiyor.
Ve dönüşlerini tekrar ediyor rüzgâr. Bütün ırmaklar denizin i,çine
akıyor. Fakat deniz dolmuyor. Irmaklar aktıkları yere, y in e ,ora­
ya akıyorlai'. Her şey yorgunlukla dolu. İnsan onu söyleyemiyor.
Göz gönnoMe doymuyor Kulak da işitmekle dolmuyor. Ne- var
idiyse olacak da yine odur. Ve ne yapıldı ise ondan başkasr ya­
pılmayacaktır. Güneşin altında yeni olan bir şey yok. Baki bu,
yenidir diyecek bir şey var mı? Sonra gelecek olanlar da kşndi-
lerinden sonra gelecekler arasmda anlanmıyacak...» (Ahd-i Atik,
V^z, 650)

22
lılıktan eser görülmeyen, katı donuk ve taş kalpler
ne böyle bir hisse sahiptirler, ne de marifet arzusu
vardır onlarda... Onlar bunun için yeryüzünde dola­
şan hayvanlar gibidirler. Hayvanlar gibi onlar da
yerler, içerler ve gezinirler. Tıpkı onlar gibi tekme sa­
vururlar, tokuşurlar. Yahut da vahşiler gibi onu bu­
nu parçalar ve eşinirler. Zulüm ve isyan deryasmda
yüzer, azgmiık ve fitne denizinde dolaşır, yeryüzünü
ifsad ederler, şerre boğarlar... Sonra da hem Allah’-
m hem de insanların lanetine maruz kalırlar.
Bu nimetten mahrum olan cemiyetler, her ne ka­
dar maddi refah içinde yüzseler de açtırlar. Muhtaç­
tırlar. Ne kadar üretim vasıtalarma sahip olsalar da
yine boştur ruhlan onlarm. Her ne kadar gösterme­
lik hürriyetlerini kazanmışlarsa da ıztrrap ve buh­
ranlardan bir türlü kurtulamazlar. Bugünkü cemi­
yette bunun pek çok örnekleri vardır. Bunimı inkâr
etmek akılh kimselerin kân değildir. Ancak his ve
hakikat yoksunu sapıklar inkâr eder bu gerçekleri..
Allah’a, O’nun meleklerine ve gönderdiği kitap­
lara îman edenler, Rabbi Zülcelâlin huzurunda taat
ve teslimiyet içinde divan dururlar. Son olarak Al-
lah’m huzuruna döndürüleceklerini büirler ve O’n-
darı a f ve mağfiret temenni ederler.
i Daha önce de belirttiğimiz gibi âhirete îman, İs­
lâm düşüncesine göre Allah’a îman esasmm zarurî
icaplanndandır. İslâm düşüncesine göre insanoğlu
yeryüzünde AUah’m halifeliği vazifesini yerine getir­
mek için yaratılmıştır. Yerjrüzünde insanm küçük
büyük bütün çalışma sahasını bu hilâfet vazifesinin
yerine getirilmesi hususu kaplar. İnsan, dünya haya-
tmda imtihan edümek ve vazifesini doğru yapıp yap-
mâdığı kontrol edilerek bıma göre sonunda cezaya
çarptırılmak veya mükâfatlandırılmak için dünyaya

23
gönderilmiştir. îslâon düşüncesine göre, âhiret günü
ve orada mükâfat yahut da ceza verme konusu k at’-
iyet ifade eden ve inkârı imkânsız olan îm an esasla-
rmdan bir tanesidir. Müslümanm hareket çizgisini
tAnrim eden ve bu geçici âlemde netice ve değerleri
gerçek ağırlığı ile ölçen böyle bir günün varlığı ve
iTisanm orada mutlaka hesaba çekileceği kanaatidir,
itibarıyla ister rahat, ister yorucu olsun,
iyiliğe yönelerek, hakka tâbi olur. Yeryüzün­
de hep ha5Tm tahakkuku için çalışır. Ve A llah’a ita­
at etmek için Allah yolunda yürür... Netice ister kâr,
ister ziyan olsun; ister zafer ,ister hezim et olsun; is­
ter bolluk, ister mahrumiyet olsun mü’minin yönünü
asla değiştirmez... O, her zaman hakka tabi olur. İm­
tihanda başarıya ulaştığı takdirde âhiret yurdunda
mutlaka mükâfatını alacaktır. Bütün dünyanm hak
ve hakikat yolunda, Allah’a itaat hususunda karşısı­
na dikilmesi, şer ve fesat topluluğunun taarruzu,
eziyetler ve ölümler onu yolundan alıkoyamaz. Etki­
lemez onlar mü’mini... Çünkü o, Allah’a bağlanm ış­
tır. Çünkü o, AUah’m emrindedir... Çünkü o, Allah’ın
ahdine ve şartma riayet etmektedir. Bütün bunlarm
mükâfatını sadece Allah’tan bekler. Beklediği m ükâ­
fat orada, âhiret diyarında mutlaka eline geçecek­
tir.
İslâm akidesinin ihtiva ettiği mâna gayet büyük­
tür. Bü3mk bir birliğin ifadesidir o ... Bu birliğin nü­
vesini, Allah’a ve meleklerine îman, bütün kitaplara
ve peygamberlere aralarmda fark gözetmeksizin
îman etmek, sonra onlara bağlamp itaat etmek. V e
tam olarak Allah’a bağlanmak, hesap gününe yakî-
nen inanıp, amel etmek hususu teşkil eder.
İslâm, peygamberlik müessesesinin ve im an ger­
çeğinin sonuncusu olmaya yaraşan tek ve mükem-

24
mel bir sistemdir. Yaradılışın başlangıcmdan sonuna,
kadar gelmiş ve gelecek bütün îman kafilesini içine
alan âlemşümul bir düşünce ve îman nizâmıdır...
Peygamberler kafilesi tarafından elden ele uzatıla
rak getirilen hidayet manzumesidir... Bütün merha­
leleri boyunca insanoğlunun elinden tutan bir rah­
met m üjdesidir... Beşeriyete takati miktarmda kâi­
nat ve gayb kanunlarını açıklayan hikmet menbaı-
dır... İslâmiyetin doğuşuna kadar bu kervan böyle
uzamıştır. Son şekliyle gelişinde ise kâinatta bütün
kanunlarm birliğini ilân etmiştir. Geriye kalan hu­
susları insanoğlunun zekâsma ve tatbik gücüne bı­
rakm ıştır...
Sonra insanı, insan olarak değerlendiren tek.
inanç sistemidir İslâm... İslâm, insanı ne bir hayvan,
ne de bir taş olarak, ne bir melek, ne de bir şeytan,
olarak ele alır. İnsani; insan olarak değerlendirir.
Bünyesi itibarı ile taşıdığı zaaf ve kuvvetli bir bütün,
olarak kabul eder. Duygu ve arzularm tahrik ettiği
bir cesed, taJcdir ve ölçü sahibi bir akıl, şevk ve zevk
sahibi bir ruhun meydana getirdiği çok detayh bir
bütün olarak kabul eder... Bunun için de insana an­
cak tâkatı dahilinde olan şeyleri snikler. tnsanm
omuzuna yüklenilen emirler ile insanm tâkatı ara-
smda bir birlik meydana getirir ve insanı meşakkat­
lere koşup yorm az... Fıtratm temsil ettiği, ruh-ceset-
akıl üçlüsünün bütün- ihtiyaçlarmı bir intizam dahi­
linde karşılar... Bundan sonra insanoğlu dilediği yo­
lu seçme mesuliyetini kendisi taşır..
Müslüman, yeırüzünde hilâfet vazifesini yerine
getirirken, Allah Teâlâ’nm kendisinin üzerine yükle­
diği görev ve sorumlulukları ve bunlardaki adalet v e
rahmeti böyle telâkki eder ve böyle değerlendirir. Ha-

25-
lifeliğini yaparken karşılaştığı belâ ve im tihanları
böyle değerlendirir ve en sonunda karşılacağı am e­
linin karşılığındaki mükâfatını bu şekilde kabul eder.
Bütün bunlarda o yüzden Allah Teâlâ’nm rahmet
ve adaletine güvendiği için, gelen m ükellefiyetlerden
kaçmaz, göğsünde en ufak bir sıkmtı hissetmez. Bu
emir ve mükellefiyetleri veren yaratıcının kendi tâ-
kat ve gücünü en iyi bilen birisi olduğunu bildiğin­
den ve buna hakikaten iman ettiğinden dolayı mü-
keUifeyetleri. ağır kabul etmez. Şayet bu m ükellefi­
yetler insanoğlu için çok ağır olsaydı veya tâkatı ha­
ricinde bulunsaydı zaten Allah Teâlâ omuzuna yük-
lemezdi... Bu düşüncenin gönüllere akıttığı rahat,
huzur ve ünsiyetin yanı sura, mü’minin İlâhî em irle­
ri deruhte etmesi için muhtaç olduğu azim ve ener­
jiyi harekete sevketmesi bakımmdan da çok mühim
tesirleri vardır. B unun-için-m ü’min gelen em irlerin
•rauâaktt.,iâ^tiüâhi]inde olduğunu büir ve şayet ya-
O ^ yd t Allah Teâlâ’nm farz kılm ayaca-
Şayet .bir emri veya vazifeyi, yapa-
yTthut da -yOTuhar -ve, kendisinde, ağırhk -his-
eederaa.bjiiiiun kendi zaafmın neticesi olduğunu, yok-
gjhîMîirto'inriSğnroızhğlûdan gelmediğini idrâk eder.
Nihayet azmi artar. Üzerindeki zaafı artar. Ve ilahi
emirleri ifa etme hususunda ga3rreti son derece fa z­
lalaşır... Yeter ki kendi takati dahilinde olacağım ka­
bul etsin... Hak yolunun uzım merhaleleri boyunca
insanoğlunun himmet ve azmi azaldığı zamanlarda
bu hissin ve şuurun, vazifelerin ifa edilmesi, m ükel-
İrfiyetierin yerine getirilmesi hususunda çok büyük
tesirleri vardır. Bu şuur; mü’minin, ilahi iradenin
mahiyeti hususundaki düşüncesini geliştirdiği gibi
kendi nıhunu ve iradesini de terbiye ederek azmini
artırır.

26
Mes’ûliyet ferdîdir. Herkes sadece kazandığım
elde eder. Hiç kimseye, kendi yüklendiğinden başka­
sı taşıtılamaz. Mes’ûliyetin ferdî olup, herkesin hu-
zurullaha kendisine has amel defteri ile çıkması, leh
ve aleyhindekilerin bütününün o defterde kayıtlı ol­
ması, hiç kimseye hUe yapılmayacağma ve kimseden
yardım beklenmiyeceğine işarettir. Herkes huzurul-
laha teker teker varacağına göre insan buna yakînen
inanırsa Allah’m hukuku karşısmda bütün fertler tek
bir varlık haline gelir ve kullar arasmda haktan hiç
kimse feragat etmez. Her türlü dalâlet, fesat, şer ve
tuğyan güçleri karşısmda bütün fertler tek bir varlık
halinde hukukullahı müdafaa ederler. Zira fert hem
kendi nefsinden, he mde hukûkullalun muhafazasm-
dan mesüldür. Allah’m kul üzerindeki hakki; Hak Te-*,,
âlâ^nm emrettiği şeylerin hepsini-yerine getiçınels*.
: nehyettiklerinden sakmmajj;, bütün hareketlerde ...vakr
amellerde sadece O’na kulluk- etmektir^. Bir kul Allah
Teâlâ’nm insanlar üzerindeki bu haldarmdan vaz­
geçerse dalâlet, şer ve fesat, zulüm ve tuğyan güçle­
rinin başkasıyla bunları muhafaza etmezse gönül­
den inandığı halde zorla küfre döndürülenler müs­
tesna artık hiç kimse o kulu müdafaa edemez. Artık
şefaat edecek kimse yoktur onun için. Hiç bir kul
ontm günahm ı taşıyamaz. Ahiret gününde Allah’m
karşısmda kimse yardım edemez ona...
■ Bütün bu duygularm tesiriyle insan kendi hak­
kım ve hukukullahı korumak için bir aslan kesilir.
Madem ki kendi hakkından ve hukukullahtan sorum­
lu kişi kendisidir, bunları korumak için bütün dik­
katini sarfeder. Bu ferdî mes’ûliyet prensibinde kor­
kuya kapılmak lüzumsuzdur. Çünkü imanlı olan her
kişı cemiyet içerisinde kendisine düşen vazife ve
mes’ûliyeti yerli yerince ifa eder. Mü’min kimsenin

27
nazarında; kendisine terettüp eden içtimâi; toplum ­
sal vazifeler AUah’m üzerine yüklediği bir haktır. Ce­
miyetle birlikte mü’min fert hem mal, hem de ka­
zancıyla, hem kuvveti, hem de nasihati ile hakim in
halckını vermek, bâtıh şerri ve fenalığı yok etmek
onun vazifeleri arasmdadır... Bütün bunlann hesabı
mahşer gününde leh veya aleyhine tecellî edecek,
ferden Allah’m huzuruna vardığı gün m ükâfat veya
cezasını bizzat görecektir...
İşte böyle mümin île inanmayanlar arasm daki
fark ortaya çıkıyor. Bu fark bazı kim seler için basit
gibi görünebilirse de, gerçekte hayatımıza yön ve­
ren en önemli unsurlardan birisidir.

28
ÎM AN
NİZÂMI

im an; sadece söylenip geçirilen bir cümleden


ibaret değildir. İman, bizim hayatımızı belirli ölçü­
ler dâhilinde nizâm ve intizâma sokan en önemli un­
surdur .Mü’m inin hayat ve eşyaya bakışı ile, inan­
m am ış insanm hayat ve eşyaya bakışı büyük fark-
hhklar gösterir.
îm anın sağladığı nizâm, bizi düzene ve düzenli
yaşayışa sevkeder. Bu düzeni her alanda görmek
m ü m k ü n dü r:

Şu ana kadar yapılan beşerî tecrübeler göster­


miştir ki bu İlâhî nizam eskiden olduğu gibi halen de
bütün beşerî dehaları geride bırakmıştır. Onun göl­
gesi altında hayatm her sahasınm gelişmesi ve yü­
celmesi mümkündür. Çünkü o her zaman önde gider,
geride kalmaz. Hayatı durdurup geriye çekmek iste­
mez. Çünkü o her zaman ileriye, ileriye doğru götü­
rür. V e her seferinde adımlarını bütünüyle açar.
Bu İlâhî nizam insanın üerleme ve gelişme ar­
zularına cevap verdiği gibi ferdî veya sosyal biçim ­
de hiç bir şeküde insan enerjisini sindirmek ve ezmek
istemez. însanm çahşmasmm semeresini görmesini

29
ve hayatın teiniz nimetlerinden faydalanm asını ya­
saklamaz.
Bu nizamın en önemli yanı dengeli ve m ütenasip
oluşudur. Ruhen yücelmek için bedene işkence yap­
maz. Bedenî eğlenceler için ruhu ihmal etmez. Dev­
letin veya toplumun menfaati için ferdin hareketle­
rini kısıtlayıp normal isteklerini dizginlemez. Cemi­
yet hayatını rencide etmek üzere fertlerin azgm duy-
gulannm ve şehvetlerinin esiri olmasma müsaade et­
mez. Bir ferdin veya fertlerin keyfi yahut eğlencesi
için cemiyeti ezmez.
Bu nizamın insanm omuzıma yüklediği bütün
sorumluluklar plânlı olarak düşünülmüş, hem onun
faydasma olduğu için hem de götürebileceği için k o­
nulmuştur. O mükeUefiyetleri yerine getirm ek üzere
kendisine lâzım olan kabiliyetler verilmiştir. Bu n i­
zam mükellefiyetleri koyarken onu seve seve yerleş­
tirir. Kişi zaman zaman İslâmm koyduğu m ükelle­
fiyetler yüzünden acı çekse ve işkencelere düşse da­
hi o nizamı yine sever. Çünkü onun koyduğu m ü­
kellefiyetler insanm arzularma ve özlemlerine cevap
verir.
Gerçekten de Allah Resûlü’nün (s.a.v.) getirdiği
risalet hem kendi kavmine, hem de ondan sonra ge­
len bütün insanhğa rahmet olmuştur. Onım getirdiği
prensipler ilk önce insanm vicdanı için tuhaf gibi ge­
liyordu. Zira o prensiplerle fiilen yaşanan hayat ara-
smda çok uzak mesafeler vardı. Ama daha o gün­
den itibaren yavaş yavaş insanlık bu prensiplerin
üstün ufuklanna doğru yaklaşmış ve yaklaştıkça
içindeki garipseme duygusu yok olmuş, başka başka
adlar ardmda koşsa da kendisine ona göre şekil ver­
mek üıtiyacmı du3rmuştur.

30
Bir kere İslâm, bir tek insanlık binasm m kurul­
m ası için insanları çağırm ıştır. Bütün insanları.. Bu
potada cinsi ve coğrafî farklar tek bir akide nizamm-
da birleşm ek üzere eritilmiş ve yok edilmiştir. V akıa
bu o günkü insanların hayat ve düşünceleri nokta-
smdan çok garip bir şeydi.. Zira eşraf takımı o gün
kendilerinin kölelerden ajm bir tabiata sahip olduk­
larını kabul ediyorlardı... Hele bakm ki günümüzde
büe insanlık, İslâm m gelişinden on üç asır sonra hâ­
lâ îslâm m koyduğu çizgiye ulaşmaya çahşıyor. Fakat
yolda yürürken kayıyor ve bocalayıp düşüyor. Çün­
kü İslâm gibi üstün bir nurun ışığmda yürümüyor.
İddialar ve sözlerle de olsa o nizamm hizasma gele­
bilm ek için hâlâ Avrupa ve Am erika milletleri iğrenç
ırkçılık bağına sarılıyorlar. Halbuki İslâm bin üçyüz
yıl önce bu aşağılık duyguyu kökünden yok etmiş­
tir.
G erçekten de İslâm, insanları hâkim ve kanun
önünde eşit küm ak için gelmiştir. Hem de öyle bir
zam anda ki, insanlık tabakalara ayrılmış ve her ta­
baka kendine has kanunlar koymuştu. Dahası da
var. K ölelik ve feodalite (derebeylik) devrinde efen­
dinin iradesini kanun kabul ettiği zamanda elbettekî
adalet önünde m utlak eşitlik prensibiyle hareket
eden bir sistem i getiren İslâm iyet o günkü insanlar
için çok garip b ir şey olm uştu... Gehn bakm ki bu­
gün k i İslâm m bin ü Ç5tüz sene kadar evvel tatbik
ettiği prensibi uygulayabilsinler.
V e daka bunun gibi nice gerçekler gösteriyor ki,
Resûlullah’m (s.a.v.) risaleti bütün beşeriyet için b ir
rahm et olm uştur. V e kendisi bütün âlemlere rahm et
olarak gönderilm iştir. İnanan ve inanmayan herke­
se. İster istem ez bilerek veya bilm iyerek, şuuruna
ererek veya erm eyerek bütün insanlık bu nizam m

31
tesiri altında kalmış ve halen de bu rahm et ağacının
gölgesinde gölgelenmek isteyenlere gölgesini açm ış­
tır, Bu gölgelikte, dileyen tath m eltemlerle dinlenir
ve huzur bulur. Şu yakıcı toprağm susuzluğu ve ku­
raklığı içerisinde huzur meltemleri ile serinler. Hele,
günümüzdeki kavurucu sıcaklık içerisinde...
Gerçekten bugün insanlık bu rahmet meltemini
duymaya çok daha muhtaçtır. Çünkü hayretler içe­
risinde bunahp duruyor. Materyalizmin bataklığı
içerisinde bocahyor, çırpmıyor. Savaşlar cehennem e
çevirmiş hayatlarım. Ruhlar ve gönüller katüaşmış,
sevgiden eser yok...

^2
MÜ’MÎNLERİN
SIFATLARI

G erçek m ü'm in olmak insanın hayatta sahih ola­


bileceği en büyük mazhariyettir. Bu mazhariyete eri­
şebilm ek için belirU merhalelerden geçmek ve belir­
li bir yaşayış tarzım benimsemek gerekir. Şu hal­
de mümin, belirli nitelikleri olan kişidir. Bu nitelik­
ler m ü ’mtni bitkiden ve cansız maddeden farkı ol­
m ayan bir tür inorganik hayat yaşayan diğer kişi­
lerden tem yiz eder.

Bu özellikleri te’m in eden nitelikleri Seyyid Ku-


tub değişik ölçülerinde ele almaktadır. Bilhassa bu
eserlerin hepsini ihtivâ eden tefsirinde mü’minlerin
niteliklerini belirlemek için büyük gayret sarfeder:

İnsanlar dikkat ettiklerinde kendilerine bu y er­


yüzünde verilen şeylerin hepsinin geçici olduğunu
görürler. Baki olan değerleri ise Allah Teâlâ bizzat
vereceğini bildirm ektedir. Bu arada Allah Teâlâ m ü’-
m inlerin vasıflarım belirtiyor ve onlarm belirli husu­
siyetleri ve işaretleri bulunan bir toıduluk olduğunu
ifade e d iy o r :
«Sise verilen herhangi bir şey y<Umzca dünya ha­
yatının bîr geçim liğidir. Allah katında olan ise hem da-

F .: 3/33
ha iyi hem de daha hakidir. Bu, îman edenler ve Rab-
lerine tevekkül edenler içindir.^)
«Büyük günahlardan ve hayasızlıktan çekinenler,
öfkelendiklerinde bile bağışlayanlar içindir.^)
«Rdblerine icabet edenler, namaz kılanlar içindir.
Oniann i^eri, aralarında müşavere iledir. Kendilerine
verdiğimiz nziktan da infak ederler.y»
«Onlar ki kendilerine zulüm vaki olunca elbirlik
dtarlarjt
«Bir kötülüğünün karşılığı ona denk bir kötülük­
tür. Kim de bağılar ve banşı sağlarsa ecri Allah’a
aittir. Muhakkak ki Allah zulmedenleri sevmez.»
«Zülüm gördükten sonra hakkını alanlara, işte on­
lara karşı durulmaz
«Ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde
h a k ^ yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır. İşte
onlara elim azap verilir.» ■
«Bununla beraber kim de sabreder, ve bağışlarsa
işte bu şüphesiz azmedilmeye değer işlerdendir.» (Şû­
ra : 36-43)
"Daha önce, Kur’an’ı Kerim’in beşeriyetin duru­
munu tasvirinden evvel kendilerine kitap verilenle­
rin aynlığa düşüp bile bile ihtilâfa daldıkları ve bu
aynlığm aralarmdaki çekememezlikten dolayı husu­
le geldiği, Hak TeâJâ’mn Nûh Peygamberin devrin­
den Musa ve Isa (a.s.)’nm devrine kadar değişmez
kanunlar koyduğu belirtilmişti. Burada da gösterili­
yor- M bunlardan sonra kitaba varis kılınanlar da
ona tam bir güven içerisinde değillerdi. Büâkis kitap­
tan şüphe etmektedirler.
Kendilerine kitap indirilen din mensuplarmm ve
diğer peygamberlerin tâhüerinin hali bu olunca hiç­
bir peygambere tabi olmayan ve hiçbir kitaba ihan-
mayanlann durumu çok daha karanhk ve çok daha

34
kötüdür. Bunun içindir k i beşeriyetin ideal bir ku­
m andaya ihtiyacı vardı. İnsanlığı düştüğü karardık­
lardan kurtararak elinden tutup çekecek ve sarsıl­
maz bir ipe bağlasup kendisinin ve mevcudatm Rab-
bi olan A llah’a ulaştıracak yola sevkedecek bir reh­
bere ihtiyacı vardı. A llah kitabmı kulu Muhammed
(s.a.v)’e A rapça K ur’an olarak indirmişti. Onunla
şehirlerin anasm ı ve onun çevresinde bulunan yer­
leri uyarm asm ı bildirerek o kitabmda Hz. Nûh’a, İb­
rahim ’e, M ûsa’ya ve İsa’ya emrettiklerini ona. da
emir buyrum uştu. Böylece tarihin başmdan beri ge­
len hak dâvasm m halkalannı birbirine bağlamış,
gaye ve hedefini birleştirm iş, AUah’m istediği dâvasn
yine O ’nun razı olacağı tarzda tahakkuk ettirerek in­
sanlığa hâkim olup, insanhğm liderliğini ehne ala­
cak cem aati ortaya çıkam uştı. îşte, yukarıdaki âyet­
lerde kendisine has dam ga taşıyan bu özel toplulu­
ğun hususiyetleri belirtiliyor. Her ne kadar bu âyet­
ler M ekke devrinde ve henüz Medine’deki îslâm dev­
leti kurulm azdan önce nazü olmuşsa da, bu âyetler­
de îslâm cem aatinin bazı vasıflarını görüyoruz. îşte
bunlardan birisi «ue onların işi, aralarında meşveret
iledir.y> Bu ifade de gösteriyor ki şûraî-prşnşilaif mûs-
lüm anlarm hayatm da devletin siyasi bir nizamı ol­
m aktan çok daha bütün »İslâm ,cem aathüa aoa -^
:diir. Bir topluluk olarak îslâm cemaatinin ana vasfı­
dır. Bir topluluk olarak îslâm toplumu şûra esasma
göre kurulur. Sonra cem aatten devlet haline geçilir.
Çünkü devlet cem aatlerinin tabiî neticesidir. îslâm
cem aatinin burada gördüğüm üz bir başka sıfatı da
<ionlar ki kendilerine zulüm vaki olunca eîbirlik olurlar:»
Halbuki M ekke’deki m üslümanlara gelen em ir sab­
retm eleri ve düşm anlığı düşmanlıkla karşılam am a-
laridır. D aha sonra gelen hicret emri ile birlikte sa-

35
vaş izni de verilmiş ve onlara şöyle denilm işti; «ZnZ-
me uğradiklarmdan dolayı savaşanlara izin verildi.
Muhakkak ki Allah onları muzaffer kılmaya kadirdir.
Daha önceki savaş yasağı ve sabır emri, belirli şart-
İ8on mebni istisnai hükümdür. Burası İslâm cem aa­
tinin temel vasıflarmm anlatılma yeri olduğundan
burada müslümanlann değişmez vasıfları zikredil­
mektedir. Her ne kadar âyetler M ekke’de nazil ol­
muş, mütecavizlere karşı koym a izni henüz verilm e­
miş olsa da bu vasıflarm burada söz konusu edilm e­
si dikkat çekicidir.
Beşeriyete kumanda etmek ve insanlığı Câhüiye-
tin karanlığmdan îslâm’m aydmiığma çıkarm ak için
seçilmiş bulunan İslâm cemaatinin bu mümesryiz
vasıûannın zikredilmesi... Henüz pratik bir kum an­
da sistemi fülen müslümanlann eline geçmiş olm a-.
dığı halde Mekke döneminin o sıkıntı dolu günlerin-
I de tslâm cemaatinin bu karakterinden söz edilm esi...
Dikkate şayan bir husustur. Müslümanlarda önce
bu vasıflar yer etmeli ve gerçekleşmelidir ki sonra
pratik bir kumanda sistemine uygun im kânlar husu­
le gelsin. Bunun için bu temel vasıflar üzerinde fa z­
laca durmamız gerekir. Nedir bu vasıflar? M ahiyeti
nedir, ve beşer hayatinda ne gibi bir ehemmiyet ifa ­
de eder?
Bu vasıflar îman, tevekkül, kötülüklerden ve fe-
I nalıklardan sakınmak, kızgınlık anında bağışlam ak,
I Allah’a bağlanmak, namaz kılmak, ve her m ânada
i müşavereye riayet etmek, AUah’m n zık olarak ver-
§ diği şeyleri infak etmek, azgınlığı yenip affı, islâhı
5 ve sabn şiar edinm ek...
PeM bu niteliklerin mahiyeti ve değeri nedir?
Biz Km:*’an'm bu âyetini tefsir ederken bu sıfatları

38
üzerinde bazı açıklam alarda bulunmamız yerinde
olur.
Bir kere insan, gerçek değerler konusunda üâhi
bir ölçüyle karşı karşıya bulunuyor. Sahte değerler
ve ebedî değerler. Böylece ruhlarda mesele karmaka­
rışık bir şekil atm ıyor. H er türlü ölçü ve takdir kabi­
liyetleri yok olm uyor.
Bu ölçü, İslâm cernaatitıin vasıflarm ı açıklamak
için bir giriş m ahiyetinde oluyor.
nSize verilen herhangi bir şey yalnızca dünya ha­
yatının bir geçimliğidir. Allah katmda olan ise hem
daha iyi, hem de daha bakidir.» Bu yeryüzünün ge­
çim lik şeyleri insana çok çekici ve parlak gelir. Dün­
ya malı, çoluk çocuk, arzu ve istekler, makam ve
m ertebe hep bu taraftadır. Öbür tarafta ise Allah’m
kullanna lütfederek sunduğu nim etler vardır. Allah
onları dünya hayatm da isyan ve itaat esasma göre
paylaştırm ıyor. A ncak az da olsa Allah’a itaat ede-
ninkini bereketlendiriyor. Çok da olsa isyan edenin
bereketini kaldırıyor. Ne var ki bunlar sabit değer­
ler değildir. B ir geçim liktir. Süresi belli bir geçimlilfa
Yükselm ez veya düşmez. Bizatihi ^Allah katmda yü->
çelik- veya aşağılık delili sayılma?.^AIlah’m n za a n ıs
vey a gazabının alâm eti olarak kabul edilmez. VSadece
'.^geçimliktir b u n la r: *<Allah katında olan ise hem daha
iyi, hem de daha bakidir.» Bizatihi hayırdır. M üddeti
itibariyle süreklidir. Allah katmda olanla kıyas edil­
diği zam an dünya hayatı çok değersizdir. AUah ka­
tm da sonsuz feyziyle ölçüldüğü vakit dünyadaki ha­
yat pek sm ırlıdır. D ünya hayatmdaki geçim likler bir
süre içindir. Bir fert için en uzun süre onun öm rü
boyudur. Beşeriyetin öm rü bakımmdan ise bu süre
çok kısadır. A llah’m ölçülerine göre insanhğm haya-

37
ta ve yaşama müddeti bir göz açıp kapayacak kadar
zomaa fasılasuu bile tutmaz.
Âyet-i kerime önce bu gerçeği belirtiyor. Sonra
da Allah’ın kendileri için çok daha hayırlı ve çok da­
ha sürekli nimetler sağdığı m ü'm inlerin sıfatını açık-
hyor. Ve önce îman sıfatı ile işe b a şlıyor: «S m, \man
edenler »e Rablerine tevekkül edenler içindir.^ im aıım
ne büyük değer ifade ettiği bellidir. Beşer hayatında
mevcudatla ilgili en geniş bilgi ilk gerçek olan îm an
gerçeğinin yolundan geçer. AUah’a îm an yoluyla
varlıkları kavrama ve mahiyetini anlama başlar. Bü­
tün mevcudatm AUah’m eseri olduğu farkedilir. Bu
hakikat kavrandıktan sonra insan kâinat içersinde
bir uyum temin edebiLtr. Çünkü o zaman kâinata hük­
meden kanunları büdiği gibi kâinatm tabiatm ı da bi­
lir. Ve bu yüzden kendi hareketini büyük kâinatm ve
varhklann hareketine uydurur. Külli kam m lardan
ayrılmaz ve bu ahenkle saadete erer. Çevresindeki
bütün varlıklarla birUkte itaat ve teslim iyet içerisin­
de varhklan yai’atan Allah’a doğru yönelir Binaena­
leyh bu sıfatlar her insan için gereklidir. Am a beşe­
riyeti varhklann yaratamna götürecek olan İslâm
cemaati için çok daha önemlidîr.
îman aynca ruhlara huzur verir. İnsana güven
temin eder. Tereddüt ve hayreti kaldırır. Korku ve
ümidi yok eder. Bu bakımdan da önem arzeder. Had-
dîzatmda bu vasıflar dünya denilen şu yer üzerinde
dolaşan her insan için gereklidir. Fakat bütün in-
sanhğı dosdoğru bir yoldan selâmet sahiline götüre­
cek olan kumandan kadrosu için çok daha önem li­
dir...
Arzu ve heveslerden kurtulmak, şahsî m enfaat­
lerden sıyrılmak ve vurgunculuktan kaçınm ak için
îmanın önemi pek büyüktür. Zira o zaman insan kal-

38
bi kendinden çok daha üstün hedeflere bağlanır; Ve
o zam an kendisinin elinde bir şey olmadığmı, sadece
A llah’m dâvasm ı AUah’m emrinde bir ücretü olarak
yaym akla m ükellef olduğunu hisseder. Bu duygu, be­
şeriyete kum anda etmekle görevlendirilen insanlar
için çok gereklidir. Böylece dâvası yolım da a cıla ra .
katlandığı zam an veya sapık kitleler kendi kervanm-
dan kaçıp kaybolduğu vakit ümidini kesmez. Kitleler
kendisini kabul edip önünde bo5mn eğdiği vakit de
gururlanm az. Çünkü o sadece Allah adma çalışan bir
m em urdur.
İlk Islâm kitlesi öyle mükemmel bir îmana sahip
idi ki, o îm anın eserleri ruhlarmda, ahşkanlıklarmda
ve huylannda akıl almaz biçim de ortaya çıkmıştı. O
güne kadar beşeriyetin ruhundaki îman duygusu yıp­
ranmış ve solm uş bir yaprak gibi idi. Bunun insanla-
rm ahlâk ve hareketlerinde tesiri görülüyordu. Ama
m üslüm anlık gelince öyle bir îman örneği ortaya çı­
kardı ki om uzuna insanlığm kılavuzluğu ve kuman­
danlığı görevi verilen kimselere çok büyük mükelle­
fiyetler yükledi. Bu hususta «Müslümanlann gerile­
m esiyle dünya neler kaybetti» adli eserinde üstad
Ebûl-H asen A li el-Nedevî der k i:
«En büyük düğüm, küfür ve şirk düğümü çözü­
lünce bütün düğüm ler de çözüldü. ResuluUah bu ük
cihadını m üteâkıben her em ir ve nehiy geldiğinde
yeni bir çabaya m uhtaç ohnadı. Ve İslâm daha ük
çatışm ada cahüiyeti yendi. Bunun ardmdan gelen her
çatışm ada d a za fer mûslümanhğm idi. Çünkü onlar
kalpleri, n ıh la n ve bütün uzuvlanyle birlikte tslâma
girm işlerdi. H idayet kendüerine belh olduktan sonra
ResuluUah’a zorluk çıkarmamış ve Allah elçisinin
verdiği hüküm de içlerinde en ufak bir sıkm tı görm e­
m işlerdi. Hz. Peygam ber (s.a.v) em rettikten sonra

39
bir daha onlar için başka bir tercih im kânı kalm a­
mıştı.»
«Nihayet öyle bir noktaya geldiler ki ruhlannda-
ki şeytani duygular tamamen silindi. Hattâ kendi
benliklerinde kendilerini yitirdiler. Kendi ruhlarm da
kendilerinin dışındakilerini de yok ettiler. Ve böyle-
ce dûnyda iken â.hiret adamı oldular. Bu günden ya-
nnm şahsiyetiydiler. Hiç bir nimet şımartmazdı on­
ları. Bir musibet çığırtkanlığa sürüklemezdi. Fakirli­
ği meşgale saymazdı. Güçlülük başkalarım küçüm se­
melerine sebep olmazdı. Yeryüzünde üstünlük tasla­
yıp bozgunculuk peşinde koşmazlardı. Kısacası on­
lar insanlar için şaşmaz, ölçü olmuşlardı. Adaleti ye­
rine getiriyor, hem kendüeıine hem de yakm lanna
şahadet vazifesini görüyorlardı. Yer3rüzünün bütün
omuzlan onlann ayağmm altma serilmişti. Onlar in -
sanhğm koruyucusu, kâinatm m uhafızı olm uşlardı.
Allah’m dininin davetçileriydiler
Üstad Nedevî sağlam imanın ahlâk ve tem ayül­
lerdeki tesiri üzerinde de şöyle der -.
ister Arap olsun, ister Acem, bütün insanlar b ir
Cahiliyet hayatı yaşıyorlardı. Kendilerinin em rine ve­
rilmek üzere yaratılmış olan varlıklara secde ediyor­
lardı, Peşine düşenlere mükâfat verem eyecek, karşr
çıkanları cezalandıramayacak, emir veya nehiy ka­
biliyeti olmayan nesnelerin önünde eğiliyorlardı. O n-
larm hayatmda dinlerin çok az bir tesiri vardı. Ben­
liklerinde, ruhlarmda ve kalplerinde hakimiyet ku­
ramadığı gibi, ahlâki ve içtimai hayatlarında da te­
siri yoktu. Onlar Allah’a inanırken yapacağı işi b i­
tirmiş ve işinin başından çekilerek yerini başkaları­
na teslim etmiş bir ustaya inanır gibi inam yorlardı.
işlerini kendi ellerine almışlardı. Ülkelerini kendile­
ri yönetiyor, işleri kendileri tanzim ediyor, erzakı

40
kendileri dağıtıyorlardı. Muntazam devlet m enfaat­
lerini hep kendi isteklerine göre tanzim ediyorlardı.
Böylece A llah’a inanırken gökleri ve yeri O’nım ya­
rattığım kabul ederken bir san’at tarihi öğrencisinin,
bu eski köşkü kim yaptırdı diye soran birisine eski
kıraUardan birisinin adm ı vererek ondan korku ve
endişe duym adığı gibi; onlar da göklerin ve yerin ya-
ratanm m A llah olduğunu söylüyor ve ondan öte b ir
şey düşünm üyorlardı. İnançları huşu ve enginlikten
m ahrumdu. A llah’ı tanımıyorlardı. O’na sevgi ile
bağlanm ıyorlardı. Çok kısa, karmakanşık ve müp­
hem bir bilgileri vardı Allah hakkmda. Bu yüzden de
ruhlarm a b ir korku, içlerine bir muhabbet duygusu
salm ıyordu.
İşte A raplar ve onlarla birlikte müslüman olan-
larbu karm akarışık ölü ve donuk bilgiden ruha, ben­
liğe, kalbe ve organlara tesir eden ahlâki ve içtimai
hayatla ilgili her konuda müessir olan derin bir ruhi
bilgiye ve açık bir inanca döndüler. En yüce sıfatlann
ve en güzel isim lerin sahibi olan Allah’a inandılar.
Rahman ve Rahimdi. Kıyamet gününün sahibiydi,
m ülk sahibiydi, Kuddus idi. Selâm idi. Halik idi. Ba­
ri idi, M usavvir idi, Hakini idi. Gafur idi, Vedûd idi,
Reûf idi. Rahim idi. Her şeyin yaratılması O’nun elin­
de idi, her şeyin sahibi O ’ydu... Ve daha Kur’an’da
belirtilen bütün sıfatlann sahibiydi. Cennetle mükâ-
fatlandınp cehennem le azaplandınrdı. Dilediğinin
rızkını genişletir, dilediğininkini bir ölçüye göre ve­
rirdi. G özlerin gizlediğini, kalplerin sakladığmı bilir­
di. Bu geniş, açık ve derin inançla ruhlarm da akü
alm az bir ruhi inkılâb m eydana geldi. Onlardan biri­
si A llah’a inandığım ve ondan başka üâh olm adığını
daha kabul eder etmez hayatı büsbütün eskisinin
tersine dönerdi. îm an iliklerine kadar işler, dam arla-

41
rma kadar sızar, duygularına kadar inerdi. Ve artık
onun içiu bir ruh ve bir kan olurdu. Cahiliyetin her
türlü kfl.iint.iia.rini ve m ikroplarını söker atardı. A klı­
nı ve kalbini îm a n ın feyzi ile doldurur, artık o adam
bh başka adam olurdu. İman, yakîn, sabır ve şeca­
at örneği bir kişi çıkardı karşımıza. Hareket ve ah­
lâkiyle akıllan hayrete düşüren, ahlâk tarihini ve
felsefesini dehşette bırakan bir kişi olurdu. Halen de
bu husus bir hayret ve dehşet konusudur. İlim âlem i
onu derin ve mükemmel bir imandan başka hiç bü*
sebebe bağlayamaz.» (1)
«Bu inanç o kişi için bir ahlâk ve ruhî terbiye
mektebi olurdu. Sahibine irade sahibi olmak, nefse
hakimiyet ve nefsi kontrol etme gibi 3tüce ahlâki fa ­
ziletler dikte ederdi. Ve artık o kişi ahlâk tarihinde
ve psikolojide bilinen en tipik örneklerden birisi ha­
line gelir, beşeri düşüklüklerden ve ahlâki bozukluk­
lardan kurtulurdu. Herhangi bîr zaman hayvani ar­
zulan baş kaldıracak olsa ve insan hiç bir kontrolün
kendisini takip etmediği sırada bir takım düşüldülî-
lere maruz kalacak olsa, kanun elinin uzanam adığı
yerlerde suça tevessül edecek olsa, o zaman bu îm an
onun nefsinin arzularım dizginleyen şiddetli bir diz­
gin, vicdanı sızlatan ağır bir kam çı olur. Hayali do­
natan parlak bir ideal olur ve îman sahibi, kanunun
karşısma geçip kusurunu itiraf etmedikçe, kendisini
şiddetli işkencelere maruz bırakmadıkça, bir türlü
rahat ve huzur bulamaz. Allah’m korkusundan ve
âhiret endişesinden karşılaştığı azaplara huzur ve gü­
ven içerisinde tahammül eder.» (2)
«l^te bu îman, insanlığm şeref ve haysiyetinin.

(1) Adı geçen eser. S a y fa : 75.


(2) Adı geçen eser. Sayfa; 76.

42
iffet ve keram etinin en sağlam koruyucusu olmuştur.
Ona sahip olan kişi nefsinin her türlü arzu ve istek­
leri karşısm da en büyük kontrole sahip olmuş, ken­
disini kim senin görm ediği ve kimseden korkmasmm
söz konusu olm adığı, tek başma kaldığı hallerde bi­
le en önem li bir dizgin olarak yerini almıştır. Nitekim
Islâm fetih leri tarihinde ganim etler karşısmda iffet­
li davranm ak, em anetleri ehline tevdi etmek, Allah’a
sam üniyetle bağlanm ak hususunda öyle büyük ör­
nekler m eydana gelm iştir ki beşer tarihi onun ben­
zerine şahit olm am ıştır. Bütün bunlar işte köklü bir
im anm ve her zaman, her yerde AUah’m görüp bil­
diğini, O ’nun gözetim i altmda bulunduğunu hisset­
m enin neticesidir.» (1)
«H albuki onlar bu imana erişmeden önce bir
anarşi içerisinde idiler. Hareketleri, yaşayışları, ahş-
verişleri, siyasi ve içtim ai durumları tam bir anarşi
havası arzediyordu. Hiç bir emir dinlemiyor, hiç bir
nizam kabul etm iyor, bir hizaya girmiyorlardı. Ken­
di arzularm m doğrultusunda yürüyor, körü körüne
heveslerine kapüıyorlardı.»
«Am a şim di îm ana gelir gelm ez AUah’m emir ve
buyruklarını kabul ederek hükmünü benimsemişler,
O’na kulluğun dışm a çıkmamışlar, kendilerini mut­
lak İlâhi dine teslim etmişler, hükmü üâhi karşısmda
sonsuz bir teslim iyetle bağlanmışlar, her türlü ağır­
lıklarını atm ışlar, bütün bencilliklerden ve arzuların­
dan vazgeçm işlerdi. A llah’m dilediği, hoş karşıladı­
ğı hayatm dışm da h iç bir şeyleri bulunmayan birer
köle haline gelm işlerdi. Savaşları ve ban şlan ancak
A llah’m izni üe idi. Memnurüyetleri ve kızgınlıkları,
alışverişleri, m ünasebet kurm aları ve m ünasebetle­

ri) A dı geçen eser. S a y fa : 77.

43
rini kesmeleri doğrudan doğruya A llah’m iznine ve
emrine bağlıydı.» (1)
İşte bu âyeti kerime, beşeriyete bu inançla ku­
manda etmek için seçilmiş olan İslâm cem aatinin va-
sıflanndan bahsederken bu im ana işaret etm ektedir.
Bu tmamn gerekleri arasmda Allah’a tevekkül de
yer almaktadır. Ne var ki, Kur’an-ı Kerim A llah’a
tevekkülü zikre değer a yn bir nokta olarak belirti­
yor.
«Ve Rablerine tevekkül edenler içindir» ...
İfadenin metnindeki cümle kuruluşunun takdim
ve tehiri, tevekkülün yalmz Bableri olan Allah’a ola­
cağını kasır yoluyle ifade etmektedir. Yalnız ve yal­
nız .^ a h ’a tevekkül edilir. Başkasma değil. İşte bu
da tevhidin ilk şeklîdir. Gerçekten m ü’min A llah’a
ve O’nun sıfâüarînâ^hsıhir. Ve yaJdnen bilir ki m ev­
cudatta bulunan her şey Allah’m iradesiyle vücut
bulur. O’nun izni olmadan hiç birşey m eydana gel­
mez. İşte bunun için âyeti kerime yalnız A llah’a te­
vekkül edilmesini belirtiyor, hiç bir fiil ve harekette
Allah’tan başimsma yönelinmemesini buyuruyor.
Elbette ki bu duygu her fert için şarttır. V e an­
cak o duyguyla başmı cUk tutarak Allah’tan başka-
smm önünde eğitmez. Kalbi mutmain olarak A llah’­
tan başkasmdan çekinmez ve birşey beklem ez. Sı-
kmtiya düştüğü z a m ^ içi rahattır. Bollük geldiği za­
man ruhu kararhdır. Nimetler ve sıkm tılar onu de­
ğiştirmez. Şurası da muhakkak ki bu duygu kafile­
nin rehberliğini üzerine alan kumandanlar için çok
daha zarüridir.
«Büyük günahlardan ve hayasızlıktan çekinen­
ler»...

(1) Adı geçen eser. S ayfa: 81.

44
Kalbi tem izlem ek, hareketleri her türlü günah­
lardan ve hayasızlıklardan arıtmak sağlam bir inan-
cm tabii neticesidir. İdeal bir kumandanm en zaruri
ihtiyacıdır. G ünahları ve fenahklan .irtikâp eden bir
kişinin kalbinde îmarun safiyeti ve temizliği kahnaz-^"
Saf bir îm ana sahip olmayan, günahlarm kararttığı
ve aydınlığm ı silip götürdüğü bir kalp, asla insanlığa
kum anda etm eye elverişli olmaz. Biraz önce iktibas
ettiğim iz bölüm lerde de işaret edildiği gibi ük İslâm
kitlesinin kalbinde îm anm keskinliği ve hassasiyeti
o dereceye ulaşm ışdı ki daha önce ve daha sonra
eşine rastlanm ası mümkün olm ayan bir ehliyetle on­
lar beşeriyetin kum andanı ohnasn hak etmişlerdi.
G erçi Allah, beşer denilen şu yaratığm zaaf noktala­
rını bilir. V e bunun için onun kumanda mevkiine ge­
çebilecek haddini belirtir. Ve kişi günahlarm büyük­
lerinden ve hayasızlıktan sakmdıkça Allah katında­
ki m evkilere ulaşabüir. Yoksa küçük günahlardan
uzaklaşm ak bütünüyle kabili im kân değildir. Ama
Allah, onun kabiliyetini bildiği için rahmetiyle kuşa­
tarak küçük günahlannı bağışlar, bu da AUah’m şu
insanoğluna bir lütfü ve rahmetidir. Bu rahmet kar-
şısm da insanm A llah’tan haya etmesi gerekir. Mü­
sam aha insanı m ahcup edeceği gibi, oağışlama da
haysiyetli kalplerde haya duygusunu harekete geçi­
rir.
^^Öfkelendiklerinde hile hağışlayanlan...
Bu sıfat AUah’m insanlann hatâ ve günahlannı
m üsam aha edişine gizlice işaret edildikten sonra va­
rit olarak kullar arasm da da müsamaha ve bağışla-
m anm i3ri olduğunu gösteriyor. M üm inlerin vasfı
olarak da kızdıkları zam an bağışladıklarm ı belirtiyor.
Burada İslâm m m üsam ahakâr hareketi, beşer n ef­
sine karşı hoşgörülü tavn bir kere daha ortaya çı-

45.
kıyor. İslâm insana takatinden fazla birşey yüklem i­
yor. Allah biliyor ki, kızgmiık beşerî bir heyecandır
ve insanın doğuşunda vardır. Binaenaleyh bütünüyle
şer değildir. Allah için, din için, hak ve adalet için
kızmak hem istenen bir kızgmiıktır, hem de hayırh-
’ dır. Binaenalej'h İslâmiyet kızgm hğı bütünüyle ya­
saklayıp günah olarak kabul etmez. Bilâkis onun üı-
'san tabiatmda doğuştan m evcut olduğunu kabul
eder, insanın fıtratıyle dininin em irleri arasm da ka­
rarsızlık içerisinde kıvranıp durmasmı istemez. Bu
yüzden bağışlamayı emreder. İnsanm gazabım yen­
mesini belirtir. Ve bunu iman sıfatlarm dan bir sıfat
olarak tavsif eder. Bununla beraber bilindiği gibi Hz.
Peygamber Cs.a.vl hiç bir zaman kendi nefsi için kız­
mamış, sadece Allah için kızmıştır. Kızgınlık Allah
için olunca bu gazapta bir şey yoktur. Elbette ki bu
vasıf. Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’nin yüce ruhi
şahsiyetinin bir mertebesidir. Allah o vasfı bütün mü’
minlere şart koşmaz. Bu hareketi hoş karşılam akla
birlikte emir olarak teklif etmez. Sadece kızm ca ba­
ğışlamakla yetinmeyi, ehnden gelince affetm eyi ve
intikam sevdasma kapılmayarak şahsi hudutlar çer­
çevesinde olduğu müddetçe fertlerin kendisini alâka­
dar eden hususlarda kaldığı sürece öç alm a duygu-
stmdan uzaklaşmayı tavsiye eder.
nRâblerine icabet edenler»...
Rableriyle kendilerinin araşma giren engelleri,
Allah’a vasıl olmayı önleyen gizli ruhi m aniaları or­
tadan kaldıranlar. Kişi ile Rabbi araşma giren engel­
ler nefis, şehvet ve arzulandır. Bu engeller bizzat tn-
sanm mevcudiyetinden neşet etmektedir. însan bu
engellerden kurtulunca Rabbine giden yolun açıldı­
ğım görür. Ve o zaman hiç bir engele çarpm adan
Rabbinin emirlerine icabet eder. Bütün em irlerini

46
yerine getirir. Her m ükellefiyet karşısmda önleyici
bir arzu engeliyle karşılaşmaz. İlâhî em irlere bu
umumi icabetten sonra, âyeti kerime onun tafsilatına
g e çiy o r:
nNamaz kılanlar içinûXrt>...
Nam azın bu dinde çok yüce bir mevkii vardır.
Kelim e-i şehadetten sonra bu dinin ikinci temel ka­
idesidir. V e A llah’a icabet edişin birinci örneğidir.
Namaz kul üe Rabbi arâsmdaki bir bağlantıdır. Ve o-
tek bir safta rükûa ve secdeye varan kullar arasm-
daki eşitliğin en güzel örneğidir. Namazda bir baş,
bir baştan önce kalkm az. Bir adam bir adamm önü­
ne geçem ez. Belki de bunun için namazdan hemen
sonra m eşveret prensibine yer verilmiş ve ondan son­
ra zekât m eselesine geçilm iştir:

v-Onlann işleri, aralarında müşavere iledir.»


İfade-i celile m ü’m inlerin her işinin müşavere­
de olduğunu belirterek hayata müşavere rengini ve­
riyor. D aha önce de belirttiğim iz gibi bu âyet Mek­
ke devrinde ve henüz bir İslâm devleti kurulmazdan
önce gelm iştir. Şu halde müşavere hususu, müslü-
m anlarm hayatında devlet yönetimindeki müşavere­
den çok daha şümullüdür. Müşavere İslâm cemaati­
nin alâm eti farikasıdır. Henüz devlet kurulmamış da.
olsa, İslâm toplum u hususi mânada müşavere emri
ile m ükelleftir. V akıa îslâm da devlet, cemaatin fer­
dî ve içtim ai hayata İslâmî yerleştirerek devlet etme
gücünü kendi içinde ve bünyesinde taşır. Bunun için
zaten İslâm cem aatinde şûra prensibi çok erken gel­
miştir. V e şûra m efhum u sırf devlet ve hükümet me-
kahizm asm daki çerçevesinden çok daha geniş an-
lam hdır M eşveret dam gası müslümanca yaşam anın
ana dam gasıdır. însanhğa kumanda etmek için se-

47
^İmiş olan seçkin topluluğun ana alâm etidir k i ku­
manda vasıflannm en gereklilerinden birisidir.

Şûra prensibinin oluş şekUne gelince, bu dem ir­


den kalıplar içerisine dökülmüş birşey değildir. Ta­
mamen 7.a.TTiRnm ve şarüann ihtiyaç tarzm a bırakıl­
mıştır. Buna göre İslâm cem iyetinin hayatm da m ü­
şavere prensibi nasü tahakkuk edecekse öyle yapılır.
'Z^en İslâm’ın koyduğu prensiplerin hepsi katı şe-
. killerden ve harfi harfine uygulanması gereken hü­
kümlerden ibaret değildir. Her şeyden evvel bu bir
ruh meselesidir. İmanın gönüllerde gerçek m ânada
yer edip etmemesinden ve İslâm gerçeğinin am el ve
hareketlerde şekil ahp almamasından doğar. Islâm i
prensiplerm derûnundaki gizli îman gerçeklerini hiç
önemsemeden sırf dış şekillere bakıp bunlarm üze­
rinde durmak hiç birşey sağlamaz. Gerçi bu söz İs­
lâm akidesinin mahiyetini iri bümeyenler için baş­
langıçta ele avuca sığmaz gayri mazbut bir ifade im iş
gibi görünürse de. İslâm akidesi müspet inançları
noktai nazarmdan ve diğer sistemlerine hiç göz at­
madan temel inançlan ele ahndığı zaman beşerin
kendi bünyesinde kuvvetli etkiler yapan ruhi ve akli
gerçekleri ihtiva ettiği görülür. Bu temel esaslar be­
şer hayatmdaki beUi sistemleri ve m uayyen şekilleri
oluşturmak üzere gerekli zemini hazırlar. Bu tem el
imanın hazırladığı zemin üzerine bilâhare gelen
âyetler, istenen şekilleri ve sistemleri kurar. Bu ge­
len hükümler şekü ve sistemleri yeniden m eydana
çıkarmak için değil, var olanı tanzim içindir. İslâm î
sistemlerin değişik şekillerinden herhangi birisinin
kurulabilmesi için önce mûslûmanlarm var olm ası
ve müessir bir iman ortammm bulımması şarttır.
Yoksa şekilleri tanzim için gelen hükümler hiç bir

48
şey sağlam az. V e İslâm nizammm ana vasıflarm ı ta­
şıyan sağlam bir nizam kurmak mümkün olmaz.
Ne zam an gerçek m ânada müslümanlar var olvy;-
sa ve ne zam an o m ûslüm anlann kalbinde im an ger^
çek m ânada yer ederse o zaman İslâm nizamı kendir
liğinden ortaya çıkar. Ve o müslümanlarm hayat
şartlarına en uygun olan sistemi ve şekli kurar... Bü­
tün İslâmî prensipleri en iyi şekilde gerçekleştirir...
^Kendilerine verdiğimiz nziktan da infak ederler.n
Bu hüküm de henüz hicretin ikinci yıhnda inen
zekât farizasm dan önce varit olmuştur. Ancak umu­
m i m ânada üıfak, İslâm cemaatimn hayatmda ta ba-
şmdan beri m evcut olan bir prensiptir. Hattâ İslâm’m
doğuşuyle doğm uştur. Bir dâvanm elbette ki maddi fe­
dakârlığı olacaktır. Kalplerin cimrilikten temizlenme­
si, m ülk sevgisinden uzaklaşması ve Allah’a güvenme­
si için bu şarttır. G erçek mânada îmana ermek için de
zaruridir. D iğer yandan toplum hayatmm idamesi için
infak zarureti vardır. Çünkü dâva bir savaş demek­
tir. V e savaşan insanlar arasmda dayanışma zorunlu­
luğu vardır. Çoğu kere bu dayanışma öyle bir şekil
ahr ki h iç kim senin farklı bir mülkiyeti söz konusu ol­
maz. N itekim M ekke’den Medine’ye hicret edüdiği za­
m an böyle olm uştur. M ekke’den gelen müslümanlar
M edine’n kardeşlerinin evlerine tumişlerdi. Ama şart­
lar değişip durum farkhlaşm ca geniş anlamdaki infak
prensibi zekât esasm a bağlanmıştır. Her nasıl olursa
olsun infak, beşeriyete kumanda etmek için seçilen
inananlar topluluğunun en bariz çizgilerinden birisi­
dir.
Onlar ki kendilerine zulüm vaki olunca elbirlik olur-
larp...
Bu sıfatm M ekke devrinde nazil olan âyetlerde va­
rit olm asm m da çok hususi bir mânası vardır. Bir kere

F. : 4/49
bu ifade îslâm cemaatinin temel niteliğini belirtm ekte­
dir. O da zulüm karşısmda el birlik olm ak ve zulm e
baş eğmemek. Elbette ki insanlığa iyiliği em redip kö­
tülükten alıkoymak, beşer hayatma hâkim olarak Al-
lahm yardımıyle hak ve adaleti gerçekleştirm ek için
yeryüzüne gönderilmiş olan ümmetlerin en hayırlısı
olma bakmamdan zulme baş eğm em ek tabii bir vasıf­
tır. «Bütünüyle izzet Allah, Resulü ve mü’minler için-
diT.r) Bu cemaatin tabiatı ve vazifesi zulme karşı el-
birhk olarak düşmanhğı bertaraf etmeyi gerektirir.
Her ne kadar bir süre Mekke’deki m ahalli şartların
gereği olarak ve ilk müslûmanlarm hayat basam akla-
rmda geliştirilmelerinin icabı olarak ellerini her şey­
den çekip namaz kılmak ve zekât vermekle em rolun-
muşlar ise de, bu gelip geçici bir durumdur. Köklü bir
toplumun özelhklerini ilgilendirmez. Öte yandan M ek­
ke devrinde sulh ve sabır taktiğinin seçilişinin başka
hususi sebepleri vardı. Bir kere ilk müslûm anlarm
maruz kaldığı işkence ve engeller topluma hâkim olan
bir kitleden gelmiyordu. Çünkü yarım adada geçerli
olan içtimai ve siyasi düzen, karmakarışık bir kabile
düzeni idi. Müslüman fertlere işkence edenler özellikle
kendi yakınlan idi. Binaenaleyh müslûman ise, kendi
yakınlanndan başka kimse ona sataşma cesaretini
gösteremezdi. Çok ender olmak üzere bir müslüm an
ferde veya müslümanlara topluca tecavüz vuku bul­
muştur. Nitekim soylu kişiler işkence yaptıkları köle­
lerini müslûmanlarm satm ahp azat etmesine engel
olmuyor ve azat olan kölelere çoğunlukla kimse iş­
kenceye cesaret etmiyordu. Hz. Peygamber de m ûslü-
-man fertlerin bulunduğu her hanede bir savaş orta-
TiiTnm meydana gelmesini istemiyordu. Kalplerin sert­
liklerini gidermek için en uygun yol banş yoluydu.

50
Diğer taraftan Arap toplumu haysiyetine düşkün
bir toplum dur. İşkenceye duçar olan haklıları destek
lerdi. M üslüm anlann işkencelere tahammül edip iman­
ları doğrultusunda sabır göstermeleri, toplumun bu
duygusunu müslümanlar.uı üzerine çekmek bakımm-
dan önem li idi. Nitekim Haşimoğullan soyuna karşı
girişilen boykot hadisesi bunun en güzel örneğiydi. Bu
mesele bir haysiyet m eselesi sayılarak anlaşmanın yer
aldığı sayfa yine Kureyş’hler tarafmdan parçalanmış
ve bu zulüm m uahedesi yok edilmişti. Bu noktada göz-
önünde bulundurulm ası gereken bir başka hususta;
Arap toplum u düzensiz, heyecanh ve sinirli bir top­
lumdu. Çabucak savaşa ve kılıca sanhrdı. Müslüman
şahsiyetlerin dengesini korumak için bu hep ayakta
duran kızgın sinirleri yenip bir hedefe yöneltmek ge­
rekirdi. M ü’m inlere sabretmeyi ve sinirlere hâkim ol­
m ayı öğretm ek icap ederdi. Bunun yanı sıra inançla­
rın. her türlü zevk ve ganimetlerden üstün olduğunu
öğretm ek gerekirdi. İşte bütün bundan dolayı eziyetle­
re karşı sabra davet Allah nizamınm eğitici prensip­
lerine uygun olarak müslüman şahıslarda denge sağ­
lam ayı ve sabrederek Hak bildiği yolda yürümeyi öğ­
retme hedefine m ebni idi. Bu ve benzeri hususlar
M ekke dönem inde sulh ve sabır siyaseti güdülmesin!
icabettirm işti. A ncak İslâm cemaatinin devamh ve
esaslı v a s fı: «^Kendilerine zulüm vaki olunca elbirlik
olurları» Â yet-i kerim e hayatm umumi bir kaidesi ol­
m ası bakum ndan şu tem el kaideyi de yerleştiriyor:
«Bir kötülüğün karşdığı ona denk bir kötülüktün»...
Cezada esas budur. Kötülüğün şımararak azıt­
maması için onun karşüığı bir kötülüktür. Yeryüzünü
bozguna verm esini önleyici bir gücün korkusunu his­
setmezse kötülük güven içerisinde yol alır.

51
Bununla beraber mükâfatını A llah’tan beklemek
üzere bağışlamak ve ruhlardaki kinleri yenmek, top­
lumun beacilliklerini gidermek daha iyidir. Am a bu.
kaidenin dışmdadır. Bağışlama ancak kötülüğe karşı
ko3rma gücü bulunduğu zaman söz konusu olur ve o
7ATTnm bağışlamanın bir mânası olur. Haddi aşanı ön­
ler ve bağışlayan kişinin tesirini gösterir. Haddi aşan
kendisine müsamaha edildiğini ve bu yüzden bağış­
landığım, yoksa güçsüzlükten dolayı affedilm iş olm a­
dığım anlarsa utanır ve mahcup olur. V e kendisini
bağışlayan düşmamnm üstünlüğünü kabul eder. Ba­
ğışlayan kuvvetli ise ruhumm arm dığm ı ve yüceliği­
ni görür. Böylece bağışlama hem bağışlayan, hem de
bağışlanan için ha3nrhdır. Ama güçsüzlük ve aciz ha­
linde durum böyle değüdir. Zaten â d z iken bağışlam a
söz konusu olamaz. O zaman bağışlamamn bir önem i
de yoktur. Bilâkis m ütecaviderin iştahasmı kabartır
ve tecavüze uğrayanları düşürerek yeryüzünde fesa-
dm ya5nlmasma sebep olur.

52
GERÇEK
MÜ’MİNLER

Günümüzde kişiler gerek kendi zihinlerinde, ge­


rekse günlük hayatlarında korkunç bir kavram
anarşisine tutulmuş bulunuyorlar. Kendilerine müs-
lüm an adı verenler de diğerleri de mefhûmlarm
kapsamını ihtimal dâhilinde bile olmayacak nokta­
lara çekip söhdürmektedirler.
Gerçek mü'min olmak, aydan gelme bir varhk
olm ayı gerektirmediği gibi, basit bir takım değerlen­
dirm e hatâları sonucu kendine üstün değerler atfet­
m eyi de gerektirmez. Bilhassa uçar koşar cinsten fev­
kalâde gösterilerle, insanları kendine bağlamak ger­
çek mümin olmak için yeterli şart değildir. Gerçek
m ü ’m inin vasıflan yalnızca Kur’an ve sünnette be­
lirlenen vasıflardır. Bunu Seyyid Kutub şöyle izah
e d iy o r ;

«Mii’m inler ancak onlardır ki Allah’a ve Resulüne


iman edip sonra şüpheye düşmemiş ve Allah yolunda
m allanyle canlanyle cihad etmişlerdir.y> (Hucurât, 15)

Bu ifade gelişi güzel gelmiş değildir. Pratik bir


gerçeği m anevi bir tecrübeyi ele almakta, ruhlarda
yer eden bir durum u tedavi etmeye çalışmaktadm.
Sonra şüpheye düşmemiş». Bu çekingenlik ifadesinin

53
bir benzeri de Allah Teâlâ’nm uOnlar ki Rabbimiz Al­
lah’tır derler sonra dosdoğru yürürler» CFussilet, 411
kavli şerifinde göze çaıpmaktadır. Rabbim iz A llah'tır
sözü doğrultusımda yürümek ve şüphe etmemek tabi­
ri bize gösteriyor ki bazı kere katı tecrübelerin tesir:
altında kalarak, şiddetli imühanlarm tesirine kapıla­
rak mü’min ruhlarda birtakım şüpheler ve sarsm tılar
beltriverir. Mü’min ruh hayatta kaldığı m üddetçe ken­
disini sarsan şiddetlere, titreten engellere çarpar. İşte
bütün bu engeller karşısmda sarsılmayan, yakılmayan,
güvenini ydtinneyen, şüpheye düşmeyen kişi A llah ka­
tanda böyle bir dereceyi hak kazanan samimi bir m ü’-
min olarak kalır. Bu ifade mü’min ruhlara yoldaki teh­
likeleri göstermekte, seyahat esnasmdaki zorluklara
dikkat çekmekte ve herşeye rağm en yoUarmda yürü­
melerini, ölçülü ve dürüst olarak hareket etm elerini
belirtmekte, yoUarmı yitirdikleri, karanlıklara daldık­
ları zaman rüzgârlann ve kasırgaların kesintilerine
tutuldukları vakit şüpheye dalmamalanm bildirm ek­
tedir.
Son âyet-i kerime bedevüere dönerek A llah’m
kalplerinde olanlan en iyi büdiğini, kendilerinin bil­
gisine muhtaç olmadan kalplerinden geçeni haber ve­
receğini bildiriyor:
De k i : «Dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Halbu­
ki Allah göklerde olanlan da bilir, yerde olanlan da bi­
lir. Ve Allah herşeyi bilendir.» (Hucurât, 16)
Bügiçlik taslayan insan, bırakm dış dünyayı, ken­
di nefsini bile bilmemektedir. Duygularmm asıl sebe­
bini, neleri kavrayıp neleri kavrayam ayacağını anla­
yamaz. Aklının nasü çalıştığmı bilemez, m urakabe et­
tiği zaman norm al faaliyetini durdurur k i o zam an da
gözlenebilecek bir hareket kalmaz. Binaenaleyh insan

54
kendisini ve nrgqni7.Tina.Rimn faaliyet tarzını bilmek­
ten âcizdir. însanm en çok bildiğini sandığı nokta da
orasıdır.
«Halbuki Allah göklerde olanları bilir, yerde olanla­
rı da.»
A yet-i kerim e bedevilerin kavrayamadıkları ve
ulaşam adıkları îm an gerçeğini beyan ettikten sonra
Hz. Peygam ber (s.a.v)’e yöneliyor ve onlarm müslû-
man olduklarından dolayı Peygamber (s.a.v) minnet
edişlerini anlatıyor. Ki bu minnet bile onlarm kalbinde
henüz îm an gerçeğinin yer etmemiş olduğunu ve o ruh-
lan n daha îm am n zevkine eremedikleıini ifade et­
m ektedir :
«Onlar îslâm a girdikleri için sana minnet ediyorlar.
De k i : «Müslümanlığınız için bana minnet etmeyin. Bi­
lâkis sizi imana erdirdiği için Allah size minnet eder.
Şayet sadıklardan iseniz.» (Hucurât, 17)
Hem îslâm ’a girdikleri için minnet ediyor, hem
de inandıklarını sam yorlardı. Verilen cevapta îslâm’a
girdikleri için Peygam ber (s.a.v) minnet etmemeleri,
bilâkis îm an iddiasm da samimi iseler asıl AUah’m
m innetinin kendilerinin üzerinde bulunduğunu belir­
tiyor.
Hem îslâm ’a girdikleri için minnet ediyor, hem de
inandiklarm ı sanıyorlardı. Verilen cevapta îslâm’a gir­
dikleri için Peygam ber (s.a.v) minnet etmemeleri, bi­
lâkis îm an iddiasm da samimi iseler asıl Allah’m min­
netinin kendilerinin üzerinde bulunduğunu belirtiyor.
Biz b ir nebze, birçok kişilerin ve bazı kere ina-
nanlarm dahi unutuverdüderi bu cevaptaki büyük
gerçek üzerinde durm ak istiyoruz.
Şüphesiz ki A llah’m yeryüzünde kullarm a verdi­
ğ i nim etlerin en büyüğü îman nimetidir. Daha başlan­
gıçta kullara lütfedilen varlık nimetinden ve' varlıkla

55
alâkadar olarak svmulan nzık, sıhhat, hayat ve geçim
nimetinden çok daha bû3rük nimettir îman nim eti. Bu
nimettir ki insan denilen varlığa apayn bir m ahiyet
vermekte ve ona kâinat nizammda önem li ve köklü
mükellefiyetler vermesini temin etmektedir.
îman beşer bünyesine yerleşir yerleşm ez, insan
kalbinde gerçek mânasıyle yer eder etmez, yaptığı ilk
şey insa.nrn varhk konusundaki düşüncesine bir en­
ginlik getirmesidir. Mevcudatla münasebetine bir ge­
nişlik vermesidir. Varhklar âlemindeki vazifesini ib ­
raz ettirmesidir. Çevresinde bulunan eşya, şahıslar ve
değerlerle ilgili sağlam düşünceler verip dünya deni­
len bu yalnız üzerindeki seyahati esnasında A llah’a
vasü olana kadar emniyet bahşetmesi, çevresinde bu-
lıman herşeyle ünsiyet sağlaması, kendisinin ve m ev-
cudatm yaratamyle dostluk kurmasmı temin etmesi,
bunun değerini ve şerefini kendisine hissettirm esidir.
İnsan olarak AUah’m hoşuna gidecek üstün vazifeler
ifa edebileceğini ve böylece mevcudatta bulunanlarla
birlikte bütün varlıklara iyilikler yapacağım hissettir­
mesidir.
Mû’minin sahip olduğu engin düşünce onu gü ç­
süz ve basit bünyesinin zaman ve mekân bakım m dan
mahdut sımrlarmdan çıkarak bütün m evcudatm y er
aldığı, gizli açık, bilinen bilinmeyen kuvvetlerin top­
landığı muhite ulaştırması, neticede hudutsuz ve k a­
yıtsız bir enginliğe kavuşturmasıdıi'.
Mü’minler kendi türlerine nispetle bir fert, bir in ­
sandır. Aym kaynaktan gelmişlerdir. Ortak oldukları
kaynak-insanlık özelliğini Allah’m ruhundan, bedeni
çamurdan yapılmış olan bu varhğa üOenen solukla ge­
len İlâhi nurdan almıştır. Bu çam ur yığınm a sızan ila­
hi nur göklere ve yere sığmayan, başı sonu olm ayan
zaman ve mekân hududu tanımayan uçsuz bucaksız

56
nurdur. İşte insana bu hususiyetini ve enginliği o dâ­
hi nur unsuru verm iştir. Bir insamn kendi nazarında
yücelebilm esi, aydınlık ve enginlik hissedebilmesi için
bu düşüncenin kalbinde yer etmesi yeter. O zaman
ayakları toprakta gezinirken kalbi nurdan meşaleler
içerisinde kendisine bu hayat tarzmı lütfeden ük nur
kaynağına doğru kanat açarak uçar.
M ü’m in m ensubu bulunduğu topluluğa nispetle
inanm ışlar üm m etinin bir ferdidir. Zamanm derinli­
ğinden Hz. Nûh’un. İbrahim ’in. Mûsa’nm, îsa’nm (a.s.)
ve son peygam ber Muhammed Mustafa (s.a.v.) ile
birlikte diğer peygam ber kardeşlerinin rehberlik ettiği
biricik üm m etin bir ferdidir. Bu düşüncenin insan kal­
binde yer etm esi o insanm kökü derinliklere inen, da­
lı çevre3d kaplayan, zirvesi semalara ulaşan upuzun
hayata sahip bulunan büyük, dik bir ağacm bir dah
olduğunu hissetm esi için kâfidir. Evet insamn bam­
başka tadı olan bir hayata ermesi, hayatı yeniden an-
la3np yaşam ası, hayatm şerefli ve yüce bir hayat ha­
line getirm esi bu köklü dala bağldıktan doğan bir yeni
hayat tarzm a girdiğini hissetmesi için yeter de artar
bile...
Sonra bu duygu gelişir büyür ve enginleşir. M ü ­
m inin kendi şahsm ı geçer, milletini aşar, mensubu bu­
lunduğu insan cinsini geçerek bütün mevcudata ya­
yılır. A llah’tan sudur eden ve onun ruhundan üflenen
bir solukla kendisini insan yapan varlığa sirayet eder.
Ve o zam an im anıyla anlarki bu varlıklar âlemi canlı
bir âlem dir. Canlı varlıklardan meydana gelmiştir.
Herşeyde o ü âbi ruhtan bir eşer vardır. Eşyanm ru­
huyla bu k oca dünyanın ruhu mü’minin ruhu gibi duâ.
ve teşbih üe yücelerin yücesinde bulunan Allah Teâ-
lâ’dan yönelir. Ham d ve taat ile ona koşar, izan ve
teslim iyetle ona bağlanır. Ve bir de bakar ki o zaman

5T
m û’min Mşi bu bitmez tükenmez bütünün bir parça­
sıdır. Kâinatm özünde vardır ve ondan ayrılamaz.
Kendisi Allah Teâlâ’dan sudur eden bu kâinatm bir
bölümüdür. Ruhuyla çıktığı ilk noktaya doğru yöne­
lir. Ve en sonunda ona ulaşır... Ve işte o zam an anlar
kendisinin mahdut benliğinden çok daha büyük bir
yapıya sahip olduğunu, korkunç varlrklann büyüklü­
ğünü, düşündüğünü çok daha büyük olduğunu anlar.
Ve bir de ne görsün çevresini saran ruhlarm şefkat
kucağmda ünsiyet içerisinde kendisini kollayan Al-
lah’m ruhunun dostluğu yanında... Ve işte o zaman
anlar k ftn d isin in bütün bu varlıklarla ilgi kurabilece­
ğini, enliğine ve genişliğine bu kâinata yayılabileceği­
ni, çok büyük şeyler yapabileceğini, çok büyük vakıa­
lar ortaya çıkarabileceğini ve birçok şeyin tesir altm -
da kahp birçok şeylere tesir edeceğini ve hepsinden
sonra da bütün mevcudattaki kuvvet ve güçlerle bir­
likte kendi gücünün çıktığı kaybolmaz, bitm ez, tü­
kenmez ve zayıflamaz büyük kuvvet kaynağm a uza­
nabileceğini...
Bu geniş ve engin tasavvur sayesinde m û’ınin; eş­
ya ve hadiselerle, şahıslar ve değer ölçüleriyle, hedef­
ler ve ihtimamlarla alâkah gerçekten son derece yeni
ölçüler edinir. Kendisinin varlıklar âlemrndeki yerini
ve bu hayattaki gerçek vazifesini anlar. AUah'm kâi-'
nattaki kudret nümunelerinden bir kudret olduğım u
ve Hak Teâlâ’nm, kendisi üzerindeki seyahatim sabit
adımlarla, önü açık olarak, vicdan huzuru ve rahatı
İçinde devam ettirir.
îşte mü’min; çevresindeki varhklann m ahiyetini,
yaptığı vazifenin hakikatini ve bu vazifeyi ifa için sa­
hibi bulunduğu gücün önemini büip takdir ederek çev­
resinde olup biten şeylerle münasebetinde em niyet ka­
zanır, sükûnet ve rahatlık elde eder .Çünkü o çevresin-

S8
de olup bitenlerin nereden geldiğini, niçin geldiğini ne­
reye gideceğini ve orada ne olacağını bilir. Bilir ki
orada birşeyler olacaktır ve yeryüzünde olup biten
herşey orada gerçekleşecek şeylerin hazırlığı mahiye­
tindedir. V e işte o zam an anlar nasıl olup da dünyamn
âhiretin tarlası olduğunu, büyük küçük her yaptığm-
da orada nasıl hesaba çekileceğini, hiç bir şeyin başı
boş yaratılm adığını, başı boş ortaya salmmadığmı ve
tek başına olam ayacağm ı...
Bütün bu gerçekleri bilince insanm doğuşu ve ge­
leceği üe alâkah hususları bilmemekten, yolun gizli
yönlerini görm em ekten, geliş gidişlerin ötesinde, bu
yolda seyahatin gerisinde gizlenmiş bulunan hikmete
güvenm em ekten doğan şüpheler, endişeler, kararsız­
lıklar, krizler silinir gider.
Tarafım ızdan tercüm e edilen bu rûbaide Ömer
Hayyam ’ın sahip bulunduğu duygulardan hiçbirine
yer kalm az.
«Hayat elbisesini kimseye danışmadan giydim.
Bir yığ ın düşünce arasm da şaşırdım, kaldım.
G ünü gelin ce atanm ben de üstümdekini
Büm eden nerden geldiğim i, nereye gideceğim i»?
M ü’m in em in olarak vicdan rahatlığı ve ruh hu­
zuru içerisinde sevinçle bilir, öm ü r elbisesini, hayat
kaftanını kâinata ve kendisine hükmeden Hakim ve
H abir olan A llah’m takdiri uyannca giydiğini. Kendi­
sine bu elbiseyi giydirenin kendisinden çok daha iyi
hüküm verdiğini, daha çok şefkatli olduğunu. Ve hu­
nim için de başkasm a danışmsüc ihtiyacım duymaz.
Çünkü o, herşeyi bilen ve gören güç sahibi kadar da­
nışacak kim se bulam az. V e bilir ki o kudret eli bu
kâinatta tesir edeceği ve tesir altmda kalabileceği be­
lirli b ir va zife için bu elbiseyi giydirm iştir kendisine.
Ve sahibi bulunduğu vazifenin kâinatm başm dan so-

59
nvma kadar bütün canlıların ve eşyanın taşımak zo­
runda olduğu mesuliyetin bir tam am layıcı unsurudur
ve onlarla birlikte ahenk temin etmektedir. O zam an
niçin geldiğini bildiği gibi nereye gideceğini de bilir.
Değişik düşünceler arasmda şaşırıp kalmaz. Seyahati­
ni bitirir, vazifesini rahat ve huzur içerisinde yerine
getirir. Bazı kere îmanı, bügi basam aklarında zirve­
ye kadar çıkarak seyahatini tamamlar, vazifesini ya­
par, sevinç ve huzur içerisinde m ükellefiyetini tamam­
lar. AUah’m lütuflanndaki güzelliği, ihsanlarındaki
celali ve azameti sevinçle, hisseder. Minnet ve lütuf
sahibi, güzel ve kerim zatm, şefkat ve m erham et do­
lu elin kendisine sunduğu hayat nimetini veya elbi­
sesini giyerek ne kadar zorlukları aşarsa aşsın Rab-
bine vasü o lm a k için sevinç ve iştiyak içerisinde ha­
yat nimetini yerine getirir.
Bu gerçekler bilinince, bir zam anlar benim de
içinde yaşadığım sıkıntı, kararsızlık ve başıboş haya­
tımda hissettiğim gibi duygular kalm az artık. Ben
«Kur’ân’m Gölgesinde» yaşamazdan evvel ve Allah
Teâlâ elimden tutup beni bu şerefli gölgeye ulaştır-
mazdan önce o tür hayatı yaşadım. V e o zam an his­
settiğim duygulan, çevremde bulunan bütün varlık­
lardan bıkkınlık içerisinde, ruhumun bana ilham etti­
ği şu mısralarla dile getirmiştim:
«Şaşmış kalmış dünya, bümez nereye gidiyor?
Neden?.. Nasü?.. Ve kimin isteğiyle gidiyor?
Boş bir çaba, bitmez tükenmez yorgunluk,
Sevimsiz bir âkibete doğru gözü kapah gidiyor.
Durmuş kâinat şaşkınhk içinde büm ez nereye git-
ğini?
Neden nasü ve kimisterse gittiğini?
Boş bir çaba ve bitmez tükenmez bir yorgunluk
En sonunda sevilmez bir âkibet.»

60
Am a bugün ben A llah’a sonsuz hamd ve minnet
olsun, biliyorum ki ortada boşa giden hiçbir çaba yok­
tur. Her çalışm anm karşılığı vardır. Kaybolup giden
hiçbir faaliyet m evcut değildir... Her yorgunluğun bir
m ahsulü vardır. Varılan netice sevindiricidir ve o ada­
let sahibi, rahm et sahibi Huda’mn huzurunda elde edi­
lecektir. A llah’a binlerce hanid ü sena olsun ki ben
bugün kâinatın boşu boşuna ve kötü bir kriz içerisin­
de bunalıp durduğunu kabul etmiyorum. Kâtnatm ru­
hunun Rabbine bağlı olduğunu, O’na yöneldiğini,
hamd ile O ’nu teşbih ettiğini görüyor, hissediyorum.
Âlem lerin, A llah’ın koyduğu kanunlara göre 5rürüdü-
ğünü, rahat ve teslim iyet içerisinde se3rrine devam et­
tiğini görüyor ve anlıyoruz.
Benim için bu kazanç düşünce ve duygu dünyam­
da büyük bir kazanç olduğu gibi, vücut ve ruh dün­
yamda da büyük bir kazançtır. Yapılan işin güzelliği­
ni, faaliyetin iyiliğini, tesir ve teessürün azametini id­
râk ettiren son derece büyük bir kârdır.
Öte yandan îman, itici bir kuvvet ve toplayım bir
enerjidir. İm anm hakikati kalplere yerleşir yerleşmez
kişiyi hem en harekete geçirir ve faaliyete sevk eder.
Hemen b ir şeyler yaptırm ak için çahşmaya teşvik
eder, tç dünyasıyle dış dünyasınm birbirine denkleş­
tirm esini tem in eder. A yrıca insan bünyesindeki bü­
tün hareket m ekânizm asını hakimiyeti altma alarak
onu hızla yolunda yürütür...
Ruhlarda yer eden akide gücünün sim budur.
Budur inanan ruhlarm kuvvetindeki sır. Akidenin
yeryüzünde m eydana getirdiği ve hergün m eydana
getirm eye devam ettiği harikanın sim budur işte.
Bu harikadır k i gün be gün hayatm çehresini değiş­
tirmiş, fert olsun, cem iyet olsun bütün m ensuplarını
sonsuz büyük b ir hayat uğruna fani ve mahdut öm -

61
rü feda etmeye sevk etmiş, güçsüz kuvvetsiz, küçük
bir topluluğım karşısmda herşey hezim ete mahkûm
olmuş. Ashnda bütün bu kuvvetleri yenen m ahdut ve
fani bir fert değildir. Onun yerine o ferdin ruhunun
kuvvet aldığı akıl almaz güç kaynağı (akide) dir, bu
harikayı temin eden. Bitmek tükenmek nedir bilm e­
yen, eriyip azalmak nedir tanımayan ve her an fış­
kıran o kaynaktır bu gücü sağlayan...
Fertlerin hayatmda, cemiyetlerin hayatm da gizli
kapalı hurafelere dayanmayan, rüya ve hayallere is-
tinad etmeyen dini akidedir ki bu insanlarda hayret
veren harikaları meydana getirir. Bu harikaları te­
min eden inanç; kavranılan sebeplere ve sabit kaide­
lere dayanır. Şurası muhakkak ki dini düşünce ve
akide inşam gizli açık kâinat kuvvetlerine bağlayan,
ruhuna güven ve huzur veren ve ona, geçici bâtıl sis­
temler karşısma zaferden emin olarak, hakka inana­
rak karşı çıkma gücünü lütfeden külü bir düşünce
sistem i^. Bu sistem ferdin çevresindeki insanlar, ha­
diseler ve eşya ile olan ınünasebetlerini yorum lam ak­
ta, ona gaye ve hedefini, takip edeceği yolu göster­
mekte, onun bütün kuvvet ve takatim birleştirerek
bir noktaya sevketmektedir. İşte imamn kuvveti bu­
radan gelmektedir. tnfl.na.T> kişi o a y d ın la hedefe
doğru kuvvetle güvenerek emniyet içerisinde uygun
adımlarla yürür gider.» (1)
Mü’min görünen ve görünmeyen bütün varlıkla-
nn yürüdüğü sabit hattı takip ettiğinden dolayı kuv­
veti her an artar. Kâinatta mevcut olan bütün gizli
kuvvetlerin iman yönüne doğru hareket ettiğini gö­
rür ve hak yolunda yürüyen mü’min kendi yolunda

(1) -Cihan sulhu ve İslâm» adh eserimizin «Akide ve Hayat»


bölümü.

62
onlarla birleşir, hakkın bâtılı yenmesi için o hızh
akında birlikte hareket eder. Bâtıl ne kadar dış kuv­
vetlere sahip olursa olsun mü’minin gözünde sıfır'
hükm ündedir...
Ne kadar doğru söylüyor ulu Allah’ım : «Onlar
İslâm’a girdikleri i^ n sana minnet ediyorlar. De ki
«Müslümanhğtmz için bana minnet etmeyin. Bilâkis
sizi imana erdirdiği için Allah size minnet eder. Şayet
sadıklardan iseniz.n (Hucurât, 17) Bu büyük nimet
ancak A llah’ın katm dadır ve yalnız Allah onu bu jrü-
ce lutfa hak kazananlara verir.
Ne kadar doğru söylüyor ulu Allah. Bu gerçek­
leri görüp o m âna ve duyguları idrak edenler, o ger­
çeklerin ışığm da görüp o birlikte yaşayanlar bu ge­
zegen üzerindeki hayatlarını, onlann aydınlığı ve
rehberliği altm da geçirenler ne kaybederler k i?...
Öte yandan nim etlerin içerisinde de yüzseler hayvan­
lar gibi yeyip içip eğlenseler bu gerçekleri ve bu duy­
gulan îdtirenler neyi bulurlar k i?... Hayvan onlardan
daha doğru yoldadır. Çünkü o fıtratım n gereğini ya­
par ve o yolla yüce yaratıcısm m buyruğunda hare­
ket eder.
«M uhakkak ki Allah göklerin ve yerin gaybınt bi­
lir. Ve Allah yaptıklarınızı görendir.)) (Hucurât, 18)
G öklerin ve yerin gaybım büen, ruhlarm sirrmı,.
vicdanların derinliğini, duygularm mahiyetini de bi­
lir. İnsanların yaptığm ı görür, söyledikleri sözlere
göre hük'üm verm ez. O’nun ilmi. Kalplerinden çoşup
gelen duygulara ve kalplerdeki bu duyguları doğru­
layan am ellere göre hareket eder...

63
UHUD MAĞLUBÎYETÎ
VE İM AN
İMTİHANI

îm an sadece söylenilip geçilen, fakat karşıhğmda


ödenm esi gereken bedeli olmayan bir şey değildir. El­
bette ki m u m in olarak yaşamamn; başkalarına ağır
gelse de m ü’mine huzûr veren bir takun karşılıkları
vardır. İnanalar hem m ü’min olarak yaşayalım, hem
de bir bedel ödemeyelim derlerae bu onlann ima­
n ının zayıfhğına işaret olduğu gibi, bir yandan da
daha başka ağır bedeller ödemelerine vesile olur.
Bu hususu Seyyid Kutub şöyle açıklıyor:

«Yoksa insanlar inandık demeleriyle hırakılacakla-


nnı ve kendilerini imtihana çekilmeyeceklerini mi san­
dılar»? (Ankebut, 2)

Şüphesiz ki im an düle söylenen bir cümleden


ibaret değildir. Bilâkis kendisine has sorumlulukları
olan bir gerçek, kendisine has ağırhklan olan bir
emanet, sa b n gerektiren bir cihad ve tahammülü
icabettiren bir çaba işidir. Bunun için insanlarm sa­
dece inandık dem eleriyle mesele bitmez. Fitnelere
m aruz kalsalar da inançlannda sebat edip her türlü
im tihandan halis kalple çıkmadıkça işleri bitmiş sa-

F .: 5/65
30İmaz. Nasıl ki altın, ocakta eritilerek içindeki m uh­
telif maddelerin kanşıım temizlenir ve ona sonradan
girmiş olan unsurlar arıtılırsa. fitneler de gönülle­
rin temizlenip annması hususunda aynı rolü oynar­
lar. Haddizatmda fitne kelimesinin lügat m anası bu-
dur. Bu fl.Ti1a.TmTi kendisine has delâleti, duygu ve il­
hamları da vardır.
îmanhlarm fitnelerle denenip im tihandan geçi­
rilmesi değişmez bir esas ve Allah’m nizam m da câri
olan bir kanundur:
«dnd olsun ki Inz onlardan öncekileri dg denedik.
Allah elbette doğrulan bilir. Ve elbette yalancıları da
bilir.y> (Ankebut, 3)
__ _Şûphesiz ki AUah imtihana çekmeden önce de
kalplerin mahiyetini çok iyi bihr. Ancak imtihan,
pratikte Allah’m ilmi tarafmdan bilindiği halde in­
sanlar tarafmdan bilinmeyen gerçekleri ortaya çıka­
rır. Binaenaleyh Cenab-ı Allah insanları onlarm hak-
kmda bildiği mücerret bügüere göre değü, yaptıkla-
rma göre hesaba çeker. Bu da Hak Teâlâ’nm bir yan ■
dan lütfumm, bir yandan adaletinin, bir yandan da
insanları terbiye edişinin belirtisidir. Hiç kim se bir
başkasım aklından geçenlerle suçlayamaz. Ancak fii­
len yaptığı şeylerle suçlar veya m ükâfatlandırır.
Şimdi yeniden Hak Teâlâ’nm inananları im tihan
edip içlerinden doğrularla yalancüan belirlem ek üze­
re fitneye m anız kıhşmdaki İlâhi kanuna dönelim .
Ashnda îman, Allah’m yeryüzünde bir em aneti­
dir. Ve onu ancak iman ehli olanlar taşırlar. îhlâs ve
samimiyetle gönlünü Allah’a bağlayanlar îm ana sa­
hip bulunabilirler. îman emanetini ancak ve ancak
onu rahatlığa, emniyet ve selâmete, eğlence ve al­
datmacaya tercih edenler om uzlayabilirler. İman
emanetini, insanları Allah’ın yoluna çekm ek ve A l-

66
lah kelâm m ı insanların hayatında tahakkuk ettir­
mek isteyenler yüklenebilirler. Eu emanet son dere­
ce yüce, son derece ağır bir yüktür. Ve onu, ancak
Allah’m m üyesser kıldığı kimseler taşıyabilirler.
Mü’m inlerin bâtıl erbabı tarafmdan işkencelere
maruz bırakılm ası, sonra onları destekleyecek ve sa­
vunacak yardım cılann bulunmaması bir imtihandır.
İnananlarm kendisini kurtaracak bir destekten mah­
rum bulunm ası, zulüm erbabm a karşı çıkacak güç­
ten yoksun bulunm ası da bir imtihandu. İşte fitne
ve-im tihan dendiği zaman alışılagelen görüşlerin ışı­
ğında akla bunlar gelir. Daha öyle imtihan ve fitne
çeşitleri vardır k i bunlardan çok daha acı ve çok da­
ha beterdir.
Kendisini sevenlerin ve aüe efradınm kendisi !
yüzünden başlann a bir belâ gelmesi ihtimali ve on­
ları koruyam am ak durumu, fitnelerin en korkunçla­
rından biridir. O dostlar, o yakınlar, o aüe fertleri,
dostlukları adına, yakınlıkları adma gelirler ve mü’-
minlere seslenirler. Kendüerini seviyorsa eziyetlere
ve felâketlere duçâr olmamaları için teslim olmasını
veya küfür ehli ile barışmasmı arzu ederler. ^Anke-
but Sûresinde ana ve babayla ügüi ve kişüere çok
ağır, çok zor gelen bir takım fitnelere işaret edümiş-
tir.
İnsanların bâtü ehline saygı göstermesi, herkesin
onları m u vaffak ohnuş görm esi ve alkışla karşüama-
sı, yığm larm on ları m edihlerle kucaklamaları ve böy-
lece yollarındaki engelleri yıkm aya çahşmalan da bir
başka fitn e şeklidir. Ehli bâtıla hürmet ve saygı bes­
lenilmesi, on la n n yaşam a imkânınm hazırlanması
çok korkım ç bir im tihandır. Ona karşı diküen m ü ­
m in kişi herkes tarafm dan reddedilip ihmale maruz
bıraküırken, kim se tarafm dan korunmazken, sahip

67
bulunduğu hakikatlerin değerini dünyada sadece gü­
cü ve imkânı bulunmayan kendisi gibi çok az bir kit­
lenin farkına vararak değerini bilm esi karşısında, 5a-
ğm lann küfür ve inkâr ehline alkış tutm ası çok zor
bir imtihandır. Bir başka imtihan şekli de aileden ve
yalanlardan uzak kalma, toplumdan a3n'ilmak, inanç
uğruna yalnızlığa düşmektir. Mü’m in kişi çevresine
bakıp ta etrafmdakilerin hepsinin dalâlet seline ka-
pılHıklanm, bataklıklara doğru ynvarlandıklarm ı gö­
rünce kendisini yapayalnız, toplumdan ayrı, garip
ve kovulmuş olarak hisseder ki bu çok zor bir imti­
han şekli de rezaletlere diz boyu batmış, fenalıklara
gömülmüş milletlerin ve devletlerin içtim ai hayat
bakunmdan gelişmeleri, medeni seviyelerinin yüksek­
liği ve oralarda fertlerin insanm değerine yaraşan hi­
maye ve korunma görmesidir. İnsanlık hak ve hürri­
yetlerini şereflice kullanıp Allah’a isyan etm ekle bera­
ber güçlü ve müreffeh bir hayat sürmeleridir.
~ Bütün bu saydıklarımızdan çok daha büyük, çok
daha zor, çok daha ağır bir fitne var. N efis ve aşın
arzular fitnesi. Yeryüzünün cazibesi et ve kanın ağır­
lığı, eğlenmek ve güçlü olmak arzusu, rahat ve em ni­
yet isteği... Ayrıca îmanm gerektirdiği d.oğru istika­
mette yürümenin, îslâmm icabettirdiği üstün seviye­
de yaşamanm, ruhim derihUklerinden, hayatın için­
den, toplumun mantığmdan ve devrin insanlarm m
düşüncesinden gelen baskılar ve karşı koym alar...
j Zaman uzayınca, AUah’m yardım ı gecikince, fit­
ne bir kat daha şiddet kazanır, bir kat daha katılaşır.
İmtihan bir daha zorlaşır, bir daha şiddetlenir. V e bü­
tün bunlara ancak AUah’m koruduğu kim seler daya­
nabilirler. Bunlarda ruhlarmda îmanm gerçekten yer
ettiği o büyük üâhi emanete hak kazanan m ü’m inler-
dir. Gökyüzünün ve yeryüzünün emanetini, A llah’ın

68
insan vicdanına teslim ettiği emaneti yüklenenler...
Şüphesiz k i A llah bu imtihanlarla mü’minlere azap
çektirmek, bu fitnelerle işkence yapmak istemez. Fa­
kat İlâhi em aneti om uzlam ak için bu şarttır. Meşakkat
dolu çalışm alara katlanabilm ek için böyle özel bir eği­
tim görüp hazırlanm ak gerekir. A şın arzulara karşı
tam bir üstünlük tem in etmek, acüara karşı gerçek
m ânada sabır gösterm ek ve diretmek, fitnenin uzama-
sma, im tihanın şiddetine rağm en her zaman AUah’m
nusretini ve inayetini bütün samimiyetle beklemek
için böyle özel bir eğitim den geçmek şarttır.
Şiddetler insanlarm ruhlarını arıtır ve pisliklerini
izale eder. İç kuvvetlerini harekete geçirir, uyarır. Şid­
det darbeleri bütün ağırhğm a, bütün zorluğuna rağ­
men onun dem irini daha sertleştirir, daha güçlendi­
rir. Toplum lar içinde şiddetlerin böyle önemli bir ye­
ri vardır. Bozguncu cemiyetlerden ancak Allah’a tam
olarak bağlanan, A llah’m zafer ve mükâfatma gönül­
den teslim olan, sarsılm az inançh, çehk fıtrath kimse­
ler geriye kalır. V e işte en sonunda sancağı teslim
alacaklar da bunlardır. İmtihanın ve hazırhğm uza­
m ası onları sıkm az. Çünkü neticeden emindirler.
D iğer yandan onlar emaneti ağır bedeller ödeye­
rek, büyük kıym etler vererek elde ettikleri, mihnetlere
dayanarak kazandıkları için o uğurda yığm larca acı­
lara ve fedakârlıklara katlandıklarmdan dolayı ona
son derece saygı gösterirler ve kuvvetle sarılırlar. Şüp­
hesiz k i kanını ve iliğini harcayanlar, rahatmı ve gü­
venini heba edenler, arzularım ve isteklerini feda
edenler, h er türlü işkence ve mahrumiyetlere daya­
nanlar elbette ki, uğrunda fedakârlıklara katlandık­
ları em anetin değerini en iyi bilenlerdir. Bunca fe ­
dakârlıktan ve acılardan sonra basit değerler uğruna
o em aneti başka eUere teslim etmezler.

