Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 496

SARA GAY FORDEN

GUCCİ
HANEDANI
CİNAYET, DELİLİK,
İHTİŞAM VE AÇGÖZLÜLÜĞÜN
ÇARPICI HİKÂYESİ

Çeviren: Ömer Anlatan NOVAKİTAP


Sara Gay Forden, 15 yıldan uzun bir süre Milano’da L'UNA dergi­
sinin editörlüğünü yaparken İtalyan moda endüstrisini yakından
izledi ve Gucci, Armani, Versace, Prada ile Ferragamo gibi isimlerin
aile atölyelerinden mega markalara dönüşmesinin kaydını tuttu.
Şu anda Washington, DC’de Bloomberg News’le çalışıyor, lobici­
lik faaliyetleri ve Amazon, Facebook, Google gibi büyük teknoloji
şirketlerinin karşılaştığı zorluklarla ilgilenen bir ekibi yönetiyor.
Milano’da kızıyla birlikte yaşıyor.
Gucci Hanedanı: Cinayet, Delilik, İhtişam ve Açgözlülüğün Çarpıcı Hikâyesi
Sara Gay Forden

Orijinal Adı: House of Gucci

Nova Kitap - 21

Yayın Yönetmeni: Tuğçe Nida Gökırmak


Yayıma Hazırlayan: Eren Abaka
Düzelti: Tuğçe Nida Gökırmak
Kapak Tasarım: HamdiAkçay
Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Mehmet Büyükturna
2. Baskı, Aralık 2021, İstanbul

ISBN: 978-625-8489-09-5
Sertifika No: 46603

Türkçe çeviri © Ömer Anlatan, 2021


© Sara Gay Forden, 2000, 2001, 2020
© Nova Kitap, 2021

Bu eserin tüm hakları Libris Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır.

Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.

Kurumsal satış ve işbirlikleri için iletişim adresi: editor@novakitap.com

Nova Kitap™ Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. A. Ş.'nin tescilli markasıdır.
Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy-istanbul
Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34

Kapak, iç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık


Maltepe Mah. Hastane Yolu Sok. No: 1/6 Zeytinburnu-istanbul
Tel: (0212) 613 30 06 denizmatbaamucellit@gmail.com
Sertifika No: 48625
Sara Gay Forden

Gucci Hanedanı
Cinayet, Delilik, İhtişam ve
Açgözlülüğün Çarpıcı Hikâyesi

Çeviren
Ömer Anlatan

NOVA
KİTAP
Julia için
İÇİNDEKİLER

Teşekkür......................................................................................11
1 Bir Ölüm............................................................................... 19
2 Gucci Hanedanı................................................................... 25
3 Gucci, Amerika'ya Açılıyor....................................................51
4 Gençlik İsyanı.......................................................................72
5 Aile İçi Çekişmeler................................................................99
6 Paolo intikam Alıyor.......................................................... 122
7 Kazançlar ve Kayıplar........................................................ 138
8 Maurizio Yönetime Geçiyor............................................... 152
9 Değişen Ortaklar............................................................... 187
10 Amerikalılar...................................................................... 220
11 Mahkemede Bir Gün......................................................... 233
12 Boşanma...........................................................................258
13 Borç Batağı....................................................................... 280
14 Lüks Yaşam.......................................................................313
15 Paradeisos........................................................................ 331
16 Geri Dönüş........................................................................ 347
17 Tutuklamalar.................................................................... 380
18 Duruşma........................................................................... 401
19 Devir................................................................................. 429
Sonsöz...................................................................................... 470
Notlar....................................................................................... 486

9
Teşekkür

Birçok insan, Gucci şirketi ve Gucci ailesiyle yaşadıklarını be­


nimle paylaştı. Bana duydukları güveni takdir ediyorum çün­
kü Gucci’yle olan ilişkileri kaçınılmaz olarak derin duyguları
ve süregelen etkileri uyandırıyordu. Bu kitaba önemli katkılar
sunan kişiler arasında Gucci’nin CEO’su Domenico De Sole ve
1998-2000 arasında tekrar tekrar röportajlar yapılmasına rıza
gösteren yaratıcı direktörü Tom Ford yer alıyor. Gucci’nin eski
kreatif direktörü Dawn Mello da New York, Milano ve Paris’te
benimle saatlerini geçirdi ve Maurizio Gucci’yle birlikte çalış­
malarını anlattı. Andre Morante, bahsi geçen isimlerin kişilikle­
ri hakkında çok sayıda bilgi ve alışılmışın dışında görüşler sun­
du. Investcorp şirketinin başkanı Nemir Kırdar kendi dramatik
hikâyesini, Maurizio’nun Gucci vizyonunu desteklemek için
nasıl geldiğini ve bu hayali birlikte gerçekleştirmek için bütün
umudunun yok olduğunu nasıl acı verici bir şekilde fark ettiğini
anlattı. Eski Investcorp yöneticisi Bili Franz de kendi deneyim­
lerini, zamanını ve bağlantılarını cömertçe sunarak bu hikâyeye
kendi boyutlarını ekleyen birçok insana ulaşmama yardımcı
oldu. Şu anda Gucci’de ve daha önce de Investcorp’ta olan Rick
Svvanson, Investcorp’un Maurizio Gucci’yle deneyimlerinin
canlı resimlerini çizdi ve paha biçilemez anekdotlar ile somut
gerçekler ve rakamları bir araya getirdi. Gucci’nin CFO’su Ro-

11
bert Singer, Gucci’nin halka açılma serüvenini anlattı. Yardımcı
olan diğer eski Investcorp yöneticileri arasında Paul Dimitruk,
Bob Glaser, Elias Hallak, Johannes Huth ve Sencar Toker de bu­
lunmaktadır.
Floransa’da, moda tarihçisi Aurora Fiorentini’nin Gucci ar­
şivini bir araya getirmek için yaptığı özenli araştırma paha bi­
çilemez değerdeydi. Fiorentini, devlet arşivlerinden çıkarılan
resmi belgelerden eski müşterilerden tek tek toplanan tarihi
çantalara ve yerel zanaatkârların anlattıklarına kadar keşiflerini
benimle paylaştı. Gucci’nin dünyanın dört bir yanında bulunan
ve Giulia Maşla gözetimindeki basın ofisleri, basılı ve fotoğrafik
materyalleri bulmama ve göz korkutucu bir dizi röportajı koor­
dine etmeme içtenlikle ve etkili bir şekilde yardımcı oldu. Cla-
udio Degl’lnnocenti, Gucci’nin üretim ve imalat yanma ilişkin
kendine özgü görüşünü paylaşırken Dante Ferrari de eski za­
manlarda nasıl göründüğünü anlamama yardım etti. Bu kitabın
sayfalarında adı geçmeyen pek çok kişi de kendi eşsiz deneyim­
lerini anlattı.
Roberto Gucci, Gucci hikâyesinde unutmayı tercih edece­
ği büyük kısımlar olmasına rağmen gösterdiği nazik işbirliği
için özel bir teşekkürü hak ediyor. Giorgio Gucci, aile şirketi ve
babası Aldo hakkında basılı materyalleri bana sağlarken Paolo
Gucci’nin kızı Patrizia bazı sorularıma yanıt bulmama yardımcı
oldu.
İtalyan cezaevi yetkilileri, Milano’daki San Vittore hapisha­
nesinde Patrizia Reggiani Martinelli’yle görüşme taleplerimi
reddetse de annesi Silvana yorulmadan sorularımı cevaplar­
ken kendisi de hücresinden benimle yazıştı. Paola Franchi de
Maurizio’yla geçirdiği yılları hatırlamak için beni birkaç kez evi­
ne davet etti.
En değerli hatıralardan bazıları, Maurizio’nun sadık yar­
dımcısı Liliana Colombo ve şoförü Luigi Pirovano’dan geldi, bu
olağanüstü insanlar Maurizio için bir tür koruyucu aile haline
gelmişti. Maurizio’nun avukatı Fabio Francihini, eksiksiz bir şe­
kilde kaydedilmiş bilgileri sağladı ve kendisinin düşkün oldu­

12
ğu ve yardım etmeye çalıştığı hırslı fakat savunmasız haldeki
Maurizio’yu tanımama yardımcı oldu. Severin Wunderman sa­
atlerce hikâyeler anlatarak kendisi, Aldo ve diğerleri için çizdi­
ğim portreleri zenginleştirmeme yardım etti. Aldo Gucci’nin ilk
halkla ilişkiler uzmanı Logan Bentley Lessona, kendi anılarını
ve dosyalarını bana açtı. Enrica Pirri, yirmi yılı aşkın süredir
bağlarının halen derin olduğu Gucci ailesine ilişkin değerli anı­
larını paylaştı.
Cinayet soruşturması ve Patrizia Reggiani’nin yargılanma­
sıyla ilgili olarak, eski Kriminal Polis Şefi Filippo Ninni, Savcı
Carlo Nocerino, Giancarlo Togliatti ve Yargıç Renato Lodovici
Samek, hikâyenin izini sürmeme ve İtalyan yargı sistemindeki
karmaşıklıkları anlamama yardımcı olurken arkadaşım ve mes­
lektaşım Damiano lovino, saatler süren ifade verme süreçlerin­
de paha biçilemez ve eğlenceli bir eşlikçi oldu.
Gucci hikâyesinin çekiciliğini fark eden iki olağanüstü ka­
dın; temsilcim Ellen Levine ve editörüm Betty Kelly olmasaydı,
bu deneyimlerin hiçbiri bu kitapta yerini alamazdı. Tüm süreç
boyunca onların ilgisi ve desteği paha biçilemezdi.
Annemin editöryel tavsiyeleri de dahil olmak üzere, daimi
cesaretlendirmeleri için ebeveynlerim David Forden ve Sally
Carson’a teşekkür etmek istiyorum. Beni bu kitabı yazmak için
adım atmaya teşvik eden ve çabalarımı destekleyen eşim Camil-
lo Franchi Scarselli’ye minnettarım. Kızımız Julia, bu işe bağlılı­
ğımı erdemli bir şekilde kabul etmeyi öğrendi.
Yakın arkadaşım Alessandra Grassi, bu kitabı yazmam için
bana uygun bir “ev” ofis verdi. Farklı şehirlerdeki röportaj ge­
zilerim sırasında beni ağırlayan dünyanın dört bir yanındaki
arkadaşlarıma ve meslektaşlarıma özel teşekkür borçluyum:
New York’ta Eileen Daspin ve Marina Luri; Londra’da Anne ve
Guy Collins, Constance Klein, Karen Joyce ve Marco Franchini;
Paris’te Janet Ozzard, Gregory Viscusi ve Penny Horner. Ayrı­
ca, bu süreçteki yardım ve cesaretlendirmeleri için Teri Agins,
Lisan Anderson, Stefano ve LeeAnn Bortolussi, Frank Brooks,
Aurelia Forden ve Thomas Moran’a ve tonlarca röportaj kaseti­

13
ni çözümleyen asistanlarım Chiara Barbieri ve Marzia Tisio’ya
da teşekkürler. Roma’da AP bürosu müdürü Dennis Redmont
ve Senatör Francesca Scopelliti, Patrizia Reggiani’yle bir rö­
portaj yapabilmeme yardımcı olmak için ellerinden gelen her
şeyi yaptılar. Paris’te Marie-France Pochna, iki Fransız işinsanı
hakkında harika görüşlerini sundu: Bernard Arnault ve Franço-
is Pinault. Kitabı yazmama izin veren eski işverenlerim Patrick
McCarthy ve Fairchild Publications’a ve özellikle de hızlı ve iç­
ten fotoğraf ve arşiv araştırması için Melissa Comito ve Gloria
Spriggs’e teşekkürler. Son olarak, yazmanın bir yaşam biçimi
olabileceğini fark ettiğim Mount Holyoke Üniversitesi günle­
rinden bazı unutulmaz akıl hocalarına teşekkürler: Caroline
Collette, Richard Johnson, Mark Kramer ve Mary Young.

14
RÖPORTAJ YAPILAN KİŞİLER:

Carlo Bacci Nemir Kırdar


Alberta Ballerini Richard Lambertson
David Bamber Concietta Lanciaux
Silvana Barbieri Reggiani Eleanore Leavitt
Sergio Bassi Carlo Magello
Aureliano Benedetti Cedric Magnelia
Logan Bentley Lessona Maria Mannetti Farrovv
Patrizio Bertelli Mario Massetti
Carlo Bonini Dawn Mello
George Borababy Suzy Menkes
Armando Branchini Nando Miglio
Carlo Bruno Andrea Morante
Richard Buckley Alberto Morini
Roberta Cassol Filippo Ninni
Rita Cimino Carlo Nocerino
Liliana Colombo Giuseppe Onorato
Aldo Coppola Carlo Orsi
Pilar Crespi Luigi Pagano
Enrico Cucchiani Gaetano Pecorella
Antonietta Cuomo Anita Pensotti
Vittorio D’Aiello Gian Vittorio Pillone
Gianni Dedola Franca Pinzauti
Claudio Degl’lnnocenti Enrica Pirri
Rafaelle Della Valle Gail Pisano
Domenico De Sole Luigi Pirovano
Paul Dimitruk Carmello Pistone
Lisa Fatland Marie-France Pochna
Franco Fieramosca Patrizia Reggiani Martinelli
Aurora Fiorentini Dante Razzano
Stefania Fiorentini Renato Ricci
Dante Ferrari Renato Lodovici Samek

15
Nicole Fischelis Franco Savorelli
William Flanz Robert Singer
Tom Ford Chantal Skibinska
Paola Franchi Amy Spindler
Fabio Franchini John Studzinsky
Carmine Gallo Cristina Subert
Francesco Gittardi Rick Svvanson
Bob Glaser Burt Tansky
Pierre God Salvo Testa
Giorgio Gucci Giancarlo Togliatti
Guccio Gucci Sencar Toker
Patrizia Gucci Pietro Traini
Roberto Gucci Paolo Trofino
Orietta Gucci Allan Tuttle
Junichi Hakamaki Franco Uggeri
Elias Hallak Dominique Vananty
Johannes Huth Serge Weinberg
Joan Kaner Severin Wunderman
Claire Kent Michael Zaoui

16
GUCCİO GUCCİ 1881-1953
e. Aida Calvelli

Cosimo 1956 Filippo 1957 Uberto 1960 Maria-Olympia 1963 Domitilla 1964 Francesco 1967
1

Bir Ölüm

27 Mart 1995 Pazartesi günü saat 0830’da, Giuseppe Onorato


çalıştığı binanın girişine dökülmüş yaprakları süpürüyordu.
Hafta içi her gün yaptığı gibi o sabah da saat sekizde gelmişti,
ilk işi Via Palestro 20’deki binanın iki büyük ahşap kapısını aç­
maktı. Dört katlı, Rönesans tarzı binada daireler ile ofisler var­
dı ve Milano’nun en şık mahallelerinden birinde bulunuyordu.
Sokağın karşısında, uzun sedir ve kavak ağaçlarının arasında,
sisli ve hızh tempolu bir şehrin içinde bir yeşillik ve dinginlik
vahası olan Giardini Pubblici’nin biçilmiş çimenleri ve dolam­
baçlı yolları uzanıyordu.
Hafta sonu boyunca, şehirde sıcak bir rüzgâr eserek her za­
man var olan sis örtüsünü temizlemiş ve ağaçlardaki son ku­
rumuş yaprakları da havaya uçurmuştu. Onorato o sabah giri­
şi yapraklarla dolu bulmuştu ve insanlar binaya girip çıkmaya
başlamadan önce onları süpürmek için acele etmişti. Askeri
eğitimi, onun ruhunu yaralamamış olsa da ona güçlü bir düzen
ve görev duygusu aşılamıştı. Elli bir yaşındaki adam her zaman
temiz giyimli ve kusursuz bir şekilde bakımlı olurdu, beyaz bı­
yığı mükemmel biçimde kesilmiş, kalan kısa saçları da ona uy­
durulmuştu. Casteldaccia kasabasından bir Sicilyah olarak o da
pek çokları gibi iş aramak ve yeni bir hayat kurmak için kuzeye

19
Gucci Hanedanı

gelmişti. On dört yıl boyunca astsubay olarak çalışmasının ar­


dından 1980’de ordudan emekli olan Onorato, Milano’ya yer­
leşmeye karar verdi ve burada birkaç yıl boyunca çeşitli işler­
de çalıştı. 1989’da Via Palestro’da kapıcılık görevine başladı ve
şehrin kuzeybatısında eşiyle birlikte yaşadığı daireden küçük
moped kullanarak işe gidip gelmeye başladı. Açık mavi gözleri
ve tatlı, utangaç bir gülümsemesi olan Onorato girişi tertemiz
tutardı. Büyük ön kapının hemen içinde bulunan cilalı ve kır­
mızı granitten altı basamak ve basamakların sonunda bulunan
parlak cam kapılar ile bekleme salonunun parlak taş zeminleri,
kendisinin çabalarını yansıtıyordu. Bekleme salonunun arka ta­
rafında, ahşaptan yapılmış, içinde masa ve sandalyesi bulunan
camlı küçük bir odası vardı fakat nadiren orada oturur, kendi
işleriyle meşgul olmayı tercih ederdi. Onorato, kendisine iş dı­
şında pek bir şey sunmayan Milano’da asla rahat hissetmemişti.
Birçok kuzeyli İtalyan’ın meridionali, yani güneyli insanlara kar­
şı önyargılarına karşı hassastı ve onu kızdırmak için neredeyse
tek bir bakış bile yeterli oluyordu. Orduda öğrendiği gibi, kim­
seye karşılık vermez ve üstlerine itaat ederdi ancak başını öne
eğmeyi de reddediyordu.
“Burada herkes kadar değerliyim,” diye düşünüyordu Ono­
rato, “zengin ya da önemli bir aileden geliyor olsalar bile.”
Onorato, yerleri süpürürken başını kaldırdı ve sokağın kar­
şısındaki bir adamı fark etti. O sabah iki büyük kapıyı açar aç­
maz o adamı görmüştü. Adam, Onorato’nun binasından uzakta,
burnu Giardini Pubblici’ye dönük, sokağa dik olarak park edil­
miş küçük yeşil bir arabanın arkasında duruyordu. Milano şehir
merkezinde hâlâ ücretsiz park yerine sahip birkaç sokaktan biri
olan Via Palestro’nun kaldırımlarında arabalar sıra sıra dizilirdi.
Araba, kaldırıma bakacak bir açıyla park edilmişti. Saat erkendi
ve araba hâlâ tek başında duruyordu. Plaka Onorato’nun gözü­
ne takılmıştı çünkü o kadar aşağıya asılıydı ki neredeyse yere
değecekti. Onorato, adamın o saatte ne işi olduğunu merak etti.
Sinekkaydı traşh ve şık giyimli adamın üzerinde açık kahve bir
palto vardı. Sanki birini bekliyormuş gibi Corso Venezia’ya bak­

20
Bir Ölüm

maya devam etti. Kendi kelleşen kafasını dalgın dalgın okşayan


Onorato, adamın kafasının koyu dalgalı saçlarla kaplı olduğunu
fark etti.
1993 yılının Temmuz ayında sokakta bir bomba patladığın­
dan beri gözlerini açık tutuyordu. Şehri sarsan bir patlamay­
la dinamit dolu bir araç infilak etmiş ve modern sanat müzesi
Padiglione d’Arte Contemporanea’nm moloz ve kirişler içinde
kalarak çökmesine sebep olarak beş kişiyi öldürmüştü. Aynı
akşam, Roma’da başka bir bomba daha patlayarak şehrin tarihi
merkezindeki bir kilise olan San Giorgio Velabro’ya hasar ver­
di. Bombalar daha sonradan, Floransa’da Via dei Georgofili’de
meydana gelen ve beş kişinin ölümüne, otuz kişinin yaralanma­
sına ve patlamanın olduğu yerde bulunan binada saklanan düzi­
nelerce sanat eserinin tahrip olmasına neden olan daha önceki
bir patlamayla ilişkilendirildi. Bombalamalar daha sonra 1992
yılında İtalya’nın en büyük mafya savcısı Giovanni Falcone’u
öldürmek suçundan tutuklanmış Sicilyalı bir mafya babası olan
Salvatore “Toto” Riina’yı işaret etmişti. Riina, tutuklanmasına
bir misilleme olarak İtalya’nın en değerli kültürel anıtlarından
bazılarının bombalanmasını emretmişti. Sonradan hem Falcone
cinayeti hem de bombalamalar için suçlu bulundu ve o esnada
iki müebbet hapis cezasını çekmekteydi. İtalya’nın terör eylem­
lerine karşı harekete geçme yetkisine sahip siyasi polisi DİGOS,
Via Palestro mahallesindeki bütün portinai, yani kapıcılarla gö­
rüşmüştü. Onorato onlara o gün parkın kapılarının yanma park
etmiş, şüpheli görünümlü bir karavan gördüğünden bahsetmiş­
ti. O andan sonra, olağandışı görünen her şeyi kaydetmek için
odasında sakladığı küçük bir deftere notlar almıştı.
“Biz bu mahallenin gözü kulağıyız,” diye açıklamıştı Onora­
to, sık sık kahve içmek için uğrayan, ordudan arkadaşlarından
birine. “Kimin gelip gittiğini biliriz ve gözlem yapmak işimizin
bir parçasıdır.”
Onorato döndü ve arkasında kalmış son birkaç yaprağı sü­
pürmek için sağdaki kapıyı kendine doğru çekti. Kapının arka­
sında, kapıyı yan açık halde bırakmış halde dururken merdi-

21
Gucci Hanedanı

verilerden hızlı ayak sesleri duydu ve tanıdık bir ses kendisine


seslendi: “Buongiorno!’”‘
“Buongiorno, Dottore,”'" diye yanıtladı Onorato gülümseye­
rek ve selam vermek için bir elini kaldırarak. Onorato, Mau­
rizio Gucci’nin aynı adı taşıyan lüks ürün firmasını kurmuş
olan Floransa’daki Gucci ailesinin bir üyesi olduğunu biliyordu.
İtalya’da Gucci ismi her zaman zarafet ve tarzla ilişkilendiril-
mişti. İtalyanlar yaratıcılıkları ve zanaat gelenekleriyle gurur
duyuyordu ve Gucci, Ferragamo ve Bulgariyle birlikte, kalite
ve ince işçiliği simgeleyen bu isimlerden biriydi. İtalya ayrı­
ca Giorgio Armani ve Gianni Versace gibi dünyanın en büyük
tasarımcılarından bazılarını da çıkarmıştı fakat Gucci, nesiller
öncesinden, bu tasarımcıların doğmasından bile önce gelen bir
isimdi. Maurizio Gucci, Gucci’nin halka açılması için bir plan
üzerinde çalışmaya başlayan ortaklarına satılmadan iki yıl önce,
aile şirketini yöneten son Gucci’ydi. Artık aile işine herhangi bir
şekilde dahil olmayan Maurizio, 1994 baharında Via Palestro’da
kendi ofislerini açmıştı.
Gucci, Corso Venezia’nın hemen köşesindeki görkemli bir
palazzo’da***’ yaşıyordu ve her sabah işe yürüyerek gidiyor, ge­
nellikle 08.00-08.30 arasında varıyordu. Bazı günlerde, kendi
anahtarıyla içeri girer ve Onorato ağır ahşap kapıları açmadan
önce çoktan üst kata çıkmış olurdu.
Onorato, Gucci’nin yerinde olmanın nasıl bir şey olacağını
sık sık merak ediyordu. Uzun boylu, zayıf ve sarışın güzel bir kız
arkadaşı olan zengin, çekici bir genç adamdı. Kadın, Gucci’nin,
Avrupa’da ikinci kat olarak adlandırılan, birinci kattaki ofisi­
ni egzotik Çin antikalar, zarif döşemeli kanepe ve koltuklar,
çok renkli perdeler ve değerli tablolarla döşemesine yardımcı
olmuştu. Sık sık öğle yemeği için Gucci’yle buluşmaya gelir,
Chanel takımlarını giyer, uzun sarı saçları kusursuz bir şekilde
kıvrılmış olurdu. Onorato’ya, mükemmel hayatlara sahip mü­
kemmel bir çift gibi gözüküyorlardı.
* (İt.) Günaydın, -çn
** (İt.) Günaydın, Doktor, -çn
***(İt.) İtalya’da saray gibi heybetli binalara verilen ad. -yhn

22
Bir Ölüm

Maurizio Gucci en üst basamağa ulaşıp bekleme salonuna


doğru yürümeye başladığında, Onorato koyu renk saçlı adamın
kapıdan içeri girdiğini gördü. Bir anda adamın Gucci’yi bekledi­
ğini fark etti. Adamın neden merdivenlerin dibinde, geniş, kah­
verengi paspasın bittiği ve her basamağın altına pirinçten kor­
kuluklarla yerine sabitlenmiş gri kumaş halının başladığı yerde
durduğunu merak etti. Gucci adamın arkasından geldiğini fark
etmemişti ve adam da ona seslenmemişti.
Onorato izlerken adam bir eliyle paltosunu açtı ve diğeriy­
le bir silah çıkardı. Kolunu düzeltti, Maurizio Gucci’nin sırtı­
na doğru kaldırdı ve ateş etmeye başladı. Bir metreden uzakta
olmayan Onorato, elinde süpürgeyle donup kaldı. Şoka girmiş
halde, adamı durdurmak için yeterli gücü olmadığını hissetti.
Onorato, arka arkaya üç tane, birbirini takip eden boğuk si­
lah sesi duydu.
Hareketsiz kalan Onorato dehşet içinde izledi. İlk kurşunun
Gucci’nin taba rengi pardösüsüne sağ kalçadan girdiğini gördü.
İkinci kurşun sol omzunun hemen altına isabet etmişti. Ono­
rato, her kurşun kumaşı deldiğinde Gucci’nin taba rengi pardö-
süsünün nasıl dalgalandığını fark etti. “Filmlerde biri vurulunca
böyle görünmüyor,” diye düşündü.
Gucci sersemlemiş halde, yüzünde şaşkın bir ifadeyle dön­
dü. Silahlı adama baktı, hiçbir tanıma belirtisi göstermemişti,
sonra da doğrudan Onorato’ya bakarak “Ne oluyor? Neden? Ne­
den ben?” diye sorar gibi oldu.
Üçüncü kurşun sağ kolunu sıyırdı.
Gucci inleyip yere yığılırken saldırgan onun sağ şakağına
ölümcül bir atış yaptı. Silahlı adam gitmek için arkasını döndü,
ancak kendisini dehşet içinde izleyen Onorato’nun baktığını
görünce birden durdu.
Onorato, adamın koyu renkli kaşlarının şaşkınlık içinde kalk­
tığını gördü, sanki Onorato’nun varlığını dikkate almamış gibiydi.
Silahlı adamın kolu hâlâ ileri uzanmış halde duruyordu ve
şimdi doğrudan kendisini hedef alıyordu. Onorato silaha baktı,
namluyu kaplayan uzun bir susturucu olduğunu fark etti. Silah
tutan ele, uzun ve bakımlı parmaklara, yeni manikürlenmiş gibi
duran tırnaklara baktı.
23
Gucci Hanedanı

Sonsuzluk gibi görünen bir an için, Onorato silahlı adamın


gözlerinin içine baktı. Sonra kendi sesini duydu.
“Hayıııır,” diye bağırarak geri çekildi, “Benim bununla hiçbir
ilgim yok,” der gibi sol elini kaldırdı.
Silahlı adam doğrudan Onorato’ya iki el ateş etti, sonra dön­
dü ve kapıdan koşarak çıktı. Onorato bir çınlama sesi duydu
ve bunun granit zemine düşen mermi kovanlarından geldiğini
fark etti.
“İnanılmaz!” diye düşünürken buldu kendini, “Hiç acı his­
setmiyorum. Vurulduğumda canımın yanmayacağını bilmiyor­
dum.” Gucci’nin hiç acı hissedip hissetmediğini merak etti.
“Bu kadar yani,” diye düşüncelere daldı. “Şimdi öleceğim.
Bu şekilde ölmek ne kadar utanç verici. Bu hiç adil değil,” diye
düşündü.
Sonra Onorato hâlâ ayakta durduğunu fark etti. Yanında
garip bir şekilde asılı duran sol koluna doğru baktı. Elbisesinin
kolundan kanlar damlıyordu. Yavaşça, granit basamaklardan il­
kine oturmak için eğildi.
“En azından düşmedim,” diye düşündü, kendisini zihinsel
olarak ölmeye hazırlayarak. Eşini, ordudaki günlerini, Casteldac-
cia’daki denizin ve dağların manzarasını düşündü. Sonra, sadece
yaralandığını fark etti; iki kez kolundan vurulmuştu, ölmeye­
cekti. İçini bir mutluluk dalgası kapladı. Merdivenlerin başında,
yayılmaya devam eden bir kan gölünün içinde yatmakta olan
Maurizio Gucci’nin cansız bedenini görmek için döndü. Gucci
düşerken boylu boyunca uzanmıştı, sağ tarafına doğru yatıyordu,
başı sağ kolunun üzerinde duruyordu. Onorato yardım çağırma­
yı denedi fakat ağzını açtığında kendi sesini duyamadı.
Birkaç dakika sonra yaklaşan siren sesi giderek yükseldi ve
ardından bir polis arabası Via Palestro 20’nin önünde tiz bir
sesle fren yapınca aniden kesildi. Üniformalı dört carabinieri,"
silahlarını çekip dışarı fırladı.
Adamlar ona doğru koşarken Onorato ilk basamaktaki ye­
rinden, “Silahlı bir adamdı,” diye güçsüzce inledi.
* (İt.) Arma dei Carabinieri: Polislik görevine sahip jandarma benzeri silahlı
asker. İtalya’da aynı zamanda askeri polislik görevine de sahipler, -yhn

24
2

Gucci Hanedanı

Maurizio’nun yattığı girişin iki tarafındaki kapılar ve beyaz du­


varların üzerine sıçramış kırmızı, parlak kan damlaları Jackson
Pollock tablolarına benzer desenler oluşturuyordu. Birkaç mer­
mi kovanı yere düşmüştü. Giardini Pubblici’de, sokağın karşı­
sındaki büfenin sahibi Onorato’nun bağırdığını duymuş ve hız­
lıca carabinieri’yi aramıştı.
“Bu Dottor’ Gucci,” dedi Onorato memura, sağ kolunu kul­
lanarak Maurizio’nun basamaklarda duran cansız bedenini
işaret ederken sol kolu gevşek bir biçimde yanında sarkıyordu.
“Ölmüş mü?”
Bir carabinieri Maurizio’nun bedeninin yanında diz çök­
tü, parmaklarını Maurizio’nun boynuna bastırdı ve hiç nabız
alamayınca başını salladı. Bir randevu için birkaç dakika önce
gelen Maurizio’nun avukatı Fabio Franchini, adamın cesedinin
yanındaki soğuk zemine keder içinde çöktü ve kolluk kuvvetleri
ile sağlık görevlileri onun etrafında çalışırken dört saat boyunca
orada kaldı. Ambulanslar ve daha fazla polis arabası geldikçe,
binanın önünde meraklılardan oluşan küçük bir kalabalık top­
landı. Sağlık görevlileri hemen Onorato’yla ilgilendi ve cinayet

* İtalya’da dört yıllık üniversite mezunu herkes doktor unvanı almakta­


dır. -çn

25
Gucci Hanedanı

masasında görevli carabinieri gelmeden hemen önce onu am­


bulanslardan birine koyup götürdü. Cinayet masasında on iki
yıllık deneyime sahip, uzun boylu, zayıf ve sarışın bir adam olan
Onbaşı Giancarlo Togliatti, Maurizio’nun bedenini incelemeye
başladı. Geçen birkaç yıl içinde, Togliatti’nin asıl işi Milano’ya
taşınmış Arnavut göçmenlerinin birbirleriyle savaşan grupları
arasındaki cinayetleri araştırmak olmuştu. Bu, şehrin seçkin
insanları hakkmdaki ilk vakasıydı - önde gelen bir işinsanınm
şehrin merkezinde soğukkanlılıkla vurulması her gün yaşanan
bir şey değildi.
“Kurban kim?” diye sordu Togliatti eğilirken.
“Maurizio Gucci,” dedi meslektaşlarından biri.
“Tabii, ben de Valentino’yum zaten,” dedi Togliatti alaycı
bir şekilde gülümseyip başını kaldırarak. Sürekli bronzlaşmış
bir halde gezen, koyu renk saçlı Romalı moda tasarımcısından
bahsediyordu alay edercesine. Gucci adını her zaman Floransak
deri eşya şirketiyle özdeşleştiriyordu - bir Gucci’nin Milano’da­
ki bir ofiste ne işi olabilirdi?
“Benim için o da tıpkı diğerleri gibi bir cesetti,” diyecekti
Togliatti daha sonra.
Togliatti, Maurizio’nun elinden kan sıçramış gazeteleri na­
zikçe aldı ve kolundan hâlâ çalışmakta olan Tiffany markalı sa­
atini çıkardı. Dikkatli bir şekilde Maurizio’nun ceplerini kont­
rol ettiği sırada Milano savcısı Carlo Nocerino geldi. Olay yeri
tam bir curcunaydı; kameramanlar ve gazeteciler, hem sağlık
görevlileriyle hem de carabinieri’den ve poliziddan gelmiş kol­
luk güçleriyle itişiyordu. İtalya’da üç tür kolluk kuvveti vardı -
carabinieri, polizia ve guardia di finanzia', yani maliye polisleri.
Bu kargaşanın içinde önemli delillerin yok olacağından endişe
eden Nocerino, oraya ilk gelen ekibin hangisi olduğunu sordu.
İtalya’nın kolluk kuvvetleri arasındaki yazılı olmayan en temel
kurallardan biri, olay yerine ilk ulaşan birliğin davayı almasıy­
dı. Önce carabinieri’lerin geldiğini öğrenen Nocerino, hemen
* İtalya’da Savunma Bakanlığı’na değil, Ekonomi ve Maliye Bakanlığı’na
bağlı olarak görev yapan, mali suç soruşturmaları ve uyuşturucu
kaçakçılığı gibi konularda görevli kolluk kuvveti, -çn

26
Gucci Hanedanı

polizia yı gönderdi, girişteki büyük kapıların kapatılmasını ve


artan kalabalığı uzaklaştırmak için de ön kapıların etrafındaki
kaldırımlara güvenlik çemberi kurulmasını emretti. Ardından,
Togliatti’nin Maurizio Gucci’nin bedenini incelediği merdiven­
lere çıktı.
Nocerino ve müfettişler, Muarizio’nun şakağına sıkılan kur­
şunun cinayeti mafya tarzı bir infaz gibi gösterdiğini düşünü­
yordu. Yaranın etrafındaki saç ve deri yanmıştı, bu da yakın me­
safeden atış yapıldığını gösteriyordu.
“Bu, profesyonel bir katilin işi,” dedi Nocerino, yarayı ve ar­
dından inceleme ekibinin tebeşirle daire içine aldığı altı mermi
kovanını incelerken.
Togliatti’nin meslektaşı Yüzbaşı Antonello Bucciol, “Bu kla­
sik bir colpo di grazia,” diye onayladı. Yine de kafaları karışmıştı.
Çok fazla kurşun sıkılmıştı ve iki görgü tanığı, Onorato ile katil
kapıdan çıkarken neredeyse onunla çarpışan bir genç kadın sağ
bırakılmıştı - geleneksel bir ölümcül darbe vurmaya kararlı bir
profesyonelin işi değildi.
Maurizio’yu incelemek Togliatti’nin bir buçuk saatini almış­
tı ancak Maurizio’nun hayatının tüm detaylarını öğrenmek üç
yıl sürecekti.
“Maurizio Gucci esasen bizim için tanınan biri değildi,” di­
yordu Togliatti. “Hayatını elimize alıp tıpkı bir kitap gibi açma­
mız gerekecekti.”

Maurizio Gucci’yi ve geldiği aileyi anlamak için, Toskana miza­


cını anlamak gerekiyordu. Canayakın Emilianlardan, ağırbaşlı
Lombardiyahlardan ve karmaşa içindeki Romalılardan farklı
olarak, Toskanalılar bireysel ve kibirli olma eğilimindeydiler.
İtalya’daki kültür ve sanatın kaynağını temsil ettiklerini düşü­
nüyorlar ve büyük ölçüde Dante Alighieri sayesinde modern
İtalyan dilinin ortaya çıkmasındaki rollerinden bilhassa gurur
duyuyorlardı. Bazıları olanlara “İtalya’nın Fransızları” -kibirli,
kendi kendilerine yeten ve yabancılara kapalı- diyordu. İtalyan
romancı Curzio Malaparte, Maledetti Toscani [Lanet Olası Tos-
kanahlar] adlı eserinde onlardan bahsetmişti.

27
Gucci Hanedanı

Dante, Cehennemde Flippo Argenti’yi “il fiorentino spirito


bizzarro” olarak tanımlar. Tuhaf Floransa ya da Toskana ruhu,
Hayat Güzeldir filminin Oscar ödüllü yönetmeni ve başrol
oyuncusu Roberto Benigni’de de gözlemleneceği gibi, hızlıca
yorumlar ya da şakalar yapmaya hazır, iğneleyici ve alaycı da
olabilir.
Town & Country dergisinden bir yazar, 1977 yılında Mau­
rizio’nun kuzeni Roberto Gucci’ye İtalya’nın başka bir yerinden
olup olamayacağını sorduğunda, Roberto ona hayret içinde
bakmıştı.
“Bana Chianti’nin Lombardiya’dan olup olmadığını da sora­
cak mısın?” diye kükredi. “Gucci ne kadar Gucci’yse Chianti de
o kadardır,” diye bağırdı kollarını iki yana açarak. “Biz öyleyken
nasıl olur da Floransak olmayız?”
Floransa’nın asırlık tüccar sınıfının zengin tarihi, Gucci da­
marlarında nabız gibi atıyordu. 1293’te, Adalet Nizamnameleri
Floransa’yı bağımsız bir cumhuriyet olarak tanımlamıştı. Me-
diciler iktidara gelene kadar şehir arti, yani yirmi bir tüccar ve
zanaatkâr loncası tarafından yönetiliyordu. Bu loncaların adları
bugünkü sokak adlarında görülüyordu: Via Calzaiuoli (ayakka­
bıcılar), Via Cartolai (kâğıtçılar), Via Tessitori (dokumacılar), Via
Tintori (boyacılar) ve daha fazlası. Rönesans döneminden bir
ipek tüccarı olan Gregorio Dati, bir keresinde şöyle yazmıştı:
“Tüccarlık yapmamış, dünyayı dolaşmamış, yabancı milletleri ve
insanları görmemiş ve sonra bir miktar zenginlikle Floransa’ya
dönmemiş bir Floransalının hiçbir saygınlığı yoktur.”
Floransah tüccarlar için zenginlik şerefli bir şeydi ve kamu
binalarına para sağlama, muhteşem bahçelere sahip büyük
pa/azzo’larda yaşama, ressamlara, heykeltıraşlara, şairlere ve
müzisyenlere sponsor olma gibi bazı yükümlülükler taşıyor­
du. Güzelliğe karşı bu sevgi ve güzellik yaratmanın gururu,
savaşa, vebaya, kıtlıklara ve siyasete rağmen asla ölmedi. Gi-
otto ve Michelangelo’dan bugün kendi atölyelerinde çalışan
zanaatkârlara kadar, tüccarlar tarafından yayılan sanatın meyve
ve çiçekleri orada serpildi.

28
Gucci Hanedanı

“On Floransalıdan dokuzu tüccar, biri ise rahiptir,” diye şaka


yapardı Maurizio’nun amcası Aldo Gucci. “Johnnie Walker ne
kadar İskoç ise Gucci de o kadar Floransalıdır ve hiç kimsenin
bir Floransahya tüccarlık ve zanaatkârlık hakkında öğretebile­
ceği pek bir şeyi yoktur,” diye eklerdi. “Biz Gucciler neredeyse
1410’lardan beri tüccarızdır. Gucci dediniz mi aklınıza Macy’s
gelmez.”
Eski bir çalışanları Gucciler hakkında, “İnanılmaz bir insan­
lığa sahip basit insanlardı,” diyordu, “ama hepsinde o korkunç
Toskana mizacı vardı.”
Maurizio’nun kendi hikâyesi, ebeveynleri on dokuzuncu
yüzyılın sonunda Floransa’da hasır şapka işindeki başarısızlık­
larıyla boğuşan büyükbabası Guccio Gucci’yle başlar. Guccio,
bir yük gemisine katılıp İngiltere’ye doğru yola çıkarak evinden
ve babasının iflasından kaçmıştı. Orada, Londra’nın ünlü Savoy
Otelinde bir iş bulmuştu.” Konukların mücevherlerine, kaliteli
ipeklerine ve yanlarında getirdikleri bavul yığınlarına bakarken
şaşkınlıktan ağzı açık kalmış olmalıydı. Tamamı deriden yapıl­
mış, üzerlerine armalar ve güzel baş harfi kabartmaları işlenmiş
sandıklar, valizler, şapka kutuları ve daha fazlası, Victoria İn­
giltere’sindeki yüksek sosyetenin cazibe merkezi haline gelmiş
otelin lobisini dolduruyordu. Konuklar zengin ve ünlüydü ya da
öyle olanlarla bir arada bulunmak istiyorlardı. Galler Prensinin
metresi Lillie Langtry, konuklarını ağırlamak için yıllığı elli po­
und olan bir süit oda tutmuştu. Büyük aktör Sör Henry Irving
sık sık restoranda yemek yemeye gelirken Sarah Bernhardt ise
Savoy’un kendisi için “ikinci bir ev” olduğunu iddia etmişti.
Guccio’nun maaşı düşük ve işi zordu fakat hızlıca öğrendi
ve bu deneyim hayatında derin bir etki bırakacaktı. Otele ge­
lenlerin, yanlarında kendi zenginliklerini ve zevklerini gösteren
eşyalar getirdiğini anlaması çok uzun sürmemişti. Her şeyin
anahtarının, komilerin hah döşemeli uzun koridorlarda bir o
tarafa bir bu tarafa götürdükleri, o zamanlar “yükselen odalar”
* Farklı kaynaklar bir bulaşıkçı, komi, garson ve hatta şef garson olarak
çalıştığını söylemiştir ancak otelde onun istihdamına yönelik hiçbir
kayıt yoktur, -yn

29
Gucci Hanedanı

dedikleri asansörlerde taşıdıkları bavul yığınlarında saklı oldu­


ğunu fark etmişti. Deri onun için tanıdıktı, Floransa’daki genç­
liğinin atölyelerinden biliyordu. Oğullarına göre, Savoy’dan ay­
rıldıktan sonra Guccio, Avrupa’nın faaliyette olmayan araba şir­
keti Wagons Lits’te bir iş bulmuştu ve dört yıl sonra biriktirdiği
parayla birikte Floransa’ya dönmeden önce zengin gezginlere,
onların yanındaki hizmetçilere ve bagajlarına hizmet ederek ve
onları gözlemleyerek trenle Avrupa’yı gezdi.
Geri döndüğünde Guccio, komşu terzinin kızına, kendisi
de bir terzi olan Aida Calvelli’ye âşık oldu. Kadının, ölümcül
düzeyde bir tüberküloza yakalanan ve bu yüzden kendisiyle
evlenmeyen bir adamla aşk ilişkisinden olan dört yaşında, Ugo
adında bir oğlunun olması kendisini pek rahatsız etmiş gibi gö­
rünmüyordu. 20 Ekim 1902’de, İtalya’ya dönmesinin üzerinden
bir yıldan biraz daha fazla zaman geçmişken Aida’yla evlendi ve
Ugo’yu evlat edindi. Kendisi yirmi bir, kadın ise yirmi dört ya­
şındaydı. Eşi üç ay sonra doğacak ilk kızları Grimalda’ya hamile
kalmıştı bile. Aida, Guccio’ya dört çocuk daha verdi, bunlardan
biri olan Enzo çocukken ölmüştü. Diğerleri de erkekti: Aldo
1905’te, Vasco 1907’de ve Rodolfo ise 1912’de doğdu.
Oğlu Rodolfo’ya göre Guccio’nun Floransa’ya döndüğünde
ilk işi muhtemelen bir antika dükkânında olmuştu. Guccio daha
sonra, yöneticiliğe terfi etmeden önce ticaretin temellerini öğ­
rendiği bir deri firmasına geçti. Birinci Dünya Savaşı patlak ver­
diğinde, büyük bir ailesi olan yirmi üç yaşında bir adamdı: yine
de nakliye şoförü olarak göreve çağrıldı. Savaş sona erdiğinde,
artık Floransa’daki bir deri zanaatı şirketinde çalışan Guccio,
ham derinin nasıl seçileceğini öğrendi ve kürleme ile tabakla­
manın yanı sıra farklı derilerle ve deri gruplarıyla çalışma sanatı
üzerine çalıştı. Firmanın tek başına gittiği Roma’daki şubesinin
yöneticisi oluverdi. Evde çocuklarla olan Aida, Floransa’dan ay­
rılmayı reddetmişti. Guccio her hafta sonu eve gelir ve iyi yapıl­
mış deri eşyalardan anlayan müşteriler için Floransa’da kendi
şirketini açmanın hayallerini kurardı. 1921’de bir pazar günü,
Aida’yla bir Floransa gezisi esnasında, Arno nehri kıyısındaki şık

30
Gucci Hanedanı

Via Tornabuoni ile Piazza Goldoni arasında uzanan dar bir ara
sokak olan Via della Vigna Nuova’da küçük bir kiralık dükkân
gördü. Aida’yla birlikte bu yeri devralma üzerine konuşmaya
başladılar. Guccio’nun birikimleri ve bir kaynağa göre bir tanı­
dıktan alman borçla birlikte ilk Gucci şirketi Valigeria Guccio
Gucci’yi kurdular, burası daha sonra Azienda İndividuale Guc­
cio Gucci, yani bir şahıs şirketi olacaktı. Floransa’mn en şık cad­
desi Via Tornabuoni’ye yakın olan bu mahalle, Guccio’nun çek­
meyi umduğu türden müşteriler için stratejik bir konumdaydı.
On beşinci ve on yedinci yüzyıllar arasında, şehrin en zengin ve
soylu ailelerinden bazıları -Strozzi, Antinori, Sassetti, Bartolini
Salimbeni, Cattani ve Spini Feroni- Via Tornabuoni boyunca
güzel palazzo’iar inşa etmişti ve 1800’lerden itibaren evlerinin
giriş katlarına şık restoranlar ve mağazalar açılmaya başlamıştı.
Bugün hâlâ orada bulunan Caffe Giacosa, 1815’te 8}r numaralı
yerde açıldığından beri şık müşterilerine ev yapımı hamur işle­
ri ve içecekler sunuyordu. İtalya kraliyet ailesinin tedarikçileri
olan Giacosa, ilk olarak Conte Negroni adlı bir müdavimleri­
nin adını taşıyan Negroni kokteylini yarattı. 1827’de, Gucci’nin
daha sonra açılacağı yerin karşısına kurulan Ristorante Doney,
Floransa’mn aristokrat ailelerine yiyecek ve içecek sağlıyor, ta­
mamı erkeklerden oluşan Floransa Jokey Kulübü’nün kadınlar
için eşdeğeri olarak işlev görüyordu. Hemen yanındaki çiçekçi
dükkânı Mercatelli, Floransa’mn aristokrat ailelerine hizmet
sunuyordu. Bugün hâlâ açık olan diğer müesseseler arasında
kaliteli Venedik kumaşları satan Rubelli, Profumeria Ingelese ve
insanın ağzını sulandıran trüflü sandviçleriyle bilinen Procacci
sayılabilir. Zengin Avrupah gezginler, Via Del Parione’nin köşe­
sinde bulunan Amerikan seyahat acentesi Thomas Cook & Sons
şirketinden çok da uzakta olmayan Albergo Londres et Suisse’te
kalıyorlardı.
İlk başta Guccio, bugün olduğu gibi o zaman da Floransa’ya
akm eden turistlere satmak için Toskanah üreticilerin yanı sıra
Almanya ve İngiltere’den de yüksek kaliteli deri ürünler satın
alıyordu. Gucci, makul fiyatlarla sağlam ve iyi yapılmış çantalar

31
Gucci Hanedanı

ile valizler seçiyordu. Beğendiği şeyler bulamazsa özel parçalar


ısmarlardı. Kendisi de zarafete düşkündü ve her zaman kaliteli
gömlekler ve jilet gibi ütülenmiş takım elbiseler içinde kusur­
suz bir şekilde giyinirdi.
Oğlu Aldo, “O çok zevkli bir adamdı, ki bu hepimizin genle­
rinde vardır,” demişti. “Sattığı her şeyde kendi izleri vardı.”
Guccio, dükkânının arka tarafında, ithal edilen ürünlere
takviyede bulunmak için kendi deri ürünlerini yapabileceği
küçük bir atölye açtı ve ayrıca hızlı bir şekilde kârh bir işe dö­
nüşen aktif onarım işine başladı. Yerli zanaatkârları işe aldı ve
güvenilir malların yanı sıra hizmet sunma konusunda da itibar
kazandı. Birkaç yıl sonra Guccio, Lungarno Guicciardini bulvarı
boyunca uzanan Arno’nun karşı kıyısındaki Michelangelo’nun
Santa Trinitâ Köprüsüne bakan tarafta daha büyük bir atölye
satın aldı. Guccio, yanında çalışan altmış zanaatkâra, artan si­
parişleri karşılamak için gerekirse gece geç saatlere kadar çalış­
malarını emrediyordu.
Arno’nun güneyindeki Oltrarno, yün, ipek ve sırmalı ku­
maşları işleyen ve dokuyan makinelere güç sağlamak için nehir
suyunu kullanan birçok küçük atölyeye ev sahipliği yapıyordu.
Bu işçi sınıfı mahallesinde nehri çevreleyen geniş bulvarlar ve
güneye uzanan daha küçük sokaklar, ahşaba çekiçle vurma ve
testereyle kesme, yün yıkama ve dövme ile deri kesme, dikme
ve cilalama sesleriyle yankılanıyordu. Antikacılar, çerçeveciler
ve diğer zanaatkârlar da buraya yerleşmişti. Nehrin hemen kar­
şısındaki Piazza della Repubblica’nm etrafı, Floransa’nın ticari
ve ekonomik kalbi haline gelmişti ve kökenleri, şehrin büyüyen
zanaat işlerini düzenleyen güçlü ticaret loncalarının merkezi
olduğu ortaçağ zamanlarına kadar uzanıyordu.
Guccio’nun çocukları büyüdükçe, çok az ilgi gösteren Ugo
dışında hepsi aile şirketinde çalışmaya başladı. Aldo en hevesli
ticaret anlayışına sahipken 11 Succube, yani “Ezik” lakaplı Vasco
ise üretim sorumluluğunu üstlenmişti fakat imkân bulduğu her
an Toskana kırsallarında avlanmayı tercih ediyordu. La Pette-
gola, yani “Dedikoducu” lakaplı Grimalda, Guccio’nun işe aldı-

32
Gucci Hanedanı

ğı genç bir tezgâhtarla birlikte dükkândaki tezgâhın arkasında


çalışıyordu. Rodolfo dükkânda çalışmak için çok küçüktü fakat
büyüdüğünde bu işe burun kıvırdı ve film çekme hayallerinin
peşinden gitti.
Guccio çocuklarına katı bir şekilde hükmediyordu ve kendi­
sine samimi bir şekilde Sen demek yerine resmi bir şekilde Siz
demeleri konusunda ısrarcıydı. Yemek zamanlarında düzgün
davranılmasını bekler ve peçetesini bir kırbaç gibi kullanarak sı­
nırı aşanlara vururdu. Aile, hafta sonlarını Floransa’nm dışındaki
San Casciano yakınlarındaki kır evlerinde geçirdiğinde, Guccio
pazar günleri atını iki tekerlekli ahşap arabalarına koşar, Aida’yı
ve tüm çocukları sabah ayinine kadar tarlalara götürürdü.
“Çok güçlü bir kişiliği vardı, saygılı ve mesafeli olmayı em­
rederdi,” diyordu torunlarından biri olan Roberto Gucci. Tu­
tumlu biri olan adam, daha fazla dayanması için prosciutto’nun
olabildiğince ince dilimlenmesini emrederdi. Bu değerlerini
çocuklarına da aşılamıştı; Aldo’nun musluktan maden suyu şi­
şelerini dolduruşu bir aile efsanesi haline gelmişti. Guccio’nun
da kendi zevkleri vardı ve bunlardan biri de Aida’nm geniş aile
masalarında sunduğu doyurucu Toskana yemekleriydi. Belki
de gençliğinde yaşadığı yoksulluk nedeniyle, Guccio ilerleyen
yıllarının keyfini çıkardı ve hem kendisi hem de Aida, onun lez­
zetli ev yemeklerini yiyerek şişmanladı.
“Onu her zaman Havana purosu ve belinde sarılı duran,
sonsuz uzunluktaymış gibi görünen altın saat zinciriyle hatır­
layacağım,” diyordu Roberto.
Guccio, Ugo’yla kendi öz çocukları arasında ayrım yapma­
maya çalıştı ancak çocuk babası ile kız ve erkek kardeşleri tara­
fından belirlenen kalıba girmek istemiyor gibiydi. Büyük bede­
ni ve sert tavırları nedeniyle erkek kardeşleri ona II Prepotente,
yani “Zorba” lakabını takmıştı. Ugo, aile dükkânlarına yardım
etmeye hiç ilgi göstermeyince, Guccio ona zengin müşteri­
lerinden biri ve başarılı bir toprak sahibi olan Baron Levi’nin
yanında bir iş buldu. Baron Levi, Ugo’yu Floransa’nm etekle-

* Bir tür kalyan jambonu, -çn

33
Gucci Hanedanı

rindeki çiftliklerinden birinde müdür yardımcısı olarak işe aldı.


Bu durum, kaslı genç adam için ideal görünüyordu. Çoktan ev­
lenen Ugo, kısa sürede ne kadar iyi durumda olduğu hakkın­
da böbürlenmeye başladı. Eski borcunu ödemeye istekli olan
Guccio, Ugo’dan borç istedi. Ugo, gizlice flört ettiği müsrif bir
kız arkadaşı sebebiyle ekonomik anlamda zordaydı fakat parası
olmadığını itiraf etmeye çok utandı ve babasına borç vereceğine
dair söz verdi. Bu arada Guccio, borcu için bankadan bir kredi
ayarladı. Bankaya bu parayı geri ödedikten sonra Ugo’ya faiziyle
birlikte parasını vermeyi kabul etmişti. Bilmediği şey ise, iddia
ettiği kadar başarılı olmadığını babasına itiraf etmekten utanan
Ugo’nun, Baron Levi’nin kasasından 70 bin liret (yaklaşık olarak
3,50 dolar, o zamanlar için önemli bir miktar) çalmış olmasıydı.
Babasına istediği 30 bin lireti (yaklaşık 1,50 dolar) verdi ve geri
kalanını alıp küçük bir yerel tiyatronun korosunda dansçı ola­
rak çalışan kız arkadaşıyla birlikte ortadan kayboldu.
Baron Levi, Ugo’nun kendisinden para çaldığından ciddi bir
şekilde şüphelendiğini Guccio’ya bildirdi ve Guccio’nun nihayet
ortağına ödeme yapmış olmaktan dolayı yaşadığı sevinci alıp
götürdü. Oğlunun hırsızlığa tenezzül edeceğine inanamıyordu
ama gerçeklere bakınca hiç şüphesi kalmadı. Baron’a ayda 10
bin liret (yaklaşık 50 çent) şeklinde ödeme yapmayı kabul etti.
Ugo, ebeveynlerini başka şekillerde de üzmüştü. 1919’da
genç Benito Mussolini, Faşist Parti’nin öncüsü olan Fasci di
Combattimento’yu kurmuştu ve Mussolini Parlamentoya seçil­
dikten sonra Partito Nazionale Fascista’ya İtalya’nın dört bir ya­
nından bürokratların, sanayicilerin ve gazetecilerin de içlerinde
bulunduğu 320 bin üye katıldı. Partiye Ugo da katıldı -ve belki
de Guccio’ya bir başkaldırı olarak- yerel yetkililerden biri oldu.
Daha sonra gücünü, önceden çalıştığı mahalledeki zengin işin-
sanları ve diğerlerine karşı dehşet saçmak için kullandı, her saat
başı sarhoş arkadaş grubuyla gelip yiyecek ve içecek istiyordu.
Bu sırada Guccio, işinde başarılı olmak için mücadele edi­
yordu. 1924’te, iki yıllık bir işten sonra, kendi işini kurması
için Guccio’ya kredili mallar veren bazı tedarikçiler ödeme ta­
lep etmeye başladı. Öte yandan, bazı müşterileri de borçlarını

34
Gucci Hanedanı

ödememişti. Genç tüccarın ise faturalarını ödeyecek parası bile


yoktu. Bir gece, ailesi ve en yakın elemanlarıyla yaptığı gizli bir
toplantıda, gözyaşlarına boğulan Guccio bu küçük topluluğa
dükkânını kapatmak zorunda kalacağını söyledi.
“Bir mucize olmazsa, bir gün daha açık tutamam,” demişti
Guccio.
Güçlü, sağlam Guccio’nun “idam cezası almış bir adama
benzediğini,” söylemişti Grimalda’nm nişanlısı Giovanni Vitali.
Yerel bir araştırmacıydı ve hem Ugo hem de Aldo ile Castellet-
ti Roma Katolik Okulu’nda birlikte okuduğu için aileyi çok iyi
tanıyordu.
Babasının inşaat işinde çalışan Vitali, Grimalda’yla geleceği
için kenara biraz para koymuştu. Guccio’ya yardım etmeyi teklif
etti. Guccio, müstakbel damadına bu küçük işletmeyi kurtardı­
ğı için minnettar bir halde teşekkür ederek alçak gönüllülükle
borç parayı kabul etti. İlerleyen aylarda, Giovanni’ye bu paranın
tamamını geri ödedi. İş ilerledikçe, Guccio atölyeyi genişletti ve
yanında çalışan zanaatkârları dükkân için özgün ürünler üret­
meleri için cesaretlendirdi. Yetenekli zanaatkârları belirledi ve
bir işçiden çok sanatçı gibi olan nitelikli bir deri işleme ekibi
kurdu. Narin oğlak derisinden ve hakiki güderiden hoş çanta­
lar, köşebentleri olan teleskop çantaları ve Guccio’nun Savoy
günlerinde gördüğü Gladstone çantalarından esinlenilen valiz­
ler üretiyorlardı. Diğer ürünler arasında araba örtüsü taşıyıcıla­
rı, ayakkabı kutuları ve çarşaf taşıyıcıları vardı - o günlerde üst
sınıf turistler kendi yatak çarşaflarıyla seyahat ederdi.
İş o kadar iyi gitti ki, 1923’te Guccio, Via del Parione’de baş­
ka bir dükkân açtı ve sonraki birkaç yıl içinde Via della Vigna
Nuova’daki dükkânı genişletti. Şirket tarihi boyunca dükkânın
yeri birkaç kez değişti, son yeri ise şu anda Valentino ve Armani
butikleri tarafından kullanılan 47-49 numaralı bina oldu.
Aldo, 1925 yılında, yirmi yaşındayken yerel otellerde kalan
müşterilere at arabasıyla paketlerini götürerek aile şirketin­
de çalışmaya başladı. Aynca süpürme ve etrafı toplama gibi
dükkân içindeki basit işleri de yaptı, en nihayetinde ise satışlara
yardım eder ve ürün vitrinlerini düzenler oldu.

35
Gucci Hanedanı

Aldo’nun işini ve keyfini bir araya getirebilme becerisi en


başından belliydi. Aldo, satıcılık becerilerini geliştirmenin ya­
nında genç ve güzel kadın müşterilerle temaslarını heyecan
verici flörtlere ustalıkla dönüştürmeyi de başardı. Zayıf, parlak
mavi gözleri, keskin hatları ve geniş, sıcak bir gülümsemesi olan
genç ve çekici bir erkek olarak dükkâna uğrayan genç kadınları
hemen büyülüyordu. Guccio, Aldo’nun büyüleyici tavırlarının
işleri üzerindeki etkisini takdir ediyordu ve en prestijli müşteri­
lerinden biri olan, Yunanistan’ın sürgün edilmiş Prensesi İrene
bir gün dükkâna gelip onunla özel olarak konuşmak isteyinceye
kadar oğlunun aşk kaçamaklarına göz yumuyordu. Guccio ka­
dını ofisine aldı.
“Oğlunuz benim hizmetçimle görüşüyor,” diye serzenişte
bulundu kadın. “Bu sona ermeli yoksa ben hizmetçimi geldiği
yere göndermek zorunda kalacağım. O benim sorumluluğum
altında.”
Guccio, Aldo’ya hangi genç kadınla görüşebileceğini söyle­
me konusunda tereddüt ediyordu ama böyle önemli bir müş­
teriyi de gücendirmek istemiyordu. Bir açıklama yapması için
oğlunu ofise çağırdı.
Aldo, İngiltere kırsallarından gelen parlak gözlü ve kırmı­
zı saçlı bir kız olan Olvven Price’la ilk kez Floransa’daki İngiliz
Konsolosluğu’nda verilen bir resepsiyonda tanışmıştı. Olvven,
hanımı için yaptığı geziler sırasında dükkâna da uğramıştı. Bir
marangozun kızı ve terzilik eğitimi almış biri olarak, ülkesinin
dışındaki bir leydinin hizmetine girme şansını yakalamayı çok
istemişti. Utangaç ve alçakgönüllü tavrı, kulağa müzik gibi ge­
len İngiliz aksam ve sadeliğiyle Aldo’yu mest etmişti. Aldo onu
kendisiyle gizli gizli buluşmaya ikna etmişti ve kısa süre içinde
onun sakin tavrının aslında maceracı bir ruhu gizlediğini keş­
fetmişti; kısa sürede sevgili oldular ve aşk inzivaları için Tos-
kana kırsallarına kaçıyorlardı. Aldo, Olvven’le ilişkisinin gelip
geçici bir flörtten fazlası olduğunu hemen fark etmişti. Guccio
ve prenses onu karşılarına aldığında, Aldo ikisini de şaşırtarak
Olvven’le evlenmeye niyetli olduklarını söyledi.

36
Gucci Hanedanı

“Bundan böyle Olwen sizi ilgilendirmez,” dedi Aldo, cesur


bir şekilde prensese bakarak. “O benim ve onunla ben ilgilene­
ceğim.” Olwen’in çoktan hamile kaldığını söylememişti.
Aldo, Olvven’i eve getirdi ve ablası Grimalda’nın bakımı­
na bıraktı fakat onunla kırsallarda kaçamak buluşmalar yap­
maya devam ediyordu. Aldo daha sonra ailesiyle tanışmak
için Olwen’in peşinden İngiltere’ye gitti. 22 Ağustos 1927’de,
Ohven’in Shrevvsbury yakınlarındaki memleketi olan West
Felton’ın yakınlarında, Osvvestry adındaki bir İngiliz kasaba­
sındaki küçük bir kilisede evlendiler. Kendisi yirmi iki yaşın­
daydı, kız ise on dokuz. Aldo’nun her zaman il figlio del amore,
yani aşk çocuğu olarak adlandırdığı en büyük oğulları Giorgio,
1928’de doğdu. Ardından iki oğlan daha geldi: 1931’de Pablo ve
1932’de Roberto. Ancak bu evliliğin kaderinde mutluluk yoktu.
Aldo ve Olvven’in aşk kaçamakları ikisini de heyecanlandırmış­
tı fakat Floransa’da bir aile hayatı kurmak farklıydı. İlk olarak,
çiftin Guccio ve Aida’yla yaşaması, Olvven’i İtalyan aile hayatına
uymaya ve Guccio’nun katı ve buyurgan tarzına boyun eğmeye
zorluyordu. Hepsi, bir zamanlar surlarla çevrili şehrin eski taş
girişi olan San Frediano’nun yakınlarındaki Piazza Verzaia’da
bulunan Guccilerin dairesine tıkılıp kalmıştı. Floransa etek­
lerindeki Via Giovanni Prati’de kendi evlerine taşındıklarında
gerginlik bir süreliğine azalmıştı. Olwen kendini tamamen üç
oğluna adadı, Aldo ise aile işine giderek daha fazla dahil oluyor­
du. Olvven İtalyancayı hiçbir zaman tam olarak öğrenmedi, aşırı
utangaçtı ve arkadaş bulmakta zorlanıyordu. Aldo iş vesilesiyle
ufkunu genişletmeye başlayınca Olvven ciddi bir şekilde sahip-
lenici ve küskün biri haline geldi.
“Aldo hayatı severdi fakat kadın onun yapmak istediği her
şeye engel oluyordu,” demişti ablası Grimalda. “Kendisini bir
yerlere götürmesine asla izin vermezdi, her zaman çocuklara
bakması gerektiğini bahane ederdi. Aldo onunla bunun için ev­
lenmemişti.”
Guccio ve Aida’nm en küçük oğlu Rodolfo, erkek ve kız kar­
deşleri babalarının Via della Vigna Nuova’daki dükkânlarında
tezgâh arkasında durup yardım etmeye başladığında bile aile

37
Gucci Hanedanı

işinde çalışmaya hiç ilgi göstermemişti. Rodolfo’nun başka ha­


yalleri vardı. Filmlerde oynamak istiyordu.
Ailesinin “Foffo” dediği genç Rodolfo, “Ben dükkân sahibi
olmak için doğmadım,” diyerek babasına karşı çıkmıştı, yaşlı
Gucci başını sallarken. “Filmlerde rol almak istiyorum ben.”
Guccio, en küçük oğlunun böyle fikirlere nereden kapıldığı­
nı anlayamıyordu ve onu vazgeçirmeye çalıştı. 1929 yılında bir
gün, Rodolfo on yedi yaşındayken, babası onu önemli bir müş­
terinin paketini teslim etmek üzere Roma’ya gönderdi. İtalyan
yönetmen Mario Camerini onu Roma’nın Hotel Plaza’sınm lo­
bisinde fark etti ve bu yakışıklı genç adamı bir ekran testi yap­
maya davet etti. Kısa süre sonra, bunun için randevuyu teyit
eden bir telgraf Floransa’daki Gucci evine ulaştı. Guccio bunu
okuduğunda deliye döndü.
“Sen aklını kaçırmışsın!” diye esip gürledi oğluna. “Sinema
dünyası kafayı yemiş insanlarla dolu. Şanslı olabilir ve beş da­
kikalık bir şöhret yakalayabilirsin fakat aniden unutulur ve bir
daha asla iş alamazsan ne olacak?”
Guccio, Rodolfo’nun kararlı olduğunu fark etti ve ekran tes­
tini çekmesi için Roma’ya gitmesine izin verdi, bu test başarılı
olacaktı. O zamanlar genç Rodolfo, o günlerde erkek çocuklar
arasında yaygın olan kısa pantolonlardan giyiyordu; bu iş için
ağabeyi Aldo’dan uzun bir pantolon ödünç almak zorunda kaldı.
Camerini, Rodolfo’yu beğendi ve ona erken dönem İtalyan
sinemasının başyapıtlarından biri olan, tren raylarının yanın­
daki ucuz bir otelde intihar etmeye karar veren iki genç aşığın
dramatik hikâyesi Rotaiede [Raylar] bir rol verdi. Sonrasında en
çok, çarpık ifadeleri ve gülünç soytarılıklarıyla insanlara Char-
lie Chaplin’i hatırlatan komedi rolleriyle tanınır oldu. Sahne adı
olarak Maurizio D’Ancora’yı kullanıyordu. Finalmente Soli [So­
nunda Yalnız] filminde aralarında bir aşk ilişkisi olduğu söyle­
nen, genç İtalyan aktris Anna Magnani’yle birlikte rol almasına
rağmen Rodolfo’nun sonraki filmlerinin hiçbiri aynı başarıyı
yakalayamadı.
İlk filmlerinden birinin çekimi esnasında Rodolfo, sette kü­

38
Gucci Hanedanı

çük bir rolü olan, fıkır fıkır sarışın bir aktrisi fark etti. Kendi
zamanına göre hayat dolu ve alışılmadık biçimde özgür ruhlu
olan bu kadın Alessandra Winklehaussen, sahne adıyla Sandra
Ravel’dı. Alessandra’nın Alman olan babası bir kimya tesisinde
işçiydi; annesi ise İsviçre’nin İtalyanca konuşulan bölgesinde­
ki Lugano Gölünün kuzey kıyısındaki Lugano yakınlarındaki
Ratti ailesinden geliyordu. Rodolfo’nun dikkatini çektikten
kısa süre sonra Alessandra, Al buio insieme [Karanlıkta Birlikte]
filminde yanlış otel odasına girip Rodolfo’nun bulunduğu ya­
tağa yatan maceracı bir genç yıldızı konu alan bir sesli filmde
Rodolfo’yla birlikte oynadı - Rodolfo filmde olduğu gibi ger­
çekte de kendisine sırılsıklam âşık olmuştu. Çarşaflar arasında
filme alman bu karşılaşmaları, ekran dışında bir aşka yol aç­
mıştı. Alessandra ve Rodolfo, 1944 yılında Venedik’te romantik
bir törenle evlendi. Rodolfo düğünü filme aldırdı, filmin sonu
genç bir çiftin lagünün sularını gondolla geçmeleri ve davet ye­
meğinde mutlu bir şekilde kadeh kaldırmalarıyla bitiyordu. 26
Eylül 1948’de bir oğulları olunca, Rodolfo’nun sinemada kullan­
dığı adı şerefine ona Maurizio ismini koydular.
1935’te, Rodolfo aile işine katılmayı hiç düşünmeden film
kariyerini geliştirmeye devam ederken Mussolini ise Etiyopya’yı
işgal etti. İtalya kıyılarından uzak olsa da bu durum Guccilerin
işini büyük ölçüde etkiledi. Milletler Cemiyeti, İtalya’ya ulusla­
rarası bir ticaret ambargosu uyguladı. Elli iki ülke, ürünlerini bu
ulusa satmayı reddettiği için Guccio artık özel çanta ve valizle­
rini yapmak için ihtiyaç duyduğu kaliteli derileri ve diğer mal­
zemeleri bulamıyordu. Bazı kaynaklara göre, yıllar önce babası­
nın hasır şapka işi gibi kendi küçük girişiminin de batacağından
korkan Guccio, çalışmaya devam edebilmek için fabrikasını
İtalyan ordusuna ayakkabı üretecek şekilde donattı.
Ambargo’nun en karanlık dönemlerinde en iyi ayakkabıla­
rından bazılarını yaratan komşusu Salvatore Ferragamo gibi
diğer İtalyan girişimcilerin yaptığına benzer olarak Guccio da
alternatifler üretti. Ferragamo, mantar tıpa, rafya ve hatta şe­
ker ambalajlarındaki selofanlar gibi şeyleri kurnazca kullana­

39
Gucci Hanedanı

rak ayakkabı yapmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Gucciler,


İtalya içinden bulabildikleri kadar deri tedarik ettiler ve San­
ta Croce’deki yerel bir tabakhaneden cuoio grasso kullanmaya
başladılar. Yemyeşil Val di Chiana’da özel olarak yetiştirilen
buzağılar, postları aşınmasın diye ahırlarda besleniyordu. Son­
ra da derilerine dış kısımdan bakım yapılıyor ve kılçık yağıyla
işleniyordu. Bu işlem derilerini yumuşak, pürüzsüz ve esnek
hale getiriyordu; yüzeyde bulunan çizikler mucizevi bir şekilde
ortadan kayboluyordu. Cuoio grasso kısa süre içinde Gucci’nin
alametifarikası haline geldi. Guccio, deri içeriğini en aza in­
dirmek için rafya, hasır ve ahşap gibi diğer malzemeleri de işe
dahil etti. Deri süslemeli kumaş çantalar yaptı. Napoli’den özel
olarak dokunmuş canapa, yani kenevir sipariş etti. Bu kuma­
şı kullanan Gucciler kısa süre içinde en başarılı ürünlerinden
biri haline gelecek sağlam, hafif ve dikkate değer bir valiz serisi
geliştirdi. Guccio, doğal ten rengi zemin üzerine koyu kahve­
rengi baskılı bir dizi küçük elmasla firmanın ilk imza baskısını
-ünlü çift G baskısının atasını- geliştirdi. Baskı, kumaşın her
iki tarafından da aynı gözüküyordu. Guccio ayrıca işinin özünü
oluşturan çanta ve valizlerin dışında başka eşyalar da yapmaya
başladı. Kemer ve cüzdan gibi daha küçük aksesuarların, büyük
eşya bakmayan insanları da dükkânına çekerek güzel bir gelir
elde etmesini sağladığını fark etti.
Aynı dönemde Aldo, işe olan ilgiyi test etmek için İtalya’yı
ve Avrupa’nın bazı bölgelerini dolaştı. Önce Roma’da, ardından
Fransa, İsviçre ve İngiltere’de karşılaştığı olumlu tepkiler onu,
sadece Floransa’da bir mağazaya sahip olmanın Gucci’nin sa­
hip olduğu potansiyeli sınırladığına ikna etti. Birçok müşteri
Gucci’ye geliyorsa Gucci neden onlara gitmesindi? Diğer şehir­
lerde de mağazalar açmak için babasını ikna etmeye çalıştı.
Guccio hiç ikna olmayacaktı. “Peki risk ne olacak? Muazzam
boyuttaki yatırımı düşün. O parayı nereden bulacağız? Hadi
bankaya git ve seni finanse edip etmeyeceklerini bir sor!”
Aile kavgaları sırasında Guccio, Aldo’nun bütün fikirleri­
ni reddediyor ancak onun arkasından bankalara gidip onlara
Aldo’nun planını desteklediğini söylüyordu.

40
Gucci Hanedanı

Aldo sonunda bir yolunu buldu. ı Eylül 1938’de, İkinci Dün­


ya Savaşının patlak vermesinden yalnızca on iki ay önce, Guc­
ci, Roma’daki kapılarını, zarif Via Condotti 21 numarada bulu­
nan Palazzo Negri adlı tarihi bir binada açtı. O zamanlar Via
Condotti’de bulunan diğer isimler, müşterileri arasında Wins-
ton Churchill, Charles de Gaulle ve İtalyan kraliyet ailesi Savoy
hanedanının da bulunduğu seçkin kuyumcu Bulgari ve kaliteli
gömlek üreticisi Enrico Cucci’den oluşuyordu.
La dölce vita günlerinden çok önce Aldo, İtalya’nın başken­
tini dünyanın elit insanlarının en popüler oyun alanlarından
biri olarak tanımlamıştı. Babası masraflar için başını iki yana
sallarken Aldo, Gucci mağazasını zengin ve görgülü turistler
için bir mıknatıs haline getirmek için hiçbir masraftan ka­
çınılmayacağı konusunda ısrarcıydı. İki katlı mağazanın çift
camlı kapıları ve üst üste dizilmiş zeytinler şeklinde oyulmuş
fildişi kulpları vardı.
“Via della Vigna Nuova’daki mağazanın kapılarından kopya­
lanmış kulplar, Gucci’nin ilk sembollerinden biriydi,” diyordu
Aldo’nun üçüncü oğlu Roberto.
Cam kaplı devasa maun dolaplar Gucci ürünlerini sergili­
yordu; el çantaları ve aksesuarlar alt katta, hediyelik eşyalar ve
valizler üst katta. Zengin görünümlü, şarap rengindeki muşam­
ba zemin katı kaplarken, aynı renkteki halılar merdivenler ve
birinci kattaki satış alanına giden koridor boyunca uzanıyordu.
Aldo, Olwen ve çocuklarla birlikte Roma’ya taşınıp mağazanın
ikinci ve üçüncü katlarında bir daire kiraladı. Oğullarını önce
İngiltere’deki evine götürmüş olan Olwen, savaş patlak verdi­
ğinde onları İtalya’ya geri getirmeye karar verdi. Müttefikler,
İtalya’ya açık bir şehir muamelesi gösterdi ve en başta bomba­
lamadı. Aldo mağazasını açık ve kâr getiren bir şekilde tutma­
yı başarırken çocuklar İrlandah rahibeler tarafından işletilen
bir okula gidiyor, Olwen de bir grup İrlandah rahiple çalışarak
Müttefik mahkûmların kaçmasına yardım ediyordu. Ancak son
haftalarda, Müttefik uçakları şehrin eteklerindeki demiryolu
alanlarını bombalamaya başladı. Aldo, Olwen ve çocukları ül­

41
Gucci Hanedanı

kenin dışına çıkardı ama şehir yöneticileri dükkân sahiplerine


kapılarını açık tutmalarını emredince Roma’ya geri döndü.
Savaş sırasında Gucci ailesi dağılmıştı. 1922’de Roma’da dü­
zenlenen Faşistlerin yürüyüşüne katılan Ugo, Toskana’da bir
Faşist yöneticisi oldu. Rodolfo, silahlı kuvvetlerin eğlence biri­
mine yazıldı ve askerlerle birlikte hareket ederek ilk sessiz ve
sesli filmlerinde komedi rolleri oynadı, bu esnada Vasco’ya ise
kısa bir askerlik hizmetinin ardından savaş için ayakkabı üreti­
mini denetlediği Floransa’ya geri dönme izni verilmişti.
Savaşın sonunda, Olwen yaptıkları için özel bir övgü aldı.
İtalyan ailesine de bağlı biri olarak, Ugo’nun İngiliz ordusu ta­
rafından Terni’de yakalandığını ve esir alındığını öğrendiğinde
bağlantılarını önce kayınbiraderinin daha iyi bir tedavi görme­
si ve sonra da salınması için kullandı. Ayrıca, İtalya’nın teslim
olmasından sonra askerler arasında mahsur kalan Rodolfo’yu
kurtarmak için Aldo’yla birlikte Venedik’e de gitti.
Ülkenin yeniden inşa edilmesi zaman aldı. Lungarno
Guicciardini boyunca uzanan fabrika, ayrılan Almanların
Michelangelo’nun Santa Trinitâ’sı da dahil olmak üzere Floran­
sa köprülerini havaya uçurduğu için kapanmıştı. Aile, deri eşya
üretimine devam etmek için yeni bir yer aramaya başladı. O es­
nada Guccio, Ugo’nun Faşist Parti içindeki konumunun, yeni
demokratik İtalyan hükümetini savaş zamanında yaptıklarının
cezası olarak Ugo’nun şirketteki hisselerine el koymaya yönlen­
direceğinden korkarak bir gün evlatlık oğlunu karşısına aldı ve
ona hisseleri karşısında toprak ve önemli miktarda para teklif
etti. Ugo bunu kabul etti ve kendi yoluna giderek Bolonya’da
şehrin leydileri için kaliteli deri çanta ve aksesuarlar ürettiği bir
deri atölyesi kurdu, ayrıca ürünleri aile şirketine de sunuyordu.
Rodolfo oyunculuk hayatında başarılı olsa da, film endüst­
risi savaştan sonra ciddi bir biçimde değişti. Sessiz filmlerin
yerini yeni çıkan sesli filmler almıştı ve yeni İtalyan gerçekçi
yönetmenler -Rossellini, Visconti ve Fellini- kendilerinden ön­
cekilerin belirli bir tarza göre biçimlendirdiği aktörlerle ilgilen­
miyorlardı, bu yüzden genç Gucci büyük rollerin ve iyi senar­

42
Gucci Hanedanı

yoların kendisine gelmeyeceğini kısa sürede fark etti. Bakması


gereken bir eşi ve küçük bir oğlu olan Rodolfo -Alessandra’nm
ısrarı üzerine- babasına aile işine geri dönüp dönemeyeceğini
sordu. Başından beri aile işinin savunucusu olan Aldo, babasının
Rodolfo’yu kabul etmesini istedi. İş genişledikçe, kendisinin ve
Guccio’nun daha fazla yardıma ihtiyacı oluyordu. Guccio başta
Rodolfo’yu Via del Parione’daki mağazanın başına koydu. Rodol­
fo, Gucci mağazasında böylesine zarif ve yakışıklı bir satıcının
olmasından çok etkilenen leydilerle hemen bir başarı elde etti.
“Ama siz Maurizio D’Ancora değil misiniz? Tıpkı ona ben­
ziyorsunuz!” diye soruyordu en cesur müşterilerin bazıları me­
rakla.
“Hayır, hanımefendi, benim adım Rodolfo Gucci,” diye ya­
nıtlardı nazik bir reverans ve gözlerindeki memnuniyet dolu
pırıltılarla.
Bir yıl boyunca Guccio oğlunu gözlemledi ve yaptıklarından
memnun oldu. Kendini işine adamış, kararlı ve işteki sorunlar
konusunda özenli olan Rodolfo yeterliğini kanıtlamıştı. 1951’de
Guccio, Via Monte Napoleone’deki yeni Gucci mağazasını yö­
netmesi için genç çifti Milano’ya taşınmaya davet etti. Milano
şehir merkezinde, Via Alessandra Manzoni ile Corso Matteot-
ti arasında uzanan Via Monte Napoleone, Milano’nun başlıca
alışveriş bulvarıydı ve üzerinde sıralanan kaliteli kuyumcular,
terziler, dericiler ve diğer işletmelerle birlikte onu Floransa’daki
Via Tornabuoni ya da Roma’daki Via Condotti’yle aynı seviyeye
çıkarıyordu. Yeni mağaza ayrıca, Milano’nun popüler buluşma
yeri Trattoria Bagutta’nm hemen köşesinde toplanan edebiyat
ve sanat topluluklarına da hitap etmeye başladı.
Bu sırada Aldo’nun Roma’ya kapılarını açma kumarı meyve­
lerini veriyordu. Amerikan ve İngiliz askerleri tam da aradıkları
türden hediyelik eşyalar olan Gucci’nin el yapımı deri çantaları­
nı, kemerlerini ve cüzdanlarını almaya başladı. Özellikle başarı­
lı olan ürün, Gucci’nin canapasıyla kaplanmış ve içinde askıları
olan, Amerikan ve İngiliz subaylarının üniformalarını taşımak
için kullandıkları “takım elbiselik” adı verilen valizler olmuştu.

43
Gucci Hanedanı

Başlangıçta, Floransa’daki işler Roma’nın gerisinde kaldı ancak


daha sonra Amerikan turistlerin tarihi ve kültürel anıtları zi­
yaret etmek ve bol miktardaki dolarlarını orada bulunan zarif
dükkânlara saçmak için İtalya’ya akın etmesiyle aradaki fark
kapandı. Kısa süre sonra Gucci’nin sorunu, üretimi talebe uy­
gun şekilde sürdürmek oldu. 1953’te, Guccio nehrin karşısın­
daki Oltrarno bölgesinde başka bir atölye daha açtı. Via delle
Caldaie’deki tarihi bir binada bulunan bu atölye, 1970’lere kadar
Gucci üretimi için önemli bir yer olmaya devam etti.
Adını on üç ve on dördüncü yüzyıllarda yün elde etmek için
kullanılan büyük fıçılardan alan Via delle Caldaie, Piazza Santo
Spirito’dan güneye doğru uzanıyordu. Guccio’nun satın aldığı
palazzo, 1500’lerin sonuna kadar Biuzzi adlı tüccar bir aile, böl­
gede Casa Grande adında geniş bir saray inşa edene kadar keçe
ve yün kumaşlar satan bir dükkândı. 1642’de bina, Dante’nin
İlahi Komedya’sında bahsettiği kardinal ve ardından Floransa
başpsikoposu olan Francesco de’Nerli tarafından satın alındı.
Sonraki iki yüzyıl boyunca, saray çeşitli diplomasi kayıtlarında
görüldü. 1800’den sonra, 1953’te Guccio Gucci tarafından satın
alınana kadar Floransa’nın önde gelen bazı aileleri mülkün sa­
hibi olmaya devam etti. Odaların çoğu eski fresklerle kaplıydı;
en incelikle işlenmiş olanları, Gucci’nin zanaatkârlarının yu­
muşak cuoio grasso’lan kesip biçerek zarif çantalara dönüştür­
düğü birinci kattaki geniş odaların duvarlarını ve tavanlarını
kaplıyordu. Alt katta, girişteki salonların kemerli tavanlarının
altında, diğer zanaatkârlar valizler yapıyordu.
Talep arttıkça daha fazla genç zanaatkâr işe alındı, hepsi capo
operaio, yani baş zanaatkârın gözetimi altında olan Gucci’nin
kıdemli deri işçilerinin yanma çırak olarak verildi. Genç bir çı­
rak ve deneyimli bir uzmandan oluşan her ekibe bir tezgâh, yani
bir banco verildi ve her zanaatkâra da Gucci’nin mührünü ve
bir kimlik numarasını -her sabah ve akşam işaretlediği zaman
çizelgesindekiyle aynı numara- içeren bir de rozet verildi. Bu
esnada Gucci, 1971’de Floransa’nın eteklerinde modern bir fab­
rika açtı, işçi sayısı iki katından daha fazla artarak 130’a ulaştı.

44
Gucci Hanedanı

Toskanah deri işçileri, piyasadaki iniş çıkışlar ne olursa ol­


sun kendilerine ömür boyu güvence sunan Gucci’yi ebedi işve­
renleri olarak görüyordu.
1960 yılında genç bir çırak olarak Via delle Caldaie’de ça­
lışmaya başlayan Carlo Bacci, “Bir devlet işine girmek gibiydi,”
diyordu. “Gucci’ye bir kez girdiniz mi ömür boyu orada kalaca­
ğınızı bilirdiniz,” diye açıklıyordu, sıcak ve heyecan verici Tos-
kana aksanıyla. “Diğer firmalar iş az olduğunda insanları evleri­
ne gönderirdi ama Gucci’de güvenceniz vardı.” Gucci üretmeye
devam etti; ellerindekileri her zaman satabileceklerini biliyor­
lardı.” Via delle Caldaie’de on bir yıldan fazla süre çalıştıktan
sonra, Gucci’nin diğer zanaatkârları gibi Bacci de kendi deri iş­
leme şirketini açtı ve bugün hâlâ Gucci’ye ürün tedarik etmeye
devam ediyor.
“Her sabah sekiz ila sekiz buçuk arasında işe gelirdik,” di­
yordu Gucci’nin uzun süre çalışmış işçilerinden bir başkası olan
Dante Ferrari. “Kahve molası saat ondaydı,” diye hatırlıyordu,
“eğer capo operaio sizi tezgâhın altından bir panino götürürken
görürse sizi ihbar ederdi! Sadece zamanınızı boşa harcadığınız
için değil, aynı zamanda elleriniz yağlanacağı ve deriyi berbat
edeceğiniz için de!”
Deri işçileri ya postların hazırlanmasında ya da çantaların
montajının yapılmasında uzmanlaşmışlardı. O günlerde post­
ların hazırlanması aynı zamanda, çoğu zaman hayvan dokusu
üzerine yapışmış halde gelen kıymetli derilerin içinin kazın­
ması anlamına da geliyordu. Diğer zanaatkârlar parçaları keser
ve sabitlerken ötekiler de özel bir aletle kenarlardan bastırarak
dikişlerin daha ince olmasını ve birbirine daha kolay geçmesini
sağlayan, scarnitura adındaki işlemi yapardı.
Ancak gerçek sanatçılar, çantaların montajını yapan zanaat-
kârlardı. Her zanaatkâr, bazen yüz farklı parçayı bir araya getir­
meyi içeren ve ortalama on saat süren bir iş olarak bir çantayı
baştan sona tamamlamakla sorumluydu.
“Her işçi yaptığı şeyden sorumluydu ve numarası her çanta­
ya işlenirdi - eğer bir kusur varsa kendisine geri dönerdi. Birinin

45
Gucci Hanedanı

cepleri ve bir başkasının da kolları yaptığı bir üretim hattı gibi


değildi,” diye açıklıyordu Ferrari, kendisi kayıt altına alınması
için her çantanın tarzını özenle çizdiği ve numaralandırdığı si­
yah karton kapaklı ve ciltli defterlerden oluşan bir koleksiyona
sahipti.
“Dikiş makinelerinin dışında ihtiyacınız olan tek şey bir
masa, iyi bir çift el ve iyi bir beyin,” demişti Ferrari.
Çoğu zaman, çantaların tasarımları Gucci ailesinin üyele­
rinden geliyordu ve bu üyeler aynı zamanda ailenin gözetimi ve
onayı olmak kaydıyla zanaatkârları kendi yeni tarzlarını geliş­
tirmeleri için de cesaretlendiriyordu.
Basitçe 0633 kod numarasıyla adlandırılan bambu saplı çan­
ta, muhtemelen bu şekilde ortaya çıkmıştı. Artık bu çantanın
tam olarak ne zaman ve kim tarafından üretilmiş olduğuna dair
bir kayıt olmasa da, Gucci arşivinin yaratılmasına yardımcı olan
moda tarihçisi Aurora Fiorentini çanta için 1947 civarlarında
bir tarih veriyor. Bambunun kullanılması, savaş öncesi ticaret
ambargosu altındayken yeni malzemelere başvurulmasıyla baş­
lamıştı. Bazıları ilk “bambu çantanın” Aldo ve o zamanki capo
operaio tarafından, muhtemelen Aldo’nun Londra seyahatlerin
birinde getirdiği bir çanta temel alınarak, deri bir sapla üretil­
diğini düşünüyor. Çantanın ayırt edici şekli için bir eyerden il­
ham alınmıştı. Sert formu -Gucci’nin o zamana kadar ürettiği
daha yumuşak ve daha az yapılı çantaların aksine, daha küçük
bir çanta tarzında- da ayrıca onu farklı kılıyordu. Sıcak bir alev
üzerinde elle şekil verilen bambu, Gucci ürünlerine ayırt edici,
sportif bir görünüm kazandırmıştı. Birkaç yıl sonra, Roberto
Rossellini’nin 1953 yapımı İtalya’da Yolculuk adlı filminde, genç
Ingrid Bergman, bambu saplı Gucci bir çanta ve bir Gucci şem­
siye taşıyordu.
Gucciler kendileri için çalışan ve atölyelerde zaman harca­
yan zanaatkârlarla arkadaşça ve kişisel ilişkiler kurmuştu, iş­
çilere isimleriyle sesleniyor, yaşlı usta zanaatkârların sırtlarını
neşeyle sıvazlıyor, ailelerinin durumunu soruyorlardı.
“Her bir işçinin adını, çocuklarını, sorunlarını ve mutluluk­

46
Gucci Hanedanı

larını bilirdik,” diyordu Roberto Gucci. “Bir araba almak ya da


bir ev için ödeme yapmak için yardıma ihtiyaçları olduğunda
bize gelirlerdi. Ne de olsa aynı tabaktan yiyorduk - tabii ki bazı­
larımızın kaşığı daha büyüktü,” diye ekliyordu utanarak.
Fabrikadan sorumlu Vasco Gucci, o zamanlar popüler
olan Motom adındaki küçük bir motorlu scooter üzerinde
Floransa’da dolaşır dururdu. Via delle Caldaie’de çalışan içiler,
scooter’ınm motorunun gürültüsü dar sokakta birbirine ya­
kın duran binaların arasında yankılandığında onun geldiğini
anlardı.
‘“Uffa! Eccolo arrivato!" derdik,” diyordu Ferrari. “Vasco psi­
kolog gibiydi, yaptığınız işe ilgi duyup duymadığınızı gerçekten
hissedebilirdi!”
İşçiler, Gucci ailesiyle bir aşk/nefret ilişkisi yaşamaya başla­
dı. Kendi işleriyle gurur duyar ve titizlik gösterirlerdi, yine de
Guccio, Aldo, Vasco ya da Rodolfo dan samimi bir “Bravo!” duy­
mak için daha fazlasını yaparlardı.
1949 yılının baharında, sürekli yeni fırsatlar arayan Aldo,
Londra’daki ilk ticaret fuarlarından birine gitmişti. Domuz
postlarının sergilendiği bir stand gördü ve onların güzel taba
rengine hayran oldu. İskoç bir tabakçı olan Bay Holden’dan bir­
kaç deri sipariş etti ve bazı parçaları mavi ve yeşil dahil olmak
üzere çeşitli renklere boyatıp boyalamayacağını sordu.
“Tabakçı demişti ki, ‘Şey, oğlum, bunu daha önce hiç yap­
madık ama istersen deneriz,” diye anımsadı Aldo. “Bana farklı
tonlarda altı deri sundu, kafasını sallayarak dedi ki, ‘Size kalmış
ama bize göre iğrenç oldu.’”
Aile kayıtlarına göre, Bay Holden ayrıca Gucci’nin ünlü bir
alametifarikası haline gelen kahverengi domuz derisinin de te­
darik kaynağıydı. Söylenenlere göre ilk puantiyeli domuz derisi
aslında bir hataydı. Tabaklama sürecinde bir şeyler yanlış git­
miş, domuz derisi daha koyulaşarak üzerinde hafifçe kabarmış
benekler oluşmuştu.
“Bir dakika, bu yeni bir şey gibi görünüyor,” demişti Aldo, bu

* (İt.) “Ah! İşte geldi!” -yhn

47
Gucci Hanedanı

derilerden çanta yapılmasını emrederek. Bazılarının söylediği


gibi kararı tamamen tasarruf etmek için olsun ya da olmasın,
Aldo derileri atmakta tereddüt ettiği için bu karar şirket adına
başka bir imza görünümü ortaya çıkardı ve sonradan da bunun
yeniden üretilmesi zor olduğu için taklitlere karşı harika bir
savunma olduğu anlaşıldı. Domuz derisi Gucci işi için o kadar
önemli bir hale gelmişti ki Aldo 1971 yılında tabakhaneyi tama­
men satın aldı.
Savaş sonrası yıllara, Aldo’nun Gucci işindeki yükselişi ve
Gucci adının dünya çapında bilinmesini sağlayan ustaca düşü­
nülmüş pazarlamanın ortaya çıkışı damgasını vurdu. Yaşlanan
Guccio, Floransa’daki işi sağlamlaştırmak istiyordu. Aldo’nun
geniş kapsamlı planlarıyla elde ettikleri her şeyi riske atma ko­
nusunda tereddüt eden adam, oğlunun fikirlerine karşı çıktı.
Havana purosunu sinirli bir şekilde üfleyen Guccio, teatral
bir şekilde pantolonunun sol cebine uzandı -cep saatini sağ ce­
binde taşırdı- ve boş olan elini gösterdi. “Paran var mı? Paran
varsa istediğini yapabilirsin,” diyordu.
Buna rağmen Guccio, Aldo’nun iş konusundaki yeteneğini
gizliden gizliye takdir ediyordu. Roma mağazası büyümüştü.
Hollyvvood yıldızları, Federico Fellini’nin Tatlı Hayat filminde
gösterdiği gibi, başkentte gülüp eğleniyordu. Diğer müşterile­
rin ilgisi devam ederken, yıldızlar Gucci’ye yeni bir saygınlık ka­
zandırdı. Guccio yavaş yavaş Aldo’nun istediğini yapmasına izin
verdi. Aldo’nun genişlemeyle ilgili fikirleri üzerine tartışmaya
devam etseler de Guccio onu destekledi ve oğlunun planlarını
desteklemek için yeniden bankalara gitti.
O sırada Aldo yurtdışına, Ne w York’a, Londra’ya ve Paris’e
bakmaya başladı. Niye, diye düşünüyordu, niye müşterilerin
onlara gelmesini bekliyorlardı? Neden kendileri onlara gitmi­
yordu? Planları için paranın nereden geleceği konusunda en­
dişeli görünmüyordu. Guccio’nun çekincelerine rağmen, Aldo
fikirlerinin kendileri için faydalı olacağına inanıyordu.
Doğuştan gelen bir pazarlama yeteneğine sahip Aldo, babası­
nın kaliteye olan bağlılığını benimsedi ve altın harflerle domuz

48
Gucci Hanedanı

derisinden plaklara işlettiği ve stratejik bir şekilde dükkânların


etrafında sergilediği “Fiyat unutulur ama kalite uzun bir süre
hatırlanır,” sloganını üretti.
Aldo ayrıca, ürünlerini bir araya getirecek ve Gucci ismi­
ni tanımlayacak şekilde tarzların ve renklerin bir uyumu olan
“Gucci konseptinin” de tanıtımını yaptı. Ahır ve atların dünyası,
Gucci ürünleri için zengin bir fikir kaynağı haline geldi. Eyer ya­
pımında kullanılan çift dikiş, eyer kayışlarındaki yeşil ve kırmızı
dokuma ile halkalı üzengi ve gem şeklindeki metal malzemeler
Gucci’nin alametifarikaları oldu. Kısa süre sonra Aldo’nun pa­
zarlama dehası, Guccilerin ortaçağ saraylarına eyer yapan soy­
lulardan olduğu söylentilerinin yayılmasına sebep oldu - bu da
Guccilerin hizmet verdiği seçkin müşterilere uygun bir imajdı.
Mağazalarda sergilenen eyer iğneleri, binicilik aksesuarları da
eyercilik efsanesini zenginleştirdi ve hatta bazı ürünler satıldı.
Bu efsane hâlâ yaşıyor. Bugün bile, Gucci ailesinin bazı üyeleri
ve eski çalışanlar Guccilerin çok uzun zaman önce eyerci oldu­
ğunu söylemeye devam ediyor.
1987 yılında Grimalda, “Gerçeğin ortaya çıkmasını istiyo­
rum,” demişti bir gazeteciye. “Hiçbir zaman eyerci olmadık.
Gucciler, Floransa’nm San Miniato bölgesindeki bir aileden ge­
liyor.” Floransalı ailelerin tarihine göre, bu hikâyenin daha son­
radan abartılmış olma ihtimali olsa da, San Miniato’dan Gucci­
ler 1224’e kadar giden erken dönemlerde avukat ve noter olarak
görev yapıyorlardı, diye aktarmıştır tarihçi Fiorentini. Aile ar­
ması, dikey bir şekilde duran kırmızı, mavi ve gümüş rengi şerit­
lerin üzerinde süzülen altın rengi bir bayrağın üstündeki mavi
bir çark ve bir gülden oluşuyordu. Orijinal logoda, bir elinde
bavul, diğer elindeyse yumuşak bir seyahat çantası taşıyan bir
komi vardı. Gucci başarı elde ettikçe, mütevazı hamalın yerini
zırhlı bir şövalye aldı.
1950’lerin başında, bir Gucci çantası ya da valizi sahibinin
rafine bir tarza ve zevke sahip olduğunu gösterirdi. Kısa süre
sonra İngiltere Kraliçesi olacak olan Prenses Elizabeth, Elea-
nor Roosevelt, Elizabeth Taylor, Grace Kelley ve bir süre sonra

49
Gucci Hanedanı

John F. Kennedy’yle evlenecek olan ]acqueline Bouvier, Floran­


sa’daki Gucci mağazasını ziyaret etmişlerdi. İçlerinde Bette Da-
vis, Katharine Hepburn, Sophia Loren ve Anna Magnani gibi,
Rodolfo’nun oyunculuk günlerinden kalma film yıldızı bağlan­
tılarının çoğu mağazanın müşterileri haline geldi.
Neiman Marcus’un şu anki kıdemli başkan yardımcısı ve
moda direktörü, eski perakende emektarı Joan Kaner, “İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda İtalya, el yapımı deri ayak­
kabılar, el çantaları ve kaliteli altın takılar gibi iyi kalitedeki lüks
eşyaların merkezi haline geldi,” diyordu.
“Gucci, Avrupa’dan çıkan ilk statü göstergelerinden biriydi
-hiçbir şeye sahip olmadan geçen yılların ardından- insanlar
gerçekten gösteriş yapmak istiyordu. Gucci adının farkına ilk
kez o zaman vardım. İnsanlar Gucci’yle gerçekten para karşılı­
ğında kalite aldıklarını hissediyorlardı.”
Aynı zamanda, ilk İtalyan kıyafet tasarımcıları da tanınma­
ya başlamıştı. 1923’te Amerikalı alışveriş merkezleri için satış
ofisi açan ve savaşın sonlarına doğru Müttefik Kuvvetler He­
diyelik Eşya Dükkânı işleten Floransak genç asilzade Giovan
Battisti Giorgini, 1951 yılının Şubat ayında kendi evinde bir
defile düzenledi. Etkinliğin zamanını Paris tasarım şovlarına
uyacak şekilde ayarladı ve önde gelen gazeteciler ile Bergdorf
Goodman, B. Altman & Co. ve 1. Magnin gibi Amerikan alışve­
riş merkezlerinden müşterileri davet etti. Gazeteciler şık ama
giyilebilir tasarımlara bayıldı ve müşteriler daha fazla para için
evlerine telgraflar çekti. Giorgini’nin şovları, Palazzo Pitti’deki
Sala Bianca’nın parıldayan avizeleri altında sahneye çıkan Emi-
lio Pucci, Capucci, Galitzine, Valentino, Lancetti, Mila Schön ve
diğer isimlerle birlikte İtalya’nın ilk hazır giyim defileleri haline
geldi.

50
3

Gucci, Amerika'ya Açılıyor

İtalyan tasarımına Amerikan ilgisi arttıkça, Aldo, Gucci’yi


Amerika’ya, özellikle de New York’a taşımaya karar verdi. Ame­
rikalılar Gucci’nin en iyi müşterileriydi. El yapımı deri çanta ve
aksesuarlardaki kaliteyi ve tarzı seviyorlardı. Aldo, New York’ta
bir mağaza açması için Guccio’ya baskı yaptı ve onun eli o meş­
hur sol cebe gitti.
“Gerekirse kelleni koy ortaya ama benden ödeme yapmamı
bekleme,” dedi Guccio kızarak. “Bankaya git, bak bakalım senin
için kellelerini ortaya koyacaklar mı! Haklı olabilirsin. Ama ni­
hayetinde ben yaşlı bir adamım,” diyerek yumuşamaya başladı.
“En iyi sebzelerin kendi bahçenden çıkacağına inanacak kadar
eski kafalı biriyim.”
Aldo’nun daha fazlasını duymaya ihtiyacı yoktu. Guccio
kendi tarzıyla ona yeşil ışık yakmıştı. New York’a uçtu, o gün­
lerde böyle bir yolculuk Roma, Paris, Shannon ve Boston’da uğ­
ranan duraklarla neredeyse yirmi saat sürüyordu. Aldo, planı
için kendisine yardım edeceğini söyleyen bir avukat olan Frank
Dugan’la tanıştı. Daha sonra, kardeşleri Rodolfo ve Vasco’yla
New York’a geri döndü. Şehre geldiklerinde, onları Beşinci
Cadde’de bir aşağı bir yukarı dolaştırarak heyecanla şık mağa­
zaları gösteriyordu.

51
Gucci Hanedanı

“Gucci adını bu şık caddede büyük harflerle görmeye ne


dersiniz?” diye sordu onlara. Beşinci Cadde’deb hemen köşe­
yi dönünce Doğu Elli Sekizinci Sokak’ta 7 numarada iki vitri­
ni olan küçük bir mağaza açtılar. Dugan’ın yardımıyla, altı bin
dolarlık başlangıç sermayesiyle, Amerika’daki ilk Gucci şirketi
Gucci Shops İne. şirketini kurdular. Yeni Gucci şirketine, Gucci
ticari markasını ABD pazarında kullanma hakkı da verildi - bu,
ticari markanın İtalya dışında kullanıma verildiği tek zamandı.
Gucci’nin sonradan açılan yabancı işletme şirketlerinin tümü
genişletilmiş franehise anlaşmaları şeklindeydi.
Aldo, Floransa’daki Guccio’ya bir telgraf göndererek kendi­
sini yeni kurulan şirketin onursal başkanı olarak atadıklarını
bildirdi.
Guccio çılgına döndü.
“Hemen buraya dönün sizi çılgın oğlanlar!” diye yanıt verdi
Guccio. Onları aptal ve sorumsuz olmakla suçladı, kendisinin
hâlâ ölmediğini hatırlattı ve böyle pervasız işler yaparlarsa mi­
rastan mahrum etmekle tehdit etti. Aldo, babasının şüphe ve
tehditlerini başından savdı. Ayrıca, ölmeden kısa bir süre önce
yeni mağazayı görmesi için yaşlı Guccio’yu New York’a getir­
meyi de başardı. Guccio, New York mağazasının açılması kendi
fikriymiş gibi heyecanlı bir hale geldi - arkadaşlarına bile kendi
fikri olduğunu söylemişti!
“Ah, Commendatore'.’’ derdi arkadaşları ona, İtalya’nın eski
monarşisine bağlı bir ulusal düzen tarafından kendisine bah­
şedilmiş unvanı kullanarak. “Siz harika vizyona sahip bir adam­
sınız!”
“Aldo’nun fikirlerinin o kadar da çılgınca olmadığını göre­
cek kadar yaşamıştı,” diyordu Grimalda.
O sıralarda yetmişlerindeki Guccio’nun hayatından mem­
nun olması için her şeyi vardı. İşi son hızıyla ilerliyordu. Gucci
adı, İtalya’da olduğu gibi Amerika’da da her yere yayılmıştı. Üç
oğlu aktif olarak çalışıyor ve bir gün aile şirketinde görev alacak
torunlar yetiştiriyorlardı. Her yeni torun doğduğunda Guccio,
“Ona bir parça deri koklatın, çünkü bu onun geleceğinin koku­
su olacak,” derdi.

52
Gucci, Amerika'ya Açılıyor

Guccio, işi öğrenmenin tek yolunun en alttan başlamak ol­


duğuna inanarak Giorgio, Roberto ve Paolo’ya paketleme ve koli
teslim etme işleri yaptırarak mağazada çalışmaya teşvik etti. O
esnada Rodolfo’nun oğlu Maurizio, Milano’da yaşayan küçük
bir çocuktu ve Gucci aile okuluna henüz alınmamıştı.
Aldo’nun 1953 yılında New York mağazasını açmasından sa­
dece on beş gün sonra Guccio, Aida’yla sinemaya gitmeye ha­
zırlandığı bir kasım akşamında kalp krizi geçirerek öldü. Yetmiş
iki yaşındaydı. Gelmesinin neden bu kadar uzun sürdüğüne
bakmak için yukarı çıkan Aida, onu banyo zemininde yatarken
buldu. Doktor, kalbinin eski bir saat gibi durduğunu söylemişti.
Sadık eşi Aida, iki yıl sonra, yetmiş yedi yaşında onun ardından
gitti. Bir zamanlar fakir bir bulaşıkçıydı Guccio Gucci, milyoner
olmuştu ve işi iki kıtada ünlü hale gelmişti. Oğulları, yarattı­
ğı imparatorluğu devam ettiriyordu ve kendisi de yıllar sonra
Gucci hanedanının karakteristik özelliği haline gelecek şiddetli
aile içi çekişmelerden kurtulmuştu. Ancak Guccio’nun kendisi
bu geleneği oluşturmuştu, rekabetin onları daha iyi performans
göstermeye iteceğine inanarak oğullarını sık sık birbirine dü­
şürmüştü.
“Damarlarında ne tür bir kanın aktığını göstermeleri için
onları zorlayarak birbirlerine karşı kullanırdı,” demişti Paolo.
Guccio ilk büyük aile çatışmasına da sebep olmuştu: en bü­
yük çocuğu ve tek kızı Grimalda’yı sadece kadın olduğu için şir­
ket mirasından mahrum bırakmıştı. Öldüğünde elli iki yaşında
olan Grimalda, yıllarca mağazada çalışarak kendisine sadakatle
hizmet etmişti ve eşi Giovanni de 1924 yılında Gucci işinin bat­
maktan kurtulmasına yardımcı olmuştu. Yaşlı Guccio, oğulla­
rına yazılı olmayan bir inanç bırakmıştı: hiçbir kadın şirketin
başına geçemez. Grimalda, kardeşleri kendisine şirket kararla­
rında aktif bir rol vermeyi reddedinceye kadar neler olduğunun
farkında değildi. Şirketten onların eşit paylar aldıklarını şaşkın­
lık içinde fark etmişti; kendisineyse bir çiftlik evi, biraz toprak
ve mütevazı bir miktar para kalmıştı.
“Bu ilkel bir yöntemdi,” diye kabul etmişti yeğeni Roberto,

53
Gucci Hanedanı

yıllar sonra. “Tüzük metnini hiç görmedim ama babam bana


hiçbir kadının Gucci’de ortak olmasına izin verilmediğini söy­
lemişti.”
Kardeşleriyle bir anlaşmaya varamayan Grimalda, kendi
hakkını alması için bir avukat tuttu. Çabalan boşunaydı. Son­
radan, duruşma esnasında önemli bir soruyu yanlış anladığını
ve bir anlaşma karşılığında Gucci mülkü üzerindeki haklarını
devretmek için yanlışlıkla imza attığını söylemişti, bu olay yıllar
boyunca ona acı vermişti.
“Gerçekte istediğim şey, sıfırdan büyüdüğünü gördüğüm
şirketin gelişiminin bir parçası olmaktı,” demişti. Kardeşlerine
çok düşkündü, kendisinden faydalanacaklarını asla düşünme­
mişti.
“Şirketten hisse alamamıştı ama başka kazançlar elde etti,”
dedi Roberto yıllar sonra, “ama şirketin sonradan değer kazan­
dığına ve çok daha değerli hale geldiğine şüphe yok.”
Oğulları için Guccio’nun ayrılışı karmaşık bir nimetti. Onun
katı, yol gösterici elini özlüyor olsalar da ilk kez kendi hedef­
lerinin peşinden gitmekte özgürdüler ve işi kendi aralarında,
başlangıçta hepsi iyi şekilde işleyen üç etki alanına böldüler.
Sonunda Gucci’yi yurtdışına genişletme hayallerine devam et­
mekte özgür olan Aldo, sürekli seyahat etti. Rodolfo, Milano
mağazasını denetlerken Vasco da Floransa’daki fabrikayı yöne­
tiyordu. Rodolfo ve Vasco, Guccio’nun geride bıraktığı değer ve
yönergelerden çok uzaklaşmadığı sürece Aldo’ya nadiren karşı
çıkarak kendi bildiğini yapmasına izin verdikleri için de uyum
sağlanmış oldu.
Aldo, Olvven’i, Mussolini’nin metresi Clara Petacci’nin,
Romanın Via della Camilluccia’sında bulunan Villa Petacci’nin
hemen yanındaki araziye inşa ettirdiği büyük bir villaya yer­
leştirdi. Via della Camilluccia, Romanın dışındaki tepelerden
birinin etrafından dolanarak gelen, bugün şehrin en seçkin
konutlarından bazılarına ev sahipliği yapan, yeşilliklerle çevrili
cennet gibi bir yoldu. Aldo, Avrupa ve Amerika Birleşik Dev­
letleri arasında seyahat ederek Gucci ismi için yeni sınırlar çi­

54
Gucci, Amerika'ya Açılıyor

zip dururken orada çok az zaman geçirirdi. Ohven’le çok uzun


zaman daha boşanmamış olsalar da ilişkileri çok önceden sön­
müştü ve Aldo kendisine Via Condotti mağazası için işe aldı­
ğı ve New York’a asistanı olarak gelen koyu saçlı bir tezgâhtar
kızı seçmişti. Kızın adı Bruna Palumbo’ydu ve şehvetli İtalyan
oyuncu Gina Lollobrigida’ya benziyordu. Kız, Aldo’nun ahbabı
oldu ve en sonunda da Modern Sanat Müzesinin karşısındaki
Batı Elli Dördüncü Sokak 25 numarada Aldo’nun tuttuğu kü­
çük bir daireye taşındı. İlk başta gizlice birlikte yaşadılar. Aldo,
Bruna’ya tapıyordu, ona pahalı hediyeler yağdırıyor, Gucci
işinin sürekli genişliyor olması karşısında duyduğu heyecanı
onunla paylaşmaya çalışıyordu. Kendisiyle seyahat etmesi için
ona yalvarıyordu, ancak kız, kısmen Aldo’nun metresi olma
statüsünden duyduğu rahatsızlıktan dolayı tereddüt ediyordu.
Olwen hiçbir zaman boşanmaya rıza göstermemiş olsa da, yıllar
sonra nihayet Bruna ile Amerika Birleşik Devletleri’nde evlendi.
Bunun ardından Bruna, Aldo’ya partilerde ve açılışlarda zaman
zaman eşlik etmeyi kabul eder oldu, Aldo onu “Bayan Gucci”
olarak tanıtıyordu.
O esnada Rodolfo, Milano’daki mağazayı yönetmenin yanı
sıra Gucci’nin en pahalı el çantaları ve malzemelerini tasarla­
mıştı.
Gucci için on sekiz yıl çalışan ve Rodolfo’nun emri altında
1967-1973 yılları arasında Milano mağazasını yöneten Frances-
co Gittardi, “Rodolfo’nun çok rafine bir zevki vardı,” diyordu.
“Timsah derisinden çantalar için on sekiz ayar altından toka­
lar tasarlayan oydu; böyle şeyleri sever ve bunlar için saatlerini
harcardı.”
Üç kardeşin en romantiği Rofoldo, eski günlerdeki gibi bir
oyuncu gibi giyiniyordu. Orman yeşili ya da altın rengi gibi sı-
radışı renklerde pelüş kadife ceketler, parlak ipekten cep men­
dilleri kullanıyor, yazları da zarif, bej rengi keten takım elbiseler
giyiyor ve gösterişli hasır şapkalar takıyordu.
O sıralarda Vasco, Floransa fabrikasında kendi tasarımlarını
üretmeye başlamıştı, burada ayrıca 1952’de fabrikada çalışma­

55
Gucci Hanedanı

ya başlayan Aldo’nun oğlu Paolo’ya da gözetmenlik yapıyordu.


Vasco’nun boş zamanlardaki esas tutkuları hâlâ avlanma, geniş
av tüfeği koleksiyonu ve kendisine yeni “Hayalperest” lakabını
kazandıran hobisi Lamborghini’siydi.
Guccio’nun üç oğlu içinde Aldo, her zaman kardeşleriyle
hemfikir olmaya çalışsa da önemli kararların çoğunu alarak şir­
ketin arkasındaki itici güç olmuştu.
“Aldo her zaman bütün ailenin onay verdiği şeyleri yapmak
isterdi,” diyordu Gittardi. “Fikirleri kendisi getirebilirdi ama ka­
rarlar her zaman aile kurulu tarafından alınırdı. Gerçi genellikle
kendi bildiğini yapmasına izin verilirdi çünkü her zaman doğru
içgüdülere sahip olurdu, özellikle de nereye yeni mağaza açıla­
cağı konusunda.”
Aldo, Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa arasında uçarak,
1959 yılında Roma mağazasını şu andaki konumu olan, tarihi
Caffe Greco’nun karşısında ve İspanyol Merdivenlerinin sade­
ce birkaç adım aşağısındaki Via Condotti’deki 8 numaraya ta­
şıdı. 1960 yılında, Elli Beşinci Cadde’nin köşesindeki St. Regis
Otel’de bulunan yeni bir mağazayla Gucci’nin ilk kez doğrudan
Beşinci Cadde üzerinde sergilenmesini sağladı. Ertesi yıl Gucci,
Lonra’daki Old Bond Sokağında bulunan İtalyan spa şehri olan
Montecatini’de ve Palm Beach’teki Royal Poinciana Plaza’da ka­
pılarını açtı. Gucci’nin, Place Vendöme yakınlarındaki Rue du
Fauburg Saint-Honore sokağında bulunan Paris’teki ilk mağa­
zası 1963’te açıldı. İkinci Paris mağazası ise Rue Royal’deki Rue
du Faubourg-Saint-Honore sokağında 1972 yılında açıldı.
Aldo kendini sürekli zorluyor ve yılda üç dört günden fazla
tatil yapmıyordu. Bir yıl içinde en az bir düzine okyanus ötesi
seyahatler yaptı, Londra ve New York’ta daireler tuttu ve daha
sonradan, gerçekten rahatladığını söylediği tek yer olan Palm
Beach’te okyanus kıyısında bir mülk satın aldı. Bir arkadaşı ho­
bileri olup olmadığını sorduğunda sadece gülerdi. Pazar günü
Palm Beach’i ziyaret ettiğinde bile, mağazaya gidip hesaplara
bakmak ya da malları kontrol etmek için bir bahane bulurdu.
Her iki üç haftada bir iş konuşmak için Floransa’da Rodolfo

56
Gucci, Amerika'ya Açılıyor

ve Vasco’yla buluşurdu. Artık Floransa’da bir evi olmadığı için,


şehrin eski güzel otelleri olan Excelsior ve Grand’e rakip olmak
için 1950’lerin başında Via Tornabuoni’de açılmış Hotel de la
Ville’de kalırdı.
Bir zamanlar babasının kendisine yaptığı gibi, Aldo da bu
işe katılmaları için kendi oğullarını cesaretlendirirdi. Olwen
sayesinde, oğlanların hepsi akıcı bir şekilde İngilizce konuşu­
yordu - Aldo’ya “Daddy” bile diyorlardı. Aldo, Elli Sekizinci
Cadde’deki mağazayı açmasına yardımcı olması için en küçük
oğlu Roberto’yu New York’a getirdi ve Roberto, 1962 yılında
ailenin genel merkezinde yeni yönetim ofisleri ve galeriler aç­
mak üzere Floransa’ya dönünceye kadar yaklaşık on yıl boyun­
ca orada kaldı. Roberto ayrıca, 1960’ların sonunda Brüksel’de
şirketin ilk franchise mağazasını açtı, burası daha sonradan
Gucci’nin Amerika Birleşik Devletlerindeki franchise işinin
gelişimi için bir model olarak kullanılacak başarılı bir girişim
olacaktı. Floransa’da, müşterilerin Gucci ürün ve hizmetleriy­
le ilgili sorunlarıyla ilgilenmek için bir şikâyet ofisi de kurdu.
Aldo, “Sonny” lakabını taktığı Roberto’ya gün geçtikçe daha çok
güveniyordu.
Roberto, 1956’da asil bir Roma ailesinin güzel, mavi gözlü
bir kızı ve aynı zamanda zarif ve dindar bir kadın olan Drusilla
Cafferelli’yle evlendi. Altı çocukları oldu: Cosimo (1956), Flippo
(1957), Uberto (1960), Maria-Olympia (1963), Domitilla (1964) ve
Franceso (1967). Aldo’nun oğulları arasında Roberto, en tutucu,
ebeveynlerine karşı en saygılı, itaatkâr ve uysal olanıydı. Paolo
daha sonradan resmi tavırları ve dini inançları sebebiyle ona “11
Prete” yani “Rahip” lakabını takmıştı. Aldo bile zaman zaman
Sonny’nin tarzını biraz fazla ciddi buluyordu. Yaz aylarında,
Roberto ve Drusilla çocuklarıyla birlikte Floransa’nm dışındaki
kırsalda, Drusilla’larm aile evinde yaşarlardı. Kışlarıysa şehirde­
ki dairelerine geri dönerlerdi.
“Aldo’yu kır evimizde öğle ya da akşam yemeğine davet etti­
ğimizde,” diyordu Roberto, “yemek odamızdaki Bakire Meryem
portrelerine bakar ve bana ‘Tanrı aşkına, Roberto! Kendimi bir
mezarlıkta gibi hissediyorum,’ derdi.”

57
Gucci Hanedanı

Giorgio, kısa süreliğine New York’taki Roberto’ya katıldı,


1953’te doğan Alessandro ve 1955’te doğan Guccio’nun anneleri
olan ilk eşi Orietta Mariotti’yi de yanında getirmişti. Orietta,
Guccilerin kiralık küçük dairesinde büyük spagetti yemekleri
düzenler ve tüm aileyi klasik İtalyan ailesi tarzında doyurur­
du. Ancak New York’taki yaşamın telaşlı temposu ve babasının
gölgesi altında yaşamak zorunda olmak Giorgio’yu rahatsız et­
mişti. Kısa süre içinde İtalya’ya döndü, Roma mağazasının yö­
netimine geçti ve deniz tatilleri için yakınlardaki Porto Santo
Stefano’ya feribotla götürdüğü annesine baktı.
“Giorgio çok çekingendi,” diyordu Aldo’nun 1974’te Avrupa
halkla ilişkiler müdürü ve uluslararası moda koordinatörü ola­
rak işe aldığı Chantal Skibinska. “Babasının muazzam kişiliği
tarafından ezilmişti.”
Guccio gibi Aldo da sert ve otoriter bir babaydı. Bir ke­
resinde, Paolo on dört ya da on beş yaşlarındayken yanlış bir
şey yaptığında, Aldo ceza olarak köpeğini başkalarına vermişti.
Köpeğin gittiğini öğrendiğinde yıkılan Paolo bir hafta boyunca
ağlamıştı. “Babam kendi oğullarına karşı çalışanlarına davran­
dığından çok daha sertti,” diye onaylamıştı Roberto.
Giorgio, şaşırtıcı bir şekilde, yetişkin olduğunda aile gele­
neğini bozan ilk evlat oldu. Utangaçlığına rağmen, Giorgio’nun
kendine has bir tabiatı vardı ve 1969 yılında, sonradan ikinci eşi
olacak, eski bir Gucci tezgâhtarı olan Maria Pia’yla birlikte ken­
di mağazasını, bir Gucci Butiği açmaya karar verdiğinde hem
babasını hem de amcası Rodolfo’yu çileden çıkardı.
Roma’da, Via Condotti’nin paralelinde, güneyde bir caddede
olan Via Borgognona’da bulunan Giorgio’nun butiği diğer Guc­
ci mağazalarından biraz farklı bir konsepte sahipti. Mağazayı
daha düşük fiyatlı aksesuarlar ve hediyelik eşyalarla doldurarak
daha genç müşterilere hitap etti. O ve Maria Pia, Gucci fabri­
kasında üretilen kendi çanta ve aksesuar serilerini geliştirdi.
Gucci’nin isyanı, daha sonraki aile anlaşmazlıklarına kıyasla sö­
nük kalsa da ihanetle eş tutulmuştu.
Bir gazeteci kendisine Giorgio ve ikinci Roma mağazası hak­

58
Gucci, Amerika'ya Açılıyor

kında sorduğunda Aldo şöyle yanıtlamıştı: “O, ailenin yüz ka­


rası. Bir kayık uğruna lüks bir gemiden ayrıldı fakat geri döne­
cek!” Aldo haklıydı. 1972’de, Giorgio ve Maria Pia tarafından yö­
netilmeye devam etse de Gucci Butiği yeniden aile içine alındı.
Genç bir çocuk olarak Roma mağazasında müşterilere yar­
dım ettikten sonra, Aldo’nun en küçük oğlu Paolo Floransa’ya
yerleşti. Tasarım yeteneğine sahip olduğunu keşfettiği fabrika­
da, pek çok insan tarafından üç evlat arasında en yaratıcı olanı
kabul edilen amcası Vasco’yla çalışmaya başladı. Fikirlerini üre­
time soktu ve kısa süre içinde bütün bir Gucci ürün serisi ortaya
çıkardı. Hareketli ve otoriter babasının etrafında bulunmanın
ne kadar zor olduğunu bilen Paolo, en başta New York’a git­
meye direnmişti ve Floransa’da kendi tasarımlan üzerine çalış­
maktan mutluydu. 1952’de bölgenin yerlisi bir kız olan Yvonne
Moschetto’yla evlendi ve iki kızlan oldu: 1952’de doğan Elisa-
betta ile 1954’te doğan Patrizia.
Paolo ahilerinin itaatkârlığından, ilişkilerdeki ustalıkların­
dan yoksundu ve babasının zorba tavırlanna fena şekilde içer­
liyordu. Bir çocuk olarak Roma mağazasında çalışarak edin­
diği deneyimler kendisini küçük düşürmüştü - çoğu zaman
VlP’lerden ve ünlülerden oluşan müşterilerine gönülsüzce na­
zik davranırdı. Guccio’nun kuralına karşı koyarak bıyık bırak­
mıştı; büyükbabası bir erkeğin suratında kıl görmekten nefret
ederdi.
Paolo, yeni ürünler tasarlayıp üretme konusunda kendisine
özgürlük verildikçe gelişti ve firmanın ilk hazır giyim ürünle­
rini yarattı. Boş zamanlarında posta güvercinleri yetiştirdi ve
bunlardan iki yüz kadarını, Floransa’daki evinin yakınlarına
inşa ettiği bir kuşhaneye taşıdı, sonradan tasarladığı eşarplara
güvercin ve şahin motifleri ekleyecekti. Ancak Aldo, Paolo’yu
aile çizgisinin içinde tutmanın kolay olmayacağını erkenden
anlamıştı.
“Aldo her zaman, atları seven Paolo’nun bir safkan olduğunu
ancak ne yazık ki kendisine binilmesine asla izin vermeyeceğini
söylerdi,” diyordu uzun süre Gucci’de çalışan Grancesco Gittardi.

59
Gucci Hanedanı

Aldo’nun içgüdüleri, enerjisi ve fikirleri sınırsız gibi görünü­


yordu. New York’tayken, yeni bir mağaza açmak ya da röportaj
vermek için uçmuyorsa, sabah 06.30-07.00 arasında kalkardı ve
beslenmesini takip eden, çamaşırlarını yıkayan ve genel olarak
kendisine göz kulak olan Bruna’yla birlikte Elli Dördüncü Cad-
de’deki dairesinde kahvaltı yapardı. Kahvaltıdan sonra Aldo’nun
ilk durağı New York’taki (ya da artık hangi şehirdeyse) Gucci
mağazası olurdu, oradaki bütün personeli ismiyle selamlardı.
“Bir müşteriye asla ‘Yardımcı olabilir miyim?’ demeyin!” diye
talimat verirdi satış personeline. “Lütfen her zaman ‘Günaydın,
hanımefendi!’ ya da ‘Günaydın, efendim!’ deyin.”
Daha sonra da diğer kıtadaki ofisinden telefon almadan
önce malları ve teşhir vitrinlerini kontrol ederdi. Bir keresinde,
Gucci ürünlerini götürmek için franchise verilen bir mağazayı
ziyaret ettiğinde, parmağını rafa sürdü ve tamamen toz kaplı
olduğunu fark etti. Franchise sözleşmesini derhal iptal etti.
Aldo’nun zihni, yeni ürünler, yeni mağaza konumları ve yeni
mağazacılık yöntemlerini düşünmek için iki katı kadar fazla ça­
lışıyordu. Gündüzleri ofisinde, geceleri ise yatak odasında volta
atıp durur, sadece yapması gerekenleri not almak için durak-
sardı.
“Tek kişilik bir pazar araştırma firması gibiydi,” diyordu eski
bir çalışan.
“Mağazaya her zaman o dünyayı dolaşmış insan yürüyüşüy­
le girerdi,” diyordu Chantal Skibinska. “Roma mağazasının ba­
samaklarını ikişer üçer çıkardı, çalışanlar onun etrafında dört
dönerdi.”
Aldo kendi bağlılığı ve hayran oldukları ve gurur duymaları
gereken bir iş yaptıklarına dair inancıyla çalışanlarında sadakat
uyandırıyordu. Çalışanlarına geniş bir ailenin üyesi gibi davra­
narak onların sonsuz bağlılığını ve sadakatini kazanmıştı - bu,
İtalyan aile şirketlerinde yaygın bir yönetim modeliydi.
“Kendisi için çalışan insanları teşvik ederdi; onlara bireysel
olarak çok şey vadederdi,” diyordu eski bir çalışan. “Bu onların
çok sıkı çalışmasını sağlardı.” Bazıları, ömür boyu sıkı bir ça-

60
Gucci, Amerika'ya Açılıyor

hşmadan sonra bile hiçbir zaman gerçekten ailenin bir parça­


sı olamayacaklarını ve o günlerde hisse senedi opsiyonlarının
programa dahil olmadığını fark ettiklerinde hayal kırıklığı ya­
şamışlardı.
Değişken ruh haliyle ciddi birisi olarak Aldo, sıcak ve baba­
can davranabileceği gibi katı ve baskın bir zorba gibi de davra­
nabiliyordu.
Enrica Pirri, Via Condotti mağazasındaki ilk günlerini “Aldo
için çalışmaya başladığımda yirmi bir yaşındaydım, ” diye hatır­
lıyordu. “Benim için bir baba ya da abi gibiydi,” dedi ilk daire­
sine peşinat vermek için borç istemek dahil ihtiyacı olduğu her
zaman ona gitmişti. “Ayrıca bana çok sert davranırdı. Bir hata
yaptığımda bana bağırır ve beni ağlatırdı. Ama her zaman bize
vakit ayırırdı; birlikte şakalar yapabileceğiniz biriydi. Gülmeyi
severdi.”
Çocukken şakacı ve yaramaz olan Aldo, sorunlu müşteri­
lerinin yüzüne karşı sevimli davranır ve arkalarından onlar­
la alay ederdi; bu durum, suratlarını ifadesiz tutmaya çalışan
tezgâhtarlarını utandırırdı ve nihayetinde haberlere manşet
olacak Gucci’nin müşterilerine seviyesiz muamelesinin gidişa­
tını belirledi.
Bir keresinde, Londra’daki resmi bir akşam yemeğinde, bir
İngiliz kadın Aldo’ya masumca neden bu kadar çok Gucci ol­
duğunu sormuştu ve Aldo memnuniyetle, “Çünkü İtalya’da
sevişmeye çok erken başlarız!” diyerek kadının yüzündeki şok
ifadesinin keyfini çıkarmıştı.
Aldo kadınları severdi ve pek çok sevgilisi vardı. Bir şirket
bilgisine göre, metreslerinden birini Roma eteklerindeki lüks
bir daireye yerleştirmişti, burada kendisi için koridordan direkt
olarak yatak odasına açılan gizli bir giriş yaptırmıştı, böylece
hizmetçilerine ya da kadının çocuklarına görünmeden geçe­
biliyordu. Utanmadan herkesle flört ederdi ve beğendiği moda
editörlerine dudaktan kocaman öpücükler vererek selamlardı.
Nasıl cesur olacağını biliyordu, kadınların Gucci’nin en iyi müş­
terileri olduğunu hiçbir zaman unutmazdı.

61
Gucci Hanedanı

“Alçak herifin tekiydi,” diyordu Enrica Pirri gülerek. “Palm


Beach’teki zengin bir leydinin eline kondurduğu her öpücüğün
yeni bir çanta satışı anlamına geldiğini bilirdi!”
Aldo ayrıca gerçeği, vermek istediği mesaja uyacak şekilde
süsleme konusunda da becerikliydi ve muhtemelen Gucci’nin
soylu eyerci geçmişi olduğu hikâyelerinin en aktif mimarla­
rından biriydi. Şu anda Gucci’nin CEO’su olan ve önce aileyi
sonra da şirketi temsil eden genç bir avukat olduğu zamanlarda
Aldo’yu çok iyi tanıyan Domenico De Sole, Aldo’nun mantığa
ters düşen ve aksini gösteren bütün kanıtlarla çelişen açıklama­
ları soğukkanlı bir şekilde yapabildiğini söylüyordu.
“Yağmurun içinden çıkıp gelerek gözlerinize bakıp dışarıda
mükemmel bir güneşli hava olduğunu söyleyecek türden bir
adamdı,” diyordu De Sole.
Aldo sinirlendiğinde, normalden daha hızlı bir şekilde bir o
tarafa bir bu tarafa yürür, kollarını göğsünde birleştirir, kendi
kendine homurdanır ve bir elinin parmaklarıyla takıntılı bir
şekilde çenesini ovuşturarak, “Ehem, ehem, EHEM!” derdi.
En sonunda patladığındaysa yüzü kırmızımsı bir mora döner,
boynundaki damarları şişer, gözleri pörtler ve o sırada eline ne
geçirirse her şeyi kırarak yumruklarını masaya vururdu. Bir ke­
resinde istemeden kendi gözlüklerini kırmıştı; kırıldıklarım gö­
rünce onları alıp defalarca sert bir şekilde masaya vurdu.
“Aldo Gucci’yi tanımıyorsunuz siz!” diye kükrerdi. “Ben
bir şeye karar verdiğimde, istediğimi alırım!” Eski çalışanlar,
Gucci’nin öfke nöbetleri sırasında ütülerin ve daktiloların bir
odadan diğerine uçuştuğunu bile görmüştü.
Aldo, babası Guccio’dan öğrendiği tutumluluğun bir kısmı­
nı devam ettiriyordu. New York’ta, 1,50 dolara sıcak bir yemek
sunan St. Regis’in altındaki bir işçi kafeteryasında kendi başına
ya da bir işçisiyle öğle yemeği yemeyi severdi. Ayrıca bir kulüp
sandviç ve sıcak elmalı turta sipariş ettiği Primeburger ve Schraft
restoranlarının da müşterisiydi. Bir diğer favorisi, mağazanın
olduğu Elli Sekizinci Caddenin karşısındaki Reuben’s’ta bulu­
nan biftekli sandviçti. “21” ya da La Caravelle’de pahalı bir öğlen

62
Gucci, Amerika'ya Açılıyor

yemeği büyük bir olaydı ve pintiliği bazen diğerlerine çelişkili


geliyordu.
“Bir basın yemeğindeki ordövrler için cimrilik eder ama
sonra davet edilenleri konuşmak için okyanus ötesi telefon gö­
rüşmesine bir servet harcardı,” diyordu Gucci’nin 1968 yılında
basın ilişkileriyle ilgilenmesi için işe aldığı İtalyan kökenli Ame­
rikalı yazar Logan Bently Lessona - kendisi Gucci’nin bu mev-
kiye getirdiği ilk kişiydi.
Her zaman kusursuz giyinen Aldo, belirgin bir biçimde İtal­
yan el yapımı olan takım elbise ve gömlekler giyerek zarif bir
figür çizerdi. Kışları fötr şapkalar takar, kaşmir paltolar, mavi
bleyzır ceketler ve gri pazen pantolonlar giyerdi. Yazları ise
özenle dikilmiş açık renkli keten takım elbiseler ve beyaz mo­
kasenler giyerdi. Başlangıçta, daha geleneksel İtalyan tarzlarını
-genellikle İngiltere’den aldığı el yapımı, önü delikli ayakka­
bılar- Gucci’nin kendi /oa/er’larına tercih etmişti. O günlerde
mokasenler erkekler için fazla kadınsı kabul ediliyordu. Ancak
1970’lerin ortalarında Aldo, kıyafetini bir çift gem şeklindeki
parlak tokalı loafer ile tamamlayarak amacına ulaştı. Yakasına
sık sık çiçek de takardı. “Takım elbiseleri her zaman biraz dardı.
Kendisi her zaman biraz fazla gösterişliydi,” diyordu Lessona.
Aldo, İtalya’da Dottore ya da Amerika Birleşik Devletlerinde
“Dr. Aldo” olarak anılmayı sever ve Floransa’daki San Marco
Üniversitesinden aldığı ekonomi alanındaki fahri lisans de­
recesinin bütün avantajlarını kullanırdı. 1983’te Aldo, Ameri­
ka’daki “Doktor” unvanını New York Şehir Üniversitesinden
aldığı İnsani İlimler Fahri Doktora derecesiyle kazanmış oldu.
Aldo yeni mağazalar açmaya devam etti. Beverly Hills’in o
zamanlar durgun olan Rodeo Drive bölgesini, şık bir alışveriş
caddesi haline gelmeden çok önce bir konum tercihi olarak be­
lirlemişti ve 1968 Ekim’inde orada yıldızlarla dolu bir defile ve
açılış töreniyle yeni şık bir mağaza açılışı yaptı. Kuzey Rodeo
Drive’a yürüme mesafesindeki Beverly Hills mağazası yıldızlar
için tasarlanmıştı. Eşlerini beklerken canı sıkılan erkeklerin Ka­
liforniya kızlarını izleyebileceği açık, bitkilerle dolu bir sundur­

63
Gucci Hanedanı

ması vardı. Devasa boyuttaki cam ve bronz kapı, zümrüt yeşili


bir halıyla döşenmiş ve Giotto’dan ilham alınarak, Murano camı
ve Floransa bronzundan yapılmış sekiz adet avizeyle aydınlatı­
lan zarif bir mekâna açılıyordu. Rodolfo, açılışı kaydetmesi için
bir film ekibi bile tutmuştu.
Önceki yıl, uzun süreli bir hayalin gerçek olmasıyla Gucci,
Floransa’daki Via Tornabuoni’de kapılarını açmıştı. O zamana
kadarki en şık ve lüks mağaza olan Via Tornabuoni mağazası­
nın, özenle hazırlanmış giriş kapıları, pastel renklerde süsleme­
leri, kalın dokumah halıları, pırıl pırıl ceviz ağacından vitrinleri
ve göze çarpmayan aynaları vardı. Deri kaplı ve her yerde bulu­
nan kırmızı ve yeşil dokumalarla süslenmiş bir asansör, aileyi ve
personeli satış yapılan dört kat ile ofis alanı arasında taşıyordu.
Gucciler ayrıca Roberto’nun ofisine, satış katının her bir köşe­
sini kontrol edebileceği bir dizi kamera yerleştirmişti. “Her yeri
görebiliyordum,” diye hatırlıyordu Roberto kıkırdayarak, “an­
cak üç yıl sonra sendikalar onları kaldırmamı istedi - bunun
işçilerin mahremiyetine karşı bir ihlal olduğunu söylediler.”
Via Tornabuoni’nin açılmasıyla birlikte Gucci satış personel­
lerinin üniforma giymesini de zorunlu kıldı: erkekler için beyaz
gömlek, siyah ceket, siyah kravat ve gri çizgili pantolon; kadın­
lar içinse kışın bordo, yazın bej renginde üç parçalı etek ceket
takımlar. Tezgâhtarlar asla Gucci mokasenleri giymez, basit to­
puklu ayakkabılar giyerdi - o günlerde çalışanların müşterilere
sunulan ürünleri giymeleri uygun görülmezdi.
Başlangıçta 1966 yılının Aralık ayında yapılması planlanan
Tornabuoni açılışı, Arno’nun kabaran sularının kıyılara taştığı
ve şehri sular altında bıraktığı, paha biçilemez sanat eserlerine
ve tarihi arşivlere zarar verdiği ve yerel dükkânlar ile ofisleri bir
buçuk iki metre yüksekliğine ulaşan sularla doldurduğu o meş­
hur kasım seli sebebiyle ertelenmişti. 4 Kasım 1966 sabahı alarm
verildiğinde, Floransa’da bulunan aile üyeleri Grimalda’nın eşi
Giovanni, Roberto, Paolo ve Vasco’dan ibaretti.
Hep birlikte, Via della Vigna Nuova’daki mağazanın bodrum
katında bulunan binlerce dolarlık depoyu ve malları güvende
olacakları ikinci kata taşıdılar.

64
Gucci, Amerika'ya Açılıyor

“Birkaç hafta daha Via Tornabuoni’ye taşınmamız gerekmi­


yordu ve bütün mallar halen Via della Vigna Nuova’da duruyor­
du,” demişti Giovanni.
Son eşyaları da bodrumdan ikinci kata taşırken ayaklarının
altındaki hah kabarmaya başlamıştı. İşleri bittiğinde, bellerine
kadar suyun içinde yürüyorlardı.
“Mağaza berbat haldeydi ancak deponun yüzde doksanı­
nı kurtarmıştık,” demişti Paolo, “ve Via Tomabuoni’deki yeni
bina birkaç ay içinde açılacak olduğu için burayı yeniden dekore
etme masrafına da girmemiz gerekmemişti. Sonuç olarak, ucuz
atlatmıştık.”
Neyse ki Via delle Caldaie’deki fabrika yüksek bir yerdeydi
ve neredeyse hiç hasar almamıştı. Sel suları çekildi ama sipa­
riş seli akmaya devam etti. Via delle Caldaie’deki zanaatkârlar
fazla mesai yapıyor fakat yine de yetişemiyorlardı. Gucci aile­
si kısa süre içinde genişlemeleri gerektiğini fark etti ve 1967’de
firma, Floransa’daki Scandicci banliyölerinde bir alan satın aldı.
Grimalda’nın eşi Giovanni, büyüyen Gucci imparatorluğu için
yeni bir fabrika inşa etmekle görevlendirildi. Tasarım, üretim ve
depolama alanları olan, yaklaşık 14 bin metrekarelik modern bir
fabrika olacaktı. Aldo ayrıca, bütün dünyadan işçilerle yılda iki
kez yapılan şirket toplantıları için otel ve toplantı tesisleri hayal
etmişti ama bu tesisler hiçbir zaman inşa edilmedi.
1966’da Rodolfo, İtalyan sanatçı Vittorio Accornero’nun yar­
dımıyla başka bir Gucci ikonu olan Flora eşarbını yarattı. Bir
gün Monako Prensesi Grace, Milano mağazasına geldi ve Ro­
dolfo onu karşılayıp mağazayı gezdirmek için aceleyle ofisin­
den çıktı. Gezinin sonunda Rodolfo prensese döndü ve ona bir
hediye vermek istediğini söyledi.
Prenses itiraz etti fakat Rodolfo ısrarcı olunca, “Madem ısrar
ediyorsunuz, o zaman bir eşarba ne dersiniz?” dedi.
Prenses Grace’in bilmediği şey, üstünde üzengi, kuyruk ya
da Hint motifleri bulunan 70 santimetrelik küçük olanlar dı­
şında Gucci’nin neredeyse hiç eşarp üretmemiş olmasıydı ve
Rodolfo bunların bir prensese uygun olmadığını düşünüyordu.

65
Gucci Hanedanı

Hazırlıksız yakalanan ve biraz zaman kazanmaya çalışan Rodol­


fo, prensese aklında tam olarak nasıl bir eşarp olduğunu sordu.
“Şey, bilmiyorum,” diye yanıtladı prenses. “Üzerinde çiçek­
ler olan bir şeye ne dersiniz?”
Rodolfo ne diyeceğini bilmiyordu. Zihni çılgınca çalışıyordu.
“Prenses,” dedi büyüleyici bir gülümsemeyle, “şu anda tam
da öyle bir eşarp geliştiriyoruz. Size söz veriyorum ki tamamla­
nır tamamlanmaz ona sahip olan ilk kişi siz olacaksınız.”
Bunun üzerine, ona bambu saplı bir çanta verdi ve onu uğur­
ladı. Prenses mağazadan dışarıya adımını atar atmaz Rodolfo,
oyunculuk günlerinden tanıdığı Vittorio Accornero’yu aradı.
“Vittorio, hemen Milano’ya gelebilir misin? Harika bir şey oldu!
Accornero, yakın mesafedeki Cuneo’dan Milano’ya geldi ve
Rodolfo ona Prenses Grace’in ziyaretini anlattı.
“Vittorio,” dedi Rodolfo arkadaşına. “Çiçek patlaması olacak
bir eşarp tasarlamanı istiyorum! Doğrusal bir tasarım istemi­
yorum, bir patlama istiyorum. Bu eşarba hangi açıdan bakılırsa
bakılsın çiçekler görünsün istiyorum.”
Accornero denemeyi kabul etti ve tamamlanmış çizimlerle
döndüğünde bu Rodolfo’nun tam olarak hayal ettiği şey olan
muhteşem bir çiçek bereketiydi. Milano’nun hemen kuzeyin­
deki Como bölgesinde bulunan, İtalya’nın en büyük ipek baskı­
cılarından biri olan Fiorio’dan 90 santimetrelik büyük bir kare
kumaşa basmasını istedi. Fiorio, tonlar birbirine karışmadan
kırktan fazla rengin basılabildiği, serigrafi benzeri bir teknik ge­
liştirmişti. Eşarp tamamlandığında Rodolfo, Prensese elleriyle
teslim etti. Ne orijinal tasarım ne de eşarbın kendisi o günden
beri bulunamadı ancak Flora, Gucci’nin ipek bölümünün ge­
nişlemesini hızlandırdı ve daha sonradan kıyafetlere, çantalara,
aksesuarlara ve hatta mücevherlere bile uyarlandı. “Mini-Flora”
denen daha küçük bir versiyonu da popüler oldu. Flora, birkaç
yıl sonra ince kumaştan yapılan çok çeşitli kıyafetlere de kapı­
larını açtı. Accornero her yıl Gucci için iki ya da üç eşarp üret­
meye başladı.
1960’lann ortalarında Gucci, ürünlerini yüksek kaliteli,

66
Gucci, Amerika'ya Açılıyor

zevkli bir şekilde zarif ve kullanışlı bulan bilgili bir elit tabaka
tarafından tanınıyordu. Ancak Gucci’yi bütün dünyada bir sta­
tü sembolü yapan şey, o zamana kadar önemsenmeyen bir yan
ürün oldu: tarak kısmının üstünde metal bir gem olan klasik,
alçak topuklu bir loafer. Klasik, alçak topuklu bir mokasen olan
bu erkek ayakkabısına Model 175 dendi. Ardından kadınlar için
daha şık bir versiyonu geldi.
“Gucci henüz başarılı olamamıştı,” diyordu Logan Bentley
Lessona. “Zengin müşterileri tarafından biliniyordu fakat üst
orta sınıf müşteriler tanımıyordu. Ayakkabı, bu ismin duyul­
masını sağladı.”
İlk olarak 1950’lerin başında, ayakkabıcılık işinde akrabaları
olan bir fabrika işçisinin önerisiyle üretildiği düşünülen ayak­
kabı, üretime sokuldu ve İtalya’da bugünün on dört dolarına
dek gelecek bir paraya satıldı. Gucci, New York mağazasında
/oa/er’ları satmaya başladığında ince topuklular modaydı ve bu
ayakkabılar garip karşılandı, neredeyse hiç satmadı. Ancak tarz
sahibi kadınlar kısa sürede uygun fiyatlı, alçak topuklu mokase­
nin şık rahatlığına kendilerini kaptırdı.
Şirkette Model 360 olarak bilinen Gucci’nin orijinal kadın
mokaseni, üzeri gem şeklinde bir metal parçasıyla süslenmiş
yumuşak, esnek deriden yapılmıştı ve üst kısmında parmak­
lara doğru daralan ve sonra genişleyen iki kabarık dikiş vardı.
1968 yılında orijinal model biraz değiştirildi ve Model 350 ola­
rak adlandırıldı, bu sözde statü ayakkabısı çok fazla kopyalanır
hale geldi. Biraz daha şık olan bu ayakkabı, içine dar bir altın
zincir gömülü olan ve ön kısmı boyunca da uyumlu bir zincir
bulunan, deri kaplı topuğa sahipti. Yedi deri (dana, kertenkele,
devekuşu, domuz, timsah, ters çevrilmiş dana ve rugan) ve alı­
şılmadık türden pembemsi bej ve soluk badem yeşili de dahil ol­
mak üzere yeni bir renk yelpazesiyle sunuluyordu. International
Herald Tribüne gazetesi, ayakkabının çıkışını uzun bir yazı ve
büyük bir fotoğrafla sundu: “Gucci’nin neredeyse Roma’ya git­
meye değecek yeni mokasenleri çıktı,” diye yazmıştı gazetenin
saygın moda eleştirmeni Hebe Dorsey.

67
Gucci Hanedanı

1969 yılında Gucci, ABD’deki on mağazasında toplam 84 bin


çift ayakkabı satmıştı, bunların 24 bini sadece New York’ta sa­
tılmıştı. O zamanlarda Gucci, renkli grafik baskıları Giorgini ve
Sala Bianca defileleri sayesinde meşhur olan kıyafet tasarımcısı
Emilio Pucci dışında New York’ta kendi mağazası bulunan bir­
kaç İtalyan mağazasından biriydi. Şık New Yorkluların ağzına
dolanan söz “Gucci-Pucci” idi.
Bazı gözlemciler, Gucci mokaseninin yetmişlere ve seksen­
lerin başına kadar devam eden patlaması karşısında şaşkına
döndü. O zamanlar Revlon’un kıdemli başkan yardımcısı ve
bu ayakkabıların istekli bir kullanıcısı olan Paul P. Woolard,
Gucci’nin zaten var olan bir eğilimi modaya dönüştürmesi kar­
şısında şaşkına döndü. “1978’de New York Times’a. “Bunlar bildi­
ğimiz İtalyan penny loafer,”' demişti.
Aldo, zengin İtalyan sanayicilerin eşlerinin seyahat ederken
bu ayakkabıları giydiğini gördüğünde ayakkabının tuttuğunu
hemen hissetmişti. Alçak topuklu (iki buçuk santimetreden
daha az), rahat ve hem eteklerle hem de pantolonlarla şık görü­
necek şekilde çok yönlüydü.
Otuz iki dolarlık fiyatıyla Gucci loafer satın alınabilecek en
uygun fiyatlı -ve görünür- statü sembollerinden biriydi. “Sta­
tü sembolü her zaman yarı gizli olmuş, elbiseleri gerçekten
önemseyen ve bir kulüp arması gibi giyinen kadınlar tarafın­
dan paylaşılmıştır,” diye yazmıştı o zamanlar moda konusunda
köşe yazarı olan Eugenie Sheppard. Uygun bir fiyat karşılığında
modaya uygun görünen, rahat bir iş ayakkabısı olan loafer, kısa
süre içinde sekreterler ve kütüphaneciler arasında popüler hale
geldi. Bu başarıyla birlikte yeni sorunlar ortaya çıkmıştı.
“O kadar çok sekreter ve tezgâhtar gelip mokasenleri satın
almaya başladı ki düzenli müşteriler kendilerini kenara itilmiş
buldular ve bundan memnun değillerdi,” diyordu Lessona.
Aldo, başka bir dâhice hamle yaparak St. Regis Oteliyle bir
anlaşma yaptı ve 1968 sonbaharında puro dükkânı/gazete bayisi
1950’lerde üretilmiş olan ve ayakkabının ön kısmındaki yarım ay
şeklindeki kesimin içine bozuk para koyma geleneği başlattığı için bu
isimde adlandırılan ayakkabı türü, -çn

68
Gucci, Amerika'ya Açılıyor

olarak kullanılan alanı devralıp bir ayakkabı butiğine dönüştür­


dü. Burası, New York’un çalışan kadınlarına ayakkabı denemek
için bolca alan verdi ve Beşinci Cadde’deki esas mağaza her za­
manki müşterilerine hizmet vermek için özgür kaldı.
Loafer ayrıca Washington D.C.’deki meclis üyelerinin ve lo­
bicilerin ayaklarına da ulaşarak Kongre salonlarına “Gucci Kan­
yonu” lakabını kazandırdı. 1985’te Gucci loafer, Diana Vreeland
tarafından düzenlenen bir sergide, New York’taki Metropolitan
Sanat Müzesinde sergilendi ve halen müzenin kalıcı koleksiyo­
nunun bir parçasıdır.
Erkekler de bu statü sembolü fikrini sevmişti, bu yüzden
Gucci onlar için de yeniden loafer tasarladı. Frank Sinatra, kırk
çiftten oluşan Gucci koleksiyonuna eklemek için bir çift moka­
sen satın almak üzere sekreterini gönderdiğinde Gucci’nin yeni
Beverly Hills şubesi henüz kapılarını açmamıştı. Gucci ayrıca
erkek kemerleri, mücevherleri, sürücü terlikleri ve hatta “evrak
taşıma çantası” olarak adlandırılan bir erkek çantası üretmişti.
Red Skelton’ın bir dizi bordo renkte timsah derisinden valizi,
Peter Sellers’ın ise timsah derisinden bir evrak çantası vardı. La-
urence Harvey, şişeleri, bardakları ve buz kovasını tutmak için
parçalar içeren bir “bar çantası” sipariş etmişti. Sammy Davis Jr.,
Beverly Hills mağazasındaki gibi iki beyaz deri kanepe satın al­
mıştı. Gucci’nin diğer ünlü erkek müşterileri arasında Jim Kim-
berly, Nelson Doubleday, 111. Herbert Hoover, Charles Revson,
Senatör Barry Goldvvater ve film yıldızları George Hamilton,
Tony Curtis, Steve McQueen, James Garner, Gregory Peck ve
Yul Brynner bulunuyordu.
Gucci çantaları ve ayakkabıları birleşik statü sembolleri ha­
line geldiğinde, şirket onyıllar sürecek bir mücadeleye başlaya­
rak hazır giyime geçti. Paolo, 1960’ların ortalarında çoğunlukla
deriden ya da deri süslemeli parçalardan oluşan ilk Gucci kıya­
fetlerini tasarladı. Gucci ilk elbiselerinden birini 1968 yılındaki
Beverly Hills mağazasının açılışında sergiledi. Uzun kollu, eva­
ze elbise otuz bir farklı renkte, parlak ipekten çiçek baskıları
taşıyordu. Minik sedef düğmelerle tutturulmuş üç altın zincir,

69
Gucci Hanedanı

kazak tarzı boynu ve ön yırtmacı vurguluyordu ve çiçek moti­


finden düz renkler yakayı, kollan ve eteği süslüyordu. Başka bir
modeli ise at nah şeklinde gümüş düğmelere sahipti. Ertesi yıl
Gucci, üzerinde çiçek ve böcek motifleri olan dört eşarptan ya­
pılmış ilk eşarp elbiseyi çıkardı.
1969 yazında Gucci, eski elmas baskılı canapa’mn evrim ge­
çirmiş hali olan GG monogramlı kumaşını piyasaya sürdü. Yeni
versiyonda iki G harfi birbirlerine 6 ve 9 gibi bakacak şekilde
yerleştirildi ve bir elmas şeklinde düzenlendi. Yeni monogramlı
kumaş, o sırada Louis Vuitton tarafından yapılana benzer ola­
rak, kadınlar için kozmetik çantası ve erkekler içinse tıraş takı­
mı çantası dahil olmak üzere, o zamanlar meşhur olan domuz
derisiyle süslenmiş bir valiz serisi için kullanıldı. Gucci yeni
valizi, Aldo’yu ödül alması için VVashingto D.C.’ye davet eden
Smithsonian Enstitüsündeki bir moda atölyesinde hevesli bir
izleyici kitlesine sundu. Valizin tanıtımını yapmak için bir nu­
mara olarak, Gucci aynı baskılı kumaştan yapılmış pantolon ve
etekler giymiş erkek ve kadın mankenleri, ellerinde monogram-
h çanta ve bavullarla sahneye çıkardı. Bu gösteri büyük bir alkış
aldı.
Gucci, ilk tam giyim koleksiyonunu 1969 yılında, Roma Alta
Moda moda haftasında sundu. Yeni kıyafetler sportif ve kulla­
nışlıydı; Aldo kadınların sadece özel günlerde değil, haftanın
her günü Gucci giymesini istiyordu.
“Zarafet bir tutum gibidir,” derdi. “Sadece çarşamba ya da
perşembe günleri kibar olmazsınız. Eğer zarif biriyseniz haf­
tanın her günü öyle olmalısınız. Eğer öyle değilseniz, o zaten
başka bir konu.”
Koleksiyonda eldiven derisiyle süslenmiş tunik üst ve sarı
renkte sportif tüvit pantolondan oluşan takım elbise, alt kısmı
dar olan ve tilki postundan yapılmış, yine tilki postundan askı­
lara sahip uzun bir gece elbisesi, sportif kısa etekler ve şifonlar
ile takalarla belden birleştirilen süet sutyen ve etek takımları
bulunuyordu.
International Herald Tribüne gazetesinde moda köşe yazarı

70
Gucci, Amerika'ya Açılıyor

olan Eugenia Sheppard, yeni kıyafetlerden hayranlıkla söz etti.


Özellikle de reglan kollu siyah deri yağmurluğu ve Gucci’nin en
popüler çantalarından biriyle uyumlu kırmızı ve mavi renkteki
kanvas kemeri övmüştü. Ayrıca yeni emaye takılara ve malakit
ile kaplangözü taşı renklerinde kadranlara sahip saatlere de
dikkat çekmişti.
1970’lerin başında Gucci ürünleri, beş dolarlık anahtarlık­
lardan yaklaşık bir kilogram ağırlığındaki ve birkaç bin dolar
değerindeki 18 ayar altından zincir bağlantılı kemerlere kadar
çeşitlilik gösteriyordu. Takip eden on yıl içinde, Gucci ürünleri­
nin çeşitliliği baş döndürücü bir hızla artacaktı.
“Bir Gucci mağazasından eli boş çıkmak zordu çünkü herkes
için her fiyat aralığında bir şeyler vardı,” diye anımsıyordu Ro­
berto. “Evde oturmaktan balık tutmaya, at biniciliğinden, kayak
yapmaya, tenis ya da polo oynamaya ve hatta derin su dalgıç­
lığına kadar her türlü etkinlik için bir insanı tepeden tırnağa
giydirecek iç çamaşırı dışında her ürün vardı! İki binden fazla
sayıda farklı ürünümüz vardı.”
1970’lerde Gucci, iki kıtada statü sembolü haline gelmişti.
Tamamen sahibi oldukları on mağaza dünyanın önde gelen baş­
kentlerine kapılarını açmışken, Gucci’nin ilk franchise mağazası
Brüksel’de, Roberto’nun gözetimi altında faaliyet gösteriyordu.
Aldo, Gucci’nin klasik ve şık tarzlarının popüler olması sebebiy­
le, Başkan John F. Kennedy tarafindan verilen “Amerika Birleşik
Devletlerinin ilk İtalyan büyükelçisi” unvanını bile almıştı.

