Professional Documents
Culture Documents
John Banville - Mrs Osmond
John Banville - Mrs Osmond
John Banville - Mrs Osmond
ilknur Özdemir
Mrs Osmond
John Banville
Çeviren: İlknur Özdemir
Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında, yayıncının yazılı izni alınmaksızın,
hiçbir şekilde kopyalanamaz, elektronik veya mekanik yolla çoğaltılamaz,
yayımlanamaz ve dağıhlamaz.
MRS OSMOND
ROMAN
Ruhunun derinlerinde -feragat
arzusundan da derinde- hayatın
daha uzunca bir süre onun meselesi
olacağı duygusu vardı.
BIRINCI
•• ••
B OLUM
I
9
du. Eh, dedi kendi kendine, Mrs Osmond, hiç değilse bir
yere varabilmişti.
Hizmetçisi Staines'in trenden inmesiyle kırmızı suratlı
bir istasyon hamalıyla ağız dalaşına girmesi bir oldu. Staines
kadın olmasaydı pekala da aslan yürekli bir erkek denebilir
di ona. Uzun boylu ve sıskaydı, kemikleri çıkmıştı, bilekleri
uzun, ayakları büyüktü, çenesi de ilkel bir baltanın ağzını
getiriyordu akla. Mrs Osmond'un yanında çalıştığı yıllarda,
ya da, birbirlerinin yanından hiç ayrılmadıkları düşünülür
se, birlikte oldukları yıllarda demek daha doğru, Staines'in
hanımına duyduğu bağlılıkta zerre kadar eksilme olmamış
tı. Güneyde geçirdikleri uzun sürgünlük döneminde sabrı
o dereceye varmıştı ki, İ talyan pazarına ve İ talyan mutfa
ğına, hatta İ talyanların tam bir azize sabrı gerektiren su te
sisatlarına uyum sağlamıştı. Staines öyle azimliydi ki, Mrs
Osmond'un -Isabel'in-, hizmetçisinin amansız, sarsılmaz
ilgisinden yarım gün olsun kurtulmayı gönülden arzuladı
ğı zamanlar oluyordu. Birlikte çıktıkları son yolculuklarda
Staines'in sadakatinin ana belirtisi ve kanıtı sürekli sinir
lenınesi olmuştu, sadece hamalların, faytoncuların, genç
uşakların filan kabalığına değil, hanımının inatla her şeye
inanmasına, içler acısı saflığına ve onmaz yumuşak yürek
liliğine de sinirleniyordu. Öfkesinden başındaki bonesi ye
rinden oynayan hizmetçi durmuş, hamalı ne olduğu belirsiz
kusurları yüzünden azarlıyordu -bir Londralıydı o ve kendi
şehrinde, kendi sınıfından olanlarla tartışma hakkını kulla
nıyordu-, Isabel, Staines'in istekleriyle dünyanın itaatsizliği
arasındaki bu türden pek çok çatışma sırasında yıllar boyun
ca geliştirdiği o masum bakışlı, ılımlı tavrını takınıp oradan
uzaklaşıverdi.
10
Otele gitmek için can atıyor, oradaki sessiz soluklu, serin
ve gölgeli geniş mekanları özlüyordu, oralarda uzun uzun,
hiç kımıldamadan oturabilir ve sersemiemiş düşüncelerini
kendi akışına bırakabilirdi. Düşünmekten bir vazgeçebiise
dinlenirdi ama bu müthiş hileyi nasıl kotarabilirdi? Kuzeni
Ralph Touchett'in, bir gün önce annesinin Gardencourt'taki
evinde ölmesi -kuzeni için sonsuzluğun, saatin bir tıkırtısıy
la belirlenen kesin, ölçülebilir bir anda başladığını düşün
mek çok tuhaftı- bir geometri ya da matematik problemi
gibi çözmesi gereken zor bir görevle karşı karşıya getirmişti
Isabel'i. Ondan beklenen çözüm, tamı tarnma genç adamın
ölümünün yasını tutabilecekleri uygun bir yöntem bulmak
h. Aslında kuzeni artık genç sayılmazdı, ama Mrs Osmond
onun genç olduğunu düşünüyordu, kuşkusuz hep de öyle
düşünecekti. Belki de Isabel' i bekleyen sıkıntı asıl buydu,
bütün hayatı kendisini tüketen bir hastalığın yavaş yavaş
verdiği tahribada geçen, dolayısıyla bir hayatı olduğunun
bile söylenemeyeceği bir insan için gözyaşı dökmenin re
zalet sayılmasıydı. Bunu düşünür düşünmez ayıpladı ken
dini. O kirndi ki, ne kadar kısa ya da sıkıntılı olursa olsun
herhangi bir hayatın niteliğini yargılıyordu. Kendini kınama
düşüncesinin gerisinde daha karanlık, bastırılamayan bir
ifade gizliydi, o da şuydu, Ralph'ın en yorucu yaşamı Isa
bel üzerinden olmuştu, kendisinin yerine yaşamasını isteye
rek ona tutkuyla vekalet vermiş, onun çok yükseklerde, ah,
çok yükseklerde, o büyük, o muazzam kubbenin altındaki
tozlu ışıkta bir ileri bir geri, soluk kesici uçuşlarını, pırıltılı
saldırılarını ring kenarında oturduğu yerden gülümseyerek,
hayranlıkla seyretmişti. Bir başkası kanalıyla, hatta taptığı
nı itiraf ettiği biri kanalıyla yaşamak Ralph'ın hem zaferinin
ll
doruğu olmuştu, hem de başarısızlığının dibi. Ralph'ın ken
disinden beklediği o büyüklüğü gösterebiimiş olmayı nasıl
da isterdi Isabel, daha yükseklere sıçramayı, havada zarif pi
ruetler yapmayı, destekli ayak başparmağının üzerine hafif
çe inmeyi, kuğu boynu gibi açılmış kollarıyla bir yay çizerek
selam vermeyi. Ralph'ı yükseklere çıkarmıştı ama aynı za
manda yere de indirmişti. Ralph onun gibi dengesini tuttur
muş birinin, göklerden yere, tam anlamıyla en yanlış kişiyle
evlenmesinin hız kazandırdığı öyle büyük ve feci bir uçuşla
düşmesini hiç beklememişti, böyle bir şeyin mümkün olabi
leceğini hayal bile etmemişti.
Arkasında kime ait olduğu belli sert adımlar duyuldu,
az sonra da Staines hemen arkasında belirdi, seyrek tüyleri
kabarmış, hışırdıyordu, Isabel işiteceği azara hazırlandı.
"A, buradasınız demek, ham'fendi! " diye bağırdı hizmet
çi, bağırdı çünkü sesi de bedeni gibi sert ve güçlüydü. "Her
yerde sizi arıyordum, bu itişip kakışan kalabalık arasında."
"Yürümeye devam ettim," diye hafifçe itiraz etti Isabel,
dudaklarında yatıştırıcı bir gülümsemeyle. Oysa Staines yu
muşayacak gibi değildi; hanımı, az önce peronda yaşanan ve
hamalın pis gözlerindeki sert bakış ve ayrılırken arkasından
boğuk sesle edilen bir küfür dışında hiçbir yerine muhatap
olmadığı mücadeleye kendisinin nasıl bulaştırılacağını anla
mak için, neredeyse ilgiyle, bekledi.
"Ne küstah adam! " dedi hizmetçisi, öfkelendiği zaman
yaptığı gibi yanaklarını şişirerek. "Eh, ağzının payını verdim
onun, inanın." Böyle deyip taşı gediğine oturttuktan sonra
bilhassa durakladı, tekrar konuşmaya başladığında sesinde
kınamadan çok esef okunuyordu. "Tabii, sizin yasta olduğu
nuzu bilseydi eminim ki tavrı çok daha farklı olurdu."
12
Isabel bu defa içinden gülümsedi. Hizmetçinin üstü ka
palı ama keskin iması, Gardencourt' tan ayrılmadan önce, bir
matem bandı hakkında hanımıyla giriştiği tartışmaya yap
tığı göndermeydi, tuhaftı ama o tartışmada iki mücadeleci
den daha azimli olanı ödün vermeye zorlanmıştı. Hizmetçi,
herkesin beğenebileceği siyah krepten bir bandı önermişti,
önerisini yaparken yüzünün ifadesi de duruma uygun cid
diyetteydi, Isabel'in kibarca ama kararlı bir şekilde, yolda
giyeceği ceketin kolunun üst tarafına o bandın iğnelenmesi
ni kabul etmemesi hem kendini hem hizmetçiyi şaşırttı. Bir
saniyelik dehşet dolu sessizlikten sonra hizmetçi itirazlara
başladı, ama bunların bir yararı olmadı; o nadir görülen
ama çok önemli anlardan biriydi, hanım çelik iradesini gös
termişti, hizmetçisi de akıllılık edip geri adım atmıştı. Mrs
Osmond matem bandı takmayacaktı, işte o kadar, itiraz filan
kabul etmiyordu. Staines surat asmıştı tabii, hanımının kıvıl
cımlar saçan kılıcının kınına girmesini ve karşı hamlede bu
lunmayı göze alabileceği dakikayı beklemişti şimdiye kadar.
"Evet, eminim," dedi, sesinin tonunda sanki başını geriye
atmış gibi bir tım vardı, "eminim ki onun gibi vicdansızın
biri bile, eğer birini kaybettiğİnizin kanıtını görebilseydi azı
cık da olsa saygı gösterirdi."
Isabel bunu yanıtsız bıraktı; hizmetçisinin üstü kapalı
kışkırtmalarına verilecek en iyi karşılığın soğuk ve sakin bir
sessizlik olduğunu yıllar içinde öğrenmişti. Aslında o nesne
nin koluna takılmasını, neredeyse öfkeye kapılarak, neden
reddettiğini kendisi de bilmiyordu. Belki de bunun, kederi
ni açıkça belli etmenin aşırı kaçacağını düşünmüştü; genel
edep kurallarına, hatta genel alçakgönüllülük kurallarına
aykırı olabileceğini. Öte yandan, siyah peçe ve geniş kuşak
13
dahil olmak üzere tepeden tırnağa siyahlara bürünmesine
Ralph'ın bayılacağına da emindi; bayılırdı çünkü böyle gi
yinirse Ralph şımarık, alaycı tavrıyla Isabel'i kızdırabilir,
onunla alay edebilirdi. Her şeye rağmen, diye düşündü,
Ralph'ın ruhunu, küçücük bir gülümseme fırsatını bile se
vinçle karşılayacağı şu andaki yerinde, o gölgeler ülkesinde
bir an için de olsa keyiflendirebilecekse, o zararsız matem
bandı geleneğine belki de itiraz etmemeliydi. Ralph ona çok
fazla şey vermiş, karşılığında pek az şey istemişti.
İstasyanun yanık kömür kokulu sınırlarının dışına niha
yet çıkınca sanki havadan hem daha fazla hem daha az olan,
hafif buharlı berrak bir yere dalmış gibi hissetti kendini.
Güneyin kaba ortamında o kadar uzun zaman yaşamıştı ki
Londra gözüne neredeyse soyut göründü, sanki hiç keskin
kenarları yoktu. Şimdi olduğu gibi güneşin altında bile şe
hir inci gibi parlıyordu, gölgeler de koyu bir leylak rengiydi.
Halı dokur gibi önünde sürekli sağa sola kayan kalabalıkları
da düşsel bir bulanıklık içinde görüyordu, sanki bütün bu
insanlar, kararlı adımiarına ve karşıya dikilen sabit bakışia
rına rağmen nereye gideceklerine tam olarak emin değildiler
ve sanki nereden yola çıktıklarını da tam olarak hatırlayamı
yorlardı, ama her iki durum da uruurlarında değildi. Isabel
kendini daha şimdiden sakinleşmiş ve yatışmış hissediyor
du; oraya gelmeden önce kuzeyin bu büyük şehrindeki, ne
dense insanı rahatlatan düzenlemeleri ne kadar büyük bir
heyecanla arzuladığının farkına varmamıştı. Londra'yı iyi
bilmiyordu; ziyaret için geldiğinde burada zaman geçirmiş
ti, ama çoğunlukla şehri kendi bakışıyla değil, başkalarının
gözleriyle görmüştü - kocasının, Ralph Touchett'in ve an
nesinin, arkadaşı Henrietta Stackpole'un gözüyle; ressamla-
14
rın, şairlerin ve romancıların gözüyle de -o kadar çoklardı
ki!- Dickenslar ve Thackerayler, Byronlar ve Browningler,
gençlik yıllarını geçirdiği çok uzaktaki Albany şehrinde, bu
büyülü uzaklıktaki zevk ve sefa diyarını kendisine anlatan
bütün ozanları.
Daha adamın kendisini görmeden ağlama sesi geldi
Isabel'in kulağına. Garip, insansı olmayan bir sesti, önce
oralarda yaralı bir hayvan mı var diye çevresine bakındı,
yüksek bir çatıdan düşüp annesini arayan yaralı bir martı
yavrusu olabilirdi belki. Ama yo, ağlayan, bir adamdı. İri
yarı, geniş yapılıydı, ama pek güçlü görünmüyordu, kafası
kocaman bir kutuya benziyordu, yanık kızıl kahve saçları ve
aynı renkte kıvırcık sakalı vardı. İstasyon alanından çıkaran
geniş yolun köşesinde duruyordu. Isabel daha önce böyle
hıçkıra hıçkıra, umarsızca, kendini tutamadan ağlayan bir
yetişkin erkek gördüğünü sanmıyordu. Adamın açık mavi
gözlerinin çevresi kıpkırmızıydı, şişmiş, ıslak alt dudağı be
bek dudağı gibi titriyordu. Sırtında yakasız bir gömlek, mo
leskin kumaştan eski bir pantolon ve kendisine çok küçük
gelen, kollarının altını sıkıştıran, incecik beyaz bileklerini sa
vunmasızca açıkta bırakan pas rengi yünlü bir ceket vardı.
Yerinden ayrılmadan bir o tarafa bir bu tarafa dönüyordu,
görünüşe bakılırsa kasılıyor, ne yapacağını bilemeden, ken
dinden geçmişçesine duruyordu orada. Kaldırımda, adamın
yanında, düğüm atılmış bir paçavranın içinde ne olduğu be
lirsiz bir şey vardı . Önce adamın ayaklarında ayakkabı oldu
ğunu sanan Isabel, dikkatli bakınca onun yalınayak olduğu
nu ama ayaklarının simsiyah, katran gibi bir kir tabakasıyla
kaplı olduğunu anladı. Adamın, arasından koyu koyu parıl
dayan gözyaşı derecikleri akan sakalının bakırımsı parlaklı-
ıs
ğı ve hafifçe çilli teninin yumuşak solgunluğu nedense onun
görüntüsündeki kederi ve sefaleti artırıyor, derinleştiriyor
du; sanki adamı koruyan bir zar sıyrılıp gitmişti de bu kadar
çıplak ve utanmazca açığa çıktığı için alev rengi saçları onun
adına utanıp kızarıyordu.
"Ah baksana, zavallı adam!" diye heyecanıandı Isabel,
hizmetçisini durdurmak için elini onun koluna koyarak.
"Ona yardım etmeliyiz."
Ancak Staines hiç etkilenmemişti, durduğu yerde içini
çeke çeke ağlayan, sarsılıp sallanan adamın olduğu yöne
bakmıyordu bile. "Onlara ne kendileri ne de biz yardım
edebiliriz," dedi, burun kıvırarak ve hanımının kendisini
durdurmak isteyen koluna aldırmadan yoluna devam etti.
Bir an tereddüt etse de Isabel de çaresiz onun peşinden
gitti ama içi rahat değildi. Çok tuhaftı - büyük olasılıkla
kendisi de ağlayan adamla aynı toplum kesiminden gel
miş olan Staines, o zavallıya yardım etme arzusunu en çok
duyan kişi olmalıydı, bunu yapmak yerine dudaklarını
incecik beyaz bir çizgi haline gelecek kadar birbirine bastı
rarak yüzünü başka tarafa çevirmişti. Yine de anlaşılır bir
şeydi bu ne de olsa: Hizmetçinin içgüdüleri, henüz vebaya
yakalanmamış olup o hastalığa yakalanana tekmeyi basan
birininki gibiydi. Bankadaki altınları sayesinde bağışıklık
kazanan Isabel'in üstüne düşeninse tam da bu adam gibi
talihsiz ve düşkünlere yardım etmek olduğu besbelliydi.
Ama kural kuraldı; hem aşağıya hem yukarıya doğru ge
çerliydi, Isabel de hizmetçisinin dediğine kulağını tıkayıp,
eline çekinerek bir demir para sıkıştırmak için bile olsa,
ağlayan adamın yanına gitmesinin mümkün olmadığını
biliyordu.
16
Isabel faytonda, ki fayton seçimi Staines'in doğal olarak
kendine sakladığı bir şeydi, şehrin havasının sunabiieceği
tazeliklerden yararlanabilmek için açık pencerenin yanın
da hevesle oturdu. İ stasyondan çıkarken yaşadığı küçük
heyecandan sonra yine eski uyuşukluğuna gömülmüştü.
Trenin hala hissedilen ritminin yerini faytonun çelik çem
berli tekerleklerinin taş döşeli yoldaki kulak tırmalayan
gürültüsü almıştı. Isabel pencerenin önünden geçen şehir
panoramasına, cam altından geçen bir dizi resmi seyreder
gibi baktı. Uzun süren bir hastalıktan sonra güya 'başı dö
nüp' zindeleşsin diye açık havaya çıkarılan biri gibi ken
dini aptallaşmış, şaşkınlaşmış hissediyordu. Parktan geçip
Knightsbridge'in ahenksiz karmaşasının içine girmişlerdi.
Karşısında heybetli çenesini inatla sıkmış, kuşkucu bakış
larını yanından geçtikleri cafcaflı vitriniere dikmiş, dimdik
oturan Staines' e baktı. "Tanıdık manzaralar görmekten
mutlu musun?" diye sordu. "Yani, kısa süreliğine de olsa
evine dönmekten mutlu musun?"
Hizmetçi hem sert hem inatçı bakışlı gözlerini Isabel' e
çevirdi. "Londra'yı mı kastediyorsunuz?" dedi. Kemikli
omuzlarını kastı, küçümseyerek ürperir gibi yaptı. "Bu," -
dedi, ayakkabısının sivri burnunun ucuyla kalabalık kaldı
rımda gidip gelen son moda şemsiyeleri ve ipek şapkaları
işaret ederek- "Bu, benim Londra'ın değil, hanımefendi."
Isabel bu terslerneyi o yapmacık, muğlak gülümseme
siyle yanıtiayıp tıpkı her şeyi örten geniş bir pelerinin kıv
rımlarının arasına girer gibi bir kez daha kendi içine döndü.
Staines'e hiçbir zaman kızamıyordu, tam anlamıyla kızamı
yordu. Genç kadının aşırı, sürekli ve huysuzca bir aşağılama
gibi görünen hallerinin aslında Isabel'in hoşgörü ve sadaka-
17
tine duyduğu hayranlığı ve takdiri gösterıneyi beceremerne
sini gizleyen bir maskeden başka bir şey olmadığını biliyor
du. Çünkü hizmetçi, hanımını anlaşılmaz, açıklaması zor bir
biçimde seviyordu; Isabel'in ihtiyacı olan sıcaklığın bir tek
kıvılcımını bile çaktıracağını bilse, kendisinin de söyleyebi
leceği gibi, kor kömürlerin üzerinde yalınayak yürümeye
hazırdı. Bu gerçeği bininci kez kendine tekrarlayan Isabel'in
aklı, nedense bu konuya bağlı gördüğü ağlayan adama gitti
yine. Doğruydu, yetişkin bir insanın herkesin içinde böyle
bir çaresizliği, böyle ham, çocuksu bir kederi ortaya koydu
ğunu hiç görmemişti, ama kendi ruhu da yakın zamanda
fazlasıyla darbe aldığından, neden herhangi bir zamanda,
herhangi bir köşebaşında böyle durumlara daha sık tanık
olunmadığını, bunun neden sıradan bir olay haline gelme
diğini düşündü - neden hepimiz ara sıra herkesin içinde
böyle kendimizi bırakıp hıçkıra hıçkıra ağlamıyoruz, dedi.
Çünkü her şeyin tartıldığı terazide, dünyadaki kederlerin
ağırlığı dengeyi öyle bozacaktı ki, terazinin o taraftaki kefe
sinin tezgahın üzerine madeni bir ses çıkararak çarpacağına
emindi. Gerçekten de o anda faytona durmasını emredebilir,
aşağıya atlayıp koşa koşa geri dönebilir, o zavallı adamın ya
nında durabilir ve herkesin soluduğu havaya kendi sıkıntı
sını boşaltabilirdi; ama elbette yapmadı bunu.
Bu adam bu kadar acınası bir yola nasıl girmişti? Ağ
layışının şiddetine bakılırsa, içinde bulunduğu durumun
ne kadar umarsız olduğunu yeni anlamış olabilirdi, ancak
bu kadar sefil ve müşkül bir duruma pek yakın zamanda
düşmediği belli oluyordu. Belki de yakın zamanda bir ta
lihsizlik yaşamıştı. Isabel' e öyle geliyordu ki adam belli bir
şey için değil, genel durumu için dövünüyordu, sanki bu-
18
gün bütün o talihsiz ve zorluklarla dolu hayatı, ki eğer buna
hayat denebilirse, nihayet bir şekilde doruğuna ulaşmış ve
adamı boğmuştu. Acaba Staines'e aldırmadan adama, başka
bir şey yapamasa da, en azından bir-iki teselli sözü söylese
miydi? Böyle bir kederi avutmanın mümkün olamayacağını
tahmin etti, ama bu düşünce, ne kadar güçlü olursa olsun,
onu duyduğu sorumluluktan kurtarmadı. Kendi ayrıcalıklı
konumundan aşağıya, ezilenlere ve çaresizlere, yükselebile
cekken gökten aşağı düşüp kırık kanatlarıyla yerde yatan,
ayaklarının dibinde, kaldırırnda kanatlarını çırpıp debele
nenlere elini uzatmak görevi değil miydi? Ruhu, varlığının
büyük kısmı, o ağlayan adama karşı duygudaşlık içinde in
liyordu, ancak Isabel bilincinin bir diğer, soğuk ve hesaplı
kısmında gerekli savunmaya çoktan geçmişti. O zavallı sefil
adam için elinden ne gelirdi ki? Söyleyeceği bir söz onu avu
tur muydu? Para, evet, para verebilirdi ona, hem de yüklü
bir miktar; ama vereceği gümüş paralar bile kurtaramazdı
onu, çünkü belli ki adam kurtarılacak durumda değildi. Ha
yır: Hades'teki kayıp ruhlara da yardım etmeyi umut edin.
Yine de.
19
ll
20
ket cümleleri mırıldanarak izin istedi ve çıktı. O arada Staines
bavulların odaya getirilmesiyle -Isabel, onun istasyondaki
hamalla arasındaki tartışmanın tek somut sonucunun, domuz
derisinden tuvalet çantasının kilitlerinden birinin kırılması ve
şapka kutularından birindeki kötü göçük olduğunu gördü
ve hanımının 'eşyasının' yerleştirilmesiyle ilgilenmişti.
Dışarıda güneş hala pırıl pırıldı, ikindi yerini henüz ak
şama bırakmaınıştı - Gardencourt'tan oraya kadarki güya
upuzun yolculuk, önce arkalarından gelen bir dört tekerlek
liye yüklenen bavullarıyla birlikte Thames boyunca hafif at
arabasıyla, sonra Pangbourne'dan hızlı trenle, aslında top
lamda iki saat bile sürmemişti. Hafifçe hışırdayan perdele
ri aralayan Isabel, pencerenin cumbasına çıktı, alnını cama
dayayıp bir an onun sert, soğuk pürüzsüzlüğünün kendini
içine almasına izin verdi. Staines eşyalarını boşaltmayı ve
yerleştirmeyi bitirmişti, kendi bölmesine çekildi, odaya çiy
iner gibi sessizlik çöktü. Isabel gözlerini kapadı, ormandaki
bir gölün yosunlu serinliğine dalareasma gözkapaktarının
gerisindeki karanlığa gömüldü. Ama orada fazla kalamaya
caktı, çünkü o karanlıkta, ağır adımlarla yürüyen, sarı göz
lü, amansız yaratığa mutlaka rastlayacaktı; o yaratık onun
vicdanıydı. Tuhaftı: Kocası ile dostu saymasa da düşmanı
da saymadığı bir kadın tarafından mağdur edilen, hem de
ağır bir mağduriyete uğrayan kendisiydi, yine de bu olayın
utancını kendisi taşıyordu. Yoksa kuzeni Ralph'ın umut
larını ve beklentilerini yerine getiremernesi miydi -makul
umutlar, haklı beklentiler- ormandaki canavar bunların mı
izinden gidiyordu? Bilmiyordu Isabel, düşünemiyordu: Çok
fazla şey iç içe girmişti, onları ayırmaya, iyi ve kötü tarafla
rıyla tek tek değerlendirmeye gücü yetmiyordu. İçinde bir
21
günahkarın bütün utancını hissediyor, ama günahın ne ol
duğunu saptayamıyorduo
Ama belli bir günah ötekilerden ayrılamıyorsa yine de
Isabel'in elinde pek çok olanak var demekti. Gurur vardı,
evet ya, gurur ve kibir ve etrafa aldırmadan kendi düşün
celerine dalmak, oysa Tanrı bilir, Gilbert Osmond ve Sere
na Merle, kocası ve onun 000 -ama Isabel o tarifi olanaksız
Madam Merle'ye uygun bir sıfat bulamadı- Isabel' i ayna
nın önünden epeyce sertçe çekip almışlardı. Günahkarın,
çul kuşanıp kül içinde oturarak1 ve bundan gurur duyarak
kendini gizlice sevme güdüsüne yenilmesi tehlikesinin çok
iyi farkındaydı IsabeL Ölüm döşeğindeki Ralph Touchett'in
ağzından çıktığını duyduğu son kelime 'tapınılan' olmuştu;
Isabel şimdi düşünüyordu da, her zaman tapınılan kişi ola
cağına, kendisinin ise kimseye tapmayacağına kesin gözüy
le bakınıştı - işte bu kendini beğenmişlikti, bu kibirdi, bu gu
rurdu, bütün bu duygular Isabel'in kendini uzunca bir süre
benzersiz biri ve dünyada -en azından kendi küçük dünya
sında- bir güç olduğunu düşünmesine yaramışlardı. Böyle
ce kendine ait evde, mutluluk içinde yaşayabilmişti, oysa o
evin boyutlarının bir bebek evinden daha büyük olmadığını
şimdi anlıyorduo
Mutluluk içinde mi? Bu sözcük onu kendine getirdi, çev
resini kuşatan gerçekliğin, güneş ışığının, sokağın, yoldan
geçenlerin, hayatta olmanın bütün o tuhaf, hareketli işlem
lerinin gerçekliğinin içine tekrar hızla döndürdüo Uzun yıl
lar -sayısı çok değildi o yılların ama uzundular- Isabel'in
büyük maharetle biçimlendirdiği küçük örnek evin sınırları
içine büzülerek kocasıyla birlikte yaşamıştıo Mutlu olmuş
1 İncil, Matta, 11:21. (çono)
22
muydu? İ lk başlarda, belki; ama o tartışmalı ilk başlar çok
geçmeden yerini acınası bir ikinci döneme bırakınıştı ve
bu dönem yakın zamanda öyle sertçe ve apansız bitmişti
ki Isabel'in sinirleri, aldığı darbe yüzünden, diyapazonun
dişleri gibi hala titreşiyordu. Kuzeni ölürken yanında olmak
üzere İ talya' dan ayrılıp buraya geldiğinden beri kendine
sormakta olduğu soruyu tekrar sordu: evliliğinin gerçek
yapısı ve durumu hakkındaki gerçeğin ne kadarını -bunu
bildiğini kendisine söylemeden- başından beri bildiği soru
sunu. Kendine ve başkalarına karşı büyük bir hata işlediyse,
tam da bu yüzden, kendi isteğiyle bilmek istememiştİ o so
runun yanıtını. Ama nasıl diye bağırdı içinden, nasıl kaçına
bilirdi bilmemekten, kocasıyla Madam Merle kendisi böy
le yarı kör durumdayken onu sürekli kışkırtırlarken, o mis
kokulu, ipekli örtüyle gözlerini sımsıkı kapatırlarken, nasıl?
İşin aslı şuydu ki, kocası o küçük evde onunla birlikte olma
mıştı, her zaman evin dışındaydı, elleri ceplerinde, dimdik
dururdu, sadece boş zamanlarında ara sıra eğilir, kollarıyla
dizlerini sarıp büzülmüş oturan, ancak ayak parmaklarının
uçlarını görecek kadar başını iyice yana eğen Isabel' e alaycı
alaycı göz atardı.
Pencerede dururken iç geçirdi IsabeL Yorgundu. Ellerini
kaldırıp parmak uçlarını alnına bastırdı. Bugünlerde 'başağ
rısı' sürekli içinde bulunduğu durumun adı haline gelmişti.
Dönüp odaya girdi yeniden, geniş, yüksek ve biraz da ür
kütücü olan yatağın ayakucunda ne yapacağını bilerneden
durdu. Böyle bol kuştüylü ve yaylı, kumaş yastıkb ve yünlü,
ketenli ve satenli kocaman bir yatakta uyuyabilecek miydi?
Staines'i çağırıp bir sakinleştirici bulmasını istese miydi? Ya
kınlarda açık bir eczane vardı mutlaka. Yo, yapay yatıştırıcı-
23
lardan yarar ummamalıydı, sadece kendi iradesini zorlaya
rak sorununu çözmeliydi. Kendini uyumaya zorlayamazsa
en azından dinlenmesi talimatını verebilirdi. Ancak orada
saatler boyu yatıp görmeyen gözlerle dipsiz bir karanlığa
bakma düşüncesi içini ansızın ıstıraba benzeyen bir duyguy
la doldurdu. Elini yatağın direğine koyup sıkıca tuttu onu
ve sakinleşmeye çalıştı. Bu gece, her gece gibi bir gece ola
caktı; geçecekti ve yeni bir gün doğacaktı. Gidip gardırobu
açtı, içgüdüsel olarak, dolap kapağının içine takılı aynada
kendisiyle göz göze gelmemeye çalıştı ve rastgele bir akşam
elbisesi seçti. Beş dakika geçmeden aşağıdaydı, yemek sa
lonunun yerini soruyordu. Evet, bir masa istiyordu; hayır,
başka kimse katılmayacaktı kendisine.
Vakit henüz erkendi, Isabel o küçük loş salonun boş oldu
ğunu düşündü önce. İ skemleler, gümüş ve kristallerle dolu,
keten örtülü, özenle sıralanmış masalar ne kadar da sabırsız
ca bekler görünüyorlardı, vals yapmaya hazır ve orkestranın
çalacağı ilk hareketli notayı bekleyen dansçılar gibiydiler.
Şef garson göründü -yine frak ve güvercin göğsü gibi kaba
rık gri kravat-, ağzının içinden mınidanarak Isabel'i köşe
deki bir masaya götürdü, ustalıkla oturttu, adamın yaltakçı
denebilecek tavrına rağmen Isabel, tıpkı bir şişenin ağzına
sokulmaya çalışılan mantar gibi koltuğuna zorla mıhlandığı
duygusuna kapıldı. Restoranlar ona hep, daha zarif, daha
soylu toplumsal davranış konularında ders görsün diye
gönderildiği dershaneyi hatırlatırdı biraz, görülmemiş dere
cede demokratik ve mükemmel donanımlı olsa da yine de
dershaneydi orası. Mönü getirilip verildi, bu küçük seremo
ni sırasında hep yapıldığı gibi Isabel etrafına bakınca çapraz
köşedeki bir masada iriyarı, sakallı, saçı seyrelmiş bir beye-
24
fendinin oturduğunu gördü, burnunun üstündeki kelebek
gözlüğünün yardımıyla gazete okuyordu. Isabel onun orta
yaşın eşiğinde olduğunu tahmin etti, yeleğinin alt kısmında
ki düğmeleri zorlayan belirgin şişmanlığına rağmen gençli
ğe özgü bir dinçlik sergiliyordu. Dış görünüşünde biraz dik
kat çekici denebilecek tek yanı bu yelekti, ceketi ve yumuşak
papyonu simsiyah olsa da, kolalı yakası tam bir beyazlık
anıtı sayılsa da, gösterişli, canlı desenli yeleği -Isabel'.in ya
şadığı yerde buna öyle derlerdi- tamamıyla birbirini izleyen
gök mavisi ve düğünçiçeği sarısı çizgilerle doluydu. Bu par
lak renkler adamın kim olduğunu düşündürdü Isabel'e - bir
tiyatro adamı mıydı, ya da bir oyuncu menajeri, hatta bir
oyun yazarı? Gazetesini sürahiye rahatça dayayabilmek için
ustalıkla katlamasına bakılırsa tek başına yemek yemeye çok
alışkın olduğu belliydi. Isabel'in bakışlarını üzerinde hisse
den adam başını kaldırdı, burnunun kemerine sıkıştırdığı
gözlüğünün çelik çerçevesinin üzerinden ona doğrudan,
soğuk soğuk baktı. Isabel gülümserneye çalıştıysa da adam
ona karşılık vermedi, ancak anlaşılan soğuk ya da kaba dav
ranmak için değil de sanki aynı şekilde nazikçe karşılık ver
meyi gereksiz bulduğu için böyle davranmıştı. Birkaç saniye
gözlerini Isabel'den ayırmadı, son derece sessiz ve sakindi,
bakışı kesinlikle sımaşık değildi, ama Isabel'i o anda olduğu
haliyle kendi zihnine kaydediyordu. Isabel'i tanıyor muy
du, bir gün, bir yerde karşılaşmışlar mıydı? Tanıdık gelen bir
yanı vardı adamın, ama Isabel hayatının öyle bir dönemin
deydi ki, yanından geçen kalabalığın dışına bir süre çıkıp
lsa bel' in ona gözlerini dikmesine yetecek kadar kalan her
kes böyle görünüyordu ona. Bununla birlikte, kırpılmadan
üzerine dikilen o anormal açılmış, parlak gri ve biraz patlak
25
gözlerin bakışı altında ineelendiğini ve değerlendirildiğini
hissediyordu - yo, yeniden değerlendiriliyordu; Isabel o
adamın, o portre ressam ının, tesad üfen girdiği bir galerinin
duvarında asılı olan ve beklenmedik bir anda karşısına çı
kan bir portre olabilirdi, o portrenin önünde durmuş, yıllar
içinde resminin nasıl yıprandığına bakmış, boyanın kalitesi
üzerinde zamanın izlerini görmüştü belki.
Evlik - bu gelmişti aklına, evde giyilecek, evlik yelek de
nebilirdi adamınkine. Arkasına yaslandı, kendine şaşırmışh.
Atiantik'in öbür ucundaki o çökmüş iri yaratığın evi olduğu
nu çoktandır düşünmemişti sanki. Ama yaralı bir çocuk oraya,
evine koşmaz mı güvende olmak, avutulmak için? Ve yetişkin,
sapasağlam yanından ne tür öfkeli itirazlar yükselirse yüksel
sin, eğer çocuk değilse, yaralı değilse, neydi şimdi Isabel? Ya
ralı, evet, yaralıydı ve -itiraf etmek zorunda ki- evsizdi.
Garson gelince siparişini verdi, daha genç adam masadan
aldığı ınönü kartını beyaz eldivenli elinde tutarak arkasını
dönmeden, verdiği sipariş Isabel'in aklından çıkmıştı bile.
Aklı ertesi gündeydi, göndermeyi unuttuğu telgrafı o anda
hatırladı. Masasına hizmet eden garson olduğunu tahmin
ettiği adamı çağırdı, garsonu başkasıydı ama -ne çok garson
vardı ve hepsi de birbirine benziyordu- ondan masasına bir
telgraf kağıdıyla bir kalem getirmesini istedi. Ertesi gün ilk
önce bankadaki randevusuna gidecekti, öğle yemeğinde de
arkadaşıyla buluşmayı umuyordu -aslında tanıdığı deme
si doğru olurdu, çünkü o hanımla artık tanışıklıktan öte bir
yakınlık kurmaya hakkı yoktu- Miss Florence Janeway ile,
Fulham'daki evinde. Bankadaki randevusu çok sıkıcı geçe
cekti, her zamanki gibi telaşlı, boş laflarla dolu, öte yandan
Miss Janeway tamamıyla farklı bir beklentiydi, gerçi ziyare-
26
ti isteyen ve az sonra göndereceği telgrafla onu tekrar teyit
edecek kişi Isabel'di. Isabel'in birisiyle görüşmeye ihtiyacı
olduğu belliydi, ki daha önce hiç ihtiyaç duymamıştı böyle
bir şeye, tabii eğer 'görüşme' ile olguların ve duyguların or
taya serilmesi ve bunların, değerlendirirken, saptamalar ya
parken ve hüküm verirken bir başka aracın, ilave bir çift gö
zün yardımıyla gözden geçirilmesi kastediliyorsa. Beklediği
bu muydu Isabel'in, Miss Janeway'in yapacağını umduğu
şey bu muydu? Bu şehirde başvurabileceği başka kişiler de
vardı, bunlardan biri, arkadaşı -ve o gerçekten arkadaşıy
dı, her açıdan- Henrietta Stackpole'du, Roma'ya dönmeden
önce onunla da yarın akşam, Welbeck Sokağı'ndaki evinde
buluşacaktı. Ancak Miss Stackpole, o iyi yürekli, dürüst, an
layışlı Henrietta, Isabel'e pek çok konuda öyle çok gücen
miştİ ki, Isabel ona fikir danışacağı biri olarak başvurmayı
düşünmüyordu. Hayır, Henrietta'ya 'sakinleşmesi' için en
azından bir gün daha verilmeliydi. Isabel, Miss Janeway'in
uzun, aslında uzaktan bakış açısına ihtiyaç duyuyordu ve
onun kendisini suçlamayacağını da cezasız bırakmayacağını
da umuyordu. Yine de, bütün bunlara rağmen, kendisini ya
suçlayacak ya da masumiyetini ilan edecek bir kişiye neden
ihtiyaç duyduğu sorusu yanıtsız kalıyordu. Günah çıkarta
cak birine ihtiyaç duyuyorsa, Londra'daki sayısız kilisenin
içinde dizi dizi günah çıkarma odacıkları vardı.
Isabel, asıl kendi kendisiyle görüşmek istediğini pekala
biliyordu, ancak sesi o kadar kısılmış, kulağı o kadar ağır
işitir olmuştu ki bu görüşmeyi, gerektiğinde, bir başkasının
açık kanalı yoluyla yapabilecekti, öteki kişi tamamıyla ya
bancı biri olsa bile. Bir riskti bu, tehlikeli bir risk, ama Isabel
bunu göze almak zorundaydı.
27
Birbirinden ayırt edemediği iki garson aynı anda gelmişti
masasına, birinin elinde telgraf kağıdı, diğerinin elinde ıs
marladığı balık vardı. Miss Janeway'e bir not yazdı hemen,
sonra da dikkatini tabağına verdi. Balığın rengi griydi, üze
rine krem rengi bir sos dökülmüştü, sosun üzerinde katı
ama gevrek bir tabaka oluşmuştu bile.
Çöldeki münzeviler bile Isabel Osmond'dan daha iştahlı
sayılırlardı, yine de o, İngiliz aşçıbaşılarının, sunulabilecek
düzgünlükteki ürünleri İ talya ya da Fransa' daki bir öğren
cinin ancak bahse tutuşursa cesaret edip tadına bakabilece
ği bir bulamaca dönüştürmekteki yaratıcılığına hep hayran
kalırdı. Balığı çatalıyla dürtükledi, sos bulaşmamış bir par
çayı kenara ayırdı, bir lokma alıp dalgın dalgın, karamsar
bir teslimiyetle çiğnedi balık etini. Istırap arkadaşı, yemek
arkadaşı olan kişiyle belki de empatik bir bakışı paylaşmak
niyetiyle karşı taraftaki masaya göz atınca o iri yarı beyefen
dinin masasının boş olduğunu görüp şaşırdı. Kendisi fark
etmeden adamın nasıl kalkıp gittiğini anlayamadı. Adam
hiçbir şey yememiştİ sanki, orada oturmuş olduğunun tek
kanıtı, masada bıraktığı ve hala sürahiye dayalı duran kat
lanmış gazeteydi. O loş salonun tenhalığında böyle kaba
bir şekilde terk edilmesi anlaşılması zor bir hayal kırıklığı
uyandırdı Isabel' de. Ama ne ummuştu ki? Neyi elinden ka
çırdığını hayal ediyordu ki? Bir otelin restoranında tek ba
şına otururken, tanımadığı bir erkeğin, ne kadar saygılı ve
nazik olursa olsun, samimi davranıp yaklaşmasını hoş kar
şılayacak değildi. Yine de adamın ona bakışı, sakin, riyasız
ve dürüst bakışları bir şey sunar gibiydi - ama ne? Sempati
olmadığı kesindi, zaten reddederdi bunu Isabel; yoksa bir
tür destek mi? O sözcük aklına geldi ama, burada birbirle-
28
rinden ayrı ve ancak salonun boyutlarının elverdiği ölçüde
doğrudan temas ya da iletişim olanağına sahip konumda
oturduklarını göz önüne alınca, anlamından emin olamadı.
Ama giden adamı kesinlikle, garip bir şekilde özledi. Sanki
zorluklu bir arazide güçlükle ilerleyen bir kötürümdü de,
çok uzun zamandır destek verdiği için artık varlığını unut
tuğu bir el ansızın çekilmişti, o da tek başına tökezleyerek
ilerlemek zorunda kalmıştı. Saçmalık bu, saçmalık, dedi
kendi kendine. Daha önce hiç görmediği ve büyük olasılık
la bir daha hiç görmeyeceği bir insan hakkında nasıl da bir
hayal kuruyordu!
Garson gelip tabağını aldı.
29
III
30
kü sabah saatlerini bu gerçekten sıkıcı tapınakta gereğinden
fazla harcamak istemiyordu. Sadece hankaydı burası, bunu
biliyordu, bir kuruma yakışır şekilde kişilik dışı ve nesnel
di, yine de Isabel'in aklına hatırıatılmasından hoşlanmadığı
bazı şeyleri getiriyordu, örneğin servetinin ağır yükünü, ki
bu da karmaşık bir ilişkiler ağı üzerinden kuzeni Ralph'ın
ölümünden duyduğu üzüntünün yükünü daha da ağırlaş
tırıyordu. Mr Goresby çayını karıştınrken Isabel'e bundan
sonraki planlarını sordu: Roma'ya mı dönecekti, anladığına
göre Isabel'in asıl evi oradaydı, yoksa Londra' da halletmesi
gereken başka işleri var mıydı? Isabel ertesi akşam Roma'ya
gitmek üzere yola çıkacağını söyledi, ama giderken Paris'te
bir-iki gün kalabileceğini söylemesi kendisini de şaşırttı. Al
mm kırıştırıp gözlerini kaçırdı; Paris fikrinin nereden çıktığı
nı bilemiyordu -o anda birden gelmişti aklına- ama gerçek
ten şaşırmıştı. Paris'te durmasını gerektirecek ne vardı ki?
Roma'ya ve orada kendisini bekleyen şeylere dönmesini ge
ciktirecek bir kurnazlık mıydı sadece bu fikir? Eğer öyleyse,
yolunun üstünde, eline para geçmiş bir genç kadına, "dula"
-aklına ilk gelen sözcüğün bu olması onu şaşırttı, hatta deh
şete düşürdü- seve seve kucak açacak başka şehirler eksik
değildi; dul sözcüğünün merhum kuzenine dalgınlıkla gös
terdiği bir saygı ifadesi olduğunu düşündü, ama belki aynı
zamanda, korkutucuydu bu, daha karanlık bir düşüncenin,
daha karanlık bir arzunun işaretiydi; bu olasılığı düşünmek
bile Isabel'in yanaklarının suçluluk duygusuyla kızarınası
na neden oldu.
Fincanını masaya bıraktı, kendisinin de farkında olduğu
üzere neredeyse kabalık denebilecek bir kararlılıkla sözü
ansızın, bankaya gelişinin nedeni olan iş konusuna getirdi.
31
Bir miktar para çekmek istiyordu, nakit olarak. Mr Goresby
sakince kaşlarını kaldırdı, işlemin hızlandırılmasına elbette
yardımcı olacaktı - bu konuyla şahsen ilgilenecekti.
Ancak Isabel çekmek istediği miktarı söyleyince, Mr Go
resby öyle irkildi ki, elindeki çay fincanıyla tabağının bir an
sertçe tıkırdadığı duyuldu.
"Sevgili Mrs Osmond," dedi soluk soluğa, "bu nakit ola
rak çekilemeyecek kadar büyük bir miktar."
Bu sözler üzerine Isabel tereddüt etti, bir an kuşkuya
düştü, bu kez irkilme sırası ondaydı. Aslında para çekece
ğini söylerken belli bir amacı yoktu, o miktarı gelişigüzel
söylemişti. Ancak şimdi, banka yetkilisinin şaşkınlığını gö
rünce, bu kadar büyük bir parayı neden üzerine, kendi üze
rine almak istediğini düşündü - ne yapacaktı bu parayla?
Bilmiyordu. O ana kadar irdelemediği bu ani istek, kendine
güvence ve koruma sağlamak amacıyla para biriktirme ve
istiflemeye duyduğu ilkel bir itkiden mi doğmuştu? Kendi
ne hayret ediyordu, ama duyduğu mahcubiyet yüzüne daha
cüretkar, hatta daha küstah bir ifade oturtmasına yol açtı,
gözlerini Mr Goresby'nin gözlerine dikti, talebini yineledi, o
şaşırtıcı miktarı yeniden doğruladı. Adam güçlükle yutkun
du -Isabel onun ademelmasının inip kalktığını gördü-, du
daklarında belli belirsiz, tatsız bir gülümsemeyle izin isteyip
kalktı, ayakkabılarını gıcırdatarak kapıya yürüdü, orada bir
saniye durup omzunun üstünden Isabel'e baktı, yüzünde
hala hayalet görmüşe benzeyen o tedirgin gülümseme vardı,
sonra sessizce dışarı çıktı.
Bu defa, salonun hafif tıkırtılar duyulan, gizli sessizliğin
de birkaç dakika yalnız kaldı IsabeL İ skemiesinde dimdik
oturdu, iki eli, dizlerine koyup dengede tuttuğu siyah ipek
32
el çantasının tokasının üzerindeydi, hiçbir şey düşünmeme
ye çalışıyordu. Kendini çok hafif, adeta ağırlıksız hissedi
yordu, sanki oturduğu iskemlenin neredeyse birkaç milim
yukarısında havada duruyordu. Okul günlerini düşündü,
farkında olmadan işlediği ama bir açıklamayla geçiştirile
meyecek kadar sorumsuzluk sayılan bir kabahat yüzünden
yetkililerin öfkesine göğüs germek üzere soğuk bir odada
nasıl beklediğini. Neden budalalık edip buraya gelmişti bu
gün - hangi çocukça dürtüyü tatmin edeceğini düşünmüş
tü? Eh, aceleciliğinin bedelini şimdi ödüyordu.
Ve bir süre daha ödeyecekti. Az sonra Mr Goresby dön
dü, yanında fraklı, tozluklu, Grimes isimli biri vardı. Mr
Goresby'nin uzun boylu ve zayıf olmasına karşılık Mr Gri
mes kısa boylu ve tıknazdı, ama onun mali işlerin hiyerar
şisinde cılız meslektaşından daha üst kadernede olduğu
belliydi. Tuhaf bir şekilde yaylanarak, hatta zıplayarak da
denebilir, lsabel' e yaklaştı, ellerini yıkar gibi ovuşturuyordu,
geniş ama kesinlikle sinirli bir gülümseme favorili yanakla
rını kırıştırmıştı. Isabel'in nakit olarak para çekmek istediğini
Mr Goresby'nin kendisine bildirdiğini söyledi; Isabel'in is
tediği miktarı belirtti; dudaklarını büzdü. Bu, izin verilirse
söyleyecekti, bir hanımefendinin şehrin kalabalık sokakla
rında yanında taşımasının tehlikeli olabileceği kadar büyük
miktarda bir paraydı. Isabel'in ellerinin altındaki ipek çan
taya kuşkuyla baktı. Bankanın dışında onu bekleyen biri var
mıydı, tercihan özel bir arabada, bir akraba belki, erkek bir
akraba, hatta uşak bile olabilirdi; Isabel'in güvenebileceği,
onun kendisini koruyabileceğine, gücüne ve koruyabilece
ğine -kısacası, o kadar saygısız bir sözcük kullanmasa da,
kas gücüne- güvenebileceği biri? Yok muydu? Mr Grimes,
33
Mr Goresby ile bakıştı. İkisinin de yüzünde sadece kaygı de
ğil, sıkıntılı bir rahatsızlık okunuyordu. Isabel ayağa kalktı.
Bu saçma işkenceye daha ne kadar tahammül etmek zorun
daydı, düşüncesizce içine düştüğü bu ıstıraptı ama biraz da
gülünç durumun kendi suçu olması, çektiği işkenceyi daha
da ağırlaştırıyordu.
" Lütfen beyler, kendinize sorun etmeyin," dedi, o ana
kadar hiç belli olmayan rol yapma yeteneğini kullanarak ya
rattığı ışıl ışıl bir gülümsemeyle. Sonra, rol yapmaya devam
etti, can havliyle doğaçlama yaparak kocasının kendisini,
bankadan yürüyerek üç dakikalık uzaklıktaki bir avukatlık
bürosunda beklediğini söyledi. İ şin aslı şuydu ki -yüzünde
ki o teatral, yalancı gülümsemeyi biraz daha genişletti- bir
ev, Dover Sokağı' nda, evet Dover Sokağı'nda küçük, sevimli
bir ev ansızın satışa sunulmuştu, fırsat varken onlar da evi
kaçırmamak istiyorlardı. "Sahibi hemen yurtdışına gidecek
miş, bize de satışı kabul ettiğimizin ve kararımızın bir garan
tisi olarak kaparo yatırmamız için bugün öğlene kadar süre
verildi. Buraya işte bu yüzden geldim."
Karşısındaki kaygılı yüzlerin birinden öbürüne gezdir
di gözlerini; o iki yüzden hangisinde daha derin bir kuşku
okunduğunu söylemek mümkün değildi. Bununla birlikte
karşılarında gülümseyen bir müşteri vardı, hem de çok de
ğerli bir müşteri, kendi dolgun hesabından, ne kadar yüklü
miktarda olursa olsun, ne şekilde isterse istesin para çek
meye hakkı vardı. Bankanın iki görevlisi, aralarında fısıl
daştıktan sonra Mr Goresby ayrıldı, Mr Grimes da bekleme
odasından çıkan lsabel' e eşlik etti, onu binanın ortasındaki
alandan geçirdi, donmuş bir çağlayana benzeyen geniş mer
mer merdivenden çıkardı, kendi umulmadık küçüklükteki
34
ofisine götürdü, içerisi mum yağı ve bayat tütün dumanı
kokuyordu. Orada ikisi, Isabel'e hayatındaki en bitmek bil
mez on dakika gibi gelen bir süre beklediler, sonunda Mr
Goresby göründü, kutsal kase taşır gibi iki eliyle önünde tut
tuğu deri bir kutuyu getirdi, kutuda bir tomar büyük, beyaz,
çıtır çıtır ulusal para vardı. Bir belge çıkarılıp Mr Grimes'ın
masasına konuldu, imza atması için Isabel'e bir kalem veril
di. İ mza atarken doğan sessizlikte, kalemin cızırtısının üs
tünden Isabel Mr Grimes'ın hırıltılı ve Mr Goresby'nin daha
hafif, dolayısıyla da kulağa daha kaygılı gelen soluklarını
duyabiliyordu. Isabel, paraların konulduğu çantanın kime
ait olduğunu sorup Mr Grimes'ın şahsi malı olduğunu öğ
renince sıkıntılı bir an daha yaşandı. A, o zaman, diye bağır
dı, onun bu fedakarlığını nasıl ödeyecekti? Çantanın değeri
kadar bir ödeme yapmasını kabul eder miydi, böylece yeni
bir çanta alabilirdi kendine? Bu sözler üzerine gırtlakların
uzun uzadıya temizlenip gözler yere indirilince Isabel pot
kırdığını aniayıp utandı, yanaklarının kızardığını hissetti.
Mr Goresby, belki daha sonra bir fırsatını bulursa çantayı
kendisine iade edeceğini söyledi, ama o arada Isabel çanta
yı, bankanın kendisinin güvenliği ve içinin rahat etmesi için
kaygılanmasının bir işareti olarak kabul etmeliydi -bunları
söylerken çantanın kilidinin ne kadar sağlam kapatıldığını
da gösterdi Mr Goresby-, aynı zamanda bizzat kendisinin
minnettarlığını ve iyi niyetini de gösteren bir jestti bu, elbet
te ki amiri olan Mr Grimes da bu jeste dahildi, Mr. Goresby
bu eklerneyi yücegönüllülükle ve kuşkusuz talimat verildiği
için yapmıştı. Sonra iki erkek eğilip selam verdiler ona, acı
çeker gibi gülümsediler, Isabel'i aralarına alıp ofisten çıkar
dılar, merdivenden indirip yankılı mermer holden geçirdi-
35
ler, binanın kapısına götürdüler. Isabel koltuğunun altındaki
çantayla kendini, bir zamanlar sevilmiş olsa da şimdi, yaptı
ğını onaylamayan, hayal kırıklığına uğrayıp üzülen iki am
casının, hiç de hoş karşılanmayacağı bir dünyaya gönderdiği
bir yeğen gibi hissetti. Dışarı çıkıp serbest kalınca en üstteki
basamakta bir an durdu, ılık sabah havasını ağır ağır, derin
derin içine çekti. Staines'in yanında olmamasının ne büyük
bir şans olduğunu düşündü ansızın - en azından bu vardı.
36
IV
37
tapınağının tamamını sadece paranın oluşturduğunu hayal
edecek kadar basit düşüneeli biri değildi, ancak para o ta
pınağın sütunlarından biriydi; ama Isabel'in tıpkı dikenli
çalılığa takılıp kalan bir koyun gibi içinde mücadele verdiği
kısıtlamalar öyleydi ki, bankada giriştiği küçük oyun bile,
ilkbaharın getirdiği özgürlük duygusu içinde kendinden ge
çerek başlattığı çılgın bir dans gibi görünebiiirdi gözüne.
Hava o kadar sakindi ki uzaklardan kulağına Big Ben'in
çanlarının sesi geliyordu: Öğlen olmuştu, Miss Janeway'in
evindeki öğle yemeğine bir saatten az zaman kalmıştı. Do
ver Sokağı'na dönmeyi ve çantanın otelin kasasına kilitlen
mesini isterneyi amaçlaınıştı ama yemeğe geç kalırdı. Taksi
durağını buldu, Pulham'ın nehre kadar uzanan dolambaçlı
arka sokaklarının birindeki adresi söyledikten sonra fayto
nun yüksek kanepesine tırmandı, oturup çantayı yanında
sıkı sıkı tuttu. Cesaretini gitgide yitiriyordu; artık kendini
elinde ganimetiyle okyanusa açılan keyifli bir korsan gibi
görmüyordu, kendini ve servetini şehrin kalabalık yollarının
tehlikeli girintilerine ve çıkıntilarına rahatça emanet edebile
ceğini sanmakla ne büyük düşüncesizlik ve aptallık ettiğini
görüyordu. Bir gözü korsan gibi bantlı bir sokak haydudu
nun, dişlerinin arasına sıkıştırdığı bıçağını pariatarak üze
rine atladığını, çantayı elinden kaptığını, geldiği gibi hızla
kalabahğın arasına karıştığını görür gibi oluyordu. Peki, bu
şekilde saldırıya uğramayı ve parasını haydutlara kaptırma
yı hak etmiyor muydu?
Bununla birlikte, Mali geniş, dingin görünümüyle kar
şısındaydı; Saray onun uzaktaki ucunda bütün asaletiyle
yükseliyordu, sonra da iki yanında, haziran başının körpe
yapraklarıyla kaplı, tülümsü yeşilin tek renginde ya da fark-
38
lı tonlarındaki gür ağaçlarıyla dizili Anayasa Tepesi. Bu hoş
manzaranın ve uzayıp giden, düzgün yoldaki araba teker
leklerinin tıkırtısının sakinleştirdiği Isabel, göğsünde torba
ya sokulmuş kedi gibi çırpınan kalbinin her zamanki gibi
usulca atmaya başladığını hissetti. Düşünceleri kanatlanıp
tembelce oraya buraya uçtu, sonunda Miss Janeway'in üze
rine kondu. Isabel bu harika hanımefendiyle ilk kez Wigmo
re Sokağı'nda, izbe denebilecek bir salondaki bir toplantıda
karşılaşmıştı, oraya arkadaşı Henrietta Stackpole'la birlikte
pek de istemeyerek gitmişti. Toplantının amacını ya da ko
nusunu şimdi hatırlayamıyordu -aradan yıllar geçmişti, o
zamanlar evli değildi- ancak sessiz bir coşkuyla dolu atmos
fer ve büyük çoğunluğu kadın olan dinleyicilerin gözlerinde
tutkulu bir ışıltıyla, ortalıkta heyecanla, elbiselerini hışırda
tarak dolaşmaları aklında kalmıştı. Miss Stackpole, sevgili
Henrietta, özel bir tarzda çalışan Amerikalı bir gazeteciydi,
hakkında yazı yazmayı tasarladığı insanların ya da yerlerin,
adeta kendisi daha kalemini mürekkep hakkasına batırma
dan yazılmaya değer olduklarına dair kendisini ikna etme
lerini beklerdi. Bu ülkede, onun New York, Bostan ve San
Francisco' daki sosyete kadınlarının meraklı kulaklarına top
lumdaki dedikoduları sağlayanlardan pek farkı olmadığını
ınırıldanan bazı kaba insanlar çıksa da, İngilizlerin adetleri
ve kurnazlıkları hakkında ayrıntılı yorumlar yapma konu
sundaki ününü kendisi fazla abartmıyordu; Henrietta'nın
aylık Amerikan dergileri arasında entelektüel açıdan daha
az oturaklı olanlarına sıklıkla haber uçurduğu bir gerçekti,
çünkü aç karınla yaşanmaz ne de olsa, derdi - içini çekerek.
Toplantı bitince arkadaşıyla birlikte sonbahar akşamının
karanlığına ve çiseleyen yağmuruna çıkmışlardı, kaldırım-
39
da, cam sayvanın altında siyah şemsiyeler öyle eğilip bü
külüp kabarıyorlardı ki sanki kara kanatlı bir kuş sürüsü
havalanıp damların üzerinden geçerek uçup gitmek üze
reydi. O cıvıltılı itiş-kakış arasında Henrietta'nın gözü Miss
Janeway'e ilişmişti. İki kadın birbirini ölçülü bir samirniyet
le selamiarnıştı - Henrietta'nın 'öpüşmekten pek hoşlanma
dığı' söylenirdi, Miss Janeway de ondan farklı değildi. Hen
rietta Isabel' i yanına çekti ve "Albany'li Miss Isabel Archer"
olarak tanıştırdı, taşradaki bir panayırda kazanılan ödülü
sunar gibiydi, diye düşündü şimdi Isabel, hoşgörüyle. Miss
Janeway'in gülümsernesi dostça sayılırdı, ama Isabel'e uzat
tığı elinin yüzeyi soğuktu, içininse gevrek olduğu izlenimi
veriyordu, tıpkı asma yaprağına sarılmış bir demet ince dal
gibi. Sade, zevkli bir kadındı, zayıf ve uzun boyluydu, boyu
Isabel kadardı, vaktinden önce ağaran saçları pembe, pü
rüzsüz teniyle birleşince ona yaşsız bir görünüm vermişti.
Kararlı, alçak bir sesle konuşuyordu, Isabel'in çok geçmeden
fark ettiği gibi biraz ağır işitiyordu.
Isabel ile Miss Stackpole, o tarihte şehre geldiklerinde -
Isabel Gardencourt'tan kalkıp gelmişti, ama çok daha mutlu
günleriydi o zaman- Cavendish Meydanı'nda küçük, se
vimli bir otelde kalmışlardı, yağmur yerini sise bıraktığın
dan Henrietta Miss Janeway'in kendileriyle birlikte otele
gelmesi ve Fulham' daki evine olan uzun yolculuğuna çık
madan önce, akşamın sonbahar havasını gidersin diye bir
kadeh sıcak porto şarabı içmesi için çok ısrar etmişti. Böylece
Portland Sarayı'na gitmişlerdi, böyle görkemli bir adı vardı
o küçük otelin; üçü orada, alt kattaki kalabalık salonda ya
rım saat oturmuşlardı, onlara ayağı halıya takılan, taşıdığı
şarabı parmakianna döken, başını iki yana sallayıp kendi
40
sakarlığını kınayan yaşlıca, romatizmalı ve titrek bir garson
hizmet etmişti. Çok geçmeden anlaşıldığı üzere Mi ss Jane
way -gençliğinde 'Florrie' diye bir takma adı olduğu söy
lenirdi ama Isabel bunu inanılır bulmamıştı- broşürler ve
polemikler, yürüyüşler ve protestolar kadınıydı: Kısacası, o
zamanlar pek rastlanmayan, Yeni Kadın diye adlandırılan
türün bir üyesiydi. Bununla birlikte, yeni ortaya çıkan ve
kısmen hayali sayılan bu fenomenin, bu modern zamanlar
amazanunun sıklıkla suçlandığı korkutuculuktan eser yok
tu onda; sesini yükseltmiyordu, gürültü çıkarmıyordu, tar
tışmaya gelince, hiç kimse bu biraz mesafeli, mizahı kuru,
orta yaşlı, kır saçlı entelektüel kadın kadar ölçülü bir tavır
la, sükunetini yitirmeden fikirlerini açıklayamazdı. O gece,
şöminedeki odunlar çıtırdayıp hışırdarken, sis rendelenmiş
kalın çelik parçacıkları gibi pencerelerin camiarına yapışır
ken neler konuştuklarını Isabel çoktan unutmuştu . Her ne
konudaysa, sohbetleri kısa sürmüştü, çünkü Miss Janeway
neredeyse tek bir yudum aldığı kadehini çok geçmeden bı
rakmış, omnibüsünü kaçırmaması gerektiğini, ondan sonra
araç bulamayacağını söyleyerek ayağa kalkmıştı. Ayrılmak
üzereyken, otelin kapısında durup isyankar şemsiyesini aç
maya çalıştığı sırada Isabel'e doğru hafifçe dönerek kızın
-çünkü Isabel' e o günlerde hala genç kız denebilirdi- son
radan keskinliğini hiç yitirmeyecek bir sızıyla hatıriayacağı
bir şey söylemişti.
"Miss Archer," demişti, o hanımefendi, "bana büyük po
tansiyele sahip biri gibi görünüyorsunuz; sakın yetilerinizi
kullanmamazlık etmeyin."
Henrietta, Miss Janeway'in unuttuğu eldivenlerini getir
mek üzere salona dönmüştü, bu yüzden verilen bu tavsiye-
41
yi, eğer bu bir tavsiyeyse, duyamamıştı. Gerçekten de, iki
arkadaşı onun yokluğunda öyle bir bakışınışiardı ki, Isabel,
eğer yalnız olmasalardı böyle bakışamayacaklarını düşün
dü. Miss Janeway açısından, o paylaşılan anın ve söylenen
sözlerin izin verdiğinden çok daha güçlü ve delici bir bakış
h bu, ama Isabel de o bakışa aynı güçlülükte bir bakışla ve
emindi ki aynı samirniyetle karşılık vermişti. Sonradan, Miss
Janeway o giderek yoğunlaşıp nedense ' Londra'ya özel' de
nilen hale gelen sisin içinde gözden kaybolunca, Henrietta
da New York Interviewer dergisi için İngiliz tazı avı sporu
üzerine yazdığı makaleyi son bir kez elden geçirmek üzere
odasına çekilince Isabel salona dönmüş, yavaş yavaş sönen
ateşin yanında yarım saat kadar tek başına oturmuştu. Dü
şünceleri geniş, gevşek halkalar çizerek dönüp durmuş, ama
her dönüşte en az bir kez, günberisindeki bir gezegen gibi,
Miss Janeway'in sözlerinin tam olarak ne anlama geldiği so
rusuna takılmıştı. Sözcüklerin kendileri gayet basit ve açık
tılar, ama Isabel'in onları oturttuğu çerçeve acaba tavsiye
ya da uyarı mıydı, meydan okuma ya da lütufkarlık mıydı,
yüreklendirme ya da derin bir tereddüdün ifadesi miydi?
Hangisi olursa olsun, otelin titrek bir ışıkla aydınlatılmış
girişinde, gecenin ve sisin eşiğinde, kadının sakin ve delici
bakışlarını onun üzerine diktiği o an Isabel'in aklından hiç
çıkmamıştı. Arada geçen yıllarda sürdürdüğü hayat tarzı
nın, Miss Janeway'in, ne kadar belli belirsiz ve ihtiyatlı bir
dille söylemiş olursa olsun, verdiği öğütle ima ettiği beklen
tilerin çok gerisinde kaldığından kuşkulanıyordu, hem de
çok. Kendini duygusal ve ruhsal yönden tükenecek kadar
fazla kullandığım hissediyordu - ama doğru muydu bu?
Tam tersine, başkalarına bolca vermesi gereken kaynakları
42
kendi elinde tutup biriktirmemiş miydi? İncil' de yetenekler
den söz eden kıssayı ve anlamını hatırlamaya çalıştı, ama
onu devenin iğne deliğinden geçmesi meseliyle karıştırdı,
sonunda vazgeçti. Hyde Park Comer ' dan geçerlerken hava
o kadar ılık ve yapraklanan ağaçlar o kadar güzeldi ki ka
ranlık düşünceleri ister istemez hafifledi.
Miss Janeway'in evini kolay bulamadı. Pulham Sarayı
Yolu ile nehir kenan arasındaki dar sokakların hepsi, göze
hoş gelen cumbalı güzel pencerelerle ve tatlı mavi çiçekler
açmış leylak ağaçlarıyla donatılmış olsalar da birbirine ben
ziyordu; Isabel'in, deneyimli ve güven verici görünümüne
bakarak seçtiği sürücü -favorileri özellikle etkileyiciydi- bel
li ki o bölgeyi tanımıyordu. Sık sık durup mahallede lütfedip
yanıt veren insanlardan yardım istiyordu, ama nedense her
defasında onların yardımının kesinlikle yardım olmadığı
ortaya çıkıyordu. Yanlış yollara saparak ilerlerken adamın,
arka taraftaki yüksekçe yerinden1 kendi kendine mırıldan
dığını duyabiliyordu Isabel, acaba yanında gizlediği bir şişe
var mı ve giriştikleri bu zahmetli yolculukta rahatlamak,
güç kazanmak için ondan bir yudum alıyor mu diye merak
etti. Sonunda bir köşebaşında, kırmızı bir kulübenin yanın
da duran, geniş tabanlı ayaklarının üzerinde dalgın dalgın
iki yana sallanan yüksek miğferli, geniş kemerli bir polis
memuru gördüler, adam başparmağının kenarını bıyığına
sürtüp onu sağa ve sola kıvırdıktan sonra, pek de kendine
güvenemeyerek Cedar Sokağı'nı gösterdi. Nihayet yedi nu
maranın önünde durduklarında Isabel, yurtdışında geçirdi
ği uzun yılların, kendisini şilinler ve penilerin akıl karıştırıcı
1 O dönemde kullanılan iki tekerlekli, tek atlı arabalardan bir kısmında sürü
cü yeri yolcunun arkasında, yüksekçe bir konumdaydı. (ç.n.)
43
karmaşıklığıyla baş ederneyecek duruma getirdiğini anladı,
sürücünün istediği ücretin tahmin ettiği gibi iyice şişirilip şi
şirilmediğine de emin olamadı. Miss Janeway'in fikrini alıp
ücreti sonra ödemeyi aklından geçirdiyse de pes etti, cüzda
nından bozuk paraları çıkardı -aman Tanrım, bu bir florin
miydi, yoksa yarım altın mı?- ve başını yana çevirerek ada
ma verdi, verdiği şıkır şıkır gümüş ve bakır paraların aşa
ğı yukarı istenen miktar kadar olduğunu tahmin ediyordu.
Keşke Staines yanımda olsaydı, dedi -ayyaş bir sürücüyle
baş etmeyi bilirdi o- ama hizmetçisi o sabah izin almıştı,
Hackney' de oturan kız kardeşini, hayattaki tek akrabasını
ziyaret edecekti. Mrs Gilhooley, adı buydu kız kardeşinin,
bir İrlandalıyla evliydi, adam inşaatlarda çalışıyor, duvarcı
teknesi taşıyordu, ancak Isabel teknenin nasıl taşındığını
bilemiyordu, aslında duvarcı teknesinin ne olduğunu da.
Staines ile hanımının yurtdışında yaşadığı yıllarda bir sürü
küçük Gilhooley dünyaya gelmişti, ancak Cissy -yani Mrs
G.- hepsini de, kız kardeşinin dediğine göre, 'her biri kendi
si için biricikmiş' gibi seviyordu. Isabel, sevimli çocukların
her birine, kendisinin mecburen mesafeli olsa da sıcak sev
gisinin bir işareti olarak biraz verilsin diye ısrar etmişti, ama
Staines'e parayı vereceği zaman kadın kaçınılmaz olarak
suratını asmış, ellerini arkasına saklamış, gözlerini Isabel'in
başının 2-3 santim yukarısındaki bir noktaya dikerek, yük
sek sesle, hanımefendi parasını o 'küçük yaramazlara' sa
vurmayı düşünmemeli demişti. İkisinin arasında alışıldık
hale gelen bu türden cebelleşmeler Isabel'i hem eğlendiriyor
hem kızdırıyordu. Ancak bugün, itirazlar yeni başlamıştı
ki hizmetçi ansızın karşı koymaktan vazgeçmiş, sıkıntıyla,
özürler dileyerek inleyip hanımına sarılacak gibi olmuş, sesi
44
boğuklaşarak, "Ah, ama ham 'fendi!" deyince Isabel şaşırıp
kalmıştı. Isabel ancak o anda, geriye doğru küçük bir adım
atınca onun yanaklarındaki küçük, sıcak, ıslak noktaları fark
etmiş ve hizmetçisinin hiç bilmeden, garip bir şekilde ağla
maya başladığını anlamıştı.
45
V
46
hanımın kendisini ya da aslında herhangi birini asla ente
lektüel açıdan kendine denk olarak benimseyeceğine emin
değildi- duygularını daha da güçlü bir şekilde sergilemele
rinin beklenmediğine işaret eden bir davetti.
"Sıcaklamış görünüyorsunuz canım," dedi Miss Jane
way, yarım yamalak gülümsemesini belli belirsiz derinleşti
rerek. "Serinletici bir şey ister miydiniz? Bir bardak limonata
belki?"
Aslında Isabel sıcaklayıp sıcaklamadığının farkında ol
mamıştı, ama Miss Janeway'in gösterdiği somut ilginin etki
si altında kalarak yanaklarının kıpkırmızı, terden pırıl pırıl
olabileceğini düşündü. Bir bardak suyun çok iyi geleceğini
söyledi, hemen hizmetçi çağrıldı. Ufak tefek ve sevimli bir
kızdı gelen, teni ve gözleri pembe ve mavinin hoş bir teza
tıydı - iri yapılı Staines'le ortak hiçbir yanı yoktu; konuğun
karşısında açıksözlülükle ve kendine güvenerek duruyordu,
Isabel bunun o evin eşitlikçi ilkeleri sayesinde olduğunu ge
çirdi akimdan.
"Mrs Osmond' a biraz su getir Daisy, lütfen," dedi Miss
Janeway. "Aşçıya da söyle, yemeği saat yarımda yiyeceğiz,
tamam mı?"
"Tabii, ham' fendi," dedi Daisy ve Isabel'in olduğu tarafa
bir kez daha rahatça, gülümseyerek bakıp odadan çıktı.
Miss Janeway öne geçti, iki hanım sevimli, küçük bir salo
na girdiler, tam ortada duran cilalı çamdan, kare bir masaya
oturdular. Dik arkalıklı iskemlelere, karşı karşıya oturmuş
lardı, sanki olası bir işveren tarafından iş görüşmesine çağ
rılmışım gibi, diye düşündü IsabeL Sonra Miss Janeway'in
başının sol tarafını öne doğru uzattığını görünce onun ağır
işittiğini hatırladı, bu yüzden konuğunun yüzünü tam karşı-
47
dan görebilecek şekilde oturmuştu. Ama zavallı kadının ku
lakları o kadar mı duymaz olmuştu ki ancak dudak okuya
rak aniayabiliyordu konuşulanları? Bunu düşününce bıçak
gibi bir acıma duygusu sapiandı Isabel'in içine, anlaşılmaz
şekilde utandırdı onu.
"Londra' da kısa mı kalacaksınız?" diye sordu Miss Jane
way.
"Evet, yarın Roma'ya dönüyorum," dedi Isabel, bağırır
gibi görünmemeye çalışarak, "ya da önce Paris' e uğrarım.
Karar verınedim henüz."
"Aman Tanrım, ne büyük özgürlük!" dedi Miss Janeway,
hoşlanarak, uzun parmaklı fildişi beyazı ellerini tam önünde
sessizce, tek bir hareketle birbirine vurdu.
Ah, dedi Isabel içinden, bir bilebilseydiniz!
Daisy küçük metal bir tepside taşıdığı serinletici içecek
le geldi. Pencereye vuran güneş, donuk altın sarısı kırık bir
kuş kafesine benzer karmaşık bir şekil kurmuş, sonra da onu
yere fırlatmıştı, çam ağacından masanın hacakları arasında
yarı çapraz yatıyordu şimdi. Isabel'in içi para dolu çantası
kalçasıyla iskemlenin sırtındaki çubukların arasına sıkıştırıl
mıştı. Oraya geldiğinde Miss Janeway'in gözlerinin o şişkin
çantaya, belli etmeden, hızla kaydığını görmüştü. Bu kadar
büyük miktarda bir paranın gözlerinin önünde somutlaşma
sına yol açmanın ne kadar çocukça olduğunu bir kez daha
derinden hissediyordu; evet, çocukçaydı, çünkü Isabel sihir
bazlık gösterisine giden ve zengin babası, şapkasının içini
dışına çıkarıp çocuğa zavallı, şaşkın tavşanın şapkadan fır
lamasını sağlayan basit düzeneği göstersin diye sihirbaza
rüşvet veren şımarık bir çocuk gibi davranmıştı. "Ama para,
para değildir, canım!" demişti Ralph Touchett'in yaşlı baba-
48
sı ona, o kibar, hafif kahkahalarından birini atarak, bir yaz
akşamında güneşin son ışıklarından yararlanabilmek için
Gardencourt'ta, çimenlerin üzerindeki koltuğunda oturur
ken; o gün şimdi lsabel'e o kadar geride kalmış gibi geli
yordu ki. "Yani," diye devam etmişti yaşlı adam, "bu dün
yadaki iyi, basit insanların sandığı şey değil. Kendilerini ve
çocuklarını besleyip giydirmek için kullandıkları şey, ayıra
bildikleri kadarını o çok korkulan ünlü dar zamanlar için bir
kenara koydukları şey - eh, diyeyim sana çocuğum, o para
değildir; o bozuk paradır."
Öyleyse neydi, para? Bu soruyu bankerlik yaptığı günler
de şu anda sözünü ettikleri gizemli malı kurnazca manipüle
ederek olağanüstü bir servet edinmiş olan yaşlı adama ısrar
la sormuştu Isabel, ama adam yine gülmekle, kızın saflığı
karşısında başını sallamakla yetinmişti. Sorusunun yanıtını
bulmak Isabel'e kalmıştı, o da paranın, 'o madde'nin değil
de gerçek paranın bir yeraltı nehri olduğunu düşünmüş
tü; geniş, karanlık, görünmeden coşup taşan, takır takır
ses çıkaran öbek öbek taşları, bitkilerin, ağaçların sökülen
köklerini sürükleyip götüren, gücün gizli kaynaklarını alt
taraftan durmadan tazeleyen bir yeraltı nehri. Isabel'in bu
durdurulamayan, temel dürtüyle ne işi olabilirdi ki? Isabel,
yıllar boyunca edinmeye zorlandığı zarif tavırlara rağmen,
Mr. Touchett'in tipik ve hafiften küçümser tarzıyla öyle ra
hatça sözünü ettiği o 'basit insanlar' dan biri değil de neydi?
Sırtındaki çanta ansızın kendisinin korkunç ağır bir uzantısı
gibi göründü ona, bir kamburun sırtındaki kambur gibiydi.
"Sevgili arkadaşımız Henrietta Stackpole'dan öğrendiği
me göre," dedi Miss Janeway, dikkatli bakışlarını masanın
yüzeyine dikerek, "Roma'ya dönüşünüzde sizi pek de o gü-
49
neşli şehre yakışan sıcaklıkta bir karşılama beklemeyebilir
miş, değil mi?"
Isabel kımıldamadan oturdu, avcının borusunun sesini
kendi saklandığı yerin ürkütecek kadar yakınında duyan
bir tilki gibi diye düşündü. Ama daha ne kadar, diye sordu
kendine, esefle ve doğayla ilgili metaforları birbirine karış
tırdığının farkında olarak, mantık çerçevesinde bin dereden
su getirebilirim ki? Anlaşılan Miss Janeway, her şeyde oldu
ğu gibi konuşmalarında da açıklıktan yanaydı. Zaten Isabel
tam böyle bir nitelik umarak şehrin nehir kıyısındaki bu
uzak köşelerine dolana dolana gelmemiş miydi? Konuşmak,
daha da önemlisi, kendisiyle konuşulması için gelmişti. Ne
var ki şimdi o an gelmiş olsa da, apar topar o 'konuşmanın'
içine fırlatılmış olsa da, içinden bir şey, kendisinin somurt
kan ve öfkeli ve yine çocuksu hali ayak diriyordu. Böyle
şeyleri hemen fark ettiği belli olan Miss Janeway, konuğu
nun inatla tereddüt ettiğini hemen anladı ve gülümsedi, iki
avucunu önündeki masanın üzerine bastırdı, saat yarıma
daha on dakika olmasına rağmen Mrs Pullan'ın öfkesini -bu
kişinin aşçı olduğunu tahmin etti Isabel- üzerlerine çekme
tehlikesini göze alarak yemeklerini getirtmek üzere yemek
odasına geçmelerini önerdi.
Mütevazı olacağı önceden tahmin edilebilen bu yemeğin
ana tabağı, haşlanmış brokoli, haşlanmış fasulye ve haşlan
mış ıspanaktan oluşuyordu, üzerine rendelenmiş badem ser
pilip süslenmişti. Hiç değilse bademler, diye düşündü Isa
bel, kaynar kazana atılmaktan kurtulmuş. Miss Janeway'in
ihtiyatlı bakışlarını üzerinde hissediyordu IsabeL Yemek
Ierin mütevazılığı kendisinin huyunu sınamak için miydi?
Pek iştahlı biri değildi, eski İngiltere'nin ünlü rozbifinden
50
tiksinirdi, ama önündeki dumanları tüten bol yeşillik, üze
rindeki sevimli kahverengi-krem rengi bademparçaları ne
kadar çeşni katsa da gözünü adamakıllı korkutuyordu.
"Ben et yemem," dedi Miss Janeway, özür diler gibi gö
rünmüyordu, hatta biraz da sitem eden bir sesle, 'umarım
konuğum etin eksikliğini hissetmez,' diye ekledi.
Isabel, bağışlanabilir bir sahtekarlıkla ve telaşla, önüne
konan yemekten tamamıyla memnun olduğunu söyleyip
çatalıyla bıçağını cesurca eline aldı. Ama ev sahibesinin göz
leri hala onun üzerindeydi.
"Benim ahlaki ilkem," dedi, "yüzü gözü olan hiçbir can
lının yemeğe dönüştürülmemesidir."
Isabel buna verecek uygun bir yanıt bulamadı, bu yüz
den de hiçbir şey söylemedi, bunun yerine minyatür bir çalı
büyüklüğünde ve aynı dokuya sahip bir brokoli çiçeğini
-öyle geliyordu ona- ağzına götürdü.
Kısa bir süre iki kadın sessizce yemeklerini yediler, sa
dece otla beslenen memelilerin hatır hutur çiğnerken çıkar
dıkları ve bastıramadıkları sesler duyuluyordu. Hizmetçi
Daisy yemek salonuna girip çıkıyor, el yatkınlığıyla, neşeyle
masadakilerin sınırlı ihtiyaçlarıyla ilgileniyordu, kah ekmek
tabağını dolduruyor, kah sürahiye su koyuyordu, bunları
yaparken pembe yanaklarından gülümseme eksik olmuyor,
halinden hoşnut bakışlada etrafa göz gezdiriyordu. Bütü
nüyle bakıldığında burası gerçekten huzurlu bir ev, diye dü
şündü Isabel, buradaki rahatlık, burayı yöneten kişinin az
hissedilen ama buz gibi soğukluğuyla çelişiyor. Tavrındaki
soğukluk acaba ziyaretçisini bir açıdan onaylamamasından
geliyor olabilir miydi? Böyle bir olasılık vardı ve Isabel de
bunu kabul etmek zorundaydı, bunun olasılığın ötesine geç-
sı
tiğine karar verirse o da tavrını ona göre değiştirecekti. Ama
böyle bir değişiklik nasıl olmalıydı, önündeki yeşillikleri bi
tirmek üzereyken özür dileyip, elinden geldiğince hızla ve
nazikçe ayrılmaktan başka bir şey yapabilir miydi? O arada,
yıllar boyunca etlerini düşüncesizce yediği, birer yüze sahip
yaratıkları içinden saymaktan kendini alıkoyamaması dik
katini dağıttı.
Birden aklına, çok daha önce gelmesi gereken bir şey gel
di, belki de Miss Janeway'in Roma hakkındaki açık yürekli
sorusuna yanıt vermemesi kabalık olmuştu, hatta hatır kı
ncı. Bu fikir, birden inen bir İskandil ipi gibi aklına düşer
düşmez çatalıyla bıçağını elinden bıraktı ve yüzünü karşı
sındaki hanıma çevirdi, tamamen hazırlıksız olarak konuş
maya başladı.
"Evet," dediğini duydu kendisinin, ya da daha çok ağ
zından kaçırdığı bir söz gibiydi, "beni Roma' da soğuk bir
karşılama bekliyor."
Miss Janeway'in o ana kadar birer çizgi gibi dümdüz olan
kaşları kalktı, iki dik açılı kavis oluşturdu, elmacık kemikle
rinin en çıkık olduğu yerlerde iki yuvarlak pembelik belirdi.
"Ah canım," diye mırıldandı, çatalıyla bıçağı havada kal
mıştı, "ah canım!"
Bu ani sempati gösterisi Isabel'in aklını daha da karıştır
dı, ne yapacağını daha da bilemez oldu. Değerbilmez biri
değildi, ama ev sahibesinin üzerindeki etki çok tuhaftı. Miss
Janeway'in yanıtının sıcaklığı, donmuş bir gölün çatlamış
yüzeyine vuran güneşin ansızın parlaması gibiydi, o sıcak
lık genç kadını yılların içinden geriye doğru geçirerek, şimdi
hatırlanınası zor gelen belli bir zamana ve o zamanın bel
li bir anına götürdü, yağmurlu ve kasvetli olsa da ona hoş
52
gelen bir bahar ikindisinde büyükannesinin Albany' deki
evinde, eğlenceli, eski bir odada, kucağında açık duran bir
kitapla, ortası göçmüş bir at kılı kanepede oturduğu ana;
kitap Alman felsefesinin muazzam tarihini en ince ayrıntı
sına kadar inceleyen çetin bir eserdi, Isabel dikkatini azimle
o yoğun metne vermiş, kaşlarını çatarak kulaklarını sokağın
karşı tarafındaki okulda, 'oyun saati'ndeki çocukların çı
kardığı gürültüye tıkarnaya çalışmıştı. Kendisi de yakın za
manda, babasının ölümüyle birlikte hem yetim hem öksüz
kalmıştı, ansızın içine düştüğü bu yeni durumda ne yapaca
ğını bilemiyordu. O güne kadar, bu konunun üzerinde fazla
durmadığından, yetim bir çocuğun temelde duygusal bir
romandaki kimsesiz, yalınayak biri olduğunu düşünmüştü,
kendisi gibi biri değildi elbette, yani yirmi yaşında, sağlıklı
ve ayakları ayakkabılı. Babasının yasını tutuyordu elbette
annesi çok daha önce ölmüştü- ancak babasının ölümünün
kendisini, en azından sonuçlarından biri açısından, ilginç bir
konumda bıraktığını da yadsıyamazdı: Özgür kalmıştı. Ah,
bu yeni tanıştığı özgürlük sınırlıydı -babası ona pek az para
bırakmıştı, paranın büyük kısmı evli iki abiasma gitmişti ta
bii-, bu nedenle hayatının ufku eskisinden daha da genişle
miş sayılmazdı. Yine de ruhunun hafiflerliğinin farkındaydı,
hatta neşeydi hissettiği, aslında utanması gerekirdi bundan
ama utanmıyordu. Ölüler yaşayanlara yer açarlar, diyordu
kendi kendine, duyduğu suçluluğu gidermek için; haya
tın düzeni bu. Albany' deki o yağınurlu ikindide, Tarihin
Ruhu'nun yoldan sapmadan iledeyişinin izini süren Herr
Profesör Hegel' e ayak uydurmak için canla başla mücadele
ederken, kendisi de içine yeni girdiği bu aydınlık durum
da bir yere doğru yol almaktaydı, gideceği yönü, iplerini
53
koparıp rüzgar nereye sürüklerse oraya yönelen sıcak ha
vayla dolu bir balondan daha fazla belirleyemese de.
Lydia teyzesiyle, yani Ralph Touchett'in annesiyle o kü
çük, loş okuma odasında ve ne olduğu belirsiz ama keyif
li ruh halindeyken karşılaştı. Tavrı mesafeli ama şaşılacak
kadar açıksözlü, güçlü hanımefendinin evi İtalya' daydı,
Amerika'ya kocasının her şeyi kapsayan mali çalışmaların
dan kesinlikle ayrı tuttuğu kendi yatırımlarını denetlernek
için geliyordu -aslında Daniel Touchett ürkütücü karısının
işlerine karışmaya hiç mi hiç niyetli değildi- ancak bu kez,
pek nadiren yaptığı üzere New York'tan Albany'ye mer
hum kız kardeşinin ailesini ziyaret için gelmişti, onun evli
iki kızıyla henüz bekarlıktan memnun olan üçüncüsünü.
İri yağmur damlaları damda pıtırdarken ve yolun karşısın
daki gürültücü genç öğrenciler derse girerierken Isabel ile
Mrs Touchett bir saatten fazla görüştüler, ayrılmadan önce,
temkinli yaşlı hanımefendinin pek hoşlandığı Isabel'in, tey
zesi yazın Avrupa'ya dönerken onunla birlikte gitmesini
kararlaştırdılar. O zamana kadar Albany' deki ev sa tılmış
olacak -Isabel'in enerjik eniştesi alışıldık güvenilirliğiyle bu
meseleyle ilgilenecekti- genç kıza da mirastan payına düşen
mütevazı miktar verilecekti, böylece hiç değilse görünüşte
özgürlüğüne sahip olacaktı.
Şimdi Miss Janeway'in masasında otururken, o hanıme
fendinin nedense tedirginlik veren ilgi alanına çekilmişken,
Isabel'in içine, ilk kez olmasa da, neredeyse öfke denebile
cek, benzeri görülmemiş bir sızı sapiandı ve düşüşünün o
yağmurlu saatte başlamış olduğunu kendine itiraf etti. Evet,
düşüş: Onun durumunda bu sözcük içerdiği şey bağlamın
da büyük kaçmıyordu. Eğer Lydia teyzesinin nazik dave-
54
tini kabul etmemiş olup da -aslında davetten çok talimattı
o- Albany'de kalmış olsaydı, hayatı nasıl olurdu? İçinde
bulunduğu balonun havasını boşaltarak dünyaya dönme
si ne kadar zaman alırdı? Yolun karşısındaki Dutch House
okulundaki çocukların şamatasını tekrar duyar gibi oldu,
kendini daha ileri bir yaşta bir yazı tahtasının önünde dur
muş, elinde bir cetvelle, saçları tebeşir tozu içinde, donuk bir
sesle ezbere ders verirken gözünün önüne getirdi; ilk başta
az da olsa ilgi duymuş, bir amaca yönelmiş olsa da, yıllarca
aynı şeyleri tekrarlamanın sonucunda artık hiçbir şey hisset
meyecekti. Evet, kaderi böyle olurdu: Taşradaki bir okulda
yaramaz çocuklara ders verirdi, ya da, o da aynı şeydi, bir
d adı olurdu belki; hatta belki de -Tanrı korusun!- Lydia tey
zesinin çok yakında düşeceği durumdaki gibi birine ücret
karşılığı eşlik ederdi.
Avrupa'ya gitmesinin kaçınılmaz oluşu Isabel için bir
gerçekti: Avrupa onun kaderi olmuştu, hala da öyleydi.
Yine de, bir tüccarın adamlarının !imanın birindeki bir ba
rın eşiğinden, romla sarhoş olmuş zavallı, sağlıklı bir genci
kaparak dalgalı denizlerde kaçamayacağı bir hayat geçirme
ye zorlaması gibi, teyzesinin de kendisini o efsanevi kıtaya
böyle alelacele fırlatmasına izin vermemeliydi; gerçekten de
izin vermemeliydi böyle bir şeye. Isabel'in Avrupa gemisi
nin direğine kopmaz bağlarla bağlanmasının suçlusu teyze
si değildi. Genç kız Albany' deki hayatını düşüncesizce, belki
de pek dikkatini vermeden yaşamıştı; genç olmaktan, sade
ce genç olmaktan bıkmıştı, en azından bir süre oyalanması
gereken yerde kalmayıp hızla yola koyulmuş ve olanaklarla,
gizil güçlerle doluymuş gibi görünmüş olan bir yere telaşla
ve aceleyle ulaşmak için karada ve denizde fersah fersah yol
55
katetmişti. İstemiş olmasa da, kendinde hak görerek bütün
bunlara burun büyüklüğüyle, hevesle razı olmuştu. Mutlu
luğa dair idealini bir zamanlar birisine nasıl tanımlamıştı?
Zifiri karanlık bir gecede, dört atlı bir arabada keşfedilmemiş
yollarda takır tukur gitmek. Ah, ne saflık, diye düşündü, ne
kibir! Şimdi o arabanın içinde oturduğunu düşündüğü can
lı kendisi değildi, şaşkın ve ürkmüş ve kendisini bekleyen
hedeften korkan tutsak bir çocuktu, sürücü koltuğundaysa
konuşmayan bir düşman dizginleri şakırdatıyor, kamçısını
acımasızca indiriyordu.
inatla sunulan yeşilliklerin sonuna gelmişlerdi - Isabel
hepimizin çocukken öğrendiğimiz numarayı hatırlamıştı,
neredeyse dolu bir tabağı yarı yarıya boş gibi gösteren nu
marayı; sofrayı toplayan neşeli hizmetçi, iki küçük porselen
kase içinde limonlu, alkollü krema ile açık bir kutu içinde
küçük, sert, kahverengi kurabiyeler getirdi. Kadınlara özel
pek çok toplantıda olduğu gibi, Isabel içki sürahisi ve puro
gibi erkeklere özgü ayrıcalıklar da arzuladığını fark etti, sa
dece konyak kadehinin parlak görünümü ve puro duma
nının nemli kokusu için bile olsa; bir bardak su, ne kadar
ferahlatıcı olsa da, insana oturup mahrem konulara derinle
mesine daima hevesi vermiyordu. Ama bu açıdan Miss Ja
neway konuğundan daha ciddiydi, belli ki ilk baştaki acemi
liğin giderilmesi için yeterince zaman geçtiğini düşünerek
dirsekierini masaya dayadı, zayıf, solgun ama buruşmamış
ellerini kavuşturdu ve bir kez daha doğrudan konuya girdi.
"Sevgili Henrietta dedi ki," diye başladı, "sizin eviniz
deki koşullar -yani Roma' daki demek istiyorum- ölüm dö
şeğindeki kuzeninizin yanında bulunmamza açıkça engel
olmuş."
56
Isabel aynı anda hem başıyla bunu doğrulamayı hem de
omuzlarını silkrneyi başardı. "Evdeki koşu llar derken," dedi
yavan bir sesle, "elbette kocarnı kastediyorsunuzdur."
Miss Janeway krerna kasesine, geleceği okumak için cam
küresine bakan bir kahin gibi baktı. "Anladığım kadarıyla,"
dedi, "Mr Osrnond merhum genç adarndan hoşlanrnıyorrnuş."