69
Diğer yandan onlar emaneti ağır bedeller ödeye*
rek, büyük kıymetler vererek elde ettikleri, m ihnetle­
re dayanarak kazandıkları için o uğurda yığm larca
acılara ve fedakârlıklara katlandıklarından dolayı ona
son derece saygı gösterirler ve kuvvetle sarılırlar. Şüp­
hesiz ki kanını ve iliğini harcayanlar, rahatm ı ve gü­
venini heba edenler, her türlü işkence ve m ahrum i­
yetlere dayananlar elbette ki, uğrunda fedakârlıklara
katlandıkları emanetin değerini en iyi bilenlerdir.
Bunca fedakârlıktan ve acılardan sonra basit değerler
uğruna o emaneti başka ellere teslim etmezler.
Hakkm ve îmamn en sonunda m uzaffer olacağı
hususu ise AUah’m vaadi üe teminat altma alınm ış­
tır. Ve inana.n bir kişi aslâ Allah’m vaadinden şüphe
etmez. Eğer zafer gecikirse gizli bir hikmete m ebni
olarak gecikir ve bu da ehli îmanm hayrmadır. Elbette
ki hak ve hakikat ehline karşı AEah’tan daha gayret­
li kimse bulunmaz. Mü’minler için fitnelere duçar ol­
mak musibetlere maruz kalmak, Allah tarafm dan se-
çüen ehhyetii kimseler olmak şerefi yeter. A llah’m
kendileıinin dini duygularım ve dayanm a güçlerini
belirlemek üzere imtiha.n ettiğini bilm eleri kâfidir.
Nitekim bir sahih hadisi şerifte buyurulur k i:
nimanlann en çok musibete uğrayanları peygamberler­
dir. Sonra salihler, sonra ard arda gelen iyilerdir. Kişi
dînine göre belâlarla imtihan olunur. Eğer dininden
vazgeçmez ise belâsı da artar.»
Mû’m ioleri işkencelere maruz bırakanlar ve on­
lara karşı kötü davramşlarda bulunanla:^ ise A llah’m
azabmdan kaçıp kurtulacak değillerdir. Düştükleri bâ­
tıl yolda ne kadar şişip kabarırlarsa kabarsm lar, ba­
şardıkları ve galip geldikleri sanılırsa sanüsm en so­
nunda Allah’m vaadi ve kanunu tecelli ed ecek tir:

70
(iYoksa kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini
mi sanırlar? Ne kötü hüküm veriyorlar.y> (Ankebut, 4)
Hiç bir bozguncu kaçıp kurtulacağım sanmasm.
Böyle sanan kötü bir hüküm vermiş olur. Yanlış de­
ğerlendirm e ise yanlış netice verir. Zira mü’minlerin
im anını ölçm ek, doğrularla yalancıları birbirinden
tefrik etm ek üzere onları imtihana çeken kudreti üâ-
h i kötülerin yakalanm asını ve tutuhnasmı da aym şe­
kilde değişm ez bir kanuna bağlamıştır.
M adem ki fitne, gönülleri denemek, saflan seçmek
hususunda geçerli bir kammdur; kötülerin kaybetme­
si ve bozguncuların helak olması da aym şeküde mut­
laka gerçekleşecektir.
D iğer bir hüküm ise Allah’a vasıl ohnayı isteyen
ve bım a gönülden manıp bağlananlan tatmin edici
m ahiyette olm ak tadır:
uKim Allah’a kavuşmayı umarsa muhakkak ki Al­
lah’ın belirttiği vakit gelecektir. O, Semı’dîr, Alim’dir.
(Ankebut, 5)
Ö yleyse A llah’a kavuşmak isteyen kalpler rahat
içerisinde em in olsunlar. AHah’m kendilerine vaad
ettiklerini güven ve emniyet içerisinde beklesinler.
Şevk ve arzu üe A llah’a vasıl olacakları anı gözlesin­
ler. Am a inançlanndan hiç bir şey yitirmesinler.
 yeti kerim e A llah’a vâsıl olmak isteyen bu kalp­
leri çok derin işaretlerle tasvir etmektedir. Gönlünü
b ir şeye kaptırıp iştiyakla bekleyen kimseler olarak
tavsif etm ektedir. Bu buluşma arzusunu insana hu­
zur veren bir tekidle ifade ettikten sonra gönüllere
fath bir em niyet ve güven akıtmakta, AUah’m onla­
rı duyduğunu ve bildiğini ifade etm ektedir: «O, Se-
mi’dir, Alim’dir».
D iğer tarafta îmamn m ükellefiyetlerine katla­
nan, cüıadm acılarına dayanan kalplerin kendUeri
için, kendi hayuianna ve dum m larmı düzeltm ek için
câhad ettikleri belirtiliyor. Çünkü Allah’m hiç kimse­
ye ihtiyacı yoktur. Ve O her şeyden m üstağnidir;
Kim dhad ederse ancak kendisi için cîhad etmiş
olur. Zira Allah âlemlerden m ü sta ğ n id ir.(Ankebut, 6 )
Şayet Allah mü’minleri imtihana tâbi tutuyorsa,
meşakkatlere dayanmak ve tahammül etmek için ne­
fisleriyle cihada zorluyorsa bu kendilerinin iyiliğine
ve hayrınadır. Dünya ve âhirette kurtuluşlarına ve­
siledir. Bilindiği gibi cihad m ücahidleıin kalbini ve
ruhunu islâh eder, düşünce ufuklannı yükseltir. Ne­
fis ve mal üe cimriliğin üstüne çıkm ır ve daha üstün
meziyet ve kabiliyetlerle harekete geçm esini sağlar.
Henüz bu inanmışlar topluluğuna erişm eden önce­
dir. Kendi durumunu düzeltmek, hakka kesin olarak
bağlanmak, hayn şerre galip getirmek. Islâhı bozgun­
culuğa üstün kılmak için dir:
Kim cîhad ederse ancak kendisi için dhad etmiş
olur.y)
Öyle ise cihad kafüesi yola çıkmışken, A llah’tan
cihadm bedelini tâlebederek davasını m uzaffer kıl­
maya hazırlanırken, hiç kimse yolun ortasm da du­
rup ta eriştiği durumun karşüığmı geciktirm eye ça-
hşmasm. Şüphesiz ki Allah’a, insanlarm cihadm dan
hiç birşey erişmez. Çünkü Allah’ın güçsüz ve zayıf
beden gücüne ihtiyacı yoktur; «Zira Allah âlemler­
den müstağnidir.y> Ama Hak Teâlâ fazh inayetinden
dolayı cihada çıkan kişiye yardım etmekte ve onu
yeryüzünün halifesi kılarak, âhirette sevabm a naü.
edip mükâfatlandırm aktadır;
«îman edip te salih amel işleyenlerin kötülüklerini
and olsun ki örteriz. Onları yaptıklarından daha güze­
li üe mükâfatlandırırız.» (Ankebut, 7)

72
ö y le ise inanan ve çalışan mû’minler Allah’ın
kendilerinin günahlam u bağışlaması ve iyiliklerle
m ükâfatlandırm ası hususunda emin olsunlar. Ciha-
dm m ükellefiyetlerine dayansınlar, fitne ve imtihan­
lara karşı koysunlar. Neticede aydm ufuklar ve gü­
zel m ükâfatlar onları beklemektedir. Hattâ mü’min
kişi hayatında bunlara erişmese bile öbür dünyada
erişebileceği için hiç birşey değişmez.
ÎMAN YOLUNDA
CAN VERENLER

Bir önceld bölümde imanm bir bedeli olması ge­


rektiği vurgulanmıştı. İşte burada bu bedelin en ağırı
dile getiriliyor, En mükemmel mümin, îman uğrunda
baş veren v e şehâdet mertebesine nâil olan mü’min-
dir.
M ü’m in körükörûne kendini ölüme terketmez.
Çünkü bunun, «kendini tehlikeye atmak» olduğu­
n u v e Allah tarafmdan yasaklandığım bilir. Fakat
yeri geldiğinde inancı uğruna hayatım da fedâ et­
m ekten çekinmez. Bu hususta Seyyid Kutüb’a ku­
lak verelim ;

Tesadüfle ve kendiliğinden hiçbir şey vukûa gel­


mez. H içbir şey boş yere ve mânâsız yere meydana
gelm em iştir. K âinatta her hareketin hesabı yapılmış­
tır; sebep ve neticeleri takdir edilmiştir, işte bu hâ­
diseler; h iç kim seyi kayırmayan, parçalanmayan ve
iptâli m üm kün olm ayan o sabit kanun ve âdetlere
uygun olarak cereyan ediyor. Böylece hâdiselerin öte­
sinde gizlenen hikm etler tahakkuk etmiş ve kâinatm
nihai projesi de kem ale ermiş oluyor.
îşte îslâm düşüncesi; beşer tarihinde hiçbir ta­
savvurun ulaşam adığı, böyle kuşatıcı ve ölçülü bir
esasa ulaşm ıştır...

75
işte kesin düstur ve değişmeyen kanun... Ve işte,
o kesin düstur ve değişmeyen kanunim arkasm daki
hudutsuz meşiyet-i sübhaniye... Yapıcı irâde... Ve
işte, bütün bunlann ötesinde, her şeyin kendisine ge­
lip dayandığı eşsiz hikmet...
Allah, hükmünü koyar; nizamıyla da bütün kâ­
inatta bu hükmün icrâsmı gerçekleştirir. İnsan ise,
iradî ve ihtiyarî hareketleriyle bu hükmü bizzat tat­
bik eder; tefekkür ve tedebbûrû neticesinde işlediği
fiillerle, onun tatbikatını tahakkuk ettirir. Fakat
bunlar, şüphesiz ki, AUah’m hikmet ve takdiri ile O’-
nun iradesine muvafık olarak m eydana gelir. Y üce
insaniTi iradesi, tefekkürü, hareketi ve yapıcılığı; Al-
lah’m kanun ve düsturunun bir parçasıdır. İnsan ya­
pacağını, onlann yardımıyle yapar. Tedbir ve takdi­
rin sınırlan dahilinde gerçekleştirmek istediği şeyi,
onlann yardmuyle neticeye erdirir. Fakat bunlann
hiçbiri, Allah’m kanun ve düsturunım haricine çıka­
maz. O’nun aksinfi birşeyi tahakkuk ettirem ez.
Bazdan Allah’m irade ve takdirini, terazinin bir
kefesine, insamu iradesini, tefekkürünü, hareketini
ve yapıcılığım da diğer kefesine koym ayı tasavvur
ediyorlar... Hayır!... O’nun rakibi ve düşm anı da
olamaz... Yüce Allah, insana; varlığm ı, tefekkürünü,
iradesini, yapıcüığmı, takdir ve tedbirini hibe etmiş,
fakat bu vasıflann hiç birisine, kendi kanununa taar­
ruz edecek irâdesine karşı gelecek bir haslet, bir key­
fiyet vermemiştir. Kâinatta; kendi takdirinin ötesin­
deki nihai hikmetin dışma çıkmak selâhiyetini hiç
kimseye vermemiştir. Fakat insanm takdir ve ted­
birine, kendi yüce kanunu ve değişmez takdirinden
bir özellik bahşetmiştir şüphesiz... Zaten bu; ilâhı
kanuna uydurmak için gayretini; saadet ve şekavet,
rahathk ve yorgımluk, lezzet ve elemde dahi hu gay­

76
retinin m ükâfatına lâyık olmayı düşünmesi ve Allah’-
m, bu gayret ve neticenin ötesinde, her şeyi kuşatan
takdir ve ilm ine münasip olam tahakkuk ettirmesi,
hep o İlâhi ölçünün hususiyetlerindendir.
B İZ ; Uhud gazvesi hakkmda da, eşsiz mükemmel­
liğiyle her şeyi kuşatan îslâmî düşüncenin ışığmda
aynı şeyi söyleyeceğiz, Allah; müslûmanlara, kendi
kanununu, zafer ve hezimet hakkmda koymuş oldu­
ğu şartlarını bildirdi. Fakat müslümanisır, bu kanun
ve şartlara m uhalefet ettiler; edince de elem ve ıztı-
raba m aruz kaldılar. Fakat mesele burada bitmiyor.
Bu m uhalefet ve onun neticesi olan ıztırabm ötesin­
de, m ü’m inler ordusunda bulunan münafıklardan,
m üslüm anlar kalplerini temizliyor. İslâmi tasavvur
hakkında kalplerdeki karanlıklan açıkhğa kavuştu­
ruyor, zaafiyet ve eksikliği gideriyor.
M üslüm anların varmış olduklan bu netice, fonk­
siyonu itibariyle bir hayrın ifadesidir. Şüphesiz ki, bu
neticeye A llah’ın kanunu gereğince nâü oldular. Ka-
nun-u İlâhi, m üslümanlara, Allah’m nizammı kabul
edip, bütün cephesiyle o nizama teshm olanlara, A l­
lah’m yardım ve him ayesini garanti ediyor. Evet,
böylelerini İlâhi yardım ve himayeye mazhar kılmak.
Kanun-u llâh i’nin değişm ez esasıdır. Allah, onlarm
hatalarını; her ne kadar neticesi elem verici dahi ol­
sa, nihâi h ajn rlan için bir vesüe kılar. Bu elem aynı
zam anda daha iy i hazırlanmaya, nefsini terbiye et­
m eye ve günahlardan temizlenmeye bir vesiledir.
İşte bu kuvvetli ve kesin ifadeler karşısmda mü-
lüm anlann kalpleri mutmain oluyor, ayaklan yor­
gunluğunu atıyor. Haso’et ve şaşkmiıklan zail olu­
yor. M ağlûbiyetin ağır yükü hafifliyor. Çünkü onlar,
Allah’m kaderi ile 3nüz yüze olduklarmı ve hayatta
O’nun kanunlanyle yaşadıklarım gayet iyi biliyorlar.

77
Onlar, yine biliyorlar ki, Allah; gerek onlara gerek­
se etraflannda bulunanlara, dilediği her şeyi yapabi­
lir. Onlar; Allah’ın, dilediği her şeyi neticelendirdiği
takdir-i ilâhi’nin hammaddesidirler. Onların hataları
da, sevapları da, hata ve sevaplarının sonuçları da
O’nun yoluna tabidirler. Bu müstakim yolda devam
ettikleri müddetçe de kader, onlan m utlaka zafere
ulaştıracaktır.
Kİki ordu karılaştığı gün size gelen musibet, Al­
lah'ın emriyleydi. Bu, mü’minleri belirtmek içindi.»
(Âl-i İmran, 166)
Bir de münafıklık edenleri açığa vurm ak içindi.
Kendilerine; (^Gelin, Allah yolunda savaşın veya savu­
nun dendiği zaman; i^Şayet muharebe etmeyi bilseydik
geçinizden gelirdik» dediler. O gün onlar imandan çok
küpe yakın idiler. Kalblerinde olmayan şeyi ağızlany-
le söylüyorlardı. Onların, gizlediği şeyi Allah çok iyi bi­
lir.» (Âl-i İmran, 167)
AUah’û Zülcelâl, bu âyet-i kerimede; «münafıklık
edenler» diye tavsif ettiği Abdullah bin Ü beyy bin
Selul ve arkadaşlanna işaret buyuruyor. A llah on­
lan, hemen orada meydana çıkarıyor ve İslâm ordu­
sunu, onlann fitne ve nifaklanndan kurtanyor. Neti­
cede de o gün, onlann hakiki durum larını şu şekilde
karara bağhyor:
«O gün, onlar, imandan çok k ü p e yalan idiler.»
Onlar; müslümanlarla m üşrikler arasm da yapıla­
cak olan savaşı, muharebe sanatım bilm ediklerinden
dolayı müslümanlara katdam ayacaklarm ı söylerken,
üeri sürdükleri bahanelerinde asla doğruyu dile ge­
tirmiyorlardı. Meselenin asü sebebi, on lan n harbet-
m eyi bilmeyişleri değildir.
«Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyle söylüyorlar­
dı.»

78
Kat’iyetle sabittir ki, on ların kalplerinde n ifa k
vardı ve o nifak, hâlis b ir akidenin kalbe girm esine
mani oluyordu. O n ifa k on larm şahıslarım ve düşün­
celerini, akide ve ak iden in em irlerinden üstün tutu­
yordu. O, h er türlü n ifa k m başı idi. O baş m ünafık;
Abdullah bin Ü beyy id i...
RasuluUah (s.a .v ), U hud gazası hakkm da, o baş
münâfıkm fik rin i alm am ıştı. Hz. Peygam ber (s.a.v),
Medine’ye İlâhi risâ leti getird iğ i zam an, onu, kabile­
sinin kendisine tanım ış old u ğu riyaset ve üstünlükten
de mahrum etm işti. R iyaset ve üstünlük AUah’m di­
nine ve bu dinin san cak tarların a tahsis edilmişti..
İşte o baş m ünâfık ve taraftarların ın kalplerindeki,
ukde buradan geh yor. U hud dönüşü m üşrikler, M e­
dine’nin giriş k ap ısm d a m üslüm anlarla karşılaşıyor­
lar. «Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunum) di­
yen, hâlis m üslüm an A b d u lla h bin A m r bin Haram’ı
görüyorlar. O nlar d a savaşm ayı bilm ediklerini üeri
sürüyorlar. A lla h on la rı, şu âyetiyle rezil ve rüsvay
ediyor';
Onlann gi^ediği şeyi Allah çok iyi büir» .
Sonra âyet-i k erim e, onlarm , İslâm ordugâhında­
ki askerlere yerleştirm ek isted ik leri hüe ve desisele­
rini de ortaya ç ık a r ıy o r :
«Kendileri oturarak kardeşleri için; Bize uysalar-
dı öldürülmezierdi» diyorlar.)) (Â l-i İm ran, 168)
Onlar; savaş k a p ü a n n a k ad ar gelip dayanm ış­
ken m ü’m inleri h a rp m eyd an m d a yalnız bıraktılar.
Kendileri arkadan on la rı seyre koyuldular. Şüphesiz
ki, onlarm gerid en se3n”ed işleri, gerek ordu saflarm -
da, gerek m ü’m in lerin ru h la rm d a büyü k sarsm tı ve
karışıklıklara y o l a çıy ord u , ö z e llik le A bdullah ibn i
Übey, kavm inin efen d isi v e en ileri gelen şahsiyeti
idi. Henüz m ü n âfik h ğm ı d a alen i olarak orta ya k oy -
mamıştı. Allah onu, bu vasfıyla henüz damgalamadı­
ğı için mûslüjnanlar arasmdaki m evkii de sarsüma-
mıştı. O münâfıklar, harbi müteakip ashâb-ı güzin’in
kalplerine sarsmtı ve şüphe sokarak rahatlam ak is­
tiyorlar ve şöyle diyorlardı;
nBize uysalardı Öldürülmezlerdi.»
Onlar; savaşa iştirak etmeyişlerinin bir hikmet
ve maslahatı bulunduğunu, RasuluUaha itaatte de
zarar ve fesadm mevzubahis olduğunu ileri sürüyor­
lardı. Bütün bunlardan fazla olarak da saf İslâmî
tasavvuru ifsad ediyorlar, Allahm koym uş olduğu
takdiri, ecelin katiyetini ve sadece İlâhi kadere ba­
ğındı olan hayatm ve ölümün hakikatini değiştiriyor­
lardı.
İşte âyet-i kerîme, onlann iddialarım kesinlikle
reddediyor. Bir taraftan basit ve cılız hilelerini red­
dediyor, diğer taraftan da İslâmî tasavvurun sağlam ­
lığım ve her türlü şüphelerden ve karanlıklardan
■berraklığım ortaya koyuyor:
De k i: Şayet sâdıklardan iseniz, kendi nefisleri­
nizden ölümü geri çevirin.» (Âl-i İmran, 168)
ölüm den kim kurtulabilir k i?... Cephede muha­
rebe eden de, evinde oturan da, korkak olan da, ce­
saret sahibi de ölümü tadacaktır. Ne yaşam ak hırsı,
ne de ölümden kaçmak, onu geri çevirem ez. Ölüm­
den korkmak ve evde oturmak, takdir edilen müddeti
uzatamaz. İşte, asla münakaşa kabul etm eyen ger­
çek budur;.. Ve bu, Kuran-ı Kerimin gözler önüne
sermiş olduğu gerçektir. Kuran-ı M übin bu gerçeği
ortaya koyarken, insanlann çirkin hilelerini d e iptal
ediyor ve hakkı yerli yerine oturtuyor. M ûslümanla-
rm kalplerini sükuna kavuşturuyor. Tam bir sükûnu,
huzur verici bir rahatlığı ve tatmin edici b ir bilgiyi
gönüllerine yerleştiriyor...

30
Kelâm-1 İlâhî şim di de, dikkatleri savaş m eyda-
nma çekiyor ve h âd iseleri arzetm eye başlıyor. A slın ­
da belki bu hususun daha ön ce zikredilm esi icabe-
derdi. Fakat savaştan ön ce m eydana gelen hâdise­
nin, Abdullah ib n i Ü bey v e adam larm m A llah için
cihâd etm ekten k açışlarm m da zikredilm esini icabe-
diyordu. V e bu hâdise savaşm cereyam ndan önce vu­
kua geliyordu. B undan d olayıd ır ki, önce bu hâdise
zikrediliyor, sonra d a h a rb in izah ı başlıyor ki; zaten
bu şekilde bir tasn if h âd iselerin ve Kur’ân üslûbu­
nun akışı icabıdır.
Harbin sa fh a la n n m daha sonra zikredilm esi,
Kur’an’m takip etm iş old u ğu program dan dolayıdır.
Yüce M evlâ, bu n ları teh ir ediyor, tâ ki Islâmi tasav­
vurun en m ühim k a id elerin i ortaya koysun, bu sağ­
lam ve değişm ez p ren sip leri k alplere yerleştirsin-, bu
hatasız ölçüleri, k oym u ş old u ğ u değerlere oturtsun
diye... Sonra da m ü n afık lık ya p a n ları açığa vuruyor.
Onlarm fiil ve ta sa rru fla rın ı orta ya koyuyor.
Artık tem iz ru h lar hazırdır; m ünâfıldarm bu ta­
sarruf ve fiiliyâtın m , sağlam İslâm i tasavvurdan,
onun eşsiz d eğerlerin d en ve şaşm az ölçülerinden
saptırmak gayesine metani olduğu nu idrâk etm eye
yönelm iştir... M üslüm anm ruhunda, im âni değerle­
rin ve îslâm i tasavvu rların işte böyle yeşerm esi ica-
beder. înanan insanm , k en d i ruhuna; şahısları ve
alemleri değerlendiren, im ân i değerleri yerleştirm esi
savvuratm üm ini v eren sağlam ölçü leri yerleştirm esi
lâzımdır. Sonra ken disin e, şahıslar ve am eller arze-
dildiğinde, h iç sıkıntı çek m ed en en sağlam şekliyle
onlarm hükm ünü v e r ir ... İşte bu, o sağlam im âni
hissin eseridir...
Burada, o b iricik n izam m takibettiği diğer bir h u ­
susiyet de m ündem içtir. Y u k a rd a da zikri geçtiği gi-
bi Abdullah, ibn Übey, o zamana kadar kavm inin bü'
yüğü ve lideri mevkiinde bulımuyordu. İbni Übey,
Rasulullah’a son derece kızgındı. Çünkü; her ne ka­
dar Şûra toplamakta ve onun kararlarının infazında,
cemaatin hürmet ve itimadını kazanan ve böylece
hatırı sa3nlan kimselerin görüşlerini alm ak icap edi­
yor idiyse de, Rasulullah, harpten önceki istişarede
n-mm fikrine müracaat etmemişti. İşte bunun da te­
siriyle münâfıklarm reisi, hemen aleyhte harekete
geçiyor, ilk nazarda İslâm ordugâhını karıştırm ak ve
müslümanlarm düşüncelerine şüphe tohum lan ek­
mek gibi tasarruflan ile ortaya çıkıyor. Savaşı mü­
teakip yaptığı faaliyetlerle de kalplerde bir pişm anlık
ve nedamet, gönüllerde bir şüphe ve kanşiklık ihdas
ediyor...
İşte o münafığm yapımş olduğu faahyetlerin ve
ortaya attığı iddiaların küçümsenmesi ve hakir gö­
rülmesi bir hikmete mebnidir ki, bu, Kur’ân’m takip
etmiş olduğu programm eseridir. Bu hikm et; sava-
şm başmda meydana gelen malûm hâdise sebebiyle,
gazaya müteallik vukuatm hemen zikredüm eyip cüm­
lelerin ve hâdislerin akışı icabı geri hıraküm asm ı İk­
tiza eder. Aynı zamanda sarih olarak; «M ünâfıM ık
yapanlar» diye vasfettiği kimseleri tam am en açığa
vurmayı, onlann acayip işlerini şu kısa; «M ünafıklık
yapanlara bakmaz m ısm »?... cümlesinde hayretle ifa­
de etmeyi, reislerinin ismini ve şahsını açıklam ayıp;
onun yaptığım yapan, îman terazisinde onunla a5mı
seviyede olan her ferde şâmil olması için; «M ünafık­
lık edenler» tarzmda belirsiz olarak zikretm eyi de
icabettirir.
Bu açık ve kesin ifadelerden sonra, kalp sükû­
nete eriyor, vicdan huzura kavuşuyor; kâinatta cari
olan kanım-u İlâhi’nin hakikatini anhyor. H âdiseler

82
hakkında AUah’m koym u ş old u ğu takdiri idrâk edi­
yor. Takdir ve ted birin ötesin deki hikm etuUahı his­
sediyor. Sonra, tayin edilm iş olan ecelin hakikatini
görüyor. M ukadder ola n ölü m ü seziyor. Evde oturup
saklanmanm onu g eri bırakam ıyacağm a, savaşa çık ­
manın da onu ön e aJam ıyacağm a inanıyor. H iç bir
tedbir ve sakınm anın, h ayata hırsla bağlanm am n
kat’İ3ryen ölüm ü d u rdu ran u yacağm ı vicdanen takdir
ediyor...
Bu hakikatleri orta y a koyduktan sonra, Kelâm-ı
İlâhi, bir başka hak ikatm beyan m a geçiyor. Zatm da
da, eserinde d e u lu o la n h a k ik a te... AUah yolunda öl­
dürülenlerin ölü olm ad ık la rın ı, bilâkis diri oldukla­
rım Rableri tarafm d an n zık lan d ın id ık larm ı ilân eden
hakikate... O nlar; m üslüm an cem aatin hayatm dan
da, kendilerinden son ra m eyd an a gelen hâdiselerden
de kopm am ışlardır. O nlar; m üslüm anlann hallerin­
den ve m eydana g elen h âd iselerden m üteessir olur­
lar, kendileri de on lara tesir ederler. Tesir ve teessür;
şüphesiz hayatm en h u su si özelliğidir.
İlâhî kelâm ; U hud m uharebesinde, şehitlerin ha­
yatı ile onların şeh âdetlerin in m eydana getirdiği hâ­
diseler arasm da sağlam b ir irtibat kuruyor. Sonra
mü’minlerin durum unu tasvire başlıyor. Kendilerine
isabet eden h er a cıd a n son ra A lla h ’a ve Rasulüne
başvurduklarmı, m u h arebed en sonra K ureyş m eyda-
m terkedip gidin ce, M ed in e’ye saldırm alarm dan
korktukları için on ları tak ip ettiklerini K ureyş’ûı
kuvvet ve kudretinden bah sed erek m ü’m inlerin kor­
kutmak isteyenlere ald ırm adıklarm ı, sadece A llah’a
tevekkül edip dayan dıkların ı, orad a îm anm m anasım
ve hakikatini tahakkuk ettird ik lerin i teker teker g öz­
ler önüne s e riy o r ;
(lAllah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın.
Bilâkis onlar, Rdbleri katında diridirler, rızıklanırlar.n
(Âl-i İmran, 169)
«Allah’ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı se­
vinç içindedirler. Arkalarından kendilerine katılamı-
yanlara; «Kendilerine korku olmadığını ve üzülmeye-
ceklerinh müjdelemek isterler.^)
«Onlar, Allah’dan gelen bir nimet ve daha üstün
ihsan ile ve Allah’ın müminlerin mükâfatını zayetme-
yeceği müjdesiyle sevinirler.
«Kendilerine yara isabet ettikten sonra yine Allah’­
ın ve Peygamberin, davetine koşanlar, içlerinden ihsan
edenler ve sakınanlar için pek büyük mükâfat vardır.»
«Onlar ki; bir takım kimseler kendilerine; «Düş­
manlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar, onlardan
korkmalısınız» dedikleri zaman, bu haber onların ima­
nını artırır da; «Allah bize kâfidir, O ne güzel muha­
fızdır» derler.»
«Sonra da kendilerine hiç bir zarar dokunmadan
Allah’dan bir nimet ve bollukla geri döndüler. Allah’ın
rızasına uydular. Ve Allah çok büyük fazi ü inayet sa­
hibidir.»
«İşte o şeytan, ancak kendi dostlarım korkutur.
Mümin iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.»
(Âl-i tmran. 170-175)
Allah; ecel ve kader hakkında mü’minlerin gön­
lünü vüzuha ve sükûnete kavuşturduktan sonra, mü­
nafıkların, muharebeyi müteakip mü’minler hakkm-
da söyledikleri; <Bize uysalardı öldürülmezlerdi» söz­
lerine ve meydana getirdikleri şüphe, teşevvüş ve ne­
damete karşı meydan okuyarak buyuruyor k i:
«De k i : §ayet sadıklardan iseniz kendi nefisleri­
nizden ölümü geri çevirin.» (Âl-i îmran, 168)

84
Allah Teâlâ, bu h akikati ortaya koym akla m ü ­
minlerin gönlünü huzu r ve rahata kavuşturm ayı,
itminana erdirm eyi irâd e buyuruyor. Sonra; A llah
yolunda öldürülen, k albin d e A llah için m ücahede
duygusımu ihlâsla m u h afaza eden, her türlü şüphe
ve kanşıkhktan tecerrü t ederek A llah yolım da can
veren şehitlerin v a ra ca k la rı y eri ortaya koyuyor. O n-
larm diri oldu k lan n ı, h ayatm bütün hususiyetlerine
sahip olduklarm ı, R ableri nezdinde rızıklandıklannı,
AUah’m kendilerine v erd iğ i ihsandan dolayı sevinç
içinde bulım duklarm ı, gerid e kalan m ü’m in kardeş­
lerini de varacak ları y erin İhtişam ıyla m üjdeledikle­
rini, hayatta k alan m ü slü m an lan n başlarm a gelen
hâdiselerden dolayı, on lara ya rd ım için bir araya ge­
lip toplandıklarm ı sarah atle ifa d e buyuruyor. Bütün
bunlar, hayatiyete sah ip olan la rm hususuyetleri de­
ğil de nedir?.. R ızıklanm ak, m üjdelem ek, üzülmek,
tesir etmek, m üteessir o lm a k ... H ayati özellikler de-
ğü de nedir?.. Ö yleyse on la rı kaybetm ekten dolayı
hasret ve nedam et için d e kıvranm am n m ânası var
mıdır?... Onlar; h ayattak ü erin ulaşam adığı, elde ede­
mediği A llah’m lû tfu n a ulaşm ışlar, O ’nun tarafm dan
gelen bir n zik ve m evk iyi elde etm işlerd ir...
Daimi diri olan şeh itlerle on larm geride bıraktık-
lan kardeşleri m evzu u n d a in san tasavvurunun ihdas
ettiği farklılık n e ifa d e ed er k i?.. D ünya hayatı ile bu
hayatm ötesindeki âlem h ak k ın da tasavvur ettikleri
ayrılık ne d eğiştirir k i? ... İn anan insan için h iç bir
fark yok ... A lla h için ca n veren le, geride sağ kalan;
dünya hayatı ü e öb ü r âlem arasm da h içbir ayrılık
yok...
Şüphesiz ki, bu b ü y ü k h akikatin açığa kavuştu­
rulması, hâdiselerin tasavvu ru m eselesinde eşsiz b ir
kıymete sahiptir. H akikatte o, hayatm ve hâdiselerin
fa rk lı tezahürleri ile mütenevvi kâinatm her hareke­
tine karşı mü’ıninin tasavvur ve anlayışm ı doğrultu­
yor, yeniden inşâ ediyor. Bu hakikat, kâinatm hare-'
ketine bağh olup ondan a3n hn az. Ölüm; her şeyin
son noktası değildir... Bu noktanm öncesi ile sonrası
arasm da hiç bir engel de mevcut değüdir.
Gerçekten bu hakikat; yeni bir görüştür; mese­
leye yeni bir nazar atfetmek, yeni bir çehre vermek­
tir. Ve O; mü’minlerin şuurlarında, hayatı ve ölümü
VaTyifl.Tna.ifl.nnda., buralara ve ötelere ait olan tasav-
vurlannda yüce bir kıymete sahiptir.
«Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın.
Bilâkis onlar, Raileri katında diridirler, rızıklanırlar.»
Âyet-i kerime; AUah yolunda öldürülerek bu ha­
yatı terkeden ve insanlann gözlerinden kaybolan
kimselerin, ölü zannedilmemesi hususunda k a fi bir
debidir; diri olduklarına dair bir bürhandır... Sonra
da; Rableri nezdinde nzıklandıklan ifade edilerek ha-
yatm bütün hususiyetlerine sahip olduklarına dair ke­
sin bir hüccettir...
Bımunla beraber, biz, bu fâni âlem de, şehidle-
rin yaşamış oldukları hayatm şeklini bilem iyoruz. Sa­
dece, bize kadar ulaşabüen sahih hadislerle onların
vasıflarından haberdar olabiliyoruz. K aldı ki, debi
olarak bu da kâfidir. Hayat, ölüm ve her ikisinin bir-
leşip ayrılması hfl.kkinda.ki eski düşüncelerim izi de-
ğiştirmenüz için. O sadık Nebi’den gelen haberler de,
şüphesiz ki bir kafiyet ifade ederler. Sadece bu bile,
meselenin; bizim bilemediğimiz bir hakikatinin var
olduğunu anlamamız için kâfi bir senettir. Evet, biz
meseleleri, idrak etmiş olduğumuz zahiri hallerine da­
yandırıyoruz, onun hakikatini idrâk edebilm ek sevi­
yesine hiç bir zaman ulaşamıyoruz. Durum um uz bu
olunca Allah’ü Zûlcelal’in hitabm a ve siyânetine maz-
har olan o şanlı R esûlün sözlerine bağlanm ak, elbet­
te ki bizim bünyem ize d ah a uygu n düşer.
İşte onlar da bizim g ib i in san ... Ö ldürülüyorlar...
Ancak, zahiri tarafm ı anlayabildiğim iz şu hayatı ter-
kediyorlar. H ayatm bize görü n en cephesinden ayrılı­
yorlar... Fakat onlar, A lla h yolunda öldürülm üşler­
dir; diğer ölülerden fa rk lıd ırla r... Her türlü gaye ve
amellerinden A llah için v a zgeçtiler... O’nun yolunda
hayatlannı cöm ertçe fed a ettiler... Ve ruhları da Aziz
ve Çelil olan R ablerine k a vu şu y or... Çünkü onlar, bu
gaye için öld ü ler... Y ü ce k u d ret sahibi olan Allah, bi­
ze onların ölü olm ad ık ların ı haber veriyor. Onları,
ölü zannetm em izi y a sa k h y or... Tekrar teyiden ifade
bujoıruyor ki, onlar; k en d i nezdinde diridirler ve n -
zıklanm aktadırlar. Y ü ce M evlâ 3dne haber veriyor ki,
onlar, hayatm d iğ er b ir hususiyetine daha nail olm uş­
lardır :
nAllah’ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı se­
vinç içindedirler.
«Onlar; A lla h ’m lü tu f v e kerem ini, n zık ve nim e­
tini, sevinç ve sü ru rla k arşıh yorla r. V e biliyorlar M,
bütün bunlar, A lla h 'm k en d ilerin e taJtdir etm iş oldu­
ğu fazi ü k erim inin eserid ir. İşte bu husus, delâlet
eder ki; onlar A lla h ’dan razı, A lla h onlardan razıdır...
Allah’m n za sm ı ih tiva ed en b ir nim et ve nzık tan da­
ha çok hangi şey, on la rı sevin d irebilird i?
Sonra onlar, g erid e bıra k tık la rı kardeşleriyle olan
alâkalannı tam am en k oparm ış değildirler. Onları,
Allah’m bah şed eceği n im et ve saltanatla m üjdeler­
ler. Çünkü onlar, m ü cah id m ü’m inlerden A llah’m ra ­
zı olacağm ı k u vvetle b iliy orla r:
«Arkalarından kendilerine katilamıyanlara; ken­
dilerine korku olmadığım ve üzülmeyeceklerini müjde­
lemek isterler.))
<iOnlar; Allah’tan gelen bir nimet ve daha üstün
ihsan ile ve Allah’ın mü’minlerin mükâfatım zayetme-
yeceği müjdesiyle sevinirler.»
Evet, onlar; «Kendilerine şehitlilc rütbesi ile katı-
lam ıyan gerideki mücâhid kardeşlerinden» alâkalan­
ın, kesmemişler, onlarla olan bağlarm ı koparm am ış-
lardır. Çünkü onlar, «diridirler»... Hem de dirilerle
beraberdirler... Dünyada ve âhirette nail olacakları
nimetlerle, onları tebşir ediyorlar... İşte m üjdelerinin
kısa ve veciz ifadesi:
nOnlar için hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun
da olmayacaklardır.»
Onlar; bunu bilmişler ve Kableri nezdindeki ha­
yatlarına gönülden inanmışlardı. Ü zerlerinden feye­
zan edecek olan AUah’m lütuf ve kerem i ile, nim et ve
meserreti karşılayacaklarım yakinen biliyorlardı...
AHah’m, sadık mü’minlerle beraber olacağına, m ü’­
minlerin mükâfatım zayi etm eyeceğine yürekten
inanıyorlardı...
Öyleyse, hayatm hangi hususiyitidir ki, A llah yo­
lunda öldürülen şehidler için tahakkuk etm iş olm a-
sm ?... Hangi şeydir ki, kendilerine katılam ıyan geri­
deki kardeşlerinden onlan aym ypr?.. Bu değişikliği,
bu intikali; şehidler kervanına katüam ayıp geride ka­
lanları ruhlarmdaki bu ıztırabı, bu yalnızhğı ve bu
hasreti doğuran unsur nedir?... Hiç şüphe yoktur ki,
bu; hayattan ve hayattakilerden kopm am akla bera­
ber, AUah’m komşuluğuna uçup gitm enin doğurdu­
ğu bir gıpta, bir memnuniyet ve bir im renm e hâli­
dir!..
İşte bu ölümsüz ifadeler, o yanlış ölüm anlayışı-
m kâmüen düzeltiyor. Gerek m ücâhidlerin ruhlarm -
da, gerek göçüp gittikleri zaman geride bıraktıklan
kimselerin ruhlarmdaki ilahi dostluk şuurunu kânü-

88
len islâlı ediyor. H ayatın sahasını, şeklini ve şuurunu
genişletiyor. însan düşüncesinin, bu m eselede, fâni,
hayatm tezahürlerini aştığı gibi, şu dünyanm hudut-
lan dışma çık tığın ı da gösteriyor. Onun sağlam ve
muazzam bir sahada istikrar etm iş olm ası; bir hayat­
tan diğer bir hayata, b ir şekilden diğer bir şekle ge­
çiş hakkmda zihnim izin v e tasavvurum uzun ikam e
ettiği m ânialar, asla bu düşüncenin önüne geçem iyor.
AUahü Zülcelâl, b u ve diğer Kur’ân âyetleriyle
müslümanlann kaplerin de ikam e ettiği o yeni anla­
yışa uygun olarak, m ücah idin -i Kûrâmı, Allah yolun­
da şehâdet rütbesini talep etm eye teşvik ediyor.
Bu büyük hakikatleri b öy lece ortaya koyduktan
sonra, Îlâhî K elâm , yin e «M ü’nünleri» ele alıyor. A l­
lah yolunda can veren şühedâ tarafm dan müjdele­
nen, Rableri nezdinde k en d ileri için saklanan nimet­
lerle tebşir edilen k u tlu k işilerden söze başlıyor. On­
ların kim old u k ların ı ta yin ediyor,- hususiyetlerini,
sıfatlarmı ve R ableri ile ola n alâkalarını, durum ları­
nı tespit e d iy o r :
«Kendilerine yara isabet ettikden sonra yine Al­
lah’ın ve Peygam berin davetine koşanlar, içlerinden,
ihsan edenler ve sakınanlar için pek büyük mükâfat
vardır. Onlar ki, bir takım kim seler,,kendilerine; «düş­
manlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar, onlardan,
korkmalısımzn dedikleri zaman bu haber onların imâ­
nını artırır da; «Allah bize kâfidir, O ne güzel muha­
fızdır» derler. Sonra da kendilerine hiç bir zarar do­
kunmadan, Allah’dan bir nim et ve bollukla geri dön­
düler. Allah’ın rızasına uydular. Ve Allah, çok büyük
fazi ü inâyet sahibidir.»
Evet, onlar R asu lu llah ’ın (s.a.v) davet ettiği Icim-
selerdiT; o zorlu savaşın ertesi sabahında yeniden ci­
hâda çağırdığı m ü’m in lerd ir... H enüz yaraları b ile ka-
panm ış değil... Daha dün ölümün ucundan dönmüş­
lerdi; kıl payı canlanın kurtarm ışlardı... Saldınnuı
şiddetinden, mağlûbiyetin ıztmabmdan, musibetin
dehşetinden henüz kurtulamadılar. Birçok cesur ve
babayiğit civanmertlerini toprağa göm düler; böylece
adetleri de azalmış bulunuyor... Üstelik yaraları hâ­
la kan fışkm yor...
Fakat AUah’m Rasûlü (s.a.v) onlan davet edi­
yor... Sadece onlan... Cihâda katılm ayanların bu da­
vete iştirak etmesine kat’i3ryen müsaade etm iyor. Al­
lah’a ihlâs üe teslim olan sadık m ü'm inler de, derhal
Al l ah Rasûlünün davetine icabet ediyorlar. Çünkü bi­
liyorlar ki, bu, aym zamanda AUah’m davetidir. On­
lar; çeşitli musibetlere maruz kalm ışlar... Düşman
kendilerine galebe çalm ış... Çeşitli yerlerinden yara­
lanmışlar... Ama bıma rağmen Allah ve Rasûlünün
davetine icabet etmekte asla tereddüt gösterm iyor­
lar...
Evet, RasûluUah (s.a.v) sadece onları davet edi­
yor. Başkalanmn iştirakine müsaade etm iyor. Bu da­
vet ve icabet, birçok büyük hakikatleri ihtiva ediyor
ki, bir ikisine işaret edelim:
1 — RasuluUah, (s.a.v.) belki bu davetiyle; müs-
lümanlarm duygu ve irâdeleıinde husule gelen son
.şuurun, bir hezimet şuuru ve bir m ağlûbiyet ıztırabı
ohnamasmı dilemiştir. Bunun için onlan, derhal Ku-
reyş’i takip etmeye davet ediyor; onlarm kalplerine,
bunun nihaî bir gaye olduğunu değü, fakat bir tec­
rübe ve imtihan olduğu şuurunu yerleştirm ek için...
V e şüphesiz müşrikler, hâlâ eski kuvvetini m uhafaza
etmektedirler. Zaınflara galip gelebilecek husum etle­
rinde yine berdevamdırlar... Ama o zafer, bir nöbet
îdi; bir defa vuku buldu ve mazide kaldı. H iç şüphe
yok ki, mü’m inler de buna inanıyorlardı. Bunun için-

-90
dir ki, derhal za a f ve k ork ak lığı üzerlerinden atıp
Allah ve R asûlünün davetine icabet ederek m ü şıik le-
re hücum ettiler.
2 — Belki de R asulullah (s.a.v), Kureyş’in, m ü
lümanlar üzerine sa ld ın la n n m devam ına m âni o l­
mak istem iştir. Z aferin lezzet ve gururu ile böyle bir
teşebbüste bulu nm am aları için faahyete geçm iştir.
Bunun için, hem en arta kalan askerleri ile Kureyş’i
takibe koyuluyor. K ureyş’in, m üslüm anlardan hiç bir
dünyalık elde ed em ediğin i görü yor ve geride kalan
mü’miDİerle K ureyş’i yıldırm anm yollarım arıyor.
Çeşitli siyer kitaplarm m d a zikrettiği gibi, bun­
lar, hakikaten zuh ur eden gerçeklerdi.
Rasulullah, belk i de; bütün dünyanm şuuruna,
artık yeryüzüne in tik al eden bu yen i hakikati ikame
etmeyi, kabul ettirm eyi • dilem iştir. Bir hakikat ki;
akideden ibarettir ve m u azzez ashabm m ruhlarm da
en büyük d eğere sa h ip tir... D ünyada akideden başka
bir şeye ih tiya çla rı y ok tu r on la rm ... H ayatlarına, on­
dan başka b ir gaye, b ir id ea l hâkim olm am ıştır... Bir
akide ki; sadece on u n için y a şıy orla r... K endilerine
herhangi bir m en faatin isabet etm esini arzu etme­
dikleri gibi, onun u ğ ru n a fed a etm edik hiçbir şeyle­
rinin kaJmasmı d a istem iy orla r...
îşte bu, yeryü zü n de, o zam an için yen i bir hâdise
ve bü3Tük b ir hakikatti. Bu yen i hâdisenin ve bu bü­
yük hakikatin va rh ğm ı, bü tü n kâinata hissettirm e­
nin zarûreti d e o rla d a idi.
Şüphesiz bu h ak ik a tin doğuşu, yarah oldukları
halde A llah ve R asûlü ne ica b et ederek tekrar cihâda
çıkan o insanların ifa d e ettikleri m anzaradan daha
küvvetü değildir. S af, p a rla k v e korkutucu b ir şekü-
de gidişlerinden: sad ece A lla h ’a tevekkül ederek in -
sanlarm, k en d ilerin i korkutm alarına, K ureyş’in k u v-
vet ve kudretindeB bahsetmelerine aldırm ayarak ye­
niden cihada seferber oluşlarmdan daha celâdetli ve
daha azameth değildir... Ebû Süfyan’m casusları ge­
liyor; Kureyş’in büyüklüğünden, gücünden kuvvetin­
den bahsediyorlar... Münafıklar da hâkezâ, müslü-
Tnfl.nlfl.-n korkutmağa çalışıyorlar, m üslüm anlarm ye­
niden harekete geçmemeleri için dolaplar çeviriyor­
la r :
«.Onlar ki, bir takım kimseler, kendilerine; «dii§-
manlanmz sizin için kuvvetlerini topladılar, onlardan
korkmalısımz» dedikleri zaman, bu haber onların ima­
nını artırır da; «Allah bize kâfidir. O, ne güzel muha­
fızdır» derler.»
İşte bu parlak ve titretici m anzara, o büyük ha­
kikatin doğuşunu kat’iyetle ilân ediyordu... Bütün
bunlar, RasuluUah’m o günkü hareketinin hikm etle­
rinden bir kaçıdır. En büyük hikmet ise; şüphesiz o
büiTük haMkatin Hânıdır!.,.
Siyer kitapları, müslümanlarm, RasuluUah’ın
dâvetine icabet etmelerine ve . savaş anındaki yara­
lanmalara dair çeşitli rivayetler n ak led iyorlar:
îbn'İshak şöyle diyor:
«Bana, Abdullah bin Hârice bin Zeyd bin Sabit,
Hz. Osman’ın kızı Âişe’nin kölesi Ebû Saib’den şöyle ri­
vayet etti.
Rasûlullah ashabından ve. Abdullah Eşheloğulla-
nndan Uhud muharebesine iştirâk eden biri şöyle an­
latıyor :
«Ben ve kardeşim, Rasulullah’la beraber Uhud mu­
harebesinde bulunuyorduk. Yaralılar arasında dolaşır­
ken bir münadi; Rasulullah’ın, ordusuyla birlikte düş­
manı takibe koyulacağını ilân etti. Kardeşime dedim
k i:

92
Allah’ın Rasûlü ile beraber yapacağımız cihâdı ka-
çıracakmıyız?
Vallahi o gün hır binek hayvanim bile yoktu. Vü­
cudumda da son derece ağır yaralar taşıyordum. Fa­
kat derhal Rasulullah’la beraber düşmanı takibe ko­
yulmakta k a fiy en tereddüt göstermedik. Hakikatte ben,
kardeşimden daha az yaralıydım. Kardeşim ağırlanınca
onu omuzuma alıyordum. Nihayet biz de yola koyul­
duk ve ordumuzun vardığı yere kadar vardık.r>
îbn İshak diyor k i :
(dJhud muharebesi 15 Şevval Cumartesi günü baş­
lamıştı. Ertesi sabah, 16 Şevval Pazardı... Derken Ra-
suluHah’ın müezzini, düşmanı kovalamak üzere müslü-
manları dâvet ediyor. Ve sözlerini, dün yanımızda bu­
lunmayanlar, bizimle beraber gelm iyecektir diye biti­
riyordu. O zaman Câbir bin Abdullah bin Haram, Ra-
sulullah’a gelerek m azeret beyan etti :
« l'c Rasulullah!.. Benim yedi tane kardeşim var.
Babam beni kardeşlerim den dolayı geri bıraktı ve de­
di k i :
«.Yavrucuğum, aralarında bir erkek bırakmadan bu
kadmlan terketm ek n e sana yakışır, n e de bana... Ben,
Rasulullah’la beraber d h â d etm ek hususunda seni, ken­
dime tercih edem iyorum ; kardeşlerinin yanında sen
k€dmalısın.yi
«Ben de, m ecburen onların yanında kaldım ve onun
bu mazeretini kabul ediyor v e kendisiyle beraber cihâ­
da çıkmasına müsaade ediyor.yt
Onlar, işte bu şekilde yardımlaştılar, üstün feda­
kârlıklara katlandılar... N için ?... Bu büyük hakikatin
doğduğunu o yüce ruhlara yerleştirm ek için... Sade­
ce Allah’a dayanan, Onun vekâletine sığman, O’ndan
razı olan, yalnız O’nun kefaletiyle iktifa eden, şiddet
ve zorluk anlarm da O ’na olan imanım daha da ziya­
deleştiren ve kendilerini korkutanlara şu şekilde mu­
kabelede bulunan yüce ru hlar:
(iAUah bize kâfidir, O ne güzel muhafızdır.
Nihayet akıbet; Allah’a tevekkül eden, O ’nun ke­
faleti ile mutmain olan ve O’nun nzası için her şey­
den tecerrût eden o 3rûce ruhlarm beklediği ve A llah’-
m vadettiği şekilde tecelli ed iyor:
v-Kendüerine hiç bir zarar dokunmadan Allah’dan
bir nimet ve bollukla geri döndüler. Allah’ın nzastna
uydular.y>
Muvaffak oldular... Kötü durum lara m aruz kal­
madılar... AUah’m nzasm a nâil oldular... M em nuni­
yet ve muvaffakiyetle avdet ettiler...
«Allah’dan bir nimet ve bollukla geri döndüler.n
Ayet-i kerime, burada, lütfü İlâhinin tecellisi hu­
susunda mü’minleri ilk sebebe irca ediyor... A llah’m,
nimetim, lütuf ve üısanmı dilediğine verdiğini ifade
ediyor. Mü’minleri parlak ve fedakârane gayretlerini
zikretmeyi de ihmal etmiyor. Fakat sonunda m esele­
yi, Allah’m lütuf ve nimetine bağlıyor. Çünkü asıl
hakikat, asıl büyük dava budur... Her türlü lütuf ve
ihsanın kendisine ircâ edildiği Allah’ü Zülcelâldir...
Mü’minlerin o andaki durumları da, bu nam ütenahi
fazilet ve ihsanm bir tecellisinden başka bir şey de­
ğildir! ...
«Allah, çok büyük fazi u inayet sahibidir.
Allah, işte bu ifadelerle onları, ölm ez kitabm da
tescü ediyor. Kinatm her bucağında tekrar edilen
Kelâm-ı îlâhi’siyle yüceltiyor. O üstün şahsiyetleri,
hakikaten yüce olan durumları üe insanlığa takdim
ediyor.
İhsan, onlarm durumuna ve üstün şahsiyetleri­
ne bakıyor ve içtim ai bünyenin, bir günde tam am en
değiştiğini hayretle görüyor... Olgunlaştığım , nizam

94
ve intizama kavuştuğunu, yerlerin de sabit ve k ararlı
olarak durduklanm , dah a dün ordu saflarında ve zi­
hinlerde m eydana gelen anarşi ve karışıklıktan tam a­
men kurtulduklarm ı dehşetle tem aşa ed iyor... Sade­
ce bir gece g eçm iştir... A m a dünün insanları ile bu ­
günün insanları, birbirin d en tam am en fa rk lıd ır...
Fark, korkunç denecek k ad ar bü3rüktür. M esafe, ha­
kikaten çok fazladır. Zaten o zorlu tecrübe, ruhlarda
yapacağını yapım ştı. H âdiseler onları ziyadesiyle sars­
mıştı. Ruhlara k arar ve azim et dolm uş, ayaklara se­
bat gelmiş, kalplere teyakkuz hâkim olmuş, karanlık­
lara zeval perdesi çek ilm iş...
Evet... Bu hal, o a cı im tihanın neticesinde tecelli
eden Allah’ın büyü k b ir fa zileti, lü tu f ve İhsam id i...
Nihayet m evzu h itâm a erdirilirken, m ü’m inlerde-
ki o sabırsızlık v e k ork u n u n sebebi de açıklam yor.
Hakiki sebebin şeytan oldu ğu , m ü’m inleri, kendi dost
lan olan m üşriklerle k ork u tm ağa çalıştığı ve onlara,
bir kuvvet ve h eybet alâm eti verm ek istediği söyleni­
yor. Öyleyse m ü’m in ler şeytanm hilelerini anlam alı
ve onun gayretlerin i b oşa çıkarm ahdırlar. Şu şeyian.
uşaklarından kork m am alıdırlar. Bilâkis, sadece A l-
lah’dan korkm alıdırlar. Ç ünkü k u vvetli olan, kudret­
li olan, kahhar olan sadece O ’dur. O halde m ü’m inle-
rin yalnız O’ndan k ork m aları icabed er :
«İşte Q şeytan ancak kendi dostlarıyla korkutur.
Mü'min iseniz onlardan korkmaıjın, ten d en korkun.y)
Gerçekten şeytan, k en d i dostlarm ı kalabalık gös­
termeğe ve k u d ret libâsm ı giydirm eye çalışıyor. On-
larm her türlü im kân ve tasarru fa sahip oldukları,
fayda've zarar verm eye m u k tedir oldukları şüphesini
kalplere yerleştirm eye ga yret ediyor. Bunun asıl se­
bebi de; gaye v e m ak sad m a on lar sayesinde ulaşm a­
sı, yeryüzünü on la ra n ifa k v e fesâd a boğm asıdır. O n-
la n kendine baş eğdirmesi, kalplerini kendine râm
etm esi içindir.
Hakikaten şeytan, bâtdı ve kötülüğü ziyadeleş­
tirm ek hususunda büyük maharet sahibidir. Kuvvet­
li, kudretli ve kahredici güce sahip olanı, cebbar ve
zalim olam ortaya çıkarmakta güçlük çekm ez. Hiç
bir müdafi, hiç bir muarız onun karşısm da tutuna­
maz-, hiçbiri onu yıldıramaz. Her türlü şirretlikte şey­
tan, gerçekten usta bir sanatkârdır. Korkutm a ve sal­
dırma amrıda hemen korku ve zillet perdesini açar.
Yeryüzünde gözüne kestirdiği her şeyi, uşaklarma
rahatlıkla yaptırır. Onlar da, ustalarmdan aldıklan
emirle, marufu münkere, münkeri m arûfa tebdil eder­
ler. Kâinata bâtılı, fesadı ve delâleti yayarlar. Kendi­
lerini h a k k ı öldüren ve dalâleti sapıklığı him aye eden
ilâhlar yerine koyarlar... Hiç kimse de onları doğrult­
maya cesaret edemez, zulümlerini 3n[izlerine vuramaz.
Onlarm karşısma çıkmayı ve yapıştıkları liderlik ma­
karamdan tardetme3d hiç kimse göze alam az... Bun­
lar hir tarafa, onlarm göklere çıkardığı batılı alaşağı
etmeye ve mahkûm ettikleri hakkı ortaya çıkarm aya
bile cür’et edemezler...
Şeytan; hilekârdır, sapıktır, aldatıcıdır. D ostlan-
nm arkasma gizlenir ve vesvesesine râm edem ediği
kimselerin gönlüne korku salmaya çalışır. Fakat, iş­
te Allah, onu hemen ortaya atıyor, çırılçıplak mey­
danda bırakıyor. Hüe ve desiselerinin perdeleri onu
örtemiyor. Kâdir-i mutlak olan Allah, inanan gönül­
lere hakikati gösteriyor. Şeytanm vesvese ve hileleri­
ni tanıtıyor. Hüe ve desiselerinden korunm aları için
icabeden tedbiri beyan ediyor. Şeytan uşaklarm dan
korkmamaJarmı, çekinmemelerini telkin ediyor. Ha­
kikatte şeytan ve uşakları, mahlükatın en zayıfı ve
en korkağıdırlar. Rabbine dayanan ve Rabbinin kud-

96
retine istinad eden b ir m ü’ırürıin, onlardan korkm a­
ması lâzım gelir. K ork u lacak ve çekinilecek yegâne
kuvvet, fayda ve zarar verm eye kadir olan kuvvet­
tir... Sadece O ’nun k uvvetin den korkanlar, yeryüzü­
nün en kuvvetli şah siyetleridir. Kâinatta h iç bir kuv­
vet onlara karşı k oy a m a z... N e şeytanm kuvveti, ne
de şeytan uşaklarm ın ku vveti!..
(iMü’min iseniz onlardan korkmayın, benden kor­
kuna
Kelâm ullahın akışı, b u rad a yen i bir m evzuya yö­
neliyor. Sözü R asu lu llah ’a çeviriyor. İnsanlann; yanş
edercesine k ü fre d oğru akm aları, sanki bir hedefe
varmak için m üsabaka edercesin e arzu ve istekle de­
lâlette devam etm elerin den d ola yı A llah Rasulünû
kerim olan kalbine d olan hü zü n ve kederden teselli
ediyor, ruhunu tak viye e d iy o r... V e kat’iyetle ifade
ediyor ki, onlar, asla A lla h ’a za ra r verem ezler. Fakat
bu hâl, A llah’m b ir im tih an ıd ır ve on la n n işlerini de,
küfürlerini de, âhiretteki hü sran ve m ahrum iyetlerini
de büiyor. Bunım için on la n n , k ü fü r içinde sonuna
kadar yüzm elerine m ü saade ediyor. O nlara mühlet
veriyor; hem zam an, hem de im kân tanıyor, bolluk
ve saadet veriyor. Tâ ki, gü n ahlarım arttırsınlar, be­
lâlarım ve m es’u liy etlerin i ziyadeleştirsinler diye...
Bütün bu h âd iselerin arkasm da, m ü’m inleri im ­
tihan edip k â firlere m ü ddet verm enin ötesinde gizli
olan Allah’m- h ik m et v e ted b iri açıklanarak m evzu
hükme bağlanıyor. İşte bü tü n bu n la n n hikm eti; im ti­
han ve tecrübe n eticesin d e pis olan ı teiniz olandan
ayırmaktır. K alplere ta a llu k eden m eseleler, gayb’a
ait işlerdendir. A llah, k a lp leri bilm eyi sadece kendine
tahsis etm iştir; in san lar on a m uttali olam azlar. Fakat
Kâdir-i M utlak ola n A lla h , insanoğluna m ünasip d ü ­
şecek tarzda v e b eşerin id râk edebileceği b ir vesile
üe bu bilinm eyen hususu açıklam ayı m urad ediyor,
îşte m ü’m inleri imtihan edip kâfirlere m ühlet ver­
mek; kalplerde gizlenen şeyleri ortaya çıkarm ak için­
d ir... Pis olam temiz olandan ayırm ak için d ir... M ü­
minlerin, Allah ve Rasulüne k a fi bir im anla bağlan­
m aları hikmetine m ebnidir;
«O küfre koşanlar seni mahzun etmesin. Şüphesiz
onlar Allah’a hir zarar veremezler. Allah, onlara âhi-
rette bir nasip vermemeyi diliyor. Ve büyük bir azap
vardır onlar için.»
«.İmana kargılık küfrü satınalanlar, Allah’a hiçbir
şeyle zarar veremezler. Elem verici bir azap vardır on­
lar için.»
«Küfredenler, kendilerine mühlet verişimizi sakın
kendileri için hayırlı sanmasınlar. Biz onlara sırf gü­
nahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Hor ve hakir
edici bir azap vardır onlar için.»
«Allah mü’minleri, sizin üzerinde bulunduğunuz
halde bırakacak değildir. Nihayet pisi temizden ayıra­
caktır. Allah size gaybı da bildirecek değildir. Fakat
Allah, Peygamberlerinden kimi dilerse, onu seçer. Bu­
nun için siz Allah’a ve Peygamberine inanın. İnanır ve
sakınırsanız, size çok büyük bir mükâfat vardır.» (Âl-i
İmran, 176-179)
Mü’minlerin musibete duçar oldukları .m üşrikle­
rin de zafer ve galibiyet zevkiıü tattıkları Uhud mu­
harebesini takdim ederken bu eşsiz ifadelerle sonuca
bağlamak, son derece uygun ve münasip bir program
ve metod icabıdır... îşte; hakla batılm karıştığı, hak­
kın musibete dûçar olduğu, batılm kabarıp yüksel­
diği o çarpışma sahasmdaki insanlann gönlünde kay­
nayan yalancı şüpheler... Kalplere vesvese veren ai­
d atla idealler...

98
Yalancı şü ph eler... A ld atıcı idealler... Evet, am a
neden ya R a bbi?... N için hak m usibete düçar oluyor
da batıl k u rtu lu yor?... N için hak ehli im tihandan im ­
tihana, ıztıraptan ıztıraba sürükleniyor da dalâlet
ehli kurtuluşa yol b u lu yor? .. .Bâtılla her karşılaştığm -
da niçin hak m u za ffer olm u yor? Zafer ve ganim ete
niçin başkaları sahip o lu y o r?... Zafere ulaşmak, hak
olanm hakkı d eğil m i?... N için bâtıla böyle bir sav­
let imkânı v eriliy or?... B âtılm hakla çarpışm asm dan
neden böyle ters n eticeler zu h u r ed iyor?... İşte bütün
bu sorular, k alpler için b ir fitn e ve fesad unsuru olu­
yor.
Uhud’da, m üslüm anlarm dehşetle, taaccüple söy­
ledikleri şu sözün m u ktezası b ilfiil tahakkuk e d iy or;
v.Bu musibet nereden geldi?-^
Bu noktada da, İlâhi b ir cevap ve farklı bir açık­
lama serdediliyor. V e y org u n k alpler rahatlıyor, kalp­
leri kıskaç araşm a a la n h âdiseye d a ir koym uş oldu­
ğu tedbirini, tak dirin i v e K anun-u îlâ h i’sini açikhyor.
Hakla bâtılın çarpışm asm dan b öy le b ir neticenin zu­
hurunu da K anun-u İlahisin e b a ğ lıyor ve âdeta şöy­
le izah e d iy o r;
Herhangi b ir m u h arebed e bâtılm za fer ve kurtu­
luşa nail olm ası, m u ayyen b ir zam an için m uzafferâne
çığırtkanlıklarm a d eva m etm eleri, h iç bir zam an A l-
lah’m, onlarm g a lip gelin em iyecek b ir kuvvet olduk-
lanna ve her zam an h ak k ı m u tazarrır etm eye m ukte­
dir olduklarm ı d a ifa d e etm ez.
Yine böyle b ir m u h arebed e eh l-i hakkm m ağlû­
biyet açışım tatm ası, k u vv et v e kudretlerinin zaafa
uğraması, h iç b ir zam an A lla h ’m , on la n unuttuğu
ve him ayesini terk ettiği m ânasm ı taşım az. O nlarm ,
ehl-i dalâletin k u ca ğın a terkedüdiklerini, bâtılm kud-
ret ve hâMmiyetine mahkûm olduklarını da kat’iyyen
ifade etmez.
Asla!.. Bu, bir hikmet ve tedbir icabıdır. Yolun
sonuna varması, günahlarm en âdilerini irtikâb et­
mesi, kötülüklerin en ağırlannı yüklenm esi ve sonun­
da en şiddetli azaba müstahak olm ası için bâtıla im­
kân ve mühlet tanınmaktadır. Hak ehli için de bir
denemedir; pis olam temiz olandan ayırm ak için...
İmtihanlar neticesinde sebâtmda daim olana büyük
mükâfatlar vermek için... Şüphesiz bu keyfiyet hak
için bir kazanç olduğu gibi bâtü için de bir hüsran
ve nedamettir. Her ikisinin de kazandıkları kat be
kat arttırılacaktır... Kat be kat...
iiKiipe koşanlar seni mahzun etmesin. Şüphesiz on­
lar Allah’a bir zarar veremezler. Allah, onlara âhirette
bir nasip vermemeyi diliyor. Ve büyük bir azap vardır
onlar için.»
Bü ifadeler, Rasulullah’ı teselli ediyor, hüzün ve
kederini gideriyor, hoşnut ve razı ediyor. Rasulullah,
onlann küfür içinde sapıkhklannı görüyor, küfre
doğru sür’atle aktıklanna bakıyor, sanki bir hedef
dUdlmiş de, oraya varmak için m üsabaka yaparca-
sma sür’atle, şiddetle, var güçleri ile dalâlete doğru
koştuklmım hazin hazin se30'ediyor...
Bu âyet, bir vâkıanm ifadelerle resm edilişidir.
Bir kısım insanlar; küfürde, bâtılda, kötülük ve masi-
yet yolunda sür’atle ilerlemek lâzım geldiğine inanı­
yor. Sanki kendisini geçene yetişmek gayretindedir.
Şiddetle, sür’atle ve m uzaffer bir edâ üe koşuyor.
Sanki arkadan kovalayan biri var. Yahut önden biri,
ona sesleniyor; konulan mükâfatı elde etm esi için hız­
la gelmesini istiyor.
İşte bunlarm üzüntüsü RasuluUah’ın kalbini dol­
duruyor. Şu insanlara karşı hasret ve nedam etle içi

100
burkuluyor. O nların, C eheım eıne doğru sü r’atle ak-
tık la n n ı görüyor. Fakat on lara m âni olm ak im kânm a
sahip değü. Ç ünkü k en d isin i b ir an bile dinlem eye
tahammül gösterem iyorlar... işte bu keder; in sanlan n
küfür içinde bocalam alan n m , Ceheım em e doğru sü­
rüklenmelerinin hüznü, A lla h elçisinin kalbini ihâ.ta
ediyor... M üslüm anlann m aruz kaldıkları m usibet ve
eziyetler de a y n b ir üzü n tü vesilesi... İlâhi davetin
başma gelen d e b ir başk a hüzün tablosu... Birçok in­
sanlar, m üslüm anlara v ey a m üşriklere iltihâk etmek
için m uharebenin n eticesin i bekliyorlardı. Kureyş
müslüman olursa, bü tü n insan lan n , AUah’m dinine
fevc, fevc akacağı, Islâm a d ön eceği şüphesizdi, işte
bütün bım lar, o K erim ola n A llah Resulünün gözleri
önünde bir resm i g eçit y a p ıy or ve kalbinde bir ukde
olarak kahyor. Fakat A llah , aziz Peygam berini ra­
hatlatıyor, k albin i h u zu r ve inşirahla dolduruyor.
Onu kuşatan bü tü n h ü zü n v e k ederleri yok ediyor.
«Küfre koşanlar seni mahzun etmesin. Onlar Allah’a
Ur zarar veremezler.
Evet, o laubali ve basit insanlar, A llah’a hiç bir
zarar verem ezler. Bu hususu açıklam aya bile ihtiyaç
yoktur. Ancak, hikm et sahibi olan A llah; akide m ese­
lesini kendi m eselesi yapm ayı, m üşriklerle yapüan
savaşm bizzat k en d i savaşı old u ğu n u ilân etm eyi, Ra-
sulünün ve bü tü n m ü slü m an lan n om uzlanna çöken
bu akide savaşm m a ğ ır m esu liyetini refetm esû m u-
rad ettiği için b u h u su sları açıkhyor. O küfürde ya-
nşânlar, şüphesiz A lla h ’la m uharebe ediyorlar. Fa­
kat onlar, çok z a y ıftırla r... A lla h ’a zarar verem ezler.
Küfürde daha sü r’atle ya rışsalar da, A llah dostlarım
daha acı m usibetlerle in citseler de em r-i ilâhi’n in h iç
bir esasmı değiştirem ezler.
Madem, öyle, niçin Allah, onlara kurtuluş imkâ­
nı hazırlıyor. Onlarm serbestçe ve m uzafferâne eda­
larla dönm elerine müsaade ediyor?... H albuki onlar,
doğrudan doğruya Allah düşmanıdırlar. Evet, bu bir
gerçek... Ama Allah onlara, daha büyük bir tuzak ve
ebedi bir zillet hazırlıyor...
(lAllah, onlara âhîrette bir nasip vermemeyi düi-
yor.li
Allah; onlann, sonuna kadar küfürde yarışm ala­
rını, bütün imkânlarını bu uğurda sarfetm elerini,
her türlü günahı yüklenmelerini ve sonunda da müs­
tahak oldukları azabı bütün şiddetiyle tatmalarım
muradedi yor!...
«Ve büyük bîr azap vardır onlar için.n
Peki ama, niçin Allah onlara bu feci akıbeti lâ­
yık görüyor?... Çünkü onlar, îmana m ukabü küfrü
satm almışlar ve o şiddetli azaba müstahak olm uşlar­
dır.
«İmana karşılık küfrü satın alanlar, Allah'a hiç bir,
şeyde zarar veremezler. Elem verici bir azap vardır on­
lar için.11
Hiç şüphe yok ki, iman, onlarm kolaylıkla elde
edebilecekleri bir şeydi. Çünkü; fıtratın derinliklerin­
de ve kâinatm her noktasmda AUah'a îm anın delille­
ri serpiştirilmiştir. Akıl sahiplerini hayretlere garke-
den şu mevcudatm projesinde, tenasüp ve tekâm ülün­
de, bu îmarun emmeleri dikilmiştir. D oğrudan doğru­
ya beşer fıtratında ve fıtratm m evcudatla olan tema-
smda, bir yapıcı kudretin, bir üstün san’atkârm var
olduğu şuuru yerleştirilmiştir. Fazla olarak bilfiil
îmane davet de yapılmıştır. Kâinatm esrarı, fıtratm
mevcudiyeti, varlığm şahane bir şekilde tenâsübû ve
mevcudatm, insanlara ve hayatı devam ettiren onlara
fayda veren hususiyeti; hep bu davetin a y n a3m bi­

102
rer dilidir. K aldı ki, bizzat A llah Rasulünün lisânı ile
de bu İlâhi d âvetia ilân ı yapılm ıştır...
Evet, îm ana götü ren bütün deliller önlerine se­
rilmişti. Fakat, bak ıyorsu n ki, onu satıyorlar, m uka­
bilinde k üfrü alıyorlar. H em de h iç bir ilm e ve delile
dayanmadan... Ö yleyse AUah’m , onları küfürde ya-
nşmalarma terketm esine elbette ki m üstahaktırlar.
Bütün yapacaklarını yapsm lar. Tâ k i âhiret sevabm -
dan hiç bir nasipleri kalm asm . İşte onlar, bunun için
zayıftırlar; A lla h ’m yardım m dan hiç bir nasipleri kal­
madığı için ... V e on lar, A lla h ’a zarar verm eye asla
muktedir değildirler. Ç ünkü onlar, tam bir dalâlet
içindedirler. O nların yan m da hakkm ve hakikatin ne
izi, ne de eseri va rd ır... A llah , delâleti sultan olarak,
yeryüzünün h âk im i ola ra k indirm enüştir. Batıh, kuv­
vet ve kudretin d aya n ağı yapm am ıştır... öyley se on­
lar, Allah d ostların a da za ra r verem ezler... Dâvet-i
ilâhiyeye de zarar verem ezler... Ne kadar çoğalırsa
çoğalsmlar, m ü’m in lere n e k adar zulüm ve eziyette
bulunursa bulu nsun lar, b u gü lü n ç ve basit kuvvetler­
le, inananlann v e o n la n n d âva lan n m önüne geçe­
mezleri..
«iElem verici hir azap vardır onlar için.y»
Mü’m inlere tattırd ık ları elem ve acılarla kıyas
kabul etm eyen elem lerin en şiddetlisi!..
«O küfredenler, kendilerine mühlet verişimizi sakın
kendüeri için hayırlı sanmasınlar. Biz onlara, sırf qû-
nafUan çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Hor ve hakir
edici hir azap vardır onlar için.n
Bu â y et-i kerim ede, gön ü llerde kaynayan ukde
ve şüphelere ,ru h ları h ey eca n a veren sitem ve ayıp­
lamalara da b ir işaret vard ır. İşte görüyorsun; A llah ’-
m ve hakkın d ü şm a n la n serbestçe gidebiliyorlar, fe ­
lâketler sanki on la ra h iç yanaşm ıyor. Ü stelik m ^lla.
kuvvetle, otorite ile ve makamla zahiri hâkim iyetle­
rini sürdürüyorlar. İnsanların kalplerine fitn e ve fe­
sat zehirini ekiyorlar... Derken, bir de bakıyorsunuz;
bir takun zayıf imanhlara da, A llah’m, hak olm adığı
şüphesi yerleştiriliyor ve onlar da câhiliyet anlayışı-
mn peşinden sürükleniyorlar. Onlar zannediyorlar
ki, Allah; bâtıla da inkâra da, şerre de. tuğyana da
razıdır... Ve razı olduğu içindir ki. onlara fırsat ve­
riyor ve imkanlarım çoğaltıyor. Yahut düşünüyorlar
ki; ha.kla. bâtü arasmdaki mücâdelede A llah’m hiç
bir alâkası yoktur. Bunun içindir ki. bâtılın, hakkı
yutmasına müsaade ediyor... Veyahut, bu bâtü de­
nen şey haktır; şayet hak olmasa Allah, onu serbest
bırakmaz. Gelişip büyümesine asla m üsaade etmez
ve zafere ulaşmasına kafiyen göz yum m azdı (!) di­
yorlar... Veyahut da iddia ediyorlar ki; yeryüzünde
hakkı daima mağlûbiyete uğratmak, batüın tabii bir
hususiyetidir. Hakkın, zafere ulaşmak gibi bir özelli­
ği asla mevcut değüdir... Peki sonra?!. Sonra d a A l­
lah; zâlimleri, âsileri, azgınlan, m üfsidleri terkedive-
riyor. Oıüar da azgmhklanna ve tuğyanlarm a tama­
men esir oluyorlar, küfürdeki yanşm alarm a sür’atle
devam ediyorlar... Ve zannediyorlar ki, bütün işleri
doğrudur, düzelmiştir, artık önlerine duracak h iç bir

Bütün bu düşünceler, bâtıhn, sapüdığm dan baş­


ka nedir ki?.. Allah’m hak olm adığı sapıklığm a itikad
etmekten başka nedir?...
Halbuki mesele hiç de böyle değü. İşte bak. yüce
AUah, küfredenleri böyle bir zanna kapılm aktan ıs-_
rarla sakm dınyor. Demek ki, Allah’m, onları, dünya­
da musibetlere mahkûm etmemesi, faydalanacaktan,
zevk edip eğlenecekleri şeyleri onlara nasip etmesi
küfretmelerinin m ükâfatı değildir. Allah, onları öyle

104
şiddetli bir şekilde yakalayacak tır ki, kurtuluş ne
mümkün! A llah’ın; on lara uygulam ış olduğu bu m u­
amele, şüphesiz on la r için b ir fitnedir, çok sağlam
bir tuzaktır, cezaların m şim dilik tehir edilm esidir:
«O küfredenler kendilerine mühlet verişimizi sakın
kendileri için hayırlı sanmasınlar. Biz onlara, sırf gü­
nahtan çoğalsın diye m ühlet veriyoruz.-»
Şayet onlar, ikaz ed ici b ir im tihanla nim et-i İlâ­
hinin sıkıntısm dan çıkarılm aya müstahak olsalardı,
şüphesiz ki, A llah bun u d a yapardı. Fakat Allah, on­
lar için asla h ayır m urad etm iyor. Çünkü onlar, îm a­
na mukabil k ü frü satın aldılar. K üfürde ileri gitm ek
için yanştılar ve k ü fü r için çalışıp didindiler. B öyle-
ce, bu sıkm tıdan k u rtulm ak için, bir im tihan vesile­
siyle AUah’m k en d ilerin i ik az etm esine lâyüı olm adık­
larım ispat ettiler.
«Hor ve hakir edici bir azap vardır onlar için.»
Hor ve hakir ed ici b ir a za p ... H akikatte bu, onla­
rın, üzerinde bu lu n d u k ları n im et v e lû tu flan n m uka­
bilidir.
Buradan an la şılıyor ki, dünyada bazı belâlara,
duçar olm ak, A lla h ’dan gelecek b ir lü tu f ve nim ete
işarettir. Çünkü A llah , h ayrm ı m urad ettiği kim se­
lerden başkasm ı b öy le b ir im tihana tâbi tutmaz. Bu
belâlann, A llah d ostların a isabet ettiğini görürsek,,
bu demektir ki, A llah , dostlarm a b ir takım hayır v s'
mükâfatlar v e rm e y i. arzu lu yor. Bu m usibetler, o A l­
lah dostlarmm ta sa rru fla rı üzerin e m ürettep olsa da­
hi, böyle m utlu b ir son a u laşm akla m üeyyeddir. îşte
bu, Allah’m, m ü’m in dostlarm a olan b ir lütfudur, nez-
dinde gizlediği b ir h ik m etin eseridir ve güzel b ir ted­
birdir.
Bu hikm et d olu tablo; k alp leri istikrara, ru hları
itmi’nâna k avuşturuyor. A çık ve dosdoğru îslâm i ta-
■savvurda mündemiç olan basit fakat derin hakikatle­
ri ortaya koyuyor.
AUah’m hikmeti v e mü’minlere olan ihsanı; îman
edenleri, îslâm ’m nefret ettiği şüphe ve tereddütle or­
du saflarm ı karıştıran m ünafıklardan ayırm ayı ge­
rektirir. Allah, Uhud’daki tasarrufları ve tasavvurla­
rı sebebiyle, onları böyle bir imtihana tâbi tutmuştu.
Fakat gaye, bu yolda pis olam temiz olandan ayır­
maktı ;
«Allah, müzminleri, sizin üzerinde bulunduğunuz
halde bırakacak değildir. Nihayet pisi temizden ayıra­
caktır. Allah size gaybı da bildirecek değildir. Fakat
Allah, Peygamberlerinden kimi dilerse onu seçer. Bu­
nun için siz, Allah’a ve Peygamberlerine inanın. İnanır
ve sakınırsanız, size çok büyük bir mükâfat vardır.y)
İlâhî kelâm; müslüman ordusunu seçm eden, kar­
makarışık bırakmanm; Allah’m şanmdan, O’nun 301-
ce Ulûhiyetinin gerekliliğinden ve âdetinin icablarm -
dan olmadığım üân ederek neticeye ulaşıyor. Kalple­
ri İslâmın ruhundan ve îmamn parlaklığından tama­
men boş olduğu h£dde, îslâmm gölgesinde ve îman
. dâvasınm arkasmda gizlenen m ünafıklan açığa vur-
mamanm da, Allah’m zâtma, ulûhiyetinin gerekhliği-
ne ve âdetinin icabına uymadığını açıkça ortaya ko­
yuyor. Allah, İslâm ümmetini, o eırrensel büyük ha-
-reketin hakkını vermesi, İlâhî Nîzâm ’ı omuzlaması,
onu yeryüzünde biricik vak’a ve yegâne nizam olarak
vaşatması için görevlendirmiştir. Bu büyük hareke­
tin gerçekleşmesi için herşeyden soyutlanm ası, safi­
yet ve berrakhğm, bütün kötülüklerden tem izlenm e­
si ve dâvaya sebatla sarıhnanm zaruri olduğu mey­
dandadır. Binasında çatlaklıklarm, safm da parçalan-
malarm olmamasmm zarureti de ortadadır. Daha
kısa bir ifade ile söyleyecek olursak; m üslüm an üm-

106
metin tabiatı, şu kâin atta A lla h ’ın kendileri için tak­
dir etmiş olduğu o bü yü k hareketin ruhuna uygu n ol­
malıdır. Y üce M evlânuı, âhirette m û’m inler için ha­
zırlanmış olduğu m ekâna d a uygun düşm elidir.
îşte bütün bu n lar, İslâm ordugâhm da bulunan
pislikleri yok etm eyi, s a fla n onlardan tam am en te­
mizlemeyi gerektirir. C em iyet binasından zayıf tuğ­
laların saf dışı edilm esi için baskı şarttır. Tenhalarda
ve vicdanlarda d olaşan gizlilikleri ortaya koym ak
için de, İslâm n u ru n ım k u vvetli projektörlerini cem i­
yet üzerine yoğu n laştırm ak lâzım dır. Bu gayeden do­
layıdır ki, A llah, pis olan ı tem iz olandan ayırıyor. As-
İmda bu .k eyfiyet, y ü ce M evlânm İlâhî şanmm eseri­
dir. Mü’m inleri, o bü yü k k an şık lık anmdan önceki
halleri üzere k arm akarışık bırakıverm esi, O’nün İlâ­
hî adetinden değildir.
Allah’ın, ken din e ayırm ış oldu ğu gayb’a, insanı
bilgili kılm ası da yin e O ’n u n y ü ce zâtm m hikm et sa­
çan diğer bir tablosudur.
İman; uğrunda fedâkârhlc yapıldığı sürece köklü
bir ağaç gibi yeşerip boy salar. Yoksa bir hayal olma­
nın ötesine geçemez.
M ü ’m iıün yeryü zü n d e üstleneceği görev son de­
rece ön em li ve b ü yük tür. Bu önem li görevi yerine
getirebilm ek için elbette b ir takun özelliklere sa­
hip olm ası gerek ecek tir,
im a n k on u su n a hasredilm iş olan bu risâlede
daha ön ce m ü m in lerin karekteristik özellikleri
gösterilm eye çalışılm ıştı. Burada ise b u özellikler
b ir başka a çıd a n değerlendirilm ektedir.
îm an ı S ey y id K u tu b’un kalem inden takib etmek
b ir yan dan bizi d a h a dinam ik ve nisbeten rasyo­
nel ilk elere g ö tü rd ü ğ ü gibi, b ir yandan da hayatta
etkisi g özlen en b ir in a n ca sevk etm ek ted ir:

aEy îman edenler! Seslerinizi 'peygamberin sesin­


den yüksek çıkarmayın. Birbirinize seslendiğiniz gibi
peygambere 'yüksele sesle seslenmeyin ki farkına 'varma­
dan amelleriniz boşa git'mesin.» (Hncurât, Z)
Ey im an ed en ler... K en dilerin i im ana davet eden
peygambere sa y g ı b eslem eleri için am ellerinin fa rk ı­
na .varm adan b oşa gitm em esi için ... Â m ellerinizi
farkma varm adan, bü m ed en m ahvetm ekten sakm -
mak için ... Bu teh lik eli dönem eçten sakm ınız, çek i­
niniz. D oğrusu b u h oş sesleniş, b u k ork u n ç u y a n on -

109
ların ruhlarında şiddetli ve derin tesirler meydana
getirmişti.
îm am -ı Buhâri nakleder, bize Safvanoğlu Üsre
Naii, İbn Ömer’den o da İbn Ebî M elike’den naklet­
miş, demiştir ki, az kalsm iki seçkin kişi Ebu Bekir
(r.a) ve Ömer (r.a) helâk olacaklardı. Çünkü Temim
kabilesinden bir kafile, Resulullah’m huzurunda bu­
lunduğu bir sırada yüksek sesle konuşm uşlar. Bu
arada, neden gerekti ise Ebu Bekir (r.a) Hz. Öm er’e
demiş ki sen sırf bana muhalefet etm ek istiyorsun.
O da, hasar, sana muhalefet etmek istem edim , demiş.
Ve bunu yüksek sesle söylemişler. İşte o zam an «Ey
iman edenler seslerinizi peygamberin sesinden yüksek
çıkarmayın)^... âyeti nazil olmuş. İbn Zübeyr (r.a) der
ki Hz. Ömer (r.a) bu âyetin nüzulünden sonra Hz.
Peygamberin (s.a.v) sözünü iyi anlam aya çalışmak
isteğinin dışmda, bir zaman için bir şey konuşm adı.
Hz. Ebu Bekir (r.a) in de bu âyet nazü olunca ey Al-
lah’m Resulü Allah’a yemin ederim ki seninle ancak
fısıltıyla konuşacağım dediği rivayet edüir.
İmam Ahmed der ki, bize Haşim, Süleym an İbn
Mugire’den o da Sabit’ten, o da Enes İbn M alik’ten
naklederek şöyle diyor, bu âyet-i celüe nazü olduğun­
da yüksek sesli olan, Sâbit İbn Kays dede ki; «Peygam ­
berin huzurunda yüksek sesle konuşan benim . Ben
cehennemliğim, amelim boşa gitmiş» dedi ve evinden
dışan çıkmayarak hüznünü açığa vurm uştu. Hz.
Peygamber (s.a.v) onu göremesdnce bazı kişileri ya­
nma göndermiş ve onlar da Resulullah’m (s.a.v.) ken­
disini görem ediğini, ne olduğunu büm ek istediğini
söylemişler. Sabit İbn Kays demiş ki, benim peygam ­
berin sesinden yüksek sesle konuşan. Om m yanm da
bağıran ben, cehennem liğim , amelim boşa gitm iş. Bu­
nun üzerine peygam berin huzuruna gelip bu sözleri

110
haber verm işler. O zam an Hz. Peygam ber (s.a.vl bu­
yurmuş k i: «H ayır o cennet ehltndendir.» Enes (r.a)
Demiş ki biz onu aram ızda yürürken gördüğüm üz
zaman cennet ehli olarak kabul eder ve saygı göste­
rirdik.
İşte korkunç u yarı ve o tatlı seslenişe kapılan
kalpler böyle titrem iştir, böyle kendilerinden geç­
mişler ve fark ın a varm adan am ellerinin yok olm a­
sından korkarak R esulullah (s.a.v.)m huzurunda böy­
le bir edep tavrını takm m ışlardır. Zaten farketseler
durumlarını düzeltirlerdi. A m a bu gizli tehlike ken­
dileri tarafından görülm ediğin den , haddinden fazla
endişe duyup k ork u yorlard ı. A m a yüce Allah onların
duyduğu bu endişeyi R esulullah’m (s.a.v) huzurunda
seslerini kısm alarını son d erece ha3a'et verici bir ifa­
de içerisinde b elirtm ek ted ir:
nSeslerini 'peygamberin yanında kısanlar, muhak­
kak ki onlar Allah’ın gönüllerini takva ile imtihan et­
tiği kimselerdir. M ağfiret v e büyük mükâfat onlann-
dtr.» (Hucurât, S)
Şüphesiz k i tak va bü yü k b ir lûtuftur. A llah onu
imtihandan im tihana, tecrü bed en tecrü beye baş vu­
rarak seçtiği arm raış seçk in k alp lere lütfeder. Takva­
ya hazır olm ayan k a lp lere verm ez. O na lâyık olm a­
yanlara sunm az. ResuluU ah’m (s.a.v) huzunm da ses­
lerini kısanlar! A lla h denem iş v e bu lû tfa lâyık ol­
duklarım görm üştür. B öy lece on lara takva gibi bir lü ­
tuf verm iştir. B unun ya n ısıra on ları bağışlam ış ve
büyük bir m ü k âfat va ad etm iştir kendilerine. K orku­
tucu ihtardan sonra d erin b ir teşvik m ahiyetindedir-
bu âyet. O nunla AUah seçk in k u llannm kalplerini
terbiye ediyor ve bü y ü k gü n e h azırh yor ki bu hüküm ­
lerle bu üm m etin reh b erleri terbiye görm üş ve ay­
dınlanmışlardı.
M ü’m inlerin emiri Hattab oğlu Öm er (r.a)den ri­
vayet edilr ki Mescid-i Nebevî’de yüksek sesle konu-
-şîîn iki kişiyi duymuş. Hemen koşarak dem iş ki siz
nerede olduğunxxzu büiyor m usımuz? Sonra devam
ederek nerelisiniz demiş. Onlar da Taif’li olduklarmı
söylemişler. Bimun üzerine Hz. Ömer (r.a) demiş ki,
siz eğer Medine’li olsaydmız, sizi ne şekilde dövece­
ğim i bilirdim.
Bu ümmetin âlimleri de aynı saygıyı duyarak de­
mişler ki hayatmda Peygambere (s.a.v) hürmeten
nasıl yamnda yüksek sesle konuşulmaz idiyse kabrin­
de de yüksek sesle konuşmak doğru değildir.
Sonra âyet-i kertme Temim kabilesinin elçisinin
ResuluUah (s.a.v)m yanma geldiklerinde (hicretin
dokuzuncu jrilmdaki bu yıla elçiler yılı adı verUir)
meydana gelen bir hadiseye, işaret buyurm aktadır. O
yıla elçiler yılı denilmesinin sebebi M ekke’nin fethin­
den sonra civar kabilelerin elçiler yollayarak İslâm’a
girmeleridir. Bedeviler çölde yetiştiklerinden Peygam­
berin (s.a.v) eşlerinin odalarmm arkasm dan Hz. Mu-
hammed’e (s.a.v) bağırarak, ey M uham m ed buraya
gel, diye çağırıyorlardı. ResuluUah (s.a.v) bu durum­
dan memnun olma3np üzülmüştür. Bunun üzerine
Hak TeâJâ’nm şu mübarek âyeti nazil oldu.
vSana odaların arkasından seslenenlerin çoğunun
akıllan ermez. Eğer onlar sen yanlanna çıkıncaya ka­
dar sabretselerdi kendileri için elbette daha hayırlı
olurdu. Ve Allah Gafûfdur, Rahım’dir.y) (Hucurât, 4-5)
Cenab-ı Allah onların birçoğunun bilm ediklerini
belirterek peygam berin şahsma yaraşm ayan, önder
ve rehber Allah kılavuzlarma saygm m hududımu,
hürmetin ve edebin sınırmı aşan bu davranışlarm a
karşı onları bilgisizlik ve düşüncesizlikle niteliyor.
Kendileri için sabredip peygam berin çıkm asm ı bekle-

112
melerinin daha iy i olacağın ı belirterek tevbeyi, m ağ­
firet ve rahm eti arzu etm eyi içlerine sindirm eye ça­
lışıyor.
Doğrusu m üslüm anlar bu yüce âdâba son derece
riayet etm işler ve o tavrı R esulullah’ın (s.a.v) şahsı-
nm da ötesinde her h ocaya ve âlim e kadar uzatm ış­
lardır. Bir âlim veya h oca yanlarm a geldiklerinde
onu rahatsız etm em ek için ellerinden geleni yapm ışlar­
dır. Nitekim zâhid ve âlim Ebû U beyd’in şöyle dediği
anlatılır; «Ben h içb ir âlim in kapısını zamanmdan
evvel çaldığım ı bilm iyorum .»
«£î/ iman edenler! Eğer fasılan biri size bir haber
getirirse onun içyüzünü araştırın. Yoksa bilmeden bir
kavme sataşırsınız da sonra ettiğinize yanarsınız.)-)
{Hucurât, 6 )
Hem bilin ki içinizde Allah’ın 'peygamberi vardır.
Şayet o birçok işlerde size uym uş olsaydı şüphesiz ki
sıkıntıya düşerdiniz. Am a Allah size imam sevdirmiş ve
onu kalplerinize güzel gösterm iştir. Küfrü, fâsıklığı,
isyanı da çirkin gösterm iştir. İşte doğru yolu bulanlar
da onların ta kendileridir.y>
«Bu, Allah’ın bir fazlu nimetidir. Ve Allah Alim’-
dir, Hakim’dir.» (H ucurât, 7-8)
Birinci sesleniş k u m an da yön ünü belirtm ek ve
emir ahnacak y e ri gösterm ek içindi. İkinci sesleniş
ise kumanda m evk iin e k arşı gösterilecek edep ve say­
gıyı belirtm ektedir. G erek b irin ci sesleniş gerekse
ikinci seslenişteki h u su slar sûrenin bilum um yön ver­
me ve kanun k oym a n ın esasm ı teşkil ediyordu. Bun­
dan dolayı m ü’ın in lerin em ir alacağı kaynağm açık­
lanması, kum anda m evk iin in belirlenerek saygı gös­
terilmesi icabederdi. B öylece verilen em irlerin değe­
ri, ağırlığı ve ön em i orta y a konm uş olurdu. îs+<=* üre­
ten üçüncü seslenişte m ü ’m inlere em irleri nasıl "la -
caM arm ı buna karşı nasıl davranacaklarını açıkla­
makta, em ri kaynağmdan almanın zaruretini belirt­
m ektedir:
v.Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber
getirirse onun içyüzünü arattırın. Yoksa bilmeden bir
kavme sata§trsımz da sonra ettiğinize yanarsınız.'!)
Özellikle fasıkm getirdiği haber belirtiliyor ki
mum yalan olması muhtemeldir. Yayılan haberlerde
îslâm cemaati arasmda kuşkunun ve şüphenin yayıl­
maması malûmatm sakat olmaması için araştırılması
belirtilmektedir. îslâm cemaatinde aslolan fertlerinin
güvenilir olmasıdır. Fâsık ise verdiği haberde bile
bile şüphe götüren kimsedir. Onun için m üslüm an ce­
maat fâsıkm verdiği veya ulaştırdığı haberi alıp al­
mamakta serbesttir. Bir fâsıkm haberi üzerine hare­
ket edip etmemek hususunda acele etmemelidirler.
Bilmeden ve çabuk hareket ederek zulm etm iş olabi­
lirler. O zaman işlenen zulüm A llah’m gazabına se­
bep olacağmdan pişmanlığı gerektirir. H akka ve ada­
lete aykırı bir davranış olur.
Tefsir alimlerinin birçoğunun zikrine göre bu
âyet Ukbe îbn Muayt oğlu Velid hakkında nazil ol­
muştur. Hz. Peygamber (s.a.v) onu M ustalikoğullan-
nm zekâtmı toplamak için yollamıştı. îbn K esîrin ri­
vayetine göre Mücâhid ve Katâde dediler ki, Resu-
luUah (s.a.v) Ukbe oğlu Velidi M ustahkoğullannm
sadakasmı toplamaya yolladı. Onlar zekâtlarını ver­
diler. Am a Velid Peygamberin (s.a.v) yanm a geldi
ve MustalikoğuUarmm toplanarak Resulullah’a karşı
savaşa hazırlandıklarmı söyledi. Katâde’nin rivaye­
tinde aynca, İslâm’dan döndükleri de nakledilir. Bu­
nun üzerine Hz. Peygamber Halid îbn V elid (r.a)i
M ustalikoğullanna yolladı. V e durum u incele3dp,
acele etmeden haber almasmı bildirdi. Hz. H alid ge-

114
celeyin M üstalikoğullarm m bulunduğu yere geldi ve
onları gözetledi. Hz. H aüd’i gördüklerinde İslâm ’a
bağlı olduklarm ı belirttiler. Ezan okuyup nam az kü-
dıklannı görünce P eygam ber (s.a .v.l’e durum u haber
verdi. Bunun üzerine âyet-i kerîm e nazil oldu. Resu-
lullah (s.a.v) bu yururdu k i : «İncelem ek AUah’m em ­
ridir, acele davranm ak ise şeytandandır.» İbn K esîr’-
in tefsirinde tesbit ettiği şeytandandır.» İbn Ebî Leylâ,
Yezid İbn Yem ân, D ahhâk ve M ukâtü’den ve diğer
selef-i sâlihîn’den zik redildiğin e göre bu âyet-i kerî­
me Ukbe oğlu V elid hakkm da nazil olmuştur. En
doğrusunu AUah bilir. (İbn K esir’in tefsirindeki ifade
burada son bulu yor. 1
Âyetin m uhtevası um ûm idir. V e prensip olarak
fâsüan haberini in celeyip araştırm ayı belirtm ekte­
dir. Sâlih kişinin v erd iğ i h ab er ise kabul edilir. Çün­
kü mü’min cem iyette aslolan salüı kişinin haberini
kabul etmektir. H aberi k a b u l etm ek ise b ir nevi araş­
tırma ve tespit vasıtasıd ır. Ç ünkü haberin kaynakla-
rmdan birisi salih k im sedir. H er haberden ve her
kaynaktan m utlak m ân ada şüphe etm ek hususu ise
İslâm cem aatinin ve m ü ’m in ler topluluğunun arasm -
da hâkim bulu nan gü ven p ren sibin e aykırıdır. Haya­
tın seyrini durdurur. C em iyetin nizam m ı bozar. Hal­
buki İslâm, hayatm ta b ii seynine devam etm esini is­
ter. Bunun için b ir tak ım sebepler ve garantiler ko­
yar. Hayatm durm ası için d eğü korunm ası ve seyri­
ne devam edebihnesi için kalkm ası gereken engelle­
ri kaldırır. İşte b u d a h a b er kaynaklan nm istisnası
ile ilgili örneklerden birisid ir.
Öyle görü lü yor k i b a zı m üslüm anlar Ukbe oğlu
Velid’in naklettiği h ab erd en başlangıçta heyecana
kapılmışlar, bunun ü zerin e Hz. Peygam berin çabu cak
onlarm cezasm ı verm esin i beklem işlerdir. Bu, m ü’m in
grubun, Allah’ın dinine olan bağlılığını ve zekâtın
menedilmesine karşı gazabını ifade eder. A m a bilâha­
re gelen âyeti kerime onlara büyük bir gerçeği ha­
tırlatıyor ve aralannda yaşayan büyük bir nim eti be­
lirtiyor. Omm kıymetini bilerek varlığm a devam lı dik­
kat etmelerini istiyor.:
üHem bilin ki içinizde Allah’ın ■peygamberi vardır.y>
Bu kolayca anlaşılabilen bir gerçektir. Çünkü fiilen
vukubuhnuştur. Ama iyice düşünüldüğü takdirde ta­
savvuru büe mümkün olmayacak kadar müthiş bir
gerçektir. Kola3mııdır insamn daim a canlı ve somut
bir bağlantı ile göklere bağlanması, gökyüzünden
yeryüzüne gelen sesleri, arasmda bulunduğu kimse­
lere bidirmesi. Tasavvuru dahi güç birşeydir bu. Du-
rumlannm, gizli açık hallerinin gökten gelen haber­
le bildirilmesi. Daha başlangıçta adım larm m düzel­
tilmesi, kendileriyle alâkah hususlarda işaretler ve­
rilmesi. İçlerinden birisinin bir hareketi yapıp, bir sö­
zü söyleyip, bir heyecan duyup kendinden geçtiği za­
man hemen gökyüzünün bütün bunlardan haberdar
olması, AUah’m Resulüne olan hadiseyi haber verme­
si ve bu durumda ne yapacağını, nasıl hareket edece­
ğini bildirmesi kolay birşey değildir. A m a durum böy­
le olmuştur. Bu büyük bir hadisedir. Bu dehşetengiz
bir gerçektir. Bunu olduğu gibi görenler belki de bü­
yüklüğünü ve 3diceliğini hissetm eyebilirler. Bunun
için zaten onun varlığı böyle bir üslûpla anlatılmış
ve o noktaya dikkat çekümiştir.
i^Hem bilin ki içinizde Allah’ın peygamberi vardır.n
Bilin bunu ve ona göre kadir ve kıym etini takdir
edin. Bu sizin için çok büyük bir haldir. Bu bü3nik me­
seleyi bilm enin gereği olarak Allah’m ve R esulü’nün
huzurunda öne geçmemek gerekir. Â yet-i kerîm e bu
hatırlatma3n daha da aydınlatarak, kuvvetlendirerek

116
Resûlullah (s.a .v .)’m va h yin in ilhanunm dinlenilm esi-
niQ kendileri için ha3nr, rahm et ve kolaylık olduğu­
nu haber veriyor. P eygam berin söylediği şeyler ken­
dilerine zor da gelse, rahatların ı da kaçırsa ona itaat
etmelerinin ha3arlarm a olduğunu bildiriyor. Şüphesiz
ki Allah kendUeri için n eyin hayırlı olduğım u en iyi
bilir. AUah’m belirttiğin e göre peygam berin aralarm -
da bulunması b ir İlâhi rahm ettir :
(iŞayet o 'birçok işlerde size uymuş olsaydı şüphe­
siz ki sıkıntıya düşerdiniz.n
Bu ifadede onlarm , işi A lla h ’a ve Resulüne hava­
le etmelerini, ilah i barışa dahil olm alarm ı, İlâhi ted­
bire teslim olm alarını ve em ri olduğu gibi kabul edip
birşey öne sürm elerini im a etm ektedir.
Ve ardm dan k en d ilerin e lütfedilen îman sıfatma
dikkat çekilm ekte, îm an sevgisi adm a kalpleri hare­
kete geçirilm ekte, îm anm gü zelliği ve fazileti açıklan-
makta, ruhları îm an b a ğ ı ile bağlanm akta, küfür, fâ-
sıklık ve gü n ah k ârlık k ötü len erek bütün bunlann
kendilerine lü tfed ilm esin in AUah’m bir feyzi ve rah­
meti olduğu b ey a n edilm ektedir.
«Ama Allah size îmanı sevdirmiş ve onu kalplerini­
ze güzel göstermiştir.y> K üfrü, fâsiklığı, isyanı da çir­
kin göstermiştir. İşte rüştünü bulanlar da onların ta
kendüeridir. Bu Allah’ın bir fazlu nimetidir. Ve Allah
Alîm’dir, Hakîm’dir.y> (H ucurât, 7-8)
AUah’m , kuU arm dan b ir gru bu kalplerine îm a-
m yerleştirm ek v e on u n la harekete geçirerek süsle­
mek için seçm esi on larm d a kalplerine yerleştirilen
bu îmana ca n atm on d ak i h a3ncı ve güzelliği görm ele­
ri... Evet işte b u seçiş şüphesiz k i AUah’m bir fazlı,
bir nim etidir. B ütün n im etler, bütün lü tu flar onun
çok gerisinde k alır. H attâ va rlık ve hayat nim eti d a ­
hi hakikati itib a riy le îm an nim etinden çok daha
önemsiz ve çok daha değersizdir. Nitekim Hak Teâlâ
biraz sonra gelecek olan âyeti kerim elerden birisin­
de buyurur ki <iBilâkis sizi imana erdirdiği için Allah
size minnet eder. Şayet sadıklardan iseniz.» Biz inşal­
lah yeri geldiğinde bu îman m innetinden söz edece­
ğiz.
Bmrada dikkatleri üzerinde toplayan husus Hak
Teâlâ’nm insanlar için hayır irade buyurduğunun ha­
tırlatılması, mü’minlerin kalbini şerden, küfürden,
fasıkhktan ve isyandan onun kurtarrmş olm asının ve
fazlu nimetinin eseri olarak onlara doğru yolu göster­
miş nlmajiinın aanlmasıdu”. Bütün bunlarm A llah’ın
ilim ve hikmetine dayandığmm belirtilm esidir. Bu
hakikatlarin belirtilmesinden maksat onlara her ha­
reketlerinde Allah’a yönelmeleri, O’nun iradesine tes­
lim ohnalan, bu iradenin ötesindeki hayır ve bereke­
ti beklemelerini ima etmektir. Çünkü A llah kendile­
rine hajm seçmektedir. Allah’m resulü ise kendileri­
ni ellerinden tutup bu ha3u^a götürm ektedir. îşte bu­
rada kastolunan asıl tevcihat budur. A m a gerçek
odur ki insanoğlu acele eder. Adam m m arkasm da
nelerin olduğunu bilmez. Nerede hayır nerede şer ol­
duğunu bümeden kendisi için, başkaları için istekler­
de bulunur. «7e insanoğlu hayır istediği gibi şer de is­
ter. Ve insan aceleci oldu.» (İsrâ, 170) A m a A llah’a
teslim olup her yönden selâmete girse, A llah’m ken­
disi için seçtiği nimetlere n za gösterse, A llah ’m ter­
cihlerinden üstün olduğuna güvense, Hak Teâlâ’nm
kendileri için daha merhametli ve daha çok h ayır di­
lediğini bilse rahat edecek, huzur bulacak sükûna
erecek. Ve bu küçücük gezegen üzerindeki seyahati
esnasmda güven ve huzurla yoluna devam edecek,
Evet ama bütün bunlar Allah’m bir lütfü, b ir ikram ı­
dır ki onu ancak ve ancak dilediklerine verir.