71
4

Gençlik İsyanı

“Dikkatli ol, Maurizio,” diye inledi Rodolfo. “Bu kız hakkında


bilgi topladım. Onun sesini bile sevmiyorum. Bana onun kaba
ve hırslı olduğu, aklında paradan başka hiçbir şey bulunmayan,
sosyete meraklısı biri olduğu söylendi. Maurizio, bu kız sana
göre değil.”
Maurizio sakinliğini korumakta zorlanırken ağırlığını bir
ayağından diğerine verdi, bu odadan çıkıp gitmek istiyordu.
Çatışmadan ve en çok da otoriter babasıyla olanlardan nefret
ederdi. “Papa,” dedi. “Onu bırakamam. Ben ona âşığım.”
“Aşk!” diye homurdandı Rodolfo. “Bunun aşkla bir ilgisi yok,
onun paramızı ele geçirmek istemesiyle ilgisi var. Ama bunu
yapamayacak! Onu unutmak zorundasın! New York’a güzel bir
yolculuğa çıkmaya ne dersin? Orada seni ne kadar çok kadının
beklediğini biliyorsun!”
Maurizio öfkeli gözyaşlarını tutmaya çalıştı. “Mamma öldü­
ğünden beri beni hiç düşünmedin bile!” diye patladı. “Sadece
işini umursuyorsun. Benim için neyin önemli olduğunu, duy­
gularımın ne olduğunu düşünmeye zahmet bile etmedin. Sa­
dece senin emirlerine itaat eden bir robot olmamı istiyorsun.
Artık yeter, Papal Sen istesen de istemesen de Patrizia ile ola­
cağım!”

72
Gençlik isyanı

Rodolfo şaşkınlık işinde oğlunu izledi. Utangaç ve uysal olan


genç Maurizio kendisiyle daha önce asla böyle konuşmamıştı.
Maurizio’nun arkasını dönüp odadan çıkışını ve daha önce
hiç görmediği bir kararlılıkla merdivenler yukarı koşuşunu
izledi. Babasıyla tartışmanın bir anlamı yoktu ama Maurizio,
Patrizia’dan da vazgeçmeyecekti. Rodolfo’yla bağlarını kopara­
caktı.
“Seni mirastan reddedeceğim!” diye kükredi Rodolfo,
Maurizio’nun arkasından. “Beni duyuyor musun? Sen de o ka­
dın da bir kuruş bile alamayacaksınız!”
23 Kasım 1970 gecesi tanıştıklarında, Patrizia Reggiani
menekşe rengi gözleri ve minyon vücuduyla Maurizio’yu bü­
yülemişti. Maurizio için bu, ilk görüşte aşktı; Patrizia içinse
Milano’nun en gözde bekârlarından -ve İtalya’nın en çekici
isimlerinden- birini ele geçirmesinin başlangıcıydı. Maurizio
yirmi iki, Patrizia ise yirmi bir yaşındaydı.
Maurizio, arkadaşı Vittoria Orlando için düzenlenen sosye­
te partisindeki neredeyse herkesi tanıyordu. Orlandolarm aile
evi, şehrin kalbinde, Milano’nun en zengin girişimcilerinden
bazılarına en sahipliği yapan, ağaçlarla donatılmış prestijli bir
bulvar olan Via dei Giardini’deydi. Maurizio diğer konukların
çoğunu tanıyordu - bunlar şehrin önde gelen ailelerinin oğul­
ları ve kızlarıydı. Yaz aylarında aynı grup, Milano’nun arabayla
yaklaşık üç saat batısında bulunan Santa Margherita’daki Li-
gurya sahillerinde bir araya gelirdi. Orada, Patty Pravo, Milva ve
Giovanni Battisti gibi o zamanın önde gelen pop şarkıcılarının
sahne aldığı bir diskoteği ve sahil kıyısında popüler bir sauna ile
restoran olan Bagno del Covo’da toplanırlardı.
Maurizio içki ve sigara içmezdi, sohbetlere katılma konu­
sundaki yeteneğini de henüz geliştirmemişti. Sırık gibi boyuyla,
birkaç ergen aşkı dışında kimseyle ciddi bir şekilde flört etme­
mişti. Rodolfo Maurizio’ya yalnızca iyi ailelerinin kızlarıyla iliş­
ki kurması gerektiğini pek çok kez tembihleyerek onun büyük
aşk kaçamaklarını hızlıca bertaraf etmişti.
Maurizio o akşamı çok sıkıcı bulmuştu - ta ki kıvrımları­

73
Gucci Hanedanı

nı ortaya çıkaran kırmızı parlak bir elbise giyen Patrizia odaya


girene kadar. Gözlerini ondan alamıyordu. Klapaları olmayan,
tuhaf görünümlü bir smokin giyen Maurizio, elinde kadehiy­
le tanınmış bir işinsanınm oğluyla dalgın dalgın konuşurken
Patrizia’nın arkadaşlarıyla gülüp sohbet etmesini izliyordu.
Koyu göz kalemi ve yoğun maskarasıyla çarpıcı bir şekilde mak­
yaj yapılmış menekşe rengi gözleri zaman zaman parıldıyor ve
koyu sarı saçları rahat bir şekilde omuzlarına dökülen adamın
içeri girdiğinden beri kendisine baktığını fark etmemiş gibi
davranarak başka tarafa çevriliyordu. Patrizia onun kim oldu­
ğunu çok iyi biliyordu. Vittoria, kendisiyle aynı binada yaşayan
Patrizia’ya Maurizio hakkmdaki her şeyi anlatmıştı.
Maurizio en sonunda uzanıp arkadaşının kulağına, “Şurada,
Elizabeth Taylor’a çok benzeyen, kırmızı elbiseli kız kim?” diye
fısıldadı.
Arkadaşı gülümsedi. “Adı Patrizia ve kendisi Milano’da
önemli bir nakliye şirketini yöneten Fernando Reggiani’nin kı­
zıdır,” diye cevapladı arkadaşı, Maurizio’nun kırmızı elbiseye
sabitlenen gözlerini takip ederek. Duraksadı ve sonra imalı bir
şekilde ekledi, “Yirmi bir yaşında ve sanırım boşta.”
Maurizio, Reggiani’nin adını daha önce hiç duymamıştı ve
kızlara teklifte bulunmaya alışkın değildi -genellikle kızlar ona
yaklaşırdı- ancak cesaretini topladı ve Patrizia’nın arkadaşlarıy­
la konuştuğu odanın diğer ucuna doğru ilerledi. Ona uzun, ince
bir bardakta punch uzatarak içki masasında lafa girdi.
“Sizi neden daha önce hiç görmedim?” diye sordu Maurizio,
soğuk bardağı ona uzatırken kendi parmaklarını onunkilere
dokundurmuştu. Bu, kıza bir erkek arkadaşı olup olmadığını
sorma yoluydu.
Menekşe rengi gözlerini adamın yüzüne sabitlerken koyu
renkli kirpiklerini kırpıştırarak, “Sanırım beni hiç fark etmedi­
niz,” diye karşılık verdi cilveli bir şekilde.
“Size daha önce Elizabeth Taylor’a benzediğinizi söyleyen
oldu mu?” diye sordu Maurizio ona.
Bu benzetme karşısında gurur duyarak kıkırdadı kız -gerçi

74
Gençlik isyanı

daha önce de duymuştu bunu- ve ona uzun bir bakış attı. “Sizi
temin ederim ki ondan çok daha iyiyim,” diye cevapladı ve dış
tarafı kırmızın daha koyu bir tonuyla çerçevelenmiş, mercan
kırmızı dudaklarını kışkırtıcı bir şekilde büzdü.
Maurizio tepeden tırnağa kadar ürperdi. Şoka girmiş ve bü­
yülenmişti, tek bir kelime edemeden ona bakakaldı, gözleri ka­
maştı ve heyecanlandı. Bir şeyler söylemek için yanıp tutuşarak
garip bir şekilde, “Ahhh, ba-ba-babanız ne iş yapıyor?” diye sor­
du ve hafifçe kekelediğini fark edince kızardı.
“Kendisi kamyon şoförü,” diye yanıtladı Patrizia kıkırdaya­
rak, sonra Maurizio’nun suratındaki kafası karışmış ifadeyi gö­
rünce gülmeye başladı.
“Ama... ah, ben düşündüm ki... o bir işinsanı değil miydi?”
diye bocaladı Maurizio.
“Sen bir şapşalsın.” Patrizia neşeyle güldü. Adamın sadece
dikkatini değil, beğenisini de kazandığını biliyordu.
“Başlangıçta, ondan hiç hoşlanmamıştım,” diye hatırlıyor­
du Patrizia. “Başka biriyle nişanlıydım. Ama nişanlımdan ay­
rıldığımda Vittorio bana Maurizio’nun deli gibi âşık olduğunu
söyledi - böylece yavaş yavaş her şey başladı. Tüm hatalarından
sonra dönüştüğü insana rağmen sevdiğim adamdı o.”
O zamanki arkadaşları Patrizia’nın sadece zengin bir adamla
değil, aynı zamanda ismi olan bir adamla evlenmek istediğini
hiçbir zaman saklamadığını söylüyordu. “Patrizia oldukça zen­
gin bir sanayici arkadaşımla görüşüyordu ama annesi için adam
yeterince isim sahibi değildi, bu yüzden Patrizia onu bıraktı,”
dedi bir arkadaşı.
Maurizio ve Patrizia, Santa Margherita’daki gruptan başka
bir çiftle birlikte çifte randevulara çıkmaya başladı. Çok geçme­
den Patrizia, Maurizio’nun düşündüğünü kadar boşta olmadı­
ğını keşfetti.
Maurizio’nun annesi Alessandra o beş yaşındayken ölmüş­
tü ve Maurizio, babasının ilgili ama katı ellerinde büyümüştü.
Annesinin sağlığı, Rodolfo ile Milano’daki yeni hayatlarının ta­
dını çıkarmaya başlamışken kötüleşmişti ve ailenin yakın arka­

75
Gucci Hanedanı

daşları, Maurizio’nun sezaryen doğumunun ardından kadının


rahminde tümör geliştiğini söylüyorlardı. Kanser yavaş yavaş
bütün vücuduna yayıldı ve onun güzel yüzüyle vücudunu mah­
vetti. Rodolfo küçük Maurizio’yu düzenli olarak hastaneye, onu
ziyarete götürüyordu. Alessandra 14 Ağustos 1954’te öldü; resmi
rapor ölüm nedeninin pnömoni olduğunu söylüyordu. Daha
kırk dört yaşındaydı. Ölüm döşeğindeyken, henüz kırk iki ya­
şında olan Rodolfo’dan, Maurizio’nun başka bir kadına Mamma
demeyeceğine dair söz vermesini istedi. Derinden sarsılan Ro­
dolfo, arkadaşlarına üzgün bir şekilde, Alessandra’nın kendisine
hayatının en güzel yıllarını yaşattığını -ve daha da mutlu olma­
ları gereken yıllarda Maurizio’yu ve kendisini bırakıp gittiğini—
söylemişti. İlişkileri her zaman sorunsuz geçmemiş olsa da onu
sevgiyle anıyordu.
Genç Maurizio’nun bir anne figürüne ihtiyacı olduğuna dair
Guccio ve Aida’nın endişelerine rağmen Rodolfo yeniden ev­
lenmeyi ya da başka bir kadın arkadaş aramayı reddetti. Zaman
zaman birkaç kadınla görüşse de -çoğu oyunculuk günlerinden
kalma eski tanıdıklardı- Maurizio’ya zaman ayıramamaktan ya
da onu kıskandırmaktan korktuğu için ilişkilerini sınırlandır­
mıştı. Maurizio onu ne zaman bir kadınla konuşurken yakala­
sa, derdi Rodolfo, küçük çocuk babasının paltosunu gergin bir
şekilde çekiştirirdi. Floransa’nın kırsallarından basit, sağlam ve
genç bir kız olan Tullia, zaten Maurizio’nun mürebbiyesi olarak
çalışıyordu ve Alessandra’nın ölümünden sonra da Rodolfo’nun
küçük oğlunu yetiştirmesi için yardım etmek üzere orada kal­
dı. Maurizio evden ayrıldıktan çok sonra bile Tullia, Rodolfo’ya
bakmak için orada kalmıştı. Maurizio ve Tullia yakın olsalar da
asla ikinci bir anne olmamıştı - Rodolfo buna müsamaha gös­
termezdi.
Maurizio, Milano’nun Corso Monforte bölgesinde, on se­
kizinci yüzyıldan kalma pa/azzo’lar ve birkaç dükkânın bu­
lunduğu dar bir sokakta, onuncu kattaki aydınlık bir dairede
Rodolfo’yla birlikte yaşıyordu. Rodolfo daireyi, sadece Gucci
mağazasına kolayca yürünebildiği için değil aynı zamanda pre-

76
Gençlik İsyanı

fettura, yani polis merkezinin tam karşısında olduğu için de


seviyordu. Gözde ve zengin İtalyan isimlerin sık sık kaçırıldığı
günlerde, Rodolfo yardımın hemen sokağın karşısında olduğu
konusunda kendini güvende hissediyordu. Daire büyük değildi,
sadece Rodolfo, Maurizio, Tullia ile Rodolfo’nun kişisel şoförü
ve asistanı olan Franco Solari için birer oda vardı. Rodolfo aşırı­
lığı sevmediğinden gösterişli olmasa da zevkli bir şekilde döşen­
mişti. Rodolfo her sabah rengârenk takım elbiselerinden birini
giyer, kahvaltıda Maurizio, Tullia ve Franco’ya eşlik eder, sonra
da Gucci’nin birkaç blok ötedeki Via Monte Napoleone mağa­
zasına yürürdü. Akşamları yemek için döner, kendisi bitirene
kadar Maurizio’nun da masada kalması konusunda ısrarcı olur­
du. Onlar hâlâ yemek masasındayken Maurizio’nun arkadaşları
ararsa telefonu Tullia yanıtlardı.
“II signorino," derdi -Maurizio “Küçükbey” dediği için utanır
ve sinirlenirdi- “akşam yemeğini yiyor ve telefona gelemez.”
Akşam yemeğinden sonra, Maurizio arkadaşlarıyla görüş­
mek için acele ederken Rodolfo da kişisel bir film stüdyosu
kurduğu binalarının bodrumuna çekilirdi. Eski sessiz filmlerini
tekrar tekrar izlemeyi sever, Alessandra’yla geçirdiği o eski göz
ahcı günlerini anımsardı. Rodolfo hâlâ sık sık iş seyahatleri ya­
pardı, bu da Maurizio’nun yalnız ve üzgün hissederek büyüdü­
ğü anlamına geliyordu.
Annesinin ölümü Maurizio’da travmaya sebep olmuştu.
Yıllar sonra bile Matnma kelimesini söyleyemiyordu. Babasına
annesini sormak istediğinden ondan “quella persona” yani “o
kişi” olarak bahsediyordu. Bodrum kattaki stüdyosunda eski bir
Moviola üzerinde çalışan Rodolfo, Maurizio’ya annesinin nasıl
biri olduğunu göstermek için bulabildiği tüm film parçalarını
bir araya getirmeye başladı. Eski sessiz filmlerinden sahneleri,
Venedik’teki düğünlerinden görüntüleri ve Floransa kırsalların­
da Maurizio’nun annesiyle oynadığını gösteren aile sahnelerini
bir araya getirdi. Parça parça, Gucci ailesi hakkında, adına 11 Ci-

* Film kurgulamaya ve bu işlemi yaparken aynı zamanda izlemeye


yarayan bir cihaz, -çn

77
Gucci Hanedanı

nema nella Mia Vita, yani Hayatımdaki Film dediği uzun metrajlı
bir film yarattı. Bu film, Rodolfo’nun yıllarca gözden geçirdiği
ve düzenlediği, her şeyi tüketen bir proje olarak hayatının işi
haline geldi.
Bir pazar sabahı, Maurizio dokuz ya da on yaşlarında bir
özel okula giderken, Rodolfo filminin ilk gösterimi için daire­
lerine sadece kısa bir yürüyüş mesafesinde bulunan ve Vittorio
Emanuele alışveriş pasajının altındaki Ambasciatori sinemasına
Maurizio’nun bütün sınıfını davet etti. Rodolfo annesini ilk kez
daha önce hiç bilmediği bir halde, göz alıcı genç bir oyuncu,
romantik bir genç gelin ve mutlu genç bir anne -kendi annesi-
olarak görüyordu. Gösterimin ardında o ve Rodolfo birkaç blok
ötedeki evlerine yürüdü. İçeri girer girmez Maurizio kendisini
oturma odasındaki kanepeye attı ve daha fazla ağlayamayacak
hale gelene kadar, “Mamma! Mamma! Mamma!” diye hıçkırdı.
Maurizio büyüdükçe Rodolfo ondan Gucci aile geleneğinde
olduğu gibi okuldan sonra ve hafta sonları mağazada çalışması­
nı bekliyordu. Rodolfo onu, Via Monte Napoleone dükkânında
bulunan ve Maurizio’ya paketlerin ustaca nasıl sarılacağını öğ­
retecek olan Signore Braghetta’nın yanma çırak olarak verdi.
O zamanlar Milano mağazasını yöneten Francesco Gittardi,
“Braghetta’nın paketleri çok güzeldi,” diye hatırlıyordu. “Sadece
20 bin liretlik bir anahtarlık alsanız bile onu evinize Cartier’den
bir mücevher gibi görünecek bir paketin içinde götürürdünüz. ”
Rodolfo’nun Maurizio’yla olan ilişkisi yoğun ve kendine
münhasırdı, Rodolfo’nun sahipleniciliği baskın durumday­
dı. Maurizio’nun kaçırılabileceğinden korkan Rodolfo, oğlu
ne zaman bisiklet sürmeye çıksa Franco’nun arabayla onu ta­
kip etmesini emrederdi. Hafta sonları ve tatillerde baba oğul,
Rodolfo’nun Saint Moritz’de parça satın aldığı mülke çekilirdi.
Yıllar boyunca Rodolfo, Gucci’nin istikrarlı bir şekilde artan
gelirinden kendisine ait payı, nihayetinde on dokuz bin metre
kareden daha büyük cennet gibi bir arazi elde edinceye kadar,
Saint Moritz’in en seçkin alanlarından birindeki Suvretta tepe­
sinde mülk satın almak için harcamıştı. Fiat otomotiv grubu

78
Gençlik isyanı

başkam Gianni Agnelli, Herbert von Karajan ve Şah Kerim Ağa


Han’ın da orada tatil evleri vardı ve Agnelli’ye Gucci ailesinden
lüks mülkü satın alması için birkaç teklif yapması söylenmiş­
ti. Rodolfo inşa ettiği ilk köşke Suvretta Chesa Murezzan, yani
yerel İsviçre lehçesindeki anlamıyla “Maurizio’nun evi” adını
verdi. Rodolfo, çatının çıkıntısının altına Floransa’nın sembo­
lü olan bir zambak çiçeğiyle birlikte aile armasını monte ettiği
dış duvarlar için yakınlardaki bir vadiden tedarik ettiği şefta­
li tonlarındaki taş levhaları şahsen seçmiş ve taşımıştı. Che­
sa Murezzan, Rodolfo birkaç yıl sonra ikinci ev olarak Chesa
D’Ancora’yı inşa edinceye kadar Rodolfo ve Maurizio’nun inziva
yeri oldu. Engadin vadisine bakan tepenin üst kısımlarında bu­
lunan Chesa D’Ancora, ahşap balkonlara ve yalın ahşap kirişlere
sahipti. O zamandan sonra Chesa Murezzan hizmetkâr kanadı
olarak kullanılırken oturma odası Rodolfo’nun en sevdiği film­
ler için dev bir sinema salonuna dönüşmüştü. Rodolfo’nun bir
gözü, eski tarzdaki panjurlarına elle çiçek desenleri çizilmiş ve
ön bahçesinde mavi çiçekler bulunan, büyüleyici bir ahşap ev
olan komşu köşkün üzerindeydi. 1929’da inşa edilen ve L’Oiseau
Bleu olarak adlandırılan köşk, yıllar içinde kendisine Saint Mo-
ritz’deki mülkü satan yaşlı bir kadının eviydi. Rodolfo zaman
içinde kadınla dostluk kurmuş, ona çay içmeye ve asla bitmeye­
cek gibi görünen ikindi sohbetleri için uğrar olmuştu. Rodolfo,
L’Oiseua Bleu’nün yaşlılığını yaşamak için kusursuz bir yer ola­
bileceğini düşünüyordu.
Rodolfo parayı ondan esirgeyerek Maurizio’ya paranın de­
ğerini öğretmeyi denedi ve ona kısıtlı miktarda cep harçlıkları
verdi. Maurizio araba kullanacak yaşa geldiğinde Rodolfo ona
popüler bir Alfa Romeo modeli olan hardal sarısı renginde bir
Giulia aldı. Güçlü motoruyla yüksek kaliteli ve sağlam olan bu
araba -İtalya’da yıllar boyunca ulusal polizia’nin ekip arabaları
olarak kullanılmıştı-, Maurizio’nun hayalini kurduğu Ferrari
değildi. Rodolfo ayrıca Maurizio’ya karşı, okul olan günlerde
gece yarısından çok önce eve gelmesini beklediği katı bir saat
kısıtlaması da uyguluyordu. Babasının otokratik ve biraz da

79
Gucci Hanedanı

nevrotik kişiliğinden korkan Maurizio, ondan bir şey istemek­


ten nefret ederdi. En gerçek dostluğu ve yoldaşlığı, kendisinden
on iki yaş büyük bir adamda buldu - Rodolfo’nun kendisini iş
gezilerine götürmesi için işe aldığı Luigi Pirovano. Maurizio
daha on yedi yaşındaydı. Harçlığı bittiğinde Luigi ona ihtiyacı
olan parayı verirdi; park cezaları yediğinde Luigi onları öderdi;
bir kızı randevuya çıkarmak istediğinde Luigi ona arabayı verir
ve Rodolfo’yu idare ederdi.
Maurizio, Milano’daki Katolik Üniversitesi’nde hukuk eğiti­
mine doğru ilerlerken Rodolfo oğlunun herkese çok güvenen
ve kolay aldanan biri olduğundan endişeleniyordu. Bir gün, Ro­
dolfo onu karşısına ahp bir baba oğul konuşması yaptı.
“Hiçbir zaman unutmamalısın, Maurizio. Sen bir Gucci’sin.
Sen başkalarından farklısın. Pençelerini sana -ve senin serveti­
ne- geçirmek isteyen birçok kadın mevcut. Dikkatli ol, çünkü
kariyerlerini senin gibi genç erkekleri tuzağa düşürme üzerine
kuran kadınlar var.”
Yaz aylarında Maurizio’nun yaşıtları İtalya’nın sahil belde­
lerinde tatil yaparken Rodolfo, Maurizio’yu Gucci America’nın
okyanus ötesine açılmasıyla ilgilenen amcası Aldo’nun yanın­
da çalışmak üzere New York’a gönderirdi. Maurizio, Rodolfo’ya
hiçbir zaman endişelenmesi için bir sebep vermemişti - ta ki
Via dei Giardini’deki partiye kadar.
Başlangıçta Maurizio, Rodolfo’ya Patrizia’dan bahsetme ce­
saretini bulamamıştı. Her akşam olduğu gibi babasıyla yemek
yerdi. Maurizio’nun sabırsızlığını sezen Rodolfo’nun hareketleri
ise acı verici şekilde yavaştı - Maurizio ıstırap içinde kıvranır­
ken yemeği elinden geldiğince uzatıyordu. Rodolfo yemeğini
bitirir bitirmez Maurizio masadan kalkmak için izin ister ve bir
arkadaşının dediği gibi “cep Venüs’ü” Patrizia’yla buluşmak için
acele ederdi.
“Nereye gidiyorsun?” diye sorardı Rodolfo onun ardından.
“Arkadaşlarımla dışarı çıkacağım,” diye yanıtlardı Maurizio
belirsiz bir şekilde.
Rodolfo, başyapıtı üzerinden çalışmak için bodrumdaki

80
Gençlik isyanı

gösterim odasına inerdi. O eski siyah beyaz film parçalarım


tekrar tekrar izlerken Maruizio da tanıştıkları gece giydiği kır­
mızı elbiseden dolayı Patrizia’ya taktığı isim olan folletto rosso,
yani “küçük kırmızı perisine” koşardı. Patrizia ona “Mau” derdi.
Maurizio’nun yıllardır en sevdiği restoranı olmaya devam eden,
şehir merkezinde ev tarzı bir trattoria olan Santa Lucia’da sık
sık akşam yemeği yerlerdi. O gönülsüz bir şekilde yemeğini
didiklerken, Patrizia onun iştahsızlığını merak ederek lezzetli
ev yapımı makarna ve risotto’ların tadını çıkarırdı. Daha son­
ra Maurizio’nun iki akşam yemeği yediğini keşfetti - biri evde
babasıyla ve diğeri de dışarıda kendisiyle. Maurizio’nun ayakla­
rı, kendisinden sadece birkaç ay küçük olan ama kendisinden
çok daha görmüş geçirmiş ve deneyimli gibi görünen Patrizia
tarafından yerden kesilmişti. Onun karanlık ve baştan çıkarıcı
bakışlarının, kuaförlerde ve makyaj aynasının önünde geçirilen
saatlerin eseri olduğunu fark ettiyse bile umursamıyordu. Genç
bir kızken bile Patrizia’nın tarzı yapay ve fazla abartılıydı. Ar­
kadaşları, Patrizia sahte kirpiklerini çıkarıp dalgalı saçlarını ta­
radığında ve topuklu ayakkabılarını çıkardığında Maurizio’nun
onda ne bulduğunu kendilerine sorardı - ancak Maurizio
onunla ilgili her şeye hayrandı. İkinci randevularında ona ev­
lenme teklifi etmişti.
Maurizio’yu altüst eden değişimi fark etmek Rodolfo’nun bi­
raz zamanını almıştı. Bir gün elinde telefon faturasıyla oğlunun
karşısına dikildi.
“Maurizio!” diye bağırdı.
“Si, Papa?” diye yanıtladı Maurizio yan odadan şaşkın bir şe­
kilde.
“Bütün bu telefon konuşmalarını yapan sen misin?” diye
sordu Rodolfo, Maurizio başını babasının çalışma odasından
içeriye uzatırken.
Maurizio kızardı ve cevap vermedi.
“Maurizio, bana cevap ver. Şu telefon faturasına bak! Bu kor­
kunç!”
“Papa,” diye iç çekti Maurizio, o ânın geldiğini biliyordu. “Bir

81
Gucci Hanedanı

kız arkadaşım var,” dedi odaya girerken. “Ve ben onu seviyorum.
Onunla evlenmek istiyorum.”
Patrizia, Milano’nun iki saatten az bir mesafedeki güney
bölgesinde bulunan Emilia-Romagna’daki bir kasaba olan
Modena’da babasının restoranına yardım eden, basit bir geçmi­
şe sahip kızıl saçlı bir kadın olan Silvana Barbieri’nin kızıydı.
Merkezi Milano’da bulunan başarılı bir nakliye işinin kurucu
ortağı Fernando Reggiani, kasabadan geçerken çoğu zaman bir
öğle ya da akşam yemeği için aile restoranına uğrardı. Kendisi
de Emilia-Romagna’dan olan adam, hem büyüdüğü yerin do­
yurucu yöresel yemeklerinden hem de kızıl saçh kızın masalar
arasında dolaşmasını ve servise hazır yemekler için kasadaki
zile basmasını izlemekten hoşlanırdı. Ellili yaşlarının ortasın­
da ve evli olan Reggiani, o zamanlar on sekiz yaşından büyük
olmayan Silvana’dan uzak duramazdı. Kız onun Clark Gable’a
benzediğini düşünüyordu.
“Bana ısrarcı bir şekilde kur yapıyordu,” diye hatırlıyordu
Silvana, yıllar sürecek ilişkilerine başlangıçlarını anlatırken. 2
Aralık 1948 doğumlu Patrizia’nın aslında Reggiani’nin kızı ol­
duğunu iddia ediyor, o sırada evli olduğu için onu kabul etme­
diğini söylüyordu. Ancak Patrizia, kendi çocukluğundan konu­
şurken Reggiani’den her zaman patrigno, yani üvey baba olarak
bahsederdi. Silvana, kızının bir soyadı olması için Martinelli
adında bölgenin yerlisi bir adamla evlendi ve Clark Gable’ınm
peşinden İtalya’nın iş başkentine gitti.
Reggiani’nin kamyon taşımacılığı işinin genel merkezinin
yakınlarındaki yarı endüstriyel bir mahalledeki Via Toselli’de
küçük bir daireye kızı Patrizia’yla taşman Silvana, “Ben sadece
tek bir adamın sevgilisi, metresi ve eşi oldum,” diye ısrar edi­
yordu,
Yıllar içinde Reggiani, savaştan önce ilk kamyonlarını sa­
tın almak için kaynaklarını bir araya getiren dört ortağın adı­
nın baş harflerinden oluşan şirketi Blort’tan iyi bir servet elde
etmişti. Alman ordusu daha sonra Blort’un kamyonlarına el
koymuş olsa da Reggiani savaştan sonra işini yeniden ayağa

82
Gençlik isyanı

kaldırdı ve tek mal sahibi olana kadar ortaklarının hisselerini


satın aldı. Milano’nun hem iş hem de dini topluluğunda saygın
biri haline geldi ve hayır kurumlarına yaptığı cömert bir bağış,
kendisine commendatore unvanını kazandırdı. Reggiani’nin eşi
Şubat 1956’da kanserden dolayı öldü ve o yılın sonunda Silvana
ile Patrizia Reggiani’nin Via dei Giardini’deki rahat evine taşın­
dılar. Birkaç yıl sonra Reggiani sessizce Silvana’yla evlendi ve
Patrizia’yı evlat edindi.
Silvana ve Patrizia, Reggiani’nin evinde yalnız olmadıklarını
keşfetti. Reggiani 1945 yılında ona bakamayan bir akrabasından
bir erkek çocuğu evlat edinmişti. On üç yaşındaki Enzo, sorun­
lu ve asi bir kişiliğe sahipti ve yeni gelenlere sinirlenmişti.
“Silvana senin yeni öğretmenin olacak,” demişti Fernando
çocuğa.
“O bana nasıl bir şey öğretebilir ki?” diye karşı çıkmıştı Enzo
babasına. “O cahil biri, konuşurken hata yapıyor.”
Enzo, Patrizia’yla da anlaşamıyordu; iki çocuk sürekli kavga
ediyor, Reggiani için evindeki yaşam katlanılamaz bir hale geli­
yordu. Katı kuralların ve ağır cezaların olduğu eski yöntemlerle
yetiştirilen Silvana başarısız bir şekilde Enzo’yu kontrol altına
almaya çalıştı. En sonunda Reggiani’ye gitti.
“O zeki biri değil, Fernando, okulda iyi değil,” dedi Silvana ve
Reggiani, Enzo’yu yatıh okula gönderdi.
Yeni babası ve aile yaşamından çok memnun olan Patrizia,
Fernando’nun kalbini çaldı. Adam hiç utanmadan üzerine tit­
rerdi; Patrizia ise ona “Papino” der ve âdeta tapardı. On beş ya­
şma geldiğinde, Fernando ona, Milano’nun doğusunda, şehrin
müzik konservatuvannın yakınlarındaki özel bir kız okulu olan
Collegio delle Fanciulle’deki arkadaşlarının önünde gururla
sergilediği beyaz bir vizon ceket vermişti. On sekizinci doğum
gününde evlerinin önüne park edilmiş, devasa bir kırmızı kur­
deleyle sarılmış bir Lancia Fulvia Zagato marka bir spor araba
buldu. Patrizia onunla dalga geçer, inancıyla ilgili sorular sora­
rak onu mahcup ederdi.
“Papino, eğer İsa’nın ebedi olması gerekiyorsa, neden onun

83
Gucci Hanedanı

adına ahşap heykeller yapılıyor?” diye yanıtlardı adam bir ce­


vap vermeye çalışırken. “Papino, Paskalya zamanı öpmek için
eğildiğin o ahşap İsa eskiden bir ağaçtı!” Reggiani yerinden fır­
layıp öfkeyle homurdanırken Patrizia kollarını onun boynuna
dolardı.
“Papino, bu pazar günü seninle kiliseye geleceğim!”
Reggiani, Patrizia’yı şımartırken Silvana ise onu yetiştiri­
yordu. Silvana onları Modena’dan Milano’ya getirmişti; bir
sonraki adımı atmak -şehirdeki en iyi ailelerin salonlarına
doğru- Patrizia’ya kalmıştı. Patrizia, Silvana’nın hırsının yaşa­
yan kanıtıydı. Ancak arabalar, kürkler ve diğer statü sembolleri,
annesinin basit kökenleri hakkında yüksek sesle fısıldayan ve
Patrizia’nın abartılı tarzıyla dalya geçen Patrizia’nın okul arka­
daşları arasında sadece dedikodu malzemesi oluyordu. Patrizia
evde geceleri annesiyle birlikte ağlıyordu.
“Onlarda olan ve bende olmayan şey nedir?” diye sordu acı­
nası bir şekilde. Silvana, Via Toselli’deki küçük dairedeki o diğer
hayatı geride bıraktıklarını hatırlatarak onu azarladı.
“Ağlayarak hiçbir şey elde edemezsin,” dedi. “Hayat bir savaş
ve sen de savaşmahsm. Önemli olan tek şey zenginliktir. Kötü
seslere kulak asma. Onlar senin kim olduğunu bilmiyor.”
Patrizia liseden mezun olduktan sonra bir çevirmen oku­
luna kaydoldu. Akıllıydı ve kolay öğrenirdi ancak asıl ilgi ala­
nı eğlenceydi. Sınıf arkadaşları onun sabah sekizde sınıfa nasıl
yalpalayarak girdiğini, üstündeki gösterişli kürkü çıkarıp geçen
geceden kalma dar ve sahte elmaslarla süslü gece elbisesini or­
taya çıkarışını hatırlıyordu.
“Her gece dışarı çıkardı,” diyordu Silvana başını sallayarak.
“Paltosunu göğsünün üzerine sımsıkı kapayarak veda etmek
için oturma odasına gelir ve ‘Papa, ben dışarı çıkıyorum,’ der­
di. Fernando saatine bakarak ‘Tamam ama on ikiyi çeyrek geçe
kapıyı kilitliyorum - o zamana kadar içeri girmemişsen merdi­
venlerde uyuyabilirsin!’ derdi. Patrizia çıktıktan sonra bana ba­
kar ve ‘Siz ikiniz benim aptal olduğumu düşünüyorsunuz ama
paltosunu göğsünde neden öyle sıkı sıkı kapadığını biliyorum.

84
Gençlik isyanı

Kızının o şekilde giyinerek dışarıya çıkmasına izin vermemeli­


sin,’ derdi. Her zaman benim hatam olurdu!”
Patrizia derslerini hiç umursamıyor gibi görünse de İtalyan-
caya ek olarak İngilizce ve Fransızcayı da kolayca akıcı bir şe­
kilde konuşur hale geldi ve Papino Reggiani’yi notlarıyla mutlu
etti. Aynı zamanda, kışkırtıcı tavırlarıyla Milano’da tanınır hale
de gelmişti.
“Patrizia’yla ilk kez bir arkadaşımın düğününde tanıştım.
Lavanta rengi güzel bir beyaz elbise giyiyordu ve altına hiçbir
şey giymemişti. O zamanlar bu bir skandaldi!” diye hatırlıyordu
eski bir tanıdığı. “Maurizio babası tarafından o kadar katı bir
şekilde yetiştirilmiş olsa da grubumuzdaki bütün erkekler onun
ne tür bir kız olduğunu biliyorduk. Aslında onlar da bana çok iyi
bildiklerini söylerdi ama Maurizio bunları duymak istemiyor­
du. Ona tamamen tutulmuştu.”
Rodolfo, Maurizio’nun Patrizia’ya aşkını ilan etmesi karşı­
sında şaşkına dönmüştü.
“Bu yaşta mı?” diye gürledi Rodolfo. “Sen gençsin, daha oku­
la gidiyorsun ve aile şirketindeki eğitimine bile başlamadın,”
diye karşı çıktı Rodolfo, Maurizio sessizce dinlerken. Rodolfo,
bir gün Gucci’nin başına geçmesi için Maurizio’yu yetiştirmek
istiyordu. Kardeşi Aldo’nun oğullarının hiçbirinin bu görevi al­
maya hazır olmadığını ve bu durumu Aldo’nun da fark ettiğini
biliyordu.
“Peki kimmiş bu şanslı kişi?” diye sordu Rodolfo oğluna kay­
gılı bir şekilde. Maurizio ona anlattı. Bu isim, bütün bu mesele­
nin son bulacağını ve Maurizio’nun bu kıza karşı ilgisini kaybe­
deceğini uman Rodolfo’ya hiçbir anlam ifade etmedi.
Rodolfo’nun gözünde muhtemelen hiçbir kadın Maurizio
için yeterince iyi değildi. Bazı zamanlar Rodolfo, Maurizio’nun
bir çocukluk arkadaşı olan ve sonradan Stavros Niarchos’Ia ev­
lenmiş ve ailesi Saint Moritz’de Rodolfo’nunkine yakın bir eve
sahip Marina Palma’yla evleneceğini umardı. Marina ve Mauri­
zio çocukken birlikte oynarlardı.
Önce Rodolfo için çalışmış ve sonra da Maurizio’nun sadık
sekreteri olan Liliana Colombo, “O kız Rodolfo’nun Maurizio

85
Gucci Hanedanı

için yeterince iyi olacağını düşündüğü biriydi,” diye hatırlıyor­


du. “Rodolfo, Maurizio’nun Marina’yla evlendiğini hayal eder­
di çünkü kız iyi bir aileden geliyordu ve babasını da tanıyordu.
Patrizia hakkında emin değildi.”
Maurizio ve Patrizia’nın ilişkilerinin yaklaşık altıncı hafta­
sında bir olay gerilimin açığa çıkmasına sebep oldu. Patrizia,
Maurizio’yu hafta sonu babasının suya bakan, çiçeklerle dolu
bir terasa sahip iki katlı küçük villasına davet etti. Zarif oyma
Venedik ürünleriyle döşenmiş olan ev Patrizia ve arkadaşlarının
buluşma noktasıydı.
“O ev bir liman şehri gibiydi,” diye hatırlıyordu Silvana.
“Nando eve focaccia getirirdi ve ben de tepsileri küçük sand­
viçlerle doldururdum, birkaç saat içinde hiçbir şey kalmazdı!”
Ancak o hafta sonu, Patrizia eve kaç kişinin akm ettiğini
umursamıyordu, sadece kimin geldiğiyle ilgileniyordu. Patrizia
bir şey olup olmadığını öğrenmek için Maurizio’nun evini aradı
ve telefona kendisi çıkınca şaşırdı.
“Babama gitmek istediğimi söyledim ama o izin vermedi,”
dedi Maurizio utana sıkıla.
Patrizia sinirlendi ve onun bu pısınkhğı karşısında şaşırdı.
“Sen yetişkin bir adamsın! Her şey için izin mi alman gereki­
yor? Bizim sevgili olmamız gerekiyor ve benimle yüzmek senin
için bir suç mu? Neden sadece bir günlüğüne gelmiyorsun?”
Pazar günü Maurizio babasına akşam döneceği sözünü ve­
rerek gelmişti ama akşam yemeğinde Patrizia onu gece orada
kalmaya ikna etti. Rodolfo, Mauirizo’nun eve gelmediğini fark
edince aradı. Silvana telefonu açtığında duyduğu tek şey di­
ğer uçta Rodolfo’nun esip gürlemesiydi. Patrizia’nın babasıyla
konuşmak istiyordu. Fernando Reggiani telefona geldiğinde
Maurizio’nun babası, “Oğlumla kızınız arasında olan şeyden
memnun değilim. Maurizio’nun dikkatini dağıtarak ders çalış­
masını engelliyor,” diye kükredi.
Reggiani, Rodolfo’yu sakinleştirmeye çalıştı ama adam onun
sözünü kesti.

* İtalyan mutfağındaki yassı ekmek türlerinin geneline verilen ad. -yhn

86
Gençlik isyanı

“Basta! Kızınıza artık Maurizio’yla görüşmeye izni olmadığı­


nı söyleyin. Onun sadece para peşinde olduğunu biliyorum ama
hiçbir zaman alamayacak. Asla! Anladınız mı?
Fernando Reggiani bu hakareti hafife alacak bir adam değil­
di ve Rodolfo’nun saldırısı onu derinden incitmişti.
“Çok kabasınız! Bu dünyadaki tek şeyin para olmadığını
bilmelisiniz,” diye karşılık verdi Fernando. “Kızım kimi isterse
onunla görüşmekte özgürdür. Ben ona ve onun duygularına
güveniyorum, eğer Maurizio Gucci ya da bir başkasıyla görüş­
mek istiyorsa bunu yapmakta özgürdür,” diye bağırdı telefonu
kapatırken.
Telefon görüşmesine kulak misafiri olan Maurizio yerin di­
bine geçmişti. O ve Patrizia o gece sahildeki diskoya dans etme­
ye gitmişlerdi ama kendisi hiç eğlenemedi. Ertesi sabah şafak
vakti ayrıldı ve Milano’ya geri döndü. Maurizio, endişe içinde
babasının çalışma odasının masif ahşap kapısını açtı. Muazzam
boyuttaki antika ahşap masasının arkasında oturan Rodolfo,
oğluna bir bakış attı ve Maurizio’ya evden dışarı çıkmasına ne­
den olan uyarı sinyalini verdi.
Bir saatten az bir süre Maurizio, Gucci’nin alametifarikası
olan yeşil ve kırmızı çizgili büyük valizini Via dei Giardini 3’ün
önüne bıraktı. Patrizia’nın evinin zilini çaldı. Kapıyı açtığında
onun ağır valizini ve üzgün mavi gözlerini görünce Patrizia’nın
da gözleri büyüdü.
“Her şeyimi kaybettim,” diye ağladı Maurizio. “Babam deliye
döndü. Beni mirastan men etti, hem sana hem de bana dargın.
Söylemiş olduğu şeyleri sana söyleyemem bile.”
Patrizia sessizce ona sarılarak başının arkasını okşadı. Son­
ra kollarını çözdü ve ona gülümsedi, kolları hâlâ Maurizio’nun
boynunda duruyordu.
“Biz Romeo ve Juliet gibiyiz, ailelerimiz de onların aileleri
Montaguelar ve Capuletler gibi,” dedi. Titremesini durdurmak
için elini tuttu ve sonra da onu hafifçe öptü.
“Ben şimdi ne yapacağım, Patrizia?” diye yakındı Maurizio.
“Kendi adıma bir kuruşum bile yok,” dedi neredeyse ağlayan bir
sesle.

87
Gucci Hanedanı

Patrizia’nın bakışları ciddileşti. “Benimle gel,” dedi, onu


oturma odasına çekerek. “Babam yakında gelecek. O seni sever.
Onunla konuşmalıyız.”
Fernando kızını ve genç Gucci’yi, kitaplıklar, antika bir ah­
şap masa, iki küçük sandalye ve bir koltuğun bulunda basit
ama zarif bir şekilde döşenmiş çalışma odasına aldı. Yaşlı adam,
Rodolfo’nun hakaretine duyduğu öfkeye rağmen Maurizio’yu
seviyordu.
“Commendatore Reggiani,” dedi Maurizio alçak bir sesle.
“Babamla beni evimden ve aile işimden ayrılmaya zorlayan bir
anlaşmazlık yaşadım. Hâlâ okula gidiyorum ve bir işim yok. Kı­
zınıza aşığım ve ona sunabilecek hiçbir şeyim olmasa da onunla
evlenmek istiyorum.”
Fernando dikkatle dinledi ve Rodolfo’yla aralarının açılması
hakkında Maurizio’ya daha fazla şey sordu. Oğlanın hem baba­
sıyla kavgası hem de Patrizia’ya duyduğu hisler hakkında doğ­
ruyu söylediğine inanıyordu. Maurizio’ya acıdı.
“Sana bir iş vereceğim ve sana evimi açacağım,” dedi Fernan­
do en sonunda, kelimelerini dikkatle seçerek, “okulunu bitir­
men ve kızımla birbirinize yaklaşmamanız şartıyla. Kendi çatım
altında hiçbir düzenbazlığa müsamaha göstermem ve eğer böy­
le bir şey olursa anlaşma biter,” dedi Fernando, sert bir şekilde
oğlana bakarak. Maurizio sessizce başını salladı.
“Evlenmeye gelince, bu henüz kesin değil çünkü ilk olarak
babanın bana karşı muamelesinden ötürü hâlâ kızgınım ve
İkincisi ikinizin de buna ikna olduğunuzdan emin olmak is­
tiyorum. Bu yaz Patrizia’yı benimle birlikte uzun bir seyahate
çıkaracağım ve döndüğümde hâlâ birbirinize âşıksanız o zaman
bunun hakkında düşünürüz.”
Yetişkin hayatında bir klasik haline gelecek bir adımla, Mau­
rizio -kendisini eleştiren ve sınırlayan- Rodolfo’yla ilişkisini
kesmiş ve Patrizia’yla onun ailesinde kendisine yeni bir koruma
ve güç bulmuştu. Reggiani ailesine göre Maurizio o kadar iyi
niyetli ve kırılgandı ki onu hayatlarına kabul etmekten, hiddetli
ve mantıksız Rodolfo’nun elinden kurtarmış olmaktan dolayı

88
Gençlik isyanı

memnundular. Çalışma odasındaki koltuk sonraki birkaç ay


boyunca Maurizio’nun yatağı oldu, gündüzleri Reggiani için ça­
lışırken geceleri ise ödevlerini yaptı.
İki genç aşığın aynı çatı altında yaşadığı haberi Milano’nun
sosyal çevrelerine bir yangın gibi yayıldı. Patrizia’nın arkadaş­
ları onu, erkek arkadaşıyla yaşamanın nasıl bir şey olduğuna
dair soru yağmuruna tuttu. Patrizia rolünü tedbirli bir şekilde
oynadı.
“Papa koridorda bile birbirimizin yanından geçmememizi
sağlıyor,” diye şikâyet etti, dinleyicilerinin hevesinden memnun
bir şekilde. “Maurizio’yu artık hiç görmüyorum. Gün boyunca
Papanın işinde çalışıyor ve geceleri de sınavlarına hazırlanıyor,”
dedi surat asarak.
Maurizio kamyonculuk işinin inceliklerini öğrenirken Ro­
dolfo kara kara düşünüyor, Maurizio’nun hemen evden ayrılmış
olmasını ve sadece bir kadın için kendisini bekleyen her şeyden
vazgeçmeye hazır olmasını kabul edemiyordu. Rodolfo’nun gu­
ruru onu bir uzlaşma yapmaktan alıkoydu. Maurizio’yla birlik­
te yediği akşam yemeklerini özleyen Rodolfo her gece gittikçe
daha geç saatlere kadar ofisinde kalıyor, aşçıya sadece tek ba­
şına yiyeceği soğuk bir yemek -bu genellikle sadece meyve ve
bir tabak peynir oluyordu- bırakmasını söylüyordu. Baba oğul
arasındaki bu ayrılıktan endişe duyan kardeşleri Aldo ve Vasco
onu görmeye geldiğinde bu görüşmeleri kısa kesti.
“Benim için o bicshero, o aptal evlat artık yok, anladınız mı?”
diye bağırdı.
“Babası beni Patrizia Reggiani olduğum için değil, sevgili oğ­
lunu ondan alan kadın olduğum için kabul etmemişti,” diyordu
Patrizia. “Maurizio ilk kez emirlerine karşı çıkmıştı ve bu onu
öfkelendirmişti.”
Bu arada Reggiani, Patrizia’yla birlikte dünya turuna çıkmış­
tı. 1971 yılının Eylül ayında döndüklerinde Patrizia ve Maurizio
birbirlerine eskisinden daha fazla âşıktı. Fernando’nun yöneti­
cileri, Maurizio’nun zeki ve ciddi bir işçi olarak kendini ispat et­
tiğini söylemişti. Çekingen davranmıyordu ve hangar alanında­

89
Gucci Hanedanı

ki konteynerleri boşaltma gibi ağır fiziksel işleri bile yapıyordu.


Kamyon şoförlerinin programlarını dikkatli bir şekilde ayarla­
yarak şirketin sorunlarını ciddiye alıyordu. Onların dönüşün­
den birkaç gün sonra Reggiani kızını çalışma odasına çağırdı.
“Va bene," dedi Reggiani ona. “Pekâlâ. Siz ikiniz bu işte cid­
di olduğunuza dair beni ikna ettiniz. Senin Maurizio ile evlen­
mene onay veriyorum. Rodolfo’nun bu kadar inatçı olması çok
yazık çünkü böyle davranarak o bir oğul kaybedecek, bense bir
oğul kazanacağım.”
Düğün tarihi 28 Ekim 1972 olarak belirlendi ve Silvana’mn
dikkatli gözleri altında düğün planları hız kazandı. Rodolfo,
Maurizio’nun Patrizia’dan vazgeçmeyeceğini anlayınca sert
önlemler almaya karar verdi. 1972 yılının Eylül ayının son gün­
lerde bir sabah, Milano kardinalini görmeye gitti ama bu gö­
rüşme manevi bir teselli aramak için değildi. Milano katedrali
Duomo’nun hemen arkasındaki bir binada bulunan kardinalin
ofisinin dışındaki kasvetli ve yüksek tavanlı salonda uzun bir
süre bekledikten sonra başvurusunu yaptı.
“Sayın Kardinal,” diye yalvardı. “Yardımınıza ihtiyacım var.
Oğlum ile Patrizia Reggiani arasındaki evlilik durdurulmalı!”
“Ne sebeple?” diye sordu Kardinal Colombo.
“O benim tek oğlum, annesi öldü ve o benim sahip olduğum
tek şey,” dedi Rodolfo titreyerek. “Bu Patrizia Reggiani onun
için doğdu kadın değil ve korkuyorum. Onları durdurabilecek
tek kişi sizsiniz!”
Kardinal, Rodolfo’yu sonuna kadar dinledi.
“Üzgünüm,” dedi en sonunda, koltukların sonunu işaret et­
mek için ayağa kalkarak. “Onlar birbirine âşıksa ve evlenmek is­
tiyorlarsa bunu engellemek için yapabileceğim hiçbir şey yok,”
dedi Rodolfo’ya ve kapıya kadar eşlik etti.
Rodolfo içine kapanıp kaybettiği oğlu hakkında kara kara
düşündü. O esnada Maurizio yeniden doğmuş gibi görünüyor­
du. Milano Katolik Üniversitesi’nden hukuk diplomasını almış­
tı. Reggianilerde yaşadığı aylarda dünyanın babasının etrafın­
da dönmediğini anlamıştı. Daha olgun görünüyordu, kendisi

90
Gençlik isyanı

ve geleceği hakkında -aile şirketinde olmasa bile- daha fazla


kontrol sahibi olduğunu hissediyordu. Patrizia’nın babasının
ilgi duymaya başladığı işinde iyi gidiyor ve bu işi yapmaktan ke­
yif alıyordu. Reggianiler de ona ilgi duymaya başlamıştı; hatta
Maurizio gür, gri bıyığından dolayı Fernando’ya “Papa Baffo”
demeye başlamıştı - gerçi bunu yüzüne karşı hiçbir zaman söy­
lemedi.
“Maurizio kamyonları boşaltmaktan hoşlandığını açık açık
söyler hale gelmişti!” diyordu bir arkadaşı şaşırarak. “Bu yıllar,
İtalya’daki öğrenci hareketi yıllarıydı. Diğer şehirlerde olduğu
gibi Milano’da da şehir merkezindeki sokaklarda yürüyüşler,
çete savaşları ve biber gazları olurdu. Maurizio bu öğrenci is­
yanlarına karışmamıştı ama Maurizio’nun isyanı Patrizia’ydı.
Kendi bağımsızlığını bulmuştu.”
Ancak Maurizio kendisiyle tamamen barışmış da değildi.
Patrizia’yla evliliğinden birkaç gün önce Milano’nun on dör­
düncü yüzyıldan kalma muhteşem katedrali Duomo’ya günah
çıkarmaya gitti. Yüksek tavanlı, karanlık nefe girdi ve yan ta­
raftaki günah çıkarma odalarından birine yöneldi. Anonimliği,
bir sürü insandan biri olmayı, mırıldanma seslerini hissetmeyi,
hafifçe yankılanan ayak seslerini, vitray desenli yüksek pençe­
lerden puslu bir şekilde süzülen ışığı sevmişti.
“Beni bağışlayın, Peder, çünkü ben günah işledim,” diye mı­
rıldandı Maurizio, günah çıkarma odasının içindeki pamuklu
alçak sırada diz çökerek. Solmuş bordo rengi perdenin önünde
birbirine kenetlediği ellerine doğru başını eğdi.
“On emirden birine itaatsizlik ettim,” dedi. “Babamın istek­
lerini yerine getirmedim. Onun isteğine karşı gelerek evlene­
ceğim.”

On dördüncü yüzyıldan kalma, kırmızı tuğlah bazilika Santa


Maria della Pace, yirminci yüzyıl yapımı Milano adliye binası­
nın tam arkasında bulunan duvarlarla çevrili ve ağaçlarla dolu
bir avluda yer almaktaydı. İtalya’da gelenek olduğu üzere, Silva-
na kilise sıralarını bordo kadifeyle kaplamış ve kır çiçekleriyle

91
Gucci Hanedanı

süslemişti. Papino Reggiani epey para harcamış ve kızını kilise­


ye getirmesi için antika bir Rolls-Royce kiralamış, sıra bekleyen
konuklara eşlik etmesi içinse altı yer gösterici tutmuştu. Töre­
ni, kilisenin altındaki San Sepolcro Nişanı salonlarındaki kısa
resepsiyon ve sonra da beş yüz konuk, Club dei Giardini’deki
-Gucci’nin yirmi üç yıl sonra gümbür gümbür müzik ve drama­
tik sahne ışıklarıyla modern modaya geri dönüşünü sergileye­
ceği Milano sosyal kulübü- parıldayan avizelerin altında akşam
yemeği takip etti.
Maurizio ve Patrizia’nın düğünü yılın en büyük sosyal
olaylarından biriydi ama Maurizio’nun akrabalarından hiçbi­
ri orada değildi. Rodolfo’nun bu evliliğe karşı olduğunu bilen
Patrizia’nın ailesi onu davet etmemişti. O sabahın erken saat­
lerinde Rodolfo şoförü Luigi’yi çağırmış ve bir bahaneyle ken­
disini Floransa’ya götürmesini emretmişti. “Bütün şehir bu
düğünü kutluyor gibi görünüyordu,” diye hatırlıyordu Luigi.
“Rodolfo’nun yapabileceği tek şey şehirden ayrılmaktı.”
Kilise Patrizia’nın arkadaşları ve tanıdıklarıyla dolup taşar­
ken Maurizio’nun konukları arasında sadece bir üniversite ho­
cası ve birkaç okul arkadaşı bulunuyordu. Amcası Vasco gümüş
bir vazo göndermişti.
Patrizia, Rodolfo’nun geleceğine inanmıştı. “Endişelenme,
Mau,” diye teselli etti onu. “İşler kendiliğinden düzelir. Bir ya
da iki torunu oluncaya kadar bekle; baban seninle barışacaktır.”
Patrizia haklıydı ama işleri şansa bırakacak türden biri de
değildi. İşte dünyasında ailenin her zaman güçlü bir savunucu­
su olan Aldo’yla gizli görüşmeler yaptı. Zaten Maurizio’yu takip
ediyordu ve yeğeninin babasına karşı gelme konusundaki ka­
rarlılığından etkilenmişti. Kendi oğullarından hiçbirinin Ame­
rika Birleşik Devletlerinde kendisiyle çalışma isteğine ya da
onun işlerini sürdürme hırsına sahip olmadıklarını fark etme­
ye başlıyordu. Oğlu Roberto eşi Drusilla ve bir dolu çocuğuyla
Floransa’ya yerleşmişti; Giorgio iki butiği denetlediği Roma’da
kendi düzenini kurmuştu; Paolo ise Floransa’da Vasco için ça­
lışıyordu.
1971 yılının Nisan ayında Aldo, New York Times’a, oğulları

92
Gençlik isyanı

kendi işlerinden vakit bulamadıkları için kendisine bir halef


aradığını üstü kapalı bir şekilde belirtti. Yakında üniversiteden
mezun olacak genç bir yeğeni yetiştirebileceğini söyledi. “Belki
de çekici olmayan genç bir kızla tanışıp aile hayatına geçmeden
önce,” diye eklemişti, “ona benim yerime geçme görevini vere­
ceğim.” Bu Maurizio için güçlü bir sinyaldi.
Aldo, Rodolfo’yla konuşmaya gitti.
“Rodolfo, artık altmış yaşını geçtin. Maurizio senin tek oğ­
lun. O senin gerçek servetin. Bak, Patrizia o kadar da kötü bir
kız değil ve ben onun gerçekten Maurizio’yu sevdiğine ikna ol­
dum.” Sert bir bakışla kendi içine kapanan kardeşini inceledi.
Aldo, barış sağlama çabasında sertleşmesi gerektiğini fark etti.
“Foffo!” dedi Aldo sertçe. “Aptal olma! Eğer Maurizio’yu yu­
vaya getirmezsen, seni uyarıyorum, üzgün ve yalnız bir adam
olarak kalacaksın.”
Maurizio’nun evden ayrılmasının üzerinden iki yıl geçmişti.
O akşam, Reggiani’nin onlara verdiği, Milano’nun merkezin­
deki Via Durini’deki konforlu çatı katı dairlerine döndüğünde
Patrizia onu gizemli bir gülümsemeyle karşıladı.
“İyi haberlerim var,” dedi. “Baban yarın seni görmek istiyor.”
Maurizio şaşkın ve mutlu görünüyordu.
“Amcana teşekkür etmelisin... ayrıca bana da,” dedi kollarını
ona dolarken.
Ertesi gün Maurizio, birbirlerine ne diyeceklerinden endişe
ederek babasının birkaç blok ötedeki Gucci mağazasının üs­
tündeki ofisine gitti. Buna gerek yoktu. Babası sanki aralarında
hiçbir şey olmamış gibi -tipik Gucci tarzında- sıcak bir şekilde
onu karşıladı.
“Ciao, Maurizio!” dedi Rodolfo gülümseyerek. “Come stai?
Nasılsın?”
Ne anlaşmazlıklarının ne de düğünün bahsi geçti. Rodolfo,
Patrizia’yı sordu.
“Sen ve Patrizia, New York’ta nasıl yaşamak istersiniz?”
Maurizio’nun gözleri ışıldadı. “Amcan Aldo oraya gidip ona yar­
dım etmeni istiyor.”
Maurizio mest olmuştu. Bir aydan kısa bir süre içinde

93
Gucci Hanedanı

genç çift New York’a taşındı. Patrizia, Manhattan’a gitme ko­


nusundaki hevesine rağmen, kendilerine bir daire bulana ka­
dar Rodolfo’nun onlar için ayarladığı üçüncü sınıf otelden pek
memnun değildi.
“Senin adın Gucci ve biz köylü gibi mi yaşamak zorundayız?”
diye sızlandı Maurizio’ya. Ertesi gün, Gucci mağazasından bir­
kaç adım ötede olan, Beşinci Cadde ile Elli Beşinci Sokak’ın kö­
şesinde bulunan Regis Oteli’nde bir süit daireye taşınmalarını
sağladı. Oradan Aldo’nun kiralık dairelerinden birine taşındılar
ve Patrizia, Aristotle Onassis tarafından inşa edilen, Olympic
Tovver isimli bronz renkli camları olan gökdelende lüks bir
daire bulana kadar bir yıl orada yaşadılar. Kapıda duran zarif
görevlinin görünüşüne, Beşinci Cadde’ye bakan boydan boya
panoramik pencerelerine bayılmıştı.
“Ah, Mau, burada yaşamak istiyorum!” dedi Patrizia, Mau­
rizio emlakçının karşısında kızarırken kollarını ona dolayarak.
“Sen delirdin mi?” diye karşı çıktı Maurizio. “Manhattan’da
bir teras katı satın almak istediğimi babama nasıl söyleyece­
ğim?”
“Eh, eğer senin buna cesaretin yoksa o zaman ben söylerim,”
diye karşılık verdi Patrizia.
Patrizia, Rodolfo’ya gittiğinde yaşlı adam çok öfkelendi. “Sen
beni mahvetmek istiyorsun!” diye suçladı onu.
“Eğer düşünürseniz bu harika bir yatırım olacak,” diye karşı­
lık verdi Patrizia sakince.
Rodolfo kafasını iki yana salladı ama düşüneceğine söz
verdi. İki ay sonra Patrizia iki katlı, yaklaşık 150 metre karelik
bir daireye sahip olmuştu. Duvarları boz kahverengi suni sü­
etle kaplamış, odaları buğulu camla süslemişti, ayrıca modern
parçalarla döşemiş ve hem koltukları hem de yerleri leopar ve
jaguar postlarıyla örtmüştü. Üzerinde “Mauizia” yazan özel pla­
kalı ve şoförlü bir arabayla mutlu bir şekilde New York’ta gezer
ve New York yaşamının tadını çıkarırdı. Bir keresinde bir tele­
vizyon programında “Bir bisiklet üzerinde mutlu olmaktansa
bir Rolls-Royce içinde ağlamayı” tercih edeceğini itiraf etmişti.

94
Gençlik İsyanı

Yıllar içinde diğer hediyeler geldi: Olympic Tovver’da ikinci bir


daire, Acapulco’da üzerine bir ev inşa etmek istediği bir yamaç
arazisi, Connecticut’ta bir Kiraz Çiçeği Çiftliği ve Milano’da
dubleks bir teras katı.
Rodolfo’nun cömertliği, evlendiklerinde çocuklarına yaşam
alanları sağlayan İtalyan ailelerin geleneklerine son derece uy­
gundu. Yetişkin çocuklar evlenene kadar genellikle ailesiyle bir­
likte yaşardı. Ev hediyesi, aile evinde yaşamaktan bir kooperatif
dairesine ve hatta bağımsız bir eve kadar çeşitlilik gösterebilir­
di. Zengin ebeveynler elbette tatil villaları ve hatta asıl ikamet
yerine ek olarak yurtdışmda mülkler bile sunabilirdi.
Rodolfo’nun Maurizio’yla ilişkisinin kopmasının sebebi
Patrizia olduğu için genç çift başlangıçta Papino Reggiani’nin
Milano’da onlara verdiği bir daireye taşınmışlardı. Patrizia daha
fazlasına hakları olduğunu düşünerek sinirlenmişti. Rodolfo ve
Maurizio barıştıktan sonra, Olympic Tovver’daki daire ve genç
çifte verilen diğer mülkler, Rodolfo’nun ilişkilerini onarma ça­
balarının -ve Patrizia’nın hislerine göre, Maurizio için yaptığı
her şeye karşılık bir teşekkürün- bir göstergesiydi.
“Rodolfo bana karşı gittikçe daha cömert olmaya başladı,”
diye hatırlıyordu Patrizia. “Her hediye, eşimin etrafında yarattı­
ğım mutluluk için onun bana teşekkür etme şekliydi. Özellikle
de kardeşi Aldo’yla yaptığım diplomatik çalışma için sessiz bir
takdirdi.”
Ancak Patrizia, New York’taki dairelerin, Acapulco’daki ara­
zinin, Connecticut çiftliğinin ya da Milano’daki teras katının
tapusunu almamıştı. Bütün bunların mülkiyetini, Lihtenştayn
merkezli, Katefid AG adındaki -muhtemelen bir vergi sığınağı
olarak kurulmuş- yabancı bir firma elinde tutuyordu. Aile var­
lıklarını da holding şirketlerinin üzerine yapmak, aile serveti­
nin uçup gitmesini engellemek için etkili bir yoldu. Yani bir ge­
lin yuvadan ayrılırsa, kendisine “verilen” ancak esasen holding
şirketine ait olan herhangi bir mülk üzerinde yasal olarak hak
iddia etmekte çok zorlanacaktı.
Maurizio’ya âşık ve Rodolfo’nun cömertliğinden memnun

95
Gucci Hanedanı

olan Patrizia, o zamanlar bu mülkiyet meselelerine pek önem


vermemişti. Kendini iyi bir eş ve anne olmaya adadı. 1976’da
doğan ilk kızlarına, Maurizio’nun annesinin anısına Alessandra
adı verilmişti - bu, Rodolfo’yu derinden mutlu eden bir karardı.
İkinci kızları Allegra ise 1981’de doğdu.
“Biz ayrılmaz ikili gibiydik,” diyordu Patrizia. “Birbirimize
sadıktık ve birbirimize huzur veriyorduk. Maurizio evle, sosyal
hayatımızla ve kızlarla ilgili bütün sorumluluğu bana bırakmış­
tı. Bana dikkatini, sevgi dolu bakışlarını, hediyelerini yağdırır­
dı... Beni dinlerdi.”
Allegra’nm doğumunun şerefine, Maurizio o zamana kadar-
ki en iddialı şeyi satın aldı - bir zamanlar Yunan kralı Stavros
Niarchos’a ait olan, Creole adındaki 64 metrelik, üç direkli bir
yat. Maurizio ve Patrizia, Creole’ü ilk gördüklerinde yat yıkık
dökük, çürük bir gövdeden ibaret olsa da denizciler onun dün­
yadaki en güzel gemi olduğunu söylemişti. Maurizio tekneyi,
artık kullanamayacak olan DanimarkalI bir uyuşturucu reha­
bilitasyon programından kelepir bir fiyata -1 milyon dolardan
daha ucuza- satın almıştı. Yatı ilk onarmalarını görmesi için,
onu ilk gördüğü Danimarka tersanesinden İtalya’nın Ligurya
limanı La Spezia’ya gönderdi. Creole’ü, kendi orijinal güzelliğine
geri döndürmeyi planlamıştı.
1925 yılında, ünlü İngiliz gemi yapımcısı Camper & Nichol-
son’dan zengin bir Amerikalı halı üreticisi olan Alexander
Cochran tarafından kullanılan yata, ilk olarak Vira adı verilmiş­
ti ve o zamanlar inşa edilmiş en büyük yelkenlilerden biriydi.
Ancak yelkenin geçmişinde trajediler vardı. Cochran kanser
yüzünden erkenden ölmüştü ve vârisleri kısa bir süre sonra yel­
kenliyi satmıştı. O zamandan sonra birçok kez sahibi ve adı de­
ğişmişti. Savaştan sonra İngiliz donanması tarafından kullanım
dışı bırakılınca, ticari yat pazarına geri döndü. Stavros Niarc-
hos ona âşık oldu ve onu 1953’te bir Alman işinsanından satın
alarak yeniledi ve Creole adını verdi. Küçük güverte kamarasını,
bir yatak odası ve tek odalı bir daire içerecek büyüklükteki tik
ve maun ağaçlarından yapılmış geniş bir kamarayla değiştirdi

96
Gençlik isyanı

- güverte altında uyumaktan nefret eder ve uykusunda boğul­


maktan korkardı. Bir teknenin adını değiştirmenin kötü şans
getireceğine -Creole’ün adı üç kez değişmişti- dair bir denizci
deyişine insanlar inansın ya da inanmasın, Niarchos’un başına
bir trajedi geldi. 1970 yılında ilk eşi Eugenia aşırı dozda ilaç aldı
ve Creole’âe intihar etti. Birkaç yıl sonra, Eugenia’nm kız karde­
şi olan ikinci eşi Tina da yatta kendini öldürdü. Keder içindeki
Niarchos gemiden nefret etmeye başladı ve ona bir daha ayak
basmadı. Onu en sonunda, uyuşturucu rehabilitasyon enstitü­
süne devredecek olan Danimarka donanmasına sattı. Maurizio,
Creole’ü 1982 yılında satın aldı.
Creole tamir edildikten sonra yapacakları harika gemi yolcu­
lukları karşısında heyecanlansa da Patrizia, Niarchos’un eşleri­
nin trajik ölümlerinin gemi etrafında olumsuz bir enerji yarata­
cağından endişeleniyordu. Astrologların ve medyumların özen­
li bir müşterisi haline gelen Patrizia, Maurizio’yu Frida adındaki
medyumu yelkenli gemiye götürme ve musallat olduklarından
emin olduğu kötü ruhları kovma konusunda ikna etti. Yat, ona­
rım için sudan çıkarılmış ve La Spezia tersanesindeki bir hanga­
ra kıyıya vurmuş yaşlı bir balina gibi bırakılmıştı. Gemiye adım
attıkları anda Frida, gezilerine el fenerleriyle eşlik eden iki mü­
rettebat üyesi de dahil olmak üzere herkesten geride durmasını
istedi. Transa geçti ve anlaşılmaz sözler mırıldanarak güverte
boyunca yürüdü, oradan ortadaki kabine ve odalardan birine
yöneldi. Patrizia ve Maurizio, iki mürettebatla birlikte onu be­
lirli bir mesafeden takip etti. İki işçi birbirlerine şüpheli bakışlar
atıyorlardı.
“Kapıyı açın, kapıyı açm,” diye bağırdı Frida birden, Maurizio
ve Patrizia kafaları karışmış halde birbirlerine bakarken. Açık
bir koridorda duruyorlardı; orada bir kapı yoktu. Ancak Sicil­
yalI mürettebatın beti benzi attı. Yeniden inşa edilmeden önce
tam o noktada bir kapı olduğunu söyledi. Grup, mırıldanarak
kabinlere girip çıkan Frida’yı takip etti. Kadın aniden mutfağın
yanında durdu.
“Beni yalnız bırakın!” diye bağırdı. Sicilyah mürettebat kor­
ku içinde kadına baktı ve sonra Maurizio’ya döndü.

97
Gucci Hanedanı

“Burası Eugeniea’nın cesedinin bulunduğu yer,” diye fısılda­


dı. Aniden gemide bir soğuk hava dalgası eserek küçük grubun
buz kesmesine sebep oldu.
“Orada ne oluyor?” diye bağırdı Maurizio, bu soğuk havanın
nereden geldiğini anlamaya çalışarak. Creole inşaat hangarına
kapatılmıştı ve bu ani hava akımına neden olabilecek açık bir
kapı ya da pencere yoktu. Tam o anda Frida transtan çıktı.
“Artık bitti,” dedi. “Creole'de artık hiç kötü ruh yok.
Eugenia’nm ruhu artık Creole’ü ve mürettebatını koruyacağına
dair bana söz verdi.”

98
5

Aile İçi Çekişmeler

Maurizio Milano’da hukuk eğitimine devam eden genç bir


adamken, Gucci imparatorluğunun olağanüstü büyüyüşü son
hız devam ediyordu. 1970 yılında Aldo, Beşinci Cadde ile Elli
Beşinci Sokak’ın kuzeydoğu köşesinde çarpıcı bir yeni dükkân
açması yeni on yılın müjdecisi olmuştu. Yeni Gucci mağazası,
Beşinci Cadde’de 689 numarada bulunan on altı katlı Fransız
Rönesansı Eoliyen Binası’ndaki 1. Miller ayakkabı mağazası­
nın yerini almıştı. Aldo, New York’un modaya uygun alışveriş
sokaklarındaki birinci sınıf mağazaları yeniden yaratmalarıyla
bilinen Weisberg and Castro mimarlık firmasıyla anlaşmıştı.
Mimarlar bol miktarda cam, ithal traverten mermer ve bron­
za benzeyen paslanmaz çelik kullanarak modern bir görünüm
yarattı.
Daha fazla genişlemeyi finanse etmek için yeni yollar ara­
yan Aldo, 1971 yılında yönetim kuruluna şirketin mülkiyetinin
asla aile dışına çıkmaması gerektiğine ilişkin merhum babalan
tarafından belirlenen ilkeyi yeniden gözden geçirme çağrısında
bulundu.
“Şirketin, şu anda yaklaşık 30 milyon dolar değerindeki kıs­
mını borsaya açmamız gerektiğini düşünüyorum,” dedi Aldo,
kardeşleri sessizce dinlerken. “Yüzde 40’ını satabilir, yüzde

99
Gucci Hanedanı

60’ını ise ABD şirketinde tutabiliriz. On dolarla başlarsak bahse


girerim ki bir yıl içinde yirmi dolara çıkarız,” dedi coşkuyla.
“Zamanlama mükemmel,” diye devam etti Aldo. “Gucci,
yalnızca Hollyvvood ortamında değil, tüccarlar ve bankacılar
arasında da bir statü ve tarz sembolü! Geride kalmamalıyız;
bu yarışa ayak uydurmalıyız. Bu parayı Avrupa ve ABD’deki
konsolide pazarlarımızda zirvede kalmak ve ayrıca Japonya ile
Uzakdoğu’ya açılmak için kullanabiliriz.”
Rodolfo ve Vasco, yöneticilerin bir araya geldiği Via Torna-
buoni’deki mağazanın üst katındaki ofislerde bulunan ceviz
ağacından devasa toplantı masasında birbirleriyle uzun uzun
bakıştılar. Aldo’nun inandırıcı iddiasına rağmen ikisi de ikna
olmamıştı. Aşırı derece tutucu olan ikili, kardeşlerinin hırslı
planlarının değerini anlayamıyordu. Gucci işi onlara rahat bir
yaşam sağlıyordu ve gelirlerini riske atmak istemediler. Üçte iki
çoğunlukla Aldo’yu reddetmekle kalmadılar, aynı zamanda en
azından yüz yıl boyunca hisselerinin hiçbirini aile dışına sat­
mama kararı aldılar. Aldo genellikle somurtarak vakit kaybeden
biri değildi. Onun tarzı, oğullarına da öğrettiği gibi, ileri doğru
gitmekti.
“Sayfayı çevirin!” diye bağırırdı oğlanlara. “Devam edin.
Arkanıza bakmayın. Gerekiyorsa ağlayın ama yine de atışınızı
yapın!”
Aldo’nun “atış yapma” diyerek kastettiği şey harekete geç­
mek ve tepki vermekti ki kendisi de tam olarak bunu yaptı.
Gucci’nin genişlemesini hızlandırdı. Yeni mağazalar 1971’de
Chicago’da ve sonra da Philadelphia ile San Francisco’da açıl­
dı. Aldo 1973 yılında New York’taki Beşinci Cadde’de, 699 nu­
marada bulunan ayakkabı butiğinin hemen yanma üçüncü bir
mağaza açtı. 689 numaradaki mağazada valiz ve aksesuarlar
bulunurken yeni mağazada modaya uygun giysiler vardı. Gucci
ayrıca, San Francisco ve Las Vegas’taki Joseph Magnin özel ma­
ğazaları da dahil olmak üzere ilk ABD franchise mağazalarını da
açtı. Aldo, Gucci’nin büyük gücü hakkında hem açıktan hem
de gizlice övünüyordu: Şirket tamamen aile işi olarak kalmıştı.

100
Aile içi Çekişmeler

“Tıpkı bir İtalyan trattoria gibiyiz,” demişti bir keresinde.


“Bütün aile mutfakta.”
Aldo artık Gucci için bir sonraki sınıra açılma -Uzakdoğu,
özellikle de Japonya- hayalini gerçekleştirebilirdi. Birkaç yıl bo­
yunca, Japon müşteriler İtalya ve ABD’deki Gucci mağazalarına
akın etmişti. Başlangıçta iş odaklı Aldo bile Japon müşterilerin
Gucci işi için önemini hafife almıştı.
“Bir gün Roma mağazasına gelen bir Japon beyefendiye hiz­
met ediyordum,” diyordu Enrica Pirri. “O bakmıyorken Aldo
eliyle bana işaret etti. ‘Vieni qui!’ dedi, ‘Buraya gel! Yapacak daha
iyi bir işin yok mu?’”
Pirri patronuna bakarak yüzünü buruşturdu ve kafasını iki
yana salladı. Müşteri parlak şeker renklerindeki devekuşu deri­
sinden bir çanta serisine bakıyordu.
“Onlar gerçekten korkunçtu ama altmışlı yılların modasıy-
dılar,” diyordu Pirri. “Adam çantaya bakıp duruyor ve ‘Öhö,
öhö, öhö,’ yapıyordu. Dr. Aldo’ya satışı tamamlamak istediğimi
söyledim. Adamın yanma geri döndüm ve o altmış tane çanta
satın aldı! Bu, o zamana kadar yaptığımız en büyük satıştı!” dedi
Pirri.
Aldo kısa süre içinde tavrını değiştirdi. 1974 yılında New York
Times’a, “Harika bir zevkleri var!” demişti.
Aldo, 1975 yılında bir gazeteciye ise “Çalışanlarıma Japon­
ların müşterilerin aristokratları olduğunu söylerim,” demişti.
“Çok iyi görünmüyor olabilirler ama şu anda onlar aristokrat­
lar.” Ayrıca satış personelinin herhangi bir müşteriye birden
fazla çanta satamayacağına dair bir kural koydu - Japon alı­
cıların Gucci’ye gelip büyük miktarlarda alım yaptıklarını ve
sonra çantaları Japonya’ya götürüp İtalya’da ödediklerinin kat
kat fazlasına yeniden sattıklarını anlamıştı. Gucci’yi doğrudan
Japonya’ya götürmenin bir yolunu bulması gerektiğinin farkına
varmıştı.
Aldo, Japon girişimci Choichiro Motoyama’dan, Japonya’da
bir dizi mağaza işletmek için bir iş ortaklığı teklifi aldı. Bu iliş­
ki, Gucci’nin Uzakdoğu’daki büyük başarasının önünü açacak

101
Gucci Hanedanı

önemli ve kalıcı bir ilişki haline gelecekti. Motoyomo, Gucci’nin


Uzakdoğu’daki ilk mağazasını bir franchise anlaşması kapsa­
mında 1972 yılında Tokyo’da açtı. İlk Hong Kong mağazası da
Motoyama ortaklığında 1974 yılında açıldı. Gucci imparator­
luğu artık dünya çapında on dört mağaza ve kırk altı franchise
butiğe sahip hale gelmişti.
Aldo, sadece yirmi yıl içinde Gucci’yi altı bin dolar değerin­
deki bir şirket ve Savoy Plaza Oteli’nde bulunan küçük bir ma­
ğazadan Birleşik Devletler, Avrupa ve Asya’ya uzanan göz alıcı
bir imparatorluğa dönüştürmüştü. Gucci’nin en büyük varlığı
New York’taydı, New York Times’m “bir tür Gucci şehri” dediği
Beşinci Cadde ile Elli Dördüncü ve Elli Beşinci sokaklarda artık
üç butiği vardı.
Yetmişlerin ortalarına gelindiğinde, Aldo’nun önceden sahip
olduğu “müşteri her zaman haklıdır” felsefesi, hemen dikkat
çeken bir tür otokratik sertliğe dönüşmüştü. Aldo, diğer tüc-
carlarınkiyle uyumlu olsun ya da olmasın, kendi politikalarını
uyguluyordu. Örneğin, iade kabul etmez, geri ödeme ya da in­
dirim yapmazdı. Bir müşteri makbuzuyla birlikte satın alma ta­
rihinden en fazla on gün içinde değişim yapabilirdi - Tiffany ve
Cartier de dahil olmak üzere pek çok diğer lüks marka otuz gün
içinde tam para iadesi yapıyordu. Çekle ödeme yapmak isteyen
kişiler, satıcının bankayı arayarak paranın mevcut olduğunu
kontrol etmesini beklemek durumunda kalıyordu. Günlerden
cumartesi ise müşteriye ürünün mağazada tutulacağı ve pazar­
tesi günü banka çeki onayladıktan sonra teslim edileceği söyle­
nirdi. Ayrıca satış personeli Gucci içindeki bir uygulamadan da
yakınırdı: Her günün sonunda çalışanlar bir şapka içinden biri
hariç tamamı beyaz olan bilyelerden birini seçmek zorundaydı.
Siyah bilyeyi seçen kişinin çantası mağazadan çıkmadan önce
aranıyordu.
Müşterilerin en çok kızdıran şey, Aldo’nun 1969 yılında baş­
lattığı bir uygulamayla mağazayı her gün 12.30-13.30 saatleri
arasında kapalı tutma konusundaki ısrarcılığıydı. Bu gelenek,
bugün bile hâlâ birçok mağazanın 13.00-16.00 arasında kapalı
olduğu İtalya’dan kalma bir alışkanlıktı.

102
Aile içi Çekişmeler

1970’lerin ortalarında birkaç yıl boyunca New York mağa­


zasını yönetmiş olan Francesco Gittardi, “İnsanlar kapının dı­
şında sıraya girer ve açmamız için kapıyı tıklatmaya başlardı,”
diye hatırlıyordu. “Saatime bakar ve onlara ‘Beş dakika daha,’
derdim.”
Aldo, öğle yemeği vardiyası yöntemini denedikten sonra
bütün çalışanların aynı anda yemeğe çıkmalarını tercih ettiği­
ni iddia ediyordu. Bunu yaparak hem gurur duyduğu aile tarzı
yönetimi teşvik edebiliyor hem de dönüşümlü yemek molaları
sebebiyle satış personelinin yavaş hizmet verme riskinden kaçı­
nıyordu. Ayrıca müşterilerin içeri girip ev sevdikleri satış perso­
nelini bulamamasından kaçınmayı da umuyordu.
“Bazı çalışanlarımız için yemek saatlerini kademeli olarak
değiştirirdik ama bazıları öğleden sonra geç saatlere kadar ye­
mek yiyemezdi,” diye açıkladı New York Times’a. “Bu yüzden
müşterilerin bunu anlayacağına karar verdim ve artık herkes
aynı zamanda yemek yiyordu.” Bu durum işe zarar vermek ye­
rine Gucci’nin prestijini daha da yükseltiyor gibi görünüyordu.
Aralık 1974’te New York Times, Aldo durup “ünlü at gemi
desenli mavi kravatını düzelterek tezgâhlarda kot pantolon-
luları itekleyen vizon paltolulara gülümserken” müşterilerin
tezgâhların önünde nasıl üç sıra oluşturduklarını tasvir ederek
“Gucci gizemi nedir?” diye sordu. Aldo’nun bir alan kurup he­
diye paketlerini bizzat imzalayacağı Noel sezonunda mağaza
müşterilerle dolup taşıyordu.
Müşteriler Gucci’ye akın etmeye -ve hizmetten kızgın olarak
ayrılmaya- devam ettiler. Bunun nedenlerinden biri Aldo’nun
İtalya’nın önde gelen ailelerinden çok az iş tecrübesi olan kız ve
erkek çocukları işe almasıydı. New York’ta göz alıcı bir işe dair
ilgi çekici bir teklifle onları heyecanlandırıyor ve yakınlarda ki­
raladığı dairelerden birine yerleştirmeyi teklif ediyordu. Ancak
uzun saatler, düşük maaş ve Aldo’nun sıkı denetimi durumu kö­
tüleştirdikçe deneyimsiz genç insanlar, müşterilere karşı daha
sert ve daha az nazik olmaya başlıyordu. Bazen müşterilerin
arkasından kıs kıs gülüyor ya da anlamayacaklarını düşünerek

103
Gucci Hanedanı

İtalyanca konuşup -Aldo’nun kendi davranışlarından pek de


farklı olmayarak- onlarla alay ediyorlardı.
“Benim Gucci hikâyem seninkinden daha ilginç” anlayışı,
New York’un belirli çevrelerinde yerel halkın sahip olduğu üs­
tünlük kurma çabasının popüler biçimlerinden biri haline gel­
mişti. 1975 yılına gelindiğinde Gucci’nin hizmeti o kadar büyük
bir sorundu ki New York dergisi Gucci için “New York’taki En
Kaba Mağaza” başlıklı dört sayfalık bir kapak yazısı hazırladı.
“Gucci personeli, müşteriye değersiz olduğunu hissettiren öf­
keli ve eleştirel davranma konusunda ustalaşmıştı,” diye be­
lirtmişti yazar Mimi Sheraton. “Bu kaba muameleye rağmen,”
diyordu, “müşteri daha fazlası için geri geliyor ve cömert öde­
meler yapıyordu!”
Aldo en sonunda kendisiyle röportaj yapmayı kabul ettiğin­
de, Sheraton belirli çevrelerde L’lmperatore olarak bilinen bu
adamla görüşme konusunda son derece endişeliydi. Sönük ve
boz kahverengi duvarları olan ofisine çağrıldı. Kendisini yarım
daire şeklindeki bir masanın arkasında karşılayan Aldo, on beş
yıl önce Via Condotti’de bulunan Roma mağazasının üst katın­
daki sade ofisinde bir gazeteciye ilk röportajlarını veren o utan­
gaç ve koyu renk gözlüklü genç adama hiç ama hiç benzemi­
yordu. Yanardöner mavilerden oluşan renkler -parlak sümbül
mavisi keten takım elbise, pudra mavisi gömlek ve çini mavisi
gözleri ile kızarmış pembe tenini ön plana çıkarak kırmızı do­
kunuşları olan gök mavisi bir kravat- giymiş olan Aldo, onu
canlılığıyla şaşkına döndürmüştü.
“Beni karşılayan coşkulu bir şekilde çekici, fıkır fıkır, dinç ve
yaşını göstermeyen yetmiş yaşındaki bu adama kesinlikle hazır
değildim,” diye yazmıştı Sheraton. “Etrafındakilerden çok daha
fazla renkliydi.”
Yükselip alçalan ses tonlarıyla tamamlanan opera tarzıyla,
sözde eyer imalatıyla olan başlangıçları da dahil olmak üzere
Gucci’nin beş yüz yıllık tarihini anlattı. Gucci’nin ürünlerinin
kalitesinden ve detaylara gösterilen özenden duyduğu gururu
vurgulamıştı.

104
Aile içi Çekişmeler

“Her şey mükemmel olmak zorunda,” demişti bir kol hare­


ketiyle. “Duvarlardaki tuğlalar bile Gucci olduklarını bilmeli!”
Alımlı ve cazibeli çekiciliğine rağmen Sheraton, Gucci mağa­
zalarının züppelik konusundaki itibarının en tepeden geldiğine
kanaat getirmişti: “Gucci’nin kabalığı... kuşkusuz Dr. Gucci’nin
guru olarak gördüğü ama dünyanın geri kalanının kibir olarak
kabul ettiği şeyin bir yansıması,” diye tamamlamıştı öyküsünü.
Aldo, gücenmek ya da öfkelenmek şöyle dursun, makaleden o
kadar etkilenmişti ki -bunun harika bir tanıtım olduğunu dü­
şünmüştü- yazara çiçek gönderdi.
Yeni mağazalar açmaya devam eden Aldo, yeni Gucci ürün
kategorileri de geliştirdi. Aile toplantı odasına geri döndü ve
kardeşlerine bir Gucci parfümü satma konusunda düşünmeyi
önerdi. Rodolfo ve Vasco yeniden karşı çıktı.
Aldo’nun çok dürtüsel davrandığını ve yavaşlaması gerekti­
ğini düşünen Vasco “Bizim işimiz deriyle,” diye itiraz etti. “Biz
kokudan ne anlarız?”
“Koku lüks ürün pazarının yeni alanı,” diye ısrar etti Aldo.
“Müşterilerimizin çoğu kadın ve herkes kadınların parfüm sev­
diğini bilir. Eğer pahalı bir saygınlık göstergesi koku yaparsak
müşterilerimiz onu ahr.”
Vasco ve Rodolfo istemeye istemeye yumuşadı ve 1972 yılın­
da yeni bir şirket olan Gucci Parfüm Uluslararası Limited Şirke­
ti doğdu. Aldo’nun koku işine girmede çift yönlü bir gerekçesi
vardı. Deri ürünlerdeki işlerini tamamlayacak şekilde potansi­
yel olarak kazanç getirecek bir çeşitlendirme olduğuna inanı­
yordu; ayrıca yeni parfüm şirketini oğullarını işin içine sokma­
nın -onlara çok fazla güç vermeden- bir yolu olarak kullanmak
istiyordu. Oğullarına kısıtlı bir fayda sağlayacak, bu yeni nesil
Guccileri işe dahil etme önerisine ahilerinden çok daha az di­
renç geldi. Vasco, resmi mirasçıları olmadığı için bunu umur­
samıyordu ve Rodolfo ise o esnada evlilik planları nedeniyle
Maurizio’yla savaşıyordu ve oğluna yeni işten hisse veremeye­
cek kadar kızgındı.
Gucci için bir diğer önemli kategori, Aldo’nun 1968 yılında

105
Gucci Hanedanı

Severin Wunderman adında bir adamla tanışmasıyla ortaya


çıktı. Wunderman sıkıntılar içinde büyümüştü ve bunun so­
nucunda hayat felsefesi “İlk yumruğu atan kazanır,” olmuştu.
Doğu Avrupalı göçmen bir ailenin oğlu olan Wunderman on
dört yaşında yetim kalmıştı. Ablasının yaşadığı Los Angeles’ta
ve Avrupa’da büyümüştü. On sekiz yaşındayken, şu anda artık
faaliyette olmayan Juvenia adlı bir saat toptancısı için çalışmaya
başlamıştı. Wunderman, saat işinin ona iyi bir hayat sunabile­
ceğini fark etmişti.
Aldo ile tanıştığında Wunderman, Alexis Barhelay denen bir
saat şirketinde komisyon usulü çalışan ABD’li bir satıcıydı. Car-
tier, Van Cleef gibi isimlerle ve Elli Yedinci Sokak boyunca yer
alan önde gelen kuyumcularla zaten tanışık olduğu New York’a
yaptığı bir iş gezisinde, Hilton Otelinde bir araya gelen Guc­
ci temsilcilerine bir ziyarette bulunmaya karar verdi. Lobideki
yeni düğmeli telefona alışkın olmadığı için yanlışlıkla Aldo’nun
direkt hattını aradı. Wunderman’ı hayrete düşürecek şekilde,
telefonu bizzat Aldo yanıtladı. İki adam konuşmaya başladılar.
“Aldo kendisini bir kızla tanıştıracak olan birinden telefon
bekliyordu ve rahatça konuşamadığım için onu oyaladığımı dü­
şündü,” diye hatırlıyordu Wunderman.
Çok sabırlı bir adam olmadığından Aldo onu arayan kişi­
nin neden esas meseleye gelmediğini anlayamıyordu, diye an­
latıyordu Wunderman. En sonunda Aldo, Floransa lehçesinde
“Kimsin lan sen?” anlamına gelen sözlerle patladı.
Wunderman onu kusursuzca anladı çünkü o sıralarda Flo­
ransak bir kadınla çıkıyordu.
“Böyle bir şeyi alttan alacak türden bir insan değildim,” di­
yordu Wunderman, “o yüzden ben de ona karşılık verdim.”
“Sen kimsin lan?” dedi Wunderman.
“Neredesin sen?” bağırdı Aldo.
“Aşağıdayım!” diye bağırdı karşılık olarak Wunderman.
“Eh, o zaman yukarı gel de seni evire çevire bir döveyim.”
Wunderman ilk yumruğu atmaya hazır halde yukarı çıktı.
“O beni yakaladı, ben onu yakaladım ve sonra ikimiz birbiri­

106
Aile İçi Çekişmeler

mize baktık ve gülmeye başladık, işte bu Aldo ve Gucci’yle olan


ilişkimin başlangıcıydı,” diyordu Wunderman.
İlişkileri, bir iş ilişkisinin çok ötesine geçecekti. Sıkı dost
ve antrenman arkadaşı olmakla kalmadılar, ayrıca Aldo,
Wunderman’ın akıl hocası oldu ve Wunderman ise Aldo’nun en
yakın sırdaşlarından biri haline geldi.
1972 yılında Aldo, Wunderman’a Gucci adı altında saat üret­
me ve dağıtma lisansı verdi. VVunderman, Irvine, Kaliforniya’da
kendisine ait olan Severin Montres Ltd. şirketini kurdu ve son­
raki yirmi beş yıl içinde Gucci saat işini bu işin önde gelen ak­
törlerinden biri haline getirdi. Şehir hayatına ayak uydurmuş,
tahmin edilemez ve renkli kişiliğiyle, dışarıya kapalı İsviçre saat
müessesine adım atmış, üretim ve dağıtım operasyonlarını gü­
vence altına almış ve bir sanayi aktörü olmak için ihtiyaç duy­
duğu ticari fuar alanını sağlamıştı. Gucci, önemli bir İsviçre saat
işi haline gelen ilk moda markası olmuştu.
“Dünyadaki büyük saat şirketlerinin hepsinin en azından bir
başarılı modeli olmuştur; çok azınınsa iki modeli. Bizim on bir
tane vardı!” diyordu VVunderman.
Yeni lisans kapsamındaki ilk Gucci saati, VVunderman’m
American Express aracılığıyla daha önceden görülmemiş bir
doğrudan posta kampanyasıyla sattığı Model 2000 adındaki
başka bir klasik tarzdı. Gucci saatlerinin satışı bir gecede 5 bin
adetten 200 bin adede yükselmişti. Bu saat iki yıl içinde bir mil­
yondan fazla satarak Guinness Rekorlar Kitabına, bile girmişti.
Bunu, kısa süre içinde yüzük saat olarak bilinen bir kadın saati
takip etti. Saat kadranı altın bir bileziğin üstüne yerleştiriliyor
ve yanında değiştirilebilir renkli halkalarla geliyordu. Bu iş bir
gecede hem VVunderman hem de yüzde 15’Iik kazançlı bir telif
hakkına sahip olan Gucci için çok kârlı bir iş haline gelmişti.
“Oshkosh, VVisconsin’e gidip Gucci’den bahsederseniz,” di­
yordu VVunderman, “insanlar ‘ah, evet, onlar ayakkabı da yapı­
yorlar!’ derdi.”
Doğuştan gelen zekâsını iş zekâsına çeviren VVunderman, iş
günlerini en iyi şekilde kullanmak için Londra ofisleriyle İsviçre

107
Gucci Hanedanı

üretim tesisleri arasında gidip gelmek için özel jetler kiralama­


ya başladı. Her ne kadar İsviçre saatçilik camiasının sevilmeyen
kişisi haline gelmiş olsa da, Wunderman’ın cömert bahşişleri
karşılığında ona ekstra özel hizmet sunmayı öğrenen dünya ça­
pındaki restoran ve otellerin kapılan onun için hızla açılır oldu.
Wunderman, Gucci saat lisansını -Gucci’nin verdiği ilk
ve son saat lisansını- yirmi dokuz yıl boyunca elinde tuttu.
1990’ların sonuna gelindiğinde, Gucci saat işletmesi bir yılda
200 milyon dolarlık satış emri veriyor ve yaklaşık 40 milyon do­
larlık telif hakkı ücreti elde ediyordu - bu, Gucci şirketine en
çok ihtiyaç duyduğu zamanlarda önemli bir gelir sağlıyordu. O
esnada Wunderman, Kaliforniya, Londra, Paris ve New York’ta
çok görkemli binalar kurdu ve Fransa’nın güneyinde kendi şa­
tosunu satın aldı.
1970’lerde bir olay Gucci’nin mülkiyet yapısını önemli ölçü­
de değiştirdi: Vasco, altmış yedi yaşındayken, 31 Mayıs 1974’te
akciğer kanserinden öldü. İtalyan veraset yasası uyarınca, şir­
ketteki hisselerinin üçte biri dul kalan eşi Maria’ya geçti. Hiç
çocukları yoktu. Aldo ve Rodolfo, şirketin mülkiyetinin aile
içinde kalması için hisseler karşılığında ona ödeme yapma­
yı teklif etti, neyse ki o da kabul etti. Aldo ve Rodolfo ikisi de
yüzde 50’lik oranla -Gucci’nin geleceğini derinden etkileyecek
bir oran- Gucci imparatorluğunun yegâne kontrol sahibi hisse­
darları haline geldiler. Maurizio’yla olan çatışmasını hâlâ inatla
sürdüren Rodolfo şirket mülkiyetini onunla paylaşma konusu­
nu düşünmeyi reddetti, ancak Aldo oğullarını Gucci ana şirke­
tine getirmenin tam vakti olduğunu düşünüyordu. Hisselerinin
yüzde 10’unu, her birini yüzde 3,3 pay vererek üç oğlu Giorgio,
Paolo ve Roberto arasında paylaştırdı. Cömert ve adil bir baba
gibi davranarak yönetme gücünü devretme konusunda endişe
duymadı. Oğullarından herhangi biri artık aile yönetim kuru­
lu toplantılarında yüzde 53,3’lük çoğunluğu oluşturmak için
Rodolfo’yla işbirliği yapabilirdi. Aynı zamanda iki yaşlı kardeş,
Gucci hisselerini yatırdıkları bir dizi yabancı holding şirketi de
kurdu. Panama merkezli Vanguard Uluslararası İmalat Şirketi
Aldo’ya; Anglo-Amerika merkezli olansa Rodolfo’ya aitti.

108
Aile içi Çekişmeler

Saat işi neredeyse hemen yükselişe geçmiş olsa da Gucci’nin


kendi başına bir parfüm işine başlama konusundaki ilk çabaları
tökezlemişti - maliyetler ve gerekli uzmanlık ailenin ulaşabile­
ceğinin çok ötesindeydi. Vazgeçmek istemeyen Aldo, 1975 yılın­
daki girişimi Gucci Parfums A.Ş. olarak yeniden güçlendirdi ve
ilk Gucci kokusunu geliştirmek ve dağıtımını yapmak üzere ilk
Gucci lisansını Mennen’e verdi. Yeni şirketin mülkiyeti, Aldo,
Rodolfo ve Aldo’nun üç oğlu arasında yüzde 20’lik oranlarda
eşit olarak bölünmüştü.
Aldo, tıpkı oğulları gibi, gizliden gizliye Rodolfo’nun Guccio
Gucci’deki yüzde 50’lik hissesinin aile işine katkısıyla orantısız
olduğunu düşünüyordu. Gucci Parfums şemsiyesi altında yeni
bir iş geliştirerek şirket kârından giderek daha fazlasını oraya
yönlendirmeyi planladı. Bunu yapmak için Aldo, hem Gucci
mağazalarında hem de parfümerilerde satılmak üzere yeni bir
çanta ve aksesuar serisini geliştirme ve dağıtımını yapma hak­
kını kendi elinde tuttu. Ayrıca, altı kişilik bir ailesi olan oğlu
Roberto’ya da yardımcı olmak istiyordu, bu yüzden onu Guc­
ci Parfümsün başkanı olarak seçti. Yeni seriye Gucci Aksesuar
Koleksiyonu anlamına gelen GAC adı verilmişti. Roberto Gucci
işi Floransa’dan denetlerken Aldo, New York’ta gelişimine gö­
zetmenlik yapıyordu. Yeni seride kozmetik kutulan, alışveriş
çantaları ve üzerine çift G monogramı basılmış, uyumlu çizgi­
li dokumalarıyla Gucci’nin imza ürünü olan kahverengi ya da
lacivert domuz derisiyle süslenmiş, kanvastan yapılmış benzer
ürünler bulunuyordu. Koleksiyon, GAC ya da “kanvas” koleksi­
yonu olarak biliniyordu. Üretimi Gucci’nin el yapımı deri çanta
ve aksesuarlarından daha ucuz olan GAC, Gucci’nin adını daha
geniş bir tüketici kitlesine ulaştırmak için tasarlanmıştı. Fikir,
diğer ürünlerin yanı sıra Gucci kozmetik kutularını ve alışveriş
çantalarını parfümerilerde ve büyük mağazalarda Gucci koku­
larının yanında satmaktı.
Görünürde iyi niyetli, iyi düşünülmüş olan ve 1979 yılın­
da piyasaya sürüldüğünde zamana ayak uydurmuş bir hareket
olarak Gucci Aksesuar Koleksiyonu, sonunda hem işte hem

109
Gucci Hanedanı

de ailede istikrarı bozan bir güce dönüştü. Piyasaya sürülmesi,


Gucci’nin işteki “kalite” faktörü üzerindeki kontrolünü kaybet­
tiği ânı temsil ediyordu. Roberto, GAC şemsiyesi altına gittikçe
daha fazla ürün -çakmak ve kalem gibi tuhafiye ürünleri- da­
hil etti ve koku yardımcıları kısa süre içinde ana şirketten daha
fazla kâr elde etmeye başladı. O esnada, Gucci işinin çoğu doğ­
rudan sahip olunan mağaza ya da franchise işletmelerinde ya­
pılıyordu. Gucci’nin Joseph Magnin’deki franchise dükkânlarını
yöneten Maria Manetti Farrow adındaki bir işinsanı, Aldo’yla
anlaşarak daha geniş bir perakendeci yelpazesine yöneldi ve
GAC için bir toptan dağıtım operasyonu başlattı. Kendisi de
Floransa kökenli olan Manetti Farrovv, iş yeteneğine ve başarı
hırsına sahipti, zaten kısa zaman içinde GAC toptancılık işini
yönetmesiyle ABD perakende sektöründe tanınır hale geldi.
Hem üretim hem de perakende operasyonlarına aşina olduğu
için, kanvas çantaları doğrudan Floransa’daki ana şirketten alıp
onları Birleşik Devletler’deki büyük ve özel mağazalara satarak
GAC işini sıfırdan aldı ve birkaç yıl içinde 45 milyon dolarlık
toptan satışa çıkardı. Seksen satış noktasıyla başlamıştı. Guc­
ci 1986 yılında işi onun elinden geri aldığında, Maria Manetti
Farrovv yılda 600 bin parça satıyordu, bunların yaklaşık 30 bini
kanvas spor çantalardı. Çantaların her biri 180 dolardı ve en çok
satan parçalardan biriydi, Birleşik Devletler’de iki yüzden fazla
şehirde satılmıştı. GAC ürünlerini üç yüzden fazla temsilciyle
satarak 100 milyon dolardan fazla perakende satışı yaptı. On
yılın sonunda, Gucci’nin kanvas çantaları ülke çapında binden
fazla mağazada satılmıştı.
“Çok fazla seyahat etmeyen, dükkâna girmekten korkan in­
sanlara ulaşıyordum,” diye açıklıyordu.
1980’lerin sonuna gelindiğinde GAC, profesyonel alıcıların
Gucci’nin “süpermarket imajıyla” ilişkilendirdiği -büyük mağa­
zalar ve kozmetik tezgâhları aracılığıyla çok geniş ölçüde dağıtı­
mı yapılan- ürünlere dönüşecekti.
GAC ayrıca başka bir olguyu -sahteciliği- doğuracaktı. Daha
ucuz olan kanvas çantaları kopyalamak, titizlikle hazırlanmış el

110
Aile içi Çekişmeler

yapımı deri çantaları kopyalamaktan çok daha kolaydı; kalitesiz


taklitler kısa süre içinde piyasaya akın etti. Üzerinde GG harfle­
ri olan cüzdanlar ve kırmızı yeşil süslemeleri olan çantalar Flo­
ransa piyasasında ve dükkânlarında, ayrıca ABD şehirlerindeki
ucuz aksesuar mağazalarındaydı. Aldo, bu taklitlerin kendi işini
mahvedebileceğini biliyordu.
“Bir kadın neden yeni aldığı pahalı bir çantanın üç ay sonra
kopyalandığını görsün?” diye yorum yapmıştı Aldo, New York
dergisine.
Gucci sahteciliğe karşı uzun ve kararlı bir yasal savaş ver­
di. Sadece 1977 yılında, Gucci tuvalet kâğıdı üretiminin durdu­
rulmasına ilişkin bir dava da dahil olmak üzere altı ay içinde
otuz dört dava açtı. Bunun ilk örneği, somun ekmek üzerine
“Gucci Gucci Goo” kelimelerini yazdıkları için Birleşik Alış­
veriş Merkezlerine dava açılmasıyla olmuştu. Aldo üzerine
“Goochy”* yazılan kanvas alışveriş çantalarının üreticisinin pe­
şine düşmedi çünkü bunun komik olduğunu düşünmüştü. An­
cak Venezuela’daki sahte Gucci ayakkabılar, Miami’deki Gucci
tişörtler ve Mexico City'deki sahte Gucci mağazası onu hiç eğ-
lendirmemişti.
“Seçkin kelepir ürün avcıları,” demişti Roberto Gucci 1978
yılında New York Times’a, “içlerinde Meksika’nın eski başkanı-
nın eşi de vardı, Mexico City'deki sözde Gucci mağazasından
alınan kusurlu ürünleri New York mağazasında tamir ettirmeye
çalıştılar, kendilerine sadece gerçek ürünlere sahip olmadıkları
söylendi.”
Sadece 1978 yılının ilk yarısında, Gucci’nin yasal çabaları
yaklaşık iki bin el çantasına el konmasını ve sahtecilik yapan
on dört İtalyan üreticisinin tasfiye edilmesini sağladı. Gucciler
isimlerine yönelik tehditlerle mücadele ederken kendi safla­
rındaki en büyük tehdidi gözden kaçırdılar. Şirket içinde daha
büyük bir role sahip olmamaktan bıkmış, yaratıcı ve eksantrik
Paolo, rapor verdiği amcası Rodolfo’yla şirketin yaratıcı yönü ve

* Okunuş olarak Gucci kelimesine benzeyen bu ifade, apış arası


anlamına gelmektedir, -çn

111
Gucci Hanedanı

iş stratejileri konusunda anlaşmazlıklar yaşamaya başlamıştı.


Kendisini işin yaratıcı lideri olarak gören Rodolfo, Paolo’nun
önerilerini ya da eleştirilerini hoş karşılamadı. Aldo’nun şirket­
ten yüzde 3,3’lük hediyesi Paolo’yu biraz sakinleştirmiş olsa da
tasarım, üretim ve pazarlama konusundaki fikirlerini masaya
yatırmak için aile toplantılarında hissedarlık statüsünü kullan­
maya başladı.
O zamanlar eşi ve iki kızından uzaklaşmış olan Paolo, ken­
disine şarkıcı olmak isteyen Jennifer Puddefoot adında tombul
ve sarışın bir İngiliz kız arkadaş bulmuştu. İğneleyici bir mizah
anlayışı olan Jenny, başarısız ilk evliliğini de bitirmişti. Çift 1978
yılında Haiti’ye kaçtı, Aldo’nun Roma Katolik Kilisesinde evlen­
diği Yvonne’la boşanması imkânsız olmasa da çok zor olduğu
için Jenny’yle evlenmek için orada ikamet etmeye başlayacaktı.
Beş yıl sonra Paolo ve Jenny’nin Gemma adına bir kızları oldu.
Vasco’nun 1974 yılındaki ölümünün ardından Paolo, Floran­
sa dışındaki Scandicci fabrikasının denetimini devraldı. Camh
ofisinden, dünya çapındaki Gucci mağazalarında saatin kaç ol­
duğunu gösteren büyük saatlerin asılı olduğu sipariş bölümü­
ne kadar olan alanı görebiliyordu. Diğer pencereden ise tekstil
ürünlerini ve değerli derileri sipariş eden satmalma personeli­
ni görebiliyordu: Endonezya ve Kuzey Afrika’dan devekuşu ve
timsah derileri, Polonya’dan yaban domuzu ve domuz derileri
ile kumaşın özel bir su geçirmezlik işlemi için düzenli olarak
Firestone’a gönderildiği Toledo, Ohio’dan GG kumaş topları.
Salonun karşı tarafındaki tasarım stüdyosu, el çantaları, toka­
lar, saatler, masa örtüleri ve seramik ürünlerin eskizleriyle bir­
likte duvarlara tutturulmuş renk paletleri ve kumaş örnekleri­
nin olduğu bir kaleydoskop gibiydi. Paolo’nun penceresinden
gözüken cennet gibi manzara, lahana tarlalarını, villalar ve selvi
ağaçlarıyla dolu Toskana kırsallarını ve uzaktan Apenin dağları­
nın inişli çıkışlı siluetini gösteriyordu.
Fabrikanın alt katında, tutkal dumanını çekmesi için kul­
lanılan vızıldayan vantilatörlerin eşliğinde dikiş makineleri
uğulduyor ve kesme makineleri gümbürdüyordu. Bir köşe­

112
Aile içi Çekişmeler

de zanaatkârlar, gaz lambalarının alevlerini sert bambuların


üzerinden ustalıkla geçirerek onları karartıp yumuşatıyor ve
Gucci’nin ünlü çantalarında kullanılacak hafif kıvrımlı kulp­
lar haline getiriyorlardı. Üretimin çeşitli aşamalarında, bazıla­
rı yapıştırılacak, diğerleri dikilecek, kesilecek, kırpılacak ya da
üzerine akşamı takılacak ürünlerle dolu iki tekerlekli arabalar
gidip geliyordu. Daha modern olan deri kesme ve presleme
ekipmanları dışında, zanaatkârlar daha önce Via delle Caldaie
ve Lungarno Guicciardini’de kullandıkları tekniklerin aynıla­
rını kullanıyorlardı. İncelendikten sonra, bugün hâlâ yapıldığı
gibi, her bir ürün beyaz pazen ambalajına geçirilir ve nakliyesi
için hazırlanırdı.
Onun Via Tornabuoni’deki mağaza ve ofislerden Scandicci
fabrikasına gidip gelişlerini izleyen işçi ve satış elemanlarına
göre Paolo, fikirlerini dışa vurması ve kendi tasarladığı monog-
ramlı Gucci pantolonlarıyla ortalıkta dolaşmasıyla tanınan coş­
kulu, sempatik ve garip birisiydi. Çalışanları, tıpkı babası gibi
onun da bir an çok mutluyken bir sonraki an öfkeli olabilece­
ğini hızlıca öğrenmişti. Başarılı bir sunumun ardından tasarım
asistanına döner ve “Onlar beni alkışlıyor ama ben bunu senin
yaptığını biliyorum,” derdi. Ancak aynı asistan ona karşı gelirse
suratına bir avuç dolusu eskizi fırlatır ve öfkeyle odadan çıkardı.
Paolo’nun inişli çıkışlı Toskana tepeleri arasındaki merak
uyandıran ve görünürde sakin olan hayatı, sükûnetin ardındaki
türbülansı zar zor gizliyordu. Şirketin vizyon ve planlamadan
yoksun olduğunu düşünüyor ve amcası Rodolfo’yu organizas­
yon becerilerinden tamamen yoksun olduğu için aşağılıyordu.
Öte yandan, babası doğuştan bir liderdi ancak çok kötü yönlen­
diriliyordu.
“Amcam iyi bir aktördü fakat bir işinsanı olarak işe yaramaz
biriydi,” demişti Paolo bir keresinde. “Etrafına iyi insanları top­
layacak kadar zeki biri ama liderlik vasfı yok. Babamsa onun
tam tersi: doğuştan lider ama işe yaramaz danışmanları var.”
Floransa’dan, Milano’da bulunan amcası Rodolfo’ya her gün
şikâyet mektupları yazardı: Gucci daha genç ve daha modern

113
Gucci Hanedanı

müşterileri için daha ucuz ürünlere lisans vermeli ve bunların


dağıtımını yapmalıydı; Gucci, Giorgio’nun Roma’daki başarılı
mağazasına benzer şekilde ikinci bir mağazalar zinciri açmalıy­
dı. Gucci işinin gelişimiyle ilgili -hızlıca reddedilen- fikirlerini
sunmanın ötesinde Paolo, aile yönetim kurulu toplantılarında
şirketin mali durumu hakkında rahatsız edici sorular sormak
için kendi konumunu kullanıyordu. Satışlar bütün dünyada
dörtnala koşuyor, Floransa’daki şirketler son hızda üretim ya­
pıyor, Gucci dünya çapında yüzlerce insan istihdam ediyor
ama şirketin kasalarında hiç para yokmuş gibi görünüyordu.
Jennifer’la evlendiği yıl Gucci Shops İne., Birleşik Devletler’de
48 milyon dolarlık rekor bir ciroya ulaşmış ancak hiç kâr elde
etmemişti. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Paolo bunu yüksek ses­
le dile getirdi. Dahası, kendisinin ve kardeşlerinin aldığı aylık
ücretlerin geçinmek için pek de yeterli olmadığını düşünüyor­
du. Aldo alçakgönüllü olmaları ve onları hizada tutabilmek için
çocuklarına kısıtlı maaşlar veriyordu. Arada bir onları mutlu
etmek için bir ikramiye verirdi. “Hadi çocukları gülümsetecek
bir şeyler verelim,” derdi Aldo neşeyle ve ay sonunda çeklerine
fazladan bir şeyler koyardı.
Görünür kârların olmaması aile içinde daha büyük bir şaş­
kınlık yaratmaya başladı. Rodolfo kötü sonuçlar için Aldo’nun
büyüme açlığını suçladı. Gucci Parfümsün piyasaya sürülme­
si maliyetliydi ve yalnızca yüzde yirmisine sahip olan Rodolfo,
yüzde seksenine sahip Aldo ve oğullarına giden kârın sadece bir
kısmını görebiliyordu. Buna karşılık, Paolo ve kardeşleri Aldo
tarafından kurulduğunu düşündükleri ana şirkette Rodolfo’nun
sahip olduğu yüzde 50 hisseden rahatsız oluyorlardı. Paolo’nun
yazılı şikâyetleri Milano’daki masasına yığıldıkça Rodolfo’nun
sabrı taştı.
1970’lerin sonunda, Gucci çalışanlarının pek de olağandışı
görmedikleri küçük bir olay daha büyük çatışmaların başlan­
gıcını tetikledi. Bir gün, Via Tornabuoni’deki mağazaya gelen
Paolo, Rodolfo’nun en sevdiği çantalardan birini vitrinden kal­
dırmıştı çünkü bu çantanın tasarımı konusunda kendisine da-

114
Aile içi Çekişmeler

nışılmamıştı. Rodolfo bu değişikliği öğrendiğinde, onun vitri­


nini kurcalamaya kimin cüret ettiğini öğrenmek istedi. Kim ol­
duğu kendisine söylendiğinde patladı. Bu olaydan kısa bir süre
sonra Rodolfo, sinirli bir şekilde dışarı çıkan Paolo’yu bir basın
sunumu esnasında herkesin içinde azarladı. Floransa tasarım
ofisindeki bir başka toplantıda çantalar havada uçuştu, bazıları
açık duran pencereden dışarı fırlayıp aşağıdaki çimlere düştü.
Ertesi sabah depo görevlisi tesisi açarken çantaları yerde bulup
bir hırsızlık olduğunu düşünerek polisi arayınca, bu olay Gucci
efsanesinin bir parçası haline geldi.
“Bu sıradan bir şeydi,” diye hatırlıyordu eski bir çalışan, ha­
vada uçuşan çantalara gönderme yaparak. “Bu tür şeyler her za­
man olurdu.”
Ancak Paolo’nun eleştirel mektupları ve küstah davranış­
ları Rodolfo’nun sabrını taşırmıştı. Telefonda yeğenine öfke
içinde çıkışmış ve onu Milano’daki ofisine çağırmıştı. Paolo,
Rodolfo’nun Via Monte Napoleone üzerindeki ofisinde boy
gösterdiğinde Rodolfo hiç vakit kaybetmedi.
“Senin küstahlıklarından bıktım artık!” diye bağırdı. “Senin­
le işim bitti. Eğer İtalya’da çalışmayı beceremiyorsan o zaman
New York’ta babanla çalışmaya gitsen iyi olur!”
Paolo, şirketin defterlerini görmek isteyerek karşı saldırıya
geçti. “Ben bir Gucci yöneticisi ve hissedarıyım,” diye bağırdı.
“Bu şirkette neler olduğunu bilmek benim hakkım! Buraya
akan milyonlarca dolara ne oluyor?”
Paolo babasını aradı ve Rodolfo’nun kendisini şirketteki
haklarından menetmeye çalıştığını, tasarım direktörü görevini
baltaladığını ve kendisine danışmadan bir şeyler yaptığını iddia
etti. Her zaman barışçıl olan Aldo sorunu bir kenara bıraktı ve
Paolo’yu New York’ta kendisiyle çalışmaya davet eti.
“Bir ara vermen gerekiyor, Paolo,” dedi Aldo yardımsever bir
şekilde, telefonun diğer ucundan. “Amerika yaşamak ve çalış­
mak için harika bir yer - burada aksesuarların ve tasarımları­
nın sorumluluğunu alabilirsin. Jenny de burayı sevecek - belki
de burada şarkıcılık kariyerini ilerletebilir.” Paolo ve Jenny çok

115
Gucci Hanedanı

heyecanlandı. Aldo, Paolo ve Jenny’ye Beşinci Cadde mağazası­


na yürüyerek beş dakika mesafede bir daire verdi ve onu Gucci
Shops İne. ve Gucci Parfums of America şirketlerine, bu pozis­
yonlara uygun bir maaşla pazarlamadan sorumlu başkan yar­
dımcısı ve genel müdür yaptı. Çok mutlu olan Paolo, sınırsız
potansiyele sahip gibi görünen ABD pazarına yeni fikirlerini
yağdırdı. 1978 yılıydı.
1980’de Aldo, 1977 yılında satın aldığı Columbia Pictu-
res Building’in Elli Dördüncü Sokak’m karşısındaki Beşinci
Cadde’de bulunan 685 numaradaki eski binasına göz alıcı yeni
bir mağaza açtı. İşçiler, on altı katlı binanın ilk dört katını ka­
zarken üst katlardaki kiracılar için asansör ve diğer hizmetlerin
bakımı yapılıyordu. Binayı desteklemek için açılan alana yeni
çelik ve beton kirişler yerleştirmek tek başına 1,8 milyona mal
olmuştu. Tamamlandığında mağazanın geniş bir avlusu olmuş­
tu ve burada 1583 yılında Grandük Francesco de’ Medici için
dokunmuş Paris’in Yargısı adındaki devasa duvar halısı, cam
duvarlı iki asansör arasında asıh duruyordu. Yine New Yorklu
mimarlar Weisberg and Castro tarafından tasarlanmış ilk üç
kat, camlar, traverten mermerler ve heykelcilik bronzlarıyla ta­
mamlanmıştı. Birinci katta çanta ve aksesuarlar, ikinci katta er­
kek, üçüncü katta ise kadın ürünleri sergileniyordu. Bu mağaza,
Gucci’nin 1999 yılındaki yönetimi altındayken tadilat nedeniyle
kapatılana kadar aynı tasarımda kaldı.
Aldo, Romah Giulio Savio tarafından tasarlanan “Gucci Gal-
leria” adlı mağazanın dördüncü katma astığı sanat koleksiyo­
nuna verdiği altı milyon dolar da dahil olmak üzere bu girişime
12 milyon dolardan fazla para yatırdı. Yıllar boyunca sanatı tica­
retle birleştiren Aldo, aynı zamanda arkadaşı olan İtalyan tenor
Luciano Pavarotti’nin konserlerinden sonra arkadaşları için do­
ğaçlama spagetti yemekleri tertip etti. Bu organizasyonlar yavaş
yavaş resmi buluşmalardan çıkarak 1978 yılında Beverly Sills’in
Don Pasquale’nm ilk gecesi gibi yardım galalarına dönüştü.
Gucci geceye, performansın ardından bir gala yemeği ve Gucci
defilesine sponsorluk ederek katkıda bulundu.

116
Aile içi Çekişmeler

Aldo kişisel temasların Gucci için en iyi reklam olacağına


inandığı için, film yönetmeni Roberto Rossellini’nin kardeşi
Renzo Rossellini’nin eşi olan Lina Rossellini’yi, işe aldı. Bayan
Rossellini, her zaman anıldığı gibi, New York’ta sosyal olarak iyi
ilişkilere sahipti ve Galleria’daki önemli müşterileri her zaman
hoş karşılardı. Onları zarif bir şekilde, beyaz eldivenli garson­
ların traverten mermer masalara kahve ya da şampanya servisi
yaptığı boz kahverengi koltuklara ve rahat sandalyelere yönlen­
dirirdi. Burada, diğer sanatçılara ek olarak De Chirico, Modig-
liani, van Gogh ve Gaugin tarafından yapılmış orijinal eserlere
hayran olabilir ve kıymetli derilerden yapılan ve değeri 3 bin ila
12 bin dolar arasında değişen on sekiz ayar altından parçalara
sahip olan sınırlı sayıdaki Gucci tasarımı mücevherler ya da
çantalar arasından seçimlerini yapabilirlerdi.
Aldo açılış arifesindeyken, “Durgunluk döneminde bu şey­
leri alacak insanlar nereden geliyor diye sorabilirsiniz,” demişti
Women’s Wear Daily dergisine. “Güzel kadınlarla ilgili bir sözüm
vardır,” diye devam etti kendi sorusunu yanıtlayarak. “Yalnızca
yüzde 5’i gerçekten güzeldir. Büyük imkânları olan insanlar için
de durum aynıdır. Onlar nüfusun sadece yüzde 5’ini oluşturur.
Ancak yüzde 5 bizi gülümsetmeye yetiyor.” Gucci, ABD işinin
Ağustos 1981’de sona erecek olan mali yıl itibariyle 55 ila 60 mil­
yon dolara ulaşacağını tahmin ediyordu.
Paolo’nun en sevdiği görevlerinden biri, V1P müşterilerine
“Galleria’ya girmelerini sağlayacak Gucci’nin altın kaplama
anahtarlarından birini -Aldo’nun icatlarından biriydi- bizzat
vermekti. Çok kısa süre içinde -bin adetten daha az basılmış-
bu küçük altın anahtar belirli New York çevrelerinde olmazsa
olmaz bir şeye dönüştü.
O zamana kadar sınıf ve tarz konusunda en üst düzeyde
olduğu kabul edilen Gucci, Amerikan anlayışına birinci sınıf
şıklık olarak damgasını vurmuştu. 1978 yılında, Neil Simon’ın
Kaliforniya Süiti filmindeki karakterler Gucci valizler taşıyor
ve hatta onların adını anıyordu. Woody Ailen, 1979 yapımı fil­
mi Manhattan a zemin hazırlamak için kameralarını Gucci’nin

117
Gucci Hanedanı

Beşinci Cadde’deki parıldayan vitrin camlarına çevirdi. Ronald


Regan, Gucci mokasenlerini giyerken Nancy günlük kullanım
için bambu çantalar taşıyor ve özel günler için Gucci’nin saten
terliklerini ve boncuklu gece çantalarını satın alıyordu. Sid-
ney Poitier’in esprisi tüm dünyayı sarmıştı: Bir Afrika gezisi
esnasında bir gazeteci, oyuncuya atalarının topraklarına ayak
basmanın nasıl bir his olduğunu sormuştu. Solgun bir bakışla,
“Gucci ayakkabılarımın tabanı sayesinde iyi bir his,” diye kar­
şılık vermişti. 1978 yılında, bir dedikodu köşe yazarı olan Suzy,
Daily News Sunday gazetesindeki Peter Dunchin’den “tüm ce­
miyet orkestra şeflerinin Gucci’si” olarak bahsetmişti. 1981 yı­
lında Time dergisi yeni Volksvvagen’i “arabadan çok bir Gucci
terliğine benzeyen” dört kişilik bir küçük otomobil tasarımı
diye tanımlamıştı.
Paolo, New York hayatının tadını çıkarırken amcası yeğeni­
nin kendisine karşı giriştiği mücadeleyi unutmamıştı. Rodolfo,
Aldo’nun neşeli çözümüne ve Paolo’nun İtalya’daki görevini
haber vermeden ve yerine birini koymadan bırakıp gitmesine
içerlemişti. Maurizio artık Rodolfo’nun yeniden gözüne girdiği
için yaşlı Gucci, Paolo’nun şirkette kendi oğlundan daha fazla
itibara sahip olmasını kabul edemiyordu. 1978 yılının Nisan
ayında Rodolfo kendi eliyle Paolo’ya bir mektup yazdı ve onu
Floransa’daki fabrikada sahip olduğu görevleri yerine getirme­
diği için İtalya şirketinden kovdu. Aldo’ya karşı bir savaş ilanıyla
eşdeğer olan bu mektup, Rodolfo’nun tahammül sınırlarının
çok ötesinde kışkırtıldığma işaret ediyordu.
Paolo mektubu, New York’ta bir sabah erken saatlerde mağa­
zaya gitmek için evden çıkmak üzereyken aldı. Bu mektup onu
korkutmak yerine daha da kararlı bir hale getirmişti. “Onlar
beni yok edecekse ben de onları yok edeceğim,” dedi Jenny’ye.
Kendi babasının sahip olduğu güç aracılığıyla Rodolfo’nun şir­
ketteki konumunu yerle bir edeceğine yemin etti. Rodolfo’nun
sadece yüzde 20’sine sahip olduğu kârlı Gucci Aksesuar Kolek­
siyonu ile Gucci Parfums işinin artan öneminin, amcasının pa­
zarlık yapma gücünü zayıflatabileceğini düşündü.

118
Aile içi Çekişmeler

Ancak Paolo’nun babasıyla çok iyi anlaşamıyor olması bir


sorundu. Maurizio, Aldo’nun suyuna giderken Paolo onunla ça­
tışıyordu. Sürekli yan yana çalışmak ikisinin de sinirlerini bozu­
yordu. Aldo otoriter ve her şeye müdahale eden biriydi ve işleri
nasıl yapmak istediğine dair kendisine ait çok net fikirleri vardı.
“Benim hiçbir şey yapmama izin verilmiyordu,” diye yakını­
yordu Paolo. “Hiçbir yetkim yoktu.”
Paolo değişiklik olması için çantaların içini beyaz yerine
renkli pelür kâğıtlarıyla doldurduğunda Aldo’nun gazabına uğ­
ramıştı: “Renklilerin solduğunu bilmiyor musun? Seni aptal!”
diye bağırdı Aldo.
Ya da sipariş ettikleri ama geç teslim edilen malları geri gön­
derdiğinde Aldo burnundan soluyordu, “Bu tedarikçilerle yıllar­
dır çalışıyoruz, onlara böyle davranamazsın!”
Aldo’nun Gucci’yi dilden dile dolaşan sözlerle tanıtmayı ter­
cih etmesinden dolayı reklam bütçesi ve katalog konusunda da
anlaşamamışlardı. Paolo’nun sadece beğeni kazanmış vitrinleri
Aldo’yu memnun etmiş gibi görünüyordu - ta ki Paolo o za­
manlar ünlü olan seksi ve genç bir vitrin düzenleyiciyi işe ala­
na ve Aldo onu ilk iş gününde kovana kadar. Sosyal olarak bile
Aldo, New York’ta bir rütbesi olan tek Gucci idi. Basın tarafın­
dan kendisine “Gucci Gurusu” adı takılmıştı ve modayla ilgili
Gucci yardım gecelerinin koşuşturmasında bile sadece Aldo gö­
rünürdü.
Paolo babasının zalimce davranışlarını tahammül edilemez
buluyordu ve ne yapacağını merak ediyordu. Floransa’ya gitmek
kendisi için söz konusu bile değildi. New York’ta bir arkadaş ve
temas halinde olduğu insanlardan oluşan bir çevre kurduğu
için kendi adı altında bir şeyler yapabilme ihtimallerini araştır­
dı. Ailesinin bu planlarından haberdar olması çok sürmedi.
“Aldo, senin bu bischero oğlun neyin peşinde?” diye bağırı­
yordu Rodolfo, Scandicci’de bulunan ofisindeki telefondan.
Birkaç yerel tedarikçiden Paolo’nun kendi serisi -PG koleksi­
yonu- hakkında kendileriyle temasa geçtiğini duymuştu ve bu
sadece söylentiden ibaret değildi. Tarzlar, ücretler ve teslim ta­

119
Gucci Hanedanı

rihleri konuşuluyordu. Ayrıca dağıtım planı devasa boyuttaydı;


bir rapora göre süpermarketlere bile satış yapmak istiyordu.
Aldo telefonu kapattığında kıpkırmızı kesilmişti. Paolo ba­
basının tepkisini tamamen yanlış hesaplamıştı. Rodolfo’ya karşı
onun tarafında durmak yerine Aldo kendi oğluna karşı öfkelen­
mişti. Aldo ve Rodolfo sürekli tartışsalar da mesele şirketin re­
fahını korumaksa birlik olurlardı. İkisi de Paolo’yu Gucci ismine
ve elde ettikleri her şeye karşı bir tehdit olarak gördü. Aldo öf­
keyle yumruğunu masaya vurdu. Paolo için yaptığı onca şeyin
karşılığında aldığı teşekkür buydu.
Paolo’yu Beşinci Cadde mağazasında bulunan ofislerine ça­
ğırdı. Bina onun bağırışlarıyla titriyordu.
“Bischero! Kovuldun! Sen bizimle rekabet etmeye kalkacak
kadar aptal birisin! Olağanüstü bir aptal! Seni daha fazla koru-
yamam.”
“Neden onların beni yok etmelerine izin veriyorsun?” diye
bağırdı Paolo karşılık olarak. “Ben sadece şirketi daha iyiye taşı­
mak istiyorum, onu mahvetmek değil! Eğer beni kovarsan kendi
şirketimi kurarım ve o zaman kimin haklı olduğunu görürüz!”
Mağazadan hışımla çıktı ve avukatı Stuart Speiser’i aradı.
Birkaç gün sonra yeni bir ticari markanın tescili için evraklar
hazırlanmıştı: PG.
Kendi babasından bir işten çıkarma mektubu -23 Eylül 1980
tarihli yönetim kurulundan taahhütlü bir mektup- gelmesi çok
uzun sürmemişti. Paolo, şirkette geçirdiği yirmi altı yılın ar­
dından mektupta kıdem tazminatına ilişkin bir şey olmadığını
fark edince İtalya’daki ana şirket aleyhinde evraklarla yeniden
mahkemeye gitti - bu olay, Paolo’nun güçlü bir tehlike olduğu
konusunda Rodolfo’yu daha çok ikna etmişti. Aile, Floransa’da
Paolo’nun davet edilmediği bir yönetim kurulu toplantısı dü­
zenledi ve Paolo’nun girişimiyle mücadele etmek için yakla­
şık sekiz milyon dolarlık bir bütçe ayrılmasına hükmetti. Aile
kavgalarından uzak durmaya çalışan Giorgio ve Paolo’nun her
şeyi kendi istediği gibi yapmak istediği için fazla ileri gittiğine
inanan Roberto da oradaydı. Kardeşini ikna etmeye çalışmıştı:

120
Aile içi Çekişmeler

“Aynı anda hem bizim bir parçamız hem de rakibimiz olamaz­


sın. Eğer oynamak istiyorsan oyunun kurallarına saygı göster.
Şirketle savaşıp onun içinde kalmaya devam edemezsin. Eğer
kendi yoluna gitmek istiyorsan o zaman kendi hisselerini sat.”
Paolo kendisine yapılan bu baskıya içerlemişti. “Diğer her­
kes de şirket içinde kendi çıkarlarını koruyor, benim neden ken­
di çıkarlarımın peşinden gitmemem gerektiğini anlamıyorum,”
dedi.
Rodolfo, bir hissedar olmasa da Maurizio’nun da toplantıda
olmasını sağladı. Rodolfo’ya prostat kanseri tanısı konmuştu ve
kendisi şirket içinde son derece aktif olsa da Maurizio’yu olabil­
diğince hızlı bir şekilde bu savaşın içine sokmak istiyordu.
“Sahip olduğun her şeyi kullanarak Paolo’yla savaşmahsın,”
demişti Rodolfo gizlice Maurizio’ya. “Tam olarak ve hızlı bir
şekilde alt edilmeli. Sahip olduğumuz her şeye karşı bir tehdit
oluşturuyor ve ben sonsuza dek burada olmayacağım.” O esna­
da Rodolfo neredeyse yetmiş yaşma gelmişti ve kanseri durdur­
mak için yoğun bir radyasyon tedavisi görüyordu.
Gucci şirketi Paolo’ya karşı harekete geçti, avukatlar tuttu ve
derhal Paolo’nun temasa geçtiği tüm lisans sahiplerine, Paolo
Gucci adı altındaki herhangi bir ürünün dağıtımının engelle­
neceğini bildirdi. Rodolfo bizzat Gucci’nin tüm tedarikçilerine
yazarak Paolo’yla iş yapan herkesle ilişkilerin kesileceğini söy­
ledi. Sahtecilere karşı verilen savaş, bununla kıyaslandığında
ufak bir çekişme gibi kalmıştı. Aile içi çatışma, tam teşekkül­
lü bir ticaret savaşma dönüşmüştü. Takip eden on yıl içinde,
basın tarafından yaygın olarak “Arno’da bir Dallas” olarak ad­
landırılan ancak daha ziyade Niccolö Machiavelli’nin Rönesans
Floransa’sı entrikalarını andıran değişen ittifakları, beklenme­
dik ihanetleri ve yakınlaşmaları ortaya çıkararak birbirine sıkı
sıkıya bağlı olan aile işinin çoğunlukla gizli kalan dünyasının
perdelerini aralayacaktı.

121
6

Paolo İntikam Alıyor

Gucci savunmasını şekillendirir ve savaş hatlarını çizerken


Paolo’nun kendi adını geliştirme isteği kararlı ve insafsız bir hale
geldi. Saldırısı, 1981 yılında açtığı kendi adını kullanma hakkı­
na ilişkin davayla başladı. 1987 yılına gelindiğinde babasına ve
Gucci şirketine karşı on dava açmıştı. Babası ve amcası teda­
rikçilerle çalışma konusunda bütün çabalarını engellediğinde,
tasarımlarını Haiti’de üretme potansiyelini araştırdı, ki ailesi
onun burada kendi Gucci taklitlerini bile yaptığını keşfetmişti.
O esnada Aldo ve Rodolfo, Gucci Parfümsün giderek artan
önemi konusunda çatışıyordu. Rodolfo, yaşadığı hayatı büyük
ölçüde Aldo sayesinde yaşadığını kabul etmekle birlikte yine de
abisinin güvenini ve gücünü kıskanıyor, onun sahip olduğu her
şeyi istiyordu. Aldo’nun dehasıyla boy ölçüşemezdi ama yine de
iş üzerinde sahip olduğu kontrole karşı çıkıyor ve içerliyordu.
Rodolfo ayrıca tek vârisi olan Maurizio’nun da şirkette yeterli
güce sahip olmamasından da endişe ediyordu.
Paolo’yla mücadelenin başında Rodolfo işle ilgili anlayı­
şının ötesinde olan boyutlar için kontrol talep etti. Aldo’nun,
Gucci’nin gelirindeki aslan payını kendisinin yalnızca yüzde 20
payı olduğu ve Maurizio’nun ise hiçbir şeyi olmadığı yan kuru­
luş Gucci Parfümse kaydırma stratejisini fark etmişti. Rodolfo,

122
Paolo intikam Alıyor

Aldo’ya parfüm işinden kendisine daha büyük bir parça vermesi


konusunda baskı yaptı ama Aldo bunu reddetti.
“Siz daha fazlasına sahip olasınız diye oğullarımın hisseleri­
ni elden çıkarmak için bir sebep göremiyorum, ” dedi Aldo. Par­
füm işinde daha büyük bir hisse elde edemeyen Rodolfo etkisini
başka bir şekilde göstermeye çalıştı.
Domenico De Sole adında, Washington D.C.’de başarılı bir
kariyere sahip, İtalya doğumlu genç bir avukat tuttu. De Sole,
Rodolfo’nun Aldo’ya karşı çıktığını gördüğü -Paolo dışın­
daki- ilk insandı. Roma’da doğan De Sole, güney İtalya’daki
Calabria’da bulunan Ciro adındaki küçük bir kasabada yaşayan,
İtalyan ordusundan bir generalin oğluydu. De Sole, çocukken
babasının işi nedeniyle ailesiyle birlikte bütün İtalya’yı dolaş­
mıştı ve dünyanın, yoksulluk ve mafya faaliyetleri yüzünden
harap haldeki Calabria’dan çok daha fazlası olduğunu bilerek
büyümüştü.
De Sole, Harvard’a burslu kabul edilmişti. Parlak, hırslı ve
hevesli olan De Sole kısa zaman içinde Birleşik Devletler’in fır­
satlar ülkesi olduğunu anlamıştı.
“Orayı sevdim,” diyordu De Sole. “Kişiliğimin bir parçasıydı.
Benim neslimdeki İtalyanlar hep ‘Mamma’ ve ‘pasta’ deyip du­
rur ama benim için Birleşik Devletler hakkmdaki her şey yeni ve
heyecan vericiydi.” Arkadaşlarına sık sık Amerika’daki varlıklı
insanların kendi kendilerine bunu elde ettiklerini ama Avru-
pa’dakilerin genelde doğuştan zengin olduklarını gösteren bir
araştırmadan bahsederdi. Hırsının ve enerjisinin Birleşik Dev-
letler’deki fırsat alanları için çok uygun olduğunu fark etti. Ay­
rıca inatçı ve kontrolcü olarak tanımladığı annesinden binlerce
kilometre uzakta olma fikrini de seviyordu.
“Amerikan zihniyetinde, üniversite için evden ayrılmak bir
tür yetişkinliğe geçiş törenidir,” diye gözlemlemişti Sole. “İlk yıl
kaldığım Dane Hall’daki korkunç yurt odamı hâlâ hatırlıyorum.
[Daha sonra Story Hall’a taşınmıştı.] Annem beni ziyarete gel­
mişti ve etrafa bakarak ‘Evdeki yatak odan hâlâ seni bekliyor,’
demişti. O anda eve dönmek istemediğimi fark ettim!”

123
Gucci Hanedanı

“De Sole yüzde iki yüz Amerikalıdır,” onun uzun süredir


meslektaşı ve bugün Gucci’de iç hukuk danışmanı olan Allan
Tuttle. “Görece kapalı bir toplumdan daha açık bir topluma
gelmişti ve bugün İtalyan olduğundan daha çok Amerikan’dır,
özellikle de sisteme karşı olan heyecanı konusunda.”
De Sole çok çalıştı, 1970 yılında yüksek lisans derecesini ta­
mamladı ve saygıdeğer hukuk firması Covington and Burlings
için Washington D.C.’ye taşınmadan önce New York’ta kısa bir
süre Cleary, Gottlieb, Steen & Hamilton için çalıştı. George-
tovvn’daki N Sokağında, Senatör John F. Kennedy’nin yaşadığı
yerin karşısında bir dairesi vardı. 1974 yılında görücü usulü bir
buluşmada eşi Eleanore Leavitt’le tanıştı ve onun bebek ma­
visi gözlerine, güçlü karakterine ve Avrupa kökenli Protestan,
orta sınıf, beyaz bir Amerikalı olarak değer sistemine -onunla
Amerika’nın kalbine girdiğini hissederek- âşık oldu.
De Sole otuz yaşındaydı, yani Eleanore’dan yedi yaş büyük­
tü. Genç kadının ayaklarını yerden kesmişti.
“O çekici, cesur ve nazik biriydi,” diyordu Eleanore. IBM’de
gelecek vadeden kariyer sahibi bir kadın olarak inatçı kararlılı­
ğından da etkilenmişti - Covington and Burlings her yıl ekibine
yalnızca bir yabancı avukat kabul ederdi. Tanışmalarından kısa
süre sonra De Sole onu, kendisini ziyaret etmek için Washing-
ton D.C.’ye gelmiş ve altı hafta kalacak olan ailesiyle tanıştırdı.
De Sole’ün annesi Eleanore’u hemen sevmişti ve bunu oğluna
söyledi. Ağustos ayma gelindiğinde De Sole evlenme teklif et­
mişti ve 1974 yılının Aralık ayında Ulusal Katedrale bağlı Saint
Albans Piskoposluk Kilisesi’nde evlendiler, kendisi beyaz frak
giymiş ve beyaz bir kravat takmıştı, Eleanore ise kendi annesi­
nin gelinliği içindeydi.
De Sole hukuk uzmanlık sınavını geçti ve M Sokağında bu­
lunan ve bugün Patton & Boggs adıyla bilinen genç, dinamik ve
büyüyen bir firma olan Patton, Boggs & Blovv’a katıldı. Burası
saygın bir firmaydı ve De Sole’ün ilgisini çeken pek çok ulus­
lararası iş yapıyorlardı. Firmanın ortağı olmaya karar verdi -üç
yüz avukatın çalıştığı şirkette rekabetçi bir beklenti- ve bunun
için harıl harıl çalıştı.

124
Paolo İntikam Alıyor

“Ortak olmak benim nihai hedefimdi artık,” diyordu De


Sole. “Herkesten daha fazla çalıştım, hiç mola vermedim, buna
takıntılı hale gelmiştim.”
1979’da ortak olduktan sonra De Sole kendini bir vergi avu­
katı -Amerikalı olmayanlar için en zor uzmanlık alanlarından
biri- olarak geliştirdi ve ABD operasyonlarını genişletmek iste­
yen büyük İtalyan şirketlerle çalışarak firma için kazançlı işler
yapmaya başladı. De Sole, Gucci ailesiyle bir sonraki yıl önde
gelen yerel bir avukat olan Profesör Giuseppe Senayla işbirliği
yaptığı bir Milano gezisinde tanıştı. Sena bir gün onu Gucci aile
toplantısına davet etti. Aile üyeleri geldiğinde odanın ortasına
dikdörtgen şeklinde yerleştirilmiş toplantı masalarının etrafına
gruplar halinde yerleştiler: Aldo, oğulları ve danışmanları bir ta­
rafa; Rodolfo, Maurizio ve onların danışmanları ise diğer tarafa.
De Sole ve Sena odanın baş tarafında oturuyordu. Toplantının
başında De Sole pek dikkatini vermiyordu. Başını önüne eğmiş,
masanın altından bir gazete okuyordu. Toplantı kızıştığmda-a
-ve Sena çok az şeyin bir sonuca bağlanabileceğinden korktu­
ğunda- De Sole’e toplantıyı yönetmek isteyip istemeyeceğini
sordu. De Sole kabul etti ve gazetesini bıraktı.
Profesyonel ve deneyimli biri olan De Sole’ün Gucciler kar­
şısında gözü korkmamıştı. Buna karşılık onlar da De Sole’den
pek etkilenmemişlerdi - başlangıçta. Kendi alanında parlak ve
başarılı biri olmasına rağmen zarafet ve nezaketten yoksundu.
Birleşik Devletler’de bir kişi liyakatma göre başarılı olabilse de
İtalya’da iş ve kişisel ilişkiler, hâlâ büyük ölçüde kişinin aile geç­
mişi ve sosyal konumuna bağlıydı. Doğru isme, doğru adrese,
doğru arkadaşlara ve doğru tarza sahip olmanın hepsi, İtalyan
bella figura kavramının ya da her zaman doğru görünüme sahip
olmanın parçalarıydı. Gucciler, De Sole’ün kirli sakalına, üze­
rine tam oturmayan eski püskü Amerikan takım elbisesine ve
içine beyaz çorap giydiği siyah ayakkabılarına şöyle bir baktı.
Ancak coşku içindeki Aldo sırası gelmeden konuşmaya başla­
dığında De Sole, “Konuşma sırası sizde değil Bay Gucci, lütfen
sıranızı bekleyin,” dedi net bir şekilde. Rodolfo’nun gözleri şaş-

125
Gucci Hanedanı

kinlik ve hayranlıkla açıldı. Toplantı bittikten sonra Rodolfo bi­


nadan çıkarlarken De Sole’ü köşeye çekti ve onu hemen işe aldı
- ucuz takım elbisesi ve beyaz çoraplarına rağmen.
“Aldo’ya o şekilde karşı çıkan herkes gelip benim için çalış­
malı!” demişti heyecanla. Rodolfo, De Sole’yle birlikte Gucci
Parfums’ü Guccio Gucci’ye dahil etmek için bir yöntem geliştir­
di - bu manevra, Rodolfo’nun kârh GAC işi üzerindeki kontro­
lünü yüzde 20’den yüzde 50’ye yükselterek sağlamlaştıracaktı.
Kardeşinin bu meydan okumasına öfkelenen Aldo, Rodol­
fo’nun konumunu açığa kavuşturmayı umduğu bir hissedarlar
toplantısında sadakatini istediği Paolo’yu bir gün Palm Beach
ofisine çağırdı. Kendisi toplantıya katılamayan Rodolfo, De
Sole’den Florida adalarındaki tatilini yarıda kesmesini ve onun
haklarını temsil etmek üzere toplantıda bulunmasını istedi.
Üçü, Aldo’nun masasıyla ikiye bölünmüş uzun ve dar ofisindeki
küçük bir toplantı masasının etrafına oturdular.
Paolo’nun canı babası için herhangi bir iyilik yapmak iste­
miyordu. Şirkete ve aileye olan sadakati karşılaştığı haksız mu­
amele sebebiyle zedelenmişti. Aldo’ya, kendi adı altında çalışa­
bilmesi karşılığında oy verebileceğini söyledi.
“Sen bana nefes alma hakkı bile vermezken Rodolfo’yla sa­
vaşmak için sana yardım etmemi nasıl bekleyebilirsin?” diye
sormuştu Paolo, koltuğundan fırlayıp tedirgin bir şekilde ora­
dan oraya yürüyen babasına. “Şirket içinde çalışamıyorsam o
zaman dışında çalışabilmem gerekir. Beni sen kovdun, kovul­
mayı ben istemedim,” dedi öfkeyle.
Aldo daha hızlı yürümeye başladı. Oğlunun kendi çıkarı için
onu zorlamaya çalışması Aldo için kabul edilemezdi. Masasına
doğru yürürken öfkesi kontrolden çıkmıştı. Büyük masasında
en yakında duran şeyi, Paolo’nun bizzat tasarlamış olduğu kur­
şunlu kristalden Gucci kül tablasını eline aldı.
“Seni orospu çocuğu!” diye kükredi Aldo, küllüğü odanın
diğer tarafındaki oğluna doğru fırlatırken. Kül tablası toplan­
tı masasının arkasındaki duvara çarparak Paolo ve De Sole’ün
üzerine kristal parçaları yağdırdı.

126
Paolo intikam Alıyor

“Sen delirmişsin!” diye bağırdı Aldo, suratı kızarmış, boynu­


nun kenarındaki damarlar kabarmıştı. “Neden sana dediğimi
yapmıyorsun?”
Bu olay Paolo’nun ailesiyle bir anlaşma yapma konusundaki
umutlarını paramparça etmişti ve o andan itibaren Gucci aile­
sini yerle bir etmeye karar verdi. Ailesinin ona şiddetle karşı ol­
duğunu biliyordu; onlara ne kadar tehlikeli bir hata yaptıklarını
göstermek kendisine kalmıştı.
Ancak Aldo bu çatışmadan dolayı mutsuzdu. İş açısından
bu durum, şirketteki değerli kaynakları ve enerjiyi tüketiyor,
olumsuz bir tanıtıma sebep oluyordu. Kişisel açıdan ise kendi
oğluyla kavga etmek ona acı veriyordu. Ailenin gücüne ina­
nırdı ve Paolo’yla barışmayı her şeyden çok istiyordu. Aldo bir
ateşkes denemeye karar verdi. Paolo ve Jenny’yi, 1981 Noel’i ile
1982 yılının yılbaşı arifesi arasındaki zamanı Palm Beach’teki
evinde kendisi ve Bruna’yla geçirmeye davet etti. Baba ve oğul,
aralarında sanki hiçbir şey geçmemiş gibi, klasik Gucci tarziye
la birbirlerini sıcak bir şekilde selamladı. Aldo, Milano’daki
Rodolfo’yu arayarak ona bayram tebriklerini iletti. Sonra da
esas konuya geldi.
“Foffo, Paolo’yla uzun bir konuşma yaptım. Sanırım aileye
geri dönme konusunda istekli. Bu savaşa bir son vermeliyiz.” O
ocak ayında Paolo’ya bir teklif götürme konusunda anlaştılar.
Gucci imparatorluğunun yapısında kapsamlı değişikliklere git­
tiler: Guccio Gucci ana şirketi ve Gucci Parfums dahil diğer tüm
kardeş şirketler, Milano borsasına kaydolacak tek bir ana şirket
olan Guccio Gucci A.Ş. adı altında birleşecekti. Aldo’nun her bir
oğlu tüm işin yüzde ıı’ini, Aldo ise yüzde 17’sini alacak ve Paolo,
Guccio Gucci A.Ş. şirketinin başkan yardımcısı olacaktı. Ayrıca
Gucci Parfums altında, Gucci Plus adında ve lisans verme yet­
kisine sahip yeni bir bölüm kurulacaktı. Paolo bu işin yöneticisi
olacak ve halihazırda imzaladığı lisans anlaşmalarını Gucci adı
altında şirkete getirebilecekti. Buna ek olarak kıdem tazminatı­
nı ve yıllık 180 bin dolarlık maaşını alacaktı. Bunlar Paolo’nun
istediği her şeydi. Anlaşma şartları uyarınca her iki taraf da bü­

127
Gucci Hanedanı

tün suçlamalarını düşürecek ve Paolo kendi adı altında ürün


tasarlama ve tanıtma hakkından vazgeçecekti.
Paolo şüpheci davranmaya devam etti. Tüm tasarım öne­
rilerinin Rodolfo’nun başkanlık yaptığı bir kurul tarafından
onaylanması gerektiği söylendiğinde bu şüpheleri doğrulanmış
oldu. Paolo yine de bunu kabul etmeye karar verdi. Anlaşmayı
şubat ortasında imzaladı - ancak ateşkes bitmeye mahkûmdu.
Gucci yönetim kurulu 1982 yılının Mart ayında Paolo’yu
çağırdı ve ondan halihazırda anlaşma yaptığı ürün serilerinin
detaylı bir listesini ve Gucci Plus serisi için yeni fikirler getirme­
sini istedi. Paolo bütün malzemeleri hazırlamak için çok çalıştı
ama toplantı onun beklediği gibi geçmedi. Kurul, bütün o daha
ucuz ürün serileri fikrinin “şirketin çıkarlarına ters düştüğünü”
söyleyerek önerilerinin hepsini reddetti. Hiç olmadığı kadar
öfkelenen Paolo kandırıldığını hissediyordu. De Sole daha son­
radan, onun eylemlerinin şirket için ne kadar zararlı olduğunu
hatırlatarak Paolo’nun kandırılmış olduğunu yalanladı.
Çok kısa süre içinde, yönetim kurulu Paolo’nun şirketteki
imza yetkisini askıya aldı. Yönetim kurulu üyesiydi ama kendi
tasarımlarını yönetme ve uygulama gücü yoktu. Şubat ayında
kıdem tazminatını almasının ardından üç ay sonra yeniden
kovuldu. “Aptal gibi hissediyordum,” demişti Paolo. “Amcamın
bana verdiği bütün o anlaşmaların ve güvencelerin hiçbir anla­
mı yoktu.”
Floransa’da, Via Tornabuoni’deki Gucci mağazasının üst ka­
tındaki ofislerde gerçekleşen 16 Temmuz 1982 tarihli meşhur
yönetim kurulu toplantısına gelindiğinde, gerilim son noktası­
na ulaşmıştı. Paolo’nun artık hissedar pozisyonunun iş kararla­
rında bir kaldıraç olarak kullanılması dışında şirkette etkin bir
rolü kalmamıştı. Aldo, Giorgio, Paolo, Roberto, Rodolfo, Maru-
izio ve diğer şirket yöneticileri ceviz ağacından yapılmış masa­
nın etrafında yerlerini alırken, yaz sıcağı en az odadaki atmosfer
kadar bunaltıcıydı. Aldo, sağında oğlu Roberto ve solunda kar­
deşi Rodolfo’yla uzun toplantı masasının başındaki sandalye­
sine yerleşti. Paolo ise bir tarafında Giorgio ve diğer tarafında
Maurizio’yla birlikte masanın diğer ucunda oturuyordu.

128
Paolo intikam Alıyor

Aldo toplantıyı açtı ve sekreterden bir önceki toplantıda


onaylanmış tutanağı okumasını istedi. Sonra Paolo bir açıkla­
ma yapıp yapamayacağını sorunca bu hemen mırıldanmalara ve
bakışmalara sebep oldu.
“Niye? Söyleyecek neyin var?” diye sordu Aldo rahatsız ol­
muş bir şekilde.
“Bu şirketin bir yöneticisi olarak, şirketin defterlerini ve
evraklarını inceleme fırsatımın reddedildiğini söylemek isti­
yorum,” dedi Paolo. “Daha çok ilerlemeden önce konumumun
netleştirilmesini istiyorum.”
Lafı, kendisini onaylamayan haykırışlarla bölündü.
“Şirketten para alan Hong Kong’daki iki gizemli hissedar
kim?” dedi pat diye Paolo. Daha fazla bağrışma oldu.
Paolo sekreterin -Domenico De Sole- bunları tutanağa al­
madığını fark etti.
“Benim sorularımı neden yazmıyorsun? Bu toplantının kay­
dının alınmasını talep ediyorum!” diye bağırdı Paolo. De Sole
bakışlarını odada gezdirdi, kimsenin bu fikirde olmadığını gör­
dü ve hareketsiz kaldı. Bunun üzerine Paolo evrak çantasından
bir ses kayıt cihazı çıkardı, açtı ve şikâyetlerini sıralamaya baş­
ladı. Sonra masaya sorulardan oluşan listesini fırlattı. “Ayrıca
bunların da tutanağa girmesini istiyorum,” diye bağırdı.
“Kapat o şeyi,” diye bağırdı Aldo, Giorgio masanın üzerinde
uzanıp Paolo’dan kayıt cihazını alıp yanlışlıkla kırarken.
“Sen delirdin mi?” diye bağırdı Paolo ona.
Aldo masanın etrafından dolanıp Paolo’ya doğru koştu.
Mauirizo, Paolo’nun Giorgio ve Aldo’ya saldıracağını düşü­
nerek yerinden fırladı ve kuzenini arkasından yakaladı. Aldo,
Paolo’nun yanında geldi ve kayıt cihazını ondan uzaklaştırmaya
çalıştı. Arbede sırasında Paolo’nun bir yanağı fena şekilde çizil­
di ve kanamaya başladı. Az miktardaki kanı gören grup yine de
sessiz kaldı. Maurizio ve Giorgio, evrak çantasını da alarak oda­
dan koşarak çıkan ve şaşkına dönmüş ofis çalışanlarına, “Polisi
arayın, polisi arayın!” diye bağıran Paolo’yu bırakmışlardı.
Paolo santral operatöründen telefonu aldı ve doktoruyla

129
Gucci Hanedanı

avukatım aradı, sonra da doğrudan Gucci mağazasına açılan


asansörle aşağı indi. Paolo asansör kapısından koşarak çıkıp
mağazaya girdi ve şaşkın haldeki tezgâhtar ile müşterilere ba­
ğırdı. “Bakın! Gucci yönetim kurulu toplantısında olan budur!
Beni öldürmeye çalıştılar!” Sonra yerel bir klinikte doktoruyla
görüşmek için aceleyle çıktı ve yaralarının fotoğraflanmasım
istedi. O sırada Paolo elli bir; Giorgio elli üç; Aldo yetmiş yedi;
Rodolfo yetmiş ve Maurizio otuz dört yaşındaydı.
Paolo o gece eve solgun halde ve sargılar içinde geldiğinde
Jenny şoke oldu. “Buna inanamıyorum. Hepiniz yetişkin adam­
larsınız ve holiganlar gibi kavga ediyorsunuz!” dedi.
“Paolo’nun yüzü çok kötü çizilmemişti,” dedi De Sole yıllar
sonra. “Sadece küçük bir çizikti ama bu olay bir fiyaskoya dö­
nüştü.”
Sadece birkaç gün sonra, New York’ta, Paolo’nun avukatı
Stuart Speiser, Gucci’ye karşı sıradaki davayı açtı. Bu kez suçla­
malar sözleşmenin ihlal edilmesi ile bir şirket yöneticisi olarak
şirketin mali durumunu inceleme hakkının reddedilmesinin
yanı sıra saldırı ve darp edilmeyi de içeriyordu.
Paolo kendisine yapılan istismarlar için toplamda 15 milyon
dolar talep etti: Sözde barış önerisini kendisini etkisiz hale ge­
tirmek için bir tuzak olarak niteleyerek sözleşmenin ihlali için
13 milyon dolar; saldırı ve darp içinse iki milyon dolar. Aldo’nun
korktuğu gibi, basın bu kargaşanın üzerine neşeyle atladı.
“Kenara Çekil, Dallas: Işıltılı Dış Görünüşünün Ardında,
Bir Aile Kavgası Gucci Hanedanlığını Sarsıyor,” diye yazmıştı
People dergisi; “Gucci Ailesinde Şiddetli Kavga,” diye eklemişti
Romanın 11 Messaggero gazetesi; “Gucci Kardeşler Kavga Edi­
yor,” demişti Corriere della Sera. New York mahkemesi, ola­
yın İtalya’da meydana geldiği gerekçesiyle davayı reddetmişti
ama bu hikâye, Atlantik’in iki yanındaki kamuoyunu tetikle-
di. Gucci’nin bazı çok önemli müşterileri şaşırmış ve rahatsız
olmuştu. Jackie Onassis’in Aldo’ya gönderdiği tek kelimelik
telgraf olan “Niye?” mesajı, şirket efsanesinin bir parçası hali­
ne geldi. Monako Prensi Rainier da aileyi arayarak yardım edip
edemeyeceğini sormuştu.

