Professional Documents
Culture Documents
Teknolojik Degisim Turkiyede Uretim Arac
Teknolojik Degisim Turkiyede Uretim Arac
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İKTİSAT ANABİLİM DALI
KALKINMA İKTİSADI VE İKTİSADİ BÜYÜME BİLİM DALI
TEKNOLOJİK DEĞİŞİM:
TÜRKİYE’DE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ
(1996 – 2005)
Doktora Tezi
ÖZGÜR NARİN
İstanbul, 2008
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İKTİSAT ANABİLİM DALI
KALKINMA İKTİSADI VE İKTİSADİ BÜYÜME BİLİM DALI
TEKNOLOJİK DEĞİŞİM:
TÜRKİYE’DE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ
(1996 – 2005)
Doktora Tezi
ÖZGÜR NARİN
İstanbul, 2008
GENEL BİLGİLER
İsim ve Soyadı : Özgür Narin
ÖZET
i
GENERAL INFORMATION
Nowadays “catching up” and “reducing the technology gap” are the two
alternatives that take the place of the term “industrialisation” which was used widely
untill 1980s. Similarly today technology is understood as if it is a magic wand. It is
seen as the engine of growth or taken as the source of all value and wealth. Common
point of all these approaches is that they separate technology from capital
accumulation. But in this thesis, technology is analyzed as the output of scientific
production which itself becomes a capitalist production process. The production
process of science and technology is analyzed from the perspective of capital
accumulation.
From this point of view, production of means of production in Turkey between 1996-
2005 is investigated in this thesis. Capital goods sector which has relatively higher
technological level grows faster in this period. But production of means of production
sector does not grow so fast. Since the production of technology is possible essentially
as backward linkage of production of means of production, this thesis shows that this
backward linkage is weak in this period. So it is not the technology policies that
changes the structure of production. In contrast capital accumulation determines the
technological structure of production.
ii
ÖNSÖZ
Metalaşma bilimi tümüyle kuşattığı için, bilim ile teknoloji üretimi bir ve aynı
sayılsa yeridir. Marksist yaklaşımda teknolojik değişim, krizler irdelenirken ele alınır.
Krize karşı nafile bir çabanın ürünü olarak değerlendirilir. Adeta teknolojik değişim
kriz duvarına çarpacağını bile bile koşan sermayenin kaçınılmazca hızlanmasına
benzemektedir. Rekabet hızlanmasını, teknolojisini geliştirmesini getirirken, kar
oranlarını düşürmekte, duvara yaklaştırmaktadır. Öte yandan, aynı teknolojik değişme,
sabit sermayenin değerini düşürdüğü, devir hızını artırdığı için duvarı da öteler gibi
gözükmektedir; ancak duvara yaklaşma hızı duvarın ötelenme hızından çok daha
iii
yüksektir. Kriz kaçınılmazdır. Bu yerinde bir değerlendirmedir ancak değer kuramının
kapsamı açısından yeterli değildir. Bilim ve teknoloji üretimi değer kuramı çerçevesinde
pek incelenmemektedir. Oysa duvarın ötelenme hızı ile sermayenin ona yaklaşma hızı
arasındaki değişim süreci, yani sermayenin krizden kurtulmak için yürüttüğü (boşuna
da olsa) “marjinal” etkinliği irdelenmeye değerdir. Çünkü sınırda yürütülen bu
marjinal etkinliğin çok boyutlu etkileri vardır. Zihinsel emeğin durumu, yaratıcı emeğin
etkinliğinin rasyonalize edilme çabası, yeniliğin albenisi bu boyutlardan sadece ilk akla
gelenlerdir.
Öte yandan bilim ve teknoloji üretimini Marksist yaklaşımla ele alırken, bir
diğer temel sorun, sermaye birikiminin uzun vadeli eğilimleri ile teknolojik değişmenin
doğası arasındaki gerilimdir. Kar oranlarının düşmesi bir eğilimdir. Değerler ile
fiyatlar arasındaki ilişki kendini uzun vadede ortaya kor. Değer kuramı uzun erimli
eğilimleri temsil eder. Oysa teknolojik değişim, hem zaman olarak kısa vadelidir hem
de değişime sürüklenen rekabet içindeki özneler açısından “tekil”, “mikro” incelemeyi
zorunlu kılmaktadır. Ancak politik ekonominin yaklaşımına benzer biçimde mikro bir
analiz ya da “metodolojik bireycilik” türünden davranışçı irdeleme yöntemi Marksist
yaklaşıma göre hatalıdır. Bu ise zaten iktisat disiplininde “alaylı” olan yazar açısından
daha baştan kolayca çözülemeyecek bir sorun alanını açmaktadır. Bu yüzden bir ilk
çaba olabilecek nitelikte de olsa, tezde üretim araçları üretimi kesimi ile onun içinde
özel bir alan olarak varsaydığım bilim üretimi arasındaki ilişkiye yoğunlaşmaya
çalıştım. Konuyla ilgilenenlere yardımcı olmasını dilerim.
Çalışmaya öneri ve eleştirileri ile katkıda bulunan danışmanım Yrd. Doç. Dr.
Kurtar Tanyılmaz’a, Prof. Dr. Fuat Ercan’a, Prof. Dr. Mehmet Türkay’a, desteğini
esirgemeyen Özgür Mutlu Ulus’a, Melda ve Özgür’e, Prof. Dr. Alper Güzel’e, Elif ve
Bahar Narin’e ve ayrıca Samsun’daki dostlarıma çok teşekkür ederim. Hepsine sadece
destekleri için değil, tezin çerçevesini oturtma arayışında bana gösterdikleri sabırdan
dolayı daha fazla teşekkür borçlu olduğumu hissediyorum.
iv
İÇİNDEKİLER
TABLO LİSTESİ.................................................................................................................................. Vİİİ
GRAFİK LİSTESİ.....................................................................................................................................X
KISALTMALAR ..................................................................................................................................... Xİ
GİRİŞ...........................................................................................................................................................1
BÖLÜM 1 ....................................................................................................................................................7
1. 1996–2005 ÜRETİM YAPISINDAKİ TEKNOLOJİK DEĞİŞİM .....................................................7
1.1 BAŞLANGIÇ OLARAK 1996 YILI: SÜREKLİLİK VE FARKLILIK ............................................................. 7
1.2 1980–1995 ARASINDA İMALAT SANAYİNİN TEKNOLOJİK YAPISI .....................................................17
1.3 1996–2005 ARASINDA İMALAT SANAYİNİN YAPISI: .........................................................................23
1.3.1 Genel Yapı, Üretim ve İstihdamdaki Değişim ..........................................................................23
1.3.2 İmalat Sanayi Sabit Yatırımlarının Teknolojik Düzeyi ve Sektörlere Göre Dağılımı...............25
1.3.3 Üretim ve İhracatta Yatırım Malları ve Ara Mallarının Ağırlığındaki Değişim ......................28
1.3.3.1 Üretimdeki Değişim ......................................................................................................................... 28
1.3.3.2 İstihdamdaki Değişim ...................................................................................................................... 29
1.3.3.3 İhracattaki Değişim .......................................................................................................................... 32
1.3.4 Üretim ve İhracatın Teknolojik Yapısındaki Değişim ..............................................................34
1.3.4.1 Teknoloji Düzeylerine Göre Alt Sektörlerin İhracatındaki Gelişme ................................................ 38
1.3.4.1.1 Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı ............................................ 38
1.3.4.1.2 Orta-Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı.................................... 42
1.3.4.1.3 Orta-Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı ..................................... 44
1.3.4.1.4 Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı.............................................. 45
1.3.5 Dış Ticarette Biriken Basınç ve Birim İşgücü Maliyeti ............................................................46
1.3.6 İhracattaki Artışla Birlikte İthalattaki Artış: Endüstri İçi Ticaret............................................48
1.3.7 Dâhili İşlem Rejimi...................................................................................................................52
1.3.8 İmalat Sanayinde İkili Yapının İzleri........................................................................................54
1.4 1996–2005 ARASINDA TEKNOLOJİ ÜRETİMİ VE TEKNOLOJİK DEĞİŞİM ............................................58
1.4.1 İmalat Sanayinde Teknolojik Yeniliğe Dair Göstergeler: ........................................................59
1.4.2 Araştırma-Geliştirme Harcamaları..........................................................................................59
1.4.3 Teknolojik Yeniliklerin Nitelikleri ............................................................................................63
1.4.4 Araştırma ve Geliştirme Sürecinde Nitelikli Emek Gücünün Durumu .....................................65
1.4.5 Ar-Ge Çalışmalarını Yürüten Sektörler ve Finans Kaynakları ................................................68
1.4.6 Araştırma-Geliştirme Etkinliğinin Kurumlarla ve Yasalarla Düzenlenmesi............................71
1.4.7 Teknoloji Alt Yapısının Gelişmesi: ...........................................................................................79
1.5 TÜRKİYE’DE TEKNOLOJİYE BAKIŞIN DEĞİŞİMİ ÜZERİNE NOTLAR ....................................................82
BÖLÜM 2 ..................................................................................................................................................94
2. TEKNOLOJİ VE GEÇ KAPİTALİSTLEŞME .................................................................................94
2.1 TEKNOLOJİNİN TANIMI: ....................................................................................................................94
2.1.1 Teknik ve teknoloji ayrımı ........................................................................................................95
2.1.2 Batı düşüncesinde Teknoloji kavramın evrimi: Tekniklerin Bilgisinden Nesneye ....................97
2.2 KLASİKLERDE TEKNOLOJİYE KISA BİR BAKIŞ: .................................................................................98
2.3 NEO-KLASİK OKULUN TEKNOLOJİYE BAKIŞI ..................................................................................103
2.4 SCHUMPETER VE YENİLİK KURAMI: EVRİMCİ İKTİSAT OKULU’NUN SIÇRAMA TAHTASI ................110
2.4.1 Schumpeter’den Evrimci İktisada Geçiş Süreci: Yenilik Süreci Araştırmaları ......................124
2.5 EVRİMCİ İKTİSAT OKULU VE TEKNOLOJİ ........................................................................................125
2.6 TEKNOLOJİYE MARKSİST YAKLAŞIM ..............................................................................................133
2.6.1 Marks’ta Teknoloji .................................................................................................................133
2.6.1.1 Marks’ın Yapıtlarında “Yenilik”.................................................................................................... 141
2.6.2 Marks Sonrası Marksist Akımda Teknoloji ............................................................................145
2.6.3 Bilim ve Teknoloji Üretiminin Sermayenin Gerçek Boyunduruğu Altına Alınması................149
2.6.3.1 Biçimsel boyunduruk / Gerçek Boyunduruk .................................................................................. 157
2.6.3.2 Bilimsel Üretim Sürecinin Çelişkili Doğası ................................................................................... 167
2.6.4 Bilimsel Üretimin Taşıdığı Çelişki, Sınır Durum ve Sonuçları ..............................................168
v
2.6.5 Kapitalist Bilimsel Üretimin Sonuçları: .................................................................................178
2.6.6 Bugün Teknolojinin Yerini Anlamak: .....................................................................................186
2.6.6.1 Bilimsel Üretim Sürecinin Uluslararasılaşması, Geç Kapitalistleşen Ülkelerde Eklemlenmesi ..... 186
2.6.6.1.1 Uluslararasılaşan Sermaye Açısından Teknolojik Yenilik ve Ar-Ge’nin Kaçınılmazlığı ...... 191
2.6.6.1.2 Teknolojik Yeniliklerin “Sınama Tahtası”............................................................................. 193
2.6.6.1.3 Ar-Ge’nin Uluslararasılaşması ile “Sınama Tahtası”nın Buna göre Biçimlenmesi................ 194
2.6.6.2 Bilim Üretim Sürecinin Uluslararasılaşmasının Koşulları ............................................................. 200
2.6.6.2.1 Fikri “Mülkiyet Hakları”nın Uluslararası Anlaşmalarla Kabul Ettirilmesi ............................ 200
2.6.6.2.2 Ar-Ge Destek ve Teşviklerinin Dünya Çapında İzlenmesi ve Ülkelere Ulusal Politika Olarak
Önerilmesi ............................................................................................................................................ 202
2.6.6.2.3 Nitelikli Emek Gücü, Eğitimde Artan Uzmanlaşma .............................................................. 202
2.6.7 Bilim Üretim Sürecinin Uluslararasılaşması İle Geç Kapitalist Ülkelerin Eklemlenmesi .....206
2.6.8 Geç Kapitalistleşen Ülkelerde Sermaye Birikimi, Çelişkileri ve Teknoloji ............................207
2.6.9 Geç Kapitalistleşme ve Teknoloji: Kimi Sonuçlar..................................................................219
2.6.10 Üretim Araçları Üretiminin Teknoloji ve Kapitalist Gelişme Açısından Önemi ..................224
BÖLÜM 3 ................................................................................................................................................227
3. 1996–2005 DÖNEMİNDE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ, TEKNOLOJİK DEĞİŞİM ........227
3.1 “YATIRIM MALLARI”NDAN ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİNE, KATEGORİNİN AYRIŞTIRILMASI ........228
3.2 YATIRIM MALI OLARAK SINIFLANDIRILAN ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ .......................................232
3.3 ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETEN KESİM I AÇISINDAN ÖNEMLİ SEKTÖRLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ ....233
3.3.1 Makina İmalat Sanayi ............................................................................................................234
3.3.1.1 Makina İmalat Sanayinin Tanımı: .................................................................................................. 234
3.3.1.2 Dünyada Makina İmalat Sanayinin Genel Durumu:....................................................................... 237
3.3.1.3 1996–2005 Yılları Arasında Sektörün Genel Durumu: .................................................................. 238
3.3.1.3.1 Üretim Yapısı, İşletmelerin ölçeği ......................................................................................... 238
3.3.1.3.2 Yatırımlar............................................................................................................................... 245
3.3.1.3.3 Sektörün Dış Ticareti ............................................................................................................. 248
3.3.1.3.4 Dış Ticaretin Bileşimi: ........................................................................................................... 257
3.3.1.3.5 Teknolojik Düzey, İşgücü Niteliği, Katma değer ve verimlilik yapısı ................................... 259
3.3.1.3.6 Üretim Teknolojisi:................................................................................................................ 262
3.3.1.3.6.1 Teknolojinin ürün geliştirmedeki rolü ........................................................................... 263
3.3.1.3.6.2 Teknolojinin doğrudan ürün üzerindeki rolü ................................................................. 265
3.3.1.3.6.3 Teknolojinin imalat süreci üzerindeki rolü .................................................................... 265
3.3.1.3.7 Ar-Ge Harcamaları: ............................................................................................................... 266
3.3.1.3.8 İstihdam ve Verimlilik Göstergeleri....................................................................................... 272
3.3.1.3.9 Genel Amaçlı Makina ile Özel Amaçlı Makina İmalatındaki Değişim.................................. 275
3.3.1.3.10 Makina İmalat Sanayinde Kurumsallaşma ve Sermaye Kesimleri Arasındaki İlişki ........... 281
3.3.1.3.11 Makina İmalat Sanayinde Sermayenin Merkezileşme Eğilimi............................................. 285
3.3.1.4 Makina İmalat Sanayi Üzerine Değerlendirme: ............................................................................. 293
3.3.2 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıt Üretimi...............................................................................302
3.3.2.1 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıtların Ayrıştırılması...................................................................... 302
3.3.2.2 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıt Üretimi ve Yan Sanayinin Gelişimi ........................................... 309
3.3.2.3 Emek gücünün Dağılımı ve Yapısı, Emek Süreci ve Verimlilik .................................................... 314
3.3.2.4 Dış Ticaret...................................................................................................................................... 319
3.3.2.5 İç Pazarın Gelişimi ......................................................................................................................... 322
3.3.2.6 Otomotiv Sektöründe “Değer Zinciri” ........................................................................................... 325
3.3.2.7 Taşıt Üretiminde Teknoloji ve Ar-Ge ............................................................................................ 328
3.3.2.8 Genel Değerlendirme: .................................................................................................................... 336
3.3.3 Endüstriyel Elektronik ............................................................................................................345
3.3.3.1 Endüstriyel Elektronik: Tanımı ve Elektronik Sanayi İçindeki Yeri .............................................. 345
3.3.3.2 Elektronik Sanayinin ve Endüstriyel Elektronik Sektörünün Gelişimi........................................... 349
3.3.3.3 Sanayinin ve Sektörün Yapısı, Yabancı Sermaye, Yoğunlaşma .................................................... 357
3.3.3.4 Yatırım Teşvikleri, Ar-Ge Yardımları............................................................................................ 358
3.3.3.5 Endüstriyel Elektroniğin Alt Sektörleri:......................................................................................... 368
3.3.3.5.1 Tüketim Cihazları Alt Sektörü:.............................................................................................. 368
3.3.3.5.1.1 Geri Bağlantıları Açısından Tüketim Elektroniği .......................................................... 369
3.3.3.5.1.2 Telekomünikasyon Alt Sektörü: .................................................................................... 374
3.3.3.5.1.3 Profesyonel ve Endüstriyel Cihazlar Alt Sektörü........................................................... 376
3.3.3.5.1.3.1 Otomasyon ve Robotik: Türkiye’deki Gelişimi..................................................... 377
3.3.3.5.1.4 Askeri Elektronik Cihazlar Alt Sektörü: ........................................................................ 385
3.3.3.5.1.5 Bilgisayar Alt Sektörü: .................................................................................................. 387
vi
3.3.3.5.1.6 Bileşenler Alt Sektörü:................................................................................................... 393
3.3.3.6 Endüstriyel Elektronik Sanayinin Gelişimi Üzerine Genel Değerlendirme.................................... 396
BÖLÜM 4 ................................................................................................................................................402
SONUÇ ....................................................................................................................................................402
KAYNAKÇA...........................................................................................................................................415
vii
TABLO LİSTESİ
Tablo 1 İmalat Sanayinin Bileşimi ve Değişimi ...........................................................18
Tablo 2 Sabit Yatırımların Teknoloji Gruplarına Göre Dağılımı (1990–2005) .............26
Tablo 3 Yatırımların Sektörlere ve Teknoloji Düzeyine Göre Dağılımı (1990–2005)...27
Tablo 4 İmalat sanayinde üretimde çalışanlar, reel ücret ve işgücü verimliliği .............30
Tablo 5 İmalat Sanayi Üretim ve İhracat Miktarı Endeksi............................................33
Tablo 6 İmalat Sanayiinde Teknoloji Düzeyine Göre Yaratılan Katma Değer Payı ......35
Tablo 7 1996– 2005 Yılları Arasında İhracatın Teknolojik Bileşimi ............................36
Tablo 8 İhracat ve Üretimin Teknolojik Düzey Karşılaştırması (1996–2004)...............37
Tablo 9 1996–2005 Yılları Arasında İthalatta Teknoloji Bileşimi ................................52
Tablo 10 Ar-Ge Harcamaları ve GSMH içindeki Payı .................................................60
Tablo 11 Ar-Ge Harcamalarının Sektörler Arası Dağılımı ...........................................62
Tablo 12 Patent İstatistikleri ........................................................................................76
Tablo 13 Ulusal Patentlerin Sektörel Dağılımı ve Yabancı Patentler............................77
Tablo 14 Makina İmalat Sanayi Üretim Endeksi........................................................240
Tablo 15 Makina İmalat Sanayi Üretim ve Dış Ticaret Değerleri ...............................242
Tablo 16 Sabit Sermaye Yatırımları ve Yatırım Yoğunluğu.......................................246
Tablo 17 Makina İmalat Sektörünün Dış Ticaret Hacmi ............................................248
Tablo 18 Makina Sektörünün İhracatı........................................................................249
Tablo 19 Alt Sektörlerin İhracatının Toplam İhracat İçindeki Payı ............................250
Tablo 20 84. Fasıl İhracatı .........................................................................................251
Tablo 21 Makina Sektörünün İthalatı.........................................................................252
Tablo 22 84. Fasıl İthalatı..........................................................................................253
Tablo 23 Makina Alt Sektörlerinin Ar-Ge Harcama Payları.......................................267
Tablo 24 Makina Sektöründe Çalışan Sayısı Endeksi.................................................273
Tablo 25 Üretimde Çalışılan Saat Başına Kısmi Verimlilik Endeksi ..........................274
Tablo 26 Makina Alt Sektörlerinin Karşılaştırması ....................................................278
Tablo 27 İlk Beşyüz ve Bin içindeki Makina İmalat Şirketleri ...................................288
Tablo 28 2005 Yılında İlk 500 içindeki Makina Şirketleri .........................................289
Tablo 29 2006 Yılı İlk 500 Firma İçindeki MİB Üyelerinin Satışları .........................289
Tablo 30 1996-2005 Arasında Motorlu Kara Taşıtları Üretim Adetleri ......................303
Tablo 31 Üretim Aracı niteliğindeki Motorlu Taşıt Üretimi .......................................304
Tablo 32 Otomobil ile Taşıt Üretim Değeri Endeksi ..................................................307
Tablo 33 Üretim Aracı Taşıtlar ve Aksam Üretim Endeksi ........................................312
Tablo 34 Otomotivde Çalışanların Reel Ücret Endeksi ..............................................316
Tablo 35 Üretim Aracı Taşıtlar ve Otomobil İhracatı.................................................319
Tablo 36 Adet olarak İhracatın Üretime Oranı ...........................................................320
Tablo 37 Motorlu Taşıt İthalat Değerleri ...................................................................321
Tablo 38 Alt Sektörlerin Dış Ticareti.........................................................................321
Tablo 39 Üretim Aracı Taşıtların Türkiye Pazarı .......................................................322
Tablo 40 Türkiye'de Kamyonet İç pazarı ve Yerli Üretim.........................................323
Tablo 41 Seçilen Üç Ana Firmada Ar-Ge Giderleri ve İhracat İlişkisi........................333
Tablo 42 Elektronik Sanayii Üretim Miktarı..............................................................351
Tablo 43 Elektronik Sanayi Ürün İthalatı...................................................................355
Tablo 44 Elektronik Sanayi Ürün İhracatı..................................................................356
Tablo 45 Elektronik Sanayi Yatırım Endeksi .............................................................361
Tablo 46 Elektronik Sanayi Yatırım Teşvik Belgelerinin Dağılımı ............................362
viii
Tablo 47 Elektronik Sektörüne verilen TÜBİTAK-TİDEB Ar-Ge Destek Tutarları ...364
Tablo 48 Dünyada Endüstriyel robot kullanımı (1996-2004) .....................................381
ix
GRAFİK LİSTESİ
Grafik 1. Yüksek Teknoloji İhracatı Yapan Sektörlerin Bileşimi .................................39
Grafik 2. Orta-Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi ....42
Grafik 3. Orta-Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi......44
Grafik 4. Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi ..............45
Grafik 5. Özel İmalat Sanayinde Birim İşgücü Maliyeti...............................................47
Grafik 6. Yıllara Göre Ar-Ge Harcamaları (Milyar Dolar) ...........................................60
Grafik 7. İmalat Sanayi Yeniliklerinin Yıllara Göre Değişimi......................................64
Grafik 8. Ar-Ge Çalışanlarının Yıllara Göre Oranı ......................................................65
Grafik 9. Özel Sektörün Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları ........................69
Grafik 10. Kamunun Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları..............................70
Grafik 11. Üniversitelerin Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları......................70
Grafik 12. Teknoloji Destek Fonlarının Sektörlere Dağılımı (1991-2007)....................74
Grafik 13. Yeniliğin Pazara Nüfuz Etmesi .................................................................151
Grafik 14. Makina İmalat Sanayi Alt Sektörleri ve İmalat Sanayi Üretim Endeksi .....241
Grafik 15. Üretim Aracı olarak Motorlu Taşıt Üretimi ve Toplam Üretim .................306
Grafik 16. Üretim Aracı Taşıtlar ile Otomobillerin Üretim Endekslerinin
Karşılaştırılması ........................................................................................................308
Grafik 17. Otomotiv Ana Sanayi Yatırımları (milyon ABD Doları) ...........................310
Grafik 18. Üretim Aracı Niteliğindeki Motorlu Taşıt ve Aksamları Üretim Endeksi ..313
Grafik 19. Motorlu Taşıt Üretiminde Çalışılan Saatbaşına Kısmi Verimlilik Endeksi 315
Grafik 20. Elektronik Sanayi Üretim, İthalat ve İhracat Değerleri ..............................350
Grafik 21. Elektronik Sanayi Alt Gruplarının Üretim Değerleri (1999-2005) .............352
Grafik 22. Alt Gruplandırmanın Elektronik Sanayi İçinde Payı..................................353
Grafik 23. Endüstriyel Elektronik Üretiminde Bileşenlerinin Yıllara Göre Payları.....354
Grafik 24. TTGV 'nin Elektronik Sanayinde İki Alana Desteği (1993–2004) .............367
x
KISALTMALAR
xi
ÜSAMP Üniversite Sanayi Ortak Araştırma Merkezleri Programı
xii
GİRİŞ
Tüm dünyada, ekonomik büyümede teknolojinin belirleyiciliğinin arttığı
yönündeki söylem güçleniyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD Bilim ve Teknoloji
Politikası’nın değişimini ifade eden 1993 tarihli strateji belgesinin başlığı bile
teknolojinin belirleyiciliğine vurgu yapıyor: “Amerikan Ekonomisinin Büyümesi için
Teknoloji: Ekonomik Güç Sağlamak için Yeni Bir Yol”. Buna göre “teknoloji”,
“ekonomik güç sağlamak için yeni bir yol”dur.
Nora Şeni, Ereğli Demir Çelik Fabrikası’nın kuruluşu üzerine çalışmasında çelik
gibi ağır sanayinin geliştirilmesinin o zamanların Türkiye’sinde nasıl her derde deva
olarak önerildiğini, biraz da hiciv içeren örneklerle anlatır.1 ‘90’lara kadar ağır sanayi
ile Türkiye’nin “memleket sorunu” arasında kurulan ilişkide, bir kavram olarak
“sanayileşme” merkezdeydi. Ekonomiyi “azgelişmişlik” ve buna karşı sanayileşme
belirliyordu. Bugün ise “sanayileşme”nin yerini “yetişme” ve “teknolojik açığı
kapatma” aldı. Adeta değdiği her şeyi zenginlik ve refaha çeviren bir tılsımlı değnek,
her kapıyı açan bir anahtar gibi görülen teknolojinin “albenisi” her yeri kapladı.
1
“Kaldırılan her ‘gelişme’, ‘kalkınma’, ‘demokratikleşme’ taşının altından ‘Türkiye’nin çelik üretim
kapasitesinin yetersizliği’ çıkıyor. … Burhan Oğuz’un ‘Çelik Üretimi Yükselmedikçe’ adlı ve
Türkiye’deki spor eğitim ve formasyonunun yetersizliğini konu edinen yazısı bu durumun iyi bir
yansıması” (Şeni, 1978, s.15).
Öyle ki ulusal teknoloji politikalarının oluşturulması, buna uygun kurumsal
düzenlemeler, adeta yeni bir kalkınma anlayışının anahtar istemleri haline geldiler. Bu
konuya yapılan en ılımlı vurguda bile, faktör birikiminin artırılmasıyla yetinilmemesi,
bunun sınırları gözetilerek teknolojik yenilik ve gelişmeye önem verilmesi gerektiği
belirtilmektedir2. Görülen o ki, belirli sermaye kesimleri için uluslararası sermaye ile
eklemlenme, dış pazarlarda rekabet yüzünden kısıtlanan “katma değer”i artırmanın
koşulu, maliyet ve fiyat rekabetinin ötesine geçmedir. Sınırlı da olsa bu sermaye
kesimleri ürün farklılaştırma, üretim teknolojisini geliştirme gibi teknolojik yenilik
kaynaklarına ihtiyaç duymaktadırlar. Öte yandan 1970 krizinin ardından kar oranları
düşen, uluslarasılaşmış üretken sermayenin rekabeti daha fazla kızışmıştır ve teknolojik
yenilik bu kesimler için giderek daha fazla vazgeçilmez hale gelmektedir. 1990’lar ile
birlikte OECD, AB gibi uluslararası birliklerin teknoloji politikalarını hızla
benimsemeleri uluslararası birikimin bu ihtiyacını göstermektedir.
2
“Sadece faktör birikimlerine dayalı büyüme süreçlerinin doğal sınırları dikkate alınarak teknolojik
ilerleme ve verimlilik artışlarının sürekli kılınması konusuna önem verilmelidir” (TÜSİAD, 2005b).
2
hali, emeğin karşısına ona yabancı bir güç olarak çıkmaktadır. Eski bir deyişle, ölü
emeğin hayaleti, yeniden dikilmiştir canlı emeğin karşısına…
Buna karşı olarak ben bu tezde, teknolojinin sermaye birikiminin bir sonucu
olduğunu vurgulayacağım. Bu nedenle sınıfların belirlediği toplumsal üretim
ilişkilerinin bir sonucu olarak teknolojik değişimi ve teknoloji üretimini ele alacağım.
Üretimin bilgisi olarak teknolojinin bizzat kendisinin üretimi, kapitalist üretim süreci
tarafından içerilmiştir; yani teknoloji üretimi artık kapitalist birikimin dinamiklerine tabi
kılınmıştır. Özellikle erken kapitalistleşen ülkelerde olgun bir biçimde görüldüğü gibi
teknoloji üretiminin kendisi bir sektör haline gelmiş, ürünleri metalaşmıştır. Ancak
teknoloji ve bilim üretiminin, sanayi ve üniversiteler ile iç içe geçmiş yapısı yüzünden
bu üretimin dinamiklerini anlamak, ölçmek ve değerlendirmek o kadar kolay değildir.
Üstelik bu üretim süreci, hukuki (mülkiyet hakları), kurumsal yapısını (üniversite,
teknopark vb.) henüz şekillendirmektedir. Bu durumda, teknoloji transferinin yoğun,
teknoloji üretiminin çok zayıf olduğu geç kapitalistleşen ülkelerde teknoloji üretiminin
ve teknolojik değişimin dinamiklerini anlamak gittikçe güçleşmektedir.
3
gözlemlemek üzere, üretim araçları kesimine ve bu kesimin belli başlı sektörlerine
yoğunlaşmaktır.
4
yaklaşımları incelenmeli, belirli bir teknoloji perspektifi geliştirilmelidir. Bu ikinci
bölümde yapılmaktadır. Ardından teknoloji üretiminin yapısal dinamiklerini ele verecek
belirli sektörlere yoğunlaşılmalıdır. Bu da üçüncü bölümün konusudur.
5
Yatırım malları içinde sayılan elektrikli ev eşyalarını ayırt ettikten sonra makina imalat
sanayindeki gelişim, bu sektörün teknolojik değişimi ve teknoloji üretimi ile olan geri
bağlantısı, ilk inceleme konusudur. Ardından tüketim malı olan binek otomobilleri
ayrıştırıldıktan sonra üretim aracı niteliğindeki taşıtlar için benzer bir inceleme
yapılmaktadır. Son olarak da tüketim elektroniği ayrıştırıldıktan sonra endüstriyel
elektronik sektörüne odaklanılmaktadır.
6
BÖLÜM 1
3
III. Teknoloji Kongresi’nde otomotiv sanayinin tarihini değerlendiren Tofaş yöneticisi Jan Nahum dışa
açılma tarihi olarak ‘90’ların ikinci yarısını göstermektedir.
7
bir dönemdir (Ercan, 2004b, 2002). Dönemin ilk yarısında önde gelen sermaye grupları
içerisinde para sermaye donanımını geliştiren, bu donanım açısından avantajlı olanlar,
imalat sanayinin ileride anlatacağımız ikili yapısına uyan biçimde üstünlük elde
etmişlerdir. Üstelik bu grupların uluslararası sermaye ile eklemlenme düzeyleri de farklı
olmuştur.4 İşte 1994–2001 arasında ülke içi sermaye birikiminin toplam sermaye
döngüsü açısından belirleyici olan görünümü, bu para sermaye donanımının, finansın
yeniden yapılanmasıydı. Ancak bizim çalışmamız açısından bundan daha az önemli
olmayan bir gerçek ileride ayrıntılı bir biçimde inceleyeceğimiz gibi, dönemle birlikte
yerine oturan, uluslararası üretken sermayeyle eklemlenme ve ihracata yönelik iç
birikimin gelişme örüntüleridir. Özellikle otomotiv sanayinde Gümrük Birliği’ne
hazırlık ile başlayan süreç, dönemin ilk yarısında büyük yatırımlar ile yerine oturma,
pekişme niteliği göstermiştir, öte yandan ihracatın en etkili kalemlerinden tüketim
elektroniği bu dönemde önemli büyüme göstermiştir. Gümrük Birliği ile bu süreç yeni
bir eşiği atlamıştır.
4
İmalat sanayi içindeki ikili yapı ve oluşumu ileride değerlendirilecektir; bu ikili yapıya dair bkz.
Tanyılmaz (2004), Ercan (2004b).
5
Burada yenilik sözcüğüne verilen anlam, yaygınlaşan kullanımına benzerdir. Buna göre, yenilik
teriminin alt anlamı, üretimin örgütlenmesinden, teknolojisine kadar yaşanan değişimdir. Bu değişimin
özgün olması gerekmez, ancak değişim olması gereklidir. Teknolojik yenilik ise bu anlamıyla üretim
teknolojisindeki değişimi anlatmaktadır ve çeşitli derecelerde, özgünlük içerenlerden, salt değişim olarak
ortaya çıkanlara kadar değişmektedir.
8
ülkeye getirilen teknolojilerin montaj olarak uygulanması ve sınırlı da olsa taklit ile
yürümekte iken, dışa açılmanın getirdiği rekabet koşulları kendisini dayatmıştır.
Üretken sermayenin 1980 öncesinden bugüne kadar teknoloji ile ilişkisine iyi bir
örnek Koç grubunun uluslararası ortaklı şirketi olan TOFAŞ’ın Yönetim Kurulu Üyesi
Jan Nahum’un bu döneme dair anlattıklarında bulunabilir (III. Teknoloji Kongresi
Bildirileri, s. 79–80). Nahum, ilk olarak Türkiye’de otomotiv sanayinin gelişiminin kısa
bir özetini verir:
9
Otomotiv sanayinin gelişme sürecinin ortalarında, sanayinin
teknolojik birikimi artmış, üretim konusunda bilgi ve konuya hâkim
oldukça çekingenliği üstünden atarak teknolojiye hâkim olma
teknoloji yaratma isteğine kavuşmuştu.
Görüldüğü gibi, dışa açık sermaye birikimi süreci 1980’lerle başlarken, üretken
sermayenin sermaye yoğun bölümü için bu süreci anlamlandırma biçimi farklı
olmaktadır. Kısacası, imalat sanayinde önemli bir bileşeni temsil eden otomotiv sektörü
için, açık pazara geçiş, ’80 sonrası değil, rekabete karşı “teknolojiye hâkim olunan”
‘95’lerden sonra başlamaktadır. 1980 öncesi ise, teknolojik yenilik yoktur; bunun yerine
çekingen davranılmış, “teknolojiye hâkim olmadan” iç pazara hâkim olmakla yetinerek,
sadece lisans anlaşmaları yapılmıştır
1980 sonrası dışa açılmanın artırdığı rekabetin teknolojik değişim üzerinde etki
göstermesi beklenir. Ancak, sermaye birikiminin düşük ve kısmen düşük-orta düzey
teknolojili, tüketim ve ara malları üretimine dayalı yapısı yüzünden bu etki kendisini
hemen göstermemiştir. Uluslararası pazarlarda rekabetin teknolojik değişme yönünde
kendini dayatması, orta-yüksek ve kısmen yüksek teknoloji üzerinde basınç oluşturması,
1990’ların ortalarında yeni bir evreye ulaşmıştır; çünkü 1980 sonrası dış ticaretin
serbestleştirilmesi ile birlikte, yoğun teşviklerle dışa açılan üretim dalları ilk başta
yoğun olarak “kaynak” ve “emek yoğun” olarak nitelenen üretim dallarıdır.6 Bu dallar
düşük teknolojili üretim dallarıdır. Dışa açılmanın ilk on yılı, yoğun teşviklerle
6
İleride görüleceği gibi gıda “kaynak yoğun”, tekstil “emek yoğun” sektör olarak sınıflandırılmaktadır.
Kuşkusuz bu sınıflandırma, değeri yaratanın emek gücü olduğu yönündeki bir perspektiften
kaynaklanmamaktadır. Burada bu gruplandırmalar, uluslararası standartlara uymak adına, ancak bu
eleştirel kayıtla kullanılmaktadır.
10
desteklenen emek-yoğun ve kaynak-yoğun ürünlerin ihracattaki ağırlığı ile
belirlenmiştir. Üstelik 1980 sonrası ihracattaki artışın ve görünürde verimlilikteki artışın
büyük bir kısmı kapasite kullanım oranlarının tekrar artmasıyla elde ediliyordu
(Taymaz, 2001, s.69). Yani sermaye birikimi, 1980 öncesi içine girdiği bunalımdan, dış
pazara yönelik, finansal serbestleşmeyle birlikte yürüyen yeni birikim modeli altında
yeni yeni kurtulmaya başlarken, bunalımın etkisiyle oluşmuş atıl kapasitesini yeniden
değerlendiriyordu. 1980’ler bu atıl kapasitenin kullanıma açıldığı yıllar oldu. İhracat
için ilk göreli olanak ise emek ve kaynak yoğun (tekstil ve gıda), düşük teknolojili
üretimin dışa açılması idi. Soyak’a göre 1980’de kaynak yoğun ve emek yoğun
sanayiler toplam imalat sanayi ihracatının % 87,9’unu, 1995’de ise %66,9’unu
oluşturuyordu (Soyak, 2002, s.126). İhracatın başını çeken tekstil gibi bir sektördeki bu
düşük teknolojik değişim, ucuz emek kullanımına dayanan birikimi tarif etmektedir.7
Söz konusu bu iki sektörde de, 1980 ile 1995 arasında teknolojik yenilik ve değişim
zayıf durumdadır.8 1985–95 arasındaki dönemde, teknolojik değişim hızının en yüksek
olduğu sektörler olarak mühendislik hizmetleri, kara taşıtları, kimya sanayi gibi ölçek
ekonomisine dayanan, büyük ölçekli üretim yerleri gösterilmektedir (Taymaz, 1998),
(Doğaner-Gönel, 2000).
7
Eşiyok da, bu sektörlere dayalı üretimin düşük ücretler ve düşük verimliliğe dayalı bir sistem olduğunu
belirtmektedir (Eşiyok, 2002).
8
Doğaner-Gönel de, imalat sanayi katma değerinde en büyük paylara sahip olan gıda ve tekstilde Ar-Ge
yoğunluğunun çok düşük olduğunu vurgular (Doğaner-Gönel, 2000, s.36). Taymaz’ın çalışmasına göre,
1980–1995 arasında gıdada teknolojik değişim hızı binde 26 iken, tekstilde binde 13’tür. Aynı dönemde
mühendislik sanayilerinin teknolojik değişme hızı ise binde 45, temel metal sanayi ve kimya sanayinin
değişme hızı ise binde 36’dır (Taymaz, 1998).
11
imalat sanayinde istihdam düzeyi 1980–1996 döneminde çok az artmış, 1980 yılında
1.023.669 kişi olan istihdam düzeyi, 1996 yılında sadece 10 bin kişi artarak 1.032.617
kişiye yükselmiştir (Eşiyok, 2002, s.38).
12
Uluslararası rekabet ile iç birikimin sınırlarının kesiştiği bu noktadaki ihtiyacı,
Eczacıbaşı pek çok örnekten biri olarak şöyle dile getirir:
Geçenlerde Bülent Eczacıbaşı güzel bir şey söyledi. ... Bir süre
öncesine kadar her horoz kendi çöplüğünde öter anlayışı vardı. Bu
anlayış içinde Türkiye sınırları içinde bir yere sahip olmanız
yeterliydi. Şimdi bu dalgadan sonra sadece Türkiye’deki marka,
Türkiye’deki piyasa payı, yetmeyecek. Oyunun kuralı değişiyor. Eğer
siz Japonya Tokyo’da, New York’ta, satılabilecek özelliklere sahip bir
ürün üretmiyorsanız yarışı kaybediyorsunuz demektir.9
Örneğin, “Ulusal Yenilik Sistemi” başlıklı önemli raporda Erol Taymaz (2001,
s.78), şu sonucu çıkarırken, buna başka örnekler bulmak o dönem için zor değildi:
9
Yaşar Holdingi, TMSF sonrası içine düştüğü zor durumdan “kurtaran adam” olarak görülen eski adalet
bakanı ve Yaşar Holding Yönetim Kurulu üyesi Hasan Denizkurdu ile yapılan röportaj. Referans,
16.04.2007.
13
dikkatini ücret ve döviz kuru düzeylerine verdiği zaman, teknolojik
ilerlemeleri ve yeni yönetim tekniklerinin uygulanmasını ihmal ediyor.
Mevcut ürünlerin katma değerinin yükseltilmesi için gerekli olan
çalışmalar hep erteleniyor.
Aynı zamanda Türkiye Bilişim Vakfı Başkanı da olan Faruk Eczacıbaşı şöyle
diyor: "Türkiye'nin dünya üzerindeki rekabetçilik, çağdaşlık, üretim, verimlilik, etkinlik
ölçütlerine göre durumu hiç de olması gereken düzeyde değil. … (Eczacıbaşı ve
Başkanı olduğu vakfa göre) hedef, ‘yüksek teknolojinin Türkiye'de katma değer
yaratacak şekilde kullanılması’. Önemli olan ise, üretimde yüksek teknolojinin
kullanılması" (Aktaran Güngör Uras, Milliyet, 31 Mart 2007). Teknolojik yenilik
ihtiyacının dile getirildiği örnekleri, basında bolca bulmak olanaklıdır.10
10
Oyak Çimento Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Celal Çağlar: "… inovasyon olması için elinizde bir
ürün olması lazım. Bizim ortaya koyduğumuz bir ürün yok. Başkalarının yaptığı ürünleri kullanıyoruz
veya işletiyoruz. Bununla ancak karın doyar, zengin olunmaz… Türkiye üretimde rüştünü ispat etmiş bir
ülkedir. …Artık, teknoloji üretmek, marka üretmek zamanıdır" (Referans gazetesi, 10 Nisan 2007).
14
açıklayacağımız gibi, bu çalışmada imalat sanayi bir bütün olarak görülmemekte, aksine
yüksek sermaye donanımına sahip üyeleri ile geneli oluşturan parçalı dağınık işletme
yapısına sahip küçük üyeleri arasındaki keskin ayrım ve çelişkiler göz önünde
bulundurulmaktadır. Teknolojik yenilik ihtiyacı, imalat sanayinin, bütün sektörlerin
genelinin ihtiyacı değildir, aksine belirli bir kesiminin ihtiyacıdır. Tez boyunca imalat
sanayinin yapısından söz edilirken, bu ayrım, çelişkili birliktelik göz önünde
bulundurulmaktadır. Ancak imalat sanayinin bütününden başlayarak her bir sektör
içinde belirli oranlarda gerçekleşen bu ayrılmada, temsil gücünü taşıyanlar, parçalı ve
dağınık yapının genelini oluşturan işletmeler değildir, aksine “katma değer”in büyük bir
kısmını temsil eden sermaye donanımı görece yüksek işletme ve şirketlerdir. İmalat
sanayinin teknolojik yenilik yönündeki değişimi de, sermaye birikiminin evrimi gibi
sistemli ve planlı bir yapının dönüşümü değildir; aksine kaçınılmaz biçimde krizleri,
bunalımları içinde barındırır. Bu çerçevede teknoloji ve verimlilik söylemi, elbette ki
imalat sanayinin temsil eden sermaye donanımı yüksek kesimler açısından bir ihtiyaç
olarak olgunlaşmıştır. Farklı terimlerle ifade edilmesine ve 1980’lerden beri uzun
süredir dillerde olmasına karşın 1990’ların ortasında bu söylemin cisimleşmesine dair
nüve biçimindeki ilk adımları görebilmek olanaklı olmuştur.
11
“… gerek ‘Türk Bilim Politikası: 1983–2003’ dokümanı, gerekse 1985 yılında Hükümet’in isteği
üzerine İTÜ’de oluşan bir komisyonca hazırlanan ‘Türkiye İleri Teknoloji Teşvik Projesi’ hayata
geçirilememiştir. 1983’te kurulan, ancak ilk toplantısını 9 Ekim 1989’da yapabilen BTYK’ye sınırlı
ölçüde de olsa işlerlik kazandırılması ise, bu kurulun 3 Şubat 1993’te yaptığı ve Türk Bilim ve Teknoloji
Politikası: 1993–2003’ başlıklı, yeni bir politika dokümanını kabul ettiği ikinci toplantısından sonra
başlayan dönemde mümkün olmuştur” (TÜSİAD, 2005a).
15
aracılığıyla bağış yapılmasını öngören kararname ile ancak 1990’ların ortalarından
itibaren özel kesim Ar-Ge faaliyetlerinin teşvik edilmesi söz konusu olabilmiştir”
(Taymaz, 2000, s.168).12
12
“AR-GE faaliyeti, sisteme dahil bütün ülkelerde, devletçe en çok desteklenen, devletin en çok
subvansiyon sağladığı alandır. Ama, Türk takımlarının yurt dışındaki maçlarını izlemeye gidiş dahil, akla
gelen hemen her alanda teşvik edici önlemler uygulayagelmiş olan Türkiye, ancak geçen yıl, 1 Haziran
1995’te, diğer ülkelerdekiyle karşılaştırılabilir çapta bir AR-GE desteği uygulamasını başlatabilmiştir”
(Göker, 1996, s.9-10).
13
Tüketici elektroniği için Gümrük Birliği sürecinden sonra da Avrupa Birliği içerisinde “göreli özerk”
durum devam etmiştir. Hızla diğer pazarlara yayılan Uzakdoğu ülkelerine yönelik Avrupa’nın koyduğu
kısıtlamalar, bu sektörün Avrupa pazarındaki etkili büyümesinde önemi bir paya sahiptir.
16
Ele aldığımız dönemdeki teknolojik değişimi anlayabilmek için bu dönemden
önce üretimin teknolojik yapısını aşağıda ana hatlarıyla aktaracağız.
Bu tez çalışmasında genel olarak ilk tür, yani teknolojik düzey sınıflandırması
kullanılacak. Bu sınıflamaya göre, gıda, içki, tütün (ISIC 31), dokuma, giyim, deri (ISIC 32),
orman ürünleri ve mobilya (ISIC 33), kâğıt ve kâğıt ürünleri (ISIC 34), petrol rafinerileri
(ISIC 353 ve 354), taş ve toprağa dayalı sanayi (ISIC 36), demir, çelik, metal ana sanayi
(ISIC 371), metal eşya sanayi (ISIC 381) ve deniz taşıtları sanayi (ISIC 3841) düşük teknoloji
sanayilerini; ana kimya sanayi (ISIC 351 ve 352, 3522 hariç), kauçuk ve plastik ürünler
((ISIC 355 ve 356), demir dışı metaller (ISIC 372), elektriksiz makina (ISIC 382, 3825
hariç), ulaşım araçları (ISIC 384, 3841 ve 3845 hariç) ve diğer imalat sanayi (ISIC 39) orta
teknoloji sanayilerini; uçak (ISIC 3845), bilgi işlem makinaları (ISIC 3825), elektrikli
makinalar (ISIC 383), ilaç (ISIC 3522) ve mesleki ve bilimsel cihazlar (ISIC 385) yüksek
17
teknoloji sanayilerini oluşturmaktadır (Taymaz, 2001, s.69 n2), (OECD, 1996, c.2,
s.61).14
14
Buradaki alt sektör numaraları, Uluslararası Endüstriyel Sınıflandırma Standardı’nın (ISIC) ikinci
yorumuna (Rev. 2) göre yapılan numaralandırmalardır. Tezde yer yer ISIC Revize 3 de kullanılacaktır.
15
Türkiye’de 1960’lardan başlayarak bilim politikalarının ve Tübitak’ın tarihinin ilginç bir anlatımı için
bkz. Özdaş (2000). 1960’ların ortasında ilk teknoloji envanteri Ergun Türkcan tarafından hazırlanmıştır:
“Bilim Politikası Ünitesi 1965’te Türkiye’nin araştırma kuruluşlarının durumunu, araştırma harcamaları
ve araştırıcı sayısı ile ilgili envanter çalışmasını tamamlamıştı. Ülkemizdeki bu ilk envanter çalışmasını
Prof. Dr. Ergun Türkcan yürüttü. 1965 sonunda envanterden ortaya özet olarak şöyle olumsuz bir sonuç
çıkmıştı. Potansiyel araştırıcı sayısı 4000 kadar, AR&GE harcamalarının GSYİH’ya oranı %0,37;
sanayide hiç araştırma yok, teknoloji üretimi yok, çok sayıda tarımsal araştırma enstitüsü mevcut, fakat
aralarında koordinasyon yok. Bu enstitülerin araştırıcı sayıları yetersiz, kritik kütle sağlanmamış,
araştırmaların düzeyi yetersiz, kapalı ekonomide araştırmaya gerekli önem verilmiyor çünkü rekabet yok”
(Özdaş, 2000, s.30-31).
18
1960’lar tüketim malları ağırlığı hakimdir, 1970’ler ile birlikte önce dayanıklı
tüketim mallarının ardından da ara malların üretimi artmıştır. 1980’lere doğru ara
malları üretimi de ağırlık kazanmaya başlamıştır; ama yine de üretimin genel bileşimi
içinde 1980’e kadar belirleyiciliğini koruyan tüketim malları üretimi olmuştur.16 1970’li
yılların başında üretken sermaye, tüketim ve belirli ara mallarının üretiminde
yoğunlaşmıştır. 1970’lerin sonlarına doğru, iç pazarın üretim artışıyla doygunlaşması bu
sınırların aşılması gerekliliği, artan üretimin gereksinim duyduğu ithalatın artması,
“yatırım malları” kesiminde sağlanan genişlemenin, ara mallarından fazla olması ve
yüksek bir yatırım temposu ithal fazlasını getirir (Boratav, 2003). İçe dönük sermaye
birikimi bir yandan iç pazarın sınırlarını aşma ve düşen karlılığı engelleme sıkıntısı
diğer yandan ise yükselen ithalatın getirdiği giderek artan döviz sıkıntısı ile boğuşur. Bu
dönemden sonra ülke içi sermaye birikimi açısından da ticaretin serbestleştirilmesi, dışa
açılma yapısal bir zorunluluk haline gelmiştir (Ercan 2004a).
Nurhan Yentürk (1994, s.43), ele aldığımız dönemden önce gelinen eşik
noktasının kimi görünümlerini vermektedir:
16
Boratav da imalat sanayinin yapısına dair 1963 ile 1980 yıllarını ele alan bir tablo verir. 1963 yılında
toplam üretimin %71.1’ini yaygın tüketim ile dayanıklı tüketim mallarını kapsayan tüketim mallarından
oluşurken, ara malları üretimi %20.5, yatırım malları ise %8.4’ünü oluşturmaktadır. 1980’de bu rakamlar,
tüketim malları için %49.9; ara mallar için %42.6; yatırım malları için ise %7.5 olmuştur (Boratav, 2003,
s.133).
19
ihracatı teşvik etmek mümkün değildir; işçi ücretleri ve iç talebi daha
fazla kısmak mümkün olmamakta, sübvansiyonlar verilememekte, mal
çeşitlemesine gidilemediği için devalüasyon ihracat üzerinde artık
eskisi gibi etkin olamamakta ve tam kapasite sınırına ulaşan, eski
teknolojilerle donanmış sektörlerle ihracat artışı sağlamak mümkün
olmamaktadır. Kaldı ki, yukarıda değinildiği gibi, yeni rekabet
koşullarında yeni kuşak mikro elektronik teknolojilerin kullanılması
en basit sektörlerde bile kaçınılmaz olarak yeni yatırımları
gerektirmektedir.
Çalışma açısından önemli olan noktalardan bir diğeri ise teknoloji kavramının
sorunları ile yakından ilgili olan ve incelediğimiz dönemde etkileri tamamıyla gözüken
bir gerçektir. Yukarıdaki veriler ihracata yönelik ürünlerin teknolojik içeriklerindeki
değişimi makro düzeyde irdeleyen verilerdir. 1980 sonrası kamu harcamalarının
kısılması ve devletin ekonomi üzerindeki etkinliğinin azaltılması amaçlanarak yürürlüğe
konulan uygulamalar sonucu, modernizasyonları yapılan KİT’ler dışında, üretimde
teknolojik yapının değişimi konusunda verilere ulaşmak daha zor hale gelmiştir. Hatta
ele aldığımız dönemde oluşturulması planlanan teknoloji envanterinin dönemin sonu
itibariyle bile yeterli düzeyde oluşturulamamış olması, içerilmiş teknoloji dışında
içerilmemiş teknolojiyi (lisans anlaşmaları vb.) firma bazında ölçmenin alt yapısının
kurulamaması düşünüldüğünde, 1995’lerden önce bu verilerin derlenmesi daha güçtür
(Türkcan, 2003). Ar-Ge ve teknoloji çalışmalarını gözleyebilmek açısından daha
görünür olan ise, Ar-Ge destekleridir. Ancak özel kesime yönelik Ar-Ge teşviklerinin
verilmesi ise ancak 1990’ların ortasında daha önce sözü edilen kararnamenin
çıkarılmasıyla başlamıştır. İncelediğimiz dönem içerisinde sektörler arası girdi çıktı
bağlantılarını ele alan, girdi çıktı tabloları en son 1996 tarihlidir. Bu ise ele aldığımız
dönüm noktasından sonra yaşanan iki dönemli değişimi (1996–2000 ve 2001-2005)
yansıtmakta yetersiz kalmaktadır. Sektör ve firmalar arası ilişkiler olarak incelendiğinde
ise veri kaynakları daha sınırlı hale gelmektedir. Ar-Ge istatistiklerinin DİE tarafından
sistemli bir biçimde derlenmesi 1991 yılında başlamıştır.