Isabel'in sesi daha da yavanlaştı. "Benim çevremde, Mr
Osrnond'un hayran olduğu kişi sayısı fazla değildir, ya da
aslında bütün dünyada da azdır. Örneğin arkadaşımız Miss
Stackpole'u bashayağı hor görür; itibar açısından Ralph
Touchett'i de bu arkadaşırnızın bir karış üstüne çıkarrnazdı.
Ralph için kullanmaktan en çok hoşlandığı terirn 'o uzun züp
pe' idi - kuzenirn çok uzun boylu ve çok ince yapılıydı. Kısa
hayatı boyunca veremden kurtulamadı, sonunda da bu has
talıktan öldü. Şunu da keşfettirn ki," diye devarn etti Isabel,
bunun şaşkınlığını tekrar hissederek, "beni dünyada en yü
rekten seven kişiyrniş o, ben de onu severdirn, en yürekten."
Bu söz üzerine ev sahibesi temkinli bir rnola verdi, bir
an sessizlik ikisini de kuşattı, sanki gergin ve sürekli şişen
bir baloncuğun içine hapsedilrnişlerdi. Isabel tatlısından bir
kaşık aldı, yüzünde boş, uysal bir ifade vardı; her şeyin sı
radan görünümünü korurnalılardı -paylaşılan bir sofradaki
incelikleri, kibar davranışları, sakince yürütülen konuşmala
rı- yoksa her şey her an patiayıp sabun köpükleri ve minik
gökkuşakları halinde fışkırabilirdi, çünkü içinde bulunduk
ları baloncuğun zarı olağanüstü inceydi.
"Sizi seviyordu," diyebildi Miss Janeway sonunda, sesi
bilerek son derece ifadesiz çıkmıştı, söylediğinin bir soru
olduğuna dair en ufak bir işaret yoktu, "siz de onu seviyor
dunuz."
57
"Evet," dedi Isabel, onun sesi de aynı şekilde ifadesizdi,
"ama bir kocayı rahatsız edecek türde bir sevgi değildi. Ya
da en azından normal bir kocayı," diye ekledi.
Miss Janeway, birbirine kavuşturduğu ellerinin üstünden
bakıyordu ona, başının iyi duyan kulağının bulunduğu tara
fını hafifçe öne çevirmişti.
"Öyleyse Mr Osmond'un anormal bir koca olduğunu mu
düşünüyorsunuz?" diye sordu, Isabel'e onun sesinde belli
belirsiz bir alaycılık varmış gibi geldi.
Bu soruyu, onu hemen bashrarak karşılaması gerektiğini
biliyordu Isabel, bunun yerine susup üzerinde düşünmeyi
yeğledi. Bir kocayı normal kılan neydi? Bir koca olmanın bile
'normal' sayıldığına emin değildi, hatta bir karı olmanın. Ev
lilikten öğrendiği -ki epeyce şey öğrenmişti, bunu öğrenmek
hem kendine hem de bir kurum olarak topluma dair sahip ol
duğu duygudan çok şey kaybettirmişti- tarihöncesi bir çağa
geri gitmekten, oradaki ele geçirmekle ve boyun eğdirmekle
ilgili çok daha gelişigüzel, kaba saba ritüellerin kodlanma
sından başka bir şey değildi. Evlilik yemininin insanı uygar
laştıran ahlaki ilkesine gereken saygıyı gösteriyordu, yine de
insanın bir başka insana kendisini bedenen ve ruhen ömür
boyu adamasını istemenin ne kadar tuhaf bir şey olduğu duy
gusundan kurtulamıyordu. Uzun bir süre, bütün yasaların ve
bütün dinlerin kendisini durumun bu olduğuna inandırması
na razı olmuştu, yani evliliğin erkekler ve kadınlar için, için
de yaşayıp gelişebilecekleri doğal bir durum olduğuna; ama
sonra bu konunun gerçekten neler içerdiğini görüp ilk başta
yavaş yavaş, yakın zamandaysa daha hızla ikna olmuştu, ev
liliğin muazzam derecede çağdışı olduğunu anlamıştı; haya
tın gerçeği kadar muazzam; ölümün gerçeği kadar muazzam.
58
Karşısında oturan cılız kadının, eğer yüksek sesle söy
lendiklerini duysa, bu tür aykırı düşüncelere ne diyeceğini
korkarak merak etti, gözlerini tatlısından temkiniice kaldı
rıp bakınca Miss Janeway'in duruşundan, konuğunun dertli
zihninin içinde koşuşan düşünceleri sadece sezmekle kal
madığını gördü.
"Buraya herhalde benden öğüt almak için gelmediniz,"
dedi Miss Janeway, ağır ağır. "Kız kurularına," diye devam
etti, yüzündeki masum ve boş ifade gülümseme sayılabilir
di, "sizin içine -tereddüdü kısa sürdü- kısıldığınızı tahmin
ettiğim türden zor durumlarda hakemlik etsin diye pek baş
vurulmaz."
"Ah, elbette," diye yanıtladı onu Isabel hemen, ne yapa
cağını bilemeden, aklı karışarak biraz bocaladı, "aklıma bile
gelmez - yani sizi kendi dertlerimle rahatsız etmeyi düşüne
mem. Yalnızca... " Sesi kısılıp tedirgin bir sessizliğe dönüştü.
Şimdi kendine uzaktan bakıyordu, ama tuhaf ve ürkütücü
berraklıkta görüyordu, son hızla giden bir arabadaki yolcu
gibi değil de arabanın tekerleklerindeki demirlerin altında
ezilip çırpınan bir hayvan gibi görüyordu, bu şekilde yarala
nan bir hayvana uzaktan nasıl acırsa şimdi kendisine de öyle
acıdı. Aydınlık, küçük odada görmeyen gözlerle sağa sola
baktı, düşüncelerini taparlamaya çalıştı. "Bir seçeneğim var,
anlıyor musunuz?" dedi sakince, hala yan tarafa bakıyordu,
sözlerini konuksever arkadaşına değil de kendisine söyler
gibiydi.
"Bir seçenek mi?" diye onu teşvik etti Miss Janeway, ama
kendi içinde kaybolmuşa benzeyen lsabel' den yanıt gelme
yince devam etti: "Her seçenek zordur, benim deneyimim
böyle. Bununla birlikte, sizin şu anda aralarına sıkışmış ol-
59
duğunuz türden seçenekler karşısında, canım, benim dene
yimlerim çok yetersiz kalır."
Ancak Isabel'in onu can kulağıyla dinlemediği belliydi,
yine adeta patladı: "Seçeneğim bir tane değil ki," dedi, "bir
çok! İlki, ki net ve basit, Roma'ya dönmek - net ve basit, ama
elbette, önemi büyük. Bu kararı verirsem, o zaman, o zaman
bileceğim, ortaya çıkacak öteki seçeneklerin ne kadar zor
olacağını."
Miss Janeway uzunca bir süre susup oturdu, sonunda,
elbette ki iyi becerdiği tarzda, çok nazik ve çok yumuşak bir
sesle, "Kocan eve dönmeni bekliyor mu? Yani, buna izin ver
di mi?" diye sordu.
Isabel, deyim yerindeyse, sarsılarak kendine geldi, sanki
az önceki dikkatsizliği için kendini kınıyordu, sonra derin
bir soluk alınca omuzları havaya kalktı, çenesi dikleşti. "Ko
camın ne beklediğini artık bilmiyorum," dedi, sonra da acık
lı bir gülümsemeyle, "Sanırım artık kocarnı hiç tanımıyorum
- tabii eğer şimdiye kadar tanıdıysam," dedi.
60
VI
61
olsa da, pencereye vuran güneşi sanki birden çoğaltıp yumu
şatmış gibi göründüğünü düşündü, özlem duyarak. Ben hiç
böyle oldum mu, diye merak etti, can sıkıntısı içindeki genç
kadın, salt adımımı atarak bir odayı aydınlatabildim mi hiç?
Ralph Touchett olsa ona neşeyle evet derdi, en azından birkaç
tane de önemli sayılacak beyefendi çıkardı bunu söyleyecek
ve Ralph'ın görüşünü destekleyecek belki bir-iki tane de ha
nımefendi, ama kendisinin kuşkuları vardı Isabel'in. Ralph'ın
ve ötekilerin kendisinde gördükleri ışığın içsel bir özsaygının
dışa vuran pırıltısından başka bir şey olmadığından kuşku
lanıyordu. Kendisiyle ilgili düşüncesi hep fazlasıyla özgü
venli ve kibirli olmuştu, bunu şimdi anlıyordu -ah, hem de
nasıl anlıyordu, nasıl bir katılıkla!- ama bulunduğu yüksek
tünekten kendini aşağıya atmak ve tozların içinde uroarsız
ca çırpınmak zorunda mıydı? Elbette kimse, hatta kocası bile,
hatta o kurnaz Serena Merle bile ondan böyle tamamıyla sefil
bir duruma düşmesini beklemiyordu. Kendisinin en acımasız
eleştirmeni belki de kendisiydi, bunu biliyordu, kendini ya
ralamaya kendisinden daha az eğilimli olanlar için gül döşeli
bir yatak ne ise, daha önce sözü edilen çul kuşanıp kül içinde
oturmak da kendisi için aynı şeydi.
"Arzum," dedi, o ışıklı pencereye bakarak, "arzum özgür
olmak."
"Görür olmak mı?" diye yanıt verdi Miss Janeway, şa
şırmış ve ne yapacağını bilmezmiş gibi alnını kırıştırmıştı.
"Neyi görmek istiyorsunuz?"
Bir an çaresizce bakıştılar, sonunda Isabel sözünü Miss
Janeway'in yanlış duyduğunu anladı.
"Ah, öyle değil," dedi sesini yükselterek, yine de bağı
rırmış gibi görünmemeye çalıştı, "özgür olmak dedim ben
62
- gorur olmak değil." Miss Janeway'in yanaklarındaki,
pembeden kırmızıya dönüşen beneklerden hemen gözlerini
kaçırdı. "Sanırım az önce, neredeyse ölçüsüz bir özgürlüğe
sahip olacağıını düşünüp pek şaşırmıştınız," dedi Isabel, sı
kıntılı durumu geçiştirrnek için ' telaşlandığının' farkınday
dı. "Yani Roma'ya giderken belki bir süre Paris'te kalırım
dediğimde; ama benim sözünü ettiğim özgürlük bu değil."
"Öyleyse," dedi Miss Janeway, boşalan tatlı kasesinin al
tını elleyerek, "kocanızdan kurtulmak istediğinizi söylüyor
sunuz."
Sesinde aşırı resmi bir itiraz okunuyordu, ancak Isabel
Miss Janeway'in aslında işitme zorluğu yüzünden herhalde
her gün defalarca içine düştüğü sinir ve can sıkintısıyla öyle
konuştuğunu tahmin etti, yanlış bir yanıtın cidden görmezden
gelinen, peş peşe komikliklere yol açtığında yaşandığı gibi.
"Bence," dedi Isabel, çektiği acıya işaret eden bir gülüm
semeyle, "ben aslında kendimden kurtulmak istiyorum."
Böyle gülümseyerek karşısındakini sakinleştirmek ve ya
tıştırmak istemişti, ancak kusurunu gösteren o küçük sahne
yüzünden ne de olsa hala canı sıkılan Miss Janeway insafsız
dı. "Ama elbette ki kocan," dedi, "senin rahatsız olup kur
tulmak istediğin kişiliğin bir parçası."
Odanın atmosferindeki değişiklik çok belirgindi -yanlış
olan cidden yanlış olmuştu-, güneş ışığı bile üşütüyordu sanki.
lsabel, ev sambesinde de, o ana kadar dikkatini çekmeyen yo
ğun bir gerginliğin soğuk ışıltısını görüyordu, bunun önceden
olup olmadığını bilmiyordu, şimdi var mıydı yoksa kendisi mi
uyduruyordu, belli değildi. Ama yo, hayal görmüyordu; daha
dikkatli bakınca ve adeta en hassas duyargalarını olabildiğin
ce uzatıp havayı yoklayınca Miss Janeway'in, o ölçülü sempati
63
maskesi altında, pek üzerinde durmamak gerekirdi ama -hatta
üzerinde hiç d urmamak gerekirdi-, az da olsa hoşnut olduğu
nu anladı. Geldiğinden beri gözünü Isabel'den ayırmamışh,
onu gözlemiş, incelemiş ve kulaklan ağır duymasına rağmen
dinlemişti, ah, hem de büyük bir dikkatle dinlemişti. Şimdi de
Isabel kendini onun gördüğü gibi görüyordu, yalnızca bir eş
olarak, genç ve şımarık ve hoşnutsuz, Roma' daki hayalının
lüksünden sıkılmış, yaşlanan, sıkıa bir kocadan kurtulmak is
teyen biri olarak. Peki, başka ne bekliyordu Isabel? Buraya ne
redeyse kendini davet ettirmişti, al yanaklı, kaba-saba bir genç
kız gibi pek az tanıdığı bir kadının evine dalmıştı, özgürlük,
seçenekler ve Paris hakkında gevezelik ederken anlaşılacağını,
kendisine sempati gösterileceğini, şımarhlacağını ummuştu.
Bütün bu süre boyunca Miss Janeway onu gözlemiş, her şeye
dikkat etmiş ve en ince, en sıkıa ayrıntısına kadar zekasının be
cerikli, küçük, soğuk çelik kalemiyle zihnine yazmıştı. Bir söz
cük vardı -Isabel hatırlamaya çalıştı onu-, kocasının, dudakla
rını zevkle, kötü kötü şapırdatarak sık sık kullandığı Almanca
bir sözcük. Neydi o sözcük? Yo, aklına gelmiyordu.
Miss Janeway ona bir fincan yoğun kokulu çay koymuş
tu, Isabel gözlerini bu mükemmel içeceğin hafifçe buhar tü
ten yüzeyine dikti. Buraya gelmemeliydi; yo, gelmemeliydi.
Kapı hafifçe vuruldu, içeriye genç bir kadın girdi. Giydi
ği siyah elbisede en ufak bir fırfır ya da farbela yoktu, akla
rahibe giysisini getiriyordu. Saçlarını örüp halka şeklinde
sımsıkı dolamış, ensesinde bir file içinde toplamıştı. Yüz hat
ları da kıyafeti kadar sadeydi. Ellerinde büyük, sert bir mu
kavva vardı, mukavvanın bir yüzünde koyu kırmızı, uzun,
sert harfler gördü IsabeL Miss Janeway, kadına Mary Anne
diye hitap etti, ayağa kalkıp yanına gitti, kadını konuğuy-
64
la tanıştırmayı gereksiz görür gibiydi. İki kadın pencereye
yaklaştılar, Miss Janeway mukavvayı a ldı, ışığa doğru tutup
hiç konuşmadan inceledi. Sonra başını salladı, onu kıza geri
verdi, o da geldiği gibi sessizce çekilip gitti; kızın kısa kalışı
odanın havasında neredeyse hiçbir değişiklik yaratmamıştı.
"Burada küçük bir baskı makinemiz var," diye açıkladı
Miss Janeway, masaya dönüp eski yerine otururken. "Arka
daki odalardan birini makineye göre düzenledim. Yarın par
l amento binasında bir gösteri yapacağız. Mary -Miss Evans
pankartların basımıyla ilgileniyor."
"Bir gösteri mi?" diye sordu Isabel çekinerek.
Miss Janeway ona alaycı gözlerle baktı. "Az önce özgür
kalmak istediğinizden söz etmiştiniz. Ama özgürlük asıl
olarak, öncelikle uygulamaya dayanır."
"Ah, anlıyorum," dedi Isabel, onun bakışları da aynı de
recede alaycıydı. "Sizler süfrajetsiniz."
"Biz," diye onu nazikçe düzeltti Miss Janeway, süfrajis
tiz. Basındaki beyler alay etmek için bu 'süfrajet' sözünü
uydurdular. " 1 Biraz durdu. "Bizim hareketimizle ilgili ha
berlerin Ebedi Şehir' e2 kadar ulaştığını pek hayal edemem,
öyle değil mi?"
Isabel başını iki yana salladı. "Henüz değil, ne yazık
ki. Korkarım ki İtalyan kadınları yerlerini iyi biliyorlar.
Seçme ve seçilme hakkı anlamındaki sujfrage kelimesinden gelen sujfragist,
1 880'lerden beri, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmasını savunanlar
için kullanılırken, sujfragette onları aşağılamak maksadıyla uydurulmuştur.
Kelimenin sonundaki -ette küçültme eki (Türkçedeki -cik/ cık eki gibi), aynı
zamanda, önceden ya da genellikle erkekler tarafından ifa edilen meslek
lerde çalışan kadınlar için kullanılır (ör. usherette: kadın yer gösterici). Aynı
kelime, sonraları, barışçıl ya da ılımlı çabalarla yetinmeyen eylemci kadın
gruplarının, kendilerini öncellerinden ayırmak için sahiplenmesiyle olumlu
bir anlam kazanacaktır. (ed.n.)
2 Ebedi Şehir: Roma'ya takılan ad. (ç.n.)
65
Erkeklerin bildiği kesin, kadınları bulundukları yerde tu
tuyorlar."
"Ama sen bir ' İtalyan kadını' değilsin - sen bir Amerika
lısın. Kocan da, sanırım, Yeni Dünya' da doğmuş."
"Evet, öyle. Ya da öyleydi. Baltimore' da doğmuş, ama
Avrupa' da o kadar uzun zaman yaşamış ve orasının
adetlerine öyle hakim olmuş ve öyle bir konuma gelmiş ki,
oradan bakıp o ülkede doğup büyümüş insanlara büyüklük
taslama hakkını kendinde görüyor."
Miss Janeway bu sözün üzerine acımasızca atladı.
"Avrupa' da öğrendiği adetlerden biri de kadınlara boyun
eğdirmek mi?"
Sözlerinin sertliğini, dudaklarını birbirine bastırıp gülüm
seyerek hafifletmeye çalışmıştı, ancak Isabel yine de şaşırmış
h kadının coşkulu konuşmasına. "Ben buraya kocarnı kötü
lemeye gelmedim," dedi sakince, gözlerini masaya dikerek.
Havada, aralarında asılı duran sorunun farkındaydı, neden
geldiğine dair haklı sorunun, ama onun havada öyle muhata
bını bulmadan asılı durmasından hoşnuttu. "Onun bildiği
miz canavarlardan biri olduğunun düşünülmesini istemem.
Aslında, boyun eğdirme gibi şeylerden söz edeceksek, onun
kadar yabanilikten uzak bir kimse de tanımıyorum, özgür
olmanın ince farklılıklarını ondan daha iyi bilen birini de."
"Ya özgür olmamanın?" diye sürdürdü Miss Janeway, o
büzülmüş, nazik gülümsemesini hala bozmadan; Isabel bu
kadının kendine özgü hoşgörü ve nezaket kuralları olduğu
nu ya da en azından öyle göründüğünü kabul etti.
Hizmetçi gelip başka bir şey isteyip istemediklerini sor
du. Miss Janeway bir şey isterneyince kız gülümseyip oda
dan çıktı. Ev sahibesi Isabel'e döndü. "Kusura bakmayın, ca-
66
nım," dedi, "sizi ihmal �ttim, belki istediğiniz bir şey vardır?
Ne yazık ki kahve İçıniyoruz ve" -gülümsemesi yumuşadı
"artık mutlaka tam bir İtalyan damak zevki haline gelmiştir
ama Dionysos' a pek yakışmayan meyve liköderimizden bi
rinin tadına bakar mısınız diye de soramayacağım."
Isabel, kötü niyetle olmasa da, alay edildiğinin farkınday
dı, yanıt olarak o anda dünyada isteyeceği bir tek şey daha
olmadığını söyledi azimle, ki içecekler bakımından bu dediği
doğruydu. İki kadın peçetelerini bıraktılar -keten değil patis
ka peçetelerdi, evin genel sadeliğine ve mütevazılığına uy
gundular- ve masadan kalktılar. Miss Janeway koyu yeşil pa
muklu kadife kaplı, kolçaklarının tepeleri parlayan, küçük bir
kanepenin bir ucuna oturdu, Isabel ise pencerenin önüne gitti.
Orada durup güneşin pariattığı camlardan dışarıdaki dar bah
çede yeni büyüyen gülhatmileri ve çiçeklenen leylakları sey
rederken daha önce bulmaya çalıştığı sözcük geldi aklına, ko
casının pek hoşlandığı Almanca sözcük. Schadenfreude, bunun
,mlamını çok iyi biliyordu Isabel, başkalarının talihsizliklerin
den zevk alma. Bu kadar geniş bir kavramı bir tek kullanışlı
terimin içine sıkıştırabilen dikkatli ve titiz Almanlara güve
nilir, diye düşündü. Ama hatırlayamadığı bu sözcüğü birden
aklına getiren neydi acaba? Bu soruyu sorduğu anda yanıtı,
avının üzerine atiayan bir deniz kuşunun yaman hızıyla uçar
casına geldi. Odada Miss Janeway ile kendisinin konumları,
yani kendisi ayakta dururken ev sahibesinin oturması, aklına
başka bir yerde ve artık ona başka bir hayat gibi görünen bir
zamanda tanık olduğu buna benzer ama bu kadar rastlantısal
olmayan bir durumu getirmişti. Bir gün, kocası ve onun kı
zıyla birlikte oturduğu Roma' daki görkemli ama dayanılmaz
derecede kasvetli evi Palazzo Roccanera' da salonlardan birine
67
girmiş, eşiği aşar aşmaz durmuş, kocasıyla arkadaşları -arka
daşları!- Madam Merle'yi, onlar kendisini fark etmeden bir
saniye önce orada birlikte görmüştü, çok sakindiler, birbirle
rine sessizce bakıyorlardı, belli ki bir süredir yürütülen bir ko
nuşmaya ara vermişlerdi. Bu kadar samimi bir havada sohbet
etmeleri alışılmadık bir şey değildi -Baltimore'lu Gilbert Os
mond Brooklynli Serena Merle'yi, Isabel ikisinin de hayatları
na girmeden yıllar önce tanımışh- ancak Isabel' i yalnızca onla
rın birbirlerine bütün dikkatlerini toplayarak bakmaları değil,
iri, sarışın başı her zamanki gibi havaya dikili Madam Merle
ayakta dururken Osmond'un ayaklarını uzatıp, ellerini rahat
ça pantolonunun ceplerine sokarak derin bir koltukta oturma
sı şaşırtmıştı; Isabel, Ralph Touchett'in de öyle oturduğunu,
daha doğrusu uzanarak oturduğunu sevgiyle hatırladı, ama
Isabel'in kocasının yaptığı gibi tembelce gevşeyerek oturmak
tan keyif aldığının görülmesine asla izin vermezdi. Karısını
gören Osmond hemen doğrulup oturmuş, debelenerek ayağa
kalkmış, yürüyüş yapmak istediğine dair bir şeyler geveleye
rek odadan neredeyse kaçareasma çıkmıştı. Madam Merle ise
olduğu yerde cesurca kalmış, dimdik duruşunu, sakin bakış
larını hiç bozmamışh; Isabel'in az önce Miss Janeway'in gözle
rinde gördüğüne inandığı aynı küçük, keskin ışık parlıyordu
onun da gözlerinde: bir başkasının üzüntüsünden, şaşkınlık
ve genel anlamda çaresizliğinden gizlice keyif almanın ışığı.
Isabel o gün, kendisinin, kendisiyle kocasının yuvası olan o
Roma sarayının kasvetli görkeminin ortasında çaresiz, şaşkın
ve üzgün olmamıştı, ama er ya da geç olacaktı, ah, kesinlikle
olacaktı, o Madam Merle' den daha iyi kim bilebilirdi bunu?
"Özgürlükten söz ediyorduk ve özgürlüğün nasıl bir şey
olduğundan," dedi Isabel, Miss Janeway'e, pencereden oda-
68
ya dönmeden. "Korkarım ki bu kavramlardan genel anlam
da söz ediyorum, dolayısıyla sizin bildiğinize pek uymuyor
lardır. Yani demek istiyorum ki, sanırım sizin için özgürlük,
hemen ve somut olarak uygulanabilen bir şeydir."
"Peki sizin için nedir?" diye sordu, arkasında oturan Miss
Janeway. "Örneğin İtalya'ya ve evinize giderken Paris'e uğ
rayıp uğramamanız pratik bir mesele değil mi?"
lsabel, 'ev' sözcüğünün tırnak içine alındığını açıkça
sezmişti ve bir kere daha kendisiyle alay edildiğini anladı,
ama bu kez hatırılan iğneyi olduğu gibi hissetti; Miss Jane
way, konumu ve fikirleri ne kadar sakin ve kesin görünürse
görünsün, bildiğimiz kıskançlığın can yakıcı etkisinde kala
biliyordu, bunu da tahmin etti IsabeL Paris'ten söz ettiğine
pişman olmuştu, o şehirden, o büyük olanaklar diyarından
söz edince, karşısındakinin aklına oradaki sınırsız serbest
likterin ve kendi zenginliğinin gelmiş olmasına pişmandı.
Bu meseleyi açıkça konuşmaya karar verdi. Pencereden
ayrılıp kanepeye yaklaştı, oturmak için izin istedi. Yıpran
mış ve rahatsız olduğu belli kanepeye oturunca, bir hata
yaptığını anladı, çünkü ev sahibesinin bu kadar yakınında
olması -gerçekten küçük bir kanepeydi- istenmeyen, garip
bir samirniyet durumu yaratmıştı, tıpkı sosyeteye tanıtma
balosunda, sırf partner bulamadıkları için birlikte dans pis
tine fırlayan iki genç kızın arasında doğabilecek türden bir
samirniyet Yine de söze girişti IsabeL
"Para," dedi, "yani paraya sahip olmak, tabii bir açıdan
özgürlüktür, tabii, bazı zamanlarda ve bazı koşullarda, öz
gürlüğün ta kendisi değilse."
"Daha geniş bakış açılarına imkan verdiği kesin," dedi
Miss Janeway, biraz durduktan sonra; konuşmanın açık yü-
69
rekli hatta arsızca denebilecek şekilde parayla ilgili bir yöne
sapmasının onu şaşırttığı ve bir bakıma temkinli davranır
duruma getirdiği belliydi.
"Benim sahip olduğum para," diye devam etti Isabel,
düşüncelere dalmış gibi kaşlarını çatarak önüne bakarken,
"bana enişternden kaldı -teyzemin kocasından- ama geçen
lerde bu paranın bana aslında, gizli saklı, kuzenimden geldi
ğini öğrendim, yeni ölen kuzenimden."
"Yani genç Mr Touchett'ten," diye ekledi Miss Janeway
nazikçe. "Henrietta bana ondan söz etti."
"Umarım merhametle söz etmiştir," dedi Isabel gülümse
yerek. "Henrietta hep kınardı onu, tembel ve sinik olduğunu
söylerdi, öte yandan Ralph da onu sürekli kışkırtarak ateşe
körükle gitmekten çok hoşlanırdı. Henrietta, Ralph'ın söyle
diği kadar hasta olduğuna hiç inanmadı."
"Ralph bunu kanıtladığına göre, Henrietta suçluluk mu
duyuyor?"
"A, öyle demeyin!" diye bağırdı Isabel, ama gülümsüyordu.
"Ralph onun zerre kadar pişmanlık duymasına neden olduğu
nu bilse dehşete düşerdi. Henrietta onun hakkında ne düşünür
se düşünsün, hatta düşünür gibi yapsın, Ralph onun ne düşün
düğünü anlıyordu, pek az kişi anlamıştır ya da anlar bunu."
Geçip giden bir şeye, belki gölgeler ülkesinden gelen ve
onayladığını gösteren bir iç çekişe saygı gösterir gibi sustu
lar. İlk konuşan Miss Janeway oldu.
"Sormama izin verirseniz," diye yeniden söze başladı
çekinerek, hafifçe öne eğilmişti, "nasıl oluyor da kuzeniniz
mirasını size bırakıyor ve siz bunu yeni öğreniyorsunuz?"
Isabel'in donuklaşmasından, onun artık bütünüyle orada
olmadığını anladı Miss Janeway, bilincinin hareketli kısmı
70
başka bir yerdeydi, geride, kuzeninin ölüm döşeğindeydi kuş
kusuz. Konuştuğunda sesi de çok uzaklardan gelir gibiydi.
"Mirastan kendine düşecek payın yarısını ayırmış -belki
yarıdan fazladır, bilmiyorum-, onun bana aktarılması için
babasını ikna etmiş ve ona gizlilik yemini ettirmiş. Ben ha
yat yokuluğuma çıkarken yelkenlerimin şiştiğini görmek
istiyordu Ralph. Karşılığında tek arzusu, ara sıra ona yaz
mam, karşılaştığım güzelliklerden, yolculuğum sırasında
uğrayacağım harika limanlardan söz etmemdi. Korkarım ki
bir Marco Polo ya da Vasco da Gama olamadım. Yola çıkar
çıkmaz narin kayığım kayalara bindirdi."
Aralarına tekrar kısa, çınlamalı bir sessizlik girdi, onu
bölen yine Miss Janeway oldu. "Yani evlendim demek isti
yorsunuz?" dedi, sesi onları kuşatan hava kadar durgundu.
"Evlendim," dedi Isabel, onun sesi de aynı şekilde bo
ğuktu, üzerinde boyun eğişin ağırlığı vardı. "Ya da evlenıne
ye yönlendirildim mi demeliyim?" Kanepenin öbür ucunda
dimdik oturan ev sahibesine çevirdi yüzünü. "Yani en basit
ve en bayağı şekliyle söyleyecek olursam, param için evle
niidi benimle."
Ayağa kalktı, pencerenin önüne gidip yüzünü dışarıya
döndürdü. Şakaklarındaki kestane rengi yumuşak bukle
lerde güneş ışıldıyordu. Ne kadar genç, diye düşündü Miss
Janeway -aslında otuzunda bile yoktu henüz!- düşkırıklığı
yüzünden neredeyse orta yaşlı gibi görünüyor.
"O kadar çok muydu, paranız?"
Isabel yeniden sorunun sahibine döndü. "Eh, beni elde et
meye değer bir varlık yapmaya yetecek kadar param vardı.
Şimdi çok daha arttı. Kocam pek çok şey olmayabilir ama kur
nazdır. Benim sayemde bankanın güvenini kazandı -benim
71
Londra' daki bankamın- ve benim mütevazı servetimi başa
rıyla ..."
Duraksadı. Miss Janeway sakince gözlerini kırpıştırdı.
"Mütevazılığın üstüne mi çıkardı?" diye mırıldandı.
"Mütevazı ya da değil," dedi Isabel, kendi sesindeki ne
redeyse saldırgan güce biraz şaşırarak, "servetim şimdi ha
yatımın merkezine oturdu, önümdeki manzaranın geri kala
nını kapatan bir dağ oldu."
Bu sözü kuru bir bakışla karşıladı Miss Janeway. Bir an
sessiz kaldı, konuştuğunda da sanki söylediği şeyle hiç ilgi
si olmayan başka bir şey dikkatini dağıtmış gibiydi. "Sizin
kullandığınız bağlamda 'servet' sözcüğündeki anlam belir
sizliği beni hep şaşırtmıştır," diye mırıldandı, duyulur du
yulmaz bir sesle.
Ancak Isabel bu sözün üzerinde hiç durmadı. "Servetimi
-paramı- özgürlüğümü satın almak için kullanmayı amaç
lıyorum."
Gözlerinde yepyeni bir ışık çakrnıştı, bütün yüzünü
-adeta bütün varlığını- aydınlatan bir ışık. Miss Janeway
kanepede biraz geri çekildi, Isabel'i irkilerek, ilgiyle gözledi.
Sanki odaya salmarak yeni biri girmişti, sembolik kollarını
sıvamış, tam bir gözüpeklik ve kararlılık örneği olan biri, bir
sihirbazlık numarasıyla az öncesine kadar orada bulunan
kararsız ve dertli genç kadının yerine geçmişti.
"Yani paranızı kocanızın üzerine mi yapacaksınız?" diye
soracak oldu yaşlı hanım kurnazca.
Burun delikleri gerilen Isabel'in gözleri gerçek bir uyarı
ışığı gibi parladı.
"Özgürlüğümü satın almaya kararlıyım," dedi, "isterse
niz siz buna seçme ve seçilme hakkımı deyin!"
72
VII
73
ellerini önünde kavuşturmuş, gülhatmilerin yanında duru
yor, yüzünde şaşkınlığa benzeyen bir ifadeyle Isabel'i sey
rediyordu. Isabel, yine kibarlık adına, acaba öpmeli miyim
onu diye düşündü. Oysa Miss Janeway Isabel'in aklından
geçeni okur gibiydi, küçük ama manidar bir hareketle geri
çekildi, dudaklarını yine öyle, Isabel'in eve geldiği sırada
yaptığı gibi garip bir biçimde büktü, bu hareketi gülümseme
değil de zaptedilen bir gülümseme belirtisi gibiydi; kuşku
suz bu hanımefendi öpüşmeyi filan ciddi insanların girişece
ği türden davranışlar olarak görmüyordu ve Miss Janeway
de, başka bir şey olmasa da, kesinlikle ciddi biriydi.
Isabel araba durağını, dönüp dolaşmadan, kolayca bul
du. Sanki kendisini bekler gibi tek bir araba vardı durakta;
rengi parlak siyahtı, canlı bahar güneşinin altında sessizce
dururken biraz cenaze arabasını andırıyordu. Önceki araba
cının tersine bu seferki genç ve fazla samimi denecek kadar
hevesliydi. Gereksiz bir özen gösterisinden ve dans eder gibi
sıçrayıp durduktan sonra Isabel'in pek de tehlikeli olmayan
hasarnağa basmasına yardım etti, Isabel de güneşin ısıttığı
kanepede arkasına yaslanıp böyle cesur ve kesin bir karar
vermesinin tadını çıkardı. Miss Janeway'in evinin tarafsız
ortamında yapmak istediği şey buydu işte: bir karar vermek
ya da zaten vermiş olduğu kararı en azından pekiştirrnek
Kocasına o parayı, ya da yeterli bir miktarını zaten verecekti,
karşılığında, Miss Janeway'in pek bastıramadığı kuşkuculu
ğuna içinden meydan okuyarak azimle söylemeye devam
edeceği gibi, özgürlüğünü elde edecekti.
Araba, her virajı sertçe alarak ağaçlıklı sokaklarda ilerler
ken Isabel' in zihni, doğal olarak, sarsılıp gevşedi, uyanık düş
görür gibi düşünceleri yine, sade konukseverliğini, keyif al-
74
masa da, takdir ettiği hanımefendiye gitti. lsabel, güneyde
ki bir bölgede, gurbette yaşadığı yılların izin verdiği ölçüde
kendini çağdaş fikirli ve günün önemli meseleleriyle ilgili
görüyordu, ama Miss Janeway öyle radikal görünüyordu ki
sanki Isabel' den farklı bir türe aitti. Bununla birlikte, üze
rinde düşününce anlıyordu ki, yaşlı hamının radikalizmine
mutlaka çağdaş ya da ilerici denilemezdi. Aslında onu ilkel
bir tip olarak görüyordu Isabel, eski çağların tiyatro oyun
larındaki bir tip gibi, koronun arasından sakince öne çıkıp
şehrin harabeye döneceğine, kulelerin yıkılacağına ve hatalı
kralın kendi kanında boğulup öleceğine dair kehanette bu
lunan, örtülere sarınmış, meçhul bir Kasandra. Eğer Miss
Janeway yeterince pankart bastırabilse ve yeterince gösteri
başlatabilse, o sakin ve saygıdeğer tarzıyla bütün dünyanın
şimdiki yapısını yıkıp toza bulardı. Ama toplumda herhan
gi bir değişiklik yapılacaksa, gerekli olan Miss Janeway gibi
biri değil miydi? Nazik değildi, olmak da istemiyordu; yu
muşak başlı değildi; keskin uçları, garip köşeleri vardı; ona
hükmetıneye çalışan bir erkek, Miss Janeway'in inancının,
bağnazlığının içten içe süren kininin dikleşen iğneleri eline
batınca hemen geri çekilirdi.
Isabel otele sığınınca orayı serin ve sakin buldu, her na
sılsa hep öyle oluyordu ya da en azından öyle görünüyor
du. Göze batınadan valiz taşıyarak geçen bir görevli ya da
koşuşturan bir kat hizmetçisi dışında koridorlar boştu, göz
attığı salonlar da öyle yumuşak, sessiz ve hülyalı, tanecikli
bir ışıltıyla doluydu ki Isabel'in içinden onları rahatsız et
mek gelmedi. Mekanın alışılmamış ıssızlığından büyülene
rek bir süre ortalıkta dolaştı; bomboş bir evde keyifle koşuş
turan bir çocuk gibi hissediyordu kendini. Miss Janeway'e
75
özgürlükten söz etmişti -aslında özgürlük dışında bir şey
konuşmamış olmaktan korkuyordu-, şimdi de, bu insansız,
hülyalı yerlerde özgürlüğün bir örneği sunuluyordu ona, bir
terzinin ona bedavadan zorla bir parça ipekli kumaş verme
si gibi. Boynundaki zincire asılı saati kontrol etti, vaktin ne
kadar erken olduğunu görünce içini çekti; hiç ortaya çıkma
yan Mrs Pullan'ın haşlanmış sebzeleri açlığını hiç giderme
mişti, bu yüzden akşam yemeğini neredeyse hınçlanarak,
hevesle bekliyordu. O masum, yeşillikli öğle yemeğinden
sonra, etoburların bayrağını dalgalandırmayı görevi sayı
yordu, böylece Jermyn Sokağı'ndaki Wilton'un restoranına
gitmeye ve az pişmiş biftek yanında bir kadeh kırmızı şarap
içmeye karar verdi, üstüne de iyice sağlıksız, tatlı bir şeyden
bolca yiyecekti, bu ziyafeti kopkoyu bir kahveyle tamam
layacaktı. Ama sonra nerede olduğunu hatırladı ve yine iç
geçirdi: Londra' da bir hanımefendinin bir restoranda herke
sin içinde tek başına yemek yemeye kalkışması hiç 'yakışık
almazdı'.
Odasına çıktı, şintz kaplı koltuklardan birini pencere
nin önüne çekti, orada bir süre sakince oturdu, aşağıdaki
sokaktan gelen akşamın ilk gürültülerini dinledi. Bütün şe
hirde son dakika davetlerini ileten telgraf telleri harıl harıl
çalışıyor olmalıydı, hanımefendiler çoktan hizmetçilerine
hangi elbiselerini çıkaracaklarını söylüyorlardı, kulüplerde
beyefendiler iç çekerek saatlerine göz atıyorlar, gazetelerini
katiayıp arabalarının çağrılmasını istiyorlardı herhalde. Ger
çekten de, şimdi hatırlıyordu, Isabel de bir yere davetliydi,
Henrietta Stackpole Wimpole Sokağı'nda her zaman kaldığı
yerde olacağını söylememiş miydi? Isabel de geceyi şehir
de geçireceğine göre erkenden gidip arkadaşına akşam ye-
76
meğinde eşlik etmeyi düşünebilirdi, öyle demişti Henrietta.
Belki de öyle yapardı Isabel, ama henüz karar vermesi ge
rekmiyordu, burada, yaz akşamının yumuşak ışığında böyle
sessizce, sakince oturmak hoşuna gidiyordu.
Miss Janeway'in akşam yemeğindaki konuğunun
Fulham'a ne zaman gideceğini merak etti. Adı ne demişti?
Wilson mu? Walston mu? Kim olursa olsun, o hanım Mrs
Pullan'ın mutfak becerisinden neler bekleyeceğini umarım
biliyordur ve önceden önlemini almıştır diye düşündü.
Şimdi Miss Janeway'i düşünürken, Isabel ister istemez
bu düzenli, kuru, keskin gözlü kadında, eğer cesaretle dün
yaya -ama Miss Janeway'in, evrensel hakkın en sonunda
kurulu olacağına inandığı, belirsiz bir gelecekteki dünyaya
değil, gerçek dünyaya- çıkmasaydı kendisinin dönüşebiie
ceği kadının imgesini gördü. Kişisel riskiere girmişti, buna
benzer risklerden Miss Janeway'in kaçmacağını tahmin edi
yordu, tam da kişisel oldukları ve genelin iyiliği için giri
şilmediklerinden dolayı. Kuşkusuz bu riskierin en büyüğü
Gilbert Osmond'la evlenıneye razı olmasıydı; bunun risk
olduğunu, ancak şimdi dönüp geriye bakınca görebiliyordu,
kabul ediyordu bunu, cesareti ve gözüpekliği için kendini
kutlaması, kendisini kandırma anlamına gelirdi. Osmond
ona evlenme teklif ettiğinde, ki hesaplı olsa da Isabel'in hala
hayranlık duyduğu bir çekicilikle, ineelikle ve kusursuzca
yapmıştı bunu, bu teklif Isabel' e kabul edebileceği en sağ
lam ve makul düzenleme gibi gelmişti. Tam bu noktada
düşüncelerine birden ara verdi, geniş ve yumuşak koltuk
ta olabildiğince dikleşip oturdu. Bir düzenleme: Bu sözcük
aklına yandan gelip girmişti, ama bütün o tekinsiz tarafsız
lığıyla işte oradaydı. O zeki ve muazzam kültürlü adamla
77
evliliğini böyle mi, bir düzenleme gibi mi düşünmüştü, bir
eşyanın yerini değiştirir gibi, bir iskemlenin, bir masanın
- bir yatağın? Ama hayır, hayır: Kendisini eleştirmesinin de
bir sınırı olmalıydı. Gençliğinin ve deneyimsizliğinin izin
verdiği ölçüde sevmişti Gilbert Osmond'u. Herkesin, onun
can sıkıcı bir sanat meraklısıyla evlenerek kendini ziyan etti
ğini düşünmesi -Ralph bile, özellikle Ralph bu evliliğe karşı
çıkmıştı, ama Isabel kararını verip Osmond'la evlenene ka
dar bu konuda bir şey söylemekten kaçınmıştı- seçiminin
doğruluğundan daha da emin olmasına yaramıştı. Ah, bir
düzenleme yapılmıştı, ta başından vardı bir düzenleme,
kuşkusuz vardı; ancak bunu ayarlayan Isabel değildi, Gil
bert Osmond' a kalsa bu düzenlemenin planlanmasına baş
tan sona razı olurdu ama tamamıyla onun fikri de değildi.
Isabel'in yaşlı Mr Touchett'in parasının dolgun bir miktarına
kanacağı belli olur olmaz, Osmond'un eskiden beri sırdaşı
ve suç ortağı olan Serena Merle bu planı tasariayıp uygula
maya koymuştu.
Isabel gözlerini kapadı ve pencerede, alacakaranlığın
bitmeyeceğe benzeyen ışığında öyle sakin oturdu ki, odada
biri olsa onun artık soluk almadığına ve kendisinin heyke
line dönüştüğüne yemin edebilirdi. Para: Ne zaman onu ve
hayatında yol açtığı felaketleri düşünse kendini kirlenmiş
hissediyordu. Isabel'in gözünde simya tersine işlemiş ve al
tın değersiz bir madene dönüşmüştü. Para, somut yaşamın,
o dile alınmaması gereken temel işlemlerinin ürünlerinden
biri gibiydi, uygar toplumdaki gerekli kurallar korunacaksa
ve hiç bozulmadan uygulanacaksa, paranın adı da kesinlikle
ağza alınmadan geçiştirilmeliydi; ama hep vardı o, bilmez
gibi görünmemiz gereken ama bilmeden edemediğimiz,
78
kendi içimizdeki gizli oda dışında reddetmemiz gereken bir
şeydi.
Ansızın gözlerini açtı, doğruldu, ellerini önünde kavuş
turdu, irkilerek ayağa fırladı. Banknot tomarını o anda hatır
lamıştı. Ne olmuştu ona? Miss Janeway'in evinde bırakmış
olmalıydı. Evet, evet, öyle olmuştu: Miss Janeway'le birlikte
masadan kalkadarken parayı oymalı ahşap sandalyenin ar
kasında sıkıştırdığı yerde bırakmıştı, ev sahibesi rengi sol
muş yeşil kanepeye otururken Isabel de bahçeye bakmak
için pencereye gitmişti. Belki hala oradaydı, kimse fark et
memişti. Ama hizmetçi kız -neydi adı?- sofrayı toplarken
ve odayı akşam yemeği için düzenlerken mutlaka keşfetmiş
olmalıydı onu. Bunu düşününce Isabel'in yanakları kızardı,
aslında iki kez kızardı, ilki korkunca, ikincisi kendini suçla
yıp utanınca. Hizmetçinin -Daisy! Buydu adı- hizmetçinin
Miss Janeway kadar dürüst olmadığını neden düşünüyordu
ki? Yine de çok büyük miktarda bir paraydı o, herhalde kızın
ömür boyu çalışsa bile kazanamayacağı kadar büyüktü. Ah,
ne yapacaktı şimdi? Ne yapmalıydı? Elleriyle ağzını kapa
tarak pencerenin önünde bir aşağı bir yukarı dolaştı, her iki
başparmağının eklem yerlerini alt dudağına öyle bastırmıştı
ki yumuşak etin gerisinde dişlerinin keskin kenarlarını his
sedebiliyordu.
Sonra aradığı yanıtı, içine düştüğü açmazın yanıtını bul
du; az önce düşündüğü, telgraf tellerinden vızıldayarak ge
çen o iletiler kadar net ve özlüydü. Bir telgraf çekecekti. Miss
janeway'e Londra'da bulunduğunu haber vermek ve birlik
te yiyecekleri yemeği bir kez daha teyit etmek istediğinde
yaptığı gibi, kağıtla kalem getirilmesi için çıngırağı çalacaktı
ki parmağını tam ona yaklaştırırken durdu, yine saatine göz
79
attı. Telgraf işe yaramazdı, hem de hiç; aklındakini uygula
yabilmesi için daha büyük yazma alanı, daha geniş kenarları
olan normal bir mektup kağıdı gerekliydi. Staines kız kar
deşinin evinden dönmek üzereydi, daha başından şapkası
nı çıkarmadan onu hemen Fulham' a gönderebilirdi. Doğru,
akşam yaklaşıyordu, ama hızlı bir araba bulursa ve sürücü
sü yolcusuyla birlikte nehir kenarındaki sokakların kalaba
lığında kaybolmazsa, haber karşı tarafa bir saate varmadan
ulaşırdı.
Yatağın yanında -yatak şimdi bir önceki gün ilk gördü
ğünde olduğundan daha az afili, daha az korkutucu görü
nüyordu gözüne- duvara dayalı duran küçük yazı masası
na gidip oturdu, kendini ciddiyetsizlik derecesinde gamsız
hissediyordu. Masada bolca kağıt vardı, hepsinin tepesinde
otelin amblemi görülüyordu. Kurutma kağıdının üst tarafın
daki olukta duran kalemi aldı, mürekkep hakkasının kapa
ğını açtı, kalemi batırdı ve yazmaya başladı. Özgürlük, diye
düşündü, insanın tercihlerini uygulama hakkından başka
nedir ki?
80
VIIJ
sı
İki hafta önce, Gardencourt' a giderken, Isabel Londra' da
kısa bir mola vermiş, Ralph Touchett'in son günlerinde ve
saatlerinde onun yanında olabilmek için Roma' dan han
gi koşullar altında ayrıldığına dair arkadaşının kendisini
sorguya çekmesine katlanmıştı. Ebedi Şehir' den -herkesin
kullandığı ve Dantevari bir imayla bitimsiz bir tutsaklığı,
bitimsiz bir ıstırabı akla getiren bu lakap bugün içini ürper
tiyordu- ayrılmasından önce karmakarışık duygular içinde
yaşanan olaylar hakkında pek az bilgi vermişti ama artık ar
kadaşına bütün olan biteni açıkça aniatma zamanı gelmişti,
ya da akıllıca bulduğu kadarını; bu itirafı Henrietta'ya da
kendisine de borçluydu. Ancak onca acı veren bu tehlikeli
meseleleri açığa çıkarmanın canını yakacağından da kuş
kusu yoktu. Son zamanlarda öğrenmek zorunda kaldığı en
korkunç şeylerden biri, insanın içine düşebileceği kişisel
utancın ve sefilliğin derinliğinin sınırı olmadığıydı. Kocası
ile Serena Merle birlik olup onu üzerinde durduğu alçı kai
deden aşağı itmişlerdi; Isabel onun üzerine çoktandır, hatta
ta genç kızlığında çıkmış olduğunu şimdi anlıyordu, öyle ki
ayaklarının altında durduğunu unutmuştu bile; şimdi, hala
o yüksek yerden yuvarlanarak, dönerek düşerken, yarala
rını ve dertlerini arkadaşına anlatacak, gizlendiği bulutla
rın arkasından ortaya çıkacak, bakmak isteyen herkes onu
görebilecekti. Ah, arkadaşının sırrını saklayacağına emindi
-Henrietta Stackpole' dan daha düzgün, daha ketum biri
yoktu- ama bir kişiye de anlatsa, kalabalığa da anlatsa an
latan için aynı şeydi.
Otelden çıktıklarından beri Staines ilk kez ağzını açtı;
sonradan anlaşılacağına göre o da önemli bir konu üzerinde
kafa patlatıyordu.
82
"Arkadaşınızın aşçısıyla konuştum," dedi, arabanın için
deki koyu karanlıkta sesi tuhaf bir şekilde ruhani geliyordu
kulağa.
"Öyle mi?" dedi Isabel, "Mrs Pullan."
Hizmetçisi bumunu çekti. "Bana adını söylemediler."
"Öyle işte, adı buymuş: Mrs Pullan."
"Tamam. Kendisi söylemedi."
Yine bir burun çekmesi.
"Ben onu görmedim," dedi Isabel özür dilercesine, ama
ortada özür dilenecek bir şey olduğuna pek emin değildi.
"Sadece adının söylendiğini duydum, hem de alçak sesle.
Çok mu sert biri?"
Hizmetçisi bunun laf olsun diye söylendiğini varsayıp
yanıt vermeye gerek görmedi. Kısa bir sessizlik oldu. Yakın
daki bir çan kulesinin çanının buçuğu vurduğunu duydular.
İçinden geçtikleri sakin alacakaranlıkta arabanın tekerlekle
rinin yolun üzerinde çıkardığı ses epeyce yüksek ve gıcırtı
lıydı.
"Adı ne olursa olsun gayet serbest konuşuyordu," dedi
hizmetçi, şimdi onun sesi de abartılı denecek kadar yüksek
ti, 'patırtı koparacak' birinin sesine benziyordu.
"Öyle mi?" diye yanıtladı onu Isabel, temkinliydi, içinde
bir soğukluk hissetti, sanki kalbine buz gibi bir şey değmişti.
"Bana hanımı hakkında öyle bir şey söyledi ki bence söyle
memeliydi," dedi Staines, aynı mahzun, tenkitçi sesle. Isabel
kimin eleştiriidiğini anlayamadı, in absentia1 Mrs Pullan'ın
mı, yoksa bu meselede ne yönden suçlu tutulabileceğini hiç
bilmemesine rağmen kendisinin mi; ama, Staines'in okiarı
görünüşte hangi hedefe gönderilirse gönderilsin havaday
ı (Lat.) Yokluğunda. (ç.n.)
83
ken, gizemli bir manyetik gücün etkisiyle kaçınılmaz olarak
hanımının bulunduğu tarafa doğru döneceklerdi.
"Peki, ne anlattı sana?" diye sormak zorunda kaldı Isa
bel, çünkü Staines'in, edindiği bilgiyi teşvik görmeden, ken
diliğinden vermeye niyeti olmadığı belliydi. Isabel soruyu
sorduktan sonra yanıtı duymak istediğine emin olmadığını
anladı.
Hizmetçinin oturduğu yerde, aralıklı diziimiş sokak lam
balarının ışığı yüzüne vurmuyordu, Isabel de bu şekilde
eğilerek -kaygıyla öne eğildiğini hissediyordu- ve nereden
geldiği tam anlaşılmayan, ürkütücü, sert ve suçlayıcı sesin
karanlığın içinden kendisiyle konuşmasını sinir bozucu bu
luyordu.
"Belki de biliyorsunuzdur," dedi Staines, aksilendiği hala
okunuyordu sesinde.
"Ne olduğunu anlat da sana bilip bilmediğimi söyleye
yim," diye yanıt verdi Isabel, sabırsızlandığını ölçülü ve
dengeli bir şekilde ima etmeden duramamıştı; Staines'le
uğraşmak, diye düşündü, muhtaç ve tamamıyla ehlileşme
miş bir yaratığı, ilgilenip bakımını yapabilmek üzere ininde
yeterince öne çekebilmek için sürekli gönlünü almaya, ikna
etmeye benziyor.
"Pek iyi değilmiş, o hanımefendi."
"Miss Janeway mi?" diye gereksiz yere sordu IsabeL
"Hem de hiç iyi değilmiş," diye yanıt verdi Staines, "hiç,
hiç iyi değilmiş. En azından Pulling denen kadın öyle söy
ledi."
"Ah." Isabel yavaşça koltuğun sert arkalığına bıraktı ken
dini. "Demek hasta."
"Altı ay vermiş doktor ona."
84
"Ya, o kadar az demek," dedi Isabel, duyulur duyulmaz.
Karanlık çöken sokağa, yanlarından geçtikleri, hayal meyal
görülen binalara baktı pencereden; araba, puslu hava, ken
di sesi ve hizmetçinin sesi, bunların hepsi şimdi bir cenaze
töreninin ağırlığına bürünmüştü. "Ah Tanrım, zavallı kadın
cağız!"
"Demek siz farkına varmadınız," dedi hizmetçisi, isteme
yerek de olsa biraz yumuşadığı belli oluyordu. "Belki de size
anlatmamalıydım."
"Yo, yo," diye atıldı Isabel, "iyi ki anlattın, öğrendiğime
memnun oldum. Yani memnun değil de. . . "
"Sizin bu durumu bildiğiniz için zahmete girip onca yolu
gittiğİnizi sanmıştım ben," dedi hizmetçi, sesinin tatlı-sert
tonunu yeniden alevlendirerek. "Sonra elime bir mektup ve
rip beni oraya göndermeniz filan."
"Onu gördün mü, onunla konuştun mu, yani Miss
Janeway'le?"
"Hayır, mektubu hizmetçiye verdim - ne kadar yılışık
biri. Aşçıyı gördüğümde arka kapıdan çıkmak üzereydim,
şapkası başındaydı, bir fincan çay içmeden bırakmam seni
diye ısrar etti -sonunda iki fincan çay oldu-, akşam yeme
ğini kaçırdığımı ve Piccadilly'ye kadar arabayla çok uzun
bir yolum olduğunu görünce erikli pastasından da bir dilim
verdi bana."
Isabel bu son cümledeki suçlayıcı imayı duymazdan gel
di; düşünceleri, bir odaya hapsedilmiş ve kaçmak ya da bir
yere sığınmak isteyen vahşi bir kuş gibi bir oraya bir buraya
fırlıyordu.
"Ama nasıl oluyor da bu aşçı, daha sana adını bile söyle
meden bu kadar nazik ve üzücü bir konuda bilgi verebildi?"
85
"Eh, bence yakında iş aramak durumunda kalacak da on
dandır," dedi hizmetçisi.
Bu basit söz Isabel'in kulağına duyarsızlık, neredeyse acı
masızlık derecesinde gerçekçi geldi, sonra, dünyada 'bir ko
num' sahibi olmamanın ne anlama geldiğini kendisinin hiç
bilmediğini düşündü; babası kendini alkole verip ailenin kı
sıtlı servetini kumarda kaybettiğinde ve erken yaşta ölerek
aileyi tamamıyla terk ettiğinde bile, Isabel kendisini bekleyen
bir yer -yerleşeceği bir yer de diyebiliriz- olacağından ve da
yanırsa ve sabrederse onun er ya da geç karşısına çıkacağın
dan hiç kuşku duymamıştı. Ve bu inanışı ne kadar halinden
hoşnutluk, hatta küstahlık sayılsa da dışarıdan bakan bir ya
bancının kendisini göreceğine emin olmasında haklı çıkma
mış mıydı? Daniel Touchett'in cömertliği, oğlu Ralph'ın gizli
ce araya girmesiyle yapılmış olsa da Isabel'in işine yaramıştı,
hem de çok yaramıştı. Daha sonra küçük düşürülmesi onun
ilk baştaki güvenini boşa çıkarmamıştı. Yakın zamandaki bü
tün o felaketli dönemlerde çektiği acılara, dünyasının başına
yıkılmasına rağmen, ne kadar yaralı ve hırpalanmış olsa da,
o dünyanın kapıları kendisine açıldığı sırada içine adım attığı
için pişmanlık duyamamıştı. Çokça şey sunulmuştu ona -iki
kişi evlenme teklif etmişti, biri Lordlar Kamarası'ndan, bin
lerce dönüm toprak ve kim bilir kaç tane malikane sahibi bir
soyluydu- reddettiği pek çok kişi vardı. Isabel gözlemiş, dü
şünmüş, beklerneye geçmiş, sabrı kendine düstur edinmişti.
Dünyanın geniş topraklarına attığı adım sonunda felaket de
nilecek kadar yanlış yöne gitmiş olsa da o adımı atan kendi
siydi, kimseden fikir sormamış, kimseden yardım almamıştı.
Korkunç bir hata işlemişti, ama varlığının son sınırına kadar,
bolbol, derinlemesine yaşadığını, hala da yaşayacağını, gu-
86
rurla söyleyebilirdi. Deniz kazası geçiren bir denizcinin bir
direğe tutunması gibi o da bu inanca sıkıca, zaman zaman da
umarsızca tutunuyordu.
Miss Stackpole'un ilk kattaki dairesinin neredeyse tama
mı, Wimpole Sokağı'nın karşı tarafındaki binaların birbirin
den farksız, masum görünümlü önyüzlerine hayretle bakar
gibi duran büyük bir cumbalı penceresi olan geniş, yüksek
tavanlı, kahverengi bir salondan oluşuyordu. Evi, ilk devral
dığı haliyle büyük ölçüde muhafaza etmişti, çünkü nereye
ve ne kadar süreyle yerieşiderse yerleşsinler oraya mutla
ka bir kadın eli değdiğini göstermekte ısrar eden kadınlara
hiç tahammülü yoktu. Bir süre önce nişanlandığı Mr Robert
Bantling, evin sahibi olan eski bir yakın arkadaşı, öyle sayı
yordu onu, birliğiyle birlikte Hindistan'a gidip evi bırakınca
nişanlısına orayı önermişti. Henrietta'nın o kasvetli eve ilk
bakışını nişanlısı suçlayıcı bulmuştu, sinirinden gülmüştü.
Tanışıklıkları boyunca -evlenmeye karar vermeleri yıllar
sürmüştü- Mr Bantling'in, ne yapacağı önceden kestirile
meyen ve çoğu kez de epeyce kararsız sevgilisiyle bir araya
geldiğinde, onunla görüşürken, hoşgörülüden korkulu gü
lüşe kadar uzanan geniş bir kahkaha dağarcığı oluşmuştu.
"Sanıyorum ki, canım," demişti, bir elinin işaret ve başpar
mağıyla bıyığını sinirli sinirli ellerken, "burayı biraz sevimli
hale getirmek ve bizim ihtiyar Horace'ın geride bıraktığı bu
bekarlık keşmekeşini ortadan kaldırmak için boyacılara ve
dekoratörlere ihtiyacın olacak, ha?" Kalkıp kıta büyüklü
ğündeki o ülkeye giden arkadaşının adıydı Horace, Binbaşı
Horace Henry.
"Neden böyle düşündüğünü bilmiyorum," diye yanıt
vermişti Henrietta, gayet açık seçik ve nişanlısının o koca-
87
man dediği bakışlarından biriyle bakınıştı ona, ışıltılı gözle
rini iri iri açmış, nişanlısını daha iyi görmek istercesine başını
iyice geriye atmıştı. "Arkadaşının ev döşeme ve yerleştirme
konusundaki zevki benim kabulüm. Maunun rengi çok din
lendirici ve buraya sinmiş pipo tütünü kokusu aklıma mer
hum arncam Winslow'u getiriyor, onu pek severdim. Görü
yorsun ya, buradan çok memnun kalacağım." Memnundu,
öyle de kaldı, bu da Bob Bantling'in içini pek rahatlattı.
Henrietta açık tenli, kısa boyluydu, Isabel'in Wimpole
Sokağı'na o yaz gecesi bavulları ve hizmetçisiyle birlikte
geldiğinde fark ettiği gibi, bir zamanlar hafif tombul olan
kısımları şimdi şişmanlamaya başlamıştı. İki arkadaşın, Isa
bel Gardencourt'a giderken Londra'ya uğradığı sabahki son
görüşmelerinden bu yana iki haftadan biraz fazla geçmiş ol
masına rağmen, Ralph'ın ölümünün araya girmesi, Isabel'in
çevresindeki her şeye, ne kadar aşina olursa olsun, yeni ve
daha keskin bir sezgiyle bakmasına neden oluyordu. Şimdi
Henrietta'ya da bu yoğunlaşmış yetisinin yardımıyla bakı
yor ve arkadaşının bekarlıktan evliliğe geçmek üzereyken
bile, en azından görünüşte, vaktinden önce orta yaşa girdiği
ni görüyordu. Henrietta hafifçe eğilince, ensesinde topladığı
ve akla nedense bir salkım üzümü getiren kumral buklelerin
arasında yer yer incecik gümüş teller göründü. Gözleri hala
pırıl pırıldı, ama bakışlarında daha önce de ara sıra belirmiş
olan garip durgunluk ve sabitlik şimdi çok daha sık görü
lüyor, çok daha dikkat çekici ve kaygı uyandırıcı oluyordu.
Onun böyle rastgele durması ve gözlerini dikmesi, dışarıya
değil de kendi içine bakar görünmesi, çevresindekilerin ken
dilerini ansızın ve tuhaf bir şekilde soyutlanmış gibi hisset
melerine, tedirginlik içinde kendi başlarına kaldıklarını his-
88
setmelerine neden oluyordu. Henrietta kendindeki bu kısa,
kataleptik kopuşların farkında değilmiş gibiydi, bir anda o
durumdan sıyrılıyor, yarıda bıraktığı cümleyi, hatta yarıda
bıraktığı sözcüğü, bıraktığı yerden alıp kolayca devam edi
yordu.
Staines kapının pirinç tokmağını sertçe vurunca Henri
etta aşağıya inip bizzat açmıştı kapıyı -hizmetçinin, hanı
mının gelişini kapılarda bu şekilde duyurmasını, Isabel'in
küçük tanıdık çevresindekilerin pek çoğu kıyamet günün
de borazanların çalınışına benzetiyordu1- ve Isabel'in geç
saatte geldiği için dilediği özüdere kulaklarını tıkamıştı.
Arkadaşını gülümseyerek değil, Isabel'in umutsuzca fark
ettiği gibi, sert ve meraklı gözlerle karşıladı. Daha kapı açı
lırken Isabel bu bakışın, korktuğu sorgulamanın öncüsü ol
duğunu anladı, ancak bunun kaçınılmaz olduğunu biliyor
du, Gardencourt'tan dönüşünde doğruca buraya, Wimple
Sokağı'na gelmeyip Pratt's Hotel'de kalma yolunu seçerek
bir günlüğüne kaçabilmişti bu buluşmadan.
"Görüyorum ki çok yorgunsun," dedi Henrietta, eğer
Isabel onu iyi tanımıyor olsaydı, sesinde sempatiden çok
ciddiyet var derdi.
"İtiraf edeyim ki biraz yorgunum," dedi IsabeL "Dünkü
yolculuk olağanüstü uzundu, ama bana kalırsa aslında tren
olağanüstü yavaş gidiyordu."
Hemen yapılması gereken epeyce iş vardı -arabacı ba
vulları içeri taşımıştı, sonra da Staines'e adamı arka taraf
taki merdivene götürmesi söylenmişti- ancak iki arkadaş
Henrietta'nın salonuna çıkarlarken ev sahibesi tekrar konuş-
89
ma fırsatı buldu. "Sonunda çok mu korkunçtu?" diye sordu.
Bu kez sesindeki samimi ve şefkatli ton açıkça belliydi, ama
Isabel'in kafası karıştı ve bir an onun tren yolculuğunun zor
luğundan söz ettiğini sandı, ancak sonra konunun kuzeni
nin ölümüyle ilgili koşullar olduğunu anladı.
"Hayır," dedi, "korkunç değildi. Daha çok huzurluydu,
ama elbette olağanüstü hüzünlüydü."
Henrietta yine araştıran gözlerle baktı ona, sonra merdi
venden çıkmaya devam ettiler.
Mr Bantling onları merdivenin başında, kapının girişin
de bekliyordu, güçlü ve rahat görünüyor, gülümsüyordu.
Onun ceket giymediğini gören Isabel şaşırdı; nikah günleri
yaklaştıkça bu mutlu çiftin ilişkilerinin daha rahatladığının
işareti, diye düşündü. Henrietta'nın elbisesinin de parlak,
narin mavi satenden olduğunu görmüştü, belli ki yeni alın
mıştı ve eğer yanılmıyorsa, ki yanılmadığına emindi, Pa
ris'teki daha mütevazı ve özel modaevlerinden birinin ürü
nüydü. Henrietta hiçbir zaman 'iyi giyinen' biri olmamıştı.
Bu geeeki kıyafetinin alışılmadık derecede pahalı oluşunda
da mutlaka Mr Bantling'in etkisi vardı, moda konusunda
söz sahibi olmasa da müstakbel karısının 'doğru düzgün'
giyinmesini isterdi o.
"Sevgili Mrs Osmond," dedi Mr Bantling, gülümseme
sine daha ağırbaşlı bir görünüm vererek, "bugünlerde sizi
yalnızca üzüntülü zamanlarda görebilmemiz ne kadar üzü
cü oluyor."
Bir önceki görüşmelerinde, Isabel ölüm döşeğindeki ku
zeninin yanında olmak üzere aceleyle oradan geçerken Hen
rietta bir yolunu bulup onu birkaç dakika Mr Bantling'le baş
başa bırakmıştı, ve o beyefendi de, kendini ifade etmekte
90
askerlere özgü bir beceriksizlik sergilese de, eski arkadaşı
Ralph'ın hiç eksilmeyen iyi huyunu, ölümcül hastalığı kar
şısındaki sabrını ve metanetini anlatacak basit ve nazik söz
cükleri bulmuş, kederler içindeki Isabel'i avutmuştu.
Üçü birlikte yüksek tavanlı loş salona girdiler, Henri
etta orada yıllardır oturmasına rağmen Binbaşı Horace
Henry'nin pipo tütününün kokusu hala belli belirsiz hisse
diliyordu.
"Sen yetişirsin diye umarak," dedi Henrietta, "yemeği
beklettik, ama sonra karnı acıkan bu kocaman canavarın"
-arkasında bekleyen ceketsiz nişanlısının olduğu tarafa
doğru yapmacıktan azarlar gibi göz attı- "beslenmesi ge
rekti, sen de şimdi bizi yemek sonrası dağınıklığının içinde
buldun."
Isabel eğlendiğini belli etmeyerek baktı arkadaşına; uzun
zaman, kendini İngilizleri ve onların, insanı çileden çıkaracak
kadar kayıtsız bulduğu tarzlarını cezalandırrnakla görevlen
diren Henrietta, kuşkusuz Mr Bantling'e yakıniaştıkça doğan
osmotik basınç sayesinde, son dönemde benimsediği ülkenin
neşeli, şakacı üslubunu kapmaya kadar vardırınıştı işi.
Mr Bantling'le müstakbel eşi yan yana durup arkadaş
larına -artık ikisinin de arkadaşıydı elbette, neredeyse iki
siyle eşit derecede- tatlı tatlı baktılar. Sonra Mr Bantling
Henrietta'ya döndü, boğazını usulca temizledi, önceden ka
rarlaştırdıkları açıkça belli olan bir işaretti bu.
" Robert izin istiyor," dedi Henrietta, Isabel'e dönüp elle
rini önünde kavuşturarak. "Anlaşılan kulübünde iskarnbil
oynayacaklar ve onsuz da olmazmış."
Bob Bantling kızardı, bir kahkaha attı -nişanlısının söz
lerini, en incir çekirdeğini doldurmayanlarını bile, birer akıl
91
ve kıvrak zeka ömeğiymiş gibi karşılardı- ve göz açıp kapa
yana kadar ceketini giydi, şapkasıyla bastonunu aldı, geceye
daldı. Henrietta ile konuğu onun gidişinin telaşı dinsin diye
biraz bekledikten sonra gülümsediler, ama şaşırmışlardı,
hem birbirlerinden biraz çekindiklerinin hem de birdenbi
re içine düştükleri durumun yakınlığının, mahremiyetinin
farkındaydılar.
92
IX
93
yeniden kendini göstermişti- "senden sakındığı anlamına
geldiğini sanıyorsan, o zaman gerçekten yanılıyorsun. Onun
korktuğu biri varsa, canım, o da benim."
"Ah, evet," diye yanıt verdi Isabel, sesi neşeliydi, "aslan
terbiyecisi gibi onu nasıl yönettiğini görebiliyorurn."
Sustu. Henrietta bir an ona sessizce baktı: Acaba Isabel
fazla mı saygısızlık etmişti? Az önceki itirafı doğruydu: Bu
kederli ve çalkantılı zamanlarda ne yaptığını pek bilerni
yordu. Ralph ölürken yanında olmak için Roma'dan ayrıl
dığından beri, özellikle onun ölümünü izleyen günlerde,
insanların arasındayken, kendisinin de en uçtaki bir sınırı
aştığını hissediyordu, başka bir alana geçmişti, bu dünya
da bir hayalet olarak vardı, dokunuşu insanı donduracak,
bakışları dehşete düşürecek cinsten korkunç bir hayalet.
Bunlar kuruntuydu, hepsi de, Isabel biliyordu bunu. Ama
ne kadar çabalarsa çabalasın dünyanın dışında olduğu fik
rinden kurtularnıyordu. Durumunu böyle ifade ediyordu,
doğası değişrnişti, oysa bununla ne dernek istediğine kendi
de emin değildi.
Henrietta ona arkasını dönmüştü, yarnru yumru görü
nüşlü bir kanepenin derin sırtı boyunca, tombul, keyifli evcil
hayvanlar gibi -basık burunlu köpekler ya da iri, yumuşak,
renkli kediler gibi- sıralanmış yastıklardan birinin yerini de
ğiştiriyordu.
"İşin aslı şu ki," dedi, "adamcağızia ben, sen geldikten
sonra sana bir-iki nezaket sözü edip gitmesi konusunda ön
ceden aniaşmıştık - kendisi 'kaçmak' demişti buna. Yalnız
kalmak isteyeceğirnizi biliyordu tabii."
Bunu duyan Isabel'in içinden itiraz etmek geldi. Hen
rietta kendisiyle yalnız kalmak istemiş olabilirdi -Isabel
94
emindi buna- ama bu istek karşılıklı değildi. Isabel ken
disini nelerin beklediğini biliyordu. Önce sorgulama ayini
gelecekli, halden aniayarak yapılacağı muhakkaktı, ama
aynı zamanda adamakıllı araştırıcı ve acımasız da olacaktı,
sonra bildik vaazlar sıralanacak, ne yapması, ne yapmama
sı gerektiği bildirilecekti, şunun için - ne için? Kendisini
kurtarması için mi? Şimdi mademki evliliğinde kriz vardı
ve bu kriz bitmeyecek gibi görünüyordu, o zaman Henri
etta, arkadaşının ilk görevinin kendisini kurtarmak filan
olduğunu iddia edecekti. Kendini kurtarma fikri, bu istek
uyandıran ve kibirli fikir, Isabel'e o kadar komik geldi ki
neredeyse gülecekti. Doğru, kurtarılacak bir şey vardı or
tada, hayatın bizzat içinden olan, değerli ve önemli bir şey,
ama Isabel nedense kendisinin de bu koruma, bu kurtarma
eyleminin mutlaka içinde bulunması gerektiğini düşünmü
yordu. Kurtarma, koruma törenini kendisi yapabilirdi, ama
yaparken geride ya da bir kenarda dururdu. Rahipler de
böyle yapardı: Roma' dayken Pazar sabahları sık sık gidip
izierdi onları, görünmeyen etin ve kanın mihrap üzerinde
sihir yoluyla oluşturulması ritüelini.
Hizmetçi kız kahve ve makaron getirdi, iki kadın, ka
rarsızlığın büyüsünden çıkıp pencerenin önündeki derin
koltuklara karşılıklı oturdular. Asla arkasına yasianmayan
Henrietta dimdik oturdu, elini koltuğun kolçağına dayadı,
bu pozuyla hanedan arınalarındaki figürlere benzemişti,
adaletin ya da cezanın simgesiydi adeta. Isabel'in içinde bir
kez daha isyankar bir protesto duygusu kabardı; Wimpole
Sokağı'na yargılanmak için gelmemişti, hele hele hakkında
hüküm verilmesi için hiç gelmemişti. O zaman da şu soru
ortaya çıkıyordu, ne için gelmişti buraya? Bu noktada ken-
95
dini tuttu: Henrietta Stackpole onun en eski ve kesinlikle
en yakın arkadaşlarından biriydi, az sonra başiayacağını
bildiği çapraz sorgulama sırasında -ah, nasıl da çapraz ola
caktı!- bunu aklından çıkarmamasının iyi olacağını ciddi
ciddi düşündü. Gerçekten de, kulağa pek masum gelse de,
Henrietta'nın ilk sorusu, bağımsızlıklarında ısrarcı bu iki
kişi arasında tartışmalı olan bir meselenin tam özüne yöne
likti. "Lord Warburton'la cenazeden sonra konuştun mu?"
"O gelip benimle konuştu," dedi Isabel yumuşak bir sesle.
Henrietta hiç gülümsemedi.
"Elbette aynı şey değil bu sanırım," dedi, sesinde soğuk
bir kınama okunuyordu.
"Hayır, bence de değil," diye mırıldandı Isabel, kahvesin
den bir yudum alıp gözlerini fincanına eğerek. "Evlenecek,
biliyorsun."
Aklına Staines'in evin uzak, loş köşelerinden birinde
kendine yer bulmayı başarıp başarmadığı gelmişti. Miss
Stackpole'un mahmur bakışlı hizmetçisine, kadıncağıza o
gece başını koyacak bir yer bulması konusunda güvenilebi
lir miydi? Ama eğer iş oraya kalırsa Staines kendine yerde,
hanımının yarı boşaltılmış çantalarının arasında yatacak bir
yer ayarlayabilirdi.
Arkadaşına bakan Henrietta'nın ışıl ışıl parlayan gözleri
sanki yuvalarından pörtlemişti. "Sorabilir miyim, Lord Haz
retleri" -bu asalet unvanını alaycı bir tonla telaffuz etmişti
"kimi seçmiş gelin olarak?"
"Ah, Leydi Bilmemkimi," dedi Isabel, telaşlı olduğu her
halinden belliydi. "Sanırım, önemli ailelerden birinin varisi.
Mrs Touchett söz etmişti ondan ama adını hatırlayamadı.
Zaten ilan edilmiş, senin duymamana şaşırdım."
96
"Aristokrasinin ne yaptığıyla hiç ilgilenmiyorum," dedi
Henrietta sertçe.
Isabel pencereye baktı. "Tuhaf, ben onu bir aristokrat ola
rak düşünmüyorum. Görüşlerinde fazlasıyla liberal."
Lockleigh Hall'lü Lord Warburton'ın o bölgenin ilk soy
lularından biri olduğunu söylemek gerek, efsanevi bir ser
vetİn varisiydi ve bu tipte olanların aksine -bu dünyanın
zenginlikleri ve yetenekleri bağlamında onun kadar şanslı
olanların sayısı fazla değildir- politikaya ve günün politi
kalarına kendini iyice vermişti. Isabel İngiltere toprakları
na ayak basar basmaz bu müthiş beyefendinin kendisine
evlenme teklif etmesi ve Isabel'in de onu neredeyse buna
yakın bir şevkle reddetmesi, aradan bunca yıl geçmiş ol
masına rağmen Henrietta'yı -sinirlendirmese de- hala şa
şırtıyordu.
"Lockleigh' e gelmemi istedi benden," diye devam etti
Isabel, tutarsız bir havayla, arkadaşı şaşırsa da bu hali ya
pay değil, tamamıyla içtendi. "Kız kardeşleri de orada,
Whitsuntide' da olacaklarmış ve beni görmek memnun eder
miş onları. itiraf edeyim ki ben de onları görmekten mem
nun olurum, çünkü çok tatlı ve nazik insanlar."
"Evet," diye yanıt verdi Henrietta, sesi tatsızdı. "Tanıştım
onlarla."
"A, tabii, onlar bir seferinde Gardencourt' a ziyarete gel
diklerinde senin de orada olduğunu unutmuşum."
Kısa bir sessizlik oldu. Lord Warburton'ın kız kardeşleri
Molyneux'ler, arkadaşı Miss Janeway'in kadınların seçme ve
seçilme hakkına dair görüşlerini paylaşan Henrietta'nın en
hoşlanmadığı, en tiksindiği türde -silik, uysal, hep uyumlu
kadınlardı.
97
"Peki şunu da söyledi mi," diye sordu Isabel'in arkada
şı, tatlı bir alaycılıkla, "eğer sen oraya gidersen, şu nişanlısı
'Leydi Bilmemkim' de orada, Whitsuntide' da olacak mıy
mış?"
Isabel alaycı bir tavırla başını salladı, hafifçe gülümsüyor
du. "Bunu ben de düşündüm. Ama sormadım. Lockleigh'e
gitmeyi düşünmediğim için bir önemi de yoktu."
"Elbette ki gitmeyeceksin!" diye patladı Henrietta. "Nasıl
da cesaret etmiş davet etmeye."
Isabel kahve fincanını dikkatle elinden bıraktı. "Sadece
nezaket gösteriyordu," dedi. "Belki de biraz fazlasını. Bu da
vetin amacı, ya da en azından ben öyle algıladım ... " Durak
sadı. "Olabileceklerin ama hiç olmayanların üzerini kapatan
bir mühürdü." Henrietta'ya bakınca onun aklından bir soru
geçtiğini ancak cesaret edip soramaclığını gördü. Arkadaşını
o cesaret isteyen sorudan kurtarmak için, "Onu reddettiğim
için pişman mıyım?" dedi. "Hayır, değilim. Hiçbir şeyden
pişman değilim - daha doğrusu her şeyden pişmanım, bu
da aynı kapıya çıkar."
"Ah, Isabel!" dedi arkadaşı, sesi fısıltı gibi çıkmıştı, ama
duygu dolu bir fısıltı.
Isabel ağır ağır başını salladı. "Bana acımamalısın, sevgili
Henrietta, biliyorsun bunu. Beni çok incitir bu. Ben kendime
acıınıyorum - kınıyorum, evet, suçluyorum, eleştiriyorum,
ama acımıyorum; o kadar düşürmem kendimi."
Tekrar pencereye baktı, aşağıdaki sokağa göz attı, bir gaz
lambasının ışığında siyah şapkalı bir erkeğin karşıdaki kaldı
rımda yürüdüğünü gördü. Yürüyüşü o kadar dik, adımları o
kadar kararlıydı ki, onun tanıdığı biri olması olasılığı Isabel'in
kalbini, tek bir kez, hoplattı. Ama daha dikkatli bakınca onun
98
sandığı kişi olmadığını gördü; ne de olsa dünya pek çok uzun
boylu, sert, azimli, sırtı dik adamlarla doluydu.
"Mr Goodwood'u sormadın," dedi Isabel pencereden
uzaklaşırken. "Senin açından hayranlık uyandırıcı bir sabır
sayılır." Nasıl, hangi duygusuz kaynaktan beslenerek için
den arkadaşını bir anda, böyle bir konuda kızdırmak geli
yordu? "O da Gardencourt'a döndü," diye sözüne devam
etti, "cenazeden bir hafta sonra, Lord Warburton'la aynı
günde - adeta o asilzadenin kuyruğuna takılmıştı. Gelenin
gidenin, girenin-çıkanın bol olduğu bir gündü, sanki müzik
hoideki bir komedi yaşanıyordu."
Arkadaşının yüz ifadesindeki bir değişiklik aniden sus
masına neden oldu, adeta acının yol açtığı ufacık bir kıpırtı,
belli belirsiz bir kıpırtıydı, kendisine sunulsa büyük bir lütuf
kabul edeceği bir şeyin değersizmiş gibi umursamazca bir
kenara atıldığını gören birinin sessiz acısıydı. Bunu, bu ses
siz ıstırabın sızısını gören Isabel'in içi yandı, kasıldı, küçük
düşmüş ve mahcup olmuştu. Peşinden koşulan Isabel Are
her sayısız hayranının acıklı ısrarlarına burun kıvırabilirdi,
ama başkalarının eline ne kalıyordu? Bob Bantling yeterince
iyiydi, iyiden de öte değerliydi, kendi tarzında emsalsizdi,
ama Lord Warburton ve milyonları, Ralph Touchett ve tek
başına çektiği, değişmeyen özlemleri, hatta ciddi New Eng
land'lılara özgü cılız esmer görünümüyle Caspar Goodwood
ayarında değildi.
"Mr Goodwood seninle konuştu mu?" diye sordu Henri
ctta, sesi çok buruktu.
"Evet, konuştu," dedi Isabel, biraz bezgince. "Hep konu
şur. Erkeklerin suskunluğuna ve kendisini tutmasına değer
verse de çenesi iyice düşük sayılır."
99
"Belki de kendisini iyi duymadığını düşünüyordur... "
"Yani onu dinlemediğimi mi dernek istiyorsun?"
" ... ve bu yüzden de söylediklerini tekrarlamak zorunda
kalıyordur."
Isabel ayağa kalktı, yine pencereye gitti, carnın arkasında
ki yaz gecesinin mavileşen karanlığına baktı. Söylernek üze
re olduğu şeyi söylerken yüzündeki ifadeye Henrietta'nın
tanık olmasını istemiyordu, çünkü yanaklarının kızarınaya
başladığını hissedebiliyordu.
"Beni öptü."
"Ya," diye bağırdı Henrietta, ama önernsernez gibiydi,
kalbinin atışlarını dinlemekle yetindi.
"Akşarndı," diye devarn etti IsabeL "Çirnenlerde gezini
yordum, rneşe ağaçlarının altında - Gardencourt'taki rneşe
ağaçlarını hatırlarsın, değil mi, güneş batmaya başlarken göl
gelerinin çimenlerin üzerinde ne kadar uzağa, ne kadar kes
kin çizgilerle yayıldığını? Sarrnaşıklarla kaplı bir bank çıktı
önürne. Orayı hatırlıyordurn." Alçak sesle, düşünerek konu
şuyordu, sanki söylediklerini, sonradan hatırlayarak yeniden
yaşamak için değil de kendi yararı için tekrarlıyordu, belle
ğine kazıyor, sonraki günler için kaydediyordu, hayatının
geri kalan kısmının nasıl geçeceğini hayal ediyorsa o günler
için. "Altı yıl önce o bankta oturmuştum, İngiltere'ye geleli
çok olmamıştı, o sırada evden bana bir mektup getirrnişlerdi,
Caspar Goodwood'un benim peşirnden Amerika'dan geldiği
yazıyordu. Bu kez oturmak istemedim, ilk başta - korkuyor
durn, oturursam geçmiş yeniden karşırna dikilir diye korku
yordurn. Ama yorgundurn, dayanamadım. Keşke içgüdüleri
me uysaydırn. Ne kadar zaman geçtiğini bilernern ama hava
karardı, başımı kaldırıp baktığırnda ... "
100
"Mr Goodwood'u mu gördün?" dedi Hen rietta lsabel'in
arkasından, yardımcı olmak için.
Hala pencereye dönük duran Isabel içini çekti. "Evet, gel
mişti, kendi katı tarzında öyle hevesli, öyle heyecanlı, öyle
umut dolu ve kararlıydı ki, ancak o öyle olabilirdi."
"Ona neden kah dediğini bilmiyorum," dedi Henrietta,
onun halinde de belirgin bir katılık vardı. "New England'lı
o, görgü kurallarına uyar. Eğer bu katılıksa ben bunu onay
lıyorum."
Henrietta en başından beri Mr Goodwood'un Isabel'e
olan ilgisini desteklemişti, oysa kendisi de, Isabel şimdi
açıkça görüyordu bunu, Mr Bantling' e söz vermiş olması
na rağmen o adama biraz aşıktı. Caspar Goodwood'a karşı
Isabel'in vicdanı yine de sızlıyordu, çünkü Albany'de ona
umut vermiş, ancak Avrupa'ya gelince onun kendisi için ke
sinlikle uygun olmadığını anlamıştı. Onunla evlenmesi de
mek, kabul ediyordu bunu, mevsimlerin arasında yaşamak
anlamına gelecekti, ne yazın ne kışın, ne ilkbaharda ne de
sonbaharda yaşayacaktı; ikisi birlikte, mevsimsiz bir dünya
da yaşayacaklardı.
"Yeniden umut verilmiş ona, anlıyor musun?" dedi Isa
bel. "Kuzenim konuşmuş onunla, ölüm döşeğindeki Ralph
konuşmuş ve ona demiş ki - demiş ki..."
"Ne demiş?" diye atıldı Henrietta sabırsızca.
Isabel ansızın, neredeyse aşırı sert denebilecek bir ha
reketle pencereden ayrıldı, yeniden yerine oturdu, bir
yumruğunu ağzına bastırarak koltukta büzüldü, gözle
rini umarsızca boşluğa dikti. Henrietta içgüdüsel olarak
elini uzattı ona, dokunmak istedi ama sonra yavaşça geri
çekti.
101
"Ona," diye geveledi Isabelle, parmaklarının arkasından
duyulan sesi kulağa bozuk geliyordu, "ona hayatıının - Ro
ma' daki hayatıının nasıl olduğunu anlatmış."
Bir sessizlik oldu. Henrietta, saten elbisesini hışırdatarak
ayağa kalktı, iki koltuğu ayıran küçük boşluğu hızla aştı, eli
ni yine ileriye uzatınıştı ama bu kez geri çekmedi, Isabel'in
gergin, kamburlaşmış omzuna koydu. "Peki, şimdi bana an
latacak mısın," diye yumuşak bir sesle üsteledi, "Roma' daki
hayatının nasıl olduğunu?"
"Sana anlattım ya ... "
"Canım, sen bana iki hafta önce tam da bu odada,
Gardencourt' a yola çıkmak üzereyken, ölmeden önce kuze
nini görmek için İtalya' dan ayrılmanın bir kopmaya neden
olduğunu anlatmıştın . . . "
"Kopma filan demedim ben!" diye bağırdı IsabeL "Ağ
zımdan 'kopma' sözcüğünün çıktığını duymadın."
"Duymama gerek yoktu, söylemediğİn her şeyde vardı o,
derin bir uçurum gibiydi."
Isabel büzülüp oturduğu koltuğa iyice gömüldü, sanki
iyice küçülüp gizlenip ortadan kaybolmak, bir daha asla
bulunmamak istiyordu. Eli hala arkadaşının omzunda du
ran Henrietta, onun gerginliğinin birden azaldığını, yerini
çok daha kötü bir şeyin, teslim olduğunun simgesi denebi
lecek bir gevşemenin, kayıtsızlığın aldığını hissetti. Isabel,
başını kaldırmadan, körlernesiıle elini uzattı ve kendisini
teselli eden arkadaşının bileğini arayıp buldu, bir an sıktı.
"Yerine dön," dedi, "yerine dön de otur." Henrietta durak
sadı, sonra istemeyerek koltuğuna döndü. Birden aklına bir
şey gelen Isabel, boynundaki zincire asılı olan saatine göz
attı. "Saate baksana!'' diye bağırdı. "Zavallı Mr Bantling,
102
bu saate kadar oyun masasında elinde avcunda ne varsa
kaybetmiştir!"
"Hiç üzülme," dedi Henrietta yavan bir sesle. "İnan bana,
Mr Bantling göründüğünden daha fazladır. Briçte şeytanın
ta kendisidir, bütün ceplerinden, bazen de şapkasının altın
dan banknotlar taşarak döner eve." Arkadaşının nişanlısının
hem kurnaz hem atak bir hilebaz olduğu fikri karşısında Isa
bel elinde olmadan gülümsedi. "Hem onun bu evde kaldı
ğını sanmıyorsun, değil mi? Benim Bob'um kimsenin aklına
böyle bir şey gelmesine izin vermeyecek kadar düşkündür
onuruna. Kulüpte bir odası var - kendisi konaklama yerim
diyor oraya. Hayır, canım, bu gece kimse bizi rahatsız etme
yecek."
Yarım saat önce olsa böyle bir olasılık karşısında büyük
bir umutsuzluğa kapılırdı Isabel, ama artık içini dökme za
manının geldiğini anladı.
103
X
104
Aynı küçük yerde tekrarlanan bu olaylar lsabel'in zih
ninde birbirine karışmışh. Taliplerini şimdi bir güldümde
ki gülünç bir ikili olarak değil de -ilk başta onlar hakkında
böyle düşündüğü için utanıyordu şimdi- ortaçağdaki bir saat
kulesinin, belirli aralıklarla dönerek gelen, rengarenk, sabit
görünümlü, hep yeni, hep aynı kalan mekanik figürleri gibi
düşünüyordu. Ya da Caspar Goodwood bu kez dönmekten
vazgeçip Isabel'i kollarının arasına almasaydı ve onun içini o
güne kadar benzerini görmediği bir alevin yalamasına neden
olmasaydı o ikiliyi bu şekilde düşünürdü. Isabel'i öpmüştü
o, ama bir öpücük nedir ki? Daha önce de öpülmüştü zaten
yoksa öpülmemiş miydi? Dudakları buluştuğunda, onun du
dakları Isabel'in dudaklarının üzerindeyken, Isabel'in dudak
tan ona teslim olurken, sanki kimyasal bir erime oluşmuştu,
özleri birleşmişti, Caspar'ınki onunla, onunki de Caspar'ın
kiyle, ondan sonra Isabel asla tamamıyla kendisi olamazdı,
bağımsız ve bir başına, tek ve yalnız olamazdı. Ama bu gi
zemli birleşme neyin işaretiydi? Caspar Goodwood, hissedi
lebilir varlığının bütün gücüyle kucaklayarak ikisini birbirine
bağlamıştı, başkalıklarını bir yerde toplamıştı, yine de Isabel
kendisini her zamanki gibi yalnız hissediyordu, sanki çok
uzaktaki karanlık ve ıssız bir arazideydi. Hangisinin kendisi
ne daha çok zarar verdiğine emin alamıyordu: Isabel'in ken
disine başkaldırarak, ölmekte olan kuzeninin yanında olmak
için koşup gideceğini gören kocasının Roma' da kendisini
kurnazca aforoz etmesinin mi, yoksa Caspar Goodwood'un
öpüşünün önüne serdiği, asla gerçekleşmeyeceğini ama yine
de reddedilemeyeceğini bildiği, pırıl pırıl bir tazelenme ola
nağının mı? Onun aşkı yıldırım gibi çarpmışken Isabel artık
tllmamıyla eskisi gibi kalabilir miydi?
105
"Peki ne dedin sen," diye sordu Henrietta, "Mr Good
wood'a?"
Bu yavan, sıradan ve pratik soru Isabel'i dolaşmakta ol
duğu ıssız çöllerden alıp geri getirdi. Henrietta, Isabel için
hep, karşısında ellerini ısıttığı dost bir ateş olmuştu.
"Söylediğim her şeyin çok sert olmasından korkuyo
rum," dedi Isabel, arkadaşına özür dileyip yalvarırcasına
küçük, yorgun bir gülümsemeyle bakarak. "Beni korkuttu
ğunu söyledim ona - o da bunu kelime anlamıyla söylediği
mi sandı, alacakaranlığın içinden birden çıkıp karşıma dikil
mesinden ürktüğümü düşündü."
"Evet," diyerek doğruladı onu arkadaşı, "her şeyi kelime
anlamıyla anlamaya yatkındır, haklısın."
"Yanımdan gitmesinden ve beni rahat bırakmasından
başka bir şey istemediğimi söyledim. Neden Roma'ya ve
orada beni bekleyen şeylere dönmeyi düşündüğümü öğren
mek istedi, ben de kendisinden kurtulmak için bile olsa oraya
döneceğiınİ söyledim. Korkunçtum, korkunç."
"Sanki yaptığınla gurur duyuyor gibisin."
"Öyle mi? Belki de duyuyorumdur. İşte sana dehşet ve
rici bir durum."
Henrietta oturduğu koltukta şimdi daha da öne gelmiş
ti - tiyatroda olduğu gibi 'koltuğunun ucunda' oturuyordu,
hem gerçek hem mecazi anlamda.
"Yine de diyorsun ki, senin bütün o berbat davranışına
rağmen o ... "
Bu noktada, genç kadın o sözcüğü ağzından çıkarama
dan kaldı, bu yüzden cümleyi Isabel tamamladı. "Beni öptü
mü? Evet. Beni öptü."
"Peki, senin nasıl bir karşılık verdiğini sorabilir miyim?"
