Edeb402 Fi̇nal

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 10

Arda Süzer

21703916

Kaçkın 1 ve Tutkulu Perçem

1950’lerin siyasi ve toplumsal durumunu incelediğimizde özellikle

2.Dünya Savaşı’nın ve Soğuk Savaşın etkilerinin Türkiye’de hakim olduğunu

görürüz. Komünzim ve kapitalizm arasındaki mücadeleden Türkiye’nin de payını

aldığını, halkın dini altyapısı ve ses çıkarmadan yönetilmeye alışık oluşu göz önünde

bulundurulduğunda, bir komünizm olumsuzlanmasının yazarlara tesirini de anlamış

oluruz. Aslı Uçar’ın tabiriyle komünizme yönelik cadı avı tüm hızıyla sürdürülür.

(s.1) Komünzim dışlanması çabalarına rağmen, Türk Edebiyatındaki çoğu aydının

solcu oluşu ve topluma karşı kendilerini sorumlu hissetmelerinden mütevellit 50’li

yılları toplumcu edebiyatının hüküm sürdüğü yıllar olarak tanımlamak yanlış olmaz.

Özellikle Mahmut Makal’ın Bizim Köy eseriyle başlayan gerçekçi köy yaşamı anlatısı

Yaşar Kemal’in İnce Memed romanıyla edebi bir güce de ulaşmış, Orhan Kemal,

Fakir Baykurt ve Necati Cumalı gibi yazarların, toplumcu gerçekçi temalar

işlemesiyle birlikte toplumcu edebiyat yazınsal yanı kuvvetli eserler çatısı altında

varlığını sürdürmüştür. 50’li yılları özel kılan ise edebi ortamın çeşitliliği ve çok

yönlülüğüdür. Güdümlü Edebiyat’ın gücüne ve eserlerin edebi kalitesine rağmen

50’li yılları yalnız toplumcu edebiyatın hakimiyetinde geçen yıllar olarak tanımlamak

doğru olmaz. Türkçe edebiyatın modernist dönüşüm geçirdiği bu yıllarda, dilin farklı

işlenişine rastlamak ve toplumsal bir sorunun bireysel bir tema üzerinden anlatıldığını
gözlemlemek mümkün. Bu çok sesli ortamı Aslı Uçar şöyle anlatır “Varlık

dergisindeki köy edebiyatı tartışmaları, Hisar ve Mavi arasındaki toplumsal

gerçekçilik çekişmeleri, bu iki dergide de Garip Akımı'nın eleştirilmesi, Pazar Postası

ve Yeditepe'deki İkinci Yeni tartışmaları dönemin çok sesli ve çok yönlü edebiyat

ortamının bir görüntüsünü verir.” Modernist dönüşümün şiirde daha net ve güçlü

görülmesinin nedeni İkinci Yeni’nin imgesel anlatımıyla ortaya çıkan, yeni bir dil

yaratım sürecinin daha kolay gözlemlenebilir oluşudur. Bunun yanında romanda

sayıca bir dönüşümden söz edilemese de, Yusuf Atılgan ve Ahmed Hamdi

Tanpınar’ın deneyci romanlarının değer gördüğü açıktır. Öykü türünde Sabahattin Ali

ve Sait Faik gibi gerçekçi öykücüler yerini modernist 1950 öykü kuşağına

bırakmıştır. 50’li yılları önceki dönemlerden farklı kılan unsur, kişilerden sıyrılıp iki

ana akım üzerinden edebiyatın şekil almasıdır. Toplumcu gerçekçi edebiyatçıların bir

kısmının farklı sosyal yapılardan gelmeleri ancak aynı güdüm etrafında toplanmaları

bunun en açık örneğidir. Modernist edebiyatın yarattığı yazar grubunun kendini

estetik özerklik edebiyatı olarak nitelendirmesi ve bu edebiyatı tanımlarken, sanat

eserinin kendisine ait özel bir alanının olduğunu ve onun diğer alanların tanımına

indirgenemeyeceğini söylemesi, bu edebiyatın estetik özerklik merkezinden

şekillendiğini anlamamızı sağlar. Modernist edebiyat yapılı öyküleri incelediğimizde