17
“1995’ten sonra Ar-Ge faaliyetlerinde bulunan firma sayısında çok önemli bir artış gözlenmektedir”
(Taymaz, 2000, s.168).
20
Ge’ye ayrılan kaynakları ve bu kaynakların sektörel dağılımını da incelemiştir (Taymaz,
2000). Araştırmadan birkaç temel sonuç çıkmaktadır. 1990’ların ortasında Ar-Ge
harcamalarında önemli bir artış gerçekleşmiştir.18 İkinci önemli sonuç, makina
sanayinin Ar-Ge harcamalarında tuttuğu büyük yerdir. Burada ISIC2’ye göre
sınıflandırılan makina sanayi, üretim aracı niteliğindeki makina imalat sanayi, elektrikli
makina, bilgi işlem cihazları, telekomünikasyon aletleri, tüketici elektroniği ile
otomotiv sanayi gibi ekonomik açıdan ve Ar-Ge’ye yönelik olarak hâlihazırda önemli
pek çok sektörü kapsamaktadır. İleride göreceğimiz gibi 1990’lı yıllar aynı zamanda
Türkiye’de telekomünikasyon alt yapısına yönelik önemli yatırımlar yapıldığı yıllardır
ve ‘90’ların ilk yarısında Telekomünikasyon sektöründeki Ar-Ge çalışmaları, zaten
genel düzeye göre çok büyük olmayan Ar-Ge harcamalarının önemli bir kısmını
oluşturmaktadır. Öte yandan Gümrük Birliği’ne hazırlanmaya başlayan otomotiv,
tüketim elektroniği sektörleri de salt kapasite yatırımları yapmamışlar, aynı zamanda
sınırlı da olsa (otomotiv için daha fazla olmak üzere) Ar-Ge’ye kaynak ayırmışlardır.
Taymaz’ın araştırmasının diğer bir önemli sonucu ise kimya sanayinin (içine ilaç
sektörü de girmektedir) Ar-Ge harcamalarının payının büyüklüğü ve artması ile gıda ve
tekstil sanayi Ar-Ge harcamalarının düşme eğilimidir. Dolayısıyla 1990’ların ortası
araştırma ve geliştirme harcamaları açısından bir değişimi de beraberinde getirmiştir.
1990’ların ortasını bir dönüm noktası haline getiren Gümrük Birliği gibi dışsal
bir başka etmen, Dünya Ticaret Örgütü’nü oluşturan anlaşmalarda ve AB ile yapılan bir
anlaşmadan kaynaklanan teşvik ve sübvansiyonların kısıtlanması ve bunun yol açtığı
sonuçlardır.19 Türel’in de belirttiği gibi “bu kararlar ihracat performansına dayalı destek
ve sektörel bazlı seçici tedbirleri uygulanamaz hale” getirmektedir (Türel, 2001, s.102).
Bu durumda teknoloji politikaları benimsemek, sınırlı sayıdaki seçenekler arasında
bulunan “araştırma geliştirmenin teşvik edilmesi”, üniversite sanayi işbirlikleri ve
eğitime önem verilmesi önerilen çözümlerden biri olarak yaygınlaşmaya başlamaktadır
(Yentürk, 1991), (Türel, 2001).
18
“1995–97 döneminde Ar-Ge harcamaları %80 artış göstermiştir” (Taymaz, 2000, s.168).
19
DTÖ’yü oluşturan anlaşmalar: “Sübvansiyonlar ve Telafi edici önlemler anlaşması”, “Ticaret ile ilgili
yatırım önlemleri” (TRİMs) ve AB ile Mart 1995’te varılmış olan 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı.
Bkz. (Türel, 2001).
21
Ar-Ge harcamalarından en büyük payı alan sektörler aynı zamanda dış pazarlar
ile eklemlenmede en hızlı dönüşüm yaşayan sektörler olmuşlardır.20 İster
telekomünikasyon ve otomotiv gibi uluslararası sermayeyle eklemlenmiş olsun isterse
de tüketim elektroniği gibi yerli büyük holdinglerin etkin olduğu yoğunlaşma düzeyi
yüksek bir sektör olsun, dış rekabet yerli sermayenin önünde bu yönlerden önemli bir
eşik olmuştur. Yalnız, teknolojik gelişmenin, sermaye birikiminden koparılmaması
gerektiğini tekrar hatırlatmakta yarar var. Bu eşik, sermaye birikiminin hiyerarşik ve
eşitsiz yapısı içinde gelişen yerli sermayenin geneli için bir eşik değil duvardır, sadece
uluslararası sermayeyle eklemlenen, birikim düzeyi dış pazarlara açılabilme
kapasitesinde olan yerli sermaye kesimi açısından bir eşiği ifade etmektedir. Bu
kesimler açısından uluslararası pazarların getirdiği standartlaşma baskısı, ithal girdiyle
hafifletilmeye çalışılsa da, eklemlenilen uluslararası sermayeyle bağları
kuvvetlendirebilmek, ticaretin serbestleşmesiyle iç ve dış pazarda rakiplerle rekabet
edebilmek için teknolojik yeniliklere açık olmak zorunlu hale gelmiştir.21 1990’ların
ortası, Gümrük Birliği, krizler, finansal yeniden yapılanma, “neoliberal” politikalar gibi
uluslararası etkenlerin yanında yerli sermaye açısından, iç birikimin bu ihtiyaçları ile
gündeme gelmektedir.
Sonuç olarak; 1995 öncesi dışa açık birikimin niteliğini, imalat sanayinin
teknolojik özelliklerini, Ar-Ge harcamalarının sektörel dağılımını, teknoloji ve
verimlilik yönündeki artan ihtiyacın nasıl oluştuğunu açıklamaya çalıştık. Bu ihtiyaca
yönelik kurumların kurulabilmesi, embriyonik halde de olsa işler hale gelmesi ancak
1990’ların ikinci yarısından itibaren olanaklı olmuştur. Bu dönemlendirmeyi
temellendirirken, uluslararası pazarlara eklemlenme ile iç dinamikler arasındaki
kesişmeyi göstermeye çalıştık. 1980’lerde artan ihracatın, teknoloji düzeyi yüksek
olmayan, teknolojik yeniliği ilk başta gerektirmeyen emek ve kaynak yoğun sektörlere
dayanan yapısını vurguladık, buna karşın, imalat sanayi üretimi içinde ara malları ile
20
İmalat sanayi şirketleri üzerine yapılan bir çalışmada, yeniliklerin ve Ar-Ge etkinliklerinin bu
şirketlerin uluslararası rekabet edebilirlikleri üzerinde büyük oranda belirleyici olduğu sonucuna
varılmıştır (Özçelik ve Taymaz, 2004, s.409-424).
21
Dahası, ileride ayrıntılı açıklayacağımız gibi, teknolojik yenilik ve Ar-Ge harcamaları, kendi yapıları
gereği risklidirler ve miktarlarından çok daha büyük projeleri ifade ettikleri gibi, gerçekleşirlerse, bu
büyüklükte etkiler yaratırlar. Yani 1990’ların ortasında başlayan Ar-Ge destekleri, teknolojik yenilik
potansiyellerinin (ve risklerinin) çok küçük bir oranına verilen destektir.
22
sermaye malları üretiminin, orta ile yüksek teknolojili ürün üretiminin artmaya
başladığını gösterdik. Karşımıza çıkan ilk soruyu açıklamaya çalıştık: “Eğer teknolojik
yenilik gereksinimi, uluslararası rekabetin zorlaması ile gerçekleştiyse, bu neden dışa
açılmanın yaşandığı 1980’lerde hemen başlamadı?” Burada imalat sanayinin iç yapısını
(ileride genişçe açıklayacağımız ikili yapı), iç sermaye birikim sürecini merkeze alarak
teknolojik yenilik için hem üretim ölçeği, hem orta ve yüksek teknolojili sektörlerin
gelişimi açısından 1980’lerde koşulların olgunlaşmadığını vurgulamaya çalıştık.
Sorunun böyle ortaya konması, kuramsal çerçevemiz açısından “teknolojik değişmeyi
rekabet yaratır” biçimindeki önermenin eksikliklerini de açıklayacak ipuçları ortaya
koyar. Ancak bunların geliştirilmesi ve çözümlenmesi kuramsal çerçeve tartışıldıktan
sonra olacaktır. Bu çözümleme ayrıca 1996–2005 dönemini incelememizin nedenlerini
daha fazla açıklığa kavuşturacaktır.
22
Yükseler ve Türkan da (2006) benzer alt dönemlere ayırmaktadır. Kuşkusuz 2001 krizi sonrası dönemi
ayrı bir alt dönem olarak ele almamızı gerektiren yeniden yapılanmanın pek çok önemli ayağı
bulunmaktadır: Bu dönemde başlayan ve giderek kurumsallaşan “yapısal reform”lar, hukuksal
düzenlemeler, iş yasasının değişmesi vb. Bkz. Ercan (2003 ve 2005). Bunlara teşvikleri düzenleyen, 18
Ocak 2001’de yürürlüğe giren 2000/1821 sayılı karar da eklenebilir. Bu karar yatırım ve teşvikler
alanında köklü bir yeniden yapılanma anlamına gelmektedir. Türel’e göre böylelikle yatırım ile ticaret
politikası birlikteliği artık kopmuştur (Türel, 2001).
23
DPT’nin 2003 yılında yayınladığı rapora göre, İmalat sanayinin GSMH içindeki
payı 1980’de % 18,3 iken, 2000 yılında % 23’e, 2002 yılında ise yüzde 25,6’ya
ulaşmıştır (DPT, 2003).
Toplam istihdam içinde imalat sanayinin payındaki değişim, genel olarak imalat
sanayi ve üretimin yapısı açısından da önemli bir göstergedir. Dünya Bankası’nın
Türkiye İşgücü Raporu’na (2006) göre 1980 yılında 15 yaş ve üstü toplam istihdam
15.7 milyon iken, bunun 8.4 milyonu tarımda (%53), 2.3 milyonu sanayide (%15), 4.1
milyonu hizmetler sektöründe (%26), geriye kalan 900 bini ise inşaat sektöründe
çalışmaktadır. 2004 yılında ise 21.7 milyon olan toplam istihdamın, 7.4 milyonu
tarımda, 4 milyonu sanayide, 1 milyonu inşaat sektöründe, 9.4 milyonu ise hizmetler
sektöründe çalışmaktadır. Toplam istihdam içinde en fazla hizmetler sektörünün payı
artmış olmakla birlikte, imalat sanayi istihdamı da yaklaşık ikiye katlanmıştır.23 Buna
karşılık, nüfusun büyümesi bile, tarımdaki ölçülebilen, kayda geçirilebilen istihdamdaki
azalmayı durdurmamıştır (Dünya Bankası Türkiye İşgücü Raporu, 2006). OECD
verilerine göre, 2005 yılında istihdamın % 40,9’u hizmet sektöründe, % 24,2’si
sanayide, %34,9’u tarımda çalışmaktadır. Tarımın payında çarpıcı düşüşe karşılık,
sanayi ve hizmet sektöründe artış görülmektedir. Dönemin ortasında 1998 yılında
tarımsal desteklerin kaldırılması, tarımsal üretime yönelik uygulamalar, 1980’lerden
bugüne tarımsal istihdamın azalmasını daha da hızlandırmıştır. Bu durumun tarım dışı
istihdama yönelik yarattığı “emek arzı”nın büyüklüğü ileride imalat sanayine yönelik
dış koşulları belirleyen bir değişken olarak değerlendirilecektir. Sadece bu durumun,
imalat sanayindeki yedek işçi ordusunu artırdığını, bunun da zaten krizlerin ardından
baskılanan reel ücretlerin üzerinde ek bir baskı doğurduğunu belirtmek gereklidir.
23
Ele aldığımız konu teknolojik değişim ile sermaye birikimi arasındaki ilişki olduğu için ekonomik
göstergeler ve istatistik veriler hakkında iki çekince tüm çalışma boyunca saklı kalmaktadır, elverdiğince
bunlara karşı titiz davranmak gereklidir. İlki DİE ya da TUİK istatistiklerinin verilerindeki örneğin
işsizliğe dair, ya da “kayıtdışı”na dair sorunlar ile ilgilidir. İkincisi ise, tezin perspektifinden
kaynaklanmaktadır. Sadece katma-değer, verimlilik, kısmi ya da toplam faktör verimliliği gibi kavramlar
değil, aynı zamanda klasik iktisat tanımları açısından bile üretken sektör ayrımına uymayan hizmetler
sektörünün kapsamı, ücret ve birçok kategori, sermaye birikimine artı-değer kuramı merkezli yaklaşan
bir perspektif açısından ayıklanmadan, süzülmeden verili olarak alınamaz. Pek çok durumda ilk yaklaşım
(first approximation) olarak belirli ham verilerin yıllara göre değişme eğilimi gözetilmiştir çünkü birbirini
izleyen dönemlerde yapılan özdeş ölçütlere göre veri toplama işlemlerinde gerçekten de belirli bir eğilim
kendini açığa vurur.
24
İmalat sanayi üretimi, 1980–1990 döneminde yıllık ortalama % 7,1, 1990–2000
döneminde ise % 4.2 artış göstermiştir. Bu oran 2001 yılında % -9.5, 2002 yılında ise %
10.9 olarak gerçekleşmiştir. Güven Sak’ın belirttiğine göre, 1990 ile 2005 arasında
imalat sanayi kriz dönemleri dışında rekor büyüme aralıklarında seyretmiştir (Sak,
2007). Özellikle dönemin ikinci yarısında, yani 2002–2005 yılları arasında gerçekleşen
hızlı büyüme konusunda DPT raporu da benzer sonuçları vermektedir. DPT raporuna
göre, kriz dönemleri dışında imalat sanayinin katma değerinde önemli oranda yükselme
vardır. Katma değerdeki ortalama yıllık büyüme oranı 1980–90 döneminde % 6.6 iken
bu rakam, 1990–2000 döneminde % 4.2 olarak gerçekleşmiştir. 2001 yılında kriz
nedeniyle % -7.5 olurken, 2002 yılında % 9.4 gibi büyük bir artış gerçekleşmiştir (DPT,
2003). Kriz dönemlerinde özellikle özel kesim olmak üzere kapasite kullanım oranları
düşse de 2003–2005 arası %80 civarında gerçekleşmiştir. Kamu kesiminde kapasite
kullanım oranı daha yüksek ve istikrarsız iken, özel imalat sanayinde kapasite kullanım
oranları kriz dönemlerindeki düşüşler dışında genelde istikrarını korumuştur.
25
Tablo 2 Sab it Yatırı mları n Te knoloji G ru plarına Göre Dağılımı (1990–2005)
İmalat Sanayinde Yapılan Sabit Yatırımların Teknoloji Gruplarına Göre Dağılımı (1990–2005) %
Teknoloji Dağılımı
1991 yılında sabit sermaye yatırımlarının %33’e yakını yüksek ve orta yüksek
teknolojiye yapılmış iken, bu oran 1996 yılında %24,5’a düşmüş, 2001 yılında %28,3’e
çıkmış, 2005 yılında ise toplam sabit sermaye yatırımlarının %29,8’i bu teknoloji
düzeylerinde gerçekleşmiştir.
26
Tablo 3Yatırı mların Sektörlere ve Tekno loji Düzeyine Göre Dağılı mı (1990–2 005)
24
Bu tablo, kağıt, gıda, tekstil ve konfeksiyon gibi sektörlere yapılan sabit sermaye yatırımının nitel
içeriği konusunda bir bilgi vermiyor, nicelik gösteriyor. Bu sorun sadece içerilmiş teknoloji yönüyle değil
aynı zamanda konfeksiyona yönelik nanoteknoloji uygulamaları, boyama ve kesim tekniklerindeki
teknolojinin gelişimini hatırlatmak açısından dile getirilmektedir. Bu sabit yatırımlarda bu nitel içeriğin
bilgisine ulaşmak olanaklı değildir.
27
sonra gelmektedir. Bundan sonra gelen sektör ise orta-yüksek teknolojideki taşıt
araçlarıdır. Otomotiv sanayinin payı ara mallarından sonra %10’a yaklaşan bir paydır.
Bu teknoloji düzeyi içinde otomotivden sonra, elektrik makinaları, kimya sanayi ve
makina imalat sanayinin sabit yatırımlardan aldığı pay da dikkate değerdir. Bu tablo, 15
yıllık bir döneme yayılmış sabit sermaye yatırımlarının ortalamasını
değerlendirmektedir. Bu dönem içinde yatırımların değişimi ve ağırlıklarında değişimi
göstermemektedir. Yatırım malı niteliğindeki üretim araçları üretimini incelerken
göreceğimiz gibi, özellikle otomotiv sanayinde ve elektronik sanayinde 1995–2000
arasında yapılan yüksek yatırımları göz önünde bulundurursak, orta yüksek teknolojinin
payındaki göreli artışa en büyük katkının bu dönem içinde olduğu sonucuna varabiliriz.
Tekstil gibi ihracatta ve üretimde temel yeri olan emek yoğun sektörlerde
yaşanan gerilemeye, kaynak yoğun sektörlerin payındaki göreli azalmaya karşılık
makina kullanımının artması üretimde göreli artı değer elde etme ve üretkenliği bu
yönde artırma yönündeki çabaları gösterdiği kadar, içerilmiş teknoloji transferiyle
belirli bir teknolojik değişimi de beraberinde getirmektedir.
28
büyümüştür.25 İmalat sanayi içinde tüketim malları hala en büyük oranı kapsamasına
karşın, 1998–2005 arasında üretimdeki büyüme neredeyse durgunluğa yakın olmuş,
oysa özellikle yatırım mallarında kayda değer bir miktarda olmak üzere, ara mallar
üretiminde de büyüme devam etmiştir. Belirtilen dönemde yatırım malları grubundan
Haberleşme ve radyo TV cihazları imalatı sektörü (yıllık ortalama üretim artış oranı
%17.39), Motorlu Kara taşıtları imalatı (%11.01), Büro, muhasebe ve bilgi işlem
cihazları imalatı (%9.66) en hızlı üretim artışı gösteren alt sektörler olmuşlardır. Ara
malları üreten grubun içinden ise, Plastik ve Kauçuk ürünleri imalatı (%9.21) ile Ağaç
ve mantar ürünleri imalatı (%7.23) kayda değer üretim artışı ortalaması yakalamışlardır
(Yükseler ve Türkan, 2006, s.58).
25
Dönemin ikinci yarısında, yani 2003–2005 yılları arasında bu eğilim daha da güçlenmiştir: “Bu
dönemde, imalat sanayi genelinde ortalama yıllık üretim artışı yüzde 8.2 iken, ara malları grubunda yüzde
7.7, yatırım malları grubunda ise yüzde 19.9 olmuştur. Tüketim malları grubunda üretim gerileme
göstermiştir” (Yükseler ve Türkan, 2006, s.59).
29
Tablo 4 İmal at sa nayi nde üretimde çalış anlar, reel ücret ve işgücü verimliliği
Bu tabloya göre, imalat sanayinde çalışanların sayısı 1997 ile 2001 yılları
arasında düşmüş, 2001 ile 2005 arasında ise bu düşülen noktadan biraz yükselmiştir.
1997 yılı 100 alındığında 2001 yılında çalışanlar endeksi 81,7’ye düşmüş, 2005 yılında
ise biraz yükselerek 84,8’e çıkmıştır. 1998 ile 2005 arasında imalat sanayinde
çalışanların sayısı yılda ortalama %2 gerilemiştir. 2001–2005 yılı ayrı tutularak
incelenirse, istihdam düştüğü yerden yılda ortalama %0,9 artmıştır. Ancak dönemin ilk
yarısında kaybettiği istihdamı tekrar yerleştirememiştir.
30
çalışanların %52.15’i tüketim malları üretiminde çalışırken, 2005’te bu oran %46.68’e
düşmüştür. Buna karşılık ara malları üretiminde çalışanların imalat sanayinde
çalışanların toplamına oranı %27.72’den %29.06’ya yükselmiştir. Yatırım mallarının
istihdam payı ise %20.13’ten %24.26’ya yükselmiştir.
31
Bu çarpıcı bir sonucu da ortaya çıkarmaktadır. Üretimde ara ve yatırım
mallarından kaynaklanan bu göreli hızlı büyüme artışı, büyük bir istihdam yaratmamış,
öte yandan varolan istihdam yapısı içinde yatırım ve ara malları üretiminde istihdam
daha hızlı büyümüştür. Bu da yatırım ve ara malları sektörlerinin teknolojik
düzeylerinin daha yüksek olması ile ilgilidir. Burada sağlanan büyüme, emek yoğun ve
kaynak yoğun sektörlerde olduğu gibi istihdama aynı oranda yansımamaktadır.
Makinalaşma, yeni fabrikaların kurulması; otomasyon ve komple yeni yatırımlar ile
istihdam alanı açılsa da, tam da bu makinalaşma yüzünden yaratılan ek istihdam aynı
oranda fazla olmamaktadır. Bu geç kapitalistleşen ülkelerde teknoloji seçiminin ve
yönetiminin hatalı olmasından dolayı böyle değildir, bunu ileri sürmek bir başka
teknoloji fetişizmi örneğidir. Aksine kapitalizmin doğası gereği, teknoloji seçimi değil
sermaye birikiminin koşulları gereği böyledir. Bunu ileride geç kapitalistleşme ve
teknoloji bölümünde açıklayacağız.
32
Tablo 5 İmal at Sa nay i Üretim ve İ hracat M iktarı Ende ksi
Tabloda görüldüğü gibi 1997 ile 2005 arasında imalat sanayi üretimi 1997’de
100 birim iken 2005 yılında 129,7 birime çıkmıştır. İmalat sanayi üretiminde 1999 ile
2001 yıllarındaki kriz nedeniyle düşmeler gerçekleşmişse de üretim artmıştır, sanayi
yılda ortalama % 3,3 büyümüştür (Yükseler ve Türkan, 2006, s.28). Bu tabloda
yukarıdaki sonuçları desteklemektedir. Üretimdeki yıllık büyüme hızı, tüketim
mallarında yüzde 0,7, ara mallarında yüzde 3,5 ve yatırım mallarında yüzde 6,0 olarak
gerçekleşmiştir. Öte yandan, 1997 yılında imalat sanayindeki içinde ara malları ve
yatırım malları üretimi, toplam üretimin %69,4’ünü oluşturmaktadır. Bu bile başlı
başına 1980 sonrası dışa yönelik sermaye birikimi rejiminin geldiği nokta ve temel
özelliğini belirtmek açısından önemli bir noktayken, 8 yıl içerisinde yatırım malları
üretimi 100 birimden 159,5 birime artarken, bunu ara malları üretimi izlemiştir. Ara
malları üretimi 100 birimden 131,4 birime çıkmıştır. Buna karşılık tüketim malları
üretimi ise pek değişmemiştir; 1997’de 100 birim iken 2005’te 105,5 birime çıkmıştır.
1996 ile 2006 yılları arasında Türkiye’nin dış ticaret hacmi, yaklaşık 67 milyar
dolardan özellikle dönemin ikinci yarısında hızlı bir artış göstererek, 224 milyar dolara
çıkmıştır. Dış ticaret açığı başlangıçta 20 milyar dolar iken zaman zaman düşse de
özellikle dönemin ikinci yarısında artarak 2006 yılında 53 milyar dolara yaklaşmıştır.
Tüm bu dış ticaret hacmi içinde teknolojik bileşim de değişmektedir. İmalat sanayinde
ihracattaki değişimin göreli ağırlığı, ara mallar ve sermaye malları üretimine
33
yönelmiştir.27 Bu dönem içinde yatırım malları ihracatı 6 kattan fazla artmıştır. Üretilen
ara mallar ile yatırım mallarının ihracatı bu dönem sonunda neredeyse 5 katına çıkmıştır
(1997’de 200 birim iken 2005’de 926,8 birime çıkmış). Buna karşılık tüketim mallarının
ihracatı 1,8 kat artabilmiştir.
27
Dış Ticaret Müsteşarlığı uzmanı Murat Ertekin de benzer bir sonuca ulaşmaktadır: “…en dikkat çekici
nokta, yatırım malları ihracatının toplam ihracat içindeki payında görülen artıştır. … Bu durum, ihracatın
kompozisyonundaki önemli bir değişikliğe işaret etmektedir. … Yani Türkiye yatırım mallarını kendisi
üretme aşamasına geçmektedir” (Ertekin, 2005).
34
ikisinde de teknolojik düzey gruplandırmasında OECD ölçülerinden yararlanacağız.28
Bu sınıflandırmaya göre, imalat sanayinde yaratılan katma değerin teknoloji düzeylerine
göre payları 1985 ile 2005 arasında şöyle değişmiştir:
Tablo 6 İ mal at Sa nayii nde Te kn oloji D üzeyine G öre Yaratıla n Kat ma Değer Payı
İmalat Sanayiinde Teknoloji Düzeyine Göre Yaratılan Katma Değer Payı (%)
Görülebildiği gibi imalat sanayi katma değeri içinde yüksek teknolojinin ve orta-
yüksek teknolojinin payı artma eğilimindedir. Ele aldığımız dönem içinde düşük ve orta
düşük teknolojinin imalat sanayi katma değeri içindeki payı, 1985 yılında %74,6 iken
1995–2005 arasında %73’ten %71,2’ye düşmüştür. Düşük ve orta-düşük teknolojili
ürünler imalat sanayinin geneli içinde mutlak değer olarak en büyük payı korumaktadır;
ancak görüldüğü gibi düşme eğilimindedir. Yüksek ve orta yüksek teknolojinin imalat
sanayi katma değeri içindeki payı ise artmaktadır; 1985 yılında % 25,4 iken 1995–2005
arasında %27’den %28,8’e çıkmıştır.
28
OECD’nin teknolojik düzey gruplandırması şöyledir: Yüksek Teknoloji Sektörleri: Hava Taşıtları,
Uzay Araçları, Aksam ve Parçaları; Eczacılık ve Eczacılık Ürünleri; Ofis, Muhasebe ve Bilgi İşlem
Makinaları; Radyo, Televizyon ve İletişim Malzemeleri; Medikal Optik Alet ve Cihazlar. Orta Yüksek
Teknoloji Sektörleri: Elektrikli Makina ve Cihazlar Aksam ve Parçaları; Motorlu Taşıtlar, Römorklar,
Yarı Römorklar; Kimyasal Maddeler (Eczacılık Ürünleri Hariç); Demiryolu Ulaşım Araçları ve
Taşımacılık Malzemeleri; Makina ve Cihazlar, Aletleri ve Parçaları. Orta Düşük Teknoloji Sektörleri:
Kömür, Rafine Petrol Ürünleri ve Nükleer Yakıt; Kauçuk ve Plastik Ürünler; Diğer Mineral Ürünler
(Metallerden Oluşmayan), Gemiler ve Suda Yüzen Araçlar; Temel Metaller; İşlenmiş Metal Ürünler
(Makinalar için olanlar hariç). Düşük Teknoloji Sektörleri: Diğer Yerlerde Sınıflanmayan İmalat
Sanayi; Ağaç, Kâğıt, Kâğıt Ürünleri, Baskı ve Yayıncılık; Gıda Ürünleri, İçecekler ve Tütün; Tekstil,
Tekstil Ürünleri, Deri ve Ayakkabı. Doğal Kaynak Yoğun Sektörler ise yukarıdaki sınıflandırmaların
dışında kalan diğer sektörlerdir (Canlı Hayvanlar, Tarım ürünleri, gibi).
29
“Türkiye’nin 2005 yılı verilerine göre imalat sanayiinin katma değerinin yaklaşık %71’ini düşük ve
orta-düşük teknoloji gruplarından sağladığı görülmektedir” (MMO, 2008, s.44).
35
İmalat sanayi üretiminin teknolojik düzeyi böyle iken, 1996 ile 2005 yılları
arasında ihracatın teknolojik bileşimindeki değişimi ise aşağıdaki tablo yansıtmaktadır:
1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yüksek teknoloji 2,9 3,6 5 6,1 7,1 6 5,7 6,1 6,3 5,6
Orta Yüksek teknoloji 16,0 14,6 15,0 17,6 18,7 21,1 22,6 24,3 26,2 26,6
Orta Düşük Teknoloji 18,4 18,8 18,0 18,0 18,6 20,7 21,1 21,0 24,1 24,9
Düşük Teknoloji 51,1 51,7 51,0 48,2 47,2 44,1 43,8 42,2 37,4 36,0
Doğal Kaynak 11,4 11,1 10,9 9,9 8,1 7,8 6,5 6,2 5,8 6,7
Toplam Pay 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100
Kaynak (İGEME, 2007, s.18–19).
Bu tabloya göre, incelediğimiz dönem içinde orta teknolojilerin ihracatında
yükselme eğilimine karşılık, düşük teknoloji ihracatının payındaki düşme açık bir
biçimde görülür. 1996 yılında düşük ve orta düşük teknolojinin ihracat içindeki payı
%69,5 iken, 2000 yılında %65,8, 2005 yılında ise %60,9’a düşmüştür. Buna karşılık
yüksek ve orta-yüksek teknolojinin ihracattaki payı, 1996 yılında %18,9 iken, 2000
yılında %25,8, 2005 yılında ise %32,2’ye çıkmıştır.
Bir başka gerçek ise yüksek teknolojinin payının dönemin ilk yarısında
yükselmesi, ikinci yarısında ise durağanlaşmasıdır. Buna karşılık ihracatın toplam
bileşimindeki payına göre, doğal kaynak yoğun ürünlerin ihracatında belirgin bir düşüş
vardır.
36
Tablo 8 İhracat ve Üretimi n Te kno loji k Dü zey K arşıla ştırması (199 6–2004)
Türkiye AB(1)
Teknoloji Seviyesi % İhracat Üretim İhracat Üretim
1996 2004 1996 2003 2001 1999
Yüksek 2,8 6,8 3,3 3,5 23,5 12
Ortanın Üstü 18,2 28,0 17,2 20,6 40,2 31
Ortanın Altı 21,0 25,6 27,0 22,9 15,3 24
Düşük 58,0 39,7 52,5 52,9 20,8 33
TOPLAM 100,0 100,0 100,0 100,0 100,0 100
Kaynak OECD Science, Technology and Industry Scoreboard, 2003 (193–4, 225–6)
30
Yusuf Türkoğlu’nun hazırladığı İGEME raporu (İGEME, Türkoğlu, 2007) ve OECD raporları da
(OECD Statistical Compendium, 2006) benzer sonuçları doğrulamaktadır. Diaa Nouredin, Manuel
Albaladejo ve Nihal El Megharbel'in 1990-2004 arasında ihracatın teknolojik yapısını değerlendirdikleri
çalışma da benzer sonuçlara ulaşmaktadır (Aktaran Ersel, 2007).
37
teknoloji üretiminin yeri (%52,9) belirleyicidir ve AB üretim ortalamalarına (%33) göre
epey yüksektir. Orta düzey teknolojinin üretiminde düşük düzeye göre daha yakın
ortalamalar olmasına karşın, ihracat içindeki paylar gözetildiğinde durum farklıdır.
Türkiye imalat sektörünün orta düzey teknolojiler ihracatında alt orta düzeyde etkin
olduğu, AB ortalamasına göre Türkiye’de üst orta düzeyde ihracatın payı daha azdır.
İleri teknoloji ürünlerin üretiminde ve ihracatında Türkiye AB ülkelerine göre epey
geridedir.
38
5.000.000
4.500.000
Hava Taşıtları, Uzay Araçları,
4.000.000 Aksam ve Parçaları
3.500.000 Eczacılık ve Eczacılık
3.000.000 Urünleri
Bin USD
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
Yıllar
31
“Elektronik, ihracatı son yıllarda yükselen bir alt sektör olarak dikkat çekmektedir. Başta Beko ve
Vestel firmaları aracılığıyla yapılan ihracatın ağırlıklı bir kısmı dâhili işlem rejimi çerçevesinde
yapılmaktadır. 2004 yılında 3,4 milyar dolar olarak öngörülen ihracat için 2,6 milyar dolarlık ithalat
gereği bildirilmiştir. Bu anlamda sektörde ithal girdi kullanımı ihracatın yüzde 77’si gibi oldukça yüksek
bir orana ulaşmaktadır. Genelde ithal girdi kullanımının yüzde 66,5 olduğu hatırlandığında, elektroniğin,
dâhili işlem rejimi ile ihracat yapan sektörler içinde ithal girdi kullanımı en yüksek sektör olduğu
görülmektedir” (Sönmez, 2005, s.36).
39
Dâhilde işlem rejimi ile ithalata bağımlı bir üretim yapısının sonucu üretilen artı
değerden yerli üretken sermayeye düşen payın (katma değerin) sınırlanması,
kısıtlanmasıdır. İleride ayrıntılı biçimde işleyeceğimiz elektronik sektörü içinde tüketim
elektroniği yan sanayi ilişkisin en zayıf sektörlerdendir. Bu yüzden temel girdileri olan
elektronik tüp, panel ekran, elektronik valf, mikro işlemci gibi parçaları ithal
etmektedir. Oysa tam da bu alan tüketim malı olan radyo ve televizyonun üretimine
giren üretim aracı niteliğindeki yatırım mallarını oluşturmaktadır. Yani tüketim malı
ihracatındaki artışın çekişiyle artan parça ihtiyacı üretim aracı olarak ağırlıklı biçimde
içeride üretilmemekte, ithalata bağımlı kalmaktadır.
Sektörün önemli şirketlerinden olan TUSAŞ Motor Sanayi (TEI) 1985 yılında
ABD şirketi General Electric ile ortak olarak kurulmuştur. Askeri ya da ticari uçak
motoru ve aksamı üretmektedir. 1998 yılında tamamlanan uçak motoru F110
projesinden sonra askeri uçak motorları ve NATO uçakları için motor üretimine devam
etmiştir. 2003 yılında TUSAŞ Genel Müdürü Tayfun Mutlu’nun Türkiye İhracatçılar
Meclisi dergisi Turkishtime’a yaptığı açıklamaya göre, şirket, Ar-Ge çalışmalarıyla
gerçekleştirilen bilgisayar destekli tasarım ve bilgisayar destekli mühendislik
uygulamaları çerçevesinde somut projeler üretme çabasına 1996 yılında başlamıştır
(Turkishtime, Ağustos-Eylül 2003). İncelediğimiz dönemde, Tusaş, hem yedi Avrupa
ülkesiyle ortak “Geleceğin Büyük Uçağı” projesine hem de ABD ve İngiltere ile birlikte
40
Müşterek Taarruz Uçağı projesine girmiştir. Eskişehir’deki üretim biriminde genel
olarak uçak motoru ve motor aksamı üretmektedir.
Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar’ın 2005 yılında yaptığı bir açıklama ile
uçak ya da helikopter üretmek yerine doğrudan tedarik edileceği belirtilmektedir. Aynı
açıklamada müsteşar havacılık taşıtları ve aksamlarının üretiminde yerli Ar-Ge ve
tasarımın durumu hakkında ilginç ipuçları vermektedir: “Savunma sanayisinde ortak
imalattan vazgeçiyoruz. Çünkü ortak imalat, çok kalıcı faydalar bırakmıyor. Bir
savaş uçağı, helikopter geliştirme imkânımız henüz yok. Bu uçak ve helikopterleri
doğrudan satın alacağız. Ancak bunların görev bilgisayarları ve sistem entegrasyonlarını
biz imal edeceğiz”(Radikal, 7 Temmuz 2005). Yani ihracattaki önemli büyüme gösteren
havacılık sanayi, temel parçaların imalatında, bu konudaki araştırma, geliştirme ve
tasarımda büyük oranda yabancı ortağa bağımlı çalışır gözükmektedir.
Sonuç olarak yüksek teknoloji ihracatının içinde gerek en büyük payı tutan
radyo televizyon üretimi gerekse de en yüksek artış oranına sahip havacılık sanayi,
üretim araçları üretimindeki teknolojik gelişimi göstermek açısından bir ilerleme
göstermekle birlikte başlıbaşına olumlu bir sonuç ortaya koymamaktadırlar. Bu sınırlı
teknolojik ilerleme düzeyi ileride endüstriyel elektronik sektörü incelenirken ayrıntılı
incelenecektir. Ancak şu anki genellik düzeyinde şunu belirtebiliriz: radyo televizyon
tüketim malı olarak, büyük oranda dâhili işlem rejimi kapsamında ve ithalata
bağımlı biçimde üretilmektedir; üstelik ithalata bağımlı olanlar gerek yüksek
teknoloji açısından en merkezi elektronik aksam ve parçalardır gerekse de bizzat
üretim aracı niteliği taşıyan teknolojik düzeyi yüksek ara mallarıdır. Hava taşıtları
ihracatının ağırlığını taşıyan motor ve motor aksamı ihracatı, yabancı şirketle
yapılan ortaklığın getirdiği sistem entegrasyonu, tasarım ve Ar-Ge yetisi dışında
yeni bir yeti yaratmış gözükmemektedir, bu anlamıyla yabancı ortağa bağımlı bir
teknoloji yükselmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat “teknolojik bağımlılık”
belirttikten sonra bu genellik düzeyinde kalmak, teknoloji üretiminin kademelenen
41
yapısının getirdiği değişiklikleri görememekle sonuçlanacaktır. Üretim araçları
niteliği taşıyan ve yüksek teknolojili sektörlere daha yakından bakmak gereklidir.
Bunu sonraki bölümde yapacağız. Ancak burada televizyon alt sektöründe
üretimde ve ihracattaki parlak yükselişi gözetilirse şu kesindir: Yüksek teknolojili
metaların ihracatında ve üretimindeki yükselişin parlak tablosu, üretim araçları
üretim ve bu alandaki teknolojik içerik açısından değerlendirildiğinde aynı
düzeyde gözükmemektedir.
25.000.000
Kimyasal Maddeler
10.000.000 (Eczacılık Hariç)
Demiryolu Ulaşım Araçları ve
5.000.000 Taşımacılık
Makina ve Cihazlar
0
TOPLAM ORTA-YÜKSEK
TEK. İHRACATI
96
97
98
99
00
01
02
03
04
05
19
19
19
19
20
20
20
20
20
20
Yıllar
42
taşıt ihracatı (kamyonet, kamyon, otobüs, minibüs vs.), otomobil ihracatı32, beyaz eşya
ihracatı ve daha sonra da takım tezgâhı ihracatı orta yüksek teknoloji içinde belirleyici
konuma sahiptir. Üretim aracı niteliğindeki taşıtlar ve makinalar ile tüketim aracı olan
binek otomobiller ve beyaz eşya imalatı ilerleyen bölümde ayrıştırılarak incelenecektir.
Burada sadece ihracatın orta yüksek teknoloji bileşimini oluşturan kalemler içinde
üretim aracı olanlar ile tüketim malı olduğu halde yatırım malı kategorisine sokulanları
ayırt etmek, bu teknolojik düzeyin bunlar arasında nasıl pay edildiğini göstermeye
çalıştık.
Motorlu taşıt üretimi de sadece tüketim malı olarak değil üretim aracı niteliği
taşıyanları da kapsamak üzere, dâhilde işlem rejiminden yararlanan alt sektörler
arasındadır.33
Orta yüksek teknoloji ihracatında bundan sonra gelen diğer kalemin buzdolabı,
çamaşır ve bulaşık makinası gibi elektrikli ev eşyası olduğunu daha önce belirtmiştik.
ISIC Revize 3.’e göre elektrikli ev eşyaları, özel ve genel amaçlı makinaların da dahil
olduğu makina ve teçhizat üretimine girmektedir. Bu sektör içinde elektrikli ev eşyası
dış ticaretinden sonra makina imalat sanayinin dış ticareti gelmektedir. Dolayısıyla eğer
orta yüksek teknoloji ihracatı ve üretiminde üretim araçları imalatının ağırlığına
bakacaksak, dış ticarette bu teknoloji düzeyinde ilk sıralarda yer alan, tüketim malı
statüsünde yer alması gereken binek otomobillerinin ve beyaz eşya dış ticaretinin
yarattığı etkiden arındırarak düşünmemiz gereklidir. Üstelik motorlu taşıt üretiminde
olduğu gibi beyaz eşya üretiminde de dâhili işlem rejimi dış ticaretin önemli bir
bileşenidir. Mustafa Sönmez’in aktardığına göre, bu sektörde üretilenleri ihraç
edebilmek için %66 ithal etmek gerekmektedir (Sönmez, 2005, s.37).
Tıpkı motorlu taşıt üretiminde olduğu gibi ithalata bağımlı sektörün özellikle
dönemin ikinci yarısında değerlenen TL ile birlikte kar oranı sınırlanmakta, ürettiği artı
32
Mustafa Sönmez 2004 yılı verilerine dayanarak şu bilgiyi verir: “Toplam ihracatımız içinde %15,1’lik
paya sahip olan taşıt araçları ve yan sanayi sektörünün ilk üç büyük ihraç kalemini, eşya taşımaya mahsus
motorlu taşıtlar, binek otomobilleri ve otobüsler grubu oluşturmaktadır” (Sönmez, 2005, s.34).
33
“Alt sektörler itibariyle 2004’te, dâhilde işleme rejiminden en yüksek miktarda yararlanan sektör taşıt
araçları oldu” (Sönmez, 2005, s.34). Bu içeride işleyerek ihraç etmek taahhüdüyle yapılan ithalatı da
artırmaktadır. Motorlu taşıt ithalatı, orta yüksek teknoloji ithalatının %29,6’sını oluşturmaktadır (İGEME,
2007, s.14).
43
değerden aldığı pay, “katma değer” daralmaktadır. Bu ise reel ücretleri baskılayarak,
verimliliği artırarak, yeni üretim teknolojilerinin yanı sıra üretim örgütlenmelerini de
düzenleyerek gerçekleşmektedir. Bu sadece dönemin ikinci yarısında böyle değildir,
sadece krizden sonra bu tür önlemlerin basıncı daha belirgin hale gelmiştir.
Orta yüksek teknoloji ihracatında diğer kalem olan genel ve özel amaçlı makina
ihracatının yapısı ile teknolojik düzeyin anlamını ayrı bir bölümde ileride ele alacağız.
20.000.000
Kömür, Rafine Petrol Ürünleri
18.000.000
ve Nükleer Yakıt
16.000.000
Kauçuk ve Plastik Ürünler
14.000.000
12.000.000
Bin USD
97
98
99
00
01
02
03
04
05
19
19
19
20
20
20
20
20
20
TEK. İHRACATI
Yıllar
Görüldüğü gibi, orta düşük teknoloji ihracatında en yüksek payı (%40) temel
metal ihracatı almaktadır. Orta düşük teknoloji genelde ara mallardan oluşmaktadır.
Sadece gemi ve suda yüzen araçların bir kısmı üretim araçları niteliğindeki yatırım
malları kapsamına girmektedir. Gemiler ve sudan yüzen araçlar, ihracat payı olarak
düşüktür, ancak 1996–2006 arasında yıllık ortalama büyüme oranı %46 olarak
gerçekleşmiştir; bu orta-düşük teknoloji üretimi içinde en yüksek orandır.34 Bu oranın
34
Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu üyesi Aslı Odman sektör hakkında şunu
söylüyor: “Türkiye gemi inşaat sanayiinin uzmanlık alanı orta boylu tankerler, bu alanda Avrupa’nın baş
üreticisi konumdayız. Bir de megayatlar yapılıyor. Ama esas kazaların olduğu üretim alanı tankerler.
Niye Türkiye tercih ediliyor: Hem Avrupa’ya yakın hem de işçilik ucuz. Sektörde “yerli sermaye” var
44
çalışanlar açısından nasıl sağlandığı ise sektörde artan iş güvencesiz çalıştırma,
taşeronlaştırma ve iş kazaları ile açığa çıkmaktadır.35 Öte yandan bu sektörün ithalatı
incelediğimiz dönemde toplamda en büyük payı taşımamasına karşılık, en büyük artışı
göstermiştir. Tüketim malı olarak kullanılanlar dışarıda bırakılırsa, taşımacılık için
kullanılan gemi ithalatının gösterdiği bu artış, kur düşüklüğünün yanı sıra, üretim aracı
olarak taşımacılıkta kullanılan gemi alımının arttığını göstermektedir.
Orta düşük teknoloji ithalatında büyüklük olarak en büyük payı temel metaller,
ardından da kömür ve petrol ürünleri sektörleri yani ara mal sektörleri almaktadır.
30.000.000
Diğer Yerlerde Sınıflanmayan
25.000.000 İmalat Sanayi
Ağaç, Kağıt, Kağıt Ürünleri,
20.000.000 Baskı ve Yayıncılık
Bin USD
97
98
99
00
01
02
03
04
05
19
19
19
19
20
20
20
20
20
20
Yıllar
fakat ithal girdi oranı yüzde 60’larda; en pahalı motorlar, ana hammade olan çelik bile yurtdışından,
Ukrayna’dan, Romanya’da geliyor. Başka bir tabirle sektörde, “en yerli olan” ucuz işçilik” (Milliyet, 17
Ağustos 2008).
35
“Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki ana iş (çelik profilleri işlemek) hukuka aykırı bir şekilde ve %90’a
varan oranlarda irili ufaklı taşeron şirketlere kaydırılmıştır. Bu iş güvenliği, emek maliyeti, sosyal
hakların da bu esas işveren olan tersane sahipleri tarafından, bu yükü taşıyamadığı aşikâr olan ‘zayıf ve
küçük işletmelere’ aktarımıdır. Tuzla’da ölen işçilerin çoğu taşeron işçileridir” (Tuzla Tersaneler
Bölgesindeki Çalışma Koşulları ve Önlenebilir Seri İş Kazaları Hakkında Rapor, 2007).
45
ayakkabı üretim sektörünündür (%73). Buna karşılık bu sektörün 1996–2006 yılları
arasında ortalama yıllık büyümesi orta düşük teknolojilere göre düşüktür (İGEME,
2007, s.17). İhracattaki büyüklük payı açısından bundan sonra gıda, içecek ve tütün
ürünleri (%15) gelmektedir, onu izleyen, ağaç ve kâğıt ürünleri ihracatıdır.
46
ve çalışma koşulları yönünde basınç giderek artmaktadır. Birim işgücü maliyeti, bu
basıncı değerlendirebilmek için iyi bir göstergedir. Şöyle tanımlanmaktadır:
İlkinde, birim saat başına cari ücretlerin, birim saat başına üretime oranı, üretici
fiyatları ile düzeltilirken (deflate)36, ikincisinde belirli bir döviz sepeti37 ile düzeltilir.
Yani işgücünün üretim ile kıyaslanan maliyeti ilkinde ülke içi enflasyondan arındırılır,
ikincisinde ise döviz kurlarındaki değişimden arındırılır. Dolayısıyla ilki fiyatlardaki
değişimden arındırılmışken, ikincisi daha çok uluslararası pazar ile bütünleşmiş, dış
ticarete yönelik birim işgücü maliyetini yansıtmaktadır. İkincisine, dünya ekonomisi
açısından Türkiye’deki iş gücü maliyeti (emek gücünün ücreti) demek olanaklıdır.
Yükseler ve Türkan’ın raporunda birim işgücü maliyetine bakıldığında 2001 krizi
nedeniyle düşen maliyetler görülebilmektedir.
140
120
100
Kur Sepeti Bazlı Birim
80 İşgücü Maliyeti
60 Sektör Fiyatları Bazlı
Birim İşgücü Maliyeti
40
20
0
1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yıllar
36
Burada saat başına nominal ücretin üretici fiyatları yani TEFE ile deflate edilmesine dikkat etmek
gereklidir. Söz konusu maliyet işçinin geçimi değildir, yani TÜFE endeksi kullanılmaz. Maliyet,
kapitaliste maliyettir, birim üretimle kıyaslanan nominal ücret bu nedenle üretici fiyatlarındaki
değişmeden arındırılır.
37
Yükseler ve Türkan, bu döviz sepetini (1 $+0.77 Euro) olarak ağırlıklandırıyorlar (Yükseler ve Türkan,
2006, s.72).
47
Burada iki maliyet arasındaki makası özellikle vurgulamak gerekiyor. 2001
sonrası döviz kuruna göre olan birim işgücü maliyeti, TL’nin değerlenmesi nedeniyle
yükselirken, TEFE’ye göre birim işgücü düşmeye devam etmektedir. “2000 yılı ve
sonrasındaki reel ücret gerilemesi ve işgücü verimliliğindeki artış, döviz kurundaki
değerlenmenin olumsuz etkisini sınırlandırarak, ihracat performansının sürmesine
katkıda bulunmuştur” (Yükseler ve Türkan, 2006, s.40). Yani 2001 krizi sonrası imalat
sanayi, ihracat performansını sürdürebilmek, elde edilen katma değeri düşürmemek için
reel ücreti baskılamak ve verimliliği artırmak yönünde bir eğilimi artarak
sürdürmektedir. Çünkü makas açılmaktadır. Dış pazarlarda rekabet eden sektörler
açısından birimi işgücü maliyeti döviz bazında yükselmektedir. Ülke içinde emeğin
yeniden üretimi açısından, reel ücretler baskılansa ve düşse de dışarıda TL’nin
değerlenmesinin etkisiyle karlılık sınırlanmaktadır. Bu durumda zaten baskılanan reel
ücretlerin daha fazla baskılanmasının sınırları bulunmaktadır, üstelik emek sürecinde
mutlak artı değer çekmenin de belirli sınırları vardır. İleride de görüleceği gibi bu
durumda verimliliği artırmak, üretim teknolojilerinde yeniliği olduğu kadar üretim
örgütlenmesinin yönetimi ve denetiminde yeniliği de anlatmaktadır. Tam zamanında
üretim (JİT), esnek çalışma bu gibi yöntemler arasındadır. Özellikle TL’nin
değerlenmesine karşılık ihracatını artırmaya devam eden otomotiv gibi sektörler için bir
yandan reel ücretleri baskılama, istihdamda göreli bir artış yaşanırken, döviz sepetine
göre birim işgücü maliyetindeki artışı karşılamanın en etkin yolu olarak bu ortaya
çıkmıştır. İleride yatırım malı olarak üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretimi
incelendiğinde, uygulamaya konulan esnek çalışma, envanter takip yöntemleri, tam
zamanında üretim gibi yöntemlere değinilecektir. Elbette ki, bu üretim yöntemlerinin
kullanılabilmesinin bir koşulu da üretim yerinde uygulamaya sokulması gereken
teknolojik yeniliklerdir.
Ele aldığımız dönemin ikinci yarısında Türk lirasının aşırı değerlenmiş olması,
dış ticaret açısından bakıldığında ihracat üzerinde daha fazla üretim performansı basıncı
yaratırken (bu da reel ücretler üzerinde baskıyı, verimliliği artırmayı zorlamaktadır) öte
yandan da giderek daha fazla ara mal ve yatırım malının, girdi olarak ithal edilmesi
sonucunu doğurdu. Aşırı değerli Türk lirası, ithalatı yerli ürünlere göre kimi alanlarda
48
daha üstünlüklü hale getirmiştir. Bu ise endüstri içi ticaretin yüksek olması, dünya
piyasalarıyla ara girdi ve nihai ürün ithalatı yoluyla eklemleşme düzeyinin yüksek
olması (TÜSİAD, 2005b)38 demektir. Yani uluslararası üretken sermayenin
devreleriyle ve meta zincirleriyle iç içe girmiş bir üretim yapısı vardır. Özellikle
üretimi ve ihracatı artan ürünleri üreten sektörlerin çoğu aynı zamanda ithal girdi
kullanımında da ön sıralarda yer almaktadırlar. Yine TÜSİAD raporuna göre, başta
yüksek teknoloji ürünleri olmak üzere, ilgili ihracatın ilgili ithalatı karşılama düzeyi çok
düşük seviyededir (TÜSİAD, 2005b).