118
ii.Eğer mü’mînlerden iki taife birbiriyle döğüşür-
lerse aralarını düzeltin. Şayet biri diğeri üzerine sal­
dırırsa o saldıranla Allah’ın buyruğuna dönünceye ka­
dar savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle bu­
lun. Ve adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah adil davra­
nanları sever.»
VMü’minler ancak kardeştirler. Öyle ise iki kardeşi­
nizin arasını düzeltin. Ve Allah’ tan korkun ki esirgene-
siniz.» (Hucurât, 9-10)
Mü’m in k itleyi çekişm eden, arzu ve heyecanlann
tesiri altm da birbirin e düşm eden m uhafaza edebil­
mek için bu, hem hukuki hem de am eli bir kaidedir.
Fasıkm getirdiği h a b erin araştırılm asm ı, yersiz bir
yiğitliğe kapılarak heyecan lan ıp patlam am ayı, acele
etmemeyi, önce tespit edip iyice araştırm ayı belirten
hükümden sonra b u kaide gelm ektedir.
İster bu âyetin iniş sebebi bazı rivayetlerin nak­
lettiği gibi b elli b ir h adise ü e alâkalı olsun, ister bu
gibi halleri telâ fi etm ek için konulan b ir hüküm olsun
umumiyeti itib a riyle İslâm cem iyetini dağınıklıktan,
parçalanmaktan k oru y a n son d erece m uhkem bir ka­
idedir. K oru yuculuğunun ya n ısıra hakkı, adaleti, ısla­
hı yerleştirm ekte v e bü tü n hususlarda AUah’m tak-
vasma m üracaat ed ip rahm etini beklem eîd, adaleti
ve iyiliği yerleştirm eyi belirtm ektedir. Kur’an-ı Ke­
rim m üm inlerden ik i g ru p arasm da çatışm anm m üm ­
kün olabileceğini y a teorik olarak ele alm akta veya­
hut böyle b ir ih tim ali te lâ fi etm ektedir. H er iki grup
birbirleriyle savaşm ak la bera b er îm an vasfm ı yitir­
mezler. H attâ b irisi d iğ erin e zulm etm iş de olabilir.
Veya her ik i top lu lu ğım d a bazı noktalarda birbirine
zulmettiği görü leb ilir. A y et-i kerim e o karşüaşan ve
çatışan ik i gru b u n d ışm d a kalan m ü m in leri b u ik i
taifenin arasm ı d ü zeltip ıslah etm ekle m ükellef kı-
lıyor. Şayet bunlardan birisi işi azıtır, hakka dönme­
yi kabul etmezse ki, daha üeri gidip A llah’ın hükmü­
nü kabul etmemesi veya sulhu reddetm esi de vaki
olabilir, o zaman m ü’minlerin vazifesi azgm larla sa­
vaşmak ve onlarla Allah’m emrine rücu edene kadar
muharebe etmektir. Allah’m bu konudaki em ri ise
mü’minler arasmda husumeti kaldırıp ihtilâfa düşü­
len konuda Allah’m hükmünü kabul ederek savaşı ve
çatışmayı kesmektir. Azgmların A llah’m hükmünü
kabul etmeleri gerçekleşince ince bir adalete ve Allah’
m nzasm a uygun olan ıslah am eliyesini gerçekleştir­
meye başlar mü’m inler: «Vs odcdstli düvvünm. Şüp­
hesiz ki Allah adil davrananları sever.»
Bütün bu davetin ve hükmün ardından gelen
ifade îman edenlerin kalbini harekete geçirm ekte,
araJarmdaki kopmaz bağı canlandırm akta, daha ön­
ce tefrikada iken kendilerini bu bağm birleştirdiğini,
çatışan kalplerinin bu bağ ile dost olduğunu belirt­
mekte, Allah’tan korkmayı ve rahm etini beklem eyi
hatırlatmaktadır;
«Mü’minler ancak kardeştirler. Öyle ise iki karde­
şinizin arasım düzeltin. Ve Allah’tan korkun ki esir-
genesiniz.r>
Bu kardeşliğin gereği olarak İslâm cem aati ara­
smda yardımlaşma, birlik, sevişme ve sulhun temel
esas olm ası icabeder. İhtilâf, çatışm a g ib i hususlar
istisnai haller olmalı ve vukuu anm da ana esasa ha­
vale edilmelidir. Bu temel esasm yerleştirilm esi için
aşın davranan ve saldıran kardeşleıini m ü’m inlerin
durdunnasmı sağlayan savaşı m übah kdm ahdır. Ve
böylece onlar yeniden safa girdirOmeli ve bu tem el
kaideden sapmalar önlenmehdir. Ki bu kesin b ir ic­
raatı, k a fi bir karan gerektirir.

120
Yine bu kaidenin ica b ı olarak bu gib i hükm e dön ­
dürme için yapılan savaşlarda yaralılara karşı kötü
muamele yapılm am ası, esir aJmanlarm öldürülm em e-
si, savaşı bırakıp silâJıı atanların takip edilm em esi ve
saldıranlarm m alm m ganim et olarak alm m am ası ge­
rekir. Çünkü böyle b ir savaşm asıl gayesi savaşılan
kitleyi öldürm ek değil on ları saflara çekm ek ve İslâm
kardeşliği bayrağınm altın a toplam aktır.
Nitekim bu esasa dayanarak İmam A li (r.a.)
Cemel ve S ıffîn va k ıaların da asilerle savaşmış ve
onunla birlikte sahâbe-i kirâm m ileri gelenleri savaşa
katılmışlardı. A ralarm d a Sa’d, M uham m ed ibn Mes-
leme, Usama İbn Z eyd ve ib n Ö m er gibi bazı zevat
savaş konusunda fa rk lı görü şe sahip olm uşlar ve sa­
vaşa katılm am ışlardır. B unun sebebi ya zamanmda
hakikati görüp d eğerlendirem em işler veya savaşa ka­
tılmayı fitne olarak telak k i etm işlerdir. Yahut da
İmam Cassâs’m d ed iği g ib i «O nlar m eşru im am m be­
raberindekilerle b irlik te asüerin hakkm dan gelecek­
lerini kabul ederek bu n u n için savaşa katılm am ayı
yeğ tutm uşlardır.» B irin ci ih tim al ise daha kuvvetli­
dir. Nitekim on lard an n ak led ilen bazı sözler bu ihti-
malm kuvvetli old u ğu n u gösterm ektedir.
Açıkça g örü lü y or k i A lla h ’m em rine dönene ka­
dar azgm lar gü ru h u yla savaş nizam ı bu konudaki
beşeri hareketlerin v e çatışm alarm çok öncesinde vu­
ku bulmuş ve h er tü rlü a3nplardan eksikliklerden
uzak bir nizam dır. İn san lar b u g ib i durum larda isyan
ve ihtilal h arek etlerin e g irişerek çok kötü tecrübeler­
le yüz yüze gelm işler v e ço k a c ı sonuçlar elde etm iş-
lerlerdir. A m a b u n iza m d a on larm hiçbirisine y e r
yoktur. A yrıca b u A lla h ’m hükm üne döndürm e nizâ­
mı mutlak adaletin, em an et ve tem izliğin ifadesidir.
Çünkü böylece h içb ir a rzu ve hevesin m ahkûm u o l-
mayan, hiçbir eksik ve kusurun sirayet etm ediği ila­
hi em re dönülmektedir. Ne yazık ki beşeriyet, baht­
sız İnsanlık, önünde hazır dosdoğru yol dururken, gi­
diyor eğri büğrü sapık ve çetrefilli yollara sapıyor.
Kimi zaman kayıyor, kimi zaman çöküyor, kim i za­
m an da düşüyor:
<iEy mü’minler, bir topluluk bir topluluğu alaya
almasın. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlvhr-
lar. Kadınlar da kadınlan alaya almasınlar. Belki on­
lar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi
ayıplamayın ve birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın.
Ne kötü addır îmandan sonra fasıklık. Kim de tevbe
etmezse içte onlar zalimlerin ta kendileridir.)) (Hucu-
rât, 11)
İslâm’m koyduğu ideal cemiyet nizam ı yüce bir
edep ve ahlâka sahip bir nizamdır. Bu nizam da her
ferdin haysiyeti vardır, dokunulmaz. Ferdin haysiye­
ti cemiyetin haysiyetidir. Herhangi bir ferd e tecavüz
bizzat cemiyete tecavüz gibidir. Ve tecavüz edenin
kendisine racidir. Çünkü İslâm cenıaati bir bütün­
dür. Müslümanlann haysiyet ve şerefi de birbirinin
haysiyet ve şerefi demektir. Bu K u ran âyeti m ü’min-
lere şu sevimli nida üe sesleniyor: «Sy mü’minler))
Ve bu seslenişten sonra bir topluluğun d iğer toplu­
lukla alay etmesini yasaklıyor. Erkeklerin erkeklerle
alay etmemesini büdiriyor. Olabilir ki A llah katmda
alay ettikleri kendilerinden daha hayırlıdır. Kadm-
1ar da kadınlarla alay etmesinler. Çünkü AUah’m öl­
çüsünde alay edilenlerin alay edenlerden daha ha-
yırh olm ası muhtemelidir. Bu ifade ayrıca gizli ola­
rak şunu im a etmektedir; gerek erkekler gerekse ka­
dınlar kendilerini dış görünüşlerine göre ölçm esinler.
Çünkü dış görünüşler insanlarm ölçülebileceği ger­
çek değerler değildir. Daha başka değerler vardır ki

122
onlan A llah bilir. B ir zengin kişi, fak ir kişiyle alay
etmiş olabilir. G ü çlü ola n güçsüzle, n on n al olan anor­
mal olan ile m aharet sah ibi zeki olan budala ve ap­
tal birisiyle alay etm iş olabilir. Çocuğu olan kısırla,
akrabası olan kim sesizle alay etm iş olabüir, güzel
çirkinle, genç yaşlıyla sağlam sakat ile zengin fakirle
alay etmiş o la b ilir... A m a şunu unutm am ak gerekir
ki bütün bun lar ve ben zeri haller yeryüzünün değer­
leridir. A llah’ın ölçü sü n de y eri yoktur. A llah’m ölçü ­
sü bunlardan çok d aha fa rk lı ağırlıklarla bir yana
ağır basabilir. V eya yü kselebilir. Kur’an-ı Kerim bu
gizli iman ile d e yetin m eyerek bir adım daha atıyor
ve îman k ardeşliği duygusunu harekete geçiriyor.
İnanananlara bir tek şahıs olduklarını, içlerinden bi­
risini ayıplayanm k en d isin i ayıplam ış, olacağm ı be­
lirtiyor : «Kendi kendinizi ayıplamaym.r,^
Alay ve ayıplam anın yam sıra arkadaşların ho­
şuna gitm eyecek ve on d a b ir n ev i alay ve ayıplam a
hissi bırakacak ola n k ötü lâk aplarla çağırm a da ay-
m şekildedir. M ü’m tnin m üm in ü zeıiadeM haklarm -
dan birisi de on u k ü çü k dü şü recek ve hoşuna gitm e­
yecek kötü lâk ap larla çağırm am asıdır. M ü’m inin m ü’-
mine karşı edebi, b u şekilde kardeşine eziyet etm em e­
sidir. Nitekim Hz. P eygam ber cahiliyet devrinde takı­
lan lâkap ve ad lard an b ir kısm ım değiştirm iş, asha-
bmı küçük dü şü rü cü v e y a h orla y ıcı nitelikteki lâkap­
lardan, adlardan p eyg a m b erin îrtice kalbi rahatsız
olmuştur.
Âyeti kerim e A lla h ’ın ölçüsündeki gerçek değer­
leri belirttikten, k ard eşlik duygusunu kuvvetlendir­
dikten, m ü m in lerin b ir tek fe rt olduklarım anlatarak
îman gerçeğin i h arek ete geçirdikten sonra bu yü ce
vasfı kaybetm ekten sak ın dırıyor. A lay, ayıplam a ve
kötü lâkapla çağırm an m sonucu îm andan çıkıp fâ -
sıkbğa girm enin tehlikesine dikkatleri çe k iy o r : «Ne
kötü addır îmandan sonra fâsıkhk.» İm andan dönme­
ye benzer bir haldir bu. Sonra da bunun zulüm oldu­
ğunu kabul ederek onJan kötü âkibetle tehdit etmek­
tedir. Bilindiği gibi zulüm tabiri Kur’an-ı Kerim ’de
şirk mânasına kullanılır. «Kim de tevbe etm ezse işte
onlar zalimlerin ta kendileridir.^ Böylece o yüce cemi­
yetin psikolojik kaideleri yerleştirilm iş o lu y o r :
«Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının.
Çünkü bazı zan günahtır. Birbirinizin kusurunu araş­
tırmayın, kimse kimseyi çekiştirmesin. Hangi biriniz
ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır. İşte bundan tik­
sindiniz değil mi? Allah’dan korkun şüphesiz ki Allah
Tevvdb’dır, Rahim’dir.y> (Hucurât, 12)
Bu âyeti kerime şahıslarm haysiyeti, şeref ve
hürriyeti üe alâkah olarak o 3dice cem iyetin ideal

)
prensiplerinden birisini koym aktadır. İnsanlara çok
tesirli bir üslûp ile duygu ve vicdanlarını nasıl temiz­
leyeceklerini öğretirken onun yanı sıra bir de duvar
örmektedir.
«Ey iman edenler.y> Sonra o îm an edenlere birçok
zandan kaçmmalarmı emretmekte ve başk alan hak-
kmda içlerinden geçen şüphe ve zanlara k en d ilerin i,
kaptırmamalarım buyurmaktadır. Buna sebep olarak
da şu hususu gösterm ektedir: «Çünkü bazı zan gü­
nahtın. Mademki yasak; zanlarm birçoğundandır ve
kaide olarak bazı zanlar da günahtır, şu halde bu
âyeti kerime kötü zandan tamamen kaçm üm ayı ima
etmektedir. Zira kişi hangi zanlarm günah olacağm ı
bümez. Böylece vicdanlar içinden tem izlenm ekte ve
kötü zanlara bulaşarak günaha girilm esi önlenm ekte­
dir. Her türlü şüphe ve zanlardan uzak olarak terte­
miz bırakılmaktadır. Kardeşlerine karşı k ötü zannm
yıpratacağı hiçbir husus bulunmaksızm sevgi beslen-

124
mesi sağlanm aktadır. Şüphelerin kirletm esi önlen­
mekte, kararsızlık ve bekleyişlerin rahatsız etm eyece­
ği emniyet havası sağlanm aktadır. Kötü zanlardan
arınmış bir cem iyette insan ruhu ne kadar huzur bu­
lur.
Ama İslâm m eseleyi vicdanları ve kalpleri tem iz­
leyerek bu tem iz n ok tada olduğu gibi bırakm az. Bi­
lâkis bu hüküm b ir team ül olarak yerleşir. însanla-
rm yaşadıkları tem iz toplum içerisinde konulan hu­
kuk prensipleri arasm da b ir çit olarak gerilir. Kimse
zanlara göre ayıplanm az. Şüpheye göre hüküm ve­
rilmez. V e hakim ön ü n de zan bir esas olmaz. İnsan­
lar hakkında k a ra r verm ek için zanlarla hareket
edilmez. N itekim R esulullah (s.a.v) buyurur k i: «Zan-
na düştüğün zam an tahkik etm eden hüküm verme.»
Yani insanlar toplum için d e tem iz olarak kalm alıdır­
lar. Hak ve h ü rriyetleri korun m alı ve saygı görm eli­
dir. Yaptıkları şeyin g erçek olup olm adığı tam ola­
rak vuzuh b u lu n ca ya k ad ar h içb ir şekilde muhakem e
edilm emelidirler. E traflarm da dönüp dolaşan zanla­
ra dayanılarak araştırm a ve takibat m evzuu olm a­
malıdırlar.
Hangi insan h ak v e hürriyeti, hangi insan şeref
ve haysiyeti ü zerin d e du ran cem iyet ve görüş bu âye­
tin ulaştığı m ertebeye u laşabilir? İnsan haklarm ı ve
haysiyetini k oru m ak iddiasm da olan hangi dem okra­
tik m em leket b u â y eti kerim enin ulaştığı ve K ur’an-ı
Kerim’m inan an lara seslen diği bu hükm ün yanm a
ulaşabilir? H albuki îslâ m cem iyeti, fiilen bu gerçek­
ler üzerine k aim olm uş, ön ce kalplerde sonra hayat­
ta bu prensipleri gerçek leştirm iştir. Â yeti kerim e zan­
lardan kaçm ılm ak la aJâkah olarak toplum u tem inat
altma alan b ir b a şk a p ren sip daha getirm ek ted ir:
«Binhirinizin kusurunu ara§tırmaytn.y>
Kusur araştırmak zandan sonraki bir hareket
olabilir. Yahutta kötülükleri anlam ak ve ayıplan
açıklam ak için ilk baştan gtrişüen bir davranış olabi­
lir. Kur’an-ı Kerim bu aşağılık harekete ahlâkî yön­
den karşı çıkıyor ve böylece başkalannm gizli nokta­
larım araştırmak ve fenahklarm ı açıklam ak gib i kö­
tü hareketlerden gönülleri antm aya çalışıyor. Fakat
mesele tesiri bakımmdan belirttiğim izden çok daha
şumüUüdür. Ayıp araştırmamak İslâm ’m toplum sal
niya-mının hukuki ve pratikteki icraatm m ana pren­
siplerinden birisidir. Elbette ki h içbir şekilde çiğne-
mlmeyecek ve hiçbir halde dokunulm ayacak olan in­
san hak ve hürriyetleri şeref ve haysiyetleri vardır.
Yüce ve temiz İslâm cemiyetinde insanlar hem ken­
dilerinden, hem yuvalanndan, hem de gizli kapah
noktalanndan emin olarak yaşarlar. Her ne sebeple
olursa olsun şahıslarm dokunulm azhğım çiğnem ek,
aile mahremiyetini ayaklar altma alm ak için b ir se­
bep bulımamaz. Hattâ suçlu aram a ve tahkik etme
sebebi İslâm Tiizaımna. göre insanlarm kusurunu araş-
tumak ve dokunulmazhklarmı çiğnem ek için vesüe
olamaz. Herkes dış görünüşüne göre değerlendirilir.
İç görünüşlerine göre takibata m aruz bırakılam az.
Ancak ve ancak dışarıya sızan suçlar ve em re aykırı
hareketler koğuşturma mevzuu olabilir. H iç kim senin
zan ve tahminlere göre, kimsenin görm ediği bir yer­
de herhangi bir yasağa tevessül ettiğinin kabulü ve­
ya bilinmesi halinde dahi takibata m aruz bırakıp ya­
kalamak için peşinden koğuşturma yapm ak m üm kün
değildir. Yapılabilecek tek şey vardır. O da suçlum m
suçu işlediği ve açığa vurduğu zaman yakalanm ası­
dır. Bunun yam sıra suçun nev’ine göre verilm esi ge­
reken hükümlerle alâkalı diğer garantiler de m ev­
cuttur.

126
Ebû D avud nalsleder, Ebû Bekir îbn Şeybe dem iş
ki, bize Ebû M uâviye A ’m eş’den, o da Zeyd İbn V eh b’-
den nakletti ve d ed i ki, İbn M es’ûd’a birisi geldi ve
falancanm sakalından içk i dandıyor dedi. O zam an
ibn Mes’ûd bu5aırdu k i : «Biz tecessüs etm ekten neh-
yolunduk. Açığa vurduğu zaman, onu yakalayabiliriz.
ancak.r>
M ücâhid’de birbirin izin kusunm u araştırm aym
âyetinden m aksat ^^açığa çıkanı alın, gizli kalanı bıra­
kın demektin der.
İmam A hm ed U k be’nin kâtibi D ecin’den nakle­
der ve der k i : Ben U kbe’ye kom şularım ızdan bir kıs-
mmm içki içtiğin i, bu n u n üzerine zabıtayı çağırıp
yakalattığımızı söylediğim de dedi k i : ö y le yapma, on­
lara önce öğü t v er ve tehdit et. Bunun üzerine söyle­
nileni yaptım am a on lar yin e vazgeçm ediler. Bu du­
rumda gelip U kbeye, öğ ü t verip vazgeçirm ek istedi­
ğimi fakat on ların vazgeçm ed iğin i artık zabıtayı ha­
berdar edip ya k ala ta ca ğım ı söyle3dnce Ukbe dedi k i:
«Vay haline sakm yapm a. Ç ünkü ben Hz. Peygam-
ber’den şöyle d ed iğin i iş ittim : «üTim bir mv/minin ayı­
bını gizlerse sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız
çocuğunu kabrinden kaldırarak diriltmiş gibidirj>
Süfyan el-S evrî, S a’d oğlu R aşid’den o da Ebu Süf-
yan oğlu M uâviye’d en n ak led er ve d er k i ; Ben Resu-
lullah (s.a.vid an şöyle buyu rdu ğu n u işittim : «Eğer
sen insanların gizli ayıplarını araştıracak olursan onla­
rı ifsat etmiş veya fesada yaklaştırmış olursun.» Ebû
Derdâ Cr.a.) der k i : M u âviye (r.a.)n in Resulullah
(s.a.v)dan du yduğu b u h adis inşallah ençok kendisi­
ne fayda verm iş olsun.
Böylece âyeti k erim e İslâm cem iyetinin pratik n i-
zammı kurm a hususunda kendisine has yerini alm ış
ve sadece k alp leri tem izlem ek, vicdanları arıtm ak için
eğitici bir unsur olarak kalmamış, bilâkis insan hak
ve hürriyetlerinin korunması, uzaktan veya yakından
sebepsiz yere dokunulmazlıklarının tecavüze uğra­
maması için gerekh hükmü yerleştirm iştir.
Nerde o yüce ufuklar?... Nerde o uzak mesafe­
ler?... Ve nerde bugün ondan bindörtyüz şu kadar yıl
sonra insan hak ve hürriyetlerini korum ak için çır­
pınan ve adma demokratik toplum lar denilen millet­
lerin özenip durduğu şeyler?...
Ve bunlardan sonra Kur’ân’m ibda’gücünün ese­
ri olan fevkalâde bir ifade geliyor, gıybetin yasaklan-
masıyle ilgili olarak:
«Kimse kimseyi çekiştirmesin. Hangi biriniz ölü
kardeşinin etini yemekten hoşlanır? İşte bundan tiksin­
diniz değil miv?
Birbirinizi çekiştirmeyin. Ve bundan sonra insan
ruhunun hassasiyetini azaltan, şiddetini daha da yay-
gmlaştırarak işkenceye maruz bırakıp üzen b ir tab­
lo göstermektedir. Bu tabloda ölü kardeşinin etini y i-.
yen bir kardeş yer alıyor. Ve hem en âyeti kerim e bu
iğrenç hareketten hepsinin nefret ettiğini açıklıyor.
Bu tablodan nefret ettiklerine göre öyleyse gıybetten
de nefret etmektedirler.
Büâhare âyetle yasaklanan zan, tecessüs ve gıy­
bet duygulanndan sonra takva ruhunu canlandıran
ve bu gibi hareketlere tevessül etmiş olanların İlâhi
rahmete ermesi için tevbeye sanim asm ı belirten bir
hüküm varid oluyor.
«Allah’tan korkun, şüphesiz ki Allah Tevvâb’dır,
Rahîm’dir.r)
Bu hüküm İslâm cemiyetinin hayatm da yaygm
bir şekle girerek insanlarm şeref ve haysiyeti etra-
fm a bir tel örgü gerer. Kalplere ve ruhlara sağlam
bir terbiye engeli koyar. Bu hususta Hz. Peygam ber

128
iğrenç gıybet hastalığından kişileri kurtannak için
Kur’an’ın o hayret v erici üslubunun çizdiği iğren ç ve
dehşet tablosuna u ygu n şekilde son derece şiddet
göstermiştir.
Ebu D avud’dan rivayet edilen bir hadiste A bdul-
aziz, İbn M uham m ed’den o da A lâ’dan o da babasın­
dan, o da Ebu H üreyre’d en şunu nakleder: Resulul-
lah (s.a.v)a gıybet nedir diye sorulduğunda Hz. Pey­
gamber buyurur M : kardeşini hoşuna gitm eyecek şey­
le anmandır. O zaman ya kardeşimde söylediğim şeyler
varsa, diye sorulunca, Resulullah (s.a.v.) buyurur k i :
«■Eğer söylediğin şeyler onda varsa zaten gıybet etmiş
oluyorsun. Şayet yoksa iftira etmiş oluyorsun.r> (Bu
hadis Tirm izi riva y et ed er ve Sahih olduğunu bildi­
rir.)
Ebu D avud d er k i : «M üsedded Yahya’dan o da
Süfyan’dan, o da A li’den o d a Ebu H üzeyfe’den nak­
leder ve Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber^ «Safiye’nin şöyle
olduğunu söylem em yeter diyerek kısalığına işaret etti­
ğini)) nakleder. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) bu­
yurur k i : «Öyle bir söz söyledin ki bir denizin suyuna
kanştırılsaydı orayı karıştırdı.)) Yine Hz. Âişe der ki
Ben Hz. Peygam bere bir insandan söz ettim. O zaman
Hz. Peygamber buyurdu ki; «Bende şu ve şu hareketler
bulunurken bir başka insanın durumundan söz ettirme­
yi sevmem.))
Yine Ebu Davud, Enes İbn Malik’den nakleder ve
der ki Resulullah (s.a.v) buyurmuş k i : «Miraca çıktı­
ğım gece bakırdan tırnaklan olan yüzlerini ve göğüsle­
rini tırmalayan bir topluluk gördüm. Bunlar da kim ya
Cebrail dediğimde bunlar insanlann etini yiyen ve on­
ların haysiyetine tecavüz edenlerdir karşılığını verdi.))
Maiz ve G am idiye kabilesinden bir kadın işledik­
leri zina suçunu hu zu ru nebevide itiraf edince Resu-
luUah (s.a.v) onlarm kendiliklerinden suçlarını itiraf
etm eleri üzerine kurtarmak için çok İsrar ettiyse de
onlar recim hususunda İsrar ettiler ve Peygamber
(s.a.v.) de recmetti. Bu arada iki kişinin b irb irin e: «Gö­
rüyor musun şunu? Allah kendisinin günahını gizlemiş
am a o bunu gizlemek istemiyor ve köpekler gibi recmo-
lunuyor.» Dediklerini duymuş. Bir süre sonra da bir
merkep İaşesine rastgelince buyurm uş ki falan ve
falan nerede inip şunu yesinler. Onlar dem işler ki:
Allah bağışlasm seni Ey Allah’m Resulü h iç yenir mi
bunlar? Hz. Peygamber bu3rurmuş k i : «Biraz önce o
iki kardeşiniz hakkmda söyledikleriniz bunu yemek­
ten çok daha beter. Nefsim kudret elinde olan Allah’a
and içerim ki şimdi o cennet nehirleri içerisinde yü­
züp duruyor.»
îşte böyle bir tedavi ile Hz. Peygam ber İslâm ce­
miyetini arıtıp temizlemiş ve öyle bir yü celiğe yük-
seltümiş ki tarihi gerçekler arasında o cem iyet bir
ideal, bir hayal olarak kalmış.

130
M ü ’m in A lla h ’ın dostudur. Gündelik hayatta bile
dostlar birb irin i y a ln ız bırakmazken, Allah Teâlâ
kendi dostlarını y a ln ız bırakacak değildir elbette.
A n ca k A lla h ’a d ost oh n a k b ir akrabalık ve tanışık-
h k işi de d eğildir. A lla h ’a dost ohnak belirli değer­
lere v e ölçü le re sa h ip olm a yı icabettirir. Yoksa Y a­
hudi’lerin v e H ıristiy a n la n n dedikleri türden bir
dostluk h içb ir m a n a ifa d e etmez. Kezâ müslüma-
nım d ey ip te, İslâm ile h içb ir ilgi kurmamış olan
gü nüm üz m ü slü m a n la rın m yaptığı gibi sıkışmca
«m üslüm am z, öy ley se A lla h yardım eder» diyerek
m üslüm anlığı b ir m in n et n edeni yapm ak ta anlam­
sızdır.
AUah’ın dostu o la n rnu’m in; fa la n ca veya filan­
ca kişinin b eğ en isin i kazan an kişi değil, yalm zca
A llalı’ın belirttiğ i özellik leri taşıyan kişidir.

Allah’ın k u llarm dan h erh an gi birine olan sevgisi


öyle bir şeydir k i; A lla h ’ı tanunayao, O’nu kendini
vasfettiği sıfatlarla bilm eyen , hissinde, ruhunda, şuu­
runda ve bütün va rh ğm d a b u sıfatlan n çek ici kud­
retini duym ayan in san lar, b u sevginin kıym etini idrâk
edemezler... Evet, b u lü tfü veren in hakikatm ı bilm ez-

131
1er, o lütfün, hakikatim da bilem ezler... A ncak O’nu
verenin hakikatm idrâk eden, O’nu A llah olarak tanı­
yan, şu korkunç kâinatm hülâsası olan insanın yara­
tıcısı olarak kabul eden, onun yüceliğine, eşsiz bir
kudrete sahip olduğuna, bir tane olduğuna, mülkiye­
tine her türlü tasarruf hakkma sahip olduğuna, kul-
lanna sevgi ve lütufla muamele ettiğine, her kulun,
O’nun yüce kudretinin eseri olduğuna, O ’nun daima
diri, ezeh ve ebedi, evvel âhir ve bâtm olduğuna ina­
nan insanlar, bu lütfün hakıkatmı idrâk edebilirler...
Kulun Rabbini sevebilmesi de kendisi için bir ni­
mettir. Fakat onu tadım alm ayanlar bu nim etin kıy­
metini idrâk edemezler. ARah’m kuUarm dan birini
sevmesi, büyük ve muazzam bir m esele, engin ve taş-
km bir fazilet olunca; kulun A llah’m ı sevm esi ve di­
ğer bütün sevgilerde eşi benzeri bulunm ayan bu bi­
ricik güzel lezzetin zevkini tattırm ası suretiyle kulu­
na olan nimeti de, keza büyük ve m uazzam b ir nimet,
engin ve sonsuz bir fazüettir.
Allah’m kuUarmdan birini sevm esi, kelimelerin
ifade gücünü aşan muazzam bir m esele olunca; ku­
lun rabbini sevmesi de, ifadelerm takat getirem edi­
ği bir meseledir. Ancak bazı seven insanlarm sözle­
rinden bu, bîr nebze anlaşılabilir...
İşte bu kapı sadık tasavvuf erlerinden H akka er­
miş olanlarmyükseldikleri kapıdır... A m a bunlar; ta­
savvuf hırkası giyen ve tasavvuf tarihinde zikri ge­
çenler arasmda çok azdır. Rabiatül A d eviyye’n in mıs-
ralanndan dökülen şu ifadeler bu eşşiz sevginin en­
gin zevkini hâlâ his âlemine intikal ettirir:
«Sen tath ol da, bütün hayat zehir olsım .
Sen razı ol da bütün insanlar öfkeyle dolsun.
Benim aram yeter ki iyi olsun seninle

132
isterse haxab olsu n son ra bütün âlem le
Gerisi hep boştur, olu rsa benim le senin dostluğun
Toprağm üstündeki her şey toprak olacak tır
elbet bir g ü n »...
Allah’tan kullara, kullardan da lütfedici ve in ’am
edici Allah’a tevcih edilen b u sevgi, şu vücudu doldu­
ruyor, şu geniş kâin ata ya5ah yor ve her canhnm, her
şeyin asü tabiatı h alin e geliyor. O, şu vücudu örten
hem hava, hem d e g ölg e m esabesindedir. Seven ve
sevüen şu k ulun şahsm da bütün insan vdriığm ı ör­
ter. İhata ed er...
İslâmi tasavvur, m üm inle Rabbini, bu sevim li ve
hayretâmiz rabıta ile birbirin e bağlar. Bu bağ bir de­
faya mahsus g e çici b ir nesne değildir. O, bu tasavvur­
da bir asıl, b ir hak ikat ve k öklü u n su rd u r:
dman edip salih am el işleyenlere, Rahman; gönül­
lerde sevgi uyandırır.)-) (M eryem , 96)
(iRabbim çok merham etlidir, çok sevgûidir.y) (Hûd,
90)
«O; bağışlayandır, sevendir.)) (Burûc, 14)
uKullarım sana benden sorarlarsa şüphesiz ben çok
yakınımdır. Bana dua edenlerin dualarını kabul ede­
rim,)) (Bakara, 186)
aîman edenlerin. Allah'a, olan sevgileri çok kuvvet­
li ve devamlıdır.)) (B akara, 165)
«De ki; Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olun
ki Allah da sizi sevsin.)) (Â l-i îm rân, 31)
Ve daha b ir ço k âyeti k erim eler...
Bütün bu n lara rağm en,hâlâ İslâm düşüncesinin
katı bir düşünce old u ğu n u söyleyen, A llah’la insan
arasmdaki m ünasebetin kuvvet, zulüm , ceza, azap,
katılık ve sertlik esasm a dayandığını iddia eden ve
Mesih’i AUah’m oğ lu k abu l edip insanlarla A llah ’ı,
birbirine karıştıranlar ne tuhaf bir cerbeze içindedir­
ler?
îslâm i tasavvurun, ubûdiyetüı hakikati ile ulûhi-
yetin hakikatini birbirinden ayırm ak hususunda ke­
sin oluşu, Allah’la kul arasmdaki o tatlı sevgiyi zede­
lemez. O bir tenzih ve yüceltme m ünasebeti olduğu
gibi, aym zamanda bir sevgi alâkasıdır da. Âlemlerin
Rabbi ile olan münasebetinde beşer vaıhğm m bütün
ihtiyaçlarmı içine alan kâmil bir tasavvurdur o !...
Âyette, bu din için seçüen m üm inlerin sıfatı, hay­
ret veren bir ifade ile dile getiriliyor:
viKendisinin onlann seveceği, onların da kendisini
seveceğim (Mâide, 54)
Bu ifade ile mümin kalbinin m uhtaç oldu ğu bütün
duygular dile getiriliyor, yükler hafifletiliyor, yorucu,
meşakkat verici ağmlıklar atılıyor. M üm inlerin ni­
metler yağdıran Yüce Mevlâ tarafm dan seçildiği, üs­
tün tutulduğu ve Allah’a yakm kıldığı hissettiriliyor...
Sonra âyet, müminlerin diğer alâm etlerini arze-
diyor:
«Müminlere karşı alçak gönüllü»... (M âide, 54)
Bu; kolaylık, yumuşaklık ve itaatten alm an bir
sıfattır. Mü’min, müminlere karşı alçak gönüllüdür...
Ona isyan etmez ve zorluk çıkarm az... Yum uşaktır...
Kolaylaştırıcıdır... M üsamahakârdır... Sevgi dolu bir
kalbe sahiptir... İşte müminlere karşı alçak gönüllü­
lüğün manası budur...
Mü’minlere karşı alçak gönüllü olm akta, zillet ve
adilik diye bir şey düşünülemez... Bu b ir kardeşliğin
ifadesidir. Engelleri kaldıran, zorlukları yok eden,
ruhları birbirine kaynaştıran, ruhlarda isyan ve en­
gel diye bir unsur bırakmayan fedakâr b ir kardeşli­
ğin terennüm üdür... Fakat ruhu, m üm inlerin ruhu
ile kaynaşmca, ne kendisine m ani olan ne d e ona is-

134
yan etmek isteyen b ir unsur bulam az... A llah yolunda
kardeş olarak birleştikten, kendisi m ü’m inleri sevip
müminlerde onu sevdikten ve bu ulvi sevgi aralarm da
yerleştikten sonra, kendisini m üm inlerden nasıl a y n
tutabilir?...
^Kâfirlere karşı onurlu ve güçlüv... (Mâide, 54J
Onlarda, k â firlere k arşı bir direnm e, yüz çevirm e
ve üstünlük v a rd ır... Y oksa bu şahsi bir üstünlük ve
nefsi bir tekebbür değildir. O, akidenin üstünlüğüdür.
Kâfirlere karşı sem alarda dalgalandırdıklan sanca-
ğm yüceliğidir... O, kati bir garantinin ifadesidir ki;
müminler doğru y old a d ırla r... O nlann vazifeleri di­
ğer insanları da bu h a y ırlı yola çağırm aktır, kendi ne­
fislerine itaate d eğ il... H ele kendilerini başkalarmm
emrine itaate a sla !... S onra o, A llah ’m dininin, arzu ve
heveslerin dinine galip geleceğin in garantisidir... A l­
lah’m kuvvetinin d iğer kuvvetlere, A llah’tan yana
olanlarm cah iliyet erbabm a üstün geleceklerinin ifa­
desidir... O nlar m utlaka kazan acaklar... Çünkü on­
lar, en yüce ve en üstün olan la rd ır... Hâttâ bazan he­
zimetle yüzyüze gelseler dahi, m utlaka üstün gelecek­
lerdir...
«Ve onlar, Allah yolunda savaşırlar. Hiçbir kınaya­
nın kınamasından çekinmezler.r) (M âide, 54)
İnsanlığm h ayrım ıslahm ı ve gelişm esini gerçek­
leştirmek için A lla h yolu n d a yapılan savaş... Bu; .^1-
lah’m yeryüzünde d iled iğin i yaptırm ak için seçtiği
müminlerin d iğer b ir sıfa tıd ır...
Onlar, A llah yolu n d a savaşırlar ...Y alnız kendi
nefisleri ve m illetleri, va ta n ve ırklarm m selâm eti u ğ ­
runda değü... Bütün beşeriyete h ayn n kapılarım a ç­
mak için... Bu m eselede on la r için h içbir şey y o k ...
Nefislerine düşen b ir p ay da y ok ... O ancak A llah için
ve Allah yolu n d a ...
Onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınaya­
nın kınamasından çekinmezler. İnsanların Rabbinin
sevgisine sahip olanlar, insanların kmamasmdan ne­
den korksunlar?... Onlar Allah’ın kanununa tabi olur­
lar. Ve hayat için koymuş olduğu nizamına bağlandık­
tan sonra, insanlarm alışkanlıklarına, cahiliyet anla-
yışına nesillerin örf ve âdetlerine neden bağh kalsm-
1ar?... ölçü ve hükümlerini; İnsanlarm ve heveslerin­
den alan, yardım ve desteği onlardan bekleyenler an­
cak insanlarm kmamasmdan korkarlar.
Fakat insanlarm heveslerine, şehvetlerine hâkim
kılması için her şeyi AUah’m ölçüsüne, mikyasma ve
değerlerine indirgeyen, kuvvet ve izzetini Allah’ın
kuvvet ve izzetinden alanlar, insanlar ne derlerse de­
sinler, ne yaparlarsa yapsınlar aldırm azlar... İnsanlar
ne durumda olurlarsa olsunlar... Realiteleri ne olursa
olsun... Medeniyetleri, ilimleri, kültürleri ne dereceye
gelirse gelsin onlara asla tesir etmez!...
Şüphesiz biz; insanlarm sözlerini, işlerini, sahip
oldukları şeyleri, üzerinde anlaştıkları hususları, ha-
yatlarmda rehber edindikleri ölçüleri, değerleri daima
hesap eder, düşünürüz... Çünkü biz gafil insanlarız;
veya ölçü ve değerler hususunda başvurmamız lâzım
gelen asıl kaynağı unutuyoruz... O kaynak, Allah’m
nizamıdır...
Herhangi bir müessesenin, bir örf ve âdetin bir
geleneğin ve bir değer ölçüsünün hiçbir kıymeti yok­
tur...Fakat bunlar mevcuttur ve bir olgudur... Mil
yonlarca insan bunlara inanıyor, bunlarla yaşıyor ve
bunlan hayatlannm kanunu kabul ediyor... Halbuki
bu, Islâm tasavvurunım kabul etmediği bir ölçüdür.
Herhangi bir örfün, bir müessesenin, bir geleneğin ve
bir değer ölçüsünün kısmet ifade edebilmesi için, bun-

136
ların, bütün değer ve ölçülerin sahibi olan Allah’ın ni­
zamında sabit bir esasa bağlanması gerekir.
İşte m üm inler, bundan doloyı A llah yolunda sa­
vaşıyorlar ve h içbir kınayıcm ın kınam asm dan çekin­
miyorlar... Bu, A llah tarafından seçilen m üm inlerin
ayırıcı özelliğidir.
Sonra A llah ’ın on ları seçm esi... A llah’la o seçilen
insanlar arasında kurulan sevgi... Onlarm tabiat ve
unvanı haline getirilen bu alâm etler... Ruhlarm da A l­
lah’a karşı duydukları bu gü ven ... Bütün bunlar, A l-
lah’m lütfü ve ih s a n ıd ır:
«Bu, Allah’ın dilediğine verdiği hol nimetidir. Allah,
Vasi’dir, Alim’dir.» (M âide, 54)
O; geniş hâzinesinden ve hudutsuz ilm inden lüt­
fediyor. İlm i ve takdiri gereği düediği kimselere ver­
diği bu lütuf ve ihsandan daha geniş ve daha iyi ne
olabilir?...
Allah, îm an edenlere, îm an sıfatm a uygun yegâ­
ne dostluk h ed efin i gösteriyor ve edinecekleri kimse­
leri kendilerine a ç ık lıy o r : '
aSizin dostunuz ancak Allah, O’nun Peygamberi ve
namaz kılan, zekât ve rükû eden müminlerdir.^ (Mâi­
de, 55)
H içbir te’v il ve değiştirm e im kânı olm ayan bu kı­
sa ifadelerle h akikati orta ya koyuyor. Böylece İslâmî
hareket ve tasavvurun, yolu n u değiştirip kaydırm a
fırsatı yok oluyor.
Ashnda m eselen in b öy le olm ası da zarurudir.
Çünkü bu, in an ç m eselesidir. Bu insanca uygun ha­
reket etm e m eselesid ir... D ostluğu sadece A llah’a
ayırmak, O ’na m u tlak olarak güvenm ek, din olarak
İslâmî kabul etm eyen in sanları kesin olarak birbirin ­
den ayırm ak için o in san ca uygun hareket etm e dâva­
sıdır... İslâm î h arek et cid di ve kuvvetli bir hareket-
tir. Bir tek liderden ve bir tek sancaktan başkasına
dostluk yoktur orada... Orada yardım laşm a, ancak
inanan insanlar arasında yapıhr.
tslâm, sadece bir ünvan değildir... Sadece sancak
ve işaretten de ibaret değildir. Veya dille söylenen bir
söz, mirasla geçen bir nesep ve özel beldelerde ikamet
edenlere ait bir sıfat ta değüdir... Âyet, îm an edenle­
rin başta gelen özelliklerinden bir kaçm ı daha açıklı­
y or:
aNamaz kılan, zekât veren ve rükû eden mü’min-
ler»...
Onlarm sıfatlarmdan biri, nam az k ılm ak... Sade­
ce na.Tna.7.1 eda etmek değildir. Onu daim a kılm ak. Ya­
ni-onu tam manasıyle eda etm ek... Tam m anasıyle ya­
pılan edadan o namazm neticelerini görm ek mümkün­
dür ;
^Gerçekten namaz, hayâsızlıktan ve kötü işlerden
alıkoyar.y) (Ankebut, 45)
Bir insanm kıldığı namaz, kendisini hayâsızlıktan
ve kötü işlerden alıkoymuyorsa, o nam azı kılmamış-
tır... Şayet kılmış olsaydı, AUah’m buyurduğu gibi bu
namaz kendisini onlardan alıkoyardı!
Müminlerin vasıflarından biti de zekât verm ektir.
Yani arzu ve memnuniyetle Allah’a itaati ve O’na
yaklaşmayı hedef alarak mahmn hakkım edâ etmek­
tir. Zekât, sadece maU bir vergiden ibaret değildir.
O asrm zamanda ibadettir, yahut m ali b ir ibadettir.
İşte İslâm nizamınm ayırıcı özelliklerinden b iri de bu-
dur. Bu nizam, tek bir ödev ile çeşitli hedefleri gerçek­
leştirir... Böyle bir özellik, yeryüzünün h içbir niza-
rmnda m evcut değüdir.

(1) Ankebut: 45.

138
Beşerî nizam larda cem iyetin ihtiyacını karşıla­
mak için devlet adm a, halk nam m a veya başka bir
isimle fakirlere verilm ek üzere vergi toplanır, zengin­
lerden paralar alm ır. A n cak bu hareket, tek bir hede­
fi gerçekleştirebilir: m alı m uhtaç olanlara ulaştır­
mak!..
Fakat zekâta gelin ce... Her şeyden önce onun is­
mi ve manası ile ne kasd ediliyor. Zekât, her şeyden'
evvel temizlik ve arıtm ak manasmadır. O, irt-samn
Allah’a ibadet edebilm esi için vicdamnı temizleyen
bir unsurdur. Böylece fakir kardeşlerine el uzatması
için kendisini uyaran temiz bir şuurdur ki bu da Al­
lah’a ibadettir Bunu yapan, âhirette Allah’tan güzel
mükâfatlar beklem ektedir. Yine böylece bereketle ve
mübarek bir iktisadi nizam la dünya hayatmda malı­
nın artmasmı beklem ektedir. Sonra zekâtı alan fakir­
lerin ruhlarında da tem iz bir şuur uyanır: Çünkü' on­
lar bilirler ki, bu, zenginlerin m allarında AUah’m ken­
dileri için ayırm ış olduğu bir lütuftur. Sonra zekât, fa­
kirlerin zenginlere karşı duydukları kin ve ihtiras ate­
şini de söndürür. Bu arada şu hususu da hatırlatma­
mız lâzım; îslâm nizam m da zenginler, ancak helâl yol­
dan kazanabilirler, başkalarm m hakkma tecavüz ede­
mezler. başkalarm ın hakkını gaspetmezler... Onlann
hisselerine tecavüz etm ezler. îşte böyle güzel, hayırh
ve memmmiyet verici havada, zekât, temizlik ve ge­
lişme havasmda gerçekleşir...
Zekât verm ek, m üm inlik özelliklerinden biri ola­
rak karar kılm m ıştır ki, onlar her türlü hayati mese­
lelerde Allah’m dinine tabi olurlar. O, aynı zamanda
Allah’m hâkim iyetini kabul etm eleri anlamma da ge­
lir... îşte îslâm bu d u r... '
«Rükû eden müminlerr»...
Bu, onlann halleridir. Sanki tabü ve asli vaziyet-
leridir... Bundan dolayı âyeti kerime; «nam az kılan­
lar» diye konuyu bitirmiyor. Bu yeni vasıf, çok daha
genel ve çok daha kapsamlıdır. Çünkü bu özellik, on-
lari sanki daimi halleriyle canlandırıyor. Onların bu
alâm etini ortaya çıkarıyor ve onlar bunun sayesinde
tanınıyorlar.
Sadece kendisine güvenmeleri, ona sığınm aları
ve sadece onu dost edinmelerinin karşılığı olarak,
Allah. î-ma.n edenlere, Peygamberine ve ona tabi olan
müminlere... Kendileriyle diğer bütün insanlar ara-
smda tam bir ayrılık meydane getiren m üm inlere...
Zafer ve galibiyet sözü veriyor.
aKim Allah’ı, Peygamberini ve mii’minleri dost edi­
nirse katiyetle bilsin ki, Allah’tan yana olanlar üstün
gelirler.^) (Mâide, 56)
Dikkat edilirse bu üstünlük sözü îm an kaidesinin
açıklanmasmdan sonra geliyor. Bu kaide; sadece Al­
lah’ı, Peygamberini ve müminleri dost edinm ek kaide­
sidir. Yine bu söz yahudi ve hıristiyanlan dost edin­
mekten, müslümanlar arasmdan ayrılıp on lara katıl­
maktan vadinden dönmekten sakınm aları lâzun gel­
diği müminlere hatırlatıldıktan sonra getiriliyor.
Burada, Kur’an-m kendine has önem li bir hedefi
var... Yüce Allah, müslümandan en hayırlı nizam ol­
duğu için İslama tabi olmasmı ister! Y oksa galip ve
üstün geleceği, yeryüzüne hâkim olacağı için değU!
Bunlar, İslâma tabi olmanm tabii neticeleridir. Bu dini
yerleştirmek için Allah’m taktirini gerçekleştirm e yo­
lunda elde edilen m eyvelerdir... Yoksa bunlar, İslama
girmenin en esaslı teşvik unsurları değildir! Müslü-
m anlann üstün gelmelerinde, kendi şahısları için
bir şey yoktur. O ancak, Allah’m, onlar vasıtasıyla
yürüttüğü kaderidir. Bu üstünlüğü onlara, inançlan

140
hesabına verir, k endi şah ıslan hesabına değili Bu hu­
susta onlara, gösterdik leri ga3U'etin, yeryüzünde A l­
lah’ın dinüıi yerleştirm ek ve bununla yeryüzünü ıs­
lah etmek yolu yla m eydana gelen neticelerin sevabı
vardır.
Allah’tan yana olan ların m utlaka üstün gelecekle­
ri kaidesine d u yd u k ları ihtiyaç. Sonra, bu kaide şüp­
hesiz ki bizim için d e geçerlid ir... Onun zam an ve
mekânla alâkası y ok tu r... Bu kaidenin, Allah’m kar­
şı gelinem eyen b ir k anuna bağlı bulunduğunu öğren­
mekle kalbim iz tatm in olu y or... M üslümanlar bazı sa­
vaşlarda m ağlûp olsalar dahi, değişm eyen kanun şu­
dur ki; A llah’tan ya n a olanlar, m utlaka bazı hususlar­
da üstün g elecek lerd ir... A lla h ’m kesin sözü yol bo­
yunca bazı m erh alelerde görünen hâdiselerden çok
daha doğrudur! A lla h ’a, Resulüne ve müminlere
dost ohnak, sonunda A lla h ’m sözünü gerçekleştirecek
olan yeğane yoldu r.
v.Ey iman edenler, kendilerine sizden önce kitap ve­
rilenlerden, dininizi alaya ve eğlenceye alanları ve in-
kârciLarı dost edinmeyin. Eğer mü’minlerdenseniz Allah’-
dan korkun.y>
«Ezanla birbirinizi namaza çağırdığınız zaman onu
Ur eğlence ve oyun m evzuu edinirler. Bu, kendilerinin
hakikaten akıllarını kullanamayan bir güruh olmaların­
dandır.» CMâide, 57-58)
İçinde îm an ga y reti bulunan herkesi harekete ge­
çiren bir h ald ir bu . M ü’m in; din i du ygulan küçüm sen-
diği zaman, ibad et ve nam azı küçük görüldüğü vakit,
Rabbi Zülcelâlinin huzu ru n da divana durduğu anlar
alay ve 03m n va sıtası ya p ıld ığı an elbette böyle bir
gayret du ygu su yla h eyeca n a kapılacaktır... Bu çeşit
fiilleri işleyenler ile îm an edenler arasm da nasıl bir
dostluk k u ru labilir? A k ıld an noksan kim seler ile on-
1ar arasında nasıl bir anlaşma söz konusu edilebilir?
Norm al seviyede akıl sahibi kimseler, A llah’ın dini ve
m ü’m inin Yüce Rabbma ibadeti ile alay etm ezler. Aklı
sağlam bir yapıya sahip olup doğru bir yol takip ettiği
taktirde çevresinde bulunan şeylerden A llah ’a îman
duygusuna götüren işaretler bulacaktır. A m a dengesi-
ni bozup sapıtırsa tabii bu işaretleri görem eyecektir.
Zira bozuk ve dengesiz bir akıl üe kâinat arşındaki
karşıhkh ilişkilerin hepsi de bozulur. Bütünüyle mev­
cudat, ibadet ve saygıya lâyık yüce bir Yaratıcm m
varhğma işaret etmektedir. Akıl norm al bir yapıya
sahip olur, doğru yola yönelirse elbette ibadetin 3dice-
liğiui ve kâinatm yaratanm huzurunda eğilm enin ul­
viyetini kabul edecektir. Bundan dolayı sağlam yapıya
ve doğru istikamete sahip bir akıl m ü’m inin ibadetini
alay ve eğlence konusu yapmayacaktır.
Gerçekten bu alay, kâfirlerden geliyordu. Ehli ki­
tap arasmda da bühassa yahudilerde vardı. Bu K ur’an-ı
Mübîn’in Resûlullah’m gönlüne inerek m üslüm anlara
hitap ettiği günlerde durum böyleydi.
Hristiyanlardan da böyle hareketlerin çıkıp çıkm a­
dığım siyer kitapları kaydetmiyor. A m a H ak Teâlâ
Hazretleri, İslâm cemaatma, kendi tasavvurunun, ni-
zamınm ve ebedi hayat sisteminin esaslarını koruyor­
du. Bu arada uzun zaman şeridi boyım ca müslüm an
nesiller arasmda meydana gelecek şeyleri de çok iyi
biliyordu. İşte biz bugün bu dine ve bu m üslüm an ce­
maata düşmanlık hususunda paylarm a düşeni yap­
mışlar, asırlar bo3mnca bu din için tuzaklar kurm uş­
lardır. Hz. Ebubekir ve Ömer (r.a.) devrinde İslâm
galibiyetinin Roma devletini sarsm aya başladığı gün-
lerdenberi sonu gelm eyen bir savaş açm ışlardır bu
dine karşı. Gün gelm iş «haçlı savaşları» şeklinde de­
vam etmiş, gün gelm iş haçlı devletlerin İslâm hilâfe-

142
tini yıkmak içüı yaptıkları anlaşmalar ile «Doğu me­
selesi» halinde sürm üş... Sonra dilinin altmda gevele­
diği ve kollan arasında haçlüık zihniyetinin gizlediği
«sömürgecilik» şeklinde ortaya çıkmış. Birzaman ol­
muş söm ürgeciliğin ana dayanağı ve temel desteği
durumımda olan «m isyonerlik» şeklinde devametmiş.
Sonra da yeryüzünün neresinde olursa olsun her tür­
lü İslâmi diriliş hareketlerine karşı girişilen amansız
savaşlarla kendisini gösterm iş ve işte bütün bu hare­
ketlerde yahudiler, putperesler ve hristiyanlar ortak
cephe halinde birleşm işler...
Kur’an-ı Kerim ise îslâm ümmetinin hayatmda
sonsuza kadar hâkim iyetini sürdürecek bir kitap ol­
mak için inmiştir. M üslüm anın inancmm düşünce ya-
pısmı değiştirdiği gibi, içtim ai nizamım ve hareket
metodımu da düzenleyecek bir kitap olmak için in­
miştir... İşte görüyorsunuz ya bütün bunları yapmak
için gelen Allah kitabı, m üm inlerin dostluğunun an­
cak Allah’a, Resûlüne ve müminlere karşı olacağmı
öğretiyor onlara. V e yahudileri, hristiyanlan ve put­
perestleri dost edinm ekten yasaklıyor. Bu konu da ke­
sin bir ifade tarzı kullanarak kökten kesip atıyor.
Asimda bu din kendisine inananlara son derece
hoşgörüyü tavsiye eder. Ehli kitaba ve bühassa ken­
dilerinin hıristiyan olduklarını söyleyenlere iyi davra-
nılmasını em reder... A m a bunları dost edinmekten
de kesinlikle yasaklar. Zira hoşgörü ve iyi davranış,
bir hareket ve ahlâk m eselesidir. Dostluk ise bir inanç
ve nizam m eselesidir. Dostluk yardımlaşma demektir.
Halbuki bir m üslüm an ile ehli kitap arasmda yardım­
laşma olmaz. N itekim kâfirler içinde durum aynıdır
çünkü müslümanm hayatm da yardımlaşma daha ön­
ce de söylediğim iz gibi sadece din konusunda olur. Al­
lah nizaımnı ve sistem ini insanlarm hayatmda hâkim
kılm ak için yapılacak cihad hususunda olur. Bu konu­
larda ise bir müslüman ile müslüman olm ayan birisi
arasm da dosttuk nasıl ve niçin olabilir?...
Bu konu kesinlikle karışıklığa yer verm eyen bir ko­
nudur. Bu hususta ciddi ve kesin çalışm adan başka
hiçbirisini Allah Teâlâ kabul etmez. Evet dini konular­
da müslümana yakışan ciddiyetten...
îm an edenlere seslenen bu üç sesleniş de sona
erince İlâhî sesleniş Hazret-i Peygam ber’e (s.a.v) yö­
neliyor ve O’nun ehli kitaba karşı aşağıdaki sorulan
yöneltmesini bildiriyor. İslâm cem aatından hoşlanma-
3nşlanmn esas sebebinin,- m üslüm anlann ehli kitaba
ve kendilerine Allah tarafmdân indirilm iş olan kitap­
lara in a n m a la r ı olduğunu bildiriyor. Ehli kitaptan
sonra müslümanlara kitap indirilm esinden dolayı ni­
çin müslümanlardan nefret etm ektedirler? Onlar;
sırf müslümanlarm inananlar olup kendilerinin de eh­
li kitap olduklar halde fasık olm alanndan dolayı hoş-
lanmamaktadırlar m üslüm anlardan.
«De /ci ey ehli kitap, sizin bizden hoşlanmayt^nmn
yegâne sebebi; bizim Allah’a, bize indirilene vs daha ön­
ce indirilenlere inanmış olmamız ve sizin çoğunuzun fa­
sih oluşunuzdan başka bir şey dedildir.v
«Allah katında bundan daha kötü bircezanın bu­
lunduğunu size haber vereyim m ü ? de. Onlar, Allah’ın
lanet ve gazab ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar
yaptığı kimselerle şeytana tapanlardır. İşte bunlar mev­
ki bakımından daha fena ve düz yoldan daha sapkındır­
lar»... (Mâide, 59-60)
Allah Teâlâ’nm Yüce Resulüne ehli kitaba yönelt­
mesini bildirdiği bu soru, bir yandan ehli kitaptan bil­
fiil m eydana gelen bir durumun tesbiti ve onlarm müs-
lûmanlara, müminlerin ibadet ve nam azlarına karşı
takm dıklan tavnn gerçek sebeblerinin açıklanm ası

144
için onaylayıcı bir sual olduğu gibi, diğer yandan da
kmayıcı bir sualdir. Çünkü onların durumunu istin-
kârı şekilde kötülemekte ve onları böyle hareketlere
yönelten sebeblerin fenalığm ı belirtmektedir. Bütün
bunlarm yanısıra da müslümanları şuurlanmaya sev-
ketaıekte ve onlarla olan dostluklardan nefret ettir­
mektedir. Daha önce geçen üçlü sesleniş ile belirtilen
yabancılarla dostluktan yasaklanma durumunu bir
kere daha kuvvetlendirm ektedir.
Gerek Resûlullah (s.a.v.)m devrinde, gerekse bu­
gün yeniden başlayan İslâmi diriliş merhalesinde eh­
li kitabm m üslümanlardan hoşlanmayışmın yeğâne
sebebi; müslümanlarm A llah’a, Allah’m müminlere
indirdiği Kur’an’a ve Kur’an’m doğruladığı daha önce
gelmiş kitaplara inanm ış olmalarıdır.
Bunlar, m üslümanlara, sırf müslüman oldukları
için düşmanlık etm ektedirler. Müslümanlara sırf ya-
hudi veya hıristiyan olm adıM an için düşmandırlar.
Aynca, kendilerine ehli kitap adı verenler fâsık top­
luluğu olup, A llah’m indirdiği hükümlerden tama­
men sapmışlardır. Fâsüdıklarm m ve sapkmiıklarmm
delili ise kendi yanlarıda bulunan kitabı tasdik edici
olarak gelen en son Resule inanmamış olmalarıdır. Bu
gelen son risâlet bütün Peygam berleri ve Peygam­
berine müessesini hürm etle karşıladığı gibi onları tas­
dik de etmektedir.
Kendilerine ehli kitap adı verilen bu kimseler Me­
dine’de bir İslâm kitlesi, bir İslâm hareketi doğmaya
başladığı, m üslüm anlarm özel bir şahsiyet halinde
yükselerek bağım sız bir varhk haline gelmelerüıden-
beri tam on dört asır boyunca bu ardı arkası kesilmez,
acüar dinmez savaşları açm ışlardır. Müslümanın şah­
siyeti müstakil bir dinden, hür bir düşünceye sahip ol-
malanndan, kendilerine has bir nizama bağlı bulun-
m alanndan doğmaktadır. Beliren bu şahsiyet tek ni­
zam olan Allah nizamtnm gölgesinde oluşmaktadır.
Onlar müslümanlara karşı giriştikleri bu savaşı
sırf ve her şeyden eırvel müslüman oldukları için sür­
dürmektedirler. Müslümanları dinlerinden döndürme­
dikçe de bu savaşm ateşini söndürecek değildirler.
Müslümanlar İslâmm dışma çıktıkları zam an ancak
bu savaşm külleri soğuyabilir. D olayısıyla da gönül­
den müslüman olup hakka bağlanıp doğru yolda yü­
rüyenleri sevmezler.
Allah Teâlâ bu gerçeği kesin ve kati bir şekilde
belirtiyor. Yüce yaratıcı. Peygam berine bir başka sû­
rede şöyle hitap ediyor. <iSen onların dinine tabi olma­
dıkça, Yahudi ve Hristiyanlar senden asla memnun kal­
mazlar.-a.. (Bakara, 120) Mâide Suresinde ehli kitabı
bu kötü duruma sevkeden sebepleri açıklayarak tu-
tumlarınm esas sebebini beyan b u y u ru y or:
«De ki ey ehli kitap, sizin bizden hoşlanmadığınız
yegâne sebebi bizim Allah’a, bize indirüene ve daha önce
bildirilenlere inanmış olmamız ve sizin çoğunuzun fa-
sık oluşunuzdan başka birşey değildvra... (M âide, 59)
Yahudi ve Hristiyanlar bugün bu açık gerçeği boz­
mak yozlaştırmak hatta kökten yok etm ek çabasm-
dalar. Çünkü onlar Islâm ülkelerinde yaşayan insan-
lan veya daha doğru bir tabirle bir zam anlar müslü-
m anlann yaşadıklan m emleketlerin sakinlerini aldat­
mak ve îslâmm sağlam Rabbani nizam ı ile yerleştir­
miş olduğu uyanık duygusm u3ruşturmak istiyorlar,
Zira bu şuur devam ederse İslâm ülkelerinin h içbir ye­
rinde söm ürgecilik ve Hristiyan söm ürüsünün İslâmî
direniş hareketine karşı durması m üm kün olmaya­
caktır... Böylece, ardı arkası kesilm eyen h açlı savaş-
lan ve sonu gelmeyen m isyonerlik hareketleriyle ba­
şarıya ulaşma3nnca aldatma ve uyuşturm a yoluna git­

146
mekten başka çareleri kalm am ıştır. Dolasasıyle m üs-
lümanlarm m irasçılarm a hoş görünüp, onları alkış­
layarak «din dâvasm ın sona erdiğini, din için yapılan
savaşlann artık çok gerilerde kaldığını» uyuşturucu
bir morfin halinde em poze etm ek kahyordu. Onlarm
iddiasma göre, «din için yapılan savaşlarm geçtiği
devreler bütün dünya m illetlerinin hayatm da karan-
lıklarm hâkim olduğu belirli bir devreden ibarettir.
Sonra dünya aydm landı ve ilerledi» (!) bu ileri dünya
milletleri arasm da artık inanç esası üzerine dayalı bir
sayaşm yayılm ası norm al olm adığı gibi, m illetlerin
derlemesine ve gelişm esine zarar veren yersiz bir ha­
rekettir. Bugünkü savaşlar m addeler üzerinde yapıl­
maktadır. Bugün savaş söm ürge düzenleri, açık pa­
zarlar ve ham m adde kaynakları üzerinde yürümek­
tedir. Bunun dışm da b ir din savaşı yoktur. Bundan do­
layı m üslüm anlarm yahut m üslüm anlarm m irasçıları­
nın da bir d in i dü şü n ce ve id eoloji esasm a dayalı din
savaşma girişm eleri d oğru değildir. (!) Müslüman
memleketleri söm ü ren yah u di ve H ristiyanlar bu m or­
finle m üslüm anlan uyuttuklarına inandıkları ve
müslüman vicd an la rd a d in dâvası çözülüp yok oldu­
ğu zaman bu söm ü geci em peryalistler müslümanlarm
AUah’a ve in an ca d a y a lı duygularm dan em in olacak -.
1ar ve bundan son ra h er iş kolaylaşacaktır... Bu hare­
ketleriyle sadece in an ç savaşım kazanm akla kalm aya­
caklar, bım un gerisin de ham m adde kaynaldan, ü re­
tim im kânları, gan im etler ve söm ürgeler kazanacak­
lardır. înanç savaşm da ga libiyeti elde ettikten sonra
madde savaşm da d a d oğru d an doğruya m uzaffer ola­
caklardır. Ç ünkü m adde ile in an ç birbirine çok yakm
şeylerdir...
îslâm m em leketlerinde H ristiyan ve Yahudilertn
kuklalan veye b u em peryalistlerin gizli açık çeşitli
yerlere yerleştirdiği piyonları da aynı şeyleri söylüyor­
lar... Ve aynı iddiayı serdediyorlar. Çünkü onlar sınır­
ların içersinde üzerlerine düşen vazifeyi yerine getir­
mek için satılmış uşaklardır. Bu satılm ışlar «haçlı sa-
vaşlarmdan söz ederken» bile onların haçlı zihniyeti
ile yapılmadığına inandırmak için ellerinden geleni
yapmaktadırlar. Bu arada inanç sancağı altında savaş
meydanlarmda can veren m üslüm anlann da müslü-
manlık zihniyeti ile hareket etm emiş olduklarını, sa­
dece ırkçı ve milliyetçi duygularla hareket ettiklerini
söylemektedirler.
Üçüncü bir grup daha var. Bunlar da aldatılmış
gafiller topluluğu. Haçhlarm torunları em peryalist ba­
tı dünyasmdan seslenerek geliniz bü'leşelim , dost ola­
lım ve dine karşı olan im ansızlık cereyan ı ve Allah’
sızhk belâsmı defedelim diye çağırm aktadırlar. Bu ga-
fü ve aldatılmışlar grubu, o haçlı hıristiyanlarm torun­
ları defalarca müslümanlarla yüz yüze geldikleri za­
man onlarla birleşerek tek bir saf halinde savaştıkla­
rını. asırlar boyu aynı savaşı devam ettirdiklerini ve
günümüzde büe bu savaşı sürdüklerini unutmaktadır­
lar. Bunlar bilmiyorlar ki, haçlı zihniyetini,. Allahsız­
lık cereyanı ile savaşmak, İslâm ’la savaşm ak kadar
yormuyor. Çünkü İ3rice biliyorlar ki. m ateryalist ateizm
gelip geçici bir modadır ve geçici b ir düşm andır. İslâ­
miyet ise değişmeyen esaslı bir düşm andır. Bu gafiller
ye aldatılmışlar, ileri sürülen bu iddiaları ile perde ar-
kasmda Islâmi diriliş hareketinin yeniden doğuşunun
başlamakta olduğu şu günlerde uyanış hareketini bal­
talamak istemektedirler. Bunu baltalarken de onların
enerjilerinden faydalanm aktadırlar. Çünkü Allahsız­
larla savaşta âlet onlar olm aktadır. V e bilmektedirler
ki, bu aldatılmış gafiller topluluğu rûhu n etice itiba­
riyle siyasi em peryalizm in düşm anlarıdırlar. Durum

148
ne olursa olsun, on lar da, bunlar da İslâm ’a ve m üs-
lümanlara karşı bir savaş içerisindedirler. Bu savaşta
müslümanm kuvveti sadece o ilahi nizam m terbiye
edip yetiştirdiği ideallerdir.
Kuklalarm aldattığı ve doğrulayarak alkışladıkla­
rı bazı gafiller, Ehl-i K itab’m gerçekten iyi niyetli ol­
duklarım sanm aktadırlar. Çünkü Ehl-i Kitap dine kar­
şı bü5Tük bir cereyan ı temsU eden Ateizm ’i defetm ek
için dostluk ve yardım laşm aya çağırm aktadır. Bunun
için sam im idirler (!) A m a bun lar böyle bir zanna ka-
püırken istisnasız on dört asırlık k oca bir tarihin olay­
larım unuttukları g ib i bu hususta yüce Rablanm n
verdiği kesin em irleri ve prensipleri de ımutmakta-
dırlar. Allah’m bu k onudaki em irleri kaçam ak imkânı
bırakmaz. G önüllerde A lla h ’a gü ven duygusu ile bu
aldatmacaların birleşm esi m üm kün değildir.
Bu çeşit iddiaları ortaya k oyan lar bir takım pren­
sipleri parçalam akta ve işlerine gelen i alm aktadırlar.
Ehl-i Kitap’la iy i geçin m eyi hareket ve yaşayışda hoş­
görüyü em reden K ur’an âyetlerini ve Peygam berin
hadislerini k en dilerinin sözlerin i kuvvetlendirecek şe­
kilde alt alta getirm ektedirler. Bunun yanı sıra onla­
rı dost edinm ekten kesin şekilde yasaklayan üâhi
emirlerden ga fil davranm akta, on la n n esas duygula-
rmı açığa çıkaran İslâm i h areketin m etodunu ve nâzım
plânım belirten a çık nassları unutm aktadırlar. Zira
bu hükümler Ehl-i K itap’la dostluğu kökten yasakla­
maktadır. Çünkü yardım laşm a ve dost edüım e bir m üs­
lümanm gözünde sadece ve sadece din esası üzerinde
olabilir. .M eydanda, b ir m üslüm anla kitap ehli bir
yahudi ve H ristiyan arasm da, üzerinde birleşecek or­
tak bir bağ ve k aide yok tu r. M üslüm anm kendi din i
ile o dinlerin esasları arasm da bozulm adan önceki şek­
li ile bir birlik ve bağ söz konusu olabilirdi. A sim da
Ehl-i Kitap müslümanlara sırf bu dinden dolayı düş­
m anlık beslemektedirler. Müslüman, dinini terketme-
diği müddetçe hiçbir yahudi ve H ristiyan ondan mem­
nun kalm az... Nitekim bu hususu âlem lerin yüce Rab-
bı kendi kitabmda belirtm ektedir... Bu çeşit hareketle­
re yönelenler Kur’a n i ikiye bölm ekte, parçalamakta­
dırlar. Kendilerini temize çıkarm ak için ahm akça ve
gafilce üeri sürdükleri iddialarm a uygun düşen âyet­
lerin bir kı.sîmm diledikleri şekilde alm akta ve iddiala..
nna uygun düşmeyen, onlan kökten reddeden hüküm­
leri terketmektedirler.
Biz, o aldatıhnışlann veya aldatıcılarm lâflarma
kulak asmaktansa Allah’m kelâım nı dinlem eyi tercih
ederiz. Bu hususta Allah’m kelâm ı ise kesin, açık, par­
lak ve aydınlık şekli ile m eydandadır.
Bu konuda Allah Teâlâ Ehl-i K itab’m müslüman-
lardan hoşlanma3nşlarmm sebebi olarak müslüman-
larm Allah’a, kendilerine indirilene ve daha öncekilere
indirilmiş olan kitaplara inanmış olm aları hususımu
beyan buyurduktan sonra diğer sebebi açıklarken ifa­
de buyurduğu şu cümle üzerinde kısaca duracağız.
«Ve sizin çoğunuzun fasık oluçunuzdan başka bir-
şey değildin...
Onlan bu harekete sevkeden sebebin bir bölümü
işte bu fasıkbklandır. Fasıklık o illete sahip olan in­
sanı doğru yolda olan kimseye karşı istem ezliğe sev-
keder. Bu husus gerçeklere tıpatıp uyan psikolojik
bir kaidedir. Bunu Kur’an âyeti ha3iretengiz bir şe­
kilde tespit etmektedir. Doğru yolu yitirm iş olan sap-
km kim se doğru yolda yürüyen bir kişi3n görm ek is­
temez. Zira doğru yolda yürüyen b ir kim senin mev­
cudiyeti ona devam lı olarak fasüdığım ve sapıklığı-
m hatırlatır. O tıpkı ayakta duran b ir şahit gibidir.
Ve her an kendisinin fasıklığm ı ve sapıkhğm ı dile ge-
tinnektedir... İşte buntın için bir fasık doğru b ir kim ­
seden hoşlanm az, n efret eder. Ashnda, onun doğru ­
luğundan n efret etm ektedir. Sam im iyetiaden hoşlan-
mamaktadır. B ım dan dola3n onu da kendi yoluna çek ­
mek için var k uvvetiyle çalışır. Bunu temin edem ezse,
temizlemek için elinden geleni yapar.
Bu sürekli kaide, M edine’deki Ehl-i Kitab’m müs-
lüman topluluğa k arşı takındığı tavrm da ötesinde bü­
tün Ehl-i K itab’ı kapsar. H atta kaide bunları da ge­
çerek hangi topluluktan olursa olsun fasık kimselerin,
sapıklarm doğru yold a olanlara, samimiyet sahipleri­
ne karşı takm dığı tutum u ifade eder. Şirret kimsele­
rin bulunduğu cem iyetlerde, sam im i insanlara karşı
yolunu yitirm işlerin görün dü ğü toplum larda ardı ar­
kası gelm eyen b ir savaş vardır. Asim da bu savaş
Kur’an-ı K erim ’in hayreten giz şekilde kısaca tasvir
ettiği bu ana kaideye dayanan tabii bir durum dan doğ­
maktadır...
Allah Teâlâ çok iy i b iliy or ki, hayır; m utlaka şer-
den fenalıklar görecek tir. Hak, daim a bâtılm düş-
manhğı ile karşılaşacaktır. D oğruluk; daim a fasıkla-
rm kinini artıracaktır. Sam im iyet; elbette sapıklarm
hasedini üzerine çekecek tir.
Yine A llah T eâlâ çok iy i biliyor id i ki, hakkın, hay-
rm, doğruluğun v e sam im iyetin m utlak şekilde kendi
nefsini savunm ası ve şer, batıl, fasıkhk ve sapıklıkla
kesin bir savaşa girişm esi şarttır. V e bu savaş kaçı­
nılması m üm kün olm ayan b ir savaştır., Hak ehlinin
bâtıl toplum una k arşı m utlak şekilde verm esi gereken
bir savaştır. Bu savaşı verm eden hak ehli olm ak im ­
kânsızdır, Ç ünkü bâ tıl daim a ona hücum edecektir.
Bu savaşa katılm adan d a h ayır yolunun yolcu la n n ın
bâtılm hücum undan ken disin i korum ası im kânsızdır.
Zira, kendi bâtılı yenmezse o kendisini yenm eye çalışa­
caktır.
Gaflet, hem de ne büyük gaflettir; H ayır, hak, doğ­
ru ve samimiyet ehlinin batıla, şerre, fasıklığa ve sa­
pıklığa karşı savaşmadan karşı duracaklarım sanma­
ları, onlarla bir sulh ve anlaşma im kânlarm ı bulacak­
larını zannetmeleri en büyük gaflettir. H ak ve sami­
m iyet ehlinin hurafe ve hüere aldanıp teslim olacakla-
rm a duygu ve hazırlığa dayanan kesin bir savaşa ha-
zırlanm alan daha iyidir. Çünkü o zam an onlar ye­
nilmiş, yenilmiş ve yok olmuş olacaklardır...
İKÎ ÎNSAN ÖRNEĞİ;
MÜ’MÎN VE KÂFİR

D aha ön ce de gördüğüm üz gibi, mü’m in ve k â fir


aynı ülkede yaşasalar da, hatta aynı anne ve baba­
nın çocu ğ u olsalar da iki a y n dünyanın insanıdırlar.
M ü’m in h er işinde ve tüm davranışlarında bu dün­
yanın yan ısıra ö b ü r dünyayı da gözönünde bulun­
durur. K â fir ise yaln ızca bu dünyayı esas alarak
değerlen dirir h e r şeyi. S eyyid Kutub bize bu iki in­
san örn eğ in i işliyor ;

Burada ik i in san ve m addi servet örneği veriliyor..