çok kuvvetli bir iç dünya anlatısının hakimiyeti görürüz. Toplumsal bir olay merkezli

bir hikayenin bile iç dünyada tecrübelenişi üzerinden bir anlatımın benimsenişi bu

yazımı değerli kılan yönü. 1950’lerin özellikle ikinci yarısında altın çağını yaşayan

modernizmin etkilendiği felsefi akımın varoluşçuluk olduğunu söyleyebiliriz.

Varoluşçuluğun felsefe olarak şahlandığı döneme baktığımızda 2.Dünya Savaşı


sonrasını görüyoruz, bunun tesadüf olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Nusret Hızır’ın değindiği noktanın da bu olduğunu görüyoruz. 2.Dünya Savaşından

sonra kitlesel olarak tüm bu dünyanın merkezini bağlayabileceğimiz bir otoritenin

yokluğu ruh haline bürünülmesi ve bu temellerin yitiminin beraberinde getirdiği

varoluşun saçmalığı fikri. Bu fikrin aydın diye nitelendirebileceğimiz insanlar

tarafından bir uyanış, ödül vaadi olmadan bir sorumluluğa çağrı bilinciyle ele

alınması, varoluşçuluk felsefesininin Türk Edebiyatında buhran edebiyatı

kimliğinden sıyrılmasına yardımcı olmuştur.

Ferit Edgü’nün Kaçkın 1 isimli öyküsünü incelediğimizde temanın yalnız

insan üzerinden şekillendiğini görüyoruz. Hapishanedeki başkahramanın iç

dünyasının öykünün temel konusu olması ve olay odaklı bir öyküden ziyade o kişinin

kafasından geçenlerin temelinde konumlanan bir öykü görüyoruz. Yalnız insanın

gözünden, dünyanın bir çeşit cehenneme doğru dönüşümünü gördüğümüz eserde

Zeynep Direk’in vurguladığı kendi olmamızı engelleyen toplum fikrinin

getirdiklerini, eserdeki karakterlerde görmek mümkün. Aklın sınırlarında dolaşan,

deli, diyebileceğimiz düzeyde düşünsel yapıya sahip bu karakterlerin varlığı eserde

net olmayan bir durum. Öyküde bir delinin ikiye bölünmüş halinin mi yoksa iki

delinin karşılaşmasının mı gerçek olduğu belli olmamakla birlikte, ilk seçenek ağır

basmasına rağmen asıl amacın bu sınırı bulanıklaştırmak olduğunu söyleyebiliriz.

Varoluşçuluğun en önemli temsilcilerinden Sartre’nın “başkaları cehennemdir”

sözünün öykünün geneline sirayet ettiğini görüyoruz, evdeki fare üzerinden,

cehhennem olan başkalarında kurtulup tek başına, huzurlu bir hayatın olasılığının

sorgulanışı öykünün temel tutumunu ortaya çıkarıyor. Farenin, kahramanın


zihnindeki insanları temsil etmesi, kahramanın dünyada başkalarının arasındaki yerini

anlamlandırmaya çalışması eserin modernist tarzda yazıldığına dair örnekler. Öyküde

modernizmin biçimsel ilkesi olan iç dünya anlatımı karşımıza çıkıyor, eserin anlam

karmaşası yaratmasını bu anlatıma bağlayabiliriz. Anlatılan dünyayı karakterin

deneyimi üzerinden tecrübe ettiren yazım tarzını tipik bir bilinçde geçenlerin anlatımı

olarak özetlemek mümkün. Cümlelerin kısa şekilde söylenip kesilimesi, net bir olay

bütünlüğünün olmaması, daha çok o an görülen olayların veya akla gelen bir

düşüncenin yazılışı, öykünün modernist biçimsel tarzına dair önemli farklılıklar.