130
Paolo intikam Alıyor

Haberlerin patlak vermesinden sonraki gün, dünyanın dört


bir yanından müşteriler, sonbahar koleksiyonunun satış su­
numlarının gerçekleşmeye devam ettiği Scandicci’deki Gucci
genel merkezine toplanmıştı bile. Aldo, Paolo’nun kendisini
dava etmesinin yanında haberlerin bütün gazetelere düştüğünü
de öğrendiğinde, o gün tesisteki herkes onun öfkeli kükremele­
rini duymuştu.
“Eğer o bana dava açarsa Tanrıya yemin ederim ki ben de
ona dava açacağım!” Aldo telefonda kendisine haberleri ileten
kişiye gürlüyordu. Rodolfo’nun 1982’de Guccio Gucci’ye dahil
olan Gucci Parfums üzerindeki kontrolünü artırma konusun­
daki başarısına duyduğu memnuniyetsizliği sineye çeken Aldo,
Paolo’nun suçlamalarına karşı kendisini ve Gucci şirketini sa­
vunması için De Sole’ü işe aldı. Ertesi gün Aldo, Women’s Wear
Daily dergisine bir röportaj vererek çatışmayı küçük bir şeymiş
gibi gösterdi. “Hangi baba itaatsiz oğluna bir tokat atmamıştır
ki?” dedi Aldo, şirketin reisi olduğuna dair imajını pekiştirerek.
Aldo, ailenin Paolo’yla bir anlaşmaya varmaya yakın olduğunu
da eklemişti. Ancak oğlunun istediğini elde etmek için ne kadar
ileri gitmeye istekli olduğunun farkında değildi; Paolo ağır si­
lahlarını daha yeni çıkarmıştı.
Gucci’de çalıştığı yıllar boyunca Paolo eline geçirebildi­
ği tüm finansal belgeleri sessizce topluyor ve analiz ediyordu.
Şirketin iç işleyişini bilmek ve işlerin nasıl ele alındığına dair
kendi çıkarımlarını yapmak istiyordu. Vergiye tabi milyonlarca
dolarlık gelirin, bir sahte faturalandırma sistemi altında yaban­
cı şirketlere aktarıldığını keşfeden Paolo, kendi adını kullanma
özgürlüğü için verdiği savaşta bu kanıtı bir silah olarak kullan­
maya karar verdi. İlk seferde Gucci’nin avukatları bu davayı dü­
şürmeyi ve bu evrakları gizlemeyi başardı.
Yılmayan ve avukatlarına kısmi ödemeler yapmak için
Gucci’den aldığı kıdem tazminatını kullanan Paolo, 1982 yılı­
nın Ekim ayında, haksız yere işten çıkarıldığını destekleyecek
aleyhte belgeleri New York federal mahkemesine sundu. Kanıt­
ların Aldo’yu tarzını değiştirmeye ve onu tekrar aile şirketine

131
Gucci Hanedanı

davet ermeye ya da kendi serisini başlatması için ona yeşil ışık


yakmaya zorlayacağını umuyordu.
“O belgeler sadece onu zorlamak içindi,” diyecekti Paolo
daha sonra.
Paolo savaşları sadece aileyi değil, onlara yakın olanları
da böldü. Bazıları babasını yetkililerin eline düşürdüğü için
Paolo’yu kınarken, diğerleri onun sabrının taşırıldığını düşünü­
yordu.
Aldo’nun ortanca oğluna karşı özel bir yakınlık hissettiğini
söyleyen Enrica Pirri, “Paolo itibarsızlaştırılmıştı,” diyordu. “Ai­
lenin dâhisi olmasa da en çok şey yapan oydu. Eğer babasını
yetkililere teslim ettiyse babası bunu yapması için ona sebepler
vermiştir.”
“Paolo kandırılmamıştı,” diye karşı çıkıyordu De Sole. “Ai­
lenin arkasından anlaşmalar yapıyordu ve onlar da Paolo’nun
şirkete ihanet etmediğinden emin olmak zorundaydı. İyi niyetli
bir ticaret yapmıyordu.”
Paolo’nun arşivlediği belgeler Gucci’nin kârı nasıl gizlediği­
ni açıkça gösteriyordu. Hong Kong merkezli Panamalı şirketler,
Gucci Shops İne. için yaratıcı tasarım tedarikçileri gibi davra­
nıyorlardı. Gucci’nin New York’taki muhasebe şefi Edvvard
Stern’in Gucci’ye yazdığı can alıcı mektup bu düzeni gizleyen
sisi ortadan kaldırmıştı: “Bu tür faturaların kesildiği hizmet­
leri ispatlamak ve şirket için temel ihtiyaçları belgelemek için,
onaylanması ya da reddedilmesi için Gucci Shops’a çeşitli moda
tasarımları ve eskizler göndermeniz gerekecektir. Bu sadece bir
tür kayıt oluşturulması içindir [italikler sonradan eklenmiştir],”
diye yazmıştı Stern.
1983 yılında, Rodolfo’nun sağlığı daha da kötüye giderken
İRS
* ve ABD başsavcılığı, Aldo Gucci’nin kişisel ve mesleki vergi
yükümlülüklerini incelemeye başladı. Edvvard Stern dava ka­
panmadan çok önce ölmüştü ancak müfettişler konuyu büyük
jüriye taşımak için yeterli miktarda kanıt bulmuşlardı.
Paolo’nun kendi aile şirketine açtığı davalardan sadece bir

* Gelir İdaresi Dairesi, -çn

132
Paolo intikam Alıyor

tanesi mahkemede görülmeyi başardı. New York Bölge Mahke­


mesi Yargıcı William C. Conner, 1988 yılına kadar davayı karara
bağlamadı. Yargıç Conner, yaklaşık on yıldır devam eden aile
kavgasına tarafsız bir çözüm buldu: Tüketiciler arasında Guc­
ci markasıyla ilgili kafa karışıklığı yaratacağı sebebiyle Paolo
Gucci’nin kendi adını bir ticari marka ya da ticaret unvanı ola­
rak kullanmasını yasakladı. Öte yandan, Paolo Gucci’nin Gucci
adını taşımayan ayrı bir ticari marka altında satılan ürünler için
kendisini ürünlerin tasarımcısı olarak tanımlamasına izin verdi.
“Habil ile Kabil döneminden beri aile içi anlaşmazlıklara,
tarafların mantık dışı ve dürtüsel kararları, meydana gelen şid­
detli savaşlar ve sebep oldukları anlamsız yıkımlar damgasını
vurmuştur,” diye yazmıştı Conner kararma.
“Bu dava, çağımızın en çok reklamı yapılmış aile anlaşmaz­
lıklarından birindeki bir çatışmadan başka bir şey değil,” diye
devam etmişti, Gucci ailesinin o esnada “dünya çapındaki yar­
gıçlar ve tahkim kurulları nezdinde görülen yasal konularının
aile üyeleri ve kontrol sahibi oldukları işletmeler için muazzam
maliyetlere sebep olduğunun” da altını çizerek.
Conner’ın kararı Paolo’ya, Designs by Paolo Gucci adı altın­
da ürünler üretme ve dağıtımını yapma yetkisini verdi. Her za­
man yaratıcı olan Paolo, 30 Kasım 1988’de Women’s Wear Daily
dergisine bağımsız bir tasarımcı olarak çıkışını ilan eden, “Pera­
kende Topluluğuna” ithaf edilmiş bir şiirle reklam verdi.

Bin dokuz yüz seksen sekiz yılının


On Ağustos Çarşamba günü
“Gucci America” bir açık mektupla
kendisinin mevcut durumunu ve gelecekteki kaderini ilan etti.

Bir aile üyesi ve eski hissedar olan Paolo Gucci’ye


kapının gösterildiğini açıkça ifade eden
bir dava kararıyla
zaferlerini ilan ettiler.

133
Gucci Hanedanı

Hedefim ve amacım olan


modayı ve ev aksesuarlarını yaratmak için
hakkım olan adımı kullanabileceğim yönündeki
sonuçtan memnunum.

New York Federal mahkemesi


bu karan onayarak
kendi vizyonumu sürdürmem için
beni özgür bıraktı.

Gucci markası ve ismiyle olan ilişkim


bağımsız bir tasanmcı olmamla
yirmi beş yılın ardından sona eriyor
çok çalışacağım ve müşterilerime
övgüleri ve nazik teşvikleri için teşekkür ediyorum.

Ticari marka ve ismin dokunulmazlığı konusunda


“Gucci America” ile anlaşmış olarak
aralıksız çabalarımın artık
bireysel övgü toplayacağını umuyorum.

Artık etiketlerde bulunan Paolo Gucci adı


hiç şüphesiz olağanüstü kaliteyi, kesintisiz
kusursuzluğu ve tasarımdaki mükemmelliği
bir araya getirecektir.

Ticaretin yanında, zarif ve bilinçli müşteriye


hitap eden bu geleneksel olmayan
yanıt mektubu,
benim, merhaba ve hoş geldiniz demek ve bunu biraz
mizahla yapmak için halka takdimimdir.

Geleneksel bakış açıma duyduğum


büyük bir zevk ve gururla
“diğer” şirketin yapmaya çabaladıklarından

134
Paolo İntikam Alıyor

çok daha fazlası olan “Designs by Paolo Gucci”


koleksiyonunu sizlere sunuyorum.

Kapanış olarak, bir şeylerin nasıl gelişeceğini


anlamak zordur, hayat âdeta bir oyundur,
yürekten inanıyorum ki “Gucci America”
bir gün markamı satın alacaksınız.

Paolo’nun, Gucci America’nın kendi markasını satın alacağına


dair kehaneti sekiz yıl sonra gerçekleşti. Mahkeme kararından
sonra, Paolo kendi işini kurma hazırlıklarına son sürat devam
ediyordu, hatta yaklaşık üç yıl boyunca kira ödediği ancak hiçbir
zaman açamadığı New York’un Madison Caddesi’nde bir pera­
kende satış alanı bile kiralamıştı. Mesleki olarak iş girişimi sek­
teye uğradı ve sonra da başarısız oldu; kişisel olarak da Jenny’yle
olan evliliği yıkıldı. Paolo, seksen dönümlük Sussex mülkü olan
Rusper’daki safkan atlarla ilgilenmesi için işe aldığı, genç ve kı­
zıl saçlı bir bakıcı kız olan Penny Armstrong adındaki bir başka
İngiliz kadınla birlikte oldu. Paolo ve Penny’nin Alyssa adında
küçük bir kızları dünyaya geldi. Paolo, Penny’yi malikâneye
yerleştirdi ve Jenny’yi oradan çıkarıp dikkat çekmek için kutu­
lanmış eşyalarını yağmurun altında bıraktı. Buna öfkeyle karşı
çıkan Jenny, 1990 yılında New York Metropolitan Tovver’da üç
milyon dolara satın aldıkları, henüz tamamlanmamış olan lüks
bir daireye o zamanlar on yaşında olan kızı Gemma’yla geçici
bir süreliğine yerleşirken kız kardeşlerini de kutuları almaları
için gönderdi. Daire, Central Park’ın nefes kesici manzaraları­
nı sunuyor ve her yerinden Jenny’nin ödünç aldığı altın lame
kumaşla kapatmaya çalıştığı kablolar ve borular fırlıyordu. 1991
yılında Paolo’ya boşanma evraklarını tebliğ ettiğinde, Paolo fa­
turaları ödemeyi bıraktı. 1993 yılında Jenny, nafaka ve çocuk
bakımı için yaklaşık 350 bin dolarlık ödemesini yapmadığı için
Paolo’yu kısa bir süre hapse attırdı. O kasım ayında yetkililer,
Paolo’nun New York’taki mülkü Yorktovvn Heights’te bulunan
Millfield At Çiftliğine baskın yaptı ve Paolo’nun, Jenny’nin id­

135
Gucci Hanedanı

dia ettiği paraya sahip olmadığını kanıtlamak için ihmal ettiği


bir deri bir kemik kalmış, derbeder haldeki yüzden fazla ödüllü
Arap atını buldu. Atlardan yaklaşık on beşinin bedeli tam olarak
ödenmemişti. Paolo, iflas koruma kanununa başvurdu.
“Gucciler hakkında anlamanız gereken şey,” demişti Jenny,
1994 yılında bir gazeteciye, “hepsinin tamamen delirmiş, inanıl­
maz derecede manipülatif olduğu ve pek de zeki olmadıklarıdır.
Kontrol sahibi olmaları gerekiyor ama istediklerini alır almaz
onu mahvediyorlar! Onlar yıkıcı insanlar, işte bu kadar basit!”
Borçları ve karaciğer sorunlarıyla boğuşan Paolo, Penny
Armstrong’a göre artık elektrik ve telefon faturalarını ödeye­
mediği için, Rusper’ın karanlık odalarına çekilmişti. Yetkililer
Rusper’daki aç ve bakımsız durumdaki atlara da el koymuştu ve
bunlardan bazılarının uyutulması gerekti.
“Son kalan otuz penimi süt almak için harcadım ve yarın ne
olacağını bilmiyorum,” demişti Penny, 1995 yılında bir İtalyan
gazetesine.
Paolo’nun avukatı Enzo Stancato, daha sonradan pişman
olmuş bir halde, Paolo için çalışmaya başladığı ilk zamanlarda
köşeyi döneceğini sandığını söylemişti. “Bir yıl önce dünyanın
en heyecanlı insanıydım, Gucci için çalışıyordum! Sonra bir
anda neredeyse bu adamı destekler hale geldim - ona kıyafet­
ler, kravatlar, gömlekler ve takım elbiseler verdim. New York’a
geldiğinde hiçbir şeyi yoktu, onu ben giydirdim. Bana geldi ve
‘Ben hastayım, bir karaciğer sorunum var. Organ nakli gereki­
yor. Hayatta kalabilmemin tek yolu bu,’ dedi.”
Organ nakli zamanında yapılmadı ve Paolo, 10 Ekim 1995
yılında, Londra’da bir hastanede kronik hepatit sebebiyle öldü.
Altmış dört yaşındaydı. Cenaze töreni Floransa’da yapıldı ve
Toskana kıyılarındaki küçük Porto Santo Stefano mezarlığına,
yalnızca iki ay önce ölmüş annesi Olvven’ın yanma gömüldü.
1996 yılının Kasım ayında iflas mahkemesi, Paolo Gucci adına
ait tüm hakların Guccio Gucci A.Ş.’ye 3,7 milyon dolar karşılı­
ğında satılmasını onayladı; bu, şirketin Paolo savaşlarını tama­
men bitirmek için ödemeye gönüllü olduğu miktardı. İçlerinde

136
Paolo intikam Alıyor

Stancato ve Paolo’nun bu ismi kullanma hakkı vadettiği eski


lisans sahipleri de dahil olmak üzere hiçbiri tanınmış isimler ol­
mayan birkaç rakip teklif sahibi de vardı. Onlardan biri bu satı­
şa itiraz etmek için Yargıtay’a kadar gitti ama sonunda kaybetti.
Ancak Paolo’nun ölümü ve şirketin onun ticari adıyla mar­
kasını satın alması Gucci’deki yıkıcı gerginliği sona erdirmedi.
Çatışma kolayca ailenin başka bir parçasına geçti. Paolo’nun
başlangıçtaki yabancılaşması ve en nihayetinde ailenin işle ilgili
faaliyetlerinden ayrılmış olması, kısa süre içinde ailenin savaş
alanına girecek genç kuzeni Maurizio’nun yükselişiyle aynı za­
mana denk gelmişti.

137
7

Kazançlar ve Kayıplar

22 Kasım 1982 akşamı, heyecanlı bir bekleyiş içinde mırıldanan


bin üç yüzden fazla davetli, Milano’daki Cinema Manzoni’de
toplanmıştı. Rodolfo, II Cinema nella Mia Vita, yani Hayatım­
daki Film adlı filminin son halinin nasıl olacağını göstermek
için Maurizio ve Patrizia’dan arkadaşlarını davet etmelerini
istemişti.
Basılı resmi davetiyeler, gösterimi ilan etmek üzere me­
lankolik bir ifadeyle gönderilmişti: “Ruhun ve bir kişinin duy­
gularının önemiyle olan temasınızı asla kaybetmeyin. Hayat,
insanın ektiği tohumların iyi olan her şeyden uzak bir şekilde
büyüdüğü uçsuz bucaksız ve kurak bir tarla olabilir.”
Aldo’yla New York’ta yedi yıl çalıştıktan sonra Maurizio, Pat­
rizia ve küçük kızları 1982 yılının başlarında Milano’ya geri dön­
dü. Rodolfo’nun sağlığı kötüleşiyor, hastalığı çok iyi bir şekilde
gizleniyordu. Prostat kanserini tedavi etmek için kobalt terapi­
si uygulayan Veronah doktor aniden öldü ve Rodolfo’yu çare­
sizce yeni bir tedavi aramak durumunda bıraktı. Maurizio’yu,
Gucci’nin büyümesindeki yeni aşamanın başına geçmesi için
Milano’ya geri çağırdı.
Rodolfo, film gösterimini bir sosyal etkinliğe dönüştürerek
Maurizio ve Patrizia’ya büyük bir jest yaptı. Çatışmalarına son

138
Kazançlar ve Kayıplar

vermek ve Milano’daki arkadaşlarıyla tanıdıklarına ailenin genç


çifti yeniden sıcak bir şekilde karşıladığını göstermek istedi.
Patrizia konukları, Yves Saint Laurent elbisesinin içinde ve
Cartier “Gerçeğin Gözü” broşuyla nezaketle karşıladı. İşler tam
da onun hayal ettiği gibi ilerliyordu. Maurizio’nun Rodolfo’yla
uzlaşması kocasını, Aldo ve Rodolfo’nun gözetimi altındayken
cazibesini kaybettiğini düşündüğü aile şirketinde yeni bir lider­
lik için birincil konuma yerleştiriyordu. Patrizia için Cinema
Manzoni’deki ilk gösterim, “Maurizio dönemi” olarak adlandır­
dığı yeni bir çağın başlangıcına işaret ediyordu.
İşıklar karartılıp kadife perdeler hışırtıyla aralanırken, bel­
gesel genç Maurizio’nun annesini kaybettikten sadece birkaç ay
sonra Saint Moritz’de Rodolfo’yla karlar içinde koşturup yuvar­
landığı bir sahneyle açılıyordu.
“İzleyeceğiniz şey acıklı bir aşk hikâyesidir, hiçbir zaman
bitmemesini istediğim bir hikâye... oğluna ailesini anlatmak ve
dünyayı doğru perspektiften görmesine yardımcı olmak iste­
yen bir adamın hikâyesi,” diye açıklıyordu anlatıcı; ekranda ise
Guccio ve Aida’mn çocuklarıyla birlikte olduğu, aile yemeğinde
gözüktüğü, Floransa’daki esas atölyede bulundukları siyah be­
yaz fotoğraflar yer alıyordu. Ardından Rodolfo ve eşinin, sahne
isimleri olan Maurizio D’Ancora ve Sandra Ravel adlarıyla rol
yaptıkları küpleri geliyordu. Daha sonra o günlere ait görüntü­
ler Gucci adının gelişimini kronolojik olarak göstererek sırala­
nıyordu: Via Tournabuoni’nin açılışı; Via Monte Napoleone’da-
ki Milano mağazasında Rodolfo; iyi bir satış için yönetici olan
Gittardi’ye övgüler; gösterişli fötr şapkasıyla Gucci’nin Beşinci
Sokak mağazasının döner kapılarından giren Aldo; yetmişlerde
Gucci ürünleri giymiş disko dansçılarının dans çılgınlığı; Mau­
rizio ve Patrizia’nın, Olympic Tbvver’daki dairenin yenilenmesi
için işçileri yönlendirmesi; ve Alessandra ile Allegra’nm vaftiz
törenleri. Film, Saint Moritz’deki Chesa Murezzan’m kusursuz
bir şekilde biçilmiş çimleri üzerinde, eski kamerasının koluyla
oynayan Alessandra’nın çocuk hali ve Rodolfo’yu gösteren bir
sahneyle sona eriyordu. Rodolfo’nun öyküsü dokunaklı bir me­

139
Gucci Hanedanı

sajla bitiyordu: “Eğer size öğretebileceğim bir şey kaldıysa, o da


mutluluk ve aşk arasında var olan derin ilişkiyi ve hayatın on-
yıllarca ya da mevsimler boyunca değil, bunun gibi güneşli bir
sabahta kızınızın büyümesini izlerken yaşandığını anlamanıza
yardımcı olmaktır... gerçek bilgelik, bu dünyanın gerçek zen­
ginlikleriyle -ticaretini yapabileceğimiz ya da yönetebilecekle­
rimizin ötesindekilerle- yani hayatın, gençliğin, arkadaşlığın
ve aşkın zenginlikleriyle neler yapabileceğimizde yatmaktadır.
Bunlar, her zaman değer vermemiz ve korumamız gereken zen­
ginliklerdir.”
Film, tam olarak Rodolfo’nun karakterinin bir yansıma­
sıydı - romantik, görkemli, abartılı. Başyapıtı, merhum eşi ve
oğullarına duyduğu aşkının delili olan film, oğluyla yaptığı ba­
rışı simgeliyordu. Ancak Maurizio için bir mesaj da içeriyordu:
Rodolfo, oğlunun hırsını, hevesini ve parayı yönetme biçimini
görmüştü. Film kareleri aracılığıyla, Rodolfo’nun son yıllarında
hayatın gerçek değerleri olduğunu düşündüğü şeyleri gözün­
den kaçırmamasını hatırlatmak istemişti.
“Her insan,” derdi, “her zaman kendi aralarında uyum içinde
olması gereken üç temel şeye sahiptir: kalp, beyin ve cüzdan.
Eğer bu üç bileşen bir arada çalışmazsa o zaman sorunlar ortaya
çıkar.”
İşıklar tekrar yandığında konuklar etkilenmiş ve hayran ol­
muş haldeydi.
“Bir sonraki gösterim ne zaman?” diye sormuştu biri
Rodolfo’ya.
“Göreceğiz, göreceğiz,” diye yanıtlamıştı buruk bir gülüm­
semeyle Rodolfo. Kanserin vücudunu tükettiğini, kendisini
hayatta tutacak bir tedavi aramak için bir kinikten diğerine
gittiğini sadece en yakınları biliyordu. Daha kolay yoruluyor,
ifadesi giderek daha melankolik bir hal alıyordu. Hâlâ düzenli
şekilde Via Monte Napoleone’deki ofislerine rapor veriyordu
ama Maurizio’nun işte daha fazla rol almasına izin vermek için
gittikçe daha çok zamanını Saint Moritz -en sonunda büyüleyi­
ci L’Oiseau Bleu’yü yaşlı komşusundan aldığı yer- rahatlığında
geçirmeye başlamıştı.

140
Kazançlar ve Kayıplar

Maurizio, yeni görevi için heyecanla New York’tan Milano’ya


döndü. Amcası Aldo ona çok şey öğretmişti ve ilişkileri sev­
gi dolu ve karşılıklı saygı içinde olmasına rağmen Aldo, kendi
oğullarına yaptığı gibi Maurizio’yu da her zaman yerini bildi­
ğinden emin olurdu.
“Vieni qui, avvocatino,” derdi Maurizio’ya, onunla konuşmak
istediği zaman. “Gel buraya, küçük avukat,” diye elini sallardı
sanki o küçük bir çocukmuş gibi ve o zamanlarda Maurizio aile­
de ileri seviyede eğitim almış tek kişi olmasına rağmen yeğeni­
nin hukuk diplomasıyla dalga geçerdi. Babasının otoriter kişili­
ği karşısında sinirlenen Aldo’nun oğullarının aksine, Maurizio
başını eğer ve onu eğlendirirdi. Aldo’dan bir şeyler öğrenmek
istiyorsa onun zorlu okulunda hayatta kalması gerektiğini bilir­
di. Ayrıca bunun karşılığı olacağını da bilirdi.
“Mesele amcamla yaşamak değil, onunla hayatta kalmaktı,”
demişti Maurizio bir keresinde. “Eğer o yüz yapıyorsa, onun ka­
dar iyi yapabileceğinizi göstermek için sizin yüz elli yapmanız
gerekir.”
Bu yüzden, istediğini elde etmek için her zaman en kısa yolu
kullanamayacağını bilerek uygun zamanı bekledi.
Hâlâ çekingen ve tereddütlü olan Maurizio, Aldo’nun öğret­
tiklerinin çoğunu özümsemiş, kendi karizmasını, çekiciliğini
ve hevesini başkalarına da bulaştırma becerisini geliştirmişti.
Rodolfo’dan daha çok Aldo, Maurizio’nun akıl hocası olmuştu.
“Babamla amcam arasındaki fark, amcamın bir pazarlamacı,
bir geliştirici olmasıydı,” diye hatırlıyordu Maurizio. “Onun...
herkes üzerinde bambaşka bir etkisi vardı. Çok insancıl, duyar­
lı ve yaratıcı biriydi. Şirketteki her şeyi inşa eden oydu ve hem
birlikte çalıştığı insanlarla hem de müşterilerle nasıl ilişki kura­
bildiğini gördüm. Beni en çok etkileyen, yaptığı her şeyde aktör
olan babamdan nasıl farklı olduğuydu. Amcam rol yapmazdı,
onunla ilgili her şey gerçekti,” demişti Maurizio.
Aldo daha zalim ve dışa dönük biri haline geldikçe Rodolfo
daha dalgın ve içe dönük birine dönüşerek nadiren doğrudan
kardeşine karşı çıkar oldu. Bir defasında Aldo’nun gücünü kötü­

141
Gucci Hanedanı

ye kullanmasının bir başka örneğine karşı çıkmak için öfke için­


de Maurizio’dan kendisiyle birlikte Floransa’ya gitmesini ısrarla
istemişti. Rodolfo’nun güvenilir sürücüsü Luigi Pirovano’yla,
gümüş rengi şık bir Mercedes’in içinde, Milano’dan güneye gi­
den A-ı Otoyoluna çıktılar.
“Bu kez çok ileri gitti! Ona bir fırça çekeceğim,” diye mırıl­
danıyordu Rodolfo, Maurizio onu sakinleştirmeye çalışırken ve
hızla giden aracı otoyoldan aşağı yönlendiren Luigi onları ses­
sizce dinlerken - önce ovalardan geçerek Bolonya’ya ve sonra
da Apennine dağlarından Floransa’ya giden dönemeçli yollar­
dan ilerliyorlardı. Üç saat sonra, Luigi arabayı kapılardan geçi­
rip Scandicci fabrikasının güvenlik kulübesinin önünden geç­
tiklerinde Rodolfo’nun öfkesi dinmiş, kararlılığı sönmüştü.
“Ciao, carissimo!” diyerek her zamanki sevgi dolu kucakla­
masıyla selamladı Aldo’yu.
“Foffino! Burada ne arıyorsun?” diye sordu Aldo şaşırmış bir
gülümsemeyle. Rodolfo ise omuz silkip geliştirmekte olduğu
yeni bir çanta hakkında bahane uydurarak Aldo’yu öğle yeme­
ğine davet etti.
Yetmiş yedi yaşındaki Aldo’nun, her gün şirketi yönetmek­
ten ziyade partileri ve yardım balolarıyla ilgilenmesine rağmen
yürüyüşü pek yavaşlamamıştı. 1980 yılında New York’taki öğ­
leden sonra kapanma politikasını kaldırmış ve Gucci Aksesuar
Koleksiyonuyla Gucci adını geniş kitlelere duyurmuştu ancak
Gucci’ye adanmış bir ömrün ardından kendi mükâfatlarını
arar olmuştu. Deniz kıyısındaki malikânesinde Bruna ve kızları
Patricia’yla gittikçe daha fazla zaman geçirmeye başladı, bah­
çeyle ilgilendi, sosyalleşti ve tüccar konumunu sanatsal bir un­
vana dönüştürmek için çabalamaya devam etti.
Via Condotti’deki ofisinde verdiği bir röportaj esnasında
kakma masasında otururken şarkı söylercesine, “Biz işinsanı
değiliz, bizler şairiz!” demişti Aldo. “Kutsal Babamız gibi olmak
istiyorum. Papa her zaman çoğul ekiyle konuşur!”
Bir zamanlar sade çerçeveli sertifikaların asılı durduğu çıp­
lak beyaz duvarlarda şimdi on yedi ve on sekizinci yüzyılla­

142
Kazançlar ve Kayıplar

ra ait yağlı boya tablolar, üzerine freskler çizilmiş tonozlu bir


tavanın altında duran yanık ombra rengi kadifenin karşısında
parıldıyordu. Gucci hanedanı mührü, Belediye Başkanı Joseph
Alioto’nun 1971 yılında Aldo’ya verdiği San Francisco şehir
anahtarının yanında asılıydı.
Aldo ahkâm keserken birinin işin geleceğini planlaması ge­
rekiyordu ve Rodolfo ile Patrizia’nın yönlendirmesiyle Mau­
rizio veliaht oldu. Maurizio 1982 yılında Milano’ya döndü­
ğünde, İtalya moda endüstrisini yeniden şekillendiren bir de­
ğişim dalgası, o zamanlarda Roma’nın Alta Moda defileleri ve
Giorgini’nin Floransa’daki Sala Bianca’da yaptığı hazır giyim
gösterilerinin merkezine oturmuştu. Tai ve Rosita Missoni,
Krizia’dan Mariuccia Mandelli, Giorgio Armani, Gianni Ver-
sace ve Gianfranco Ferre gibi yeni tanınan moda tasarımcıları
İtalya’nın finansal ve endüstriyel başkentinde boy göstermeye
başladıkça modanın ilgisi Milano’ya kaydı. 1959 yılında Roma’da
desinatörlük işine başlayan Valentino, önce tasarımlarını son­
ra da hazır giyim koleksiyonlarını sergilediği Paris karşısında
Milano’yu küçümsemişti.
Milano moda organizatörleri, Sala Bianca tarzı gösterilerin
sonunun geldiğini işaret ederek kadın hazır giyim koleksiyon­
larının altı ayda bir yapılan sunumlarını Floransa’dan uzaklaş­
tırdı ve Milano’yu kadın modasının yeni merkezi haline getirdi.
Usta terzilerin savaş sonrası dönemde ortadan kaybolmasından
bu yana, yaratıcı bir boşluğu doldurmak için genç tasarımcılar
ortaya çıktı. İlk olarak, Kuzey İtalya’daki orta ölçekli İtalyan
kıyafet üreticilerinin markalı koleksiyonları için yenilikçi tarz­
lar yarattılar: Armani, Versace ve Gianfranco Ferre hep küçük
giysi üreticileri için çalışıyordu. Trend belirleyen tasarımlara
yönelik artan talep, onlara kendi isimlerini kullanabilecekle­
rini gösterdi. Gelişmekte olan işleri ilerledikçe, genç tasarım­
cılar Milano’nun en gözde caddelerinde atölyeler açtılar -Via
Borgonuovo’da Armani, Via Gesü’da Versace, Via della Spiga’da
Ferre ve Via Daniele Manin’de Krizia. İlham bulan bu genç ta­
sarımcılar, yeni tarzlarını mükemmelleştirmek için tasarım

143
Gucci Hanedanı

asistanlarından oluşan sadık ekipleriyle uzun saatler boyunca


çalıştılar, gece geç saatlerde, hepsi de hâlâ moda ve iş dünyasın­
da popüler ve o saatlerde açık olan Milano şehir merkezindeki
birkaç aile tarzı trattoria’ya -Via Borgospesso’da Bice, Bohem
Brera bölgesinde Torre di Pisa, Duomo yakınlarındaki Santa
Lucia- doluşuyorlardı.
Armani ve Versace, Milano modasının kavgalı liderleri hali­
ne geldi. Versace sıcak, gösterişli ve kışkırtıcı tarzların tarafını
tutuyordu; Armani ise havalı, sakin ve zarif görünümler yarattı.
Versace, Milano’da ve yakınlardaki Como Gölü’nde etkileyici
palazzo’lar satın alarak içlerini barok tarzında şatafatlı, kıymet­
li sanat eserleriyle doldurdu. “Bej Kralı” olarak bilinen Armani,
Milano dışındaki Lombardiya kırsallarında ve Sicilya açıkların­
daki Pantelleria adasında, sade ve minimalist tarzda döşediği
sessiz inziva mekânlarını tercih etti.
İtalyan modasına yeni bir enerji hâkimdi. Akmaya başlayan
parayla, önde gelen fotoğrafçıların, en iyi mankenlerin ve göste­
rişli reklam kampanyalarının da yardımıyla tasarımcıların isim­
leri ön plana çıkmıştı. Fendi ve Trussardi gibi aile tarafından
işletilen aksesuar şirketleri, iş yapmanın yeni biçimini benim­
semişti - imajlarını güncellediler ve artık modası geçmiş gibi
görünmeye başlayan Gucci’nin pazar payını çaldılar. O günler­
de, kurucu Mario Prada’nın torunu Miuccia tarafından 1978 yı­
lında devralınmış olan Prada, hâlâ canlanmamış bir valiz şirketi
olarak görülüyordu.
Maurizio, yarış içinde kalabilmek için Gucci’nin yeni bir
yön bulması gerektiğini anlamıştı. Gucci hâlâ kaliteyi ve tarzı
sembolize ediyordu ama altmışlı ve yetmişli yıllarda kendisiyle
özdeşleşen cazibesi solmuştu. Maurizio’nun Milano’daki görevi,
Aldo’nun Gucci adını aksesuarlarda başardığı gibi hazır giyim­
de de ünlü hale getirme hayalini gerçekleştirmek oldu. Tasarım
kıyafetlerin doyumsuz bir müşterisi olan Patrizia, bir süredir
Gucci kıyafetleri için ünlü bir tasarımcıyı işe alması konusunda
Maurizio’yu zorluyordu.
1970’lerde ilk Gucci kıyafetleri üzerinde Paolo’yla birlikte

144
Kazançlar ve Kayıplar

çalışan ve bugün hâlâ hazır giyim ürün müdürü olarak şirkette


bulunan Alberta Ballerini, “Gucci için hazır giyim büyük bir im­
tihandı,” diye hatırlıyordu. Paolo’nun spor giyim koleksiyonu
başarılı olmuştu ama bütün işin küçük bir parçası olarak kal­
mıştı.
1970’lerin sonlarında bir gün, diye anımsıyordu Ballerini,
Paolo, Scandicci fabrikasında bulunan tasarım stüdyosunda
bütün çalışanlarını etrafına topladı.
“Kuzenin Maurizio’nun çılgın bir fikri var,” dedi. “Dışarıdan
bir tasarımcıyı işe almak istiyor.”
“Şey, belki de bu o kadar da çılgınca bir fikir değildir,” diye
rıza verdi Ballerini.
“Armani adındaki bu adamla ilgili konuşup duruyor,” diye
devam etti Paolo. “Kim o?” Kimse adamı tanıyormuş gibi görün­
meyince Paolo bir karara vardı. “Ona ihtiyacımız yok.”
Paolo birkaç sezon boyunca koleksiyonları tasarlamaya de­
vam etti ve bir sezon için Manolo Verde adında Kübalı genç
bir tasarımcı getirdi ancak ama ilişkileri bozulunca Verde 1978
yılında New York’a gitmek için Floransa’dan ayrıldı ve 1982 yı­
lında şirketteki işletmeyle ilgili bütün pozisyonlarından kovul­
du. Diğer İtalyan moda markalarının popülerliği arttığı sırada
Gucci bir hazır giyim tasarımcısına sahip değildi. Birkaç sezon
boyunca aile Ballerini ve içerideki diğer personellerle çalışarak
kendi başına idare etmeye çalıştı ancak kısa süre içinde yardıma
ihtiyaçları olduğunu fark ettiler.
Maurizio, Gucci’nin imajını tazelemek için tanınmış bir ta­
sarımcıya ihtiyaç duyduğu yönündeki fikrini yeniden dile ge­
tirdi. Armani’nin işlerini biliyordu ve Gucci için doğru olacak
türden rahat ve zarif günlük kıyafetleri yapabileceğini düşünü­
yordu. Ancak o esnada Armani kendini hızla büyümekte olan
kendi işine adamıştı. Gucci açıkça birini aramaya başladı.
Gucci’yi yeni hazır giyim alanına yönlendiren Maurizio,
dikkatli olmak zorundaydı: Gucci adını değişen moda pazarına
yeniden sokması gerekiyordu ama Gucci markasını gölgede bı­
rakacak ya da geleneksel müşterileri markaya yabancılaştıracak

145
Gucci Hanedanı

bir tasarımcı istemiyordu. Gucci’nin lüks şirket kimliğini kay­


betmeden trend belirleyici olarak görülmesini istiyordu.
1982 yılında Gucci hazır giyim ürünlerini tasarlaması için,
İtalya’nın merkezi bölgesi Emilia-Romagna’dan sınırlı bir renk
paleti ve geniş dokumak, tiril tiril kumaşlardaki uzmanlığıyla
kendini göstermiş olan Luciano Soprani adında bir tasarımcıyı
işe aldı. Maurizio şirketi, o sonbaharda Milano’daki ilk defileye
hazırladı. Gucci’nin Milano moda çevrelerindeki varlığını, taş­
ralı olarak gördüğü Floransa’dakinden uzakta konumlandırmak
istiyordu.
Gucci, 1982 yılının Ekim ayının sonlarında, Afrika tema­
lı ilk Soprani koleksiyonunu sundu. Hareketsiz mankenler,
Hollanda’dan ithal edilen iki bin beş yüz kırmızı yıldız çiçeğiyle
süslenmiş sahnelerde poz verdi. Bu sunum derhal ticari bir ba­
şarıya dönüşmüştü.
“O ilk sunumu asla unutmayacağım,” diyordu giyim koleksi­
yonlarının geliştirilmesi ve koordine edilmesi için uzun süredir
Gucci’de çalışan Alberta Ballerini. “Gösteri salonu bütün gece
açık kalmıştı, yorgun müşteriler şişmiş ayaklarıyla gelmeye de­
vam ediyor ve biz de aralıksız çalışıyorduk. Herkes çok ama çok
fazla şey satın aldı; inanılmaz miktarda ürün satmıştık. Bu, gör­
kemli bir dönemin başlangıcıydı. ”
İtalyan basını, yeni yönünü zamana ayak uydurarak belirle­
diği için Gucci’yi övüyordu: “Gucci kriz ânında Floransa kökle­
rinden kurtuldu ve yüzünü yeni fikirler ile yeni girişim strate­
jileri için bir deney alanı olan Milano’ya çevirdi,” diye yazmıştı
La Repubblica gazetesinden Silvia Giacomini. “Şehrin sunduğu
tüm kaynaklardan faydalanarak Milano modasının yörüngesi­
ne girmeye karar verdiler.”
“Gucci, imajını ciddi bir şekilde güncelliyor,” diye yazmış­
tı Hebe Dorsey, koleksiyonu inceledikten sonra, International
Herald Tribüne için. Aldo, kendisinden beklenmeyecek şekilde
grip yüzünden Roma’da evde kalmışken, Maurizio saygın moda
gazetecisine şirketin yeni yönünü açıklıyordu.
“Gucci’nin onları takip etmesini değil, bu trendleri belirle-

146
Kazançlar ve Kayıplar

meşini istiyoruz,” diye açıkladı Maurizio. “Biz moda tasarımcısı


değiliz ve moda yaratmak da istemiyoruz ama bunun bir parçası
olmak istiyoruz çünkü moda artık insanlara daha hızlı bir şekil­
de ulaşmanın aracı haline geldi.”
Ancak Dorsey, Soprani etkisini göklere çıkarmadı ve
Gucci’nin sunduğu çok sayıdaki görünüş arasından bir tema
seçmekte zorlandı.
“Yeni imaj, klasik -ve şık- deri-etek-renkli-ipek-bluz görün­
tüsünden net olarak ayrılıyor. Yeni tarzın Sömürge görüntüsü
de dahil olmak üzere birkaç boyutu var - Agatha Christie’nin
Nil’de Ölüm eserinden fırlamış bir moda,” diye yazmıştı Dorsey.
Yeni düzenlenmiş ve üzerinde GG monogramı olmayan beyaz
ve bej renklerdeki Gucci valizlerinin, sahnenin en dikkat çekici
parçası olduğunu da belirtmişti.
Maurizio, Aldo’nun kişisel ilişkiler stratejisinden kesin ola­
rak uzaklaşacak şekilde, bir kampanya üretmesi için o zamanlar
önde gelen bir moda ilişkileri ve reklamcılık ajansını yöneten
Nando Miglio’yu işe aldı. Aldo, ünlü moda fotoğrafçısı Irving
Penn’in fotoğraflarım gördüğünde çılgına döndü.
“Gucci’nin gerçekte ne olduğu hakkında en ufak bir fikri
bile olmadığı çok açık,” demişti Aldo, Penn’e gönderdiği sert bir
mektupta. Ancak Aldo çok geç kalmıştı. Dönemin en iyi man­
keni olan Rosemary McGrotha’nın, üzerinde Penn’in imzası ha­
line gelmiş beyaz arkaplan önünde poz verdiği kampanya çok­
tan çeşitli moda ve yaşam tarzı dergilerine gönderilmişti. Mau­
rizio bunu iptal etmeyi reddetti. Birinde Carol Alt’ın yer aldığı
sonraki dört kampanyanın fotoğrafları Penn’in öğrencisi genç
Bob Krieger tarafından aynı şekilde çekildi. Bugünkü Gucci ta­
nıtımlarının seksi ve güçlü görüntülerine hiç benzemiyorlardı.
Takip eden yıllarda Maurizio, Gucci’de bundan çok daha az
göz alıcı ama eşit derecede önemli olan değişikliğin başını çek­
ti: rakamların azaltılması için şirketin binlerce ürün ve tarzının
gözden geçirilmesi.
Uzun süre çanta koleksiyonlarını denetlemek için Gucci’de
çalışan ve şu an hâlâ şirkette bulunan Rita Cimino, “Şirket,

147
Gucci Hanedanı

kendisi için geliştirilen ve üretilen ürünlerin hepsi üzerinde


bir miktar içsel kontrole sahip olması gerektiğine karar verdi,”
diye hatırlıyordu. O âna kadar iş, farklı tesisler arasında hiçbir
denetim ve koordinasyon olmadan her bir aile üyesi etrafında
şekillenmişti. Rodolfo’nun istediği şeyleri yapan çalışanlar ve
tedarikçilerden oluşan kendi grubu vardı, Giorgio ile Aldo’nun
kendi grupları vardı ve Gucci Aksesuar Koleksiyonunun başın­
daki Roberto da kendi yolunda gidiyordu. Ortaya o kadar çeşitli
bir ürün karışımı çıkmıştı ki bunların tek ortak noktası Gucci
adıydı - bu durum, Aldo’nun öncülük ettiği biçimsel uyumdan
çok uzaktaydı. “Tüm ürünleri kataloglamak ve hepsine bir dü­
zen getirmek için Maurizio’yla çalıştım. Gucci’nin lüks ürünle­
rinin nasıl olması gerektiği konusunda Maurizio’nun çok net
fikirleri vardı,” diye ekliyordu Cimino.
Maurizio’nun etkisinin fark edilmesi çok uzun sürme­
di. 1982 yılının Aralık ayında, aylık bir iş dergisi olan Capital,
Maurizio’yu moda hanedanlığının genç çocuğu olarak tanımla­
dığı bir kapak hikâyesi yayımladı.
Patrizia yazıdan çok etkilenmişti - kendisinin halihazırda
hissettiği şeyleri vurguluyordu. Maurizio’nun Milano moda en­
düstrisinde önde gelen bir isim olmasını istiyordu.
“Onun zayıf biri olduğunu biliyordum ama ben zayıf de­
ğildim,” diyordu Patrizia. “Onu Gucci’nin başkanı olması için
çok zorladım. Ben sosyal biriydim, o sosyalleşmeyi sevmezdi;
ben her zaman dışarıdaydım, o hep evde kalırdı. Ben Maurizio
Gucci’nin temsilcisiydim ve bu yeterliydi. O yıkanması ve giydi­
rilmesi gereken Gucci adında bir çocuk gibiydi.
“Maurizio dönemi başladı,” diye tekrarlıyordu Patrizia ona
ve kendisini dinleyen herkese. Onun sahne arkası danışma­
nı gibi davranarak Maurizio’yu öne doğru itiyordu. Maurizio,
Milano çevrelerinde tanınmadan önce bile Patrizia, Valentino
ve Chanel elbiselerini giyerek, şoförlü arabasıyla şehirde do­
laşarak ünlü birinin eşi rolünü oynardı. Sosyete sayfaları ona
“Monte Napoleone’nin Joan Collins’i” lakabını takmıştı. Mauri­
zio ve Patrizia, Rodolfo’nun Milano şehir merkezindeki Galleria

148
Kazançlar ve Kayıplar

Passarella’da San Babila alışveriş meydanının yukarısında onlar


için aldığı aydınlık bir teras dairesine taşındı. Patrizia’nın sıcak
ahşap kaplamalar ve bir Tiepolo cenneti gibi görünecek şekilde
boyanmış bir tavanla dekore ettiği ve antikalar, bronz heykeller
ve Art Deco vazolarla döşediği teras dairenin etrafında bir teras
bahçesi vardı.
“Patrizia, Maurizio’ya gerçekten yardımcı oluyordu,” diye
anımsıyordu Nando Miglio. “Maurizio utangaç, çekingen ve
kamusal işlerde beceriksiz biriyken Patrizia onu nasıl parlataca­
ğını biliyordu. Patrizia gaza basmıştı. Maurizio’nun önemli biri
olmasını istiyordu. ‘Herkese en iyisi olduğunu göstermelisin’
derdi ona.”
Patrizia, kendisinin Gucci için Orocrocodillo adında bir al­
tın mücevher serisini tasarlaması konusunda Maurizio’yu ikna
etti. Bu seri, timsah derisi desenli ve değerli taşlarla süslenmiş
kahn ve tek başına kullanılan parçalar içeriyordu. Patrizia, iç
içe geçmiş üç altın yüzük -markayla özdeşleşmiş olan bir imza
ürün- Cartier için ne anlama geliyorsa Orocrocodillo’nun da
Gucci için öyle olmasını umuyordu. Gucci mağazalarında satı­
lan Orocrocodillo inanılmaz derecede pahalıydı -bazı parçalar
29 milyon liret (döviz kuruna bağlı olarak 15 bin dolardan fazla)
değerindeydi- ancak yine de gösterişli sahte mücevherlere ben­
ziyorlardı. Gucci’nin satış personelleri başlarını iki yana salla­
yarak mücevherleri vitrinlere yerleştirdi ve bunları kimin satın
alacağını merak ettiler.
1983 yılının Nisan ayının sonunda Gucci, Via Monte Na-
poleone’deki valiz ve aksesuar satmaya devam eden mevcut
mağazanın karşısına yeni bir butik açtı. Bugün Les Copains’in
bulunduğu köşedeki yeni mağaza, Luciano Soprani’nin genişle­
tilmiş giyim koleksiyonunu satıyordu. Şirket, butiğin açılışın­
da Milano’nun en seçkin alışveriş sokağını trafiğe kapatması
için yetkilileri ikna etmişti. Kaldırımlara masalar, sandalyeler
ve gardenya aranjmanları yerleştirilmişti. Bitişikteki sokak Via
Baguttino -orası da trafiğe kapatılmıştı- şampanyaların su gibi
aktığı beyaz eldivenli garsonların gümüş tepsilerde istiridye ve

149
Gucci Hanedanı

havyar taşıdığı doğaçlama bir restorana dönüşmüştü. O gün ko­


nukları karşılayan ve kalabalığın arasında dolaşan kişi Maurizio
olmuştu. Rodolfo birkaç hafta önce sessiz sedasız bir şekilde,
Milano’daki en iyi özel kliniklerden biri olan Madonnina’ya gö­
türülmüştü.
Rodolfo, yeni mağazayı açılmadan önce görmek için hemşi­
releri eşliğinde klinikten kısa süreliğine ayrılmıştı. Satış katın­
da, bir yanında Tullia ve diğer yanında Luigi tarafından destek­
lenerek titrek adımlarla yürürken dekorasyona hayran olmuş ve
çalışanlarını isimleriyle selamlamıştı.
“Kıyafetleri üstünden dökülüyordu, çok zayıflamıştı,”
diye hatırlıyordu o zamanlar Rodolfo’nun sekreteri Roberto
Cassol’un yardımcısı olarak çalışan Liliana Colombo.
Maurizio, kendisi, Amerikalı avukatı Domenico De Sole ve
yakın danışmanı Gian Vittorio Pilone dışındaki hiç kimsenin
klinikte Rodolfo’yu ziyaret etmemesi için katı talimatlar ver­
mişti. Venedik yerlisi olan Pilone, Milano’da şehrin eski sanayici
ailelerinin birçoğu için çalışan kârlı bir muhasebe işi kurmuştu.
Maurizio ona güvenirdi ve Pilone yanında değilse bir karar ver­
mekten ya da toplantı yapmaktan kaçınırdı.
Maurizio babasının ölmekte olduğu gerçeğini dünyadan giz­
lemeye çalışırken Rodolfo böyle tecrit edilmesi karşısında şaş­
kına dönmüştü. İtalyan çalışanlarından yalnızca Roberta Cassol
ve Francesco Gittardi, Maurizio ve Patrizia’nın gönderdiği iki
devasa beyaz saksıda açelya çalısının yer aldığı odasında onu zi­
yaret etmek için kliniğe gelmişti.
Rodolfo, son günlerinde bile ipek sabahlıklarını giyip fu­
larlarını takarak kliniğin etrafında zarif bir şekilde dolaşmayı
başardı. İşlerini hallederken avukatlar ve muhasebeciler telaşla
gelip gidiyordu ama Rodolfo yine de kararsız kalmıştı. Monte
Napoleone açılışından sadece bir hafta önce kendisini görmek
için uğramadan Birleşik Devletler’e dönen kardeşi Aldo’yu de­
falarca görmek istemişti. 7 Mayıs Cumartesi günü Rodolfo ko­
maya girdi. Maurizio ve Patrizia yatağının başına koştular ama
Rodolfo artık onların farkında değildi. Aldo ertesi gün gelip
Rodolfo’yu kendi adını söylerken buldu.

150
Kazançlar ve Kayıplar

“Aldo! Aldo! Aldo! Dove sei?” diye bağırıyordu Rodolfo. “Ne­


redesin sen?”
“Buradayım, Foffino! Buradayım!” diye ağlıyordu Aldo, kü­
çük kardeşinin üzerine eğilip yüzünü Rodolfo’nun artık gör­
meyen gözlerine yaklaştırarak. “Söyle, söyle bana, senin için ne
yapabilirim küçük kardeşim, sana kendini nasıl daha iyi hisset-
tirebilirim?”
Rodolfo ona yanıt veremedi. Kanser doğal seyrini tamam­
lamıştı. Rodolfo 14 Mayıs 1983’te, yetmiş bir yaşında öldü.
Rodolfo’nun tabutu, aralarında Luigi ve Franco’nun da bulun­
duğu Rodolfo’nun dört sadık çalışanı tarafından taşınırken San
Babila’nın Romanesk tarzdaki bazilikası yas tutanlarla dolup
taşmıştı. Törenden sonra, Rodolfo’nun tabutu aile mezarlığına
gömülmek üzere Floransa’ya götürüldü. Bir dönem sona ermiş
ve yeni bir dönem başlamıştı.

151
8

Maurizio Yönetime Geçiyor

Otuz beş yaşındaki Maurizio için babasının ölümü hem şok


hem de özgürlük demekti. Maurizio, babasının takıntılı, sahip-
lenici ve otoriter sevgisinin tek nesnesi olmuştu ve Rodolfo onu
sıkı bir kontrol altında tutmuştu. Son âna kadar ilişkileri katı ve
resmiydi. Maurizio zoraki bir şekilde babasının karşısına çıkar
ve ondan bir şeyler isterdi - hâlâ cep harçlığına ihtiyacı oldu­
ğunda Rodolfo’nun şoförü Luigi Pirovano’ya ya da Rodolfo’nun
sekreteri Roberta Cassol’a giderdi.
“Her zaman derim ki, “Rodolfo ona bir kale verdi ama bu
kaleyi idare edecek parayı vermedi,” diyordu Cassol. “Maurizio
babasına sormaktan korktuğu için para harcama konusunu her
zaman bana sorardı.”
Maurizio yetişkin bir adamken bile babası odaya girdiğinde
ayağı fırlardı. Rodolfo’ya karşı tek isyanı ki onu da en sonunda
istemeye istemeye kabul ettiği Patrizia’yla evlenmekti. Geliniyle
hiçbir zaman yakın olmasalar da aralarında bir barış sağlanmış­
tı. Rodolfo, onun Maurizio’yu sevdiğini, birlikte mutlu oldukla­
rını ve Alessandra ile Allegra’yı sevgi dolu bir evde büyüttükle­
rini görebiliyordu.
Rodolfo, Maurizio’ya milyonlarca dolarlık bir miras bıraktı:
Saint Moritz mülkü, Milano ve New York’ta lüks daireler, İsviçre

152
Maurizio Yönetime Geçiyor

banka hesaplarında yaklaşık 20 milyon dolar ve çuvalla kâr sağ­


layan Gucci imparatorluğunun yüzde 50’si. Rodolfo, o zaman­
lar 350 milyar liretten (bugün için yaklaşık 230 milyon dolar)
fazla değere sahip olan bütün mülklerin yanı sıra, Maurizio’ya
basit ama sembolik bir hediye olarak otuzlu yıllardan kalma,
üzerinden Gucci amblemi olan timsah derisinden bir cüzdan
da bırakmıştı. Rodolfo’nun büyükbabası Guccio, ona bu ince si­
yah cüzdanı vermişti. Cüzdanın tokasına antika bir İngiliz şilini
-Guccio’nun Savoy günlerinden bir hatıra- iliştirmişti. Şimdi
kesenin ağzını kontrol etme sırası Maurizio’daydı.
Kesenin ağzını kontrol etmek kararlar vermek anlamına
geliyordu - hayatında ilk kez Maurizio kendi seçimlerini yap­
makta özgürdü. Ancak deneyimi yoktu - Rodolfo o zamana ka­
dar her şeyi onun için idare etmişti. Dahası, Maurizio’nun ha­
yatı boyunca kararlar daha zorlu hale gelecekti. Aldo’nun New
York’ta kendisine öğrettikleri onun işine yaramıştı - ancak bu
başka bir çağdaydı. Maurizio’nun dünyası çok daha karmaşıktı
artık. Lüks ürün işi çok rekabetçiydi ve Gucci ailesinin savaşları
da çok daha acımasız bir hal almıştı.
Maurizio’nun danışmanı Gian Vittorio Pilone, Mayıs
1999’daki ölümünden kısa bir süre önce Milano ofisinde verdiği
bir röportajda, “Rodolfo’nun en büyük hatası Maurizio’ya daha
erkenden güvenmemiş olmasıydı,” demişti. “Kesenin ağzını çok
sıkı tuttu ve hiçbir zaman Maurizio’ya kendi ayakları üzerinde
durma şansı vermedi.”
“Maurizio’nun karşı karşıya kaldığı kararların büyüklüğü
konusunda bunalmış hissettiği zamanlar oldu,” diye ekliyordu
onun sadık sekreteri olan Liliana Colombo. “Rodolfo her zaman
onun için her şeyle ilgilenirdi.”
Rodolfo ölmeden önce, Maurizio’yu değerlerin önemi ve pa­
ranın anlamını bilerek yetiştirme konusundaki çabalarına rağ­
men başarılı olamadığından endişeleniyordu. Kardeşi Aldo’nun
dâhice iş yeteneğinden yoksun olmasına rağmen kendisi de Sa­
int Moritz’deki mülkü ve takip edilemez bir İsviçre banka hesa­
bında bir servet biriktirmişti. Rodolfo bu hesaba hep para yatır­

153
Gucci Hanedanı

ması ve hiç para çekmemesiyle övünürdü ancak Maurizio’nun


da aynı kumaşa sahip olduğundan emin değildi. Maurizio’nun
bir çırpıda nasıl milyonlar harcayabileceğini ve başarının tuzak­
larına -asıl anlamından ziyade- nasıl odaklandığını görmüştü.
Rodolfo ayrıca Maurizio’nun tatsız aile savaşları yüzünden hır­
palanacağından da endişeleniyordu.
“Maurizio tatlı, hassas bir genç adamdı,” diye anımsıyordu
Pilone. “Babası bu karakterinin onu saldırıya açık hale getirme­
sinden korkuyordu.”
Rodolfo’nun danışmanlarından birçoğu, ölmeden aylar önce
onları bir kenara çekip kendisi öldükten sonra Maurizio’ya göz
kulak olmalarını istediğini hatırlıyordu - Maurizio’yu onların
gözünde pek de güçlü bir figür haline getirmeyen bir istek.
Rodolfo’nun işte hâlâ aktif olduğu ama kanser tedavileri
için sık sık Verona’ya gittiği bir gün, Washington, D.C.’deki Pat-
ton, Boggs & Blovv’dan De Sole’ün meslektaşı; Rodolfo, Aldo ve
Gucci şirketini Paolo’ya karşı savunmuş olan ve aileyi çok iyi
tanıyan Allan Tuttle’la konuştu. Verona’ya bir saatten daha kısa
mesafedeki Venedik’e tatil için henüz gelmişti. Rodolfo onunla
orada buluştu ve Tuttle’ı soğuk, yağmurlu bir günde öğle ye­
meğine davet etti. Fakat Tuttle, sıcak ve güneşli Washington,
D.C.’den yeni gelmişti ve bu duruma hazırlıksız yakalanmıştı.
“Rodolfo gerçekten sırtındaki kabanmı bana verdi çünkü benim
üzerimde bir şey yoktu,” diye hatırlıyordu.
İki adam yerel bir restoranda öğle yemeğini yediler ve sonra
dolambaçlı Venedik kanalları boyunca uzun bir yürüyüşe çıktı­
lar. Rodolfo, kanallar boyunca içinde bulundukları gondola çi­
çekler atarak mutluluk dileyen insanları hatırlayarak yıllar önce
burada gerçekleşen Sandra Ravel’le düğününü anlattı.
“Bana öyle söylemese de ölmek üzere olduğunu biliyordu,”
diyordu Tuttle. “Bana kısaca Maurizio’dan ve onun hakkındaki
endişelerinden bahsetti. Benden ve Domenico De Sole’den ona
göz kulak olmamızı istiyordu.”
Konuşmasını bitiren Rodolfo bir su taksisine bindi, zarif bir
şekilde elini salladı ve gitti.

154
Maurizio Yönetime Geçiyor

“Son âna kadar tam bir aktördü,” diyordu Tuttle. “Çok iyi
sahnelenmişti ve çok dokunaklıydı.”
Rodolfo daha sonra De Sole’yle de aynı konuşmayı yaptı.
“Rodolfo korkuyordu,” diyordu De Sole. “Maurizio’nun sınır ta­
nımadığını görebiliyordu.”
Başlangıçtaki güvensizliğine rağmen Rodolfo gelini
Patrizia’ya bile açılmıştı. “Bir kez para ve gücü eline geçirince
değişecek,” dedi Rodolfo ona. “Evlendiğinden başka bir adam
haline geldiğini göreceksin.” Patrizia o zamanlar ona inanma­
mıştı.
Rodolfo’nun ölümünden sonraki ilk aylarda Aldo dikkatle
Maurizio’yu izledi. Küçük kardeşinin ölümünün, Paolo savaşla­
rına rağmen korumayı başardıkları mevcut durumu sarsabilece­
ğini biliyordu. Şirketi bazı temel ilkeler çerçevesinde aralarında
bölüştürmüşlerdi; ilk olarak, şirket ailenin elinde kalmalıydı ve
büyümenin ne kadar hızlı, nerede ve hangi ürünlerle olacağına
sadece aile karar verebilirdi. İkincisi, işi açıkça tanımlanmış iki
alana bölmüşlerdi - Aldo, Gucci America’yı ve perakende ağını
kontrol ederken Rodolfo ise Guccio Gucci ve İtalya’daki üreti­
mi kontrol ediyordu. Güç paylaşımı başarılı olmuştu; Rodolfo
öldüğünde Gucci çok büyük oranlarda satışlar yapıyordu. Şir­
ket, dünyanın önde gelen başkentlerinde doğrudan kendilerine
ait yirmi mağazayı, Japonya ve Birleşik Devletler’deki kırk beş
franchise mağazasını, kârlı bir duty-free işini, yani gümrüksüz
satış mağazalarını ve başarılı durumdaki GAC toptan satış işi­
ni kontrol ediyordu. Paolo’ya karşı savaşlar durulmuştu ve Aldo
aile reisi statüsünün tadını çıkaracak zamanı bulmuştu.
“Ben lokomotiftim ve ailenin geri kalanı da trendi,” dedi
daha sonradan tatminkâr biçimde. “Tren olmadan lokomotifin
bir değeri olmaz ve lokomotif olmadan da tren - eh, çalışmaz!”
Aldo, Rodolfo’nun ölümüne rağmen Gucci işinin aynı şe­
kilde devam edeceğini umuyordu. Üç şeyi anlamıştı. Bir,
Maurizio’nun Gucci’yi o zamana kadar şirketi başarıya ulaştır­
mış aile politikalarının çok ötesine taşıma konusundaki hırsı.
İki, oğlu Paolo’nun kendi adı altında iş yapma hakkını kazanma

155
Gucci Hanedanı

konusundaki kararlılığı. Üç, ABD Gelir İdaresi Dairesi’nin vergi


kaçaklığı konusundaki tutumu. Gucci’nin eski mevcut durumu
sadece bir yıl sürdü.
Rodolfo ölmeden önce, Maurizio’nun onun ölümüyle iş­
teki yüzde 50 hissesini devralacağına dair şüphe yoktu. Ro­
dolfo çalışanlarına, arkadaşlarına ve aileye kendisi öldüğünde
Maurizio’nun her şeyi miras olarak alacağını söylüyordu, “ama
bir dakika bile önce değil.” Aldo’nun Paolo’yla yaşadıklarından
gücü çok erken devretmenin sonuçlarını görmüştü. Aldo’nun
sahip olduklarını oğullarına devretmesinin erken verilen ve is­
tikrarı bozan bir karar olduğunu anlamış ve aynı hatayı yapma­
maya karar vermişti.
Rodolfo’nun vasiyeti ölümünden hemen sonra bulunamadı
ancak Maurizio, onun tek oğlu olarak, İtalyan miras yasasına
göre yine de yasal vâris durumundaydı. Rodolfo öldükten bir­
kaç yıl sonra, Maurizio kendini mirasla ilgili yasal sorunlarla
karşı karşıya bulduğunda, maliye polisi Guardia di Finanza’dan
bir müfettiş ekibi vasiyeti, anahtarı bulamadıkları için bir kay­
nak makinesiyle açtıkları şirket kasasında buldular. Rodolfo
vasiyetini kendi süslü el yazısıyla kaleme almış ve beklendiği
gibi her şeyi “unico, adorato figlio” yani tek ve çok sevdiği oğlu­
na bırakmıştı. Rodolfo ayrıca evdeki sadık çalışanları -özellikle
Tullia, Franco ve Luigi- için de hükümler koymuştu.
Rodolfo’nun ölümünden sonraki ilk aile yönetim kurulu
toplantısında Maurizio, Aldo, Giorgio ve Roberto beceriksiz­
ce birbirlerini tartıp değerlendirdiler. Maurizio’nun Gucci’nin
geleceği için birlikte çalışmak istediğine dair kısa konuşmasına
rağmen diğerleri onu ciddiye almadı.
“Avvocationo!” dedi Aldo. “Çok yükseklerde uçmaya çalışma.
Öğrenmek için biraz zaman harca.”
Maurizio’nun yüzde 50 payı miras alması onlar için şaşırtıcı
olmamıştı ama babasının ölmeden önce hisseleri onun üzerine
yaptığı imzalı hisse senetlerini gösterince hepsinin ağzı şaşkın­
lıkla açık kaldı - bu durum onu, 13 milyar liretlik (8,5 milyon
dolar) veraset vergisinden kurtarıyordu. İmzaların sahte oldu­
ğundan şüphelendiler.

156
Maurizio Yönetime Geçiyor

Toplantıda akrabalarının desteğini alamadığı için hayal kı­


rıklığına uğrayan Maurizio, kısa süre sonra Aldo’yla özel olarak
görüşmek için Roma’ya gitti. Gucci’yi modernize etme planları
için Aldo’nun onayını almayı umuyordu. Aldo’nun Roma’daki
asistanlarından biri, Aldo patronluk taslayarak başını sallayıp
Maurizio’yu dışarı çıkarırken olanlara kulak misafiri oldu.
“Hai fatto il fıırbo, Maurizio, ma quei soldi non te li godrai
mai, ” dediğini duymuştu Aldo’nun. “Sen çok zeki birisin Mauri­
zio ama o paranın keyfini hiçbir zaman süremeyeceksin.”
Akrabalarının direnci karşısında yılmayan Maurizio, bir lüks
ürün firması olan Gucci için yeni bir vizyon, profesyonel ve
uluslararası bir yönetim, modern bir akışa sahip tasarım, üretim
ve dağıtım süreçleri ile sofistike pazarlama teknikleri geliştirdi.
Modeli ise aile karakterlerinden ve kaliteli ürünlerden ödün
vermeden gelişen Fransız aile şirketi Hermes olmuştu. Mau­
rizio, Gucci’nin Hermes ve Louis Vuitton’un olduğu lige geri
dönmesini istiyordu ama en çok adını lisanslamayı neredeyse
bir sanat biçimi haline getirmeden önce kargacık burgacık im­
zasını kozmetikten çikolataya ve ev eşyalarına kadar her şeye
atan, Chirstian Dior’un çok satan Bar modeli takım elbisesini
yaparak modada tarih yazmış, İtalya doğumlu Fransız tasarımcı
Pierre Cardinle aynı seviyede olmaktan korkuyordu.
Maurizio’nun konsepti iyiydi; mesele bunu nasıl başara­
cağıydı. Şirket aile üyeleri arasında bölünmüştü ve her biri
Gucci için en iyisi olduğunu düşündüğü şeyi yapma hakkını
savunuyordu. Maurizio, yüzde 50’yle Gucci’nin en büyük hisse
sahibi olsa da eli kolu bağlı haldeydi. Maurizio’nun toplantı
odasındaki masasının karşısında Guccio Gucci A.Ş.’nin yüzde
40’ına sahip olan Aldo ve her biri yüzde 3,3 hisseye sahip olan
Giorgio, Roberto ve Paolo bulunuyordu. Gucci America’da ise
Aldo’nun yüzde 16,7, oğullarının her birininse yüzde 11,1 hisse­
si vardı. Maurizio fikir birliği olmadan pek bir şey yapamazdı
ve onların da Maurizio’nun fikirlerine karşı pek tahammülleri
yoktu. Gucci, geçmişteki ihtişamı sayesinde hayatta kalmıştı
ve hâlâ aile üyelerinin yaşam biçimlerini destekleyecek kadar

157
Gucci Hanedanı

kâr getiriyordu - bu yüzden bir şeyleri değiştirmeye gerek gör­


müyorlardı.
Maurizio zor da olsa planlarını elinden geldiğince ileriye
taşıdı. Gucci’nin kadrosunu güncellemede kendisine yardım
etmesi için Roberta Cassol’a güvendi. Tıpkı babası gibi yüzleş­
mekten hoşlanmayan Maurizio, Cassol’dan değişen lüks ürün
endüstrisine uyum sağlamadığına inandığı uzun dönemli bir­
çok çalışanı işten çıkarmasını istedi.
“Tıpkı geçmişte babasına söylemeye cesaret edemediği şey­
leri bana söylemesi gibi şimdi de ‘Roberta, filancadan kurtulma
zamanı geldi,’ diyordu bana,” diyordu Cassol. “Kırılgan ve gü­
vensiz bir kişiliği vardı.”
Aynı dönemde, Aldo’nun Gucci America’daki konumu da is­
tikrarsız bir hale geldi. 1983 yılının Eylül ayında, Paolo tarafın­
dan sunulan mahkeme belgelerine dayanarak, Maliye Dairesi
Aldo Gucci’nin ve Gucci Mağazaları’nın finansal işlerini ince­
lemeye başladı. 14 Mayıs 1984’te, Adalet Bakanlığı, ABD başsav­
cılığına büyük jüri soruşturması açma yetkisi verdi. Aldo -işle
ilgili konularda çok akıllıydı- 1976’da ABD vatandaşı olmasına
rağmen Amerika’nın vergi ödeme konusundaki tutumunu an­
lamamıştı. İtalya’da şüpheci ve hükümete güvenmeyen ortala­
ma bir vatandaş vergi ödemeyi, yozlaşmış politikacılardan kar­
şılığında çok az şey görmek için etrafa para saçmakla eşdeğer
görürdü. Amerikalıların meşhur sözü -hayatta iki şey kesindir:
ölüm ve vergiler- bir İtalyan, özellikle de 1980’lerde yaşayan bir
İtalyan için hiçbir şey ifade etmezdi. Bugün İtalya hükümeti bü­
yük boyutlara ulaşmış vergi kaçakçılığını engellemeye çalışıyor
ama o yıllarda bir kişi vergi ödemekten kaçınarak ne kadar çok
para elde ederse o kadar zeki olduğu düşünülürdü. Bu neredey­
se övünülecek bir şeydi. Düşünce yapısı olarak bir İtalyan’dan
çok bir Amerikalı gibi olan De Sole ise vergi yasası konusunda
uzmanlaşmıştı. Aldo’nun da durumun ciddiyetini anlamasını
sağlamaya çalışmıştı.
“Milano’daki Hotel Gallia’da bütün aileye büyük bir sunum
yaptım,” diyordu De Sole. “Onlara, ‘Bu çok büyük bir sorun,’
dedim.”

158
Maurizio Yönetime Geçiyor

“Onlarsa bana ‘Saçmalama!’ dediler. ‘Aldo harika bir adam ve


bu toplum için harika şeyler yaptı. Ona dokunmazlar.’ Onlara,
‘Anlamıyorsunuz,’ dedim. ‘Burası Amerika, Avrupa değil. Büyük
bir dolandırıcılıktan bahsediyoruz - Aldo Gucci hapse girebi­
lir!”’
Kimse De Sole’ü ciddiye almadı ve “Gucci Gurusu” bütün
meseleyi hasıraltı etti. “Sen her zaman çok karamsar biri olmuş-
sundur,” demişti küçümser bir ifadeyle.
“Aldo yaşlı otoriter benliğini takınmıştı ve bunu tartışmaya
açmadı,” diye anımsıyordu Pilone.
Bu esnada De Sole, milyonlarca doların Gucci America’dan
yasadışı bir şekilde kendi yabancı şirketlerine aktarılmasının
yanında Aldo’nun şirkete yazılmış yüz binlerce dolarlık bir çek
destesini de bizzat bozdurduğunu keşfetmişti.
“Aldo bir kral gibi yaşıyordu ama her düzeyde büyük bir do­
landırıcılık vardı!” diyordu De Sole. “Bu durum hem kişisel ola­
rak onu hem de şirketi mahvedecekti.”
De Sole, Aldo’ya mantıklı olması için yalvardı. Aldo ve
Bruna’yı, kendi eşi Eleanore’la birlikte akşam yemeğine Was-
hington D.C.’ye -o esnada iki küçük kızıyla birlikte Bethesda,
Maryland’de yaşıyorlardı- davet etti.
“Aldo’ya dedim ki sana karşı bir şeyim yok, lütfen anla,” de­
diğini hatırlıyordu De Sole. Akşam yemeğinin bir noktasında
gözyaşları içindeki Bruna, anlamaya çalışarak De Sole’ü bir ke­
nara çekti. “Ona, ‘Üzgünüm ama Aldo hapse girecek,’ dedim.
Aldo gerçeği reddediyor. Gucci’yi kendi kişisel oyuncağı olarak
görüyor. Kişisel olan ile kurumsal olan arasındaki farkı hiç an­
lamıyor - şirketi kendisinin kurduğuna ve yaptıklarına karşılık
her şeyi almayı hak ettiğine ilişkin bir tutumu var.”
Başlangıçta, De Sole, Aldo’nun yüzleşmek zorunda kalacağı
sonuçlar hakkında Maurizio’yu bile ikna etmekte zorlandığını
söylemişti. “Anlamıyorsun,” dedi De Sole, Maurizio’ya. “Aldo
hapse girerse şirketi yönetmek için artık burada olmayacak. Bir
şeyler yapmak zorundasınız!”
Maurizio sonunda kabul etmişti. Aldo’nun vergi meselele­

159
Gucci Hanedanı

rindeki zafiyeti, Maurizio’nun yeni bir Gucci yaratma konusun­


daki geniş kapsamlı hedeflerine yarıyordu. Pilo ve De Sole’ün
yardımlarıyla, yönetim kurulunun başına geçmek için bir plan
yaptı. Gücü elde etmenin tek yolu kuzenlerinden biriyle ittifak
yapmaktan geçiyordu. Fakat hangisiyle? Giorgio çok çekingen
ve gelenekseldi, ayrıca Aldo’ya da sadıktı. Sorun çıkarmak is­
temezdi. Roberto ondan daha tutucuydu ve altı çocuğuna bir
gelecek sağlama konusunda endişeleniyordu. İkisi de Gucci’nin
mevcut durumundan çok memnundu. Tek ihtimal, iki yıl önce
toplantı odası olayından sonra Maurizio’yla konuşmayı bırakan
ailenin yüz karası Paolo’ydu. Ancak Maurizio, Paolo’nun prag­
matik olduğunu ve ekonomik açıdan zorluk çektiğini de bili­
yordu - Gucci’den aldığı tazminatı çoktan harcamıştı. Maurizio
ona bir teklifte bulunmaya karar verdi. Telefonu eline aldı ve
New York’taki Paolo’nun numarasını çevirdi.
“Paolo, ben Maurizio. Konuşmamız gerektiğini düşünüyo­
rum. Hem senin hem de benim sorunlarımı çözebilecek bir fik­
rim var,” dedi Maurizio ona. 18 Haziran 1984 sabahı Cenevre’de
buluşmaya karar verdiler.
Paolo ve Maurizio neredeyse aynı anda Hotel Richemond’a
ulaştı. Terasta, güneşin altındaki Cenevre Gölü’ne bakan bir
masaya oturduklarında Maurizio, Paolo’ya vergiler sebebiyle
Amsterdam merkezli olacak ve Gucci adı altındaki bütün li­
sanları kontrol edecek, Gucci Licensing adında yeni bir şirket
kurma planını anlattı. Maurizio şirketi yüzde 51 hisseyle kontrol
edecek, Paolo kalan yüzde 49’u ve başkan unvanını alacaktı. Bu­
nun karşılığında Maurizio, Paolo’dan yüzde 3,3’lük oyunu, Guc­
cio Gucci’nin yönetim kurulunda Maurizio’nun yüzde 50’siyle
birlikte kullanmasını istedi. Maurizio ileri bir tarihte Paolo’nun
hisselerini 20 milyon dolar karşılığında satın alacaktı. Son ola­
rak, Paolo ve Maurizio birbirlerine karşı açtıkları tüm davaları
düşüreceklerdi. Görüşmelerinin sonunda iki kuzen el sıkıştı ve
avukatlarından gerekli belgeleri hazırlamalarım isteme konu­
sunda anlaştılar.
Bir ay sonra, Paolo’nun hisse senetlerini yatırdığı ve
Maurizio’nun da iyi niyet göstergesi olarak iki milyon dolarlık

160
Maurizio Yönetime Geçiyor

bir ödeme yaptığı Credit Suisse’in Lugano ofislerinde anlaşma­


larını imzaladılar. Maurizio, yeni şirket Gucci Licensing kurul­
duğunda ve toplamda 22 milyon dolara tamamlayacak şekilde
20 milyon dolarlık ödemeyi de yaptığında hisselerin kontrolü­
nü eline geçirecekti. Bu sırada, Paolo’nun oyuna ve Gucci şirke­
tinde etkin bir kontrole sahip olacaktı.
Gucci America’nın yönetim kurulu, her yıl eylül ayının ba­
şında New York’ta toplanıyordu. Gündemde sadece birkaç
madde vardı: 1984 yılının ilk altı ayının sonuçlarının onaylan­
ması, yeni bir mağaza açılışı için plan yapılması ve birkaç yeni
personel ataması.
Rodolfo, Vasco ve Aldo’nun şirketi yönettiği eski günlerde,
yönetim kurulu toplantıları üç kardeşin bir araya geldiği ve
Aldo’nun yapmak istediklerinin otomatik olarak onaylandığı
neşeli aile buluşmaları olurdu, diye hatırlıyordu oğlu Roberto.
“Öyle bir güveniyorlardı ki Aldo’nun istediklerini itiraz etme­
den onaylar ve sonra birlikte hoş vakit geçirmek için dışarı çı­
karlardı.”
Gucci America yönetim kurulu toplantısından önceki hafta
sonu Domenico De Sole, gizlice Maurizio ve Pilone’un America’s
Cup yelkencilik yarışmasında yarışacak İtalyan yarışmacıyı seç­
mek üzere iki turlu yarışları takip ettikleri Sardinya’ya uçtu. Ağa
Han’ın, Porto Rotondo yakınlarındaki Porto Cervo’da kurduğu
Hotel Cervo’da kaldılar. Birçok insan bu özel tatil beldelerinin
İtalya’nın en iyileri arasında olduğunu söylerdi. Porto Cervo
köyü, hepsi aynı pembe renge boyanmış ve İtalya’nın zengin
tatilcilerinin lüks yatlarını, sürat teknelerini demirlediği kör­
feze bakan kafeler, restoranlar ve tasarımcı butiklerinin bu­
lunduğu merkezi bir meydan boyunca uzanıyordu. Özel lüks
villaların güneş alan terasları ve budanmış bahçeleri, sudan
yükselen sarp dağın yamacına bakardı. Porto Cervo’nun ve Por­
to Rotondo’nun, İtalya’nın yeni zenginliğini simgeleyen yapay
tarzı, Sardinya’nm sade doğal güzelliğiyle çatışırdı.
Maurizio, Pilone ve De Sole, gündüzleri Pilone’un Magnum
36 model yüksek hızlı deniz motoruyla şık yarış teknelerinin

161
Gucci Hanedanı

arasından geçerek köpüklü sularda geziyor; geceleriyse Porto


Cervo’nun mumlarla aydınlatılmış teraslarında yemek yiyip son
derece basit planlarını gözden geçiriyorlardı. Gucci America
yönetim kurulunun sekreteri olan De Sole, New York’a uçacak
ve Maurizio’nun temsilcisi olarak yönetim kurulu toplantısına
katılacaktı. De Sole’yle birlikte oy vermeyi taahhüt etmiş olan
Paolo’nun temsilcisiyle çoktan görüşmüştü. De Sole, mevcut
yönetim kurulunu feshetmeyi ve Maurizio’yu Gucci ABD iş­
letmesinin yeni başkanı olarak atamayı önerecekti. Oyların
çoğunluğunun kontrolüyle, diğer yönetim kurulu üyelerin­
den etkili bir muhalefet gelemeyecekti. Dakikalar içinde Aldo,
Gucci’nin kontrolünü kaybedecekti.
Birkaç hafta sonra New York’ta, bu plan hayal ettiklerinden
çok daha sorunsuz işledi. Toplantı, Gucci’nin Beşinci Cadde’de-
ki mağaza binasının on üçüncü katındaki toplantı salonunda
gerçekleşti. Toplantıya başlamadan önce De Sole, Mauirizo
adına oy kullanabilme vekâletini sundu. Birkaç dakika sonra
Paolo’nun temsilcisi de aynı şeyi yaptı. On ikinci kattaki ofisin­
de bulunan Aldo, her zamanki gibi rutin bir toplantı olacağını
düşünerek toplantıya katılmama kararı almıştı. Kendi yerine
Gucci’nin CEO’su Robert Berry’yi göndermişti.
Sırıtan ve purosunu üfleyen Guccio Gucci’nin kara gözleri,
şirketin kurucusunun toplantı masasının arkasında asılı duran
gerçek gibi gözüken yağlı boya tablosundan kendisine bakarken
De Sole söz hakkı istedi.
“Yönetim kurulunun feshedilmesi için bir önergenin günde­
me alınmasını talep ediyorum,” dedi De Sole sakin bir şekilde.
Berry’nin gözleri büyüdü ve ağzı açık kaldı.
Dakikalar sonra, Paolo’nun temsilcisi de bu önergeyi destek­
ledi.
“Ben... ben... ben... toplantının geçici olarak askıya alınma­
sını talep ediyorum,” diye kekeledi Berry, kapıdan fırlayıp neler
olduğunu söylemek üzere Aldo’nun ofisine koştururken.
Palm Beach’ten biriyle hararetli bir sohbet eden Aldo, Berry
araya girince telefonu kapadı.

162
Maurizio Yönetime Geçiyor

“Dr. Gucci! Dr. Gucci! Hemen yukarı gelmelisiniz,” dedi


Berry nefes nefese. “Bir devrim gerçekleşiyor!”
Aldo, Berry’nin söyleyeceklerini sessizce dinledi.
“Eğer işler bu şekildeyse o zaman yukarı gelmenin bir an­
lamı yok. Yapabileceğimiz hiçbir şey yok,” dedi Aldo kısaca.
Büyük bir hata yapmasından korktuğu genç Maurizio’yu yanlış
değerlendirmişti.
Berry geri döndü ve Aldo’nun prestijli bir New York hukuk
firmasında çalışan avukatı Milton Gould, bir Yahudi bayramı
sebebiyle toplantıya katılamadığı için toplantıyı ertelemeye ça­
lıştı. De Sole ve Paolo’nun temsilcisi, yönetim kurulunun fes­
hedilmesi ve Maurizio Gucci’nin Gucci Shops Inc. şirketinin
başkanı olarak atanması yönünde oy kullandı.
Aldo, yüzü asık bir halde binayı terk etti. Kendi yeğeni, bir
zamanlar halefi olabileceğini düşündüğü adam bir darbeyle
kendisini devirmişti. Maurizio artık bir düşmandı.
Aldo kısa süre sonra Giorgio ve Roberto’yla buluştu ama
üzülerek yapılacak bir şey olmadığını fark ettiler; Paolo’yla itti­
fak yapan Maurizio şirketi etkin bir şekilde kontrol altına almış­
tı. Aynı senaryo, Guccio Gucci yönetim kurulunun Floransa’da-
ki bir sonraki toplantısında da gerçekleşecekti.
Gucciler 31 Ekim 1984’te peşinen imzaladıkları ve 29
Kasım’da Floransa’daki hissedarlar toplantısında onayladıkları
bir anlaşmaya vardılar. Maurizio yedi üyeli yönetim kurulunun
dört sandalyesini almış ve Guccio Gucci’nin başkanı olarak aday
gösterilmişti. Aldo onursal başkan, Giorgio ve Roberto ise baş­
kan yardımcıları olarak aday gösterildi. Giorgio, Roma mağa­
zasını yönetmeye devam edecek, Roberto da Floransa’da şirket
yöneticisi olarak kalacaktı.
Maurizio tam olarak istediğini elde etmiş bir halde kendin­
den geçmişti. Aldo önemli bir unvan almış ama esasen etkisiz
hale getirilmişti; kuzenlerin şirketteki kendi rollerini sürdür­
melerine izin verilmişti, tabii kontrol Maurizio’daydı. Dahası,
Paolo’nun hisselerini dengeleyici bir faktör haline getirmeye
başarmıştı. Aile davasına neşeli bir şekilde yer veren basın, onu

163
Gucci Hanedanı

bir kahraman olarak gösterdi; New York Times Maurizio’yu “Aile


Barışçısı” olarak adlandırmış ve dedikodu sütunlarını dolduran
şehvetli savaşlann ortasındaki bir sakinlik timsali olarak res-
metmişti.
Maurizio, üst düzey çalışanlarını Floransa’da bir toplantıya
çağırdı ve yaklaşık otuz kişilik grubu, çalışanların popüler tele­
vizyon dizisi Dynasty’ye alaycı bir gönderme yaparak “Hoysala
Hanedanlığı” olarak adlandırdığı oval şekilli toplantı odasına
davet etti. Çalışanlar, koyu renkli ahşap panelli duvarlar ve dört
kıtayı temsil eden dört mermer büstün çevrelediği devasa ah­
şap toplantı masasının etrafına dizildi. Maurizio, Gucci’nin yeni
vizyonunu ofis ve fabrika çalışanlarından oluşan gruba açıkladı.
“Gucci kaliteli bir yarış arabası gibidir,” diye başladı tereddüt
içinde, etrafında toplanmış tanıdık yüzlere bakarak. “Bir Ferrari
gibi,” dedi, anlayabileceklerini düşündüğü bir gönderme kulla­
narak. “Ancak biz onu bir Cinquecento gibi kullanıyoruz,” dedi,
Fiat tarafından üretilen küçük, savaş sonrası kullanışlı bir mo­
delden bahsederek.
“Bugün itibariyle Gucci’nin yeni bir sürücüsü var. Ve doğru
motor, doğru parçalar, doğru teknisyenlerle yarışı kazanabili­
riz!” dedi geniş bir gülümsemeyle konuya ısınarak. Konuşma­
sının sonunda sessizce duran yüzlere bir sorularının olup ol­
madığını sordu. Gergin bacak sallamalar ve boğaz temizlemeler
arasında Maurizio’nun bakışları Milano mağazasında tezgâhtar
olarak işe başlayan ve kariyerini Via Tornabuoni mağazasını
yönetmeye kadar götüren Nicola Risicato’ya kaydı. O sıralarda
orta yaşlarında bulunan Risicato, Maurizio’nun büyüyüşüne ta­
nık olmuştu.
“Nicola, sen bile mi? Bana söyleyecek hiçbir şeyin yok mu?”
diye sordu Maurizio bir gülümsemeyle ve onayını alma umu­
duyla yaşlı adama sevgiyle bakarak.
“Hayır, ben övgüde bulunmayacağım,” dedi Risicato, pek
çok meslektaşının kuşkularını tekrarlayan kuru bir sesle. Aldo
ile Rodolfo’nun içten ve karşılıklı yağcılık yapmayı içeren tarz­
larında rahat hissediyorlardı ve Maurizio’nun Ferrari konuşma­
sıyla ne yapacaklannı hiç bilmiyorlardı.

164
Maurizio Yönetime Geçiyor

O aralık ayında Wall Street Journal, Aldo Gucci’nin öne sürü­


len finansal suçları hakkında detaylı bir haber yayımladı ve 1978
yılının Eylül ayıyla 1981 yılının sonu arasındaki zaman dilimin­
de şirket kasasından yaklaşık 4,5 milyon doları cebine indirdiği
için federal büyük jüri tarafından soruşturma altında olduğunu
bildirdi. Makale, Aldo’nun yıllık kazancı için “onun konumun­
daki bir adam için küçük bir miktar olan” 100 bin dolardan daha
az bir kazanç beyan ettiğine işaret etti.
İtalyan basını da haberleri duyurdu. Gucci, Birleşik
Devletler’de zirveye ulaşmıştı ancak belki de artık çöküşe ge­
çiyordu. “Gucci adı ilk kez tarz ve kaliteyle değil, ciddi bir suçla
anılıyordu,” diye yazmıştı İtalyan haftalık gazetesi Panaroma,
1985 yılının Ocak ayında.
Maurizio, De Sole’e tamamen güvendi ve ondan bir şart kar­
şılığında Gucci ABD işinin yeni başkanı olmasını istedi: şirketin
çalkantılı mali işlerini temizleme, vergi dolandırıcılığı iddiaları­
na karşı bir yanıt hazırlama ve profesyonel yöneticiler işe alma.
De Sole gelmeden önce, Gucci Shops İne. şirketinin önceki
başkanı Marie Savarin adında bir kadındı. Savari bir muhasebe­
ciydi ve yıllardır Aldo’nun sadık asistanı olmuştu; muhtemelen
Aldo’nun hayatı boyunca gerçekten güvendiği -imzasını kul­
lanma yetkisini verecek kadar- tek kadındı.
De Sole, Washington, D.C.’deki hukuk firmasındaki pozis­
yonunu ve evini koruması ile yeni kurumsal görevlerini yarı
zamanlı olarak yapması koşuluyla Maurizio’nun kendisinden
istediği şeyi yapmayı kabul etti. De Sole, haftada bir New York’u
ziyaret etmeye başladı. Art Leshin adında bir adamı, şirketin
hesaplarını düzenlemesine yardımcı olması için Gucci’nin yeni
finans müdürü olarak işe aldı.
“Oraya gittiğimizde aklımızı kaybettik!” diye anımsıyordu
De Sole. “Bir felaketti, tam bir kaostu. Ne envanterler ne de
muhasebe ilkeleri vardı. Neler olup bittiğini anlamak aylarımızı
aldı. Aldo işi sezgiyle yönetiyordu ve pazarlama dehası o kadar
büyüktü ki bütün bunlardan paçayı sıyırmıştı!”
De Sole’ün haftada bir ziyaretleri pazartesiden cumaya ka­

165
Gucci Hanedanı

dar uzamıştı ve eşi Eleanore, her hafta başında onun valizine


temiz kıyafetler koyar ve her hafta sonu onu karşılardı - elinde
bir çanta dolusu kirli çamaşırla döndüğünde. De Sole en sonun­
da ailesiyle birlikte New York’a taşındı.
1986 yılında, temizlik programı altında De Sole, Gucci ABD
şirketini yeni bir isim altına taşıdı: Gucci America. 1988 yılında
Gucci America, İRS’e 1972-1982 yılları arasında aile tarafından
zimmete geçirilenler karşılığında 21 milyon dolarlık vergi ve
para cezası ödedi. Bunun karşılığında De Sole, mali yetkililerden
o dönemde şirketi başka bir yükümlülüğe tabi tutmama sözü
aldı. Şirket, İRS ödemesini yapmak için borca girmek zorunda
kaldı. Ancak De Sole, Gucci’yi hem genişletti hem de modernize
etti. Gucci’nin altı bağımsız franchise mağazasını geri alarak Bir­
leşik Devletlerdeki Gucci’ye ait mağaza sayısını yirmiye çıkardı
ve Maria Manetti Farrovv’dan GAC’nin toptan dağıtım hakkını
nahoş bir davaya dönüşen -ancak doğrudan kazançların hemen
arttığı- bir sürecin ardından geri aldı. Ayrıca, Gucci’nin siga­
rayla ilişkilendirilmesinin Birleşik Devletler’de markayı mah­
vedeceğini öne sürerek aile tarafından R. J. Reynolds Tobacco
Corporation’la imzalanmış bir sigara lisansını da iptal etti. Bu
lisans daha sonra Yves Saint Laurent tarafindan kullanıldı. 1989
yılına gelindiğinde Gucci America, devam eden aile savaşlarına
rağmen yaklaşık 145 milyon dolarlık yıllık satış yaptığını ve yak­
laşık 20 milyon dolarlık kâr elde ettiğini bildirdi.
De Sole, Gucci America’da sorunlarla boğuşurken Mauri­
zio şirketin, 1987 America’s Cup yelken yarışmasında yarışacak
bir tekneye sponsor olan İtalyan konsorsiyumuna katılmasına
izin verdi. İtalyan teknesi Azzurra’nın seçkinler yarışmasında
yarıştığı sponsorları olan İtalya’nın en büyük otomobil üreti­
cisi Fiat ve içki damıtıcısı Cinzano’ya muazzam kazançlar ge­
tirdiği 1983 yılında yarış İtalyanların ilgisini çekmişti. Tarihi
yarış Birleşik Devletler ve Avrupa’daki seçkin izleyicilerin de
-tam da Gucci’nin hitap ettiği türden bir kitle- dikkatini çek­
ti. Maurizio’nun düşüncesi, “İtalya yapımı” etiketinin gücü­
nü tanıtmak için yarışı kullanmaktı ve o zamanlar kimya devi

166
Maurizio Yönetime Geçiyor

olan Montedison ve makarnacı Buitoni de dahil olmak üzere


kurumsal sponsorları bir araya getirdi. Maurizio, yeni konsorsi­
yumun imaj direktörü olarak atandı ve bu rolünü ciddiye alarak
İtalya’yı yalnızca sanat ve zanaat geleneklerine sahip bir ülke
olarak değil, aynı zamanda ileri düzey teknolojinin gelişen bir
kaynağı olarak tanıttı. Konsorsiyum, daha sonradan üç mode­
li yapılacak kendi tekneleri Italia’ya. model olarak kullanılacak
bir prototip için önceki America’s Cup yarışmasında iyi bir per­
formans sergileyen Victoria adındaki tekneyi satın aldı. Ayrıca
Verona’dan önemli bir kaptan olan Flavio Scala’yı ve birinci sı­
nıf bir mürettebatı işe aldı.
Sponsorluğun büyük bir zaman ve vakit kaybı olduğunu dü­
şünen Aldo, Giorgio ve Roberto’yu hayrete düşüren Maurizio,
kendini -ve Gucci çalışanlarının çoğunu- mürettebat için üni­
forma tasarlamaya adadı. Her bir parça estetik açıdan güzel ol­
masının yanı sıra, bir yarış teknesinde çalışma sonucunda olu­
şabilecek aşınma ve yıpranmalara dayanacağından emin olun­
ması için teknik olarak test edildi. Mürettebatın yarış giysileri,
erkekler vinci sarıp gevşetmek için hareket ettikçe İtalyan bay­
rağının dalgalanan renklerini yansıtacak şekilde tasarlanmıştı.
“Projeyi yönlendiren kişi bendim,” diye anımsıyordu Alberta
Ballerini kederli bir şekilde. “Ve bu yarışa tutkuyla bağlı küçük
bir ekibim vardı. Tişörtlerden ceketlere, pantolonlara ve çan­
talara kadar mürettebat için her şeyi biz tasarladık ve ürettik.
Onlar hayatımda gördüğüm en iyi giyimli denizcilerdi!”
Gucci’nin Italia mürettebatı için yarattığı üç renkli görü­
nüm o kadar göz alıcıydı ki Italia kısa süre içinde “Gucci gemi­
si” olarak bilinir oldu. Prada’nın Auckland’deki America’s Cup
2000’deki Lima Rossa’yla. yarışı, Maurizio’nun Italia konsorsiyu­
mu içini yapmayı umduğundan farklı değildi.
1984 yılının Ekim ayında, America’s Cup için yarışacak
İtalyan teknesini seçme yarışı Emerald Coast açıklarındaki
Sardinya’da yapıldı. Gucci, birkaç ay önce Maurizio, De Sole ve
Pilone’un darbelerini planladıkları Porto Cervo’da bir üs kurdu.
Birkaç gün süren zorlu yarışların ardından Italia, yarışın fa­
vorisi Azzurra’yı geçerek herkesi şaşırttı.

167
Gucci Hanedanı

Ne yazık ki Italia sadece America’s Cup yarışmasını kazana­


mamakla kalmadı, prototiplerinden biri bu mücadelenin yapı­
lacağı Avusturalya’nm Perth kentine transfer edildikten sonra
limanda battığı için de ünlü oldu. Denize indirme gününde,
tekneyi kaldıran vinç devrildi ve ağırlığıyla tekneyi batırdı. Tek­
ne hasarlı bir şekilde kurtarıldı ama yarıştan önce tamir etmek
için zaman yoktu.
Maurizio’nun yarışlar sırasında Perth’te işlettiği Caffe Italia
çok daha başarılı oldu ve kısa süre içinde tüm katılımcılar için
bir buluşma yeri ile bir bar haline geldi. Masa örtüleri, gümüş
çatal bıçak takımları, kristaller ve seramiklerin yanı sıra şefler,
garsonlar ve su, şarap ve makarna da dahil olmak üzere tüm yi­
yecek içecekler bu etkinlik için İtalya’dan getirtilmişti.
Maurizio, America’s Cup mücadelesini takip edemediğinde,
Gucci’deki yeni sorumluluğunun ne kadar yorucu olduğunu
keşfetti. Günde on iki ila on beş saat arasında çalışıyor, sürekli
seyahat ediyor, Gucci hayalini gerçekleştirmek için yorulmadan
devam ediyordu. Öğle ve akşam yemekleri iş görüşmeleri dü­
zenlemek için fırsatlar haline gelmişti. Hafta sonları bile kişisel
hayatını, sevdiği sporları yapmayı ve ailesini görmeyi feda ede­
rek, mağaza açılışlarını ve tadilatları denetlemek için seyahat
ediyordu.
Rodolfo’nun tahmin ettiği gibi Maurizio değişmişti. Tavsi­
yeler için De Sole ve Pilone’a güveniyor, Patrizia’nın kendisini
yönlendirme çabasından gün geçtikte daha fazla rahatsız olu­
yordu. Daha genç bir adamken, Maurizio babasına karşı çıkmak
için ona güç veren Patrizia’dan destek almıştı. Maurizio güç
kazandıkça ise Patrizia bir şekilde babasının rolünü üstlenmişti
- ona neyi, ne zaman ve nasıl yapması gerektiğini söylüyor, ka­
rarları ile danışmanlarını eleştiriyordu. Maurizio aile şirketinin
kontrolünü sonunda ele geçirmiş olsa da baskı altında hissedi­
yordu.
“Patrizia onu gerçekten hırpalıyordu,” diye anımsıyordu
De Sole. “Onu amcasına, kuzenlerine ya da ona karşı düzgün
davranmadığını hissettiği herhangi birine karşı dolduruyordu.

168
Maurizio Yönetime Geçiyor

Gucci etkinliklerinde, ‘Şampanya önce bana verilmedi, bu sana


saygı duymuyorlar demektir!’ gibi şeyler söylerdi.”
“Gerçek bir baş belası olmuştu,” diye onaylıyordu Pilone.
“Hırslı bir kadındı ve şirkette bir rolü olmasını istiyordu. Ona
uzak durmasını söyledim, ‘eşlere izin yok’ dedim ve bu yüzden
benden nefret etti.”
O sırada Rodolfo’nun uyarısı Patrizia’nın kafasının içinde
yankılanıyordu. En sonunda kayınpederinin Maurizio konu­
sunda haklı olduğunu kabul etti. Gucci hayaline takıntılı hale
gelen eşi, bunun dışındaki her şeyi dışlıyordu - buna kendi ai­
lesi bile dahildi. Patrizia’nın fikirlerini ve tavsiyelerini reddedi­
yordu, böylece aralarındaki mesafe büyümeye başladı.
“Patrizia’nın kendisine sürekli ‘bravo’ demesini istiyordu
ama bunun yerine Patrizia onu sürekli azarlardı,” diyordu Ro­
berto Cassol. “Can sıkıcı birine dönüştü.”
De Sole ve Pilone, Maurizio’nun güvenilir danışmanları ola­
rak Patrizia’nın yerini aldı ve Patrizia onlara derinden gücendi.
Hırsları tarafından yönetilen Patrizia, kendisini zayıf erkeğin
arkasındaki güçlü kadın olarak hayal ediyordu ama bir anda
kendisini kenara atılmış halde buldu.
“Maurizio tutarsız... kibirli ve can sıkıcı oldu,” diye anımsı­
yordu Patrizia. “Öğle yemekleri için eve gelmeyi bıraktı, hafta
sonları şu ‘dehalarıyla’ dışarı çıkıyordu. Kilo aldı ve kötü gi­
yinmeye başladı... etrafına önemsiz insanları doldurdu. Pilone
bunlardan ilkiydi. Maurizio’yu yavaş yavaş değiştirdi. Maurizio
bana bir şeyler anlatmayı bıraktığında bunu fark ettim, tavrı
kopuk bir haldeydi. Daha az konuşuyorduk. Birbirimize karşı
soğuk ve kayıtsız davranır olmuştuk.”
Maurizio, folletto rosso dediği eşine popüler bir çizgi filme
gönderme yaparak piri piri cadısı yani strega piri-piri demeye
başladı.
22 Mayıs 1985 Çarşamba günü Maurizio, Milano’daki te­
ras dairelerinde gardırobu açtı ve küçük bir valiz hazırladı.
Patrizia’ya birkaç günlüğüne Floransa’ya gideceğini söyledi,
onunla vedalaştı ve kızları dokuz yaşındaki Alessandra ile dört

169
Gucci Hanedanı

yaşındaki küçük Allegra’yı öptü. Ertesi gün telefonla konuştular


ve hiçbir şey garip görünmüyordu.
Bir sonraki gün öğleden sonra Maurizio’nun yakın arkadaşı
ve sırdaşı olan bir doktor, Maurizio’nun o hafta sonu -belki de
hiç- geri gelmeyeceğini söylemek için uğradı. Patrizia şaşkına
dönmüştü. Doktor teselli edici bazı sözler ve küçük siyah çanta­
sından çıkardığı bir şişe Valium’u sundu. Derhal doktoru çanta­
sıyla birlikte evden attı. Patrizia, Maurizio’yla aralarının açıldı­
ğını biliyordu ama onun kendisini ve çocuklarını terk edeceğini
asla düşünmezdi. Birkaç gün sonra Patrizia’nın yakın arkadaşı
Susy, Maurizio’dan başka bir mesajı aktarmak için onu öğle ye­
meğine davet etti.
“Patrizia, Maurizio eve dönmüyor,” dedi Susy. “Onun eşyala­
rını birkaç çantaya koymanı istiyor ve bunları teslim alması için
bir şoför gönderecek. Kararı kesin.”
“Onu nerede bulabileceğimi söyle bana,” diye çıkıştı Patri­
zia, “en azından bunları yüzüme söylesin.”
Maurizio temmuz ayında aradı ve çocuklarını hafta sonla­
rında görebilmek için düzenlemeleri yaptı. Eylülde eve geldi ve
Patrizia’dan kendisiyle Gucci’nin sponsor olduğu bir polo maçı­
na gelmesini ve kazanan kişiye kupayı vermesini istedi. Evde ol­
duğu hafta boyunca nihayet ilişkileri hakkında konuşma fırsatı
bulmuşlardı. Patrizia’yı, onu tavladığı şirin trattoria olan Santa
Lucia’da bir akşam yemeğine davet etti.
“Özgürlüğe ihtiyacım var! Özgürlük! Özgürlük!” diye açık­
ladı Maurizio. “Anlamıyor musun? Önce bana ne yapacağımı
söyleyen babam vardı, şimdi de sen. Hayatım boyunca hiçbir
zaman özgür olmadım! Gençliğimin tadını çıkaramadım ama
şimdi istediğimi yapmak istiyorum.”
Patrizia, pizzası soğurken sessizce oturdu. Maurizio, onu
başka bir kadın için terk etmediğini, onun bitmek bilmeyen
eleştirileri ve buyurganlığı yüzünden kendisini “itibarsızlaştırıl­
mış” hissettiğini açıkladı.
“İstediğin özgürlük nedir?” diye yanıtladı en sonunda Pat­
rizia. “Büyük Kanyon’da rafting yapmak mı, kırmızı bir Ferrari

170
Maurizio Yönetime Geçiyor

almak mı? Bunların hepsini istersen yapabilirsin zaten! Senin


özgürlüğün ailen!”
Patrizia, genellikle akşam ıı’de televizyonun karşısında uyu-
yakalan bir adam olarak Maurizio’nun neden gece üçte eve gel­
me özgürlüğü istediğini anlayamıyordu. Lüks ürün işindeki ar­
tan önemin ve ofisteki yeni yardımcılarının kendisine duyduğu
saygının onu baştan çıkardığından şüpheleniyordu.
“Zekâm onu rahatsız etti,” dedi Patrizia sonradan, “bir nu­
mara olmak istiyordu ve onu bir numara yapacak insanları bul­
duğunu düşünüyordu!”
“Ne yapmak gerekiyorsa onu yap,” dedi Patrizia en sonunda,
soğuk bir şekilde. “Ancak bana ve çocuklara karşı sorumluluk­
ların olduğunu unutma.” Dışarıdan soğuk ve kayıtsız görünen
Patrizia, kendi içinde dünyası yıkılmış gibi hissediyordu.
Çocuklara hemen söylememeye karar verdiler ve Maurizio
gitti. İlk başta Milano’da ağaçlarla çevrili Foro Bonaparte’de bir
ev kiraladı; sonraysa Piazza Belgoioso’da küçük bir daire tuttu,
ancak seyahatleri yüzünden nadiren orada uyuyordu. Gardı­
robunu boşaltmak için hiçbir zaman Galleria Passarella’ya geri
dönmedi - sadece yeni gömlekleri ve özel dikim takım elbiseleri
vardı, yeni ayakkabılar sipariş etti.
Maurizio evi terk ettikten sonra Patrizia teselli için hiç
umulmadık bir arkadaşına yöneldi -arkadaşı Pina Auriemma
adındaki Napolili bir kadına. O ve Maurizio, Pina’yla yıllar önce
kaplıca ve çamur banyolarıyla ünlü, Napoli açıklarında bir ada
olan Ischia’daki bir sağlık merkezinde tanışmışlardı. Patrizia,
gıda sektöründe faaliyet gösteren bir sanayi ailesinden gelen
Pina’da hayat dolu ve eğlenceli bir arkadaşlık buldu. Pina’nm
Patrizia’ya bir ev bulmasına yardımcı olduğu Capri’de birkaç
yazı birlikte geçirdiler. Pina’nm iğneleyici Napoli şakaları ve ta-
rot kartları konusundaki yeteneği Patrizia’yı saatlerce eğlendi-
rirdi ve Maurizio’nun ayrılışının getirdiği acıyı hafifletmesine
yardımcı olurdu.
“Capri’deyken her gün beni ziyarete gelirdi,” diye anımsı­
yordu Patrizia. “Saatlerce konuşurduk, eğlenceli biriydi ve beni
güldürürdü.”

171
Gucci Hanedanı

İki kadın hızlıca arkadaş oldu ve Pina sık sık Milano’da


Patrizia’yı ziyaret etti ya da onun seyahatlerine eşlik etti. Pat­
rizia, Pina’nın Napoli’de bir Gucci franchise mağazası açması
konusunda Maurizio’yu ikna etti ve Pina bir meslektaşına dev­
retmeden önce burayı yıllarca işletti. Allegra 1981 yılında doğ­
duğunda Pina, Patrizia’nın yatağının başucundaydı. Maurizio
evi terk ettikten sonra Patrizia teselli için Pina’ya yöneldi. Pat­
rizia intiharı düşünecek kadar perişan hale geldiğinde Pina onu
vazgeçirdi.
“En perişan olduğum zamanda benimle kaldı,” diyordu Pat­
rizia. “Hayatımı kurtardı.”
Patrizia, Milano’da bulduğu rekabetçi sosyal çevrede başarılı
olsa da oralarda kendini nadiren rahat hissetmiş ve gerçekten
güvenebileceğini hissettiği birkaç arkadaş bulabilmişti. Gerçek­
ten konuşmak istediğinde Pina’ya giderdi. Birlikte olmadıkları
zamanlarda saatler boyunca telefonda konuşurlardı.
“Ona güveniyordum, onunlayken ağzımdan çıkanlara dik­
kat etmem gerekmezdi, ona her şeyi anlatırdım,” diye anımsı­
yordu Patrizia. “Dedikoducu biri olmadığını biliyordum.”
Maurizio’nun evi terk etmesinden sonraki ilk yıllarda, Pat­
rizia ve Maurizio sosyal olarak evliliklerini sürdürdüler ve bazı
kamusal etkinliklere birlikte gittiler. Maurizio kızları görmeye
geldiğinde Patrizia en iyi şekilde giyinir ama o gittiği zaman
odasının kapısını kilitler, kendini yatağa atar ve saatlerce ağlar­
dı. Maurizio her ay Patrizia için Milano’daki bir bankaya yakla­
şık 60 milyon liret (yaklaşık 35 bin dolar) yatırıyor olsa da Pat­
rizia elde ettiği her şeyin parmaklarının arasında kayıp gittiğini
düşünmeye başlamıştı. Her yıl satın aldığı, kapağında kendisi­
nin minyatür bir fotoğrafının bulunduğu açık kahverengi dana
derisiyle kaplı Cartier günlüklerine yöneldi. “Mau’yla, hâlâ ona
böyle hitap ediyordu, olan her etkileşimini takıntılı hale gelecek
kadar kaydetmeye başladı.
Evliliğinin dağılması Maurizio’nun sorunlarından yalnızca
bir tanesiydi. Aldo ve oğulları Maurizio’nun darbesini öylece
kabullenmemişti. 1985 yılının Haziran ayında, Maurizio’nun ve­

172
Maurizio Yönetime Geçiyor

raset vergisini ödemekten kaçınmak için hisse senetleri üzerin­


de babasının imzasını taklit ettiğini iddia eden detaylı bir dos­
yayı, önemli tanıkların isimleriyle birlikte yetkililere sundular.
Aldo’nun stratejisi, Maurizio’nun şirketteki yüzde 50 hissesini
meşru yollardan elde etmediğini göstererek Gucci’deki Mauri­
zio ilerlemesini durdurmaktı.
Dosyadaki kilit isim, bir tezgâhtar olarak başlayıp Ro-
dolfo’nun asistanı haline gelen ve Gucci’de yirmi yıldan fazla
bir süredir çalışan Roberto Cassol’dü. Cassol, Rodolfo’nun hem
iş hem de kişisel meselelerini hallederdi ve ofisteki işlerini bi­
tirdiğinde Rodolfo’nun bodrumdaki film stüdyosunda uzun
akşamlar geçirerek filmi için anlattıklarım yazar ve düzenlerdi.
Sağlığı bozulduğunda, ofis dışındayken bile yazışmaları ve diğer
düzenlemeleri halletmesine yardımcı olmak için Cassol onunla
sık sık Sant Moritz’e de giderdi.
Rodolfo’nun ölümünden sonraki ilk birkaç ayda Cassol,
babasıyla yaptığı gibi Maurizio’yla da yakın bir şekilde çalıştı.
Maurizio, işi modernize etme planlarını oluştururken Cassol
reklam direktörü pozisyonuna terfi edilmeyi istedi. Ancak iliş­
kileri bozuldu. Maurizio, Cassol’u babası ve geçmişle ilişkilen-
diriyordu; şirkete yeni fikirleri olan yeni insanlar getirmeyi ve
genç, motive profesyonellerin Gucci’nin eski ekibinin yerini
alarak kendisini hayallerine götürmesini istiyordu. Maurizio,
Cassol’un isteğini geri çevirdi.
“Yeni bir soluğa ihtiyacımız var,” dedi ve ayrılmasını istedi.
Tartıştılar ve birbirlerine dargın olarak ayrıldılar.
“İnsan hayatta kötü bir şey yapmadan önce sakinleşmeyi
öğrenmeli,” dedi Cassol, yıllar sonra ayrılıklarını iyi bir şekilde
idare edemediğini kabul ederek. O esnada, babasına yıllar bo­
yunca gösterdiği bağlılıktan sonra Maurizio’nun yeni vizyonun­
da kendisine yer olmamasına öfkelenmişti.
“Kendisine geçmişini hatırlatan hiç kimsenin etrafında bu­
lunmasına dayanamıyordu,” diyordu Cassol.
O Ağustosta, Floransa polis şefi Fernando Sergio, Cassol’u
ofisine çağırdı. Milano’dan trene binip üç saatlik bir yolculuk

173
Gucci Hanedanı

yaptı. Sergio’nun ofisine gittiğinde, adamın masasında Aldo,


Giorgio ve Roberto tarafından dikkatlice hazırlanmış kırk say­
falık bir dosya vardı. Maurizio’yu, 13 milyar liretlik (yaklaşık 8,6
milyon dolar) veraset vergisini ödememek için babasının imza­
sını taklit etmekle suçluyorlardı.
“Burada yazanları doğrulayabilir misiniz?” diye sordu Sergio.
“Doğrulayabilirim,” dedi Cassol gergin bir şekilde.
“Bana neler olduğunu anlatın.”
Cassol derin bir nefes aldı.
“Rodolfo Gucci’nin ölümünden iki gün sonra, 16 Mayıs’ta,
oğlu Dr. Maurizio Gucci ve danışmanı Dr. Gian Vittorio Pilo­
ne benden, Maurizio adına düzenlenmiş beş hisse senedine
Rodolfo Gucci’nin imzasını taklit etmemi istediler. Milano’da,
Via Monte Napoleone’da bulunan Gucci ofislerindeydik. İmza­
yı taklit edebileceğimi düşünmüyordum, bu yüzden asistanım
Liliana Colombo’nun yapmasını önerdim. Sabahın ilerleyen sa­
atlerinde, Pilone’un Corso Matteotti’deki evinde Colombo im­
zaları attı. Ancak bunlar iyi olmamıştı, bu yüzden senetler imha
edildi ve yenileri basıldı. İki gün sonra, Rodolfo’nun cenazesin­
den yirmi dört saat sonra, yine Gian Vittorio Pilone’un evinde
Colombo, Guccio Gucci A.Ş. ile Gucci Parfums hisse senetle­
rinin ve kime ait olduğunu bilmediği birkaç yeşil sertifikanın
üzerine yeniden imzayı taklit etti.”
Dosya, Sergio tarafından o gün çağırılmış başka bir kilit isme
daha işaret ediyordu. Gucci’nin Floransa’daki idari personelinin
bir üyesi olan Giorgio Cantini, Gucci’nin Floransa ofislerinde
bulunan şirket kasasının anahtarlarını elinde tutuyordu. 1911’de
Avusturya’da yapılmış olan eski siyah Wertheim marka kasa,
Gucci’nin bütün önemli evraklarını içinde barındırıyordu. Can­
tini polis şefine, evrakların 14 Mayıs 1982 ila onları Rodolfo’nun
ölümünden sonra Maurizio’ya teslim ettiği tarih olan 16 Mayıs
1983 arasında kasada bulunduğunu söyledi. Sergio ona hisse
senetlerinin 5 Kasım 1982’de Rodolfo tarafından imzalandığını
söylediğinde Cantini inanamayarak hemen tepki gösterdi.
“İmpossible, signore!” dedi. Rodolfo’nun kendisi dışında ka­

174
Maurizio Yönetime Geçiyor

sanın anahtarına sahip tek kişi oydu ve o kara kutuyu kimseye


açmamıştı. Cantini’nin bütün bunlardan hiç haberi olmadan
hasta Rodolfo’nun mesai saatleri dışında Floransa’ya gitmesi,
kasayı kendi anahtarıyla açması ve hisse senetlerini alıp sonra
yerine koyması fikri garip geliyordu.
Sergio, bu vakanın kendi yetki alanı için çok hararetli oldu­
ğunu fark etti ve onu iddia edilen sahtekârlığın gerçekleştiği
Milano’daki meslektaşlarına devretti. 8 Eylül 1985’te, bir Mi­
lano mahkemesi, Maurizio’nun şirketteki yüzde 50 hissesine,
iddia edilen sahtecilikle ilgili bir soruşturma yapılana kadar
el koydu. Maurizio -Cassol’un kişisel bir kan davası sebebiyle
akrabalarıyla işbirliği yaptığını düşünüyordu- üst kısmında şir­
ketin mührünün bulunduğu Guccio Gucci başkanlık kâğıdını
kullanarak öfkeli bir açıklama yaptı. O esnada Aldo, Roberto
ve Giorgio -başlattıkları ceza kovuşturmasıyla yetinmeyerek-
Maurizio’ya hukuk davaları da açtılar. Avukatlarıyla çalışan Mau­
rizio, 24 Eylül’de el koyma kararını kaldırtmıştı ancak onun için
büyük savaş daha yeni başlıyordu.
Önceki yıl, yönetim kurulunun kontrolünü eline geçirdik­
ten sonra kendisine fahri unvan veren ve onun Gucci New York
binasındaki on ikinci katta bulunan başkanlık ofisinde kalması­
na izin veren Maurizio, Aldo’ya karşı yüce gönüllü davrandığını
düşünüyordu. Maurizio, Sergio’nun masasına dosyayı koyanın
Aldo olduğunu fark edince ona hiç merhamet göstermedi. De
Sole’e neler olduğunu anlattı. Domenico De Sole, bir gecede
çalışanlardan Aldo’nun eşyalarını kutulara toplamalarını ve
Gucci Gurusu’nu başkanlık ofisinden çıkarmalarını istedi. New
York personeli ertesi sabah işe geldiklerinde Domenico De Sole,
Aldo’nun kavisli ahşap masasında oturuyordu.
“Yeniden savaşmaya başladılar,” diyordu De Sole. “Aldo’ya
mantıklı olmasını ve adil kararlar vermesini söyledim - eğer da­
vayı açarsa ona karşı savaşacaktım. Bana yaptığım şeyi beğen­
diğini söyleyip duruyordu, işleri düzene soktuğumu görmüştü.
Ancak bana göre, kendisi her zaman onların aptal olduğunu
söylese de çocukları tarafından tuzağa düşürülüyordu. Mah­

175
Gucci Hanedanı

kemede bize saldırdı ve ben de onu kapı dışarı ettim,” diyordu


De Sole duygusuz bir şekilde. Maurizio’nun onayıyla Aldo’nun
binaya girişini yasakladı ve Gucci yönetiminin “Aldo Gucci’nin
şirketteki rolünü sonlandırma kararı aldığı” yönünde bir basın
bildirisi yayımladı. Açıklamaya, Aldo Gucci’nin şirketi kimin
temsil ettiği konusundaki kafa karışıklığı nedeniyle “şirketi
temsil edecek başka eylemlerde bulunmamasının” söylendiği de
eklenmişti. Ardından Gucci America, bir milyon dolardan faz­
la şirket fonunu cebe indirdikleri iddiasıyla Aldo ve Roberto’ya
dava açtı.
Bruna Palumba neler olduğunu duyunca, arkadaşı olan eski
GAC distribütörü Manetti Farrovv’u aradı.
“Çok kötü bir şey oldu,” dedi Maria’ya ve titreyen sesiyle
Meryem Anaya bir mum yakmasını istedi. Otuz iki yılın ardın­
dan Aldo, öz yeğeni tarafından kendi şirketinden kovulmuştu.
1980’lerde Gucci, ticari marka ürünlerinden ziyade aile kav­
galarıyla bilinir olmuştu. Basın hikayelerle çalkalanırken, aile
savaşlarındaki yön değişiklikleri dedikodu yazılarının olduğu
sayfaları dolduruyordu. Başlıklar ne kadar büyük ve sansasyo­
nel olursa Gucci mağazalarına o kadar çok müşteri akın ediyor
gibi görünüyordu.
“Bu, oyuncuların aktör değil gerçek insanlar olduğu, yeni ve
otantik İtalyan Dynasty dizisinin yeni bölümü,” diye yazmıştı
La Repubblica, Avrupa’da geniş bir izleyici kitlesi yakalamış bir
Amerikan dizisine gönderme yaparak. La Repubblica birkaç gün
sonra, “G harfi Gucci’yi değil guerra’yı temsil ediyor,” diye yaz­
mıştı, İtalyancada “savaş” anlamına gelen kelimeyi kullanarak.
Londra’daki Daily Express’e göreyse, “Gucci, bir Roma pizzacı-
sından daha fazla kaosun hüküm sürdüğü milyonlarca dolarlık
bir şirket.”
“Bu, içeriye domuz olarak girdiğiniz ve sosis olarak çıktı­
ğınız türden bir savaş,” diye yazmıştı başka bir gazete, bir İn­
giliz komedyenin sözlerini alıntılayarak. Gucci’nin memleketi
Floransa’dan La Nazione bile, Gucci hanedanlığına tam sayfa
ayırarak saygısızca bir darbe vurmuştu: “Zenginlik size her şeyi
verebilir - asalet dışında her şeyi.”

176
Maurizio Yönetime Geçiyor

Bu esnada, en sonunda Birleşik Devletler’deki yasal ve finan­


sal sorunlarının ciddiyetiyle yüzleşen Aldo, işleri temizleme za­
manının geldiğine karar verdi. 1985 yılının Aralık ayında Aldo,
Giorgio ve Roberto’yu arayarak kendisiyle Roma’da buluşmala­
rını istedi. Doğrudan konuya girdi ve iki nedenden dolayı Gucci
hisselerini onlara devretmeye karar verdiğini açıkladı. Birincisi,
eli kulağında olan İRS soruşturmasının mülkleri üzerinde ağır
cezalarla sonuçlanacağından korkuyordu; portföyünü hafiflet­
mek ama malları da aile içinde tutmak istiyordu. İkincisi, seksen
yaşındaydı ve oğullarını yüksek veraset vergilerinden korumak
istiyordu - özellikle de Maurizio’nun başına gelenlerden sonra.
“Vergi memurlarına neden para verelim ki?” diye düşünmüştü.
18 Aralık 1985’te, Aldo, Guccio Gucci A.Ş.’den kalan yüzde
40’lık hissesini gizli bir anlaşmayla Giorgio ve Roberto arasında
bölüştürdü. Vasco’nun öldüğü 1974 yılında ek bir yüzde 10’luk
kısmı zaten üç oğlu arasında bölüştürmüştü. Bu işlem, Roberto
ve Giorgio’nun ikisine de İtalyan ana şirketten yüzde 23,3 his­
se vermiş ve Paolo’yu elinde sadece orijinal yüzde 3,3 hissesiyle
mirastan yoksun bırakmıştı. Tüm oğulların ayrıca ABD şirke­
ti olan Gucci Shops Inc.’de yüzde 11,1 hisseleri vardı. Aldo’nun
İtalyan şirketinde hiç hissesi kalmamıştı ve Gucci Shops Inc.’de
de yüzde 16,7’lik hissesi vardı. Aldo ve oğullan Gucci’nin Fran­
sa, Birleşik Krallık, Japonya ve Hong Kong’daki yabancı faali­
yet gösteren şirketlerinde de çeşitli hisseleri vardı. Maurizio ise
Guccio Gucci ve Gucci Shops Inc. şirketlerinin yüzde 50’siyle
Rodolfo’nun yabancı birimlerde sahip olduklarıyla aynı miktar­
da hisseyi kontrol ediyordu. Paolo kardeşleriyle eşit muamele
görmediğinden şüphelenmiş olacaktı ki tüm aileye bunu du­
yurmuştu: “Eğer babam bana hiçbir şey bırakmadan ölürse...
gerekirse elli yıl boyunca dava üzerinde çalışacak bir avukat
ekibi tutacağım!”
Paolo’yla daha fazla çatışmadan kaçınmak için Roberto ve
Giorgio, Guccio Gucci yönetim kurulu toplantılarında onun sa­
dece yüzde 3,3 hisseleriyle oy kullanabileceğinde hemfikir oldu.
Bu esnada, Maurizio’nun Paolo’yla yaptığı anlaşma, 1985 yı-

177
Gucci Hanedanı

hnın Kasım ayında, Cenevre’de o güneşli günde el sıkışmayla


mühürlenen sözleşmeyi sonuca bağlamak için yaptıkları son
toplantıda bozuldu. Paolo ve Maurizio’ya haber getirenler,
Paolo’nun hisselerini emanet altında tuttuğu Credit Suisse’in
Lugano ofislerinin koridorlarında iki alan arasında bir oraya bir
buraya koşturup duruyordu. Daha sonradan Paolo tarafından
sunulan yasal belgelere göre Maurizio anlaşma koşullarına uy­
mamıştı. Maurizio’nun, Paolo’nun katılımıyla kurulması gere­
ken Gucci Licensing Service adındaki yeni şirketten kendisini
dışladığını iddia etmişti. Maurizio’nun Gucci üzerinde yüzde
53,3 hisseye sahip olmasını onaylayacak anlaşmanın bir karara
bağlanması yolunda çok az ilerleme kat edilerek saatler geçti.
En sonunda, o gecenin geç saatlerinde, normal çalışma saatleri
epeyce aşılmış ve banka yetkilileri çileden çıkmışken Paolo bir
saçmalık olduğunu düşündüğü bu şeye son verdi. Üzerinde ça­
lıştıkları sözleşme taslağını yırttı, danışman ekibini topladı ve
hisse senetlerini de alarak oradan ayrıldı. Birkaç gün sonra Pa­
olo, kuzeninin anlaşmalarını ihlal ederek Gucci’nin kontrolünü
ele geçirdiğini söyleyerek Maurizio’ya yeni suçlamalarda bulun­
du ve Maurizio’nun Gucci başkanlığına adaylığının geçersiz ve
hükümsüz olarak ilan edilmesini istedi.
Aile kavgalarının dinamiklerini anlamaya başlayan Mauri­
zio, Paolo’yla yaşanacak ayrılığı öngörmüş ve Giorgio’yla gizlice
başka bir anlaşma daha yapmıştı. 18 Aralık 1985’teki yönetim
kurulu toplantısında, şirkete kendisi, Giorgio ve ikisinin de gü­
venilir bir yöneticisinden oluşan dört üyeli bir idari komitenin
aday gösterilmesi şeklinde yeni bir senaryo sundu. Giorgio baş­
kan yardımcısı olarak kabul edilecekken idari komite de şirke­
tin ortak yönetimini sağlayacaktı. Aldo bile bu teklifi kabul etti.
Maurizio, geçerli bir çözüm bulduğunu -en azından bir
süreliğine- düşünerek Noel tatili için ayrıldı. O sıralarda
Patrizia’yla ilişkileri iki kızları için durumu idare etmeye çaba
gösterdiklerinden biraz olsun düzelmişti. Maurizio eylül ayında
sık sık evde bulundu ve Noel tatilini hep birlikte Saint Moritz’de
geçirmeye karar verdiler. Patrizia, Maurizio’nun dağdaki inziva

178
Maurizio Yönetime Geçiyor

mekânını ne kadar sevdiğini biliyordu ve oranın barışacakları­


nı yer olmasını ümit ediyordu. Kendini bayram süslemelerine
adadı. Bitirdiğinde Chesa Murezzan, kırmızı ve gümüş renkli
çelenkler, mumlar, yosunlar ve ökseotlarıyla parıldıyordu. O
ve Alessandra, şöminenin yanma dikilmiş Noel ağacını altın iş­
lemeli üfleme camlardan ampullerle ve düzinelerce minyatür
mumla süslemişlerdi. Maurizio onunla gece yarısı ayinine git­
meye söz vermişti, bu Patrizia’nın her zaman yapmayı sevdiği
bir şeydi ve içi, aralarında her şeyin eski haline dönebileceği
düşüncesiyle kıpır kıpır oldu. Maurizio’ya pırlanta ve safir işle­
melere sahip bir kol düğmesi seti almıştı ve Maurizio yüzündeki
ifadeyi görmek için sabırsızlanıyordu.
24 Aralık akşamı, Maurizio hiçbir şey söylemeden saat onda
yattı - Patrizia’yı gece yarısı ayinine gitmek için tek başına bıra­
karak. Ertesi sabah, gelenek olduğu üzere, aile kendi hediyeleri­
ni özel olarak açmadan önce çalışanlarına hediyelerini vermek
için davet etti. Maurizio, Patrizia’ya Italia teknesinden bir anah­
tarlık ve antika bir saat verdi. Patrizia, daha çok hayal kırıklığı
mı yoksa öfke mi hissettiğini bilemedi. Antika saatlerden nefret
ederdi ve Maurizio’nun bunu bildiğini düşünürdü; anahtarlıksa
resmen bir hakaretti! O akşam birlikte bir partiye davet edil­
mişlerdi ama Maurizio gitmek istemedi. Patrizia yalnız gitmeye
karar verdi ve ortak arkadaşlarının birinden Maurizio’nun erte­
si gün gitmeyi planladığını öğrendi. Öfkeli bir şekilde karşısına
çıkıp onu eleştiri yağmuruna tuttu ve iki kızları kapı eşiğinden
kendilerini izlerken Maurizio, Patrizia’nın boynundan tutup
minyon vücudunu yerden kaldırarak karşılık verdi.
“Cos'ı crescü!” diye bağırdı Maurizio. “Böylece boyun uzar!!”
“Devam et!” diye hırladı Patrizia sıktığı dişlerinin arasından,
boynunun sıkılmasına rağmen. “Birkaç fazladan santim işime
yarar!”
Patrizia’nın çok umutlu olduğu Noel tatilleri sona ermişti.
Evlilikleri de öyle - Patrizia günlüğünde 27 Aralık 1985 tarihini
gerçekten bittiği gün olarak işaretledi.
“Sadece gerçek bir pislik Noel’de eşini terk eder,” dedi

179
Gucci Hanedanı

Patrizia yıllar sonra, keder içinde. Ertesi sabah uyandığında


Maurizio’nun valizlerini topladığını gördü. Cenevre’ye gitmesi
gerektiğini söyledi. Ayrılmadan önce Alessandra’yı bir kenara
çekerek şöyle dedi, “Baba artık anneyi sevmiyor ve bu yüzden
gidiyor. Ayrıca babanın gelip onunla kalabileceğin yeni güzel bir
evi var, bir gece onunla bir gece anneyle.”
Alessandra gözyaşlarına boğuldu ve Patrizia, Maurizio’nun
kızlarıyla bu kadar ani bir şekilde konuşması karşısında şoke
oldu, özellikle de aralarındaki soğukluğu henüz çocuklara söy­
lememe konusundaki anlaşmadan sonra. O gün, hepsini de­
rinden etkileyecek, çocuklarla ilgili savaşın başlangıcı olmuştu.
Maurizio, Patrizia’yı kızlarını ondan uzak tutmaya çalışmakla
suçladı; Patrizia’ysa onun ziyaretlerinin kızları çok üzdüğünü,
bu yüzden de babalarıyla geçirdikleri vakti sınırladığını söyle­
yerek karşı çıktı. “Patrizia çocukları ondan uzak tutuyor çünkü
Maurizio’yu eve ve kendisine dönmek için zorlamak istiyor,”
diye ekliyordu eski bir özel öğretmeni.
Patrizia çocukları ona karşı kullanacaksa Maurizio’da mülk­
lerini ona karşı kullanacaktı. Patrizia’nın Saint Moritz mülküne
ve Creole’e girişini yasaklamaya karar vermişti - bunu ona söy­
leme zahmetinde bile bulunmadı. Bir gün, Patrizia kızları Saint
Moritz’e getirdi ama kilitlerin değiştiğini gördüğünde başka bir
şey yapamadı. Hizmetçileri aradığında, Bay Gucci’den kendisini
içeri kabul etmemeleri için talimat aldıklarını söyleyerek onun
girmesine izin vermediler. Patrizia polisi aradı. Maurizio’yla
ayrı olduklarını ancak boşanamadıklarım belirleyen polis kilidi
zorladı ve Patrizia ile kızların içeri girmesine yardımcı oldu.
Bu sıradaysa Paolo ve Maurizio arasındaki anlaşmazlığı çöz­
mek için Cenevre’de arabuluculuk başlamıştı ama 1986 yılının
Şubat ayının başlarında Floransa’da yapılan bir sonraki aile yö­
netim kurulu toplantısına kadar hiçbir çözüm bulunamamıştı.
Aldo, Maurizio’nun Paolo’yla yaptığı anlaşmanın suya düştüğü­
nü biliyordu. Artık yeğeni daha zayıf bir pozisyonda olduğuna
göre onun fikrini değiştirmek için doğru an olabileceğini dü­
şündü. Aralarında geçenlere rağmen Aldo, hiçbir şey olmamış

180
Maurizio Yönetime Geçiyor

gibi devam etme yönündeki Gucci geleneğine uygun olarak,


Maurizio’yu büyük bir gülümseme ve kucaklamayla karşıladı.
“Oğlum! Büyük patron olma konusundaki hayallerinden
vazgeç,” dedi Aldo. “Her şey tek başına nasıl yapabilirsin, Av-
vocatino'l Bırak da birlikte çalışalım.” Maurizio’ya, Giorgio’nun
ve Roberto’nun da dahil olduğu ve kendisinin arabulucu konu­
munda bulunacağu yeni bir anlaşma yapmayı önerdi.
Maurizio zoraki bir şekilde gülümsedi; Aldo’nun teklifleri
ciddiye alınacak gibi değildi. Aldo’nun bağımsızlığının kısıtlı
olduğunu biliyordu. ABD yetkilileri vergi davası yüzünden pa­
saportunu neredeyse iptal edecekti. 19 Ocak’ta, İtalya’ya giden
bir uçağa binmeden hemen önce Aldo, New York federal mah­
kemesinde görülen dokunaklı bir duruşma sonucunda, geriye
dönük vergiler sebebiyle Birleşik Devletler’i yedi milyon dolar
dolandırdığı için suçlu bulundu. Aldo çeşitli yollarla şirketten 11
milyon dolar aldığını ve fonları kendisine ve aile üyelerine aktar­
dığını itiraf etti. İncecik mavi çizgili kruvaze takım elbise giymiş
olan Aldo, gözyaşları içinde Federal Yargıç Vincent Broderick’e
bu eylemlerinin 1976 yılında vatandaşlık ve daimi oturma hakkı
kazandığı ülke olan “Amerika sevgisini” yansıtmadığını söyledi.
Aldo, bir milyon dolarlık çeki İRS’ye teslim etti ve hüküm ve­
rilmeden önce kalan altı milyon doları da ödemeyi kabul etti.
Suçlarından dolayı on beş yıl hapis cezası ve 30 bin dolar para
cezasına çarptırıldı. Domenico De Sole, Maurizio’ya, Aldo’nun
hapse girmesinin neredeyse kesin olduğunu söylemişti.
Aile yönetim kurulu toplantısı büyük bir drama olmadan
sonlandı. Maurizio, Giorgio’yla anlaşmasını doğruladı ve oğul­
larının şirkette önemli işler alacağının sözünü verdi. Aldo ayrı­
lırken Maurizio’ya dokunaklı bir mesaj verdi: “[ABD vergi me­
selesiyle ilgili] sorumluluğumu, şirketi ve aileyi korumak için
kabul ediyorum. Ancak o yıllarda küçük kardeşim Rodolfo’nun
hiçbir şey yapmadığını sanmayın,” dedi Aldo, Rodolfo’nun da
bu işlerden fayda sağladığını ima ederek. “Herkese yardımcı ol­
mak için kendimi bir belanın içine soktum. Benim büyük bir
kalbim var.”

181
Gucci Hanedanı

Artık ailede barış hüküm sürdüğüne göre -en azından


geçici olarak- yeniden Paolo’yla ilgilenme zamanı gelmişti.
Maurizio’yla olan anlaşması bozulduğunda, Paolo gözbebe­
ği “PG” projesine geri döndü. Bu kez üretime geçti ve o mart
ayında, Roma’da özel bir sosyal kulüpte düzenlenen büyük bir
partide, çantalar, kemerler ve diğer aksesuarlardan oluşan bir
prototip koleksiyonu tanıtıma çıkardı. Eğlencenin ortasında,
konuklar havyarh turtaların ve son bir bardak şampanyanın ta­
dını çıkarırken adli kolluk güçleri içeri daldı ve koleksiyona el
koydu. Öfkeli Paolo, bu istenmeyen misafirleri kimin gönder­
diğini biliyordu - Maurizio.
“Maledetto!
* Bunu ödeyeceksin!” diye ortaya bağırdı frak
giymiş ve elinde bir kadeh şampanya tutan Paolo. Çaresiz hal­
deydi. Yasal senetleri, yüz binlerce dolara ulaşmıştı. Yıllardır
maaş almamıştı. Şirketin büyük kârına rağmen Gucci hisseleri
kendisine hiçbir şey getirmiyordu çünkü Maurizio kâr payları­
nı dağıtmamayı, bunun yerine onları büyük planına yardımcı
olması için rezerv olarak koymayı öneren bir teklif yönünde oy
kullanmıştı. New York’taki evini ve ofislerini bırakmaya zorla­
nan Paolo, İtalya’ya dönmüştü. Şimdi de Maurizio onun par­
tisini mahvetmişti. Onu yetkililere gitmekle tehdit etti ancak
Maurizio ona hiç aldırmadı.
Paolo, Maurizio’ya vereceği cezayı planlarken, ıı Eylül 1986’da
New York’ta cezaya çarptırılan babasından intikamını almıştı.
Paolo, aklına gelen bütün muhabirleri arayarak basının kamera­
ları açık halde tam kadro orada olduğundan emin olmuştu. Mah­
kemeden önce gözyaşları içinde af dileyen Aldo kusurlu İngiliz­
cesiyle, “Hâlâ çok üzgünüm, olanlardan dolayı, yaptığım şeyden
dolayı derinden üzüntü duyuyorum ve hoşgörünüze başvuruyo­
rum. Sizi temin ederim ki bir daha olmayacak.”
Kırgın bir sesle mahkemeye Paolo’yu ve “bugün burada ol­
masını isteyen herkesi” affettiğini söyledi. “Ailemin bazı üyeleri
görevini yaptı, bazılarıysa intikam almanın sevincini yaşıyor.
Onları yargılayacak olan Tanrı’dır.”

* (İt.) Lanet olsun, -yhn

182
Maurizio Yönetime Geçiyor

Avukatı Milton Gould, onu hapse göndermenin “muhteme­


len bir ölüm fermanı olacağını” söyleyerek seksen bir yaşındaki
Aldo’yu hapisten kurtarmaya çalıştı. Ancak Yargıç Broderick ka­
rarını çoktan vermişti. Aldo’yu, yedi milyon dolardan fazla ABD
gelir vergisini ödemekten kaçındığı için bir yıl bir gün hapisle
cezalandırdı.
“Bay Gucci, başka bir suç işlemeyeceğinize ikna oldum,” dedi
Broderick, Aldo’nun davanın bu kadar göz önünde olmasından
ve işte karşı karşıya kaldığı sonuçlardan ötürü “yeterince ceza”
çektiğini belirterek. “Gönüllü vergi değerlendirme sisteminin
geçerli olmadığı bir kültürden geldiğinizi biliyorum,” dedi Bro­
derick, ama diğer olası vergi kaçakçılarına da güçlü bir mesaj
vermesi gerektiğini açıkladı. Aldo, kişisel ve kurumsal gelir ver­
gilerinden kaçınmak için sahtekârlık yapma suçundan bir, ocak
ayında suçunu kabul ettiği iki vergi kaçakçılığmdansa üçer yıl
hapis cezası aldı. Yargıç, iki vergiyle ilgili cezayı erteledi ve bu­
nun yerine Gucci’ye bir yıl kamu hizmeti de dahil olmak üzere
beş yıl denetimli serbestlik cezası verdi.
Broderick, Aldo’nun Florida sınırlarında bulunan eski Eglin
Hava Kuvvetlerindeki bir federal ıslahevine gireceği 15 Ekim
tarihine kadar serbest kalmasına izin verdi. Yargıç, seksen bir
yaşındaki adamı zorlama niyetinde olmadığını söylemişti. Hoş­
nutsuz haldeki gardiyanı Bay Cooksey, kulağa bir hapishane­
den ziyade tatil köyü gibi gelen tesisleri bulunduğu için Eglin’e
“Özel Kulüp Kodesi” lakabını takmıştı. Bu tesislerin içinde bas­
ketbol, raketbol, tenis ve hatta dar bir toprak kortta ahşap top­
larla oynanan, bovvlinge benzeyen bir İtalyan oyunu olan hocce
için bile kortlar vardı. Gece aydınlatmaları olan bir softbol saha­
sı, bir futbol sahası, bir koşu parkuru ve sahilde bir voleybol sa­
hası bile vardı. Dinlence binasında bilardo ve pinpon masaları,
televizyon ve briç kulübü vardı; hatta at nallarını demir çubuğa
geçirmeye çalışma oyunu için iki alan bile vardı ve mahkûmlar
gazete ile dergilere üye olabiliyordu. Bir süre boyunca Aldo’nun
odasında telefona bile izin vardı ama gardiyanları tüm zamanı­
nı telefonda geçirdiğini fark edince bu ayrıcalık kaldırıldı. Aldo,

183
Gucci Hanedanı

hapisteyken bile, mektupları ve telefonlarının şirket bilgisinin


bir parçası haline geldiği Floransa’da kendi varlığını hissettirdi.
Claudio Degl’lnnocenti, Scandicci tesisindeki masasından
telefonu açıp hattın diğer ucunda ilk kez Aldo’nun neşeli Toska-
na aksanım duyunca, “Dottor Aldo?” dedi inanamayarak. “Sizin
hapiste olmanız gerekmiyor muydu?”
“Her zaman arardı,” diye anımsıyordu Degl’lnnocenti. “Es­
kiden benimle çalışan bir kıza âşık olmuştu ve her zaman onun­
la konuşmak için arardı.”
Aldo ayrıca hapiste hayatının en iyi dönemini yaşadığını ve
serbest kahr kalmaz tekrar harekete geçmeyi düşündüğünü be­
lirten mektuplarla evle olan bağlantısını da korudu.
1986 yılının Aralık ayında, yirmi beş yıldan uzun zaman önce
Roma’da işe aldığı eski bir tezgâhtar olan Enrica Pirri’nin mek­
tubunu yanıtladı. “Sevgili Enrica... Burada olmaktan memnu­
num çünkü burayı hem zihinsel hem de fiziksel olarak son de­
rece dinlendirici buluyorum,” diye yazdı, belirgin el yazısı sayfa
boyunca ilerlerken. Aldo, Gucci’de “bırakmaya zorlandığı” eski
“görevine” yeniden dönmesi için ısrar ettiğini de ekledi.
“Gucci imajı tempoya ayak uyduramayanların elinde perişan
oldu,” diye devam etti. “Sto benissimo, burada çok iyiyim ve ara­
nıza geri döndüğümde... bu herkes için, i buoni e i cattivi -iyi ve
kötü- sürpriz olacak,” diye sözlerini tamamladı Aldo.
Eglin’de geçen beş buçuk aym ardından Aldo, gün boyunca
yerel bir hastanede kamu hizmetinde bulunması gerektiğinden,
West Palm Beach’teki Salvation Army’nin * rehabilitasyon mer­
kezine gönderildi. Paolo, babasının hapis cezasına çarptırıldı­
ğı haberi karşısında hiçbir vicdan azabı duymadığını iddia etti
ancak eşi Jenny daha sonradan, içten içe onun utançtan yerin
dibine girdiğini açıkladı.
Aldo’yla çatışmalarına rağmen amcasının kaderi Maurizio’yu
üzmüştü. Aldo’nun başına gelenleri hak ettiğini düşünmü­
yordu. “Onu öldürmüş olsalardı daha az acı çekerdi,” demişti
Maurizio. Dünyanın dört bir yanında koşuşturduğu bir hayat

* Uluslararası bir yardım kuruluşu, -çn

184
Maurizio Yönetime Geçiyor

yaşadıktan sonra Aldo’yu şirketinden uzakta bir yerde tutmak


yeterli bir cezaydı.
Aldo’nun koşulları Paolo’yu, kendisini aldattığını düşündü­
ğü Maurizio’dan intikam almak için daha kararlı bir hale getir­
mişti. Banka hesap fotokopileri de dahil olmak üzere Gucci im­
paratorluğundaki bütün yabancı şirketlerin ayrıntılarını içeren
bir dizi belgeyi ve Maurizio’nun, Rodolfo’nun eseri olan Panama
merkezli Anglo American Manufacturing Research şirketi ara­
cılığıyla yönlendirilen fonları kullanarak Creole’ü nasıl aldığını
gösteren detaylı bir açıklamayı, operasyonları yürüttüğü Ro-
ma’daki masasının üzerine yaymıştı. Paolo dosyanın kopyala­
rını aklına gelen herkese gönderdi: Procuratore Generale, yani
İtalya Cumhuriyet başsavcısı; İtalya’nın maliye polisi Guardia
di Finanza; vergi inceleme ofisi, Adalet ve Maliye Bakanlıkları
ve o zamanlar ülkenin önde gelen dört siyasi partisi. İşleri ga­
rantiye almak için, elindekileri SEC’in eşdeğeri olan İtalyan
borsa izleme kurumu Consob’a. gönderdi. Ekim ayında, Floransa
savcısı Ubaldo Nannucci, kendisine bildiği her şeyi anlatması
için Paolo’yu çağırdı. Bu olayın Maurizio’ya yansımaları hemen
gerçekleşti.
Maurizio, Italia nın peşinden Avusturalya’ya gitmişken mü­
fettişler Galleria Passarella’da bulunan Milano dairesine doluş­
tu. Bir alışveriş çılgınlığı için Paris Ritz’de bulunan Patrizia bu
haberi, o sırada beş ve on yaşlarındaki iki kızıyla kalan bir ar­
kadaşından öğrendi. Beş müfettiş, ellerinde bir arama emriyle
içeri daldığında kızlar okula gitmek üzereydi. Hatta, o sabahın
ilerleyen saatlerinde Allegra’yı okulu Sisters of Mercy’ye kadar
takip ettiler ve başrahibeyi şaşkına uğratacak bir şekilde çanta­
sına koyduğu birkaç çizimi görmek istediler. Müfettişler ayrıca
Maurizio’nun Via Monte Napoleone’deki ofislerini de aradı.
Bu esnada Aldo ve oğullarının yaz boyunca Maurizio’ya aç­
tığı davalardaki evraklar da İtalyan yargı sisteminin elinden ge­
çiyordu. 17 Aralık 1986’da, Milano savcısı Felice Paolo İsnardi,
Maurizio’nun Gucci’deki yüzde 50 hissesine bir kez daha el kon­

* ABD Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu, -çn

185
Gucci Hanedanı

ması talebinde bulundu. Maurizio, Gucci’yi, lüks ürün pazarın­


da üst düzey bir rakibe dönüştürme hayalini gerçekleştirmenin
düşündüğünden daha zor olacağını biliyordu. İsnardi’nin talebi
kabul edilmeden önce hızlı davrandı.

186
9

Değişen Ortaklar

“Dottor Maurizio! Venga Subito!” diye bağırdı Maurizio’nun


sadık şoförü Luigi Pirovano. Luigi, Milano’nun merkezinde
Maurizio’yu bir saatten fazla aradıktan sonra en sonunda bul­
duğu yer olan, Milano’nun önde gelen medeni hukuk avukat­
larından Giovanni Panzarini’nin ofisine dalmıştı. Danışmanı
Gian Vittorio Pilone’yle antik bir ahşap toplantı masasında soh­
bet eden Maurizio, Luigi’nin telaşlı sesine şaşkınlık içinde dön­
dü ve siyah saçlı ve bıyıklı şoförünün yüzündeki endişeyi gördü.
Sakin ve metanetli Luigi’nin bu kadar üzgün olduğunu gören
Maurizio büyük bir sorun olduğunu anladı.
“Luigi?” dedi Maurizio, endişeyle sandalyesinden kalkarak.
“Cosa c’e...?”
“Dottore! Vakit yok!” dedi Luigi. “Finanza, Via Monte
Napoleone’de sizi bekliyor! Gitmelisiniz yoksa sizi tutuklaya­
caklar. Benimle gelin, HEMEN!”
Luigi öğle yemeğinden sonra Via Monte Napoleone ofisin­
de Maurizio’yu beklemeye gittiğinde alt kattaki portinaio girişte
önünü kesmiş ve dördüncü kata gidecek olan asansöre binme­
den önce gergin bir şekilde kendisini kenara çekmişti.
“Sinyor Luigi!” diye fısıldamıştı kapıcı. “Lassu c’e la finan­
za! Vogliono il Dottor Maurizio!” demişti, birkaç dakika önce

187
Gucci Hanedanı

Maurizio’nun ofisine giden üniformalı maliye polislerinden


bahsederek. İtalya’nın maliye polisi olan Guardia di Finanza,
vergi kaçırma ya da diğer mali kurallara uymama gibi devle­
te karşı suçlar başta olmak üzere mali suçlar konusunda uz­
manlaşmış, silahlı bir polis teşkilatıdır. Gri üniformalarının ve
üzerinde sarı alev sembolü şapkalarının görüntüsü bile birçok
İtalyan’ın tir tir titremesine ve ortalıktan sıvışmasına yeterlidir.
İtalyanlar, pantolon paçalarında karakteristik kırmızı şeritler
bulunan ve alaycı İtalyan şakalarının hedefindeki mavi ünifor­
malı normal polizia yani carabinieri’ye kıyasla finanza memurla­
rından daha fazla korkardı.
Luigi, finanza nm tam olarak neden geldiğini biliyordu. Mau­
rizio ona Paolo’nun suçlamalarını, önceki yıl Galleria Passarel-
la dairesine yapılan sabah baskınını ve aralık ayında Gucci his­
selerine el koyulma girişimini anlatmıştı. Maurizio, avukatları
aracılığıyla amcası Aldo, Paolo ve diğer kuzenlerinin kendisi­
ne karşı yürüttüğü kampanyanın bir sonucu olarak savcıların
hakkında tutuklama emri hazırladığını öğrenmişti. Maurizio
olabildiğince ülke dışında vakit geçirdi ve Milano’da olduğu za­
manlarda da günlük rutinlerinde değişikliğe gitti. Geçen birkaç
ay boyunca Maurizio, sık sık Luigi’den kendisini Milano’nun
kuzeyindeki Biranza kırsalındaki az bilinen trattoria’lara götür­
mesini istemişti, Maurizio evden ayrıldığından beri yaşadığı Mi­
lano’daki dairesine dönmekten korktuğu için geceyi geçirmek
üzere küçük yerel otellere yerleşmeden önce, ikisi buralarda
buharda spagetti ve biftek filetti’den oluşan akşam yemeklerini
yerlerdi. İtalyan kolluk kuvvetlerinin şüphelileri evde, uyurken
bulacaklarından emin oldukları şafak vaktinde tutukladıkları­
nı biliyordu. Bazen gece için bir oda bulamadıklarında arabada
uyudukları bile olurdu. Gergin ve yalnız olan Maurizio, kendi­
sine eşlik edebilmek için ailesinden ayrı geceler geçiren Luigi’ye
güveniyordu. Bazen, uyuyamadığı gecelerde Maurizio endişe­
lerini paylaşmak için Patrizia’yı bile arardı. Artık Maurizio’nun
korktuğu an gelmişti.
Luigi, finanza’nm Maurizio’yu ofisinde beklediğini du­
yar duymaz geri dönmüş ve caddenin aşağısında bulunan

188
Değişen Ortaklar

Bagutta’ya, duvarları yıllar boyunca müşterileri tarafından yağlı


boya resimler ve çizimlerle doldurulmuş olan, ev sıcaklığındaki
trattoria ya koşturmuştu. Artık edebi ve sanatsal toplulukların
uğrak yeri olmayan Bagutta, o günlerde Milano’nun sözde al­
tın üçgenindeki -kendisini çevreleyen şık alışveriş sokakları- iş
dünyasının seçkin insanlarına hitap ediyordu. Bagutta, yaklaşık
kırk yol boyunca Gucci yöneticilerine ve onların müşterilerine
cotolette alla milanese ve diğer yerel spesiyaliteleri sunmuştu.
Luigi, Maurizio’nun orada Pilone ile öğle yemeği yediğini bili­
yordu. Ancak sinekleri uzak tutmak için kapıda asılı duran tüy­
lü iplerden içeri girdiğinde, gülümseyen siyah takımlı garson,
Maurizio ve Pilone’nin çoktan çıktığını söyledi. Luigi onların
birkaç sokak ötede bulunan Panzarini’nin ofisine gitmiş olabi­
leceğini tahmin etti.
Luigi’nin söylediklerini duyan Maurizio, Pilone ve
Panzarini’ye dönerek kaşlarını kaldırdı, ardından şoförünün
ardından dışarı fırladı. Çok sevdiği ama yapmak için az zaman
bulabildiği tenis, at binme ve kayak yapma merakı sayesinde
hâlâ iyi durumdaydı, Luigi’nin ardından kalbi çarpar halde ofis
binasının arka merdivenlerinden çıkıp aynı anda iki basamak
birden atladı. Maurizio’yu aramaya gelen olursa diye Luigi’nin
arka tarafa çektiği arabaya atladılar. Luigi, Maurizio’nun araba­
larını ve motorlarını dairenin altındaki bir garajda tuttuğu Foro
Bonaparte’ye doğru birkaç sokak boyunca sürdü. Luigi ona ora­
daki en büyük motor olan, güçlü bir kırmızı Kavvasaki GPZ’in
anahtarları ile bir kask uzattı.
“Bunu takın -kimse sizi tanımaz- arkanıza bile bakmadan
sürün ve İsviçre sınırını geçene kadar durmayın. Ben daha son­
ra eşyalarınızla birlikte arkanızdan geleceğim,” dedi Luigi. Mau­
rizio, İsviçre’ye vardığında güvende olacaktı - İsviçreli yetkililer
Maurizio’yu mali suçlardan dolayı iade etmezdi.
“İsviçre sınırında kaskınızı çıkarmayın, kim olduğunuzu
görmelerine izin VERMEYİN,” diye talimat verdi Luigi. “Rahat
davranın, sorarlarsa Saint Moritz’deki dairenize gittiğinizi söy­
leyin. Şüpheli davranmayın ama hızlı olun!”

189
Gucci Hanedanı

Kalbi, üzerine bindiği kırmızı Kawasaki’den daha hızlı çar­


pan Maurizio, Lugano’daki İsviçre sınırına bir saatten daha kısa
sürede ulaştı. Görevli yaklaşırken Luigi’nin tavsiye ettiği gibi
kaskını çıkarmadan motosikletinin gürleyen motorunu yavaş­
lattı. Sınır polisleri pasaportuna öylece bir bakış atıp eliyle geç­
mesini işaret ettikten sonra Kavvasaki’yi, kendisini kuzeydeki
Saint Moritz’e götürecek otoyola doğru döndürüp yeniden mo­
torunu çalıştırdı - bu daha uzun yol olsa da en kısa rota onu İs­
viçre sınırından İtalya’ya geri götürürdü ve durdurulma riskini
alamazdı. İki saatten biraz daha uzun bir süre sonra Maurizio,
titreyerek motosikleti Saint Moritz arazisine park etti.
Maurizio, Milano’dan kırmızı Kavvasaki’yle kaçtıktan sonra
Luigi, finanza yetkililerinin Gucci başkanım boşuna bekledikle­
ri Via Monte Napoleone ofisine geri döndü. Luigi, Maurizio’yu
arıyormuş gibi davrandı ve onlara ne istediklerini sordu.
Luigi haklıydı. Maurizio’nun ofisindeki yetkililerin elinde,
Milano sulh yargıcı Ubaldo Nannucci’nin, Maurizio’yu Creole’ii
satın alırken yasadışı sermaye aktarımıyla suçladığı bir tutuk­
lama emri bulunuyordu. İtalya’nın finans piyasaları henüz
serbestleşmemişti ve önemli miktarda parayı yurtdışı ülkelere
taşımak hâlâ yasadışıydı. Maurizio’nun İsviçre vatandaşı olma­
sına ve Creole’de İngiliz bayrağı dalgalanmasına rağmen Paolo
amacına ulaşmıştı. Maurizio İtalya dışındaydı -şirketinin gün­
lük operasyonlarından uzakta- ve eli kolu bağlıydı.
Ertesi gün, 24 Haziran 1987 Çarşamba günü, gazeteler şoke
edici haberi duyurdu: “Gucci, bir rüya gemisi yüzünden fırtına­
da: tutuklama emri çıkarıldı,” diye ilan ediyordu La Repuhblica.
“Maurizio Gucci tutuklanmamak için kaçtı.”
Aynı şekilde, Roma’nın II Messaggero gazetesi, ‘“Gucci Hane­
danı’ İçin Kelepçeler,” diye haykırıyor, Milano’nun Corriere del­
ta Sera gazetesiyse “Creole, Maurizio Gucci’ye ihanet etti,” diye
duyuruyordu.
Davada, Gian Vittorio Pilone ve kayınbiraderi de suçlanıyor­
du ama Pilone bu üçlü arasında en şanssız olanıydı - polis onu
tutukladı ve üç günlük sorgu süresi boyunca Gucci’nin Scan-
dicci’deki genel merkezinin yakınlarındaki Floransa Sollicciano

190
Değişen Ortaklar

hapishanesinde tuttu. Maurizio gibi, Pilone’un kayınbiraderi de


zamanında kaçarak tutuklanmaktan kurtulmuştu. Maurizio,
İsviçre’deki sürgününden çaresizce olanları izlerken, iki ay son­
ra bir Milano mahkemesi Gucci’deki yüzde 50 hissesinin kont­
rolünü aldı ve onun yerine şirket başkanı olarak Maria Martel-
lini adındaki bir üniversite profesörünü atadı.
Sonraki on iki ay boyunca Maurizio, Saint Moritz mülküyle
seyahat etmediği zamanlarda yeni operasyon üssü haline getir­
diği Lugano’nun en iyi oteli -göl kıyısındaki Splendide Royal-
arasında gidip gelerek sürgün hayatı yaşadı. Lugano Gölü’nde-
ki göz alıcı bir İsviçre kasabası olan Lugano, Lago Maggiore
ve Lago di Como arasında İtalya’nın derinliklerine uzanan bir
İsviçre bölgesinde bulunmaktaydı. Milano’ya yakınlığı, benzin
ve meyve sebze ürünlerinin düşük fiyatlı olması, etkin posta
servisleri ve ihtiyatlı banka sistemleri sebebiyle Lugano şehir
sakinleri için teşvik edici olmuştu. Maurizio için bu şehir rahat
ve uygun bir sürgün sunuyordu - Martellini’nin saltanatı hak­
kında rapor vermeleri için yöneticilerini İtalya’dan çağırabiliyor
ve hafta sonları Saint Moritz’e kolayca gidebiliyordu. Maurizio,
kızları görebilmesi için onları Lugano’ya getirmesi konusunda
Patrizia’ya yalvardı ama o her zaman son dakikada bir iptal ge­
rekçesi buldu. Maurizio’nun sürgündeki ilk Noel’inde Patrizia
kızları getireceğine dair söz verdi ve Maurizio 24 Aralık saba­
hında, Patrizia’nın öğleden sonra Ltıigi’yle birlikte göndermeyi
kabul ettiği kızları Alessandra ve Allegra’ya hediye almak için
Lugano’nun oyuncak dükkânlarının altını üstüne getirdi. An­
cak birkaç saat sonra Luigi, Galleria Passarella’nın kapısını çal­
dığında, hizmetçi açtı ve kızların onunla gitmesine izin veril­
mediğini söyledi.
“Ne yapabilirdim?” diyordu Luigi. “Maurizio’ya elim boş
dönmeye dayanamazdım ancak kızların benimle gelmesine izin
verilmemişti.” Lugano’ya dönüş yolunda Luigi haberleri ver­
mek üzere Maurizio’yu aramak için arabayı kenara çekti.
“O akşam yanına döndüğümde ağladı,” diyordu Luigi üzgün
bir şekilde. Bu, diyordu Luigi, Maurizio’nun “periodo sbagliato”
dediği, her şeyin ters gittiği bir zamanın başlangıcıydı.