Bu örnekte sahte ve g e çici değerlerle ebedi ve kalıcı de­
ğerler anlatılıyor. Bu m isâl ayrıca dünya hayatınm
zîneti ile aldanıp gu ru rlan an nefislerle Allah yolım da
izzet bulan n efisler arasm daki fark ı gösteren çok açık
iki örneği canlan dırm aktadır. H er ikisi de insanlar
için örnektirler. B irisi servet sahibi bir adama m isâl­
dir ki servetiyle şım arır, n im etiyle onurlanır. Ve gerek
iösanlarm kaderlerin e gerek se hayatlarm a hâkim olan.
0 bü3dik gü cü unutur. Bu nim etin ebedi olduğunu, hiç
bitmeyeceğini sanır. M akam ve m evkiini h iç yitirm e­
yeceğini kabul eder. B alıçesi olm ayan kişi ise îm am yla
izzet bulan, R abbin i an a n m ü’m in insana m isâldir k i
■kendisine verilen her nimeti, o nim etin gerçek sahibi
A llah’a bir delil ve O ’na şükretmek için bir sebep sa­
yar, küfür ve inkâra sapmaz.
Kıssa çok parlak ve tantanalı iki bahçenin yer al­
dığı sahneyi canlandırarak b a şlıyor:
«Onlara iki adamı örnek ver ki birisine iki üzüm
bağı verip çevresini hurmalıklarla çevirmiş ve araların­
da ekinler bitirmiştik.^)
«Her iki bahçe de mahsulleri vermişler ve hiç bir
şeyi eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de
ırmak akıtmıştık.)) (Kehf, 32-33)
Çeşitli mesrveler veren iki bahçe, çevresi de hurma
ağaçlarıyla çevrilir. .Ara yerlerinde hububat yetişiyor
ve ortasından bir kaynak fışkm yor. Bu m anzara son
derece canhhk, güzellik ve hayat em aresi taşıyan bir
manzara, mal ve nimet coşan bir tablo.
«Her iki bahçe de mahsullerini vermişler ve hiç
bir şeyi eksik bırakmarhışlardır.)) İki bah çeye sahip
kişiyle bahçesi olmayan kişi arasm da b ir karşılaştırma
yapıp birincisinin kendi kendine zulm ederek şımardığı
ve Rabbine şükretmediği, verim h bahçesi karşısında
gurura kapıhp kibirlendiği belirtiliyor.
Bahçelere sahip olan kişi bahçelerine baktıkça içi
kibir doluyor, gösterişi aldatıyor kendisini ve başlıyor
hüyüklenmeye, tavus kuşu gibi kabarm aya. Fakir ar­
kadaşına üstünlük taslamaya çalışıyor : «Bu yüzden ar-
kadaşıyle konulurken: «Ben senden malca daha zen­
gin, nüfuzca da üstünüm)) dedi.)) (Kehf, 34)
Bir ara arkadaşıyla sohbet ederek bah çeye gidi­
yorlar. Mülkünün verim liliğinden bir gururdur kaplı­
yor onu, içi bencülüc ile doluyor ve A llah ’ı unutuyor,
•AUah’m kendisine verdiği nimete şükretm e3d hatırına
bile getirm iyor. Sanıyor ki bu bahçesi h iç b ir zaman
harap olmaz. Bu zam u onu, kıyam etin kopm ayacağı

154
inancına götürüyor. Hem ne önemi var yâni kıyamet
kopacak olsa da yine ona ayn davranılacak ve koru­
nacaktır mutlaka, zira o bir verimli bahçe sahibidir,
zengindir. Öyleyse m uhakkak kendileri âhirette de dü­
şünülecek ve saygı görecektir? Böyle düşünüyor ken­
dince...
«O, nefsine böylece zulmederek bahçesine girerken
dedi k i : “ Bu bahçenin batacağını hiç sanmam.” y>
«Kıyametin koyacağını da hiç tahmin etmiyorum.
Eğer Rabbime döndürülürsem andolsun ki bundan da­
ha iyisini bülurum.n (K ehf, 35-36)
Makam ve m ülk sahiplerine, hayal ettirir gururla­
rı. Sanırlar ki kendileri için bu dünyada geçerli olan
değerler öbür dünyada da geçerli olur ve orada da ken-
düerine ayn davranılır?... Madeınki onlar bu dünya­
da insanların üzerine hâkim bulunuyorlar, neden öy­
leyse öbür dünyada da kendileri için özel bir yer hazır­
lanmış veya düşünülm üş olm asm ?...
Allah’ım bilen fa k ir ve alçakgönüllü arkadaşma
gelince onun ne bahçesi var ne de meyveleri... Ama
onu sevindiren, kendisine güven veren bir başka şeyi
var. Hem de arkadaşm m kinden daha üstün ve daha
geçerli. O, îma-m ve ihlâsı ile izzet buluyor, huzurunda
bütün başlarm eğildiği A llah’m a bağlüığı ile şerefli
oluyor. O, şım arık ve zengin arkadaşma karşı çıka­
rak gururunım, şım anklığm m kötülüğünü söylüyor ve
asimm nereden geldiğini, b ir dam la sudan yaratüdığı-
m, başlangıçta insanoğlunun b ir parça çamur ile bir
kaç damla sudan ibaret olduğunu hatarlatıyor. Ve ken­
disini yaratan gerçek nim et sahibine karşı edep tav­
ımı takmmasmı istiyor. A yrıca büyüklenmenin ve şı-
mankhğm kötü sonuçlarm ı ihtar ediyor. Kendisi için
de Rabbi katm da hem bahçeden hem de m eyveden çok
daha iyi şeyler is tiy o r:
i<-Arkada§ı ona cevap vererek dedi k i : Seni toprak­
tan, sonra bir damla sudan yaratıp sonunda da seni in­
san kılığına koyanı mı inkâr ediyorsun?
İşte, O, benim Rabbim olan Allah’tır ve ben kimse­
yi Rabbime ortak koşmam.
Bahçene girdiğin zaman : Her ne kadar mal ve nü­
fuz bakımından beni kendinden daha az buluyorsan da:
“ Maşaallah, Allah’tan başka kuvvet yoktur” demen lâ­
zım değil miydi?
Rabbim senin bahçenden daha iyisini bana verebi­
lir. Ve seninkinin üzerine bir felâket gönderir ve kaypak
bir toprak haline getirebilir.
Yahut suyu çekilir de bir daha bulamazsın.)) (Kehf,
37-41)
Böyle canlanır imanın şerefi, inanm ış ruhlarda...
Mü’min kimseler mala mülke ve şöhrete aldırış etmez.
Zenginlik ve şımarıklık karşısm da eğilip bükülmez.
Haktan vazgeçip bocalamaz. A rkadaşlara güzel görün­
mek için gerçekleri söylemekten uzak durm ak. Ve
böyle hisseder mü’min kendisinin m al ve m akam kar-
şısmdaki 3rQceliği. Çünkü Allah katm da m ü’minlere
verilen şeylerin dünya hayatmm nim etlerinden çok
daha üstün olduğunu bilir. Hem A llah’ın lü tfü ihsanı
çok büyüktür ve mü’min kişi yalm zca A llah ’m lütfuna
ümit bağlar. Hak Teâlâ’nm intikam ı ise çok ağırdır.
Şımarık gafüleri hemen tutup yakalayıverir.
Derken âyet-i kerime bizi, o verim li, o parlak, o iç
çekici manzaradan alıp felâket, yokluk ve ölüm man-
zarasma geçiriyor. Şımarıklık ve büyüklük havasın­
dan pişmanlık ve tevbe havasma döndürüyor. Zaten
mü’min kişinin istediği de bu değil m i?
«Nitekim mahsûlleri yok edildi. Sarfettiği emeğe içi
yanarak avuçlarını oğuşturuyordu. Çardakları hep yere

156
düşmüştü ve diyordu k i : Ne olaydım, Rdbbime hiç kim­
seyi ortak koşmayaydım?» (K ehf, 42)
Mükemmel ve p arlak b ir sahnede m eyvelerin hep­
si yok olm uş. Ç ardakları yerlere yıkıbp paralanm ış.
Bahçe sahibi ise k aybola n m alm a ve yok olan em eğine
üzülerek hayıflan ıyor. V e avuçlarını oğuşturuyor. A r­
tık Allah’a şirk k oştuğundan ötürü bin defa pişman. Şu
anda onun birh ğin i v e rabliğin i kabul ediyor. Her ne
kadar bu kişi a çık ça ortak koşm am ışsa da îmanı de­
ğerin dışm da toprakla ü gili değerleri benim seyerek
onlarda izzet arad ığı için şu anda pişman oluyor. Ve
iş işten geçtikten son ra A lla h ’a sığm ıyor.
Ve işte burada yah ıız A llah ’m kudret sahibi ol­
duğu ve ondan başk a.k im sen in velâyetintn bulımma-
dığı açıkça b eliriyor. A lla h ’ın kuvvetinden başka hiç
bir kuvvet, on u n yardım m dan başka hiç bir yardım
değer ifade etm iyor. A lla h ’ın ihsanı, sevaplarm en
hayırlısıdır. B ir k u l için A llah ’m katm da kalıcı olan
şey ise yeryüzündeki d eğerlerin en iyisidir.
((Allah’tan başka ona yardım edecek adamları da
yoktu. Kendi kendini de kurtaramadı.'/)
((İşte burada kudret ve hakimiyet, varlığı hak olan
Allah’ındır. Mükâfatlandırma bakımından da hayırlı
olan, neticelendirme bakımından da hayırlı olan O’dur.»
(Kehf, 43-44)
Ve sahnenin perdesi çardakları yıkılm ış bahçe
tablosuyla kapan ıyor. Sahnenin içinde bahçe sahibi
pişman, m ahzun ve h ayıflan arak ellerini oğuşturup
duruyor. Öte yan d an da A llah ’m yüce celali sahne3d
bütünüyle hakim iyeti altm a alıyor. V e orada insan de­
nen varhğm gü cü çok basit ve cılız kalıyor.
m
İNANAN VE
İNANMAYAN
CEMİYET

Sorumuzu bir kere daha tekrarhyoruz... Bizatihi


bu niteliklerin önem i nedir? Fertlerin, toplumlann ve
insan cinsinin hayatm da bu sıfatlar ne değer ifade
ederler?...
«Ki onlar namazlarında huşu için d ed irler.(Mu’nü-
nûn, 2) Namaz kılarken Allah’m huzurunda bulunma­
nın huşuu içerisindedirler. Bunu gönüllerinden hisset­
tikleri için sükûn bulurlar ve rahatlarlar. Bu içlerin­
deki huşu bütün organlarına kadar yayılır. Hareket ve
fiillerinde kendisini gösterir. Allah’m huzurunda bu­
lunmalım vecdi içerisine dalar ruhları. Bu yüzden zi­
hinlerindeki bütün m eşguliyetler silinir. O anda Al­
lah’tan başkasıyle m eşgul olm azlar. Yalnız O’nu dü­
şünürler ve O’nunla buluşm anm heyecam içerisinde
zevke dalarlar. O m ukaddes huzurda her şey silinir
güderinden,' kendileri ve çevrelerinde bulunanlar....
Arhk Allah’tan başkasını görm ezler. Yalnız O vardır.
O'nun m übarek kelâm m m ifade ettiği mânadan baş-
kasmdan zevk alm azlar, tç dünyaları her türlü kirli­
likten temizlenir. Ü zerlerindeki bütün şüpheleri atar­
lar. AEah’m celâl dolu huzurunda iç dünyalarmda O’n-
dan başka b ir şey kalm az... V e işte o zaman boşluğa
atılmış bir zerre, çıktığı asıl kaynakla birleşir ve şaş-
km ruh gideceği yolu görür, kimsesiz gönül, asıl dos­
tunu bulur... V e işte o zam an Allah’la ilgisi bulunma-
yan herkes, her şey ve her kıym et küçülür, küçülür
kaybolup gider.
<.^Ki onlar boş sözlerden yüz çevirirlere (Mu’ımnûn,
■3) Her şeyin boşundan, sözün, işin, dikkatin ve şuurun
lüzumsuz olanmdan uzak kalırlar. Çünkü m ü’noin gö­
nül; kendi uğraşıyla doludur. Onu A llah’ın zikrinden
alıkoyacak, iç ve dış dünyadaki âyetlerini düşünerek
celâlini tasavvurdan uzaklaştıracak her türlü boş ve
lüzumsuz şeylerden, eğlence ve oyundan uzaktır. Kâ­
inatta karşılaşılan her şey ve her sahne insan zihnini
derinliğine meşgul eder, düşüncesini harekete geçirir,
vicdanım coşturur. A yrıca m ü’m in kişinin m eşgul ol­
ması gereken çok mühim bir vazifesi vardır. İnancı...
İnancm sorumluluklarım yerine getirerek kalbini te­
mizlemek, vicdanmı arıtmak ve ruhunu tem ize çıkar­
mak... Hareketlerini inanana uydurm ak... İm anm ge­
reği olan üstün ufuklara tırmanm ak için gayret et­
mek. Marufla emir, m ünkerden nehiy konusundaki
inanç sorumluluklarmı yerine getirm ek ...C em iyet ve
fert hayatmı bozukluk ve sapıklıklardan temizlemek,
inancım korumak ve şerefini ayaklar altm a aldırma­
mak için gece gündüz uyamk bulunup düşmanlarma
karşı cüıad etmek... Ve daha sa3nlam ayacak kadar çok
sorumluluklar. Mü’min kişi bunlann hiç birini unut­
maz;. Kendisini hiç birisinden bağışlanm ış kabul et­
mez. O, ya farz-ı aym veya fırz-ı kifâye olarak bun-
lan yapmak zorunda olduğunu bilir. İşte bütün bun­
lar insan eneııisini ve insan öm rünü doldurm ak için
yeter, artar bile. Halbuki insanm hem öm rü, hem de
enerjisi smırlıdır. Bunları ya bu şekilde hayatın geliş­
mesi, ilerleyip yücelm esi için harcayacaktır, veya lü­
zumsuz yere eğlence ve oyunlarla ziyan edecektir.
Mü’min, inancm m em ri gereğince öm rünü ve enerji­

160
sini yapıcı, geliştirici ve ilerletici hususlara harcam ak
zorundadır.
Mü’m in de zam an zam an dinlenip rahatlam aya
muhtaçtır elbette. Fakat dinlenip istirahat etm ek a y n
şey, boş yere vakit geçirip gereksiz şeylerle uğraşm ak
başka şeydir...
vKi onlar zekâtlarım verirler.n (Mu’minûn, 4) Al­
lah’a yönelip hayatın lüzum suz şeylerinden yüz çevir­
dikten sonra zek âtların ı da verirler. Zekât kalbi ve
malı temizler. K albi cim rilikten arıtır, ruhu yüceltir.
Şeytanm ileriye sürdü ğü fak irlik vesvesesinden uzak­
laştırır. A llah’ın n ezdindeki m ükâfata güvenm ep te­
min eder. M alı tem izler, zekâttan arta kalan malm he­
lâl mal olm asını sağlar. H elâl olup olm adığı konusun­
da hiç bir şüphe bırakm az. D iğer yandan zekât, cemi­
yeti her türlü bozu kluklardan ve ahlâksızlıklardan ko­
rur, lüks ve isra fı önler. Fertler için, sosyal sigorta ol­
duğu gibi toplum lar için de sosyal garanti unsurudur.
Cemiyet içindeki âcizleri k oru r ve böylece cemiyette
anarşi ve dağılm ayı önler.
«Ki onlar m ahrem yerlerini korurlar.)^ (Mu’minûn,
5) Bu hem ruhun tem izlenm esi, hem ailenin ve cem i­
yetin arm m asıdır. Ruhun, ailenin ve toplum un her tür­
lü fenalıktan korun m asıdır. Fenalıklardan gizli yerle­
rini koruyarak tem izlen irler ve böylece gönülleri helâl
olmayan noktalara bağlanm aktan korunmuş olur. So­
yun, aüenin ve cem iyetin hesapsız m ahvolmasını ve
şehvetli duygularm patlam asını önler.
Hesapsız ola ra k şeh vetli duygulara kapılan top­
lumlar m ahvolup yık ılm aya m ahkûm olan toplum lar-
dır. Zira şehvetin k ol gezd iği b ir cem iyette aile yuvası-
nm huzurundan, evlerin gizliliğinden söz edilem ez.
Halbuki toplum ve yapısm dak i ilk birlik evdir. V e b ir
yavrunun d oğu rarak gelişm e basam ağm da ilerlediği
tek yuva aile yuvasıdır. Onun için aile yuvasının em­
niyetinin, güveninin, tenüzüğinin ve devam lığm ın ko­
runm ası gerekir. Ve ancak böylece bir yavrunun em­
niyet içerisinde yaşayıp gelişebileceği bir yuva olabilir.
Ve böyle bir havada ancak anne ile baba birbirine gü­
venir ve yuvanm korunmasmı tem in edebilirler. Yu­
vada yetişmek üzere olan varlıkları da koruyabilirler.
. Şehvetin alabildiğine yaygm laştığı bir cem iyet in­
sanlık basamaklannda aşağıya doğru düşen pis bir
cemiyettir. İnsanlığı 3rûceliğe götüren şaşm az ölçü, in­
san iradesine hâkim olmak ve onu yenm ektir. Fıtrî
sebepleri sıraya koyarak temiz ve verim li bir şekilde
düzenlemektir. Böylece yavrular geldikleri dünyadan
mahcup olarak tekrar eski âleme dönm ek istemezler.
Her çocuk o tertemiz yapısı ve fıtratıyla babasm ı ta­
nır ve onu taklide başlar. Ve böylece her yavru anne
ve babasmm kim olduğunu bilir. Bir hayvan duygu­
suyla çiftleşip dölleme arzusuyla önüne gelen dişisine
saldınnaz. Ve bir hayvan gibi, doğan yavrunun nere­
den ve nasıl geldiğini bümeden geçip gitm ez.
Burada Kur’an-ı Kerim bize, kişilerin hayat tohu­
munu emanet edecekleri temiz yerleri gösteriyor ; «Sade­
ce eşleri ve cariyeleri müstesnadır. Doğrusu bunlar yeri-
lemezler»... (Mu’minûn, 6) Eşlerin müstesna olması ko­
nusu tartışma götürmediği gibi şüpheye de yer ver­
mez. Bilindiği gibi meşru^ bir yoldur bu. Cariyelik ko­
nusuna gelince bu noktanm biraz açıklanm ası gere­
kir.
İslâm’m geldiği asırlarda kölelik nizam ı bütün yer­
yüzünde geçerliydi. Harp esirlerini köleleştirm ek âde­
ti devletler arası bir kaide idi. Bunun için çevresinde
büyük bir düşman kitlesiyle karşı karşıya bulunan îs-
lâm’m kendisinin karşısma m adde gü cü yle dikilen
düşmanlarına karşı savaş verirken tek başm a bu ni-

162
zanu kökten kaldırm ak im kânı yoktu. Zira kendisi
düşmanlarından ald ığı esirleri köleleştirm eyip serbest
bırakacak olsa dahi düşm anlannm kendisinden aldığı
müslüman esirleri köleleştirm e işi sürüp gidecekti.
Bu yüzden kölelik düzenini kökten kaldırm adı. A n­
cak İslâm, savaşta esir düşenlerin dışm da her türlü
kölelik kaynaklarını kuruttu. Ve bütün insanlığa k ö­
lelik m eselesine ortak b ir çare bulm ak ve devletler ara­
sı bir anlaşm ayla bun u düzenlem ek imkânmı sağladı.
İşte bu yü zden İslâm karargâhm a bir takım ka-
dm esirler geliyordu. K arşılıklı davranış kuraUan ge­
reğince onları köleleştirm ek gerekiyordu. Ve bu köle
kadınlann ca riyelerin -n ik a h lı eşlerin seviyesine çık-
mamalan gerekirdi. B unun üzerine İslâm onları cariye
olarak alıp yalnız sahiplerinin buyuruğunda kalmala­
rını mübah kılm ıştı. A n cak herhangi bir sebeple hür­
riyetine kavuşanlar kaide dışı idi. Ki zaten İslâm köle­
lerin hürriyetlerine kavuşm aları için pek çok yollar
açmıştır.
Öyle sanıyoruz k i bu cariyeleri, cariye edinmenin
göz önünde bu lu n du ru lan b ir başka sebebi de bizzat
esir düşmüş olan k adın larm fıtrî ihtiyaçlarm a cevap
vermektir. B öylece on lar günüm üzde köleliğin yasak­
lanmış ve kaldırılm ış olm asm a rağm en harpte esir
düşmüş kadınların k arşı cinsten erkeklere karışması
sonucu ortaya çık an cin si ahlâksızlıklarm ve anarşi­
nin yayılm ası engellenm iş olm aktadır. İslâm, cinsî
anarşinin yayılm asm ı asla hoş karşılam az. Ve böylece
bir süre sonra A lla h ’ın izniyle onlar da hürriyetlerine
kavuşuncaya k adar beşeri isteklerini tatmin etmiştir.
Cariye bir çok y olla rla hürriyetine kavuşabilir. M e­
selâ efendisine b ir çocu k dünyaya getirdiği zam an,
efendisi ölünce o çocu k dünyaya getirm iş olan cariye
hürriyetini kazanm ış olur. A y rıca efendisi kendi iste­
ği ile veya işlediği bir kabahatin kefareti olarak onu
serbest bırakacak olursa yine hürriyetini elde etmiş
olur. Cariye efendisinden belli bir ücret karşüığmda
sahverilmesi konusunda bir anlaşma yaparsa ve onu
efendisine öderse süne hür olabüir. V eya efendisi cari-
yenin yüzüne tokatla vuracak olursa bunun kefare­
ti de cariyenin azat edilmesidir. (1)
Her halükârda o günkü cem iyette savaş esirlerini
köleleştirmek geleneği geçici ve zorunlu bir gelenekti.
Çünkü bütün dünyada savaş esirleri köleleştiriliyor­
du. Ve buna aynı şeküde cevap verm ek gerekirdi. Bu­
nun için Islâm’ın sadece kendisini ilgilen diren ve sos­
yal bir düzenlemeyi gerektiren küçük b ir konu değil­
di.
«.Kim de tunun ötesini isterse şüphe yok ki onlar
haddi aşanlardır.)) (Mu’minûn, 7) Eşinden ve cariyesin-
den başka bir şey isterse bunun ötesinde h iç bir yol
yoktur. Bunu isteyen kişi norm al sm ın aşm ış olur. Ve
yasak sahaya girmiş olur. Nikâh ve savaşla helâl kı­
lınmış olan mahrem noktalan aşmış olur. Bu durum­
da yasak hir sahada otlandığm ı bilen nefis bozulur, be­
raberinde aile yuvasmı da bozar. Çünkü onun için gü­
ven kaynağı ve teminat unsuru kalm az. Cem iyet haya­
tı da bozulur, zira her yandan üzerine üşüşen cana­
varlar onun koyduğu sınırlan yıkarlar ve delik deşik
ederler ki Islâm bu noktada son derece dikkatli davra­
nır.
aOnlar ki emanetlerine ve sözlerine riayet ederler.^
(Mu’minûn, 8) Gerek fertler olarak gerekse toplumlar
olarak verdikleri söze riayet eder, em anetleri yerine
getirirler.

(1) Daha geniş bilgi için Muhanuned K utub'un «İslâm ’ın Et-
rafmdaki Şüpheler» adh eserine bakınız.

164
Hem ferdin hem de cem iyetin om uzuna yüklenm iş
olan pek çok em anet vardır. Bunlarm başm da d a fıt­
rat emaneti gelir. Z ira A llah insanoğlunun fıtratm ı
doğru olarak yaratm ıştır. V e insanoğlunım fıtratı, bir
parçası olduğu k âinat kanunlanyle son derece uyuşur.
İnsanoğlunun çevresin de gördüğü bütün varlıklar yü­
ce yaradanm birliğin e ve yaratıcıhğm a delâlet eder.
Zira içinden gelen b ir his ona ve çevresine hükmeden
kanunlann ayn ı kan u n lar olduğunu bildirir. A yrıca bu
kainatı idare eden kan u n ları seçen iradenin tekliğini
ona söyler. M ü’m in ler bunun için o büyük emaneti gö­
zetirler, kendi fıtratlan ru n doğru yoldan sapmasına
müsaade etm ezler. B öylece m ü’m inin fıtratı kâinatm
yaratıcısmm va rlığm a ve birliğin e şahadet eden ema­
netlere hainlik etm ez. G eriye kalan bütün emanetler
ise bu büyük em aneti takibederek ve ona bağh olarak
gelişir.
İlk ahid d e fıtra tta n alınm ış olan ahiddir. Ki bu
ahidde yü ce A lla h in san fıtratm a kendi varlığım ve
birliğini bildirm iştir. İşte bütü n ahidler ve sözler insan
fıtratmdan alm m ış ola n b u ahde bağh olarak gelişir.
Mü’minin bozd u ğu h e r ah din şahidi A llah’tır. Ve bu­
nun için m ü’m in a h d i yerin e getirirken Allah’tan kor­
kar ve ondan sakm ır.
İslâm cem aatı h em , gen el m ânadaki enumetler-
den sorum ludur, h em d e A llah ’a verdiği ahidden. Ta­
biatıyla bu ahde b a ğ h ola ra k gelişen sorum luluklar da
aym şekildedir. Â y e t-i K erim e nassm hududunu ge­
niş tutarak k ısa ca b ir em aneti ve h er ahdi içine ala­
cak şekilde hüküm b ild iriyor. V e m üm inlerin em anet­
lerine riayet ettiklerin i, sözlerini tuttuklarım haber
veriyor. Şu h ald e bu n iteh k ler h er zam an ve h er yerde
müminlerin n itelik lerid ir. M üslüm anlar bu em anetle­
re riayet etm edikleri, verd ik leri sözü tutm adıkları za­
m an, asla toplum hayatı doğru yolu bulam az. Bir ce­
m iyette hayat için konulacak tem el kaidelere herkesin
bağlanm ası, güvenmesi ve dayanabilm esi için ahde ve­
fa ve ememete riayet prensibi zorunludur.
«Onlar ki namazlarına devam ederlem ... (Mu’mi;
nün, 9) Tembelliklerinden ötürü nam azlarını geçirmez­
ler. Hiç bir vakit onu ihmal etm ezler. V e nasıl namaz
küm alan gerekiyorsa öylece kılar, vaktinde farzlarını
ve sünnetlerini yerine getirerek nam azlarını eda eder­
ler. Adab ve erkânmı kusursuz olarak yerine getirir­
ler. Namazlarım kılarken canldik ve gönülden gelen
bir kendinden geçme havası içinde kişinin vicdanını
harekete geçiren bir duygu ile kılarlar. Şüphesiz ki na­
maz kul ile yaratıcı arasında bir bağdır. V e bu bağa
uymayan yerinde kullanmayan, hiç bir zam an için
kendisiyle insanlar arasmdaki bağlantılara da U3nnaz.
Halbuki insamn iç dünyasm m sadakatini ifade eden
gerçek bir bağdır bu. Mü’m inlerin sıfatlan namazla
başladığı gibi, yine namazla son buluyor. V e böylece
namazm îman yapısındaki yerinin önem ine işaret edil­
miş oluyor. Zira namaz ibadetin ve A llah’a yönelişin en
üstün ve mükemmel şeklidir.
İşte bu özellikler kurtuluşa eren m ü’m inlerin ki-
şiüğini belirtmektedir. A yn ca M ü’m in cem iyetin ve
onun yaşadığı hayat tarzınm özelliklerini belirtmek
için kesin neticeleri bulım an özelliklerdir bunlar. Evet,
insamn insanhğm a yaraşan A llah’m ona sunduğu lü­
tuf ve ihsanlara uygun düşen, ilerlem esi gereken ke­
mal basam aklannda yürümesini sağlayan ideal bir
hayat için ... Y üce yaratıcı m ü’m inin hayvan lar gibi ya-
şamasım, onlar gibi başıboş yiyip içip eğlenm esini as­
la irade buyurmamıştu*.
öyleyse insanoğlu için takdir edilm iş olan kemal
mertebesi bu yeryüzûndeki hayatta tam olarak ger-

166
çekleşememektedir. Bunu gözönünde bulunduran yü­
ce Allah hak yold a yü rü yen m ü’m inlerin takdir edilen
hedefe ulaşraalarm ı, oradaki sonsuzluk âlem inde kor­
kusuz, tasasız, em niyet içerisinde yaşam alarını irade
buyurm uştur;
«jjte onlar varis olanların ta kendileridir.^ (Mu’mi-
nûn, iO)
«Jıi onlar firdevs cennetine varis olacaklardır. Ve
onlar bunun içinde ebediyen kalırlar.)) (Müırünûn, 11)
İşte A llah’ın m ü m in lere nasip ettiği kurtuluşun
son hedefi. Bir m ü’m inin bundan sonra arzu edebile­
ceği hiç bir gaye ve arzu olam âz.

167
im an ile küfür, iyi ile kötü, doğru ile yaalış in­
sanların dünyasında hem içiçe yaşamakta, hom de
sürekli birbiriyle boğuşmaktadır. Bu iki karşılıklı
kutbun birbirin e tahamm ülü yoktur.
K işiler bu çatışm ada kendi durumlarına uygun
b ir y e r işgal ederler. Savaşın kendine has kuralları
vardır. N e yaln ızca m ü ’m in sıfatım almak savaşın
kazanılm ası için yeterlidir, ne de yalnızca kâfir dam­
gasını yem ek, kaybedilm esi için kâfidir. Mü'min ger­
çek m ü ’m in olu rsa savaşı kazanmanm gereklerini
yerin e getirm en in de im anın b ir gereği olduğunu ka­
bul ederek lâzım o la n tedbirleri alır. Bu hususta Sey-
yid K utub d iy o r k i :

Şüphesiz ki h er zam an şer ve sapıklık kuvvetleri


yeryüzünde k ol gezm ektedir. H idayetle dalâlet, hayır
ile şer arasm daki savaş sürüp gitm ektedir. îm an kuv­
vetleriyle k ü fü r ve diktatörlü k kuvvetleri Allah’m in -
sanoğlımu yarattığı gü n den beri durm adan birbirleriy-
le çarpışm aktadırlar...
Şer k uvvetleri azgın olabilir. Bâtıl kuvvetleri si­
lâhlanmış olabilirler. H iç çekinm eden hakkm üzerine
yürüyüp onu tepelem ek v e korkm adan vurup öldür-

169
m ek isteyebilir. İnsanlar hayır yolunu seçtikleri za­
m an onu engellemeye çahşabilir. Hakka açılan gönül­
lerin önüne duvarlar çekmek isteyebilir. İşte bütün
bunlardan dolayı imanm, bayırın ve hakkın da ken­
disini ezilmekten koruyacak, fitnelerden muhafaza
edecek, zehirli oklardan ve korkunç dikenlerden koru­
yacak kuvvete ve güce ihtiyacı vardır. H iç bir zaman
için yüce Allah şer, zulüm, ve bâtıl kuvvetlerine karşı
îTnfl.nB. dayanarak savaş veren îm an, h ayır ve hak
güçlerini yalmz başma bırakm ak istem em iştir. Ruh­
lardan yer eden inanç gücüne, fıtratta kaynaşan ha­
kikate, gönüllerde derinleşen hayırlarm eline terket-
memiştir. Zaman olur ki bâtılm sahip bulunduğu mad­
di kuvvetler gönülleri sarsar, ruhlara fitn e verir, fıt­
ratı yerinden oynatır. Sabnn da b ir hududu vardır.
Tahammülün de bir kapasitesi vardır. İnsan takatinin
dayanabileceği nihayet bir süre vardır. Y üce AUah
ise insanlarm kalplerini, ruhlarını en iyi bilendir. Bu­
nun için mü’minleri fitnelerle ynz yüze ve tek başma
bırakmamıştır. Dayanmak için hazırlıklı olmalarmı,
savunma için güç birliği yapm alarını ye h er türlü cihat
vasıtalarma sarümalarmı istem iştir. V e işte o zaman
düşmanlannı tepelemek için savaşm alarına izin ver­
miştir.
Savaş meydanma dökülm eden önce, bu izni çıkar­
madan evvel kendilerini korum ak için savunmaya
bizzat kendisinin hâkim olacağm ı a çık açık onlara bil­
dirmiştir.
^Muhakkak ki Allah îman edenleri savunur.»
(Hacc, 38).

Mü’m inlerin düşm anlarından ise n efret eder. Çün­


kü onlar kendisini inkâr etmekte ve k üfre dalm ış bu­
lunmaktadırlar. Bu yüzden kesin olarak rezil ve rüsvay

170
olacaklardır. «Zira hainleri ve nankörleri hiç sevmez.y>
(Hacc, 38)
Ayrıca savunm aya hak kazandıklarm ı ve tutum -
lan yönünden selâm ete lâyık olduklarım belirtirken
edebî bir ifad eyle şım arık ve saldırgan olm adıklarm ı,
bilâkis zulüm görm üş olduklarını ifade bu3mrmakta-
dır:
((Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan
kimselere mukabelede bulunmaya izin verilmiştir. Elbet­
te Allah onlara yardım etm eye kadirdir.)) (Hacc, 39)
Hem onların savaşa katılm alarm ı haklı gösteren
sebepleri de vardır. Bir kere büyük bir insanlık vazi­
fesi için bu savaşa katılm aktadırlar. Neticede elde ede­
cekleri iyilikler sadece kendileri için değildir. Bütün
inananları kapsam aktadır. Sonra savaşa katılarak
inanç ve ibadet h ü rriyetini tem inat altm a almaktadır­
lar. Bütün bım ların da ötesinde onlar zulüm görmüş­
lerdir. Haksız yere yurtlarından çıkarılm ışlardır: «Onter
ki Rabbimiz Allah’ tır dem ekten başka suçlan olmaksı­
zın haksız yere yurtlarından çtkanlmışlardır.y> (Hacc,
40) Rabbim iz A lla h ’tır sözünden daha doğru ve daha
gerçek bir söz söylen ebilir m i? îşte sadece bu doğru
ve gerçek sözü söyledikleri için 3m rÜanndan çıkanl-
mışlardı. Şu h alde bu karşılarm daki azgm larm yap­
tıkları şey doğru dan d oğru y a b ir zulüm dür. Ve bunda
hiç şüphe yoktur. H er türlü şahsi hedeften annm ış
olarak tecavüze uğram aktadırlar. Sadece inandıkları
için yurtlarından kovulm aktadırlar. Yoksa bu çatış­
ma yeryüzünün değerlerin d en herhangi bir değer için
yapılmamaktadır. Bu çarpışm a m enfaatlerin çatışm a­
sından, arzularm karşılaşm asm dan, hedeflerin a y n l-
masmdan doğan' b ir çatışm a değildir.
Hem bütün bu n lan n arkasm da şu genel kaide bu­
lunmaktadır : Her inancın m utlaka savunulması gere­
kir. aSüphesiz ki Allah, insanların bir kısmını diğeriyle
bertaraf etmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve
içinde Allah’ın adı çok andan camiler yıkılır giderdi.))
(Hacc, 40)
Manastırlar cemiyetten el etek çekm iş rahiplerin
ibadete çekildikleri yerlerdir. Kiliseler ise bilindiği gibi
bütün hristiyanlarm ibadet yeridir. Ve manastırlardan
daha geniş bir anlam içerir. Havra ise yahudilerin mâ-
bedidir. Mescidler m üslüm anlann ibadetgâhıdır.
Bütün bu mabedler kutsallıkları ve A llah için iba­
dete ayrümış yerler olmasma rağm en her zam an yıkıl­
mak İle karşı karşıyadırlar. Zira batıl ehlinin gözün­
de oralarda Allah’m adınm anılm ası onları yıkımdan
kurtarmaz. Allah’m, insanlaüı birbirleriyle yok etme­
sinden başka hiçbir şey o m âbedleri yıküm aktan kur­
tarmaz. Yâni inancı koruyanlar, inançlarm a saygı gös­
termeyen düşmanlarma karşı o yerleri de korurlar.
Ehli bâtüm tecavüzünü önlerler. Çünkü bâtıl ehli her
zaman şımarıktır. Karşısmda kendisi gib i gü çlü bir
kuvvet görmediği zaman tecavüzden ve talandan ge­
ri kalmaz. Hakkm yahuzca hak olm ası on a karşı bâtı-
hn düşmanlığım durdurmağa yetm ez. Bilâkis hakkm
da kendisini koruyan ve savunan gücü bulunm ası lâ­
zımdır. Bu evrensel bir kaidedir. İnsan, insan olalı bu
kaide değişmemiştir.
Birkaç kelimeyle derin anlam lar ifade eden âyet­
lerin karşısm da bir an durup, onun gerisinde ruhlar
âleminde ve hayattaki sırlarla dolu gerçek leri izlemeye
çalışmak gerekir.
Yüce Allah, m üşriklerin ve bâtıl ehlinim hücumu­
na maruz kalan kitlelere savaş izn i verirk en îman
edenleri kendisinin savunduğunu belirtiyor ve bütün
hainlerle kâfirleri sevm ediğini ifade b u y u ru y or:

172
v^Muhakkak ki Allah iman edenleri savunur. Zira
hainleri ve nankörleri hiç sevmez.^}
Şu halde m ü’m inlere açıkça kendisinin savundu­
ğunu garanti etm ektedir. Şüphesiz ki A llah’m savun­
duğu kim seyi b ir düşm anm yenm esi kesinlikle m üm ­
kün değüdir. Peki öyleyse neden o Allah’m savunduğu
kimselere savaş izni verilm ektedir? Cihat emri niçin
gelmektedir? V e neden savaşa katıldıkları zaman
ölümle, yaralanm a ile, sıkm tı ve zorluklarla, acılar
ve fedakârlıklarla yü z yüze gelm ektedirler?... Halbu­
ki netice bellidir. O nları h iç yorm adan, meşakkate kat-
landırmaksızın, acı çektirm eden, fedakârlık yaptırma­
dan, ölm eden ve öldürm eden yüce Allah neticeyi ger­
çekleştirebilir. Bütün bunlarm hikm eti nedir?
Bu suale verilecek cevap tek kelim eyle Allah’m
yüce hikm etidir. Şüphesiz ki en üstün deliller Ahah’-
ındır. İnsanlar olarak bizlerin kavrayabildiğim iz şey­
ler o hikm etten çok az b ir kısım dır. Aklım ızm erdiği,
idrâkimizin fa rk ın a vardığı, tecrübe ve bilgim izin de­
rinliğine in d iği h u su slar bize sadece şu gerçekleri an­
latıyor; Bir kere ynice A llah kendi dâvasm ı yüklenen
insanlann ve b u d âva yı korum ak azm iyle ortaya atı-
lanlarm tem bel m iskinlerden m eydana gelmesini iste­
miyor. Şurada bu rad a k e y if çatarak, yan gehp yatarak,
yorulup yıpranm adan A lla h ’m yardım m ı bekleyenler­
den oluşm asm a ra zı olm uyor. S ırf nam az kıldıkları,
Kur’an okudukları v e A lla h ’a el açıp duâ ettikleri için
Allah’m k en dilerin i h er türlü saldırıdan ve tecavüz­
den kayırm asım , işk en ce ve eziyetlerden korum asını
isteyen tem beller gü ru hunun bu davayı 3mMenemeye-
ceklerini açıklıyor.
Evet bir m üslüm anm sıkm tıh ve rahat anlarm da
her zaman A lla h ’m h u zu n m a durup el açm ası ve O’na
duâ etmesi, sonra K u r’an okuyup nam az kılm ası gere-
kir. Fakat sadece bu veya yalnız başına ibadet onlan
Allah dâvasının koruyucuları olm aya ehliyet kazan­
dırmaz. Bunlar, sadece savaşa katılm adan önce ge­
rekli olan hazırlık ve donatım vasıtalarıdır. Ama sa­
vaş meydanmda kullanacakları silâhları, güvenecekle­
ri kılıçları bulunması gerekir. Bâtıla karşı onun kul­
landığı silâhın ayniyle ve benzeriyle m ukabele etme­
leri gerekir. Bütün bunlardan sonra da takva silâhma,
îman küıcma ve Allah’a verdiği güvene dayanmaları
gerekir.
Bir kere AHâhu Teâlâ îm an edenlerin savunmasını
kendi üzerine alırken bunun yine bizzat onlarla ger­
çekleşmesini irade buym muş ve böylece savaş alanm-
da olgunlaşmalarmı teminini istem iştir. Zira insan
bünyesi tehlikelerle karşüaştığı zam an bütün kapasi­
tesiyle gösterdiği gücü, başka h içbir zam an göstere­
mez. İleri atılırken veya savunm a hattm a çekilirken
bütün enerji kapasitesini toplar ve vu ru cu güç olarak
meydana kor. Ve o zaman vücudundaki h er hücre,
yapması gereken fonksiyonunu ya pa r ve d iğer hücre­
lerle birleşerek ortak bir harekete girişir, kapasitesi­
nin en son imkânım kullanır. K abiliyetinin en son mik­
tarım harcar ve kendisi için takdir olunm uş basamak-
larm en üstünıme ulaşmaya çalışır. V e ulaşabileceği
kadanna da ulaşır. Allah dâvasm ı yüklenen insanlar
ve milletler her zaman için vücutlarındaki bütün hüc­
relerini uyanık tutmak, bütün gü ç kaynaklarm ı yan
yana getirip 3nğmak, bütün kapasitelerini kullanmak,
bütün enerjilerini birleştirm ek zorundadırlar. Ancak
böylece olgunlaşır, m ükem m elleşir. V e A lla h ’m üzer­
lerine yüklediği bü3ü k em aneti yüklenm eye hazır ha­
le gelirler.
Hiç bir sorumluluk yüklem eyen, k ey f ve rahat içe­
risinde yan gelip yatanlara zahm etsizce, kolay gelen

174
zafer bu noktalan harekete geçireceğine, bütün geliş­
me unsurlarını m ükem m elleştireceğine, onların geliş­
mesini önleyerek uyuşm asına yardım eder. A y n ca , ko­
layca ve rahatlık içerisinde kazanılan zaferlerin yitiril­
mesi ve kaybedilm esi gayet kolaydır. Zira bedeli çok
ucuz olduğundan, uğrunda fedakârlık ve pahalı be­
deller ödenm ediğinden çabucak silinip gider hatıralar­
dan. İkinci olarak da o k olayca zafer kazanan insan­
lar bütün gü çlerini birleştirerek elde ettikleri zaferi
korumasını becerem ezler. Z afer elde ederken bütün
güç ka3m aklarm ı birleştirerek kazanm adıklarından
dolayı onu korum a ve savunm ada da gayet tembel ve
azünsiz davranırlar.
Şunu da bilm ek lâzım dır ki, zafer ve hezimetten,
akm ve firardan, k u vvet ve zaafdan, hücum ve boz­
gundan ve bunların yan ı sıra gelen duygu ve elem,
sevinç ve keder, h uzur ve kararsızlık gibi duygularla,
insanoğlu pratik bir iç terbiye görü r ve hazırlıktan ge­
çer. Hepsinin yanı sıra in an ç uğruna ve inanılan top­
lum nizamı uğru na h er türlü fedakârlıklara katlan­
mak savaştan ön ce v e son ra saflar araşm a biricik ga­
ye ve hedef birliğin i tem in etm ek, zaaf ve güç hokta-
larmı m eydana çıkarıp h er türlü şartlara göre tedbir
almak gibi eğitim ve terbiye basam aklarına da ancak
böylece tırm anm ak m üm kün olur. Ki bunlar bütün
inspjılann hayrını o d âvad an gören topluluklar için
zaruri hususlardır.
İşte bütün bun lardan v e bum m dışm da Allah’m
bilipte bizim bilm ediğim iz sebeplerden ötürü, Allahu
Teâlâ mü’m inlerin savunm asm ı yine m ü’m inlerin eUy-
le gerçekleştirm ek istem iş ve h iç yorulm adan gökten
inen bir tesadüfm üş g ib i elde etm elerini irade buyur­
muştur. (1)

(1) Bunvınla b eraber İslâm h iç b ir zam an için savaşı bir ga-


2^man olur zulüm edilerek haksız yere yurtların­
dan çıkanlan ve «Rabbimiz Allah’dtr» dem ekten başka
su çlan bulunm ayan mazlumlarm eline zafer gecikerek
geçebilir. Am a bu gecikme jnne de A llah’ın dilediği bir
hikmete dayanır.
Zaferin gecikmesinin sebebi belki de inananların,
inanç bünyelerinin henüz gelişip olgunlaşarak tamam-
lanTnamasından üeri gelir. Belki de bütün enerji kay-
Tia.kla.riTn yığarak bütün varlıklarıyla beraber kapasi­
telerinin en son noktasmı kuvvet ve hazırlıklannın
son daTnlasını kullanacak im kâna sahip bulunmamak­
tadırlar da o yüzden zafer gecikm ektedir. Zira bu gi­
bi durumlarda zaferi kazanacak olsalar bile uzun sü­
re onu koruyacak güce sahip bulunam ayacakları için
çabucak kaybetmeleri muhtemeldir.
Zaman olur zafer gecikir. Ta ki inananlar toplu­
luğu kuvvetlerini son damlasma kadar harcarlar. İm­
kânlarını en son noktasma kadar kullanırlar ve el­
lerinde hiç birşey kalmaz. Sevdikleri ve değerli olarak
kabul ettikleri her şeylerini o uğurda verirler ve Allah
yolunda basit şeylerden fedakârlık yaparak işin bite­
ceğini kabullenmezler. Ve işte o zam ana kadar gecik­
m iş olan zafer o anda gerçekleşir.
Mü’minler kuvvetlerinin son dam lasm ı kullanarak
direnip artık AUah’m yardım ı olm adan h iç bir kuvve­
tin zaferi temin edemeyeceğini anlaym caya kadar za­
fe r gecikebilir. Ancak o zaman, yâni bütün gücünü
kullanıp ondan sonrasını da işi A llah’a havale edince­
ye kadar geciken zafer o zaman elde edüir.

ye olarak kabul etmez. Çünkü İslâm'ın an a gayesi ve he<^efi


barıştır. Kurian-ı Kerim birçok âyetlerinde b u hususu açık­
ça bildirir. Şu kadarı var ki. İslâm’ın istediği barış zulme, te­
cavüze, düşmanbğa ve azgınlığa m üsaade etm eyen b ’ r ba­
rıştır.

176
Bazı kere de eziyet ve işkencelere katlanan, zor­
luk ve güçlüklerle yüz yüze kalan ve bu sebeple A llah’­
tan başka bir dayanak ve O ’ndan başka yönelecek bi­
ri kalmayınca bütün sıkıntılara rağm en İslâm üm m e­
tinin Allah’a bağlantısını artırm ak için gecikmiş ola­
bilir. Allah’ın izniyle zafer kazandıktan sonra da az­
gınlığa düşüp hak ve adaletten ve Allah’ın yardım ıy­
la elde ettiği hayırlardan sapmaması ve haddi aşma­
ması için bir tek garanti noktası varsa o da mü’min-
lerin Allah’a sam im i olarak bağlanm alarıdır.
Bazen de zafer şunun için gecikebilir. İslâm üm­
meti henüz bütün va rlığıyla savaşa katılmıştır. Allah
ve Allah dâvası için fedakârlıkları göze alamamıştır.
Ya da ganim et kapm ak için, ya da bir şahsi hedefe
dayanarak savaşm aktadır. V eya düşmanm a karşı kah­
ramanlık gösterisinde bulunm ak için savaşmaktadır.
Halbuki Allah, cihadın yalnız ve yalnız kendisi için
ve kendisinin yolu n d a olm asını, bunun ötesinde her
tür duygu ve düşünceden uzak bulunm asm ı istemek­
tedir. Nitekim Hz. Peygam ber (s.a.v.)’e sorulur: uBir
adam kavmiyet için döğüşüycr, bir adam kahramanlık
için döğüşüyor ve bir adam da gösteriş için döğüşüyor.
Bundan hangisi Allah yolunda döğüşmektedir?)) Buna
Resûlullah (s.a.v.) şu karşılığı verir : “ Allah’ın sözünün
en üstün olmadı için savaşan veya döğüşen kişi Allah
yolundadır.n (1)
Bazı kereler de za fer şunun için g ecik ir: İslâm
ümmetinin karşısm da bulunan şer kuvvetleri arasm-
da bir takım h ayır k alm tıla n bulunabilir. Ve yüce A l­
lah hayrm şerden bütün üyle a3m larak saf hale gel­
mesi için şerri a3nrtm ak ister. V e böylece şerrin tek
başma yok olup gitm esini, beraberinde bir tek zer-

Ü) Buhâri, Müslim.

17 . 1 0 /1 n n
re hayrı da götürmemesini ister. Ve bunun için müs-
lüm anlarm zaferi gecikebilir.
Zaferin gecikmesinin b ir ,başka sebebi de İslâm
ümmetinin karşılaştığı kimselerin apaçık bâtıl olduğu,
bütünüyle halk tarafmdan anlaşılm az. Şayet m ü’miu-
1er onları yenecek olurlarsa onlar aldatılm ış kitleler­
den kendilerine bazı yardım cılar bulabilirler. O alda­
tılmışlar bunlann fenahğını bilm ez, yok olm aları ge­
rektiğini kabul etmez. Bu durum da gerçeği görmemiş
olan iyi ruhlu kimselerin içinde bu bâtıl ehliuin uzan-
tılan kalabilir. Ama Allah bâtılın, bâtü olarak halkm
gözleri önünde açığa çıkm asm ı ve giderken kökteu
yıkılıp gitmesini, bir daha onun yok oluşuna üzülecek
kimsenin kalmamasını istem ektedir de o yüzden zafer
gecikmektedir.
Bazı kere de olur ki zafer şunun için g e cik ir: İs­
lâm ümmetüıin temsil ettiği hak, adalet ve iyilik he­
nüz kitleler tarafmdan iıdce anlaşılabilir dunun a gel­
memiştir. Şayet zafer o anda elde edilecek olsa henüz
onun kapsadığı gerçeklerden haberi bulunm ayan bir
takım kimseler tarafmdan çeşitli eleştirilere hedef ola­
bilir. Ama çatışma devam ettikçe m ü’m inlertn çevre­
sinde bulunan insanlar da m uzaffer olan hakkı kabul­
lenip alacak duruma gelirler ve onu k öklü olsırak kav­
rayacak seviyeye ulaşırlar.
İşte bütün bunlardan dolayı ve daha A llah’m bi-
Üpte bizim bilmediğimiz sebeplerden ötürü zafer geci­
kebilir. Fedakârhldar üst üste binebilir. A cılar çoğalıp
eziyet fazlalaşabilir. Ama en sonunda m ü’m inlerin sa-
Yimmasmı Allah üzerine alır ve za feri nasip eder.
Allah izin verdikten ve sebeplerini yarattıktan son­
ra bedeli ödenip ortam hazırlandıktan ve zaferin şart­
la n temin edüdikten sonra da zaferin b ir takım sorum-
luluklan vardır.

17ft
iiŞüphesiz ki Allah, O’na yardım edenlere yardım
eder. Doğrusu Allah kuvvetU’dir, Azız’dir.n
iiOnlar ki eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar
mevkii verirsek namazlarını dosdoğru kılarlar, zekât ve­
rirler, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışır­
lar. Bütün işlerin sonucu Allah’a aittir.)) (Hacc, 40-41)
Allah’ın m utlaka gerçekleşecek olan kesin ve kuv­
vetli sözü hiç b ir zam an geri kalmaz. Ve Allah O’na
yardım edenlere yard ım ed er... Kimdir bu AUah.a yar­
dım edipte gü çlü ve kudret sahibi olan yüce Allah’m
yardımma lâyık olan? İşte o n la r :
«Onlar ki eğer kendilerine yeryüzünde iktidar
mevkii verirsek.» Z afer tem in edip durumlarmı kuv­
vetlendirirsek : «N am azlarm ı dosdoğru küarlar.» Al­
lah’a ibadet eder ve bağlılıklan n ı kuvvetlendirirler.
O’na boyun eğerek teslim olarak yönelirler... «Zekât
verirler.» M allarm daki A llah ’m hakkm ı eda ederek
nefislerin cim riliğin e karşı üstün gelip her tür
İÜ istekten arınırlar. Şeytanm vesvesesini yener, cemi­
yetin yardım m a koşarlar. Toplum daki zayıf ihtiyaç
sahiplerine destek olu rlar. V e onları da toplumun can­
lı bir orgam haline getirirler. N itekim bu hususta Re-
süluUâh (s.a.v.) şöyle b u y u ru y o r:
«Karşılıklı sevgi, şefkat ve merhamette mü’rninler
Ur beden gibidirler. Nasıl bir bedenin bir uzvu ağrıyacak
olursa diğer uzuvlar da ona eşlik ederek uykusuzluk ve
ağnyle koşarlarsa, m ü’m inler de öyledirler.))
«İyiliği emrederler.)) H ayır ve iyiliğe çağırırlar. Ve
insanları bayıra, iyiliğe teşvik ederler. «Kötülükten vaz­
geçirmeğe çalışırlar)) şer ve fesada karşı dururlar. Ve her
iki şıkkıyle İslâm üm m etinin niteliğini örnek alırlar.
Müslüman, b ir k ötü lü ğü değiştirm eye gücü yettiği za­
man onu değiştirm ekten geri durm az. Bir iidliği yapa­
bilecek bir durumda olduğu takdirde de onu yapmak­
tan geri durmaz.
İşte Allah’a yardım edenler diye nitelendirilenler
bunlardır. Onlar ki Allah’a dayanıp güvenerek Allah’-
m nizammı insanlarm hayatm da gerçekleştirirler. Ve
onlara Allah kesin olarak zafer sözü verir.
Şu halde Allah’m yardım ı onun -sebep ve gerek­
lerine şart ve sorumluluklarma bağlıdır. O ndan sonra
bütün mesele Allah’a havale edilir. O dilediği gibi hük­
meder. Yenilgiyi zafere çevirir. Ve tem el sakat olduğu
zaman veya vazife ihmal edildiği vakit zaferi hezime­
te döndürür: üBütün işlerin sonucu Allah’a aittir.n
Asıl zafer Allah’m nizam m ı insanların hayatm­
da gerçekleştirmeye seb^p olan zaferdir. V e bu zafer
hakkın, adaletin ve hürriyetin zaferidir. Bu zafer iyili­
ğe ve hayıra yöneliktir. Onun asıl h edefi budur. Bunun
ötesindeki şahsi menfaatler, kişiler, istek ler ve ihtiras­
lar görünmez olur. Silinir gider.
Bu zaferin sebepleri, bedeli, sorum lulukları ve
şartlan vardır. Hiç kimse lâf olsun diye ve tesadüfen
zafer kazanamaz. Zaferin gaye ve gerçek lerin i gerçek­
leştiremeyen kimseler zafer kazansalar da onu devam
ettiremezler...

180
ÎSLÂM DÜŞÜNCESİNDE
ULÛMİYET

İnsanın hayatına yön veren, olaylara ve eşyaya


bakış tarzını düzenleyen en önemli eticen, kişinin
dünya görüşüdür. D ünya görüşü ise, temelde kendi­
ni yaratan ı buluş tarzından kaynaklanır. Tarihe yön
v eren en ön em li konu tanrı inancı olmuştur. Kişile­
rin v e toplum ların tanrı inancı açık, sade ve ileriye
doğru itici ise. o toplum un değer yargılan da bu esas­
lar ü zerin e devam eder.
D iğer dinlerin tanrı inancı çok karmaşık, girift
ve o derecede olum suz unsurlar taşırken, İslâm’ın Al­
lah inancı o denli sade, muntazam ve olumlu un­
surlar taşım aktadır ki kişiyi hiçbir zorlamaya mecbui'
etm em ektedir. N e v a r ki biz müslümanlar, Allah'a
im anın bu olum lu yönünü yeterince kavrayıp ha­
yatım ızda tesirli ro l almasını sağlayacağımıza, Hıris-
tiyanlar v e Y ahu diler ğibi bu konuda anlamsız tar­
tışm alara dalm ışız.
B ugünün m üslüm anı tevhidin o eşi bulunmaz haz-
zıyla hayatını şekillendirm elidir. Bu da ancak şunun
bunun değil, K u r’an’m anlattığı «ulûhiyet» anlayışım
öğren m ekle m üm kün olur. Seyyid Kutub bize bühas-
sa «İslâm D üşüncesinin Esasları» isimli eseri ile, «Din
D ediğin Budur» «İstikbâl İslâm’ındır» ve «Fizilâl’il-
K ur’an» tefsirinde çok açık ve net bir ifadeyle ulûhi-
yet m es’elesini açıklam aktadır.

Islâm düşüncesinin belli başlı özelliklerinden birisi


İlâhî oluşudur. Bu özellik diğer özelliklerinin de tem e-
lira teşkil eder. İslâm düşüncesi A llah tarafından gön­
derilm iş bir itikadı düşüncedir. V e sadece bu kaynağa
bağhdır. Bu özelliği sayesinde; insanların ortaya attığı
ulûhiyet, kâinat ve insan gerçeği üzerindeki felsefî
düşüncelerden tamamen ayrılır. A y rıca bu özellik İs­
lâm düşüncesini, beşer yapısı olan, hayallerin, hurâfe-
lerin meydana getirdiği düşüncelerden ve putperest
inançlardan ayırd eder.
İnsan rahatça diyebilir k i : «İslâm düşüncesi» ila­
hi gerçekleri ve üahî esasları ile- geld iği gibi kalan
tek itikadı düşüncedir. İslâm’dan ön ce gelen dinlerin
getirdiği semavî inançlara ve bu n lan n tem sil ettiği
düşüncelere birçok şekilde bozukluk girm iştir. Gkikten
inen kitaplann ashnda bir takım açıklam alar, te’vil-
1er, üâveler ve beşerî bilgiler k an ştın lm ış, esas yapı­
sı değiştirileerk üâhî tabiatı kaybolm uştur. İşte sade­
ce İslâm’dır ki ash korunmuş olarak kalm ış ve esas
kaynağma hurafeler sızmamıştır. V e H ak Teâlâ’nm :
«Bu Kufan’ı Biz indirdik ve onun koruyucusu da Biziz»
anlamındaki üahî sözü gerçekleşm iştir. İşte Islâm dü­
şüncesine bu önemli değeri kazandıran husus bu hu­
sustur. Felsefî düşünce üe genel m anada itikâdî düşün­
ce arasmdaki yoUarm ayrılış noktası d a burasıdır. Fel­
sefî düşünce; beşer zekâsmm sonucu olup insanoğlu­
nun varlıklarla ve varhklann insanla ilişkisini açık­
lamaya çalışmasmdandoğmuştur. Şu va r k i felsefî dü­
şünce; donuk zihnî kahplann bilgi sın ırla n içinde sı­
kışıp kalmıştır. Itİkâdî düşünce ise um um iyeti itiba­
riyle, insanoğlunun iç dünyasm da doğan d u ygu lan ha­
rekete geçirip hayatın içine giren düşüncedir. İtikâdî
düşünce insanla varlıklar arasm da vey a insanla var-
lıklann yaratam arasm da dinam ik b ir bağdır.
İlâhî kaynağa dayanm ası ve A llah tarafm dan in­
sanlık için gönderilmiş olm ası bakım m dan İslâm dü­
şüncesi, genel anlam daki itikadî düşünceden asmlır.
İslâm düşüncesi insan yapısı olm adığı için insan var-
lığmm bütün unsurlarını kuşatır. Böylece insan bün­
yesi onu yoldan kavrar. İnsanm kendi organizm ası,
felsefî düşünceden veya putperest düşüncede olduğu
gibi, düşünce esasını m eydana getirmez. İslâm düşün-
cesiade insanın işi bu düşünce sistemini almak, onu
kavramak değerlendirm ek ve gereklerini günlük ha-
yatmda yerine getirm ektir.
Bize bu düşünce sistem ini getiren İlâhi kaynak
—ki o.K ur’an-ı K erîm ’dir— bu düşünce sisteminin ta­
mamen A llah tarafm dan geldiğini kesinlikle bildiri­
yor. Allah’m kendi katm dan insanlara bir ihsanı ve
bir rahmeti olduğu nu belirtiyor. Beşer düşüncesinin
gerek Hz. P eygam ber (s.a .v .)’in zihninde, gerekse bü­
tün peygam berlerin zihninde yer eden şeMi üe bu dü­
şünce sistem inin yapısm da h içbir zam an için ortakhğı
sözkonusu olm am ıştır. Peygam berler sadece bu siste­
mi AUah’dan alıp onun la hem kendilerini hem de di­
leyenleri doğru y ola erdirm ekle yetinm işlerdir. Asmca
bu doğru yol A llah ’m ihsanı olup Allah onunla kalple­
ri hidâyete açık bulundurur. Hem nasıl olursa olsun
peygamberin va zifesi sadece bu kaynağı ulaştırmak ve
emin olarak anlatm aktu. AUah tarafm dan gönderilen
vahye kendi beşerî düşüncesini veya AUah’m belirtti­
ği ifade üe kendi arzusunu karıştırmâmıştır. Gönül­
lerin hidayete erm esi ve kalplerin ona açık tutulması
ise peygam berin sahası dışm dadır. Onu ancak A llah
yapabilir. N ihayet peygam berin dönüşü de Allah’a oİ£U
caktur.
Bu düşüncenin k ayn ağı üzerinde bu derece dik­
katle durulm ası, on a esas kıym etini ve büyük değe­
rini kazandım*. O nun h e r türlü noksanlıklanndan, ce­
haletten ve arzulardan uzak b ir düşünce sistem i oldu­
ğunu kuvvetlendirir. Halbuki bu özellikler bütün beşe­
rî çalışm alarda vardır. İnsanoğulları tarafından be­
lirtilen düşünce sistemlerinin hepsinde gerek putpe­
rest, gerekse felsefî düşüncelerde, bunların hepsini
canlı görürüz. Eski semavî dinlerden beşer eli giren­
lerde de aynı hususları görürüz. A yrıca bütün bun­
lar İslâm düşüncesinin insan fıtratına en uygun bir
düşünce sistemi olduğunu, insanın her yönünü karşıla­
dığını ve her ihtiyacına cevap verdiğini tem in eden un­
surlardır. İşte bunun içindir ki en doğru hayat, sistem­
li ve kapsamlı bir hayat nizamı, ancak bu düşünce esa-
sma dayanabilir ve ondan doğabilir.

Şu kadar var ki, bu düşünce sistem ini beşer kafası


meydana getirmedi diye onun beşer hayatına girmesi­
nin yasak olması sözkonusu olam az. A n cak beşerin
esas görevi, bu düşünce sistemini alıp kavram ak, ona
göre kendisine şekil vererek pratik hayatta tatbik et­
mektir. Haddizatmda beşer düşüncesinin bu düşün­
ce sistemini geçmiş prensiplere göre alıp değerlendir­
mesi veya başka kaynaklara dayandırm ası, ya da ken­
di sözlerine dayandırarak bu düşünceyi ona göre yo­
rumlaması ve böyle bir ölçüyle değerlendirm eye çalış­
ması söz konusu olamaz. İnsanoğlu k endi düşünce
ve prensiplerindeki değer ve ölçülerini b u düşünce sis­
teminden ahr, bunun kalıplanna göre yoğu ru r ve bu
düşünce sisteminden alır, bunun kalıplarm a göre yo­
ğurur ve bu düşünce sisteminin sm ırları içerisinde şe­
killendirir. Tıpkı üâhî kaynaktan gelen ve başka bir
kaynağa dayanmayan bu düşünce sistem inin ortaya
koyduğu gerçekleri aldığı gibi alır. Sonra insanm kar­
şılaştığı her türlü şeyde değer ölçüsü bu düşünce sis­
teminin kendisidir. Duygu ve fikirlerde, düşünce ve
değerlerde ve pratik hayatm akışm da başvuracağı

184
hakkı bâtıldan, sağlam ı sahteden ayırd edeceği ölçü
bu düşünce sistem idir.
«Eğer bir şeyde ayrılığa düşerseniz onu Allah'a ve
Resûlü (s.a.v.)’ne bırakınız.^
Bununla beraber. Islâm düşüncesinin ölçüsü için­
de; beşer düşüncesine değerli ve bü3nik bir vasıta ola­
rak bakılır. Bu İlâhî kaynaktan beslenen düşünce sis­
teminin özelliklerini kavram ak için insan zekâsma
önem verilir. Ç evresinde bu düşünce sistemini hâkim
kılıp uygulam a vazifesi insanoğlunun zekâsma-terke-
dilir. Ancak insanoğlu ne dışardan fazla bir şey kata­
bilir, ne de bu düşünce sistem inin esaslarından bir şeyi
atabilir. Bununla birlikte İslâm ’ın eğitim metodunda
bu değerli vasıtaya son derece önem verilir. Onun kuv­
vetlenip gelişm esi, çalışm a sahasm a atılması, kendisi
için üzerinde önem le durulur.
Şu da var k i bu düşünce sistem ini alıp değerlen­
dirmek için insan düşüncesi tek başm a bırakılmış de­
ğildir. Sadece düşünce yapısı bu deeğriendirm e işine
katılır ve ortaklaşır. İlâhî özellikler taşıyan İslâm dü­
şüncesinin en a y ırıcı va sfı insan bünyesinin bütün ih-
tiyaçlarma cevap verm esidir. Bu değerlendirm eye or­
tak olurkeıi insan düşüncesi onu kavrayıp anlayış sı­
nırlan içine girdirir. İslâm düşüncesinin mahiyetini
ve gerçek yönünü sebep veya niteliğini kavrayama­
yan kimsenin ona em in olarak teshm olması mümkün
değildir. Çünkü o bu sm ır için e girerken kabul edilen
mantık anlayışm a göre girm iştir. İnsan m antığı te­
mel hakikatlan k abu l etm ekte birleşir. Bu düşüncenin
kapladığı saha İlâhî zatı ve sıfatlarm m gerçek yönü
olduğu gibi A lla h ’m iradesin in yaratm a işlem ine iliş­
kin ve niteliğinin m ah iyeti ile de ilgili olarak bütünüy­
le insan varhğm m bünyesinden daha geniş ve daha
büyük bir sahayı kaplar. İslâm düşüncesinin sahası,
m utlak mânada her türlü ezeliyeti ve ebediyeti kuşa­
tan sonsuzluk sahasıdır, insan bünyesi ise yoktan va-
redilmdş her varlık gibi zam an ve m ekân sm u ı ile sı-
nırhdrr. Onu kolay kolay aşam az. V e h iç bir şekilde
tümel mutlakı kuşatma gücüne sahip o la m a z:
tiEy cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çev­
resinden kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçın! Ama Allah’­
ın verdiği bir güç olmaksızın kaçamazsınız.)) (Ralımân,
33)
«Gözler onu görmez, O, bütün gözleri görür. O, La­
tiftir Hdberdâfdır.)) (En’âm, 103)
işte bunun için insanoğlunun sadece düşüncesi
değü, bütünüyle varlığı bile bu sm ırm dışın da hareket
etme kudretine sahip değildir. Bundan d olayı insanıtı
vazifesi varlıklarla kaph olan m utlak üâhî zâtm gön­
derdiği emirleri ahp insan tabiatm m ve kapasitesinin
snurlan içinde onu gerçekleştirm ektir. Bu son cümle­
mizi açıMığa kavuşturmak için şunları d a ilâve ede­
lim ; İnsanoğlu Uk-emirde kendi tabiatm m mahkûmu­
dur. Onun tabiatij yaratılmış ve sonradan m eydana ge­
tirilmiş olmanın, izlerini taşır. Bunun için insan tabiatı
ne mutlakdır, ne de tümel. Ne ezelîdir, ne de ebedi. Bu­
nun için de insanm anlasnşı elbette tabiatm hudutları
ile smırh ohnak zorundadır. H em insanm kapasitesi
de sınırlıdu. İnsanm yersdizüdeki fon ksiyon u Allah'a
ibadetin gerçekleşmesi için yeryüzünde h ilâfet görevi­
n i yerine getirmektir. Dolayısiyle in sanoğluna verilen
anlama yeteneği bu hilâfet görevin in gereklerine uy­
gun olacak kadardır. Ne fazla ne ek sik ... Ancak bir
takım m eseleler vardır ki insanoğlunun bu vazifesini
ilgilendirmez, işte bunun için A llah o tip meseleleri
anlama gücünü verm em iştir. H er ne k adar o konula-
rm mümkün olduğunu ve k avrayabilecek kudreti ver­
mişse de mahiyetini ve niteliğini kavram a gücünü ver-
memiştir. Sonra bu hususları bilm ek bir yandan A l-
lah’m iradesinin enginüğm i anlamasma, bir yandan
da insanoğlunun sonradan m eydana gelm iş m utlak
ve genel kavram ları anlayam ayan bir yaratık olduğu­
nu bilmesine bağlıdır. Bım un için de her şe3n kuşatan
ezelî ve ebedî gü cü n özelliklerin i kavrayamaz. Kur’an-ı
Kerim insanoğluna niteliğini ve mahiyetini kavram a
gücünün verilm ediği sahalarm bir kısmım kısaca işa­
ret eder. Bu gü cü n verilm eyişi ya insanm sınırh beşerî
tabiatmm sm ırları için e girm ediği içindir, ya da belir­
tilen görevi yü klenm ek hususunda o gibi konulann
gereği olm adığı içindir. Bu arada Kur’an; inanan, selim
yaratılışh kim selerin değerlendirm e tarzm a işm et et­
tiği gibi sapık ve anorm al yaratılışh kimselerin değer­
lendirme tarzm a d a işaret eder. M eselâ bu konulardan
birisi: Allah’m zâtınm m ahiyetini kavram a meselesi­
dir. İnsan bünyesi h içb ir zam an için onu anlayamaz.
Ka.fa.t:mda. m eydana getirdiği şekillerden hiçbiri ona
uymaz ve onunla k ıyas edilm esi mümkün değildir.
Gözler onu görm ez, O, gözleri görür.r> (En’âm, 103)
nO’nun benzeri hiç bir şey yoktur.yi (Şûra, 11)
nAllah’î bir şeye benzetm eye kalkmaym.r> (Nahi, 74).

Bu m eselelerden birisi de İlâhî irade konusudur.


Ya Rabbi! Ben artık iyice kocamış, karım da kısır­
ken nasıl oğlum ölabilir?y> dedi. Allah : nBöyledir Allah
dilediğini yapar,y> dedi.» (Â l-i İmrân, 40).
«M eryem : Rabbim, bana insan yaklaşmamışken na­
sıl çocuğum olur,» demişti. Melekler şöyle dediler: Allah
höylece dilediğini yaratır. Bir işin olmasını dilerse ona
«ol» der ve olur.» (Â l-i İm rân, 47).

İşte böylece n iteliği açıklanm aksızm , çünkü onun


niteliği beşer anlaynşınm üstündedir. Kim onun nite­
liğini açıklam aya çak şırsa sapıtır ve bataklıklar içe-
risinde kalır. Çünkü onu insanın hareketlerine göre kı­
yas etmiş olur ki bu da yersizdir.
Bu m eselelerden birisi de ruh konusudur. İster
ruh ile «hayat» kasdedilmiş olsun, ister «Cebrail» is­
terse «Vahiy» kasdedilmiş olsun.
v.Ey Muhamned (s.a.v.)! Sana ruhun ne olduğunu
soruyorlar. De k i : Ruh Rabbimin işindendir. Bu hususta
size pek az bilgi verilmiştir.r> (İsrâ, 85).
Bu meselelerden birisi de insan ilm inin kavraya­
madığı gayb mefhumudur. İnsan gayb âlem ini sadece
AUah’m izin verdiği nisbette bilebilir.
«Gaybın anahtarı O’nun katindadır, onları ancak
O bilir.)) (En’âm, 59)
^Görülmeyeni bilen Allah, görülm eyene kimseyi bil­
gili kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği
bunun dışındadır. Bir peygamberin önünden ve ardın­
dan gözcüler salar.)) (Ciım, 26-27).
«Kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse
nerede öleceğini bilmez.» (Lokmân, 34).
«Kıyamet saatini bilmek ancak Allah’a mahsustur.o
(Lokman, 34).
Bu gayb unsurlarından birisi de kıyam etin ne za­
man kopacağıdır.
«Ey Muhammed (s.a.v.)! Senden kıyam etin ne za­
man gelip çatacağını sorarlar.»
«Kıyâmet saatini bümek ancak Allah’a mahsustur.))
(Lokmân, 34).
«Ey Muhammed (s.a.v.)! Senden kıyam etin ne za­
man gelip çatacağını sorarlar.»
«Onun zamanını bildirmek senin neyine?»
«O’nun bügisi Rabbine dayanır.»
«Sen sadece kıyametten korkanı uyarırsın.»
Kıyameti gördükleri gün dünyada ancak öir akşam,
yahut tir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanır­
lar.)) (Nâziât, 42-46).
«Seifcz aniden gelecek de onları şaşırtacaktır. Artık
onu geri çeviremezler, kendileri de ertelenmezler.)) (En­
biyâ, 40).
Bu arada Hak Teâlâ bu gibi hususların nasıl kav­
ranılması gerektiğini de açıklıyor. Ve bunun beşer an-
layışmın üstünde birşey olduğunu açıklıyor:
uSana kitabı indiren ’ Odur. Ondan kitabın temeli
olan, kesin anlamlı âyetler vardnr, diğerleri de çeşitli an­
lamlıdırlar. Kalplerinde eğrilik olan kimseler fitne çıkar­
mak, kendilerine göre yorumlamak için onların çeşitli
anlamlı olanlarına uyarlar. Oysa onların yorumunu an­
cak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: Ona inandık
hepsi Rabbimizin katındandır, öderler. Buna ancak akıl
sahipleri düşünebilirler.))
Rabbimiz bizi doğru yola erdirdikten sonra kalpleri­
mizi eğriltme bize katından rahmet bağışla.)) (Âl-i İm-
rân, 7-8).
Bu konuların dışm da, beşer düşüncesi —daha ge­
niş bir tabirle söylem ek gerekirse insan anlayışı-— dü­
şünmek ve tefek k ü r etm ek, araştırm a yapıp ibadet et­
mek, niteliğini ve tesir sahasını anlamak, uygulama-
suu yapmak, pratik hayatta ve iç dünyada bu düşün­
cesinin gereklerini yerin e getirm ek için serbesttir. Bu
evrensel düşünce sistem ine uygun olarak olumlu m â­
nada hareketler yapm akta hürdür.
Hiçbir din, İslâm k ad ar beşer anlayışm ı çepeçev­
re sarıp onu uyarm ış, görüş ufkunu düzeltmiş, çalış­
ma sahasmı geliştirm iş, üısan kafasm ı hurâfe ve ve­
himlerin kayıtlarından kurtarm ış, bir takım gizli ve
esrarlı şeylerin baskısından uzaklaştırıp hür olarak
düşünmesini sağlam ış ve aynı zam anda kendi saha­
sının dışında yıpranıp kurak çöllerde kılavuzsuz kıv­
ranm asını engellemiş değildir. Evet h içb ir din bu ko­
nularda İslâm’m yaptığı şeyleri yapm am ıştır...
Yine Islâm’dan başka h içbir din, insan görüşünü
Allah’ın iç ve dış dünyadaki kanunlarm a, hem insanın
hem de kâinatın tabiatma, gizh en erji ka5maklanna
ve olumlu yönlerine tarih boyunca beşer hayatmda
gerçekleşme zemini bulan İlâhî kanunlara yönelmiş
değildir. Evet hiçbir din insan anlayışım h er sahada
İslâm kadar genişletmiş değildir. G erek insan anlayışı-
nm eğitilmesi, gerekse hüküm ve görüş sahasım n dü­
zeltilmesi konusunda hiçbir din hu k adar çaba sar-
■fetmemişttr;
(iBümediğin şeyin ardına dü§me, doğrusu kulak, göz
ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.» (İsrâ,
36).
«Ey insanlar, çok zanda bulunmaktan sakının. Zira
zannın bir kısmı günahtır.» (Hucurât, 12).
«Buna dair bir bilgileri yoktur. Onlar sadece vehme­
diyorlar.» (Zuhruf, 20)
«Göklerde ve yerde olana bakın, de.» (Yûnus, 101).
«Kesin olarak insanlara, yeryüzünde ve kendi içi­
nizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır.» (Zâriyât,
20- 21).
«Gerçeği anlarrudarma kadar varlığımızın belgeleri­
ni onlara hem dış dünya ve hem de kemdi içlerinde gös­
tereceğiz.» (Fussilet, 53)
«De ki, yeryüzünde dolaşın; Allah’ın nasıl yaratma­
ya başladığını bir görün. İşte Allah aynı şekilde âhiret
yaratmasını da yapacaktır. Doğrusu Allah her şeye Kâ-
dir’dir.» (Ankebut, 20)
«Yenıüzünde dolaşıp, kendilerinden önce geçmiş
kimselerin sonralarının nasü olduğuna bakmazlar mil
Ki onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler. Yeryüzünü
kasıp onlardan çok imar etmiş kimseydiler ve anlara bel­
gelerle peygamberler gelmişti. Böylece Allah onlara zul­
metmiyor, onlar kendüeririe zulmediyorlardı.»
«Sonra Allah’ın âyetlerini yalanlayıp, onları alaya
alarak kötülük yapanların sonu pek kötü oldu.» (Rûm^
9,10).
«Görmüyorlar mı ki, inanmıyanlann ellerindeki yer­
leri gitgide azaltıyoruz. Hüküm Allah’ındır. O’nun hük­
münü bozacak yoktur. O, hesabı çabuk görür.» (Ra’d„
41).
Bu tür ifâd eler K ur’an-ı Kerîm ’de pek çok geçer.
Ve bunlar beşer anlasnşm ın düzeltilip doğru yola sev-
kedilmesi için m ükem m el bir terbiye metodu rolünü
yerine getirir.
İnsanoğlunu yaratan A llahu Teâlâ olduğuna göre
O’nun enerji ve kabiliyetlerin i bütün gerçekleri ile en
iyi O bilir. V e insanoğluna, m adde kanunlarm ı keşfe­
dip kâinatın enerji kaynaklarını öğrenerek hilâfet va­
zifesini yerine getirm ek konusunda tabiatı emrine bağ­
lı kılmak için, sunulan anlam a gücü; hayatm , akhn ve
ruhun yapısm daki sırla n çözebilm ek içindir. Hattâ ak­
lî çahşması ile ilg ili organ ik yapısınm pek çok kısmı
halen insanoğlunun b ilg i ve anlayışm a kapalı bulun­
maktadır. Bu kon u yu yirm in ci asrm büyük araştır­
macı ve bilginlerinden birisi olan Dr. Alexis Carrel
«İnsan Bu M eçhul» ad lı kitabm da açık ça ve samimiyet­
le açıklıyor:
«Hiç şüphesiz insanhk kendi kendini tanımak için
büyük çaba harcam ıştır. Elim izde bilginlerin filozofla­
rın, şairlerin ve m u tasavvıfların gözlem lerinden m ey­
dana gelmiş b ir h azine bulunduğu halde, insanın sa­
dece kimi görün üşlerini ve kırm tüarm ı kavrayabiliyo­
ruz. Ve üstelik b u k ırın tıla r kendi m etodlanm ızla m ey­
dana getirilm iştir. H er birim iz görüntü kalabahğm dan
başka bir şey değiliz. İçimizde gerçek, tanınmaz bir
halde dola,şmaktadır.
Gerçekten, bilgisizliğimiz pek büyüktür. İnsanoğ­
lunu inceleyenlerin kendi kendilerine sordukları soru­
ların çoğu cevapsız kalıyor. İç dünyam ızın büyük bö­
lüm ü henüz bilinmiyor. Kimyasal m addelerin mole­
külleri, hücrelerden karmaşık ve geçici organlar yapa­
bilmek için nasü uyuşuyorlar? Döllenmiş yumurtanın
çekirdeğindeki oluş kaynakları, nasıl oluyor da, bu yu­
murtadan gelen ferdin karakterini belirliyor. Nasıl
hücreler kendiliklerinden doku ve organlar topluluğu
haline geliyor? Denebilir ki; karıncalar ve arılar ör­
neğinde olduğu gibi hepsi ortak yaşayış içinde yapmak
zorunda oldukları işi önceden biliyordu. Ne var ki, hem
karmaşık hem yalm bir organizmayı m eydana getiren
mekanizmaları bilmiyoruz. İhsan varlığı süresinin, psi­
kolojik ve fizyolojik zamanmm tabii durum u nedir?
Dokulardan, organlardan, sıvılardan ve şuurdan mey­
dana gelen bir varlık olduğumuzu biliyoruz. Fakat
şuurla beyin hücreleri arasmdaki ilişkilerin sırlan he­
nüz çözülemedi. Bunlarm fizyolojisini bile bilmiyoruz.
İrade, organizmayı ne ölçüde değiştirebilir? Organla-
rm durumu ruhu nasıl etkiliyor? H er ferdin ana ba-
hasmdan aldığı organik ve zihnî özellikler, yaşam a bi­
çimiyle, besinlerin kimyasal maddeleriyle, iklimle ve
fizyolojik ve ahlâkî disiplinle nasü değişebiliyor?
İskeletin, kaslann ve organlarm gelişmesiyle zi­
hin ve ruh etkinliklerinin gelişmesi arasında ne gibi
ilişkiler bulunduğunu bümiyoruz. Sinir sistemindeki
dengeyi, yorgunluklara ve hastalıklara karşı dirend
neyin sağladığım da bilmiyoruz. A hlâk anlayışmı, sağ­
duyuyu ve atılganlığı arttırmanm yolunu da henüz bil­
miyoruz. Zihin etkinliklerinin, ahlâkm, estetiğin ve ta­
savvufun bağlantılı önemi nedir? Estetik ve dinî dü-

109 .
şünceıün anlam ı nedir? Telepatik ulaşıımn sorumlusu
olan enerjinin biçim i nedir? Hiç şüphesiz, her insanm
mutluluğuna ve m utsuzluğuna yol açan fizyolojik ve
zihnî bir takım etkenler vardır. Ama bunlar bilinmi­
yor. Mutluluğa elverişli şartlan yaratmağa yeterli de­
ğiliz. Medenî insanm en iyi şekilde gelişmesine elve­
rişli ortamın ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Fizyolojik
ve ruhsal oluşum um uzdan savaşı, çabayı ve çekilen
acıyı kaldırmak m üm kün müdür acaba? Çağdaş mede­
niyet içinde fertlerin yozlaşm asm ı nasıl önlemeli? Bizi
en çok ilgilendiren konularda daha birçok so­
rular sorulabilir. A m a hepsi de cevapsız kalır bun-
larm.
Açıkça anlaşılıyor ki, konu olarak insanı ele alan
bütün ilimlerin çabası yetersizdir ve kendimizi henüz
tam olarak tanım ıyoruz.»
îşte, bizim insan gerçeğini bümeyişimizin dere­
cesi...
Alexis Carrel diyor k i :
«Aynı zam anda atalanm ızm yaşama tarzmı ve bi­
zim esrarengiz fıtratım ızı, aklî yapımızı bilmeyişimiz
de bu konuya dah a d a zorluk getirmektedir. Ve bu ko­
nuda iki ana sebep üzerinde değil de sadece üçüncüsü
üzerinde bazı alıntılar y a p a ca ğ ız:
Kendimizi tanım akta gecikmemizin başka bir se­
bebi daha var. O da; S03nıt olayları gözlemekten hoş­
lanan zihnimizin yapıhşıdır. Canlı varlıklann ve insa­
nm pek karm aşık ola n incelem esini yapmağa yanaş­
maktan tiksiniyoruz âdeta. Zekânm özelhği, diyor
Bergson, hayatı anlam aya tabiî olarak yetersiz oluşu­
dur, Şuurumuzdaki geom etrik biçimleri kâinatta bir
daha bulmaktan hoşlanıyoruz. Heykellerdeki orantı-
lann tamlığı, m akinelerin ayan , zihnimizin temel özel­
liğinin belirtisidir. Y eryüzü ne geom etriyi sokan insan-
oğludur. Tabiatm metodları asla bizim kiler kadar ke-
siu değildir. Biz, içgüdümüzle kâinatta düşüncemizde­
ki açıMığı ve şeşmazlığı arıyoruz. O laylarm karmaşık-
lığm dan soyut sistemler çıkarm ağa çalışıyoruz. Bö­
lümleri, matematik olarak ele alm m ağa elverişli ba-
ğmtılarla birleşen sistemlerdir, bunlar. Fizik ve kimya
alamndaki şaşırtıcı ilerlemeleri sağlayan da zekâmı-
zm bu niteliği olmuştur. Bu sahalardaki karşılıklı ba­
şarılar dikkati canh varhklarm fiziksel, kim yasal ince­
lemesi üstüne çekmişti. Kimya ve fizik yasaları, can­
lılar dünyası ile ceınsız maddeler dünyasında aynıy­
dı. Claude Bemard böyle düşünüyordu artık. Böylece,
kandaki alkoliğin dayanıklılığı ile okyanus sularmda-
kinin dayanıklılığı aynı kanunlarla tamamlanmakta­
dır. Yine bu yoldan kasm büzülm e gücünü şekerin
mayalanmasmdan aldığım öğreniyoruz. Buna benzer
daha birçok örnekler verebiliriz. Canh varhklarm fi­
ziksel, kimyasal göı*ünüşûnü incelem ek kadar kolay­
dır. Genel fizyolojinin başanyla yerine getirdiği vazi­
fedir bu. Doğrudan doğruya fizyolojik olaylar, yâni
canh maddenin oluşması sonucu olan olaylar ele ah-
nmca daha önemh engellerle karşılaşılır. İnceleme ko­
nusu olan şeylerin son derece küçük oluşu fiziğin ve
kimyanın her zamanki teknik m etodlarm ı uygulama-
jL imkânsız kıhyor. Cinsel hücre çekirdeğinin kimya­
sal yapısmı, bunun içindeki krom ozom ları ve kromo­
zomları meydana getiren cisimleri hangi yolla ortaya
çıkartabiliriz? Oysa, bu bir yığm ufacık m addeyi ta­
nımak son derece yararlı olurdu. Çünkü kişinin ve in-
sanlığm geleceği bu maddelerde yatm aktadır. Sinirleri
meydana getiren madde gibi, kimi dokular öylesine da­
yanıksızdır ki, canlı durumdayken incelem eleri he­
men hemen imkânsızdır. Bizi beynin ve onun uyumlu
hücreler topluluğunun smlanna götürebilecek yoldan

1Q4
yoksun bulunuyoruz. Matematik formüllerinin özen-
tisiz güzelliğinden hoşlanan zihnimiz, ferdi meydana
getiren hücrelerin, ve şuurun son derece karmaşık har­
manı ortasında yolunu şaşırmıştır. Bu durum karşı-
smda zihnimiz, ferde; kimyanm , fiziğin, mekaniğin ya
da felsefeye ilişkin ve dinî metodlarm kavramlarım
uygulamağa çalışıyor. Fakat bunu başaramıyor, insan­
oğlu ne fiziksel - kim yasal bir sisteme ve ne de ruh­
sal bir ilkeye sığdırılabilir. Şüphesiz insan İlmî, diğer
ilimlerin kavram larından yararlanmak zorundadır.
Bununla birlikte kendine has kavramları da geliştir­
mesi zorunludur. Çünkü o da moleküller, atomlar ve
elektronlar ilm.i k ad ar önemlidir.»
Ve Alexis Carrel k onuyu şöyle bağlıyor; «Sözün
kısası insanoğlunun bilgisindeki çok yavaş ilerleme, fi­
zik, kimya ve m ekanik ile birlikte astronomi iİTninin
parlak gelişmesi ile kıyas edildiği zaman atalarmuzm
boş vakitlerine m uhtaç olduğum uzu söylememiz, ko­
nunun girifthğini, k a fa yapım ızm esrarengizliğini be­
lirtmemiz gerekir. İşte bım lar önümüzde büyük bir
engeldir. Bu engelleri yıkm ak emeli henüz ortada yok­
tur, Ve daha bir m üddet de bunları yenmek güç ola­
caktır. Çok yoru cu çahşm alan gerektirecektir.
Sözün kısası; fiziğm , astronominin, kimyanm ve
mekaniğin göz kam aştırıcı başanlanna göre insan
varlığı alanmdaki bilgilerin pek ağır ilerleyişi; insanın
boş vakit bulamayışı, konunun karmaşıklığı ve zekâ-
ımzm biçimi yüzündendir. Bütün bu zorluklar ümidi­
mizi yitirmeden aşılm ası gereken başlıca zorluklar­
dır. Bü3Tük bir çaba ile bunları her zaman aşabiliriz.
Kendimizi tanımak, h iç bir zam an bir fizik ilminin gü­
zelliği ve çekici yalm lığı ölçüsünde kolay olamaz. İn­
san ilminin gelişm esini geciktiren nedenler süreklidir.
Şu gerçeği açıkça belirtm ek gerekir ki, insanı konu
edinen, ilim, bütün ilimlerden daha çok zorluklar ta­
şır.» (1)
İşte insan gerçeğini bilememesinin birkaç sebebi.
Veya bu gerçeğin en büyük ve en açık yanlarmdan
bir yanım bilememenin batılı büyük bir bilginin görüş
açısmdan dayandığı sebepler. Her ne kadar bir görüş
metodu yönünden meseleye tamamen başka bir nokta­
dan bakıyorsak da o bilginin de bu kadarlık şahitliği­
nin yeterli olacağmı sanıyoruz. Carrel’in bu konuda
esaslı sebeplere temas ettiğini, inaan aklm m yapısı
üzerinde dururken bu yapmm insanın yeryüzündeki
fonksiyonu ile alakadar olduğunu ve insan zekâsının
yapıhş tarzmm yeryüzündeki fonksiyonuna uygun bir
proje çerçevesinde yapümış bulunduğunu belirtiyor.
İnsanoğlu ilerde maddî kanunları anlayıp onu kullan­
mak konusunda pekçok ilerlemeler gösterecektir. Bu
arada insan bünyesinin gerçekleri üzerinde de bili­
nenlerden daha çok şeyler öğrenecektir. Şu kadar var
ki, insan bünyesinin yapısmdaki esrar yin e gizliliğini
devam ettirecek ve sonsuza kadar bu sır çözümlene­
meyecektir. Meselâ hayat s u n ... M eselâ ölüm sim...
Bunlar tamamen gizliliğini devam ettirip gidecektir.
Bu arada insan ruhunun sırlardan ibaret olması da
yine anlayış smm nın dışında kalacaktır. Zira
bu konulardan hiç bitişi insanın esas vazifesi için ge­
rekli değildir...
Her nasıl olursa olsun bu ifadelerin gerisinde iki
büyük gerçek göze çarpm aktadır:
1 — AUah’m insanoğluna acım ası ye onu bu ca­
hilliğiyle tek başma bırakmamış olm ası. îşte yirmin-
oi asırda büyük bir bilgin, insanm b u bilinmeyen ta­

cı) Alexis Caırrel, İnsan Bu Meçhul, s. 18-23.

10R
raflarını dile getiriyor. İnsanın inanç düşüncesinin
kendi eline verüm em iş olması. Asimda inanç konula­
rındaki düşünceler, kapsam lı bir açıklamanm ifadele­
ridir. Bu açıklam a sadece insanın bümmeyen gerçekle­
ri için değil, aynı zam anda büyük ulûhiyet gerçeği, kâ­
inat ve hayat gerçeği v e bunlar arasmdaki ilişkiler için
de... İnsanm b u g erçeğ i bilmemesinden dola3a ona
kendi hayat nizam m ı v e bu nizaınm şeklini, şeriat ve
kanunlarmı kendi eline vermemiş olması Allah’m bir
rahmetidir. Z ira bütün bunlar sadece insanm gerçek
yönleriyle ilgili değil, içinde yaşadığı kâinatm gerçek
yönleriyle ilgili, b a ğ lı olduğu hayat tarzı ile alâkah,
sonra bu kâinatı v e kâinatm içinde bulunan her şeyi
idare eden yaratıcı büyük kuvvetle olan ilişkilerinin
gerçek yönü ile alâkalı geniş ve mükemmel bir bilgiyi
gerektirir...
2 — Gerek eski, gerekse günümüzde kâinat, hayat
ve insan konusunda geniş açıklamalar getirmek için be­
şer emsinden bir kim senin şımanklık yaparak karşı
çıkması. Kendi hayat nizamını kendisi koyup insan­
lar için prensipleri ve hayat sistemlerini kendisi tayin
edip böyle bir cehaletle insanların varabileceği batak­
lıklar ve kılavuzsuz çöller. Metod hataları ve bozuk­
lukları, hayatî bahtsızlık ve pişmanlık. îşte bütim bun­
lar o çirkin şım arıklığın tabiî sonuçları ve acı meyve­
leridir. Bir de o derin cehaletin. (11
İnsana A llah tarafm dan gelen İlâhî düşünce bü­
yük bir lütûftur. Z ayıf ve cahil olan insan topluluğu
o gereksiz yorulm alardan böylece bağışlanmış, yeni bir
düşünce tarzı teşkil etm ek için bol güçler verilmiş. A l­
lah tarafmdan kılavuzu ve vasıtası belirtilmeyen bir

(1) Daha geniş b ü g i için «İslâm ve Medeniyetin Problemleri » ad­


lı eserimize bakınız.
sahada hoşuboşuna enerji kaybını önleyici bir unsur
olmuştur. Bütün bunları da kendilerini bu İlâhî ihsa-
m elde etmeye ve kavramaya vermeleri, ona göre bir
düzene girerek hayat nizamları için bir esas, değer öl­
çüleri için bir ölçü ve kendilerini doğru yola ileten bu
kılavuzu kabul etmeleri için... Şayet onlar böyle bir
kılavuzdan ayrılır, uzaklaşırsa sapıklığa düşerler ve
sonsuz çöllerde kaybolup giderler. Bataklıklara dalıp
bir yığın sapıklıklar içerisinde kalırlar, insanı güldü­
recek ve ağlatacak sapık düşüncelere dalarlar. Ve o
derin cehaletin sonunda yerleştirdikleri nizamlar ve
sistemlerle uğursuz bir hayata ve rezalete dalarlar. İş­
te bu konuda üstâd Ebu’l-Hasan Nedevî «Müslüman-
larm Gerilemesi İle Dünya Neler Kaybetti?» adlı de­
ğerli eserinde şöyle d iy o r:
«Gerçekten peygamberler insanlara A llah ’ın zati,
sıfatı ve filleri konusunda bir takım bilgiler vermişler­
di. Bu âlemin başı ve sonuna dair insanm öldükten
sonra karşılaşacağı konulardan haberler getirmişler­
di. Kendilerine bu bügiler AEah tarafından kolayca ve­
rilmişti. Böylece onlar araştırma ve incelem enin ağırlı-
ğmdan kurtulmuşlardı. Prensiplerini bilm ediği bilgile,
re dalmaktan, ön bilgüere sahip olm adığı konulara
girmekten kurtulmuşlardı. Yani m eçhuller ummanma
dalmaktan. Zira peygamberlerin haber verdikleri bu
bilgiler fizik ötesi bilgilerdi. Bu sahalarda hislerin bir
fonksiyonu yoktu. İlk bilgiye sahip olmadıklarından
bakış açıklan mevcud değildi.