38
“Uluslararası ürün piyasalarındaki yükselen ürünler açısından Türkiye’nin üretim yapısını
değerlendirildiğinde, dünya piyasasıyla ara girdi ve nihai ürün ithalatı yoluyla eklemleşme düzeyinin
yüksek olduğu söylenebilir” (TÜSİAD, 2005b, s.41). Ayrıca bkz. (TÜSİAD, 2005).
39
“Özellikle, 2003–2005 döneminde imalat sanayi üretim artışı hızlanmış ve üretim doğrudan ve dolaylı
ithal girdi kullanımının yüksek olduğu alt sektörlerde yoğunlaşmıştır” (Yükseler ve Türkan, 2006).
Yükseler ve Türkan’ın 2008 yılında güncelledikleri veriler daha çarpıcı biçimde benzer sonucu
göstermektedir (Yükseler ve Türkan, 2008b).
40
Bu TÜSİAD raporu, ara girdi talebinin hangi sektörlerde yoğunlaştığını da inceler. Buna göre, bir
birimlik yurtiçi talep artışının ithalatı en fazla etkilediği sektörlerden bir kısmı ve sıralamadaki yeri
şöyledir: 1- ana metal sanayi, (0.4022 birim ithalat); 2- kimyasal maddeler sanayi; 4- radyo-tv haberleşme
cihazları imalatı sanayi, (0.2784 birim ithalat); 5- plastik-kauçuk sanayi; 10-Taşıt araçları sanayi, (0.2293
49
Bu raporun çıkardığı şu sonuç (s.120), Yükseler ve Türkan’ı desteklemektedir
ve çok önemlidir:
Raporun en can alıcı sonucu da buradadır: yüksek ihracat gerçekleştiren ama öte
yandan ithalata bağımlı bu sektörler, yüksek teknoloji sektörleridir, yani Ar-Ge
harcamalarının payı yüksektir, ancak bu yüksek düzeyde teknolojik bağımlılık
olduğunu göstermektedir. Bir başka özellik de bu sektörlerde elde edilen katma değerin
sınırlanmasıdır.41 Bu genel olarak ele aldığımız dönemde Endüstri içi ticaret, dâhili
işlem rejimi gibi öne çıkartılan kavramların, gerçekte teknolojik bağımlılık ve yaratılan
“katma değerin”, yani değerin ülke içindeki genişlemesinin (üretilen artı değerin)
endüstri içi ticaret ile ülke dışına transfer edilmesi anlamına gelmektedir. Burada can
alıcı nokta, ileride daha fazla değineceğimiz sermaye diliyle kavramları açıklayan
politik ekonominin “katma değer” kategorisi ile, artı değer ve kar perspektifi arasındaki
önemli farkın getirdiği açıklayıcılıktır. Katma değerin sınırlanması, düşmesi, her zaman
üretimin büyümemesi anlamına gelmez, aksine artı değer ve kar kavramları burada
önem kazanır. Ülke içinde ihracata açılan sektörlerin yarattığı artı değerin bir kısmı
üretim fiyatının uluslararası pazarda belirlenmesi, kur, uluslararası lisans sözleşmeleri
ile ithal girdi kullanımı gibi etkenlerle ülke dışına aktarılmaktadır. Elde kalan katma
birim ithalat); 12- Makina teçhizat sanayi, (0.2267 birim ithalat). Görüldüğü gibi ara malları yanında
Radyo tv; taşıt araçları ve makina teçhizat ithal girdi bağımlılığında üst sıralardalar.
41
Güngör Uras, ISO 500’e giren şirketlerin 2004 ile 2005 yıllarındaki üretimleri ile katma değerlerini
karşılaştırdığı yazısında, sabit fiyatlarla üretimin %2,2 artmasına karşılık yaratılan katma değerin %10
azaldığına işaret eder (Milliyet, 28.07.2006).
50
değer ise sınırlanmaktadır. Endüstri içi ticaret, artı değer üretimini sınırlamazken, bu
artı değerin kar olarak paylaşımını ülke içinden ülke dışına değer aktarımı olarak
düzenlemektedir.
Tüm bunlarla bağlantılı olarak dış ticaretin teknolojik düzeyinin tam bir
tablosunu vermek açısından son olarak ithalatta teknolojinin payını kısaca irdeleyelim.
51
Tablo 9 1996–2005 Y ıllar ı Arası nda İthalatta Te kno loji B ileşi mi
1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yüksek Teknoloji 11,4 12,2 14,1 17,5 17,0 14,0 12,7 11,7 12,8 11,2
Orta Yüksek Teknoloji 39,5 41,2 42,3 38,4 37,1 33,5 34,5 36,3 37,8 36,4
Orta Düşük Teknoloji 14,4 14,4 14,7 14,5 15,5 19,1 18,9 18,9 19,6 21,4
Düşük Teknoloji 14,3 13,2 13,2 12,3 11,0 12,3 13,6 12,6 11,2 10,6
Doğal Kaynak 20,2 18,7 15,5 17,1 19,3 21,0 20,1 20,3 18,3 20,2
Toplam 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100
Kaynak (İGEME, 2007, s.18–19).
İthalatta en büyük payı orta yüksek teknoloji yani elektrikli makina ve cihazlar,
motorlu taşıtlar, kimyasal maddeler, makina ve cihazlar oluşturmaktadır. İlerleyen
bölümlerde üretim araçları niteliği taşıyan yatırım mallarını ayrıştırırken, takım
tezgâhları gibi makina imalat sanayi kapsamında yapılan ithalattaki artışı, bunun yanı
sıra motorlu taşıt ithalatındaki artışı da göreceğiz. İthalatta en yüksek pay orta yüksek
teknolojinin iken, ihracatta da en büyük artış bu teknoloji düzeyinde yakalanmıştır.
Bunun yanında diğer teknoloji düzeyleri belirli bir düzeyde dalgalanırken, orta düşük
teknoloji ithalatının payı %14’ten %24’e çıkmıştır. Bu teknoloji düzeyinin ağırlıklı
olarak kömür, petrol ürünleri, kauçuk, plastik, işlenmiş ya da işlenmemiş metal ve metal
olmayan ürünler gibi ara mallardan oluştuğu düşünülürse, kurdaki düşüşün ithalata
yaptığı etkiyle, ara malı girdisinde de ithalat artmıştır.
52
sanayi içinde elektronik sektörü, makina sanayi de bulunmaktadır. Metal sanayi, toplam
dâhili işlem rejimi ihracatının üçte birini oluşturmaktadır. Öte yandan otomotiv sanayi
toplamın dörtte birine yakınını gerçekleştirmekteyken, konfeksiyon sanayi altıda birini
geçmektedir.
Ayrıca ithalatın büyük bir kısmı da dâhili işlem rejimi kapsamında içeride
üretilen mallar için yapılmaktadır.
İhracatın ithalata bağımlılığı üzerine yapılan çalışmaların yoğunlaştığı yön,
dâhili işlem rejimleri olurken, birim ihracat için yapılması gerekli ithalat hakkında da
sonuçlar vermektedirler (Sönmez, 2005, s.31). Bu oran % 77 ile en yüksek elektronik
sanayindedir, daha sonra sırasıyla, demir çelik (% 75,3), demir dışı metaller (% 73,3),
elektrikli makinalar (% 66), taşıt araçları (% 64,8), madeni eşya (% 61,1), dokuma
ve giyim (%58,3) gelmektedir.
Önemli bir nokta ise, dâhilde işlem rejimi kapsamında makina teçhizat
ithali yapılamamasıdır. Yani ihraç edilmek üzere içeride işlenmesi taahhüt edilen mal
için makina teçhizat almak DİR kapsamı içinde değildir. Buradan en azından ileride
işleyeceğimiz makina imalat sanayi verilerinde, doğrudan makina alımlarının DİR
kapsamına girmediği sonucu çıkartılabilir. Öyleyse DİR makina üretim
göstergelerinde saptırıcı bir etki yapamaz; bu ithalatın artmasında ya da azalmasında
etkenler kur ile içeride üretken sermayenin yatırımlarıdır. İncelediğimiz dönem içinde
makina ithalatı ve makina iç pazarı hızlı bir biçimde büyümüştür. Bu da üretken
sermayenin genişlediğini göstermektedir.
Dâhili işlem rejimi birçok yönden göstergeleri farklılaştırmaktadır. İhracattaki
yüksek artışın ithalat ile olan bağının net bir şekilde ayırt edilmesini çoğu zaman
zorlaştırmaktadır. Durumu, ithal girdilerin ucuzlaması ve bu yüzden ithalatın artması
şeklindeki açıklamadan daha karmaşık hale getirmektedir. İhracattaki artışın yarattığı
parlaklığın incelememizi etkilememesi için dâhilde işlem rejimini vurgulamak
gerekliydi. Bu ihracatın önemli bir kısmı bu rejim kapsamında ithalata dayanıyor. Bu da
ithal edilen girdinin taahhüt edilen bir sürede içeride işlenerek ihraç edilmesini
gerektirmektedir. Bunun anlamı, emek gücü niteliklerinden yararlanarak, işlemenin
burada yapılması, ama üretimde elde edilen artı değerin kar transferi, eşitsiz değişim
temelinde başka ülkelere aktarılmasıdır. Yoğun ihraç edilen kimi ürünlerde, katma
değerin ve karlılığın sınırlanması olarak dillendirilen şikâyetler bu gerçeğin bir
53
görünümüdürler. Otomotiv sanayinde bu işleme yönündeki taahhüt daha bağlayıcı ve
kapsamlı olabilmektedir. Girdilerin, yan sanayinin hangi ürünlerinin nereden
kullanılacağı bile lisans veren çok uluslu şirket tarafından sözleşme altına alınmaktadır.
Türkiye imalat sanayinin yapısı, KOBİ oranı çok yüksek olan parçalı ve dağınık
işletmelerin ağırlıklı olduğu bir yapıdır. Ancak bu işletmeler içinde sermaye birikimin
olağan sonucu olarak büyük şirketler de bulunmaktadır. İmalat sanayinden ya da
herhangi bir alt sektörden bahsederken bu ikiliğin dikkate alınması gereklidir.
Öte yandan 1980 sonrası dışa açık birikimin imalat sanayi içinde yarattığı
değişimler, bu ikili yapıyı da şekillendirmiştir. 1980 sonrası gıda ve tekstilin, tüketim
mallarının toplam katma değer içindeki ağırlığı 1990’larla birlikte göreli olarak
değişmektedir. Bu göreli değişmede, uluslararası sermaye ile eklemlenem ara malı,
yatırım malı sektörlerinin gelişimi de önemli rol oynamıştır. Bunun için, 1987, 1996 ve
2005 yıllarında imalat sanayi toplam katma değerinin belirli sektörlerdeki dağılımına
bakabiliriz:
54
• Gıda’nın payı 1987’de %17,1 iken, 1996 yılında %12,7; 2005 yılında ise
%11,5’e düşmüştür. Bunun dışında metal ana sanayinin belirtilen yıllarda
katma değer payında düşme yaşanmıştır (MMO Makina İmalat Sanayii
Sektör Araştırması, 2008, s.94).
Yani bu ikili yapı, dış pazarlara açılma ile birlikte ihracata yönelen sektörler ile
iç pazar ile sınırlı kalan sektörler arasında yaşanan ayrışmanın etkisine de maruz
kalmaktadır.
42
Yatırım malları üretiminin, genel düzeyde ülke içi üretimi tetiklemesi, ülke içi üretime yatırım malı
girdisi sağlaması beklenir. Oysa ileride göreceğimiz gibi bu, üretim aracı niteliğindeki yatırım malları
için geçerlidir. Bunlar iç pazara yönelik üretim aracı gereksinimini karşılayabilirler. Bu nedenle yatırım
mallarındaki iyileşmenin üretim araçları üretimine ne kadar yansıdığı, bunun teknolojik değişime nasıl
yansıdığı ileride ele alınacak.
55
donanımı açısından daha etkili olabilmektedir. Bu ara görünümler, kuşkusuz
incelediğimiz dönemin geçiş yapısı niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bu geçişte dış
ticaretin Gümrük Birliği ile bu düzeyde serbestleşmesinin yarattığı koşullar kadar,
dönemin ilk yarısında toplam sermaye döngüsünün özellikle para sermayenin ülke içi
oluşma koşullarının şiddetli biçimde sarsıldığı ve yeniden yapılandığı koşulların da
etkisi bulunmaktadır. Ancak en azından yukarıda irdelediğimiz genellik düzeyinde (yani
otomotiv, tüketim elektroniği ve makina imalat sanayi gibi üretim aracı niteliği taşıyan
sanayilerdeki ayrıntılı incelemeye girmemişken) yatırım mallarındaki göreli değişimi
yorumlamakta bu çerçeve işe yarar bir çerçevedir.
Burada bir noktaya daha değinmek gereklidir. İmalat sanayinin ikili yapısı,
sermaye birikiminin ikili yapısını yansıtmaktadır ve bu yapı, görüldüğü gibi eşitsizdir.
Uluslararası sermayeyle eklemlenen, ihracatla büyüyen sermaye kesimleri bu üretim
yapısının hakim aktörleridir. Buna karşılık içinde hareket ettikleri ortam, en azından
inceleme alanımız çerçevesinde Türkiye’deki imalat sanayinin genelidir. Bu ortam, yani
ikili yapının iç pazarla ile sınırlı kalan, dağınık ve parçalı imalat yapısı, hakim sermaye
kesimlerinin içinde hareket ettiği ortamdır, bu ilişki çelişki ilişkisinden daha çok, bu
harekete mukavemet etme ilişkisi olarak tarif edilebilir. İlerleyen bölümlerde örnekleri
verilecektir; ancak otomotiv sanayinin yan sanayi ilişkinin güçlü olması, bu mukavemet
içinde üretim yapısının gelişme alanlarını göstermektedir. Ülke içi üretim, kesimler
56
arası ilişkinin yani üretim araçları üretimi ile tüketim araçları üretimi arasında girdi çıktı
ilişkisinin “göreli” olarak sağlıklı kurulduğu bir ideal tipten öte, böyle bir ikili yapı
içinde, hakim sermaye akımının çevresinde kümelenen, ya da uluslararası sermaye ile
eklemlenerek, ülke içinde yan sanayi şeklinde evrilen bir dallanmayı anlatmaktadır.
İmalat sanayinin “genel” yapısı yerine ikili yapısını ön plana çıkarmak, salt
kavramsal netlik için değil, aynı zamanda tez boyunca yaşanan bir gerilimin de
ifadesidir. Bu ikili yapı göz ardı edilerek, imalat sanayinin “genelindeki” teknolojik
değişme irdelenmeye çalışılırsa, sanayinin dağınık ve KOBİ’lerin sayısal ağırlığı ile
belirlenen örüntüsü içinde teknolojik değişme dinamikleri, sermayenin
merkezileşmesinin görünümleri gölgede kalacaktır. Bu durumda genel olarak doğru
olan ana önermeler her şeyi eşitler tarzda ağırlık kazanmaktadır. Kamu yatırımları
ortadan kalkmıştır, dış ticaret çok büyümüştür, bu koşullar altında yatırım ve tasarruf
düzeyi çok düşüktür. Sabit sermaye yatırımları 1980 öncesine göre çok zayıf
durumdadır. İmalat sanayi parçalıdır, düşük ücret ve emek yoğun üretime
dayanmaktadır, genelinde içerilmiş teknoloji dışında (o da görelidir, ikinci el makina
alımı da fazladır) teknoloji değişimi yoktur. Bu parçalı ve dağınık yapının sermaye
yapısı çok güçsüzdür, büyük bir kısmı için finansal araç ve para sermaye olanağı çok
kıttır. İkili yapı göz ardı edilir; eşitleyici ve körleştirici bu ana önermelerle imalat sanayi
türdeşleştirilirse, ülke dışında yatırımlar yapan, fabrika açan, içeride gelecekte döviz
kuru sarsıntılarından etkilenmeyeceğini iddia eden43, uluslararası sermayeyle hızlı
biçimde eklemlenen sermaye grubundaki değişim görünmez kalır. Bu nedenle ikili yapı
tez boyunca böyle tanımlanacak, üretim yapısındaki teknolojik değişim incelenirken şu
gerçeğe dikkat edilecektir: İster diğer ülkelerle (erken kapitalistleşmiş ülkelerin tümü,
geç kapitalistleşen ülkelerin bir kısmıyla) kıyaslanırken olsun, isterse de kendi başına
değerlendirilsin, Türkiye’de teknoloji edinme ve üretmenin zayıf yapısı bir arkaplandır.
Yani kabul edilmesi gereken bir arka plandır. Ancak bu arkaplan önermesi eşitleyici ve
düzleyici bir biçimde tüm üretim yapısına yayılır, onun eşitsiz yapısı içinde ne anlam
ifade ettiği deşifre edilmezse aynı zamanda genel bir doğru, bir arka plan önermesi
43
Koç Holding yöneticisi Bülend Özaydınlı şöyle diyor: "Bu yıl mevcut işlerdeki gelişmenin yanı sıra
yeni iş alanlarına da girmeyi hedefliyoruz. Bu kapsamda Türkiye'de ve komşu ülkelerdeki özelleştirmeler
önemli fırsatlar içeriyor... Topluluğumuz iç ve dış pazarlarda yeni atılım ve girişimlerle büyümeye devam
ediyor. Yurtdışı gelirlerinin toplam ciro içindeki payı arttı. Bunun doğal bir sonucu olarak yurtiçi
piyasalardaki dalgalanmalardan doğacak risklerimiz azaldı" (Milliyet Business, 13 Mayıs 2004).
57
körleştirici, iç gerilim ve dinamikleri açıklamaktan uzak bir önermeye dönüşür. Bu
tezde bu gerçek olabildiğince dikkate alınmaya çalışılmaktadır.
44
Otomotiv, elektronik ve çimento sektörlerini kapsayan bu araştırmaların nitelikleri de ele aldığımız
dönemin farklılığını gösterir. Bu araştırmalar ilk kez bir sektörün büyüklü küçüklü şirketlerinin sektörün
ortalama üretkenliği, üretim ve organizasyon yapısı, “rekabet stratejisi” hakkında kendini ölçeceği ölçüt
(benchmarking) olarak görülmektedir.
58
göstergesi olan verileri ortaya koymamız gerekiyor. Burada ikinci bölümde daha
ayrıntılı anlatacağımız bir gerçeği vurgulayarak devam etmek gereklidir. Üretim
teknolojisi ve üretimin teknolojik olarak değiştirilmesi yönündeki çabaları
değerlendirmeye yönelen artı değer üretimi ve sermaye birikimi perspektifli bir
yaklaşımın, bilim üretim sürecini, yani Ar-Ge ve teknoloji üretim sürecinin gelişimini
göz önünde bulundurması gereklidir. İkinci bölümde temellendireceğimiz gibi bu
sürecin sermaye tarafından sanayileştirilmesine yönelik çabalar bulunmaktadır; bu
durumun teknoloji üretimi açısından dolaysız sonucu, bu üretimin de bir girdi çıktı
ilişkisi temelinde parçalara bölünmesi (temel bilimsel araştırmalar, Ar-Ge, mühendislik
bilimleri), belirli bölümlerinin aktarılabilir duruma gelmesidir. Fakat aynı zamanda,
bilim ve teknoloji üretim süreci, yatırım mallarından, ara mallara, tüketim mallarına,
kısacası genel olarak ekonomiye girdi sağlayan bir sektör haline dönüşmektedir.
Teknoloji üretiminin, teknolojik yenilik, üretim süreci, yöntemi ya da ürün yeniliği gibi
kapsamının genişlemesi, bu sürecin bir sonucu ve aynı zamanda üzerinde geliştiği
koşulları oluşturmaktadır.
59
Ar-ge Harcamaları
2,5
2
Milyar Dolar
0,5
0
1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yıllar
Yıllar 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Ar-Ge 0,7 0,9 1,11 1,07 1,31 1,35 1,04 1,38 1,31 2,21 2,84
Harcaması
(Milyar
Dolar)
GSMH 0,37 0,44 0,48 0,49 0,62 0,63 0,73 0,67 0,62 0,67 0,79
içinde Ar-
Ge Payı
Kaynak TUİK ve TCMB.
GSMH içindeki Ar-Ge payı da, harcamanın büyüklüğü gibi, 2001 kriziyle
kesintiye uğramış ama 2003 yılı ile birlikte tekrar yükselişe geçmiştir. Ancak bir
karşılaştırma açısından, Türkiye’nin 2005 yılında ulaştığı binde 8’lik paya karşılık,
2000 yılı değerleri ile alındığında İsveç’in payı %3,7, Japonya’nın payı %3,3, Güney
Kore’ninki %2,9’dur. ABD ve Almanya ise GSMH içinden araştırma ve geliştirme
60
harcamalarına sırasıyla %2,4 ile %2,3 pay ayırmaktadır. Yani Türkiye’de incelediğimiz
dönem içinde Ar-Ge harcamaları önemli bir artış göstermiştir, ancak erken
kapitalistleşen ülkelere ve kimi geç kapitalistleşen ülkelere göre çok küçüktür.
Dünya Bankası’nın 2006 yılındaki bir raporuna göre, 2002 yılında bu Ar-Ge
harcamalarının %41’i şirketlerin Ar-Ge harcamalarıdır (Dünya Bankası, 2006b, s.182).
Dünya Bankası, özel sektörün Ar-Ge harcamaları içindeki payını düşük bulmaktadır.
Raporda belirtildiğine göre özel sektörün Ar-Ge harcamasındaki payı Çek
Cumhuriyeti’nde %52, Çin’de %60 düzeyinde bulunmaktadır. Toplam Ar-Ge
harcamalarında özel şirketlerin payı 2005’den sonra Türkiye’de yüzde 43 iken, AB-
25’te yüzde 65 civarındadır. Milli gelirlerinden Ar-Ge’ye en yüksek payları ayıran
ülkelerden Finlandiya, Japonya ve ABD’de bu oranlar sırasıyla yüzde 74, yüzde 82 ve
yüzde 69’dur (TİSK İşveren Dergisi, Mart 2007).
45
“2005 yılı AB ülkeleri yenilikçilik endekslerine göre Türkiye 0.06 endeks puanı ile sonuncu ve İsveç
0.72 endeks puanı ile birinci olmuştur. AB-25 ortalama 0.42 ve ABD 0.60 puan almıştır. Türkiye’nin AB
ortalamasını yakalamasının 20 yıl ve ABD’yi yakalamasının 50 yılı aşacağı tahmin edilmektedir.
Ülkemiz bu endeks sınıflandırmasında ‘kaybedenler’ grubunda yer almaktadır” (TİSK, 2007).
61
ama öte yandan uluslararası sermaye ile karşılaştırıldığında teknolojik gelişme henüz
zayıftır ve bu da bu gelişimin üst sınırlarını belirlemektedir.
Ticari
Yüksek
Ticari Yüksek Ar- Kamu
Yıl Kamu Toplam Öğretim
(Trilyon TL) Öğretim Ge’nin Payı
Payı
Payı (%)
1995 7 2,2 20,4 29,5 23,6 7,4 69
1996 17,3 7,9 41, 5 66,7 26 11,9 62,1
1997 45,76 14,9 81,1 141,8 32,3 10,5 57,2
1998 82,2 19 159,2 260,4 31,6 7,3 61,1
1999 186,1 32,6 270,4 489,2 38 6,7 55,3
2000 267 49,4 482 798,4 33,4 6,2 60,4
2001 435,86 95,1 760,9 1291,9 33,7 7,4 58,9
2002 529 129,3 1185 1843,3 28,7 7 64,3
2003 510,4 229,3 1457,4 2197,1 23,2 10,4 66,4
2004 700,6 230,5 1966,4 2897,5 24,2 7,9 67,9
2005 1297,6 443,2 2094,5 3835,4 33,8 11,5 54,7
Kaynak TUİK.
62
azalmaktadır. Dünya Bankası’nın, OECD’nin, evrimci ve kurumsalcı iktisadi görüşlere
yakın olan teknoloji yaklaşımı, Ar-Ge harcamalarında özel sektörün payının artmasını
hedeflemektedir. Ancak bu artışın hemen gerçekleşmesi beklenemez. Devletin
doğrudan teşviklerle sektörleri destekleyemediği durumlarda, teknoloji politikaları ile
özel sektörü desteklemek gündeme sokulmaktadır. Bu da kamunun payının azalması,
üniversitelerin sanayi ile işbirliğine girmesi, teknoloji politikaları ile özel sektör Ar-Ge
harcamalarının desteklenmesi demektir. 2001 krizi ile birlikte özel sektör Ar-Ge
harcamaları düşmeye başlamış buna karşılık üniversitelerdeki Ar-Ge harcamaları bunu
telafi eden bir artışa yönelmiştir.46 Özel sektör Ar-Ge harcamalarının payının kriz
nedeniyle azaldığı anda üniversitelerde Ar-Ge harcamalarının payının artması, teknoloji
geliştirmenin sosyal maliyetini genele yayma kadar, ileriye dönük ihtiyaca yönelik bir
eklemlenmenin de başlangıç adımlarıdır. Özel sektörün Ar-Ge harcamalarının zeminini
oluşturacak nitelikli emek gücü ve deneyim bu üniversite Ar-Ge harcamalarından
gelmektedir, gelecektir. Ar-Ge yani bilim üretim sürecinde nitelikli emek gücünü
(elbette eşitsiz biçimde) oluşturmak üzere yapılanları ilerleyen bölümlerde anlatacağız.
Ancak şimdi üretimde yapılan ve ölçülebilen teknolojik yeniliklerin durumunu
değerlendirelim.47
46
İTÜ’ye bağlı otomotiv sanayi ile işbirliği içinde çalışan araştırma merkezi OTAM göz önünde
bulundurulursa, özel Ar-Ge harcamaları geri çekildiğinde, üniversitenin Ar-Ge harcamalarının
yükselmesinin telafi edici etkisinin nasıl işlev görebileceği anlaşılabilir.
47
Bu alanda düzenlenen anketler ancak incelediğimiz dönem içinde yaygın olarak yapılmaya
başlanmıştır. Teknolojik yenilik kavramının zamanla yaygınlaşması ve algılanması yüzünden bu
anketlerin elde ettiği ölçüler, eksiklikler taşımaktadır. Bu eksiklik bir yandan genel olarak imalat
sanayinin yapısı ve sermaye birikimi ile ilgilidir, öte yandan algılayış ile ilgilidir. Ancak giderek bu
anketlerin ölçüm yeterliliklerinin yükseleceği, bu ölçüye uygun uygulamaların artacağı (arananın
bulunacağı) yönünde bir eğilimin olduğu da ortadadır.
63
İmalat Sanayinde Yenilik Çeşitleri
50
44,1
45
39
40 35,8 36,4 37,3
35 31 29,9
30 26,3 Ürün Yeniliği
25 Süreç Yeniliği
%
20,1
20 Ürün ve Süreç Yeniliği
15
10
5
0
1995-1997 1998-2000 2002-2004
Yıllar
64
1.4.4 Araştırma ve Geliştirme Sürecinde Nitelikli Emek Gücünün Durumu
25
22
Onbin işgücü başına düşen
20
18,1 18,3 18
16
15 15
13,1 12,8 13,6 Ar-Ge Çalışanı
11 11 Araştırmacı
10 10,4 10,2 10,5 10
9,6 9
8,2 8 8 8
7
5
0
1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yıllar
65
yayılmaya başlamıştır. Sistem homojen olmaktan çıkıp giderek
heterojen bir karakter kazanmaya başlamıştır. Ayrıca, bilim ve
teknolojinin ülkemiz dahil bütün dünyada ekonomi ve toplum
hayatında daha fazla rol oynaması, yükseköğretim kurumları arasında
farklılaşmayı zorunlu hale getirmiştir. Bu farklılaşma fiili olarak
gerçekleşmeye başlamış; bazı üniversitelerimiz kendilerine değişik
misyonlar tanımaya ve özellikle araştırma–öğretim, sanayi ilişkileri,
lisansüstü eğitim–lisans eğitimi eksenleri üzerinde kendi
konumlarını tanımlamaya başlamışlardır.
48
“Ülkemizin özellikle kritik teknolojilerdeki araştırmacı açığının kapatılması, ileri teknoloji alanlarında
kapasite oluşturulması, … beşeri-fiziki kaynakların en etkin şekilde kullanılması amacıyla Devlet
Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı tarafından 2001 yılından itibaren İTÜ, Ankara Üniversitesi ve Gazi
Üniversitesinde İleri Araştırma Eğitim Programları ve Ortadoğu Teknik Üniversitesinde Öğretim Üyesi
Yetiştirme Programı başlatılmıştır. Söz konusu programlar aracılığıyla VIII. Beş Yıllık Kalkınma
Planında öncelikli olarak yer alan konularda 1000’in üzerinde doktoralı araştırmacı yetiştirilecek olup
2005 yılından itibaren bu projelere Ankara Üniversitesi ve Ege Üniversitesinde yürütülecek Öğretim
Üyesi Yetiştirme Programları eklenmiştir. Ayrıca, seramik sanayiinin doktoralı araştırmacı ihtiyacını
karşılamak amacıyla Anadolu Üniversitesinde Seramik Sanayiinin Ar-Ge Yeteneğinin Artırılmasına
yönelik Lisanüstü Ar-Ge Programı başlatılmıştır” (DPT, 2006c, s.255).
66
“nitelikli insan” yani nitelikli emek gücü yetiştirilmesidir. Tez boyunca, bu amaca
yönelik atılan adımların, kurumların özellikle ele aldığımız dönemde arttığını, hatta
genelde bu dönemde başladığını göreceğiz. Üniversite sanayi işbirliğine yönelik temel
program olan ÜSAMP’ın (Üniversite Sanayi Ortak Araştırma Merkezleri Programı)
uygulamaya konması da dönemin başlangıcındadır.49 Program, Bilim Teknoloji Yüksek
Kurulu kararları uyarınca, TÜBİTAK Bilim Kurulu’nun 07 Eylül 1996 tarihli
toplantısında kabul edilerek uygulanmaya başlamıştır.
49
“[ÜSAMP] özetle üniversite ve sanayi kesimlerinin, teknolojik yaratıcılıkta ve endüstriyel gelişmelerde
temel ve uygulamalı araştırmalar aracılığı ile etkileşimini sağlamak yönünde kurumsal bir yapılanma
öngörmektedir” (Kiper, 2004, s.105–106). Üniversite sanayi işbirliğinin Türkiye’deki durumu için bu
kaynağa bakılabilir.
50
Ergün Türkcan üniversitelere fabrika derken, bugünkü gelişmeye paralel bir öneri sunmaktadır:
“…bizim uzun dönemli yatırım önerimiz bir üniversite yatırımı mahiyetinde, insan gücüne yatırımdır. O
büyük genç kitleyi dezavantajdan avantaja çevirmeyi de onları üniversite fabrikasının içine sokarak
büyük bir üretici haline getirmek şeklinde düşündük” (Türkcan, 1994, s.39)
67
başlayan Sabancı Üniversitesi’nde Mekatronik bölümü, Mikroelektronik Mühendisliği
bölümü, Malzeme Bilimi ve Mühendisliği, Üretim Sistemleri Mühendisliği; Yıldız
Teknik Üniversitesi’nde yeni öğrenci alacak olan Mekatronik Mühendisliği
bulunmaktadır. Ele aldığımız dönemin ortalarında kurulan özel üniversitelerde de Fen
Fakültesi’ne bağlı olarak Enformasyon Teknolojileri (Işık Üniversitesi) ya da sistem
mühendisliği (Yeditepe Üniversitesi) gibi yeni bölümler açılmıştır.51
Ele aldığımız dönem içinde nitelikli emek gücünün yaratılması yönünde yaşanan
değişimleri değerlendirdik. Bu dönem içinde yürütülen Ar-Ge çalışmalarının finansal
kaynaklarını da irdelemek gerekiyor.
51
ÖSYM’nin 2004 yılı ÖSYS Yükseköğretim Programları ve Kontenjanları Kılavuzu’nda daha önce ayrı
bölümler olarak bulunmayan şu türden alt bölümler vardır: Yazılım Mühendisliği, Bilişim Sistem
Mühendisliği, Biyomedikal Mühendisliği, Biyomühendislik, Elektronik Mühendisliği, Elektronik ve
Haberleşme Mühendisliği, Kontrol Mühendisliği, Telekomünikasyon Mühendisliği, Üretim Mühendisliği,
Uçak Mühendisliği, Uzay Mühendisliği, Mekatronik Mühendisliği, Seramik Mühendisliği.
52
“Türkiye’de ise bu konu ilk kez 1994 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin iki programının
(Kimya ve Maden Mühendislikleri) ABET tarafından ABD’de akreditasyon verilen programlara
denkliklerinin alınması ile gündeme gelmiştir. Bu girişimi takiben, 2004 yılına kadar 4 üniversitenin
(ODTÜ, Bilkent Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi) 11 fakültesindeki 20
değişik mühendislik alanındaki 41 program için ABET’e başvurularak ya denklik alınmış ya da alınmak
üzere işlemler sürmektedir… Dünyadaki ve Avrupa’daki mühendislik programlarının akreditasyonu
konusundaki gelişmeler ve ülkemizdeki mühendislik eğitimindeki sayısal tablo mühendislikte ulusal bir
akreditasyon sistemine duyulan ihtiyacı açıkça göstermektedir” (TÜBİTAK EİK, 2005, s.58).
68
gerçekleşen araştırma geliştirme etkinliklerinin finans kaynakları ele aldığımız dönemin
ikinci yarısında şöyle gelişmiştir:
69
450 000 000
400 000 000
350 000 000
300 000 000 Özel Sektör finansmanı
Milyon TL
Kamunun finansmanı
800 000 000
Diğer yurtiçi finansman
600 000 000 Uluslararası finansman
400 000 000
70
arasında çok az da olsa uluslararası finansman desteği bulunmaktadır. Yüksek öğretime
yönelik yapılan Ar-Ge finansmanının amacı ağırlıklı olarak temel araştırmalar olarak
görülmektedir. Temel araştırmalar yanında özellikle incelediğimiz dönemde kurulan
OTAM gibi otomotiv sanayi ile üniversite “işbirliğine” dair araştırma geliştirme
kurumlarına yönelik destekler de bulunmaktadır. Bu destekler, artma eğilimi
göstermektedir. Üniversite-sanayi işbirliğinin geliştirilmesi, özel kesimin Ar-Ge
çalışmaları ile üniversiteler arasında etkin bağlantıların kurulması, pek çok devlet
kurumu ile sermaye çevrelerinin temel talepleri arasındadır.53 Bu taleplerle uyumlu
olarak grafikten görüldüğü gibi özel kesim desteği de artmaktadır.
Ele aldığımız dönemi haklı çıkaran en temel göstergelerden birisi, teknoloji ile
ilgili temel kurumların ya bu dönemde kurulmuş olması ya da uzun süredir atıl olmasına
karşın bu dönemde uygulamaya geçtiğinin ilk örneklerinin görülmesidir.
1983’te kurulan ve dönemin başlarına kadar atıl olan Türk Bilim ve Teknoloji
Yüksek Kurulu (BTYK) ve gelişimi ilk örnektir. İkinci toplantısı ancak 1993 yılında
yapılabilmiştir. 1991 yılında kurulan Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı (TTGV) etkin
yapısına ancak Ar-Ge desteklerinin 1995 sonrası verilmesiyle kavuşmuştur. “1995’de
Ar-Ge faaliyetlerine TÜBİTAK aracılığıyla bağış yapılmasını öngören kararname ile
ancak 1990’ların ortalarından itibaren özel kesim Ar-Ge faaliyetlerinin teşvik edilmesi
söz konusu olabilmiştir” (Taymaz, 2000, s.168). 1995’ten itibaren TÜBİTAK
bünyesinde Ar-Ge desteğine yönelik etkin bir birim olarak kurulan Teknoloji İzleme ve
Değerlendirme Başkanlığı (TİDEB) gibi kurumların hepsi de gerçekte üretim yapısında
yaşanan sorunları ve ihtiyaç duyulan gereksinimleri gidermek üzere kurulmuşlardır.
1994’te kurulan Türk Patent Enstitüsü başka bir örnektir.
53
Eğitim ve “insan kaynakları” başlıklı raporlardan buna pek çok örnek verilebilir. Belli başlıları için bkz.
TÜSİAD (2003c), TÜSİAD (2003b), TÜBİTAK EİK (2005), OECD (1996).
71
doğrudan destek miktarı 266 milyon dolara ulaşmıştır (Yatırım Danışma Konseyi
İlerleme Raporu, 2006). Aynı raporlara göre, TÜBİTAK’ın 2005 yılı bütçesi 450
milyon dolar, 2006 yılında bu bütçe 715 milyon dolar olmuştur. Üniversitelere ise 68
milyon dolar Bilimsel Araştırma proje desteği verilmiştir. TÜBİTAK tarafından
kuruluşundan sonraki 40 yıl boyunca (1964–2004) üniversitelere verilen bilimsel
araştırma proje desteği toplam 133 milyon dolar iken 2005 yılında bunun yarısından
fazla destek verilmesi, incelediğimiz dönemin ikinci yarısında Ar-Ge harcamalarına
verilen destekteki artışa çarpıcı bir örnektir.
Öte yandan uluslararası rekabete açılma ile birlikte özellikle ikili yapıya hakim
olan sermaye kesimlerinden başlayarak bunların yan sanayisi konumunda olanlar ve
giderek imalat sanayinin tümü için, standartlar önemli bir engel haline gelmiştir.
Uluslararası standartlar, gümrük duvarlarının indirilmesiyle birlikte iç pazarı da etkiler
hale gelmiştir. İleride göreceğimiz gibi, sektör uzmanlarının temel şikayetlerinden birisi
standartlaşmanın yeterli düzeyde yapılamaması ise hemen ardından uluslararası
standartların ulusal kurumlarca tespit edilip belgelendirilmesinin gerekliliğidir. Bu
konuda Ulusal Metroloji Enstitüsü (UME) incelediğimiz dönemde kurulup
etkinleştirilmeye başlamıştır. Ama belli başlı uluslararası standartların belgeleri hala
ülke dışındaki standart kurumlarından alınmaktadır.
1995’ten beri patent sayısının düzenli bir biçimde artmasının önemli etkenlerden
birisi, fikri mülkiyet haklarının düzenlenmesidir. Yasal düzenlemeler bu dönemden
itibaren hayata geçmiştir. Öte yandan kurumsal standartların belirlenmesi açısından
Türkiye, 1997’den beri Patent İşbirliği Anlaşması’nın (PCT) resmi bir üyesidir. Ayrıca
2000 yılından beri de Avrupa Patent Birliği’nin (EPC) üyesidir. Her iki anlaşmanın
uygulamalarını da kabul etmiştir. Bu da 2000 yılında en yüksek noktasına ulaşan
yabancı patent başvurularının yolunu açmıştır. 2001 krizi nedeniyle patent artışının
yükselmesi azalmışsa da marka ve sınai tasarım başvuruları artmaya devam etmiştir
(TTGV, 2006:16).
72
aldığımız dönemin sonlarına denk gelmektedir: Gelir ve Kurumlar Vergisi
Kanunlarında yapılan değişikliklerle, 31 Temmuz 2004 tarihinden itibaren, “vergi
mükelleflerinin işletmeleri bünyesinde gerçekleştirdikleri münhasıran yeni teknoloji ve
bilgi arayışına yönelik araştırma ve geliştirme harcamaları tutarının % 40’ı oranında
hesaplanacak ‘Ar-Ge İndirimi’ Şubat 2005’ten itibaren yürürlüğe koyulmuştur.54
54
Kurumlar Vergisi Genel Tebliği (Seri No:86) (R.G.20.02.2005/25733).
55
Ayrıntılar için bkz. (Yatırım Danışma Konseyi İlerleme Raporu, 2005, s.22–23).
73
düzeyindeki girişimcilere verilenlerin oranı toplam fonun %80’i civarında olmuştur
(Taymaz, 2006, s.16).
Sektörlerin Payı
Kimya
Elektronik-
5% Elektronik- Elektromekanik
Elektromekan Malzeme
Biyoteknoloji
ik
8%
24%
Enformasyon Makina
17%
Enformasyon
M alzeme
M akina 23%
23% Biyoteknoloji
Kimya
Grafik 12. Teknoloji Destek Fonlarının Tutarına göre Sektörlere Dağılımı (1991-2007)
Kaynak: (TTGV, 2007b).
74
bazıları büyük şirketlerin yan kuruluş olarak kurdukları, Ar-Ge şirketleridirler; büyük
şirketlerden bağımsız hukuksal yapıları yüzünden de KOBİ niteliğinde sayılmaktadırlar.
İkinci özellik ise yardım alan Ar-Ge konularına dairdir. Bu konular ürün yeniliğine dair
olduğu gibi (malzeme, biyoteknoloji, kimya), üretim süreci yeniliğini (elektromekanik-
elektronik) de kapsamaktadır.56
Dış Ticaret Müsteşarlığı da (DTM) 1995 yılından itibaren Ürün Geliştirme Ar-
Ge Sermaye Desteği’ni başlatmıştır. 2003 yılına gelindiğinde TÜBİTAK-DTM’nin
vermiş oldukları desteklerin sonuçları şöyle yansıyor (Radikal, 21 Ağustos 2003):
56
Kuşkusuz iki alan da birbirine geçişlidir. Kimya alanındaki bir yenilik, pekala üretim sürecindeki bir
yenilik de olabilir. Öte yandan ürün yeniliği, üretim sürecindeki bir yeniliğe yol açar.
75
Tablo 12 Patent İstatist i kleri
Patent İstatistikleri
76
Tablo 13 Ulu sal Pate ntlerin Se ktörel Dağılı mı ve Yaba ncı Patent ler
Ulusal Patentler
Yabancı
Sektörler 1998 1999 2000 2001 2002 2003 1998-
Patentler 1998-
2003
2003
Kimyasal madde 6 11 8 13 14 20 72 3351
Mobilya 0 1 2 15 0 2 20 441
77
Patentlerin yanı sıra faydalı model57 istatistikleri de önemlidir. Bu sıralamada ilk
sırayı b.y. s. makina ve teçhizat almaktadır. Bu sektör 1998-2003 döneminde 620 model
tescil ettirmiştir. Bu ise kabul edilen tüm faydalı modellerin %36’lık kısmını
oluşturmaktadır. Bu sektörü takiben 223 patent ve %13.5 ile 36 numaralı Mobilya
sektörü izlemektedir. 31 numaralı başka yerde sınıflandırılmamış elektrikli makine ve
cihazları sektörü ise 124 patent ile % 7.2’lik bir pay elde etmiştir (Albeni ve Karaöz,
2005).
2005 yılı Eylül ayı itibari ile Bilimsel Atıf Endeksi (Science Citation Index)
istatistiklerine göre Türkiye toplam yayınlara göre ülke sıralamasında 19. sırada, Fen
Bilimleri Atıf Endeksinde 20. sırada ve Sosyal Bilimler Atıf Endeksinde 22. sırada
bulunmaktadır (DPT, 2006c). Türkiye’nin bu endekste, Fen Bilimleri dalında 1980’li
yılların sonunda 41’inci sırada olduğu düşünülürse, bilimsel üretimde özellikle 1995
sonrası hızlanan sürekli artış görülebilmektedir. Doçentlik ölçütlerinin artırılması,
uluslararası yayınlara yapılan devlet teşvikleri bunun önemli nedenleri arasındadır
(Atamer vd., 2002). Ancak 1990 sonrası ivmelenen yayın sayısı artışına karşılık bu
yayınların niteliğinin düştüğü de sık sık işaret edilen bir gerçek olarak görülmektedir
(Onat, 2003). Bu yayınlara yapılan atıf, yayınların etki faktörü ivmelenmeye ters oranla
azalmıştır (Göker, 2003). Bu gerçek ise tam da bilim üretim sürecinin teknoloji üretim
sürecine doğru evrildiğini ve kendisinin bir üretim süreci niteliğini taşımaya başladığını
gösteren çarpıcı olgulardan biridir. Bilimsel üretimde temel bilimsel araştırmalar
kademelenmekte, bu bilimsel araştırmalara konu olabilecek, yan sonuçları olabilecek ya
da daha büyük soruların açılmasına olanak taşıyacak küçük bilimsel yenilik, buluş,
araştırmaların etkinlik alanı genişlemektedir. Öte yandan bu bilimsel araştırmanın
sonuçlarının teknolojiye dönüşmesi, yani üretime uygulanması aşaması çok daha
kısalmıştır. Daha da ötesi, bilimsel yayınların gündemleri bu metalaşma-ticarileşme,
teknoloji üretimine yönelik, bunu koşullayan gündemlerdir. Dolayısıyla bilimsel
üretimin koşulları olarak bu bilimsel yayınlar ve araştırma temeli, bilimi ve teknolojiyi
57
“Faydalı model de bir tür patenttir. Ancak, faydalı model belgesi verilirken, patent için aranan üç
kriterden sadece “Yenilik” ve “Sanayie uygulanabilirlik” aranır. “Tekniğin bilinen durumunun aşılması”
şartı aranmaz. Patentler de koruma süreleri incelemesizlerde 7 ve incelemelilerde 20 yıl iken, faydalı
model koruması 10 yıldır” (Albeni ve Karaöz, 2005).
78
iç içe geçirdiği kadar kendisinin de kapitalist toplumun değerlenme yasalarına tabi
olduğu bir üretim sürecine dönüştürmektedir.
58
“… global olarak dünyadaki internet kullanıcılarının sayısı, bugün için 1 milyarı geçmiş durumda.
Bunların yaklaşık 215 milyonu geniş bant aralığında abone olmuş durumdalar, bu rakam 1999’da 5
milyonun altındaydı” (Capital Dergisi, 1 Haziran 2006).
59
“Yeni teknolojilerdeki ‘artış’ iyi ama mutlak değerler olarak artmaları da gerekiyor. Mutlak değerler
olarak bakıldığında OECD ortalamalarının oldukça altındayız. …Demek Türkiye dijitalleşme yolunda
epeyce mesafeler almış ama alması gereken daha çok mesafe olduğunu da ihmal etmemek
gerekiyor”(Capital Dergisi, Ne kadar Dijital? 1 Nisan 2001).
79
teknolojileri (2001 yılında 2,4 milyar dolar) pazarı oluşturmaktadır. Görülebildiği gibi
iletişim teknolojileri iç pazarı daha hızlı büyümüştür. Ancak büyüyen Bilişim ve
İletişim Teknolojileri iç pazarı, üretim ve alt yapısı açısından bir değişimi de
beraberinde getirmiştir.
60
“İmalatçılarımız her hafta pazartesi günü 6 aylık malzeme tahmin programlarımızı FOSN (Ford Otosan
Supplier Network) intranet uygulamamızdan izleyebiliyorlar, sistemlerine indirebiliyorlar. Her gün,
ilerdeki ilk 14 gün için verdiğimiz sevkiyat programlarımızı izleyip, sevkiyatlarını gerçekleştiriyorlar.
Milkrun dediğimiz uygulamamız dahilinde, TNT, planlı seferler düzenleyerek parçalarımızı
imalatçılarımızdan belli saatlerde toplayarak, fabrika içindeki kullanım yerlerine en yakın, daha önceden
belirlediğimiz kapılardan boşaltıyorlar. İmalatçılarımız, parçalarını, fabrikalarından TNT araçlarına teslim
ettiği anda, FOSN uygulamamız yardımı ile, sevkiyat bilgisini bize elektronik irsaliye ile bildiriyor”
(Capital Dergisi, 1 Haziran 2003).
80
• Internet kullanım oranı %72’den %80’e yükselmiştir.
81
göstermektedir. Özellikle muhasebe programları, ERP/MRP, CRM yazılımları, GSM
operatörlerine VA sistem yazılımları, diğer sistem yazılımları alanında gelişmektedir.
Bu gelişmeleri ayrı olarak incelediğimiz endüstriyel elektronik sektöründe ayrıntılarıyla
aktaracağız.
82
söylemine göre çok daha baskındır. Aslında bu raporlarda teknoloji kelimesi çoğunlukla
geçmez.
61
1980 öncesi en ileri teknolojik değişme değerlendirmelerinden biri TİSSİ raporunda yer almaktadır:
“Mühendislik bilgisi ile donatılmış ayrıntılı alan araştırmaları dışında ‘teknolojik değişme’ genellikle
birkaç ‘ölçülebilir iktisadi değişken’ açısından incelenir. Bu çalışmanın bilgi kaynakları da, ‘teknolojiyi’
sermaye/emek oranları, sermaye/çıktı katsayıları ya da işyeri kalabalıklığı gibi göstergelerle
tanımlamaktan, ‘teknolojik değişikliği” de bu göstergeler aracılığıyla ölçmekten başka olanak
tanımamaktadır” (TİSSİ, 1977, s.64).
83
raporda, teknoloji 1980 öncesine göre önemli bir biçimde ele alınsa da sermaye, üretim
yapısı önceliklidir.
1981 yılını değerlendiren Tüsiad raporu için de benzer bir durum söz konusudur.
Üretim yapısı ve dış ticaretin serbestleştirilmesi, döviz kurundaki düzenlemeler,
işgücüne yönelik baskı, parasal, finansal düzenlemeler, fiyatlamalar ile kamu
sektörünün daraltılması raporun temel konularıdır (Tüsiad, 1981). Teknoloji özel olarak
yer almamaktadır.
1990 sonrası Tüsiad raporlarında artık “teknoloji” yer almaktadır. Bunun nedeni
yine 1995 tarihli bir Tüsiad raporunda bulunabilir: “1981-87 döneminde istikrarlı bir
büyüme sağlanabilmiş, ekonomik beklentiler olumluya dönüşmüş, özel sektör ağırlıklı
teknoloji yatırımlarıyla sanayinin milli gelir içindeki payı artmıştır” (Tüsiad, 1995,
s.13). Dikkat edilirse artık özel kesim “sabit sermaye yatırımları”, “makina teçhizat”
gibi terimler, yine kullanılmakla birlikte çoğunlukla yerlerini farklı durumlara göre
bunları ifade eden “teknoloji” kelimesine bırakmıştır. 1980 sonrası yapılan yatırımlar,
62
“Sanayi burjuvazisi kendisini ticari karşılığından yakın zamanda biçimlendirmiştir” (Tüsiad, 1979:2).
84
üretim yapısındaki değişim, özellikle Tüsiad’da temsil edilen sermaye kesimleri
açısından “teknoloji”yi bir terim olmaktan çıkarıp kapsamı geniş ve muğlak da kalsa,
ihtiyaç haline getirmiştir. “Sanayileşme”, “yatırımlar” gibi ekonominin geneline hitap
eden kavramlar yerlerini özel kesimin ihtiyaçlarından kalkarak genele yönelik
talepleri anlatan kavramlara bırakmıştır.
63
“Çağımızda sanayi toplumu, bilim ve teknolojideki hızlı gelişmelerle, enformasyon toplumuna
dönüşmekte ve yoğun bilgi, üretimi ve maliyeti etkileyen en önemli faktör olmaktadır” (Tüsiad, 1990)
64
“Ar-Ge faaliyetleri ve teknolojik yenileme sektörün ve şirketlerin rekabet yeteneği açısından hayati
öneme haizdir”(Tüsiad, 1997a, s.23).
85
yatırımlardaki büyük artış gözetilirse, her iki kesimin de teknolojik yenilik konusundaki
ihtiyaçların artacağını görmek zor değildir.65
65
“Üründe ve süreçte yenilik konusunda rekabetçi öncelikler, imalatta performans hedefleri ve aksiyon
planlarına bakarsak; tasarım değişikliği hızı, yeni ürün geliştirme süresinin kısaltılması ve müşteri
istekleri ve mamul tasarımının ilişkilendirilmesi konularının sektörün gündeminde olduğunu görüyoruz”
(Tüsiad, 1997b, s.27).
66
Mikro araştırmaların, sektör ve sektörler arası incelemelerin, geçmişteki nüveleri olan girdi çıktı
tablolarından daha farklı biçimde yetkinleşmesi, bunun koşullarının oluşmasının bu tarihlerde örtüşmesi
de tesadüf değildir.
86
elde etmek, kullanmak ve yaymak için her türlü çabayı
göstermektedirler.
İlk önce ilk yönüne, yani teknolojinin sınıfsal gelişimi ve sermaye birikiminden
soyutlanarak “refah yaratan” yönüne yapılan vurgulara örnekler verelim. DPT’den
İsmail Hakkı Yücel 1997 yılında şöyle söylemektedir:
67
Ergun Türkcan, Boratav ile birlikte editörlüğünü yaptıkları kitaptaki önerilerini İktisat dergisinde şöyle
anlatır: “Artık bu aşamada devletin yapacağı, fabrikalar kurmak değil, ilerideki fabrikaları kuracak ve
teknolojileri üretecek insanları yetiştirecek bir devletçiliktir. Burada bile tam bir devletçilik önermiyoruz.
Çünkü artık özel sektör de üniversite kuruyor” (Türkcan, 1994). Ayrıca bkz. Boratav ve Türkcan (1993).
