Professional Documents
Culture Documents
Ulus Milliyetcilige Mahkum Mu
Ulus Milliyetcilige Mahkum Mu
Ulus Milliyetcilige Mahkum Mu
düşünelim. Milliyetçilik, der Gellner, “siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören
siyasal bir ilkedir” (1992:19). Milliyetçilik çakışmayan sınırları çakıştırma işidir bu tanıma göre.
Bu çakıştırma gayreti Türkiye örneğinde olduğu gibi, yani siyasal birimin sınırları ulusal birimin
birimin sınırları siyasal birimin sınırlarının ötesine geçtiği durumlarda ise, örneğin 19. yüzyıl
Buraya kadar Gellner’in milliyetçilik tanımı ile yetinmekte bir sorun olmadığı söylenebilir.
Ancak siyasal birimin sınırları ve ulusal birimin sınırlarını çakıştırma gayretinin hayal edilebilir
bizi ulus temelli siyaset biçimleri arasında önemli bir ayrım yapmaya ittiğini ileri süreceğim.
Şunu kastediyorum: Siyasi birimin sınırlarını ulusal birimin sınırlarıyla çakıştırmak için siyasal
birimin sınırlarını ulusal birimin sınırlarına geri çekmeye yönelsek yine de milliyetçi bir siyaset
mi yapmış oluruz? Daha açık konuşalım: Türk ulusu Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına
saygı duyarak siyasal egemenliğini ulusal birimin sınırlarına çekme iradesi gösterse bu iradeyi
Herhalde olamaz. O halde Gellner’in milliyetçilik tanımına geri dönmek ve siyasal birim ile
ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal ilkenin her durumda milliyetçi olmak durumunda
olmadığını söylemeli ve önemli bir ayrıma gitmeliyiz. Milliyetçilik, siyasal birimin ve ulusal
birimin sınırlarının çakışmamasından, yani ulusun kendi özdeşliğini sağlayamamasından
olduğu varsayımı üzerine kuruludur. Bu varsayım da bir başka varsayım üzerine kuruludur; ta ki
birileri tarafından çalınana kadar özdeşliğini ve tamlığını muhafaza etmiş bir ulus varsayımı
üzerine. Dolayısıyla milliyetçilik hırsızın zor yoluyla, yani devlet eliyle, devlet desteğiyle ya da
devlet kurarak etkisiz hale getirilmesini ve ulusun çalınmış tamlığının ulusa iadesini hedefler
(Bir yanlış anlamaya yol vermemek üzere: Sömürge karşıtı ulusal hareketlerin sömürgeci
milliyetçi yapacağını ima etmiyorum. Milliyetçilik, sömürgeci baş düşmana karşı mücadeleye
kıldığı ya da doğallaştırdığı anda başlar. Ya da: sömürge toplumunun kendi mağdurlarının, kendi
yerli ve milli zalimlerine karşı mücadelelerini ertelemeye yönelen “ulusal birlik” söylemlerine
eşyanın doğası gereği itibar edeceklerine dair özcü orta-sınıf varsayımlar harekete yön verir
olduğunda başlar milliyetçilik). Dolayısıyla milliyetçi fantazinin iki vazgeçilmez öğesi vardır:
devlet ve hırsızlık.
Milliyetçiliğin hırsızlık fantazisi üzerinden karşı-devrimci bir biçimde gizlediği hakikat ise
ulusun asla kendisine atfedilen tamlığa ve özdeşliğe sahip olmamasıdır. Daha da ötesi: ulus tam
da kendi kendisiyle özdeş olamaması sebebiyle mümkün olur; ulus bünyevi bir eksikle tanımlıdır
ama ona can veren de bu her zaman çoktan eksik oluşudur. Ulusun kendi kaderini tayin hakkıyla
adeta özdeşleşmiş olması bir başka düzeyde ulusun kendi kaderini tayin imkanından yapısal
olarak yoksun bırakıldığının bir göstergesidir. Bir diğer ifadeyle, ulusu tarihsel olarak imkan
dairesi içine sokan toplumsal düzen aynı zamanda ulusu kendini gerçekleştirmekten alıkoyar.
Ulus, sermaye ve modern devletin çözdüğü etnik cemaatin ya da Hikmet Kıvılcımlı’nın tabiriyle
(2006) “ilkel sosyalist kan toplumunun” kolektivist ve eşitliklikçi değer ve ilişkilerinin yine
sermaye ve modern devletin yarattığı maddi tarihsel düzlem içinde, bu düzlemin araçlarıyla ve
fakat bu düzlemin kurucu prensiplerine karşı kendini ileri sürme ve tahkim etme çabasının
ifadesidir.