Ne var ki insanlar bu nimete şükretmediler, tek­


rar çığırtkanlığa başladılar, yeniden araştırm alara ko-
3ruldular. Kendilerince bilinmeyen, kılavuz ve önder
bulunmayan meçhul mmtıka,larda yolculu ğa başladı­
lar. Bu konuda büsbütün sapıkhğa düşmüşler, son de-

1QR
rece-yıpi'anmışlar ve fuzûli şeylerle meşgul olmuşlar­
dı. Tıpkı bir atlasın verdiği coğrafya bilgileriyle yetin­
meyip nesiller boyu çizilen dağ ve arazi haritalarma
inanmayıp, dağların yüksekliğini, denizlerin derinliği­
ni yeniden ölçm eye kalkan kimseler gibi idiler. Tek­
rar ve tekrar uçsuz bucaksız çölleri, kısacık ömürleri
ve zayıf güçleri ile ölçm eye kalkışıyorlardı. Hem de
ölçecek âletten yoksun olarak. Ne var ki çok geçme­
den bu gayretleri durdu. Azimleri bitti. Ve boşuboşu-
na kaybedilmiş birkaç hatıra ve işaretle dönüverdiler.
İşte ilahiyat konularm a dalanlar böyle idiler. Hiçbir
bügiye hiçbir esasa dayanm adan basit görüşlerle bu
bilgi sahalarına geldiler, eksik bilgileri ile çabucak el­
de edilmiş görüşleri ve hatıraları ile ansızm dalıverdi­
ler. Sonra da hem kendileri saptılar, hem de insanları
sapıklığa düşürdüler.» (1)

KİLİSE — FELSEFE ÇATIŞMASI

Bu arada kendilerinden bir inanç sistemi kurma­


ya çalışanlar vey a varlıkla ilgili bir felsefî düşünce
sistemi yapm ak isteyenlerin durumu üstad Nedevî’-
nin dedüderinden daha kötü ve daha sapık idi. A3rrıca
beşer hayatı için daha çok tehlikeli idi. Bunlardan
daha beterine gelince, o da semavî dinleri bozmaktı.
Bilhassa H ıristiyanlıkta olduğu gibi bir kUise dogma­
tizminin kurulm ası ve bu sapık dinin esaslarma daya­
narak Avrupa’d a bütün otoriteyi eline alması, batıl dü­
şüncelerini zorla em poze etmeye çalışması, eksik ve
yanhş bilgilerini ilim le çatışacak tarzda kötüye kul­
lanması ve din adm a ilm e karşı gelerek gayet vahşice

(1) Bakınız; «M üslüm anların Gerilemesiyle Dünya N eler K ay­


betti?» Sh. 68.
davranışlarda bulunmasıdır. Halbuki gerçek din bü­
tün bunlardan uzak, hem de çok uzaktır.
Asimda bunlar Hıristiyanlığa, aslı ilâhı olan bu
semavî dine beşer düşüncesinin bozm ası, te’vili ve ilâ­
velerinin katışmasmdan ve bu katışan şeyleri ilâhı
kaynağa ve semavî inanca dayandırm aktan gelmek­
tedir. Dikkat edecek olursak A vrupa’d a dine ve dine
dayalı düşünceye karşı, doğmuş olan bütün akımların
kökünün bu sapıkhk olduğunu veya bu sapıklık esa-
sma dayalı idare şekilleri olduğunu görürüz. «Rasyo­
nalist ideahzm»den tutun da «empirist pozitivizme»
ondan da «diyalektik materyalizme» kadar bütün fel­
sefî akımlar, bu sapıklıktan doğmuştur. îşte bu nokta,
yı iyice kavradığımız takdirde bugün beşeriyeti çepe­
çevre saran bu belâlarm esas itibariyle beşer düşün­
cesinin 'üâhî düşünce kaynağma karışm ış olmasmdan
doğduğunu görürüz. Bu ise uzun beşer tarihinde eşine
bir daha rastlanması mümkün olm ayan büyük bir be­
lâdır...
Bu noktanın, önemine uygun şekilde tam olarak
aydmhğa kavuşması için Avrupa’d a fik ir akımlannm
gelişme çizgisini özetlememiz — dînî düşüncedeki sa-
pıklığm doğrudan doğruya tabiî bir neticesi olması
özelliğiyle— yerinde olacaktır. Beşer düşüncesinin di­
nî düşünceye karışması ve dinî düşüncenin siyasî et­
kenlere bo3om eğmesi, ırk ve m ezhep taassuplanna ve
a3mlıklarma karışmasınm neticesidir.
A ynca bu özetleme, İslâm düşüncesinin beşer ta-
rafmdan yapüan bozmalardan uzak kaldığm ı ve Al-
lah’m bu konudaki hikmetini ve korum asını ortaya
koyar. Bu arada İlâhî kaynaklara beşerî unsurları gir­
dirmek için «dinî düşüncenin ilerlem esi» vey a «dinde
reform» adı altmda yapılacak her türlü çalışm anın bü­
yük bir tehlike olduğımu açığa çıkarır. Beşer elinin
uzanmadığı, insanın cehaletinin ve eksikliğinin tesir'
etmediği tek düşünce sistemi bu sistemdir. Ve beşe­
riyetin huzura, süküna ulaşabileceği ve günlerden,
bir gün k olla n arasına sığmabileceği tek sistemdir
bu. Avrupa düşüncesinin kiliseye ve dinî düşünceye
karşı gelişme seyrini kıcasa Dr. Muhammed el-Behiy’-
nin kaleme aldığı «M odern Islâm Düşüncesi ve Emper­
yalizmle İlgisi» adlı kitabm ın «Din Afyondur» bölü­
münden yapacağım ız iktibaslarla yetineceğiz:
«Batı düşünce tarihinde dinle akıl ve tecrübe ara­
sındaki çatışma ondördüncü asırdan bu yana dört ba­
samak takip etmiştir. A vrupa akılcılığı, bu merhaleler­
de çeşitli fikrî çatışm alara ve aklî teorilere şahid ol­
muştur. Şöyle ki; din, akıl, his ve realite bu basamak­
larda karşı karşıya gelmiştir. V e her basamakta bu üç
kaynaktan hangisinin en doğru ve kesin bilgi kaynağı
olduğu üzerinde sorular sorulmuştur. Sonra bu soru­
lara verilen cevaplar yer yer olumlu, yer yer de olum­
suz olmuştur. İşte b u sorulardan ve bunlann çevresin­
de dönen tartışm alardan, alıp vermelerden bir takım
felsefî akımlar doğm uştur.
Ortaçağ b oy u n ca dinî doğm alar insanm bütün ha­
reketlerine ve içtim ai çalışmalarma, tabiatı anlamak
için harcadığı gasrretlerine hâkim idi. Ve din denince
de sadece H ıristiyanlık denmiş olurdu. Hıristiyanlık de­
nilince yalnız katolik m ezhebi anlaşılır ve bununla ak­
la ilk önce papalık m akanu gelirdi. Papalık kurumu
kilise nizamına dayalı, A llah adm a yüksek hâkimiyeti
elinde bulunduran papanm etrafm da çevrelenmiş doğ­
malardan oluşurdu. K utsal kitabı açıklama hakkı sa­
dece papalık m akam ına aitti. Bir de onun meclisin­
de bulunan yüksek ruhan îler tabakasmı oluşturan ru-
haıü meclisi ü yelerin e... Böylece kutsal kitabın metin­
leri ile, katolik kilisenin anlaîuşı arasmda bir değer­
lendirme birliği kurıılmuştu. Teslis inancı hıristiyan-
lığın esas dayanaklarından sayılmıştı. Günah çıkarma
ve endülüjans kurumlan ibadetin dayanakları arasın­
d a yer almıştı. Bunun gibi katolik kilisesinin her türlü
kurumlan Tannsal bir nizam şekline bürünmüştü.
Onbirinci asra gelince Haçlı Savaşları başladı. Bu
savaşlarda Avrupalı zihinlerde yeni yeni görüşler be.
linneye başladı. Bir müddet sonra M artin Lucher çık­
tı. (1453-1546) ve şeytanın prensipleri adını verdiği pa­
palık ve katolik kiliâesinin prensiplerine savaş açtı.
Endülüjans kurumlarma harp ilân etti ve on lan köle­
lik ve kulluğun aracı olarak kabullendi. Papanm ha­
kimiyetine karşı çıktığı gibi teslis inancına da savaş
açtı. Hıristiyanlıkta tek hakimiyet kaynağınm kutsal
kitapta olduğunu ve Allah'ın sözünün gerçek hüküm
olduğunu ileri sürerek kutsal kitap araştırmalannda
hür çahşmayı istedi. Ne var ki bu herkese ait bir hür­
riyet değildi. Bununla beraber K itab-ı Mukaddesi
imanla ügili konularda tek hakikat kaynağı olarak
kabul ettirdi. Sonra da îmanî konulan, akıl ve tabiatla
ilgUi konulardan ayrı olarak ve başta gelen bir konu
sayarak öne aldı. Luther’i takiben onu izleyen Calvin
(1509-1564) de încil’in gerçek Hıristiyanlık için tek
kaynak olduğunu asıl Hıristiyanlığın teslis inancını
kabuUenmiyeceğini ileri sürdü...
Calvin ve Luther hareketiyle Hıristiyanlık dünya^
smda fikir tartışmalan su jriizüne çıktı. A klî çatışma­
lar ve felsefî konular yaygmlaştı. Bu konulara dalan
Hıristiyanlık, papalığm temsil ettiği katolik mezhebin­
de Luther tarafmdan yapılan reform larla ortaya çıkan
Hıristiyanlıktı. Asimda filozoflar arasında dinin hâ­
kimiyetini reddedenler doğrudan d oğru y a papalığın
sultasmı reddediyorlardı. Dinle akıl arasm daki ilişki­
nin birbirine karşı ve birbirine zıt iki şey arasmdaki
ilişki olduğunu değerlendirenler insan aklı ile endülü-
jans mahkemelerinin ve günah çıkarma törenlerinin '
bulunduğu teslis inancm a dayalı Katolik mezhebi ara-
smdaki bağı kabulleniyorlardı. Hegel gibi filozoflar­
dan Hıristiyanlığı savunanlar, katoük kilisesinin katı
prensiplerine karşı Luther’in meydana çıkardığı re­
formist Hıristiyanlık prensiplerini savunuyorlardı. îşte
böylece A vrupa düşüncesinde çatışma konusu yapılan
din bir çeşit katoliklere has din oluyordu. Ve felsefe
tarafmdan din adm a kabul edilen şeyler tamamen ka-
tobk prensipleri, felsefe adına reddedilen şeyler de ta­
mamen bu prensipler idi.
Vahsdn bilgi kaynağı olduğunun kabul edilmesi
prensiplerinin sm ırlanm ası konusundaki aynlıklanna
rağmen— bir m üddet devam etti. Nihayet onsekizin-
ci asnn ikinci yarısı geldi. Bu dönem Avrupa felsefesi
tarihinde aydınlanm a dönem i olarak nitelenir. Aydın­
lanma düşüncesinin diğer asırlardan farkı ve kendi­
sinden sonra gelenlerden a y n özel bir durumu vardı.
Hem bu devrinin gerek Alm an, gerek İngiliz, gerekse
Fransız düşüncesinde, ortak yönleri bulunan, üç filo­
zofları mevcuttu. Bu devrin fikrî yapısı şöyledir:
1 — Aklın değeri fazlalaşmıştır. însanm geleceği­
ni kendi eline alacağı konusunda anlaşmaya varılmış­
tır. Akıl dışı h er türlü fikri kölelik 3akılmış ve insamn
geleceğini kendi eline alm ası konusunda her türlü me-
tod ve araç hazırlanmıştır.
2 — Aklî denem ede bütün tarihî olaylarm boyun
eğmek zorunda kaldığı kahram anlık ve cesaret başgös-
termiştir. Sadece aklî olaylarda değil, devletin, cem i­
yetin, iktisidî hayatm , kanunların, dinlerin ve yeniden
sağlam esaslara dayalı terbiye kurallannm oluşma-
smda da akim ön em i artmıştır.
3 — Cem iyetin fayd a ve çıkarlan üzerinde bir-
leşilmiş insan kardeşliği ve akla dayalı kültürel birlik
esasına dayanacak bir kurum kurm a hareketi başla­
mıştır.
Bütün bunlarm ortaya koyduğu mânâ, aklın diğer
bilgi kaynaklarma hakimiyetidir. A kıl dışı bilgi kay­
nağı derültnce tartışma konusu olan dinin hâkimiyeti
yani önce katolik kilisesinin hâkim iyeti gelir. Ayrıca
Protestan kilisesi de bu kategoriye girebilir. Gerçek
odur ki akim bütün hayatî yönelişlere, devlet siyase­
tine, kanunlara, dinlere ve bütünüyle hayatm ana he­
defini teşkil eden insanlığa hâkim olm ası gerekir...
Bu çağa «aydınlanma dönem i» adı verildiği gibi
«hümanizm devri»de denebilir. Bu asrın bir başka adı
da vahye dayanmayan, âlemin yaratıcısı olduğunu id­
dia etmeyen bir felsefî ilâhm va rh ğm a inanmaktır.
Zira bu çağa verilen adlar genellikle ça ğ m özellikleri­
ni taşımaktadır. «Aydınlanma Çağı» denilirken esas
gaye, dini, yönetim sahasmdan uzaklaştırmak, aklı
dinin yerine geçirmek demektir. Bu çağm müjdelediği
insanlık biçiminde, Allah’a yaklaşm a arzusu insanın
hedefi ve hayattaki gayesi olm aktan çıkmıştır. Vahye
ve yaratıcılık sıfatma sahip olm ayan ilâh ise ancak
akhn hâkimiyeti ile sağlanabilir. A k im hayat olayla-
nna hükmetmesi ve yön vermesi ile elde edilebilir. Şu
halde aydmlanma çağm da esas fikrî düşmanlık, din­
le akıl arasmda geçmektedir. Ve bu çağın düşünürle­
ri dim akla boyun' eğdirme çabasm dadır. Bundan do­
layı bu devreye «aklın hâkimiyeti çağı» dem ek gere­
kir. Tıpkı daha önceki çağlara «dinin hâkim olduğu
çağlar» denildiği gibi, işte buradan da anlaşılıyor ki
akılla din arasmdaki çatışma esas yön ünyle insan dü­
şüncesi üe Hıristiyan kilisesi arasındaki çatışmadan
ibarettir. Bu çatışmanm ana sebebi ise Hıristiyan kili­
sesinin AvrupalIların yaşayışm da egem en kıldığı şart­
lardır. Bu egem enlik ister araştuma ve yönetim sa-
halannda olsun, ister siyasî konularda olsun, isterse
inanç m evzularında olsm ı farksızdır.
Aşağı yukarı XVIII. asrın sona ermesiyle birlikte
aydmlanma çağı sona erer. Avrupa düşüncesinde XIX.
asrm ışıkları gözükürken yeni bir düşünce çağı doğ­
mağa başlar. Ne var ki bu çağda da yine tartışma ko­
nusu değişmiş değildir. Tıpkı önceki çağlarda olduğu
gibi üzerinde tartışılan konu din, akıl ve tabiat konu­
sudur. Fakat XIX. asır birtakım felsefî cerayanlarla
kendisinden önceki çağlardan ayrılır. Zira bu çağda
daha çok «tabiatın» dine, akla, hâkimiyeti fikri belir­
miştir. Dinin ve aklın karşısında realitede kesin bir
bilgi ka5m ağı olarak bağım sızlığm ı kazanmıştır. XIX.
asır diğer asırlardan pozitivizmin yaygmlaşması ile
aynlır. Pozitivist felsefe bilgi çerçevesi dahilinde or­
taya çıkmış, belh bir ortam da gelişmiş ve kendisine
has temellere oturm uş bir felsefedir. Pozitizivm, ilkön­
ce birtakım bilginlerin ve pozitivist filozofların kiUse-
ye karşı çıkm ası ile oluşm aya başlar. Kilise kendisi­
ne has bir bilgi anlayışm a sahiptir. O, karşısına diki­
len bilgilerin ve araştm cüarm etkisini kırmak için
kendi bilgi kaynağını kötüye kullanır. Hatta bir müd­
det bu hareketinde başarıya da ulaşır. Ve karşıtlan-
m sindirmede başarılı olur. İşte kiUsenin sahibi oldu­
ğu bu bilgi çeşidi özellikle dinî bilgüer, genel bir mâ­
na ile m etafizik! bilgilerin yığm ı mahiyetinde olan ka-
tolik kilisesi anlayışıdır. Kihseye karşı ve kihsenin
sahip olduğu bilgi kaynaklarına karşı beliren bu kuv­
vetli düşmanlığı ek olarak bir de «aydmlanma» döne­
minde beliren «rasyonalist» veya «idealist» felsefenin
pozitivist felsefe3d iflas etmekle nitelendirerek ortaya
çıkmasmı anm ak gerekir. Gerek Rasyonalistler, gerek­
se ideahstler, pozitivizm in ulaşmak istediği esas ga­
yeye, yani kilisenin bütünüyle insana hâkim olmak ve
insaxılxk toplumunu düzenlemek gücünden uzaklaştır­
m ak hedefini kaybettiğini ileri sürüyorlardı. Onlara
göre bu yeni felsefî akım «Hegel» devrinde gerek vah­
ye dayah düşünce tarzmı, gerekse dinî unsurları yeni­
den kuvvetlendirmeye ve güçlendirm eye yönelmiştir,
Pozitivist felsefenin ana gayesi kendi mantık ku­
rallarıyla kiliseye karşı koym ak veya kilisenin ileri
sürdüğü bilgilere karşı gelmek idi. Paravana olarak da
ilim adım kullanıyorlardı. İlim denilince tabiat ötesi
metafizik duygulara ve Rasyonalist İdealizm e karşı
ç]kma3n anhyorlardı. Aksi yönde Pozitivist ekol bir ta­
raftan kilisenin bağh bulunduğu dini reddederken
onun yerine yeni bir din getiriyordu. Bu din «Büyük
İnsanlık» dini (Hümanizm) idi. V e bu dinhı de tıpkı
Hıristiyanlıkta olduğu gibi ibadeti vardı. Din adamla­
rı vardı. Katolikte olduğu gibi, kutsal k u ru m la n mev­
cuttu.
Pozitivizmin üzerine oturduğu belli başlı özellik­
lerden birisi de «tabiat» değerlendirmekti. Onlarm gö­
zünde tabiat, gerçek ve realite desdmleri aynı mânaya
geliyordu. Pozitivistler tabiatı başlı başına bir bilgi
kaynağı olarak değü gerçek ve kesin bilginin tek kay­
nağı olarak değerlendiriyorlardı. Ve bu değerlendirme
şu mânaya geliyordu. İnsan akim a gerçekleri yerleşti­
ren ana ımsur tabiattır. Gerçek du ygu lar veren ve
onun kesin işaretlerini akıllara çizen tabiattır. Hattâ
insan aklmm oluşmasmı sağlayan da tabiattır. İşte bu­
nun için insan, tabiatm dışmdan veya tabiatın ötesin­
den insan akima nüfuz edemez. Bizzat tabiatm için­
den de bu nüfuzu sağlayamaz. Zira tabiat ötesi ne var.
sa hakikat dışıdır ve gerçekleri aldatm ak hedefine
dayanır. Bundan dolayı tabiat dışı esaslara dayanan
din ve vahiy bir aldatmacadan ibarettir. Din, tabiî var­
lıklardan hiçbirisinin benzemediği, belirginleştirmedi-
ği, tamamen tabiat dışı bir varlık olan Allah’m varlı-
ğma dayanır. Rasyonel idealistler de böyle. Onlar da
bu tabiî varlıklarının gerçek taratma inemiyorlardı.
Zira bunlar, insanın kendi düşündüklerinden ibaret,
çevredeki tabiatla ilgisi olmayan, gerçek hayatla, çev­
remizi saran kâinatla bağı bulunmayan duygulara
dayandıklarını belirtiyorlardı.
Şu halde insan kişisel bir varlık gibi ve insanlığın
bir sıfatı olarak koşuştuğu konularda veya dinî ve
rasyonel idealizme dayalı bilgi kaynaklanna dayanıla­
rak verilen hüküm ler ve çevre hakkmdaki kanılar üze­
rinde söylenilen sözler gerçek dışı şeylerle, gerçek şey­
ler üzerindeki konuşm alar gibidir. Bu çeşit sözler asla
doğru olmayıp konuşan kişi lafm ı söylerken, insanın
kendi gururuna kapılarak vehme dalması veya tak­
litlere bağlanarak kendi kendini aldatmasıdır.
insan aklı da — yani akli bilgiler— tabiattan doğ­
ma olduğuna göre ve tabiat da gerek miras kanunla-
rmda, gerek cem iyet kanunlarında, gerekse İçtimaî ve
İktisadî hayatta ortaya çıktığına göre bir yaratıktır..
Ne var ki bun un yaratanı duygusal varlıklardır. Bun­
dan dolayı insan aklı düşünür. Am a bu çevresini sa­
ran varlıklarla m eydana gelen bir harekettir. Akıl
lıem kayıtlıdır, hem de zorlanm aya mahkûmdur. Ge­
rek kaydı, gerekse zorlam a3n yapan insanm maddî ha­
yatıdır. insanoğlu için kendisini geçen bir bilgi şekli
olmadığı gibi, insandan önce bir akıl da mevcut de­
ğildi. İnsanm aklı ve bilgisi insanm varlığm da' tabiî
olarak gelişir ve oluşur. İşte akıl ve bilgi insanm m ad­
dî ve duygusal hayatınm iki ana özelliğidir. Tabiat
kendi kendisinden söz eder. V e İnsanm tabiatm man-
tığma güvenmesi gerekir. Şayet tabiatm içerisinde ya ­
şamak istiyorsa... Tabiatm mantığı insan hayatı için
en doğru yolu gösteren tek çizgidir. Tabiî olarak ilahi
duygulara, realist mantığa ve insan fenom enini psiko­
lojik görüşlere dayandıran düşüncelere kapılmadan
bakıldığı zaman insanın bütün hedeflerini belirleyen
tek unsur tabiî mantıktır.

İnsanm tabiat içerisindeki hayatı fert olarak baş­


lar, cemiyet olarak son bulur. O halde insanın ferdî ha­
yatı onun için temel gaye değildir. Fert olarak geçirdi-
.ği hayat da yaptığı çalışmaların ana hedefini teşkil
etmez. İnsanm koşması ve çalışması gereken en son
gaye topluluktur. Tıpkı zahitlerin kendi ilâhlarm a kul­
luk için veya vahdeti vücut fikrine sahip kimselerin
yaptıkları çahşma gibi... Çok zam an va r ki ferdin ana
gayesini toplum teşkil ediyor. V e toplum, ferdin tan-
nsı haline geliyor. Cemiyetin hürriyetini devam etti­
rebilmek için fert kendi hürriyetini yok ediyor, cemi­
yetin yaşamasmı sağlamak için kendi hayatını feda
ediyor.
Marks’m da bir madde görüşü var. Esas şekliyle
bu görüşü Marks pozitivist Com te’den almıştır. Marks
mekanistlerin ve materyalistlerin inkâr ettiği gibi, ak-
i n varhğmı inkâr etmez. Fakat o, aklın varlığmdan
önse sadece maddenin varhğmı ileri sürm ekle kalmaz;
maddeye akıldan çok daha değer ve önem verir. Çün­
kü ona akıl varhğmı maddeye dayandırm ak zorunda­
dır. Maddeden asm olarak alcıl düşünülem ez. Sonuç iti­
bariyle Marks dinlerin dediği gibi öldükten sonra aklın
ve ruhun devamh yaşamasmı kabul etm em ekle kalma­
yıp dinlerin temel düşüncesini de reddeder. Allah’a
îman duygusunu, maddeden tam am en uzak, kendi ba­
şına' hür, ezelî ve ebedî bir varlığm olabilirliğini ka­
bul etmemektedir. Marks dinlere d oğru d an doğruya
karşı çıkmaktadır. Dinden söz e d e r k e n : «Her dinin
milletleri uyuşturan bir afyon» olduğunu söylemekte­
dir.
Akim m addeye bağlı oluşunu Marks şu şekilde
anlatır; Akıl m addenin bir yansımasıdır. Yoksa He-
gel’in dediği gibi m adde akim yansıması değildir. Bu­
na göre akıl bir çeşit aynadır. Ve bu maddi âlemi yan­
sıtır. Maddî gerçekler üzerindeki bu Marksist düşünce
Marksizm’in bütün tabiî hâdiseler üzerindeki diyalek­
tiğini ifade eder. Marksist diyalektiğin uygulanışı ile
İktisadî etkinlikler ve oluşum lar ana maddî gücü oluş­
tururlar. Siyasî, İçtimaî ve ahlâkî olaylar ise ekonomik
olaylarm cem iyet içerisindeki yansımasmdan ibaret­
tir. Marks ve Engels genellikle hayat olayları içerisin­
de temel unsur olarak doğrudan doğruya ekonomiyi
alırlar. İktisadî durum lar, hayat olayları ile beraber
sosyal olayları açıklağa kavuştururlar. Bundan dolayı
insan toplumunun tarihi içerisinde bütün İnsanî ha­
reketlerde ana unsuru ekonomik olaylar oluşturur.
Ekonomik durum un değişmesi veya gelişmesi; devlet
hayatma, devletin siyasetine, ilme ve dine etki eden
en büyük etkendir. Tıpkı bunun gibi zihnî ve kültürel
verimler de ekonom ik hayatm bir bölümünü oluştu­
rurlar. İşte bun dan dolayıdır ki insanlık tarihi ekono­
mi tarihinden ibarettir.» (1)
işte böyle sonuçlandı küisenin baskısı. İnsan par­
mağı dokunmuş ve bozulm aya uğramış dinlerin bas-
kısınm insanlar tarafm dan uydurulan hususlann din
adı altmda kötüye kullam im asm m sonucu bu oldu.
Bu kiliseden kaçış; önce İdealist Rasyonalizmi doğur­
du. Sonra idealist Rasyonalizm git-gel halinde zaman
zaman dine karşı geldi. Fichte ile akim hakimiyetini

(1) «Modern İslâm D üşüncesi ve Batı Emperyalizmi İle Alâkası»


adh eserden. Sh. 283-317.
ilân etti, Hegel akim karşısında dini kuvvetlendirdi.
Sonra Comte’nin elinde Ruhçu Pozitivizm şekline bü­
ründü, en sonunda da Marks ve talebesi Engels’in
eliyle Diyalektik Materyalizm’e vardı.

AKIL — MADDE - TABİAT

Dinî kaynaklarm, beşerî söz ve düşüncelerle ve ki­


lisenin, birbiri peşisıra gelen konsüllerin elinde bo-
zutmasınm tabiî bir neticesi olarak A vrupa düşünce­
sindeki sapıklık çizgisi bu şekilde uzayıp gitti. İyi ve
köklü araşürma yapanlar A vrupa tarihinde karşılaşı­
lan bu kaypak ve geri adımlarm neticesinde şu gerçeği
görürler: Kilisenin baskısmdan kurtulm ak için Allah
duygusundan kaçanlar sağlam h içbir gerçeğe ulaşa­
mamışlardır. Tabiat ötesinin karanlıklarm dan kaçıp
bu sığmağa sığınmışlar diye, söylenenleri özürlü gös­
terecek veya doğrulatacak hiç bir noktaya bağlanmış
değildirler. Rasyonel idealizm hangi sağlam bir esasa
ulaşabilmiştir? Gerek Allah duygusundan, gerekse ta­
biattan uzak bir bilgiye dayandırılmış .olan akıl neyi
ifade eder? Aklın mahiyeti ve özellikleri hakkmda
büdUderi nelerden ibarettir? Akim nasıl çahştığmı, ne­
lerin etkisine kapıldığmı ve nelere etki ettiğini bilen
var nudır? Nerede bulunur akıl denen şey? Yeri ne­
residir? Mahiyeti nedir? Kanunu neden ibarettir? Bü­
tün bu soruların cevabı yok. Hatta M üâdın XX. asrın­
da bile. Hem pozitivist felsefenin buluşu olan ve ke­
sin olarak kabul ettiği bütün ana tezlerini üzerine da­
yandırdığı temel unsur ne? G erek Pozitivistlerin, ge­
rekse onlardan sonra gelen M arks’m dayandığı ana
unsur çelişki prensibidir. Am a bu prensip ne mâna ifar
de eder? Pratik değeri nedir? Soyut sözlerden öteye

9in
geçebilmiş m idir? H içbir konuda pratikle ilgi kurabil­
miş midir?
Fichte, çelişki prensibini aşağıdaki şekilde kulla­
nır; Bu, kendi felsefî düşüncesini belirttiği bir takım
neticeler doğuran öncüllere benzer. İnsan kendisinin ne
olduğunu düşününce yani «Ego», «Ego»yu düşündü­
ğü takdirde ondan m eydana gelen «Ego» asü «Ego»
mm kendisi olduğunu kabul eder ve «Ego» olmayan
şeylerin de «E go»nun dışm da kaldığım kabullenir. Bu­
r a d a «Ego» oradaki «Ego»nun dışmdadır. Fakat
«Ego»nun dışm da kalan şeylerin varlığı gerçek «Ego»
mm varbğm da gizlidir. Bımdan dolayı kendi varlığm-
da «Ego» olm ayan şeyleri taşımasmdan ötürü hem
«Ego»dur, hem de «E go»nun karşıtıdır. Şu halde insa-
nm kendisini düşünm esi insan düşüncesinde üç yeni
adımı doğurmaktadır. Esas itibariyle var olmaymca;
insan kendisini «Ego» dan başka bir şekilde düşündüğü
takdirde kendisinin dışm da kalan eşyayı —^yani «Ego»
olmayan şeyleri,— «Ego» yoluyla öğrenir. Zira «Ego»,
içerisinde «Ego» olm ayan başka gerçekleri de taşır.
Bunun için bizim dışım ızda olan bu şeyler, sadece
«Ego» da gizlenm iş olm akla kalmayıp, «Ego»nun bir
etkinliği ve sonucu durum ım dadır. (1)
Pratik olarak «E go»nun dışmdakilerin varlığım
kabul etmenin, «E go»nun varhğm ı reddetmek mânası­
na gehnesi, ne d eğ er ifade eder? Esasen böyle bir dü­
şünceyi akıl bizzat reddeder. Yeter ki ekoUerin tut-
saklığmdan kurtulabilsin. Zira iyice düşündüğümüz
takdirde «Ego»nun varlığm m «Ego»mm dışmdakilerin
varhğmı kabul etm em ek m anasm a gelmesi mantıkî
değildir. Zira birinin varlığı diğerinin varhğma bağlı
değildir.

(1) Aytu eser, Sh. 289-290.


Ne var ki gaye kilisenin ilâhm ın dışında bir baş­
ka ilâh yaratmaktır. Evet Papazları, Papaları, kilisele­
ri, Kardinalleri bulunmayan bir ilâh. İşte bunun için
kâhini ve papazı bulunmayan Akıl İlâhını seçtiler. Son
gayeleri de güttükleri hedefleri de bu idi.
Tıpkı bunun gibi Hegel de çelişki m etodunu Fich-
te’nin kullandığı terimlerin dışında yeni terimler kul­
lanarak ortaya atmıştı:
«Fichte» çelişki metodunu, akim hâkimiyetini pe­
kiştirmek için dine ve tabiata karşı bir bilgi kaynağı
olarak nasıl kullanmışsa, Hegel de aynı m etodu akim
değerini yükseltmek, «vahyi» de ulûhiyet fikrini kuv­
vetlendirmek için kullanmıştır. O da bunu aklın ilâh-
hğmı göz önüne alarak yapmıştır. Fichte’nin ortaya
attığı çelişki metodunu kullanırken ileri sürdüğü üç
terim yerine Hegel özet ifadeler kullanmıştır. Bu üç­
lü terimin birisi tez, diğeri antitez, ü çüncûsû ise sen­
tezdir.
Hegel düşünce alanmda mutlak akıl adım verdiği
bağımsız bir düşüncenin varolduğunu ve bu mutlak
akim zatî bir varhğa sahip olup ezeli ve ebedî olduğu­
nu, tabiatm ve en son akim yaratılışından önce varol­
duğunu Heri sürmüştür. îşte H egel’e göre m utlak akıl
Allah’tır. Bu mutlak akıldan tabiattan a y n şeydir. Zi­
ra tabiat birbirinden farkh ve uzak m esafelerden mey­
dana geUr. Halbuki mutlak akü tekdir, m utlak irade­
ye sahiptir, her türlü ka3nttan uzaktır. Tabiatın varlığı
ile mutlak akıl ortaya çıkmış, ya da s m ın belirli olma­
yan mutlak akıl düşünceye geçmiştir. Böylece sınırlan­
mış ve kayıtlanmış bir varhğa bürünm üştür. îşte ta­
biat bu düşüncenin ilk daireden çıkışı demektir. Bu­
nun için de hem rastlantıdır, hem de zorunludur. Ve
tabiatta mutlak akıldaki düşünceye karşı ve zıt olur.
Mutlak akü bir «tez» olunca, tabiat da bun a karşılık
«antitez» olur. Böylece düşünce mutlaktan kayıtlan­
mışa geçmiş olur. V ey a bir çelişkiden karşıtma döner.
Düşünce, düşünce oluşu yönünden kendi karşıtını ku­
şatır. Ancak tabiatı yönüyle yeniden bir birlik kazana­
bilmek için gelişir. Çünkü kâinata, tabiat haline dön­
mekle düşünce birliğini kaybetmiştir. İşte düşünce bu­
nu elde etmek için uğraşır. Tabiatın yeniden elde edil­
mesi ise soyut aklı ifade eder. Soyut akıl ise tabiatm
sonu ve gayesidir. Bundan dolayı soyut akıl hem te­
zin, hem de antitezin bileşiminden (sentezinden) olu­
şur. (1)
İşte Pozitivizm in sıkıştırdığı idealizmden bir ör­
nek daha. Bu düşüncenin elbette sıkıştırılması gerek­
lidir. Görüyorsunuz ya, idealizm hayalî ve soyut dü­
şüncelerle uğraşıp duruyor, pratikle alâkası olmayan,
insan realitesi ile ilgisi bulunmayan, insanm günlük
hayatı ile ilişkisi olm ayan hayali şeylerle uğraşıyor.

Ne var ki pozitivistler kilisenin ilâhım inkâr eder­


ken akıl ilâhm ı da reddetmişler, ama ondan daha gü­
zel bir düşünce sistemi getirememişlerdir. Onlar da ta­
biatı üâhlaştırm ışlardır... Şu kadar var ki tabiat nedir?
Aklın yarattığı tabiatm m ahiyeti neden ibarettir? Aklî
gerçeği araştıran diye tarif ettikleri tabiatla neyi de­
mek istemektedirler? Belirli bir varlık mıdır tabiat?
Veya evrensel bir benlik m i? Tabiat değişik cisimler­
den, şekillerden, biçim ve hareketlerden meydana ge­
len şu eşya yığ ım m ıdır? însan aklmm tasavvurundan
ayn olarak bağım sız b ir gerçeği ifade eden bir şey
midir? Y oksa hissedilen varlıkların. zihinlerde yer et­
tirdiği şekiller yığ m ı m ıdır? Kendisi bizzat bir gerçe-

(1) «M odem İslâm D üşüncesi ve Batı Emperyalizmi ile Alâka­


sı» Sh. 293-295.
ği ifade eder mi? Tabiatın akılda bıralctığı iz gerçeğe
uyar mı, uymaz mı?
Beşer aklmm yarattığı tabiat yoktan var edilirken
onu zorunlu olarak vareden bir yaratıcı var mıdır? Öy.
le ise bu yaratıcı neden aklı insanda yaratmıştır da,
hayvana akıl vermemiştir? V eya bitkide neden akıl
yoktur. Bu yaratıcı serbest ve seçici bir iradeye sahip
midir? Varlıkları bizzat seçerek ve tercih ederek bu
sıfatı veriyor mu? Şayet aklın gerçek yanı sadece be­
şer düşüncesinde gerçekleşiyorsa o takdirde bu gerçe­
ğin ortaya çıkması beşer aklının varlığına bağlı kal­
mıyor mu? Öyleyse tabiat onu nasıl yaratm ış olabilir?
Çünkü o tabiatm dışmda başka bir şeyde görüneme-
mektedir. Sonra bu pozitivistler bizi bir bilm eceye sü­
rüklemektedirler ki hiç bir sınır ve kayıt tanımaz. Ta­
biat diyorlar. Nedir tabiat? Kâinatın an a maddesi mi?
Neden ibaret bu madde? Şayet m adde adm ı verdikleri
şe3dn sabit bir şey olduğunu sanıyorlarsa, işte bugün
maddenin mahiyetinin anlaşılam ıyacağı kendiliğinden
ortaya çıkmış oluyor. Madde elem entlere ayrıhyor. Ba­
zen ışık halinde ortaya çıkıyor. Şu h alde tabiat ışm-
lardan ibaret mi? Veya ışınlar m adde m i dem ek? Yok­
sa gerek madde, gerekse tabiat bu ışm larm yansıdığı
cisimler mi? Şu halde tabiat denilen ilâh b ir türlü or­
taya konamıyor. Bazen donuk halde belirirken, bazen
parçalamveriyor. Bazen parça p arça iken bir de ba­
kıyorsunuz bileşivermiş. İşte görüyorsunuz ya, tabiat
denilen varlık yaratıcı güç haline bü rü n ü yor da beşer
aklım yaratıyor. Her zaman hareket halinde olan ken­
di şekillerini kendisi m i çiziyor? Bazen ışm halinde,
bazen atomlar halinde, bazen atom lardan bileşikler
haline geliyor. Bazen de bileşikler atom lara dönüşü­
yor ve atomlar ışmlar halinde ortaya çıkıyor. Bırakın
hayat bilmecesini, canlı protoblazm ayı ve gelişmiş ha­
yat şeklini. Tabiat denilen bu ilâhın yaratıcı gücü ne
zaman ortaya çıkıyor? Hangi hallerde? Aklını tabia-
tm yarattığı insanoğlu, ne zaman yaratılmıştır? Önce
insanm kendisi mi, yoksa aklı mı yaratılmıştır? İhsan
hakkmdaki hakikatlan belirten esas unsur tabiat ol­
duğuna göre insan aklı ne oluyor? İnsan canlı kâinat­
taki her şe3T, duyup işitmiyor mu? Canlı olarak konuş­
muyor m u? Tabiat denilen bu yaratıcı güç, bu gerçek­
ler eşeklerin, katırların, papağanların, maymunların
akhnda da yer eden gerçekler Auguste Comte’nin ve­
ya Kari M arks’ın akim da yer eden gerçeklerin aşmışı
mı?
İnsan akim a gerçeği yerleştiren ana unsur tabiat
olduğuna göre, sağlam hakikat nedir? Bu gerçek ve
akıl, yeryüzünün, kâinatın merkezi olduğunu kesin şe­
kilde belirtiyor m u? Y oksa yersrüzünün güneşin uydu-
larmdan sadece küçük bir uydu olduğunu mu söylü­
yor? Akıl m addenin katı ve sert cisimlerden meydana
geldiğini belirtirken aynı gerçeği mi ifade ediyor? Yok­
sa maddenin bileşm iş enerji kaynaklannda ve potan­
siyel enerjiden başk a birşey olmadığmı mı söylüyor?
Akıl, tabiatın akim faaliye'tinden başka bir şey olma-
dığmı söylerken, o d a akim maddenin şekil değiştir­
mesinden başka bir şey olm adığm ı mı söylüyor?
'T abiatm insan akim a yerleştirdiği bu gerçeklerden
hangisi aklî prensipleri yansıtmaktadır? Görüyorsu­
nuz ya akılda yerleşm iş olan bu gerçekler hatalarla
dolu. Yoksa bizzat akıl mı, bu yerleşmiş olan gerçek­
leri bozuyor? A k im şahsî ve bağımsız bir fonksiyonu
var mı? Hâlbuki Pozitivistler akim ifade ettiği gerçek­
lerin, tabiatm on a em poze ettiklerinden başka bir şey
olmadığmı Heri sürüyorlar... Şimdi hayat fonomeninln
ve havatm esrarını tartışm aya dalmaksızm sadece so­
ruyoruz. M ateryalistlerin bize sundukları ilâh hangi
ilâhdır? Biz gerek zihnimizde, gerek gözüm üzün önün­
de gerekse pratik yaşayışımızda onun ilâh olduğunu
kabullenelim. Çünkü bu ilâh ne elle tesbit edilebiliyor,
ne de gözle. Aklî görüşler ile de kanıtlanm ası müm­
kün değil. Ne var ki biz, elhamdülillah kilisenin bas-
kısmdan kaçıp kurtulmak sevdasmda da değiliz. Kari
Marks’m ve Engels’in, beşer hayatı, hayatm temel un-
surlan, hayatm hareket zemini bulduğu sahalar husu­
sundaki çürüklük neşreden düşünceleri ve bu kirli
fikirleri, hayatı sadece ekonomik niteliklere sokma
arzusımdan ka3maklanmaktadır. Evet insan madde­
den ibaret olan kâinatm büyüklüğü karşısm da dikilip
durduğu zaman bu çürüklüğün, kokusunun ve çirkin­
liğin daha da arttığmı hissediyor. Kâinattaki şaşırtıcı
nizamı görünce bu şaşırtıcı halleri, kâinatın yalmz
beşerin hayatı için hazırlanmış olduğu duygusunu ver­
diriyor. Ve insan onlarm basit ve zavallı düşünceleri
karşısmda nefret hissi duymaktan ve onları küçümse­
mekten kendisini alamıyor. Bizzat kâinatm büyüklü­
ğüyle U3mşmayan beşer hayatınm gelişm esi için ya­
ratılmış olan kâinattaki İlâhî nizam a ve esrara uygun
düşmeyen o düşünceler gerçekten de çok basit görünü­
yor. Esasen onlar bu kâinatm büyüklüğüne ve bu ola­
ğanüstü üstünlüklere karşı sırtlarmı çeviriyorlar ve
devamh olarak kafalarmı ekonom i deliğine sokmak
istiyorlar. Makina ve üretim çirkefine girdirm ek isti­
yorlar. Bunu yaparken de ekonomi ve üretimi, insan­
lık için bir hedef ve ölçü almaktan öte ilk sebep, yara­
tıcı bir ilâh ve hayata hükmeden bir tanrı olarak kabul
ediyorlar.
Fakat biz tekrar dönüyor ve bir kere daha hatırla­
tıyoruz ; Başmdan sonuna kadar insanlığı felâkete sü­
rükleyen bu büyük belâ kilisenin ortaya attığı sap±-
lığm, konsüllerinin İlâhî nizam a soktukları bozuklu­
ğun tabiî biı* neticesinden ibarettir. Ancak bu sapıklık­
tan sonra A vrupa düşünürleri hem kiliseye karşı gel­
mişler, hem de başlarında dikilip duran kilisenin, iâhı-
na baş kaldırmışlardır. İşte bu düşünceyledir ki, İslâm’-^
m İlâhî nizam m m korunmuş olmasmdan dolayı Al­
lah’a sonsuz ham dü senalarda bulunuyoruz. İslâm dü­
şüncesinde bir kilise hâkimiyetinin kurulmaînşı, be­
şer düşüncesiyle, beşer ilmiyle İslâm düşüncesi arasın­
da bir çatışma m eydana gelmeyişinden dolayı şükre­
diyoruz. Çünkü A vrupa düşüncesini bu korkunç batak­
lıklara sevkeden ana nedenin bu çatışma olduğunu
görüyoruz.
Bunun yanı sıra şu gerçeği de hatırlatmak istiyo­
ruz; İslâm düşüncesi gerek beşer akima, gerekse be­
şerî bilgilere bütünüyle meydanı açık tutar. Aklın,
önüne kâinatı araştırm ak ve incelemek hususunda en­
geller dikmez. H atta aksine insan kafasmı bu tür areış^
tımaya çağırır ve bu konuda onu hareketlendirir. Kâ­
inatla ilgili k onularda beşerî bilgilerin karşısına dikil­
mez. Aksine İlâhî düşüncenin smırları içinde yersnizün-
de halifelik m eselesini tamamen beşer akima ve bilgi­
sine bırakır... Biz A llah’m bize sunduğu bu İlâhî niza-
mmdaki lütuf ve rahm etinin miktarmı, nimetin dere­
cesini anlamaya, anlatm aya ve onu olduğu biçimde
İlâhî esaslarıyla birlikte koruyup devam ettirmeye ça­
lışalım...
ALLAH’A İM AN
VE TÂĞÛT

İnsanlık, h er zam an yaratıcı bir gücün varlığım


kabul etm iş, an cak ona değişik isimler vermiştir. Ne
vark i asıl m ü câdele bu yaratıcı gücün fonksiyonlan-
m tesbit kon usu n da ortaya çıkmıştır. Ve işte bü nok­
tada b a zı v arh k la r A llah’a ortak koşulmuştur. Kimi
zam an b u ortak koşma-, maddî ve reel şeyler cinsinden
n esnelere A lla h ’m özelliklerini verme şeklinde ol­
m uş k im i zam an g ök cisimlerine mane-vi güçler isnâd
ederek o n a ülûhiyet tanımak tarzında, kimi zamanda,
insan türünden yaratıklara, Allah’ın özelliklerini at­
fetm e şeklinde olm uştur. Günümüzde ise soyut fikir­
lere id eolojik b ağlılık biçimindeki şirk türü yaygm-
laşm ıştır. İşte şirk konusunda Seyyid Kutub şunları
a n la tıy o r ;

Tarilı b oy u n ca h iç bir zaman için cahiliyet ile îs- •


lâm, Hak ile tâğût arasm daki savaş Allah’m ilâhlığı
ve kâinat kanunlarm a hükm eden gücün Allah’û Zül-
ceU’in gücü olu p olm am ası konustmda bir çatışma ol­
mamıştır ve olam az da. Asıl çatışmanm çıktığı nokta,
kimin hükm etm ekte olduğu ve her türlü işleı^ e irade
etme yetkisine sahip olan tannnm kim olacağı konu­
sundadır.
Gerçekten de günahkâr putçular bu hakkı zorla
almakta ve insanların hayatına kendileri hakim olmak
istemektedirler. Ve Allah’ın bu hakkını zorla alarak
kullan alçakça zillete bulaştırmaktadırlar. Allah’ı bı-
raktınp insanları kendilerine kul etmektedirler. îşte
gerek peygamberler, gerekse peygam berlik kurumu ve
beşeriyet tarihi boyunca akıp gelen Islâm dâvası hep
bu zorla alman saltanatı, putların ve putçuların elinden
alarak hak sihibine geri vermek için savaşmışlardır.
AUahu Teâlâ’ya vermek için m ücadele etmişlerdir...
Şüphesiz İd Allahu Teâlâ, insanlardan ve bütün
alemlerden beridir. Asilerin isyanı, putların putperest­
liği O’nun mülkünden hiç bir şeyi azaltamaz, yok ede­
mez. Allah’a itaat edenlerin itaati ve ibadet edenlerin
ibadeti de O’nun mülkünden hiç bir şeyi fazlalaştır­
maz. Şu kadar var ki, insanlar doğrudan doğruya ken­
di kendilerine yaparlar itaat veya isyan etmekle. Al­
lah’tan başka kullara kulluk etm ekle düşen, alçalan
ve ezilen yine kuilarm kendileridir. Y alnız ve yalnız
AUah’m dinine bağlanarak kullara kul olm aktan kur­
tulup gerçek hürriyetlerini elde etm ekle de şeref bu­
lan. yücelen ve izzet bulan yine kulların kendileri­
dir... Cenâb-ı Allah kuUarmm yücelm esini, şerefli ol-
masmı ve izzete ermesini irade buyurduğu için pey­
gamberlerini göndermiş ve insanları d oğru yola dön­
dürmelerini, her ne şekilde olursa olsun kullara kul­
luktan kurtulmalarmı buyurm uştur... Bu, doğrudan
doğruya kendilerinin faydası içindir. V e A llah bütün
âlemlerden beridir.
İnsanlık Allah’m dinine bağlanm adıkça ve boyun-
lanndajı Allah’m irade buyurduğu gerçek insanlık ve
efendilik seviyesine ulaşamaz. Ne şekilde olursa ol­
sun insanı, insanlıktan çıkaran ve insanlık şeref ve
haysiyetini incüten o aşağılık kölelik zinciridir.
Yalnız ve yalnız Allah’ın dinine bağlanmak ise in-
sanlarm hayatına hükmeden tek makam olarak Allahu
Teâlâ'yı bilmek ve kabul etmektir:
«Bm kitüh âyetleri kesin kılınmış, sonra da Hakim ve
Hdbîr olan Allah tarafından uzun uzadıya açıklanmıştır.
nAllah’dan başkasına kulluk etmeyesiniz diye...r>
(Hûd, 1-2)
Ve işte bu da Arapların anladığı lisandaki ibade­
tin gerçek m â n a sı:
Risâlet kurumunun doğruluğunu kabul etmek, as­
lında risalet kurumunun getirdiği ve yerleştirmeye
çalıştığı bu meselelerin hepsini kabul etmek demek­
tir. Risalet kurumunun Allah katından gelip gelmediği
hususunda en ufak bir şüphe bu kurumun vicdan âle­
mindeki muhterem yerini yıkmak için yeterlidir. Pey­
gamberliğini Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kendisinin or­
taya attığmı sananlar Hz. Peygamber (s.a.v.)’i ne ka­
dar sevdiklerini ve saydıklarm ı Heri sürerlerse sürsün­
ler O’na karşı gerekli hürmet hissini duyamazlar iç­
lerinde ...Bu in an cm Allah katmdan geldiğini bilmek
ve bu şuura erm ektir ancak isyankârlann vicdanmda
en sonunda A llah’ın huzuruna vanlacağmı belirten
duygu. Bu duygudur, sadece itaat eden kimselerin vic-
danmdan tutarak şüpheye ve kaypaklığa yer bırak­
mayan.
A y n ça A llah ’ın insanlar için irade buyurduğu şe­
refli yaşayış şeklini sağlayan garanti unsurlarmdan
birisi de risalet kurum unu kabullenmiştir. Ancak böy-
lece insanlar A llah ’ın dinine bağlanmak hususımda tek
bir kaynaktan beslenirler. Bu tek kaynak risalet kay­
nağıdır. Ve ancak böylece her geçen bir putun çıkıp
da insanları aldatıcı sözler söyleyip uydurma hüküm­
ler koyması v e b u k oyd u ğu hükümlerin Allah tarafm -
dan geldiğini iddia etm esi engellenebilir. Allah’a ifti­
ra ederek, kendiliğinden koyduğu hüküm lerin Allah'­
ın hükümleri olduğvmu iddia etmesi saf dışı edilebi­
lir.
' Her cahiliyet sisteminde bir takım kim seler çıkar,
bir takım değer ölçüleri, gelenekler ve alışkanlıklar
icadeder sonra da bunlann AJlah katından geldiğini
veya koyulduğunu ileri sürer...
İnsanlar arasmda Allah adm a konuşan bu tipleri
etkisiz hale getirmenin ve bu anarşijd saf dışı etme­
nin tek yolu Allah’m kelâmım bir tek kasmaktan —ki
bu kaynak peygamberlerdir— almaktır.
Şirkten ve günahlardan töbe etm ek gönülde bir
incelik olduğunun, bir canlanış izi bulunduğunun de­
lilidir. Günahları anlayıp tevbe etme arzusunun ifa­
desidir. Bundan sonra kalkıp tevbe etm ekte fiilen gü­
nahlardan uzaklaşmak ve günah yerine itaatm be­
lirtisidir. Bu iki delü olmadan tevbeden söz etmek im­
kânsızdır. Çünkü tevbe etmiş olm anın ifadesi ancak
günahları bırakıp isd amellere başlam aktır. V e fülî tev­
be ancak bunun yerine getirilmesiyle m üm kün olabi­
lir. Ve ancak böyle bir tevbe kabul v e geçerli olabi­
lir. Allah’m dinine bağlanmadığı ve A lla h ’ın peygam­
berinin yolunda gitmediği halde kendisinin tevbe edip
müslüman olduğunu sanan kimse aldanmaktadır.
Onun bu zannı hiç bir değer ifade etmez. Çünkü fiilen
yaşadığı pratik hayatı, ileri sürdüğü iddiayı yalan­
lamaktadır.

Tevbe edenleri müjdelemek ve dönekleri de kor­


kutmak hem tebliğin hem de risalet görevinin iki un­
surudur. AUahu Teâlâ beşer tabiatm da 'bu iki unsu­
run önemini bildiği ve derin, köklü etkilerini gördüğü
için tevbe edenleri müjdelemiş, döneklik edenleri kor­
kutmuştur.
İnsanoğlunun bu dünyadaki hayatın ötesinde hik­
metli bir âlemin bulunduğunu iyice kavrayıp şuuruna
ermesi için âhiret gününe inanmakta zorunludur. Pey­
gamberlerin belirttikleri hayırlı hayatın ana gayesi ol­
duğunu bilm ek bakım m dan âhiret inancı gereklidir..
Bunun için herkesin ceza göreceğini, bu dünyada ce-
zasım çekm ezse âhirette çekeceğini kavrayabilmesi
için bu inanca ihtiyaç v a rd ır ; Ancak hayat, bu inanç­
la takdir edilmiş olan olgunluk noktasma ulaşabilir.
Allah’ın hikmetini ve hayat nizammı kabul etmeyen­
ler ise bu azap kavram m ı kabul etmemekte ve ondan
yüz çevirip k açm aya çalışmaktadır. însan fıtratmm sa­
lim akıl yolundan sapmaması için bu inanca ihtiyaç
vardır. Eğer insanoğlu arzularının esiri olur da yenile
düşerse döner, tevbs eder ve devamlı isyana dahnaz.
Böylece yeryrüzü beşer cinsinin yaşaynşma elverişli
bir ortam haline gelebilir. V e insanlığm hayatı normal
yolunda devam ederek hayır ve kurtuluşa doğru gider.
Âhiret gününe îm an, sadece öbür dünya için değil, bir
takım kimselerin zannı aksine bu dünya hayatınm ge­
liştirip ıslah edilm esi için dahi büyrük bir güç kaynağı­
dır. Dünya hayatm ın ıslahı bir hedef olarak değil Al-
lah’m üfürm esiyle şerefli olan insanoğluna lâynk bir
hayat ortam ınm hazırlanm ası için bir araçtir. İnsana
kendi ruhundan ü fleyen ve diğer yarattıklarından üs­
tün kılarak hayrvanlık derecesinden insanlık basama-
ğma çıkaran Allah, yeryüzünde insanm yaşama şart­
larının hazırlanm asm ı onun biyolojik gereklerinden
daha önemli kabul etmiş ve insanm sahip olduğu özel-
hklerirün hayvanlık özelliklerinden daha yüce olması-
m istemiştir.
Bunun için risalet kurum unun veya açıklanmış ve
kesin kılmmış olan kitaptaki âyetlerin içeriği, Allah’m
dinine bağlanm ak ve gönderdiği risalettni kanıtlama
hususundan sonra yer alıyor. H epsini takibeden de
şirkten ve günahlardan tevbe edip tem izlenm ek hu­
susu geliyor. Çünkü salih am elin tek yolu tevbe ve
bağışlanm ayı dilemedir. Salih am el ise sadece insan
nefsinin haz duyduğu soyut güzel bir am el değil, aksi­
ne ıslâh kelimesinin bütün anlam m ı d a için e alan, yer­
yüzünün İslah, geliştirilmesi ve üretim imkânlarmı
hazırlama işidir. Bunun karşılığında şart olarak koşu­
lan mükâfat ise aşağıdadır.
uBelli Ur süreye kadar sizi güzelce geçindirsin. Her
fazilet sahibine hakkettiğini versin...^)
Güzelce geçinmek hususuna gelin ce bu hem nite­
lik hem de nicelik bakımından dünya h ayatıyla ilgili­
dir. Âhirette ise nitelik ve niceliğin dışında, insan ak­
ima gelmeyecek şekilde olabilir. Biz bu dünyadaki gü­
zel hayata bir göz atalım :,
Temiz huylu, salih ameli, tevbe ve istiğ ra f eden ve
hayatta çalışarak geçim ini sağlayan b ir çok kimselere
rastlıyoruz ki, geçim lerini çok zor tem in ediyorlar...
Nerede öyleyse güzelce geçin m e?...
Birçok kimselerin ağzm da d olaşıyor bu sözler.
Kur’an-ı Kerim’in ifade buyurduğu gü zel geçinme
ifadesinin gaye ve manasmı anlayabilm ek veya kav­
rayabilm ek için hayata çok daha geniş açılardan bak­
mak zorundayız. Gelip geçici bir n oktadan bakıp yanıl,
m ak yerine geniş ve kapsam lı yön leriyle göz atmamız
gerekir.
Hangi toplum da sağlam bir nizam kuru lur da bu
nizam yalnız Allah’ın dinine ve hakim iyet konusunda
yalnız A llah’a bağlanm ak esası üzerin e dayanırsa ha­
yatı geliştiren tem iz çalışm a prensibine sarılarak yal­
nız ve yalnız A llah’a îm an kuralm a otu ru rsa... Ger­
çekten o cem iyette bolluk, refah, gelişm e ve güzel ge­
çim elde etme hususu yaygm laşır ve o toplum un ge­
nel özelliği haline gelir. Çalışm a ve ücret dengesi ada­
letli olur. Ö zellikle h er fert kendi çalıştığının karşılı­
ğım gönül rızasıyla ve sevinerek alır... Bir toplum da
görürsek ki, üretim için çahşan temiz kalpli kimse­
lerden m eydana geld iğ i halde bir türlü geçim sıkm-
tısmdan kurtulam am akta, hayatm nimetlerinden fay­
dalanamamaktadır; bu hayat tarzı büe o toplumda A l­
lah’a îman esası üzerine dayalı iş ve ücret konusunda
adaletli bir cem iyet nizam ı kurulmadığmm yeter de­
lilidir...
Bu toplum da üretim için çalışan ve salüı amel iş­
leyerek tem iz b ir kalp ile hareket eden fertler geçim
sıkmtısı ile de k arşı karşıya bulunsalar rahat ve güzel
bir hayat sürerler. Ç evrelerinde bulunan kimseler on.
lan takip edip eziyet etseler de onlar rahat bir geçim
temin ederler. N itekim m üşrikler mü’mtn azmlığa her
türlü eziyeti lâyık görüyorlardı da onlar yine de gü­
zel bir hayat sürdürüyorlardı. Nitekim her devirde hâ­
kim olan cah iliyet sistem leri, Allah’a inanmış ve gö­
nülden bağlanm ış olan m ü’m in azınhğa aynı eziyetleri
lâyık görm ektedir. Bu b ir hayal veya boş bir iddia de­
ğildir. G elecekle ilg ili kalbi bir güven ve Allah’a bağ-*
lanarak O’n un yardım ım , lütfunu ve ihsamnı temen­
ni... Birçok şeyleri karşılam aya yeter. Basit ve donuk
bir maddî du ygu dan kurtulan insanlar için güzel bir
hayat ve geçim yolu d u r b u ...

Biz bunu söylerken iş ve ücret konusunda âdü bir


karşılık elde edem iyen m azlunüan ve hakkı yenenle­
ri, adalet dışı olan b u durum lanna razı olmaya çağır­
mıyoruz. îslâm b öy le b ir haksızhğa hiç bir zaman ra­
zı olmaz. Bu gib i durum larda iman insanı asla haksız­
lıklar karşısm da susturm az. îm anlı bir topluluğun da
bn haksızhğı ve adalet dışı hareketi giderm esi gere­
kir. Çalışan ve üreten işçiye gü zel ve tem iz geçinme
imkâTiı sağlam akla görevlidir m ü’m in fertler. Bizim
söylem ek istediğimiz sadece A llah ’a cân -ı gönülden
bağlanm ış m û’minlerin hayat sıkm tısı içinde de duydu­
ğu haz ve zevktir. Bu sıkıntılı hayata rağm en gerçek
m ü’minler; Allah’a tevbe ve istiğfa r ederek hidayeti­
ne gelen kuUarma rahat ve gü zel geçim i tem in edecek
nizamı yerleştirmek için var gü çleriyle çalışırlar.
«Her fazilet sahibine hakettiğini versin...y»
Bazı müfessirler bunu sadece âhirete ayırırlar. Be­
nim kanaatime göre hem dünyaya hem de âhirete ait­
tir. Tıpkı güzel geçinm eyi ifad e ettiğim iz gibi. Güzel
ve temiz geçinme hem dünyada hem de âhirette ger­
çekleşir. Fazüet sahibi kim se fa zilet gösterdiği anda
büe faziletinin karşıhğm ı elde edebilir. Fazilet sahibi
faziletini gösterirken bile ruhî b ir m em nuniyet du­
yar, zih n en rahatlar ve A llah ile ilg i kurar. Fazilet
sahibi malen veya am elen faziletin i gösterirken de
Allah’a yönelir. Allahu Teâlâ’n ın bum m ötesindeki
lütfü keremine gelince o h er tü rlü faziletin , ihsanın
ve bütün m ûkâfaüann üstündedir.
•.f-Eğer yüz çevirirseniz o zaman ben başınıza gelecek
büyük bir günün azabından korkarım »... (Hûd, 3)
Bu doğrudan doğruya kıyam et gününün azabıdır.
Bazı tefsir âlemlerinin dediği g ib i B edir günü ile ilgi­
si yoktur. Büyük gün terim i bu şekilde kullanıldığı za­
m an kıyam et günü anlaım nadır. N itekim âyetin sonu
da bunu te’kid eder m ahiyettedir:
«Ancak Allah’adır dönüşünüz»... (Hûd, 4)
Her ne kadar bu dönüş hem dünyada hem de âhi-
rette ise de. hattâ her saniye ve h er an insan Allah’a
dönmekte ise de Kur’an-ı K erîm ’in ifa d e tarzm a göre
dönüşten kasıt dünya hayatm dan sonraki dönüştür.
«Ve O, her şeye fcâdirdir»... (Hûd, 4)
Bu kısım b ir yu karı gibi bizim belirttiğim iz mâna­
yı desteklem ektedir. Zira Allah’m her şeye kadir oldu­
ğunu zikrederek gözler önüne sermek daha çok o gün­
kü m üşriklerin in k âr etm ekte oldukları ve uzak bir ih­
timal olarak gördü k leri öldükten sonra dirilme ile ya­
kından ilgilidir.
ALLAH’A İMAN
RAHMETTİR

Allah’a iman bir rahmettir ki değeri ancak kay­


bedildiği zaman çok açık olarak görülür. Özellikle
Islâm gibi kul ile Allah araşma, birtakım aracılar
sokmaksızın, ilâhhk makamı ile kulluk makammı tam
olarak birbirinden ayıran sade ve açık bir inanç sis­
temi kurmuş bir dinin mensupları için bu rahmet
çok belirgin olarak ortaya çıkar.

Nitekim ilk müslümanlar bu gerçeği çok iyi kav­


ramışlar ve putlara tapmmanm gülünçlüğünü ha­
yatları boyu hissetmişlerdir. Bugün biz de diğer din
mensuplannm bu konudaki sapıklıklarım ve dinsizle­
rin karşı karşıya bulundukları buhranları görerek
İslâm’ın Allah inancmm bizim için ne büyük rah­
met olduğunu fiilen gözlemUyoruz. Bazı hasta ruh­
lular fark etmese de gerçek budur.

Bu gerçeği Seyyid Kutub hayatı pahasına müs-


lümanlara anlatmaya çalışmıştır. Gerek gazete ve
dergilerde yazdığı yazılarda, gerekse eserlerinde hep
bunu tekrarlamıştır:

(iAllahhn insanlara verdiği rahmeti önleyebilecek


yoktur. Tutacağı şeyi de bundan sonra salıverecek yok­
tur. O, Azîz’dir, Hakîm’dir.y» (Fatır, 2)
Bu örnekler insan kalbine bir yerleşti mi, hayatın
her basam ağında onun duygu ve düşüncelerinde, gidi­
şinde, değer ölçülerinde tam bir değişm e ve gelişme
m eydana gelir.
Bu örnekler giderek, göklerde ve yerde başka bir
kuvvetin bulunacağı şüphesini insan kalbinden atıp,
in.qa.ni Allah’m kudretine sıkıca bağlar.
Göklerde ve yerde başka bir rahm etm olabileceği
ihtimalini kaldırarak onu A llah ’m rahm etine sığın­
m aya yöneltir. Kâinatta her türlü k apıyı ona kapayıp,
Allah’m kapısmı ardma kadar açar. V e yine göklerde
ve yerdeki yollann hepsini tıkayıp, A lla h ’a götüren
nûrlu, doğru ve hak yolu açar...
Yüce Allah’m geniş rahm etinin, rakam larla ifa­
de ve tesbiti inkânsızdır. İnsanm bizzat kendi nef­
sinde, kendi gelişiminde, Rabbinin ya p tığ ı ikramlarm
kendi emrine ve faydalanm asına verilm iş olm ası ve
bilemediği daha birçok bunca nim etleri tasavvur etme­
si dahi, insanı çaresizliğe düşürecek d ereced e büyük­
tür.
Allah’m bu rahmeti yasaklarda old u ğu gibi, ya­
sak olmayan şeylerde de görünüyor. B asiretli insan,
bu rahmetm her yerde eserini bu labilir. Rahmetin
her tarafta, her durum ve şartlarda, h er zam an ve
her yerde gerçekleştiğini görür. O rah m eti kendi ken­
dinde görür, duygularında, etrafm da, bulunduğu her
zaman ve her yerde onu görür, bulur. K aybm ı bir mah­
rumluk kabul ettikleri her şeyini yitirse dahi yine rah­
metler içindedir.
Yüce A llah’m bu rahm etini tutup esirgediği, ay­
nı rahmetinden m ahrum ettiği kim se ise, o rahmeti
ve o rahmetin gerçekleşm esini h iç b ir yerde bulamaz.
O, ondan daim a m ahrum ve uzaktır. İnsanlar katm-
da kıymetli sayılan h er şeyi bulsa dahi o rahmeti hiç
bir yerde görüp bulam az!
Bir nimet ki, yüce Allah ona rahmetini katmamış­
tır, o artık bir rahmet olm aktan çıkmış sadece nimetin
kendisi olmuştur. D ikenlere dahi Allah’m rahmeti ek­
lendiği takdirde pamuktan yapılmış yumuşacık döşe­
ğe dönüşür. îpeğin üzerinde rahmetten mahrum ola­
rak yatan kişiye, o ipekli yatak derhal keven dikeni
gibi gelir. En çetin ve güç işler Allah’m rahmetiyle
kolayca halledilir. En kolay bir işin, rahmetten uzaksa
halledilmesi çok zor olur. Allah’m hu rahmet deryası
sayesinde en kork u n ç ve tehlikeli şeyler emniyet ve se­
lâmet içinde olur biter. .. Rahmetten uzak olan en emin
ve sıhhatli bilinen işlerin sonu helale ve hüsranla bi­
ter,
Allah’ın rahm etine eren için darlık, sıkmtı diye bir
şey yoktur. A n cak H akkın rahmetinden mahrum olan
kişi darlığa düşer.
Allah’m rahm etinden nasibini alan kimse için da­
ralma, bunalm a sözkonusu değildir. İsterse zindanlara
düşsün, en acı işkenceye m aruz bırakılsm, ölüme mah­
kûm olsun...
Bu rahm etten hissesini alamamış olan kişi ise, her
türlü nim et v e refah m içinde yüzse de yine onun iç
dünyası hoş d eğild ir ve kendisi çeşitli buhran ve bu­
nalımlar içinde bocalam aya mahkûm dur...
Allah’m rahm etiyle kalp ve gönülden saadet, neşe
ve huzur fışk ırır. Rahm etten mahrumsa iç dünyasmda
üzüntü, yorgunluk, bitkinlik, meşakkat akreplerinin
ayak sesleri, deprenişleri hissedilir!
Yeter k i açılsm b u kapı bir kez; kapanırmış diğer
bütün kapılar, bü tü n pencereler, bilumum yollar... A l­
dırma; h iç önem i yok ; n e tic e : 3dne bolluk, genişliktir,
güllük gülistanlıktır, kolaylık ve refah ü r...
Bu tek kapı kapajtunca da, açılırm ış bütün kapı­
lar, pencereler, yollar. Bakma; h iç kıym eti yok; zira so­
nuç*. Y ine darlık, mihnet, üzüntü ve yorgunluktur...
İşte rahm etin bu feyiz ve bereketli k apısı açılır, bu­
n a rağm en nzık darhğı, yer darlığı, geçim darlığı gö­
rülebilir. Yaşamak nerdeyse çekilem ez hale gelir, ra-
hatsızhklar ortaya çıkar.. Beis yok, yeis yok. üzülme
sakm! Bunlar hep netice itibariyle genişlik, huzur ve
saadettir.
Feyiz ve bereketin kaynağı bu rahm et kapısı kapa-
nmca, belki nzıkta bir genişlik ve h er şeyin yoluna
girdiğini zannettirici bir hal ortaya çıkabilir. Fakat
boş, faydasız. Çünkü o, sıkm tı ve güçlüktür, bedbahtlık
ve belâdır!
Mal, mülk, evlât, sıhhat, kuvvet, m akam ve şöh­
ret... Bütün bunlar, rahm etten m ahrum sa, birer üzün­
tü, yorgunluk, sıkmtı boşuna bocalam alarm kaynağı
olurlar. Bir de Allah açm ca rahm etinin kapısını o za­
man bunlar huzur ve sükûna, em niyet ve saadete se­
bep olur.
AUah bir kuluna bol n zık verir rahm eti sayesinde,
O nzık ve nimet, tatlı bir hayata, r ^ a t lık ve refaha
aracı olur. Hem dünyada rahat ve m utlu yaşar, hem
de bu nimetle, âhiret hayatım kazanır.
Bazen de insan, bunca nim etlere kavuştuğu halde
rahmetten mahrum olur. Bu halde o n z ık ve kısmet
üzüntü ve korkunun, kin, hased ve düşm anlığm kay­
nağı olur. Aynı zam anda cim rilik v ey a hastalık gibi,
yahut A llah’ın verdiği nim etleri şurada bu rad a boşuna
israf ve kıym etini bilm em e gibi sebeplerle o nimetler­
den lâyıkı gereği yararlanam az, büsbütün mahrum
olabilir de...
AUâhu Teâlâ bir kula rahm etiyle beraber, evlât ve­
rir. Bakarsm verilen bu evlât on u n için en tâth bir
ziynet, sevinç, sürür, ve saadet aracı olur. Dünya ha­
yatında böyle oldu ğu gibi, Allah’ı bilip tanıyan, sevip
sayan, hak ve hukukuna uyan cemiyete karşı hasarlı
hizmetlerde bulunan salih bir evlât yetiştiği için de,
âhirette kat kat sevap ve mükâfata erişir. Kimine de
rahmetinden m ahrum olarak evlât verir. Bu sefer o
evlât, onun için atılm az bir belâ, çekilmez bir sıkıntı
olur. Gündüz yorgunluk, geceleri uykusuzluk olur.
Yüce A llah kim ine rahm etiyle sıhhat, afiyet, güç„
kuvvet verir. Bunlar onun hakkmda gerçekten birer
nimet, tatlı, n eşeli hayat olur. Bir de rahmetinden
mahrum etti m i bakarsm ki o sıhhati ve kuvvetli olan
o insan bu nim etleri cism ini yıkıcı, ruhunu bozucu
yerlerde harcam ış ve hesap günü için de günahla dol­
durmuştur d efterin i...
Allahu Teâlâ kim ini de saltanat ve makam sahibi
eder. Bunlar, İslahat ve uygulam aya vasıta, huzur ve
emniyete sebep, h er türlü faydalı işlerin yerine getiril­
mesine aracı olu rlar. Çünkü bunlarla beraber verilmiş
olan bir şey d ah a v a rd ır: Rahm et... Eğer rahmetten
mahrumsa verilm iş olan o makam, şan ve şöhret bir
gün elden çık a r d iye korku ve telâş, bu değilse tuğyan
ve zulüm; yahut kin, husûm et ve haset. Netice itiba­
riyle rahm etten m ahrum olan kimse maddî nimetlere
sahip olsa d a on d a huzur ve sükûn bulmak mümkün
değildir. R ahm etten m ahrûm , materyalist, bir hayat
sürdürmek isteyen servet ve m evki sahibi, elindeküe-
rin de hayrım tam görem ez, üstelik bım larla kendisi­
ni cehennem ateşine sürükleyici bir yığm günah kaza­
nır ve bu suretle dünya ve âhirette hüsrana uğrayan­
lar grubuna katılm ış o lu r...
Geniş ilim , uzun öm ür ve yüksek m akam ... Hep
bunlar değişen İlâhî rahm etin gerçekleşip gerçekleş­
memesine göre değerlendirilm elidir. Cenab-ı Hak ha­
y ır ve bereket ihsan edebilir. A z bir dünya maddesini
kişinin rahatlığm a ve saadetine aracı kılabilir.
Buraya kadar zikrettiğim iz hususlar fertler için
olduğu gibi cem iyetler için de söz konusudur. Toplum­
la r fertler gibidir. Her şeyde, her hususta, h er yerde
hüküm budur. Bu verdiğim iz örnekleri çoğaltm ak ve
daha başkalarını bunlara eklem ek m üm kündür.
AUah’m rahmetindendir. O ’nun rahm etini bilmek,
hissetmek! Farkmda m ısm ? A llah’m rahm eti seni na­
sıl kucaklamış, bağrına basm ış, o rahm etin eserleri
sen i kuşatmış... Ne var ki, rahm et ve merhametin
varhğm ı a.nia.ma.Tn da aynı rahm ettir. A lla h ’m rahme­
tini ümit etmem ve onu gözetip beklem em rahmetin,
rahmete erişmenin ta kendisidir. V e bu rahm ete gü­
venmen, her işinde ona yönelip, ona sığınm an rahme­
tin ta kendisidir. Asıl azap ve eziyetin sebep ve kökü
de, bu rahmetten uzak oluşun yahut on d an üm idi ke­
sişin, veyahut da o hususta şek ve şüpheye düşüşün­
dür. Hem bu azap öyle fen a bir şeydir ki, A llah onu
mü’min kulunun 'başına aslâ getirm ez ; ((...Hakikat şu­
dur ki, kâfirler güruhundan başkası Allah’ın rahmetin­
den ümidini kesmez.^ (Yûsuf, 87).
Allah’m bu rahmetine, onu sam im iyetle isteyen
herkes, her yerde ve her türlü şartlar için de kavuşa­
bilir :
İbrahim (a.s.) bu rahm eti ateşin için d e buldu.
Yûsuf (a.s.) onu kuyuda buldu, zin d an da buldu.
Yûnus (a.s.) onu balığın karm nda, karanlıklar
içinde buldu.
Musa (a.s.) onu nehirde, her türlü kuvvet, destek
ve korumadan yoksım , m asum b ir çocu k k en buldu. Ni­
tekim onu, kendisinin azılı düşm anı F iravun’un sara­
yın da d a bulmuştu.
Ashab-1 K ehf, saraylarında ve evlerinde bulama-
dıklan bu rahm eti sığındıkları m ağarada bulmuşlar­
dı. Birbirine şöyle d em işlerd i:
«...O halde mağaraya çekilin ki Rabbiniz size rah­
metinden genişlik ver sin...y> (Kefh, İ6)

Allah’ın R esulü (s.a.v.) de, sahabesi Ebu Bekir


(r.a.)’le beraber bu rahm eti mağaranm içinde buldu­
lar. Düşman, kendilerini adım adım takip ediyor, izle­
rini sürüyordu...
Fler şeyden elini eteğini çekip, ümidini kesip de
ona, yalnız o rahm ete sığm an her kul, her zaman bu­
lur onu, erer o n a ... Y eter ki şüphe ve eksikliklerin her
türlüsünden tam am en arm sm . Allah’dan başkasmm
rahmet ve m erham etine bel bağlamasm, bütün kapı­
lardan 3TÜZ çevirip yalnız ve yalnız O’nun kapışma baş
koysun...
Sonra A llah b ir kuluna rahm etinin kapılarım açtı
mı, artık onu kapayacak hiç bir kuvvet yoktur. Bu­
nun gibi, rah m et kapısm ı kapadı mı, onu açabilecek
hiçbir kuvvet bulunam az. Hak ve hakikat böyle olun­
ca : Hiç b ir kim seden korkm aya, hiç bir kimseden bir
şey um m ağa, herh an gi b ir nesneden korkup, herhangi
birine üm it bağlam ağa asla gerek yoktur. Ne bir vası­
tanın elden çıkm asından korkulur, ne de birinin aracı
olmasmdan h a y ır um ulur. Her şey, yalnız ve yalnız
Allahu Teâlâ’n ın kü lli iradesine bağlıdır. O ne düerse
o olur. A llah’m açtığın ı kapayacak yoktur. Tutup ka­
padığını açabilecek b ir el veya anahtar yoktur. Emir,
doğrudan d oğru ya A llah ’a ait, O’na dönücüdür.,.
«7e O, Azîz’dir, Hakîm’dir.y»
Düediği g ib i açar, kapatır... Kimse O’na karışa­
maz, m üdahale edem ez, denetlem eye kalkamaz. A çıp
kapamasında n ice gizli hikm etler vardır. O, hikm et
ve iradesiyle dilediğini yapar. H akim O, em ir O’mın,
tıerşey O ’nundur.
dAllah/ın insanlara verdiği rahm eti önleyehüecek
yoktur.»
»Tutacağı şeyi de bundan sonra salıverecek yok­
tur.» (Fâtır, 2)
Şu halde insanlardan hiç birine üm it bağlamak,
yahut herhangi birinden korkm ak yoktur. Allah’ın
tutup esirgediği bir rahmeti, hiç bir kim se salıvere-
mez.
İnsan duygu ve düşüncelerine yerleştirilm ek iste­
nen ne berrak bir huzur, ne tatlı bir sükûndur bu!...
Âyet-i Celîle’nin vicdana yerleştirm ek, ve koymak
istediği bu emniyet, bu istikrar, duygu ve düşünceler­
de ve değer ölçülerindeki b u açıklık ne güzel, ne yüce­
dir...
Bir tek âyet hayata yeni bir şekil veriyor, bu ha­
yat için kesin sarsılmaz değerler b içiyor. H iç bir ola­
yın tesiri altmda kalm ayacak dağ gib i ölçü ler koyuyor.
Zamanm şartları ve olayları ne olu rsa olsun; giden
gitsin, gelen gelsin, bûjhik olsun, k ü çü k olsun, önem­
li olsun, olmasm bunlarm kaynağı d a insanlar, olaylar
veya başka şeyler olsun... ön em i yok. Bütün bunlar,
âyetin getirdiği esasları; yani hayat felsefesin i, kıymet
hükümlerini ve ölçüleri, kesinlikle zedeleyip sarsamaz.
Çünkü Hak yapısı olan bu esaslar öyle soylu, öyle kök­
lü ve öylesine sağlam dır ki, dışardan gelecek bir fırtı­
na veya kasırga onu etkileyem ez.
Bu âyetin şekillendirdiği bir insan kalbi; olaylara,
şahıslara, kuvvetlere, kıym etlere vesair şeylere karşı,
kocaman bir dağ gibi sağlam olur.
İnsanlar ve cinler elele verseler, A lla h ’ın kapadığı
bir rahm et kapısm ı açam azlar. O ’n un a çtığ ı kapıyı da
kapayam azlar...
«o, Azîz’dir, Hakîm’dir.v
îşte İslâm yen i doğarken, Kur’an, böyle bir tek
âyetle ve bu şekilde, öyle bir insan topluluğu m eydana
getirmiştir ki, o topluluğun eşini, çağlar bo3nm ca ta­
rihler yazm ış değU dir... Bizzat Yüce AUah’m gözet­
mesinde. O ’n un k itabıyla m eydana getiren bu seçilmiş
topluluk, gü ç ve k u vvet araçlarm da birer insan olsun­
lar da, yeryüzünde A llah’m yapmak istediği inanç,
düşünce, d eğ er ve ölçüler, kanun ve nizam lan kursun­
lar, gerçek hayat, ideal ve örnek yaşayış numunelerini
AUah’m irâdesine uygun biçim de yerleştirsinler di­
ye...
Bu seçkin ve m uhterem topluluk, AUahu TeâJâ’nm
takdir ve yardım ı eseri olarak yeryüzünde öyle üstün
hizmet ve ıslahat yapm ışlardır ki, sanki tarihin kayna­
ğı değişmiş ve yep yen i bir hayata başlamıştır.
Bu üstün ve örn ek topluluğun kısa bir süre içinde
bu derece başarılı olm alarındaki sır, onların, Kur’an’m
hem lâfzm a h em d e ruhuna uygun olarak yaşamaları
ve her türlü davranışlarım ve ilişkilerini buna göre
ayarlamaları ve bunun için yaşam alandır...
Bu K ur’an halen insanlarm elindedir ve aynı âyet­
leriyle, A llah ’m izn i ve yardım ıyla, yeryüzünde. Sa­
habe-! K irâm ve S elef-i Sâhhîne benzer, gerekli ısla­
hatı yapabilecek fe rt ve toplum lar meydana getirme­
ğe gücü yeter. Şu ş a r tla : Kur’an’m açıkladığı hayat an­
layışı ve k oydu ğu değer hüküm ler, kalp ve zihinlere
öylesine işleyip sinm eli ki, insanlarm günlük yaşa-
yışlarmda, şahsî ailevî ve beşerî ilişkilerinin hepsinde
bu gerçekler, gözle görülür, elle tutulur derecede açık­
ça görülm elidir.

Y u kanda g eçen A yet-i Kerîme’de şahsen görm ek


bahtiyarhğm a erdiğim özel bir rahmete karşı, şükür
gereği olarak benim de A llah’a ham d ü sena ile yö­
nelm em gerekiyor, şöyle k i :
G üç, çetin, m ihnet ve m eşakkath bir durum da iken
şu anda bu  yet-i Kerîme ile yü zyüze gelm iş bulunu­
yorum . Ruhumım sıkıldığı, kalbim in daraldığı mihnet-
li ve çetin bir anda bu âyet karşım a çık ıverd i hakika­
tinden haberdar ohnamı Allahu Teâlâ bana kolay kıl­
dı. O hakikati ruhumda öylesine hissetm eğe başladım
ki, sanki o bir kevser şarabıdır ve ben onu yudum laya­
rak tadmı bütün vücudum da hissediyorum . Tadm ı biz­
zat aldığım bir gerçek, sadece m ânasm ı anladığım bir
lâfız değil... Bu benim için başlı başm a bir rahmet
oldu. Bana bu şekilde açılan âyetin, canlı, gerçekçi
bir tefsiri olarak kendini takdim ediyorum . Oysa, ön­
celeri bu âyeti çok okumuş, çok dinlem iştim . Fakat bu
anda, kevserini içim e akıtıyor, m ânasm ı tefsir edip fi­
ilen gerçekleştiriyor ve diyor k i : İşte ben o ’yu m ... Al-
lah’m açüğı rahmet’in bir dam lasıyun, b ir öm eği3dm.
Bak işte, nasıl oluyor.

Gerçekte çevrem de ne varsa old u ğu g ib i yerinde


duruyordu. Değişen hiç bir şey yoktu. Fakat benim
duygu ve düşüncelerim tam am en değişm işti. Gerçek­
ten ulu bir nimettir kalbin, bu varlık larm hakikatlerin­
den en büjhığüne açılm ası... Bu âyetin taşıdığı yüksek
hakikat gibi. Hem öyle bir nim et ki, insan on u tadar ve
yaşar; lâkin kolay kolay onu anlatam az, y a zı ile baş-
kalanna aktaram az.-Ben bu nim eti yaşadım , tadma
baktım ve tanıdım. V e bunlar hayatım m en sıkıntılı,
katı ve zor devi^esinde gerçekleşti. V e işte ben şu anda
genişlik, rahatlık, ferahlık içindeyim . H er türlü dar­
lıktan, sıkm tıdan ve m ihnetlerden kurtulm uş durum­
da, huzur ve sükûn içerisindeyim . H albuki ben oldu­
ğum yerdeyim ! Bu A llah’m kapışım açtığı, fey z ve be-
reketini âyetlerinden bir âyetin içine döktüğü İlâhî bir
rahmettir.
Kur’an -ı K erîm ’den bir âyet nurdan bir pencere
açıyor. Y in e o âyeti rahm etten bir kaynak fışkırtı­
yor. Yine b u  y et-i Kerîm e, rıza, güven ve huzura yol
açıyor.
Bütün bu n ları b ir göz kırpması, bir nabız atması
kadar kısa b ir süre için de gerçekleştiriyor.
Hey R abbim , ham dolsun Sana.
ALLAH
İNANCININ
MENŞEÎ

G erçekten N ûh (a .s.)’un kavm i... Bunca cahiliyet-


lerini, batılda bu k adar İsrarlarını ve Hz. Nûh (a.s.) ’un
getirdiği hak davasına karşı bu kadar inatçı ğördüğü-
mûz bu k avim ... K i Hz. Nûh (a.s.) hâlis tevhidinancm-
dan başka b ir şey getirm em işti. Yalnız ve yalnız Al­
lah’a kul olm alarım ve O ’nun dinine bağlanmalarmı
bildirmiş, O ’n un yan ısıra hiçbir şeye tapmmamalan-
m tebliğ etm işti...
İşte Nûh P eygam ber (a.s.) ’in bu izde olan kavmi...
Âdem (a.s.) ’tn soyundan geliyordu. Nitekim Âdemoğul-
lannın hikâyesini A ’ra f ve Bakara sûrelerinde gör­
müştük. Hz. Â dem SafiyyuUah sadece, yeryüzünde Al­
lah’ın em anet ettiği hilâfet görevini yerine getirmek
için gönderilm işti. Zaten onun yaratıhşı da bu gayeye
dayanıyordu. K abiliyetleri ve yetenekleri hep bu gö­
revi om uzlayacak nitelikte yaratılmıştı. Düştüğü du­
rumdan nasıl kurtulacağm ı da Rabbi ona öğretmişti.
Rabbi tarafından gön derilen kelimeleri nasü alıp ez­
berleyeceğini v e bu sayede kurtuluşa sahih olacağm ı
da yine R abbi on a öğretm işti.
Allah’m Hz. Â d em ’d en ve çocuklanndan; Allah’m
gönderdiği em irlere uyacaklarm a dair ve de kendisi­
nin ve soyundan gelen bütün insanlarm düşmanı olan
şeytanın aldatm asm a uym aları konusunda ne gibi söz
aldığım hep o sûrelerde görm üş ve okumuştuk.
Şu halde Hz. Âdem yeryüzüne inerken Allah’a
teslim olm uş ve hidâyetine uym uş olarak inmişti...
Şüphesiz ki, kendi soyundan gelen lere de Hz. Adem
bu teslim iyeti yani İslâm’ı, nesil nesil öğretm işti. Şu
halde gerçek olan odur ki, yeryüzünde insanlığm ta­
nıdığı ve bağlandığı ilk ve tek din İslâm dini idi. Ve
beşeriyet onun yanısıra hiç bir İlâhî in an ç tanımamış­
tı. Şu anda Nûh Peygam berin kavm inin — ^ki onlar da
Hz. Adem ’in soyundandırlar ve ondan kaç nesil son­
ra geldiklerini Allah’dan başka kim se bilm ez— bu de­
rece Câhiliyet batakhğm a battığını gördüğüm üz za­
man kesin olarak diyebiliriz ki, bunların için e düştük­
leri Câhiliyet ortamı bunca putları, m itolojileri, hu­
rafeleri adet ve gelenekleriyle, düşünce ve tasavvur­
larıyla geçici bir haldir. O nlar  dem oğlu n a isabet eden
şejıtamn aldatmacasıyla bu bataklığa düşmüşlerdir.
İnsan ruhunda şeytanm sızabileceği gedik lerin bulun-
masmdan ötürü bu sapıklıklara dalm ışlardı. Allah’ın
ve insanlarm düşm anlan her zam an bu gediklerden
sızarlar ve AÛah yoluna sarılm ak isteyen leri alıkoyar-
1ar. Halbuki AUahu Teâlâ insanoğlunu yarattığı zaman
ona biraz da seçme gücü verm iş — ^ki bun dan dolayı in­
sanoğlu imtihana çekilm ektedir— A lla h ’dan başkası­
na ibadet etmemesini, A llah düşm anlarınm hükmü al-
tma düşmemesini sağlam ıştır. İnsan b u seçm e gücü
sayesinde AUah’m prensiplerinin dışm a d a çıkabilir ve
bir kıl payı çıktığı zaman şeytan on u b irk a ç adım ileri­
lere çekm ek için çalışır. N eticede  dem Peygamberin
torunlannm böyle bir Câhiliyet batak lığın a düşmeleri­
ni temin eder. Hem de A llah’a teslim olm uş Âdem
(a.s.)’dan birkaç nesil sonra...
Bu gerçek... Yani yeryüzünün tan ıd ığı ük inanç
sisteminin tek bir A llah’ın ilâh lığın a ve R ab’hğm a da­
yanan tevhid esasına tem el in an ç k abu l eden, İslâm
inancı olduğu g erçeği... Bizi «karşılaştırmalı dinler ta­
rihi» bilginleri denilen zatlann ve onlarla aynı görüşte
olan dinlerin evrim i ve tekâmülü anlayışma sahip
bulunanların ortaya attıkları bütün görüşleri temel­
den reddetm em izi gerektirir... Bunlara göre dinler te­
kâmül etmiş ve en son olarak tevhid inancı gelmiştir.
Yani daha evvel insanlar birçok ilâhlara tapıyorlardı.
Sonra iki ilâh a tapm aya başhdlar ve en sonunda tek
ilâhı kabul ettiler. A y n ca güneş ve snldızlar gibi çeşit­
li tabiat kuvvetlerin i üâhlaştınnışlardı. Bir kısım da
ruhlara tapınıyordu. A m a tekâmül ederek sonunda tek
tannh dinler k abu l edildi. V e daha buna benzer nice
sapıklıklar ki, bu araştırm alar esasen bir takım tari­
hî, psikolojik ve siyasî hedefler gütmektedir. Asıl gaye­
leri sem avî d in leri vahiy ve risalet kurumunu kökün­
den yıkmak, din lerin A llah katmdan geldiğini değil de
insanlarm k endi elleriyle yaptıklarım ve neticede be­
şer düşüncesinin değişm esiyle değişime tâbi olduğunu,
yani tekâm ül ettiğin i ispatlam aktır...
İslâm’ı savun an yazarlardan bir kısmı da aynı
hatalara düşüyor. V e dinler tarihi araştıncılarmm ta­
kip ettiği yanlış yolu izliyorlar. Asimda onlarm takip
ettiği yol yu k arıd a belirtilen hedeflere dayanır. Ama
bu yazarlar çoğ u kez farkm a varmadan yapıyorlar bu­
nu. H albuki İslâm ’ı savunayım derken onu temelden
yıkıyorlar, K ur’an -ı K erm ’in belirttiği ve kesinlikle
açıkladığı gerçek leri yok ediyorlar. Kur’an-ı Kerîm,
Hz. Âdem ’in d ü n yaya in diği zam an İslâmiyeti getirdi­
ğini, Hz. N uh’u n d a geld iği zammı kavminin bu gerçek­
lerden uzaklaşarak cahiliyetin bataklanna düştüğünü
görüp aynı İslâm ’ı getirdiğini belirtiyor. Evet mutlak
tevhid esasm a dayanan İslâm ’ı... Nuh (a.s.)’dan son­
ra değişen zam an için de insanlar İslâm’dan sacm ışlar,
calüliyete dalm ışlar v e bunun üzerine gelen bütün
peygam berler on lan yeniden İslâm ’a çekm ek için gel­
m işlerdir. Evet mutlak tevhîd prensibine dayanan İs­
lâm ’a ... G erçek olan odur ki, sem avî din lerin hiç bir
esasm da değişiklik olmamış, sadece d etayla ilgili bir­
takım hüküm lerde zamamn değişim ine uygxm farklı­
lıklar olmuştur. Cahiliyet m ensubu kim selerin sapık
inançlanndaki evrime bakarak İlâhî dinlerde de ev­
rim olduğunu iddia etmek veya düşünm ek doğru de­
ğildir. Bu sadece peygam berler vasıtasiyle gelen İlâhî
ftiniTi insanlar arasmda bazı izlerin in kaldığm ı veya
tesirlerinin var olduğunu gösterir. NesiUer, gelen İlâ­
hî dinden aım lsalar bile birtakım artıkların kaldığmı
gösterir. Onlarm cahiliyet esasm a dayan an inançlan
gelişmiş ve tevhîd gerçeğine doğru yaklaşm ış olabi­
lir, yoksa semavî akidesine gelinse, o in sanlığın tarihi
kadar eskidir ve putperest dinlerden ön ce de vardır.
Ta ük geldiği gün de aynı şekilde gelm iştir. Çünkü o
beşer düşüncesinin sonucu değildir. A lla h katmdan
gehniş ve en mükemmel şekilde in m iştir...
İşte Kur’an-ı Kerîm’in yerleştirdiği gerçek. V e işte
İslâm düşüncesinin üzerine otu rdu ğu hak ikat... Şu
halde bir müslüman araştıncm m , h ele b ir d e İslâm’ı
savunmak arzusımda ise, K ur’an ’m yerleştird iği gerçe­
ğin dışm a çıkması, açıkça belirttiği hak ikatları değiş­
tirmeğe yeltenm esi ve karşılaştırm alı d in ler tarihi bil­
ginlerinin koydukları görüşleri tekrarlan m ası için hiç
bir sebep ve gerek yoktur. Çünkü on larm ortaya attık-
lan görüşler biraz önce de' dediğim iz g ib i b elli bir ga­
yeye ve hedefe dayanm aktadır.
Her ne kadar biz burada İslâm konusunda eser
yazan, yazarlann düştükleri h ataları ve yanhşlan,
uzun uzadıya tartışacak değilsek d e b u k on u ya örnek
olmak üzere bir kitabı ele alacak ve on u K ur’an,m koy­
duğu prensipler ve yerleştirdiğ m etod doğrultusunda
incelemeye çalışacağız. Gerçekte bu tartışmanm içe­
riği, bir başka k itabın konusudur.
Üstad A bbas M ahm ud el Akkad «Allah» adlı ese­
rinde «İnançların A slı» başlıklı bölümünde diyor k i:
«İnsan in an ç noktasm da tıpkı ilim ve sanatlarda
olduğu gibi gelişm iştir. İnsanlarm ilk inançları da
tıpkı ilkel h ayatları gibiydi, lüm ve sanatta da böyle
olmamış m ıydı? İlk insanlarm bügisi ve sanatı din ve
ibadetlerden h iç de ileri sayılmazdı. Birisindeki ger­
çek unsur öbüründekinden fazla değildi.
İnsanlığın din yolundaki çabalan üim ve sanat
alanmdaki ça b a la n n d a n daha zor ve daha uzun olma­
lıydı.
Çünkü büyü k kâinat gerçeği, gerek ilmin, gerek­
se sanatlann u ğraştığı sahalardan hem daha genişti,
hem de elde edüm esi daha zordu.
Çok zam an insanlar şu parlak güneşin durumun­
dan haberdar olam am ışlardır. Halbuki insan organla-
mun en iyi hissettiği ve gördüğü şeydi güneş. Çok ya-
bn zam anlara k ad ar güneşin dünyanm çevresinde
döndüğünü sanıyorlardı. H areket ve seyirlerini tıpkı
bir bilm eceyi çözer veya bir rüyayı yorumlar gibi çö­
züyor veya yorum luyorlardı. Hiç kimsenin hatmna
gelmemiştir yin e de güneşin varlığm ı inkâr, etmek,
halbuki bilgileri k aran lık üstüne karanhklarla kaplıy­
dı o konuda. Ö yle sanıyoruz ki, hâlâ da bu bilgisizlik
dumanı kaybolm uş değildir.
İlk C âhiliyet devirlerindeki dinlerin temeline in­
mek dinlerin batıllığın a delâlet etmeyeceği gibi, olmazı
araştırmakta olm ayacaktır. Ortaya koyacağı şey bu
büyük gerçeğin b ir asra sığm ayacağı ve o asırda ya­
şayan insanlar tarafın dan tam olarak kavranılmaya-
cağı gerçeğidir. A sır asır, devir devir insanlar dinleri
öğrenmeye çalışm ışlardır. Hem de değişik değişik üs­
lûplarla. Tıpkıküçük gerçekleri öğrenirken yaptıkları
gibi. Hatta akıl la kavranan ve duyularla anlaşılan bu
küçük gerçekleri öğrenm ek için çalıştıklarından çok
daha zor ve çetin olarak onları öğrenm eye çalışmış­
lardır.
Bütün dinleri karşılaştırm ak olarak inceleyen din­
ler tarihi, ilk insanm inandığı efsan e ve hurafelerin
b ir çoğunu gözler önüne serm iş bulunuyor. Hâlâ da
ilkel kabileler arasmda onların k alıntısına rastlamak
mümkündür. Hattâ m edenî m em leketler diyebilece­
ğim iz ülkelerde de onlarm kalıntısına rastlayabiliriz.
Bu ilimlerin bunlardan başka şeyleri gözler önüne se­
receğini beklemek de elbette olacak b ir şey değildi. İlk
dinlerin görülen şekilde ilkel, cahilân e ve karmakan-
şık bir durumda olm asından daha tabiî b ir şey olamaz­
dı. Akla uygun olarak ilkel insanlardan beklenen, ta-
biatiyle bunlardan başkası olm ayacaktı. Elde edilen
bu sonuçlarda dinin özü ile ilgili; b ilg in leri yeni bir
görüşe götürecek bir şey yoktur, a y rıca garipsenecek
yanları da mevcut değUdir. İlkel din ler üzerinde araş­
tırma yapacak bir büginin peşinen ilk insanların kâi­
nat gerçeklerini tam ve gerçek olarak bUdiğini, her
türlü şüphelerden uzak, tem iz b ir in an ca sahip olduk­
larını düşünerek araştırm aya kalkışm ası elbette im­
kânsız bir araştırma olacak tır»...
Yine merhum Akkad aynı eserin in «İlâhî dinlerin
tekâmülü» başhklı bölüm ünde de d iy or k i :
«Karşılaştırmalı dinler tarihi bü gin ler; ilkel de­
virlerden beri insanlarm tanrı ve in an ç anlayışı ko­
nusunda genel alanda üç türlü tekâm ül geçirdiğini
kabul ed iy orla r:
a — Çok tanrılı m itolojik (Polytheism ) devir.,
b — M etafizik devir,
c — Tek tanrılı (V ahdâniyet, m on oth eism ). devir.
Çok tanrılı devirde ilkel kabilelerin yüzlerce tan­
rıları bulunuyordu. H attâ bu devrede her büyük âile-
nüı tapındığı a y n bir tann ve tanrının huzurunda oku­
yacağı duaları vardı. Kurbanlar sunduğu değişik tan-
nları bulunm aktaydı.
İkinci devrede, yani ayıklam a ve seçme devresin­
de yine leirçok tanrılar vardı, ancak bu tanrılar içinden
birisi veya birkaçı öne geçiyor ve seçiliyordu. Bu seçi­
len tanrının başa geçm esinin çeşitli sebepleri vardı. Ya
başa geçen kabilenin tanrısı idi veya geçim ve savun­
ma görevini üzerine alan kabilenin tannsıydı. Veya
baştann kendine uyanlar için diğer tanrılardan önem­
liydi. V eya rü zgâr ve fırtm a tanrısı diğer tabiî olay-
lan m eydana getirm ekle görevli bulunan tanrılardan
daha çok korku ve saygı konusu oluyordu.
Üçüncü devrede kabilelerin yerini ümmetler alı­
yor. Değişik iklim lerdeki değişik toplumlar birleşersk
kendi aralarında b ir tek tanrıya tapıyorlardı. Bu de­
virde bazı m illetler gü ç ve kuvvetleriyle kendi tannla-
rmı diğerlerine üstün kılıyorlar. Bazan da yenilen
milletler yenen m illetlerin tanrısma tapmmayı üstün
tutuyorlardı. Bunun yanısıra kendi eski tanrısı da yi­
ne olduğu gib i k alıyordu. Yani güçsüz gûçlünün pe­
şinde koşuyordu.
Bu birlik ancak b ir çok m edeniyet basamaklarmm
geçilmesinden sonra sağlanabilm işti, o da birçok ek­
siklerle. G elişen m edeniyet ile bügî araçlan da geli­
şiyor ve bazı k a fa la r ilkel insanlann inandığı lüzum­
suz şeylere v ey a h u rafelere inanmıyor, onlar akima
yatmıyor ve k endi tan n sm ı en üstün sıfatlarla donan­
mış olarak düşünüyor, eski dinlerdeki çok sayıda tan-
n fikrini reddediyordu. A yrıca ibadet Ue birlikte kâi­
natın sırlannı düşünüyor ve onun yüce irade ile olan
ilişkisini göz önün de bulunduruyordu. Ve çoğunlukla
b u toplulukların büyük tanrısı gerçek tanrı özellik­
lerine yaklaşık özellikler kazanıyordu. D iğer tanrılar
ise daha aşağılarda yer alıyor, kim isi m elekler duru­
m una düşüyor, kimisi de sem avî divandan kovulmuş
tanrılar olarak düşünülüyordu»...
Gerek yazarm kendi cüm lelerinden, gerekse kar-
şılaştm nah dinler tarihi bilginlerinden aktararak ver­
diği fikirlerde açıkça görülü yor ki, insanlar bizzat
kendileri uyduruyorlar inanacakları şeyleri. Bunun
için de ihnî, fikrî, zihnî ve siyasî yeten ek leri ve sevi­
yeleri bu inançlannda açıkça göze çarp ıyor. Bundan
dolayı çok tanniı dinden iki tanrüı dine ve iki tanrılı
dinden tek tanrılı dine geçiş yolu zam an bakımmdan
meydana gelen bir gelişm enin sonucu olu p genellikle
belli bir düzen içinde sesrretmektedir.
Bu görüş yazarm kitabm a y a p tığ ı önsözde bile
açıkça görülmektedir. «Bu kitabm kon u su İlâhî inanç-
lann doğuşudur. Evet insanm b ir tanrı varsaydığı
günden ta bir tek tanrınm varh ğm ı k a b u l ettiği ve tev­
hidin pakhğma ulaştığı güne kadar olan sesrri ve mer­
halesi.»
Hiç şüphe götürm eyen bir gerçek tir ki, bu, Hak Te-
âlâ’nm kitabmda belirttiği şeylerden başkadır. Yazar
karşılaştırmalı dinler tarihi in celem esi yapan bilgin­
lerin etkisinde kalm ıştır m etod bak ım ın d an ... Allah
Teâlâ kesin olarak bildirm ektedir ki, ilk insan olan
Hz. Adem tam olarak tevhid in an cm ı getirm işti. Hiç
bir şeküde politeizm in veya düaüzm in h u rafe ve şüp­
helerine bulaşmamıştır. Y alnız v e ya ln ız AUah’m di­
nine bağlanm ış ve O’na başkasını eş koşm am ıştır. Ço-
cuklarm a da tevhîd inancm ı öğretm iştir. D aha tarihin
ilk devirlerinde İslâm ’dan başka din A lla h ’tan başka
ilâh ve tevhîdden başka in an ç tanım ayan bir nesil
vardı. Fakat Hz. Â dem ’in soyundan b irk a ç nesil geç­
tikten sonra gelen nesiller tevhîd inancından ayrıla­
rak, ya politeizm e veya düalizme sapmışlardır... Veya
daha başka sahte tanrılara... Tâki Hz. Nûh gelmiş ve
tevhîd in an cm ı yeniden getirmiştir. Hz. Nuh’a inan-
mayıp ta cahiliyette devam edenler tufan ile boğulmuş
ve gitm işlerdir. Yerytizünde sadece tevhidin temiz
inancma sahip bulunan müslümanlar ve müvahhidler
kalmıştır. O nlar hem çok tanrıcılığı reddetmişler, hem
de ikili tanrıya inanm ayı, a3rrıca bütün sahte tanrıları
ve onlara ibadeti kabul etmemişlerdi. Kesin olarak di­
yebiliriz ki, Hz. N ûh’un soyundan da birkaç nesil, mut­
lak tevhid inan cın a dayanan İslâm inancmı devam
ettirmişlerdi. Bir zam an sonra onlar da yeniden tevhîd
inancmdan sapm ışlar ve böylece her peygamber bir
diğerinin peşin den İslâm inancm ı yeniden getirmiş­
tir :
iiSenden önce hiç bir 'peygamber göndermedik k i :
v-Muhükkak ki B en’den başka üâh yoktur, öyleyse Bana
ibadet edimi diye vahyetmiş olmayalım»... (Enbiya, 25)
Şüphe götürm eyen b ir gerçektir ki, Kur’an’m be­
lirttiği şeyler ayrı, karşılaştırm alı dinler tarihi bügin-
lerin ve onları izleyen «Allah» kitabmm yazarmm söy­
lediği şeyler ayrıdır. H er ikisi arasında hem görüş açısı
bakımından, hem de vardıkları neticeler bakımmdan
çok büyük ayrılık lar va rd ır... Dinler tarihi araştırıcı­
larının görü şleri soyut olarak birer görüştür, bazen bir-
birleriyle dahi çatışırlar. Bundan dolayı bu konuda söy­
lenecek son söz olam az. Hattâ fani insanlarm araştır­
maları arasm da bile onların söyledikleri son söz de­
ğildir.
Şüphesiz k i A lla h Teâlâ bir konuyu bu kadar ke­
sin ve açık olarak K itab-ı Kerîm’tnde açıklar ve belir­
tirse, birisi de k alk ar aynı konuda Allah’m belirttiği­
nin karşıtı b ir şey ortaya koyarsa, gerçekte uynlm ası
gereken en sağlam söz A llah’ın k elâm ıdır... Hele İs­
lâm ’ı savunm ak için kalem e sarılan ve bütün gayele­
r i İslâm ’ın etrafına serpiştirilm ek istenen fitn eleri gi-
dirm ek olan iyi niyetli yazarların yapacağı şey bun­
dan başkası değildir. Bu dine onun tem el kaidelerin­
den birisini yıkarak hizmet edilm ez. Bu temel kaide­
lerden birisi hak dinlerin Allah tarafından gönderilen
vahiylerin eseri olup insanlarm kendiliklerm den uy-
durm adıklandır. Bir diğeri de tevhid inan cm ı getirdi­
ğidir. Hiç bir peygam ber hiç b ir devirde tevhid inan­
cının dışmda bir şey getirm em iştir. A y rıca bu dine bu
dinin koyduğu kaideleri bırakıp da d in ler tarihi araş­
tırmalarının kaidelerine dayanarak hizm et edilmez.
Hele onlarm belli bir gaye için çalıştıklarını ve belirli
bir hedefleri olduğunu bilince onların görüşlerini be­
nimsemek olmaz. Çünkü on lan n ana gayesi ve temel
hedefi bu dini kökten yakmak ve yok etm ektir. Bu­
nun için de önce onun A llah tarafından gönderilm iş
bir vahiy olduğunu, reddederler. Bu dinin insanların
aklî ve fikrî tecrübelerinin n eticesi olarak tekâmül
etmediğim, aksine ezelden beri m ükem m el olduğunu
kabul etmek istemezler.