106
dedi Henrietta, boynundan yukarıya doğru ve elmacık ke
miklerinin üzerine, elinde olmadan, bir kırmızılık yayılıyor
du, beğeniten kişi Isabel değil de kendisi olsaydı nasıl bir
karşılık vereceğinin açık bir kanıtıydı bu. Mr Caspar Good
wood esaslı bir adamdı, eski bir atletti, şimdi de başarılı bir
pamuklu dokuma fabrikasının sahibiydi, onun öpüşlerini,
hangi koşullarda olursa olsun, çoğu kadın heyecan verici
bulmakla kalmaz, aynı zamanda onun tarafından öpülmeyi
bir ayrıcalık sayardı. Ancak Mr Goodwood her kadınla ilgi
lenmezdi. Altı yıl önce Albany' de, genç Isabel Archer, onun
birkaç mevsim boyunca ısrarla kendisine kur yapmasından
sonra ona herhangi bir söz vermemiş ama kendisinden bir
beklentisi olmasını da yasaklamamıştı. Mr Goodwood pes
etmemiş, Isabel'in peşinden İngiltere'ye gelmiş ama Isabel
onu reddetmişti, tıpkı Lord Warburton'ı reddettiği gibi; ama
şimdi, aradan altı yıl geçtikten sonra, evliliğinin nasıl da
yanlış bir birleşme olduğunu Ralph Touchett'ten duyunca
Mr Goodwood bir kez daha gelmişti Isabel'e, ama bir kez
daha reddedilmişti.
"Onu orada bıraktım," dedi Isabel sakince, "bankta bı
raktım ve eve koştum. Arkama baktığımda karanlıkta onu
göremedim."
Bu sözleri izleyen sessizlik çökmedi de soğuk ama ağır
ağır kabaran sular gibi ikisinin arasında yükseldi. Aşağı
daki sokakta ayak sesleri duyuldu, yüksekteki gaz lamba
larının duvarlarda tısladığını duydular. Bir anlığına içine
dalmış oldukları havuzun dolup taşan yüzeyini ilk delip
çıkan Isabel oldu.
"Roma'da neler olduğunu sormuştun bana," dedi.
"Sanırım tahminde bulunabilirim."
107
"Ah, hayır, canım. Bu tür tahminlerde bulunamayacak
kadar saf ve temizdir senin ruhun."
"O kadar mı ürkütücüydü?"
"Hayal bile edemezsin," diye mırıldandı Isabel, sesi öyle
yumuşaktı ki odanın köşelerine sinmiş !oşluk daha da kü
çülüp geri çekilir gibi oldu. Hep yaptığı gibi kaşlarını çatıp
yana baktı, sanki anlatmaya başlamadan önce bakışlarını
odaklayacağı ve bir süre orada tutacağı sağlam bir destek
arıyordu. "Öyle eskiye gidiyor ki," dedi, "öyle eskiye ki."
Sonra başını çevirdi, arkadaşına diktiği bakışları onu delip
geçecek gibiydi. "Önce sana şunu söylemeliyim, vasiyetinde
bana bir servet bırakmak yaşlı Mr Touchett'in fikri değildi
- bu fikrin tohumlarını oğlu atmıştı babasının bilincine. Ser
vetimi Ralph'a borçluyum." Durdu. "Hiç de şaşırmış görün
müyorsun."
Henrietta omuzlarını hafifçe silkti. "Ben ortada böyle bir
durum olabileceğini düşünmüştüm. Görüyor musun? Be
nim de tahmin edebileeeğim şeyler var."
"Elbette, elbette," dedi Isabel, gülümseyerek başını salla
dı. "Seni küçümser gibi göründüysem beni bağışla."
"Görünmek filan değil," diye karşılık verdi Henrietta sa
kince, sesinde garez okunmuyordu. "Sen beni zaten küçüm
süyorsun, hayatın çetrefilliklerini kavrarnam konusunda
hep küçümsedin."
"Ama sen nasıl? .. "
"Tahmin mi ettim? Nasıl etmeyeyim ki? Kuzenin senin
için bir şey yapmaya, seni 'düzene sokmaya' kararlıydı.
Ralph Touchett'in seni sevdiği, onun hayatının tutkusu ol
duğun, hiç de basit biri olmayan o çok incelikli insanın en
basit gerçeğiydi."
108
Isabel'in gözleri faltaşı gibi açıldı. "Bense senin ona hiç
değer vermediğini düşünürdüm!"
"Canım, canım benim, pek çok şey hakkında ne kadar
acınacak, ne kadar korkutacak, ne kadar tatlı bir biçimde ya
nılmış olduğunu şu anda bile anlamıyor musun?"
"Elbette anlıyorum - yıllardır farkındayım hatalarımın,
felaket derecedeki yanlış anlamalarımın, tek bilmediğim
bunları herkesin de bildiğiydi." Fincanını dudaklarına gö
türdü, kahvenin soğuduğunu anlayınca saatine baktı. "Saat
kaç olmuş? Aman Tanrım, geceyarısıl Vaktin nasıl geçtiğinin
farkına varmadım."
"isterse şafak sökene kadar sürsün lafımız, vaktimiz var,"
dedi Henrietta. "Biraz daha kahve getirteyim mi? Hayır mı?
Ama şu lambaları kapatalım - gözlerimin arkasını öyle ağrı
tıyorlar ki. Mum ışığı yeter mi sana?"
"Tabii. Roma' da zaten başka şey yok. Orası çok geri kal
mış. Sanırım sen bir seferinde New York'taki gazeteler için
Roma'nın geri kalmışlığı hakkında bir yazı yazmıştın."
"Hayır," dedi Henrietta gülümseyerek, "Boston Atlantic
içindi, hem de New York In terviewer'dan alabileceğim ücret
ten çok daha yükseğine!"
Büyük, pirinç bir şamdandaki mumları tazelernesi için
hizmetçi çağrıldı, şöminenin rafında egzotik bir görkem
içinde duran heybetli şamdan akla sinagogları getiriyordu.
Isabel, artık iyice uyuklayan hizmetçi mumların fitilierini
tutuştururken Staines'in ne durumda olduğunu sordu ona,
söz konusu kişinin bulaşıkhanenin arkasındaki, içinde yata
cak yer ve mum bulunan çok güzel küçük bir odaya gayet
rahat yerleştirildiği ve bir saat önce de odasına çekildiği ya
nıtını aldı; bu bilgiyi verirken hizmetçinin sesinde hissedilen
109
öfke, kontik hizmetçiye, bu evdeki hizmetkarlar kısmında
görülmemiş bir ayrıcalık tanınıp şımartıldığını ima ediyor
du. "Hanımefendi istiyorsa uyandırabilirim onu," dedi kız,
gözlerindeki kindar pırıltı açıkça belli oluyordu; Isabel hayır
dedi, hayır, hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Mumların alevlerinin
gölgeleri duvarlara fırlıyor, pencere camları yine donuk do
nuk parlıyordu.
Isabel kendini hem bitkin hem heyecanlı hissediyordu.
Roma' dan gözünü karartıp ayrılışından önce yüzleşrnek zo
runda kaldığı konular -sanki ensesinden tutulup o konula
rın üstüne sertçe fırlatılmış gibi hissediyordu- şimdi, tıpkı
hayatının yıkılmakta olan duvarlarından kopmuş kocaman
parçalar gibi karşısında itişiyorlardı. Talihsizliklerinin acık
lı hikayesini anlatmak istiyordu, Henrietta'nın dediği gibi,
şafak sökene kadar da otururdu bunu yapmak için, ancak
anlatacakları öyle çoktu ki, yapbozun hangi parçasını önce
yerleştireceğini bilemiyordu. Az sonra görüleceği üzere bü
tün yapının temel taşı olduğunu düşündüğü konuya döne
rek hikayeyi yoluna sokan Henrietta oldu. "Acaba," dedi,
"kuzenin sana karşı yüce gönüllü davranırken ne derece akıl
almıştı?"
"Akıl almak mı?" diye yanıt verdi Isabel, kaşlarını çata
rak. "Bence Ralph kimseden akıl almazdı, başkalarının öğüt
lerini de pek umursamazdı."
"A, eminim öyleydi."
Henrietta'nın sözlerine kattığı ironik vurgu Isabel'in ca
nını daha da sıktı.
"Ne demek istediğini anlamıyorum," dedi.
"Demek istediğim basitçe -basitçe!- şu ki, sevgili Isabel,
senin en büyük dertlerin, en büyük derdin demeliyim aslın-
no
da, çünkü senin talihsizliğinin tekil olduğunu düşünüyo
rum, baba ve oğul Touchett'lerin böyle rahatça, böyle cen
tilmence senin ayaklarının dibine serdikleri yığınla paranın
içinden zehirli bir çiçek gibi fışkırdı."
Isabel Henrietta'nın bu alışılmadık süslü konuşmasına
-tevekkeli İngilizlerin arasında bunca zaman boşuna kalma
mıştı!- bir an şaşırsa da -aslında biraz eğlenmişti de- fazla
itiraz etmeyip omuzlarını silkti. "Dediklerin doğru, en azın
dan kısmen doğru, ama senin deyişinle derdimin kozenimin
yüce gönüllülüğü yüzünden olduğunu söyleyemezsin."
"Onun cömertliğinin tamamıyla manevi olduğuna emin
misin?"
Isabel sanki daha rahat görebilmek için arkasına yaslan
dı, şaşkın gözlerini arkadaşına dikti. "Kuzenimin, servetinin
bir kısmını bana bırakması için babasını ikna etmesinin al
tında başka bir şey mi yattığını ima ediyorsun?"
"Kuzeninin aşağılık bir şey yapacağına inanmıyorum,"
d iye telaşla açıklamaya girişti Miss Stackpole, "kısa süre
önce ölmüş olmasaydı ve saygı gösterilmeyi hak etmesey
di bile böyle derdim. Seni seviyordu, bunda hemfikiriz ve
senin hayatta başarılı olmanı isterdi. Sen gözüpek, becerikli,
kendine son derece hakim bir genç kadınsın . . . "
lll
dan ne derece katılarak yaşadığını ya da yaşamaya çalıştığı
nı zaten anlamamış mıydı? Isabel Caspar Goodwood'u red
dettiği zaman Ralph açıkça söylemese de bunu onaylamış,
Lord Warburton'ı reddedince de soluğunu tutup huşu için
de susmuştu; onun konumunda bir kızın -o sırada Isabel'in
bir servete konacağı belli değildi- Warburton gibi varlıklı ve
mevki sahibi birini geri çevirmesi, elbette yapabileceklerinin
en tepe noktasına ulaşmasını hiçbir şeyin engelleyemeyece
ği bir ruha işaret ediyordu. Ama belki de sorun buradaydı:
Ralph, Isabel'den mucizeler beklemişti. Isabel'in, tutkula
rının -Ralph'ın tutkularının!- sarp kayalarma korkusuzca
tırmanmasını kendisinin finanse edebilecek güçte olması,
Ralph'e, Isabel pırıltılı tepelere tırmanırken kendisinin aşa
ğıdaki karanlık vadide beklemesinin gerekçesi, telafisi gibi
görünmüş olmalı. Isabel'in doruğa ulaşmak için çabala
mak yerine ayağının bastığı yerden kayması ve kafa üstü,
Henrietta'nın az önce sözünü ettiği uçurumdan aşağı düş
mesi, Ralph'te ne kadar ağır bir hayal kırıklığı yaratmış ol
malıydı.
"Seni hepimiz cesaretlendirdik, hepimizin parmağı var
bu işte," dedi arkadaşı, içini çekerek. "Ben şahsen, seni fela
kete götüren yol konusunda masumuro diyemem ... "
"Felakete mi?" diye sordu Isabel, yalvarır gibi, neredeyse
yürek parçalayıcı, alçak, boğuk bir sesle.
"Sen bizim gözümüze 'gerçekten mükemmel, nazik
şövalye'nin1 kadın versiyonu gibi görünüyordun. Sen yanı
mızdayken birbirimize gizlice, belli etmeden gülümserdik,
ahmaklada dolu bir sınıfın önünde çocukları başarılı olup
112
yıldız gibi parlayınca gülümseyen anne-babalar gibi. Senin
le övünüyorduk. Senin asla başını eğip okumayacağını bildi
ğim makalelerde -merak etme, adını vermeyerek- seni, küf
lü, köhnemiş Avrupa'nın hayret dolu bakışları altında genç
Amerikan kadınlarının harika, evet harika davranan somut
örneği olarak anlatıyordum. Sen bizim övüncümüzdün!"
Sustu, başını sertçe yana çevirdi, Isabel onun bu hareke
tinin sabırsızlıktan mı, öfkeden mi yoksa pişmanlıktan mı
doğduğunu anlayamadı.
"Öyleyse hepinizi nasıl üzüp hayal kırıklığına uğratmı
şımdır," dedi, perişandı.
Henrietta hırsla saldırdı ona. "Sana çok kızgınız, çok! O
kadar çok şeye sahiptin ki ve sen onlardan vazgeçip karşı
lığında ... " Durumun ciddiyetine uygun bir ifade bulmaya
çabaladı, onun yerine kuru ve yetersiz kalan sözcükler seçti.
"Parmaklarının arasından kayıp gidecek ve hiçbir iz bırak
mayacak bir tutarn kuru toz elde ettin!"
Bu sözler Isabel'i irkiltti. Çektiği acılara azıcık da olsa tra
jik bir dokunuş katılamayacak mıydı? Yine de Henrietta'nın
bulduğu imge uygundu: Kuru bir yerde, yağmursuz bir
mevsimdeydi, görünürde bereketli yağmurlar yoktu.
"Özür dilerim," dedi Henrietta, öfkesini freniemek için
çaba harcadığı belli oluyordu, kuşlar gibi kıpır kıpır sağa
sola bakındı. "Seninle böyle konuşmaya hakkım yok. Sen
den beklentilerimiz olmasını asla istemedin bizden. Haya
tını kendi düşüncelerine uygun olarak yaşayabilirsin. Şimdi
mutsuz olmana üzülüyorum, tek arzum, bundan sonra mut
lu olman."
Isabel yalnızca başını eğerek yanıtiayabildi bu sözleri.
Henrietta koltuğundan kalkarken mumların alevleri tit-
113
reşti, duvarlara vuran hayalet gölgeleri hoplayıp zıpladı.
Henrietta daha önce Isabel'in yaptığı gibi gidip ıssız so
kağa bakan pencerenin önüne yerleşti. "A, aya baksana,"
diye rnırıldandı rastgele, evlerin arasından yaz gecesinin
nemli, koyu mor göğünü görrnek için öne eğilirken. "Sen
Roma'ya döndüğünde," dedi, arkadaşına bakmadan, "ne
olacak?"
"Ah, şimdi bunu düşünernern," dedi Isabel bezgince,
üzerinde durmadan. "Benim kafaını meşgul eden yalnızca
ben oradan ayrılmadan önce olanlar."
"Gardencourt'a gitmeden önce bana demiştİn ki, eğer
geri dönersen... "
"Geri döndüğümde," diye onun sözünü kesti Isabel, bo
ğuk, monoton bir sesle.
" . . . kocanın olay çıkartrnayacağını, en azından bildik an
lamda çıkartmayacağını söylerniştin."
Isabel, Osrnond'un olay çıkartacağını ve bunun hayatının
sonuna kadar acımasızca süreceğini söylemişti. Ama bu sez
gisini şimdi yinelemesinin bir anlamı yoktu. "Ne olacaksa
olacak, acılara katianan İtalyan komşularıının dediği gibi.
Bu konuda benim pek etkirn olmaz."
Henrietta başını çevirdi, ornzunun üstünden arkaya ba
karak arkadaşını bir an sessizce inceledi. "Ama bir amacın
vardır," dedi. "Eminim ki bir planın vardır."
"Evet, planırn var sayılır. Ayrılmadan önce öğrendiğirn
birçok şeyin sonucunda. Bunların hepsi birden üzerime çök
tü."
"Hepsi mi?"
"Evet, çok fazla şey vardı. Parça parça gelmelerine rağ
men hepsi birden çöktü üstürne. Sanki üzerime bir gardırop
114
devrilmişti - içindekilerin büyük kısmı da kapının param
parça olan aynasında benim imgemi görüyordu."
Henrietta pencereden ayrılıp koltuğuna oturdu. Hizmet
çinin yaktığı mumların erimekte olduğunu gördü Isabel,
oysa daha hikayesinin kenarlarını düzeltmek için çekiştir
rnekten öteye gidememişti.
"Başlayacağın bir nokta olmalı," dedi Henrietta, her za
manki gibi pratikti.
"Sana her şeyi anlatmaya başlarnamdan mı söz ediyor
sun? Aslında olan şeyler değil de - ortaya çıkan şeyler me
selesiydi bu."
"Sırlar mı, diyorsun? Açığa çıkmalar mı?"
Isabel düşündü. "Ortada bir tane kasıtlı eylem vardı. Ko
cam kızını bir manastıra kapattı. Orada daha önce de kalmış
kız, sonra da kocam onu yeniden oraya gönderdi, bir yere
kapatılmayı yeniden tatmasını istedi. Kızı bir ceza sömürge
sine göndermekle aynı şey bu."
"Ulu Tanrım!" diye bağırdı Henrietta öfkeyle. "Böyle bir
cezayı hak etmek için ne yaptı bu çocuk?"
"Yanlış erkeğe aşık olmuş - yani babasına göre yanlış er
keğe. Kendi halinde, zavallı biriydi çocuk, kızı seviyordu,
Pansy'nin gözü de ondan başkasını görmüyordu."
"Babası da onu manastıra kapattı ha! Sanki ortaçağ
dayız. Kocan o kadar uzun zamandır Avrupa' da ki Ame
rikan eşitçiliğinin son izleri de silinmiş ondan. Buradaki
insanlar çok uygar olduklarını düşünüyorlar, ama bir sa
lon dolusu New Jersey'li kamyoncuyla kıyaslarsan vahşi
sayılırlar! "
Isabel sağ elinin parmaklarıyla dalgın dalgın sol bileğİn
deki dantelden çıkmış bir ipliği çekiştiriyordu. "Babası onun
115
Lord Warburton'la evlenınesini istiyordu," dedi sakince,
aklı başka yerdeymiş gibi.
"Lord? .. " Miss Stackpole öfkesinden o adı topariayıp
söyleyemedi, gözleri yuvalarından fırlamıştı. "Öyle olmadı
ğını söyle bana."
"Öyle olmadı - ama olabilirdi. O beyefendi ilgilendiğini
belli etti."
"Ama bu doğaya aykırı - kızın üç katı yaşında olmalı o!"
"Yo, o kadar değil. Ama haklısın, göz ardı edilemeyecek
kadar büyük bir yaş farkı var."
"Lord, evlenme teklif etti mi? Yani açıkça söyledi mi?"
"İş oraya varmadı. Pansy, Mr Rosier'i seviyor, ya da sevi
yordu N ed Rosier 'i, sanırım onunla Roma' da tanıştın sen,
-
116
XI
117
kocaman, yuvarlak, yumru yumru, sinsi sinsi gülümseyen
toprak rengi bir surat gibi gördü.
Uzun uzun otururlarken Isabel arkadaşına hikayesinin
ancak küçük bir kısmını anlatmıştı. Şimdi de acaba böylesi
daha iyi mi oldu diye düşünüyordu - yaralarını saran katı
laşmış paçavraların hepsini birden çözmekle eline ne geçe
cekti? Bu yaraları o kadar uzun zamandır, kaç yıllardır, ses
sizce acı çekmenin görevi olduğunu düşünerek gizlemişti ki;
ama ya bu ağzı sıkılık kibrinin, kendini aşırı önemsemesinin
bir başka işaretiyse? Bir keresinde, Vatikan'ın geniş salon
larında Aziz Sebastian'ın bir heykelini görmüştü, o büyük
kilisede hep rastlandığı gibi o da gerçek boyutlarında sayıl
mazdı -sanki Katolik kilisesinde azizierin çoğu ergenlikte
kalakalmıştı-, Isabel onu görür görmez tiksinti duyar gibi
olup ürpermişti. Krem rengi teniyle, derin acılar çektiğini
gösteren, yukarıya çevrili çekik gözleriyle, miskince ara
lanmış kırmızı dudaklarıyla, ki okiarın uçlarının gömülüp
kanattığı yarıkiarda o kırmızılık tekrarlanıyordu, o şehidin
görünüşünden, çektiği ıstırabın aslında bir tür vecit hali ol
duğu anlaşılıyordu. Isabel de, eğer ıstırabını ortaya dökerse
başkalarına böyle görüneceğinden korkuyordu. Ama o kan
lar içinde bir şehit değildi; öyle görünmek de istemiyordu.
Birden irkildi -farkında olmadan uyuklamaya başlayınca
çenesinin altına dayadığı yumruğu kaymıştı-, koltuğundan
kalktı, bastıran uykudan yararlanmak için hemen yatağına
girdi, gözlerini sımsıkı yumdu. Bir süre zihni Lethe nehri
nin1 çekimine karşı koydu, ama çok geçmeden uykunun su
ları onu yakaladı, alıp götürdü.
1 Lethe: Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasında ( Hades) akan nehirlerden biri. Bu neh
rin suyundan içen ölülerin ruhlan dünyada yaşamış oldukları her şeyi unuturlardı. (ç.n.)
118
Uyandığında sabah olmuştu, nerede olduğunu bilemedi,
birkaç saniye boğuk bir panik yaşadı. Sabahın erken saatiy
di, çünkü yatağın yanındaki küçük, kaba pencereden giren
güneş ışığı pek cılızdı, ısıtmıyordu. Yılın bu vaktinde, bu böl
gelerde söz etmeye değecek kadar gece olmazdı bile, sadece
güneşin batışıyla aceleyle tekrar doğuşu arasındaki birkaç
saat boyunca yaşanan yoğunlaşmış, ışıltılı bir alacakaran
lıktan söz edilebilirdi. Isabel kımıldamadan yatıp gözlerini
lekeli tavana dikti, oradaki çoktan kurumuş nem izleri farklı
bir dünyanın haritasına benziyordu, o dünya kendi içinde
oldukça inandırıcıydı, okyanusları ve kıtaları vardı, adaları
ve takımadaları, sahil şeritleri ve gölleri ve sıradağları. Uma
rım saat çok erken değildir, diye düşündü, orada öyle tek
başına beklemek istemiyordu, hiç adeti değildi ama insanlar
arasındaki gündelik konuşmaları arzuladı. Genellikle yalnız
kalmaktan hoşlanırdı, ama bu sabah, erken saatierin anlam
sız koşuşturmasını ve işlerini istiyordu, evet, bunlar başlasın
diye hevesle bekliyordu. Ne de olsa, uzun değilse de iyi bir
uyku çekmişti. Bugünlerde başını nereye koyduğunun öne
mi yok gibiydi, çünkü artık hiçbir yerde kendisinin diyebile
ceği bir yatak kalmamıştı.
Staines görününce rahatladı, hizmetçisi her zamanki gibi
enerjik ve çevikti, gümüş bir tepside çay ve kızarmış ekmek
getirmişti ve bir de bir İngilizin şemsiyesi kadar düzgün kat
lanmış The Times gazetesini; Isabel gazetenin üzerinde belli
belirsiz ütü kokusu sezdi. Eğer o gazete kendisine getiril
meden önce ütülenmişse bu işi kesinlikle Staines değil de
ınahmur bakışlı hizmetçi yapmış olmalıydı; Henrietta ka
dar demokrat fikirli bir hanımefendinin emriyle de yerine
getirilmiş olamazdı bu önemli görev; hayır, Mr Bantling'in
119
talimatıyla yapılmış olmalıydı, kuşkusuz, onun ailesinde bu
küçük ritüel herhalde günlük gazetenin icadından beri sü
ren bir gelenekti.
Staines asık suratla pencereyi işaret edip giderek yoğun
laşan güneş ışığını gösterdi başıyla. "Kavurucu sıcak ola
cak," dedi, kıyamet gününün yaklaştığını duyurur gibi.
"Güzel olur," diye mırıldandı Isabel dalgın dalgın, yatak
ta doğrulup oturdu, yastıkları sırtını iyice destekleyecek şe
kilde ayarladı. "Yapmanı istediğim bir şey var," diye devam
etti sözüne, "hem de gecikmeden."
"Peki efendim," dedi Staines ve bumunu çekti. Staines'in
günü, kendi düzenlemelerinin ve kurallarının kesin çizgi
leriyle bölümlere ayrılmıştı, ve onun programına göre kah
valtı saati de kahvaltıya ayrılırdı, başka bir şeye değil, hele
gündelik hayat için talimat verilip alınmasına hiç değil. An
cak bu sabah Isabel, hizmetçisinin kurallarına uymaya hiç
niyetli değildi.
"Charing Cross'tan sabah kalkacak bir trende iki kişilik
yer ayırt lütfen," dedi, "ilk bulabildiğİn feribotla da Calais'ye
geçelim."
"Calais mi?" diye neredeyse bağırdı hizmetçi - sanki ha
mını Timbuktu'ya gideceğiz demişti.
"Evet, ve oradan da Paris'e kalkacak ekspres trende yer
ayırt lütfen."
Hizmetçi duraksadı: Sürprizlerden hoşlanmazdı ve böyle
apar topar yeniden yola çıkacakları haberi mutlaka şaşırtmış
tı onu; öte yandan Paris'e gidileceği haberi hoşuna gitmişti,
çünkü Fransızların oradaki sürekli varlığına rağmen severdi
Paris'i. Ve böylece, her şeyi göz önünde tutarak, karşısında
kiyle zıtlaşmaktan vazgeçip hanımının sözünü dinledi.
120
Isabel'in aceleyle yola çıkmak istemesinin nedeni,
Henrietta'nın sabahın ilk saatlerinde, Isabel'in hücremsİ kü
çük odasının önünde, mum ışığında birbirlerinden ayrılır
larken söylediği bir şeydi; Henrietta Caspar Goodwood'un
telgraf çekerek bu sabah Wimpole Sokağı'na ziyaret için gel
mek istediğini, saat on birin uygun olup olmadığını sordu
ğunu söylemişti. "Peki sen ne dedin?" diye bağırmışh IsabeL
"Ne dedin ona?" Gelmenize çok sevinirim, dedim diye ya
nıt vermişti Henrietta istifini bozmadan, Isabel ise ona dili
ni yutmuş gibi bakakalmış, başını iki yana sallayıp çılgınca
itiraz etmişti. Arkadaşının böyle bir şeyi nasıl yaptığını, hem
de Isabel' in geleceğini bildiği halde o adamcağızı bu eve na
sıl davet ettiğini aklı alınıyordu. Gece vakti bir galeride karşı
karşıya duran iki heykel gibi mum ışığında kapının önünde
dikilirierken Henrietta'nın ağzından çıkan tek yorum, Mr
Goodwood'un hevesinin yeniden körüklendiğini -o ateşin
yakıt yokluğundan söndüğünü sanınıştı Henrietta- ya da
kendisini birkaç kez reddetmiş, üstelik de evli olan bir hanı
mefendinin peşinden yeniden, tutkuyla koştuğunu bilmediği
oldu. Isabel bir samimiyetsizlik maskesi olduğunu düşündü
recek kadar masum bir açıksözlülükle anlatılan bu hikayeye
pek inanmamıştı. Henrietta, Isabel'in orada olacağını Mr
Goodwood' a bildirmiş miydi? Hayır, diye yanıt verdi Hen
rietta umursamazca, geldiğinde evde kimin olacağının ya
da olmayacağının o beyefendiyi ilgilendirmeyeceğini söyle
di. Bu ise Isabel'in kuşkularını daha da pekiştirdi. Arkadaşı
çok dürüst bir insandı, ama daha önce belirttiğimiz gibi, Isa
bel hala bekarken Mr Goodwood'un arzusunu var gücüyle
desteklemişti, üstelik daha iki hafta önce Isabel'i kocasından
ayrılması ve yeniden bağımsızlığına kavuşması için açıkça
121
zorlamışh, ama bu bağımsızlık Mr Goodwood'un şahsın
da temsil edilmeliydi. Henrietta, başka bir şey yapmasa bile
amacından sapmadan lsabel'e gerçekten değer verdiğini,
onu yürekten sevdiğini göstermiş olan bir erkeğin sevgisiyle
mutsuz arkadaşına daha mutlu bir gelecek sağlanabilecekse,
dürüstlüğe ve açıksözlülüğe olan bağlılığını geçici olarak bas
hrmış olamaz mıydı? Ama Isabel, kendisinin iyiliğini istermiş
gibi yapan insanların, kaderiyle nasıl da acımasızca oynadık
larını yakın zamanda öğrenmişti, kendi işine yine birinin, ne
kadar iyi niyetli olursa olsun, bumunu sakmasını kabul ede
cek durumda değildi. Dün gece, Mr Goodwood'un bu sabah
için söz verdiği, daha doğrusu tehdidini savurduğu ziyareti
konusunda Henrietta'yı sıkıştırmamıştı, arkadaşı iyi niyetli
de olsa -Henrietta'nın kendi bakış açısından iyi niyetli-, onun
yalanalığını yüzüne vurmak istememesinden çok, Wimpole
Sokağı'ndan mümkün olduğu kadar çabuk ayrılmaya -mali
açıdan zor durumda kalınca otelden gizlice kaçıp giden bir
otel müşterisi gibi hissetse de- karar verdiği için.
Şimdi, arkasına yığdığı yastıklara yaslanarak çayını yu
dumlayıp kızarmış ekmeğini ısırırken, ama ikisinden de hiç
tat almazken, düşünceleri ister istemez sürekli Henrietta'nın
aklına getirdiği olasılığa gidiyordu, yani kuzeni Ralph'ın hiç
haber vermeden ona bir servet bırakılınasını ayarlarken hiç
istemeden lsabel'e büyük bir kötülük yapmış olmasına. Bu
fikri Ralph'ın kendisi ortaya atmışh, ölüm döşeğindeyken, bir
an korkuya kapılıp Isabel' e, seni mahvettim mi diye sormuştu
- kullandığı sözcük 'mahvetmek'ti ama o sırada Isabel onun
ne demek istediğini anlamamışlı ya da anlamak istememişti.
Ralph paranın onu mutlu ve bağımsız kılmasını amaçlamıştı,
bundan bir an bile kuşku duymamıştı Isabel; ama hayatına bu
122
şekilde müdahale etmeye -işte yine o sözcük gelmişti aklına,
elinde değildi-, onu nasıl, hangi koşullar albnda sürdürece
ğini belirlemeye hakkı var mıydı diye düşünüyordu şimdi.
Isabel kişisel bağımsızlık kavramına hep inanmıştı: Her hayat
bir kez verilirdi insana, ne yinelenebilirdi ne de yenilenebilir
di, ve hayat verme yetisiyle donandırılmış her oyuncu sahne
deki zamanını bıkmadan, inançla, sadece bir tek gala yapıla
bileceğini, başka geceler olmayacağını bilerek doldurmalıydı.
Bir başkasının yerinden kalkıp sahneye çıkarak oyunu yönet
meye çalışmaya ne hakkı vardı?
Fincanını bıraktı, gözlerini kapadı, elini gözlerinin üzerine
koydu. Daha yeni ölmüş biri hakkında böyle kötü şeyler dü
şünmemeliydi, üstelik bu insan kendisini koşulsuz sevmişti,
antrakt olup perde inmeden önce, onun ikinci yarıdaki per
formansını teşvik etmek üzere, masumca "Brava!" diye mırıl
danıp ayaklarının dibine bir gül fırlatmanın zevkini tatmak
dışında lsabel' den kendine herhangi bir şey alabilmeyi umut
edememişti. Yine de, diye düşündü Isabel, hayat bir metafor
değil, dramatik bir monolog ya da sirkteki göz aha bir nu
mara da değil. Dünyevi bir proje, tozlu havada ya da cilalı
tahtaların üzerinde değil, çıplak zeminde gerçekleştiriliyor,
sanatın başkalaşbran dokunuşu olmadan ya da herhangi bir
dönüşüm olmadan; alelade gün ışığında ve bizden daha bü
yük gizemli güçlerin zorlamasıyla karşımızdaki dünyanın
birden pırıl pırıl parlamaya başladığını gördüğümüz o nadir
ve değerli örnekler dışında herhangi bir coşku yaşatmadan.
Isabel Avrupa'ya böyle anları, kaldırabileceği kadarını tanıma
beklentisiyle gelmişti. Ne var ki Avrupa, oraya ayak basma
sından önce hayallerinde biçimlenenden çok daha sessiz bir
yer olarak çıkmışb karşısına. Burada deneyimleri olmuştu,
123
renkli ve dolu dolu deneyimler, ama hiçbiri ruhunu yakıp
kavuracak güçte bir ateş yakamamıştı - ta ki yakın zaman
da, beklenmedik bir anda, anlaşılmaz bir şekilde, kendini
Caspar Goodwood'un kollarında yanarken bulana kadar,
Gardencourt'ta, o harika mavi alacakaranlıkta, eski taş han
kın yanında, Caspar onu heyecanla kucaklayana ve öpücü
ğüyle dudaklarını dağlayana kadar. Başka her şeyden önce,
Roma' da ortaya çıkan şeylerden ve o şehirden kaçmasından
önce, Serena Merle'nin ihanetinden ve kocasının maskesinin
düşmesinden önce, hatta -Tanrı bağışlasın!- sevgili kuzeninin
ölümünden bile önce o öpücük ve onun kendi içinde tutuştur
d uğu olasılıklar her şeyin önüne geçmiş, bütün oksijeni tüket
miş, Isabel'in sendeteyerek geri geri gitmesine, soluk almaya
çalışarak boğazını sıkı sıkı tutmasına yol açmıştı. İşte bu yüz
den yine, aceleyle kaçıyordu. Caspar Goodwood'un istenme
yen ilgisi değildi kaçmasına neden olan, o başkalaştıncı ateşe
yeniden yakalanınaktan korkmasıydı. Erkeğin kendisinden
de korkmuyordu, korktuğu onun temsil ettiği görünmez teh
ditti: Goodwood, şeytani Paraklit'in1 bir biçimiydi.
Yarım saat sonra Henrietta'yı salonda buldu, sırtı salona
dönük, cumbalı pencerenin önünde duruyordu. Isabel içeri
girince başını çevirip bakmadı, oysa Isabel ayak seslerinin
duyulduğuna emindi. Duruşundaki katılıktan Henrietta'nın
kızgın olduğu anlaşılıyordu, hatta kızgından da öteydi.
"Hemen gideceğini söylediler bana," dedi, arkasına dön
meden.
"Evet," diye mırıldandı IsabeL "Bilet alsın diye Staines'i
gönderdim. Dönüp dönmediğini biliyor musun?"
124
"Dönmemiştir - Thomas Cook o kadar yakında değil."
"Tabii, tabii." Aralarındaki sessizlik ince, esnek bir kor
don gibi uzadı. "Hiç değilse dönüp bana bakmayacak mı
sın?" diye rica etti IsabeL "Konukseverliğini böyle geri çevir
diğim için kendimi çok kötü hissediyorum."
"Konukseverliğimmiş!" dedi Henrietta, der demez de bir
eksen üzerinde dönereesine bir anda arkasına döndü. "Sen
benim konukseverliğimi değil, bambaşka bir şeyi ve bam
başka birini dert etmelisin kendine."
"Evet, biliyorum," diye yanıt verdi Isabel süklüm pük
lüm ve başını önüne eğdi. Sonra çaresizlik içinde kendini
toparladı. "Anlamıyorsun Henrietta," diye sızlandı. "Onun
karşısına çıkamam - yapamam!"
"Yapamaz mısın yoksa cesaret mi edemezsin?" diye inat
la sordu arkadaşı.
"Ah, ne fark eder ki!"
"Ürkmüş bir tavşan gibi kaçıyorsun," dedi Henrietta,
gözlerini kısıp bakarak. "Senden daha iyisini beklerdim, Isa
bel Archer."
"A, demek eski soyadımla hitap ediyorsun bana," dedi
lsabel, arkadaşının gönlünü almak istercesine gülümserneye
çalışarak.
"Benim aklımda senin gerçek ve tek soyadın bu," dedi
Henrietta, acımasızdı. "Bu soyadını senden alan o korkunç
adamdan kurtulmak istemediğine göre, ben de kendimde
eski soyadını sana tekrar verme hakkı buluyorum, salt ken
dimi tatmin etmek için olsa bile."
Yataktan kalkalı çok olmamasına rağmen ansızın yorgun
luk hisseden Isabel, gidip pek de davetkar görünmeyen ka
nepeye oturdu, ellerini kucağında birleştirdi. Henrietta sırh
125
pencereye dönük durumda kaldı, düşman bakışlı gözleri
Isabel'in üzerindeydi. "Mr Goodwood saat on birde gelecek;
şimdi de saat..." Saatine göz attı. "Dokuz buçuğa geliyor, hiz
metçin de dönmedi. Mr Goodwood'a telefon edip randevuyu
iptal etmeye çalışayım mı? Piccadilly' de bir otelde kalıyor."
Isabel başıyla olmaz dedi. "Gerekirse, trenin kalkış saa
tine kadar ben gidip bir meydanda beklerim. Hava güneşli,
bir süre açık havada kalmak iyi gelecek bana."
Henrietta içini çekti, kızgındı. Eskiden arkadaşına uzun
süre dargın kalamazdı, şimdi de bundan farklı değildi. "Gel
şu koltuklardan birine otur," dedi, "o kanepe dayanılmaz
Robert bile orada oturmak istemiyor."
"Ah, Mr Bantling!" dedi Isabel, ağzının içinden. "Tama
mıyla aklımdan çıkmış. Bu sabah onunla konuştun mu? Kart
oyununda şansı var mıymış?"
Henrietta bu soruyu yanıtlamaya değer bulmadı. "Sen
tam gitmek üzereyken," dedi, "Mr Goodwood gelirse hepi
miz sıkıntı yaşarız."
"Ah Henrietta," diye mırıldandı Isabel, başını sallaya
rak. "Seni çok kızdırdığımı görüyorum . Özür dilerim."
Arkadaşının durduğu pencereye, yaz sabahının camda
parıldayan ışığına baktı yine. "Gerçekten dışarıya çıkmak
istiyorum. Çimenlik bir yerde oturabileceğim bir bank var
mı buralarda? Londra'da yakınımızda hep parklar vardır,
bunu hatırlıyorum. Staines'e bir not bırakır, beni nerede
bulacağını yazarız."
Henrietta, bir hanımefendiye hiç yakışmayacak şekilde
burnundan soludu. "Böyle kaçıp saklanmak istediğin için
beni çok şaşırttığını söylemeliyim. Eski günlerde tanıdığıını
sandığım kişiye hiç uygun düşmüyor bu tavrın."
126
"Korkarım ki artık o kişi yok," diye yanıt verd i Isabcl,
sesi üzgündü. "Birkaç hafta önce Roma' da tükendi o, insanı
mahveden bir hastalık diyebileceğimiz bir şeyin sonunda -
kuzenimle bu konuda ortak bir yanımız var."
Bir an öfkesini unutan Henrietta arkadaşına gerçekten
korkarak baktı. "Beni dehşete düşürüyorsun, Isabel, ama
daha çok da kaygılandırıyorsun. Hayatının rotasının kötüye
döndüğünü biliyordum ... "
"Bunu ölümcül hastalara söylerler," diye onun sözünü
kesti Isabel, darağacına gidecek biri ne kadar neşeli olursa o
kadar gülümseyerek.
" . . . ancak senin durumunun ne kadar vahim olduğunun
farkına varmamıştım," diye devam etti Henrietta, sesindeki
ürkütücü tonu korumaktan hoşnut gibiydi. "Bence haklısın;
evlenmekte ısrar ettiğin o adam seni neredeyse öldürüyor
du. Neredeyse diyorum, dikkat et: Kurtarılabilirsin, hem de
uzun sürmez kızım, eğer ben ve benim gibi düşünenler bu
işe el atarlarsa!"
Azimle verilen bu sözden güç alan iki arkadaş, içieri ta
rifsiz bir şekilde rahatlayarak birlikte salondan çıktılar, hole
indiler. Orada Isabel mahmur gözlü hizmetçinin nemli eline
bir altın para sıkıştırdı, Staines'e bir araba kiralayıp bavulla
rıyla birlikte gelip kendisini bulmasını söylemesini tembih
etti - neresi olduğunu sormak üzere Henrietta'ya döndü, o
da yakındaki Cavendish Meydanı'nın adını verdi. Sonra iki
hanım hasır şapkalarını taktılar, birer dantel şemsiye da ala
rak dışarıya çıkıp sabaha karıştılar.
Gün, Henrietta'nın evindeki cumbanın camiarına vurdu
ğunda olduğu kadar parlak değildi. Hava tozluydu, araba
ların atlarının yavan, kahverengi kokusuyla doluydu, güneş
127
ışığı da soluktu, bu yüzden Isabel birden İtalya'nın pırıl
pırıl havasını özleyince şaşırdı. Belki de o ülkeyi, güneyin
görkemini yuvası saydığının farkında olmamıştı. Bu olası
lık soğuk bir çelik gibi sapiandı aklına. Roma'ya dönüşünü
sıkıcı bir görev olarak düşünmüştü; bundan bir şey, kendine
bir şey çıkarmaya çalışması tam bir skandal olurdu; bu şey,
eve dönüşünün tatlı duygusu bile olsa. Orada ilgilenmesi
gereken meseleler onu yaralayacak, kanatacaktı, ya da, bu
kadar ileri gitmeden söylemek gerekirse, tepeden tırnağa
çamura bulayacaktı. Geri dönmek zorunda olmamayı ister
di, hem de çok; ilk başta Avrupa'dan tamamıyla kaçınayı
ve kendi memleketine dönmeyi düşünmüştü, dönebilirdi
de, hatta son görüşmelerinde Madame Merle, 'kendisinin
de Amerika'ya gideceğini' söylememiş olsaydı kesinlikle
giderdi; bu söz Isabel için o büyük, güzel ülkenin lanetlen
mesiyle aynı anlama gelmişti. Ayrıca, görevinden kaçın
mak, uğraşması gereken şeylere sırt çevirmek de Isabel'in
mizacına uymazdı. İnsanın hayatta kırılan onur parçalarını
ancak hatalarıyla ve sır gibi sakladığı affedilmez suçlarıyla
dürüstçe yüzleşerek -yüzleşmek onları yenmenin tek yo
luydu- koruyabileceği fikri, kendisiyle ilgili düşüncesinin
daima öne çıkan kısmı olmuştu. Cennet sayılamayacak mut
suz alanlarda işlenen, son zamanlarda veda etmek zorunda
kaldığı günahlara gelince, Isabel kadar tutkulu bir tövbekar
bile, kendi günahları arasında, bağışlanabileceklerden öte
bir günah bulamıyordu, en azından başkalarının işlediği bü
yük günahlada kıyaslandığında. Bu konuda vicdanını ada
makıllı incelemişti, ama başkalarından önce kendini suçla
maya ne kadar alışmış olursa olsun, kendisinin ve Madame
Merle'nin, hatta Madame Merle'nin kızının -o değerli ve ta-
128
lihsiz, masum kız!- şimdi onları yakan o cezaland ı rıcı a l ev
lerin içine düşmelerinin suçunun neden önce kendisinde
arandığını anlayamıyordu. Evet, gururuna yenik düşmüştü,
düşmeden önce kapıldığı gururuna; kendisini sevip sayan
ların verdikleri öğütleri bilerek göz ardı etmişti; evet, Gilbert
Osmond'la evlenmişti - ne için, salt inattan mı? Evet, evet,
evet, bütün bunları yapmıştı, ama şunu kesinlikle söyleye
bilirdi ki, hem de kendini aklama çabasıyla değil, kendisine
bunun daha kötüsü, çok daha kötüsü yapılmıştı.
129
XII
130
bunları yapabileceğinden kuşkulandığını düşünüp korkar
dı. Lord Warburton'la kız kardeşlerinin konutunda -Lord
Warburton'ın, 'evi şatosudur' denebilecek az sayıdaki İn
giliz beyefendisinden biri olduğu kesindi- kaldığı bir gece
sofradayken, önüne her yeni yemek tabağı konduğunda
Henrietta'nın, çatalına, bıçağına ya da kaşığına elini atma
dan önce, masadakilerin, tabaklarının sağında ve solunda
dizili pırıl pırıl çatal bıçaklardan hangilerini seçeceklerini
görmek için nasıl duraksayıp etrafına dikkatle ama gizlice
baktığı, unutınayı gerçekten istemiş olsa da, Isabel'in aklın
dan hiç çıkmamıştı.
"Gerçekten üzgünüm," dedi Isabel, sesi dostaneydi, "sen
den bu kadar çabuk ve bu kadar ani ayrılmak zorunda kal
dığım için."
"Zorunda kalmak mı?" diye yanıtladı onu Henrietta, yan
kılarcasına, gülümsernesi alaycılığını hafifletiyordu. "Tekrar
söylüyorum, şimdiye kadar tanıdığım Isabel'le arandaki
fark o kadar üzücü ki. Eski Isabel hiç kimsenin, hele bir erke
ğin baskısına asla boyun eğmezdi."
"Ben de sana tekrar söylüyorum," dedi Isabel ısrarla, o
da gülümsüyordu, "senin sözünü ettiğin kişi, benim eski ha
lim, artık yok o."
"Pöf!" dedi Henrietta amiyane bir tarzda; kızınca bu söz
cüğü kullanmayı çok severdi. "Senin ifadenle şu 'eski' halin,
korkakça saklanıyor, başka bir şey değil."
"Eh, eğer öyleyse acaba kimden saklanıyorum?"
Henrietta dönüp arkadaşına, Mr Bantling'in hayranlıkla
'okkalı' diye niteleyeceği bakışlarından biriyle baktı. "Tabii
ki kendinden!" dedi. "Dünyada başka kimden bu kadar kor
kuyorsun ki? Ah, seni tanıyorum ben, Isabel Archer. önün-
131
den, zincirlerini şakırdatarak, ağıtlar yakarak en ürkütücü
hordaklar geçebilir, senin kılın bile kıpırdamaz, ama bir ay
nanın karşısında durup kendine bakınca kendi görüntün
den korkup çığlık çığlığa bağırabilirsin."
"Ama bu hepimiz için geçerli değil mi?" dedi Isabel, bir
an düşündükten sonra. "Bir aynadan bize bakan kendi göz
lerimizden daha tekinsiz bir şey yoktur ki."
"Bu dediğin ancak kendi görüntüleri üzerinde aşırı za
man harcayanlar için geçerli."
"Kendimi beğenmişliğimi bu kadar ısrarla belirttiğİn
için, Henrietta," dedi Isabel, "hiç de nazik değilsin." Küçük
bir kahkaha attı. "Ne de olsa en kötü günahiarımdan yalnız
ca bir tanesi bu."
"Aklımdaki senin kendini beğenmişliğin değildi," dedi
arkadaşı sakince, "ama kabul ediyorum, kendini beğenmiş
sin sen."
Bu sözler, yumuşak bir tonda söylenmiş olsalar da,
Isabel'i rahatsız ettiler.
"O zaman aklındaki nedir?" diye sordu, sabırsızlık, şaka
ve kaygıyı eşit derecede yansıtan bir sesle.
Henrietta uzunca bir süre konuşmadı, bankta dimdik
oturdu ve arkadaşına dudaklarını büzerek, acımasızca, dü
şünür gibi baktı. Sonra ansızın ellerini dizlerine vurarak
ayağa kalktı. "Haydi gel, güneşte biraz dolaşalım - dumana
ve kömüre boğularak trenlerin içine yeterince tıkılacaksın
zaten."
Güneş, onların bankta geçirdikleri kısa süre içinde bile
güçlenmişti, ama üstterindeki yüksek ağaçların yaprakla
rının arasında cesurca dolanan meltem güneşin sıcaklığını
biraz hafifletiyordu. Parkın içinden dolaşan yolda yürürler-
132
ken, huzurlu samirniyetlerinin bir işareti olarak, Henrietta
Isabel'in koluna girdi. Isabel başını çevirip arkaya göz attı;
Staines'in kendisini almak için arabayla ne zaman geleceğini
merak ediyordu. Caspar Goodwood'un her an gelebileceği
ni öğrendikten sonra, oradan ayrılma kararı vermek zorun
da kaldığından beri bir an önce yola çıkmak istiyordu.
"Benim tam bir cadı olduğumu düşünüyorsundur," dedi
Henrietta, ama sesinde en ufak bir özür dilerne ya da piş
manlık okunmuyordu. "Ama umarım seni ne kadar sevdiği
mi ve iyiliğin için kaygılandığımı biliyorsundur." Biraz dur
du, sonra Isabel'in koluna daha da sıkı girdi. "Keşke bana
Roma'da neler olduğunu anlatsan, canım. Kötü olduğunu
biliyorum, şimdi böyle çekip gitmene ve beni düşünceler
içinde bırakınana da dayanamıyorum. Aklıma en korkunç
şeyler gelecek."
Isabel kendi kendine gülümsedi; arkadaşınınki gibi ince
likli ve edepli bir hayalgücünün, Roma' da yaşadıklarına uy
gun bir kötülük kavramı hayal edebileceğine emin değildi.
"Eh öyleyse, boşu boşuna düşünerek uykusuz geceler
geçirmemen için sana her şeyi aniatacağım - ya da bildiğim
kadarını, çünkü içine düştüğüm ihanet ağı öyle ki, üzerime
atlamak için hazırlanan başka yırtıcı hayvanlar olup olmadı
ğını bilemiyorum."
"Aman Tanrım," diyerek soluğunu saldı Henrietta. "Bu
kadar mı kötü?"
Tozlu yolda, yanlarından siyahlar giymiş bir dadı geçti,
sürdüğü bebek arabası üstü açık bir gondol kadar parlaktı,
onun gibi kayareasma gidiyordu, arabanın saten kaplı derin
liklerinden hafif çilli minik, pembe bir yüz şaşkın şaşkın ba
kıyordu, yeni girdikleri aydınlık ve inanılmaz kalabalık yerde
133
etrafa bakınan bebekler gibi o da gözlerini iri iri açmış, yu
muşacık dudaklarını minicik bir yuvarlak haline getirmişti.
Isabel'le göz göze gelince bebek görünmeyen kaşlarını daha
da kaldırdı, korkusunun arttığını belli edercesine esnek boy
nunu iyice içeri çekti. Isabel kendi çocuğunu düşündü, çok
narindi ve öyle çabuk ölmüştü ki tam anlamıyla doğmuş ol
duğu bile söylenemezdi. Adı Gilberto idi, bu dünyada sadece
altı ay kaldıktan sonra alevi sönen minik, donuk bir hayat be
lirtisi. Ara sıra, özellikle sayısı giderek artan uykusuz gecele
rinde, eğer çocuğu daha çok sevseydi hayatta kalabilirdi, diye
düşünüp kendine işkence ediyordu IsabeL
"Kocamın kız kardeşi Amy'yi hatırlıyor musun," diye
sordu, "Gemini Kontesi?"
Henrietta o homurtularından birini daha saldı, bunları
'evinde' pek fark eden olmazdı ama kıtaları ayıran büyük
okyanusun bu tarafında, öyle yaparak yemek masasında bir
süreliğine pek çok kişiyi susturmuştu. "Elbette hatırlarım!"
dedi neşeli bir sesle. "Öyle birini kim unutabilir ki?" Susup
Isabel'e baktı. "Sana pençe atanın o olduğunu söyleme sa
kın!"
"Yo, yo," dedi IsabeL "Aslında bana bir hizmette bulun
du, ancak bunun benim yararıma olması için mi yapıldığını
bilemiyorum." Yürümeye devam ettiler. Tozlu sıcak Isabel'i
rahatsız etmeye başlamıştı, ama tekrar oturmak istemiyor
du, ağır, temkinli adımlarının içini boşaltmasına, sırlarını
açıklamasına olanak verdiğini düşünüyordu. "Görümcem
bana bir şey söyledi, bilmediğim, benden gizlenmiş olan bir
şey - hem de yıllarca."
Konuşmadan birkaç adım attı, anlatacağı şeyin boyutunu
düşününce dili tutulmuştu.
1 34
"Kim gizlemiş senden?" diye sordu Henrietta, sl•sinin
yumuşaklığı, acı çeken arkadaşına ne kadar büyük Sl'mpa
ti duyduğunu gösteriyordu. Dünyada olup bitenlerin, hem
çarpık hem düzgün şeylerin dikkatli bir gözlemcisi olan ve
bunları renkli bir anlatırula uzaktaki sayısız okuruna akta
ran Miss Stackpole'un mesleğindeki birinin, en sevdiği ar
kadaşının kendi isteğiyle girip tutsak olduğu bir toplum
da gizli saklı yaşanan dehşet verici şeylerin, bütün ürkünç
ayrıntılarıyla birlikte kendisine açıklanmasını arzulayacağı
düşünülebilirdi. Oysa Henrietta, Isabel'in itiraflarını büyük
bir korkuyla bekledi ve duyacağı şeylerin gülüp geçilecek
kadar zararsız olmalarını diledi, kendisiyle olağanüstü kav
galı bir ruhun abartıp büyüttüğü birkaç önemsiz sorun olsa
keşke dedi. Ama Isabel'in, yaz mevsiminin fışkıran yeşilinin
önünde griye çalan yüzünün gergin hatları, neyle karşıtaşa
cağını Henrietta'ya gayet net belli etti.
"Kontes bunu," dedi Isabel, "yıllardır biliyormuş." Sesi
alçak ve telaşlıydı, gözlerini önündeki yola dikmişti. "Ta
başından biliyormuş, ama bana anlatmaya korkmuş, ancak
öyle bir gün gelmiş ki o bile benim bunlardan habersiz kal
maını artık uygun bulmamış."
"Korkmuş mu?"
"Abisinden, kocamdan tabii; ondan ve Serena Merle' den."
Henrietta kaşlarını çattı. Nihayet önünde açılmakta olan
hikayede Madame Merle'nin adının geçeceğini hiç bekleme
mişti, ama şimdi, duyunca, hiç şaşırmamasına şaşırdı. Bu
kadını pek az görmüştü, hakkında pek az şey biliyordu, ama
gördüğü ve bildiği kadarı, böyle bir insanın neler yapabile
ceği, amacına ulaşmak için nelere kalkışacağı hakkında ken
disinde hiçbir kuşku bırakmamıştı. Arkadan vuran güneşin
135
sıcaklığına rağmen o güvenilir genç kadının sırtından aşağı
buz gibi bir ürperti geçti.
Daire şeklindeki yeşiliiiderin etrafında dönüp yeniden
siyah giysili dadıyla minik bebeğin olduğu yere gelmişler
di. Bu kez Isabel arabanın tentesinin altında yatan, satenler
içindeki o şaşkın pembe surata bakmaktan özenle kaçındı,
yanından hızla geçti. Tekrar konuşmaya başladığında söz
cükler ağzından iç karartıcı, boğuk bir tekdüzelik içinde dö
küldü.
"Amy bana pek çok şey anlattı, bunların içinde en dik
kat çekicisi, hafifinden söyleyeyim, kocamın ilk eşinin çocuk
doğurmamış olmasıydı. Evet, evet, biliyorum, Pansy var ve
Osmond'un kızı o. Kız doğana kadar Osmond Napali'de ya
şıyormuş, ama zavallı kadın güya doğum yaparken öldüğün
de Osmond ile birlikte başka bir yerdelermiş - yanlış bilmi
yorsam, Piemonte' de. Tarihierin denk düşmesi Osmond'un
işine yaramış, zaten hep şanslıdır, bunu şimdi anlıyorum;
kötülerin talihi, diyebilirsin." Küçük bir kahkaha attı, ama
sesi daha çok sert bir iç çekiş gibi çıktı. "Piemonte' den dön
müş, sonra da Napali'den ayrılmış, küçük kızıyla bir dul
adam, Floransa'ya yerleşmiş, Bellosguardo tepesinde bir ev
tutmuş. Madame Merle'nin nereye sıvıştığını bilmiyorum."
Henrietta'nın ağzı açık kaldı. "Nereye sıvıştığını mı?"
"Evet. Kendini topadamak için bir yere gitmiş olmalı. O
hanımın gidecek bir yeri hep vardır, arkadaşlığı ve toplum
içindeki pek çok becerisi sayesinde kendisini ağıdayacak bir
yer bulur hep, o zaman da bulduğuna eminim."
Henrietta bir kez daha kalakaldı, ama bu sefer Isabel dur
madı, başını öne eğerek yürümeye devam etti, adımları ro
botlar gibi ruhsuz ve kararlıydı.
136
"Yani sen," dedi Henrietta Isabel'in uzaklaşan sırtına
doğru, sonra da aceleyle koşup arkadaşına yetişti, "yani Ma
dame Merle?.."
"Evet," dedi Isabel, heyecanını bastırarak, bu sefer dur
ma sırası ondaydı. "Evet, Serena Merle, Pansy Osmond'un
annesi."
137
x rn
138
hakkındaki düşüncesine göre, insanın kendinden ba�ka b i ri
olmaya çalışması hayatın temel yasalarına aykırıyd ı . Böyle
bir formülün gerektireceği ahlaki sorunların farkındaydı,
örneğin İmparator Kaligula'ya ya da Kral III. Richard'a, do
layısıyla da Gilbert Osmond' a ve kötü ruhlu arkadaşı Mada
me Merle'ye uygulanacak olsa; ama Henrietta'ya kalırsa bu
tür yaratıklar bambaşka bir boyutta mevcuttular, lanetiilere
ait serin bir kristal mekandaydılar, kendisinin ve Isabel'in ve
Caspar Gantling ve Caspar Goodwood ve tabii düzgün, dü
rüst, doğru düşünen, kendilerine benzeyen bir sürü insanın
bulunduğu dünyadan kalın ve delinmesi olanaksız bir camla
ayrılmış bir yerdeydiler. Henrietta'nın gözünde arkadaşının
bir hatası varsa o da, eserlerine saygı duyduğunu söylediği
asık suratlı Alman düşünüderi gibi, çözümü mümkün ol
mayan meselelerin üzerinde ölçüsüzce düşünmesiydi. New
York Interviewer dergisinin muhabirine göre felsefe, gerçek
ten enerjik, hareketli bir iş sayılan insan olmaktan zararsız
bir sapmaydı ve insan olmak da ahenkli, tatminkar ve yarar
lı bir hayat sürmekten ne daha az ne daha fazlaydı.
"Bağışla beni," dedi Henrietta, "açık yaraya tuz bası
yorsam, ama bu meselenin ayrıntıları konusunda aklımda
bir soru kalsın istemiyorum; kocanın kızının merhum Mrs
Osmond'un değil, kocanla Merle denen kadının ortak ço
cukları olduğunu söylüyorsun, değil mi?"
Bunlar ağzından çıkarken patavatsızlığı için özür dileme
si gerektiğini düşündü, ama Isabel onun sorusunu olduğu
gibi ve dürüstçe karşıladı, ki zaten o tarzda sorulmuştu, ve o
soru karşısında ürkmedi.
"Evet, Gemini Kontesi'nin bana açıkladığı sır buydu, bir
kaç hafta önce, Roma' da, benim evimde."
139
Henrietta bir süre konuşmadı, bu konuyu kafasında, şaş
kınlık içinde evirip çevirdi, bu kadar hesaplı ve korkunç bir
dalaverenin düşüncesi bile soluksuz bırakınıştı onu.
"Ya kızı Pansy," diye sordu en sonunda, "gerçek annesini
biliyor mu?"
"Hayır, bilmiyor elbette. Ondan gizlemişler - herkesten
gizlemişler, o kadar akıllılık etmişler, o kadar tedbirliymiş
ler."
"Ama kocanın kardeşi, Kontes? .. "
"A, o biliyormuş, tabii."
"Ama nasıl? Kardeşi mi paylaşmış onunla bu bilgiyi?" Bu
olasılığı doğruluğuna hiç inanmadan ileri sürmüşili Henri
etta.
"Nasıl öğrendiğini bilmiyorum," dedi Isabel, sesi sa
kindi. "Sormadım." Elinde olmadan gülümsedi. "Amy
Osmond' dan pek fazla şey saklayamazsın, bu sefer de öyle
olduğuna eminim, özellikle bunun gibi iyice kotarılmış, üstü
örtülmüş bir skandal söz konusuyken."
O ana kadar duyduklarını içine çekip hazınetıneye çalı
şan Henrietta'nın adımları da, arkadaşının bir dakika önceki
adımları gibi donuk ve mekanikti, insanların diğer insanları
göz önünde tutarak, onlara saygı göstererek nasıl davran
maları gerektiğine dair düşüncesiyle hiç kıyaslanamayacak
bir durumla uzlaşmakta karşılaştığı zorluğa işaret ediyordu
yürüyüşünün ağırlığı. Şunun da belirtilmesi gerekir ki, ama
fısıltıyla söylemeliyiz bunu, zihninin bir başka, daha temel
bir kısmında, insan davranışlarını gözlemlemekteki kendi
keskin zekasından ve bu konuda durup dinlenmeden haber
yapan bir muhabir olmaktan -yani Henrietta'nın kendisi
bu kadar gurur duyan birinin nasıl olup da ihanet, yalan-
140
cılık ve rezike utanmazlığın bu kadar çarpıcı bir örneğini
gözden kaçırdığını öfkeden kudurarak soruyordu kendi
ne. O komplonun, ki tam bir komploydu, gizli kapaklı iş
çevirmekte usta iki kişi tarafından dini rnekanlara has bir
sessizlik içinde yürütüldüğü doğruydu, Henrietta yine de,
ancak beceriksiz bir acar muhabirin bu kadar hoş kokulu bir
yermantarını keşfetmekte başarısız olacağını üzülerek kabul
ediyordu. Ancak okurlar böyle bir skandaim Interviewer'ın
sayfalarında anlatılmasını, ya da en azından çıplak gerçek
lerle kendi iffetli bakışları arasına ince bir terbiye tülü geril
meden anlatılınasını hoş görecek değillerdi.
Telaşlı gazeteci Henrietta lehine değil de, ki aynı zaman
da öyleydi de, sevecen Henrietta lehine konuşursak, elinden
bir 'hikaye'yi kaçırdığı için duyduğu üzüntünün, belki biraz
sert, bazen de utanmazca sayılan profesyonelliği açısından
yüzünü kızarttığını da belirtmemiz gerekir. Öfkesi yenilene
rek ve hala inanmazlık içinde bağırarak bir kez daha arkada
şına dönmesi, kısmen bu karışık ve sinir bozucu düşünceleri
önlemek ya da en azından bir kenara itmek amacıylaydı.
llAma neden,�� diye sordu, ugörümcen sana anlatmak için
neden bu kadar beklemiş? Ve neden şimdi anlatmış?"
Isabel'in yanıtı neredeyse yatıştırıcıydı. llSorunun ilk kıs
mını zaten yanıtladım: Ağabeyinden ve onun - onun arka
daşından korkuyormuş."
uve ansızın korkmaktan vaz mı geçmiş?"
11Hayır, eminim öyle değildir. Ama Kontes bir at sine
ği kadar bile önemli görünmese de akıllıdır - unutma ki
Baltimore' da doğmuş. Ağabeyiyle benim aramda önemli bir
şey geçtiğini, şimdiye kadar bildiği ya da tahmin ettiği her
şeyden daha karanlık, daha tehlikeli, daha acılı bir yola gir-
141
diğimizi ve kendisinin bildiklerini söyleme vakti geldiğini
anlamış. Ve elbette" -Isabel gülümsedi- "nihayet gözlerimin
önündeki perdeyi kaldıracak kişi olmanın vereceği küçük,
keskin bir zevk de vardı işin içinde. Kontes bana sinideni
yormuş -kendisi söyledi- bana ve inatla gözlerimi her şeye
kapamama, ama bu halime 'masum cahillik' diyecek kadar
ince fikirliydi. Bunca zaman gözlerimi açmadığım, hayatıının
sonuna kadar da böyle davranmaya kararlı göründüğüm
için sinirleniyormuş. Benim bir şey bilmemem, kendisinin de
beni bilgilendirmemesi onu usandırıyormuş - bu kelimeyi
kullandı." Isabel sustu, tekrar konuşmaya başladığında, bir
şeyi kavradığı, üzerinde düşündüğü, sesinden anlaşılıyordu.
"Biliyor musun, insan ilişkilerinde usanem ne kadar önemli
olduğunu yeterince kabullenrniyoruz. Ya da, insanların usanç
duymaktan duydukları dehşeti demek daha doğru."
Belli bir amacı olmayan bu eleştiriler sırasında, küçük
gezinti parkının kenarındaki tozlu yolda dolaşan o iki arka
daşı gözleroleyen biri, Miss Stackpole'un, Isabel'in az önce
üzerinde düşündüğü o takdir edilmeyen olasılık durumuna
kaydığını pekala düşünebilirdi. Bununla birlikte, örneğin
yolu çevreleyen bitkilerin arasında gizlendiği yerden etrafı
gözleyen kuşkucu bir orman tanrısı böyle bir varsayımda
bulunsaydı yanılmış olurdu. Yüzündeki durgun ifade, ha
fifçe alnını kınştırması canının sıkıldığını düşündürse de hiç
öyle değildi Henrietta, tam tersine çeşitli, dağınık fikirleri
bir araya getirip birleştiriyordu; aniden ve güçlü kanat çır
pışlarıyla yükseklerden aşağıya yönelen bir karta! gibi arka
daşına döndü.
"Şimdi hatırladım," dedi, söyleyeceği şey soluğunu
kesmişti, "evleneceğin erkekle seni tanıştıran Madame
142
Merle'ydi - seni onun karşısına çıkaran oydu. Aha!" -söz
lü olarak ellerini acımasızca çırpma ifadesiydi bu- "şimdi
anlıyorum, meseleyi şimdi anlıyorum. Madame Merle ko
canın Vaftizci Yahya'sıydı, ama kocan Mesih değildi - aslın
da tam tersiydi. O ikisi seni tuzağa düşürdüler. Sen elbette
ki o saflığınla ellerinden nasıl kurtulacaktın ki? İhtiyar Mr
Touchett'in parasına sahip olunca sen bir arzu nesnesi ol
muştun, her ikisi için. Neler döndüğünü anlayamazdın.
Servet avcılarının hep genç ve yakışıklı, inci dişli, yumuşak
bıyıklı olduklarını, tatlı tatlı gülümsediklerini hayal ederiz,
senin iki katı yaşında, saçları ağarmış ve hazırda bekleyen
on beş yaşında kızı olan birini değil. O kadın ne yapacağını
ayarlamıştı, sen farkına varmadan yola getirecekti seni. Ah,
nasıl da aşağılık, entrikacı bir cadıymış o!"
"Ben inanıyorum ki," dedi Isabel, sesi alçaktı, zayıftı, "kı
zının iyiliği için öyle davranmıştır o."
"Hah! Bahse girerim ki, beş parasız oldukları için yap
mışlardır, Osmond'la senin Madame Merle'n - şu Monsieur
Merle nerelerde peki, tabii böyle biri varsa?"
"Varmış. İsviçreliymiş galiba. Ondan hiç söz edilmezdi.
Öldü, ama Pansy dünyaya geldiğinde hayattaymış. Gördü
ğün gibi, Pansy' nin gerçek anne-babasının kimliklerinin her
açıdan gizli tutulması gerekiyormuş."
Lacivert bir önlük giymiş küçük bir kız çıktı karşılarına,
sıçrayarak koşuyor, çapı kendisinden daha büyük bir çemberi
bütün dikkatini vererek çeviriyordu. Isabel yarı keyifle, yarı
ürpererek seyretti onu, sanki o enerjik küçük yaratık geçmişin
hayaletiydi, yaz güneşinin alacalı ışığında titreşiyordu.
"Eh, en azından bu işten kendisine pek az çıkar sağla
yabilmiş o kadın," dedi Henrietta hoşnutlukla, "çünkü hala
143
senin Mrs Touchett'in gibi zengin tanıdıklarının sırtından
geçinerek Avrupa' da dolaşmak zorunda. Umarım sen ona
bir şey vermemişsindir? Ama verdiğini tahmin ediyorum,
çünkü arkadaşın olduğunu sanıyordun. Kalleşliğini öğre
nince onunla yüzleştin mi?"
"Aslında o benimle yüzleşti," dedi Isabel, sesi ölçülüy
dü. "Bana mirasından pay vermesi için babasını ikna edenin
Ralph Touchett olduğunu o söyledi."
" Öyle mi! Kuşkusuz keyif almıştır bundan."
"Evet, sanırım hoşuna gitmiştir. Şu ironiye baksana: Be
nim için Mr Touchett'le konuşmuş biri varsa o da Madame
Merle' dir diye düşünmüştüm."
"O kadın," dedi Henrietta öfkeden titreyerek, "o kadın
kendinden başka kimse için konuşmaz, çünkü dünyada kim
senin varlığını tanımaz, tek istisna kocan olabilir, o kadının
sabık. .. " Sustu, dudaklarını sımsıkı birbirine bastırdı, ağzın
dan o sözcüğü, o edepsiz sözcüğü çıkartmadı. "Acaba kocan
onu ne zaman başından savdı? Sanırım çocuk doğar doğmaz,
hikaye hazırdı, kendini güvende hissetti o kalpsiz zorba."
Isabel birkaç dakikadır itiraz etmemek, arkadaşına dönüp
artık bir şey söyleme dememek için kendini zor tutuyordu.
Henrietta'nın kocasına ve Madame Merle'ye karşı kolayca
tırmandığı öfke düzeyine kendisi gelemiyordu. Henrietta'nın
öfkesi fazla keskin ve abartılıydı, hem de kendini kıyasıya
haklı görüyordu, Isabel ise bunu -elinde olmadan öyle dü
şünüyordu- birazcık bayağı buluyordu. Kendisini ne kadar
mağdur etmiş olursa olsun, kocasına karşı görevi vardı, onun
bir serseri ve servet avcısı diye kötülenip alaya alınmasını din
leyemezdi - ne de zirnınetine para geçiren alelade biri dedirt
mezdi ona. Ayrıca Serana Merle'ye saldırıp onu Macbeth'in
144
cadılanndan biri diye, hatta bizzat kralın, kipkırmızı ellerini
soğuk semaya uzatıp lanetlenmek isteyen katil karısı diye
tanıtmak hakkına sahip değildi. Keşke hayat bir tiyatro oyu
nu kadar basit olsaydı, kahramanları ve kötü kişileriyle, pal
yaçoları ve şarkıları ve görülmeyen savaşların sesleriyle ve
her gece oyun sonunda inen perdesiyle! Elbette ki Gilbert
Osmond'u ve kurnaz işbirlikçisini yerden yere vurmak için
yeterince nedeni vardı, oysa onlardan ancak hayatının tiyatro
oyunundan, gerçek hayatının gerçek oyunundan, en zengin
ve en karmaşık dokunmuş bölümlerinden birini değersiz sa
yıp kesip çıkartırsa nefret edebilecekti.
O arada Henrietta Mrs Touchett' i öfke oklarını göndere
ceği hedefler listesine eklemişti, yeğeninin sorumluluğunu
hiç üstlenmediği için o hanımefendiyi eleştiriyordu; ama
Isabel, başka zaman olsa kesinlikle kabalık sayılacak bir ta
vırla arkadaşının sözünü kesti.
"İkisi de zarar gördüler, biliyorsun, ama elbette Madame
Merle'nin gördüğü zarar kocamınkinden çok. Emin ol, çok
mutsuz bir kadın o. Her şeyini yitirdi, çocuğu da dahil..."
"O çocuk," dedi Henrietta, sesini yükselterek ve gerdiği
yayını daha önce işaretiediği bir yöne döndürerek, "anlaşı
lan onun gözünde tam bir başbelasıymış, kendi adını kurtar
mak için onu reddetmiş!"
"Ben yine de, her ne kadar isteyerek yapmış olsa da,
böyle bir vazgeçişin ardından acı çekmeyecek kadar annelik
duygusundan yoksun olduğuna inanamam. Çocuğunu kay
bedince ağlamayan bir anne yoktur." Gülümsedi. "Medea'yı
yaratan bir erkekti."
Yanakları kızaran Henrietta, yanıtını hazırlamış olsa da
sustu. Isabel'in de vaktiyle boş bir beşiğin karşısında acı
145
gözyaşları dökmüş olduğunu hatırlattı kendine. "Özür di
lerim," dedi, kendini tuttuğu için sesi gergindi. "Çok konuş
tum, hep öyle yapıyorum."
"Canım ..."
"Yo, beni kınamakta haklısın. Senin sırtında yeterince ke
der yükü varken bir de ben atıp tutarak senin yükünü artır
mayayım."
Isabel, arkadaşının amour-propre'u1 üzerinde açmış ol
maktan korktuğu yara-bereyi giderip onu sakinleştirmeye
hazırdı, ama o sırada Staines gözüne ilişti, şapkasını başının
tepesine dimdik oturtmuştu -bir keçe parçasıyla birkaç tane
tüyü bir Vandal'ın boynuzlu miğferine benzer bir hale sok
mayı Staines'ten başka kimse beceremezdi-, onlara doğru sert
adımlarla yaklaşıyordu, yolun kenarına bir atlı araba park et
mişti, tam arkasında da üzerine bir sandıkla çeşitli çantalar ve
şapka kutuları yüklenmiş dört tekerlekli bir araba duruyor
du, Isabel onların kendi eşyası olduğunu fark etti. Hizmetçi
nin canı sıkkındı, hanımına onu ve arkadaşını arayarak tam
üç kez parkta tur atmış olduğunu söyledi. Charing Cross'tan
kalkıp gemiye gidecek trenin hareketine bir saatten az zaman
kalmıştı, ona yetişeceklerse gecikmeden yola çıkmaları gere
kiyordu - daha fazla gecikmeden, dedi Staines, bastıra bastıra,
başını yine suçlarcasına oynatarak.
Sonra, eski arkadaşların büyük olasılıkla uzun sürecek
ayrılıklarından önce aceleyle vedalaşırken kaçınılmaz ola
rak yaşanan o sıkıntılı kısım geldi, birkaç kez kesin ayrılmış
gibi yapıp sonra soluk soluğa geriye koşup yine birbirlerinin
ellerini tuttular, tekrar öpüştüler, bir rica daha, bir vaat daha,
öyle ki Isabel sabırsızlık içinde bekleyen arabaya sonunda
1 (Fr.) Özsevgi, özsaygı. (ç.n.)
146
binebildiğinde terlemiş, sıcaklamıştı, üstelik böyle alışık ol
madığı bir telaşa kapıldığı için kendini biraz da budala gibi
hissediyordu. Bununla birlikte, arkasına bakıp yolun orta
sında, arka tarafında yükselen ve güneşe rağmen şimdi kas
vetli görünen ağaçların önünde duran Henrietta'yı görünce
içini şefkatle karışık bir üzüntü kapladı. O ağaçlar, o kayıtsız
ve huzursuzca kıpırdanıp duran devler, Henrietta'yı nasıl da
ufak ve yalnız gösteriyorlardı. Biz öyle küçüğüz ki ve dünya
o kadar büyük ki, diye düşündü IsabeL Sonra arahacı kırha
cını şaklattı, araba sarsıldı ve kaldırırnın kenanndan ayrıl
dı, hareketli trafiğe karıştı. Staines bir şey anlatıyordu ama
Isabel onu dinlemedi. Sokağın karşı tarafında, sürekli bir
birine karışan yaya kalabalığının arasında kendine yol aça
rak ilerleyen birini görmüştü, uzun boylu, gri paltolu ve gri
şapkalı, çenesini dikleştirip gözlerini karşıya dikerek, yanıl
maya olanak vermeyen dik adımlarla yürüyen zayıf, esmer
bir adam. Caspar Goodwood'du, Isabel'i orada, arkadaşının
evinde bulma umuduyla Wimpole Sokağı'na gidiyordu mu
hakkak. Onun gözden kaybolmasını izleyen Isabel'in aklına
-araba şimdi hızlanmıştı, Goodwood'u gözden kaçırmamak
için Isabel'in başını hemen arkaya çevirmesi gerekti- onu bir
daha hiç görmeyeceği geldi, ve bir saniye, sanki birden sıcak
ve boğucu, kuvvetli bir rüzgar esmiş ve kendisini içine almış
gibi hissetti.
147
XIV
148
olasılığı, bir fanteziden ibaretti, karabasan bile değildi, ara
sıra içine daldığı bir gündüz düşüydü, onu l maz bir melan
kolinin içinde kaybolmuş birinin bir cumartesi gecesi me
zarlığın yolunu tutması, servi ağaçlı yollarda yürümesi ve
kederleri sonsuza kadar dinmiş olanların yanında bir süre
kalarak biraz teselli bulması gibi.
Gare du Nord'a vardıklarında gece olmuştu, Paris'in zi
firi karanlıktan eser olmayan, geceye hiç benzemeyen, koyu
mor renkli yaz gecesi, bir operadaki perde arası gibi herke
sin kabul ettiği bir ara verişti sadece, ama ışıklar yakılmıyor,
kararıyordu. Staines'in sözünü dinleyen Isabel, garın bü
yük, yankılı salonunda bir banka oturmuştu, hizmetçisiyse
yüksek sesle ve İngilizce konuşarak birkaç şaşkın hamala ta
li matlar yağdırıyor, hepsinin tam anlamıyla saygısız, tembel
ve üçkağıtçı olduğunu düşünüp dik dik bakıyordu onlara.
İki yolcu alabilecek dört tekerlekli bir araba buldular, eşya
ları ayrıca faytonun arkasına takılacak küçük bir arabaya
yüklenecekti. Çok geçmeden gayet hoş bir yolculukla rue du
Faubourg Saint Martin' den geçerek o her dem ışıklı şehrin
ışıl ışıl merkezlerinden birine doğru ilerlediler.
Önceden Tuileries'nin yakınındaki Hôtel des Etoiles'a
telgraf çekilmişti, Isabel'in süiti hazırdı, ışıkları yakılmış, ha
valandırılmıştı, tabii haziran ayında Paris'te bir mekan ne
kadar havalandırılabilirse. Etoiles mütevazı, küçük bir otel
di, aslında pansiyondan hemen hiç farkı yoktu, ama Isabel
sık sık kalmıştı orada -kendilerini 'grand' olarak niteleyen
ve Isabel'in kendisini kocaman, sevimsiz, içi aşırı doldurul
muş bir oyuncak bebek gibi hissetmesine neden olan tıka
basa dolu otellerden ürkerdi Isabel- çünkü konforluydu,
Staines'in bile kabul ettiği gibi fevkalade bakımlı ve temizdi.
149
Ayrıca yüksek zevk sahibi, eğlenmeyi seven, seçkin bir toplu
luk, Etoiles'ın yemek salonunun, yemeklerine ihtiyaç duyan
bir dünyaya sunduğu görünüm ne kadar mütevazı olsa da,
dikkate değer yemek yerleri açısından sıkıntı çektiği söylene
meyecek bir şehrin en leziz hazinelerinden biri olduğu görü
şündeydi ve bu görüşü kendi şanslı çevrelerinin dışında pek
az kişiyle paylaşıyorlardı. Gerçekten de, Isabel süitine -du
varları canlı bir tonda maviye boyalı çok sevimli küçücük bir
salonu da vardı süitin- yerleşir yerleşmez Staines' e aşağıya
inip patronla görüşerek akşam yemeği için masa ayırtmasını
söyledi. Ne kadar aç olduğunu fark edince şaşırdı, hatta deh
şete düştü. İnsanın ruhu ne kadar sıkıntıda olursa olsun, diye
düşündü, beden kendi isteklerinden vazgeçmiyor, yiyeceğini
ve içeceğini, dinlenmeyi ve çalışmayı talep ediyor ve hakkı
olduğundan bir an bile kuşku duymadığı, her günkü şımar
tılmaları ve okşanmaları, bütün o küçük, sıradan ilgileri de.
İtalya' dan ayrılıp yollara düştüğünden beri, adeta bir ıstırap
batağında bata çıka ilerlerken, bedensel varlığı, gönülsüz olsa
da ilgilensin diye ona bırakılan bir çocuk gibi olmuştu. Yine
de mutfaktan bir yol bulup bumuna gelen hafif kokular, tıp
kı bir askeri yemekhanenin kapısından duyulan borazan sesi
gibi insanı itaate zorluyordu, ve itiraf ediyordu Isabel, bütün
bir öğle sonrasında idrnan alanının tozlarının içinde bir aşağı
bir yukarı yürüdükten sonra içeriye dönen bir süvarİ eri ka
dar hevesle bekliyordu ne yiyeceğini.
Staines kapıya varmak üzereydi ki Isabel ona kalmasını
söyledi. Staines eli kapının tokmağındayken durdu, arkası
na dönüp soran gözlerle baktı. Isabel duraksadı, yere bakıp
dudaklarını ısırdı. Gözlerini tekrar kaldırdığında mahcup
mahcup gülümsüyordu.
ıso
"Neden sen," diye başladı, "demek istiyorum ki belki
sen... " Sustu, çaresizce ellerini kaldırdı; yanakları iyice pem
beleşmişti. "Lütfen benimle birlikte yemek yemeye gel!"
dedi sonunda bir çırpıda.
Elini porselen tokmaktan çekmeden durdu hizmetçi ve
ifadesiz bir yüzle Isabel' e baktı. Odanın birden ne kadar ses
sizleştiğinin ikisi de farkındaydı.
"Özür dilerim, ham'fendi, anlayamadım," dedi hizmetçi,
boş boş bakışından gerçekten anlayamadığı anlaşılıyordu.
"Çok basit," dedi Isabel, kaygısız bir tavırla, ama gülüşü
sinirliydi, "yemekte bana eşlik etmeni istiyorum, şeyim ... "
Durdu, yutkundu, sonra çenesini kaldırıp kararlı bir sesle,
" . . . konuğum olarak," dedi.
Bir an, birkaç saat önce rıhtımda demirli geminin sallan
tılı iskelesinde yalpalayarak yürürken olduğu kadar başının
döndüğünü hissetti. Şu anda ayaklarının altında açılan boş
luk, Calais' de rıhtıma ayak basmadan önce üstünden yürü
yerek geçtiği Manş'ın birkaç metresinden bir bakıma daha
derin ve daha tehlikeliydi. Öte yandan Staines hanımından
daha da sıkıntılıydı, onun sıkıntısı çok daha büyüktü. Ka
pının eşiğinde, konuşmadan, kımıldamadan duruyordu,
yükseklere tırmanan ve bir an dikkati dağılınca ayaklarının
altındaki dipsiz uçuruma bakan, onu bütün gerçekliğiyle
görünce bulunduğu çıkıntıda donup kalan biri gibiydi. So
nunda konuşacak gücü buldu kendinde.
"Ama nasıl olur, ham' fendi?" dedi, ya da yalvardı demek
daha doğru. "Beni içeri almazlar ki!"
"Saçmalama!" dedi Isabel, azimle, hem hizmetçisini
inandırmak hem de kendine cesaret vermekti amacı. "El
bette 'içeri alırlar' seni. Burası İngiltere değil, bizi de kimse
ısı
tanımıyor. Söylesene, burada, bu uygarlığın başkentinde iki
hanım neden oturup birlikte yemek yemesinler?"
Hizmetçinin gözleri irileşti. "Hanım," dedi soluğu kesile
rek, gelişigüzel söylenmiş kaba bir küfür duymuş gibi.
"Bana ailenden söz edebilirsin," diyerek devam etti Isa
bel kaygısızca. "Kız kardeşin hakkında daha fazla şeyler
öğrenmek isterim -Hackney' deydi, değil mi?-, kocası ve işi
hakkında da, küçükler, kız ve erkek yeğenierin hakkında
da." Staines'in kızlık soyadını hatırlayamıyordu. "Birbiri
miz hakkında bilmediğimiz o kadar çok şey var ki."
Ama Staines hala 'hanım' sözcüğüne takılmıştı, sanki o
sözcük bir raptiyeydi, kendisi de o raptiyeyle tahtaya tut
turulan bir kelebek. "Yemek yiyen iki hanım," diye mırıl
dandı, önüne bakıyordu, kendinden geçmiş gibiydi, sanki o
imkansız sahne gözlerinin önündeydi, küçük mavi odanın
havasında ışıldıyordu. Sonra kendini topladı. "Yapamam,
ham'fendi," dedi ağır ağır, üzüntüyle. "Yapamam."
Isabel içini çekti. Bıkkınlığının, yalnızca kuralları büyük
ölçüde çiğnemeye kalkışmasının verdiği duyguyu bastır
mak için yeni bir taktik olduğunu pekala bilmesine rağmen
sabrını yitirmeye başlıyordu. Ama yine de, diyordu içinden,
kızgınlıkla, neden kendisi, neden o ikisi birlikte saçma bir
geleneğe karşı gelmesinlerdi? Kılıçlarını savurup toplumun
bağladığı zincirleri kırmalarını ne engelleyebilirdi ki? Isabel
gözünün önündeki şekillerin odak noktasından kaydıkları
nın ve birbirinin içine girdiklerinin farkındaydı. Hem, ceke
ti yağlı, bıyığı boyalı, kolunun üzerine bir peçete atmış bir
züppe dışında, özgürlüğe açılan yollarına kim engel koy
maya kalkışabiiirdi ki? Tam bu noktada durmak ve atının
sırtından inmek zorunda kaldı. Gözlerinin önüne, büzülmüş
152
dudaklarında kuru, küçük bir gülümsemeyle kendisine ba
kan, kaşının birini kuşkuyla kaldırmış Miss Janeway'in gö
rüntüsü gelmişti. Ama hayır, ne olursa olsun hayır, kafasına
koyduğu şeyden vazgeçmeyecekti, nereye varırsa varsın.
"Lütfen, sen dediğimi yap," dedi hizmetçisine, gözlerini
kapadı, elini buyururcasına havaya kaldırdı. "Hemen aşağı
in ve müdürden iki kişilik bir masa ayırmasını iste -iki kişi
lik, tamam mı?- saat dokuz için. Sonra bana bir elbise çıka
rabilirsin ve . . . " Duraksadı, ama bu ancak bir dakika sürdü.
"Benden ödünç alıp kullanabileceğin bir şey seç, mavi şah
mı örneğin, ya da senin çok beğendiğini bildiğim o dantelli
küçük, cıvıl cıvıl eşarbımı, ya da -ya da- eh işte, hangisini
istersen. istediğini seç."
Küçük, neşeli bir el hareketiyle sözlerini bitirmişti, bir
dansçının dansını bitirirken yelpazesini sallaması gibi, ama
bütün dikkatini kapıda duran kadında toplayınca zavallının
hala, kendi korkusunun baş döndürücü yükseklikteki çıkın
tısında taş kesilmiş gibi durduğunu gördü.
"Ah, ham' fendi!" diye fısıldadı hizmetçi. Kapının tok
ınağını hala sıkı sıkı tutuyordu -Isabel onun parmaklarının
eklem yerlerinin bembeyaz olduğunu gördü- ama görünüşe
bakılırsa niyeti kapıyı açmak değildi, düşmernek için oraya
tutunuyordu. "Ah, ham'fendi!"
"Ne?" diye sordu Isabel, sesi yumuşaktı, birden üzeri
ne binen bıkkınlığı sesine yansıtmamaya çalışıyordu. "Seni
korkutan nedir?"
"Ah, ham' fendi," dedi hizmetçi yine, ama bu kez heye
canlı bir yakarışla titreyerek söylemişti bunu, öyle ki Isa
bel bir an o ürkmüş kızın -öyleydi zaten, bütün sertliğine,
iriliğine ve erkeksi görünümüne rağmen yalnızca yetişkin
153
bir kızdı- acı çeken bir tutsak gibi dizlerinin üzerine çök
mesinden, ellerini kavuşturup serbest bırakılması için yal
varmasından korktu. "Anlamıyorsunuz - anlayamazsınız.
O yemek salonuna gidip sizinle birlikte masaya oturursam,
herkes - herkes anlar, biliyor musunuz, kim olduğumu anlar
ve ne olduğumu ve. . . " Sesi inceldi, "ve benimle alay ederler."
154
xv
Yarım saat sonra Isabel yemek salonunda tek başına bir ma
sada oturmuş, mükemmel hazırlanmış bir confit de canard'ı
çatalıyla keyifsizce didikliyordu. Az önce Staines'le arasında
geçen ve her iki taraf için de acı ve aşağılanma içinde bi
ten mücadele bütün iştahını kesmişti. O çekingen yaratığı,
karşı gelinmesi olanaksız kadim bir kuralı bozmaya zor
larken aklından ne geçmişti, nasıl bir çılgınlığa kapılmıştı?
Eğer Staines Fransız olsaydı, bu iş zararsız bir blague1 ola
rak geçiştirilebilirdi, ama Isabel Fransız hizmetçilerin cil
velilik ve neşeli diablerit? konusundaki ünlerinin çoğunluk
la Comedie-Française'in işi olduğundan kuşkulanıyordu.
İtalya' da olsa tabii, insanın özel hizmetçisi her akşam, evde
ya da trattoria' da3 yemek yerken onun masasında oturabi
lir ve bunun hanımının verdiği görevlerin en zevklilerinden
biri olduğunu düşünürdü. Ama Staines İngilizdi, üstelik de
Cockney'liydi, İngilizlerse Kurallara Uyan Bir Millet'ti. Hem
sofrada ne hakkında konuşacaklardı ki? Staines'in kız karde
şi Mrs Gilhooley'in -buydu adı işte!- ve harç teknesi taşıyan
155
kocasının ve sürekli sayısı artan 'yeğenleri'nin hikayeleri
çok geçmeden tükenecekti, o zaman da o masada ikisinin
arasında ne biçim uçurumlar açılacaktı, sırıtkan garsonlar
gelip gidecek, Staines' e abartılı bir saygıyla muamele edip
ona chere madame diyecekler, onu ürkütüp aşağı tabakadaki
uygun yerine kovalamak istercesine mönüyü suratma doğ
ru sallayacaklardı.
isimler, diye düşündü Isabel, isimler ne kadar önemliydi:
Toplumsal etkinliklerio yağlayıcı maddeleriydi, ama Isabel
isimler konusunda iyi değildi, 'kafası alınıyordu', deyim ye
rindeyse - baksamza Miss Gilhooley'in adını nasıl unutmuş
tu, oysa onun şöyle bir geçmesi bile Staines'le aralarında
samirniyet oluşması için küçük bir yol açar, onun herkesin
içinde hanımıyla birlikte yemek yeme korkusunu yatıştır
maya çok yardımı olurdu. Staines'in de bir ön adı vardı -El
sie idi, biliyordu Isabel, ama hangi adın kısaltınası olduğunu
bilmiyordu-, o zaman neden riske, elbette küçük bir riske gi
rip Staines'e ön adıyla hitap etmemişti? Elsie, demeliydi, sev
gili Elsie, bu yumuşacık, güzel yaz gecesinde, burada, Seine Nehri
kıyısında, Tuileries Bahçeleri'ndeki Hôtel des E toiles'da benimle
birlikte yemek yemeni istiyorum. Kuşkusuz, Miss Elsie Stai
nes gibi inatçı ve bildiğini okuyan biri bile böyle dolaysız,
basit ve özel bir teklife karşı koyamazdı. Ancak bu fikirler
Isabel'in kafasında oluşurken bile zihrıinin bir başka bölü
münde kendisiyle ve duygusal hayalleriyle alay edip gü
lüyordu. Dünya nasılsa öyledir, diye düşündü, benim gibi
inatçı biri bile -hala gülüyordu kendine- özel hizmetçisini
yemeğe davet ederek bunu değiştiremez. Çatalıyla bıçağını
eline aldı; ördek soğur gibi olmuştu, ama mutfak sanatının
böylesi bir başyapıtını ziyan etmek çok ayıp olurdu.
156
Yemeğini yerken aklı yine isimlere, isim vermeye ve tıl
sımlı önemlerine gitti. Birden, tam çatalını ağzına götürür
ken yarı yolda öylece kaldı, küçük bir sarsıntı geçiriyordu,
aklına Gilbert Osmond'la Serena Merle'nin birbirlerine kü
çük adlarıyla hitap ettiklerini hiç duymadığı gelmişti. Bir tek
bu bile, kuşkusuz, onu durup düşünmeye sevk etmeliydi,
tıpkı şimdi olduğu gibi, ve bir polis müfettişinin bir suçun
işlendiği koşulları dikkatle incelemesi gibi -aslında ortada
bir suç yok muydu? Ve kendisi de bunu araştırmıyor muy
du?- bu iki insan arasında var olan, yıllardır süregelen iliş
kinin tuhaf yapısını, ki bu ilişki, birlikte giriştikleri o zarif,
karışık ve şeytani bir kurnazlığa sahip dansa bakınca görü
lebilirdi, dikkatle düşünmesine yol açmalıydı. Isabel'in kuş
kusunu asıl uyandırması gerekenler, o ikisinin yapmadıkla
rıydı, söylemedikleri sözlerdi, bakışmamalarıydı, titizlikle
kaçındıkları, rastlantısal temaslardı.
Çatalını ve bıçağını elinden bıraktı, arkasına yaslandı,
gözlerini kapadı. Bunların üzerinden şimdi yeniden geçme
si ne işe yarayacaktı? Ahırın kapısı kırılmış, fırlayıp kaçan at
uzakta bir nokta haline gelmişti. İmzalaması için l'addition'u1
getirsin diye garsona işaret etti. Yolculuğu uzun sürmüştü,
yorulmuştu.