191
Gucci Hanedanı

Maurizio’nun hayatındaki tek güneş ışığı, Tampa, Flo-


rida’dan, Sheree McLaughlin adındaki eski bir model olan uzun
boylu sarışın bir Amerikalıdan geliyordu. Mauirizio onunla
1984 yılında Sardinya’daki America’s Cup yarışlarının birinde
tanışmıştı. Çini mavisi gözleri, gölgeli sarı saçları ve istekli gü­
lümsemesiyle uzun boylu ve atletik yapılı Sheree, Maurizio’nun
yakışıklılığından ve hayat dolu cazibesinden etkilenmişti. 7ta-
lia ekibinin bazı akşam yemeklerine ve etkinliklerine katılan
Patrizia, Maurizio’nun kıza olan ilgisini hemen fark etmişti.
Bu konuda ne düşündüğünü tam olarak ona söyledi. Mauri­
zio evden ayrıldıktan sonra, İtalya’yla New York arasında gidip
gelirken Sheree’yle düzenli olarak görüşmeye başladı. Sheree,
Maurizio’nun hayatında onu gerçekten önemseyen -parasın­
dan ya da soyadından daha fazla- birkaç insandan biriydi. She­
ree şehre geldiğinde kendisi toplantılarla meşgulse Maurizio,
Luigi’nin eline biraz banknot sıkıştırır ve onu Milano’nun ta­
sarım butiklerine alışverişe götürmesi talimatını verirdi. Luigi,
Maurizio’nun siyah Mercedes’ini şehir merkezi trafiğine rağ­
men ustaca kullanırken kızla iletişim kurmak için çok çabalardı
- ikisi de birbirinin dilinden konuşmuyor olmasına rağmen.
“Luigi, Maurizio bütün bu şeyleri bana neden almak isti­
yor?” diye sorardı Sheree ağlamaklı bir halde. “Benim süslü
elbiselere ihtiyacım yok. Tek ihtiyacım olan şey bir kot panto­
lon ve onunla geçireceğim vakit,” derdi. Maurizio, Milano’dan
kaçtıktan sonra Sheree onunla Lugano’da buluşur ya da
Maurizio’nun, Patrizia’nın mülkü kullanmayacağından emin
olduğu hafta sonlarında gizlice Saint Moritz’e giderdi. Sheree,
Maurizio’yu seviyor ve onunla yeni bir hayat kurmak istiyordu
ama Maurizio buna hazır değildi. Hem kişisel hem de iş sorun­
larının etkisi altına girmiş Maurizio, ona bir söz verebileceğini
düşünmüyordu.
Sheree uzaktayken, uzun günler ve akşamlar boyunca yalnız
olan Maurizio, kendini Gucci’nin geçmişi hakkında kapsamlı
bir araştırmaya vererek Gucci adını yeniden canlandırma planı
haline gelecek monografisini yazdı.

192
Değişen Ortaklar

Maurizio tutuklama emrini kendinden uzakta tutmuş olabi­


lirdi ama geçersiz hale getirememişti. Ayrıca, ünlü İsviçreli şef
Anton Mosimann tarafından işletilen özel bir Londra yemek
kulübü olan Mosimann’s’taki Gucci Odası’m döşemekle meş­
gul oluyordu. Maurizio, odayı en sevdiği Krallık dönemi anti­
kaları, duvarlardaki Gucci baskılı yeşil kumaşlarla ve türünün
tek örneği olan dönem avizeleri ve aydınlatma armatürleriyle
gösterişli bir tarzda döşemişti. Bu çabası küçük bir servete mal
olmuştu - tabii ki doğrudan Gucci genel merkezine gönderilen
faturaları gördüğünde, durum Gucci’nin vekil başkanı Maria
Martellini’yi çileden çıkarmıştı.
Enrico Cucchiani adındaki uzun boylu, sakallı bir adam
Maurizio’nun Milano’daki baştemsilcisi olmuştu ve Gucci’nin
Via Monte Napoleone ofisleriyle Lugano’daki Splendide Royal
Oteli arasında evraklar, mesajlar ve talimatları getirip götürü­
yordu. Maurizio, Cucchiani’yi birkaç ay önce Gucci’nin yeni ge­
nel müdürü olması için McKinsey & Company, İne. şirketinden
işe almıştı.
O baharın başlarında, sürgününden önce Maurizio, Aldo ve
oğullarının kendisine karşı hazırladığı saldırıların ciddiyetini
Cucchiani’ye anlatmıştı.
“Ailem tam bir umutsuz vaka!” demişti Maurizio bir gün, Via
Monte Napoleone ofisindeki masasının önünde bir ileri bir geri
dolaşan Cucchiani’ye. “Onlarla çalışmayı denedim ancak ben
ne zaman bir adım atsam onlardan biri basıp gidiyor ve yap­
maya çalıştığımız şeyle hiçbir ilgisi olmayan bir şeyler yapıyor.
Şimdi de bana karşı savaş açıyorlar!” dedi ve kendisiyle özdeş­
leşmiş bir hareketle ortaparmağım kullanarak kaplumbağa ka­
buğu desenli gözlüklerini burnuna doğru itti. Maurizio dönüp
Cucchiani’ye baktı. Uzun kolları ve bacakları, narin elleri ve gri
sakallarıyla tatlı dilli bir adam olan Cucchiani, Maurizio’nun
masasına bakan iki Biedermeier sandalyeden birinde otururken
bir bacağını diğerinin üzerine attı. Patronunu dinleyerek bir eli­
nin işaret ve başparmağıyla sakalını sıvazladı.
“Onları satın almanın bir yolunu bulmalıyız!” dedi Maurizio.

193
Gucci Hanedanı

Cucchiani, Londra’da Morgan Stanley için çalıştığını bil­


diği, Andrea Morante adında bir yatırım bankacısını aramıştı.
Cucchiani ona Maurizio Gucci’yle tanışmak isteyip istemedi­
ğini sordu ama üst düzey çekişmelerden dolayı herhangi bir
görüşmenin Gucci ailesinden gizli tutulması gerektiğini de
vurguladı. İtalyan köklerini ve finansal becerilerini başarılı bir
yatırım bankacılığı kariyerine dönüştürmüş, zeki ve analitik bir
adam olan Morante bu konuyla hemen ilgilendi. Gucci, vâris
sorunu olan, orta ölçekli dinamik bir İtalyan şirketinden daha
fazlasıydı; vâris sorununa sahip birçok şirket vardı. Gucci, çe­
kiciliği, lüksü ve yararlanılmayan kazanç potansiyelini temsil
ediyordu - bunlar bir yatırım bankacısının rüyasıydı. Morante,
Maurizio’yla ertesi hafta Milano’da buluşmayı kabul etti.
Maurizio, Morante’yi Milano ofisinin kapısında karşıladı
ve ziyaretçisi hakkmdaki önemli detayları ölçüp tartmak için
sadece birkaç saniyeye ihtiyaç duyarak samimi bir şekilde onu
içeriye davet etti. Zekice parıldayan mavi gözleri ve kısa, kır­
laşmış saçlarıyla ortalama bir boya ve kiloya sahip etkileyici bir
adamdı. Morante bu görüşme için en iyi takım elbisesini giymiş
ve bir Hermes kravat takmıştı.
“Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum, Bay Morante,”
dedi Maurizio, gözlerini kırpıştırarak, “yanlış kravatı takmış ol­
sanız bile!” Morante, genç Gucci yöneticisine sorgulayan bir ba­
kış attı ve sonra da küçük bir kahkaha attı. Maurizio’yu hemen
sevmişti. Maurizio’nun gözlerindeki kıvılcım ve nazik azarla­
ması, Morante’yi hemen rahatlatmıştı. İlerleyen birkaç ayda,
Maurizio’nun önemli iş toplantılarına herkesi rahatlatacak bir
şakayla başlama yeteneğine hayran olacaktı. Morante arkasına
yaslandı ve bal rengindeki Biedermeier mobilyalara, kırmızı
deri düğmelerle süslenmiş yeşil renkli zarif deri koltuklara ve
Maurizio’nun ebeveynlerinin film günlerinden kalma çekici si­
yah beyaz fotoğraflarına bakarak odaya göz attı. Maurizio’nun
gözleri, Maurizio’nun güzel masasına ve antika kristal likör sü­
rahileriyle duvarın önündeki parıldayan bir konsolun üzerine
dizilmiş gümüş kadehlere takıldı. Maurizio’nun solunda, dış

194
Değişen Ortaklar

duvar boyunca uzanan küçük bir balkona bakan iki pencereden


odaya ışık süzülüyordu. Maurizio, sohbeti başlattı.
“Görüyorsunuz Bay Morante,” dedi, “Gucci, beş farklı ulus­
tan beş farklı aşçısı olan bir restoran gibidir - menü beş sayfa
uzunluğundadır ve pizza sevmiyorsanız börek yiyebilirsiniz.
Müşterinin kafası karışık, mutfaksa darmadağınık halde­
dir!” diye haykırdı, dramatik bir şekilde kollarını kaldırarak.
Morante’ye ısındıkça, yabancılara karşı takındığı o resmi tutum
ortadan kalkmaya başlıyordu.
Maurizio’nun mavi gözleri, pilot gözlüğünün ardından yatı­
rım bankacısının tepkisini inceliyordu. Morante başını salladı,
dinledi ve Maurizio’nun neyin peşinde olduğunu ve kendisinin
bu işin neresinde olduğunu anlamaya çalıştı. Morante 1985 yılın­
da, İtalyan pazarıyla ilgilenmek üzere Morgan Stanley’ye katıl­
mış ve hemen büyük bir anlaşma üzerinde çalışmaya başlamıştı
- İtalyan lastik üreticisi Pirelli’nin, ABD lastik devi Firestone’u
satın alma girişimi. Devir daha sonradan başarısız oldu ve ar­
dından Firestone, Bridgestone tarafından satın alındı. Uluslara­
rası bir aile geçmişi ve kavramsal zekâsı ona yatırım bankacılığı
işinde, önde gelen birçok İtalyan şirketini rahatsız eden vâris ve
büyüme sorunlarına yaratıcı çözümler getirmekten korkmadığı
alışılmadık bir yaklaşım kazandırmıştı. Nepal’de bir deniz su­
bayı olan Morante’nin babası, gemisini annesinin Milanolu bir
ailenin çocuğu olarak doğduğu Şangay limanına yaklaştığında
annesiyle tanışmıştı. Aile, İtalyan’ın her yerinde ve yurtdışında
Washington, D.C. ile İran’da yaşamıştı. Morante, İtalya’da eko­
nomi okumuş ve kariyerine başlamak için Londra’ya taşınma­
dan önce Lavvrence’ta, Kansas Üniversitesi’nde işletme yüksek
lisansı yapmıştı.
“Gucci müşterisini yeniden kazanmak için bir şansımız daha
var ve bu da onlara ürün, hizmet, tutarlılık ve imaj sağlamak­
tan geçiyor,” dedi Maurizio. “Bunu doğru bir şekilde yaparsak
önemli miktarda para akışı olacak. Bir Ferrari’miz olabilir...
ancak onu bir Cinquecento gibi kullanıyoruz!” dedi, en sevdi­
ği metaforunu kullanarak. “Doğru aracım, doğru sürücüm, üst

195
Gucci Hanedanı

düzey teknisyenlerim ve bol miktarda yedek parçam olmadığı


sürece Formula ı yarışlarına giremem. Demek istediğimi anlı­
yor musunuz?”
Morante anlamıyordu. Maurizio, bir saatten fazla sürenin
ardından onu kapıya doğru geçirirken hâlâ bu görüşmenin ger­
çek amacını Morante’ye açıklamamıştı. Ertesi gün Morante, ne
düşünmesi gerektiğini sormak için Cucchiani’yi aradı.
“Endişelenme Andrea; her zamanki Maurizio,” dedi Cucchi-
ani. “Görüşme çok iyi gitti. Senden hoşlanmış. En kısa zamanda
başka bir görüşme ayarlamalıyız.”
Ertesi hafta, Maurizio, Cucchiani ve Morante, Morante’nin
Milano ziyaretleri sırasında her zaman kaldığı Hotel Duca’da
kahvaltı yapmak üzere buluştu. Otel, şehrin merkezi tren is­
tasyonuna giden geniş bir cadde olan Via Tittor Pisani’nin arka
tarafındaki diğer büyük iş otellerinin bulunduğu hizada yer alı­
yordu.
Bu kez, garsonlar masanın etrafında sessizce hareket eder­
ken ve yüksek tavanlı odada mırıldanmalar ve bardaklar ile por­
selenlerin şıngırtıları yankılanırken Maurizio hızlıca konuya
girdi. Morante’den hemen hoşlanmış ve ona güvenmeye karar
vermişti. Ancak her zamanki şen şakrak iyimserliğini takınmak
yerine, gergin ve baskı altında görünüyordu.
“Akrabalarım yapmak istediğim her şeyi baltalıyor,” dedi
Maurizio içten bir şekilde, Morante’nin sandalyesine doğru eği­
lerek. “Floransa, tüm girişimlerin sonuçsuz kaldığı bir bataklı­
ğa dönüştü. Şimdi de bana karşı bir kampanya başlatıyorlar. Ya
onlarınkileri satın almalı ya da kendi hisselerimi satmalıyım. Bu
işler böyle devam edemez.”
Maurizio, hikâyenin bir yerlerinde kendisi için bir alım sa­
tım görevi olduğunu fark etti. Cucchiani, Morante’ye doğru
“Gördün mü? Sana söylemiştim!” anlamına gelen bir bakış attı.
“Dottor Gucci, sizce kuzenleriniz kendi Gucci hisselerini
satmaya razı olur mu?” diye sordu Morante, çınlayan müzikal
sesiyle.
“Bana satmaya olmaz,” dedi Maurizio gülerek ve koltuğunda
geriye yaslanıp ellerini kolçakların üzerine koydu. “Onlar için

196
Değişen Ortaklar

bu, güzel kızlarının bir canavarla evlenmesini kabul etmek gibi


bir şey olurdu!” Maurizio’nun dile getirmediği ama Morante’nin
hızlıca anladığı şey, akrabaları hisseleri ona şatsalar bile
Maurizio’nun onları alacak kadar parası olmadığıydı. “Ancak bu
koşullar altında” -Maurizio’nun sesi ciddileşti- “hisseleri satın
alınabilir.”
“Söyleyin bana, Dottor Gucci,” diye ısrar etti Morante. “On­
lar satmamaya karar verirse siz hisselerinizi onlara satmaya razı
olur musunuz?”
Maurizio’nun ifadesi karardı. “Kesinlikle olmaz! Ayrıca onla­
rın beni satın alacak kadar parası yok. Onlara satmadan önce,
uzun vadede şirketin yararına olacağına yürekten inandığım
üçüncü bir şahsa satmayı tercih ederim.”
Morante çözümü hemen kavradı - Maurizio’nun akra­
balarından hisseleri satın alacak ve Gucci adını yenilemede
Maurizio’ya ortak olacak bir üçüncü şahıs. Morante ayrıca
Maurizio’nun -görünen tüm zenginliğine rağmen- bir nakit
sorunu yaşadığını da fark etmişti. Biraz likidite akışı sağlamak
-ve böylece yeni potansiyel finansal ortaklarıyla daha güçlü bir
müzakere pozisyonunda olmak- için Maurizio’ya hangi mülk­
lerini satmak isteyebileceğini sordu.
Öğrendiği şey onu şaşırttı: Maurizio, Domenico De Sole
ve küçük bir yatırımcı grubuyla birlikte, 1860’ların sonunda
kurulmuş ve 1980’lerin sonuna kadar yedi yedi mağaza işletir
hale gelmiş, üst sınıf müşterilerin alışveriş yaptığı saygıdeğer
bir ABD alışveriş merkezi olan B. Altman & Company şirketi­
ni sessiz sedasız satın almışlardı. Yatırımcı grubu, işi yönetmesi
için iki eski muhasebeci atamıştı: Deloitte Haskins & Selis şir­
ketindeki CEO olarak görev yapmış, perakende muhasebe uy­
gulamasının eski başkanı Anthony R. Conti ve başkan yardım­
cısı olarak görev yapmış olan, bir diğer Deloitte ortağı Philip C.
Semprevivo. Gucci adı bu ticari işlemle ilişkilendirilmemişti ve
çok az kişi Maurizio’nun B. Altman’a sahip olduğunu biliyordu.
Morgan Stanley’nin yardımıyla Maurizio ve ortakları, alışveriş
merkezini 1987 yılında yaklaşık 27 milyon dolar karşılığında, L.

197
Gucci Hanedanı

]. Hooker adlı bir işinsanı tarafından yönetilen Hooker Corp.


Ltd. adındaki bir perakende ve emlak grubu şirketine sattı. Sa­
tıştan elde edilen gelir, Maurizio’nun banka hesabına hoş bir
giriş olmasını sağladı ancak ne yazık ki bu satış, eskiden bir
Amerikan perakende kurumu olan alışveriş merkezinin batışı­
nın başlangıcı oldu. Üç yıl içinde, B. Altman piyasadan silindi.
Morante, Londra’daki ofisine geri döndü ve Morgan
Stanley’nin yatırım bankacılığı bölümündeki haftalık pazarte­
si sabahı toplantılarında, masanın etrafına toplanmış yirmiye
yakın meslektaşından oluşan bir gruba, Maurizio Gucci’yle yap­
tıkları ilk görüşmeyi anlattı. Meslektaşları buna gülerek ve kaş­
larını kaldırarak tepki verdiler. Gucci marka adı çok ilgi çekiciy­
di ancak aile içi anlaşmazlıklar, davalar ve vergi entrikalarıyla
da anılıyordu.
“Bu işin sonunda biraz mokasen kazandığımızdan emin ol!”
diye gergin bir şekilde kıkırdadı meslektaşlarından biri.
“Gucci adı ânında herkesin ilgisini çekmişti,” diye anımsı­
yordu Morante. “Bu tür toplantılarda ilginin boyutu genellikle
insanların o anlaşmadan ne kadar para kazanabileceğimizi dü­
şündükleriyle ölçülürdü, ama Gucci örneğinde herkesi etkile­
yen şey bu isimle ortaklık yapmak oldu.”
Bankacılar ilgi göstermiş olsa da çoğu, Gucci aile içi çatış­
malarından dolayı bir anlaşma yapmanın ihtimal dahilinde ol­
duğundan son derece şüpheliydi. Ancak odada bulunan genç
bir adam, Morante’nin sunumunu ciddiye aldı. John Studzinski
-kısaca “Studs”- o zamanlar bankanın beyin takımından so­
rumluydu. Bugün, Morgan Stanley’nin tüm yatırım bankacılığı
işlemlerini o yönetiyor. Studzinski, o zamanlar çok az tanınan
Investcorp adındaki bir yatırım bankasının 1984 yılında tarihi
Amerikan kuyumcusu Tiffany & Company şirketini yeniden
saygınlığına kavuşturup sonra da hisselerini New York Menkul
Kıymetler Borsası’nda satarak bir servet kazandığını biliyordu.
Investcorp’un, Ortadoğu’nun petrol zengini ülkelerinden lüks
markalara yatırım yapma konusunda gelişmiş bir zevke sahip
zengin müşterileri olduğunu da biliyordu.

198
Değişen Ortaklar

“Böyle bir anlaşmayı düşünecek kadar çılgın tek müşteriler


onlar,” diye düşündü Studs kendi kendine, “ama bahse girerim
ki bunu yapabilirler.” Toplantı bittikten sonra Morante’yi bir
kenara çekip bu fikrinden bahsetti.
“Başarı ihtimali çok düşüktü,” diyordu Studzinski. “Gucci’yi,
hissedar meselesinden dolayı her yerde reddedilen bir marka
olarak görüyorduk. Bu anlaşmayı iskambil oyununda elde joker
tutmak gibi görüyordum - ancak papaz ve kızları doğru yerde
kullanmamız gerekiyordu.”
“Bolca sabır ve kararlılık gerektiriyordu ama Investcorp’un
paraya sahip olduğunu, lüks markalarla büyük bir hevesle ilgi­
lendiğini ve çetrefilli hissedarlık meselesiyle başa çıkacak sabrı
göstereceğini biliyorduk,” diyordu Studzinski. Investcorp’un
Londra’daki temsilcisine, Ohio’dan genç bir adam olan Paul
Dimitruk’a bir telefon açtı.
Siyah saçları ve puslu, delici ya da samimi olabilecek koyu
renkli gözleriyle, zayıf ve sıkı bir vücuda sahip Dimitruk’un çe­
kingen bir tavrı, yoğun miktarda hırsı ve karatede siyah kuşağı
vardı. Bir itfaiyecinin oğlu olarak Cleveland’de doğup büyümüş
ve sonra New York’ta hukuk fakültesine gitmişti. Investcorp’un
kurucusu ve başkanı olan, Nemir Kırdar isimli İranlı bir işinsa-
nı, Investcorp’un Londra operasyonlarını başlatmak için Gib-
son, Dunn & Crutcher hukuk firmasından Dimitruk’u kendi
bünyesine almıştı. Kırdar, Dimitruk’un Amerikalı ve Avrupah
endüstriyel şirketler arasındaki sınır ötesi anlaşmalar konusun­
daki çalışma deneyimini beğenmişti. Ufkunu genişletmek ve
Avrupa’da yaşamak isteyen Dimitruk, 1982 yılında hukuk fir­
masının Londra’daki ofisinin yönetici ortağı olarak Londra’ya
taşındı. 1985 yılının başında, Tiffany’nin satın alınmasından
kısa bir süre sonra Investcorp’a katıldı. Dimitruk’un ilk işi,
Tiffany’nin uluslararası işini geliştirmeye yardımcı olmak ve
satın alma sonrası diğer yönetimsel işler üzerine çalışmak oldu.
Dimitruk’un sekreteri, John Studzinski’nin telefonda oldu­
ğunu söyleyince Dimitruk hemen yanıt verdi. Genç yaşına rağ­
men “Studs”, üst düzey bağlantıları, lüks ürün endüstrisindeki

199
Gucci Hanedanı

deneyimi ve bir Amerikalı olarak girişken Avrupa iş dünyasına


kendini dahil edebilme konusundaki alışılmışın dışındaki yete­
neği sebebiyle yatırım bankacılığı dünyasında halihazırda bir
takdire sahipti.
“Paul, sizinkiler Gucci’yi değerlendirmeye hazır mı?” dedi
Studzinski telefonda, senaryonun taslağını çizerek. “Maurizio
Gucci’nin vizyonunu onaylarsanız, ona yardımcı olmaya razı
olur musunuz?”
Morante gibi, Dimitruk da Gucci adı geçince keyiflenmişti.
“Maurizio’yla görüşmek ve onun hikâyesini dinlemekle son de­
rece ilgileniyoruz,” dedi.
Studzinski, teklife Dimitruk’un sıcak baktığını anlayınca
Morante Londra’dan Maurizio’yu aradı; Maurizio, Morante’nin
selam vermesini bile bitirmesini bekleyemedi.
“Anlaşma yaptınız mı?” deyiverdi hemen.
“Dur, bekle bir dakika, her şey sırayla,” diye karşılık verdi
Morante.
“Hızlı olmalıyız, boşa geçirecek zamanımız yok,” diye ısrar
etti o esnada hâlâ Milano’da bulunan Maurizio. Andrea’ya, ak­
rabalarının suçlamaları nedeniyle ciddi yasal güçlükler yaşa­
maktan korktuğunu söylememişti.
“Seninle görüşmek ve hikâyeni dinlemekle ilgilenen biri
var,” dedi Morante. “Londra’ya gelebilir misin?”
1987’de, Investcorp özel sermaye çevreleri dışında finans
dünyasında neredeyse hiç tanınmıyordu. 1982 yılında Kırdar ta­
rafından kurulan Investcorp, Basra Körfezi’ndeki müşterilerin
Avrupa ve Kuzey Amerika’ya yatırım yapabilmesi için bir köprü
görevi görmüştü.
Kırdar, görev bilinci olan karizmatik bir adamdı. Açık bir
alm, şahin gagasına benzeyen bir burnu, baktığında karşısın­
dakinin gözlerini delip geçen, her şeyi biliyor gibi duran yeşil
gözleri vardı. Bir kuzeydoğu şehri olan Kerkük’ten gelen ailesi,
Nasırcılık, Pan-Arap milliyetçiliği ve Baasçılık gibi Batı karşıtlığı
hareketlerin Arap dünyasının başını döndürdüğü zamanlarda
Batı yanlısı olmuş ve iktidardaki Haşimi ailesine sadakat gös­

200
Değişen Ortaklar

termişti. Kraliyet ailesine yönelik 1958 suikastı ve sonrasında


Saddam Hüseyin’i iktidara getiren kanlı darbe, Kırdar’ı ülkeden
kaçmaya zorlamıştı.
Kaliforniya’daki Pasifik Üniversitesi’nde lisans derecesini
tamamladıktan ve Arizona’da bir bankada kısa süre çalıştıktan
sonra Kırdar, her şeyin yoluna girmiş gibi göründüğü Bağdat’a
geri döndü. Batılı firmaları temsil edecek bir ticaret şirketi açtı,
ancak 1969 yılında Nisan ayının bir günü Kırdar aniden tutuk­
landı ve sebebi açıklanmayan bir şekilde on iki gün boyunca
rehin tutuldu - rejim tarafından yapılan bir güç göstergesi ola­
rak. Bu deneyim, onu Irak’tan yeniden ayrılma konusunda ikna
etmeye yetmişti - am bu kez otuz iki yaşındaydı ve bakması ge­
reken yeni bir ailesi vardı. Kırdar, New York’ta, on sekiz ABD
bankasının uluslararası işlerini kanalize ettiği bir konsorsiyum
olan Allied Bank International’da kendine iş buldu. Gündüzle­
ri bankanın Doğu Elli Beşinci Sokağı’ndaki binasının bodrum
katında çalışıyor, geceleriyse Fordham University’deki işletme
yüksek lisansı için ders çalışıyordu. Okulunu tamamladıktan
ve Kuzey Amerika Ulusal Bankasında kısa bir görev aldıktan
sonra, Nemir’e önce Chase Manhattan’da, sonra da Cadillac
of American bankalarında iş teklifleri geldi. Burası, uluslarara­
sı bankacılıkta bir kariyer hedefleyen hırslı bir genç adam için
doğru yerdi.
Chase’le geçirdiği yıllar boyunca Kırdar, 1970’lerdeki petrol
krizleri sebebiyle zenginleşen Basra Körfezi bölgesi için uzun
dönemli bir iş planı geliştirmişti. Önce Abu Dabi’de ve sonra da
Bahreyn’de, Chase için önemli işler ayarladı ve daha sonrasında
Investcorp’u kurmak için kendisine katılacak olan ekibi kurdu:
Michael Merritt, Elias Hallak, Oliver Richardson, Robert Gla­
ser, Philip Buscombe ve Savio Tung. Bankers Trust’ta ülke mü­
dürü olan Cem Ceşmiğ, yakın arkadaşı oldu ve ayrıca gruba da
katıldı.
Kırdar’ın fikri, Körfez bölgesindeki varlıklı kişi ve kuramla­
ra, petrolden kazandıkları zenginlikler için ilgi çekici yatırımlar
sunmaktı. Kırdar, onları Batı’daki sağlam gayrimenkul fırsatları

201
Gucci Hanedanı

ve kurumsal fırsatlarla ilişkilendirmek ve bu süreçte, Goldman


Sachs ya da J. P. Morgan a -anlaşma yapma becerileriyle tanınan
birinci sınıf yatırım bankaları- muadil olacak bir Anglo-Arap
yapısı kurmak istiyordu. 1982 yılında, Bahrain Holiday Inn’in
200 numaralı odasında bir sekreter ve bir daktiloyla hayalini
gerçekleştirdi. Ertesi yıl, Investcorp 200 numaralı odadan Ma-
nama’daki kendi şirket merkezi olan Investcorp House’a terfi
etti ve sonra da Londra ve New York’a genişledi.
Şirketin misyonu, ümit vadeden ancak zorluk yaşayan şir­
ketleri satın almak, onları finansal kaynaklar ve tavsiyelerle ge­
liştirmek ve kârlı bir fiyata yeniden satmaktı. Investcorp müş­
terileri her yatırımda kendi pozisyonlarını titizlikle belirleyebi­
lirdi - bir yatırım fonunda olduğu gibi Investcorp’un tüm hisse­
lerinden otomatik olarak bir pay almak zorunda değillerdi. İster
özel isterse de borsa listeleme yoluyla satılmış olsun, Investcorp
bir şirket sattığında, dönemin sonuna kadar müşterilerine bir
kâr payı ödemezdi.
Investcorp’un ilk alımları -diğer birçok şeyin yanında, Los
Angeles’taki Manulife Plaza ile A&W Root Beer şirketinin yüzde
10 hissesini almıştı- deneyim ve güven geliştirmelerine yardım­
cı olmuştu. Ancak Tiffany & Company şirketinin 1984 yılında
Avon Products, İne. şirketinden 135 milyon dolar karşılığında
satın alınması, Investcorp’u doğrudan anlaşma yapma alanına
sokmuştu. Tiffany’nin başarılı geri dönüşüne öncülük etme­
si amacıyla Avon’un eski başkanı William R. Chaney’yi göreve
getirdikten sonra, Investcorp Tiffany’yi üç yıl sonra halka arz
etti - yılda yüzde 174’lük göz kamaştırıcı bir getiri ve bir Ame­
rikan efsanesini eski haline döndürmüş olmaktan dolayı itibar
kazanarak.
Investcorp’un finans direktörü olan Elias Hallak yıllar son­
ra, “Mücevherleri, kozmetik ürünü satar gibi satamayacağımızı
düşündük,” dedi. “İlk olarak Tiffany’nin ihtişamlı geçmişini geri
getirmeliyiz dedik.”
Morate telefonda Maurizio’ya Investcorp’un geçmişini an­
latırken, Tiffany’nin bahsinin geçmesi, Maurizio’nun Arap

202
Değişen Ortaklar

bankacılık kuramlarıyla güçlerini birleştirme fikrine ısınması­


nı sağladı. “Tiffany’yi yeniden canlandıran bir ortağın, marka
isimlerine ilgili, kaliteyi önemseyen ve şirketi halka arz edebile­
cek finansal bilgi birikimine sahip bir ortak olduğunu anlamış­
tı,” diye anımsıyordu Morante.
Maurizio, hemen Londra’ya gelebileceğini söyledi. Ancak
yaz boyunca şiddetli rüzgârlar Maurizio’yu bir sorun deryasının
içine soktu - Gucci hisselerine mahkemenin el koyması, Creole
için el konma emri ve Gucci’ye mahkeme tarafından kayyumla-
rın atanmış olması. Bunlar yetmezmiş gibi, Rodolfo’dan kalan
mirasını inceleyen bir hukuk mahkemesi Maurizio’nun kişisel
mülklerine de el koymuştu. Maurizio, o haziran günü hızla
ilerleyen Kavvasaki’sini İtalya sınırı üzerinden İsviçre’ye doğru
sürerken Investcorp’taki insanlara -henüz tanışmadığı insanla­
ra- ne diyeceğini merak ediyordu. Saint Moritz’deki evi Chesa
Murezzan’a yerleştikten sonra bütün iyimserliğini topladı ve
Morante’yi aradı.
“Onlara, bunun kuzenlerimin beni sabote etme girişimi
olduğunu ve her şeyi yoluna koyacağımı söyle. Onlara, altı ay
içinde her şeyin biteceğini söyle.”
Morante, Maurizio’nun verdiği güvenceyi ikna edici buldu ve
ona inanmaya karar verdi. İşler, Maurizio’nun tahmin ettiği gibi
yolunda gitmese bile, diye düşünmüştü Morante, Investcorp’a,
Maurizio’nun finansal ve hukuki sıkıntıları, yatırım bankasının
onun hisselerini almasını daha da kolay hale getirecekti.
Maurizio, 1987 yılının Haziran ayında firar ettiğinde,
Paolo’nun Giorgio ve Roberto hakkında, Gucci işinden kâr öde­
meden kazanç sağlama amacıyla Panama’da kendi yabancı şir­
ket ağlarını kurdukları iddiasıyla sunduğu iki yeni dosya üzerine
başlatılan iki yeni dava da dahil olmak üzere, Gucci aile adına
dünya çapında çeşitli mahkemelerde inceleme sürecinde olan
toplam on sekiz dava vardı. Maurizio’nun yokluğunda Giorgio
aralarındaki ittifakı bozmuş ve yeniden kardeşi Roberto’yla bir
araya gelmişti. İki kardeş temmuz ayındaki Gucci yönetim ku­
rulu toplantısını ele geçirmişti; birlikte şirketin yüzde 46,6’hk

203
Gucci Hanedanı

hissesini kontrol ediyorlardı. Mahkeme tarafından atanmış bir


kayyumun temsil ettiği Maurizio’nun hisselerinin bankaya ya­
tırılmasında bir hata yapılmıştı ve Roberto’yla Giorgio onun oy
kullanmasını engelledi. İki kardeş, Giorgio’nun başkan olduğu
yeni bir yönetim kurulunu aday gösterdi ve yasal çoğunluğu
sağlamıyor olsalar da şirkete kendi başlarına yeni bir düzen ge­
tirdiler. Maurizio’nun el konmuş yüzde 50 hissesi için mahkeme
tarafından atanmış kayyum olan Milano avukatı Mario Casella,
onaylamadığını gösterircesine başını salladı. “Gucci’yi Gucci-
lerden kurtarmamız gerekiyor!” diye mırıldandı Casella alçak
sesle, mahkeme tarafından atanmış muhasebeci olan Roberto
Poli’ye.
17 Temmuz’da mahkeme vekilleri, Maria Martellini başkan­
lığında başka bir yönetim kurulu oluşturduğunda, Gucci şirke­
ti kendisini garip bir durumun içinde buldu: iki başkan ve iki
yönetim kurulu vardı - biri aileyi, biriyse mahkeme tarafından
atanmış kayyumları temsil ediyordu. Seksen iki yaşında ve kısa
süre önce hapisten çıkan Aldo Gucci yeniden harekete geçti.
Birleşik Devletler’den Floransa’ya uçtu, her zamanki favori­
si olan Hotel de la Villa’dan bir oda tuttu ve aileyle mahkeme
temsilcileri arasında bir uzlaşma sağlanmasına yardımcı oldu:
Mahkemenin tayin ettiği Maria Martellin’nin başkanlığı onay­
lanırken, Giorgio Gucci idari yetkileri olmadan onursal başkan
ve Roberto’nun oğlu Cosimo’ysa başkan yardımcısı olarak be­
lirlendi.
Aile şirketinin tarihinde ilk kez, sürücü koltuğunda oturan
kişi bir Gucci değildi. Martellini şirketi dengede tutma ve aile
içindeki derebeyliklerden temizleme konusunda güçlük yaşar­
ken, çalışanların Gucci tarihinin en karanlık dönemlerinden
biri olarak hatırladığı, bürokratik ve hayal gücünden yoksun -
İtalyan üretici Safilo A.Ş. ile bugün hâlâ yürürlükte olan Gucci
gözlüğü üretimi için yapılmış kârlı bir lisans anlaşması dışında-
bir kayyumluk yürüttü.
“Şirket durma noktasına gelmişti,” diye anımsıyordu uzun
süreli bir çalışan. “Neredeyse bir rulo tuvalet kâğıdı almak için

204
Değişen Ortaklar

bile imza almanız gerekiyordu. Bir gün, antetli kâğıt sipariş et­
mek için şirketin yedi kişiden imza alması gerektiği bir şirket
efsanesi haline gelmişti,” diyordu. “Ne yaratıcılık ne de bir iler­
leme vardı, mesele sadece hayatta kalmak olmuştu.”
Maurizio’nun İtalya’da sahneden çekilmesiyle, Aldo, onun
hâlâ yüzde 50 hisseyi kontrol ettiği Gucci America’da ona karşı
savaş başlatmıştı. Yönetim kurulu çıkmaza girmişti - Aldo ve
oğulları bir tarafta, Maurizio diğer tarafta. Üç yıl önce Maurizio
tarafından hırpalanılarak görevden alınmasının ardından şirke­
tinin kontrolünü yeniden ele geçirmeye kararlı olan Aldo, yu­
muşak bir adım atacak durumda değildi. De Sole’ün azledilmesi
ve şirketin tasfiye edilmesi talebiyle Gucci America’ya karşı bir
dava açtı. Ancak bir kez daha, Maurizio onu şaşırtacaktı.
1987 yılının Eylül ayında Maurizio, St. James’s Place’teki
en sevdiği otel olan Dukes’ta bir oda ayırttığı Londra’ya uçtu.
St. James’s Park ve Green Park metro istasyonuna yakın olan
Dukes, lüks ve mahrem konaklama yerleri -ve şehirdeki en iyi
martinileri- sunuyordu. Maurizio ertesi sabah, Morante ve
Studzinski eşliğinde, Investcorp’un Mayfair’deki eskiden ahır
olan dört katlı, güzel bir binaya sahip Londra ofisine gitti. Bey­
ler, rahat koltuk ve sandalyelerle küçük sehpalarla döşenmiş -iş
yapmak için zarif ve samimi bir ortam- olan ikinci kattaki oda­
lardan birine yönlendirildi. Burada Paul Dimitruk, Cem Çeşmiğ
ve Rick Svvanson onları karşıladı.
Investcorp’a yeni katılmış ve önceden Ernst & Young için
muhasebeci olarak çalışan, sarışın ve çocuksu bir surata sahip
Rick Svvanson, “Maurizio’yla yaptığımız ilk toplantıyı asla unut­
mayacağım,” diyordu. “Bir film yıldızını beklemek gibiydi!”
O zamana kadar Maurizio, Rodolfo’nun dramatik tavrıy­
la Aldo’nun enerjisinin karışımı olarak kendi sempatik tarzını
oluşturmuştu. Etkileyici deve tüyü rengi kaşmir paltosu, uzun­
ca sarı saçları ve mavi gözlü Gucci gülümsemesiyle yeni bankacı
tanıdıklarının önünde kapıdan içeri daldı. Kendisini bekleyen
Investcorp yöneticileri şaşkınlıktan dona kaldı ve içlerinde bir
merak uyandı.

205
Gucci Hanedanı

“İşte, daha önce hiç tanışmadığımız bu kadar ünlü olan bir


İtalyan geliyor. İçeri giriyor, bir film yıldızı gibi görünüyor, ismi
şirketinin kapısında yazıyor,” diyordu Svvanson. “Ancak akra­
baları tarafından dava edilmiş, hisselerine el koymuş ve bunlar
üzerinde bir kontrolü bile yok! Akrabalarıyla arasındaki muaz­
zam kavgalar bütün gazetelere manşet olmuş ve bize sorulan
soru şu: ‘Bu işe dahil olup kuzenlerinin hisselerini satın almaya
yardımcı olmak ister miydiniz?’”
Maurizio, büyükbaba Guccio’nun, Savoy günlerinin ve
Floransa’daki küçük dükkânın hikâyesini anlatmaya başla­
dı. Kusursuza yakın İngilizcesiyle Aldo’nun Gucci’yle Birleşik
Devletler’de kazandığı zaferleri, Rodolfo’nun tasarımlarını
ve Milano’daki yönetici rolünü ve genç bir adam olarak New
York’ta Aldo’yla çalışma konusunda kendi deneyimlerini an­
lattı. Sonra da mevcut sorunlardan bahsetti: markanın itibar
kaybetmiş olması, aile savaşları, vergi sorunları, Gucci America
ile İtalyan işletmesi arasındaki büyük uçurum. İşleri ilerletmeye
çalışırken yaşadığı hayal kırıklıklarını ifade etti.
“İtalya’da bir söz vardır: ‘İlk nesil fikri yaratır, İkincisi onu
geliştirir, üçüncüsününse büyük gelişme sorunlarıyla yüzleş­
mesi gerekir,”’ diye açıkladı Maurizio. “Burada benim görüşüm
kuzenleriminkiyle taban tabana zıt. Satışları 240 milyar liret [o
zaman için yaklaşık 185 milyon dolar] olan bir şirketi yakın aile
zihniyetiyle nasıl sınırlayabilirsiniz? Geleneğe ben de inanırım
ancak üzerine inşaat yapılacak bir temel olarak, turistlere gös­
terilecek bir arkeoloji koleksiyonu olarak değil,” dedi hararetli
bir şekilde.
“Aile savaşları bu şirketi yıllardır felç etti, en azından gelişim
potansiyeli açısından. Sık sık kendime, sırf Gucci yerinde saydı­
ğı için kaç tane rakip şirketin doğup başarıya ulaştığını soruyo­
rum. Artık yeni bir sayfa açmanın zamanı geldi!”
Yatırım bankacılarından oluşan küçük grup onun her keli­
mesini dikkatle dinliyordu.
“Mutfakta çok fazla aşçı var,” dedi Maurizio, yoğun mavi
gözleriyle. “Kuzenlerimin hepsi kendilerinin moda dünyasına

206
Değişen Ortaklar

Tanrı’nın birer armağanı olduklarına inanıyor - ancak Giorgio


tamamen ümitsiz vaka, umursadığı tek şey Piazza di Sienadaki
binicilik yarışmasında Gucci Zafer Kupası’nı vermek. Roberto
bir İngiliz olduğunu sanıyor; gömlek yakaları o kadar sert ki zar
zor hareket edebiliyor. Paolo ise hayattaki en büyük başarısı ba­
basını hapse attırmak olan tam bir engel!
“İşte benim akrabalarım, onlara ‘Pizza kardeşler’ diyorum,”
dedi, kuzenlerini beceriksiz geri kafalılar olarak tasvir ederek.
“Gucci bir Ferrari gibi ama biz onu bir Cinquecento gibi sürü­
yoruz,” diye devam etti, en sevdiği metaforunu bir el hareketiyle
ortaya salarak.
“Gucci’den yeterince faydalanılmıyor ve yanlış yönetiliyor.
Doğru ortaklarla onu eski haline döndürebiliriz. Bir zamanlar
bir Gucci çantaya sahip olmak ayrıcalıktı ve bu, yeniden böyle
olabilir. Bir vizyona ve bir yöne ihtiyacımız var ve” -etkileyici
olmak için duraksadı- “daha önce hiç görmediğiniz kadar çok
para akacak.”
Maurizio, sağduyuları paralarını başka bir yere yatırmalarını
söylüyor olsa da yatırım bankacılarından oluşan grubu büyü­
lemişti. Ayrıca onları, Gucci markasının potansiyeliyle kendi
ağma düşürmüştü.
“Çılgıncaydı! Gerçekten riskliydi,” diye anımsıyordu Swan-
son. “Dayanağı olan mali bilançoları yoktu, -en azından alış­
mış olduğumuz düzeyde- belirli bir merkezi yönetim eki­
bi ya da güvenceleri de yoktu. Ancak Gucci vizyonuyla ilgili
hikâyesini anlatmaya başladığında hayalleriyle diğer insanları
büyülemişti.”
Maurizio’nun Gucci adına karşı apaçık ortada olan tutkusu
ve onu geri getirme konusundaki aciliyet hissi, Dimitruk’u da
büyülemiş ve teşvik etmişti. Dimitruk ve Maurizio tamamen
farklı geçmişlerden geliyor olsalar da hemen hemen aynı yaş­
taydılar ve aynı yoğun hırsa sahiptiler. İlişkileri, ilerleyen aylar­
da kilit derecede öneme sahip olacaktı.
“Maurizio’yla inanılmaz bir kimya yakalamıştık,” diye anım­
sıyordu Dimitruk. “Kendisini, yenilenmesi konusunda çok ama

207
Gucci Hanedanı

çok güçlü bir inanca sahip olduğu markanın önderi olarak res-
metmişti. Ayrıca ‘Ben her şeyi bilmiyorum,’ demeye de hazırdı.”
Maurizio gittikten sonra Dimitruk telefonu eline aldı ve
tatilini Güney Fransa’da en sevdiği inziva mekânında geçiren
Kırdar’ı aradı.
“Nemir, ben Paul. Biraz önce Maurizio Gucci’yle tanıştım;
Gucci markasını biliyor musun?”
Telefonun diğer ucunda bir sessizlik oldu.
Kırdar gülümsüyordu. “Şu anda ayaklarıma bakıyorum. Sa­
nırım Gucci mokasenleri giyiyorum,” dedi. Gucci’nin altın gem
şeklinde minik parçaya sahip olan timsah derisinden mokasen­
leri, Kırdar’ın gardırobunun her zaman ayrılmaz bir parçası ol­
muştu ve hâlâ da öyledir.
Kırdar, Maurizio’yla anlaşmaya varması için Dimitruk’a he­
men yeşil ışık yaktı. Gucci’nin Investcorp için Avrupa’nın kapalı
ve samimi iş topluluğuna giriş bileti olacağını biliyordu.
“Atlantik’in her iki tarafında da kendimizi kanıtlamamız ge­
rekiyordu,” diyecekti Kırdar yıllar sonra, “Avrupa’da köklerimizi
atmaya ihtiyacımız vardı.”
“Avrupa’da anlaşma yapmak Birleşik Devletler’de yapmak­
tan çok daha zordu,” diye anımsıyordu Investcorp CFO’su Elias
Hallak, o zamanki iş çevresinin küçük ve sosyal olduğunu söyle­
yerek. “Avrupa’da büyük bir anlaşma yapmak bizim için strate­
jik bir öneme sahipti.” Gucci’ye yapılacak bir yatırım, insanların
Atlantik’in her iki tarafına da dikkat kesilmesini sağlayacaktı.
Bir sonraki adım, Maurizio’yu, daha ileri gitmeden önce ni­
hai kararı verecek olan Nemir Kırdar’la tanıştırmaktı. Kırdar, iş
ilişkilerini Investcorp’un kendi rahat yemek salonlarında ya da
bir gurme restoranda kaliteli bir yemekle başlatmayı severdi.
Yeni ortaklarını sert bir iş toplantısından ziyade rahat bir sos­
yal ortamda değerlendirmeyi tercih ederdi. Kırdar, Maurizio’yu
Harry’s Bar -gurme İtalyan mutfağı ve kaliteli hizmetleriyle bi­
linen zarif bir özel kulüp- adlı yere davet etti.
Harry’s Bar’ın abartısız lüksüyle -parke zeminler, yuvarlak
masalar, renkli kumaşlarla kaplı rahat sandalyeler ve yumuşak

208
Değişen Ortaklar

bir aydınlatma- etrafları çevrilmiş haldeki iki adam birbirini


inceledi. Kırdar ve Maurizio hemen birbirlerinden hoşlanmıştı.
Kırdar karşısında, aile şirketini yeniden canlandırma hayali ko­
nusunda hevesli, iyi niyetli ve heyecanlı otuz dokuz yaşında bir
adam görüyordu. Maurizio ise kendi planı olsa da risk almaya
istekli, elli yaşında zarif ve güven verici bir adamla karşılaşmıştı.
“Tam bir balayı gibiydi,” diye anımsıyordu Morante. “Birbiri-
lerine tamamen âşık olmuşlardı.”
Kırdar, Gucci vakasını Investcorp için en öncelikli proje ha­
line getirmiş ve Maurizio’ya yardım etmeleri için Dimitruk ve
Swanson’ı tam zamanlı olarak görevlendirmişti. Çok gizli tu­
tulması gereken Gucci projesine “Eyer” kod adını vermişler ve
şirket hesaplarını gözden geçirmeye başlamışlardı.
Dimitruk ve Svvanson, Maurizio’yla işbirliklerinin ilkelerini
ve önemli noktalarını belirleyen kısa ve öz bir anlaşma yaptı:
markayı yeniden canlandırma, profesyonel yöneticiler atama ve
şirket için birleşik bir hissedar tabanı oluşturma - iş dünyasında
bu, diğer aile üyelerinin hisselerini satın alma anlamına geliyor­
du. En sonunda, yeniden canlandırma işlemi tamamlandıktan
sonra Gucci’nin borsada yer alacağı olacağı konusunda anlaştı­
lar. “Eyer Anlaşması” olarak adlandırılmış olan bu birkaç sayfa,
olağanüstü bir iş ilişkisine dönecek şeyin temelini oluşturdu.
“Maurizio’nun isim değeri hakkındaki görüşlerine katılıyor­
duk. Özel olduğu ve yenilenmesi gerektiği konusundaki görüş­
lerine,” diye anımsıyordu Dimitruk. “Nemir’in tam desteğini
almıştım.” Investcorp, Maurizio’nun akrabalarından Gucci’nin
yüzde 50 hissesini almayı taahhüt etti.
“Tek yol vardı - kuzenlerin hisselerini almak,” diyordu Paul
Dimitruk. “Maurizio bir an bile bizim tereddüt ya da korku his­
settiğimizi görmedi. Sadece ısrarcı olacaktık. Sürekli iletişim
içinde kaldık.”
Maurizio çok mutluydu. “Pizza kardeşler’in bataklığından
çıkış yolunu bulduğunu düşünüyordu. Maurizio’nun Splendi-
de’deki sürgün merkezinde, Lugano Gölüne bakan bir süit da­
irede, Maurizio ve Morante, Maurizio’nun akrabalarına yanaş­

209
Gucci Hanedanı

mak için en iyi yolu belirlediler. Satın almaya Morgan Stanley


öncülük edecekti. Investcorp, yüzde 50 hissenin tamamının
elde edilebileceği netleşene kadar anonim kalmak istiyordu.
Maurizio, ilk olarak ahlaksız, kurnaz ve çıkarcı olarak gör­
düğü Paolo’ya yaklaşılması gerektiğini söyledi. Paolo bu bulma­
canın anahtarıydı çünkü sadece yüzde 3,3 hissesi vardı ve aileye
karşı en az sadık olan oydu. Paolo, kendisinin bir avuçluk hisse­
sinin bile Maurizio’yla diğerleri arasındaki yüzde 50’lik kördü­
ğümü çözeceğini biliyordu. Bu satışın kardeşlerini ve babasını
yaralayacağını da çok iyi biliyordu - ona şirket içinde önemli bir
konum vermeyi reddetmelerine karşılık tatlı bir intikam. Paolo
ayrıca Birleşik Devletler’de PG etiketi altında kendi işini kurma­
ya hazırlanıyordu ve paraya ihtiyacı vardı. Bu işlemin arkasın­
da Maurizio’nun olup olmadığını bilmek istemedi ya da bunu
umursamadı. Morante, Paolo’nun avukatlarından biri olan Car-
lo Sganzini’yle, Splendide’deki gölün karşısında, Lugano’da bir
ofiste bir görüşme ayarladı. Maurizio onları otel penceresinden
dürbünle izlediğini iddia etmişti. “Ona hiç inanmadım ama
hepsi bu dansın bir parçasıydı,” diyordu Morante.
Bir noktada, Paolo’yla yapılan müzakereler, avukatların
Paolo’nun Gucci işiyle rekabet edemeyeceğinden emin olmak
için koydukları bir madde yüzünden çıkmaza girdi. “Paolo so­
runlarıyla ilgili her şeyi geride bırakma yönünde büyük bir istek
vardı,” diye anımsıyordu Morante. “Taleplerimiz, Paolo’nun en
hassas noktasına dokunmuştu.”
Kendi adını kullanma özgürlüğünün sınırlanma girişimleri
karşısında öfkelenen Paolo sözleşmeyi aldı, havaya fırlattı ve
sayfalar Morgan Stanley’nin bankacıları ve avukatlarının etra­
fında uçuşurken sinirle dışarı fırladı. Morante, mutlu bir şekilde
anlaşmanın tamamlanmasını bekleyen Maurizio’ya rapor verdi.
Morante, bir sorun olduğunu söylediğinde Maurizio’nun
dostane coşkusunun şiddetli bir öfkeye dönüşmesini izledi; ağzı
ince bir çizgi haline gelmiş ve neşeli mavi gözleri buz kesmişti.
“Paul Dimitruk’a, bu anlaşmayı yapamazsa hayatının geri kalanı
boyunca onu dava edeceğimi söyle,” diye püskürdü Maurizio,
Morante şaşkınlık içinde geri çekilirken.

210
Değişen Ortaklar

“Anlaşmanın başarısız olmasına kızmakta kesinlikle haklıydı


ama o şeyleri söylemeye hiç hakkı yoktu. Çirkinleşmişti,” diyor­
du Morante. “Onun diğer yanını gördüğümü fark ettim - onun
bedeninde de o kavgacı genlerden vardı.”
Morante, Paolo’yla olan sorunu düzeltti ve Morgan Stanley,
Paolo’nun hisselerini 40 milyon dolara satın aldığında, 1987 yı­
lının Ekim ayında Gucci girişiminin önündeki ilk engeli temiz­
ledi. Paolo’nun avukatına da Investcorp’un o yılın başlarında sa­
tın aldığı lüks bir saatçi olan Bregeut’tan 55 bin dolarlık bir saat
verildi. Devirle ilgili belgeleri imzalamalarının ardından dışarı
çıkarlarken avukat, Svvanson’a döndü ve “Bilirsiniz, temsiller ve
taahhütler hakkında çok konuştuk ancak bu işlemi ikinci el ara­
ba galerisinden bir araba almak olarak düşünmenizi istiyorum
- ‘tüm riskler alıcıya aittir’,” dedi.
Svvanson şoke olmuştu. ‘“Tüm risk alıcıya aittir’ mi? Bunun
ne anlama gelmesi gerekiyordu?” diyecekti sonradan. “Az önce
milyonlarca dolar harcadık ve adam kalkıp ‘tüm risk alıcıya ait­
tir’ mi diyor yani?”
Paolo’nun satış kararı, Gucci tarihinde kritik bir dönüm
noktası olmuştu. En küçük hisseye -Gucci America’da yüzde
11,1, Guccio Gucci A.Ş.’de yüzde 3,3 ve Gucci’nin Fransa, Birleşik
Krallık, Japonya ve Hong Kong şirketlerinde çeşitli hisseler- sa­
hip olsa da aile kontrolünün kutsallığını kesin olarak parçalayan
kilit nokta Paolo olmuştu. Kararı, çoğunluk kontrolünü Mauri­
zio ve yeni finansal ortaklarına vererek babasını ve kardeşlerini
etkili bir şekilde sırtlarından bıçaklamıştı. Paolo’nun yaptığını
yapmaktan ya da kendi şirketlerinde azınlık hissedarları olarak
kalmaktan başka pek çareleri yoktu. Paolo, Maurizio’ya karşı
Aldo, Roberto ve Giorgio’nun yanında savaşmış olsa bile, kendi
babası ve kardeşleriyle arasındaki kopuş daha da derinleşti ve en
sonunda onlara sırtını döndü - onların da kendisine sırtlarını
döndüğünü hissediyordu.
Maurizio, Morgan Stanley ve Investcorp’la olan ittifakı saye­
sinde artık Gucci’nin çoğunluğunu elde etmişti. Aldo’nun Gucci
America savaşını da bitirme zamanı gelmişti. Aldo ve oğulları,

211
Gucci Hanedanı

1997 yılının Temmuz ayında, De Sole’ün yönetimine saldırarak


ve şirketin tasfiyesini isteyerek dava açmışlardı.
“Gerçek bir safkan yarış atı aldınız ve onu bir koşum atına
dönüştürdünüz,” diye yazmıştı o sırada Aldo, De Sole’e.
Maurizio artık yönetim kurulunu kontrol ettiğine göre, şir­
ketin çıkmaza girdiğini ve feshedilmesi gerektiğini söylemek
için bir sebep yoktu. O esnada Paolo, Gucci America’ya yönelik
suçlamalara verdiği desteği geri çekmişti.
Patton, Boggs & Blow şirketinde avukat olan ve sonradan
Maurizio’yu temsil eden Alan Tuttle, “Çok dramatik bir duruş­
maydı,” diye anımsıyordu. Tuttle ve ekibi, mülkiyet değişikli­
ğini New York Yüksek Mahkemesinde Yargıç Miriam Altman’a
sunduklarında, Aldo’nun avukatları karşı çıkmak için ayağa fır­
ladı ve yargıcın davayı düşürmesini engellemek için nafile bir
çabayla daha fazla zaman ve bilgi talep ettiler. Bu zamana kadar
bir Gucci davasını pek çok kez görmüş olan Yargıç Altman onla­
rı susturdu. “Gucci serisindeki her bir parçayı biliyorum ve her
portföyün getirisinin üçte ikisinin avukat ücretlerine gittiğini
de biliyorum. Ne olduğu çok açık,” dedi tokmağı vururken. “Sır­
tınızdan bıçaklandınız!”
Maurizio’nun, Paolo’nun hisselerini satın almış olmaktan
duyduğu sevinç ve Investcorp’la yeni ilişkisi, İtalya’da giderek
artan yasal sorun seli karşısında iyimserliğini artırdı. 14 Aralık
1987’de, bir Milano sulh yargıcı, Maurizio’nun Gucci hisse se­
netleri üzerinde Rodolfo’nun imzasını taklit ettiği iddiası üzeri­
ne bir dava açılmasını istedi. 1988 yılının Nisan ayında iddiana­
me iade edildi. Suçlamaya göre, Maurizio sadece imzaları taklit
etmekle kalmamıştı, aynı zamanda hükümete ödenmemiş ver­
gi ve para cezaları olarak toplamda 31 milyar liret (yaklaşık 24
milyon dolar) borcu vardı. 25 Ocak 1988’de Maurizio, Creole’ü
almak için ve 26 Şubat’ta da Cenevre’deki o güneşli akşamüstü
vardıkları anlaşma sebebiyle Paolo’ya ödediği iki milyon dolar
için yasadışı sermaye aktarımıyla suçlandı. Ancak temmuzda
işler Maurizio’nun lehine dönmeye başladı. Maurizio’nun avu­
katları, onun tutuklanma emrini çıkaran Milano sulh yargıç-

212
Değişen Ortaklar

lanyla bir anlaşmaya vardı. Geri dönmesi ve aleyhindeki suç­


lamalarla yüzleşmesi gerekiyordu ama hapse girmek zorunda
kalmayacaktı. Ekim ayında Maurizio, Rodolfo’nun imzasını
tahrif etme suçlamaları karşısında kendisini savunmak için bir
Milano mahkemesine çıktı. Maurizio ayağa kalktı ve babasının
vasiyetini sundu. 7 Kasım’da, Milano mahkemesi Maurizio’nun
babasının vasiyetindeki imzaları tahrif etme suçuyla bağlantılı
olarak vergi kaçakçılığından dolayı suçlu buldu, bir yıl ertelen­
miş hapis cezası verdi, ayrıca 31 milyar liretlik vergi ve para ce­
zalarım ödemesi gerektiğini söyledi. Avukatları hemen temyize
gitti ve Maurizio’nun hisseleri üzerinde oy hakkının da geri ve­
rildiği bir finansman anlaşması hazırladı. 28 Kasım’da bir Flo­
ransa mahkemesi, mali yasalarda yapılan bir reformun ardın­
dan sermaye aktarımı artık bir suç sayılmadığı için Maurizio’yu
döviz ihlallerinden beraat ettirdi. Maurizio yakalandığı ağdan
kaçış yolunu buluyordu.
O sırada ise Morante diğer kuzenlere geçmişti. O zaman
Paolo’nun kardeşleri Roberto ve Giorgio, Aldo’nun kendi his­
selerini 1985 yılında onlara aktarmasıyla birlikte, Guccio Guc­
ci A.Ş.’de yüzde 23,3’er hisseye sahipti. Ayrıca Gucci America’da
yüzde 11,1lik hisselere ve tıpkı Paolo gibi yurtdışmda işlem ya­
pan şirketlerin her birinde çeşitli azınlık hisseleri vardı. Aldo,
yurtdışı birimlerindeki hisselerine ek olarak Gucci America’da
yüzde 16,7’lik hisseyi elinde tutuyordu. Morante, Roberto
Gucci’yle, Gucci’nin göz korkutucu, ortalamanın üzerinde
zekâya sahip, karanlık, kültürlü ve Makyevalist bir kişiliğe sahip
Floransah avukatı Graziano Bianchi’nin fresklerle kaplı ofisinde
tanıştı. Morante, Brianchi gizli bir ses kayıt cihazı taşımadığın­
dan emin olmak için bizzat üstünü aradıktan sonra, Londra’dan
Morgan Stanley ile çalışan bir yatırım bankacısı olduğunu ve
onlarla konuşacak önemli iş meseleleri olduğunu açıkladı. Mo­
rante, Bianchi’nin görkemli ahşap masasının önündeki anti­
ka yüksek arkalıklı sandalyelerden birine oturdu, Roberto ise
ayakta kaldı. Morante hemen konuya girdi.
“Size Gucci şirketinin hissedar yapısında bir değişiklik oldu­

213
Gucci Hanedanı

ğunu söylemek için geldim,” dedi Morante. İki adam Morante’ye


hayretler içinde bakıyordu. “Morgan Stanley, Paolo Gucci’nin
hisselerini satın aldı.”
“Hehhhh, hehh,” dedi Bianchi, kulağa daha çok öksürük gibi
gelen kısa bir alaycı kahkaha atıp başından beri böyle bir şey
olacağından şüphelendiği izlenimini vererek.
Hâlâ ayakta duran Roberto donup kalmıştı.
Morante bu bilginin hazmedilmesi için bekledi.
“Ecco! Roberto!” diyen Bianchi’nin kaba sesi sessizliği böldü.
Morante’yi ona takdim ediyormuş gibi zarifçe elini salladı. “Yeni
hissedarımız!”
Morante’nin söyleyecek başka şeyleri daha vardı.
“Bugünkü ziyaretimin amacı sadece neler olduğu hakkında
size bilgi vermek değil, burada durmaya hiç niyetimiz olmadığı­
nı söylemektir. Şu anda anonim kalmak isteyen uluslararası bir
finansal yatırımcı adına çalışıyoruz. İlerlemeye kararlıyız.” İki
adamın yüzlerindeki ifadeleri incelerken duraksadı. Bianchi’nin
gözünde bir pırıltı vardı ve Morante, adamın hesap yapan zihni­
nin hızla çalıştığını söyleyebilirdi. Roberto, sanki içindeki tüm
hava çekilmiş gibi başka bir ahşap sandalyeye oturdu, yüzünde
acı vardı. Kardeşinin ihanetinden, Maurizio’nun galip gelme ih­
timalinden, kendi geleceği ve ailesinin geleceği için ortaya çıka­
cak sonuçlardan kaynaklanan bir acı.
Morante daha sonra aynı sunumu Giorgio Gucci’nin mu­
hasebecisi Annibale Viscomi’ye yaptığı Prato’ya uğradı. Ar­
dından babasının menajeri olarak çalışan Giorgio’nun oğlu
Alessandro’yla tanıştı. Morante iki kardeşle ayrı ayrı müzake­
relere başlamıştı.
Morgan Stanley, 1988 yılının Mart ayının başında Giorgio’yla
ve Mart ayının sonunda da Roberto’yla anlaşmaya vardı. Rober­
to, Maurizio’yla bir anlaşmaya varmak için son bir umutsuz
hamleyle yüzde 2,2’lik hissesini elinde tutmuştu - birlikte şir­
keti kontrol edebilirlerdi. Maurizio hayır dedi - kendini haliha­
zırda Investcorp’la uyumlu hale getirmişti.
Dış dünyada Gucci’de büyük bir şeyler olduğu hemen öğre­

214
Değişen Ortaklar

nildi. Gazeteciler her gün aradı ve gazeteleri Gucci’nin mülkiyet


yapısındaki değişimler hakkında spekülasyonlarda bulundu.
1988 yılının Nisan ayında, Morgan Stanley, Gucci’nin yüzde
47,8’lik hissesinin uluslararası bir yatırım grubu tarafından
alındığını doğruladı ama kimse gizemli alıcının kim olduğunu
bilmiyordu.
1988 yılının Haziran aynında, Investcorp ortaya çıkmaya
karar verdi ve Morgan Stanley’nin Gucci’nin “neredeyse yüz­
de 50’lik hissesini” satın aldığım ve Roberto Gucci’yle yüzde
2,2’lik hissesi için bir anlaşmaya varıldığını doğruladı. Rober­
to, Maurizio’yu kendisiyle bir anlaşma yapmaya ikna edeme­
yince bir sonraki yılın mart ayında teslim olmuştu. Bu olaylar
Roberto’yu çok üzmüş ve yaralamıştı. “Kendi annemi kaybet­
mek gibiydi,” dedi Roberto yıllar sonra.
Investcorp’un şimdi, Gucci America’daki yüzde 50’lik hisseyi
tamamlamak için Aldo’nun yüzde 17’lik hissesini alması gereki­
yordu. Paul Dimitruk, Morante’yi aradı. “Aldo’yla son hamleyi
yapma zamanı geldi,” dedi.
1989 yılının Ocak ayında Morante, Concorde ile Gucci’nin
Beşinci Cadde mağazasından çok uzakta olmayan Aldo’nun
dairesine gitmek üzere New York’ta uçtu. Gucci’nin yönetim
ofislerine girmesi yasaklanan Aldo, iş toplantıları için kendi
dairesini kullanıyordu. Morante akşamüstü ilerleyen saatler­
de oraya vardığında, Aldo kapıyı kendisi açtı ve zarif bir şekil­
de Morante’yi şık döşenmiş oturma odasına yönlendirdi. Yıllar
içinde duvarlar, Aldo’nun gülümseyerek başkanlar ve ünlülerle
fotoğraflarının yanı sıra, plaketler, sertifikalar ve Birleşik Dev­
letlerdeki başarılarının ispatı sembolik şehir anahtarlarından
oluşan bir mozaik haline gelmişti. Daha fazla hatıra, odanın
etrafındaki küçük masa ve sehpalarda sergileniyordu. Aldo,
Morante’ye kahve teklif etti ve hazırlamak için dışarı çıktı, o
sırada Morante ise Aldo’nun hikâyelerini anlatan hatırları in­
celiyordu.
“Aldo’nun, inanılmaz başarılar elde ettiği ancak mali siste­
mine hiçbir zaman uyum sağlayamadığı Birleşik Devletler’le ne

215
Gucci Hanedanı

kadar iyi bütünleştiğini görmek beni etkiledi,” diye anımsıyor­


du Morante. “Ülkenin kendisine sunduğu şöhreti ve cazibeyi
memnuniyetle karşılamış ama oyun kurallarını kabul etmemiş­
ti - ve sonradan bunun bedelini pahalıya ödemişti.”
Morante’nin neden geldiğini bilen Aldo, toplantıları için
kusursuz bir şekilde giyinmiş, yatırım bankacısını karizması
ve tarzıyla etkilemeye özen göstermişti. Morante’yle arkadaşça
oturmuş, ona hikâyesinden -mağaza açılışları, ürünler, hayır
işleri, ödüller- bahsetmiş, bir kediyi anımsatacak şekilde ka­
lın gözlüklerinin ardından mavi gözleriyle zaman zaman giz­
lice Morante’ye bakmıştı. Sohbette baskın gelmiş ve Morante,
Aldo’nun İtalyanların fascino dediği cazibeye gerçekten sahip -
ve bunu göstermeye hevesli- olduğunu düşünmeden edemedi.
Morante, Maurizio’nun hikâye anlatma becerisini, coşkusunu
ve kısa öykülerini nereden aldığını anlamıştı. Saatler geçerken
Morante dinledi.
Aldo konuşmasını bitirince Morante’nin gözlerinin içine
baktı. “Şimdi neden geldiğiniz hakkında konuşabiliriz,” dedi.
Aldo satmaktan başka seçeneği olmadığını biliyordu, oğul­
ları -ölümünden çok önce hisselerini cömert bir şekilde dev­
rettiği oğulları- çoktan Gucci’nin kapısından çıkıp gitmişti;
kendisinin de yapabileceği tek şey onları takip etmekti. Gucci
America’da yüzde 17’lik hissesiyle Aldo’nun artık şirket işleri
üzerinde hiçbir yetkisi yoktu ve zarif tonu aniden öfkeli bir hale
geldi.
“Emin olmak istediğim tek şey benim bischero yeğenimin bu
işte hiçbir parmağı olmadığıdır!” dedi Aldo. “Eğer o kazanırsa
bu benim yaratmış olduğum her şeyin sonu olur! Aramızda ya­
şanan her şeye rağmen Maurizio’yu hâlâ umursuyorum ancak
sizi uyarıyorum, Gucci adını taşıyacak kumaş onda yok. Şirketi
ileri taşıyacak beceriye sahip değili”
Morante, Aldo’ya uluslararası bir yatırım kurumuyla çalış­
tığı konusunda garanti verdi ve Aldo’yu genişletilmiş bir danış­
manlık sözleşmesi kapsamında birkaç yıl daha işin içinde tutma
teklifini askıya aldı.

216
Değişen Ortaklar

“Maçı kaybettiğini ve pazarlık edecek çok az şeyi olduğunu


biliyordu ama onurunu ve bir şekilde bu işteki rolünü koruma
düşüncesi onun için ölüm kahm meselesiydi,” diyordu Morante
daha sonra. “İçimde hisselerini tamamen satarsa öleceğine dair
rahatsız edici bir his vardı. Sanki kendinden bir parça koparıyor
gibiydi. Ve o anda, kendisine yaptıkları yüzünden çocukların­
dan nefret ediyordu. Onlara verdiği onca şeyden sonra elinde
hiçbir şey kalmamıştı.”
1989 yılının Nisan ayında, Investcorp, Rick Swanson’ı
Aldo’yla anlaşmayı tamamlaması için Cenevre’ye gönderdi. Bu
işlem, yatırım bankacılığı tarihindeki en uzun, en karmaşık ve
en gizli satın alma zincirinden biri olan on sekiz aylık bir süre­
cin sonunu getirmişti.
“Mucizevi bir şekilde, en sonuna kadar hiçkimse kim olduğu­
muzu anlamadı,” diye anımsıyordu Svvanson. “Bir buçuk yıldan
daha uzun bir süre boyunca avukatlar, bankacılar, ticaret uz­
manları - aklınıza gelebilecek herkes bizimle çalıştı. Normalde,
İtalya’da hapşırsanız bile bütün dünyanın bundan haberi olur­
du!” Bir noktada, Investcorp kuzenlerden biriyle başka bir hisse
bloğunu bağlamaya yakınken yan odada 60 Minutes’ten bir ekip
Maurizio’yla röportaj yapıyor ve Gucci’yi kimin almış olabile­
ceği hakkında spekülasyonlar üretiyordu - hepsi Hanedan’m
jenerik müziğine uygundu.
Investcorp’un Gucci’nin yüzde 50 hissesini satın alması, ai­
lenin sahip olduğu şirketin tarihinde başka bir dönüm noktası
olmuştu. Guccio Gucci küçük işine başladığı zamandan beri ilk
kez bir yabancı, aile şirketinde bu kadar önemli bir hisseye sa­
hip oluyordu. Hepsinden önemlisi de, Investcorp’un bir birey
değil, yatırımcıları için başarılı gelirler elde etme niyetinde olan
tecrübeli ve duygularıyla hareket etmeyen bir finans kurumu
olmasıydı - gerçi diğer birçok kurumun olabileceğinden daha
sabırlı ve anlayışlı olabileceklerini kanıtlayacaklardı.
Aldo’yla son görüşme Cenevre’deki avukatların ofislerinde
gerçekleşti. Investcorp’takiler, bu uzun yolculuklarının nihayet
sonuna geldiklerine inanamıyorlardı. Gergin bir şekilde en kötü

217
Gucci Hanedanı

senaryoyu düşünmüşlerdi: Ya parayı Aldo’nun hesabına havale


ederler ama sonra Aldo ve avukatları bankacıları eli boş bıraka­
rak hisse senetlerini alıp kaçarsa?
Investcorp ekibi toplantı masasının bir tarafına, Aldo ve
avukatları da diğer tarafına dizilmişti. Hisse senetleri Aldo’nun
önünde duruyordu. Tüm grup, bankanın arayarak fonların geç­
miş olduğunu söylemesini bekliyordu.
“Çok garipti, her şey müzakere edilmiş ve her şey imzalan­
mıştı, gerçekten konuşacak başka bir şey kalmamıştı ve hepimiz
sessizce oturup telefonun çalmasını bekliyorduk,” diye anımsı­
yordu Svvanson.
Telefon nihayet çaldığında herkes yerinden sıçradı. Svvan­
son ahizeyi kaldırdı. “Tamam, para geçmiş, demek için telefonu
kapattığımda, Aldo da ayağa kalkmak için sandalyesinde kıpır­
dandı ve bizim avukatlarımız da hisseleri almak için masanın
üzerine atladılar. Çok gergindik!”
Aldo elinde hisselerle şaşkınlık içinde gözlerini kırpıştırdı.
Sonra ayağa kalktı, Paul Dimitruk’a doğru yürüdü ve nazik bir
şekilde hisseleri ona verdi.
“Bu Guccilerin hepsi gerçekten birer oyuncuydu, terledik­
lerini asla göstermezlerdi,” diye anımsıyordu Svvanson. Ger­
ginlik, bir şampanya mantarının patlama sesi ve Dimitruk’un
Aldo’nun mirası ve inşa ettikleri hakkında yaptığı kısa bir ko­
nuşmayla çözüldü. Sonra Aldo kendi konuşmasını yaptı, göz­
yaşlarını tutamadığı için bocalıyordu. “Her şey çok üzücüydü,”
diyordu Svvanson.
Aldo’nun uğruna çalıştığı her şey sona ermişti. Seksen dört
yaşında, kurduğu imparatorluğun son kalan parçasını da bir fi-
nans kurumuna satarak Gucci’nin kapısından çıkıp giden oğul­
larını takip etmişti.
“İşimiz bittiğinde öylece durduk ve kimse ne diyeceğini
bilmiyordu, garip bir sessizlik vardı,” diyordu Svvanson. Sonra
Aldo kaşmir paltosunu giydi ve fötr şapkasını taktı, danışman­
ları da paltolarını giydi ve herkes el sıkıştıktan sonra kapıdan
çıkarak soğuk Cenevre gecesine karıştılar. Yaklaşık otuz saniye

218
Değişen Ortaklar

sonra, Aldo tekrar kapıdan içeri girdi, -nihai aşağılama olarak-


taksisi gelmemişti.
İki gün sonra Aldo, Svvanson’a bu son görüşmeye katılmak
için yaptığı seyahatin ve kaldığı otelin faturalarını gönderdi.
“Bu tam bir Gucci hareketiydi,” diyordu Svvanson gülerek.

219
10

Amerikalılar

1989 yılının Haziran ayının sıcak bir sabahında, Maurizio, top­


lantıları için New York’taki Hotel Pierre’de özel olarak tuttuğu
bir süit odada Bergdorf Goodman’ın başkanı Dawn Mello’yu
ağırladı.
“Bayan Mello! Sizi gördüğüme çok memnun oldum,” dedi
Maurizio kibar bir tavırla, onu odaya davet edip rahat koltuğu
işaret ederken kendisi de sol tarafındaki berjere birine yerleşti.
Pencereden gelen ışık Maurizio’nun arkasından süzülüyordu.
Maurizio haftalardır onu arıyordu ancak kadın bir hafta öncesi­
ne kadar bu aramalarına cevap vermemişti. Maurizio, Mello’dan
Gucci hayalini gerçekleştirmesi için yardım etmesini istemiş ve
“Akrabalarım bu markayı yerle bir etti ve ben onu geri getirece­
ğim,” demişti. Mello dikkatle dinlemiş, akıcı ancak çok hafif bir
aksanla konuştuğu İngilizcesinden etkilenmişti.
Dawn Mello, saygın ama durgun haldeki Bergdorf
Goodman’ı yeniden canlandırması sebebiyle ABD perakende
piyasasında bir yıldız haline gelmişti. Maurizio, onu ikna etme­
nin zor olacağını biliyordu, ne var ki kararlıydı.

Beşinci Caddenin batı tarafında, Elli Yedinci ve Elli Sekizinci so­


kaklar arasında yer alan Bergdorf Goodman, 1901 yılında Edwin

220
Amerikalılar

Goodman ve Herman Bergdorf adında iki tüccar tarafından ku­


rulmuştu. Yıllar içinde mağaza dünyanın en şık ve pahalı kadın
mağazalarından biri olarak itibar kazanmıştı, ancak yetmişlerin
ortalarından itibaren bu itibar düşmeye başladı. Goodman’m
oğlu Andrevv mağazayı 1972 yılında Carter-Hawley-Hale adında
üçlü bir ortağa satmıştı. Düşüşü tersine çevirmek için 1975 yı­
lında yeni sahipler, kariyerine on yedi yaşında Bonvvit Teller’da
kapıcı olarak başlamış, B. Akmandan uzun boylu, tatlı dilli de­
neyimli bir perakende yöneticisi olan İra Niemark’ı işe aldılar.
Niemark beraberinde Dawn Mello’yu da getirdi.
“Bergdorf Goodman, sahipleriyle birlikte yaşlanmış bir ma­
ğazaydı,” diye anımsıyordu Mello. “Müşteriler ortalama altmış
yaşındaydı ve çok muhafazakârlardı. Mağazanın imajı o kadar
sıkıcıydı ki ne Fransız ne de Amerikalı tasarımcılar bizimle satış
yapardı!”
Mello, B. Altman’da moda direktörü olarak kazandığı dene­
yimlerden, İtalya’dan Fendi, Missoni, Krizia ve Basile gibi isim­
lerin ön plana çıkmaya başladığını biliyordu. Genç Gianni Ver-
sace, kuzey İtalya’da Zamasport adında bir giyim üreticisi için
yaratılan Callaghan adındaki marka için yaptığı tasarımlarla
dikkatleri üzerine çekmişti.
“İtalyan koleksiyonlarını satın almaya başladık,” diye anımsı­
yordu Mello ve aynı zamanda Bergdorf Goodman’m dekorunu,
lüks ama yine de ev hissi verecek şekilde yeniden tasarlamışlar­
dı. Eski Sherry Netherland Hotel’den kalmış antika kristal bir
avize, şimdi giriş holünde, yeni bir İtalyan kakma mermerden
yapılmış zeminin üzerinde asılı duruyor ve mağazanın her ta­
rafında bulunan kristal vazolara her gün taze çiçekler yerleştiri­
liyordu. 1981 yılına gelindiğinde, Bergdorf, İtalya ve Fransa’dan,
içlerinde Yves Saint Luarent ve Chanel’in de bulunduğu en iyi
tasarımcı isimleri bünyesine almıştı. Bergdorf Goodman’m so­
luk mor renkli alışveriş çantaları bile statü sembolü olmuş ve
sosyete kadınları, rock yıldızları ile prensesler tarafından taşınır
olmuştu. Doksanların başında Yves Saint Luarent’nin adı ışıl­
tısını kaybetmeye başladığında Bergdorf tasarımcıyla çalışmayı

221
Gucci Hanedanı

cesurca bırakmıştı, bu mağazanın ne kadar ilerlediğini gösteren


bir adımdı. “Yalnızca bir tane New York Şehir Bale Salonu, bir
Metropolitan Operası, bir New York Borsası, bir Madison Squa-
re Garden, bir Modern Sanatlar Müzesi ve bir tane de Bergdorf
Goodman vardır,” yazmıştı Town & Country dergisi 1985 yılında.
Maurizio, Mello’dan Bergdorf için ne yaptıysa Gucci içinde
aynısını yapmasını istemişti. Yıllar önce Aldo onu Gucci için
doğru zekâ ve tarz dengesine sahip bir kadın olarak tanımlamış
ve birkaç kez işe almaya çalışmıştı ama Mello onu sürekli geri
çevirmişti.
Maurizio, Mello’yu ilk kez 1989 yılının Mayıs ayının sonla­
rında aramaya başlamıştı. Gucci hisselerinin tam kontrolünü
yakın zaman önce eline geçirmişti ve Investcorp’la ittifakı sa­
yesinde 27 Mayıs 1989 tarihinde Gucci başkanlığına oybirliğiyle
tekrardan seçilmişti. Mello aramalarına cevap vermeyince onu
araması için ortak bir tanıdıklarını, Wall Street perakende ana­
listi Walter Loeb’i kullandı.
“Maurizio Gucci seninle konuşmak için can atıyor,” demişti
Loeb, “neden ona cevap vermiyorsun?”
“Gerçekten ilgilenmiyorum,” diye yanıtlamıştı Mello. “Ma­
ğazamı seviyorum. Buradan ayrılmak istemiyorum. Onun için
ne yapabilirim ki?” 1983 yılının Kasım ayında, Beşinci Cadde’den
Central Parka bakan panoramik bir pencereye sahip mükem­
mel bir ofis de dahil olmak üzere, pozisyonun getirdiği tüm
avantajlarla birlikte, başkanlık koltuğuna terfi etmişti. Mello,
Amerikan lüks perakendeciliği dünyasında zirveye ulaşmıştı ve
bütün bunlardan bir İtalyan işinsanı için vazgeçecek değildi - o
insanın adı Gucci olsa bile.
“Bunu bana bir iyilik olarak yap, benim için onunla konuş­
maya git,” diye yalvarmıştı Loeb ona. Mello kabul etti.
Mello, Bergdorf’un üstündeki ofisinden Hotel Pierre’i gö­
rebiliyordu. O sabah Maurizio’yla olan randevusuna gitmeden
önce pencerede birkaç dakika oyalanmış, Pierre’in ön kapısı­
nın üzerindeki kubbeli kanopiye bakmıştı. Sonra hızla döndü,
merdivenlerden aşağıya indi ve Bergdorf’un döner kapılarından

222
Amerikalılar

çıkıp kendini mevsim için normal olmayan bir sıcaklık patlama­


sına attı. Elli Sekizinci Sokak ile Beşinci Cadde’nin köşesinde
sabırsızca ışığın değişmesini beklerken güneş bunaltıyordu. Ta­
kım elbisesindeki olmayan iplik parçalarını temizledi ve rahat­
sız olmuş şekilde saatine baktı. “Bu benim için zaman kaybı,”
diye düşündü ters ters. Ofiste yapacak çok işi vardı ve öğleden
sonraki ürün toplantısından önce bazı yazışmaları tamamlama­
yı umuyordu. Gucci’yle görüşmeyi kabul etmemiş olmayı diledi.
İşık değişti ve sokağın karşısına geçti, dudakları sımsıkı kapan­
mıştı.
Mello, Boston’ın kuzeyindeki küçük bir sanayi kasabası olan
Lynn, Massachusets’ten geliyordu. Çok küçük yaşlarından beri
elbiselere, kâğıt bebekleri için elbiseler kesmeye ve annesinin
kıyafetlerini giyip oyunlar oynamaya bayılırdı. Boston’da, artık
var olmayan Modern Moda ve Tasarım Okulunda illüstrasyon
eğitimi aldı ve geceleri de Boston Güzel Sanatlar Müzesinde
çizim ile boyama derslerine katıldı. Ancak bir araba kazasında
elini incittikten sonra geliştirmek için çok çalıştığı becerisini
devam ettiremeyeceğini fark etti. Yirmi yaşma gelmeden önce
modellik yapmaya başladığı New York’a gitti. Ancak çekici yüzü
ve neredeyse bir seksenlik fidan gibi boyunun getirdiği başa­
rıya rağmen bu işi yorucu bulmuştu. Daha fazlasını istiyordu.
Yaşı hakkında yalan söyledi ve ülke çapındaki uzun boylu ka­
dınlara perakende giyim satışı yapmak üzere Lane Bryant’m bir
bölümünde açılmış bir mağaza zinciri olan Över 5’7” Shops’ta
kendine bir iş buldu. Boston’daki bir eğitim programını tamam­
ladıktan sonra işe başladı.
“Büyük bir maceraydı,” diyordu Mello. “New York’taki kısa
süreli o deneyim dışında hiç Boston dışına çıkmamıştım. Küçük
bir maaşım ve çok küçük bir masraf hesabım vardı ancak doğru
iz üzerinde olduğumu biliyordum.”
Mello daha sonra B. Akmandaki eğitim departmanına geçti
ve orada bir pozisyon açılmasını bekledi. O yıllarda, B. Altman,
Otuz Dördüncü Sokak ve Beşinci Cadde’deki bütün bir bloğu
kaplayan eski, büyük bir mağazaydı. O zamanların Harrods of

223
Gucci Hanedanı

Manhattan’ı olarak kabul edilen üst sınıf bir mağaza olan B.


Altman’ın kaliteli ürünleri ve sadık takipçileri vardı. Mello’nun
beklediği an, 1955 yılında, Glamour dergisinin göz alıcı ve yete­
nekli eski editörü Betty Dorso’nun moda direktörü olarak işe
başlamasıyla geldi. Dorso eski bir kapak kızıydı ve Mello’yu asis­
tanı olarak yanma aldı.
“Ondan tarzın ne demek olduğunu öğrendim,” diyordu Mel­
lo. “Chanel’i seviyor ve hırkalar, ipek gömlekler ve pileli etek­
ler giyiyordu - onun zamanı için çok modern şeylerdi bunlar.
Onun üzerindekilerin daha ucuz versiyonlarını giyerek ve aynı
kalça hareketini yaparak onun arkasından yürürdüm.”
Mello, Avrupa modasını ilk kez Dorso, Paris’teki moda şov­
larından elbiseler getirdiğinde ve mağaza bunları Yedinci Cad-
de’deki üreticilere kopyalattığı zaman görmüştü. O günlerde,
Balenciaga, Yves Saint Laurent, Balmain ve Nina Ricci gibi mo­
dacılar Paris moda şovlarında özel tasarımlar sergiliyordu ama
hazır giyim üreticileri henüz ortaya çıkmamıştı. “Modacılarla
hazır giyim üreticileri arasında derin bir uçurum vardı,” diye
anımsıyordu Mello.
O sıralar, birkaç tasarımcı New York’ta çalışmaya başlamıştı.
Claire McCardell, Pauline Trigere, Ceil Chapman ve diğerleri
yeni bir faaliyet alanı bulmuşlardı. Bir Geoffrey Beene’nin ilk
örneklerinden biri Traina-Norell için tasarlanmış, Bili Blass ise
Maurice Rentner için çalışmıştı ancak o günlerde üretici hâlâ
tasarımcıdan çok daha fazla öneme sahipti.
1960 yılında, May Department Stores Company, Mello’yu
moda direktörü olarak işe aldı. Sonraki on bir yıl içinde, genel
mal müdürlüğü ve başkan yardımcılığı görevlerine terfi ettiler.
“Orada işin temellerini, basamakları birer birer çıkmak ge­
rektiğini öğrendim,” diyordu Mello. Sonra şirketin başkanı Lee
Abraham’a âşık oldu ve onunla evlendi.
“Ya işten ayrılmak ya da eşimin emrinde çalışmak zorunday­
dım,” diye anımsıyordu pişmanlıkla. 1971 yılında, İra Neimark
onu moda direktörü olarak işe alınca B. Altman’a geri döndü.
Neimark da May Company için çalışmıştı ve Mello’nun çalış-

224
Amerikalılar

malarına aşinaydı. Yakın ve başarılı bir ekip oldular; Neimark


başarılı bir tüccardı ve Mello’nun da Neimark tarafından teşvik
edilen bir yaratıcılık ve tarz duygusu vardı. “Onlar yenilmez bir
ikiliydi,” diye anımsıyordu Neiman Marcus’un kıdemli başkan
yardımcısı ve moda direktörü Joan Kaner.
Erkeklerin dünyasında bir kadın olarak Mello, tarzından ya
da görgüsünden ödün vermeden katı olmayı öğrenmişti. Utan­
gaç ama kararlı olan Mello, insanlara genelde kibar ve mesafeli
davranırdı. Ancak yüzeyde görünenin arkasına geçmeyi başa­
ranlar -özellikle de kendisinin teşvik ettiği ve terfi ettirdiği ye­
tenekli genç insanlar- karşılarında samimi ve destekleyici bir
dost bulurlardı.
Mello, perakendecilik dünyasında sadece üst düzey bir
pozisyona sahip bir kadın olduğu için değil, yaratıcı ve moda
odaklı yaklaşımı sayesinde öne çıkmıştı. “Kendi moda anlayı­
şımı geliştirmem konusunda beni cesaretlendiren insanlarla
tanıştığım için şanslıydım,” diyordu Mello. “Ortalama bir alıcı,
mağazalarındaki hangi ürünleri hangi fiyattan satabileceği ko­
nusunda endişelenirken ben daha yaratıcı düzeyde çalışmalar
yapabiliyordum.”
Kaliteli, şık ürünler için bir göz ve yaklaşan moda trendleri
içinse bir burun geliştirmişti. Yeni yeni ortaya çıkan işleri ve ta­
sarım yetenekleri belirleme konusunda vızır vızır çalışan Mello,
çalıştığı mağazaya pek çok yeni isim getirdi. New York’un en
iyi perakendecileri arasındaki sert rekabete ayak uydurmak için
sıkı pazarlıklar yaptı ve mümkün olan her yerde özel sözleşme­
lerin peşinden koştu. Mello’nun yolu Bergdorf’Ia kesiştiğinde,
uluslararası moda dünyasında sadece tasarımcılar ve tanıdığı
diğer perakendeciler arasında değil, aynı amanda en iyi moda
dergilerinin yazar ve editörlerinin gözünde de çok önemli bir
yere sahipti.

“Gucci, gençliğinde sahip olduğu imajı yeniden yakalamalı,” di­


yordu Maurizio, koltukta oturup kendisini dinleyen Mello’ya.
“Son birkaç yılda Gucci prestijini kaybetti. Altmışlı ve yetmişli

225
Gucci Hanedanı

yıllarda sahip olduğu cazibeyi geri getirmek istiyorum; tüketi­


cilerin güvenini geri kazanmak istiyorum; o heyecanı yeniden
yaratmak istiyorum.”
Mello, Gucci’nin o görkemli günlerini çok iyi hatırlıyordu.
Lane Bryant için çalışan genç bir kadın olarak, ilk Gucci çan­
tasını almak için bütün hafta maaşını biriktirmişti: o zamanlar
altmış dolar olan, kahverengi domuz derisinden süet bir hobo
çanta.
İnsanların, öğle yemeğinden sonra açılmasını beklemek
üzere Beşinci Cadde’deki mağazanın önünde sıraya girdikleri
dönemi de hatırlıyordu. Maurizio’nun sıcak, hevesli ve heye­
canlı yaklaşımı karşısında çekinceleri ortadan kalkmaya baş­
ladı. Maurizio konuştukça Mello telefon görüşmelerini, yazıl­
mayı bekleyen notlan, öğleden sonraki toplantıyı ve Central
Parka bakan köşe ofisini unutmuştu. Maurizio’nun söyledik­
leri karşısında önce kendinden geçmiş, sonra heyecanlanmıştı
ve Maurizio’nun ne yapmak istediğini hemen anlamıştı. Gucci
adı itibar kaybetmişti. Üzerinde birbirine geçmiş G’lerin oldu­
ğu kanvas çantalar her yerdeydi. 1980’lerin sonuna gelindiğinde
Gucci spor ayakkabıları uyuşturucu satıcıları için bir statü sem­
bolü haline bile gelmişti; rap şarkıcıları popüler bir melodiyle
Gucci hakkında şarkılar söylüyordu. Maurizio geçmişi silmek
ve Gucci’nin lüks, kalite ve tarz sembolü olduğu eski görkemli
günleri geri getirmek istiyordu.
“Gucci’nin zirvedeyken nasıl olduğunu bilen birine ihtiya­
cım var, yeniden öyle olabileceğine inanan, bu işin neyle ilgili
olduğunu bilen birine. Sana ihtiyacım var!” dedi Maurizio, içten
bir şekilde Mello’nun gözlerine bakarak.
Mello, iki buçuk saatin sonunda Pierre’den çıkıp haziran sı­
caklarına geri döndüğünde başı dönüyordu. Toplantısını kaçır­
mıştı ve alışılmadık bir biçimde bunu umursamıyordu.
“Hayatımın değiştiğini hissediyordum,” diyordu Mello. Mau­
rizio, yeni Gucci’yi yaratması için ondan yardım istemişti.
Maurizio’nun Mello’yla flört ettiği haberinin New York de­
dikodu kazanını sallaması çok uzun sürmemişti ve Domenico

226
Amerikalılar

De Sole, çalışanlarından ve New York perakende modacılığı


topluluğundan, bu hikâyelerin doğru olup olmadığını sorgula­
yan telefonlar almaya başlamıştı. Maurizio, De Sole ile Mello
hakkında konuşmamakla kalmamış, De Sole bu konuyu sormak
için aradığında söylentileri de reddetmişti. De Sole, görev bilin­
ciyle, kendisini arayanlara söylentilerin doğru olmadığını söyle­
di - ancak kısa bir süre sonra söylentilerin doğru olduğunu ve
Maurizio’nun ona hiçbir şey anlatmadığını keşfedecekti.
Maurizio’nun kendisine bu şekilde davranmasından dolayı
üzülen De Sole, ayrılmayı teklif etti - her zaman Washington,
D.C.’deki avukatlık mesleğine geri dönebilirdi. Maurizio, De
Sole’ün istifasını reddetti ve ondan Gucci America’daki işine
devam etmesini istedi.
“Maurizio’yla olan ilişkimi anlamak için önemli bir husus,
Maurizio’nun gücünün tadını çıkarmaya başlamış olmasıdır,”
diye anımsıyordu De Sole. “Bütün hayatı boyunca itilip kakıl­
mıştı - önce babası, sonra eşi ve sonra da onu sürgüne gitmek
zorunda bırakan akrabaları tarafından. Sonra birden geri dön­
müş ve Gucci’nin CEO’su olmuştu. Investcorp, Dawn Mello ve
diğerleri ona saygı gösteriyordu - yenilmez olduğunu düşünü­
yordu. Ben onu rahatsız ediyordum. [Aldo’yla] savaşın kahra­
manı bendim. Ben bir avukattım. Ona saygılı davranıyordum
ama ona ne hayranlık duyuyor ne de ondan korkuyordum. Ona
boyun eğmeyen tek kişi bendim. ‘Toptan satışı durduralım,’ de­
diğinde ben ona ‘Bunu yapmak istediğine emin misin? Bu, bir­
çok işi temsil ediyor. Bunu yapacak paramız var mı?’ diyordum.
Para kavramını hiçbir zaman anlayamamıştı.”
De Sole, Gucci America’daki görevine devam etti ve Davvn
Mello, 1989 yılının Ekim ayında, o zamanlar aldığının iki katı
kadar bir maaş ve içinde New York ve Milano’da lüks daireler,
gidiş geliş Concorde uçuşları ve kişisel bir araba ile şoförü ba­
rındıran, toplam maliyeti bir milyon dolardan fazla eden bir
fırsat paketiyle birlikte, Gucci’nin yeni kreatif direktörü olarak
İtalya’ya taşındı. Mello haberi New York moda dünyasında bir
sansasyon yarattı.

227
Gucci Hanedanı

“Gucci’nin o kadar prestij sahibi Amerikalı bir kadını işe al­


mak için inisiyatif alması işte bu tüm gözleri ona çevirdi,” di­
yordu Saks Fifth Avenue’nün kıdemli başkan yardımcısı ve sa­
tmalına genel müdürü Gail Pisano. “Bir vizyonu, mağazacılık
geçmişi, moda tutkusu vardı ve New York müşterisini anlıyor­
du. Onun sayesinde, Burt Tansky, Marie Bravo ve Philip Miller
gibi üst düzey tüccarlar dikkat kesilmeye başladı. Bir şeylerin eli
kulağında olduğu çok açıktı.”
Bazıları, çılgın ve tahmin edilemez durumdaki Gucci ailesi­
ne katılmak için New York’taki mükemmel konumunu bıraktığı
için Mello’nun delirdiğini düşünüyordu.
“İşleri asla tersine çeviremez,” demişti ismi açıklanmayan bir
New York perakende yöneticisi Time dergisine. “İsim tamamen
dibe vurmuş durumda.”
Mello’nun Gucci’ye geçişi, 1980’lerin sonu ve 1990’larm ba­
şında, Avrupah moda evlerinin artan bir şekilde Amerikalı ve İn­
giliz tasarım yeteneklerini aradığı bir dalganın başlangıcı oldu.
Genç bir İngiliz tasarım İkilisi olan Alan Cleaver ve Keith Varty,
Adriyatik kıyısındaki Ancona’da bulunan İtalya’nın Genny A.Ş.
gurubunun popüler bir markası olan Byblos’ta modaya uygun
ve neşeli tarzlar yaratmaya çoktan başlamışlardı. Sonraki on yıl­
da, Amerikalı tasarımcı Rebecca Moses, Genny’nin imza mar­
kası için işe alınmıştı, birkaç yıl sonraysa İngiliz tasarımcı Ric-
hard Tyler, Byblos’ta Cleaver ve Varty’nin yerini alacaktı. Yine
Adriyatik’te bulunan Cattolica’dan Gerani ailesi markaları için
Amerikalı tasarımcılar Marc Jacobs ve Anna Sui’yle sözleşme
imzalarken, Ferragamo ise giyim serisini yenilemek için Step-
hen Slovvik’e başvurmuştu. Perde arkasında, Prada, Versace, Ar-
mani ve diğerleri, kendi tasarım ekipleri için ABD ve İngiltere
tasarım okullarından mezun olmuş kişileri topladı ve Belçika
tasarım okullarından yeni yeni çıkmaya başlayan yetenekler de
fark edilmeye başlandı.
Gucci’de Mello, diğer genç yetenekleri çeken bir mıknatıs
haline geldi. Geoffrey Beene’den, satın alma ve aksesuar geçmi­
şine sahip ve ayrıca Barney’nin ürün geliştirme biriminde de ça­

228
Amerikalılar

lışmış, Richard Lambertson adlı New Yorklu genç bir tasarım­


cıyı işe aldı. Bugün Gucci’de kreatif hizmetler direktörü olan
David Bamber, Mello onu aradığında Calvin Klein için mutlu
bir şekilde çalıştığını anımsıyordu.
“Yer değiştirmeyi düşünmüyordum,” diyordu Bamber. “An­
cak Davvn’la ilk görüşmemizde bana Gucci’de gerçekleştirme­
ye çalıştığı bütün süreçten bahsetti. Ondan çok etkilendim ve
kendi kendime bu ciddi bir şey olmalı diye düşündüm.” Birkaç
ay sonra, büyüyen tasarım ekibine katılmak üzere Milano’ya ta­
şınmıştı.
Ancak Mello’nun Gucci’ye gelişi zorluydu. Maurizio -ken­
dinden beklendiği üzere- çoğu Gucci çalışanına Mello’nun gel­
diğini söylememişti. Özellikle de giysi tasarım ekibini yöneten
Brenda Azario’ya söylememişti. Maurizio, İsviçre’ye kaçtığında
yeni sorumluluğuna cesaret ve kararlılıkla yaklaşan Azario, tüm
Gucci koleksiyonlarının koordinasyonu işini üstlenmişti. Mello
o sabah geldiğinde, Azario öğleden sonra gözyaşları içinde ay­
rıldı.
“Dawn Mello’nun Amerikalı olması ya da İtalyanca konuş­
muyor olması o kadar da önemli değildi,” diyordu Rita Cimino,
“önemli olan, Maurizio’nun onu sunma şekliydi, daha doğrusu
sunmamış olmasıydı. Ayrıca bu da yetmezmiş gibi, Maurizio
onu tedarikçilerimizden bazılarını ziyaret etmeye teşvik etmişti
ve bu tedarikçiler hemen bizi arayıp neler olduğunu sordu. Hoş
bir durum değildi.”
Maurizio en sonunda, Dawn Mello’yu onlara takdim etmek
için Floransa’daki tüm çalışanları bir araya topladı. O âna ka­
dar hepsi endişeyle dolup taşmıştı. Gürlemeler, mırıldanmalar
ve sessiz olma çağrıları arasında birisi ayağa kalktı ve “Şu anda
neden sizi dinlemek zorunda olduğumuzu bilmek istiyorum,”
diye yakındı bir işçi. “Önce bir ‘öğretmendi,’” dedi Floransah iş­
çilerin mahkeme tarafından atanmış başkan olan Martellini’ye
taktıkları lakabı söyleyerek, “ve şimdi de New York’tan gelen
Amerikalı bir sinyora.” Lafını bitirmeden önce iş arkadaşları ta­
rafından susturuldu ve oturması istendi.

229
Gucci Hanedanı

Mello’yu Gucci’ye getirme darbesi konusunda heyecanlı ve


onun cesaretinin kırılmaması konusunda gergin olan Maurizio
onunla çok iyi şekilde ilgilendi. Milano’nun Giorgio Armani’nin
bahçesine bakan şık Brera’da ona güzel bir daire döşedi ve onu
düzenli olarak şehrin en iyi restoranlarında öğle yemeklerine
çıkardı.
Maurizio, Mello’nun, uzun süredir Gucci’yle çalışan imalat­
çılara yaptığı ziyaretlerin çoğunda ona eşlik etti ve ona deriler,
tabaklama, çantalarının dikilme şekli hakkında bilgiler ver­
di. Mello, ondan Gucci’nin geleneklerini ve köklerini öğrendi.
“Maurizio her zaman hayvan postlarına dokunur ve benim de
onlara dokunmamı sağlardı ve mano, yani el -deri hissi- hak­
kında konuşurdu,” diyordu Mello.
New York perakendecilik dünyasında kendi yolunu oluş­
turan Mello, Gucci çalışanlarından gelen tepkilerin cesaretini
kırmasına izin vermedi. Görevi Maurizio’dan almıştı ve onun
Gucci için kurduğu hayallerin gerçekleştirilebilir olduğuna gü­
veniyordu. Hemen kollarını sıvadı ve işe başladı.
“Yaptığım ilk şey şirketi anlamaktı,” diye anımsıyordu. “Aile,
tarihi değerin çoğunu ortadan kaldırmış ve düşük seviyedeki
pek çok insanı önemli işlere terfi ettirmişti. Çalışanların işe
yönelik tutumları felaket haldeydi. Floransa’daki çalışanları ne
yapmak istedikleri konusunda ikna etmek uzun zaman aldı.
Ancak bunu bir kez yaptığımızda, harika hale geldiler.”
Maurizio yeni ekibinden memnundu. Dawn Mello’ya ek ola­
rak İtalyan markası Krizia’nın New York’taki eski halkla ilişkiler
direktörü olan Pilar Crespi’yi, yeni iletişim direktörü olarak işe
almıştı. Günlük giyim şirketi Benetton’da çalışmış Carlo Buora,
Gucci’nin finans ve yönetimden sorumlu yeni başkan yardım­
cısı olmuştu. 1990’da Maurizio, Andrea Morante’yi -kendisinin
yeni yıldızı haline gelecekti- Gucci’nin genel müdürü olarak işe
aldı. Morgan Stanley’nin 1989 yılında ayrılmasından sonra Mo­
rante, kendisinin Maurizio’nun akrabalarının hisselerini satın
alma kampanyasından etkilenen ve onu yurtdışında yeni yatı­
rımlar yapması için işe alan Kırdar’ın davetiyle Investcorp’a ge­

230
Amerikalılar

çiş yaptı. Morante’yi Investcorp’a getirmek için başka bir sebebi


daha vardı. Kırdar, Paul Dimitruk ile Maurizio Gucci arasındaki
ilişkinin tarafsız bir iş ilişkisinin ötesine geçtiğini çoktan an­
lamıştı ve Dimitruk’un Gucci’ye aşırı bağlandığını hissediyor
ve onun Investcorp’a bağlılığını sorguluyordu. 1989’da Paul
Dimitruk’un bir fotoğrafı, Investcorp yöneticisinin Gucci baş­
kan yardımcılığına aday olduğu haberleriyle birlikte Financial
Times dergisinde yayımlanınca, Kırdar, Investcorp yöneticisini
-hem Dimitruk’un hem de Maurizio’nun itirazlarına rağmen-
Gucci dosyasından çıkardı ve onun yerine Morante’yi getirdi.
Kırdar’la aynı fikirde olmayan Dimitruk, 1990 yılının Eylül
ayında istifa etti.
“Nemir, Gucci hikâyesini samimiyetle bilen ancak daha az
‘âşık’ birini istiyordu,” diye anımsıyordu Morante. “Ben değişim
için hazırdım ve geldiğim için çok mutluydum.”
Investcorp, Morante’ye reddedilemeyecek kadar iyi bir tek­
lif yapmıştı: üst düzey yönetim komitesinde bir pozisyon ve
Maurizio’yla yan yana çalışma yetkisi. “Bu bir istisnaydı çünkü
Investcorp asla kendi yönetiminin bu işe dahil olmasına izin
vermezdi,” diyordu Morante. Yeni ekibini toplama ve işin hem
ticari hem de idari yönlerini yeniden yapılandırma konusunda
Maurizio’ya yardım etmek için Milano’ya gitti. Ayrıca, Gucci’nin
Japonya’daki franchise mağazasını geri almak için görüşmelere
başladı ve ticari ile lojistik sistemleri modernize etmeye giriş­
ti. İki adam arasında güçlü bir iş ilişkisi gelişti ve Morante’de
kaçınılmaz olarak Maurizio’nun hayalinden heyecan duymaya
başladı. Nemir Kırdar’m onun da Investcorp’a bağlılığını sorgu­
laması çok sürmedi.
“Benim de Investcorp yerine Gucci’ye ‘âşık olduğum’ açıkça
görünür oldu ve Nemir benim çok fazla Maurizio Gucci’nin ta­
rafında yer aldığımı düşündü,” diye anımsıyordu Morante.
1990 yılının Ocak ayında Bahreyn’de yapılacak bir sonraki
yıllık yönetim komitesi toplantısında Kırdar, Morante’yi ofisine
çağırdı. Ona Investcorp içinde heyecan verici yeni bir pozisyon
teklif etti - New York’a taşınma ve Saks Fifth Avenue marka­

231
Gucci Hanedanı

sının satın alınması üzerine çalışma. Bit yeniği nerede miydi?


Kırdar, Morante’nin yeni işine ertesi gün başlamasını istiyordu.
Morante, Kırdar’ın masasının arkasında duran ve hem ok­
yanusu hem de çölü şaşırtıcı derecede güzel bir sahne içinde
gösteren panoramik pencereden dışarı bakmak için bakışlarını
yukarıya çevirdi. “Kararsız kalmıştım,” diyordu Morante. “Bana
bir dayanak noktası olarak bakan bütün o insanlar vardı: Dawn
Mello, Carlo Buora ve konuştuğumuz ya da Maurizio’nun ekibi­
ne katılmasını istediğimiz bütün diğer insanlar.” Durumu açık­
ladı ve Kırdar’dan işleri yoluna koymak için kendisine altmış
gün vermesini istedi.
Yeşil gözleri katılaşan Kırdar, Morante’ye baktı. “Anlamıyor­
sun Andrea, sana yirmi dört saat veriyorum. Sadakatinin nereye
olduğunu bana kanıtlamanın tek yolu bu,” dedi Kırdar. “Bir In-
vestcorp askeri olduğunu bana göstermek zorundasın.”
“Bunu yirmi dört saat içinde yapamam,” dedi Morante açık­
ça.
Kırdar ona sessizce baktı, masasından kalktı ve Morante’ye
doğru gelerek kollarını açtı ve duygusuz bir sarılma için ona do­
ladı.
“Bu onun elveda deme biçimiydi,” diyordu Morante.
Morante, haberleri vermek için Milano’daki Maurizio’yu
aradığında, Maurizio onu hemen işe aldı. Yeni ekibine “i miei
moschiettieri, ” yani “silahşörlerim” derken heyecanla parıldıyor­
du.

232
11

Mahkemede Bir Gün

Maurizio, 6 Aralık 1989 sabahında, yanında iki avukatla birlik­


te, Milano mahkemesinin mağara gibi yankılanan salonlarına
gitmek üzere beton merdivenlerinden çıkıyordu. Üç adam,
Milano Temyiz Mahkemesi yargıcı Luigi Maria Guicciardi’nin
huzurunda, ön sırada yerlerini almıştı. Maurizio’nun sağında,
şehrin en iyi ceza avukatlarından biri ve beyaz saçları ve geniş
siyah cübbesiyle Milano Mahkemesinin âdeta bir demirbaşı
haline gelmiş Vittorio D’Aiello oturuyordu. Sol tarafındaysa
Maurizio’nun kişisel asistanı Giovanni Panzarini oturuyor­
du, gözleri konsantre olmuş bir şekilde yarı kapalı haldeydi.
Maurizio, gri kruvaze takım elbisesi içinde sessizce oturuyor­
du, ellerini gergin bir şekilde önünde birleştirmişti. Bir zil sesi
Guicciardi’nin geldiğini ilan edince adamlar hafifçe gerildi ve
ayağa kalktı. Guicciardi, yargıç kürsüsünde yerini aldıktan son­
ra kararını açıkladı. “İtalya halkı adına, Milano Temyiz Mahke­
mesi...”
Maurizio gözlüklerini gergin bir şekilde burnuna daha fazla
bastırdı ve dişlerini sıktı - Yargıç Guicciardi’nin ağzından çıka­
cak sonraki kelimeler ya tüm hukuki sorunlarını ortadan kaldı­
racak ya da itibarında silinmez bir iz bırakıp ağır bir vergi öde­
mesine sebep olacaktı. Bir yıldan biraz daha uzun bir süre önce

233
Gucci Hanedanı

babasının imzasını tahrif etme suçundan sonra -ertelenmiş bir


ceza ve sabıka kaydına işlenmeden- nispeten zarar görmemiş
olsa da Temyiz Mahkemesi’nin vereceği hüküm, adını bütün
suçlamalardan temizlemek için son şansı olacaktı. Maurizio
nefesini tuttu ve yargıcın cübbesindeki püskülleri izledi.
“...alt mahkeme tarafından cezada yapılan düzenlemeyle,
Mauirizo Gucci’yi kendisine yapılan tüm suçlamalardan beraat
ettirmiştir.”
Bu sözler, Maurizio’nun zihnine bir fırtınanın ardından or­
taya çıkan güneş gibi doğdu. Kazanmıştı! Akrabaları tarafından
yapılan hukuki saldırılardan sağ çıkmakla kalmamış, kırmızı
Kavvasaki’siyle Milano’dan kaçmaya zorlanmasının ardından
geçen iki buçuk yılın sonunda adını da temize çıkarmıştı. Mau­
rizio kollarını D’Aiello’ya doladı ve ağladı. Maurizio’nun Invest-
corp ortakları karar karşısında memnun olmuş ve rahatlamış­
lardı - ve detayları öğrenmeyi gerçekten istemiyorlardı. Muci­
zevi bir şekilde, Maurizio’nun kendisine yönelik suçlamaların
üstesinden geleceğine dair verdiği sözler doğru çıkmış gibi gö­
rünüyordu. Bazı Investcorp yöneticileri, Maurizio’nun birkaç
hafta önce bile sonuç hakkında son derece emin göründüğünü
anımsıyordu.
Diğerleri karar karşısında şaşkına dönmüştü. Maurizio’ya
karşı açılan dava su götürmez görünüyordu. İki tanık Mauri­
zio aleyhinde ifade vermişti. Rodolfo’nun eski sekreteri Roberto
Cassol, imzaların o zamanlar kendi asistanı olan Liliana Colom-
bo tarafından nasıl taklit edildiğini detaylı biçimde açıklamıştı.
Gucci’nin Scandicci ofislerinde emanetçi olarak görev yapan Gi-
orgio Cantini, belgelerin 5 Kasım 1982 tarihinde -Rodolfo’nun
sözde Maurizio’ya imzalamış olduğu gün- kendi kasasında kilit
altında olduğunu ifade etmişti. Cantini, 1983 yılının Mayıs ayın­
da Rodolfo’nun ölümünün ardından onları Maurizio’ya teslim
ettiği zamana kadar hisse senetlerinin kasada kaldığını söyle­
mişti. Dahası, hem yargılama hem de temyiz sürecinde mah­
keme emriyle yapılan dört bağımsız elyazısı analizi, imzaların
Rodolfo’nun elyazısıyla uzaktan yakından alakası olmadığını -

234
Mahkemede Bir Gün

ancak Colombo’nunkine benzediklerini- belirlemişti. Son ola­


rak savcı, iddia edilen devir sırasında hisse senetlerinin üzerine
yapıştırılmış mali pullarının tarihlerini bile analiz ettirmişti -
pullar, devlet matbaası tarafından Rodolfo’nun ölümünden üç
gün sonra tedavüle çıkarılmıştı. Aleyhindeki bütün kanıtlara
rağmen Maurizio kazanmıştı ve avukatları, Maurizio’nun ai­
lesinin ona komplo kurmuş olduğunu cesur bir şekilde iddia
ediyorlardı. Elyazısı analizleri konusunda şüphe uyandırmışlar;
Maurizio kendisini kovduktan sonra intikam almak istediği­
ni söyleyerek Cassol’un ifadesini çürütmüşler; Rodolfo’nun,
Cantini’nin gözetiminde olan şirket kasasının başka bir anah­
tarını elinde bulundurduğu ihtimalini ileri sürmüşlerdi. Hatta
devlet matbaasının, sıklıkla önceden basılan pulları, yanlışlıkla
üzerine yazılmış tarihten önce piyasaya sürdüğünü iddia etmiş­
lerdi. Bu gerekçeleri savcıyı ikna etmeye yeterli olmuş muydu?
Guicciardi kararında, imzaların tahrif edildiğini kesin bir şekil­
de kanıtlamanın imkânsız olduğunu söyledi. Maurizio, kanıt
yetersizliğinden dolayı aklanmıştı.
Karan öfkeli bir şekilde İtalya’nın en yüksek mahkemesi La
Corte di Cassazione’ye götürüp geri çevrilmiş olan devlet avu­
katı Domenico Salvemini, “Hayatım boyunca gördüğüm en
kötü karardı,” diyordu. “Neler olduğu hakkında fikirlerim var
ancak bunları söylemem doğru olmaz.” Arkadaşları, karar kar­
şısında çok öfkelenen Salvemini’nin bu yüzden neredeyse ka­
riyerini bırakacak noktaya geldiğini anımsıyordu. Zamanla sa­
kinleşmişti. “Bazen senin aleyhine bir karar verilir - hayat işte,”
demişti yıllar sonra.
Zaferi karşısında kendinden geçen Maurizio, yenilenmiş bir
ruhla Gucci’deki görevlerine devam ederken, Mello ve asistanı
Richard Lambertson, İtalyan imalatçılığındaki iniş çıkışları öğ­
renmeye başlamıştı. Maurizio, Lambertson’dan hoşlanmış ve
Floransa’daki işçilere takdim ederek ve deriler hakkında bilgiler
vererek onu da kanatlan altına almıştı.
“Beni Floransa’daki fabrikaya götürdü ve ‘Richard iyidir,’
dedi, böylece birlikte oraya gidip geldik. Bir keresinde, bütün

235
Gucci Hanedanı

bir haftayı valiz koleksiyonu yaparak geçirmiştik,” diye anımsı­


yordu Lambertson. “Maurizio çok tutucuydu. Her şey en ince
ayrıntısına kadar mükemmel olmalıydı. Bütün malzemeleri te­
mizledik ve hatta el çantalarının vidalarına takılan bir GG süsü
bile geliştirmiştik.”
Mello ve Lambertson, artık kendilerine güvenmeye ve işle­
rini öğretmeye başlayan Floransa çevresindeki üreticileri ziya­
ret etti. Gucci’nin birçok ürününün dengesiz bir şekilde fiyat-
landırıldığını öğrendiler. Örneğin ipek şallar, itinayla dikilmiş
çantalardan daha pahalıya geliyordu! Daha sonra bu dengesiz
fiyatlandırmanın sebeplerinden birinin, bölgesel tedarikçilere
kârlı işler getiren -ve bunun karşılığında bir pay almayı bekle­
yen- Gucci çalışanlarının kurduğu bir rüşvet sistemi olduğunu
keşfettiler.
İçinde bulunduğu yeni dünya tarafından birçok farklı şekil­
de şaşkına uğratılan Mello, geceleri isimsiz telefonlar almaya
başladı. “Signora, sono stanco di pagare il signor Palulla, ” diyor­
du endişeli bir ses, her gece. “Bay Palulla’ya ödeme yapmaktan
bıktım.”
“Bütün bu şeyler hakkında hiçbir şey bilmiyordum ama ve­
rilmesi gereken kararları anlamam çok uzun sürmedi,” diyordu
Mello. Maurizio’ya gitti ve ona öğrendiklerini anlattı. Maırizio
her zaman olması gerektiği kadar hızlı davranmasa da değişik­
lik yapılmasını kabul etti.
Mello, kısa süre içinde Gucci’nin Floransak üreticiler için
kovandaki kraliçe arı gibi olduğunu fark etmişti -onun üzerine
titriyorlar, ona hizmet ediyorlar, çoğu zaman mantıksız olan is­
teklerini kabul ediyorlar- ve ondan faydalanıyorlardı. Gucci’nin
çanta tedarikçilerinin zaman zaman bir iki çantayı el altından
götürdüğü ve satıştan elde edilen parayı cebe indirdiği -bu, ti­
caretin görünmez ek kazançlarından biriydi- zanaatkârlar top­
luluğunda herkesçe bilinen bir şeydi.
“Gucci, Floransahlar için bir simgedir,” diyordu Mello. “Gıp­
ta ettikleri bir markaydı, sıradan bir müşteri değil. Bu simgeye
sahip olmanın getirdiği güç kolay anlaşılır bir şey değildir.”

236
Mahkemede Bir Gün

Mello, kaybolanları kataloglamaya yardımcı olması için,


bulduğu birkaç fotoğraf ve örneğin ötesinde, sıralanmış ve dü­
zenlenmiş bir arşiv yaratmak istiyordu. Retro moda için zengin
bir kaynak olan Londra bit pazarlarından birkaç ürünü çoktan
toplamıştı; genç İngiliz kızları, kendilerine Gucci erkek moka­
senleri bulmak için bit pazarlarını arşınlıyorlardı.
“Bu kızlar erkek mokasenlerini kendileri için satın alıyordu,”
diye anımsıyordu Mello. O ve Lambertson bu ipucunu yakaladı
ve kadın mokasenlerini yeniden tasarlayarak hem daha günde­
lik hem de modaya uygun hale getirdi. “Kadın kalıplarını erkek
kalıplarına dönüştürdük, ayakkabıların ön kısmını daha yüksek
yaptık ve on altı farklı renkte süet kullandık.”
Bir gün Mello ve Lambertson, 1960’larda Gucci için çalışan
bir mücevher üreticisini aramak için Floransa etrafındaki tepe­
lere gitmişlerdi. Mello ve Lambertson, arabalarını kendilerine
söylenen yerin önüne çektiklerinde, küçük bir gümüş takı atöl­
yesinde bir kömür sobasını körükleyen cildi buruşmuş, yaşlı bir
adam buldular. Amaçlarını söyleyince adamın gözleri parladı.
Küçük bir kasaya gitti ve yıllar içinde Gucci’ye yaptığı takılarla
dolu kutular çıkarmaya başladı.
“Dehşete düşmüş bir halde yere oturduk ve bir kutudan di­
ğerine geçtik,” diyordu Mello. “Harikaydı. Hepsini, kendisine
mal olduğundan beş katı fiyatla satabilirdi ama bir gün birileri-
nin markayı eski haline getirmek isteyeceğini biliyordu - hep­
sini o gün için saklamıştı,” diyordu, yaşlı adamı bir kez daha
Gucci adına üretim yapması için işe alan Mello. “İşte o zaman,
elimizdekilerin farkına varmaya başlamıştık.”
Sonra bambu saplı çanta olan ünlü Model 0063’e döndüler.
Daha kullanışlı hale getirmek için biraz büyüttüler, çıkarılabilir
bir deri omuz askısı da eklediler ve hem dana (895 dolar) hem
de timsah (8 bin dolar) derisinden üretimini yaptılar. Sonbahar
için, sakız pembesi, kanarya sarısı ve mordan kırmızıya, lacivert
ve düz siyaha kadar gökkuşağının birçok renginde, satenden,
oğlak derisinden ve süetten “bebek” bambu çantalar üreterek
bu modeli küçülttüler. Mello ayrıca Gucci’de Prada’yı ciddiye

237
Gucci Hanedanı

alan ilk kişiydi. Prada, Milano moda dünyasından küçük bir ta­
kipçi kitlesi toplamaya başladığı seksenlerin ortasında bir ivme
kazanmaya başlamıştı. 1978 yılında, Miuccia Prada, çoğu çanta­
nın sert malzemeden, küçük ve deriden yapıldığı bir dönemde,
basit ama devrim niteliğinde bir konseptle, paraşüt malzeme­
sinden yapılmış yenilikçi bir naylon çanta geliştirmişti. 1986 yı­
lında, Giorgio ve (Paolo’nun ayrılışından sonra ürün geliştirme
konusunda daha büyük bir rol üstlenen) eşi Maria Pia’nın göze­
timi altında Gucci’nin tasarım ofisinde çalışan genç bir kadın,
Scandicci’deki tasarım toplantısına naylon Prada çantalarının
bir örneğini getirmişti.
Yeni bir hediyelik eşya yelpazesi geliştirmesi ve üretimi
koordine etmesi için Maurizio tarafından yakın zaman önce
işe alınmış olan Claudio Degl’lnnocenti, “Prada, Milano’nun
moda seçkinleri arasında bilinen bir isim olmaya başlamış­
tı,” diye anımsıyordu. Yumuşak naylon çantalar, bir Milanolu
tüccarın önemsiz işleri olarak küçümsenip göz ardı edildi -
Gucci’nin ürettiği zarif, yüksek işçilik eseri deri çantalarla hiç
ilgileri yoktu.
“Çantalar dikkate bile alınmıyordu,” diye anımsıyordu
Degl’lnnocenti. “Yumuşak çantayla ilgili bütün o konsept bir­
kaç yıl daha Gucci’ye gelmedi ve o zaman bile birçok iç çatış­
ma vardı - sert deri çantalar yapmaya alışmış insanları yeniden
eğitmek zorunda kalmıştık.”
Mello, Gucci geleneklerinin canlandırılmasıyla son moda
trendleri arasında bir denge kurması gerektiğini biliyordu, bu
yüzden gençlik zamanlarından çok severek hatırladığı hobo
çantayı yeniden canlandırarak, kadınların bir bavula kolayca
katlanıp koyulabilecek yumuşak çanta ihtiyaçlarına karşılık
verdi - 1975’ten beri satılmayan yumuşak, geniş bir kese. Ne
var ki süslenen fakat gidecek yeri olmayan genç bir kız gibi,
Gucci’nin yeni görünümü de Giorgio Armani, Valentino ve Gi-
anni Versace gibi tasarımcıların düzenlediği heyecan verici şov­
lar ve çalkantılı partiler tarafından çok fazla etkisi altına alınan
moda trendlerinin yanında görünmez kalıyordu.

238
Mahkemede Bir Gün

“Kimsenin gelip bizi görmesini sağlayamıyorduk,” diye


anımsıyordu Mello. “Bu gerçek bir sorundu.” 1990 yılının ilk­
baharında, Gucci için Floransa’nın Villa Çora otelinde yaptığı
ilk sunumu uluslararası basın tarafından görmezden gelindik­
ten sonra Mello’nun aklına bir fikir geldi. Sekreterinden, New
York’taki etki sahibi tüm moda editörlerini arayarak ayakkabı
numaralarını öğrenmesini istedi; aklına gelen herkese Gucci’nin
yeni mokasenlerinden gönderdi. “Onların ilgisini böyle yakala­
dık,” diyordu Mello, tatmin olmuş bir gülümsemeyle.
1990 yılının Ocak ayına gelindiğinde, Maurizio yakla­
şık 665 ABD perakende müşterisine, kanvas Gucci Aksesuar
Koleksiyonunu kapattığını ve Gucci toptan satış işini alışve­
riş merkezlerine bıraktığını ilan ettiği -etkisini hemen göste­
ren- bir mektup yolladı. Önde gelen alışveriş merkezlerinin üst
düzey yöneticilerinden itiraz feryatları yükseldi ama Maurizio
taviz vermeyi reddetti. Kanvas ürünlerin Birleşik Devletler’deki
Gucci işinin belkemiğini oluşturduğunu -yaklaşık olarak 100
milyon dolarlık toplam gelirle- çok iyi bilen Domenico De Sole,
Maurizio’yu vazgeçirmeye çalıştı. De Sole, Investcorp’a giderek
onlara Maurizio’nun ne yaptığını anlattı ve bunun sonuçları ko­
nusunda onları uyardı. İşi küçültme daha yavaş ilerlerse daha
iyi olacağını düşünüyordu.
Maurizio kararından dönmemekle kalmadı, aynı zamanda
dünya çapındaki duty-free işini de kesti. GAC, toptan satış ve
duty-free işini kapsayan kesintiler yaklaşık 110 milyon dolarlık
toplam bir geliri kapsıyordu.
“Kirli çamaşırlarımızı halka açık bir şekilde temizleyenle­
yiz,” diye ısrar ediyordu Investcorp’taki ekibe. “Önce kendi evi­
mizi düzeltmeli ve sonra da güçlü bir pozisyonda pazara geri
dönmeliyiz. İşte o zaman koşullara hükmedebiliriz. ”
Maurizio, eski ihtişamlı günlere dönmeden önce Gucci’nin
“süpermarket” imajını tarihe gömmesi gerektiğini biliyor­
du. O andan itibaren Gucci işi, tamamen kontrol altındaki -
Maurizio’nun tasarımcı arkadaşı Toto Russo’nun yardımlarıyla
yenilemeye başladığı- altmış dört mağazayla sınırlı olacaktı.

239
Gucci Hanedanı

Maurizio, Gucci müşterilerinin mağazalarından içeri gir­


mesini ve kendilerini lüks, zevkli bir şekilde dekore edilmiş bir
oturma odasındaymışlar gibi hissetmelerini istiyordu. Hiçbir
detayı şansa bırakmadı. Totoyla birlikte, Gucci’nin yeni ak­
sesuar ve elbiselerini sergilemek için cilalı tanganika ve ceviz
ağacından yeni dolaplar ile armatürler geliştirdi. Dolaplar, zarif,
zümrüt kesimi eğimli camlarla kaplandı. Cilalı yuvarlak maun
masalar, ipek eşarp ve kravatlardan oluşan gökkuşaklarını ser­
giliyordu. Altın zincirlerle tavandan sarkan özel yapım kaymak-
taşı lambalar, sıcak, ev benzeri bir aydınlatma sağlıyordu. Oriji­
nal yağlı boya tablolar duvarları süslüyordu. Toto, satış katı için
orijinal Rusya antikalarından kopyaladığı ve mağazalar için çok
miktarda yeniden ürettiği iki koltuk geliştirdi: Erkek satış ala­
nına giden çar koltuğu, bir neoklasik parçadan esinlenilmişti;
1800’lerden kalma daha zevkli bir tercih olan ceviz ağacından
Nicoletta koltuk ise kadın alanı içindi. Bu müsrifçe mobilya dö­
şemelerin faturası ağır oldu ama Maurizio bunları göz ardı etti.
Mağazaların mükemmel olmasını istiyordu.
“Tarz satmak için önce bizim tarzımız olmalı!” diye ısrar edi­
yordu.
Mello, Russo’nun projesinin -ne kadar güzel olsa da- ürün­
leri satmak için önemli olduğunu düşündüğü mağazacılık
tekniklerinden yoksun olduğunu görünce, bazı armatürleri
modernize etmesi için Amerikalı mimar Naomi Leff’i getire­
rek Napolili dekoratörle Amerikalı mimar arasında bir çatışma
yarattı.
Maurizio’nun orta noktada buluşmak için ne zamanı ne de
isteği vardı - kendi planlarını zoraki olarak devam ettirdi. Gucci
tarafından seksenlerde sunulmuş ürünleri kataloglamayla ge­
çen uzun günler sayesinde, Maurizio ve ekibi, ürün yelpazesini
22 binden 7 bine indirdi, çanta modellerinin sayısını 350’den
100’e ve binden fazla olan mağaza sayısını da 180’e düşürdü.
1990 yılının Haziran ayında, Maurizio’nun yeni ekibi ilk son­
bahar koleksiyonunu sundu. Gucci, âdeti olduğu üzere, bütün ay
için Floransa’daki eski Centro Meeting konferans merkezindeki

240
Mahkemede Bir Gün

yeri kiralamıştı ve Gucci’nin dünyanın dört bir yanındaki yak­


laşık sekiz yüz müşterisini koleksiyonu satın almaya davet etti.
Mello ve Lambertson, hepsi gökkuşağı renklerinde düzen­
lenmiş yeni bambu çantalar, hobo çantalar ve mokasenler ha­
zırlamıştı. Maurizio, koleksiyonun ön incelemesini yapmak
üzere geldiğinde yavaşça içeri girdi, hiçbir şey söylemeden her
bir ürüne tek tek baktı. Sonra da ağladı. Bunlar sevinç gözyaş-
larıydı.
Tüm çalışanlar ve müşteriler en sonunda sergi alanında top­
landıklarında, herkesin görmesi için yeni bambu çantalardan
birini tutup kaldırdı. “Bu benim babamın çalıştığı şey,” dedi
Maurizio. “Bu, eski Gucci!”
Gucci’nin yeni statüsüne ulaşmak için Milano’da güçlü bir
noktaya ulaşması gerektiğine ikna olan Maurizio, İtalya’nın
moda ve finans başkentinde yeni bir Gucci genel merkezi için
uygun bir alan aramaya başladı. 1980’lerin sonuna gelindiğin­
de Milano, övülen bir moda merkezi olma konusunda çoktan
Paris’le rekabete girmişti. Paris hâlâ tasarım şehriydi, Milano
ise modern ve şık hazır giyimin merkezi olarak ortaya çıkmış­
tı. Armani ve Versace, Milano’da modanın başını çeken isimler
olmuştu, ne var ki Dölce & Gabbana gibi heyecan verici yeni
tasarımcılar da vardı. Sezonluk tasarım defileleri için yılda iki
kez Milano’ya akın eden gazeteciler ve müşterilerle Maurizio,
Gucci’nin bu hareketin bir parçası olması gerektiğini düşündü.
Maurizio ayrıca Milano’da, bazılarının kendisini rahatsız hisset­
tiğini düşündüğü Floransa’ya kıyasla çok daha evindeymiş gibi
hissediyordu.
Yine Toto’nun yardımıyla Maurizio, Duomo ve Milano’nun
görkemli belediye binası Palazzo Marino’nun yüksek kolonla­
rına dayanan opera binası La Scala arasına konumlandırılmış,
düz beyaz taşlarla döşeli bir meydan olan Piazza San Fedele’de
beş katlı güzel bir bina kiraladı. Tadilatlar ışık hızıyla ilerledi ve
yeniden yapılandırma ile mobilya döşeme de dahil her şey rekor
bir sürede, başlangıçtan bitişe kadar beş aydan daha az zaman­
da hazır hale geldi - bu, Milano için bile duyulmadık bir şeydi.

241
Gucci Hanedanı

En üst kattaki yönetici ofislerin tümü, güneşli günlerde


Gucci’nin üst düzey yöneticilerinin dışarıda öğle yemeği yiye­
bilmesi için masa ve sandalyelerin örgü çardak altına yerleşti­
rildiği ve bütün binayı çevreleyen geniş bir terasa açılıyordu.
Maurizio’nun yönetici süiti, Toto’nun en parlak başarılarından
biriydi. Ceviz ağacından duvar kaplamalar, parke zeminler ve
duvarlardaki orman yeşili kumaş, Maurizio’nun çift kapılı ve
kare bir masayla dört sandalyeyle döşenmiş küçük bir toplantı
odasına açılan ofisine sıcak ve zarif bir hava katıyordu. Mauri­
zio, zamanının çoğunu X. Charles masasından ziyade bu top­
lantı odasında geçiriyor ve ziyaretçilerini, malzemeleri yayıp
konuşabilecekleri orada ağırlamayı tercih ediyordu. Dört kıtayı
temsil eden ünlü büstleri eski “Hoysala Hanedanlığı’ndan ge­
tirtmiş ve onları toplantı odasının dört köşesine yerleştirmişti.
Buraya ayrıca babası Rodolfo ve büyükbabası Guccio’nun siyah
beyaz fotoğraflarını da asmıştı. Via Monte Napoleone’den gelen
eski yazı tahtalarını, elektronik olarak ilerleyen sayfaların bir
duvar boyunca gizli bir dolaba yerleştirildiği modern, otomatik
bir sistemle yeniledi, bu duvara ayrıca bir televizyon ve müzik
seti de eklemişti. Bir çift sürgülü kapı, Maurizio’nun kişisel top­
lantı odasından daha büyük ve resmi bir yönetim kurulu oda­
sına açılıyordu. Tamamen ceviz ağacı kaplamalı oda, uzun ve
oval bir toplantı masasıyla deri kaph on iki sandalye içeriyordu.
Maurizio, masasının sağ çaprazında ve Via Monte
Napoleone’den gelen yeşil deri süslemeli koltuğun arkasında
bulunan ofis duvarına babasına ait olan bir Venedik tablosu
asmıştı. Koltuğun yanındaki sehpanın üzerinde Rodolfo’nun
siyah beyaz fotoğrafı duruyordu. Annesinin fotoğrafıysa kendi
masasında duruyordu, burada aynı zamanda Allegra’nın verdiği
hileli bir hediyeyi -biri odaya girdiğinde kahkaha atarak salla­
nan, gözlüklü bir insan gibi giydirilmiş, pille çalışan komik bir
Coca Cola kutusu- tutuyordu. Koltuğun karşısında, üzerine
Alessandra ile Allegra’nın gülümseyen fotoğraflarını ve kristal
likör şişeleriyle dolu minyatür bir sandık koyduğu antika bir
konsol duruyordu. Liliana’nın masası, Maurizio’nun ofisinin

242
Mahkemede Bir Gün

önündeki yeşil halı kaplı girişte duruyordu, Dawn Mello ise ka­
tın diğer tarafında, Milano katedralinin kulelerine bakan küçük
bir ofis istemişti - Central Park manzarasını değiştirmek zo­
runda kalacaksa en azından Duomo’yu görmek istemişti. Özel­
likle terasa açılan çift kanatlı Fransız kapılarına bayılmıştı.
San Fedele binasının dördüncü katını yönetim ofisleri,
üçüncü katınıysa tasarım stüdyoları ve ofisleri doldurmuştu.
Basın ofisi ikinci kattaydı ve Dawn, birinci kata Gucci’nin se­
zonluk sunumlarını yapması için küçük bir sergi salonu yapıl­
masını istemişti.
1991 yılının Eylül ayma gelindiğinde, Piazza San Fedele’deki
yeni ofisler hazırdı ve Maurizio yeni binanın açılışını yapmak
için çatıdaki terasta çalışanlar için bir kokteyl ve ziyafet düzen­
ledi. Herkesi coşkulu bir konuşmayla karşıladı ve Gucci’nin ye­
niden canlanması üzerinde çalışması için her üretim alanı ve iş
faaliyeti için bir çalışma ekibi belirledi.
Maurizio ayrıca, şirketin insan kaynakları meselesine karşı
daha sofistike bir yaklaşıma ve bölücü derebeylik tarzı yöneti­
mini ortadan kaldırmak ve tüm çalışanlarına ortak bir Gucci
vizyonunu aşılamak için de bir eğitime ihtiyacı olduğunu düşü­
nüyordu. Mesleki ve teknik uzmanlık sunmanın yanı sıra çalı­
şanları Gucci tarihi, Gucci stratejisi ve Gucci bakış açısı hakkın­
da eğitmek için bir “Gucci okulu” konsepti geliştirdi.
Maurizio bu amaçla, opera yıldızı Enrico Caruso’ya ait olan,
Villa Bellosguardo adındaki on altıncı yüzyıldan kalma bir vil­
layı satın aldı, yenilemek için 10 milyon dolar harcadı ve orada
Gucci okulunu açma hayalini kurdu. Maurizio’nun zihninde,
villa aynı zamanda bir kültür, toplantı ve sergi merkezi olarak
da hizmet verecekti. Lasta a Signa’daki Floransa tepelerinde bu­
lunan Villa Bellosguardo, etrafındaki Toscana kırsalının inişli
çıkışlı tepelerine ve tarlalarına bakıyordu. Zarif çifte merdi­
venler bulunan villanın ön girişine giden, kutsal figürlerin sı­
ralandığı uzun bir yol vardı. Arka tarafta, taş sütunlarla çevri­
li, uzun ve dikdörtgen bir verandadan bir Rönesans bahçesine
inen basamaklar yer alıyordu. Ancak Bellosguardo’ya yaptığı ilk

243
Gucci Hanedanı

ziyaretlerde Maurizio bekçiden villanın perili olduğunu öğren­


miş ve musallat olabilecek her türlü negatif etkiyi kovması için
Frida’yı -Creole’âe kötü ruhları kovmuş olan medyum- getir­
meye karar vermişti.
Maurizio, ailesinin geçmiş savaşlarından kalan hayaletle­
ri Villa Bellosguardo’dakiler kadar kolayca defedemedi. Gucci
iletişim direktörü Pilar Crespi, geçmişle nasıl baş edecekleri
konusunda saatlerce konuştuklarını anımsıyordu. Maurizio,
Gucci’yi başarıya götüren kalite ve tarz ilkelerine geri dönme­
yi teşvik ederken adını kirleten aile çatışmalarından kaçındı.
Crespi, gazeteciler Paolo’yla olan savaş ya da aile savaşlarının
geçmişi hakkında bilgi almak için aradığında ne yapacağını bi­
lemiyordu.
“Bu telefonları almaya devam ettim ve ona gidip, ‘Maurizio,
geçmişle nasıl başa çıkacağız?’ dedim,” diyordu Crespi. “Özel­
likle Paolo’ya çok öfkeliydi,” diye anımsıyordu. “Onun ya da
diğerlerinin hakkında gerçekten hiç konuşmak istemiyordu.
‘Gucci yeni bir Gucci, geçmişi konuşmayın! Paolo geçmiş, bense
yeni Gucci’yim!’ derdi.”
Maurizio, Gucci ceketini giymişti ancak üzerindeki lekele­
ri nasıl çıkaracağını bilmiyordu. “Onunla saatlerce oturdum.
Geçmişin peşini bırakmayacağını asla anlamıyordu, ” diyordu
Crespi.
1990 yılının sonbaharında, McCann Erickson reklam ajan­
sının yardımıyla Mello, Maurizio’nun ilk derslerinden ve yerel
üreticilere yaptığı ziyaretlerden ne kadar çok şey öğrendiğini
gösterdi. Vogue ve Vanity Fair gibi en iyi moda ve yaşam tarzı
dergilerinde yer alan, “Gucci’nin Eli” konsepti üzerine kurul­
muş dokuz milyon dolarlık bir reklam kampanyası yarattı. Port­
föy, hem Gucci geleneklerini hem de geri dönüşünü gösterecek
şekilde süet mokasenler, zengin görünümlü deri çantalar ve
yeni sportif süet sırt çantaları içeriyordu.
İlk kampanya başarılı olsa da Mello, Gucci’nin yemi imajını
giyime daha fazla önem vermeden sürdürmenin zor olacağını
hemen anlamıştı. Gucci her zaman işinin büyük bir kısmında

244
Mahkemede Bir Gün

çanta ve aksesuarlar yapmış olsa da Mello, giyimin Gucci’nin


yeni kimliğini oluşturmada kilit bir role sahip olduğunu bili­
yordu.
“Bir çanta ve bir çift ayakkabıyla imaj yaratmak zordu,” di­
yordu Mello. “Gucci’nin imajı için hazır giyime ihtiyacı oldu­
ğu konusunda Maurizio’yu ikna ettim. Maurizio’yu her zaman
moda tarafından ileriye doğru yönlendirmeye çalışıyorduk.”
Maurizio modada gaz pedalına basıp seksenlerin başında
Luciano Soprani’yi işe alsa da, İsviçre sürgünü esnasında fi­
kirlerini Gucci’nin zanaatkâr deri işçiliği köklerine odaklanma
yönünde güncellemişti. Doksanların başına gelindiğinde, bir
moda stratejisi izlemenin Gucci için doğru olduğuna inanmı­
yordu.
“Maurizio’nun o zamanlardaki felsefesi, tasarımcılara inan­
mama yönündeydi, ” diyordu, Gucci için tam teşekküllü bir ta­
sarım ekibi kurmaya çalışan Lambertson. “Defilelere inanmı­
yordu ve Gucci’nin zararına olacak herhangi bir ismin tanıtımı­
nı yapmaya inanmıyordu. Şirket adına aksesuarların konuşması
gerektiğini düşünüyordu. ”
O zamana kadar bütün Gucci giysileri yüksek maliyet ve
yoğun emek gerektirecek şekilde kurum içinde yapılıyordu.
Gucci’nin rekabetçi bir şekilde giysi üretimi, mağazacılığı ve da­
ğıtımını yapacak kapasitesi yoktu ve şirketin en iyi seçeneğinin
bir giysi üreticisiyle bir üretim sözleşmesi yapmak olduğu kısa
sürede ortaya çıktı. Birkaç sezon sonra Gucci iki tane birinci sı­
nıf İtalyan kıyafet üreticisiyle anlaşmaya vardı: erkek giyimi için
Ermenegildo Zegna ve kadın giyimi için Zamasport.
Lambertson ayrıca ekiplerine katılacak doğru insanları bul­
mak -ve sonra da onları İtalya’ya taşınıp Gucci için çalışmaları-
için çok zaman harcadı. “İlk altı ayın çoğunu sadece insanları
işe almak için harcadık,” diye anımsıyordu. “O esnada birini
Gucci için işe almak zordu. Ayrıca Maurizio çok fazla Amerika­
lıyı işe almak istemiyordu - Gucci’yi İtalyan tutma konusunda
özen gösteriyordu.”
Mello ve Lambertson Gucci’ye geldiklerinde, halihazırda

245
Gucci Hanedanı

orada çalışan küçük bir grup genç tasarımcı vardı. “Bu çocuk­
ların hepsi Londra’dan gelmişti ve Scandicci’de yaşıyordu,”
diye anımsıyordu Lambertson, “ancak kimse onları gerçekten
dikkate almamıştı. Kendi dünyalarında izole olmuşlardı. Şir­
ket, tasarımcılara gerçek anlamda inanmıyordu. Dawn ve ben,
Maurizio’ya gerçekten hazır giyim tasarımcılarına ihtiyacımız
olduğunu vurgulayıp duruyorduk.”
Mello ve Lambertson ekiplerini toplarken, Tom Ford adın­
daki genç ve tanınmamış bir tasarımcı ve erkek arkadaşı gazete­
ci Richard Burkley, Avrupa’ya taşınmayı düşünüyordu.
Ford, Austin, Teksas’ta orta sınıf bir aileden geliyordu ve er­
genlik döneminde ailesi Santa Fe, New Mexico’ya -babasının
annesi Ruth’un evi- taşmana kadar orada yaşamıştı. Her iki
ebeveyni de emlak komisyoncusuydu. Annesi özel dikim giy­
siler, sade topuklu ayakkabılar ve topuz yaptığı sarı saçlarıyla
Tippi Hedren’e benzeyen çekici bir kadındı. Babası, Ford büyü­
dükçe onun için gerçek bir arkadaş haline de gelen, destekleyici,
liberal görüşlü bir adamdı.
“Teksas’ta büyümek benim için gerçekten zorluydu,” diyor­
du Ford. “Eğer beyaz ve Protestan değilseniz ve belli şeyleri yap­
mıyorsanız işler oldukça zor olabilir, özellikle de erkekseniz ve
futbol oynamak, tütün çiğnemek ya da sürekli kafayı çekmek
istemiyorsanız. Ford, Santa Fe’yi çok daha sofistike ve ufuk açıcı
buluyor, özellikle de yazları büyükannesinin, kendisinin de bir
buçuk yıl yaşamış olduğu evinde geçirmeyi seviyordu. Ford için
Büyükanne Roth, büyük şapkalar, büyük saçlar, büyük takma
kirpikler ve büyük mücevherlerle gösterişli bir şekilde giyinen
tam bir Sevgili Teyze filmi karakteriydi: bilezikler, kabak çiçeği
tokalar, konka kemerler ve kâğıt hamurundan yapılmış küpeler.
Bir erkek çocuk olarak Ford her zaman koşa koşa gittiği kokteyl
partileri için giyinirken onu izlemeyi severdi.
“Kendisi, Aaah, onu beğendin mi tatlım? O zaman git ve on­
dan on tane al,’ diyecek türden bir insandı,” diyordu Ford, elini
genişçe sallayarak. “Tam bir aşırılık ve açık sözlülük timsaliydi
ve hayatı benim ebeveynlerim hayatlarından çok daha çekiciydi

246
Mahkemede Bir Gün

- o sadece eğlenmek isterdi! Onun kokusunu hep hatırlayaca­


ğım. Estee Lauder’den Youth Dew parfümünü kullanırdı - her
zaman daha genç görünmeye çalışırdı.”
Ford, bu çocukluk anılarının onun tasarım anlayışı üze­
rinde önemli bir etkisi olduğuna inanıyor. “Çoğu insan, tanık
oldukları ilk güzellik imgelerinden bütün hayatları boyunca
etkilenir. O imgeler sizinle bütünleşir ve bunlar damak tadını­
zı oluştururlar. Büyüdüğünüz çağa ait estetik anlayışı sizinle
birlikte gelir.”
Ford’un ebeveynleri, onu küçük yaştan itibaren çizim, boya­
ma ve benzeri etkinlikler aracılığıyla -hayal gücüne hiçbir sınır
koymadan- yaratıcı yeteneğini keşfetmeye teşvik etmişti.
“Mutlu olduğum sürece ne yapmak istediğimin onlar için bir
önemi yoktu,” diyordu Ford. Genç yaşlarından itibaren Ford’un
neyi sevdiği ve neyi sevmediği konusunda çok net fikirleri vardı.
“Üç yaşımdan itibaren BU ceketi giymez, ŞU ayakkabıları is­
temez ve O sandalyenin yeterince iyi olmadığını düşünürdüm,”
diye anımsıyordu Ford. Büyüdükçe, ebeveynleri akşam yemeği
ya da sinemaya gitmek için dışarı çıktığında, mobilyaları ye­
niden düzenlemek, kanepe ve sandalyeleri yeni pozisyonlarda
yerleştirmek için küçük kız kardeşini yanma alırmış.
“Hiçbir zaman doğru ve yeterince iyi değildi, her zaman yan­
lış olurdu,” diyordu Ford. “Aileme gerçekten güçlük çıkarırdım.
Bugün bile beni gördüklerinde gerildiklerini söylüyorlar. Hiçbir
şey söylememeyi öğrenmiş olsam da onlara tepeden tırnağa ba­
kıp her şeyi kontrol ettiğimi hissedebiliyorlar.”
On üç yaş ve sonrasında, Ford’un kişisel üniforması, Gucci
mokasenleri, mavi bleyzır ceketler ve yakası düğmeli Oxford
gömleklerden oluşuyordu. Özel bir Santa Fe hazırlık okuluna
gitti ve kızlarla çıktı - bazılarına âşık olmuştu. Ancak gözünü,
mezun olduktan sonra gidip New York Üniversitesi’ne kaydol­
duğu New York’a dikmişti. Bir gece bir sınıf arkadaşı onu bir
partiye davet etti; Ford’un bunun sadece erkeklerden oluşan
bir parti olduğunu anlaması çok sürmemişti. Partinin ortasın­
da Andy Warhol çıkageldi ve grup hemen Studio 54’e gitti. Film

247
Gucci Hanedanı

yıldızı gülümsemesi ve züppe görünümlü havasıyla, tatlı ve


genç bir Batılı olan Ford grupta hoş karşılanmıştı. Gece bitme­
den önce Warhol içten bir şekilde Ford’la sohbet ediyordu ve bir
anda uyuşturucular ortaya çıkmıştı. O zamana kadarki yaşam
tarzı bir diş macunu reklamındaki efendi bir çocuğa benzeyen
Ford, etrafını saran hızlı ve son moda yaşam karşısında şaşkına
dönmüştü. “Biraz şaşırtıcıydı,” diye itiraf ediyordu Ford.
Sınıf arkadaşı olan illüstratör lan Falconer, “Çok da şaşırmış
olamaz,” diye karşılık veriyordu, “çünkü gecenin sonunda bir
takside sarmaş dolaş öpüşüyorduk!” Çok geçmeden Ford, Stu-
dio 54’ün müdavimi oldu. Bütün gece partiliyor, gün boyu uyu­
yordu ve derslere gitmeyi bırakmıştı - yeni kulüp hayatından
kapacaklarıyla çok daha fazla ilgileniyordu.
“Santa Fe’de takıntılı olduğum arkadaşlarım vardı ama New
York’a gidene kadar onlara âşık olduğumu fark etmemiştim,”
diyordu Ford. “Bunu içimde bir yerlerde biliyordum ancak hep­
si çok derinlere itilmişti.”
1980’de, birinci sınıfın sonunda, New York Üniversitesi’ni
tamamen bıraktı ve televizyon reklamlarında oynamaya baş­
ladı. İyi görünümü, konuşma becerisi ve kameralar önündeki
rahat varlığı ona başarı getirdi. Los Angeles’a taşındı. Bir nokta­
da, aynı anda yayında olan on iki reklamı bulunuyordu. Sonra
bir gün akla hayale sığmayacak bir şey oldu. Bir Prell şampuan
reklamı için saçını yapan kuaför, saç çizgisinin çok az gerilemiş
olduğu Ford’un kafa derisine şaşırarak göz attı.
“Aah, tatlım!” dedi erkek kuaför, yüksek ve genizden gelen
bir sesle. “Senin saçların dökülüyor.” Ford’un soğukkanlılığı pa­
ramparça oldu.
“O tam bir cadalozdu ve ben sadece on dokuz ya da yirmi
yaşındaydım ve paranoyaklaşmıştım,” diye anımsıyor Ford. Çe­
kimin geri kalanı boyunca çenesini aşağıda tutmuş ve parmak­
larıyla perçemlerini takıntılı bir şekilde alnına doğru taramıştı.
“Yönetmen sürekli kamerayı durduruyor ve ‘Lütfen onun sa­
çını düzeltir misiniz!’ diye bağırıyordu,” diye anımsıyordu Ford.
Bu olay onda iz bırakmıştı. Saçlarının durumu hakkında güven­

248
Mahkemede Bir Gün

siz hisseden Ford, çalışırken kendini “Daha iyi bir reklam yaza­
bilirim,” ya da “Ben bu şekilde yönetirdim” ya da “Bu orada daha
iyi görünüyor...” gibi şeyler düşünürken de buluyordu. Kontrol
eden tarafta olmak istediğini fark etti.
Ford, New York’taki Parsons Tasarım Okuluna kaydoldu ve
orada, ailesinin oturma odasını düzenlediği o ilk günlerden beri
ilgi duyduğu alan olan mimarlık eğitimini aldı. Programın bir
kısmında, Parsons’ın da bir kampüsünün olduğu Paris’e taşın­
dı. Ancak okulunu neredeyse bitirmek üzereyken, mimarlığın
onun zevki için fazla ciddi olduğunu fark etti. Fransız modaevi
Chloe’de yaptığı bir staj onun bu fikrini doğruladı - moda dün­
yası çok daha eğlenceliydi. Okulunun üçüncü yılına doğru, iki
haftalık bir tatil için Rusya’ya gitti; bir gece kötü bir gıda zehir­
lenmesi geçirip kendisini soğuk otel odasına sürükledi.
“Berbat haldeydim ve o gece odamda tek başıma kalıp dü­
şünmeye başladım,” diyordu Ford. “O anda yapmakta oldu­
ğum şeyi yapmak istemediğimi biliyordum ve bir anda aklıma
MODA TASARIMCISI olmak geldi. Bu fikir bir bilgisayar çıktısı
gibi geliverdi.” Başarılı bir moda tasarımcısı olmak için neler
gerektiğini biliyordu - zekâ, anlaşılır bir konuşma, kamera kar­
şısında iyi durabilme becerisi, insanların ne giymesi gerektiği
konusunda iyi fikirler.
Ford’un modeli Calvin Klein olmuştu. Armani, Birleşik
Devletler’de büyük bir isim haline gelmeden önce bile Ford,
lisedeyken, yetmişlerin ortalarından sonuna kadar yatağı için
Calvin Klein çarşaflar aldığını hatırlıyordu.
“Calvin Klein genç, tarz sahibi, zengin ve çekiciydi,” diyordu
Ford, kendini New York’taki çatı katı dairesinde Klein’ın şık si­
yah beyaz fotoğraflarını içeren bir dergiye bakan bir genç olarak
hatırlarken.
“Adını lisansladı, kot pantolonlar, hazır giyim ürünleri sattı
- film yıldızı gibi olan ilk moda tasarımcısıydı.” Ford, Studio 54
günlerinde gerçekten tanıştığı ve sevgi dolu bir köpek yavrusu
gibi peşinde dolaştığı Calvin Klein gibi olmak istiyordu.
Paris’e döndüğünde, Parsons yönetimi Ford’a, moda tasa­

249
Gucci Hanedanı

rımında uzmanlaşmak istiyorsa ders programına sıfırdan baş­


laması gerektiğini söyledi - bu, Ford’un yapmak istediği şey
değildi. 1986 yılında mimarlıktan mezun oldu, New York’a geri
döndü, bir moda portföyü hazırladı ve iş aramaya başladı; hangi
bölümden mezun olduğundan bahsetmiyor ve reddedilmenin
cesaretini kırmasına izin vermiyordu.
“Sanırım çok saftım ya da kendime çok güveniyordum ya da
her ikisi de,” diyordu Ford. “Bir şey istediğimde onu elde ede­
rim. Bir moda tasarımcısı olmaya karar vermiştim ve bu insan­
lardan biri beni işe alacaktı!” Bir liste hazırladı ve her gün tasa­
rımcıları aramaya başladı.
“Telefonda ona hiç açık pozisyonum olmadığını söyledim,”
diye anımsıyordu New York merkezli tasarımcı Cathy Hard-
wick. “Ancak çok kibar biriydi. ‘Size sadece dosyamı gösterebilir
miyim?’ Bir gün pes ettim. ‘Ne kadar çabuk gelebilirsin?’ diye
sordum. ‘Bir dakika içinde,’ dedi. Lobideymiş!” Çalışmalarından
etkilenen Hardvvick onu işe aldı.
“Hiçbir şeyi nasıl yapacağımı bilmiyordum,” diye anımsı­
yordu Ford. Cathy Hardvvick’le ilk haftalarında ondan bir kloş
etek yapılması istendi. Başını salladı, merdivenlerden aşağı indi,
şehir merkezindeki metroya atladı ve hemen elbise bölümüne
yöneldiği Bloomingdale’s durağında indi. Orada, nasıl yapıldık­
larını görmek için bulabildiği bütün kloş etekleri ters yüz etti.
“Sonra geri döndüm, eteği çizdim, onu kalıpçıya verdim ve bir
kloş etek yaptım!” diyordu Ford.
Ford, o zamanlar Fairchild Publication adında bir moda ya­
yınevinde yazar ve editör olarak çalışan, şu ansa Paris merkezli
Vogue Hommes International için şef editörlük yapan Richard
Buckley’yle tanıştığında Cathy Hardvvick için çalışıyordu. Ford
yirmi beş yaşındaydı ve film yıldızı gibi görünüyordu - koyu
renkli delici gözler, belirgin bir çene, omuzlara kadar gelen koyu
kahverengi saçlar. Hâlâ mavi kot pantolonlar ve yakası düğmeli
Oxford gömlekler giyiyordu. Otuz yedi yaşındaki Buckley’nin
safir mavisi gözleri, asker tıraşı yaptığı kır saçları ve utangaçlığı­
nı gizleyen alaycı bir mizah anlayışı vardı. Bir moda editörünün

250
Mahkemede Bir Gün

daimi üniformasını giyiyordu: dar paça siyah pantolon, bilekle­


rinde elastik iç kısımlar olan siyah botlar ve kravatsız bembeyaz
bir gömlek ile siyah bir ceket. Buckley, Fairchild’ın Paris ofisin­
de, erkek giyim günlük DNR gazetesinde Avrupa editörü olarak
çalıştıktan sonra, Fairchild’ın o zamanlar yeni ancak artık ya­
yında olmayan Scene dergisini yönetmek için kısa bir süre önce
New York’a geri dönmüştü. Ford’u, David Cameron defilesinde
görmüştü. Genç, koyu renk saçlı Ford’u gördüğünde kalbi uzun
zamandır ilk kez hoplamıştı. Gösteriden sonra bazı perakende­
cilerle röportaj yapmak zorunda olduğu bahanesiyle onun et­
rafta dolandı ve ortadan kaybolan Ford’u aradı. Defilede Ford
da Buckley’yi fark etmişti.
“Bir noktada arkamı döndüm ve o adamın bana baktığını
gördüm,” diye anımsıyordu Ford. Buz mavisi gözleri, dikilmiş
saçları ve kararlı ifadesiyle Buckley büyülenmiş görünüyordu.
“Beni korkuttu!” diyordu Ford.
Buckley’yi şaşırtacak şekilde, on gün sonra, Scene için bir
moda çekimine gözetmenlik yaptığı Batı Otuz Dördüncü Cad-
de’deki Fairchild binasının çatı katında Ford’la karşı karşıya gel­
di. İşin yorucu temposu göz önüne alındığında -günlük gazete
Women’s Dear Daily de moda editörü ve ayrıca Scene’de editör
olarak görev yapıyordu- son dakika çekimi için çatı katma sı­
ğınmıştı. Cathy Hardvvick, Buckley’nin henüz fotoğraflamayı
bitirmediği bazı kıyafetleri alması için Ford’u göndermişti. Tam
Buckley, Ford’u defilede görmüş olduğu hakkında sanat direk­
törüne açılıyordu ki Ford kıyafetlerle ilgilenmek için çatı katma
çıktı.
Buckley’nin gözleri büyüdü ve yutkundu. “Bu o!” diye fısıl­
dadı sanat direktörüne, “sana bahsettiğim kişi...”
Buckley, Ford’u soğukkanlı bir şekilde selamlamaya çalıştı ve
ona çekimlerini henüz bitirmediğini açıklayarak kıyafetler için
bekleyip bekleyemeyeceğini sordu. Ford kabul etti. Daha sonra
birlikte asansöre bindiklerinde Buckley -genellikle hazırcevap
ve zarif biriydi- kendini arsız bir şekilde saçmalarken buldu.
“Tam bir aptal olduğumu düşünmüş olmalı,” diye anımsı­
yordu Buckley. Ford öyle düşünmemişti.