1960’lara doğru gelinirken ve 60’larda hakim edebiyatın yine toplumcu

gerçekçi edebiyat olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çimen Erkol 60’larda Varoluşçu

damarı oluşturan modernist tezlerin çeşitlenip ve farklı vurgular kazanmasına. bu

perspektiflerin kendi etki alanlarını yaratmalarına rağmen, dönemin ana akım

edebiyatının, politik mesajlar veren gerçekçi edebiyat olduğunu söyler. 27 Mayıs

1960'ta askeri darbe ile sonlanan on yıllık DP iktidarı süresince sendikal hareketler ve

örgütlülük açısından önemli mücadeleler yaşandığına değinen Günay, hak, emek,

sömürü temalı yapıtların 1960'lara uzanan ilk örneklerde şehirli bir işçi sınıfı

üzerinden değil, köy romanlarının temel çelişkisi olan "toprak" uzerinden

tartışıldığına dikkat çeker. Dönemin toplumcu edebiyat odaklı yapısını, sınıf

mücadelesi ve özgürlük arayışı üzerinden tanımlamak gerçekçi olacaktır.

1961 Anayasası'nın hazırlanması aşamasında aydınların, yazarların da katılımının

teşvik edildiği geniş bir mutabakat aranması nedeniyle, toplumsal devlet anlayışını

öne çıkartan özgürlükçü bir anayasa yapılacağı düşüncesi oluştuğunu ve darbeye


desteğin pekiştiğini söyleyen Erkol, darbeyi izleyen yıllarda canlanan edebi eğilimleri

üç ana damarda değerlendirir; kapitalizmle hesaplaşmaya girişen gerçekçi edebiyat,

Osmanlı-Türk modernleşmesini gündemde tutmaya çalışan

muhafazakar/milliyetçi/İslami edebiyat ve şehirleşen toplumda yalnızlaşan bireyin

sesini yakalamaya çalışan varoluşçu edebiyat.(s.916)

Varoluşçuluk felsefesinin ismi konulmadan tarihin birçok yerinde

işlenmesine rağmen, bir edebi akım olarak güçlenmesi 2.Dünya Savaşı sonrasına

denk gelir. Dönemin yarattığı karamsar hava üzerinden çıkışsızlığı, hayatı

anlamlandırma çabasını ve bu çaba sonucu hüsrana uğrayan ruh halini anlatan

felsefe, 1950’lerden başlayarak Türk Edebiyatında kendini iyice gösterir. Vüs’at O.

Bener, Nezihe Meriç, Sait Faik ve Yusuf Atılgan 1950-1960 arası Varoluşçu

Edebiyat kimliğinde önemli eserler vermiş yazarlardır. Onat Kutlar ve Leyla Erbil

1960’ların başında yayımlanan eserleriyle toplum gerçeklerini insanların tarih ötesi

ve içsel ilişkileri ile birlikte ele alarak kentli orta sınıfın değer yargılarında yaşanan

değişimi konu edinirler. Çimen Erkol,1968'de yayımladığı Gecede ile kalıcı

bir yazar olacağının işaretlerini veren Erbil’in, "İnsanı Marksist ve Freudist açıdan ele

alan" kitapı olarak lanse edilen bu yapıtı ile, toplum sorunlarına duyarlı olmanın ve

gerçekçi edebiyatın, kalıplaşmış tavırlarla yapılmak zorunda olunmadığını

gösterdiğini söyler.