Yine de gecenin büyük bölümünde iyi uyuyamadı. Bir
süre tedirgince uyukladıktan sonra, birden berrak bir zihin
le açtı gözlerini; o berraklık, sarkan örümcek ağı gibi uyku
sunu süpürüp arkasındaki dipsiz ve kopkoyu bir karanlığı
ortaya çıkarmıştı. Kalkıp pencerenin önüne gitti, perdeyi
yana çekti, Saint Germain'in gümüş ve altın ışıklarının ne
hirdeki yansımasma baktı. Henrietta Stackpole'la Wimpole
1 (Fr.) Hesap. (ç.n.)
157
Sokağı'ndaki salonunda yaptıkları geceyarısı konuşmaları
na tanık olan aynı tombul ay burada, Notre Dame'ın geniş,
iri omuzlarının arasındaki ince bir kulenin tepesinde asılı
duruyordu; dün gece -o kadar yakın zamanda mıydı ger
çekten?- o ay sinsi bir surat gibi görünmüştü ona, şimdiyse
bir mızrağın ucuna takılı kesik bir başa benziyordu. Ken
disinin bildiği pek çok yere o ayın soğuk, parlak ışıltısının
değdiğini düşünmek çok tuhaftı: Albany' de doğup büyüdü
ğü eve ve sokağa; Gardencourt'un ürkütücü gri çimenierine
ve yıllar yılı pek çok önemli buluşma yaşarken -'tahammül
ederken' daha doğru bir sözcük gibi göründü ona- üzeri
ne oturduğu banka; Hôtel des Etoiles'a ve önünde durdu
ğu bu pencereye ve Paris'in bütün gümüşlenmiş çatılarına;
Bellosguardo'nun tepesine tünemiş eski, eski eve, aşağıdaki,
bahar sonundaki akşamlarda, kilometreler boyunca sayısız
bülbülün nefis, acılı ve yakaran şarkılarının karanlığı kapla
dığı Val d' Arno'nun büyüleyici manzarasına; Floransa' daki
Palazzo Crescentini'ye, ki oradaki görkemli dairelerden bi
rinde Gilbert Osmond ilk kez elini ellerinin arasına almıştı.
Her şeyin hep birlikte, eşit derecede, sub specie aeternitatis1
boyun eğdiklerini düşünmek onu biraz avuttu.
Aklı bir kez daha, dizginlerine ne kadar asılsa da, ken
diliğinden, hizmetçisiyle arasında geçen o utandırıcı sah
neye döndü. Son birkaç haftadır, hanımının şu anda içinde
bulunduğu kötü durumun ne kadarını Staines'in bildiği
Isabel'in aklına birkaç kez takılmıştı. Avrupa'ya, özellikle de
İngiltere'ye geldiğinden beri öğrendiği şeylerden biri, 'aşa
ğıdakilerin', başlarının üstündeki sözümona kapalı dünya
da olup biten en gizli şeyleri bile şaşılacak derecede iyi bil-
1 Sonsuzluk ve evrensel bakış açısından. (ç.n.)
158
meleri olmuştu. Bildikleri sırların çeşitlerinden daha şaşırtıcı
olan, hizmetkarların bu bilgilere ne kadar az önem verdik
leri, onlarla ne kadar az ilgilendikleriydi. Prenez garde!1 diye
mırıldanabilirdi evin efendisi, uzun yemek masasının bir
ucundan, bir parmağını hafifçe dudaklarına değdirerek,
ama konuklarının açtıkları utanılası konunun, görünmeden,
sessiz adımlarla sandalyelerin arkasından, şuradan bura
dan gölge gibi geçen üniformalı kişiler tarafından daha önce
değedendirilip sonra üzerinde durutmadığının farkında
olmaksızın. O yardımcı gölgeler, Olympos Dağı'nın altında
kurulu bir köyün sakinleri olabilirlerdi, tanrılar tartışırken
yukarılardaki gök gürültülerini açık seçik duyarlardı, durup
her gök gürültüsünün gizemli anlamı hakkında kafa yorar
lardı, ama hemen sonra kendi dünyevi işleriyle ilgilenme
ye başlarlardı. Staines, Isabel'in genel anlamda hayatında
ve özel anlamda evliliğinde ağır bir kriz yaşadığını mutla
ka biliyordu, bilmiyor olamazdı - yoksa neden bu şekilde,
arkalarından şeytan kovalıyormuş gibi, neredeyse paldır
küldür Avrupa'da oradan oraya, Roma'dan Gardencourt'a,
Gardencourt'tan Londra'ya, şimdi de Londra'dan Paris'e
gitsinierdi ki? Yine de hizmetçisi bir kez bile, bırakın bir söz
söylemeyi bir göz kırpışıyla bile bu seyahatlere neden çıktık
larını, bunların neden gerekli olduklarını ya da nerede ve ne
zaman son bulacaklarını sorgulamaya kalkışmamıştı. Onun
görevi hanımının bavullarına göz kulak olmak, hamallara
hadlerini bildirmek, tren bileti satın almak, feribotlarda bi
rinci mevki salon bulunduğuna emin olmak, arahacıların
parasını ödeyip otellerdeki garsonlara gözdağı vermek ve
gerekirse savruk oda hizmetçilerinin kulağını bükmekti.
1 (Fr.) Dikkat! (ç.n.)
159
Onun Gilbert Osmond ya da -Tanrı korusun!- Serena Mer
le hakkında ne düşüneceğini bocalayıp duran zavallı Isabel
hayal bile edemiyordu. O ikisi hizmetçiye, eğer onların kral
lar gibi geçişlerinin önüne çıkacak kadar aptallık ederse, o
aşağılık yaratık kendilerinin farkına bile varmadan doğruca
içinden geçip gideceklermiş gibi davranıyorlardı elbette. Tu
haftır ama Staines yıllar geçtikçe Pansy ile, sadece Pansy ile
gizli ve gizemli bir samirniyet kurmuştu. İkisinin arasında
büyük bir yaş farkı yoktu, ara sıra Palazzo Roccanera'nın,
yani Osmondların Roma' daki evinin, ne derece evse, pek
çok odasından birinde, baş başa, başlarını ellerindeki na
kışlara eğmiş, suç ortakları gibi sessizce otururken görü
lürlerdi; bu gibi anlarda hep, aralarındaki yüzeyde durgun
görünen atmosfer daha derin bir katmanda, belki bastırıl
mış bir neşeyle ya da paylaşılan bir bilgiyle ya da karşılıklı
beklentiyle titrerdi sanki. Madame Merle bir gün Pansy'nin
babasıyla konuşurken Isabel onu duymuştu, kızla hizmetçi
arasındaki bu tuhaf ilişkinin hiç uygun düşmediğini söyle
yerek tatlı tatlı, gülümseyerek uyarıyordu Osmond'u; ama
Osmond gülüp geçmiş, ' İtalyanlar böyledir,' demişti, üze
rinde durmadan.
"Sanırım öyleler," diye yanıtıarnıştı onu Madame Merle,
sakin bir sesle, ama yine de fikrinde direnmişti, her zamanki
gibi nazik konuşuyordu ama iyice dokunduruyordu. "Bu
nunla birlikte, hizmetçi İtalyan değil, ayrıca Pansy de değil."
Bir şövalenin önünde durup zarif ama yavanlığı su gö
türmeyen küçük suluboya resimlerinden birine ince sarnur
fırçasını dokunduran Osmond bir an ara vermiş ve o hanı
mefendinin üstü hafifçe örtülü meydan okuyuşuna karşılık
verircesine omzunun üstünden arkaya bakmıştı.
160
"Sırası gelmişken, sevgili hanımefendi, siz de değilsiniz!"
Bu nükteli söz, tatsız ve Isabel açısından anlaşılmaz olsa
da yine de Osmond'un pek hoşuna gitmişti, yüzünde bir gü
lümsemeyle nemli taslağa dönmüştü, kuru dudaklarının her
iki yanında parlayan köpekdişlerinin sipsivri uçlarını gös
teren o gülümsemeyi iyi bilirdi IsabeL Kocasıyla onun eski
arkadaşı arasındaki bu rahat, karşılıklı samimiyetin, ki üçü
birlikteyken o ikisi sık sık girerierdi bu havaya, Isabel'in de
dahil olduğu daha geniş, mutlu bir birlikteliğe işaret etmesi
gerekiyordu, ve uzun bir süre, insafsız sayılacak kadar uzun
bir süre Isabel bunu böyle kabul etmişti; şimdiyse, aslında
o çiftin, paylaştıkları anıların, aşinası oldukları şakaların,
kendileri için hala geçerli, hala parlak, hala değerli olan eski
dedikodulardan seçtikleri kısımların tadını çıkarmak üzere
çekildikleri yerin özel bir köşe, küçük, kapalı bir oda oldu
ğunu anlıyordu.
Artık kendini o uyumsuz incelikteki kulenin tepesinden
kurtarınayı başarmış olan fildişi beyazı aya bakmaktan yo
rulan Isabel yeniden yatağına uzandı, kendini uykusuz bir
gecenin beklediğine emindi, ama bir anda ve hiç farkına
varmadan uyuyakaldı, sabahın ilk ışığı perdelerin arasında
ki bir açıklıktan içeri sızıp gözlerine vuruncaya ve Isabel'i
gözlerini açmaya zorlayıncaya kadar da uyanmadı.
Daha sonra, aşağıda, resepsiyanda ona küçük, kabart
malı bir zarf verdiler, üzerine adı süslü, kıvrımlı, ağırbaşlı
harflerle yazılmıştı, öyle ki Isabel bunun Paris gratin'inin1
simgesi, damgası olduğunu düşündü. Zarfı açıp dikdörtgen
biçimli küçük kartı çıkarırken müdürün, pembe suratında
yoğunlaşmış bir saygıyla kendisine sırıttığını gördü; belli ki
1 (Fr.) Gratin: Seçkin sınıf, kodaman lar. (ç.n.)
161
zarfı buraya, gururla adım atan, başı tüylü bir atın çektiği,
cilalı kapısında arına bulunan bir arabayla gelen ünifor
malı bir uşak getirmişti. Kartı inceleyen Isabel gülümsedi;
Gardencourt'tan ayrılmadan önce Prenses d' Attrait'ye, bir
kaç gün sonra Fransa'nın başkentine gelebileceğini ve eğer
gelirse Chateau Vivier'ye uğrayıp eski arkadaşını ziyaret et
mek istediğini bildirdiği aklından çıkmıştı. Şimd i de, alışıl
dık sayılan, hesaplı bir özgüvenle ve Prenses'in haklı olarak
ünlendiği her şeyi bilme yeteneğinin sonucu olarak -buraya
geldiğini Lorelei'yın nasıl olup da bildiğine şaşırdı Isabel
Isabel şatoda saat altıda verilecek bir davete çağrılıyordu,
şato rue Saint-Honore'nin dışında, umulmadık ölçüde ağaç
lık küçük bir place'ta1 dikkat çekici biçimde gizlenmişti. Kar
tın arkasına, zarfın üzerindeki yazıya hiç mi hiç benzemeyen
bir elyazısıyla Gel, yoksa SONSUZA KADAR nefret ederim sen
den. L. diyen şakacı bir talimat karalanmıştı.
162
XVI
Ertesi gün şehrin üzerinde, incecik bir muslin gibi, yaza özgü
bir pus vardı, pusun arasından, çok yukarılarda, yüksekler
deki pencerelerin ve cilalı arduaz kaplı damların hizasında
değerli taşlar gibi sayısız gümüşsü ışıltı ve sıcak, küçük al
tınsı panltılar görülüyordu. Sabah kahvesini içip çöreğini
yiyen Isabel, Tuileries'nin derli toplu denebilecek özgürlü
ğünde vakit geçirmeye karar verdi. Bahçenin ortasında, da
ire şeklindeki, biri büyük biri küçük iki havuzun arasında
yer alan uzun allee' de1 gezindi, aylak aylak dolaşanların
.ırasından geçti, onların tavırlarını ve giysilerini kayıtsızca
inceledi, kendisi gibi talihli olanların bir çalışma günü sa
bahında harcayacak vakitleri vardı. Bir tezgahın başında
duran siyah dantel boneli yaşlıca kör bir hanımdan kağıda
sıkıca sarılmış bir dal müge satın aldı. Bu çiçeğin Fransızca
.ıdı neydi? Hatırlayamadı. Bir banka oturdu ve gürültücü
oğlan çocuklarını seyretti -neden okulda değillerdi?-, düz
günce budanmış ve çok güzel biçim verilmiş ağaçların ara
sında zıplayıp saklanarak anlaşılmaz bir oyun oynuyorlardı.
Açgözlü serçeler geliyor, tozların içinde, ayaklarının dibinde
sıçrayıp uçuşuyorlardı; yanında onlara verecek ekmek kırın
ı (Fr.) İki yanı agaçlı yol. (ç.n.)
163
tısı olmadığı için üzüldü Isabel, otelde, kahvaltı tabağında
bıraktığı kek kırıntılarının nasıl da tadını çıkandardı diye
düşündü. Nehrin öbür ucundaki Meryem Ana kilisesinin
çanının boğuk sesini dinledi ve o sesin -öyle hayal etti- kü
çük çanların ağır, yankılı küreler gibi içinden çıktıkları puslu
havayla aynı donuk altın tonunda olduğunu düşündü. Çi
çek demetini yüzüne götürdü, neredeyse şehvetli kokusunu
derin derin içine çekti. Çiçeğin adını hatırlamaya çalıştı bir
kez daha, dilinin ucundaydı. Sonra birden aklına geldi: mu
guet - evet, buydu. Evet, muguet idi, bu aynı zamanda ardıç
kuşu anlamına da geliyordu. Ah, evet. Gözlerini kapadı, bir
sonraki düşüncenin gelmesi içten içe ürkütüyordu onu, onu
savuşturmaya çalıştı ama boşunaydı. Ya karatavuk? diye so
ruyordu ona zihni masumca. O gururlu ötücü kuşun Fran
sızcası neydi? Ve ister istemez zihni hemen ve acımasızca
yanıt verdi: Merle elbette. Elindeki çiçekleri tozlu yola attı,
ayağa kalkıp oradan ayrıldı. Arkasında oyun oynayan ço
cukların bağrışmaları onun uzaklaşan sırtına fırlatılan, alay
lı kahkahaların kakofonisi olabilirdi.
Parktan çıkınca, arabalara pek aldırmadan Place du
Carroussel' den hızla geçti. Karşısında Louvre'un gölgeli sı
rakemerleri yükseliyordu, yoğun taş kütlelerine rağmen o
puslu havada nedense soyutlaşmış bir görünümdeydiler,
birden, tedirgin ruhu için müzenin serin ve yankılı galeri
lerinden daha davetkar bir şey olamayacağını düşündü. O
huzurlu ve münzevi bir avuntu sunan mekana kavuşmak
için adımlarını hızlandırdı, az kalsın, koşan bir devekuşu
gibi üstüne gelen bir faytonun altında kalıyordu.
Ama elbette, bir an önce kavuşmak için soluk soluğa
koştuğu merhem gibi dinginliğin tam tersini buldu orada.
164
Paris'teki turizm sezonu, tam da seyahat acentelerinin elle
rini keyifle ovuşturarak 'en civcivli günler' diyebilecekleri
dönemdeydi ve o soylu sanat sarayı kalabalıklarla ve vel
veleyle dolup taşıyordu. Çocuklar gibi bağrışarak bir baş
yapıttan öbürüne koşuşturan insanlara bakan Isabel, Fran
sızların kendini beğenmişlik içinde gururlandıkları o grand
lycee'lerden birindeymiş gibi hissetti kendini, sanki yeni bir
ulusal ayaklanmanın sabahında öğrenciler öğretmenlerini
sevinçle ve coşkuyla öldürmüşlerdi de şimdi okulun geniş
koridorlarında, süslemeli yüksek tavanlı salonlarında taş
kınlık yapıyorlardı. Oradan kaçınayı düşündü, ama önce o
serinlikte, kısacık da olsa oturmalı, soluğunu düzene sok
malı ve sabahın geri kalanında ne yapacağına karar verme
liydi - çünkü kendini biraz, derslerinden beklenmedik anda
azat edilen, dışarı çıkmaya, o kocaman günün zevkini çıkar
maya, Doğa'nın canlı ve neşeli cömertliğinden pay almaya
zorlanan bir öğrenci gibi hissediyordu. Sonunda, kalabalığın
arasında kendine, yandan yaklaşıp konuşarak, ustalıkla yol
açtıktan sonra aradığı huzurlu köşeyi geniş, serin ve sessiz
bir galeride buldu, aklında kaldığına göre pek az ziyaretçi
girerdi oraya ve hem pencere azlığı yüzünden içeride olu
şan kasvetli ortamdan hem de müzenin çekingen küratör
lerinin özenle gözlerden uzak tutmak için buraya gizledik
lerini ister istemez akla getiren birtakım çok yüksek ve çok
geniş tuvallerden dolayı hiç kimse orada fazla oyalanmazdı.
lsabel'in gözünde bu resimler -kocası da alay edip önem
semiyordu onları- üzerinde ne kadar ciddiyetle çalışılmış
ve iddialı çerçevelere konulmuş olsalar da, pek kötülerdi ve
eğer doğru hatırlıyorsa, Peter Paul Rubens'in ikincil ekol
lerinden birindeki pek de umut vermeyen çıraklarından
165
birinin elinden çıkmıştı. Bir köşede küçük, brokar kaplı bir
koltuk buldu Isabel, ıssız bir köşede bulunması kadar tam
da kargaşa, ölüm ve kitlesel tecavüzü garip bir şekilde çok
sönük sunan resimlerin pek azını görmesini sağlayacak bir
noktada bulunması yüzünden de çekici gelmişti o Isabel' e.
Koltuğun görevliye ait olduğunu düşündü, o kişinin ihmali,
burada onun gözetimine bırakılan nesnelere müzenin ver
diği değeri dolaylı yoldan doğruluyordu. Isabel orada bir
süre, kendi düşünceleri dışında hiçbir şey tarafından rahat
sız edilmeden sessizce oturdu. Ama çok geçmeden yaklaşan
bir erkeğin ayak seslerinin farkına vardı. Sesler çok hafifti
ve adımlar öyle ihtiyatlıydı ki, adamın ayakkabılarından
biri gıcırdamasa Isabel hiç fark etmeyebilirdi. Kapıya doğru
bakınca mükemmel kesimli açık gri takım elbisesi, monokl
gözlüğü ve yumuşak bıyığıyla Mr Edward Rosier'i hemen
tanıdı. Birbirlerini aynı anda gördüler, genç adamın onu
görünce yüzüne pek ferahlatıcı ya da hoş kokulu olmayan
bir rüzgar vurmuş gibi bir an bocaladığını gören Isabel hem
üzülerek hem eğlenerek belli etmeden iç geçirdi. Bununla
birlikte genç adam kararlı adımlarla, ya da Mr Rosier'in her
konudaki kararlılığıyla, ona yaklaştı, hatta nezaket icabı du
daklarına hafif, zorlama bir gülümseme oturtınayı başardı.
Selamlaştılar, Mr Rosier Isabel'in uzattığı elini tuttu, Fransız
usulü, bedenini pek bükmeden hafifçe eğildi.
"Şu işe bakın," dedi Isabel, "anlaşılan bu zevkli sarayın
eşiğinden içeri adımını atar atmaz tamdığı birine mutlaka
rastlıyor insan."
Mr Rosier'in gözlüğünün tek camını sıkıştırdığı göz çu
kurunun üst tarafında bir kırışık belirdi, ama Isabel seçtiği
sözcüklere ve sesinin tonuna zaten çoktan pişman olmuştu.
166
Amacı keyifli ve dostça sözler söylemekti, çünkü ne dl• olsa
eski arkadaş değillerse bile uzun zamandır tanışıyorlardı,
ama zavallı adamın Isabel'in selam verme tarzını, en iyi yo
rumuyla kalpsizce alaya alma, en kötü yorumuyla hesaplı
bir tersierne sandığını görebiliyordu. Böyle yaparak genç
adamın kendisinde kötü niyet sandığı şeyi hafifletebilecek
miş gibi hemen koltuğundan kalktı Isabel ve yüzüne elinden
geldiğince içtenlikli bir özür dilerne ifadesi oturtarak ona
gülümsed i.
"Buraya pek gelmem," dedi Mr Rosier, küçümsercesine
ve soğukkanlı bir tavırla. "Kalabalıklar - eh işte! Ama bak
mak istediğim bir Titian var, o resimde lapis lazuli ile tera
kotanın belli bir karışımı mevcut, bence bu pazarlığını yaptı
ğım Venedik işi küçük bir parçanın bire bir aynısı."
"A, anlıyorum," dedi Isabel, genç adamın arzusunun
önemini tam anlamıyla kavrıyormuş gibi. "Belki ben - belki
sizinle gelmeme izin verirsiniz? Titian' dan çok hoşlanırım."
Mr Rosier bir an konuşmadı, ama ağzının bir köşesi nere
deyse belli belirsiz seğirdi, onu gören Isabel'in aklına hemen
kocası ve en erişilmez, en muhteşem eski ustalardan birin
den 'hoşlandığı' türünden saçma bir şey söyleyecek kadar
kendini bilmezse onun kendisine nasıl bakacağı geldi. Şimdi
gördüğü üzere Ned Rosier, kendi sanat alanında, yani itiraz
ve insanı kurutan nefrette bir usta olan Gilbert Osmond'la
olan az sayıdaki ve hiç de hoş olmayan karşılaşmalarında bir
;;eyler öğrenmişti. Gerçekten de, şimdi karşısında bir elinde
bastonu ve eldivenleri, öbür elinde ipek şapkasıyla duran
genç adamı incelerken, aklına kocasının, kızını isteyen Ed
ward Rosier' e hayır demekle, yumuşak huylu ve ince ruhlu
gibi görünse de muhtemelen zamanla Osmond'un özenle
167
biçimlendirilmiş ve titizlikle korunmuş, dünyayı ve dünya
yı işgal etme küstahlığını gösteren insan kitlesinin birkaçı,
pek azı dışında hepsini hor gören tutumunun kayda değer
bir halefi olacağı anlaşılan genç bir adamı ailesine -Isabel bu
kurumun ta başından beri kendisini içine almadığını artık
biliyordu- katma şansını yitirmiş olduğu geldi, eğer Isabel
başka kişilikte bir insan olsaydı bu düşünce ona bir damla
keyifli, buruk bir tatmin hissettirirdi. Evet, diye düşündü,
küçük Ned Rosier artık gerçek boyutuna ulaşabilir ve tenez
zül gösteren bir beyefendi olarak kocasının yanındaki yerini
alabilirdi.
Rosier, Venedikli ressamın tablosunu görmek için elbette
birlikte gidebileceklerini söyledi ve her zaman, hangi koşul
altında olursa olsun Isabel'in arkadaşlığından mutlu olaca
ğını da ekledi. Bunu duyan Isabel ona yan yan baktı, ama
genç adam gözlerini ileriye dikmişti, içtenlikle konuşmadı
ğını gösteren bir işaret de yoktu yüz ifadesinde. Isabel Ned
Rosier 'i çocukluklarından beri tanıyordu. Bir keresinde,
İsviçre' deyken, babası o esrarengiz serüvenlerinden birine
atılmış, Isabel ile kız kardeşlerini, çok fazla Fransızca roman
okuyan ve okuduklarının etkisinde kalıp kendini bir Rus
prensi olarak tanıtan biriyle kaçıp giden bir gouvernante'ın1
gözetimine bırakmıştı. Sahipsiz kalan çocukları, Isabel'in
babasının eski bir arkadaşı olan ve o sırada küçük oğluyla
birlikte -Isabel akranı olan bu çocuğa birkaç gün boyunca
gerçekten aşık olduğunu sanmıştı- Neufchatel' de bulunan
Mr Rosier kurtarmıştı. O sıralarda çocuk zor beğenen bi
riydi, ayakkabıianna ve gömleklerine özen gösterirdi, ara
dan geçen yıllarda da pek değişmemişti, yalnızca Limoges
1 (Fr.) Dadı. (ç.n.)
168
porselenleri ve Louis Quatorze tarzı mineler, nadir kitaplar
ve seçkin şaraplar ve daha pek çok zarif eski şey hakkında
epeyce bilgi sahibi olmuştu. Koleksiyener gözlerini Pansy
Osmond'a dikmiş, kızı elde etme sürecinde ona aşık oldu
ğunu anlamış ve aklı iyice karışmıştı. Pansy'nin babası onu
damatlığa kabul etmeyip geri çevirmiş, bu fikri üzerinde
kafa yormaya değmeyen pek çok neden yüzünden mantık
dışı saymıştı, en önemli neden de bizzat Lord Warburton
idi, Roma'ya bir gelişinde bir süre o küçük sevimli gonca
nın çevresinde bir süre dönüp durmuştu ve eğer Isabel bu
birleşmeye karşı komplo kurup o beyefendiyi oradan gön
dermeseydi -kocası buna inanmıştı- pekala da Pansy'ye
evlenme teklif edebilirdi. Hayatında ilk kez gerçek bir tut
kunun rüzgarına kapılıp ayakları yerden kesilen Rosier ise
ısrarcı olmuştu, hatta ünlü biblo koleksiyonunu müzayede
de satmaya kadar vardırınıştı işi -sadece mineli olanları tut
muştu elinde, onları kaybetmenin kelimenin tam anlamıyla
kendisini öldürmesinden korkuyordu-, satıştan eline geçen
elli bin doları alıp gururla Palazzo Roccanera'nın büyük,
oymalı kapılarına dayanmış, bir tomar banknotu sevgilisi
nin babasının suratma doğru sallamış, bu sefer kanıdadığı
gibi hayran olunası bir erkek sayılacağına ve büyük Gilbert
Osmond'un kızı için bile uygun bir eş olarak kabul edilece
ğine inanmıştı. Elbette öyle bir şey olmayacaktı: Osmond,
yarım düzine şatoya ve on binlerce dönüm araziye sahip
Lord Warburton'ın mor ışığının1 kızının üzerinde yansıyıp
parladığını, onu bir an ışıl ışıl yaptığını görmüştü, bu kez o
1 Mor renk genellikle soyluluk, lüks, güç ve hırsın rengi olarak kabul edilir.
Aynca servet, yaratıalık, bilgelik, onur, görkem, gurur, hatta sihir türünden
özellikleri de yansıttığı düşünülür. (ç.n.)
169
soylu alevin bir feu follet1 olduğu ortaya çıkmış olsa da, daha
önlerinde pek çok fırsat vardı, çünkü İngiltere' de lordlada
dolu koca bir meclis yok muydu ve kızı, serada çiçek açmış
o zavallı küçük filiz, aristokratların bütün dikkatini kendi
üzerine çekebileceğini kanıtlamamış mıydı?
"Roma' dan ayrılmışsın," dedi IsabeL
"Roma' dan ayrıldım," diye yanıt verdi Mr Rosier. "Ora
da artık benim için hiçbir şey yok."
Yine dikkatle baktı ona IsabeL Onun gibi genç erkekle
rin kırık kalplerini nasıl da hızla ve ustalıkla onarabildik
lerine hep hayret ederdi. Onu son gördüğünde, Osmond
onun umutlarının son kalıntılarını tekmeleyip parampar
ça ettikten sonra ellerini temizleyip geri çekildiğinde, o
zavallı yaratığın acınası durumu karşısında Isabel ağla
maklı olmuştu; ama işte şimdi karşısındaydı, bakışları ka
rarlı, adımları sertti, değerli objets koleksiyonunu yeniden
yapılandırmaya yönelmişti çoktan -unutmayalım, mineli
objelerine el sürülmemişti, güvendelerdi, onların sağlam
temeli üzerinde geliştirebilirdi koleksiyonunu-, görünüşe
bakılırsa yakın zamanda kaybettiği en değerli hazineyi de
hiç düşünmüyordu.
"Ya sen," diye sordu Mr Rosier, "Roma' dan ayrılıp bir
yere mi gidiyorsun yoksa oraya mı dönüyorsun?" Isabel ona
Gardencourt' a yaptığı üzücü yolculuğu ve kuzeninin ölümü
nü anlattı. "Bunu duyduğuma üzüldüm," dedi genç adam
ve duraksayarak ekledi: "Sanırım Palazzo Roccanera' da kar
şılaşmıştım onunla."
"Karşılaşmışsındır. Ama sen bizim evimize girip çıkar
ken gözün tek bir kişiden başkasını görmüyordu."
1 (Fr.) Saman alevi. (ç.n.)
170
Isabel gülümsedi, genç adamsa tam tersine kaşlarını çattı
ve yanıt vermedi. Bir şey olmuş, diye düşündü Isabel, araya
bir şey girmiş ve genç adamın geçmişi geride bırakıp karar
lı ve sabit bakışlada yüzünü geleceğe dönmesini sağlamış.
Onun aklını başına toplamasını sağlayan şeyin ne olduğunu
öğrenmek istediğini fark eden Isabel şaşırdı.
"Hatırlıyor musun," diye nazikçe sordu, "Roma' daki o
baloda, Pansy galop'tayken1 bana bıraktığı küçük demetten
bir çiçek koparmak için izin istemiştİn benden?"
Genç adamın alnını kırıştırdığını görmekten ziyade his
setti IsabeL
"Elbette."
"Hercaimenekşelerdi - yani demetteki çiçeklerin hepsi,
demek istiyorum."
"Evet, evet, biliyorum, hatırlıyorum."2
Sesi biraz gergin çıkmıştı - yoksa sabırsızlık mıydı yal
nızca? Isabel emin olamadı.
"Sakladın mı onu acaba, çiçeği?"
Genç adam yanıt vermek yerine birden hızlandı, Isabel'in
önüne geçip yürüdü, finiş çizgisine doğru hızla koşan bir ya
rış atı gibiydi, Isabel de etek uçlarını toplayıp ona yetişrnek
için telaşla sıçraya sıçraya koştu. Mr Rosier'in kabalık etmek
istemediğini biliyordu Isabel; o soruyu sorduğuna pişman
olmuştu, aslında o konuyu açtığına pişmandı; belki böyle
yapması gerçekten de terbiyesiziikten başka bir şey değildi.
Sonunda Mr Rosier'in görmek istediği tabloya geldiler.
Oturan, belki de gevşekçe ayakta duran genç bir erkeğin port-
171
resiydi, sol kolunu bir sütuna dayamıştı, tereddütle yan tarafa
bakıyordu. Gri eldivenli elinde eldivenin öbür tekini tutuyor
du. Simsiyah yeleğinin altındaki, boğazı ve kol ağızları küçük
fırfırlı bembeyaz gömleği göz alıyordu. Ceketi kadar siyah,
kısa kesilmiş saçları alnında düz bir çizgi gibi görünüyordu,
kararsız denebilecek bir bıyık da üst dudağını süslemişti.
Tablodaki adam Isabel'in aklına Mr Rosier'den başkasını ge
tirmedi; o iki genç adamın, karşısındaki tuvalde gördüğüyle
yanında duranın arasında büyük bir benzerlik yoktu; ancak
tablodaki erkeğin hafifçe eğik duruşunda, düşüneeli ama ger
gin halinde öyle bir şey vardı ki Isabel'in yanındaki erkekle
aynıydı. Isabel onun bakışındaki hüznü gördü, Rosier bumu
nu bir-iki santim kaldırıp havayı kokladı. Belden yukarısını
öne eğdi, yüzü neredeyse tabloya değiyordu.
"Yaptığı bütün erkekler üzgün bakışlı," dedi usulca, al
çak sesle, yalnızmış ve kendi kendine konuşuyormuş gibiy
di. "Kralları ve generalleri bile uzaktaki korkunç bir şeye
kederle bakarmış gibi duruyorlar."
Hala tabloya eğilmiş durumdaydı, monoklünü gözün
den biraz uzaklaştırmıştı, anlaşılmaz bir sakinlik içinde,
gıpta edilen bir başyapıtın karşısında dururcasına, genç er
keğin boynunda, kehribar boncuktan bir kolyenin ucunda
sallanan küçük madalyonu dikkatle inceliyordu. Madalyon
balmumu renginde bir taştandı, ucunda tek bir inci sallanı
yordu, ortasına küçük, kare bir mavi taş oturtulmuştu. Mr
Rosier hoşnutlukla iç geçirdi, tablodan uzaklaştı, monoklü
nü tekrar yerine sıkıca yerleştirdi.
"Evet," diye mırıldandı, "evet bu."
"Ne?" dedi IsabeL "Bu senin satın almak için pazarlık et
tiğin şeyin resmi mi, o şeyin kendisi mi?"
172
Mr Rosier'in yanakları kızardı, gülümsemesine engel
olmak için dudağını ısırdı; ama onun enıbarras'ı,l Isabel'in
hemen fark ettiği üzere, kendi söylediği ya da yaptığı bir şey
yüzünden değildi, Isabel'in saflığı ve nadir şeylerin dünya
sıyla ilgili bilgi eksikliği yüzündendi.
"Yo, yo," dedi kekeleyerek, "yalnızca renkleri, renklerin
tonları aynı. Şu gördüğün safir, kırmızı taşa gelince, eh, her
hangi bir taş olabilir, çünkü tanıyamadım."
Isabel başını sallamakla ve genç adamın parmağıyla işa
ret ettiği şeyi gözleriyle izlemekle yetindi; Mr Rosier, elindeki
cetvelle yazı tahtasına vurarak Isabel'in cehaletinin her nok
tasını gösteren bir öğretmene benziyordu. Hiç kuşkusuz tab
lodaki madalyon, sadece canlı renkli, boyalı bir süs eşyasıydı,
sanatçı onu bir çekmecede karmakarışık duran ve takı takma
sı gereken modellerini süslemek için kullandığı öbür 'malze
melerin' yanında tutuyordu herhalde. Hiç kuşkum yok, diye
düşündü Isabel, yarı üzülerek yarı eğlenerek, Hıristiyanlığın
başkentinin göbeğindeki eski bir sarayın grande signora' sı
konumuma rağmen Mr Rosier benim iflah olmaz bir taşra
lı olduğumu düşünmüştür. İkisi de Amerikalıydı, ama genç
adam çocukluğundan beri Avrupa'nın güzellikleri içinde ya
şamıştı, Isabel ise Albany' de sıkışıp kalmıştı, tıpkı esnemiş ka
fesinde, özgür bırakılıp süzülerek maviliklere yükseleceği anı
bekleyen kilden bir güvercin gibi. Yükselmişti de, ta ki silah
Iarın patladığını duyana kadar. Onu perişan eden iki kişinin
de Amerikalı olması Avrupa'ya daha bağışlayıcı gözlerle bak
masını sağlamıyordu; gerçekten de, şaşırtıcı derecede seyrek
yaşadığı, elinde olmadan içedeyip öfkelendiği o anlarda, ona
öyle geliyordu ki kıta o çifti ayrı ayrı kandırıp kıyılarına çek
ı (Fr.) Şaşkınlık, mahcubiyet. (ç.n.)
173
mişti, sanki bilerek onları baştan çıkarmış, bir araya getirmiş
ve kendisinin bir gün gelip onları bulacağına inanarak zehirli
bir yem gibi yere bırakmışh.
Isabel gözlerini tekrar siyah ceketli, kaygılı bakışlı erke
ğin resmine çevirdi. Belki Osmond da bir zamanlar öyleydi,
çekingen, kararsız, hatta biraz ürkek. Evliliklerinin ilk gün
lerinde onda, gizlemek için epey uğraştığı bir kırılganlık, ne
kadar nefret ettiğini göstermeye cesaret ettiği, göstermekten
zevk aldığı bir dünyanın karşısında neredeyse çocuksu bir
savunmasızlık gözlemlernemiş miydi? Osmond gençken
kuşkuya düştüğü anlar yaşamamış mıydı? Evet, Gilbert
Osmond bile zaman zaman karanlıkta titremişti mutlaka.
Ailesinden gelen küçük bir harçlık, biraz eğitim ve kendi
zevkinin, şevkinin ve zekasının üstünlüğüne büyük inan
cı dışında kendine ait hiçbir şeyi olmayan Baltimore'lu bir
genç adam için Avrupa toplumunun kalesine tek başına
saldırmak, saldırmak ve duvarlarında gedik açmak, atının
üzerinde zaferle ana meydanına ilerlemek, sonra da top
lumsal yaşamın yorucu yapmacıklıklarından çekilip kendi
duvarlarının içine, özgüveninin kalesine kendini hapseder
gibi görünüp fatihin coup de grı:lce'ını1 indirmek hiç de kolay
olmamıştır.
Evet, çok şey yapmıştı, çok şey başarmıştı, ama Isabel
onun bütün bunları tek başına yaptığını düşünürken yanıl
dığını anlıyordu. Serena Merle onun yanında, hatta yanında
olmaktan da öte olmasaydı -ah, hem de ne kadar öte!-, kı
lıç tutan elini desteklemeseydi ve pelerininin ucunu tutup
kaldırmasaydı. Isabel, Madame Merle ile küçük Ned Rosier
kadar birbirine benzemez iki insan daha tanımıyordu. Bu
ı (Fr.) Öldürücü darbe. (ç.n.)
174
nunla birlikte, şimdi genç adam onun yaptığı faux-pas'yı1
küçücük bir gülümsemeyle karşılarken, Isabel'in gözlerinin
önüne yalnızca kocasının küçümseyen sırıtışının anısı değil,
Madame Merle'nin tatsız, ağır, kinayeli ve tıpkı örtülmeme
si gereken bir şeyin üzerindeki perdenin kaldırılan ucu gibi
dudaklarını sol tarafa çeken gülümsernesi de gelmişti. Ama
Isabel bu noktada durakladı ve daha intikamcı dürmlerini
engellemek için üzerlerine adeta elini koydu, pişmanlıkla
itiraf ettiği gibi şu son haftalara kadar böyle dürtülere kapı
labileceğini hiç bilrnezdi. Kendisinin, kocasının ve Madarne
Merle'nin atıldıkları özel cehennemde hiçbiri alevlerden ka
çarnazdı, belki ancak kocası kurtulurdu, çünkü onca zaman
önce üzerine çöken uyuşukluk kemiklerine kadar kavruldu
ğunu bilmesini engellese de onu asıl yakan buzdu.
Tesadüfen karşılaşan o iki arkadaş Titian'ın ölümsüz
genç erkeğine arkalarını dönüp geldikleri yoldan geri yü
rüdüler. Az sonra da çoğalan kalabalığın arasında buldular
kendilerini. Çıkış kapısını bulmaları gerekiyordu, ama daha
da önemlisi, en kibar ve en uygar biçimde birbirlerinden ay
rılıp kendi yollarına gitmelerini sağlayabilecek bir usul bul
maları gibi daha ineelikle çözülmesi gereken bir sorun vardı
önlerinde. Isabel, Mr Rosier' in kendisinin yanından bir an
önce ayrılmak istediğini düşünüyordu, zaten arnacı da onu
serbest bırakrnaktı; yine de aralarında çözümlenmesini iste
diği bir şey vardı, başka bir neden olmasa da bencillik edip
kendi içini rahat ettirrnek istiyordu, ancak bunun, merakını
tatmin etmek istediğini söylemenin pek de zarif bir biçimi
olduğuna emin değildi. Roma' da, Gloriani'lerin evinde ve
rilen davet gecesi Pansy'nin demetinden kopardığı çiçeği
1 (Fr.) Gaf, pot. (ç.n.)
175
ona cüretkarca -belki fazla cüretkarcaydı- hatırlattığında
Mr Rosier'in Longchamps'ın sonlarında alabildiğine koşan
bir safkan gibi önüne geçip ansızın hızlandırdığı adımlarını
düşünüyordu. Şimdi de, o ana kadar göze aldığından çok
daha ileriye gidebilmek için bütün cesaretini toplamalıydı,
ya da bütün utanmazlığını -son zamanlarda edindiği utan
mazlığın şimdiye kadar pek azını gösterdiğini düşünmek
hoşuna gidiyordu- toparlamalıydı da denebilir. Rosier, Pa
lazzo Roccanera'yı kuşattığında, o sarayın korkutucu, sağ
lam duvarları arasında hapsedilmiş genç kızı kurtarmak için
gösterdiği beyhude çabalar sırasında ona verdiği yardımla
rın olumsuz nitelikte olduğunu -Rosier'i engelleyecek ya da
Pansy'yi evlenıneye ikna etmek için göstereceği çabalara za
rarı dakunacak hiçbir şey yapmamaya karar vermişti- ama
aradan geçen zamanda pek çok şeyin değiştiğini, öyle ki eğer
kıza eskisi kadar bağlıysa kendisinin de kolaylıkla, elinden
geldiğince olumlu tavır takınabileceğini ona anlatmayı, an
latmayı göze almayı düşünüyordu. Aslında, kafasının içinde
açık seçik kabul etmişti, özellikle Pansy'nin Mr Rosier ile ev
lenmesini arzuluyor değildi, ama evlenirse bunun büyük, sı
nırsız bir yararı olacaktı, yani üvey kızı Gilbert Osmond'un
seçeceği kişiyle evlenemeyecekti. Böylece, sırakemerierin al
tındaki hoşa giden gölgeye ve sessizliğe çıktıklarında Isabel
içinden geçenleri açma niyetiyle genç adama döndü; genç
adamsa onun ne tür bir şey söylemek üzere olduğunu her
nasılsa bekler gibiydi, Isabel'in tek bir kelime etmesine fırsat
vermeden konuşmaya başladı.
"Pazarlığını yaptığım epeyce değerli bir parçayı," dedi,
"resimdekine benzeyen bir parçayı, genç bir hanıma hediye
olarak düşünüyorum."
176
"Ya," diye mırıldandı Isabel, gitgide zayıflayan solu�unu
uzun uzun salarak. "Ya, anlıyorum."
Bu sözleri, Isabel'in anladığı şeyi bütün boyutuyla ve za
rif bir şekilde ifade eden bir sessizlik izledi.
"Adı," diye sırrını açıkladı Mr Rosier, parmağının biriy
le bıyığına dokunarak, "Rothstein - Leah Rothstein. Babası
Hôtel Drouot'daki önemli sirnsarlardan biri."
Isabel başını salladı. "Acaba seni tebrik etmek istesem
doğru olur mu diye sorabilir miyim?"
Genç adam kızardı, yere baktı . "Aramızda anlaştık, o ve
ben. Babasıyla konuştum."
Demek ki, diye düşündü Isabel, bu iş olmuş bitmiş sayı
lır. Arkadaşı, elinden çıkarmadığı mineleriyle birlikte, varlıklı
bir adamın kızını eş olarak alacak, kayınpederinin aracılığı ve
içerden edindiği deneyimleri sayesinde de göz açıp kapayana
kadar yeni bir 'değerli şeyler' koleksiyonuna sahip olacaktı,
bu koleksiyonun görkemi ve ışıltısı Pansy Osmond'un uğru
na kaybettiklerinin kat be kat üstüne çıkacaktı. Tereyağından
kıl çeker gibi kotarmıştı bu işi! Isabel genç adamın dikkatli
ve kurnaz olduğunu biliyordu ama ataklığını küçümsemiş
ti. Sevdiği biri için döktüğü gözyaşları yanaklarında kurur
kurumaz onun yerine koyacağı birinin peşine düşmüştü, bu
seferkinin babası bu dünyanın ısrarcı Ned Rosier'inin karşı
sında Gilbert Osmond' dan çok daha uzlaşmacıydı.
"Öyleyse tebrik ediyorum seni!" diye bağırdı Isabel,
bunu neredeyse içten gelerek söylediğini fark edince de şa
şırdı. "Sana ve Miss Rothstein'a hak ettiğiniz mutluluğu di
liyorum."
Genç adam kaşlarını kaldırdı, Isabel'e nedense boş boş
baktı; onun hali Isabel' e elma çalarken yakalanan ama mey-
1 77
ve bahçesinin sahibi tarafından hoşgörülü bir gülümsemey
le serbest bırakılan bir öğrenciyi getirdi.
"Mutlu olmaya çalışıyorum," dedi Rosier, sesinde öyle
bir telaşlı içtenlik vardı ki Isabel'in yüreği yumuşadı. "Bence
mutluluğu aramak hepimizin görevi, öyle değil mi?"
"Ah, evet, tabii," diye ona katıldı Isabel, ama sesinin to
nunda doğrulamadan çok özlem vardı.
Mr Rosier ona hem dikkatle hem de acırcasına baktı, öyle
ki Isabel acaba birkaç hafta önce Roma' dan hangi koşullar
altında ayrıldığını mı duydu diye düşündü. Kendisi küçük
parmağını bile kıpırdatsa bütün dünyanın haberi olurken,
kocasıyla eski sevgilisinin o muazzam sırlarını uzun zaman,
çok uzun zaman saklayabilmelerine hep şaşırıyordu. Girip
çıktığı toplumun iç içe geçmiş çevrelerinde burnunun di
binde olanları yıllarca bir tek kendisinin fark etmediği dü
şüncesini aklından uzak tutmaya çabalamıştı, ama şimdi bu
düşünce şahlanıp üzerine geliyordu. Pekala da bir ahmaklar
cennetinde yaşamış olabilirim diye itiraf ediyordu, ama el
bette Gilbert Osmond'la paylaştığı hayatın, ilk birkaç ma
sumiyet ayı dışında, cennete benzer bir yanı yoktu. Ama ya
herkesin olanları bilmesi! Ah, dayanılır gibi değildi bu.
Kemerli geçidin bal rengi taşlarının gölgesinde Mr Rosier
ile vedalaşmıştı, tam güneşin puslu ışığının altında devasa
avlunun karşı tarafına geçmek üzereydi ki arkasında hızlı,
hafif ayak sesleri duydu, işte genç adam yine karşısındaydı,
Isabel'in peşinden koştuğu için soluğu kesilir gibi olmuştu.
"Pardonnez-moi, madame," dedi soluk soluğa, konuşmaya
en alışık olduğu dili yeğleyerek, "je voulais dire "1 Durdu. ...
178
tığırn soruyu yanıtlamak isterim, yani şey yüzünden . .. �L'Y
yüzünden . . . " Yine sustu, kafası karışrnıştı, gergindi, i�wk
şapkasının kenarını parmaklarının arasında çevirip d u ru
yordu. Sonra derin bir soluk aldı ve doğruca Isabel'in gözle
rinin içine baktı. "Yanıtırn şu ki," dedi, "evet, o gece elinizde
tuttuğunuz o küçük dernetten alınama izin verdiğiniz çiçeği
sakladım, yani üvey kızınız için tuttuğunuz çiçeği. Abelard
ve Helorse'ın mektuplarının olduğu kitabın, nadir bulunan
bir ilk baskıydı, sayfalarının arasına koydum."
"Hala duruyor mu?" diye sordu IsabeL "Kitabı değil, çiçeği
soruyorum." Genç adarnın itirafındaki dokunaklılığa rağmen
Isabel onun o değerli kitabın paha biçilmez bir şey olduğuna
nasıl da değinernediğine gülmernek için kendini zor tuttu.
"Hayır, onu saklayabileceğiiDi düşünrnedirn, şeyden
sonra . . . "
"Miss Rothstein'la sözlendikten sonra."
"Ah, anlıyorsunuz," dedi Rosier, ferahlayıp gülürnseyerek.
"Evet," dedi Isabel, o da gülürnsüyordu, "evet, anlıyorum."
179
XVII
1 Kral XIV. Louis aynı zamanda Güneş Kral olarak da anılıyordu. (ç.n.)
2 (Fr.) Olgun yaşta. (ç.n.)
180
giriş kapısının önünde bordo-altın rengi üniformalı, puti ra l ı
peruklu muhteşem bir personel kadrosu karşıladı, onu alıp
krallara yakışır adımlarla geniş, aynalı bir salle de dessin' e1 gö
türdüler, içerideki aydınlatma gözünü öyle aldı ki ilk anda sa
lonun tutuşup yandığını sandı Isabel, en az üç tane kocaman
ve ışıl ışıl avize bir sıra halinde sarkıyordu tavandan; muaz
zam kubbesini Le Brun'ün parlak, belki de fazla parlak fırça
sından çıkmış, dizginlenemez bir boğuşmanın klasik sahnele
rinin süslediği tavanın altında toplanmış insanların seslerinin
uğultusu ve karmakarışık hışırhsı iyice baskındı. Isabel aynalı
duvarlarda ara sıra kendisinin pek de tanıyamadığı yansıları
nı görerek salondan geçerken, tanıdığı ya da eskiden tanımış
olduğu pek çok kişinin yüzü çarptı gözüne, hiçbirini pek iyi
tanımadığı, ya da tanımaktan mutlu olmadığı için sadece ki
harca, konuşmadan selamıayıp geçti yanlarından. Bir köşede
Mr Rosier duruyordu, belden yukarısını hafifçe öne eğmiş,
monoklünün yardımıyla içinde İtalyan çinisinden biblolar
olan bir vitrini inceliyordu, onda öyle alışkanlık haline gelmiş
bir pozdu ki bu, Isabel yaşlanınca omurgası ne hale gelecek
diye kaygılandı. Tesadüfen başını kaldırıp camda Isabel'in
yansısını görünce -onun biraz gerisinde durmuştu genç ka
dın- şaşkın bir tavşana benzedi; Isabel bir an, onun kendisiy
le aynı günde ikinci kez konuşmak zorunda kalmamak için
büzülüp kalabalığın arasına cialacağını düşündü. Neyse ki
Isabel onun böyle kendini küçük düşürerek kaçıp gitmesine
gerek bırakmadan hafifçe gülümseyip başını eğdikten sonra
ona arkasını döndü.
Neredeyse aynı anda arkadaşı Prenses üzerine çullandı,
iri yarı bedeni açık yeşil ipekten, geniş, eteği de aşırı geniş,
1 (Fr.) Salon, sanat odası. (ç.n.)
181
belden yukarısı aşırı sıkı bir elbisenin içindeydi - Lorelei gi
yimine dikkat etmemesiyle ünlüydü, kendisi de farkınday
dı bu ününün, sık sık da dalga geçerdi bununla. Bu geeeki
kostümünü, dört bir yana diken gibi fışkıran parlak renkli
tüyler takılı göz alıcı bir saç biçimiyle taçlandırmıştı; ab
lak, basit köylü suratının tepesinde, orada yeşermişçesine
oturan bu süsler bir Kızılderili şefini bile mahcup etmezdi.
İki hanım öpüştüler, uzun tanışıklıkianna ve o anki duru
ma dayanarak bağıra bağıra konuştular, ama sonra Pren
ses, Isabel'i iki omzundan sıkıca tuttu, kendisi başını iyice
geriye çekip arkadaşını sert ve araştırıcı gözlerle inceler
ken Isabel'in kıpırdamasına izin vermedi. "Canım benim,"
dedi, o genizden çıkan yüksek sesiyle, "bir mezarlık dolusu
hayalet görmüş gibisin. Neyin var senin?"
Isabel arkadaşının iyi niyetli ama amansız incelemesin
den kurtulmak için gözlerini yere eğdi. Bir tek şey memnun
ediyordu onu: Kulağı hep delik olan Lorelei Roma'dan ani
ayrılışının şeklini ve nedenini duymamışsa o zaman başka
hiç kimse de duymamış demekti.
"Haklısın," dedi gülümseyerek, "ama ben bir tek haya
letle uğraşıyorum. İngiltere' deydim, ölüm döşeğindeki ku
zenimin yanında. Kendisi vefat etti."
"A, evet," dedi Prenses, "şu zavallı adam, Lydia
Touchett'in oğlu. İlanını gazetelerde gördüm. Çok üzücü.
Ama gel haydi, sakin bir köşe bulalım da birbirimizin sesini
rahatça duyalım."
Ancak odada bir tur attıktan sonra, ortasından toplanıp
ipek bir kordon tutturolmuş kızıl renkte bir kadife perde
nin yarı yarıya gizlediği boş bir niş buldular. Oraya otur
dular.
182
"Lydia oğlunun ölümünü nasıl karşıladı?" diye sordu
Prenses, bir yandan yelpazesini sallayıp bir yandan da çepe
çevre dizili yüksek aynalar yüzünden çok daha kalabalık gö
rünen konuklardan gözlerini ayırmadan. "İyi de olsa kötü de
olsa hayatta her şeyi nasıl karşılıyorsa öyle karşılamışhr her
halde, değil mi?" dedi.
"Hayır," dedi Isabel, "bu sefer farklı. Bu kayıp ona çok
ağır geldi."
"Bunu duyduğuma üzüldüm. Ona hep hayran olmu
şumdur - hayran diyorum, dikkatini çekerim, çünkü bun
dan öteye gidemem. Lydia Touchett kolay kolay sevilebi
lecek, hatta aslına bakarsan tahammül edilecek bir kadın
değil."
"Ama sen de onu benim son gördüğüm halde görseydin
içinden ona sarılmak gelirdi."
"Bunu metafor anlamında söylediğini varsayıyorum.
Lydia'nın kimsenin sarılmasına izin vereceğini düşünemi
yorum, ne kadar üzücü koşullarda olursa olsun. Duydu
ğuma göre, geçenlerde, oğlu ölmek üzereyken yıllık ziya
retini yapıp hisse senetleri ve tahvilleriyle ilgilenmek üzere
Amerika'ya gitmeye kalkışmış."
"Evet, alışkanlıklarına çok bağlıdır," diye nazikçe yanıt
ladı onu IsabeL
"Hıh! İnsanların arasında nasıl davranacağını öğrenmek
zahmetine girmeyen inatçı ihtiyarın biri o!"
Isabel bir an arkadaşını derin bir dikkatle inceledi. İyi
huylu Lorelei'yın ağzından bu kadar sert bir söz çıkmazdı
hiç, ya da bakışları bu kadar öfke saçmazdı; onunla Mrs To
uchett arasında geçmişte gizli bir sürtüşme yaşanmış olmalı
diye düşündü IsabeL Bu konuyu kapatmayı tercih ediyordu
183
-en tehlikesiz yol buydu elbette- ama teyzesinin hatırı için
son bir mazeret sunmalıydı.
"Hayatın hayal kırıklığı yaşattığı bir kadın o," dedi.
"Böyle bir şey insanı katılaştırır."
Şimdi keskin, delici bir bakışla bakma sırası arkadaşın
daydı. "Neden söz ettiğini bilen biri gibi söylüyorsun bunu
canım. Sen hayal kırıklığı yaşadın mı?"
"Ah, hangimizin hayatında karanlık köşeler yoktur ki?"
diye yanıt verdi Isabel kaygısızca, gözlerini yere eğdi, elbise
sinin önündeki gevşemiş küçücük bir ipliği çekiştirdi.
Artık hiç gülümsemeyen Prenses'in gözleri onun üze
rindeydi. "Sana karşı hep anaç duygular besledim," dedi.
"Arzu ettiğim kadar sık buluşamasak da seni çok düşünü
yorum, hem de sevgiyle." Durdu. "Söylesene," diye devam
etti sonra, tavrı değişmişti, yüzeyde yumuşak, altta kırılgan
dı, "bugünlerde Mr Gilbert Osmond neler yapıyor?"
Isabel ona bakamadı. "Çok iyi," dedi, sesinde tıpkı arka
daşınınki gibi yumuşaklıkla kırılganlığın bir karışımı oku
nuyordu.
Prenses dudaklarını büzüp başını salladı. "En azından
onun hayal kırıklığı yaşamaclığını söyleyebilirim."
"Hayır, yaşamamıştır," dedi Isabel sakince, arkadaşının
alaycı sözlerinin sivri uçlarını geçiştirmeyi yeğleyerek. "Ha
yatı her zamanki gibi, halinden hoşnut ve sessiz."
"Eh, sessiz kalacağı pek çok şeyi var."
Bir sessizlik oldu, tıpkı narin bir nesne yere düşüp pa
ramparça olunca doğan sessizlik gibi. Lorelei çok ileri git
mişti, onun için bile fazla serbestti sözleri, incelik gösterip
biraz kızardı, arkasına yaslandı, elbisesinin gergin yeşil ku
maşının altında omuzlarını dikleştirdi. Ne demek istedi aca-
184
ba, diye merak etti Isabel, çok huzursuz olmuştu. Yalnızca
Osmond'un zengin bir kadınla evlenip bunun sonucunda
çenesini tutup paralarını saymasının yakışık aldığını kaste
den biçimsiz ve Prenses açısından hiç tipik olmayan tatsız
bir söz müydü, yoksa allında daha derin bir ima mı vardı?
Her şeye rağmen Roma' dan buraya söylentiler ulaşmış mıy
dı, kocasının talihli oluşu dışında Lorelei'yın ağzına almadı
ğı şeyler hakkında söylentiler? Isabel bunu sormak istemi
yordu, hem de hiç; kendisini bu soruyu sormaya zorladığı
için arkadaşına bir anda öfke duydu.
Yarı yarıya perdenin arkasında kalan nişe Prenses'in
kocasının tam o anda gelmesi iyi oldu. Karısından epeyce
yaşlı olan asilzade, Isabel' e onu son gördüğünden bu yana
çok daha zayıflamış ve küçülmüş gibi geldi. Çarpıcı bir
benzerliği vardı sürüngenlerle, özellikle düzgün, kemikli
alnıyla başı ve köşelerinde iyice ineelen gözleri saygıde
ğer bir kaplumbağayı andırıyordu. Çok narin yapılıydı,
teni krep kağıdı kadar soluk ve saydamdı, hacakları çöp
gibi incecikti, öyle ki ayakta kımıldamadan dururken bile
sanki sallanıp yalpalıyordu. Frak giymişti, diz boyu pan
tolonunun altındaki ipekli çorapları tam dizlerinin altında
dizbağına tutturulmuştu; ceketinin önü, kalbinin üzerine
gelen yer, geçmişin savaş alanlarında gösterdiği gözü kara
cesaretin çılgın örneklerinin kesin işareti olan rengarenk
kare kurdelelerle, küçük metal parçalada ve örgülerle süs
lenmişti. Isabel'in önünde yerlere kadar eğilip gülümseye
rek selam verdi ama titrek bir selamdı bu, birkaç nezaket
sözcüğü mırıldandı; Isabel'in kim olduğunu bilmediği belli
oluyordu, oysa daha önce defalarca karşılaşmışlardı. Sonra
karısına döndü.
185
"Ma chere," dedi, sesi öyle alçak çıkmıştı ki neredeyse ha
vaya karıştı, "le duc d'Orleans a demande sa voiture."1
Prenses, ipek farbalalarmı hışırdatarak fırladı yerinden,
başını süsleyen tüyler titreşti, Isabel'den izin istedi, ünlü ko
nuğunu uğurlaması gerekiyordu. Sonra da, Isabel'e o anın
gerektirdiğinden daha da büyük gibi görünen bir telaş ve
aceleyle uzaklaştı. Yaşlı Prens, Isabel'in önünde tekrar eğildi,
ağzının içinde birkaç sözcük daha geveledi ve karısının pe
şinden gitti. Isabel, neden ineindiği bilinmeyen ve insanların
arkadaşlık yapmakta zorlandıkları, garip bir şekilde damga
ladıkları kişilerden biri haline gelip gelmediğini merak etti.
Bir süre tek başına oturdu, ellerini kucağında kavuştur
du, bakışları boştu, düşünceleri çıkmaz bir sokağın dibinde
kapana kısılmış rüzgar gibi amaçsızca dolanıp duruyordu.
Tekrar Lorelei'yı Osmond hakkında öyle konuşmaya neyin
yönelttiğini, pek çok şey konusunda sessiz kaldığını neden
söylediğini düşünmeye başladı; ancak zihninin içindeki bu
araştırma verimsiz kalınca çok geçmeden vazgeçti. Hayatı
nın öyle bir evresine gelmiş, hatta giyotine mahkum biri gibi
oraya fırlatılmıştı ki, artık bu türden soruların sorulmaması
daha iyiydi, çünkü alınacak yanıtlar hem fazlasıyla karan
lık hem de muhtemelen yıkıcıydı. Nasıl bir hüküm giydiği
ni bilmesi için Roma'yı düşünmesi yeterliydi, orada, koyu
kırmızı perdenin gerisindeki sarı boyalı o küçük nişte otu
rurken başının üstünde sürekli yükselen büyük çelik bıçağın
sesini duyar gibiydi.
Prensesin geri gelmeyeceği belli olunca Isabel kalkıp
hararetle konuşan konukların arasında dolaştı; sanki bir
flamingo sürüsünün arasında dolaşıyorum, diye düşündü,
1 (Fr.) "Sevgilim, Orleans Dükü arabasını istedi." (ç.n.)
186
çünkü çevresindeki konuşmalar egzotik yaratı kların sesle
ri ve çığlıkları olabilirdi. Kimse durup konuşma d ı onunla,
kimse dikkatini çekmeye çalışmadı, o da hiç durm adı ya da
kimseyle konuşmadı. Tanınmaması huzur veriyordu ona,
bunun için şükretti. Şu son haftalarda, tanınmadığı yerlerde
bulunmanın kendisine tuhaf bir güvenlik duygusu verdiği
ni fark etmişti, hatta azıcık da olsa avuntu da veriyordu; san
ki ona yakın olanların -ama kirndi onlar?- dikkatini çekmek
için içinde haykırıp duran gizli dertler, Isabel yabancılada
çevriliyken somurtup sessizce siniyorlardı. Ama bunun an
lamı, zihin öyle zıt yönde ve gizli-saklı çalışır ya, onca za
mandır halk arasında önemsiz biri sayılmaktan hiç hoşnut
olmadığı halde lsabel' in, bugünlerde, aslında kendisi de
bilmeden, uzun zamandır ihmal edilmiş ve karşısındakini
tanıyınca sabırsızca, soluyarak onun üzerine atılan bir evcil
hayvan gibi, dertli ve tasalı yüreğinin çok yakından ve çok
özel tanıdığı biriyle karşılaşmayı umduğu muydu? Eğer bu
doğruysa, gizli dileği yerine gelecek demekti, ama en yü
rekten arzularının bile acayip değilse de aşırı bulacağı bir
biçimde olacaktı, sevinçli havlamalara ya da kuyruk salla
malara da yol açmayacaktı.
187
XVI I I
Dolaşırken çok daha büyük iki salonun arasına tuhaf bir bi
çimde sıkışmış, her ikisine de birbirine dik, birbiriyle aynı
yükseklikte ve aşırı süslemeli iki meşe kapıyla geçit veren
küçük bir salona girdi. Kedi gibi yumuşak adımlarla iler
leyip eşiklerden birinde durdu. Karşısındaki zevkli küçük
mekanın duvarları yerden tavana kadar, ağaçlıklı bir dekor
da eğlenen kibar beylerle pembe yanaklı hanımları gösteren,
renkleri hafifçe atmış, suluboya fresklerle bezenmişti. Mo
bilyalara gelince, salonda, yine renkleri atmış, brokar kaplı,
nedense masum görünüşlü iki tane koltukta, bacaklarının
uçları konik, mermer tablah yüksek bir masadan başka bir
şey yoktu, masanın üzerinde, dakik olmamasını hiç umur
samadan üçü on geçeyi gösteren aşırı süslemeli bir saat du
ruyordu. İçeride siyah ceketli, dış taraflarında, yukarıdan
aşağıya siyah saten bant geçirilmiş dar pantolonlu iki genç
centilmen vardı. Isabel birinin mahmuz takmış olduğunu
düşündü ama sonradan o sahneyi hatırladığında görüntü o
kadar bulanıktı ki hiçbir ayrıntıdan emin olamadı. Gençle
rin aşırı bir ilgiyle eşlik ettikleri üçüncü kişinin, ki bir ka
dındı bu, kim olduğunu ilk başta göremedi Isabel; sohbete
dalmış o üç kişiyi bırakıp eşikten geri dönmek üzereydi ki
188
beyefendilerden biri, konuşma sırasında bir şeye gü lerken
başını yana eğdi ve açılan boşlukta, bir tabakta sunulmuş
gibi, Isabel o anda öyle düşündü, Serena Merle'nin görünür
de normalden biraz daha iri, güzel başı belirdi.
Sonradan o sahneyi kafasında yerıiden canlandırdığında,
ki kendini sık sık böyle yaparken buluyordu, o iki beyefendi
nin nasıl olup ortadan kaybolduklarına bir türlü akıl erdire
medi. Bir an oradaydılar, bir an sonra yok olmuşlardı, sanki
oldukları yerde eriyip gitmişlerdi. Kuşkusuz belleğinin bir
oyunuydu bu, ama yine de dikkat çekici buluyordu onu. Ma
dame Merle'rıin üzerinde açık gümüşsü mavi satenden bir
giysi vardı, en sevdiği renkti bu -bu renk teninin açık tonu
nu ve yağınurda ısianmış buğday rengindeki saçlarını iyice
ortaya çıkarıyordu-, elinde de, göğsünün üzerinde tuttuğu,
sonuna kadar açılmış resimli bir yelpaze vardı. Uzun boylu,
geniş omuzluydu, görünüşü güzel olmaktan çok etkileyiciy
di, yaşına göre çok iyi görünüyordu - mantık dışı denecek ka
dar uzun bir süre hep 'kırkın biraz üstünde' olmuştu. Isabel'i
kapının eşiğinde dururken görünce yüzündeki, genç adamla
rın hatırına takınmış olduğu, onlar gitmiş olsa da sürdürdüğü
tatlı, hoşgörülü ifade değişmedi; yalnızca, çok uzaklardaki bir
depremin derin, korkunç yankılaşımını kaidesinde hisseden
bir ilahe heykeli gibi, içinden bir tür hafif titreyişin hızla geç
tiği fark edildi. Isabel de bir an, karşısındaki kadının kendini
gizlemek için yelpazesini yuzüne kaldırma dürrusüne diren
diğini açıkça gördü. Bunu yapmak yerine, her şeye rağmen
gülümsemeyi başardı kadın, aynı anda her zamanki gibi du
daktan sol köşede hafifçe yukarı kıvrıldı.
"A, Mrs Osmond !" diye bağırdı. " İ tiraf edeyim ki bu ak
şam burada karşıtaşmayı umduğum son kişisiniz. Bizim sev-
189
gili, pek yaman Lorelei'yımızın arkadaşı mısınız? Prens'in
arkadaş çevresinden olduğunuzu hayal bile edemiyorum."
Isabel, kadının temkinli, soğukkanlı havasının hayranlık
uyandırdığını kabul etmek zorunda kaldı. İçindeki sıkıntıyı
belli eden tek gerçek işaret, hafifçe tiz çıkan sesi ve sözcükle
rinin bir bakıma aşırı hızlı söylenmiş olmasıydı.
"Amerika'ya gittiğİnizi sanıyordum," dedi Isabel, o anda
hiçbir önemi yokmuş gibi Madame Merle'nin tatlı tatlı sor
cluğu soruyu göz ardı ederek. "Gideceğinizi söylemiştiniz."
"Öyle söyledim ve amacım da bu. Oraya gitmek üzere
yoldayım - bir hafta sonra Southampton' dan yola çıkmak
üzere yerimi ayırttım. Hepimiz sizin kadar kıskanılası bir
kararlılıkla ve hızla hareket edemiyoruz."
"Sizinle karşılaşmamış olmayı yeğlerdim."
"Sevgili hanımefendi, izin verirseniz bu duygunun fazla
sıyla karşılıklı olduğunu söylemek isterim. "
"Aslında sizinle bir daha hiç karşılaşmamayı umuyor
dum."
"Ama işte buradayız, bir talihsizlik sonucu. Gitmemi is
ter misiniz?"
"İkimizden birinin gitmesi gerekiyorsa o kişi ben olma
lıyım."
"Nedenmiş o? Bu sözünüzün arkasındaki mantığı anla
yamadım."
Bir an üzerinde düşününce Isabel de bir mantık bulama
dı. Hem gitmek istiyordu hem de bir şey onu engelliyordu.
Zihninde aniden bir şey parlamıştı, tıpkı karanlık bir gecede
uzaklarda parıldayan minik bir ışık gibi. Yolunu aydınlatan
bir fenerin alevi miydi bu? O anda bunun ne olduğunu tam
olarak bilemedi -ışıltı o kadar silik ve karanlık, o kadar ge-
190
nişti ki- ama eğer o yol gösteren bir ışıksa bu resimli salon
da, kendisine zarar vermek için elinden geleni yapmış bu
kadınla karşılaşması fitili ateşleyen kıvılcım olmuştu. Her
zamanki kendine hakim tavrını takınan Madame Merle
Isabel'i alaya gözlerle süzüyordu. Böyle beklenmedik bir
anda, çok garip bir rastlantıyla karşılaşmaları onu neredeyse
eğlendirmiş gibiydi. Ama karşımdaki, diye hatırladı Isabel,
yıllarca gariplikler içinde yaşamış bir kadın -yoksa onun hi
leleri, dalavereleri, onca soğukkanlılıkla kotardığı yalanları
nasıl tanımlanabilirdi?- ve belki de böyle şeytani bir kah
kaha, vicdanının saldırılarına karşı onun tek savunmasıydı,
tabii eğer vicdan diye bir yetiye sahipse.
"Eh, benim gitmem gerekmiyorsa ve siz de buralarda
oyalanmaya meyilli göründüğünüze göre, bu rahatlık va
detmeyen koltuklardan yararlanıp en azından biraz rahatla
yalım mı? Yaşianıyor olmalıyım, çünkü bu tür toplantıların
ayaklarımı zorlamalarına dayanarnıyorum artık."
O anda o salondan çıkmak, Chateau Vivier' den ve iha
netine uğradığı kadının iri, sakin ve artık tamamıyla rahat
lamış varlığının görüntüsünden uzaklaşmak için son şansı
olduğunu anladı Isabel; o kadının varlığı, Prenses d' Attrait
lsabel'in Paris'teki en yakın arkadaşı olsa bile, kendisiyle
kıyaslanınca Madame Merle'nin titizlikle cilalanmış, parla
tılmış toplumsal zırhının verdiği bütün otoriteyle burada
bulunmaya daha fazla hakkı olduğunu apaçık görünen bir
memnuniyetle ilan ediyordu. Ancak Isabel'in zihninin de
rinlerinde yanan o ışık gitgide yaklaşıyor, parlaklığı artıyor
du, sonunda Isabel onun parıltısının içine sıkıştı; ne rahatla
tıcı ne de ürkütücü bir parıltıydı bu, ama zevksiz bir biçimde
olsa da Gardencourt'tan ve kuzeninin üstü taze kapatılmış
191
mezarının başından ayrıldığından beri Isabel'in önünde
uzanan yolu aydınlatıyordu. Koltuklardan birine gidip, sı
nıfta ders başlamak üzereyken yerini alan terbiyeli bir öğ
renci gibi hızla oturdu. Madame Merle de oturdu ama onun
tavrında çok daha görkemli bir ihtiyat vardı, bir an duraksa
dıktan sonra -Isabel'in fikrini değiştirip yerinden fırlayarak
korku içinde salondan kaçmayacağından henüz emin ola
mamış görünüyordu- yelpazesini kapattı, mavi giysisinin
dizlerinin çevresinde hışırdayan eteklerini düzeltti.
"Sanırım benden nefret ettiğinizi varsayarsam yanılmış
olmam?" dedi, basit yürütülmesine özen gösterilecek bir
conversazione'nin1 açılış cümlesini sunan birinin kibar, yansız
ses tonuyla. "Eğer sizin yerinizde ben olsaydım, ben sizden
nefret ederdim, buna eminim - gerçekten de, sanırım sizden
nefret etmeyi kendime görev sayardım."
Isabel bir an düşündü, sonra başını kaldırıp karşısındaki
nin yüzüne baktı. "Son karşılaşmamızda benim çok mutsuz
olduğuma inandığınızı, ama sizin daha da mutsuz olduğu
nuzu söylemiştiniz. Bunun doğru olduğuna inanıyorum, bu
yüzden de sizden nefret etmek elimden gelmiyor."
"Yine de benim kalpsiz olduğumu düşünüyorsunuz.
Ama şunu söyleyeyim ki, kalbirn vardıysa bile kırılmıştı,
parçaları içimden sökülüp alınmıştı, alan da - eh, nasıl alın
dığını söylememe gerek yok, siz de biliyorsunuz." Bir süre
konuşmadılar, yakında yaşadıkları ve sevdikleri her şeyi yi
tirmiş oldukları bir felaketin durulmuş sahnesine bakar gibi
ikisi de gözlerini önlerine dikmişti. Sonra Madame Merle
konuşmaya devam etti, bıkkınca bir merak sesini yumuşat
mıştı. "Başından beri bilmiyor muydunuz? Eminim biliyor
ı (İt.) Sohbet, konuşma. (ç.n.)
192
dunuz, çok derinlerde bir yerde olsa da. Eskiyi düşünün;
bana gerçeği söyleyin."
Isabel dönüp doğruca gözlerine baktı onun. "Bildiğime
mi inanıyordunuz?"
"Ah, sevgili kadın," dedi Madame Merle, küçük, soğuk
kahkahası çın çın çınladı, "sizin lekesiz bir hayat sürdü
ğünüz belli. Günahkar kişinin kendisine garip sorular sor
maktan nasıl kolayca, ama işkence çekerek kaçınabileceğini
bilmiyorsunuz." Başını çevirme sırası ondaydı, bahtsız com
pagnon de douleur üne1 baktı. "Söylesenize," dedi, üzerinde
'
193
ll ' Başka bir sefer' mi?ll dedi Madame Merle, çok şaşırmış
gibiydi. 11İkimiz için başka bir sefer olacak mı?11
Isabel yanıt vermek yerine soru sordu. 11Söylesenize,11
dedi, ll Amerika' da ne yapacaksınız?"
İçinde bulundukları duruma hiç uygun düşmeyen bu
beklenmedik soru üzerine Madame Merle'nin zaten iyice
açılmış olan gözleri daha da açıldı. liNe mi yapacağım? iti
raf edeyim ki ben de pek bilemiyorum. Brooklyn' de yakm
larım var - kuzenlerim ve çok yaşlı bir teyzem." Zarif, geniş
omuzlarını silkti ve gülereesine bir ses çıkardı. llSelki onla
rın merhametine sığınırım. Ne de olsa akrabalarım, bağımız
ne kadar zayıf olsa da - toplumda kabul görmüş ahlak ku
ralları gereği beni alırlar."
Isabel koltuğunda yarı döndü, karşısındakiyle tam yüz
yüze geldi. 11Gitmeyin," dedi, bir uçurumun üstünden karşı
kıyısına bağırırcasına yüksek, berrak ve çınlamalı çıkmışh
sesi.
Madame Merle yine bakakaldı. 11Gitmeyeyim mi?" dedi.
1/Söylesenize, başka ne yapabilirim?"
liGeri dönün."
11Geri mi? Nereye döneceğiınİ sorabilir miyim?"
liGeri gelin, geri dönün, Roma'ya," dedi Isabel telaşla, so
luk soluğa. ll Ayarlayın, bir hafta sonra gelin - yo, iki hafta
sonra. Ben orada olacağım; sizinle görüşeceğim."
11Anlamıyorum - ne demek istiyorsunuz?"
liGelip Roma' da yaşamanızı istediğimi söylüyorum."
"Bunu nasıl yaparım ki? Evim yok."
11Bir eviniz olacak, geçiminizi sağlayacak bir harçlığınız
da. Size yardım edeceğim. Söz veriyorum."
Madame Merle gözlerini ona dikti. llAma? .. "
194
Ama o hanımın sormak istediği soru tamamlanmadan
kaldı, çünkü Isabel bir anda koltuğundan kalkmıştı, ayakları
kanatianmış gibi hızla çıkıp gitti salondan.
195
• • •
I K I NCI
•• ••
B OLUM
XIX
199
gaddarbklar dünyası onun zevkine göre fazla ilkeldi; ken
di ruhunun, Quattrocento'nun1 kibarlıklarına ve muhteşem
inceliklerine çok daha uygun düştüğünü düşünüyordu. Bu
gün kendini o günlerin soylu condottieri'lerinden birine çok
yakın hissediyordu, ama ne yazık ki tehlikeyle karşı karşı
yaydı: Güç durumdaydı, sığınağı olan siyah Roma taşından
yapılma şatosundan atılmış, başkentin dışına kuzeye, Tos
kana' daki bu alçak tepeye sürülmüş tü, burada kendi ken
disinin nöbetçisi olacaktı, dört bir yandan tehdit edilen ama
hiçbir şeyden yılmayan, çevresinde yayılan çalılıklı ovayı
gözleriyle tarayan, stratejisini hazırlayan, uygun zamanı
kollayan yalnız bir gözcüydü.
Kendisinin de ister istemez kabul ettiği gibi, bu öğle
sonrasında pırıl pırıl bir zırh gibi etrafında örmekten hoş
landığı fanteziden kesinlikle çok daha dünyeviydi gerçek.
Asıl oturduğu yer olan Palazzo Roccanera'yı terk etmek
zorunda kalmıştı, ama aynı zamanda, Roma' da özellikle sı
cak geçen yaz aylarının sıkıntısından kaçabilmek için kendi
tercihi de o yönde olmuştu, sevinerek kuzeye, Floransa'ya,
sevdiği Floransa'ya gitmiş, eskiden, ilk karısının ölümün
den sonra uzun yıllar kaldığı Bellosguardo tepesindeki bu
eski eve dönmüştü. İkinci kez evlenip Roma'ya yerleşince,
damı çıkıntılı, pencereleri ürkütücü, duvarları çamur sarısı
bu kocaman, loş, bakımsız, uzun, alçak konutun neredey
se yarısını kaplayan evin kira kontratını uzatınıştı - ama ne
yazık ki yakında sona eriyordu. Eşyasının çoğunu, resimleri
ve diğer değerli parçaları Roma'ya götürmüştü, bu yüzden
o eski mekan, değerli parçalar da gidince, terk edilmiş, hatta
bazen üzgün bir görünüm almıştı. Bununla birlikte geniş Val
1 (İt.) 15. yüzyıl. (ç.n.)
200
d' Arno'nun tatlı güzelliklerinin üstündeki tepesinde adeta
apaçık oturan o evin muhteşem konumunu ve manzarasını
hiçbir şey engelleyemiyordu.
Mr Osmond bekliyordu, etrafı gözlüyor, gelmesini um
duğu iki kişiden birinin ya da ötekinin görünmesini bekli
yordu, epeyce aşağıda, kıvrıla kıvrıla yükselen yolda hare
ket eden bir toz bulutu gördü ve bunun yaklaşan çift atlı
bir arabaya ait olduğunu tahmin etti. Kız kardeşi Gemini
Kontesi'ni çağırtmıştı, onun bu çağrıya er ya da geç uyaca
ğına emindi; Kontes, ağabeyinin karta! yuvasına vardığında
kendisini neyin bekleyeceğini gözünün önüne getirip kor
kudan gelişini geciktirebilirdi, ama gelirdi, uzaklarda dö
nenen bu dağınık, bal rengi bulut da büyük olasılıkla onun
gelişinin habercisiydi. Ancak arabadaki bambaşka biri de
olabilirdi. Mr Osmond ölüm döşeğindeki kuzenini ziyaret
etmek için İngiltere'ye gitmiş olan karısının dönüşünü bir
kaç haftadır bekliyordu, bu ziyareti o kadar sert bir dille ve
kesin bir uyarıda bulunurcasına eleştirmişti ki, eğer Isabel'in
yerinde başkası olsaydı onun kendisinin yanına ve İtalya' da
ki evine geri döneceğinden kuşku duyardı Osmond. Ancak
Isabel'in katı görev bilincinin, Püriten atalarından miras ka
lan o manevi hastalığın -bunu gitgide daha da bıktırıcı bu
luyordu Osmond, evliliklerinin son yıllarında iyice sinirini
bozmuştu- kocasını ve kocasının kendi hayatında ve yazgı
sında temsil ettiği her şeyi terk etmesine izin vermeyeceğine
emindi. Isabel mektup gönderip geri döneceğini bildirmişti.
Bir süredir zihnini meşgul eden, Isabel'in dönüşü meselesi
değildi, onun gelişini bu kadar geciktirmesinin nedenini me
rak ediyordu. Isabel'in yanına varışının üzerinden çok geç
meden kuzeni ölmüştü, öyleyse bunca zamandır neden dön-
201
memişti Isabel ve nerede kalmıştı? Çünkü Osmond karısının
nerede bulunduğundan habersizdi. Isabel'in İngiltere' de,
Ralph Touchett hızla ölüme yaklaşırken Gardencourt'ta
kalmış olmasını umuyordu ya da Londra' da, tanımlaması
olanaksız arkadaşı Miss Stackpole'un yanında; ama sonra
mektubu gelmişti, üzerinde Paris damgası vardı, hem de
Fransa'nın başkentine ne zaman gitse ısrarla kaldığı o sa
laş, katlanılmaz otelin kağıdına yazılmıştı. Paris' e hangi ne
denle gitmiş olabilir, diye soruyordu kendine Mr Osmond,
yüzünü ekşiterek, eski hayranı Lord Warburton'ın yaklaşan
evliliğine bumunu sokmak hatta bozmayı başarmak için
Gardencourt'ta olmak yerine? Lord Hazretleri'nin soylu ve
ünlü bir hanımefendiyle nişanlandığını duyuran müthiş ha
ber İtalya'ya neredeyse nişan ilan edilmeden önce ulaşmıştı,
yurtdışında yaşayan İngilizler bunun dedikodusuna baş
lamış, pek çok dertli kadın kalbinin sonunda İngiltere'nin,
belki de bütün Avrupa'nın en seçkin bekarlarından birini
ele geçirmek için beslediği umutlar son bulmuştu. Ve eğer
Isabel'i alıkoyan kişi Warburton, yani bir zamanlar elinin
tersiyle ittiği ama hala elini üzerinden çekmediği benzer
siz ödül değilse, şu Bostonlu adam, Caspar Goodwood, al
Warborton'u vur ona, hala Londra'da oyalanıyar muydu?
Isabel'in, karşısına çıkan her fırsatta bu mantıksızca ısrar
eden züppelerden biri ya da ötekiyle gönül eğlendirmeye
ceği, kuzeninin ölümüne çok üzüldüğü bahanesiyle yana
ğını onlardan birinin ya da ötekinin göğsüne yaslamayacağı
düşüncesi Gilbert Osmond'u avutmaya yetmiyordu. O iki
şampiyonla kıyaslanınca, karısının aklını çelip ona Manş
Denizi'ni aşırtacak kim vardı Paris'te? Osmond'un aklına
gelen en büyük olasılık, Isabel'in oraya Lorelei Bird'le, o
202
rüküş arkadaşıyla birlikte planlar kurmak üzere gitt i�iyd i,
Fransa tahtının pek de uzak sayılmayan varislerindl•n olan
Prens d' Attrait budalalık edip evlenmişti o kad ı n l a -elbette
ki parası için, ama o efsanevi servet bile bu birleşmeyi haklı
gösteremezdi- ve Avrupa'nın yarısının maskarası olmuştu.
Karısının, kendisinin arkasından işler çevirdiğine yüzde yüz
emindi Gilbert Osmond; çünkü Isabel, bu dünyadan gidişini
böyle olay haline getiren şu lanet olası kuzeni ölürken başın
da bulunmak üzere Roma' dan inatla ve telaşla ayrılışından
hemen önceki günlerde, evvelce bilmediği gizli konularda
uyarılmıştı.
"Lanet olsun o kadına!" diye mırıldandı Osmond, başını
öfkeyle sallayarak.
Bu laneti karısını düşünerek değil, kendi can sıkıcı, bıktı
rıcı kız kardeşini düşünerek savurmuştu Osmond. Yoldaki,
artık daha hızlı hareket ettiği görülen açık kahverengi toz
topağını seyrederken çenesinin sol tarafındaki küçük bir kas
hızla seğiriyordu; kabaran tozların baş tarafındaki bir çift
at hızla ileri atılıyor, arkalarındaki üstü açık arabayı sıçra
ta zıplata çekiyorlardı. Arabanın içindeki kişi henüz tanım
lanamayacak kadar belirsizdi, ama Osmond onun Gemini
Kontesi olduğuna emindi, yani az önce şeytana havale et
tiği kız kardeşi. Çocukken, keşke tek çocuk olsaydım derdi,
kardeşinin varlığına hala da hayıflanıyordu, eğer bugün ona
ihtiyacı olmasaydı asla çağırmazdı.
Önemsiz sırlarını karısının öğrenmiş olması onu pek
rahatsız etmiyordu. Aslında pek sır olarak da görmüyor
du onları - neydiler? istemediği için açıklamadığı şeyler?
Pragmatik gizlemeler? Yıllar boyunca, Isabel'den gizlediği
şeyleri onun iyiliği, ruh huzuru için gizlediğine kendisini
203
neredeyse inandırmıştı. Yıllar önce Serena Merle ile işledi
ği hatanın, çok korkunç olsa da, şimdi ne önemi vardı? Za
man sağaltınakla kalmıyor, diye düşündü, sonunda temize
de çıkarıyor, başka bir şekilde olmasa da güçten düşürerek.
Hem dikkatsizliğinin karşılığı olan bedeli ödememiş miydi?
Rahiplerin deyişiyle günahının kefaretini ödememiş miydi?
Yine de günah çıkarmanın koşulu olan suskunluk mührü
nün kırılmış, Isabel'in de kendisinden çok uzun zamandır
düzgünce gizlenmiş olan şeyi öğrenmesi en azından yazıktı.
Osmond, sırların sıkı sıkıya saklanmasının da, tıpkı aradan
geçen zamanın sağladığı gibi sağaltıcı bir etkisi olduğuna
bütün kalbiyle inanıyordu. Bu beyefendi, gözlerden yete
rince uzak tutulan bir suçun -bu örnekte, yirmi yıl kadar
artık suç sayılmayacağını fazlasıyla hayal edebilen o şanslı
kişilerden biriydi; o suçun, erozyon sayesinde yavaş yavaş
küçüleceğini, tıpkı çırpınan, devrilen dalgaların yüzeylerini
pürüzsüzleştirdiği deniz dibindeki cam kırıkları gibi etkisiz
ve zararsız hale geleceğini hayal ediyordu. Şimdiye kadar
lsabel' den gizlenmiş olan olgular gizlendikleri yerden sinsi
ce çıkarılıp ansızın Isabel'in önüne fırlatılmasalardı ve onun
bunlardan hiç haberi olmasaydı şimdikinden daha mutlu ol
maz mıydı, ya da en azından daha az mutsuz olmaz mıydı?
Osmond' a göre gerçek, eğer öyle bir şey varsa, acımasızdı
ve çoğunlukla karışıklığa yol açıyordu. Hem her şeyi yoluna
koymak ve görünüşü, hem de ne kadar gerekli olan görü
nüşü kurtarmak için yaptığı fedakarlıklara, girdiği riskiere
-göze aldığı işlere?- ne demeliydi? Karısının son zamanlar
da öğrendiği şeyler, bilmediği ve kendisinin gözü üzerlerin
de olduğu sürece de öğrenmemesi gereken başka şeylerin
yanında hiç kalırdı.
204
Karısının mektubu onu şaşırtmıştı, ve evet, biraz da kor
kutmuştu; onun gibi netliği ve denetimi pek çok şeyin üze
rinde tutan bir adam için şaşırtıcı olan şey aynı zamanda
korkuturuydu da. Osmond karısını hiçbir zaman gizemli
bulmaınıştı -olsa olsa, neredeyse ta başından, bu kadar şef
faf olduğu için nefret etmişti- ama günler önce Hôtel des
Etoiles'da yazdığı mektubu gönderen Isabel'i pek tanımı
yordu. Mektubun dili öyle kuru, katı ve resmiydi ki noter
yazsa bu kadar olurdu. Ayrıca uzun da değildi içeriği, yal
nızca Roma'ya döneceğini yazmıştı, tarih belirtmemişti, bir
de Osmond' a sunacağı ve üzerinde düşünmesini istediği
teklifleri -yoksa öneri mi demişti?- olacağını söylemişti.
Pansy'nin sağlığını ve mutlu olup olmadığını da sormuştu,
ama Osmond' a özel bir şey yazmamıştı, hatta alışıldık şekil
de 'sevgili' diye bile hitap etmemişti, Isabel'in İngiltere'ye
gitmeden önceki son görüşmelerinin nasıl bir hava içinde
geçtiği düşünülürse bu pek de şaşırtıcı değildi. O görüş
mede söylenenler, kısa ama tam yerine oturan sözler adeta
bir savaş ilanıydı, ve Isabel'in yokluğunda haftalarca süren
sessizlik de -elbette karısına tek bir satır bile yazmamıştı,
Isabel'in gönderdiği tek haber de, bir kağıda yazılıp bir zar
fın içine konulmuş bir mektup olmuştu- cephede sessizce
sürünen birlikleri, yere yayılan samanların üzerinde i lerie
tilen top arabalarını, gizlenme yerlerine yerleştirilen keskin
nişancıları akla getiriyordu tekinsizce. Bu yüzden Osmond
gardını almalıydı; kibre kapılıp ihtiyatı elden bırakmamalı,
hazırlıklı olmalı ve düşmanın kendisine üstünlük sağlama
sına izin vermemeliydi.
Sıcak sıcak parlayan pusa gözlerini kısarak baktı, taş du
vardan iyice sarkarak yaklaşan arabanın içinde oturan kişiyi
205
en sonunda seçebildi; acımasızca beklediği gibi kardeşiydi
gelen, Kontes Gemini'ydi. Arkasına döndü, başındaki hasır
şapkayı çıkardı, eve girdi, içerisinin loş serinliğinde ilerledi,
öbür tarafta, tepenin oradaki dümdüz kısmında yayılan ya
muk, küçük, çimenlik meydancığa çıktı. Kontes'in arabası
orada durmak üzereydi, duronca Kontes hemen indi, yırtıcı
bir kuş gibi telaşla, mızmızlanarak, tozdan, sıcaktan ve yol
lardan yakındı, ama o arada kardeşinin duygusuz ve sabit
bakışlarıyla karşılaşmaktan titizlikle kaçındı.
"Senin Roma' da olduğunu sanıyordum," dedi,
Osmond'un yanından uçarcasına geçip eve yönelirken. "En
azından burada olduğunu söyleyebilirdin bana." Bu son
sözcükler Osmond'un kulağına Kontes'in geçtiği kapının
loş eşiğinden süzülüp geldi; Kontes, yaralı ve can çekişen
bir hayvanı öldüren bir avcının hareketini andıran sert, kısa
bir hareketle güneş şemsiyesini çekip kapadı. Osmond onun
peşinden gitmeden önce bir an bekledi. Kontes o yüksek ta
vanlı, kasvetli holün ortasında durmuştu, sonunda dönüp
ağabeyine baktı. "Sanırım beni buraya azarlamak için çağır
dm," dedi.
Osmond şapkasını, kolçakları oymalı, arkahğı lir biçi
minde, çok eski, meşe bir koltuğun oturma yerine bıraktı
-Savonarola'nın da1 bu koltukta oturduğu söylenirdi-, elle
rini daracık pantolonunun ön ceplerine soktu, kız kardeşini
en ufak bir heyecan göstermeden inceledi. "Sevgili Amy, sen
benim bağırdığımı hiç duydun mu?"
"Senin en yumuşak ınınltıların bile bağırmaya benzer,"
diye yanıt verdi Kontes cesaretle, çenesini ya da en azından
206
çenesinin bulunması gereken yeri -çünkü yüzünün alt kıs
mında böyle bir özellik yoktu, buna bir de aşağıya doğru
kavisli burnu, fırlak ve hafifçe patlak, parlak, küçük gözleri
eklenince Kontes iyice kuşu andırıyordu- havaya dikerek.
Osmond hafifçe gülümsedi. Kardeşinin meydan oku
maya kararlı olduğunu görebiliyordu; gerekirse kendisi
buna kolayca son verdirebilirdi. Çocukluklarında Osmond,
güleryüzlü görünerek kardeşinin bileğini kendi ince uzun
parmaklarının arasına alır, içindeki kemikler ve kas telleri
çatırdayana kadar o bileği sıkardı, sonunda küçük Amy'nin
gözpınarlarına iri gözyaşları dolardı mutlaka, yaşlar blu
zunun önüne akar, orada metal para büyüklüğünde lekeler
oluşurdu. Böylece, çok eskiden beri ağabeyinden korkınayı
öğrenmişti Amy, elinden geldiğince de ondan uzak durur
du, ama ağabeyi çağırdığında mutlaka yanına giderdi, hem
de hemen. Bugünse kardeşine nazik davranmak niyetindey
di Osmond, çünkü kafasında bir plan vardı ve bunun için de
en azından görünüşte kardeşçe muhabbet göstermesi gere
kiyordu. Kontes'e gelince, o ağabeyinden neden hala kork
ması gerektiğini anlamıyordu; ne de olsa yetişkin bir kadın
dı artık; bir kocası var sayılırdı, ona çocuklar vermiş ama
ne yazık ki elinden bir şey gelmeden, acı çekerek, peş peşe,
hemen yitirmişti onları; toplumda bir yeri vardı -üzülerek
kabul ettiği gibi zaman zaman bir alay nesnesi olsa bile-,
Osmond ise, bütün o havasına rağmen, servet avcısı bir ağa
beyden başka bir şey değildi, karısı büyük olasılıkla onu terk
etmiş ve eğer akıllıysa servetini de yanına alıp götürmüş
tü. Amy'nin, ağabeyinin kendisini buraya eziyet etmek için
çağırdığından kuşkusu yoktu; bu ürkütücü davetin neden
daha önce yapılmadığını merak etmişti, bu gecikmeye ken-
207
d isinin Floransa' da, ağabeyinin se uzaktaki Roma' da bulun
masının neden olduğunu varsaymıştı, ama bu varsayımında
yanıldığı şimdi ürkütücü bir şekilde anlaşılıyordu. Osmond
birkaç haftadır buradaydı, Bellosguardo' da; o zaman neden
daha önce çağırmaınıştı kardeşini yanına? Alacağı intikamı
neden geciktirmişti?