87
Korkut Boratav’a (1990, s.568) göre, 1990 yılında bilim ve teknolojiyi
“yakalamadan” “uygar ve gelişmiş dünya”ya yetişilemez:
Teknoloji üretimi tarafsız olarak ele alındığı gibi, bu üretim sırasında karşılaşılan
kötülüklerin de istisnai olduğu ve kötü yönetimden kaynaklandığı sanılmaktadır. İkinci
bölümde ayrıntılı biçimde inceleyeceğimiz sınıfsal nitelik yüzünden, teknoloji
üretiminin rekabetle ilgili olan yönü, kaçınılmazca israf edici öğeler içermektedir.
Yönetimle bu israfın yok edilebileceği varsayılır. Üstelik, teknoloji üretiminin kendisi
68
Keza Yakup Kepenek şunu söylemektedir: “Günümüzde üretim fazlasının ya da artı ürünün en fazla
artırılabildiği alan esas olarak teknolojidir. İlk üretildiğinde ‘tekel’ niteliğinde olan yeni teknoloji sahip
olanlara çok açık bir üretim fazlası, yüksek getiri sağlar. Gelişmiş/az gelişmiş ekonomik ayrımı özünde
bu noktadan kaynaklanır” (Kepenek, 1990, s.564). Tanyılmaz (2004) bu görüşlerin eleştirel bir
değerlendirmesini yapmaktadır.
69
“karlılık ve verimliliği yüksek teknolojik yenilikler getiren ve uygulayan girişimcilerle ilişkileri
gerginleştirmemek, kar oranı ve verimlilik yükselmedikçe canlanmanın başlayamayacağının farkında
olmak, bir vergi reformuna ve özellikle rantiyeler ile aracı finans kesiminin vergilendirilmesi çabalarına
sahip çıkmak; enflasyon hızı üzerindeki ücret artışlarının verimlilik artışları ile ilişkilendirilmesinin bir
toplumsal uzlaşma öğesi olacağını unutmamak....” (Türel, 1993, s.247).
88
bir sanayi ve dolayısıyla kapitalist bir üretim süreci olduğu için teknolojinin üretimi ile
dolaşımı birbirinden ayrılamaz. Üretimi belirleyen sınıfsal koşullar teknolojinin
dolaşımını dolayısıyla teknolojinin yönetimini de belirlerler. Teknoloji üretiminde
olduğu gibi bir bütün olarak üretimde artı-değere el koyma geçerli olduğu sürece,
üretilen ürünlerin nasıl dağılacağı, nasıl dolaşacağı, bu dolaşım ve dağıtım sürecinin
nasıl yönetileceği de sınıfsal ilişkiler tarafından belirlenir.
Teknolojinin bu “sihirli değnek” niteliği kimi zaman o kadar ileri götürülür ki,
“birlik ve beraberliğimizi” bile artıracağı ileri sürülür (Yücel, 1997):
Teknoloji, sermaye gibi emekten bağımsız bir üretim faktörü olarak ele
alınmakta, fetiş karakteri kazanmaktadır.70 Teknolojinin değer ürettiği, zenginliğin ve
büyümenin kaynağı, belirleyicisi olduğu yönündeki bu görüşler, 2. bölümde etraflıca
değerlendirileceklerdir. Şimdi ikinci görüşü irdeleyebiliriz: Teknolojik yetişme için
teknoloji politikalarına verilen önemin artması.
70
“[Teknoloji] özellikle son yarım asırda emek ve sermayeye ilave bir üçüncü üretim girdisi olarak yerini
almış ve bu üç girdi arasında da etki olarak payını sürekli yükselterek % 50’lerin üzerine ulaşmıştır”
(Kiper, 2004, s.61).
89
müdahalenin olanakları çok kısıtlanmıştır. Bu durumda teknoloji politikaları, özellikle
ele aldığımız dönemle birlikte çok sınırlı sayıdaki seçenek içinden en belirleyici araç
olarak öne çıkmıştır. Oktar Türel, bu durumu güzel tarif etmektedir (2001, s.104):
Oktar Türel ile Fikret Şenses planlamaya yakın geçmişten gelen iki örnek olarak
verilmiştir. Bunun yanında teknoloji politikalarını ve devletin bu politikalarla müdahale
olanaklarını vurgulayan pek çok örnek verilebilir. Ergun Türkcan’ın (2001) şu sözleri
böyle bir örnektir:
71
Ergün Türkcan, planlama geleneğinden gelmekle birlikte teknoloji politikaları ve kalkınma konusunda
Boratav, Türel gibi yazarlardan ayrıksı durmaktadır. Türkcan, 1960’larda kendisi gibi planlamadan istifa
eden Atilla Karaosmanoğlu ve başkalarıyla birlikte OECD tarafından yürütülen “Bilim ve Ekonomik
Kalkınma üzerine Pilot Takım Projeleri”ne katılmıştır (Türkcan, 1996).
90
Yentürk, ulusal bir teknoloji transferi politikasının belirlenmesi, eğitim politikalarının,
nitelikli işçi yaratılmasının önemine değinir. Devletin teknolojik yenilik ve buluşları
desteklemek için kurumsal yapılar oluşturması, araştırma ve geliştirmenin teşvik
edilmesi gerektiğini belirtir (Yentürk, 1994). Tüm bunlar 1980’den sonra güçlenmeye
başlayan yeni Schumpeterci teknoloji ve yenilik politikalarının savunduklarına
yaklaşmak anlamına gelmektedir. Bu politikalar, ulusal yenilik sistemlerini savunurken,
bu türden teknoloji politikalarının kurumsal ilişkilerle bir sistem halinde uygulanmasını
savunmaktadırlar (Taymaz, 2001). Devletin rolü, teknoloji politikalarını belirli bir
sistem içinde, kurumlara etkinlik ve eşgüdüm vererek uygulamasıdır. Aykut Göker
(1998), bunu şöyle dile getirir:
Oysa Hacer Ansal, 1985 yılında (1985, s. 22-23) teknolojinin sınıfsal içeriğini
vurgularken ulusal teknoloji politikaları uygulayacak olan devletler için şunları
söylemekteydi:
91
Üçüncü Dünya ülkelerinin kendi kendilerine yeterli olabilmesi
ve gelişmiş batılı ülkelere karşı bağımsız olabilmesi için geliştirilmiş
olan bu önermeler ‘ulusal’ bir teknolojinin gerekliliğini vurgular ve
halkın yararlarından bahsederken oldukça ‘ilerici’ bir konumda
görünmektedir. Fakat bu kuramsal çerçeve bazı tutarsızlıkları ve
belirsizlikleri de içinde barındırmaktadır. … …bu ulusalcı yaklaşım,
Üçüncü Dünya ülkelerinde de sınıfların var olduğu, teknolojilerin
kullanıldığı üretim birimlerinde emek-sermaye çelişkisinin ala-
bildiğine yaşandığı gerçeğini göz ardı etmektedir.
92
sergilemektedir. Teknolojinin sınıf mücadelesi içinde belirlendiği, öte yandan da
kapitalist tarafından emek sürecinde daha fazla artı değere el koymak için çalışan
üzerinde denetimi artırmaya yönelik kullanıldığı gerçeği belki de bu tartışmaların
hatırlattığı en can alıcı gerçektir.72 Teknolojik değişme sınıfsal içeriğinden yalıtılırsa,
gerçekte verimlilik adı altında artı değeri çoğaltmak, sermaye birikimini hızlandırmak,
rekabette öne geçmek anlamına gelen teknoloji uygulamaları, teknolojik açığı kapatma,
“yetişme” olarak tarafsız niteliklere büründürülürler. “Teknolojik yetişme”nin sermaye
birikimi için neyi ifade ettiği gerçeğinin üstü örtülmüş olur. Ele aldığımız dönemde
uzun süredir söylemde var olmasına karşın yavaş yavaş kurum ve teşvikleriyle
uygulamaya konulan bilim ve teknoloji politikaları, bu yüzden sınıfsal perspektiften
değerlendirilmek zorundadır. Teknolojinin nasıl bir içerikle ele alınacağını
saptayabilmek için, bu yüzden, var olan teknoloji yaklaşımlarının eleştirel bir
değerlendirmesini yapmak, geç kapitalistleşme ile teknoloji ilişkisini irdelemek
gereklidir. İzleyen bölümde bunu yapacağız.
72
Bu gerçek unutulunca teknolojik yeniliklerin esas amacı olan artı değer sömürüsündeki rolü,
“verimlilik” gibi saf bir amaca dönüşmektedir. Oysa verimliliğin ürünlerine el koyan, çalışanlar
değillerdir. Onların payına emek sürecinin daha fazla denetimi, sıkı çalışma ya da işsizlik düşmektedir.
Aykut Göker bunu başka bir vesileyle şöyle aktarmaktadır: “Tasarım, üretim ve pazarlama süreçleri daha
iyi denetlenebiliyor; bu süreçler arasında tam anlamıyla sistemik bir bütünlük sağlanabiliyor ve bunu
mümkün kılacak esneklikler sağlanabiliyor; bu arada, bütün bu sistemik çözümlerle birlikte bir şey daha
oluyor: Giderek, daha da büyüyen oranlarda olmak üzere, işgücü 'sayısallaştınlmış' makinalarca ya da
sistemlerce ikame ediliyor... Bütün bu çaba niye; salt her şeyi daha iyi denetleyebilmek için mi? (Öyle
ya, işgücünün, hâttâ belli bir düzeye kadar beyin gücünün ikame edilmesi de sonuç itibariyle daha iyi bir
denetim imkânı sağlar.) Evet, denetim için; ama, bu denetim, son çözümlemede, bir başka şeye yarıyor;
bunca çaba onun için: Bütün bunlar prodüktiviteyi [üretkenliği] artırıyor” (Göker, 2001, s.39).
93
BÖLÜM 2
94
“Teknoloji” teriminin ilk kez nerede kullanıldığına dair bilgiyi Marks’ın 1861–
63 yılları arasında teknoloji üzerine çalışırken tuttuğu notlarda bulmak olanaklıdır
(Marks, 1861). Almanya’da makina yapan ilk mekaniker ve mühendis olarak anılan
Johann Heinrich Moritz von Poppe’nin “Teknoloji Tarihi” (Geschichte der
Technologie) kitabına göre, bu terimi ilk kez, bir mühendis olan Beckmann,
Almanya’da yaklaşık 1772 yılında basılan bir belgede kullanmıştır.73
20. yüzyılın sonu, 21. yüzyılın başları, teknoloji kavramının daha fazla
yaygınlaştığı, politika unsuru olarak görüldüğü dönemlerdir. Bu dönemde teknoloji
terimi daha pratik ve “pragmatik” bir anlam kazanmıştır. Teknoloji, genel olarak
“üretimin bilgisi” biçiminde alınmaktadır (Türkcan, 1981).
Teknik ve teknoloji ayrımı, tarihsel evrim içinde kendisini gösteren bir ayrımdır.
Bu ayrımın önemi, teknolojinin tekniklerin toplamı hatta bu tekniklerin genel ve
sistematik bilgisi olmasından kaynaklanır. Bu teknikler üzerine sistemli bilgi geliştirme
ihtiyacı kendiliğinden doğmamıştır. Üretim becerileri, toplumsaldırlar, ancak toplumun
kendini yeniden üretebilmesi, bunun sürekliliğinin sağlanması için bir sonraki kuşaklara
aktarılabilmelidirler.74 Üretimin ve toplumsal ilişkilerin gelişmesiyle birlikte bu
tekniklerin bilgisi de sistemlileşir, kayıt altına alınır ve gelişmeye başlar. Dahası aletler,
73
1739–1811 yılları arasında yaşamış olan Johan Beckmann, Göttingen Üniversitesi’nde profesördür.
Özellikle üniversite döneminde tüm ilgisini çeşitli makina ve aletlerin kökenleri, tarihleri ve o günkü
durumlarını incelemeye vermiştir. Bizzat tanışmış olduğu botanikçi ve zoolog Linnaeus’un sınıflandırma
konusundaki çalışmalarından etkilenerek makina, alet ve buluşları bu tarzda sınıflandırmaya, köken ve
tarihlerini incelemeye yöneldiği söylenmektedir (Wikipedia, “Johann Beckmann” maddesi, indirilme
tarihi: Mayıs 2006).
74
Lonca (ya da ahilik) sisteminde, sınırlı da olsa kabul edilen yenilikler (çoğu zaman bunlara direnç
gösteriliyor, yasaklanıyorlardı), dışarıya karşı özenle saklanıyordu. Kimi tekniklerin başka ülkelere
yayılmaması, elde edilen üstünlüğün o ülke sınırları içinde kalması için nitelikli işgücünün (zanaatçıların)
dolaşmasının, bilgi aktarmalarının yasak olduğu dönemler yaşanmıştır.
95
makinalar ve üretim araçları gerçekte üretim tekniklerinin bu bilgisinin cisimleşmiş,
somutlanmış biçimleridirler. Teknolojinin bu tekniklerin sistemli bilgisi ya da bu
sistemli ve yeni bilgilerin cisimleştiği ürünler olarak görülmeye başlanması da üretimin
gelişmesi ile paralellik gösterir. Bu anlamıyla bilimsel gelişmeler ile toplumsal üretimin
ihtiyaçları arasında sık sık işaret edilen paralellik, bu bilimsel gelişmelerin belirli bir
zaman aralığı sonrasında üretime, uygulamaya yansıması ile kendisini açığa vurur.
Ancak bunun için üretimin dinamizmi kilit kavramdır. Üretim tekniklerinin bilgisinin en
hızla biriktiği, değiştiği, denenip sınandığı dönem, tam da bu yüzden üretimdeki
dinamizmin en hızlı arttığı dönem olmuştur. Bu dönemde de, ürünlerin üretimine
yönelik teknolojik gelişme bir emekleme aşamasına işaret ederken, ürünleri üretmek
için gerekli üretim araçlarının üretilmeye başlanması olgunluk aşamasını gösterir.
96
tekniklerin toplamı, sistemli birikimi haline dönüşmekle kalmaz, kimi zaman bu
tekniklerin, becerilerin birikip damıtıldığı sistemlileştirildiği ürünlerin toplamı haline
dönüşür. Kısacası günümüze gelene kadar teknoloji, genel olarak üretimin bilgisi
olarak, beceriden, nesneler toplamına, kimi zaman bu nesnelerin taşıdığı beceri
niteliklerine kadar değişen anlam içeriklerine sahip olmuştur. Kavramın, karmaşıklığı
sadece bizzat kendisinin karmaşıklığından gelmemektedir, aksine geliştiği üretim
ilişkilerinin geçirdiği evrimi temsil ettiği kadar, onun belirli biçimlerinin damgasını da
üstünde taşımaktadır.
Tüm bu kavramsal evrim süreci, teknolojinin bir süreçten bir şey olmasına
yönelik bir evrimi anlattığı kadar, sermayenin şeyleşmesini de anlatmaktadır. Öyle ki,
97
gerçekte toplumsal emeğin ürünü olan bilim ve teknoloji, onu üretenlerin, insanların
karşısına onlardan yabancı bir güç, ileride göreceğimiz gibi sermayenin güçleri olarak
dikilmektedir. Bu güç, giderek toplumun kendi kontrolü dışında geliştiğini düşündüğü
aşkın bir güç olarak belirir.
98
üretim kesimleri, zenginliğin ve gelirin dağılımı arasındaki ilişki, fiyatların oluşumu,
ticaret, para dolaşımı ve nihayet ekonomik büyümenin dinamiklerine dair temel ve
sistemli bir model sunar. Smith’in en temel adımı, emek değer kuramıdır. Bu yüzden
Smith, zenginliğin göstergeleri olarak metaların değerlerinin harcanan emek ile temsil
edildiğini belirtmiş,75 dahası bu değerlerin birikimi ile bu birikimden toplumsal sınıflara
düşen payı, (değerlerin kısımlarını gözeterek) incelemiştir. Bu amaçla metaların
fiyatlarını bileşenlerine ayırmıştır (Clarke, 1982).
Adam Smith’in iktisadi sistemi, o güne kadar sürdürülen toplumsal yapıdan iki
yönlü bir çıkış isteğini gösterir. İlki, feodal üretim ilişkilerinden çıkmaya ve egemenlik
kurmaya çalışan kapitalist ilişkilerin var olma isteğidir. İkincisi ise, ticari sermayenin
uzun gelişim dönemlerinin olgunluğa eriştiği yerlerde yeni bir aşamanın doğum
haberini veren, eskinin aşılması gerektiğini savunan, bu nedenle eski sistemi temsil eden
görüşe (merkantilizm) karşı yöneltilen eleştiridir.
Adam Smith’in kitabının ikinci temel öğesi ise işbölümünün rolüdür. Ulusların
Zenginliği’nin ilk bölümünün başlangıç cümleleri (1904, I.1.1, a.b.ç)şöyledir:
75
“Emek her şeye ödenen ilk fiyat, özgün satın alma parasıydı. Yeryüzündeki bütün zenginlik aslında
altın ve gümüşle değil, emekle satın alındı” (Smith, 1904, s.I.5.2). Yine de metanın değeri ile harcanan
emek arasında Adam Smith’in kurduğu ilişki, net ve tutarlı olmamıştır. Rikardo’nun da belirttiği gibi
Adam Smith, yer yer değerin mutlak ölçüsü konusunda karışıklığa düşmüştür (Ricardo, 1997, s.27-32).
“Smith asla tutarlı bir emek değer kuramı sunmamış olsa da, David Rikardo ve Karl Marks’ın emek değer
kuramının daha gelişmiş değişkelerinin temeli olacak fikirler sundu”(Hunt, 2005, s.81).
99
örnek verir. Bu örnek, Smith’in kitabına dair bugün yaygın olarak bilinen örnektir, ama
Smith’in döneminde yaygın bir örnek değildir. Tersine Smith kitabında iğne
imalathanesi gibi önemsiz görünen bir imalat kesimindeki işbölümünün örneği olarak
anlatır. İleri işbölümü ekonominin genelinin ortalaması değildir; aksine Smith belirli bir
alanı özellikle seçmiştir. Verilen bu örnek, Smith’in örtülü bir varsayımı açısından
irdelenmeye değerdir. Ekonominin genelini yansıtmak yerine bu özel örneğin seçilmesi,
sermaye birikimi açısından ileriye dönük dinamik bir unsurun incelenmesi anlamına
gelir.
76
“Stok birikiminin doğal olarak işbölümünden önce olması gerektiğinden, iş stokun arttığı oranda tekrar
bölünebilir… her işçinin işi giderek basite indirgendiğinden, bu işlerin kolaylaştırılması ve kısaltılması
için yeni makineler icat edilmeli.. bu nedenle … daha büyük miktarda malzeme stoku ve aletler (yani
sermaye b.n.) biriktirilmelidir” (Smith, Adam., 1981).
100
Smith’in eserinde işbölümünün temel eksen olması, yeni makinaların icat
edilmesinin daha sonra gelmesi, bir önemli gerçeği karartmamalıdır. Bu iki özellik,
sermaye birikimine (stok birikimine) bir katkı ve verimliliği artıran etkenler olarak ele
alınırlar. Yani merkezde olan sermaye birikimidir. Üstelik makinaların işbölümüne göre
ikinci planda kalması, onlara dair ilerisi açısından önemli sonuçlar çıkarılmadığı
anlamına gelmez. Bir kere makinaların iyileştirilmesinin emek üretkenliğini artırdığı
belirtilir. Dahası zenginliği makinaların değil, emeğin yarattığı vurgulanır. Bu emek
değer kuramı açısından can alıcı önemdedir. Makinalar emek üretkenliğini artırırlar,
harcanan emeği azaltırlar. Daha fazla sayıda metayı daha az emekle üretmeyi sağlarlar.
Üstelik Smith, dönemine göre ileri bir sonuç olarak, makinaların değer yaratmadığını
belirtmekle kalmaz, makinayı oluşturan değerin, onu üretirken harcanan emek olduğunu
vurgular. Makina değer yaratmamakta, metayı üretirken, kendisi için harcanan değeri,
ürüne katmaktadır.
101
tanıdığı James Watt’ın 1770’lerde kömür madenlerinde buhar makinalı taşıt
kullanmasından bahsedilmemektedir.77
Bu yüzdendir ki, Smith, yaşadığı dönemde yeni yeni ortaya çıkan bu teknolojik
gelişmeleri yeterince değerlendirememiştir (Türkcan, 1981, s.xix). Kendisinden sonra
gelen Rikardo’nun kitabında makinalar üzerine ayrı bir bölüm bulunmaktadır. Ancak
Smith, iğne imalathanesindeki işbölümünün gelişmesinin sermaye birikimi açısından
önemini vurgulayarak başladığı kitabında makina özel bir bölüm olarak ele
alınmamıştır.
77
“‘Sanayi Devrimi’nin Peygamberi’, ‘imalatçıların çıkarlarının sözcüsü’ diye mırıldanırız kendi
kendimize muhtemelen. Ancak bunların hepsi yanlıştır! Tüm kitap ‘insanlığın hükümdarı olmayan,
olmaması da gereken tüccarların ve imalatçıların adi açgözlülüklerine, her şeyi tekellerine alan ruhlarına’
yöneltilmiştir. Tüccarlar ve imalatçılar, nefret edilen ticari (Merkantil) sistemin mimarıdırlar üstelik
Ulusların Zenginliği’nde tam da bu adamların İngiltere’de o zamanlarda yeni bir sanayi çağı başlattığına
dair neredeyse tek bir gösterge yoktur. Gerçekten de, kitapta Adam Smith’in son derece olağanüstü
ekonomik değişim dönemlerinde yaşadığının farkında olduğu fikrini ileri sürmek için hiçbir şey yoktur.
… Sanayi Devrimi’nin peygamberinin dili bu mudur?” (Blaug, 1985, s.36).
102
Rikardo, temel varsayımı olan azalan verimlilik üzerinden doğal maddelerin,
yani ücretleri oluşturan tarımsal gıdaların ve girdi olarak kullanılan hammadde
fiyatlarının kaçınılmaz olarak yükseleceğini, ücretlerin ise ancak makinalardaki
iyileşmeler sayesinde düşebileceğini ya da artmadan korunabileceğini öne sürer. Genel
olarak doğal kaynakların fiyatların azalan verimlilik nedeniyle artacağı yönündeki ön
yargısı, onu sanayideki karların kaçınılmaz biçimde giderek düşeceği sonucuna
vardırmıştır.78 Makinaların iyileştirilmesi ve işbölümü ile üretkenliğin artırılması, bu
kaçınılmaz sonucu ortadan kaldırmaz ancak geciktirir. Rikardo, teknolojik gelişmenin
“azalan verimlilik” ilkesinin kötü etkilerini bertaraf edemeyeceğine inanır ve
kötümserdir.
Teknolojinin dışsal olarak alınması, yani veri olarak alınması klasik okuldan
neoklasik okula devreden temel özelliktir.
Teknik ilerleme günümüze kadar hâkim olan neoklasik iktisat açısından bir
artakalan (residual) faktör olarak nitelendi; büyümede, emek ve sermaye artışı ile
78
Sanayideki karların düşeceğini, topraktaki rantın ise bunun gibi düşmeyeceğini düşündüğü içindir ki,
Borsa’da spekülasyonlar ile kazandığı zenginliğinin doruk noktasındayken, yaşamının son dönemlerinde
toprak alımına yönelmiştir. Malthus’un öne sürdüğü ironi gerçekten de çarpıcıdır. Hayatı boyunca hiçbir
çıkar gözetmeden toprak sahiplerini savunan görüşlere kendisinin sahip olduğunu, bu konuda Rikardo ile
hep çatışma içinde olduklarını hatırlattıktan sonra, buna karşılık Rikardo’nun bir toprak zengini olmasına
rağmen sanayinin çıkarlarını savunması gerçeğini alayla belirtir.
103
ilişkilendirilemeyen kısım teknik ilerleme olarak adlandırılageldi (Johnston, 1966,
s.158). Üretim fonksiyonundaki, emek ve sermaye faktörlerindeki artışla
anlamlandırılamayan kaymaları açıklamaya çalışan ilk modellerde, teknoloji dışsal
(exogen) bir öğe olarak alınır. Örneğin ileride aktaracağımız Solow’da teknoloji,
zamana bağlı üstel bir fonksiyondur; yani modelin dışında zamanla değişir. Onu
modele katmaya çalışan kuramlar da çıkar. Nicholas Kaldor, teknolojiyi yatırım
oranlarının bir fonksiyonu halinde modele katar; daha sonra yatırım oranlarındaki
değişim oranının bir fonksiyonu yapar. Eltis, zamanın ve yatırım oranlarının bir
fonksiyonu olarak işler. Arrow ise 1962’deki bir makalesinde, “toplam ekonomik
etkinlik”in bir fonksiyonu olarak modele katar. Emek ve sermaye girdilerindeki değişim
ile ilişkilendirilemeyen bu fazladan bölüme 1961’de artakalan (residual) adını veren
Harrod Domar’dır (Johnston, 1966, s.159). Domar, bu artakalanı, emek ve sermaye
girdilerindeki değişimlerden kalan her şey olarak tarif eder. Bu kavramı teknik ilerleme
ile eş anlamlı görür. Buna Solow “Teknik değişme”, Kendrick ise 1961’de Toplam
Faktör Verimliliği (Total Factor Productivity) der.
Robert Johnston’a göre, adı her ne olursa olsun, ekonomik büyümeye “katkısı”
kayda değerdir (Johnston, 1966, s.159). Bu katkının oranı üzerine ampirik çalışmalar,
Solow’un klasikleşen ilk makalesiyle başlayıp, Massel, Denison, Domar gibi
iktisatçıların çalışmalarıyla sürmüş, bu çalışmalarda söz konusu katkı %50 ile %90
arasında hesaplanmıştır (Johnston, 1966). Ancak bir artık, arta kalan olarak görülen
teknolojinin saptanması, açıklanmasındaki bu belirsizlik dikkate değerdir. Teknoloji,
henüz ilk kavramlaştırma aşamasından itibaren bir bilmece olarak kalmış görünmektedir
ve bu, gerçekte tüm bir politik ekonominin (buna sermaye kuramının temelleri
açısından Walras’a dayanan Scumpeter ve yeni Schumpeterci okul da dahildir) taşıdığı
doğum lekesidir, temelinde ileride açıklanacağı gibi sermaye kuramındaki eksiklikler
yatmaktadır.
Neoklasik iktisatta teknoloji kuramı, iki ayrı işlevi yerine getirir. İlki verili olan
bir üretim fonksiyonunda, yani verili olan teknikler kümesinin bütünü içinde uygun
tekniği seçmektir. Burada teknoloji o üretim fonksiyonu için verili olan teknikler
kümesinin tümünü temsil eder. Bu fonksiyon üzerindeki her bir nokta, belirli firmanın
farklı bileşimlerde kullandığı üretim faktörleri ile elde ettiği çıktıyı gösterir. Her bir
104
noktadaki emek sermaye oranı, o firmanın kullandığı tekniği, fonksiyonun kendisi ise
üretimdeki teknolojiyi anlatır. Her firma, elinde bulundurduğu üretim faktörleri uygun
teknik kümesini seçer. Bu yeni teknik, önceki teknik bileşime göre, daha çok sermayeyi
(sermaye-yoğun) ya da daha çok işgücünü (emek-yoğun) içerebilir; bu duruma
neoklasik iktisatta faktör ikamesi olarak anılır. Tüm firmaların teknik kümeleri, üretim
fonksiyonunu oluşturur. İkinci işlev de burada ortaya çıkar: bu işlev teknik değişimi ya
da teknolojideki değişimi açıklamaktır (Smith, 1997)79. Yani fonksiyondaki kaymayı
açıklamaktır. Ancak kaymanın nedeni, teknolojik değişme dışsaldır. Neoklasik iktisat
kaymanın niteliğini açıklar. Bu kayma, sermaye-yoğun, emek-yoğun ya da nötr bir
teknolojik değişim sonucunda olur.
Ancak teknolojinin üretim fonksiyonu olarak bir eğri ile gösterilmesi, üzerinde
çok tartışılan çeşitli varsayımlara dayanmaktadır. Ansal (1985b, s.20) bu varsayımları
şöyle sıralamaktadır:
79
Neoklasik iktisadın teknolojiye bakışının daha geniş anlatımı için bkz. (Smith, 1997), (Smith, 2004),
(Taymaz, 2001), (Yıldırım, ), (Buğra, 1985), (Ansal, 1985b), (Akyüz, 1980), (Soyak, 1995).
105
En önemlisi, belirli bir ölçekte belirli bir malı üretmek için
kullanılabilecek sonsuz ya da çok fazla sayıda aynı verimlilikte teknik
olduğu kabul edilmektedir. Bu tekniklerin ürettiği mallar arasında
kalite ya da nitelik farkı bulunmamaktadır. Emek ve sermayenin
rahatlıkla birbirini ikame edebildiği, sermayenin bölünebilirliği ve
ölçülebilirliğinin yanı sıra emeğin homojenliği ve ölçülebilirliği de
varsayılmaktadır.80
80
Bu varsayımların her biri, üretim alanının ampirik olguları karşısında sorunlar yaşar. Aynı verimlilikte
çok fazla teknik bulunması zordur, malların aynı nitelikte olması zordur. İleride anlatılacak olan Babbage
ilkesine uygun olarak emek sürecinin niteliksizleşen parçalara bölünerek nitelikli emeğin ikame edilmesi
sürecine karşılık, bu sürtünmesiz bir geçiş değildir. Dolayısıyla emeğin bölünebilirliği, homojenliği hep
aksak bir işleyişin sonucudur. Bu model ile hiçbir zaman tam uyuşamayan hep ona yaklaşan ama
erişemeyen bir süreci beraberinde getirir. Sermaye ile emeğin birbirini aksaksız ikame etmesi de ampirik
olgular alanında sorun yaşayan bir varsayımdır.
106
fonksiyonunu ve kimi varsayımları kullanarak81 ABD ekonomisinin 1909 ile 1949
arasındaki üretim fonksiyonun oluşturan serileri oluşturuyor, teknik değişimi
hesaplıyor.
Türdeş (homojen) girdi (türdeş emek ve türdeş sermaye) ile homojen çıktı
Solow’un da kullandığı neoklasik modelin temel varsayımları arasındadır. Zaten türdeş
girdilerdeki artış, türdeş çıktıları açıklamaya yetmediğinde geriye kalan fark, artakalan
(residual) olarak tanımlanır, bu bugüne kadar gelen tanımıyla Toplam Faktör
Verimliliğidir (TFP). Türdeş girdilere karşın, çıktının girdiye oranının eski döneme göre
farklı olmasının nedeni “teknolojik yenilikler” olarak görülür.
Y= A(t). f(K, L)
81
Üretim faktörlerine marjinal ürünleri ödeniyor, teknik değişme nötr kabul ediliyor, ölçeğe sabit getiri
varsayılıyor.
107
Burada görüldüğü gibi, teknoloji emek ve sermayenin bir fonksiyonu değildir, sadece
zamanın bir fonksiyonudur. Zamanla değişir, ama neye göre değiştiği belli değildir,
yani dışsal olarak alınır.
82
Solow artığının değer kuramı ve sermaye birikimi perspektifinden temel oluşturabilecek bir eleştirisi
için bkz. (Küçük, 1981). Toplam Faktör Verimliliği kategorisinin başka bir eleştirisi için bkz. (Gürak,
2006).
83
Kaldor, Amerika’daki Cambridge’de çalışan Solow’a, İngiltere’deki Cambridge’de çalışan bir iktisatçı
olarak, okyanusun öte yanında fonksiyon eğrilerinden ne kastettiklerini alaycı bir biçimde sormaktadır
(Kaldor, 1961, s.1).
108
toplam faktör verimliliğinin bu biçimde hesaplanması neoklasik kuramda hakimiyetini
sürdürmektedir. Yukarıda anlatılan Solow’un teknolojik değişim görüşü, neoklasik
iktisatta içerilmemiş teknolojik gelişme modeli olarak anılmaktadır.84 Bu modelde,
üretim fonksiyonu üzerindeki hareket girdi artış-azalışına bağlanırken, üretim
fonksiyonundaki kaymanın girdi artışına atfedilmeyen kısmı (artakalan kısım- residiual)
teknik değişim olarak kabul edilmektedir. Teknik değişimden kaynaklanan bu
kaymaların nedeni ekonomi dışı olarak varsayılır.85 Teknoloji, neoklasik iktisat için veri
olarak alınır. Eş maliyet çizgileri çizilerek, uygun tekniklerin seçimi, karar verilmesi
üzerine incelemelerde de, seçenek olan bu tekniklerin nasıl ortaya çıktıkları
açıklanmaya gerek duymaz86. Çünkü teknik gelişim, teknolojik bilgi ekonomik sistemin
dışında gelişir, kamusal nitelik taşır (Soyak, 1995, s.94). Kolaylıkla ve maliyet
gerektirmeden bir firmadan diğerine aktarılabilir. Uygun teknolojinin seçimi, firmaların
göreli faktör maliyetlerini hesaba katarak optimal olarak saptadıkları bir tercih
meselesidir. Neoklasik iktisadın denge anlayışı nedeniyle, firmaların teknolojiyi
geliştireceği varsayılmaz.
Ayrıca Nelson’a göre, uluslararası düzeyde de, firma gibi karar birimleri
arasında teknolojik gelişme farklılıkları vardır, bu da, homojen üretim fonksiyonuna
84
İçerilmemiş teknolojik gelişme "yatırım ve birikim olgularından bağımsız olarak, mevcut sermaye
stoku ve emeğin etkinliğinin, yani belirli bir girdi bileşiminden elde edilen çıktı miktarının zaman içinde
sürekli olarak artması"dır (Akyüz, 1980, s.433).
85
“Teknolojinin uzun yıllar gelişmenin tarafsız bir belirleyicisi olarak görülmesinde, kuşkusuz, neo-
klasik iktisadın teknoloji seçimi modelinin büyük rolü olmuştur” (Ansal, 1985b, s.19).
86
“Böyle bir kuramsal çerçeve, mevcut olduğu varsayılan, çok fazla sayıda, farklı faktör yoğunluğundaki
teknolojik alternatifin nasıl ortaya çıktığını aydınlatmaktan uzaktır. Günün fiyatlarını yansıtan faktör
bileşimlerinden çok farklı teknolojik alternatifleri acaba hangi güçler yaratmaktadır?” (Ansal, 1985b,
s.20)
87
“İçerilmiş teknolojik gelişme yaklaşımı ile birlikte sermaye birikimi ve teknolojik gelişme arasındaki
bağlar tekrar kurulmaya çalışılmıştır. Bu modellerde en son teknolojik bilgi düzeyi ancak o dönem için
yapılan yatırımlar tarafından içerilmektedir” (Soyak, 1995, s.95-96).
109
dayalı neoklasik kuramca açıklanamamaktadır (Nelson, 1981, s.1035). Teknoloji verili
olduğu için, farklı ülkelerin, farklı firmaların nasıl olup da o tekniklere geldikleri sadece
ulusal düzeyde değil, uluslararası düzeyde de açıklanamaz. Evrimci iktisadın, farklı
ülkelerin kendilerine göre belirledikleri teknoloji politikalarının, iktisadi yapıda
gerçekleştireceği değişimi vurgulaması, bu noktadan kalkarak olmuştur.
Teknolojinin dışsal değil de içsel bir bileşen olarak neoklasik iktisada taşınması
çabası yeterli olmayınca, kuramın temel varsayımları daha açık eleştirilir hale gelmiştir.
Evrimci iktisadın temel öncülleri bu eleştirilerden ve Schumpeter’den doğmuştur. Bu
yüzden bundan sonraki bölümde Evrimci İktisadın temel taşını döşeyen Schumpeter’i
ele alacağız.
110
davranışçı ve kurumsalcı yapısını açıklamak için, sadece bu kapsamıyla sınırlı olarak
belirli ölçüde ayrıntılı incelenmektedir.
88
Paul Sweezy, 1943 tarihli makalesinde, yenilik konusunu işlediği ünlü kitabı daha önce yayınlandığı
halde Amerika’da İş Çevrimleri çalışmasıyla dikkat çeken Schumpeter’in geri planda kalan Yenilik
Kuramı’nı oldukça erken bir tarihte gündeme getirmekte; çekinik ve örtülü de olsa eleştirmektedir
(Sweezy, 1943).
89
“Onun çalışmalarının titiz bir okuması, amacının kapitalist bir toplumdaki ekonomik değişimin
anatomisini berrak bir biçimde ortaya koymaktan başka bir şey olmadığını açıkça gösterir” (Sweezy,
1943, s.93). Schumpeter’in asistanlığını yapan ve onunla yakın bir ilişkisi olan Paul Sweezy, en önemli
kitaplarından birinin adını “Kapitalist Gelişme Kuramı” koymuştur.
111
üstelik ekonomik ilerleme marjinal verimlilik kuramcılarının
gündemindeki konu değildi. İşte bu yüzden iktisatçılar genellikle
teknik ilerlemeyi ayrı tutmaya devam ettiler.
112
Schumpeter’in başlangıç noktası, büyümenin değilse bile değişimin olmadığı bir
ekonomidir.90 Yani değişmeye neden olan özgül etmen soyutlanmıştır. Schumpeter
sonuçtaki ekonomik sisteme, “durağan döngüsel akış” der. Çünkü zaman geçse de bu
döngü, aynı kanallardan akar. Döngünün, girdileri, çıktıları çoğalabilir ancak aynı
kanalları kullanarak çoğalır. Bu da zaten büyüme (niceliksel değişim) ile değişimin
(niteliksel değişimin) ayrımıdır. Aynı kanallar ile döngünün daha fazla çıktıyla devam
etmesi, büyüme iken, burada henüz niteliksel bir değişim yoktur. “Döngüsel akış”91
başlangıç noktası alınarak, değişiminin koşulları çözümlenir. Bu noktadan sonra izlenen
işlem üç basamaktan oluşur:
90
Farklı bir özetleme için bkz. (Blaug, 1985, s.464).
91
“Döngüsel akış” (Circular flow) olarak Almancadan İngilizceye çevrilmiş olan sözcük özgün dilde
Kreislauf terimidir. Döngü anlamına gelmektedir. Marks’ta sermayenin döngüleri/devreleri yani para,
meta ve üretken sermaye döngülerinde bahsedilen döngünün almanca karşılığı Kreislauf’tur. Schumpeter,
Marks ile aynı anlamda (circuit) Kreislauf kelimesini kullanıyor. Bu terim Almanca karşılığından
İngilizceye hep döngüsel akış olarak çevrilmiştir. Leontief de 1928'de Döngü olarak Ekonomi (Özgün
adı, "Wirtschaft als Kreislauf" olan tez İngilizceye Circular Flows in Economics olarak çevrilmiştir)
tezini sunuyor.
92
Bkz. bölüm 2 (Schumpeter, 1961). Kısa bir özet için (Sweezy, 1943).
93
“Schumpeter, kabul edilegelmiş rutin ve uygulamalardan keskin bir biçimde kopabilmek için gerekli
olan karakter, cesaret ve hepsinden öte vizyona sahip bu karizmatik figüre, girişimciye çok büyük bir
önem vermiştir” (Rosenberg, 1976, s.67).
113
olan, değişimin aktörünü açıklamada temel önemde eyleyendir. Bir dengeden diğerine
değişimin temel motoru girişimcidir. Ekonomik Gelişme Kuramı kitabında girişimcinin
niteliklerini tüm boyutlarıyla açıklar (Schumpeter, 1955, s.87-94).94 Hatta Schumpeter’e
göre girişimci kendi eylemlerinin sonuçlarından bağımsız biçimde, ondan soyutlanarak
incelenebilen toplumbilimsel bir tiptir.95 Girişimcinin nitelikleri, her şeyden önce,
yenilik olanaklarını kestirebilmek, önemini anlayabilmektir, üstelik bunun için buluş ya
da yeniliğin kendince yapılmış olması, mucit olması da gerekmez. Bundan daha
önemlisi girişimci yeni şeyler yapmanın önündeki toplumsal ve psikolojik dirençlerin
üstesinden gelebilmeli, kısacası “liderlik” niteliklerine sahip olmalıdır. Yani girişimci,
enerjisi ekonomik kanallara yönlendirilmesi gereken bir liderdir.96 Sweezy,
Schumpeter’in girişimciyi bu şekilde tanımlayarak, ekonomik değişmenin kaynağını,
ilkesel olarak nüfusun herhangi bir sınıfı ya da katmanından çıkabilecek olan belirli bir
grup adamın (men) kişisel özelliklerine bağladığını söyler (Sweezy, 1943, s.94).
Girişimcilik, Schumpeter için belirli bir kişiye ya da kesin biçimde tanımlanan bir gruba
ait bir özellik olmasından önce bir işlevsel roldür.97
Yani kapalı bir dengeden, “döngüsel akış”tan dinamik bir gelişmeye geçmede
kilit aktör girişimcidir. Girişim ve yenilik kavramlarının üzerinde durmamızın tek
nedeni bunların Evrimci İktisat okulu için kilit kavramlar olması değildir; metodoloji
94
Öyle ki, girişimcinin niteliklerinin ayrıntısıyla anlatıldığı ikinci bölüm, Ekonomik Gelişme Kuramı’nın
İngilizce çevirisinde yazar tarafından sadeleştirilmiştir. Sadeleştirilen bu bölümün özgün halinde
Schumpeter, girişimcinin niteliklerini etraflıca açıklama üzerine yoğunlaşmış, bu yüzden de bu
açıklamalar kitabın iktisadi değişimi açıklama genel çizgisinin dışına taşarak iktisat sosyolojisine girmişti.
Bu bölüm bu nedenle çeviri sırasında sadeleştirilmiştir, kitabın yedinci bölümü olan Das Gesamtbild der
Volkswirtschaft (Ekonominin Genel Görünümü) İngilizce baskıda tamamen çıkarılmıştır (Kızılkaya,
2005).
95
Schumpeter’in dar anlamıyla iktisatçı olmadığı aksine toplumbilimsel yöneliminin tüm çalışmalarında
belirgin olduğu bir çok iktisat tarihçisi tarafından kabul görür (Denis, 1982, s.748-750), (Blaug, 1985).
“Ekonomik toplumbilim” Schumpeter’e göre ekonomi biliminin dört temel alanından biridir. Diğer üçü
ise ekonomik kuram, ekonomik tarih ve istatistiktir (Blaug, 1985, s.464). Schumpeter ve girişimcilik
üzerine bkz. Kızılkaya (2005).
96
“Schumpeter teknoloji konusuna buluş (invention), yenilik (innovation) ve yeniliklerin yayılması
(diffusion) aşamalarını inceleyerek yaklaşıyor. İktisatçılar açısından en önemli bulduğu yenilik aşamasını
da girişimcinin kapitalist sistemdeki işlevinin en önemli yönü olarak görüyor. Schumpeter'e göre,
kapitalist sistemde en önemli rolü oynayan girişimci tipinin ana işlevi, teknolojik gelişme düzeyinin veri
olarak alındığı bir üretim fonksiyonu çerçevesinde optimal kaynak dağılımını sağlamak değil, bu üretim
fonksiyonunu bütünüyle değiştiren yenilikleri üretimde kullanmak” (Buğra, 1985, s.27).
97
Blaug’a göre, Schumpeter’in yenilik ve girişimcilik üzerine düşünceleri, durağan (statik) denge
analizine uymadığı için hep göz ardı edilegelmiştir (Blaug, 1985, s.464).
114
olarak Schumpeter’in metodolojine dikkat çekmek gerektiğindendir. Yenilik amacını
edinen girişimcinin davranışları, ileride kurumların davranışlarını, tercihlerini, öğrenme
yeteneklerini, örgütsel davranış şekillerini irdeleme yönünde her biri ayrı ayrı
geliştirilecek olan alanları önceden haber vermektedir. Üstelik devletin etkinliğinin
azaltılmaya çalışıldığı, uluslararası şirketlerin uluslararası düzeyde etkinlik kazandığı,
devletin henüz buna göre yeniden biçimlendirilemediği “neoliberal” dönemde,
kurumların etkinliğinin ön plana taşınması, yönetimin teknikleştirilerek, politikadan
arındırıldığı görüntüsünün verilmesi kaçınılmazdır. Schumpeter’in “girişimci” modeli,
bu anlamıyla ileride firma, kurum davranışı gibi bireysel bir metodolojiyle daha fazla
geliştirilecek olan bir “ideal tip” tir.
115
İktisat yazınında yenilik türleri, bundan sonra Schumpeter’in yazdıklarına uygun
olarak bu beş başlık altında sınıflanmaya başlanmıştır (Denis, 1985), (Buğra, 1985,
s.29):
Bir yandan yaratım bir yandan yıkım süreci, evrimi hatırlatır. Gerçekten de
Schumpeter, hem kapitalizmi hem de teknik değişmeyi, bir evrim süreci olarak anlar.
Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi kitabının “Yaratıcı Yıkım Süreci” başlıklı 7.
bölümünde (1962, s.82) yeniliği, yaratıcı yıkım sürecini kapitalizmin motoru olarak tarif
eder:
98
“Bütün bu olguların neoklasik bir üretim fonksiyonu aracılığıyla açıklanması çok güç” (Buğra, 1985).
99
Schumpeter, bundan önceki paragraflarda, iktisatçıların ve popüler yazarların gerçekliğin bölük pörçük
parçalarından yola çıktıklarından bahseder. Bu parçalı, kısmi gerçeklikler doğrudurlar, hatta çoğu
durumda biçimsel nitelikler bunlardan genellikle doğru biçimde türetilirler. Ancak Schumpeter, haklı
olarak şu sonucu çıkartır: bu tür bölük pörçük, kısmi çözümlemelerden (fragmentary analysis) bir bütün
olarak kapitalist gerçekliğin çözümlenmesine dair hiçbir sonuç çıkmaz. Sadece tesadüfen doğru
yapılabilir.
116
Aynı bölümde Schumpeter, kapitalizmin durağan olamayacağını, doğası gereği,
bir ekonomik değişim yöntemi ya da biçimi olduğunu söyler. Bu değişimin sadece,
basitçe içinde bulunduğu toplumsal koşulların ya da doğanın değişimi yüzünden, bu
değişimin ekonomik verileri değiştirmesinden dolayı olamayacağını belirtir. Toplumsal
ya da çevresel değişimler sanayinin değişimini sağlar ama bunlar temel harekete geçirici
güç değillerdir. Ona göre, bu evrimsel nitelik, nüfusta ve sermayede gerçekleşen yarı
otomatik artıştan da, tamı tamına aynı şeyin geçerli olduğu parasal sistemin
kaprislerinden de kaynaklanmaz. Kapitalist motoru harekete geçiren ve hareket halinde
tutan, teknolojik yeniliklerdir (Schumpeter, 1962, s.83).100 Aynı sayfalarda Schumpeter,
iktisatçıları, sadece fiyat rekabetini gördükleri yönünde eleştirir. Gerçekte yeni meta,
yeni teknoloji, yeni arz kaynağı, yeni örgütsel biçim konusundaki yani teknolojik
yenilik konusundaki rekabet, daha önemlidir.
Schumpeter, kapsamlı bir konuyu sınırlı sayıda sayfada ele aldığı için yeterli
bulunmayan (Nelson, 1990, s.193) yedinci bölümde, aslında sonradan evrimci iktisadın
temel başlıklarını oluşturacak pek çok anahtar konuya kısaca değinir, ya da bunları ima
eder. Yaratıcı yıkım, evrimsel karakter, teknik değişimin yaparak öğrenme ile ilişkisine
değinir; katedilen yola ya da patikaya bağımlılık (path dependence) biçimlerinden
örnekler vererek açıklamalar yapar.101 Oligopol piyasalarda rekabet ve teknik değişimin
örneklerine değinir. Eş zamanlı çözümlemenin eksikliğini, dinamik bir çözümlemenin
gerekliliğini de vurgular.102
100
Schumpeter’in düşüncesini izleyen Nelson, bundan yaklaşık yarım asır sonra yazdığı “İlerlemenin
Motoru Olarak kapitalizm” makalesinde (Nelson, 1990, s.193) 21. asırda Schumpeter’den miras olarak
alınabilecek temel öncül olarak kapitalizmin ve teknolojik değişimin evrimsel karakterinden ve yaratıcı
yıkımdan bahseder. Ancak örtülü olarak devraldığı temel öncülü belirtik kılmaz. İlerlemenin motoru
kapitalizm ise kapitalizmin motoru nedir? Bu soruya Schumpeter’in burada verdiği yanıtı kabul eder.
Üzerinde tüm bir yenilik iktisadının, evrimci kuramın kurulduğu bu yanıt, aslında bütün klasik ve
neoklasik iktisadın temel sorununu barındırmaktadır. Zenginliğin, karın kaynağı nedir?
101
Teknolojinin patika bağımlılığı (path dependence ya da technological trajectory) Schumpeter ve yeni
Schumpeterciler tarafından yaygın bir biçimde dile getirilse de Marks’ta bunun açıklaması olmadığı
düşünülmemelidir. Marks’ın Kapital’i sermaye kuramıdır, teknoloji bir sonuçtur, bu yüzden açıklama
üretilen sonuçlardan türetilir. Teknolojik değişimin patika bağımlılığının Marks’taki karşılığı için bkz.
(Smith, 2002, s.157).
102
“Bir Burjuva Marksisti olarak Schumpeter” başlıklı makalesinde George Catephores, Schumpeter’in
Marks’tan övgü ve beğeni ile bahsettiği noktaları vurgular (Catephores, 1994). Bunlar, gerçekten de
kapitalist sistem içinden bakan nitelikli bir iktisatçı açısından anahtar perspektiflerdir. Schumpeter,
kapitalizmin dinamik ve birikimli bir yapıyı içeren çözümlemesini, bu noktaları inkâr ederek değil,
bunlardan öğrenerek yapar. Walrasçı denge anlayışı gözden geçirerek yerine koyduğu, teknik yeniliğe
117
Schumpeter'in durağan döngüsel akışında, Walrasçı genel denge durumunun
aksine, kar ya da faiz biçiminde artık yoktur. Sadece yenilik ve dinamik değişim, pozitif
faiz oranı üretebilir (Blaug, 1985, s.521). Modelin temel varsayımı budur. Toprak özel
mülktür, topraktan rant elde edilir, ancak pozitif bir faiz oranının olmadığı durumda
toprağı değerlemenin temeli yoktur. Yani durağan döngüsel akışta toprak için piyasa
yoktur. Bu varsayımlar doğal olarak çok tartışma yaratmıştır (Sweezy, 1943, s.94),
(Blaug, 1985, s.521). Fakat Blaug’un da belirttiği gibi, bu tartışmalar esas olarak
Schumpeter’in girişimcilik ve yenilik konusundaki önemli vurgularını ihmal etmek
pahasına yapılmıştır. Schumpeter, yeniliği açıklarken, buluş (icat, invention) ile yenilik
(innovation) arasında ayrım yapmıştır.103 Buluş kavramını, yeni teknik bilginin
keşfedilmesi olarak tanımlarken, yeniliği ise bunun sanayiye uygulanması olarak
kavramlaştırmıştır.
Sweezy'ye göre Schumpeter’in modeli kendi içinde tutarlıdır, ancak örtük olarak
şu varsayıma dayanır: döngüsel akış modelinde kapitalist diye özel bir sınıf yoktur.
Toplum toprak sahipleri ile diğerleri diye bölünmüştür. Herkesin "sermaye" denilen
şeye erişimi eşittir. Bu koşullarda açıktır ki, işi verene hiç artık gidemez; tüm gelir
toprak sahipleri ile emekçilere akar; işverme işlevinin hesap tutma, muhasebe ve gelir
gider hesabı dışında bir işlevi yoktur. Sweezy, 1943'te durağan döngüsel akış modelini
ve bunun altında yattığını düşündüğü varsayımı böyle tarif eder. Böyle bir model
tasarlandığında durağan ekonomi yaratmaya elverişlidir; çünkü gelir tümüyle harcanır,
tasarruf ve birikim için hiçbir şey kalmaz ki bu da durağan bir ekonomi demektir.
Pek çok iktisatçıya göre, Schumpeter’in “döngüsel akış” dediği kapalı devre
ekonomi ile yenilikçi girişimcinin dinamik bir değişim yarattığı ekonomi şeması,
gerçekte Marks’ın basit yeniden üretim ile genişletilmiş yeniden üretim şemalarına karşı
dayanan birikim modeli, Sweezy’nin ima ettiği gibi Marks’tan önemli izler taşır; ancak bu model artı-
değer kuramı reddedilerek geliştirilmiştir.
103
Kimi iktisatçılar, (örneğin Nathan Rosenberg) Schumpeter'in bu ayrımına (buluş-yenilik-yayılma)
katılmıyorlar. Rosenberg'e göre, gerçekte buluş ve yeniliklerin birbirinden ayrılması çok güçtür
(Rosenberg, 1976, 1976a).