1960’ların varoluşçu edebiyattaki önemli yazarlarından Sevgi Soysal’ın

Tutkulu Perçem isimli hikaye kitabında da modernist tarzda bir anlatım kullandığını

ve temanın da öykülerin genelinde kalabalıktaki varoluşsal sancılar çeken yalnız

insan olduğunu görüyoruz. Kitabın ilk öyküsü olan Tutkulu Perçem’de daha ilk
cümlesinde sokaktaki insanların onu görmemesinden şikayet eden kadının yaşadığı o

kısa süreci, kadının zihninden geçenler üzerinden görüyoruz. Anlatımda seçtiği

kelimelerle kadının içide bulunduğu şehrin üstüne geldiğini çok net hissettiren yazar,

şiirsel bir dil kullanarak kadının yalnızlığını göz önüne seriyor.

“Günlerdir tutkularım perçemlerimde dolaşıyorum, tutkularımı gün aydınına

çıkarmanın yeri miydi bu kent, Suç bütün bütün perçemlerimdeydi. Onlar böylesi

kıvrılmasalar asmıyacaktım tutkularımı uçlarına, asamıyacaktım.”(s.16) Perçemine

yüklediği imgesel anlam ve yalnızlığını, farkedilmeyişini tasvir ederken kullandığı

üslüpla “Yeni dikilen bir troleybüs direği, bir yol makinesi, bir kavga olmayı diledim.

O zaman bakacaklardı. Bakmadan edemiyeceklerdi”(s.16) Sevgi Soysal tamamen

yeni sayılabilecek modernist anlatım tarzının varoluşsal bir anlatımla harmanlandığı

bir öykü ortaya çıkarıyor.

İkinci öyküsü Kalabalıklarda’nın girişinde yazdığı şiir dili ve imgesel

anlatımı itibariyle İkinci Yeni şiirleri havasında.

Çocukluğum yağıyor dışarda

Paslı korkulara, öpmelere sonra

Ordular, ordular sıkıntı

Güleç savaşlar geliyor

Nerde sevmeler, sövmeler orda

Bu yazımdan yine modernist edebiyat esintisi almak mümkün. Tema

itibariyle yine kalabalıktaki yalnızlık üzerinden karşılıkşız aşk veya ayrılık üzerine

genel bir üzüntü hali olduğu söylenebilir. Yazar dil olarak yine şiirsel bir anlatım

kullanmış. Bozkırın uçsuz bucaksız havası, kahramanın yalnızlığını okurun içine


dolduran detaylardan. Kahramanın tepeye çıkıp yalnızlığı her hücresinde hissettikten

sonra, yazarın öyküyü kahramanın evine dönüşüyle bitirmesi, kahramanın içinde

bulunduğu içsel sıkıntıdan çıkamayışını ve hayatın olağan akışının bu sancı üzerinden

kabulu, varoluşçu edebiyata kusursuz bir örnek.

Soysal’ın diğer öyküsü Ne güzel suçluyuz biz hepimiz’de yine varoluş

sancısı ciddi derece hakim. Soysal yaşamın anlamsızlığını, yapılan eylemlerin

ifadesizliğini cümlelerin sonuna eklediği, aslında anlatılandan kopuk gibi görünen

bozkır, metaforuyla pekiştiriyor. “Hep oturup cıgara içiyoruz yetersiz, konyak

içiyoruz yetersiz, en asıl yetersiz biziz, yalnızlığımız en yetersiz - ya bozkır. Bak,

tozluyuz biz, çok tozluyuz - ya bozkır, bozkır yolundan kamyonlar geçerken kalkan

toz. O başka, yapışkan bizimki, yağmurlarla yıkanmaz.”(s.19) Burada aslında keyif

için yapıldığı düşünülen konyak içmek, cıgara içmek gibi eylemlere yetersiz demesi

üzerinden aslında herhangibir eylemin anlamsızlığına vurgu yapan Soysal, en yetersiz

biziz diyerek insanın dünya karşısındaki zayıflığını ve çaresizliğini açıkça gösteriyor.