Ağabeyinin sessiz bir alaycılıkla bakan gözlerine ar
kasını döndü ve çevresindeki çıplak duvarlara, daha önce
Osmond'un tablolarının asılı olduğu yerlerde görünen ren
gi atmış sayısız dikdörtgen şekiliere baktı. Pek çok değerli
'nesne'sinin yokluğunda ağabeyinin de belirgin bir şekilde
küçüldüğünü görmek Amy'yi sevindirdi; nefretten doğan
bir sevinçle ağabeyinin görünümünü, Noel geçtikten sonra
üzerindeki çıngıraklar ve süslemeler sökülmüş bir Noel ağa
cına benzetti.
"Neden gülüyorsun, söyler misin?" diye sordu Osmond
nazikçe, kardeşinin böyle kendi kendine gülüşünü paylaş
mayı arzular gibi. Ama ağabeyinin tavrındaki bu yumu
şaklık Amy'nin gözünü boyamadı; onun en korkulacak
zamanı, görünüşte en yumuşak davrandığı zamandı. Yanıt
alamayınca ve Amy'nin eğlendiğini gizlemek için dudağını
ısırdığını görünce Osmond başını hafifçe yana eğdi, küçük,
kare, düzgün ama biraz lekeli dişlerinin uçlarını ışıldatarak
gülümsedi. Önceki gibi şakacı bir sesle, "Belki de," dedi,
"karım İngiltere'den ayrılmadan önce onunla yaptığın son
konuşmada bana ve evliliğime verdiğin zararı düşünüyor
dun. Eminim ki o küçük şeytanlık, intikam aldığın için, seni
hala bol bol tatmin ediyordur."
Kontes, bu sözleri duymamışçasına salonun çıplak, bo
şaltılmış duvarlarını incelerneyi sürdürdü. Kendisinin dilini
208
tutmadığını ağabeyine yetiştirenin kim olduğunu biliyordu
elbette. Serena Merle'nin neler olup bittiğini -hatta kendi
sine sıkı sıkıya kapalı yerlerde yaşananları bile- bilmekteki
yeteneği -ne mahrem konular paylaşıhr, ne sırlar açıklanır
dı- anlaşılmaz olduğu kadar etkileyiciydi de. Sabrının so
nuna gelen Kontes, Palazzo Roccanera' da görümeesini bir
kenara çekip ona Osmond'la Madame Merle'nin kendisine
kurdukları ve yıllarca sürdürdükleri komployu açıkladığı o
günden beri, özellikle geceleri ya da şafak söktükten sonra
ki saatlerde yatağında huzursuzca yatıp oda hizmetçisinin
gelmesini beklerken ağabeyinin o hain sırrını böyle gözünü
karartıp açıklamaya yüreklendiren şeyin ne olduğunu sık sık
düşünmüştü. Yengesine pek büyük bir saygı beslemiyordu,
onu dayanılmaz derecede kibirli ve acınacak kadar saf bulu
yordu, onun da kendisini zeka yoksunu diye -kendisinin zeka
dediği şeyin yoksunu- ve aşk ilişkilerinin kötü şöhreti yü
zünden küçümsediğine emindi; yine de, genç kadının kuzeni
ölüm döşeğindeyken ve açıkça görüldüğü üzere Osmond'un
ona korkunç kötü davrandığı apaçık ortadayken, o acı çeken
yaratığa karşı bir şeyler hissetmişti Amy, öfkeyle karışık bir
tür empati - kalbi onun için sıziarnıştı derler ya öyleydi, o
uyumlu ve kontrollü uzvun, en trajik durumlarda bile bunu
yapmasına nadiren izin verilirdi oysa. Konuştuğu için pişman
mıydı şimdi? Eğer değilse bile, ağabeyinin yakında kendisini
pişman edeceğini kuvvetle seziyordu.
"Umarım ki," dedi Osmond, başı hala yana eğikti, yine
de gülümsüyordu, "yüzsüzlük edip kanınla benim ara
ma girmiş olduğunu inkar etmezsin." Sözcükleri ne kadar
tehditkar olsa da yumuşak ve nazik bir biçimde söylendik
leri için Osmond'un, kendisine verdiği zarar konusunda
209
kardeşini bağışlamaya ya da en azından gördüğü zararı yok
saymaya razı olduğu izlenimi bırakıyordu. Ama mümkün
müydü bu? Kontes'in duyduğu panik iyice arttı.
"Bilmiyorum," diye yanıt verdi, abisinin yanındayken
tam anlamıyla beceremese de umursamazmış gibi davrana
rak, "evde olup bitenlerin bir kısmını anlatmak -nasıl de
miştin sen?- şeytanlık sayılır mı?"
"Evde olan bitenlermiş!" dedi Osmond gülümseyerek.
"Söylesene, sen gerçekten olup bitenden, ya da gerçeğin
kendisinden ya da evden ne anlarsın ki? Senin kendi haya
tına, dürüstlüğün ve ailevi bağlılığın simgesi denemez." Ni
hayet umursamazlık numarası yapmaktan vazgeçen Kontes,
boğuk boğuk cıyaklayarak döndü, ağabeyinin karşısında
durdu. Ama daha tek kelime ederneden Osmond onu sus
turmak için elini kaldırdı, tavırları hala rahattı, hatta gülü
yordu bile. "Ah, sakinleş canım kardeşim," dedi. "Sana çay
ikram edeyim. Dışarıda, gölgede ikimize masa hazırlatayım.
Seninle konuşmak istediğim bir mesele var."
Kontes bir an durdu, ağabeyi yanıt vermesini engelledi
ği için dudakları hala yarı aralıktı; sonra gözlerini kuşkuyla
kısarak bir adım geriledi. "Neymiş o mesele?" diye sordu;
tuhaftı ama ağabeyinin sırlarını karısına anlatması konusu,
şimdilik bile olsa, bir kenara konulur gibiydi. Oysa Kontes
şimdi az öncesine göre daha da tedirgindi. Ağabeyinin lütfe
dip kendisiyle herhangi önemli bir meseleyi görüşmesi öyle
yeni bir şeydi ki içi ansızın korkuyla doldu. Acaba ağabeyi
yine ne tür bir oyun çeviriyordu - hangi taze saldırıyla karşı
karşıya kalacaktı, o ki hayatın tatsızlıklarının en küçüğün
den bile ürkerdi? Eğer elinde gizli bir silahı olmasaydı yıl
gınlığı şu andakinden daha fazla olurdu, çünkü kendisinin
210
bildiği ama Osmond'un bilmediğinden emin old uğu bir şey
vardı, bunun, ağabeyi gibi kendisini iyi koruyan birini bile
şaşkınlığa ve dehşete düşüreceğine emindi.
211
xx
212
ginlik yaratan kıskançlığıyla, kocasının planlarını Vt' arzula
rını ne zaman ve nerede rastlarsa rastlasın bozmayı kafasına
koyanın lsabel olduğuna dair sarsılmaz inancıyd ı .
Çay servisini Giancarlo yaptı, albenisiz b i r frak giymiş
bu baş kahya, Mr Osmond gelip bu evde ka l maya başla
madan çok önce Villa Castellani' de kendi kuralını sağlarnca
yerleştirmişti; uşağın kendi kişiliğinde sergilediği saygıde
ğer çöküntü öyle bir haldeydi ki kahyanın yaşının casa di
carnpagna 'nınkinden1 pek de az olmadığını düşünenler ba
ğışlanabilirdi, meraklı ziyaretçiler sararmış parşömenlere
bakarak o yapının beş yüz yıldan fazladır orada olduğunu
görebilirlerdi. Efendisiyle konuğuna servis yaparken ağzı
nın içinden bir şeyler mırıldandı -Kontes'e Signora Osmond
diye hitap ediyordu, belli ki onu lsabel sanmıştı-, çaydanlığı
titrek, boğumlu, esmer eliyle eğiyor, açık sarı çayı dökerken
her ikisinin de fincan tabağına epeyce taşırınayı başarıyor
du. Osmond şaşırtıcı derecede hoşgörülüydü, hatta bir öl
çüde kaygılanıyordu da yaşlı uşak için; ağabeyinin kişiliğin
deki bu anlaşılmazlıklar ve çelişkiler Kontes' i her seferinde
sürekli şaşırtırdı. Genellikle Osmond'un kötü yürekli biri
olduğunu düşünüyordu, ama ağabeyinin hayran olduğu ve
kendisiyle kıyasladığı şu tarihi kişiliklerden biri gibi, örne
ğin bir Machiavelli ya da Lorenzo de Medici gibi olağanüs
tü kötü olduğunu düşünmüyordu -adlarını bilmediği daha
uygun örnekler bulunduğuna emindi Amy, çünkü her tarafı
tarih olan bu ülkenin tarihiyle ilgili bilgilerinde boşluklar
vardı-, ağabeyi temkinli bir şekilde, ufak tefek konularda,
kendi gücünün güvenli sınırlarının dışına adım atmadan
kötü oluyordu. Karısına eziyet edebilirdi, kuşkusuz kapalı
1 (İt.) Kır evi. (ç.n.)
213
kapılar ardında uzun zamandır yapıyordu da bunu, ya da
kızının sıradan çocukça arzularını ve özlemlerini, ne yapıp
edip bir yolunu bulur, daha başında bastırır, onu rengi atmış
kuşkonmazların tarhı gibi fanus altına sokardı; ancak, yakın
tarihli bir örnek vermek gerekirse, Lord Warburton gibileri
nin karşısında uysal bir görünüm sergilerneye özen göster
diği söylenebilirdi; genç kızken Kontes'in görümeesine kur
yapmış olan şu Massachusetts'li değirmenci Caspar Good
wood bile -herkesin bildiği gibi, bunca yıl sonra bile, artık
evli bir kadın olmasına karşın ona hala romantik umutlar
beslerneye devam ediyordu- Palazzo Roccanera' da sevilen
bir konuktu, Osmond'un orada ona gösterdiği ilgi ve dost
luk öyle inandırıcıydı ki, zavallı adam kendisiyle nasıl da in
ceden ineeye alay edildiğini anlayamamıştı. Evet, dünyadan
ve içine itiş kakış doluşup onu bütünleyen ahmaklardan ve
barbarlardan ne çok tiksindiğini nereye kadar göstermeye
gönüllü olacağını en küçük noktasına kadar ayarlayabilmek
Osmond'un pek çok becerisinden biriydi.
Çay içerken iki kardeş yalnızca aşağılarda, ikindi saatleri
nin görkemli ışığında ışıl ışıl görünen kent hakkında konuş
tular. Kontes yirmi yıldan fazla bıkıp usanmadan uğraşarak
Floransa'nın alta societii'sı,1 özellikle de onun yüzeyinin al
tındaki çirkinlikler konusunda uzman olmuştu. Gayretli bir
karatavuk gibi, toplumun dibindeki çalılıklarda hoplayıp
zıplıyor, yere düşmüş küçük dalları yana itiyor, (pek çoğu
incir ağacından düşen) ölü yaprakları didikliyor, bunların
altındaki bitek, kara toprağa dalıyor ve orada gizlenmiş lez
zetli lokmaları gagasıyla çekip alıyordu. Gün ışığına çıkar
dığı hazine değerindeki lokmalar ağıziara layık oluyordu.
1 (İt.) Yüksek sosyete. (ç.n.)
214
Hangi evliliklerin başarısız olduğunu, hangilerinin salian
tıda olduğunu biliyordu, o güne kadar iffetli bilinen hangi
hanımefendinin, kentin kötü şöhretli sayısız çapkınlarından
hangisinin tatlı sözlerine kandığını biliyordu; hangi kocanın
enayi, hangisinin strateji gereği hoşgörülü olduğunu, hangi
kız evladın uzlaşmacı olduğunu, hangi oğulun hovardalığa
yeni başladığını ya da çoktan hovarda sayıldığını bilirdi. Os
mond, gözlerini yumup dudaklarını büzerek ve ara sıra elle
riyle kulaklarını kapar gibi yaparak kız kardeşinin cıvıl cıvıl,
açık saçık gevezeliklerini onaylamaz gibi görünse de Kontes
onun yüksek tabakanın çevirdiği numaraları dinlemekten
nasıl zevk aldığını pekala biliyordu: Karşılıklı konuşurken
ağız bozukluğu konusundaki tercihleri, bu uyumsuz kar
deşlerin duyarlık açısından buluştukları tek noktaydı. İkisi
böyle vakit geçirirken Osmond başını geriye yaslıyor, yasak
bir misk kokusunu içine çekip keyfine varmak istercesine
burun deliklerini şişirerek, ağzının iki yanını aşağı bükerek,
sakalının altında kalan boğazını halinden hoşnut bir şekilde
parmaklarının tersiyle sıvazlıyor, bir yandan da neredeyse
sessizce, usul usul kıkırdıyordu. Yalnızca almakla kalmıyor
veriyordu da, hem de bol bol, ama altın stokundan her bir
lekeli altın külçesini adeta tamamıyla isteksizce ve ahlaken
tiksinerek, başını olumsuzca saHayarak ve dünyadaki kötü
lüklere yapmacık bir üzüntüyle bakarak çekip çıkarıyordu.
Evinin dışına pek az çıkmasına rağmen ağabeyinin bu kadar
çok sırra vakıf olmasına şaşırıyordu Kontes.
"Ah, evet, insanlar pek kötü," dedi Osmond, hoşnutlukla
içini çekerek arkasına yaslandı, kollarını koltuğunun kolçak
larına dayadı, güneş yanığı, kemikli parmaklarını kule şek
linde dikleştirdi, kulenin tepesi özenle biçimlendirilmiş keçi
215
sakalının ucuna değiyordu. "Aralarında en dürüst görü
nenlerin, tam bir erdemlilik timsali saydıklarımızın bile, en
ufak dürtüde ahlaksızlığın gerçekten şaşırtıcı derinliklerine
inmeye hazır olduğuna tanık oluyoruz. Ama sanırım artık
dünya böyle ve hep de böyle olacak." Sustu, bilgece başını
salladı, gözlerini kısarak vadiye baktı. "Aslına bakarsan bu
bağlamda, bunca yıldır kızımı toplumun günahlarını ve on
ların sonuçlarını görmekten titizlikle koruyarak akıllılık mı
ettim diye kendime bir süredir soruyorum. Bildiğin gibi onu
eski usul yetiştirmeye çalıştım, eski adetlere göre, ama acaba
böyle yaparak, hayat yolunda ilerlerken kaçınılmaz olarak
yüz yüze gelmek zorunda kalacağı ahlaki deneyimlere karşı,
özellikle bir babanın ilgisi ve rehberliği olmadan bunlardan
geçmek zamanı geldiğinde, onu hazırlıksız ve savunmasız
mı bıraktım?"
İyice sessizleşen Kontes, ağabeyine meraklı, ışıl ışıl göz
lerle bakıyordu. Aklında ne var acaba diye düşünüyordu,
hangi planı ya da komployu hazırlamaktaydı? Şimdi oldu
ğu gibi en amirane tavırları ve en gür sesiyle konuştuğunda,
aynı zamanda tavırlarına hesaplı bir belirsizlik yansıttığın
da, kafasına koyduğuna var gücüyle odaklanmış olurdu;
Kontes bunu eski günlerden biliyordu.
"Onu, sahip olmak istediğin bir kız evlat haline getirdi
ğin kesin," dedi, sesinde onda alışılmamış bir kuruluk ve
yavanlıkla - ağabeyinin rahatça hesap kitap yapmasını boz
mak istemiyordu. "Tam bir rahibe o, bir tek kılığı eksik."
Osmond saçiarına kır düşmüş ama biçimli ve güzel başını
ağır ağır çevirdi, kardeşine dikkatle, araştıran gözlerle baktı.
"Bu kadar mı aşırıya kaçmış durum? Ben böylesini amaç
lamamıştım." Gözlerinden bir an hakiki kuşkuya benziyor
216
denebilecek bir ifade geçti. "Sence dindar hayata yönelsin
diye, hani nasıl derler, 'ilahi bir çağrı' aldığını mı sanıyor?"
Gözlerini kaçırdı. "Eğer böyleyse çok üzülürüm," diye mı
rıldandı, ama sesinde kaygıdan çok hayra yorulamayacak
bir ton vardı; eğer kızı budalalık edip gelecekteki hayatı ko
nusunda gizliden gizliye dinsel hayaller beslemişse, kendi
sinin bunları kolayca ortadan kaldırma gücünün olduğuna
dair hiç mi hiç kuşkusu yoktu Osmond'un.
Kontes her zamanki tiz, keskin, küçük, cıvıl cıvıl kahka
halarından birini attı. "Rahibe olur diye mi korkuyorsun?
Tam tersine!" diye bağırdı. "Sen kaç yıldır onu rahibelerin
gözetimine bıraktın? Böyle bir cezadan sonra Pansy gibi uy
sal ve yumuşak başlı numarası yapan bir kız bile geri kalan
günlerini ibadet ederek geçirme fikrinden vazgeçer, senin
bunu ondan bütün kalbinle beklediğini düşünse bile."
Osmond birkaç dakika sessiz kaldı, kaşlarını çattı, yarı
aralık gözkapaktarının altından manzaraya bakmaya de
vam etti. "Numara yapmak mı?" dedi. "Kızımın ikiyüzlü
olduğunu mu düşünüyorsun? Babasına olan bağlılığında
ve onun arzularını yerine getirmeye hazır oluşunda samimi
değil mi diyorsun?"
"Haydi ama, Osmond!" diye sabırsızca yanıtladı onu Kon
tes - ağabeyine yalnızca soyadıyla hitap ederdi. "Yirmi yaşın
da o, çocuk değil ki. Biliyorum, onu manashra bu defa, çok
daha cazip -yani senin gözünde cazip- Lord Warburton yeri
ne zavallı Ned Rosier'i seçtiği için ceza olsun diye gönderdin,
ama Pansy Osmond'un bile isyan etmeden ya da mücadeleye
girişıneden tahammül edeceği şeylerin bir sınırı var!"
İki parmağını alt dudağına bastırarak kendi kendini sus
turdu Kontes. Fazla mı ileri gitmişti? Ağabeyinin de, tıpkı
217
kızı gibi, sınır çizgileri vardı, kimi yerleri tehlikeli bir şekilde
dardı, kontrolsüz çıkan bir sözcük ya da düşüncesizce ya
pılan bir hareket o sınırın kazara ve kolayca aşılmasına yol
açabilirdi. Osmond çok temkinli yaklaşılması gereken bir
adamdı, geri · çekiliş yollarınızın açık ve engelsiz olmasına
dikkat etmeliydiniz. Kontes yanında uzun süre tek kelime
etmeden oturan ağabeyinin sakallı, güzel ama nedense çök
müş görünen profiline yenilenen bir korkuyla baktı. Ama
Osmond tekrar içini çekmekle yetinip başını sallayınca ra
hatladı.
"Evet," dedi, sesi bıkkın gibiydi, "korkarım ki bir hata
yaptım. Yo, vahim bir hata değil - babalık görevimi yerine
getirip kızımı uygun tarzda eğitip yetiştirdiğim için ken
dimi ayıplarnam gerektiğini düşünmüyorum. Ama belki
de -nasıl söyleyeyim- ona dünyayı biraz gösterme zamanı
gelmiştir, karşılığında o da dünyaya kendisinden bir şeyler
göstermeli."
Bu sözler üzerine Kontes, Osmond'un neler tasarladığı
nın ilk işaretlerini belli belirsiz sezmeye başladı. Genellikle
duygularını belli etmeyen ağabeyinin, Lord Warburton'ın
ilkbaharda Palazzo Roccanera'ya yaptığı bir dizi ziyaret
sırasında, genç adam kızını elde etmek istediğinin apaçık
işaretlerini verdiğinde şaşkınlığını ve hoşnutluğunu, as
lında bu durumdan zevk aldığını nasıl da gizleyemediği
ni hatırladı. Roma sosyetesinin tamamı gibi Osmond da,
Lord Warburton gibi geniş toprakları olan, kendi ülkesinin
devlet adamlarının ve parlamenterlerinin önünde eğildi
ği yüksek mevki sahibi birinin zavallı Pansy gibi, ancak
son derece yumuşak başlı ve her zaman nazik diye nite
lenebilecek, önemsiz birine göz koymasına inanamamıştı.
218
Herkesin bildiği gibi babası kızını yıllarca kendi iradesinin
havanında durup dinlenmeden ezmiş, sonunda Pansy'nin
ruhu, aslında ruhundan geriye ne kadarı kaldıysa o, ufa
lıp düzgün, yumuşak bir hamur haline gelmişti. Hayır,
diyordu herkes, Lord Hazretlerinin gözü kızda değil üvey
annesindeydi, kurnazlık edip Osmond'un evlenecek yaşa
gelmiş, solgun benizli kızını kullanarak kadına yanaşma
yı amaçlıyordu. Ortak kanıya göre, böyle şeyleri bilmekle
övünen bu İngiliz yıllar önce, o zamanlar Areher soyadını
taşıyan Isabel'e yaptığı evlenme teklifinin küçümsenerek
reddedilişini asla hazınedememiş ve asla kabulleneme
mişti, Palazzo Roccanera' daki evlilik te hoşnutsuzluklar
olduğu dedikoduları yayılınca da, daha önce açıkça girişi
len rekabette elde edemediğini bu sefer hileye başvurarak
kazanma amacıyla hiç vakit kaybetmeden İtalya'nın baş
kentine yollanmıştı: Kızla evlenecek ve bu sayede kadını
garantiye alacaktı, yani tutkusunun gerçek ve süregiden
nesnesini - ne de olsa İngilizler böyleydi, güya soğukkan
lı ve mantıklı ama aslında inanılmaz derecede romantik.
Kandırılan Lord'un Pansy'nin peşinden koşarak kendisini
ne kadar gülünç bir duruma düşürdüğünün farkında ol
maması, bu acıklı küçük serüvenin her bir adımını hevesle
gözleyenierin üstü örtülü sevinçlerine sevinç katıyordu.
Warburton'ın, kendisinin ortaya attığı bu evlilik fikrine
dair hevesi, durduk yerde, ansızın sona erince -Isabel'in
bu meseleye kendi amaçları uğruna bumunu soktuğuna
inanan bir tek kocası değildi- ve adam sessizce geri çekilip
İngiltere' deki evine kapanınca, Osmond hem hayal kırıklı
ğına uğradı hem de canı çok sıkıldı. Yine de, Pansy böyle
büyük bir ödülü elde etmeye bu kadar yakınlaşmışsa ikinci
219
denemede başarılı olmasını hiçbir şey engelleyemez, ya da
üçüncü, ya da eğer gerekirse onuncu denemede diye dü
şünüp kendini avuttu. Osmond'un bolca sahip olduğu bir
nitelik varsa o da sabretme ve en önemli arzularını bile se
rinkanlılıkla bastırma yeteneğiydi. Böylece karısına, War
burton üzerindeki etkisini kullanarak kendisinin planlarını
bozduğunu bildiğini söyledi -Isabel elbette bu suçlamayı
reddetti-, sonra da uzunca bir süre kalması için Pansy'yi
tekrar manastıra gönderdi, kızı orada hem kendisi hem de
kesinlikle uygun olmayan Edward Rosier'e olan can sıkıcı
düşkünlüğü üzerine düşünecekti.
Epeyce sustuktan sonra Osmond tekrar konuştu. "Karı
mın bana mektup yazdığım söylemiş miydim? Evet, birkaç
gün önce bir mektup aldım ondan." öne eğildi, çaydanlığı
eline aldı, düşünüp taşınırmış gibi yaparak her ikisinin fin
canlarını yeniden doldurdu. "Garip bir mektup, avukat ya
zıhanesinden gelir gibi tuhaf bir küf kokusu da vardı."
"Ne, boşanmak mı istiyormuş?" diye bağırdı Kontes,
mutlaka müthiş eğlendirecek bir mücadele başiayacağını
hissetmekten aldığı keyif açıkça belli oluyordu.
Osmond küçümseyerek, alay ederek gülümsedi ona. "El
bette değil. Aklına nasıl da hemen iğrenç şeyler geliyor!"
"O zaman ne yazmış?"
Osmond bir an düşündü, fincanıyla tabağını çenesinin
hizasına kadar kaldırmıştı.
"Sözcük sayısını sorarsan, pek kısa bir mektup. Ama asıl
demek istediği, satırların arasında gizliydi. Onun becerebi
leceğini hiç sanmadığım bir anlaşılmazlık, ya da en azından
bir bulanıklık gelmiş ifadesine." Sustu, kıvırdığı işaretpar
mağıyla küçük, kuru, çıtır çıtır sesler çıkararak sakallı yana-
220
ğını kaşıdı. " Merak ediyorum, acaba kendisine yol gösterc
cek birini mi buldu?" diye rnırıldandı dalgın dalgın.
Kontes bir yorumda bulunmaya kalkışmadı. Eğer söz ko
nusu başka bir kadın olsaydı -örneğin kendisi- ne tür bir yol
göstericiden yararlanılacağını kesinlikle bilirdi, ama yengesi
o kadar kararlı, o kadar bıktırıcı bir şekilde iffetliydi ki, onun
kendine bir aşık bulması olasılığı, salt kocasından öç almak
için bile olsa, mümkün değildi, öyle ki ancak saçmalık ola
rak yorurnlanabilirdi.
"Pansy' den söz etmiş," diye devarn etti Osrnond, fincanı
nı bırakıp kucağındaki görünmez kırıntıları eliyle ternizler
ken. "Evet, ondan söz etmiş."
"Öyle mi? Hangi bağlarnda söz etmiş?"
"Bak işte, yine ne dernek istediğini anlamak zor, ya da
kendisinin neyi ifade ettiğini sandığını. Satırları apaçık
ve anlaşılır olmasına rağmen bana kalırsa kafası karışık,
ki bu da hiç şaşırtıcı değil." Kaşının birini kaldırarak kar
deşine tekrar yandan göz attı. "Son zamanlarda nasıl bir
çalkantıya uğradığı düşünülürse." Koltuğundan kalktı,
pantolonunun kalın kurnaşının altından bile aşırı zayıflığı
epeyce belli olan, neredeyse çok, çok daha yaşlı bir ada
mındır denebilecek bacaklarını gerdi. Bu sıska bacaklar,
Osrnond'ların erkek kolunda kahtımsal olarak ilerleyen bu
gerçekten talihsiz miras, Osrnond'un çocukluğunda, daha
çok ve daha gülünç bir şekilde açıktayken en büyük der
diydi; kız kardeşine gelince, birden çok kez, birden fazla
yatak odasında kendisine nazikçe ifade edildiği üzere, bel
den aşağısının zarif oluşuna çok mernnundu, özellikle de
baldıriarının biçirnli oluşuna. Osrnond ellerini tekrar cep
lerine soktu -bu sıradan hareketi farklı ve tuhaf bir bez-
221
ginlik içinde yapardı-, masanın yanından ayrıldı, korkuluk
duvarına yaklaştı, orada durup kalçasını duvarın yosunlu,
güneşten ısınmış taşlarına dayayarak ellerini ceplerinden
çıkarmadan vadiyi seyretti. Kız kardeşi bir süre yerinden
kalkmadan onu seyretti, sonra o da kalktı, ağabeyinin yanı
na gitti. İlgisiz gözlerle güneşin yıkadığı geniş manzaraya
baktı; Toskana kırlarının sunduğu sözümona zevklerden
bıkalı çok olmuştu, cömert, durgun ve yemyeşil olsalar da
bu topraklar yine de onun gözünde zevksizce süslenmiş,
dayanılmaz yerlerdi. Sık sık içinden, onulmaz sıkıcılıktaki
kocası dahil her şeyi bir kenara atıp, doğduğu topraklara
dönmek geliyordu, ama çocukluğunun Baltimore'undaki
kışları hatırlayınca, ne kadar aksilense de, Avrupa'ya ve in
sanı zorlayıcı, güneşli güneye razı oluyordu.
Abisinin sakin ve ifadesiz profilini tekrar inceledi. "İn
sanı kızdıracak kadar gizemli davrandığını söylemeliyim,
Osmond," dedi.
" Öyle miyim? Her zamankinden daha çok mu diyorsun?
Sen beni her zaman çözülemeyen bir muamma olarak gör
mez misin zaten? En azından iddian bu. Aslında ben çok
basit biriyim, çok basit ve yalın. Bu olayda gizem yaratanın
karım olduğu kesin."
"Pansy hakkında ne demiş?"
Osmond başını hafifçe arkaya eğip yüzünü güneşe verdi,
ışıltılı bir pusun ardına gizlenen ve yassı metal bir paraya
benzeyen güneş, ikindi vaktinde belli belirsiz sezilen alçalı
şının tam ucundaydı.
"Pansy'nin üzerinde hak iddia etmeye kararlı görünü
yordu."
"Hak iddia etmek mi?"
222
"Evet. itiraf edeyim ki anlayamadım bunu. Senin de iyi
bildiğin gibi, Pansy onun kızı değil, ancak çok kısıtlı ve ko
şula bağlı olarak öyle sayılır. Ne de olsa bir üvey anne rast
lantısal bir şey değil midir, hem de masallarda anlatıldığı
gibi her zaman da mutlu etmez bu rastlantı."
"Kızı senden - senden almaya mı çalışacak?"
Kontes incecik ve kırılgan olan, başlı başına değer taşıyan
bir kabuğu tabaka tabaka soyma görevi kendisine verilmiş
gibi hissetti, sonunda kabuğu soyup içindekini gözler önüne
sermeyi başarırsa altından çıkan şey sadece hayal kırıklığı
uyandırabilirdi.
Dudaklarının bir köşesini sımsıkı büzerek kardeşinin sor
d uğu soruların üzerinde düşünen ağabeyi içini çekti, şaşkın
lığının sürdüğünü göstererek başını iki yana salladı.
"Adeta," dedi, "bir mihrace gibi üzerimize çökecek, yüz
bin rupi verip kızımı satın alacak, onu uzak ve yabancı bir
yere götürecek, orada onu sadece şerhetle ve şekerlemelerle
besleyecek, kızımsa -prenses!- parmaklarını değerli şeylerin
bulunduğu kocaman kaplara daldıracak tembel tembel."
"Eminim ki bu kelimelerle ifade etmemiştir kendini?"
diye alaycı bir sesle sordu Kontes. "Bildiğim Mrs Osmond' a
özgü bir tarza pek benzemiyor."
Ağabeyi dudaklarını büzerek gülümsedi, omuzlarını
silkti; böyle dengeli birinin zaman zaman abartmaktan keyif
alması dikkat çekiciydi; onun gözünde kelimeler, dilin ken
disi, savaş silahları olarak ciddi anlamda kullanılmadıkları
sürece oyun oynamaya yararlardı.
"Amacı ne olursa olsun," dedi, "onu hayal kırıklığına uğ
ratmaya kararlıyım. Ne olursa olsun alamayacak kızımı. Ne
biçim bir fikir bu!"
223
"Ya sen, senin amacın ne?" diye sordu Kontes. Az önce
hissettiği heyecan -ağabeyiyle ilgili esef duyduğu çok şey
varsa da şimdi onu savaşa hazır görmek ürpertici bir man
zaraydı- yerini basit bir meraka bırakmıştı. Osmond'la ka
rısı arasındaki mücadeleyi anlamıyordu; Isabel'in Pansy'yi
babasının pençelerinden kurtarıp kendi yanına alması, Lord
Warburton'ın genç kıza kısa süren ilgisi kadar tuhaf ve ola
naksızdı; yine de muazzam bir şeyler dönüyordu ortada,
devler arasında bir yarışma olacaktı, bundan emindi, görü
nüşe bakılırsa kendisi de bunun bir parçasıydı, yoksa neden
burada, Osmond'un tepedeki mevzisinde bulunsundu ve
onunla birlikte 'ikindi çayı' maskaralığına katılsındı?
"Amacım ne mi?" dedi Osmond, kardeşinin az önceki
sorusunu dalgın dalgın yineleyerek. Ona döndü. "Aslında,
söz konusu kişiye sormalıyız, kendisi için neyi amaçlama
mı istediğini." Masaya döndü, çay tepsisinden aldığı fildişi
saplı küçük bir çıngırağı çalınca gümüşsü bir ses duyuldu.
Ciancario hemen göründü, yalpalayarak, ağzının içinden
bir şeyler mınidanarak geldi, Osmond da, uşağın kulağı iyi
duymadığı için ağır ağır ve yüksek sesle konuşarak, ondan
per favore, la signorina'yı1 yanlarına çağırmasını istedi.
224
XX I
225
yarım d aire çizdirerek durmadan döndürüyordu. Onu
inceleyen Kontes hep olduğu gibi onun görünüşünde an
nesinin izlerine rastlamadı, belki yalnızca yüz ifadesin
deki hesaplı ve özenle gizli tutulan bir soğukluk; bakış
larındaki soğuk ürperticilik en çok gülümserken kendini
gösteren Madame Merle' den kendisine geçmiş olabilirdi
bu özellik. Öte yandan babasıyla arasında da belirgin bir
benzerlik yoktu; adeta doğaçlama hareket ediyordu, ken
dine yeterliydi, sürüsünden ayrılıp kendi başına büyü
müş bir canlıydı. Halası onun yüz hatlarında daha önce
görülen porselen gibi inceliğin bir kısmının yok olduğunu
fark etti, nihayet kadına benzerneye başlamıştı, ancak ne
yazık ki bu değişimin şimdiye dek onun görünümünde
adamakıllı bir düzelme sağladığı söylenemezdi. Pansy ise
geçirmekte olduğu dönüşümün farkında görünmüyorrlu
- ya böyleydi ya da babasının en ikiyüzlü halindeki inan
dırıcılığına denk bir ikna gücüyle ve ağırbaşlı bir ılımlılık
ve çocuksu bir uysallıkla, tomurcuklanan olgunluğunun
işaretlerine direnmeye, hiç değilse üstünü örtmeye ka
rarlıydı. Bu çabalarına rağmen, bu tür şeylerde keskin bir
sezgi gücüne sahip kontes yeğeninin bir yerinde ilk kibri
tin çakılmasını hevesle bekleyen bir fünye ucunun bulun
duğuna emindi.
"Gel canım, bize katıl, çay al kendine," dedi babası.
Pansy, yanından geçerken halasına belli belirsiz, tam bak
madan gülümsedi. "Ama baba," dedi, "çay soğumuştur -
yenisini koyayım."
Çaydanlığa uzandı ama Osmond elini uzatıp ona engel
oldu. "Hayır, lütfen," dedi kibarca. "Giancarlo'yu çağıralım,
bu işi o yapsın."
226
Elini geri çekmeyen genç kadın babasına tcrl·d d ü l ll•
baktı; bu masum içeceği hazırlamak Pansy'ye gurur veren
bir görevdi, babasının dünyasındaki, Pansy'nin kendini
yönetici rahibe konumuna getirmeyi başardığı tek toplum
sal törendi: Şimdi bu mütevazı otorite alanından bile mi
dışarı atılacaktı? Söz dinleyip masadan uzaklaştı, gözle
rini yere eğdi, yüzüne alışıldık itaatkar kız evlat maskesi
oturdu yeniden. Onun hayal kırıklığını fark eden Osmond
kızını bileğinden tuttu, yerinden kalkmadan koltuklardan
birine yöneltti. "Otur lütfen," dedi, "çay servisini uşaklara
bırakalım ve de küçük kızlara. Tamam mı?" Yüreklendirici
bir baş hareketiyle gülümsedi ona, Pansy de bir an tered
düt ettikten sonra kendisinden isteneni yaptı, iki yakını
arasındaki yerini aldı.
Kontes, babayla kızı arasındaki bu tuhaf sahneyi büyük
bir dikkat ve ilgiyle izlemişti; hareketlerinin pek azı önceden
tasarlanmış olmayan Osmond o anı ritüel öneme sahip bir an
olarak kayda geçirmişti, ayrıca yalnızca kızının değil kız kar
deşinin de bunu böyle kabul ettiğinden emin olmuştu. Kız
kardeşi şimdi, neyin peşinde bu diye düşünüyordu, neyin?
İlk başta buraya, Osmond'un tepesine -Bellosguardo'nun
hep ağabeyinin özel alanı olduğunu düşünmüştü-, karısına
kendisi hakkında bilgi vermeye cesaret ettiği için cezalandı
rılmak üzere getirilcliğine inanmış, bundan korkmuştu, ama
böyle olmadığı Osmond'un ılımlı ve gülümseyen tavrından
anlaşılmıştı artık; bugün burada, tiyatroda olduğu gibi, Tas
kana göklerinin geniş ve afili sahnesinde çok daha zekice,
çok daha büyüleyici bir oyun sunulacaktı.
Osmond çıngırağı tekrar eline alıp çaldı ve baş kahya tek
rar geldi o çıngırtılı sese, kaynar su ve bir miktar da taze çay
227
yaprağı getirmesi için mutfağa gönderildi. "Subito, signore
barone,''1 oldu yaşlı adamın yanıtı, Kontes gibi ağabeyini de
Bellosguardo'nun yasal sahibi saydığı için hep yaptığı gibi,
saygı ifadesi olan o tuhaf sözcükleri kullanmıştı, ama bu
beyefendinin çoktandır burada yaşamadığını, artık sürekli
Roma' da ikamet ettiğini ya göz ardı ediyor ya da belki unu
tuyordu. Osmond nazik bir el hareketiyle gitmesini işaret
etti kahyaya, o da mırıldanarak, eğilip selam vererek, ayak
larını sürüyerek çıkıp gitti.
Masaya gerilimli, küçük bir sessizlik çöktü, ama bu ger
ginlik oradaki iki kadın için geçerliydi yalnızca, çünkü gö
rünüşe bakılırsa Osmond rahatını hiç bozmamıştı; gerçekten
de tamamıyla güler yüzlü görünüyordu, sanki öğle sonrası
için tasarladığı bir program sorunsuzca, tam anlamıyla plana
uygun ilerliyordu. "Evet, evet!" dedi neşeyle iç geçirerek ve
avuç içierini dizlerine hafifçe vurduktan sonra ayağa kalktı,
gül ağaçlarının arasından geçerek tekrar korkuluk duvarına
gitti, güneşli sakinliğiyle karşısında uzanan vadinin man
zarasını gözleriyle taradı. Görünümü bulanıklaştıran sabah
pusu şimdi epeyce dağılmıştı, bütün o ombra ve kehribar
renklerinin, koyu sarı ve eski altın renklerinin inceden ince
ye çeşitlenmiş tonlarıyla şehir artık daha net görülebiliyor
du. Toprak rengi kubbesi, çevresindeki her şeye yüksekten
bakan Çiçeklerin Mariası katedralinin kulesinden peş peşe,
yavaşça yayılan çan seslerinin ağır titreşimleri yoğun, kıpır
tısız havanın içinden belli belirsiz geçip geliyordu. Osmond
bir kolunu kaldırıp bayağı buyurgan bir hareketle geniş bir
daire çizdi havada, epeyce başarılı bir performanstan son
ra orkestranın ayağa kalkmasını isteyen bir orkestra şefine
1 (İt.) "Derhal, Baron Hazretleri." (ç.n.)
228
benziyordu. "Ah, baksanıza," diye bağırdı, "bunun gibi rl'S
medilmeye değer bir manzara karşısında bir dahi sanatçının
elinden neler gelmez ki! Taskana'nın güzelliklerinin hakkını
ancak bir Turner, örneğin, ya da bir Sonington verebilir." Kı
zına el etti. "Gel, canım, gel de öyle bir sanatçıymışsın gibi
bak, karşında yayılan doğanın bu görüntüsünden gözlerinle
kapsamlı bir sahne yarat. İnsan resim sanatı hakkında bir
şeyler öğrenmek istiyorsa yalnızca resimlere bakınakla ye
tinmemeli."
Pansy ayağa kalktı, gidip babasının yanında durdu, man
zaraya, ışıl ışıl şehre içten gelen bir özenle baktı. Osmond
kolunu usulca onun omzuna koyunca kız irkildi; birisinin
ona sarılmasına alışık değildi. Manastırdaki son kalışından
sonra -bunun katlanması gereken son kalış olmasını arzu
luyordu- eve döndüğünde, babasının az önce adını verdiği
ikinci sanatçının eserlerinin çok güzel ve tahminince epeyce
pahalı bir cildini bulmuştu, bu sanatçının öldüğünde ken
disinin şimdiki yaşından ancak birkaç yaş daha büyük ol
duğunu keşfedince de, açıklanması pek mümkün olmayan
küçük bir şok yaşamıştı. Odasına gitmiş, oturup kalın cildi
dizlerinin üzerine koyarak açmış, o ağır, sert sayfaları çe
virmişti. Resimlerdeki sahneleri çok güzel bulmuştu, resim
ve tablolar hakkında pek az şey bilmesine rağmen onların
göz kamaştırıcı bir yetenekle ve sanatkarane yapıldıklarını
görebilmişti -böyle genç biri nasıl olur da bu kadar muh
teşem şeyler yapabilirdi?- ancak onlara bakarken müphem
bir tedirginlik karışınıştı araya. Babasının hediyelerinin
sayısı da içten gelen okşayışları kadar azdı, ilki de ikinci
si de Pansy'nin kaygı duyup kendi içine kapanmasına ne
den olurdu, tıpkı bir sümüklüböceğin kendisine büyük bir
229
özenle kurduğu korunağın içine girmesi gibi. İçinde bulanık
ama kuşkuya yer vermeyen bir duygu vardı, bu gösterişli
kitap aynı anda hem armağandı hem de değildi, faturası so
nunda, hem de şişirilmiş olarak, kendisine sunulacakh ve
büyük olasılıkla onu para dışında bir şeyle ödeyecekti ama
bunun ne olacağını tahmin edemiyordu. Şimdiye kadar ba
basını da, onun yöntemlerini de öğrenmişti; onu sevdiğini
varsayıyordu, çünkü herkes ve rahibeler öyle yapması ge
rektiğine inandırıyorlardı onu; ikinci Mrs Osmond gelene
kadar ebeveyn olarak yalnızca babasını bilmişti, o kadın da
artık gitmişti, hem de dönmernek üzere, ama genç kız çok
üzülüyordu buna, duyduğu keder gitgide derinleşiyordu
-üvey annesi onu terk etmeyeceğine söz vermişti, ama
Pansy o söze artık pek bel bağlamıyordu, hatta artık yok
sayıyordu-, babasının, yapmacık bir samimiyetle, sözümo
na yalın tavırları ve yalın amaçlarla söylediği ya da yaptığı
hiçbir şeyin sunduğu şekilde ele alınmaması gerektiğinin
de farkındaydı. Babasının her yaptığında ona bitişik bir ip
vardı, bu görünmeyen, uzun, esnek ip sayesinde babası ver
diği şeyi bir anda geri çekebilirdi. Bu yüzden, yıllar geçtikçe
Pansy tetikte olmayı, hiçbir şeyi göründüğü gibi kabul et
memeyi, kendisine sunulan her şeyin yüzeysel değerini sor
gulamayı öğrenmişti. Babasının el altından iş çevirdiğini ya
da hile yaptığını düşünmüyordu; babası yalan söylemezdi,
açık seçik söylemezdi. İşin aslı şuydu ki, çevresinde bulunan
ve ilgilenmeye değer saydığı kişilere -Pansy kendisinin de
onlara dahil olduğunu tahmin ediyordu- abartılı tavırlada
gösterdiği o canlı ilginin gerisinde hep bir hesap, kafasın
da tasarladığı başka bir mesele, başka bir amaç vardı. Pansy
bunun için babasına kızmıyordu; öyleydi o, her şey öyleydi;
230
hem bir genç kızın babasına kızması yakışık al m . v d ı , �o·iı ı ı l.. ı ı
saygıdeğer rahibelerin öğrettiğine göre böyle bir k ı z g m t ı ı..
ağır bir günahh. Ama bu ressam, resim konusunda çok ye
tenekli olan ve erkenden ölen bu Richard Parkes Bonington,
Pansy için ne anlam taşıyordu ki babası birdenbire kızının
bu ressamı ve eserlerini görmesini arzu etmişti.
Kolunu kızının omuzlarına dolayıp orada korkuluğa
yaslanarak duran Osmond hala ressamdan söz ediyor, onun
çizdiği sahnelerin albenisini, renklerinin ve dokularının zen
ginliğini göklere çıkarıyordu -"o gök mavisi ipekler, o kızıl
brokarlar!"-, bir yandan da onun dehasının örneklerinin pek
azı İtalya'da görülebiliyor diye yakınıyordu, çünkü İtalyan
lar elbette aşırı şeyler üzerindeki müzmin ısrarlarıyla, bu üs
tün yetenekli ama mütevazı ustanın sunduğu türden sakin
ve sansasyonel etkilerden yoksun bir sanatı tam anlamıyla
değerlendiremiyorlardı.
"Eski dostum Lord Lanchester'a nasıl da imreniyorum,"
dedi Osmand, iç geçirerek, "Fernley Hall' de, İngiltere' deki
en güzel, içinde bir düzine -yo, yirmiye yakın- Sonington
da bulunan özel sanat koleksiyonlarından birine sahiptir."
Sustu, kolunu Pansy'nin arnzundan çekti -Kontes'in gö
zünde, Osmond'un kolunu kızının omzuna koyması, bir
düzenbazı yakalayan bir polis memuru ya da tutuklulardan
birini alıkoyan bir zindancının tavrına benziyordu-, sonra
masaya gitti, yerine oturdu, o sırada kahya efendisinden
gizli bir işaret almış gibi bir sürahi su ve küçük bir gümüş
kaseye koyduğu çay yapraklarıyla göründü.
Hiç kimsenin ikinci fincan çayı içecek kadar susamış ol
madığı anlaşıldı, aslında iyi de oldu çünkü uşağın getirdiği
suya ılık bile denemezdi, çay yaprakları da Assarn'ın bir
231
çeşidiydi, oysa ilk içtikleri çay Lapsang' dı. Osmond tekrar
koltuğuncia geriye yaslandı, incecik bileğini, iskelet gibi za
yıf dizine koydu ve yine parmaklarının uçlarını içi boş bir
kafes şeklinde bitiştirdi, bir şarkı mırıldanıyor ve beyaz-al
tın rengi gökyüzüne tembel tembel göz gezdiriyordu. Bu
halinden hoşnut tembelliğini bir süre daha sürdürdü. Kü
çük, pembe dudaklarını büzerek, küçük çenesini içeri çeke
rek sessizce oturan kız kardeşi, ağabeyinin az önceki küçük
gösterisi boyunca -manzaranın güzelliğini, pusa gömülü
şehri göklere çıkarırken, kızını yanına çağırıp ona gösteriş
yapareasma sıkıca sarılırken ve o arada Donington mu Bo
nington mu her neyse o ressam üzerinde konuşurken- yap
tığı gibi yine bütün dikkatini vererek onu gözlüyordu; bir
süre önce içinde kıpırdamaya başlayan sezgi, kendisi ona
hala belli bir biçim veremese de güçleniyordu. Ağabeyinin,
incelendiğinin farkında olduğunu biliyordu Kontes, ama
Osmond bundan keyif alır gibiydi. Ağabeyinin yakınına
ne kadar sokulsa da Osmond ondan kaçınayı hep başarır,
saklandığı yerde büzülüp bekler, en uygun an gelince de
kardeşinin üzerine atlayıp onu korkuturdu.
Osmond alnını kırıştırdı, aklına ansızın bir fikir gelmiş
gibi hafifçe irkildi, ellerini kucağına bıraktı, öne eğildi, göz
leri kızındaydı. Kız hala korkuluk duvarının yanındaydı,
sırtı onlara dönüktü, yavaşlığı yüzünden duvara gidip dur
ması, oradan ayrılmaması söylenen, yoksa daha da ağır ceza
alacak tembel bir öğrenci gibi kaskatı, garip, doğal olma
yan bir şekilde duruyordu. Bununla birlikte babası seslenip
masaya dönmesini söylediğinde bu cezadan kurtulduğuna
sevinip sevİnınediği belli olmadı, tam tersine isteksiz bir
tavırla arkasına döndü, antik çağa ait bir tiyatro oyununda
232
oynayan, sahneye çıkmak üzereyken yüzüne rol ü ıw ı ı y H ı ı ı ı
katı, plastik bir maske oturtmaya çalışan bir oyu ncu n u n
özeniyle gülümserneye çalıştı. Osmond tekrar elini u za t t ı
ona, kız d a babasına yaklaştı, iki elinin babasının uzun, ince
parmaklarının arasında hapsolmasına katlandı. Osmond'un
tepesinde duruyor, onun gülümseyen yüzüne ciddi gözler
le bakıyordu. O arada Osmond'un kız kardeşi bu süregiden
pantomimi seyrederken hoşlanmazlığını belli edercesine
dudak büküyor, kasıtlı olarak dışlanmanın acısını hissedi
yordu. Sanki oradaki varlığı sıfırlanmıştı, sanki olayın dışına
çıkarılmıştı, sahnedeki bir ceset gibiydi, görünüyordu ama
önemsizdi, ondan hareket etmemesi ve soluk almamaya ça
lışması isteniyordu yalnızca.
"Ne dersin," dedi Osmond kızına, "arkadaşımı ziyaret
etmen için seni İngiltere'ye göndersem, orada, onun şehir
dışındaki evinde bir süre kalsan, olur mu?"
"Hangi arkadaşın, baba?" diye sordu kız, sesinin tonu
mekanikti.
Biliyor Pansy! diye düşündü Kontes, acı bir heyecan du
yarak. Osmond'un nicedir kurduğu sinsi planı biliyor ya da
en azından sezdi.
"Kim olacak, Lord Lanchester!" dedi Osmond gülerek
"Fernley Hall'e gitmeni öneriyorum sana -Kent'te, tabii
Kent'in nerede olduğunu biliyorsan-, orada Bonington'ları
görebilirsin. Sanırım sana verdiğim kitabın içindeki resim
lerden iki-üç tanesinin aslı da var aralarında." Şaka yollu
başını sağa sola eğdi. "Onları görmek istemez misin, nasıl
derler, kanlı canlı olarak?"
"Sen mi götüreceksin beni oraya?" Kızın sesinde hem
temkinli bir umut hem de korku okunuyordu.
233
"A, yo, ben götürmeyeceğim," dedi babası, yine durumu
önemsemezmiş gibi keyifli bir kahkaha atarak.
"Ama baba, ben şimdiye kadar hiçbir yere gitmedim ki,"
diye itiraz etti kız, gayet basit sözcüklerle.
"Yo, yalnız olmayacaksın ki," dedi Osmond. "Sana eşlik
edecek birinin, uygun bir dadının bulunacağına eminim."
Kız kardeşinin bulunduğu tarafa hiç bakmıyordu, oysa Kon
tes gözlerini kısmış, dikkatle bakıyordu ağabeyine, bakışları
bir büyüteçten yansıyan ışınlar kadar deliciydi. "Böyle bir
geziden hoşlanacağına eminim," dedi Osmond, hala kızıyla
konuşuyordu, "hem çok da yararlanacaksındır." Sonunda
Kontes' e döndü. "Sen öyle düşünmüyor musun Amy?" diye
sordu. Kontes, ağabeyinin bakışındaki tatsız masumiyetİn
gerisinde yatan sinsiliği gördü. Yanıt veremedi, Osmond da
yeniden kızına döndü, Pansy yanı başında, yüzünde büyü
lenmiş, donuk bir ifadeyle ona bakıyordu, hiç ses çıkarmı
yordu ama yine de titrer gibiydi. "Orada başka yerlere de
gidebilirsin, çünkü Lanchester'ın İngiltere' de epeyce nüfu
zu vardır... " Bu noktada, bir başka İngiliz soylusunun adı
bir an masanın yukarısında havada salınırken, ancak soluk
alacak kadar durakladı Osmond . "Seni Fernley kadar önem
li başka evlerle de tanıştırmaktan memnun olacağından hiç
kuşkum yok, oralarda da görebileceğin bir o kadar güzel
tablo vardır." Ağabeyinin ahlaksız planının dolambaçlı yol
dan, ağır ağır ortaya çıkmasıyla hayrete düşen Kontes, onun
kendi amacı uğruna Pansy'nin uzun süredir sanata meraklı
biriymiş gibi görünmesini sağlayacak sinsi becerisine elin
de olmadan hayran kaldı. "İngiliz soylularının oğullarının,"
diyordu Osmond, "yabancı yerlerde dalaşma alışkanlıkları
vardır, o zaman neden seni küçük bir İngiltere turuna çıka-
234
rarak karşılık vermeyelim ki onlara? Sonra da l\ı ı ı ı ııı, l ı ı)o;i l ·
tere manastıra kat kat yeğlenir, değil mi?" Kızın e l ll·rini l ı .i l :ı
bırakmamıştı, yavaşça, yüreklendirircesine sıktı onla r ı . " K.ıt
kat yeğlenir, eminim ki sen de aynı fikirdesindir."
Kız başka bir şey söylemedi, Osmond birkaç dakika
ikisinin yer aldığı bu tabioyu korudu, biri yukarıya baka
rak gülümsüyor, öbürü oturmakta olan babasına sessiz bir
şaşkınlık içinde bakıyordu. Sonra Osmond nazikçe bıraktı
kızını, çıkacağı yolculukta ihtiyacı olacak şeyleri gecikme
den toparlamasını tembihledi, kendi umursamaz tarzıyla
bu yolculuğu herkesin kabul ettiği bir fikir haline sokmuştu
bile, geriye bavulların toplanması ve bir arabanın çağrılması
kalmıştı.
235
XXII
236
uzunca kalınırsa değişebilirdi. Kontes kendini İngiltcrl•' deki
evlerin salonlarında dolaşırken görür gibi oldu, ayakkabısı
nın topuğuna yapışmış bir çöpe benzeyen o ruhsuz yaratık
da peşindeydi -ya da İngiltere' de oynanan o sıkıcı oyundaki
"o" rolünü üstlenecekti; oyunun hedefi, bunaltıcı derecede
anlamsız görünse de, bir kağıdı eşek kuyruğu niyetine bi
rinin giysisinin arkasına iğnelemekti. Evet, kendisine hem
gülecekler hem acıyacaklar hem sinirleneceklerdi; İngilizle
rin yüzlerinin ifadesini hiç değiştirmeden biriyle acımasızca
alay etme konusunda özel bir becerileri vardı. Ağabeyinin
kendisini İngiltere'ye gönderdiği haberini verdiğinde kocası
ne yapacaktı, ne diyecekti, çünkü Pansy önemli evlerin bi
rinden ötekine o sefil hac yokuluğunu yaparken kim bilir
kaç hafta ya da kaç ay kendisi ağabeyinin bu bahtsız ve anla
şılan bir anda gereksizleşen kızına hem bekçilik edecek, hem
koca bulmaya çalışacaktı. Kocasının kendisine para verme
yeceğine emindi Kontes -Gemini ona hiçbir zaman para
vermemişti-, kocası eline üç-beş kuruş sıkıştırsa bile Kontes,
ağabeyinin bu hesaplı kitaplı kaprisi için kendi cebinden tek
kuruş bile harcama niyetinde değildi. Hayır, bu yolculukta
gerekecek en ufak şeyin parası bile Osmond' a ödetilmeliydi,
kendisi için iki-üç tane uygun fiyatlı elbiseden tutun, kızın
üç-beş parça kıyafetinin dağılıp gitmesini engelleyecek çen
gelli iğnelere kadar her şeyin.
Pansy'nin ağlamaklı bir sesle -"Ben hiçbir yere gitmedim
ki!"- diye itiraz ettiğini duyunca Kontes ona biraz acır gibi
olmuş, kalbinde belli belirsiz bir sızı hissetmişti, ama niha
yetinde kendisi için de aynı şey söylenemez miydi? Onun
da gittiği yerlerin sayısı eldivenli sağ elinin parmaklarını
geçmezdi - eldivenin kirlenmiş olduğunu o anda fark edip
237
sinirlenerek iç geçirdi. Osmond'un değerli tepesi, bu temiz
lernesi olanaksız ama nedense büyük övgü alan ülkenin her
yeri kadar pis ve tozluydu. Kuşkusuz Amerikalıların gözü
ne tipik bir sürgün ve uluslararası bir 'tip' gibi görünecekti,
ama Amerikalılar ne bilirdi ki? O güne kadarki hayatı kor
kunç sınırlıydı. Neler yapmış olabileceğini, nerelere gitmiş,
nerelerde yaşamış -yaşamak en geniş ve en doyurucu anla
mında alınarak- olabileceğini düşününce duyduğu öfke ve
içerlerneyle gözyaşları gözkapaklarının altına iğne gibi battı.
Baltimare doğduğu yerdi, ama Pansy'nin hiçbir yere gitme
dim derken kastettiği anlamda değil, henüz Osmond soya
dını taşırken babasının tehditkar bir tavırla "eğitim görmen
için" diyerek gönderdiği New York onun belleğinde tram
vayların takırtısından, atların kokusundan ve 14. Sokak'taki
soğuk bir sınıftan, öğretmeni Miss Gleeney'in, Cavan vila
yetinin yeriisi o kart, huysuz kızkurusunun elindeki cetveli
omuz hizasının çok üstüne kaldırıp kenarını hızla, keskin ve
iç acıtan bir çatırtıyla itaatsiz öğrencisinin pütürlü parmak
larının eklemlerine indirmeye hazırlanırken parıldayan göz
lük camlarından, uzun, ensiz, morumsu burnunun seğirme
sinden öte bir şey değildi. Paris'te Kont'la tanışmıştı, onun
unvanı Amy'yi ne kadar büyülediyse kendisi -esmer, bodur
ve ter içinde- bir o kadar itici gelmişti. Amy şehirde, Seine
nehri kıyısında can sıkıcı kuzeni ve onun daha da can sıkıcı
kocasının yanında kalıyordu: Bu adamın yanında Kont Ge
mini, kaçamak bakışlarına, parlayan üst dudağına ve çocuk
eline benzeyen solgun ellerine rağmen -kendini gerçek bir
Bonaparte sayıyordu o- terbiye ve tavır açısından en azın
dan kabul edilebilir kalmıştı. Bir hafta boyunca Kont, hatalı
ve samimi ama gülünç İngilizcesiyle Amy'ye kur yapmış,
238
bir ay sonra, kendi ailesinin kaygılarına, Amy'nin ,ı�,ı lwy i
nin d e öfkelenmesine rağmen nişanlanmışlardı -a�abl•yi o
239
rek gözlerini kardeşine dikti. "Bu konuda bana engel olmaya
kalkışrna. Ben buna katlanacak biri değilim." Kontes gözlerini
kaçırdı, burun deliklerini sıktı, yemek masasında dadısını da,
ısrarla yedirrneye çalıştığı kaşık dolusu yulaf lapasını redde
den bir bebek gibi başını yana çevirdi. Açık renkli, bürürncük
gibi ince bir kumaştan yapılma elbisesinde, düzgün aralıklarla
pembe patiskadan çiçekler dikiliydi, Kontes hareket ettiğinde
bu çiçekler bir çalılığın üzerine toplaşrnış kelebekler gibi çır
pınıyorlardı. "Her şey ayarlandı," diye devarn etti Osrnond,
ayakkabılarının tozlu burunlarını incelerken. "Lanchester' a
telgraf çektim, o da hemen yanıt verdi, kızırnla halasını Fem
ley Hall' de ağırlamaktan zevk duyacağını söyledi - canınız
ne kadar isterse o kadar kalırsınız."
Kontes başını sertçe, öfkeyle salladı, hala yan tarafa bakı
yordu. "Söyler misin, bu Femley Hall' de," dedi, mesafeli ve
ölçülüydü tavrı, "sözümona hayran olduğun ressarnın tab
lolarından başka ne var?"
"Bir oğul var," dedi Osrnond, "evlenrneye uygun yaşta
bir oğul var."
Kontes, ağabeyinin Lord Lanchester'ın varisini Os
rnond'un pençelerine teslim etmeye -bu işlernde Pansy'nin
pek önemi yoktu- kolayca razı olacağını ve kendisinin de
evlilik sirnsadığı yaparak onun alçakça planını kolaylaştı
racağını varsayan bu aşırı haddini bilmezliğine şaşkınlığını
belirten itiraz sözcükleriyle yanıt vermeye hazırlandı. Ama
ilk başta tanırnlayarnadığı bir duyguya kapılınca durdu, ta
nırnlayarnasa da o duygunun içine sürpriz, şaşkınlık ve tu
haf bir tedirginlik de karışrnıştı. Sonra bunun yalnızca hayal
kırıklığı olduğunu anladı. Dünyada, ağabeyi kadar kendi
sini sıkı sıkıya kontrol altına alan biri yoktu; gençken bile
240
gençliğin doğal coşkularını içinde boğmuştu . Osmoııd J.. ı •
tumluğuyla, içindeki arzuları ve dilekleri herkestl•n gizll'llll'
yeteneğiyle övünürdü hep. Çok uzun zaman önce biçi m ll·n
dirdiği görünüme bürünmüşili - insan ve maskesi birbirine
geçmişti, en azından herkesin görmesine izin verdiği kada
rıyla. Az önce ne olmuştu da böyle içi-dışı görünür olmuştu?
Bir yıl, altı ay, hatta altı hafta önce olsa elini kız kardeşine
bugünkü kadar açık göstermezdi, böyle -evet- böyle utan
mazca göstermezdi. Ağabeyinde, keşke önlense ve hastınlsa
dediği pek çok nitelik vardı, ama onun serinkanlı ve sakin
özgüveni, zaman zaman tekinsiz görünse de, bunlardan biri
değildi. Lord Warburton Palazzo Roccanera' da Pansy'ye
göz koyduğunda kızın babası tam bir ölçülülük ve görgülü
sağduyu örneği olmuştu, hatta Lord oradan ayrılıp genç kızı
Edward Rosier' e duyduğu budalaca ve yararsız tutkusuy
la baş başa bıraktığında bile. Bununla birlikte, kızının ister
Lord Lanchester'ın oğlu ister bir başkası olsun herhangi bi
riyle evlendiğini görmek için Osmond 'un açıkça gösterdiği
bu heves hem bayağı hem de şaşırtıcıydı. Osmond - bayağı!
Ağabeyini zevki böyle kötüleşti diye suçlayacağı hiç aklına
gelmezdi. Bu sahne onu rahatsız ediyordu ve onun adına
utanıyordu. Bu dönüşümü sağlayan karısından gelen mek
tup muydu? Mutlaka geçici bir dönüşümdü bu. Mektupta
Osmond'un paniğe kapılmasına ve genellikle sağlam olan
sinirlerinin bozulmasına neden olan bir şey mi vardı? Ka
rısının Pansy'yi istediğini söylemişti, ama acaba paramı da
çekerim diye tehdit mi etmişti? Osmond kolaylıkla kızının
üzerinde hak iddia edebilirdi, onun gözetimini üvey anne
sine devretıneye zorlansa bile, eğer bu işten karı alacaksa,
yapardı bunu; ama para, ah para bambaşka bir meseley-
241
di. Osmond yıllarca, kibar bir yoksulluk içinde, herkesi ya
da önemli saydığı büyük çoğunluğu, kötü yola sevk eden
servete ve o gösterişli yarı tanrının sunduğu sözümona iyi
şeylere asilee kayıtsız kaldığına ikna etmişti, ama kız kar
deşi yoksulluğun ona nasıl da acı çektirdiğini biliyordu, bu
acıyı kusursuz zevk sahibi ve parayı küçümseyen bir adam
gibi davranması da dindiremiyordu ya da tamamıyla gizle
yemiyordu. Karısı onu terk edip servetini de alıp götürürse
Osmond yine onunla ve parasıyla evlenmeden önceki gös
terişli ama önemsiz kişi durumuna dönerdi. Onu böyle ken
dinden geçiren, şeffaflaştıran, korkutan şeyin bu yersiz, bu
ürkütücü beklenti olduğuna emindi Amy.
Osmond şimdi Kontes'e göz ucuyla bakıyordu; ansızın
böyle dengesiz davranmasının gizli nedenini Amy'nin tah
min ettiğini tahmin etmiş miydi? Osmond onun düşüncele
rini okuma konusunda olağanüstü yetenekliydi.
"Demek kızının bir lordla evlenmesine kararlısın," dedi
Kontes. "Senin sandığın kadar kolayca gerçekleştirilemez
bu iş."
"Bu özel çalışma alanında senin yeteneklerine güvenim
tam," diye güvence verdi Osmond.
"Erkekleri tuzağa düşürmeyi beceren bir kadın olarak
kazandığım üne gönderme yapıyorsan," diye yanıt verdi
Kontes, kasten kabalaşmıştı, "söylemek isterim ki, aslında
öyle apaçık ki söylememe gerek bile yok, ben Pansy değilim,
Pansy de kesinlikle ben değil."
"Eh, elinden geleni yapmalısın," dedi Osmond, iyice
neşelenmişti. "Ve sen de," diye devam etti, "suratını böyle
asmaktan vazgeç, bir yurtdışı gezisi düşüncesine bayılmı
yormuş gibi numara da yapma. Bu yolculuğun her anından
242
sonuna kadar yararlanacağından da kuşkum yok." Koı ı h·�
dudaklarını ısırıp başını yana çevirdi. Doğruydu, bunu ıw
kendisinden ne de ağabeyinden saklayabilirdi: Yazın geri ka
lanını İngiltere' de geçirme, hatta orada kalışını sonbaharın
ılık günlerine kadar uzatma olasılığı Kontes'in içinde karşı
konulamaz bir heyecan ve beklenti doğurmuştu. "Hem ta
salanma," diye devam etti Osmond, "şu züppe kocandan bir
şey istemene de gerek yok, cebine para koyacağım senin."
"Öyle mi? Kimin parasını koyacaksın?"
Yine sözünü yarıda kesti, hem kendisinden hem de dik
katsizlik edip dilini tu tamamasından ürkmüştü. Dalgın dal
gm, belli belirsiz kaşlarını çatar gibi olan Osmond'un gözle
ri hala önündeki masanın bağlantı çubuğuna dayalı duran
ayakkabıianna dikiliydi. "Şimdi evine dönmeni istiyorum,"
dedi, "cömertlik edip seni ne de olsa uzun sayılacak bir tati
le göndereceğimi, tek görevinin kızımla ilgilenmek olacağını
Gemini'ye bildir, sonra hizmetçine söyle, bavullarını hazır
lamaya başlasın." Kontes itiraz edecek olduysa da Osmond
elini kaldırıp onu durdurdu. "Evliliğime ağır zarar verdin,
bana da. Seni bu kadar kolayca rahat bıraktığım için mem
nun olmalısın, rahattan da öte hatta."
Kontes, başını geriye atarak bir hanımefendiye hiç yakış
mayacak bir homurtu saldı. "Şunu bil ki Osmond, senden
gerçekten bıktım!"
Osmond başıyla doğruladı bunu, sanki Kontes şaka yap
mıştı.
"Bana karşı temkinli olmalısın aslında!" dedi ve kendi
sözüne güldü.
"Temkinliyim zaten!" dedi kardeşi, sesinde yorgunluk ve
boyun eğiş okunuyordu.
243
Ayağa kalktı, şemsiyesini katladı, elbisesindeki çiçekler
den birkaç tanesini d üzeltmek ister gibi didikledi. İki kardeş
hiç konuşmadan evin içinden geçtiler. Osmond'un gözleri
yerdeydi, ellerini yine ceplerine sokmuştu. Küçük meyda
na çıktıklarında Kontes'in arahacısını eski püskü üniforma
sıyla, evin duvarı boyunca uzanan taş banka serilip yatmış
buldular, sigara içiyordu ama Kontes'in bakışlarını görün
ce suçluluk duyup tozların içine attı onu, eski kahverengi
ayakkabısının burnuyla bastırıp söndürdü. Telaşla arabası
na gitti, iki atın başlarının arasında durdu, onları sakinleştir
rnek için yanaklarındaki kayışiarı tuttu, hanımı ise ağabeyi
nin gönülsüz yardımıyla hasarnağa bastı, tentenin altındaki
koyu renkli deri kanepeye yerleşti. Epeyce bir süre zaptettiği
şaşkınlığını dışa vurmanın zamanı gelmişti.
"Bir şey daha var," dedi Osmond' a, tozlanmış muslin el
divenlerini ellerine geçirirken, aşağıda kalan ağabeyine yap
macık denebilecek bir gülümsemeyle baktı, "yollardaki bir
hanımefendiden mektup alan tek kişi sen değilsin."
"Öyle mi?" dedi Osmond, gözlerine ihtiyatlı bir panltı
yerleşti.
"Evet - Serena Merle bana mektup gönderdi."
"Nasıl yani?" Gözlerini kardeşine dikti. "Amerika'ya
yola çıktığını sanıyordum, hatta belki de oraya vardığını."
"Yo, yo, fikrini değiştirmiş, ya da daha doğrusu ona
değiştirtmişler. İşin doğrusu, İtalya'ya dönüyor, yakında
Roma' da olur."
Osmond'un kaşları çatıımıştı artık. "Roma mı? O kadın
dan kurtulduğumuzu sanmıştım."
"Eh, kurtulmadık Kalmak için - burada yaşamak için
dönüyor."
244
"Roma' da mı yaşayacak?"
"Roma' da yaşayacak." Arabacı atların arkasınd aki yl•riıw
oturmuştu, kırhacını hazırda tutuyordu.
"Bu kadar olağandışı bir volte-face'ın1 nedeni neymiş?"
diye sordu Osmond.
"Ne değil, kim," dedi kardeşi umursamazca, ağabeyine
bakan gözlerinde tatlı ama kinci bir ifade vardı.
"Kim o zaman - kim ikna etmiş onu?" diye sordu Os
mond, öfkelendiği ve kötü bir şey olacağını sezdiği için sesi
iyice boğuklaşmıştı.
"Kim olacak, karın," dedi Kontes, sonra öne eğildi, araba
cının kürek kemiklerinin arasını şemsiyesinin ucuyla dürttü.
"Andiamo!"2
245
xx ı ıı
(İt.) Quattrocento: Dört yüz anlamına gelen bu İtalyanca sözcük 15. yüzyıl için
kullanılmışbr. Avrupa sanab ve kültürünün en önemli dönemlerinden biri
olan ve İtalya'da başlayan Quattrocento, Rönesans'ın başlangıa sayılır. (ç.n.)
246
la kare, yüksek tavanlı ve loştu, yüzyıllardır orada yaşamış
kibirli, huysuz nesilleri hissettiriyordu. Ancak evin iyice içle
rine giren biri durmaksızın büyüyen, hayali bir tünelin ucun
daki hayali bir ışığa benzeyen bir ışıltının farkına varabilir
di, sonunda, bir dizi yüksek, görkemli pencereden bakınca
yeşilin ve altın renginin, gök mavisiyle çivit mavisinin, tatlı
pembeyle kadifemsİ beyazın ve pembemsi kırmızının sayısız
tonlarında bitkilerle dolu bir bahçeyi görebilirdi; şimdi, yazın,
orada saf gün ışığı yumuşak bir aleve dönüşüyordu, gölgeler
bile parıltılıydı. Sokak kapısını çaldığında gelip açmış olan
uşak Mrs Osmond'u bu parlak mekana aldı. Isabel büyük
camların önünde bir süre sessizce durdu, bahçedeki göz ka
maştırıa bereketin ta içine baktı. Güneşli bir köşede, açık kah
verengi sıcak tuğla duvarın yanındaki iki yaşlı incir ağacının
arasına gerilmiş olan ve kuzeni Ralph'ın yaz ikindilerinde,
alacalı bitkilerin arasından geçip üzerine vuran Roma güneşi
nin yakıa sıcağına aldırmadan yatıp uyumayı sevdiği branda
hamağı görmek sevindirdi onu. Zihin gözünde onu şimdi bile
orada görebiliyordu, kolları sıvanmış, gömleğinin, olağandışı
çökmüş göğsünün yukarısındaki derin gölgeli çukur kısma
denk gelen düğmeleri çözülmüş olarak. Annesi palazzoyu az
çok sürekli kaldığı evi yapmış olmasına rağmen, Ralph her
yıl orada bir-iki haftadan fazla kalmazdı. Sayısız üst katların
birinde bir dairesi vardı -Isabel hiç girmemişti oraya, tam
yerini bile bilemiyordu-, orası hep signorino'nın kullanımına
ayrılmışh. Ralph'ın Isabel'e söylediğine göre bu bölüm o ka
dar kasvetliydi ve cenaze evini o kadar akla getiriyordu ki,
her akşam, tavanlı yatağa uzandığında 'oraya yatırıldığı' gibi
rahatsız edici bir duyguya kapılıyordu, geceliği kefen bezine,
yatağın kendisi de tabuta dönüşüyordu.
247
Merhum kuzeniyle ilgili bu üzücü anıları düşünüp iç
geçiren Isabel, pencereden çekildi, salondaki pek çok ağır
havalı koltuğun en rahatsız görünenine oturdu. Lydia tey
zesinin, hayatı boyunca uyduğu adetler gereği onu, ziyaret
için saptanan saati epeyce aşacak şekilde bekleteceğini tah
min ettiğinden yanında bir kitap getirmişti, Mr Emerson'ın
zarif ve sık satırh basılmış denemeleriydi bu, kitabı çıkardı,
en son okuduğu yeri işaretiediği kurdelenin bulunduğu say
fayı açtı. Ne var ki, şair Goethe'nin kişiliği ve dehası üzerine
bilge yazarın düşüncelerinin ancak bir-iki paragrafını oku
yabilmişti ki aklı ister istemez kendi kaygıianna gitti. Başka
bir ortamda ve başka koşullar altında olsa da bir kez daha
aynı bu şekilde oturmuş olduğunu hatırladı, dizlerinin üze
rinde yine böyle geliştirici bir kitap açılmıştı, teyzesiyle ilk
o zaman tanışmıştı, daha doğrusu teyzesi onunla ilk kez ta
nışmıştı, Albany' de, o yağmurlu ikindide, altı-yedi yıl kadar
önce. Ve hemen, kaçınılmaz olarak, o eski soru yine kendine
yol açtı içinde, Isabel'in güç kullanarak, elinin tersiyle iterek
onu bastırması gerekti, soru da şuydu, o gün teyzesi onun
üzerine düşmeseydi ve hemen oracıkta onu alıp Avrupa'ya,
Albany' de asla göremeyeceği yepyeni ve çok daha zengin
bir hayata götürmeyi önermeseydi neler olurdu? Ama hayır,
dedi kendine şimdi, hayır, bir daha o tarzda sorgulamaya
caktı kendini, aldatıcı ve moral bozucuydu, ve son haftalar
da ona işkence çektirmişti.
Tekrar Floransa' da olmayı garipsiyordu; aslında her yerde
olmayı garipsiyordu, bu sabah ruh hali öylesine bulanık ve
amaçsızdı ki. İtalya' dan ayrılah ancak iki ay olmuştu, ancak
bu dönemde geçirdiği sınamalar ve katlandığı sıkıntılar öyle
çok ve öyle muazzamdı ki kendisi bile kendisini neredeyse
248
tanıyamıyordu, Rip van Winkle gibi biri olmu�tu, lh inyası
kendisi en son farkındayken ne kadar gençse aynen o yaşta
kalırken kendisi yaşianan bir Rip van Winkle. Dönüşünü vic
danİ ölçüleri aşmayacak kadar geciktirmişti, ağır ağır geniş
bir daire çizerek yolculuk etmiş, doğuda Paris'ten başlayarak
Almanya'nın güneydeki topraklanndan geçmiş, sonra güne
ye yönelerek Cenevre'ye gitmiş ve Alpler' deki dağ geçitlerini
aşmıştı, sonra günün birinde ansızın, kocasının, kendisinden
korktuğu için yurtdışında bu kadar kaldığı fikrine kapılabi
leceğini düşünmüştü; bu düşünce, adımlarını hemen hızlan
clırmasına neden olmuş, Milano' dan doğruca Roma'ya kalkan
sabah trenine binmişti. Ama Floransa' da fikrini değiştirmiş, ya
da bir şey fikrini değiştirmesine yol açmıştı, hangisi olduğu
na emin değildi, hizmetçisinin uyarılarına rağmen -Staines,
en küçük planda yapılacak en ufak değişiklikten bile hoşlan
mazdı-, öğlene doğru, yankıları gök gürlemesine benzeyen
Santa Maria Novella istasyonunda trenden inip zonklayan ve
neredeyse solunamayan, sıcak ve tozlu kirli havayla kaplı bir
kente adım attı. Ancak oraya vardığında, kendine ciddi cid
di, doğruca Roma'ya gitmek yerine neden burada mola ver
meyi yeğlediğini sormayı düşündü. Kocasından da, Palazzo
Roccanera' da kendisini beklediğine emin olduğu yüzleşme
den de korkmuyordu; tam tersine, bu beklentinin karşısında
her yerine yayılan ve onu neredeyse uyuşturan bir sükunet
hissediyordu, bu sükunet onu hem şaşırtıyor hem de hoşuna
gidiyordu. Rüyalannda sık sık hissettiği gibi sanki düşüyordu,
ağır ağır ve neredeyse okşanarak, yumuşak bir hava onu yala
yarak geçiyor, yalnızca bir tür ipeksi boşluğun üzerinde nazik
çe ve güvenlik içinde yatıyordu. İçinde süzüldüğü bu benzer
siz dinlenme durumunu açıklayamıyordu, sadece onun kendi
249
kendine verdiği bir tür ödül olduğunu düşünüyordu - ama ne
yapmıştı da, kendisi ya da bir başkası tarafından ödüllendiril
meyi hak etmişti? Ya da bu huzur kendisine yapmadığı bir şey
karşılığında mı verilmişti, feragat ettiği o şey karşılığında mı,
yani Madame Merle'nin kendisine yaptığı kötülüklerin öcü
nü almadığı için mi? O kadının rezilliğini ve ihanetini anlatan
çarpıcı bir masal anlatabilirdi herkese, ama anlatmamıştı, hiç
olmazsa bu yöndeki hoşgörüsü sayesinde huzurluydu.
Bununla birlikte uğraşması gereken acil ve pratik mesele
ler olduğunu düşündü ister istemez. Staines'e bavullarını ve
torbalarını istasyondaki emanet bürosuna bırakmasını söyle
mişti, kendisi de yakındaki Via della Scala'da bir kafeye gitmiş,
kahve ve sandviçten oluşan basit bir kahvaltı ısmarlamıştı; en
azından burada kendine küçük bir zaman aralığı taruyarak dü
şünebilecek ve o gün ya da sonraki günler için bir plan yapa
bilecekti. Ancak aklına hiçbir planın gelmeyeceğini anlaması
için uzun uzun düşünmesi gerekmedi, çünkü bütün dikkatini
Roma'ya ve orada neyle karşılaşacağına vermişti; Floransa'da
durarak keyfi bir ara vermişti, eğer o aranın tadını çıkarmaya
kalksaydı, mutlaka enerjisi tükenir, kararldığı körelir, hayatının
vardığı ve şimdiye dek çözümsüz görünmüş krizde karar nok
tasına gelirdi. Paris'ten kocasına mektup yazmış, tekliflerde
bulunmuş, evliliklerinin yozlaşıp içine düştüğü, açığa vurol
mamış savaşta bir ateşkes için kocasından ne gibi asgari taviz
ler beklediğini bildirmişti; şimdi onunla yüzleşmemeli miydi,
onun önüne kalemle kağıdı fırlatıp barış antlaşmasının altına
imzasını atıp mührünü vurmasını talep etmemeli miydi? Bü
tün olanlardan sonra onunla karşılaşmaktan korkuyor muydu
ve bunu kendine itiraf edemiyor muydu? Ama durum buysa,
Isabel kocasından da onun söyleyecekleri ya da yapacakların-
250
dan da korkmuyordu, onun korktuğu daha da korkuncuydu,
bir çeşit tam oluşmamış ve dizginlenemeyen bir kütleydi, ko
panlmış küçük dallar ve sivri uçlu dikenler ve yaprak parçaları
saplanmış donmuş bir çamur topağı gibi bir tepeden yuvarla
nıp gelmiş, itici ve kaçınılmaz biçimde ayaklarının dibinde kal
mışh. Isabel dünyanın en kötü kirinden hileyle kurtulabilece
ğini sanrnışh, ama işte buradaydı o, kendisini ellerine almasını,
nereye giderse gitsin yanında taşımasını bekliyordu.
Ne yapacağının tam bilincine varamadan telaşla ayağa
kalkh, kafeden çıkh, bir araba çağırdı ve şaşkınlıktan ser
seıniemiş durumda kendini, Lydia teyzesinin vicolo delli
Albizzi'nin dolambaçlı ve daracık sınırları içindeki ürkütücü
kapısında buldu. Bunun için mi durmuştu Floransa' da, en acı
gerçekleri bile konuşabileceği tek insana akıl sormak için mi?
Şimdi, bahçeye bakan aydınlık salonda, dalgın dalgın
otururken arkasında açılan bir kapının yumuşak sesi düşün
celerini, ya da ne kadar düşüncesi varsa onları böldü. Elinde
tuttuğu, artık ilgisini çekmeyen kitabı kapattı, bir yana koy
du, koltuğundan kalkıp teyzesini selamlamaya hazırlandı.
Mrs Touchett'in üzerinde sade, narin siyah satenden, dik ya
kalı ve kol ağızları sıkı sıkı iliklenmiş bir elbise vardı. Kıya
fetinin ciddiyetini az da olsa hafifleten şey, boynundaki ince
altın bir zincire takılı, camları parlayan kelebek gözlüktü.
lsabel'in onu Ralph'ın ölümünden sonra, son gördüğünde
olduğu kadar yas havasında değildi; o gün Isabel'in arabası,
birden indiren minik gökkuşaklarıyla dolu -Isabel bunların,
sevdiği merhum kuzeninin kendisine veda ve teselli için ilet
tiği bir şey olduğunu düşünmeyi yeğlemişti- yaz yağmuru
altında tren istasyonuna gitmek üzere yola çıkarken teyzesi
Gardencourt'taki evin ön kapısında sakince durmuştu.
251
"Demek geri geldin," dedi Mrs Touchett. "Roma' da her
kesin senin geri dönmeyeceğine dair bahse tutuştuğunu
duydum."
Yaşlı kadının alışıldık kabalığının kasıtlı ve bilerek mi ol
duğuna, yoksa hiç kimseyi ve herkesin kendisi hakkında ne
diyeceğini hiç mi hiç umursamamasının sonucu mu olduğuna
asla karar verememişti. İkincisinin doğru olduğuna inanmak
istiyordu, ama bunun gibi sahnelerde, yani teyzesinin ağzın
dan çıkan ilk söz kendisini neredeyse fırlayıp koşan bir yarış
atma, talihsizliklerinin rotasını da bir engelli yarışa benzetti
ğinde, Isabel bu kadının içinde de, hpkı başkaları gibi, başka
pek çok kişi gibi, derin bir intikam ve nefret kuyusu bulunup
bulunmadığını, kayıtsız duruşunun bu kuyunun yalnızca
akıllıca üstü örtülmüş kapağı olup olmadığını merak ederdi.
"Günaydın teyzeciğim," dedi Isabel alaya bir resmiyetle.
Mrs Touchett'in görünümünde bir değişiklik yoktu
-Isabel'in gözünde zaten hiç değişmezdi-, yalnızca daha çö
kük duruyordu nedense, aslında içi boşalmış, ağırlıksız gibiy
di, kendisinin özenle kesilen ince, yarı saydam kağıttan ha
zırlanmış bir replikasına benziyordu: Ayrıca elinde bir baston
da vardı, ancak solgun, kemikli elindeki baston yürümesine
yardım edecek bir alet olmaktan çok bir tehdit aracı gibiydi.
"Seni beklemiyorduk," dedi. "Senin böyle ansızın çıka-
gelmen sürpriz oldu."
"Umarım hoş bir sürprizdir."
"Göreceğiz."
Bir an birbirlerini incelediler, hiç konuşmadılar, ikisi de
tetikteydi -telli maskelerinin arasından bakan iki eskrimci
gibi diye düşündü Isabel-, sonra Mrs Touchett ağır ağır yürü
dü, yeğeninin yanından geçti, yüksek pencerelerden birinin
252
önünde durdu, pencerenin boyu ve güneşle aydınlanan gör
kemi kadını salona ilk girdiğinden daha da ufak gösteriyord u.
"Doğanın bu kadar yüceltilmesini asla anlamamışım
dır," dedi. "Şu bahçeye bak - ne kadar aşırı. Yaşlı Tonio, be
nim adamım, bu kadar nitelikli toprak ziyan ediliyor diye
homurdanıyor, hepsini çıkarıp yerine karpuz yetiştirmeınİ
söylüyor. Belki de haklıdır. Çiçekler ne işe yarar ki?"
Isabel onun yanına geldi. "Bunca rengi, bunca şenliği
kaybetmek yazık olurdu."
"Şenlik mi?" dedi Mrs Touchett. "Sen buna şenlik mi di
yorsun? Bana kalırsa isyan bu." Başını çevirip yeğenine dik
katle baktı, hatta iyice incelemek için altın zincirin ucundaki
gözlüğünü bile gözlerine yaklaştırdı. "Yüzün solgun," dedi,
"solgun ve bitkin. Acı mı çekiyorsun?"
"Neyin acısını çekeceğim?" diye sordu Isabel sakince gü
Iümseyerek.
"Korkarım ki sen acı çekmek için doğmuşsun. Yıllar
önce, büyükannenin Albany' deki o kasvetli evinde seninle
ilk karşılaştığımda böyle düşünmemiştim."
"Seni büyük hayal kırıklığına mı uğrattım?"
"Senin hiçbir şeyin büyük olmadı - mesele de bu ya. Sen-
den daha fazla şeyler beklerdim."
"Korkarım ki herkes bekledi ."
"Kendin de dahil mi?"
"Elbette!" diye bağırdı Isabel, pişmanlık içeren bir neşey
le. "Mucizeler yaratmayı ummuştum, harikalar meydana
getirmeyi! Mesele bu, işte bu yüzden acı çekiyorum."
Mrs Touchett onun yanından ayrıldı, açık altın rengi bro
kar kaplı bir kanepenin ucuna otu rdu, bastonunu dizine da
yadı. Eliyle yanını işaret etti. "Gel," dedi, "gel yanıma otur."
253
Ufak bir tereddüt geçirdikten sonra kendisine söyleneni
yaptı IsabeL Orada yan yana otururlarken, bir ölünün başını
bekleyenlere benziyoruz diye geçirdi aklından, onları çevre
leyen güneş ışığı bir an onlarla acımasızca alay ediyormuş
gibi geldi lsabel'e. Kocasını ve acısı daha büyük olan tek oğ
lunu kaybeden teyzesi dünyada yapayalnızdı. Ralph'ın öl
düğü gün teyzesi Isabel'e, içinde kuruyan öfkenin bütün gü
cüyle -ağlayan türden bir kadın değildi-, çocuğu olmadığı
için yeğeninin kendisini şanslı sayması gerektiğini söylemiş
ti, Isabel'in de, çok daha küçük yaştaki oğlunu kaybettiğini
unutmuştu ya da bu olayı görmezden gelmeyi seçmişti. Isa
bel zayıf doğan ve öleceği baştan belli olan o zavallı küçük
yaratığı pek sık düşünmezdi. Kocası bu ölümden çok etki
lenmişti, ama bunun nedeni yalnızca, Isabel elinde olmadan
kuşkulanıyordu bundan, bu bebeğin ölerek görevini ihmal
ettiğini düşünmesi ve bunu haklı olarak baba olmayı bek
leyen Osmond' a yapılan bir hakaret saymasıydı. Yuksa Isa
bel böyle düşünmekle acımasızlık mı ediyordu? Teyzesinin
yıllar içinde artan kalpsizliğine kendisi de kapılmamalıydı.
"Floransa'ya ne zaman geldin?" diye sordu Mrs Touchett.
"Yeni geldim, bu sabah."
Teyzesi yine başını çevirip ona baktı. "Ve doğruca bana
mı geldin? Şaşkınlığım iki katına çıktı. Kocanın burada,
Floransa' da olduğunu biliyorsun elbette, değil mi?" Isabel'in
halinden onun bunu bilmediğini anladı. "A, demek o za
man görüşmüyorsunuz. Demek aranızdaki durum bu kadar
ciddi. Anlıyorum." Başını salladı. "Eh, Roma'ya ve Palazzo
Roccanera'ya dönmende bir sorun yok, emin ol. Mr Osmond
yazı geçirmek için Floransa'ya geldi, Bellosguardo' daki tam
anlamıyla tekinsiz eve yerleşti yine."
254
Isabel'in bu haberi içine sindirmesi bir-iki J.t !.. i !.. . ı � ı ı rd ı ı .
"Ne kadar ironik," dedi, dudaklarına çarpık bir gü l ü nN•nu•
oturtınayı başararak.
"Durumunuza uygun bulduğun sözcük bu mu, senin ve
kocanın durumuna?"
"Şu anlamda ironik, teyzeciğim, elimden geldiğince al
çakgönüllü bir tavırla, burada, Palazzo Crescentini' de senin
le bir-iki gün kalabilir miyim diye soracaktım."
"Yani Roma' da kocanla yüzleşmekten korktuğun için
Floransa' da kaldın, öyle mi?" diye sordu Mrs Touchett, se
sinde sinsice bir tatmin tınısıyla.
"Bilmiyorum," dedi Isabel. "Doğru sözcük korku değil - on
dan korkmuyorum. Ama onu görecek olmak beni ürkütüyor."
Kaşlarını çatarak gözlerini etrafta gezdirdi. "Bugünlerde faz
lasıyla ürküyorum. Acaba hasta mıyım diye düşünüyorum."
"Hasta değilsin," diye atıldı teyzesi, "yalnızca mutsuzsun."
Birkaç dakika, yaşlı hanımefendinin bu iddiasının ara
larına yerleşmesini beklercesine ikisi de konuşmadı. Isabel
itiraz etmeyi düşündü ama bunu yaparsa yalan söylemesi
gerekecekti; mutsuzdu - nasıl yadsıyabilirdi bunu?
"Bütün Roma'nın," dedi Isabel sonra, "benimle ve me
selelerimle ilgili bahse girdiğini söylüyorsun. Ben herkesin
diline mi düştüm? İnsanlar benim hakkımda ne biliyorlar ki
merakları bu kadar körükleniyor?"
"Kocanın yasaklamasına rağmen son günlerinde oğlu
mun yanında olmak için İngiltere'ye gittiğini biliyorlar."
"Kocam asla yasaklamaz," dedi Isabel, olayın böyle basit
algılanması karşısında gülümseyerek . Sonra, "Söyledikleri
bu kadar mı," diye sordu, "kocamın arzusunu hiçe sayarak
gittiğim mi?"
255
"Ah, söylenen her şeyi nereden bileyirn, ya da konuşu
lanların bir kısmını?" diye atıldı Mrs Touchett. "Artık top
lum içine eskisi kadar çok çıkrnıyorurn. Ayrıca öyle çok
konuşuyorlar ki gürültüden insanın kulakları sağır oluyor.
Hem Floransa da Roma değil - Roma' da öyle büyük bir he
vesie dedikodu yapıp iftira atıyorlar ki buralarda bizim eli
rnizden o kadarı gelmez."
Düşüneeli bakışlarını yere eğen Isabel elbisesinin diz
lerinin üzerindeki kısmını eliyle düzeltiyordu. "Madarne
Merle' den hiç söz ediyorlar mı?" diye sordu usulca.
"Madarne Merle mi? Onun hakkında ne konuşacaklar ki?
Gitti o - duyduğurna göre sürüldü, senin tarafından ya da
kocan tarafından, ya da her ikiniz tarafından. Bu konu beni
hiç ilgilendirrniyor."
"Eh, geri dönüyor o," dedi Isabel, sorusunu sorarken ol
duğu gibi aynı mesafeli sakin tavırla. "Bunu bilmiyorlar mı?"
"Nereye geri dönüyor? Roma'ya mı?" Mrs Touchett'in
gözleri iki küçük, parlak, siyah boncuk gibi parladı. "Madem
geri dönecekti neden zahmet edip gitti? Amerika'ya gittiğini
söylüyorlardı - buradaki evini satrnış, öyle değil mi?"
"Evet, sattı; geri döndüğünde burada değil, Roma'da
oturacak."
lsabel' e bakan teyzesinin yüzünde büyük bir tahmin
de bulunduğunu gösteren bir ifade vardı, tıpkı daha önce
yalnızca budalalık gördüğü bir yüzde ansızın şeytanlık ve
kurnazlık gören biri gibiydi. "Bütün bunları nereden biliyor
sun?" diye sordu.