118
geliştirilmiş modellerdir (Sweezy, 1943), (Mirkowich, 1940), (Eliot, 1983), (Denis,
1982, s.567). 104
104
“[Schumpeter ] Marksçı toplumsal-ekonomik kuramdaki kimi gelişmemiş yerleri kullanarak, ilk defa
evrimci bir kuramın mantıklı ve kabul edilebilir bir sistemini oluşturmuştur” (Mirkowich, 1940, s.580).
“Tabii ki, eğer durağana karşılık genişleyen bir ekonomi ayrımını tipoloji için temel olarak benimsersek,
Schumpeter’in durağan döngüsel akışına yakın bir benzerinin Marks’ın basit yeniden üretim modeli
olduğu da, öte yandan Marks’ın ‘genişletilmiş ölçekte yeniden üretim’inin Schumpeter’in kapitalist
gelişme kategorisine paralel olduğu da doğrudur” (Elliott, 1983, s.335).
105
Schumpeter’in teknolojiyi iktisadi anlayışa dahil etme girişiminin kendi içinde de önemli çelişki ve
sınırları bulunmaktadır. “Schumpeter’ın yaklaşımında sermaye birikimi ve teknolojik gelişme arasında
bağlar kurulmaya çalışılmış olması ve yatırım, kar gibi değişkenlerin de modele dahil edilmiş olması,
‘teknolojik bilginin’ de modele dahil edildiği izlenimini yaratmaktadır. Ancak, firmalar yatırım yaptıkları
sürece, dışsal olarak gelişen yeni teknolojik bilgiyi üretim sürecine sokmaktadırlar. Bu durumda teknoloji
hala dışsal bir faktör durumundadır” (Ansal, 2004, s.41). “Her iki modelleştirme biçiminden de
anlaşılacağı gibi, teknolojik bilgi, neoklasik kuramda ekonomi dışı bir olgu olarak yorumlanmakta ve
firmaların bu bilgiden yararlanabilmeleri için, birinci yaklaşımda zamanın geçmesi, ikinci yaklaşımda ise
yatırım yapmak yeterli olmaktadır. Dolayısıyla bu yaklaşım, firmaların seçmiş oldukları tekniklerin
yalnızca kullanıcısı olduklarını varsaymakta, bunları geliştirmek için herhangi bir faaliyette
bulunmadıklarını zımnen kabul etmektedir” (Soyak 1995, 97).
106
Schumpeter'e göre Marks'ın önemi tarih ve ekonomiyi birleştirmesidir. Marks, statik bir ekonomik
zemini varsayım olarak alıp oradan başlamamış, düşüncesini sürekli değişen ekonomik yapıya uygulamak
istemiştir (Schumpeter, 1981, s.60).
119
Örneğin, Marks’ın iktisadi, tarihsel ve toplumsal gelişmeyi “bireysel iradenin üstünde”,
kapitalist sistemin mantığından kaynaklanıyor olarak görmesini çok önemser
(Schumpeter, 1981, s.56). Öte yandan Schumpeter’in, daha önce Marks’ın basit yeniden
üretim ve genişletilmiş yeniden üretim şemaları üzerine çalıştığı da çeşitli defalar
söylenmiştir. Her şeyden önce Avusturya kökenli Sermaye Kuramı okulunun bir
temsilcisidir, üstelik Kapital’in birinci cildiyle üçüncü cildi arasında “çelişki” olduğunu
öne sürerek, “dönüşüm” tartışmalarını başlatan, Marks’ın sisteminin sonunu ilan eden
Böhm-Bawerk’in öğrencisi olarak yetişmiştir. Marks’ın yeniden üretim şemalarından
haberdar olmaması beklenemeyeceği gibi içinden geldiği ekol düşünüldüğünde bunları
kabul etmesi de beklenemez.107 Bu yüzden Schumpeter’e göre, değer kuramı hatalıdır,
marjinal fayda kuramı daha doğrudur (Schumpeter, 1981, s.50). Marks’ın nitelikli emek
düşüncesinin sorunlu olduğunu belirtir, emek değer kuramına karşı çıkar. Ona göre,
“emek değerinin emek üretimi için harcanan iş saatine oranlı olduğu hiçbir zaman
ispatlanamamıştır”(Schumpeter, 1981, s.59).
107
Başka yerde belirttiğimiz gibi, Marks’ın Kapital çalışmaları sırasında tuttuğu notlar, taslaklar, henüz o
tarihlerde derlenmediği ve yayınlanmadığı için Schumpeter’in bunları bilmediğini, Grundrisse’yi
görmediğini söyleyebiliriz. Bu el yazmalarının başlıca önermeleri, Kapital’in temel kuramsal yapısında
içerili olarak bulunmaktadır, ancak burada kimi noktalar daha ayrıntılı ve sınırları aydınlatacak biçimde
çizilmiştir. Marks, teknolojik yenilik, yeni ürünlerin, yeni üretim dallarının, yeni ihtiyaçların yaratılması
ve bunların sonuçları gibi konulara, burada daha geniş değinmiştir.
120
Bu noktada esas önemli olan, bir dengeden diğerine
sürüklenen ve dışsal faktörlere dayanan bir değişim teorisinden
ziyade, iktisadî sistemin nasıl olup da sürekli olarak kendisini
dönüştüren bir içsel gücü yarattığını açıklayan teoriyi ortaya
koymaktır.
108
Marks’ın basit ve genişletilmiş yeniden üretim şemalarının ne kadar gerçeğe uygun bir model olup
olmadığı üzerine tartışmalarda Rosdolsky ve daha sonra Mandel’in söyledikleri unutulmamalıdır (Bu
şemalar üzerine Marksist perspektiften bir tartışma için bkz (Rosdolsky, 1989, s.445–505) özellikle 7.
bölüm ve Mandel (1993, s.24).
121
bölüşüm alanı ayrımı gibi temel ayrımlar öncülü olan Walras da olmadığı gibi
Schumpeter’de de bulunmamaktadır. Halbuki Schumpeter, Marks’ın sisteminin çelişkili
bütünlüğe dayanan yapısını gayet iyi fark etmekte109, ama belirli bir sınıfın içinden ve
onun tarafı olarak görüşlerini geliştirmektedir. Artı-değer kuramını reddedildiğinde,
ekonomik yeniden üretimin temeli, rekabetçi bir piyasanın gereklerine uygun yenilikleri
“üreten”, fırsatları kullanan girişimcinin insafına bırakılmıştır.
109
“Bu tip bir prosedürün analize kattığı canlılığı kabul etmemek imkânsızdır. Ekonomik kuramın
gulyabaniye dönüşmüş kavramları, soluk almaya, canlanmaya başlarlar. Bu şekilde ekonomik teori
mücadeleci bir nitelik kazanmakta dedüktif karakterinden hiçbir şey kaybetmemesine rağmen toplumsal
hayattaki düzensizliği gösteren bir tablo anlamı kazanmaktadır” (Schumpeter, 1962, s.45–46) ve
(Schumpeter, 1981, s.87).
110
“Kapitalist toplumda özel servetlerin büyük bir kısmı, kendisi temel hareket ettirici güç olan yenilik
sürecinin bir sonucudur. Kuşaklar boyunca sürdürülen tasarruflar, tasarruf etmek için gerekli olan
yenilikten gelen artık olmasaydı o kadar başarılı olamazdı” (Schumpeter, 1939, s.106).
111
"Gelişme olmadan kar, kar olmadan gelişme olmaz" (Schumpeter, 1955, s.154).
112
Schumpeter, artı-değerin olması için denge durumunun sürekli dengesizliğe sürüklenmesi gerektiğini
öne sürer, ona göre, artı değer kuramının durağan denge koşullarında mümkün değildir (Schumpeter,
1962, s.28). Girişimcinin etkinliği dengeden uzaklaştırır ve ürününü, yeni yöntemin tekelini koruduğu
122
teknoloji yaklaşımında göreceğimiz gibi emek gücü sarf edilerek yaratılan artı-değerden
kar olarak alınan payın artması anlamına gelmektedir. Bu artı-kar teknolojik ranttır ve
bu karı elde etmek için firmalar arasında artan rekabet nedeniyle bir süre sonra bu artı
kar ortadan kalkar. Teknolojik rant bu nedenle kalıcı değildir, uyarlanma, taklit ve
rekabet ile belirli bir zaman sonra ortadan kalkar, girişimci firma üstünlüğünü kaybeder.
Değerin yaratılması alanı ile değerin kar olarak bireysel kapitalist tarafından edinilmesi
arasındaki ayrım, üretim ile bölüşüm alanı arasındaki ayrım ile koşuttur. Teknoloji rantı,
teknolojik üstünlüğün getirdiği geçici artı karlar, zenginliğin üretilmesi ile ilgili
değildir, zenginliğin bölüşülmesi ile ilgilidir. Teknolojik yeniliklerin üretilmesini
irdeleyen Schumpeter’in girişimci üzerine analizleri, evrimci yaklaşımın firmalar,
kurumlar üzerine analizleri, bu nedenle teknolojiyi bölüşüm alanında ele almaktadır.
Firmaların elde ettiği teknoloji rantının artırılabilmesi için stratejilerin geliştirilmesine
dayanan her tür yaklaşım, teknolojiyi salt bölüşüm alanında kavramak gibi bir temel
sınırlılık taşımaktadır.
sürece normal kar oranının üstünde bir rant ile satmasını sağlar (Catephores, 1994, s.21). Zamanla bu rant
ortadan kalkar. Schumpeter bu teknoloji rantını, değerin kaynağı olarak görür, onun dayandığı sermaye
kuramının temel hatası da budur. Marks için bu artı karın kaynağı, sömürü ile yaratılan toplam artı
değerden daha fazla pay almadır. Üstelik Schumpeter’in öne sürdüğünün aksine artı değer denge
koşullarında da sömürülmektedir.
123
2.4.1 Schumpeter’den Evrimci İktisada Geçiş Süreci: Yenilik Süreci
Araştırmaları
113
“[Y]enilik tek tek şirketler için özgül bir süreç, dünya ekonomisinin geniş perspektifinden ise zaman
içinde bir akıştır” (Johnston, 1966, s.160).
124
içi ve firmalar arası yeniliklerin oluşumunu sağlayan dinamikleri incelemekte, dahası
bunların taklidi, yayılması vesilesiyle de sanayi içi, sanayiler arası değişimi
çözümlemektedirler. Mikro düzeydeki değişimlerin, uzun zamansal akış içinde
yayılması ile makro düzeyde yarattığı etki ise teknik değişimi tarif etmeye yardımcı
olur.
125
sergilemişlerdir. Bununla birlikte bu süreçler içkin olarak savurgan,
ziyan edicidirler; kapitalist ekonomilerdeki teknik gelişme de bu
konuda bir istisna değildir. Hem işlev verirken hem de işlevsiz
bırakırken ziyan ederler. Geriye dönüp bakıldığında, izleme ve
denetim altına alınsaydı asla girişilmeyecek olan bir sürü gereksiz
buluş çabası görülebilir. Öte yandan, Ar-Ge’nin eş güdümlenmesi
aracılığıyla başarılabilecek ölçek ve kapsam ekonomileri fırsatı
kaçırılmakta ve toplumsal değeri yüksek görülen belir türden Ar-Ge
etkinlikleri, tek tek firmalar bunları yapmayı karlı görmedikleri ve
toplam tabloya kimsenin aldırmaması yüzünden yapılamamaktadır.
Ayrıca, teknoloji büyük oranda özel mülk olduğu için işletmelerin, en
iyi teknolojiye erişme arzusuyla verimsiz hatta kusurlu çalıştıkları
düşünülebilir. Bu durum söz konusu firmaların zaten icat edilmiş olanı
temelde yeniden icat etmesine yol açabilir.
126
kimi doğal sınırlara yanıt vermedeki başarı da bu ayıklayıcı mekanizmalardan bir
başkasıdır. Çeşitlendirici, teknolojik değişimi yaratan mekanizma ile ayıklayıcı
mekanizma birbirine karşı işleyen iki kuvvet gibi evrimi sağlamaktadır. Teknolojik
gelişme bu türden bir evrim sürecinin ürünüdür. Tıpkı evrimde olduğu gibi, belirli türde
yenilikler, buluşlar, Ar-Ge çalışmaları uygun ortam olmadığı için, uygun zamanda (yani
piyasayı belirleyen temel aktörlerin sermaye yapıları, geleceğe dönük beklentileri,
yaparak öğrendiklerinden elde ettikleri birikim, yetişememe sorunları gibi koşulların
“olgunlaşmaması” yüzünden) ortaya çıkmadıkları için yok olmakla yüzyüze kalırlar. Bu
yüzden teknolojik evrim süreci, aynı zamanda boşa giden bol çabanın sarf edildiği bir
süreçtir. Uygun zamanı, koşulları yakalayan güçlü genler ise ayakta kalırlar. Evrimci
iktisadın en temel zayıf noktası da burasıdır. Evrim, teknolojinin gelişimini açıklamak
açısından, görünümü iyi betimlemektedir, ancak teknolojik evrime yol açan süreç
benzetmeye uygun olarak “doğa”ya ait bir süreç ise, bunun nasıl bir doğa olduğunu bu
yaklaşım sorgulamaz. Bu benzetme, gerçekten de evrimci iktisadın temel niteliklerini
iyi açığa vurur. Bu genlerin oluşumu, koşullar yaratılarak (incubate: kuluçkaya
yatırılarak) yönlendirilmeye çalışılır. Teknolojik yenilik böylece yönlendirilebilen,
kontrol edilebilen bir şey haline dönüşür. Benzetmenin modern yorumu da hâlihazırda
mevcuttur. Biyoteknoloji ile genlere müdahale edilerek, evrimin yönü
değiştirilebiliyorsa, teknolojik gelişmeye de kuluçkaya yatırma, uygun
kurumsallaşmanın, etkileşimin yaratılması ile müdahale edilebilir.
127
aldığının kullanana kadar tam ve rasyonel olarak bilgisini edinemez. İşte bu yüzden pek
çok neoklasik iktisatçı teknolojik bilginin bu özellikleri taşımadığı, neoklasik üretim
fonksiyonunun temel varsayımlarına uymadığını ileri sürerek, piyasa aksaklığının
(market failure) yaşanacağını savunmuşlardır. Bu iktisatçılar, kaynakların uygun
tahsisinin yapılabilmesi için teknoloji ve yenilik politikaları ile bu kaynak ayırma
sürecinin etkilenmesi gerektiğini öne sürmüşlerdir. Evrimci iktisat akımının temelinde
bu çıkış yatmaktadır.
Teknolojik bilginin üretilmesi için bunların yanı sıra büyük kaynaklara gerek
vardır, bunun yanında bu bilginin kamusal niteliği önemlidir. Bilginin meta olarak bu
farklı niteliğini Erol Taymaz da (2001, s. 37) hatırlatır:
Bu bir öğrenme süreci olduğu için, çeşitliliğin korunması, ders alma, geri
besleme evrimci iktisatta teknolojik yeniliğin geliştirilmesinde merkezi konumdadır.
128
değerlendirmelerine salt uyum süreci değil çatışma süreci de girer. Bu aslında sınıfsal
çelişkilerin kısmi olarak evrimci iktisadın teknolojik değişimi anlamada kullandığı
değişkenlere yansıması anlamına gelmektedir. Öte yandan evrimci iktisadın öne
çıkardığı bir diğer önemli özellik, teknolojinin irdelenmesi için kaçınılmaz olan rekabet
ve rekabetin gelişimini anlamak için kullanmak zorunda kaldığı inceleme yöntemidir.
Bu yöntem, ayrıca evrimci iktisadın önündeki temel bir sorunu da ortaya çıkartır; ki bu
sorun gerçekte bir bütün olarak ekonomi biliminin temel sorunudur. Mikro inceleme ile
elde edilen tekil sonuçlardan bütünü oluşturma ya da toplulaştırma sorunu.
Teknolojinin gelişiminde, evriminde, yani çatışma ve uyum süreçlerinin iç içe olduğu
ama aynı zamanda rekabet eden kurum ve eyleyenlerin (agent) özne olduğu bir süreçte,
kurumlar, bunların birbiriyle ilişkileri ve davranışları önem kazanmaktadır.
Teknolojinin analizinde mikro incelemelerin artması, mikro eyleyenlerin davranış ve
ilişki kalıplarının irdelenmesinin öne çıkması bu yüzdendir. Oysa tarihsel sorun burada
da kendini açığa vurmaktadır. Bireylerin, kurumların ve eyleyenlerin davranışları ne
derece bağımsızdır, hangi ölçüye kadar yapı tarafından belirlenir? Mikro ile makro nasıl
buluşturulacak, mikro düzeyde davranış ve ilişki değerlendirmeleri nasıl
toplulaştırılacak, nasıl senteze ulaşılacaktır? Örneğin bu sorun, Giovanni Dosi
tarafından tartışılmaktadır ve ilginçtir ki, bu tartışmada Dosi yöntem açısından Jon
Elster’a gönderme yapmaktadır (Dosi, 1988b).116
116
Analitik Marksistler içinde anılan Jon Elster, mikro düzeye, birey davranışlarına verdiği önemle, öne
çıkardığı “metodolojik bireyciliği” ile gerçekten de Yeni Schumpeterci’lerin kurum ve girişimci
davranışları ile teknolojik ilerleme arasında kurmaya çalıştıkları bağ ve toplulaştırma sorunu için bir esin
kaynağı olabilir. Ancak bu durum sadece diyalektikten soyutlanmış bir toplum kuramına dayanan
Analitik Marksistler ile neoklasiklerin sermaye kuramını köklü bir şekilde eleştirmek yerine onu devralan
evrimci iktisat yaklaşımının nihai noktalarda kesişmelerinin bir tesadüf olmadığını göstermektedir.
129
sistem”lerin gerçekleştirildiği üretim sektörlerinde verimlilik ile ücret artışı paralel
gider. Zaten bu nitelikli emek gücünün yaratılması için gereklidir. Verimlilik ile ücret
artışının birbirine koşut gittiği böyle bir ortam, yeni Schumpetercilere göre, gerekli
nitelikli emeğin eğitilmesi, üniversitelerin geliştirilmesi ve üniversite sanayi işbirliğinin
teknolojinin filizlendiği alanlar olması için de gereklidir. Firmalar, üniversite ve devlet
gibi kurumlar arası ilişkilerin odak noktasına alınması bu nedenle yeni Schumpeterci
okul için önemlidir. Bu kurumların özne olduğu politikalar oluşturulması ön plandadır.
Bu nedenle, Yeni Schumpetercilerin, Keynesci okulun devlet müdahalesine biçtiği
rolden farklı olarak bu anlayışın piyasa rekabetinde kurumlara, bu kurumlar ile devlet
ilişkisine ve firmalara verdiği öncelik daha farklıdır. Bu yüzden de evrimci yaklaşımı
öne süren yeni Schumpeterci okulun önerileri, neoliberal politikaların tüm gücüyle
kötülediği “devlet müdahalesi” açısından, Keynesci politikalara ve kötü anılan “devlet
müdahaleciliği”ne göre yeni “fırsatlar” sunmaktadır. Yeni Schumpetercilerin bu
“fırsat”ları değerlendirme yönündeki önerileri, onlara özgün tarzda bir müdahalenin
olanağını açar. Bu “müdahale” farklı biçimlendirilmektedir; çünkü bu müdahalede
piyasalar, kurumlar ve firmaların davranışları etkindir ve devletin otoritesine göre
belirleyicilikten arındırılmış değildir. Aksine yeni-schumpeterci akım, firma
davranışlarına özel bir önem atfeder, bu davranışları belirleyebilme, etkileyebilme,
devlet ve özel kurumlar (bilim ve teknoloji kurumları, üniversiteler, teknoparklar) ile
firmalar arasında gelişen etkileşime yön verebilme konusunda yoğunlaşır. Bu, 21.
yüzyılda öne sürülen düzenleme kurulları, devlet yönetiminde yönetişim gibi
kavramların uygulanmasıyla da koşut nitelikler taşımaktadır.
130
Evrimci iktisat akımının, teknolojik gelişmeyi evrime benzetmesi görünümün bir
yanını sergilemesi, bunu betimlemesi açısından doğrudur. Gerçekten de teknoloji ile
bireysel sermayelerin rekabeti arasında böylesi bir benzeşim bulmak olanaklıdır. Ancak
eleştirdiği neoklasik iktisattan kopamadığı temel varsayım, evrimci iktisadın da temel
zaaf noktasını oluşturmaktadır; bu nedenle görünümü yakalamak, görünümün arkasında
yatan özü kavramak anlamına gelmemektedir. Görünüm olarak teknolojinin gelişimi,
doğadaki evrim yasalarına benzemektedir, güçlü olanın ayakta kaldığı, ayıklanma
mekanizmasının yürürlükte olduğu bir doğada evrim yaşanmaktadır; bu anlamıyla
teknolojinin birikimli ve evrimsel bir süreçte geliştiği doğrudur. Ancak eğer
teknolojinin evrim sürecinden bahsedilecekse, söz konusu olanın ebedi ve aksiyomatik
bir biçimde varolan bir doğa olmadığı göz önünde bulundurulmalıdır. Eğer bir doğadan
bahsedilecekse teknoloji kapitalist doğada evrimleşmektedir. Bu kapitalist doğanın
üzerinde durduğu temel ise, artı-değer ile ücretli emek ilişkisinin ve bunun sonucu
olarak da sermayenin üretimi ve yeniden üretimidir. Schumpeter’in unutulmasına
şaşırdığı Marks’taki evrim düşüncesinin gerçek özü, artı değer ve karın itici güç
olmasına dayanır. Schumpeter ve Evrimci iktisat, Marks’taki evrim düşüncesinin bu
gerçek devindirici gücünü yani “ayıklayıcı” olan sömürü perspektifini sistemin dışına
atarak evrim kavramını kullanmaktadırlar. Bu akım için kapitalizm “doğal”dır,
dolayısıyla artı değer sömürüsü de bu kapitalist doğanın bir parçasıdır. Marks’ta
bireysel sermayelerin “yaşayabilmeleri” için “artı değer sızdırmaları yani sömürü”
zorunludur ama yeterli değildir, üretilen artı değerden elde ettikleri pay olan karı
azamileştirmek zorundadırlar. Bu ise bireysel sermayelerin birbiriyle rekabetini,
teknolojik yeniliğe, emek üretkenliğini artırmaya yönelmelerini zorlar. Bu durum,
kapitalist için geçici de olsa tekelinde bulunan teknolojik yenilik sayesinde elde ettiği
artı karı kaybetmeme isteğini doğurur. Piyasa aksaklıklarını doğuran, ileride daha
patlayıcı biçimde yeniden ortaya çıkmak üzere belki geçici bir süre için yatıştırılabilen
ama asla yok edilemeyen bireysel sermayeler arası bu rekabettir. Marks’ın evrimindeki
rekabet koşullarını bu yıkıcı ve yok edilemez güdü belirler yani karın azamileştirilmesi
güdüsü belirler. Oysa Schumpeter ve ardıllarında evrim düşüncesi bu perspektiften
arındırılır. Tony Smith’in benzetmesiyle, bu Hamlet’i prens olmadan sahneye koymak
demektir (Smith, 2004, s.220).
131
Evrimci iktisadın özel önem atfettiği kurumlar, öğrenme gibi ayıklanmaya karşı
eğilim olarak işbirliğini öne çıkaran bir kavrayış, kapitalist “doğa” karşısında ancak ana
eğilime karşı hareket eden karşı kuvvet olarak geçici biçimde var olabilir. Sınıf içi
rekabet, aracı kurumlar, ortak işbirlikleri ile dindirilemez, ancak belirli bir süre ve yeni
biçimde ortaya çıkmak üzere ertelenebilir. Üstelik sınıf içi rekabet geçici bir süre için
ortak bir kurumla yatıştırılsa da, teknoloji geliştirmenin temel amaçlarından diğeri,
sınıfsal mücadelede işçi sınıfı karşısında gerçekleştirdiği düzenlemeler, bu sınıf ile
çatışma ve çelişkiyi keskinleştirecektir.
Bu görünüme yol açan koşulları, yani kapitalizmin kaçınılmaz bir içsel dürtüsü
olan karlılık için emek üretkenliğini artırma güdüsünün yol açtığı sonuçları ileride daha
ayrıntılı tartışacağız. Ancak burada en çarpıcı olan çelişkiye değinebiliriz. Kapitalist
toplumda bireysel sermayelerin birbirleri aralarında, giderek kızışan rekabet
koşullarında kalıcı olarak üzerinde ortaklaşabilecekleri tek konum, ücretli emek
karşısındaki tutumlarıdır. Bunun dışında bireysel sermayelerin rekabeti, teknoloji
gelişimini bir yandan israf etmeye, yer yer kösteklemeye ve eşitsiz geliştirmeye yönelik
tutumu, bu tutum kapitalist üretim ilişkilerinin temelinde yatan kar etme güdüsünden
kaynaklandığı için ortadan kaldırılamaz. İleride göreceğimiz gibi teknoloji konusunda
egemen politik ekonomi içerisinde en ileri konumlardan biri olan evrimci iktisat
akımının öne sürdüğü görünüm ile bu görünüm örtüşmektedir. Teknoloji, değiştiren,
ayıklayan kuvvetlerin etkisi altında “doğal bir seçilim” sürecinden geçmektedir ve bu
israflı bir süreçtir, rekabet söz konusudur. Ancak bu doğal süreç, emek üretkenliklerini
artırmak üzere kendi kararlarıyla harekete geçmelerinin, toplumsal sermaye üzerindeki
132
uzun dönemli etkisinden sonuçlar ve dersler çıkarmışlardır. Bu sonuç ve derslerle,
teknolojik gelişmeyi, yani teknik değişim ve yenilik sürecini artık bireysel sermayelerin
plansız kararlarına bırakmaktansa, bunların etkili oldukları ortak kurumların sürece
müdahil olmalarının sağlanması yönünde “teknoloji politikaları” oluşturmak düşüncesi,
“teknolojinin ya da yeniliğin politik ekonomisi” olarak adlandırılır. Teknoloji
üretiminin kendisinin kapitalist niteliği, yani kapitalist üretim olarak teknoloji üretimi
bir yana bırakılır, üretimden koparılmış bir teknoloji yönetimi ön plana çıkartılır. Tıpkı
üretim ile bölüşümü ayırarak, ütopik bir biçimde “adil bölüşüm” isteyen sosyal
demokrat anlayış gibi, teknolojinin adil yönetimi, teknoloji politikası olarak önerilir.
Temel varsayım ise teknoloji ve verimliliğin ortak refahı sağlayacağıdır. Oysa
teknolojik gelişmeyi belirleyen, onu yöneten, o teknolojinin üretilme biçimidir.
Marksist kuramın üretim, değer ve artı değer merkezli yaklaşımı bunun için önemlidir.
133
Marks’ın teknoloji üzerine çalışmasını, ilk kez 1861–63 elyazmalarında görmek
olanaklıdır (Marks, 1861).117 Elyazmalarında “göreli artı değer” başlıklı bölümde,
Marks, emek üretkenliğini artırmak amacıyla devinim kazanan teknolojik gelişmenin
içeriği, tarihsel evrimi ve sonuçları üzerine okuduğu kitaplardan notlar alır, yorum
yapar. Artı-değer ve sermaye kuramının bir sonucu olarak teknoloji bundan sonraki tüm
çalışmalarında içsel olarak bulunmaktadır.
117
Marks’ın teknoloji üzerine çalışmalarının tarihsel incelemesi ve değerlendirilmesi için bkz. Dussel
(2001).
134
salt kuramsal düzeyde olmayan katman farkı bulunmaktadır.118 Artı değerin kara
dönüşmesi, aynı nitelikle (artı-değer elde etme) harekete geçen pek çok sermayenin
bulunduğu ayrı bir katmanda gerçekleşir. Benzer biçimde emek üretkenliğinin
geliştirilmesi anlamıyla teknolojik değişim, artı-değeri artırma yönüyle ilk katmanda yer
alırken, iki karşıt sınıf arasındaki doğrudan mücadelenin bir konusudur119. Buna karşılık
teknoloji rantı elde etmek için sermayeler arası rekabetin yaşanması ve bu niteliğiyle
teknolojik değişimin gerçekleşmesi ise ikinci katmanda yer alır. Bu iki katman ise
değerlerden fiyatlara geçiş, artı-değerden kara geçişte görüldüğü gibi Marks’ın sermaye
kuramı tarafından birbiriyle sıkı biçimde bağlanmıştır.
135
ölçmek için her bir metanın birbirinden çok farklı olan üretilme yollarını, onlara
harcanan özgül emeği kullanmak mümkün olmaz. İki farklı türden metayı
karşılaştırmak için uygun ölçü emek miktarıdır, değerin tözü emektir, değer
büyüklükleri ise emek zamanları ile belirlenir. Ancak farklı nitelikte metaları pazarda
karşı karşıya getiren, belirli ve tutarlı ölçülerle mübadele edilmelerini sağlayan şey,
onlara harcanan özgül emek değil, soyut, türdeş toplumsal emek miktarıdır. Metalar
pazarda onlara harcanan emek miktarlarına göre değişilirler. Marks, kapitalist üretimin
temelinde yatan meta dolaşımını açıklarken, pazarda eşdeğerlerin değişildiğini ısrarla
vurgular. Şurada ya da burada eşdeğere aykırı değişimlerin (kurnazlıklar, pazarlık vs.)
toplamda birbirini götüreceğini, meta dolaşımı ile yeni değer yaratılamayacağını dile
getirir. Kapitalist toplumdan önce, dolaysız üreticilerin etkinliğiyle yürüyen basit meta
dolaşımına, meta üretimine, metaların değerlerine yönelik bu açıklama, kapitalist
toplumu tanımlamak için gerekli ama yeterli değildir. Basit meta üretimi ile kapitalist
meta üretimi ayrımının akılda tutulması gereklidir. Marks’ın meta analizi, sadece
kapitalist toplumu kapsamaz. Meta üretimi, basit meta dolaşımı içinde kapitalist toplum
öncesinde de dolaysız üreticiler arasındaki değiş tokuşu belirliyordu. Buna karşılık
kapitalist meta üretiminin temel özgül yanı, emek gücünün de bir meta olması, dolaysız
üreticinin üretim araçlarından koparılması, yaşamak için emek gücünü satmaktan başka
bir çaresinin kalmadığı üretim ilişkilerine dayanmasıdır. Emek gücünün bir meta
olmasıyla birlikte, sadece dolaysız üretici üretim araçlarından koparılmakla kalmaz,
aynı zamanda emeğin ürününden de koparılır; dahası emek kapasitesini gerçekleştirme
zamanı üzerindeki denetim de kendi elinden alınır. Emek gücünün bir meta olduğu bir
toplumda, emek gücünün ürünü ile kendisi bir meta olan emek-gücünün değeri
arasındaki fark, üretim araçlarına el koyanların elinde bir güç, birikim haline dönüşür.
Yani emek gücü, kendisini yeniden üretmek için gereken zamanın ötesinde
(ücretine karşılık gelen gerekli emek zamanının ötesinde) çalışarak artı-emek
sarfetmektedir. Bu artı emek, üretim araçlarının sahibi olan, emek gücüyle iş akdi yapan
sermaye sahibi tarafından artı-değer olarak kendine mal edilmektedir. Sermaye
sahibinin el koyduğu artı değeri artırma çabası, emek gücü açısından sömürüyü, yani el
136
koyulan artı değeri artırma çabasıdır.120 Sermaye birikiminin temel dinamiği, kapitalist
üretim sürecinin bütünsel mantığı açısından, toplam emek gücünden daha fazla artı-
değeri çekmek üzerinedir.
Bunun bir yolu Marks’ın mutlak artı değer üretimi olarak adlandırdığı
yöntemdir: Mutlak artı-değer yöntemi, işgününü uzatarak, toplam emek zamanı içinde
gerekli emek dışında kalan artı-emek zamanını artırmak amacını taşır. İşgününü
uzatmak, iş yeğinliğini artırmak, işgünü içindeki gözenekleri azaltmak mutlak artı değer
üretim yöntemleri arasındadır.121 Böylelikle işgünü sonunda kapitalistin el koyduğu artı-
değer artacaktır. Ancak bunun işgününün sınırları, işçinin fiziksel kapasitesi, işçilerin
direnci gibi fiziksel ve toplumsal sınırları vardır.
Emek gücünden daha fazla artı-değer çekmenin diğer bir yolu ise, göreli artı-
değer üretimidir. Göreli artı-değer üretimi, işgünü sabitken gerekli emek zamanını
kısaltarak, artı-emeği artırmaya dayanır. Bu ise emek üretkenliğini artırmak, yeni
teknolojileri yani yeni teknikleri, bunlara uygun örgütlenmeleri devreye sokmayı
gerektirir. Kapitalizmin kendinden önceki üretim yordamlarına göre, teknolojik değişim
açısından görülmemiş dinamizmini sağlayan da göreli artı değer üretimini artırmak
yönündeki bu itkidir. Yani daha çok artı-değer üretme eşdeyişle, sömürüyü artırma,
kapitalizmde teknolojik değişme yönündeki zorunlu eğilimi açıklayan nedendir (Smith,
1997, s.118). Gerekli emek miktarının azalması için, emek gücünün kendini yeniden
üretmesi için gerekli değerin daha kısa bir zamanda yaratılması gereklidir. Bu ise emek
üretkenliğini artırmakla olanaklıdır. Teknolojik değişimi açıklamak, kapitalistin bir
“girişimci” olarak yenilik hevesinin altında yatan itkiyi izah etmek de böylece mümkün
olur. Kapitalizmi, kendinden önceki üretim yordamlarından ayırt eden, mübadele için
mal, yani meta üretmek değildir, bundan daha fazlası, artı-değer üretmektir.
120
Salt bu yüzden kapitalizmde, artı-değer üretme amacından söz edilen her yerde, gerçekte madalyonun
öbür yüzünden, yani sömürüyü artırma amacından bahsetmekteyiz. Marks için artı-değer kuramı, bir
sömürü kuramıdır.
121
“İşgünü içindeki ‘gözenekleri’ azaltmak üzere emek sürecini yeniden yapılandıran yenilikleri aramak
yönünde zorunlu bir eğilim vardır” (Smith, 1997, s.118) Bu yeni makinalarla verimliliği artırmak
olmadan da emek sürecini yeniden yapılandırarak, artı değer üretiminin artması demektir.
137
Daha fazla artı değer üretmek için üretimin makinalaşması, gerekli emek
zamanını azaltacak, üretim sürecinin denetim ve gözetimini artıracak teknolojik
yeniliklerin kullanılması, kapitalizmin içsel ve zorunlu bir eğilimidir.
122
Teknoloji aynı zamanda toplumsal cinsiyet ilişkileri tarafından da sınırlanır. Cinsiyet ayrımına
dayanan hakim ilişkiler, teknolojinin gelişimini, teknoloji ile kadın emeği arasındaki ilişkileri de özgül
nitelikte belirler. Çarpıcı örnekler için bkz. Noble (1995), Mitter ve Rowbotham (1997). Üstelik genel
kanının aksine yapılan araştırmalar, teknolojinin ev işlerinde kadını özgürleştirmediği, ev işlerine
harcanan zamanı azaltmadığı yönündeyken, ayrıca ev teknolojisinin geleneksel cinsiyetçi işbölümünü
pekiştirdiği öne sürülmektedir (Serdaroğlu, Özkaplan ve Yücesan-Özdemir, 2001).
138
katmana yansıyan farklı görünümleridir. Yaratılan artı-değerin ne kadarının kapitaliste
kar olarak döneceğini belirleyen tek başına kapitalist değil, birçok kapitalistin
denetlediği üretim etkinliğidir. Kar oranları ve ortalama kar oranı da böyle belirlenir.
Kar oranlarının düşme eğilimi, bu bütünsel görüngünün içinde ortaya çıkar. Marks, bir
bütün olarak kapitalist üretim sürecini incelediği Kapital’in 3. cildinde, ilk iki ciltteki
“genel olarak sermaye” soyutlama düzlemi yerine, “pek çok sermaye” ve bunlar
arasındaki ilişki düzleminde kapitalizmi, kar oranlarını, sermayenin organik bileşimini
irdeler. Üçüncü cilt, teknoloji rantının yanı sıra, sermayenin organik bileşiminin
artması, kaçınılmaz kriz eğiliminin de ele alındığı cilttir. Bu ciltte, sabit sermayenin
maliyetini ve devir süresini düşürebilmek için teknolojik yenilikler yapmanın
kaçınılmazlığı ayrıntılarıyla işlenir. Böylelikle, teknolojik değişimin sermaye birikimi
ve bireysel sermayelerin doğasında bulunan rekabet açısından zorunlu yapısı açığa
çıkar.
123
Ortalama üretkenlik düzeyinden yüksek bireysel sermayelerin elde ettiği artı karlar ve “teknoloji rantı”
olarak açıklanan görünüm için Kapital’in 3. cildinde özellikle 10 ve 15. bölüme bakılabilir (Marks, 1990).
124
“Kâr oranı düştüğünde, bir yandan, bireysel kapitalistlerin, gelişmiş yöntemler vb. ile kendi
metalarının değerini, toplumsal ortalamanın altına düşürebilmelerini ve böylece, o günkü piyasa-
fiyatlarında fazladan bir kâr gerçekleştirebilmelerini sağlamak için, sermaye gayrete gelir. Öte yandan,
hepsi de, genel ortalamadan bağımsız ve bu ortalamayı aşan fazladan bir kâr koparma amacına dayalı
yeni üretim yöntemleri, yeni sermaye yatırımları, yeni serüvenler ile, gözü dönmüşçesine girişimler
yoluyla, bir kapkaççılık ve bu kapkaççılığı yaygın hale getiren ve isteklendiren bir ortam belirir” (Marks,
1990, s.229).
139
alışındaki hata, klasik politik ekonominin toprak rantı konusundaki kafa karışıklığına
benzemektedir. Tıpkı toprak rantını anlamak için önce gerçek bir sermaye kuramına
sahip olmak gerektiği gibi, teknoloji rantını açıklayabilmek için de aynı sermaye
kuramına ihtiyaç vardır. Teknoloji rantı, kendi kendine oluşan bir rant değildir, salt
rekabetteki üstünlükten, önce davranmaktan değer oluşmaz.125 Rant değer yaratmaz,
varolan değerin aktarımıdır. Yaratılan değer ise, makinanın değer yaratmasına ya da
teknoloji fetişizmine bel bağlayan politik ekonominin sermaye kuramı ile açıklanamaz;
üretim alanının özgüllüğüne, emek gücünün değer yaratmasına ve artı değer
perspektifine sahip bir sermaye kuramı ile açıklanabilir. Benzer bir biçimde bir bireysel
sermayenin geliştirdiği bir teknoloji sayesinde elde ettiği emek üretkenliği, toplumsal
olarak gerekli emek zamanından daha üstün ise, bu bireysel sermaye, oluşan ortalama
kar yüzünden, ürettiği metanın değerinden daha üst fiyat elde ettiği için üretilen toplam
artı değerden ona düşen pay daha yüksek olacaktır. Teknoloji rantı olarak gözüken bu
artı kar gerçekte toplumsal üretimde elde edilen artı değerin, sermaye oranında
paylaşılması sonucunda emek üretkenliği daha yüksek olan bireysel sermayeye
aktarılmasından başka bir şey değildir. Bu, teknoloji sayesinde yaratılan ek bir değeri
değil, toplam artı değerden teknolojik üstünlük yüzünden alınan payı anlatır. Tam da bu
nedenle teknoloji rantı, bizzat kendi başına ele alınamaz, kendisinden kalkarak
açıklanamaz ya da anlaşılamaz.
125
Büyümeyi, teknolojik gelişmeye bağlayan Schumpeter ve yeni Schumpeterci kuram, gerçekte
teknoloji rantının kendisinin değer yarattığını varsayar (Schumpeter, 1962, s.28). Bu, yeni Schumpeterci
okulun neoklasik iktisattan, Walrasçı Sermaye kuramından devraldığı miras yüzünden sermayenin nasıl
oluştuğu yönünde temel bir açıklamadan yoksunluğu anlatır.
140
Teknoloji fetişizminin olağan bir sonucu yeni teknolojilerin kendilerinin değer
yarattıkları yönündeki yanılsamadır (Lebowitz, 2007). George Caffentzis’e göre,
eskiden neoklasiklerin makinalar biçimindeki sermayenin metanın değerinden sorumlu
olduğunu düşünmelerine benzer biçimde son onyılların fütürologları teknolojiye
niteliksel olarak yeni bir rol biçiyorlar, makinanın değer üretebildiğini düşünüyor, böyle
varsayıyorlar (Caffentzis, 1997, s.31). Caffentzis’e göre, sadece bu fütürologlar değil,
muhalif kimlikleriyle bilinen Hannah Arendt, Habermas, Baudrillard ve Negri de
teknoloji yüzünden kapitalist birikimin doğasında niteliksel bir değişim meydana
geldiğini söyleyerek makinaların değer yaratabileceğini açık ya da örtülü ima
etmişlerdir. Oysa bu, teknoloji fetişizminin bir göstergesidir. Teknoloji sermaye
ilişkisinden soyutlanıp, kendi başına değer yaratır olarak görülmektedir.
Marks’a dair önemli yanılgılardan birisi, onun sadece üretim sürecinde yeniliği
(süreç yeniliği) göz önünde bulundurduğu yönündeki savdır. Bu yanılgıya Nathan
Rosenberg’in de düşmüş olması ilginçtir. Sosyalist İktisatçılar Konferansı’nın (CSE)
teknoloji özel sayısında “Teknolojinin Öğrencisi Olarak Marks” başlıklı bir makale
yazan Rosenberg, daha sonraki bir kitabında şöyle demektedir: “Elbette ki, bütün
iktisatçılar üründe yeniliği ihmal etmemişlerdir” (Rosenberg, 1982, s.4). Rosenberg
bunu söyledikten sonra sadece Kuznets ve Schumpeter’e atıfta bulunur. Oysa ki ileride
141
aktaracağımız gibi Marks her iki türden yenilik ve yeni ihtiyaçların yaratılması üzerinde
kapsamlı bir şekilde durmuştur.126
Henüz 1857–58 yıllarında yeni kullanım değerlerinin yani yeni ürünlerin ortaya
çıkarılması, üretim süreçlerinin buna göre “niceliksel çeşitlenme”si ile göreli artı değer
üretimi arasında bağ kurulmaktadır. Ancak esas çarpıcı bölüm tam da bu alıntının
126
Değer Kuramı Üzerine Uluslararası Çalışma Grubu’nda (IWGVT) yer alan yazısında Cipolla da bu
yanılgıya değinmiştir (Cipolla, 1997).
127
Sermaye kuramının temellerini reddetmesine karşın, Schumpeter’in, ‘Kapitalizm, Sosyalizm ve
Demokrasi’de, Marks’ın yönteminin önemi ve dinamizmi gibi birçok konuda içten ilgisi göz önünde
bulundurulursa, yayınlanmış olsaydı Grundrisse’den de epey etkileneceğini söylemek hata olmasa
gerektir.
142
devamındadır. Marks (1979, s.446–447, a. b. ç.), üretimin bu yeni alanda çeşitlenmesini
örnekle anlatır
143
edilmesidir.128 Ancak tez çalışmamız açısından yukarıdaki bu temel alıntının, kapitalist
üretim ilişkilerinde bilimin ve teknolojinin geliştirilmesi yönündeki kaçınılmaz eğilim
dışında önemli başka bir sonucu daha bulunmaktadır.
Göreli artı değer üretimi ile birlikte eskiden belirli bir miktar sermayenin yaptığı
işi şimdi bundan daha az sermaye yapabilmektedir. Bu ek bir sermaye ve ek emek
gücünün boşa çıkması demektir. Yeni üretim dallarını kuran, yeni ürünler yaratan, bu
ürünlerin yaratılması için bilimsel araştırmaların, bilimsel üretim dalının gelişmesini
sağlayan bu ek sermaye fonudur. Ancak yeni üretim dalı ile bu üretim dallarını
çeşitlendirecek teknoloji üretimi başlangıçta belirgin bir ayrım değildir. Bu ayrımın
belirginleşmesi, tarihsel bir süreci gerektirmiştir.
128
Arzın taleple sınırlı kalması, kapitalist toplumda geçerli değildir. Eksik tüketimci kriz anlayışının
yanılgısı da üretimin tüketimi tetikleyeceği, arzın kendisine uygun talebi doğurabileceğini göz ardı
etmesidir.
129
Rosa Lüksemburg’un deyimiyle “sınama tahtası” (Aktaran Mandel, 1974, s.47).
144
Bu fark, günümüzle karşılaştırıldığında daha açık hale gelecektir. Bugün, erken
kapitalistleşmiş olan ülkelerden farklı olarak geç kapitalistleşen ülkelerde, yeni bir
ürün ya da üretim dalında uluslararası pazarda rekabet edebilmek için bilim ve
teknoloji üretimi de boşta kalan ek sermayenin maliyetleri arasına girmek
zorundadır. Yani teknoloji, teknolojik yenilik, icat lisansla satın alınmak zorundadır,
kolaylıkla kopya edilemez ve bu teknolojinin kullanımının “yapma bilgisi”ni edinme
süreci bile teknolojiyi veren şirketin denetimi altındadır. Ek sermayenin yatırılabileceği,
yeni (tamamen özgün, yeni) üretim dalları kurulabilecek olan alan daralmıştır. Çünkü
bunun maliyetleri arasına, o “yeniliği” bulmanın kapitalist maliyeti girmiş durumdadır.
Bilim üretiminin, yani teknoloji üretiminin gerçek boyunduruk altına alınması süreciyle
olgunlaşan “icadın mesleğe dönüşmesi”, bilimsel araştırma ve geliştirmenin de
sermayeleşmesini getirmiştir.130 Kapitalist gelişimin tarihsel evrelerinin başında bilimin
“meyvelerinden” bol ve sınırsızmış gibi yararlanılmasına karşılık, son yarım asırdır geç
kapitalistleşmekte olan ülkelerin bunları bir meta olarak bulmasının nedeni, bu
“meyve”lerin kıtlaşması değildir. Aksine, bilimsel araştırma ve üretimin sonuçları o
günkünden daha fazla bol, dehşete düşürecek denli fazla ve çeşitlidir; fark, bilimsel
araştırma ve üretimin, kapitalist boyunduruk altına alınması girişiminde yatmaktadır.
130
Mandel, bilimsel araştırma ve geliştirme etkinliğini, bu araştırma sürecinin değişmeyen ve değişen
sermayelerine kadar betimler (Mandel, 2008, 8. bölüm).
145
Marksist akımda teknolojiye dönük incelemelerin ilk izleri dolaylı olarak
bulunabilmektedir. İncelemelerin ana ekseni, sermaye birikimi ve sermayenin yeniden
üretimidir. Teknoloji bu çerçevede bir yan sonuç olarak gündeme gelmektedir. Özel
olarak teknolojiye eğilinmemektedir. Rosa Lüksemburg, yeniden üretim ve
genişletilmiş yeniden üretimi tartışmaktadır. Yenilik ve teknik buluşların küçük ölçekli
girişimlerde yapılmasından yola çıkarak, bunlara “sınama tahtası” demektedir (Aktaran
Mandel, 1974, s.47). Avusturya Marksistlerinin yeniden üretim tartışmaları, Kapital’in
2. cildi üzerinde yürütülür (Arthur ve Reuten, 1998), (Rosdolsky, 1989). Sermaye
birikimi, kapitalistleşmeye yeni başlayan ülkelerde sanayileşme ve yeniden üretim
dışında, teknoloji başlı başına ele alınmaz. Bu da olağandır, çünkü Kapital üzerine
tartışmalar ancak 20. yüzyılın başlarında yaygınlaşmış, ilk gündeme gelen ise en çok
ihtiyaç duyulan konular yani sanayileşme, pazarın oluşumu, yeniden üretim, sömürgeler
olmuştur.
Marks’tan sonra teknoloji üzerine yoğunlaşan iki ayrı ve temel çalışma ekseni,
önemli yönleri tamamlamışlardır. Bunlardan ilki, teknolojik gelişme ile krizler
arasındaki ilişkiye dairdir. İkincisi ise teknolojik gelişmenin sınıfsal karakteri, emek
sürecine etkisi açısından yapılan katkıdır.
146
sermaye kuramını merkeze alma çabası vardır. Bu yönde en fazla çaba gösteren
Mandel’in bu gayreti, haklı, önemli bir çabadır. Ancak her ne kadar “harikulade” bir
konu olarak görse (Mandel, 1991) ve Ar-Ge’nin sanayiye dönüşmesi, Ar-Ge çalışmaları
için değişen ve değişmez sermayelerden bahsetse de (Mandel, 1993) Mandel de
teknoloji üretimini ve bilim üretimini başlı başına bir konu olarak ele almamıştır. Daha
çok bu konuyu “kapitalizmin uzun dalgaları” ile buluşlar ve yenilikler arasında bir ilişki
kurup kurmama sorunu olarak tartışmıştır.131
131
Bu konuyu tersinden ele alanlar, yani kapitalizmin dalgaları ile buluş ve bilim üretimi arasındaki
ilişkiyi en kapsamlı irdeleyenler Schumpeter’in İş Çevrimleri ile başlattığı yerden yeni Schumpeterci
akım olmuştur. Bkz. Freeman (1982), Freeman ve Soete (2003), Rosenberg ve Frischtak (1983).
132
Bkz. Smith (2004), Bellofiore (1985), Catephores (1994).
147
dikkatli biçimde ele alınarak, teknoloji ve bilim üretiminin sermaye perspektifinden
incelenmesi önemlidir.
Bilim ve teknoloji üretiminin, bir meslek haline gelmesi, bir sanayi dalı
görünümüne bürünmesi en açık biçimiyle Marks sonrası dönemde yaşanan bir
gelişmedir. Marks’tan sonra Marksistler, teknolojinin gelişimi ile sermaye arasındaki
ilişkiye, başlı başına teknoloji üretimine seyrek de olsa değindiler. Her değinme, bu
konunun işlenmesinin önemli olacağına dair vurgularla sonlandırıldı (Narin, 2008b).
Ancak bu konu, kapsamlı bir kuramsal açıklamayla ele alınmadı. Bundan sonra,
teknolojinin üretimini irdeleyecek, bu alana sermaye birikimi açısından bakmaya
çalışacağız.
133
Ayrıca bu konuda bkz. Les Levidow, “Sınıf Mücadelesi olarak Teknolojik Değişim”, Levidow (2007).
148
2.6.3 Bilim ve Teknoloji Üretiminin Sermayenin Gerçek Boyunduruğu
Altına Alınması
149
Bilimsel üretim süreci kapitalist gelişme içinde giderek sermayeleşmekte,
sermayenin gerçek boyunduruğu altına girmektedir.134 Bu bölümde bilim ve teknoloji
üretiminin sermaye ilişkilerinin denetimine girmesini, temel işleyici mekanizma olarak
bu mekanizmayı devralmasını değerlendireceğiz. Bilim üretimi bu boyunduruk ile
birlikte giderek teknoloji üretimi ile iç içe girmekte, özdeşleşmektedir. İşte bilim ile
teknolojinin bu iç içe geçme süreci, bilim üretimi ile teknoloji üretimini bilimsel üretimi
potasında birleştirmekte, sermaye birikimi ile dolaysızca bağlamaktadır.
134
Bilimin tarafsız olmadığı, sınıfsal niteliği, bilimsel araştırmanın mesleğe dönüşümü üzerine önemli bir
literatür birikimi bulunmaktadır. Bu birikimin temel taşları için bkz. Bernal (1967), Braverman (1974),
CSE (1976), Noble (1984, 1995), Mandel (2008). Bu birikimin farklı yönlerinin değerlendirmeleri için
bkz. Ansal (1985, 1986, 1992), (Narin, 2008a).
150
Grafik 13. Yeniliğin Pazara Nüfuz Etmesi
Kaynak: (Arıkan ve Ulusoy, 2005).
151
hızlandırılmak üzere kontrol edilmesidir. Bu nedenle bilimin kendisi bile gerçek
boyunduruk altına alınmaya çalışılmaktadır. Yani bilimsel üretim sürecinin motoru da
bu sermaye birikiminin ritmine, gücüne bağlanmaktadır.
Bununla ilgili olarak Ar-Ge’ye yılda 2,7 milyar dolar yatırım yapan ve sadece
Japonya’da 19 üniversite ile Ar-Ge işbirliğine giren uluslararası şirketlerden
Toshiba’nın Teknolojiden Sorumlu Başkanı Katsuhiko Yamashita bir röportajda
(www.bilgicagi.com, 12 Kasım 2007) şöyle diyor:
152
gerçekleşmiştir. İleride açıklayacağımız gibi, bilimin gerçek boyunduruk altına alınması
sürecini sadece emek sürecinin bölünmesi ve bunun kurumsallaşması olarak açıklamak,
hareketli ve dinamik bir süreci betimleyici bir biçim olarak tarif etmek olacaktır.