250
^tLAH’IN
ZÂTI

Allah’ın zâtım kavramak bizim yetersiz beşerî


zekâmızın işi değildir. Ünlü düşünür Gazzâlî’nin ifâ­
desiyle altın tartan hassas terazilerle nasıl kayaları
tartmak mümkün değilse, aym ölçüde hassasiyete
sahip olan aldımızla da âlemin yüce yai'atıcısuıı an­
layıp idrâk etmemiz mümkün değildir. Bu nedenle
müslümanlann Allah’ın zâtıyla değil sıfatlarıyla il­
gilenmesini buyurmuştur sevgili peygamberimiz.
Allah’m zâtı ve sıfatları hakkmda Kur’an.da be­
lirtilenlerin dışında spekülasyonlara girişmek müs-
lümanlara hem tairşey kazandırmaz, hem de mânâsız
yere enerji tüketimine vesile olur. Bu konuda çok net
bir anlayışı savıman Seyyid Kutub şöyle diyor:

«Allah göklerin ve yerin nurudur...y) (Nûr, 35)


Halen de bu hayret dolu ifadeler aydınlıkları ve
doğru yolu gösteren nûr feyazanm ı tecelli ettirmeye
devam etm ektedir. Bu nûr, bu aydınlık bütün kinatı
kaplamakta, duygulara, organlara inmekte, gizli nok­
talara sızm akta, en dip noktalara kadar yayılmakta­
dır, Ve bu n ûrla bütün kâinat göz ahcı bir aydm iık için
de yüzm ektedir. H er an göz ve basiret sahipleri bu nûr­
la karşılaşm akta, bu nûrla yüz yüze gelmektedir. Bu
nûr bütün ı>erdeleri ortadan kaldırm akta, gönüllere
rahatlık verm ekte, ruhlara kanat germ ektedir. Her şey
b u uçsuz bucaksız feyiz um m anm da yüzm ekte, her
şey nûr denizinde tem izlenm ekte ve h er şey bu nûr
um m anm da ağırlığm ı, yoğunluğunu yitirm ekte, en­
ginlik parlaklık, uçmak, Rabbe varm ak, R abbı bilmek,
Rabbie uyuşmak, Rabbie dost olm ak, R abbie sevinmek
ve Rabbie sevinç deryasm a dalm ak için hazır hale
gelmektedir. Ve bir de bakıyoruz ki bu, çevrem izdeki
kâinat içinde bulunan herşeyle birlik te bütün smırlar-
dan ve kajntlardan uzak aydınlık b ir âlem içerisinde.
Bu aydınlık içerisinde gök ve y er birleşiyor. Canlı can­
sız bütün varhMar sarmaş dolaş olu yor, uzaklar yak­
laşıyor, çağlar birbiriyle kucaklaşıyor. G örü len ve gö­
rülmeyen yan yana geliyor, duyu lan v e duyxılmay£uı
aym gönülde yer ediyor...
«Allah göklerin ve yerin nurudur.-n
Göklerin ve yerin ayakta durm ası bu nura bağh-
dır. Göklerin ve yerin düzeni bu n û r iled ir. Bu nûrdur
ki göklere ve yere varlık unsuru veriyor. Bu nûrdur ki
göklere ve yere temel kanunlarını tevdi ediyor. Son
zamanlarda insanoğlu kendi bilgisiyle bu büyük ger­
çeğin bazı yanlarmı kavrayabilir g ib i oldu . însanlann
elinde adma madde denüen şeylerin, atom un parçalan,
masıyla hiçbir maddî temeli olm ayan ışık demetlerin­
den veya ışık dalgalanndan ibaret old u ğu anlaşıldı. Ve
görüldü ki madde diye bir şey yoktur, sad ece ışık var­
dır, nûr vardır, nûraniyet vardır. B ilin diği gibi bir
atom parçalandığı zam an bu elek tron lar nötronlar ve
protonlar aslı nûr olan ışık d a lga la n h alin e geçer. İş­
te ilmin bu büyük gerçeği kavram asm dan önce, hem
de çok önce insan gönlü bu ilah i n ûru farkediyordu.
Parlayıp enginlere kanat geren, nû rlu u fu k la ra doğ­
ru açılan gönüller bu aydınhkdan, b u n ûrdan haber-
dar idiler. N itekim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) ’nm
gönlü bu nûru bütün m ükemm elliği ve kapsamı ile id­
râk etmiş, T a if’ten döndüğünde bu İlâhi nûr ile coş­
muş, insanlardan elin i silkeleyerek Rabbine yönelmiş
ve şöyle dem iştir : aKaranliklan aydınlattığın, dünya ve
âhiret işlerini yoluna koyduğun yüzünün nuruyla sa­
na sığınıyorum Rabbim.» Aynı coşkunluğu Mirâc Gece­
si de duymuş, İlâhî yolculuktan sonra Hz. Âişe (r.a.)
ona: Rabbini gördün mü? diye sorduğu zaman şu kar­
şılığı verm işti: «Nûrdu, nasıl görebilirdim ki 0 ’nu.r>

Fakat in sanoğlunun bünyesi bu varlıklar âlemini


kaplayan son su z n ûru uzun müddet görmeye dayana­
cak güçte d eğild ir. O eşsiz ufuklara uzun sûre uzanma
gücüne m alik d eğild ir. O eşsiz ufuklara uzun süre
uzanma gü cü n e m alik değildir. İşte Âyet-i Kerîme bu
uçsuz bucaksız u fu k ları aydm lattıktan sonra onu, in­
sanların sm ırlı idrâkine anlaşılabilir bir misalle yak­
laştırmak is tiy o r :
«O’nun nûru, içinde çerağ bulunan bir kandil yuva­
sına benzer. O ışık bir cam içindedir. Cam ise inci gibi
^arlaayn bir yıldızdır sanki. Güneşin doğduğu yere de,
battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtan,
zeytinden tutuşturulup yakılır. Ateş değmese dahi nere­
deyse yağın kendisi aydınlatacak... Nûr üstüne nurdur.y>
(Nûr, 35)
Bu bir m isaldir. Sınırsız olanı, mahdut ve smırlı-
olan insan id râkin e yaklaştırm ak istemektedir. Bir
bakıma aslı k avram aktan âciz olan bir varlığa küçük
bir m odel çizip anlatm ak gibidir. Bu, insan idrâkine
ufuklannı görm ekten, uzaklığm ı anlamaktan âciz olan
kısa, cılız ve gü çsü z beşer idrââkine onun ötesindeki
nûrun m ahiyetini kavratm ak için yaklaşık olarak an­
latılan bir m isâldir.
G öklerin ve yerin derinliklerinden çerağa geçili­
yor. M etinde geçen (Mişkât) kelim esi p en ceıesi bulun­
m ayan bir duvardaki küçük bir oyu ktur ki oraya çerağ
konur ve ora yanan çerağm ışığın ı toplar, birleştirir,
daha parlak ve daha kuvvetli şekilde aksettirir. «Oniin
nûru, içinde çerağ bulunan bir kandil yuvasına ben-
ser.» «O ışık, bir cam içindedir.» Bu cam onu rüzgâr­
dan korur, ışığını daha da parlatır, aydınlığım daha da
artırır... «Cam ise inci gibi parlayan bir yıldız sanku
O şeffaftır, parlaktır aydınlık doludur. G öz alıcıdır... İşte
burada gerçekle misal aynı noktada birleşiyor. Asıl ör­
nekle nümune olan örnek bir araya geliyor. Küçük cam­
dan büyük yıldız haline dönüşüyor ve böylsec o nokta­
da M düşünce basit bir m odel olm aktan ileri geçerek asıl
gösterilmek istenen noktaya yaklaştırılıyor. Âyet-i ke­
rime bu kısacık temastan sonra çerağa, yani mode­
le yeniden dönüyor ve buyuruyor ki :
(.(Mübarek bir ağaçtan zeytinden tutuşturulup yakı­
lır.» Zeytin yağınm yanmasıyla elde edilen ışık bu âye­
tin hitap ettiği insanlann bildikleri en parlak ışık idi.
Fakat bu örneğin seçilişinde bu husus tek basm a ana
unsuru teşkil etmez. A yrıca bu m übarek ağacm ver­
diği bir kutsallık havası va r ki önem le bunun üzerin­
de duruluyor. Evet Tûr-i Sina’daki m ukaddes vadinin
izlenimi. Tûr-i Sina Arabistan’a en ya k m olan ve zey­
tin yetişen bir yerdir. Kur’an-ı K erîm ’de bu noktaya
pek çok kereler işaret edilir. V e b u n ok ta üzerinde du­
rulur. Bir başka âyet-i kerim e’de şöyle buyuruluyor-
((Tûr-i Sina’da çıkan bir ağaç.» B ilindiği gibi zey­
tin ağacı çok verim li bir ağaçtır. H em de çok yaşar.
Yağmdan, odunundan, m eyvesinden ve yaprağmdan
istifade edilir.
Bir kere daha âyet-i kerîm e bu örn eğin aslı olan
büyük gerçeği hatırlatm ak için büsrük m odelden aslı-
na dönüyor. Hem bu ağaç oldum olasıya bir ağaç de­
ğildir. Y eri ve yönü yoktur. Sırf anlaşılabilir hale ge­
tirmek için verilm iş bir misâldir : «Güneyin doğduğu
yere de battığı yere de nisbeti olmayan)) Onun yağı, bi­
linen görülen zeytin 3mğTanndan değildir. Bir başka yağ­
dır bu. Çok garip, bu acayip bir yağ : görmese da­
hi nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak^ Öyle şeffaf, öy­
le aydmiık ki yağın kendisi yanmadan bile aydmlatacak
durumda. uAieş değmese dahi. Nûr üstüne nurdur.)) Ve
böylece biz neticede yine o engin, o derin nûr uımnanı-
na dalmış bulunuyoruz.
Göklerin ve yerin karanlıklarını aydınlatan bir nûr-
dur bu. M anasını, m ahi3retini ve derinliğini kavrayama­
dığımız bir nûrdur bu. Bu nûru kavramak ve derinliğine
bilgi sahibi olm ak için çırpım p duruyor insanr^lu; «41-
lah dilediğini nuruna kavuşturur.)) Gönlünü nûra açan­
lar o nûru görü rler. Zira bu nûr göklere ve yere yayıl­
mıştır. G öklerden ve yerden Coşar. Göklerden ve yer­
den durm adan fışk ırır. Bitmek tükenmek bilmez, tutul­
mak nedir k abu l etm ez, gizlenm ek nedir bilmez. Bir
gönül nereye yön elirse yönelsin o nûru görür. Bir şaş-
km nerede olu rsa olsun o nûru görünce doğru yolu
bulur. Bir kalp nerede o nûra bağlanırsa Allah’a vâ­
sıl olur...
A llah’ın nûrunu zihinlere yaklaştırmak için ve­
rilmiş bir m isâldir bu. Zira o beşerin gücünün nereye
kadar varacağm ı en iyi bilendir.
«Allah insanlara misâller verir. Ye Allah her şeyi
bilir.)) (Nûr, 35) B u engin nûr, gökleri ve yeri kaplayan,
gökten ve yerd en coşan bu bitmez tükenmez nûr, gö­
nüllerin A llah ’a ulaştığı, Allah’ı gördüğü, Allah’ı ha­
tırladığı, A lla h ’tan korktuğu ve hayatm bütün alda­
tıcılıklarından sıyrıla ra k kendisini Allah’a adadığı A l-
lah’m evlerinde ortaya çıkar, gözükür.
R A H İSIÂ N

Rahmân’ın insanlığa rahmetinin en büyük sah­


nesi olan bitmez tükenmez nimet... Kur’an... Varhğm
temel kanunlanm n en mükemmel ve en doğru tercü­
manı... Gök 3iüzünden indirilmiş en büyük dünya niza­
mı... Ona bağlananları büjnik varlık manzumesine
bağlayan ve inançlarını, düşünce sistemlerini, değer
ölçülerini, nizam ve hayatlarmı, varhğm üzerine ku­
rulu olduğu değişmez esaslar üzerine oturtan... İnsan­
lara kâinat kanunlariyle kolayca anlaşıp uyuşma im­
kânını veren ilâhı eser...

Onların his ve duygularını bu güzelim kâinat kar-


şısmda açık tutup on u ilk defa görüyorlarmış gibi sey­
rettirerek, hem kendi varlıklarım hem de çevrelerinde
bulunan kâinatm varhğm ı yeni bir duyguyla kendile­
rine gösteren bu K ur’an’dır. Kur’an, çevrelerinde bu­
lunan her şeye b ir canlılık, bir dirihk verir. Ve o şeyler
insanla karşılıklı bir anlayış ve dostluk havası ku­
rarlar. V e 6 zam an insanlar kendilerini dostlar ve ar­
kadaşlar arasm da bulurlar, yeryüzünde seyahat ettik­
leri sürece nereye gider ve nerede yaşarlarsa...

Kur’an, onlarm yeırüzünün halifesi olduMaruu,


AUah’m ikram ına nail bulunduklarmı, göklerin, ye-‘
rin ve d a ğla n n k açm ıp tahammül edemediği emaneti
onlarm taşıdıklarm ı belirterek insana yüce in.sanhk
hedefini gösterir. İnanmış, olmaktan dolayı sahip ol­
duğu 3TÜce değerini vurgular. O îman ki insanlann ru-
bundaki üâhî nefesi birden bire canlandınverir. Ve in­
san üzerindeki en büyük nimeti gerçekleştirir..
Bunun için zaten sûre-i celîlede K ur’an ’m öğretil,
mesi insanm yaratdışmdan önce sözkonusu ediliyor.
Çünkü ancak insan denilen bu varlığın insanlığı Kur’-
ân’la gerçekleşir:
mînsanı yarattı.y>
nOna beyam oğretti.y) (Ralınıân, 3-4)
Bir süre için insanın yaratılışını bir kenara bıra­
kalım, zira İleride bu konu tekrar gelecektir. Ve bura­
da zikredilişinin, sebebi de insana öğretilen beyana
konu teşkil etmesidir.
Görüyoruz ki insanoğlu başkalarıyla konuşuyor,
sözlerini ifade ediyor, anlamıyor ve uyuşuyor. Ve biz
bu gerçeğe uzım süredir alışkm olduğum uzdan bn
İlâhî lütfün azametini ve bu harikanın büyüklüğünü
unutuyoruz. Kur’an bizi o gerçeğe döndürüyor. Ve
değişik yerlerde o gerçeği düşünebilm em iz için uyan-
yor.
Nedir insan? Aslı nedendir? Nasıl başlamıştır var­
lığı? Ve ona beyan nasıl öğretilir?
insan denen bu canlı hücre küm esi başlangıçta bir
hücre olarak ana rahminin duvarlarm a yapışıp haya
ta başlar. Henüz o zaman güçsüz, zayıf, basit ve de­
ğersiz bir hücredir. M ikroskopla görü lü r ancak. Belli
belirgin bir hali vardır. Bir süre sonra bu hücre bir
cenin haline gelir. Evet m ilyonlarca hücrenin kaynaş­
tığı bir cenin. Kemik hücreleri, ilik hücreleri, sinir
hücreleri, kas hücreleri ve deri hücreleri, sinir hücre­
leri, kas hücreleri ve deri hücreleri. V e bu hücrelerden
organlar meydana gelir. D uygu organ ları oluşur. Beş
duyu dediğimiz o büyük harika başlar çalışmaya. Ku­
lak, göz, tat, koku ve dokunm a d u y g u la n . Sonra...
Evet sonra en bû3nik harika teşekkül eder. En büyük
sır ortaya çıkar. İdrâk ve beyan... Şuur ve ilham...
Hepsi o belli belirsiz ana rahminin duvarlarına ya­
pışmış olan güçsüz, basit, küçük ve değersiz hücreden
meydana gelir.
Nasıl? Ve nereden? Rahman taralmdan... Ve Rah-
man’m eseri olarak. Öyleyse şimdi beyanm nasıl oldu­
ğunu görelim. uAllah sizi, siz birşey bilmezken anneleri­
nizin kanvlarm dan çıkardı. Ve size kulak verdi, gözler
verdi gönüller verdi.» (Nahi, 78)
Doğruyu söylem ek gerekirse insanm konuşma me­
kanizması son derece şaşırtıcı bir mekanizmadır. Dil
ve dudaklar. Diş ve damarlar. Gırtlak ve ses telleri.
Akciğerler... H epsi birlikte ortak bir faaliyete girişerek
beyan zincirinin bir aleti olan konuşmayı ve ses çı­
karma olayını m eydana getirirler. Bu saydıklarımız
son derece şaşırtıcı unsurlar olmakla beraber sinir­
ler, kulak ve beyinle ilgili bulunan bu çok girift hadi­
senin sadece m ekanik yönünü temsil eder. Sonra işe
akıl karışır ki biz onun admdan başka bir şeyini bil­
miyoruz. M ahiyetini ve hakikatini kavrayamıyoruz.
Nasıl çalıştığını ve ne yaptığmı bümiyoruz. Konuşan
birisi bir kelim eyi nasıl konuşur?...
Bu olay gerçek ten girift bir operasyondur. Merha­
leleri pek çoktur. B irçok adımlar karışır işe ve birçok
mekanizma faaliyet yapar. Şu ana kadar bile bu mer­
halelerin ve m ekanizm alarm birçok noktası meçhul­
dür. Her şeyden önce belirli bir hedefi gerçekleştirmek
için seçilecek sözün söylenme ihtiyacı duyularak baş­
lar işe. Bu duygu nasıl olduğunu bilmediğimiz bir bi­
çimde zihinden akla veya ruha geçer. Yani duyu me-
kanizmamızm m erkezi olan be3dne... Denilir ki beyin
sinirler yolu yla dile istenen sözü söyleme emri gönde­
rir. Ama bu söz bile A llah’m insana bir lütfü ve O’nun
öğrettiği şey. Bu esnada akciğerlerde saklı bulunan
bir miktar hava gırtlaktan geçerek ses tellerine ula­
şır. V e gırtlaktaki ses tellerini oynatır. Ses tellerinin
yapısı ise a y n bir hayret, ayrı bir incelikle doludur.
K i insan yapısı olan hiçbir ses aleti vey a telli çalgıyla
kıyası kabü değüdir. Çeşit çeşit nağm eler çıkaran ses
aletlerinden hiçbirisi ona uym az A kciğerlerden gelen
hava gırtlakta akim istediği biçim de sesler çıkarır...
Alçak veya yüksek... Hızh veya ya vaş... Sert veya yu­
muşak... Kart veya tiz... Ve daha yığınlarca ses bi­
çimlerinden birisini. Boğaz, dil, dudaklar, dişler da­
maklar birlikte çıkarırlar. V e bunların değişik şekil­
ler almasıyla değişik yerlerden h arfler çıkarılır. Dilin
her hareketine göre a y n tonda h a rfler m-eydana ge-
Ur. Belirli tondaki bir sesi çıkarm ak için belirli şekil­
de eğilip bükülmesi gerekir. Basılıp kaldırılm ası ica-
beder. îşte bütün bu m ekanizm a b ir kelim eyi mey­
dana getirmek için çalışır... Bundan sonra terim var­
dır, konu vardır, düşünce vardır, geçm iş ve gelecek
fikirler vardır. Ki her biri bam başka bir âlemi dile ge­
tirir. Ve bu gariplikler insan bünyesinde kendiliğinden
meydana gelir. Rahman’m eseri olarak ... Rahman’m
fazl-u keremi olarak...
Bilâhare âyet-i kerîme R ahm an’m bilumum kâi­
nat sahnesindeki nimet ve delillerini sergilem eye baş-
hyor.
«Güneş de, ay da bir hesaba göredir.» (Rahman, 5)
Oradaki ince ölçü, m untazam oluş ve hareketler
insan kalbini dehşet ve ürpertiyle doldurur. İnsana bu­
radaki işaretin azametini ve ihtiva ettiği derin gerçek-
leri anlatır. Şüphesiz ki güneş gök yü zünde bulunan
cisimlerin en büyüğü değildir. însanlarm henüz hudu­
dunu bile bilmedikleri fezada m ilyarlarca yıldız var­
dır. Ve bu yıldızlardan birçoğu güneşten çok daha bü-
yrüktür. Isısı ve ışığı daha çoktur. Büyrük ayı’daki Ciri-
us yıldızı güneşten yirmi kere daha ağır, ışığı da gü­
neşin ışığından elli defa daha fazladır.
Arcturus yıldızm m hacmi ise güneşin hacminin
seksen katı, ışığı güneşten bin kat daha fazladır. Sü­
heyl 3nıldızı ise güneşten ikibinbeşyüz defa daha kuv­
vetlidir. Vs.
Şu kadarı var ki, bize nisbetle en önemli yıldız gü­
neştir. Çünkü bizim gezegenimizin sakinleri güneşin
ışığmda yaşar, ısısından istifade eder, yörüngesinde
bulunurlar. A y da böylee. Dünyamızm bir küçük uydu­
sudur ama dünyanm hayatmda kuvvetli tesirleri var­
dır. Denizlerdeki m ed ve cezir olayınm en büyük ami­
lidir.
Güneşin hacm i, ısı derecesi, bizden uzaklığı, takip
ettiği yöıdingesi, keza aym hacmi, bize uzakhğı ve yö­
rüngesindeki hareketlri son derece ince bir ölçekle en
mükemmel şekilde ölçülüp hesaplanmış; yeryüzünde
hayatm gerçekleşebilm esi için tesirleri dikkate alm-
mıştır. A 3m c a fezadak i diğer yıldızlarla olan durumu
da gayet iyi hesaplanmıştır.
Biz bu ince hesabın üzerinde yaşadığımız gezegen­
le ve bu gezegendeki canlıhkla ilgili bazı noktalarını
ele alahm.
Güneşin dünyam ıza uzaklığı 92,5 milyon mil civa-
rmdadır. (Y aklaşık olara 64.950.000 km. kadar). Şayet
güneş bu m esafeden biraz daha yakm olsaydı yeryü­
zü tutuşur, erir v e y a fezaya yükselen bir buhar hali­
ne dönüşürdü. Bu m esafe biraz daha uzak olsaydı
yeryüzünü bu zlar kaplar ve ne kadar canlı varsa öl­
dürürdü. Bize ulaşan güneş ışığı güneşin ısısınm iki
milyonda birin i aşmaz. V e bu derece küçük miktarı
bizim hayatım ıza elverişlidir. Şayet Şi’ra 3nldızı büyük­
lüğü ve parlaklığıyla güneşin bize bulunduğu mesafe­
de bulunacak olsaydı, yer yuvarlağı buhar haline ge­
lir ve yok olurdu. Ayın da yeryüzüne nisbetle uzaklı­
ğının ve hacminin tesiri bu şekildedir. Şayet ay şim­
dikinden daha büyük olsaydı dünyadaki denizlere tat­
bik ettiği çekim gücü yeryüzünü tufana vererek su
salgmlarma sebep olurdu. Şayet A llah ’ın bir kıl kadar
büe şaşmaz ölçüsünde bulunduğu durum dan biraz da­
ha yakm olsaydı netice yine aynı şekilde olurdu.
Güneşin ve aym dünyamıza uyguladığı çekim gü­
cünün de yeryüzünün dengesinde ve bu akılları durdu­
racak feza boşluğundaki hareketlerinin kontrolünde
ayn bir yeri vardır. Akılları durduran fe za boşluğun­
da bizim içinde bulunduğumuz güneş manzumesi sa­
atte yirmi bin millik bir hızla Lyr burcundaki Vega
yıldızına doğru hareket etmektedir. Buna rağm en mil­
yonlarca yüdız. akışmda başka h içbir yıldızla çatış-
mamakta, çarpışmamaktadır.
Korkunç feza boşluğunda h içb ir yıldız kendi yö­
rüngesinden bir kıl payı ayrılm az. H acim ve hareket
halindeki denge ve nizam en u fa k bir şekilde bozul­
maz. Ne doğru söylüyor v-güneş de, ay da hir hesaba gö­
redir» buyuran yüce Allah.
((Bitkiler ve ağaçlar O’na secde eder.» (Hahman, 6)
Bir önceki âyette kâinattaki bü 3rük ö lç ü ve hesaba
işaret edilmişti. Burada ise kâinatm hareketlerine işa­
ret edilmektedir ki son derece d u yg u yü k lü gerçekle­
ri ihtiva etmektedir.
Şüphesiz ki bu m evcudatm ilk kaynağıyla, onu
yoktan vareden yaratıcısı arasm da ibad et v e kulluk ir­
tibatı vardır. Bitki ve ağaç bu ilişkinin ik i örneğini
teşkil eder.
Kâinat, hayat ve ruh sahibi bir yaratıktır. Bu ru­
hun şekli ve görünümü, hayat d erecesi varlıktan var­
lığa değişir am a gerçekte hep birdir. B eşer kalbi es­
ki çağlardan beri b u kâinatta canlanan hayat gerçeği-
ni idrâk etmiş, kâinatm ruhuyla yaratıcısma yöneldi­
ğini içten gelen bir ilhamla anlamıştır. Ne var ki, bu
gerçeği duygularm ve tecrübelerin mahkûmu bulu­
nan sınırlı akıl ölçeğiyle ölçmeye kalkışınca onu kay­
betmiş ve görm ez olmuştur. Son zamanlarda kâinatm
yapısındaki birlik gerçeğini tekrar yakalamışsa da
onun ruhî gerçeklerinden habersiz olduğu için hâlâ
çok uzaklarda dönüp dolaşmaktadır.
Bugün ilim, kâinat binasmm temel yapısmm atom
olduğımu v e atom un gerçekten ışıktan ibaret bulun­
duğunu kabul etmektedir. İlmin eğilimine göre kâina-
tm ana kaidelerinden birisi harekettir. Ve harekette
kâinattaki bütün varlıklar ortaktır. Öyleyse bu hare­
ketle kâinat nereye yönelmektedir?
Kur’an diyor ki, kâinat, özündeki hareketiyle ken­
disini yaratana doğru yöneltmektedir. Asıl hareket
budur. Bu hareketin dışa akseden tarafı özünün ifade­
sinden başka birşey değildir. Kur’an-ı Kerîm’deki bir­
çok âyetler bu hareketi nakletmektedir. İşte bunlardan
bazıları; ^Bitkiler v e ağaçlar O’na secde e d e r le r .(Rah­
man, 6)
«Yedi kat gökler ve yeryüzü ve içinde Imlunanlar
O'nu teşbih eder.» Hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile
teşbih etmesin. Fakat siz onların teşbihini anlamazsınız.»
(îsra, 44)
«Görmez misin ki göklerde ve yerde bulunanlar ve
dizi dizi kuşlar Allah’ı teşbih eder. Hepsi de duâ ve teşbi­
hini öğrenmiştir.» (Nûr, 41)

Bu gerçeğin düşünülmesi kâinatm duâ ve teşbihi­


nin izlenmesi insan kalbine bambaşka bir huzur verir.
Ve insana çevresinde bulunan her şeyin canlı duygu­
lara sahip olduğunu, kendisiyle birlikte yaratamna y ö­
neldiğini bildirir. V e o zaman insan eşyanm ruhuyla
hem dem olur, onlarla düşüp kalkar ve dost olur. Bu
işaretler çok uzaklara ve derinliklere tem as etmek­
te d ir :
iiGöğü yükseltmiş, ölçüyü koymuştur.
Tarttda haksızlık etmeyin.
Tartıyı doğru yapın, tartılanı eksik yapmayın diye.it
(Rahman, 7-9)

Kur’an-ı Kerîm'deki diğer işaretler gibi burada da


semaya işaret, gafil kalpleri uyarmak, alışkanlığm ka-
t,ılığından kurtarmak, kâinatın azam eti ve güzelliği
karşısmda harekete geçirerek, onu yaratan kudret eli­
ni düşündürmek maksadıyladır.
Gök denilince ne kastedilirse edilsin g öğ e işaretle;
şının bilinmeyen milyarlarca sem avî cism in içinde îmz-
düğü ve birbiriyle karşılaşmadığı, h içbirinin diğeriyle
çarpışmadığı akılları durduran k ork u n ç uzay boşlu­
ğuna dikilmektedir gözler. Zam an olu r gökyüzündeki
cisiınlerin sayısı milyara ulaşır ki herbirisi bizim güneş
sistemimizin de mensubu bulvmduğu galeksi (Saman­
yolu) kümelerinin büyüklüğünde v e bizim güneşimiz­
den binlerce defa daha büyük v ey a k ü çü k varlıklar
kapsamaktadır. Bizim güneş sistem im izin çapı 1,3 mil­
yon km^’dir. Bütün bu yıldızlar v e bütün bu geze­
gen sistemleri feza boşluğunda k ork u n ç hızla hareket
etmektedirler. Am a hepsi de birbirinden uzak, birbi­
riyle çarpışmadan ve karşı karşıya gelm eden boşluk­
ta yüzen zerreler gibi akıp gitm ektedirler.
Gökyüzünün bu dehşetengiz gen işliğine ve yüceli­
ğindeki azametin 3ranı sıra Allah, «.ölçüyü koymuştur.))
Hak ölçüsünü. Onu değişmez, k ararh ve sağlam olarak
yerleştirmiştir. Eşyanm ve şahıslarm o n a göre ölçül­
mesi için konmuştur. K âinatm düzeni bozulm asm , ni­
zamı sarsümasm, cehalete, arzu v e ihtiraslara tâbi
olunmasın diye. Bu mizanı insan fıtratına yerleştirmiş..
Kur’an’ın ihtiva edip de diğer peygamberlerin getirmiş-
olduğu bu İlâhî nizamda onu koymuştur.
Ölçüyü koymuş ki ^tartıda haksızlık etmeyin)) diye..
Aşın gidip ölçüyü bozmayasmız diye. ^<-Tartıyı doğru
yapın, tartılanı eksik yapmayın diye.)) Çünkü ölçü ve
tartı aşırı gitm em ek ve eksik yapmamakla yerleşir an­
cak. Böylelikle yeryüzünde ve beşer hayatmdaki hak
ile kâinatın yapısı ve mizanı birbirine bağlanıyor. Bü­
tün bu gerçekler A llah’m vahiy ve nizammın indiği yer
olan m anevî m ânadaki gök3rüzü üe alâkalı oluyor. Ve
bu iki m efhum insan hissine ayrı bir tesir yaparak
ayrı bir duygu veriyor.
«Ferz insanlar için yaratmıştır.
Orada m eyveler, salkımlı hurma ağaçlan vardır.
Yapraklı taneler ve kokulu otlar.)) (Rahman, 10-12)
Biz uzun süredir yeryüzüne yerleşmiş ve onun
gerçeklerine yakm iık kazanmış ve dünya üzerindeki
yerimize alışmış olduğumuzdan ötürü yeryüzünü in­
sanlar için v a r etmiş olan kudret elinin azametini his­
sedemiyoruz. H âlbuki o el bizim farkına varmadığımız
ve azametini dikkatim izin çekmediği bir rahathk ve
kolaylık içerisinde m ümkün olan en son derecede bizi
buraya yerleştirmiştir. Biz Allah’m bu nimetindeki
azameti ancak zam an zaman meydana gelen bir yer
sarsmtısı v ey a volkanik patlamayla anlayabiliyoruz.
Bu gibi hadiseler ayağımızm altmdaki rahat yerimizi
kaydırıp atarak sarsıyor, tiril tiril titretiyor. Ve işte
o zaman anlıyoruz Allah’ın bizi bu yeryüzüne yerleş­
tirmesindeki nim etin değerini.
Halbuki insanlar, üzerinde yerleşmiş oldukları
dünyaya bir göz atacak olsalar, bir an bile durmadan
bu gerçeği düşünm ek ihtiyacım hissederler. Evet üs­
tünde yaşadığımız bu dünya engin boşlukta yüzen ba­
şıboş bir zerre gibidir. Bu mutlak boşlu ğa fırlatılmış
yüzüyor. Kendi ekseni etrafında saatte bin mil, bunun
yanısıra güneşin çevresindeki yörüngesinde de saatte
altmışbin mil hızla dönüyor. Bu arada güneş ve güneş
manzumesiyle birlikte gökyüzündeki Lyr burcunda bu­
lunan Vega yıldız kümelerine d oğru saatte yirmi bin
millik bir hızla uzaklaşıp gidiyor.
Doğrusu insanlarm kafalarını verip bu korkunç
süratle uzay boşluğunda akıp giden bu zerrenin üze­
rinde olduklarım, Allah Teâlâ’nın kudretinden başka
hiçbir şeyin kendilerini tutm adığını bilm eleri; kafa­
ları ve gözleriyle oraya bağlanıp kalm aları, ruhları ve
bedenleriyle tiril tiril titremeleri için kâfidir. Kendi­
leri için bu yeryüzünü döşeyen ve b u derece kararlı
küan biricik Kahhar’a dayanm aları için yeterlidir.
Yüce AUah. hem kendi ekseni etrafm da, hem de
güneşin çevresindeki yörüngesinde dönen güneş man­
zumesindeki diğer uydularıyla birlikte hayret verici
bir hızla dönen bu gezegen üzerinde insanların hayatı-
m temin etmiş, yiyeceklerini n zık la rm ı takdir buyur­
muştur. Burada bunlardan bilhassa salkım lı hurma
ağaçlanna yer verilmektedir ki m eyvesinin yanı sıra
duruşunun güzelliğine de işaret edilsin. Yapraklı ta­
nelere ve kokulu otlara işaret edilm ektedir ki birinci­
si hayvanlar için yiyecek olur, İkincisi d e güzel koku
saçar. Bunlar bir çeşit bitkilerdir. Bir kısm m ı insan
yer, bir kısmmı hayvan. Bir kısm m dan d a güzel güzel
koku saçılır.
Allah’m nimetleri ve âyetlerinin sayıldığı bu bö­
lümde : Kur’an’m öğretilmesi, tnsanm yaratılması, be-
yanm öğretilmesi, güneş ve a y m bir h esaba göre tan­
zim edilmesi, göğün yükseltilerek m izan m konulması,
yerin insanlar için varedümesi, yeryüzünde bulunan
meyveler, salkımlı hurm a ağaçlan, yapraklı taneler ve
kokulu otlar... Sayılıp döküldükten sonra bu noktada
kâinat çapında cinlere ve insanlara seslemliyor: «Öy-
leyken Rabbinisin nimetlerinden hangisini yalan saya­
bilirsiniz?» (Rahman, 13) deniliyor. Bu bir tescil için so­
rulan sualdir. Hangi insan, hangi cin böyle bir yerde
Bahraan’ın nimetlerini yalanlamaya kalkışabilir?...
ÂLEMLERİN
RABBİ

İslam’da Allah; yalmz müslümanlann rabbı de­


ğil bütün âlemlerin rabbidir,Kainattaki bütün var-
hklar Allah’a kulluk eder ve hamd ile onu teşbih
ederler.
Allah’m rahmeti her şeyi kuşatmıştu", Zavalh in­
sanlar Allah’a isyan ederek baş kaldırmaya çalışır­
lar. Farkmda değildir ki onun emrine boyun eğmek­
ten başka birşey yapma imkânına sahip bulmımu-
yorlar.
Müslüman, günde beş vakit Allah’a kulluk eder­
ken, O’nun âlemlerin Rabbi olduğunu ilân eder ve bu
ilâmn neticelerini günlük hayatında tatbik eder. Bu
konuda Seyyid Kutub şunları şöylüyor;

Her şeye şâmil olan mutlak rububiyet, îslâm aki­


desinin temellerinden biridir. uRabb)) demek, her şeyin
sahibi ve hâkimi demektir. Lügat manası ise efendi, ma­
lik demek olduğu gibi, terbiye ve islâh işlerini yapana
da «fîabb» denir. Allah Teâlâ’nm islâh ve terbiye yolun­
daki tasarrufu, mahlûkatm hepsine, yâni bütün âlem­
lere şâmildir. A llah Teâlâ kâinatı yaratıp da sonra
onu başıboş bırakmaz. Şüphesiz ki kinatı İslah ile ta-
sarrufda bulunup onu korur ve terbiye eder. Bütün
mahlûkat, âlemlerin Rabbi olan A llah (c .c )’ın gözeti­
m i altmda ve muhâfazasmdadır. Y aratan ve yaratılan
arasmdaki alâka her an ve her hâl-ü kârda mevcuttur.
Mutlak Rubbiyet öyle bir yol ayrım ı ki; bir yanda bü­
tün mükemmelliğiyle tevhid akidesi, öbü r yanda bu
hakikatm yokluğunda meydana gelen zifiri karanlık...
Çoğu zaman insanlar her şeyi vareden bir A llah (c.c.)’-
m mevcudiyetini kabul etmişler hazan da hayata hük­
meden çeşitli ilâhların bulunduğu inancına saplana­
rak gülünç duruma düşmüşlerdir. H albuki ezelî ve ebe­
dî olan AUah (c.c.) ancak O’dur. M uhtelif ilânlara ina­
nan bir takım müşriklerin sözlerini bize ;
nAncak tizi Allah’a yaklaştırmaları için bunlara ta­
pıyoruz.)) cümleleriyle hikâye eden K ur’an-ı Kerim, Ehl-i
Kitap hakkmda şöyle buyuruyor :
uHahamlanm, papazlarını Allah’ tan başka ilâhlar
ittihaz edindiler.)) (Tesvbe, 31)
îslânüyetin doğuşunda, yeryüzüne h âk im olan ca-
hiliyet inançlan çeşitli tanrılarla dolup taşmıştı. Bu
bâtıl itikatlara göre birtakım bü3iük ta n n la rm yanmda
birçok küçük tanrılar da yer alıyordu.
Burada, rubûbiyetin m utlak olarak zikredilm esi ve
bu rubûbiyetin bütün âlemlere şam il olm ası, inançlar­
daki nizamla nizamsızlığm a3m h ş n ok tasm ı teşkil et­
mektedir. Bu mutlak rububİ3ryet bü tü n âlem lerin bir
tek Allah’m mutlak hakimiyetini ik ra r edip O ’na yö­
nelmesi için zikredilmiştir. Böylece insanoğlu, omuzla-
rm a bir kâbus gibi çullanan çeşitli tanrılara inanma
külfetini omuzlarından atmış ve çeşitli ta n n la rm mah­
kûmiyetinden kendini kurtarmıştır. D aha sonra ise bu
âlemlerin Allah’ın (c.c.) idâre ve inâyeti altında ol­
duğuna tam kanaat getirerek iç h u zu ru n a kavuşmuş­
tur. Arkası kesilmeyen, bitm eyen, ek silm eyen bir yar­
dım... Yoksa Aristo’nun en ileri felsefî dü şü n ce olarak;
«Tanrı bu kâinatı yarattı. Bundan sonra bıraktı, ona
ehemmiyet verm edi. Zira Allah daha aşağı olan bu
âlemle uğraşm aktan âlidir. O ancak kendi zâtmı dü­
şünür.» diye ileri sürdüğü gibi değüdir!... Aristo ise
bu görüşüyle filozofların en büyüğü, en üstünü, in-
sanlann e n akıllısı kabul ediliyor (!). İslâmiyet geldiği
zaman bu âlem, çeşitli fikir cereyanlan, muhtelif ve­
himler ve efsânevî, felsefî görüşler üzerine oturmuş,
bir inançlar yığm ı halindeydi .. .Hak ve bâtıl ayırt edi­
lemiyor, gerçekle taklit birbirine kanşımş, din hurâ-
felerle dolm uş ve felsefî efsânelerle boğuşuyordu,..

Bu korkunç yığıntılar ve çalkantılar karanlığı için­


de bulunan insanoğlunun başı dönmüştü. Bütün bu
fikir kaynaşm alarm da kendine çıkar bir yol bulamı­
yordu. Ne bir ışık, ne bir gönül rahatlığı.,. Ne de ken­
disini huzurla kanatları altma alan bir sığmak... Bu
şaşkınlık beşer düşüncesini kıskıvrak sarıp öyle bir
hale getirmişti ki; insan ne Allah’ım doğru dürüst bu­
labiliyor, ne de A llah ’la arasmdaki münasebeti bilebi­
liyordu... İnsanm A llah’a karşı tutumunun ne olacağı­
nı da kavrıyam ıyordu. Bütün bunlarm cevabı meçhul­
dü. Bu körlüğün, bu şaşkmhğm ve bu ağır kâbusun
ağırlığmdan kendini kurtarıp da kesin bir aydmiığa
kavuşamıyan, kendini yaratan îman etmediğinden do-
la3n O’nun sıfatlarm da berraklığa ulaşamayan, vicda-
nmm, ne bu kâinat, ne kendi varlığı, ve ne de varlığıy­
la alâkalı hayat nizam ı hakkında huzur sükûna eriş­
mesi m üm kündü.
İhsan, bu vahim bunalımı görmeyince sükûnun en
derece zarurî olduğunu anlayamaz. Halbuki, İslâmi­
yet geldiği zam an batıl inançlar, asüsız düşünceler, ef­
saneler, felsefî fikirler, evham ve hurafeler, beşer vic-
danmı korkunç şekilde baskı altına almıştı.
Burada, bu sapık fikirlerin ancak pek cüz’i bir
kısm ı zikrolunuyor. Bundan dolayıdır ki; İslâm’ın ilk
ehemmiyet verdiği husus; inanç hürriyeti, Allah Teâlâ
ve O’nun sıfatları hakkında beşer vicdanınm sükûn
bulmasmı temin edecek şekilde fik ri nizam ve Allah’ın
mahlûkatı ile olan alâkasmmı ve m ahlûkatın da Al­
lah’a karşı olan durumunu kesin şekilde tesbit etmek­
ti.

İşte, bunun için, her şeyi içine alan berrak ve


uzak-yakm bütün şek ve şüphelerden ârî, tevhid akide­
si İslâmiyet’in getirdiği temel fik ir oluyordu. Bütün
karanlıklardan temizleninceye kadar, tevhid akidesi
etrafmdaki her türlü şüphe ve şaibeleri araştırıp hiç­
bir surette vehme giriş kapısı bırak m ayacak şekilde
tevhidi yerleştirerek gönülleri on u n la parlatm aya de­
vam etti... Kezâ gerek beşerin hareketlerinde, gerek
insanlarm vicdanlanhda bu m ühim m eselenin meyda­
na getirdiği o büyük tesirlerle ilgili hususlarda... Ev­
ham ve hurafelerin çöktüğü gibi felsefe v e akidelerin
de çöküp kaldığı o bataklığm en m ühim 3nğm tılan kar-
şısmda İslâm aym açıldıkla A llah’m sıfa tla n ve mut­
lak Rububiyyet hususunda da k at’i sözünü söyledi...
Kur’an âyetlerinin bir çoklarında görü lü yor ki; Allah
Teâlâ’nm zât ve sıfatlan hakkm da v e m ahlûktıyla olan
alkası hususunda kesin sözü söylem ek v e hakkı, ka­
bul ettirmek için Islâm büyük g a j^ etler sarfetmiştir.
îslâm’m bu hususlara niçin fazla ehem niyet verdiğini,
insanoğlunun iç âlemine giden y o lla n n için böyle ince­
lediğini ve bu konula.r üzerine n için dikkatle eğildiğini
anlamak için, beşeriyetin üstüne k âbus gibi çullanıp
onu şaşkma çeviren batıl inanç v e fik ir yığm larm ı in­
celemek, Islâm’m sarfettiği bü 3aik g a 3n:eti takdir et­
meğe kâfidir.
Nitekim İslâm akidesinin meydana getirdiği bu
büyük inkılâp sayesindedir ki, insan vicdanı hürri­
yete, kavuşm uş ve çeşitli vehimlerden, efsânelerden
uzaklaşarak birçok ilâha tapmak sapıklığmdan kur­
tulmuştur... Bu akidenin güzelliği, mükemmeliyeti, in­
sicamı ve temsil ettiği büyük hakikati anlatıştaki ko­
laylığı. akla ve kalbe tam bir vuzuhla hitap edişi ve
bilhassa ilâhı hakikatin âlemle olan alâkası ancak ca-
hiliyet devrinin dalâlet içinde boğulan inanç, fikir, ef­
sane ve felsefe hercümercmi tetkikten sonra anlaşıla­
bilir...
G örülüyor ki; İslâm akidesi rahmetten başka bir
şey değildir. A kim ve kalbin hakiki rahmeti o...Güzel­
likle kolaylığı temsil eden rahmet o. însicâmm, sade­
liğin, yakm iık ve ünsiyetin mümessili o. Ve fıtratla
yakın alâkası bulunan yeğâne rahmet yine odur...

Rahmetin bütün manalarmı, bütün vasıflarını ve


bütün sahalarını kaplayan bu sıfatlar şümullü rubu-
biyyetin bâriz alâmetini te’kid etmek, Rabb ile kullan,
yaratıcı ile yaratılm ışlar arasındaki o devamlı bağhh-
ğm esaslarını tesbit etmek için...
Allah Teâlâ’n m insanda hamd ve sena zevkini ar­
tıran bu rahm et ve riayet alâkası aym zamanda sevgi­
nin ve gönül rahatlığının da kaynağıdır. Şu halde bu
bol rahmete karşılık hamd etmek fıtri bir vazifedir.
İslâmiyet’te A llah Cc.c.) eski Yunan efsânelerinde
hikâye edilen «Olimpos ilâhlan» gibi kuüanna karşı
gazaba gelip onları düşmanca takip ederek mücadele­
ye girişmez ve A hd-i kadîm (Tevrat)’daki tekvin cü­
zünün onbirinci bölümünde, uydurma «Babil kulesi»
hikâyesininde anlatıldığı gib i kullarına karşı hileler
hazırlayıp onlardan intikam alm aya çalışmaz. (1)

(1) Babil hikâyesine göre: İlk zamanlarda insanlar tek lisan,


tek lûğat kullanırlardı. Dünyanm doğusuna göç edip ora­
da Şin’ar denilen bir bölgeye yerleşen bu insanlar birbirle-
rineı «haydin çamurdan kerpiçler yapıp ateşte pişirelim»
dediler. Halbuki daha önceleri taş yerine kerpiç, çamur
yerine zift kullanırlardı. Kerpiçleri yapm ca bu defa; «Hay­
di kendimize bir şehirle göklere yükselen bir kule kuralım
ve birbiıimizS kaybetmemek için kendimize adlar koyahm»
dediler.
Derken, Ademoğullarının yaptıkları kuleyi görmek için
Rab indi ve durumu g ö rü n ce: «Tek lisan konuşan bir mil­
letin elbette ki ilk işi bu olur. V aziyet gösteriyor ki bun­
lar böyle istedikleri şeyi yapacaklar ve önlerine durulma­
yacak. Gelin, bunlann birbirlerinin sözünü duymamalan.
için lisanlarını karıştırıp buradan uzaklaşalım» dedi.
Rab, onları buradan uzaklaştırıp yeryüzüne dağıttı ve
şehri kuramadılar. îşte bundan ötürüdür ki buraya Babil
(kanştınimış) dendi. Çünkü, Rab, lisanı burada karıştıra­
rak onlan yeryüzüne dağıttı.
ALLAH’IN
LÜTFÜ

u-Size, geceyi dinlenesiniz diye, karanlık ve gündüzü


çalışasınız diye aydınlık olarak yaratan Allah'tır. Doğ­
rusu Allah insanlara karşı lütufkârdır. Ama insanların
çoğu şükretmezler.
İşte her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah budur.
O’ndan başka tanrı yoktur. O halde nasıl olup da döndü­
rülüyorsunuz?
Allah’ın âyetlerini bilerek inkâr edenler işte böyle
döndürülür.
Sizin için yeri durak, göğü bina eden, szze şekü ve­
rip de, şeklinizi güzel yapan, sizi temiz şeylerle nzıklan-
dıran Allah’ tır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Âlem­
lerin Rabbi olan Allah ne yücedir!
O, daimî yaşayandır. O’ndan başka hiç bir tanrı yok­
tur. O halde O’na, dininde ihlâs ve samimiyet erbabı ola­
rak, hamdolsun, kâinatın Rabbi olan Allah’a diyerek
dua edin.y» (Mü’mân, 61-65)
Gece ile gündüz, tabiî hadiselerin birer görünü­
müdür. K eza y er ile gök de birer tabiî yaratıklardır.
Bunlar, A llah’ın beşeri şekillendirip ona güzel bir bi­
çim verdiğinin yanında kendilerine temiz şeyleri rı-
zık olarak lütfettiği gerçeği ile birlikte zikrolımmak-
tadır. V e bunların hepsi AUah’m insanlar üzerindeki
nimet ve kerem ini beyan sadedinde ve O’nun vahda­
niyetini, dinde ihlâs ve samimiyetin önemini izah ma-
kammda beyan edilmektedir. Bu hal, bu tezahürler,

97K
bu yai'atıklar ve bu mânalar arasındaki irtibata, bun­
ların birbiriyle olan alâka ve m ünasebetlerine ve bü­
tün bu incelikleri iyice düşünm ek lâzım geldiğine de­
lil teşkil etmektedir.
Kâinatm Allah Teâlâ tarafm dan bu kaide üzerine
kurulup sonra da O’nun koyduğu kan u n a uygun hal­
de yürümesidir ki, yeryüzünde hayatın vücuda gel­
mesine yol açmış ve onun gelişerek tekâm ülünü sağ­
lamıştır. Nitekim bildiğimiz şekliyle insan hayatını
meydana getiren ve onun m evcudiyetinin ve tabiatmm
muhtaç olduğu şeyleri, arzu ve ih tiyacm a u ygun biçim­
de vareden etken de işte bu ezelî kanundur.
İşte bu kanun ve bu kaidedir ki; gecey i insan için
bir mesken, bir rahathk ve dinlenm e vesilesi; gündüzü
de aydınhk, görmeğe, gezm eğe m üsait kılan; yeiTdizü-
nü yaşamaya ve çalışmaya elverişli b ir karargâh, göğe
de sarsılıp muhkem bir bina ya pa n ... E ğer bu ölçüler­
de az bir sapma vuku bulsa, yeryüzünde insanm varli-
ğmdan söz edilemezdi, hattâ bütün hayatın varlığm-
dan bile...
A3mı İlâhî kanundur ki tertem iz rızıklarm yer­
den yetişmesini, gökten inmesini tem in etm iş ve bu n-
zıklardan, AUah’m kendisine şekil verip en güzel bi­
çimde yarattığı ve ona bu varhğm m ahiyetine uygun
ve içinde —bÜ3nik mevcudatla alâkalı olarak— yaşa­
dığı şartlara elverişli nice özellik v e kabiliyetler bah­
şettiği bu insanm istifadesini m ü m kü n kılmıştır.
Görüldüğü üzere bunlarm hepsi, birbirine bağlı
olan varlıklardır. Dolayısıyla K ur’an-ı K erîm bunları
a3mı yerde, böylesine u3rumlu bir üslup ile zikretmek­
tedir. Bunlardan, yaratıcm m birliğine delil çıkarmak­
tadır. Sonra da insan kalbini bunların gölgesinde yal­
nız Allah’a ibadet ve duâ etmeğe, aAlemlerin RaVbi olan
Allah'a hamdolsuıu diyerek dinî vecibeyi ancak O’nun
yüce divanında yapmağa yöneltmektedir. Bu derece mü­
kemmel ve muntazam olarak bu mevcudatı emsalsiz
bir şekilde yoktan vareden Zâtm ancak «İZo/ı» olma3?a
lâyık olduğu gerçeğini karara bağlamaktadır. O’dur Al­
lah. Âlemlerin Rabbi. Böyleyken, nasıl olur da insanlar
bu apâşikâr Hak’tan yüz çevirirler?
Kâinatın benliğindeki bazı irtibat yönlerine ve kâ-
inatm insan hayatiyle olan alâkasma işaret eden hu­
suslardan bir kısmma kısaca temas edeceğiz. AUah’m
kitabmda özetlenen işaretler yönünde bir göz ataca­
ğız;
«Yerküresi kendi etrafmda güneşe karşı dönme-
seydi gece ve gündüz olmazdı.»
«Eğer arz kendi etrafmda şimdikinden daha hız-
h dönmüş olsaydı, bütün binalar yıkılarak darmada-
ğm olur, yeryüzü de parçalara bölünerek o da fezada
dağılır giderdi...»
«Eğer yeryüzü kendi çevresinde şimdikinden daha
ağır dönmüş olsaydı, sıcaktan ve soğuktan bütün in­
sanlar ölürdü. Yeryüzünün kendi çevresinde bugün­
kü bilinen hızıyla dönmesi, öylesine ince ve engin he­
saba göre ayarlanm ıştır ki bu sür’at, yerde yaşayan
canlı ve bitkilerin hayatma, en geniş mânasıyle «yu-
gun» düşmektedir.»
«Arzm kendi etrafm da deveranı olmasaydı, bü­
tün deniz v e okyanusların su50i boşalmıştı.»
«Arzm m ihveri düzelmiş ve yeryüzü güneşin çev­
resindeki kendi yörüngesinde yürümüş olsaydı ne
olurdu? O zam an mevsim diye bir şey kalmaz ve in­
sanlar yaz nedir, kış nedir, ilkbahar nedir, sonbahar
nedir, bilmezlerdi.»
«Eğer yer-tabakası şimdi olduğundan birkaç kade­
me daha yüksekte olsaydı karbondioksit oksijeni emer
ve bitkilerin hayatı sona ererdi.»
«Eğer hava tabakası, olduğundan daha yüksekte
bulunsaydı, şimdi hava dışm da yanm akta olan mil­
yonlarca yıldızlann bir kısmı, y er küresinin bütün
parçalanna çarpardı. Bunlar saniyede takriben altı üa
kırk mü arasında bir hızla seyrettiğine göre bu yıl­
dızların, yanması kabil olan her şeyi yakm ası gayet
mümkündür. Eğer bunlar bir tabanca kurşunu hızıy­
la seyretmiş olsaydılar, elbette ki hepsi de yeryüzüne
çarpacak ve sonuç cidden pek k orkunç olacaktı. İnsa-
nm hali ise, onun, kurşunun hızm dan doksan kat faz­
la bir hıza sahip olan küçük bir yıldızla çarpışması,
sıcakhğmm etkisiyle param parça olm asm a yeterdi.»
«Meselâ havadaki oksijen yüzde yirm i bir yerine,
yüzde elli oranında olsaydı, yanm ası kabil olan cisim­
lerin tamamı alevlenirdi. ö y le İri, yıldırım dan çıkarak
bir ağaca isabet edecek olan ilk k ıvılcım derhal or-
mam saracak ve bir anda yan gm etra fa ya 3ulacaktı.»
«Havadaki oksijenin oranı yü zde on v e y a daha az
düşmüş olsa, belki bütün canlüam ı hayatı, asırlar bo­
yunca toprağa karışmış olacaktır. Fakat bu halde de,
insanlarm ahşageldiği medeniyet unsurlarm dan bir
kısmı, meselâ ateş gibi, bol m iktarda görülecek.»
Daha bu kâinatm öz yapısında öylesine ince bin­
lerce plânlanmış ayarlanrmş cihazlar v a r ki, bunlar­
dan bir tanesinde en az bir aksam a zuh ur etse, ortalık
allak bullak olur, büdiğimiz şekliyle hayat diye bir şey
kalmazdı. Bütün bunlar insanın yaşayışın a uygun bi­
çimde tanzim edilmiştir.
İnsanm kendi zatm a g e lin c e : Eşsiz bir güzelliğe
sahip olan şekü ve biçim i Ue d iğer canlılardan aynl-
mış bulunmaktadır. Bilcümle vazifelerin i kolayca ve
dikkatlice yapabilmesi için kendisine verilen cihaz ve
organlarm mükemmel oluşu; benliğindeki özelliklerle,
bir varlık olarak şu dünyevî ortam da kendisine vücud
ve hareket zemini sağlayan umumî ve cahinşümul
şartlar arasındaki ahenlc...
Ve bütün bunlar, kendisini yeryüzüne halife kılan
en büyük meziyetinin dışmdadır. İnsanın halife olma­
sında taşıdığı en büyük hususiyet akıl ve ruhdur.
İnsanın yapısmdaki inceliği, organlannm ve gör­
dükleri vazifelerin intizammı, yüce Allah’m «size şekil
verip de şeMinizi güzel yapan» beyam açısmdan, tetkik
etmeğe kalkmış olsak, her bir küçük uzvun, hattâ
her hücrenin üzerinde bir bir durmamız gerekecek­
tir.
Bu enterasan incelik ve intizama misal olarak in­
sanın çene ve dişlerin arasmda bir açıklık olsa, hem
diş eti hem de dili etkileyecektir. Böyle bir açıklık azı
dişte, yahut diğer bir dişte olsa, karşısmdakine çar­
pıp tahriş etmesine yol açardı... Üst ve alt çeneler ara.
sında sigara kâğıdı gibi bir kâğıt konduğunda çene­
nin üzerine basm asiyle ezilir ve o kâğıt üzerinde basın-
cm izi görülür. Çünkü çene, öyle bir dikkatle yapılmış­
tır ki, sigara kâğıdı inceliğindeki bir şeyi çiğneyip
özütmek için birbirine tamamen k avu şm ak tır. Ara­
dan bir şey sızm ayacak derecede kapanmaktadır.
Sonra bu insan, bu hali ve bu mahiyetiyle, şu
varlık içinde yaşasın diye bir takım organlarla dona­
tılmıştır.
Şu gözü; dünyadaki vazifesi icabı görmesi gereken­
leri görmesi için...
Şu kulağı; yine vazifesi icabı işitmesi gereken ses­
leri işitmesi iç in yaratılmıştır.
Hülâsa her duyu, orgam veya her uzuv, insanm ya­
şaması için hazırlanan zemine uygun olarak yaratıl-
nuştır. A yrıca bu uzuvlar bazı şartlarm değişmesine
eşit olarak vaziyet alması için gerekli güç ve imkân­
larla da bezenm iş bulunmaktadır.
Şüphesiz ki insan bu ortam için yaratılmıştır, Bu
vasatta yaşayacaktır. Bu vasatm durum u ile şu insa-
nm varlığı arasmda sağlam bir bağlantı vardır. İnsa­
nın bu biçimde şekillendirilmiş olm ası, içinde yaşadı­
ğı ortamıyla alâkalıdır. Bu da yerle göktür. însanm si­
masını Kur’an’m yer ve gökten bahseden âyetin için­
de zikretmesi bundandır... İşte K ur’a n ’daki i’caz...
AUah’m san’atmdaki incelik ve kâinatla insan ara­
sındaki âhenk ve intizama bu kısa işaret kâfidir.
uSise geceyi dinlenesiniz diye, karanlık ve gündüzü
çalışasınız diye aydınlık olarak yaratan Allah’t ı r . . . (Yu­
nus, 67)
Gecenin sükûneti her canlı için b ir zarurettir. Her
canlınm dinlenmesi ve ertesi gü n tek rar hayata hm"e-
ketU başlaması için bir süre istirahata çekilm esi şart­
tır. Bu istirahatı temin için sırf u y k u yeterli değildir.
Muhakkak «gece» lâzımdır. K aranhk lâzım dır. Devam-
h surette ışığa karşı duran canlı hücreler, dokuları te­
lef olacak derecede yorulur, yıpranır; çünkü sükûn ve
istirahattan yeteri kadar nasibini alm am ıştır.
...«7e gündüzü çalışasınız diye aydınlık olarak...n
Bu tarz bir tabir, gayet kuvvetli b ir ifade şeklidir.
Sanki gündüz, göz sahibi canlı b ir nesnedir. İnsanlar
ise ancak onun İçinde dünyalarını görebilmektedir.
Çünkü, görünmek, aydmiık onun başlıca sıfatıdır.
Gece ile gündüzün bilinen şekilde birbirini izleme­
si, nimetler üstünde bir nimettir. E ğer ikiden biri da­
imî olsaydı, yahut şimdikinin b irk aç m isli daha uzun
olsaydı hayat yok olurdu. O nun için, gece ile gündü­
zün ardarda birbirini takip edişi insanların çoğunun
şükretmedikleri Allah’ın bir lü tu f ve keremidir.
»Doğrusu Allah insanlara karşı lütufkârdır; ama in­
sanların çoğu şükretmezler...y> (Mü’min, 61)
Gece ile gündüzün birbirini takip edişini, bu iki
tabiî tezahürü K ur’an-ı Kerîm şöyle beyan ed iyor:
uişte her şeyin yaratıcısı olan Rabhiniz Allah budur.
O’ndan başka tanrı yoktur. O halde nasıl olup da dön­
dürülüyorsunuz?» (Mü’min, 62)
Gerçekten hayret verici bir haldir, insanlarm Al­
lah’ın kudret elini, her şeyde görüp, her şesdn yaratı­
cısı olduğunu, eşyanm mevcudiyetiyle ve akim kaçı­
nılmaz bir ödevi olarak bilip, hiç kimsenin yaratma id-
diasmda bulım m asınm imkânsızlığmı ve yaratmışız
kendi kendine var olduğunu söylemenin de gerçeğe
ters düşeceğini idrâk edip de... Evet gerçekten hayret
verici bir şeydir, İnsanlarm îman ve ikrardan yüz çe­
virmeleri... «ivasıl olup da döndürülüyorsunuz...»
Fakat bazı kimseler bu açık haktan böylece yüz
çevirmişlerdir. Tıpkı Kur’an’a ilkin muhatap olanlar
gibi. Böyle olm uştur her zaman, ne bir sebep var orta­
da, ne delil, n e de b u rh a n ;
«Allah’ın âyetlerini bilerek inkâr edenler işte böyle
döndürülür.»
Gece ile gündüzün tezahürünü belirttikten sonra,
arzm bir karargâh ve semanın da bir bina olarak inşa
edildiğine g eçü iy or:
«Sizin için yeri durak, göğü bina eden, Allah’tır.»
(Mü’min, 62)
Arz karargâhtır. Pek çoklarından kısaca işaret et­
tiğimiz uygun şartlar sayesinde insanm yaşayışma el­
verişlidir.

Sema ise, nisbetleri, ebadı, hareket ve devreleri sa­


bit bir binadır. Bu varlığm özünde inceden inceye he­
sabı görülmüş, eni boyu ölçülüp biçilmiş ve bu insan
denen m üm taz varlığm yaşamasma müsait sarsılmaz
bir bina haline konmuştur.
Gök ile yerin inşasına bağlı olarak insanın yara­
tılması ve temiz nzıklarla beslenm esi hususuna şöy-
lece temas ediliyor:
i<...Size şekil verip de şeklinizi güzel yapan, sizi te­
miz şeylerle nzıklandıran...n (Mü’min, 62)
Bu âyet ve bu ihsanlar da bun dan önceki benzer
bir hükümle bitiyor:
(c/şte Rabbiniz olan Allah budur. Âlemlerin Rabbi
elan Allah ne yücedir.y> (Mü’min, 63)
O ki, yaratır, takdir eder, tayin eder. Sizi görür gö­
zetir, mülkünde size bir mekân ajarır... İşte Rabbiniz
olan Allah. (Allah ne yücedir» Rahm et ve bereketi ne
büyük, ne çoktur... ((Âlemlerin Rabbi’dir.» Bütün âlem­
lerin.
«0 daimî yaşayandır.. .» (Mü’min, 64)
Evet; O, yalnız ve yalnız O ’dur, tam manasiyle ha­
yat sahibi olan.. O, sonradan kazanılm ış, yahut yara­
tılmış değil, zâtma mahsus ezelî ebed î hayata sahip­
tir. O’nun hayatının ne özü n e sonu vardır. Fani de­
ğildir. Kadim ve Baki’dir. O ’nun h ayatı h iç arızaya uğ­
ramaz, zamanla değişmez. A llah’tan başk a h iç bir şey­
de böyle bir hayat vasfı yoktur. Bu sıfat münezzeh
olan yüce AUah’a mahsustur.
O’dur Ülûhiyette tek olan; çü n k ü hakikî hayata sa­
hip olmakta tek olan O ’dur. D iri v e b ir olan Allah’tır.
((Ondan başka tanrı yoktu r...» (M ü’min, 64)
Bunun için... «O’na, dininde ihlâs v e samimiyet er­
babı olarak duâ edin.» Duâ esnasm da O’na hamdedin:
((Hamdolsun kâinatın Rabbi olan Allah’ a» (M ü’min, 65)
ALLAH’IN
KUDRETİ

aRabbımz, gökleri ve yeri altı günde yaratan ve son­


ra arşından her şeye hükmeden, gündüzü —mütema­
diyen takip eden— gece ile büyüyen, güneşi avh yıldız­
lan, hepsini em rine baş eğdirerek var eden Allahadır. Bi­
lin ki, yaratm a da, emir de O’nun hakkıdır. Âlemlerin
Rabbı olan Allah’ın şanı ne kadar yücedir...-» (A’raf, 54)
İslâm’daki tevhid inancı. Allah Teâlâ’nm ne zatı,
ne de e f’âlinin keyfiyeti hakkmda beşerî görüş ve ta­
savvura m ahal bırakmaz. Madem ki Allah Telâ’nm
benzeri yoktur, o halde O’nun zatı hakkmda beşerî
görüşe yer verilem ez. Ne kadar beşerî görüş ve tasav­
vur m evcutsa insanlar bunlarm hepsini etraflarmda-
ki m evcudattan edindikleri intiba ve tecrübeler sonun­
da ortaya atmışlardır. Allah Teâlâ’nm benzeri olmadı-
ğma göre, insan tarafmdan O’nun zatmm tahayyül
edilmesi ve belli bir biçim vermeye kalkışılması elbet­
te ki m antık dışı bir tutum olur. Zatı hakkında şekil
tayin etm ek nasü mümkün değUse, e f âlinin keyfiyeti
hakkmda görüş ortaya atmakta mümkün değildir. Hal
böyle olunca, insanoğluna sadece Allah’a teslimiyet
ve O’nun yaptıklarını kabullenmek düşer.
Bu noktadan hareket edildiğinde, acaba Allah gök­
leri ve yeri nasıl yarattı? Arşa nasıl hâkim oldu? Yüce
zatmm oturduğu arş nasıl bir şeydir?... gibi sorular
üzerinde durm ak hem faydasız hem de îslâm akidesine
aykırıdır. Bu kaideyi anlamayanlarm bu neviden soru­
lara cevap vermeye kalkışmaları zararlı ve yersizdir.
Bununla beraber îslâm tarihinde birçok kişinin hatta
grupların eski Yunan ve Grek felsefesinin tesiri ile bu
sorulara enine boyuna cevap verm eye kalkıştığı görü­
lür.
Göklerin ve yerin yaratılm a süresi olan altı gün
dahi insanlar ve diğer m ahlûklar için m eçhulden iba­
rettir.
«Oysa ben onları ne göklerin ve yerin yaratılmasın­
da ve ne de kendilerinin yaratılmasında hazır bulun-
durdum.y> (Kehf, 51)
Bu konuda söylenenlerin hiçbir sağlam bir esasa
dayanmamaktadır. Zira altı gü nden m aksad altı dö­
nem veya altı devir olabileceği gibi, A lla h ’a ait özel
olarak, altı gün de olabilir. G ezegenlerin hareketleri
esasma dayanan zaman birim i bahis konusu gün için
ölçü alınmaımş olabilir. Çünkü m ahlûk atm yaratıhna-
smdan önce hareketlerini esas k a b u l ederek zaman
birimi çıkardığımız gezegenler m evcu t değildi. Kısaca;
buradaki adetten neyin kasdolunduğunu kesin olarak
kimse ta3dn edemez. Gerek b u âyet gerek benzerleri
hakkmdaki söylenenler «ilim» a d m a ileri sürülen var­
sayımlardan öteye geçm eyen tahm inlerden ibarettir.
Bu filozofâne tutumlar, —^bu k on u d a— zandan öte­
ye geçemeyen ilmin karşısm da sadece ruhî bunahm
doğurur.
Biz, esasen âyetin asıl hed efiyle ilgisi olmayan
bu mevzu3m burada bırakarak m üşahede ettiğimiz
kâinat ve onun gizli sırlan h ak k m d a ilham kaynağı
olan mübarek âyetlerle yolcu lu ğu m u za devam edelim.
(iRdbbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan ve son­
ra arşından her şeye hükmeden, gündüzü — mütemadi­
yen takip eden— gece ile bürüyen, güneşi, ayı, yıldız­
ları, hepsinin emrine baş eğdirerek var eden Allah’dır-
Bilin ki yaratma da, emir de O’nun hakkıdır. Âlemlerin
Rabtn olan Allah’ın şanı ne kadar yücedir»...
Azam et ve ihtişamma hayran olduğumuz bu kâi­
natı, Allah Teâlâ yarattı ve hâkimiyeti altma alarak
emriyle idare etmeye başladı. Birbirinin aralıksız ta­
kipçisi olan geceyi göndererek gündüzü kararttı.
Durmadan yer değiştiren feza sicimleri arasmda,
geceye gündüzü devamlı takip etme kudreti verdi. Gü­
neş, ay ve yıldızlan emrine amade kıldı. İdare eden, yö­
neten, hâkim olan, yoktan vareden Allah’tır. Rabbı-
mız, yalnız O bize Rabb olmaya müstahaktır. Koydu­
ğu nizam larla bizi büyütür, bir araya gelmemizi sağ­
lar, meşru geleneklerimize izin verir. Bize kanun ve ni­
zamıyla hükm eder. Yaratan O olduğu için emir de
O’na aittir. Başka bir yaratıcı nasıl ki mevcut değilse
başka bir âm irin düşünülmesi de mümkün değildir. İş­
te yukarıdaki âyetlerle anlatılmak istenen asıl mese­
le budur. M esele, ülûhiyet, rab olma ve Rabbı anlama
meselesidir. Ö te yandan yüce yaratıcmm varhğım ve
birliğini idrâk ederek beşeriyete O’nun nizaımnı hâkim
kümak süratiyle kulluk vazifesini ifa edebilme mese­
lesidir. Bu sûrenin kıyafet ve yemek mevzularmı mi­
sal vererek anlatm aya çalıştığı konu budur. Diğer ta­
raftan sûre-i En’am ’da temas edilen hayvanlar, ziraat,
dinî bazı vecîbeler ve nezirler mevzuu da bu mesele
ile ilgilidir.
Dikkatlerin bu mevzulara çekilmiş olması, bizi
âyetlerin tasvir ettiği ve ilham kaynağı olan diğer can-
h tablolar karşısm da bir nebze durup tefekkür etmek­
ten ahkoymamalıdır.
Zira ikinci husus da en az birinci kadar önemlidir.
Durm adan yer değiştirmekte olan feza cisimleri­
nin hareketleri sırasmda meydana gelen gece-gündüz
olayı tefekkür etmek, aralıksız ve düzenli bir şekilde
bunların birbirini nasıl kovaladığım anlam aya çalış­
m ak!... Evet; bu manzaraya takılıp kalm ak, bunların
hareket tarzmı araştırmadan geçm ek, gece ile gün­
düz arasındaki çetin m üsabakayı görm em ezlikten gel­
m ek mümkün mü? İnsanoğlu bunları bir yandan hay­
ret ve dehşetle seyrederken, diğer taraftan sonsuz bir
m erak ve bitmeyen bir sabırla m ahiyetini öğrenmeğe
şalışacaktır.
Akh başmda her insan, anlayış gözü yle gece ile
gündüzün akışım takip ettiği zam an karşısına çıka­
cak manidar manzaranm güzellik ve canlılığına el­
bette şahit olacaktır. İnsanm edebî g ü cü bu canlılığı
tasvire yetmez. Ne var ki uçsuz bucak sız bu âleme
karşı belli bir alışkanlığımız var. D olayısiyle onım ib-
retengiz görüntülerinden çoğu zam an his dünyamız
etkilenmez. Manasız bakışlarla şöyle bir sejrredip ge­
çeriz. Fakat bu ahşkanlığın yerini zam an zam an cid­
di bakışlar alır ve o zaman kâinatı ilk defa görüyor-
muşuz gibi irkilir, hayret duyarız... Â yetteki (gece) ve
(gündüz) kelimeleri sadece birbirini takip eden ve dur­
madan tekrarlanan iki tabiat olayın m ifadesi olma­
yıp, aynı zamanda belirli bir hedefe yönelm iş, canlı ve
manidar olaylarm ifadesidir. H ayatın akışındaki yarış­
ma, rekabet ve mücadele gibi tabiî unsurlar üzerinde,
kısacası hayat seyrinde beşeriyete ibret levhası olmak­
tadır.
>
Evet güneş, ay ve yüdızlar canlı birer âlem olup,
AUah’dan aldıkları emri tatbik ederler. Y a n i bu emre
uyarlar ve em ir dışı hareket etm ezler. O nlar da, İlâhî
emre itaat konusunda diğer can h la r gibidirler.
Bu şuurla vicdanı titreyen insanoğlu, em re âmâde
olan canhlar kafilesine uym am azlık edem ez. İnsanoğ­
lu, bu noktaya İlâhî âyetleri öğren m ek le gelebildiğine
göre, insan kelam m da bulunm ayan m anidir hikmetin
Allah kelam ında mevcut olduğu meydana çıkar. Allah
Teâiâ her halinden haberdar olduğu kuluna, Kur’an’-
ındaki bu yü ce hikmet ve saltanatla hitap etmektedir.
Daha evvel alelade bakışlarla seyredip geçtiğimiz
kâihatm canlı ve gerçek görüntülerini arzeden Kur’an
âyetleri bu noktaya geldiğinde beşer vicdanmı coşku
ile harekete geçiriyor. Zira bu muhteşem varlıkların,
yüce saltanat sahibinin emirlerine boyun eğdiği mü­
şahede edilmektedir. Bu saltanatı gösterdikten sonra
Kur’an, insanların dikkatini Rablerine çekiyor. —Ken­
disinden başka Rab tasavvur edilemeyen— Allah’a
huşu ve teslimiyetle dönmelerini istiyor. Kendisinin
tek ilâh olduğunu itiraf etmelerini, kulluk smırlannı
aşmamalarmı, saltanatma karşı gelmemelerini, ilahi
emirleri terketmemelerini, nefsânî arzulanna uyarak
Allahu Teâlâ’nın daha önce nizammı hâkim kddığı
yeryüzünde fesat çıkarmamalarmı öğütlüyor;
«Baöömise gönülden ve gizlice yalvarın, doğrusu
0, aşın gidenleri sevmez.
Düzeltilmişken yeryüzünde bozgunculuk yaymayın,
Allahla, korkarak ve ümitle yalvarın. Doğrusu Allah’ın
rahmeti iyi davrananlara yek yakındır.)) (A’raf, 55-56)
Kur’an’ın bu âyetiyle yapılan psikolojik telkin; yal­
varış ve yakarış halindeki kul için en münasip hal tar­
zıdır. G önülden ve gizlice, bağırıp çağırmadan yavaş­
ça... Evet; gizlice yalvarmak kulu mevlâsma yaklaştı­
ran en iyi y ol olduğu gibi AUah’m celâl sıfatiyle bağda­
şan en iyi haldir de...
Sahih’i Müslim’in naklettiği bir hadisde —hadisin
râvisi-Mûsa (r.a.) der k i : Resûlullah (s.a.v.) ile bir se­
ferde— başka bir rivayete göre savaşlardan birinde - öe-
Ta.berdik.Halk yüksek sesle tekbir almaya —Allahü Ek-
ber demeye— başladı. Resûlullah (s.a.v) onlara: «Ey
nâs (insanlar) ! Kendinizi nezakete alıştmn. Ne sağıra
n e de kendinizden uzak birine sesleniyorsunuz. Sizin
çağırdığımz her şeyi duyar ve O, size en yakındır. Sizinle
beraberdir...))
Kur’an’ı Kerîm duâ esnasındaki gerçek duyguyu
Jböyle tarif ve tesbit etmiştir. Bu duygu, A llahu Teâlâ’-
m n yakmbğmı ve celâl sıfatını beraberce işleyen duy­
gudur. Nitekim celâl sıfatının şuuruna eren kişi duâ
■ederken bağırmaktan utanır. O ’nun yakınlığını idrâk
eden kişi herhalde bağırm aya gerek görmeyecektir.
Huşu içinde boyun eğerek gönülden duâ etme usu­
lü telkin edildikten sonra, A llah ’a ait olan hâkimiyeti,
kendilerine maletme sevdalarından vazgeçm eleri öğüt­
lenmiş, üâhî saltanata karşı k oym aları yasaklanmış,
İlâhî direktiflerle ıslah edilen yeryü zü n ü kendi arzu­
la n istikâmetinde fesada verm em eleri emredilmiştir.
ALLAH’IN
KÂİNATTAKİ
ÂYETLERİ

A llalı’m azametinin delilleri, kainatm her nokta­


sında görülür. Alelâde bir san’at eseri onun sanat­
kârına delâlet ettiği gibi, bu kâinât da evrenin ya­
ratanına delâlet eder.
Bu kâinatın her noktasında; zerreden kürreye
kadar tüm varlıklar bir gizli dil ile Allah'ın gücünü
ve kudretini haykırmaktadır. İdrâk ve şuûr içerisin­
de düşünen gönül ve kafa sahipleri bu kudret dilini
anlar ve ona göre âlemlerin rabbine hamd-ü senâ
eder.
M odem bilimler, Allah'm kâinattaki kudret delil­
lerini günümüzde her zamankinden daha çok ortaya
çıkarm aktadır.
A llah’m varlığının delillerini, kâinât, eşya, varlık
canlılar, yaratılış ve hayat, ölüm, göklerin ve yerin
direksiz yaratıhşı, gökten inen su, kısacası kâinatta
m evcût olan her şeyde bu İlâhi kudretin eserleri gö­
rülm ektedir.
Bu konu üzerinde Seyyid Kutub fazlasıyla durur.
M odem ilim lerin verilerinden yararlanılarak Allalı’m
eserlerinin ortaya konmasmı, ancak hiçbir zanian
için bunların esas alınmamasım bildirir. Modem ilim,
bizi A llah’a götüren bir araç olabilirse de ebedi ge­
çerli olan iman değerlerimizi, değişmeye mâruz olan
bilim sel teorilere dayandmnanm yanhşhğmı ve çık­
m az b ir y ol olduğunu ifade eder.

Aşağıdaki bölümlerde bu hususu derinliğine açık­


lam ak tad ır:

K • lQ /o a a
uGece ve gündüz, güneş ve ay Allah’ın âyetlerinden-
dır. Güneşe ve aya secde etm eyin. E ğer Allah’a ibadet
etm ek istiyorsanız onları yaratan Allah’a secde edin.n
(Fusâlet, 37)
Bu âyetler gözler önüne serilm iş bulunmaktadır.
Bilen de bümeyen de görür onları. Beşer kalbi üzerin­
de doğrudan doğruya bir tesiri vardır. İnsan omm İl­
mî gerçeklerini bilmese de bun lar karşısında ürperti
duyar. Çünkü bu gerçeklerle insan bün yesi arasmda
HilgiflfiTi çok daha derin m ünasebetler ve bağlılıklar
vardır. Doğuştan gelmektedir b u bağlılık. İnsan ondan
bir parça gibidir. A3mı oluşa, ayn ı m addeye, a3mı öze,
aym kanunlara bağlıdırlar. H epsinin tanrısı bir tek
ilâhtır. Bunun içindir ki, işte insan, derin düşünceye
hitap eden hu derinlikler d o lu ^ r ç e k le r karşısm da sar­
sıntı duyar. His ve heyecanla dolar. Bu yüzden zaten
Kur’an-ı Kerîm çoğunlukla kalpleri b u âyetlerle ay­
dınlatarak insanı gafletten u yarır ki, bu gaflet çoğu
kere bir yandan o gerçeklerle u zu n sûre hemdem ol­
maktan, bir yandan da İnsanm ü zerin e b ir takım en­
gellerin binmesinden ileri gelir. A m a K u r’an o ger­
çekleri yeniden açıklayarak ortaya seriyor ki, insanoğ­
lu onu yepyeni, canlı ve uyanık bir şekilde kavrasın.
Ve kökü derinliklere varan eski bilgisiyle hem den ola­
bilsin.
Burada âyetin işaret ettiği husus, b u varlıklardan
herhangi birisinden m eydana gelecek sapmalarm şe­
killeriyle alâkalıdır. Bir kere A rap lar güneş ve ayı
son derece sakat bir anlasnşla, bâtıl ve sapık bir de­
ğerlendirmeyle Allah’a y a k laştın cı b ir vasıta olarak
kabul ediyor ve tapınıyorlardı. K u r’an-ı Kerîm gelir
gelmez işte onların bu sapık düşüncelerini yıkarak
dilerini doğru yola çekm ek istemiştir. V e onlara demiş­
tir k i : ttGüneşe ve aya secde etm eyin. E ğer Allah’a iba-
det etm ek istiyorsanız onları yaratan Allah'a secde edin.))
Aslında bütün mahlûkatın yönelmesi gereken biricik
merci yaratıcıdır. Güneş ve ay sizin gibi yaratanın em­
rine uyar ve O ’na tâbi olur. Binaenaleyh siz de ibadete
müstehak olan O biricik yaratıcıya dönün... Âyet-i Ke­
rîme bütün bu varlıkları bir bütün olarak değerlendi­
riyor. Çünkü cins itibariyle hepsi aynıdır. Müşrikler şa­
yet bunca beyanlardan ve âyetlerden sonra yine 3rüz
çevirip gururlanacak olurlarsa, bu varlıklardan hiç
birisinin ileri veya geri gelmesine ya da, artıp eksil­
mesine sebep o lm a z :
((Eğer büyüklük taslarlarsa bilsinler ki, Rabbinin
nezdinde bulunanlar yasanmadan gece gündüz O’nu teş­
bih eder dururlar.)) (Fussilet, 38)
((Rabbinin nezdinde bulunanlar)) denilirken ilk an­
da akla gelen meleklerdir. Ancak burada meleklerden
başka A llah ’ın yakın kullan da kasdedilmiş olabilir.
Biz bu noktada ne biliyoruz ki? Bildiklerimiz çok az
ve çok değersiz.
Bu Rabbinin nezdinde olanlar hem derece bakı­
mından yüce ve üstündürler; hem de şeref bakımm-
dan. O sapıklar gibi büyüklenip sapıtmazlar. Allah’a
yakın olm alarından dolayı gururlanmazlar. Gece gün­
düz durmadan, usanmadan, bıkmadan Allah’ı hamd
ile teşbih ederler. Yeryüzünde Allah’a kulluk etmek­
ten geri kalanlar bunlarm yanmda ne önem ifade
ederler ki?
Yeryüzü, onları besleyen toprak ana, bağrmdan
fışkmp çıktıkları ve tekrar kara bağnha dönecekleri
toprak... Üzerinde birer kannca gibi gezinip durduk­
ları ve yem eğini yiyip suyunu içtikleri kara toprak­
tır... Evet bu toprak dahi Allah’m huzurunda huşu
içerisinde durmaktadır. Hayatiyetini O’nun elinden al­
maktadır :

< ÎÛ İ
<iO’nun âyetlerinden biri de kupkuru gördüğün yer­
yüzünün, Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçip
kabarmasıdır. Ona can veren Allah, şüphesiz ki ölüleri
de diriltir. Muhakkak ki O, her şeye kadirdir.^ (Pu5Si-
let, 39)

Biraz da Kur’an’m her yerde k on u n u n inceliğine


uyan tabirler kullanması hususu üzerinde duralım. Bu­
radaki yeryüzünün huşu tabiriyle ya ğ m u r yağmazdan
önceki hali ifade edilir. Toprağa su indirdiğim iz zaman
harekete geçer ve kabarır. Sanki şükür ve ibadet hare,
ketleri yapar. Kur’an’m bu ifad eyi kullam şm m sebebi
bu âyetlerin geldiği atm osferin huşu, ibadet ve teş­
bih havası olmasmdandır. Bunun için topraktan bah­
sedilirken de müşahhas bir tablo h alin de yeryüzünü
huşu ve itaat havasma büründürülm ektedir. Toprağa
bu tabloya uyan bir duygu ve harek et atm osferi sağ­
lanmaktadır.
«Allah gökten su indirir, onunla yeryüzünü öldük­
ten sonra tekrar diriltir. M uhakkak ki bunda dinleyen
topluluklar için ibretler vardır.)) (Nahi, 65)

Her canlı hayatmı suya borçludur. Â yet-i Kerîme


ise genel manada yeryüzündeki h a y a tm suya bağh ol­
duğunu büdirmekte ve dünyada bu lu n an h er canlınm
ve her şeıdn su ile yaşayabileceğini ifa d e etmektedir.
Şüphesiz ki ölüsm dirilten ve can sıza ca n veren kim­
se ancak ilâh vasfma sahip olabilir. «M uhakkak ki bun­
da dinleyen topluluklar için ibretler vardır.)) Onlar işit­
tiklerini düşünürler ve anlarlar. Bu m esele, yani ölüm­
den sonra dirilme konusundaki İlâhî d elü er ve âyetler
üzerinde Kur’an-ı Kerîm çok d u ru r ve b u m eseleye çok
kere dikkatleri çeker. Çünkü b u m eselede düşünen,
duyan ve anlayan kim seler için pek ço k deliller ve ib­
retler vardır.
Yaratıcının sanatındaki mahareti ve üstünlüğü di­
le getiren bir başka sanat eseri de hayvanlardır. Bun­
larda da Allah’ın ülûhiyetine dair pek çok deliller bu­
lunmaktadır.
«Sizin için hayvanlarda ibretler vardır. Size onla­
rın karınlarındaki fışkı ile kan arasından, içenlerin bo­
ğazından kolaylıkla geçen dupduru süt içiririz.)) (Nahi,
66 )
Hayvanların memelerinden sağılan süt neden ve
nasıl meydana gelmektedir? Fışkı ile kan arasmdan
süzülür gelir süt. Fışkı, gıdaların midede hazmmdan
ve barsaklarda emilmesinden sonra arta kalan fazla­
lıktır. Bu barsaklarda emilen gıdalar süzülerek kana
geçerler. Kan damarlar vasıtasıyla vücuttaki, en kü­
çük hücrelere kadar taşmır. Dişi hayvanlardaki me­
me bezlerine gelince, Allah’ın kudretinin eseri olan o
mucizevî yapıda süt haline geçer. Ama bunun nasıl
meydana geldiğini kimse bilmez.
Sindtrüen yem eklerin kan haline geçişi de bilin­
mez. H er dokunun ve her hücrenin kendisi için lüzum­
lu olan gıdayı seçerek kandan ahnası ve kullanılma­
yan gıda fazlalıklarm ı geri kana vermesi, bütün bu
işlemler gerçekten son derece garip ve hayret verici iş­
lemlerdir. İnsan vücudunda her an bu ameüye devam
ediyor. V e h e r an alman gıdalar yakılarak enerji ha­
line çevriliyor. H er saniye bu haırret verici cihazda
yapma v e yakm a işlemi sürüyor, bir kısım hücreler
ölüyor, bir kısım hücreler yenileniyor. Ve ruh ile ceset
birbirinden a3rnlm caya kadar bu ameliye hiç bir an
durm uyor... N orm al şuur yapışma sahip bulunan bir
insanm b u hayret dolu ameliyeler karşısmda durup
düşünmemesi, bir an olsım dehşetinden tUrememesi
ve insanoğluna bu akıUân durduran cihazı bahşeden
yüce yaratıcıyı ham d üe teşbih etmemesi imkânsızdır.
Insajı mekanizması ile hiç bir cihaz ve m akina muka­
yese edilemez. Hattâ hesaplanam ayacak kadar çok sa­
yıdaki hücrelerinden bir hüre ile en m ükem m el ma­
kine dahi kıyas kabul etmez.
Bu canlı mekanizmadaki em ilm e ve yanıp enerji
haline dönüşme işleminin, tafsilâtı o kadar korkunç­
tur ki başları döndürür. Hattâ vücuttaki bir tek hüc­
renin faaliyeti ve çalışması bile insan zekâsını dur­
duracak orijinalitededir.
Daha yakm zamanlara kadar bu am eliye bir sır
idi. Kur’an-ı Keıim’in zikrettiği sütün kan ile fışkı ara-
smdan süzülmesi ameliyesi çok yakın zam anlara ka­
dar insanlar tarafından bilinm iyordu. Bu ince ve dik­
katli ' ameliyenin nasıl cereyan ettiğini bilmesini bir
yana bırakahm, tasavvuru dahi m üm kü n değildir. Nor­
mal bir kafa yapısına sahip insanm b öy le bir konuda
tartışma ve münakaşaya girm esi k ad ar abes bir şey
yoktur. Bu Kur’an’da bu tip gerçek lerd en sadece biri­
sinin bulunması ile bunun bir beşer elinden çıkma­
yıp 3nice yaratıcı tarafmdan indirildiğini göstermesi
bakımından kâfidir. Çünkü K ur’a n ’m b u gerçeği söy­
lediği sıralarda hiç bir beşer topluluğu b u gerçeği bil­
miyordu...
Kur’an-ı Kerîm —^bu gibi m üsbet ilim lerin keşfet­
tiği gerçekleri anlatırken— AUah ta rafm d a n vahyedil-
miş bir eser olduğunu, bu b ü g ileıin tafsüâtm ı bilenle­
re göstermektedir. Bu tip gerçek lerd en sadece birisi­
nin dahi m evcut olması o n a dil u za ta n larm dilini ko­
parması için yeterlidir ;
(■'Hurma ağacının m eyvelerinden v e üzümlerden
,^ra ve güzel nzık elde edersiniz. Aklı eren topluluklar
için bunda ibretler vardır.d (Nahl, 67)
Bu meyveler de hayatlarını gök ten inen suya borç­
ludurlar. Onun saçtığı hayat iksirinden istifade ederek
meydana gelirler. Siz onlardan şıra ve güzel nzıklar
elde edersiniz. Buradaki şıra terimi içki de olabilir,
zira o sıralarda henüz içki yasaklanmamıştır. Ancak
âyet-i kerîm e içki ile güzel rızkı birbirinden ayırt edi­
yor. Ve içkinin güzel nzık olmadığını belirtiyor. Bu­
nunla daha sonra gelecek olan içki yasağma hazırlık
yapılmış oluyor. Hem bununla o zamanki bir reali­
teyi ifade etmiş oluyordu ayet-i kerîme, yoksa içkinin
helâl olduğunu değil. Sadece içki yasağı için de bir
başlangıç sayılır. «Afciı eren topluluklar için bunda ib­
retler vardır.r> Ve ancak aklı erenler anlarlar bu rızkı
verenin ubûdiyete lâyık olduğunu, yalmz ve yalnız,
Allah’ın bu rızıkan verebileceğini.
«Fe Rabbin bal arısına vahyetti k i: «Dağlarda,
ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin.
lionru her türlü mahsulden, ye. Sonra da Kabinin
işlemen için gösterdiği yoldan yüril.yy Karınlarından in­
sanlara şifa olan bal çıkar. Düpinen toplulükîar için
bunda deliller vardır.y> (Nahi, 68-69)
A rm m bal yapması Allah’m ona ihsan ettiği fıtrî
bir ilham (Saik) ile olmaktadır. Bu fıtrî duygu da bir
nevi vahiy ve ilhamdır. Çünkü an da bu duygunun
icaplarına göre hareket ederek durmadan bal yapar.
Arının bal yapm a ameliyesi öyle dikkatli ve öyle ince
bir am eliyedir ki, insan aklı ve zekâsı onu kavraya-
maz. Ne peteğin nasıl işlendiğini, ne kovanda ne gibi
bir çalışm a düzeninin ha:kim olduğunu ne de süzül­
müş balın nasıl yapıldığmı insan akh ve zekâsı henüz
keşfedememiştir.
A n — ^içgüdüsüyle— yuvasmı dağlarda, ağaçlarda
ve hazırlanmış kovanlarda yapar. Allah ona verdiği
fıtrî kabiliyet ve çevresinde hazırladığı uygun bir or­
tam ile hayatı em rine vermiştir. Balda şifa bulundu­
ğuna dair varit olan ilahi emri tıp otoriteleri çeşitli
şekillerde izah etmektedirler. Teknik yönlerini anla­
tan bu eserler netice itibariyle âyet-i k erîm e’nin özet
olarak belirttiğini açıklanmasından ibarettir. Kur’an-ı
Kerîme’de sabit olduğıma göre h er m üslüm anm bu­
nun böyle olduğunu kabullenm esi ve inanm ası lâzım­
dır. Nitekim bu hususta A llah ’m R esûlü’nden de bir
hadis varit olmuştur.
îmanı Buharı ve Müslim sahihlerinde Ebu Said el-
HudrVden (r.a) naklen rivayet ediyorlar. Adamın birisi
Resûlullah(s.a.vyın yanına geldi ve dedi k i : «Kardeşi­
min kamı §i§ti.» Hz. Peygamber (s.a.v.) : «Ona bal içir»
buyurdu. Adam bal içirdi geldi ve dedi k i : «Ey Allah'ın
Resulü! İçirdim, daha fazla şişirdi.» Hz. Peygamber
(S.Ü.V.) tekrar: «Git ve bal içir» buyurdu. Adam yine
geldi ve dedi k i : «İçirdim ama ey Allah'ın Resulü! Da­
ha fazla şişirmekten başka bir şey yaymadı.» Bunun üze­
rine Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu : «M uhakkak ki Al­
lah doğrusunu buyuruyor, yalan olan senin kardeşinin
kamıdır, git ve ona bal içir. Adam gitti v e yin e bal içirdi
bu sefer iyi olduğunu bildirdi.»
Burada bizim için son derece dikk at çekici bir
nokta var .Hz. Peygamber (s.a.v.) pratik olarak beli­
ren bir hakikat ile Allah’m b u yu rd u ğu n a yâkinen
inancı karşısmdaki durumu. A d a m k a rm şişen karde­
şine her bal içirdiğnde karm biraz d a h a şişiyor. Ama
Hz. Peygam ber (s.a.v.) Allah’ın b u y u rd u ğ u husustan
aslâ şüphe etmiyor. Neticede Hz. P eygam b erin (s.a.v.)
buyurduğu şekilde tecelli ed iyor durum . A lla h ’m ki-
tabmda varit olan her m eselede v e h e r k onuda müs­
lümanm takınması gereken tayır v e inanm ası gere-
reken örnek durum budur. Pratik d u ru m n e kadar bu
İlâhî emirlere m uhalif gibi görün se d e A lla h ’m emri o
pratikten daha doğrudur.
Bir nebze de burada sıralanan nim etlerin birbiri
arasındaki uyum üzerinde duracağız. Önce gökten su
indirilmesi anlatılıyor... Sonra fışkı ile kan arasmdan
sağılıp gelen süt belirtiliyor... Sonra hurma ve üzüm­
den elde edilen şıra ve güzel nzık beyan ediliyor... En
sonunda da an n m karnından çekilip gelen bal anlatı­
lıyor... Bunların hepsi de birer içilecek nesnedirler ve
birbirinin çok zıddı olan cisimlerden meydana gel­
mektedirler. Anlatılan konu içilecek şeylerle ilgili ol­
duğu için â3’’et-i kerîme hayvanlarm sadece sütünden
söz ediyor ki tablodaki diğer çizgilerle uygunluk te­
min edilsin. Bir sonraki konuda anlatacağımız gibi
En’am Sûresi’nde hayvanlardan konu açılırken deri­
lerinden, kıllarından ve yünlerinden söz edilmişti. Zi­
ra orada konu ev-bark ve giyinme ile ilgiliydi. Bunun
için oradaki tabloda bir eksiklik bırakmamak ve di­
ğer hatlarla birleşmesini temin etmek için sadece bu
yönleri üzerinde durulmuştu... îşte, Kur’an’daki edebi
uygunluğun ve uyum un en üstün ufku...
Hayvanlardan, ağaçlardan meyvelerden, baldan
ve arıdan söz edildikten sonra beşer ruhunun derin­
liklerine inen dokunuşlar yer alıyor. Çünkü bu nokta­
lar onların yapüannın temelinde vardu*. Hayatları,
nzıklan, eşleri, çocukları ve torunları kendi ruhlan-
nm derinlikleriyle ilgilidir. Bunun için o konularda
hassasiyetleri daha fazla, duygulan daha derin ve te­
essürleri d ah a ça b u k tu r;
«Allah sizi yaratm ıştır, sonra da öldürecektir, içiniz­
den bir kısm ı da ömrünün en fena zamanına ulaştırılır
ki, bilirken büm ez olur. Muhakkak ki Allah, Alım’dir Ka-
dîfdir.» (Nahi, 70)
«Rızık hususunda Allah kiminizi kiminizden üstün
kıldı. Ü stün kthnarüar buyrukları altında bulunanların
nziklannı verm ezler. Halbuki bunda hepsi eşittir. Yok­
sa Allah’ın nim etini bile bile inkâr mı ediyorlar?
Allah sizin için kendinizden eşler yarattı. Eşleriniz­
den de sizin için oğullar, torunlar varetti. Temiz şeyler­
den size nzîk verdi. Böyleyken bâtıla inanıyorlar da Al­
lah’ın nimetine onlar küfür mü ediyorlar?
Onlar Allah’ı bırakarak göklerden ve yerden kendi­
lerine verecek nzıklan olmayan, olsa bile verem eyen şey­
lere mi tapıyorlar?» (Nahl, 71-73)
Birintâ temas noktası hayat ve ölü m konusu. Bu
konu herkes ve her fert ile yakın d an ilgilidir. Hayat
sevimlidir insan için. Hayat ve ölü m konusunda dü­
şünmek çoğunlukla katı kalpleri bile yumuşatır. Al-
lah’m nimeti, kudreti ve gü cü karşısm da hassasiyete
sevkeder .Ölüm ve hayat kon u su n daki korku insan
vicdanmda takva duygusunun canlan m asm a ve ha­
yatı lütfedene karşı sığmma arzusunun başlamasma
vesile olabilir. İnsan ömrünün en z o r zam anı olan ih­
tiyarlık zamanında, çoğunlukla insan daha önce bil­
diği şeylerin ekseriyetini ım utur, çocuklaşır, güçsüz-
leşir, unutkanlık başlar. Bımu d ü şü n en insan, haya-
tm merhaleleri üzerinde kafa yorar, bilgisine, kuvve­
tine, gücüne, erkekliğine, şerefine ve ü n ü n e olan gü­
veni azalır, gururu kırılır. V e işte bu n d a n sonra ge­
len ifade (^Muhakkak Allah Alîm’ dir, Kadır’dir.»
Bu ifade insanı şu büyük hakikate g ö tü r ü y o r ; En
geniş bügi devamlı ve ezeli olan A lla h ’m bilgisidir. Za­
man ve zeminden etkilenm eyen en m ükem m el kud­
ret Allah’ın kudretidir. V e in san oğlu n u n kudreti bir
yere, bilgisi bir noktaya kadardır. O n d an sonra gayet
cılız ve eksik kahr...
îkinci temas noktası n z ık k o n u su d u r... Rızık ko-
nusımda herkesin bM ıirinden fa rk lı old u ğu malum­
dur. Âyet-î kerîm e bu fark h iığı A lla h ’m fazlu ihsanı
olarak belirtiyor. Rızkm fa rk lı olm ası A lla h ’m koydu­
ğu kanunlara bağlı sebeplerden dolayıdır. Binaena­
leyh bu konuda başıboş ve abes hiç bir taraf yoktur,
însan düşünür olabilir, bilgin olabilir, akıllı olabilir
fakat rızık elde etmek konusundaki kabiliyeti çok az
olabilir. Kazanç konusunda istidadı olmaz. Çünkü
onun kabiliyeti de başka sahalardadır. Bazı kimseler
akılsız olur, budala olur ve cahil olur ama ticaret ko­
nusunda kabiliyeti fazla olur. Her insanın kendisine
göre kabiliyeti ve istidadı vardır. Bazı kimseler rızkın
kabiliyet ile ilgisi olmadığını sanırlar. Halbuki durum
hiç te öyle değildir, o da hayatm muhtelif yönlerdeki
kabiliyet ve istidat şekillerinden birisidir. Darlık da
böyle, bir hikmete mebni olur. Her halükârda nzık
konusundaki farklılık, kabiliyetdeki değişikliklerle il­
gili ve ona bağlı olarak gelişen bir olaydır. Fakat, su­
ni sebeplerle ortaya çıkarılan ve zalim kimseler tşra-
fından planlanan cemiyetteki fertler arası dengesiz­
likler bundan ayrıdır. Nitekim âyet-i kerîme o gün­
kü arap toplumundaki bu zalimce dengesiğliğe temas
ediyor. Daha önce işaret edilmiş olan bazı cahiliyet
efsane ve hurafelerinin neticesi, bu dengesizliğin or­
taya çıktığını işaret ediyor ve bunları düzeltmeye ça­
lışıyor. Cahiliyet devri Arapları AUah’m kendilerine
verdiği rızkın bir kısmını uydurma tanrılara ayırır­
lardı. O nlar hakkında burada: elleri altmdaki köle­
lere m allann ı vermezlerken uydurma tannlarma ne­
den veriyorlar deniliyor? «Yoksa Allah’ın nimetini bi­
le bile inkâr mı ediyorlar?)) AUah’m verdiği nimetin
karşılığmda ona şirk koşuyor ve nimet verene şükre­
deceklerine k ü fü r m ü ediyorlar?...
Ü çüncü temas noktası kendileri, eşleri, çocukları
ve torunlarıdır. V e âyet-i kerîme iki .cins arasmdaki
canh b a ğ la n açıklayarak başlıyor: «Allah sizden ken­
diniz için eşler yarattı.)) Onlar sizin kendrnizdendir.
Sizin bir parçanız ve bölümünüzdür. Yoksa sizden
aşağılık bir varlık değillerdir ki birisi onların doğdu­
ğunu size müjdeleyince üzülüp kimseye görünmeye­
siniz. ^Eşlerinizden de sizin için uğullar, torunlar va-
rctti.n Fâni olan insanoğlu çocukları ve torunları yo­
luyla soyunun devam ettiğini kabul eder. İnsan nef­
sindeki bu noktaya dokunulması hassasiyetin şiddeti­
ni daha da arttırmaktadır. Âyet-i kerîme çocuklar ve
torunlar lûtfedilmesine güzel ve temiz rızıklar lûtfe-
dilmesi konusunu da ekliyerek her iki rızkın birliği
ve benzerliğini ifade ve sonra şu kınayıcı suâli soru­
yor : «Böyleyken bâtıla inanıyorlar da Allah’ın nime­
tine onlar küfür mü ediyorlar.y> Buna rağmen Allah’a
şirk koşup buyruğuna karşı mı hareket ediyorlar?
Halbuki bütün nu nimetleri O vermiştir... Ve bunlar
Allah’m ülûhiyetine delâlet ettiği gibi bizzat hayatla-
nnda da vâkidir.
»Yoksa bâtıla mı inanıyorlar?))... Allah’dan başka
her şey batüdır. Bu sahte taunlar, bu uydurm a hura­
feler hepsi hepsi batıldır... Hiç bir hak ile ilgisi yok­
tur. Ve Allah’m nimetine küfür mü ediyorlar? Onlar
bu gerçekleri göıniyor, hissediyor ve faydalanıyorlar,
sonra da kalkıp inkâr ve küfür ediyorlar?
»Onlar Allah’ı bırakarak göklerden ve yerden kendi­
lerine verecek nzıklan olmayan, olsa bile veremiyen
şeylere mi tadıyorlar?)) (Nahi, 73)
İhsan fıtratmm bu kadar sapıtması gayet tuhaf­
tır. Ne gariptir ki, insanlar bunca sapıtıyor ve kendi­
lerine nzık vermeyen ve hiç bir an buna gücü yetme­
yen uydurma tannlara tapmıyorlar da onlara nzık
veren, onlan yaratan Allah’a tapmmıyorlar. Halbuki
Allah’m yaratıcılığıyla ilgili yığmlarca delil var önle­
rinde. AUah’ı inkar edememelerine rağm en bir takım
varlıkları Allah’a eş koşuyorlar...
«Allah’ı bir şeye benzetmeye kalkmayın. Şüphesiz
Allah bilir, siz bilmezsiniz.)) (Nahi, 74)

mn
HER VARLIK
O’NUN VARLIĞININ
DELİLİDİR

^Muhakkak ki, göklerde ve yerde mü’minler için


âyetler vardtr.y> (Câsiye, 3)
Göklerde ve yerde bulunan, âyetler sade bir nok­
taya ve bir duruma mahsus değil ki. İnsanoğlu gözü­
nü hanği noktaya çevirirse çevirsin bu akıUarı durdu­
ran kâinatta, AUah’m âyetleriyle karşılaşır ve onları
seyreder. Kâinatımızda AUah’m âyeti olmayan hangi
şey vardır ki?
Bunca ulu ve akıl almaz gezegenleriyle şu gökyü­
zü bunca büyüklüklerine rağmen boşluğa fırlatılmış
birer tane gibi olan yüdızhnyla korkunç ve dehşet
verici, üstelikte güzel fezamız... Gökcisimlerinin dur­
mak ve dinlenmek bilmez bir incelik ve nizamla yö­
rüngelerinde dönm eleri öyle güzel bir ahenk temin et­
mektedir ki, ona bakan göz bıkkınlık duymamakta,
onu düşünen kafa tefekküründen usanmamaktadır.
İnsanoğluna kıyasla çok geniş ve engin olan şu
yer^zü, k oca yıldızlara kıyasla boşluğa fırlatılmış bir
zerre olm aktan öteye geçmeyen şu dünyamız, içinde
dönüp durduğu fezaya nispetle hiçbir değer ifade et­
meyen gezegenimiz, şayet engin kâinat nizammı elin­
de tutan kudret onu da tutmayacak olsa kaybolup gi­
derdi şu uçsuz bucaksız boşlukta.
Sonra A llah’ın bu yeryüzüne lütfettiği hususî ya­
pı, hayatm gelişip oluşmasmı sağlayan, toplu, uyum-