251
Gucci Hanedanı

“Söyledikleri kulağa çok aptalca geliyordu ama iyi biri oldu­


ğunu düşündüm,” diyordu Ford. “Ve bizim işimizde, gerçek ve
iyi kalpli insanları bulmak çok nadirdir.”
1986 yılında, bir Kasım ayı akşamı, Doğu Yakasındaki Albu-
querque Eats’teki ilk randevularında, Buckley ve Ford kendileri­
ni çabucak derin bir sohbetin içinde buldular - bu, Buckley’nin
Ford’un odaklanmasından ve görev bilincinden etkilenmesini
sağlamıştı. Neşeli genç kalabalığın ortasındaki masalarında
içkilerini yudumlar ve karidesli quesadilla’lannı yerken, Ford,
Buckley’ye on yıl sonra tam olarak ne yapmak istediğini söyledi.
“Clavin Klein’dan daha sofistike ve modern ama Ralp Lau-
ren’inki kadar satış hacmine sahip olan, Avrupa zarafetine sahip
kusursuz gündelik giysiler yaratmak istiyorum,” demişti Ford,
Buckley onu şefkat ve şaşkınlık karışımı bir duyguyla dinlerken.
“Ralp Lauren, gerçekten koca bir dünya yaratmış tek tasa­
rımcı,” diye açıklamıştı Ford ciddiyetle Buckley’ye. “Onun tü­
ründeki insanların neye benzediğini, evlerinin nasıl olduğunu,
hangi arabaları kullandıklarım bilirsin - ve tüm bu ürünleri
onlar için yapıyor. Ben de aynı şeyi kendi yolumla yapmak is­
tiyorum!”
Buckley, oturma bölümlerinin dolgulu deri koltuğuna yas­
landı ve yakışıklı yeni arkadaşını gözlemledi. “Çok genç ve
şimdiden bir milyoner olmak istiyor,” demişti kendi kendine.
“Dışarı açılıp New York moda dünyasının arbedesi içinde hır­
palanana kadar bekleyelim,” diye düşünmüştü Buckley, bir yanı
Ford için üzülüp diğer yanı da genç tasarımcının her şeye rağ­
men kendini kanıtlayabileceğini umarken.
İki adam arasında bir şeyler gelişti: Biri odaklanmış, hırslı
ve tanınmamıştı; diğeri Fairchild için yaptığı işler sayesinde ol­
dukça sofistike biri haline gelmiş -dedikodu içerikli “Eye” kö­
şesinin editörlüğünü yapmaya devam etmişti- ancak arkadaş
canlısı, gerçekçi kişiliğini kaybetmemişti.
“Richard iyi, akıllı ve eğlenceli biriydi,” diyordu Ford. “Her
şeye sahipti.” Buckley ve Ford, O Noel Arifesinde birlikte ya­
şamaya başladılar. Bu, hayat boyu sürecek bir ortaklık olacaktı.

252
Mahkemede Bir Gün

Buckley, kısa süre önce East Village’taki St. Mark’s Place’te


altmış beş metrekarelik bir daireye taşınmıştı; Ford ise Madison
Caddesi ile Yirmi Sekizinci Sokak’ın köşesinde tek kişilik oda­
lar kiralayan bir otelde yaşıyordu. “Hem bina hem de daire son
derece güzeldi, ancak geceleri pencereler insanların uyuştucu
kullandığını görebileceğiniz odalara bakıyordu; çok korkutu­
cuydu,” diye anımsıyordu Ford.
“Onun bana taşınması konusunda anlaştık,” diyordu Buck­
ley. İki yıl sonra St. Mark’s Place’teki daireye, Buckley’den Ford’a
doğum günü hediyesi olan bir tüysüz tilki teriyeri de geldi. “En
başından beri Tom bir köpek istiyordu,” diye anımsıyordu Buck­
ley. “Bunun için uzun süre savaştım ama en sonunda pes ettim.”
John, teriyere bu adı vermişlerdi, onlar için sadık bir yoldaş ve
yakın arkadaşlarına gönderdikleri Polaroid fotoğraflar için pe­
ruklar ve acayip kıyafetlerle süsleyip püsledikleri utanmaz bir
model olmuştu. Başta karşı çıkmasına rağmen Buckley, John’a
o kadar bağlanmıştı ki çoğu zaman bu dost canlısı teriyeri ken­
disinin gibi görürdü.
O sırada, 1987 yılının ilkbaharında, kariyerinden bıkan Ford,
Cathy Hardvvick’ten istifa etti. Ford’un tasarlamak istediği ku­
sursuz günlük kıyafet türünün şampiyonu olan Calvin Klein
ile birlikte bir tasarım işine girmeyi hayal ediyordu. İkisi bizzat
Calvin’le yapılan dokuz ayrı görüşmeden sonra Calvin Klein,
Ford’a kadın tasarım stüdyosunda çalışması için onu işe almak
istediğini söyledi. Ford çok mutlu olmuştu - beklentilerinin
çok altındaki maaş teklifini duyana kadar. Ford daha fazla para
istedi ve Calvin bu isteği iş ortağı Barry Schvvartz’la görüşmesi
gerektiğini söyledi. Birkaç kez durumu öğrenmek için arasa da
Calvin Klein’dan bir geri dönüş olmadı. Kısa bir süre sonra Marc
Jacobs, Perry Ellis’te kendisiyle birlikte çalışmasını istediğinde
Ford kabul etti. Bir gün işten eve geldiğinde telesekreterde Cal­
vin Klein’m sekreterinden bir mesaj olduğunu gördü.
“Bay Klein sizinle hâlâ çok ilgileniyor ve başka bir işe girme­
diğinizden emin olmak istiyor, başka bir işe başlamadan önce
lütfen onu arar mısınız?” diyordu mesaj. Ford teşekkür etmek
için geri aradı, halihazırda Perry Ellis’le olan işi kabul etmişti.

253
Gucci Hanedanı

Buckley’nin kariyeri, ertesi yıl, Tina Brovvn’ın Vanity Fair’ma


katılmak için 1989 yılının Mart ayında Fairchild’daki işini bırak­
tığında bir sıçrama yaşadı, ne var ki yeni işi karşısında duyduğu
mutluluk kısa sürede söndü. Nisan ayında, Buckley’ye kanser
teşhisi kondu. Akut bademcik iltihabı olarak düşündüğü şey
aylar süren antibiyotikler, boğaz kültürleri ve Porto Riko’da gü­
neşli bir tatilin ardından düzelmeyince Buckley en sonunda St.
Luke’s-Roosevelt Hastanesi’ne biyopsi için başvurdu, basit bir
süreç olacağını düşünüyordu. Anesteziden çıktığında, St. Lu-
ke’taki cerrah ona kanser olduğunu, bir sonraki hafta daha fazla
ameliyata girmesi gerektiğini ve hayatta kalma riskinin yüzde
35 olduğunu söyledi.
Buckley acı içinde yutkundu, kafasını iki yana salladı ve
“Hayır! Hayır! Hayır! Eve gitmek istiyorum! Köpeğimi ve ya­
tağımı istiyorum!” dedi. Ford hastaneye gitti ve Buckley’yi eve
götürdü, sonra da telefonu açtı. Buckley’nin fihristinden kanser
araştırma enstitüsü Memorial Sloan-Kettering için fon topla­
mada aktif olarak görev yaptığını bildiği önde gelen birkaç New
Yorklunun adını aldı. Yirmi dakika içinde, Buckley’nin iki gün
sonra en iyi cerrah ve radyologlardan biriyle bir randevusu ol­
muştu. Buckley daha fazla ameliyat ve radyasyon tedavisiyle ge­
çen acı dolu aylar geçirdi. Ford, durumu hakkında bilgi vermek
için Buckley’nin ailesini her gün arıyordu.
Buckley’nin doktorları, kanserle girdiği savaşı kazanmış gibi
göründüğü -ancak artık daha az stresli bir hayat sürmesi gerek­
tiğini- söylediğinde Buckley ve Ford yüzlerini Avrupa’ya çevirdi.
Ford, New York’ta çalışan bir tasarımcının Birleşik Devletler’de
başarılı olabileceğini ama Avrupa’da başarılı olan bir tasarım­
cının dünya çapında ün kazanacağını düşünüyordu. Buckley
de o sırada yaptığı işten daha az baskı içereceğini düşündüğü
iyi bir yazarlık işi alabileceğini düşündü. 1990 yaz başlarında,
kendi ceplerinden karşılayarak bir Avrupa seyahatine çıktılar
ve bir dizi görüşme yapmaya başladılar. Ford, Milano’ya yaptığı
bir önceki gezisinde arkadaşı Richard Lambertson’u çoktan ara­
mıştı ve Lambertson ile Dawn Mello’yla bir akşam yemeği yedi.

254
Mahkemede Bir Gün

Orada Lambertson, Ford’u Gucci’nin kadın hazır giyimi için


düşünmesi konusunda Mello’ya ısrarcı oldu ancak kadın başı­
nı iki yana salladı. Çalışma prensibi “arkadaş yok” şeklindeydi.
O sırada, moda dünyasındaki bağlantıları sayesinde Buckley,
Ford için Milano’daki önde gelen neredeyse tüm modaevleriy-
le baş döndürücü randevular ayarlamıştı. Donatella Versace’yle
mükellef bir öğle yemeği, Giorgio Armani’de Gabriella Forte ve
Carla Fendi (Ford’la New York’ta tanışmış ve yeteneğinden et­
kilenmişti) görüşmelerin ardından, Ford’a hâlâ bir iş teklifi gel­
memişti. Bu kez Ford’a bir deneme projesi vermeyi kabul eden
Dawn Mello’yla bir kez daha öğle yemeği yediler. Bu yemekten
sonra Ford ve Buckley, Milano’daki en özel çiçekçiye gitti ve ona
üzerine çövenlerin boca edildiği, sadece İtalyanların göndere­
ceği türden devasa bir buket gönderdiler. “Bütün o çövenleri
gördüğümüzde dehşete düşmüştük ve hepsini çıkardık!” diye
anımsıyordu Buckley.
“Dawn, o esnada Milano’daki bütün o idealistleri görmüştü,”
diyordu Buckley. “Dışarıda gezen bütün genç tasarımcılar eteği
yeniden icat etmek istiyordu. Tom eteği yeniden icat edeme­
yeceğini zaten biliyordu. İşin anahtarı, hangi zamanda hangi
eteği yaptığınızdır.” Mello, Ford’un kendisi için yaptığı projeyi o
kadar sevmişti ki kendi kurallarını esnetmeyi ve onu işe almayı
kabul etti.
“Onun her şeyi yapabileceğini hissettim,” diyordu Mello.
Ford, 1990 yılının Eylül ayında Milano’ya taşındı ve Buckley
de Mirabella dergisinin yeni Avrupa editörü olarak Ekim ayında
onun yanma geldi.
İlk birkaç günde, Milano’nun altın alışveriş üçgeninde bulu­
nan Via Santo Spirito’da şık bir evde ancak dar odalarda yaşadı­
lar. Oda, yaklaşık olarak bir dolap büyüklüğünde olsa da, yine
de bir köşesi mutfak eşyalarıyla, Alessi tencere tavaları ve Frette
örtüleri gibi aksesuarlarla döşenmişti. Buckley, Ford ve sekiz
devasa valizin olduğu alanda zar zor dolaşabiliyorlardı. Birkaç
gün sonra güneydoğu Milano’daki Via Orti’de, yanlarına John’u
da aldıkları, geniş ve salkımlarla kaplı bir terasa sahip güzel bir

255
Gucci Hanedanı

daire buldular. Yeni evlerini, New York’tan getirdikleri eski par­


çalar ve Avrupa’dan keyifle topladıkları, içlerinde bir Biederme-
ier komodin, iki X. Charles koltuğu ve desenli döşemelerin de
olduğu yeni parçaların karışımıyla döşediler.
Ford ve Buckley’nin Milano’daki hayatı kısa süre içinde dü­
zene girdi. Gucci tasarım ekibinin diğer genç asistanlarıyla ar­
kadaş oldular ve kısa sürede birbirine sıkı sıkıya bağlı bir grup
haline geldiler. Hep birlikte Milano’da yaşamanın artı ve eksile­
rini öğrendiler - yemek, moda partileri, hafta sonları Alpler’de
kayak, uzun saatler, kasvetli hava.
“Herkes biraz yerinden edilmiş gibi hissediyordu,” diye
anımsıyordu, triko tasarımcısı David Bamber. “Milano, New
York’tan çok farklıydı.”
Ford ve Buckley, gelişmiş bir VCR almış ve sonra da bir uydu
çanağı edinmişlerdi. Arkadaşları ve meslektaşlarıyla akşam ye­
meğine çıkmadıklarında evde kalır ve İngilizce eski filmleri iz­
lerlerdi. Milano’daki Blockbuster Video henüz açılmamıştı ama
Buckley, New York’tan -kanser tedavisi için sık sık gidiyordu-
her seferinde bir sürü film getirirdi. En sevdikleri filmleri tekrar
tekrar izlerdiler. Ford daha sonradan, bir koleksiyon üretmek
için bir ruh haline odaklanmak istediği zamanlarda bu alışkan­
lığı bilinçli şekilde kullandı.
Ford ve Buckley’nin dairesi, hepsi bir şekilde moda ve tasa­
rım topluluğuyla bağlantılı Milano’daki yeni arkadaşları için bir
buluşma noktası olmuştu. Küçük grup, Buckley’nin hazırladığı
ev yapımı yemekler için Via Orti’deki terasta toplanırdı ve Ford
genellikle tasarım ekibini akşamüstü çalışma seanslarına davet
ederdi.
Gucci için bir kaşmir planı geliştirmek üzere İskoçya’ya gi­
den ve gökkuşağı renklerinde kaşmir kazaklar yapan David
Bamber, “Calvin Klein ve Timberland’in bir karışımını yapma­
mız gerekiyordu,” diye anımsıyordu.
Amerikalılar, Gucci’nin geleceği için hayati öneme sahip
olduklarını kanıtladı. Dawn Mello, uzun süredir kayıp olan
Gucci tasarımları ve son moda aksesuarlar için yapılmış eser-

256
Mahkemede Bir Gün

lerini yeniden canlandırmanın çok ötesinde işler yapmıştı. Çok


önemli moda basınının dikkatini çekmiş, şirketin ana akım gi­
yim sektörünün içine girmesini sağlamış ve tasarım kıyafetle­
rin gerçekten de Gucci’nin görünümüne ait olduğundan şüphe
edenleri ikna edecek yenilikçi, genç tasarımcıları işe almıştı.
Tasarımcılar arasında Tom Ford, Gucci’nin ününü ve servetini
canlandıracak topuklu ayakkabılar, şık takım elbiseler ve mo­
daya uygun çantalarla tabii ki bir yıldız olmuştu. Mello ve Ford,
yeteneklerinin yanı sıra Gucci’ye, Gucci’nin başarısı adına çok
önemli başka bir şey daha sunmuştu - önlerine çıkacak fırtına­
lardan sağ salim çıkabilme gücü.

257
12

Boşanma
r
22 Ocak 1990 sabahında güneş pırıl pırıl parlıyor, Aldo
Gucci’ye karşı son görevlerini yapmak için Roma’daki Via del-
la Camilluccia’da bulunan Santa Chiara kilisesine doluşmuş,
kürklerine ve kışlık montlarına sarılmış halde yas tutan insan­
lar için havadaki soğuğu alıp götürüyordu. Aldo’nun ölümü
birçok arkadaşını ve tanıdığını şaşkına uğratmıştı. Son âna
kadar dinamik ve çevik olan Aldo, seksen dört yaşından çok
daha genç görünüyordu. Çok az kişi onun gerçekte kaç yaşın­
da olduğunu ya da prostat kanseri için tedavi gördüğünü fark
etmişti. Gucci hisselerini satmak zorunda kaldığı, Cenevre’de­
ki o toplantının yapıldığı nisan ayındaki günün üstünden bir
yıl bile geçmemişti.
Evlilikleri iyiye gitmemeye başladıktan yıllar sonra 1984 yı­
lının Aralık ayında Aldo, Olvven’den boşanmaya kalkmıştı. Ar­
tık birlikte yaşamıyor olsalar da Roma’da olduğunda Aldo onu
ziyaret etmiş, Via della Cailluccia’da inşa etmiş olduğu villaya
kendi eviymiş gibi özgürce ve rahat bir şekilde gidip gelmişti.
Boşanma talebi, 1978 yılında bir kan pıhtılaşması atağından
sonra zayıf düşen Olvven’i şaşkına çevirmişti. Olvven, Aldo’yu
hiçbir zaman yapmak istediği şeyden alıkoyamamış olsa da
yasal bağlılıklarını korumuştu. Aldo, hayatını nerede ve kimle

258
Boşanma

mutluysa o şekilde sürdürmüştü - hatta Birleşik Devletler’de


Bruna’yla evlenmişti.
Aldo, Noel tatilini sessiz bir şekilde Bruna ve kızları
Patricia’yla Roma’da geçirdi ancak şiddetli ve kötüleşen bir gri­
be yakalandı. O perşembe günü sessiz sedasız komaya girdi,
cuma günü de kalbi atmayı bıraktı.
Kilisede, Giorgio, Roberto, Paolo ve aileleri, Aldo’nun ta­
butunun yanındaki ön sıralarda yerlerini almıştı. Maurizio,
Andrea Morante’yle Milano’dan uçup gelmişti. Kiliseye girdik­
lerinde, Morante böylesine kişisel ve ailevi bir âna dahil olmak
istemediği için arka tarafta kaldı, Maurizio ise kilisenin bir kö­
şesinde tek başına durmak için ön tarafa yürüdü.
Diğerlerinin tarafında bir yerde, Giorgio onları karşılayıp
ailesiyle birlikte sıralardan birinde durması için götürene ka­
dar törende kendilerine uygun yerin neresi olduğundan emin
olamayan Bruna ve Patricia duruyordu. Roberto, yaşlı ve zayıf
annesi Olvven’e eşlik ediyor ve koruyucu bir şekilde yanında
duruyordu. Kısa bir süre sonra o da kötüleşen sağlığı sebebiyle
Roma’da bir kliniğe yatırıldı. Her zaman taşkınlık yapan Aldo
ölümünde bile tartışmalara yol açmıştı: Yaklaşık 30 milyon de­
ğerindeki Amerikan mülkünü Bruna ve Patricia’ya bırakmıştı,
bu harekete Olwen ve üç oğlundan ikisi, Paolo ve Roberto, ta­
rafından itiraz edildi ama aileler sonradan dostane bir çözüme
ulaştılar.
Maurizio, serin kilisede tek başına dururken birbirine kenet­
lenmiş ellerine baktı ve rahibin sesinin iniş çıkışlarının zihnin­
den içeri girmesine izin verdi. Aldo’nun, Via Condotti ofisinde­
ki merdivenlerden ikişer ikişer tırmandığını, sağda solda duran
tezgâhtarlarına emirler yağdırdığını ya da Noel paketlerini im­
zalayarak New York mağazasında ilgi odağı olduğu zamanlan
hayal etti. Zihninin içinde, Aldo’nun aile dinamikleri hakkında
söylediği eski özdeyişleri tekrarlayan sesini duydu - “Benim
ailem tren, ben de lokomotifim. Tren olmadan lokomotifin
bir değeri olmaz ve lokomotif olmadan da tren, eh, çalışmaz!”
Maurizio gülümsedi. Etrafındaki yas tutan insanlar kıpırdanıp

259
Gucci Hanedanı

ıslak mendillerle gözlerini kurularken, Maurizio kenetlenmiş


ellerini serbest bıraktı, sonra ısıtmak ister gibi yumruklarını sı­
kıp gevşetti.
“Artık hem lokomotif hem de tren olmak zorundayım,” dedi
kendi kendine. “Ve Gucci’yi tek bir çatı altına toplamalıyım.”
Kişisel mantrasını tekrar tekrar söyledi: “Sadece bir Gucci var,
sadece bir Gucci var.” Investcorp ona iyi bir şekilde hizmet et­
miş, ailedeki güç mücadelelerine bir son vermesi için ona yar­
dımcı olmuştu ama artık çok uzun zamandır hayalini kurduğu
şeyi yapma -şirketin iki yarısını bir araya getirme- zamanıydı.
Farklılıklarına rağmen Aldo’nun da bunu isteyeceğini biliyordu.
Sadece o, Maurizio, Gucci’nin devamlılığını sağlayabilirdi - o,
geçmişle gelecek arasındaki köprüydü. Aralık ayında Mauri­
zio, Nemir Kırdar’a, Gucci’nin askıda olan yüzde 50 hissesini
Investcorp’tan geri almak istediğini söyledi ve Kırdar da kabul
etti. Maurizio, yeniden yapılandırmayı kendi başına gerçekleş­
tirmek istiyordu - Gucci hayalini dışarıdan bir ortak olmadan
başarmak istiyordu.
Ayinden sonra Maurizio akrabalarını ve cenazeye katılmış
olan uzun süredir Gucci’de çalışan kişileri selamlamak için ora­
larda oyalandı. Giorgio, Roberto ve Paolo onu mesafeli karşıla­
dı. Gucci’yi ele geçirme şeklinden dolayı ve babalarını aşağıla­
dığı için Maurizio’yu hiçbir zaman affetmemişlerdi. Maurizio,
hissettikleri derin kayıp duygusu için kolayca bir günah keçisi
haline gelmişti. Onu Aldo’nun cenazesinde, kendine özgü gri
kruvaze takım elbisesi içinde ve yanında Andrea Morante’yle
-kendilerinin bütün hisselerini satın alan adam- birlikteyken
görmek, hiçbirinin kendisini daha iyi hissetmesini sağlamamış­
tı. Aldo’nun cenazesi için Floransa’ya dönüş yolunda Maurizio,
Gucci’nin tamamını geri almak için elinden geleni yapacağına
dair kendine verdiği sözü yineledi.
Maurizio, Investcorp’un Gucci’deki yüzde 50 hissesini 350
milyon dolar karşılığında satın almak için başarılı bir şekilde
anlaşmaya vardı. Aynı ocak ayında, Investcorp’un Bahreyn’deki
yıllık yönetim kurulu toplantısında Nemir Kırdar, meslektaşla­

260
Boşanma

rının önünde ayağa kalktı ve Investcorp’un hisseleri Maurizio’ya


satmaya karar verdiğini ve bunun için finansal destek ayarla­
masına yardımcı olmak için her şeyi yapacağını ilan etti.
“Şu anda masamızda, Maurizio’nun bizdeki hisselerini satın
almak için parayı bulmasına yardımcı olmaktan daha önemli
bir proje yok,” demişti Kırdar, odadaki ekibine bakarak. “Biz
üzerimize düşeni yaptık, hisseleri topladık, artık kapının üze­
rinde Maurizio Gucci’nin adı yazıyor, şirketi almasına ve kendi
yoluna gitmesine izin vermeliyiz.”
Investcorp’un üst düzey yöneticilerinden Bob Glaser, bir
satıcının alıcı için finansal destek ayarlamasının son dere­
ce olağandışı olduğunu söyleyerek Kırdar’a karşı çıktı. Ayrıca,
Maurizio’nun Gucci işini bankacılık topluluğuna onların anla­
yabileceği şekilde açıklayacak araçlara sahip olmadığına da dik­
kat çekti. Glaser -başlangıçtaki yüzde 50 hissenin alımına dahil
olmamıştı- Investcorp’un Gucci’yle ilgili dosyalarına bakarak
bilgi aradı.
“İlk yatırımı yapmadan önce Gucci hakkında temel düzeyde
bile finansal bilgiye ve geçmiş bilgisine sahip olmamamız kar­
şısında şoke oldum,” diye anımsıyordu Glaser. Maurizio’yla ya­
kından çalışan Rick Svvanson’u bu iş için görevlendirdi; görevi,
araştırma yapmak, Gucci işi ve potansiyeli hakkında detaylı bir
belge hazırlamaktı.
“Svvanson, Maurizio tarafından yapılmış olması gereken işi
yapıyordu - bedavaya!” diye vurguladı Glaser.
Svvanson, kısa sürede bu işi yapmanın söylendiği kadar ba­
sit olmadığını keşfetti. Gucci’nin İtalya’da, Birleşik Devletler’de,
İngiltere’de ve Japonya’da bulunan dünya çapındaki şirketlerini
bir bütün olarak tasvir etmekte zorlandı - esasında her biri ba­
ğımsız olarak işlev görüyordu.
“Küresel bir yönetici ekibi ve yeni yeni oluşmaya başlamış
bir vizyonu olan bu farklı şirketler grubunu alıp, bankacıların
anlayabileceği şekilde uyumlu bir iş ve finans planı haline getir­
mem gerekiyordu. Bu gerçekten var olmayan bir şeydi,” diyordu
Svvanson.

261
Gucci Hanedanı

Gucci, Maurizio’nun yenileme programı kapsamında sü­


rekli gelişmişti ve Swanson bütün bu değişiklikleri bütünleş­
tirme konusunda zorluk çekiyordu. Maurizio kanvas işine son
vermiş, ürünleri yenilemiş ve yeni standartlarına uymayan
mağazaları kapamıştı. Villa Bellosguardo’yu satın almış ve bi­
raz nakit para elde etmek için New York’taki bazı gayrimen-
kulleri satmaktan bahsetmişti. Bütün bunlara rağmen, Invest-
corp ona yardım etmişti.
“Olan olmuştu!” diyordu Svvanson. “Yüzde elli hisseye sa­
hiptik ama onun yaptıklarını kontrol edemiyorduk.” Svvanson,
Milano’ya uçtu ve Maurizio’yla toplantı odasındaki yazı tahta­
sının başına oturup birlikte yönetim yapısı için kutular ve tas­
laklar çizdiler. Maurizio’nun hepsi yoluna konmuş, strateji ve
planlama, finans ve muhasebe, lisanslama ve dağıtım, üretim,
teknoloji, insan kaynakları, imaj ve iletişim pozisyonlarını da
barındıran modern bir kurumsal yönetim yapısı olmuştu.
“Sonra da bunların ücretini belirledik,” diyordu Svvanson.
“Maurizio, bu kadar yeni pozisyon eklemenin ne kadara mal
olacağını rakamlara dökmeye hiç zahmet etmemişti.” Piaz-
za San Fedele’deki yeni şık merkez de dahil olunca rakam 30
milyon dolardan fazlasına tekabül ediyordu - bu, muazzam
bir artıştı, özellikle de Maurizio’nun ürünler ve dağıtımda yap­
tığı belirgin kesintiler göz önüne alınınca. Maurizio’nun planı
Svvanson’ı dehşete düşürdü.
“Maurizio, bu bölgede Gucci geçen yıl 110 milyon dolar ka­
zandı,” dedi Svvanson, grafiklerini işaret ederek.
“Tamam,” diye yanıtladı Maurizio, sandalyesinde geriye yas­
lanıp sahte bir konsantrasyonlar gözlerini kısarak. “Yüz yirmi
beş, yüz elli, yüz seksen beş.”
Svvanson boş gözlerle ona baktı.
“Ne demek istiyorsun?”
“Bunlar tahminler, değil mi?” diye yanıtladı Maurizio, sakin
bir şekilde Svvanson’a bakarak.
“Ahh, bunları yüzde bazında mı yapıyorsun?” diye karşılık
verdi muhasebeci olan Svvanson, Maurizio’nun mantığını anla­
maya çalışarak.

262
Boşanma

“Ah, hayır, hayır, hayır, yüzdeliklerle ilgisi yok,” dedi Mauri­


zio elini sallayıp dilini şaklatarak. “Yüz yirmi beş, yüz el- hayır,
yüz altmış yapalım...”
Svvanson evraklarını topladı ve Londra’ya uçarak burada
hayal kırıklıklarını Investcorp’un finans müdürü Eli Hallak ve
Kırdar’m Maurizio’nun satış kurallarını müzakere etmesini is­
tediği sert, ayakları yere basan, kızıl sakallı bir bankacı olan Bob
Glaser’la paylaştı.
“Bob,” demişti Kırdar, “Maurizio tarafından baştan çıkarıl­
mayacağına güvenebileceğim tek insan sensin!” Glaser, Kırdar
tarafından Chase’in Ortadoğu operasyonundan alınmış birbiri­
ne bağlı ekip üyelerinden biriydi. İşlerin nasıl yapılacağını bilen
zeki, açık düşünceli, dürüst bir adamdı.
Svvanson, yaşadığı çıkmazı iki Investcorp yöneticisine açık­
lamaya çalıştı. “Bu kaydı Maurizio için yazmaya ve bankacılar
için olabildiğince kolay, risksiz ve hafif hale getirmeye çalışıyo­
rum,” diye yakındı. “Ancak ben bunu yaparken işlemler devam
etmekle kalmıyor, Maurizio kafasından satış tahminleri uydu­
ruyor!”
Glaser ve Hallak birbirlerine bakıp kafalarını iki yana salladı.
İkisi de Maurizio’nun ticari zekâsından etkilenmemişti ve ikisi
de yeniden konumlandırma işini kendi başına yapabileceğin­
den şüphe duyuyordu.
Glaser, Maurizio’nun satışları keserek ve maliyetleri artıra­
rak yeniden konumlandırma işine çok hızlı giriştiğinden kor­
kuyordu.
“Investcorp, Maurizio’nun Gucci için planlarının finansal
sonuçlarını hiçbir zaman onaylamamıştı,” diye anımsıyordu
Glaser. “Her şey tamamen kavramsal düzeydeydi - Maurizio
planını sunmuş ve Kırdar da kulağa iyi geldiğini söylemişti.”
Svvanson raporunu sonunda bitirdi - şirket geçmişi, aile
ağaçları, ayrıntılı bilgi formları, mülkler, mağazalar ve lisanslar­
dan oluşan tabloları içeren yaklaşık üç yüz sayfalık devasa bir
belge. “Yeşil Kitap”, Svvanson ve meslektaşları bu detaylı bilgi
beyannamesine bu adı vermişti, tahminleri de içeriyordu - kal­

263
Gucci Hanedanı

dırılan ürünler ile kapatılan mağazalar yüzünden satış ve işlet­


me performansında geçici bir düşüş. Ardından, satışların iyileş­
tirilmesi planlandığı için eğri yükselişe geçiyordu.
Investcorp, Maurizio’nun teklifini bankalara satmasına, ku­
rumlan belirlemesine, beyannameler göndermesine ve bizzat
bankacılarla tanışmasına yardımcı oldu.
Ne uluslararası olanlar ne de İtalyan bankaları Maurizio’nun
iş planını finanse etmek istedi. Birbiri ardında gelen yirmi beş­
ten fazla finans kurumu Maurizio’nun teklifini reddetti.
“İşe yaramadı,” diyordu Svvanson daha sonra. “Şirket iyiye
gitmiyordu, rakamlar düşüşteydi. Harika hikâyeler uydurduk,
bütün bankacılar Maurizio’yu sevdi ve bu harika bir vizyondu
ancak yüzeyi kazıdığınızda ve rakamlara baktığınızda bankacı­
lar bunun dağılmakta olduğunu görebiliyordu - Maurizio her
zaman harika anekdotlar paylaşsa bile. Onu duyan, sadece işin
yolunda gittiğini değil, ayrıca beklentilerin de ötesine geçtiğini
sanırdı! Maurizio, Rüzgâr Gibi Geçti’deki Scarlett O’Hara gibiy­
di - yarın her zaman başka bir gündü,” diyordu Svvanson. “Fi-
nansal desteği bugün bulamasa bile yarın bulacağına gerçekten
inanıyordu; eğer bir günü daha atlatırsa kazanacaktı.”
O sırada Glaser, Maurizio’yla bir satış anlaşmasında uzlaş­
mak için aylarca uğraşmıştı - avukat ekipleri ve tonlarca bel­
genin kullanıldığı üç ayrı tam teşekküllü müzakere sürecin­
den geçilmişti. Glaser, Maurizio’nun kendisini zeki bir şekilde
kullandığını düşünmeye başlamıştı - belki de kendisi finansal
destek ararken Glaser’ı meşgul ve başka bir işle ilgili tutma yö­
nünde bir çabaydı.
1990 yılının yazma gelindiğinde, herhangi bir finansal des­
tek olmayacağı Maurizio için bile bariz hale gelmişti. Invest-
corp ve Maurizio bir kez daha yön değiştirdi ve üç yıl önce Eyer
Anlaşmasında belirledikleri ilkeler çerçevesinde yüzde 50-50
ortak olarak birlikte ilerlemeye karar verdiler. Bunun için, Mau­
rizio dünya çapında Gucci tarafından işletilen tüm şirketleri
tek bir holding şirketi altında birleştirmek istediğini söyledi -
Gucci işinin kurumsal yapısında dev bir modernizasyon adımı.

264
Boşanma

Kırdar kabul etti ve bu görevi Bob Glaser’a verdi. Glaser bunu


bir koşulla kabul etti: iki ortağın şirketi nasıl yöneteceklerine ve
her bir hissedarın çıkarlarına dair bir dizi çalışma kuralı oluş­
turması. Investcorp’un Gucci’ye yatırım yapmasından bu yana
geçen yıllar içinde Maurizio’nun eylemlerini gördükten sonra
Glaser, yatırım bankasının işin yürütülmesi konusunda değerli
bir söz hakkı olacağını garantilemek istedi.
Maurizio, Gucci ve Investcorp arasındaki ilişki için kesin,
yasal bir işletme yapısı oluşturma süreci, ilişkilerine ağır bir yük
bindirmiş oldu. “Güven olması tamam ancak bir gün aynı fi­
kirde olmazsak yatırımımızı nasıl koruyacağımızı belirlememiz
gerekiyordu. Çatışmayı başlatan şey bu oldu,” diyordu Kırdar.
“Yasal bir kâbusa dönüştü. Maurizio her zaman saldırıya uğra­
mıştı, hayatı boyunca gerçekten güvenebileceği kimse olma­
mıştı ve şimdi, Investcorp’tan aldığı teselli bir anda ondan ya­
rarlanmak istediklerinden korktuğu insanlardan oluşan başka
bir kâbusa dönüşüyordu.”
Zaman zaman iki tarafın avukatları arasında tartışmalar o
kadar agresif hale geliyordu ki Maurizio mola verip Kırdar’ı gör­
mek istiyordu. Ortaya atılan tüm engellerden sarsılmış halde
Londra’ya uçardı, orada ikisi birlikte şöminenin önündeki rahat
sandalyelere oturur ve sohbet ederlerdi.
“Söyle bana Maurizio, sorun nedir?” diye sorardı Kırdar, yeşil
gözleri misafirine bakıp şefkatle gülümserken.
“Nemir, çok sert davranıyorlar,” derdi Maurizio, kafasını sal­
layarak.
“Niyetimiz sert davranmak değil,” diye temin ederdi Kırdar
onu. “Eğer bu çok sert oluyorsa değiştirelim. Sana saldırmaya ya
da seni kandırmaya çalışmıyorum; avukatlarım da öyle. Onlar
sadece işini yapıyor.” Ve Maurizio giderdi, bir sonraki çatışmaya
kadar rahatlamış bir şekilde. Ancak Maurizio, tüm süreç sona
erdiğinde, “kızıl sakallı şeytan” ya da “Bay Ya Öyle Olursa” isim­
lerini taktığı Bob Glaser’dan nefret etmişti ve artık ona güven­
miyordu.
Tüm anlaşmayı bozmaktan korkan Maurizio, gönülsüz bir

265
Gucci Hanedanı

şekilde kabul etti ve başka bir avukat tuttu. Sonuç olarak, In-
vestcorp anlaşmalarında -en sonunda yaklaşık iki yüz sayfa­
ya ulaşmıştı- şirketin geleceğini derinden etkileyecek birkaç
önemli noktayı kazandı. Anlaşma, diğer hükümlerin yanında,
Maurizio’nun Gucci’deki yüzde 50 hissesinin tamamını ya da bir
kısmını finansal destek almak için teminat olarak koymasını ya­
saklıyordu - ancak Investcorp isterse bunu yapmakta özgürdü.
“Biz bir finansal kurumduk; borç almak ve borç vermek bizim
işimizin bir parçasıydı,” diyordu Glaser. “Ancak Maurizio’nun
borç alma, borcunu ödeyememe ve bizi yeni bir ortakla karşı
karşıya bırakma riskini alamazdık. Nemir Kırdar bu konuda ıs­
rarcı oldu.”
Anlaşmayı son dakikada New York yasalarına uygunluk açı­
sından gözden geçirmesi istenen Tuttle, özellikle Maurizio’nun
kendi hisselerini kullanması konusunda getirilen sınırlamalar
karşısında hayrete düşmüştü. Maurizio’ya son dakikada biraz
daha esneklik verecek değişiklikler yapmaya çalışan Tuttle,
“Maurizio, seni sıkı sıkıya bağlamışlar!” demişti.
“Zengin bir adamdı ancak hiç parası yoktu,” diyordu Tuttle.
Glaser daha da ileri gitti. Investcorp ve Maurizio Gucci ara­
sındaki yeni iş ortaklığını kurmanın zorlu sürecinden sonra,
Londra’da bir Investcorp toplantısı düzenledi ve Maurizio’yu
beceriksiz bir CEO, muhtemel bir dolandırıcı ya da ikisi de ol­
makla suçladı. Çoğu Maurizio tarafından büyülenmiş Invest-
corp yöneticileriyle dolu odada bir mırıltı dolaştı - Glaser sanki,
kral çıplak, demişti. Nemir’in delici yeşil gözleri öfkeyle büyüdü.
“Maurizio hakkında böyle şeyler söylemeye hiç hakkın yok!”
diye bağırdı. “Biz ona yardımcı olmaya çalışıyoruz!”
“Bana katılmıyorsanız üzgünüm,” dedi Glaser. “Bu sadece
benim fikrim. Hiçbir şeyi kanıtlayamam ancak şirkete bu kadar
zarar vermesi için hiçbir sebep yok! Bunu şüpheli buluyorum
ve kayıtları baştan sona incelemesi için bağımsız bir denetim
firmasını görevlendirmek istiyorum.”
Kırdar’ın kendisine verdiği Gucci görevlerini tamamladıktan
sonra Birleşik Devletlere dönmeye hazır olan Bob Glaser, daha

266
Boşanma

sonradan bu tutumunun ilişkiye ne kadar zarar verdiğini fark


ederek Kırdar’dan Gucci işinde yerine başka birini geçirmesini
istedi. Kırdar kabul etti ve yakın zaman önce işe aldığı William
Flanz adındaki nazik ve tatlı dilli bir bankacıdan dosyayı devral­
masını istedi. Flanz, o sonbaharda birkaç kez Milano’ya geldi ve
Gucci’de neler olduğuna dair notlar almaya başladı.
Bu arada, Andrea Morante, kendisine hiçbir zaman res­
mi bir unvan verilmemiş olsa da, Gucci’nin Milano merke­
zinde işletmeden sorumlu yönetici olarak bir rol üstlenmişti.
Maurizio’nun yeni ekibini toplamasına yardımcı oldu, dünya
çapındaki ücretlendirmeleri gözden geçirdi ve Gucci’nin Japon­
ya’daki işinin kontrolünü uzun süredir ortak olan Choichiro
Motoyama’dan aldı. Özünde bir yatırım bankacısı olan Mo­
rante, herkesin sorunlarını çözeceğini umduğu bir proje üze­
rinde çalışmaya başladı. Louis Vuitton’un ihraç edilmiş başkanı
Henry Racamier ile bir anlaşma yaptı. Racamier, bir gün Moet
Hennesy Louis Vuitton (LVMH) tarafından sahip olunanlara
rakip olacağını umduğu, lüks ürün alımları için bir araç ola­
cak şekilde kendi grubu Orcofi’yi kurdu. Morante, Racamier’in
Maurizio için güçlü bir ortak olacağına ve Racamier’in Louis
Vuitton’la önemli iş başarıları elde ettiği Uzakdoğu’daki Gucci
işini geliştirmeye yardımcı olacağını düşünüyordu. Morante, en
sonunda Maurizio’ya Gucci’nin yüzde 51 hissesinin kontrolünü
verecek, Racamier’e yüzde 40 hisseyle yönetim kurulunda söz
hakkı sağlayacak ve Investcorp’u sembolik bir yüzde 7 ya da 8’lik
hisseyle bırakacak ve geri kalanı da yönetime -yani Morante’nin
kendisine- sunacak bir anlaşma geliştirdi.
“Bu anlaşma, Maurizio’nun kontrolü ele geçirmesine yar­
dımcı olacak, Investcorp’u zarif bir şekilde dışarıda bırakacak
ve kariyerimin en büyük başarılarından biri olacaktı,” diyordu
Morante.
Maurizio heyecanlanmıştı. İkisi, lüks ürün işiyle ilgili bir
İtalyan ve bir Fransız şirketi arasında kurulacak ilk stratejik iş­
birliği olabilecek bu fırsatı analiz etmek ve tartışmak için saat­
lerini harcadı. O zamana kadar, Fransız lüks endüstrisi, İtalyan

267
Gucci Hanedanı

firmalarını öncelikli olarak tedarikçi ya da ikinci sınıf rakipler


olarak değerlendiriyordu.
1990 yılının sonbaharında, Morante öneriyi geliştirirken
Maurizio onu arkadaşı Toto Russo’yla birlikte Saint-Tropez’de
her yıl düzenlenen tarihi tekne yarışı Nioularge için Creole'de
bir hafta sonu yelken gezisine davet etti. Yarış, Avrupa’nın zen­
gin sanayicileri için kaçırılmaması gereken, üst düzey bir deniz
partisiydi. Mega yatlarını kış aylarında Antibes ya da Akdeniz’in
sıcak suyuna sahip diğer limanlarında saklayan tekne sahipleri
için son derece uygun bir konum olan Nioularge, yaz yarışla­
rı sezonunu etkin bir şekilde sonlandırıyordu. America’s Cup
yarışmasında 11 Modo di Venezia ile yarışan Raul Gardini de da­
hil olmak üzere önde gelen tüm Fransız ve İtalyan sanayicileri
yarışa katılmıştı. İtalya’nın Fiat A.Ş.’nin atılgan başkanı Gianni
Agnelli, o sırada sahip olduğu tekne ne olursa olsun yarışları
takip etmek için boy gösterir ancak nadiren yarışmada bizzat
yarışırdı. Maurizio’nun Morante’ye yaptığı davet anlamlı, sem­
bolik ve etkileme amaçlıydı; sadece en yakın ve en çok güven­
diği arkadaşları Creole ile açılmak üzere davet alırdı. Morante,
Maurizio’nun kendisini en yakınına almasından son derece
memnun olmuştu.
“O hafta sonunun olayı, iyi bir zaman geçirmek ve aynı za­
manda, keyifli bir ortamda, bütün olup bitenler hakkında bir­
likte düşünmekti,” diye anımsıyordu Morante.
Maurizio, cuma öğleden sonra onları Milano’dan Nice’e gö­
türmesi için küçük bir jet kiraladı, oradan da ufukta kara fırtına
bulutları yükselirken bir helikopterle Saint-Tropez’e geçtiler.
Helikopter, küçük liman kasabasını hızlıca saran rüzgâr ve bu­
lutlardan etkilenip aksaklıklar yaşarken yol boyunca yolcula­
rının sarsılmasına sebep oldu. Saint-Tropez merkezindeki kü­
çük bir helikopter pistine inince rahatlayan üç adam Creole’ün
maun yardımcı gemisinin onları beklediği ve Creole’ün üç di­
rekli siluetinin uzaklarda yükseldiği iskeleye doğru yürüdü. Alt­
mış metreden uzun olduğu için limana giremeyen Creole, Saint-
Tropez’in küçük körfezinin hemen dışına demirlenmişti.

268
Boşanma

Üç adam neşeli bir şekilde hava durumu, tekne ve bir sonra­


ki hafta sonu hakkında sohbet etti. Maurizio, Patrizia’nın işe al­
dığı mimarı kovduğu günden, gıcırdayan yelkenlinin tamir edil­
mek için La Spezia tersanesine çekildiği 1986 yazma kadar olan
zaman içinde Creole u yenilerken yaşadığı talihsizlikleri anlattı.
Paolo, Creole’ün yasadışı yollardan satın alındığına dair suçla­
maları esnasında, Maurizio, yetkililerin hayallerindeki yata el
koymaya çalışabileceğinden endişelenmişti. Bir gün kaptana de­
mir almasını, yelkenleri yükseltmesini ve deneme sürüşü baha­
nesiyle hâlâ gemide olan marangozlarla birlikte kaçmasını söy­
lemişti. Creole, şaşkına dönmüş işçileri indirmek için Malta’da
durmuş ve sonra yeni evi olacak Palma de Mallorca adındaki
İspanyol limanına yelken açmıştı. Maurizio, Morante’ye gemi­
yi eski görkemine kavuşturmak ve onu mevcut bütün modern
teknolojilerle donatmak için ekonomik sınır tanımayan çaba­
larını anlatmıştı. Totto Russo, yelkenlinin odalarını lüks, eski
dünya tarzıyla döşemesi için Maurizio’ya yardım etmişti - hep­
si de muazzam fiyatlarla. Sadece kamaralardan birini yeniden
yapmak için dokuz 170 bin dolar harcamıştı. Creole, kesinlikle
dünyanın en güzel teknelerinden biri olmuştu - Maurizio’nun
hayal bile edemeyeceği kadar yüksek bir maliyetle.
Üç adam, muhteşem yelkenlinin heybetli karartısı yukarıda
belirirken nazik bir sessizliğe bürünerek suyun üzerinde hızla
ilerledi.
Gemiye çıktılar, John Bardon adındaki gülümseyen İngiliz
kaptanı selamladılar ve bir gemi ritüeli olarak bayrağa selam
verdiler. Sonra da Maurizio, Morante’ye hızlı bir tur attırdı.
Maurizio, Stavros Niarchos’un güverte üstündeki eski kamara­
sını, yağlı boya tablolar, bir mermer masa ve teknoloji harikası
bir ses sistemiyle gösterişli bir oturma odasına dönüştürmüştü.
Güvertenin kıç tarafının hemen altında, her biri farklı türden
değerli bir ahşapla -tik, maun, sedir ve yabangülü- kaplanmış
ve Doğu resimleriyle süslenmiş dört adet çift kişilik kamara var­
dı; her birinin Creole için özel olarak hazırlanmış olan kaliteli
havlular ve banyo malzemeleriyle dolu kendine ait banyosu bu­

269
Gucci Hanedanı

lunuyordu. Teknenin sancak tarafındaki Maurizio’nun ana sü­


itinin karşısında, on iki kişilik olacak şekilde genişletilebilir ya
da iki küçük sehpa olacak şekilde katlanabilir iki ahşap masanın
bir kenarına dizilmiş rahat, zarif bir şekilde döşenmiş oturma
alanlarına sahip geminin yemek salonu yer alıyordu. Bir bar ve
hizmet alanı, bir çamaşırhane ve mürettebat kamaraları gemi­
nin ön yarısındaki aynı güvertedeyken, mutfak ve motor odası
geminin bel kısmının derinliklerine yerleştirilmişti.
Maurizio, Morante ve Rosso’ya, misafirleri için özel olarak
sipariş ettiği, üzerinde Creole amblemi -birbirine dolanmış, tek
boynuzlu at başına sahip mitolojik iki denizatı- olan beyaz kazak
ve pantolondan oluşan bir tekne üniforması vermişti. Maurizio
sonra da Bardon’u bulup deniz dedikodularını almak için yerin­
den fırladı. Morante, görev bilinciyle Maurizio’nun verdiği üni­
formayı giydi ve sonra, merdivenlerin aşağısında, Maurizio’nun
Bardon’la mutlu bir şekilde sohbet edip gülerken sesinin yankı­
landığı oturma odasında aramaya gittiği Totoyu buldu.
Toto Russo, kusursuz bir şekilde uyum sağlamış ahşap du­
var kaplamalarını, bir antikadan özel olarak yaptırdığı, sıçrayan
balık şeklindeki armatürleri, yine iyi bir kopya olan, birbirine
dolanmış denizatları şeklinde dökme bronz ayaklara sahip gül
rengindeki mermer masayı işaret ederek Morante’ye odayı gös­
terdi. Ardından iki adam, ellerinde içkileriyle, Maurizio’nun
en değerli parçalarından ikisi olan ve gerçek köpekbalığı deri­
sinden yapılmış -biri krem rengi, biri gri- iki koltuğa karşılıklı
olarak oturdular. Russo, başlarının arkasındaki duvarda duran
mavi-gri renkteki yumuşak parıltıyı işaret edip koyu renkli kaş­
larını kaldırdı. “Japonya’dan ithal edilmiş vatoz derileri!” dedi
çarpıcı bir şekilde. Maurizio’nun düşüncesi, diye açıkladı, ucuz
deniz kabukları ve tekne motifleri kullanmadan zarif bir deniz
dekorasyonu yaratmaktı.
“Etkileyici, çok etkileyici,” diye mırıldandı Morante, karşı­
sındaki duvarda duran, parıldayan ışıklarla yıkanan Nil’in dö­
küldüğü yerdeki günbatımı sahnesinin resmedildiği tabloya
bakarak.

270
Boşanma

Russo, Morante’nin hayran olsa da endişelendiğini görebi­


liyordu. Morante, Gucci mağazalarının yeniden düzenlenmesi
için Russo’nun yaptığı astronomik faturalandırmalara itiraz
etmeye başlayınca iki adam kısa süre önce çatışma yaşamış­
tı. Maurizio’nun parası önemli değil tutumundan güç alan
Russo’nun, Maurizio üzerinde giderek artan etkisi Morante’yi
endişelendiriyordu.
“Andrea, söylesene, Gucci’deki işler gerçekten nasıl gidiyor?”
diye sordu Russo, sorgular bir şekilde.
“Pek iyi değil, Toto,” diye yanıtladı Morante ciddi bir şekilde,
bardağını masaya bırakırken.
“Anlat,” dedi Toto.
“Eh, zor bir zaman, piyasa düştü, Maurizio’nun fikirleri ha­
rika, Gucci için doğru vizyona sahip ancak bunu yönetmesi için
gerçekten birine ihtiyacı var. Bu görevi devretmesi gerekiyor
yoksa işler gerçekten daha kötüye gidecek,” dedi Morante, kır­
laşmış bıyıklarının altındaki dudaklarını birbirine bastırıp sert
bir şekilde kaşlarını çatarak.
“Ben de bundan korkuyordum Andrea,” dedi Russo.
“Beni rahatsız eden şey, Maurizio’nun neler olduğunu anla­
mıyor gibi görünmesi,” dedi Morante. “Yani, bütün rakamları gö­
rüyor, her şeyi biliyor ancak bir şekilde hiçbir şeyden haberi yok.”
“Biliyorsun Andrea, biz onun tek arkadaşlarıyız, herkes on­
dan bir şeyler almaya çalışıyor,” dedi Russo. “Ona, bu durumu
söylemeye borçluyuz. Onunla konuşmalıyız -sen onunla ko­
nuşmalısın- o sana güvenir.”
“Bilmiyorum, Toto,” dedi Morante, kafasını iki yana salla­
yarak. “Bunu yanlış anlayabilir. Gucci hakkında ne hissettiğini
biliyorsun, sanki bunu kendi başına yapabileceğini herkese ka­
nıtlamak zorundaymış gibi.”
Korkularına rağmen Morante, Maurizio’yla endişeleri hak­
kında konuşacağı konusunda Russo’ya söz verdi. Hafta sonunu
mahvetmemek için pazar gecesine kadar beklemeye karar ver­
diler. Morante, rahat ve güzel ortamın Maurizio’yu söyleyecek­
leri konusunda daha açık bir hale getireceğini umuyordu.

271
Gucci Hanedanı

O anda Maurizio, onları geminin aşağıdaki yemek salonuna


çağırmak için memnuniyetle gülümseyerek merdivenlerden yu­
karı çıktı ve odaya girdi. Aşçı kendi spesiyalitesini, Maurizio’nun
en sevdiği yemeklerden biri olan spaghetti al riccio di mare, yani
denizkestaneli spagetti yapmıştı ve ardından ızgarada özenle
pişirilmiş bir balık vardı. Maurizio, geminin soğutucu bölmesi­
ne özellikle beğendiği beyaz taze Montrachet -şarap uzmanları
onun en iyi beyaz Burgonya şarabı derdi- kasalarıyla doldur­
muştu. Yemekten sonra hepsi oturma odasında aylaklık edip
biraz daha Montrachet içti ve müzik dinledi. Maurizio, İtalyan
pop şarkıcısı Anna Oxa’nm şehvetli sesini dinleyip kısa süre
önce ayrıldığı Sheree’yi düşünerek o zamanların popüler bir
parçası olan “Mi Manchi’yi [Seni Özlemek] tekrar tekrar çaldı.
Birkaç yıl görüştükten sonra Sheree, Maurizio’ya niyetini
sormuştu - kendisi ve ilişkileriyle ilgili aklında ne vardı? She­
ree, onunla daha sağlam bir şeyler inşa etmeyi, hatta belki de
aile kurmayı istiyordu. Maurizio, ona göre bir adam olmadığını
kendine -ve Sheree’ye- itiraf etmek zorundaydı. Zaten bir ai­
lesi -o zamanlar parçalanmış halde- vardı ve bir gün kızlarıyla
yeniden bir araya gelmeyi umuyordu. Ayrıca Gucci’nin yeniden
canlandırılmasına o kadar dalmıştı ki kişisel hayatı için çok az
zaman kalıyordu. Sheree’nin gitmesine izin verdi - onun sıcak,
sevgi dolu, rahat arkadaşlığını özlese bile.
Sabah olduğunda bulutlar dağılmıştı ve Creole’ün yolcuları
güneşli bir gökyüzüne ve heyecan verici bir yarış vadeden canlı
bir esintiye uyanmışlardı. Adamlar Creole’ün rüzgâr kırıcılarını
taktı ve denizcileri rahatsız etmeden her manevrayı izleyebile­
cekleri kumanda odasının çatısına çıktı. Mürettebat, yarış için
halatları ve yelkenleri hazırlamak için koşturdu ve ağır çapayı
kaldırdıklarında, yelkenler rüzgârla dolar dolmaz Creole sorun­
suz şekilde ilerledi. Emirlerini eski tarzda, bir düdükle ileten
Bardon, birkaç geniş dönüşle mürettebat test koşullarını yaptı.
Yaklaşık 30 metrelik, parlak mavi renkte bir yelkenli yakla­
şırken adamlar birden kafalarını kaldırdı. Dümende, kar beyazı
saçlarıyla son derece bronz bir adam duruyordu. Bu Extra Beat

272
Boşanma

idi ve o adam da o zamanlar Fiat A.Ş. otomobil fabrikasının


başkanı, gücü ve itibarı sebebiyle İtalya’nın resmi olmayan kra­
lı lakaplı Gianni Agnelli’den başkası değildi. Güzel Principessa
Marcella Caracciolo’yla evli ve zarif, kültürlü bir adam olan Ag-
nelli, ulusal politika liderlerinin çok azma -belki de hiçbirine-
layık görülen bir saygı ve gurura hükmediyordu. İtalyan basını
Agnelli’ye L’Avvocato, yani “Avukat” diyordu.
Agnelli, mürettebatından birine gemiye çıkmak için izin is­
temesini emretti; bunu ilk kez istemiyordu. Bir keresinde, tekne
tamir için limandayken Maurizio Agnelli’nin geldiğini görmüş
ve kamaralardan birine dalmış, gemide çalışanlardan birinden
de Bay Gucci’nin dışarıda olduğunu ve talebi reddettiğini söy­
lemesini istemişti.
Maurizio, Angelli’ye bir kez daha çalışanlarından biri aracı­
lığıyla olumsuz yanıt verdi ve Creole'deki yenilemelerin henüz
tamamlanmadığını, teknenin ziyaretçiler için hazır olmadığını
söyledi. Bunun üzerine, Agnelli keskin bir manevra yaptı ve Ext-
ra Beat’i düşmanca Creole’ün yanma yaklaştırarak gemi kaptanı­
nı ve mürettebatı alarma geçirdi ve bu yüzleşmenin çekimlerini
yapmak için çalkantılı dalgaların içine dalan paparazzi sürüsü­
nün dikkatini çekti.
“Agnelli bir süre boyunca bu muhteşem tekneye saygılarını
sunmak istemişti,” diyordu Morante, “ancak Maurizio her za­
man Agnelli’nin onu kendisinden alacağından korkuyordu, tıp­
kı Agnelli’nin Saint Moritz malikânesini almasından korktuğu
gibi.”
Pazar günü, Creole yolcuları geleneksel ödül törenini atladı
ve o akşam, alacakaranlıkla yıkanmış sarı, turuncu ve pembe
bina yığınlarının karmaşasını izleyerek şehre girdiler. Mauri­
zio ve misafirleri, Creole üniformalarını, omuzlarına gevşekçe
atılmış renkli kaşmir kazaklar, ütülü kaki pantolonlar ve yakası
düğmeli Oxford gömlekleriyle değiştirmişlerdi. Sokak sanatçı­
larının ve şövalelerinin arasından ilerleyip Saint-Tropez’in tab­
lo gibi sokaklarından geçerek şehrin tarihi kısımlarının derin­
liklerinde yer alan ve balık yemekleriyle meşhur, Maurizio’nun

273
Gucci Hanedanı

en sevdiği restorana gittiler. Bir masaya oturdular ve garson


onlara su ve bir şişe şarap servisi yaptı. Maurizio, Agnelli olayı
hakkında espri yaparak üç bardağı doldurdu ve herkes için ba­
lık siparişi verdi. Maurizio’nun solunda oturan Russo masanın
üzerinden dik dik Morante’ye baktı ve Gucci konusunu açması
için ona ağzıyla işaret verdi ancak Morante onu görmezden gel­
di ve Maurizio’yla sohbet etmeye devam etti. İlk yemek boyunca
Russo masanın altından Morante’yi tekmeleyerek ona sadede
gelmesi mesajını verdi. Morante en sonunda Russo’ya başını
salladı ve boğazını temizledi.
“Maurizio, Toto ve benim seninle konuşmak istediğimiz bir
şey var,” dedi Morante, destek almak için Russo’ya bakarak.
Mauirizo, Morante’nin sesindeki ciddiyeti fark etmişti.
“Evet Andrea, nedir?” diye yanıtladı Maurizio, Russo’ya bir
açıklama istercesine baktı ancak o sessiz kaldı.
“Sana söyleyeceklerim hoşuna gitmeyecek ama gerçek bir
arkadaşın olarak bunları sana söylemem gerektiğini düşünü­
yorum. Lütfen bunu arkadaşlığımızın özünü düşünerek anla,”
dedi Morante. “Sen çok yeteneklisin, Maurizio,” dedi Morante,
düz ve çınlayan sesiyle, “Zekisin, çekicisin ve hiç kimse Guc-
ci’deki değişiklikler hakkında diğer insanları senin gibi heye-
canlandıramaz. Bir sürü niteliğin var ancak... gerçekçi olalım,
herkes doğuştan yönetici olmuyor. Birlikte çok şey atlattık ama
bu şirketi nasıl yöneteceğini bildiğini sanmadığımı sana söyle­
mem gerekiyormuş gibi hissediyorum. Bence başka birine-”
Maurizio masaya yumruğunu o kadar sert vurdu ki şarap ka­
dehlerini devirdi ve gümüş takımlar çınlayarak yerinden fırladı.
“HAYIR!” dedi Maurizio yüksek sesle, yumruğunu indirir­
ken. “HAYIR! HAYIR! HAYIR!” diye tekrarları giderek şiddetle­
nen sesiyle, bardaklar fırlarken ve restorandaki yemek yiyen di­
ğer insanlar yüzleri kızarmış üç adama bakarken, her kelimede
yumruğunu masaya bir kez daha vurarak.
“Beni ya da bu şirketle ne yapmaya çalıştığımı anlamıyor­
sun!” dedi Maurizio, Morante’ye dik dik bakarken. “Sana kesin­
likle katılmıyorum.”

274
Boşanma

Morante, endişeli bir şekilde, kendisine hiç destek çıkmamış


olan Russo’ya baktı. Gezideki neşeli, kardeşçe atmosfer param­
parça olmuştu.
“Bak Maurizio, bu sadece benim fikrim,” dedi Morante, ken­
dini savunmak ister gibi ellerini kaldırarak. “Bana katılmak zo­
runda değilsin.”
Maurizio tepkisinin yoğunluğuyla hem kendisini hem de
Morante ve Russo’yu şaşırtmıştı. Yüzleşmeden nefret eder,
olayları dostane yollarla yumuşatmayı tercih ederdi. Tam bir
diplomat edasıyla, tepkisini önemsiz göstermeye çalıştı.
“Dai, Andrea,” dedi Maurizio, “bu güzel hafta sonunu böyle
bir konuşmayla berbat etmeyelim.” Russo, müstehcen bir Na­
poli şakasıyla katkıda bulundu ve yemeğin sonuna gelindiğinde
ortamdaki atmosfer, oraya geldikleri zaman olduğu gibi görü­
nüyordu - tabii yalnızca yüzeyde.
“İçinde bir şeyler sönmüştü,” diyordu Morante. “Artık hiç
kimseye güvenemeyeceğine karar verdi ve bu yüzden geri ka­
lan her şey göstermelikten ibaretti. Maurizio’ya, hem babası
hem amcası ona defalarca şirketi yönetmeye yeterli olmadığını
söylemişlerdi. Babası ve amcasından kalan bu korkuyu içinde
taşıyordu ve ben bunu onun yüzüne vurmuştum. İnsanların,
‘Sen bir dâhisin,’ dediklerini duymak istiyordu. Ona duymak
istediklerini söyleyen, benden daha kıvrak insanlar vardı ve on­
lar hayatta kaldı. Maurizio’yla ya onunla olurdunuz ya da onun
karşısında.”
Maurizio, babası ve Patrizia’yla yaptığı gibi Morante’yle de
ilişkisini sonlandırdı. Milano’ya döndüklerinde aralarına bir so­
ğukluk girmişti. Herkes bu durumu fark etti.
“Başlangıçta, Maurizio ve Andrea Morante ayrılmaz ikiliy­
diler,” diye anımsıyordu her ikisiyle de çalışmış olan Pilar Cres-
pi. “Maurizio, Morante’yi severdi. Sonra ayrı düştüler. İhanete
uğradığını hissediyordu. Morante, ona belki de çok yorulmuş
olabileceğini söyledi ama o bundan hoşlanmadı. Yalaka insan­
ları severdi.”
İşleri daha da kötüleştirecek şekilde, Morante’nin altı ay bo­

275
Gucci Hanedanı

yunca yoğun bir şekilde üzerinde çalıştığı Racamier ile yapılan


müzakereler son anda suya düştü. Morante, geriye sadece im­
zaların atılmasına ikna olmuş halde Noel tatiline gittiğinde her
şey hazırdı. Anlaşma, Rothschild’m Paris’teki lüks ve sessiz ofis­
lerinde suya düşmüştü.
Maurizio Gucci ve avukatları, Invesctorp yöneticilerinden
oluşan bir ekiple birlikte içeri davet edilmişti. Ancak tüm ta­
raflar masanın etrafında toplandığında, Racamier’in sunduğu
fiyat, Investcorp’un beklediğinin çok altındaydı.
“Teklifi o kadar düşüktü ki hakarete uğramış bir halde çe­
kip gittik,” diye anımsıyordu, o sırada hâlâ Investcorp için ça­
lışmakta olan Rick Svvanson. Racamier, Investcorp’un gururu­
nu ve iş standartlarını hafife almıştı. Svvanson daha sonradan
bir danışmandan Racamier’in aslında masaya 100 milyon dolar
daha koymaya hazırlandığını öğrenmişti ama Investcorp yöne­
ticilerini o kadar gücendirmişti ki kendisi teklifi yükseltemeden
onlar çıkıp gitmişti.
“İşler o zaman gerçekten çökmeye başladı,” diye anımsıyor­
du Morante.
Investcorp, 1991 yılının Ocak ayındaki yönetim kurulu top­
lantılarında Gucci işini gözden geçirdiğinde, rakamlar iç ka­
rartıcı bir tablo çiziyordu: satışlar yaklaşık yüzde 20 oranında
düşmüştü, kârlar ortadan kaybolmuştu ve kısa vadedeki görü­
nüm daha da kötüydü. Şirket on milyonlarca dolar kaybetmişti,
o zamanlar Gucci’de gittikçe daha fazla zaman geçirmekte olan
Investcorp yöneticisi Bili Flanz, “Aşağı doğru süzülen bir uçak
gibiydi,” diyordu
“Sadece birkaç yıl içinde, şirket 60 milyon dolar kazandığı
durumdan 60 milyon dolar kaybettiği duruma geçmişti,” diyor­
du Rick Svvanson. “Maurizio, satışlardan 100 milyon dolardan
fazla kesinti yaptı ve buna masraflardan 30 milyon dolarlık bir
kesinti daha ekledi. Şekerci dükkânında, her şeye aynı anda
sahip olmak zorunda olan bir çocuk gibiydi. Öncelik duygusu
yoktu - tavrı ‘Ben buradayım, kontrol sahibiyim ve yapabilirim,’
diyor gibiydi.”

276
Boşanma

Maurizio, Investcorp’taki ortaklarına kendisine zaman ver­


meleri için yalvardı. “Talep gelecek!”, “Satışlar artacak!”, “Sa­
dece zaman meselesi!” Maurizio, Gucci’nin yenilenmiş ürünle­
rini pazara yeterince hızlı sokma konusunda sorun yaşıyordu.
Maurizio’nun ucuz kanvas çantalara son verme hızı, Dawn Mel-
lo ve tasarım ekibine, yeni ürünleri mağazalara sokmaları için
zaman tanımamıştı.
1989-1999 yılları arasında Gucci UK’nin genel müdürü ola­
rak çalışan Carlo Magello, “Mağazalarda hiçbir şey yoktu,” diye
anımsıyordu. “Yaklaşık üç ay boyunca mağazalar boş kaldı - in­
sanlar kapattığımız izlenimine kapıldı!”
o zamanlar Saks Fifth Avenue’nün başkanı olan ve şu anda
Neiman Marcus perakende grubunun bir parçası olan Berg-
dorf Goodman’ın CEO’su ve başkanı olan Burt Tansky, “Kimse
Maurizio’yu ürün değişimi yaptığı için suçlamıyordu ama kan-
vası aşamalı olarak kaldırabilirdi,” diye yorumda bulunuyordu.
“Eskiden onlara yalvardık - bu kadar başarılı bir ürünü, yerine
koyacak bir şey olmadan piyasadan çekmenin hiçbir gerekçesi
yoktu. Müşterinin bildiği tek şey buydu.”
Investcorp, Gucci’nin düşen satışlarını incelerken savaş
uçakları Irak’a doğru uçmaya başlamıştı. Irak birliklerinin
Kuveyt’i işgal ettiği 2 Ağustos 1990’dan bu yana Ortadoğu’da
gerilim artıyordu. 8 Ağustos’ta İrak, resmi olarak Kuveyt’e el ko­
yarak ülkeyi aşırı petrol üretimi ve düşen fiyatlarla karşı karşıya
bıraktı. Saddam Hüseyin, 15 Ocak 1991 tarihine kadar birlikleri­
ni çekmesi yönündeki BM ültimatomuna karşılık vermeyince,
BM birlikleri Irak’a karşı büyük bir bombardıman başlattı ve
bunu bir kara saldırısı izledi. 28 Şubat’ta bir ateşkese varılmış
olsa da Körfez Savaşı lüks ürün pazarını yerle bir etti.
1990 yılının Eylül ayında Investcorp’tan istifa eden ancak
vergiden muaf mağazalar ağıyla dünyanın en büyük lüks mar­
kalarının perakendeciliği yapan Duty Free Shops (DFS) marka­
sının yönetim kurulu üyesi olarak sektörle yakın ilişkiler içinde
kalan Paul Dimitruk, “Sektöre bir yumruk indirdi,” diye anımsı­
yordu. “Körfez Savaşı, dünyada, geriye dönüp bakıldığında aşırı

277
Gucci Hanedanı

ama o zamanlar için çok gerçek olan bir korku yarattı. Korkunç
bir şeyler olacağına dair bir his vardı. İnsanlar Ortadoğu’ya uç­
mak bir tarafa, artık hiç uçmak istemiyordu. Lüks ticaretini
iki grup besliyordu, Amerikalılar ve Japonlar. Bu ticaret öylece
çökmüştü.” İşleri daha da kötüleştirecek şekilde, emlak piyasa­
sındaki çöküşün tetiklediği zamanlarda Japon borsası da çöküş
yaşadı.
“Tokyo borsası otuz dokuz binden on dört bine düştü,” di­
yordu Dimitruk. “Bu, bir savaş dışında dünya tarihindeki gerçek
zenginliğin tek ve en büyük yıkımıydı.”
Reclaimer anlaşmasının başarısızlığı ve Körfez Savaşı’nın
patlak vermesinin ardından Morante, Maurizio’yu kurtaracak
herhangi bir kurtarıcı olmayacağını fark etmişti. Şirket için
çok sıkı çalışmak ve hayatta kalıp kalmayacağını görmek zo­
rundaydı.
“Maurizio’yu bir araya getirmek için rakamları ortaya koy­
dum ancak hiçbir şey olmadı,” diyordu, Gucci’nin 1991 yılında
16 milyar liret (yaklaşık 13 milyon dolar) kadar kaybedeceğini
hesaplayan Morante. “Satışlar geri gelmiyordu, kâr yoktu, mali­
yetler birdenbire yükselmişti ve şirketin tüm nakitleri harcanıp
bitmişti. Maurizio’nun bir şirketteki nakit para akışının nasıl iş­
lediğine dair hiçbir fikri yoktu. Onun tarzı, sezgilerine dayana­
rak yönetmekti. Ve bugün eğer sezgilerinizi kullanarak yönet­
meye çalışıyorsanız, işler iyi giderse kurtulabilirdiniz ancak işler
kötü gittiğinde kurtulamazdınız.” Maurizio’nun sahip olmadığı
bir iş kumaşına sahip Aldo için işe yaramıştı ama Maurizio için
faydalı olmuyordu.
Morante, Maurizio’nun en acil sorunlara odaklanmasını
sağlamaya çalışırken Maurizio ona olan inancını kaybetmiş­
ti, bu yüzden Morante’nin tüm uyarıları boşunaydı. Maurizio
kendisine yeni bir yıldız, Fabio Simonato adında bir danışman
bulmuştu ve onu halkla ilişkiler müdürü yapmıştı. Morante,
Maurizio’nun isteği üzerine biraz daha kalmış olsa da temmuz
ayında istifa etti.
1987 yılından beri Morante, Gucci’nin saplanıp kaldığı his­

278
Boşanma

sedar durumunu aşması için Maurizio’ya yardımcı olmuş, ona


yeni bir finansal ortak getirmiş, yeni bir yönetici ekibi oluştur­
masına yardım etmiş ve kontrolü Maurizio’nun eline bırakarak
Investcorp’u zarif bir şekilde dışarıda bırakacak yeni bir hisse­
darlık teklifi hazırlamıştı. “Ne yazık ki rüya benim umduğum
şekilde sonlanmadı, elimden geleni yapmış olsam da,” diye yaz­
mıştı Morante, istifa mektubuna. “Artık kendi yoluma gitme­
liyim.” Morante, Milano’da butik bir ticaret bankasına katıldı
ve sonra da şu anda İtalyan pazarından sorumlu olduğu Credit
Suisse First Boston (CSFB) için Londra’ya geri döndü. Her ne
kadar en iyi bildiği işten, anlaşma yapmadan çekilmiş olsa da
Maurizio’yla günlerine dair anılar zihnine akın etmeye devam
ediyordu. Selefi Dimitruk’a -ve onlardan önceki birçoklanna-
olduğu gibi, Gucci’yle olan deneyimi onu da derinden etkile­
mişti.

279
13

Borç Batağı

Ne Morante ne de başka biri, Gucci’nin finansal sorunları bü­


yüdükçe Maurizio’nun on milyonlarca doları aşmış kişisel
borçlarının da büyüdüğünü fark etmemişti. 1990 yılının Kasım
ayında, avukatı Fabio Franchini’ye sırrını açıncaya kadar kimse­
ye ödenmemiş borçlarından bahsetmemişti. Babasının İsviçre
banka hesabında bıraktığı paraya hızlıca göz atmış ve Gucci’nin
geri dönüşünün büyük kârlar sağlayacağı iddiasıyla geleceği­
ni ipotek ettirmişti. Creole’ün yenilenmesi, Milano’daki Corso
Venezia’da büyük bir dairenin döşenmesi ve akrabalarıyla sa­
vaşmak için sürekli artan yasal ücretleri karşılayabilmek adına
bireysel krediler almıştı. Franchini en başta, kendi kayyumluğu
esnasında Gucci’nin yasal işlerini düzeltmeye yardımcı olması
için Maira Martellini tarafından işe alınmış ve başkanlığa geri
döndüğünde Maurizio tarafından kalması istenmişti. Franchi­
ni, Martellini’nin Maurizio hakkındaki ilk yorumlarından birini
asla unutmamıştı. “Maurizio Gucci,” demişti, “bir servet dağı­
nın üzerinde oturuyor.” Bunun aksine Franchini, korku içinde
Maurizio’nun aslında bir borç batağı içinde oturduğunu fark
etmişti.
“Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuştum,” diyordu Franc­
hini. Maurizio, Franchini’ye kişisel borçlarının yaklaşık 40

280
Borç Batağı

milyon dolar olduğunu itiraf etmişti. Paranın büyük kıs­


mı iki bankaya borçlanarak yapılmıştı: New York’taki Citi-
bank ve Lugano’daki Banca della Svizzera Italiana. Maurizio,
Franchini’ye bankaların ödeme yapmasını beklediğini ancak
parayı nereden bulacağını bilmediğini açıkladı. Gucci işi borç
içindeyken, yüzde 50 hissesinden hiçbir kazancı yoktu. Sahip
olduğu diğer mülkler yalnızca Saint Moritz, Milano ve New
York’taki gayrimenkullerdi, ancak onların çoğu da zaten ipo­
tekliydi. Maurizio, hiçbir zaman bankacılarının mektupları­
na yanıt vermemiş ya da aramalarına çıkmamıştı. Franchini,
Maurizio’ya yardımcı olmak için sonuçsuz kalacak başka bir
fon arayışıyla yeni bankalar ve girişimcilerle sonu gelmeyecek­
miş gibi görünen bir arayışa girdi.
Bu esnada, Gucci’nin kötü performansı sebebiyle Kırdar
ve ekibi üzerinde ağır bir yük oluşturduğundan Investcorp
üzerindeki baskı artmıştı, özellikle de 1990 yılında Saks Fifth
Avenue’yü satın almak için 1,6 milyar dolardan fazla harcayarak
Investcorp’un üst düzey perakendecilere yüksek miktarlarda
ödeme yaptığına dair piyasa eleştirileri sebebiyle.
“Önemli sıkıntılardan biri, Gucci’ye gelen yatırımcıların
aynı zamanda Chanumet ve Breguet’e de gidiyor olmasıydı ki
bu başarılı bir hedef değildi. İnsanlar mutsuzdu,” diyordu eski
bir Investcorp yöneticisi. Kırdar, Maurizio üzerinde daha fazla
kontrol sağlamak için Bili Flanz’i tam zamanlı olarak Milano’ya
gönderdi.
Kırklı yaşlarının sonunda, alçakgönüllü ve tatlı dilli bir
adam olan Bili Flanz, Saks Fifth Avenue’nün satın alımı üzeri­
ne çalışmıştı. İnsanları nasıl dinleyeceğini biliyor, kaplumbağa
kabuğu desenli gözlüklerinin ardından soluk mavi gözlerini
kırparken kel kafasını anlayışlı bir şekilde sallıyordu. Baskı al­
tında bile, kendisini zor durumlardan kurtaracak nitelikler olan
sakinlik ve iç huzur yayıyordu. Tahran’da, Şah düştükten sonra
bir bankanın kamulaştırılması konusunda yumuşak ve ölçülü
konuşmasıyla Humeyni hükümetiyle müzakereler yürütmüştü.
Beyrut’ta, astlarından birinin vahşice öldürüldüğü iç savaş sıra-

281
Gucci Hanedanı

smda birkaç yakın temasta bulunmuştu. Çek doğumlu bir siya­


set bilimi profesörünün en büyük oğlu olan Flanz, Yonkers’ta
işçi sınıfının yaşadığı bir mahallede büyümüştü.
Babasının oradaki pozisyonu sayesinde ücretsiz eğitim ala­
bildiği New York Üniversitesi’nden lisans derecesini tamamla­
dıktan sonra, Michigan Üniversitesi’nde işletme yüksek lisansı
yaptı. Oradan, bir özel sermaye şirketi olan Prudential Asia’yı
kurmadan ve sonra da Investcorp’a katılmadan önce on dokuz
yılını geçireceği Chase Manhattan Bank’te bir eğitim programı­
na girdi.
Flanz’in uysal tavrı, bir macera duygusunu ve dışarıda yapı­
lan aktivitelere karşı sevgisini gizliyordu - hafta sonları, nerede
olduğuna bağlı olarak, gri bankacı takımlarını, siyah deri moto­
siklet ekipmanlarıyla değiştirir ve büyük bir BMW’yla kırsalları
gezer, yürüyüş kıyafetlerini giyerek ormanların içinde kaybolur
ya da kayak ekipmanlarıyla donanır ve en iyi performans pistle­
rini aramak için bir helikopterle döner dururdu. Kırdar’a göre,
Investcorp içinde bir arabulucu olarak bilinen Flanz, anlaşmayı
yeniden inşa etmek ve Maurizio’yla yakın çalışmak için doğru
türde tehdit edici olmayan bir yaklaşıma ve kişiliğe sahipti.
Flanz ve bir diğer Investcorp yöneticisi Philip Buscombe,
Londra’dan Milano’ya uçtu ve Piazza San Fedele ofislerindeki
yeni, geniş toplantı odasında Maurizio’yla buluştu. Gucci’nin
karşı karşıya kaldığı işle ilgili bazı kararlara daha fazla dahil
olma konusunda bir araç niteliğindeki yönetim kurulunu kur­
dular ve ele alınması gereken on bir nokta belirlediler.
“Bu, Maurizio’yu gücendirmeden bir yönetim ruhu yaratma­
ya çalışma yolumuzdu,” diye anımsıyordu, kendisi de bu işe da­
hil olan Svvanson. “Çok şey yapıldı ancak en nihayetinde bunu
uygulaması gereken kişi Maurizio’ydu ve bu gerçekleşmedi.”
“Maurizio, ‘Peki, tamam,’ derdi ve sonra gidip kendi istediği­
ni yapardı,” diyordu Gucci’nin eski idari ve mali direktörü Ma-
rio Massetti. “Sorunlar olduğunu reddediyor değildi, sadece her
zaman bir şekilde bunun üstesinden geleceğine ikna olmuştu.”
Maurizio, hayalini gerçekleştirmenin maliyetinin en başta

282
Borç Batağı

herkesin düşündüğünden daha yüksek olduğunu fark etti ve


başlangıçta Flanz’i memnuniyetle karşılayarak onu Gucci’nin
yeni merkezinde bir ofis açmaya davet etti.
Flanz, kendi tarzına uygun bir şekilde, Gucci’ye açık fikirli
olarak geldi ve sorunları değerlendirmek için zaman harcadı.
Ancak bir kez tutumunu oluşturduğunda, hiç kimse onu kolay
kolay bundan vazgeçiremezdi.
“Maurizio’dan hoşlandık ancak kararlarına ve işleri yapma
şekline karşı daha eleştirel davrandım, ilişkimiz gerilmeye baş­
ladı,” diyordu Flanz. “Maurizio’nun bir işinsanı olarak gerçek­
çi olmadığı, yönetici olarak etkisiz kaldığı ve yalnızca bir lider
olarak marjinal derecede etkili olduğu kanaatine vardım. Onun
bu işte, alacaklıların bize vereceği zaman içinde -aslında hiçbir
zaman- kesinlikle başarılı olamayacağına karar verdim.”
1992 yılının Şubat ayında, Gucci America’nm modernize
edilmesine rağmen, Citibank sonuna kadar kullanılmış 25 mil­
yon dolarlık kredi hizmetinin geri ödenmesini isteyerek şirket
için bir uyan gönderdi. Şirketin net kazancı yaklaşık olarak eksi
17,3 milyon dolardı ve satışları 70,3 milyon dolara düşmüştü.
Maurizio tarafından uygulanan yeni ürün fiyatlandırma yapısı
altındaki Gucci America, kardeş şirketlerine mallar için ödeme
yapamaz ve bordroları ve diğer işletim giderlerini karşılayamaz
hale geldi. Dawn Mello ve tasarını ekibi tarafından üretilen
yeni, yüksek kaliteli ürünler için çok daha yüksek fiyatlar içeren
bu yeni fiyatlandırma politikası, daha sonradan Maurizio, De
Sole ve Investcorp arasında hararetli bir tartışma konusu haline
gelecekti.
“Binlerce dolarlık çantaları Kansas City’de nasıl satacağız?”
diye karşı çıkmıştı De Sole.
Citibank, dosyaya Arnold J. Ziegel adında bir adamı atadı.
Ziegel, Domenico De Sole’e, Gucci’nin finansal durumu hak­
kında bankanın iki güçlü tutum içinde olduğu bildirdi: Birin­
cisi, banka, tüm borcu temizlenene kadar Gucci America’nm
Guccio Gucci’ye mallar için geri ödeme yapmasını istemiyordu
ve İkincisi, Citibank, şirkete duyduğu güveni De Sole’ün CEO

283
Gucci Hanedanı

pozisyonunda kalması şartıyla koruyacaktı. Sıkıntılı bir duru­


mu kendi işini korumak için kullanıyormuş gibi gözükmek iste­
meyen De Sole, ikinci tutuma karşı çıksa da Ziegel’in ültimato­
mu, iki şirket ile onları yöneten iki adam arasındaki -Domenico
De Sole ve Maurizio Gucci- giderek büyüyen ayrılığı daha da
derinleştirecekti.
Ziegel aynı zamanda Maurizio’ya, Citibank’te biriken gecik­
miş kişisel borçlarını ödemesi konusunda da baskı yaptı. Kredi­
ler, Beşinci Cadde’de bulunan Olympic Tovver’daki iki daireyle
güvence altına alınmıştı - biri, Maurizio ve Patrizia’nın 1970’le-
rin başında döşediği ve diğeri de Maurizio’nun sonradan aldığı
ancak hiç yenilememiş olduğu daireler. New York City emlak
değerleri düştüğü için ikisinin de fiyatı dibe vurmuştu ve o za­
manlarda Maurizio’nun borcundan daha azı ediyordu.
O zamanlarda Investcorp, Maurizio’nun kişisel borçlan hak­
kında hiçbir şey bilmiyordu ama Gucci’nin finansal durumu o
kadar hızla kötüleşiyordu ki Investcorp ekibi şirketin karşı karşı­
ya olduğu dramatik durumu Maurizio’nun idrak edebilmesi için
basit ifadelerden oluşan bir slayt gösterisi hazırladı. Londra’ya
çağnlan Maurizio, slaytlar bir bir geçerken Investcorp’un Gucci
ekibiyle dolu şık Brook Sokağı ofislerindeki karartılmış odada
bulunan oval mermer toplantı masasında sessizce oturdu.
“Bu, bir sorgudaymış gibi hissettirmiş olmalı,” diyordu
Svvanson. “Masanın etrafında en az on takım elbiseli vardı ve
her şeyin ne kadar kötü olduğu herkesin gözleri önündeydi.”
“En sonunda, üzerinde ‘Sonuç: Satışları artır ve giderleri
azalt,’ yazan büyük sonuç slaydına geldik,” diyordu Svvanson.
Bunun üzerine Maurizio’nun gözleri büyüdü, ayağa fırladı
ve büyük bir kahkahayla Kırdar’a döndü. “Satışları artır, gider­
leri azalt! Yapma ya! Bunu ben de söylerdim, esas soru ‘Nasıl?’”
“Maurizio, genel müdür sensin,” diye karşılık verdi Kırdar,
gülecek bir ruh halinde değildi. “Bu senin görevin!”
Maurizio, bir iş planıyla Londra’ya geri döneceğine söz ver­
di. Aldo’nun fiyatın unutulacağı ama kalitenin uzun süre daha
hatırlanacağı yönündeki özdeyişinin yanında yeni, deri kaplı

284
Borç Batağı

bir levhanın durduğu Milano’ya geri döndü. Yeni levhada “So­


runun mu bir parçasısmız yoksa çözümün mü?” yazıyordu.
Kararlaştırılan tarih, elde hiçbir plan olmadan gelip geçti.
Kırdar, Maurizio’yla konuşmak için Milano’ya uçtu.
“Maurizio,” dedi Kırdar. “Durumlar hiç ama hiç iyi değil. Bı­
rak da sana bir operasyon şefi bulalım. Sen vizyon sahibi birisin
ancak şirketin içeriden bir yöneticiye ihtiyacı var.”
Maurizio başını iki yana salladı. “Bana güven, Nemir,” dedi.
“Bana güven. Yapacağım!”
“Sana güveniyorum zaten, Maurizio!” dedi Kırdar. “Ancak
işler iyi gitmiyor. Sorununu anlıyorum, sen de benimkini an­
lamalısın. Bu batan gemiyi kurtarmak zorundayım. Şirket para
kaybediyor. Ben senin zengin ortağın değilim, yatırımcılarıma
karşı sorumluluklarım var.”
Bu arada Flanz, Gucci’nin, Maurizio’nun yeniden konum­
landırma planı kapsamında mağazadan kaldırdığı eski stok
ürünlerle dolu depoları olduğunu keşfetti. Flanz, hepsi çürü­
meye bırakılmış bir sürü eski kanvas çantalar, kumaş topları ve
deri yığınları buldu.
“Maurizio’nun, satılmayan envanterlerin değerinin düştü­
ğüne dair hiçbir fikri yoktu,” diyordu Flanz. “Eski eşyaların üze­
rine bir şey örtüp onları bir yerde saklayabileceği sürece onların
kendisi için artık var olmayacağını sanıyordu. Bilanço tabloları­
nın bir yerlerinde var olabilirlerdi ama onun zihninde yoklardı.”
Scandicci’nin iri yarı üretim müdürü Claudio Degl’Innocenti,
Maurizio’nun envanter konusundaki duruşuna zaten aşinaydı.
Gucci ürünlerinin genel olarak tarzlarının değiştirilmesinin bir
parçası olarak, Maurizio çanta ve aksesuarlardaki altın parçala­
rın rengini sarı altından yeşil altına çevirmişti.
Bir gün, Floransa’daki bir ürün toplantısı sırasında Maurizio,
fabrikadan Degl’lnnocenti’yi aradı. Kıvırcık kahverengi gür saç­
ları ve sakallarıyla dev gibi bir adam olan Claudio, Maurizio’nun
Dawn Mello ve diğer tasarımcılarla çalıştığı tasarım stüdyosuna
girince başıyla selam verdi.
“Buongiorno.” Diğerleri konuşmayı bitirirken o da her za­

285
Gucci Hanedanı

manki yakası düğmeli keten gömleği, kot pantolonu ve iş botla­


rıyla bir kenarda durdu.
“Peki Caludio, şu andan itibaren oo altın yerine, 05 altın kul­
lanacağız,” demişti Maurizio, farklı renkli metaller için kullanı­
lan standart kodlardan bahsederek.
“Tamam Dottore,” demişti Degl’lnnocenti boğuk sesiyle,
“peki depodaki mallar ne olacak?”
“Claudio, depodaki mallardan bana ne?” diye yanıtlamıştı
Maurizio.
Degl’lnnocenti sessizce başını sallamış, odadan çıkmış ve bir­
kaç telefon konuşmasıyla bazı hesaplamalar yaptığı ofisine geri
dönmüştü. Bir saatten kısa süre içinde yeniden Maurizio’nun
ofisine çıktı.
“Dottore, yeşil altına boyayabileceğimiz bazı parçalar var
ama çanta takalarının çoğu işlem yapılamaz durumda. En az
350 milyon liret [o zamanlar için yaklaşık 300 bin dolar] değe­
rinde maldan bahsediyoruz,” dedi Degl’lnnocenti.
Maurizio işçi adama baktı. “Gucci’nin başkanı kim, sen mi­
sin yoksa ben miyim?” diye sordu. “Eski ürünlerin modası geçti!
Onları at, istediğini yap, benim için zaten artık yoklar!”
Degl’lnnocenti omuzlarını silkti ve odadan çıktı.
“Hiçbir şeyi atmadım,” diye itiraf ediyordu Degl’lnnocenti.
“Aslında, en sonunda ürünleri satmayı başarmıştık. İşin garip
yanı, böyle çelişkili mesajlar alıyor olmamızdı. Bir taraftan bü­
yük paralar çöpe atılıyor, diğer taraftansa kalem ve silgilerden
tasarruf etmemiz söyleniyor, telefon konuşmalarımız denetle­
niyordu ve bir noktada, akşam beşten sonra bütün ışıkları sön­
dürmeye başlamamız bile gerekmişti.”
Flanz, eski mallar için bir alıcı bulma konusunda Maurizio’ya
baskı yaptı ve yardım teklif etti. En sonunda bir gün, Maurizio
gururlu bir şekilde envanter sorununa bir çözüm bulduğunu
duyurdu. Partinin tamamını Çin’e satmak için bir sözleşme im­
zalamıştı. Maurizio, her şeyi hallettiğine dair Flanz’e güvence
verdi.
“Son derece memnundu ve ofiste çalımla dolaşıp yönetim

286
Borç Batağı

kurulundaki herkese rahatlayabileceklerini, çünkü sorun­


la bizzat ilgilendiğini söylüyordu,” diyordu Flanz. Gucci, eski
mallardan oluşan -Hong Kong’taki bir yerlerde depolarda kay­
bolan- büyük konteynerler gönderdi. Şirket mallar için hiçbir
zaman ödeme almamakla kalmadı, ayrıca sözleşmeyi düzen­
leyen aracıya da peşinen 800 bin dolarlık ödeme yapmış oldu.
Investcorp’tan Flanz ve ekibi, en başta şirkete yaklaşık 20 mil­
yon dolara mal olmuş stoklar konusunda hayal kırıklığı ve öf­
keyle doldu.
“Çin’le yapılan alışveriş tamamen buhar oldu,” diyordu
Flanz. “Bu da Maurizio’nun boş umutlarından sadece bir baş­
kasıydı.”
Aylar sonra Massetti, Hong Kong’a uçtu, malları buldu ve
nihayet sattı.
Zaman akıp gittiği ve Gucci hiçbir ilerleme belirtisi göster­
mediği için Gucci yönetim kurulu toplantıları tam bir çatışma­
ya dönüştü. Çantaların ve kayıt cihazlarının havalarda uçuştu­
ğu günler geride kalmış olsa da Flanz ve diğer Investcorp mü­
dürleri artık Maurizio’nun fikirlerine açıkça meydan okuyordu.
1990 yılında yönetim kurulunda Andrea Morante’nin yerine
gelen, Investcorp’tan Elias Hallak, “Bu şirketi heba ediyorsun!”
demişti. “Elli-elli ortaklıktan memnun değiliz. Kimse sizin yeri­
nizi almak istemiyor, şirketin başında kalmanızı istiyoruz ama
deneyimli bir CEO getirmek istiyoruz; kontrolü elimize alma­
lıyız.”
Maurizio ve yöneticileri misilleme olarak yönetim kurulu
toplantılarını İtalyanca yapınca bu, Investcorp yöneticileri daha
da kızdırdı.
“Hiç İtalyanca bilmiyordum ama birkaç kelime seçebilsey-
dim bütün senaryoyu anlayabilirdim ve olup bitenler hoşuma
gitmiyordu, ” diyordu Hallak.
Gucci’nin yönetici süitinde çalışan beyaz eldivenli uşak An-
tonio, adamlar dik dik birbirine bakarken, sadık bir şekilde cilalı
gümüş tepsiler içinde köpüklü kapuçinolar ve sert espressolar
servis etti.

287
Gucci Hanedanı

“San Fedele hâlâ Milano’daki en iyi kapuçinoları sunan yer­


lerden biriydi,” diyordu yönetim kurulu üyelerinden olan Sen-
car Toker, kahve servisinin yeniden konumlandırma adına rafa
kaldırılmış büyük aşırılıkların en küçüklerinden biri olduğunu
anımsayarak. “Bütün durumun, Titanik batarken şampanya içip
havyar yemekten bir farkı yoktu.”
Bir toplantıda tansiyon yükselince Maurizio, kaim, güçlü el
yazısıyla bir not çiziktirdi ve yan tarafında oturan yönetim ku­
rulu üyesi Franchini’ye uzattı.

Davut, Calût’a Karşı


ONLAR dört kişi.
için önemliler
Forzaü
Kendilerini açığa çıkarmaları gerekiyor.

“Çok gergin bir ortamdı,” diye anımsıyordu, İtalyan -ve Avru­


pa- iş ortamları hakkında derin bir anlayışa sahip olduğu için
Investcorp tarafından davet edilen Toker. “Sonuç olarak, In-
vestcorp bu koşullar altında herhangi bir yatırımcının dayana­
cağından çok daha fazla dayanmıştı. İlk olarak, alternatifin ne
olduğu net olmadığı için. İkinci olarak, Nemir, Maurizio’yu sev­
diği ve onu incitmek istemediği için. Üçüncü olaraksa herkes
işlerin tersine dönebileceğine dair bir mucize beklediği için. O
noktada, acınası haldeki tüm bu şeyi 200 ya da 300 milyon do­
lara satabilseler kendilerini şanslı hissedeceklerdi - şirket elek
gibi sızdırıyordu!”
Flanz, Investcorp’un Maurizio’yu yönetimde yetkisi olma­
yan bir başkanlık ya da onu yönetimden uzaklaştıracak ancak
itibarını da koruyacak başka bir çözüme ikna etmek için nere­
deyse bir yılını harcadığını söylüyordu.
“Senin şirketini başkası yönetsin ister misin?” diye karşılık
veriyordu Maurizio, Franchini’yi şirketini geri almak için yete­
cek kadar parayı bulma amacıyla fon toplama görüşmelerine
devam etmeye yönlendirerek.

288
Borç Batağı

“Aşağılanmış hissediyordu,” diye kabul ediyordu Hallak.


“Onunla baş başa konuştum,” diye anımsıyordu Flanz, “kü­
çük gruplar halinde konuştuk, onu bir CEO ataması ve günlük
yönetimden uzaklaşması için ikna etmeye çalıştık. En sonunda,
‘Tamam, hisselerinizi satın alacağım!’ dedi ve belirli bir tarihe
kadar hisselerimizi alamazsa istifa edeceğine söz verdi. Hisse­
lerimizi almayı başaramayınca bu sözünden döndü. Bunu yap­
manın bir yolunu bulmasına yardımcı olmak için çok zaman
harcadık. Yapabildiğimiz tek şey hesap gününü ertelemekti.”
Üretim için geriye çok az şey kalsa da Gucci, Severin
Wunderman’ın saat işinden gelen ve şirketin temel giderleri ile
maaşları ödemeye imkân tanıyan yıllık 30 milyon dolarlık telif
hakkı ödemesi sayesinde 1992 yılından sağ çıktı.
“Şirketi ben ayakta tuttum,” diyordu Wunderman. “En
önemsiz kısım olsam da en büyük etkiyi ben gösterdim.”
Bu sırada, İtalyan ana şirket daha fazla sıkıntıya girdi çünkü
Citibank’ın baskısı altındaki Gucci America, mallar için ödeme
yapmayı bırakmıştı. Gucci’nin acilen bir sermaye artışına ihti­
yacı vardı ama Maurizio hissesini artıracak paraya sahip değildi
ve bu yüzden Investcorp’un ortaya para koymasına ve böylece
kendisinin kontrolünü zayıflatmasına izin veremezdi.
“Maurizio, Investcorp’un parayı borç olarak sunmasını
istiyordu ancak biz istemiyorduk, ” diye anımsıyordu Hallak.
“Şirket için finansal açıdan uygun değildi ve Maurizio’nun
Gucci’yi kâr elde edecek şekilde yönetme yeteneği olduğuna
hiç güvenmiyorduk - o parayı geri alabileceğimizin hiçbir ga­
rantisi yoktu.”
Para konusunda umutsuz haldeki Maurizio, kendisine sadık
kalan De Sole’e yöneldi. De Sole halihazırda Maurizio’ya çeşitli
işlemler için, B. Altman satışından kazanılan -kızlarının eğitimi
ve kendisiyle Eleanore’un emekliliği için ayırdığı- kendi para­
sından 4,2 milyon dolarlık borç vermişti. Umutsuz haldeki Mau­
rizio daha fazlasını istemek için geldiğinde De Sole ona hiçbir
şeyinin kalmadığını söyledi. Maurizio, Gucci America’nın bi­
lançosundan nakit para vermesi için De Sole’e rica etti.

289
Gucci Hanedanı

“Yapamam, Maurizio! Başımı belaya sokamam!” dedi De


Sole. Maurizio ona yalvardı. En sonunda De Sole, isteksiz bir
şekilde, bir sonraki bilançoyu kapatmadan önce iade etmesi ko­
şuluyla Maurizio’ya yaklaşık 800 bin dolar borç vermeyi kabul
etti. İade tarihi Maurizio’dan hiç para alamayarak geçip gittiğin­
de, De Sole şirkete kendisi ödeme yapmak zorunda kaldı.
Umutsuzluğu devam eden Maurizio, 1993 yılının başlarında
Floransa’da ucuz kanvas koleksiyonu üretimini gizlice yeniden
başlattı ve Uzakdoğu’daki paralel ithalatçılarla anlaşmalar im­
zaladı.
“Gucci America bize mallar için ödeme yapmayı bıraktığın­
da, büyük bir likidite sorunumuz oldu -tedarikçilerimize bile
ödeme yapamıyorduk- ve böylece Maurizio bize eski Gucci Plus
koleksiyonunu yeniden ürettirmeye başladı,” diyordu Claudio
Degl’lnnocenti. “Hepsi eski tarzlara dayanan o çantalardan on
binlerce yaptık. Maurizio bize bu zor zamanları atlatmamız ge­
rektiğini ve ardından bütün şirketi geri alacağını söyledi. Tama­
mı eski tarzlara dayalı bu şeylerden bir ayda beş ya da altı milyar
liret [yaklaşık üç milyon dolar] kazandık. Bu, o zamanlar pek
çok şirketin yaptığı, ‘şirket için paralel’ iş denen şeydi. Birkaç ay
daha dayanabilmemize yardımcı oldu.”
“Maurizio’nun biraz nakit para elde edebilmek için kendi il­
kelerini ihlal etmeye bu kadar hazır olması şaşırtıcıydı,” diyordu
Flanz. “Tam olarak, 1990’larda yapmayı bıraktığı şeye geri dön­
dü - çift G logosu olan, ucuz plastik kaplı kanvas malzemelerin
seri üretimini yapmak. Kısa süre içinde depolar bunlarla dolup
taştı.”
Daha sonra Gucci UK şirketinin genel müdürü Carlo Ma-
gello, şirket tarihinin en büyük satışını gerçekleştirdi. Uzun
boylu, beyaz saçlarını şık bir şekilde alnına doğru tarayan, uya­
nık ancak uysal bir adam olan Magello bir gün, birkaç timsah
derisinden Gucci el çantası ve evrak çantası almak isteyen şık
giyimli, tatlı dilli bir beyefendiyi selamlamak için 27 Old Bond
Sokağı’nda bulunan Gucci mağazasının üst katındaki ofisinden
koşarak geldi.

290
Borç Batağı

“Bunlar, on yıllardır mağazamızda olan değerli parçalardı,”


diyordu Magello. Müşteri, Magello’nun elinde olmayan bir ürün
takımı istedi ancak o etrafta koşturup birkaç telefon görüşmesi
yaparak takımı bir araya getirmeyi başardı. Şık müşteri o ka­
dar memnun kalmıştı ki Magello kısa bir süre sonra -kendisini
şaşırtacak şekilde- yaklaşık ı,6 milyon pound, yaklaşık 2,4 mil­
yon dolar tutarında, Ferrari kırmızısından orman yeşiline ka­
dar akla gelebilecek her renkten yirmi yedi takım siparişi aldı.
Magello’nun zarif bir şekilde hizmet ettiği tatlı dilli müşteri,
bütün akrabalarına takım valizler hediye etmek isteyen Brunei
Sultanı’nm bir temsilcisiydi.
“Siparişi İtalya’ya ilettiğimde bana geri döndüler ve ‘Carlo,
timsah derisi almak için paramız yok!’ dediler, ben de müşteri­
ye dönüp yüzde 10 depozito aldım,” diye hatırlıyordu Magello.
Deriler için ödeme yapmak yerine bu parayla çalışan maaşla­
rı ödenmişti. Bu yüzden Magello yine çırpındı ve Floransa’da-
ki işçilere, kısmi bir ödeme karşılığında ilk iki ya da üç takımı
üretecek kadar kıymetli deri bulana kadar depoları aramalarını
emretti. Bununla daha fazla deri satın alındı, sipariş tamamlan­
dı ve maaşlar ödendi.
1993 yılının Şubat ayında, Dawn Mello küçük bir ameliyat
için New York’a gitti. Mello, Lenox Hill Hastanesinde topar­
lanırken, iş için Birleşik Devletler’de olan Maurizio onu ziyaret
etti.
“Yatağımın kenarına oturdu, elimi tuttu ve ‘Endişelenme,
Dawn, her şey güzel olacak,’ dedi,” diye anımsıyordu Mello. “O
kadar nazik ve güven vericiydi ki bana kendimi gerçekten daha
iyi hissettirdi.”
Ancak üç hafta sonra Milano’ya geri döndüğünde Mauri­
zio ona soğuk davranmıştı. “Benimle konuşmuyordu,” diyordu
Mello. “Perde kapanmıştı. Ona sırtımı döndüğümü düşünüyor­
du.” Mello sorunun ne olduğunu anlamakta zorlandı ve onunla
konuşmaya çalıştı ancak Maurizio ondan kaçındı. Birkaç gün
içinde, Gucci çalışanları ilişkilerindeki değişime hayret ederken,
birbirleriyle konuşmadan San Fedele koridorlarından geçer ol­

291
Gucci Hanedanı

dular. Daha önce Rodolfo, Patrizia ve Morante’de olduğu gibi,


her ilişki birbirinden farklı olsa da artık Mello da Maurizio’nun
listesinden çıkarılmıştı.
“Maurizio, kişiliğinin gücüyle insanları gezegenler gibi ken­
dine çeken bir güneşti, ancak çok yaklaşırlarsa onları yakıp
ıskartaya çıkarırdı,” diyordu Mario Massetti. “Maurizio’yla ha­
yatta kalmanın püf noktasının ona çok yaklaşmamak olduğunu
öğrendik.”
Maurizio -yeni yıldızı Fabio Simonato’nun etkisi altında
kalarak- Gucci’nin birçok sıkıntısı, özellikle de zorluklarla il­
gili haberleri gazetecilere sızdırdığından korktuğu için olum­
suz haberler için Mello’yu suçlamaya başladı. Maurizio ayrıca
Mello’nun, aşılamaya çalıştığı Gucci geleneklerine saygı duy­
madan kendi tasarım yönünü belirleyerek emirlerine saygısız­
lık ettiğini düşünüyordu. Ayrıca onu çok masraflı olmakla da
suçlamıştı - halbuki onu şarap içmeye ve akşam yemeğine çı­
karan, iş gezileri için özel jetler kiralayan ve o tatmin oluncaya
kadar dairesini ve ofisini tekrar tekrar mobilyalarla döşeyen
kendisiydi.
“Maurizio önce beni suçladı,” diyordu De Sole, “ancak beni
ürünler için suçlayamayınca sahip olduğu bütün sorunların se­
bebinin Dawn olduğuna karar verdi.”
Maurizio, kısa süre sonra Dawn Mello tarafından yönetilen
bütün tasarım ekibinin kendisine ve Gucci vizyonuna karşı ça­
lıştığını düşündü. Maurizio’nun, kendi Gucci imajıyla uzaktan
yakından ilgisi olmadığını düşündüğü rencide edici kırmızı bir
ceket, ters giden her şeyin sembolü haline geldi.
“Hiçbir gerçek erkek bu ceketi giymez!” diye bağırdı ve onu
sunumdan çıkardı.
İtalya’daki tasarım ekibine ödeme yapmayı bıraktı ve New
York’taki De Sole’e üç satırlık bir faks göndererek Gucci Ameri­
ca tarafından ödeme yapılan Tom Ford’u ve diğer tasarımcıları
kovmasını emretti. Talimat, Gucci America’daki bütün çalışan­
ların görüp afallayacağı şekilde ofisin orta yerinde faks maki­
nesinden -De Sole’ün özel faksına gönderilmek yerine- çıktı.

292
Borç Batağı

“Neler olduğunu söylemek için hemen Investcorp’u ara­


dım,” diyordu De Sole. “Sonra da o sırada tasarımcıları koya­
mayacağımızı söyleyen bir faks gönderdim. Bu çılgınlıktı! Hep­
si bir sonraki koleksiyonun üzerinde çalışıyordu. Maurizio’nun
gerçekten dağıldığını söyleyebilirim.”
Aynı zaman diliminde, Maurizio ve Investcorp arasında­
ki savaşın kendi itibarını zedeleyebileceğinden ve başka bir
iş bulma şansını tehlikeye atabileceğinden endişe eden Tom
Ford, Valentino’dan gelen yeni bir cazip iş teklifini değerlen­
dirmeye aldı.
Eskimiş olsa da Valentio hâlâ Parsi’te sergilenen kadınlar
için özel dikim ve hazır giyim koleksiyonlarının, erkek giysileri­
nin, genç müşteriler için koleksiyonların ve bütün bir aksesuar
ve koku yelpazesini de kapsayan tam kapsamlı bir işle modanın
en saygın isimlerinden biriydi. Ford, bir yıldır Gucci’de tasarım
direktörüydü ve Gucci’deki artan zorluklar nedeniyle tasarım
ekibinden üyelerin istifa etmesiyle her geçen gün daha fazla iş
üstlenmişti. O esnada, Gucci’nin on bir ürün serisini -kıyafet,
ayakkabı, çanta ve aksesuar, valiz ve hediyelik eşyalar dahil ol­
mak üzere- geriye kalan birkaç tasarım asistanının yardımıyla
tek başına tasarlıyordu. Ford, gece gündüz çalışıyor, uyumak
için zar zor zaman buluyordu. Yorgundu ancak kontrol sahibi
olmaktan da hoşlanmıştı.
Ford, Valentino’nun Roma’daki ofisini ziyaret ettikten son­
ra Milano’ya geri dönerken geleceği hakkında düşünüp taşın­
dı. Kendisine bir şans veren ve giderek daha fazla sorumluluk
alarak kendisini kanıtlamasına olanak tanıyan Dawn Mello’yu
düşündü. Gucci’deki çalışma ortamı düşmanca ve tahmin edile­
mez bir hale gelirken son birkaç ay içinde o kadar yakınlaşmış­
lardı ki birbirlerinin cümlelerini tamamlamaya başlamışlardı.
Ford, şehre geri döndüğünde doğrudan Piazza San Fedele’ye
gitti, asansörle beşinci kata çıktı ve Mello’nun ofisinin kapısını
çaldı.
Mello onu bekliyordu ve masasından başını kaldırarak du­
daklarının içini ısırdı, kahverengi gözleri endişeyle onun yüzü­

293
Gucci Hanedanı

nü inceliyordu. Ford, bir elini Mello’nun masasının pürüzsüz


siyah yüzeyine dayayarak oturdu ve bakışlarını botlarına eğdi.
Sonra Mello’nunkilerle buluşturmak için kahverengi gözlerini
kaldırdı ve kafasını salladı.
“Gitmiyorum,” dedi üzerine basa basa. “Seni bu karmaşanın
içinde bırakamam. Ortaya koymamız gereken bir koleksiyon
var. Hadi, işimizin başına dönelim.”
Sonbahar gösterilerine sadece birkaç hafta kalmasıyla Ford
ve diğer tasarım asistanları, Gucci’nin idari yöneticileri malze­
me ve fazla mesai ücretlerinde kesinti yapıyor olsa da, koleksi­
yonu hazırlamak için mesaiye kalmaya başladı. Mello, gerginlik
yaratmamak için tasarım personelinin arka kapıdan giriş yap­
masını istemişti.
“Maurizio, Tom’un her şeyi kendi başına tasarladığını, şirke­
tin Mart ayında piyasaya açılacağını ve kumaş alamazsak gös­
teri yapamayacağımızı anlıyor gibi durmuyordu!” diye anımsı­
yordu Mello.
O esnada Brunei Sultan’ından ödemesini alan Londra’daki
Magello’yu aradı. Magello ona kumaşları alması ve İtalyan tasa­
rım personeline ödeme yapması için para gönderdi.
Şirket tedarikçiler için ödeme süresini yüz seksen günden iki
yüz kırk güne çıkardı; bazıları altı ay boyunca parasını alama­
dı. Gucci çantaları ve diğer ürünlerin üretimi ve dağıtımı çok
yavaşladı. Bir sabah, durumdan hoşnut olmayan tedarikçiler,
yönetimin gelmesini beklemek üzere Gucci’nin Scandicci fab­
rikasının kapısına toplandı.
Kapıdaki bekçi, kızgın kalabalığa karşı onu uyarmak ve gel­
memesini söylemek için evinde olan Mario Massetti’yi aradı.
Massetti yine de geldi.
“Tedarikçiler üzerime atladı,” diye anımsıyordu Massetti.
“Çok zor bir durumdu ancak gelmem gerekiyordu. Hepsiyle
ilişkilerim vardı - cevap bekledikleri kişi bendim. Onlara, öde­
melerinin yapılacağı konusunda güvence vermeye çalıştım.” Bir
zamanlar bir devlet bakanlığının sahip olduğu güvenlik ve istik­
rar hissini yayan şirket çok kötü bir duruma düşüyordu. Mas­

294
Borç Batağı

setti, daha fazla kredi vermeleri için bankalara yalvardı, bek­


lenen siparişlerin çok ötesine geçen miktarlarda borç paralar
aldı. Tedarikçiler için bir ödeme planı oluşturdu. Flanz, onun
parmağıyla taşmaması için Gucci çeşmesini tıkayan bir çocuk
olarak görüyordu - sadece başını eğiyor ve elinden gelenin en
iyisini yapıyordu.
Maurizio’nun vadeyle ilgili teklifi, Citibank ve Banca del-
la Svizzera Italiana’nın kendisine karşı patlamalarını azalttığı
1993 yılının başlarına kadar -bu tarihte, İsviçre yetkililerinden
ödenmemiş kişisel borçları sebebiyle Maurizio’nun mallarına el
koyulmasını istemişlerdi- başarılı olmuş gibi göründü. Üçün­
cü bir banka olan Credit Suisse de elinde Maurizio’nun Saint
Moritz mülkleri için ödenmemiş ev kredileriyle ortaya çıktı. Ta­
leplerini, Maurizio’nun yasal ikametinin bulunduğu İsviçre’nin
Coira kantonunun bulunduğu yerel bir mahkeme memuruna
sundular. Gian Zanotta adındaki memur, bu taleplere Mauri­
zio Gucci’nin bütün mülklerine -Saint Moritz’deki evlerle bir
İsviçre emanet şirketi olan Fidinam’ın elinde bulunan şirkette­
ki yüzde 50 hissesine- el koyarak karşılık verdi. Mayıs başı için
bir ödeme tarihi ve ödeme olmaması durumunda yaklaşık 40
milyon dolarlık borcunu bankalara geri ödemesi için Maurizio
Gucci’nin bütün mülklerinin açık artırmaya çıkarılacağı bir ta­
rih belirledi.
Investcorp açık artırmayı öğrendiğinde, Flanz, Svvanson ve
Toker, Maurizio’ya son bir teklif yapmak için Milano’ya uçtu -
bankaların borcunu ödemek için 40 milyon dolar ve Gucci’nin
yüzde 5 hissesi için 10 milyon dolar. Maurizio’ya yüzde 45 his­
seyle başkan olarak kalmasını ve dizginleri profesyonel bir
CEO’ya bırakmasını teklif ettiler. Sunum sona erdiğinde, Mau­
rizio adamlara teşekkür etti, tekliflerini düşüneceğini söyledi ve
odadan çıktı.
“Dürüst olmak gerekirse Maurizio’nun, Investcorp’un tekli­
fini kabul etmemekle çizgiyi çok aştığını düşünmüyorum,” di­
yordu Sencar Toker. “Yüzde elli hissesinin kontrolünü verseydi,
geri kalan hisselerin ne değeri olacaktı? Onun mantığını anla-

295
Gucci Hanedanı

mak için sadece küçük miktarda zekice bir dürüstlük gereki-


n
yor.
Maurizio, Franchini’nin ofisine gitti ve son teklifi avuka­
ta bildirdi. “Kendi evimde misafir olmayacağım! ” dedi öfkey­
le, Luigi dışında durumunu açıkça tartıştığı tek insan olan
Franchini’ye. “Ne yapacağız?” diye sordu Franchini’ye, avukatın
ofisinde kafese tıkılmış bir hayvan gibi oradan oraya dolaşarak.
Maurizio, hayatında hiç bu kadar baskı altında olmamıştı.
Solgun ve bitkindi, hayaliyle pek çok insana ilham vermiş o bü­
yüleyici ve hevesli adama hiç benzemiyordu. Karamsar, kasvetli
ve paranoyak hale gelmişti - San Fedele koridorlarında kendi
çalışanlarından bile kaçınıyordu. Luigi, Maurizio’ya neler oldu­
ğunu görmenin acısı içinde ancak gidişatını değiştirmek için
çaresiz halde, patronu nereye gitmesi gerekiyorsa ona eşlik edi­
yordu.
“Gözlerimin önünde günden güne daha da zayıflıyordu,” di­
yordu Luigi. “Ne zaman yukarı çıksa kendisini bir camdan ata­
cağından korkuyordum.”
Sık sık ofisinden kaçıyor, cep telefonunu kapatıyor ve en
sevdiği kafelerden birinde mağa sı, yani medyumu Antonietta
Cuomo’yla buluşmak için birkaç blok ötedeki Galleria Vittorio
Emanuele alışveriş pasajına yürüyordu. Kimliği belirsiz halde,
turist ve öğrenci kalabalıklarının arasında, bir kapuçino ya da
bir aperitivo yudumlayarak endişelerini Antonietta’yla paylaşı­
yordu. Medyum, normalde kuaför olarak çalışan basit, anaç bir
kadındı. Ayrıca, altıncı hissine kıymet veren özel müşterileriyle
görüşürdü.
“Giû la mascara, Maurizio,” derdi kadın ona, her görüşmele­
rinin başında. “Maskeni çıkar.”
“Gerçekten açıldığı tek insan bendim,” demişti kadın yıllar
sonra.
“Çaresiz haldeydik, çok çaresiz haldeydik,” diye anımsıyor­
du Franchini. İtalya ve İsviçre’nin önde gelen tüm bankalarına
çoktan gitmişti. İçlerinde televizyon patronu ve eski İtalyan
başbakanı Silvio Berlusconi ve o zamanlar pek tanınmayan,

296
Borç Batağı

Miuccia Prada’nın eşi ve son birkaç yıldaki patlamaya ha­


zır Prada moda markasının mimarı olan Patrizio Bertelli’nin
de bulunduğu sanayicilerle iletişime geçmişti. 1992 yılında,
“Bertelli’nin bankada 20 milyar liret parası yoktu,” diye anım­
sıyordu Franchini. Hiç kimse, Maurizio Gucci’ye yardım ede­
mezdi - ya da etmezdi.
7 Mayıs Cuma günü, saat akşam yedide, sekreteri dar bir
mini etek, file çoraplar giymiş ve çarpıcı bir makyaj yapmış
olan koyu renk saçlı ve dolgun vücutlu bir kadını içeri aldığın­
da Fabio Franchini’nin Milano ofisinin yüksek tavanlı korido­
runa kadının Valentino parfümünün tatlı ve keskin kokusu
dolmuştu. Topuklu ayakkabıları mermer zeminde takırdıyor,
kadın uzun koridorda yürürken bu ses hafifçe yankılanıyordu.
Geçmişte hem Maurizio’yu hem de Patrizia’yı temsil eden Mi­
lanolu avukat Piero Giuseppe Parodi, kadının peşinden geliyor­
du. Franchini, geniş toplantı odalarından birinde yerini alan iki
ziyaretçisini selamladı. Parodiyi tanıyordu ancak kendini Mat-
mael Parmigiani olarak tanıtan kadını tanımıyordu. Franchini,
bunun kadının gerçek ismi olduğundan emin değildi.
“Müşteriniz Maurizio Gucci için bir şeyler yapabiliriz,”
dedi Parmigiani, inanamayarak öne doğru eğilen Franchini’ye.
Maurizio için para bulmaya çalıştığı ayların ardından kulak­
larına inanamıyordu. Parmigiani, Japonya’da başarılı bir lüks
ürün dağıtımı işiyle ilgilenen bir İtalyan işinsanını temsil et­
tiğini açıkladı. İş insanından yalnızca “Hagen” olarak bahset­
ti ve Maurizio’ya hisselerini geri almak için ihtiyaç duyduğu
parayı vermeye istekli olacağını belirtti. Karşılığında, Gucci
ürünlerinin Uzakdoğu’daki dağıtımını yapmak için bir anlaş­
ma istiyordu.
Franchini, işlemle ilgili bütün detayları gözden geçirmek
için Matmazel Parmigiani ile ertesi sabah ve pazar günü akşam
beşte tekrar buluştu. Franchini, bu esnada “Hagen” denen kişi­
nin 1972’de Japonya’ya kaçmış, arkasında çalkantılı bir geçmiş
bırakan ve tehlikeli bir neofaşist olmakla suçlanan Delfo Zor-

297
Gucci Hanedanı

zi olduğunu öğrendi. Zorzi, İtalyan yetkilileri tarafından, diğer


şeylerin yanı sıra, 1969 yılında on altı kişinin ölümüne ve sek­
sen yedi kişinin yaralanmasına neden olan Milano’daki Piazza
Fontana’nın bombalanması sebebiyle aranıyordu. Bombalama,
neofaşist kesimin aşırı ve şiddetli bir şekilde ülkeyi sağa itme
çabası olarak 1970’ler boyunca İtalya’nın başına bela olmuş, la
strategia della tensione olarak bilinen on yıllık şiddet döneminin
başlangıcı olmuştu. O sırada Napoli Üniversitesi’nde yirmi iki
yaşında bir öğrenci olduğunu söyleyerek bombalamayla alaka­
sını reddeden Zorzi, hüküm giymiş iki terörist tarafından kendi
arabasının bagajındaki bombayla patlama yerine gitmekle suç­
lanmıştı. Duruşması 2000 yılında, Milano’nun San Vittore ha­
pishanesinin altındaki yüksek güvenlikli mahkeme salonunda
görüldü.
Zorzi, Japonya’da, Okinavva’nın önde gelen bir politikacısı­
nın kızıyla evlendi ve Avrupa’ya kimono ihraç eden bir iş kur­
du. Hızlıca, Avrupa ve Uzakdoğu arasında lüks ürünlerin ithalat
ve ihracatının yapılmasına yöneldi ve moda endüstrisinde eski
depo mallarından kurtulmaya ihtiyaç duyan yöneticiler arasın­
da ün kazandı.
“Kimse kabul etmese de Zorzi moda işinin Noel Babası ola­
rak görülüyordu,” diyordu, kimliğini açıklamayı reddeden bir
moda endüstrisi danışmanı. “Elinizdeki bütün o eski depo mal­
larını alır ve onlar için iyi bir para verirdi.”
Maurizio’yla görüştükten sonra Franchini, Gucci’nin zaten
Zorzi’yi tanıdığını öğrendi. 1990 yılında İtalyan yetkilileri, Guc­
ci ürünleri de dahil olmak üzere tasarım ürünlerin taklitlerinin
devasa ihracatı hakkında çeşitli soruşturmalar başlattığında,
Zorzi’nin İtalyan, Panamalı, İsveç ve İngiliz şirketlerden oluşan
bir ağ aracılığıyla hem tasarım ürünlerin sahtelerinin hem de
eski depo mallarının İtalya’dan Uzakdoğu’ya şevkini sağlayan
karmaşık bir ticaret ağını yönettiğini keşfetmişlerdi. Tokyo’daki
gizli hayatını lüks içinde yaşayan Zorzi, birkaç yıl içinde mil­
yoner olmuştu. Maurizio, Investcorp’la yaşananlarda zaman
kazanmak için bir hayatta kalma taktiği olarak kanvas işini ses­

298
Borç Batağı

siz sedasız yeniden başlattığında, malları Zorzi’nin operasyonu


aracılığıyla satmak için bir anlaşma yapmıştı.
10 Mayıs Pazartesi günü, Maurizio, Franchini ve Parmigia-
ni, sabah saat onda Fidinam’ın -Maurizio’nun hisselerini elinde
tutan ve tesadüf eseri Zorzi’nin operasyonlarına dair işlemleri
yürüten emanet şirketi- Lugano ofislerinde bir araya geldi. Fi-
dinam, Maurizio’ya yaklaşık yedi milyon dolarlık bir faiz öde­
mesiyle yaklaşık 30 milyon İsviçre frankı -yaklaşık 40 milyon
dolar- ve Uzakdoğu’da Gucci için Zorzi’ye dağıtım haklarını ve­
ren kâğıt üzerinde bir anlaşma sundu ancak bu anlaşma hiçbir
zaman resmiyete dökülmedi.
Öğleden önce, Franchini 30 milyon İsviçre frakını İsviçre­
li mahkeme memuru Gian Zanotta’ya teslim etti ve Maurizio
Gucci’nin mülklerinin hâkimiyetini yeniden eline aldı.
“İnanılmaz bir maceraydı ama netice olarak dürüst olduk­
larını söylemeliyim,” diyordu Franchini, Zorzi ve ortaklarından
bahsederek. “Sonunda onlara sadece borcun ödenmediği du­
rumda hisselerin teminat olarak sunulduğu bir mektup verdim
ancak hisselerin kendisini ortaya koymadım; bu, Investcorp’la
yapılan anlaşmanın ihlali olurdu.”
Investcorp’un, açık artırma süreçlerini takip eden İsviçreli
avukatları, Maurizio’nun kişisel borçlarını ödediğini ve hissele­
rini geri aldığını bildirmek üzere hemen Londra’yı aradı.
İnanamayan Flanz ve Swanson alelacele Milano’ya gitti.
Çok iyi bildikleri parıldayan ahşap panelli toplantı odasında
Maurizio’yu beklediler. Maurizio, eski enerjisi ve coşkusuyla
odaya dalmadan önce ânın tadını çıkararak onları en az yarım
saat bekletti.
“Rick, Bili, sizi görmek ne güzel!” dedi Maurizio, en sosyal
haliyle. “Haberleri duydunuz yani?” diye sordu, geniş bir gü­
lümsemeyle. “Her tarafta casuslarınız olduğunu biliyorum!”
Maurizio, üçüne de dumanı tüten çaylar doldurması için
Antonio’yu çağırdı. En sonunda Flanz porselen çay bardağını
bıraktı ve derin bir nefes aldı.
“Maurizio,” dedi Flanz, “parayı nereden buldun?”

299
Gucci Hanedanı

“Şey, Bili, bu inanılmaz bir hikâye!” dedi Maurizio, gözlerin­


de bir pırıltıyla. “Saint Moritz’deki evimde uyumaya çalışıyor­
dum ve her şeyle, ne yapacağımla ilgili endişeleniyordum ve bir
rüya gördüm.” Flanz ve Svvanson, rüyasının bu şeylerle nasıl bir
ilgisi olabileceğini merak ederek boş gözlerle ona baktı.
“Babam rüyama geldi ve bana, ‘Maurizio, seni bischero, bü­
tün sorunlarının çözümü oturma odasında. Orada pencerenin
yanma bak, döşemelerden biri gevşek halde; onu çek ve altına
bak,’ dedi. Uyandığım zaman kalkıp gevşek tahtanın altına bak­
tım ve inanılmazdı! Orada, zeminin altında, ne yapacağımı bi­
lemeyeceğim kadar çok para vardı. Bu yüzden açgözlü olmak is­
temedim, sadece hisselerime yetecek kadar parayı aldım,” dedi
Maurizio, hikâyesinden memnun olarak Svvanson ve Flanz’e
tekrar bakarak.
İki Investcorp yöneticisi sandalyelerinde çöktüler. Yalnız­
ca Maurizio üzerindeki kozlarını kaybetmekle kalmadıkları­
nı, aynı zamanda Maurizio’nun kendilerine nanik yaptığını ve
bundan zevk aldığını biliyorlardı. Maurizio’nun parayı nereden
bulduğunu onlara söylemeye hiç niyeti yoktu. Hikâye, bunun
kendilerini hiç ilgilendirmediğini mizahi bir şekilde söyleme
yoluydu ve artık Investcorp’un hayırseverce yaptığı borç teklif­
lerine hiç ihtiyacı yoktu.
“Bu harika, Maurizio,” dedi Flanz, yüzünde donuk bir gü­
lümsemeyle ve süt mavisi gözlerini gözlüklerinin ardından kır­
pıştırarak. “Bu gerçekten harika.”
“Karnıma bir yumruk yemiş gibi hissediyordum. En sonun­
da Maurizio üzerinde bir koz elde etmek için bir açık, bir fırsat
penceresi bulduğumuzu düşünmüştüm ama bunun yerine ora­
da oturup gülümsedim. Savaşa gireceğimize karar verdiğim an
buydu.”
Flanz ve Svvanson, Nemir ile şöminenin önüne oturup
ona hikâyeyi anlatmak için Londra’ya geri döndüler. Yardım­
sever yeşil gözleri buz kesti. Bu kez, Kırdar’ın keyfi kaçmıştı -
Maurizio’nun değil.
“Bizimle dalga geçiyor!” dedi Kırdar öfkeyle. “Zayıf olduğu­
muzu düşünüyor ve artık hiçbirimize saygı göstermiyor.”

300
Borç Botoğı

“Maurizio, Nemir’in bütün iyi niyetini tüketince, bunun geri


dönüşü olmadı,” diyordu Bili Flanz. “Nemir, müzakereleri son-
landırmaya ve güç kullanmaya karar verdiğinde, görebileceği­
niz en sert ve soğuk savaşçılardan biri olabilirdi.”
Kırdar, İşçi Bayramının olduğu hafta sonunda acil ve ön­
celikli bir göreve başlaması -Gucci sorununu çözme- için
New Yok’tan Londra’ya gelmesi için Bob Glaser’ı, “kızıl sakallı
şeytan”ı, çoktan aramıştı.
“Bob,” demişti, “sen Maurizio’nun korktuğu tek insansın.
Ondan kurtulmam için senin yardımına ihtiyacım var!”
O pazartesi sabahı Kırdar, Glaser, Elias Hallak, Bili Flanz,
Rick Svvanson ve Investcorp’un genel danışmanı Larry Kessler
ile birlikte birkaç şirket avukatını daha ofisine çağırdı ve onlara
katı talimatlar verdi.
“Bu sorunu çözünceye kadar günün yirmi dört saati boyun­
ca yapacak daha iyi hiçbir şeyiniz, hiçbir şeyiniz yok,” dedi Kır-
dar, keskin yeşil gözleriyle. “Gucci’yi Maurizio’dan kurtarmak
zorundayız!”
Glaser patronuna baktı. “Tamam, Nemir, bunu yapacağız
ancak sen sonuna kadar gitmeye ve bize destek çıkmaya istekli
olmalısın. Maurizio bizi dava edecek, basın karşısında bizi mah­
cup duruma düşürecek ve şirketi iflasın eşiğine getirecek. Onu
sonuna kadar gideceğimize inandırmalıyız. Aksi halde bu yola
girmemelisin.”
Aynı anda hem acı içinde hem de kararlı bir halde olan Ne­
mir başını sallayarak onay verdi.
Dört adam, Investcorp’un Brook Sokağı ofislerinin bordum
katında bir “savaş odası” kurdu ve orada bulunan insanları,
masa ve sandalyeleri dışarı çıkararak uzun masalar, sandalyeler,
Gucci hakkında yasal ve tarihi belgelerle dolu kutular ve dos­
ya dolaplarını getirdi. Maurizio’nun parayı nereden bulduğunu
öğrenmek için birinci sınıf avukatları ve pahalı bir araştırma
şirketini görevlendirdiler.
“Savaş ekibi”, belgeleri incelerken, 22 Haziran tarihinde,
Atlantik’in iki yakasındaki gözlemcileri şaşırtan bir hareket­

301
Gucci Hanedanı

le, Maurizio bu yeni savaşın ilk kurşununu ateşledi. Guccio


Gucci’nin, Gucci America’dan tüm parasını almak için elin­
den gelen her şeyi yapmadığından endişelenen Franchini,
Maurizio’ya Gucci America’ya 63,9 milyon dolarlık -mallar için
ödenmemiş o meşhur tutar- dava açmasını tavsiye etti. Birçok
insan, kendi şirketine dava açtığı için Maurizio’nun delirdiğini
düşünüyordu ancak Franchini, İtalyan yasaları uyarınca şirket
yöneticilerinin şirketin çıkarlarını korumak için her şeyi yap­
mak zorunda olduğunu savunuyordu, bu kardeş şirkete dava
açmak anlamına gelse bile.
Bob Glaser biraz farklı düşünüyordu. “Bunu, Amerikan şir­
ketinin varlıklarını emme çabası olarak görmüştüm,” demişti
Glaser, eğer Gucci America, İtalyan şirkete borçlarını ödeyeme-
seydi, Maurizio, Gucci America’nın malları -esasen Gucci mar­
kasından ve Beşinci Cadde’deki binadan ibaretti- üzerinde bir
hak iddia edebilecekti.
Glaser, Gucci America’nın Guccio Gucci’ye neden bu kadar
borcu olduğu konusunda işin aslını öğrenmeye karar verdi ve
Gucci America’nın yönetim kurulunu bir toplantıya çağırdı.
“Nasıl oluyor da Gucci America’nın, Guccio Gucci’ye bu kadar
borcu oluyor?” diye sordu, Maurizio, onun dört temsilcisi ve
Investcorp’un dört temsilcisinden oluşan yönetim kuruluna.
“Bu bizi çok kötü gösteriyor!” Glaser, ABD şirketler hukuku
uyarınca, yönetim kurulunun bir üyesi olarak Gucci hissedarla­
rının çıkarlarını korumakla yükümlü olduğunu belirterek söz­
lerine devam etti. “Yönetim nasıl iyi iş çıkarıyor olabilir?” diye
sordu. “Bir soruşturma talep ediyorum!”
Maurizio, afallamış halde Glaser’e baktı. Investcorp’la olan
zorlu müzakerelerde en sert eleştirmeni ve en büyük düşma­
nı olan “kızıl sakallı şeytari’ın kendi tarafında olacağını asla
hayal edemezdi. Glaser ısrarcı oldu ve yönetim kurulu onu,
Gucci America’nın İtalyan şirketine borçlu olduğu, o zamanlar
50 milyon doları aşman ödenmemiş borçlar konusunu araştır­
mak üzere kurulan bir alt komiteye aday gösterdi. Bu adaylık
Glaser’e şirketin kayıtlarına tam erişim hakkı verdi. Raporunu

302
Borç Batağı

tamamladıktan sonra Glaser, Guccio Gucci’nin 1992 yılında


Gucci America’ya dayattığı son fiyat politikasının, İtalyan şir­
ketinin son birkaç yılda baş döndürücü şekilde artırdığı mas­
rafları karşılamak için tasarlanmış olan yapay derecede şişiril­
miş fiyatlar içerdiğine karar verdi. “Gucci America’nın Guccio
Gucci’ye borçlu olduğu parayı meşru bir borç olarak görme­
dim,” diyordu Glaser. Fiyatlandırma politikası, Glaser’in inan­
dığı gibi, Gucci America’nın kaynaklarını boşaltma niyetiyle bir
aldatmaca olarak tasarlanmış gibi görünmüyordu. Daha ziyade,
Maurizio’nun İtalyan şirketini batmaktan kurtarmak için giriş­
tiği çaresiz çabalarından bir başkası gibi duruyordu. Ne olur­
sa olsun, Glaser’in raporu davada kendisini savunmak için bol
miktarda malzeme sağladı.
Bu sırada, şirketi ayakta tutmak için çaresiz şekilde para ara­
yan Maurizio, Severin Wunderman’la bir anlaşma yaptı. Wun-
derman, 31 Mayıs 1994’te bitecek saat lisansının uzun dönemli
uzatılması için Gucci’ye toplu ödeme yapmayı kabul etmişti.
Ancak Investcorp’un Gucci ekibi için, Wunderman’a uzatılmış
bir lisans vermek, o zamanlar yıpranmış Gucci imparatorluğu
için para getiren tek şey olan saat işinden vazgeçmek anlamına
geliyordu.
Investcorp’un, Maurizio’nun Wunderman anlaşmasını zor­
la yaptırmasını beklediği Gucci America yönetim kurulu top­
lantısından haftalar önce, Investcorp’tan Rick Svvanson Gucci
America’nın şefinden taraf değiştirmesi ve anlaşmaya karşı oy
kullanmasını istemek için Domenico De Sole’ü aramaya başla­
dı. O taraf değiştirirse Maurizio’nun kuruldaki kontrolünü kı­
rabilirdi.
“Domenico, ben Rick. Bilmemiz gerekiyor. Sana güvenebilir
miyiz?”
“Dinle, Rick,” dedi Gucci’nin New York ofisinde bulunan De
Sole. “Bu durumu gerçekten anlayan bir tek sizsiniz. Bu şirket
üç yaşındaki biri tarafından yönetiliyor. Bu böyle gidemez, aksi
halde şirket çökecek. Bana güvenebilirsiniz.”
Svvanson tekrar aradı.

303
Gucci Hanedanı

“Domenico, bu önemli. Sana güvenebilir miyiz?”


“Evet,” dedi De Sole. “Evet!”
3 Temmuz 1993 sabahı Flanz, Milano’daki Four Season
Oteli’nin alt katındaki özel bir yemek salonunda gizli bir kah­
valtı buluşması yapmak için De Sole’ü aradı. Bob Glaser, Rick
Svvanson ve Sencar Toker masanın etrafına toplanmıştı.
De Sole’e anlaşmaya karşı kendileriyle birlikte oy kullanıp
kullanmayacağını sordular.
“Bakın, bu olanların şirketin mahvettiğini kesinlikle hissedi­
yorum,” dedi De Sole, Investcorp ekibinin gergin yüzlerini ince­
leyerek. “Bir şeyler yapılmazsa şirket iflas edecek!”
“Eğer Maurizio’ya karşı durursan sonuna kadar sana arka çı­
kacağız,” dedi Hallak, De Sole’ün gözlerinin içine bakarak.
“Maurizio bunun için Domenico’dan nefret edecek, tabii za­
ten etmiyorsa,” diye araya girdi Svvanson. Svvanson gruba, De
Sole’ün Maurizio’ya son birkaç yıl içinde kendi parasından iki
ayrı kısım olarak dört milyon dolar borç verdiğini ve buna ek
olarak şirketin 800 bin dolarlık fonunu da kendisinin geri öde­
diğini ve bu parayı geri almak için neredeyse hiç umudu olma­
dığını -özellikle de Investcorp’un tarafına geçerse- açıkladı.
“Investcorp adına, bunu müzakerelerimize dahil edeceğimiz
ve paranı almanı sağlayacağımız konusunda sana şeref sözü ve­
riyorum,” dedi Hallak.
Birkaç saat sonra, Gucci America’nm yönetim kurulundaki
direktörleri, her zamanki toplantı odası yerine Maurizio’nun
ofisindeki sandalyelere yerleştiler. Maurizio, toplantının ça-
tışmah geçmesini bekliyor ve daha samimi bir ortamda ama
kendi masasının arkasından başkanlık etmek istiyordu. Uşağı
Antonio’ya, kapuçino siparişlerini alması için elini salladı.
Glaser’le daha önce tanışmamış olan Mario Massetti, De
Sole’e dönerek kızıl sakallı adam kim diye sordu.
“Bu Bob Glaser,” diye yanıtladı De Sole. “Maurizio’nun
Investcorp’ta gerçekten korktuğu tek kişi.”
Toplantı, satışların 70,2 milyon dolara düşmesiyle 1992 yılın­
da eksi 17,4 milyon dolarlık net değere sahip Gucci America’nm

304
Borç Batağı

işlemleri hakkında bir tartışmayla başladı. Bob Glaser, sert adam


şapkasını takarak ona sorular yönelterek De Sole’ü şaşırttı.
“Gucci America adındaki şirketi yönetiyor musunuz?”
“Evet, yönetiyorum,” diye yanıtladı De Sole, şaşkın bir halde.
“Peki, size göre aşırı pahalı bir ürün aldığınız zaman ne ya­
parsınız?”
“Yapabileceğim bir şey olmaz,” dedi De Sole. “Sürekli yakı­
nıyorum. Biz tutsak bir şirketiz ve siz bize hiçbir zaman destek
olmuyorsunuz, ” dedi De Sole, hararetli bir şekilde. “Sizin tek
yaptığınız Maurizio’yla iyi geçinmeye çalışmak.”
Maurizio hiddetlendi. “Gucci America’nın mallar için fazla­
dan ödeme yaptığını mı söylüyorsun?” diye püskürdü De Sole’e.
“Evet, bunu yıllardır söylüyorum!” diye karşılık verdi De Sole.
“Sadece kendi masraflarını desteklemek için Gucci America’ya
fahiş ücretler çıkarıyorsun. Şu binaya bir bak! Bu binaya gerçek­
ten neden ihtiyacımız var ki?”
Diğer yöneticiler onun Wunderman’la yaptığı ve
Wunderman’la olan lisansı yaklaşık yirmi yıl daha yenileme
karşılığında Gucci’ye yaklaşık 20 milyon dolar getirecek anlaş­
mayı tartışırken De Sole’ün iddiaları ve Glaser’in provokasyon­
ları karşısında gözle görülür biçimde üzülen Maurizio ayağa
fırladı ve masasının arkasındaki yeşil halının üzerinde volta
atmaya başladı.
Oylama zamanı geldiğinde De Sole anlaşmaya karşı oy kul­
landı. Öfkelenmiş ve dehşete düşmüş haldeki Maurizio, döndü
ve doğrudan De Sole’e baktı; yüzü bembeyaz olmuş, ağzı ince
bir çizgi halini almıştı. De Sole de ona baktı ve avuçlarını yuka­
rıya doğru çevirip ellerini kaldırdı ve parmaklarını açtı.
“Bak, Maurizio, yapmam gereken şey bu,” dedi De Sole ba­
sitçe. “Şirket için oy kullanıyorum, benim görevim bu. Sadece
paramız bittiği için öylece lisans veremeyiz...”
De Sole, şirket için doğru şeyi yaptığına inanıyordu;
Maurizio’ysa sırtından bıçaklandığını düşünüyordu.
Maurizio’nun ofisinden çıktıklarında Glaser, De Sole’ü bir
kenara çekti. “Bu davada Gucci America’yı nasıl savunmayı
planlıyorsun?” diye sordu.

305
Gucci Hanedanı

De Sole şüpheyle ona baktı. “Yönetim kurulunun onayı


olmadan şirketi temsil etmesi için bir hukuk firmasıyla anla-
şamam,” diye karşı çıktı, -davayı en başta açan- Maurizio ve
temsilcilerinin bu hareketi asla onaylamayacağını çok iyi bilen
De Sole. Glaser, De Sole’ün gözlerinin içine baktı. “Ah, tabii ki
yapabilirsin!” dedi, yöneticinin ilk olarak şaşkın ifadesini ince­
leyerek. Kurumsal yönetimin kurallarını şekillendirmek için
haftalarını harcamış olan Glaser, yönetim kurulu toplantısının
düzenlenmediği acil durumlarda, CEO’ya şirketin yararına ola­
cak her şeyi yapma hakkı tanıyan bir madde konması konusun­
da ısrarcı davranmıştı. De Sole, bir anda Glaser’in kendisine ne
dediğini anladı.
“Yeterli çoğunluk olmadan yönetim kurulunu toplayamaz­
sın ve biz de bir türlü takvimlerimizi ayarlayamıyoruz,” diye
anımsattı Glaser. “Bir türlü olmadı!” dedi kayıtsızca. “Ve biz de
bu şekilde, Gucci America’yı savunması için bir hukuk firması
tuttuk.”
Glaser ayrıca, iki şirket arasındaki artık şiddetli bir hal almış
olan savaş sebebiyle Gucci America’nın mal alma şansının -ve
bu sebeple mağazalarında satacak hiçbir şeyin- olmadığının da
farkındaydı. De Sole’e bir şey daha önerdi. “Neden kendi ürün­
lerinizi piyasaya sürmüyorsunuz? ”
“Maurizio’nun onayı olmadan bunu yapamam!” diye yanıt­
ladı De Sole.
“Gucci America’nın ticari markası var, değil mi? Senin gö­
revin, yönetim kurulu toplantısı olmadığında şirketin çıkar­
ları için en iyisini yapmaktır,” diye tekrarladı Glaser. De Sole
başını salladı ve deri eşya üreticileriyle görüşmek için İtalya’ya
gitti. Glaser’ın amacı, Maurizio’yla kızışan savaşa rağmen Gucci
America’yı özerk ve ödeme gücüne sahip bir halde tutmaktı.
O esnada Maurizio, bir komplonun etrafını sardığını hisse­
diyordu. De Sole’ün kendisine sırt çevirip teklifine karşı oy ver­
diğine inanamıyordu. Farklılıklarına ve tartışmalarına rağmen
De Sole’ün gerçekten kendisinin sıkı bir müttefiki olduğunu

306
Borç Botağı

düşünüyordu - neredeyse bir aile üyesi gibi. Nisan ayında De


Sole için 200 bin dolarlık bir ikramiyeyi onaylamıştı. Mauri­
zio, De Sole’ün oyunun olmamasının kendi sonunun başlangıcı
anlamına geldiğini biliyordu. Artık yönetim kurulunu kontrol
edemezse Gucci üzerindeki gücü sona ererdi.
Toplantıdan sonra hâlâ volta atmakta olan Maurizio yaşadı­
ğı dehşeti Franchini’ye yansıttı. “Başlangıçta, De Sole hiç kim­
senin umrunda değildi ve onu içeriye ben aldım. Pantolonunun
kıç tarafında yamalar vardı! Şimdi beni mahvedecek!”
“Maurizio!” dedi Franchini ciddi bir şekilde. “Bu bir savaş!
Gucci’nin yüzde 50’sine sahipsin ancak bu artık sıfıra eşit hale
geldi. Sana yardım edebilirim ama her şeyi riske atmaya hazır
olmak zorundasın. Gemiye batırmaya hazır olmak ve bunu ya­
pacağına onları inandırmak zorundasın, aksi halde onu senden
hiç pahasına alırlar!”
Maurizio volta atmayı bırakarak Franchini’ye baktı ve sonra
da ellerini kolçaklara koyarak sandalyesine çöktü.
“Peki, avvocato, peki. Bana ne yapmam gerektiğini söyle.”
Savaş kızıştı. Maurizio, De Sole’ü Gucci America’nm yöne­
tim kurulundan çıkardı ancak kurulun oy çokluğu olmadan
onu CEO görevinden alamamıştı. Flanz, Gucci yönetim kuru­
luna, yetkin bir CEO atama çağrısı yaptığı bir mektup yazdı.
Mektupta Maurizio’nun adı ya da unvanı geçmiyordu ancak
mektubun anlamı herkes için çok açıktı. Bu belge Maurizio’yu o
kadar çileden çıkarmıştı ki bir Milano mahkemesine Investcorp
ve Flanz’e iftira suçlamasıyla 250 milyar liret, yaklaşık 160 mil­
yon dolar, tutarında dava açtı ve hatta bir Floransa savcısından,
kişiliğe karşı hakaret sebebiyle Flanz’e karşı suç duyurusunda
bulunmasını istedi. 22 Temmuz’da Investcorp, Maurizio’yu baş­
kanlığı bırakmaya zorlamak için New York’ta tahkim davası açtı
ve onu hissedarlık anlaşmasını ihlal etmekle ve şirketi kötü yö­
netmekle suçladı. Dava evrakları, onu daha da itibarsızlaştırma
çabasıyla, Maurizio’nun babasını rüyasında gördükten sonra
parkelerin altında para bulmasıyla ilgili hikâyesini aktardı.

307
Gucci Hanedanı

“Harareti artırdık ve ona baskı uyguladıkça uyguladık,” di­


yordu Bili Flanz. “Ancak bir denizci olan Maurizio, ‘Bu şirketi
Araplara teslim etmeyeceğim. Her şeyimi kaybettim, servetimi
kaybettim, gururumu kaybettim, işteki saygınlığımı kaybettim
ancak bu gemiyi de benimle birlikte götüreceğim. Dibe birlikte
batacağız,’ demişti.”
Savaş ekibi onun bunu yapacağından gerçekten korkmuştu.
“Çoğu durumda böyle bir tavrın blöf olduğunu düşünür­
sünüz,” diyordu Rick Svvanson. “Ancak biz gerçekten endişe­
liydik. Bunu yapabilecek kadar aklını kaybetmiş gibi görünü­
yordu.”
De Sole’ün 1990 yılının Nisan ayıyla 1993 yılının Temmuz ayı
arasında 4,8 milyon dolar borç verdiğini söyleyerek Maurizio’ya
dava açmasıyla saldırılar sert ve hızlı bir şekilde devam etti. Mau­
rizio daha sonra, Milano mahkemelerinde Investcorp’a karşı
daha fazla dava açarak Flanz, Hallak ve Toker’i Gucci yönetim
kurulundan çıkarmak için harekete geçti.
Haftalar süren ticari darbelerin ardından, ilişkilerini kur­
tarmak için son bir çaba içinde olan Nemir Kırdar, Maurizio’yu
arayarak ağustos ayı boyunca faaliyetlerini devrettiği güney
Fransa’da kendisini ziyaret etmesini istedi. İki adam bir yıldan
fazla zamandır birbirlerini görmemişti.
“Maurizio? Ben Nemir Kırdar.”
Maurizio inanamayarak sessizce telefonda bekledi.
“Görüşebilir miyiz diye bakmak için seni arıyorum, ” dedi
Kırdar. “Seni severim Maurizio, tüm bu kavgaları arkamızda bı­
rakmak istiyorum. Seninle kişisel olarak görüşmek isterim. Gü­
ney Fransa’ya gelip benimle bir gün geçirir misin? Öğle yemeği
yiyip tekneyle açılarak biraz eğlenebiliriz.”
Şaşkınlığından kurtulan Maurizio, cılız bir espri yapacak
kadar aklını toplamıştı. “Güvende olacağıma emin misin?” dedi
uysalca.
“Maurizio, benim yanımda her zaman güvende olursun,”
diye yanıtladı Kırdar, samimi bir şekilde.
Kırdar’ın kendisine bir son dakika çözümü sunacağı umu­

308
Borç Batağı

duna kapılan Maurizio, ertesi gün Investcorp şefiyle Hotel du


Cap’in balkonunda, havuz başında bir öğle yemeği yemek için
Fransa’nın güneyine gitti.
“Maurizio, şirketlerimiz arasında ne geçerse geçsin, sana ve
vizyonuna saygı duymayı asla bırakmayacağımı anlamanı isti­
yorum. Ancak yürütmem gereken bir işim var ve ateş altında
kaldım. Kim bilir, bu şirketi iyileştirmeyi başarabilir, kayıpları
durdurabilir ve biraz değerlenmesini sağlayabilirsek belki de bir
gün yeniden birlikte bir şeyler yapabiliriz.”
Kırdar konuşurken Maurizio, Investcorp’un pes etmeyeceği­
ni anladı. Son dakika çözümü yoktu. Keyifli bir öğleden sonra
geçirdiler - en azından görünüşte. Maurizio, kederli ve hayal
kırıklığına uğramış halde Milano’ya döndü.
O yaz Maurizio tatil planı yapmamıştı fakat Lugano’da tut­
tuğu, serin esintiler ve gölgeli yeşil terasından bir göl manzarası
sunan geniş dairesine taşındı. Maurizio, her gün arabayla Mila­
no’daki ofisine gidiyordu.
O eylül ayında, Gucci’nin Collegio Sindacale’i, yani yasal de­
netim kurulu, Gucci hissedarları aralarındaki fikir ayrılıklarını
çözemediği ve yılın başından beri şirket hesaplarının hiçbirini
onaylamadıkları için kurulun kanunlar gereği şirket defterlerini
mahkemeye devretmek zorunda olduğu konusunda Massetti’yi
bilgilendirdi. Mahkeme daha sonra alacaklılarına ödeme yap­
mak için şirketin mallarını satacaktı.
“Bana yirmi dört saat süre verdiler... sonra defterleri alacak­
lardı,” diyordu Massetti. Kırk sekiz saatlik bir ek süre için yal­
vardı ve sonra da Maurizio ile Fabio Franchini’yi aradı.
“Maurizio kapana kısılmıştı,” diyordu Massetti. “Dört bir
yanı sarılmıştı. Bir anlaşmaya varmak dışında yapabileceği hiç­
bir şey yoktu.
“Üzerindeki baskıyı hayal bile edemiyorum, ” diye ekliyordu
Svvanson. “Tutunacak bir dalı olduğu sürece Maurizio başka bir
güne daha çıkacaktı. Ta ki, gerçeklerle yüzleşeceği uçurumun
kenarına -kişisel iflas, şirketin iflası ve her şeyi kaybetmeyle

309
Gucci Hanedanı

karşı karşıya kalması- gelene kadar. Hepimiz neler olacağını


merak ediyorduk.”
O öğleden sonra Maurizio, Floransa’ya gitti ve “Hoysala
Hanedanlığf’nm kıdemli çalışanlarını akşam saat yedi buçukta
toplantıya çağırdı.
“Peki, Dottore, sonuç nedir? Mağazayı kapatacak mıyız?”
diye sordu Degl’lnnocenti, her zamanki huysuz alaycılığıyla.
“Yaptım!” diye yanıtladı Maurizio, heyecanla. “Parayı bul­
dum. Investcorp’taki hisseleri satın alıyorum.”
“Harika!” diye yanıtladı, savaşta Maurizio’nun tarafında olan
ve Investcorp şirketi devralırsa işlerde kesintiye gideceğinden,
fabrikayı kapatacağından ve Scandicci’yi büyük bir satınalma
ofisine dönüştüreceğinden korkan Degl’lnnocenti ve diğerleri.
“Investcorp’un gelişi dünyanın sonu gibi resmedilmişti,” di­
yordu Degl’lnnocenti.
Maurizio Floransa’daki yöneticileri toplarken savaş ekibi de
onun ne yapacağını merak ederek Londra’da bir araya geldi.
“Biri bizi aradı ve Maurizio’nun personelleri toplayarak
Arapları yeneceğini söylediğini ve klasik tarzıyla bir bravissimo
konuşmasını yaptığını bildirdi,” diye anımsıyordu Svvanson.
“Hepimiz, ‘Gemiyi batıracak mı yoksa mantıklı olup satacak
mı?’ diye merak ediyorduk.”
Maurizio’nun bu konuşmasının gerilimi tırmandırmak için
son perde olduğu ortaya çıktı. O akşamın ilerleyen saatlerinde
telefon geldi - Maurizio teslim olmaya hazırdı.
23 Eylül 1993 Cuma günü, Maurizio, avukatlar ve maliye­
cilerle dolu Lugano’daki bir İsviçre bankasında Gucci mülki­
yetini devretti. Aynı günün sabahı sekreteri Liliana Colombo,
Piazza San Fedele binasının beşinci katında bulunan ofisten
Maurizio’nun kişisel eşyalarını topladı. Rodolfo ve Sandra’nm
siyah beyaz fotoğrafları, kızlarının gülümseyen yüzleri, kristal
ve som gümüşten mürekkep seti, masasının üzerindeki nesne­
ler. Son olarak, iki işçinin yardımıyla Rodolfo’nun Maurizio’ya
verdiği Venedik tablosunu duvardan indirdi.

310
Borç Batağı

“Pazartesi sabahı ofisine gittiğimde beni etkileyen şey bu ol­


muştu,” diyordu Gucci’nin eski idari direktörü Mario Massetti.
“Kişisel eşyaları dışında her şey eskisi gibi duruyordu - sadece
Rodolfo’dan kalan tablo gitmişti.”
O cuma gecesi, Maurizio içlerinde Massetti’nin de bulun­
duğu Gucci yöneticilerinden oluşan küçük bir grubu, özel bir
akşam yemeği için Lugano’daki dairesine davet etti.
Tek bir garson saygılı şekilde masanın etrafında dönerken,
Maurizio onlara Gucci’deki hisselerini sattığını açıkladı. “Yap­
mam gerekeni yaptım,” dedi basitçe. “Sadece elimden geleni
yaptığımı bilmenizi isterim ancak onlar benim için çok büyük­
lerdi. Başka şansım yoktu.”
Maurizio’nun satışı kabul ettiğine dair mesajını içeren tele­
fon geldiğinde Investcorp hızlı hareket etti. Belgeler çoktan ha­
zırlanmıştı ve Rick Swanson ile başka bir Investcorp yöneticisi
işlemleri tamamlamak için İsviçre’ye uçtu. 120 milyon dolarlık
bir fiyatta anlaşmışlardı.
İşlemlerin tamamlandığı bir İsviçre bankasında, “Beni bir
odaya koymuşlar ve Maurizio’yla bütün avukatlarını da başka
bir toplantı odasına kilitlemişlerdi ve ben onu görmek istedim,”
diyordu Svvanson. “O aynı zamanda benim arkadaşımdı ve kim­
se aylardır onu görmüyordu, bu yüzden onu bir an için görebilir
miyim diye koridora çıktım.”
Svvanson en sonunda toplantı odasının kapısına yürüdü,
iterek açtı ve dört ya da beş avukatla birlikte kollarını arkasına
bağlamış halde volta atan Maurizio’yu gördü.
Maurizio durdu ve yüzü aydınlandı. “Buongiorno, Rick!”
dedi, Svvanson’a doğru yürüyüp kusursuz Gucci tarzıyla ona ko­
caman sarılarak.
“Bu delilik! Biz arkadaşız,” diye devam etti Maurizio. “Bu­
rada bu avukatlarla oturacak değilim.” Birlikte sohbet ederek
koridora çıktılar.
“Maurizio,” dedi Svvanson en sonunda, altı yıldır çok yakın­
dan çalıştığı adama uzun bir bakış atarak, “İşler bu hale geldi­
ği için çok üzgünüm ancak sana ve Gucci hayaline gerçekten

311
Gucci Hanedanı

inandığımızı ve vizyonunu ileri götürmek için elimizden gele­


nin en iyisini yapacağımızı bilmeni istiyorum.”
“Rick,” dedi Maurizio, başını yavaşça iki yana sallayarak.
“Ben şimdi ne yapacağım? Denize mi açılayım? Yapacak hiçbir
şeyim kalmadı!”