Bilimin gerçek boyunduruk altına alınma girişimi her biri kendi içinde ikilik yaratan
değişik boyutları içinde ele alınmalıdır:
Bir yandan artık zihinsel emek için de emek ile emek gücü ayrımını dikkate
almak gereklidir.135 Bilimsel emek, bilimin sermayenin boyunduruğu altına alınması ile
birlikte giderek daha fazla bölümü emek gücü haline dönüşen bir emek niteliği
taşımaktadır. Zihinsel emeğin, emek gücüne dönüşümü, bu dönüşümün yaratıcılık
açısından sınırları, çok önemli sonuçlar doğurmaktadır: Zihinsel emek gücünün
oluşturduğu değişen sermayenin yeniden üretimi, nitelikli emek gücü yaratmak için
eğitim, bu sermayenin değersizleşmesi vb…
135
“Emek gücünün bir meta olarak kendine özgü niteliğinden çıkan sonuçlardan birisi, kullanım
değerinin alıcı ile satıcı arasındaki sözleşmenin tamamlanmasıyla, alıcının elinde doğrudan doğruya
geçmemesidir”(Marks, 1993, s.189). Emek ile emek gücü ayrımının daha kapsamlı tarifi için bkz.
(Marks, 1987, s.122–23). (Marks, 1993) özellikle 6. bölüm.
153
gidişi anlamına gelmektedir. Benzer biçimde, üretimde teknolojinin, makinalaşmanın
artması, sermayenin organik bileşiminin yükselmesini, kar oranlarının düşmesini
sağlayan en önemli etkendir. Ancak sermaye, kendi doğası gereği, sonucu kriz olacak
olsa da üretim sürecinde, ürünlerde teknolojik gelişmeyi, kar oranlarını yükseltme
çabası içinde hızlandırmak zorundadır. İşte bu teknolojik gelişmenin zihinsel emek
gücünün birikimli, tarihsel ve toplumsal136 emeğe dayanan sonuçları olarak
gözükmemesi, bunun sanki sermayenin kendisinin yarattığı bir ürünmüş gibi
gözükmesi, bugünün “yenilikçi kapitalizm” olarak görünmesini sağlayan en temel
etkendir. Marks (1998, s.366–67), bunu şöyle dile getirmiştir:
Bugün yaşanan tam da böyle bir süreçtir. Teknoloji gibi bununla iç içe geçmiş
olan bilim de değerin kaynağı olarak gösterilerek, fetişleştirilmektedirler. Geçmişte
doğal zenginliklerin, makinanın kendisinin değeri yarattığı, girişimci de dahil olmak
üzere üretimde rol oynayanların ise sadece bundan pay aldıkları söylenir idi. Böylece
emek gücünden elde edilen artı-değere dayalı sermaye kuramı perde arkasına atılırdı.
Şimdi ise bunların daha gelişkin biçimleri olan teknoloji ve bilim aynı rolü
üstlenmektedir. Yeniliğin büyümeyi, ilerlemeyi, teknolojik gelişmeyi sağladığı, bunun
da sermayenin ürünü olduğu yanılsaması, bu gerçeğin bugünkü görünümünden başka
bir şey değildir. Böylelikle Marks’ın (1979, s.639) dediği gibi, işçinin (hatta bilim
üretiminde çalışanın) kendisi için bile, bilimsel üretim ve teknoloji kendisinden
bağımsız, etkileyici bir güç olarak onun karşısına çıkmakta, zenginliğin yaratıcı olarak
görünmektedir:
136
“Eleştirici bir teknoloji tarihi, 18. yüzyılın buluşlarından ne kadar azının, tek bir kimsenin eseri
olduğunu ortaya koyabilir”(Marks,1993, s.386).
154
Mekanizmanın cansız parçalarını birbirine ekleyerek, amaca
yönelik bir otomat gibi çalışmasını sağlayan bilim, işçinin bilincinde
değildir; makinada işçiye yabancı bir güç, makinanın kendi gücü
olarak belirir.
Dün üretimde yenilik olarak ortaya çıkan makina sermayenin bir ürünü olarak
görülüyor, onu üreten bireysel emekçi edilgen görünüyordu. Bugün ise bir bütün olarak
bilim üretiminin, yani bilimsel üretim sürecinin ürünleri, teknoloji ve yenilik olarak
adlandırılırken, bu emek sürecinin gerçek özneleri olan zihinsel emek gücü tüketen
bilimcilerden koparılarak, kapitalizmin, sermayenin kendi ürünü olarak görülmektedir.
Bu Marks’ın anlatımıyla (1998, s.367) sermayenin bir gizemin ardına saklanmasıdır:
Böylece sermaye çok gizemli bir varlık haline gelir. ….(1) Artı
emeği zorlayan bir güç olarak; (2) toplumsal emeğin üretken
güçlerinin ve bilim gibi genel toplumsal üretken güçlerin emicisi ve
sahiplenicisi (kişileşme) olarak üretkendir.
Böylelikle bilim toplumsal emeğin bir sonucu olarak değil de, sermayenin
ürettiği bir şey olarak işçinin (ve bilimcinin) karşısına dikilir.137
137
“…[emeğin] el birliği içinde birliği, işbölümü içinde bileşimi, emek ürünlerinin yanı sıra doğal
güçlerin ve bilimin, makinaleşme içinde, üretim için kullanılması-tüm bunlar, bireysel emekçilerin
kendileriyle, yabancı ve şeyleşmiş bir şey olarak, emekçilerden bağımsız ve onlara egemen olan emek
araçlarının varlık biçimleri olarak karşı karşıya gelirler; tıpkı emek araçlarının kendilerinin sermayenin ve
dolayısıyla kapitalistin işlevleri olarak, malzeme, araç-gereç vb. olarak basit görülür biçimlerinde,
emekçilerle karşı karşıya gelmeleri gibi” (Marks, 1998, s.366; a.b.ç).
155
Bilimin endüstrileşmesi, endüstriyel araştırmanın kurumsallaşması yani
kapitalist bilimsel üretimin kurumsal gelişmesinin başlangıcı ilk olarak Batı Avrupa’da,
özellikle 1870’lerde Alman kimya şirketlerinde gerçekleşmiştir. İşletme içinde kurulan
ilk endüstriyel araştırma laboratuarı bu tarihlerde Alman kimya sanayinde ortaya
çıkmıştır (Mowery ve Rosenberg, 1993, s.11), (Ansal, 1997, s.190-91). ABD kimya
şirketleri ve diğerleri bu gelişimi hızlı bir biçimde taklit etmişlerdir. Ansal (1997, s.190-
91) şirketlerin bu çabalarını anlatmaktadır:
156
mıdır? Yukarıda belirtilen iki döneme, Marks’ın sermayenin “biçimsel boyunduruğu”
ile “gerçek boyunduruğu” altına alınma ayrımıyla (formal subsumption/ real
subsumption) yaklaşıp, irdelemeyi deneyebiliriz.
Emeğin sermayeye gerçek boyunduruğu ise, göreli artı değer üretimi ile
karakterize edilir. Bu aşamada emek süreci üreticinin yani işçinin denetiminden
157
çıkmış, boyunduruk altına alınmıştır. Öte yandan emek sürecinde makinaleşme ortaya
çıkar. Bilim ve teknolojinin bilinçli uygulaması bu aşamanın diğer bir temel özelliğidir.
Mutlak artı değer üretimi biçimsel boyunduruğun ayırt edici biçimiyken, göreli artı
değer üretimi gerçek boyunduruğun ayırt edici biçimidir. Marks (1990:1025) bunu
özellikle vurgular:
20. yüzyılın başıyla birlikte bilimsel üretim, bilimsel araştırma da bir anlamıyla
ölçek ekonomisinin etkisiyle geniş ölçekli araştırma kurumlarına yönelmiştir. Bunun en
can alıcı örneklerinden biri, Manhattan Projesi’dir. Atom Bombası geliştirmek amacıyla
bilimci ve mühendislerin oluşturduğu büyük bir ekip çalışması olarak görünmektedir.
Burada büyük bir proje, parçalara ayrılarak kurumsallaştırılmış, farklı parçalar farklı
araştırmacılarca üretilmiştir, az sayıda bilimcinin gizli askeri projenin tümünden haberi
vardır. Bunun dışındaki araştırmacılar bilimsel emek sürecinin bütününe hakim
değildirler, kendi parçalarından sorumludurlar. Böylelikle bilimsel üretim tek bir kişinin
kendi özerk düşünme sürecine değil, planlı, kurumsallaşmış bir emek sürecine,
parçalarına ayrılmış bir sisteme dönüşmüştür. Bilim tarihi üzerine kitaplarında
McClellan ve Dorn (2006, s.425) bu dönüşümü çarpıcı biçimde aktarırlar:
158
Manhattan Projesi138 … birçok yönden bilim yapmanın yeni
bir yolu olan bilimsel üretimin endüstrileşmesini… örneklemiştir. 19.
yüzyılda bir bilim adamı küçük bir laboratuarda yalnız ya da birlikte
çalıştığı birkaç kişiyle bilimsel bilgi üretimindeki egemen biçimi temsil
ediyordu. Ancak, 20. yüzyılda nükleer fizikteki gelişmelerle birlikte bu
eski biçim değişmiştir. Araştırmalar büyük düzenler ve pahalı
donatılar getirmeye başlamış ve giderek kişisel deneycilerin, hatta
üniversitelerin ya da özel araştırma kuruluşlarının kaynaklarını
zorlamaya başlamıştır. Bir ekibin her üyesi karmaşık bir araştırma
çabasının tek bir yönünde uzmanlaşmıştır. Böyle ekip çalışmasına
dayalı araştırmaların sonunda üretilen makalelerin altında bazen
yüzlerce kişinin imzası olmuştur.
138
İkinci Dünya Savaşı’nda atom bombasının yapılması için yürütülen ve adeta bir “bilim manifaktürü”
(Narin, 2008a ve 2008b) olarak çalışan Manhattan projesi hakkında bkz. McClellan ve Dorn (2006),
Narin (2008b).
159
çıktığını görüyoruz. Bu olgunun tipik bir örneğini kimya sektöründe
buluyoruz. Kimya sektöründe yer alan yeniliklerde bilimsel
abstraktlar her zaman çok önemli olmuş. 1884'te bu abstraktların
yalnızca yüzde 30'u kimya sanayiinin içinden kaynaklanıyor, geri
kalanı sanayi dışında yürütülen bilimsel faaliyetlerin sonucu olarak
yayınlanıyor. Daha 1952'de, sanayi içinden 'kaynaklanan
abstraktların oranı yüzde 87'ye çıkmış. Yani yalnızca bilimsel faaliyet
olarak, kâr amacı gütmeden yürütülen araştırma teknolojik gelişme
toynağı olarak eski önemini büyük ölçüde yitirmiş. Aynı olguya tele-
komünikasyon alanında da rastlıyoruz. ATT'nin Bell
Laboratuvarlarında gerçekleştirilen ilerlemelerin Amerikan
üniversitelerinin toplamında bu konuda yapıdan araştırmalardan elde
edilen sonuçların çok üzerinde olduğu söyleniyor. Genel olarak
telekomünikasyon sektörü kendi üniversitesini kurmuş bir alan olarak
tanıtılıyor.
160
önce söylediği (1979, s. 650) bir süreç gerçekleşmiş, bilimsel üretim süreci parçalara
bölünmüş, buluş süreci bir meslek haline gelmiştir:
139
“Kapitalist meta üretimi bağlamında, araştırma hacmindeki sürekli büyüme kaçınılmaz olarak
uzmanlaşmaya ve ‘özerkleşmeye’ yol açtı. İlk olarak, araştırma ve geliştirme büyük şirketlerin işbölümü
içinde ayrı bir dal oldu. Daha sonra bağımsız bir işletme biçimini alabilirlerdi; özel araştırma
laboratuarları kuruldu ve bunlar keşiflerini ve yeniliklerini en yüksek fiyatı veren alıcıya sattılar. Böylece
Marx’ın öngörüsü doğrulanmış oldu: icat sistematik bir biçimde örgütlenmiş kapitalist bir iş olmuştu”
(Mandel, 2008, s.336).
161
Teknolojik yeniliğin sermaye birikimine etkisinin incelenmesi rağbet gören bir
alandır. Bu yöndeki çabaların artmasıyla, özellikle Japonya başta olmak üzere ABD,
Almanya ve Avrupa’da araştırma geliştirme harcamaları ile bunların örgütlenmeleri
üzerine yapılan çalışmalar arttı. Bu çalışmaların hepsi de yenilik ve araştırma
geliştirmenin gerek şirketlerde gerekse de devlet desteğinde kurumsallaştığını
gösterirken, aslında bilimsel üretim sürecindeki emeğin bölünmesini, kurumlaşan farklı
biçimlerdeki emek örgütlenmelerini de betimliyorlar. Arka plandaki temel varsayım,
Schumpeter ile güçlenen bir önermedir: sermaye birikiminin kaynağı yeniliktir.140 Bu
yüzden yeniliğin teşvik edilmesi yönündeki çabaların temelinde yatan emeği verimli
hale getirme güdüsü karartılıyor. Bilimsel üretimin emek sürecinin daha fazla yenilik
yaratmak üzere örgütlenmesinin kendisine bakmak yerine bunun ürünü, yani yenilik
sermaye yaratan temel öğe olarak görülüyor. Hep olduğu gibi toplumsal bir ilişki yerine
sermaye bir şey olarak anlaşılıyor. Oysa emek üretkenliğinin artmasını sağlayarak artık
emeğin artmasını sağlayanın, bu emek üretkenliğini geliştirenin kendisi de bir emek
sürecidir. Sermaye birikiminin kaynağı yenilik değil, artı emeğe, artı değer olarak el
koymak olduğu burada da tüm örtme çabalarına karşın kendisini göstermektedir.
140
Schumpeter’in düşüncesini izleyen Richard Nelson, bundan yaklaşık yarım asır sonra yazdığı
“İlerlemenin Motoru Olarak kapitalizm” makalesinde 21. asırda Schumpeter’den miras olarak
alınabilecek temel öncül olarak kapitalizmin ve teknolojik değişimin evrimsel karakterinden ve yaratıcı
yıkımdan bahseder (Nelson, 1990, s.193). Ancak örtülü olarak devraldığı temel öncülü belirtik kılmaz.
İlerlemenin motoru kapitalizm ise kapitalizmin motoru nedir? Bu soruya Schumpeter’in burada verdiği
yanıtı kabul eder, bunu devralır. Üzerinde tüm bir yenilik iktisadının, evrimci kuramın kurulduğu bu
yanıt, aslında bütün klasik ve neoklasik iktisadın temel sorununu barındırmaktadır.
162
değişilirken bir tür meta değişildiğinde, tüm süreç kendisine dönmekte, sermaye birikim
süreci başlamaktadır. Bu emek-gücüdür. Emek gücü ile sermayenin taraf olduğu bir
meta değişimi, basit meta üretiminin tüm temellerini adeta yeni bir düzeye sıçratacak
denli parçalar.
İlk başta, diğer emek süreçlerinde olduğu gibi, bilimsel araştırma sürecine hakim
olan araştırmacılardaki ve bilim insanlarındaki bilgi çoğunlukla, her bir araştırma
kurumundaki bireyler ve rutinler tarafından içerilmiş halde, örtülü bilgi (tacit
knowledge) olarak var oluyordu. Daha fazla verimlilik elde etmek, bilimsel üretimin
141
“…evrensel emek (allgemeiner Arbeit) ile elbirliğine dayanan emek (gemeinschaftlicher Arbeit)
arasında bir ayrımın yapılması yerinde olur. Her iki tür emek de, üretim sürecinde kendi rollerini oynar,
birbiri içerisine geçer, ama her ikisi gene de farklıdırlar. Evrensel emek, her tür bilimsel emek, keşifler
ve buluşlardır. Bu emek kısmen, canlı emeğin elbirliğine, kısmen de daha önce yaşamış kimselerin
emeklerinden yararlanmaya dayanır. Öte yandan, elbirliğine dayanan emek ise, bireylerin dolaysızca
elbirliğidir” (Almancasıyla karşılaştırarak çeviride bazı düzeltmeler yaptım. Krş. Marks, 1990, s.96).
142
Bilimsel emek sürecinin rasyonalize edilmesi ve Babbage ilkesinin uygulanması ile ilgili olarak bkz.
Narin (2008a ve 2008b).
163
denetimini, parlak zekalı bireylerden çıkartarak, sermayenin denetimine gerçek bir
biçimde tabi kılabilmek için bireylerde içerilen bilgi, sürecin bilgisi nesnelleşmeliydi.
Bu yüzden bu alandaki ilk yöntem, yenilik sürecinin belirleyenleri üzerine odaklanmak
ve bu süreci doğrusal biçimde aşamalara bölmek oldu. Ancak kısa bir süre sonra bu
modeller, yerlerini doğrusal olmayan yenilik üretme modellerine bırakmıştır. Bilim
üretim sürecinin öznelerinin etkileşimini gözeten bu modeller, bölümlemeyi katı bir
biçimde, doğrusal aşamalara ayırma biçiminde yapmazlar. Yenilik içeren fikirlerin
çoğul girdilerden, önemli ölçüde geri beslemelerden sağlanabileceğini vurgularlar.
Araştırma, tasarım, imalat süreçlerinde önemli oranda geri besleme devrelerinin
(müşteri ilişkileri, sorun bildirme, iyileştirme talebi alma) kurulmasını gözetirler (Kline
ve Rosenberg, 1986), (Freeman, 1991).
164
ise, yukarıdan yapılan planın yarattığı rutinleşmenin aşağıdaki bilimci ve araştırmacının
yaratıcılığını sınırlamasıdır. Çünkü bu plana karşın yine de daha az yetkili olan
araştırmacı, daha iyi çözümler bulabilmektedir. Artı değer üretiminin hizmetine koşulan
bilimsel üretim, bu emeğin özgül niteliği olan yaratıcılığını denetim altına almak
istemektedir.
165
başarısızlığa uğrama özgürlüğü de talep etmektedir. Yöneticilerinin
kendi düzeylerinde entelektüel olmalarını ummaktadır –ancak, bir
yöneticinin yetenek ve dehasının kendilerininkini gölgelemesini
istememektedir.
166
2.6.3.2 Bilimsel Üretim Sürecinin Çelişkili Doğası
167
bölmeye çalışsa da, belirleyici olan bilimsel emek sürecinin özsel niteliğidir. Bu nitelik
ise yaratıcı etkinliktir. Emek ile yaratıcı etkinlik ayrımı, Caffentzis’in hatırlattığı gibi
Marks’ta da bulunmaktadır. Üstelik bu ayrım Aristo’dan beri gelen bir düşünsel
geleneğin ürünü olarak sürekliliğini korumaktadır. Etkinlik (action) ile emek (labor),
birisi öz etkinliği, yaratıcı etkinliği anlatırken, diğeri, belirli ilişkilerle gelişen, dıştan
dayatılan (empoze edilen) disipline edilen emeği anlatmaya yöneliktir (Caffentzis,
2005).
168
Diğer tüm sermaye ilişkilerini, sınıf çelişkilerini gölgeleyerek, bilimsel üretim sürecinin
merkezinde çalışan bilimcileri, “yaratıcı sınıf” olarak tanımlama, tüm toplumsal
gelişmeyi ve “büyümeyi” bunlara atfetme gibi bir yanılsama doğmaktadır.
Bu sınır durumun yarattığı diğer bir can alıcı sorun ise, değer kuramı ile ilgilidir.
Buna çarpıcı bir biçimde değinen Tessa Morris Suzuki’dir (Morris-Suzuki, 1986).
Burada Morris-Suzuki, bu sınır durumun getirdiği sorunu açık yüreklilikle ortaya koyar.
Morris Suzuki şunu hatırlatır: bilimsel araştırma, Ar-Ge çalışması ile üretilen bilgi, yeni
ürün, tasarım, yeni teknoloji, örneğin ünlü tablolar ve seçkin şaraplar ile benzer
özellikler taşır. Bu Marksistler için tanıdık bir problemdir oysa bunlar da emek değer
kuramının dipnotlarına atılmaktadır. Morris Suzuki’ye göre artık bunlar kenarda kalan
istisnalar değillerdir, meta haline gelen enformasyon dipnotlara sıkıştırılamaz (Morris-
Suzuki, 1986, s.86). Çok önemli hale gelmiştir. Mandel, Geç Kapitalizm’in etkileyici 8.
bölümünde, araştırmacının emeğinin üretken emek olduğunu söylerken, bu emeğin
ürününün nasıl bir ürün olduğunu ortaya koymaz.143 Ancak Arrow tartışmaya açtığı,
Morris-Suzuki’nin de değindiği bilginin ve enformasyonun niteliği üzerine süren sorunu
irdelemez. Halbuki bu sınır durumu incelemek gereklidir. Üstelik böyle bir inceleme,
inceleyeni mutlaka Morris Suzuki’nin aynı yazıdaki kaderiyle, sonuçlarıyla
buluşturmaz. Morris Suzuki, şu sonuca varır: emeğin doğrudan sömürüsü artık daha az;
toplumsal bilginin özel sömürüsü ise daha önemli hale gelmiştir.
Oysa ki sermaye sözkonusu olduğunda sınır ile sınıf arasında bir seçim
yapılamaz. Kapitalizm, intihar etmez, sınırdan atlayarak sınıf varlığını ortadan
kaldırmaz. Emeğin yaratıcı niteliği kuşatılabilir, ancak tümüyle teslim alınamaz. Çünkü
bu durumda canlı emek ortadan kalkar, ki bu sermayenin de ortadan kalkması demektir.
Mandel ile bu noktada ortaklaşılabilir. Bu, Geç Kapitalizm kitabın sonunda yürüttüğü
otomasyon tartışmasındaki haklı konumdur.
143
Şunu söyler: “Bilgi ve özgünlüğün tüketim malları ile aynı şekilde ve aynı otomatik düzenlilikle
üretilemeyeceği yeterince açıktır” (Mandel, 2008:342). Bu bilginin ve özgünlüğün niteliklerini, yarattığı
sonuçları tartışmaz.
169
değer kuramı çerçevesinden daha önce açıklamıştık. Buna göre teknoloji rantına sahip
olan bireysel sermaye artı-kar elde eder, emek üretkenliği yüksek olan bu sermayeye,
yarattığı artı değerin üstünde bir değer aktarılmış olur. Bu değer, ortalama ve onun
altında emek üretkenliğine sahip bireysel sermayelerin çalışanlarının ürettikleri artı
değerin bir kısmının aktarılmasından başka bir şey değildir. Bir sınır durumun yeniden
üretilmesi anlamında bilimsel üretimin temel amacı ve ürünlerinin özsel niteliği ya
emek üretkenliğini artırmak ya da yeni ürünler yaratmaktır, böylelikle kapitalistin karını
ve pazarını artırmak, yeni ürünler için yeni pazarlar yaratmaktır. Bu durum, sermayenin
bilimsel üretimi gerçek boyunduruğu alma çabasına koşut olarak bilimsel üretimin
temposunun, üretim ile bağlantılı ve karşılıklı olarak hızlanmasını getirir. İlk sonuç,
açıkladığımız mekanizmanın yarattığı bir görünüm olarak “teknoloji rantı”
görüntüsünün süreğenleşmesini sağlar. Her yenilik, üretim sürecini hızlandırır, sanki
pazara yeni girenin değeri tamamen “gizli el”ce belirleniyormuş izlenimi yaratır. İkinci
sonuç, pazara yeni ürünlerin girmesidir. Pazara giren her ürünün, fiyatlandırılması ve
değerini bulması sanki yine “gizli el” tarafından yapılıyormuş gibi görünür.
Bilimsel araştırma, yeni ürün, yeni ihtiyaç ve yeni üretim dalı yaratma
konusunda 150 yıldan önce Marks’ın Grundrisse’de yazdıklarını daha önce alıntılamış
ve değerlendirmiştik (Marks, 1979, s.446–49). Yeni ürün, ihtiyaç ve üretim dalı yaratma
konusundaki araştırmanın daha görünür ve albenili olması, giderek çeşitlenen üretim
dallarında istihdam edilen sınıfın geniş kesimlerinin görünmemesine neden olmuştur.
Bu hatalı tutumu Morris-Suzuki de (en azından sözünü ettiğimiz yazısında)
sergilemiştir. Yeniliğin albenisi, bizzat kapitalistin bunu teşvik etmesi, zihinsel emek
gücünün giderek daha fazla sermayenin boyunduruğu altına alınmasının yanında
sayıları artan niteliksiz ve yarı nitelikli emek gücünün maruz kaldığı yoğun sömürü
koşullarının gölgelenmesini getirmiştir.
170
Zihinsel emeğin ürünü -bilim- her zaman değerinin çok altında
bir yerde durur; çünkü onu yeniden üretmek için gerekli emek-
zamanının, ilk üretimi için gereken emek zamanı ile hiçbir ilişkisi
yoktur. Örneğin bir okul çocuğu, iki terimli denklem teoremini bir
saatte öğrenebilir.
Bilimsel üretim tam da bu tarife uygun bir üretimdir, sürekli özgün olmak
durumundadır ve ilk üretimindeki emek zamanı, çoğaltılmasında, uygulanmasındaki
emek zamanı ile karşılaştırılamayacak denli yüksek ve nitelik olarak farklıdır. Bir
bilimcinin emeğinin yeniden üretilmesi için gerekli olanlar, sadece geçim olanakları
değildir; bu bir sınır durumdur. Bilimcinin yaratıcılığını, temel bilimsel keşfini, problem
çözme yeteneğini gerçekleştirmesi etkinliği zihinsel somut emektir. Bu somut emeğin
yeniden üretilmesi için gerekli olanlar, bu niteliği yeniden üretmek için gereklidir, ama
aynı zamanda bu pazar ölçülerine vurulabilir değildir. Oysa bir soyut emek olarak
ürünleri, emek üretkenliğini artırması gibi sonuçlarla pazarda dönüşür. Değer kuramı
açısından sınır durumu da zaten bu gerçek oluşturur. Rutinleştirilen bölümlerine karşılık
yaratıcı zihinsel emek bilim için kaçınılmazca gereklidir. Bu emeğin değeri emek
zamanı olarak pazar ölçülerine vurulamaz. Ancak üretilen ürünlerin mülk edinilme
biçiminde bugün yaşanan geçiş niteliğindeki değişimler, fikri mülkiyet hakları, telif
hakları gibi çabalar gerçekte bu karşılığı yakalama çabalarıdır. Ancak sınır durum
burada da kendisini gösterir. Yakalamak olanaklı değildir, asimptotik olarak yaklaşılsa
bile süreğenleşen üretim içinde uzaklaşır.
171
emek, zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süresi
zenginliğin ve dolayısıyla mübadele değeri kullanım değerinin ölçüsü
olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. Yığınların artık-emeği genel
zenginliğin gelişiminin önkoşulu olmaktan, onunla birlikte azınlığın
emeksizliği insan kafasının evrensel güçlerinin gelişmesinin koşulu
olmaktan çıkar. Bununla, mübadele değerine dayalı olan üretim çöker
ve dolaysız maddî üretim süreci sefalet ve antitez biçimlerinden
kendini kurtarır.
144
Marks bu koşulları şöyle tarif eder: “…büyük sanayi geliştikçe, fiilî zenginlik üretimi, giderek emek
süresinden ve harcanan emek miktarından çok emek işlemi sırasında harekete geçirilen faktörlerin gücüne
bağımlı olmaya başlar. Bu faktörlerin muazzam etkinliği ise, üretimlerinde harcanan direkt emek
süresiyle tamamen orantısızdır, daha çok bilimin genel durumuna ve teknolojinin, yani bu bilimin
üretime uygulanışının ne derece ileri olduğuna bağlıdır. (Bilimin ve özellikle doğa bilimleri ile buna
bağlı olarak ötekilerinin gelişmesi de, yine maddî üretimin gelişmesine bağlıdır) ” (Marks, 1979,
s.651).
172
dönüştürmek zorundadır. Öte yandan bu “dev toplumsal güçleri emek süresi ile
ölçmeye, onları eskiden üretilmiş değerlerin değerini koruma görevinin koyduğu sınırlar
içine hapsetmeye çabala”maktadır. Kendi sınıf varlığını kendisi bitiremeyeceği için de,
artı değer üretiminin cenderesi içinde bu üretimi zorlamaktadır.
173
Mandel’in 8. bölümde yaptığı bu yorumun aksine tartışma bilimin bir üretici güç olup
olmaması değildir, bu yanlış bir tartışma düzeyidir (Mandel, 2008, s.344). Soyutlama
düzeyi Kapital I’e uygun yeniden üretilmelidir. Doğa, üretim araçları gibi emek
nesneleri kadar emek de bir üretici güç, yani üretim kuvvetidir. Tam da bu yüzden
işçinin sadece kol emeği değil, kapitalist bilim üretimi sürecinde durmaksızın, emek
gücü haline dönüştürülmeye zorlanan zihinsel emeği de bir üretim kuvvetidir. Mandel,
“entelektüel emeğin proleterleştirilmesi”nden söz etmektedir (Mandel, 2008, s.350).
Üstelik araştırmacının emeğinin üretken emek olduğunu da söylemektedir. Ancak
“entelektüel emeğin proleterleştirilmesi”nin çelişkili doğasına değinmemekte, bunu
irdelememektedir.145 Çarpıcı biçimde bölümün sonunda otomasyonu ve eğitimin
maliyetlerini tartışmadan hemen önce, üniversitelerde öğrencilerin ’68 isyanını, “uzman
aptallığı”na karşı çıkmalarını, yabancılaşmaya karşı çıkma düzeyinde bırakır (Mandel,
2008, s.352–54).146 Zihinsel emeğin özgül niteliğine yapılan kimi göndermeler,
“nitelikli emek gücü”ne yapılan göndermeler olarak kalırlar çünkü otomasyonun
sınırlarına değinileceği belirtilen son bölümde zihinsel emeğin yaratıcı karakteri ile
rutinleştirilme kuşatması arasındaki çelişkili ilişki ve sınır durumdan söz edilmez. Yani,
zihinsel emeğin yaratıcılığının kuşatılması, bu kuşatmanın zihinsel emeğin emek
gücüne dönüştürülmesi aracılığıyla yapılmasından bahsedilmez; üstelik bu sınır
durumun tersinden kapitalizm tarafından nasıl kullanılabileceğine dair bir irdeleme
yoktur. Çelişki ve sınır durum, aşılmazsa, geç kapitalizmin “geç” nitelemesinde ortaya
çıkan geçlik, tersinden sermaye sınıfı tarafından kullanılır. Kapitalizm, yeni ürünler,
yenilikler ve teknoloji üretebilmek, kar oranlarının düşmesine karşı koyabilmek için, bu
sınır durumu “titreterek”147 rutinleştirerek kuşatmasına karşın yaratıcılıktan ürün elde
145
Hatta Mandel, daha ilginç bir ikiliğe varır. Ona göre, geç kapitalizmde sabit sermaye devir süresinin
kısalması, entelektüel emeğin üretim sürecine artan entegrasyonuna karşılık gelir. Bunun sonucunda
oluşan üretim ve yeniden üretimin tüm yönleri üzerinde sistematik kontrolü ele geçirme çabası da
entelektüel emeğin üstyapı kurumları ile fabrika yönetimi gibi idari görevlere girmesine neden olur
(Mandel, 2008, s.351-52).
146
“Geç kapitalizmde bilim iki anlamda potansiyel bir üretim gücüdür. İnsanın sınıfsal sömürü, meta
üretimi ve toplumsal işbölümüne kölelikten kurtuluş için maddi olanaklarını artırır. Aynı zamanda
potansiyel olarak işçilerin üstyapısal manipülasyon ve ideolojik yabancılaşmadan kurtuluşunu
kolaylaştırır” (Mandel, 2008, s.355).
147
Yapılan eylem bir sömürü sisteminin sürmesini getirmese, bu eyleme pekala “gıdıklayarak”
denilebilirdi. Üstelik gıdıklamak, bir benzetme olarak yerine oturmaktadır. Çünkü fazla gıdıklamak,
ölümle sonuçlanır, canlı katılarak ölür. Kararında gıdıklamak ise gıdıklayan için istenen sonucun
alınmasıdır. Gıdıklanan zihinsel emek yaratıcı emeğini sergileyebilir, gıdıklayan sermaye ise kar
174
etmeye çalışır. Bu sınır durumu aşamaz, çünkü bir sınıf olarak sermaye ve ücretli
emeğin varoluşu bunu gerektirir. Gerçekte kendi sınırlarında kendi sınıfsal varoluşunu
yok etmeden, sömürü sistemini devam ettirir.
oranlarının düşmesini az da olsa dindirebilmek için kısa bir süreliğine yeni teknolojiden derman bulur.
Tıpkı kapitalizmin makinalaşma ile çalışanı yaptığı işe yabancılaştırması, vasıflarını makinaya soğurması,
büro işini de buna benzetmesi (Braverman, 1974) gibi, zihinsel emeğe yönelik bu süreç de rutinleşme,
yabancılaşma ve daralan uzmanlaşma alanlarını getirmektedir.
148
Bu konu tartışılmaktadır. Geliştirilmesi gerekli gibi gözükmektedir. Bir yandan bilgi (Knowledge)
sermaye bağının ve ilişkisinin dışındadır. Metalaştırılan bilginin enformasyona dönüştüğü konusunda bkz.
(Curry, 1997). Ayrıca bkz. Fransman (1994). Enformasyon bilimsel üretim sürecine dönüşen bilgi gibi
gözükmektedir. Metalaştırılan bilgi ile enformasyon arasındaki sınırın, ayrımın belirsizleşmesinin nedeni,
tam da yaratıcı zihinsel etkinlik ile onun emek gücüne dönüştürülmesi arasındaki çelişkili sınır durumda
yatmaktadır.
149
Arrow ikilemi, tam da sermayenin bu alandaki ikilemidir. “…bilginin, bilindiği zaman alınmasına
gerek kalmaz, bilinmediğinde ise değeri ölçülemez” (Taymaz, 2001).
150
Bu yönde süregiden tartışmalar üzerine bkz. (UNCTAD Enformasyon Ekonomisi Raporu, 2007).
175
metalaştırılması ve değer kuramı arasındaki ilişki bu nedenle Marks’ın sermaye
kuramının çarpıcı doğrulamalarını oluşturmaktadır. Aynı zamanda onun yeniden
üretiminin temel çıkış noktalarını, izlerini göstermektedirler. Yukarıda Artı-Değer
Kuramları’ndan aktardığımız “denklemin öğrenilmesi”ne dair alıntı, bilginin bir meta
olarak üretilmesinin ve aynı şekilde mübadeleye konu edilmesinin kendi içlerinde ve
birbirleri arasında yarattığı gerilimlerin, çelişkilerin uzun yıllar önceden haber
verildiğini göstermektedir. Aynı zamanda buradaki çelişkili süreç, bu tartışmaların
temelinin Sermaye kuramı açısından açıklanabileceğini de göstermektedir. Ne sömürü,
ne artı-değer, ne sınıflar ortadan kalkmıştır. Aksine zihinsel emeğin sömürülmesi evresi
ayrı bir içerik kazanmaktadır. Kapitalizm zihinsel emek (kafa emeği) ile kol emeğini,
kendi sınıfsal varoluşu içinde birleştiremeyeceğine göre, bu ayrımı yeni bir düzeyde
daha da köklüleştirecek gelişim göstermelidir. Kapitalizmin “yenilik”çi yüzü, yeni
ürünler ile “yeni” pazarlar yaratması, gerçekte pazarları derinleştirmesi ancak bu
ayrımın izleri sürülerek anlaşılabilir.
Mandel’in bilimi üretici güç olarak kabul eden tartışmalarla arasına mesafe
koyması anlaşılırdır; çünkü bu tartışmalar o dönemde SSCB tarafından da “Bilimsel
Teknolojik Devrim” adı verilen bilimsel teknolojik gelişmenin toplumsal ilişkilerin
önüne koyulmasına neden olmuştu. Bu tartışmalar SSCB’de kurulduğu söylenen
“sosyalizm”in “öncülük ettiği bilimsel teknolojik devrim” gerekçe gösterilerek, bilimi
ve teknolojiyi sınıfsız bir gelişme gibi görmeye yol açmıştı. Ancak bilimin üstüne
geçirilen efsaneleştirmeler ve haleler kaldırılmalıdır. Üretici güç olan bilim değildir, kol
emeğinin yanında zihinsel emeğin ücretli emek haline dönüştürülmesi, üretici güç
açısından bir önem taşımaktadır. Bilimin ve teknoloji üretiminin kendine özgü niteliğini
anlamak için ise, bu üretimin “yaratıcı” kaynağı ile bilimcinin emek gücünün artı-değer
mekanizmasına içerilmesi, ücretli emeğe dönüştürülmesi çabasının çelişkili ve sınır
niteliğini kavramak gereklidir. Bazı yazarlar, özellikle kapitalizmin 1929’daki krizi ve
onu takip eden dünya savaşının ardından yaşanan hızlı ve sıçramalarla dolu teknolojik
gelişmeye Bilimsel Teknolojik Devrim demektedirler. Onlara göre, bu “devrim” ile yani
“Üretici güçlerde meydana gelen bu köklü değişim kol emeğinin aşılmasını
entelektüel emeğin üretim sürecinin belirleyici olmasını sağlarken, bilim de üretici
güç haline gelmiştir” (Çalhan, 1990). Bu, özellikle 1970’lerden sonra sanayi sonrası
toplum yanılgısına yönelik yaygın düşüncelerin pek çok türüne sadece bir örnektir; bu
176
düşünceyi temsil eden bir örnek olarak alındı. Bu tartışmanın kökeninde “bilimsel,
teknolojik devrim”den başlayarak sanayi sonrası toplumlara yönelen bir kuramsal evrim
bulunmaktadır. Bu genel kanıyı eleştirmek bu yüzden önem kazanmaktadır. Eğer
“bilimsel, teknolojik devrim”den söz ederken, bir teknolojinin diğerini devirmesinden
bahsediliyorsa, bu terim daha da şekilsiz hale gelecektir; bu haliyle bir kavram olmaktan
uzak, sözde-terim olabilir. Çünkü şeylerin, şeyleri devirmesi mümkün olamaz, o
“şeylerin” nasıl üretildiği, hangi tür toplumsal ilişkilerle üretildiği gerçeği karartılmış,
şeyler kişileştirilmiş olur ki, bu tam da “meta fetişizmi”nin kendisidir. Oysa devrim,
toplumsal ilişkilerde, üretim ilişkilerinde köklü bir değişim anlamına gelmektedir. Bilim
üretim süreci, sermayenin gerçek boyunduruğu alınma yönünde bir gerilim altındayken,
sadece kol emeğinin değil zihinsel emeğin emek gücüne dönüştürülmesi çelişkisini
derinleştirir. Bu “meslek haline gelen icat” işinde çalışan araştırmacı ve bilimcilerin,
ücretli emek içine dahil edilmelerinin sermaye üzerinde yarattığı etkiyi gösterir. Ücretli
emek ve sermaye ilişkisi ve bu karşıtlık ortadan kalkmamıştır. Yani üretimin toplumsal
ilişkisi ortadan kalkmamıştır. Bu ilişkide yaratıcı emek ile zihinsel emek gücünün
sermayenin boyunduruğu altına alınması arasındaki gerilim, sermayenin sınırlarına dair
bir gerilimdir. Bu yüzden zihinsel emek gücü, kol emeği üzerinde bir yer edinmez.
Aksine sermaye birikiminin doğası gereği, bu ayrılık daha köklüleşmekte, zihinsel
emeğin içinde de ücretli emek ayrımının üretilmesini getirmektedir. Üstelik aynı
sermaye birikiminin kaçınılmaz gereği olarak bilim üretim süreci, geri bağlantısını
oluşturduğu sanayi kesimleri içinde küçük bir yer tutacaktır. Yani sınıfın bütünü içinde
küçük bir yer tutacaktır; üstelik tıpkı sermayenin ve bilimin, makinanın işçinin karşısına
yabancı bir güç, sermayenin yarattığı ve kendi emeği olarak görmediği bir güç olarak
çıkması gibi, aynı şey zihinsel emek için de geçerli olmaktadır. Bir bilimsel
araştırmanın küçük ve uzmanlaşmış parçalarını yürütenler, bilimsel araştırmanın büyük
niteliğini görmemekte ya da bunu kendilerinin emeği sonucunda değil, onları biraraya
getiren olanakların sonucu olarak görmektedirler. Üstelik daha önce belirttiğimiz gibi,
kapitalizmin, sermayenin kendi sınırları üzerinde yürüttüğü kendi çelişkili sürecini,
“yenilikçilik”, “yaratıcı kapitalizm” olarak sunma çabası, çalışan kesimlerin karşısına
onların toplumsal (hem zihinsel hem de fiziksel emek gücünün birlikte) emeklerinin bir
ürünü değil de, gerçekten sermayenin bu türden bir yeniliği olarak çıkarılmasına yol
açmaktadır. Tam da bu nedenle, zihinsel emeğin, ücretli emeğe dönüştürülmesi süreci
177
göz ardı edilerek zihinsel emeğin kol emeği üzerinde, bilimin ve yeniliğin toplumsal
emek üzerinde bir ayrıcalığı varmış gibi görünmesi sağlanmaktadır. Bu yanılsamalı
görünüm, gerçekte eski bir görünümdür, sermayenin kendini zenginliğin kaynağı gibi
göstermesi yönündeki aldatıcı görünüm.
Bu iki görüntü de, gerçekte değer kuramının sınırlarına yönelik sürekli bir
gerilimdeki hareketin yarattığı görünümlerdir. Bunun iki sonucu da, sanki değer
kuramının uygulanmadığı bir üretim izlenimini doğurur.151 Gerçekte pazar, kapitalist
meta mübadelesi yani eşdeğerlerin ve ücretli emek ile sermayenin mübadelesi var
olduğu sürece değer kuramı da var olmak zorundadır. Ya da tersinden değer kuramının
ortadan kalkması durumunda bir toplumsal bir ilişki olarak sermaye de ortadan kalkmak
zorundadır, servet ve zenginlik bir sermaye işlevini göremez duruma gelirler.
151
Değerin ölçülemezliği yönündeki görüşler kaynağını ve gücünü bu görünümlerin yüzeydeki
yaygınlaşmasında buluyor olmalıdırlar. Öte yandan, zihinsel emeğin boyunduruk altına alınma çabası, bu
emek gücünün ürettiğinin değerlenmesi ve gerçekleşmesi sorununu yeni bir biçimde ortaya koymaktadır.
Ancak ilk tartışmalara konu olan “dönüşüm sorunu” (non-problem) gerçekte Marks’ın değil kapitalizmin
sorunuydu. Tıpkı bunun gibi, bu gelişmenin doğurabileceği yeni “dönüşüm sorunu” aynı biçimde
kapitalizmin bu sınır durumunun, çelişkili varoluşunun sorunudur.
178
geçiren sermaye birikimi dinamiği, bu dinamiklerin özneler (bireysel sermayeler, genel
olarak sermaye karşısında bunların farklılaşması, devlet vb.) olarak birbirleri karşısında
tutumları ve ilişkilerinin hareketi de kavranılamamaktadır. Teknolojiyi, bir doğa olayı
gibi dışsal veri olarak alan klasik ve neoklasik iktisat yaklaşımları, bundan daha ileri
düzeyde ele alan evrimci ve kurumsalcı iktisat yaklaşımlarının hepsinin temelinde
benzer bir sorun vardır. Öyleyse yenilik ve teknolojinin gelişiminin sonuçları, kendinde
çelişkili olan bilimsel üretim sürecinin perspektifinden tekrar açıklanmalı ve tarif
edilmelidir. Bu bölümde, bilim ve teknoloji üretiminin sonuçlarını sergileyerek,
elimizdeki kavramsal çerçevenin avantajlarını kullanmaya çalışacağız.
Üretim araçları üretimi kesimi içinde (Kesim I) içindeki bu özel yer bazen
üretim süreci içinde iç içe geçmiş olarak belirgin durmamaktadır ancak bunun belirgin
örnekleri de vardır. Örneğin, üretim araçları üretiminde merkezi ve çok önemli bir yere
sahip olan tümdevre üretimi, özellikle endüstriyel uygulamaya yönelik tümdevre
üretiminde yaygınlaşan olgu, tümdevre üretimi ile tasarımının birbirinden ayrılmasıdır.
Bu ayrılma, aynı fabrika ya da şirket içindeki bir ayrılma değildir, düpedüz üretim ayrı
bir sektörleşmeye var bir ayrılmadır. Buna DPT raporunda belirtilen bir olgu (2007,
s.112–3) örnek verilebilir:
179
tümdevre tasarımının başlı başına bir ‘ürün’ niteliği kazanmış
olmasıdır. Gerçekten başlangıçta tümdevre tasarımı üretime bağımlı
ve üretimin bir ön adımı niteliğinde iken, zamanla tümdevre
üretiminde uzmanlaşmış ve çok yüksek üretim hacimleri nedeni ile çok
düşük maliyetlerle tümdevre üretimi yapabilen üretim evlerinin ortaya
çıkması, yenilik yaratma potansiyelinin asıl kaynağı olan ‘tümdevre
tasarımı’nı, ayrı bir üretim etkinliği düzeyine yükseltmiştir. Sistem
üreticisi firmaların kendi bünyelerindeki tasarım merkezlerinin yahut
siparişe göre tasarım yapan bağımsız tümdevre tasarım merkezlerinin
yanısıra, ‘Fabless IC company’ olarak anılan yeni bir sanayi türü
ortaya çıkmıştır.
Mikroelektronik devre tasarımının ayrı bir ürün, ayrı bir üretime dönüşmesi,
bilimsel üretimin, kendi ürünü olan, kapitalist bilimsel üretim sürecine dönüşmesinin
çok güzel bir örneğidir.
Bilimsel üretim sürecinin diğer can alıcı niteliklerinden birisi, sistem kuramı,
sibernetik, yapay zeka, oyun kuramı gibi dallar üzerine yetkinleşmenin, üretimin bilgisi
düzeyine inmiş olmasıdır. Bu alandaki kuramsal bilginin tarihi bir asıra yaklaşmaktadır;
üretim alanında kullanılmaya başlaması ise yarım yüzyılı aşmıştır. Bu konuda İkinci
Dünya Savaşı sırasında ve sonrasındaki teknolojik gelişmelerin incelenmesi bile
yeterlidir (Noble, 1984 ve 1995), (Ramtin, 1991). Sibernetik ve yapay zeka tam da
böyle bir zamanda erken kapitalistleşmiş ülkelerde (özelikle ABD) çalışılmaya, dahası
180
sonuçları üretimde kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla sermaye tarafından gerçek
boyunduruk altına alınmaya çalışılan bilimsel üretim sürecinin üzerinde yoğunlaştığı
alanlar, salt makina, hammadde ya da yeni ürünler tasarımı değildir; aynı zamanda
uygun emek örgütlenmeleri ve bileşimleri de tasarlamaktır.
152
Sadece ABD’de değil tüm dünyada üniversitelerde mühendislik dallarının çeşitlenmesi, ayrışması, bir
yandan uzmanlaşma ve işbölümünü, diğer yandan da bilimsel üretim sürecinin parçalara bölünmesine en
güzel kanıtlardandır.
181
uzmanlaşma alanlarına yönelik biçimlendirilmesini getirmektedir. İleride
inceleyeceğimiz bu konuda önemli bir nokta dar uzmanlaşma alanlarının artmasının
hakim eğilim olmasına karşın kendi içinde karşıt kuvveti de barındırmasıdır. Tıpkı
emek sürecinde vasıfsızlaştırmanın karşı kuvveti ile birlikte bir eğilim olması gibi153,
bilimsel üretim sürecinin bu ayrışması ve uzmanlaşması karşısında yeri geldiğinde bu
dalları birlikte kullanan eşgüdüm olanakları da sermaye birikiminin karlılığına hizmet
etmek için yaratılabilmektedir. Üstelik bilim ve teknolojinin üretimi, sadece emek
bileşimlerine ve örgütlenmelerine yönelik, bunların yerini alacak otomasyon ve makina
sistemlerinin yapılmasında kullanılmamaktadır, hatta farklı kurumların eşgüdüm için ağ
yapıların işleyiş biçimlerinin tasarlanmasında, sistem kuramı, oyun kuramı, benzeşim
(simulation) gibi araçlardan yararlanılmaktadır.154
“Örtülü bilgi”nin belirli bir yönü, evrimci yaklaşım tarafından ayrıntılı biçimde
geliştirilmiştir (Nelson ve Winter, 1982). Neoklasik iktisadın tam (perfect) bilgiye sahip
ekonomik bireyi gibi firmayı da böyle varsaymasını eleştiren evrimci yaklaşım, tersini
önermiştir. Ona göre, firmalardaki bilgi çoğunlukla, her bir örgütteki bireyler ve rutinler
153
Emek sürecinde çalışan geniş kesimler için vasıfsızlaştırma temel kuvvet iken, sermaye birikiminin
dinamik yapısına göre sürekli değişen, gelişen iş süreçlerine uygun bir “vasıflılaşma”nın yaşandığı dar bir
çalışan kesim oluşmaktadır. Tıpkı değerlenme alanından gerçekleşme alanına, yani değerlerden fiyatlara
dönüşümde olduğu gibi emek sürecinden “iş süreci”ne dönüşümde esas kuvvet vasıfsızlaşma iken buna
karşı kuvvet olarak göreli vasıflılaşma, işçi sınıfının küçük bir kesimi için kendini yeniden üretmektedir.
Bu konudaki tartışmalar için bkz. Braverman (1974), Friedman (1977), Elger (1979), Rowlinson ve
Hazard (1994), Lucio ve Stewart (1997).
154
Yeni Schumpeterci iktisat okulunun, öğrenme, öğrenen kurumlar, firmalar üzerine çalışmaları, böylesi
bir bilim ve teknoloji üretim sürecine örnektirler.
155
Bütün bir evrimci kuram yazını açısından deşifre (decode) etme, en temel sorunlardan biridir.
Üretimin içinde, üretim birimleri içerisindeki nitelikli emeğin ya da üretim birimleri arasındaki işlemlerin
bilgisinin örtülü olmaktan çıkarılarak deşifre edilmesiyledir ki, bu bilgiler sistemli olarak
incelenebilmekte, optimize edilebilmektedir. Dahası bu bilgilerin, bilgisayarlı otomasyon sistemleri ve
ERP (Şirket Kaynak Planlaması) gibi yazılımlarda girdi olarak kullanılabilmesi, böylelikle üretimin esnek
ve akışkan, hemen yanıt verebilen tarzda planlanması olanaklı olmaktadır.
156
Örtülü bilginin, deşifre edilmiş, çözümlenmiş (decoded, codified knowledge) bilgiye çevrilmesi sadece
bir kere yapıldığında biten bir işlem değildir, geliştikçe değişen, birbirini besleyen bir süreçtir. Daha
ayrıntılı bir anlatım için Bkz. (OECD, 1996).
182
tarafından içerilmiş, örtülü bilgidir. Bu yüzden bu alandaki ilk yöntem, yenilikçi sürecin
belirleyenleri üzerine odaklanmak ve bu süreci doğrusal biçimde aşamalara bölmek idi.
Ancak bu yaklaşımın sorunlarla karşılaşmasının ardından yerine hızlı bir biçimde
etkileşimli ve doğrusal olmayan yenilik modelleri benimsendi. Bu modeller, yenilik için
gereken fikirlerin çok sayıda girdiden gelebileceğini ve geldiğini kabul ediyor;
araştırma, tasarım ve imalat sürecinde önemli oranda geri besleme devrelerinin
olduğunu biliyorlardı. Gerçekte evrimci yaklaşımın odaklandığı nokta, üretimde
verimliliği artırmak adına emek sürecini rutinlere bölmek, Babbage ilkesi çerçevesinde
emek gücünün maliyetini düşürmektir. Bu nedenle üretim sürecinin (aynı şey bilimsel
üretim süreci için de geçerlidir) üretken olan, olmayan neredeyse her aşamasında emek
gücünün örtülü bilgisi dekode ve deşifre edilmeye çalışılır. Firmaların üretim,
pazarlama, müşteriyle ilişki, tasarım, tedarik gibi süreçlerini yönlendiren, şirket kaynak
planlaması (ERP), SAP ya da PLM gibi karmaşık yazılımlar, otomasyon sistemleri
firmaların işleyişindeki emek süreçlerinin bilgisinin deşifre edilmesiyle oluşturulurlar.
Örneğin, bir ustanın bir nesneyi üretmedeki bilgisi, mahareti bir örtülü bilgidir, ancak
uzun bir çıraklık deneyimi ile edinilebilir, kullanma kılavuzu haline dönüştürülemez.
Ustanın bilgisinin deşifre edilerek rasyonalize edilmesi, bu işlemlerin bir kısmını
makinanın yapabilmesini, üretimin hızlanmasını, üretimde kullanılan emek gücünün
niteliğinin dolayısıyla ücretinin yani maliyetinin azalması anlamına gelmektedir.