Bozkır da burada rastgele seçilmiş bir kelime olmaktan çok uzak. Bozkırı yapısı

itibariyle ele aldığımızda uçsuz bucaksız bir boşluk, içinde yaşam belirtisi olmayan,

bir nevi uzayı andıran bir uzam olarak tanımlayabiliriz. Kadının kendisini, bozkırla

kıyaslamasından da kendini aynı bozkır gibi sonu gelmez bir boşluk içinde olan bir

varlık olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Devamında bozkır yolunda kamyonların

oluşturduğu tozun bozkıra etki ettiğini ancak yağmurla etkisinin geçtiğini söylerken,

bizim üstümüzdeki toz dediği yine bir çaresizlik imgesi. Varoluşumuzdaki zayıflığa

ve içinde bulunduğumuz bilinmezliğe karşı çaresizliğimizin herhangibir çözüme

kavuşmayacağını belirtiyor. “Bu evrende her şeyi silecek birileri, yaşamları hepten.
Bu önemli değil; biz çoktan tükenmişiz.”(s.20) Burada yok oluşun bilmesine rağmen

aldırmaz bir tavır takınan kadın, bunun nedeni olarak da biz çoktan tükenmişiz diyor,

yani bu yok oluşa karşı farkındalığın aslında hayattan duyulabilecek zevke önemli

ölçüde gölge düşürdüğünü söylüyor. “Herkesler, her şeylerini çok şeylere harcıyorlar,

tutsak kılıyor bu şeyler onlan, hep onlara çarpıyorlar yaşantılarında. Ama bak, gerçek

tutsaklar biziz, soyuttan gelir bizimki, savaşılmaz. En değerli somutlarımı yoktan

satarım da kurtulamam ötekilerden, bilirsin. Bırakıp bırakıp ırak kentlere bile

gidemeyiz, bu uğraş ister. Bak, bizi ağaçlandırmak güçtür - ya bozkır.”(s.20) Burada

herkesin harcadığı ve kendilerini tutsak eden somut şeylerin hayattaki insan

uydurması kavramlar olduğunu çıkarabiliriz. Gurur, itibar, güç gibi. Ancak kadının

kendisini asıl tutsak olarak tanımlaması ve bu tutsaklığın soyuttan kaynaklandığını

söylemesinden bu tutsaklığın yine varoluşa dayandığını anlayabiliriz. Nasıl

varolduğumuzu bilmediğimiz bir mekana atılmış olmanın tutsaklığı ve bu tutsaklıktan

çıkışın ancak ölümle yani yok oluşla mümkün olması. Yani varsak tutsak olmak

zorundayız bu yüzden Soysal bu tutsaklığı savaşılmaz olarak nitelendiriyor. Bırakıp

ırak kentlere bile gidemeyiz diyerek burada kent imgesiyle bir hayali özgürlük

mekanı tasarlayan yazar oraya gidişin mümkün olmadığını vurguluyor. Ve sonunda

yine bizi ağaçlandırmak güçtür, ya bozkır diyerek kendi varoluşsal çaresizliğini,

sonsuzluk ve umutsuzluk simgesi olan bozkırdan ilerde tutuyor ve ağaçlandırmanın

yani umutla, yaşam arzusuyla dolmanın, bu çaresizliğe bir çözüm bulmanın

imkansızlığına dikkat çekiyor.


Kaçkın 1 ve Tutkulu Perçem’e baktığımızda benzer temaların benzer

biçimsel özelliklerle işlendiğini görüyoruz. Dönemsel olarak varoluşçuluk temelli

modernist edebiyatın gelişmesiyle beraber Sevgi Soysal’ın anlatım olarak daha

keskin bir üslüpla ve daha şiirsel yaklaşımla varoluş sancısından bahsettiğini

söylemek mümkün. Ancak iki eserde farklı biçimsel tarzları, evrendeki yalnızlık ve

çaresizlik temaları ve yazıldıkları dönemin taleplerinin getirdiği siyasal beklentiyi

karşılamaktan ziyade katıksız sanat üretme çabasıyla modernist edebiyatın önemli

yapıtlarından.

You might also like