312
14

Lüks Yasam
r
27 Mart 1995 Pazartesi sabahı Maurizio Gucci her zaman olduğu
gibi sabah yedi civarı uyandı. Birkaç dakika boyunca, Paola’nm
nefesinin sesini dinleyerek uzandı. Kadın, üzerinde altın ipek­
ten sayvanı ve oyma ahşap kartal bulunan dört neoklasik sütu­
nun olduğu devasa Empire yatağında yanma kıvrılmıştı. Bu, bir
krala yakışır bir yataktı ve Maurizio azametli olmayı seviyordu.
Arkadaşının kendisine, “şık ama şatafatlı değil,” diyerek sevme­
yi öğrettiği Empire mobilyalarını bulmak için Toto Russo’yla
Paris’i arşınlamıştı.
Yıllar boyunca topladığı diğer parçaların yanı sıra yatak da,
kendisi ve Paola Franchi, eski soyadı Colombo’ydu, neredeyse
bir yıl önce Corso Venezia’daki üç katlı daireye en sonunda ta­
şmana kadar depoda kalmıştı. O zamanlarda Maurizio ve Paola
halihazırda dört yıldan uzun süredir birlikteydi ama tadilatın
tamamlanması iki yıldan fazla sürmüştü. O esnada Maurizio,
Duomo’nun hemen arkasında mermer palazzo’larla çevrili,
on sekizinci yüzyıldan kalma sessiz bir meydan olan Piazza
Belgioiso’da bulunan küçük bir bekâr evinde, Paola ise dokuz
yaşındaki oğlu Charly’yle, eski kocasına ait bir apartman daire­
sinde yaşıyordu.
Görkemli on dokuzuncu yüzyıl palazzo’lan, Piazza San

313
Gucci Hanedanı

Babila’dan Giardini Pubblici’ye kadar kuzeydoğu boyunca ge­


niş ve ağaçsız bir cadde olan Corso Venezia boyunca uzanı­
yordu. Maurizio ve Paola’nın 38 numarada yaşadığı palazzo,
Milano’nun kırmızı hattı üzerindeki Palestro metro durağının
hemen karşısında ve Giardini Pubblici’nin çaprazındaki sokak­
ta bulunuyordu. Alışılmadık, sarı bir toprak rengi sıvayla kaplı
klasik cephesi, caddenin aşağısındaki ve yukarısındaki diğer bi­
nalara kıyasla basitti.
Maurizio, Paola’yla 1990 yılında Saint Moritz dans kulübün­
deki özel bir partide tanışmıştı. Onun hoş, sarışın güzelliğiy­
le kıvrak bedeni ve uzun boyundan etkilenmiş, barda onunla
sohbet etmişti. Santa Margherita sahillerinde aynı arkadaş
grubunun yanma gittiklerinde birbirlerini gençlik dönemlerin­
den tanıdıklarını fark ettiler. Maurizio, Paola’nın rahat tavrını
ve doğal gülümsemesini sevmişti - her açıdan Patrizia’nın tam
tersiydi. Patrizia’dan -ayrı yaşasalar bile hayatında önemli bir
yer tutmaya devam etmişti- ayrıldıktan sonra Sheree’yle olan
iki yıllık ilişkisi dışında Maurizio’nun başka ciddi bir ilişkisi ol­
mamıştı. O ve Patrizia sık sık konuşur ve çoğunlukla tartışırlar­
dı. Çatışmalarından bıkmıştı ancak başka bir ilişki için çok az
zamanı ya da enerjisi vardı. Maurizio ayrıca AIDS için de derin
bir korku duyar ve onlarla yatmadan önce partnerlerinden kan
testi istemesiyle bilinirdi.
“Maurizio, Milano’daki en uygun adamlardan biriydi ama
çapkın biri değildi,” diye ekliyordu arkadaşı ve eski danışmanı
olan Carlo Bruno. “Onunla ilgilenen çok kadın vardı ancak o bir
playboy değildi.”
Patrizia’nın doğum haritalarını çıkarmasını istediği bir ast­
rolog, “Ne Maurizio ne de Patrizia kendi hayatlarında aynı dere­
cede öneme sahip olacak başka bir partner bulabilecek,” demiş­
ti. “Gerçi Paola’nın haritası Patrizia’nmkiyle birçok aynı özelliğe
sahip - bu yüzden Maurizio’nun ondan etkilenmesi anlaşılabilir
bir şey.”
Maurizio ve Paola tanıştıklarında, kadın bakır işinden zen­
gin olmuş önde gelen bir sanayici olan eşi Giorgio’dan uzak-

314
Lüks Yaşam

laşnıış haldeydi. Maurizio, Paola’yı ilk kez bir şeyler içmek için
dışarı davet ettiğinde oradan akşam yemeğine geçmişler ve gece
bire kadar durmadan konuşmuşlardı.
“Bütün hayat hikâyesini dökmüştü,” diyordu Paola. “Yüre­
ğindeki ve ruhundaki yükü hafifletmek istercesine konuşmaya
ihtiyacı vardı. Karşısına çıkanlarla etkili bir şekilde başa çıkıyor
gibi görünüyordu ancak aslında çok hassas bir insandı, bazı
şeyler karşısında çok kırılgandı. Kendini savunmak, kendisi ve
ailesinin yaşamış olduğu skandalları kendi açısından açıklamak
istiyordu. Bunlar çok bunaltıcıydı. Bana yükseklerde uçan bir
kartal olmak istediğini söylemişti - her şeyi görebilen ve kont­
rol edebilen ama asla ulaşılamayan.”
Başlangıçta, Maurizio’nun Piazza Belgioiso’daki küçük dai­
resinde gizli gizli buluşuyorlardı ve Paola onu evde yenen ba­
sit akşam yemeklerinden daha fazla mutlu eden hiçbir şeyin
olmadığını keşfetti. Paola kırmızı şarap doldururken o da sa-
lame dilimlerdi ve Paola’nın Maurizio üzerindeki hâkimiyetini
güçlendirdiği, Pompei kırmızısına boyanmış ferforje çift kişilik
yatağa geçmeden önce tonozlu tavanların altında birbirlerine
sokulurlardı.
“O daire bizim küçük aşk yuvamız olmuştu,” diye ekliyor­
du Paola. Maurizio ve Paola gönüllerini eğlendirirken Patrizia
sinirden kuduruyordu. Gizli kalmaya çalışsalar da, Patrizia’nın
bütün masrafları hâlâ Maurizio tarafından ödenen Gaile-
ria Passarella’daki çatı katı dairesinden yönettiği casus ağın­
dan kaçamamışlardı. Kendisine rapor veren arkadaşlarından,
Maurizio’nun etrafta uzun boylu, zayıf bir sarışınla görüldüğü­
nü öğrenmiş ve Patrizia’nın bu kadının kimliğini bulması uzun
sürmemişti. Kendi sevgilileri olan Patrizia bu durumu umur-
samıyormuş gibi davranmıştı ancak Maurizio’nun her adımını
takip etti.
Corso Venezia dairesini Maurizio için Toto Russo bulmuş­
tu. Başlangıçta Maurizio, Gucci işini temsil etmesini istediği
lüksün ve zevkin bir sembolü olan “Casa Gucci” haline gelecek
eksiksiz bir villa bulmak istemişti - bu, şehir dışına taşınmak

315
Gucci Hanedanı

anlamına gelse bile. Maurizio hayalindeki villayı hiç bulamadı,


Corso Venezia’da kiralık bir daireye taşındı.
Russo, Maurizio’yu ilk kez büyük ahşap giriş kapılarından
içeri ahp zarif ferforje girişten avlunun dingin sakinliğine ge­
çirdiğinde, Maurizio binanın görkemli hissini ve görece sessiz
olmasını hemen sevmişti. Kalın taş duvarların içinde, dışarıda­
ki kalabalık caddeden gelen gürültüler boğuklaşıyor ve uzakta
kalmış gibi görünüyordu. Maurizio, renkli Paladyen tarzı mo­
zaik zemine ve avlunun solundan daireye çıkan büyük mermer
merdivenlere hayran olmuştu. Mermer merdivenin ötesinde,
cam panelleri olan iki büyük ahşap kapılı modern bir asansör de
yukarı çıkıyordu. O zamanlarda hâlâ Gucci’ye başkanlık eden
Maurizio, prestijli konumun ve lüks ortamın kendi pozisyonun­
daki biri için uygun olduğunu düşünmüştü. Daire, zemin katın
üstündeki birinci kattaydı, İtalyanlar piano nobile derdi çünkü
tarihte bir zamanlar bu büyük palazzo’lara sahip soylu aileler
her zaman o katta yaşardı. Mermer merdivenin tepesinde, ön
kapılar küçük bir hole açılıyordu. Oradan da yan yana duran iki
kapı uzun bir koridora açılıyordu. Mutfak ve büyük bir yemek
odası hemen sağ taraftaydı ve sonra da uzun holün sağ ve sol
taraflarına açılan bir dizi oturma ve kabul odaları bulunuyor­
du. Holün sonunda, esas yatak odası süiti, aşağıda Invernizzi
bahçesinin yanında bulunan yemyeşil bir bahçeye bakıyordu.
Daire o kadar muhteşemdi ki en büyük eksikliği en başta gö­
rünmüyordu - sadece tek yatak odası vardı. Maurizio daireyi ilk
gördüğünde Patrizia’dan ayrılmıştı ve tek yaşıyordu. Paola’yla
tanıştıktan sonra aile hayatını yeniden kurmaya kararlı hale
gelmişti ve Alessandra ile Allegra’mn da gelip onlarla yaşama­
sını istiyordu, bu yüzden dairenin sahipleri Marelli ailesi onun
o sırada boş olan üst kattaki ikinci bir daireyi daha kiralamasını
kabul etti. İki daireyi bir araya getirince hem kızlar için hem de
Paola’nın oğlu Charly için yeteri kadar oda olmuştu. Maurizio
her iki daireyi de kiraladı ve onları birbirine bağlamak için bir iç
merdiven yapılmasını istedi.

* (İt.) Soylu katı, -çn

316
Lüks Yaşam

“Burası bizim yeni evimiz olacak,” demişti Maurizio Paola’ya,


ayak sesleri boş odalarda yankılanırken bir elini kadının ince
beline dolayarak. Bir “Casa Gucci” olmasa da Corso Venezia da­
iresi onun uğruna çalıştığı her şeyi sembolize ediyordu: Gucci
CEO’suna yakışır, görülmeye değer bir parçaydı ve aynı zaman­
da yeni ve daha sakin bir aile hayatı ihtimalini de sunuyordu.
Maurizio, üç çocuğunun da onlarla aynı çatı altında ve kendi
odalarında uyuyacak olmaları fikrini sevmişti. Kızlarının ken­
disiyle daha fazla zaman geçirmesini arzuluyor ve Paola’yla bir­
likte yaşamaya başladıklarında bunu yapacaklarını umuyordu.
Maurizio, Patrizia onlar üzerinde çok fazla kontrole sahip oldu­
ğu sürece kızlarıyla hiçbir zaman sağlıklı bir ilişki geliştireme-
yeceğinden korkuyordu; evden taşınmasının üzerinden yıllar
geçse de Patrizia’yla aralarında devam eden çatışma, kızlarıyla
ilişkisini yeniden canlandırma becerilerini sınırlıyordu.
Corso Venezia dairesinin yenilenmesi ve dekorasyonu iki
yıldan fazla süre ile birkaç milyon dolardan fazla paraya mal
oldu. Tamamlandığında, görkemli tarzı insanları şaşkına dön­
dürmüş ve Milano’nun dört bir yanında dillere destan olmuştu.
Dedikoducular içeri bir göz atmak için can atıyor ancak Mauri­
zio nadiren misafir ağırlıyor ve dairenin resimlerini asla paylaş­
mıyordu. Ancak sonsuz sayıdaki işçiler ile kıymetli antikaların,
özel yapım armatürlerin, kaliteli duvar kâğıtlarının ve şatafatlı
ipeklerin getiriliyor olması gözlerden kaçmadı.
İki dairenin toplam alanı, üç katta bin iki yüz metre kareden
fazlaydı ve sadece yıllık kirası 400 milyon liret, yani yaklaşık 250
bin dolardan fazla ediyordu. Maurizio, mobilyalar için Totoya
başvurdu ve ona hiçbir sınır koymadı. Bütün dairenin içi yıkıl­
dı, zemin kaplamaları parça parça edildi, duvarlar kaldırıldı ve
yenileri yapıldı. Böylesine hevesli ve istekli bir müşterisi olduğu
için çok heyecanlanan Russo kendini aştı. Saint Petersburg’da-
ki bir saraydan kopyalanan lazer kesimli ahşap işlemeli zemin
kaplamaları sipariş etti, özel lambri ve aydınlatma armatürleri
tasarladı ve lüks duvar kâğıtlarıyla pahalı perdeler seçti. Mau­
rizio, dekoratif Fransız oymalı ahşap lambri türü olan boiserie

317
Gucci Hanedanı

malzemesini severdi ve uzun yemek odası için bir zamanlar eski


İtalya kralı Vittorio Emmanuele di Savoia’ya ait orijinal bir ta­
kımı satın aldı. Fransa’da bir müzayedede satılan boiserie, uçuk
yeşile boyanmıştı ve üzerine yaldızlı çerçeveler, çiçek ve saksı
motifleri ve gömme vitraylar özenle işlenmişti. Russo ve Mau­
rizio, piyasada yeterince uzununu bulamadıkları için devasa bir
suni mermer masa siparişi verdiler ve odayı hafif parlak olan
soluk gri renkteki perdeler ve duvarlara yerleştirilmiş aynalarla
tamamladılar. Müsrifçe düzenlenecek ziyafetler için tasarlan­
mış bu yemek odası aynı zamanda üçlünün -Maurizio, Paola
ve Charly- her sabah kahvaltı yaptığı bir ortam haline gelmişti.
Maurizio, topladığı mobilyaları mutlulukla yerleştirdi. Bü­
yük merdivenin başında iki mermer obelisk dururken, kapının
her iki yanında bir çift bronz, şahlanmış haldeki insan başlı at
heykeli girişi süslüyordu. En sevdiği parça -1800’lerden kalma
antika bir bilardo masası- koridorun en sağındaki oturma oda­
sına gitmişti. Silindir şeklindeki ahşap bacaklarında etkileyici
oyma maskeler vardı ve duvarların karşısında duran orijinal bir
ikiz koltuk setiyle birlikte gelmişti. İşçiler odayı özel paneller
ve kitaplıklarla döşemeye hazırlanırken şaşırtıcı bir şekilde, mo­
dern asma panellerin altına gizlenmiş, labirent motifli, özenle
oyulmuş bir alçı tavan keşfettiler. Maurizio, tavanı orijinal hali­
ne döndürmeyi kabul etti. Özel yapım rafların içlerini doldur­
maya geldiğinde Maurizio -okumak için çok az zamanı olsa da-
kiloyla satılan eski kitaplar sipariş etti.
Corso Venezia dairesini döşemek Russo’yu, dekoratör olarak
çalışan ve söz hakkına sahip olmak isteyen Paola’yla çatışmah
bir duruma sokmuştu. İkisi de birbirlerinin Maurizio üzerinde­
ki etkisine sinirleniyordu.
Paola kurnaz biriydi; Russo onunla ilgili hislerini hiç gizle-
memişti. Tadilatların devam ettiği bir sabah tipik bir olay ya­
şandı. Russo daireye geldi ve olabildiğince yüksek bir sesle “E’
arrivata la troia?” diye bağırdı, “Orospu hâlâ gelmedi mi?”
Asistanı Sergio Bassi, yuvarlak tasarımcı gözlüklerinin ar­
dından gözleri kocaman açıp odaya koşturarak onu nafile bir

318
Lüks Yaşam

çabayla susturdu. “Şşş! Toto! Yukarıda, muhtemelen seni duy­


muştur!”
Russo umursamadı. Maurizio’dan, Paola’nın üst kattaki ço­
cuk odalarını ve alt kattaki bir oyun odasını dekore etmekle sı­
nırlı kalacağına dair bir söz almıştı.
“Bizim katımıza girmesi yasaktı,” diye anımsıyordu Bassi.
“Paola’nın devreye girmesi Maurizio ile Toto arasındaki ilişkiyi
değiştirmişti ve en sonunda çok sert bir kavga ettiler. Toto tam
bir Napoliliydi, çok sahipleniciydi. Paola’yla kavga eder ve kıs­
kançlık nöbetleri geçirirdi.”
Maurizio, Paola’dan ana avlunun mermer merdivenine biti­
şik olan uzun ve boş bir salonu, oyun ve parti odasına dönüştür­
mesini istemişti. Orası, Maurizio’nun kişisel oyun alanı haline
geldi.
“O özünde gerçekten de bir çocuktu,” diyordu Paola yıllar
sonra. “O odayı düşündükçe gözleri parlardı; orası için bir sürü
fikri vardı.”
Odanın ön tarafı, video oyunları, 1950’lerden kalma bir tilt
makinesi ve Maurizio’nun en sevdiği oyuncağı olan kask, direk­
siyon simidi ve programlı parkurlara sahip bir Formula 1 araba
yarışı oyunuyla dolu bir oyun salonu haline gelmişti. Daha ge­
ride, Paola’nın kadife perdeler, üç sıra gerçek sinema koltukları
ve dev bir televizyon ekranıyla bir mini sinema salonuna ben­
zettiği televizyon alanı vardı. Uzun odanın arka tarafınaysa bir
kovboy barı -Maurizio’nun ilhamıyla- eklenmişti.
“Daha önce kovboylarla ilgili hiçbir şey yapmamıştım,” di­
yordu Paola, gülümseyip ellerini havaya kaldırarak, “bu yüzden
kitaplar aldım ve araştırma yapmaya başladım.” Kavisli bir ah­
şap bar tezgâhı, deri kaplı bar tabureleri ve çivili deriden koltuk­
lar sipariş etmişti. Duvarlar kanyonları, kaktüsleri ve yükselen
duman işaretleri olan bir çöl tromplöyü
* ile kaplıydı ve sallanan
ahşap kapıların üzerine çizilmiş bir kovboy kapılar açılıp kapan­
dıkça öne arkaya hareket ediyordu. Evin geri kalanı bitmeden

* Tromp l’oeil, Fransızcada göz yanılması anlamına gelen ve bakanlarda


illüzyon yaratan bir resim biçimi, -çn

319
Gucci Hanedanı

önce Maurizio ve Paola, misafirlerin kovboylar ve Kızılderililer


şeklinde giyindiği bir kostüm partisi vererek oyun odasının açı­
lışını yaptı.
Paola, kızlarının onlarla kalmasının Maurizio için ne kadar
önemli olduğunun bilinciyle üst kattaki çocuk odalarına özel
bir ilgi gösterdi. Alessandra ve Allegra için kızlara özgü sayvan-
lı yataklar seçti ve onlara uygun çiçek baskıları ve bej, yeşil ve
pembe renkte duvar kâğıtları kullandı. Charly için erkek ço­
cuklarına has renkler ve hoş bir kitap deseni olan duvar kâğıdı
seçti; oğlan gerçek kitapları okumayı sevmediği için böyle bir
espri yapmıştı. Arkadaşlarını ağırlayabilecekleri küçük bir oda,
yemek hazırlamak isterlerse küçük bir mutfak, bir misafir odası
ve istedikleri gibi girip çıkabilmeleri için ayrı bir girişin bulun­
duğu ikinci kat tamamen çocuklara aitti. Maurizio ve Paola da­
ireye bir yıl önce taşındığından beri Charly, çocuk süitinin tek
sakini olmuştu; Alessandra ve Allegra o zarif sayvanlı yataklarda
bir gece bile geçirmemişti.
Evdeki çalışmalar ilerledikçe, Toto ve Maurizio arasında Pa­
ola hakkındaki gerginlik en sonunda zirveye ulaştı.
“Son karşılaşma, sekreterleri envanter çıkarmak için bir ara­
ya geldiklerinde yaşandı,” diye anımsıyordu Bassi. “Toto’nun
sekreteri, Liliana’ya Maurizio’nun Totoya bir milyar liret borç­
lu olduğunu söyledi. Liliana ise ona delirmiş olduğunu, asıl
Toto’nun Maurizio’ya borçlu olduğunu söyledi.” İşler o kadar
kötüye gitti ki iki adam birbiriyle konuşmayı bıraktı. Paola ka­
zanmıştı.
Milano’da, Toto’nun kokain bağımlılığının onu mahvetmeye
başladığı söylentileri yayılmıştı. Bir zamanlar onunla bağlantı
kurmaya hevesli arkadaşları ve müşterileri kendilerini ondan
uzaklaştırmaya başladı. Kendileri de Milano’da bulunan eşi ve
kızından ayrı yaşıyor ama boşanmayı hiç istemiyordu. Daha
sonra sağlık sorunları ortaya çıktı ve üç kapakçığının değiştiril­
mesi için kalp ameliyatı oldu. Doktorlar ona, kokain kullanan­
lar arasında yaygın ve kalp zarına saldıran bir enfeksiyon olan
endokardit -la morte bianca- teşhisi koydu. Ancak onu kalp

320
Lüks Yaşam

sorunlarından daha çok etkileyen şey, kokain kullanımının bir


başka sonucu olan iktidarsızlıktı.
“Toto, gerçek bir Don Juan’dı,” diyordu Bassi. “Kadınların ve
muhtemelen erkeklerin de üzerinde özel bir çekiciliği vardı. Ar­
tık cinsel olarak yetersiz olduğu gerçeğini asla kabul edemezdi.”
Totonun bedeni, iki ya da üç günlük seks partileri için sü­
rekli ortadan kaybolduğunda uğrak yeri olan Milano’daki bir
otel odasında bulundu. Ancak bu kez Russo otele tek başına
giriş yapmıştı. Otel çalışanları odasından dışarı sızan suları ta­
kip ederek onu kalp krizinden ölmüş halde, lavabonun üzerine
yığılmış olarak buldu. Arkadaşlarına göre bu bir intihara ben­
ziyordu.
Maurizio, Totto’nun cenazesine katıldı ve tabuta gömüldüğü
sahil beldesi Santa Margherita’ya kadar eşlik etti. Son ritüeller
esnasında, tabutu taşıyanlar Toto’nun tabutunun mezarından
büyük olduğunu ve yeniden yapılması gerektiğini fark ettiler.
“Ölürken bile olması gerekenden daha fazlasısm,” diye dü­
şünmüştü Maurizio, arkadaşının hatırası karşısında üzgünce
gülümseyip başını iki yana sallayarak. Başka bir arkadaşları iki
ay önce ölmüştü. Maurizio, yas tutan küçük gruba döndü ve
“Kimbilir üçüncü kişi kim olacak?” dedi.

Paola hayatında önem kazandıkça, Maurizio kendisini hâlâ


Patrizia’ya bağlayan bağları koparmaya çalıştı. Onun Milano’da­
ki banka hesabına cömert miktarlarda -her ay ortalama 160-180
milyon liret (100 bin dolar)- aylık paralar yatırıyor olsa da Saint
Moritz’deki evleri kullanmasını yasaklamıştı. O ve Paola, orada­
ki evlerin üçünü de yeniden dekore etmek ve diğer iki evi çocuk­
lar, misafirler, hizmetçiler ve eğlence için tasarlarken L’Oiseau
Bleu mülkünü kendileri için bir inziva mekânı haline getirmek
istediler. Patrizia deliye döndü. L’Oiseau Bleu mülkünün ken­
disine ait olduğunu düşünüyordu ve o küçük köşkü kendisinin,
diğer ikisini de Alessandra’yla Allegra’nın üzerine yapması için
Maurizio’ya baskı yaptı. Maurizio’nun orada Paola’yla birlikte
olması düşüncesi onu öfkelendirmişti ve hizmetçilerin birin­

321
Gucci Hanedanı

den iki bidon benzin hazırlayıp evin kenarına bırakmayı isteye­


cek kadar ileri giderek evi yakmakla tehdit etmişti.
“Onları evin yanma bırak yeter, gerisiyle ben ilgilenirim,”
diye emretmişti mülkün bekçisine. Adam kendisine boyun eğ­
meyince, Patrizia iksirler ve büyülerle çalışan medyumlarından
birine başvurdu.
Maurizio daha sonra Saint Moritz’e geldiğinde, eve girer
girmez yoğun bir rahatsızlık ve huzursuzluk dalgası etrafını
sardı. Bu hissi görmezden gelerek bavulunu boşalttı ve hafta
sonu için yerleşmeye çalıştı ama reddedilme hissi o kadar bu­
naltıcıydı ki aynı gece ayrıldı ve üç saatlik araba yolculuğu ya­
parak Milano’ya geri döndü. Ertesi gün medyumu Antoniette
Cuomo’yu arayarak ona sorunu açıkladı. Birkaç gün sonra Cu-
omo, Saint Moritz’e gitti ve evde mumlar yakarak “doğru olma­
dığını” söylediği bir şeyleri serbest bıraktı. Boyun eğmeyen Pat­
rizia, Galleria Passarella’nm mutfağında gece yarısı ruh çağırma
seansları yaptı, hizmetçileri o kadar korkutmuştu ki hepsi tanık
oldukları garip olayları Maurizio’ya anlatmak için Piazza San
Fedele’ye koştular.
Patrizia, hâlâ kendisine sadık çalışanlar aracılığıyla
Maurizio’nun işteki adımlarını takip etmiş ve onun şirketi yö­
netmeye yetkin olmadığına ikna olmuştu. Bir çalışan, müdaha­
le etmesi için ona yalvardığı bir mektup yazmıştı.
“Sinyora Patrizia,” diyordu mektup. “O bambaşka biri haline
geldi. Nasıl ilerleyeceğimizi bilmiyoruz. Burada bir çözülme ve
güvensizlik var. Onunla konuşmaya çalıştığımızda karşımızda
kayıtsız bir duvar buluyoruz. Soğuk bir gülümseme. Bize yar­
dım edin! Durumu kontrol altına alın!”
Casusları -ortak arkadaşların yanı sıra Maurizio ve Paola’nın
aşçısı Adriana da dahildi- sayesinde Patrizia, Corso Venezia’nm
cömert bir şekilde yenilenmesi, Creole, garajdaki yeni Ferra­
ri Testarossa ve Maurizio’yu dünyanın her yerine taşıyan özel
uçaklar hakkındaki her şeyi biliyordu. Maurizio’nun finansal
durumu kötüleştikçe kendisine yaptığı ödemeler dengesizleşti
ve Patrizia da faturalarını ödeyemez hale geldi. Bakkal ve eczacı

322
Lüks Yaşam

ona veresiye ürün vermeyi kesmişti. Banka hesabı suyunu çe­


kince, Maurizio’nun alacaklılarını dönüşümlü olarak memnun
etmek ya da uzakta tutmak için karmaşık hamleler yapmayı öğ­
renmiş olan Maurizio’nun sekreteri Liliana’yı aradı.
“Her ayın sonu yaklaşırken, Patrizia’ya yetecek kadar parayı
nasıl bulacağım konusunda endişelenirdim,” diye anımsıyordu
Liliana, Maurizio’nun alacaklıları karşısında ayak oyunları yap­
tığını ve Patrizia için taksitler halinde para hazırladığını söyle­
yerek. “Yarın sana bir kısmını getireceğim ve hafta sonundan
önce kalanını getirmeye çalışacağım,” derdi Liliana, her zaman
zarif ve yumuşak başlı bir şekilde.
“Ne?” diye bağırırdı Patrizia öfkeyle. “Corso Venezia’da sağa
sola para harcıyor ama kızları için para bulamıyor mu?”
“Hayır, hayır, sinyora, Corso Venezia’da çalışmayı bıraktılar,”
diye yalan söylerdi Liliana.
“Peki, bekleyeceğim,” diye homurdanırdı Patrizia.
“Fedakârlık yapmamız gerekiyorsa yaparız.” Bir ay Maurizio,
Patrizia için gereken parayı bulma konusunda çok çaresiz hal­
deyken, şoförü Luigi ona oğlunun kumbarasından aldığı sekiz
milyon lireti, yani yaklaşık altı bin beş yüz dolar getirmişti.
1991 yılının sonbaharında Maurizio, kişisel sorunlarını
Franchini’ye itiraf ettikten sonra Patrizia’dan boşanmak istedi.
Yine Franchini’nin yardımıyla Paola da kocasından boşanmak
istedi ve Maurizio’yla birlikte Corso Venezia’ya taşınmayı plan­
ladılar. Patrizia, sahip olduğu her şeyin ellerinin arasından ka­
yıp gittiğini hissediyordu. Öfke ve kıskançlıkla yanan Patrizia,
Paola’yı sığ, paraya ve statüye aç, Maurizio’dan faydalanan ve
onun servetini sömüren bir kadın olarak görüyor ve onunla alay
ediyordu. Bazıları onun aslında kendini tarif ediyor olabileceği­
ni düşünüyordu.
Patrizia’nın, “Maurizio’nun mallarına neredeyse takıntılı
bir düşkünlüğü vardı,” diye anımsıyordu, Maurizio’nun avu­
katlarından biri olan ve Patrizia’nın kendi haklarını belirlemek
için düzenli olarak aramaya başladığı Piero Giuseppe Parodi.
“Maurizio’nun malları üzerinde bir hakkı olduğunu düşünü­

323
Gucci Hanedanı

yordu - yasal anlamda değil, duygusal olarak. Teknenin onun


olduğunu düşünüyordu... Saint Moritz’deki küçük köşkün... ve
Gucci başarısının büyük oranda kendisinin tavsiyeleri sayesin­
de olduğunu düşünüyordu. Ayrıca, Maurizio’nun şirketi yöne­
temediğiyle ilgili de çok endişeliydi. Eşinin kendi harcamalarını
normal bir şekilde kontrol edemediğini düşünüyor ve kendisine
ait olduğunu düşündüğü mallar konusunda da devamlı bir kay­
gı durumu yaşıyordu. Kendisi ve kızları için ortaya çıkacak olası
sonuçlardan endişe ediyordu.”
Patrizia, tüm acılarının ve ıstıraplarının kaynağı olarak
Maurizio’ya odaklandı ve o, iki kızını yok etmeden önce kendisi
onu yok edeceğine dair yemin etti.
“Onu diz çökmüş halde görmek istiyordu,” diyordu
Patrizia’nın bir arkadaşı Maddalena Anselmi. “Sürüne sürüne
kendisine geri dönmesini istiyordu.” Patrizia, ruh çağırma se­
anslarından, büyülerden ve garip tozlardan vazgeçti.
“Yapacağım son şey bu olsa bile onun öldüğünü görmek is­
tiyorum,” demişti Patrizia, kâhyası Alda Rizzi’ye bir gün yatak
odasında konuşurlarken. “Erkek arkadaşına, bana yardım ede­
cek birilerini bulup bulamayacağını sorsana?” Patrizia bu isteği­
ni, Rizzi ve erkek arkadaşı 1991 yılının Kasım ayında Maurizio’ya
gidene kadar ısrarcı bir şekilde tekrarlamıştı.
Patrizia’nın baş ağrıları aynı sonbaharda başladı. Alışverişe
çıkmadığı ya da Maurizio hakkında atıp tutmadığı zamanlarda,
ağrıdan güçsüz düşmüş halde kendini saatler boyunca karanlık
yatak odasına kapardı. Geceleri baş ağrıları onu uykusundan
uyandırırdı. Annesi ve kızları endişelenmeye başladı.
“Mamma,” dedi on beş yaşındaki Alessandra bir gün. “Senin
acı çektiğini görmekten bıktım. Doktoru arıyorum. ”
19 Mayıs 1992 tarihinde Patrizia, Milano’nun önde gelen kli­
niklerinden biri ve Rodolfo Gucci’nin de prostat kanseri için te­
davi gördüğü yer olan Madonnina’da kontrole gitti. Doktorları,
beyninin ön sol tarafında büyük bir tümör olduğunu teşhis etti.
Derhal ameliyat etmeleri gerektiğini söylediler. Hayatta kalma
şansı çok yüksek değildi.

324
Lüks Yaşam

“Dünyam yıkılmış gibi hissettim,” diyordu Patrizia. “Onun


yüzünden, bana yaşattığı bütün o stres yüzünden tümör çık­
mıştı. Bir noktada, şapkamın içine bakmıştım ve içi kendi saçla­
rımla doluydu, kafamdan dökülen saçlarla. Kriz geçirdim. Her
şeyi yok etmek istiyordum.”
Acı içinde günlüğüne yöneldi.
“BASTA!” yazdı bütün sayfaya, büyük ve öfkeli harflerle.
“Maurizio Gucci gibi bir insanın, düşük, alçak bir insan olarak
yargılanmadan altmış metrelik yatlar, özel uçaklar, lüks daire­
ler ve Ferrari Testarossa’larla hayatını yaşaması mümkün değil.
Sah günü Dr. İnfuso, ameliyat edilemez olduğundan korkarak
dehşet içinde röntgen filmlerine bakarken beynime baskı yapan
bir tümör teşhis etti. Yanımda on beş ve on bir yaşlarındaki iki
kızım ve endişeli bir anneyle, kendisi de dul kalmış ve bizi terk
eden çünkü devamlı başarısızlıkları yüzünden mallarından ge­
riye kalanın ancak kendisine yeteceğini fark etmiş bir eşle bir­
likte işte buradayım, tek başıma.”
Ertesi sabah Alessandra ve Patrizia’nın annesi Silvana, haber­
leri vermek için Maurizio’nun Piazza San Fedele’deki ofislerine
gittiklerinde yüzleri endişeyle doluydu. Maurizio’nun sekreteri
Liliana, ofisin kapısının arkasından onların alçak seslerini duy­
du, sonra da sarsılmış Maurizio’nun onları dışarı çıkarmasını
izledi, adamın yüzünde kasvetli bir ifade vardı.
Silvana ve Alessandra gittikten sonra “Patrizia’ya bir bilardo
topu büyüklüğünde beyin tümörü teşhisi konmuş,” dedi Mau­
rizio, gergin ve alçak bir sesle Liliana’ya. “Neden bu kadar agre-
sif olduğunu şimdi anlıyorum,” dedi yumuşak bir şekilde.
Silvana, kendisi Patrizia’yla ilgilenirken Maurizio’ya iki kızı­
na bakıp bakamayacağını sordu - Maurizio ona bunun zor ola­
cağını söylemişti; Corso Venezia henüz hazır değildi ve bekâr
evinde onlar için kalacak yer yoktu. Dahası, Investcorp’la işler
kızışıyordu ve sık sık seyahat ediyordu. Fırsat buldukça onlarla
öğle yemeği yemekten mutlu olacağını söyledi. Patrizia, onun
bu cevabını duyunca daha da hayal kırıklığına uğradı.
26 Mayıs sabahı, Patrizia bir hastane sedyesinde yatıyordu,

325
Gucci Hanedanı

koyu renk saçları ameliyat için tamamen kesilmişti. Kızlarını


öptü ve annesinin elini sıktı ama hizmetliler onu uzaklaştırana
kadar sürekli Maurizio’nun gelmesini bekledi. O gelmedi.
“Oradaydım - o odadan sağ çıkabilecek miyim bilmiyordum
ve gelmeye bile zahmet etmemişti,” diyordu Patrizia. “Ayrı olsak
bile ben yine de onun kızlarının annesiyim.”
Patrizia birkaç saat sonra anestezinin getirdiği bulanıklık
içinde uyandığında yatağının etrafındaki yüzlere odaklanmak
için kendini zorladı. Annesini, Alessandra ve Allegra’yı gör­
dü ama Maurizio yine yoktu. Silvana ve doktorların, varlığı
Patrizia’yı üzebilir korkusuyla Maurizio’nun gelmesini isteme­
diklerini bilmiyordu.
Konsantre olamayan Maurizio bütün sabahı ofisinde volta
atarak geçirdi. En sonunda Liliana’ya, Patrizia için çiçek gönde­
receğini söyledi. Liliana onları sipariş vermeyi teklif ettiğinde
kabul etmedi. Sevdiği orkidelerin hangileri olduğunu tam ola­
rak biliyordu ve onları kendi seçmek istiyordu. Maurizio, Tom
Ford ve Richard Buckley’nin Dawn Mello için buketi satın al­
dığı aynı çiçekçiye gitmek üzere Via Manzoni’den Redaelli’ye
doğru yürürken nota ne yazacağını düşündü. Patrizia’nın her
kelimeyi yanlış anlayabileceğinden korkarak en sonunda sadece
adını yazmaya karar verdi: MAURİZİO GUCCİ. Çiçekler has­
tane odasına ulaştığında Patrizia onları öfkeyle masaya fırlattı
ve orada notu açılmamış halde bıraktı. Maurizio’nun özenle
seçtiği orkideler, Patrizia’nın L’Oiseau Bleu mülkünün önüne
diktikleriyle aynıydı - Patrizia’nın artık orada hoş karşılanma­
dığına dair zalimce bir anımsatıcı. Patrizia bir hafta sonra eve
gelip daha fazla orkide ve Maurizio’dan “geçmiş olsun” yazan
bir not aldığında gözyaşlarına boğuldu ve kendini yatağa attı.
“O disgraziato beni görmeye bile gelmedi!” diye ağladı.
Kendisine sadece birkaç aylık ömür biçilen Patrizia avukat­
larını harekete geçirmişti. Maurizio’yla yaptıkları ve kendisine
Galleria Passarella dairesini, Olypmic Tower dairelerinden bi­
rini, toplam dört milyar liret (o zamanlar üç milyon dolardan
fazla) parayı, kendisi ve kızları için Saint Moritz’in önde gelen

326
Lüks Yaşam

bir otelinde ücreti ödenmiş iki haftalık tatil ve kızlar için ayda
20 milyon liret, yani yaklaşık 16 bin dolar para veren ilk boşan­
ma anlaşmasına, Patrizia’nın şartları kabul ettiği sırada hasta­
lığı sebebiyle akli dengesinin yerinde olmadığını iddia ederek
el koydular. Yılda ı,ı milyon İsviçre frangı, yani yaklaşık olarak
846 bin dolar; 650 bin İsviçre frangından, yaklaşık 550 bin do­
lar, oluşan ve 1994 yılında yapılacak olan tek seferlik bir ödeme;
Alessandra ve Allegra’nm üstüne yapılacak olan Galleria Pas-
sarella’daki çatı katı dairesini hayatı boyunca serbest kullanım
hakkı; ve Patrizia’nın annesi Silvana için Monte Carlo’da bir
daireyle bir milyon İsviçre frangı, yani 850 bin dolardan biraz
daha az miktarda bir ödeme yapılmasını içeren, çok daha cö­
mert hükümlere sahip yeni bir anlaşma için yeniden müzake­
reye oturdular.
Başlangıçta kötü huylu olduğundan korkulan tümöre, daha
sonra iyi huylu olduğu teşhisi kondu. Patrizia toparlanırken,
Maurizio Gucci’den alacağı intikamı düşünerek enerjisini ve
gücünü geri kazandı.
“Kan davası,” diye yazmıştı 2 Haziran tarihinde günlüğüne,
İtalyan feminist yazar Barbara Alberti’den alıntı yaparak. “Kan
davasının yalnızca haksızlığa uğramış olanlar için değil melek­
ler için de geçerli olduğunu unutmuşum. Haklıysan intikamını
al. Ödün verme çünkü seni kırdılar. Büyüklük, her şeyi akışına
bırakmak değil onu küçük düşürmek ve kendini özgür bırak­
mak için en iyi yolu bulmaktır.” Birkaç gün sonra şunları yaz­
mıştı: “Basınla konuşmaya hazır hale gelir gelmez, eğer doktor­
larım buna izin verirse, herkesin senin gerçekte kim olduğunu
bilmelerini istiyorum. Televizyona çıkacağım, ölünceye, seni
mahvedinceye kadar peşini bırakmayacağım.” Öfkesini bir ka­
sete kustu ve onu Maurizio’ya elden teslim ettirdi.

Sevgili Maurizio, yanılıyor muyum yoksa sen anneni küçük bir


çocukken mi kaybetmiştin? Doğal olarak bir babaya da sahip
olmanın da ne demek olduğunu bilmiyordun, özellikle de ame­
liyat günümde kendi kızlarına ve benim anneme karşı sorum­

327
Gucci Hanedanı

luluklarından ne kadar kolayca kaçtığını görünce, ki o ameliyat


olmasa bana bir ay ömür biçmişlerdi... Sana bir canavar oldu­
ğunu söylemek istiyorum, bütün gazetelerin ilk sayfasına ait
bir canavar çünkü herkesin senin aslında nasıl biri olduğunu
bilmelerini istiyorum. Televizyona çıkacağım, Amerika’ya gide­
ceğim, onların senin hakkında konuşmalarını sağlayacağım...

Maurizio masasına oturmuş, kasetçalar öfke dolu kelimeler sarf


eden keskin sesini oynatırken onu dinliyordu.

Maurizio, sana bir dakika bile huzur vermeyeceğim. Beni ziya­


ret etmene izin verilmediğini söyleyerek bahaneler üretme...
benim küçük canlarım annelerini ve benim annem tek kızını
kaybetme riskini aldı. Sen umdun ki... Sen beni ezmeye çalıştın
ama başaramadın. Şimdi ölümle burun buruna geldim... Sen
hiç paran yokmuş gibi görünmek zorunda olduğun için gizli­
ce satın aldığın Ferrari’yle dolaşırken burada beyaz koltukların
rengi beje döndü, parkelerde bir delik var, halıların değişmesi ve
duvarların yenilenmesi gerekiyor - Pompei sıvasının zamanla
parça parça olduğunu biliyorsun! Ama para yok! Her şey Signor
Presidente için, peki ya diğerleri?.. Maurizio, sen sınırına ulaştın
- kendi kızların bile sana saygı duymuyor ve travmayı daha iyi
atlatabilmek için artık seni görmek istemiyorlar... Sen, hepimi­
zin unutmak istediği acı verici bir uzantısın... Maurizio, senin
cehennemin henüz başlamadı.

Maurizio aniden kasetçaları kapattı, kaseti çekip çıkardı ve onu


bir tarafa fırlattı. Devamını dinlemeyi reddetti ve onu büyüyen
koleksiyonuna ekleyen ve Maurizio’ya bir koruma tutmasını
öneren Franchini’ye verdi. Sakinleştiği zaman, Maurizio buna
gülüp geçmeye karar verdi. Patrizia’nın tehditlerine takıntılı bir
halde yaşamak istemiyordu. O ağustos ayında, Patrizia’nın çok
sevdiği L’Oiseau Bleu mülkünde kalarak Saint Moritz’de istira­
hat etmesine izin vermeyi kabul etti. Patrizia dinlendirici bir
tatil geçirdi ve mülk üzerindeki hak iddiasını yeniledi.

328
Lüks Yaşam

“Desidero avere per sempre Oiseau Bleu, ” diye yazmıştı günlü­


ğüne; “Oiseau Bleu’mu sonsuza kadar istiyorum.”
Anlaşma şartlarındaki cömert revizyonlara rağmen, Patrizia
sözünü tutarak basma gitti. Maurizio’yu bir işinsanı, eş ve baba
olarak suçlayacağı röportajlar yapmaları için gazetecileri Gal-
leria Passarella’daki dairesine davet etmişti. Maurizio, eşcinsel
ilişkileri olduğu yönündeki iddiaların -tüm göstergelere göre
asılsızdı- bile Patrizia’ya dayandığına inanıyordu.
Patrizia önde gelen talk şovlardan biri olan Harem’e mak­
yajlı ve mücevherlerle donanmış bir şekilde çıktı. Büyük stüdyo
koltuğuna oturdu ve izleyicilere Maurizio Gucci’nin onlardan
Milano’daki çatı katı dairesi, New York’taki daire ve dört milyar
liretle kurtarmaya çalıştığını söyleyerek yakındı.
“Zaten benim olan şeyler anlaşmanın bir parçası olmamalı,”
diye karşı çıktı, diğer konuklar ve ülkenin geri kalanı şaşkın bir
halde onu izlerken. “Kendilerini, bir gelecekleri kalmamış halde
bulan kızlarımı düşünmek zorundayım... Kızlarım için savaş­
mak zorundayım; babalan Creole’üne binip altı ay ortadan kay­
bolmak istiyorsa, eh, bırakalım gitsin.”

1993 yılının sonbaharında, Patrizia, Maurizio’nun şirketin kont­


rolünü kaybetme riskiyle karşı karşıya olduğunu anladığında
onun adına olaya müdahale etti; ona yardım etmek istediğin­
den değil, diye açıklamıştı daha sonra, kızları için Gucci şirke­
tini kurtarmak istediğinden. Maurizio’yu fahri başkanlığa ikna
etmek ve yönetimin kontrolünden alınmasına ikna etmek için
boş yere çabalayarak -pek çok diğer insan gibi- Investcorp’la
arabuluculuk yaptığını söylemişti. Hisselerini geri alması için
para bulmasına yardımcı olmaya çalışmış ve Gucci hisselerini
açık artırmadan kurtarmak için Maurizio’yu son dakika kay­
nağı olarak Zorzi’yle iletişime geçiren avukatı Piero Giuseppe
Parodiyi gönderdiğini iddia etmişti. Maurizio, Investcorp’la
olan savaşı kaybettiğinde ve Gucci’deki yüzde 50 hissesini sat­
mak zorunda kaldığında Patrizia bunu kişisel bir darbe olarak
almıştı.

329
Gucci Hanedanı

“Sen deli misin?” diye bağırmıştı ona. “Bu yapabileceğin en


çılgınca şey!”
Gucci’nin kaybı başka bir kanayan yara oldu.
“Onun için Gucci her şey demekti,” diyordu Patrizia’nın eski
bir arkadaşı olan Pina Auriemma yıllar sonra. “Para demekti,
güç demekti, kendisi ve kızları için bir kimlik demekti.”

330
15

Paradeisos

Komodine uzanan Maurizio, çalmadan önce saatin alarmını ka­


padı. Paola mırıldandı ve yüzünü yastığa daha çok gömdü. Mau­
rizio saati bıraktı ve gazla yanan şöminenin önüne birbirine ya­
kın duracak şekilde yerleştirilmiş iki yeşil koltuğun ötesindeki
bütün duvarı kaplayan panoramik pencereye doğru baktı. Sa­
bah ışığı, bitkilerle kaplı balkonu ve aşağıdaki bahçeyi görebil­
mek için her zaman aralık bıraktıkları panjurların ve altın rengi
ipek perdelerin arasından süzülüyordu. Corso Venezia’yı dol­
durmaya başlayan trafik sesleri zar zor duyulurken, yan taraf­
taki Invernizzi’nin bahçesinden tavus kuşlarının çığlıkları geli­
yordu. Maurizio, Milano şehrinin merkezinde ve bir zamanlar
en büyük hayalinin zeminini oluşturan Via Monte Napoleone
ve Via della Spiga mağazalarına iki adım uzakta olmasına rağ­
men dairenin kendisine verdiği huzur hissinden hoşlanıyordu.
Gucci’deki hisselerini sattıktan sonraki birkaç ay boyunca
Maurizio, sanki biri ölmüş gibi bir sersemlik ve şok hali içinde
yaşadı. Investcorp’u kendisine geri dönüşü sağlamak için yeterli
zaman vermemekle, Dawn Mello’yu kendisinin tasarım kon-
septine sadık olmamakla, De Sole’ü de kendisine ihanet etmek­
le suçluyordu. Köşeye sıkıştırıldığını hissediyordu.
“Maurizio için en büyük mesele babasına ihanet etmiş ol­

331
Gucci Hanedanı

maktı,” diyordu Paola. “Kendisinden önce yapılan ve kendisine


çok ıstırap çektiren bütün o işe ihanet etmiş olmaktan korku­
yordu. Satmaktan başka çaresi olmadığını fark edince rahatladı.
Onun kontrolü dışındaydı.”
Borçları ödenmiş ve bankada Gucci hisselerini satışından
geriye 100 milyon dolar kalan Maurizio Gucci’nin hayatında ilk
kez savaş yoktu.
Satıştan sonra Maurizio, Corse Venezia binasının bodrum
katma koyduğu bir bisiklet almıştı. Sonra da Milano’dan kay­
boldu. Nioularge için Creole’ü Saint-Tropez’e geri götürdü, son­
ra da kendisini Saint Moritz’e kapattı. Haftalar geçtikçe üzerin­
deki sis ve depresyon kalkmaya başladı. Üzerinden büyük bir
yükün alındığını fark etti.
“Hayatında ilk kez, kendi geleceği için ne yapmak istediğine
karar verebilirdi,” diyordu Paola. “Maurizio kaygısız bir çocuk­
luk geçirmemişti; adının ve o adın beraberinde getirdiği her şe­
yin sebep olduğu baskıyı her zaman hissetmişti. Babası ona çok
şey bırakmış ve Maurizio’nun ‘doğru’ olanı yapması gerektiğine
dair güçlü bir hissi olmuştu. Sonra kuzenlerinin kıskançlığı var­
dı, çünkü Gucci adının onların babaları oluştururken Maurizio
gerçekten hiçbir şey yapmadan yüzde 50 hisseyi miras almıştı.”
1994 yılının başlarında Maurizio, Milano’ya döndü, bisikle­
tini aldı Corso Venezia’daki dairesiyle yeni iş girişimleri için fi­
kirlerinin taslaklarını çıkardığı Fabia Franchini’nin şehrin diğer
ucundaki ofislerine gidip geldi. “Gidecek başka bir yeri yoktu,
o yüzden bana geldi,” diye anımsıyordu Franchini. “Sabah saat
sekizde çoktan gelmişti, fikirlerden oluşan çalkantılı bir yanar­
dağı halindeydi.
Sabah erken saatlerde yaptığı gezintilerin birinde Maurizio,
Piazza San Fedele’de durdu. 1994 yılının Şubat ayının o soğuk,
gri sabahında iletişim direktörü Pilar Crespi şirketin San Fedele
merkezine erkenden gelmiş ve başka kimse işe gelmeden çok
önce ikinci kattaki ofisine gitmek üzere hah kaplı merdiven­
lerden çıkmıştı. Crespi masasının etrafında dolaşıp kuşe kâğıda
basılmış moda dergilerini ayıklıyordu ve keskin yüz hatları kon­

332
Paradeisos

santrasyon içinde gerilmişken aniden pencerenin dışından bir


şey gözüne takıldı. Aşağıda, Piazza San Fedele’deki kilisenin ve
etrafındaki binaların yakın zamanda temizlenmiş kireçli cephe­
leri, sabahın erken saatlerinin solgun ışığıyla, yakınlardaki La
Scala’da kurulmuş ruhani bir opera sahnesi gibi görünüyordu.
Crespi elindeki kâğıtları bıraktı ve görülmeden dışarıyı gözet­
leyebilmek için pencerenin kenarına gitti. Sessiz ve yalnız bir
sima, binanın karşısındaki mermer banklardan birine oturmuş,
başını kaldırarak Gucci ofislerine bakıyordu. Adam, taba rengi
bir paltoya sarınmıştı, koyu sarı saçları yakasına sürtünüyor­
du. Siması kendisini çevreleyen taş ve mermerlere o kadar iyi
karışmıştı ki Crespi onu ilk başta neredeyse görmemişti ancak
adam bir elini kaldırıp gözlüklerini burnuna doğru itince tanı­
dık bir hareket dikkatini çekti ve Crespi nefesini tuttu - Mau­
rizio Gucci orada oturmuş binaya bakıyordu. Crespi onu ne­
redeyse bir yıldır görmemişti. Satıştan önceki haftalarda uzak
ve ulaşılmaz bir haldeydi; satıştan sonraysa tamamen ortadan
kaybolmuştu. Maurizio, sanki içeride neler olduğunu gözünde
canlandırmaya çalışıyormuş gibi yavaşça binayı tararken Crespi
onu izledi. Onun orada oturmasını izlerken Crespi’yi bir hüzün
dalgası kapladı. En başta Maurizio’nun kendisine karşı ne kadar
sabırlı ve cömert davrandığını düşündü, başlangıç tarihini New
York’taki okulunu bitirip Milano’ya taşınma işini ayarlaymca-
ya kadar ertelemesine izin vermişti. Onun ne kadar enerjik ve
coşkulu olduğunu hatırladı - ta ki çaresizlik onu paranoyak ve
tahmin edilemez bir işverene dönüştürene kadar.
“Yüzünde tam bir üzüntü ifadesi vardı,” diyordu Crespi.
“San Fedele onun hayaliydi. Orada öylece oturmuş ve binaya
bakıyordu.”
“Artık kendimin başkanıyım,” demişti Maurizio daha sonra
Paola’ya. Viersee Italia adında yeni bir şirket kurdu ve evlerine
birkaç adım uzaktaki Via Palestro’daki parkın karşısında ofisler
kiraladı. Paola, odaları parlak duvar kâğıtları ve Çin’den gelen
renkli lake ahşap parçalarla döşemesine yardımcı oldu, Anto-
nietta ise ona Patrizia’nın şeytani büyülerinden korunması için

333
Gucci Hanedanı

tılsımlar ve tozlar verdi. Paola’nın bu batıl inançlardan hoşnut


olmadığını biliyordu ama Maurizio, Antoinetta’yı seviyordu;
onu rahatlatıyor ve ona iyi tavsiyeler veriyordu. Diğer erkekle­
rin bir finansal analist ya da bir psikolog araması gibi Maurizio
da ona yönelmişti.
Maurizio kenara 10 milyon dolar koydu ve moda dışındaki
herhangi bir sektörde yeni yatırım beklentileri geliştirmek için
kendine bir yıl verdi. Özellikle turizmle ilgilenen Maurizio, çe­
şitli projelere bakmaya başladı. İlk olarak, Creole’ü muhafaza
ettiği İspanyol limanı Palma de Mallorca’daki tarihi tekneler
için iskeleye sponsor olarak yardım etmesi istendi. Ayrıca, yeni
turizm ihtimallerini araştırmaları için Kore ve Kamboçya’ya bir
keşif ekibi gönderdi. Bunun dışında Avrupa’nın tablo gibi gü­
zel şehirlerine küçük bir lüks oteller zinciri açmayı düşündü ve
İsviçre kayak merkezi Crans-Montana’daki bir otele altmış bin
İsviçre frangı -50 bin dolardan daha az- yatırım yaptı. Daha bü­
yük zincirin prototipi halindeki otel, lobisinde tilt oyunlarına
ve kumar makineleri de dahil olmak üzere diğer aktivitelere ev
sahipliği yapıyordu.
Maurizio, Gucci’den ayrıldıktan sonra onun sekreteri olarak
çalışmaya devam eden Liliana, “Her şeyi çok dikkatli bir şekilde
inceliyordu,” diyordu. “Gucci’de yaptığı gibi bir şeylere öylece
para saçmıyordu. Yeni bir projeye başlamadan önce çok sıkı bir
şekilde çalıştık. Sonunda olgunlaşmıştı.”
Maurizio’nun eski çekiciliği ve hevesi geri gelmişti. Hayatın­
da ilk kez kendisi için yaşıyordu. Özel bir iş toplantısı olmadığı
sürece gri CEO takımlarını dolabında bırakarak yeni rolü için
kendine kıyafetler aldı. Fitilli pamuklu pantolonlar, fitilli kadi­
feler ve spor gömlekler yeni üniforması haline gelmişti. Kravatı,
ceket yerine giydiği kaşmir kazakların altından gözüküyordu.
Şirketini kaybetmiş olsa da bella figura’sım korumak için çaba­
ladı - Maurizio’nun her durum için doğru bir tarzı vardı. Basit
şeyler yapmayı severdi ve Giardini Pubblici’nin gölgeli patikala­
rında koşarken bunu ABD’den alınmış koşu ekipmanlarıyla ya­
pardı. Şehrin etrafında bisikletiyle dolaşırken kusursuz bir tur

334
Paradeisos

bisikletine ve doğru gündelik kıyafetlere sahip olurdu. Maurizio


ayrıca Alessandra ve Allegra’yla da daha fazla vakit geçirmeye
çabaladı ama Patrizia, özellikle Paola etraftayken onları görme­
si konusunda hâlâ zorluk çıkarıyordu.
Kendi babasının onun için para harcama konusunda ne ka­
dar eli sıkı davrandığını hatırlayan Maurizio, 1994 yılının Hazi­
ran ayında Alessandra’ya on sekizinci doğum günü için 150 mil­
yon liret (yaklaşık 93 bin dolar) vererek bu paranın onu kendi
başına yönetmesi için olduğunu ve sosyeteye takdim edileceği
partinin masraflarını da karşılaması gerektiğini söyledi.
“Para konusunda sorumlu davranmanı ve onu istediğin gibi
yönetmeni istiyorum - paranı nasıl harcamak istediğine bağlı
olarak, büyük ya da küçük bir parti yapmayı seçebilirsin,” de­
mişti Maurizio büyük kızma. Maurizio’nun isteklerine rağmen
Patrizia hemen partinin planlanması işini devraldı ve “etkinlik­
te en iyi şekilde görünebilmeleri için” kendisi ve kızına estetik
ameliyatlar ayarladı. Patrizia burnunu yaptırmıştı, Alessandra
ise memelerini.
16 Eylül gecesi, yaklaşık dört yüz misafir, Patrizia’nın o ak­
şam için kiraladığı Milano’nun dışındaki Villa Borromeo di Cas-
sano d’Adda binasına mumlarla aydınlatılmış bir yoldan geçe­
rek girdi. Görkemli bir akşam yemeğinden sonra şampanyalar
su gibi akmaya devam etti ve misafirler akort yapan müzisyen­
lerin meşhur Gipsy Kings’ten başkası olmadığını keşfedince ke­
yifle ciyakladılar - Patrizia, Aleesandra’ya sürpriz yapmak için
astronomik bir rakama grubu ayarlamıştı.
Maurizio gelememişti ve Patrizia ile Alessandra’nm yanında
büyük babası Giovanni Valcavi misafirleri karşılıyordu. Akşam
yemeği esnasında Patrizia, boşanma anlaşmasını yürüten ve ken­
disiyle aynı masada oturan avukatı Cosimo Auletta’ya döndü.
“Avvocato,” dedi cilveli bir şekilde, içten içte Maurizio’nun
yokluğundan dolayı öfkeden köpürerek, “Maurizio’ya bir ders
vermeye karar versem ne olurdu?”
‘“Maurizio’ya bir ders vermek,’ derken ne demek istiyorsu­
nuz?” diye yanıtladı şaşkın haldeki avukat.

335
Gucci Hanedanı

“Demek istediğim, ondan kurtulsam ne olurdu?” dedi Patri­


zia daha doğrudan bir ifadeyle, koyu renkli ve rimelli kirpikle­
rini kırpıştırarak.
“Böyle bir şeyin şakasını bile yapmak istemiyorum,” diye
mırıldandı şaşkına dönen Auletta, konuyu değiştirerek. Patri­
zia bir ay sonra aynı şeyi ofisindeyken ona tekrar sorduğunda,
Auletta artık onu temsil etmeyi reddetti. Ona, bu tür söylem­
leri durdurmasını istediği bir mektup yazdı ve bu konuşmaları
Franchini ile Patrizia’nın annesine bildirdi.
Partiden birkaç gün sonra Maurizio, Alessandra’yı Via Pa-
lestro’daki ofisine çağırdı. Banka, kızının yeni banka hesabın­
dan fazladan 50 milyon liret (yaklaşık 30 bin dolar) çekildiğini
söylemek üzere kendisini aramıştı.
“Alessandra,” dedi Maurizio sert bir şekilde. “Banka bana se­
nin hesabından fazladan 50 milyon liret çekildiğini söyledi. Bu
miktarı karşılamaya hiç niyetim yok ve paranın nereye gittiğine
dair bir açıklama bekliyorum!”
Alessandra, babasının bakışları karşısında rahatsızca kıpır­
dandı.
“Özür dilerim, Papa, seni hayal kırıklığına uğrattığımı bili­
yorum,” dedi kekeleyen bir sesle. “Bütün hepsinin nereye gitti­
ğini bilmiyorum; bütün ayarlamaları Marnına yaptı, biliyorsun.
Tüm hesapları inceleyeceğime söz veriyorum. Bir daha olma­
yacak.”
Alessandra hesaplarla birlikte geri geldiğinde, parti için yi­
yecek dağıtım şirketlerine ve diğer hizmetlere ödenen çeklerin
yanı sıra Patrizia’nın, Alessandra’nın parasından nereye gittiği
belli olmayan 43 milyon liret (27 bin dolar) harcadığı ortaya çık­
tı. Usanmış haldeki Maurizio en sonunda harcamaları ödedi.
Finansal ders başarısız olmuştu.
19 Kasım 1994 yılında Maurizio’nun Patrizia’dan boşanması
resmiyet kazandı. O cuma günü Paola’ya sürpriz yapmak için
öğle yemeği vaktinde eve gitti. Paola eve geldiğinde ellerinde
iki martini ve yüzünde büyük bir gülümsemeyle evin salonunda
onu karşıladı Maurizio.

336
Paradeisos

“Paola, bugünden itibaren ben özgür bir adamım!” dedi,


bardakları tokuşturup öpüşürlerken. Bir ay önce Paola da
Colombo’dan boşanmıştı. Maurizio en sonunda, kendisini o
zamana kadar içine çeken kişisel ve işle ilgili sorunlarından
kurtulmuş bir şekilde kendi hayatını yeniden inşa edebileceğini
hissetti. Patrizia’ya Gucci soyadını kullanmayı bırakmasını em­
retti ve iki kızın velayetini alabilmek için işlemlere başladı. En
yakınlarına göre Maurizio yeniden evlenmek istemiyordu. An­
cak Franchini’den, Paola için bir ilişki sözleşmesi araştırmasını
istedi. Farklı düşüncelere sahip Paola, arkadaşlarına kendisinin
ve Maurizio’nun Saint Moritz’de kürklerle doldurulmuş, atlar
tarafından çekilen bir kızakla karlar içinde bir Noel düğünü
planladıklarını söylemişti. Bu haber, onların bir çocuk sahibi
olmasından endişelenen Patrizia’nın kulağına geldi.
Patrizia, öfkesini yeni bir projeyle dışa vurdu - Maurizio’nun
şirketi kaybetmesinin ardından yazmaya başladığı, bir kısmı
gerçek bir kısmı kurgu olan, Gucci, Gucci’ye karşı adındaki beş
yüz sayfalık bir taslak metin. Arkadaşı Pina’dan, Gucci ailesin­
deki deneyimleriyle ilgili hayali günlüğünü bitirmesine yardım­
cı olması için Napoli’den geri dönmesini istedi. Bir arkadaşıyla
birlikte açtığı kıyafet butiği başarısız olunca Pina yoksul düş­
müştü, Napoli’den ve yığılan borçlarından kaçtığı için memnun
olmuştu. Patrizia’ya, bir süre yardımcı olduğu yeğeninin kasa­
sından 50 milyon liret, yani yaklaşık 30 bin dolar çaldığını ve
şehirden kaçıp gitmeye can attığını itiraf etmişti. Patrizia onu
Milano’da bir otele yerleştirmeyi teklif etmiş ama onu eve davet
etmemişti - Silvana ve kızlar Pina’dan hoşlanmaz, onu kaba ve
ahlaksız bulurlardı.

Maurizio, Paola’yı uyandırmamak için sessizce yataktan çıktı.


Başlangıçta planladıkları Saint Moritz’e gitmek yerine Milano’da
sakin bir hafta sonu geçirdiği için kendisini dinlenmiş hissedi­
yordu. Charly, Maurizio ve Paola’yı kendi başlarına bırakarak
babasını ziyarete gitmişti. Maurizio, Citicorp’a Gucci’deki zor
günlerinden kalmış eski bir borcunu ödediği New York’tan çar­

337
Gucci Hanedanı

şamba günü henüz dönmüştü. Yaşadığı travmayı hatırlatan her


şey, Maurizio’nun kendini sil baştan yorgun ve depresif hisset­
mesine sebep oluyordu.
O cuma günü, öğleden hemen önce Maurizio, Saint Moritz’e
üç saatlik bir araba yolculuğu yapmak için kendini çok yorgun
hissetmişti. Liliana, Saint Moritz ve Milano’daki ev personeli­
ne planlardaki değişiklikleri bildirirken, o da Saint Moritz’de-
ki döşemeci adamla randevusunu iptal eden Paola’yı aradı.
Milano’nun üst sınıf ailelerinin çoğu hafta sonlarını nadiren
şehirde geçirir, bunun yerine kışın yakınlardaki Alpler’e, yazın­
sa Ligurya sahiline giderlerdi. Maurizio -daha sade bir hayata
duyduğu şükranla- zaman zaman Milano’da bir hafta sonu ge­
çirmekten keyif alırdı. O cuma günü, masanın üzeri kâğıtlar, ki­
tapçıklar ve yeni projeleri hakkmdaki notlardan oluşan yaratıcı
bir karmaşayla dolu halde ofisinden ayrılırken, temizlikçi ka­
dından hiçbir şeye dokunmamasını rica ettiği bir notu kapısına
yapıştırdı.
Pazar günü, geç saatlere kadar uyuduktan ve terasta miskin­
ce yapılan bir kahvaltıdan sonra Maurizio ve Paola, şehir bo­
yunca uzanan iki kanalın etrafında yer alan ve kaldırımlarının
ayda bir antika satıcılarıyla dolduğu Navigli mahallesindeki an­
tika pazarını ziyaret ettiler. Maurizio’nun o hafta sonuna ilişkin
tek hayal kırıklığı kızlarını görememesiydi.
Alessandra’yla cuma günü, ehliyet sınavına girmek için gitti­
ği sürücü kursunda kısaca görüşmüşlerdi. Ertesi sabah kızı geç­
tiğini söylemek için sevinç içinde Maurizio’yu aramıştı.
“Harika!” diye yanıtladı Maurizio telefonda. “Bir sonraki
hafta sonu, beraber Saint Moritz’e gideceğiz, sadece sen ve ben.”
Bu, genç kızın babasıyla son konuşmasıydı.
Pazar gecesi Maurizio, Paola’nın bir arkadaş grubuyla film
izlemeyi ve akşam yemeği yemeyi kabul etti. O akşamın ilerle­
yen saatlerinde evde, Maurizio’nun açmak istediği küçük lüks
oteller zincirine bir isim bulmak için Paola’yla birlikte beyin fır­
tınası yaptılar. Maurizio’nun gözü, komodinin üzerinde duran
ve 11 Paradiso nella Giara, yani, Kavanozdaki Cennet adındaki,
Çin masallarından oluşan bir kitaba takıldı.

338
Paradeisos

“İşte bu,” diye düşündü, uykuya dalmadan önce bu ismi sü­


rekli tekrarlayarak. ‘“Kavanozdaki Cennet’; bu harika.”
Maurizio, ertesi sabah yatak odalarının yan tarafındaki mer­
mer döşemeli geniş banyoda o günü düşünerek duş aldı. İlk
randevusu sabah dokuz buçukta, bazı proje fikirleri hakkındaki
görüşünü almak istediği Antonietta’yla onun ofisindeydi. Son­
rasında Franchini’yle bir toplantısı ve Paola’yı da davet ettiği bir
iş yemeği vardı. Ancak kısa bir gün geçireceğini umuyordu - bir
süre önce masası için yeni bir bilardo sopası seti almıştı ve er­
kenden eve gidip onları denemek istiyordu.
Maurizio, tam Paola darmadağın olmuş başını yastıktan
kaldırırken duştan çıkıp yatak odasına geri döndü. Maurizio
uzanıp ona bir öpücük verdi, odanın diğer ucundaki panora­
mik pencereleri örten otomatik panjurları açmak için uzaktan
kumandayı eline aldı. Paola, panjurlar açılıp odayı sabah ışığıyla
doldururken uykulu bir şekilde gözlerini kırpıştırdı. Pencerele­
rinin dışında, Milano’nun şehir merkezinde değil de bir cennet
bahçesinde yaşıyorlarmış izlenimi veren yeşil ağaçlardan bir
vaha belirdi.
Maurizio, Galler Prensinin adıyla özdeşleşmiş gri bir tüvit
takım elbise, canlı mavi renkte bir gömlek ve mavi ipek Gucci
kravatı seçerek giyinmişti. Maurizio, şirketin satışından sonra
Gucci kravatlarından vazgeçmeyi reddetmiş ve neden bunu
yapması gerektiğini de anlamamıştı. Onları kendisi için satın
almak üzere zaman zaman Liliana’yı mağazaya gönderirdi - o
zamanlarda, daha önce Gucci ailesinin üyelerinden hiçbirine
Gucci mağazalarında indirim teklif edilmiş olmasa da De Sole
ona nazik bir şekilde indirim teklifi yapmıştı. Tiffany saatinin
kahverengi kayışını bağladı ve hafta sonu boyunca kendisi için
aldığı notları içeren bir cep günlüğünü ceketinin cebine koydu.
Pantolonunun sağ ön cebine mercan ve altından yapılma bir
şans tılsımı, arka cebineyse İsa’nın mineli yüzünü içeren metal
bir plaka koydu. Paola üzerine bir sabahlık geçirdi ve koridoru
birlikte geçerek mutfaktan yayılan taze kahve kokusuyla kar­
şılaştılar. Aşçı Adriana, Paola’nm Somalili hizmetçisinin büyük

339
Gucci Hanedanı

yemek odasında onlara servis ettiği kahvaltıyı hazırlamıştı. Mau­


rizio gazeteyi aldı ve kahvaltılık sandviçini yiyip kahvesini yu­
dumlarken günün haber manşetlerine göz gezdirdi. Paola -bel
ölçülerine her zaman dikkat ederdi- bir yoğurdu kaşıklıyordu.
Maurizio gazeteyi bıraktı, kahvesini bitirdi ve sıcak bir gü­
lümsemeyle Paola’ya baktı.
“On iki buçuk gibi gelirsin, değil mi?” diye sordu, onun elini
kendi ellerinin içine almak için uzanarak. Paola gülümsedi ve
başını salladı. Maurizio kalktı, Adriana’ya hoşça kal demek için
mutfağa doğru başını uzattı ve Paola’yla birlikte koridora çıktı.
Sabah havası hâlâ insanın içini titrettiğinden taba rengi palto­
sunu giydi. Kollarını Paola’ya dolayarak, “İstersen yatağa dön,
hayatım,” dedi. “Öğle yemeğine kadar çok vakit var. Rahat ol,
acele etmeye gerek yok.”
Ona hoşça kal öpücüğü verdi ve elini sahanlığın üzerindeki
mermer obelisklerin üzerinde gezdirerek muhteşem taş merdi­
venlerden hızla indi. Büyük ahşap kapılardan geçip kaldırıma
çıktığında saatine baktı - sabah sekiz buçuğu biraz geçiyordu.
Köşede, ışığın değişmesini bekledi ve Antonietta gelmeden
önce evraklarını düzene sokmak için acele ederek Via Palest-
ro boyunca kaldırımda çabuk çabuk yürümeden önce Corso
Venezia’dan geçti. Sokağın karşısındaki parkı taradı ve daha
önce defalarca kez yaptığı gibi adımlarını saydı: Bir kapıdan çı­
kıp diğerine girene kadar yüz adım. Via Palestro 20’nin girişi­
ne yaklaşırken, işe yürüyerek gitmek gerçek bir zenginlik, diye
düşüncelere daldı. Kaldırımda durup adres kontrol ediyormuş
gibi bina numarasına bakan koyu renk saçlı adamı neredeyse
fark etmemişti. Kollarını sallayan Maurizio binanın kapısından
içeri girdi ve merdivenlerden yukarı zıplayarak çıkarken kapıcı
Giuseppe Onorato’yu selamladı.
“Buongiomo!”
“Buongiomo, Dottore, ” dedi Giuseppe Onorato, süpürgesin­
den başını kaldırarak.

27 Mart 1995 sabahı, Maurizio’nun ölüm haberini aldıktan son­

340
Paradeisos

ra Patrizia Reggiani’nin kontrolden çıkmış halde ağladığını sa­


dece hizmetçi görmüştü. Daha sonra gözyaşlarını sildi, kendini
toparladı ve Cartier günlüğüne, tamamı büyük harflerle tek bir
kelime yazdı: Yunanca’da “cennet” anlamına gelen PARADEİ­
SOS. Kalemiyle, o günün tarihinin çevresine yavaşça kahn siyah
bir çerçeve çizdi. O öğleden sonra saat üçte, avukatı Piero Gi-
useppe Parodi ve büyük kızı Alessandra’yla birlikte, Piazza San
Babila’daki dairesinden birkaç blok ötedeki Corso Venezia 38’e
gitti. Maurizio’nun dairesinin zilini çaldı ve uyumaya çalışan
Paola Franchini’yi sordu.
O sabah, Maurizio gittikten kısa bir süre sonra Antoinetta
kapıya gelmiş ve Paola’yı sormuştu. Antonietta, randevuları
için Maurizio’nun ofisine gittiğini ancak orada artan kalabalık
sebebiyle içeri giremediğini söylemişti. Bir şeylerin yanlış oldu­
ğunu Paola’ya söylemek için koşa koşa gelmişti. Paola üzerine
bir şeyler geçirmiş ve hemen sokağın karşısına koşmuş, büyük
kapıların önünde toplanan gazetecilerin arasından kendine yol
açmıştı.
“Ben eşiyim, ben eşiyim!” diye bağırmıştı, gazetecileri engel­
leyen carabinieri’ye. Geçmesine izin verdiler. Tam geniş ahşap
kapılardan girmek üzereydi ki Maurizio’nun arkadaşı Carlo
Bruno kalabalıktan çıkageldi ve onu uzaklaştırdı.
“Paola,” dedi ciddi bir şekilde, “oraya gitme. Benimle gel.”
“Maurizio mu?” diye sordu.
“Evet,” dedi Carlo.
“Yaralandı mı? Onun yanma gitmek istiyorum,” diye sız­
landı, parkın yanından yürürken Bruno’nun koluna yüklenir­
ken. Via Palestro ile Corso Venezia’nın kesiştiği noktaya ulaş­
mışlardı.
“Artık yapılacak bir şey yok,” demişti Carlo yumuşak bir
şekilde, Paola inanamayan gözlerle ona bakarken. Birkaç saat
sonra Paola, Maurizio’yu şehir morgunda görmeye gitti.
“Yüzüstü masada yatıyordu, suratı bir tarafa dönüktü,” de­
mişti Paola. “Şakağında küçük bir delik vardı ama onun dışın­
da kusursuzdu. Bu onunla ilgili inanılmaz şeylerden biriydi,

341
Gucci Hanedanı

seyahat ederken, uyurken, her zaman kusursuz görünürdü.


Hiçbir zaman üzerinde kırışıklık olmaz ya da dağınık görün­
mezdi.”
O öğleden sonra Milano sulh hâkimi Nocerino, Maurizio’nun
hiç düşmanı olup olmadığını sorarak cinayet hakkında Paola’yı
sorguladı.
“Size söyleyebileceğim tek şey, 1994 yılının sonbaharında
Maurizio endişeliydi çünkü avukatı Franchini’den, Patrizia’nın
kendi avukatı Auletta’ya Maurizio’yu öldürmek istediğini söyle­
diğini öğrenmişti,” dedi Paola, solgun bir şekilde. “Bu tehditler­
den sonra Franchini’nin Maurizio’dan daha endişeli olduğunu
ve ona kendisini bir şekilde koruması gerektiğini söylediğini
hatırlıyorum. Ancak Maurizio hiç umursamadı.”
Nocerino koyu renkli kaşlarını şüpheyle kaldırdı. “Peki siz,
sinyora, herhangi bir şekilde korunuyor muydunuz?” diye sordu.
“Hayır, aramızda bir resmi belge, bir ekonomik anlaşma
yoktu, bilmek istediğiniz buysa,” dedi sertçe, gücenmiş bir hal­
de. “Bizim ilişkimiz tamamen duygusaldı.”
Paola, Corso Venezia’ya dönmüştü ve Patrizia zili çalıp gö­
rüşmeleri gereken önemli yasal konular olduğunu söyleyip
yukarı gelmeyi talep ettiğinde uyumaya çalışıyordu. Hizmetçi,
hayır deyip Paola’nın dinlendiğini söyleyince Alessandra ağla­
maya başlayıp en azından babasının kaşmir kazaklarından bi­
rini, ondan bir hatıra olarak alıp alamayacağını sordu. Paola,
Patrizia’yı içeri almayı reddetti ama hizmetçiye Alessandra’ya
bir kazak vermesini söyledi, kız bunu minnetle aldı ve babasının
kokusunu çekmek için yüzünü kazağa gömdü.
Paola ne yapması gerektiğini sormak için Franchini’yi aradı
ancak çok az avuntu bulabildi. Franchini ona yapabileceği tek
şeyin kenara çekilmek olduğunu söyledi. Maurizio’nun kendi­
sinden hazırlamasını istediği ilişki sözleşmesi imzalanmamış
halde Franchini’nin ofisinde duruyordu. Paola’nın, doğrudan
Maurizio’nun kızlarına geçecek olan mülk üzerinde yasal bir
hakkı yoktu. Corso Venezia’yı boşaltmak için en kısa sürede ge­
rekli ayarlamaları yapması gerekiyordu.

342
Paradeisos

Ertesi sabah Patrizia geri geldi - ancak ondan önce, bir ön­
ceki gün saat sabah on birde bir mahkeme yetkilisi, “Maurizio
Gucci’nin vârisleri” tarafından açılan bir haciz işlemine dayana­
rak evi mühürlemek üzere gelmişti.
“Dün saat on birde, Maurizio Gucci öleli birkaç saat olmuş­
tu,” diye karşı çıkmıştı. Yetkiliyi sadece bir odayı mühürlemeye
ikna etmişti. “Burada oğlumla yaşıyorum. Bu kadar çabuk git­
memizi nasıl beklersiniz?”
Patrizia hızlı hareket ediyordu ancak Paola da öyle -
Franchini’yle olan konuşmasının ardından birkaç telefon ko­
nuşması yapmıştı ve o öğleden sonra geç saatlerde, bir nakliyeci
ekibi, mobilyaları, aydınlatma armatürlerini, perdeleri, porse­
lenleri ve daha fazlasını Corso Venezia 38’in önüne park etmiş
üç taşınma kamyonetine yükledi. Ertesi gün, Patrizia’nın avu­
katları Paola’nm her şeyi iade etmesini emretti ama en sonun­
da, içinde Patrizia’nın ateşli bir şekilde itiraz ettiği yeşil ipekten
oturma odası perdelerinden oluşan bir takımın da bulunduğu,
kendisine ait olduğunu söylediği parçaları almasına izin verildi.
“Burada bir anne olarak bulunuyorum, bir eş olarak değil,”
demişti Patrizia soğuk bir şekilde, ertesi sabah Corso Venezia
38’in oturma odasına alınırken. “En kısa sürede çıkmak zorun­
dasın,” diye açıkladı Patrizia. “Burası Maurizio’nun eviydi ve
şimdi de vârislerinin evi olacak,” dedi, odaya göz atarak. “Tam
olarak neleri almayı planlıyorsun?”
3 Nisan Pazartesi sabahı saat onda, Maurizio Gucci’nin tabu­
tunu taşıyan siyah bir Mercedes, Milano’da San Babila’da, sarı
cephesi Patrizia’nın çatı katı dairesinin terasını tamamen gören
San Carlo kilisesinin önüne park etti. Dört kişi dışarı çıktı ve ta­
but, henüz birkaç kişinin geldiği kiliseye taşındı. Dışarıda eşiyle
birlikte duran Liliana kilisenin içine bir bakış attı ve sunağın
önünde yalnız başına duran, üzerinde gri ve beyaz çiçeklerden
oluşan üç büyük çelengin bulunduğu, gri kadifeyle kaplı tabutu
gördü. Bir elini kocasının kolunun üstüne koydu.
“İçeri gidip Maurizio’nun yanında duralım,” dedi titreyen se­
siyle. “Onu orada yalnız başına görmeye dayanamıyorum.”

343
Gucci Hanedanı

Patrizia tüm cenaze işlemlerini halletmişti. Paola evde kaldı.


O sabah Patrizia, koyu siyah güneş gözlüklerinin üzerine siyah
bir başörtü geçirip siyah döpiyesi ve siyah deri eldivenleriyle
kusursuz dul rolünü oynadı. Ancak gerçek duygularını da sak­
lamadı.
“İnsani olarak üzgünüm; kişisel olarak, aynı şeyi söyleye­
mem,” demişti Patrizia küstahça, bekleyen gazetecilere.
Ön sıralarda, gözyaşlarını saklamak için büyük siyah gü­
neş gözlükleri takan Alessandra ve Allegra’nın yanında yerini
aldı. En fazla iki yüz kişi gelmişti ve bunlardan yalnızca birkaçı,
Beppe Diana, Rina Alemagna, Chicca Olivetti gibi Kuzey İtalya
sanayisinin aristokrasi sınıfından isimler, arkadaş olarak bu­
lunuyordu. Pek çok insan, Gucci’nin uğursuz ölümünün etra­
fındaki skandaldan korkarak evlerinde kalmıştı. Aynı sebepten
ötürü, daha da fazla insan, yerel gazetelere ölen kişinin ailesiyle
dayanışma içinde olduklarını gösteren geleneksel ölüm ilanları
vermekten de kaçınmıştı. Haberler, Gucci’nin mafya tarzı infa­
zı hakkında spekülasyonlar ile karanlık iş anlaşmaları hakkında
varsayımlarla doluydu ve bu durum, Maurizio’nun ilişkilerinin
her türlü şüpheli durumdan uzak olduğunu bilen Bruno ve
Franchini ile Maurizio’ya yakın olan diğer insanları çileden çı­
karıyordu. Cenazeye gelen insanların birçoğu, Maurizio’ya veda
etmek isteyen eski çalışanların yanı sıra gazeteciler ve merak­
lı seyircilerdi. Giorgio Gucci, eşi Maria Pia ve büyük babasının
adını verdikleri oğulları Guccio Gucci’yle birlikte Roma’dan
uçakla gelmişlerdi. Patrizia’nın birkaç sıra arkasındaki bir sıra­
ya oturdular. Paolo’nun kızı Patrizia da gelmişti. Maurizio, ba­
basıyla yaşadığı çatışmalara rağmen kıza acımış ve Investcorp’a
satmadan önceki yıllarda onu Gucci’nin halkla ilişkiler ofisinde
işe almıştı.
Gizlice çalışan iki carabinieri kendilerini katile götürecek
olası ipuçlarını aramak için gizlice töreni kayda alıp fotoğraf­
larını çekerken ve davetli listesini incelerken rahip Don Mari-
ano Merlo, “Burada, Maurizio Gucci’ye ve tarih boyunca tüm
Kabil’ler yüzünden hayatını kaybeden tüm Maurizio’lara veda

344
Paradeisos

ediyoruz,” dedi. Törenden sonra siyah Mercedes, Patrizia’nın


Maurizio’nun ailesinin bulunduğu yer olan Floransa yerine gö­
mülmesine karar verdiği Saint Moritz’e doğru yola çıktı. Kilise
memuru Antonio daha sonradan üzgün bir şekilde, “Arkadaş­
tan çok televizyon kamerası ve meraklı izleyici vardı,” diye mı­
rıl danmıştı.
Corriere della Sera gazetesinin sosyete köşesinin yazarı Lina
Sotis, “Atmosfer üzücü olmaktan ziyade garipti,” diye gözlem­
lemişti, en iyi gizemlerde olduğu gibi burada da katilin cenaze­
ye katılıp katılmadığı hakkında fesat bir şekilde spekülasyon­
lar yaparak. Sotis, soğukkanlı bir şekilde, adına ve zenginliği­
ne rağmen Maurizio’nun, İtalya’nın finans ve moda başkenti
Milano’da hiçbir zaman bir konum sahibi olmadığını yazmıştı.
“Maurizio Gucci bu şehirde gölgeler içindeydi. Herkes adını
bilir ama çok azı onu tanırdı,” diye yazmıştı ertesi günkü habe­
rine. ‘“Milano benim için çok zorlu,’ diye itiraf etmişti bir arka­
daşına bir zamanlar. O sarı saçh, mavi gözlü çocuğun başına her
şey gelmişti - kendisinin yanında ve Milano gibi zor bir şehirde
duracak, sevgi dolu bir kadın dışında her şey.”
Ertesi gün Paola, Corso Venezia dairesine göre Giardini
Pubblici’nin diğer tarafındaki Via Moscova yakınlarında bulu­
nan San Bartolomeo Kilisesinde Maurizio için kendi ayinini
düzenledi.
Paola’nın kuzeni ve Maurizio’nun arkadaşı olan Deniş Le
Cordeur, “Bizim kalplerimizi nasıl kazanacağını biliyordun an­
cak birisi, seni bizim sevdiğimiz kadar sevmedi,” demişti, kısa
bir anma yazısı okurken. “Sadece bir değil, on, yirmi, elli ve bu­
gün burada kaç kişiysek o kadar suç işleyen birisi, çünkü seni
tanıyan her birimizin içinde bir şeyler öldürüldü.”
Birkaç ay sonra Patrizia, eski eşinin apartman dairesine
dönen Paola’nın bütün izlerinden kurtulduğu Corso Venezia
38 dairesine taşındı. Patrizia, kızların odasındaki çiçekli duvar
kâğıtlarının sökülmesini emretti ve süslü sayvanlı yataklar çı­
karıldı. Odaları, cilalı Venedik mobilyaları ve baskılı kumaşlarla
kendi zevkine göre yeniden döşedi ve Paola’nın koyu şampanya

345
Gucci Hanedanı

renklerinde dekore ettiği çocuk katındaki oturma odasını, du­


varlarını parlak somon pembesine boyayarak kendisi ve kızlar
için bir televizyon odasına dönüştürdü. Galleria Passarella’daki
çatı katı dairesine uygun olan pembe, mavi ve sarı renkteki çi­
çekli koltukları ve püsküllü perdeleri buraya getirdi. Bir duvara,
kendisinin normalden daha büyük olarak resmedildiği bir yağlı
boya portresini astı, yüzünün etrafında, her zaman arzu ettiği
parlak kahverengi saç bukleleri bulunuyordu.
Alt katta, bilardo masasını satıp oyun odasını bir oturma
odası olarak yeniden tasarlasa da olabildiğince az şeyi değiş­
tirmişti. Geceleri, Maurizio’nun büyük Empire yatağında uyur,
aşağıdaki Invernizzi bahçelerinde ciyaklayan tavus kuşlarının
sesiyle uyanırdı. Sabahları duş aldıktan sonra Maurizio’nun ra­
hat bornozunu giyerdi.
“O ölmüş olabilir,” demişti bir arkadaşına, “ama ben yaşama­
ya daha yeni başladım.”
1996 yılının başında, deri ciltli yeni bir Cartier günlüğünün
iç kapağına bir deyiş yazdı: “Çok az kadın bir erkeğin kalbini
gerçekten elde edebilir - bundan çok daha azıysa ona sahip ol­
mayı başarabilir.”

346
16

Geri Dönüş I

Investcorp’un, Gucci’nin hisselerinin yüzde yüzünü kontrol et­


tiği ilk işgünü olan 26 Eylül 1993 Pazartesi sabahı, Bili Flanz ve
küçük bir yönetici grubu, kendilerini Piazza San Fedele’nin av­
lusunda toplanmış halde bulmuşlardı: Kendi ofislerine girişleri
engellenmişti.
Maurizio’yla anlaşma tamamlandıktan ve ona kişisel eşyala­
rını toplaması için zaman verildikten sonra, Flanz, Massetti’ye
hafta sonu boyunca binada güvenlik önlemi alması talimatını
vermişti.
“Cuma akşamı saat dokuzdan pazartesi sabahı saat dokuza
kadar çok sıkı bir güvenlik hizmeti ayarladım,” diye anımsıyor­
du Massetti. “Onlara, sabah dokuzdan önce binaya hiç kimsenin
ama hiç kimsenin giremeyeceğine dair katı talimatlar verdim.”
Investcorp’un sorumlu kişisi olan Bili Flanz, üst düzey Guc­
ci yöneticileri ve müdürlerinden, en acil finansal sorunların ve
personelle ilgili sorunların derhal çözülmesi için pazartesi sa­
bahı erkenden Piazza San Fedele’de hazır bulunmalarını iste­
mişti. Ancak sabah sekizde Gucci’nin çift kanatlı ön kapısına
-başlamak için can atar halde- geldiklerinde, nöbetçiler onları
içeri almamıştı. Flanz onlara kendisinin sorumlu kişi olduğunu
açıkladığında bile nöbetçiler başlarını iki yana sallamış ve ken­

347
Gucci Hanedanı

dilerine verilen emirleri uygulamışlardı. Grup binaya 09.01’de


giriş yaptı.
“Investcorp’tan olup olmadığımızı umursamadılar,” diye
anımsıyordu Flanz, utangaç bir şekilde. “Kendi emirlerini uy­
guladılar - ve toplantımıza avluda başlamak zorunda kaldık!”
Yeniden yapılandırma, o sabah en ivedi hesapları ödemek
için 15 milyon dolarlık bir acil durum transferi yapılmasıyla baş­
ladı. Rick Svvanson, şirketin borçlarını ödemek ve ayağa kalkıp
yeniden çalışmaya başlaması için 15 milyon doların da dahil
olduğu toplamda yaklaşık 50 milyon dolara ihtiyacı olduğunu
söyledi, ki bu parayı Investcorp hızlıca şirkete soktu.
“Her [Gucci] şirketinin kendi borç sorunları vardı,” diye
anımsıyordu Svvanson. “Hepsi aynı anda yemek zorunda olan
bir grup küçük, aç kuşunuzun olması gibiydi.”
Piazza San Fedele’nin beşinci katının sık bir ziyaretçisi olsa
da Flanz, Maurizio’nun ofisini aldığında biraz korkmuş hissetti.
Maurizio’nun antika koltuğuna oturdu, ellerini kolçakların ön
tarafındaki pürüzsüz, oymalı aslan başlarının üzerinde gezdirdi
ve inanamayan gözlerle etrafındakilere bakındı. Yonkers’ta bü­
yüyen ve cep harçlığı için çim biçen, profesörün oğlu dünyanın
en ünlü lüks markalarından birinin başına geçmişti.
“Chase Manhattan Bank’te çalıştım, kendisinin ofisinde sık
sık David Rockefeller’la görüştüm, dünyanın dört bir yanında­
ki sanayi önderlerini ve devlet başkanlarmı ziyaret ettim ancak
Maurizio’dan miras aldığım bu ofisten daha zarifini hayatım
boyunca hiç görmedim,” diyordu Flanz, yıllar sonra.
Gucci’nin, başında bir Gucci olmayan kapılarını açtığı ilk
gün olan o pazartesi günü, Maurizio kırk beş yaşma bastı. On­
dan önceki gün ise Bili Flanz kırk dokuz olmuştu.
“İkimiz için de büyük bir doğum günüydü,” diyordu Flanz.
“Maurizio 100 milyon dolar almış, ben de Gucci’yi yönetmeye
başlamıştım!”
Ertesi gün Flanz, bir tercüman yardımıyla Gucci’nin öf­
keli çalışanlarını elinden geldiğince sakinleştirebilmek için
trenle Floransa’ya gitti. Durumdan hoşnut olmayan işçiler,

348
Geri Dönüş

Investcorp’un tüm şirket içi üretimi rafa kaldıracağından ve bü­


tün ürünleri dış tedarikçilerden alarak Gucci’yi büyük bir satış
ofisine döndüreceğinden korkuyordu.
Yaklaşık bir hafta sonra Flanz, Maurizio’dan liderlik değişi­
mini resmileştirmek için bir Gucci yönetim kurulu toplantısına
katılmasını istedi. Investcorp, Flanz’i, Gucci ve Investcorp yö­
neticilerinden oluşan bir komitenin başına atamış ve bu geçişi
yönetmesi için ona bütün yürütme yetkilerini vermişti. Tarafsız
bir bölgede, Milano’daki avukatlarından birinin ofislerinde bu­
luştular. Yine, Flanz ve meslektaşları bir odada otururken Mau­
rizio ve danışmanları başka bir odaya alındı. Flanz en sonunda
bu ayrılığın saçma olduğuna karar verdi ve Maurizio’yu selam­
lamak için koridora çıktı.
“Merhaba, Maurizio,” dedi Flanz, yumuşak bir gülümsemey­
le. “Birbirimize yabancıymışız gibi davranmanın hiçbir anlamı
yok.”
Maurizio, el sıkışırlarken onun gözlerinin içine baktı. “Şimdi
bisikleti sürmenin nasıl bir şey olduğunu göreceksin,” dedi.
“Bir ara bir öğle yemeği yemek ister misin?” diye sordu Flanz
ona.
“Önce biraz bisikleti sür,” dedi Maurizio sakince. “Sonra
hâlâ istiyorsan, o zaman öğle yemeği yeriz.”
Flanz onu bir daha hiç görmedi.

Maurizio’nun kaybettiği savaş birkaç düzeyde ele alınabilirdi.


İmkânsız olmasa da zor bir mirası devralmıştı. Gucci için sahip
olduğu yeni vizyonu, planlarını düz bir zemine oturtamaması
ve kaynaklarını bu görev için düzenleyememesi sebebiyle so­
runlu bir hale gelmişti. İlişkilerindeki örüntü -babasıyla olan
o ilk, yoğun ilişkisi üzerine şekillenmişti- hem kişisel hem de
profesyonel hayatında, görevinde kendisine yardım edecek is­
tikrarlı bir omuz bulmasına ve onu yanında tutmasına engel
olmuştu.
“Maurizio’nun muazzam bir karizması ve çekiciliği, insanları
kendisiyle birlikte alıp götürme yeteneği vardı,” diye anımsıyor­

349
Gucci Hanedanı

du, Gucci’de uzun süre hazır giyim koordinatörü olarak çalışan


Alberta Ballerini. “Ancak bir temelinin olmaması utanç vericiy­
di. Temelinin orada bulunduğundan emin olmadan bir ev inşa
eden biri gibiydi.”
“Maurizio bir dâhiydi,” diye katılıyordu, uzun süreli başka
bir çalışan olan Rita Cimino, “harika fikirleri vardı ancak on­
ları uygulama konusunda başarılı değildi. En büyük kusuru,
kendisine yardım edecek doğru insanları bulamamış olmasıydı.
Etrafını doğru olmayan insanlarla sarmıştı. Onlara âşık olur -
çünkü çok duygusal biriydi- sonra bir anda onların doğru insan
olmadığını fark ederdi ve o zamana kadar her şey için çok geç
olurdu,” diyordu Cimino. “Sanırım, onların kuşkuculuğundan
etkilendiği ve kendisinin asla o kadar sert olamayacağını fark
ettiği için onlara âşık olmuştu - bu tür insanlardan destek bek­
liyordu.”
“Doğru insana âşık olmak çok zordur,” diye açıklıyordu Mas­
setti. “Bu, hayatta çok nadiren yaşanır ve Maurizio bu konuda
özellikle şanssızdı. Biraz aklı olan insanlar ona hiç yaklaşmadı
ve yaklaşanlar da kendileri yanmadan önce çok az bir süre onun
yanında kaldı.”
“Maurizio’yu mahveden şey paraydı,” diyordu Domenico De
Sole. “Rodolfo tutumluydu ve bir servet inşa etmişti - ancak
oğluna tutumlu olmayı öğretme konusunda başarısız olmuştu.
Maurizio, parası bitince çaresiz bir hale geldi.”
Maurizio’nun mücadelesi aynı zamanda, yüzlerce İtalyan
aile şirketinin -hem moda sektöründe olanlar hem de diğer­
leri- küresel pazara giden yolda daha fazla oynamak zorunda
kaldığı sembolik bir cesaret oyunuydu. Ya bu yoldan atılma ya
da çok uluslu devasa şirketler tarafından istila edilme riskini
alıyorlardı. Gucci gibi aile şirketlerinin, yarışta kalabilmek için
çaresizce ihtiyaç duydukları yeni sermayeleri ve profesyonel yö­
netim kaynaklarını kendilerine çekebilmesi ve bunları kontrol
edebilmesi zordur.
“Bu sektörde, kurucusu hâlâ kontrolü elinde tuttuğu için
asla yükselemeyen ancak bu potansiyele sahip birçok şirket

350
Geri Dönüş

var,” diyordu Investcorp’un mülkiyeti altındayken de Gucci için


çalışmaya devam eden Mario Massetti. “Bu insanlar genellikle
bir fikir ortaya atma konusunda dâhidirler ama kendi varlıkları
bu fikri geride tutar. Maurizio her şeyi harekete geçirmiş ancak
aynı zamanda pek çok şeyi de engellemişti.”
Öte yandan, Bernard Arnault’nun lüks ürün grubu LVMH
için güçlü bir insan kaynakları direktörü olarak görev yapmış
Concette Lanciaux, “Maurizio Gucci’nin vizyonu olmasaydı
Gucci’nin bugün o noktada olmayacağından,” emindi. Mauri­
zio, 1989’da yeni Gucci için hayalini uygulamaya başladığında,
yeni yetenekleri bulup LVMH grubuna dahil etmesiyle bilinen
Lanciuax’yu, Arnault’dan uzaklaştırıp kendi tarafına çekmeyi
denemişti. Concette Lanciaux, onun vizyonunu ilgi çekici bul­
muştu.
“Dawn Mello’yu ikna etmişti ve neredeyse beni de edecekti,”
diye itiraf ediyordu Lanciaux. “Arnault gibi o da gerçek bir viz-
yonerdi ve vizyon, bir şirketi ileriye taşıyan temel şeydir.”
Yanında Pierre Gode gibi sadık ve yetkin bir yardımcısı olan
Arnault’nun aksine, Maurizio kendi hayallerine işlevsel bir
temel oluşturacak güçlü ve güvenilir bir yardımcıyı hiçbir za­
man bulamamıştı. Yaratıcı bir kişiyle yönetici arasındaki güçlü
bir ilişkinin kazanan yöntem olduğu, önde gelen diğer İtalyan
moda evlerinde de kanıtlanmıştı. Valentino ve Giancarlo Gi-
ammetti, Gianfranco Ferre ve Gianfranco Mattioli, Giorgio
Armani ve Sergio Galeotti ve Gianni Versace ile kardeşi Santo
bu duruma verilebilecek birkaç örnekti. Gucci’de geçen yıllar
içinde bu role birçok kişi girip çıktı ancak Maurizio’nun büyük
planına her şeyden önemli bir süreklilik getirecek tek bir kişi
olamamıştı. Andrea Morante, çeşitli rolleriyle bir süre boyunca
Maurizio’nun önünü açmıştı. Nemir Kırdar ve Investcorp’taki
ekibi, Maurizio’ya ve hayaline ortak olmuştu - finansal olarak
sürdürülemez bir hale gelene kadar. Domenico De Sole, en
uzun süre dayanan kişi olmuş, Maurizio için en yıkıcı kişi oldu­
ğunu kanıtlamış ve Gucci’nin gerçek kazazedesi olarak ortaya
çıkmıştı.

351
Gucci Hanedanı

Maurizio’nun halen en tutkulu savunucularından biri olan


avukatı Fabio Franchini, Investcorp’un Maurizio’dan çok erken
kurtulduğuna inanıyordu.
“Hayalini gerçekleştirmesi için ona üç yıl bile vermediler,”
diyordu Franchini, buruk bir şekilde. “Maurizio’nun ilk sonuç­
ları 1911 yılının Ocak ayında onaylandı ve 1993 yılının Eylül ayı­
na gelindiğinde onu hisselerini satmaya zorladılar.”
Investcorp’la savaşı boyunca Maurizio’ya adım adım tav­
siyelerde bulunmuş olan Franchini, birbirlerinden her zaman
resmi Lei zamiriyle bahsetmiş olsalar da ona yakınlaşmıştı.
Franchini Maurizio’dan hâlâ Dottore olarak bahsediyor ancak
onun adından bahsederken gözleri aydınlanıyor ve geniş ağzı,
bütün yüzünü kaplayacak bir gülümsemeyle açılıyordu. Franc­
hini şu anda iki kızı Alessandra ve Allegra için Maurizio’nun mi­
rasını yönetmektedir.
“Maurizio Gucci’nin onlar için bıraktığı şeyi korumak isti­
yorum,” diyordu Franchini. “Olağanüstü bir insandı ama zorlu
iş dünyasına hazırlıklı değildi. Bunun için hiçbir zaman eğitile-
mezdi de çünkü harika bir beyefendiydi - vurdumduymaz biri
değildi. Maurizio Gucci, tepeden tırnağa doğru bir insandı.”
“Ona, masanın karşısında güçlü bir finans kurumu olma-
sındansa kuzenlerinin olmasının daha iyi olacağını açıklamaya
çalıştım. Maurizio Gucci en başından bitik bir haldeydi çünkü
yalnızdı, yüzde 50 -ya da sıfıra eşit olan- hissesiyle tamamen ve
tümüyle yalnızdı,” diyordu Franchini.
Maurizio’nun güçlü bir iş ortağı bulamaması hayalini ger-
çekleştirememesine mal olmuş olabilirdi ancak geçmiş ilişkileri
ve konumu göz önüne alındığında bu anlaşılabilir bir durumdu.
Maurizio Gucci’nin yakınlaştığı insanlar sık sık ondan bir şeyler
istemişti. Rodolfo mutlak itaat istemişti, Aldo yerine geçecek
birini istemişti, Patrizia ün ve servet istemişti ve Investcorp ise
Avrupa’nın seçkin iş dünyasında bir kartviziti olsun istemişti.
Maurizio aile şirketi üzerindeki hâkimiyetini korumak için sa­
vaşırken ona yardıma gelen insanların çoğu aslında Gucci’nin
ışığı altında kendilerine bir yer arıyorlardı.

352
Geri Dönüş

“Sağlıklı, yakışıklı, son derece görünür bir soyadına ve dün­


yanın en güzel teknesine sahip olduğunuzda, gerçek arkadaş­
lıklar kurmak zordur,” diyordu Morante. “Kendinizi, çaresiz bir
şekilde dolaylı ilgi odağı, kolay para ya da tanınmış bir isimle
ilişkili olmanın cazibesini arzulayan insanlarla çevrelenmiş hal­
de bulabilirsiniz.”
Bu esnada Flanz, Gucci bisikletini sürüyordu. Çalışanların
yönetime karşı kırılmış güveninin onarılmasına, fazladan per­
soneli azaltmasına, operasyonları düzene sokmasına ve mali­
yetleri azaltmasına yardımcı olması için Renato Ricci adında
yeni bir insan kaynakları direktörünü işe almıştı. Maurizio, San
Fedele ofisini açarken, Floransa’da halihazırda yapılmakta olan
birçok işi burada kopyalamıştı. Flanz, Milano’daki yirmi iki üst
düzey yöneticinin on beşinin ayrılmasını istemişti. O ve Ricci,
düşmanlıktan kaçınma çabasıyla sendikalara karşı açık ve adil
olmaya çalıştı. Eğer öfkelenirlerse sendikalar tüm durumu ga­
zetelerin ön sayfalarına ifşa edebilirdi, ki bu da yeniden yapılan­
ma için zararlı olabilirdi. İşsizlik ve iş yükü sorunlarıyla boğuşan
İtalya’daki işçi sendikaları, hükümeti devirecek ve özel sektörün
aşırı tavizler vermesini sağlayacak kadar güçlüydü.
“O noktada, Gucci’nin güçlü yönlerinden birisi hâlâ imajıy­
dı,” diyordu Ricci. “Sendikalar bizimle var güçleriyle savaşabilir­
di ve insanları kovduğumuza dair çok sayıda kötü haber çıkarsa
bu gerçekten bir felaket olurdu.”
1993 yılının sonbaharında Flanz, Gucci’nin -öncelikli olarak
maliyetleri düşürmeye odaklanmış- yönetim ekibini hayrete
düşürecek şekilde, Gucci’nin reklam bütçesini iki katma çıkar­
maya karar verdi. O zamanda, Gucci’nin satışları yaklaşık üç yıl­
dır hiç artmamıştı ve şirket hâlâ para kaybediyordu.
“İyi ürünlerimiz ve iyi bir girişimimiz vardı, bunu ortaya çı­
karmalı ve insanların ne satmamız gerektiğini görmelerini sağ­
lamalıydık,” demişti Flanz.
1994 yılının Ocak ayında Flanz, Gucci’nin göz alıcı San Fede­
le merkezini mart ayma kadar -Maurizio’nun tam bir heyecan
ve umutla açmasının ardından neredeyse dört yıl sonra- kapa­

353
Gucci Hanedanı

tacağını ve şirket merkezini yeniden Floransa’ya taşıyacağını


duyurdu.
1994 yılının Mart ayındaki kadın defilesi, Gucci’nin San
Fedele’deki varlığının sonuna işaret ediyordu. Defileden önce
Tom Ford ve geriye kalan birkaç tasarım asistanından biri olan
Junichi Hakamaki adındaki genç bir Japon, kendilerini tüm ko­
leksiyonu tek başlarına asarken buldular.
“Kimse bize yardım etmek istemedi çünkü hepsi kovulduk­
larını biliyordu,” diye anımsıyordu Junichi. “Sabah ikiye kadar
çalıştık ve sonra da tüm kıyafetleri Fiera’ya getirmek için sabah
beşte ofise dönmek zorunda kaldık.” Güçlü, erkeksi bir büyük
ceketle takım elbise görünümünü sergileyen defile, çok güçlü
olmasa da iyi yorumlar almıştı. Bir hafta sonra Gucci, San Fe­
dele’deki kapılarını kapattı. Sadece bir avuç insan Floransa’ya
taşındı.
Orada, geriye kalan yöneticiler, yenilenmemiş pis ofislerde
oturmuş ve kendi konumlarını savunmak için birbirlerine öfke­
li bildiriler fırlatmıştı - ancak şirketi ileri götürmek için çok az
şey yapıyorlardı.
“İşçiler umutsuz haldeydi,” diyordu Ricci. “Aylarca maaşla­
rını alamama ve şirketin iflas edeceği korkusuyla yaşamışlardı.
Sonra da Investcorp’tan ve kovulmaktan korktular.”
Floransa ile New York arasında gidip gelen De Sole, “Şirket
paralize olmuştu,” diye ekliyordu. “Yönetim tamamen bölün­
müştü, kimse karar veremiyor ve herkes suçlanmaktan korku­
yordu. Mal yoktu, fiyatlandırma yoktu, kelime işlemcisi yoktu,
bambu saplar yoktu. Çılgmcaydı! Dawn Mello güzel çanta fikir­
leriyle gelmişti ancak şirket onları ne üretebilecek ne de dağıtı­
mını yapabilecek durumdaydı.”
1994 yılının sonbaharında Flanz, Domenico De Sole’ü ope­
rasyon direktörü olarak atadı ve ondan tam zamanlı olarak
Floransa’da kalmasını istedi.
De Sole’ün morali bozulmuş ve depresyona girmişti. On yıl
boyunca Gucci America’nın CEO’su, bundan önce de birkaç yıl
boyunca avukat olarak çalışmıştı. Bir yıldan bile kısa bir süre

354
Geri Dönüş

önce kendisini şirkete getiren adama karşı Investcorp’la birlikte


oy kullanmıştı - bu, yatırım bankasının kontrolü eline alması­
na olanak tanıyan kilit bir hamleydi. Karşılığında Investcorp’tan
hiçbir şey istememişti. Dahası, hâlâ De Sole’ün ihanetinden do­
layı kırgın olan Maurizio, De Sole’e borçlu olduğu parayı öde­
memek için ayak diremişti ve Investcorp yine de, De Sole’ün
borcunu almasına yardımcı olmadan anlaşmayı tamamlamıştı.
“Yatırımcılarımıza karşı bir sorumluluğumuz vardı,” diye
açıklıyordu Elias Hallak. “Bu, Maurizio ile Domenico arasında­
ki kişisel bir meseleydi.”
Investcorp, CEO olarak De Sole’ü atamayıp onun yerine Bili
Flanz’i Gucci’nin sözde yönetim komitesinin başına getirdiğin­
de, De Sole, Investcorp’tan Bob Glaser’i aradı ve onu istifa et­
mekle tehdit etti.
“Bu şirketi ben yönetmeliydim! Yarın istifa ediyorum!” diye
tehditler savurdu De Sole. “O komitede geri kalan herkes ya be­
ceriksiz ya da yoldan çıkmış!”
De Sole’e ve yaptıklarına hem hayran olan hem de saygı du­
yan Glaser onu sakinleştirdi ve sonra da altın değerinde bazı
tavsiyeler verdi. “Domenico, hayal kırıklığına uğradığını bili­
yorum ve o işi sen almalısın - ben seni önermiştim. Ancak bir
arkadaş olarak sana bir şey söylememe izin ver. O komitedeki
diğer herkesin beceriksiz ya da yoldan çıkmış olduğu doğruysa
pes etme. En sonunda zirveye çıkarsın ve diğerleri de senin kıy­
metini anlar.”
De Sole, Glaser’m tavsiyesine uydu ve bir grup yakın çalışan­
la -güvendiği ve birlikte nasıl iyi çalışacağını bildiği insanlar-
birlikte Gucci America’dan Floransa’ya taşındı. Floransa’da, De
Sole ve ekibi kendilerini, bir grup öfkeli ve somurtkan Floransak
işçiyle karşı karşıya buldu. De Sole’e karşı ilk baştaki aşağılayıcı
tutumuyla sonraki hayal kırıklığı arasındaki zamanda Maurizio,
herkesi De Sole’e karşı zehirlemişti - Kırdar ve Investcorp’taki
kıdemli yöneticilerden Floransak işçilere kadar herkesi.
“Amerika’dan özel silahlı kuvvetler getirmişiz ve bu, Flo­
ransak çalışanları istikrarsızlaştırıyor gibi görünüyordu,” diye

355
Gucci Hanedanı

anımsıyordu Rick Svvanson, “ancak yönetimdeki boşluğu dol­


durmanın tek yolu buydu.”
Floransa’da daha fazla işten çıkarmalar ve Amerikalıların
yeni prosedürleri, Claudio Degl’lnnocenti ve Floransak işçileri
canlarından bezdirmişti. De Sole’ün talimatlarına ayak direye­
rek “Mafia Fiorentina” yani “Floransak Mafya” lakabını kazan­
dılar.
“Maurizio, herkesi De Sole’e düşman etmişti, hepsi ondan
nefret ediyordu,” diyordu Ricci. Ancak De Sole sonuna kadar
direndi. Şirketin otoparkında Claudio Degl’lnnocenti ile yum­
ruk yumruğa kavga ettikten sonra, De Sole rakibiyle bir uzlaş­
maya vardı.
“En sonunda Claudio’yla oturdum ve bana açıklamasını is­
tedim: ‘Neden işe yaramıyor?’” demişti De Sole. “Ve bunun esa­
sen geleceğe dönük tahminler ve karar vermedeki eksiklikten
kaynaklandığını anladım. Siyah deri mi almamız gerekiyor? Ta­
mam, hadi alalım!” De Sole, Degl’lnnocenti’ye güvenmeye baş­
ladı ve onu üretim direktörü olarak terfi ettirdi.
Ayı gibi dış görünüşünün ardında keskin bir zekâ saklayan
Degl’lnnocenti’ye, “Önce benim düşmanımdın, şimdi arkada­
şım oldun,” diyecekti daha sonradan.
De Sole’ün en büyük hayranı olmasa da “De Sole, şirketin
sahip olduğu en büyük değerdi,” diyordu Severin Wunderman
yıllar sonra. “Rüzgârda bükülen ancak asla kırılmayan bir sö­
ğüt ağacı gibiydi.” De Sole, Gucci’nin ortaya çıkardığı şeyi önce
ailenin -Rodolfo, Aldo ve Maurizio- sonra da Investcorp’un
elinden almıştı. İtilmiş, hakarete uğramış ve kabul görmeyen
biri haline gelmişti ancak pes etmemiş ya da bırakıp gitme­
mişti.
“Domenico De Sole, bu şirketi, nasıl çalıştığını ve onu ayağa
kaldırıp yönetmek için ne gerektiğini gerçekten anlayan tek ki­
şiydi,” diyordu Ricci. “Bu bir dönüm noktasıydı. De Sole, insan­
ları motive etme konusunda çok etkiliydi.”
“Bir şeylerin gerçekleşmesini sağladı,” diye katılıyordu Mas­
setti. “Sabahtan akşama kadar çalıştı; baş belasıydı çünkü sa­

356
Geri Dönüş

bahın erken saatlerinde, geceleri, pazar günleri -onun gözünde


ayıp mı olur dediği hiçbir zaman yoktu- herkesi arardı, yaptığı
tek şey buydu. Aynı anda iki ya da üç toplantı yapar ve onlar ara­
sında gidip gelirdi - hiçbir zaman onun tercihine uygun, yeterli
toplantı odası olmazdı!”
Bu sırada Flanz, yıllarca ihmal edilerek bakımsız kalmış
Scandicci ofislerinin yenilenmesini ve genişletilmesini istedi.
Yeni, daha şık yönetici ofisleri döşedi. Destek ve sekreterlik per­
soneli iyileştirildi ve yeniden eğitildi - birçok çalışanın idari ya
da dil becerileri iyi durumda değildi.
Flanz, işçilerle konuşmak ve onları çalışırken izlemek için her
gün yönetici ofisinden fabrikaya gitmeye özen gösteriyordu.
“Kariyerimin çoğunu maddi olmayan finansal hizmetlerle
geçirmiştim,” diyordu Flanz, “bir zanaatkârın bir çantayı bir
araya getirmesini, farklı deri katmanlarını ahşap bir yapının
üzerinden yuvarlamasını ve deri katmanlarının arasını hafifçe
doldurmak için birkaç gazete sayfasını yerleştirmeyi izlemeyi
sevmiştim, bugün artık muhtemelen çok daha iyi olan sentetik
malzemeler var, ancak işçiler bana hem gelenek hem de nostal­
jik olduğu için hâlâ gazete kullandıklarını açıkladı. Çantalara
koymak için özenle kestikleri eski İtalyan gazeteleri hâlâ ellerin­
de duruyordu. Maurizio’nun yerine geçtiğimde, Investcorp’un
yönetim komitesindeki üyeliğimi bıraktım ve işimi, Gucci’yi
olabildiğince başarılı yapmak için elimden gelenin en iyisini
yapmak olarak gördüm,” diye anımsıyordu Flanz. “Bu işe karşı
büyük bir inanç geliştirdim.”
Nemir Kırdar’ın bir adamını daha Gucci için kaybettiğini
fark etmesi uzun sürmemişti - ertesi yıl, yeni yatırım fırsatları­
nı keşfetmesi için Flanz’i Uzakdoğu’ya transfer etti.
“Üç kayıp,” diyordu Kırdar, huysuz bir şekilde, Paul Di-
mitruk, Andrea Morante ve Bili Flanz’den bahsederek. “Ben,
Gucci’ye âşık olmuştum,” diye kabul ediyordu, “ancak çalışan­
larımın olmasını istemiyordum. Investcorp’ta düzinelerce işlem
yapıyorduk ve her anlaşmada bir adamımı kaybedersem işim
biterdi!”

357
Gucci Hanedanı

Gucci’nin insan kaynakları direktörü Ricci, sendikalardan


gelen büyük bir isyan olmadan bütün işten çıkarmaları -yak­
laşık yüz elli kişi- hallettikten sonra, Flanz’e bir parti vermek
istediğini söyledi.
“Bir parti mi?” diye şaşırdı Flanz.
“Herkes benimle dalga geçmişti ancak işleri tamamladıktan
sonra Casselina’da büyük bir parti verdik ve bu önemsiz bir şey
olsa da herkes için bir işaretti,” diyordu Ricci. Bir yemek şirketi
tutmuş ve 28 Haziran 1994 akşamı, masaların, fabrika ofisleri­
nin arka tarafındaki, bir zamanlar Gucci aile savaşları sırasında
çantaların havalarda uçtuğu çimenliğe kurulmasını emrederek,
içinde Gucci çalışanlarının ve tedarikçilerinin de bulunduğu
yaklaşık 1.750 kişiyi görkemli bir açık büfe yemeğine davet etti.
“Bu parti son derece önemliydi,” diyordu Alberta Ballerini.
“İnsanlara bir işaret veriyordu; Gucci’nin Floransa’ya geri dö­
neceğinin, Floransa köklerine sahip Floransak bir şirket oldu­
ğunun işareti.”
1994 yılının Mayıs ayında Dawn Mello, Gucci’deki yaratıcı
direktörlük görevinden istifa edip Bergdorf Goodman’a başkan
olarak geri döndü ve Investcorp’un onun yerini nasıl dolduraca­
ğını bulması gerekti. Nemir Kırdar, ünlü bir tasarımcı getirme
fikrini -Gianfranco Ferre gibi binlerini düşünüyordu- kısa süre
için sevmişti ancak Investcorp’un danışmanı ve Gucci yönetim
kurulu üyesi Sencar Toker onun umutlannı kısa sürede kırdı.
“Gucci’nin Ferre gibi birine parasının yetmeyeceğini ve aynı
zamanda hiçbir ünlü tasarımcının Gucci’nin o anki durumuna
dahil olmayı istemeyeceğini açıkladım,” diyordu Toker. “Kimse
kendi saygınlığını mahvetme riskini göze almazdı!”
Mello, Tom Ford’u önermişti. Kimsenin duymadığı genç bir
tasarımcı olmasına rağmen akıllı, mantıklı, açık sözlü, güvenilir
ve yetenekli biri olarak hem Toker’i hem de diğerlerini etkile­
mişti - ne de olsa, halihazırda Gucci’nin on bir koleksiyonunu
tek başına tasarlıyordu.
“Tom Ford oradaydı'.” diye anımsıyordu, geçiş sürecinde
Investcorp’a yardım etmeye devam eden Sencar Toker. “Tom

358
Geri Dönüş

onu o hale getirene kadar Gucci bir modaevi değildi ve kimse


onun böyle bir şey yapacağını fark etmemişti.”
O sırada, yorgun ve morali bozulmuş olan Tom da istifa et­
meyi düşünüyordu. Kendisini hayal kırıklığına uğramış ve bo­
ğulmuş hissediyordu - dört yıl boyunca Gucci için Maurizio ve
Davvn’m kendisine söylediklerine göre koleksiyonlar tasarla­
mıştı. Şirket içinde hararetli bir tartışma patlak vermişti: Gucci,
Maurizio tarafından savunulan “klasik” tarzı mı sürdürmeliydi
yoksa daha moda odaklı bir tasarımla kendi görünümünü can­
landırmaya mı çalışmalıydı?
“Maurizio’nun, her şeyin nasıl görünmesi konusunda çok
güçlü bir bakış açısı vardı,” diye anımsıyordu Ford. “Gucci bir
kadının dokunması için yuvarlak, kahverengi, kıvrımlı ve yu­
muşaktı. Ben siyah bir şeyler yapmak isteyip duruyordum! Ko­
nuştuğum herkes, ‘Defol!’ diyordu.”
Bir New York seyahati sırasında, başka tasarımcılara da hiz­
met sağlayan popüler bir astroloğa gidip kendi haritasına bile
baktırmıştı. “Gucci’yi bırak, orada senin için bir şey yok!” de­
mişti kadın, Ford’a.
Klasik mi, moda mı tartışması hiddetlenirken, De Sole ve
Ford sessizce moda yönünü seçmeye karar verdiler.
“Hesaba katılmış bir riskti ancak gidilecek tek yol buydu,”
diyordu De Sole. “Kimsenin yeni mavi bir bleyzır cekete ihtiyacı
yok.”
Ford, hayatında ilk kez, lekelenmiş bile olsa önemli bir lüks
markası için tüm ürünler üzerinde tam bir tasarım özgürlüğüne
sahip olduğunu fark etti.
“Hiç kimse ürünlerin nasıl olacağı konusundan endişelen­
miyordu - şirket o kadar kötü bir durumdaydı ki kimsenin ger­
çekten malları düşünecek hali yoktu. Tamamen açık bir kapıyla
baş başa kaldım,” diyordu Ford.
“1994 yılının Ekim ayındaki ilk tek kişilik koleksiyonunu
düşündüğünde hâlâ utanıyor, Mello’nun ve Maurizio’nun et­
kisinden kurtulup kendi tasarım estetiğini ortaya çıkarmanın
bir sezon sürdüğünü söylüyordu. Bir kez daha Milano Fiera’da

359
Gucci Hanedanı

düzenlenen defilede, Roma Tatili filmindeki Audrey Hepburn’e


tatlı bir şekilde göz kırpan çiçek saksısı desenli feminen kloş
etekler ve tiftik kumaştan minik kazaklar bulunuyordu - ancak
Gucci’nin bugünkü keskin hatlı görünümüyle arasında dağlar
kadar fark vardı.
“Oldukça berbattı,” diye kabul ediyordu Ford.
Sonra aniden, tüm bunların ortasındayken rüzgâr yön de­
ğiştirdi. Dünyanın dört bir yanındaki Gucci mağaza yöneticileri
bunu hemen fark etmişti.
“Maurizio’nun toplanıp gitmesinin üzerinden altı ay bile
geçmemişken Japonlar geldi,” diyordu eskiden Gucci UK için
çalışan Carlo Magello. “Gucci hakkındaki düşüncelerini gözden
geçirmişlerdi. Louis Vuitton’u satın almadan bir buçuk yıl önce,
bir anda Gucci’yi satın almaya başladılar!”
“Talepler fırladı,” diyordu, o esnada Gucci ekibine katılan,
Johannes Huth adındaki genç bir Investcorp yöneticisi. “Bir
anda raflarda çanta tutamaz hale geldiler. Maurizio’nun inan­
dığı şeyin doğru olduğu kanıtlandı. Üretim tıkanıklığı belirgin
bir hale geldi.”
Floransa’nm dışındaki tozlu arka yollarda dura kalka iler­
leyen ve Gucci için hem yeni hem de eski tedarikçiler bulmak
için Toskana tepelerine tırmanan De Sole, hızlı hareket etmesi
gerektiğini biliyordu. Gucci’yi bırakan, hayal kırıklığına uğra­
mış üreticileri geri dönmeye ve yanlarında yenilerini getirmeye
ikna etmişti. Onlara, kalite, üretkenlik ve ayrıcalık için teşvikler
sundu. Sistemi, bazı basit planlamalarla yeniden çalıştırmak için
üretimi ve teknik prosedürleri yeniden düzenleyerek satacağını
bildiği Gucci’nin geleneksel olarak popüler olmuş ürünlerinden
bazılarının siparişini verdi. Bu esnada Ford, Gucci’nin bazı klasik
ürünlerine yeni bir dokunuş katmıştı. Sırt askısı, bambu sapı ve
bambu kaplı dış cepleri olan, Richard Lambertson tarafından ta­
sarlanmış geniş bir sırt çantasının boyutunu küçülttü. Yeni mini
versiyonlar olağanüstü bir başarı yakaladı. De Sole, Havvaii’deki
Gucci mağazasından yeni mini sırt çantalarının kapış kapış gitti­
ğini söyleyen bir telefon aldığında, Degl’lnnocenti’yi aradı.

360
Geri Dönüş

“Clauido, ben Domenico. Bir stok siparişi vermek istiyorum.


Üç bin siyah mini sırt çantası istiyorum!” Degl’lnnocenti karşı
çıkınca De Sole, “Boş ver, onları kendim için sipariş veriyorum.
Dediğimi yap!” dedi.
İmza haline gelmiş kulplar için bambu tedarikleri yetersiz
kaldığından Gucci, geleneksel kaynaklarına ek olarak yeni teda­
rikçiler aradı. Bambu hâlâ, Scandicci’nin alt katında bir kaynak
makinesiyle çalışan, bambu çubuğunu sıcak bir ateşin üzerine
tutup ona yavaş yavaş zarif bir eğrilik kazandıran zanaatkârlar
tarafından elle bükülüyordu. Bir noktada, bütün bir parti
bambu sap, eski düz hallerine geri döndü - bu, müşterilerden
ve mağazalardan şikâyet yağmuru gelmesine sebep olmuştu.
Zanaatkârlar çantaları düzeltti, Gucci daha iyi tedarikçiler bul­
du ve kısa süre içinde Gucci haftada yirmi beş bin mini sırt çan­
tası üretir hale gelmişti.
“Günde bir kamyon dolusu mini sırt çantası gönderiyor­
duk,” diye anımsıyordu Claudio Degl’lnnocenti. “Bunu, orada
bulunan ve Amerikan yöntemiyle İtalyan yaratıcılığının ya da
tam tersinin, iyi bir karışımı olan insanlar sayesinde yapmayı
başardık.” Kıkırdıyordu. “Bir gecede dâhi olmamıştık ama belki
de herkesin düşündüğünden biraz daha az aptaldık!”
1987 yılından beri Investcorp, Gucci’ye yüz milyonlarca do­
lar yatırmış ancak yatırımcılarına henüz hiçbir kazanç sağlama­
mıştı. Investcorp’un üst düzey Avrupa anlaşmalarına bir giriş
olarak gördüğü şey, yedi yıllık bir lanet gibi hissettirmeye baş­
lamıştı. Gucci yatırımcıları için kâr elde etme baskısı hisseden
Investcorp, bu işi elden çıkarmanın yollarını arıyordu. Hızlı bir
çıkış için tüm çözüm yollarını keşfetmeye zorlanan Investcorp,
1994 yılının başlarında, Gucci’yi eşsiz Severin Wunderman’ın
saat operasyonuyla birleştirmeyi ciddi ciddi düşünmüştü - an­
cak nihayetinde iki taraf şirketlerin değeri ve Wunderman’m
rolü konusunda fikir ayrılığına düşmüş ve bu anlaşma hiçbir
zaman gerçekleşmemişti. 1994 yılının sonbaharında, Invest-
corp, Gucci’yi iki potansiyel lüks ürün alıcısına sundu: Bernard
Arnault’nun LVMH grubu ve başka markaların yanı sıra Carti-

361
Gucci Hanedanı

er, Alfred Dunhill, Piaget ve Baume & Mercier markalarının da


sahibi olan Vendöme Luxury Group şirketi tarafından kontrol
edilen Rupert ailesine ait Compagnie Financiere Richemont.
Ancak daha iyi satış tahminlerine rağmen -1994 yılında Gucci
üç yıldır ilk kez eksiye düşmemiş ve 380 bin dolar kâr elde et­
mişti- lüks ürün firmalarına yapılan sunumlar yeterince yük­
sek teklifleri kendine çekemedi. Investcorp, Gucci için en az
500 milyon dolar istiyor ancak 300-400 milyon dolar arasında
gelen teklifler bunun çok altında kalıyordu.
“O zamanlarda hâkim olan psikoloji, ‘Gucci’de biraz daha su
kalmış olabilir ancak onu çıkarmak için ne kadar güçlü bir şekil­
de sıkmanız gerekiyor?’ şeklindeydi,” diye anımsıyordu Toker.
Kırdar, -yirmi yedi adet valiz takımı alan- Brunei Sultanına
şirketi toptan almak isteyip istemediğini sormayı bile ciddi cid­
di düşünmüştü.
Investcorp, Gucci’nin geleceği hakkında kafa yorarken Tom
Ford bir tasarımcı olarak yeteneğinin doruklarına ulaştı ve bazı
göz alıcı tasarımlar ortaya çıkardı. Hızla satılan mini sırt çanta­
larına ek olarak Gucci takunyaları da dikkat çekti ve iyi satışlar
yaptı. 1994 yılının Ekim ayında, Harper’s Bazaar dergisinin “aşırı
derecede kötü” olarak adlandırdığı topuklu ayakkabıları, müş­
teriler ayakkabı için yaygara koparırken bütün dünyada bekle­
me listeleri oluşturdu.
“Tom, bazı ateşli şeyleri nasıl sürdüreceğini biliyordu,” diye
gözlemliyordu eski asistanı Junichi Hakamaki. Ford’un, Gucci
için doğru olduğunu düşündüğü renkleri, tarzları ve görselleri
göstererek eski filmler, dergilerden kesilen reklam sayfaları ve
bitpazarlarından nesnelerle küçük tasarım ekibini nasıl besle­
diğini anımsayarak, “Her sezon iki harika ayakkabı ve iki ha­
rika çanta çıkarıyordu. Antenleri her zaman açıktı, sürekli bir
sonraki şeyi arardı,” diyordu Junichi, Ford içeri girer ve abartılı
bir hareketle kupürleri tasarım masalarına koyarak, “İşte! Gucci
için ihtiyacımız olan şey bu!” derdi.
“Bazı fiyaskolar da vardı,” diye itiraf ediyordu Junichi. “Kürk­
lü takunyalar yaptı ve onlar kıllı terliklere benzemişti - hepimiz
gülmekten ölmüştük!

362
Geri Dönüş

“İnanılmaz derecede hırslıydı,” diye devam ediyordu Junic-


hi. “Başarılı olmak istediğini görebiliyordunuz. Toplantı yaptı­
ğımızda, sanki televizyondaymış gibi görünürdü - takım elbise
giyer, sesini yükseltirdi, kendi imajının tanıtımını yaptığını söy­
leyebilirdiniz. İnsanların önündeyken modunda olurdu!”
Ford her sezonda, tüm ürün kategorilerinde eksiksiz bir ko­
leksiyon oluşturabilecek bir yaklaşımla, birkaç parıldayan ateşli
parça üreterek kendi tarzını geliştirmeye başladı. Filmleri ken­
disine ilham vermesi ve fikirlerini tasarım asistanlarına aktar­
mak için kullandı, bazen gösterilen ruh haline kendisini soka­
bilmek için aynı filmi tekrar tekrar izlerdi. Kendisine ve tasarım
ekibine şu soruları sormaya başladı:
“Bu kıyafeti giyen kız kim? Ne iş yapıyor? Nereye gidiyor?
Evi nasıl görünüyor? Ne tür bir araba kullanıyor? Ne tür köpek­
leri var?” Bu yaklaşım, onun bütün bir dünya yaratmasına ve
Gucci’nin yeni imajını şekillendirmek için ihtiyaç duyduğu yüz
binlerce kararı vermesine yardımcı oldu; bu, hem canlandırıcı
hem de yorucu bulduğu bir süreçti.
Ford ayrıca, ziyaret ettiği her şehirde bir sonraki yeni trend
için her zaman gözlerini dört açarak sürekli seyahat etti. Ça­
lışanlarını, dünyanın dört bir yanındaki şehirlerde bulunan
bitpazarlarını ve piyasaya yön veren mağazaları taramaları için
gönderdi. Akşamları, Richard Buckley’yle birlikte Milano’dan
taşındıkları, Paris’in sol yakasındaki dairelerine gelirdi. Moda
sektöründe gazeteci olarak çalışmaya devam eden Buckley,
Ford’a bol miktarda bilgi verir ve diğer moda evlerinin hangi
yöne gittiği konusunda Ford’un bir bakış açısı kazanmasına
yardımcı olurdu. Buckley ayrıca, ünlüleri ve ne giydiklerini de
takip eder ve Champs-Elysees bölgesinde FNAC mağazalarının
dinleme noktalarında saatlerini geçirerek Ford’un defileleri için
harika müzikler keşfederdi.
“Sıradakinin ne olacağı şimdi buradadır,” diyordu Ford.
“Kendi zamanının bir parçası olmalı ve onu hissedip sonra da
onu bir şeye dönüştürmeyi işiniz haline getirmelisiniz!”
Tek başına yaptığı ilk erkek koleksiyonunu, Floransa’daki se­

363
Gucci Hanedanı

zonluk Pitti Uomo erkek giyim fuarı esnasında, Gucci’nin tarihi


Via delle Caldaie ofislerinde küçük ve samimi bir defilede ser­
giledi. Gazeteciler, bir zamanlar Gucci zanaatkârlarının çanta­
larını diktikleri üst kattaki odaların freskli tavanlarının altında
bulunan katlanabilir sandalyelere otururken Ford, dar ve parlak
renkli kadife takım elbiseler giymiş kaslı erkekleri hah kaplı pis­
te gönderdi, metalik rugan mokasenleri ışıkların altında parlı­
yordu. Bir şeyleri yakalamak üzere olduğunu biliyordu.
“Pembe takım elbiseli adam podyuma çıktığında
Domenico’nun yüzünde oluşan ifadeyi asla unutmayacağım,”
diyordu Ford. “Şoke olmuştu! Manken, tiftikli kumaştan bir ka­
zak, çok dar, kadife bir pantolon ve metalik ayakkabılar giyiyor­
du. Domenico’nun ağzı açık kalmıştı. Şaşkına dönmüştü.”
Basın coşkuyla alkış tutarken Ford, fırsatını yakaladığını an­
ladı. Gucci’de olduğu dört yıldır ilk kez, podyuma çıktı ve eğile­
rek selam verdi, yüzünde, sanki binlerine söylemek için aklına
bir espri gelmiş gibi minik, küstah bir gülümseme vardı.
“Bastırılmış çok enerjim vardı,” diye anımsıyordu Ford.
“Maurizio ve Dawn hâlâ oradayken podyuma çıkmama hiçbir
zaman izin verilmemişti - bunun benim şansım olduğuna ka­
rar verdim. Kimseden izin istemedim, defileyi yaptım, doğru
olduğunu düşündüğüm kıyafetleri tasarladım ve öylece oraya
çıktım. Hayatta ilerlemek istiyorsanız bazen bazı şeyleri üstlen­
meniz gerekir!”
De Sole’ü şoka uğratan şey moda basınını heyecanlandır­
mıştı. Ertesi gün, De Sole, eşi ve iki kızı, bir kayak tatili için
İtalya’nın Dolomite dağlarındaki Cortina D’Ampezzo bölgesine
seyahat ederken, coşku içindeki yorumları heyecanla okumuş­
lardı.
Ford’un etrafındaki devinim ve Gucci’yle yapıyor oldu­
ğu şey gelişmeye başlamıştı. Basın ve müşteriler, mart ayında
Gucci’nin kadın defileleri için sandalyelerdeki yerlerini aldı­
ğında, Fiera’nın geniş salonu yerine, bir Milano bahçe kulübü
olan Societâ dei Giardini’nin ışıltılı avizelerinin altında beklenti
içinde sohbet ediyor ve dedikodu yapıyorlardı. Societâ dei Gi-

364
Geri Dönüş

ardini, kapılarını genellikle uluslararası moda topluluklarına


değil Milano’nun üst sınıf sosyal ortamlarına açardı. Yirmi üç
yıl önce, tutto Milano, Maurizio ve Patrizia’nın düğününü tam
da bu odalarda kutlamıştı. O akşam, uzun çift kanatlı kapıların
açıldığı defile salonunda tansiyon yükseldi. Herkes Ford’un ne
yaptığını merak ediyordu. Ford, moda dünyasının en çok ara­
nan üreticisi Kevin Krier’le anlaşmış ve ilk kez en iyi mankenleri
tutmuştu.
“O zamanlarda bir defile yapmak, en iyi mankenlerle çalış­
mak ve profesyonel bir üreticiye sahip olmak büyük bir olaydı,”
diye anımsıyordu Ford.
Oda karanlığa gömülürken hoparlörlerden vurmalı, canlı bir
müzik duyuldu ve koyu bir beyaz spot ışığı podyumu aydınlattı.
Tam o ânda, manken Amber Valletta göründü. Seyirciler ne­
feslerini tuttu. O, Julie Christie’nin genç ve olağanüstü bir hali
gibiydi! Valetta, düğmeleri neredeyse göbeğine kadar açık bıra­
kılmış limon yeşili saten bir gömlek ve tiftikli kumaştan limon
yeşili bir ceketle düşük belli, dar bir mavi kadife kot pantolon
giyiyordu. Çalımla yürüyen ayaklarında, sıkıştırılmış malzeme­
den topuğu olan kızılcık renginde yeni rugan ayakkabılar vardı.
Dağınık saçları gözlerinin önüne geliyor ve hafifçe aralanmış
dudağı soluk pembe renginde parlıyordu.
“Ahhh, bu eğlenceli olacak,” diye düşündü Saks Fifth
Avenue’nün kıdemli eski başkan yardımcısı ve ürün müdürü
olan Gail Pisano. Sandalyeleri müzikle birlikte titrerken ve her
biri diğerinden daha güzel olan kızlar göz kamaştırıcı spot ışık­
larının altında podyumda yürürken seyirciler ahlayıp durdular.
“Ateşliydi! Seksiydi!” diyordu Neiman Marcus’un eski başkan
yardımcısı ve moda direktörü olan Joan Kaner. “Kızlar sanki az
önce birinin özel jetinden inmiş gibi görünüyordu. O kıyafetleri
giymenin sizi uçlarda yaşıyormuş gibi göstereceğini biliyordu­
nuz - bunu yapmak ve her şeye sahip olmak istiyordunuz!”
Şehvetli, ıslak dudaklı görüntü, kalçayı saran kadife panto­
lonlar, saten gömlekler ve tiftikli kumaştan ceketler, dünyanın
dört bir yanındaki moda dergilerinin kapaklarını ve iç sayfaları­

365
Gucci Hanedanı

m kapladı. “Hepsinde çaba harcamadan sahip olunan bu seksi-


lik, seyircileri oturdukları sandalyelerde donduran bir ürpertiye
sebep olmuştu,” diye yazdı Harper’s Bazaar ve New York Times’m
moda eleştirmeni Amy Splinder, Chanel’i yenilemek için 1983
yılında işe alınan Almanya doğumlu tasarım direktörüne atıfta
bulunarak Ford’a “yeni Kari Lagerfeld” lakabını takmıştı.
“Üzerinde çalışmaya başladığım andan itibaren koleksiyo­
nun başarılı olacağını biliyordum,” diyordu Ford. “Bütün enerji­
mi buna harcadım ve üstesinden geldiğimi biliyordum. Kariye­
rimi değiştirdi.” Ancak Ford, ertesi gün gösteri salonuna gidene
kadar defilesinin ne kadar başarılı olduğunu fark etmemişti.
“Kapıdan içeri giremiyordunuz! Gösteri salonunda izdiham
vardı. Tam bir histeri haliydi. Randevusuz müşteriler bir anda
ortaya çıkıyordu; bazıları defileyi bile izlememişti ama hakkın­
da duyum almış ve gelmek istemişti.”
Jet sosyete hızlıca Gucci kıyafetlerine büründü - Elizabeth
Hurley, Gucci’nin siyah rugan çizmeleri ve “kötü kız” sahte kür­
küyle boy gösterdi; 1995 yılının Kasım ayında Madonna, MTV
klip ödülünü almak için Ford’un ipek bluz ve düşük bel panto­
lon takımını giydi; Gwyneth Paltrow, şık, kırmızı kadife pan-
tolonlu takımıyla hayranlarının kendinden geçmesine sebep
oldu. Kısa süre içinde, Jennifer Tilly, Kate Winslet ve Julianne
Moore gibi isimler, baştan aşağı Gucci giyinmiş halde her yerde
dolaşan yıldızlardan sadece birkaçı haline gelmişti. En iyi man­
kenler bile çekimleri dışında Gucci ürünleri giymek için yaygara
koparıyordu. Tom ford, hedefine ulaşmıştı.
“Gucci’nin tarihi göz kamaştırıcıdır,” diyordu. “Film yıldız­
ları, jet sosyeteden isimler - bu imajı alıp onun 1990’lara ait bir
versiyonunu yapmak istedim.”
Satış rekorları kıran ilk koleksiyonunun ardından Ford, zor­
lu bir basın röportajları ve akşam yemekleri turundan geçti ve
Paris’e geri döndü. Derhal yatağa gitti.
“Bir defileden sonra her zaman olduğu gibi biraz ateşim var­
dı ve boğazım ağrıyordu ve birkaç günü yatakta geçirdim,” di­
yordu Ford. Sonra Domenico De Sole’ü aradı.

366
Geri Dönüş

“Domenico? Ben Tom. Seninle konuşmalıyım. Paris’e gel­


men gerekiyor.” Endişelenen De Sole bunu kabul etti.
Ford, sekreterinden lüks ama çok da son moda olmayan bir
restorandan onlar için bir masa ayırmasını istedi - önemli bir
iş konuşması için uygun bir ortam. Sürünerek yataktan çıktı ve
resmi bir şekilde giyindi -gömlek, pantolon, ceket ve hatta bir
kravat- ve Bristol Oteli’nin restoranı Le Bristol’de De Sole’le
buluşmaya gitti.
De Sole geldiğinde, Ford onu otelin zemin katındaki resmi
restoranın arka tarafında bir masada bekliyordu. Ford’un genel­
de tenezzül edeceği türden bir yer değildi. “Yemek salonunda
başka hiç kimse yoktu,” diye anımsıyordu Ford. “Her yerde süs­
lü garsonlar duruyordu ve mum ışığı, müzik ve çiçekler vardı.”
De Sole mavi ve kırmızı çiçekli hah boyunca yürüdü, ye­
mek salonunun arka tarafına, kendisini karşılamak için ayağa
kalkan Ford’un olduğu tarafa doğru ilerleyerek sıra sıra dizil­
miş keten kaplı masaları geçti. Önce beceriksizce sohbet etti­
ler. De Sole’ün rahatsız olduğunu fark eden Ford, dudaklarını
bükerek gülümsedi ve dramatik bir şekilde şöyle dedi, “Eh,
Domenico, sanırım bu gece seni neden buraya çağırdığımı
merak ediyorsun?”
“Evet Tom, ediyorum,” diye yanıtladı De Sole, Ford’un çok
iyi bildiği gergin bir hareketle boynundaki gerilimi gidermek
için başını sağa sola çevirerek.
Ford muzipçe uzandı ve elini De Sole’ün elinin üstüne
koydu.
“Domenico, benimle evlenir misin?”
De Sole, dili tutulmuş bir halde ona baktı.
“Şoke olmuştu!” diye anımsıyordu Ford, neşeli bir kıkırda­
mayla. “Mizah anlayışımı henüz gerçekten bilmiyordu, birlikte
çalışmaya yeni başlamıştık ve ne işler çevirdiğim hakkında hiç­
bir fikri yoktu.”
Ford, De Sole’den yeni bir sözleşme ve daha çok para istedi.
“Ondan para istemiştim,” diye itiraf ediyordu Ford. “Ona,
‘Bak, işler değişti ve ben gerçekten burada kalmak istiyorum

367
Gucci Hanedanı

ama ihtiyacım olan şey bu,’ demiştim.” Ford, “Şirketle olan iliş­
kimde profesyonel anlamda gerçek bir değişiklik olmuştu,” de­
mekten başka detay vermedi.

Yalnızca birkaç hafta sonra Maurizio Gucci vuruldu. Rick Swan-


son haberi o sabah ofise girerken bir Investcorp sekreterinden
öğrendi.
“Çok şaşırmıştım, olduğum yerde kalakaldım,” diyordu
Svvanson. “Trajik bir durumdu, sanki hayatının baharında öldü­
rülmüş genç bir çocuk gibiydi. Benim için Maurizio her zaman
şekerci dükkânına giden o küçük çocuktu.
Haberler çıktığında, Tom Ford, Via Tornabuoni’deki Guc­
ci mağazasının üstündeki yeni tasarım stüdyosunda ‘96 bahar
koleksiyonu üzerinde çalışıyordu. Bili Flanz ve Domenico De
Sole, Scandicci’deki ofislerindeydi. Dawn Mello, New York’taki
çatı katı dairesinde uyuyordu, haberi vermek için bir arkadaşı
arayıp uyandırdı. Andrea Morante, yeni bir şirket alımı üzerin­
de çalıştığı Milano’dan Londra’ya daha yeni dönmüştü. Nemir
Kırdar, ofise gitmek üzere hazırlandığı Londra’daki evindeydi.
Dünyanın dört bir yanında, Maurizio’yu tanıyanlar üzüldü ve
şaşkına döndü; kendilerine parlama şansı veren adam gizemli
ve vahşi bir şekilde öldürülmüştü.
Gucci’nin halkla ilişkiler ofisi, Milano savcısı Carlo Noce­
rino, Gucci’nin Scanddicci fabrikasının düzenli bir ziyaretçisi
haline gelmiş olsa da muhabirlere hiç bıkmadan Maurizio’nun
şirketle neredeyse iki yıldır bir ilişkisi olmadığını açıklayarak bu
haberleri şirketten uzak tutmak için mücadele etti. Gucci’nin
sekreterleri Nocerino’yu her gün, Maurizio’nun gizemli ölümü­
ne yanıt aradığı -ancak hiçbir zaman bulamadığı- dosyaları ka­
rıştırdığı eski “Hoysala Hanedanlığına -sonradan boşaltılmış
olan- götürüyordu.
Investcorp, Maurizio’nun öldürülmesinin borsada şirketi
halka açma planlarını mahveder mi diye merak ederek durum­
dan dolayı şüpheye düştü. Ancak ölümünün yarattığı sansasyon
giderek azaldı ve Investcorp borsa planında hızla ilerledi.

368
Geri Dönüş

Investcorp, Gucci halka açılırsa kendi CEO’suna ihtiyaç


duyacağını fark etti. 1994 yılında Kırdar, dışarıdan lüks dene­
yimli ürün yöneticisi bulmak için bir arayış başlatmış ve sonra
da bırakmıştı. Doğru adayı bulmanın zor olmasının -İtalyanca
konuşanlar onun istediği kapsamda yeteneklere sahip değil­
di- yanı sıra, hiçbir aklı başında yöneticinin satılmakta olan bir
şirkete katılmayacağını da fark etmişti. Kırdar, Gucci’nin içine
bakmaya başladı. De Sole’ün uygulamaya geçen, zorluklar karşı­
sında kendine güvenen yaklaşımını beğenen birkaç Investcorp
yöneticisinin tavsiyesiyle De Sole’de karar kıldı.
“O zamana kadar artık Domenico’nun geri dönüşteki rolü­
nü görmüştük,” diyordu Kırdar, “kararlılığını, yeteneğini, Tom
Ford’la olan ilişkisini. Kesinlikle doğru insandı.”
1995 yılının Temmuz ayında, Investcorp, Domenico De
Sole u Gucci’nin CEO’su yaptı - on bir yıllık Gucci kariyerini ni­
hayet kazandığı bu unvanla taçlandırmıştı. Gucci’nin en üstün­
deki adamın ve Gucci’nin tasarım şefinin birbirlerini sınaması
çok uzun sürmeyecekti.
Terfi etmesinden kısa bir süre sonra De Sole, Ford ve asis­
tanlarının yeni bir çanta serisi geliştirdikleri Scandicci’de bir
tasarım toplantısına katıldı.
“Bizi yalnız bırakabilir misin?” dedi Ford, De Sole şaşırmış
bir halde ona bakarken. “Çalışıyoruz ve sen burada olunca ben
odaklanamıyorum. Seninle sonra konuşurum.”
De Sole birdenbire kalkıp gitti. Ford toplantıdan çıktığında,
burnundan soluyan De Sole, onu yukarıdaki ofisine çağırdı.
“Ne cüretle beni toplantıdan kovarsın!” diye bağırdı genç
Teksaslıya. “Ben bu şirketin CEO’suyum! Böyle bir şey yapa­
mazsın!”
“CEO olman ne harika!” diye karşılık verdi Ford. “Ama o
toplantıya girerek o insanların karşısında benim otoritemi
baltalıyorsun ve koleksiyonu tasarlamamı istiyorsan o zaman
ürünlere KARIŞMA!”
Akşam ofisten çıkarlarken, kavga otoparkta devam etti.
“Siktir git!”

369
Gucci Hanedanı

“SEN siktir git!”


“SİKTİR git.”
“SİKTİR GİT!”
Bugün artık Ford, o zamanki bu çatışmalara gülüyor ve De
Sole de onları geçiştiriyordu ancak bu kavgalar kendi alanlarını
netleştirmiş ve daha önceden kişisel ilişkileri olmayan bir tasa­
rımcıyla bir yönetici arasında sektörde eşi benzeri görülmemiş,
güçlü ve güven dolu bir ilişkinin temellerini atmıştı.
“Bundan sonra Domenico tasarım konusunda bana gerçek­
ten saygı duydu,” diye yorum yapıyordu Ford. “Yaptığım işe kar­
şı bir inancım olduğunu biliyordu ve bu inancın işe yaradığını
görebiliyordu. Bana güvendi ve ben de onda bu güveni hissede­
rek karşılığında ona tamamen güvendim.”
De Sole, Ford’un tasarım alanı konusunda kıskançlık his­
setmediğini söylüyordu. “Torna, ‘Bak, koleksiyonu tasarlayacak
değilim; ben bir yöneticiyim, tasarımcı değil!’ demiştim.”
“Bu kadar iyi bir ekip olmamızın bir diğer nedeni ikimizin
de takıntılı olmasıydı,” diye ekliyordu Ford. “Bu işi inşa etme­
yi, onu sağlamlaştırmayı önemsiyordu. Hedefe ulaşmak için
çalıştık, çalıştık, çalıştık,” diyordu Ford, kelimeleri hızlıca söy­
leyerek. “Başarılı olacağız ve işte o kadar! Ve ikinci sıradaki en
iyi olmayacağız. Domenico’ya tamamen güvenmemin bir diğer
sebebi bu; bütün geleceğimi Domenico’ya bağlayabilirim çünkü
kaybetmeyeceğini biliyorum. Bir iş ortamında o kazanır.”
Olaylara tanık olan birçok kişi, tasarımcının Gucci adının
önüne geçmesi ve kalma ya da gitme kararı konusunda şirketi
köşeye sıkıştırabileceğini söyleyerek De Sole’ü Tom Ford’a bu
kadar güç vermesi konusunda eleştirmişti. Ancak olaylar, De
Sole’ün yönetim gücü ve Ford’un işle ilgili yaratıcı gücü ara­
sında bir denge kuracak esrarengiz bir yol bulacaktı. Dedikodu
kazanını aylarca meşgul eden bir hikâye, Gucci’nin Londra’daki
en önemli mağazası olan Sloane Sokağındaki mağazanın, Tom
Ford tarafından geliştirilen yeni mağaza konseptiyle yüksek
maliyetlerle yenilenmesiydi. Ford, projeye hiçbir müdahaleye
müsamaha göstermedi - ancak daha sonra, yangın yönetme­

370
Geri Dönüş

liklerine uyulması için bütün alan, başlangıçtaki maliyetle­


rin çok üzerinde rakamlarla yeniden yapılmak zorunda kaldı,
Maurizio’nun bir zamanlar eleştirilen savurganlıkları bunun
yanında devede kulak kalmıştı.
1995 yılının yazında, Ford’un satış rekorları kıran koleksiyo­
nu mağazalarda yerini alırken sonbaharda borsada yer almak
için hazırlıklarda son vitese geçirildi. Investcorp, bu işi yönet­
mesi için iki üst düzey ticari banka seçmişti: Morgan Stanley
ve Credit Suisse First Boston. Svvanson hazırlıkları denetledi,
tarihi ve finansal bilgilerin üstünden geçti ve yeni yönetim eki­
binin profilini çıkardı.
Satışlar, 1994 un ilk yarısına kıyasla 1995’in ilk yarısında yüz­
de 81,7 oranında sıçrayarak, herkesin en çılgın beklentilerinden
bile yüksek bir noktaya ulaştı. Yılın sonuna kadar, bir önceki yıl
LVMH ve Vendöme için yapılan tahminlerin çok ötesinde bir
miktar olan 500 milyon doları aşacaklardı.
“Maurizio’nun bize, ‘Sadece bekleyin ve görün! Satışlar pat­
layacak!’ dediğini ve herkesin içinden ‘Satışlar patlamayacak,
işler böyle yürümez,’ diyerek güldüğünü hatırlıyorum,” diyordu
Svvanson. “Eh, satışlar gerçekten de bunu yaptı: Patladı!”
Ağustos ayında, planlanan ilk halka arzın (İHA) düşüşe
geçmesiyle, daha önceden düşük teklif verenlerden biri olan
Vendöme son dakikada geri döndü ve Gucci için geçen yılki
teklifinin iki katından fazla bir tutar olan 850 milyon dolarlık
bir teklif yaptı. Artık Investcorp yeni bir ikilem içindeydi: parayı
almalı mı yoksa İHA’yla devam mı etmeli?
Investcorp, şirkete bir milyar dolardan daha fazla değer bi­
çen danışmanlarıyla teklifi değerlendirdi. “Daha iyisini yapabi­
lirsiniz,” dedi danışmanlar.
İHA sürecini yöneten kıdemli bir Investcorp yöneticisi,
Güney Fransa’da yatında tatil yapan Kırdar’ı aradı. Yönetici
hikâyeyi özetlerken Kırdar, Cöte d’Azur’un mavi sularına baka­
rak onu dinliyordu. Investcorp’un içinde, Vendöme’a satmayı ve
Gucci’den sonsuza kadar kurtulmayı seçecek çok sayıda insan
olsa da, Nemir geri adım atmadı. Gucci’nin potansiyeline inan­
maktan asla vazgeçmemişti.

371
Gucci Hanedanı

“Önünde ‘bir’ rakamı olmadığı sürece satma,” dedi Nemir en


sonunda.
Gucci ekibi, bir İHA’yı onaylamadan önce ABD Menkul Kıy­
metler ve Borsa Komisyonu (SEC) tarafından zorunlu tutulan
detaylı bir finansal evrak olan yatırımcı izahnamesini hazır­
lamak üzere, çalışanların bu plandan haberdar olmaması için
ofislerden uzakta, gizli görüşmeler yaptı.
“Görüşmelerimizden biri Floransa’nın dışında, soğuk ve ce­
reyanlı, özellikle lüks olmayan eski bir şatodaydı,” diye anımsı­
yordu Johannes Huth. Onlar çalışırken odayı ısıtmaya yardımcı
olması için şöminede bir ateş keyifli bir şekilde yanarken ani bir
hava akımı odaya parıldayan külleri saçarak bir yangın başlattı.
“Orada dünyanın en önemli yatırım bankacılarıyla görüşü­
yorduk ve birden oda dumanla doldu, herkes öksürüp küfürler
ediyordu ve bütün belgelerimizi alıp oradan çıkmak zorunda
kaldık,” diye anımsıyordu Huth, gülerek. Bankacılardan biri
daha sonra Gucci İHA görüşmelerine itfaiyeci şapkasıyla gel­
mişti.
5 Eylül’de Investcorp, Gucci’nin halka arz edilme planını du­
yurdu ve şirketin yüzde 30’unu uluslararası borsaya sundu - bu,
yüzde 70 hisseyle Investcorp’un hâlâ çoğunluğu kontrol edece­
ği anlamına geliyordu. Bir sonraki adım, şirketin borsaya kaydı
yapıldıktan sonra açık piyasada ahm satım yapacak Avrupalı ve
Amerikalı yatırım bankalarına Gucci hisselerini satmak için zo­
runlu bir pazarlama turu olan “tanıtım turu” için hazırlanmaktı.
Uluslararası finans analistlerinin De Sole’ü acımasızca sor­
guya çekeceğini bilen Investcorp yöneticileri, profesyonel bir
koç tuttu ve De Sole’e ezberlemesi için bir metin hazırladı. “Hiç­
bir şekilde doğaçlama olsun istemiyorduk, ” diye anımsıyordu
Huth.
Son dakikada ortaya çıkan acil durumlar, De Sole’ün üç hafta
planlanan prova zamanını iki güne indirdi. SEC, Investcorp’tan
beklenmedik bir şekilde Gucci izahnamesinin bir kısmını ye­
niden yazmasını istedi ve Milano borsa komisyonu son kayıp­
larını gerekçe göstererek Gucci için borsa kaydı yapmayı red­

372
Geri Dönüş

detti. “Avrupa’da bir borsa kaydı yapmak önemliydi,” diyordu,


Gucci’yi kabul edecek başka bir Avrupa borsası bulmak için mü­
cadele etmiş olan Huth. Kısa zaman içinde Amsterdam borsası
yeşil ışık yaktı.
“Tam bir İtalyan operası gibiydi,” diyordu Huth. “Hiçbir şey
hazır değildi, hiçbir şey işlemiyordu ve her şey kaos içindeydi.
Ve her şey son dakikada bir araya geldi ve her şey çok güzel bir
şekilde işledi.”
De Sole -konuşması mükemmeldi- ve diğerleri, Gucci
hikâyelerini Avrupa’ya, Uzakdoğu’ya ve Birleşik Devletlere an­
lattı, borsaya girerlerken bir heyecan uyandırdılar. Hatta o ka­
dar ki Investcorp teklifi yüzde 48’e yükseltti. New York’taki bor­
saya kaydolmadan önceki gece, yöneticiler geç saatlere kadar
çalışarak teklifin son detaylarını ayarladı. Fiyat, tahmin edilen
aralığın en üstü olan hisse başına 22 dolar olarak belirlendi, tüm
istekler kaydedildikten sonra Gucci teklifinin on dört kat fazla
kez talep edilmiş olduğunu fark ettiler - iki yıl önceye kadar zor
durumda olan bir şirket için olağanüstü bir başarı.
24 Ekim 1995 sabahı Domenico De Sole, Nemir Kırdar ve
Gucci ve Investcorp yöneticilerinden oluşan bir ekiple banka­
cılar New York Menkul Kıymetler Borsası binasının görkemli
Rönesans cephesindeki kapılardan içeri girdi. ABD bayrağının
yanında bir İtalyan bayrağı asılıydı.
Şaşkına dönen De Sole içeride, piyasa işlemlerinin yürü­
tüldüğü bölüme asılmış ve üzerinde BÜYÜK TALEP GÖREN
HİSSE: GUCCİ yazısının yanıp söndüğü büyük bir dijital tabela
gördü. Borsa, her zaman olduğu gibi sabah dokuz otuzda alım
satıma açıldığında, Gucci hisseleri için son dakika isteklerinin
akın etmesiyle kıyamet koptu. İşlemler 10.05 civarı kaldığı yer­
den devam ettiğinde hisse senedi fiyatı bir anda 22 dolardan yir­
mi 26 yükseldi. De Sole, tüm işçilerin kafeteryada toplanmasını
istemek üzere Scandicci’deki Gucci fabrikasını aradı. Kafeterya­
da yankılanan hoparlörler aracılığıyla De Sole, tüm dünyadaki
her bir Gucci çalışanı için bir milyon liret (yaklaşık 630 dolar)
ikramiye verileceğini gururla duyurdu ve bir tezahürat yükseldi.