183
yaygınlaştırmıştır. Bu bilişim teknolojileri, çalışanlara, daha önce sadece örtülü
biçimiyle ulaşılabilen çözümlenmiş (codified) bilgilere ulaşma ve bunları kullanma
fırsatları sunmaktadır (Rubery ve Grimshaw, 2001, s.168). Ama aynı zamanda bu
bilişim teknolojileri dolaşım alanından, tüketim alanına tüketicilerde yeni ihtiyaçlar
doğuran, bunların doyurulması için ürünlerde yenilik ve ek seçenekler tasarlayan
karmaşık bir üretim sürecine yol açmıştır.
Artık endüstri kavramı yaşamın tüm alanını kaplayan bir kavram haline
dönüşmüştür. Bunun bir sonucu, endüstrinin bilgisinin (teknolojinin üretimi) üretiminin
bilimsel üretim süreci ile aynı şey haline gelmesidir. Diğer bir sonucu da, endüstrinin
her aşamasının ve bu aşamadaki bilginin çözümlenmesi çabasıdır; bu çabanın kendisi
sermaye birikiminin temel itilimi olan kar ve artıdeğeri çoklaştırma amacına yönelik
ivmelenmektedir. Sadece üretim sürecinin makina ve örgütlenme anlamıyla teknolojisi
geliştirilmemekte, aynı zamanda yeni ürün ve tüketici yaratma anlamında da teknoloji
kullanılmaktadır. Bunun üretim sürecinde çok çarpıcı ve çeşitlenen sonuçları vardır.
Ürünün tasarlanması, ürün ömrünün (tasarım, üretim, bakım, sigorta) bir bütün olarak
tasarlanması, üretim sürecinin otomasyonunun tasarlanması, tedarikçi ilişkilerinin
tasarlanması, müşteriden gelen şikâyetlere göre geri beslemeyle ürünün iyileştirilmesi,
tüm bunlar büyük endüstriyel yazılımlar ile otomasyona bağlanmaktadır. Bu
yazılımların en iyi örneklerinden biri şirketlerin kaynak planlamasını yapan ERP
184
yazılımıdır.157 Diğeri ise ürün ömrünü, ürün yaratmaktan, bu ürünün bakımı, ne zaman
eskiyeceğini, buna göre bakım ve mühendislik hizmetlerini planlamaya dek
tasarımlayan yazılım olan Ürün Ömrü Yönetimi (PLM) yazılımıdır.158 Öyle ki bu
yazılımların kullanılması, denetlenmesi bile kendi nitelikli işgücünü, mühendislik
işlemlerini doğurmaktadır. Tüm bunlar bilimin gerçek boyunduruk altına alınması
süreciyle kademelenen bilimsel üretimin sonuçlarıdır.
157
ERP: “Açılımı enterprise resource planning olan ve bir işletmenin lojistik ve finansal tüm faaliyetlerini
birbirleriyle ilişkili olarak kontrol etmek, yönetmek iddiasındaki planlama aracı. Planlama kısmı çok
önemlidir çünkü işletmenin tüm fonksiyonlarından akan veriler malzeme, üretim, ana üretim, finansal,
stok planlamaları yapmak amacıyla kullanılır. Sistem işleyişi sırasında sipariş alır, stok kontrolü yapar,
üretim ve/veya satın alma emri açar, teklif ister, teklif analizi yapar, teklif verir, fatura keser, muhasebe
kayıtları tutar, bakım kontrolü yapar, personel kayıtları tutar, satış analizi yapar, daha neler neler. …
Bunlara ek olarak standart fonksiyonlarda mevcut olmayan ne kadar … uygulama varsa, özelleştirme adı
altında talep edilip danışman firmalara avuç dolusu para dökülür, …, artık kontrol edilemez hale gelmiş
programı ayakta tutabilmek için hem bir tabur eleman beslenir hem de danışman firmalara kafadan teslim
olunur. Böyle durumlarda programın yeni versiyonlarına ya geçilemez ya da sil baştan projelendirilir. …
Erp uygulama projeleri çok maliyetlidir. Uzun sürer, firmanın en iyi elemanlarının seneler boyu
mesailerinin büyük kısmını projeye vermelerini gerektirir. malzeme listelerinden, ürün ağaçlarından,
standartlardan ve en önemlisi planlamadan bihaber firmalar için birkaç beden büyüktür .... iki senelik
proje sonunda sistem üzerinden [önemsiz ve alelade- .b.n.] fatura kesildiğinde tüm elemanların sevinç
gözyaşları dökmesi durumun vehametini belgeler” (Ekşi Sözlük, ERP maddesi, 5877734 no’lu giriş).
158
“Ürün Ömrü Yönetimi (PLM), son dönemin yükselen trendlerinden biri. Hatta geleceğin vizyonu
olarak tanımlanıyor. … Türkiye’de de Beko, Tai F16 fabrikası, Ford, Tofaş ve BSH gibi pek çok şirket
PLM çözümleri kullanıyor. Ancak yine de PLM, Türkiye’de henüz çok yeni bir kavram. Dünyada
yaklaşık 10 yıldır gelişen pazar, Türkiye’de yeni yeni oluşuyor. Önce ERP yapmalarının ardından bunu
yapıyorlar. Önce üretimin bilgisini oluşturuyorlar, yani entegre üretim bilgileri. Sonra müşteri
isteklerinden tedarikçilerin durumuna kadar zincir oluşturan bir tasarım sürecini entegre planlıyorlar. Bu
zincirin içinde bakım gibi ürün ömrünü ilgilendiren tüm parçalar entegre halde var. Yani üretim zinciri
buna göre tasarlanıyor” (Capital Dergisi, 1 Mayıs 2005). Dünyada en büyük 500 şirketin (Fortune500)
tamamı ERP kullanırken, buna karşılık Türkiye’de (Capital500) sadece 50’si kullanmaktadır (Capital
Dergisi, 1 Ocak 2004).
185
alınma süreciyle birlikte, bilimsel emek süreci parçalara ayrılabilmiş, bu emek sürecinin
belirli bölümleri için Babbage ilkesini uygulamak olanaklı hale gelmiştir. Böylelikle
sermayenin uluslararasılaşmasında son aşamalardan biri olan üretken sermayenin
uluslararasılaşması gibi bilimsel üretim süreci de uluslararasılaşmaktadır (Ar-Ge’nin
uluslararasılaşması). Bunun sonuçlarını, geç kapitalistleşen ülkelere yansımalarını,
bugün teknolojinin yerini anlamak açısından bundan sonraki bölümde
değerlendireceğiz.
Bugün teknolojinin yerini anlamada temel koşullardan biri olan bilimsel üretim
sürecinin boyunduruk altına alınma girişimi ile bununu yarattığı gerilimi ayrıntılı olarak
inceledik. Genel koşullarıyla bilim üretiminin sanayileşmesi ve üretken sermayeyle
eklemlenmesini irdeledik. Şimdi bunun dünya üzerinde gerçekleşme biçimini
açıklamaya çalışacağız. Teknoloji sermaye birikiminin dolaysız bir sonucu olduğu için,
bilim üretim sürecinin uluslararasılaşmasının koşulları, üretken sermayenin
uluslararasılaşması eğilimi ve geç kapitalistleşen ülkelerde sermaye birikiminin
gelişimidir. Birinci yöne dışsal eğilim diyecek, ikincisine ise içsel eğilim diyeceğiz. İlk
olarak uluslararası yönü inceleyecek, bilimsel üretimin uluslararasılaşmasını
değerlendireceğiz, geç kapitalistleşmenin bu süreçle ilişkisinin içsel yönlerine ondan
sonra geçeceğiz. Gerçekte bu iki yön iç içe geçmiştir ve birbirinden etkilenip
etkileyerek somut biçimler alır.159
159
İç ile dışı kuramsal düzeyde ayırmak kolay iken, gerçekte ayırmak neredeyse olanaklı değildir. Ford
ile birlikte Türkiye’de üretim yapan şirketin ya da General Electric şirketinin Türkiye’de Ar-Ge çalışması
yapması kadar Vestel de Silikon Vadisi’nde ya da İngiltere’de Ar-Ge işletmesi, şubesi kurmakta, satın
almaktadır.
160
Bilimin evrensel olduğu söylenegelmiştir. Bilimin evrensel karakteri ile bilimsel üretim sürecinin (Ar-
Ge) uluslararasılaşması çelişkili değil midir? Bu çelişki gerçekte genel toplumsal aklın, toplumsal emeğin
bir birikimi olan bilim ile bu bilimin ürünlerinin mülk edinilmesi arasındaki çelişkidir. Genel emek, yani
zihinsel bilim emeği toplumsallaşmış iken, bu zihinsel emeğin ürünleri metalaşmakta, özel mülk
edinilmektedir.
186
uluslararası Ar-Ge etkinliklerinin önemli oranda arttığı ileri sürülmektedir (Dunning,
1994; Cantwell, 1995; Cincera, Van Pottelsberghe vd., 2006; Edler, 2004).161 Bu alanda
tartışma sürmektedir. Dunning ve Wymbs, pek çok çokuluslu şirketin yeni enformasyon
ve yeni fikir kaynaklarını giderek artan ölçüde ülke dışındaki iştirakçilerine
genişlettiklerine dair çarpıcı örnekler vermektedirler (Dunning ve Wymbs, 1999). Buna
ters olarak Pavitt ve Patel, çok uluslu şirketlerin yenilikçi etkinliklerinin en büyük
kısmının yerli ulusal temele dayandığını ileri sürerler (Pavitt ve Patel, 1999). Ancak
ilginç olan bu tartışmanın düzlemidir; çünkü bu tartışma düzlemindeki iki alternatif, Ar-
Ge’nin uluslararasılaşmasını yanlışlamamaktadırlar, aksine bunu doğrulamaktadırlar.
Süregiden bu tartışma, tıpkı üretken sermayenin uluslararasılaşmasının eşitsiz ve
hiyerarşik doğası gibi, (bundan ayrı ve özgül bir durum kesinlikle olmadan aksine
dolaysızca bunun sonucu olarak) Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının da bu niteliklere
sahip olduğunu göstermektedir. Çünkü tartışmanın iki tarafı da üretken sermayenin
uluslararasılaşmasının canlı bir örneği olan uluslararası şirketler tarafından Ar-Ge’nin
dünya çapında yapıldığını kabul etmektedir, tartışılan temel nokta, bu ağırlığın ana
ülkede mi, yerleşilen ülkede mi olduğudur. GATTS ve TRİPS gibi uluslararası
düzenlemeler sayesinde fikri mülkiyet “hak”larının yaygınlaşması ile birlikte Ar-Ge’nin
uluslararasılaşması olanaklı olmaktadır. Bu uluslararasılaşmada, merkezi (evrimci
iktisat okulunun yaygınlaştırdığı haliyle jenerik, kök ya da doğurgan) teknolojilerin
üretiminin sermaye birikiminin yüksek olduğu erken kapitalistleşen ülkelerde kalması,
bunun dışında kademelenen alanların geç kapitalistleşen ülkelerin bazılarına
“outsource” edilmesi genelleşen bir olgu olmaktadır. Belirttiğimiz tartışmanın kendisi
iki farklı yönden bunun verilerini sunmaktadır.
161
“Araştırma dahil, bilimsel-teknolojik faaliyetlerin küreselleşmesinde sonzamanlarda hızlı bir artış
oldu. Sınırötesi Ar-Ge projelerinde (BİT sayesinde) artan esneklik, Ar-Ge maliyetlerinin artması, (fikri
mülkiyet haklarının güçlendirilmesi ya da Ar-Ge faaliyetlerinin vergilendirilmesi gibi) önemli politika
değişiklikleri hep bu eğilimi destekledi. 1995-2005 yılları arasında uluslararası planda ortak yazılan
bilimsel yayınlar üç kat arttı. İcatlarda sınırötesi işbirliği (iki veya daha fazla ülkede bulunan ortak icat
sahiplerince alınan patentlerin oranı) dünya çapındaki icatların toplamı içindeki pay olarak yaklaşık iki
kata (1991-93 ile 2001-03 arasında %4’ünaltından %7’nin üzerine) çıktı” (OECD Science, Technology
and Industry Scoreboard, 2007).
187
bir gereği olarak Ar-Ge çalışmalarını yoğunlaştırması, koşullardan birini
oluşturmaktadır. Diğer bir koşul Bilgiişlem ve İletişim teknolojilerinde bu dönemde çok
hızlı ve güçlü biçimde yaşanan uluslararası alana yayılma ve etkinlik kazanmadır.
Ayrıca ulaşım ve uluslararası ticaretin olanaklarının artması, dünya ticaretin bu dönem
içinde krizlere rağmen hacim olarak büyümesi etkenlerden diğerlerini oluşturmaktadır.
Daha önce belirttiğimiz gibi fikri mülkiyet “hak”larına dair hukuksal düzenlemelerin
yapılması, patent hakları ve kurumlarının yerleşmesi, standartlaşmanın kurumsal
düzenlemesi olan standart tespit kurumlarının kurulması Ar-Ge’nin
uluslararasılaşmasının koşulları arasındadır. Uluslararası şirketlerin, uluslararasılaşan
üretimin erken kapitalistleşen ülkelerden geç kapitalistleşen kimi ülkelere de yayılmaya
başlaması ile birlikte, ikili bir dinamik harekete geçmektedir. Yerleşilen ülkelerdeki
üretim yerinin özelliğine bağlı olarak erişilen pazarlara yönelik teknolojik yenilik ve Ar-
Ge üretiminin, devletlerin teşvikleri ve nitelikli emek gücü koşullarına göre, bu
ülkelerde de yapılması bu dinamiğin dışsal yönüdür. İçe yönelik olarak gerçekleşen ise
bu şirketlerle ortaklık halinde üretim yapan yerli sermayenin, bu şirketlerin stratejilerine
uygun olarak, erişilen pazarlara özgün değişiklikler yapmak üzere başlayan Ar-Ge
çalışmasıdır. Özellikle incelediğimiz dönemde geç kapitalistleşen ülkelere yönelik
eskisine oranla görece artan üretim kaydırmanın diğer sonucu, aynı zamanda kolaylıkla
üretim yerini taşıyabilmektir. Bu durumda ortak olunan yerli sermaye, üretim yerlerinin
kaydırılmaması, üretilecek yeni modeller, yeni ürünleri o ülkedeki fabrikada üretilmesi
yönünde uluslararası şirketi ikna etmek için özgün Ar-Ge çalışması yürütme girişiminde
bulunmaktadır. Nitelikli emek gücünün, üretim yapısının, girdi ve yan sanayi durumu,
verilen teşvikler, Ar-Ge destekleri ve özel serbest bölgeler gibi etkenler, Ar-Ge’nin
uluslararasılaşmasının sınırlarını oluşturmaktadır.
Kendisi de kademelere bölünmüş bir üretim olan bilim üretimi (Ar-Ge) üretken
sermayenin bir etkinliğidir. Sermaye birikiminin, artı-değer üretim dinamiğinin dışında,
bundan muaf bir üretim, sanayi değildir, bağımsız bir değişken hiç değildir. Aksine bir
sanayi kolu gibi görülürse, bu sanayi kolunu devindiren sermaye birikiminin kendisidir.
Elbette ki, üretim sürecinin kendisine, ürünün niteliğine ve sermayenin
değersizleşmesine göre, farklı Ar-Ge süreçleri farklı birikim düzeylerindeki etkinliğe
karşılık gelirler. Örneğin, İntel’in mikroelektronik tüm devre tasarımlarının bilimsel
üretimi ABD’de (fiziksel üretimi Çin’de) yapılırken, TOFAŞ Fiat’ın Türkiye’deki
188
otomobil fabrikalarında yürütülen Ar-Ge çalışması ile uluslararası düzeyde uygulamaya
giren süspansiyon kolu üretilebilir. Tıpkı üretken sermayenin uluslararasılaşmasındaki
gibi bilimsel üretim sürecinin belirli kademeleri belirli coğrafyalara belirli koşullar
altında devredilebilmektedir. Elbette ki bu süreç, zaten üretken sermayenin
uluslararasılaşması üzerine oturmaktadır.
162
UNCTAD’ın bu yatırım raporuna teknoloji, araştırma ve geliştirme üzerine çalışmaların gelişkin
olduğu Norveç ve İsveç Hükümetleri mali destek vermişlerdir. Raporun ekonomik danışmanlığını ise Ar-
Ge’nin ve yenilik kapasitesinin uluslararasılaşması üzerine çalışmaları bulunan John H. Dunning
yapmıştır.
189
Ar-Ge harcamalarının başını uluslararası şirketler çekmektedir; ancak bu
harcamalar sadece erken kapitalistleşmiş ülkelerde yapılmamaktadır. Bunu Ar-Ge
harcamaları üzerine yapılan bir haberde görmek olanaklıdır (Referans, 2 Ocak 2006):
UNCTAD’ın 2006 Yatırım Raporu kapsamında 300 büyük şirketle yapılan bir
anket sonucunda, yanıtlayan 69 şirketten %67’sinin, Ar-Ge çalışmalarını gittikçe daha
fazla başka ülkelere “outsource” etmeye hazırlandıkları ortaya çıkmıştır. Ar-Ge’yi kendi
ülkelerinde tutmayı planlayanların oranı ise %2’dir.
190
sermaye birikiminin dolaysız bir sonucudur, ama bu dolaysızlık karmaşıklıktan uzaklık
anlamına gelmemektedir. Sabit sermayenin devir süresinin kısaltılması, emek
üretkenliğinin artırılması, teknoloji ve yenilikten doğan artı karların çoğaltılması, tüm
bunları doğuran ve yeniden şiddetlendiren tekil sermayeler arasındaki rekabet ve son
olarak kapitalizmin kaçınılmaz krizleri, teknolojinin gelişmesini doğuran etkenler
arasındadır. Örneğin para sermayenin kurumlarının ve ilişkilerinin yeniden yapılanması
kapitalizmin ‘70’lerdeki krizinin bugüne yansıyan sorunlarını ve değişimini doğurduğu
gibi teknoloji üretiminin kendisine de etki etmektedir. Bunun sonuçlarından birisi, sabit
sermaye yatırımları olduğu kadar rekabet yüzünden kaçınılmaz şekilde korunmak
zorunda kalan Ar-Ge çalışmalarının finansmanına da etki etmesidir. Üstelik Ar-Ge’nin
gerektirdiği para sermaye, genişletilmiş yeniden üretimi yüksek olabileceği gibi aynı
zamanda iflasa gidebilecek yüksek riskler taşıyan bir sermaye yapısıdır. Tüm bunların
tetiklediği ve bunları doğuran kapitalist krizler veri alınırsa bilimin üretim süreci yani
teknolojinin üretiminin bugünkü yeri sorusu ana hatlarıyla yanıtlanabilir.
191
üzerindeki her bir ek değiştirme çabası (neoklasik iktisadın marjinal katkı ya da faktör
verimliliği dediği değişim oranı) dünya üzerinde sermaye birikiminin esnek hareket
olanaklarını (kimi zaman sığınaklarını) temsil etmektedir; yani her bileşendeki ek
maliyet yüküne karşı alınan tedbir sermayenin farklı dönemlerde izlediği stratejileri
açıklamaktadır.163 Hammadde maliyetleri, fiyat düşüş ya da yükselişlerine karşı kredi
piyasası, stok yönetimi, kaynaklara yakın bölgelere fabrika kurma gibi uluslararası
işbölümünde değişimlere yol açmaktadır. Aynı biçimde emek maliyetleri üretimin,
vasıfsız ya da yarı nitelikli işgücünün düşük ücretlerle çalıştırıldığı ülke/bölgelere
kaydırılmasını getirmektedir. Ancak üretken sermayenin uluslararasılaşmasının geldiği
aşamanın bir göstergesi olarak, geliştirilen yaklaşımlar hep ya bir bölge ile sınırlı
kalmakta ya da geçici olarak geçerli kalmakta, sonra yerlerini yeni bir olgular demetine
bırakmaktadırlar. Uluslararası işbölümünün, ticaretin ve finansal yapının
dönüşmesindeki bu esneklik düzeyi, daha önce belirttiğimiz gibi bir geçiş dönemini
gösterdiği gibi üretken sermayenin uluslararasılaşmasının bir aşamasını da
göstermektedir. Örneğin, belirli bir dönem için geçerli olan sermaye birikiminin maliyet
bileşenlerine göre yaptığı düzenlemeyi Dicken aktarmaktadır. Dicken’e göre, “seçilmiş
az gelişmiş ülkelerde” üretim yapmanın temel güdüsü maliyet baskısını azaltmak iken,
“sanayileşmiş ülkelerde” yatırımın temel güdüsü ise talebin ve satın alma gücünün daha
yüksek olduğu pazara erişimdir (Dicken, 1992).
163
Yeni Uluslararası İşbölümü (NIDL) yaklaşımı, ister yeni Smithci bakışla işbölümünün gelişmesi,
emek sürecinin parçalanması açısından bakılarak isterse yeni Rikardocu bakışla erken kapitalistleşmiş
ülkelerde bölüşümün sorunları açısından bakılarak olsun üretimin kaydırılmasının esnek hareket
olanaklarını ve sığınaklarını anlatmaktadır (Berry, 1989). Ancak YUİB yaklaşımı aynı zamanda haklı
olarak eleştirilmektedir; bu eleştiri, dönemin geçiş dönemi olmasına bağlı olduğu kadar maliyet
bileşenlerine yönelik sermayenin tek bir alternatifi kullanmaktan uzak olmasının, farklı alternatifleri
esnek olarak kullanma yetisinin bir ürünüdür.
192
Fiyat savaşını değil, hissedarları ve buna bağlı olarak da
sermaye piyasasından saldırgan bir biçimde, Ar-Ge yatırımları için
kaçınılmaz olan büyük kaynakları kazanan gerçek galiptir.
164
“Yeni bir buluş üzerine dayanan bir kuruluşta işletme giderlerinin, daha sonra ex suis ossibus (onun
ölümünden sonra –b.n.) kurulan işletmelerin giderlerine göre çok daha büyük olması. Bu öylesine
193
ülkelerde sınama tahtası olarak gelişen buluş süreci, bilimsel üretimin sanayileşmeye
başlamasıyla birlikte üretken sermayeyle daha sıkı eklemlenmiştir.165 Daha sonra
üretken sermayenin gelişkinlik derecesine göre, son on yıllarda geç kapitalistleşen
ülkelerde de görülmeye başlayan, yeni ürün, üretim dalı deneyen bu işletmeler, bilimsel
üretim sürecinin içinde geliştiği, üretken sermayenin bunu kendine eklemlediği “kültür
ortamı” durumundadırlar. Ancak bilimin sanayileşmesi erken kapitalistleşen ülkelerde
ilk kez başlamışken, bu süreç uluslararasılaşan üretim ile birlikte farklı bir boyuta
çıkmıştır. Artık uluslararası şirketler, dünya üzerine yayılan üretimlerinde bu “kültür
ortamı”ndan yararlanmakta, onu etkilemekte, gelişmesi için olanakları uluslararası
kurumlar ve devletlerarası anlaşmalar nezdinde desteklemektedirler.
doğrudur ki, bir işte öncülük edenler çoğu zaman iflas ettikleri halde, daha sonra binaları, makineleri, vb.,
daha ucuza satın alanlar ancak bundan para kazanırlar” (Marks, 1990 , s.96).
165
“Yeniliklerin ve teknik-buluşların önemli bir bölümü, Amerika Birleşik Devletleri'nde küçük ölçekli
girişimlerde yapılmaktadır hâlâ. Rosa Luxemburg'un elli yıl önce açıkladığı üzere, sınama tahtası olarak
davranmaktadırlar. Ancak, başarı garanti edildiğinde, bu şirketleri tekelci korporasyonlar satın
almaktadırlar. Hollandalı Profesör Kistemaker, ültrasantrifujun babası, özellikle bilimsel âletler alanında,
bu küçük işlerin, Amerika Birleşik Devletleri'nin gelişiminde oynadıkları önemli role değinmektedir”
(Mandel, 1974, s.47). Ayrıca bkz. (Tanyılmaz, 2002, s.17).
194
kimilerinde daha görünürdür ve bu ülkelerdeki yerli sermaye birikiminin yapısına,
uluslararası sermayeyle eklemlenme düzey ve biçimlerine bağlıdır.166
166
Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasında uluslararası şirketlerden başlayarak geç kapitalistleşen ülkelerde Ar-
Ge etkinliklerinin değişimine ileride daha ayrıntılı değineceğiz. Bu değişim, üretken sermayenin
uluslararasılaşmasında Bina ve Yaghmaian’ın vurguladığı dönüm noktalarıyla koşutluklar sergilemektedir
(Bina ve Yaghmaian, 1991), (Palloix, 1977).
195
temelinde sanayiye müdahale etmelerinin yöntemleri olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Üstelik dış ticaretin devasa biçimde hızlandığı bir dönemde, dışa yönelik sermaye
birikiminin hakim olduğu bu ülkelerde, teknolojik yenilik ihtiyacı sadece uluslararası
sermayenin değil, kendisi de belirli ölçülerde uluslararasılaşan kesimlere sahip olan
yerli sermayenin de gereksinimidir. Burada önemli olan, devlet dışında üniversitelerin,
Ar-Ge kurumlarının benimsemesi ve ortak yürütmesi beklenen bu sistemli politik
uzlaşmanın, aynı zamanda içeride sermaye birikiminin belirli düzeyine karşılık gelmesi,
onun ihtiyaçlarına denk düşmesidir. Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasında belirleyici olan
uluslararası şirketler iken, bunun geç kapitalistleşen ülkelerle eklemlenmesinde diğer bir
belirleyici unsur bu ülkelerde öne çıkan iç sermaye birikimini geliştirmiş oligopol
yapıdır. Buna benzer biçimde, önerilen devlet teşviki, üniversite ve sanayi işbirliği de
bu yapının rekabet üstünlüğü, teknoloji geliştirmesine yöneliktir. KOBİ niteliğindeki
işletmelerde teknoloji geliştirme, belirli düzeyde bir sermaye birikimini
gerektirmektedir. Bu işletmeler ise ya yan sanayi ile bağlantı ya da belirli riskli
teknolojik yeniliklerin oluşturulmasında sınama tahtası işlevi görmektedirler. Ulusal
yenilik politikaları önerileri, bu sınama tahtalarının bu sermaye kesimleri için
geliştirilme ortamını oluşturma hedefindedir, önerilen kuluçka sistemi uluslararası
sermayeyle eklemlenmiş oligopol yapının etrafından saçaklanan bir teknoloji geliştirme
düzeyini ifade ettiği kadar, bu sermaye kesimlerinin istekleri ve kapasiteleri ile
sınırlıdır.
Burada ortaya çıkan iki temel sonuç önemlidir ve daha sonra Türkiye’ye dair
çıkarımlarda kullanılacaktır:
196
Bina ve Yaghmaian, daha önce yabancı ülkelerde maden sanayine giren
“ulusötesi” şirketlerin üretken sermayenin uluslararasılaşmasının tekil örnekleri
olabileceklerini ama bunun yeterli olmadığını belirtirler. Genel dönüm noktası olarak,
üretken sermayenin uluslararasılaşmasının “ulusötesi” şirketlerin imalat sanayine
girmesi ile başladığını öne sürerler (Bina ve Yaghmaian, 1991, s.113). Bugünkü
durumda, üretimi uluslararasılaştıran bu uluslararası şirketler, belirli ülkelerdeki üretim
yerlerinde Ar-Ge ortamının gelişkinliğine bağlı olarak Araştırma-Geliştirme birimlerini
de kurmaya başlamışlardır.
167
ABD’nin yanı başındaki Meksika’nın “neoliberal” politikalarla bilimsel üretim sürecini yeniden
yapılandırmasına çarpıcı bir örneği Schoijet ve Worthington vermektedir (Schoijet ve Worthington,
1993). Bir yandan üretimin uluslararası şirketler etkisiyle ve ulusal ölçekte yeniden yapılanması ile
üniversite-sanayi işbirlikleri, konsorsiyumları arasındaki ilişkinin gelişimini anlatan makale, öte yandan
bilimsel üretim sürecindeki sınıfsal ayrımlaşmayı ve direnci de anlatmaktadır. Öyle ki, yerel halk ve
bölgede çalışanlarla ilişki kuran (enerji üretiminde nükleere karşı çıkan, elektronik sanayinin yarattığı
çevre kirlenmesi üzerine araştırma yürüten), bunların sorunlarına yönelen araştırmacılar ve araştırma
kurumlarına yönelik baskı ve yeniden yapılanma farklı örneklerle anlatılmaktadır.
197
Ancak büyük şirketler ve uluslararası şirketler kavramlarına değinirken,
sermaye birikimi çerçevesinden bakmanın ayırt edici özelliği vurgulanmalıdır. Buna
göre, büyük şirketler ve uluslararası şirketler yani yerli ya da uluslararası tekeller, tek
tek firma düzeyinde, firmalar arası ilişki düzeyinde irdelenmemelidirler, aksine (tekel
ve oligopol nitelikleri yüzünden) özgül bireysel sermayeler olarak genel olarak sermaye
ile ilişkileri çerçevesinde irdelenmelidirler (Palloix, 1977).
198
çalıştırılmaktadır. Gebze'deki Teknoloji Serbest Bölgesi’nde bulunan Amerikan General
Electric Şirketi’nin, 25 Türk mühendisten oluşan General Electric Marmara Technology
Center A.Ş. adlı birimi anılan Serbest Bölge’de iki yılı aşkın süredir faaliyettedir”
(Tuncel, 2005). İncelediğimiz dönem içerisinde Nortel şirketinin ortak olduğu Netaş ve
onun yanı sıra Toyota gibi şirketler de de Ar-Ge çalışmalarını yerli nitelikli işgücünü
kullanarak yapmaktaydılar. Sony Türkiye Genel Müdürü Moshen Noohi şunları
söylüyor (Capital Dergisi, 1 Aralık 2003):
168
“Hizmetlerin özelleştirilmesi” altında yürütülen, geç kapitalistleşen ülkelerde devlete ait olan
telekomünikasyon ve iletişim sektörlerinin özelleştirilmesi gibi uluslararası anlaşma yükümlülükleri,
kuşkusuz destekten ve politika önerisinden öte zorlayıcılığı ifade etmektedir.
199
Türkiye’de Ar-Ge desteklerinin ve Ar-Ge temelinin oluşturulmuş olmasına yaptıkları
vurgu da böyle bir amaçladır. Üstelik uluslararası şirketlerin düşen karlılık
ortamında, Ar-Ge çalışmalarının farklı devletler tarafından desteklenmesi, onlara
bu yönde büyük kaynak aktarılması, bu sayede elde edilen karlar özel mülk
altında kalırken, bu şirketlerin bu yöndeki maliyetlerinin, risklerinin
toplumsallaşmasını da sağlamaktadır. Kuşkusuz, teknoloji üretiminin
kademelenmesi, bu kademe zincirleri arasında hiyerarşi ilişkilerinden ve işbölümünden
uzak değildir; ancak bu ilişkilerin karmaşıklaştığı bir gerçektir.
200
… bu pazarların bizim için temelli ve istikrarlı olmalarının
önkoşulu, bizim uygun büyüklükte katma değeri oraya
kaydırabilmemizdir; çünkü ancak oradaki yerel ekonominin sanki bir
üyesiymiş gibi kabul gördüğümüzde uzun vadede orada iş
yapabilmemiz mümkün olacaktır. Tabii ki bunun bedeli, yatırımların
ve finansman yardımlarının yanı sıra, bu ülkelere amaca uygun bir
know-how transferidir. Ancak iyi hizmet ve nitelikli know-how daima
aynı madalyonun iki yüzü olduklarından, günümüzde gerçekleştirilen
know-how transferinin (örneğin Çin’e) bir sonucu olarak orta vadede
bu ülkelerden gelebilecek bir kitlesel rekabeti hesaba katmak
zorundayız. Giderek daha fazla birbirine yaklaşan dünyamızda bu ağ
tarzı etkileşimlerden kendi üstünlüğümüz ve teknolojik gücümüz için
faydalanmak bize bağlı olacaktır.
201
2.6.6.2.2 Ar-Ge Destek ve Teşviklerinin Dünya Çapında İzlenmesi ve
Ülkelere Ulusal Politika Olarak Önerilmesi
202
ancak kesin olan üniversitelerin ve sanayinin Ar-Ge açısından iki ayrı kaynak olarak
kalacaklarıdır. Bu nedenle aynı zamanda sanayiye de bilim üretim süreci yani Ar-Ge ve
mühendislik için nitelikli emek gücü sağlayan üniversitelerde eğitimin eşitsiz ve
hiyerarşik yapıda da olsa geliştirilmesi, uluslararasılaşan üretken sermayenin, bilim
üretim sürecinin ihtiyaçları ve çıkarlarına denk düşmektedir.
203
yaratıcılığının soğurularak, uluslararasılaşan sermaye tarafından kızışan rekabet
koşullarında kar oranlarının düşmesini dindirebilmek için mülk edinilmesidir.
204
proleterleşme süreci ne kadar ileri giderse bilimler arasındaki
işbölümü de o kadar derinleşir, bunun eşliğinde kaçınılmaz olarak
aşırı uzmanlaşma ve ‘uzman aptallığı’ gelişir ve öğrenciler
sermayenin değer kazanma koşullarına katı bir biçimde tabi kılınmış
at gözlüklü bir eğitimin mahkumları haline gelirler.
169
Tessa Morris-Suzuki, eğitimin “yaratıcılığı bilimselleştirmek” üzere bir sisteme dönüştürüldüğünü, bu
biçimde tasarlandığını belirtir. Morris Suzuki’ye göre, bunun bir yolu sanayi ile eğitimi daha fazla
birleştirmektir, diğer yolu ise bilimsel araştırmayı ekip işine bölüp, verimlilik hedefleri gibi denetim
mekanizmalarına tabi tutmaktır (Morris-Suzuki, 1998, s.69).
205
standartlaştırılmaya tabi tutulmaktadır. Zaten bilimsel üretim süreci, temel bilimsel
araştırmalardan, teknoloji üretimine kadar zihinsel üretim alanını kapsar. Dolayısıyla
temel bilimsel araştırmaların üretilmesi, bu bilimsel araştırmalarda elbirliğinin ya da bu
araştırmaları yürütecek nitelikli emek gücünün üretilmesi anlamına gelen (ya da bu
kapsamıyla) eğitim sürecini de dolaysızca içerir. Bilimsel üretim sürecinin kapitalizm
tarafından gerçek boyunduruk altına alınma çabası, sermayenin sınırlarında bir çabayı
getirdiği kadar zihinsel emeğin ürünlerinin mülk edinilmesi amacını da taşır. Eğitim
sürecinin dallanması, eğitimdeki bölümlenme, bu nedenle sadece sanayinin talebine
yönelik eğitim dallarının oluşturulması gibi dışsal etkenlerle açıklanmamalıdır. Tıpkı
teknolojinin ve bilimin üretilmesinin sadece talep dinamiğiyle açıklanmaması gerektiği
gibi, bilimsel üretim sürecinin boyunduruk altına alınması çabasının bir sonucu olarak
açıklanmalıdır.
Bilim üretim sürecinin boyunduruk altına alınma girişiminin belirli bir evresinde
bilim üretim süreci uluslararasılaşmıştır. Bunun genel yapısını, sürükleyicilerini ve
koşulları ve sonuçlarını aktardıktan sonra, geç kapitalistleşme ile bu sürecin ilişkisine
geçebiliriz.
170
Bu kavramlaştırmada teknoloji edinmek, teknoloji transferi yapmak anlamına gelmektedir. Teknoloji
edinmenin kendisi, edilgen olamaz. Transferi yapan ülkenin bu teknoloji ile sağladığı uyum, teknoloji
üretmenin, onarma, taklit, geliştirme gibi kaçınılmaz ilk basamaklarının oluşmasına yardım eder.
Teknoloji transferi için bkz. Emmanuel (1982), Erdost (1982), Kiper (2004).
206
üretimindeki dinamizmi ile teknoloji üretmek açısından ise Ar-Ge üretimi, üniversite
sanayi işbirliklerindeki üretim açısından belirlenir. Aşağıda, uluslararası anlamını
açıkladığımız bu süreçlerin iç birikim ve iç dinamik yönünü, uluslararası sermaye ile
eklemlenme yönünü açıklamaya çalışacağız.
Ben Fine ile Sonali Deraniyagala’nın saptamasına göre, son 20 yıldır geç
kapitalistleşen ülkelerde teknolojinin ekonomik analizi konusunda önemli ilerlemeler
gerçekleşmiştir (Deraniyagala, 2006). Bundan önce geç kapitalistleşen ülkelerin sınırlı
teknoloji elde edebilecekleri, yabancı teknolojiye bağımlı kalacakları varsayılmaktaydı.
Bu teknolojik bağımlılığı irdeleme yönünde neoklasik iktisada bir başkaldırı anlamında
ortaya çıkan “uygun teknoloji” yaklaşımı da teknolojinin nasıl geliştirilmesi yönünden
daha çok nasıl transfer edilmemesinden kalkarak kendini oluşturmuştu.171 Bu yaklaşıma
göre, erken kapitalistleşen ülkelerden transfer edilen teknolojiler hem sermaye yoğun
oldukları için işsizliğe, istihdam sorunlarına yol açıyorlardı hem de bu transferler,
ülkenin sosyal, teknik kapasitesine uymuyorlardı. Çoğu durumda bu teknolojiler ülkeye
kendi teknik uzmanları ile gelmekte, ülkenin teknolojik yenilik kapasitesini
geliştirmemekteydi (Ansal, 1985, s.21). Bu nedenle geç kapitalistleşen ülkeler, kendi
toplumsal yapılarını dikkatlice inceleyerek teknoloji transferi yaparken, buna uygun
teknoloji seçmeliydiler. Öte yandan kendi kapasitelerini kullanarak kendi teknolojilerini
yaratmalıydılar.
Ancak Ansal’ın belirttiği gibi (1985, s.22-23) uygun teknoloji yaklaşımı, “ulusal
bir teknoloji” adı altında teknolojinin sermaye birikimine bağlı sınıfsal yapısını göz ardı
etmiştir:
207
teknolojiler kullanarak batılı ülkelerin gelişmişlik düzeylerine nasıl
ulaşacağı açık değildir. Diğer yandan daha az sermaye-yoğun ve
küçük ölçekli teknolojilerin daha yaygın kullanımı, dolayısıyla biraz
daha fazla sayıda kapitalistin varlığı ile o ülkedeki emekçilere ne
yarar sağlanacağı ve bunun ülkedeki gelir dağılımını nasıl olumlu bir
yönde etkileyeceği belirsiz kalmaktadır. … ‘Uygun teknoloji’
yaklaşımının, neo-klasik iktisat kuramına göre teknoloji tartışmasını
hayli zenginleştirici bir etkisi olmuştur. Teknolojinin, sosyal ve
ekonomik koşullar karşısında tarafsız olmadığı, geliştirildiği
toplumların özelliklerini içinde barındırdığı, buna karşın o toplumları
da etkilediği ve biçimlendirdiği görüşleri tartışmaya değişik boyutlar
getirmiştir. Fakat bu ulusalcı yaklaşım, Üçüncü Dünya ülkelerinde
de sınıfların var olduğu, teknolojilerin kullanıldığı üretim
birimlerinde emek-sermaye çelişkisinin alabildiğine yaşandığı
gerçeğini göz ardı etmektedir. Bu yüzden, Üçüncü Dünya ülkelerinde
emeğin ucuzluğuna dayanarak emek-yoğun teknolojileri
savunabilmekte, dolayısıyla bu ülkelerde ücretlerin düşüklüğünü bir
üstünlük olarak değerlendirerek bu avantajın sürekliliğini
öngörebilmektedir. Bu ülkelerde ücretlerin düşüklüğünün çoğu zaman
burjuva demokrasilerine yapılan otoriter müdahaleler yoluyla
gerçekleştirildiği göz önünde bulundurulursa, bu yaklaşımın ilericiliği
de oldukça kuşkulu bir hale gelmektedir.
208
Teknolojinin işsizlik yaratıp yaratmayacağı, ithal edilip edilmemesi, ülkenin
ihtiyaçlarına uyup uymaması bireysel kapitalistler için temel sorun değildir. Karlılık,
artı değerin çoklaştırılması, bireysel kapitalistin üretken yatırımlarında hangi üretim
tekniğini kullanacağını belirleyen ana etkendir. Bu da kapitalizmin doğası gereği
böyledir ve bunu belirleyen teknoloji politikaları değil, birikimin ihtiyaçlarıdır (Kay,
1975).172
Teknoloji fetişizminin bir başka örneği ise geç kapitalist ülkelerde üretimin girdi
çıktı eklemlenmesinin sağlanabilmesini bir teknoloji tercihine, teknoloji politikasına
indirgeyen anlayıştır. Buna göre, örneğin Türkiye’de 1990’larda gelişen, 2000’lerde
hızlı biçimde büyüyen tüketim elektroniği sektörüne yönelik bileşen üretimi, 1990’larda
önerilmiştir; ancak teknoloji politikaları uygulanmadıkları için bu gerçekleşmemiştir.
Oysa yukarıdakine benzer bir biçimde bu teknoloji tercihinin uygulanmaması yüzünden
değil, bireysel sermayelerin karlılıklarına uygun olmadığı için yani sermaye birikiminin
yapısı yüzünden gerçekleşmemiştir. Kapitalizmin kötü yönetilmesi değil, doğası gereği
böyledir. İthal girdileri satın almak, bireysel sermaye için daha uygun olduğu sürece
Türkiye’de bileşen üretimi gündeme gelmemiştir. Bir ihtiyaç haline gelmesi ise ele
aldığımız dönemin sonunda gerçekleşmiştir. Teknoloji fetişizmi, teknolojiyi sermaye
birikiminden, sınıfsal perspektiften koparmakta, kapitalist üretim ilişkileri ile bağını
ortadan kaldırıp yönetim ve tercih sorununa indirgemektedir.
172
“Sorun şu şekilde ifade edilebilir: bireysel sermaye açısından, ülkede emek bolluğu varsa ve bu
tekniklerin uygulanması daha büyük oranda işsizlik yaratacaksa bile, en kârlı üretim olanağını sağlayan
bu teknikler kullanılacaktır” (Yaman-Öztürk, 2006, s.90).
209
entegrasyonu Türkiye’de yapılsa bile otomasyonun temel işlemcisi ülke dışında,
uluslararası şirketlerin lisansı ve üretimi altındadır. Robot tasarımı, teknolojik yetenek
olarak edinilmiş bir bilimsel emeği (Ar-Ge ve mühendislik) ifade etmektedir. Geç
kapitalistleşen ülke kendi sınırları içerisinde teknoloji geliştirme yoluna gitmektedir.
Ama otomasyonun merkezi bileşeni, ithal edilmektedir. Bilimsel üretim, Ar-Ge
çalışmalarında sermaye birikimi, donanım, gerektiren temel bilimsel araştırmalar ve
bunların ürüne, teknolojik yeniliğe dönüştürülmesi ağırlıklı olarak erken kapitalistleşen
ülkelerde, bunların uluslararası şirketlerinin elindedir.
Tersi yönde bir tartışma, ilginç bir biçimde “Eşitsiz Mübadele” kitabının yazarı
Arghiri Emmanuel’den gelir. Emmanuel, 1980’lerde geç kapitalistleşen ülkelere
önerilen “uygun teknoloji” yaklaşımına karşı çıkarken, en yüksek teknolojinin
transferinin çözüm olacağını savunur. Ona göre, uygun teknoloji (ara teknoloji)
gerçekte geç kapitalistleşen ülkeyi geri ve güçsüz bıraktıran teknolojidir, bu yüzden
Emmanuel, “ulusötesi şirketler”in taşıdığı en yüksek teknolojilerin geç kapitalistleşen
ülkeler için daha iyi olduğunu belirtir. Ona göre, uygun teknoloji “azgelişmiş ülkenin”
“azgelişmiş teknolojisi” olabilir, ülkenin gelişmesini dondurabilir, böylece
“azgelişmişliği” sürdürebilir; bu tehlike bulunmaktadır. Emmanuel’e göre bu
kaçınılması gerekendir (Emmanuel, 1982, s.104). Geç kapitalistleşen ülkeler, uygun
teknoloji adı altında ara teknolojileri almamalıdırlar, aksine yüksek teknolojiyi elde
etmeye çalışmalıdırlar. Çünkü Emmanuel’e göre, sermaye yoğun teknoloji toplumsal
refahı artırmaktadır. Bu erken kapitalistleşmiş ülkeler için olduğu kadar geç
kapitalistleşen ülkeler için de böyledir. Yüksek teknoloji, çok uluslu şirketlerin elde
210
edip uluslararası alana yaydığı teknolojidir. Bu yüzden “azgelişmiş ülkeler”de çok
uluslu şirketlerin yatırımları, yüksek teknolojiyi getirmesi ve burada teknolojik
gelişmeyi teşvik etmesi açısından önemlidir.
173
Eleştirenler, kitabında bütün bir kurumsalcı okul literatürüne hiç değinmemesini, eksiklik olarak
görmektedirler; üstelik onlara göre, bu okulu dikkate alması onun yaklaşımını, irdelemesini geliştirmesini
sağlayacaktır (Read, 1983).
211
bulabileceklerdir. İlk bakışta eşitsiz ve bileşik gelişmenin, bileşik gelişme yönünü
vurgulayan bu yaklaşımın sınırlılıkları ise tam da teknoloji transferinin geç
kapitalistleşen ülkede teknoloji yeteneğinin gelişmesinde pürüzsüz bir olanak olmaması
ile ilgilidir. Zaten teknoloji yönünde içsel gelişme için kurumları, öğrenen sistemleri
vurgulayan Evrimci İktisadın görüşlerini geliştirdiği boşluk da bu alandır.
Gerschenkron’un önde gelen teknolojilere erkenden ulaşma yönünde ileri sürdüğü
üstünlük üzerine tartışmak yerinde olacaktır.
212
mal olarak bilimsel bilgi, bilimsel üretimin belirli kademeleri büyük oranda uluslararası
şirketlerin denetimi altında erken kapitalistleşen ülkelerin dışında da üretilebilmektedir.
Bu süreç büyük oranda geç kapitalistleşen ülkelerin dışa yönelik birikim aşamalarında,
dış ticaretin serbestleştiği koşullarda onları yakalamıştır. Bilim ve teknoloji üretiminin
uluslararasılaşmasının bu ülkelere yansıması ise, buralarda da teknoloji üretiminin
olanaklı hale gelmesidir, ancak bunun sınırlarını aşağıda aktaracağımız sermaye
birikimiyle ilişki belirlemektedir.
213
sermayeyi sadece yeni üretim dalının sermaye bileşenlerine kullanması olmuştur.
Burada “yeni”yi Marks’ın alıntısında tarif ettiği biçimiyle tanımladığımızı hatırlatmak
gerekiyor. Yeni bir buluşun metalaştırılması, yeni bir teknoloji, yeni bir ürün ya da
üretim süreci anlamında “yeni” ürün ve üretim dalından bahsediyoruz. Erken
kapitalistleşmiş ülkeler, bilimin icatlarından ve olanaklarından bedelsizce
yararlanmışlardır, ancak artı karlar için rekabet, bilimsel üretim sürecinin de
boyunduruk altına alınması girişimini getirmiş, bu üretimin ürünü mülk edinilmiştir.
Bugün, erken kapitalistleşmiş olan ülkelerden farklı olarak geç kapitalistleşen ülkelerde,
yeni bir ürün ya da üretim dalında uluslararası pazarda rekabet edebilmek için bilim ve
teknoloji üretimi de boşta kalan ek sermayenin maliyetleri arasına girmek zorundadır.
Yani teknoloji, teknolojik yenilik, icat lisansla satın alınmak zorundadır, kolaylıkla
kopya edilemez ve bu teknolojinin kullanımının “yapma bilgisi”ni edinme süreci bile
teknolojiyi veren şirketin denetimi altındadır. Ek sermayenin yatırılabileceği, yeni
(tamamen özgün) üretim dalları kurulabilecek olan alanın maliyetinde bileşenlere
teknoloji üretiminin payı, lisans ve patent olarak eklenmiştir. Çünkü bunun maliyetleri
arasına, o “yeniliği” bulmanın kapitalist maliyeti girmiş durumdadır. Somut bir örnek
göstermek gerekirse, Türkiye’de bir yerli sermaye grubunun uluslararası ortakla
kurduğu TOFAŞ-Fiat, otomobil üretim sürecinde bulunduğu pazarı koruyabilmek hatta
uluslararası ortakla birlikte girişilecek yeni yatırımları korumak, yeni ürün modellerinin
kendisinde üretilmesini sağlamak için, bölgesel pazara ya da genele hitab eden kendi
boyu ölçüsünde yenilikler geliştirmek zorundadır. İleride bu kısmi yeniliklere örnek
vereceğiz. Bu yeniliklerin geliştirilmesi için bir Ar-Ge yatırımına, değişmeyen ve
değişen sermayenin toplamı bir yatırıma ihtiyaç duymaktadır. Yani erken
kapitalistleşmenin üstünlüğüne sahip olmayan geç kapitalistleşen ülkelerde yeni üretim
dalına, yeni ürüne, yeni üretim sürecine ek yatırım yapıldığında, bunun içinde bilim
üretim sürecinin maliyeti belirgin biçimde yer almaktadır. Burada verdiğimiz örnek,
uluslararası sermayeyle eklemlenen oligopol niteliğindeki yerli sermayeye ait bir
örnektir ve ileride göreceğimiz gibi Ar-Ge ve bilim üretim sürecine sınırlı katkı
koyanların ve bundan uluslararası sermayeyle birlikte yararlananların bunlar olması
istisnai değildir. Daha sonra örneklerle göstereceğimiz bu sonuca işaret ettikten sonra,
yeni ürün ve üretim dalı konusunda geç kapitalistleşen ülkelerin dezavantajları
konusunu Marks’ın analizini sürdürerek biraz daha yorumlayalım.
214
Aslında geç kapitalistleşen ülkelerde sorun teknolojiye gelmeden önce başlar.
Esas sorun sermaye birikiminin, yatırımların düşüklüğüdür. Dolayısıyla en azından
imalat sanayinin geneli, oligopol sermayenin dışında serbest rekabetçi sermayenin de
içinde bulunduğu genel yapıyı ele alırsak bırakın ek sermayenin yeni üretim dallarına
(ve Ar-Ge üretiminin gerektirdiği sermayeye) yatırılmasını, üretken yatırımlarda karlılık
elde edebilecek ek sermaye yaratmak bile bir sorundur. Bu durum bizi yukarıdaki
sonuca tekrar döndürmektedir. Yeni ürünler, üretim süreçleri yani teknolojik geliştirme,
Ar-Ge (bilim üretim süreci) harcaması yapabilmenin koşulu geç kapitalistleşen
ülkelerde genel olarak imalat sanayi için zaten yok denecek kadar azdır. Yani Ar-Ge
politikaları, harcamaları, ancak sermaye birikiminde belirli bir aşamaya gelmiş, oligopol
sermaye düzeyinde olan ya da buna eklemlenmiş sermaye grupları için ek sermayenin
belirli bir bölümünün ayrıldığı harcamalar olabilirler.174 Öte yandan Türkiye örneğinde
görülmekle birlikte, 1990 sonrası dışa açık sermaye birikimiyle birlikte uluslararası
rekabet, uluslararası sermayeyle eklemlenme bu kesimlerin önüne bu sorunu dolaysızca
getirmiştir.
174
Bu Carchedi’nin öncüllerine çıkarım olarak varmaktır, yani ters yönden bu sonuçlara ulaşmaktır.
Carchedi uluslararası üretim fiyatlarının oluşumunda, ülkelerdeki ikili yapıyı (oligopolcü rekabet yapısı
ile serbest rekabetçi yapı) tanımladıktan sonra, modal üretkenlik düzeyinin oligopol yapılar tarafından
belirlendiğini söyler (Carchedi, 1988, s.62). Yani ülkedeki genel üretkenlik düzeyini bunlar temsil
ederler, dolayısıyla emek üretkenliği, yenilik gibi yatırımları yapabilenler ağırlıklı olarak bu kesimlerdir;
ya da tersinden bunları yapabildikleri için ortalama emek üretkenliğini belirlerler (Carchedi, 1991).
215
satılmaktadır. Bunlar da bilim üretim sürecinin kademelenmiş parçaları arasına
girmektedir. İleride açıklanacak olan Ürün Ömrü Yönetimi Programı (PLM) buna iyi
bir örnektir. Üretilen ürünün tüm tasarım aşamalarını yazılım halinde planlayan bir
sistemden bahsedilirken, bu ürünün bakımı, ilgili mühendislik hizmetleri, ömrü de
tasarıma dahil edilmektedir.