Ulusun devrimci potansiyeli tam da sermaye ve devlet ile olan bu tekinsiz ve mahrem ilişkisinde
temellenmektedir: ulus sermaye ve devlete ilişiktir; sermaye ve devlet etnik cemaati tasfiyeye
yönelmeden ulus varlık sahasına çıkamaz. Öte yandan, sermaye ve devlete ilişik olan ulus
sermaye ve devlet ile uzlaşmaz bir çelişki içindedir. Zira sermaye ve devlet genişletilmiş
yeniden-üretim, ilkel sermaye birikimi, zor araçlarının tekelleşmesi, dolaylı idareden doğrudan
idareye geçiş üzerinden etnik cemaati bir maddilik olarak çözerek atomize, mülksüz bireyler,
yoksulluk ve tahakküm üretirken, altyapısal düzeyde çözülen etnik cemaatin kolektivist, eşitlikçi
değerleri ve hafızası ulus fikrinde kendini yeniden üretmeye devam etmektedir. Ulus, kapitalist
ederek ve sınıfsal hatlar boyunca parçaladığı bir dönemde cemaat fikrini ayakta tutarak
sorabileceğimiz, kapitalizm sonrası bir temelde ihyası için mücadele vereceğimiz bir platform,
bir perspektif sunar. Dolayısıyla sermaye ve devletin aşılmasını öngören bir sosyalist siyaset ulus
içinden, ulustan doğru yol alan ulus-çu bir siyaset olmalıdır (1-Marksist sosyalizm bunu teorik
dolaylı olarak tanımak zorunda kaldı. Tanımanın pragmatist ve dolaylı niteliği, yani ulusun
bağışık kıldı; 2-Ulus, sermaye ve devletin yeniden üretim süreçlerinin şart koştuğu bir öğe
olmamakla ve hatta bu süreçleri kategorik olarak aksatma ayrıcalığına sahip olmakla birlikte sırf
sermaye ve devlete ilişik olması hasebiyle pek çok Marksist her ulus-çu siyasetin son tahlilde
sermayenin ve devletin yeniden üretimine hizmet edeceğini varsaydı. Bu varsayım ulusu aşılması
hareketlerle rekabetlerinde ulusu cömertçe hasımlarına hediye etmiş oldu; 3-Belki tam da bu
sebeplerden Kıvılcımlı gibi baktığı her yerde, hatta kapitalizmin gelişmesinde dahi ilkel sosyalist
toplumun kolektivizmi ve dayanışmacılığının etkilerini gören birisi bile ulus fikrinin ilkel
sosyalist kan toplumuyla olan bağının adını koyamadı ve Tarih Tezini mantıksal sonuçlarına
götüremedi).
O halde, yurtsever-sosyalist bir ulusal siyaset ilk hesaplaşmasını milliyetçilikle yapmalıdır. Zira
milliyetçilik ulusun eksikliğinin bünyevi bir eksiklik olduğunu, bu eksikliğin ulus ve sermaye-
devlet arasındaki uzlaşmaz çelişkide temellendiğini perdelemek üzere ulusa tarih-üstü bir tamlık
atfeder ve bu tamlığı çalan hırsızlar icat eder. Hırsızlık sorunsalı ulusun kendi bünyevi
Gellner’in milliyetçilik tanımına itiraz ederken sorduğum soruya geri dönelim: “Siyasi birimin
sınırlarını ulusal birimin sınırlarıyla çakıştırmak için siyasal birimin sınırlarını ulusal birimin
sınırlarına geri çekmeye yönelsek yine de milliyetçi bir siyaset mi yapmış oluruz? Daha açık
konuşalım: Türk ulusu Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına saygı duyarak siyasal
egemenliğini ulusal birimin sınırlarına çekme iradesi gösterse bu iradeyi yine de milliyetçi olarak
Türkler için sonuçları olmayan tek taraflı bir jest olmayacaktır. Bu iradenin gösterilmesi,
kaçmaktan vazgeçişleri anlamına gelir (Şayet bu geri çekiliş aynı zamanda ulus/cemaat fikrinden
de geri çekilmeyi getiren bir liberalizm eşliğinde olmayacaksa ya da bizatihi geri çekilişin
kendisi örneğin refah şovenisti bir “hırsızlar”dan kurtulma senaryosu olarak icra edilmeyecekse).
Tersten de ifade edilebilir: Türkler sermayenin ücretli köleleri ve devletin tebası mülksüz,
cemaat fikrini ancak ve ancak ücretli köleliğin ve devlete tabiliğin ürettiği bütün sistematik
ayakta tutabiliyorlar. Dolayısıyla yurtsever-sosyalist bir Türk ulusal siyaseti şu kabul üzerine
bina olunmalıdır: Türk milleti Konya’da, Trabzon’da, Afyon’da, Sinop’ta kaybettiğini Şırnak’ın
gücünü “hırsızlar” icat ederek, başka halklar üzerinde iktidar kurarak geri kazanamaz.
KAYNAKÇA
Gellner, Ernest. 1992. Uluslar ve Ulusçuluk. Çev. Büşra Ersanlı Behar ve Günay Göksu Özdoğan. İstanbul:
İnsan Yayınları.