373
Gucci Hanedanı

Sadece bir yıl önce, LVMH ve Vendöme’daki üst düzey yö­


neticiler, Gucci’nin 1998 yılındaki satışlarının 438 milyon do­
lara ulaşacağı yönündeki tahminlere burun kıvırmıştı. Gucci,
1995’teki mali yılı, 500 milyon dolarlık rekor bir gelirle kapattı.
1996 yılının Nisan ayında Investcorp, birincisinden bile daha
başarılı olan ikinci bir teklifle satışını tamamlayarak Gucci’yi 74
yıllık tarihinde ilk kez tamamen halka açık hale getirdi. Ford’un
mart ayında, seksi kesiklere sahip beyaz renkli dar elbiseler ve
moda camiasını çılgına çeviren parıldayan altın renkte G Gucci
kemerlerinden oluşan ve yine satış rekorları kıran bir koleksi­
yon çıkarmış olmasının buna bir zararı dokunmamıştı. Şu anda
Amerika’da ve Avrupa’da büyüklü küçüklü yatırımcıların sahip
olduğu Gucci, halka açık şirketlerin bile genellikle bir hissedar
sendikası tarafından kontrol edildiği İtalya ve çoğu şirketin hâlâ
özel sektöre ait olduğu moda endüstrisi için anormal bir örnek­
ti.
Gucci’yi geleceğe taşımak için Gucci aile yönetiminin tüm
iniş çıkışlarından sağ çıkmış ve Amerika vatandaşlığını elde et­
miş olan De Sole, gelecek yılların farklı zorluklar getireceğini
biliyordu. Artık kâr odaklı hissedarlara ve küresel borsaya karşı­
lık vermek zorunda kalacaktı.
“Bu gerçek hayat, işlerimizi yerine getirmeliyiz,” demişti o
zamanlarda. “Kovulabilirim!”
İki halka arz işlemi arasında, aracılık maliyetlerini ödedik­
ten sonra net olarak 1,7 milyar dolar yapan, toplamda 2,1 milyar
dolar elde etti. Gucci’nin geri dönüşü -Investcorp’un ilk yatırı­
mı yapmasının üzerinden neredeyse on yıl geçtikten sonra olsa
da- Investcorp’un on dört yıllık tarihindeki en muhteşem ve
beklenmedik başarısıydı.
Gucci’nin dikkat çekici geri dönüşü ve muhteşem borsa iş­
lemi, kısa süre sonra içlerinde Donna Karan, Ralph Lauren ve
yine Investcorp’un sahibi olduğu Saks Fifth Avenue gibi isimle­
rin de bulunduğu diğer lüks ürün şirketlerinin New York’ta bor­
saya girmesinin yolunu açarken İtalyan tasarım giyim üreticisi
Ittierre A.Ş. de Milano’da halka açıldı.

374
Geri Dönüş

Gucci borsa işlemi, ayrıca uluslararası borsalarda kote edilen


diğer lüks ürün ve giyim şirketlerinin de dağılmasını bir sektör
altında bir araya getirdi. Gucci halka açılmadan önce, halihazır­
da borsadaki birkaç şirket çok az ortak noktası olan, birbirine
benzemeyen bir gruptu: LMVH hâlâ büyük oranda bir içecek
işletmesi olarak görülüyordu, Hermes’in o kadar küçük bir ser­
mayesi vardı ki neredeyse hiç dikkat çekmiyordu ve İtalyan mü­
cevherci Bulgari kısa süre önce borsaya kaydolmuştu ancak o da
küçüktü - 100 milyon dolardan daha az.
“Gucci bu sektörü yarattı,” diyordu Huth. “İki ila üç milyon
dolar arasında bir hisse senediyle, Gucci kritik bir kitle yarattı
ve insanlar buna odaklanmaya başladı.”
Gucci’nin tahvil satışlarını desteklemek için Investcorp, bü­
yük uluslararası yatırım bankalarını, tıpkı havacılıktan otomo­
bile ve mühendisliğe kadar diğer sektörlerde uzmanlaştırdıkla­
rı gibi, daha geniş ürün sektörü olarak Gucci’yi de kapsayacak
şekilde özel analistler atamaları için teşvik etti. Investcorp,
analistlerin rakiplerine kıyasla Gucci’nin sahip olduğu güçlü
yanları anlamalarına yardımcı olmak için eğitim programları
hazırladı. Bir anda bu analistler -birçoğu daha önceden kıyafet
üreticileri ve perakendecilerle çalışan- kendilerini Gucci defi­
lelerinde öncelikli misafirlere ayrılan koltuklarda, ayaklarını
müziğe eşlik edercesine yere vurup finansal analiz konusunda­
ki uzmanlıklarıyla tarz konusunda eleştirel bir bakış edinmeyi
birleştirme konusunda zorlanırken buldular. Zayıf bir kolek­
siyonun iş üzerinde gösterebileceği etkileri ifade eden “moda
riski” terimini ürettiler ve moda şirketlerinin kaynak bulma,
teslimat ve satış oranı da dahil olmak üzere iş döngülerini ve
ayrıca defile yorumlarının, gösterişli moda meraklılarının ve
Hollyvvood’da tarz konusunda söz sahibi olan kişilerin önemini
anlamaya başladılar.
Yatırım topluluğu Gucci’nin çeşitliliğini incelerken, Tom
Ford, Gucci’nin görünümünü modern ve seksi bir hale dönüş­
türerek mevcut on bir ürün kategorisinin hepsini yeniden şe­
killendirdi ve içinde siyah deriden bir köpek yatağı ve pleksi

375
Gucci Hanedanı

malzemeden mama kaplarının bile bulunduğu yeni bir ev ko­


leksiyonunu sergiye çıkardı.
Gucci’nin, altmışlar ve yetmişlerde sergilediği, bayağılığın
sınırlarında gezen ışıltının 1990’lar versiyonunu yaratmak için
çabaladı Ford; “aşırı zevkin sıkıcı olabileceğini” düşünüyordu!
Seksilik ile bayağılığın arasındaki o ince çizgiyi zorlamaya de­
vam etti.
“Gucci’yi elimden geldiğince zorladım,” diyordu Ford. “Ar­
tık topukluları daha yüksek ya da etekleri daha kısa hale getire­
mezdim.” 1997 yılında Vanity Fair dergisi, Ford’un çift G tokalı
tanga iç çamaşırlarını, yılın en seksi modası olarak isimlendir­
di. Onları, ocak ayındaki erkek defilesinde, seyirciler arasında
utangaç bir mırıltı dolaşırken cesurca piyasaya çıkarmış ve mart
ayındaki kadın defilesinde yine sergilemişti.
“Bu kadar az miktarda kumaş hiçbir zaman bu kadar bü­
yük bir heyecan yaratmamıştı,” diye yazmıştı Wall Street Jour­
nal, dünya çapındaki mağazalarda yok satan ve daha geleneksel
ürünlerin de satışını artıran tanga için.
Ford, doğru görünüme ulaştığında Hollyvvood camiasını
ele geçirmeye çalıştı. İlk olarak aralarına girdi. Mimarisi, yaşam
tarzı ve çağdaş kültür üzerindeki etkisi nedeniyle, “gerçek bir
yirminci yüzyıl şehri” dediği Los Angeles’a çoktan âşık olmuştu.
Orada bir ev satın aldı, Gucci’nin birkaç reklam kampanyasının
fotoğraf çekimlerini orada yaptı ve aktör ve aktrislerle -bazıları
arkadaşları olacaktı- haşır neşir olmaya başladı. Hollyvvood’un
asla unutamayacağı bir etkinlikle izini bıraktı: Santa Monica
havaalanına ait özel bir hangarda büyük ses getiren bir defi­
le, akşam yemeği ve bütün gece süren bir dans partisi. Gucci,
şehrin hayati derecede önemli olan, AIDS Project Los Angeles
adındaki bir proje yararına düzenlenen ve rekor miktarda para
toplanan geceye sponsor oldu. Ford’un misafir listesi, Oscar tö­
renlerinde sahneye çıkış sırası gibi okunuyordu ama partinin
bütün tarzında Tom Ford’un imzası vardı - özellikle de pleksi
malzemeden devasa küplerin tepesinde, üzerlerine sadece Guc­
ci tangaları giymiş, kıvrıla kıvrıla dans eden kırk striptizci.

376
Geri Dönüş

Ford, Gucci imajının her yönü üzerinde sıkı bir güç uygula­
dı - yalnızca giyim ve aksesuar koleksiyonları değil, ayrıca yeni
mağaza konseptleri, reklamlar, ofis düzeni ve dekorları, çalı­
şanların kıyafetleri ve hatta Gucci etkinlikleri için çiçek aranj­
manları. Gucci’nin Envy parfümü için Milano’daki lansmanda,
Ford mümkün olan her şeyi siyaha boyadı - bu etkinlik için şık
bir yemek salonuna dönüştürülmüş devasa bir salonun zemi­
ninden tavanına, duvarlarına ve tüm menüye kadar: kalamar
mürekkebi soslu siyah makarna, siyah baton ekmekler ve hatta
siyah bir ana yemek! Transparan cam tabakların içindeki renkli
tek şey, bir sebze karışımıydı.
Gucci’nin Londra’daki Sloane Sokağında bulunan, bin üç
yüz metre kare büyüklüğündeki en önemli yenilenmiş mağa­
zasının tasarım işini nihayet tamamladığında, kapılara tepeden
tırnağa siyah Gucci kıyafetleri giymiş ve tipik bir Ford doku­
nuşu olarak kulaklıklar takmış güvenlik elemanları yerleştirdi.
Dışarıda, pürüzsüz kireç taşı ve çelik ön cephe, bir banka kasası
kadar heybetli duruyordu. İçeride, traverten mermer zeminler,
akrilik kolonlar ve yukarı asılmış ışıklı kutular, Ford’un yeniden
şekillendirdiği Gucci ürünlerinin birer yıldız olduğu bir sahne
tasarımı yaratmıştı.
Ford’un defileleri için geliştirdiği format bile baştan aşa­
ğı kontrolle ilgiliydi. Diğer tasarımcılar, basının, alıcıların ve
müşterilerin seçim yapmak istediğini düşünerek her defile için
farklı temalar sunmaya devam ettiği bir zamanda, Ford kolek­
siyonunu yaklaşık elli kıyafete kadar düşürdü ve en önemli üç
tanesini en başta podyuma çıkardı.
“Dünyayı benim bakış açım konusunda ikna etmek için gös­
teri salonunda yüzlerce kıyafetim, yüzlerce Polaroid’im ve yirmi
dakikam olurdu,” diyordu Ford. Düzenler, düzenler, düzenler
ve kendine, “Mesajım ne? Ne söylemek istiyorum?” diye sorardı.
Mesajına karar veren Ford, defile boyunca seyircilerin dikkatini
odaklamak için beyaz bir spot ışığı kullanırdı.
“Başka bir gösteriye gidersiniz ve etrafta süzülen çok az bir
ışık vardır ve insanların ayakkabılarına ya da seyirciler arasın­

377
Gucci Hanedanı

daki diğer kişilere doğru yukarı aşağı, etrafa baktığını görebilir­


siniz. Ben onların tüm dikkatlerini çekmek istedim,” diye açık­
lıyordu Ford. “Sinematik bir kalite istedim. Herkes aynı anda,
tamamen aynı şeye baktıklarında, onları kontrol edebilir ve on­
ları yerlerinde hop oturup hop kaldırarak aynı anda ‘Ooooo’ ve
‘Aaaaa’ demelerini sağlayabilirdim!”
Ford’un kıyafetleri net ve odaklanmış bir şekilde göstermesi,
herkesin -basın, alıcılar, müşteriler gibi- karar vermesini zor­
laştırdı çünkü Ford bunu onlar için zaten yapmıştı.
Aynı kararlılığa sahip De Sole, unutulmaz bir kavganın ar­
dından Gucci’nin parfüm lisansını Wella’yla yeniden müzakere
etti ve Gucci’nin saat üreticisi Severin Montres Ltd. şirketini,
anlaşma için uzun ve zorlu bir pazarlıktan sonra 150 milyon
dolar karşılığında zor bir adam olan Severin Wunderman’dan
satın aldı. Yeni oluşmuş Ford-De Sole tasarımcı-işinsanı takımı,
Yves Saint-Laurent ve onun iş ortağı Pierre Berge’nin ardından
gelen bu şekilde ikinci ekip olarak görüldü.
Tüm başarılarına rağmen, bu onlar için uysal ve dingin bir
yolculuk olmayacaktı. 1997 yılının Eylül ayında -Wall Stre­
et Joumal’ın Gucci’yi “moda meraklıları ve benzer şekilde fon
yöneticiler için lüks ürün sektöründeki en ateşli isim” olarak
adlandırmasından sadece bir ay sonra- Gucci’deki atışların ve
hisse senetlerinin yükseldiği iki etkileyici yıl, aniden durma
noktasına geldi. Yakın zaman önce bir Asya gezisinden dönen
De Sole, orada gördüklerinden memnun kalmamıştı. Japon tu­
ristler için yıllardır bir alışveriş cenneti olan Hong Kong’taki en
iyi oteller ve restoranlar boş kalmış, Havvaii’deki -seyahat eden
Japonlar için başka bir mola noktası- satışlar düşmüştü. Gucci,
işinin yüzde 45’ini Asya ve hatta diğer pazarlardaki Japon tu­
ristler sayesinde yapıyordu. 1994 yılında Gucci satışlarında başa
sardıkları gibi, Japon müşteriler de üç yıl sonra büyük hasara
uğramıştı.
Alarma geçen De Sole, 24 Eylül 1997’de, yılın ikinci yarısı
için beklenenden daha yavaş bir büyüme olacağını öngördü.
İlerleyen aylarda uluslararası pazan altüst edecek Asya krizi

378
Geri Dönüş

konusunda uyarıda bulunan ilk lüks ürün yöneticisi olmuştu.


Buna karşılık, 1996 yılının Kasım ayında seksen dolara yükselen
Gucci’nin hisse bedeli, ilerleyen haftalarda yaklaşık yüzde 60
düşüş yaşayarak 31,66 dolara geriledi.
Gucci’nin hisse senetleri düşerken Tom Ford -o zamanlar
milyonlarca dolarlık hisse senedi opsiyonu olan- utanca kapıldı
ve Severin Montres’in satın alınması konusundaki güzel haber­
leri gölgede bırakan olumsuz ihtimaller hakkında bu kadar açık
sözlü olduğu için De Sole’e gizlice fırça çekti. Ancak De Sole’ün
uyarısının tüm sektör için bir öncü olduğunu kanıtlandı - kısa
süre içinde Prada, LVMH ve DFS gibi birçok isim, Asya’daki ka­
yıplarını kontrol altına almak için mücadele eder hale geldi.
Gucci’nin tahvil satışından bu yana ilk kez, Gucci’nin yak­
laşık iki milyar dolara satın alınabileceği anlamına gelen bu
düşük ve sallantıdaki hisse senetleri, halihazırda bir devralma
baronu olarak tanınan LVMH’ten Bernard Arnault gibi lüks
ürün endüstrisindeki diğer yöneticilerin Gucci’yi satın almayı
düşündüğü yönünde dedikoduların yayılmasına sebep oldu. De
Sole’ün yoğun lobi çalışmalarına rağmen kasım ayında Gucci
hissedarları, hissenin büyüklüğü ne olursa olsun, tek bir his­
sedarın oy verme gücünü yüzde 20’yle sınırlayacak düşmanca
olmayan bir devralma önleminin hakkından geldi. Bu eylem,
Gucci’yi daha da savunmasız bıraktı - her ne kadar o anda iş
dünyasındaki tüm olası devralma kralları, Asya’da kendi impa­
ratorluklarını desteklemekle meşgul olsa da.
“Karar vermek hissedarların hakkıdır,” diyordu De Sole, ye­
nilgi karşısında duyduğu hayal kırıklığını gizlemeye çalışarak.
“Ben görevimi yaptım.”
De Sole, aile savaşlarından, Gucci’yi yeni bir faaliyet alanına
götüren bir şampiyon olarak sağ çıkmıştı. Ancak tüm fatihler
gibi, onun da yeni savaşlar için kendisini hazırlaması gereke­
cekti.

379
17

Tutuklamalar

Taranmamış, koyu renkli saçlarıyla Alessandra Gucci, hiçbir


polis memuru onu görmeden annesini Corso Venezia’daki
dairenin geniş ebeveyn banyosuna ittirdi. Patrizia ve iki kızı,
Maurizio’nun ölümünden birkaç ay sonra, Galleria Passarel-
la’daki çatı katı dairesini Maurizio’nun gösterişli kiralık dai­
resiyle takas ederek bu muhteşem daireye taşınmışlardı. Ales­
sandra, kapıyı arkalarından hızlıca kilitledi ve annesini kimse­
nin duymayacağını düşündüğü, mermer fayans duvarın karşı­
sındaki en uzak köşeye doğru itti.
“Mammal” diye fısıldadı Alessandra, minyon annesini
omuzlarından tutup kırpmadığı gözlerinin içine bakarak. “Sana
yemin ederim ki şu anda söyleyeceğin her şey ikimiz arasın­
da bir sır olarak kalacak. Söyle bana!” dedi kız, parmaklarını
Patrizia’nın omuzlarına bastırarak. “Yaptıysan bana söyle! Eğer
söylersen, Nonna Silvana ya da Allegra’ya söylemeyeceğim ko­
nusunda sana bütün kalbimle söz veriyorum.”
Patrizia, büyük kızının bembeyaz olmuş yüzüne baktı. Bir an
için sıkıntılı mavi gözlerini inceledi, sadece birkaç dakika önce
uyurken huzur içinde kapalı duran gözlerini.
31 Ocak 1997 Cuma günü, saat sabah dört otuzda, Corso Ve-
nezia 38’deki panjurları indirilmiş palazzo’nun önüne iki polis

380
Tutuklamalar

arabası yanaştı. Milano’nun Criminalpol polis kuvvetlerinin şefi


olan koyu renk saçlı Filippo Ninni arabadan indi ve Patrizia’nın
o zaman Alessandra, Allegra ve iki hizmetçinin yanı sıra Roa-
na, cocker spaniel cinsi bir köpek, cıvıl cıvıl konuşkan bir mina
kuşu, iki ördek, iki kaplumbağa ve bir kediyle birlikte yaşadığı
Gucci dairesinin zilini çaldı.
“Polizia! Aprite!” diye seslendi interkoma, ne var ki cevap
gelmedi. Ahşaptan yapılmış görkemli kemerli kapı kapalı kaldı.
Birkaç kez çaldıktan sonra sonuç alamayan ve sinirlenen Nin­
ni, cep telefonunda Reggiani’nin telefon numarasını tuşladı.
Patrizia’nın evde olduğunu biliyordu çünkü adamları akşam ye­
meğinden sonra onu eve kadar takip etmişti. Ayrıca uyanık ol­
duğundan da şüpheleniyordu çünkü telefon dinlemelerinden,
Renat Venona adında yerel bir işinsanı olan erkek arkadaşıyla
telefonda konuştuğunu biliyordu - Patrizia adama ayıcığım
demişti. Saat sabah üç buçuğa kadar konuşmuşlardı. Kronik
insomniadan mustarip Patrizia sık sık arkadaşlarıyla sabaha ka­
dar telefonda konuşurdu - ve sonra da ertesi gün öğlene kadar
uyurdu. Uyku sersemi, yabancı bir ses sonunda çalan kapıya ya­
nıt verdi ve Ninni arkada kuşun heyecanla ciyakladığını duydu.
“Dinleyin, ben polisim, kapıyı açmanız gerekiyor,” dedi
Ninni kısaca. Birkaç dakika sonra uykulu haldeki Filipinli bir
hizmetçi ağır kapıyı açtı ve Ninni ile beraberindeki memurlar
taş avludan ve Gucci dairesine çıkan büyük mermer basamak­
lardan geçerek onun peşinden gitti, ayak sesleri sabahın erken
saatlerinin sessizliğinde çınlıyordu. Memurlar lüks mobilyalara
meraklı bakışlar atarken, hizmetçi onları koridordan oturma
odasına aldı ve Patrizia’yı çağırmaya gitti.
Şafak baskınına rağmen sakin ve soğukkanlı olan Patrizia
birkaç dakika sonra odaya girdi, üzerinde soluk mavi bir sabah­
lık vardı. Oturma odasına toplanan memurlar arasında yalnız­
ca, Maurizio öldürüldükten sonraki soruşturmalardan bildiği
uzun boylu sarışın bir carabinieri olan Giancarlo Togliatti’yi
tanıyordu. Maurizio’nun ölümünden bu yana iki yıl geçmiş ve
hiçbir şüpheli ilan edilmemişti. Patrizia’nın, soruşturmayla ilgi­

381
Gucci Hanedanı

li gelişmeleri öğrenmek için zaman zaman aradığı bir bağlantısı


vardı ancak adamın son zamanlarda bildirecek hiçbir şey olma­
mıştı. Togliatti’ye başıyla selam verdi ve boş bakışlarını, sorum­
lu kişi olduğu aşikâr Ninniye sabitledi. Adam kendini tanıttı ve
elindeki tutuklama emrini gösterdi.
“Sinyora Reggiani, sizi cinayetten dolayı tutuklamak zorun­
dayım,” dedi Ninni, sesi derin bir gök gürültüsü gibi çıkıyordu.
Kariyerini Milano’daki uyuşturucu ticaretiyle savaşmaya ada­
mış, kıdemli bir müfettiş olan Ninni, mafya patronlarını takip
ederken ve terk edilmiş depolara baskınlar düzenlerken kendi­
sini, Patrizia Reggiani’nin görkemli oturma odasında olduğun­
dan daha rahat hissediyordu. Kadının berrak, ifadesiz gözlerine
baktı.
Ninni’nin elinde duran belgeye ilgisizce bakarak, “Evet, anlı­
yorum,” dedi, belli belirsiz şekilde.
“Neden burada olduğumuzu biliyor musunuz?” diye sordu
Ninni, umursamazlığı karşısında şaşırmış bir halde.
“Evet,” dedi Patrizia duygusuzca, “eşimin ölümüyle ilgili, de­
ğil mi?”
“Üzgünüm sinyora,” dedi Ninni. “Tutuklusunuz. Bizimle
gelmeniz gerekiyor.”
Dakikalar sonra üst kattaki yatak odasında dehşet içinde
uyanan Alessandra, odasında iki polisin olduğunu gördü. Polis­
ler ona annesinin tutuklandığını ve onlarla birlikte gideceğini
açıkladı.
“Odamdaki her şeyi incelediler, pelüş hayvanlarımı, bilgisa­
yarımı. Sonra da aşağı indik.”
Korkmuş ve çılgına dönmüş haldeki Allegra kısa süre için­
de, başka bir müfettişle birlikte onlara katıldı. Allegra, oturma
odasında usulca hıçkırırken Ninni, Patrizia’ya giyinmesini ve
kendisiyle gelmesini emretti. Alessandra’nın annesinin ardın­
dan gidip onu banyoya çektiği an işte o andı. Anne ve kızı -biri
diğerinin daha genç bir yansıması gibiydi- bir an için birbirle­
rine baktılar.
“Sana yemin ederim, Alessandra, yemin ederim ben yap­
madım,” dedi Patrizia, memurlardan biri kapıyı tıklatırken.

382
Tutuklamalar

Patrizia, bir kadın memurun gözetimi altında giyinirken diğer


ajanlar daireyi arayıp evraklara ve Patrizia’nın deri kaplı gün­
lüklerinden oluşan bir yığına el koydu. Dışarı çıktığında, hep­
si inanamayan gözlerle ona baktı. Patrizia, parıldayan altın ve
elmastan mücevherler takmış ve yere kadar uzanan bir vizon
manto giymişti. Manikürlü elleriyle deri bir Gucci çantası tu­
tuyordu.
“Ee?” dedi, hayretler içindeki izleyicilerine bakarak. “Ben ha­
zırım!” Kızlarına dönüp onları öperken, “Bu gece döneceğim,”
dedi kesin bir şekilde. Dışarı çıktığında, her zamanki ağır siyah
göz kalemi ve maskarası olmadan alışılmadık bir şekilde solgun
ve savunmasız gözüken gözlerine siyah güneş gözlüklerini taktı.
Ninni’nin Patrizia’ya duyabileceği bütün şefkat o anda uçup
gitti. “Nereye gittiğimizi düşünüyor, maskeli baloya mı?” diye
sordu kendi kendine, mermer basamaklardan aşağı inip avlu­
dan dışarı çıkarken.
İnce ve sırım gibi olan, koyu renk gözlere ve sert bir bıyı­
ğa sahip Ninni, kararlı ve mantıklı bir müfettiş olması ve işine
duyduğu tutkuyla ün salmıştı. Başlıca düşmanları, Milano’ya
göç eden ve Balkanlar’dan sızan ve giderek artan uyuşturucu
ticaretinden istifade eden güneyli İtalyan ailelerdi. Bu ailelerin
birçoğu geldikleri yerlerdeki grup savaşlarını kaybetmiş ya da iş
aramak için kuzeye gelmiş ve uyuşturucu işinde daha hızlı ve
kolay para bulmuş insanlardı. Ninni, Milano polis teşkilatında
çalışırken, sık sık bakmakla yükümlü olduğu büyük bir aileyle
Milano’ya gelen SicilyalI Modesto’yu düşünürdü. Modesto ilk
günlerde bir laternacı olarak şehrin sokaklarını dolaşır, yedi ya
da sekiz çocuğunu yoldan geçenlerden para dilenmesi için gön­
derirdi. Modesto, kısa süre sonra laternasını daha kazançlı işler
için takas etti ve Milano’yu çevreleyen Lombardiya bölgesinin
en önemli uyuşturucu baronlarından biri haline geldi.
Ninni de güney İtalya’dan, İtalya yarımadasının topuk kıs­
mında yer alan Puglia bölgesindeki Taranto’nun dışındaki kü­
çük bir kasabadan geliyordu. Çocukken, suç romanlarını ve po­
lisiye filmleri büyük bir iştahla tüketir, müfettişlerin kullandığı

383
Gucci Hanedanı

bütün teknikleri dikkatle incelerdi. Aile toplantılarında, polis


için çalışan iki akrabasını yaptıkları işler hakkında soru yağmu­
runa tutardı. Ninni, bir deniz tersanesinde işçi olarak çalışan
babasını çileden çıkaracak bir kararla polis akademisine kaydol­
mak için Roma’da üniversiteyi bile bırakmıştı.
“Sen deli misin?” diye gürledi Ninni’nin babası ona. “Kendini
öldürtmek mi istiyorsun? Polis işi tehlikelidir,” diye burnundan
soluyordu. Ancak Ninni ısrarcı oldu - bir polis olma konusunda
hırslıydı, ayrıca ekonomik bağımsızlık da istiyordu. Babası hâlâ
evdeki iki küçük erkek kardeşine destek oluyordu ve Ninni okul
kitapları için ondan para istemekten nefret ediyordu. Babası
en sonunda kabul etti ve akademiye kaydolacağı gün Roma’ya
onunla birlikte gitti. İlk haftanın sonunda, Ninni’nin babası,
oğlunun nasıl idare ettiğini görmek için geri geldi. Ninni’nin
tükenmiş suratını gördüğü anda çantalarını toplayıp eve dön­
mesini söyledi. Ninni hiç tereddüt etmedi.
“Hayır,” dedi babasına, başını iki yana sallayarak. “Buraya
girmeyi başardım, zor olacağını biliyordum ve mezun olana ka­
dar bırakmayacağım, tabii önce onlar beni atmazsa.”
Ninni, akademiden sağ çıkmakla kalmadı, ayrıca ilk işi­
ne başlamadan önce ilk tutuklamasını da yaptı - Roma’dan
Milano’ya doğru kuzeye giden bir trende. Genç bir Çingene, bir
carabinieri’ye yankesicilik yapmış, onu tekmelemiş, ona bağır­
mış ve genç memur nafile bir çabayla onu tutuklayıp cüzdanını
geri almaya çalışırken yoluna devam etmişti.
Ninni, carabinieri’ye ters bir şekilde, “Sana ne yapacağını
göstereyim,” demişti ve Çingene’nin çantasını elinden çekip
aşağıdaki alana fırlatmıştı. Şaşkına dönmüş kadın çantasının
peşinden koşarken Ninni onu yakalamış ve cüzdanı geri almıştı.
Ninni’nin bütün tutuklamaları bu kadar kolay olmamıştı.
Milano’da, savaşları her gün silahlı çatışmalara dönen calabre-
se çetelerinin -Salvatore Batti ve Giuseppe Falchi klanları- sa­
vaşan taraflarıyla mücadele etmişti. Ninni’nin doğrudan mü­
dahale eden yaklaşımı, çelik gibi sinirleri ve etik anlayışı hem
meslektaşları hem de klan üyeleri arasında ona bir saygınlık

384
Tutuklamalar

kazandırmıştı. Sadece 1991 yılında, dört adamla çalışırken beş


yüzden fazla tutuklama yapmıştı. Ninni, suçlulara bile saygı
duyulması gerektiğine inanarak tutukladığı insanlara onurlu
davranırdı. İnsanlığı ona, Milano’nun en tehlikeli uyuşturucu
baronlarından birinin övgüsünü kazandırmakla kalmadı, ha­
yatını da kurtardı. Bir duruşma sırasında, Calabria’dan baron
Salvatore Batti mahkeme salonunun karşı tarafından ona baktı
ve şöyle dedi: “Dotto’ Ninni, se voi non fuste una persona onesta,
avesse la morte,” yani “Dürüst bir adam olmasaydınız çoktan öl­
dürülmüştünüz.”
Arka koltuğunda Patrizia’nın oturduğu polis arabası,
Milano’nun boş sokaklarında, borsa binasının arka tarafında,
geçmişi Roma dönemine kadar uzanan tarihi bir meydan olan
Piazza San Sepolcro’da bulunan Criminalpol merkezine gitti.
Bir polis karakolu, üç tarafı tonozlu bir revakla süslenmiş mer­
kezi bir avlunun etrafında yükselen ve kısmen Rönesans döne­
minden kalma üç katlı Palazzo Castani’de bulunması beklenen
en son şeydi. Ninni ve ekibi, Roma imparatorları Adriano ve
Nerva’nın yontulmuş yüzleri arasındaki kıvrımlı taş girişten
Patrizia’yı içeri aldı. Kirişin tepesinde yontulmuş Latince bir
yazıtta, “Elegantiae publicae, commoditati privatae, ” yani “Kamu
zarafeti ve kişisel rahatlık için,” yazıyor, antik Yunanca başka bir
yazıt ise içeri girenlere şans diliyordu.
Ninni, Patrizia’yı, koyu renkli, dokunaklı gözleriyle kısa boy­
lu, tıknaz bir adam olan sağ kolu Müfettiş Carmine Gallo’ya tes­
lim etti. Gallo, Patrizia’yı, dolambaçlı karanlık bir koridordan
geçirip sade bir şekilde metal masalar ve dosya dolaplarıyla dö­
şenmiş bir ofise götürdü. Gallo, onun girişini yaparken Patrizia,
duvarın üst tarafındaki, parmaklıklarla kapatılmış pencerelere
baktı. Öldürülen mafya savaşçısı yargıçlar olan Giovanni Falco-
ne ve Paolo Borsellino’nun bir fotoğrafı tepeden onları seyredi­
yordu. Kısa süre sonra Patrizia’nın annesi Silvana, yüzlerinde
tükenmiş bir ifadeyle Alessandra ve Allegra’yla birlikte geldi.
Ninni kapıda belirip altınlar ve kürkler için göz kamaştırıcı hal­
de Gallo’nun masasının yanında oturan Patrizia’ya bakarken,

385
Gucci Hanedanı

onlar da Gallo’nun ofisine alındı. Ninni bir iğrenme dalgası his­


sediyordu.
“Tutukladığım insanlara her zaman yardım etmeye çalış­
tım,” diyordu Ninni, “ancak ona baktım ve daha önce hiçbir
zaman hissetmediğim bir şey hissettim. Onu, içinde hiçbir şey
olmayan, kendisini etrafındakilerle tanımlayan ve paranın her
şeyi satın alabileceğini düşünen bir kadın olarak gördüm. Bun­
dan gurur duymuyorum ama onunla konuşmaya cesaret ede­
medim - bu, kariyerimde daha önce hiç yaşamadığım bir şeydi.”
Ninni, bıyıkları sinirden diken diken olmuş halde Silvana’ya
döndü.
“Sinyora, kızınızı bütün o değerli şeyleri giymiş halde hapse
göndermek pek iyi bir fikir değil,” dedi Ninni.
“O şeyler ona ait, eğer onları yanma almak istiyorsa bu onun
kararı, onu kimse durduramaz,” diye karşılık verdi Silvana, kaş­
larını çatarak.
“İstediğiniz gibi olsun, fakat hapishane yetkileri gider git­
mez onlara el koyacak. Onları yanma almasına izin verilmeye­
cek,” dedi Ninni arkasını dönüp kapıdan çıkarken.
“Bunları ben alsam iyi olacak,” diye ciyakladı Silvana,
Patrizia’nın ağır altın küpelerini, kalın altın ve pırlanta bilezik­
lerini alıp vizon ceketi omuzlarına atarken. Sonra da Gucci çan­
tayı dürtükledi.
“Onun içine ne koymuş olabilirsin?” diye sordu kızına sinir­
li bir şekilde, içindeki dudak kalemlerini, makyaj kutularını ve
yüz kremini çıkarırken.
“Bunlara ihtiyacın olmayacak,” dedi Silvana, Patrizia titre­
meye başlarken. Müfettiş Gallo evraklardan başını kaldırdı ve
ona günlük yeşil rüzgârlığını uzattığında kadın memnuniyetle
kabul etti.
“Onun için üzüldüm,” diye ediyordu Gallo. Patrizia, hapse
girdikten sonra ceketi iade etmişti. “Yolunun sonuna gelmişti.
Yapabileceği her şeyi yapmıştı ve sona gelmişti.”
Aynı sabah, İtalya’da dört kişi daha tutuklandı ve Gucci ci­
nayetiyle suçlandı. Patrizia’nın uzun zamandır arkadaşı olan

386
Tutuklamalar

Pina Auriemma, Napoli yakınlarındaki Sotnma Vesuviana’da


bir grup sivil polis tarafından tutuklandı ve o gün ilerleyen sa­
atlerde Milano’ya nakledildi. Bir otel kapı görevlisi olan İvano
Savioni ve bir teknisyen olan Benedetto Cerualo da Piazza San
Sepolcro’daki Criminalpol binasına getirildi. Milano’nun Mon-
za banliyösünde, kendisiyle ilgisi olmayan uyuşturucu suçla­
malarından dolayı halihazırda hapisteki Orazio Cicala adında­
ki iflas etmiş bir restoran yöneticisine ertesi günün gazeteleri
teslim edildi. Şoke edici haberler bütün basma yayılmıştı: iki
yılın ardından eski eşi ve beklenmedik dört suç ortağı, Maurizio
Gucci’nin cinayetinden dolayı tutuklanmıştı.
Sadece iki ay önce Maurizio’nun ölümüyle ilgili soruşturma­
da hiçbir ilerleme kaydedilemiyordu. Milano savcısı Carlo No­
cerino daha fazla zaman istemiş ama haftalar geçtikçe ve ciddi
bir ipucu ortaya çıkmayınca ümitsizliğe kapılmıştı - 8 Ocak
1997 Çarşamba akşamına kadar. Filippo Ninni, gece bekçisi
kendisi için bir telefon olduğunu söylemek üzere onu arayana
kadar, sık sık yaptığı gibi geç saatlere kadar çalışıyordu.
“Capo, patron, hatta bir adam var. Adını vermiyor ancak acil
olduğunu ve sizden başka kimseyle konuşmayacağını söylüyor.”
O saatte, Criminalpol merkezindeki diğer bütün ofisler ka­
ranlıktı. Ninni, tepedeki floresan lambalara tercih ettiği masa
lambasını açmış, belgelerin karşılaştırmalarını hızlıca yapmak
ve bu sayede işlerini hızlandırmak amacıyla polis departmanın­
dan almak için mücadele ettiği bilgisayarların arasında, camla
kaplı büyük masasının üzerine serilmiş dosya yığınlarını ince­
liyordu. Ninni, kariyeri boyunca kazandığı yirmiden fazla dip­
loma, sertifika ve ödül plaketini, soluk mavi duvar kâğıtlarının
üzerine dikkatlice asmıştı. Odanın ortasında yıpranmış deri bir
koltuk ve yanında da üzerinde en değer verdiği şeyin -sabunta-
şından el oyması bir satranç takımı- durduğu alçak bir sehpa­
nın etrafına dizilmiş iki sandalye vardı. Ninni, düz krem ve bej
renklerdeki satranç taşlarının elinde bıraktığı hissi seviyordu.
Zihnini keskin tuttuğuna inanarak, zaman zaman memurlarına
bir oyun için meydan okurdu.

387
Gucci Hanedanı

O akşam Ninni, neredeyse bitirmek üzere olduğu bir uyuş­


turucu dosyasını inceliyordu. Avrupa Operasyonu olarak adlan­
dırılan soruşturma, polislerden kaçan tek bir İtalyan uyuşturu­
cu satıcısıyla başlamıştı. Onu hemen tutuklamak yerine Ninni
ve ekibi adamı takip etmişti. O zamana kadar bu çalışmaları,
Avrupa çapında yirmiden fazla insanın tutuklanmasını ve üç
yüz altmış kilodan fazla kokain, on kilodan fazla eroin ve bir
mühimmat deposuna el konmasını sağlamıştı. Hafriyat ma­
kineleri işleten küçük bir kuzey İtalya şirketinin arazisine gö­
mülen uyuşturucu zulasını kazıp çıkardıklarında Ninni şaşkına
dönmüştü. Plastik poşetlerin içindeki kokainlerle dolu kontey-
nerler, asla bitmeyecek gibi görünen bir halde kazılan yerden
çıkmaya devam ediyordu.
Kendisini bu kadar geç bir saatte kimin arayacağını merak
ederek Avrupa Operasyonu dosyasını kapadı. Gece bekçisine
aramayı aktarmasını söyledi.
“Sen Ninni misin?” dedi karşıdaki, ağır metal bir kapının be­
ton zemin üzerinde sürüklenmesi gibi bir sesle.
“Evet, sen kimsin?”
“Seninle yüz yüze konuşmam gerekiyor,” dedi gıcırdayan
ses. Ninni o seste telaş, korku ve çaresizlik hissediyordu. “Sana
vermem gereken önemli bilgilerim var. Sana bildiğim her şeyi
anlatacağım,” diye ısrar etti ses.
Aynı anda merak ve şaşkınlık içinde olan Ninni, “Sen kim­
sin? Sana güvenebileceğimi nereden bileyim? Dışarıda düşman­
larım var - en azından neyle ilgili olduğunu söyle!” dedi.
“Gucci cinayeti hakkında olduğunu söylesem yeterli olur
mu?” Gıcırdayan ses bir hırıltıya dönüşmüştü.
Ninni dikkat kesildi. Carabinieri’deki meslektaşları, eski işin-
sanının gizemli cinayetini yaklaşık iki yıldır neredeyse hiçbir
ilerleme olmadan soruşturmaya devam ediyordu. Sulh yargıcı,
Gucci’nin iş ilişkilerini soruşturmak için gittiği İsviçre’den, bir yıl
önce elinde hiçbir ipucu olmadan geri dönmüştü. Gucci’nin bir
dizi kumarhaneye yatırım yaptığına ilişkin söylentileri kontrol
eden Nocerino, bu “kumarhanelerin” gerçekten de İsviçre’nin

388
Tutuklamalar

Crans-Montana beldesinde küçük bir oyun salonuna sahip lüks


bir otel olduğunu keşfetmişti. Her şey yasaldı - kötü niyetli iş
anlaşmalarından eser yoktu. Aile şirketini satmasından bu yana
Gucci’nin diğer bütün iş girişimleri başlangıç aşamalarındaydı.
Nocerino ayrıca, savcıların Piazza Fontana bombalaması hak-
kmdaki sorularını katı şartlar altında yanıtlamayı kabul eden
-ayrıca Gucci’nin borcu hakkında Nocernio’yla konuşmayı da
kabul etmişti- Delfo Zorzi’yle görüşmek için Paris’e uçmuştu.
Zorzi, Gucci’nin “parkelerin altında” bulduğu o meşhur 40 mil­
yon dolarının tamamını geri ödediğini doğruladı. Nocerino,
mayıs ayında Gucci hakkındaki “iş” dosyasını kapamıştı ancak
elinde hiç ciddi bir ipucu yoktu. Daha o sabah Ninni, gazeteler­
de Nocerino’nun soruşturmayı devam etmek için uzatma iste­
diğini okumuştu.
Ninni vakayı ilgiyle takip etmişti. Gucci’nin öldürüldüğü
sabah Ninni, polis telsizinden cinayet raporunun verildiğini
duyduğunda ofisine gitmek üzere o mahalleden geçiyordu. Şo­
föründen, Via Palestro’daki suç mahalline gitmesini istedi ama
orayı carabinieri’lerie dolu halde buldu. Ninni bir kenarda du­
rup olanları izledi. Sağlık görevlileri ve müfettişler etrafta dola­
nırken Maurizio Gucci’nin cesedi basamakların tepesinde uza­
nıyordu. Nocerino bekleme alanına girip, carabinieri dışındaki
herkesi dışarı kovaladığında kargaşa kesildi. İlerleyen haftalar
ve aylarda, adamları ne zaman Milano’nun yeraltı örgütlerinin
bir üyesini tutuklasalar Gucci cinayeti hakkında bilgi almaları­
nı emretti. Suikastçı profesyonel bir katil olsaydı, diye düşündü
Ninni, o zaman Milano’nun malavita’sı, yani yeraltı örgütleri er
ya da geç bunu öğrenir ve Ninni’nin de kulağına bir şeyler gelir­
di. Ancak çoğu kez sorgulanan kişi omuz silker ya da başını sal­
lardı. Aylar geçtikçe Ninni katilin profesyonel biri olamayacağı­
na ikna oldu. Çözümün, Gucci’nin kişisel ilişkilerinden geçmesi
gerektiğinden emin hale gelmişti.
“Dottor Ninni, korkarım ki,” diye gıcırdadı ses, “Maurizio
Gucci’yi kimin öldürdüğünü biliyorum.”
“Benim ofisime gelebilir misin?” diye sordu Ninni.

389
Gucci Hanedanı

“Hayır, bu çok tehlikeli. Benimle Piazza Aspromonte’deki


gelateria’da buluş,” dedi arayan kişi, şehrin merkez tren istas­
yonunun doğusundaki meydanda bulunan bir dondurmacıdan
bahsederek.
“Kırk dokuz yaşında, iri yapılı biriyim; kırmızı bir ceket giye­
ceğim... Yalnız geldiğinden emin ol.”
Ninni önce tereddütte kaldı, sonra kabul etti. “Yarım saat
içinde orada olurum.”
Ninni arabasına atladı, zihni vızır vızır çalışıyordu. Araba
Piazza Aspromonte’ye yaklaşırken, şoföründen birkaç blok ge­
ride durmasını istedi ve yolun geri kalanını, yeni hayatlar kur­
maya çalışan yasadışı göçmenler ve hayat kadınlarının müşte­
risi olduğu küçük, tek yıldızlı otelleriyle dolu karanlık sokak­
lardan geçerek yürüdü. Telefondaki sesin kendisine söylediği
gelateria’ya geldiğinde, Ninni dışarıda dikilen, şişme ceketin
içinde iri yarı görünen, neon gelateria tabelasının ışığıyla parlak
yeşile boyanmış bir adam gördü. İki adam temkinli bir şekilde
selâmlaştı ve Piazza Aspromonte’nin merkezindeki küçük bir
parkta yürümeye başladı. Adam, Ninni’nin telefon konuşma­
sından tanıdığı hırıltılı bir sesle kendisini Gabriele Carpanese
olarak tanıttı. Aşırı kilolu ve sağlığı kötü durumdaki adam, ya­
vaş yürüyor ve zorlukla nefes alıyordu. Karşısındakinin karakte­
rini hızlıca inceleyen biri olan Ninni, gizemli arayıcısına hemen
sempati duydu ve ona güvenebileceğine karar vermesi sadece
birkaç dakika sürdü. Sokağın aşağısındaki arabasıyla şoförünü
işaret etti ve Carpanese’yi etrafta dolaşan meraklı izleyicilerden
uzak ve sıcak olan ofisine davet etti.
Ninni’nin ofisindeki deri koltuklara rahat bir şekilde yerle­
şen Carpanese hikâyesini, çok sevdiği satranç takımındaki sa-
buntaşından vezirle oynayan Ninniye anlattı. Carpanese, önce
Miami, Florida’da sonra da Guatemala’da bir İtalyan trattoria’sı-
nı işletme çabasının ardından pes ederek, birkaç ay önce eşiy­
le birlikte İtalya’ya geri dönmüştü. Carpanese’nin eşine meme
kanseri tanısı konmuş, kendisinde diyabet çıkmış ve ikisinin üst
üste gelmiş bu sağlık sorunları onları, halk sağlığı sistemi altın­

390
Tutuklamalar

da tedavi görebilecekleri İtalya’ya dönmek zorunda bırakmıştı.


Sabit bir yere yerleşene kadar Piazza Aspromonte yakınlarında
tek yıldızlı bir otelde ucuz konaklama yeri bulmuşlardı. Car­
panese, otel sahibinin kırk yaşındaki yeğeni, kapıcı olan İvano
Savioni’yle arkadaş olmuştu. Savioni’nin, Hotel Adry’nin dar ön
koridorundaki bir masanın arkasında gelen gideni herkesi gö­
zetlemekle sorumlu olduğunu açıkladı Carpanese. Otelin tek
taraflı renkli cam kapısından dışarıdaki ziyaretçileri görebiliyor
ama dışarıdakiler onu göremiyordu ve masasının altındaki zile
bir basışıyla ziyaretçilerin içeri girip girmeyeceğini belirleyebili­
yordu. Büyük bir gıdısı, kalın bir boynu ve jöleyle arkaya doğru
taradığı, koyu renkli ve dalgalı saçlara sahip Savioni, altın çer­
çeveli gözlükler takıyor ve ucuz, koyu renkli takım elbiselerle
kendisini modern gösterdiğini düşündüğü soluk pembe ve şef­
tali renginde yakası düğmeli gömlekler giyiyordu. Carpanese’ye
göre Savioni, borcu bulunmasına ve sürekli gelen alacaklılarına
ödeme yapmak için türlü dolaplar çeviren biri olmasına rağmen
iyi niyetli biri gibi görünüyordu. Savioni, teyzesi ayak işlerine
yapmak için dışarı çıktığında Adry’ye gizlice hayat kadınlarını
sokarak fazladan para da kazanıyordu. Carpanese’nin onu asla
ispiyonlamamasından dolayı minnettar olan Saivoni, sık sık he­
sapta ona kıyak geçer ya da otel barından bir iki şişeyi gizlice
ona verirdi.
Carpanese’nin az miktardaki birikimi tükendikçe ve iş bul­
ma umutları azaldıkça hayal gücü canlandı. Kendisi hakkında
Savioni’ye, Güney Amerika’daki uyuşturucu ticaretinin başarılı
bir ismi olduğu konusunda heyecan verici bir hikâye uydur­
du. Savioni’yi zengin bir uyuşturucu baronu olduğuna ve FBI
da dahil olmak üzere birçok ülkenin kolluk kuvvetleri tarafın­
dan aranıyor olduğuna inandırdı. Carpanese, Savioni’ye, ABD
banka hesaplarında saklanan milyonlarca dolarlık uyuşturucu
parası olduğunu ve yasal sorunlarını çözer çözmez konaklama
borçlarını ödeyebileceğini söyledi.
Luciana teyzesini bu talihsiz çiftin birkaç ay daha kira ver­
meden oturması için ikna eden Savioni’ye, “Avukatlarım işleri

391
Gucci Hanedanı

yoluna koyar koymaz sana düzgün bir şekilde teşekkür edebi­


leceğim ve nazik konukseverliğin için -faiziyle birlikte- öde­
me yapacağım,” diye söz verdi Carpanese. Kendi yaptığı ufak
çaptaki uyuşturucu satışı pek bir şey kazandırmayan Savioni,
Carpanese’in onu büyük işlere sokabileceğini umdu.
1996 yılının sıcak bir Ağustos akşamında, dedi Carpanese,
Ninniye, o ve Savioni’nin kaldırım kenarındaki bir kafede si­
gara ve bira içerek rahatladıklarını söyledi. Sokaktan neredeyse
hiç araba geçmiyor, panjurları sıkıca kapatılmış daireler ses­
sizce sakinlerinin her zamanki yaz tatillerinden dönmelerini
bekliyordu. Mahalledeki apartların çoğu bile tatil için kapılarını
kapatmıştı. Issız şehirde yapacak pek bir şey yoktu, ancak uyu­
mak ya da içeride durmak için bile çok sıcaktı, hava sıcaklık ve
nemden dolayı çok ağırlaşmıştı. Savioni sandalyesinde geriye
yaslandı, Marlboro’sunu uzun uzun çekti ve Carpanese’ye baktı.
Kendisi de gerçekten büyük bir şeye karışmıştı, bütün gazete­
lerde yer alan bir şeye, demişti bir sır verir gibi, tepkisini ölçmek
için Carpanese’yi incelerken.
İki adam daha da yakın hale geldikçe, en sonunda bomba­
yı patlatana kadar Savioni hikâyenin parçalarını Carpanese’ye
anlattı: Maurizio Gucci’nin katillerini ayarlamıştı. En başta
Carpanese ona inanmadı - Savioni’nin pek zeki olduğunu dü­
şünmüyordu ve çevirdiği bütün o dolaplara ve kasıla kasıla yü­
rümelerine rağmen Carpanese onun profesyonel katillerle bir
bağlantısı olduğundan emin değildi.
“Sen kim olduğunu sanıyorsun, baron falan mı?”
“İstediğini düşün,” diye karşılık verdi Savioni, etkilemeyi çok
istediği yeni arkadaşının şüpheciliği karşısında hayal kırıklığına
uğrayarak. Sonraki birkaç hafta boyunca Savioni, Carpanese’ye
Maurizio Gucci’nin cinayetinin planlanmasındaki her detayı ve
infazını anlattı.
Carpanese şoke olmuştu. Savioni’nin kendisini bu kadar
ciddi bir şeyin içine soktuğuna inanamıyordu. Haftalarca kendi
vicdanıyla boğuştuktan sonra yetkililere gitmeye ve Savioni’nin
hikâyesini bildirmeye karar verdi. Kendisinin ve eşinin kaldık-

392
Tutuklamalar

lan yeri kaybedeceğini biliyordu ancak verdiği bilgiler için biraz


mükâfat alabileceğini düşündü. 1996 Noel’inden hemen önce,
Piazza Aspromonte’de bulunan ankesörlü telefona yürüdü,
Milano adliyesinin numarasını çevirdi ve operatörden Gucci
soruşturmasını yürüten sulh hâkimini bağlamasını istedi. Yap­
mak üzere olduğu şeyi düşündükçe kalbi çarpıyordu. Önceden
kaydedilmiş mesajı dinlerken gergince telefonun soğuk metal
kordonuyla oynadı ama kimse cevap vermedi. Yaklaşık beş da­
kika bekledikten sonra bozuk parası bitti ve telefonu kapadı.
Birkaç gün sonra numarayı tekrar denediğinde operatör ona
Gucci vakasıyla kimin ilgilendiğini bilmediğini söyledi. Car-
panese daha sonra carabinieri’yi aradı ama resepsiyon görevlisi
soyadını ya da arama sebebini söylemediği için onu bağlamayı
reddetti. Ocak ayının başlarında bir gece, Hotel Adry’nin ru­
tubetli televizyon odasında boş boş kanallar arasında gezinir­
ken, Ninninin misafir konuşmacı olarak katıldığı, organize
suçlar hakkmdaki bir programı izlemek için durdu. Carpanese,
Ninninin açık sözlü tavrını ve mantıklı yorumlarını beğenmiş,
onun güvenebileceği biri olduğunu düşünmüştü. Telefon def­
terini aldı, Criminalpol’ün numarasını buldu ve köşedeki anke­
sörlü telefona geri döndü.
Carpanese, Ninniye sadece içeriden birinin bileceği ay­
rıntılarla dolu cinayet planının hikâyesini anlattı. Ninni,
Carpanese’nin kendisine doğruyu söylediğinden emin olmuştu.
Patrizia Reggiani, Maurizio Gucci’nin öldürülmesi emrini
vermişti ve bunun için 600 milyon liret, yani yaklaşık 375 bin
dolar ödediğini söyledi Carpanese, Ninniye. Uzun zamandır
arkadaşı olan Pina Auriemma ona yardım etmiş ve aracı olarak
hareket ederek Reggiani ve katiller arasında hem para hem bilgi
aktarımını sağlamıştı. Pina, eski arkadaşı Savioni’ye gitmiş, o da
işin içine Milano’nun kuzeyinde bir banliyö olan Arcore’da bir
pizzacıyı işleten elli altı yaşında Sicilyah bir adam olan Orazio
Cicala’yı dahil etmişti. Savioni, kendisini ve ailesini mahveden
kumar borçlarıyla boğuşan Cicala’nm paraya ihtiyacı olduğunu
biliyordu. Cicala katili buldu ve olay yerinden kaçış arabasını

393
Gucci Hanedanı

-oğlunun yeşil Renault Clio’su- kullandı. Cicala’nın iş için çal­


dığı araba ortadan kaybolmuştu - ya tekrar çalınmış ya da polis
tarafından götürülmüştü! Katilin adı Benedetto’ydu, Cicala’nın
restoranının arkasında yaşayan eski bir tamirciydi. Benedetto,
Maurizio Gucci’yi öldürmek için kullanmak amacıyla 7,65 ka­
librelik bir Beretta tabancası bulmuş, keçe kaplı metal bir silin­
dirden susturucu yapmış, kurşunları İsviçre’den satın almış ve
sonrasında silahı imha etmişti.
Cinayetin üzerinden aylar geçerken Patrizia, Corso Venezi-
a’daki rezidansta oturmaya başlamış, Maurizio’nun milyonlarca
dolarlık mülkünün -Maurizio’nun vârisleri olan iki kızı üzerin­
deki kontrolü sayesinde sahip olabildiği- tüm fırsatlarının key­
fini çıkarmıştı.
Aynı dönemde, suç ortakları çetesi memnuniyetsiz hale gel­
di, demişti Carpanese. La Signora lüks içinde yaşarken üç ku­
ruş para karşılığında bütün riski onlar almıştı. Şimdi de kadına
daha fazla para vermesi için baskı yapıyorlardı.
Ninni, sabuntaşından veziri elinde döndürürken adamı din­
liyordu. Carpanese konuştukça onun aklında bir plan şekillen­
meye başladı.
“Hotel Ardy’ye üzerinde bir mikrofonla geri dönmeye gö­
nüllü olur musun?” diye sordu Ninni, hırıldayan adama.
Carpanese, rahatsız olmuş gibi görünse de başını onaylama­
sına salladı. Tüm talihsizliklerine rağmen bu adamın dürüstlü­
ğü ve adalet duygusundan etkilenen Ninni, elinden geldiğince
ona yardım edeceğine dair söz verdi. Daha sonra Carpanese’nin
yeni bir ev, bir iş ve kıyafetler bulmasına yardım etti, onun ve
eşinin nasıl geçindiğini görmek için düzenli olarak ziyaretlerine
gitti.

Milano’nun labirenti andıran adliyesinin dördüncü katında,


savcının sıkışık köşe ofisinde otururlarken, “Peki, Ninni, eğer
bundan bir şeyler çıkarabileceğini düşünüyorsan devam et,”
dedi Carlo Nocerino, isteksiz bir şekilde Criminalpol şefine.
Ninni biraz önce sulh hâkimine Carpanese’nin hikâyesini anlat­

394
Tutuklamalar

mış ve kendi planını açıklamıştı: Savioni ve suç ortaklarını tuza­


ğa düşürmek için gizli bir dedektif göndermek istiyordu. Ninni
adamını bulmuştu; annesi Bogota doğumlu olduğu için akıcı
bir şekilde İspanyolca konuşan, Carlo Collenghi adında genç
bir dedektif. Carlo, “iş için” Milano’yu ziyaret eden, Medellln
uyuşturucu kartelinden bir seri katil olan “Carlos” numarası
yapacaktı. Carpanese, Carlos’u Savioni’yle tanıştıracak ve onu
la Signorayı kendilerine daha fazla para vermesi için “ikna
edecek” en doğru isim olarak sunacaktı. Milano’nun baş sulh
hâkimi Borelli, Nocerino’ya Ninni’nin planına izin vermesini
söyledi. “Bunun arkasında Ninni varsa,” demişti Nocerino’ya,
“işin ciddi olduğunu bilirsin.”
Ninni’nin planı mükemmel bir şekilde işledi. Ertesi gün
Carpanese, Carlos’u, yanık tenli Savioni’yle tanıştırdığı Hotel
Adry’ye davet etti. Savioni, adamın kıvırcık sarı saçlarına, buz
mavisi gözlerine, yakası açık siyah gömleği ve boynuna taktığı
ağır altın zincire bakarak onu tepeden tırnağa süzdü.
“Buenos dıas,” dedi Carlos, elini Savioni’ye uzatırken serçe
parmağındaki pırlanta yüzüğü göstererek. Siyah ipek gömleği­
nin altında, göğsüne iki küçük mikrofon yapıştırılmıştı. Birkaç
blok ötede, Ninni’nin biriminden memurlar, kayıt cihazlarıyla
dolu bir polis minibüsünde dinleme yapıyorlardı.
Carlos’a, “Nerede kalıyorsun?” diye sordu Savioni, Carpane­
se çeviri yaparken.
“Arkadaşına, bu tarz sorulara cevap vermediğimi söyle,”
dedi Carlos, Savioni kekeleyerek özür dileyip soğuk bakışlı
“Kolombiyah’ya daha büyük bir saygıyla bakarken.
Üç adam, daha rahat konuşabilecekleri televizyon odasına
geçtiler. Savioni hepsine kahve getirdi.
“Kaç şeker?” diye sordu Savioni, Carpanese çeviri yaparken
İtalyancayı anlamıyormuş gibi davranan Carlos’a.
Savioni anlamakta zorlanırken Carpanese, Carlos’a İspan­
yolca olarak, Savioni’nin kendisinden yardım istediğini açıkla­
dı. Konuşmayı bitirdiklerinde Carpanese otel kapıcısına döndü.
“Savioni, merak etme,” dedi. “Carlos bütün sorunlarını çö­

395
Gucci Hanedanı

zecek. Genç görünse de Medellin klanındaki en iyi tüccarlar ta­


rafından kullanılan profesyonel bir katildir, en iyisidir. Yüzden
fazla adam öldürmüş. La Signora’ya. bir ders verebilecek kişi o.”
Savioni’nin çenesi, bir gülümsemenin yüzünü aydınlatma­
sıyla gevşedi.
“Neden Pina’yı arayıp bu konuyu onunla konuşmuyorsun?”
diye sordu Carpanese. “Şimdi gitmemiz gerekiyor; Carlos’un il­
gilenmesi gereken bazı işler var.”
Savioni ayağa fırladı, sevinmiş ve etkilenmişti, karşı tarafı da
memnun etmeye can atıyordu.
“Tabii, tabii, Carlos’un çok meşgul olduğuna eminim. Neden
benim arabamı almıyorsunuz? Ayrıca bu gece burada yemekler
benden,” dedi, Carpanese’nin eline yüz bin liretlik banknotu sı­
kıştırırken.
Carpanese, Savioni’nin İspanyol araba üreticisi Seat tarafın­
dan üretilmiş, popüler ve ucuz bir model olan dört kapılı pas­
lanmış kırmızı Cordoba’sını, dikiz aynasını kontrol edip polis
istihbarat minibüsü tarafından takip edildiklerinden emin ola­
rak Hotel Adry’den Via Lulli’ye doğru sürdü. Carlos göğsüne
bantlanmış mikrofona doğru hafifçe tezahürat yaptı. “Ragazzi!
Şansa bak!!! Hadi gidip bu külüstürü böceklerle dolduralım!!!”
Piazza San Sepulcro’nun avlusunda, Ninninin ekibi
Savioni’nin arabasının her yerine gizli mikrofonlar koymuş ve
arabayı uyduyla takip edebilmek için gösterge panelinin arka­
sına bir çip yerleştirmişti. Tüm şüphelilerin telefonları da din­
leniyor ve Ninninin ajanları Piazza San Sepolcro’daki dinleme
merkezinde gece gündüz çalışıyordu.
Polis makaraları dönerken o öğleden sonra Savioni, yeğeni­
nin Napoli yakınlarındaki evinden Pina’yı aradı. “Pina, en kısa
zamanda Milano’ya gelmen gerekiyor. Küçük sorunumuz için
bir çözümüm var. Konuşmamız gerekiyor.”
Ertesi akşam çift makaralar başka bir sohbeti kaydetti -
Napoli’den Pina, Patrizia’yı arıyordu.
“Ciao. Benim. Birkaç hafta önce çıkan haberleri gördün
mü?” diye sordu Pina.

396
Tutuklamalar

“Evet,” diye yanıtladı Patrizia. “Ama bunu telefonda konuş-


masak iyi olur. Görüşmemiz gerekiyor.”
27 Ocak’ta Pina, Milano’ya geldi. Polis onu GPS ekranından
takip ederken Savioni, kadını Milano’nun Linate havaalanın­
dan almak için eski kırmızı Seat’ı sürüyordu. Gençliğinde gü­
zel olmasına rağmen artık elli bir yaşındaki Pina’nın zor hayatı
yüzünden okunuyordu. Yer yer boyanmış sarı saçları dağınık
halde omuzlarına dökülüyordu ve gözleri base ırkı köpeklerin-
ki gibi derin göz torbalarıyla aşağı sarkmıştı. Alnında derin ve
uzun kırışıklıklar oluşmuştu. Savioni, arabayı Hotel Adry ya­
kınlarındaki bir meydana, konuşabilmeleri için park ettiği yere
doğru sürdü. Polis makaraları dönüyordu.
“Gesummio, İvano,” dedi Pina, Napoli lehçesiyle İsa Mesih’ten
yardım isteyip ellerini ovuşturduktan sonra ince yağmurluğuna
daha sıkı sarınarak. “Birkaç hafta önce soruşturmayı uzattıkla­
rını okuduğumda neredeyse gazetenin üzerine bayılacaktım.
Zaten bir kez altı ay daha uzatmış ve hiçbir şey bulamamışlardı.
Ellerinde ne olabilir ki? Ne düşünüyorlar?”
“Dai, stai tranquilla,” diye azarladı Savioni onu, sakin olması­
nı söyleyip kadının minnetle kabul ettiği bir sigara uzattı. “Elle­
rinde hiçbir şey yok. Bu sadece rutin bir işlem,” dedi sigarasını
yakarken.
“Aramayı bıraktım çünkü telefonumun dinlendiğini düşü­
nüyorum,” diye devam etti Pina, ellerini ovuşturarak. “Bence
o da takip ediliyor. Bütün bu şeylerin kokusu çıkmaya başlarsa
hemen bana söyle - yurtdışma gideceğim yoksa hepimiz hap­
si boylayacağız. Arkadaşım Laura bizi asla bulamayacaklarını
söylüyor - ancak çok dikkatli olmak zorundayız. Tek bir yanlış
adım ve patatracl Kıyamet kopar!”
“Ascoltami Pina, dinle, sana söylemem gereken önemli bir
şey var,” dedi Savioni, kendi sigarasını yakarken. “Kolombiyah,
gerçekten sert bir adamla tanıştım. Gözlerini görmelisin, tıpkı
buz gibiler,” dedi, dumanı üfleyerek. “Yüzden fazla adam öldür­
müş. Carpanese bizi tanıştırdı -görüyorsun ya, onun bedavaya
kalmasına izin vermenin bir faydası olacağını hep biliyordum-

397
Gucci Hanedanı

neyse, bu adam la Signora hakkında bize yardım edebilir. Öde­


me yapmasını sağlayabilir.”
Sigarasının dumanı aralık pencereden dışarı çıkan Pina yan
gözle Savioni’ye baktı.
“Emin misin? Belki de bu en doğru zaman değildir. Soruş­
turmayı uzattılarsa - belki de şimdilik sessiz kalmalıyız. Ya onu
takip ediyorlarsa?”
Savioni kaşlarını çattı ve başını iki yana salladı.
“Ahh, Pina, bu işi bitirmenin zamanı geldi,” diye bağırdı Sa­
vioni. “Sen aylık ücret alıyorsun, peki biz ne olacağız?”
“Evet, ayda üç milyon liret [yaklaşık bin altı yüz dolar] gibi
bir şey,” diye tersledi Pina. “Geçinmek için ne de çok! Ya fikri­
ni değiştirirse ne olacak? Benden bu kadar. Bu durumu senin
gibi gördüğümü biliyorsun - bütün riski biz alıyoruz ama tüm
kazanç ona kalıyor. Belki de haklısın. Belki de onunla tekrar ko­
nuşup ona ‘Bu işi birlikte yaptık, şimdi bize hakkımızı vermek
zorundasın’ demeliyim.”
“Hayır derse de,” diye araya girdi Savioni, “Buz gözlü
Colombiano’dan onun başını altın tepside bize getirmesini is­
teriz!”
Sonraki birkaç gün boyunca polis makaraları vızır vızır
döndü ve Patrizia, Pina ve Savioni’nin yaptığı bütün konuşma­
ları kaydetti. Ninni keyifle kıkırdıyordu. Savioni ve Pina’nın
komploları hakkındaki konuşmalarını kayda almıştı. Savioni
ile tetikçi olduğu iddia edilen Benedetto Ceraulo arasında bir
konuşmanın ve Savioni ile Pina’nın olay yerinden kaçış araba­
sını sürdüğü iddia edilen Cicala hakkındaki bir konuşmalarının
kaydı elindeydi. Tek ihtiyacı olan la Signora'ydı ve sonra bütün
kartları elinde toplamış olacaktı. Ancak la Signora akıllıydı ve
sürekli telefonda konuşuyor olmasına rağmen asla riskli bir
şeyden bahsetmiyordu. Çift makaralar dönerken Ninni bekledi.
Yıllar içinde, bir soruşturmada yaşanan dönüm noktasının he­
yecanına kendini kaptırmamanın önemini öğrenmişti.
“Elinizde iyi bir ipucu varsa çoğu zaman yapacağınız en iyi
şey onun gerçekleşmesine izin vermektir,” diyordu Ninni. “Her

398
Tutuklamalar

şeyi ayarlamıştım: ‘Carlos’, dinlenen telefonlar, arabadaki bö­


cekler - hepsinin kim olduğunu ve ne yaptıklarını biliyorduk.
Tek yapmaları gereken konuşmaktı.”
Ninni, istediği kadar zamana sahip olamadı. 30 Ocak’ta, din­
leme merkezindeki ajanlardan birisi onu aradı.
“Capo! Bence bunu dinlemelisiniz.” O sabah Patrizia ile avu­
katlarından biri arasında geçen bir sohbeti oynattı.
Aramanın konusu Patrizia’nın yerel bir kuyumcuya birik­
miş, görünüşte zararsız bir borç olmasına rağmen, “Bu ailenin
üzerine toplanmış kara bulutlar toplanıyor,” demişti avukat,
kaygı verici bir şekilde. Ninni’nin Nocerino ve üstleriyle yaptığı
bir acil durum zirvesinden sonra soruşturmayı kısa kesmek için
yeterli kanıta sahip olduklarına karar verdiler. Ertesi sabah şa­
fak vaktinde tutuklamaların yapılmasını planladılar.
“Neler çevirdiğimizi anladığını düşündük,” diyordu Ninni.
“İtalya’dan kaçabileceğinden ve sonra onu asla yakalayamaya­
cağımızdan korktuk.”
Ajanlar 31 Ocak 1997 sabahı Savioni’yi Piazza San Sepolc-
ro’daki Criminalpol merkezine getirdiklerinde Ninni adamın
kendi ofisine getirilmesini istedi. Savioni, Ninni’nin masasının
önündeki sandalyeye çöktü, elleri önden kelepçeliydi. Ninni,
memurlarından birine Savioni’nin kelepçelerini çıkarmasını
söyledi. Ona bir sigara uzattı ve Savioni de onu aldı.
“Bu kez kaybettin,” dedi Ninni, ağır ağır. “Senden bir adım
ilerideyiz - her şeyi biliyoruz. Tek şansın itiraf etmek, bunu ya­
parsan işler daha kolay olur.”
“Onun gerçekten arkadaşım olduğunu düşünmüştüm,”
dedi Savioni, başını sallayıp sigarasının dumanını üflerken.
Carpanese’nin polise gittiğini anlamıştı. “O olduğuna eminim.
Beni sattı. Bana ihanet etti.”
O esnada kapıdan bir tıklatma sesi duyuldu. Ninni başını
kaldırdı ve sarışın, mavi gözlü Dedektif Collenghi’yi gördü.
“Ahhh, bak burada kim var! Savioni, senin bir arkadaşın,”
dedi Ninni, kurnazca gülümseyerek.
Savioni arkasını döndü ve buz gözlü KolombiyalI “Carlos’u
tanıdı.

399
Gucci Hanedanı

“Olamaz Carlos, seni de mi yakaladılar?” diye ağzından ka­


çırdı.
“Ciao, Savioni,” dedi “Carlos”, kusursuz bir İtalyancayla.
“Ben, Ispettore Collenghi.”
Savioni yumruğunu alnına götürdü. “Ne aptalım,” diye mı­
rıldandı.
“Görebileceğin gibi, bu kez elimizi çok iyi oynadık!” dedi
Ninni. “Kendi kelimelerini duymak ister misin? Senin için kaydı
oynatabilirim. Tek şansın itiraf etmek,” diye tekrarladı Ninni.
“Bunu yaparsan mahkeme sana karşı daha merhametli olacak­
tır.”

400
18

Duruşma I

2 Haziran 1998 sabahı, saat sabah dokuz otuzdan hemen önce,


yargıç kürsüsünün sağındaki kapı aniden açıldı ve şık mavi be­
reler takan beş kadın gardiyan, Patrizia’yı Milano adliyesinin
kalabalık mahkeme salonuna getirdi. Kalabalığın arasından bir
mırıltı yükseldi. Patrizia far görmüş tavşan gibi şaşkın bakışlarla
içeri girerken fotoğrafçılar ve televizyon kameraları öne doğru
akın etti. Geniş, püsküllü siyah cübbeleri ve fırfırlı beyaz yaka­
lıklarıyla Patrizia’nın avukatları, onu selamlamak için ön sıra­
daki sandalyelerinden kalktı.
Maurizio Gucci’nin öldürülmesine ilişkin duruşma birkaç
gündür devam ediyordu ancak o gri sah sabahı Patrizia’nın
mahkeme salonuna ilk gelişiydi. San Vittore’deki hücresinde
kalarak, hakkı olduğu üzere ön duruşmalara katılmamıştı. Pat­
rizia, halk arasında tanınan iki ceza savunma avukatıyla kısaca
görüştü. Kibar, beyaz saçlı Gaetano Pecorella, duruşma süreci
sona ermeden önce İtalyan parlamentosuna deputato, yani mil­
letvekili olarak seçilecek, sürekli bronz tenli olan Gianni Dedo-
la ise, televizyon patronu ve eski Başbakan Silvio Berlusconi de
dahil olmak üzere önde gelen sanayiciler için savunmalar yap­
mıştı. İki avukat da mahkeme salonundaki atmosfere alışması

401
Gucci Hanedanı

için kendi savunmasını yapmadan çok önce Patrizia’nın salona


gelmesini istemişti.
Patrizia, Savcı Carlo Nocerino’yu ve onun arkasındaki avu­
katlar ile gazetecilerin olduğu sıraları geçerek en arka sıraya
oturdu. Arka tarafındaki meraklı izleyiciler, duruşmaya katı-
lanları halktan ayırmak için konmuş bel hizasındaki ahşap ba­
riyerlere yüklenerek iyi bir görüş yakalamaya çalışıyorlardı. Sol
tarafında, onu çevrelemiş olan mavi başlıklı gardiyanların ara­
sından ona bakış atan gazeteciler, görünüşüyle ilgili her detayı
not defterlerine yazıyordu. Mücevherler ve özgüvenle kaplı sos­
yete kraliçesinden geriye hiçbir şey kalmamıştı. O gün mahke­
me salonuna giren neredeyse elli yaşındaki, solgun ve bakımsız
haldeki Patrizia, ne yapacağını bilemez haldeydi. Daha önce hiç
bu denli göz önünde olmayan kadını, yüzleşmesi gereken şeye
karşı hiçbir şey hazır hale getiremezdi. Kısa, koyu renkli saçları,
ilaçlardan dolayı şişmiş yüzünün etrafında taranmamış halde
duruyordu. Bakışlarını, sağ bileğinde takılı olan, Monsenyör
Miligno adındaki popüler bir şifacı rahip tarafından kendisi­
ne verilmiş soluk yeşil tespih boncuklarına çevirerek, kendisi­
ni izleyen gözlerden kaçındı. Sol kolunda, mavi plastikten bir
Svvatch saat takılıydı. Corso Venezia’da tasarım ürünü takım el­
biseleriyle dolu gardıroplarına, onlara takım çantalar ve ayakka­
bılarla dolu raflara rağmen Patrizia o sabah sade mavi pamuklu
bir pantolon, bir polo gömlek giymiş ve omuzlarına mavi beyaz
çizgileri olan pamuklu bir kazak atmıştı. Ufak tefek boyunun
her zaman farkında olarak, minik ayaklarına on santim topuk­
ları olan 34 numara, puantiyeli beyaz deri terlikler giymişti.
Dışarıda motorları uğuldayan televizyon araçları, canh yayı­
na hazır halde adliyenin önüne park etmişti. Cephesinde 1VS-
TİTLA yazan beyaz mermerlerle kaph kocaman bina, Mussolini
rejiminin önde gelen mimarlarından Marcello Piacentini tara­
fından tasarlanmıştı. Her gün, kalabalık insan grupları adliyeye
akm ederek, bisikletlerini, mopedlerini ve arabalarını dışarıya
park edip hayatın daha nahoş yönleriyle mücadele etmek için
somut adımlar atıyordu. İçeride, yüksek sütunları birkaç kat

402
Duruşma

boyunca uzanan giriş salonunun etrafında kilometrelerce uzun­


lukta koridorlar kıvrılıyordu. Oradan, dolambaçlı holler, kafka-
esk bir labirentin içinde bulunan yaklaşık altmış beş mahkeme
salonunu ve bin iki yüz ofisi birbirine bağlıyordu. Adliye binası­
nın hemen arkasında, Maurizio ile Patrizia’nın yirmi altı yıl önce
evlendikleri Santa Maria della Pace bazilikası duruyordu.
Duruşmadan haftalar önce, İtalyan gazeteleri ve televizyon
istasyonları, “Kara Dul” dedikleri Patrizia’yla “Kara Cadı” dedik­
leri Pina -Auriemma’mn gerçekten doğaüstü güçleri olmadığı­
nı söyleyen itirazlarına rağmen- arasında beklenen yüzleşme
hakkında zekice açıklamalar üretiyorlardı. Mart ayında, duruş­
manın başlamasından iki ay önce, Pina on beş ayhk sessizliğini
bozdu ve itiraf etti. Patrizia’nın başka bir mahkûm aracılığıyla
kendisine gizli bir mesaj ilettiğini ve Maurizio cinayetinin bü­
tün suçunu üstlenmesi halinde “hücresini altına boğacağını”
teklif ettiğini söyledi. Gücenmiş ve öfkeli Pina, Patrizia’ya ce­
henneme kadar yolu olduğunu -ve avukatına da Nocerino’yu
aramasını- söylemişti.
“Ben yaşlı bir kadınım ve uzun bir süre de burada olacağım!
Hapiste olursam iki milyar liret [yaklaşık 1,5 milyon dolar] ne
işime yarayacak?” diyerek burnundan soluyordu, mart ayında
elli iki yaşma basan Pina. Hem Pina hem de Patrizia, Milano
merkezinin batı ucunda bulunan San Vittore hapishanesinin
kadınlar bölümünde tutuldu. Otel kapıcısı Savioni ve tetikçi
olduğu iddia edilen Ceraulo da orada tutulurken, eskiden piz-
zacı sahibi olan Cicala, Milano’nun hemen dışındaki Monza’da
hapse atıldı. San Vittore, gri duvarları içinde yaklaşık iki bin
kişiyi barındırıyordu; 1879’da yalnızca sekiz yüz mahkûmu ba­
rındıracak şekilde inşa edilmişti. Ceza uzmanları arasında uzun
zamandır popüler olan Philadelphia modelinden kopyalanan
tesis, yıldız şeklini oluşturan dört taş kanatlı merkezi bir kule­
den oluşuyordu. Mahkûmların sadece yüze yakını kadındı. Ana
girişe bakan, iki ön kanat arasında uzanan alçak, beton bir bina­
ya ayrı ayrı yerleştirildiler. Silahlı gardiyanlar, hapishaneyi çev­
releyen yüksek dış duvarların tepesinde volta atıyor ve diğerleri

403
Gucci Hanedanı

her köşedeki kontrol kulelerinde bulunuyordu. Sadece birkaç


metre ötede, duvarların diğer tarafında Milano sakinleri şeh­
rin işlek caddelerinde oradan oraya giderken, gardiyanlar her
sabah ve öğleden sonra egzersiz yapmak için avluya akın eden
mahkûmları gözetliyordu. San Vittore’nin girişi, Ortaçağ kale­
sine açılan bir kapıya benziyordu. Yüksek kemerli kapıyı ve üst
kattaki pencereleri gül rengi taşlar çevreliyor, binanın tepesini
çatallı mazgallar süslüyordu.
San Vittore, Tangentopoli, yani Temiz Eller yolsuzluk skan­
dalinin sembolü haline gelmişti. Bu uğurda mücadele veren
sulh hâkimleri, önde gelen politikacıları ve sanayi liderlerini
tutuklayıp hapse atmış ve milyonlarca dolar değerinde rüşvet
alıp verdiklerini itiraf etmeleri için baskı uygulamıştı. Ancak
ön duruşmalar sırasında hüküm giymiş uyuşturucu tacirleri ve
mafyalarla birlikte bu tehlikeli yerde tutuluyor olmaları, insan
hakkı tartışmalarını kızıştırmıştı. Protestocular, ön duruşmalar
sırasında bu şekilde tutuklanmaların politikacılar ve sanayiciler
arasında iki intihara yol açtığı suçlamasında bulunmuştu.
Patrizia’nın avukatları, beyin tümörü ameliyatının ardından
dönem dönem geçirdiği epilepsi ataklarını gerekçe göstererek
tıbbi ve psikolojik sebeplerden ötürü ev hapsiyle salınması için
nafile bir mücadele verirken, San Vittore’deki her gün Patrizia’yı
fethettiği ve sonra da kaybettiği ışıltılı dünyadan daha da uzak­
laştırıyordu.
Patrizia ilk başta diğer mahkûmlarla çatışmalar yaşamıştı.
“Benim ayrıcalıklı ve şımarık olduğumu, ayrıca hayatta her şeye
sahip olduğumu ve bu yüzden de karşılığını vermemin doğru
olduğunu düşünüyorlardı,” diyordu. Ana avludaki grupla yapı­
lan egzersiz molalarında, diğer kadınların kendisiyle alay ettiği,
tükürdüğü ve kafasına voleybol topu attığı Patrizia, bu molalar
sırasında ayrı bir bahçede tek başına kalmak istedi. Kalabalık
koşullara rağmen moralini yüksek tutmaya çalışan anlayışlı bir
adam olan San Vittore’nin müdürü bunu kabul etti. Ancak Pat­
rizia, cuma günleri annesi Silvana’nın getirdiği ev yapımı köfte­
leri ve diğer leziz yemekleri saklaması için hücresine bir buzdo­

404
Duruşma

labı konması için izin istediğinde adam bunu reddetti. Patrizia,


her hücreye bir buzdolabı bağışlamayı teklif ettiğinde adam
yine reddetti. Patrizia içini çekti, sıkıcı hapishane yemeklerine
boyun eğdi ve sigara içilmeyen on iki numaralı hücresinin gri
duvarlarının içinde gece geç saatlere kadar televizyon izledi.
Üçüncü kattaki hücresi en fazla altı metrekareydi. İki ranza,
iki tek kişilik yatak, bir masa, iki sandalye ve iki dolap, orta­
da dar bir geçiş bırakarak duvarları kaplıyordu. Odanın uzak
köşesindeki bir kapı, bir lavabo ve diğer köşesinde bir tuvalet
olan küçük bir odaya açılıyordu. Diğer köşede, demir hücre ka­
pısındaki bir açıklıktan günde üç kez hapishane görevlileri ta­
rafından bırakılan yemekler için bir masa ve sandalyeler vardı.
Patrizia, imajı son derece ticari bir hale gelmiş olan Peder Pio
adındaki kutsanmış, ünlü bir rahibin fotoğrafını bantladığı ran­
zanın alt katma kıvrılmıştı.
En başta, hücre arkadaşlarıyla sosyalleşmeyi reddetmişti -
düzmece bir iflas suçlamasıyla hapse atılan Daniela adında baş­
ka bir İtalyan ve fuhuş yapmakla suçlanan Maria adında bir Ro­
manyalI. Sağ taraftaki ranzanın alt bölümüne kendini kapatmış,
dergileri karıştırmış ve beğendiği kıyafetlerin resimlerini yırtıp
çıkarmıştı. Silvana, hücre arkadaşlarını kıskandıracak şifon,
ipek gecelikler ve iç çamaşırları getirerek onu pohpohlamak
için elinden geleni yapmıştı. Silvana ayrıca rujlar, yüz kremleri
ve Patrizia’nın en sevdiği parfüm Paloma Picasso’yu da getir­
mişti. Patrizia, kızlarına sevgi dolu mektuplar yazıp üzerlerini
kalpli ve çiçekli yapışkanların yanı sıra Patrizia Reggiani Gucci
adıyla süsledi - bu soyadını bırakmayı reddediyordu. Hapisha­
nenin iki genç kızın annelerini ziyaret etmesi için doğru yer ol­
madığını söyleyerek Alessandra ve Allegra’nın Noel ve Paskalya
dışında kendisini ziyaret etmesini yasaklamıştı.
Haftada iki kez, bir ucunda bulunan turuncu ankesörlü te­
lefonlardan evi arayabilmesi için gardiyanlar ona uzun koridor­
da eşlik etti. San Vittore, bir kütüphane, dikiş atölyesi ve şapele
ek olarak Patrizia’nın ayda bir gittiği bir kuaföre sahip olmakla
övünüyordu. Orada, hapishane müdürünün izniyle, meşhur

405
Gucci Hanedanı

İtalyan saç gurusu Cesare Ragazzi, Patrizia’nın beyin ameli­


yatından kalan yara izlerini kapatacak bir saç ekimine girişti.
İnsomniadan mustarip Patrizia, geceleri uykuya dalmasına yar­
dımcı olacak çizgi romanlar okurdu. Tüm bu zamanlar boyunca
yaklaşan duruşmasını düşünüyordu.
Patrizia’nın kendisini suçlamaya karar vermesinden kor­
kan Pina, sessizlik anlaşmalarını bozdu ve cinayet planının az­
mettiricisi olarak Patrizia’yı işaret ettiği bütün iğrenç hikâyeyi
Nocerino’ya anlattı. Pina’nın itirafı, Savioni’nin tutuklandığı
gün polis müfettişi Ninninin ofisinde söylediklerini doğru­
lamıştı. Nocerino durumdan çok memnundu. Maurizio’nun
iş ilişkilerine daldığı iki yıllık beyhude zamana rağmen, 1998
yılının Mayıs ayında duruşma başladığında, Patrizia’nın aley­
hinde kırk üç şişkin karton dosya kutusunda sarsıcı miktarda
kanıt birikmişti. Savunma avukatları, bu içeriğin fotokopisini
almak için küçük bir servet ödemek zorunda kaldı ve mahkeme
kâtipleri bu kutuları metal arabalarla defalarca mahkeme salo­
nuna getirip götürdü. Pina ve Savioni’nin itiraflarına ek olarak,
Nocerino’nun elinde, içinde Patrizia’nın ve müşterek davalıla­
rın telefon konuşmalarına ilişkin binlerce sayfalık dökümler ve
ayrıca Gucci çiftini tanıyan arkadaşlar, hizmetçiler, medyumlar
ve meslektaşların yeminli ifadeleri vardı. 1997 yılının sonbaha­
rında, müfettişler Patrizia’nın hücresine bile baskın yaptılar ve
Pina ile Savioni’nin aldıklarını söyledikleri meblağlara denk ge­
len para çekme işlemlerini gösteren, “Lotus B” kod adıyla Mon­
te Carlo banka hesabına ait bir hesap özeti buldular. Patrizia,
rakamların yanındaki kenar boşluğuna Pina için “P” harfini
yazmıştı. Nocerino’nun elinde Patrizia’nın tutuklanırken po­
lis tarafından el konan deri kaplı günlükleri bile vardı. Ancak
Patrizia’nın olaya dahil olduğuna dair doğrudan bir kabulü yok­
tu ve bu Nocerino’yu rahatsız ediyordu.
Patrizia, mahkeme salonunun arka tarafındaki sandalyesin­
den, yüksek tavanlı odanın sağ tarafına uzanan kahverengi çelik
kafese -İtalyan mahkeme salonlarının standart bir özelliğiydi—
boş gözlerle bakıyordu. Tıpkı Birleşik Devletler’de olduğu gibi,

406
Duruşma

İtalya’da da sanıklar suçlu oldukları ispatlanana kadar masum


sayılıyor olsa da, şiddet suçlarıyla yargılananların duruşmaları
esnasında kafesin içinde oturmak zorundaydı. İçeride, tetikçi
olduğu iddia edilen Benedetto Ceraulo ve olay yerinde kaçış
arabasını sürdüğü iddia edilen Orazio Cicala, kollarını parmak­
lıklara dayamış ve gazeteciler, avukatlar ve meraklı izleyiciler­
den oluşan insan denizine bakıyordu. Kırk altı yaşındaki Ce­
raulo, yakası düğmeli bir gömlek ve ceketiyle temiz giyinmişti,
koyu renkli saçları kısa süre önce kesilmiş ve taranmıştı ve kala­
balığa karşı rahatsız edici bir bakış atarak gururla kaşlarını çattı.
Kendisinin masum olduğunu söylemişti - ve cinayetteki ro­
lüne dair doğrudan bir kanıt olmasa da Nocerino, Savioni’nin
Benedetto’nun katil olduğunu söylediği itirafı da dahil olmak
üzere adamın suçlu bulunması için yeterli miktarda ikinci de­
rece kanıtı olduğundan emindi. Kel kafalı, elli dokuz yaşında­
ki Cicala onun yanında öne doğru eğilmişti, büyük boy ceketi
sanki bir askıya asılmış gibi omuzlarından sarkıyordu; iflas et­
miş pizzacı, hapiste geçirdiği iki yılın ardından on üç kilodan
fazlasını ve saçlarının büyük bir kısmını kaybetmişti. Kafesin
üzerindeki bir dizi buzlu cam ve havalandırma panjuru olan
pencere, odadaki tek havalandırma kaynaklarıydı. Siyah mer­
mer karo, duvarda yaklaşık iki buçuk metre kadar yükselerek
duvarların ve tavanın geri kalanını kaplayan kirli beyaz sıvaya
yol veriyordu.
Patrizia, yeni kızıl saç stili ve kaplan motifli pamuklu kaza­
ğıyla birkaç sıra önünde oturan Pina’ya bakmayı reddediyordu.
Pina zaman zaman, Milano adliyesindeki diğer avukatlar ara­
sında bir moda akımı başlatıp parlak mavi okuma gözlükleri­
ni sallayarak konuşmasını noktalandıran, iri yapılı ve güleç bir
adam olan Paolo Traini adındaki avukatına fısıldamak için eği­
liyordu. Yüzü asık ve saçları jöleden parlayan, Hotel Adry’nin
kapıcısı İvano Savioni, siyah bir takım elbise ve pembe gömlek
giymiş ve etrafı erkek gardiyanlarla çevrili halde Patrizia’nın sa­
ğındaki arka sıraya sessizce çökmüştü.
Yargıç Renota Ludovici Samek, her ikisi de geleneksel siyah

407
Gucci Hanedanı

cübbelerini giymiş ve beyaz yargıç yakalıklarını takmış yardım­


cı yargıçlarıyla birlikte mahkeme salonuna girerken bir zil sesi
duyuldu ve mırıltılar kesildi. İki sulh yargıcından sonra resmi
kıyafetler giymiş ve her biri, bir omuzlarının üzerinden göğüs­
lerine dökülen, İtalyan bayrağının beyaz, kımızı ve yeşil renk­
lerinden çizgileri olan tören kuşağı takmış haldeki altı sivil jüri
üyesi ve iki yedek üye de geldi. Hepsi, mahkeme salonunun ön
tarafındaki yükseltilmiş alanın etrafındaki ahşap kürsünün ar­
kasına geçtiler. Samek oturdu ve kendisinin ve yardımcılarının
her iki tarafındaki jüri üyeleri de yerlerini aldılar. Mahkeme sa­
lonu gardiyanları, esas yargılamaya katılmasına izin verilmeyen
televizyon kamerası operatörlerini ve fotoğrafçıları dışarı çıka­
rırken Samek burnunun ucuna iliştirilmiş okuma gözlüklerinin
üzerinden sertçe baktı.
Bir cep telefonunun zili duyulduğunda başarısız bir şekilde
duruşmayı açmaya çalışan Samek, “Başka bir telefonino daha
çaldığını duyarsam, sahibinin çıkması istenecek,” dedi, toplan­
mış insanlara ters ters bakarak. Hafifçe gerilemiş saç çizgisi ve
soğukkanlı, ince dudaklı ifadesiyle çekici bir adam olan Samek,
mafya patronu Angelo Epaminonda’nm -sicilinde uzun bir ci­
nayet listesine sahip tehlikeli bir adam-1988 yılındaki davasına
başkanlık ederken San Vittore’nin alt kattaki yüksek güvenlikli
mahkeme salonunda silahların patladığı gün Milano yargı ca­
miasında ün kazanmıştı. Dehşet içindeki avukatlar ile yardım­
cıları masa ve sandalyelerin altına saklanırken, Samek ayağa
fırlamış ve emirler yağdırmıştı - bütün odada ayakta kalan tek
kişiydi. Klan üyeleri arasında bir hesaplaşma olarak açılan ateş,
iki carabinieri’mn ciddi şekilde yaralanmasına sebep olmuştu.
Samek, devletin böyle bir şiddet karşısında sarsılmayacağını
göstermek için duruşmayı yalnızca bir süreliğine askıya almış
ve aynı gün öğleden sonra celseye devam etmişti.
Gucci cinayeti davası sırasında Samek, haftada üç kez du­
ruşmalar içeren yoğun bir program uygulayarak ve boş günler­
de kanıtlan incelemek için jüriyle buluşarak talepkâr bir amir
olduğunu kanıtlamış oldu. İtalyan mahkeme sistemine göre

408
Duruşma

jüriyle birlikte karar verecek olan Samek, duruşma boyunca


netlik sağlanması için bastırdı. Tembelce sorulara ve kaçamak
cevaplara karşı hoşgörüsüzdü Samek, çoğu zaman tanıkların
sorgusunu kendisi üstlenirdi - bu, ABD mahkeme salonların­
da duyulmamış bir şeydi. Savunma avukatları Samek’i gizlice
Milano’nun koruyucu azizi Sant’ Ambrogio’nun kürsünün ar­
kasındaki duvarda yüksekte asılı duran, kararlı ve normalden
daha büyük rölyefiyle karşılaştırırlardı. Sant’ Ambrogio sağ
eliyle yedi düğümlü deri bir kırbacı kaldırıyor ve darbeleriyle iki
aptal figürü fırlatıyordu.
Takip eden haftalar ve aylarda, şahitlik raporları aşk, hayal
kırıklığı, güç, zenginlik, lüks, kıskançlık ve açgözlülükle ilgili
destansı bir hikâyeye dönüşürken İtalyan vatandaşları gazeteler
ve televizyonlar aracılığıyla Gucci duruşması hakkmdaki hiçbir
detayı kaçırmadı.
Gucci cinayeti duruşması, Birleşik Devletler’deki O. J. Simp-
son davasıyla eşdeğer hale geldi. “Bu bir cinayet davası değil,”
diye mırıldandı Patrizia’nın avukatı Dedola, “bu hikâye, bir Yu­
nan tragedyasını bir çocuk masalıymış gibi gösteriyor.”
Duruşma, Maurizio ve Patrizia’nın tutkulu ve aşırı uçlardaki
yaşamlarını, Pina ve üç suç ortağının yaşadıkları sefaletten ta­
ban tabana zıt bir şeymiş gibi gösterdi. Amerikan toplumundaki
ayrımcı ırksal tutumların altını çizen O. J. Simpson davasında
olduğu gibi, Gucci duruşması da İtalya’da zenginleri fakirlerden
ayıran uçuruma vurgu yapıyordu.
Bu nedenle, davacı taraf ve savunma tarafı açılış argümanla­
rını sunarken milyonlarca İtalyan birkaç gün boyunca hayranlık
içinde televizyonlarını seyretti. Esmer ve yakışıklı bir adam olan
Savcı Nocerino, mahkeme salonunun sol tarafında, yüzü yargıç
kürsüsüne ve onun hemen yanındaki -Samek’in duruşmasının
açılış ve kapanışı için içeri girmesine izin verdiği- televizyon
kamerasına dönük olarak duruyor ve Patrizia’yı milyonlarca
dolarlık mal varlığının kontrolünü ele geçirmek için kocasının
ölümünü soğukkanlı ve kararlı bir şekilde planlayan takıntılı ve
nefret dolu bir dul olarak resmediyordu.

409
Gucci Hanedanı

“Patrizia Martinelli Reggiani’nin, Maurizio Gucci cinaye­


tinin planlanması ve uygulanması için ödeyeceği ücret için
pazarlık ettiği ve bu ödemeleri bir ön ödeme ve son bakiye de
dahil olmak üzere birkaç taksit halinde yaptığını kanıtlama ni­
yetindeyim,” dedi Nocerino, sesi yüksek mahkeme salonunda
yankılanırken.
Mahkeme salonunun sağ tarafında duran Patrizia’nın savun­
ma avukatları Pecorella ve Dedola, geniş çapta yayınlar yaparak
ilan ettiğini kabul ederek Patrizia’nın Maurizio’ya karşı takıntılı
bir öfkesi olduğunu inkâr etmediler. Ancak onu, uzun süredir
arkadaşı olan Pina Auriemma’mn kuklası haline gelmiş zengin
ve hasta bir kadın olarak resmettiler. Cinayeti, Patrizia’nın değil
Pina’nm ayarladığını ve sonra da sessiz kalması için Patrizia’ya
şantaj yapıp tehdit ettiğini söylediler. Patrizia’nın cinayetten
önce ödediği 150 milyon liret (yaklaşık 93 bin dolar), muhtaç
haldeki arkadaşına karşı cömert bir borçtu, demişti avukatlar.
Daha sonra ödediği 450 milyon liret (yaklaşık 276 bin dolar) ise
aynı arkadaş tarafından Patrizia’ya ve kızlarına yönelik acıma­
sızca tehditlerle alınmıştı. Kanıt, dedi Dedola, yankılanan bari­
ton sesiyle, Patrizia’nın yazdığı, imzaladığı ve 1996 yılında bir
Milano noterine tevdi ettiği üç satırlık bir mektuptur: “Kendi­
min ve ailemin güvenliği için yüz milyonlarca liret para ödemek
zorunda bırakılıyorum. Eğer bana bir şey olursa, eşimi öldüren
kişinin adını bildiğim içindir: Pina Auriemma.”
Dedola’nm zekice hitabı ve Patrizia’nın görünüşte çare­
siz haldeki mektubu, savunmasının o gri sah sabahı alacağı
sert darbeye karşı koyamadı - olay yerinden kaçış arabasının
sürücüsü Orazio Cicala’dan sürpriz bir itiraf. Savunma strate­
jisi, Cicala’nın eğitimsiz bir adam olarak basit ve gramer ku­
rallarına uymayan konuşmasıyla Sicilya lehçesinde anlattığı
garip hikâyenin yanında sönük kaldı; kindar bir prenses olan
Patrizia’nın ve bir yoksul olan kendisinin hikâyesi.
Mavi şapkalı gardiyanlar, Cicala’yı kafesinden çıkararak
kırklarının başında genç bir kadın olan avukatının yanında dur­
masına izin vermişlerdi. Garip bir ikili olmuşlardı - canlı sesi,

410
Duruşma

koyu renk saçıyla iyi görünüşü ve dar takım elbisesiyle mahke­


me salonunu büyüleyen göz alıcı ve başarılı bir avukat ile önce
kumar borçlan, şimdi de bir cinayet suçlamasıyla ailesini mah­
vetmiş, kambur ve sıska Cicala.
Mahkemede dişsiz ağzını açan Cicala, Savioni’nin eşini öl­
dürmek isteyen bir kadın tanıdığını söylemek için kendisine
geldiği günü anlattı. “Başlangıçta ilgilenmediğimi söyledim an­
cak ertesi gün tekrar sordu ve o zaman, tamam ama bu iş pa­
halıya patlar, dedim. ‘Ne kadar?’ diye sorduğunda ona, ‘Yarım
milyar liret!’ [yaklaşık 300 bin dolar] dedim,” dedi görevine ısı­
nan ve gördüğü ilgiden keyif almaya başlayan Cicala. “Bana geri
geldiler ve tamam dediler. Yarısını peşin, yarısını işten sonra
istediğimi söyledim.”
Tefeciler tarafından sıkıştırılan Cicala, 1994 yılının sonbaha­
rında Pina ve Savioni’den kapalı sarı zarfların içinde birkaç tak­
sit halinde 150 milyon liret (93 bin dolar) parayı memnuniyetle
aldığını, ancak cinayeti organize etmek için hiçbir şey yapma­
dığını söyledi. Pina ve Savioni ona baskı yapmaya başladığında,
zaman kazanmak için ayarladığı katillerin tutuklandığı ve iş için
çaldığı arabanın ortadan kaybolduğu şeklinde yalanlar söyledi.
“Benden parayı geri istediklerinde onu çoktan insanlara ver­
diğimi ve geri alamayacağımı söyledim,” dedi, el kol hareketi
yaptıkça büyük beden ceketi bir deri bir kemik kalmış vücudun­
da hafifçe sallanan Cicala.
Mahkeme salonunun en sonundaki sırada ilgisiz bir şekilde
dinlemekte olan Patrizia birden hastalanmış gibi göründü, be­
yaz şapkalı hemşire elinde küçük bir deri çanta ve bir şırıngayla
onun yanına giderek bir iğne isteyip istemediğini sordu. Patri­
zia, geçirdiği beyin ameliyatının ardından nöbetlerini kontrol
etmek için reçeteli ilaçlar alıyordu. Avukatları, acil bir durum
olması ihtimaline karşı hemşirenin Patrizia’nın yanında bulun­
masını ayarlamıştı ve ayrıca beyaz üniformalı yardımcı kadının
varlığının mahkemeyi Patrizia’nın lehine çevirmeye yardımcı
olabileceğini umuyorlardı.
Güçlü kadın rolüne alışkın olan Patrizia, iğneyi reddetti.

411
Gucci Hanedanı

“Hayır, hayır,” diye fısıldadı, eğilip yüzüne bir mendil tutarak.


“Sadece biraz su lütfen.”
Cicala ayrıca, cinayet planının hızlanmasına sebep olan,
Patrizia’yla bir karşılaşmayı da anlattı. 1994 yılının sonuna ka­
dar Patrizia yalnızca Pina’yla muhatap olmuş ve o da karşılığın­
da Savioni ile kendisine bilgi ve para akışını sağlamıştı. Ancak
1995 yılının başlarında, bir şey yapılmamasından dolayı hayal
kırıklığına uğrayan ve dolandırıldığından endişelenen Patrizia,
Pina’yı devre dışı bıraktı ve ipleri kendi eline aldı, demişti Ci­
cala.
“Bir öğleden sonra -ocak sonu ya da şubat başı olmalı çünkü
hava soğuktu- evdeydim ve kapı çaldı, gelen Savioni’ydi,” dedi
Cicala. “Onunla birlikte aşağıya indim ve bana ‘O kadın araba­
da!’ diye fısıldadı.”
“Ve sen de Savioni’ye kadının orada ne işi olduğunu sordun
mu?” diye sordu, mahkeme salonunun sol tarafında sandalye­
sinde oturan Nocerino.
“Hayır, hiçbir şey söylemedim. Sadece Savioni’nin arabası­
nın arka koltuğuna geçtim ve ön koltukta oturan ve kendisini
Patrizia Reggiani olarak tanıtan güneş gözlüklü bir kadın var­
dı,” dedi Cicala savcıya, o zaman o kadının eski eşi Maurizio
Gucci’yi öldürmek isteyen kadın olduğunu anladığını da ekle­
yerek. “Arka koltuğa geçtim ve kadın bana dönerek ne kadar
para aldığımı, parayla ne yaptığımı ve hangi noktada olduğumu
sordu.”
“Ona 150 milyon liret [93 bin dolar] aldığımı, insanları ayar­
ladığımı ama onların tutuklandığını, daha fazla paraya ve za­
mana ihtiyacım olduğunu söyledi. O noktada kadın bana ‘Sana
daha fazla para verirsem bu işin yapılacağının garantisini ver­
melisin çünkü zaman tükeniyor. Tekneyle ayrılmak üzere ve
bunu yaparsa aylarca ortadan kaybolur,’ dedi.”
Cicala derin bir nefes aldı ve su istedi. “İşte asıl meseleye ge­
liyoruz,” dedi, onay almak için mahkeme salonuna bakarak.
“Lütfen, lütfen devam edin,” dedi Nocerino bir elini sallayıp
rahatça sandalyesine yaslanarak.

412
Duruşma

“Bana, meselenin para değil işin iyi bir şekilde halledilmesi


olduğunu söyledi,” diye devam etti Cicala. “Ben de ona, ‘Eğer
bu işi kendim yaparsam ve bana bir şey olursa, durumum ne
olacak?’ diye sordum. Bana, ‘Bak, Cicala, beni bu işin dışında
tutarsan ve seni bulurlarsa, hücrenin duvarları altınla kaplana­
cak,’ dedi ve ben de, ‘Benim beş çocuğum var, hayatlarını mah­
vettiğim beş çocuğum; onları sokak ortasında bıraktım,’ dedim
ve o da ‘Sana da, çocuklarına da, onların çocuklarına da yetecek
kadar var,’ dedi bana.”
Cicala başını kaldırdı ve mahkemeden, savcıdan ve avuka­
tından biraz sonra söyleyeceği şeyler için kendisini bağışlama­
ları için yalvardı.
“En sonunda, ” diye devam etti Cicala, yavaşça konuşarak,
“mahvettiğim ailem ve çocuklarım için işleri tamamen dü­
zeltme şansı yakaladım. O andan itibaren bu işi yapacağıma
karar verdim,” dedi, ellerini iki yanma açarak. “Ne zaman ya
da nasıl olacağını bilmiyordum ancak bu işi yapacağıma karar
vermiştim!”
İlerleyen haftalarda, Pina’nın Maurizio Gucci’nin nerede
olduğu hakkında yoğun bir bilgi akışı sağlamak için her gün
kendisi aradığını söyledi Cicala. “Maurizio Gucci günün konusu
haline geldi,” dedi bu anı karşısında gözlerini devirerek.
Cinayeti kendisinin işleyebileceğinden emin olmayan Cica­
la, tanıdığı küçük çaplı bir uyuşturucu satıcısı olarak tanımla­
dığı bir katili ayarlamaya karar vermişti. Samek şüphe içinde
ona bakarken ve Nocerino şaşkınlık içinde onu izlerken, Cicala,
gerçek silahlı adamın adını vermekten korktuğunu çünkü onun
hâlâ serbest olduğunu söyleyerek katilin Benedetto Ceraulo -
kafeste kendisiyle birlikte oturan çatık kaşlı adam- olduğunu
inkâr etti. Kimse ona inanmadı ama yapılacak bir şey yoktu:
İtalya’da, kendi savunmasını yapan bir sanık, doğruyu, bütün
doğruyu ve yalnızca doğruyu söylemek zorunda değildir.
26 Mart Pazar gecesi, Maurizio’nun New York’a yaptığı bir
iş gezisinden döndüğünü bilen Pina, şifreli bir mesajla Cicala’yı
aradı: “11 pacco e arrivato" yani “Paket ulaştı.”

413
Gucci Hanedanı

Ertesi sabah Cicala arabayla katili aldı ve birlikte Maurizio’yu


beklemek için Via Palestro’ya gittiler.
“Yaklaşık kırk beş dakika bekledik ve sonra onun Corso
Venezia’da sokağın karşısına geçtiğini ve kaldırımda yürümeye
başladığını gördük.” Cicala, saatine baktığını ve sabah sekiz kır­
kı gösterdiğini söylüyordu.
“Katil bana, ‘Adam bu mu?’ diye sordu.”
Cicala, Pina’nın kendisine verdiği Maurizio fotoğrafından
sokakta kaygısızca yürüyen adamı tanımıştı.
“Ona, ‘Evet, bu,’ dedim.”
“O sırada, katil arabadan indi ve adres numarasına bakı­
yormuş gibi yaparak kapı eşiğine kadar gitti. Arabayı hareket
ettirdim ve - işte o zaman oldu,” dedi Cicala, sessiz mahkeme
salonuna bakarak. “Hiçbir şey görmedim ya da duymadım; ben
arabayı hareket ettiriyordum. Sonra katil arabaya atladı ve o
hafta sonu üzerinde çalıştığımız kaçış rotası olan Arcore’a doğ­
ru arabayı sürdüm. Katil bana portinaio’yu da öldürdüğünü dü­
şündüğünü söyledi. Onu bıraktım ve saat dokuzda evdeydim.”
Pina birkaç hafta sonra kürsüye çıktığında, alaycı Napoli ak-
sanıyla Patrizia’nın nasıl kendisinden Maurizio’nun cinayetini
organize etmesini istediğini açıkladı.
“Kardeş gibiydik, bana her şeyi anlatırdı,” dedi, kaplan mo­
tifli kazağını büyük güllerle bezeli bir kazakla değiştiren Pina.
“Bu işi kendisi yapmak istiyordu ancak buna cesareti yoktu. Sü­
per kuzey İtalyah mantığıyla, güney İtalya’dan olan hepimizin
camorra ile bağlantıları olması gerektiğini varsayıyordu,” diyor­
du Pina, Napoli mafyasına gönderme yapıp gözlerini devirerek.
Pina’nın Milano’da tanıdığı diğer tek insan, bir arkadaşının eşi
olan Savioni’ydi. Patrizia’nın taslak metnini yazmasına yardım­
cı olmak için Milano’da bulunan Pina, Patrizia’nın kendisine
uyguladığı acımasız baskıyı anlattı.
“Onun için geçen her gün bir kayıptı,” dedi Pina. “O bana
her gün eziyet ederdi, ben de karşılığında Savioni’ye eziyet edi­
yordum ve o da gidip Cicala’ya eziyet ediyordu. Daha fazla da­
yanamayacaktım!”

414
Duruşma

Pina, Maurizio öldürüldükten sonra duygusal olarak çöktü­


ğünü, depresif, gergin ve paranoyak bir hale geldiğini söyledi.
Maurizio’nun cenazesinden birkaç gün önce soğukkanlı bir şe­
kilde Patrizia’yı aramıştı.
“Ee, iyi haberleri aldın mı?” demişti Pina.
“Evet, iyiyim, büyük harflerle ‘İyiyim’,” dedi Patrizia vurgu­
layarak. “En sonunda huzura erdim, ben rahatım ve kızlar da
rahat. Bu durum bana muazzam bir sükûnet ve keyif verdi.”
Pina, Patrizia’ya çok sıkıntıda ve depresyonda olduğunu, sa­
kinleştirici alıp intihar etmeyi düşündüğünü söyledi.
“Kendini topla Pina, abartma!” dedi Patrizia soğukkanlı bir
şekilde. “Artık her şey bitti, sadece sakin ol, kendine gel ve or­
tadan kaybolma.” Pina, Roma’ya taşındı ve Patrizia’nın her ay
kendisine gönderdiği üç milyon liret, yani yaklaşık bin altı yüz
dolarla geçindi. Pina bir noktada ruhen çöktüğünü ve ortak bir
arkadaşlarına sırrını açıkladığını söyledi.
“Patrizia benim ıstırabımı satın aldı,” dedi Pina, dehşet için­
de dinleyen arkadaşına. Bu ifade, hem gazetelerde hem de mah­
keme salonunda duruşmanın teması haline geldi.
Pina duruşma esnasında Patrizia’nın suçu kendisine yük­
leme çabaları karşısında sık sık öfkelendi - ve bir noktada
misilleme yaparak mahkemeye spontane bir açıklama yap­
mak istedi. Samek kabul etti ve Pina ayağa kalkıp Patrizia’nın
annesi Silvana’yı kızının cinayet planını bilmekle suçladı ve
Maurizio’nun cinayetinden aylar önce Silvana’nın, Milano’da
türeyen Çinli çetelerle bağlantısı olan Marcello adında İtalyan
bir adamla irtibata geçtiğini ancak fiyatta anlaşamadıklarını ve
bu yüzden gerçekleşmediğini de ekledi. Patrizia’nın tutuklan­
masından sonraki aylarda Nocerino, Patrizia’nın uzun zaman
önce Santo Domingo’ya taşınmış üvey kardeşi Enzo’dan da bir
beyanname almıştı; Enzo, Silvana’yı Patrizia’nın suç ortağı ola­
rak suçlamakla kalmamış, aynı zamanda adamın mal varlığını
güvence altına almak için yıllar önce Papa Reggiani’nin ölümü­
nü hızlanmakla da suçlamıştı. Sürekli finansal sorunlar yaşayan
Enzo, Reggiani mal varlığından daha büyük bir pay alabilmek

M5
Gucci Hanedanı

için Silvana’ya dava açmış ve kaybetmişti. Silvana, merhum eşi­


ni doktorlarının kendisine biçtiği ömürden aylarca daha fazla
süre hayatta tuttuğunu söyleyerek üvey oğlunun şeytani iddi­
alarına şiddetle karşı çıktı. İtalyan gazeteleri “Anne-Kız Avcı
Ekibi” hikâyesinin üzerine atlarken savcılar, Silvana’ya yöne­
lik suçlamalar hakkında resmi bir soruşturma başlattı - ancak
Pina’nın suçlamalarından hiçbir şey çıkmadı ve Silvana her iki
olayla ilgili herhangi bir ilgisinin olduğuna şiddetle karşı çıktı.
Sanıklardan bazıları, avukatlar, gazeteciler, avukat yardımcı­
ları ve dava ilerledikçe her gün geri gelen meraklı izleyicilerden
oluşan küçük bir topluluk mahkeme salonunu etkiledi. Mem­
leketi Sicilya’dan getirilen, olaya tanık olmuş kapıcı Onorato,
cinayete, kendi vurulmasına ve inanılmaz bir şekilde hayatta
kalmasına ilişkin ilk elden anlattığı hikâyesiyle herkesin buz
kesmesine sebep oldu. Guccilerin eski hizmetçisi Alda Rizzi,
Maurizio’nun öldürüldüğü sabah keder içinde Patrizia’yı ara­
dığında arka planda sadece yüksek sesli klasik müzik çaldığını
duyduğunu ve Patrizia’nın telefonda sakin, kayıtsız bir şekil­
de konuştuğunu anlatarak herkesi hayrete düşürdü. Maurizio
Gucci’nin medyumu Antonietta Cuomo, Maurizio’yu nasıl kötü
ruhlardan korumaya ve işle ilgili planlarında ona güven vermeye
çalıştığını anlattı. Ön sıradaki yeni konumunda, avukatlarının
arasından boş gözlerle kendisine bakan Patrizia’ya dört saat bo­
yunca bir kez bile bakmamış olan Paola Franchi - Maurizio’nun
mal varlığından bir nafaka elde etmeyi başaramamış- aşkları
ve düğün planları hakkındaki detayları anlatarak mahkemeyi
eğlendirdi. Duruşma boyunca, Maurizio öldüğü esnada ikisiyle
evli olmasa da hem Paola hem de Patrizia, ondan “eşim” diye
bahsetti. Paola’nın kulak memelerinden ve parmaklarından
minik elmaslar gizlice parlıyordu. Canlı işlemelere sahip keten
bir takım giyen Paola, konuşurken uzun ve bronz bacaklarını
çaprazlayıp eski haline getirdikçe mahkeme salonundaki bütün
gözler, narin bacaklarından birinde kışkırtıcı bir şekilde salla­
nan altın halhali takip ediyordu.
“Şu anda Patrizia’nın başına gelebilecek en iyi şey,” demişti

416
Duruşma

Paola, ifadesinden sonra salon dışındaki gazetecilere, “tama­


men unutulup gitmesidir.”
Celseler yaz aylarına doğru ilerlerken, polisler ve müfettişler
suçu, Maurizio’nun iş ilişkileri arasında yanlış yönlendirilmiş
şekilde yapılan katil avını, ve Carpanese ile Müfettiş Ninni sa­
yesinde iki yıl sonra ortaya çıkan beklenmedik ilerlemeyi açık­
ladı. Daha sonra Patrizia’nın Monte Carlo’dan gelen gri takım
elbiseli bankacısı, nakit para yığınlarını nasıl bizzat Milano da­
iresinde ona teslim ettiğini açıkladı; Patrizia’nın daha sonra iyi
arkadaşı Pina’ya borç verdiğini söylediği paraları.
Pina’nm iki avukatından biri olan Paolo Trofino “Bu para
bir borçsa, neden bir banka transferi yapmadınız?” diye çıkıştı,
yağlı, omuz hizasında saçlara ve geniş bir gülümsemeye sahip,
uzun boylu bir Napoliliydi.
“Banka transferinin ne olduğunu bile bilmiyorum,” diye
karşılık verdi Patrizia kayıtsızca, daha sonra ifadesini verirken.
“Bütün bankacılık işlemlerimi nakit yaparım.”
Doktorlar, Patrizia’nın hastalığının hikâyesini anlattı. Avu­
katlar, boşanma anlaşmalarının şartlarını sıraladı. Arkadaşları,
Maurizio’ya karşı attığı öfke dolu tiratlardan bahsetti. Tanıklar
tanık sandalyesine geçerken, onların ifadelerinin birçoğu sıra­
sında salonda olan Patrizia, sessizce dinledi ve gücünü topladı.
Temmuz ayında, San Vittore’nin kuaför salonunda saçlarını
yeni şekillendirmiş ve ayak tırnaklarına oje sürmüş halde, şık,
fıstık yeşili rengindeki tasarım ürünü takımıyla kürsüye çıktı
ve kendisine yöneltilen tüm suçlamaları çevik bir şekilde red­
dettiği üç günlük bir savunma yaptı. Neredeyse eski hali gibi
görünüyordu - gururlu, iğneleyici, kibirli ve tavizsiz. Mahkeme
tarafından görevlendirilmiş üç psikiyatristten oluşan bir heyet
tarafından -daha sonra, akıl sağlığının tamamen yerinde ol­
duğunu bildireceklerdi- gözlemlenen Patrizia, zaman zaman
Nocemio’nun kendisinden bile daha aklı başında görünüyordu.
Psikiyatristler sonradan, benmerkezci, kolayca gücenen ve ken­
di önemine dair şişirilmiş bir hisle sorunlarını abarttığını söy­
leyerek ona narsisistik kişilik bozukluğu tanısı koydular. Aca­

417
Gucci Hanedanı

ba suçluluk duygusundan da arınmış olabilir miydi? İki kızma


gerçeği itiraf etmekten iğreniyor muydu: babalarını öldürdüğü
gerçeğini? Yoksa doğruyu mu söylüyordu? Pina kontrolü onun
elinden mi almıştı? Psikiyatristler hızlıca kararlarını verdiler.
“Eylemlerini anlayabiliriz,” dedi psikiyatristlerden biri, “an­
cak onlara göz yumamayız. Birinin gururunun incinmiş olması
ona insanları öldürme hakkı vermez!”
Patrizia mahkemede, Maurizio’yla evliliğin ilk on üç yılını
kusursuz bir mutluluk olarak tanımladı - ve eşinden ziyade bir
dizi danışmanın etkisi altında kalmaya başlayınca bunun bozul­
duğunu söyledi.
“İnsanlar, bizim dünyanın en güzel çifti olduğumuzu söy­
lerdi,” diye anımsıyordu Patrizia. “Ancak Rodolfo öldükten ve
Maurizio kendi kararlarını vermek yerine babasmınkileri uygu­
lama yoluna gidince, destek için bir dizi danışmana yöneldi.”
“Üzerine son oturan kişinin şeklini alan bir koltuk minderi­
ne dönüştü!” dedi Patrizia, tiksintiyle.
Ayrılıklarından ve kendisine her ay yüzlerce milyon liret para
ödendiği ancak istediği mal varlıkları üzerinde hiçbir hakkının
olmadığı boşanma anlaşmalarından bahsetti. “Bana tavuktan
vermek zorunda kalmamak için kemiklerini verdi,” diye ekledi
Patrizia, iğneleyici bir şekilde.
Boşanmalarından önce bir gün, iki kızıyla birlikte Saint Mo-
ritz mülküne gelmiş ve kapıların kapalı olduğunu ve kilitlerin
değiştirildiğini görmüştü.
“Birazcık üzülmüştüm, bu yüzden polisi aradım,” dedi mah­
keme salonuna. “Beni içeri soktular ve ben de kilitleri değiştir­
dim. Sonra Maurizio’yu aradım. ‘Bütün bunlar ne demek olu­
yor?’ diye sordum. Bana, ‘Çiftler ayrıldığında kilitlerin değişti­
rildiğini bilmiyor musun?’ dedi. Ben de ona, ‘Eh, şimdi de ben
kilitleri değiştirdim, o yüzden onları şimdi kimin değiştireceği­
ni görelim!’ dedim.”
Patrizia, Maurizio’ya olan nefretinin yıllar içinde bir takıntı­
ya dönüştüğünü kabul etti.
“Neden?” diye sordu Nocerino. “Seni terk ettiği için mi, baş­
ka bir kadınla birlikte olduğu için mi?”

418
Duruşma

“Ona artık saygı duymuyordum,” dedi Patrizia, kısa bir ses­


sizliğin ardından yumuşak bir sesle. “Artık evlendiğim adam de­
ğildi, aynı ideallere sahip değildi,” dedi Patrizia, Maurizio’nun
Aldo’ya davranışları, evi terk etmesi, işle ilgili başarısızlıkları
karşısında ne kadar şoke olduğunu anlatarak.
“Öyleyse neden onun kızlarınızla yaptığı her telefon konuş­
masını, her görüşmeyi not aldınız?” diye sordu Nocerino, mah­
kemeye örnekleri okurken. “18 Temmuz: Mau aradı ve sonra
ortadan kayboldu; 23 Temmuz: Mau aradı; 27 Temmuz: Mau
aradı; 10 Eylül: Mau ortaya çıktı; 11 Eylül: Mau aradı, kızlarla
görüştü, konuştuk; 12 Eylül: Mau sinemaya gitti; 16 Eylül: Mau
aradı; 17 Eylül: Mau okulda kızlarla görüştü.”
“Belki de - belki de yapacak daha iyi bir şeyim yoktu,” diye
yanıtladı Patrizia, zayıf bir şekilde.
“En azından bu günlüklerdeki kayıtlara göre, Maurizio’nun
ailesini ve kızlarını hiçbir zaman terk etmediği görünüyor,”
dedi Nocerino.
“Muazzam ilgi gösterdiği anlar olurdu,” diye açıkladı Patri­
zia, “kızlan arar ve onlara, ‘Peki, bugün öğleden sonra sizi si­
nemaya götürüyorum, ’ derdi ve kızlar oraya gidip onu bekler­
di ancak o gelmez ve o gece arayıp, ‘Ah, amore, çok üzgünüm,
unuttum. Yarma ne dersiniz?’ derdi. Bu böyle devam ederdi.”
“Peki ya bu sözler -Maurizio’nun öldüğü gün, ‘PARADEİ-
SOS’; cinayetten on gün sonra ‘Satın alınamayacak hiçbir suç
yoktur’- bunları nasıl açıklıyorsunuz?” diye sordu Nocerino.
“Taslak metnim üzerine çalışmaya başladığımdan beri,” diye
yanıtladı Patrizia, soğukkanlı bir şekilde, “ilgimi çeken veya şa­
şırtan alıntıları ve ifadeleri yazdım, başka bir şey yok.”
“Ya günlüklerinize yazdığınız tehditler, ona gönderdiğiniz
ve kendisine bir dakika bile huzur vermeyeceğinizi söylediğiniz
o kaset?” diye sordu Nocerino.
Patrizia’nın koyu gözleri kısıldı.
“Bir klinikte olsaydınız ve doktorlar sadece birkaç günlük
ömrünüzün kaldığını söyleseydi ve anneniz çocuklarınızı alıp
eşinize götürerek ‘Eşin ölüyor,’ deseydi ve o adam da, ‘Çok meş-

419
Gucci Hanedanı

gülüm, bunun için vaktim yok,’ deseydi ve kızlarınız sizin sed­


yeyle götürülmenizi izlemek zorunda kalsaydı ve o odadan can­
lı çıkıp çıkmayacağınızı bilemeyen bir halde olsalardı, siz nasıl
hissederdiniz? Nasıl hissederdiniz?”
“Ve Paola Franchini’yle olan ilişki?” diye bastırdı Nocerino.
“Her konuşmamızda Maurizio bana, ‘Söylesene, senin tam
zıttın olan bir kadınla görüştüğümü biliyor muydun? Uzun
boylu, sarışın, yeşil gözlü ve her zaman benden üç adım geride
yürüyor!’ derdi,” dedi Patrizia. “Anladığım kadarıyla, üç adım
arkasında yürüyen başka sarışın kadınlar da varmış. Ben fark­
lıydım.”
“Evlenebileceklerinden dolayı endişe duyuyor muydunuz?”
“Hayır, çünkü Maurizio bana, ‘Boşandığımız gün, yanımda
başka bir kadın olmasını istemiyorum, yanlışlıkla bile olsa!’ de­
mişti.”
Patrizia, Maurizio’nun öldürülme planını ilk kez, o öldük­
ten birkaç gün sonra Pina’dan öğrendiğini söyledi. Dışarıda
yürüyen iki kadın, bakımlı çimlerin üzerinde zarifçe yürüyen
flamingoları izlemek için Corso Venezia dairesinin arka tara­
fındaki Invemizzi bahçelerinin önünde durmuştu. Patrizia,
mahkemeye konuşmalarını anlattı.
“Ee, sana verdiğim güzel hediyeden dolayı mutlu musun?”
demişti Pina. “Maurizio gitti, özgürsün. Savioni ve benim elim­
de tek bir liret bile yok - sen altın yumurtaları olan bir kaz­
sın.” Pina -yirmi beş yıldan fazladır arkadaşı olan, Allegra’nın
doğumunda yanında bulunan ve Maurizio’nun evden ayrılışı ve
beyin ameliyatı süresince kendisine yardım etmiş olan kadın-
Maurizio’nun ölümü için 500 milyon liret tutarındaki parayı
ödemezse kendisini ve kızlarını tehdit ederek “kibirli, kaba ve
aşağılık” birine dönüşmüştü.
“Kendimi kötü hissettim, ona delirip delirmediğini sordum
ve polise gideceğimi söyledim. Eğer bunu yaparsam beni suçla­
yacağını söyledi. ‘Herkes, Maurizio Gucci için bir katil bulmak­
tan bahsettiğini biliyor,’ dedi. Bana, ‘Unutma - bir ölüm yaşandı
ancak bu kolayca üç tane [Patrizia’yı ve iki kızını kastederek]

420
Duruşma

olabilirdi,’ dedi. 500 milyon liret istediğini söyledi,” dedi Patri-


zia. Birkaç sıra arkasında oturan Pina, Patrizia’nın sözleri kar­
şısında tiksintiyle başını iki yana sallayarak burnunu çekti ve
kollarını iki yana açtı.
“Neden karşı gelmediniz?” diye sordu Nocerino. “Neden po­
lise gitmediniz?”
Patrizia, cevap çok açıkmış gibi ona baktı. “Çünkü bir skan­
dalin patlamasından korktum, tıpkı şimdi olduğu gibi,” diye
yanıtladı. “Ayrıca,” diye ekledi, soğukkanlılıkla. “Maurizio’nun
ölümü çok uzun yıllardır istediğim bir şeydi - ölümü için adil
bir bedel gibi geldi.” (İtalikler sonradan eklenmiştir.)
Nocerino, Patrizia’ya, Maurizio’nun ölümünden sonraki
aylarda Pina’yla neredeyse her gün telefonda konuştuklarını,
Creole’de bir tekne gezisine çıktıklarını ve tatil için Marakeş’e
gittiklerini hatırlattı.
“İlişkiniz, şantaj yapılan bir mağdurdan ziyade iki kadın ara­
sındaki yakın arkadaşlığa benziyor,” diye dikkat çekti Nocerino.
“Pina, telefonlarının neredeyse kesin olarak dinlendiği ko­
nusunda beni uyardı ve sesimde ya da sözlerimde herhangi bir
gerginlik yaratarak ona ihanet etmemem gerektiğini söyledi.
Davranışlarımızın her zamanki gibi normal görünmesi gerek­
tiğini söyledi,” diye karşılık verdi Patrizia, gözünü bile kırp­
madan.
Eylül ayında, Silvana kızını savunmak için kürsüye çıktı. Ba­
sit kahverengi pantolonlar ve uyumlu ekose bir ceket giymiş,
kızıl saçları kabartılmış ve alnından geriye doğru düzleştirilmiş
olan Silvana, Patrizia’yı “Pina’nın elindeki oyuncak” olarak ta­
nımlamıştı - akşam yemeğinde ne yiyeceklerinden nereye tatile
gideceklerine kadar her şeye Pina karar veriyordu. Gümüş uçlu
bir bastona dayanan boğumlu parmakları ve yoğun, donuk hal­
deki kahverengi gözleriyle, “Pina onun beynini kemirdi,” dedi.
Silvana ayrıca Patrizia’nın kendisiyle açıkça Maurizio için bir
katil bulma konusunda konuştuğunu kabul etti - ancak Silvana
bununla ilgili hiçbir şey düşünmemişti.
“Bunu, ‘Sant’ Ambroeus’ya gidip çay içmek ister misin?’

421
Gucci Hanedanı

der gibi söylerdi. Sözlerine hiçbir zaman pek önem vermedim,


maalesef...”
Samek, Silvana’ya bakmak için gözlüklerini gözlerinin üze­
rine kaldırdı.
“‘Maalesef’ mi, neden?” diye sordu kadına.
“Çünkü onun böyle aptal şeyler söylemeyi bırakmasını sağ­
lamalıydım,” diye yanıtladı Silvana.
“Hmm,” diye düşündü Samek sesli bir şekilde. “Şu ‘maalesef’
beni ikna etmedi.”
Ekim ayının sonlarında Nocerino, iki gün süren ve karma­
şık duruşmanın hiçbir detayını atlamadığı kapanış savunmasını
yaptı. Samek okuma gözlüklerini çıkardı ve yüksek sırtlıklı deri
sandalyesine yerleşti. Mahkeme salonunun ön tarafındaki ta­
nık koltuğu boş duruyor ve içerideki tek televizyon kamerası
Nocerino’ya döndürülmüştü.
“Patrizia Martinelli Reggiani, Maurizio Gucci’nin öldürül­
mesi emrini verdiği yönündeki suçlamaları kesin bir şekilde
reddetti,” dedi Nocerino, kelimeleri yüksek tavanlı mahkeme
salonunda çınlarken. “Pina Auriemma’nın kendisine bir hediye
verdiğini ve bunun karşılığında ödeme yapması için kendisini
tehdit ettiğini söyleyerek gerçekler hakkında bize kendi versi­
yonunu anlattı. Bu, onun savunmasıdır.
“Ancak savunması inandırıcı değildir,” dedi Nocerino yumu­
şak bir şekilde, sesini tekrardan yükseltmeden önce.
“Patrizia Martinelli Reggiani, gururu eşi tarafından derin bir
şekilde yaralanmış, yüksek sosyeteye ait bir kadındı. Bu yarala­
rı ancak onun ölümü dağlayabilirdi!" diye bağırdı mahkemeye.
“Ve ölümünden sonra nihayet kavuştuğu huzurdan bahsediyor,
günlüğüne ‘PARADEİSOS’ kelimesini yazıyor - bu bize ruh ha­
lini gösteriyor,” dedi Nocerino. Kapanışta, mahkemeden beş sa­
nığın hepsi için müebbet hapis cezası -İtalyan yasalarına göre
en ağır ceza- istedi. Patrizia hemen, bunu reddetmek için açlık
grevi yapacağını duyurdu.
Patrizia’nın kızları Alessandra ve Allegra, savunma avukat­
larının kapanış savunmalarını yaptığı gün ilk kez mahkemeye

422
Duruşma

geldiler. Patrizia avukatlarının arasında ayakta dururken, iki kız


arka taraftaki sırada Silvana’nın yanına sokuldular.
“Patrizia’dan, eşinin ölümünü görme arzusunu çalan bir hır­
sız vardı,” dedi Dedola. “Her şeyi kendi ellerine alan bir hırsızl Bu
hırsız, bu mahkeme salonundadır. Bu hırsız, Pina Auriemma’dır!”
Dedola’nın kapanış konuşmasında verilen aralar sırasında
Patrizia, kızlarına sarılıp öpmek için arka tarafı gitti - şafak
vaktinde tutuklanmasından bu yana onları sadece birkaç kez
görebilmişti. Kızları kucaklarken, etrafları mahkeme salonu­
na akın etmiş paparazzilerin çakan flaşlarıyla çevrilmişti. Kız­
lar, Patrizia’nın yanaklarını okşadı ve açlık grevine rağmen bir
şeyler yiyebilmesi için ona getirdikleri bir torba havucu verdi.
Ümit edebilecekleri her türlü mahremiyeti kendilerinden çalan
meraklı izleyicilerden oluşan kalabalığı görmezden geliyormuş
gibi davranarak alçak seslerle beceriksiz bir şekilde sohbet edi­
yorlardı.
Duruşmanın son günü olan 3 Kasım’da, gökyüzü, binalar ve
sokakların hepsi, Milano kışlarında çok da ender olmayan kirli
bir grinin aynı tonuna bürünmüş gibiydi. Samek davayı sabah
tam dokuz buçukta açtı ve kararın o öğleden sonra açıklana­
cağını duyurdu. Gazeteciler, genel merkezlerine haber vermek
için mahkeme salonundan aceleyle çıktılar. Samek daha sonra
sanıkların her birinin açıklama yapmasına izin verdi.
İlk olarak, siyah ince çizgili Yves Saint Laurent takım ve sim­
li kumaşla kaplı sentetik vinil kapüşonlu ceket giymiş Patrizia
savunmasını yaptı. Kendi kelimelerini kullanmayı tercih ederek
avukatları tarafından hazırlanmış ifadeyi bir kenara attı.
“Aptallık derecesinde saf davrandım,” dedi. “Kendimi iste­
ğim dışında bir işin içine dahil edilmiş halde buldum ve suç or­
tağı olduğum iddialarını kesin bir şekilde reddediyorum.” Sonra
da Aldo Gucci’ye atfettiği eski bir deyişi tekrarladı: “Kümesini­
ze, dost canlısı bile olsa bir kurdun girmesine izin vermeyin; er
ya da geç acıkacaktır.” Silvana, kızının inatçılığı ve avukatları­
nın ifadesini okumayı reddetmesi karşısında söylendi.
O gece haberlerde onu ayrı yerlerde izleyen Roberto ve Gi-

423
Gucci Hanedanı

orgio Gucci -Roberto, Floransa’da; Giorgio, Roma’da-, ortaya


attığı iğrenç hikâyede babalarının ismini kullanması karşısında
öfkeden deliye döndü.
Öğleden sonra geç saatlerde, gökyüzü sis ve durmadan çi­
seleyen yağmurla karanlık hale gelmişti. Bir dizi gazeteci, ka­
meraman ve televizyon kamyonu, Sant’ Ambrogio’nun mermer
gözlerinin tıklım tıklım dolu mahkeme salonuna sert bir şekil­
de baktığı adliye binasına doğru yola koyulmuştu. Mavi bereli
gardiyanlar Patrizia’yı ve dört müşterek davalısını getirirken
oda mırıltılarla doldu. Gözleri açılmış, teni solgun ve öfkeli bir
halde avukatlarının arasına oturdu. Gazeteciler ve kameraman­
lar bir yer bulabilmek için itişip kakışırken, Nocerino bir elini,
üç yıldır kendisinin yanında çalışan genç bir carabinieri olan
Togliatti’nin koluna koydu. Nocerino, Togliatti’nin kulağına fı­
sıldarken bir an için esmer olan kafa, sanşın olana yanaştı.
“Mi raccomando, ne olursa olsun kendine hâkim ol. Ken­
dini bırakma,” dedi Nocerino, duygusal davranabilecek olan
Togliatti’nin son üç yılını Gucci cinayeti için bir çözüm aramaya
adadığını bilerek - Nocerino uygunsuz tepkiler istemiyordu, ne
sevinç ne de çaresizlik içinde.
Bütün gözler, Samek’in kâtibinin tıklım tıklım dolu mahke­
me salonuyla yargıç odaları arasında gidip gelmesini izliyordu.
Yalnızca Silvana, Alessandra ve Allegra ortalarda yoktu. O sa­
bah, sanıkların son ifadelerinden sonra, Son Akşam Yemeğinin
modern bir restorasyonunu görmek için her yıl yüzlerce turist
çeken Santa Maria della Grazie’ye gitmişlerdi. Üç mum yaktılar:
ilki, Patrizia’nın onlara yapmaları için yalvardığı üzere -hızlıca
bağışlanma azizi olan- Sant’ Espedito’ya. Sonra iki mum daha
yaktılar - biri Patrizia’ya, biri de Maurizio’ya. Alessandra, kendi
başına kalmayı tercih ederek, Milano’nun prestijli üniversitesi
Bocconi Üniversitesinin bir şubesinde işletme okuyacağı ve
kendi dairesinin olduğu Lugano’ya gitti. Kolunun manşetine üç
kutsal figürü -Sant’ Espedito, Lourdesli Meryem ve Sant’ An-
tonio- taktı ve derslere katılmaya çalıştı ancak annesinin, avu­
katların, jürinin ve yargıcın mahkemedeki görüntüleri aklına

424
Duruşma

geliyor ve odaklanamıyordu. Dairesine geri döndü, en sevdiği


video kaseti -Walt Disney’den Güzel ve Çirkin- izledi ve dua etti.
Yaklaşık yedi saatlik müzakerelerin ardından öğleden sonra
saat beşi on geçe, zil sesi çaldı ve Samek, yardımcı yargıç ve altı
jüri üyesiyle birlikte içeri girdi. Fotoğrafçılar ve televizyon ka­
merası operatörleri ileriye doğru atıldı. Birkaç saniye boyunca,
odadaki tek ses deklanşörlerin şiddetli bir şekilde şaklama sesi
oldu.
Samek, okumaya başlamadan önce bir an için önündeki ka­
labalığı taramak amacıyla başını kaldırdı.
“İtalya halkı adına...”
Patrizia Martinelli Reggiani ve dört suç ortağı, Maurizio
Gucci cinayetinden dolayı suçlu bulunmuştu. Samek, İtal­
yan mahkemelerinde karar ânında bildirilen cezaları okudu:
Patrizia Reggiani, yirmi dokuz yıl; Orazio Cicala, yirmi dokuz
yıl; İvano Savioni; yirmi altı yıl; Pina Auriemma, yirmi beş yıl.
Nocerino’nun talebine rağmen, yalnızca katil, Benedetto Ce-
raulo müebbet hapis cezası almıştı. Kalabalık mırıldanmaya
başladı.
Televizyon kameraları Patrizia’ya yöneltilmişken o hareket­
siz bir şekilde dikiliyordu, gözleri Samek’in yüzüne sabitlen­
mişti. Samek, kendisinin cezasını okurken gözleri titredi. Pat­
rizia bir an yere doğru baktı, sonra Samek okumayı bitirirken
yeniden kayıtsız bir şekilde bakışlarını kaldırdı. Samek tekrar
mahkeme salonuna baktı, kâğıtlarını katladı ve dışarı çıktı. Saat
17.20 idi.
Kapı, Samek ve jüri üyelerinin ardından kapanırken kalaba­
lık ön tarafa akın etti. Gazeteciler ve kameramanlar, avukatları­
nın koyu renk cübbelerinin arasına sokulan Patrizia’nın etrafını
sardı.
“Gerçek, zamanın kızıdır,” dedi ve daha fazla şey söylemeyi
reddederek ağzını sıkıca kapadı. Dedola bir cep telefonu kula­
ğına götürdü ve Silvana ile Allegra’nın kararı beklemek üzere
gittikleri Corso Venezia 38’in numarasını çevirdi.
Samek kararı okurken Togliatti kanın beynine sıçradığını

425
Gucci Hanedanı

hissetti. Cinayeti azmettiren kişinin katilden daha az ceza al­


dığını daha önce hiç görmemişti. Nocerino’ya baktı, öfkesini
yuttu ve kafasında hızlı bir hesap yaparak mahkeme salonunda
kaçtı - yirmi dokuz yıl mı? Bu, Patrizia Reggiani’nin on iki ila on
beş yıl içinde çıkabileceği anlamına geliyordu. Altmış iki ila alt­
mış beş yaşlarında olacaktı. Ele aldığı tüm cinayet davalarının
ardından Togliatti kendisini kötü hissetti.
Kafesteki aksi Benedetto Ceraulo, bankın üstüne sıçradı,
parmaklıklara yapıştı ve kalabalığın arasından genç karısını
görmek için bakındı. Yeni doğmuş bebeklerinin annesi olan ka­
dın gözyaşlarına boğuldu.
“Bu şekilde biteceğini biliyordum,” diye bağırdı Ceraulo, ka­
labalığın üzerinden. “Tekerleği yeniden icat ettiklerini sanıyor­
lar! Masumiyetimi haykırmaktan başka yapabileceğim bir şey
yok. Ben sadece kafesin içindeki bir maymunum!”
Hapis cezalarına rağmen Pina, Savioni ve Cicala rahatlamış­
tı. Her şey bitmişti; müebbet hapisten kurtulmuşlardı. Fısılda­
yarak istişare etmek için avukatlarına doğru uzandılar. İyi hal
için ayrılan zamanla birlikte on beş yıl ya da daha az bir sürede
dışarı çıkabilirlerdi.
Samek daha sonra her bir cezanın ardında yatan mantığı
açıkladığı yazılı görüşünü yayınlayacaktı. Patrizia’nın duru­
munda, psikiyatrist heyeti tarafından konan “narsisistik” kişi­
lik bozukluğu tanısının etkisini kabul etmesine ve bu yüzden
müebbet hapis cezası yerine yirmi dokuz yıllık hapis cezasını
meşru göstermesine rağmen kadının suçunun ciddiyetini vur­
guladı.
“Maurizio Gucci, para karşılığında kendisinin nefretini do­
yurmaya istekli insanlar bulmuş eski eşi tarafından ölümle ceza­
landırıldı,” diye yazmıştı Samek. “Genç, sağlıklı ve huzurlu olan
ve bir zamanlar sevmiş olduğu bir adama -kızlarının babasma-
karşı nefreti günden güne ilerlemiş ve hiçbir merhamet göster­
memişti. Maurizio Gucci’nin de kesinlikle kusurları vardı - belki
de babaların en ilgilisi ya da eski eşlerin en özenlisi değildi, ancak
eşinin gözünde affedilemez bir hata yapmıştı: Maurizio Gucci,

426
Duruşma

boşanmaları aracılığıyla onu müthiş bir mirastan ve uluslararası


olarak tanınan bir isimden - ve beraberinde gelen statüden, fır­
satlardan, lüksten ve ayrıcalıklardan- mahrum bırakmıştı. Patri­
zia Reggiani’nin bunlardan vazgeçmeye niyeti yoktu.”
Samek, Patrizia’nın davranışının suçun ağırlığı, uzun süre­
li planlaması, ekonomik motivasyon, Maurizio’yu kendisiyle
birleştiren ve kızları aracılığıyla hâlâ devam etmekte olan duy­
gusal bağların hiçe sayılması ve ölümünden sonra hissettiğini
itiraf ettiği özgürlük ve huzur hisleri göz önüne alındığında
özellikle çok ciddi olduğunu söylemişti. Samek, Patrizia’nın
kişilik bozukluğunun yaşadığı hayat hayallerinden ve beklen­
tilerinden uzaklaştığı için ortaya çıktığını belirtmişti. “Hayatın,
Reggiani’ye cömert davrandığı uzun süreler boyunca, kendisi­
nin herhangi bir rahatsızlık belirtisi göstermemiş olduğuna”
işaret etti. “Fakat bu mekanizma bozulduğu anda, duygu ve
davranışları kabul edilebilir standartların çok ötesine geçerek
rahatsızlık belirtileri göstermişti,” diyordu Samek. “Patrizia
Reggiani, yapmış olduğu şeyin ciddiyetini hafife alamaz: sırf bi-
rileri isteklerine saygı göstermediği, hırslarını tatmin etmediği
ve beklentilerini karşılamadığı için aşırı derecede şiddet içeren
bir eylem.”
Maurizio Gucci, olduğu kişi sebebiyle değil sahip olduğu
şeyler -adı ve serveti- yüzünden ölmüştü.
Corso Venezia’daki dairenin pembe duvarlı oturma odasın­
daki Silvana, berrak kahverengi gözleri annesinin başının üze­
rinden bakmakta olan Patrizia’nın bütün duvarı kaplayan yağlı
boya portresinin önündeki kabarık koltuğa oturmuş, ileri geri
sallanıyordu.
“Yirmi dokuz yıl, yirmi dokuz yıl,” deyip durdu Silvana, sanki
kelimeleri tekrar etmek anlamlarını ortadan kaldıracakmış gibi.
Allegra onu teselli etmek için büyükannesine sarıldı ve sonra da
haberleri vermek için Lugano’daki Alessandra’yı aradı. O kapat­
tıktan sonra, telefon kendilerini teselli etmek için arayan arka­
daşlar, akrabalar ve Patrizia’nın San Vittore’deki sosyal hizmet
görevlisinin aramalarıyla çalıp durdu.

427
Gucci Hanedanı

“Benim bekleyecek yirmi dokuz yılım yok,” dedi Silvana zo­


raki bir şekilde, yeniden Allegra’ya sarılarak. “Ağlamayı bırak­
manın vakti geldi. Yarın sabah dokuz buçukta Patrizia’ya gitme­
miz gerekiyor. Onu oradan çıkarmalıyız.”
Patrizia’nın mahkûm edildiği hafta, dünyanın her yerinde­
ki Gucci mağazaları vitrinlerinde som gümüşten yapılmış pırıl
pırıl bir kelepçe sergiledi - bir sözcü, arayan kişilere sergilenme
zamanının “tesadüf” olduğunu söylemişti.

428
19

Devir

Domenico De Sole, New York’tan Londra’ya bir gecede tran­


satlantik uçuşunu yaptıktan sonra kuşluk vakti şekerlemesini
yapmak için Knightsbridge’teki evlerinde eşi Eleanore’la yatağa
henüz yatmışlardı 6 Ocak 1999 Çarşamba sabahıydı ve o za­
manlar ergenlik çağında olan iki kızlarıyla Colorado’daki bir ka­
yak tatilinden yeni dönmüşlerdi.
Önceki sonbaharda De Sole ve Ford, Gucci’nin şirket ofis­
lerini Londra’ya taşımış olsa da şirketin üretim operasyonları
eskiden olduğu gibi Scandicci’de ve grubun yasal merkezi de
Amsterdam’da kalmıştı. Bu taşınma, Bili Flanz’in şirketin ba­
şıyla kalbini birleştirmenin önemli olduğunu söyleyerek San
Fedele’yi kapatması ve Gucci genel merkezlerini Floransa’ya
geri taşımasından beş yıl sonra gerçekleşmişti. Ancak bu beş
yıl içinde çok fazla şey yaşanmıştı ve hem De Sole hem de
Ford bu taşınmanın Gucci için olumlu olacağını hissediyor­
du. Londra’da bir şirket merkezine sahip olmak Gucci’nin üst
düzey uluslararası yöneticileri işe almasına yardımcı olacaktı;
Floransa’ya taşınmaya gönüllü insanlar bulmak zor oluyordu.
Ayrıca Ford, Londra’ya taşınmayı çok istiyordu - gelişen, mo­
daya uygun ve yeni trendlerin yuvası olan şehre. Paris her daim

429
Gucci Hanedanı

şık olsa da şehri samimi bulmamıştı. “Dilini konuşabildiğim bir


yerde yaşamaya hazırdım!” diye itiraf ediyordu. De Sole’ün eşi
Eleanore çok heyecanlanmıştı. Floransa’dan uzaklaşmaya can
atıyordu. Londra’ya taşınma başlarda şirket içinde bazı endişe­
lere ve tartışmalara yol açmıştı ancak bu durum ortadan kalk­
mış gibi görünüyordu. De Sole, orada da bir ofisinin bulunduğu
Floransa’ya sık sık seyahat etti. Bu taşınma, Ford’un Londra’da­
ki yaratıcı ekibini bir araya getirmesine de olanak tanımıştı.
Daha önceleri o ve asistanları zahmetli ve verimsiz bir şekilde
Floransa ve Paris arasında gidip gelirdi. Ford, nerede olursa ol­
sun aksesuar ve tasarım toplantıları yapabilmesi için evlerinden
birkaçına, Gucci’nin ana ofislerine ve dünya genelindeki ofis­
lere video konferans ekipmanları kurulmasını istedi. Bu ekip­
manların pahalı olduğunu kabul etse de, zamandan, enerjiden
ve seyahatlerden yapılacak tasarrufun bu yatırıma değeceğini
düşünüyordu.
De Sole o sabah alışılmadık bir şekilde, Gucci’nin Old
Bond Sokağı mağazasına birkaç adım mesafede olan Grafton
Sokağı’nda Gucci’nin kiraladığı geçici merkezde bulunan ofi­
sine gitmeden önce küçük bir uyku çekmek istedi. Özellikle
İtalya’da Yortu Bayramı sebebiyle şirketler kapalı olduğundan, o
günün sakin geçmesini bekliyordu. De Sole, rakip moda şirketi
Prada’nın, Gucci’nin yüzde 9,5’luk hissesini aldığını duyurduğu
geçen hazirandan bu yana ilk kez rahatlamış hissediyordu. Gö­
rünüşe göre Prada, yüzde 10’un altında alım yapmayı bırakmış
ve son hissedar toplantısında temsilcileri yönetimle birlikte oy
kullanmıştı. De Sole, Gucci’nin temize çıktığını düşündü.
Prada, bir önceki yaz Gucci hissesini satın aldığını ilk duyur­
duğunda moda endüstrisini sallamış ve De Sole’ü hayrete dü­
şürmüştü. Bazıları, Gucci’den daha küçük ve hisselerin büyük
çoğunluğu alarak şirketi ele geçirme konusunda deneyimsiz
Prada’nın, daha büyük bir grup için önde gelen bir temsilci ola­
bileceğini düşünüyordu. Ancak aylar geçip hiçbir yeni gelişme
olmayınca, De Sole, Prada’nın o zamanlar üç milyar dolardan

430
Devir

fazla değerdeki Gucci’yi devralmak için ne finansal güce ne de


daha büyük ittifaklara sahip olduğu sonucuna vardı.
On yıldan biraz fazla zaman içinde, Mario Prada’nın so­
yundan gelen ve tasarım şefi olarak görev yapan Miuccia
Prada’yla evlenen huysuz ve hoppa bir Toskanalı olan Patrizio
Bertelli, durgun durumda ve bilinmeyen bir valiz üreticisi olan
Prada’yı ustalıkla Gucci’nin en dişli rakiplerinden biri haline
gelecek evrensel bir moda ve aksesuar merkezine dönüştürdü.
Toskana’nın geleneksel deri işçiliğinde demlenmiş ve kendisi de
Gucci’nin eski bir tedarikçisi olan Bertelli, Gucci’nin yeni yö­
netim altında genişlemesi ve bölgesel üreticiler üzerinde artan
kontrolü karşısında öfkelendi. Prada, Milano’daki şirket ve tasa­
rım merkezleri ile Floransa’ya yaklaşık bir saat uzaklıktaki Arez-
zo yakınlarındaki Terranova’da bulunan üretim operasyonları­
nı güçlendirdi. Hem Gucci hem de Prada, üretim kapasitelerini
sağlamak ve taklit, sahte üretimleri caydırmak için tedarikçile­
rinden özel sözleşmeler istemeye başlamıştı. Bertelli saldırıyı
hissetti ve bundan hoşlanmadı. Şiddetli patlamalarıyla tanınan
öfkeli bir adam olan Bertelli, moda çevrelerinde sık sık şoke edi­
ci hikâyelerin öznesiydi. Prada için ayrılmış alanlara gelişigü­
zel şekilde park etmiş arabaların ön camlarını kırdığı hikâyesi
Milano’da efsane olmuştu. Hatta başka bir olay gazetelere bile
sıçramıştı. Bir gün bir çanta aniden yukarıdan bir pencereden
fırladı ve Prada ofislerinin dışındaki kaldırımda yürüyen bir ka­
dına çarptı. Bertelli dışarı fırlayarak bolca özür diledi. Kadına,
bir öfke ânında çantayı fırlattığını itiraf etti.
Gucci toparlanırken Bertelli, Floransalı rakibi hakkında ola­
bilecek her şeyi eleştirdi. Dawn Mello’yu kibirli bularak ciddiye
almadı, Ford’u, Prada’ya başarı getirmiş görünümleri kopyala­
makla suçladı; siyah naylon çantaların öncülüğünü Prada yap­
mış ancak Gucci dahil herkes kısa sürede aynısını üretmişti.
LVMH’ten Bernard Arnault’nun hayranı olan Bertelli, moda ve
lüks ürün sektöründe satın almalar aracılığıyla Prada’nın men­
zilini genişletme hayalleri kuruyordu.

431
Gucci Hanedanı

“Arnault, finansal mantıkla bir lüks ürün imparatorluğu


kurdu. Bunun neden uygulamalı endüstriyel mantıkla yapıla­
mayacağını anlamıyorum,” diyordu. Bertelli ilk adımını atmaya
karar verdiğinde De Sole’ün yeni hissedarı hakkında duyduğu
rahatsızlıktan sinsice bir haz alarak Gucci’ye saldırdı. Bertelli,
De Sole u arayarak, rekabetçi fiyatlarla ana mağazalar bulmak
ya da kitle iletişim araçları satın almak gibi alanlarda iki grubun
“sinerjilerini” birleştirebileceğini önerdi.
De Sole, Bertelli’yi geri çevirdi. “Patrizio, bu şirket benim de­
ğil. Yönetim kurulumla konuşmam gerekiyor. Bu pizzayı birlik­
te yapamayız,” dedi De Sole.
Gucci ekibi, saldırı karşısında duydukları rahatsızlığı önem­
sizmiş gibi gösterdi ve Prada’ya, “Pizza” kod adını taktı. Bir
Gucci çalışanı, De Sole’e, genellikle İtalyan eczanelerinde artrit
ve romatizma için Bertelli markası altında satılan büyük bir ge-
riatrik bandaj gönderdi. Bandajı, devasa boyutta elle yazılmış
bir başını dik tut kartına yapıştırmıştı ve kartta şu yazıyordu:
“Korktuğumuz TEK Bertelli BUDUR.” Bu kart, De Sole’ün dü­
zenli olarak gittiği Scandicci yönetici ofisinde sergilendi.
Sonbahar boyunca, Asya finansal krizinin yansımaları sebe­
biyle Gucci hisse senedi fiyatı değer kaybetti ve otuz beş dolar
bandına geriledi. Hoşnutsuz durumdaki Bertelli yatırımının
gittikçe azalmasını izledi ancak daha fazlasını satın almadı.
Ocak ayında, Asya için yapılan tahminler yükseldikçe ve ana­
listler Gucci için yüksek kazanç öngörüsünde bulundukça his­
seleri, hisse başına elli beş dolardan fazla kazandırıyordu. De
Sole, bu fiyatın kelepircileri başka yerlere gönderecek kadar
yüksek olduğuna kanaat getirdi ve rahat bir nefes aldı. Tehdit
geçmiş gibi görünüyordu.
De Sole çifti şekerleme için yatağa yerleştikten dakikalar
sonra telefon çaldı. Hattın diğer ucunda De Sole’ün Londra
asistanı Constance Klein vardı ve sesi gergindi. “Bay De Sole,
rahatsız ettiğim için üzgünüm ancak acil bir durum var,” diye
kısa kesti.