"O hanırnla tesadüfen Paris'te karşılaştırn," oldu Isabel'in
yanıtı, gözleri hala sakince yere dikiliydi, eliyle de hala elbi
sesinin gerilmiş kumaşını sıvazlıyordu. "New York'a, daha
256
doğrusu Brooklyn'e gitmek üzere gemiye binecekti, sanırım
ailesinin bir kısmı hala orada yaşıyor - biliyorsun, orada
doğmuş, babası donanınada görevliymiş. Konu ştu k. Planın
dan vazgeçmesi, İtalya'ya dönmesi ve eski hayatına yeniden
başlaması için zorladım onu."
Mrs Touchett, çok uzun zaman önce artık kendisini hiçbir
şeyin şaşırtmayacağına karar vermişti, ama şimdi bir an ne
redeyse ağzı açık kaldı. "Sen mi zorladın Serena Merle'yi..."
Sustu, soluğunu hafifçe içine çekti. "Böyle sıra dışı bir şeyi
hangi amaçla yaptığını sorabilir miyim?"
"Hangi 'amaçla' mı? Sanki bir suç işlemişim gibi konu
şuyorsun."
"Bana Gardencourt'ta, Madame Merle'nin senden ya
rarlandığını söylemiştin - aynı bu sözcüklerle. Büyük bir
sıkıntıyı işaret ettikleri için o sözcükleri aynen hatırlıyorum.
Seni nasıl mağdur ettiğini sormamıştım -başkalarının işine
burnumu sokmam- ama meselenin senin evliliğinle ilgili ol
duğunu, yaranın derin olduğunu anlamıştım. Bu yüzden de
gitmesinin seni rahatlatacağını düşünmüştüm. Geri dönme
sini neden isteyesin ki?"
"O da mağdur olmuş. Bunun cezasını neden yalnızca o
çeksin diye düşündüm."
"Öff!" dedi yaşlı hanımefendi. "Kimse bu kadar hoşgö
rülü olamaz, sen bile." Durdu. "Ama bir dakika. Sanırım an
lıyorum." Gözlerini kısarak ağır ağır başını salladı. "Kocan
sürekli aşağılansın diye onu burada istedin, değil mi? Doğru
bildim mi?" Koltuğunda biraz geriye yaslandı. "Acaba diyo
rum, Mrs Osmond, seni bugüne kadar hep hafife mi aldım?"
257
XXIV
258
kü o sırada bunun kendisi için bir önemi yoktu . Şimdiyse, o
söz onu rahat bırakmıyordu, geceleri rüyasında, aynı sinsi
kahkahalarla birlikte kelimesi kelimesine tekrarlandığını
duyuyordu. Görümeesinin onca zaman -yirmi yılı aşkın bir
süre!- ağabeyinin yaptıklarını, eski sevgilisini ve Pansy'nin
gerçek annesiyle babasını gizlerneyi başardığına İnanacak
mıydı? Akıl almaz görünüyordu bu, ama gerçekten önemli
bir tek durum yüzünden olabilirdi, o da Osmond'un kız kar
deşinde yarattığı korkuydu, kardeşinin üzerindeki gücü bu
korkuya dayanıyordu. Yine de Kontes sonunda sessizliğini
bozmuş, gerçeği açıklaınıştı -ve Isabel de o gün, kendisine
anlatılan şeyin gerçek olmadığından bir an bile kuşku duy
mamıştı-, hem de bunu ağabeyinin kesinlikle haberi olma
sını istemediği kişiye anlatrnıştı. Son haftalarda, Londra' da,
Paris'te, Münih'te ve Leman Gölü kıyılarında pek çok gece
boyunca Isabel uykusundan irkilerek, ateşi çıkarak, ter için
de uyanmış, kendini karanlığa şu soruyu sorarken bulmuş
tu: Ya herkes, ah, ya herkes biliyorsa?
Bu yüzden mi Caffe della Ferrovia' da otururken masa
dan fırlayıp kalkmış, buraya koşmuştu, kendi çirkin küçük
trajedisini seyredenlerin en az birinden, kendisinin görme
diği ama orada, sahne ışıklarının ötesindeki yarı karanlık
ta oturan, inandına kurnazlıklar konusunda üstün dehaya
sahip bir çift zihnin kendisi için hazırladığı, ama kendisinin
bunu bilmediği, satırları ezbere söyleyerek sahnede dolaşır
ken doyumsuz bir keyifle onu gözleyen seyircilerin sayısını
öğrenebilmek için mi?
Mrs Touchett'in başkalarının meselelerine duyduğu
ilgi çok kısa sürerdi. Zekice bir hamle saydığı şeyin, yani
l sabel'in Madame Merle'yi İtalya'ya dönmeye ve Gilbert
259
Osmond'un yanında zehirli bir diken olarak bulunmaya
ikna etmeyi nasıl başardığını anladıktan sonra aklı başka
konulara gitmiş ve sonra çok saçma bir tutarsızlıkla öğle
yemeği üzerinde odaklanmıştı. Genel anlamda iştahını
çoktan yitirdiğini ileri sürüyordu, ama Arno'nun karşı kı
yısında, geçenlerde tesadüfen bulduğu bir osteria vardı
-'fiyatları mütevazı, personeli de medeni-, orayı himaye
sine almıştı, şimdi de bu erken saatte, obur turistler bistecca
alla fiorentina peşine düşmeden oraya gitmelerini öneriyor
d u; Mrs Touchett' e kalırsa, adını verdiği yemek şehre ge
len ziyaretçilerin, öğle ya da akşam yemeğinde, hatta eğer
Teksas'tan ya da vahşi batının iştahlı insanların bulunduğu
başka bir köşesinden koşup geliyariarsa belki de kalıvaltı
da ısrarla istediği tek şeydi. Arabasını çağırdı, ama vicolo'ya
giremeyecek kadar geniş olduğundan arabalığa bahçedeki
dar patikadan geçerek gitmek zorunda kaldılar. Teyzesinin
peşinden yürüyen Isabel, günün bağucu sıcağının ve çev
resindeki birbirine karışan sayısız güzel kokunun adeta sal
dırısına uğradı, genç kadının başı döndü, hatta bir an bayı
lacağından korktu. Önden giden ve yaşına rağmen bir dağ
keçisi kadar sağlam bünyeli ve kararlı olan Mrs Touchett
gayet emin adımlarla yürüyordu, oysa bastonunu alma
mıştı, elinde yalnızca epeyce eski püskü soluk bir şemsiye
vardı. Krem rengi tülden bir elbise giymişti -'neden matem
kıyafeti giyeyim ki, günümüzde otuzunu geçen her şık ka
dının matem elbisesi giymesi adet olmuş'-, başına da ne
zamandan kaldığı belirsiz, geniş, rengi atmış pembe şeritli,
kenarları gelişigüzel kıvrılmış bir hasır şapka takmıştı. Başı
nı arkaya çevirmeden konuşuyordu, başı dönen, dikkati da
ğılan Isabel onun söylediklerinin pek azını duyabiliyordu.
260
Keşke Floransa'ya uğramaya kalkışmasaydını, i l k lı.ı�l.ı
planladığım gibi Roma'ya gitseydim diyordu içindı•ıı, vı•
261
gizemli hastalıklardan birine yakalanmıştı. Ölüm tehlike
si taşımayan bütün hastalıkları şımarıklık olarak niteleyen
Mrs Touchett, atlı arabanın öndeki koltuğuna oturmuş,
her iki elinin kancaya benzeyen parmaklarıyla şemsiye
sinin sapını kavramıştı, yanından geçtikleri manzaraya
epeyce küçümseyerek bakıyordu; Floransa' da uzun yıllar
yaşamış olmasına rağmen ne şehir halkı ne de geniş bir
toplum oluşturan, oraya yerleşmiş Anglofonlar arasından
pek ahbap edinmemişti, arkadaşlarının sayısı da çok azdı.
Önceleri Madame Merle'yi kadınlar arasında ne plus ultra1
saymıştı, benzersiz başarı, bilgi ve tavır sahibi biri olarak
görmüştü, Scarlatti'yi çalarken gösterdiği beceri ve zarafeti
scala quaranta2 oynarken de gösterebiliyor, varlığının ışıltılı
soyluluğu en sıkıcı soiree'lere bile canlılık katıyordu, zekası
yemekli davetiere katılan en parlak zekahiardan aşağı kal
mıyordu. "Her yere gitti, her şeyi biliyor," derdi hayranı,
ve kendisine karşı çıkacak kadar düşüncesiz biri var mı
diye gözleriyle etrafı tarardı. Gardencourt'un kapısı Sere
na Merle'ye her zaman açıktı -Ralph Touchett eskiden ona
aşık olduğunu söylerdi, ama Isabel bunu kuzeninin ağzın
dan çıkan özdeyişlerden biri sayardı- ve her yıl iki hanım
birlikte bir ay ya da altı hafta Avrupa'nın en seçkin kür
yerlerinden birinde kalırlardı; otelciler, restoran sahipleri
ve banyolardaki görevliler filan bütün faturaların, hiçbir
yorum yapmadan, soru sormadan Mrs Touchett'in adına
çıkarılacağını bilirlerdi. Ancak bu gözde kadının İtalya' dan
aceleyle ayrılmasından -ya da kimilerinin dediği gibi çare
sizce toparlanıp gitmesinden- sonra, onun Mrs Touchett'in
262
semalarındaki yıldızı solmamış, ışıklı, bulanık bir leke ha
linde gökyüzünün içlerine dalmıştı.
Floransa ve Roma'daki çokbilmişlerin öne sürdükleri
ne göre, Madame Merle'nin gidişinin asıl nedeniyle ilgili
abartılı haberler, altın arayıcısı amcası tarafından, doğduğu
ülkenin batısının en ucundaki eyaletlerde bulunan bir altın
madeninin kendisine miras kalmasından başlıyor, toplanıp
kucak dolusu ödenmemiş faturaları saHayarak bağırıp çağı
ran alacaklılarının elinden acınası bir biçimde ama ustalıkla
kaçışına kadar uzanıyordu. Aynı zamanda, o hanımı çok iyi
tanıdıklarını düşünenler anlamlı bir gülümsemeyle ve par
maklarını burunlarının yan tarafına hafifçe vurarak memnu
niyetlerini gösteriyorlardı; bu akıllı kişilerin arasındaki paro
la, ınırıldaoarak söyledikleri "Cherchez l 'homme!"1 sözüydü,
çünkü, hiç güzel olmamasına ve altın çağının doruğundan
artık inmeye başlamasına rağmen Serena Merle o yumuşak,
gizemli görkeminin büyük kısmını hala eksiksiz koruyordu
-Aipler' deki Matterhorn zirvesi kadar dimdik ve pırıl pırıl
dı-, bu da bir uomo suscettibile'nin2 bir evliliğin hatta bir ka
riyerin belirtilerini göz ardı edip Serena'nın büyüleyici, mis
kokan kuyruğunun peşinden gitmeyi düşünmesine neden
olabilirdi. Böyle bayağı düşüncelere kapılmayı aklından bile
geçirmese de Mrs Touchett, Madame Merle'nin, mağduriye
tine neden olduğu bir kadının ısrarıyla fikrini değiştirdiğini
ve dönmeyi kabul ettiğini, hem de Floransa'ya değil de hep
çirkin, taşralı ve kaba saba saydığı Roma'ya dönmeyi kabul
ettiğini duyunca şaşırdı ve merakının uyandığını hissetti.
(Fr.) Erkeği ara. (Aslı "Cherchez la femme": Kadını ara.) Tuhaf davranan, ya
da kavga ya da başka bir zorluk çıkaran birinin böyle davranışının albnda
yatan neden araştırıldığında kullanılan bir ifade. (ç.n.)
2 (İt.) Şıpsevdi, kolaylıkla etkilenen, duygularına kapılan kişi. (ç.n.)
263
"Zahmet olmazsa söyler misin bana," dedi yaşlı hanıme
fendi yeğenine, "onu geri dönmeye nasıl ikna ettin? Onun
gibi iradeli bir insanın ikna edilemeyeceğini sanırdım."
Isabel'in de pekala farkında olduğu gibi, Madame Merle
gibi birinin Isabel gibi biri tarafından ikna edilmesini aklının
almadığını söylememeyi yeğlemişti Mrs Touchett.
Bir köprüden geçiyorlardı; altlarındaki nehrin rengi ve
-en azından dış görünüşte- dokusu bayat hardala benziyor
du, bu görüntü gündüz saatlerinin gevşek sıcağı ve atlar
dan üzerlerine esen berbat kahverengi kokuyla birleşince,
zaten kendini pek zinde hissetmeyen kahramanımızın hu
zursuzluğunu daha da artırdı. Neredeyse hareketsiz dene
cek kadar sakin ve miskin akan nehir ona sık sık kaderinin
mühürlendiği, Kontes Gemini'nin zorla kabul ettirdiği tatsız
açıklamanın acımasız bakışına karşı, ancak yakın zamanda
farkına vardığı sinsi damganın hayatına vurulduğu şehrin
en uygun simgesi gibi geliyordu. Sandığı gibi kaderin önü
ne çıkardığı biri olarak değil de, hileyle ve inanılmaz özenli
manevralarla, Madame Merle onu burada, Floransa' da, Pa
lazzo Crescentini' de kocası olacak kişiyle tanıştırmıştı. Sırf
o şehrin sınırları içinde bahtsızlığa uğradı diye bir şehre
öfkelenmenin saçmalık olduğunu biliyordu, yine de bugün
yolculuğuna ara verip trenden inerek onu kötü anılarla dolu
bir yere gelmeye sevk eden dürtüden pişmanlık duyuyor
du. Ama, diye düşündü, o günün özgün hedefi olan Roma
eğer en tatlı hayallerinin, en sevinçli beklentilerinin ağır ağır
ve acı vererek dağıldığını hatırlamak zorunda kalacağı yer
değilse neresiydi? Evinin, Palazzo Roccanera'nın adı1 ken
disine çok uygundu, çünkü Isabel başarısızlığın o yerinden
1 İtalyanca roccanem siyah kale anlamına gelir. (ç.n.)
264
oynatılamayan kapkara kayasına orada toslamıştı -evliliği
nin başarısızlığına, kendisinin başarısızlığına, kendi başarı
sızlığına- tıpkı dönemeci alırken rayların üzerine düşmüş
kocaman bir kayaya son hızla çarpan buharlı bir trenin lo
komotifi gibi.
Ancak mütevazı ve içi hoş bir şekilde dağınık küçük
Osteria del Fiume'ye varıp pırıl pırıl gülümseyen koca
göbekli padrone tarafından kırmızı-beyaz kareli örtü serili
basit, kare bir masaya oturtulduktan sonra Isabel nihayet
teyzesinin on beş dakika kadar önce arabadayken sorduğu
soruyu yanıtladı.
"Onu tehdit ettim ve bir tekiifte bulundum," dedi.
Aradan biraz zaman geçmiş olmasına rağmen Mrs To
uchett yeğeninin neyi ve kimi ima ettiğini anlamakta zor
lanmadı.
"Eh, eğer durum bana anlattığın gibiyse kesinlikle etki
li bir düzenleme olmuş, demek Madame Merle buraya geri
dönecek," dedi her zamanki kuru ve duygusuz tarzıyla.
"Havucun tadını ve değneğin sertliğini sorabilir miyim? Sa
nırım bu ikincisi senin evliliğinin bir yan ürünüydü."1
Isabel masada önüne konulan, içi kuşku uyandıracak
denli bulanık bir suyla dolu sürahiye dalgın dalgın bakar
ken söyleneni yanıtlamakta gecikti. "Evliliğim mi?" dedi,
sesi zayıf çıkmıştı.
"Tahmin ediyorum ki kocanla Serena Merle sana -nasıl
söyleyeyim?- komplo kuruyorlardı. Yanlış mı düşünüyo
rum?"
Havuç ve değnek metaforu: Düzgün davranılmasını sağlamak amacıyla gü
dülen ödül ve ceza politikası anlamına gelen bir deyim. Katır yürüsün diye
önünde havuç sarkıtıp arkadan da değnekle dürten arabaetiardan esinteni
terek yerleşmiş olduğu düşünülür. (ç.n.)
265
Isabel şaşkın bir ifadeyle baktı ona, sanki yalnızca soruyu
değil, o soruyu oluşturan sözcükleri de anlayamamıştı. "Ne
komplosu?" diye sordu.
Mrs Touchett kıskaçlı altın gözlüğünü kaldırıp küçük,
ince burnunun üzerine oturttu, gözlüğünün arkasından
uzun uzun, araştıran gözlerle yeğenine baktı. Bu genç kadın
bu kadar kalın kafalı olabilir mi yoksa kurnazca bir mazeret
miydi söylediği? Eğer rol yapıyorsa o zaman kız kardeşinin
en küçük kızı çok şanslıydı ve ailesinde hiç kimsenin, hatta
beceriksiz babasının bile sahip olduğuna dair en ufak bir işa
ret göstermediği bir teatral yeteneğe sahipti.
"Komplo şu, benim sevgili yeğenim," dedi Mrs Touchett,
sözlerini onun gibi hafif ve ince yapılı birinin becerebileceği
kadar üzerine basa basa söyleyerek, "Serena Merle gibi kur
naz ve tatlı dilli bir kadın ile kocan gibi kibirli ve övgü bu
dalası bir adamın kurmalarının beklenebileceği komplo. Sen
bu kadar saf mısın? Serena Merle'nin elinden neler gelebile
ceğine inanman için onun güzel göğsüne Mr Hawthorne'un
kızıl damgasının vurolduğunu görmen mi gerek?1 Hem
kendini bu konuda tek sanma, seninkinden başka daha bir
çok evliliği yıktı o."
"Onun arkadaşısın sanıyordum."
"Ona hayrandım, ha.la da hayranım, yine hayran olabili
rim İtalya'ya dönerse - ne var bunda? İnsan en yakın arka
daşlarını ahlaki durumlarına bakarak seçecek olsaydı aşırı
soyutlanmış bir hayatı olurdu. Şunu da söylemeliyim," diye
devam etti alnını kırıştırarak, eğer Roma'ya yerleşirse onu
fazla göremem, ki en iyisi de bu. Ama neden Roma?"
266
"İşte ona sunduğum havuç buydu," demekle yel in d i ı .,,,
bel.
Teyzesi Isabel'e iyice kuşkulanarak baktı. "Hayır," dl•d i
sonunda, başını iki yana sallayarak, "anlamıyorum. O değil
miydi Roma'dan hoşlanmadığını sık sık söyleyen?"
"O düşüncesi değişti."
"Öyle mi? Peki bunun ilacı neydi?"
"Ona harçlık vermeyi önerdim - rüşvet de diyebilirsin,
istersen."
Yaşlı hammda şaşkınlık belirtisi olmadı; şaşırtılabilir olma
ması ve böyle görünmesi, kendisini özellikle tatmin eden bir
niteliğiydi. "Rüşvet mi verdin? Ne amaçla, sorabilir miyim?"
"Roma' da oturmayı kabul etmesi için; senin de tahmin
ettiğin gibi, oradaki varlığı kocarnı sürekli azarlayacak, aşa
ğılık eylemlerini hep hatırlatacak."
"A, evet - kocanın kızıl damgası o olacak ve bunu herkes
görecek."
"Kimin görüp görmeyeceği urourumda değil, önemli
olan kocamın görmesi."
"Kocan için büyük bir ceza olacağından kuşkuluyum."
"Kendisini rahatsız eden şeyleri hayatından o kadar ko
layca çıkarabileceğini düşünmemeli," dedi Isabel, ciddi ve
ısrarcıydı. "Hem bu konunun senin bilmediğin yanları var,
kimsenin bilmediği yanları, bir tek... " Sustu; süslü püslü
Kontes Gemini'yi konuşmaya dahil etmek istemiyordu, sırf
adını anarak bile olsa. Masa örtüsüne baktı. "Biliyor musun,
acaba Pansy kocamla birlikte Bellosguardo'da mı?"
"Aksini duymadım. Neden soruyorsun?"
"Pansy'yi son gördüğümde kocam onu manastıra geri
gönderiyordu."
267
Mrs Touchett başını salladı. "Gerçek bir İtalyan baba
oldu, en ufak bahaneyle kızını kilit altına alıyor. Bu seferki
suçu neydi?"
"Kocamın onaylamadığı birine aşık olmuş."
"Mr Rosier'i mi söylüyorsun? Evet, kulağıma bir şeyler
çalınmıştı. O beyefendi amacına ulaşmak için aklına gelen
herkesi zorluyordu. Sanırım Serena Merle'ye bile gitti. Ma
sumlar için aracı olsun diye Herodes'in karısından ricada
bulunmakla aynı şey." Tek kaşını kaldırdı. "Pansy'nin senin
için önemi ne? Ona annelik etmene izin verilmedi, öyle değil
mi?"
" Mutsuz biri o, acı çeken biri," dedi Isabel, basit, kesin
tarzıyla.
Teyzesi sandalyesinde arkasına yasiandı ve düşüneeli
gözlerle yeğenine baktı, öyle uzun ve öyle dikkatli baktı ki
Isabel olduğu yerde kıpırdandı; hala kötü hissediyordu ken
dini, alnı ateş gibiydi.
"Sempati oklarını böyle etrafa savururken bazen hedefi
tutturamayacağın aklına hiç gelmiyor mu?" diye sordu Mrs
Touchett.
Tam o sırada bütün o sevimli, tombul görkemiyle !okan
ta sahibi geldi, kılıcını fırlatan bir samuray gibi ınönüleri
fırlattı önlerine. Isabel teyzesine, o tuhaf meydan okuması
nın ne anlama geldiğini sormak istiyordu -yürekten gelen
bir acıma duygusuna Pansy Osmond' dan daha fazla layık
olan biri var mıydı?- ama yaşlı hanımefendi kıskaçlı göz
lüğünü tekrar takmış ve kendini carta delle viva n de 'ye 1 öyle
bir vermişti ki sanki bir duvarın gerisine çekilmişti. Genç
kadın elini alev alev yanan alnına götürdü. Ne yiyeceğini
1 (İt.) Mönü. (ç.n.)
268
bilemiyordu, zaten yemek yeme düşünccsiıw bill' J.. ,ı t l .ı ı ı.ı
mayacak gibiydi, ınönüdeki sözcükleri b u l a n ı k görüyord u,
birer hiyeroglif kadar okunaksızdılar. Yerin a l t ı nd a n zorla
narak dışarı çıkan, toprağa bulanmış ürkütücü bir şey gibi
gençliğine dair bir anı geldi aklına, bu anı korkutucu bir
sıklıkla gelirdi aklına. Kendisi ve kız kardeşleri babalarıy
la birlikte o yıkım getiren, bol harcamalı seyahatlerinden
birindeydiler, babaları aklına estiğinde, içinden geldiğinde
yapardı bunu. İsviçre ya da Avusturya' daki şehirlerden bi
rinde, Luzern olabilir ya da Graz, hangisi olduğunu hatır
layamıyordu, süslü püslü bir saraya gitmişlerdi -kuleler,
flamalar, çam ağaçları-, akşam da şehrin dış mahallelerin
den geçerek kaldıkları pansiyona dönerken, kendi bindik
lerinden daha ufak ve parlak koyu siyah rengiyle neredeyse
gözü rahatsız eden bir araba -gergin siyah kubbemsi tepe
siyle o araba kocaman bir böceği andırıyordu- görünüşe
bakılırsa bir yan sokaktan çıkıp hızla onlara yaklaştı. Kendi
arabalarının atları deli gibi ürktüler, bir an sanki babaları,
kızlar ve sürücü hepsi birden yola devrilecek gibi oldular.
Öteki araba hiç yavaşlamadı, yaylanarak yanlarından bü
yük bir hızla geçti. Hızlı gitmelerine ve o anın karmaşası
na rağmen Isabel'in gözü bir an sürücüye ilişti, onu bütü
nüyle ve adeta tam bir sessizlik içinde gördü - sanki Isabel
adamı olabildiğince net görebilsin diye zaman bir an için
durmuştu, bu manzara onun gencecik bilincine bir daha
silinmernek üzere işledi. Adam ufak tefekti, sırtında siyah
bir ceket, boynunda eski moda kolalı beyaz bir boyunbağı
vardı. Adam gözünün önünde bu kadar capcanlı durmuş
olsa da Isabel onun yaşını tahmin edememişti: Vaktinden
önce yaşlanmış orta yaşlı biri de olabilirdi, bir genç, yaşlan-
269
mış, kartıaşmış bir oğlan da olabilirdi; avurtları göçmüştü,
benzi solgun ve sararmıştı; geniş, solgun alnından geriye
taranmış saçları saman sapiarına benziyordu. Isabel'i asıl
etkileyen, içine korku salan, adamın ıslak kömürler gibi
ışıldayan, kötücül bir sevinçle parlarmış gibi görünen göz
leriydi. Alt dişlerinin tamamı açıktaydı - Isabel o dişierin
oturduğu çene kemiğini gördüğünü düşündü; gerçekten
de sanki adamın yüzünün alt tarafındaki eti tamamıyla
geri çekilmiş ve çenesinin iskeletini ortaya çıkarmıştı, bu
iskelet mürekkepbalığı kemiği kadar kuru ve oyuk oyuk
görünüyordu.
Bu karşılaşma olsa olsa bir-iki dakika sürmüştü, sonra o
böceğe benzeyen araba yoluna devam etmiş, babası o iblis
sürücüye sövüp saymış, kendi atlarıysa yelelerini savurup
kişnemişler, gözlerinin akını göstermişlerdi. Isabel o yaratı
ğın harap yüzünü bir tek kendisine gösterdiğine, arabadaki
lerin onu hiç görmediklerine emindi, yalnızca ceketini, bo
yunbağını, uzun, siyah, ince kamçıyı sallayan küçük beyaz
elini görmüş olabilirlerdi. Ama kendisi görmüştü onu, evet,
görmüştü ve unutmamıştı, asla da unutmayacaktı. Adam
neden bir tek ona görünmüştü? Kardeşlerinde bulunmayan
ne görmüştü Isabel' de ve ona hangi ürkütücü mesajı vermek
istemişti? Sanki Isabel altındaki karanlığı, orada hep var
olan karanlığı ve dışarıya sürünerek çıkıp Isabel' e yapışma
yı bekleyen, o ne kadar umursamaz davransa da korunama
yacağı karanlık şeyleri görebilsin diye dünyanın dokuması
bir ucundan kaldırılmıştı.
Ismarladığı çorbayı getirmişlerdi ama tadına bakacak du
rumda bile değildi. Teyzesi ona bakıp kendini kötü hissedip
hissetmediğini sordu; Isabel sadece tren yolculuğunun yor-
270
gunluğu deyince de, aksini iddia etse de iştahı her za m a n
271
virdi, alnını kırıştırdı, anlatacağı şeyi aklından geçiriyormuş
gibi hafifçe dudaklarını kıpırdattı. "Bir zamanlar kendimi
senin şimdi içinde bulunduğun gibi bir durumda bulmuş
tum - en azından benzer olduğunu sanıyorum, tabii eğer
bugün söylediklerini ve söylemediğİn pek çok şeyi yanlış
yorumlamadıysam."
272
XXV
273
gibi tarihöncesi bir tür olarak gördüğü yaşlıların, deneyim
açısından, içinde bulunulan günlerin hayhuyundan ve olay
lar dizisinden tatlılıkla koparılmış olduğu düşünülür, ama
gençlik yıllarındaki, hatırlanamayacak kadar uzakta kalmış
hayatları şimdi göründüğü kadar yavaş, serinkanlı ve olay
sız geçiyordu mutlaka; ilkgençlikten huzurlu bir yaşlılığa
içlerinde en ufak bir rahatsızlık ya da değişiklik duymadan
geçince, yaş haddinden emekli edilmiş masumlar, zararsız,
etkisiz, kadim bakireler olarak varlıklarını sürdürürler. İşte
Isabel bu yüzden teyzesinin anlattığı o eski yılların ihanet,
tutku ve ıstırap hikayesini derin bir şaşkınlıkla dinledi.
Genç kadın İngiltere'ye ilk geldiği yazı ve Gardencourt'un
uzun, pırıl pırıl çİmenlerinde geçirdiği sakin öğle sonralarını
hatırladı, yaşlı ve ne yazık ki sonradan aniayacakları üzere
ölmekte olan Daniel eniştesi de, yani Mrs Touchett'in ko
cası da yanında otururdu. Dikkat çekecek kadar yumuşak,
uzun süren bir yazdı, yaşlı adam gururlanmıyormuş gibi
yaptığı o büyük ve vakur evin karşısında, çimenlerin üze
rindeki sallanan hasır koltukta havanın sıcaklığına rağmen
dizlerinin üzerinde bir battaniyeyle oturmaya bayılıyordu,
eve uğrayan konuklarla sakince sohbet ediyor ya da kendi
düşüncelerine ve anılarına dalıyordu. En başından hoşlan
mıştı Isabel' den, ikisi sık sık rahat ve samimi konuşmalar
yaparken görülüyorlardı, yaşlı adam elinde kendi özel kul
lanımına ayrılmış kocaman, rengarenk bir çay fincanı tutu
yordu, kız da onun dizinin dibinde çimenlere örtüsünü sere
rek oturuyordu. Neler konuştuklarını pek hatırlayamıyordu
ama birlikte geçirdikleri saatler Isabel'in üzerinde, kendisi
ne derin bir kaynaktan verilen bilgilerin sevgiyle, keyifle ve
sevecen bir çekingenlikle sunulduğu izieniınİ bırakrnıştı. Bu
274
adamla, uzun zaman önce yaptıklarını teyzesinin şimdi ken
disine anlattığı ve genç kadının neredeyse hiç anlayamadığı
adam aynı olabilir miydi?
"O sıralarda henüz banker değildi, ama Manhattan' daki
bir muhasebe şirketinde küçük ortaktı," diyordu Mrs Touc
hett, hiç değişmeyen az sözcüklü, ölçülü tavrıyla. "Benim ev
lenirken getirdiğim ve demiryollarına yaptığı yatırım nede
niyle başarısının doruğundayken genç yaşta ölen babamdan
kalan para olmasaydı bu kadar rahat bir hayat süremezdik.
Evleneli çok olmamıştı -Ralph henüz bebekti- ve sanırım
ben genç evli kadınların kapıldığı rehavete kapılmıştım,
bu bakımdan suçluydum." Bardağındaki suyu içmek için
konuşmasına ara verdi; şimdi önündeki tabakta ravioli del
plin vardı, oysa Isabel çarbasından ancak üç-dört kaşık ala
biimiştİ - kaygılanıp itiraz eden padrone'yi iki kez masanın
yanından uzaklaştırması gerekmişti, adam hala tepelerin
de dikiliyordu, dudaklarını büzüyor, kocaman kel kafasını
üzüntüyle iki yana sallıyordu. Ama kendini bu kadar sıcak
ve ateşi çıkmış hissederken, teyzesinin serinkanlılıkla önüne
serdiği hikayenin şaşırtıcı ayrıntılarını sersemleyerek, inan
mayarak dinlerken nasıl ağzına bir şey koyabiiirdi ki? "Söz
konusu kadın ondan birkaç yaş büyüktü," diye devam etti
teyzesi, tabağındaki makarnanın küçük parçalarına çatalını
ustalıkla batırırken. "Şirketindeki diğer ortaklardan birinin
karısıydı. Davetlerde ara sıra görürdük onları, onu ve ah
mak kocasını. Dediğim gibi gençtim ve sağlıksız bir bebek
le çok ilgileniyordum, ama kocası olacak o adam, burnunun
dibinde neler döndüğünü bilecek kadar olgun ve görmüş
geçirmiş olmalıydı. Ama belki onun da ilgilenmesi gereken
kendi özel işleri vardı - o günlerde New York, bugün hala
275
bizim ülkemizin uzak batısının olduğunu söyledikleri kadar
vahşi ve yasadışı bir yerdi. Her neyse, ben farkına varana
kadar o mesele bayağı uzun zamandır sürüyormuş. Belki de
hiç öğrenmemeliydim, kendiliğinden bitebilirdi, genellikle
öyle olur ya -bence bir hayraniıktı sadece, bir amoıır fou1-
ama ortada bir çocuk vardı. Evet, bir oğlan. Onu hiç görme
dim elbette ama sonunda Daniel'in bana itirafta bulunma
sının nedeni o oldu." Sustu, çatalı havada, iyice öne eğilip
yeğeninin gözlerinin içine baktı. "Rahatsız olmadığına emin
misin?" diye sordu. "Çok garip görünüyorsun."
"Yok bir şey," dedi Isabel, ama sesi zayıf ve güçsüz çık
mıştı. "Sanırım biraz ateşim yükseldi, o kadar."
Mrs Touchett omuzlarını silkti, kendisinin dışında birinin
sağlığı söz konusu olduğunda yaptığı gibi kaşlarını hafifçe,
önemsemeyerek kaldırdı. Makamasını bitirmişti, şimdi de
üç parmağıyla tuttuğu bir ekmek parçasıyla tabağında ka
lan yağı sıyırıyordu. Isabel onu yarı aralık gözlerle, egzotik
ve gizemli bir dini tören görüreesine büyülenmiş gibi sey
retti. "Buna scarpetta, diyorlar, yani terlik," dedi teyzesi yağa
batırdığı ekmek parçasını göstererek. "Biliyor muydun? Ye
mekle ilgili o kadar tuhaf ve anlamlı kelimeleri var ki."
"Oğlan," diye söze girişti Isabel, hiç zorlanmadan konu
yu sürdürerek, "ona ne oldu?" Gözleri yarı kapalı gözka
paklarının altında yanmaya başlamıştı.
"A, Daniel onu yanına alıp kendisi yetiştirmek istedi. Er
kek evlat diye deli oluyordu, Ralph'ın da uzun yaşamaya
cağı belliydi. Erkeklerin nasıl olduğunu bilirsin, soyadları
nın devam etmesini filan isterler ya. Kibir, kibir ve saçmalık,
kendilerinin ölümsüz olduğunu düşünmeleri için giriştikle
ı (Fr.) Çılgın aşk. (ç.n.)
276
ri bir numara. Ben de elbette kabul etmedim çocuğu - ne
biçim fikir! Annesi o zavallıyı bir yetimhaneye verdi, sonra
da mutsuz kocasıyla birlikte Manitoba'ya gitti. Manitoba! O
kadın gibi bir yaratık için bu kadar ceza yeter sanırım."
Tabağını kenara itti, şişman garsonu çağırdı, bir tazza di
cioccolata1 ve, sonradan aklına gelmiş gibi, bir tabak da çe
şitli biscotti2 ısmarladı. Adam eğilip selam verdi, sırıttı ve
çekildi, bir yandan da yalakalığa kaçan hizmet anlayışıyla
parmaklarını önünde gülünç bir şekilde kıvırıp duruyordu.
Heyecanlı gözlerine her şeyin hafifçe fantastik bir görünüm
le yansıdığı Isabel onu şaşkınlıkla ama anlayamadan seyre
diyordu. Bolca pudralı ve siyahlığı kuşkulu seyrek saçları
geniş kafasının tepesinin bir yanından öbür yanına atlamış
gibiydi, sonra sol taraftaki, epeyce yukarıdaki bir noktada,
kusursuz bir bukle halinde alnına yapışmıştı.
"Ama öyleyse," dedi Isabel, gözlerini yeniden teyzesine
çevirerek, "öyleyse Ral ph' ın bir üvey kardeşi var, büyük ola
sılıkla da hayattadır ve herhangi bir yerde yaşıyordur."
Teyzesi yine kaldırdı kaşlarını, bu sefer şaşkınlıkla, ha
fifçe tedirgin olmuş görünüyordu. "Kesinlikle o açıdan dü
şünmedim bunu," dedi. "Şimdi düşününce de bu fikir hiç
hoşuma gitmedi." Çikolatasıyla bisküvileri geldi ve abartı
lı hareketlerle önüne konuldu, ama o onlara bakınadı bile.
Gözleri yeğenindeydi. "Sana bu sefil ve rezil hikayeyi neden
anlattığıını merak etmiyor musun?"
"Korkarım ki nedenini biliyorum," diye yanıtladı onu
Isabel, çektiği acının bastırdığı küçük, cılız bir sesle. Hiç
değilse onlar Pansy'yi bir manastıra koymakla yetinmişler,
277
diye düşündü, biraz da acıyarak - onlar dediği tabii ki kızın
babasıyla gizli annesiydi.
"ihtiyatlı olmalısın, dikkatli davranmalısın," dedi Mrs
Touchett. "Senin yaşında, senin bulunduğun koşullarda,
ağır bir hata yapman çok kolaydır."
"Yine de Pansy... " diye başladı Isabel, titreyen, yalvaran
bir sesle, ama karşısında oturan yaşlı hanımefendi, çİkola
tasını karıştırdığı kaşığı hemen havaya kaldırdı ve yeğenini
susturmak için onun suratma doğru salladı.
"Lütfen, kocanın kızı hakkında hiçbir şey duymak iste
miyorum - kocanla ilgili hiçbir konuda hiçbir şey duymak
istemiyorum. Serena Merle gibi, kendini pek saygıdeğer
gösterme çabalarına ve benim de ona böyleymiş gibi dav
ranınama rağmen artık anladığım üzere, hiç önemi olmayan
birileri hakkında gevezelik etmek bir şeydir, ama işin içine
çocuğun girmesi bambaşka bir şeydir."
"Ama teyzeciğim," diye atıldı Isabel, "akıl danışacağım
kimsem yok ki benim!"
"O zaman şanslısın demektir," diye yanıt verdi teyzesi, aa
masızca, yeğeninin karşısında taştan bir sfenks gibi duruyor
du. "Arabozuculuğun bir başka adıdır akıl vermek, kim akıl
danışırsa sonuçlanna katlanmak zorundadır. İnsana nasıl yaşa
yacağı söylenemez, kızım - kimse de böyle bir şey istememeli."
"Yine de," dedi Isabel, dudaklarında kararsız ve hüzün
lü bir gülümseme dolaştı, "yıllar önce, gencecik bir kızken
bana yeğlediğim yolun ve kocam olarak seçtiğim adamın
yanlış olduğunu, sen dahil, söyleyeniere kulak verseydim
daha iyi olmaz mıydı?"
"Kelimeleri birbirine karıştırıyorsun, ifadelerini yanlış
kullanıyorsun. Uyarınakla akıl vermek aynı şey değildir.
278
Sana layık olmadığını bildiğim biri konusunda uyardım
ben seni - tabii senin çok daha fazlasına layık olduğunu
düşündüğümden değil. Bir kez uyardım seni, sonra da ka
rışmadım. Şu anda kafandan geçtiğini sandığım şeyler ko
nusunda sana söyleyecek bir sözüm yok." Sustu, yüzü yine
ifadesizdi. "Serena Merle'yi tehdit ettiğini söyledin; bunu
söylediğine göre, bunun nasıl bir tehdit olduğunu sorabili
rim sanırım. Yanıt vermeden önce, hatırlatayım ki o kolayca
korkutulabilecek bir hanım değildir."
Isabel yine gözlerini sofra örtüsündeki bir noktaya dik
mişti, tekrar konuşmaya başlayacak kadar kendisini topar
laması birkaç dakika sürdü. "Ona, istersem yurtdışında,
toplum içinde ortaya dökebileceğim şeyler olduğunu ha
tırlattım, hatta güvenli bir sığınak bulabileceğine inandığı
Amerika' da bile... "
"Hiç para ödemeden yatacak ve yiyecek bulabileceğine
inandığı yerde demek istiyorsun," diye onun sözünü sertçe
kesti yaşlı hanım.
" ...benim ağzımı açacağım, ya da başkalarının benim ye
rime ağızlarını açacakları yerlerde ... "
" Voila, 1 tam bir Kontes!"
" . . .adı ve alışkın olduğu, tadını çıkardığı genel kabul an
cak böyle korunabilirdi."
Daha fazla açıklama bekleyen, ama gelmeyeceğini anla
yan Mrs Touchett içini çekip başını salladı, sıska omuzlarını
sarkıttı. "Sevgili genç hanım," dedi, "aklında ne var? Serena
Merle'yi dedikoduların odağı olmak ürkütür mü sanıyor
sun? Onun hakkında defalarca söylenınemiş bir şey kaldı
mı senin söyleyebileceğin?"
1 (Fr.) İşte. (ç.n.)
279
Başını neredeyse sertçe kaldıran Isabel, okul bahçesinde
tahammül sınırları zorlanan, o ana kadar sesini çıkarmayan
bir genç kıza benziyordu. "Pansy Osrnond'un annesi o!"
diye bağırdı, ve sanki az önce söylediğinin farklı bir biçimi
değilmiş de onun uzantısıyrnış gibi, "Pansy onun kızı! " diye
ekledi.
Bu açıklamanın müthiş etkili olacağını düşündüyse, ki
mutlaka düşünrnüştü, tam tersi oldu, iyice afalladı, hiçbir
etki yaratrnadığını görüp şaşırdı, sonuçta Mrs Touchett ona
acıyarak baktı.
"Ve Marnie Winthrop," dedi yaşlı kadın, "oğlumun
üvey kardeşi olduğunu söylediğin çocuğun annesiydi, o
kadın Manitoba'ya gitti, bildiğim kadarıyla bütün hayatını
kendisiyle ve o beyinsiz kocasıyla barışık olarak geçirdi."
Sustu, çikolata fincanına baktı, o da yeğeni gibi üzücü bir
şey söyleyeceğe benziyordu. "Söylesene," dedi, "Serena
Merle'nin ahbaplarından kaçı -onun arkadaşı olduğundan
kuşkuluyurn- kaçı sence onun, kocasının rnetresi ve ço
cuğunun annesi olduğunu duyunca dehşete düşer ya da
şaşırır? Dünya, bizim dünyamız insanlardan, canı ne isti
yorsa onu alır -arkadaşlık, eğlence, oyalanma- ve gerisi
ni hiç umursamaz. Sen Serena Merle'yi arkadaşın ve akıl
hocan sandın, yolculuklara giderken yanına alıp dünyanın
yarısında dolaştırdın - eminim bütün masraflarını da kar
şılarnışsındır. Onca zaman ve onca yol boyunca onun mü
kemmel bir ustalıkla herkese sunduğu görünürnden daha
az gösterişli bir yanının senin gözüne bir kez bile çarprna
dığına inanınarnı mı bekliyorsun?"
"Onu neden göründüğü gibi kabul etrnerneliydirn?" diye
yakarırcasına sordu genç kadın, sinirinden ve kederinden
280
elindeki peçeteyi büküp duruyordu. "Herkes ona övgüler
düzüyordu, onun harika olduğunu söylüyordu. Ralph bile
bir keresinde ona aşık olduğunu söylemişti..." Bu noktada
Mrs Touchett'in ağzından alaycı bir "Ha!" sesi çıktı. "Sen de
dünyada onun bilmediği ve yapamayacağı hiçbir şey olma
dığını söyledin."
"Haklı değil miydim? Ne yazık ki sen de onun elinden
gelmeyecek hiçbir şey olmadığını keşfetmedin mi?"
"Ama sen o anlamda söylememiştin!" dedi kız usulca -
çünkü bu konuşmaları sırasında o evli kadın gidip yerine
küçücük, savunmasız, çaresiz ve yalnız biri gelmişti. "Beni
uyarmak için söylememiştin."
"O sıralarda senin uyarıya ihtiyacın olduğunu bilmiyor
dum. Sana bir süre önce, Osmond'un çıkarcı gözünde senin
bir kıvılcım haline geldiğini görebildiğiınİ söylediğim sıra
da, senin şu Madame Merle'n, o kıvılcımın bir yangına dö
nüşmesine dair en ufak bir tehlike olursa o yangını bizzat
kendisinin söndürmeyi görev kabul edeceğini söyleyip ikna
etti beni."
Isabel hemen atladı bu sözün üzerine. "Ve sen de ona
inandın!" diye neredeyse bir sevinç çığlığı attı. "Sen de be
nim gibi kolayca kandın ona!"
"Ben asla kolayca kanmam!" diye büyüktenerek konuştu
Mrs Touchett. "Ve bu olayda benim kandırılmış olmam, hem
de önceden tasarlanarak, o kadının ne kadar becerikli oldu
ğunun kanıtıdır yalnızca ... "
"Yalancılık konusunda mı?"
"Meseleleri kendi çıkarına ve çevresinde bulunanlar
arasında kayırmak istediği kişilerin çıkarına göre ayarla
ma konusunda!" Sustu, birkaç dakika sessiz kaldı, masada
281
karşısında acılar içinde oturan insanı istifini hiç bozmadan
düşündü. "Tekrarlıyorum, o kadının senden yararlandığı
nı söylemiştin. Benim ne yanıt verdiğimi hatırlıyor musun?
Onun hep böyle yaptığını söylemiştim - herkesten şu ya da
bu şekilde yararlanır."
Masada kalan tabaklar kaldırılmıştı -Isabel'in neredeyse
elini sürmediği, yüzeyinde donuk yağlar yüzen çorbası söz
süz bir sitem eşliğinde hızla alınıp götürülmüştü-, şimdi de
Mrs Touchett hesabı istiyordu. Hesabı beklerken iki kadın,
küçük öğle yemeği oyunu sona erdiğinde ve bomboş bir
öğle sonrası önlerinde uzandığında insanların çoğu zaman
yaptığı gibi dalgın bakışlada alçak tavanlı kahverengi salo
nu gözden geçirdiler. Sonra Isabel oturduğu yerde kımılda
nıp, "Ama eğer bir skandaldan çekinmiyorsa, eğer benden
çekinmiyorsa, o zaman geri gelmesi için onu ikna etmeme
neden izin verdi?" diye sordu.
Teyzesi ona tekrar hem acıyan hem küçümseyen gözlerle
baktı. "Bence ikna edilmeye pek ihtiyacı yoktu. Ona ne teklif
ettiğini düşünsene."
"Yani?"
"Roma'yı demek istiyorum! Artık oradan nefret edermiş
gibi yapmadığını söylüyorsun bana, zaten ben bu iddiasına
hiç inanmamıştım, çünkü önemli bir imada bulunurken -
ona para vereceğiınİ umardı hep- takındığı o açıkça istekli
tavrıyla sık sık, bizim zavallı, gelişmemiş Toskana'mızda
çürümektense imkanı olsa ' gerçek' bir şehirde yaşamayı
yeğlediğini söylerdi. Senin eli açıklığın sayesinde şimdi
kavuşacak buna." Hesabı küçük seramik bir tabakta getir
diler, yaşlı hanım öne eğilip onu gözlüğünün yardımıyla
inceledi. "Görüyorsun ki, sevgili Isabel," diye mırıldandı,
282
hala gözlerini kaldırmadan ve hala içinden dikkatle hesap
yaparken, "o kendini sefil bir tutukluluğa mahkum sanır
ken sen neredeyse azat etmiş oldun onu."
283
XXVI
284
sanki büyük bir önemleri varmış gibi canını yakarak üzerine
biniyordu, örneğin nemli ve pis kokulu yatak çarşaflarından
birindeki kopmuş iplik; bir şamdanın tabağında duran kul
lanılmış bir kibritin siyah, çukurlaşmış tepesi; kabarık yaslı
ğına tırmanan ve görünüşe bakılırsa durup ön bacaklarıyla
yüzünü sıkı sıkı ovuşturarak silen bir sinek. Sol tarafındaki
iki yüksek pencereden bakınca karmakarışık terakota damlar
ve kilise mi katedral mi olduğuna karar veremediği bir yerin
çan kulesi görünüyordu; öğle saatlerinde camdan giren güneş
ışığı yüzünden kendini Dante'nin cehennemindeki lanetlen
miş ruhlardan biri gibi hissediyor, cılız sesiyle Staines'i çağı
rıyor, perdeleri kapamasını ve kendisini mutluluk veren bir
alacakaranlığa gömmesini istiyordu. Şehrin gürültüleri kula
ğına uzaklardaki bir arı kovanının vızıltıları gibi geliyordu,
ama başka zamanlarda duyar gibi olduğu şey, bir melekler
korosunun karmakarışık sesleriydi, öyle olduğunda kendini
usulca yukarıya, ışıltılı mavilerin ve pırıltılı altın renginin hü
küm sürdüğü bir semaya taşınmış hissediyordu - bir kere
sinde, kendine gelince rahatsız edici bir canlılıkta hatırladığı
üzere, katedralin yukarılarında, Brunelleschi'nin muhteşem
kubbesinin altında, boşlukta süzülürken görmüştü kendini,
şakaklarındaki dağınık saç telleri ara sıra gelen küçük esinti
lerle uçuşuyordu.
Teyzesi hastanın odasına gelmiyordu elbette, ama Staines
alt katla ilgili haberleri sürekli üst kata taşıyordu. Görünüşe
bakılırsa hizmetçisiyle Mrs Touchett arasında karşılıklı, güç
lü bir saygı ilişkisi kurulmuştu, bu da Isabel'i hem şaşırtmış
hem de çok ilgisini çekmişti, sabahları sık sık evin hanımı
kahvaltıdan sonra masadan kalkm ıyor, piano nobile'nin1 uza
ı (İt.) Ana kat. Genellikle Klasik Rönesans mimarisinin tarzlarından birinde
285
ğında, ofis olarak kullandığı hücresine çekilmeden önce iki
kadın yarım saat kadar konuşuyorlardı. Isabel onların ne
konuştuğunu merak ediyordu -ne hakkında konuşabilir
lerdi ki- ama sorduğunda Staines kışkırtıcı bir belirsizlikle
yanıthyordu onu, hatta bazen, iki özgür insan arasındaki ne
de olsa özel sayılan konuşmalara hanımının bumunu sok
ma çabalarında şehvetli bir arzu görür gibi olduğunu da
ima eder görünüyordu. Hizmetçi, Palazzo Crescentini' de
belli ölçüde özgürlük kullanma hakkını kendinde görmüştü
ki başka hiçbir yerde böyle bir şey talep etmeyi hayal bile
edemezdi, ne İ talya' da ne de Fransa'da, hele kendi memle
ketinde asla. Böylece sabahları baş başa yapılan bu sohbetle
rin sırrı açığa çıkmadı, Isabel de onları hayatın çözülemeyen
bulmacalarının gitgide uzayan listesine ekledi.
Bir gün öğleden sonra, Isabel'in iyileşmeye başladığı,
ateşinin epeyce düştüğü bir gün, pek keyifli görünen hiz
metçisi hanımının yatağına beyaz, dikdörtgen bir kart ge
tirdi, kartın üzerinde ufak harflerle Myles Devenish diye
bir isim yazılıydı, bir muhabirin adı, onun altında da, daha
da ufak harflerle London Clarion. Bu derginin adını kadınla
rın ikisi de hiç duymamıştı. Baloda, dans kartının üzerinde
gördükleri büyüleyici, yabancı bir ada şaşkınlıkla bakan iki
genç kıza benziyorlardı. Mr Devenish'in kendisi hakkında
ya da neden onunla görüşmek istediği hakkında ipucu verip
vermediğini sordu IsabeL Vermedi, dedi hizmetçi, yalnızca
hizmetçinin de hanımının da bildiği bir adı vermişti, ki o ad
Miss Florence Janeway'di, birkaç hafta önce, güneşli bir öğle
sonrasında epeyce uzaktaki Fulham' da, Isabel'in zor buldu-
inşa edilmiş büyük bir evin ana katıdır. Bu katta evin kabul salonu ve yatak
odaları bulunmaktadır. (ç.n.)
286
ğu evde unutulmaz, hatta akıldan çıkmaz, yeşillikli bir öğle
yemeği yediği hanım. Ama o yakışıklı genç adam -Staines'in
halindeki kuşku uyandırıcı canlanma, genç adamın yakışıklı
olduğuna işaret ediyordu- Isabel'in yerini nasıl öğrenmişti?
Hizmetçinin söylediğine göre genç adam Miss Janeway'den
başka bir de Isabel'in arkadaşı Henrietta Stackpole' dan söz
etmişti, Isabel Floransa' da ani bir dürtüyle mola verme
ye karar verdiği gün oradaki telgrafhaneden arkadaşına
telgraf çekerek seyahatine ara verdiğini, bir süre Palazzo
Crescentini'ye sığınacağım bildirdiğini hatırladı. Isabel kartı
elinde evirip çevirdi, ama arkasında bir not yoktu, bomboş
tu. "Nerede kaldığını yazmamış," diye mırıldandı. O ko
caman, yüksek tavanlı yatakta bir öbek yastığa dayanarak
yatan hanımı ile onun omzunun üstünden eğilen hizmetçi
-dikkatli bir gözlemci, onların Metsu ya da ulu Vermeer'in
resimlerinden birini nasıl da garip bir şekilde andırdıklarını
fark edebilirdi- Mr Devenish'in açıklayıcı olmayan kartının
küçük ama yine de etkileyici değil denemeyecek olayı üze
rinde sessizce düşünmeye devam ettiler. Belki yine uğrar,
diyecek oldu Isabel, ama hizmetçisi başını iki yana salladı.
"Bu akşam yataklıyla Paris'e gideceğini söyledi efendim,
Londra'ya dönüyormuş."
"A, o zaman sadece bir nezaket ziyaretiymiş demek ki,"
dedi Isabel, "Miss Janeway istedi diye uğramıştır." Kartı ya
tağının yanındaki komodinde duran şamdana dayadı; hala
muammasını korumasına rağmen Isabel belirsiz ama ısrarcı
kuşkular d uyarak sık sık göz attı ona.
O gece, uzun zamandır olmadığı kadar sakin ve deliksiz
uyudu, sabah geç bir saatte uyandığında kendini tertemiz ve
tazelenmiş hissetti, sanki yapışkan bir sıvıdan çıkarılıp serin
287
havaya, berrak, tertemiz ışığa doğru kaldırılmıştı - şimdi ge
çirdiği gibi ufak bir hastalığın onun için hastalık değil de kılık
değiştirmiş bir tedavi, bir arınma ve temizlenme ve yeniden
diriliş sayılacağı kadar gençti henüz. Gözlerini açtığı anda,
başının içinde buyurgan bir ses konuşmuş gibi, bu günün
kendini ortaya koyacağı gün olduğunu söyledi, korkusuz bir
dağcı gibi Bellosguardo tepesine tırmanacak, kocasıyla yüz
leşecekti. Yüzleşrnek Bu söz duraksattı onu. Gilbert Osmond
yüzleşmeye razı olacak biri değildi; aile içi tartışmalar gibi
tatsız bir şeye tenezzül etmezdi, suçlama ve karşı suçlamanın
yer aldığı kendini savunan, katı yürekli kocayla acımasız cadı
karısı arasındaki sıkıcı 'tenis oyunu'ndan -Isabel onun bu du
rumu böyle tarif ettiğini duymuştu- nefret ederdi. Evlilikleri,
kibar ama vahşi bir tavırla birbirlerinin etrafından sinsice do
lanarak yürüttükleri bir hale gelmişti, Osmond hep bir panter
gibi emin ve yumuşak adımlarla yürürdü, Isabel ise direğe
iple bağlanmış bir keçi gibiydi. Artık ipten kurtulduğuna göre
kendini kocasının dalgalı girişimleri karşısında nasıl savuna
caktı? Doğrudan harekete geçerek galip gelemezdi: Kocası ani
dönüşlerde, şaşırtıcı çalımlarda, kusursuzca uygulanan ku
şatma harekatlarında ustaydı. Eğer zırhının cilasında bir leke
varsa o da sürpriziere uyum sağlamaktaki yavaşlığıydı; bek
lenmeyen üzerine gelmeden önce ayağının altındaki zemini
yitirebilir, kendini yıkımın eşiğinde bulabilirdi, ancak hemen
kendini toparlar, gücüne yeniden kavuşurdu; bu noktada Isa
bel, pişmanlıkla ve eğlenerek, askeri eğretilemelere başvur
maktan vazgeçti; eğer bir savaşa girecekse artık işini bitirip
tüfeğini sırtlanması gerekmiyor muydu?
Yarım saat kadar sonra, yaptığı banyonun ardından ken
dini epeyce yenilenmiş hissederek ve en ince, en narin cam-
288
dan yapılma bir tekne gibi görerek dolambaç gibi uzayan
yankılı merdivenlerden indi, ıssız koridorlardan geçti -bu
palazzo, lsabel' de hep az önce, büyük bir acele ve telaş için
de terk edilmiş duygusu uyandırırdı-, aşağıya indi ve biraz
aradıktan sonra teyzesini güneşli terasta kahvaltı masasında
buldu; terasın ön tarafında, alçak mermer bir korkuloğun
ötesinde, büyük bir görkemle ve yer yer gizli, saydam gölge
lerin görüldüğü bahçe açılıyordu. Yaşlı kadın Isabel'e bir an
baktı, sanki gerçekten korkmuş gibi ürperip olduğu yerde
büzüldü. Mrs Touchett hayatta, tabii ondan ayrılmak dışın
da, hiçbir şeyden korkmazdı, en basit bir hastalığa yakalan
mış insanları bile kendi sonunu getirebilecek ve ikna ede
rneden kılık değiştirmiş kişiler olarak görürdü, Isabel'i de
sofraya ancak nezaket gereği -ölüme ne kadar yazıklanusa
nezakete de o kadar değer verirdi- davet etti. Isabel taş kor
kuloğun önüne, garip bir şekilde rahatsız demir bir iskem
Ieye oturdu -teyzesinin, evindeki oturulabilecek, sırt yasla
nabilecek ya da üzerinde uyunabilecek mobilyaları sadece
bir münzevinin rahat bulabilecek olmasından gururlandığı
aklına sık sık geliyordu-, yalnızca bir fincan çay içip ince bir
dilim kızarmış, yağsız ekmek yiyeceğini söyledi, bir kedi
yavrusu kadar güçsüz hissediyordu kendini. Mrs Touchett,
iyice iyileştiğine emin olana kadar yeğeninin belki de oda
sında kalmasının daha iyi olacağına dair bir şeyler geveledi
ağzında. "A, tamamıyla iyileştim, gerçekten," diye ısrar etti
lsa bel. "Ateşim düştü, halsizliği m biraz sürüyorsa, yatakta
gerçekten çok uzun süre kalmış olmamdandır." Yaşlı hanımı
ara sıra kızdırmaktan hoşlandığı için de ekledi: "Kocaman
haşarı bir kız çocuğuna benzemiyor muyum, Lydia teyzeci
ğim ?" Bu şakaya yanıt vermedi Mrs Touchett, Isa bel' e çayını
289
ve kızarmış ekmeğini getirdiler, o da bitirdi bunları, sonra
iki kadın bir süre bahçenin sabah tazeliğini yaşayan hava
sında oturdular. Isabel bir nakil aracı olup olmadığını sordu
-tek atlı bir araba ya da kiralık araba da olabilirdi- çünkü
şehrin kapılarının biraz dışına çıkacaktı.
Mrs Touchett ona yine hızla, sert bakışlarından birini yö
neltti. "Demek Bellosguardo'ya gidiyorsun," dedi.
Isabel gülümsedi. "Evet, teyze, Bellosguardo'ya gidece
ğim. Zamanı gelmişti."
Yaşlı hanımefendi onu sessizce süzdü, gözlerinde eğlenir
gibi, ya da kötücül, ya da her ikisinin birleşimi bir ışıltı var
dı. "Kaygılanmıyor musun?"
"Tam tersine, son derece kaygılıyım," diye yanıtladı onu
Isabel, her zamanki gibi en basit ve en dolaysız ifade tarzıy
la. "Beni bekleyen karşıtaşmaya silahlarıının uygun olma
masından korkuyorum; menzilleri kısa."
Yaşlı hanım gülümser gibi oldu. "O zaman," dedi, "Spar
talı annenin, kılıcının kısalığından yakınan oğluna söylediği
şeyi aklında tut: 'Daha fazla yaklaş."'
"Ama teyzeciğim," diye karşılık verdi Isabel neşeyle, "bu
benim kulağıma akıl verme gibi geldi, senin asla yapmam
dediğin türden hani."
290
X XV I I
291
birinin gözüne, tıpkı İ talya'nın bu sakin görkeminin ken
di gözlerine göründüğü kadar huzurlu ve bütün dünyayla
uyumlu görünüyordur diye düşündü.
Araba evin penceresiz arka girişinde durdu, oradan bir
avluyla küçük bir meydana çıkılıyordu. Kahya Giancarlo
yılların kararttığı büyük ahşap kapıyı Isabel girsin diye açtı,
bu kapı o kadar genişti ki Mrs Touchett'in iki atlı arabası yan
yana geçip doğruca Mr Gilbert Osmond'un eski günlerde
ana meskeni, daha doğrusu tek meskeni olan evin salonu
na girebilirlerdi. Yaşlı kahya önce tanımadı Isabel'i, Kontes
Gemini'nin yakın zamandaki ziyareti aklını karıştırmıştı,
sonra ağzının içinde abartılı bir şeyler ınırıldanmaya başla
dı, Isabel' e signora baronessa1 diye hitap etti, ona içtenlikle hoş
geldin dediğini göstermek için ellerini yumruk yapıp sessiz
ce göğsünün önünde birbirine vurdu. Signor barone'nin, kızı
ve onun heykeltıraş kocasıyla birlikte evin öbür ucundaki
bir başka bölümde oturan amico americano'su2 Mr Boott'u zi
yarete gittiğini, ama Isabel'in geldiğini ona immediatanıente3
bildireceğini söyledi.
Isabel kapının eşiğindeyken göğsünün içinde sert, hızlı
bir titreme hissetti, sanki geçmişten uçarak, son hızla gelen
bir ok titreşerek ta dibine kadar Isabel'in içine saplanmış
h. Sessizce derin bir soluk aldı, bir anda tanıdık gelen, cilalı
ahşabın ve nemli taşların, pariatılmış pirinçlerin ve solmuş
duvar halılarının, küflü ve tozlu eski şam kumaşlarının
karışık kokularını ve hepsinin gerisinde kocasının çok be
ğendiği o küçük, siyah, ufak dallar gibi kıvrık ve ince puro-
292
ların daha yoğun kokusunu içine çekti. Kendisinden önce
görürncesinin de dikkatini çektiği gibi, Gilbert'in -birkaçı
kendi elinden çıkma- resimlerinin asılı olduğu duvarlarda
ki ürkütücü boşlukları fark etti; güçlü kuvvetli dört işçinin
sabahtan akşama kadar uğraşarak tepeden aşağıya, Palazzo
Roccanera'ya, Gilbert'in çalışma odası olarak seçtiği yüksek
tavanlı, serin odanın tam ortasındaki yeni yerine taşıdığı
masif ahşap çalışma masasının tekerlekli ayaklarının parke
de bıraktığı derin izleri, avludan dolan sapsarı ışıkla tutuşan
üç yüksek pencereden ortasındakinin alt tarafında gözleriy
le arayıp buldu. Evliliğinin ilk aylarında kocasıyla birlikte
Bellosguard o' da oturmuştu, bu eski bina sonsuza kadar, o
günlerde hissettiği mutlulukla yakından ilişkili görünecekti
gözüne, bu mutluluğun gizli öğelerinden biri -ki sonradan
aklına gelmişti bu- onun ne kadar çabuk geçip gideceğini
hiç fark etmemesiydi herhalde. Ama o değerli günler kısa
olduğu kadar aynı zamanda çok da güzeldi. En hoşuna gi
den de, orada oturanların deyişiyle, bu ' tepedeki' sakin ve
herkesten uzak yaşamdı. Bu sakin tepeden aşağıya bakınca
dünya çok uzaklarda ve belli belirsiz görünüyordu, köşeleri
ve kenarları Toskana güneşinin tozları altında bulanıklaşı
yordu. Garibaldi'nin muazzam birleştirici girişimi, Bellos
guardo' daki kutsanmış kişiler açısından, Fransızlara saldı
ran Prusyalılara katılmak üzere kaçıp giden bir uşağın ya
da Gilbert'in koleksiyonundaki nazik Limoges'lardan birini
düşürüp kıran ve devrim yapmaya eğilimli diye gitmesine
izin verilen başka bir Prusyalı uşağın kusurundan daha faz
la önem taşımamıştı. Başkan Lincoln'ün ayrılıkçı Güneyiile
re karşı yürüttüğü özgürlük savaşının, gençliğinde kalbini
en derin yerinden sarstığı Isabel bile radikal ideallerini bir
293
kenara bırakmaya razı olmuştu, sonradan anlaması sağlan
dığı üzere bu iş onun yararına olmuştu, çünkü eğer onlar
dan vazgeçmeseydi kocası hepsini yok etmeyi kendine gö
rev edinirdi.
Gilbert yakındaki arkadaşına yaptığı ziyaretten döneceğe
benzemiyordu -Isabel, kendisinin gelişinin büyük olasılıkla
ona bildirilmiş olduğunu düşündü, zaten Giancarlo haber ve
receğini söylemişti, kocası da gecikmesinin bilinçli ve kasıtlı
bir aşağılama olarak aniaşılmasını amaçlıyordu-, bu yüzden
Isabel ağır adımlarla odalarda dolaşmaya başladı. Dolaşır
ken eski günlerin bazı sahneleri zihninde yeniden canlandı,
bu sahneler onun gözünde Bull Run ve Wildemess çarpış
malan kadar uzaktı, o muazzam ve uroarsız çarpışmalan an
cak hayalgücünü zorlayıp biçim vererek kavrayabiliyordu.
Bulunduğu yer boş ve tükenmiş göründüğünden Isabel de
kendini bir hayalet gibi hissediyordu. Kendisi gelmeden önce
kocası o tepede mutluydu, ama parasal nedenlerden dolayı
-Bellosguardo'nun kirası İtalya ölçütlerine göre bile inanılmaz
derecede mütevazıydı- yetinmek zorunda kaldığı mekan, ye
tenekleri ve zevki dolayısıyla kendine layık gördüğü birkaç
katlı fildişi kuleden fazlası değildi. Isabel onun epeyce ironik
bir aşağılamayla "meskenim" dediği yerde kendisini gezdirir
ken aldığı sapkın zevki hatırladı. Isabel'in ve parasının gelme
sinden önce kendisinin katlanmak zorunda kaldığı sıkıntıla
n ve yoksunlukları ona göstermek amacıyla genç kızı oraya
götürmüştü - henüz evlenmemişlerdi ama nikaha birkaç gün
kalmıştı, Isabel'in şimdi tahmin ettiğine göre, Gilbert ondan
öylesine emindi ki, o garip mizah anlayışının o güne kadar ta
nık olmadığı daha sert bir yönünü Isabel'e gösterme riskine
girmişti. "Eski bir ev burası, tamamını görmelisin, önünü ve
294
arkasını, bütün güzelliği ve bütün bakımsızlığıyla," demiş
ti Isabel' e, kaskah bir alaycılıkla, parmağını kızın dirseğine
bashrıp onu hafifçe öne iterek. Ta arkalarda bir yerde -Isabel
oraya bir daha hiç gitmemişti- alçak bir kapının eşiğinden
geçerek loş, nemli ve berbat kokulu bir hücreye girmişlerdi,
pencere yerinde incecik bir aralık vardı, duvarlar yosun tut
muştu, tavandan sarkan yumuşak, siyah, kabuk gibi şeylerin
yarasaların doğum keseleri olduğunu düşünmüşili IsabeL
Bir köşede duvardaki bir deliğe kaba taştan yapılma üstü
açık bir oluk dik açıyla yerleştirilmişti, nişanlısı buna özellik
le dikkatini çekmişti. "Gördüğün gibi canım, ortaçağa ait bir
casa signorile'den1 beklenen bütün kolaylıklar var." Ve soluk
dudaklarını birbirine bastırarak, iki dudağının arasındaki kü
çücük bir şeyi, sert, küçük bir tohumu ya da kum taneciğini
yuvarlar gibi biraz da birbirine sürterek gülümsemişti. Isabel
ona hayretle ve kararsızlıkla bakmıştı. Gilbert'in ak düşmüş
sakalı hiçbir zaman bu kadar ustalıkla biçimlendirilmemişti,
ya da bıyığı briyantinlenmiş ve uçları yukarı kıvrılmış uçları
bu kadar tehditkar bir sivrilikte olmamıştı. Görgü kurallarına
ne kadar bağlı olsa da, kusursuz zevkleri ve ineindiğini göste
ren serzenişleri ne kadar çok olsa da, sanatın lekesiz mihrabı
önünde ne kadar diz çökse de kişiliğinde az da olsa kabalık
vardı, Isabel'in de buna daha fazla dikkat etmiş olması gere
kirdi, bunu sonradan fark etmişti. Gilbert Osmond'la tanıştı
ğında çok gençti, ama pek saf değildi, deneyimsiz de; insan ol
manın temel koşullarına, hayahn ölümlülere yüklediği temel
ve üzücü gerekliliklere gözlerini de bilincini de kapamamıştı;
zamanının kadınıydı, daha doğrusu henüz gelmemiş daha iyi
bir zamanın kadını; yine de kendini isteyerek boğucu bir ba
l (İt.) Şık ev. (ç.n.)
295
tağa, karanlığa ve pisliğe saplamak, hatta bundan zevk almak
için bir neden görmedi. Nişanlısını ısrarla eski evin arkasın
daki, uzun zamandır kullanılmayan lağım deliğine indirmesi,
Gilbert'in büyük olasılıkla kendisinin korkusuz bir açık yürek
lilik, hayran olunası, şaşmaz bir dürüstlük gösterme iddiasın
da bulunacağının pek çok işaretinden biriydi. Ama dürüstten
de öteydi Osmond, açıksözlü olmaktan da öteydi, dünyanın
taşını tersine çevirerek, altında kaynaşan ve itişip kakışan iğ
renç şeyleri gün ışığına çıkarmaktan kötücül bir zevk alıyor
du. iğrenç ne varsa onlardan da keyif alıyordu. Isabel bazen
Osmond'un, sahip olduğu şeylerden, sanki bu şeylerin değeri
kendisinin yakınlığıyla artıyormuşçasına zevk aldığını düşü
nüyordu. Kendisine gelince, Osmond ona sahipken tam tersi
geçerli olmuştu: Osmond'un yakınlığı Isabel'i kirletmişti.
Gilbert Osmond gibi bir adamla olmanın beraberinde ne
ler getirmesini beklemiş olduğunu şimdi hatırlayamıyordu;
beklentilerinin kurtarıcı bir şekilde hatalı olduğunu tahmin
ediyordu. Gilbert'in tutkusunu -tutkunun, o koşullarda,
uygun bir sözcük olacağını düşünmese de- özenle değer
lendireceğini, titizlikle ayariayacağını varsaymıştı. Osmond
öyle nazik davranacak, öyle nazikçe ısrar edecekti ki, Isabel
onun olsa olsa bedeninden ayrılmış bir duyarlılık timsali,
kendi seçkinliğinin inceliğinde süzülen bir ruh olduğunu
düşünecekti. Kendisinin denizin üstündeki pusa benzer bir
şeyle sarılıp sarmalandığını hayal ediyordu, o kılıfın içinde
Isabel'in önemli bir yanı el değmeden, bozulmadan, kırılma
dan kalacaktı: Oysa Osmond'un pus değil, denizin kendi
si olduğu ortaya çıkmıştı, Isabel'i dört bir yandan kuşatan,
canının kabuğuna var gücüyle bastıran vahşi bir elementti.
Büyük sürpriz, büyük şok bu olmuştu. Isabel kendisinin de-
296
rindeki bir kısmının, önemli bir kısmının, bir inci kadar par
lak ve nüfuz edilemez kısmının her zaman kocasından gizli
kalabileceğini, kalması gerektiğini düşünmüştü, kocasının
da doğası gereği bunun bu şekilde devam etmesine izin ve
receğini; tam tersine, tam da o özden, Isabel'i bütünleyen
o şeyden vazgeçmesi gerekrnişti. Korkunç bir ürpermeyle
keşfettiği şey, kocasından hiçbir şey gizlenerneyeceği, onun
Isabel'in her şeyine sahip olacağıydı, bu sürpriz ve bu şok,
Isabel'in kendinden geçerek teslim olmasını, kocasının kar
şısında sefil bir durumda, inleyerek yere yığılmasını sağladı.
Elbette Osmond Isabel'in ne durumda olduğunu gördükten
sonra her şeyi kendi lehine nasıl çevirebileceğini de görmüş
tü. Isabel'in tutkusu Osmond'un gücü olacaktı. Şimdi verrnek
ve esirgemek meselesinde çok dikkatli karar vermek, bunu
titizlikle ayarlamak gerekiyordu. Öyle zamanlar oluyordu
ki -yarı uykulu şafak vakitleri, kapalı pancurlar gerisindeki
öğle saatleri- Isabel donuk parıltılı, yalvaran bir figür ola
rak onun önünde diz çöktüğünde Osmond bir süre ona, hep
yaptığı gibi yarı kapalı gözkapaklarının arasından bakar,
sonra içini çekerek, yüzünde soğuk bir gülümsemeyle aya
ğa kalkar, Isabel'in yakarırcasına uzattığı elini iter, yürüyüp
kitaplarının ya da porselenlerinin ya da şövalesinin yanına
gider, onu orada hayal kırıklığı ve utanç içinde titrerken bı
rakırdı. Şimdi Isabel bu düşüncelerin ve daha da kötüleri
nin saldırısına uğrayınca -denedi, nasıl da denedi bunları
defetmeyi!- içinden ürperdi, gözlerini kapadı. Bir an sonra
yeniden açtığında, başını çevirip açık bir kapıdan bahçeye
baktı, kocası oradaydı.
Bahçedeki yolların birinde, bir çardağın altında durmuş,
kaşlarını çatarak elleriyle ceplerini yokluyordu - komşu-
297
sunun evinde bir şey unutmuş olmalıydı, büyük olasılık
la sigara tabakasını, çünkü tabakasını sık sık oraya buraya
bırakır sonra da orada unuturdu. Üzerinde açık renkli, bol
kesimli bir keten takım ve yumuşak yakalı, ince pamuklu
bir gömlek vardı; yeleğinin düğmeleri açıktı, hasır şapkasını
da onda pek görülmeyen gelişigüzel ve başka kimde olursa
olsun gülünç sayılacak bir açıyla başının ta gerisine itmişti,
yine de bu görünümü onu, o ince yüzü ve keçisakalıyla, El
Greco'nun başı haleli, beyaz kılıklı azizlerinden birine ben
zetmişti. Aralarında sadece birkaç metre olmasına rağmen,
çevresindeki güneş ışığı o kadar pariaktı ve Isabel'in durdu
ğu kapı eşiği o kadar loştu ki Osmond onu görmemiş olabi
lirdi. Isabel sesini çıkarmadı, kımıldamadı da, yalnızca du
rup kocasını gözledi. Osmond genellikle öyle kendini bilen
biriydi ki, öğle saatlerinin parlak ışığı altında, gözlendiğini
bilmeden, dalgın, sinirli, hem kendi unutkanlığına hem de
sözümona cansız, hafife alınan şeylerin nasıl da inatla bulu
namayıp insanı kızdırdıklarına canı sıkılarak orada durur
ken Isabel'e olağanüstü derecede sıradan göründü. Daha bir
dakika önce Isabel onu düşünüyor, onun nefret dolu gad
darbklarını acı acı hatırlıyordu, ama şimdi, bir zamanlar ona
taptığına kendini inandırdığı adamı orada öyle bayağı bir
durumda görürken yüreği yumuşadı, kendisine kötü dav
ranmasına rağmen ona karşı bezginlikle karışık bir boyun
eğiş hisseder gibi oldu. Osmond ona çok haksızlık etmişti,
ama o da bir bakıma kandırılmış ve hayal kırıklığına uğratıl
mıştı, Isabel tarafından değil elbette, ama bizzat kendi yanlış
varsayımları tarafından, emin olduğu beklentileri tarafın
dan - Isabel onun sandığı kişi çıkmamıştı, eksikliğini duy
duğuna inandığı, Madame Merle'nin kendisine bulduğunu
298
hayal ettiği eş olmamıştı. Isabel, gerçek, asıl lsabl'l otl.l k.ı r�ı
çıkmıştı, ya da kendisi öyle yapmasını istemişti; lsabel kl•nd i
haklarını açıkça ortaya koymuş ve bunlara saygı gösteril
mesini talep etmişti; Osmond onun fikirlerini -Osmond'un
dediği gibi kahrolası fikirlerini- bir koca olarak sahip oldu
ğu otoriteye meydan okuma saymıştı; bildiğimiz gibi, daha
geçenlerde, evliliklerinin ahengini, ya da o ahenkten geriye
ne kaldıysa onu nasıl etkileyeceği konusunda kocası açık
seçik uyarınasma rağmen Isabel ölüm döşeğindeki kuze
ninin yanına koşmayı yeğlemişti. Osmond dış görünümü
çok önemserdi -adeta en önerusediği şey buydu- ve Isabel
perdeyi sertçe yırtmıştı.1 Roma' da, Floransa' da, Londra' da,
New York'ta ve kim bilir daha nerelerde insanlar, elleriyle
ağızlarını kapatıp Isabel'in gidişini konuşuyorlardı; konu
şup kıs kıs gülüyorlardı, bu yüzden ikna oldu Osmond.
Isabel, kendisine itaat etmeyerek ve onu herkesin maskarası
yaparak, özellikle de bunu yaparak, ona kara çalmıştı. İşte
şimdi de buradaydı, yaralarını çoğaltınaya gelmişti, böyle
olacaktı herhalde ve Isabel de böyle olacağını tahmin edi
yordu. Ne diyecekti Osmond, ne yapacaktı? Geldiği yoldan
geri gitmek ve ne kaybettiyse onu bulmak ister gibi arkasına
döndü. Ama Isabel hızla ilerledi, adını seslenerek onu dur
durdu.
Perdeyi yırtmak: Burada Tevrat'ta yer alan bir olaya gönderme yapılıyor.
Hz. İsa yaşarken Yeruşalim'deki (Kudüs) tapınak Yahudi dininin merkeziy
di. Orada kurbanlar kesilir ve Hz. Musa'nın yasalarına göre ibadet edilirdi.
Tapınak bir perdeyle ikiye bölünmüştü: Bir taraf Tanrı'nın varlığına, yeryü
zündeki yerine ayrılmıştı, diğer taraf insanların kullanımına. Perdenin an
lamı insanın günahlarıyla Tanrı'dan ayrılmasıydı. Yılda bir kez Yahudilerin
baş kahini perdenin öbür tarafına geçer ve Tanrı'dan bütün halkının günah
larının ba)'!;ışlanmasını dilerdi. Hz. İsa öldüğü anda bu perde yukarıdan aşa
ğıya yırtıldı, böylece onun kanının dökülmesi insanların günahlarının bağış
lanması için yeterli bir kefaret sayıldı. (Matta 27: 50-Sla) (ç.n.)
299
XXVI I I
300
versiyonu gibi görünüyordu. Bu yanılsamayı gidermek için
gözlerini hızla kırpıştırdı, çünkü bir yanılsama olmalıydı bu.
Ama Osmond da ona aynı şekilde şaşkınlık içinde bakınıyar
muydu, sanki kendisinin değiştiği gibi, karısı da değişmiş
gibi? Eğer öyleyse, Osmond onu küçülmüş olarak mı, irileş
miş olarak mı görüyordu?
"Bugün geleceğini haber verebilirdin," dedi Osmond,
şapkasını çıkarıp sinirli sinirli tepesine bakarak. "Beklenme
dik kişilerle ilgilenmek zorunda kalmaktan hiç hoşlanmadı
ğımı bilirsin."
"Evet, özür dilerim," dedi Isabel, der demez de bu alttan
alan sözcüklerden pişman oldu; özür dileyerek başlamama
lıydı, çünkü niyeti bu şekilde devam etmek değildi.
"Mektubunu aldım," dedi Osmond biraz sustuktan son
ra. "itiraf edeyim ki pek bir şey anlamadım. Sen genellikle
bu derece kafa karıştırıcı değilsindir."
Isabel gülümsedi. "Bunu nasıl bilebilirsin ki, çünkü sana
en son ne zaman mektup yazdığıını hatırlayamıyorum, çok
uzun zaman önceydi, ama anlaşılan sen hatırlıyorsun."
"A, ben senin mektuplarını gayet iyi hatırlıyorum, hepsi
kız öğrenci taşkınlıklarıyla dolu olurdu. Her neyse, ben se
nin mektubunun üslubundan söz etmiyorum. Genel olarak,
amacını yeterince açık belirtmişsin. Umarım buraya da bu
işi yapmak üzere geldin."
Isabel, yüzündeki sabit gülümsemeyi koruyarak ona ar
kasını döndü, taş korkuluğa gitti, orada durup aşağıda uza
nan vadiye ve erimiş gibi kıvrıla kıvrıla akan nehre baktı.
"Roma' dan ayrılalı çok oldu mu?" diye sordu. "Burada
olduğunu bilmiyordum."
"Son kez olacak - ev ve arazinin tamamı satılacak."
301
"Ya. Üzülürsün öyleyse."
"Burada bulunduğumu bilmiyorsan beni nasıl buldun?"
diye sordu Osmond, soğuk soğuk, hala asma yapraklannın
gölgesinde duruyordu ve Isabel'in sırhna doğru konuşuyordu.
"Burada olduğunu Lydia teyzernden öğrendim."
"Ah, o ölümsüz Madame Touchett," dedi Osmond öfkey
le aşağılayarak. "Sanırım anlatacak ne varsa anlatmışsındır
ona. Bugünlerde benimle görüşmüyor."
Isabel dönüp ona baktı. "Şaşırdım. İnsanları yargılamaz
o, kendi tuhaf standartları dışında tabii."
"Yargılamak mı?" dedi Osmond burnundan soluyarak
"Hangi hakla beni yargılayacakmış o - o ya da bir başkası?"
"Yanlış kelime seçtim," diye mırıldandı Isabel, yine man
zaraya döndü, ama oraya baksa da hiçbir şey görmüyordu.
Ansızın kendini yorgun hissetti; aklına bir düşünce gelmiş
ti, öyle ağır bir içgörüydü ki bu, ona katlanmak bile yordu
Isabel'i, çünkü genel anlamda uygulanabilecek kadar güçlü
görüyordu onu. Gördüğü şuydu: Gençken aşık olduğu kişi
Osmond değildi, Osmond'un üzerinden kendine aşık ol
muştu IsabeL İşte bu nedenle şimdi Osmond Isabel için bir
aynadan öte değildi, o aynanın sırının pek çok kısmı kabarıp
dökülmüştü, bu yüzden aynadaki akis parça parça görülebi
liyordu, belli belirsiz ve kopuk kopuk.
Döndü, önceki yerine doğru yürüdü, çakıltaşlı yolda
kocasının karşısında durdu. Osmond ellerinin arasında tut
tuğu şapkasının kenarıyla oynuyordu. Hala nedense ufal
mış gibi görünüyordu, ama Isabel'in şimdiki izlenimi onun
küçüldüğü değil, yoğunlaştığı şeklindeydi, sanki karısıyla
daha iyi savaşabilsin diye zırhının kemerlerini ve tokalarını
iyice sıkmıştı.
302
"Güneş çok yakıcı," dedi IsabeL "İçeri girsek mi acaba?"
Osmond'un bu soruyu aklında evirip çevirdiğini göre
biliyordu, Isabel'i burada, öğle saatinin yakıcı güneşinde
ve gözleri kamaştıran ışığında tutmanın daha iyi olup ol
mayacağına karar vermek ister gibiydi. Ama mücadeleden
vazgeçti, şapkasını saliayarak içeriye girmesini işaret etti
ona, kendisi de peşinden gitti. İçeride, Isabel masanın ya
nında dik arkalıklı bir sandalyeye oturdu, o eski ahşabın
vereceği huzura ve desteğe ihtiyaç duyuyordu, Osmond
ise avluya bakan parmaklıklı üç pencerenin altındaki bü
yük, derin kanepeyi seçti, şapkasını yanına koyup yarı ya
tar gibi oturdu, bacaklarını öne uzattı, ince, zayıf bileklerini
çaprazladı. Yandaki odaların birinde bir saat hızlı, metalik
bir vuruşla saat başını duyurdu, müsabakanın başiayaca
ğını uygun bir şekilde bildirir gibiydi. İlk konuşan Isabel
oldu.
"Paris'te Mr Rosier'e rastladım," dedi. "Bir gün tesadü
fen ikimiz de aynı saatte Louvre'a gitmiştik."
Osmond küçümseyerek tek kaşını kaldırdı. "Sanırım pek
sevinilecek bir karşılaşma olmamıştır. O önemsiz genç nasıl
dı? Hala kızıının özlemini çekiyordur herhalde."
"Yo, aslında bayağı aklından çıkarmış onu, ya da iddiası
bu. Evlenecekmiş."
" Öy le mi," dedi Osmond uzata uzata konuşarak ve esne
mesini bastırır gibi yaparak. "O yumuşak gözlerini bu kez
hangi şanslı kıza dikmiş bakalım?"
"Miss Rothstein diye biri, Parisliymiş."
"Demek Yahudilerin arasına girmiş! Ben onların herhangi
bir yerin yeriisi olduklarının farkında değildim, Filistin'deki
bir bayırın dibindeki kalabalık, buharlı bir ağıl hariç. Kim bu
303
kız? Babası kim, bankacı mı tüccar mı? Bahse girerim ki ya
biridir ya öteki."
"Hôtel Drouot müzayede evindeki baş yöneticilerden
biri sanırım."
"Tabii ya, bir müzayede yöneticisi, kuşkusuz başarılıdır
da - sanırım adını duydum. Rosier gibiler paralı adamlar
dan başkasını kayınpeder diye istemezler."
"O seni yeğlerdi," dedi Isabel, hiç amaçlamadığı kadar
hızlı ve sert, ya da belki amaçlaınıştı da farkında değildi -
Osmond'la ilişkisinde hep kendisinin iki versiyonunun işin
içinde olduğunu hissederdi: Kendisi ve zor teşhis edilen,
korkak bir başkası, kendisi onu sıkı sıkı kontrol ediyor ama o
ara sıra yine de kendini gösteriyordu. Bir dirseğine dayana
rak yana yatmış, iki elinin parmaklarını birbirine dolayarak
açık renkli saten yeleğinin saat cebine dayamış olan kocası
başını iyice geriye atarak, yarı aralık gözkapaklarının altın
dan lsa bel' e baktı. "Demek istiyorum ki," diye telaşla açıkla
dı Isabel, "yoksul bile olsa Pansy'yi isterdi o."
"A, ne demek istediğini biliyorum," dedi Osmond, ipek
gibi yumuşak bir sesle.
Sonra sustular, dışarıdan, uzaktan ve yakından gelen ses
ler odanın havasının üzerine çöktüler. Isabel masanın üzeri
ne koyduğu eline baktı, bir an yabancı, sürüngen bir yara
tıkmış gibi gördü onu, sanki kendisi farkına varmadan gelip
bileğine eklenmişti. Her şey bir anda çirkinleşti, korkunçlaş
tı. Neden gelmişti buraya, yitirilmiş ve lekeli geçmişten onca
şey barındıran bu yere?
"Pansy hala manastırda mı?" diye sordu.
"Hayır, değil."
"O zaman burada, senin yanında, öyle mi?"
304
"Hayır, burada da değil."
Salonun yarı karanlığında, bahçeye açılan kapının uzun
dikdörtgeni bir yangını ve hareketsiz karmaşayı renklerini
pariatarak gösteren bir çerçeve gibiydi. Isabel, salonun öbür
ucunda, gölgelerin arasında tembelce oturan kocasının yü
zündeki ifadeyi pek göremiyordu. Osmond kımıldadı, ka
nepeden kalkıp cilalı, yüksek meşe bir dolaba gitti, ördek
boyunlu bir şişe aldı, içindeki sarımsı kahverengi şaraptan,
kesme Venedik kristalinden bir kadehe biraz koydu. Bu
tür görüşmelerde birbirleriyle karşı karşıya geldiklerinde
-aslında bu seferki daha öncekilerin hiçbirine benzemiyor
du- Isabel kocasının her kelimesinin ve her hareketinin ne
kadar kasıtlı ve dikkatle hesaplanmış olduğunu sık sık fark
etmişti. Ne kadar kendini tutsa da bu sefer pek ikna edici
olamıyordu. Osmond'un suçlu olduğu pek çok hilesi vardı,
ama olmadığı biri gibi davranmak ona hiç yakışmıyordu,
kendisi de özbenliğini yeterince ürkütücü buluyordu zaten.
Bu Lucifer'in1 kurtarıcı lütfuydu: Yalanların Efendisi/ sa
hiciliğin bizzat kendisiydi. Oysa Osmond, Isabel'in bugün
gördüğü Osmond, Isabet' den, onun amaçlarından, dolayı
sıyla hiçbir şeyden emin olamayan Osmond, kasılıp duran
hantal biri gibi davranıyordu, kendisine yanlış rol verilen
ve bu yüzden abartılı tavırların arkasına gizlenen bir tiyatro
oyuncusuydu sanki.
"Mektubundaki kızımla ilgili satırların anlamını bir türlü
kavrayamadım," dedi Osmond omzunun üstünden, kade
hini göz hizasına kaldırıp şarabın rengini ve dokusunu ince-
1 Lucifer: Hıristiyan inanışında Şeytan'ı tasvir etmek için kullanılan bir ad.
(ç.n.)
2 Lord of Lies, ya da Belial, Tevrat'ta geçen ve şeytan anlamında kullanılan bir
sözcük. (ç.n.)
305
lerken. "Bir anlamları olduğunu, sırf gevezelik olmadıklarını
tahmin ediyorum." Isabel'e yüzünde geniş bir gülümsemey
le baktı. "Çünkü bilirsin, bazen, ki çok şükür azdır böyle za
manlar, eline kalemle kağıdı almayı kafana koyarsan gelişi
güzel yazarsın."
Son görüşmelerinden bu yana yaşanan gerçekten önemli
tek şeyi, yani Osmond'la Madame Merle'nin dikkatle ama
yüzsüzce ve onca uzun zaman kendisinden sakladıkları sır
rı Kontes Gemini'nin açıklamış olmasını daha en başında
sessizce geçiştirmeleri benim dikkatimi daha çok çekme
liydi, diye düşündü Isabel, aslında daha acayip görünme
liydi. Kendisinin neler bildiğini Osmond'un bildiğinden
Isabel'in kuşkusu yoktu, çünkü başka bir şey söylemese
bile, Osmond'un uyuşuk ve küstah tavrı bunu anlatıyordu.
İngiltere'ye, ölüm döşeğindeki kuzeninin yanına gitmek için
yola çıkan üzgün Isabel, Pansy'ye veda etmek üzere Piazza
Navona'nın hemen yakınındaki iç karartıcı dar sokakta bulu
nan manastıra uğradığında, Madame Merle ile Roma' da te
sadüfen karşılaştıkları gün, o kadın Isabel'in yüz ifadesinde,
yeni edindiği bilginin kanıtını hemen okumuştu. Tesadüfen
Pansy'nin annesinin değil de Osmond'un eski sevgilisinin,
Osmond'a bir pusula göndererek Isabel'in bir şeyler öğren
miş olduğunu tahmin ettiğini haber verip onu uyarmak iste
meyeceğini düşünmek yanlış olurdu. Osmond'un, sırlarını
karısına açıkladı diye Kontes Gemini ile yüzleşmesi de ge
rekmezdi. Isabel şimdi elinde olmadan, Osmond'un, per
formansı kusurlu olsa da, bir tiyatro oyuncusu gibi kendine
hakim oluşuna hayranlık duyuyordu; Hôtel des Etoiles'dan
ona gönderdiği mektupta kocasının kendisine sunduğu ha
yal ürünü hikayenin ne kadarını bildiğini kasten pek belli
306
etmemişti; Osmond Isabel'in mektupta üstünkörü söz ettiği
ünlü 'tekliflerin' ayrıntılarını dinlemeyi kaygılar içinde bek
liyor olmalıydı. Ama işte orada duruyordu Osmond, dolaba
yaslanmıştı, bir eliyle kadehini havada tutuyordu, diğerini
dirseğinin iç tarafına sokmuştu, eğlenerek, meydan okuya
rak Isabel' e bakıyor, ne şekilde yapmayı seçerse seçsin onu
saldırıya geçmesi için yüreklendiriyordu, Isabel'in oraya sa
lın yapmak için geldiğinden hiç kuşkusu yoktu. Eh öyley
se, Isabel'in onun karşısına, onun kurallarıyla dikilrnek için
ayağa kalkmaktan başka çaresi var mıydı?
"Haklısın elbette, sana yazdıklarım pek anlaşılır gibi de
ğildi," dedi, dudaklarına kocasınınki kadar küstah bir gü
lümseme oturtınayı başararak "Zaten açık seçik yazmayı
amaçlamamıştım. Yazdıklarım üzerinde düşünmeni ve tah
minlerde bulunmanı istiyordum. "
Osmond'un karşılığı, gür ve inandırıcı sayılabilecek bir
kahkaha oldu, ama sesi biraz çatlamıştı, gözlerinde de belli
belirsiz bir tedirginlik yanıp söndü; Isabel'in cüretkar gü
lümsemesinden hoşlanmadığı görünüyordu, hele sesinin
şakayı andıran tonundan hiç.
"Yine de senin samimi davranmadığını düşünüyorum,"
dedi tatlı bir sesle. "Mektubunu yazarken, ne demek istedi
ğini anlaşılmaz bir şekilde anlatmak için fazla zorlanmadı
ğına eminim."