301
lu ve üst üste binmiş dikkat dolu, incelik dolu husu­
siyetler. Bunlann en küçüklerinden birisi ortadan kal­
kacak olsa hayat imkânı kalkmayacak olan veya en
azından hayatı imkânsız kılan özellikler...
Evet bu yeryüzündeki herşey... Her canlı... Bir
âyettir... Bir mucizedir... Her şeyin en küçük parçası
ve her canlınm en basit ferdi... Bir âyettir... Bir mu­
cizedir... küçüğü de, incesi de, büyüğü de, kaimi
da... Bir âyettir... Bir mucizedir... Şu kocaman ağa-
cm, şu küçücük yaprağm veya şu basit bitkinin şu de­
ğersiz dalı... Bir âyettir... Bir mucizedir... P„engi itiba­
riyle mucizedir... Durumu itibariyle mucizedir... Va­
zifesi itibariyle mucizedir... Terkibi itibariyle mucize­
dir... Bir hasrvanm veya bir insanın bedenindeki şu
en basit bir kıl dahi... Bir mucizedir... Bir âyettir...
Rengi, özelliği ve hacmi itibariyle bir mucizedir... Bir
kuşun kanadındaki şu basit bir tel maddesi, vazifesi
ve şekli itibariyle bir mucizedir... Bir âyettir... Kısa­
cası gökte ve yerde insanoğlu gözünü hangi noktaya
iliştirirse yığmlarca mucizelerle, üst üste gelmiş âyet­
lerle karşılaşır. Kalbiyle, gözüyle, kulağıyla bunlarm
haykıran sedalarım duyar.
Ancak kimm için? Evet kimin için bu âyetler açık­
lanıyor? Kim görebilir bu mucizeleri ve kim farkına
varabilir bu âyetlerin?
((Mü’minler için...))
Ses dalgalarmı, ışık dalgalarmı almak için kalbi
açık bulunduracak îman düğmesi gerek. Allah’m gök­
lere ve yere serpiştirilmiş bulunan âyetlerinden ibret
almak için îman lazımdır. îmandır ki kalplere bir tat­
lılık, bir güzellik verir ve onu canlandırır. İnceltir, de­
rinleştirir. Kâinatm saçtığı gizli ilhamları, açık işaret­
leri almasını sağlar. Bu ilham ve işaretlerin hepsi sa-

302
natkâr kudrete işaret etmektedir. Görülen bütün eşya
ve canlılarda O ’nun döktüğü kalıbın özel damgası gö­
rülmektedir. Bu kudret elinden çıkan her şey bir ha­
rikadır, bir mucizedir ki, yaratıklardan hiç kimse ben­
zerini varetmeye muktedir olamaz.
Ve ardm dan Âyet-i kerîme onlan kâinatm engin
ufuklarmdan kendi iç dünyalarma çeviriyor. Onlar
kendi iç dünyalannı daha iyi bilirler. Çünkü daha ya­
kın kendilerine.
«Fe sizin yarattimanızda, yeryüzüne yayılan canlı­
larda kesin olarak inanan topluluklar için âyetler var­
dır.)^ (Câsiye, 4)
Şu insan denen varlık bu harika yapısı, eşsiz gü­
cü, bu ince görevi ve çok değişik vazifeleriyle büyük
bir harikadır. Biz bu harikayı uzun süredir gözümü­
zün- önünde gerçekleşip durduğu ve çok yakmdan
seyrettiğimiz için unutmuş bulunmaktayız. Ama in­
san organlarından herhangi bir organın uzvî yapısı
o kadar büyük bir hadisedir ki, karşısmda insamn ak­
lı yerinden oynar, hayret ve dehşetten başı döner.
Elbette ki en basit şekliyle bile hayat bir mucizedir.
Tek hücreli bir canlı olan amipin hayatı... Veya on­
dan çok daha küçük bir canhdaki hayat emaresi bir
mucizedir. Y a insan gibi gelişmiş bir yapıya, komple
bir terkibe sahip bulunan bu varlığm hayatı nasıl
olur? İnsanoğlu ruhî yapısiyle bedenî yapısından çok
daha kompleks ve girift bir oluşum arzetmektedir.'
İnsanoğlunun çevresini saran ve yeryüzünde do­
laşıp duran bunca çeşidi, şekli ve hacmi itibariyle sa-
yısmı A llah’dan başka kimsenin bilmediği şu canlı
varlıkların hayatı. En küçüğü de, en büyüğü gibi ya­
ratılışı itibariyle bir mucizedir. Hareketleri itibariyle
bir mucizedir. Yeryüzündeki hayata uyumu itibariyle
bîr mucizedir. Bir türün muayyen bir smırdan öteye

303
geçmeyip varlığını ve hayatiyetini devam ettirmesi,
diğer türleri ve cinsleri elinde tutan kudret eli, dile­
diği miktarda ölçü ve hikmeti uyarmca arttırır veya
eksiltir. Ama her zaman dengeyi sağlayan hususiyet­
leri ve güçleri bir araya getirir. Yırtıcı hayvanlar ve
3nrtıcı kuşlar uzun süre yaşarlar. Ama bunun karşı-
lığmda üremeleri kısıtlıdır. Diğer kuşlara ve haşare-
lere nisbetle 3nUık bıraktıkları yumurta çok azdır. Bir
düşünelim, eğer yırtıcıkuşlar serçeler kadar çok üre-
selerdi durum nasıl olurdu? Ve diğer kuşların kökünü
nasıl kazırlardı? Hayvanlar dünyasmda da yılanlar
böyledir. Sürüngenlerin üreme imkânı şayet ceylan-
larm veya kedüerin üreme şekli gibi olsaydı, orman­
larda yenecek hiç bir varlık kalmazdı. Am a kudret eh
dizgini elinde tutuyor ve hepsini istenen ölçüde yara­
tıyor. Ve belli bir sebebe dayanarak ceylanı, kediyi ve
eti yenen hayvanları daha çok üretiyor. Bir sinek bir
devrede yüzbinlerce yumurta bırakır. A m a bunun ya-
m sırsL bir sinek en çok yaşasa iki hafta yaşayabilir.
Ya bir de bir sineğin hayatınm bir ay veya birkaç
yd olduğunu düşünecek olursak sinekten geçilmez
olur, vûcutlanmızm üstüne konan sinekleri kaldırma
imkânmdan mahrum kalırdık. Ama idare edici kud­
ret eli burada da kontrolü elinde tutuyor, şartlann ve
ihtiyaçlarm hesabım yaparak ince bir ölçüye göre tan­
zim ediyor, işte böyle... Yaratıhşta bir incelik, hususi­
yetlerde bir düzen, tedbir ve ölçüde bir nizam hâkim.
Hem insanlar âleminde, hem de hayvanlar âleminde...
Bütün bunlar birer âyettir, düe gelen birer mucizedir...
Ama kime? Kim görebilir onu, düşünür ve idrâk eder?
«îrumm topluluklar için.D
Sözkonusu inanç, kesin bir inanç olup kalpleri
duymaya, müteessir olmaya ve yalvarm aya hazırlar.
Onunla gönüller huzur bulur, sebat bulur, emniyete

304
erer. Kâinattaki gerçekleri sükûnet, kolaylık ve güven
içerisinde inceliyerek kararsızlıktan, hayretten ve sar­
sıntıdan em in olur. Elde ettiği en küçük dokümanlar­
dan mevcudattaki en büyük neticeleri ve en muazzam
sonuçlan ortaya çıkarır.
Bundan sonra Âyet-i Kerîme onlarm kendi iç dün­
yalarından ve çevrelerindeki hayat faaliyetinden, kâ­
inat gerçeklerine ve hem kendileri için, hem de bü­
tün canlılar için ortaya çıkan hayat vasıtalarına yöne­
liyor.
«Gece ve gündüzün değişmesinde ve Allah’ın gökten
indirmiş olduğu rızıkla ölümünden sonra yeri diriltme­
sinde, rüzgârları değiştirmesinde akıllarını işleten toplu­
luklar için âyetler vardır.)i (Câsiye, 5)
Gece ile gündüzün ard arda gelmesi iki önemli mu­
cizedir, am a her gün tekrar ettiği için insanın ruhun­
da gerekli dikkati uyandırmayabilir. îlk defa gece ve­
ya gündüz hadisesi ile karşılaşan bir beşer hissi için
bundan daha garip bir şey olabilir mi? Ama her za­
man uyanık bulunan hassas gönüller, bu gerçek kar-
şısmda irkilir ve kendinden geçer ve ondaki Uâhî ida­
renin kudret elini görürler.
İnsanhğın bilgisi geliştikçe, kâinat gerçeğinin ba­
zı noktalarını öğrenmektedir. Gece üe gündüzün —^gü­
neş karşısmdaki yörüngesinde— dünyaımzm kendi ek­
seni etrafındaki dönüşünden meydana geldiğini an­
lamaktadır. A m a buun büinmesi, dünyamn hayret ve­
rici bir gerçek oluşunu asla ortadan kaldırmaz. Çün­
kü, yeryüzünün bu bir kerehk turu mucizeler içinde
bir başka mucizedir. Boşlukta geziaen, fezada yüzen
ve hiçbir dayanağı bulunmayan bu korkunç gökcismi­
nin kendi ekseni etrafmda muntazam olarak belirli
hızla hareket etmesi, onu yöneten ve şaşmaz düzen
içerisinde idare eden kudretten başka bîr şeye delâlet

F . : 20/305
etmez. Hele hele bu dönüşün o engüı fezada başı boş
bir varlık gibi dolaşıp duruşu, yıldızcığın üzerinde
canlıların ve eşyanm hayatına elverişli bir ölçü daire­
sinde t,a.n7im edilmiş olması o ilâhî kudretin en bÛ3rük
eserinden başka hiçbir şeyle izah edilemez. İnsanoğ­
lunun bilgisi gelişiyor ve bu iki mucizenin yeryüzün­
de yaşayan canhlarm hayatı için çok büyük ehemmi­
yet arzettiğini anlıyor ve görüyor ki, dünya denilen bu
gökcismi üzerinde gece ile gündüz arasmdaki nisbe-
tin bu belli zaman araliklarma göre taksimi nisbetin
bu beUi zaman aralıklarına göre taksimi hayatın ve
canhhğm bekası için büyük bir âmildir. Şayet gece ile
gündüz bugünkü ölçü ve nizam içerisinde bulunmaya­
cak olsaydı, yeryüzünde her şey değişirdi. Hele bu
âyetlere muhatab olan insan hayatı ve canlı varlığın
yaşaması gelişmesiyle bu iki mucizenin önemi daha da
artıyor ve beşer hissinde tesiri daha da fazlalaşıyor.
«7e Allah’ın gökten indirmiş olduğu nzıkla ölümün­
den sonra yeri diriltmesinde.y>
Rızıktan murat, esküeıin anladığı gibi belki de
gökten inen yağmurdur. Fakat şunu belirtmek gere­
kir ki gökten inen nzkm muhtevası yağm urdan çok
daha geniştir. Meselâ semamızdan dünyam ıza inen
ışmlann (Ültravüyole) canMarm hayatmdaki tesiri
sudan hiçte az değildir. Hattâ izni İlâhî ile su, bu ışm-
1ar vasıtasiyle ortaya çıkmaktadır. Çünkü güneş ışm-
lan denizlerdeki sularm buharlaşmasmı sağlamakta ve
buhar haline gelen sular bir süre sonra yoğunlaşarak
yağmur şeklinde yeniden dünyamıza inmekte pmar
ve ırmaklar akıtmakta, ölümünden sonra yeiTnizünü
diriltmektedir. Şu halde dünyamız hem su, hem ısı,
hem de ışınlar yoluyla canlılığını temin etmektedir.
«Rüzgârları değiştirmesinde.d

306
Kuzeyden, güneye, doğudan batıya dosdoğru veya
saparak akan rüzgârlar, sıcak veya soğuk hava kü­
melerini taşırlar. Hepsi bu akılları durduran kâinat
projesinde çizilen ince plâna uygun olarak gerçekle­
şir, Önceden çizilmiş olan bu projede her şey yerli ye­
rince hesaplanmış, kör tesadüflerin eline hiçbir şey
bırakılmamıştır. Rüzgâr akımlarmm, yeryüzünün dön­
mesi, gece ve gündüz mucizesi ve gökten inen nzıkla
yakmdan ilgisi vardır. Allah’m bu kâinatı dilediği gi­
bi yaratıp idare etmesindeki arzusunu gerçekleştirme
hususunda birbiriyle yardımlaşırlar. Bütün bunlar kâ­
inata serpiştirilmiş birer âyet, mucizedirler... Ama ki­
me?
Akıllarım işleten topluluklara.^
Akıl işte burada işler ve işte akim sahası burada­
dır.
HER CAN U
ALLAH’IN VARLIĞINA
DEIİLDÎR

^Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki, rızkı


Allah’a ait olmasın. Onların duracak, dinlenecek yerle­
rini ve saklanacak yerlerini bilir. Hepsi apaçık kitapta­
dır» ... (Hûd, 6)
İşte bir başkası daha, Allah’ın korkunç ve âlemşü­
mul bilgisinden... Şu canlılar... Yeryüzünde yürüyen
ne kadar varlık varsa, insandan, hayvandan, haşere­
den ve sürüngenlerden... Yeryüzünün üzerinde do­
laşıp bağrına saklanan, gizli ve bilinmez deliklerinde
dolaşıp duran ne kadar cardı varlık varsa... Sayıya
ve hesaba gelm eyen ve sayılıp hesap edilmesi müm­
kün olm ayan ne kadar canlı yaratık mevcut ise...
Hepsini bilir Allah Teâlâ. Hepsinin nzkmı da O verir.
Nerede durup dirdendiklerini ve nereye girip saklan­
dıklarını bilir O. Nereden gelip nereye gittiklerini...
Hepsini bilir O ... Onlann hepsi her türlü ve her biri
bu ince bilginin sınırları içinde kayıtlıdırlar...
Bu anlatım, Hak Teâlâ’nın mahlûkat Ue ilgili bil­
gisini detaylı olarak açıklamaktadır. İnsan, insanca
taha3ryülü ile bu manzarayı düşünmeye çabaladığı
zaman bütün benliği ile titrer ve tasavvur etme kud­
retini gösteremez.
Burada anlatılanlar yahn mânada bilgiden de öte­
ye geçiyor. İnsan hayalinin tasavvur etmekten âciz ol­
duğu bu yığınlarca canlı varlıkların teker teker nzkı-

309
m vermek ve takdir buyurmak... Bu da bir başica mer­
hale... AUah’m ühamı olmasa beşer hayali nereden
kavrayacak onu?
Allah Teâlâ bu yeryüzünde dolaşıp duran şu can-
lılaım tümünün nzkmı vermeyi kendi iradesiyle üze­
rine bir vazife olarak almış tu*. Ve yeryüzüne bütün
bu canlı varlıklann ihtiyaçlarmı karşılayacak imkânı
bahşetmiştir. Ve bu canlı varlıklara da yeryüzünde do­
laşarak kendi paylarma ayrılan rızkı arayıp bulma
iTTikâ.Tnm vermiş ve çeşitli şekillerde bunu tanzim et­
miştir. Bazı varlıklar rızıklarını ham ve pişmemiş ola­
rak yerler. Bazısı ekim biçim yoluyla elde eder. Bazısı
sunî olarak elde eder, bazısı bileşimler yaparak hazır­
lar yiyeceği nesneleri. Ve daha bizim burada sayamı-
yacağımız kadar değişik şekillerde ve biçimlerde üre­
tim ve hazırlama yollarıyla alırlar gıdalarını. Bazı var­
lıklar da. var ki, nzıklannı hazmedilmiş ve akıcı kan
haline dönüşmüş şekilde alırlar. Pire ve sivrisinekler
gibi.
AUah’m bu kâinatı yaratmasındaki hikmetine ve
rahmetine en uygun düşeni de budur zaten. Bütün
mahlâkatı kendi kabiliyetleri ve özellikleriyle donatıl­
mış olarak yaratmıştır. Hele insan... Yenrüzünün ha­
lifesi olan ve terkip tahlil gücüne, yetiştirme ve üret­
me imkânma, yer yuvarlağmm 3nizünü değiştirip ge­
liştirme kabiliyetine ve hayat şartlarmı kendi lehine
değiştinne kudretine sahip olan insan... İnsan bir yan­
dan bunlarla uğraşırken bir yândan da rızkını temin
eder. Her ne kadar kendi rızkını kendi yaratmışsa da
AUah'm kendisine verdiği istidat ve kabiliyetler saye­
sinde kâinatm gizli açık enerji kaynaklarım keşfeder.
Ve AUah’m bütün canlılara hibe ettiği hayat nimetle­
rini yine bu kabiliyeti sayesinde ortaya çıkararak İlâhî
kanunlarm icabım yerine getirir.

310
Burada bir takım kimselerin zannettiği gibi mu­
kadder bir nzkm bulunupta insan ister çalışsm ister
çalışmasın ayağma geleceği, oturmakla kaybedilmedi-
ği gibi tembellik ve asalaklıkla gecikmeyeceği fikrini
işlemek istemiyoruz.
Aksi düşünülecek olursa Allah’ın emrettiği sebep­
lere sarılma hususu nerede kalacaktır? Halbuki Allah
esbaba sarılmayı kâinata bir kanun olarak koymuştur.
Yaratıklara bu güç ve enerjiyi vermesindeki hikmetin
ne mânası kalacaktır? Allah’ın ilminde takdir buyuru­
lan kemal basamaklarında insanlığın yükselmesi na­
sıl mümkün olacaktır? Halbuki Allah Teâlâ insanı bu
mühim sahada vazifelendirmek için yeryüzünün ha­
lifesi olarak seçmiştir.
Şüphesiz her yaratığm bir rızkı vardır. Burası mu­
hakkak. Bu n zık da kâinat ummanmda saklanmıştır.
Allah kendi kanunları uyarmca insanlann çalışma ve
çabalamalarma göre bunu takdir buyurmuştur. El­
bette ki kimse çalışmaksızm oturmamalıdır. Semanm
altm veya gümüş yağdırdığı görülmüş değildir. Fakat
gerek semada gerekse yeryüzünde bütün mahlükat
için yeterli rızıklar vardır ve Allah bunu kâinata yer­
leştirmiştir. Yaratıklar Allah’m yeryüzüne koyduğu
kanunları gereğince bu nzıklan araştuıp çalıştıkları
takdirde hiç kimseden esirgemez onlar. Ve Allah’m ka­
nunlarının şaştığı veya yolundan saptığı görülmüş de­
ğildir.
Mesele temiz kazançla kirli kazançtır. Her ikisi
de bir çalışma ve çabalama mahsulüdür. Aralannda
değişen durum sadece şekli ve biçimidir. Binaenaleyh
bu şekil ve biçim değişiMiğinin sonucu da değişik olai
çaktır.
Bir önceki âyette zikredilen güzelce geçinme hu­
susu ile burada sözü edilen canlılar ve nzıklan arasm-

311
daki karşılıklı ilişkiyi de unutmamak gerekir. Kur’an’-
m, muhkem ve mütenasip akışı içerisinde bu nev’i üs­
lûp ve konu birliği asla gözden uzak tutulmaz. Gerek
üslûp g e r ^ e konu bakımmdan sağlanmış olan uy­
gunluk âyetlerin akış atmosferi içerisinde ortaklaşa
serdedilir.
Bu iki Âyet-i Kerîme insanlara gerçek Rablerini
ve inanacakları tannlamu tanıtan ilk kısımlardır. İn­
sanlar yaloız bu yaratıcıya tapınmalıdırlar. O her şeyi
bilir ve bilgisi bütün mahlûkatmı kuşatmıştır. O’dur
ri7.ık veren ve yarattıklanndan hiç birisini nzıksız bı-
rakmayem. İnsanlar İle insanları yaratan arasmda bir
müneısebet kurabilmek ve insanları, bilgisi engin ve
her şeyi İhata etmiş bulunan nzik verici yaratanlarına
kulluk edebilmek için bu bilginin önemi pek büyük­
tür.
Ayet-i Kerîme insanlara gerçek Rablerini tanıtmak
hususunda biraz daha üeri gidiyor ve O ’nun san’atmm
eserleri ve kudretinin neticeleri konusundaki hikmet
ve tedbirine muttali kılıyor. Göklerin ve yeryüzünün
özel bir nizam çerçevesi dahilinde yaratılmış olması,
kesin bir devre içinde halkedilmiş olması hep özel bir
hikmetin icabıdır. Burada Âyet-i Kerîme o hikmetler­
den öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme, iş ve mü­
kâfat konulanyla ügili kısımlarmı a çık lıy or;
(.(.Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek
için gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur. Bundan
önce arş su üstünde idi. Andolsun ki; ((ölümden sonra
muhakkak siz yine diriltileceksiniz)) desen, küfredenler
mutlaka: «hu, apaçık bîr aldatmadan başka bir şey de­
ğildir)) diyeceklerdir.)) (Hûd, 7)
Göklerin ve yerin altı günde yaratılması konusun­
da Yûnus Sûresinde daha önce epey söz etmiştik. Ay­
nı husus burada da zikredilmektedir ki, kâinatın üze­

312
rine kaim olduğu kanunlarla insanların hayatının üze­
rine kaim olduğu kanunlar arasmda bir bağlantı ku-
rulsım.
«Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek
için...»
Burada Yûnus Sûresinden farklı olarak karşılaşı­
lan nokta, âyet-i kerîme’d ek i: «Bundan önce arş su
üstünde idi.» ara cümlesidir. Ve buradan anlaşı­
lan m âna odur ki, göklerin ve yerin yaratıhşı esnasın­
da yani varlık haline geçişi sırasmda yerlerinde su bu­
lunuyordu. V e Hak Teâlâ’nm arşı da bu suyun üzerin­
de idi.
Fakat bu su nasü bir şeydi? Nerede bulunuyor­
du? Hangi şeküde idi? Ve Allah’ın arşı âlâsı nasü bu­
lunuyordu suyun üzerinde?... Daha birçok noktalara
Âyet-i Kerîm e’nin mefhumunun ötesinde ilâve edece­
ği bir şey yoktur. Bu sorulann sınırmm nereye vanp
dayanacağını da bilmez. Bütün bunlar birer gayptur-
1ar ve bizim bilgi kaynağımız ancak ve ancak bu âyet­
lerin hizasm da bulunmaktadır. Bunun ötesinde bir şey
bümiyoruz.
Biz «İlmî» denilen nazariye ve hipotezlerden Kur’-
an-ı Kerîm’in âyetlerine kaynak bulacak değUiz. Hat­
tâ âyetin zahir’ metni bu nazariyeler ile uyuşsa da
böyle bir yola başvuracak değüiz. Çünkü ilmi nazari­
yeler her an değişebilirler. Bilginler her yeni bir naza­
riye ortaya attıkları zaman onları denemişler ve ger­
çeklere daha yakın olarak tesbit etmişlerdir. Ve bu ye­
ni nazariyenin bir önceki nazariyeden daha fazla kâ­
inat kanunlarm a uyduğunu bildirmişlerdir. Halbuki
Kur’an’m hükm ü bizzat doğrunun kendisidir. İlim bu
hakikati ister bulmuş olsım ister bulmamış olsun onun
doğruluğuna tesir etmez. A3m ca İlmî gerçek ile ilmi
nazariye arasında da çok fark vardır. İlmî hakikati

313
tecrübe yoluyla anlamak mümkündür. Her ne kadar
devamlı ihtimal dairesinde ise de kat’î değildir. İlmî
nazariyeye gelince o tamamen faraziyelere dayanmak­
tadır. Kâinattald bazı hadiselere veya birçok hâdise­
lere istinad eder. Her zaman değişebileceği gibi ters
yüz de olabilir. Binaenaleyh ne K u ran hükümleri bu
faraziyelere dayandırılabilir ne de bu faraziyelere
Kur’an’dan mesnet bulunabilir. Onun yolu ayrı Kur’-
an’m yolu ayrıdır. Onun sahası başka Kur’an’m sahası
başkadır.
Kur’an’m hükümlerini ihnî nazariyelere uydur­
mak için bir takım ortak noktalar aram aya kalkış­
mak asimda Kur’an’a, îmanm ciddiyetiyle ve Kur’an’-
riaki hülcümlerin doğruluğunu kabul etmenin verdiği
olgunlukla uyuşmaz. Kur’an’m, bilen ve hikmet sahibi
yaratan tarafmdan indirilmiş bir kitap olması gerçeği
ile kabili telif değüdir. Haddizatmda bu gayri ciddi du­
rum, ihm hayranlığmdan doğan bir hezimetin ifade­
sidir. İtme gereken fazla önem ve yer vererek tabiî ha­
linden daha fazla itina göstermenin işaretidir. Kur’an’ı
ilmin verilerine uydurmak için çalışıp da bunun Kur’­
an’a ve imana hizmet olduğunu sananlar ruhlanndaki
manevî hezimet karşısmda uyanık olsunlar. Her gün
beşer ilminin söyleyeceği sözü bekleyip ona göre ken­
disini ayarlayan bir îman, üzerinde tekrar tekrar du­
rulması gereken bir îmandır. Her zam an için aslolan
Kur’an’dır. İlmî nazariyeler ise Kur’an’ın buyruklan-
na uygun da olabilir, ters de. Pratik tecrübı gerçekle­
rin sahası ile Kur’an’m sahası -birbirinden tamamen
I

farklıdır. Kur’an bu gibi hususları doğrudan doğruya


insan zekâsma bırakmıştır. İnsan kafası pratik ve tec­
rübeyi ilgilendiren konularda hürdür. Dilediği gibi ha­
reket edebilir. Deneyler yaparak sonuçlar çıkarabilir.
İnsan akimı doğru ve sağlam olarak yetiştirip, hurafe-

314
lerin, efsanelerin ve evhamın baskısmdan kurtarmak
vazifesini de kendisi yüklenmiştir. A3rnca hayat için
bir nizam ve düştür koymuş, bununla da akim sağlam
ve doğru çalışmasını temin etmiştir. Hür olarak ener­
jisini devam ettirmesini ve huzurlu olarak yaşaması­
nı sağlamıştır... Bundan sonra aklı kendi başma bı­
rakmıştır. Özel kanunları çevresinde çalışıp pratik ve
tecrübî gerçekler elde etmesine izin vermiştir. Çok en­
der haller müstesna Kur’an, ilmi konulara temas etmiş
•değildir. Sadece suyun; hayatm ana maddesi olduğunu
bildirmiş ve bütün canlılarda suyun müşterek bir un­
sur olduğunu belirtmiştir. Bütün canlı varlıkların bi­
rer çift olduğunu, kendiliğinden çiftleşen çiçeklerin bi­
le erkek ve dişi organları bulunduğunu zikretmiştir...
Buna benzer bazı hükümleri açıkça belirtmiş, daha
fazlasmı açıklamamıştır.
Biz konu harici bu ifadelerden sonra asıl metinle­
re dönelim. Akide binası ve hayata tasarrufu üe il­
gili m etin lere;
^Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek
için gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur. Bundan
önce de arş su üstünde idin...
Altı günde yarattı gökleri ve yeri... Bu müddet
zarfında yarattı göğü ve yeri. Beşer cinsinin hayatına
elverişli şartlan ve imkânları taşısm diye yarattı altı
günde. Sizi yarattı ve yeıımzünû emrinize âmâde kıldı.
Göklerde de size fayda verecek şeyleri emrinize müsah-
har kıldı... Hak Sübhânehu bütünüyle kâinata hâkim­
dir. «Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek
için.n... Âyetin akışmdan açıkça anlaşüıyor ki, her ne
kadar Allah, göklere ve yere tam olarak hâkim ise de,
gökleri ve yeri altı günde yaratmış olmasmm hikmeti
in sa.m n im tihan edilmesidir. İnsanlara bu denemenin
nnprnini ve ciddiyetini belirtmek ve anlatmak içindir.
Y üce yaratıcı bu gökleri ve yeri insan cinsinin ya-
315
şamasına elverişli olarak yarattığı gibi, beşer cinsini
de bir takım kabiliyetler ve istidatlarla donatılmış, kâ­
inata hükmeden kanunları onun fıtratma da yerleştir­
miştir. Bunun yamsıra ona hayatmda düedigi yolu seç­
me serbestisin! vermiş, böylece insanoğlu kendi hür
iradesiyle doğru yola gitme imkânmı bulmuştur. Ve
Allah, doğru yola gittiği zaman onu desteklemiştir. Yi­
ne bu hür iradesi ile dilerse dalâlet yoluna gidebilir ki,
Hak Teâlâ onu bu yolda desteklemez. Böylece kimin
daha iyi ameller işleyeceğini denemek üzere kendi baş-
larma terketmiştir. Onlardan kimin daha iyi amel iş­
leyeceğini bümek için denemiyor. Hak Teâlâ, çünkü
önceden biliyor kimin ne yapacağını. Sadece gizli bu­
lunan füUerinin meydana çıkması ve bu fiillerine gö­
re mükâfat veya mücâzat görmeleri için deniyor on­
ları. ,
Bundan dolayı zaten ölümden sonra dirilmeyi, he­
sap ve cezayı yalanlamak bu hava içerisinde son dere­
ce tuhaf ve garip bir hal olarak beliriyor. İnsanın de­
nenmesinin, göklerin ve yerin yaratılışı ile ilgili ol­
duğu zikredildikten sonra hâlâ dirilişi ve hesabı inkâr
etmek çok acajnp karşüamyor. İmtihanın kâinatm te­
melinde mevcut olduğu, kâinat kanunları arasmda yer
aldığı ve mevcudâtm esasını teşkil ettiği hatırlatılı­
yor,
Bu ifadeler- karşısmda imtihan gerçeğini inkâr
edenler gayri makûl ve idrâksiz kimseler olarak görü­
lüyor. Mevcudâtm yapısını bilmedikleri anlaşılıyor.
Onlar bu gerçekleri hayretle karşılarken birdenbire
onunla karşı karşıya geliyorlar...
«Andolsîîn ki,' KÖlümden sonra rmıhakkak siz yine
diTiltüeceksinizn desen, küfredenler m utlaka: «bu apa­
çık aldatmadan başka bir sey değildin d iyecek ten ...
Bu gerçekler karşısında onlarm söyledikleri şeyler
ne tuhaf, ne acayip ve ne gariptir...
316
YARATILIŞ VE
H AYAT ALLAH’IN
DELİLİDİR

Şüphesiz ki gökleri ve yeri yaratan O’dur. O’dur


göklerde de yerde de Allah olan. O’dur yegâne ilâh.
Hem gökte, yem yerde... Gerek semalarda, gerekse
yeryüzünde ülûhiyetin bütün icapları tahakkuk etmek­
tedir. Hem gökler hem de yer AUah’m yerleştirdiği İlâ­
hî kanunlara boyun eğerler. Ve sadece O’nun emrini
yerine getirirler. İnsan hayatmda da durum aynen
böyle. AUahu Teâlâ gökleri ve yeryüzünü yarattığı gi­
bi, insanı da yaratmıştır. İnsan evveliyatı itibariyle şu
yeryüzünün çamurundan tekevvün etmiştir. Ve ona
Allah insanlık hassalarmı bahşetn^tir. Tıpkı yeryü­
züne bahşettiği hususiyetler gibi. İnsanoğlu biyolojik
yapısı itibariyle ister kendi arzusu ile olsun, ister ken­
disi istemesin, Allah’m yeryüzüne koyduğu kanunla­
ra bo3m n eğm ek mecburiyetindedir. Zira insanm var­
lığı ve yaratılışı başlangıçta Allah’m dilemesiyle ol­
muştur. Y oksa insanm kendi arzusu ve isteği üe de­
ğil... Hatta ana ve babasmm arzusu ile de değil. An­
ne ve baba kendi istekleri ile birleşirler. Ne var ki
bir cenine varlık verebilme gücüne sahip değildirler.
Ana k a m m a düşen cenin Allah’m koyduğu kanunlara
uygun olarak hamilelik müddeti tamamlanmca ve do­
ğum şartları teşekkül edince dünyaya gelir. Ve dünya­
ya gelen bu yavru Allah’m kendisi için ihsan ettiği
miktarda kâinat havasından teneffüs eder. Aldığı ne­

317
fesler ve bvtaun niteliği yine Allah’ın iradesine uygun
olarak bir ölçü dahilindedir. Dünyaya gelen bu yavru
büyür, gelişir, duygulanır, hislenir, aç kalır, susuz ka­
lır, yer, içer ve bilcümle hayat olayları ile karşılaşır,
ama bütün bunlar Allah’m kanununa göre cereyan
eder... Yoksa kendisinin irade ve arzusuna göre de­
ğil. Bu konularda insanm durumuyla göklerin ve
yüzünün durumu farksızdır. Her ikisi de Allah’m koy­
duğu kanunlara aynı tarzda uyarlar.
Allahu Teâlâ insanm gizli nesi varsa bilir. Hayatı
boyunca gizli açık ne kazanmışsa onu da bUir. Şu hal­
de insana yaraşan Allah’m insan hayatm a koyduğu
kanunlara ittiba etmektir. İnsan, kendisinin edindiği
düşünce ve inançlar, değer ölçüleri, hayat prensipleri
ve Allah’ın kendisine bıraktığı seçme hakkı ile bu ka­
nunlara uymahdır İd, İlâhî kanunlarm mahkûmu fıtrî
hayatı, AUah nizamının mahkûmu olan günlük haya­
tı İle bir uygunluk içerisinde devam edebilsin. Birbir­
leri ile çelişkiye düşmesin. Aralarmda çatışmalar mey­
dana gelmesin. Ve insanoğlu bu iki kanunun ve niza-
mm çatışması arasmda ezilip kalmasm...

Bu engin- ve şümullü âyet dalgası gerek nefisler­


de, gerekse kâinat ufuklarında ortaya çıkan hayat ve
yaratma delilleri ile alâkalı insan kafasm a ve insan
gönlüne hitap ederken insan idrâkine münakaşalı bir
kitap tarzı ile veya felsefî, raetafizikî delillerle hitap et­
miyor. İnsan fıtratmı uyanıklığa kavuşturan ilhamlar­
la dolu bir hitap tarzı takip ediyor. Önce insanı, ya­
ratma ve canlandırma hareketi ile, Allah’ın takdiri ve
hâkimiyeti ile yüzjrüze getiriyor. Bunu yaparken de di­
yalektik metodu takip etmiyor da k a fi hüküm verme
yolunu seçiyor. Allah’ın hükümlerinden almmış olan
ve insan fıtratınm dahilinde açıkça görülecek tarzda

318
bu hükümleri tasdik eden hâkimiyet metodu ile ha­
reket ediyor.
Gerek göklerin ve yerin varhğı ve bu açık nizama
uygun olarak idare edilmesi, gerekse hayatm doğuşu
ve hayatın en üstün şeklini temsil eden insamn yaşa­
yışı ve aynen kâinatın takip ettiği izi takip ederek sey-
riue devam etmesi... Bütün bunlar insan fıtratını doğ­
rudan doğruya hak ile yüz yüze getiriyor ve insan ru­
hunda A llah’ın vahdaniyeti ile ilgili yakmî tesirler icra
ediyor. Diyebiliriz ki bütünü ile Kur’an’m hedef edin­
diği ana m evzu vahdaniyet prensibini yerleştirmektir.
Bu ise sadece Allah’m varlığının isbatım ifade eden
kaziyelerden ibaret değildir. Beşer tarihi boyunca in-
sanm karşı karşıya bulunduğu ana problem hak bir
ilâhm yarlığına inanmama problemi değil.
Kur’an ile yüzyüze gelmiş olan Arap putperestleri
doğrudan doğruya Allah’m varlığını inkâr ediyor de­
ğildiler. Aksine Allah’m varlığını kabul ediyorlardı. Ve
Kur’an-ı K erîm ’in belirttiği gibi Allah’m yaratma, rız­
kı verme, m ülk sahibi olma, öldürme ve diriltme gibi
pek çok sıfatlarm ı itiraf ediyorlardı. Şu kadan var ki,
onlara şirk' damgasmı basan ana sapıklıklan bu ka­
bullenmiş oldukları sıfatlarm gereği olan bazı husus-
lan kabullenmemeleri idi. Meselâ bütün işlerinde Al­
lah’m hâkiniiyetine teslim olarak, günlük hayatlarm-
da O’ndan başka bütün putlan yıkmak, sadece O’nun
emirlerine bağlanm ak prensibini bir türlü kabullenmi­
yorlardı. işte onlara, Allah’m varlığım kabul etmeleri­
ne ve O ’nun bütün sıfatlarım benimsemelerine rağ­
men şirk ve küfür damgasmı vuran ana unsur bu idi.
Halbuki A llah’ın varlığını kabullenip sıfatlarmı benim­
sememenin belh başlı icaplarmdan birisi, her mesele­
de Allah’m hükmüne boyun eğmek ve kabul ettikleri
gibi mülk sahibi, yaratan ve nzık veren olarak O’nun

319
hükmünü benimsemek idi. Burada A llah’ın sıfatlan
ile onlann yüzyüze getirilmesi, Hak Teâlâ’nm hem kâ­
inatı, hem de insanlan yaratmış olm asının belirtilme­
si, kâinatı ve insanı bütünüyle idare edenin A llah oldu­
ğunun, O’nun ilminin insanları gizli açık bütün işleri­
n i ihata etmesinin açıklanmış olm ası... Evet bütün
bunlar, bunlann zarurî neticelerini belirtm ek için ya­
pılan bir giriş mahiyetindedir.
Yaratdış ve hayatla ilgili bu deliller, m üşrikleri Al-
lah’m vahdaniyeti ile smzyüze getirm ek bakımmdan
ve O’nun hâkimiyetini yerleştirm ek yönünden büyük
önemi olduğu gibi günümüzün m odem cahiliyetinin
AUah’ı inkâr hususundaki basitliklerini bertaraf etmek
için de önemli bir husustur.
Gerçekten günümüzdeki A llah’sızlarm kendi söy­
lediklerine inanıp inanmadıkları hususunda pekçok
kimsede şüpheler vardır. En kuvvetli ihtim ale göre gü­
nümüzde Allah’sızlık modası başlangıçta kiliseye kar­
şı çıkmak için kullanılmış ama sonradan yahudüer
bunu kendi emelleri uğrunda istism ar etm işler ve yer­
yüzünde beşer hayatmın ana kaidelerini yıkm ak için
kullanmışlardır. Ancak bu şekilde yeryüzünde îman
kaidesi üzerine kaim olan hiçbir cem iyet kalm az idi.
Sadece kendileri bu inanca sahip olurlar ve siyon pro-
tokoUarmda söyledikleri gibi beşeriyet bir buhrana
sürüklenerek kendi hâkimiyetleri altm a girerdi. Çünkü
insanlık itikadm bahşettiği gerçek kuvvet kaynağm-
dan mahrum olunca bütün kuvvet noktaları yahudile-
rin ehne geçecekti.
Yahudiler ne derece oyun ve tuzak hazırlarlarsa
hazırlasınlar, hiçbir zaman için beşer fıtratını mağlup
edecek güce sahip olam ıyacaklardır. İnsan fıtratmın
derinliklerinde bir ilâha îman arzusu yatar. Bazen bu
arzu hakiki ilâhı gerçek sıfatlan ile tanım ak hususun­

320
da sapıklığa düşebilir. Tek bir ilâhın hâkimiyeti altm-
da hayatını idam e ettiremiyerek doğru yoldan asmla-
büir. İşte bu takdirde bu İlâhî esaslar gereğince o kim­
selere k üfür ve şirk damgası vurulur. Bazı kimselerin
de fesada m aruz kalır. Onun bünyesinde mevcut olan
fıtrî alıcı-verici cihazları bozulur. İşte AUah'm varlığı­
nı inkâra yeltenen yahudi hilesi ancak bu gibi ruh­
larda yerleşm e im kânı bulabilir. Ne var ki, fıtrî ya­
pısı atalete uğram ış ruhlar beşer topluluğu içerisinde
her zam an çok az bir yekûn teşkil eder. Bugün yer­
yüzünde gerçek Allah’sızlar birkaç milyonu geçmez.
Gerek Rusya’da, gerekse Çin’de yüzlerce milyonun ha-
yatma ateş ve dem irle hükmeden Allah’sızlar kuk yıl-
hk rejim lerinin îm an hareketlerinin önüne dikilen sed-
lerine rağm en, her türlü propaganda, reklâm ve eği­
tim im kânlarını im ansızlığı yaygınlaştırmak için kul­
lanmış olm alarm a rağm en bu sayı biraz önce de belirt­
tiğimiz gibi birkaç m ilyonu geçmemiştir.
Şu kadarı var ki, yahudiler bir başka sahada ba­
şarma im kânm ı bulabilirler. O da dinî duygulan mü­
cerret duygu ve alışkanlıklar haline çevirerek pratik
hayattan uzaklaştırm ak. Dindar kimselere kendi ha-
yatlaruıa hükm eden Allah’dan başka birçok taunlara
kul olarak yine de Allah’a inanmış olup dindarlıklan-
m devam ettirebileceklerini bir vehim halinde kabul
ettirmektir. İşte böylece yahudi, beşeriyeti fiilen temel­
den yıkıp m ahvedebilir. Hem de zavallı insanlar o hal­
leri de A llah’a inandıklarm ı sana sana...
Yahudi her dinden önce İslâm dinini hedef almak­
tadır. Çünkü onlar iyice biliyorlar ki bütün tarihleri
boyunca yahudiyi sadece bu dinin hâkimiyeti mağlup
etmiştir. O da bu dinin bütünüyle hayata hükmettiği
demlerde. V e iyice biliyorlar ki, müslümanlar uzun
müddetten beri içtim ai hayatlannda bu dinin hük­

F .: 21/321
münü hakim kılmadıkları halde hâlâ kendilerinin
müslüman olduklannı ve Allah’a inanır bulunduklan-
nı sandıklan zamanlardanberi her zam an müslüman-
lan mağlup etmişlerdir. Allah’m hükm ü olm adan da
müslüman olacakları vehmini vererek dinin insan ha-
yatmdaki mevcudiyeti silinerek dinin varlığını ve mev­
cudiyetini vehmettirme yoluyla yapdan uyuşturm a me­
todu, elbette ki yahudi oyununun başarıya ulaşması
için zarurîdir. Yahut da Allah’m inayeti ile insan­
lar akıllarım başma alırlar...
öyle sanıyorum ki Siyonist yahudilerle, haçlı hıris-
tiyanlar —şüphesiz ki en doğruyu bilen A llah’tır— her
iki grupta A fı^ a ’yı, Asya’yı ve A vrupa’yı içine alan
gemş İslâm memleketlerinde bu dini yok edeceklerin­
den ümitlerini kesmişlerdir. İnsanları m ateryalist sis­
temlerin hâkimiyetine teslim ederek A llah’sızlık ba-
takhğma götürebileceklerinden de üm itlerini kesmiş­
lerdir. Bütün bunlarm yanısıra m isyonerlik veya sö­
mürgecilik yoluyla müslümanlan başka dinlere çevire­
bileceklerini de tahmin etmemektedirler. Zira insan
fıtratı bırakm müslümanlan, putperestler arasm da bi­
le AUah’sızlik inancmdan nefret etm ektedir. Ve hiç
şüphesiz ki, İslâm’ı tanımış yahutta en basit şekli ile
İslâm mirasına konmuş gönülleri başka dinlere çeke­
bilmek imkânsız gibi birşeydir.

Allah’sızlık modasma hayat ve yaratm a delilleriy­


le karşı koymaya gelince gerçekten bu çok kuvvetli
bir karşı ko3mştur. Bu delüin karşısm da AUah’sızlarm
yanıltmaktan, demagojiye başvurm aktan başka elle­
rinden birşey gelmez. Bedîhî fıtrat m antığına göre ve
sağ duyu sahibi insan aklm m koyduğu m antıkî pren­
siplere göre bu kâinatın başlangıcm danberi böyle ken­
disine has bir nizam ile yaratılm ış olm ası h iç şüphesiz

322
bir yaratıcının varlığını, herşeyi yerli yerince koyup
idare ettiğini gösterir. Ancak inançsızlığa kapılarak
bu noktayı kapam ak isteyenler doğrudan doğruya de­
m agojiye başvurm aktadırlar. Derler ki; Esas itibariyle
varlığından önce bir yokluğun mevcudiyetini kabul et­
mek için tem el bir sebep yoktur. Bu görüşü ileri süren
füozoflar arasında materyalizme karşı müdafaa önder­
liğini yapan ruhçu «spirtuaüst» filozoflar da vardır.
Ve kendilerine bu adı vermektedirler. Hatta bir takım
m üslüm anlar da aynı oyuna gelerek Allah’m dinini
kullardan bir kulun ileri sürdüğü tezlerle takviye et­
meye yeltenm ekte ve bu görüşün çığırtkanbğmı yap­
m aktadırlar. Bu spirtualist filozof yahudi asıllı olan
Henri B ergson’dur.
Bergson diyor k i; Esas itibariyle kâmatm mevcu­
diyetinden önce bir yokluk sözkonusu değildir. Yok­
luktan sonra kâinatm m evcud olduğunu ileri süren
faraziyeler ise insan kafasmm kendi uydurmasıdır.
Çünkü insan zihni ancak bu tarz bir düşünceyi kabu­
le yanaşır. Şu halde Bergson hangi mantığa dayana­
rak kâinatın m evcudiyetinden önce yokluğun sözkonu­
su olm ayacağm ı ispata yeltenmektedir. Aklî deliller
mi? H ayır. Çünkü aklî deliller kendisinin de bildiği
gibi kâinatm m evcudiyetinden önce bir yokluğun söz­
konusu olduğunu üeri süren düşünceyi kabullenmek­
tedir. îlâh i bir vahye dayanarak mı? Kendisi zaten
böyle bir iddia serdetmiyor. Her ne kadar Bergson
m istiklerin tahm inlerinin her zaman bir ilâhm varlığı-
m kabullendirici mahiyette ise de bizim de bu devam­
lı serdedilen tahm inlerin tasdik etmemiz icabetmekte-
dir dem ektedir. (Yalnız, Bergson’un sözünü ettiği ilâh
İslâm’m kabul ettiği Allah değil, sadece bunun yerini
alan hayattır.) Şu halde kâinatm varlığmdan önce bir
yokluğun sözkonusu olmayacağmı iddia ederken ken­

323
di iddiasını ispat için dayanacağı üçüncü bir kaynak
mevcut mudur? Biz bilmiyoruz.
Gerçek odur ki, mutlak şekilde kâinatı yoktan va-
retmiş olan bir yaratıcı mefkûresine sıkınm aktan baş­
ka birşey gelmez elimizden. M utlak şekilde kâtnatm
varlığma mücerret de olsa bir takım sebepler bulabil­
mek için bu düşünceye sarılmak icabeder. Fakat mü­
cerret manada bir varlığm sözkonusu olm adığı hal­
lerde durum nasü olacaktır? H albuki Kâinat, değiş­
meyen kamınla,nn mahkûmu olarak m eydana gelmiş,
bu âlemde bulunan her şey behrli ölçüler dahilinde he.
saph olarak tanzim edilmiştir. En basit aklî yapıya sa­
hip olan büe bu ölçü ve hesabm birçok yönünü uzun
bir düşünceden sonra kavrayıp farkedebilir. Cl)
Hayatm doğuşu meselesi de böyle. M adde terimi­
nin ifade ettiği mana nasü olursa olsun. Hatta madde
ile ışik da kasdedUmiş olsa hayat problem i üe donuk
madde üe ışık da kasdedilmiş olsa hayat problem i ile
donuk madde arasmdaki mesafe yüce bir yaratıcm m
varhğmdan başka bir yere üetmez inşam . Bu yaratıcı,
kâinatı öyle bir tarzda yaratmış ki hem hayatm do­
ğuşunu en uygun şeküde sağlamış, hem de hayatm

(1 ) Uzun müddet Allah adma kulların üzerine çöken kilisenin


baskısmdan kaçanların bütün gayesi onsekizinci ve ondo-
kuzuncu asırlar boyunca Allah’ı inkâr etmekti. Bu kilise kaç­
kınlan arasmda «ideaüstler» adını verdiğim iz grup insan
akima AUah’m bütün hususiyetini ve sıfatlarım verm ek için
çalışmışlardır. «Materyalistler» ise, bütün b u vasıflan ve
hususiyetleri tabiata maletmeye çabşm ışlardır. Çünkü gerek
bunların, gerekse onlann bu varlık hâdisesini açıklayabil­
mek için beşer takatinin fevkinde sığınabilecekleri başka
bir faraziye mevcut değildi. Şu kadan var ki, onlar İdlisenin
avucundan kurtulabilmek için onun dayandığı ana noktayı,
AUah’ı inkâr etmek istiyorlardı.

324
doğuşundan sonra devamı için gerekli imkânları bah­
şetm iş... Özellikle insan hayatı mücerret hayat hadi­
sesi olm aktan da öte fevkalade üstün vasıflar taşır. In.
sanın aslı çam urdandır. Yani yeryüzünün ana mad­
desinden. İnsanın cinsi Ue yeryüzünün cinsi aynı. Şu
halde çok dikkatli bir irade lâzımdır ki insanoğluna
hayat bahşedilsin ve onu kendi ihtiyar ve iradesi da­
hilinde İnsanî hususiyetlerle bezesin.
A llah’sızlan n hayat hâdisesinin doğuşu hususun­
da ileri sürdükleri delillerin hepsi ve sarfettikleri gay­
retler tam am en boşa gitmiştir. Beşer akh tarafmdan
bizzat reddedilm iştir. Bu konuda okuduğum son yazar
m eşhur Am erikan filozofu W ül Durantdır. O da atom­
daki hareket nev’i üe —^kendisinin ifadesine göre ato­
mun hareketi de bir nev’i hayat şekhdir— canlı orga­
nizm ada görülen hayat nev’i arasında bir yaklaştır­
ma yapm akta ve bunun atomdan neş’et etmiş olabi­
leceğini gayretle savunmaktadır. Esasmda bu çırpmış
katı m adde ile canlı hayat hâdisesi arasmdaki büyük
uçurum u kapatabUmek için sarfedilen ölü bir gayre­
tin ifadesidir. M aksat hayatı ve ölümü vareden imce
Allah’m kudretinden insanlarm müstağni olduğunu
ispat etm ek (!)...
N e va r k i bu ölü çırpm ış ne W ill Durant’a bir fay­
da sağlayabilir, ne de materyalistlere... Zira şayet ha­
yat dediğim iz hâdise katı maddede gizli bulunan bir
özellik ise, kâinatta maddenin ötesinde irade sahibi
başka b ir kuvvetin m evcudiyeti sözkonusu değilse,
m addeye hayat hâdisesini veren kuvvet kimdir ve ne­
dir? N için kâinattaki maddede bu hayat hususiyeti
değişik şekillerde belirm ektedir? Bir kısmmda daha
gelişm iş ve yü ce şeküde, bir Msmmda ise daha karışık
ve grtft tarzda? H ayat hâdisesi atomda sadece m ücer­
ret m anada otom atik bir hareket halinde belirtm ekte­

325
dir. Yoksa, şuurlu bir hareket değildir. Sonra bitkisel
hayata bakıyoruz. O da tamamen uzvî bir yapıya sa­
hip. Bilinen canlı varhklara göz attığım ız zam an ha­
yat hâdisesinin biyolojik şekilde çok daha girift ve
bileşik bir tarzda tecelli ettiğini görüyoruz. Şu halde
—onlann dediği gibi— maddede birbirinden farklı ha­
yat unsurlarmı ve hayat şekillerini ihtiva eden ana un­
sur nedir? Niçin birinde fazla birinde azdır? Y üce bir
iradenin kontrolü sözkonusu değU m idir?
Biz bu maddede gizlenmiş bulunan hayat hâdisesi­
nin farkhhğmi; yüce bir iradenin tedbir ve takdirine
bıraktığımız zaman daha İ3d anlayabiliyoruz? Çünkü
bütün bunları yapan o muhtar iradedir. A n cak tek ba-
şma maddenin canlıhk unsuru olduğunu kabul edecek
olursak, maddeler arasmdaki bu farklılığı b ir sebebe
bağlayarak açıklamamız muhal olacaktır. Beşer aklı
farkh bir muhakemeyi kabul etm eyecektir. Gerçek
odur ki; hayatm farkh farklı şekillerde doğuşunun se­
bebini açıklayan Islâm düşüncesi bu büyük hadisenin
çözümlenebilmesi için takip edilmesi gereken yegâne
yoldur. Yoksa bu hâdise3d zavaUı m ateryalist çırpm ış-
larm Heri sürdükleri sebebe bağlam ak m üm kün değil­
dir.

326
H AYAT VE ÖLÜM
ALLAH’IN GÜCÜNÜN
DELİLİDİR

«O, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır. Yeryüzünü


ölümünden sonra O, canlandırır. İşte siz de ööylece çı­
karılacaksınız.y> (Rûm, 19)
Ne gece ne gündüz... Yeryüzünün neresinde ve
ne zam an olursa olsun... Fezanm boşluğunda, denizle­
rin derinliğinde bir an bile durmadan, dinlenmeden
yürür durur aynı hareket. Her an tekerrür eder. Ama
bu m ucize ve harikayı her zaman gördüğümüz ve alış­
tığımız için dikkatim izi ona veremeyiz. Her saniye ölü­
den diri, diriden ölü çıkar. Her an bir tanenin bağrın­
dan veya bir çekirdeğin içinden koca bir gövde yavaş
yavaş deprenm eye başlar. Önündeki engeli iterek ha­
yat m eydanm a atılır. Her lâhza bir dal, bir ağaç süre­
sini tam am lar ve kurur, çörçöp yığmı haline gelir. Son­
ra o çörçöp yığınm ın altmda bir yeni tane belirir, ya­
vaş yavaş hayata hazırlanır, yeşerir havadaki gazı te­
neffüs eder, topraktaki gıdayı alır. Ve dalbudak salma- •
ya başlar. H er saniye bir insan, bir hayvan, bir kuş
yavrusunda hayat emareleri görülmeye başlar. Top­
rağa atılan bir beden, yeryüzüne gömülen bir vücut
ise toprakla karışır, ufalır gaz haline gelir. Ve yeni bir
hayatın m addesi, yeni bir bitkinin gıdası olmak üzere
hazırlanır. Bir hayvana veya insana bir yeni yiyecek
yetiştirir. V e aynı şeyler denizlerin diplerinde, fezanın
boşluklarm da tekerrür eder durur. Bu sürekli akıl al­

327
maz deveran akar gider. A çık bir his ve gören bir kalb-
le bakıldığı zaman insanı ürperti sarar. M ü’min onu
Kur’an’m gösterdiği hidâyetle, A llah’tan aldığı aydm-
hkla görür:
(fişte siz de böylece çıkarılacaksınız.» Mesele gayet
basit ve tabiîdir. Garip bir yanı yoktur. Kâinatta her
an se3nrettiğiniz hadiselerden farkh bir tarafı mevcut
değildir. Gece ve gündüz her yerde ve her zam an ben­
zer olaylar cereyan etmektedir.
aSizi topraktan yaratmış olması O’nun âyetlerinden-
dir. Sonra hemen birer insan olup yeryüzüne yayılırsı­
nız.» (Rûm, 20)
Toprak ölü ve katı bir şeydir. Ama insan ondan
çıkmıştır. NiteKm K ıtfan’da (Mü’m inûn Sûresi’nde)
buyrulur ki : nAnd olsun ki biz insanı süzme çamurdan
yarattık.» Çamur insamn en eski köküdür. Ama burada
çamurun da esası olan toprak zikredilerek ardmdan
insanların insan suretinde yeryüzüne yayıldıklan konu
edilmektedir M, ölü toprakla canlı ve hareketli bir var­
lık olan insan arasında hem anlam hem de görünüş
dengesi sağlansm. Ayrıca bu ifadeler K ur’an’a has tak­
dim uygunluğunun temini içn «O, ölüden diriyi, diri­
den ölüyü çıkarır» ifadesinden sonra varit olmaktadır.
Bu fevkalâde hayret verici m ucize, kudret elinin
delillerinden bir dehldir. Ayrıca insanlarla içinde yaşa­
dıkları toprak arasmda yakm bir bağlantm m m evcu­
diyetine işaret etmektedir. Asim da insanlar tem el ya-
pılannda ve kendi benhklertne hükm eden kanunlar­
da bu münasebeti hissederler. Çünkü kendilerine hâ­
kim olan kanunlann bütün m evcudat sahasm a da hâ­
kim olduğunu görürler.
Gerçekten de katı ve değersiz toprak biçim inden,
yüce bir değere haiz hareket dolu insan şekline geçiş
çok büyük bir intikaldir. AUah’m san’atı konusunda

328
insanı düşünceye sevkeden ve vicdanım harekete ge­
tiren, ham d ve teşbih ile coşturan fazl-u kerem sahibi
ustayı ham d ile övm ek için kalbi harekete getiren bir
değişim dir bu. Ayet-i Kerime beşer cinsinin ük yara­
tılış sahasm da iki beşer cinsi arasındaki ortak hayat
sahasma dönüyor şimdi de :
hiçinizden kendileri ile huzura kavuşacağımz eşler
yaratıp aranızda sevgi ve esirgeme varetmesi de O’nun
âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda düşünen kavim
için âyetler vardır.)^ (Rûm, 21)
İnsanlar karşı cinse karşı duydukları hissi bilir­
ler. İki cins arasmdaki münasebetin kafalannı ve zi­
hinlerini ne kadar meşgul ettiğini hissederler. Kadın
ve erkek arasmdaki muhtelif temayüllerin ve arzula-
rm insan hareket ve faaliyetinde ne kadar tesirli ol­
duğunu görürler. Am a kendilerini iki cins yaratan,
ruhlarına bu duygu ve eğilimleri veren, cinsler arası
alâkeıdan ruhlar için bir sükûn, sinirler için bir dinlen­
me vasıtası yaratan, kalbin ve bedenin huzuru, hayatm
ve m aişetin istikrarı, ruhun ve vicdanm ünsiyeti, böy-
lece hem kadm a, hem de erkeğe güven ve emniyet
vesüesi kılınan bu yaratılış şeklindeki kudret elini çok
az kere düşünürler.
K ur’an-ı Rerîm ’in o incelik dolu, letafet yüklü üs­
lubu üd, cins arasındaki alâkayı canlı bir tasvir olarak
gözler önüne seriyor. Ve sanki şekilleri kalbin derin­
liğinden, duygulann kökünden yakalayıp çıkararak
onların sükûna ermesini sağhyor; «Kendileri ûe hu
zura kavuşacağınız...y> «Aranızda sevgi ve esirgeme va­
retmesi de O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda
düşünen kavim için âyetler vardır.y»
O nlar ancak iki cinsin birbirine m uvafık şekilde
yaratıhnasm daki yaratıcm m hikmetini fark ederler. îk i
cinsten birisinin diğerinin fıtrî, ruhî, aklî ve bedenî ar-

32»
ztolanna ve temayüllerine cevap verecek ve böylece
birbirinin yanmda huzur, güven ve em niyet bulacak,
birleşmelerinde sükûn, sevgi m erham et ve esirgeme
bulabilecek şekilde yaratılmalanndaki yaratıcı hikme­
ti görürler. Çünkü kadın ve erkeğin psikolojik ve orga­
nik yapısmda, ruh ve sinirin tekevvünün de, her iki
emsin diğerine karşı olan arzularınm telâfisi göz önün­
de bulundurulmuş ve iki cinsin birleşerek yeniden bir
hayat ortaya çıkarmak ve yeni bir nesil m eydana ge­
tirmek için imtizacmı plânlam ıştır:
»Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renkleri­
nizin değişik olması da (ynun âyetlerindendir. Şüphesiz
ki bunda da, bilenler için âyelter vardır m (Rûm, 22)
Göklerin ve yerin yaratüışma bir çok k ereler işaret
edilir, Kur’an-ı Kerim’de. Ve hep üzerinde fazlaca dur­
madan çabucak geçip gideriz bu ifadenin. Fakat uzun
uzadıya bu nokta üzerinde durup derinliğine araştır­
mak gerekir. Göklerin ve yerin yaratılışı, kâinat dedi­
ğimiz çok az bir bölümünden başka yanlarm ı bilem e­
diğimiz ince, ulu, başdöndürücû ve büyük kitlenin yok­
tan varedüişi demektir. Sayılamayacak kadar gökci­
simlerinin, gezegenlerin, yıldızlarm, galeksilerin ve uy-
dulann bulunduğu bu mevcudat yığm ı içerisinde şu
küçücük dünyamızm boşluğa fırlatılm ış, h iç b ir değe­
ri ve hiç bir ağırlığı olmayacak kadar küçük, değersiz
bir zerre olduğu bu yığmlar o yaratılışm birer mah­
lûkudurlar. Bunda baş döndürücü bü5rüklüğe ve geniş­
liğe rağmen o gezegenler, uydular, yıldızlar, galaksiler
arasmda son derece ha3n"et verici bir ahenk bulunm ak­
tadır. Dönüş ve hareketleri arasm daki uzaklık ve me­
safeler onlann birbirine çarparak yok olup dağılm ası-
m, yığılıp kalmasmı önlemektedir. O âhenktir h er şeyi
bir ölçü içerisindee yaratan. Bütün bunlar um um î ha­
cimleri ve düzenleri bakıım ndandır. Y a bu yaratılm ış-

330
larm başdöndürücû esrarı, içlerinde gizlenen tabiatia-
n, aralarında sakladıklan varlıkları, dışa vuran yönle­
ri, onları koruyan, hükmü ve tasarrufu altma alan bü­
yük kanunların akıl almaz esrarına gelince, bunlar in­
sanoğlunun kavrayacağm dan çok üstün ve çok daha
geniş bir sır olarak bulunmaktadu'. Bu hususta insanm
bilgisi azın azı denecek kadar azdır. Bizim, 3rüze3dnde
yaşadığım ız bu büyük kâinat okyanusunda çok cılız
ve küçük bir yer işgal eden ve adma dünya dediğimiz
yıldızcığm incelenm esi bile henüz tamamlanmamıştır.
Günümüzde hâlâ dünyamız hakkmda çok az şey bi­
linmektedir.
İşte üzerinden geçip gittiğimiz göklerin ve yerin
yaratılışı delili üzerinde bir göz açımlık duruşumuzda
dile getirdiğim iz gerçekler. Biz bunun üzerinde çabu­
cak geçip giderken insanoğlunun ortaya çıkardığı bir
takım âletler üzerinde fazlasiyle ve uzun uzadıya dur­
mak ihtiyacını duyuyoruz. Bh- büginin yaptığı bir âlet,
bir süre m untazam hareket ile çahşabihnek üzere
m uhtelif bölüm leri arasmda bir ahenk kurulduğu za­
man fazlasiyle önem veriyoruz buna. Sonra da bir ta­
kım kendini bilm ez sapıklar bu akü almaz kâinat ni-
zammm, bu ince düzenin idare edici bir yaratıcı bu-
lunm aksızm kendüiğinden varolduğunu ve böylece sü.
rüp gittiğin i iddia etmektedirler. Bundan daha kötü­
sü de adm a bilgin denilen bu budalalara kulak veren
kim selerin bulunm asıdır.
G öklerin ve yerin akıl almaz âyetleri üe beraber
bir başka garip şey de insanoğlunun dilinin ve rengi­
nin değişikliğidir. Elbette bumm göklerin ve yerin ya­
ratılışı ile ilgisi vardır. Yersrüzündeki havanm değişi­
mi, toplulukların farklılığı, dünyama astronomik olu­
şum undaki farklüıktan meydana gelmektedir. Bunun
da aynı asıldan neş’et etmiş olan Âdem oğullannm de­
ğişik dilden ve renkten olm aları ile ügisi pek çoktur.
331
Günümüzde bilgiler renklerin ve dillerin ayrılığım
görüp geçmekte ama orada Allah’ın kudret elini fark
etm em^te, bunun göklerin ve yerin yaratılışiyle alâ­
kasını sezememektedirler. Bir kısmı renk ve dil değişi­
mini nazarî olarak tetkik etmekte, ama bu mucize kar-
şısmda gizli açık her şeyi bilen ve yaratan Allah’ı hamd
ile teşbih etmemektedirler. Çünkü insanların birçoğu
bilmezler. aOnlar ancak dünya hayatının görünen kıs­
mını bilirler.» Göklerin ve yerin yaratılışı, renklerin ve
dillerin ihtüâfmdaki 'hikmeti ancak her şeyin dışım ve
içini bUenler görürler: Şüphesiz ki bunda da bilenler
için âyetler vardır.»
v^Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfundan nzık
q,ramanız O'nun âyetlerindendir. Bunlarda dinleyen ka­
vim için âyetler vardır.» (Rûm, 23)
Bu da bir başka mücizedir ki, kâinat gerçekleriy­
le insanlar arası münasebetleri ilgilendirm ekte ve bun­
ları birbirine bağlayarak büyük varlıklar âlem inin ya-
pısmda bir ahenk kurmaktadır. G ece ve gündüz mu­
cizesiyle iosanlarm uyuyup uyanm aları ve uyandıktan
sonra AUah’m kendilerine lütfettiği rızk ı aramaları
bu hususta yorulup çaba harcam aları birbirine bağ-
lanmaktadır. Asimda Allah, insanları içinde yaşadıkla-
n kâinatla hemahenk olarak yaratm ıştır. Çalışm a ve
çabalama ihtiyaçlarmı aydınlık ve gündüzle karşıla­
mış, uyku ve istirahat ihtiyaçlarm ı d a karanlık ve
gece üe telâfi etmiştir. İnsanlarla bu dünya üzerinde
yaşayan diğer canlılar bu noktada aynıdır. Sadece ara-
larmda derece ve nisbet farkı m evcuttur. A m a bütün
bunlar gösteriyor k i kâinatta var olan yaratıklann
hepsi kendi tabiatına uygun ve. yaşam asm a elverişli
umumî bir nizama tâbidir.
«BurUarda dinleyen kavim için âyetler vardır.» Uy­
ku ve çalışma, hareket ve sükûnet dinlenerek farkedi-
lir. Bu münasebetle Kur’an’m bu âyetleriyle sözkonu-
332
su edilen kâinat âyetleri arasmda Kur’an’a has bir in­
sicam. sağlanm aktadır;
«Size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gök­
ten su indirip onunla Ölümünden sonra yeri diriltmesi de
O’nun âyetlerindendir. Bunlarda düşünen tir kavim için
âyetler vardır.^) (Rûm, 24)
Şim şek de bu kâinatm nizamına tâbi olarak mey­
dana çıkar. Bazıları onun elektrik yüklü iki bulut kü­
mesi arasındaki bir elektirik akımmm belirmesi üe
doğan sürtünm eden meydana geldiğini veya aynı şe­
kilde elektrik yüklü bulut kümelerinin dağ tepelerine
çarpm asiyle kıvılcım lar meydana gelmesinden doğdu­
ğunu izah ederler. Bu iki karşılaşmadan şimşeği mü-
teâkıben çıkan yüduım şeklinde havada elektrik bo­
şanması m eydana gelir. Ve çoğu kere bundan sonra
yağm ur yağar. Her ikisinin de sebebi ne olursa olsun
şimşek A llah ’m yarattığı ve çok ince takdir ettiği bu
kâinat nizam m dan doğan bir hadisedir.
K ur’an’ı Kerîm , tabiatı icabı kâinat hadiselerinin
mahiyeti ve sebebi üzerinde durarak onları açıklamaz.
Sadece bunları beşer kalbini varlıklar âlemine bağlaya­
rak bu varlıklarm yaratıcısma raptetmek için bir vasıta
olarak kullanır. Bunun için burada korku ve ümit ve­
ren şim şeğin gösterilmesi AUah’m âyetlerinden bir âyet
olarak belirtiliyor. Korku ve ümit duygusu şimşekle bir­
likte insan ruhunda gerinen fıtri duygulardır. Çakan
şimşekle birlikte her şeyi y£&ıp kül eden bir yüdınm
endişesi kaplar insanı. Yahut şemşeğin görülmesiyle
bu dehşetengiz âleme hükmeden gücün hissedilmesini
sağlayan girift bir korku kaplar insanı. Ama bundan
sonra çoğu kere şimşekle birlikte gelen yağmur ümidi
de ayn bir istek verir insana. Nitekim âyet-i kerime’de
önce şim şeğin çakması sonra da yağmurun inmesi söz-
konusu edilerek bir sıra gözetilmektedir; «Gökten su
indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesi.))
333
Toprağa göre ölüm ve dirilm e tabiri insana onun
her canh gibi ölüp dirilen bir varlık hissini vermekte­
dir. Asimda Kur’an’m tasvir ettiğine göre gerçekte böy-
ledir. Bu kâinat canlı, hareketli, sevgi dolu bir mah­
lûktur. Rabbinin emrine uyar. Teşbih ederek, huşu ve
huzur üe O’nun emirlerini yerine getirir. Dünya de­
diğimiz bu yıldız üzerinde gezinen insan da aynı şe­
kilde AUah’m yarattıklarından bir yaratıktır. Ve dün-
yanm üzerinde dolaşırken om m la birlikte âlemlerin
Rabbi olan Allah’a yönelmiş bir kafileye katılm ış olur.
Bütün bunlar suya izafetle yapılm aktadır. Çünkü
su toprağa indiği zaman ona bir canlılık verir. Dirili­
ğin ve gelişmenin ifadesi olan bitkiyi yeşertir. Ve yer-
yüzü toprağm bağrmdan fışkıran bu yeniliklerle dal­
ga dalga hayat dolar. Hayvanda ve insanda da du­
rum aym. Çünkü nerede hayat olursa orada hayatı ta­
şıyan mutlaka bir su bulunur;
((Bunlarda düşünen Mr kavim için âyetler vardır.y>
Düşünme, tefekkür etme ve aklı başa alm a yeridir bu­
rası :
((Göğün ve yerin O’nun emri ile ayakta durması da
yine O’nun ûyetlerindendir. Sonra sizi öir çağırmaya-
görsün, hemen çıkıverirsiniz.y>
((Göklerde ve yerde olanlar O’nundur. Hepsi O’na bo­
yun eğer.» (Hûd, 25-26)
Göklerin ve yerin böyle muntazam hareketi ancak
Allah’m kudret ve tedbiri ile olur. Hiç bir kim se kalkıp-
ta onu kendisi gibi bir yarattığm yaptığm ı söylemez.
Akıl sahibi hiç kimse kalkıp bunların kendiliğinden
meydana geldiğini de iddia edemez. Ö yleyse göklerin
ve yerin Allah’m emrine uyması ve O ’nun buyruğun­
dan asla çıkmaması İlâhî âyetlerden b ir â y e ttir:
«Sonra sizi bir çağtrmayagörsûn. Hemen çıkıverir-
siniz.»

334
GÖKLERİN DİREKSİZ
YARATILIŞI ALLAH’IN
GÜCÜNÜN DELİLİDİR

((Allah O’dur ki, gökleri gördüğünüz gibi direksiz


yükseltmiştir. Sonra arş’a hükmetmiş, güneşi ve ay’t
buyruğu altına almıştır. Bunların her biri belli bir süre­
ye kadar hareket edecektir. İşleri yürütür, Rabbinizle
karşılaşacağınıza kesin olarak inanmanız için âyetleri
uzun uzun açıklar.y>
(iO’dur yeri düzleyen ve orada dağlar, nehirler vare-
den, her türlü mahsulden çift çift yetiştiren ve gündüzü
geceyle bürüyen. Şüphesiz ki bunlarda düşünen kimse­
ler için ibretler vardır.r>
((Yeryüzünde birbirine komşu toprak parçalan, tek
ve çok köklü üzüm bağlan, ekinler ve hurma ağaçları
vardır. Hepsi de aynı su ile sulanır. Ama lezzetçe ortlan
birbirinden farklı kılmışızdır. Şüphesiz ki bunlarda, dü­
şünenler için ibretler vardır.y>
((Şaşılacaksa onlann: ((Biz toprak olunca yeniden
mi yaratılacağız?» demelerine şaşmak gerekir. İşte on­
lar, Rablerini inkâr edenlerdir. İşte onlar boyunlarına de­
mir halkalar vurulanlardır. Ve işte onlar cehennemlik­
lerdir. Ebediyen kalacaklardır orada.»
((İyilikten önce kötülük isterler senden. Oysa onlar­
dan önce nice ibret alınacak örnekler geçmiştir. Doğru­
su insanların zulmetmelerine rağmen Rabbin mağfiret
sahibidir. Şüphesiz ki, Rdbhinin cezalandırması şiddetli­
dir.»

335
«Küfredenler derler ki: «Ona Rabbinden bir âyet
İndirilmeli değil miydi?)) Sen ancak bir uyarıcısın ve her
kavmin bir yol göstereni vardır.n (Ra’d, 2-7)
Gökler... Gök deyince insanlar ne anlarlarsa an­
lasınlar, her asırda bu kelime ile neyi kavrarlarsa kav.
rasınlar... Apaçık gözlerinin önündedir ...Şayet insan­
lar bir an içia gökleri se5n:e dalacak olur da düşünür­
lerse şüphesiz son derece müthiş gerçeklerle karşıla­
şırlar... Görüyorsunuz ya hiçbir şeye dayanm ıyor şu
gökler... Direk naımna hiç bir şey yok. Yükselm iş hiç­
bir direğe dayanmaksızm... A yrıca gördüğünüz gibi
gözlerinizin önüne serilmiştir...

Korkunç kâinat gerçekleriyle ilgili birinci dokunuş­


tur bu. Aslında bu dokunuş insan vicdanm ı uyaran
ük dokunuştur da. İnsan bu dehşet saçan korkunç tab­
lo karşısmda düdlmiş duruyor. Derinden derine inceli­
yor onu, kendisini vermiş gibi tetkik edince anlıyor ki,
kimsenin gücü yetmez bu göğe böyle direksiz olarak
3hicelere sermeye, hattâ direkli olarak da gücü yeten
bulunmaz. Yalnız Allah’tır bütün bunlara gücü yeten.
Ne basit, ne cılız ve ne küçük kahyor bazı kimselerin
direkli ve direksiz olarak yaptıkları binalar bu göğün
enginliğine göre basit ve gülünç derecede küçücük ya­
pılar bunlar. Sonra bir de bakıyorsunuz ki, bu küçü­
cük binalarm içinde yaşayan insanlarda b ir kibir bir
gurur var, kendi yapılanna karşı bir hayranlık du­
yuyorlar ve özene bezene başhyorlar anlatm aya. Bil­
mezlikten geliyorlar kendilerini çepeçevre saran sema-
nm enginliğini... Direksiz olarak boşluklara gerilmiş
olan masmavi göğün yüceliğini... G erçek kuvveti ve
gerçek azameti görem iyorlar bir türlü onun gerisinde­
ki. Asıl 3rûceliğe ve azamete O lâ3nktrr. H iç bir insa-
nm hayalinin dahi uzanam ıyacağı bu enginlikleri di-

336
Teksiz olarak yaratan lâyıktır asıl ululuğa ve azame­
te...

Sonra insanlann her zaman gördükleri bu kor­


kunç görüntüden görünmeyen akü ve idrâkin derin­
liklerine inem ediği daha korkunç büinmezlikler âlemi­
ne geçiliyor... Gözler güçsüz kalıyor bu alanları gör­
mekten.
«Sonra arş’a hükmetmiş'^...
Eğer yücelikse sizin istediğiniz, ahn bu daha yücesi
yücelerin... Eğer ululuk ise. sizin diğer verdiğiniz ulu­
ların, en ulusu... Bu mutlak yüceliği Âyet-i Kerime
Kur'an’a has o tasvir gücü sayesinde insan zUmine
yaklaştırılarak canlandırüıyor. Beşerin mahdut idrâ­
ki bu m utlak gerçekleri ancak takribi olarak kavra­
yabiliyor. ..
M utlak yüceliklerden de emre âmâde kümmış ger­
çeğine geçiliyor. Güneşin ve ajnn meselesine. Son de­
rece çarp ıcı ve cazip ululuğuna rağmen gözle görülen
teshiri yücelikler insanlann emrine müsahhar kılmı­
yor. Ç ekici bir ululuk var bu görünen âlemlerde daha
ilk dokunuşta çekiverm iş akülan ve kafalan. Sonra bir
de bakıyorsunuz k i hepsi de yüce ve ulu Allah’m em­
rine am ade olarak müsahhar kümmış.
Tablonun neticesini açıklamaya geçmeden önce bir
an da tablo içinde yer alan içiçe girmiş karşılüdı nok­
talar üzerinde duracağız. B u-feza boşluğunda gözle
görülebilen yücelikler karçısmda iken bir de bakıyo­
ruz ki bUinmeyen ve görünmeyen âlemlerde de o nis-
bette yü celik ler yer alıyor. Güneş üe ay karşısmda bu­
lunurken b ir d e bakıyoruz ki, bunlarm mukabilinde
3aldızlar ve m eteorlar bulunuyor. Zaman içinde ise gü­
neşle a y gece üe gündüz tekabül ediyor...

F .; 22/337
Şimdi âyetin akışı yönünde yürüyoruz... Yani o
yücelikler ve emre teshir ile o hikmet ve tedbir doğ­
rultusunda...
^Bunların herbiri belli bir süreye kadar hareket ede­
cektir))...
Belli bir hududa kadar... Ve belli bir kanuna gö­
re... Gerek yörüngelerindeki yıllık ve günlük dönüşle­
rinde olsun, gerekse, galeksi içindeki hareketlerinde ol­
sun bu hududu ve bu süreyi aşamaz, sapıtamazlar.
Veya bu görülen âlemin sonuna kadar belirli bir sü­
reye kadarlık akışlannda.
«İşleri yürütür))...
Bütün işleri. Tıpkı bu güneşi ve ayı em rine âmâ-
de kıhp belli bir süreye kadar hareket ettirip durdu­
ğu gibi bütün işleri de yürütür... Şuna da aslâ şüphe
yoktur ki, bu korkunç gökcisim lerini, bu feza deni­
len boşlukta yüzen varlıkları belli bir süreye kadar ha­
reket ettiren ve aslâ düzeni şaşırm ayan Zat-ı B âıi’nin
yürütmesi, takdiri ve tedbiri son derece ulu ve yüce­
dir.
Yürüttüğü işler meyanmda «âyetleri uzun uzun
açıklar.))...
Düzenler, birbirine mutabık olarak sıralar. Herbi-
lisini zamanı geldiği vakit açiklai'. Herbirinin açıklama-
smm da bir sebebi ve hedefi vardu. «Rabbinizle karşı­
laşacağınıza kesin, olarak inanmanız için.))...
Siz bu âyetleri uzun uzun açıklanmış ve düzenlen­
miş olarak gördüğünüz vakit Rabbinize mülâki olaca­
ğınıza ihanırsmız. Bu âyetlerin de ötesinde kâinat âyet­
leri yer alır. Onları da ilk önce O yaratıcı el halketmiş
ve yoktan meydana getirmiştir. Onu yoktan varedip,
ardından da tedbir ve takdirini yürüten A llah bütün
bımları Kur’an âyetlerinde tasvir etm iş ve sizin önü­
nüze sermiştir... İşte bütün bunlar d a gösteriyor ki,

338
mutlaka bu yaratana yeniden dönmek gerekecektir
öldükten sonra. İnsanların yaptıklarmm değerlendiril­
mesi ve buna göre bedellerini almaları için muhakkak
dirilm eleri icabetmektedir. Bu ise, yüce yaratanın ilk
yaratış esnasındaki hikmet ve tedbirinin ulviyetini
ifa-de eden yüce takdirin bir icabı, bir gereğidir.
Bilâhere o korkunç tasvir çizgisi göklerden yere
iniyor. Ve yeryüzünün ilk tablosunu gözlerimiz önüne
se riy or:
«O’dur yeri düseyleyen ve orada dağlar, nehirler var
eden, her türlü mahsulden çift çift yetiştiren ve gündüzü
geceyle "bürüyen. Şüphesiz ki bunlarda, düşünen kimse­
ler için ibretler vardır.•»
Y ei'yüzü tablosunda yer alan en geniş çizgi dün-
yanm düzlenip gözler önüne serilerek bütün uzunluk­
larıyla yayılm asıdır. IJakİkati itibariyle yeryüzünün
umumî şeklinin değişik olması önemli değildir. Biçimi
başka da olsa gözler önüne serilmiş düzeltilmiş ve ya­
yılm ıştır. Tablodaki birinci temas bu. Sonra ikinci te­
mas n ok talan yer alıyor. Sarsılmaz 3nice dağ çizgileri
çekiliyor, yeryüzünü yanp giden nehirlerin uzun hat-
lan belirtiliyor. Böylece yeryüzünün tablosundaki en­
gin m anzara ve göınintünün ana hatlan tamamlanmış
oluyor. Hem de son derece uygunluk ve mutabakat
içinde yered iyor...
Bu um um î çizgiye uygun düşen daha başka şeyler
de var. Y eryüzünün bütünüyle İhtiva ettiği şeyler. Ay­
rıca hayat için lüzum lu olan nesneler. Birincisi top­
raktan biten nebatlarda beliriyor ; «Her türlü mahsûl­
den çift yetiştiren...i) ...İkincisi ise gece ve gündüz ger­
çeklerinde beliriyor: «Ve gündüzü geceyle bürüyen...»
B irinci sahnelerde yer alan gerçeği insanlar an­
cak yakın zam anlarda keşfedebildiler ve onlardan ha­
berdar oldular. Şöyle ki, bütün canlılar ve evvel emir­

339
de de bitkiler dişili erkekli olarak ürerler. Hattâ erkek
çifti olmadığı sanılan bitkilerin büe kendi içlerinde bir
erkeklik organı taşıdığı ve bir çiçek içinde hem dişi
hem de erkek organlarma sahip bulunduğu veya bir
dalda a3ra ayrı bulundukları açıklandı. Bu gerçek kar­
şımızdaki sahne üe tnsamn, eşyanm dış görünüşünü
kavradıktan sonra yaratılış sırlarını öğrenm eye ve dü­
şünmeye çalışması gerektiğini açıkça belirtm ektedir.
İkinci sahne ise, birbiri ardısıra gelen gece ile gün­
düz sahnesidir. Biri diğerini bürüyor, sonra öbürü di­
ğerini. Son derece hayretenğîz bir intizam var bu bürü-
yüşte. Bu da tabiat müşahadelerinde üzerinde uzun U2a-
dıya düşünülmesi gereken bir hadise. G ecenin gelip gün­
düzün gitmesi, fecrin parlayıp doğması ve gecenin sö­
nüp kaybolması o derece müthiş bir hadisedir ki, alış­
mış ohnadığmıız bizim hissimizde bu ürpertiyi yok edi­
yor. Ama aslında bu hadise son derece şaşılacak ş^ ler-
den birisidir. Ahşkanhğin ver^ği donukluğu ve ruhsuz­
luğu bir kenara atıp yenilenen duygulu bir hisle ele
almdığı zaman, tekrar tekrar vukubulmasmm verdiği
normallik bir yana bırakılıp dikkatle tetkik edildiği va­
kit bu olay, şaşırtıcı, hem de son derece şaşırtıcı bir olay­
dır... Gökcisimlerinin döndüğü yörüngenin şaşmaz ni­
zamı ve ince düzeni dahi bu kâinat kanunlarının düşün­
dürücü yanlanndan birisidir. Onu yürüten ve idare eden
Hz. Halik kudretin azametini düşündürmeye yarayan
bir unsurdur: aŞüphesiz ki 'bunlarda düşünen kimse­
ler için ibretler vardır.d...
Devamma geçmeden önce bu sahnede y er alan
karşılıMı edebî hususiyetler üzerinde de b ir nebze du­
ralım... Akan nehirlerle onun m ukabilinde yer alan
yüce dağlar... Her meırvenin çifter çifter olm ası... Ge­
ceyle gündüz arasmdaki karşılık. Sonra bütünüyle
yeryüzünü canlandıran tablo ile daha önce geçen

340
gökyüzünü canlandıran tablo arasındaki karşılık...
Hepsi son derece uygun ve mütekâmil bir kâinat tab­
losu içinde yerli yerince yerleştiriliyor.
Sonra yaratıcı ressamm fırçası ilerleyerek yeryü­
zünün ince ve ikinci derecedeki hatlarını çiziyor. Daha
önceki çizgilerden daha derin hatları belirtiyor:
(■(Yeryüzünde Mrhirine komşu toprak parçalan, tek
ve çok köklü üzüm bağlan, ekinler ve hurma ağaçlan
vardır. Hepsi de aynı su ile sulanır. Ama lezzetçe onları
birbirinden farklı kılmışızdır. Şüphesiz ki bunlarda dü­
şünenler için ibretler vardır»...
Y eryüzüyle ilgili şu sahnelerin çoğunu içimizden
ekseriyetim iz her zaman görürüz, hiç de dikkatimizi
çekm eden geçer gideriz. Bir araştırma arzusu uyandır­
maz içim izde. A ncak insan ruhu fıtrattaki canlılığa
dönüp b ir parçası olduğu kâinat ile ilgi kurarsa kendi­
sinden uzaklaşarak çevresine göz atar ve bu noktalar
üzerinde durur-.
((Yeryüzünde birbirine komşu toprak parçalan.......
A yrım ları değişik değişik. Yoksa hepsi birbirine
benzeyecek olsa parçalar birbirinden ayırdedilemez ve
parçalanm ası mümkün olamazdı. Kimi toprak parçala­
rı güzel ve verim lidir. Kimi toprak parçalan da çorak
ve verim sizdir. Kimi sulaktır, kimisi kurak. Kimisi ço­
rak ve steptir, kim isi de kayalık ve serttir. Her birisi­
nin daha başka türler ve şekUleri vardır. Kimisi bol bol
verir ve m âm urdur. Kimi ekinli, mahsûllü ve canlılık
kaynağıdır. Kim i de bordur, ekilmemiş ve ölü bırakıl­
mıştır. Kim isinde bir damla yaşlıktan eser bulunmaz,
kimisi ise su dolup taşar. Ve daha nice nice toprak çe­
şitleri... Bütün bunlar yeryüzünde yanyana yer alır.
Bu birinci temas ayırıcı çizgiler çekmek için enlili­
ğine çekilm iştir. Sonra açıklayıcı mahiyetteki çizgiler
izleyecektir bunları. ((Üzüm bağlan.»... ((Ekinler»...