432
Devir

“Affedersin, tatlım,” dedi De Sole, kendisi başka bir odaya


geçerken gözlerini deviren eşi Eleanore’a. “Şu telefonla konu­
şup hemen geri döneceğim,” dedi, kadın inanmayarak başını
sallayıp eşinin iş alışkanlıklarını çok iyi bildiği için kendi başına
uyumak üzere arkasını dönerken.
Eleanore, o akşam, Gucci’deki on dört yıllık kariyerinin en
üzücü günlerinden birinin ardından bitkin ve bunalmış haldeki
De Sole’ün kendini eve sürüklediği gece yarısına kadar kocasını
hiç görmedi.
Klein, De Sole’e, Louis Vuitton’un başkanı ve LVMH
lüks ürün grubunun elli beş yaşındaki zeki başkanı Bemard
Arnault’nun güvenilir yardımcısı Yves Carcelle’den acil bir te­
lefon olduğunu söylemek için aramıştı. De Sole ile Carcelle’in
samimi bir ilişkisi vardı ve sektördeki trendler hakkında sık sık
birbirlerine danışırlardı. Ancak aramanın aciliyetiyle ilgili bir
şeyler De Sole’ün zihnindeki alarmın çalmasına sebep olmuştu.
Carcelle’in sohbet etmek için aramadığını hemen anlamıştı.
Yan taraftaki odaya geçen De Sole, Carcelle’i geri aradı. Hak­
lıydı. Fransız yönetici De Sole’e LVMH’in Gucci’nin hisse senet­
lerinin yüzde 5’inden fazlasını satın aldığını ve o öğleden sonra
resmi bir açıklama yapacağını söyledi. Carcelle güven verici bir
sesle De Sole’e, Gucci’nin son birkaç yıldaki bütün o başarıla­
rından etkilenen Arnault’nun, tamamen “dostane” bir niyetle
Gucci’den “pasif” bir satın alım yapmaya karar verdiğini söyledi.
De Sole, hayrete düşmüş halde telefonu kapadı. Aylardır
korktuğu an gelmişti. LVMH, dünyanın en büyük lüks ürün hol­
dingi olmakla kalmıyordu, aynı zamanda kârlı bir işletme olan
Louis Vuitton bölümü Gucci’nin en doğrudan rakiplerinden bi­
riydi. Son birkaç yıl içinde Louis Vuitton da Gucci’nin stratejile­
rinin birçoğunu aynen benimsemişti. Yeni bir hazır giyim serisi
yaratması için genç ve popüler bir tasarımcıyı -Amerikalı Marc
Jacobs- işe almış ve bu giysilere büyük bir vitrin sağlamak için
Champs-Elysees’de ışıl ışıl yeni bir mağaza açmıştı.
O öğleden sonra, Gucci’nin satın aldığı bina yenileninceye

433
Gucci Hanedanı

kadar kiraladığı Grafton Sokağı’ndaki krem rengi konutunun


üçünü katındaki ofisinde bulunan De Sole, Arnault’nun ikin­
ci adamı olan, zarif tavırlı, delici mavi gözlü ve kır saçlı Fran­
sız Yüksek Avukat Pierre Gode’yle konuştu. LVMH’in genel
merkezindeki -Zafer Takı’na çok yakın bir mesafedeki Avenue
Hoche’de yer alan, sessiz ve gri halı kaplı ofislerden oluşan bal
peteği şeklindeki bina- Gode, Carcelle’in mesajını tekrarladı:
“Bu pasif bir yatırım.”
“Affedersin, Pierre,” dedi De Sole en sonunda telefona, “ama
tam olarak ne kadar hisseniz var?”
Gode tam miktarı bilmediğini iddia ettiğinde De Sole başı­
nın belada olduğunu anladı. “Peki,” dedi kendi kendine, “işte
başlıyoruz.”
De Sole, Morgan Stanley’yi aradı ancak bir önceki yaz Prada
sorununu devrettiği güvenilir bankacısı James McArthur’un er­
tesi hafta Avusturya’da bir yıllık izne çıkacağını öğrendi. Sorun
çözme yöntemi tanıdığı ve güvendiği sadık insanlarla çalışmaya
dayalı olan De Sole, ani bir çaresizlik hissetti. McArthur, kırk
iki yaşında bir Fransız olan Michael Zaoui adındaki patronunu
aradı. Zaoui, dakikalar içinde Gucci’nin Grafton Sokağı’ndaki
ofisinin zilini çalmıştı.
De Sole, gerginliğini gizlemeye çalışarak Zaoui’yi karşıladı.
Geçim kaynağı düşmanca devralma savaşları olan yakışıklı ve
gösterişli yatırım bankacısı, Tom Ford’un De Sole’ün ofisi için
seçtiği Charles Eames marka sandalyelerden birine oturdu. Za­
oui, Arnault hakkında bildiklerini De Sole’e anlatmaya başladı.
Taşrada, bir inşaat kralının çocuğu olarak dünyaya gelen Ar­
nault, genç bir adamken konser piyanistliği kariyerini bırakmış
ve 1981’de ailesinin emlak işini genişletmelerine yardımcı olmak
için Birleşik Devletler’e taşınmadan önce seçkin bir Fransız as­
kerlik ve mühendislik enstitüsü olan Ecole Polytechnique’e ka­
tılmıştı. 1984’te Fransa’ya döndüğünde ailesinin parasından 15
milyon dolar çekti ve içinde bir cevheri de -Christian Dior- ba­
rındıran, Boussac adında, devlete ait başarısız olmuş bir tekstil

434
Devir

şirketini satın aldı. Oradan, on yıl gibi kısa bir süre içinde, şarap
üreticileri Veuve Clicquot, Moet et Chandon, Dom Perignon,
Hennessy ve Château d’Yquem ile parfüm evi Guerlain ve koz­
metik mağazası Sephora’nın yanı sıra Givenchy, Louis Vuitton,
Christian Lacroix gibi etkileyici tasarımcı isimleri bir araya ge­
tirerek lüks ürün dünyasında bir ikon haline geldi.
“LVMH onun eseri ve onun tarafından yönetiliyor,” dedi Za-
uoi. “Patronun o olduğuna hiç şüphe yok.”
Ancak ardında bıraktığı harap haldeki aileler, karalama
kampanyaları ve zorunlu emeklilikler, Fransız basınında ona
son derece nahoş lakaplar verilmesine sebep olmuştu. Onu
eleştirenler, Amerika’nın agresif politikalarını, Fransa’nın ki­
bar iş dünyasına getirdiği için ona “Terminatör” ve “Kaşmirler
içindeki Kurt” lakaplarını takmıştı. Kır saçları, karga burnu ve
ince ağzıyla zayıf, uzun bacaklı bir adam olan Arnault’ya ayrıca
koyu renk, eğri kaşları sebebiyle Belçikalı çizgi film karakteri
“Tenten” lakabı da takılmıştı. Zaman zaman çocuksu ve kaprisli
gibi görünse de imajı nazik olmaktan çok uzaktaydı. Politika­
dan uzak durmasına rağmen, Arnault’nun artan gücü, kendisi
ve 1991 yılında evlendiği Helene Mercier adında Kanadah güzel
bir konser piyanisti ikinci eşinin, onlara dalkavukluk eden Pa­
ris sosyal ve ticari çevrelerince kabul görmesini sağladı. Helene,
acımasız olduğu iddia edilen eşi hakkmdaki haberleri şaşkın­
lıkla okumuştu; kendisi için çekici, sevecen biri ve o geceleri
üç çocuğundan en az birini yatağa yatırmak için zaman ayıran
ilgili bir babaydı.
Zaoui ise De Sole’e özenli bir baba figürü tasvir etmemişti. “O
zeki, atik biri ve yirmi adım ötesini düşünen bir satranç oyun­
cusu gibi stratejik bir zekâya sahip,” dedi Zaoui, Arnault’nun
tarzının, şirketin kontrolünü ele alıncaya kadar hissesini “adım
adım devralmalar” şeklinde inşa etmeye devam etmek olduğu­
nu açıklayarak. Zauoi, Arnault’nun Gucci’yle ilgili planının bu
olduğuna emindi. Gözünü diktiği şirketlerdeki mevcut yöneti­
cilere güven verici tekliflerde bulunabilse de içeri girdikten son­

435
Gucci Hanedanı

ra genellikle onları uzaklaştınrdı. Louis Vuitton’da, eski başkan


ve aile üyesi Henri Racamier’le önce ortaklık kurmuş, sonra
da öyle zehir zemberek bir savaşla onu şirketten kovmuştu ki
o zamanlar Fransa cumhurbaşkanı olan François Mitterrand,
ulusal televizyonda yayınlanan bir konuşmada her iki tarafı da
azarlamış ve Fransız borsa kurumunu bir soruşturma başlatma­
ya çağırmıştı. Arnault, Christian Dior’da dört yıl içinde altı üst
düzey yöneticiyi işten kovarak Fransız moda çevrelerini daha da
derinden sarsmıştı.
Zaoui, Arnault’nun taktiklerini başka bir Avrupa şirket sa­
vaşları sırasında yakından gözlemlemişti. 1997 yılında LVMH’in
önemli bir hisseye sahip olduğu Guinness bira fabrikası, Birleşik
Krallık’ın yiyecek içecek holdingi Grand Met’le birleşme konu­
sunda Arnault’yla kavga etmişti. O sırada Fransız basını, Arna­
ult birleşmeyi engelleyemezse Guinness’teki hissesini yaklaşık
yedi milyar dolara satabileceğini ve bu parayı başka bir markayı
satın almak için kullanabileceğini iddia etmişti.
“Bu, Vuitton’un büyük rakibi olan İtalyan lüks ürün evi
Gucci’yi satın almak için yeterli,” diye yazmıştı Le Monde ga­
zetesi, o zamanlar asılsız olan söylentiler sebebiyle telaşa sebep
olarak. Arnault en sonunda Grand Met üzerinde bir anlaşmaya
vardı ve iki şirket birleşerek, LVMH’in yüzde 11 hisseyle en bü­
yük tek hissedar olarak yola çıktığı ancak sonradan hisselerini
azalttığı Diageo adında dev bir içecek grubu haline geldi.
Arnault’nun Guinness’le savaşından önce, Duty Free Shops
(DFS) zincirinin kontrolü için sağlam bir mücadele verilmiş ve
bu, Arnault’nun kalpsiz bir fatih olduğu yönündeki imajını daha
da güçlendirmişti. Gode ile Arnault, bütün kampanyalarında
Talleyrand ile Napoleon gibi olmuşlardı. “Arnault fikirlerle ge­
lir ve Gode ona mühimmat sağlardı,” diyordu, Bernault Arnault
hakkında bir kitap üzerine çalışan ve daha önce de Christian
Dior’un biyografisini kaleme alan Marie-France Pochna.
Arnault, 1994’te beş para etmez olduğunu söyleyerek
Gucci’den uzaklaştığından beri büyük pişmanlık duyuyordu. O

436
Devir

sırada, önemli finansal sonuçları olan 1990 yılındaki LVMH sa­


tın almasını sindirmeye çalışıyordu.
“Başka önceliklerimiz vardı,” diye itiraf ediyordu Gode,
LVMH’in minik, aynalı, en üst kattaki toplantı odalarından
birinde yapılan bir röportaj sırasında. “Artık herkes Gucci’nin
harika olduğunu söylüyor ancak o zamanlarda tam bir felaket­
ti!” diye ekliyordu. “Geri dönüş başarısız olabilirdi, bunu kimse
bilemezdi.”
Markalarını canlandırmaya odaklanan Arnault, yeni nesil­
den daha genç, üst düzey tasarımcılar ve güçlü reklam kam­
panyaları sayesinde diğer birçok markanın yanı sıra, Christian
Dior, Givenchy ve Louis Vuitton markalarına dikkat çekmeyi
başarmıştı - bu durum, Fransız moda ve iş çevrelerini daha da
çok sarsmıştı. Tüm markalar arasında en büyük ticari başarıyı
Louis Vuitton sağlamıştı. LVMH’in Fransa’daki baskın pozisyo­
nuyla, Arnault’nun menzilini başka ülkelere genişletmeye baş­
laması mantıklıydı. O zamana kadar Fransız lüks ürün sektörü,
İtalya’ya yalnızca bir tedarikçi ülke olarak bakıp burun kıvırmış­
tı. Ancak Gucci’nin dönüşü, Prada’nın hızlı yükselişi ve Giorgio
Armani gibi diğer markaların devam eden başarılarıyla Arnault,
İtalya’yı potansiyel satın almalar ve ittifaklar için uygun bir alan
olarak görmeye başladı.
Arnault’nun, son birkaç yılda LVMH için işe aldığı yeni ta­
sarım yeteneklerinin birçoğunda parmağı olan, etkili bir insan
kaynakları direktörü olarak görev yapan -Maurizio Gucci’nin
de işe almaya çalıştığı- Concetta Lanciaux, “İtalya, bağlantı
kurmamız gereken bir yer,” diye ısrar etmişti. “Bu bir tehlike
işareti. Mesele sadece Gucci’yle ilgili değil, aynı zamanda Avru­
pa lüks ürün sektörünün lideri olmakla da ilgili,” diyordu, İtalya
doğumlu ancak profesyonel yaşamının büyük kısmını Birleşik
Devletler ve Fransa’da geçirmiş olan sarı saçlı, kahverengi gözlü
LVMH yöneticisi.
Arnault, 1997 yılında herkesin kendisinden beklediği gibi
Gucci’ye doğru ilerlemedi, çünkü Guinness-Grand Met savaşıy­

437
Gucci Hanedanı

la meşguldü ve yeni satın aldığı, Asya finansal krizi tarafından


sert bir darbe yiyen DFS ile uğraşıyordu.
Asya pazarı 1998 yılında yavaş yavaş istikrara kavuşurken,
Arnault en sonunda gözünü Gucci’ye dikti. LVMH’in Paris ad­
resli bir şirketi, 1998 yılında sessiz sedasız bir şekilde Gucci his­
selerini almaya başladı ve yaklaşık üç milyon hisse topladı.
“Şirketi istiyorsa alabilir!” diye patladı De Sole, Zaoui’nin
önünde tedirgin bir şekilde volta atarken. “Ben denize açılma­
ya gidiyorum. Eşim bütün bu olaylardan bıktı. Kızlarımla daha
fazla vakit geçirmek istiyorum.”
Gucci kazazedesi olan De Sole, yeni bir savaşın eşiğinde ol­
duğunu çok iyi anlamıştı. Ancak bunu istediğinden emin de­
ğildi.
Zaoui, De Sole’ün gözlerinin içine baktı. “Domenico,” diye
fısıldadı. “Bu bir savaş. Ben bu kavgaları yaşadım. İnanılmaz bir
kararlılık gerektirir ve hiçbir garantisi yoktur. Kazanmayı ger­
çekten istemek zorundasın.”
De Sole, Zaoui’nin karşısındaki diğer Charles Eames sandal­
yesine yığıldı. Başka bir seçeneği olmadığını biliyordu. Öylece
yürüyüp gidemezdi.
“Peki, Michael, ne yapacağız?” dedi Sole, avuçlarını çevirip
parmaklarını açarak. “Daha önce hiç şirket devir savaşı yapma­
dım ancak nasıl savaşacağımı kesinlikle biliyorum.”
Zaoui bir kâğıt ve kalem istedi. “Söyle bana Domenico, şir­
ketin savunmaları neler?”
De Sole konuşurken Zaoui bunların pek fazla olmadığını
fark etti. Gucci’nin en fazla sahip olduğu şey, kontrolün değiş­
mesi durumunda Tom Ford ve Domenico De Sole için işten
çıkarılma tazminatı hükümleriydi. Morgan Stanley ekibi bu
fonlara, “Dom-Tom bombası” ya da “zehirli hap”* adım tak­
mıştı. Maddeler, bir hissedarın şirket hisselerinin yüzde 35’ini

* Humarı poison pili, yönetimin ele geçirilmesi tehlikesine karşı yönetim


kurulunun piyasaya düşük fiyatlı hisseler sunarak yönetimi devralmak
isteyen şirketi zarara uğratmak suretiyle uyguladığı bir savunma
taktiğidir, -çn

438
Devir

toplaması durumunda, Ford’un önemli miktardaki hisse sene­


di opsiyonlarmı nakde çevirerek kaçmasına olanak tanıyordu.
Ford ayrıca, ayrılan De Sole’ü takip etme hakkına da sahipti;
Eğer De Sole işte ayrılırsa, kendisi de bir yıl sonra gidebiliyor­
du. De Sole’ün maddesi yoruma daha açıktı; tek bir hissedarın
şirket üzerinde “etkin kontrolü” üstlenmesi durumunda Gucci
CEO’su işi bırakıp gidebiliyordu.
İki gün sonra, Gucci’nin Grafton Sokağı’ndaki binasının
üçüncü katındaki toplantı odası, Gucci’nin son savaşının odası
olarak açılışını yaptı. De Sole, Gucci’nin üst düzey yöneticile­
rinden oluşan küçük bir grup toplamıştı. Bu insanlar, ilerleyen
haftalar ve aylar boyunca, De Sole’ün savaş ekibi olacaklardı. Bu
kişilerden biri De Sole’ün eski arkadaşı ve Gucci’nin genel da­
nışmanı Allan Tuttle’dı, Rodolfo’nun on altı yıl önce Venedik’te
paltosunu verdiği adam. De Sole, Tuttle’ı Washington, D.C.’deki
Patton & Boggs şirketinden getirmiş ve onu Gucci için tam za­
manlı olarak işe almıştı. Bir diğer kişi, şirketin finans müdürü
Bob Singer’dı; De Sole, dört yıl önce onunla birlikte Gucci İHA
tanıtım gezisine çıkmıştı. Investcorp içinde De Sole’ü destekle­
yen adam olan Rick Svvanson da oradaydı. Tuttle, Singer, Swan-
son ve diğerleri yetenekli profesyoneller olmalarının yanı sıra
sadık birer askerdiler; De Sole onlara güvenebileceğini biliyor­
du. Zaoui, endişeli Gucci yöneticilerinin karşısında Gucci’nin
zayıf durumdaki seçeneklerini özetledi: ya Arnault’yla pazarlık
yapacaklardı ya da onu savuşturmak için birleşebilecekleri bir
kurtarıcı bulacaklardı.
De Sole ve yöneticiler, avukatlar ve bankacılardan oluşan
küçük bir ekip, Arnault’nun on beş yıllık iş hayatında karşılaş­
tığı en kararlı, şaşırtıcı ve başarılı savunmayı ortaya koyarken,
Gucci’nin kontrolü için devam eden mücadele uluslararası
moda ve iş dünyasının dikkatini perçinledi.
Gucci ve Arnault arasındaki yüzleşme, Avrupa’yı kasıp kavu­
ran kurumsal konsolidasyon dalgasında sadece bir devir savaşı
-ve görece küçük bir tanesi- olsa da, Gucci için yeni bir sınırı

439
Gucci Hanedanı

işaret ediyordu. Gucci, Floransa’da küçük ölçekli bir çanta işi


olmaktan, sektörün en korkulan ve saygı duyulan devralma kra­
lının iştahını kabartan küresel bir moda şirketine dönüşmüştü.
1998 yılında Gucci’nin satışları bir milyar doları aşmıştı - on­
larca milyonluk kayıp bildirmesinin üzerinden sadece beş yıl
sonra.
Ocak ayının o çarşamba günü, De Sole’e göre, Arnault, dün­
yanın en başarılı lüks ürün gruplarından birinin liderliğine mey­
dan okuyarak düello daveti yapmıştı. De Sole gerçekten emekli­
liği düşünmeye başlamıştı, ailesiyle daha fazla vakit geçirmek ve
yaklaşık yirmi metrelik şık yelkenlisi Slingshot’ia denize açılmak
istiyordu. Ancak sadece birkaç saat içinde, Arnault’nun teklifi
onun dikkatini yeniden işe vermesine sebep olmuştu.
“Emekliliğe hazırdım,” diye itiraf ediyordu De Sole, “ancak
kimsenin beni kovmasına izin vermeyecektim. Etrafta kavga
başlatmak için dolaşmam ancak birileri benimle kavgaya tutu­
şursa en az onlar kadar sert bir şekilde karşılık veririm.” Gerçek­
ten öyle de yaptı.
De Sole, tüm Gucci savaşlarından sağ çıkmıştı - önce aile
gruplaşmalarının piyadesi olarak, sonra da Investcorp’un
Maurizio’yu devirmesine olanak sağlayan kilit isim olarak. Bu
süreçte kendi düşmanlarını ve kendisini kötüleyen insanları ya­
ratmıştı. Kendisini eleştirenler onu acımasız, paragöz, kendi çı­
karlarına hizmet eden, özverili görünmek için kendi çıkarlarını
şirketin çıkarlarıyla birleştirme konusunda anlaşılması güç bir
yeteneği olan bir adam olarak tasvir ediyorlardı. Aynı zamanda
De Sole, Gucci tarihinde en çok değişmiş figürlerden biriydi.
Yıllar içinde kendisini itaatkâr, beceriksiz ve kötü giyimli bir
vekilden, emir veren ve hitabet yeteneği gelişmiş bir CEO’ya
dönüştürmüştü. Forbes dergisi, “Marka Geliştiricisi” başlıklı ka­
pak hikâyesi için Şubat 1999’daki Global sayısının kapağına De
Sole’ün çok sert bakışlı bir portresini -sakalı artık kusursuz bir
şekilde kesilmiş durumdaydı- koymuştu.
De Sole, Rodoflo’nun Aldo’ya, Aldo’nun Paolo’ya ve Mau-

440
Devir

rizio’nun Aldo ile kuzenlerine karşı savaşlarını yönetmişti.


Investcorp’un Maurizio’ya karşı savaşında kararlı bir şekilde
hareket etmişti. Yıllar süren sıkı çalışma ve çok az takdir gör­
menin ardından Investcorp en sonunda ona ödülünü vermişti.
Şimdi Arnault’nun meydan okumasını savuşturma kampanyası,
LVMH grubunu De Sole’ün elindeki en iyi silahın çok yönlü bir
hukuk bilgisi olacağı kendi alanına çekecekti. Savaştan duydu­
ğu zevkle birlikte pes etmeyi asla kabul etmedi. “Adam [Arnault]
bir telefon açmadan kendini akşam yemeğine davet ettiriyor!”
diyordu De Sole öfkeyle.
Zaoui ve bir avukat ekibi, Gucci tüzüğünü incelerken şirke­
tin mevzuatının aslında bir devir işlemini kolaylaştıracak şe­
kilde yazılmış olduğunu keşfettiler; Investcorp 1995 yılında bir
çıkış ararken, bir devir bunun kolay yolu olabilirdi. Ancak aynı
hükümler, Gucci’nin ön kapısını davetsiz misafirler için ardına
kadar açık bırakıyordu.
1996 yılında De Sole, potansiyel davetsiz misafirleri dışarıda
bırakacak her olası savunma yöntemini incelemek için Project
Massimo’yu (İtalyancada maksimum demek) başlattı. Gucci’nin
bankacıları ve avukatları her taşın altına baktı -savunma ama­
cıyla hisse senetlerinin yeniden yapılandırılması, Revlon dahil
diğer şirketlerle kısmı ya da bütün olarak birleşme- ancak çok
az şey bulabildi. Hissedarlar, 1997 yılında önerilen yüzde 20’lik
oy sınırını aştıktan sonra yapacak pek bir şey kalmamıştı. Tor­
bada başka numara kalmamıştı.
“Orada öylece oturup binlerinin bizi devralmasını bekliyor­
duk,” diye anımsıyordu Tom Ford. “Çok sinir bozucu bir du­
rumdu.”
1998 yılının yazında, Prada kendi hissesini aldıktan sonra
De Sole ve Ford, kaldıraçh satın alma
* kralı Henry Kravis’le bu­
luşmuş ve şirketi kendilerinin satın alması seçeneğini gözden
geçirmişlerdi. Ancak kısa süre sonra, bir kaldıraçh satın alma

* Satın alma işleminin yapılabilmesi için büyük miktarda borç para


alınması, -çn

441
Gucci Hanedanı

işleminin çok maliyetli ve riskli olacağını, muhtemelen finansal


bir ödemeden daha fazlasını karşılayabilecek sektörden strate­
jik bir alıcıyla bir teklif savaşı başlatabileceğini fark ettiler.
Gucci’nin ocak ayındaki erkek defilesinde, Tom Ford beyaz
yüzlü ve kan kırmızı dudaklı mankenleri agresif bir şekilde, Sa­
pık filminin müziği eşliğinde podyuma gönderdi, Arnault’ya
“Geri çekil!” dercesine Drakula gibi dişlerini gösteriyorlardı.
Ertesi gün Zauoi, Londra’dan bir LVMH bankacısını aradı. “Bu,
resmi bir mesajdır,” dedi. “Artık durun!”
12 Ocak’ta, Arnault, herkesi şaşırtacak şekilde, işinsanlarının
yıldız, yıldızlarınsa eski moda olduğu -en azından bir an için-
moda ve lüks ürün sektöründeki dramatik değişiklikleri sem­
bolize edecek bir görünümle, Giorgio Armani’nin gazeteciler
ve paparazzilerle dolup taşan erkek defilesinin sürpriz misafiri
olarak Milano’ya geldi. O sırada hem Arnault hem de Armani,
Arnault’nun en büyük avın bile üstesinden gelebilecek kadar
güçlü, büyük bir beyaz köpekbalığı olduğu imajını iyice pekişti­
recek şekilde iki grubun görüşme halinde olduğunu kabul ede­
rek moda dünyasını bir kez daha hayrete düşürdü. Nihayetinde
görüşmelerinden hiçbir şey çıkmayacaktı. Ford, De Sole ve Gi­
orgio Armani’nin daha önceki, az bilinen sohbetlerinden de bir
şey çıkmamıştı. İki şirketi hem giyim hem de aksesuarlarda eşit
derecede güçlü olacak, dev bir merkez haline getirecek şekilde
birleştirme fikri daha başlamadan bitmişti.
Ocak ayının takip eden haftalarında, Arnault özel kurum­
sal yatırımcılardan ve serbest piyasadan büyük bloklar halinde
Gucci hisseleri alıp şimşekler çakarak ilerlemesini moda ve iş
dünyası dehşet içinde izliyordu. Ocak ayının ortasında Bertel-
li, yüzde 9,5’hık hissesini Arnault’ya satarak anlaşmadan neşe
içinde 140 milyon dolar hasılat elde etti ve bu getiriyi simpatica
plusvalenza, yani “enfes bir kâr” olarak adlandırdı. Bir gecede,
“Pizza”nın CEO’su meslektaşlarının gözünde bir dâhi haline
geldi.
Sonraki dokuz ay boyunca Bertelli, hayalinin mihenk taşla­

442
Devir

rını yerleştirmeye devam etti - İtalya’nın ilk endüstriyel tabanlı


lüks ürün grubunun yöneticisi oluyordu. Yüksek kaliteli, mini-
malist tarzlarıyla tanınan Alman tasarımcı Jil Sander ve Avus­
turyalI tasarımcı Helmut Lang’in şirket üzerinde kontrol sahi­
bi olan hisselerini satın aldı. 1999 yılının sonbaharında, öfkeli
bir teklif savaşma dönüştürecek şekilde, Gucci’nin gözlerinin
önünde Roma merkezli bir modaevi olan Fendi’de çoğunluğu
elde etmek için LVMH ile güçlerini birleştirecekti. Lüks ürün
işi artık sadece kalite, tarz, iletişim ve mağazalarla ilgili değildi,
aynı zamanda hisselerin ne kadar yükseldiğinin altını çizen acı­
masız şirket savaşlarıyla da ilgiliydi.
1999 yılının Ocak ayının sonuna gelindiğinde Arnault,
Gucci’de yaklaşık olarak 1,44 milyar dolar değerinde, yüzde 34,4
oranında şaşırtıcı bir miktarda hisse toplamıştı. LVMH’in ilk
hissesini açıklamasından sonra üç hafta içinde, Gucci hisseleri
yaklaşık yüzde 30 oranında yükselirken uluslararası basın atı­
lacak her adıma odaklanmıştı. Pek çok şirket kavgasına tanık
olan New York Times bile bu olayı “moda endüstrisini bir süre
boyunca serseme döndürecek en merak uyandırıcı çekişme”
olarak adlandırmıştı.
Arnault, agresif hamlelerini gayri resmi yollardan yumuşat­
mayı umuyordu - yalnızca haberi De Sole’e veren Yves Carcelle
aracılığıyla değil, aynı zamanda De Sole’ün Harvard’dan eski bir
arkadaşı ve LVMH’i temsil eden firmalardan biri olan Cleary,
Gottlieb, Steen & Hamilton adh New York hukuk firmasında
çalışan Bili McGurn aracılığıyla. McGurn’la sık sık yaptığı ko­
nuşmalardan dolayı Gode dostane bir anlaşmanın mümkün ol­
duğu konusunda kendine güveniyordu.
Bu esnada De Sole çaresizce bir kurtarıcı, ortak olarak gelip
LVMH’in ilerleyişini bertaraf edecek başka bir şirket arıyordu.
En az dokuz potansiyel kurtarıcıyla konuştu ancak hiçbiri bir
sonuca ulaşmadı. Aklı başında hiçbir potansiyel alıcı, LVMH
kontrolü altına girmeye hazırmış gibi görünen bir şirkete adım
atmak istemiyordu. Ayrıca, ümitli De Sole potansiyel bir yeni

443
Gucci Hanedanı

ortakla ne zaman bağlantı kursa, Arnault başka bir blok hisse


daha kapıyor gibi görünüyordu.
“Bu, Davut’a karşı Calût durumu,” diyordu De Sole, müca­
delenin bir noktasında, Bertelli’ye karşı soğuk davranmamış
olmayı dileyerek. Arnault gülümsüyordu. Paris’in Avenue Hoc-
he caddesindeki camla kaplı sade merkezinde, De Sole’ün her
hareketinden haberdar oluyordu. “Onu reddeden insanlar bizi
arıyordu.” Arnault sırıtıyordu.
De Sole geceleri, IBM yöneticisi olduğu günlerden iş dün­
yasının yöntemlerini çok iyi hatırlayan ancak ahlaki duyarlılı­
ğını kaybetmemiş eşi Eleanore’la sorunu konuşuyordu. Eşi onu
kendisi için “en iyisini” değil, Gucci için “doğru olanı” yapmaya
yönlendirdi.
İstifa etmiş ve öfkeli haldeki De Sole, Arnault’la görüşme­
yi kabul etti ancak bu konuda dostane hissetmiyordu. İki taraf
zaman ve yer konusunda yaklaşık bir hafta tartıştı. Arnault, gö­
rüşmeyi kişisel düzeyde tutmak için bir yemek yemeyi öneri­
yordu; De Sole ise bir iş ortamını tercih ediyordu.
“Onu öğle yemeğine davet ettim,” diyordu Arnault alayla, “o
ise beni Morgan Stanley’ye davet ediyordu!”
22 Ocak’ta Morgan Stanley’nin Paris ofisinde gerçekleştiri­
len görüşme, iki adamın da kendi kısımlarını ezberden söyledi­
ği sert ve senaryosu önceden hazırlanmış bir karşılaşmaydı. İki
CEO, birbirlerini tartmaya zaman ayırdı. Göz kamaştırıcı, Fran­
sız eğitimi almış devir baronu Arnault; kararlı, Roma doğumlu
ve hızlı öğrenen, Harvard eğitimli De Sole.
“Birbirlerinin tam tersiydiler,” diyordu görüşmeye katılan
Zaoui. “Arnault resmi ve huzursuz biriydi; De Sole ise doğal,
açık sözlü ve konuşkan.”
Arnault, Gucci’ye ilgisinin düşmanca olmadığını söyleyerek
De Sole ve Ford’a övgüler yağdırdı. De Sole’ü, Gucci’nin LVMH
kontrolünden fayda sağlayabileceğini düşünmeye çağırdı ve yö­
netim kurulunda temsiliyet için baskı yaptı. De Sole, bir çıkar
çatışmasına gönderme yaparak itiraz etti. De Sole, LVMH’in

444
Devir

Gucci yönetim kuruluna kendi yöneticisini getireceğini ve sa­


tışlar, pazarlama ve dağıtım verilerinden potansiyel satın alma­
lar ile yeni stratejilere kadar gizli bilgilerin hepsine tam erişime
sahip olacağını düşününce rahatsız oldu. Arnault’dan ya Gucci
hisselerini almayı bırakmasını ya da bütün şirket için bir teklif
vermesini istedi.
De Sole’ün korkusu, Arnault’nun tüm hissedarlara hissele­
rin yüzde yüzü için adil bir teklif yapmadan şirketin kontro­
lünü ele geçirmeye yetecek kadar Gucci hissesini satın alabil-
mesiydi. New York Menkul Kıymetler Borsası yönetmelikleri,
bir teklif sahibinin şirketteki bütün hissedarlara tam bir teklif
vermesi gereken bir eşik belirtmiyor olsa da Amerika Birleşik
Devletleri’nde borsaya giren ve kurumsal tüzüklerinde haliha­
zırda devralmaya karşı önlemler bulunan şirketlerin çoğunda
önemli bir pay -kamu ihalesi teklifi denmektedir- toplanmış­
tır. Aynı durum, Gucci’nin de girdiği Amsterdam borsası için
de geçerlidir. Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve İtalya gibi
diğer Avrupa ülkelerindeki borsalar, bir kamu ihalesi teklifinin
gerekli olduğu belirli düzeyleri belirleyen, devir karşıtı yasalar
çıkarmışlardır. Gucci kendisini belirsiz bir alanda buldu: tüzü­
ğünde sabit savunmalar yoktu -bir tane kurma çabası kendi
hissedarları tarafından oylanarak reddedilmişti- ve belirli devir
sınırlamaları koymamayı tercih eden ve sorumluluğu şirketin
kendisine yükleyen iki borsada yer alıyordu.
De Sole, ilerlemesini durdurmayı kabul etmesi için
Arnault’yu ikna etmeye çalıştı.
“Başlangıçta iyi niyet vardı,” diye anımsıyordu Zaoui. “Hatta
De Sole, bir sonraki görüşmeye Arnault’nun eşi için bir Gucci
çantasıyla gelmişti.” Arnault’ya, oy hakkını yüzde 34,4’ten yüz­
de 20’ye çekmesi karşılığında Gucci yönetim kurulunda iki san­
dalye teklif etti. Ancak üçüncü görüşmelerinde Arnault teklifi
reddetti ve eğer boyun eğmezlerse De Sole ve yönetim kurulu
üyelerine kişisel olarak dava açmakla tehdit etti. İki taraf da
hüsrana uğramıştı. 10 Şubat’ta Arnault, Gucci’ye, hissedar ola­

445
Gucci Hanedanı

rak haklarına gönderme yaparak Gucci yönetim kuruluna bir


LVMH temsilcisi atanması için olağanüstü bir hissedar toplan­
tısı yapılmasını talep ettiği bir mektup gönderdi. Bu hareket De
Sole’ü çok öfkelendirdi.
“Teklifin iyi karşılanacağına ikna olmuştuk!” diyordu Gode
daha sonradan, LVMH’in LVMH ile hiçbir bağı olmayan bir aday
önerdiğini ve üç yerine yalnızca bir temsilci istediğini söyleye­
rek. “Bunun bir iyi niyet göstergesi olduğunu düşünmüştük.”
Ancak De Sole, sessiz sedasız bir şekilde kendisine iletilen bir
rapor karşısında küplere bindi: bir LVMH yöneticisi, Gucci’nin
kurumsal hissedarlarından birine, tam kontrol sahibi olmanın
yolunu açmak için LVMH’in yönetim kurulunda kendi “gözü ve
kulağı” olmasını istediğini söylemişti. De Sole’ün tavuk küme­
sine kurdu sokmaya hiç niyeti yoktu.
“Şirket için hiçbir zaman tam ve adil bir teklif yapmayacak­
larına ikna olmaya başladım,” diyordu De Sole.
14 Şubat Pazar günü, Gucci yöneticileri ve bankacıları güçle­
rini Grafton Sokağı’ndaki küçük bir toplantı odasında topladı.
Prada’nın Gucci hisselerini ilk kez satın almasından bu yana ge­
çen aylarda, çok güçlü bir New York hukuk şirketi olan Skad-
den, Arps, Slate, Meagher & Flom -kurumsal devralma savaşları
üzerine yaptığı çalışmalarıyla ünlüydü- için Londra ofisinde
çalışan Scott Simpson adında bir avukat, işe yarayabileceğini
düşündüğü çok zorlama ve riskli bir taktik üzerinde çalışıyor­
du. O zamana kadar Hollanda mahkemelerinde hiç denenmiş
bu savunma taktiği, New York Menkul Kıymetler Borsası yö­
netmeliklerindeki bir açığa odaklanıyordu. Fikir, Gucci’nin
şirket çalışanlarına büyük bloklarda hisseler vermesine -ve
böylece Arnault’nun yüzdelerinin etkisini azaltmaya- olanak
tanıyan bir ÇHSP, yani çalışan hisse sahipliği planıydı. ÇHSP,
Arnault’yu ortadan kaldırmayacak ancak oy gücünü etkisiz
hale getirecekti. De Sole, ÇHSP kartını cebine koydu ve bir kez
daha Arnault’nun ya daha fazla hisse satın almasını yasal olarak
engelleyecek yazılı bir “durma” anlaşması yapmayı ya da tüm
şirket içi tam ve adil bir teklif vermeyi kabul etmesini sağla­

446
Devir

maya çalıştı. Arnault’nun yanıtı, 17 Şubat günü öğleden sonra,


Gucci’nin faks makinesinden, Gucci’nin LVMH yönetim kuru­
luna durmayı kabul etmeleri için “geçerli bir sebep” sunmasını
isteyen bir mektup şeklinde ortaya çıktı. Başlangıçta savaşma
konusunda gönülsüz olan ancak artık sert ve kararlı hale gelen
De Sole’ün tepesi atmıştı.
“Durmak için bir sebep mi? Bir sebep mi istiyor?” diye bağır­
dı De Sole. “Bu gece ona sebebi vereceğim!”
Ertesi sabah, 18 Şubat’ta, Gucci, kendi çalışanlarına 37 mil­
yon yeni ortak hisseden oluşan bir ÇHSP verdiğini duyurdu.
Yeni hisse bloğu, Arnault’nun hisselerini hemen yüzde 25,6 ora­
nına indirdi ve oy gücünü etkisiz hale getirdi. De Sole ilk kur­
şunu sıkmıştı.
“İlerledikçe oyundan keyif almaya başladı,” diyordu Zaoui.
“Kazanmaya kararlı hale geldi.”
ÇHSP haberleri patladığında ne Arnault ne de Gode,
ÇHSP’nin tam olarak ne olduğunu bilmiyordu. Şaşırtıcı haber­
ler masasındaki Reuters ekranında kayıp giderken Gode bunun
anlamını sonradan kavradı; Arnault, haberleri New York’taki
otel odasında bir faks aracılığıyla almıştı. Arnault, Gode’den aci­
len bir rapor vermesini istedi, o da hem patronuna hem de bir
yorum almak için arayan gazeteci seline, ÇHSP’nin New York
Menkul Kıymetler Borsası yönetmeliklerine karşı açık bir ihlal
olduğunu söyledi. Arnault, Gucci’ye yönelmeden önce LVMH’in
New York avukatları tarafından New York Menkul Kıymetler
Borsası’nda hiçbir şirketin sermayesinin yüzde 20’sinden fazla­
sı kadar yeni hisse veremeyeceğine dair güvence almıştı. Ancak
daha sonra, borsa yetkilileriyle yapılan acil telefon konuşmala­
rının ardından, LVMH grubu Gucci avukatlarının zaten bildiği
şeyi öğrendi: yeni hisselerin verilmesine yönelik bu yasak, kendi
ülkelerinin kanunlarıyla değil de bulundukları yerinkilerle ida­
re edilen yabancı şirketler için geçerli değildi. Şirket merkezi
Amsterdam’da bulunan Gucci’nin, Hollanda kanunlarına göre
böyle bir kısıtlaması yoktu.

447
Gucci Hanedanı

“Bu korkunç önlemi gördüğümüzde çok şaşırmıştık,” diye


itiraf ediyordu Gode daha sonra. “Bunlar, aniden ortaya çıkan,
kimsenin sahip olmadığı ve şirket tarafından finanse edilen ha­
yalet hisselerdi. Hisse sayısının, bizim sahip olduklarımızın sa­
yısıyla tam olarak eşleşiyor olması hiç de tesadüf değildi.”
LVMH için başka bir sürpriz, ÇHSP’nin hemen ardından
gelmişti - SEC’e yaptıkları bir başvuruda, Gucci, herhangi bir
kontrol değişikliği durumunda Tom Ford ve Domenico De
Sole’ün bırakıp gidebilmesine olanak tanıyan maddeleri açık­
lamıştı. O zamanlarda, De Sole/Ford takımı, Gucci’nin en de­
ğerli varlıklarından biri olarak görülüyordu. Eğer onlar giderse,
Gucci’nin devir bedeli çok daha az cazip olurdu. Gucci, avukat­
larının bu önlemler hakkında LVMH’i çok önceden bilgilendir­
diğini savundu; LVMH ise Gucci’nin “rüya takımına” milyonlar­
ca dolarlık hisse senedi opsiyonu toplayarak bırakıp gitmeleri­
ne olanak tanıyan işten çıkarılma tazminatları hakkında hiçbir
şey bilmediğini iddia etti.
Arnault, ÇHSP’yi engellemek için Gucci’ye dava açıp Gucci
yönetimini kirli numaralar yapmakla suçlayarak karşı ateş açtı.
LVMH yetkilileri, De Sole’ün bir LVMH yöneticisinin çıkar ça­
tışmasına neden olduğu iddiasının şirketi kendisine saklamak
için tamamen bir bahane olduğunu öne sürdü. Birkaç hafta
sonra, bir Amsterdam mahkemesi hem LVMH’in Gucci’deki
hisselerini hem de ÇHSP hisselerini dondurdu. Gucci’nin gele­
ceği bir kez daha mahkemenin eline kalmıştı; hisseleri dondu­
rulmuş, yönetimi kuşatma altına alınmıştı. HollandalI yargıç iki
tarafa da iyi niyetle müzakere etmeleri emrini vermiş olsa da iki
grup da incinmiş ve öfkeli hissediyordu. De Sole, Amerikalı bir
avukat ve Arnault’nun kıdemli yardımcısı James Lieber’i, Fran­
sız basınında kendisine faşist demekle suçladı ve Arnault’nun
söylediği herhangi bir şeye inanmayı bıraktı.
“Olaylar son derece kişisel hale gelmişti,” diye anımsıyordu
Zaoui.
Tansiyon yükseldi. De Sole, Gucci’nin Grafton Sokağındaki

448
Devir

ofislerine hiçbir gizli mikrofon yerleştirilmediğinden emin ol­


mak için düzenli güvenlik taramaları yapılmasını emretti. Tom
Ford, Buckley ile Paris’te tuttuğu dairenin dışında bir araba­
nın içinde uyuyan bir adam fark etti ve onun, söylentilere göre
Arnault’nun kendisini gözetlemesi için tuttuğu New York de­
dektiflik şirketi Kroll Associates’ten özel bir dedektif olduğuna
inandı - bir suç filmindeki gibi.
Yılmayan Arnault, farklı bir yol izleyerek hem De Sole’le ara­
sını açma hem de bu Teksaslıyı LVMH tarafına çekme çabasıyla
Tom Ford’a gönül alıcı mesajlar gönderdi. De Sole, kontrol de­
ğişikliği maddesi kapsamında bırakıp giderse Arnault onun ye­
rine başka bir yönetici bulabilirdi ancak Ford ayrılırsa Gucci’nin
tüm imajı onunla birlikte giderdi.
“Yöneticilerden çok var ancak tasarımcılar çok az,” diye an­
lamlı bir yorum yapmıştı bir LVMH yöneticisi, gazetecilerle
yaptığı bir konferans görüşmesinde.
Arnault daha sonra, Ford’un arkadaşı olan bir Fransız ga­
zeteciyi, tasarımcıyla Milano’da bir akşam yemeği yemesi için
göndermişti. Ford yemeğin ortasında, kadının gerçekten Ar­
nault adına orada bulunduğunu ve yemekten sonra kendisini
aramayı kararlaştırdığını anlamıştı.
“Bana, doğru olan yol -doğrudan benimle konuşması- ha­
riç her kanaldan ulaşmıştı.” Ford en sonunda, Arnault’la birkaç
hafta sonra, on yıl önce sürgündeki Maurizio Gucci’nin Gucci
odasını kendisine özgü yeşil kumaş ve görkemli Empire mobil­
yalarıyla döşediği özel bir Londra kulübü olan Maosimann’s’ta
görüşmeyi kabul etti. Randevularının olduğu gün, sözde gizli
buluşmalarının haberi Financial Times gazetesinin kayısı rengi
sayfalarında herkese ilan edildi - Ford’un o zamanki hisse be­
deline göre yaklaşık 8 o milyon dolar kazanacak şekilde elinde
tuttuğu yaklaşık iki milyon hisse opsiyonuna sahip olduğunun
detaylarıyla birlikte. Ford, bu sızıntı için hemen LVMH’i suçladı
ve yemeği iptal etti. Ford’u De Sole’den ayırma çabaları, iki ada­
mı daha da yakınlaştırmaktan başka bir şeye yaramamıştı.

449
Gucci Hanedanı

Bu esnada, ÇHSP planı Gucci’ye zaman kazandırmış olsa da


şirketin bir devralmaya karşı esas savunmasızlığını değiştirme­
mişti ve bu adımın sonuçları hâlâ Hollanda mahkemesinin elin­
deydi. Gucci’nin hâlâ kurtarıcısını bulmaya ihtiyacı vardı.
Domenico De Sole, Fransa’nın en zengin adamlarından biri
olmasına rağmen François Pinault’yu hiç duymamıştı. 1998 yı­
lının Haziran ayında, Forbes, tahmin edilen net varlığı 6,6 mil­
yar dolarla Pinault’yu dünyanın en zengin otuz beşinci insanı
olarak ilan etmişti. Normandiya’da doğan altmış iki yaşında­
ki Pinault, yıllar içinde aileye ait küçük bir kereste fabrikasını
Avrupa’nın en büyük gıda dışı perakende grubu olan Pinault
Printemps Redoute SA (PPR) grubuna dönüştürerek Fransa’da
herkesin tanıdığı bir isim haline gelmişti. Holdingleri arasında
Printemps alışveriş merkezleri, FNAC elektronik dükkânları ve
Redoute postayla alışveriş kataloğu vardı. Fransa dışındaki daha
iyi bilinen varlıkları arasında Christie’s müzayede evi, Converse
ayakkabıları ve Samsonite valizleri bulunuyordu. Morgan Stan­
ley bankacılarıyla yaptığı rutin bir sohbet esnasında Gucci’nin
bahsi geçince Pinault dikkat kesildi. Bir süredir lüks ürün işi­
ne ilgi uyuyordu. Gucci’nin Beşinci Cadde mağazasına -o za­
manlarda hâlâ Aldo Gucci zamanından kalma koyu renkli mer­
merler ve cam dekorlar bulunuyordu- uğradığı hızlı bir New
York gezisinden sonra, Domenico De Sole’le görüşmek istedi. 8
Mart’ta, Morgan Stanley’nin Lonrda Mayfair konutunda buluş­
tular. De Sole, kendisinin ve Tom Ford’un Gucci’yi beş yıl içinde
200 milyon dolarlık satış oranı olan bir şirketten nasıl bir milyar
dolarlık satış yapan bir şirkete dönüştürdüklerine yönelik -di­
ğer potansiyel ortaklardan ret yanıtları toplayarak kusursuz bir
şekilde süslediği- bir konuşma yaptı. Hem kendisinin hem de
Tom Ford’un, Gucci’yi bir milyar dolara çıkaran şeyin iki milyar
dolar sınırına çıkarmayacağını bildiğini söyledi ve Pinault’ya
Gucci’yi çok markalı bir şirkete dönüştürme hayallerinden bah­
setti. Pinault’nun duymak istediği şey tam olarak buydu.
Gülümseyen, mavi gözlü Pinault, “Bir şeyler inşa etmeyi se­

450
Devir

verim,” dedi, kereste fabrikası geçmişini işaret ederek. “Bu, glo­


bal bir grup yaratmak için bir şans.”
Lise terk olan Pinault, başarı, şarap imalathaneleri, medya
ve politik bağlara ilişkin geleneksel tüm Fransız sembollerini
elde etmişti. Fransa cumhurbaşkanı Jacques Chirac’la yakın ar­
kadaştı. Şimdi güçlü bir şekilde Arnault’nun bölgesine girmek
istiyordu ve Gucci bu fırsatı ona vermişti.
“Bu işte iki kişiye yer var,” diyordu Pinault. “Gucci’nin boy­
nunda bir urgan vardı, ilmek bağlanmış ve geri sayım başlamış­
tı: LVMH’in bir şubesi haline gelmeleri sadece an meselesiydi.”
12 Mart’ta Pinault, De Sole ve Ford’u kendi üst düzey yö­
neticileri PPR CEO’su Serge Weinberg ve üst düzey yardımcı­
sı Patricia Barbizet’le birlikte altıncı bölgedeki Paris konutuna
öğle yemeğine davet etti. Küçük grup, Pinault’nun şatafatlı
dairesinde, aralarında Mark Rothko, Jackson Pollock ve Andy
Warhol’un tablolarının ve Henry Moore ile Pablo Picasso ta­
rafından yapılan heykellerin bulunduğu bir modern sanat ko­
leksiyonunun ortasında fırında balık yediler. De Sole ve Ford,
Pinault’nun doğrudan, mantıklı, açık fikirli tarzına ısınmışlar­
dı - Arnault’nun yalancılığından ve kaçamak tavırlarından çok
farklı olduğunu hissettiler.
Pinault’nun kendi otoritesini kaybetmeden üst düzey yar­
dımcılarının fikirlerini dinlemesine ve saygı duymasına hayran
kalmış bir halde onu izleyen Ford, “Gözlerini sevmiştim, hemen
bir yakınlık hissediyordunuz, ” diye anımsıyordu. “Birisi onun
söylediği şeyi bile düzeltmişti.”
Neredeyse on yıl önce, kamu sektöründe umut vadeden bir
kariyeri, Pinault’nun satın almalarını sorunsuz çalışan bir grup
haline getirmeye yardımcı olmak için bırakan, uzun boylu ve
zeki bir yönetici olan Weinberg, “Hemen kişisel bir kimya tut­
muştu,” diye katılıyordu. “Hepimizin aynı dili konuştuğunu
hissetmiştim. Mesele diplomalar değil, kişiliklerdi.”
Bu duygu, her iki tarafın bankacılarının da hayatlarında gör­
düğü en hızlı ve zorlu müzakerelerden birine taşındı. Zaman kı­

451
Gucci Hanedanı

sıtlıydı: Pinault, Gucci ve LVMH arasında mahkeme tarafından


emredilen müzakerelerin başlayacağı tarih olan 19 Mart’ı son
tarih olarak belirledi. Gucci ve Pinault bir hafta içinde bir fikir
birliğine varamazsa bir anlaşma olmayacaktı.
O akşam, her iki tarafın da avukatlarından ve yatırım ban­
kacılarından oluşan bir takım, Gucci-Pinault ortaklığının ayrın­
tıları üzerinde çalıştı. Bu tür çok gizli anlaşmalarda her zaman
görüldüğü üzere, taraflara kod adları verildi: Gucci için “Altın”,
Pinault için “Platin” ve Arnault için “Siyah”.

Rue de Miromesnil’de yer alan, oda servisi ve kafeteryası olma­


yan, sağduyulu bir işinsamnın küçük oteli, yöneticilerin gizlice
arka kapıdan giriş çıkış yaptığı, beklenmedik buluşma yerlerin­
den biri haline geldi. De Sole, Pinault’nun geri adım atacağın­
dan korkarak fiyat ve kontrol konularında sıkı bir pazarlık yaptı.
Ancak tam aksine, Pinault’nun oynayacak başka bir kartı daha
vardı. De Sole ve Ford’u, Londra’daki Dorchester Oteli’nde gizli
bir görüşmeye çağırdı. De Sole ve Ford kabul ederse, ünlü Yves
Saint Luarent (YSL) tasarım evinin ve bir dizi tasarım parfüm­
lerin sahibi olan Sanofi Beaute markasını satın almak ve yö­
netmesi için Gucci’ye devretmek istiyordu. Arnault, çok pahah
olduğu söyleyerek Noel’den önce Sanofi’yi almayı reddetmişti.
“İstersek mi!” diye haykırdı Ford, De Sole ona “kendimizi ne­
yin içine sokuyoruz?” dercesine uzun bir bakış atarken. “Evet!”
dedi Ford. “YSL, dünyanın bir numaralı markasıdır!”
Ford, kendisinin seksi ve erkeksi takımları, smokin görü­
nümleri ve Bohem tarzı dokunuşlarına ilham olarak Yves Saint
Laurent’in işlerine -özellikle yetmişlerden itibaren olanlara-
bakmıştı. Ford ve De Sole’ün YSL için çalışabileceği düşüncesi
odadaki herkesi heyecanlandırmıştı.
Bir hafta içinde Gucci, LVMH’in her şeyi silip süpüren pen­
çelerinden kurtulmuş ve şirkete 7,5 milyar dolar fiyat biçen ve
Gucci’yi çok markalı bir lüks ürün grubuna dönüştürecek kam­
panyanın ilk incisi olarak bankada üç milyar dolar veren bir an­
laşma yapmıştı.

452
Devir

19 Mart sabahı, kameraların flaşları patlarken Pinault ve


Gucci beklenmedik yeni ittifaklarını duyurdular: François Pi­
nault, bir milyar dolara satın aldığı Sanofi şirketini devretmenin
yanı sıra, yüzde 40 hissesi (daha sonra yüzde 42’ye yükseltilmiş­
ti) karşılığında Gucci’ye üç milyar dolar yatırım yapmayı kabul
etmişti. Anlaşma, Gucci hisselerine hisse başı yetmiş beş dolar
-son on günlük işlemler sırasındaki ortalama fiyat üzerinden
yüzde 13’lük bir prim- değer biçiyor ve Gucci’nin Pinault’ya 39
milyon yeni hisse vermesini talep ediyordu. Bu büyük anlaşma,
Arnault’nun yüzde 34,4 oranındaki hissesini etkin bir şekilde
yüzde 21’e düşürüyor ve onu her türlü karar verme sürecinin
dışında bırakıyordu. Gucci, gelecekteki satın almaları değerlen­
dirmek için yeni bir stratejik komitede beş sandalyeden üçü­
nü vermenin yanında, yönetim kurulunu sekiz üyeden dokuza
çıkarmayı Pinault’nun grubuna dört temsilcilik vermeyi kabul
etmişti. De Sole ve Ford, yeni kurulan ortaklıklarını “hayalin
gerçekleşmesi” olarak tanımlıyordu. Gazetecilere, Arnault için
reddettikleri şeyleri Pinault’ya vermeye gönüllü olduklarını
çünkü PPR’nin doğrudan bir rakip olmadığını ve Gucci’nin sa­
dece bir şubesi olacağı LVMH gibi daha büyük bir gruba devşi-
rilmek yerine lüks ürünlerde yeni bir stratejinin temel taşı hali­
ne geleceğini açıkladılar. Pinault ayrıca onların tüm koşullarını
kabul etmiş ve hisselerini yüzde 42’nin üzerine çıkarmayacağını
taahhüt eden bir durma anlaşması imzalamıştı.
Gucci-PPR anlaşması internet haberlerine düştüğünde Ar­
nault, Paris dışında, Euro Disneyland’de bir grup LVMH yöne­
ticisine bir konuşma yapıyordu. Sözünü kısa kesti ve bir saatten
daha kısa süre içinde Paris’e geri döndü. Üst düzey yardımcı­
ları mavi gözlü Gode ve dişli Lieber, Amsterdam’daki Amstel
Otelindeki büyük anlaşmayı, öğleden sonra saat birde Krasna-
polsky Otelinde Gucci’nin genel danışmanı Alan Tuttle’la olan
görüşmelerinden çok kısa bir süre önce öğrendiler.
“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu Lieber, çaresiz bir şekilde
Gode’ye.

453
Gucci Hanedanı

“Randevumuza gideceğiz,” dedi Gode, dişlerinin arasından.


Tuttle, üst katta bulunan bir toplantı odasında Gode ve
Lieber’le buluştuğunda, Gucci yöneticisi, LVMH İkilisini daha
da kızdıracak şekilde Pinault anlaşması hakkında kendilerine
daha fazla detay vermeyi kibarca reddetti.
“Başarılı bir toplantı için üç şey gereklidir: saygı, şeffaflık
ve iyi niyet,” dedi Gode sert bir şekilde. “Bu sabah bunların
hiçbiri göstermemenizi esefle karşılıyorum,” diye püskürdü,
LVMH yöneticileri arkalarını dönüp çıkarken. Öğleden sonra,
Avenue Hoche’de LVMH’in en üst katındaki toplantı salonun­
da Arnault’la yeniden bir araya geldiler. Arnault bir gün önce,
Paris’teki LVMH analistleriyle olan toplantıda, Gucci için tam
bir teklif vermeye niyeti olmadığı konusunda ısrarcı olmuştu.
Pinault ittifakı göz önüne alındığında, Arnault iki seçeneği ol­
duğunu fark etti: Düşmanca bir yönetim tarafından kontrol
edilen şirkette güçsüz bir azınlık hissedarı olarak kalacak ya da
Gucci’yi tamamen satın almaya çalışacaktı. O öğleden sonra Ar­
nault, şirkete sekiz milyardan daha fazla değer biçecek şekilde,
Gucci için hisse başına seksen bir dolarlık bir teklif verdi - sa­
dece altı yıl önce Gucci’nin iflasın eşiğinde olduğu düşünülünce
dikkate değer bir rakamdı.
De Sole, Paris’teki otelinde bir toplantı salonunda telefon­
daydı ve haberleri duyduğunda Pinault anlaşmasını bir mu­
habire açıklıyordu. Röportajı kısa kesti ve bağırmaya başladı:
“Söyleyeceklerim bu kadar! Söyleyeceklerim bu kadar! Söyleye­
ceklerim bu kadar!” Arnault, en sonunda De Sole’ün başından
beri istediği şeyi yapmış gibi görünüyordu: Gucci’nin tamamı
için bir teklif.
Arnault’nun teklifi bir yere varmadı. Teklif, Gucci’nin
Pinault’la anlaşmasını feshetmesi şartına bağlıydı. Ancak Guc­
ci takımı kartlarını iyi oynamış ve Pinault’la yapılan anlaşma­
nın bozulamaz, nakit paranın bankaya yatırılması şeklinde bir
işlem olduğundan emin olmuşlardı. Arnault’nun, fiyatı hisse
başına seksen beş dolara yükselttiği ve bazı kaynaklara göre -

454
Devir

Gucci’ye yaklaşık dokuz milyar dolar değer biçerek- doksan bir


dolara kadar çıktığı daha sonraki teklileri de bir yere varmadı.
Gucci yönetim kurulu her birini inceledi ve sonra da tam ve
koşulsuz teklifler olmadığı için hepsini reddetti. Arnault, Pi-
nault anlaşmasını engellemek için yeni bir dava turu başlattı.
27 Mayıs’ta, Amsterdam Teşebbüs Bürosu’nun yeşil duvarlı bir
odasında, Kraliçe Beatrix’in bir fotoğrafının altında mahkeme
başkanlığı yapan siyah cübbeli beş yargıç, Gucci’nin PPR’yle
olan anlaşmasını onayladı. Mahkeme ÇHSP’yi iptal etmiş olsa
da eşi benzeri görülmemiş “zehirli hap”, Gucci’nin kurtarıcısını
bulmak için gerekli zamanı sağlayarak amacına hizmet etmişti.
De Sole hemen iyi haberler vermek için Los Angeles’ta bulunan
Tom Ford’u aradı. Sonra da çalışanlarına bir parti planlamala­
rı talimatını verdi. Yorgun, aşırı mutlu ve rahatlamış haldeki
Gucci ekip üyeleri, o gece Amsterdam kanallarında yüzen bir
mavnada, LVMH olmayan şampanyalarıyla neşe içinde kadeh
tokuşturdular.
Yaralarını saran Arnault ve Gode, cam ve mermerden Ave-
nue Hoche kulelerine çekilerek utanç içinde belki de hata yap­
mış olduklarını itiraf ettiler. Ancak gitmeyi reddediyorlardı.
Ortak akıl, Arnault’nun Gucci hisselerini sessiz sedasız bir şe­
kilde satmasını söylüyor olsa da o uzun vadede kendi istediğini
yaptıracağı inancıyla konumunu inatla korudu.
“Tam burada kalacağız,” demişti Gode o zamanlarda. “Ar­
kamıza yaslanıp diğer insanların bizim için çalıştığını her gün
göremeyiz. Ancak işler duyurulduğu kadar kolay çıkmazsa, biz
orada en önde olacağız.” LVMH’in çıkarlarını korumak için
saldırmaya hazır halde olacağını ima ederek gülümsedi. Ancak
2000 yılının ortalarında LVMH, Gucci hisselerini serbest bırak­
maya hazır gibi görünüyordu.
Domenico De Sole için LVMH’le olan savaşın gerçek
sonu, Gucci’nin Amsterdam’daki yıllık hissedar toplantısında,
LVMH’in itirazlarına rağmen bir dizi rutin Gucci yönetim ku­
rulu atamasının onaylandığı 1999 yılının Temmuz ayma kadar
gelmemişti.

455
Gucci Hanedanı

“Tüm bağımsız hissedarlar bizim lehimizde oy verdi,” di­


yordu De Sole. “Benim için savaşın gerçek sonu buydu. Arnault
kâinatın efendisi olduğunu düşünüyordu! Eh, yenildi!”
Bu sırada, Gode’nin söz verdiği gibi, LVMH önce Pinault
anlaşmasına sonra da Yves Saint Laurent’in Sanofi Beaute ara­
cılığıyla satın alınmasına saldırarak De Sole’ün ensesinde boza
pişirmeye devam etti. Arnault, Gucci-PPR ittifakını alım satım
işlemindeki 30 milyon dolarlık kurumlar vergisini ödememekle
suçlayarak Gucci-PPR anlaşmasının sonuca bağlanması yolun­
da teknik zorluklar çıkardı. Gucci, avukatlarının vergi ödemek
zorunda olmadıklarını belirlediğini ve bu süreçte hissedarları­
nın paralarını koruduklarını söyleyerek kendi eylemlerini sa­
vundu. Gucci, ödemeleri gerekse bile, güvence altına aldıkları
üç milyar dolarlık anlaşmayla kıyaslanınca bunun küçük bir
mesele olduğunu söyleyerek suçlamalara aldırış etmedi. Ar­
nault yine de ne demek istediğini göstermişti: De Sole’ün her
adımını takip ediyordu. Arnault ayrıca, Sanofi Beaute -YSL’i
kontrol eden parfüm grubu- için belirlenen altı milyar frank
(yaklaşık bir milyar dolar) ücretin çok yüksek olduğuna inan­
dığını açıkladı. Gucci’nin ikinci en büyük tekil hissedarı olarak,
bunun Gucci hissedarlarının çıkarlarına olmadığını kanıtlaya-
bilirse satmalına işlemini tehdit altına sokabilirdi. Arnault’nun
kendisi, aralık ayında çok pahalı olduğunu söyleyerek Sanofi’yi
alma fikrinden uzaklaşmıştı.
Arnault’ya ek olarak De Sole’ün uğraşması gereken iki
Fransız daha vardı. İlki, YSL’in başkanı ve kurucu ortağı olan
girişken, altmış sekiz yaşındaki Pierre Berge idi. Kendisine,
şirkette alınan yaratıcı kararlar üzerinde 2006’ya kadar veto
etme hakkı veren ve hiçbir açık noktası olmayan bir anlaşmaya
sahip Berge’nin kenara çekilmeye hiç niyeti yoktu. Yves Saint
Laurent’in, Paris’in Avenaue Marceau caddesindeki, yeşil per­
de ve avizelerle süslenmiş geniş salonları, tasarım stüdyoları ve
ofisleri bulunan, nadide bir Proust tarzı konak olan kutsal iç
alanına yeni gelenleri sokmaya da hiç gönüllü değildi.

456
Devir

“Bu bina ve ofisler dokunulmazdır!” demişti Berge. “Burası


bir özel tasarım krallığıdır.”
Müzakere masasının diğer tarafında oturan Domenico De
Sole de eşit derecede taviz vermez haldeydi. O ve Tom Ford tam
kontrole sahip olmalıydı ya da anlaşma gerçekleşmeyecekti.
Domenico De Sole un uğraşması gereken diğer Fransız, ken­
di kurtarıcısı ve yeni ortağıydı - YSL’i, özel bir holding şirketi
Artemis SA aracılığıyla satın alan ancak Gucci’ye devir işlemi­
nin tamamlanması konusunda endişeli olan François Pinault.
“En büyük hissedarıma karşı çok sıkı bir müzakere yapıyor­
dum!” diyordu De Sole. “Gucci’ye tam kontrolü verecek bir for­
mül bulmamız gerekiyordu. Anlaşmanın, yönetim kurulunun
bağımsız üyelerinin rızasını alması gerekiyordu.”
“Tom Ford-Domenico De Sole ekininin güçlü yönü, ürün
tasarımı, iletişim imajı ve mağaza konseptleri aracılığıyla bir
markanın sanatı ve değeri üzerinde kontrol uygulama becerile­
riydi,” diye gözlemliyordu, Investcorp’un üst düzey başkan yar­
dımcısı ve Milano merkezli lüks ürün danışmanı olan Armando
Branchini. “Bunu yapma özgürlüğüne sahip olamazlarsa çok
yazık olurdu.”
Bu sorun için bir çözüm yokmuş gibi görününce, Pinault za­
rif bir uzlaşmayla çıkageldi: Kendisi özel tasarım operasyonuyla
ilgili kısmı yatırım şirketi Artemis aracılığıyla satın alacak, ge­
risi de Gucci’ye kalacaktı. YSL şirketine ek olarak Sanofi, Roger
& Gallet markasına ve içlerinde Van Cleef & Arpels, Oscar de la
Renta, Krizia ve Fendinin bulunduğu bir dizi parfüm lisansına
sahipti. YSL’de, özel tasarım -hâlâ, bizzat Yves Saint-Laurent
tarafından tasarlanan- ile Alber Elbaz ve Hedi Slimane tarafın­
dan tasarlanan Rive Gauche kadın ve erkek hazır giyim koleksi­
yonları arasında zaten bir ayrım mevcuttu. Bu işin iki bağımsız
şirket olarak ayrılması hem doğal hem de uygulanabilir görü­
nüyordu. Pinault’nun son dakika çözümü herkese istediğini
vermişti. Yves Saint-Laurent ve Pierre Berge, 70 milyon dolarlık
büyük bir ödeme karşılığında Yves Saint Laurent markasının

457
Gucci Hanedanı

tam kontrolünü De Sole ve Ford’a devreden bir anlaşma im­


zalarken, neredeyse yüz otuz insanı istihdam eden ve yaklaşık
40 milyon Fransız frangı tutarında satış kaydeden -ve devamlı
olarak kırmızı renkle çalışan- özel tasarım operasyonunun sa­
natsal ve idari kontrolünü kendine sakladı. Pinault, daha büyük
satın alma işlemlerine devam edebilmek için bu istenmeyen
durumu kabul etmeye karar verdi.
“Ben çok uyumlu biriyimdir ancak bazı inatçı insanlar bunu
yumuşak olmakla karıştırdılar,” diyordu De Sole. “Ben yumuşak
değilim. Çok basitti. Neye ihtiyacım olduğunu biliyordum.”
De Sole, önceki birkaç ay boyunca, aksesuar sektörünün
gözdesi, Roma merkezli Fendi’nin baget çanta denen, 1997’de
yaratılan ve mağazaların yeniden satışa sokabileceğinden daha
hızlı bir şekilde tükenen bir model için hararetli bir teklif sava­
şı patlak verdiğinde, pazarlık konusundaki tavrını göstermişti.
Fendi, şirketin kurucusu Adele Fendi’nin kızları beş cesur kız
kardeş ve onların aileleri tarafından yönetiliyordu. Taliplerden
oluşan bir kalabalık şirketin etrafında dönerken, teklif fiyatları
o zamanlarda sektörde borsaya giren lüks markaların ortalama
değerinden çok daha yükseğe çıkmaya başladı. Fiyatlar yüksel­
dikçe, Roma merkezli mücevherci Bulgari ve ABD satın alma
fonu Texas Pacific Group gibi isimlerin de dahil olduğu erken
teklif verenler vazgeçti. Tüm şirkete yaklaşık 1,3 trilyon liret,
yani tahmini olarak 680 milyon dolar fiyat biçen bir kontrol
hissesi için teklifte bulunan De Sole, anlaşmanın cepte olduğu­
nu düşünerek diğerlerinin çekilmesini izledi. Sonra, Prada’dan
Patrizio Bertelli -uzun zamandır Fendi’ye deri ürün tedariki
yapıyordu- 1,6 trilyon liret, yani yaklaşık olarak 840 milyon do­
larlık bir teklifle sahneye çıktı. De Sole, Fendi’yi gerçekten sa­
tın almak istiyordu. Kökenleri Gucci’den pek de farklı olmayan
bir İtalyan kürk, deri ve aksesuar firmasıyla Ford’un harikalar
yaratabileceğini düşünüyordu. De Sole, 1,65 trilyon liret, yani
yaklaşık 870 milyon dolarla Bertelli’nin teklifinden daha iyisini
verdi. Ardından Bertelli bombasını patlattı: eşi benzeri görül­

458
Devir

memiş bir ittifakla LVMH ile birlik oldu ve Fendi’nin kâr ha­
nesinin otuz üç katından daha fazla olacak şekilde, tüm şirket
için 900 milyon dolardan fazla değer biçerek Gucci’yi alt etti. O
zamanlarda sektörde, bir satış bedeli için yirmi beşin üst katları
zaten yüksek olarak değerlendirilirdi. Fendi anlaşması, tahmini
sayıların dışındaki sabit değerlere bir darbe vurdu ve De Sole’e,
en kötü düşmanları kendisine karşı birleşmiş gibi hissettirdi. De
Sole yine de yönetim kuruluna geri adım attırdı.
“Prada-LVMH teklifinin üstesinden gelebiliriz,” dedi onla­
ra, “ancak bana göre bu teklif çok fazla.” Ayrıca, Fendi ailesi­
nin, genç aile üyelerini ve onların eşlerine istihdam sağlamak
gibi bazı koşullarına karşı da ayak diremişti. “İnsanlara iyi dav­
ranabilirim ancak kimseye iş sözü veremem,” demişti De Sole.
“Bu artık aileyle ilgili bir şey değil. Performans göstermeniz
gerekiyor.”
Gucci kaybetse bile Fendi’nin satın alma işlemi De Sole’e iki
şekilde yardımcı olmuştu: bu durum, onun istediğini almaz­
sa masadan kalkıp gidebilecek sıkı bir müzakereci olduğunu
kanıtladı ve Arnault’nun, Gucci’nin Sanofi için çok fazla para
ödediği yönündeki argümanını çürüterek bu satın alma işlemi
üzerindeki baskının bir kısmını azalttı.
15 Kasım 1999’da, Gucci nihayet Sanofi Beaute ve onunla
birlikte International Herald Tribüne gazetesinin kıdemli moda
gazetecisi Suzy Menkes tarafından “modanın en parlak kupası”
olarak adlandırılan tarihi Yves Saint Laurent ismini satın aldı­
ğını duyurdu. Bu süreçte Gucci, sektörde iğneleyici diliyle ta­
nınan Berge’den dikkate değer uzlaştırıcı yorumlar bile almayı
başarmıştı: “Benim korumak istediğim tek şey Bay Yves Saint -
Laurent’dir. Başkaları gelip kendi pazarlama ve iletişim teknik­
lerini uygulamak istiyorlarsa buyursunlar. Biz bu işlerin nasıl
yapılacağını bilmiyoruz. Özel tasarımın en büyük evini yarattık
ancak pazarlamayla ilgili bir şey bilmiyoruz.”
Gucci, YSL’i satın alarak çok markalı bir grup olma yolun­
daki ilk adımı atmakla kalmamış, aynı zamanda bunu sektörün

459
Gucci Hanedanı

altın isimlerinden biriyle de yapmıştı. 19 Kasım’da Gucci, şirke­


tin yüzde 70’i için 179 milyar liret (yaklaşık 100 milyon dolar)
ödeme yapıp yüzde 30’unu Rossi ailesine bırakarak Bologna’da
Sergio Rossi adında küçük, lüks bir ayakkabıcının da satın alın­
dığını duyurdu. 2000 yılının Mayıs ayında kaliteli bir Fransız
mücevherci olan Boucheron’un alınması da dahil olmak üzere,
daha fazla satın işlemi yapılacaktı.
2000 yılının Ocak ayma gelindiğinde Tom Ford, beklendiği
üzere, Gucci’deki görevlerinin yanında Yves Saint Laurent’nin
yaratıcı direktörü olarak atandı. Duyuru tam da Ford’un Paris’te
YSL özel tasarım defilesine katıldığı sırada geldi ve bu haber,
önceki kasım ayında Gucci’nin yükselen genç yıldızlarından biri
olan otuz altı yaşındaki Gucci satış direktörü Mark Lee’yi, Yves
Saint Lauren Couture’e -şirketin adı artık buydu- yeni genel
müdürü olarak atadığı haberinin peşinden geldi. Lee’nin ata­
ması duyurulduğunda, sektördeki pek çok insan utangaç, tatlı
dilli Lee’nin kim olduğunu bile bilmiyordu. Gucci’nin kendisin­
de bile onun için hazırlanmış bir biyografi yoktu. Lee, Gucci’ye
katılmadan önce Saks Fifth Avenue, Valentino, Armani ve Jill
Sander’de çalışmıştı, ılımlı ve özenli tarzıyla meslektaşları tara­
fından çok saygı duyuluyordu. Ford’un ilk işi YSL’in solan gör­
kemini yenilemek olsa da Lee’nin işi, markanın 187 lisansını de­
netlemeyi de içeren, hazır giyim, parfüm ve aksesuarlarla ilgili
günlük işleri yürütmek olacaktı.
Lüks ürün işindeki sarsıntı ve depremler kurulu ilişkileri
altüst etmeye devam ederken iki zeki genç Amerikalı, Fransız
modasının en göz önündeki -ve önceden kutsal olan- iki pozis­
yonunu üstlenmişti. Herkesin akimdaki bir sonraki soru şuydu:
Ford, YSL hazır giyimini tasarlaması için kimi getirecekti, yoksa
bunu kendisine mi saklayacaktı ve eğer öyleyse, Gucci için tasa­
rım yapmaya devam edecek miydi? Her ne kadar sektöre, mo­
dayı, tasarımı, yaşam tarzını ve işi tek bir kapsayıcı konsept al­
tında birleştiren yeni bir yaklaşım getirmiş, parlak ve yetenekli
bir genç adam olsa da gerçekten tüm bunları başarabilir miydi?

460
Devir

Gucci, lüks ürün sektörünü kasıp kavuran konsolidasyon


dalgasının zirvesine ulaşmıştı ve hâlâ kendi yörüngesine sok­
mak istediği şirketlerden oluşan aktif bir istek listesi vardı.
Ancak De Sole, esas meselenin hâlâ büyüklük değil yaratıcılık
olduğunu savunuyordu.
“Tom ve ben işimizi tamir ve onarım olarak görüyoruz,” di­
yordu De Sole. “Biz gerçekten marka yöneticileriyiz. Bir şirkete
baktığımızda, ‘Hadi alalım,’ değil, ‘Bununla ne yaparız?’ deriz.
Nihayetinde biz yatırım bankacısı değiliz.” Gerçekten de Ford
ve De Sole yatırım bankacısı değillerdi ve Gucci’yi ortaya çı­
karan zorlu Floransa ticaret menşeinden gelmiyorlardı ancak
beraberlerinde, Gucci’yi uluslararası bir girişim olarak yıldız
olmaya doğru götüren, kendi tarzlarında bir ruh, kararlılık ve
güdülerini getirdiler.

Seksen yıllık tarihinde Gucci, kritik anlarda ilklere imza at­


mıştı. Hem ikinci ve üçüncü neslin çekişmeli maskaralıkla­
rıyla özel bir aile şirketinin iniş çıkışları konusundaki perdeyi
araladığı hem de İtalyan lüks ürün dünyasında başarılar elde
ettiği için dikkat çekmişti. 1950’lerde Aldo, oradaki ilk İtalyan
isimlerden biri olarak Gucci’yi New York’a getirmişti. Altmış­
lı ve yetmişli yıllarda Gucci tarz ve statü anlamına geliyordu.
Seksenlerde, Maurizio karmaşık bir finansal ortağı Gucci’nin
özel sermayesine dahil etti ve ortak bir iş planına imza attı.
Sektörde bunu yapan ilk kişiydi. Doksanların başında, yine
sektörde öncü olarak, Maurizio, Dawn Mello ve Tom Ford’u
işe alarak Amerikan tasarım ve pazarlama yeteneğini Avrupa
lüks sektörünün kalbine taşıdı. Doksanların sonunda Invest-
corp tarafından yönetilen Gucci, modada ve lüks ürün sek­
töründe o zamana kadar ilk ve en başarılı ilk halka arzlardan
birini gerçekleştirdi. On yılın sonunda, De Sole’ün kontrolü
altındayken Gucci, Asya pazarını bulandırmak üzere olan
ekonomik zorluklar konusunda uyarıyı yapan ilk isim oldu
ve sonra da daha öne hiç denenmemiş bir devir savunması ve

461
Gucci Hanedanı

dikkate değer yeni bir ortaklıkla her şeye rağmen kazanarak, iş


dünyasının en karmaşık devir zorluklarından birinin üstesin­
den geldi. Gucci-LVMH savaşının ardından Avrupa Ekonomi
Topluluğu, daha önce üzerinde çalışılmış ancak hiçbir zaman
tamamlanmış bir proje kapsamında, tüm topluluk çapında de­
vir ve satın alma tekliflerini düzenleyen yönetmelikler oluş­
turdular. Artık yeni bir yüzyıla yaklaşırken, Harvard İşletme
Okulu, Gucci başarıları üzerine bir vaka çalışması yürütmeyi
planlamaktaydı.
“Bireysel bir sektör ya da ülkenin ötesinde geniş bir cazibeye
sahip, dramatik bir değişimin yaşandığı ve geniş çapta saygın
müşterilere sahip bir marka olan bir İtalyan şirketiyle ilgileni­
yordum,” diyordu çalışmayı yürüten Profesör David Yoffie.
Tolstoy, Anna Karenina’da., “Bütün mutlu aileler birbirine
benzer ama her mutsuz ailenin kendisine özgü bir mutsuzluğu
vardır,” demişti. Gucci’nin kendisine özgü nostaljik mutsuzlu­
ğu, bütün dünyanın görmesi için dramatik bir şekilde yönetim
kurulu toplantılarında, mahkeme salonlarında ve gazete başlık­
larında yaşanmıştı. “Gucci hikâyesi, bir ailenin yapmaması ge­
rekenlerin mükemmel bir örneğidir,” diye düşünüyordu Severin
Wunderman. “Dökülen kanın miktarı feciydi ve bir hanedanın
nasıl sona ermeyeceğine ilişkin bir dersti.” Ya işler farklı geliş-
seydi? Gucci ailesi daha fazla birlik olsaydı, Gucci bugün kırmızı
ve yeşil şeritli, plastik kaplı GG alışveriş çantalarını ya da bambu
saplı el çantalarını mutlu mesut üreten, sessiz ve öngörülebilir
bir aile şirketi olur muydu? Maurizio Gucci - akrabalarınkinden
çok farklı olan- kendi vizyonunu gerçekleştirseydi Gucci, güzel
ürünleri olan ve gürültü patırtının olmadığı saygın bir lüks ürün
firması olan Hermes’e daha çok benzer miydi? Gucci ailesi, her
yeni kavga gazete manşetlerinden ilan edildiğinde küçük düşü­
rülmüştü. Ancak onların işlevsizliklerinin ve beraberinde gelen
reklamların, Gucci adına cazibe ile tarzı aşılayan ve işteki risk­
leri ailenin parçalanacağı kadar yükselten bu anlaşılamaz sihri
ateşlemediğini kim söyleyebilir ki? Bu, Gucci ürünlerini müşte-

462
Devir

tilerinin gözünde özel kılan tarz ve yüksek kaliteyle birleşen bir


sihirdi. Ne de olsa altmışlar ve yetmişlerdeki zirve döneminde,
Gucci hâlâ sadece siyah ve kahverengi çantalar, İtalyan penny
loafer ayakkabılar ve statü göstergesi valizler satıyordu. Bugün,
Tom Ford’un podyumda, Hollyvvood’da ve Gucci’nin gösterişli
reklam kampanyalarında sergilediği tüm sihre rağmen, siyah
ayakkabılar ve çantalar bütün dünyadaki Gucci mağazalarında
en çok satan ürün olmaya devam ediyor.
Bu sihrin geçmişte nereden geldiği sorulduğunda, Roberto
Gucci hiç tereddüt etmeden yanıtlamıştı. “L’azienda era la fa-
miglia e lafamiglia era l’azienda! Şirket aileydi ve aile de şirketti!
Bölünmeleri yaratan şeyler aile meseleleri değil, şirket mesele­
leriydi,” diye düşünüyordu Roberto, önce Paolo’nun genç alıcı­
lar için daha ucuz seriler yaratma ve lisanslama arzusu ve sonra
da Maurizio’nun Gucci’yi üst sınıf müşterilere hitap eden paza­
ra taşıma konusundaki iddialı misyonu ve bunun gerektirdiği
fedakârlıklar konularında çıkan çatışmalara gönderme yaparak.
“Yöneticilerin ve ailenin aynı kişilerden oluştuğu bir şirketiniz
varsa, işler o zaman daha zordur,” diyordu Roberto. Ailenin
şirket politikalarından önemli hale geldiği acayip bir yol ayrı­
mında, Aldo Gucci, Gucci’yi mahkemeye verdikten sonra parası
biten oğlu Paolo’ya finansal olarak destek bile olmuştu.
Gucci’nin ürünleri statü göstergesi haline gelirken şirket ve
aile, pazarın iniş çıkışları ve aile kavgalarına rağmen yıllarca
kendilerine sadık kalmış işçilerinin kalbini kazandı. “Uyuştu­
rucu gibi, yavaş yavaş kanınıza giren bir şeydi,” diyordu uzun
süreli çalışanlardan biri. “Ürünü anlamaya, zanaatkârları tanı­
maya ve potansiyeli görüp içinizde hissetmeye başlıyordunuz.
Bu şirkette çalışmaktan gurur duyuyordunuz. Açıklaması zor
bir şey. Buna ya inanıyor ya inanmıyordunuz.”
Markanın kendisine özgü valiz ve çantalarının arkasında
kanlı canlı bir Gucci ailesi olduğu fikri de müşterileri büyülü-
yordu.
Gucci hikâyesi, Avrupa’da kendi işini kuran, büyüten birçok

463
Gucci Hanedanı

ailenin ve kişinin karşı karşıya kaldığı zorlukları sembolize edi­


yordu. Şimdi yine klasik bir aşağı tükürsen sakal yukarı tükür-
sen bıyık durumuyla karşı karşıyaydılar: başarı için ödemeleri
gereken bedel çoğu zaman kendi şirketlerini bırakmaları anla­
mına geliyordu. Global rekabet sektördeki konsolidasyonları
hızlandırırken, aileler ve bireysel sahipler finansal olarak hayat­
ta kalmayı ümit ediyorlarsa profesyonel yöneticiler getirerek,
yeni iş kombinasyonlarına katılarak ya da şirketi tamamen sa­
tarak özerkliklerinden feragat etmeliydiler.
Diğerleri ise kaderle daha sessizce mücadele ettiler.
Valentino’nun 1998 yılında Roma modaevini İtalyan yatırım şir­
keti HdP’ye satma kararma, satışın duyurulduğu basın toplantı­
sı esnasında birkaç zarif gözyaşı eşlik etti. Emanuel Ungaro’nun
1997 yılında Paris merkezli modaevini Floransa’nın Ferragamo
ailesine satma kararı, sıcak tokalaşmalarla mühürlendi. Daha
yakın zamanda, Alman tasarımcı Jill Sander, işini kendi başına
yapabileceğinin çok daha ötesine taşıyacağı umuduyla kont­
rolü İtalyan markası Prada’ya devretti. Romanın Fendi ailesi,
kontrolünü Prada ve LVMH arasındaki ortaklığa satmayı kabul
edene kadar, etrafında dönen taliplerle ustaca dans edip kendi
içlerindeki anlaşmaların üzerini örten perdeyi kapalı tutmayı
başardı.
Maurizio, vizyonunu Gucci için güçlü ve pragmatik bir prog­
ramla birleştiremediğinden, Gucci’nin aile savaşları aile yöne­
timi ile profesyonel finansal yönetim arasında bir mücadeleye
dönüştü. Ne yazık ki hayatını birleştirdiği güçlü ve pragmatik
kadın, Maurizio’yu kendi vahşi kaderine sürükledi. Vizyonu ta­
rafından güdülenen ancak mizacı tarafından engellenen Mau­
rizio Gucci, hayali için güçlü bir finansal temel oluşturamadığı
için en sonunda yapılması gerekeni yapamadı. Buna rağmen,
kazandıran iş anlayışı ve tarzlarının bir karışımıyla -ve sihri geri
getirmek için güç, kendini beğenmişlik ve imajın da doğru bir
karışımı- ilerlemeleri için Domenico De Sole ve Tom Ford’un
yolunu açtı. Bu geçişin ardından, Gucci lüks ürün pazarından

464
Devir

lider olarak yeniden ortaya çıktı.


Geriye dönüp bakıldığında formül net olarak görülüyor ama
bu kopyalanabilir mi? “Sanmıyorum,” diyordu International He-
rald Tribüne gazetesinin saygın moda eleştirmeni Suzy Menkes.
“Sihirli bir bileşen olmalı. Bu, bir Hollywood filmi yapmaya
benziyor: harika bir senaryoya ve bütün doğru starlara sahip
olursunuz ancak her zaman gişe rekorları kırmaz. Bazen işe ya­
rar, bazense yaramaz.”
Bedelini çok iyi bir şekilde ödemiş olan Gucci ailesi artık,
kendi isimlerini taşıyan şirketin iş ve moda haberlerine egemen
olmaya devam etmesini -üzüntü ve acı karışımıyla- kenardan
izliyor. Giorgio Gucci hâlâ Maria Pia’yla birlikte Roma’da yaşı­
yor ve bugün hâlâ Gucci’nin tedarikçilerinden biri olan Floran­
sak saygın bir deri eşya üreticisi Limberti’yi satın aldı ve burada
en büyük oğlu Guccio’yla birlikte çalışarak Floransa’ya sık sık
seyahat ediyor.
Floransa yakınlarındaki orta büyüklükteki bir şehir olan
Prato’dan varlıklı bir tekstil üretici ailesiyle evlenen Guccio, ilk
olarak 1990 yılında kendi adı altında bir deri ürün işini ve son­
ra 1997 yılında Esperianza adı altında bir kravat koleksiyonunu
başlatmayı deneyerek dördüncü neslin en girişimci ismi oldu.
Halen Limerti’de tam zamanlı olarak çalışmaktadır. Guccio,
adını kullanmaktan gayrimenkullere kadar pek çok konuda,
yıllar boyunca Gucci şirketiyle yasal tartışmalar yaşamıştır.
Ailenin Roma ve Milano arasında görece gizlilik içinde yaşa­
yan diğer üyeleri, Gucci’nin devam eden başarısının hazmedil-
mesinin zor olduğunu düşünüyor. Giorgio’nun en küçük oğlu
Alessandro, “Bu acı hiç geçecek mi?” demişti bir keresinde, an­
nesi Orietta’ya.
Roberto Gucci, Maurizio’nun hisseleri Investcorp’a satma­
sından sadece bir ay sonra kendi deri işi House of Florance’ı
kurduğu Floransa’da yaşamaya devam ediyor. House of Floran-
ce, eski gelenekten el yapımı deri çantalar ve aksesuarlar üre­
tiyor, Via Tornabuoni’de Gucci’ninkinden çok uzakta olmayan

465
Gucci Hanedanı

bir mağaza işletmesinin yanı sıra Tokyo ve Osaka’da da ofisleri


bulunuyor. Roberto’nun eşi Drusilla ve beş çocukları da -Co-
simo, Filippo, Uberto, Domitilla ve Franceso- şirkette çalışı­
yor. Altıncı çocukları Maria-Olympia ise bir rahibe. El yapımı
deri çantalardan ve onları yapan zanaatkârlardan bahsederken
Roberto’nun gözleri hâlâ parıldıyor.
“Bana öğretilenden ne daha azını ne de daha fazlasını yapı­
yorum - yapmayı bildiğim tek şey bu,” diyordu Roberto Gucci.
“Bu mesleği öğrendim, onu kimse benden alamaz ve bu yolda
devam edeceğim.”
Geri kalan Gucciler özel hayatlarına çekildiler. Aldo ve
Bruna’mn, Palm Beach ve Kaliforniya’da evleri olan kızı Pat-
ricia, Roma’da sessiz sedasız bir şekilde yaşayan annesini sık
sık ziyarete gidiyor. Paolo’nun, 1987 ile 1992 yılları arasında
Maurizio’nun yönetimi altında çalışmış küçük kızı Patrizia,
Floransa’nın eteklerinde, ressamlık kariyerini sürdürdüğü, ağaç
gölgelerinin altında bir villada yaşıyor. İki çocuk annesi ablası
Elisabetta ise bir ev hanımı.
Milano’da, geçmişi unutmaya çalışan ve bir gelecek hayal
edemeyen cazibesini kaybetmiş Patrizia, günlerini San Vitto-
re’deki hapishane hücresinde geçiriyor. Annesi Silvana, Corso
Venezia’da geniş bir dairede yaşıyor ve cuma günleri kızının en
sevdiği köfteden getirmeye devam ederek sık sık Patrizia’yı zi­
yaret ediyor. 2000 yılının Şubat ayında, Yargıç Carlo Nocerino,
Silvana’nın eşi Fernando Reggiani’nin ölümünü hızlandırdığı ve
Patrizia’nın Maurizio’yu öldürme planını bildiği ya da buna des­
tek olduğu konusundaki dosyayı sessiz sedasız bir şekilde kapa­
dı. Silvana artık, Lugano’daki işletme okulunda üçüncü yılını ta­
mamlamış Alessandra’yı ve babası gibi Milano’da hukuk okuyan
ve Corso Venezia dairesinde büyük annesiyle yaşayan Allegra’yı
düzenli olarak kontrol ederek Patrizia ve Maurizio’nun kızla­
rıyla ilgileniyor. Kızlar, her yıl babalarının anısına Saint-Tropez
Nioularge yarışına girdikleri Maurizio’nun muhteşem teknesi
Creole'ün bakımını maliyetine rağmen devam ettiriyorlardı.

466
Devir

Ayrıca Creole’âe cennet gibi tatil gezilerinin ve Avrupa elitleri­


nin üyelerinin -örneğin, Monaco Prensi Albert- ziyaretlerinin
keyfini çıkarıyorlardı. Bugün Alessandra ve Allegra babalarını,
hiçbir zaman büyümemiş bir çocuk olan Peter Pan olarak dü­
şünüyorlar.
“Oyun oynamaya bayılırdı,” diye anımsıyordu Alessand­
ra. “O ve Allegra saatlerce futbol oynar, sonra da yorgun argın
eve gelir ve bilgisayar oyunlarına başlarlardı. Ferrari, Formula
ı, Michael Jackson ve doldurulmuş hayvanlara bayılırdı. Bir
Noel’de elinde benim için devasa kırmızı bir papağanla geldi,
zili çaldı ve komik bir papağan sesiyle konuştu. Hediyelerini her
zaman bizzat verirdi.”
Ancak kızlar için her zaman orada olmamıştı.
“Aylar boyunca günde altı kez konuşurduk,” diye anımsıyor­
du Alessandra. “Sonra ortadan kaybolur ve dört beş ay sonra ye­
niden ortaya çıkardı. Sevecen ya da buz gibi olabilirdi. Ancak bir
gün, bütün kavgalara rağmen, er ya da geç annemle yeniden bir
araya geleceklerine inanmıştım.” Anne babaların çocukları için
yapabileceği en iyi şeyin birbirlerini sevmek olduğunu söylenir.
Paola Franchi, Corso Venezia’nın birkaç blok kuzeyinde
bulunan, ikinci eşi tarafından kendisinin üzerine yapılmış on
ikinci kattaki bir dairede oğluyla birlikte yaşıyor. Lüks döşeme­
ler, kaliteli antikalarla dekore edilmiş ve Patrizia’yla hakkında
tartıştığı o meşhur yeşil ipek perdelerin asılı olduğu görkem­
li oturma odasındaki her masanın ve rafın üzerinde Maurizio
Gucci’nin fotoğrafları bulunuyor.
Maurizio’nun geride bıraktığı tüm insanlar arasında o ol­
madan hayatı en çok boşalmış kişi belki de sadık şoförü Lu-
igi Pirovano’dur. Artık emekli ve dul olan Luigi, günlerini
Maurizio’yla anılarını yad ederek geçiriyor. Her gün, şehrin ku­
zeydeki banliyölerinde olan Monza’daki evinden Milano’ya gi­
diyor ve eskiden uğrak mekânları olan yerleri dolaşıyor - Mau­
rizio ve Rodolfo’nun yaşadığı Corso Monforte’deki onuncu
katta bulunan daire ve 1951’de Rodolfo’nun Milano’nun ori­

467
Gucci Hanedanı

jinal Gucci mağazası olarak açtığı ve bugün hâlâ Gucci’nin en


iyi mağazası olarak işletilmeye devam eden şık mağazasının
bulunduğu Via Monte Napoleone’de. Luigi arabasıyla bir za­
manlar Maurizio’nun yaşadığı Via Cusani’deki Bonaparte ko­
nutunun ve Maurizio’nun kendi ofisinin bulunduğu ve öldü­
rüldüğü kapı eşiğinin karşısında bulunan Giardini Pubblici’deki
kumlu yollarda yürümek için güneşli günlerde arabasını park
ettiği Via Palestro’dan geçiyor. Luigi’nin Maurizio’nun en sev­
diği fiorentina bifteğin servis edildiği aile tarzı bir trattoria olan
Bebel’de öğle yemeği yiyecek cesareti bulması için dört yıl geç­
mesi gerekmiş. Maurizio, ölmeden önceki hafta, Alessandra ve
Allegra’yı oraya öğle yemeğine götürmüş.
Luigi, Bebel’de yemek yiyip sahipleriyle sohbet ederken, tıp­
kı Maurizio’nun kendi gözlükleriyle yaptığı gibi, kaplumbağa
kabuğu desenli gözlüklerini burnunun yukarısına doğru ittirdi.
Luigi’nin gözlüğü aslında Maurizio’nun gözlüğüydü. Luigi’ni
zihnine hatıralar akın etti - Maurizio’nun çocukluk zamanın­
dan anılar, ilk arabası, ilk sevgilileri, Patrizia’yla ilişkisi, sıkıntı­
ların başlangıcı, il periodo sbagliato. Luigi’nin ateşi olan Mauri­
zio için kendi mutfağından tavuk çorbası getirip Maurizio’nun
ıssız evinde patronunu sağlığına kavuşturduğu; Luigi’nin yerel
bir şarküteriden aldığı kızarmış tavuğu paylaştıkları düzenli ak­
şamlar; ve sürekli olarak Floransa, Saint Moritz, Monte Carlo,
Roma ve daha ötesine seyahat ettikleri zamanlar olmuştu.
“Maurizio yalnızdı. Tamamen, bütünüyle, özünde yalnız­
dı. Onun için sadece Luigi vardı. Pek çok gece ona gitmek için
eşimi ve oğlumu bırakırdım,” diye anımsıyordu Luigi. “Bu bir
insandan istemek için çok ama çok fazlaydı - ancak bunları
duymayı kim ister ki?”
Luigi, Maurizio’nun cenazesinde kontrolsüz bir şekilde hıç-
kıra hıçkıra ağlıyordu. Oğlu suçlayıcı bir şekilde babasına baktı
ve ona, “Papa, sen Mamma öldüğünde bile böyle ağlamadın,”
dedi.
Luigi, halen düzenli olarak Maurizio’ya gidip çok sevdiği Sa-

468
Devir

int Moritz mülkünün hemen alt tarafında bulunan ve Patrizia


ile kızların oraya gömülmesine karar verdiği Suvretta tepesin­
deki küçük bir İsviçre mezarlığındaki mezarını ziyaret ediyor.
Luigi ayrıca Floransa’nın hemen dışındaki Soffiano mezarlığın­
da ailesinin geri kalanıyla -Aldo, Vasco, Rodolfo, Alessandra,
Grimalda, Guccio ve Aida- birlikte, gömülü olan Rodolfo’yu da
ziyaret ediyor.
Floransa’da, Arno’ya bakan yüksek tavanlı ofisinde bulu­
nan Roberto hâlâ Gucci’nin kaybedilmesinden Maurizio’yu so­
rumlu tutuyor ve adını bile anmadan Patrizia’yı işaret ediyor.
Roberto’ya göre, bir ailenin başarılı bir şekilde oluşturduğu us­
talıklı güç dengesini bozan, evlilik yoluyla aileye giren yabancı­
lar. “Kontrolsüz zenginlikler peşinde koşarken hırs ateşini, aklı,
ahlaki ilkeleri, saygıyı ve nezaketi yakan ateşi başlatan kıvılcım
nedir? Zaten o hırsa sahip olan birisinin yanında bu titrek alevi
-üzerine su serpmek yerine- kızıştıracak biri varsa, işte böyle
olur! Gucciler harika bir aileydi,” diyordu Roberto. “Bütün ha­
taları için af diliyorum - kim hata yapmaz ki? Hatalarını eleş­
tirmek veya bu hataları kabul etmek istemiyorum ancak onları
unutamam. Hayat, birçok sayfası olan dev bir kitaptır. Babam
bana sayfayı çevirmeyi öğretti. Bir zamanlar dediği gibi, ‘Sayfayı
çevir! Gerekirse ağla ama yine de atışını yap!’”
Gucciler, arzuları gerçeğe ayak uyduramadığında sayfayı çe­
virmeye zorlanmışlardı. Aile ve şirket ayrı düştüğü andan itiba­
ren, aile acı ve trajedi dolu bir yola girerken şirket, kargaşadan
eşi benzeri görülmemiş bir başarıya doğru tırmanmaya başla­
mıştı. Bugün, Gucci lüks ürün grubunu geliştirirken, büyü­
lenmiş yeni aktörler kendilerini bu sihri sürdürmeye adadıkça
Gucci hikâyesi gözler önüne serilmeye devam ediyor. Şimdiki
zorluk, tek bir markanın uygulamaları olarak yönetilmesinden
çoklu markaları yönetmek için gerekli olan yeni yetenekleri bir
araya getirmekte yatıyor - Gucci mirasının iki tarafı keskin bir
kılıç olduğunu da hatırlamaya devam ederek.

469
Sonsöz

Tasarımcıların sonbahar/kış hazır giyim koleksiyonlarını şeh­


rin dört bir yanındaki mekânlarda sundukları 12 Mart 2001
haftasında en seksi çağrı bir defile değil, Gucci ve Yves Saint
Laurent’nin Centre Pompidou’da ortaklaşa sponsor olduğu Les
Annees Pop sergisinin merakla beklenen sah gecesi açılışıydı. Les
Annees Pop, yalnızca Gucci Group’un ilk büyük kültürel sergisi
olmakla kalmadı, aynı zamanda Paris’in moda, kültür ve sosyal
sahnesine dramatik bir girişi haline geldi. Gösteri şu ortamda
başladı: Andy Warhol’un yaptığı devasa, parıldayan ve arkadan
aydınlatmalı bir Elizabeth Taylor tablosu girişin üzerine asıl­
mış, turkuaz rengi arka plandan karikatürümsü bir ışıltı yaya­
rak, beyaz teni, siyah saçları, dramatik gözleri ve şarap kırmızısı
dudaklarıyla ziyaretçileri selamlıyordu. Aşağıdaki alanda, siyah
smokin giymiş ve devasa siyah şemsiyeler taşıyan bir grup ya­
kışıklı genç eşlikçi, kapıya kadar kıvrılarak uzanan siyah halı
boyunca tüm gece konuklara eşlik etti. İçeri girince, bir dizi
yürüyen merdiven, ziyaretçileri Pompidou’nun bu etkinlik için
karartılmış bir cephesi boyunca beş kat yukarıya, en üst katta
bulunan popüler bir V. George restoranındaki şampanya resep­
siyonuna götürüyordu. Tom Ford sihrini uygulamıştı, havada
yolculuk eden figürleri ve yüzleri bir sanat sergisinin açılışın­
dan ziyade bir James Bond filminin açılış sahnesini andıracak

470
Sonsöz

şekilde karamsar siluetlerden oluşan bir akışa yönlendirirken,


ürkütücü kırmızı ışıklar yürüyen merdivenleri takip ediyordu.
Akış halindeki kalabalık, Fransız moda, sanat ve iş dünyasın­
dan bir “Yıldızlar Geçidi” gibi geçip gidiyordu. PPR’ın sahibi
ve Gucci hissedarı François Pinault, koleksiyonları yıllar için­
de Pop çağına renkli övgülerde bulunmuş, alametifarikası olan
mor fularıyla sergiyi gezen ve Pop’tan ilham alan son koleksi­
yonundaki bir kıyafeti giyen arkadaşıyla sohbet eden gri takım
elbiseli ahbabı, Jean Charles de Castelbajac ile hızlı bir giriş ve
çıkış yaptı. Sergide yer alan diğer isimler arasında moda ikonu
Pierre Cardin; şöhretli Bianca Jagger ve Chiara Mastroianni;
Ford’un modada ilham perisi olan ve kısa zaman önce Fransız
Vogue dersinin editörü olarak atanmış Carine Roitfeld; İtalyan
Vogue dersinin editörü Anna Wintour; International Herald Tri­
büne gazetesinde moda yazarlığı yapan Suzy Menkes; modae­
vi kısa süre önce Gucci Group tarafından satın alınmış İngiliz
genç tasarımcı Alexander McQueen ve daha fazlası bulunuyor­
du. Flüt kadehlerde soğuk şampanyalar ikram edilen konuklar,
beşinci kattaki sergiye heyecanla övgüler diziyordu. 1956-1968
arasına dayanan parçalardan oluşan sergide, içlerinde Yves
Saint-Laurent’nin meşhur Mondrian elbisesi; Courreges, Pierre
Cardin, ve Paco Rabanne’ye ait kıyafetler ve renkli bir plastik
ürün koleksiyonunun da -taşınabilir radyolar, mutfak gereçle­
ri, televizyon ekranları, masalar, sandalyeler, saklama bölmeleri
ve Tuppervvare’in iç içe geçmiş kaselerinden ve geniş ağızlı bar­
daklarından oluşan eksiksiz bir koleksiyon- bulunduğu yakla­
şık iki yüz sanat eseri, yüz mimari proje ve yüz elli Pop objesi
yer alıyordu.
Tasarımcı olarak saygınlığı, ertesi gün öğleden sonra yapı­
lacak Yves Saint Luarent Rive Gauche hazır giyim koleksiyonu­
nun defilesine bağlı olan Tom Ford, barda etrafını saran kala­
balıklardan kurtuldu ve erkenden çıkarak, ardında kalabalığı
pohpohlaması için coşkulu haldeki Domenico De Sole’ü bıraktı.
Domenico De Sole formunun zirvesindeydi. Önceki yaz
LVMH’e karşı savaşı kazandığından beri, Gucci’yi çok markalı

471
Gucci Hanedanı

bir grup haline getirme misyonunu sürdürmüştü. İçinde Yves


Saint Laurent ve tarihi Roger & Gallet parfüm markasından
Fendi, Oscar de la Renta ve Van Cleef & Arpels gibi bir dizi üst
düzey parfüm lisansını barındıran Sanofi Beauteyi aldıktan
sonra Gucci ayrıca İtalyan ayakkabı markası Sergio Rossi’nin
yüzde 70’ini; lüks mücevherci Boucheron’un yüzde yüzünü;
Cenevre merkezli lüks saatçi Bedat & Co. şirketinin yüzde 85’ini
ve deri ürünleri markası Bottega Veneta’mn yüzde 66,7’sini de
satın almıştı. De Sole ve Ford ayrıca, sektörü heyecanlandıran
bir adımla, genç ve gelecek vadeden tasarımcıların moda evle­
rinden hisseler satın almayı içeren yeni bir stratejiyi de uygu­
lamaya koymuştu. Daha önceden YSL’de ve sonra da Christian
Dior’da bulunan erkek giyim tasarımcısı Hedi Slimane ile bir
anlaşmaya varamasalar da 2000 yılının Aralık ayında, yetenekli
ve genç bir İngiliz tasarımcı olan Alexander McQueen’in şirke­
tinden yüzde 51’lik hisse satın almışlardı. Bu adım, Givenchy
için tasarım yapması için işe aldığı ve sözleşmesini çoktan ye­
nilemiş olduğu McQueen’i, Bernard Amault’nun burnunun di­
binden etkili bir şekilde çekip almıştı. De Sole basına, bu adımın
Gucci’nin LVMH’le devam eden yasal mücadelesiyle hiçbir ilgisi
olmadığını söyledi. Givenchy yine de ocak ayındaki tasarım de­
filesiyle mart ayındaki hazır giyim defilesini iptal etti ve Arna-
ult ile McQueen basın önünde birbirleriyle didişirken küçük bir
grup müşteri ve gazeteciye özel defileler düzenlendi.
“Her zaman bir şeylerden şikâyet eder,” demişti Arnault
sitem ederek, New York Times gazetesine, “çünkü biz kibar ol­
duğumuz için” LVMH’in genç tasarımcıyı doğrudan kovmamış
olduğunu ekleyerek.
“Modaevi daha fazla bütçe bulabilmek için duvarları kazı­
yordu,” diye karşılık verdi McQueen, Time dergisine, LVMH
grubu içindeki ortama “şirret” şirkete ise “güvenilmez” diyerek.
Gucci, 2001 yılının Nisan ayının başlarında, Paul ve Linda
McCartney’nin kızları olan ve Chloe için yaptığı kreasyonlarıyla
gelişen bir yetenek olarak ün kazanmış Stella McCartney adın­
da başka bir genç tasarımcıyla bir anlaşmaya vardığını duyurdu.

472
Sonsöz

Gucci’nin listesindeki bir sonraki genç tasarımcı, 2001 yılının


Temmuz ayında satın aldığı efsanevi özel tasarım modaevi
Balmain’de isim yapmış olan Nicolas Ghesquiere idi.
“Tom ve ben, uzun zamandır yeni tasarım yeteneklerini na­
sıl getireceğimizi konuşuyorduk,” demişti De Sole, 2001 yılının
Mart ayında, Gucci’nin kadın hazır giyim defilesinden önceki
bir röportaj sırasında. “Bunlar genç ve inanılmaz yetenekli tasa­
rımcılar, onlara yatırım yapmak yerleşik markalara kıyasla çok
pahalıya mal olmaz ve bunun geri dönüşü muazzam boyutta
olabilir. Bu maçta kazanılan bir sayı gibi olabilir.”
Alışveriş çılgınlığına ek olarak Gucci, düşüşteki Yves Saint
Laurent işini modernize etmek için, bu modaevini lisansa da­
yalı bir operasyon olmaktan üretim ve dağıtım üzerinde doğru­
dan kontrole sahip -gözlük ve diğer birkaç ürün hariç- bir işlet­
meye dönüştürmek için bir önceki yılda yüz altmış yedi lisansın
yüz tanesini sonlandırarak hızlı davrandı. Gucci, çakışan ope­
rasyonları birleştirerek YSL fabrikalarını yeniden yapılandırdı,
mevcut mağazaları yeni boya ve vitrin düzenlemeleriyle (“Halı­
da delikler vardı!” diye anımsıyordu De Sole) canlandırdı, yeni
stratejik konumlar keşfetti ve Las Vegas’taki Bellaggio alışveriş
merkezi kompleksi için mimar William Cofield (Gucci mağaza­
larını da yapmıştı) ile yeni bir mağaza konsepti geliştirdi.
Ford’un, tarihi Yves Saint Laurent parfümü Opium için
dikkat çekici yeni bir reklam kampanyası oluşturması hemen
olay olmuştu. Dünyanın dört bir yanındaki basılı reklamlarda
ve otobüs duraklarındaki posterlerde yaygın bir şekilde gösteri­
len kampanyada, saçları yakın zaman önce kırmızıyla boyanmış
aktris Sophie Dahi yer alıyordu. Dahi, egzotik makyajı ve to­
puklu ayakkabıları dışında çıplak olduğu bir poz veriyor, sırtüs­
tü uzanıp vücudu mermer bir heykel kadar pürüzsüz görünür­
ken parmaklarıyla kendisini okşuyordu. Reklam kampanyası
Ispanya’da bir ödül kazandı ve kalan her yerde gürültü kopardı
- Gucci Group’un binlerce dolarlık tanıtımını bedavaya yapmış
oldu.
Gucci Group’un diğer modernize etme adımları olarak Ser-

473
Gucci Hanedanı

gio Rossi, YSL ayakkabıları üretmeye başladı, Gucci Timepieces


tüm grup markaları için saat üretim ve dağıtım işini devraldı
ve Gucci’nin kendi tesisleri, Birleşik Devletler’de YSL kozmetik
ürünlerinin dağıtımını yapmaya başladı.
“Artık New York’taki Saks Fifth Avenue’den bir YSL ruj alır­
sanız, bu ürün Gucci’nin New Jersey’deki deposundan sevk edil­
miş olacak!” diye tekrar tekrar söylemeyi severdi De Sole.
De Sole ayrıca, Gucci’nin önde gelen rakiplerinden bir grup
parlak bölüm yöneticisini de çekip almıştı. En büyük darbesi,
Giacomo Santucci’yi Prada’dan kapıp Gucci Division’ın yeni
başkanı olarak işe almasıydı. Santucci, Prada’da sadece rek­
lam yönetmeni olmakla kalmamış aynı zamanda CEO Patrizio
Bertelli’nin sağ kolu olarak da görev almıştı. Grubun Uzakdo­
ğu’daki genişlemesini hızlandırmanın yanı sıra, tek dozluk
paketlemeler içeren yenilikçi bir vücut bakım ürünleri serisiy­
le kozmetik sektörüne çıkışı konusunda da kilit bir rol oyna­
mıştı. Thierry Andretta, Gucci’nin yeni iş faaliyetinin başına
geçmesi için kısa süre önce bir geri dönüşe başarılı bir şekil­
de önderlik ettiği LVMH markası olan Celine’den koparıldı ve
Massimo Macchi mücevher ve saatlere denetmenlik yapmak
için Bulgari’den geldi. Gucci’nin Amerika usulü, liyakate dayalı
yönetim tarzı, iyi maaşları ve çekici hisse senedi opsiyonu prog­
ramı, tüm sektörde bilinir hale gelmişti.
“İnsanlar Gucci’de çalışmak istiyor,” demişti De Sole, Milano
röportajı sırasında. “Bu işin insanlardan başka değerli bir varlığı
yok. Artık kimi istersem işe alabilirim!”
De Sole ve Ford, Gucci’nin kendisindeki devam eden bü­
yümeyi de göz ardı etmemişti. Önceki yılda şirket New York
(Beşinci Cadde mağazası, Aldo Gucci’nin 1980 yılındaki iddialı
mermerler, camlar ve bronzlarla olan yenilemesinden bu yana
el değmeden duruyordu), Paris ve Roma’daki en iyi mağazala­
rını yenilemiş; Japonya’da yeni bir mağaza açmış; Singapur ve
Ispanya’daki franchise mağazaların kontrolünü yeniden eline al­
mış ve bir kadın hazır giyim üretim kolu olan Zamasport’u satın
almıştı.

474
Sonsöz

“Gucci artık sorunsuz işleyen bir makinedir,” demişti De


Sole, Milano röportajı sırasında.
De Sole ve Ford, Yves Saint Laurent ile Paris moda mües-
sesesinin devler liginde yerlerini güvence altına almaya odak­
landılar ancak bu hayallerinin kolayca gerçekleşmeyeceğini
biliyorlardı. 2000 yılının Ekim ayında, Ford’un YSL için hazırla­
dığı çıkış koleksiyonu, basında ilgisiz yorumlarla karşılaştı. Yves
Saint Laurent adını köklerine döndürmek istediğini söyleyen
Ford, birkaç basit elbisenin birleştirildiği, keskin omuzlu siyah
beyaz pantolonlu takım elbiseler göstermişti. Ford ve De Sole,
hem Yves Saint-Laurent’i hem de onun iş ortağı Pierre Berge’yi,
Gucci’nin, Paris’in meşhur Rodin Müzesi’nin arkasındaki özen­
le bakımı yapılmış bahçenin ortasına diktiği uzun ince, tek
katlı, portatif siyah bir kutunun üzerinde düzenlenen defileye
katılmaları için nazik bir şekilde davet etmişlerdi. Yahn haldeki
siyah kutu, özenle budanmış meyve ağaçları ve gül fidanları­
nın arasındaki zarif, on sekizinci yüzyıl konağıyla tam bir tezat
oluşturuyordu. İçindeki karamsar mor aydınlatma, havaya ya­
yılan tütsü ve büyük, dolgulu, siyah satenden koltuklar ise bir
defileden ziyade dumanlı bir salon havası veriyordu. Siyah kutu
-gazeteciler, YSL “mücevher kutusu adını takmıştı- Ford’un,
tüm zamanların en büyük tasarımcılarının birinden devraldığı
yeteneğini test edeceği bir sahneydi.
Beklendiği gibi inzivaya çekilmiş Yves Saint-Laurent gel­
medi ancak Berge geldi ve eleştirel bir tavırla kaşlarını çatarak,
ön sıraya, Saint-Laurent’nin meşhur ilham perilerinin arasına
oturdu: bir yanda androjen sarışın Betty Catroux ve diğer yanda
daha feminen, eksantrik biri olan Loulou de la Falaise. Eleştir­
menler, iyi uygulanmış ancak basit olan defilenin, Yves Saint-
Luarent efsanesinden ziyade Gucci’nin şık ve seksi tarzını daha
çok yansıttığını söyledi. Belki de Ford hem Gucci hem de YSL
için tasarım yapmak için gereken özelliklere sahip değildi, diye
fısıldaştı moda editörleri kendi aralarında.
“Zor olacağını biliyordum,” diyordu Ford sonradan. “Onla­
rın yerini doldurmak zor ancak mesele şu ki, onların yerini dol­
durmaya çalışmıyordum. Yves olmaya çalışmıyordum.”

475
Gucci Hanedanı

Olayın içyüzünü bilenler, tasarım zorluğunun ötesinde, sa­


dece ilk defileyi gerçekleştirmenin bile çok zor bir iş olduğunu
biliyorlardı. YSL’in tüm terzileri ve tasarım ekibi, Yves Saint-
Laurent ve Berge’nin elinde kalmış olan tasarım operasyonuy­
la ayrılmıştı. Diğer engeller arasında Fransız iş gücü ve üretim
sistemi tarafından ortaya konan kısıtlamalar bulunuyordu. Bu
yüzden Ford, ilk YSL hazır giyim koleksiyonunu Gucci tasarım
ekibiyle Gucci fabrikalarında üretmişti. O zamandan sonra
Ford, daha önceden Prada’nın Miu Miu koleksiyonu için çalış­
mış genç bir tasarım direktörü olan Stefano Pilati’yi getirmiş ve
Yves Saint Laurent için güçlü yeni bir tasarım ekibi kurmuştu.
Yves Saint-Laurent’nin, Ford’un YSL hazır giyim için çıkış
defilesine katılmadıktan sonra 2001 yılının Ocak ayında Hedi
Slimane’ın Christian Dior erkek koleksiyonu için yaptığı defile­
ye katılmasıyla tansiyon yükseldi. Bir video ekibi tarafından ön
sırada LVMH’ten Bernard Arnault’la sohbet ederken yakalanan
Saint-Laurent, “işkence çekercesine acı içinde olduğunu” ve
“rezalet, rezalet” kelimelerini söylerken kayda alındı. Sonra da,
“Bay Arnault, beni bu sahtekârlıktan kurtarın,” diye ekliyordu.
Şubat ayında, kablolu kanal Canal Plus tarafından yayınlanan
bu sohbet, Saint-Laurent’nin iş ortağı Pierre Berge tarafından,
“Yves! Her yerde mikrofonlar var, sakın bir şey söyleme!” diye­
rek bölünüyordu. Kayıtta, Saint-Laurent’nin ne hakkında üz­
gün olduğuna dair doğrudan bir gönderme olmasa da tout Paris,
YSL hazır giyim işinin Gucci’ye satılmasından bahsettiğini var­
sayıyor ve Arnault’nun 1989 yılında Louis Vuitton için yaptığı
tekliften bu yana bunun, şehrin en sürükleyici lüks savaşı oldu­
ğunu kanıtlayan bir sonraki gelişmenin ne olacağını heyecanla
bekliyordu. Pompidou’daki şampanya gecesi, Gucci’nin Paris
moda müessesesindeki ilerleyişinde ustaca bir hareket olsa da
Ford’u bekleyen gerçek test, bir sonraki gün gerçekleşecek olan
YSL defilesiydi.
14 Mart 2001 tarihinde öğleden sonra, Domenico De Sole,
gazeteciler, moda editörleri, alıcılar ve fotoğrafçılardan oluşan
canlı bir kalabalığın YSL sonbahar koleksiyonu için uzun siyah

476
Sonsöz

kutuya doluşmaya başlamasını izliyordu. Tom Ford, podyuma


göndermeden önce sahne arkasında dumanlı gözleri olan man­
kenlerini son kez dikkatle kontrol ederken De Sole kalabalığın
siyah saten koltuklara yerleşmesini sağladı. François Pinault ile
PPR’ın CEO’su Serge Weinberg’in yanı sıra, grubun diğer iş or­
taklarını, podyumun bir tarafındaki merdivenlerde stratejik bir
gözlem noktasına geçmeden önce selamladı. De Sole kendi yeni
Gucci başkan yardımcıları bir kenara, önemli perakendecilerin,
moda editörlerinin ve iş ortaklarının geldiğini fark etti.
Önceki akşam Les Annees Pop sergisindeki göz kamaştırıcı
başarısına rağmen Tom Ford’un gerçek yeteneğine yönelik asıl
test, YSL podyumundaki yirmi dakikanın sonucuna bağlıydı
ve hiçbir şey garanti değildi. İşıklar söndü, müzik yükseldi ve
mankenler Yves Saint Luarent’nin bohem şıklığı günlerine güç­
lü, hışırtılı, fırfırlı ve dantelli bir övgüyle podyuma çıktılar. İlk
iki büzgülü ipek elbise -biri pembe, biri gül rengi- dışında tüm
koleksiyon tamamen siyahtı: seksi, hafif kumaştan bluzlar koyu
renkli korse kemerler ve fırfırlı eteklerin üzerinde dalgalanıyor,
fırfırlı hoş bluzlar, ipli modern sandaletlere doğru inen egzo­
tik şal eteklerin üzerine dökülüyor, duman rengi şık smokin
ceketleri flamenko etekleri ve çok sayıda kıvrımlı dar eteklerin
üzerinde duruyordu. Koleksiyon, Yves Saint Laurent ruhuna
modern yaklaşımıyla bir zafer kazandı. Hâlâ merdivenlerde du­
ran De Sole, rahat bir nefes verdi. Ertesi gün yayınlanan övgü
dolu incelemelerde, moda editörleri ve alıcılar koleksiyonu tüm
sezonun en yüksek sıralarından birine koymuştu. Tom Ford ve
Gucci moda dalgasının bir kez daha üstesinden gelmişti ancak
mutlulukları çok uzun sürmeyecekti.
Bernard Arnault, ertesi gün, dünya moda editörlerinin
YSL’in siyah mücevher kutusunda mest olmuş bir şekilde otur­
duğu esnada beklenmedik bir duyuruyla ilgiyi kendi üstüne top­
ladı: O sabah ikiye kadar süren müzakerelerden sonra LVMH,
Givenchy’deki McQueen’in yerine getirmek üzere, görece çok
az tanınan Julien MacDonald adındaki Galli tasarımcıyı işe al­
mıştı. Ford’un YSL başarısına rağmen, dünya çapındaki gaze­

477
Gucci Hanedanı

teciler Givenchy ile birlikte LVMH için daha büyük manşetler


ayırdılar.
Gucci ile LVMH arasındaki yarış ve yasal tartışma yeni zir­
velere ulaşmıştı. LVMH piyasada, içlerinde İtalyan tasarım mar­
kası Emilio Pucci, ABD merkezli spa merkezi Bliss, Kaliforniya
merkezli güzellik markası Hard Candy, lüks saat markalan TAG
Heuer ve Ebel, kaliteli gömlekler yapan Thomas Pink, BeneFit
kozmetik, Donna Karan ve elmas tedarik devi olan De Beers
Konsolide Madenler Ltd. ile ortak bir girişimin de bulunduğu
bir dizi satın alma yoluyla kendi genişleme hamlesine devanı
ediyordu. Arnault ayrıca, Giorgio Armani A.Ş.’nin eski genel
müdürü ve önce LVMH Moda Grubu için satın alma ile marka
geliştirmeden sorumlu üst düzey başkan yardımcısı sonra da
Donna Karan International’m CEO’su olarak atanmış olan Pino
Brusone de dahil olmak üzere yeni yönetim yeteneklerini de işe
almıştı. LVMH, satışların yüzde 35 sıçrayarak 10,9 milyar dola­
ra ulaştığı ve 2001 yılı için iki haneli satış ve kâr artışı tahmin­
lerinin yapıldığı mart ayında rekor sonuçlar ilan etti. LVMH,
grubun yıldızı olmaya devam eden Louis Vuitton’ın olağanüstü
performansının yanı sıra, piyasaya sürülen Christan Dior’a ait
J’adore, Kenzo’ya ait Flower ve Guerlain’e ait Issima gibi başarılı
parfümlerden de bahsetti.
Birkaç hafta sonra Gucci, gelirinin yüzde 83 artışla 2,26 mil­
yar dolara ve hisse başına seyreltilmiş kazancının (3,10-3,15 dolar
arası yapılan tahminlere kıyasla) 3,31 dolara ulaşmasıyla 2000
yılına ait tüm tahminleri aştıklarını duyurdu. Net kâr, 336,7 mil­
yon dolarla neredeyse sabit kalmıştı.
“2000 yılı kritik bir yıldı,” demişti De Sole, sonuç raporları
için Amsterdam’m Hilton Otelinde toplanmış olan gazetecile­
re. “Bu yıl, halka arz edilmemizden bu yana şirket tarihindeki
en dramatik değişikliklere tanık olduk çünkü Gucci tek şirket-
tek marka gerçekliğinden, çok markalı bir varlığa dönüştü. Ay­
rıca diğerlerinden daha iyi yönetebileceğimizi de kanıtladık.
Gucci’yi yönetmeye devam ettik, seri ve agresif yönetim tarzı­
mızı da gösterdik.”

478
Sonsöz

Hukuk cephesinde, iki yıl süren hararetli mahkeme savaşla­


rından sonra Gucci ile LVMH arasındaki rekabet hız kesmeden
devam ediyordu. LVMH, hem PPR ittifakını devirmek hem de
PPR’ı Gucci için tam bir teklif yapmaya zorlamak için yasal yol­
lara başvurmuştu. 2000 yılının sonbaharında Gucci, LVMH’in
Avrupa rekabet yasasını ihlal ettiğini iddia ederek Avrupa Eko­
nomi Topluluğu anti tröst yetkililerine şikâyette bulundu.
Şikâyette, LVMH’in Gucci’nin satın alma stratejisini engelle­
meye çalışarak bir Gucci hissedarı olma konumunu kötüye kul­
landığını iddia ediyor ve LVMH’in Gucci’deki yüzde 20,6 ora­
nındaki hissesini satması çağrısında bulunuyordu. 2001 yılının
Ocak ayında, LVMH mahkemeye geri döndü ve PPR’m 2000
yılının Mayıs/Haziran döneminde hisselerini almak için hisse
başı yüz dolarlık teklifini kabul etmeye hazır olduğunu söyledi.
PPR avukatları bu teklifin artık geçerli olmadığını söyledi.
Gucci’nin bilinçli satın almaları, kurumsal ekip oluşturma­
daki başarısı, kurnaz moda döngüleri ve akıllıca yasal savun­
maları, mücevher kutusu zaferinden yalnızca bir hafta önce, 8
Mart’ta aldığı büyük darbeyi telafi edememişti. O gün, Amster-
dam Temyiz Mahkemesi Teşebbüs Bürosu -özellikle iflaslar ve
kötü yönetim konusunda kurumsal işlemleri gözden geçirmek
için özel imtiyazlara sahip ticaret mahkemesi- Yargıcı Huub
Willems, en sonunda Gucci’nin 1999 yılındaki LVMH ilerleme­
sini savuşturmaya yardımcı olmuş bir anlaşma olan PPR ile itti­
fakı hakkında bir soruşturma başlatmaya karar verdi.
“Son iki yıldır istediğimiz şey tam olarak buydu,” demişti
LVMH’in kurumsal ilişkileri direktörü James Lieber, duyuru­
nun yapıldığı gün. “Bugünkü kararın, PPR işleminin iptaline
yönelik bir adımı işaret ettiğine inanıyoruz.” Mahkeme ayrıca
üç bağımsız ve mahkeme emriyle atanmış müfettiş tarafından
yürütülecek soruşturmanın yaklaşık 100 bin dolarlık masrafını
Gucci’nin finanse etmesini emretti. LVMH, mahkeme dosya­
sında, PPR anlaşmasının iptal edilmesi durumunda Gucci’deki
hisselerini mevcut yüzde 20,6 ile kalıcı olarak sınırlayacağına,
Gucci yönetim kuruluna bir temsilci aday göstermeyeceğine

479
Gucci Hanedanı

ve Gucci’nin yönetim ya da satın alma stratejilerine müdahale


etmeyeceğini dair söz verdi. LVMH ayrıca Gucci’nin LVMH’le
yaptığı anlaşmadan aldığı nakitten feragat etmemesi adına, üç
milyar dolarlık yeni bir sermaye artışı gerçekleştirilmesi için bir
grup önde gelen uluslararası yatırım bankasını bir araya getir­
meyi de teklif etti.
“PPR işleminin ve LVMH’in girişimlerinin iptali sonucun­
da Gucci bir kez daha bağımsız bir şirket olacak, ancak şu anda
PPR’m yüzde 44’lük payıyla kontrol ediliyor,” demişti LVMH’ten
James Lieber. “Bu nedenle şirket, LVMH de dahil olmak üzere
tüm Gucci hissedarlarına fayda sağlayacak bir kontrol primi
içeren bir fiyat üzerinden üçüncü taraflarca verilecek tam bir
teklife konu olabilir.”
Gucci’nin kötü yönetimini soruşturmaya yönelik mahke­
me kararı, mahkemenin Gucci-PPR ittifakını onayladığı ve
Gucci’nin kendini savunma hakkı olduğuna hükmettiği 1999 yı­
lının Mayıs ayındaki bir önceki kararı bozmuştu. LVMH, 2000
yılının Haziran ayında, Hollanda Yüksek Mahkemesi tarafın­
dan bu kararı iptal ettirmeyi başarmıştı. Eylül ayında Yüksek
Mahkeme, Teşebbüs Bürosuna Gucci-PPR dosyasını yeniden
incelemesini emretti ve karara varmadan önce resmi bir soruş­
turma yürütmesini şiddetle tavsiye etti. Gucci, soruşturmayla
işbirliği yapma niyetinde olduğunu duyurmuştu ancak 2001
yılının Mart ayının sonlarında, şirket tıpkı PPR’m yaptığı gibi
karara itiraz edeceğini açıkladı.
Davalarında ısrar eden LVMH avukatları, Tom Ford ve Do-
menico De Sole için yapılan gizli bir hisse senedi opsiyonu
anlaşmasının, PPR ile Gucci anlaşmasına verecekleri desteği
garanti altına aldığını söyleyerek suçlamada bulundu. Gucci,
Teşebbüs Bürosunun 1999 yılının Haziran ayındaki PPR itti­
fakını destekleyen hükmünden çok sonra yapılan hisse senedi
opsiyonlarının garanti altına alınması işlemi arasında “bir iliş­
ki bulunmadığını” söyleyerek iddiaları reddetti. LVMH, Tutt-
le beyannamesinin hisse senedi opsiyonlarının garanti altına
alınması için gizli bir anlaşma olduğunu -Gucci’nin yine doğru

480
Sonsöz

olmadığını tekrar ettiği bir iddia- kanıtladığını iddia ederek,


Gucci’nin yasal danışmanı Allan Tuttle’ın dosyalarından gizlice
alınmış olan (Gucci belgenin çalınmış olduğu suçlamasını yap­
tığı) gizli bir belgeye atıfta bulundu.
2001 yılının Mayıs ayının ortalarında, hukuk ekibi bir savun­
ma hazırlamak için tarih defterlerini ve evrakları tararken Guc­
ci müfettişlerin ilk talepleriyle işbirliği yaptı. Soruşturmanın
sonucunun eylülden önce çıkması beklenmiyordu. Gucci’nin
avukatları ve sözcüleri, soruşturma hakkında bir şey soruldu­
ğunda basın karşısında kendilerinden emin ve soğukkanlı bir
tavır sergilediler ve De Sole, PPR ittifakının destekleneceğinden
emin olduğunu söyledi; ancak LVMH’in devam eden mahkeme
salonu saldırıları onu çileden çıkarmıştı.
Mayıs ayının başlarında, Gucci’nin erkek serisi de dahil ol­
mak üzere kaliteli erkek giyim üreticisi olan İtalyan Ermene-
gildo Zegna’nm sponsor olduğu yıllık bir buluşma olan Porto-
fino’daki Trofeo Zegna yat yarışları esnasında De Sole, “Size bir
şey söyleyebilir miyim?” diye sordu, küçük bir grup gazeteciye.
Tutkulu bir denizci ve yarışın düzenli bir katılımcısı olan De
Sole, önceki yıl kendi teknesi Slingshot’ı satın almıştı. Arkadaşı
ve lüks yat üreticisi Luca Bassani’nin sahip olduğu Carrera’da
mürettebatlıkta yapan De Sole, tekne yarışının Portofino Kör­
fezi üzerine konumlandırılmış zarif Villa Beatrice’teki gala ye­
meğine katılan gazetecilere bir cevap vermek istemişti.
“Bernard Arnault patolojik bir yalancıdır ve bu kez bunu ya­
zabilirsiniz!” dedi De Sole.
2001 yılının başında, Amsterdam Teşebbüs Bürosu, Gucci
meselelerini inceleyen tek üst düzey Avrupa mahkemesi değil­
di. 19 Şubat’ta, üç saatlik bir müzakerenin ardından, İtalya’nın
en yüksek mahkemesi olan Roma’daki Corte di Cassazione,
Patrizia Reggiani ve dört suç ortağının 1995 yılının Mart ayında
Maurizio Gucci’nin ölümüyle ilgili suçlu bulunmasını onayladı.
Mahkeme kısa süre önce, Patrizia’nın sağlık sebeplerinden do­
layı hapisten salınmasını reddetmişti. Gucci cinayet davası hem
savcı Carlo Nocerino hem de yeni bulduğu Romalı avukatlar

481
Gucci Hanedanı

Francesco Caroleo Grimaldi ve Mario Giraldi aracılığıyla Pat-


rizia tarafından temyize götürülmüştü. Patrizia, annesinin ve
kızlarının desteğiyle, Yargıç Samek’in 1998 yılının Kasım ayında
mahkeme kararını açıklamasından beri suçlu bulunmasına ara­
lıksız olarak itiraz etmişti. Milanolu avukatlarının 2000 yılının
Mart ayındaki ilk temyizini kazanamaması karşısında öfkelene­
rek Gianni Dedola ve Gaetano Pecorella’yı kovmuş ve Corte di
Cassizione’ye yapılacak son temyiz başvurusu üzerinde çalış­
maları için Romalı avukatları tutmuştu. Patrizia, zihinsel duru­
munun bu suçlamaya uygun olmadığı gerekçesiyle suçlamasını
tamamen bozmayı umuyordu. Nocerino da temyize giderek
yüksek mahkemeden, cinayeti azmettiren kişiye karşı cinayet
işleyenden daha hoşgörülü davranılmasının görülmedik bir şey
olduğunu söyleyerek Yargıç Samek’in Patrizia’ya yirmi altı yıl ve
tetikçi Ceraulo’ya neredeyse yirmi dokuz yıl vermesine sebep
olan hafifletici sebepleri reddetmesini istemişti. Suçlu bulun­
mayı onaylayan mahkeme, iki tarafın da temyizlerini reddetti.
Mahkemenin kararı, Patrizia’nın cezasının iptal edileceği­
ne dair beslediği tüm umutları kesin bir şekilde suya düşürmüş
olsa da yeni Romalı avukatları, temel kararın gerçeklerle -elde­
ki tüm veriler ışığında gerçekçi olmayan bir senaryo- gerekçe-
lendirilmediği iddiasıyla tüm davanın iptal edilmesi için hemen
dava açacaklarını duyurdular.
O esnada Patrizia’nın hapisteki deneyimleri kötüden daha
kötüye gitmişti. Diğer mahkûmlarla kavga etmiş ve onları ken­
disine vurup kötü davranmakla suçlamıştı - bu itirazlar, mah­
keme yetkilileri tarafindan hapisten salınması yönündeki de­
vam eden taleplerini destekleyecek çabalar olarak görülmüştü.
Patrizia bir keresinde, başka bir mahkûmu -görünüşte bir med­
yumdu- kendisini kıskançlıktan korumak için tasarlanmış altın
bir muska için dört milyon liret (yaklaşık iki bin dolar) parayı
kabul etmekle suçladı. Patrizia diğer mahkûmu, serbest bıra­
kıldıktan sonra bile, hiçbir zaman muskayı teslim etmemekle
suçladı. San Vittore’nin bıkmış haldeki müdürü, bu devam eden
çatışmaları zararsız ancak kargaşaya sebebiyet veren şeyler ola­

482
Sonsöz

rak tanımlayarak Patrizia’yı aniden Milano dışındaki Opera


banliyösünde başka bir tesise transfer etmekle cezalandırdı. Bu
hareket bir intihar girişimini tahrik etmişti; hapishane yetkili­
leri Patrizia’yı yeni hücresinde boynunun etrafına düğümlen­
miş bir çarşafla bulduklarını rapor etmişlerdi.
Söylentilere göre Patrizia annesine, “Tek seferde ve tama­
men gitmek istedim,” demişti ancak hapishane yetkilileri bir
dikkat çekme göstergesi olan olayı önemsemediler. Propagan­
dalar bittiğinde San Vittore müdürü Patrizia’yı geri almayı ka­
bul etti.
“Patrizia Reggiani ve Pina Auriemma arasında bütün o olan­
lardan sonra, o ve Pina ayrı kalmaya dayanamadılar,” demişti
Auriemma’nm avukatı Paolo Traini. “Patrizia orada yokken
Pina hasret çekiyordu.”
Patrizia’nın durumu değişkenlik gösteriyordu. Bazı günler
sadece koltuk değneklerinin yardımıyla yürüyebiliyordu - en az
bir kez kendisini o kadar güçsüz hissetmişti ki saç ekimini yap­
mak üzere her zamanki randevusuna gelen kuaförüyle görüşe-
memişti. Silvana her cuma günü sadakatle Patrizia’yı ziyaret et­
meye devam ederek her seferinde ton balıklı ekmek, dana rosto
ve köfte gibi kızının en sevdiği ev yapımı lezzetler; son moda iç
çamaşırları ve yaklaşık yüz dolar değerinde kuşe kâğıda bası­
lan dedikodu dergilerinden getirdi. Silvana ayrıca Patrizia’nın
kirli çamaşırlarını da eve götürüyordu. Patrizia’nın büyük kızı
Alessandra Bocconi işletme okulunun Lugano kampüsünde
eğitimine devam ederken, Allegra ise babasının izinden gide­
rek Milano’daki hukuk okulunda ilk sınıfa kaydolmuştu. İki kız
da ellerinden geldiğince annelerini ziyarete gidiyorlardı. Aile,
Creole’ii elinde tutmaya ve onu Avrupa’nın prestijli tarihi tekne
yarışlarına sokmaya devam etti.
Bu esnada, Maurizio’nun altı yıllık eski kız arkadaşı She-
ree McLaughin, Maurizio’yla olan aşk ilişkisinin 1990 yılında
sona ermesinin ardından yeni bir hayat kurmak için Birleşik
Devletlere geri dönmüştü. Yıllar boyunca Concord ya da özel
jetlerde New York ve Milano arasında, çoğu zaman sadece

483
Gucci Hanedanı

hafta sonu için gidip geldikten sonra kendi ülkesinde yeniden


bir hayat kurması biraz zaman aldı. Ancak bunu yaptıktan
ve çeşitli görevlerde bulunduktan sonra Giorgio Armani Le
Collezioni’nin iletişim direktörü oldu. 2000 yılının yazında,
Sheree, Rob Loud adında bir adamla evlendi. Uzun koyu sarı
saçları olan ve Maurizio Gucci’ye çarpıcı bir şekilde benzeyen
Loud, samimi, tatlı dilli ve destekleyici biriydi. İlk çocukları, Li-
vingston Taylor Loud adındaki kızları 19 Mart 2001’de doğdu.
Maurizio’nun son kız arkadaşı Paola Franchini’nin hayatı
başka bir trajediyle daha sarsıldı. 2001 yılının başlarında, baba­
sıyla Noel tatilindeyken oğlu Charly beklenmedikten bir şekilde
canına kıydı.
Acısını dağıtmak için modayla ilişkili bir internet projesin­
de çalışmaya başlayan Paola, “Bazen hayatın bize verdiği şeyleri
neden verdiğini anlamak zordur,” diyordu.
Guccilere gelince, Roberto Gucci, kendisine ait House of
Florence işini yürütmeye devam ettiği Floransa’da kalırken kar­
deşi Giorgio ise Havana yakınlarında mülkler aldığı ve şehrin
yükselen ticaret merkezinde bir moda butiği açtığı Küba’da gün
geçtikçe daha fazla zaman geçirir oldu. Ayrıca, bu butikte satı­
lan ve Ispanya’da üretilen bir kıyafet koleksiyonu geliştirmişti.
2001 yılının Haziran ayında, seyahat etmediği zamanlarda hâlâ
Maria Pia ile birlikte yaşadığı Via della Camillucia’daki aile evin­
de “Giorgio G” adı altında deri aksesuarlardan oluşan yeni bir
koleksiyonu piyasaya sürdü. Giorgio, 2000 yılının son baharın­
da Panama ziyareti esnasında bir bağırsak rahatsızlığı geçirmiş
ve ölüm döşeğindeyken ameliyat için aceleyle İtalya’ya götürül­
müştü - ameliyat başarıyla sonuçlanmıştı. Oğlu Guccio, babası
tarafından satın alınmış ve bir dizi üst düzey tasarımcı markası
için yüksek kalitede deri aksesuarlar üreten Floransa merkezli
deri ürün firması olan Limberti’de çalışmaya devam ediyordu.
Halen Via Palestro 20’de kapıcı olarak çalışan Giuseppe Ono-
rato, Maurizio’nun 25 Mart 2001’deki ölüm yıldönümü için, altı
yıl önce gözlerinin önünde kırk yedi yaşındayken bir kan gölü­
nün içinde ölen hayat dolu adamın anısına, Milano’nun Corriere
della Sera adlı günlük gazetesi için bir mektup yazdı.

484
Sonsöz

“Benim için bugün üzücü bir yıldönümü,” diye yazmıştı


Onorato. “Bugünü yalnızca Maurizio hatırlayamıyor çünkü o
artık yaşayanlar arasında değil ve eminim ki seçme şansı olsay­
dı, her zaman olduğundan daha mutlu ve neşeli bir şekilde hâlâ
bu dünyada olmayı isterdi. Hâlâ burada olan ben, onu ölüme
kimlerin gönderdiğini, kimlerin bu kadar çok sevdiği dünyadan
onu ayırmak için para ödediğini aydınlatmasını umduğum bir
duayla onu anıyorum. Onun hayatı sevmek için her türlü ne­
deni vardı: yakışıklı, zengin ve ünlüydü ve birileri tarafından
seviliyordu. Ne yazık ki diğer bazıları da ondan nefret ediyordu.
Belki de etrafını saran nefretin boyutunu hiçbir zaman anlaya­
mamıştı.”
Onorato ayrıca, 27 Mart 1995’teki vahim günden beri her
günün kendisi için kötü geçtiğini de yazmıştı. Mahkeme, Patri-
zia Reggiani’nin çektiği acılar nedeniyle Onorato’ya 200 milyar
liret (yaklaşık 100 milyon dolar) tazminat ödemesini emretmiş
olsa da Onorato henüz bir kuruş bile görmemişti.
“Ve bugün hâlâ olumsuz şeylerin içine batmış durumdayım
- mahkeme süreçleri, avukatlar, fizik tedavi, tıbbi randevular,
sol elimdeki geçmeyen ağrılar. Beni her zaman o korkunç güne
geri götüren ağrılar... Ve insanlar ‘Şu anda ne kadar para kazan­
dığını bir düşün’ ya da ‘Ne demek henüz tazminatı ödemediler?’
dediğinde bu sadece daha kötü hissetmeme sebep oluyor.”
Hassas ve ahlaklı birisi olan Onorato, kendisinden daha
kötü halde olanları düşünerek kendisinin içinde bulunduğu
kötü durumu makul bir hale getirmişti, “Nihayetinde hâlâ ha­
yatta olduğumu bilmek benim için bir tesellidir.”
Onorato, şüpheci bir şekilde devam etmişti, “Bir süredir
bana eziyet eden bir soru var: O sabah benim yerime binamdaki
zengin sakinlerden biri vurulmuş olsaydı, tüm sorunları şimdi­
ye kadar çözülmüş olur muydu? Hukuk herkes için eşit midir,
yoksa değil midir?”

485
Notlar

TARİHİ OLAYLARIN YENİDEN YAPILANDIRILMASI

Gucci ailesinin etrafındaki bazı tarihi konuşmaları ve olayları,


ya o olayla ilgili doğrudan anılan olan ya da diğer insanların
o esnada söylediklerini hatırlayan birinci ağızdan kaynaklarla
ilgili yayımlanmış beyanları inceleyerek yeniden yapılandır­
dım. Bir kişinin ne düşündüğüne ilişkin yapılan atıflar, durum
ve kişinin o anki ruh haliyle ilgili yapılan kapsamlı araştırma­
lar ya da o kişiye yakın insanlar veya diğer güvenilir beyanlara
dayanmaktadır. Günümüze ait sohbetleri sahneye uygun hale
getirirken bir ya da birkaç katılımcıyla yapılan görüşmelerdeki
diyalogları temel aldım.

TARİHİ ARKA PLAN

Gucci ailesi ve işinin tarihi olarak yeniden yapılandırılması için


bilgileri aile üyeleri, mevcut ve eski çalışanlar ve uzman tarihçi­
lerle beraber bilgileri kontrol ettim, bunun için de iki kitap ve
sayısız haber makalesi kullandım. Guccio Gucci’nin ilk yılları­
nın en kapsamlı anlatımı, Gerald McNight tarafindan yazılmış
ve 1987 yılında Londra’da Sidgvvick & Johsnon tarafından, yine
1987 yılında New York’ta Donald 1. Fine, İne. tarafından basılmış

486
Notlar

Gucci: A House Divided adlı kitapta yer almaktadır. Angelo Per-


golini ve Maurizio İbrtorella tarafından hazırlanmış bir İtalyan
işi olan, 1997 yılında Milano’da Marco Tropea Editöre tarafından
yayımlanmış L’Ultimo dei Gucci adlı eser de yardımcı bir kaynak­
tı. Gucci ailesi ve tarihi hakkındaki bir başka kıymetli doküman,
Rodolfo Gucci’nin kendi belgesel filmidir: Rodolfo Gucci’nin
yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği, şu anda Roma’daki
Cinecittâ arşivlerinde tutulan 11 Cinema nella Ma Vita.
Moda tarihçisi Aurora Fiorentini, Gucci Arşivi’nin yeniden
yapılandırılmasına yardımcı olmak için paha biçilemez bir ça­
lışma yapmıştır. Fiorentini, Floransa Ticaret Odası’nda tutulan
ve ilk Gucci şirketinin kuruluşunu doğrulayan belge de dahil
olmak üzere bazı çok önemli evrakı bulmuştur. Geçmiş kurum­
sal biyografiler ve basın raporları, Gucci işinin başlangıcını çok
daha erkene, 1908 yılına ya da o civarlara dayandırıyordu. Gucci
şirketi yıllar içinde geliştikçe, Azienda İndividuale Guccio Guc­
ci, yani tek kişilik şahıs şirketi oldu ve 1939 yılında, ilk kez Aldo,
Ugo ve Vasco’nun ortak sahipler olduğu Societâ Anonima, yani
bir aile şirketine dönüştü. Ugo daha sonra Guccio’nun ısrarı
üzerine hisselerini satacak ve Rodolfo şirket sahipliğine davet
edilecekti. Savaştan sonra şirket, Birleşik Devletler’de C-smıfı
bir şirketin dengi olan bir Societâ per Azioni, yani bir anonim
şirketten daha hafif sermaye gereksinimlerine ve daha fazla ra­
porlama esnekliğine sahip olan Societâ di Responsabilitâ Limita-
ta, yani bir limited şirketine dönüştü. Guccio Gucci, 1982 yılına
kadar bir anonim şirket olmamıştı. Tarihi Floransa’da faaliyet
yürüten kuruluşlarla ilgili bilgiler Confcommercio di Firenze,
1 Negozi Storici a Firenze, Firenze, Edizioni Demomedia, Nuova
Grafica Fiorentina, Kasım 1995 ciltlerinde mevcuttur.
Floransa’da Via del Parione ve Via della Vigna Nuova’daki
Gucci mağazalarının açılma sıralarına ve konumlarına ilişkin
tam tarihler hakkında kesin belgeler artık bulunmamaktadır.
Roberto Gucci, ilk mağazanın Via del Parione’de ve birkaç yıl
sonra da Via della Vigna Nuova’da açıldığını anımsıyor. Ancak
Fiorentini’ye göre Valentino ve Armani butiklerinin şu anda

487
Gucci Hanedanı

bulunduğu 47-49 numaralı nihai konumuna taşınmadan önce


yıllar boyunca çeşitli konumlarda bulunmuş olan Gucci’nin ilk
önemli mağazası muhtemelen Vigna Nuova 7 numaradaydı. Fi-
orentini, 11 ya da 11-A numarası verilmiş olan Via del Parione
konumunun muhtemelen Gucci ailesinin en başlarda kısa bir
süreliğine açtığı ve sonra kapadığı küçük bir atölye olduğuna
inanmaktadır. Gucci’nin Roma’daki Via Doncotti mağazası,
1961 yılında şu anki mevcut konumu olan 8 numaraya taşın­
mıştır.

PATRİZİA REGGİANİ MARTINELLI

Patrizia’nın hikâyesi kısmen yazarın Patrizia Reggiani’yle kişisel


yazışmalarına kısmen de Patrizia’nın annesi Silvana Reggiani,
Patrizia ve Maurizio’nun arkadaşları ve Maurizio öldükten son­
ra Patrizia’nın kişisel asistanı olarak çalışan Maurizio’nun eski
sekreteriyle yaptığı röportajlara dayanmaktadır. Patrizia’nın
duruşması sırasında Yargıç Renato Samek tarafından talep edil­
miş psikiyatri raporu Corte Di Assise Di Milano, Relazione di Pe-
rizia Collegiale Sullo Stato di Mente di Patrizia Reggiani Martinelli
de, psikiyatrisi heyetine anlatmış olduğu çocukluğu hakkında
zengin bir bakış açısı sunmuştur.
Patrizia’nın Gucci, Gucci’ye karşı adlı taslağından pasajlar ilk
kez 25-28 Mart 1998 tarihlerinde arasında İtalyan Corriere del­
ta Sera günlük gazetesinde yayımlanarak onun Gucci ailesiyle
deneyimlerini anlatmıştır. Bu taslak, İtalyan yayıncılar arasında
büyük ölçüde dolaşmış ancak hiçbir zaman yayımlanmamıştır.

PAOLO DAVALARI

Çok sayıdaki “Paolo Davaları”, her bir davanın temel mesele­


leri hakkında bilgi sağlama ve materyal bulma konusunda çok
yardımcı olan George Borababy’nin bulunduğu, Washington
D.C.’deki Patton, Boggs & Blow tarafından yapılan dahili bir
özette güzel bir şekilde sıralanmıştır. Paolo’yla olan çatışma

488
Notlar

konusundaki zengin materyaller şunlar da dahil olmak üzere


yayımlanmış mahkeme görüşlerinde bulunabilir: Davacı Paolo
Gucci ve Davah Gucci Shops İne., N0.83, HDB. 4453 (İTM) Bir­
leşik Devletler New York Güney Bölgesi Bölge Mahkemesi, 17
Haziran 1988, Federal Supplement 668 içinde, s. 916-928 ve Da­
vacı Paolo Gucci ve Davah Guccio Gucci SpA, Maurizio Gucci ve
Domenico De Sole, No. 86, HDB. 6374 (İTM) Birleşik Devletler
New York Güney Bölgesi Bölge Mahkemesi, Aralık 1986, Federal
Suplement 651 içinde, s. 194-198.

FİNANSAL VE KURUMSAL TARİH

Investcorp 1991 yılında, tarihi arka plan, çizelgeler ve grafiklerle


birlikte kendi “Detaylı Bilgi Beyannamesi”ni yayımladı. 1991’den
1995’e kadar Gucci hakkındaki en eksiksiz finansal ve ticari bilgi
kaynakları, Gucci’nin 1995 yılındaki ilk ve 1996’daki ikinci halka
arzları için hazırlanmış finansal izahnamelerdir.

SEÇİLİ MAKALELER

Lisa Anderson, “Born-again Status: Dawn Mello Brings Back


Passion and Prestige to the Crumbling House of Gucci,”
Chicago Tribüne, 15 Ocak 1992, 7:5.
Lisa Armstrong, “The High-Class Match-Maker,” The Times, 12
Nisan 1999. Judy Bachrach, “A Gucci Knockoff,” Vanity Fair,
July 1995, s. 78-128.
Isadore Barmash, “Gucci Shops Spread Amid a Family İmage,”
The New York Times, 19 Nisan 1971, 57:4, s. 59.
Amy Barrett, “Fashion Model: Gucci Revival Sets Standard in
Managing Trend-Heavy Sector,” The Wall Street Journal, 25
Ağustos 1997, s. 1.
Logan Bentley, “Aldo Gucci: The Mark That Made Gucci Milli-
ons,” Signature, Şubat 1971, s. 50.
Nancy Marx Better, “A New Dawn for Gucci,” Manhattan İne.,
Mart 1990, s. 76-83.
Katherine Betts, “Ford in Gear,” Vogue, Mart 1999.

489
Gucci Hanedanı

Nan Birmingham, “The Gift Bearers: Merchant Aldo Gucci,”


Town & Country, Aralık 1977.
Carlo Bonini, “1 Segreti dei Gucci,” Sette, no. 45,1998, s. 22.
“Brand Builder: How Domenico De Sole Turned Gucci into a
Takeover Play,” Forbes
Global, 8 Şubat 1999.
Holly Brandon, “G Force,” GQ, Şubat 2000, s. 138.
Holly Brubach, “And Luxury for Ali,” The New York Times Maga­
zine, 12 Temmuz 1998.
Brian Burroughs, “Gucci and Goliath,” Vanity Fair, Temmuz
1999.
Marian Christy, “The Guru of Gucci,” The Boston Globe, 19 Ma­
yıs 1984, “Living,” s. 7.
Ron Cohen, “Retailing İs an Art at New Gucci şth Ave. Unit,”
Women’s Wear Daily, 2 Haziran 1980, s. 23.
Glynis Costin, “Dawn Mello: Revamping Gucci,” Women’s Wear
Daily, 29 Mayıs 1992, s. 2.
Ann Crittenden, “Knock-Offs Aside, Gucci’s Blooming,” The
New York Times, 25 Haziran 1978,111,1:5.
Spencer Davidson, “Design,” Avenue, Ekim 1980, s. 99-101.
lan Dear, “200 Years of Yachting History,” Camper & Nicholson’s
Ltd. 1782-1982, Yachting Monthly’de yeniden basım, Ağustos
1982.
Denişe Demong, “Gucci: The Poetic Approach to Business,”
Women’s Wear Daily, 22 Arahk 1972, s. 1.
E. J. Dionne, “Repairing the House of Gucci,” The New York Ti­
mes, 11 Ağustos 1985,111, 5:1.
Carrie Donovan, “Fashion’s Leading Edge: Bergdorf Goodman,
Resplendent in Crystal and Cloaked with Tradition, Strikes
a New and Unexpected Pose as the Fashionable Women’s
Mecca,” The New York Times Magazine, 14 Eylül 1986, s. 103.
Hebe Dorsey, “Gucci Seeking a New İmage,” International He-
rald Tribüne, 21 Ekim 1982, s. 7.
, “Gucci Puts an Even Better Foot Forward—in New
Moccasin,” International Herald Tribüne, 26 Temmuz 1968,
s. 6.

490
Notlar

Victoria Everett, “Move över Dallas: Behind the Glittering Faca-


de, a Family Feud Rocks the House of Gucci,” People, 6 Eylül
1982, s. 36-38.
Camilla Fiorina, “Sergio Bassi,” Yacht Capital tarafındna hazır­
lanan YD Yacht Design, Aralık 1988, s. 82-86.
Bridget Foley, “Gucci’s Mod Age,” W, Mayıs 1995, s. 106.
-------- , “Ford Drives,” W, Ağustos 1996, s. 162.
Sara Gay Forden, “Gucci İs Expecting Break-Even Results Des-
pite Sales Drop,” The Wall Street Journal, 14 Kasım 1991, ikin­
ci kısım, s. 2.
-------- , “Banks Putting Big Squeeze on Gucci Chief,” Women’s
Wear Daily, 26 Nisan 1993, s. 1.
-------- , “Gucci Denies Financial Straits,” Women’s Wear Daily,
27 Nisan 1993, s. 2.
-------- , “Bringing Back Gucci,” Women’s Wear Daily, 12 Aralık
1994, s. 24.
-------- , “Gucci on Wall Street: Launching Pad for Worldwide
Grovvth,” Women’s Wear Daily, 2 Kasım 1995, s. 11.
-------- , “Gucci’s Turnaround: From the Precipice to the Peak in
3 Years,” Women’s Wear Daily, 2 Mayıs 1996, s. 1.
-------- , “Prada Using Star Status to Expand on the Global Sta-
ge,” Women’s Wear Daily, 15 Şubat 1996, s. 1.
Robin Givhan, “Gucci’s Strong Süit,” The Washington Post, 5 Ma­
yıs 1999, Cı.
Lauren Goldstein, “Prada Goes Shopping,” Fortune, 27 Eylül
1999, s. 83-85.
Adriana Grassi, “The Gucci Look,” Footwear News, 28 Nisan
1966.
Robert Heller, “Gucci’s $4 Billion Man,” Forbes Global, 8 Şubat
1999. s. 36-39-
Lynn Hirschberg, “Next. Next. What’s Next?” The New York Ti­
mes Magazine, 7 Nisan 1996, s. 22-25.
Thomas Kamm, “Art of the Deal: François Pinault Snatches
Away Gucci from Rival LVMH,” The Wall Street Journal, 2
Mart 1999, s. 1.

491
Gucci Hanedanı

Sarah Laurenedie, “Le Grand Seigneur,” W, Ocak 2000.


Suzy Menkes, “Fashion’s Shiniest Trophy, Gucci Buys House of
YSL for $1 Billion,” International Herald Tribüne, 16 Kasım
1999, s. 1.
Russell Miller, “Gucci Coup,” The Sunday Times, s. 16.
Sarah Mower, “Give Me Gucci,” Harper’s Bazaar, Mayıs 1995, s.
142.
John Rossant, “At Gucci, La Vita İs No Longer So Dölce,” Busi­
ness Week, 23 Kasım 1992, s. 60.
Barbara Rudolph, “Makeover in Milan,” Time, 3 Aralık 1990, s.
56.
Galeazzo Santini, “Come Salire al Trono di Famiglia,” Capital,
Aralık 1982, s. 12-20.
Eugenia Sheppard, “Sporting the Gucci Look,” International He­
rald Tribüne, 25 Temmuz 1969, s. 12.
Mimi Sheraton, “The Rudest Store in New York,” New York, 10
Kasım 1975, s. 44-47.
Michael Shnayerson, “The Ford That Drives Gucci,” Vanity Fair,
Mart 1998, s. 136-52.
Amy Spindler “A Retreat from Retro Glamour,” The New York
Times, 7 Mart 1995, s. B9.
Angela Taylor, “But at Gucci You’d Think People Had Money to
Burn,” The New York Times, 21 Aralık 1974,12:1.
Lucia van der Post, “İs This the Most Delicious Man in the
World?” How to Spend İt, The Financial Times, sayı 35, Nisan
1999, s. 6.
Constance C. R. White, “Patterns: How LVMH May Make İts
Presence Felt at Gucci, Now That İt Controls 34.4% of the
Stock,” The New York Times, 26 Ocak 1999, moda bölümü, s. 1.

SEÇİLİ OKUMALAR

Teri Agins. The End ofFashion: The Mass Marketing of the Clot-
hing Business. New York: VVilliam Morrow and Company,
İne., 1999.

492
Notlar

Salvatore Ferragamo. Salvatore Ferragamo, Shoemaker of Dre-


ams. Florence: Centro Della Edifini Sri.,1985 (1957 tarihli
orijinal baskıdan).
Nadege Forestier and Nazanine Ravai. Bernard Arnault: Ou le
gout du Pouvoir. Paris: Olivier Orban, 1990.
Gerald McKnight. Gucci: A House Divided. London: Sidgwick &
Jackson, 1987 ve New York: Donald 1. Fine, İne., 1987.
Angelo Pergolini ve Maurizio Tortorella. L’Ultimo dei Gucci:
Splendori e Miserie di una Grande Famiglia Fiorentina. Milan:
Marco Tropea Editöre, 1997.
Marie-France Pochna. Christian Dior. New York: Arcade Publis-
hing, 1996.
Stefania Ricci. “Firenze Anni Cinquanta: Nasce La Moda Italia-
na,” içinde La Stanza delle Meraviglie: LArte del Commercio a
Firenze dagli sporti medioevali al negozio virtuale. Florence: Le
Lettere, 1998, s. 78-87.
Hugh Sebag-Montefiore. Kings ofthe Catwalk: The Louis Vuitton
and Moet Hennessy Affair. London: Chapman, 1992.

DİĞER KAYNAKLAR

Studio Zeta tarafından üretilen Birleşik Krallık Channel Five


belgeseli: Fashion Victim: The Last ofthe Guccis, Kasım 1998.
Charlie Rose, PBS kanalı, 28 Aralık 1999 tarihinde Tom Ford’la
röportaj.
60 Minutes, CBS kanalı, “Gucci,” 22 Mayıs 1988.
Today, NBC kanalı, “Gucci Murder,” NBC Netvvork, 24 Haziran
1998.
Robert Gucci, “11 Cinema nella Mia Vita. ” Özel belgesel prodük­
siyonu, Kasım 1982.

493
DÜNYACA ÜNLÜ BİR LÜKS MARKA,
FİNANSAL KURUNTULAR, BİTMEK BİLMEYEN
AİLE KAVGALARI, SANSASYONEL BİR
CİNAYET...

The Economist tarafından yılın en iyi kitaplarından biri seçilen ve


Ridley Scott’ın filme uyarladığı Gucci Hanedanı, bir moda devinin
parıltılı, entrika dolu yükselişini, düşüşünü ve yeniden dirilişini ay­
rıntılı bir şekilde işlerken, Gucci ailesinin trajedilerle dolu hikâyesini
de gözler önüne seriyor.

1993 yılında bu lüks marka Maurizio Gucci’nin kötü kararları ve


savurganlık aşkıyla körüklenen bir iflasın eşiğindeydi. İki yıl sonra,
efsanevi moda hanedanının vârisi Milano’da öldürüldü. 1998’de, ba­
sının “Kara Dul’’ adını taktığı eski eşi Patrizia Reggiani Martinelli
cinayeti azmettirmekten 29 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Patrizia, eski kocasını harcamaları kontrolden çıktığı için mi öldür­


müştü? Bunu Maurizio, göz kamaştırıcı eski sevgilisiyle evlenmeye
hazırlandığı için mi yapmıştı? Yoksa bu cinayete hiç karışmamış olma
ihtimali var mıydı?

“Gucci Hanedanı, büyük ve başarılı aile şirketlerinin bile profesyonel


yönetim ve yabancı sermaye olmadan nasıl ayakta kalamayacağım
ve şirketin satışının sadece mantıklı değil, aynı zamanda kaçınılmaz
olabileceğini açıkça gösteren bir aile şirketi tarihi.”
— WALL STREETJOURNAL
“Roman gibi okuyacağınız bir iş kitabı... Forden, aile dramı ve yük­
sek finans karışımını lezzetli ve karmaşık bir anlatıya dönüştürdü.”

You might also like