Isabel bunun üzerinde durmadı; kocası hakaretlerini ne
kadar açık seçik yaparsa o kadar az etkisi oluyordu; pek çok
şey denilebilirdi onun için, ama kaba olduğu söylenemezdi.
Hep incelikti davranırdı, hep zarafetle ikna etmeye çalışır
dı, Isabel bunu Osmond'un kendisine kur yaptığı ilk gün
lerden hatırlıyordu. Isabel yerinden kalktı, gidip görkemli
307
kapının altında durdu, bahçedeki olağanüstü cümbüşe bak
mak için değil -bu isim değilse de sıfat Lydia teyzesine ait
ti- kocasına bakmamak için. İdam mahkumunun kafasına
kukuleta geçiren cellata benziyarum biraz, diye düşündü,
o korkunç manzarayı kurban değil de kendisi görmesin
diye. Bir zamanlar dünyadaki en saygıdeğer, en kusursuz,
en güzel erkek olduğunu düşündüğü birine biraz sonra ha
yatının kesinlikle en kötü saatini yaşatacaktı. İncil' deki gibi
ifade edilirse, isyan Günü'nde -pek de ironik sayılmaz bu,
diye düşündü-, yani kocasının o güne kadarki en ağır uya
rısını yaptığı günde, birlikte oturdukları evi terk etmiş ve
İngiltere'ye, Gardencourt'a kaçmıştı, ölüm döşeğindeki ku
zeninin yanına; o gün, inandığı şeyin baskısıyla rengi atan,
heyecanlanan Osmond ona, terbiye kurallarına utanmazca
ve rezike karşı geldiğini söylediğinde Isabel kendini hiç ol
madığı kadar güçsüz hissetmiş, bocalamıştı, o kurallar uya
rınca Osmond da Isabel de, hayatın ancak ve ancak edepli
bir şekilde yaşanabileceğine, yaşanınası gerektiğine karar
vermişlerdi, ya da Osmond o ana kadar Isabel'in de aynı
fikirde olduğunu düşünüyordu. Evliliklerinin bir darbağa
za girdiğini inkar etmeye kalkışmadı -ikiyüzlülüğün onun
bile İnıneyeceği derinlikleri vardı- ya da bu evliliğin gördü
ğü zarar onarılabilirmiş gibi yapmadı. Ama aralarında bir
evlilik sözleşmesi vardı ve evlilik de, öyle iddia ediyordu,
ikisinin ortak mutsuzluğunun toplamından daha fazlaydı
ve kapris yaparak içinden çıkılacak bir şey değildi. Evet, acı
çekmişlerdi, çekiyorlardı, ve büyük olasılıkla çekmeye de
vam edeceklerdi - ama insan düzeltemediği şeye tahammül
etmeliydi, cesaretle ve yakınmadan kabul etmeliydi onu.
Çünkü, dedi Osmond, eylemlerimizin sonuçlarını kabul et-
308
rnek zorundayız, hatta büyük hatalar yaptıklarımızın bile,
çünkü ancak öyle -bunu derken yüzü daha da soldu, sesi
daha da ciddileşti- sahip olduklarımızın en değerlisinin de
ğerini biliriz, ki o da bir şeyin onurudur. O anda, Isabel de
yüzü bembeyaz kesilerek, titreyerek onu dinlerken ve ona
bakarken, ilk zamanlarda onda keşfettiği ve Osmond' a olan
aşkının en değerli nesnesi saydığı soyluluğun, ruh güzel
liğinin bir kıvılcımını yine gördü. Daha aradan beş dakika
geçmeden, Isabel gözyaşlarını akıtamadan, sağa sola yal
palayarak evden çıkarken, Osmond'un kız kardeşi onu bir
kenara çekip ona -melodram meraklılarının hoşlandığı ifa
deyle- 'her şeyi anlatırken' bile, az önce kocasının tutkulu
itiraflarında gördüğü büyüleyici ışıltının bir parçası içinde
hala varlığını sürdürüyordu. O ikisi, kocasıyla Madame
Merle bir olup ne yapınışiardı ki, diye sordu kendine. Kocası
için, onun hakkı olduğunu hissettiği paralı hayat için gere
ken imkanı sağlamışiardı -bunu sağlamak için bir kadınla
evlenmesi meselesi en sonda düşünülecek yoldu-, Madame
Merle için de kızının eline 'bir şey geçmesi' ve böylece et
rafında dolaşan yoksul, tercihan unvan sahibi pretendant'a1
biraz daha cazip görünmesini sağlamaktı. O çiftin suçları
nın dünyeviliğinin onaylanması, Isabel'in İtalya'ya dönme
kararını vermesindeki en önemsiz etkenlerden biri değildi.
Şimdi intikam meleği rolü oynamaya, kendini üstün görme
nin ateşten kılıcıyla o mutsuz günahkar ikiliyi, çıplak olarak
dünyaya değil, uygunca donatılmış durumda, büyük ölçü
de kendilerinin yarattığı bir cehenneme sürmeye hakkı var
mıydı? Az önce vicdanını kısa süreli bile olsa dikkatle sor
gulamasının tamamıyla zıt ve değişirnci mantığından öyle
1 (Fr.) Talip. (ç.n.)
309
etkilenmişti ki, az daha boğuk bir inierneyle arkasına döne
cek, kocasının karşısına geçecek ve ona nedamet, hak veriş
ve inkarın birbirine girdiği anlaşılmaz bir laf karmaşasıyla
içini dökecekti; lsabel'i engelleyen Osmond'un kendisinden
önce konuşması oldu.
"Unutmadan," dedi Osmond, bezgin ve laubali bir tavır
la, "Londra' daki bankadan çekip yanına aldığın bizim para
mızı -bizim paramızı- ne yaptığını duymak için sabırsızlanı
yorum, aslında bunu sana neden daha önce söyletmediğimi
de bilemiyorum."
310
XXIX
311
kalıp küçük hikayeyi dinlediğini, ama daha anlatılırken ona
inanmadığını yazıyordu. Mektubun bitiminde de, ağdalı,
zor anlaşılır bir tahmin yürütülmüştü, o cümlenin şifresini
çözmeyi başaran Osmond hemen benimsemişti onu. "Size
şantaj yapıldığı tahmin ediliyor; ben de onun yanılmadığını
düşünmeye eğilimliyim."
lsabel acıyla uzun, derin bir soluk aldı. Kapı boşluğun
dan bahçeye yönelen dalgın bakışları o anda bir güle odak
lanmıştı, birbirine girmiş, dallı budaklı, sık yapraklardan
oluşan bir karmaşa halinde karşıdaki yosun tutmuş korku
luk duvarının dibine yayılan çalılığın üzerindeki en iri çiçe
ğe; şimdi o şey Isabel'in gözlerinin önünde adeta başka bir
şeye dönüşüyordu, tıpkı kısa bir süre önce, masanın üzerin
de duran elinin dönüştüğü gibi, öyle ki artık bir çiçeğe değil
de ahlaksızca alay edercesine Isabel'in karşısına çıkarılmış
bir topak şişkin, koyu kırmızı dile benziyordu. Hemen ar
kasına döndü Isabel, yüzünü tekrar salona çevirdi. Kocası
şarap kadehiyle yine kanepeye gitmişti, orada bir dirseğine
dayanarak yayılmış oturuyordu.
"Ah Gilbert," diye bağırdı Isabel, soluğu kesilmiş gibi,
"bir zamanlar senin ince ruhlu olduğunu nasıl düşündüm
ben!"
"Ben de senin, başka bir şey olmasan bile, güvenilir oldu-
ğunu düşünmüştüm."
"Başka bir şey olmasam bile mi?"
"Bir evlilikte güven yoksa başka ne vardır ki?"
İçini çekti, kadehini elinden bıraktı, doğrulup oturdu, öne
eğildi, ayaklarını iki yana açıp taş döşeli zemine koydu, elle
rini dizlerine dayadı, yana eğdiği başıyla biraz işkilli görü
nüyordu, sanki uzaklardan gelecek bir işareti bekliyordu; hiç
312
çekinmeden verdiği tipik bir pozdu bu, iyi kesimli ceketiyle,
beyaz, dar yazlık pabuçlarıyla, yakasına iğnelenmiş şu ya da
bu nişanın kurdelesiyle orada görünce neredeyse acıdı ona
Isabel, buraya onu incitmek için gelmişti ama acı veren bu
nun beklentisi değildi, Osmond'un kendisine acıyordu, nefret
dolu, hayal kırıklığına uğramış, kibirli hayalleri içinde kay
bolmuş o adama. Uzun bir süre sustu Osmond, düşünüyor,
içinden hesap yapıyordu. Sonra başını çevirmeden, gözlerini
kısıp yan yan baktı Isabel' e ve konuştu. "Söyleyin bana hanı
mefendi, ne düşünmeliyim ben? Son görüşmemizde size bir
uyarıda bulundum, ama siz o uyarıyı küstahça, hatta hakaret
ederek suratıma çarptınız ve benim evimi terk ettiniz ... "
"Senin evini mi?" diye cesaretle onun sözünü kesti IsabeL
"Arzuma ve verdiğim tavsiyeye karşı gelerek çıkıp
İngiltere'ye gittin," diye ısrarla devam etti kocası, sesinin
tınısı incelmiş ama şiddeti artmıştı. "Kuzeninin çoktandır
duyurulan ve bıktıracak kadar gecikmiş ölümünden sonra
bile sen tek bir açıklama yapmadan, mazeret bildirmeden
kaldın orada - ne kadar, iki ay mıydı? Bundan sonra senin
le ilgili aldığım ilk haber bankadan gelen tehlike çığlığıydı,
ürkütecek kadar büyük bir paranın nedeni bilinmeksizin
çekildiğini haber veriyorlardı; nihayet, Paris'teki berbat bir
otelin kağıdına, her zamanki gibi İngiliz dilini garip bir şe
kilde kullanarak yazdığın ve başka şeylerin yanında önce
likle kızımla ilgili muğlak tehditler, ne dediği aniaşılmayan
cümlelerle dolu bir mektup gönderiyorsun bana. Şimdi de
buradasın, gözlerin ışıldıyor, adımların tehditkar, öyle ki
eğer ben bu kadar sakin yaradılışlı olmasaydım ve sen daha
ürkütücü bir hasım olsaydın, ödüm patlardı. Bu yüzden tek
rar soruyorum: Ne düşünmeliyim?"
313
"Sana karşı çıkmıyorum," diye itiraz etti Isabel, bezgince.
Tekrar gidip masanın başına oturmuştu, masa onun gözün
de şimdi mütevazı yaşam süren bir canlının kişisel olmayan
ama destekleyici güvenilirliği anlamına geliyordu, terbiyeli
bir eşek ya da sadık bir köpek gibi.
"Çıkıyorsunuz, hanımefendi, karşı çıkıyorsunuz. Evlili
ğimizin başından beri karşı çıkma ruhu her hareketinize yön
verdi. Bunu inkar etmeye cesaretiniz var mı?"
Isabel başını hayır anlamında salladı, ama suçlama
yı inkar anlamında değil, yorgunluk belirtisi olarak ve
Osmond'un köpürtmeye çalıştığı bir tartışmaya girmeyi
reddetme anlamında, bıkmıştı çünkü, artık onunla tartış
mayacaktı. Gözlerini salonun içinde gezdirdi; orasının çıp
laklaşmış ve yoksuniaşmış görünümünün, bulundukları
durumun ruhunu, evliliklerinin çatiayıp sallanan binasının,
yıkılınaya mahkum bir bina gibi nihayet parçalandığını na
sıl da üzücü bir şekilde yansıttığını görünce irkildi.
"Neden o kadar nefret ediyordun ondan?" diye sordu,
hüzünlü gözlerini hala salonda gezdirirken.
Kocası yüzünü ona çevirdi. "Ne?" dedi.
"Kuzenim - neden nefret ediyordun ondan? Hep ettin."
"Yanılıyorsun, nefret edeceğim kadar erkeklik yoktu
onda."
"Ölen birinden ne kadar adice söz ediyorsun," diye sesini
yükseltmeden itiraz etti IsabeL
"Ne - o adam o hayatım dediği zavallı bahanesi boyun
ca hedeflediği duruma nihayet erişti diye gerçeği gizleyecek
miyim? İç çekmemi, sempati göstermemi, yas tuttuğumu
gösteren sesler çıkarmaını mı bekliyorsun? Adilik buna de
nir!"
314
Isabel kocasından tokat yemiş de ikinci bir tokattan ka
çıyormuş gibi yüzünü buruşturarak başını hızla yana çe
virdi. Kime söylediğini şimdi hatırlayamıyordu ama -Lord
Warburton olabilirdi ya da Caspar Goodwood, öyle tahmin
ediyordu, ama hangisi olduğu önemsizdi- bir keresinde,
hayatını dolu dolu yaşamasının bedeli bu olacaksa, mutsuz
olmaya, acı çekmeye hazır olduğunu gururla ifade etmişti.
Şimdi yeniden aklına gelen bu düşünce, kendi mağlup ben
liğinin ölü bedeninin yattığı mezarlığın yanından geçen bir
ıslığa benziyordu. Osmond' a iradeli ve kaprisli bir karşı çı
kış olarak görünen şey aslında Isabel'in bağımsız benliğinin
gerekli duyurusuydu; Osmond Isabel'in içindeki, her şeyin
doğru sıralanınasına dair kendi algısına ters düşen bütün fi
kirleri öldürmeye çalışmıştı; Isabel'in zihni uyuşturulmalı,
etkisiz hale getirilmeliydi ki kendi görüşleri ve söylemleri
daha da parlasın, daha da öne çıksın. Caspar Goodwood,
Isabel'in 'bu iş için evlenerek' Avrupa'ya biat etmesi olarak
gördüğü şeyden büyük utanç duymuştu -büyük olasılıkla
Isabel'i kaybetmesinin avuntusunu bütün bir kıtayı sorum
lu tutmakta bulmuş, Isabel'in evlendiği adamın, en azından
başında, bir Amerikalı olduğunu işine geldiği için gözardı
etmişti-, Isabel ne kadar inkar ederse etsin, kalbinin içinde
Goodwood'a kısmen hak verdiği buruk bir köşe vardı. Daha
önce belirttiğimiz gibi, Isabel'in uzun zamandır Avrupa'da
yaşayan Amerikalılar tarafından ihanete uğramış olma
sı, sanki bu kıtanın da bu ihanette payı varmış ve Avrupa
onun düşüşünü önceden hazırlamış gibi gösteriyordu. Bu
düşünceyle oyalanan Isabel bu konuda Caspar Goodwood
kadar mantıksızlık ettiğini biliyordu - hatta belki daha da
fazla. Lydia teyzesine Albany' de rastladığı o günden beri
315
Avrupa'nın kaderi olduğunu çoktan kabul etmişti. Şim
di geriye baktığında arkada bıraktığı yol, henüz ona adım
atmadığı sırada olacağını tahmin ettiği kadar pürüzsüz ve
düzgündü; Kader'in sapmalara izin vermediğini acı çekerek
anlamıştı, bizi şaşmaz bir şekilde ileriye taşır, yoldaki izierin
arasında yanıp sönerdi.
Kocası kanepeden kalkmıştı, ceplerini bir kez daha bo
şuna yokladıktan sonra sinidenerek şurayı burayı karıştırıp
pura aramaya başladı; bulamayınca bir kadeh şarap daha
aldı - kendisine de bir kadeh ikram etmemesinin kabalık
tan çok telaştan kaynaklandığını fark etti IsabeL Neredeyse
kendi boyundaki şöminenin önüne giden Osmond, bir elin
de şarabı, diğer elini sırtına koyarak durdu orada, oturan
karısına açıkça belli ettiği bir hoşnutsuzlukla baktı. "Parayı
ne yaptığını bana söyleyecek misin?" diye sordu. "Sorumun
kabalığı için özür dilerim ama senin bu meseledeki anlaşıl
mazlığın lafımı esirgemeden, açıkça sormaktan başka çare
bırakınıyar bana."
"İyi bir amaç için kullandım," diye yanıtladı onu Isabel,
kocasının öfkesini artıracağını bildiği uysal bir sesle; elinde
olmadan böyle davranıyordu.
"Nasıl bir amaç olduğunu öğrenebilir miyiz? Az kalsın
evleneceğin şu Bostonlu kazık, asık suratlı Mr Goodwood,
servetinde kapatılması gereken bir delik mi keşfetti? Ya da
belki Lord Warburton'ın atlarından birinin üzerine akıl
sızca bahis oynamışsındır, ha? Ama bunun pek de iyi bir
amaç sayıldığını söyleyemem. Lütfen bana parayı sokak
kedileri ve köpekleri barınağına verdiğini söyleme - çün
kü biliyorum ki senin bağnaz yüreğini ısıtacak her çılgın
lığı yaparsın."
316
Isabel onun bu öfkeli ve can sıkıcı haline uzun ve dürüst
bir bakışla karşılık verdi. "Daha fazla soru sorma," dedi
sakince. "Sana amacıının iyi olduğunu söyledim, bununla
yetinmelisin."
Osmond kadehinden hızla, neredeyse boğulurcasına iri bir
yudum aldı; elinin biraz titrediği Isabel'in gözünden kaçmadı.
"Beni ancak," dedi, "senin o parayı sağlam bir yere koy
duğunu ve onu bir an evvel ait olduğu yere, Touchett ve Ted
dington şirketindeki kasa dairesine geri götüreceğini söyle
men rahat ettirir." Gözlerini kırpmadan bekledi. "Böyle bir
söz veremiyor musun? O zaman içimdeki kuşkular yeniden
alevlenecek, hem de eskisinden de şiddetle. Bankanın beni
bilgilendireceğini düşünmediğinden bu acayip hareketini
bana haber vermek niyetinde olmadığın kanaatine vanyorum
-ama beni haberdar etmeyeceklerini nasıl düşünebildin?-, bu
yüzden aklıma en kötü şeyler geliyor. Ve hayır, lütfen, hayırlı
işlerden ve dindarca bağışlardan söz ederek daha fazla haka
ret etme bana." Yine Isabel'in konuşmasını bekledi ama bo
şunaydı. Başını iki yana salladı, sağ ayağının bumunu üç kez
şöminenin taşına vurdu, bu hareketi asabilikten doğmuş gibi
görünse de öfkesini iyice açığa vuruyordu. "Senin bir aşığın
olduğuna inanıyorum," dedi lafını esirgemeden. "Ya da var
dı. Bu yüzden bu kadar uzun zamandır yoksun. Bence onu
fırlahp attın ya da bir şekilde incittin; seni herkesin içinde ele
vermekle tehdit etmiş olmalı; senin de bu paraya -nasıl der
ler?- onun ağzını kapamak için ihtiyacın oldu."
"Gilbert, Gilbert," diye mırıldandı karısı, onu görmemek
için gözlerini kapayarak "Sus lütfen, rica ediyorum. Ken
dini küçük düşürüyorsun, sakinleşince bu söylediklerinden
pişman olacaksın."
317
Isabel'i en çok dehşete düşüren, kocasının bir avuç dolu
su pislik gibi üzerine püskürttüğü suçlamaların çılgınlığı de
ğildi, o sözlerdeki düşük düzeyli ahlaksızlıktı. Zor zaptettiği
öfkesinin şiddetiyle karşısında tir tir titreyen adamı tanıya
mıyordu. Isabel'in onu sevmesine yol açan nitelikler arasında
bulunan incelikli yargısına, nazik ve dengeli tavrına, o zarif
ölçülülüğe ne olmuştu? Kocasının kendi standartlarının bu
kadar altına indiğini görmek neredeyse canını acıtıyordu
Isabel'in. Osmond topuklarının üzerinde döndü, şöminenin
önünde sinirli, sıkı adımlarla, neredeyse boşalmış kadehini
saliayarak bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye başladı.
"Ya da belki daha sinsi, daha heyecanlı bir şey vardır." Diş
lerinden birinin sivri ucunu göstererek Isabel'e göz attı, bakı
şı kayar gibiydi; Isabel onu daracık bir kafese tıkılmış öfkeli,
kızgın bir hayvana benzetti. "Arkadaşın Miss Stackpole'un
'yazılarım' demekten hoşlandığı şu karalamalar Safo'nun dü
zeyine pek gelemiyor ama belki onun eğilimlerinin Lesbos' a
yöneldiği başka yollar vardır. Seni kandırıp cenacle'ına1 kattı
mı ve katarken yüksek bir giriş ücreti istedi mi?"
Isabel ayağa fırladı. "Utanmalısın!" diye bağırdı, iki yana
sallanarak, düşmernek için parmak uçlarını masanın üzeri
ne bastırarak durdu orada. "Söyleyemeyeceğin kadar berbat
bir şey yok mudur senin?" Sendeledi, bir elini alnına götür
dü; tekrar konuştuğunda sesi gergin ve cılız çıktı. "Seni daha
önce tanımıyormuşum meğer. Çirkin şeylerden zevk alıyor
sun ve buna bilmişlik diyorsun."
"A, evet, sen de çok masumsun," oldu Osmond'un yanı
tı, delici bir küçümsemeyle. Artık dolaşmıyordu, sırtını şö
mineye dönerek tekrar Isabel'in karşısında durmuştu. "Pa
ı (Fr.) Aynı düşüncede olanların toplanhsı. (ç.n.)
318
ran sayesinde kutsallık satın alabildiğini sanıyorsun. Ama
hiç durup düşündün mü senin şu ünlü servetinin nereden
geldiğini? Eniştenin sana bağışladığını söyleyeceksin, gü
lünç bir şekilde sana aşık olan şu aptal oğlunun zorlamasıy
la. Peki, ihtiyar Touchett nereden elde etti o serveti? Banka
dan, tabii. Peki, bankaya nereden geldi, bunca para, bütün
o yığın yığın, pırıl pırıl altınlar? Touchett ve Teddington'un
kasalarını doldurmak için gökten gelen refah olduğunu mu
sanıyorsun? Hayır canım, zor kazanılmış, uğruna mücadele
verilmiş paradır o, ve elde edilirken de pek çok masumun
kanı akıtılmıştır. Banka teyzene babasından kalan ve demir
yolundan kazandığı servetle kurulmuştu. Demiryolu - ah,
o sonu gelmeyen rayları döşerken belleri bükülen yüzlerce,
binlerce Çinli ameleyi düşün; İrlanda' daki açlıktan kaçıp
Batı'nın sıcaktan kavrulan çöllerinde kötü beslenme yüzün
den ölen işçileri düşün; kıyıma uğrayan, demiryoluna yer
açmak için toprakları ellerinden alınan Kızılderili kabileleri
düşün. Sen servetini lekesiz mi sanıyorsun? Bütün servet
ler gibi senin paran da kirli. Banka, İsa'nın tefecileri kırbaçla
kovduğu tapınağın ta kendisidir."
"Peki sen, ya sen?" diye sordu Isabel, ne kadar cesareti ve
meydan okuma gücü varsa toplayarak. "Benimle evlenmek
için planlar yaparken bu tür şeylerden konuştuğunu hiç
duymamıştım. Planların sonuç verince de benim 'kirli ser
vetimi' alıp kurnaz yatırımcı rolü oynamaya bayılmıştın."
"'Oynamak mı?' Hatırlatayım hanımefendi, benim yatı
rım 'oyunu m' senin için, servetinin üzerine en az yarısı ka
darını daha ekledi."
"Benim için mi? Ah, Gilbert, artık senin şu masallarına
inanacağım günler çok geride kaldı."
319
Osmond hala bir yanıt hazırlıyordu ki Isabel ona sırtını
döndü, bahçeye çıktı, o salonda bir dakika daha kalsa bo
ğulacağinı hissediyordu. Ama dışarıdaki sıcak soluk kesici
bir yumruk gibi çarptı ona, gırtlağı kurudu, yaşlı bir incir
ağacının gölgesine sığınmak zorunda kaldı, orada güçlükle
soluk alarak bir süre durdu, yapışkan nemin, hasır şapka
sının şeridinin altında toplandığını hissediyordu. Çaresizlik
içinde çevresine bakındı. Çiçek tarhlarının üstünde hava tit
reşiyordu. Bayılacak gibiydi, ateşinin tekrar çıkacağını dü
şündü. Ağacın iri yapraklarından birini elledi; parmaklarına
değen alt yüzü harika bir serinlikte ve tazelikteydi. Bura
larda bir yerde tahta bir bank olacaktı diye hatırladı, ama
artık yoktu, evliliğinin ilk günlerinde, Palazzo Roccanera
onların oturması için hazırlanırken ve Osmond'la ikisi bura
da Bellosguardo' da yaşarken, Isabel ile Pansy ağacın huzur
veren gölgesinde otururlar, birbirlerine kitap okurlar ya da
nakış işleyerek oyalanırlardı. Öyle mutluydu ki, ya da mut
lu olduğuna inanmıştı, çünkü daha o zaman bile, kendisini
bekleyen kederlerio ayak seslerini zayıf da olsa sezmemiş
miydi?
Arkasında hafif ayak sesleri işitti, dönüp baktığında bah
çeden geçerek yaklaşan yalınayak bir oğlan gördü. Bol bir
kısa pantolon ve kendisine epeyce büyük gelen pamuklu
gömlek giymişti, öyle ki yürürken gömleğin sarkan yakası
nı ve uçuşan kollarını durmadan omuzlarından ve kolların
dan geriye doğru atması gerekiyordu. Pürüzsüz teni güneşte
yanmış, cilalı ahşaba benzemişti, alnında parlak gür siyah
bukleler oynaşıyordu. Ağzı kulaklarına vararak, dişlerini
göstererek sırıtıp Isabel'i selamladı, pantolonunun cebinden
kullanıla kullanıla parlamış küçük deri bir kutu çıkardı
320
-Isabel onun kocasının puralarını koyduğu kutu olduğunu
tanıdı-, çocuk kutuyu signore'ye verip veremeyeceğini sordu
Isabel'e, la casa Boott' a1 son gelişinde orada unutmuştu. Bu son
söylediği, ki söylerken çocuğun avurtları gülünç bir biçimde
şişmişti, kulağa öyle sevimli, masum ve tuhaf geldi ki Isabel
o sinirli haline rağmen gülümsedi, ragazzcr gitmek için dön
düğünde beklemesini istedi, getirdiği haber için ödüllendir
mek amacıyla bozuk para arandı. Sonra çocuk, bakır parayı
küçük esmer avucunda sımsıkı tutarak hoplaya zıplaya gitti,
onun arkasından bakan Isabel özlernin ve pişmanlığın verdiği
hafif bir sızı duydu içinde. Her şey, Osmond'un düşündüğü
gibi rezil ve kokuşmuş değildi; Osmond'un kafasındaki dünya
Isabel'in yaşayabileceği gibi bir yer değildi.
Osmond evden çıktı, kapıda durdu, sonra Isabel'i araya
rak gözlerini bahçede gezdirdi, ağır ve düşüneeli adımlarla
ona yaklaştı, elleri pantolonunun ceplerinde, gözleri yerdey
di. Karısının önünde durduğunda bir müzede vakit geçiren
ve pek de göz alıcı olmayan bir parçanın karşısında duran
bir ziyaretçiye benziyordu. "Bir şeyin alegorisine benziyor
sun," dedi Isabel'e, onu aşağılayarak, "meyveli ağacının ya
nında yılanın gelişini bekleyen Havva gibi poz vermişsin."
Isabel ona istifini bozmadan baktı, kendini taparlamayı
başarınıştı ya da soğukkanlılığı geri gelmişti, Osmond'un
eğretilemelerinin tehlikeli dolambaçlarında onun peşinden
gidecek kadar aptallık etmemeye kararlıydı. "Pansy'nin ne
rede olduğunu söyleyecek misin bana?" diye sordu IsabeL
Osmond yine yere baktı, gülümser gibiydi, açık renkli ayak
kabılarının birinin bumuyla yoldaki çakılları biraz eşeledi.
321
"Eh işte, İngiltere' de," dedi.
"İngiltere." Isabel bu sözcüğü önemsemezmiş gibi, ya
van, ruhsuz bir sesle yinelemişti, şaşırmış, hele canı sıkılmış
gibi bir hali yoktu, çünkü ne şaşırmıştı ne de canı sıkılmış
tı. Kocasının hazırladığı ve üzerine kusursuz bir zamanla
mayla ve tam isabetle fırlattığı küçük, yumuşak bombalara
dayanabilecek, kendisini koroyabilecek bir kabuk bağlayalı
çok olmuştu.
"Evet, İngiltere'de - daha doğrusu Kent'te," dedi Os
mond. "Sen oradan ayrılırken onun o sevimli ama anlaşıl
maz ülkeye seyahat etmesinin çok hoş bir uyum yarattığını
düşündüm."
"Onu neden oraya gönderdiğini acaba bana söyleyebilir
misin?"
"Bana yazdığın mektupta onunla ilgili imaların hoşuma
gitmedi. Onun - eh, onun korunmaya ihtiyacı olduğunu his
settim, çok uzaktaki yemyeşil ve keyifli bir ülkeden başka
nereye gönderebilirdİm?"
"Onun kime ya da neye karşı korunmaya ihtiyacı oldu
ğuna karar verdin?"
"Elbette sana karşı, canım. Söylesene, göğsüne sımsıkı
bastırdığın şey benim puro kutum mu? Sanırım Mr Boott
gönderdi onu, çünkü kendinin gidip onu benim için aldığını
hayal bile edemem."
Isabel kutuyu Osmond'a verdi, o da içinden bir puro seçip
yaktı; kibritin alevi güneş ışığında olağanüstü soluk görünü
yordu, Isabel kibrit yandığı sürece ona bakarken açıklanma
sı olanaksız bir tedirginlik hissetti. Osmond dağılmakta olan
açık mavi, küçük bir duman bulutunun arasından onu göz
lüyordu. "Sence kartlarını masanın üzerine açmanın zamanı
322
gelmedi mi?" dedi, görünüşte tavrı son derece uzlaşmacıy
dı. "Elindeki kartlar beni tasalandırıyor; eğer izin verirsen
üstünlüğün sende olduğunu söylemek istiyorum."
"Ne kartı?" diye sordu IsabeL "Sana ne söylememi isti
yorsun?"
"Paradan söz et, canım," dedi Osmond, yüzünü karısının
yüzüne iyice yaklaştırarak ve başını iki yana sallayarak, bu
hareketi hem tehditkar hem müthiş gülünçtü. "Hepsi senin
elinde, bu yüzden ne bahse girebilirim ne de blöf yapabili
rim. Söyle o zaman: Neyin üzerine bahis oynuyorsun?"
Isabel yalnızca bir an duraksadı, derin bir soluk alana
kadar. "Beni özgür bırakmam istiyorum," dedi, "beni ve
Pansy'yi."
323
XXX
324
konuşabileceğini kendisinden hiç ummazdı- Osmond'un
bunu itirazsız kabul edeceğine inandığı konusunda koca
sında hiçbir kuşku bırakmamıştı, çünkü Isabel bu öneri
sini ne değiştirecek ne de zerre düzeltecekti. Ayrılacaklar
ve birbirlerini bir daha asla görmeyeceklerdi, en azından
planlı bir şekilde; Osmond'un Palazzo Roccanera' da otur
masına izin verecekti -orayı bulan, kendi seçkin zevkine
göre süsleyip donatan Osmond olsa da, Roma' d aki İngiliz
avukatının, tedbirli Mr Pettigrew'un tavsiyesiyle sözleş
melerin üzerinde sadece Isabel'in adı vardı-, kendisi ise
Pansy'yi yanına alıp başka bir yerde, Fransa' da belki, ya
da İngiltere'de yaşayacaktı; paraya gelince, Osmond'un
Isabel'in ilk baştaki servetini kullanarak kurnazca yaptığı
karlı yatırımlardan kazandığı paralar kocasına devredile
cekti. Kımıldamadan, dimdik oturarak karısını dinlemiş
olan Osmond bu son cümlede yerinde kımıldandı, sol avu
cunu masaya sertçe indirdi . "Bu ne cömertlik!" diye bağır
dı, tiz bir sesle gülerek. "Sanırım kendini pek yüce gönüllü
sanıyorsun, bana, nereden bakarsan bak kendi param sayı
lan parayı bağışlayarak."
"Senin 'nereden bakarsan bak'ının ne olabileceğini bil
miyorum," dedi Isabel, serinkanlılığını bozmadan. "Sen 'be
nim' dediğin parayı benim paramın sırtından kazandın - ar
kanda benim servetim olmasaydı mali alandaki becerilerin
bir işe yaramazdı. En katı standartlarda, ki bunların sana ait
olmadığı belli, senin yaptığın kar bana aittir."
Osmond omuzlarını dikleştirip başını geriye attı, karı
sına uzun uzun, duygusuzca baktı, o arada Isabel bekledi,
kocasının ne söyleyeceğini gerçekten merak ediyordu. Ka
bul etmeliydi ki, yürüttükleri bu tuhaf konuşmanın belli bir
325
ürkütücü çekiciliği vardı, nihayet Osmond konuştuğunda
onun da karısı gibi aynı sakin merak içinde olduğu anlaşıldı.
"Sevgili Isabel, senin böyle olduğunu bilmezdim," dedi,
yarı şaşkın, pişmanlık yansıtan bir hayranlıkla. "En başın
dan beri böyle şevkli davransaydın kim bilir ikimizin arasın
da nelere gerek kalmazdı?" Ceketinin cebinden deri kutuyu
çıkardı, bir pura daha aldı içinden. Kaşlarını çatan Isabel
içmemesini rica etti, çünkü tütünün acı kokusu mutlaka ba
şını ağrıtacaktı; ancak Osmond ona aldırmadı, kibriti küçük,
kinci bir el hareketiyle yaktı. Sonra sandalyesinde arkasına
yaslandı, bacağının birini kaldırıp ayak bileğini dizine da
yadı, başparmağını yine krem rengi yeleğinin cebine taktı,
başını yine geriye atarak burnunun bir yanından karısına
baktı. "Şu tatsız para konusunu bir yana bırakarak kızımla
neden ilgilendiğini, onu, tek çocuğumu neden benden al
mak istediğini sorabilir miyim sana? Ondan bu kadar hoş
landığını bilmezdim."
"Yo, bilmezdin," diye yanıt verdi Isabel ifadesizce. "Be
nim hakkımda bilmediğin çok şey var, onun hakkında bil
medikierin de çok." Osmond'un masanın üstüne doğru
tembel tembel üflediği mavi tütün dumanından uzaklaşmak
için sandalyesini biraz geriye itti. "Senin bana hep söyledi
ğin şekliyle 'kızını', Pansy'yi hem senin hem ötekinin, yani
annesinin etkisinden olabildiğince uzaklaştırmanın en iyisi
olacağına karar verdim."
"Ya, annesi," diye onu taklit etti Osmond, başını saHaya
rak. "Bunu açıkça söyleyebilmek için yeterince çabalayacak
mısın diye merak ediyordum."
"Açıkça ya da değil, daha önce nasıl söyleyecektim ki,
böyle bir ilişkiden habersizdim."
326
"Bilseydin daha iyi mi olacaktı? Şimdi kendini daha iyi
mi hissediyorsun?"
"Bana yalan söyledin."
"Sevgili kadınım, sen kendine yalan söyledin - hangimiz
daha suçluyuz?"
Eskiden sık sık olduğu gibi şimdi de Osmond'un kendi
dünya görüşünün çarpık mantığını ve o mantığın çalışma
tarzını nasıl da bu kadar ikna edici şekilde biçimlendirebil
diği bir kere daha şaşırttı Isabel'i; bunu en kuşkulu önerileri
en az vurguyla, rahatça, biraz bezgince, sanki hiç kimsenin,
hiçbir yerde sorgulamayacağı ya da bunu aklından geçirme
yeceği gerçekleri tekrarlarmış gibi söyleyerek becerdiğine
karar verdi.
"En tuhafı," dedi Isabel, kendi sesindeki tuhaf melanko
lik tınıyı fark edince şaşırdı, "senin ve - ve o kadının sırla
rınızı benden gizlemekte gösterdiğiniz beceriye neredeyse
hayran kaldım."
Osmond yerinden kalktı, şömineye gidip purosunun kü
lünü silkeledi, orada kaldı, karısına döndü, bir dirseği şö
minenin yüksek rafındaydı, topuğunun birini de ızgaranın
önündeki paravanın pirinç çubuğuna dayamıştı.
"Duyduğuma göre, günahkarken nedamet getiren 'o
kadın'ı Amerika'ya yapacağı yolculuğa çıkmaktan vazgeçip
İtalya'ya dönmesi için ikna etmişsin. Bu garip ve hayalpe
restçe hareketinle ne amaçladığını sorabilir miyim? Onun
nedamet getiren bir Magdalene, kendinin de bağışlayıcı bir
İsa olduğunu mu düşündün?"
"Bana kalırsa bir tek sen Gilbert," dedi karısı, yine buruk
bir hayranlık tınısı vardı sesinde, "içinde bulunduğumuz
nahoş durumda eğlenecek bir taraf bulabiliyorsun."
327
"Evet, evet, haklısın," dedi Osmond, içini çekerek, pu
rosunu havaya kaldırıp inceledi. "En garip şeyler eğlenceli
gelir bana, hatta acayip gülünç gelir. Ama sınıriarım var ta
bii. Örneğin eğer kaybetmek üzereysem para gülümsetmez
beni." Purosunun ucuna usulca üfleyince orada bir an dur
gun bir kırmızılık belirdi. "Bana önerdiğİn azıcık gelide na
sıl yaşayabileceğimi düşünüyorsun?"
"Ben pek azıcık gelir demem ona. Elde ettiğin başarıyı
bana anlattığında ne kadar gururlu olduğunu hatırlıyorum
- 'muazzam bir kazanç' diye tarif etmiştin. Üstelik benim
masraflarımı da Pansy'ninkileri de üstlenmeyeceksin. Bence
gayet güzel geçineceksin, eğer sıkıntıya düşersen, her za
man tablolardan birini satabilirsin ya da bir Etrüsk vazosu
nu - benim servetim sayesinde biriktirdiğin değerli şeyler
den payıma düşeni talep etmeyeceğim."
Osmond ona uzun uzun baktı. "Bir de beni bu durumu
eğlenceli bulmakla suçluyorsun," dedi sakince, en öfkeli an
larındaki gibi ıslıksı çıkan sesinde hissedilen hafif bir pel
teklikle.
Isabel ayağa kalktı. "Benimle param için evlendin," dedi,
fazla üzerinde durmadan, sıradan bir şey söyler gibi. "Şimdi
evliliğimiz sonuna geldi, ben de paramı geri alıyorum."
"Al öyleyse. Hayrını gör. Ama aramızdaki ilişkinin kop
ması için ısrarcısın ya, seni uyarıyorum, senin hayatını ko
laylaştırmayacağım. Elimden gelen her engeli çıkaracağım
yoluna - elimden gelecekleri de azımsamamalısın, sevgili
karıcığım, sen de bunu pek�Ha bilirsin."
"Belgeleri hazırlaması için Mr Pettigrew' a talimat ver
dim," dedi IsabeL "Senden ne bekleyeceğini biliyor ve emi
nim ki sen de ondan ne isteyeceğini biliyorsundur. Onun
328
tozlu ceketi ve kamburu seni yanıltmasın - engelleri ortadan
kaldırmakta ustadır."
Kocasının karşısında takındığı yüz ifadesinin ne kadar
sert olduğunu hissedebiliyordu, daha önce hayatında hiç
olmadığı kadar sertti, hatta gerçeği Kontes Gemini'nin ağ
zından duyduğu gün olduğundan bile daha sertti; bundan
sonra hiç olmayacağı kadar sertti, ya da Isabel yürekten ama
pek de ikna olamadan öyle umuyordu.
Osmond şöminenin yanına gitti, cilalı taşın üzerine bir
santim boyunda bir kül daha düşürdü.
"O zaman sana iyi günler diliyorum," dedi kısaca.
Isabel ses çıkarmadan bekleyince Osmond sonunda ona
dönmek zorunda kaldı. Yüz yüze durdular orada, Isabel
masanın yanında, Osmond da şöminenin yüksek, siyah gi
rintisine sırtını dönerek; ikisini sadece birkaç metre ayırıyor
du, ama bu mesafe en derin uçurum da sayılabilirdi, onun
dibinde, uzakta, çok çok uzakta, Isabel bir zamanlar çok
değerli bulduğu, şimdiyse bir kenara atılmış ufak, narin bir
şeyin paramparça oluşunu duyar gibi oldu.
329
XXXI
330
re döndüğünde tepeler aklında ancak mavi hava ve uçuşan
kardan oluşan bir hayal olarak kalmış biri gibiydi .
Biraz uyukladı, sonra ayıldı, o sıcak loşlukta çevresine
bakındı, adını koyamadığı bir korku duydu, bir an nerede
olduğunu bilemedi. Yataktan kalktı, bir leğene su koydu,
parmak uçlarını ıslatıp gözkapaklarına, ağrıyan şakakları
na bastırdı. Leğenin mavimsi beyaz emayesine küçük şırıl
tılarla dökülen su ılık ve nedense lapamsıydı, Isabel'i pek
rahatlatmadı. Pencereye gidip panjurları açtı; daha önceki
örse benzeyen bulut şimdi şişmiş, damların üzerine alabora
olmuş bir deniz gibi taşarak, tekinsizce çöken gökyüzünü
tamamıyla doldurmuştu. Isabel yüzüne durgun bir havanın
değdiğini hissetti -sanki şehir bile bitkince soluğunu salıver
mişti-, sonra her şey sıcağa ve uyuşukluğa döndü. Yapacak
çok işi vardı, pek çok şey onun ilgilenmesini bekliyordu,
ama bitkinlik çuval bezinden yapılma ıslak, sıcak bir kefen
gibi sarıp sarmaladı onu. Sanki hayatı ağır ağır yavaşlayıp
duruyordu. Uzun zamandır, krize dönüşen evliliğinde ka
rar verilecek noktaya gelmek için hevesle, kararlılıkla yol
almıştı, ama artık enerjisi tükenmişti. Ne yapacaktı şimdi?
Kendisiyle Pansy'nin, pelerinlerini ve batlarını kuşanarak
Altın Boynuz' a gitmek üzere yola çıkan iki kişi gibi birlikte
gideceklerini söyleyip Osmond'un gözünün önüne serdiği
manzara, kocasıyla ve onun üzerinden kendi kaderiyle yüz
leşirken destek bulacağı bir dayanak şekline sokulmuş bir
hayalden başka neydi ki? Bütün o planlar ve küçük numa
raları hazırlarken Pansy'nin de kendi planlarını ve numa
ralarını hazırlayıp hazırlamadığını hiç düşünmediğini fark
etti, eğer o genç kız -o genç kadın!- şimdi bile, İngiltere' deki
geniş bir salonda, havalı lordların ve göz alıcı teydilerin ara-
331
sında kendi kaderine karşı çıkmaya hazırlanmıyorsa tabii.
Zavallı Isabel! Bellosguardo tepelerine çıktıktan ve oraya
özgürlüğünün sancağını diktikten sonra şimdi salt uyuşuk
luk yüzünden, amacı zayıf diye aşağıya mı yuvarlanacaktı?
Tam o anda, bütün kuşkularını doğrular gibi, aşağı sarkan,
kurşun rengi gökyüzünden, patırtılarla, takırtılarla ve mu
azzam gümbürtülerle uzayıp giden bir gök gürültüsü geçti,
hem tekinsiz hem tamamıyla mantıksızdı, peşinden yağmur
yavaş yavaş hızlanarak şakladı.
Hızla giyindi, saçlarını üstünkörü şekle soktu -birden
pek çok şey artık önemsiz görünmeye başlamıştı-, sonra
aşağı inip evde dolaştı. Evin içinin genellikle pek durgun
olan havasını bahçeden gelen, yağmurun tazeleyip ortalığa
saldığı hoş kokular doldurmuştu. Piccolo salone'nin1 önün
den geçerken içerden sesler geldi kulağına, durup kapıyı
hafifçe tıklattı, teyzesinin sesi içeri girmesini söyledi. Bu loş
ve epeyce köhne, sıkış tıkış, tuhaf bir şekilde bunaltıcı olan
salonda Mrs Touchett konuklarını kabul ederdi, bu yüzden
de fazlasıyla ihmal edilmişti. Mrs Touchett'in bu akşamki
konuğu genç bir adamdı, ama belki de göründüğü kadar
genç değildi. Ufak tefekti, saçları dikkat çekici bir kızıldı,
alnı geniş ve kırışıksızdı, lsabel' e sevimli bir kediyi anım
satan parlak yeşil gözleri vardı. Gri pantolon ve siyah bir
ceket giymişti, eskimiş ve tozlu olduğu belli ipek bir silindir
şapkayı dizlerinde tutuyordu. Yakışıklı denilemezdi, ama
çevresine öyle dengeli bir rahatlık ve enerji halesi yayıyor
du ki, yakışıklı mı filan diye sorulması pek yersiz kaçardı.
Isabel onun şu Mr Devenish olduğunu hemen anladı, bir
önceki gün uğrayıp kartını bırakan London Clarion 'un muha
ı (İt.) Küçük salon. (ç.n.)
332
biri. Adam onun tahminini doğruladı, telaşla ayağa kalkar
ken dikkatsizlik edince şapkası ters dönüp yere düştü; sonra
genç adam kendini tanıştırmaya girişti. Kulağa hoş gelen
berrak bir İngiliz sesi vardı, hafifçe kekelemesi o hoşluğu
bozmuyor, tam tersine tuhaf bir şekilde artırıyordu. Isabel
gülümseyerek elini uzattı; teyzesinin küçük siyah gözlerinin
suçlayıcı bir sertlikle üzerine dikildiğinin farkındaydı. "Mr
Devenish'e senin dinlendiğini söyledim," dedi yaşlı kadın.
"Seni daha önce bekliyorduk aşağıda."
"Evet, neredeyse vazgeçip gidiyordum," dedi genç adam
lsabel' e neşeyle, yeşil gözlerini onun üzerinden ayıramıyor
du. "İyi ki gitmemişim."
"Floransa'daki adresinizi vermemiştiniz," dedi Isabel,
hala gülümsüyordu.
"Öyle mi? Ah tipik ben işte - beynim durmuş, korkarım ki."
"Sanırım Miss Janeway'in akrabasısınız, değil mi?"
"Evet, kuzeniyim. Sizi mutlaka göreceğime dair yemin
verdirdi bana. Arkadaşımız Miss Stackpole sizin nerede ol
duğunuzu söyledi - sizi Roma' da aramaya kararlıydım ama
çok şükür işte buradasınız!"
"İşiniz Floransa' da mı?" diye sordu IsabeL "Yani, gazete
nin Floransa muhabiri misiniz?"
Bu söz üzerine Mr Devenish neşeyle çığlık attı. "Ah sev
gili Mrs Osmond, ah keşke o imkanımız olsa! Korkarım ki
biz çok mütevazı bir kuruluşuz, ancak Londra' da bir ofis tu
tabiliyoruz - 'ofis' diyorum, ama aslında Gray' s Inn Road' da
karanlık bir bodrum katı yalnızca."
"Öyleyse tatil için buradasınız, öyle mi?"
"Dinlence demek istiyorsunuz herhalde? Böyle de di
yebilirsiniz. Bir haftadır buradayım, garın arka tarafında,
333
kendine pensione1 diyen bir yerin tavanarasında kalıyorum,
mahkumlar gibi ekmek ve suyla yaşıyorum."
"A, öyleyse sizi biraz beslemeliyiz," dedi Isabel gülerek
"Eğer açlıktan ölürseniz Miss Janeway beni asla affetmez."
"Çay getirmelerini söylemiştim," dedi Mrs Touchett sert
çe. "Biraz sabredersek bir saate kalmaz getirirler."
Biraz düşünen Isabel suçluluk duyarak dikkatini teyzesi
ne verdi, o ana kadar onu ihmal edip Mr Devenish'le ilgilen
diğinin farkına varmıştı. Çelimsiz yaşlı kadın koltuğunun
dibine gömülmüştü, sanki ayak altında olmasın diye özenle
katlanıp oraya yerleştirilmişti. Bastonunu dimdik önünde
tutuyordu, incecik ellerini üst üste koyup bastonun fildişi
sapını kavramıştı. "Gidip bir bakayım mı, teyzeciğim?" diye
sordu Isabel endişeyle. Mr Devenish'e göz attı. "Burada çay
dan anlamıyorlar, çay demlerneye girişıneden önce, sanki
büyücülük yapmaları istenmiş gibi haç çıkarıyorlar."
"Eh, kahvelerinin lezzetini düşünerek bağışiayabilirim onla
"
n, diye yanıtıayarak Isabel'in sözlerini doğruladı genç adam.
Isabel yine gülümsedi ona; aslında salona girdiğinden beri
neredeyse durmaksızın gülümsediğinin farkına vardı - Mr
Devenish'in keyifli hali bulaşıcıydı. Isabel, normal insanla
rın yaptığı gibi nazik muamele görmek ve karşılığında nazik
davranmaktan uzaklaşmıştı; uzun bir süre, yıllarca, kendi
içine kapanmış, kafasına estikçe acımasızlaşan bir anne-baba
dan kaçıp elbise dolabının içine saklanan bir çocuk gibi so
luğunu tutup tetikte kalmıştı. Son yıllarda mahkum edildiği
bu ihtiyatlı, sakınmalı ve korku dolu hayatı sürmek için ne
yapmıştı, ne zaman ne yapmıştı? Evet, gururlu davranmıştı;
evet, kendi düşüncelerini başkalarınınkinden üstün tutmuş
ı (İt.) Pansiyon. (ç.n.)
334
tu; evet, parası için kendisiyle evlenilmesine göz yummuştu;
ama bu günahlar ne kadar ağır olursa olsun, kendisine ve
rilen cezayı hak ediyor muydu? Yine de böyle gizlenmek ve
korkmak budalalıktır, dedi kendine. Bugün, nihayet kocasıyla
yüzleştiğinde dolabın kapısını birazcık aralamıştı; dışarıdaki
oda aydınlıktı, yerler silinmişti, çanak çömlek rafta sağlam
duruyordu ve Isabel'in ortaya çıkmasını elinde değnekle bek
leyen kimse yoktu. Artık zamanı gelmişti: ileriye adım atma
sının, dimdik durmasının ve yaşamasının - ve yaşamasının.
Uzaklarda gök gürlediğini duydu.
Çayları getirildi, yanında da ekmek, kurabiye ve birkaç
dilim kek. Mr Devenish'in bayağı iştahlı olduğu anlaşıl
dı, hiç çekinmeden sunulan her şeyden aldı, bir yandan
da, neredeyse ağzı doluyken, çeşitli konularda konuştu.
Clarion, 'Sevgili eski paçavra' -gazeteye böyle demekten
hoşlanıyordu-, var gücüyle günün en sıcak konularına el
atıyordu: seçim reformu, İrlanda için özerk yönetim, libe
ralizm, sendikacılık, kiliseyi devletten ayırma -gerçekten
de o kadar çok akımdan söz etmişti ki bu sözcükler sanki
kırlangıçlar gibi salonun içinde uçuşuyordu- ve tabii ka
dınlar için evrensel seçme ve seçilme hakkı. Bu sonuncu
konuyu söylerken Isabel'e özellikle sıcak ve anlamlı göz
lerle baktı. "Bildiğiniz gibi, teyzem, Mrs Osmond," dedi,
"bu kampanyanın önde gelen liderlerinden." Dikkatini,
koltuğunda iki büklüm oturan Mrs Touchett' e çevirdi, yaş
lı kadın onu boncuk gibi parlak gözlerle izliyordu, öyle ki
Isabel genç adamın, özgürce dile getirdiği görüşlerini yaşlı
kadının onayladığını sanacağından korktu. "Teyzem son
günlerde pek iyi değildi," dedi teyzesine bakarak, sonra
kaşlarını çatıp sesini alçalttı, "yine de aldırmadan müca-
335
deleye devam ediyor, oysa öyle zamanlar oluyor ki işleri
hasta yatağından yönetiyor."
Isabel'in teyzesi hiç etkilenmeden genç adama bakıyordu.
"A, evet," diye ekledi Isabel hemen, ani bir yaylım ate
şi açılmasını bekleyen ve ondan kaçmaya çalışan biri gibi,
telaşla. "Miss Janeway'in sağlık durumu nasıl, söylesenize,
ama bilin ki yaz başında onunla buluştuğumda birlikte öğle
yemeği yedik ve keyfi yerinde görünüyordu."
" Öyle de," dedi Mr Devenish, "keyif söz konusuysa hiç
bir şey gözünü korkutmaz onun, ama bünyesinin gitgide
zayıf düştüğünü söyleyebilirim." Yere baktı, gözlerini bir an
şapkasına dikti, çevirip durmuştu elinde, sonra da başına bir
şey gelmesin diye yere, sandalyesinin ayağının dibine koy
muştu. "Doktorlar ancak bir-iki ay veriyorlar."
Sessizlik oldu. O sessizliğin gerisinde, dışarıda, yağ
murun tempolu yağışı duyuluyordu, gök gürültüleri de
hala, tepelerin arkasında gitgide azalarak gurulduyordu.
Sonra Mrs Touchett oturduğu yerde kımıldandı. "Belki de
bu hamının enerjisini kendi sağlığı için harcaması daha
iyi olur," dedi soğuk bir sesle, "dünyanın önemli mese
lelerini de bu işlere daha uygun olan kişilere bıraksın."
Ağır ağır ve zorlanarak koltuğundan kalktı, cılız bede
ninin ağırlığını bastonuna öyle yüklemişti ki bastonun
yukarıdan aşağıya titrediği görülüyordu. Onu seyretmek
acı verse de Isabel ona yard ım etmemesi gerektiğini bili
yordu, Mr Devenish de içgüdüsel olarak aynısını yaptı.
Sonunda yaşlı kadın doğrulunca birinden ötekine baktı,
yüzünde öfkeli bir meydan okuma vardı. "Evde ilgilen
mem gereken işler var," dedi kısaca. "Genç adam, size iyi
akşamlar d iliyorum."
336
"Size de iyi akşamlar, ham'fendi," diye yanıt verdi Deve
nish, hep yaptığı gibi hevesle ve nazikçe. "Beni kabul ettiğiniz
için teşekkür ederim - sizinle tanışmaktan onur duydum."
Bir an üçü orada durdular, aralarındaki sessizlik uzadı. Isa
bel genç adamın Mrs Touchett'in salondan çıkmasını ve ken
disini yeğeniyle yalnız bırakmasını beklediğini görebiliyordu,
ama onun bu yanlış fikrini düzeltebilmenin kolay bir yolunu
bulamıyordu. Sonra Mrs Touchett konuştu, lafı dalaştırmadan
doğrudan konuya girdi, ama karşısındakini ineitmeyecek söz
cükler seçmişti. "Umarım şemsiyenizi yanınıza almışsınızdır
Mr Devenish, yoksa korkarım ki sırılsıklam olacaksınız."
"A, şapkam var," dedi genç adam. "O beni her türlü hava
koşulundan korumaya yeter." Sonra Isabel'e döndü, dikkat
çekecek kadar yeşilimsi olan gözlerinde pişmanlık duydu
ğunu ama eğlendiğini de yansıtan bir kıvılcım yanıp söndü.
"Benim için büyük zevkti, Mrs Osmond," diye mırıldandı,
elini uzatırken. "Umarım tekrar karşılaşma fırsatı bulabili
riz, Floransa'da olmasa bile başka bir yerde - Londra' da bile
olabilir, çünkü teyzemin sizi tekrar Fulham' da ağırlamaktan
memnun olacağını biliyorum. Orada birlikte yediğiniz öğle
yemeğini memnunlukla hatırlıyor."
"Ben de öyle," dedi IsabeL Teyzesinin küçük, sivri bir ma
deni aletin parıldayan ucu gibi içine işleyen bakışlarını üze
rinde hissediyordu. "Eğer onu benden önce görürseniz sami
mi selamlarımı ve durumuna üzüldüğümü iletin lütfen."
Genç adamla birlikte sokak kapısına yürüdü, Devenish
orada, şapkası elinde durdu. "Sanırım teyzeniz benden hoş
lanmadı," dedi ağzının içinden.
"Siz onun surat asmasını üzerinize almayın," dedi Isabel
gülümseyerek. "Genel olarak hiçbir şeyden hoşlanmaz o -
337
dünyanın bu hali onun standartlarına uymuyor, o standart
lar da korkarım ki oldukça yüksek."
"İnsanı ürküten bir hanımefendi olduğu kesin," dedi Mr
Devenish gülerek ve başını iki yana saliayarak Sonra sustu,
gözlerini tekrar şapkasına eğdi.
"Biliyor musunuz," dedi sonra, mahcup ve mütered
dit bir tavırla, "size uğradığım ve kartımı bıraktığım gün
Floransa' dan ayrılmaya niyetliydim."
"Ama kaldınız."
"Evet." Başını kaldırıp Isabel'in gözlerine baktı. "Sizi
görmeden gitmek istemedim."
"Beklemenize memnun oldum öyleyse," dedi Isabel, sesi
kararlıydı ama duygularını belli etmiyordu; bir erkeğe bir
santimlik hareket alanı sağlarsanız onu bir kilometreye çevi
rebileceğini biliyordu.
Yine oyalandı Devenish, alnını kırıştırdı, dudaklarını
büzdü. Isabel onu dikkatle, hatta belli bir gerginlikle göz
lüyordu. Kendisinin son zamanlardaki sıkıntılarını biraz
olsun bildiğini tahmin ediyordu - Henrietta Stackpole, bir
arkadaşının kişisel dertlerinin ortaya çıkması pahasına bile
olsa, haksızlığı ifşa etmeyi ve failierini işaret etmeyi kendi
ne görev sayardı ; eğer Devenish en ufak bir şekilde duygu
daşlık ya da acıma gösterseydi Isabel ona hemen veda eder,
kapıyı arkasından kapatır, kartını bulur, yırtıp atardı. İçinde
bulunduğu durumda alay edilmeyi kendisine sempati gös
terilmesine yeğlerdi. Ancak genç adam başka bir yol seçti.
"Teyzem bana sizin destek için gösterdiğiniz cömertlikten
söz etti," dedi.
Bir an kafası karıştı Isabel'in, sonra anladı. "A, evet -
para. Sanırım bayağı budalaca davrandım."
338
Myles Devenish ona baktı. "Budalalık olur mu? Amaca
büyük katkı sağladınız."
"Amaç mı?"
"Yani, seçme ve seçilme hakkına - özgürlüğe."
"Ah, özgürlük," diye mırıldandı IsabeL "Son haftalarda
bu sözcük aklımdan çıkmıyor. Teyzenize yardım edebildi
ğim için çok memnunum. Harika bir kadın o."
"Öyledir, öyledir," dedi genç adam. Daha başka şeyler
de söyleyecek gibiydi, hem de epeyce fazla şeyler, ama kı
saca veda etmekle yetindi, hafifçe eğilip kibar bir selam
verdi ve gitti.
339
XXX I I
340
Bahçe odasına gidip oradaki bir raftan bir kitap seçti -o an
daki ruh haline uygun olduğunu düşündüğü Browning'in bir
şiir kitabıydı- ve pencerenin önündeki bir sallanan koltuğa
oturdu. Çok geçmeden bahçenin hüzünlü görünümü dikka
tini dağıttı. Yağmur her şeyi birbirine kahp yere eğmişti - çiğ
ışık, yanı başındaki pencere camlarını tehditkar bir şekilde
parlatıyordu. Kendi evinde, yani Albany ve çevresini kastedi
yoruz burada, çünkü şimdi Isabel için bu adı hak eden başka
hiçbir yer yoktu, alacakaranlık saatini severdi, o saat Isabel
için belirsiz, hüzünlü ama yine de heyecan verici bir vaatle
dolu olurdu; burada güneyde, her gün incelikten uzak, kaba
bir biçimde sona eriyordu, karanlık neredeyse bir dükkanın
önündeki kepenk gibi takırdayarak çöküyordu. Isabel kitabı
elinden bıraktı, Staines'i çağırdı, kendisinin de yemeğini oda
sında tek başına yiyeceğini söyledi. "Birkaç yumurta yeterli,"
diye mırıldandı, gözlerini tekrar iç kararba bahçeye çevire
rek, neredeyse en ufak bir gün ışığı kalmamıştı orada.
"Mumları yakayım mı, ham'fendi, yoksa hemen çıkıyor
musunuz yukarı?" diye sordu hizmetçisi.
"Evet, yak lütfen, ama bir-iki tane," dedi IsabeL Eskiden,
yağmur sonrasında, karanlık çökerken böyle oturmaya ba
yılırdı, ama şimdi yoğun bir karanlık vardı, içinde birtakım
şeyler kıpırdıyordu, ne olduğu anlaşılınayan ama belirgin
biçimler, bir mağaranın ağzındaki, bir tek ateşin uzakta tu
tabileceği vahşi hayvanlar gibi. "içecek bir şey de getir bana
- bir kadeh moscato olabilir."
"Tabii ham' fendi."
"Ve Staines ... "
"Evet efe'm?"
"Benimle böyle ilgilendiği n için teşekkür ederim."
341
Hizmetçinin yüzü pembeleşti. "Eh, ben bu iş için varım,
ham'fendi, öyle değil mi?"
"Yine de teşekkür ederim."
Böyle bir günün bitiminde içinde pek az rahatsızlık duy
ması tuhaf geliyordu Isabel'e. Ne kadar uzun zamandır, zih
ninin derinlerinde, bilmeden ama özenle ve sebatla, inceden
inceye, serinkanlılıkla kendini bu sabah kocasıyla arasında
geçen mücadeleye hazırladığını ancak şimdi anlıyordu. Ve
galibiyet duygusunu tatmayacak mıydı, tatmin olduğunu
hissetmeyecek miydi? Kaygı duymayacak mıydı? Ya piş
manlık? O mücadelenin arkasından bu kadarla mı kalacaktı
her şey? Neden yukarıda yatağının üzerine serilmiyor, ağ
lamıyordu, hiçbir şey için olmasa bile bu işi bitirdiği için,
başarı sağladığı için? Çünkü üstün gelen kendisiydi kuşku
suz. Tehditler savurmuş olan Osmond elinden geleni ardına
koymayıp zorluk çıkaracaktı Isabel' e, ve elinden pek çok şey
gelirdi onun -her şey gelirdi!- ama hiçbir yararı olmayacak
h. Maistre'yi okumuştu Isabel, o karamsar bilgenin dediğine
göre savaşta, insan gücü ve malzeme açısından daha üstün
olan tarafın bile bazen cesaretini kaybettiği, ya da sinirinin
bozulduğu ya da ikisini birden yaşadığı ve bir anda çöküp
teslim olduğu bir an gelirmiş. Bugün Osmond'un gözlerin
deki ışık yenilgisini anladığını gösteriyordu, Isabel böyle bir
şeye tanık olma fırsatının çıkacağını hiç beklememişti. Yine
de bir bozgun değildi bu, başıbozuk bir şekilde geri çekil
meyecekti Osmond, sırtını dönüp kaçmayacaktı. Onur kırıcı
bir davranışa katlanmazdı o; onu böyle bir davranışa zorla
mak da Isabel'in tarzı değildi. Isabel'i uyarmıştı Osmond,
onu engellemek için elinden geleni ardına koymayacaktı
-bürokratlar arasında tanıdıkları vardı, adli makamlarda da,
342
hatta Vatikan' da da-, Isabel ise elinden geldiğince onun işini
kolaylaştıracaktı. Osmond'la konuşmasını hatırladı, unutu
lur gibi değildi, yaptığı işlerde en önem verdiği şeyin onur
olduğunu söylemişti ama bu ilkeye pek uymadığını keş
fetmişti Isabel gerçekten de; ama Osmond kendi standart
larının altına düşse bile, bu Isabel'in onunla aynı seviyeye
inmesi için bir mazeret değildi. Osmond ona hangi yolla en
gel olmaya çalışırsa çalışsın Isabel bugün, Bellosguardo' da
-orası onun zihninde, bağımsızlık için verilen uzun müca
delenin sonunda varılan anlaşmanın ziyneti olmuştu bile-, o
yüksek tavanlı odadaki masada karşı karşıya geldiklerinde
ileri sürdüğü koşullara bağlı kalacaktı - evet, bağlı kalacaktı.
Hizmetçi mumları yakmıştı, yakar yakmaz da alevleri,
pencereye vuran akşam karanlığının son ışıltısını da söndür
dü, Isabel'e bir kadeh şarabı getirildi -yanında, küçük bir
tepside duruyordu- ama hizmetçi hala orada oyalanıyordu,
oysa Isabel ona serbest olduğunu, belki son bir kez yukarı
daki odasına bir fincan çay getirsin diye çağırabileceğini söy
lemişti. Şamdanların birindeki mumu dikleştiren, yerdeki
halının kırışığını düzelten, yastıklardan birini kabartan hiz
metçisine merakla baktı IsabeL Belli ki o iyi yürekli kadının
aklında bir şey vardı. Isabel'in koltuğunun yanında durdu,
hanımı bu kadar uzun ve açıkça görüldüğü üzere yorucu bir
gün geçirdiği için kaygılandığını söyledi, özellikle de daha
dün akşam ateşler içinde yandığı düşünülürse. Isabel yor
gun olduğunu kabul etti, yemeğini bitirir bitirmez yatmaya
söz verdi, belki daha önce düşündüğü gibi yatak odasında
değil de burada, tepside yerdi yemeğini, hastayken o odada
geçirmek zorunda kaldığı günlerinin ve gecelerinin anısı o
odayı geceleri daha da kasvetli yapıyordu. Bir sessizlik oldu,
343
daha doğrusu bir kilisenin çanı çaldıktan sonra havada ka
lan titreşime benzeyen ve Staines'ten bilinçsizce çıkan o tu
haf ınınltı duyulmasaydı olacaktı, Staines ne zaman içindeki
ikilemle boğuşmak zorunda kalsa o sesi çıkarıyor gibiydi.
"Bir şey mi var?" diye sordu IsabeL "Telaşlı görünüyor
sun - umarım hastalığım sana bulaşmamıştır."
"Yo, ham'fendi, yo, iyiyim ben. Sadece... " Sesi yavaşla
yıp kesildi. Mumun parlayan ışığında dirsekleri, kemikli
omuzları ve uzun, sivri çenesiyle kaskatı duruyordu, ellerini
ovuşturuyor, hala sıkıntıyla ağzının içinde bir şeyler mırıl
danıyordu.
"Neyin var?" diye tatlı tatlı ısrar etti IsabeL "Bana söy
leyeceğin bir şey mi var? Hem otursana, bir sandalye çek,
lütfen. Baş başayız. Teyzem odasına çekildi, sabaha kadar
ses çıkmaz ondan."
"Diyeceğim o ki, ham'fendi," diye yeniden başladı Staines,
hanımının oturması için yaptığı daveti kabul etmeksizin, "bu
sabah beyefendiyi ziyaret etmek için çıktığınızı biliyorum."
Mr Osmond'dan bu tarzda söz etmeye alışkındı. "Döndüğü
nüzde keyifsiz olduğunuzu gördüm." Durdu, parmaklarını
birbirine öyle geçirdi ki kemikleri çatırdadı. "Böyle küstahlık
ettiğim ve sizinle böyle konuştuğum için beni bağışlayın efen
dim," diye yalvardı telaşla. "Asla yapmazdım, ama ... "
'Ama'yı üzerine basa basa söylemişti yine, sanki o sözcük
vazgeçemediği bir slogandı. Isabel ayağa kalktı, mumlardan
birini alıp hizmetçisini odanın ortasındaki büyük, çirkin
mermer masaya götürdü, mumu önlerine koyup oturdular.
"Haydi canım, konuş," dedi Isabel, yumuşak ve sakinleşti
rici bir sesle, ama kötü bir şeyler duyacağını hissediyor, yü
reği sıkışıyordu.
344
Staines'in anlatacağı çok eski bir hikayeydi, aniatıldıktan
sonra Isabel onu dinlerken nasıl olup da bayılmadığına şa
şırdı. İlk başta, hizmetçilerin hayal ürünü dedikodusu deyip
boşvermeye çalışmıştı, oda hizmetçilerinin hem birbirleri
ni hem kendilerini şaşırtmak için uydurmaya bayıldıkları
türden bir şey saymıştı. Ama, diye hatırlattı Isabel kendine,
hizmetkarlar her şeyi bilirdi, uydurmaları gerekmezdi; onla
rın yanında konuşmadığınız her şeyi her zaman bir şekilde
öğrenirlerdi, adeta sırtınızdan. Kendisi de kaç kez, çocuk
ken, dadısının kahyaya ya da kahyanın dadıya, babasının
bulaştığı son 'varta'yı; gelip kapıya dayanan ve püskürtülen
alacaklıları; bocalayarak önüne çıkan genç güzel evli kadın
ları ve yine önüne uzun eldivenlerini fırlatan öfkeli kocaları
anlattığını duymamış mıydı? O masallara da inanmak iste
memiştİ -gözyaşlarını koyuvermemek için gözlerini sımsıkı
yumarak nasıl da çabalamıştı inanmamak için!- ama yüreği
nin ta içinde biliyordu, inkar kabul etmez şekilde biliyordu
anlatılanların doğru olduğunu, kuşku uyandıracak kadar
renkli olan ayrıntılarında değilse bile en azından özünde.
Şimdi olduğu gibi o gün de, onu ikna eden olayın kendisinin
korkutuculuğuydu; zavallı merhum babası, namussuzun
biri olsa da, hizmetçinin o masada, o sessiz evde, yüksek bir
mihrapta dizili mumların bile yeterince aydınlatamayacağı
karanlık bir kubbenin altında hanımına anlattığı kadar kötü
bir suç işieyecek kadar alçalmazdı.
Bir kırıntı kadar bile olsa Isabel'i teselli edecek bir durum
vardı, bu olay Gilbert Osmond ile Serena Merle'nin onun
adını bile duymalarının mümkün olmayacağı bir zamanda
yaşanmıştı - aslında Isabel'in adını küçülmüş ailesinden ve
önem verdiği birkaç arkadaşından başkasının duymadığı bir
345
zamanda. O sırada Osmond Napali'de yaşıyordu, genç bir
karısı olan gençten bir adamdı. İlk Mrs Osmond o kentte ya
şayan çok sayıdaki aristokrattan birinin kızıydı, ama ailesinin
soyluluk unvanı ancak Napoleon dönemine dayanıyordu,
Napoleon'un Yarımada Savaşı sırasında ailenin yağınayla
elde ettiği söylenen serveti de -hanımefendinin büyükbaba
sı Grande Armee' de mareşal olarak hizmet vermişti- borsa
oyunu ile zirnınete para geçirmenin çifte tehlikesi arasındaki
kayalık kanalda batmıştı, geriye de bir kuruş bile kalmamıştı.
Serena Merle Campania bölgesinden geçerek Roma' dan gel
diğinde -ürkütücü heyecanı içindeki Isabel onu hızla giden
bir atlı arabanın içinde görmüştü, Brooklynli bir valkürdü
Serena, sarı saçları örgülü, yanında zincire bağlı bir leopar
la- kocasından ayrılınıştı bile, soyu bilinmeyen bu İsviçreli
beyefendiden olabildiğince az söz ediyordu. Serena Merle iş
bilir gri gözlerini hemen özel araştırmacı Gilbert Osmond' a
çevirmiş, ona göz dikmişti, ama yanlış bir fikre kapılmıştı
-kurnazlığıyla ünlü bu hanımefendi yaptığı bu hata için
kendini asla bağışlamayacaktı-, Napali'deki Amerikan top
lumunun süsü olan bu adamın sadece olağanüstü bir eğiti
me ve benzersiz bir zevke sahip olmakla kalmayıp mali açı
dan da durumunun çok iyi olduğunu sanmıştı. Tanıştılar ve
hemen birbirlerinin niyetini aniayıp kaynaştılar; sonrası ise,
bu tür şeylerde olduğu gibi, kaçınılmazdı ama kaderin zor
lamasıyla değil de o hamının ikna edici çekiciliği ve kafasını
takması sayesinde.
Ağızlarını sıkı tuttu aşıklar -tam bir sır küpüydüler
ama düşüncesizce cömertlik yapan Doğa en ihtiyatlı çiftle
ri bile şaşırtabilir. Çok geçmeden Madame Merle'nin belli
bir süre için inzivaya çekilmesi gerekti, gitgide belli olmaya
346
başlayınca, 'ilgi çekici' durumunu açıklaması zor olacak
tı, çünkü karısının Vezüv'ün aşağısındaki kente gelişinden
beri geçen aylar boyunca Monsieur Merle hiç ortalarda gö
rünmemişti; aslında bu beyefendi o sırada Amerika' day dı,
işiyle ilgili bir projeyi takip ediyordu, onun pek çok girişimi
gibi bu da semeresiz, üstelik de onu yıkıma götürecek kadar
masraflı çıkacaktı. Aşıklar, gebeliği ilerleyen anne adayının
güvenlik içinde çekilebileceği bir yer aradılar, N apoli' den
rahatça ulaşılabilecek Salentine Yarımadası'nda karar kıl
dılar -kaçıp giden kadınla temasın kesileceği kadar uzakta
değildi burası ama köpüren dedikoduların ulaşabileceği
sınırın epeyce ötesindeydi-, Serena'nın kalabileceği bir yer
arandı ve sevimli Lecce kentinde bulundu, orada yaşayan
lar kente güneyin Floransası demekten hoşlanıyorlardı,
ama bunun bir şımarıklık olduğunu eklemeliyiz, pek cö
mert olmayan Floransalılar en iyi olasılıkla buna gülünesi,
hoş bir hayal diye bakarlar. Hanımefendi Lecce' de gebe
liğinin son altı ayında kalmak üzere Teatro Romano'nun
güzel harabelerinin yakınında küçük ama çok hoş bir daire
tuttu - Gilbert Osmond ev sahibini tanıyordu, çini kolek
siyonu yapan biriydi, binanın kendisi kadar zarif ve bir o
kadar yaşlı bir gentiluomo'ydu,1 kiracısının Mr Osmond'un
eşi olduğuna, kocasının onu yarımadanın zindeleştiren
havasından yararlansın, çocuğunu, toplum hayatındaki o
alışılagelmiş keşmekeşiyle Napali'nin sağlaması beklene
meyecek bir huzur ve sükunet içinde dünyaya getirsin diye
güneye gönderdiğine inandırılmıştı.
Madame Merle sürgündeyken, Mr Osmond da yaşadığı
kentten birkaç aylığına ayrıldı, ilk Mrs Osmond'la birlik
ı (İt.) Aristokrat. (ç.n.)
347
te Piemonte' deki göze çarpmayan Alba kasabasına kaçtı,
gidiş nedenlerini kendi çevresiyle paylaşmayı gerekli gör
memişti; bununla birlikte dikkatlice yaptığı bazı imalarla
iki kişilik ailesinin yakında üç kişiye çıkacağının, bir bebek
Osmond'un aralarına katılacağının tahmin edilmesini sağ
ladı. Alba o zaman da şimdi olduğu gibi yermantarıyla, şa
rapları ve şeftalileriyle ünlüydü, ülkenin kuzeybatısındaki
o uzak yerde keyifli başlayan ama sonradan trajikleşen ara
dönem sırasında çift kuşkusuz bütün bunların tadına bak
tı. Mrs Osmond'un sağlığı hiçbir zaman yerinde olmamıştı
-anne tarafından ailesini fi tarihinden beri takatsiz bırakan
önlenemez bir kan hastalığı vardı-, tesadüfen Alba' da, ge
nellikle de Alba'nın çevresindeki Cuneo bölgesinde bir sü
redir eşi görülmemiş, öldürücü bir hastalık ortaya çıkmıştı.
Kahtımsal güçsüzlüğü dolayısıyla korunmasız kalan Mrs
Osmond kaçınılmaz olarak bu acımasız canavarın pençe
sine düştü. Günlerce acı çekti, geceleri işkenceye dönüştü,
hayatta kalmak için savaştı, son derece çaresiz kalan kocası
yanındaydı -karısının başucundan bir an olsun ayrılmadı
ğı söylendi, hiç uyumuyor, ağzına ancak ayakta kalmasına
yetecek kadar bir şey koyuyordu-, sonunda görünmez sal
dırgan galip gelmiş, yürekli hanımefendi, kocasının bolca
döktüğü gözyaşları arasında ellerini göğsünün üzerinde
kavuşturup ruhunu daha iyi bir yere yolcu etmişti. Onun
ölümüne bütün Alba halkı tanık olmuştu -sevgi dolu bir
yanlışlıkla la signora inglese1 diye tanınıyordu orada-, can
sız bedeni doğduğu kente doğru uzun ve acılı yolculuğuna
çıkmak üzere cenaze arabasına konulunca katedralde ma
tem çanları çaldı.
1 (İt.) İtalyan hanımefendi. (ç.n.)
348
Bu üzücü konu aralarında ilk açıldığında Osmond karı
sının ölümünü Isabel'e böyle anlatmış h, nişanlılıklarının ilk
baştaki keyifli günlerinin birinde Boboli Bahçeleri'nde gezi
nirlerken - ya da daha doğrusu, bu hikayenin, Osmond'un
kendi amatör resim çalışmalarından biri gibi inceden ineeye
çizilmiş ve hafifçe pariatılmış bir versiyonunu, ayrıntılı bir
taslağını anlattı diyelim. Kaybından, anısını korumanın ve
saygı göstermenin kendisi için namus borcu olduğu bir olay
olarak söz etti, ama apaçık nedenlerle, herkesin yanında bu
konu üzerinde fazla durmak istemiyordu -acılara dayanıklı
zihin yapısı, hastalıklı bir duygusallığa ve kendine acımaya
izin vermezdi-, özellikle de sevindirici bir yenilenme için
deyken, kalıcı olduğunu düşündüğü yalnızlığı böyle beklen
medik anda ve bu kadar mutlu bir şekilde değişirken. Isabel
Osmond'un kaybına ve onun bu kaybın anısını gömdüğü
ve dikkatle mühürlediği kaba aynı şekilde saygı göstermiş
ti, sonucunda 'ilk Mrs Osmond' -o günlerde moda olan bir
tiyatro oyununun adı olabilirdi bu- çiftin arasında bir daha
anılmamıştı, ne birlikte geçirdikleri mutlu günlerde ne de
sonraki yıllarda. İkinci Mrs Osmond şimdi kendini tutarak,
aslında içi daralarak, yarı loş mum ışığında oturup onca insan
arasından hizmetçisinin çok eskide kalmış bir kaybı ve onu
izleyen kederi yeniden canlandırmasını dinliyordu. İşin en
şaşırtıcı yanı, Osmond ile Madame Merle'nin, kızlarının ana
rahmine düşmesini ve sonra da doğumunu saklı tutmak için
giriştikleri komployu Staines'in bu kadar ayrıntılı, kolayca
bitmesiydi. Elbette hizmetçi bu üzücü hikayeyi bizim burada
anlattığımız şekilde dile getirmemişti, kekeleyerek, kaçamak
konuşarak, beceriksizce eklemeler yaparak anlatmıştı; yine
de bilinecek ne varsa bildiğini açıkça belli etmişti, ayrıca çok
349
uzun zamandır bildiğini de eklemişti. Isabel ona neden bun
ları daha önce anlatmadığını sorunca, hizmetçi ona üzgünce
bakmış, "Ah, ham'fendi, bunları söylemenin bana düşmedi
ğini düşündüm!" demişti. Öyleyse neden şimdi anlatıyordu?
Pansy'nin kimin çocuğu olduğunu gizlemek için Osmond ile
sevgilisinin aynadıkları pis oyunu hanımının bilmediğine mi
inanıyordu? Isabel öyle olmasını umdu, ama zayıf bir umutlu
bu, hizmetçinin tavrı ve ses tonu da bu umudu destekler gibi
değildi. Staines her şeyi bildiğine göre, anlattığı hikayeye ba
kılırsa biliyordu da, hanımının bildiğini de mutlaka biliyordu.
Isabel için hem zor hem çok nazik bir andı. Kendisi bu
rada otururken, bir hizmetçi, kocasının sırlarını gizlediği en
uzaktaki, en sondaki kanlı odanın sürgüsünü çekip kapısı
nı açtığı sırada, nasıl davranmalı, ona hangi yanıtı verme
liydi? Staines hanımına bu korkunç şeylerden söz etmeyi,
daha önce düşünmemiş olsa bile, nasıl oluyordu da şimdi
uygun buluyordu? Ve eğer o yaratık bu kadarını biliyorsa,
daha başka neler bilebilirdi? Bu soru karşısında Isabel'in
yüreği hopladı. Son haftalar boyunca içinde, olabildiğin
ce derinlere itmeye çalıştığı ürkütücü bir düşünce pusuda
beklemişti, kocasıyla Madame Merle arasındaki gizli saklı
işlerin ne kadarını öğrenmiş olursa olsun, daha başka şeyler
de ortaya çıkacaktı, sonunda bunlarla yüzleşrnek zorunda
kalacaktı - o an gelmiş miydi? Uzaklarda gök gürlüyordu;
sesi, üst kattaki bir odanın uzak bir köşesinde tepinip duran
öfkeli bir çocuğun çıkardığı sese benziyordu.
Isabel oturduğu yerde doğruldu, omuzlarını dikleştirdi,
boğazını temizledi, "Bunları ne zamandır biliyorsun, Liz
zie?" diye sordu, hizmetçisine düşünmeden adıyla hitap et
tiğini fark edince kendisi de biraz şaşırmıştı.
350
Ah, başından beri ham'fendi,11 diye atıldı Staines.
ll
liNeyin başından?"
11Eh, buraya ilk geldiğimizden beri, sizinle ben, yani yıllar
önce Gardencourt'tan gelineeli -Isabel'in talebi üzerine Stai
nes Touchett'lerin evindeki hizmetinden ayrılıp kendisinin
özel hizmetçisi olmuştu- 11Ve beyefendi, Mr Osmond size kur
yapmaya başladığında. Mrs Touchett'in buradaki hizmetçile
rinden biriyle tanıştım, adı Gabriella idi ama ben ona Gabby
diyordum. Bana her şey yabancı geldiği için kafaının nasıl
karıştığını, dillerinin tek kelimesini bile bilmediğimi görünce
bana acıdı. Neyse ki o biraz İngilizce biliyordu, her şeyin ince
liğini öğrenmeme yardım etti, tüccarlada konuşurken filan."
Hizmetçi sustu, yüzünde üzgün bir ifadeyle bakışlarını yere
eğdi, ��zavallı Gabby," diye mırıldandı, öyle nazik, saf biriy
ll
di ki. Başını derde soktu -bir erkek arkadaşı vardı, ben da
hil kimse tanımıyordu onu-, Gabby işten atıldı, herkeslerden
saklandı. Gabby gidince çok özledim onu. Sonradan, öldüğü
nü duydum, çocuğunu dağururken ölmüş. Arturo, yani erkek
arkadaşı, o zamana kadar onu çoktan terk etmiş tabii." Yine
sustu Staines, sonra kendini toparladı, özür dileyen gözlerle
baktı hanımına. 11Beyefendinin karısını bana anlatan Gabby
idi, yani ilk karısını, ölmeden önce bebeğinin olmadığını filan.
Siz bunu biliyordunuz, değil mi ham' fendi?"
IIEvet, biliyordum," dedi Isabel, gözlerini masanın yü
zeyine dikerek. 11Pansy'nin kimin kızı olduğunu biliyorum.
Uzun bir süre bilmiyordum, ta ki - ta ki birkaç hafta önce
bana aniatılana kadar."
IIEvet, ve zavallı yavrucak doğduğunda, beyefendi ku
zeyden dönerken bebeği de alıp Floransa'ya getirmiş, onun...
eh, onun ölen zavallı karısının çocuğu old uğunu açıklamış."
351
Tekrar durdu Staines, karşısında başı öne eğik oturan hanı
mını bir an gerginlik içinde izledi. "Sanırım en iyisi böyley
di," dedi çekinerek, "demek istiyorum ki, beyefendinin Miss
Pansy'yi annesiz büyütmesi. Düşünürseniz ... " Ama bu nok
tada cesaretini yitirdi Staines, oysa iki kadın da Staines'in
neyin düşünülmesini söylemekten vazgeçtiğini pekala bi
liyorlardı, uzunca bir süre konuşmadan oturdular, Serena
Merle'nin Gilbert Osmond'un kızının yetiştirilmesiyle ilgili
annelik görevine neden çağrıldığım düşünüp durdular.
Birden yağmur tekrar, hızla başladı, çok geçmeden artık
görünmeyen bahçenin üzerine kesintisiz indi.
"Sanırım yemeğimi şimdi yiyeceğim," dedi Isabel, gergin
ve sertti sesi, mucize eseri kurtulduğu bir felaketin ardın
dan aklını başına toplayan biri gibi konuşmuştu. Başını kal
dırınca hizmetçisinin gözlerini yere eğdiğini gördü. "Başka
bir şey var mı?" diye sordu Isabel, yeniden tir tir titreyerek.
"Varsa söyle lütfen."
Hizmetçi gözlerini ağır ağır kaldırdı, o gözlerde öyle bir
ıstırap okunuyordu ki, duymaktan korktuğu ama duyması
gerektiğini bildiği şeyi duymak zorunda kalmamak için kol
tuğundan fırlayıp odadan -evden, hatta şehirden bile!- kaç
mak geldi Isabel'in içinden.
"Ah, ham' fendi, en kötüsü," diye fısıldadı Staines, duy
duğu dehşetten sesi kısılmıştı, "en kötüsü."
"Bu yüzden mi sona sakladın?" dedi lsabel, kendisinden
hiç beklemediği serinkanlı ve sakin bir tavırla.
"Evet, ham' fendi," diye yanıt verdi hizmetçi, "bu yüzden
sona bıraktım."
352
XXX I II
353
eksikti ve o parça şimdi yerine konmuştu. O bulmacada bir
parçanın eksik olduğunu, d oldurulmak için çırpınan bir boş
yer bulunduğunu nasıl fark etmiş olabileceğini bilmiyordu,
ama fark etmişti; bir boşluk, boş oluşunun doğurduğu basit
güçle kendini belli eder.
Aslında Isabel de içinde bulunduğu durumun tam da
böyle olduğunu düşünüyordu, gergin, beklentili, gizil güç
le dolu, harekete hazır bir boşluk. Çok uzun zaman önce,
Albany' de göründüğü gibi görünüyordu yine, ellerini ku
cağında kavuşturmuş sessizce oturuyordu, dünyanın ma
kinesinin harekete geçmesini, düdüğünü çalmasını ve ken
disiyle birlikte dumanların arasında, kıvılcımlar saçarak
geleceğe doğru atılmasını bekliyordu. Bunun bir hayal ol
duğunu biliyordu elbette; asla eskisi gibi olamazdı; yılları
geriye çeviremezdi, o yılların verdiği zarar yok edilemezdi.
Yine de yaşayacağı bir hayat, yerine getirilecek bir alınyazısı
yok muydu? Ayağına çelme atılmış, demir rayların üzerine
devirmişlerdi onu, yine de toparlanıp kendini güvenceye al
mayı başarmıştı; hayatta kalmıştı.
Şimdi tren, oturduğu gerçek tren hareket etti, bayrakların
sallandığını, flamaların uçuştuğunu hissediyordu.
Roma'ya öğle yemeği saatinde vardı, kentin gün içindeki
çılgın velvelesine kısa bir süre ara verip bitkin ama neden
se huzursuz bir uyuşukluğa daldığı zamandı. İstasyanun
önünde bir araba çağırdı, sürücüye Hotel d'Inghilterra'ya
götürmesini söyledi. Keskin hatlı, takoza benzer mor gölge
lerin ortalarından ikiye böldüğü sokaklarda tekinsiz bir ses
sizlik vardı, atların nallarının tıkırtısı her iki taraftaki panjur
ları kapalı evlerin duvarlarında çınlayarak yankılanıyordu.
Güçlü güneş ışığı Isabel'in ince elbisesinin kollarının altına
354
sızıyor, onu ürpertiyordu -burada güneyde, aşırı sıcağın da
insanı aşırı soğuk gibi etkilediğine, bu tuhaf olayı, daha önce
de sık sık olduğu gibi, yine fark etti-, araba otelin beyazlı
mavili gergin tentesinin altında şakırtılarla durunca sevindi.
Mermer zeminli giriş holü huzurlu, loş bir merhem gibiydi.
Bankoya yaklaşıp uzun boylu, zayıf, kır saçlı kapı görevli
sine bir isim söyleyip kartını uzattı, adam kartı kahverengi
parmaklarıyla bir köşesinden tuttu, tepeden bakarak sorgu
lar bir havayla üzerinde yazılanları okudu. 'Si, si, la signora
e nella sua stanza, '1 dedi, yüzünde belli belirsiz, buz gibi bir
gülümsemeyle. 'Le diro che sei arrivata - un momento. 12 Par
maklarını şaklatınca, kutudan fırlayan bir kukla gibi mavi
ipek ceketli bir delikanlı fırlayıp geldi, kapı görevlisi onunla
hızlı hızlı ve gizli kalması gerekir gibi alçak sesle bir şeyler
konuştu, delikanlı l'ospite'ye3 kendini sevdirrnek istercesine
ışıl ışıl gülümseyerek baktı, kartını aldı, beyaz eldivenli eli
nin avcunda tutarak, gereken yere vermek üzere götürdü.
Kapı görevlisi, bir mumun alevini parmaklarıyla bastırıp
söndürür gibi donuk bir yüzle ve hızla karşısındaki hanımla
ilgilenmekten vazgeçti; bütün dikkatini vermiş görünerek,
kendi loncasının üyelerinin hep masalarının kenanndan
vermek zorunda oldukları, ne olduğu bilinmeyen, önündeki
incecik kağıtları karıştırmaya koyuldu. Isabel, halka hizmet
etmek durumunda olanların bu sürekli tekrarlanan, belli
edilmese de kindar olan ritüellerine içinden gülümseyerek
arkasını döndü, holde ağır ağır dolaştı, kentin çerçeveli bir
haritasına ya da Capitol' deki harabelerin son derece roman-
355
tik bir gravürüne, ya da camlı bir vitrinin raflarına dizili, yılı
belli olmayan kırık çanak çömleklere bakmak için arada bir
durdu. Bu köhne süslemeler nereden geliyor acaba diye me
rak etti ve buraya konuimalarına kim karar vermişti, hangi
sabit talimatla titizlikle tozları alınmış ve görev bilinciyle ko
runmuşlardı? Bazen bütün cansız nesnelerin ana amacının
göz önünde gizlenmek ve bu suretle güvenlik içinde fark
edilmeden kalmak olduğunu düşünürdü; kendisinin amacı
da buydu. Bir süredir engel olmak istemesine rağmen şimdi
kalbinin, gizli kafesinin içinde gitgide tedirginleşerek çırpın
dığının farkındaydı. Kendisini çok güç bir görev bekliyordu.
"Ah, canım, demek geldin," dedi arkadan tatlı, boğuk bir
ses.
"Evet, geldim," dedi Isabel de, özellikle ağırdan alarak
merdivene dönüp; Madame Merle son basamakta durmuş
tu, bir eli tırabzan babasının üzerindeydi, eteğinin ucu ha
lının bir-iki santim yükseğinde kalsın diye öteki eliyle açık
mavi giysisinin eteklerini kaldırıyordu.
"Gelir misin diye merak ediyordum, biliyor musun," dedi
Madame Merle gülümseyerek, "epey geciktin gelmekte.
Bense haftanın yarıdan fazlasını seni bekleyerek geçirdim
burada."
"Ama dün akşamki telgrafımı aldınız, değil mi?"
"Aldım çok şükür - son görüşmemizden beri bir aksilik
oldu diye kaygılanıyordum."
"İşlerim vardı. Sandığımdan uzun sürdü."
"A, evet, işler," dedi Madame Merle yumuşak bir sesle,
kedi ıslığı gibi çıkmıştı sesi. "Varlıklı birinin çok zamanını
alıyordur bu işler." Yine o bilindik muhteşem kişiliğine bü
rünmüştü, sarı saçları, pürüzsüz yüzü, iri, güzel yüzü, bi-
356
raz geniş olsalar da etkileyici omuzlarıyla; yapmacıksız gri
gözleriyle, tamamıyla ona özgü, sol köşesinden dudaklarını
hafifçe yukarı çeken zarif tembel gülümsemesiyle; tek ke
limeyle, duvarlardaki tabloların neredeyse saygı dolu bir
kabullenişle öne iyice eğilir gibi göründüğü etkileyici, hatta
yıldırıcı varlığıyla. Sala da te'yP işaret etti. "içecek bir şey alır
mısın?"
"Hayır, teşekkürler. Trende yemek yedim."
"Trende mi! Çok korkusuzsun. Öyleyse sana bir panzehir
ikram etmeliyim, daha ötesini değil."
Isabel'in bakışları bir anda sertleşti -panzehirler ve kar
şıtları, burada görüşmek istediği karanlık konular arasın
daydı- ama Madame Merle'nin yumuşak tavrı, kendisinin
ne amaçla geldiğinin nedense bilinmediğine ikna etti onu.
"Baş başa konuşabileceğimiz bir yeri yeğlerim," dedi.