341
Ve humıa ağaçları.»... Üç tür bitkiden birer türü zikre­
dilmiş oluyor burada. Üzüm asma türünü, hurm a ağaç
türünü, ekin ise baklagilleri, çiçekleri ve benzerlerini
temsil ediyor. Bunlann zikredilmesi m anzarayı renk­
lendiriyor, tabiî tabloya dolgunluk vererek boşluklan-
nı gideriyor ve böylece m uhtelif şekillerdeki nebatlar
gösterilmiş oluyor.
Hurma ağaçlannm bir kısmı çok köklüdür, bir
kısmı tek köklüdür. Bir kısmımn bir tek dalı vardır,
bir kısmının ise birçok daUan. Hepsi de bir su ile sula­
nır. Toprak birdir. Ama çıkan meyTieler ayrı asmdır.
Tatları birbirinden başkadır.
«Ama lezzetçe onları birbirinden farklı kılmışızdır»..
Kim yapabilir bunu, O yüce yaratıcıdan başka?...
Hangimiz a3mı toprak parçasm daki değişik tattan
değişik meyveler yememiştir? Hangim iz bize K ur’an’m
şu gösterdiği gerçeklerle defalarca karşılaşm am ışız-
cür?
îşte Kur’an bunlara çeviriyor ümfalan ve kalpleri.
Ve işte bunun için Kur’an sürekli olarak yeni ve taze ka­
lıyor. Çünkü o, insan duygularmı değişik manzara ve
tablolar karşısmda her an yemliyor. Ruhlar âleminde
ve kâümttaki bu yeni manzaralar bitm ek tükenmek ne­
dir bilmiyor hiç, Hiç bir kişi de mahdut hayatı boyunca
bunlan sayıp bitiremiyor. İnsanlık belirli süresi boyun­
ca bunlârm arkasmı getiremiyor Mr türlü. «Şüphesiz
ki bunlarda düşünenler için ibretler vardır.»...
Üçüncü kere yanyana ve m uhtelif arazi parçala­
rım teşkil eden tablodaki ebedî san’at özellikleri üze­
rinde duruyoruz: Tek ye çok köklü hurm alarla karşı­
laşıyoruz, tatlan a3m ayn. Ekinler, hurm alar ve üzüm ­
ler arasmdaM karşılıklı 'mutabakat.
Bu engin kâinat ufuklarm daki bu ürpertici seya-
hattan Ayet-i Kerîme dönüyor ve b ir topluluğun bun­

342
ca âyetleri gönnelerine rağmen hâlâ kalplerinin uyan--
madığmı, kafalarının ayılnıadığmı göstererek hayreti­
ni ifade ediyor. Bunun ötesinde yüce Allah’m tedbiri­
ni ve kudretini de göstermiyor onlara tabloda. Sanki
onların kafası kelepçelenmiş, kalpleri zincirlenmiş ve
bir daha kendisine gelipte bunca deliller karşısmda
uyanm ıyor ve düşünmüyor.
^Şaşılacaksa onların: «Biz toprak olunca yeniden
mi yaratılacağız?^ demelerine şaşmak gerekir. İşte onlar
Rablerini inkâr edenlerdir. İşte onlar boyunlarına demir
halkalar vurulanlardır. Ve işte onlar cehennemliklerdir.
Ebediyen kalacaklardır orada^)...
A sıl şaşılacak ve hayret edilecek husus bunca ser­
gilenen delillerden sonra bir kavmin kalkıp ta :
«Biz toprak olunca yeniden mi yaratılacağız?)) de­
mesidir.
Şu k oca kâinatı yaratan ve böyle bir düzenle onu
eksiksiz idare eden Zât-ı Kibriya, insanları yeniden di­
riltecek güçtedir de. Aksi takdirde onları yaratan ve iş­
lerini düzene koyan yaratıcıya küfürdür. Kafaya ve
kalbe vurulan ağır bir zincirdir. Bunun cezası boyun­
lara halka vurulm asıdır. Böylece kafalara vurulan zin­
cirle boyunlara vurulan halka arasmda bir uygunluk
sağlanm aktadır. Ve bu yaptıklanrun cezası cehennem­
dir, orada ebediyen kalacaklardır. Çünkü onlar insa-
nm bütün değerlerini muattal bırakmamışlardır. Hal­
buki bu değerlerinden ötürü Allahu Teâlâ insanoğluna
insanlık şeref ve haysiyetini vermiştir. Dünyada ters­
yü z oldukları için âhirette daha çok tersyüz olacak­
lardır. Bunun neticesi olarak daha aşağıhk bir hayata
düçâr olacaklardır. Çünkü onlar bu dünyada düşün­
celeri m uattal, duygulan muattal ve hisleri muattal
•olarak yaşam ışlardır.

343
Şu, Allah’ın kendilerini yeniden yaratm asına hay­
ret edip şaşanlara şaşmak gerektir asıl. Bunlar Allah’­
tan kendilerini hidâyete getirmesini isteyip rahme­
tini dileyeceklerine, azabmm çabucak gelip çatmasmı
istem ektedirler:
idyilikten önce kötülük isterler senden»...
Allah’ın kâinattaki âyetlerine bakm adıkları ve
göklerle yere serpiştirilmiş bulunan hikm etlerine göz
atmachklan gibi, Allah’m azabm m çabucak gelmesini
isteyip de azabmm geldiği geçmiş kavim lerin akıbetine
bakmıyorlar hiç. Onlara azâp gelmiş ve herkese ibret
numunesi olarak sihnmiş gitm işlerdi :
«Oysa onlardan önce nice ibret alınacak örnekler
geçmişti» ...
Şu halde gaflet içinde yüzüyor' onlar. Kendi cins
lerinden birer beşer olan insanlann âkibetlerinden de
habersizler, Halbuki onlar kendilerinden sonra gelen­
lere ibret almacak birer örnek olm uşlardı.
«Doğrusu insanlann zulmetmelerine rağmen Rabbin
mağfiret sahibidir.»
Zulmetseler bile Rabbin insanlar için m erham et­
lidir. Tevbe edip girmeleri için h er zam an m ağfiret
kapılarım açık bırakır önlerinde. A m a diretipte isyana
dalanlan şiddetli azabıyla yakalar. Ö nlerine açılan
rahmet kapılarmdan girm eyenlere şiddetli azâp ve­
r ir :
«Şüphesiz ki Rabbinin cezaJLandvrması şiddetlidir»...
Âyet-i Kerîme burada gafülertn hidayete ermeden
önce hemen azabm gelm esini istem elerine karşılık Al­
lah’m mağfiretinin azabm dan önce geldiğini belirtiyor.
Ve böylece Allah’m onlar için m uradettiği hayır ile
onlarm kendileri için istedikleri şer arasm daki o deh­
şetengiz ve korkunç fark ortaya çıkıyor. Bunım ötesin­
de de insanın basiretinin körehnesi, kalbin görm ezliği

344
ve cehennem azahmı gerektiren düşüklük ve dönek­
lik açıkça görülüyor.
Bilahare Âyet-i Kerîme sejrine devam ederek on-
larm yaptıklanna hayretini gösteriyor. Onlar bunca
kâinat âyetlerini görmezlikten geldikleri gibi AUah’m
peygam berine bir âyet göndermesini istiyorlar. Halbu.
ki çevrelerinde bulunan kâinatm her sayfası bir ayet,
bir m u cize...
^Küfredenler derler k i : «O’na Rabbinden bir âyet
indirilmeli değil miydi?» Sen ancak bir uyarıcısm ve her
ıkavmin bir yol göstereni vardır.
Bir m ucize İstiyor onlar. Mucizeler ise, peygamber­
lerin yapacağı şeyler değil. İhtisas sahaları da bu değil.
Ancak Allah verir ona mucize gösterme iznini. Kendi
hikm eti Rabbanisi mucibince bir harika gösterm e ge­
rektiğini kabul ederse, peygambere mucize göstermesini
emreder. «Sen ancak bir uyancmn.»... Sen uyarıp ger­
çekleri göstericisin sadece. Senin durumun senden önce
geçen diğer peygamberlerin durumu gibidir. Allah pey­
gamberleri sadece kavimlerine hidayeti göstermeleri
için gönderm iştir. «Ve her kavmin bir yol göstereni var­
dır».. .Mucizeîere gelince o tamamen Allah’a aittir, kâ­
inatı ve insanları yaratan onu da tanzim eder.

345
GÖKTEN İNEN SU
ALLAH’IN VARLIĞININ
DELİLİDİR

^Görmedin mi ki, Allah gökten su indirdi. Onunla


yeryüzü yemyeşil olmaktadır. Ve gerçekten Allah Lâtif­
tir, Habîr’dir.y» (Hacc, 63)
G ökten suyun inmesi ve sonra yeryüzünün yem­
yeşil bir m anzara olması gerçekten birçok kere kar­
şılaşılan bir m ucizedir. Ne var ki alışkan olmak bu
m ucizenin ruhlardaki kıymetini azaltmaktadır. Fakat
duygulu bir hisle insan, kâinattaki bu mucizeyi seyre­
decek olursa, şüphesiz ki çok çeşitli duygu ve ihsaslar­
la kendisinden geçer. Ve zaman zaman insan gönlü
şu kara toprağm bağrmı yararak yükselen şu küçük
filizin yeşilliğin i, bu aydınlıklarla dolu panitılar dün-
yasm dan gülerek çıkan sevimli yavrulara benzetir.
A ydınlığı görm enin sevincinden uçan çocukları andı­
rır.
İşte bu büyük kâinat mucizesini bu şekilde görebi­
lenler ancak idrâk ederler, bu âyet-i kerîme’d ek i: «Ve
gerçekten Allah Lâtiftir, HaUfâir» kavli şerifini, bu
ifadedeki derinliği, güzelliği ve çeşitli duygu biçimle­
rini o m anzaranm mahiyetini ve tabiatmı. Evet ger­
çekten de o sevim li ve güzel filizin toprağı delerek can­
lanıp fışkırm ası... Allah’m lütfundan başka bir şey
değildir. K üçücük bir bitki zayıf mı zayıf, cılız m ı cı­
lız bir tohum canlanıyor, harekete geçiyor ve kayalan
büe deliyor. A m a hiç bir güce sahip değil. Yalnızca

347
kudret eli yücelerden ona uzanıyor, şevk ile toprağın
etkisinden kurtulmasını, çam urun ağırlığından yücel­
mesini istiyor. Ve semaya doğru çekiyor elini. îşte en
büyük üâhî lütuf... İlâhî bir bilgi ile uygun vakitte ve
su toprakla imtizaç ediyor, aydm iığa ve boşluğa doğ­
ru kanatlanmak isteyen bitki hücresine canlılık ve­
riyor ve onu toprağm kara bağrından fışkırtıyor. Su
AHah’m göğünden yine Allah’a ait olan yeryüzüne
iner. Orada hayatı ortaya çıkarır, serveti artınr, gıda
maddelerinin yetişmesini sağlar. Yüce A llah ise, gök­
lerde ve yerde bulunan her şeyin sahibidir. Toprak ve
su ile bitki ve yağmurla canlıların rızkm ı verir. Ve
O, hem canlılardan, hem de toprağın canlıları nzık ol­
mak üzere yetiştirdiklerinden m üsnağn îdir:
«Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. Ve muhakkak
ki O GanVdir, HamVdir.y> (Hacc, 64)
Şu halde Allah’m ne göklere, ne yerlere, ne gök-
lerdekine, ne de yerlerdekine ihtiyacı vardır. O, her
şeyden müstağnidir. Verdiği nim etlere şükredüm esi
gereken bütün varlıklarm hamdetmesi icabeden yegâ­
ne yaratıcı göklerden de, göklerde bulunanlardan da
müstağnidir.
Ayet-i Kerime bir kere daha her zam an için göz­
ler önüne açılmış bulunan kudret delillerini sergilem e­
ye devam ediyor:
«Görmedin mi ki Allah yerde olanları v e emriyle
yürüyen gemileri buyruğunuz altına vermiştir. Buyruğu
olmaksızın göğü düşmemesi için O tutar. Doğrusu Allah
inmnlara kar^ şefkatli ve merhametli olandır.y» (Hacc,
65)
Şu yeryüzünde Allah nice servet kaynaklarm ı, ni­
ce kuvvet menbalarmı insanoğlunun em rine verm iştir
de insanoğlu AUah’m kudret elinden ve gece gündüz
değişen nimetlerinden habersizdir.

3 4 8
Bir kere Allah yeryüzünde bulunan her şeyi in­
sanoğlunun em rine müsahhar kılmış, kâinat kanun­
larını insanuı fıtratı ve kabiliyetiyle uyuşur şekilde
yaratm ıştır. Şayet insanm fıtratı ve terkibi ile yeryüzü­
nün kanunları arasmda bir ayrılık sözkonusu olacak ol­
saydı, insanoğlu yeryüzünden faydalanmayı bir yana
bırakın, orada hayat dahi süremezdi. Şayet insanm or­
ganik yapısı yeryüzündeki atmosfer basmcma taham­
mül edecek derecede olmayıpta farklı olsaydı, tenef­
füs ettiği hava, yediği gıda ve içtiği su onun hayatma
elverişli büeşiklere sahip bulunmasaydı bir an bile ya­
şayam azdı. Şayet kendi bedeninin yoğunluğu veya yer­
yüzünün çekim gücü bugünkünden az veya çok ol­
saydı bir adım atamazdı toprağm üzerinde. Ya havala­
nır gök boşluğunda kaybolurdu veya toprağm içine
göm ülür giderdi. Yeryüzündeki oksijen bugünkünden
daha az olsaydı veya daha çok olsaydı teneffüs ettiği
havanm yoğunluğu da artıp eksileceğinden insanoğlu
nefes bile alam az boğulur giderdi. Yahut havadaki ok­
sijeni karbondioksitten asnırarak hayatın ana mad­
desini teşkil eden yakm a ameliyesini gerçekleştiremez-
di. îşte bu yeryüzünün kanunlarıyla insanoğlunun fıt­
ratı arasm daki uygunluktur ki, ona yeryüzünü ve için­
deki h er şe3Ti A llah’m emriyle müsahhar kılma hakkı­
nı kazandırm ıştır.
Y üce A llah yeryüzünde bulunan her şeyi insan­
oğlunun em rine vermiş ve onları iyi şekilde kullanıp
değerlendirm e imkânını da lütfetmiştir. Allah’m yer-
3ü zü n e verdiği nimetlerin gizli hâzinelerin ve enerji
kaynaklannm bir ç o ğ ^ u insanlar peyderpey keşfe­
derler. H er seferinde yeni hazineler bulurlar, eski kay-
naklarm bittiğini sandıklan sırada bir başka kaynak
ve hâzineyle karşılaşırlar ve onu çıkanp kullanmaya
çalışırlar. îşte günümüzde henüz tükenmemiş olan pet.

349
rol ve diğer madenlerin ardmdaiı hem en insanoğlu
aiom enerjisini ve hidrojen parçalanm asını keşfetmiş
ve yeni bir kaynağın kapılarını açm ıştır. Hâlâ ateş-le
oynayan bir çocuk gibi Allah’m nizam ından uzak bu­
lunmakta, hem kendisini hem de başkalarım yakıp yık­
mak içuı çalışmaktadır. Halbuki yalnız ve yalnız Al­
lah’m n iz a m ın a, tâbi olduğu zam an kâinatın enerji
kaynaklarmı ve gizli hâzinelerini dünyanm im arı ve
geliştirilmesi için kullanır, Allah’ın irade ettiği şekilde
hahfehk görevini yerine getirir.
«Ve emriyle denizde yüzen gemiler.)^ Gemilerin de­
nizde yüzmesini sağlayan kanunları A llah yaratm ıştır.
Bu kanunları nasü öğrenebileceğini de yine A llah in­
sanoğluna öğretmiştir. Şayet denizlerin yapısı, gemi­
lerin mahiyeti veya insanoğlunun bunları kavrayış
kapasitesi değişik olacak olsaydı şu görünenlerden hiç­
birisi olmayacaktır.
{{Buyruğu olmaksızın göğü düşmemesi için O tutar.y)
O’dur kâinatı bugünkü kanunlara u y g ^ olarak yara­
tan. O’dur yüdızlan ve gök cisim lerini birbirinden uzak
engin gök okyanusunda seyrettiren. D üşm elerini ve
çarpışmalarmı önlesnci kanunlarıyla göğü n boşlukları­
na hükmeden.
Kâinat nizammı izaha yarayan bütün astronom ik
nazariyeler Allah’m kâinata koyduğu bu düzenli ve
muntazam kanunu açıklamaktan öteye geçm ez. Ne var
ki bazıları bu çok açık ve basit gerçeği unım tuyorlar
ve kâinat kanunlannı, kâinatta geçerli olan nizam ı an­
latırken İlâhî kudretin kâinattaki gücünü reddediyor
veya çok uzak bir ihtimal olarak görüyorlar. Bu şüphe­
siz ki çok garip bir düşüncenin ortaya attığı sapıklığın
ifadesidir. Şurası bir gerçektir ki bir kanunun nasü
yürüdüğünü bulmak o kanunu koyanm varlığm ı ve
o kanunları faaliyete sevkedişindeki tesirini inkâra ve-

350
sîle olm az. Halbuki astronomik nazariyeler birer na­
zariye olup her zaman incelemeye müsait görüşlerdir.
D oğru veya yanlış olabilirler. Bugün doğruluğu ispat
edilen o nazariyelerin yann da yanlışlığı ispat edile­
bilir. V eya tam zıddı bir başka nazariye ortaya atılabi­
lir.
Y üce A llah buyruğu altında olan göğü düşmeme­
si için tutar ve bunu kendi yapısı olan o kanunlarmm
faaliyeti ile sağlar. İzni olduğu gün bir hikmete meb-
ni olarak çalışan kanunlannı çalışmaz hale getirir. Mu­
attal bırakır ve o gün göğün düşmeden durması im­
kânsızlaşır.
H AYAT VE KÂİNAT
ALLAH’IN GÜCÜNÜN
AYNASIDIR

nO’dur size yeryüzünü boyun eğdiren. Şu halde ye­


rin sırtlarında yürüyün. O’nun verdiği nzıktan da yiyin.
Ve nihayet dönüş O’nadır.n (Mülk, 15)
İnsanlar bu yeryüzûndeki bayatlan boyunca gör­
dükleri şeye uzun sûre ülfet kesbettikleri ve orada ko­
layca hayatlarını devam ettirip su3rundan, toprağmdan,
havasından ve rızıklarmdan, gizli hâzinelerinden ve
enerjilerinden istifade ettikleri için Allah’m yeryüzünü
kendilerinin emrine verip emirlerine boyun eğdirişin­
deki nim etini unutmaktadırlar. Kur’an-ı Kerîm işte
onlara asim da çok geniş olan bu nimeti hatırlatmak­
ta ve gösterm ektedir. Hem de her neslin bilgi seviyesi
nisbetinde anlayabileceği bir ifade kullanarak,
Y er3Tüzünü boyun eğmesinden bu âyetle ilk mu­
hatap olan kimselerin —zihnen çıkardıkları mâna şu
id i: Y eryüzü yürünmek, at koşturmak ve denizlerde
yüzen gem ilerle seyretmek için insanoğlunun emrine
verilm iştir. A yn ca ekip biçmek ve verim elde etmek
için insanm em rine amade kılmmıştır. Havası, pıuoı,
toprağı ve bitkileriyle yaşamaya müsait hale getiril­
m iştir.
Bu kısacık ifadeleri bugünkü ilmin ışığı altında
açıklam aya çalışacak olursak, Kurian’m ifade tarzmm
genişliği ve yaygınlığı daha da iyi anlaşılu*. Bugün ilim
^yeryüzünün boyun eğmesU konusunda neler divor?

F .: 23/353
Âyetin metninde geçen ifâde um um iyetle hayvanlann
sahiplerine boyun eğmesi anlamında kullanılır ki yer­
yüzü için bu sıfatın kullanılması m aksatlıdır. Zira bi­
zim sakin ve yerinden kımıldamaz olarak gördüğüm üz
şu yeryüzü canlı bir haycandan farksızdır. Hattâ zıp­
layan, koşan bir hayvan gibidir. A m a her şeye rağmen
omuzuna binen binicisinin em rine boyun eğmekte
onun dizgininden dışarı çıkamamakta ve dizginsiz bir
hayvan gibi başıboş kaçıp durm am aktadır. Yeryüzü
denen bu ha5rvan yalnız boyun eğen b ir haydan değil
aym zamanda süt veren bir hayvandır da.
Bizim üzerine bindiğimiz bu ha5rvan kendi ekseni
etrafında saatte bin mü gibi bir hızla hareket eder.
Sonra da aynı manzume içerisinde güneşin çevresin­
deki yörüngesinde saatte altmışbeş bin m il gibi bir
hızla seyreder. Ayrıca yeryüzü ve bağlı bulunduğu
güneş manzumesi hep birlikte saatte yirm i bin miUik
bir hızla yaklaşık olarak— gökyüzündeki sirius bur­
cuna doğru koşarak uzaklaşır. Bu hızlı koşuya rağ­
men insanoğlu bindiği hayvanm om uzunda emindir,
güvenir, rahattır düşüp parçalanm az. A k lı ve züm i bu­
lanmaz. Ve bir kere olsun bu em rine boyun eğen hay­
vanm sırtmdan aşağı yuvarlanmaz.
Dünyamn hem kendi ekseni etrafm da dönm esi
hem de güneşin çevresinde hareket etm esi sonra hep
birlikte güneş manzumesinin sirius yıldız küm esine
doğru hareketi son derece plânlı olarak tanzim edil­
miştir. İlk ikisinin insan hayatı üzerindeki tesirini da­
ha önceleri belirtmiştik. Hattâ yalnız insan hayatı de-
ğü yeryüzündeki bütün varlıklann hayatı üzerindeki
tesiri malûmdur. Dünyanm kendi ekseni etrafında dön­
mesinden gece gündüz m eydana gelir. Eğer yeryüzü
ebediyen gündüz olsaydı sıcaktan yaşam a im kânı kal­
mazdı. Güneş etrafm daki dönüşünden ise m evsim ler

354
m eydana gelir. Şayet yeryüzü tek bir mevsimden, iba­
ret olsaydı bugünkü hayat şekli kafiyen mümkün ol­
m azdı. Yeryüzünün ve güneşin sirius yıldız kümeleri­
ne doğru hareketinin hikmeti ise henüz anlaşılmış de­
ğildir. Şüphesiz ki bu hareketin kâinat içerisindeki
m uazzam ahenkle irtibatı olsa gerektir.
Bütün bu baş döndürücü hareketleri aynı anda
yapan bu emre boyun eğen hajrvan, hareketini devam
ettirirken hep aynı sabit kanununu devam ettirir. Ek­
seni etrafındaki eğim i yaklaşık olarak 23.5 derecedir,
işte bu eğim den ve güneşin etrafmdaki hareketinden
dört m evsim m eydana gelir. Eğer bu eğim hareket es-
nasm da kayacak olsa bitkilerin ve yeryüzündeki hayat
halkasının üzerinde dönüp durduğu dört mevsim dü­
zeni bozulur gider.
Y üce A llah yeryüzünü insanoğlunun emrine bo­
yun eğdirm iştir. Ona bir çekim gücü vererek büyük
hareketleri esnasmda onları kendine çeker. Aynca at­
m osfer basm cı sayesinde insanm dünya üzerindeki ha­
reketi kolaylaşır. Eğer atmosfer basmcı bugünkünden
daha a ğ ır olsaydı insanm yer3mzünde hareketi imkân­
sızlaşır veya en azmdan zorlaşırdı. Basmcm derecesine
göre ya doğrudan doğruya yere yapışırdı, veya eğilip
bükülürdü. Şayet atmosfer basıncı bugünkü durum­
dan biraz daha az olsaydı insanm adımlan birbirine
dolaşır, çevresindeki hava basmcıyla kendi organları­
nın iç basm cı arasmdaki denge bozulacağmdan or-
gan lan dağılır giderdi. Nitekim atmosfer tabakalarm-
da hava basm cm ı tanzim etmeden hareket etmek is­
teyenlerin karşılaştıklan felâket bu olmaktadır.
Y üce A llah yeryüzünü insanoğlunun emrine bo­
yun eğdirm iş, üst kısmım yararak satıh kesiminde
yum uşak toprağm oluşmasmı sağlamıştır. Şayet dün-
yanm yüzü —üm in tahmin ettiği gibi karalann soğu­

355
yup donması esnasmdaki durumunda olduğu şekilde—
kaü kayalıklardan meydana gelm iş olsaydı o zaman
];ıem üstünde yürümek mümkün olm azdı, hem de bit­
ki yetişmesi imkansızlaşırdı. Fakat hava ve yağm ur
gibi atm osfer olaylanm n tesiriyle yüce A llah bu ka­
tı kayaları parçalamış ve hayat için elverişli olan ve­
rim li toprağı meydana getirmiştir. Toprakla birlikte
orada bitkiler ve nzdtlar yaratmış ki bu dizginli hay-
vanm sırtma binen insanlar onun sütünü sağıp dur­
maktadırlar.
Yüce Allah yeryüzünü insanm em rine boyun eğ­
dirmiş ve onun çevresini saran hava tabakasm ı ha­
yat için gerekli olan çeşitli elem entlerle doldurm uştur.
Teneffüs edilen havada öyle ince ölçülerle m uhtelif
elementler bulunmaktadır ki bu ölçülerden herhangi
birisi bozulacak olsa hayat im kânı kalm az ve haya-
tm temelden devamı mümkün ohnaz. M eselâ, hava­
da oksijen nisbeti yaklaşık olarak % 78. G eriye kalan
kısmm içinde ise onbinde üç nisbetinde karbondioksit
ve diğer elementler bulunmaktadır. îşte bu nisbetler
ile ancak yeryüzünde hayatm devam ı im kân dahiline
girebilmektedir.
Yüce AUah hayat için zarurî olan m ilyonlarca bi­
leşikleri birleştirerek yeryüzünü insanların em rine bo­
yun eğdirmiştir. Bu zaruretler arasm da dünyanm gü­
neşin ve aym hacırü, yeryüzünün güneşten ve aydan
uzakhğı, güneşin ısı derecesi, yeryüzünün kabuk kıs-
mınm kalınlığı, dünyanm hareket hızı, ekseni etrafm -
daki eğimi, karalarm ve denizlerin yayihş nisbeti, dün­
yanm etrafım saran atm osfer tabakasm m yoğunluğu
gibi daha nice nice... ahenkler bulunm aktadır. İşte bü­
tün bunlarm birleşmesinden sonra yeryüzü insanlarm
emrine b03mn eğdirilm iştir. V e işte bunlardır yeryü­
zünü nzik kaynağı kılan. Bunlar sayesinde dünyada

356
hayatın varlığı inikân dahiline girmiş ve özellikle in­
san denilen canlının yaşaması mümkün olmuştur.
Kur’an-ı Kerim bu gerçeklere işaretle her ferdin
ve her neslin kendi takati nîsbetinde bügi ve tecrübe­
sinin ulaşabildiği kadar ondan faydalanmasım hedef
almıştır. Bununla insanm çevresinde bulunan her şeyi
idare eden, yeryüzünü onun emrine veren, onu da yer­
yüzünü de koruyan AUah’m kudret ehne işaret etmek
istemiştir. Bu İlâhî kudret eli bir an uzaklaşacak olsa
bütünüyle kâinat nizamı kökünden yıkılır. Üzerinde
bulunan varlıklarla birlikte yok olup gider.
Âyet-i Kerîme insanm iç dünyasmı bu başdöndü-
rücü gerçekler karşısmda uyarmca kendini ve mev­
cudatı yaratan Rahman ve Rahim olan yaratıcı, yerin
sırtlarmda yürüyüp Allah’m verdiği nzıktan yemele­
rine müsaade ediyor;
(iŞu halde yerin sırtlarmda yürüyün, Allah’ın ver­
diği nzıktan da yiyin.r>
Sırtlarmda yürüme izni çıktığma göre elbette düz­
lüklerinde ve kumsallarmda yürüme izni de vardır.
Yeryüzünde bulunan bütün nzık Allah’m yarattı­
ğı olarak O’nun mülkündendir. Binaenaleyh insanla­
rın kafasm a takılmı nzık kelimesinin ifade ettiği mâ­
nadan çok daha geniştir buradaki anlamı. Burada n -
zıktan maksat sadece insanlann ihtiyaçlannı temin
için ellerinde bulundurdukları mal değildir. Bunım
aksine Hak Teâlâ’nm yeıyüzüne tevdi ettiği her türlü
n zık ve varlık sebepleridir. Ve temelde yeryüzünün
teşekkülündeki elementlerden tutun da bu elementle­
rin taksimindeki nisbetlere kadar uzanır. Aynca Al­
lah’m bitkilere ve canlılara —ki insanlar da bunlar
arasmdadır— bu elementlerden faydalanmak için ver­
diği kudreti de ihtiva eder.

357
Biz kısaca bu mânadaki n zk ın gerçeklerinden bazı
noktalanna işaret etmeğe çalışalım ;
Bilindiği gibi, bütün bitkilerin hayatiyeti havada
bölünemiyecek kadar az m iktarda bulunan karbon­
dioksite dayanmaktadır, bitkiler âdeta bunu teneffüs
ederler. «Fotosentez» denilen bu karm aşık kim yevî
reeıksiyonu basit olarak anlatabilm ek için şöyle söy-
liyelim : Ağacm yapraklan akciğer gibidir, bunlar, o
inatçı karbondioksidi güneş ışığm da karbona ve oksi­
jene ayırma kudretine sahiptirler. Başka bir de3Ûşle
yeşü ağaç yaprağı oksijen gazım çıkarır ve karbonu,
ağacm kökleri vasıtasiyle aldığı suyun hidrojeni ile
birleştirerek saklar. Tabiat sihirli bir fabrikasyonla
bu elemanlardan şeker, selüloz, çeşitli kim yevî m ad­
deler, meyveler ve çiçekler im al eder. Bununla bitki­
nin hem kendisi beslenir hem de yeryüzündeki bütün
hayvanlarm beslenmesine yetecek m ikdarı üretir. A y-
m zamanda bitkiler bizim teneffüs ettiğim iz ve onsuz
hayatm 5 dakikadan fazla sürem ediği oksijen gazm ı
çıkarırlar. '

Netice olarak öyle anlaşılıyor ki bütün bitkiler, or­


manlar, otlar, her yosun parçası, yeşillik ve ekinlerin
hepsi... Bütün bunlar en azmdan karbondan ve sudan
teşekkül etmiştir. İnsanlar ve hayvanlar karbondioksit,
bitkiler de oksijen gazı çıkarırlar. Eğer bu karşılıkh
ahşveriş olmasaydı insan ve hayvan hayatı, ya,hut da
bitki hayatı eninde sonunda bütün oksijeni veya bütün
karbondioksidi tüketecekti. Bu karşılıklı denge tam a­
men bozulunca ya bitkiler kuruyacak veya insan öle­
cekti. Yapılan son keşifler neticesinde az m iktarda
karbondioksidin insanlarm ve hayvanlarm büyük ço­
ğunluğunun hayatı için zorlu olduğu ve a y n ca bitki­
lerin de bir miktar oksijen kullandığı anlaşılm ıştır.

358
Burada hidrojeni de hatırlatmamız gerekir. Gerçi
hiz hidrojeni teneffüs etmiyoruz, fakat hidrojen olmak­
sızın suyun varlığı mümkün değildir. Gerek hayvan,
gerek bitki varlığında suyun (protoplazma içinde)
m evcudiyet oranı insanı dehşete sevkedecek derece­
dedir, o halde hiçbir şekilde sudan müstağni kalına­
maz.
Oksijen, hidrojen, karbondioksit ve karbon, ister
ayrı ayrı olsunlar, ister çeşitli şekillerde birleşmiş ola­
rak bulunsalar, biyolojinin, temel elemanlarını teşkil
ederler. Hayatın, üzerinde kurulduğu temel de aym-
dır. Bununla beraber milyonlarca ihtimal arasmda öy­
le b ir tesadüf olamaz ki bütün bu gerekli unsurlann
aynı zam anda ve aynı gezegende bulunmasını gerek­
tirsin, hem de hayat için zarurî olan bu isabetli oran­
lar içinde. İlim bu gerçekleri açıklayamamaktadır. Bü­
tün bunlarm bir tesadüf eseri olduğunu söylemek ma­
tem atik ilm ini hiçe saymaktır!
Yeryüzündeki nzıklar arasmda azot dolaşımı da
bulunm aktadır şöyle k İ:
Eriyebilen azotun bir gübre olarak toprağa girme
y o lla n ikidir. Zaten herhangi bir şeküde azot olmaksı­
zın herhangi bir besin bitkisinin doğup büyümesi
m üm kün değildir.
A zotun toprağa giriş yollanndan biri belirli bak­
terilerin ürem esi yoludur. Bu bakteriler yonca, bezel­
ye ve diğerleri gibi baklagillerin köklerinde barınır.
Bunlar havadaki azotu alır ve bileşik hale getirir. Bit­
ki kuru3runca büeşik azotun bir kısmı toprakta kalır.
A zotun toprağa nüfuz edişinin İkinci yolu da şim­
şek çakm ası yoludur. Şimşek atmosferden geçtiği sıra­
d a b ir m iktar oksijenle azotu birleştirir, yağm ur da
bunu bileşik azot halinde toprağa düşürür.

359
Yeryüzünün içinde saiklı bulunan katı ve akıcı ma­
denlerden müteşekkil nzıklara gelince hepsi de yeryü­
zünün meydana gelişinde ve içinde bulunduğu şartlara
bağlıdır. Biz bunları uzun uzadıya anlatacak değiliz. Bu
seri açıklamalann ışığı altmda anlaşılıyor ki burada ki
nzık keümesi insanların bu kelimeyle anlamak veya an­
latmak istedikleıinm dışmda çok daha geniş bir mâna
ifade etmektedir. Tamamen yeryüzünün ana projesi ve
meydana gelişiyle ilgili derin sebepleri dile getirmekte­
dir. Yüce Allah insanlara yeryüzünün rızıklanndan ye­
me iznini verirken lütfederek yeryüzünü onların emri­
ne müsahhar kılıyor. Rmk kaynaklarım kolayca sağ­
lamalarına izin veriyor. Ayrıca insanlara bu kaynaklara
el uzatıp faydalanma gücünü de lütfediyor : «.Şu halde
yerin sırtlarında yürüyün. Ve onun verdiği nziktan da
yeyin.»
Bu izin AUah’m ilrnindeki taktir gereğince ölüm
ve hayatla İmtihan zamanı ile smırirdır. Yeryüzündeki
İmtihan süresi ıbitince ölüm geUr ve ardından olacaklar
olur : «Ye nihayet dönüş O’nadvr...»

360
GÖKLERİN VE YERİN
YARATANI ALLAH

Göklerin ve yerin yaratılışı, işleyiş tarzı, hergün


karşı karşıya bulunduğumuz bir hârikadır. Bu hâri­
kayı biz hergün görmenin verdiği bir alışkanlıkla ye­
terince değerlendiremiyoruz. Hatta kendi bünyemiz
ve vücûdumuzun en büyük hârikası olmasma rağmen,
biz onu da görmezlikten geliyoruz.
Halbuki teknik bir cihazı icâd eden kişilerin bu-
luşlanna karşı hayranhğumzı belirtiyor ve onlara sü­
rekli b ir minnet borcumuz olduğunu tekrarlayıp du­
ruyoruz. Kaldı ki kâinâtm ve kendi bünyemizin aza­
m eti karşısmda bu teknik araçlar bir hiç gibi kalır.
Göklerin ve yerin yaratıhşi; biraz düşünecek olur­
sak bizi İlâhî güçle yeryüzüne getirir. Bu konuda Sey-
yid Kutub şu açıklamaları yapıyor:

«Z?e k i : «Hamd olsun Allah’a, selâm olsun O’nun.


beğenip seçtiği kullarına. Allah mı iyidir, yoksa O’na koş­
tukları ortaklar mı?y) (Nemi, 59)
Y üce Allah sevgili peygamberine; duâsmı, davetini,
sözünü ve münalçaşasmı başlatması gereken sözleri söy­
lemesini em ir buyuruyor. Bu sözlerle her şey başlamah
ve son bulm ahdır: nDe k i: «Hamd olsun Allah’a...»
O ’dur bunca delilleriyle kullarının hamdine lâyık olan.

361
Kullarına verdiği delillerin başında da onları doğru yo­
la götürmesi, seçtiği yola sevketmesi ve istediği nizama
tâM kılması gelir. nSelâm olsun O’mın beğenip seçtiği
JcuUartna...n Risalet vazifesi yüklenmek, davetini teb­
liğ etmek ve nizamım açıklamak üzere seçtiği kullarına.
Bu girişten sonra Allaih’m âyetlerini inkâra kalkı­
şan kalplere dokunan ifadeler geliyor. Ve bu, ancak bir
tek şekilde cevap verilebilecek bir soruyla başlıyor. Ve­
rilebilecek biricik cevap onlarm bu uydurma tanrıları,
Allah’a eş koşmalarını kötüleyecek bir cevap olacaktır :
KÂllah mt daha iyidir, yoksa O’na koştukları ortaklar
mi?y>
Allah’a ortak koştukları putlar, heykeller, m elek­
ler, cinler, veya her nasıl olursa olsun, A llah’ın yara-
tıklanndan bir yaratık hiç bir şekilde A llah’tan daha
iyi olmaın bir yana bırakalım, Hak Sübhânehu’ya ben­
zemeye dahi yanaşamaz. Ve akıUı h iç bir. kim senin
içinden onlarla AUah’ı mukayese veya m uvazene yap­
mak geçmez. İşte bunun için bu soru bu kalıplar içe­
risinde varid oluyor ve bu sigasıyla sanki doğrudan
doğruya bir alay ve ihtar tonu taşıyor. Zira bu suale
ciddi mânada cevap vermek veya karşılık bulm ak ka-
bd değildir. Bunım için Âyet-i Kerîme bu soruyu bı­
rakarak bir başka suale geçiyor. Bu sualde onlarm çev­
relerinde yer alan kâinat gerçeğinden ve gözleriyle
gördükleri kâinat sahnelerinden çıkarılm ış b ir sual­
d ir:
«Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indi­
rip onunla bir ağacını dahi bitiremeyeceğiz nice güzel
bahçeler meydana getiren mi? Allah yanında bir üâh
mt? Hayır onlar saptMüda daim olan bir güruhtur.y>
(Nemi, 60)
Gökler ve yeryüzü hiç kimsenin inkâra yeltenem e­
yeceği birer gerçek olarak ortadadır. A yrıca hiçbir

:362
kim se bunları o sahte tanrüann yarattığım da iddia
edemez. Çünkü bu tann, putlar, heykeller, melekler,
şeytanlar, güneş veya ay olabilir. Bu durumda tabiî
gerçekler böyle bir iddiaya karşı çıkar. Hem müşrik­
lerden hiç birisi bu kâinatm kendiliğinden varolduğu­
nu ve yine kendiliğinden yaratüdığmı iddia etmezdi.
Şu son 3Tüzyıllarda beliren tutarsız iddialara benzer
şeyler ile ıl sürenler yoktu. Bımun için yalnızca gök­
lerin ve yer3Tüzünün mevcudiyetini hatırlatmak ve on­
ları yaratanı düşündürmeye çalışmak, şirk denilen o
belânın yok olması ve müşriklerin gizli gelmesi için
yeterli birer delil mesabesindeydi. Bu durum günümüz­
de de geçerliliğini devam ettirmektedir, Zira katiyen
tesadüfe ve başıboşluğa imkân yoktur. Bizzat bir tek
yaratıcınm varlığm ı haykıran eserleriyle, birliği apaçüt
ortaya çücan yaratıcm ın koyduğu mutlak nizam, dü­
zen ve tedbirin belirdiği, maksat ve plânın göründüğü
gökler ve yeiTrüzü tabiatı ve hedefi bakımmdan bir­
kaç tane olm ası imkânsız bir tek yaratıcı tarafmdan
m eydana geldiğini haykırmaktadır. Kâinat, tabiatı ica­
b ı tek b ir yöne yöneldiğinden tek bir iradeden de sadır
olmadı gerekir. Bu irade plânlı ve maksatlı olup kü­
çük bü3rük hiçbir şeyi gözden kaçırmaz.
«Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indi­
rip onunla bir ağacını dahi bitiremiyeceğiz nice güzel
bahçeler meydana getiren mi?»
Gbkten inen su da keza gözle görülen ve inkârı im­
kânsız olan ıbir gerçektir. Onu görüp te idare sahibi ya­
ratıcıdan başkasmın gökleri ve yeri, bu şekilde yaratmış
olabileceğini ve böylece göktfen indirüen yağmurla yer­
yüzünde hayatın bu tarzı teşekkül içerisinde meydana
gettriletoıleceğini ileri sürmek mümikün değildir. Zira
bütün bünlarm bir tesadüf eseri meydana gelmesi ve
tesadüflerin bu denli ince bir düzen, mazbut bir ölçü içe­

363
risinde birleşebilmesı kabil değildir. Bu düzen ve ölçüde
canlüarm ihtiyacı göz önünde bulundurulmuş ve özel­
likle insanın ihtiyaçlan nazan itibar alınm ıştır. İnsa­
na has ıbu durumu Kur’an-ı Kerîm şöyle ifade ediyor :
«Gökten size su indirip...y> Kur’an-ı Kerîm, kalpleri ve
kafaları, insanlarm hayatî ihtiyaçlarm a göre gökten
indirilen bu suyım hayat verici neticelerine tevcih edi­
yor. Bu neticelerde insan denilen varlığın ihtiyaç ve za­
ruretleri göz önünde bulunduruluyor. İşte kalpler ve
kafalar insanlarm hayatmm üzerine kaim olduğu bu
hayat verici neticelere tevcih edilirken insanlar bu
gerçeklerden gafil bulunuyorlar;
«Onunla bir ağacını dahi bitiremiyeceğiniz nice gü­
zel bahçeler meydana getiren mi?..,y>
İç açıcı, güzel, canh, tertemiz ve güzelim bahçe­
ler,... Bir kere bahçe tablolan insanm kalbine bir güzel-
htc, bir canlıhk verir... Böylestne güzel, böylesine tatlı,
böylesine canlı ve böylesine parlak bir tabloyu düşün­
mek dahi kalplerin canlamp dirilebilmesi için yeterli-
dir. Hem bahçelerdeki üâhî yaratm a gücünün eserleri­
ni düşünmek bu akıl almaz güzellikleri yoktan vareden
yaratıcı ustanm san’atım hürmetle yâdetm ek için kâ­
fidir. Şüphesiz iki bir çiçeğe bile renk vermek ve renk­
ler arasmda o tabiî ahengi sağlamak insanoğlunun en
usta san’atkârlannın bUe âciz kalacağı bir şeydir. Son­
ra renklerin dalga dalga dizilişi, çizgilerin iç içe girişi,
bir çiçekte yapraklarmm üst üste dizilişi öyle bir m uci­
zedir ki, karşısmda eski ve yeni ^bütün dâhi san’atkâr-
larm dehası ve san’atı çok cüız, çok basit kalır. Bir ağaç­
ta mevcut olan itici hayat gücünün m eydana getirdiği
mucizeyi bir yana bırakalım. Bunu tasvir etmek büe
insannğlıı için imkânsızdır. Halbuki hayat henüz insan-
hğm kavramaktan âciz olduğu en büjnik bir sır olarak
karşımızda durmaktadır. «Bir ağacım dahi bitiremiye-

364
ceğiniz...-» EsMden olduğu gibi bugün de hayat denilen
sır insanlığın gözüne kapalı bir kapıdır. İster nebat
hayatı olsun, ister hayvan, ister insan hayatı olsun. Şu
ana kadar hiç kimse bu hayat denilen muammanın
nasıl geldiğini, varlıklara nasıl sirayet ettiğini, bitki,
haırvan veya insan türüne nasıl sızdığını bilememek­
tedir. Bunun için hayat noktasmda görülen ve bili­
nen âlem lerin ötesine uzanmak zarureti vardır.
 yet-i Kerîme, içaçıcı bahçelerde gelişen hayat
tablosu karşısm da durmuşken, başlıyor onu seyreden­
leri uyarm aya ve harekete sevketmeye. Bunun için bir
sualle hücum a geçiy or:
nAllah'ın yanında hır ilâh mi?...y>
Böyle bir iddianm nasıl yeri olabilir? Bu iddiaya
m üsbet karşılık vermek mümkün mü? Durum böyle
olunca kendi uydurdukları tannlarmı Allah’a eş ko­
şan ve A llah’a kulluk eder gibi onlara tapmanlarm
durum u çok garip, çok tuhaf olarak ortaya konmuş
oluyor.
(iHayır, onlar sanıklıkta daim olan bîr gürûhtur...'»
 yet-i Kerîm e’nin mânâsı, ya «onlar bu uydurma
ilâh lan n ı A llah’a denk tutuyorlar» veya «apaçık ger­
çeklerden yüzçevirerek sapıklığa sürükleniyorlar» ola­
bilir. Bu ise eşsiz yaratıcıya ibadet konusunda başka
varlıkları ortak koşmakla olabilir. Bu kelimeye her iki
şekilde de m âna verildiğinde ortaya çıkan durum insa­
na yakışm ayacak tuhaf bir durumdur.
«Kofcsa yeri yaratıklarının oturmasına elverişli k>
lan ve aralarından ırmaklar akıtan, yeryüzüne sabit dağ­
lar yerleştiren ve iki denizin arasına bir engel koyan
mı?y> (Nemi, 61)
Birinci gerçek göklerin ve yeryüzünün yaratılışı
gerçeğiydi. Bu ise yeryüzünün 5mratıUş şekliyle ilgili bir
gerçektir. Dünyayı yaratan yüce Allah, orayı hayat için

365
elverişli kılımş ve hayatın gelişerek çoğalm asına fırsat
hazırlayan uygun hir ortamda halketmiştir. Şayet bu
dünyanın güneş ve ay karşısmdaki şekli değişecek olsa,
yahut bugünkü biçimi farklaşacak olsa veya ağırlığı, at­
mosferini saran elementlerin durumu, yahut güneşin
çevresindeki seyri veya kendi ekseni etrafındaki dönüş
durumunu değiştirecek olsa... Evet buna benzer nice
duromlar belirecek olsa —ki hepsinin tesadüfen meyda­
na gelmesi veya bugünkü şekli kendiliğinden kazanmış
olması mümkün değildir...— İşte bütün bunlarda en
küçük bir değişiklik olacak olsa yeryüzünde hayatm bu­
lunması imkânsız hale gelirdi.. Belki de bugün bu âyet-i
kerîme’yle muhatap olan insanlar; Allâhü Teâlâ’nm :
uYoksa yeri yaratıkların oturmasına elverişli kilann
kavli şerifinin ihtiva ettiği hu garip gerçekleri fark
edememişlerdir. Ne var ki onlar, bu yeryüzünün haya­
ta elverişli olduğunu kısaca görüyorlardı. Bunun için
içlerinden hiç birisi iddia ettikleri tannlarm ın yeryü­
zünün yaratahşı hususunda ortaklığı olduğunu ileri sü-
remiyordu. Bu da onlar için yeterli idi. Bu  yet-i Ke­
rîme daha sonra gelen nesillerin gözleri önünde apa­
çık olarak duruyordu. İnsanhğm zihnî kapasitesi ge­
liştikçe bu âyetlerin geniş mânasının b ir bölüm ü daha
kavranılmaya haşladı. Ve nesiller boyu gelişen bilgiye
mütenasip olarak bu kavra3nş devam edecektir. Zaten
Kur’an’m bir mucizesi de budur. Zaman boyu n ca gelip
geçen bütün kafalara hitap e d e r:
(iYoksa yeri yaratıkların oturmasına elverişli kılan
ve aralarında ırmaklar afcztan...» Yeryüzünde ırmaklar
hayatın can damarıdırlar.Doğuda, batıda, kuzeyde, gü­
neyde damar gibi yayılır giderler. Akarken birlikte ha­
yat, verimlilik ve nimet taşırlar. Bilindiği gibi bu nehir­
ler yağmur sulannm toplamp yeryüzünün yapısına gö­
re akmasmdan meydana ge’irler. Şüphesiz ki bu kâina-

366
tı yaratan Allah, dünyamızda bulutun oluşmasmı, yağ­
murun inmesini ve nehirlerin akmasını da bir ölçüye gö­
re planlamıştır. Binaenaleyh hiç kimse kalkıp da diye­
mez ki, bu eşsiz yaratıcıdan başka birisi bu kâinatm
meydana gelişinde ortaklaşmıştır. Irmaklann akışı da
müşriklerin bizzat gördükleri bir realiteydi. Peki öyley­
se bu gerçeği kim meydana getirmişti? «AlMı’tn yanın­
da bir ilâh mı?...»
^Yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren...)^
Yeryüzüne oturmuş sabit dağlar çoğunlukla ne­
hirlerin kaynağıdır. Zira dağların doruğundan inen
yağm urlar akarak vadiler giderler. Ve giderken aktık­
ları yarar ve dağların tepesinde yarıklar meydana ge­
tirirler. Bu cümledeki sabit dağlar Kur’an’m çizdiği kâ­
inat tablosunda akan nehre tekabül eder. Çünkü Kur’-
an’ın üslûbunda tasvirlerdeki karşılık ve tekabül her
zam an gözönünde bulundurulan bir unsurdur. İşte bu
da onlardan birisi. Ve bunun için akan nehirlerden
sonra sabit dağlardan söz edilmektedir.
«Ve iki denizin arasına bir engel koyan mı?n
D eniz suyu acı ve tuzludur. Nehir.suiru tatlıdır
 yet-i Kerîm e her ikisini deniz olarak ifade etmek­
le azı çoğu kalbetm e san’atmı kullanmıştır. Zira her
ikisinin de ana maddesi sudur. Buradaki engelden
m aksat nehirle deniz arasmdaki tabiî engeldir. Ki bu
engel sayesinde deniz coşarak nehrin yatağmı yok et­
m ez. Zira nehir sathınm seviyesi denizin seviyesinden
daha yüksektir. Bu da nehirlerin denizlere dökülmekle
aralarm da bir engel olarak kalmaktadır. Nehrin mec­
rası her zam an deniz dalgalarmm baskmmdan korun­
m uş olarak kalır. Hattâ deniz yüzeyinde nehir yüzeın
daha aşağılara —^herhangi bir sebeple— düştüğü za­
m an nehir suyu ile deniz suyunun yoğunluğundan
doğan bu tabiî engel yine olduğu gibi kalır. Çünkü de­

367
n iz SU3TU ağır, nehrin suyu hafiftir. Bunun için her
birisinin m ecrası ayn olarak belirir ve birbirine ka­
rışmaz. Böylelikle biri diğerini ortadan kaldırm az. El­
bette ki bu da, AUah’m kâinata koyduğu kanunlarm -
dan birisidir. O’dur bu ince projeyi plânlayan ve bu
şekilde çizen.
Kim 3rapmıştır bütün bunları? Kim ? aAllah’m ya-
nında bir ilâh rrn? ...»
Hiç kimse böyle bir iddia üeri süremez. Kâinatm
plânındaki birlik öyle ince ve muntazamdır ki, karşısı­
na geçenleri zorla yaratıcmm vahdetini kabule icbar
eder : <iHayır, onların çoğu bilmezleri)
Burada nbilmek« bahis mevzuu ediliyor. Çünkü bu
kâinat gerçeği ondaki sanatı, uygunluğu, kanunu ve
sistemi kavrayabilmek için bilm eyi gerektirir.
«O şeyler mi hayırlıdır, yoksa, darda kalana, kendi­
sine niyaz edip yalvardığı zaman icabet eden, kötülüğü
gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah’la
beraber başka bir üâh mı var? Ne kadar da az düşünü-
-yorsunuzh (Nemi, 62)
Böylece onlann vicdanma temas ediyor ve içlerin,
den geçen duygulannı hatırlatarak gerçek durum ları­
n ı gözleri önüne getiriyor.
Sikmtıda kalan kişi bu darlık ve sıkıntı esnasm -
da Allah’tan başka sığınacak bir yer bulam az. O’na
dua eder ve sıkmtısmı gidermesini, üzüntüsünü kal-
dırmasmı ister. Sıkmtı halkaları daraldıkça, boğukluk
arttıkça, güçsüzlük fazlalaştıkça, dayanak noktalan
birer birer 3ukıldıkça ve insan çevresine baltıp da et­
rafmda kendisini kurtarabilecek kim senin bulunm adı­
ğım anlaymca, şiddet ve sıkıntı anı için hazırladığı her
şey yıkılıp yok olunca, darlıkta kalm ca yalvardığı, üm it
beslediği herkes kendisine sırtını çevirip reddedince...
Evet işte o zaman insanm fıtratı kendine gelir ve sığı-

368
nacağı biricik güç kaynağı noktaya sığınır. Bir süre
Önce, hattâ bir an önce unuttuğu Allah'ına yönelir.
Çünkü O’dur, darda kalan bir kimse kendisine duâ
ettiği zaman yardımma koşan. Evet O’dur sadece, baş­
kası değil... Kulunun yardımma koşar, sıkmtısmı gi­
derir, em niyet ve huzurunu iade eder ve kendisini boğ­
m ak üzere olan darlıktan kurtarır.
Am a insanlar rahat ve gaflet anlarmda bu gerçe­
ği görm ezlikten gelirlerde kuvveti, yardımı ve hima­
yeyi yeryüzünün basit ve komik güçlerinden dilenme­
ye çalışırlar. Şiddet başlarına indiği zaman, sıkmtı ve
darlık her yandan onları sıkıştırdığı vakit fıtratlarmı
saran gaflet örtüsü kalkar ve daha önce ne kadar ga­
fil, ne kadar inatçı olurlarsa olsunlar, Rablerine döner
ve O’na yalvarm aya başlarlar.
İşte Kur’an-ı Kerîm o büyüklenenleri, o inkarcı­
ları fıtratlarm da gizlenmiş bulunan bu gerçeğe zorlu­
yor. Ve onları daha önce götürdüğü kâinat gerçekleri­
nin yer aldığı sahaya sevkediyor. Göklerin ve yerin
yaratılışm dan, gökten yağmurun indirilişinden, güzel
bahçelerin bitirilişinden, yeryüzünün hayata elverişli
kılınmasından, dağlann sabit, nehirlerin akıcı olma-
sm dan ve ik i deniz araşma konulan engellerden daha-
önce söz edilmişti. İşte darda kalanın Allah’a sığmma-
sı da tıpkı yukarıda sözü edüen kâinat gerçekleri gibi
bir gerçektir. Onlar dış dünyada yer alan gerçeklerdir.
Bunlar ise iç âlemde. Ve her ikisi aynı derecededir.
 yet-i Kerîme onlann duygulanın yoklayarak ha-
yatlarm da fiilen vaki olan gerçeklere temas ediyor-.
(iSiz yeryüzünün hülifeleri yapan mi?-» Kimdir insan-
la n yeryüzünün halifeleri kılan? Allahu Teâlâ değil
m idir ki, ilk önce insan cinsini yersnizüne halife küımş-
tır? Sonra nesilden nesile ard arda onlardan bir kısmı­
n ı yeryüzüne hâkim ve birbirine halef kılmıştır.

F .: 24/309
o Allah değil midir ki, onları yeryüzündeki varlık­
larına elverişli kanunlarla yaratm ış ve yeryüzünün ha­
lifeliği görevini yüklenebilecek kabiliyetler ve istidat­
larla donatmış; sonra onları bu büyük ve ulu göreve
hazırlamıştır. Bu kanunlardır ki yeryüzünü insanoğlu­
nun hayatma elverişli kılmıştır. O nlarla kâinatm bö­
lümleri arasmda bir insicam sağlam ış ve böylece yer­
yüzünde hayatm meydana gelm esine im kân sağlayan
şartlan temin etmiştir. Şayet bu varlıkların tem elinde
mevcut olan bu şartlardan birisi en küçük bir farklılı­
ğa veya, değişime uğrayacak olsa, yeryüzünde hayat
imkânsız hale gelirdi.
Ve son olarak o Allah değü m idir ki, ölüm ü ve ha­
yatı takdir etmiş, nesilleri birbirine halef kılm ıştır? Şa­
yet bir önceki nesüler yaşamış olsalardı daha sonra
gelenleri yersrüzü almazdı. Ve o zam an hayatm seyri
durur, düşünce ve medeniyet ham lesi dum ura uğrar­
dı. Zira nesillerin birbiri ardı sıra değişm esi, değişik
tecrübelere, çahşmalara ve düşüncelere im kân sağla­
maktadır. Böylelikle hayatm şekli değişm ekte ve yem ­
lenmektedir. Ve eskilerle yeniler arasm daki çatışm a
ancak düşünce ve duygu alanmda olabilm ektedir. A m a
eskiler de hayatta kalmış olsalardı, bu çatışm a düşün­
ce alanmdan pratiğe intikal eder ve büyüyerek hayat
kervanınm ileriye doğru atümasmı önlerdi. Bütün bım -
1ar iç dünya ile ilgili gerçeklerdir ve öbü rleri de dış
âlemle alâkalı gerçekler. Gerek bunları, gerekse onla­
rı meydana getiren kimdir? Kim?
«Allah’la beraber başka bir ilâh mı var?r>
Ama onlar bım u unutuyor ve görm ezlikten geli­
yorlar. Halbuki bu gerçekler ruhlarm m derinliklerinde
saklı bulunmaktadır, pratik hayatlarm da m üşahade
edilm ektedir:

370
«iVe kadar da az düşürıüyorsunuzh
Şayet insanoğlu düşünce, tefekkür etse ve bu gi­
b i gerçekleri gözönünde bulundursa her zaman tıpkı
ük doğduğu günde olduğu gibi Allah’a bağh kalır,
Babbini unutmaz ve hiç bir kimseyi ona ortak koş­
maz.
«O şeyler mi hayırlıdır, yoksa, kara ve denizin ka­
ranlıklarında size yol gösteren, rüzgârları, rahmetinin
önünde müjdeci olarak gönderen mi? Allah’la beraber
başka bir ilâh mı var? Allah onların kendisine ortak koş­
tukları şeylerden m ü n ez zeh tir.(Nemi, 63)
İnsanlar —^bunlann arasında bu Kur’ana Uk mu­
hatap olanlar da bulunmaktadır tabiatiyle— karalann
ve denizlerin karanlığmda yoUanna devam etmekte­
dirler. Bunu tecrübelerine göre ayarlamakta ve yoUa-
n n ı tayin ederek doğruyu bulmaktadırlar. Ama kara­
ların ve denizlerin karanhğmda onlara doğru yolu gös­
teren kim dir? Kimdir onlann bünyelerine bu kavra­
yıcı gücü tevdi eden? Kimdir onlarm yıldızlar ve işa­
retler vasıtasiyle yollarını bubnalarmı sağlayan? Kim­
dir onlarm fıtratm ı kâinatm fıtratına bağlayan ve ka­
pasitelerini kâinatm esrarmı keşfetmeye muktedir kı­
lan? K ulaklanna çeşitli noktalardan gelen sesleri al­
m a gücünü veren? Kimdir gözlerine ışığı alma kudre­
tin i ihsan eden? Kimdir hislerine çeşitli duyulan kav­
ram a gücünü veren? Sonra bütün bu güçleri akıl ve­
ya kalıp adı verilen alıcı güçlerden faydalanmalarmı
sağlayarak her türlü duygulan, ühamlan ve tecrübele­
ri tcplam alarm ı temin edici imkânı halkeden?
Kim<Ür? Allah’ın yamnda bir ilâh mı? «Rüzgârla­
rı, rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen mi?»
A stronom ik ve coğrafî bakımdan rüzgârlarm sebebi
üzerinde ne denilirse denilsin o tabiatm ilk plânım
tâbidir ki bu plân omm akışmı bu şekilde sağlamak­

371
ta ve bulutlan bir yerden bir yere taşımasını temin et­
mektedir. Ve hayatın sebebi olan rahm et-i İlâhinin te­
celli ettiği yağmurun m üjdecisi olarak oluşturm akta­
dır.
Bu kâinata bugünkü yaratılışmı veren ve katından
rahmet eseri olarak rüzgârı bulutların m üjdecisi şeklin­
de gönderen kimdir? Kim? «Allah'la beraber başka bir
ilâh mı?))... «Allah onların kendisine ortak koştukları
şeylerden münezzehtir.))
Bu ifadeler yaratılışlan ve yeniden dirilişleri g ök ­
ten ve yerden nzıklandınlışlariyle ilgili bir soruyla son
buluyor. Ancak sualde meydanokuma ve uyarı tonu
hâkim bulunmaktadır.
«O şeyler mi hayırlıdır. Yoksa, önce yaratan, sonra
da yaratmayı tekrar edecek olan ve sizi gökten ve yer­
den nzıklandıran mı? Allah'la beraber başka bir ilâh mı
var De k i : «Şayet doğru sözlü iseniz hüccetinizi getirin.))
(Nemi, 64)
Yaratılışm başlangıcı gerçekten de kim senin inkâ­
ra yelteuemiyeceği ve AUah’m varlığından, birliğin ­
den başka hiç bir sebeple açıklamaya kalkışam ayacağı
bir vakıadır. AUah’m varlığm dan başka b ir sebeple
açıklanüamaz, zira bu kâinatm varlığı AUah’m var-
hğuu ikrara zorlamaktadır. Vakıa bu çeşit düzenli,
plânlı ve maksath manzarasıyla kâinatm varlığm ı, A l-
lah’m varlığm ı ikrardan başka bir dayanakla açıkla­
maya çalışan bütün çabalar boşa gitm eye m ahkûm dur
ve mantık bakımmdan neticesiz kalm ak zorundadır.
AUah’m birliğinden başka bir sebeple açıklanam az,
zira O’nun san’atmm eserleri birliğini ikrara zorla­
maktadır. Çünkü kâinatta tek bir ölçü, tek b ir idare
hâkimdir. Bir tek kaynaktan sûdûr eden tek b ir irad e­
yi zaruri kılan m utlak bir ahenk, âlem im ize hükm et­
mektedir.

372
Yaratılışın yeniden telıran konusuna gelince, bu
hususta münakaşalar sürüp gitmektedir. Ancak yara­
tılış am eüyesinin bu düzen, ölçü ve idare içinde beli­
ren şekliyle nasıl ki Allah’ın varlığmı ikrara zorluyor­
sa, yaratm a ameliyesinin yeniden tekrarını doğrula­
m aya da zorlamaktadır. Böylece bu fani diyarda insan­
ların yaptıklarının tam karşılığmı bulamadıkları ve
bazı kere mükâfatım elde edemedikleri hususlarda
gerçek karşılığm ı orada elde edeceklerdir. İşte kâina­
tın yaratılışm daki bu bariz ahenk iş ve karşıhğı ko­
nusunda mutlak bir ahenkle tamamlanmasmı icabet-
tirir. Bu ise dünya hayatmda tam olarak gerçekleşe­
mez. Binaenaleyh bu ahengin kurulabilmesi için bir
başka hayatm zaruretini tasdik etmek icabeder. Ancak
iş ve karşıhğı konusunda mutlak bir ahenk bu dün­
yada gerçekleşem ezse yaratıcmm hikmetine mebnî ola­
rak öbür dünyaya bırakılmış demektir. Bu durumda
sual tevcih etmek doğru olmaz. Zira san’atkâr yaptı­
ğını en iyi bilendir. San’atm sim san’atkârm yanmda-
dır. Bu ise hiç kimsenin vakıf olamadığı gayblerden
bir gaybdır.
Hayaıtm başlangıcmı ve sonunu kaibulü gerdctiren
bu ifadelerden sonra Kur’an-ı Kerîm onlara şu suali so­
ruyor : «.Yoksa önce yaratan' sonra da yaratmayı tek­
rar edecek olan mı? Allah'la beraber başka bir ilâh nu
var?)y
G ökten ve yerden nzıklandınlm ak ile hayatm baş­
lan gıcı ve yeniden tekrarı arasmda bir bağlantı var^
dır. K ullarm yerden nzıklandırüması çeşitli şekilde be­
lirir. Bunun en açık tarzı bitkiler, hayvanlar su ve ha­
vadır. Yeryüzündeki madenler ve cevherler de bun­
lardan birisidir. Denizlerin hazîneleri ve yiyecek depo­
la n da yerden nzıklam ş tarzlarından biridir. Yenrü-
zündeki m anyetik ve elektrik gücü de bu nzık tarzla-

373
rmdan birisidir. Daha başka kuvvetlerden istifade et­
mek de yine aynı şekildedir. Bunları A llah’dan başka
kimse bUmez. Ancak zam an zam an A llah kullarm a
açıklar.
Gökten nzıklanm aya gelince, dünya hayatında
gökten pek çok nzık elde edilmektedir. M eselâ ışık, ısı,
yağmur ve gökyüzünden elde edilen enerjiler bunlar
arasmdadır. Ayrıca âhiret diyarında Allah onlara gök­
ten nzıklar ihsan edecektir. Ancak bu da m anevi ifâ ­
desi bakımından gökten olacaktır. Nitekim K ur’an’da
ve hadislerde çoğu kere gök ile 3rücelik ve irtifa kas-
tolunur.
Gökten ve yerden rızıklandırüm aları konusu ha-
yatm başlayıp yeniden tekrarı sözkonusu edildikten
sonra ifade edihyor. Zira göklerden ve yerden nzık lan -
dınlma konusu üe hayatm ilk başlangıcı ve yeniden
tekran arasmda bir ügi vardır. Yerden rızıklandırıl-
mayla hayatm başlayışı arasmdaki ügi m alûm dur. Ki
bu,' bugün kullarm üzerinde yaşadığı hayattır. Bunun
hayatm yeniden başlamasıyla ügisi ise.şöyled ir: İnsan­
lar bu dünyada kendüerine verüen n zk a göre yaptık-
lanndan ve hareketlerinden m ükâfat göreceklerdir.
Gökten nzık verilmesiyle hayatm başlangıcı arasında­
ki ügi de açıktır. Bu dünya hayat için, âhiret de ceza
ve mükâfat içindir. Böylece Kur’an’daki eşsiz âhenk ve
dikkat âyetin seyrinde belirmektedir. H ayatın başla­
ması ve yeniden tekran gerçektir. G ökten ve yerden
nzık verilmesi de bir gerçektir. Fakat insanlar bu ger­
çeklerden gafü bulunmaktadırlar. Bunun için K ur’an-ı
Kerîm bunlan uyararak ve m eydan okuyarak bu ger­
çeklere döndürm ektedir:
«Allah’la beraber başka bir ilâh mı var? De ki: «Şa­
yet doğru sözlü iseniz hüccetinizi getirin.y»

374
Am a onlar hüccet getirmekten âciz bulvınuyorlar-
dı. Tıpkı bugüne kadar aynı şekilde hareket edenlerin
âciz bulunduğu gibi. İşte bu metod Kur’an’m alddeyle
legili konulardaki tartışma metodudur. Kur’an kâinat
sahnelerini ve ruhî gerçekleri delil olarak kuUanır. Ve
kâinatı kalpleri yakalamak üzere kullandığı mantığm
çerçevesi içerisine koyar. Böylece İnsan fıtratını uya­
rır ve bunu basit, açık ve vazıh mantığmm hükmü al­
tına alarak aydmlatır. Duygulan ve vicdanlan onlar­
da yer etmiş bulunan hakikatlerle harekete sevkeder.
A ncak insanlarm gafleti, isyanı bu gerçeklerin üstünü
kapam ış küfür ve inkâr o gerçekleri perdelemiştir.
K ur’an-ı Kerîm bu mantıkla kâinatın asıl projesinde­
k i ve ruhların derinliklerindeki köklü ve değişmez ger­
çekleri yerleştirm eye çalışır. Ki bu gerçekler kâtı man­
tık kaideleri gereğince aslâ tartışmaya imltân bırak­
m az. Nitekim bu mantık kurallan bize Grek mantığm-
dan geçm iştir. Ve «kelâm» yahut «tevhid» ilmi adı al­
tında İslâm dünyasmda yayılmıştır.
KAllah göklerin ve yerin yaratanıdır. Bir şeyi mu-
rad edince ona sadece aOUrt der o da oluverir.)^ (Baka­
ra, 117)
İşte burada, İslâm’ın tam ve mükemmel olan Allah
akidesine ve yaratan ile yaratılan arasmdaki alâka­
lar mevzuuna ulaşıyoruz. İslâm’ın koyduğu tasavvurlar
bu hususlarda en yüce ve en açık hükümlerdir... Bütün
k â in a t: «Oi der de oluverir.d emrinde kendisini bulan
m antık ve kadir bir iradenin teveccühü ile Hâlık-i Zül-
celâ l’den südûr etmiştir. İlâhî iradenin herhangi bir
varlığm yaratılm ası için teveccühü, o varhğm hiçbir
vasıta, m adde ve kuvvet bulunmadan takdir edilen su­
rette m evcut olm ası için kâfidir... Ancak bizim mahi­
yetini bilm ediğim iz bu İlâhî irâde südüru istenilen o
varlığa nasıl ulaşabilmektedir. İşte insan idrâkinin keş-

375
fedemiyeceği İlâhî sır buradadır. Zira beşerin takati o
sim idrâk etmeye m uktedir değildir. Beşer İdrâki onu
anlayamaz. Çünkü onun esas vazifesi bu değildir. Be­
şerin yaratılmasma sebep olan en mühim vazife yeryü-
nün hilafetidir. İnsan kendi vazifesini ifa edebilm esi
için kâinat kanunlarmı keşfetm ek m evzuunda A llah’ın
verdiği kudret miktarmda onlardan istifade edebilir.
İnsanın en büyük hilâfet vazifesi dışm da diğer sırları
çözebileceği miktarda kâinat kuvvetlerinden faydalan­
ma kudreti verilm iştir... Ne yazık ki bir yığm felsefi
cereyanlar-, insanları tek kandili bulunm ayan karan­
lık bir uçuruma doğru itmiştir. Bu uçurum a dalm ış
olan insan, o üâhî esrarı keşfetmek için çırpınarak, be­
şerin sahası dışmda bir yığm faraziyeler uydurm akta,
buna rağmen de m arifet yollarm ı bir türlü elde edem e­
mektedir. Bu faraziyelerin en ü stto seviyeli olanla­
rı büe son derece gülünçtür. Evet, inşam hayrete düşü­
recek derecede gülünç. Bu tip hmreketler bir filozoftan
nasıl südur edebiliyor? Bunlann esas sebebi bu fe l­
sefî cereyanlara kapılmış olanlann insan idrâkini ya -
ratıhşmın tabiatmdan dışan çıkanp insan için takdir
edilen sahayı tecavüz etmeye çalışm alarıdır. Buna rağ­
m en güvenilecek hiç bir şey bulamam ışlardır. H atta İs-
lâm ’m gölgesinde yaşayan kimseler tarafm dan hürm e­
te şayan hiçbir şey getirmemişlerdir. İslâm; m ü’m inle-
ri bu gibi delilsiz uçurum lara sürüklemekten, bu nevî
boş çarpmışlara itmekten korumuştur. Bu düşüncelerin
başlangıçtanberi sistemi bozuktur. M üslüm anlardan ve
bilhassa Grek filozoflarm m tesirinde kalarak felsefe
cereyanm a kapılanlar olm uşsa da konuya ellerini uzat-
tıklanzam an b ir yığm karışıklıklar içerisinde kalıp üs.
tadlan, Grek, filozofları gibi işin içinden çıkam ayan ve
İslâm tasavvurunun hakikati ile alâkalı olm ayan b ir
yığm fik irler sokm uşlardır. Kendi sahası dışına çıkan.

376
hilkatuım ve tabiatmm üstüne atlamak isteyen her
türlü beşeri çırpınışın varacağı kesin âkibet bndur...
Başka değil.
İslâm î düşünceye göre; yaratan ayrı yaratılanlar
apayndır. Ve Yaratanın hiç bir benzeri yoktur. İşte
burada «vahdet-i vücud» felsefesi tamamen İslâmî ta­
savvurun dışm da kalır. Ve İslâm gayri müslimlerin
vahdet-i vücud anlayışmı tamamen reddeder. Yaban-
cıla vahdet-i vücudu mevcudat ile yaratıcmın bir oldu­
ğunu ve bu kâinatm haddi zatmda Allah’dan koptuğu­
nu kabul etmektedirler. Müslümamn nazarmda bütün
m evcudat birdir. Yani bir olan yaratıcı İlâhî irâdenin
tâallukundan dolayı birdir. İlâhî kanunu kâinatta ce­
reyan eden şekli üe birdir. Kâinattaki bütün mevcu­
datın uygun ve münasip şekilde ibadet ve huşu içeri­
sinde A llah’a yönelişleri bakımmdan birdir;
»Doğrusu gökte ve yerde ne varsa O’nundur. Hep­
si de emrine itâat ederler...)) (Bakara, 116)
G ökle yer arasında bulunan her şeyin Allah’ın ma­
lı olduğu çocukları olmasmı icap ettirmez... Bütün kâ­
inat tek bir derecede ve bir tek vasıta ile O'nun yara­
tıklarıdır.
»Allah göklerin ve yerin yaratanıdır. Bir şeyi murad,
edince sadece »Oh der de oluverir.))
İlâhî irâdenin teveccühü beşer idrâkinin anlaya-
m ıyacağı ve kavnyam ıyacağı bir keyfiyetle yerini bu­
lur. Çünkü bu m evzular insan idrâkinin tâkâtı dışm-
dadır. O halde bu sırrın asima vâkıf olmak için, hiç­
b ir kılavuz olmadan, bataklığa dalmanm, enerjiyi boş
yere sarfetm enin yeri yoktur.
Ayet-i Kerîme Ehl-i Kitab’m Allah'a evlâd iddiasm-
daki sözlerini arzettikten, bu sözleri tashih ederek on-
larm îrüzüne çarptıktan sonra kötü tasavvur yönün-

377
4en kitap ehli yahûdilerin tasavvurlarına tam am en
uyan müşriklerin sözlerini serdetm eğe b a şlıy or:
aBümeyenler : uNe olur Allah bizimle konuşsa veya
bize bir âyet gelse dediler. Onlardan öncekiler de tıpkı
onlann dedikleri gibi demişlerdi.» (Bakara, 118)
Burada nbümeyenlemden maksat müşrik olan üm-
mî Araplardır. Çünkü müşrik A raplar’ın kitabî h içbir
bilgileri yoktu. Çok kere Resulullah (s.a.v.) ’tan A llah’-
m kendileri üe konuşmasım veya m addi hârikalar
nevinden bir hârika göstermesini istiyorlardı... O nla­
n n bu nevi sözlerini zikretmekten maksat; öncekilerin
de yani yahûdî ve hıristiyanlarm kendi peygam berle­
rinden böyle şeyler istediklerini açıklamaktır. Musa
Ca.s.l’ın kavmi de Allah’ı apaşikâr görm ek istem işler­
di. Mucize ve hârikalar mevzuunda şiddetli ve inatçı
isteklerde bulunmuşlardı. İşte onlarla bunlar a,rasında
tabiat ve dalâlet bakımından bir benzerlik v a rd ır ;
(.^Kalpleri birbirine benzemiş.» (Bakara, 118)
Şu halde yahûdilerin müşriklerden farklı tarafla­
rı yoktur. Tasavvur, inad ve delâlet bakım ından kalp­
leri birbirine benzemektedir!
«Biz yakînen bilmek isteyenlere âyetlerimizi apaçık
bildirdik.» (Bakara, 118)
Kalbinde yakîni îmanm huzurunu bulan kim se o
yakînin hakikatini bu âyetlerde açıkça görür. V e böy-
lece vicdam nda bir huzur hisseder. H içbir delil ve h â­
rika insanda yakini îman temin edemez. Y akîni îman
sahibi m ucizelerin delâletini idrâk eder, hakikata gü­
venerek bağlanır. Ve kalbini sağlam anlayışlara hazır­
lar.
Bu yaratıhş m ucizesi ve işleyen nizâm gerçekte b i­
zi kendimizden geçirm eli ve Allah’ın huzurunda sec­
deye kapanmamıza neden olm ahdir. A m a biz gündelik
işlerimizin akışı içerisinde bu gerçeği çabucak unutu­
veriyoruz.
378
HERŞEY VARLIĞINI
ALLAH’A BORÇLUDUR

«A tzc2 olsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı?


diye sorsan, muhakkak onlar, onları Azız ve Alım olan
yaratmışiır, diyeceklerdir.y> (Zuhruf, 9)
Anlaşılacağı gibi metinde geçen «Azız ve Alîm» sı­
fatı onların sözü değildi. Onlar kendilerini yaratanm
A llah olduğunu biliyorlar fakat îslâm’m getirdiği İlâ­
hî sıfatları tanımıyorlardı. Halbuki bu sübûti sıfatlar­
dan Cenab-ı Allah’m zatı için hem kendilerinin ha­
yatında, hem de kâinatm varhğmda geçerli neticeler
çıkıyordu. Onlar Allah’m bu kâinatı ve kendilerini ya­
rattığını kabul ediyorlar fakat ondan başkalarını O’na
ortak koşuyorlardı. Çünkü şirk düşüncesini reddeden,
onu gülünç ve düşük şekilde ortaya çıkaran ilahi sı­
fa tla n bilm iyorlardı. Burada Kur’an-ı Kerîm onlara
kabullendikleri yaratıcmm gökleri ve yeri yaratan Aziz
ve Alîm zat olduğunu anlatıyor. O’nun gücünün her
şeye yeteceğini ve her şeyi bileceğini belirtiyor, ö n ­
ce onları itiraf ettikleri noktadan alarak adım adım
ilerletiyor. Ve bu itiraflannı müteakiben gelecek tali
hususları zikrediyor.
Bım un ardı sıra bir adım daha ilerleyerek yüce
A llah’ı sıfatlarıyla öğretiyor ve yaratıp yoktan varet-
m enin ötesinde onlara ne büjmk lütuflarda bulundu­
ğunu a çık lıy or:
«Size, yeri O beşik kılmış, doğru gidesiniz diye yol­
lar varetmiştii'yi (Zuhruf, 10)

379
Yeryüzünün insanoğluna beşik kılınm ış olm ası
gerçeğini her nesil ve her akıl ayrı şekillerde idrâk
eder. Bu Kur’a n la ük mııhatap olan nesiller, bu A yet-i
Kerîme’yi belki de yeryüzünün ayaklarm ın altm a se­
rilmiş olması, tanm ve ticaret için önlerine kurulm uş
ohnası şeklinde umumî m ânasiyle hayat ve gelişm e
için hazırlanmış olarak anlamışlardır. Biz ise bu ifa ­
deyi bugün için çok daha geniş ve çok daha derin şe­
killerde telâkki ediyoruz. İlmimizin yersrüzünün fizik
yapısı ve uzak-yakın tarihi m uvacehesinde varabildi­
ği noktalan kavrayabiliyoruz. O da görüş açım ız ve
değerlendirme tarzımız doğru ise şayet. Bizden sonra
gelecek nesiller ise bu gerçekleri bizim anladığım ızdan
çok daha farklı olarak anlayacaklardır. Ve bu âyetin
mânası her giden gün biraz daha genişleyecek, biraz
daha derinleşecektir. İlim ve bilgi kapıları aralandık­
ça, insanoğlunun gözüne m eçhuller açılarak m alûm
oldukça daha geniş ufuklar ve daha geniş bulutlara
ulaşan anlamlar çıkaracaklardır. Biz bugünkü bilgi­
mizle yeryüzünün insanoğlu için beşik kılınm ası ger­
çeğini şöylece anhyoruz: Üzerinde yaşadığım ız bu dün­
ya birçok değişimlere uğramış, m erhale m erhale geli­
şerek en sonunda üzerinde insanoğlunun hayat yol-
larmı bulacağı bir beşik haline gelmiş. Bu değişim lerin
sonucunda dünyamızın ırüzeyi sarp kaya olm aktan çı­
karak ziraata elverişli toprak haline gelm iş. Y üzeyin­
de hidrojen ve oksijen birleşmesinden hayatm ana
maddesi olan su oluşmuş. Kendi m ihveri etrafm da dön­
mesine devam ederek üzerinde hayata elverişli b ir ik­
lim şartmm ve ısı m iktannm oluşmasmı sağlam ış, ge­
rek kendi mihveri etrafmda, gerekse güneşin çevresin­
de yaptığı hareketlerin hızı, yüzeyinde yaşayan can-
hlann ve eşyanın istikra.rma elverişli boşlukta uçu­
şup dökülmesini önleyen bir tarzda olm asını sağla-

380
ıtuştır. Biz yine bu gerçekten anlıyoruz ki, yüce Allah,
üzerinde yaşadığımız bu küçük yıldıza birçok hususi­
yetler vermiş. Meselâ, çekim gücü sayesinde hayata
elverişli bir atmosfer tabakasmm teşekkülü sağlanmış­
tır. Şayet dünyamızm etrafım saran atmosfer dünya­
m ızın çekim gücünden kurtularak boşluğa gidecek ol­
sa, tıpkı çekim gücü az olan diğer yıldızlarda olduğu
gibi yeryüzünde de hayat mümkün olmazdı. Meselâ
ay böyledir. Yine yeryüzünün bu çekim gücünü yüce
A llah dünyanm hareketinden doğan diğer itici faktör­
lerle birlikte mütenasip olarak halketnüş, canlıları ve
eşyayı uçurup dökülmekten koruduğu gibi, insanm
ve canlılann dünya yüzeyindeki hareketinde elverişli
bir vasat olmasmı temin etmiş. Şayet dünyamızm çe­
kim gücü olmasaydı, üzerinde bulunan canlılar ve
bütün eşya toprağa yapışır veya çok zor olurdu. Öte
yandan havanm basmcı artar ve bu basınç yüzünden
insan toprağa yapışır kalırdı. Yahutta bu atmosfer ba-
sm cı bizim bir sineği veya sivrisineği bir çarpışımızla
düşürdüğüm üz gibi insanoğlu da olduğu yerde düşer
kalırdı. Halbuki çoğu kere biz o haşareyi yere çarpar­
ken elim izle dokunmayız. Sadece havanm basmcmı o
noktaya cem ederiz. Aksi taraftan, şayet hava basın­
c ı olduğundan daha hafif olsaydı o zaman göğsümüz
patlar, dam arlarım ızda kan deveranı mümkün olmaz­
dı.
D iğer taraftan biz yeryüzünün insanoğluna beşik
kılm m ası ve hayat için elverişli yollann açılması ger­
çeğinden öğreniyoruz ki Aziz ve Alîm olan yaratıcı,
kâinatım ızda insanoğlunun varlığına ve hayatiyetini
devam ettirm esine elverişli ortamı topluca hazırlayan
ve varlığını sürdürm esini sağlayan birçok uygunluk­
lar koym uştur. Şayet bu uygunluklardan birisi bozu­
lacak olsa yeıyüzûnde yaşamak imkânsızlaşır veya

381
zorlaşırdı, Yukanda zikrettiğim iz haller bunlardan bir
kısmı da iş te : Yüce Allah dünyam ızm yüreğini oluş-,
turan okyanuslarm ve denizlerin m eydana getirdiği
bÜ3Tük su kitlelerini, yeryüzünde m eydana gelen bir
çok reaksiyonlardan arta kalan öldürücü gazları em ­
meye elverişli bir tarzda yaratm ıştır. Ve böylece yer­
yüzü dengesinde dünya atm osferinm daim a canlılar
ve hayat için elverişli bir vasatta kalm ası sağlanm ıştır.
Öte yandan varlıklar dünyasmda öyle bir m uvazene
makinesi kurulmuş ki, insanların yaşam ak için tüket­
tikleri oksijenle bitkilerin fotosentez am eliyesi esna-
smda salıverdikleri oksijen arasm da tam bir denge
vardır. Şayet bu denge sağlanmamış olsaydı, bir süre
sonra oksijensizlikten dola3n tüm canlılar boğulur gi­
derlerdi.
Daha böyle nice gerçekler var ki yüce Allah’m «<Sı-
26 yeri O beşik kılmış, doğru gidesiniz diye yollar varet-
miştir» âyetinin delâletinin içerisine girer. Her geçen
gün ortaya çıkan buluşlar, bu Kur’an’a ilk m uhatap
olan insanlarm kavrayışlarmm ötesinde yeni yeni an­
layışlar ekler. Hepsi de Aziz ve Alîm olan, göklerin ve
yerin yaratıcısma şehadet eder. Hepsi de beşer zihnine,
idare edici kudret elini hatırlatır. Gözü nereye ilişir­
se ilişsin, kafası nereye takıhrsa taküsm, o kudret eli­
ni hisseder, başıboş yaratıhnadığmı, tesadüflerin eline
terkedihnediğini anlar. Bu kudret elinin her zam an
kendisini koruduğunu, hayatta attığı her adım ı tayin
ettiğini, hayat öncesi ve hayat sonrası her hareketini
kontrol ettiğini anlar.
«Doğru gidesim diye.r> Şu halde kâinatın ve kâinat­
taki dehşetengiz kanunlarm iyice düşünülm esi ve dik­
katle takip edilm esi insan kîdbini kâinatm yaratanı­
na ve kâinata o akıl almaz ince nizam ı veren A llahu
Teâlâ’ya götürm eye kâfidir.

382
Şimdi onları bir adım daha ilerleterek yeryüzüne
insanoğlu için hazırlanması ve hayata elverişli yol-
larm teminüıden sonra hayatın ve canlılarm doğuşu
merhalesine getiriliyor:
(iGökten bir ölçüye göre suyu O indirmiştir. Biz
onunla kupkuru, ölü bir memlekete yeni bir hayat veri­
riz. İşte siz de böyle çıkanlacaksınız.v (Zülüf, 11)
Gökten inen suyu herkes bilir ve görür. Ama bir­
çok kişi bu hayat verici gerçek karşısında hiç hareke­
te geçm ez ve uyanmaz. Çünkü uzun süredir ona alış­
mış ve tekrarlandığm ı görmüştür. Ama Allah’m yüce
peygam beri Muhammed Mustafa (s.a.v.) ise, o gökten
inen suyun her damlasını bir başka sevgi, bir başka
saygı, bir başka duygu ve sevinçle karşılar. Ve onun
Allah katından İndiğini kabul ederdi. Zira o mübarek
insanın canlılık fışkıran kalbi, bu damlalarla birlikte
A llah’m canlılık dolu sanatını idrak eder ve bu sanat­
kâr eli görürdü. İşte kalbini Allah’a bağlamış olan in-
sanm da varlık kanunlarım böyle kabul etmesi ge­
rekir. Zira kendisi de bu kâinata hükmeden ve Allah
tarafm dan belirtilen kanunlarm mahsulüdür. Gökten
inen her damlada Allah’m kudret eli vardır. Gökten
inen yağm urun asimda yoğunlaşarak yükselen sularm
buharından m eydana gelmiş olması bu gerçeğin tesi­
rini azaltm ayacağı gibi önemini de yoketmez. Çünkü
o zam an soracağım ız soru şudur: Bu yeryüzünü kim
yaratm ıştır? Kim oraya su vermiştir? Isi3u tayin eden
kim dir? Isıyla birlikte suyun buharlaşmasmı temin
eden güç nedir? ism in buharm yükselmesini sağlayan
ve sonra atm osferin tabakalarmda yoğunlaşmasını te­
m in eden faktör nedir? Öte yandan yoğunlaşan buha­
rın elektrik yüküyle yüklenmesi ve bunlann sürtüşme­
si sonucunda şimşeklerin meydana gelerek bulut halin­
deki buhar küm elerinin su şeklinde yeniden dünyamı-

383
2 a inin esini sağlayan özellikleriııi kâinatım ıza kim ver­
miştir? Hem elektrik nedir? Nasıl oluyor da sürtüşen
bulut kümelerini yeryüzüne tekrar su halinde indiri­
yor bu esrar dolu gü ç? Bu sorularm cevabı olarak ilim
tarafmdan bize söylenenler duygularım ızın üzerine
çok ağır yükler yüklüyor. Ve bizi kâinat m ucizesini
kavramaktan uzaklaştırıyor, ilm in söyledikleri duygu­
larımızı bileyeceğine, kalbim izi yum uşatacağına daha
bilinmez şeylerle onları eziyor.
aGökten iir ölçüye göre suyu, O indirmiştir
Bir ölçü vardır inen suda. Dengelidir. Ne dünyayı
suya boğacak kadar fazla, ne de toprağı susuzluktan
çatlatacak kadar azdır. Biz akılları durduran bir uy­
gunluklar düpyasmda yaşıyoruz. Ve bugün hayatın
sağlanıp varhğmı devam ettirmesi için bu uygunluğun
zaruretini biliyoruz.
« B i 2 onunla kupkuru, ölü bir m e m le k e te y e n i b ir ha­
yat veTiriz.y>
Hayat veririz ki, onun ash sudur. Çünkü h er can­
lı sudan yaratılmıştır.
«İşte siz de böyle çtkarilacakstntz.n
Hayatı ilk olarak yaratan onu yeniden iade ede­
cektir. Şu ölü topraktan ilk defa canlıları çıkaran zat,
kıyamet günü de topraktan canhian çıkaracaktır. Çün­
kü hayatin yeniden temini başlangıcı gibidir. V e bu ­
nun Allah'a zor gelen bir yanı yoktur.
Hayvanlar mevzuuna g elin ce:
«Bütün çiftleri, O yaratmıştır. Gemiler ve hayvan­
lardan sizin için O binek yapmıştır.
Ta ki bunların üzerlerine oturunca Rabbinizin ni­
metini anarak «bunları buyruğumuza veren ne yücediry>
diyesiniz. Yoksa biz onu zaptedemezdik.

384
Ve biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz.^ (Zuhruf,
12-13)
Bu âyetin belirttiği gibi hayatın ana kaidesi çift
olmaktır. Zira bütün canlılar çift olarak yaratılmışlar­
dır. Hattâ ük canlı varlık olan hücre bile bileşiminde
dişilik ve erkeklik özelliklerini taşır. Daha da genişle­
terek diyebiliriz ki, çift olmak sadece hayatm ana ka­
idesi değil, kâinatm ana kaidesidir. Çünkü kâinatm
tem eli artı ve eksi yüklü elektronlardan meydana ge­
len atomdur. Binaenaleyh burada di bir çiftlik sözkonu-
sudur. Nitekim şu ana kadar yapılan tabii araştırma­
lar bım u göstermektedir. Her halükârda çift olmak
bilinen hayatm bir gerçeğidh*. İnsan olsun veya olma-
sm A llah bütün canlıları bir çiftten yaratmıştır:
nGemîler ve hayvanlardan sizin için O binek yap­
mıştır.»
Böylece insanlara Allah’m kendilerini yeıyüzüne
halife seçmesindeki nimeti anlatılmakta ve Hak Teâlâ’-
nm insanoğlunım emrine verdiği enerjiye işaret edil­
m ektedir. Sonra da Allah’m verdiği bu nimetlere şük­
retm ek için lâzım olan edep tavrmı anlatıyor. Nimetini
açıkladıkça onu veren nimet sahibini de hatırlatıyor
k i kalpler Allah’a bağlılığm ı devam ettirsin:
«Ta ki bunların üzerlerine oturunca Rabbinisin ni­
metini ananark: Bunları emrimize veren ne yücedir,
diyesiniz. Yoksa biz onu zaptedemezdik.
Ve biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz.»
Biz O ’nun verdiği nimetlere misliyle mukabele et­
m ek şöyle dursun, karşılayabilecek şükür vazifesini
dahi ifa etmekten âciziz. Hem onlar bilmelidirler ki,
yeryüzünde hilâfet vazifesini yerine getirdikten son­
ra Rablerine döneceklerdir. Ve Rableri kendilerini ni­
m etleriyle donatarak verdiği bu hilâfet görevinde yap-
tıklarm dan hesaba çekecektir:

F .: 25/385
«7e hiç şüphesiz Rabhimizo, döneceğiz.^
îşte nimet veren zat hakkm da takm m am ız gere­
ken edep tavn budur. O’nun verdiği nim etlerle do­
nandığımız zaman hep bu edebi hatırlam alıyız. Halbu--
iki biz o nimetlerin içine giriyor, sonra da kalkıp unu­
tuveriyoruz hepsini.
Bu konuda îslâm terbiyesi ve edebi, kalbin eğitilip
vicdanm canlandınim asiyle kuvvetle alâkadardır. Y ok­
sa İslâmiyet sadece hasrvanların üzerine binilirken ve­
ya gemilerde gezinirken hatıra getirilecek yahutta dil­
le söylenip geçüecek m ücerret ibarelerin m eydana ge­
tirdiği ayinlerden ibaret değildir. İslâm edebi, her şey­
den önce ruhları AUah’m gerçek vasfm ı kavram ak, kul
ile Rabbi arasmdaki bağlantıyı idrâk etm ek ve insan.
larm sahip bulundukları her şeyde A llah’m gücünü
ve kudretini görerek emirlerine m üsahhar kıldığı her
nimetin doğrudan doğruya O’nun lütuf ve ihsanm dan
ibaret olduğunu, insanlann karşılığını ödem esinin
mümkün olmadığını ve buna güçlerinin yetm eyece­
ğini ihsas ettirmek üzere canlandınim asm dan ibaret­
tir. Böylece ruh dirilir ve insan kalbi her zam an he­
sap vermek üzere Allah’m huzuruna çıkm anm ürper­
tisi içerisinde bulunur. Bu duygular ise beşer kalbinin
her zaman AUah’m murakebesinden uzak bulunm a­
yan bîr hassasiyet ve uyamklık içerisinde bulunm asm ı
sağlar. Gaflet, nisyan ve katıhk içerisinde donup ka­
tılaşmasını önler.

İşte böylece Allah’m varlığı ve azameti karşısın­


da ahnamız gereken tavn Seyyid Kutub önümüze
koymaktadır. Müslüman için Allah’ın varhğı .hiçbir
zaman ana problem olmamıştır. Esas konu A l l a h ’ın
birliği ve O’na lâyıkıyla ibâdet edilip edilm ediği
mes’elesidir. Bundan sonraki kitapta tevhid, küfür
ve şirk konulan işlenecektir. Tevfik Allah’tandır.

386
slam'ın kalplerden ve
/beyinlerden uzaklaştırılması
ile birlikte, birçok problemin
girdabında kendini yitiren ve
kurtuluşun kendisine uzanacak
elini bekleyen günümüz insanı
için hazırlanan, SEYYİD K U TU B
K Ü LLİYA TI, Seyyid Kutub'un
bütün eserleri taranarak on
değişik konudaki fikirleri
özetlenerek hazırlanmıştır.
O n kitaptan oluşan SEYYİD
K U TU B K Ü LLİYA TI, ideoloji
karmaşasının oluştuğu
çağımızda, gerçek İLA H 'ın kim
olduğunu, o'nu tanımanın,
indirdiği kitaptan tat almanın,
kısacası "eşrefi m ahlükât"
olmanın özelliklerini
anlatmaktadır.

You might also like