"Tabii - kaldığım süitin küçük, sevimli bir salonu var,
orada kesinlikle rahatsız edilmeyiz. Ama ... " Durdu, gülüm
seyince dudağının köşesi yine yukarı kıvrıldı. "Elbette be
nim örümcek, seninse sinek olacağından korkmuyorsan."
"Ah, benim için nasıl bir ağ örerseniz örün, kanatlarımın
kaçabileceğim kadar güçlü olduğuna inanıyorum."
Bu espriyi duyan Madame Merle gülümserneye devam
ederek kaşını alaycı ama takdir eden bir tavırla kaldırmak
la yetindi. "Gel, öyleyse," dedi yumuşak bir sesle, iki kadın
yan yana geniş merdivenden çıktılar.
Girdikleri oda, Madame Merle'nin aniattıklarından anla
şıldığı kadar mütevazı değildi. İçeride bir kanepe ve birkaç
koltuk vardı, cam yüzeyi işlemeli alçak yuvarlak bir masa,
Piazza di Spagna'ya bakan ve derin pervazları odanın içine
1 (İt.) Çay salonu. (ç.n.)
357
doğru genişleyen, yan yana iki güzel pencere. Deniz yeşili
saten kaplı kanepe, geçmiş dönemlerin yaşlıca bir hanıme
fendisi gibi soğuk ve saygın görünüyordu, sanki üzerine
oturutmasını hiç mi hiç beklemiyordu; koltuklarsa yerleri
ni biliyorlar, kollarını rahat ve iyice dolgulu bir oturma yeri
sağlamak üzere alçakgönüllülükle uzatıyorlardı.
"Ah, bu Roma yazları!" dedi Madame Merle -odanın ha
vası ılık bir sis gibiydi- ince ince bölümlere ayrılmış pence
relerin birinden öbürüne gidip onları ardına kadar açarken.
Dönüp Isabel'e baktı. "Daha iyi mi bu, daha mı kötü? Hiç
bilemiyorum, çünkü bazen sokağın havası içerinin havasın
dan daha boğucu oluyor." Kendini tuttu. "Aklımdan çıkıyor,
sanki bu cehennem gibi yere yeni gelmiş bir yabancıymışsın
gibi konuşuyorum seninle - yazın bu adı takıyorum buraya,
Cehennem Şehri diyorum."
"Evet, Gilbert de öyle diyor," dedi IsabeL "Sanırım bu
nun ilk hanginizin aklına geldiğini söylemeniz zor."
Belli belirsiz bir meydan okuma olan bu cümleyi Mada
me Merle o soğuk, boş bakışlı gülümsemelerinden biriyle
karşıladı. "Bir şey istemediğine emin misin?" diye sordu.
"Serinletici bir içecek ya da dondurma? Bir sorbe getirmele
rini isteyebilirim, burada harika yapıyorlar, özellikle limon
lu olanını. Hayır mı? Eh, pekala o zaman, öyleyse oturalım.
Bu sıcakta ayakta durmak bile yoruyor insanı."
O ürkütücü kanepenin iki ucunda birbirine bakacak şe
kilde yerleştirilmiş koltuklara oturdular, böylece iki kadın,
aralarında o cam yüzeyli masa d ışında hiçbir şey olmadan,
tamamıyla yüz yüze buldular kendilerini. İkisi de o ko
numun biraz teatral olduğunu hissettiler, böyle iki tiyatro
oyuncusu gibi otururken, lafı açacak bir ipucu olmadığına
358
göre, ikisinden hangisinin ilk önce konuşacağı sorusu gel
di akıllarına. İki yöne akan turistlerin birbirine karıştığı,
hatıra eşya satıcılarının bağırışlarının ve turistleri İspan
yol Merdivenleri ile nehir arasında götürüp getiren, tüy
lerle süslü atların nedense boğuklaşan, yorgun nal sesle
rinin duyulduğu aşağıdaki sokağın karmaşah gürültüsü,
hiç engellenmeden, ardına kadar açık pencerelerden içe
riye giriyordu. Madame Merle resimli yelpazesini açmış,
hızlı hareketlerle yüzünün önünde iki yana sallıyordu;
lsabel' den daha cüsseli olduğundan odanın ısısı onu daha
fazla rahatsız ediyordu. "Ciddi bir amacın varmış gibi gö
rünüyorsun," dedi Isabel'e, umursamaz bir havayla ko
nuşmaya çalışmış ama sinirli olduğu ister istemez sesine
yansımıştı. "Paris'te karşılaştığımızda beni azarlamaktan
özenle kaçınmıştın ama fikrini değiştirip şimdi bunun için
mi geldin?"
"Yo, öyle değil," dedi IsabeL "Artık kimseyi azarlama
ihtiyacı duymuyorum, olsa olsa kendimi azarlarım. Prenses
d' Attrait'nin evindeki davette size söylediğim gibi, ben inti
kam peşinde değilim, hesaplaşma istiyorum."
"Hesaplaşma ile intikam arasında pek de büyük bir fark
yoktur, öyle değil mi? Hem sanırım sen o akşam 'hesap
verilmesi' demiştin - aslında eminim öyle dediğine, çün
kü aklımda kaldı, sonradan üzerinde çokça düşündüm de.
Bana kalırsa," diyen hanımefendi yelpazeyi sol eline geçir
di, çünkü sağ eli gösterdiği çabadan yorulmuştu. "Kontes
Gem ini' den ve kim bilir başka kimlerden bu hesabı yeterin
ce aldın, ya da hesaplaşmanı, ne dersen de buna."
"Sizlerin, sizin ve kocamın çevirdiği dolapları bana anla
tabilecek kadar bilgisi olan çok kişi mi var?"
359
"Ah, Tanrı aşkına, kadın, kimlerin ne bildiğini kimlerin
bilmediğini ben nasıl söyleyebilirim? Kayıt mı tutturn sanı
yorsun? Gün boyunca kulak rnisafiri oldukları şeyleri her
akşam gelip bana anlatan rnuhbirlerirn olduğunu mu düşü
nüyorsun? Ben bu tür ufak tefek şeylerle uğraşrnadırn - biz
bunlarla uğraşrnadık, biz!"
Yumruk gibi inen bu biz sözcüğünü bu kadar soğukkanlı
lıkla, bu kadar kendini koruyan bir uyuşuklukla karşılamak
şaşırttı Isabel'i - çünkü o yurnruğun arnacı yüzünün tam or
tasına, bir sopa gibi hızla inrnekti. Madarne Merle'yi uzun
zamandır tanıyordu; Brooklyn doğumlu olmasına rağmen
o hanımefendi Isabel'in, İngiltere topraklarına ayak basma
sından sonra ve hala New York eyaletinin Albany kentin
den gelme Isabel Areher olduğu günlerde tanıştığı, sapma
kadar Avrupalı olan ilk kişilerden biriydi; artık 'eski günler'
denilebilecek günlerde birlikte Gardencourt'ta kalmışlardı;
birlikte Grand Tour'a1 çıkrnışlar, aralarında tatsız tek bir söz
cük bile geçrnernişti; yıllarca -yıllarca!- birbirlerinin sırdaşı
ve les plus grandes amies2 olmuşlardı; ancak Serena Merle'yi
daha önce hiç bu kadar aşırı heyecanlı, bu kadar kendini
kaybetmiş dururnda görmediği -gerçekten öyleydi- şimdi
aklına geliyordu Isabel'in; orada, o kibarlık taklidi ortarn
da -o kanepe! o yastıklar neydi öyle!-, ellerinde yolculuk
rehberleri ve cüzdanlarıyla modern zaman barbarlarının
istilası altındaki yıkılmış bir imparatorluğun tam ortasında
yüzü al al, öfke içinde ve boş yere yelpazelenerek otururken,
bu halde olduğu apaçık görülüyordu. Acaba kendisi, yani
Üst sınıftan Avrupalı genç erkekler ile kadınların, yirmili yaşların başında,
çoğu zaman bir aile üyesinin gözetiminde çıktıkları, erginleşme niteliği de
taşıyan Avrupa gezisi. (ed.n.)
2 (Fr.) En iyi arkadaşları, dostları. (ç.n.)
360
Isabel Archer, çünkü zihninde ansızın yeniden Isabel Are
her olmuştu, nihayet ikinci zafer anına kavuşmuş muydu,
evet, ikinci kez mi hesaplaşacaktı? Bir hafta önce, Bellosgu
ardo' daki o ikindide kocasıyla yüzleşmiş ve onu sindirmiş
ti; şimdi aynı şeyi kocasının eski hayat arkadaşına yapacak
mıydı? Öyleydi herhalde, yoksa ağzındaki buruk tat, yüre
ğindeki karanlık kuyu nasıl açıklanırdı? O anda, neredeyse
nefret etti kendinden.
"Osmond, yıllar önce karısını Napoli' den alıp Piemon
te'ye götürdüğünde," dedi, sesinin olağanüstü düzgün çık
masına şaşırarak, "onun orada öleceğini biliyordu, değil mi?"
Bir soru değildi bu, ama nedense bir bildirim de değil
di; lsabel' e bu daha çok bir varsayım gibi gelmişti, sağ
lamlığından kendisinin kuşkusu yoktu, ama gerçekliğinin
herkes tarafından tanınması için ortaya atılması gereki
yordu. Madame Merle'ye gelince, ilk tepkisi, elinde hızlı
hızlı salladığı yelpazeyi birden durdurmak oldu, gözleriy
se sanki odanın ortalarındaki bir toz zerresine dikilmişti.
Bir-iki dakika hiçbir şey söylemedi, Isabel de en ufak bir
sabırsızlık belirtisi göstermeden memnuniyetle bekle
di onu. Gerçekten de kahramanımız -tam o anda ancak
kahraman denebilirdi ona- kendi dürtüleri ve duygularını
denetleyebildiği için bir nebze gururlandı. Önceleri gözü
ne, ancak tırnakları kırılarak, dizleri sıyrılarak çıkabileceği
kadar yüksek görünen bir duvardan müthiş bir kolaylıkla
aştığının bilincindeydi; şimdi duvarın öbür tarafındaydı,
yeni bir bölgedeydi, yabancı ve tuhaf bir şekilde özellik
siz, soğuk bir rüzgarın tozları fırıl fırıl döndürdüğü, kirli
kağıt parçacıklarını kuru zeminde sürüklediği kavruk bir
yerdeydi; orasının Madame Merle ve benzerlerinin otur-
361
duğu yanık bir yer olduğunu anlıyordu. Isabel'in kendisi
de yıllarca ve yıllarca bu gerçeği anlamadan ya da en azın
dan kabullenmeden orada yaşamaya zorlanmamış mıydı?
Aştığını sandığı bu duvar gerçek bir duvar mıydı yoksa
kurnazlıkla, kolayca kandırılıp içine çekildiği cansız dün
yanın nasıl bir yer olduğunu görmesin diye imgeleminin
karşısına diktiği bir bariyer miydi? Eğer öyleyse, engel ne
kadar sağlam ve gerçek olsa da, ona tırmanmak ne kadar
güç olsa da, sürünerek ve kanayarak bile olsa, bugün kaça
caktı o ölü dünyadan, canlıların arasına dönecekti.
Madame Merle nihayet sessizliğinden sıyrıldığında sanki
taş bir heykel canlanmış ve mermer boynunun üzerindeki
başını büyük çaba harcayarak döndürmüş gibi oldu. "Sevgi
li Isabel, şunu söyleyeyim ki şimdilerde senin yanındayken
sürprizler hiç eksik olmuyor. Gilbert Osmond karısından mı
kurtulmuş? Böyle kötü niyetli bir fikir nereden geldi aklına?"
"Ben ondan 'kurtuldu' demedim," diye yanıtladı onu
lsabel sakince. "Ama onu sonu ölümle bitecek bir yola sok
tu, tıpkı sizin de beni onun önüne koymanız kadar kasıtlı
olarak."
Bunu duyan Madame Merle soğuk soğuk, sert sert güldü.
"Sen evliliğinin bir tür ölüm olduğunu mu düşünüyorsun?"
"O kadar ağır bir ifade kullanmak istemem," dedi Isabel,
sakinliğini bozmadan. "O kadar yapmam. Hem benim evlili
ğimin ne olduğu ya da olmadığı sizi hiç ilgilendirmez, onun
oluşumunda sizin parmağınız olsa da."
"'Oluşumunda' mı? Senin kendi kaderinin üzerindeki et
kin rolünü küçümsemen çok şaşırtıcı. Sen elinde bağımsızlık
bayrağını dalgalandırarak gelmiştİn bize, hiç kimse tarafın
dan hiçbir şey yapmaya zorlanamayacak, ancak kendi kafası-
362
na koyduğu şeyi yapacak genç bir kadın olmakla ünlüyüm
diye övünerek gelmiştin."
"Siz benim güçlü yanlarımı da zayıflıklarımı da iyi bili
yordunuz," diye mırıldandı Isabel, "ve onları adil bir şekilde
dengeleyip değerlendiriyordunuz."
Ne söylediğinin neredeyse farkında değildi, aldırmıyor
du da; büyük önemi olan bir mesele atmıştı ortaya, Madame
Merle'nin o meseleden uzaklaşmak için yengeç yürüyüşüyle
her attığı adım, Staines'in anlattığı korkunç masalın, ki kay
nağı Madame Merle'nin özel hizmetçisinden başkası değildi,
tamamıyla gerçek olduğuna Isabel'i daha da fazla, daha da
canını yakarak ikna ediyordu. Kendini, bir pencerede durur
ken aşağıdaki sokakta işlenen bir vahşete tanık olan, onun
baktığını gören suçlunun suç ortağının kendisinin koluna sı
kıca girerek oradan çekip götürdüğü biri gibi hissediyordu,
ve bu suç ortağı kaldırırnda yatan ceset ve su oluğuna sızan
kan dışında her konudan ciddi ciddi ve yüksek sesle söz
ediyordu. Staines, on beş yıl kadar sonra Isabel Areher'ın
kocası olacak adamın, ilk karısını Piemonte'ye, o bölgede
tifo salgını görüldüğünü ve en çok da Alba'da bulaşıcı ol
duğunu öğrendikten sonra götürdüğünü anlatmıştı. Kandı
rılan Mrs Osmond oraya isteyerek gitmiş, güneydeki kötü
kokulu havadan sonra -yazın boğucu sıcakları sonbahara
kadar devam etmişti, biteceğe de benzemiyordu- kuzeydeki
havanın kendisini ferahlatacağını, nazikliğini koruyan sağ
lığı için kuvvet şurubu gibi yararlı olacağını söyleyen koca
sına inanmıştı. Alba' daki belediye meclisi üyeleri, kentlerin
de hastalığın yayıldığını örtbas etmek için ellerinden geleni
yapınışiardı -eğer turistlerin ayağı kesilirse, mevsimin mis
kokulu yermantarları, sulu şeftal i leri ne olacaktı, ya o yılın
363
ürünü, damak tadıyla dört bir yanda ünlü olan bölgenin bol
miktardaki şarapları?- ama Osmond, gerçek koleksiyoner
lerin cemiyetinin kimseye belli etmedikleri haberleşme ağı
sayesinde işin aslını öğrenmişti. Tanıdığı biri ona Alba' da bir
hastalık yayıldığını söylemişti; Madame M erle Lecce' deydi,
pek de istemediği çocuğunu doğuracaktı; içinde bulunduk
ları zor duruma Alba' da bir çözüm olasılığı vardı, ya da en
azından bu durumu o sayede düzeltebilirlerdi.
Isabel yıllar içinde kocasıyla ilgili pek çok şey öğrenmişti,
bunları evlenmeden önce asla tahmin edemezdi. Elbette ki
çok doğaldı bu; gerçekten de, peş peşe gelen ve bildiklerini
derinleştirip aralarındaki yakınlığı artıran keşifleri, Isabel'in
hayatını Gilbert Osmond'la paylaşmayı kabul ederken bü
yük bir hevesle beklediği şeylerdi; Osmond'un dünyaya,
dünyadaki harika şeylere dair geniş bilgisi Isabel'i çok etki
lemişti, onun çok yönlü, incelikli çalışan zekasının hep öyle
kalacağını ummuştu. Kısa bir süre sonra Isabel, Osmond'un
bütün yetileri bakımından sınırlarının olduğunu öğrenmişti,
ve bu sınırlar kesindi, çizgileri sabitti; Isabel'i en çok hayal kı
rıklığına uğratan ve acı veren şey, onun dar görüşlülüğü, dar
kafalılığı, hepsinden önce de duygularının darlığıydı; başka
ne olsa katlanabileceğine inanıyordu IsabeL Osmond çapkın
olabilirdi, utanmaz bir düzenbaz olabilirdi, Lord Byron ben
zeri bir günahkar olabilirdi - her şey olabilirdi ama Isabel'in
keşfettiği o züğürt, kindar ruhlu adam olmasaydı, Isabel
onunla geçireceği hayatla uzlaşmanın bir yolunu bulurdu.
Oysa Osmond neyse oydu, ve Isabel ne kadar çabalarsa ça
balasın, onu bir türlü olduğu gibi kabul edemiyordu, ama
şimdi, ansızın, şaşırtıcı bir şekilde, Staines'in kendisine an
lattığı hikayede Osmond'un Isabel'in daha önce hiç görme-
364
diği bir versiyonu apaçık ortaya çıkmıştı. Bir kumarbazdı o.
Evet, bir kumarbaz; gözüpek türünden değil, elinde son ka
lan altın paraları rulet masasındaki tek bir kutuya fırlatacak
ve o anın baş döndürücü heyecanı içinde felaketle yüz yüze
gelecek türden değil; ama yine de kumarbazdı. Karısının
Alba' da öleceğine dair bahse girmiş ve kazanmıştı. Durum
ciddiydi; eğer sevgilisi güneyde kaldığı yerden gelseydi ve
Osmond'un budalalık edip hırsına -hırs, itkilerin başta ge
leniydi, öyle ki, Gilbert Osmond bir başkasında görse her
fırsatta alay ederdi onunla!- yenik düşmesinin kanıtını her
kese, en azından Osmond'un önemsediği üç-beş kişiye gös
terseydi Osmond bir beyefendi, son derece dürüst bir insan
ve onurlu bir erkek olarak tanınsa da bu ünü elinden gider
di. Hayır, böyle bir şeye katlanamazdı; saygınlığını yitirmek
dayanılır bir şey değildi onun için, çünkü olmadığı biri gibi
görünmekten başka ne vardı ki elinde?
Elbette, diye düşünüyordu Isabel şimdi, duyduğu an
tipatiyi bastıramadan kendisine bakan Madame Merle'nin
karşısında otururken -o hanımefendinin kendi güvenliği ve
çıkarları yüzünden duyduğu kaygı bu antipatiyi iyice artır
mıştı- Osmond kuzeydeki salgın yaşanan o eyalete giderek
hem karısını hem kendisini ölüm tehlikesine atmayı göze
aldıysa, yaptıkları ne kadar kötü olursa olsun, ona hayran
olduğunu istemeye istemeye teslim etmeliyim, diye düşü
nüyordu. Ama Osmond ölmemişti, ölmemişti çünkü kumar
oynamış ve kazanmıştı.
Kapı hafifçe tıklatıldı, Madame Merle'nin yanıtı üzerine
içeriye parlak bukleli, mavi ceketi i genç değil de bizzat giriş
teki bankonun gümüş saçlı bekçisi girdi, getirdiği kartı Ma
dame Merle onun elinden aldı, ihtiyaç duyduğunu Isabel'in
365
daha önce bilmediği bir kelebek gözlük çıkararak karttaki
adı okudu, gözleri keyifle ama lsabel'in abartılı ve pek de
inandırıcı bulmadığı bir şaşkınlıkla iri iri açıldı. 'Si, certo, fai
entrare il signore, '1 dedi, hizmetkar dalkavukça bir tavırla çı
kınca, Madame Merle gözlüğünü çıkardı, bir an konuşma
dan oturdu, lsabel' e sakin ama yine de azımsanmayacak bir
tatmin yansıtan gözlerle baktı.
"Eh, bugün ziyaretçi günüm anlaşılan," dedi. "Senin zi
yaretinin tadına yeni varıyordum ki kocan gelmiş, bize ka
tılacak!"
366
XXXIV
367
edindiği sıkışık satırlı, sayısız kitap körüklemişti, bu kitaplar
Mr Dickens'ın ya da Mrs Oliphant'ın yazdıkları hafif kitap
lardan daha çetin değillermiş gibi hepsini gerçekten de hızla
gözden geçirip hayran kalmıştı. Isabel'in okuyabileceği ki
taplara bir sınır getirilmemişti -annesinin korumak amacıy
la bir miktar kısıtlama getirmesi beklenebilirdi ama o artık
hayatta değildi, babasıysa, kendisinin rahatça söylediği gibi,
kızının ne okuduğuna aldırmıyordu-, böylece Isabel evdeki
az sayıdaki kitaba istediği gibi el attı. Gibbon'ın kitabında da
olabilirdi, çağdaş tarihçilerden birinin, belki Tacitus'un kita
bında, ya da belki Plutarkhos'unkinde olabilirdi; İmparator
Neron'un hükümdarlığına ayrılmış bir bölümde, sadece ya
şanan dehşeti vurgulamaya yaramış sakınımlı sözcüklerle, o
dönemde Colosseum' daki öğle sonrası eğlencelerini anlatan
bir paragrafa rastlamıştı. Eğer çok eskiden yaşanmış olma
salardı, o harap arenada uygulanan gaddarbklar üzerinde
düşünmek dayanılmaz olurdu; bununla birlikte bizim genç
öğrencimizi müthiş sarsan bir ayrıntı vardı, öğrendiği şeyle
rin çoğu uçup gitse de o ayrıntı aklından hiç çıkmadı, o da
şuydu: Sıklıkla, vahşi bir hayvan, aslan ya da kaplan filan,
kurban edilen bir Hıristiyanı ya da Nübyeli bir kız köleyi
tam parçalayıp yerken, onları uluyarak izleyen seyircilerin
sabırsızlanmasına rağmen, bir süre durur, olduğu yere çö
kermiş, ilk açlık duygusu yatıştıktan sonra yarı ölü kurbanı
nı patileriyle tatlı tatlı okşayıp dürter, yalar, bumunu sürter,
hatta bazen adeta kucaklamaya çalışır gibi görünürmüş. Bu
yaptıkları elbette ki göründüğü gibi sevgi ifadeleri değilmiş,
tıpkı kedinin fareyle oynamasının da öyle olmadığı gibi.
Ama eğer o gün Hotel d'Inghilterra'da, Mrs Osmond ken
disinden sonra gelen kocasının ve eski sevgilisinin insafına
368
kalmış durumda orada otururken seyirciler olsaydı, o iki
yırtıcı hayvanın yakaladıkları aviarının etrafında sahte bir
nezaket ve saygıyla dolanmalarına herhalde onlar da bağı
rıp şiddetle itiraz ederlerdi.
İşin doğrusu, dolaşan sadece Osmond' du, Madame
Merle kanepenin öbür ucundaki koltuğundan kalkmamış
tı, her zamanki gibi serinkanlı ve güzeldi, dudaklarında o
büyüleyici çarpık gülümsernesi vardı, başını ve geniş sırtını
dik tutuyordu, sanki olan bitenin taraflarından biri değildi
de mahkeme salonunda rahatça oturmuş, olanları kayıtsız
gözlerle seyreden biriydi. "Gilbert, senin eşin, ilk karının öl
mesine seyirci olduğuna inanıyor," dedi sonra, kraliçe gibi
oturduğu yerde, tavrında en ufak bir değişiklik yapmadan.
"Ne dersin buna?"
O kadını Osmond'la böyle rahat bir samirniyet içinde
konuşurken hiç görmediğini düşündü Isabel; şimdi tavrı
kasıtlı olarak abartılmış görünüyordu, tıpkı ipek eldivenle
yanağa sertçe vurulması gibi. Açık krem rengi bir takım el
bise giymiş, gümüş başlı bir iğne tutturduğu mavi bir kravat
takmış olan Osmond o ana kadar ağzını hiç açmamıştı, ama
odaya girerken eli kapının tokmağında durmuş, karısına ha
fif bir hayal kırıklığı sayılabilecek bir ifade dışında hiçbir şey
yansıtmayan bir bakış atmıştı - hayal kırıklığının nedeninin
kendisini orada bulması olmadığını düşündü Isabel, onun
genellikle kendisinden, herhangi bir zamanda, herhangi bir
yerde olmasından hoşlanmamasıydı. Osmond onunla işinin
bittiğini düşünmüştü ama işte lsabel buradaydı. Ya da Os
mond buradaydı. Isabel kendisi gibi kocasının da kente geç
geldiğini düşündü, belki de aynı trendeydiler. Isabel, ken
disi geldiğinde onun kalabalık pl'ronda oyalandığını, isten
369
kararmış bir sütunun arkasına gizlenip Isabel istasyondan
ayrılana kadar orada saklandığını getirdi gözünün önüne.
Madame Merle, Isabel'in gönderdiği, bu sabah Roma'ya ge
leceğini bildiren telgrafını dün akşam alır almaz Osmond'a
telgraf çekip acele gelmesini rica etmiş olmalıydı; ve işte şim
di buradaydılar, ikisi de, arenada, kendisi sarılı kahverengili
parlak tüylü bir dişi aslan, Osmond da her zamanki gibi kır
tüylü leopar. Madame Merle'nin arkasında, salonun öbür
yarısında yukarı aşağı gidip geliyor, eline aldığı nesnelere
ilgilenirmiş, incelermiş gibi dikkatle bakıyordu; sanki, diye
düşündü Isabel, hafiften eğlenerek, böyle bir salonda onun
ilgisini çekmeye değecek en ufak bir şey bulunabilirmiş gibi.
"Senin ne kadar bayağı bir zihin yapın olduğunun hep
farkındaydım," dedi Osmond, sesi kontrollü ve düzgün
çıkmıştı, Isabel'le konuşurken ona bakmıyordu, "ama itiraf
edeyim ki senin bu kadar alçalıp böyle bir üslupla benim ve
merhum karım hakkında böyle bir canard1 söyleyeceğin hiç
aklıma gelmezdi." Pencerenin önünde durmuştu, elindeki
Murano kristalinden vazoyu evirip çeviriyordu, mor renkli
vazonun çirkinliği dikkat çekiciydi. "Ne cüretle," dedi alçak
sesle, hatta neredeyse yumuşaktı sesi, "ne cüretle o hanım
dan söz edersin, sadece adını ağzına alacak olsan bile?"
Madame Merle'nin gözleri Isabel'in üzerindeydi, bütün
dikkatiyle bakıyordu ona -karı kocanın tartışmasını seyret
menin tadını açıkça, hiç çekinmeden çıkarıyordu-, Isabel de,
gözlerini bile kırpmadan, ürkmeden dürüstçe karşılık veri
yordu onun bakışına. Korkmuyordu; o ikisi kendisini hır
palamaya, yaralamaya çalışacaklardı, hatta kendi gösterişli,
ağır usulleriyle onu parçalamak bile isteyeceklerdi, panter
1 (Fr.) Yalan, asılsız haber. (ç.n.)
370
ve ortağı; başarılı olabilirlerdi, Isabel'in etini kemiğinden
ayırabilirlerdi; onun umurunda değildi. Güvenliği, hayatta
kalması hiç umurunda değildi; ruhu, bir kurbanın ruhu gibi,
o kavruk arenadaki kanların ve pisliğin içinden çıkıp yük
selecek ve kurtulacaktı. Osmond'un gelmesine memnundu;
elbette ki Madame Merle'nin küçük coup de theatre'ı1 olan
onun bu hızlı gelişi Isabel'i bir an durdurmuştu, o kadar;
ama sonra o ikisinin burada, kendisiyle karşı karşıya bulun
malarının doğru olduğunu anlamıştı.
Osmond sonunda dönüp onun olduğu tarafa baktı, va
zoyu hala ellerinin arasında tutuyordu. "Bu akıl almaz fikre
nereden geldiğini sorabilir miyim? Akıl almaz, rezil, iğrenç
fikre: Bu şeye takacak isim bulmakta zorlandığıını görüyor
sun, nasıl vardın bu fikre -ne demiştin?- karımın ölmesine
göz yumduğum fikrine? Siz bu konularda ne bilirsiniz ki,
madam? Ne bilebilirsiniz ki? Karım çok uzun zaman önce,
uzak bir yerde, feci bir ateşle öldü. Seninle bir anlaşmamız
vardı, kabul ediyorum, yazılı değildi, ne karımdan ne de tra
jik ölümünden söz edecektik. Ben o anlaşmaya sadık kaldım,
ama Tanrı bilir, senin sevgine ihtiyacım olduğu zaman bunu
kazanmak için bu kaybırndan yararlanabilirdim." Bunu
duyan Isabel başını kaldırıp baktı ona; Osmond ne zaman
onun sevgisine ihtiyacı olduğunu düşünmüş olabilirdi ki?
Katıksız hayranlık, gereken saygı, uygun bir miktar korku
- bunlar Osmond'un istediği, Isabel'den talep ettiği takdir
ifadelerinin birkaçıydı; ama sevgi? Yoksa Isabel bu konuda
ona haksızlık mı ediyordu? Sandığından daha mı savunma
sızdı Osmond? Bu düşünce onu titretti, titremesinin bir baş
ka nedeni, bu düşüncenin aklına çok geç gelmesiydi. "Ben
ı (Fr.) Beklenmedik degişiklik. (ç.n.)
371
den almak istediğiniz intikamın bir parçası mı bu, bu kötü
hareketiniz için sadece," diye devam etti Osmond, "o kutsal
anlaşmayı bozmayı yeğlediğİnizi söyleyebiliyorsunuz, öyle
mi? En azından ben kutsal sayıyordum onu."
Suçluluk duygusunun, kendi kendisini aldatmak isteyin
ce, seçtiği yolların ne kadar dolambaçlı ama kaçılamayacak
olduğunu anlamak ilginç geldi Isabel'e, oysa çoğunlukla,
suçluların suçlu olduklarının şaşmaz işareti, yaptıkları kö
tülüğü kabul etmekten, hatta ona değinmekten özenle ka
çınmalarıydı. Ne Madame Merle ne de Gilbert Osmond,
Isabel'in ortaya attığı iddiayı doğrudan yalanlamayı düşün
memişlerdi -Isabel her ikisini de suçlamıştı- ama dikkati
esas meseleden çekmek için ellerinden geleni yapmışlardı.
Sanki sanık yerindeki sanık, itharn edildiği fiilin tanımlanma
biçimini eleştirmekle yetinmeliydi. İkisinden biri, Isabel'in
birini cinayetle diğerini de bu yapılanı onaylamakla suçla
masının ağırlığı karşısında, öfkelendiğini bile değil, sadece
irkildiğini belli etseydi, Isabel bir an durur ve aklından bir
kuşku geçerdi. O akşam, Mrs Touchett'in evinde, odaya ala
cakaranlık çökerken, tepelerinde fırtına uğuldarken, yağmur
bahçeye inerken ve yağmur oluklarından sular gürül gürül
akarken Staines'i nasıl da sıkıştırmıştı, nasıl da sıkıştırmıştı,
sonunda hizmetçinin gözyaşları birikmiş, gözkapaklarının
kenarlarında sallanmış, sesi titremiş, kadın göğsünü yum
ruklamıştı. Bu olanları Madame Merle'nin hizmetçisinden,
Floransalı basit bir ragazza1 olan, kendi gölgesinden kor
kan zavallı Gabriella' dan öğrenmişti; Gabriella Osmond'un
Lecce'ye seyrek yaptığı gizli ziyaretlerinden birinde hanı
mıyla konuşurlarken duymuştu, o ihtiyatlı çift için dikkat
1 (İ t.) Genç kız. ( ç.n.)
372
çekecek derecede dolaysız ve açık denebilecek koşullar altın
da tartışmışlardı konuyu. Hanımı, kendisinin de tehlikede
olacağını söyleyerek Alba serüvenine atılmamasını istemişti
sevgilisinden, ama Osmond onun korkularına boşvermişti,
Madame Merle o sırada bilse de bilmese de, bunun nedenini
Isabel hemen hatırlamıştı. Osmond kendisine kur yaparken
yaşanan bir şeydi bu, Isabel ve kibar sevgilisi kendilerini o
mevsimde rastlanmayan yağmurlu bir ilkbahar sabahı, ga
rip ve tutarsız ama kesinlikle ısiatan bir İtalyan yağmuru
altında Floransa'nın sayısız ve Isabel'e kalırsa birbirinden
farksız kiliselerinden birinde bulmuşlardı. Kilisenin içinde,
bir taraftaki koridordan yürümüşler, hiç dikkat çekici bir
yanı olmayan mihraplardan birine göz atmak üzere dur
muşlardı, sonra öbür koridordan geçerlerken Osmond elini
genç kadının koluna koymuş ve ona bir duvar resmi göster
mişti -Giotto'nun bir yapıtı mıydı?-, resimde kil renkli çok
sayıda bedenin ruhuna, meleklerden ve şeytanlardan oluşan
ayrı ayrı gruplar eşlik ediyordu, onları ya aşağıya, cafcaflı
bir cehennem azabı kuyusunun kapılarına doğru, ya da yu
karıya, altın varaklı bir gökyüzünün görkemine doğru gö
türüyorlardı. Her zamanki gibi düşünmeden hareket eden
Isabel, sanatçının imgeleminin görkemi ve ürkütücü etkisi
karşısında bir çığlık atmıştı, çünkü kendi fikrini söylemeden
önce Osmond'un şu ya da bu sanat eseri üzerindeki fikrini
beklemesinin uygun olacağını öğrenmesine daha çok vardı.
Gerçekten de, bu sefer de, hafifçe öksürdükten ve bir iki da
kika sustuktan sonra Osmond, pek de inandırıcı olmayan
çekingen bir tavırla, kendisinin, o parçanın kuşkusuz sert bir
etkisi olsa da, görkemli bir hava yaratmaya çabalasa da, bü
tünüyle bakıldığında beceriksizce yapıldığı fikrinde olduğu-
373
nu belirtmişti. "Ben senin dikkatini sadece konuya çekmek
istemiştim," demişti, sakalının ucunu iki parmağının arasın
da çekiştirip gülümseyerek. "Bence beni seninle evlenecek
ideal aday konumuna getiren özelliklerimi, kişiliğimin nite
liklerini sana göstermek için büyük çaba harcadığıma göre,"
-o günlerde Isabel onun bu ironik tavrını acayip zekasının
ana belirtisi olarak görüyordu, hatta tavrındaki y apmacıklı
şakacılığı sevimli buluyordu- "listeme şu sevindirici habe
ri de ekleyebilirim: Karım olmayı kabul edersen, yani Mrs
Osmond olmayı, şuna emin olmalısın ki, bir tek hastalık yü
zünden beni kaybetmeyeceksin, çünkü çocukken onun nö
betini geçirdim, bu yüzden de ona karşı tümüyle bağışık ol
duğumu düşünebilirim." Ne var ki Isabel'in onun kastettiği
hastalığın adını öğrenecek zamanı olmamıştı, tam soracak
ken, boş ve saçma olduğunu sandığı konuşmanın havasına
girebilmek için mahsustan ciddileşir gibi yapmış, ama yüzü
kararan sevgilisi hızla öbür yana dönmüş, sert adımlarla ki
lisenin kapısına ve kapıyı örten uzun, koyu renkli deri per
cleye doğru yürümüştü. Isabel'in aklına hemen Osmond'un
sözünü ettiği 'hastalığın' karısının ölümüne neden olan
hastalık olabileceği, Osmond'un tutumunun bu yüzden an
sızın değiştiği gelmişti. Onu dışarıda kendisini beklerken
bulmuştu, Osmond soğuk ve esintili yağmurdan korunmak
için yakasım kaldırmıştı, ona daha fazla soru sormak yeri
ne -zaten sormayı hayal bile edemezdi- Isabel onun koluna
girmişti, birlikte, dua etmeye gelmiş farklı kuşaklardan sayı
sız insanın ayakları altında cam gibi dümdüz olmuş mermer
basamaklardan hiç konuşmadan inmişler, sokağa ayak bas
mışlar, kendi hayatiarına dönmüşler ve boğucu gölgelerden
sıyrılıp merhem gibi gelen parlak güneş ışığına çıktıklarını
374
hissetmişlerdi. Uyduruyor muydu şimdi, yoksa Osmond'un
evlenme teklifini kabul edip 'sadece Mrs Osmond' olmaya
razı olduğu an o an mıydı?
Kocasının gözleri hala üzerindeydi, yanıtını bekliyordu;
Isabel onun ne sorduğunu hatırlayamadı. Ansızın yılların
yorgunluğunun omuzlarına çöktüğünü hissetti. Bunların ne
önemi vardı? Eğer kocası -onu hala bu sıfatla düşünmesi şa
şırtıyordu Isabel'i- ilk karısını, kendisinin bağışık sayıldığı
yüksek ateşe yakalanmasını umarak Piemonte'ye götürdüy
se bundan Isabel'e neydi? Ne önemi vardı? Isabel artık dün
yadaki kötülüklere gözcülük etmek üzere atanmış biri gibi
davranamayacağını düşündü.
Osmond'un susup beklemesine son verdiren Madame
Merle oldu. "Bahse girerim ki Isabel, kapıları dinleyenleri din
lemiş." Gözleri Isabel'in üzerindeydi ama bunu, kendisinin
arkasında, pencerenin önünde duran Osmond' a söylemişti.
"Yoksa seninle benim aramda geçen bir şeyi nasıl bilebilirdi?"
Osmond bu söz üzerinde düşündü. "Şu Touchett denen
kadın var," dedi. "O kadın büyücü gibi, duvarların arkasın
da olanları duyar."
Hala alnını kırıştırarak gülümser gibi görünen Mada
me Merle lsabel' e bakarken o iri, sarışın başını ağır ağır
salladı. "Yo, bence kaynağı o değil. Ben bir hizmetçinin fı
sıltılarının yankılarını duyar gibiyim. Şu benim yanımda
çalışan hizmetçi - hatıriadın mı? Lecce'ye giderken yanı
ma aldığım?"
"Hatırlamak mı?" diye bağırdı Osmond. "Yirmi yıl önce
ki bir hizmetçi kızı hatıriamamı mı bekliyorsun? Fil değilim
ben, senin var galiba ama benim filler gibi hatıriama yetene
ğim yok."
375
İkisi hoşnutsuz ve sıkıntılı düşüncelerinin topunu birbir
lerine atarken Isabel hem bütün dikkatini vererek hem de
ürkerek onları dinlemişti - berbat bir oyunun kuralına uyar
casına birinin sürekli ötekine sırtını dönmesi durumu daha
da çirkinleştiriyordu. Isabel kendini -nasıl demişti Madame
Merle?- kapıları dinleyen biri gibi hissetti, odadaki varlığı
yok sayılıyordu. Başından beri kendisini yok sayarak arala
rında tartışma konusu yapmışlardı, asıl duydukları nefretin
lakayıt ve alaycı çınlamasını onların seslerinde duyabili
yordu; Madame Merle kendisinin sesinde Floransalı o kü
çük hizmetçi kızın, yıllar önce ince, uzun boylu controparte
inglese'in1 kulağına fısıldadıklarının yankısını duyduğunu
nasıl iddia ediyorsa, Isabel de onların sesindeki o çınlamayı
açık seçik duyuyordu. Bütün bunlar ne kadar aşağılık, ne
kadar pis, ne kadar üzücüydü. Bir dakika daha katlanama
yacaktı buna. Koltuğundan fırlayıp kalktı, iyice doğruldu,
boğulmamak için denizin yüzeyine fırlayan ve ferahlatan
havayı ciğerlerine derin derin çeken birine benziyordu.
"Gitmem gerek," dedi kekeleyerek, sıkıntı ve telaş içinde,
"gitmem gerek... mecburum ... " Sustu; şimdi kendini kurtu
lan bir yüzücü gibi değil de denizden çıkarılıp nehrin kenarı
na fırlatılan bir balık gibi görüyordu, şaşkındı, kıpır kıpırdı.
Odadaki diğer iki kişi birbirleriyle ilgilenmekten vazgeç
mişler, hayretle Isabel'e bakıyorlardı. Kaşlarını hafifçe çatan
Osmond öne geldi, koltukta oturan Madame Merle'nin ya
nında durdu; elini onun omzuna koymuş olsaydı, çömelip
örtünün altına girmiş bir fotoğrafçı tarafından portre çekimi
için poz veren bir çifte benzerlerdi. Isabel konuşmaya başla
dığında Madame Merle'ye hitap etti. "Roma'ya geliş nede
ı (İt.) İngiliz meslektaş. (ç.n.)
376
nim, sizi ilgilendiren bir konuda verdiğim kararı size bildir
mekti," dedi. "Paris' te, o akşam tesadüfen karşılaştığımızda,
size İtalya'ya dönmeniz için ısrar ettiğimde şaşırmıştınız.
Kendim de şaşırmıştım. Daha önce bu meseleyi düşünme
miştim - sizin çoktan Amerika'ya gittiğinizi, sizi bir daha
görmeyeceğiınİ sanıyordum."
"Aramızda aynı şeyi düşünmüş başkaları da var," diye
araya girdi Osmond, sesi sertti.
Madame Merle onun sesindeki kasıtlı hakareti duymaz
lıktan geldi, fark etmemiş gibi yaptı, sadece yanakları pem
beleşti. Isabel de aldırmadı kocasına; dikkatini toplarken
tedirginlik içinde alnını kırıştırmıştı ve bu hali onun birden
gencecik görünmesine yol açmıştı; sınıftaki bir çocuk gibiy
di, sanki öğretmen ayağa kalkmasını ve bir önceki akşam
telaşlanarak, uğraşıp didinerek çalıştığı bir dersi ezberden
okumasını istemişti.
Gözlerini Madame Merle' den ayırmadan, "Sonra siz
bana nerede oturacağınızı sordunuz, çünkü Floransa'daki
evinizi satmıştınız. Roma' da yaşamayı kabul ederseniz ka
lacak yeriniz ve bu yeni yerinizde geçiminizi sağlayacak kü
çük bir harçlığınız olacağına dair size söz verdim."
"Evet, ve eminim ki cömertlik gösterdin," diye soğuk bir
tavırla doğruladı Madame Merle, ama sözlerinin iletmiş gö
rünebileceği her türlü takdir duygusunu zarif omuzlarının
hareketi yalanlıyordu. "Ancak," diye devam etti üzerine
basa basa, "önerdiğiniz koşul lar öyle cömertçeydi ki kuş
kulanmaktan kendimi alamadım." Soğuk soğuk gülümsedi,
yanıt verirken dudaklarının sol kö�esi yukarı kıvrıldı ve sol
kaşının ucu iyice havaya k.1l ktı. "Bir karardan söz ediyor
sun: Kuşkulanmakta haklı oldu�umu mu doğruluyorsun?"
377
Isabel araya giren bu sözleri de duymamış gibi geçiştirme
yi yeğledi ve devam etti. "Bu hafta avukatım Mr Pettigrew'u
çağırtlım - bürosu Roma' da ama nezaket gösterip bizzat
Floransa'ya gelmeyi ve benimle görüşmeyi kabul etti."
"Evet ya, o yaşlı hergele kime yanaşacağını iyi bilir," dedi
Osmond dalga geçercesine. Isabel onu görmemek için göz
lerini kapadı, başını bir an hızla iki yana salladı - konuşma
sının başka yöne çekilmesine izin vermeyecekti, gitmeden
önce söyleyeceklerinin tamamını söylemeliydi.
"Tapuları ve onlarla ilgili bütün belgeleri Palazzo
Roccanera'ya getirmesini istedim ondan." Gözlerini açmıştı,
şimdi bütün dikkatiyle kocasına bakıyordu, başını kaldır
dı, darbenin inmesini bekledi, o yumruğun sadece kocası
nı değil kendini de yaralayacağını biliyordu. "Geçen hafta
Bellosguardo' da konuşurken sana söylemiştim Gilbert, ora
da oturmaya devam edebilirsin. Senin evin orası, hayatın
orada, bu yüzden devam etmeli. Ancak oturma esası deği
şecek."
Osmond da başını geriye atmıştı, yarı aralık gökkapak
larının arasından, hafifçe yandan karısını süzüyordu. "Şey
tan," diye bağırdı, "o evi altımdan alıp satmadıysan ne ola
yım!"
"Hayır, satmadım," dedi IsabeL "Ama tapuları başkası
nın üzerine geçirdim."
"Geçirdin mi? Kime? Pansy'ye mi? O evi Pansy'ye verdi
ğini söyle bana."
Isabel başını ağır ağır iki yana salladı. Birden kendini na
sıl da sakin hissediyordu, ne kadar sakin ve zihni berrak, yü
reği ne kadar huzurlu. Bir sıradağın en yüksek tepesinde du
rup karşısındaki mavi ve sınırsız gökyüzüne bakar gibiydi.
378
"Hayır, Pansy'nin üzerine geçirmedim, ama bir zamanlar
onun kadar, hatta ondan daha fazla sevdiğin birinin üzerine
geçirdim," dedi. Gözlerini Madame Merle'ye çevirdi. "Ben
den kuşkulanmakta haksızdınız," dedi, doğrudan ona ko
nuşarak. "Roma' da eviniz olacak -oldu- söz verdiğim gibi."
Gülümsedi, başını sallayıp sözlerini doğruladı, şemsiyesini
bulmak için yana döndü - Cavendish Meydanı'nda Henri
etta Stackpole' a içini döktüğü gün yanlışlıkla aldığı pembe
şemsiyeydi bu. Hemen buldu onu, şapkasıyla eldivenlerini
bıraktığı çalışma masasına dayalı duruyordu, üçünü de alıp
kapıya yöneldi. "Hoşça kalın," dedi hayal edilebilecek en
rahat tavırla. "Ben bu gece Londra'ya gidiyorum." Kapının
eşiğinde durdu, odaya göz gezdirdi, orada duran ve bir za
manlar kocası olan adama, onun yanında oturan ve bir za
manlar arkadaşı olduğunu sandığı kadına baktı. O ikisi göz
lerini birbirlerine dikmişlerdi, göz gözeydiler - a quattr 'occhi,
İtalyanlar öyle der, diye hatırladı Isabel, hiç yeri değilken,
onların bakışlarında öyle çok anlam, duygu ve hesap birbi
rine karışınıştı ki onları burada saymaya kalkışmak delilik
olurdu.
379
XXXV
380
yaşaması gerekiyordu; ne de olsa gelecekte olacakları biçim
lendiren şimdi ve burası değil miydi?
"Demek onu terk ettin!" oldu Miss Stackpole'un acımasız
ca, mernnunlukla söylediği ilk sözler, iki arkadaş istasyonun
peronunda duman ve is arasında neşeyle selamlaşhktan ve ku
caklaştıktan sonra. "Sonunda bunu yapacağını biliyordum."
"Sevgili Henrietta, sen iflah olmazsın!" diye bağırdı Isa
bel gülerek, sonra canının sıkıldığını belli eden bir sesle,
"Şuna bak, Staines yine hamallada kavga edecek!" dedi.
"Gel, engel olalım ona."
Barış hemen sağlandı, daha doğrusu Isabel ciddi ola
rak araya girip bir miktar altı peniyi, istasyondaki bir grup
güçlü kuvvetli, kızgın personel arasında adilane bir şekil
de paylaştırdıktan sonra -yanında İtalyan ve Fransız para
sından başkası olmadığından Isabel dağıttığı paraları Miss
Stackpole'dan ödünç almak zorunda kalmıştı- zorla kabul
ettirildi; sonunda hizmetçisi arkasındaki büyükçe bir ara
baya yüklenmiş bavullada birlikte Pratt's Hotel'e gönde
rildi. O gittikten ve acaba geri gelir mi diye sinir içinde bir
müddet bekledikten sonra -Staines aklına sonradan fikirler
gelmesine pek yatkındı- Isabel kendine gelmek için acilen
bir fincan çay içip tatlı bir şeyler yemesi gerektiğini söyledi,
böylece Henrietta ile birlikte istasyonun büfesine yöneldiler,
orada çay ve bir tabak tereyağlı, bal lı ve marmelatlı sıcak çö
rek ısmarladılar. Daha oturur oturmaz Henrietta saldırmaya
başladı. "Sanırım sana çok kaba davrandı, değil mi?" dedi,
'sana söylemiştim' dereesine halinden hoşnut olduğunu pek
gizlemeden.
"Ne kadar da seviyorsun dramatikleştirmeyi!" dedi Isa
bel güleryüzle. "Kaba filan davranınadı - sen kocamla tanış-
381
tın, onun kendini nasıl tuttuğunu, nasıl sakin davrandığını
biliyorsun."
"Ama terk ettin onu değil mi, kesin olarak?" diye ısrar
etti Henrietta.
"Kesin olarak dernek isteyebilirsin, ama bu sözcüğün se
nin sözlüğündeki anlamı ne?"
"Yani evliliğinizin, aranızdaki evliliğin bitmiş olması ta
bii!"
Çayları geldi, garsonun ağırdan alarak servis yapması
lsabel'e arkadaşının insafsızlığından kurtulup rahatlarna
sı için fırsat verdi. Henrietta'dan uzak olduğu dönemlerde
onun zaman zaman ne kadar kaba davranabildiğini unutu
yordu; Arnerikalılara has dobralıkla, daha terbiyeli insanların
düşünürken bile tereddüt ettikleri ve açıkça söylerneden önce
uzun uzun üzerinde düşündükleri şeyleri ' avazı çıktığı kadar'
bağırarak söyleyiveriyordu. Mr Bantling'in kız kardeşi, Lady
Pensil, yakında görürncesi olacak bu genç kadın hakkında ne
düşünüyordu acaba? Henrietta 'hayvanca' gibi sözcükleri ve
masa örtüsüne damlatmadan çöreğine yağ sürmeyi öğrenmiş
olabilirdi ama açıksözlülüğü Pensil'lerin evinde de, pek çok
İngiliz kurumunda da ortalığın karışmasına neden olacaktı.
"Bu son haftalarda neler yaptığını nihayet anlatacak mı
sın?" diye sordu Henrietta, incinmiş ve ters bir sesle. "Yok
sa senin şu acınası keturoluk duygun, esaretten kurtulman
konusunda dudaklarını sonsuza kadar rnühürleyecek mi?"
"Esaret!" diyerek derin bir soluk aldı IsabeL "Sen evliliği
böyle sanıyarsan o köleliğe girme ve acılar çekme niyetine
şaşarım. Hem söylesene, Mr Bantling nasıl?"
"Çok iyi," diye tersiedi onu arkadaşı, "hem konuyu sap
tırmaya çalışma."
382
Isabel arkadaşının alev saçan bakışlarından bir an için
kurtulmak isteyerek başını fincanına eğdi. İngiliz usulü
hazırlanmış çayın rengi kışın biten eğreltiotları kadar kah
verengiydi, hatta tadı, içinde o güçlü bitkiden de bulundu
ğunu düşündürdü Isabel'e. İçine iki tane kesmeşeker attı,
kendisini adadığı tanrısına bir şey sunan birine benziyordu.
"Floransa' da mola verdim," dedi IsabeL "Yani Roma'ya
giderken."
"Ne! Öyleyse kocanı hiç görmedin mi?" diye bağırdı
Henrietta.
"Hayır, o oradaydı, Bellosguard o' da, yazı eski evinde ge
çiriyordu."
"Ya kızı, o neredeydi? Herhalde bir manastıra kapatılmıştı."
Isabel iç geçirdi; yolculuk onu yormuştu, ama arkadaşının
bitmek bilmeyecek gibi görünen nutukları da onu yormuyor
değildi. "Aslına bakarsan, Pansy burada, İngiltere' de. Baba
sı onu soylu bir ahbabını ziyaret etsin diye gönderdi, bir yer
lerdeki bir şatoya ... Sanırım Kent' te."
Henrietta dobraydı ama yeri geldiğinde iğne gibi sivri
dilli olabiliyordu ve burada da sezgi gücüyle Osmond'un
asıl amacını anlayıverdi. "Sanırım bu soylu ahbabın uygun
yaşta bir oğlu vardır, ya da oğulları," dedi, Isabel'in hem si
nir bozucu bulduğu hem de biraz hakaret saydığı küçüm
seyici, küçük bir kahkaha atarak. Henrietta devam etti: "Bi
liyorum ki kocan, Lord Warburton'ı damat edinememenin
üzüntüsünü hala atlatamadı."
Isabel hızla fincanını eline aldı, sonra tekrar ve yavaşça
masaya bıraktı. "Çok ileri gid iyorsun," dedi.
O zaman hemen yumuşad ı Henrietta -sanki pnömatik bir
borunun içindeki hava anidl'n boşalmıştı-, içgüdüsel olarak
383
elini masanın üzerinden uzattı, arkadaşının elini tuttu, üz
gün ve pişman görünüyordu. "Bağışla beni canım," dedi yu
muşak bir sesle. "Biliyorum, biliyorum, çok ileri gidiyorum,
fazla konuşuyorum. Zavallı Edward -Mr Bantling- benim
aşırılıkianma gem vurmak ve beni kibarlaştırmak için elin
den geleni yapıyor, ne kadar başarılı olduğunu bugün görü
yorsun. Beni bağışlayacak mısın?"
"Elbette, elbette," dedi Isabel, sabırsızlığını gizlerneye ça
lışarak, "elbette bağışlıyorum seni." Zaten Jıep bağışiamam ge
rekiyor, diye eklemedi. "Floransa'ya gittim, kocarnı gördüm,
ikimiz için ortak bir gelecek olamayacağını söyledim ona ve
işte buradayım!" Yüzüne geniş bir gülümseme oturtmaya
çalıştı. "Daha başka anlatacak neyim var? Daha başka ne bil
mek istersin? Bitti artık. Factum est."1
Henrietta arkadaşının elini bıraktı, sandalyesinde arka
sına yaslandı, bir süre ciddi gözlerle baktı ona. "Memnun
oldum," dedi sonunda. "Bir evliliğin bozulması genellikle
beni sevindirmez, ama senin durumunda sevindirdiğini iti
raf etmeliyim. Sen üzüldüysen ben de üzülüyorum, ama se
nin adına seviniyorum da. Özgürsün artık."
"Evet, özgürüm!" diye yanıtladı onu Isabel, gülümseme
si çok daha parlak, çok daha kırılgan, çok daha narindi şim
di. Ayağa kalktı. "Artık otele gitmeliyim. Staines söylenip
duruyordur, hem yorgunum da, yatmak istiyorum."
İstasyondan çıktıklarında akşam göğünün yoğun bir al
tın ışıltıya bürünmüş olması şaşırttı Isabel'i -kuzeyde alaca
karanlığın ne kadar uzun sürdüğünü bir ziyaretten ötekine
hep unuturdu-, High Holborn'daki bir konferansa gitmek
isteyen arkadaşı yanından ayrılınca Isabel, Strand boyunca,
1 (Lat.) Bitti; bu kadar. (ç.n.)
384
Trafalgar Meydanı'na doğru yürümeye başladı. Batmakta
olan güneş gözlerini kamaştırdı, pek az yürümüştü ki başı
döndü, tekrar istasyona gitti, oradaki görevlilerden birin
den kendisine bir araba çağırmasını rica etti. Arabaya binip
oturdu, kanepeye yerleşince başını arkaya yasladı, gözlerini
kapattı ve zihninin rahatlayacağını umdu ama boşunaydı.
"Özgürsün artık, özgürsün artık," diyen Henrietta'nın sesi
başının içinde dönüp duruyordu, yolda gıcırtılarla ilerleyen
arabanın tekerleklerinin dairesel temposu gibi ısrarcı ve tek
düzeydi. Kendini özgür hissetmiyordu; ama, diye düşündü,
özgür olmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmiyordu ki.
Olumlu değil olumsuz bir duygu olacağını varsaydı, sahip
olmak yerine sahip olmamak, çabalamak zorunda olmamak,
direnmek zorunda olmamak, insanın kendi küçük köşesini,
küçücük sığınağını korumak zorunda olmaması olduğunu
düşündü; hepsinden önce, başkalarının iradesi karşısında,
kendisinin üstün olduğu konusunda ısrar etmek zorunda
kalmamaktı. Bir keresinde, çok uzun zaman önce, gizlice,
utanarak paranın bir tür özgürlük sağlayacağını, kaderini
belirleyeceğini düşünmüştü. Bu düşüncenin sadece kısmen
doğru olduğunu çok geçmeden anlamıştı: Serveti kaderine
damga vurmuş, ama o süreçte Isabel'i özgür kılmamış, tam
tersini yapmıştı.
O geeeki uykusu delik deşikti, güneş yüzüne vurunca geç
bir saatte uyandı, yarı uyuşuk gibiydi. Banyo yaptı, Staines'in
hazırladığı ince keten elbiseyi giyip aşağıya indi, sessizlik ve
yalnızlık içinde kahvaltısını etti, otelin öteki müşterileri çok
tan kahvaltılarını bitirip günlük işlerine gitmişlerdi. Otelin
sahibi Mr Pratt, her zamanki gibi tombul ve cana yakın ha
liyle gelip bir ziyaretçisi -aslında iki kişiydi- olduğunu haber
385
verdiğinde Isabel ikinci fincan kahvesini ısmarlamıştı, ziya
retçiler salonda bekliyorlardı. Isabel kahveden vazgeçti, he
men kalkıp kahvaltı salonundan çıktı, kimin geldiğini merak
ediyordu; Londra' da, hafta içinde, henüz uykusundan sıyrıl
mamış bir sabah vakti, saat on buçukta gelenin kim olduğu
hakkında nedenini bilmediği belli belirsiz bir önsezi vardı
içinde. Salona girince, bir an, ilk başta aklı karıştığı için, şö
minenin yanındaki küçük yaldızlı sandalyenin dar çubukla
rının arasından görünenin kuşku götürmez biçimde Madame
Merle'nin dik ve güzel sırtı olduğunu sandı. Gözlerini hala
ona dikmişti ki, Dover Sokağı'na bakan pencerelerden birinin
eurobasında duran ikinci bir hanımefendi hızla arkasına dö
nünce onun Kontes Gemini olduğu anlaşıldı.
"Ya, bizden kaçacağını sanmıştın, değil mi?" dedi bu ha
nımefendi çapkınca bir neşeyle. "Ama bak, gizlendiğin ye
rin izini bulduk biz!"
Oturan kadın da arkasına döndü ama daha o dönmeden
Isabel hatasının farkına vardı; Madame Merle değildi o, kı
zıydı; bütün gerçekliğiyle Pansy idi.
"Saklandığımın farkında değildim, ne sizden ne başka
sından," dedi Isabel görümcesine, gülümseyerek, "beni bul
duğunuza da çok memnun oldum, ancak Pratt's Hotel gibi
ayakaltı bir yere gizli sığınak denebileceğini pek sanmam."
Gözlerini Pansy'ye çevirdi, çevirir çevirmez hemen yumuşa
dı bakışları. "Canım, ne kadar iyi görünüyorsun ve... ve ne
kadar zarif!"
Ancak Pansy'nin Isabel'in övgüye değer bulduğu yanı,
zarif ya da iyi olması değildi, ondaki değişiklikti, Isabel'in
onu Floransa' daki Sacro Cuore di Gesu manastırında son
görüşünden bu yana geçen kısa sürede bu kadar büyük
386
bir değişiklik olması beklenemezdi. O sırada yirmi yaşında
bir genç kızdı Pansy, şimdiyse yirmi bir yaşında bir kadın.
Isabel'in üvey kızını son görüşünden beri geçen kısa zaman
da Pansy'nin yüzü biraz uzamış, özellikle de omuzları ge
nişlemiş olsa da, görünüşü pek fazla değişmiş değildi; ama
kızda yeni bir kararlılık, bir vakar, yeni bir -Isabel bocaladı,
o sözcük ağzından çıkmadan kendini durdurmak istedi
katılık vardı. Üvey annesini kısaca "Buon giorno, "1 diyerek
selamladı, sonra, nerede olduğunu hatırlayarak, alelacele,
kulağa daha soğuk gelen "İyi günler"i seçti. Bir anda acıyla
karışık bir mutluluk duyan Isabel, hemen birkaç adım atıp
kızı -kadını!- kollarının arasına aldı ve neredeyse coşkuyla
göğsüne bastırdı. Pansy bu kucaklamaya hiç yumuşamadan
katlandı, sonra Isabel'in kollarından kurtulup geri çekildi,
bunun üzerine Isabel kollarını iki yanına sarkıttı ve terk edil
miş olduğunu o anda anladı.
"Sizin," dedi kekeleyerek, hem Pansy'ye hem Kontes'e
konuşuyordu, "sizin Kent'te olduğunuzu sanıyordum, öyle
değil mi?"
"A, evet oradaydık," dedi Kontes, pek üzerinde dur
madan. "Fernley Hall' deydik, Lord Lanchester ile sayısız
-sayısız ve yavan- oğlunun evi, sanırım oturdukları yer
demem daha doğru. Oranın tamamı baştan aşağı yavanlık
örneğiydi, öyle değil mi, Pansy?" Pansy omuzlarını silk
mekle yetindi, Kontes de dikkatini tekrar Isabel' e çevirdi.
"Başka yerlere de gittik elbette. Fawns vardı, şu çok varlıklı
Amerikalının sahibi olduğu devasa ve baştan aşağı çirkin
malikane -adamın adı neydi, unuttum-, Lanchester'ın bir
tanıdığı, lord hazretleri bizi ona kakaladı, öyle bakmasana
1 (it.) Günaydın. (ç.n.)
387
Pansy, Fernley' dekiler oradan gidelim diye gözümüzün
içine baktılar, orada artık istenıneyince Gardencourt'a sığın
maktan başka çaremiz kalmadı -evet, sevgili Isabel, Gar
dencourt-, benim beklediğim bu değildi elbette, orası hak
kında onca şey duyduktan sonra ... Çok kasvetli, banyoları
bir İtalyanı bile ürkütür. Tek bir iç açıcı yanı vardı, o da Mrs
Touchett'in yokluğuydu - onun İngiltere'ye dönmeyeceği
ni söylüyorlar, Gardencourt'u satışa çıkaracakmış. Biz ora
dayken, yani Gardencourt'tayken Osmond bir telgraf gön
dererek burada artık masraflarımızı karşılayamayacağını
bildirdi, hemen Floransa'ya dönmeliymişiz - verdiği görevi
yerine getiremediğim için bana kızgın." Gözlerini anlamlı
anlamlı Pansy'nin olduğu tarafa çevirdi. "Ve işte şimdi bu
radayız, bu akşam Paris'e gidecek trene binmed en önce ka
lan zamanımızı en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyoruz
- Paris' e, oradan da ... " Yüzünü buruşturdu." 'Eve'!"
Isabel bu aniatılanı sabırla dinlemişti -anlatılanlar, şimdi
burada yazıldığı halinden çok daha etraflı ve bol ayrıntılıy
dı-, sonra kendisinin Londra' da, Pratt's Hotel'de kaldığını o
ikisinin nereden bildiğini sordu.
"Mrs Touchett o ünlü telgraflarından birini yolladı bana,
Gardencourt'a - işte bak."
Küçük, yeşil bir zarf çıkardı, içindeki telgraf kağıdını gös
terdi, kağıttaki kısa talimat şöyleydi:
388
dim; ve sizin ... " Pansy'ye baktı. "Sizin buraya gelmenize
çok sevindim."
Sonra konuklarına içecek bir şeyler ikram etmeyi ha
tırladı. Kontes, saatin hiç de uygun düşmemesine karşın,
bir kadeh şampanya için 'adam bile öldüreceğini' söyledi.
"İngiltere' de insan, akşam yemeğine oturmadan önce, olsa
olsa yüksük kadar kadeh içinde yapışkan bir şeriden baş
ka bir şey beklememeli!" Ama Pansy'nin Burlington Arca
de' deki mağazalara son bir kez uğramak istediğini ekledi.
"Ah, Pansy'ciğim, gerçekten gitmen gerekiyor mu?" diye
bağırdı IsabeL "Senin İngiltere'yle ilgili izienimlerini din
lemek isterdim ve... İngilizleri nasıl bulduğunu." Arzusu
nu böyle eksik ifade ettiği için özür dilereesine gülümsedi;
Kontes' e ve onun meraklı gözlerine hafifçe sırtını dönmüş
tü. "Manastırdaki son görüşmemizde bana ne söylediğini,
benden ne istediğini hatırlıyor musun?" Pansy ifadesiz bir
yüzle duruyordu, ellerini önünde kavuşturmuştu, hiç yanıt
vermedi. "Senin yanına dönmemi istemiştin," diye devam
etti Isabel, "geri döneceğime söz verınemi istemiştin. O anı
hatırlıyor musun - bunu söylediğini hatırlıyor musun, 'Geri
geleceğine söz ver,' dediğini?"
"Evet, hatırlıyorum," dedi Pansy, yeni takındığı o soğuk,
sert tavırla. "Ama gelmedin, öyle değil mi? Geri gelmedin."
Bu sözler üzerine Isabel içindeki reddedilmiş bir şeyin
kanatlarını alabildiğine açtığını ve kederler içinde gökyüzü
nün boşluğuna doğru atıldığını hissetti.
"Evet, hepimiz sözler verir ve sözlerimizde durmayız,"
dedi Kontes hemen, Isabel'e çevirdiği gözlerinde sempati
eksik değildi. Sonra Pansy'ye döndü. "Haydi, sen şu mağa
zalarına git, öğlen kalabalığı bastırmadan." Para çantasına
389
göz atıp içinden bir altın çıkardı. "Biraz para vereyim, harca
man için. Yanımda bu kadar var."
Pansy verilen parayı kayıtsız bir tavırla aldı, gitmeye hazır
landı, Isabel'in mahzun gözlerindeki yalvaran bakışı görmez
den geldi. Kapıya gelince durdu, arkasına döndü, yan kapalı
gözleriyle, sonsuza kadar reddetmek üzere olduğu açıkça gö
rülen üvey annesine baktı. "Ya babam," dedi, "onu da mı terk
ettin?" Sonra, yanıtı beklerneye tenezzül etmeden çıkıp gitti.
Isabel hızla pencerenin önüne gitti, orada durdu, parma
ğının ekiemini ağzına bastırarak aşağıdaki sokağa umutla
baktı, ama umudu boşa çıktı, üvey kızını göremedi, zaten
bunun son görüşü olmasından korkuyordu. Arkasında du
ran Kontes biraz da sabırsızlıkla, kaşlarını kuşkuyla kaldıra
rak ona bakıyordu. Genellikle, biri bir başkasına kötü dav
randığında dikkati çok dağılırdı, insanların kendisine kötü
davrandıkları zamanlar gelirdi aklına; yine de elinde olma
dan Isabel'in durumuna biraz üzülüyordu, çünkü konu ha
yatı yönetmekse, Isabel gerçekten budalaca davranıyordu,
akıl konusundaki göklere çıkarılan üstünlüğüne rağmen.
"Onun sivri dili seni etkilemesin," dedi. "Artık böyle biri o."
"Ama o kadar değişmiş ki!" Hala pencerenin önünden
ayrılmayan Isabel neredeyse inliyordu. "Aynı... "
"Aynı babası gibi mi? Evet, annesi gibi de."
"Ama o öyle nazik, öyle tatlıydı ki!" Arkasına döndü,
tekrar konuştuğunda sesi sertleşmişti, adeta suçlar gibiydi.
"Ne oldu ona?"
Kontes içeriemiş gibi baktı ona. "Umarım beni suçlamı
yorsundur?" dedi sertçe. "Neye dönüştüyse kendisinin işi
dir - kendisinin ve annesiyle babasının. Hiçbirimiz bize aile
mizden kalandan kaçamayız, sen bile."
390
Bu son sözün ne demek olduğunu soramayacak kadar
sarsılmış durumdaki Isabel şöminenin yanına gitti, boş ızga
raya dalgın gözlerle baktı. "Babası ona uygun biri bulunsun
diye onu seninle birlikte buraya gönderdi. Bu işi becererne
diğİn için hiç memnun olmayacaktır."
"Beceremediğim mi? Hah! Osmond bu ülkeyi tanımıyor,
daha da ötesi, kızını tanımıyor. Kızına yardımı olacak en
ufak bir noktadan söz etmeden onu İngiltere'nin en önemli
ailelerinden birine gelin vermeyi düşündü, kendi çocuğunu
bir armağan gibi verip o aileye değer katarak onlara iyilik
edenin kendisi olacağını hayal etti. Ama her bakımdan yanı
lıyordu. Lord Lanchester'ın salak oğullarından biri Pansy'yi
gözüne kestirseydi, mizacının İngiliz erkeklerinin alışıldık
mizaçlarından çok daha hoşgörülü olması gerekirdi."
"Hoşgörülü mü?" diye sordu Isabel, dağılan dikkatini bu
sözcük çekmişti. "Ne demek istiyorsun?"
Kontes sabırsızlığa benzer bir hareketle tavana bir göz
atıp sonra gözlerini yine yengesine çevirdi.
"Hiç mi bir şey anlamıyorsun?" diye sordu, bir çocukla
konuşur gibi tane tane ve ağır ağır. "Hiç mi bir şey görmü
yorsun? Kardeşim olacak o kaba adamın çocuğu bir manas
tıra göndermesine asla izin vermemeliydin."
"Neden?"
Kontes öfkeyle homurdandı. "Canım, oraların nasıl yer
ler olduğunu, oralarda neler döndüğünü herkes bilir."
Isabel başını çevirmiş, görümeesine kaşlarını çatarak, şaşkın
ve meraklı gözlerle bakıyordu. "Ne demek istiyorsun?" diye
sordu zayıf bir sesle. "Ne demek istediğini anlamıyorum."
Kontes yine bir an gözlerini tavana çevirdi, sonra başı
nı iki yana sallayıp iç geçirdi. Isabel görümeesinden beş-altı
391
santim daha uzun olsa da sanki kendisine yukarıdan bakılı
yormuş gibi hissetti.
"O kız asla koca bulamazdı," dedi Kontes, "çünkü en son
istediği şey bir kocaydı."
"Ama Mr Rosier," diye mırıldandı Isabel, "onu istiyor
du."
"Mr Rosier mi?" diye dudak büktü Kontes. "Tamam,
haklısın, bir bakıma onu istemiş olabilir, bunun tek nede
ni, o adamın içinde bir... bir erkek olmak için yeterli erkeklik
bulunmamasıydı." Hızla öne geldi, iki elini yarı şaşkın du
rumdaki kadının omuzlarına koydu. "Görmüyor musun ca
nım," dedi, alışılmamış derecede yumuşaktı sesi, "o kızın ne
durumda olduğunu görmüyor musun? Zamanla geçecektir
herhalde -genç kadınların nasıl olduğunu bilirsin- ama şim
dilik ilgilendiği şey erkekler değil onun, hem de hiç!"
Isabel başını salladı, kurmalı saatlerdeki oyuncak figürlere
benziyordu, düzgün ama etkisizdi. Görüyordu; görüyordu.
392
XXXVI
393
Isabel'e yakıştırdığı suçlama, yani birkaç hafta içinde bunca
şaşırtıcı bir değişimi meydana getiren şeyin, halanın ciddi
yetsiz ve sorurnsuz etkisi olduğu, bir kuşku değil bir suç
larnaydı. Kocasının Pansy'yi bir rnanastıra koymasına göz
yurnduğu için Isabel'i azarlaınıştı Kontes, ama Isabel de Os
rnond kızını, bula bula kız kardeşinin gözetimine bırakırken
ne düşünüyordu diye sorabilirdi elbette. Kızının sertleşrne
sini, umursamaz ve acımasız biri mi olmasını istemişti? O
çocuğun yaşarnı boyunca, şimdiye kadar, Pansy'nin dün
yayla, dünyanın düzeniyle ilişiğinin kesilmesi konusunda
Osrnond'un kararldığı zorbalık derecesine varmıştı, çok
katı yürekli davranrnıştı; Isabel, babasının göz açtırrnayan
hakimiyeti altında, manastırlardan ve kilise korolarından
başka bir şey tanırnarnıştı. Doğal olarak, manastırdan ayrı
lacak yaşa geldiğinde Osrnond kızı kendi ihtiyatlılığının çe
lik gibi sağlam sınırları içine hapsetrniş, kendisi uygun anın
geldiğine inanana, onun evlenebileceği en uygun, en değerli
adayı -kendi yargısına göre uygun ve değerli- seçene kadar
orada tutmayı kafasına koymuştu. idealindeki aday, hayal
ettiği damat Lord Warburton' du, ama Pansy'nin sevgisini
bir başkasına, zavallı Ned Rosier'e yönelttiğini anlayınca
Lord Warburton sağduyu gösterip aradan çekilmişti -Isabel
Mr Rosier'i ne zaman düşünse adına yapışrnış o acırna dolu
sıfatı da birlikte düşünüyordu-, o zaman da Osrnond kızını
ıslah olması için başka bir rnanastırda bir süre daha gözetim
altına vermişti. Ve sonra, ansızın, şaşırtıcı, korkutucu bir şe
kilde yılların talirni ve disiplini bir hiç olmuş, Osrnond'un
kızı, adı çıkmış halasının, eğer bu duruma öyle denebiliyor
sa, gözetimine verilerek, soyluluk unvanı olsun da hangisi
olursa olsun koca peşinde İngiltere'nin soylu ailelerinin et-
394
rafında gevezelik etmeye gönderilmişti. Eğer Kontes, biraz
önce Isabel'e açıkladığı gibi Osmond'a da Pansy'nin gerçek
ve gizli mizacı hakkındaki düşüncesini açıklamış olsaydı,
bunun sonucu olarak Osmond da İngiltere' de hiç kimsenin
böyle bir genç hanımdan bu tür bir şey beklemeyeceğini
varsayarak -Isabel'in bildiği gibi Osmond Anglosaksonla
rın keskin zekası hakkında pek de iyi şeyler düşünmezdi
Kontes'e kızı alıp oraya götürmesi ve ona uygun bir koca
bulması talimatını verseydi, hatta Pansy'nin tercihleriyle il
gili gerçek bilinseydi, o vurdumduymaz ve sinir hastası ırk
tan hiç kimsenin umurunda olur muydu bu mesele?
Peki, şimdi ne olacaktı? Pansy Floransa'ya kocasız dönü
yordu; annesiyle mi yaşayacaktı? Annesi ve babasıyla mı ya
şayacaktı? Bir aile görüntüsü verecekler miydi? Olanaksızdı
elbette. Gilbert Osmond, o edepli görünüm örneği, gelenek
delisi, toplumun zevkle seyreden gözleri önünde geçmiş
günahlarının ve şimdi içinde olduğu dayanılmaz kötü du
rumun canlı kanıtını nasıl ortaya çıkarabilirdi? Hayır, böyle
bir şey olamazdı. Yine de Pansy'nin bir yerde yaşaması ge
rekiyordu, bir evi olmalıydı. Isabel şimdi önceyi düşününce,
kendine neredeyse dışarıdan bakar gibi acıyarak bakınca,
Pansy'nin bakımını üstlenen, onu koruyan, kurtaran kişi
olma planının -daha azı değil- ne kadar saçma olduğunu
görüyordu, o sabah bu plan onulmaz biçimde parçalanmıştı.
Ya Kontes genç kızı bir zamanlar rengarenk, şimdiyse
tozlu olan kanatlarının altına alırsa? Isabel bu düşüneeye
asla katlanamazdı.
Isabel'in, Serena Merle'yi Palazzo Roccanera'nın tek sa
hibi yaptığını açıkladığı tek sırdaşı -eğer sırdaşı sayılırsa
görümcesiydi. Bunu bir başkasına, örneğin arkadaşı Miss
395
Stackpole' a neden anlatmadığını kendisi de bilemiyordu, ta
bii Miss Stackpole'un hemen kendisinin umarsız bir budala
olduğunu, elindekini ayıplanacak şekilde, sorumsuzca tek
ınelediğini söyleyeceğini biliyordu, olanları başkalarına anla
tacak olsa yüzüne gülerlerdi. Zeki olmasa da görmüş geçir
miş biri olan Kontes ise Isabel'in aslında ne yapmak istediğini
Isabel'in kendisinden daha çabuk ve daha iyi anlamışh.
"Onlar iki lanetli ruh," demişti, "Osmond ve Merle de
nen kadın, sen birbirlerine işkence etsinler diye onlara bir
cehennem yarattın! Seni gidi kurnaz - kimin aklına gelirdi
bu?"
"Eğer lanetlilerse, bunu kendileri yaptılar," diye itiraz
etti Isabel, ama Kontes onu dinlemiyordu, Isabel'in anlattığı
şeyin sevindirici, karmakarışık sonuçlarını düşünmeye ko
yulmuştu.
"Şunu söyleyeyim, canım, senin dayattığın bu intikam
pek pahalı. Ama senin gücün buna yeter, hem sanırım palaz
zo senin için zehirli bir yer artık. Kadın onu mutlaka satar.
Osmond da kendini sokakta bulur. Hatta sığınmak için bana
bile gelebilir." O neşeli, küçük, çığlığa benzeyen kahkahala
rından birini atmıştı. "Çok hoşuma gider bu."
Araba Cedar Sokağı'ndaki küçük, sevimli evin önünde
durunca Isabel kendisini tedirgin eden hayallerinden ansı
zın sıyrıldı. Evin önündeki küçük bahçede yetişen gülhat
miler açmışlardı, leylak ağaçlarının ışıltısı ise sönmüştü, bu
nun dışında her şey onun hatırladığı gibiydi, nehirden hafif
hafif gelen kötü koku bile. Kapıdaki çıngırağın ipini çekti,
içeriden ses gelmedi ama bir an sonra hizmetçi Daisy görün
dü, her zamanki gibi neşeli ve sevimliydi. Konuğu içtenlikle
karşıladı, evin hanımı rahatsız olmasın diye çıngırağın sesini
396
biraz boğduklarını alçak sesle açıkladı. "Çok uyuyor," dedi,
"aslında şimdi de dinleniyor. Ama Mr Devenish burada."
Isabel güneşli yemek odasına alındı, Mr Devenish de ora
daydı, yeşil gözlü, kızıl-kahve saçlı adam gözden geçirdiği
gazeteyi bir yana bıraktı, ucuna iliştiği sert, küçük sandalye
den güçlükle toparlanıp kalktı -o evin insanları rahat ettir
mek için fazla bir şey sunmadığını Isabel biliyordu-, gülüm
seyerek yaklaştı, Isabel'e elini uzattı.
"Mrs Osmond, sizi görmek ne güzel!"
Daisy, Isabel'in elinden hasır şapkasını ve Miss
Stackpole'un demirbaş haline gelmiş pembe şemsiyesini aldı
-şemsiyeyi görünce Mr Devenish soru soran gözlerle bakınış
tı ona-, hanımefendiyle beyefendi serinletici bir şey içmek
isterler mi diye sordu. "Bir kadeh mürver likörü ister miy
diniz?" diye sordu Isabel' e, gizliden ama bayağı bayağı göz
kırparak, kuşkusuz Isabel'in son gelişindeki ürkütücü teklifi
ve onu cesaretle karşılamasını ima ediyordu.
"Çay olabilir mi?" dedi Isabel çekinerek.
Hizmetçi odadan çıkınca Mr Devenish ile Isabel ayak
ta durarak, biraz da umarsızca gülümseyerek bakıştılar,
sonunda Mr Devenish kekeleyerek oturmalarını önerdi,
odanın ortasındaki masaya giderek Isabel'in oturması için
bir sandalye çekti. Oturdular. Yine birbirlerine gülümse
diler. Mr Devenish elleriyle oynuyordu. Gözlerinin yeşili
gerçekten dikkat çekiciydi, krista limsi ve saydamdı, ilk
baharın bazı serin, güneşli günlerindeki deniz gibi, diye
düşündü IsabeL
"Söylesenize, Miss Janeway nasıl?" dedi adama, gülüm
sernekten vazgeçerek; zaten artık iyice zorlama olmuştu gü
lümsemesi, sıkıntı veriyordu.
397
"Ne yazık ki pek iyi değil," diye yanıt verdi Mr Devenish,
onun da yüzü ciddileşti. "Yataktan çıkmıyor, aşağıya ancak
bir saat kadar inebiliyor, genellikle de akşamları."
"O kadar mı kötü?"
"O kadar kötü. Korkarım ki sonu yakın. Doktorlar... " El
lerini masadan çekti, üzgün ve çaresiz olduğunu gösteren
bir hareketle aşağı sarkıttı.
Hizmetçi Daisy gümüş bir tepsideki çaylarıyla geldi, ya
nında da bir tabak ararot kurabiyesi vardı. Kızın neşesi öyle
doğal, öyle bulaşıcıydı ki ona bakarken bile Isabel'in içi açı
lıyordu.
"Belki bu akşam tekrar gelmeliyim," dedi Isabel, hizmetçi
çıktıktan sonra. "Sizce mümkün mü bu? Teyzenizle mutlaka
görüşmek isterim, şeyden önce ... " Cümlesini yarım bıraktı.
"Şimdi kalabilirsiniz," dedi Mr Devenish, der demez de
kızardı - yüzü hemen kızaran kızıl saçlılar tayfasındandı.
"Demek istiyorum ki, teyzemin dinlenmesi bitene kadar ka
labilirsiniz."
Isabel fincanının üstünden ona gülümsedi. "Bu epey
uzun sürebilir, eğer Miss Janeway sizin söylediğiniz kadar
güçsüzse."
"Eh, o zaman biz..." diye hevesle atıldı Mr Devenish, ama
kekelemeye başladı, "biz belki... biz belki..." Sonra da sustu
ve güçlükle yutkundu.
"Belki dışarı çıkabiliriz ve tekrar buraya dönebiliriz mi
demek istiyorsunuz?" diye yardımcı olmaya çalıştı IsabeL
"Aslında, dönüşümden beri ziyaret etmek istediğim bir yer
vardı - evvelki akşama kadar İtalya' daydım ben." Sustu,
bu kadar kısa bir zaman aralığında hayatında olup bitenleri
düşününce hayrete düşmüştü. "Önemli bir yer değil," diye
398
devam etti, "eğer benimle birlikte oraya gelseydiniz görür
dünüz. Gerçekten de gülerd iniz bana, budalalık derecesinde
şımarıklık ediyorum diye."
Mr Devenish sandalyesinden kalkıyordu bile. "Şımarıklık
ların peşine takılınaya hep hazırımdır," dedi, çok kibardı. "Yu
karıya usulca gidip hastamıza bir bakayım önce, iyi mi diye."
Odadan neredeyse fırlayarak çıktı, bir dakika geçmeden
de döndü, hasta kadının rahatça uyuduğunu ve görünüşe
bakılırsa ağrısı-sızısı olmadığını bildirdi.
"Tamam o zaman," dedi Isabel, "haydi gidelim!"
Evden çıktı lar, çıkmadan önce Mr Devenish Daisy'ye, gi
zemli saydığı gidişleri hakkında bilgi verdi, sonra Isabel'le
birlikte yakındaki araba durağına yürüdü. Hava hala kapa
lı ve bulutluydu. Isabel ona gazetecilik işinin nasıl gittiğini
sorunca Mr Devenish içini çekti, kariyer yaparken budala
lık edip bir amaç da güdenleri bekleyen dertleri tuhaf bir
dille anlatmaya koyuldu. "Sosyalizme giden yol uzun ve
dolambaçlıdır, bu kadarına garanti verebilirim size!" Bu na
karatın tekran sırasında Isabel kahkahalarla gülerken buldu
kendini, gülerken de, en son ne zaman böyle içimden gele
rek, basit kahkahalar atmak için bir nedenim oldu, diye dü
şündü. Arabaya binince konuyu değiştirip Mr Devenish'in
meselelerinden, Miss Janeway'in onlarla pek de bağlantısız
denilemeyecek sayısız projesine ve itirazlarına geçtiler, bu
da Mr Devenish'e, Mrs Osmond'un cömertliği karşısında
Miss Janeway'in ne kadar minnettar olduğunu aniatma fır
satı verdi -sandalyenin üzerinde bırakılan, içi banknot dolu
şu ünlü çantadan söz ediyordu- ama Isabel başını saliayarak
onu susturdu. Devenish ona yan yan baktı, Isabel'in birden
ciddileşmesi onu çok şaşırt m ıştı.
399
"Ben onu cömertlik olarak görmüyorum, kendimi de
cömert saymıyorum," dedi genç kadın. "Çocukça bir dür
tüyle bankadan bu kadar büyük miktarda para çekmek
beni çok utandırdı, hala da utandırıyor. Ayrıca, daha da
utanarak itiraf edeyim ki, o gülünç para çantasını teyze
nizin evinde yanlışlıkla bıraktım, ancak sonradan, sanırım
bundan böyle 'amaç' demeye alışınam gereken şeye bağış-
'
lamayı düşündüm."
Mr Devenish bu samimi itirafı eğlenerek dinlemişti, ama
birden bütün dikkatini genç kadının son sözleri üzerinde
topladı.
"Bu deyime alışmanız gerektiğini söylüyorsunuz," dedi
düşüneeli bir tavırla. "Bazı kişiler -Miss Janeway kesinlikle
bu dediğinizi sizin kendinizi amaca adama yolunda ilk bü
yük adımı attığınız şeklinde yorumlayabilir." Mr Devenish
dönüp Isabel'in yüzüne baktı, konuştuğunda sesinde eğlen
diğini belirten en ufak bir iz kalmamıştı. "Miss Janeway ya
da başkaları -örneğin ben- sizin sözlerinizin, bilerek ya da
bilmeyerek, gerçekten de bu anlama geldiğini düşünürsek
hata mı etmiş oluruz?"
Isabel başını yana çevirdi, sıcak, gri kaldırırnlara ve üze
rinde gidip gelen insanlara baktı.
"Son zamanlarda hayatımda çok şeyler oldu, beklenme
dik ve genellikle de tatsız şeyler - aslında bazılarına dayan
mak mümkün değildi. Ahbaplığımız yeterince uzun olursa
bir gün size onları anlatabilirim belki." Yine adama döndü.
"Benim bir servetim var; çok büyük değil ama nihayetinde
servet ve ben ..." Sustu, küçük, ironik bir gülümseme du
daklarını titretti. "Sanırım doğru sözcük 'özgürüm' olacak.
Durum böyle olunca, özgürlüğümü ve servetimi hizmetine
400
verebileceğirn bir şey bulunmalı. Ben önde gelen ve en kut
sal görevimin kendime karşı olduğunu, öncelikle 'kaderirni'
düzenlernem gerektiğini düşünürdüm, anlamını bildiğirne
artık emin olarnadığırn sözcüklerden biri daha, ama pek
önemi yok, çünkü onları artık yalnızca tırnak işaretleri için
de kullanıyorurn." Gözlerini yine başka tarafa çevirdi, bu
kez karşıya, atın sırtının üstünden, ikindinin ışıklarına doğ
ru bakıyordu. "Londra' da kalacağım, izin verirseniz, müca
delesi sona erene kadar teyzenize bakmamza yardım edece
ğim. Onun sonu benim için bir başlangıcın işareti olacak... "
Mr Devenish'e hızla, neredeyse ürkerek göz attı. "Yoksa bu
dediklerirn, eski bencilliğirn yeniden ortaya çıkıyormuş gibi
mi geliyor kulağa?"
Mr Devenish bir süre hiç konuşrnadı. Yüzündeki ciddi,
gergin ve düşüneeli ifade, yanındaki kadının az önce yap
tığına benzer uçuşlara alışık olmayan ve o baş döndürücü
yüksekliklerde ona katılabilmek için yeterince yukarılara
yükselrnek üzere kendi tüylerini ayartamak için bir dakika
ya ihtiyacı olan birinin ifadesiydi. Sonunda konuştu.
"Bu -şimdi, herkesin artık tırnak işareti içinde söylediği,
ama benim öyle yapmadığım bir terimi kulleınacağırn- bu
soylu bir teklif, hemen kabul ediyorum onu, size teşekkür
ederim."
"Bu görevi yerine getirip getirerneyeceğirni merak ettiği
nizi görebiliyorurn. Başkalarının ölüm döşeklerinin başında
da bekledim ben, başka ölüıniere de tanık oldum. Küçük
oğlum öldü - onda insanın ru hunu güçlendiren bir şey var
dı. Bana güvenebilirsiniz. Güçsüzlük göstermeyeceğiın. Sizi
yüzüstü bırakmayacağım - yani teyzenizi yüzüstü bırak
mam demek istiyorum ."
401
"Size inanıyorum, sevgili Mrs Osmond," dedi Mr Deve
nish, ikna edilmiştikle adeta dolup taşarak. " inanıyorum."
Alnını kırıştırdı, daha da ciddileşmiş gibiydi, birden daha da
genç göründü. "Bana ilk adımla hitap etmenizi istesem be
nim de size ilk adınızla hitap etmeme izin verebilir misiniz?
Bunun henüz," diye ekledi telaşla, "ikinci karşılaşmamız ol
duğunun farkındayım."
Isabel başını çevirdi. "Acaba bugünlük bu kadar senli
benlİ olmak yetmez mi?" diye mırıldandı, ama sesi nazikti.
"Evet, elbette, anlıyorum," dedi Mr Devenish, yüzü kı
zarmış, alnının kırışıklığı daha da artmıştı.
"Ama belki o aşamaya gelebiliriz," diye devam etti Isa
bel, onu avutmak amacıyla. "Kim bilir? Bu tür şeyler doğal
gelişmelidir, sizce de öyle değil mi?"
"Elbette, ben de öyle düşünüyorum. İ çimden bile olsa sizi
Isabel diye düşünmeme izin verir misiniz? Pratik yapmak
amacıyla, anlarsınız." Bu son cümlesinin hafifliği, Devenish
'pratik' sözcüğünün başındaki biçimsiz sert sessiz harfe ta
kılınca biraz bozulmuş oldu.
Gidecekleri yere varmışlardı, Isabel arkalarma çömelmiş
olan arabacıya durmasını söylemek için arabanın tavanına
vurdu. Mr Devenish -Myles- nerede olduklarını görebilmek
için boynunu uzattı. "Vay, Paddington' dayız!" dedi ve ya
nındaki kadına döndü. "Beni bir yolculuğa çıkaracaksınız?"
Arabadan indiler, biraz yürüdüler, istasyonun karanlık
derinliklerine giden geniş yolun köşesine geldiler, bulun
dukları yerden o derinliklerin içini göremiyorlardı, Isabel
elini arkadaşının koluna koyup onu durdurdu. Ağlayan ada
mın durduğu köşeydi burası, kuzeninin öldüğü sabah Isa
bel Gardencourt'tan geldiğinde o adamı gördüğü köşe; Mr
402
Devenish'e o zavallı adamın ne kadar çaresiz ve perişan gö
ründüğünü anlath, anasız babasız kalmış bir çocuk gibiydi.
"Onun hala burada olmasını beklemiyordunuz, değil
mi?" diye sordu Mr Devenish, inanmazlıkla gülümseyerek.
"Yo, elbette beklemiyordum," dedi IsabeL "Sadece bu
rayı tekrar görmek istedim, sizin de görmenizi istedim. O
zavallı kederli adama hiç yardım edemedim, bu yüzden de
kendimi hiç bağışlamadım." Dönüp Devenish'e baktı, ansı
zın heyecanlanmıştı, Devenish ise onun bu halini yorumla
yamıyordu. "Söylesenize, Mr Devenish, benim yerimde siz
olsaydınız ne yapardınız?" dedi Isabel, hali çok ciddiydi.
"Çünkü eminim ki bir şey yapardınız."
Genç adam bir oraya bir buraya baktı, dilini alt dudağı
nın üzerinde gezdirdi. O anın ağırlığını hissediyordu, Isabel
gözlerini ona dikmişti, ancak böyle bir ağırlığa destek vere
cek doğru şeyi söyleyecek durumda değildi.
"Ne yapılabilirdi, bilemiyorum," dedi Devenish, kekeleme
meye çalışarak. "Kanımca görevimiz bireysel olayiann ötesine
bakmak ve o zavallı adamda tanık olduğunuz sefalete artık
göz yummayacak bir dünya kurmayı amaçlamak." Sustu, ka
rarsızdı; Isabel'in gözlerindeki ışığın sönmesinden yanlış yanıtı
verdiğini görebiliyordu. "Demek istiyorum ki," diye ekledi, ye
niden denemeye hazırdı. "Bence..." Ama artık çok geçti.
Birlikte geri dönüp istasyonun girişinden uzaklaştılar.
Genç adam, Isabel'in koluna girmeyi düşündü, ama sonra
vazgeçti. Yürürlerken lsabel'e teyzesinin New York'ta radi
kal bir gazete kurmayı arzuladığından söz etti, kendisi de
yazı işleri müdü rü olaca ktı, onun -Mrs Osmond'un- serve
ti de bu işe destek verl•n• k t i, bu böyle söylenmese de Isabel
imayı anladı.
403
"Görmek isterim Yeni Dünya'yı; orada mücadele etmek
hoşuma gider," dedi genç adam.
Bunları ne kadar çekinerek, kesin değilmiş gibi söylemiş
olsa da bir şeyleri araştırdığının aniaşılmasını istemişti, hat
ta Isabel'in aniayıp yanıtiayacağı bir davet havası taşısın is
temişti; ama Isabel bir şey demedi, hiçbir şey demedi.
404