175
1991 Sanayi Kongresi için bir araya gelen elektronik sektörü temsilcileri, bileşenleri ithal etmenin
yapmaktan daha ucuza geleceğini, sadece belirli bileşenlerin üretiminin desteklenmesinin daha iyi
olacağını söylerken niceliksel sermaye yetersizliğinden bahsetmemektedirler (MMO, 1991).
216
Arthur Lewis’in İkili Ekonomi modeli ve “sınırsız emek arzı” yaklaşımına göre,
geç kapitalistleşen bir ülkede, biri tarım ve hayvancılığa dayanan “geleneksel sektör”
diğeri ise sanayi olmak üzere iki sektör bulunmaktadır.176 Geleneksel sektörde gerçek
işsizlik yoktur ancak gizli işsizlik vardır; burada aşırı istihdam yüzünden ek işçinin
geleneksel sektördeki üretime katkısı sıfıra yakındır. Tarımda ücretler, gizli işsizlik ve
üretime yapılan katkının az olması nedeniyle düşüktür. Oysa sanayi sektöründe ek işçi,
Lewis’e göre, üretime yaptığı marjinal katkı kadar ücret alır. Bu ikili ekonomide iki
sektör arasındaki ücret farkı yüzünden tarımdan, sanayi sektörüne doğru göç yaşanır. Bu
göçün yarattığı işçi kitlesini emebilecek sanayi ölçeği henüz oluşmadığı için, kentlerde
işsizliğin arttığı, sınırsız emek arzı koşulu yaşanır. Bu sanayi kesiminde ücretleri geri
çeker. Emek yoğun sömürü yani ucuz işgücü sonucunda sanayi gelişse de ücretler
artmaz, geleneksel sektörden sanayi sektörüne emek arzı yüzünden işsizler ordusu
azalmaz. Ancak sanayi kesiminde ve genel olarak üretimde verimlilik artar. Lewis’e
göre, sanayi üretimi artarken, sermaye birikimi de gelişecektir. Tarım kesiminin
ekonomi üzerindeki ağırlığı azalacak, ekonominin bütününe sanayi kesimi egemen
olacaktır. Deraniyagala’nın vurguladığı gibi Lewis’in ikili modelleriyle başlayan bu
incelemeler, teknolojik değişimin geç kapitalistleşmedeki rolünün önemine yönelik
farkındalığı artırmaktadırlar (Deraniyagala, 2006, s.127). Ancak bu modeller teknolojik
olarak görece gelişmiş modern sektörün olduğunu varsaysalar da bunun nasıl
oluştuğunu incelemezler. Yani teknolojik değişimin “kara kutu”sunu incelemezler.
Burada geç kapitalistleşen ülkelerde tarımdan göç eden sınırsız emek arzının,
gelişmekte olan sermaye birikimi açısından teknolojinin maliyetine karşı reel ücretleri
baskılayan ve emek yoğun sömürüyü artıran yönüne değinmek gereklidir. Geç
kapitalistleşen ülkelerde ucuz emek nedeniyle sanayileşmenin gelişmesi bu emek
gücüne dayanmaktadır (Gerschenkron, 1998). Ancak sermaye birikiminin düzeyi ile
birlikte makinalaşma ve teknoloji edinme, giderek de teknoloji üretme ihtiyaç haline
gelmektedir. Türkiye’de tüketim mallarının üretilmeye başlamasının ardından dayanıklı
tüketim malları ve sonra ara mallar üretimine geçilmesi, aynı zamanda üretimdeki
teknolojik düzeyinde gelişmesini getirmiştir. Ancak geç kapitalistleşen ülkelerin
176
Lewis’in sınırsız emek arzı ve ikili yapı kuramı için bkz. (Deraniyagala, 2006, s.127), (Ercan, 1996,
s.98-100), (Yaman-Öztürk, 2006).
217
kimilerinde belirli büyüklükteki sermaye kesimleri için karlılığın dayandığı sınır,
yatırım malları üretimine geçmeyi bir ihtiyaç haline getirmektedir.
177
Televizyon üretimi için resim tüpü, elektronik için bileşenler önemli bir girdidir. On yıllardır
Türkiye’de bunların üretiminin yapılması önerilmektedir (MMO, 1991a). Ancak sermaye kesimi
açısından yan sanayi yaratmak öncelikli sorun değildir; rapordaki şirket temsilcilerinin belirttiği gibi
bileşenler ve resim tüpünü ithal etmek daha ucuzdur. Ancak bugün LCD ekran üretmenin pazarları
218
oligopol yapı için ülke içi teknolojinin gelişmesi, kendi üretim dalları ile ilgili olduğu
kadardır. Ben Fine ve Deraniyagala (2001), bunun teknoloji geliştirme açısından yararlı
olduğunda kime yaradığını şöyle aktarmaktadırlar:
kaybetmemek için aciliyet kazanması gibi, ithal etmenin karlılığı düşürdüğü durumda, teknoloji üretimi
gündeme gelmektedir.
219
Üretken sermayenin birikimi ve üretim yapısı açısından bu gelişimi dikkate
alınmadan geç kapitalistleşen ülkelerin erken kapitalistleşen ülkelere “yetişeceğini”
düşünmek yanıltıcıdır. Belirleyici olan teknoloji değil, sermaye birikimidir. Sık sık
tekrarladığımız gibi teknoloji bunun bir sonucudur.
Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkelerin bir kısmında yerli sermaye birikimi,
yatırım malları ve üretim araçları üretimi düzeyine gelmiştir. Ancak bu gelişme, bugün
“neoliberal” politikalar olarak adlandırılan sınıfsal politikaların ağır tahakkümü altında
gerçekleşmektedir. Bir yandan içe yönelik birikim sürecinin (“ithal ikameci
sanayileşme”) yapısal sorunları nedeniyle para sermaye ve döviz darlığı aşırı boyutlara
ulaştığı için, bu ülkeler kendilerini bu politikaların ağır mali yükümlülükleri altında
bulmuşlardır (Saad-Filho, 2007, s.194). Saad-Filho’nun belirttiği gibi bu politikalar,
büyük yerli ve yabancı sermayeyi kayırmakta, üretim yapısının eşgüdümünü
parçalamakta, öncelik planlamasını ortadan kaldırmaktadır (Saad-Filho, 2007, s.196).
Uluslararası sermaye ve iç birikimde öne çıkan yerli sermaye grupların “orman
kanunları” geçerli hale gelir. Üretimin eklemlileşmesinin yerini, bu sermaye
ortaklıklarının kendi çıkarlarına uygun eklemlileştirme girişimleri alır. Bu koşullarda
geç kapitalistleşen ülkelerin bir kısmında sadece pazar koşulları yüzünden değil, aynı
zamanda karlılıklarının gereği olarak yatırım malları üretimine yönelen sermaye
kesimlerinin ihtiyaçları, uluslararası sermayenin ihtiyaçları ile örtüşür.
Elbette bu, dışa açılmış, ihracatta belirli bir aşama kaydetmiş, uluslararası
sermaye ile eklemlenmiş ve merkezileşmiş yerli sermaye kesimleri için geçerlidir. Pek
çok durumda bu üretim, uluslararası sermaye ile ortaklıkla yapılmaktadır. Ancak
uluslararası sermaye ile eklemlenme sürecinde yerli sermayenin birikim gerekleri için,
kendi pazarını, yabancı ortağa karşı görece gücünü koruyabilmek için ürünlerde ve
üretim sürecinde teknolojik yenilik yapması gündeme gelmektedir. Öte yandan
uluslararası sermaye de, Ar-Ge’nin uluslararasılaşması ile birlikte farklı ülkelerde
bilimsel üretimin kendi birikimini tehdit etmeyecek ara aşamalarının geç kapitalistleşen
ülkelerde yapılmasına olanak tanıyabilmektedir. Bu örneğin, bölge ve ülke pazarlarına
göre özgülleşmenin, ürün farklılaştırmalarının gerektiği Ar-Ge faaliyetleri için geçerli
olmaktadır. Öte yandan bilim ve teknoloji üretiminin “sınama tahtası” niteliği gereği,
bağımsız ve yerel teknoloji geliştirme, icat yönündeki girişimlerin de sermaye
220
birikimine bağlanması, bu birikim kapanının genişlemesi, her yana uzanması anlamına
gelir. Bu da uluslararası sermayenin (ağırlıklı ve merkezi olan hala kendi bilimsel
üretimi olarak kalmakla birlikte) dünyanın her yanında zihinsel emek gücünün
yaratılarına el koyma becerisini artırmaktadır.
178
Lapavitsas, yeni Schumpeterciler gibi yeni kurumsalcı iktisadın bilgi, kurum, toplumsal adetler ve
mikroiktisatı analizlerine dahil etmesinin, bu süreçle paralelliğini anlatmaktadır (Lapavitsas, 2007).
221
Gerçekte uluslararası sermaye ile onunla eklemlenen yerli sermayenin
ihtiyaçlarına yönelik olarak teknoloji geliştirmenin maliyetleri
toplumsallaştırılmaktadır. Artan Ar-Ge harcamaları, patent sayısı, toplumsal refahı
değil, gerçekte giderek yeni ihtiyaçların metalaşmasını, sermaye için özel mülk edinilen
karları getirmektedir. Buna karşılık nitelikli emek gücünün eğitilmesi için gerekli
üniversiteler, bu üniversitelerin sanayi ile işbirliğini oluşturmak için geliştirdikleri
bilimsel altyapılar, özel bir üretimin değil toplumsal bir üretim ve birikimin
sonucudurlar (Narin, 2008a ve 2008b). Kapitalist toplumda bilimin üretimi de kapitalist
üretimin yasalarına tabi olmuştur: Emeğin toplumsallaşmasına karşılık, ürününün özel
mülk edinilmesi yasası, bilimin maliyetinin toplumsallaşmasına karşılık ürününün özel
mülk edinilmesi biçiminde işlemektedir.
222
• üretim araçları içindeki teknolojik değişimin iç birikime özgül olmaya
başlaması,
• üretim araçlarının üretimi
• ve asıl olarak da üretim araçları üretimi ile o ülkedeki bilim üretimi arasındaki
ileri geri bağlantıların üretim yapısı içinde kurulmuş olması
gereklidir.
223
güçlendiren, tetikleyen ve onun temelini oluşturan üretim araçları sektörüne bakmak
önemlidir.
179
İki akım arasındaki geçiş aşamasını oluşturması açısından Nathan Rosenberg, öğreticidir. Sosyalist
İktisatçılar Konferansı yayınları arasında basılan “Bilim, Teknoloji ve Emek Süreci” kitabına yazdığı
makalede sermaye malları üretiminin Marks’ta tuttuğu yeri ön plana çıkartan Rosenberg, daha sonra bu
kesimdeki teknoloji gelişimini ve yayılımını değerlendiren yayınlar yapmıştır (Rosenberg, 1976, 1982).
224
önemli ipuçları verir. Zaten tez çalışmamızda bizim de teknolojik değişmeyi
incelerken üretim araçlarını merkeze almamızın nedeni budur.
225
geliştirebildiği’ yönündeki iddiayı desteklemektedir” (Matthews, 1991, s.67). İleride
göreceğimiz gibi Türkiye’de de makina üretimi özellikle ele aldığımız dönemde gelişme
göstermiştir. Bunun teknoloji transferinden (teknoloji edinme) teknolojiyi içselleştirme
ve giderek de üretmeye doğru gelişen aşamalar açısından önemli sonuçları vardır.
Üretim araçları üretimi, özellikle makina üretimi ile ürünü alan tüketici arasında
teknolojik yenilik açısından karşılıklı ve etkin bir ilişki vardır. Bu karşılıklı birbirini
destekleyen ve uyaran ilişki önemli bir yenilik kaynağıdır. Bu yenilik kaynağı,
yeniliklerin yayılmasını ve büyümesini de hızlandırır. Ancak yapılan araştırmalar, bu
etkileşimli ilişki sürecinin erken kapitalistleşmiş ülkeler ile geç kapitalistleşmiş
ülkelerde farklı biçimler aldığını göstermektedir. Örneğin Japonya ve Tayvan’da
yapılan bir araştırmada, makina imalat sanayindeki şirketlerden tasarımlarda ve satış
fiyatlarındaki iyileştirme-geliştirmelerin neye göre yaptıkları sorulmuştur. Japon şirket
temsilcileri, dış ve iç pazardaki müşterilerden aldıkları tepkileri ilk sıraya koymuşlardır.
Buna karşılık Tayvanlı şirket temsilcileri rakip şirketlerin ürünlerini belirleyici olarak
ilk sırada göstermişlerdir (Matthews, 1991, s.67). Geç kapitalistleşen ülkeler, erken
kapitalistleşen ülkelerdeki teknolojik yenilik ve ürünleri, önce kopyalayarak, teknolojik
yetenek elde etmektedirler. Yeni bir makina üretilmesi ya da makinaya özgün teknolojik
özellikler eklenmesi bundan sonraki aşama olarak gelmektedir. Bu aşamada
müşterilerden ek özelliklere dair talepler, yenilik ve geliştirmenin kaynağı olarak
imalatçıların gündemine girmektedir. Matthews’in aktardığına göre, bu konuda sistemli
bir çalışma yürüten ve Arjantin makina imalat sanayinin inceleyen Cortes’in bulguları
da bu sürece uymaktadır.
Biz de çalışmamızda, ele alınan dönemde teknolojik gelişmenin hem ölçüsü hem
de yerleşmesini gözlemek, sınamak açısından incelememizi üretim araçları üretimi
kesiminin durumu ve bu kesimin belli başlı sektörlerindeki değişim ile sınırlı tutacağız.
Öncelikle bundan sonraki bölümde üretim araçları üretimi adı altında, uluslararası
kurumların sınıflandırmalarında kullandıkları “yatırım malları”nı üretim araçları üretimi
çerçevesinde ayrıştıracak ve öyle kullanacağız.
226
BÖLÜM 3
227
değişimin yanı sıra teknoloji üretiminin durumunu irdelemeye çalışacağız. Bu
nedenle, Türkiye’de imalat sanayinde üretim araçları üretimini, teknolojik düzeyini ve
uluslararası işbölümü ile eklemlenme düzeyini inceleyeceğiz.
Üretim araçları üretimine bakarken ayırt edilmesi gereken temel sorun yatırım
malları sektörünü sağlıklı bir biçimde değerlendirmektir. Türkiye’de 1996–2005 yılları
arasında yatırım malları sektöründe bir canlanma görülmektedir. Buradan kalkarak
Türkiye’de teknolojik bir değişimin yaşandığını, teknoloji üretilmeye başlandığını
söylemek olanaklı mıdır? Yoksa bu verilerin başka bir filtreden geçirilmesi gerekli
midir? Yatırım malları sektöründeki canlanmanın üretim araçlarının üretimi açısından
anlamı nedir? Bu soruları yanıtlayabilmek için yatırım malları ile üretim araçlarını
ayrıştırmak gerekmektedir. Bundan sonraki alt bölümde bunu yapmaya çalışacağız.
Daha sonra teknoloji üretiminde ve teknolojik gelişmede yapısal bir değişimin
gerçekleşip gerçekleşmediğini anlayabilmek için yatırım malları niteliğindeki üretim
araçları üreten belli başlı sektörleri değerlendireceğiz.
İmalat sanayi sınıflandırılırken üç ana bölüme ayrılır: tüketim, ara mallar ile
yatırım malları üreten imalat sanayi. Bu üç bölümün tanımlaması uluslararası
sınıflandırmalara göre yapılmaktadır ve DPT gibi kurumlar da bu sınıflandırmayı
kullanmaktadırlar.180 ISIC gibi uluslararası sanayi sektörleri sınıflandırmaları ile uygun
olarak Zafer Yükseler ve Ercan Türkan’ın 2006 tarihli raporunda “Devlet Planlama
Teşkilatı’nın üretim sınıflandırmasına paralel olarak” yatırım malları, ara mallar ve
tüketim malları şu şekilde toplulaştırılmıştır:
180
TUİK sermaye malları olarak adlandırdığı yatırım mallarını şöyle tarif etmektedir: “Sermaye malları,
mal ve/veya hizmet üretimi için kullanılan, ham madde ve yakıt dışında kalan diğer mallardır. Bunlar
fabrika binaları, makinalar, lokomotifler, kamyonlar ve traktörleri içermektedir. Arazi genellikle bir
sermaye malı olarak dikkate alınmamaktadır” (TUİK Ağ Sayfası).
228
Genellikle Ara Malları: 1. Ağaç ve Mantar Ürünleri; 2. Kâğıt ve Kağıt
Ürünleri; 3. Basım ve Yayım; 4. Kok Kömürü, Petrol Ürün; 5. Kimyasal Ürünler; 6.
Plastik ve Kauçuk Ürün; 7. Metalik olmayan diğer Mineral Ürünler; 8. Ana Metal
Sanayi.
Kuşkusuz her kategoriye giren alt sektör sayısı bundan fazladır, ancak genel
olarak çalışmalar bu sektörlerle sınırlı tutulmaktadır. Bu sınırlandırma anlamlı sonuçlar
çıkarmak için yeterlidir.
Ancak biz bu çalışmada, toplumsal üretimi iki kesimli bir ekonomi olarak ele
alacağız. Üretim araçlarının üretimi ile tüketim ya da geçim araçlarının üretimi olarak
iki kesimli bir ekonomide, üretim araçları şöyle tarif edilmektedir: 1- Makina, alet, araç
ve gereçler, bina; 2- hammadde, ara girdi, enerji ve yakıt. Tüketim araçları, üretime
girdi olmayan doğrudan tüketim amacıyla kullanılan, son kullanıcının, müşterinin
kullandığı ürünler olarak tanımlanmaktadır.
İki kesimli yaklaşım ile genel ekonomik sınıflandırmalar arasında bir örtüşme
olduğu kadar önemli ayrımlar da bulunmaktadır. Yatırım malları, iki kesimli ekonomide
üretim araçlarına karşılık gelir gibi görülmektedir ancak yatırım mallarında aşağıda
sınıflandırmada belirteceğimiz sorunlar vardır. Yatırım malları içerisinde üretim araçları
kategorisine girmeyenleri ayırarak sınıflandırmayı şöyle yapabiliriz. Hemen belirtmek
gerekiyor ki, hem alt sektörler düzeyindeki incelemenin sınırları ve kısıtlılıkları, hem de
çalışmanın kapsamı açısından bu genel tablonun kesin bir resminden öte, belirli sınırlar
dahilinde düzeltilmiş hali olarak görülmelidir. Daha kesin istatistiksel inceleme ve
ayrıştırmanın ilk adımı olabilir. ISIC Revize 3. sınıflandırması kullanarak, tüketim aracı
ile üretim araçları (yatırım malı olan üretim aracı ile ara mal olan üretim aracı)
sınıflandırmasını şöyle yapıyoruz:
229
Tüketim Malı Sanayileri:
Tüketim araçlarının üretildiği Kesim II kapsamına giren sanayilerin ISIC Revize 3’e
göre kodları şöyle sınıflandırılabilir:
• Gıda ürünleri ve içecek imalat sanayi (15),
• Tütün ürünleri imalatı (16),
• Tekstil ürünleri imalatı (17) ile giyim ve deri imalatı (18),
• Mobilya imalatı (36),
• Basım ve yayım, plak, kaset vb. kayıtlı medyanın çoğaltılması (22),
• İlaç (2423),
• Sabun ve temizlik, parfümeri, kozmetik diğer tuvalet ürünleri (2424),
• Kimi rafine petrol ürünleri imalatı (2320 bir kısmı),
• Plastik ve kauçuk ürünleri(2513, 2524),
• Metal olmayan mineral ürünler, porselen, cam, çanak, çömlek imalatı (2691,
2692, 2699),
• Metal eşya ve ev aletleri (286, 293, 33, 36’nın bir kısmı),
• Radyo, televizyon, iletişim aletleri üretimi (sadece 323)
230
• Makina ve teçhizat imalatı (291, 292): Makina imalat sanayi. Soğutma,
sanayi tipi havalandırma, depolama cihazlarından181, tarım makinaları, iş
makinalarına, takım tezgâhlarına üretim araçlarının çekirdeğini oluşturuyor.
• Haberleşme Teçhizatı (321, 322). Radyo, televizyon (323) tüketim malları
sınıfına girdiği için bu alt sektörün dışında tutulmalıdır.
• Elektrikli makina ve gereçleri (31). Burada hata payını ortaya koymak
açısından, tüketim malı olan pil ve lamba üretimini çıkarmak daha kesin bir
veri elde etmeyi sağlayabilirdi ama bunu ayırt etmek olanaklı değil. Ayrıca
elektrik motoru, jeneratör, transformatör ile tel ve kablo imalatının daha
ağırlıklı yer tuttuğunu varsaymak hata payını küçültecektir.
• Ulaşım ve Taşımacılık araçları (34*, 3511, 352, 353). Taşımacılık, ürünlerin
değerinin oluşmasında etkendir.182 Bu nedenle kamyon, karoserli taşıt üretimi,
üretim araçları üretimine (yatırım malları) girebilir. Ancak bunları içine alan
341 kodlu “motorlu kara taşıtları” sınıflandırması binek araçlarını da
kapsamaktadır. Bu nedenle kamyon, kamyonet, otobüs gibi ticari araçları
hesaplamak, tüketim malı niteliğindeki özel binek araçları ayıklamak
gereklidir. Bunun için üretilen kamyon, kamyonet, römorklu araç gibi ticari
araç sayıları ile binek aracı üretiminin yıllara göre bir kıyaslaması yapılarak,
181
Depolama ürünlerinin üretimi üretim aracı üretmektir. Bu nedenle Kesim I’e girebilir: “Meta-
sermayenin pazarda meta arzı olarak kalması, binaları, depoları, ardiyeleri, ambarları bir başka deyişle,
değişmeyen sermaye harcamasını gerektirdiği gibi, bir de, metaların buralara yerleştirilmesi için emek
gücü ödemesini gerektirir. Üstelik metalar bozulurlar ve hava koşullarının zararlı etkilerine maruz
kalırlar. Metaları bunlara karşı korumak için, kısmen malzeme biçiminde emek aletlerine, kısmen de
emek gücüne ek sermaye yatırılması gerekir” (Marks, 1992, s.128).
182
Taşımacılık, üretken sermayenin bir işlevidir.
“… burada emeğin nesnesinde maddi bir değişiklik de ortaya çıkar –uzamsal bir değişiklik, yer
değişikliği ortaya çıkar. … … metalarla ilgili olarak düşünürsek, bu durumda çalışma sürecinde emeğin
nesnesinde, metada bir değişiklik ortaya çıkar. Metanın uzamsal konumu değiştirilmiştir ve bununla
birlikte metanın kullanım-değerinde bir değişiklik olur, çünkü bu kullanım değerinin yeri değiştirilmiştir.
Kullanım değerindeki bu değişikliğin gereksindiği emek ölçüsünde, metanın değişim değeri artar –
gereksinilen emek, kısmen değişmeyen sermayenin aşınmasıyla, yani metaya giren toplam maddeleşmiş
emekle kısmen de canlı emekle belirlenir, tüm öteki metaların değerini artırma sürecinde olduğu gibi.
Meta gideceği yere ulaşınca, onun kullanım değerinde meydana gelen bu değişiklik ortadan kalkar ve
yalnızca metanın daha yüksek değişim değerinde artırılmış meta fiyatında ifadesini bulur” (Marks,
1998:385–86). Ayrıca bkz. (Marks, 1990, s.237), (Marks, 1992, Altıncı bölüm, Kısım III) ve özellikle s.
136–139.
231
ağırlıklı eğilim gözetilebilir.183 Bunun yanında gemi, lokomotif gibi taşıma
araçlarını da katmak için 3511, 352, 353 de yer almalıdır.
• Bilimsel optik, ölçüm aletleri (331). Özellikle biyogenetik alanındaki son
gelişmeler de dikkate alındığında tıbbi aletleri de üretken sermayenin etkinliği
kapsamına alabilmek çok daha mümkün hale gelmektedir. Bu olmasa bile 331
numaralı ISIC revize 3 sınıflandırmasında yer alan tıbbi, hassas aletler, ölçme
cihazları, sanayide kullanılan işlem kontrol teçhizatı, üretim araçları içerisinde
alınmalıdır.
• Büro ve bilgi işlem makinaları (30) Bu tartışılmaya muhtaç bir alandır.
Burada iki tür sorun bulunmaktadır. Birincisi tüketim malı olan bilgi işlem
makinalarının durumu. İkincisi ise üretken olmayan alanlarda, hizmet
sektöründe, finans, muhasebe gibi alanlarda kullanılan büro ve bilgi işlem
makinalarının oranı sorunu. Üretim olarak incelediğimiz dönemde önemli bir
pay oluşturmamaktadır, ithalatı ise giderek büyümektedir. Belirli bir hatayı
göz önüne alarak bu alanı üretim araçları içerisine katıyoruz.
183
Sektör derneklerinin verilerinden özel binek arabaları ayıklamak gerektiği kadar traktörleri de
ayıklamak gereklidir. Çünkü GTİP sınıflandırmasında bunlar da motorlu kara taşıtları içine alınmaktadır.
Bu ayıklama kuşkusuz genel hatlarıyla bir yaklaşım olacaktır.
232
sınıflandırmanın net olmayan yönleri ifade edilmiştir. Bu sınıflandırma ve veri
oluşturma sırasında dışarıda bırakılan ya da dâhil edilen alt sektörlerin sektör içindeki
payı gözetilmiş, hata paylarının sektörün eğilimine fazla etki etmemesine dikkat
edilmiştir.
233
diğer sektörlere yayılmasını sağlayan o ürünün makinasının üretilmesidir. Makina (ve
otomasyon) bu açıdan, teknolojik kapasitenin ve birikimin üzerinde somutlandığı bir
nesnedir. Öyleyse hangi nitelikte makinanın nasıl bir “üretim zinciri”yle üretilebildiği
bir ülkenin teknolojik yeteneğini gösteren en önemli göstergelerden biri olmalıdır. Zira
makina, üretim yöntemi ya da üründeki teknolojik yeniliğin önce deşifre (dekode)
edilmesi sonra da bir mekanizmaya aktarılmasıdır. Makina imalat sanayini, teknolojik
değişimini ve teknoloji üretimi ile bağlantısını bu nedenle inceliyoruz.
184
Bkz. EK C. Uluslararası sınıflandırmalara göre makina imalat sektörünün ve alt sektörlerinin daha
ayrıntılı bir tablosu için Bkz. (MMO Raporu, 2004), (TKB ESAM, 2007, s.485–86).
234
Başka bir sınıflandırmaya göre ise, makina imalat sanayi, genel olarak Gümrük
Tarife Cetvelinin (GTİP) 84. fasılı altındaki malları kapsar.185 Bu bölüm boyunca genel
olarak ISIC Revize 3’un sınıflandırması kullanılmışsa da, kimi veriler kullanılırken 84.
fasıl altındaki malların istatistiksel verilerinden yararlanılmıştır. ISIC Revize 3
üzerinden yapılan sınıflandırmalara göre TUİK verileriyle Makina imalat sanayini
incelerken, yer yer kimi raporlardan yer yer doğrudan TUİK verilerinin kendilerinden
yararlanılmıştır. MİB gibi sektörün kimi raporlarında, özellikle Orta Anadolu
İmalatçılar Birliği raporlarındaki sonuçlarda, 84. fasıl esas alınmıştır. Bu gibi raporların
bazılarındaki sonuçlarla çelişkiye düşüldüğü yerlerde, iki ayrı sınıflandırmadaki
eğilimler kontrol edilmiş, bu eğilimlerin birbirini tutması halinde sonuçlara güven
duyulmuştur.
Bu sınırlama ile birlikte makina imalat sanayi kapsamına giren alt sektörler
şunlardır:
291 Genel amaçlı makina imalatı: Bu gruba dahil olan imalat dalları şunlardır: İçten
yanmalı motor (uçak, araba ve motosiklet motorları hariç) ve türbin imalatı, bunların
tamir ve bakım hizmetleri, pompa kompresör vana imalatı, mil yatağı, dişli, tahrik
tertibatı imalatı, sanayi fırını, ocak ve ateşleyici imalatı, forklift, palanga, vinç vs. gibi
kaldırma ve taşıma cihazı imalatı, soğutma ve havalandırma cihazları imalatı.
292 Özel amaçlı makina imalatı: Bu grupta tarım ve orman makinaları, takım
tezgâhları, metalürji makinaları, maden, taşocağı ve inşaat makinaları, gıda, içecek ve
tütün işleyen makinaların imalatının yanı sıra ayrıca tekstil makinaları, deri işlemede
kullanılan makinaların imalatı ile silah ve mühimmat da yer almaktadır.
185
Gümrük tarife cetvelinde elektrikli ev eşyaları 85. fasıl altında yer almaktadır. 84. fasıl altındaki
başlıca ürün grupları: reaktör ve kazanlar; türbinler ve turbojetler; pompalar ve kompresörler; motorlar
ve yedek parçaları; vanalar; klimalar ve soğutma makinaları; ısıtıcılar ve fırınlar; hadde ve döküm
makinaları; gıda sanayii ve ambalajlama makinaları; tarım ve ormancılık makinaları; yük kaldırma,
taşıma ve istifleme makinaları; inşaat ve madencilik makinaları; kağıt ve matbaacılık makinaları; yıkama,
kurutma ve ütüleme makinaları; tekstil ve konfeksiyon makinaları; deri işleme makinaları; kauçuk ve
plastik işleme makinaları; metal işleme makinaları ve takım tezgâhları; büro makinaları; rulmanlardır.
235
sektörü ayrıştırarak yukarıdaki alanları, makina imalat sanayine almamız, Makina
Mühendisleri Odası’nın kullandığı tanımlamalara uymaktadır. Ancak makina sektörünü
inceleyen birçok rapor, beyaz eşya üretimini de makina sanayine kattığı için dikkatle
incelenmeli, katıştırılan bu sektörler ayrıştırılarak veriler değerlendirilmelidir. Örneğin
Dış Ticaret Müsteşarlığı’na bağlı İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi’nin (İGEME)
hazırladığı raporlarda da 293 ayrıştırılmamıştır (İGEME, 2006, 2007a). Oysa
ayrıştırmama, makina imalat sanayini olduğundan farklı göstermektedir. Buna yatırım
malları içerisinde değerlendirilen TV ve radyo alıcıları alt sektörü ile makina imalat alt
sektörünün durumundaki farklılığı gösteren çarpıcı bir örnek verilebilir. TKB ESAM
raporundaki verilere ayrıştırılarak bakıldığında 323 kodlu TV ve radyo alıcıları sektörü,
1998–2006 döneminde en yüksek performanslı alt sektör iken yatırım mallarında
merkezi önemde bulunan sektörler (291 ve 292) en son sıralardadır (TKB ESAM, 2007,
s.29-30). Üstelik yine yatırım malları içine sokulan ve 29 kodun altında makinalar ile
aynı alt sektörde toplulaştırılan elektrikli ev aletleri (293- çamaşır makinası vs.) TV ve
radyodan sonra performans olarak ikinci sıradadır.186 Makina imalat sanayi, bu biçimde
en son sıralarda yer alırken, TKB raporunda ya da Yükseler ve Türkan’ın raporunda
yatırım malları üretiminin incelenen dönemde, geçmişe göre yükseldiği
vurgulanmaktadır. Tüm bunların sonucu üretim araçları üretiminin gelişiminin yapısal
niteliklerinin belirsizleştirilmesi olmaktadır.
186
293 kodlu başka yerde sınıflandırılmamış elektrikli ev aletleri imalatı sektörü, 1998–2001 döneminde
25. sıradayken, ancak 2001–2006 döneminde ikinci sıraya yükseldiğinde de dikkat çekmek gerekiyor
(TKB, ESAM, 2007, s.30).
236
3.3.1.2 Dünyada Makina İmalat Sanayinin Genel Durumu:
Makina imalat sektöründeki işletmelerin önemli bir bölümü, genel olarak tüm
dünya ülkelerinde KOBİ niteliğindedir (TÜSİAD, 2003). İşletmelerin ortalama istihdam
düzeyi oldukça küçüktür. Örneğin, 1994 yılında Batı Avrupa’da 23.000 kadar işletme, 2
milyon kadar kişiyi istihdam etmekteyken ortalama istihdam 87 kişi düzeyinde idi.
ABD’de makina imalat sektöründe yüzlerce küçük firma bulunmaktadır bunlardan
sadece 88’i, 100’den fazla kişi istihdam etmektedir. Yalnız Almanya’da yapı biraz daha
farklı olup, 1995 yılında 5.800 işletmenin ortalama istihdamı 170 kişi idi. Aynı
kaynağın aktardığına göre, İtalya’da ortalama istihdam ise 70 kişi olarak saptanmıştır.
2003 yılı verileriyle dünyada makina imalatında AB 360,1 milyar Euro ile ilk
sıradadır; bu toplam dünya imalatının %38’idir. ABD’nin makina imalatı 233,2 milyar
Euro (%25) iken onu izleyen Japonya’nın makina imalatı 164,6 milyar Euro’dur. Bu ise
toplam imalatın %17,4’ü etmektedir (DPT, 2006a, s.30). 2004’e kadar geçen on yılda
AB ülkelerinde makina imalat sanayinde KOBİ’ler ağırlıklarını korumalarına karşın,
küçük işletmelerin elendiği, orta ve büyük işletmelere dair bir eğilim olduğu
gözlenmiştir. Örneğin Almanya’da Takım Tezgâhları imalatında 1992–94 yıllarında
ekonomik durgunluğun ardından birleşmeler artmıştır. 2003 yılında %67 oranında
KOBİ niteliği taşıyan şirketlerden oluşan takım tezgâhları imalatı sektöründe, 2002
yılına göre üretimdeki %5’lik azalmaya karşılık, büyük ölçekli firmaların cirolarında
artış olmuştur (DPT, 2006a, s.30)
Çalışmanın başında iki alt dönem olarak ele aldığımız, 1996–2005 döneminin
ikinci yarısında (özellikle 2001–2003 yıllarında) dünya konjonktürü pek olumlu bir
seyir izlememiştir. AB ülkelerinde ve Amerika’da iç pazarda bir daralma yaşanmış, bu
ülkelerde makina imalatı yapan firmaların satışları düşmüştür, ancak dünya çapında
2004 yılından başlayarak yavaş da olsa pazar tekrar genişlemeye başlamıştır. Örneğin;
Avrupa Takım Tezgâhları İmalatçıları İşbirliği Komitesi’nde (CECIMO) bulunan 15
Avrupa ülkesinde takım tezgâhı imalatı, talebe bağlı olarak 2002 ve 2003 yıllarında %
237
9’ar mertebesinde azalmıştır. Makina ihracatı bakımından Türkiye’nin en önemli pazarı
AB ülkeleri ve ABD ile Kanada’dır. Bu yıllarda bu pazarlarda bir daralma yaşanmış
ama buna rağmen 2003’e doğru ihracatta artış başlamıştır. 2005 yılı verilerine göre,
dünyada takım tezgâh ihracatını en çok artıran ülkelerin başında %27 ile Japonya
gelmektedir. Türkiye ise ihracat artışı bakımından dünyada % 25 ile 2. sırada yer
almaktadır. (DPT 2006a).
187
“AB Komisyonu raporu, 15 AB ülkesinde 23.100 firmanın makina imalatı yaptığını belirtmektedir.
DİE verilerine göre ise ülkemizde bu sektörde faaliyet gösteren firma sayısı 11.000 dir”
(Hidrolikpnömatik Dergisi, 2006, 21. sayı).
188
Sektörün bu nitelikleri erken kapitalistleşmiş ülkelerdeki makina imalat sanayi için de benzerdir.
Nathan Rosenberg 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika’da makina imalat sanayinde üretimin uzmanlaşmış
niteliği ve büyük ölçekli olmayan, çok parçalı yapısından söz etmektedir (Rosenberg, 1963, s.219). MİB
Başkanı Arslan Sanır sektörü özetleyen konuşmasında KOBİ ve aile şirketi niteliğinin getirilerini de
maddeleştirerek açıklar: “AB ve ABD’de makina sanayinin öncüsü durumundaki firmaların büyük
çoğunluğu KOBİ yapısındadır. Bunların hemen tümü aile şirketidir" (Hidrolikpnömatik Dergisi, 2006, 21.
sayı).
238
Sektördeki bu parçalı ve dağınık yapı, son yıllarda ihracat ve iç pazar için
üretimde yerleştirilmeye başlayan belirli standartlar açısından da görülebilir. Makina
imalat sanayinde OAİB’in yaptığı bir envanter çalışmasına göre, Türkiye’de makina
imalatı yapan veya ihraç eden şirketlerin yarısından fazlasının herhangi bir kalite ve
benzeri standart belgesi yoktur (OAİB, 2007a:8). Bu standartlar arasında TSE de
sayılmaktadır. ISO, CE gibi daha yüksek standartlara sahip olmayan işletme oranı ise
bundan çok daha fazladır. Ürünlerinde AB standardı olarak kullanılan CE işaretine
sahip olan işletmelerin oranı %17’dir.
2006 yılında Makina İmalatçıları Birliği Genel Sekreteri tarafından Devlet
Planlama Teşkilatı’na hazırlanan rapora göre, sektörde atölye niteliğindeki işletmeler
hariç 3000 civarındaki imalatçı firma içinde kamu kuruluşu niteliğinde olan çok azdır.
Bunlar arasında şeker fabrikalarında ve çimento üretiminde kullanılan makinaları imal
eden birkaç işletme, kamu kurumu yapısındadır. MKEK ise savunma sanayine yönelik
imalat yapmaktadır. Rapora göre, “özelleştirmeler nedeni ile kamu kuruluşlarının
toplam imalattaki payları gün geçtikçe azalmaktadır” (DPT, 2006a).
Sektör üretiminde yabancı sermayenin yeri konusunda aynı rapora göre, bu
sektöre, yabancı sermayenin ilgisi fazla değildir. Raporun tespitlerine göre, 2–3
kuruluşta yabancı sermayenin katılımı söz konusudur. Dönemin ilk yarısında, makina
imalat sanayine yabancı sermaye yatırımı yapılmadığı belirtilmektedir (MMO, 2004,
s.108). Ancak dönemin ikinci yarısında çok büyük olmasa da yabancı sermaye yatırım
yapılmıştır. 2000 yılı verileriyle, yabancı sermayenin, toplam ödenmiş sermaye içindeki
payı %3,75’dir. 2006 yılı verilerine göre, bu pay %20’ye çıkmıştır (MMO, 2008, s.112).
Özellikle 2000 yılından sonra yabancı yatırımların öncekine göre büyük bir hızla arttığı
hatırlanırsa, makina imalat sanayine yabancı sermaye yatırımının dönemin ikinci
yarısında epey arttığı sonucu çıkartılabilir. Makina Mühendisleri Odası raporlarının
verileri değerlendirildiğinde en azından incelediğimiz ilk dönemde (1996–2001),
yabancı sermayenin makina imalat sanayinde ihracata, nitelikli emek istihdamına, Ar-
Ge’ye, teknoloji transferine katkısından söz edilemez. Yine de kesin olan sektördeki
yabancı sermaye oranının ilk dönemde diğer sektörlere göre küçük olmasıdır, ancak
bununla birlikte dönemin ikinci yarısında yabancı sermaye payı artmıştır. Zaten ileride
göreceğimiz gibi, ilk beşyüz firma arasında yer alan Türk Traktör, Koç ile Hollanda
firması ortaklığıdır, HEMA yabancı ortaklığa gitmektedir.
239
Teknoloji açısından makina imalat sanayi, genelde tüm alt sektörleri ile orta-
yüksek teknoloji grubu içinde yer almaktadır. Fakat içten yanmalı motorlar ve tribünler
ile takım tezgâhları imalatı grupları yüksek teknoloji grubuna daha yakındır (MMO,
2004, s.38).
TUİK verilerine göre 1997 yılı baz alınarak üretim endeksindeki değişim
incelenirse, makina imalat sanayi sektörünün gelişimi aşağıdaki tablodan görülebilir.
Başta da belirttiğimiz gibi, makina imalat sanayi sadece 291 ve 292 kodlu alt sektörleri
kapsamaktadır. Elektrikli ev aletlerini (293) kapsayan genel sınıflandırma kodu 29’u da
tabloda göstermemizin sebebi, incelenen dönemde makina imalat sanayindeki gelişim
ile elektrikli ev aletlerinin üretimindeki gelişimi de karşılaştırabilmektir.
Tablo 14 M akina İ malat Sa nayi Üreti m En de ks i
Makina İmalat Sanayi Üretim Endeksi (Üretim değeri ağırlıklı, yıllık ortalama)
Makina Toplamı
İmalat Sanayi 29 291 292
(291+292)
Yıllar
Değişim Değişim Değişim Değişim Değişim
Endeks Endeks Endeks Endeks Endeks
% % % % %
1998 100,1 0,1 97,4 -2,6 95,3 -4,7 101,3 1,3 98,3 -1,7
1999 95,9 -4,2 86,6 -11,1 85,7 -10,1 76,7 -24,3 81,2 -17, 4
2000 102,1 6,5 92,4 6,7 89,9 4,9 84,4 10,0 87,15 7,3
2001 92,4 -9,5 73,5 -20,5 83,7 -6,9 48,4 -42,7 66,05 -24,2
2002 102,5 10,9 89,2 21,4 94,2 12,5 51,7 6,8 72,95 10,4
2003 112,0 9,3 109,2 22,4 110,9 17,7 56,9 10,1 83,9 15
2004 123,7 10,4 143,2 31,1 136,2 22,8 70,3 23,6 103,25 23,1
2005 129,6 4,8 144,8 1,1 124,7 -8,4 64,7 -8,0 94,7 -8,3
Kaynak TUİK verileriyle karşılaştırılarak (TKB ESAM, 2007, s.489) raporundan derlenmiştir.
Bu gelişimin seyrini en kolay aşağıdaki şekilde ayırt etmek olanaklıdır. Makina
imalat sanayinin alt sektörlerinin incelediğimiz dönemdeki gelişimini incelerken başta
ayırdığımız 293 kodlu sektörü özellikle grafikte belirttik. Elektrikli ev eşyası üreten
sektör olan 293 kodlu sektör, makina imalat sanayi kapsamında değildir; aynı
sınıflandırma içinde yer almasına karşılık belirtilen dönemde en yüksek büyüme
240
gösteren alt sektör durumundadır. Diğer bölümlerde açıklanacağı gibi, yatırım malları
içerisinde sayılan 293 nolu sektörün gelişimini yatırım mallarından, üretim araçları
üretimini kapsayan Kesim I’den ayırt etmek gereklidir.
250
200
150
Üretim Endeksi
İmalat Sanayi
291
292
293
100
50
0
1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yıllar
Grafik 14. Makina İmalat Sanayi Alt Sektörleri ve İmalat Sanayi Üretim Endeksi
241
2001’den sonra yükselme eğilimine tekrar girmiştir. Özel amaçlı makina kapsamına
giren çok sayıda üretim aracı bulunmaktadır. Tarım makinaları, inşaat makinaları, takım
tezgâhları vb. üretim endeksinde yaşanan bu düşmenin bu alt makina üretim
etkinliklerinde de aynı şekilde olup olmadığı konusu önem kazanmaktadır. Yani özel
amaçlı makina üretiminin bileşiminde bir değişim olup olmadığına bakmak gereklidir.
292 kodlu alt sektörde yaşanan bu üretim endeksinin düşmesinin yapısal sonuçlarını
ileride istihdam ile birlikte inceliyoruz. Bu alt sektörde takım tezgâhları üretiminde
önemli bir yükselme gerçekleşmiştir. Buna karşılık diğer sektörlerde düşüş
gerçekleşmiştir, en çarpıcı düşüş ise tekstil ve deri işleme makinaları alt sektöründe
yaşanmıştır. Takım tezgâhlarında yaşanan üretim endeksi artış büyük olsa da diğer alt
sektörlerin çoğunda yaşanan düşüşün toplamını telafi edememektedir.
Makina imalatının tüm alt sektörleri için, hatta beyaz eşya üretimi için de geçerli
olan ortak özellik, incelediğimiz ilk dönemde (1996–2001) hepsinde yaşanan üretim
düşüşüdür. Bu dönemde, bu sektörlerdeki üretim endeksleri, aynı zamanda imalat
sanayi ortalamasının da altında gerçekleşmiştir. Toparlanma ve büyüme eğilimi, tüm alt
sektörler açısından ikinci dönemde yaşanmıştır. Bu dönem aynı zamanda ihracatta da
“patlama”nın gerçekleştiği yıllardır.
Dolayısıyla ikinci dönemde, makina pazarının değişimini, makina imalat
sanayinin iç pazar ile ihracat açısından değişimini incelemek için aşağıdaki tabloyu
kullanabiliriz:
Tablo 15 M akina İmalat Sa nayi Üretim ve Dış Ticaret Değerleri
Sektör İç Pazar Satışları (Milyon $) 8.066,0 9.698,0 11.253,0 13.593,0 12.725,0 13.880,9
Toplam İç Pazarda Üretimin Payı (%) 61,3 59,3 57,3 56,4 50,9 49,6
Toplam İç Pazarda İthalatın Payı (%) 38,7 40,7 42,7 43,6 49,1 50,4
Kaynak 2005–6 için MİB'den alınan veriler, öncesi için MİB’e göre aktaran (DPT, 2006a).
242
Makina imalat sanayinin dış ticaret yapısı ileriki bölümlerde ayrıntılı
irdelenecektir. Burada makina iç pazarı, makina imalat sanayinin bu pazara yönelik
eğilimini incelemek açısından sonuçlar çıkarmak gerekirse, şöyle maddeleştirilebilir.
• Türkiye’deki makina pazarı incelediğimiz dönemin ikinci yarısında ikiye
katlanmıştır. Söz konusu ürünün yeni üretim birimlerinin kurulmasında temel
önemde olan bir ürün, üretim aracı, makina olduğu düşünülürse bu önemli bir
artıştır.
• Öte yandan sektör üretiminin, iç pazardan dış pazara yönelik eğilimi
hızlanmıştır. İthalatın iç pazardaki payı artmıştır. Dönemin ikinci yarısının
başlangıcında makina ithalatının iç pazardaki makina gereksinimi karşılama
payı %39 iken 2005 ve 2006 yıllarında yarı yarıya hale gelmiştir. İthalatın
artmasında düşük kurun, yüksek liranın etkisi görülmektedir. İthalat daha
baskın hale gelmektedir, yani genel olarak imalat sanayindeki uzun erimli
büyümenin zemini olabilecek olan üretim araçlarının karşılanmasında ithalat
daha etkin haldedir. Makina imalat sanayi dış pazara yönelik üretimini
artırmıştır. İthalatın daha baskın hale gelmesi beraberinde ikinci el makina
alımı gibi sorunları da getirmiştir. Sektör birlik ve kurumlarının yayınlarında
bu konuda şikayetler de belirtilmektedir. Bu şikayetler karşılıklı çatışmayı da
yansıtmaktadır. Zira sermaye yapısı güçlü olmayan imalat sanayi kesimleri
açısından üretim araçlarının ilk elden alınmasıyla ikinci el alınması arasında
yüksek maliyet farkları vardır.189 Bu nedenle artan makina ithalatı içinde bu
dönemde, iç pazarda ikinci el makina ithalatı hızlanmıştır. Makina sektörü, iç
pazara yönelik iyi tanıtım yapamamaktan, yerli makinaların
kullanılmamasından, ithal mallar karşısında iç pazarda etkisiz kalmaktan
şikâyetçidir.
TKB ESAM raporundan derlenerek elde edilen verilere göre, bu dönemde
kapasite kullanım oranları incelendiğinde, makina imalat sanayinin genelde imalat
sanayi ortalama kapasite kullanım oranlarının altında olduğu gözlemlenmektedir (TKB
ESAM, 2007). Ancak son yıllarda başta 291 (motor, türbin, soğutma, taşıma
189
Bu şikayetler sektör dergi ve raporlarında bulunmaktadır. Ayrıca benzer şikayetler için bkz.
Dokuzuncu Kalkınma Planı- Makina ve Metal Eşya Sanayii Özel İhtisas Komisyonunun 28 Kasım 2005
Tarihli 2. Toplantısı Ses Çözümleri,
http://plan9.dpt.gov.tr/oik38_makinametal/2.ToplantiSesCozumu.doc, (2 Eylül 2006).
243
makinaları) olmak üzere 292 kodlu alt sektör de (tarım, orman makinaları, takım
tezgâhları, gıda ve içecek tütün işleyen makinalar) imalat sanayi ortalama kapasite
kullanım değerlerine yaklaşmıştır. Elektrikli ev aletleri içine giren 293 kodlu sektörün
kapasite kullanım oranı genelde en yüksektir. Ele alınan dönemin hemen hemen
tümünde elektrikli ev aletleri üretimindeki kapasite kullanım oranı imalat sanayi
genelinin üzerinde seyretmiştir.
Makina imalat sanayinin üretimi içinde en büyük üretim değerine sahip alt
sektörler sırasıyla, motor ve türbin imalatı (291 içinde); soğutma, havalandırma ve
klima cihazları imalatı (291), takım tezgâhları imalatı (292) ve sanayi kurutucu, yıkama
ve ütüleme makinaları (292) üretimidir. Elbette bunlar içinde aksam ve parça
imalatlarının da bulunmaktadır (MMO, 2008, s.35). Bu kodlama altında geçen soğutma
ve iklimleme makinaları sanayi tipi olduğu için yatırım malı kategorisinde ele
alınmaktadırlar. Yani makina imalat sanayinin üretimi ağırlıklı olarak 291 kodlu genel
amaçlı makinaları, motor ve türbin ile soğutma ve iklimlendirme cihazları imalatını
kapsamakta, bundan sonrasını ise 292 kodlu özel amaçlı makinalar olarak tanımlanan
takım tezgâhları üretimi ile sanayi tipi kurutma, yıkama makinalarının üretimi
izlemektedir. Yine 2008 tarihli bu rapora göre, makina imalat sanayinde en hızlı gelişen
üretim, ara malları (pompa, kompresör, musluk, vana, dişli kutusu vs.) ile aksam ve
parça üretimidir. Üretimde ağırlık orta düşük teknolojinin aldığı paydadır. Rapora göre,
geleneksel (konvansiyonel) makinaların üretimi ağırlıktadır. Dolayısıyla katma değer
açısından kısıtlıdır (MMO, 2008, s.35).
244
Üçüncü sırada yer alan takım tezgâhları imalatı alt sektörü, makina imalatının
can damarı, stratejik alt sektörü olarak ele alınmaktadır. Sektörde 4 büyük firma 2002
yılı itibariyle üretimin %60’ını sağlamaktadır; MMO raporuna göre, bu şirketler
“CAD/CAM, Mekatronik ve Laser teknolojileri, toplam kalite üretimini gerçekleştirmiş
olup AR-GE çalışmalarını hızlandırmışlardır” (MMO, 2008, s.42). Bunların dışındakiler
ise daha küçük KOBİ niteliğinde işletmelerdir. Üretim yapısı açısından %75
konvansiyonel tezgâh üretilmektedir. Ancak geri kalan oran, artan CNC (Sayısal
kontrollü tezgâh) üretimini belirtmektedir ve önemlidir. Bilgi işlemcili sayısal kontrollü
tezgâh (CNC) üretimine yönelme eğilimi vardır. Takım Tezgâhları İşadamları
Dayanışma Derneği’nin (TİAD) yayınladığı raporlara göre, takım tezgâhı satışları
çeşitli sektörlere yönelik yapılmaktadır; ancak önem sırasına göre otomotiv, makina
imalatı, kalıp otomotiv yan sanayi sektörleri bu satışların en çok yöneldiği sektörlerdir
(TİAD, 2006a ve 2006b). TİAD’a göre, “2005 yılında bu sektörlerde yaşanan yatırım
eğilimi takım tezgâhları ve makina sanayine olumlu yansımıştır”(TİAD, 2006a, s.19).190
Gerçekten de takım tezgâhları üretimi dönemin ikinci yarısında hem imalat hem ihracat
açısından önemli oranda artış göstermiştir. 2006 yılında Türkiye takım tezgâhları
üretiminde 1,1 milyar dolarla, dünya üretiminin % 1,9’unu gerçekleştirmektedir
(MMO, 2008, s.41). 1990’ların başıyla kıyaslarsak, o tarihlerde CNC tezgâhlarının
yerli üretimini gerçekleştiren iki şirketin (Tezsan ve Taksan) ürettikleri CNC
sayısı 1991’de 9, 1992 ve 1993’te ise 27 ve 58 adettir (Ansal, 1998, s.222).
3.3.1.3.2 Yatırımlar
Genel olarak imalat sanayine yapılan yatırımlar, 1980 sonrası hızla düşmüş
1990'larda toparlanmış ama 1997'den sonra tekrar azalma eğilimine girmiştir. Bunu
Tablo 3’te görmek olanaklıdır. Tablo 3, 1970 ile 2005 yılları arasında Türkiye imalat
sanayinde sabit sermaye yatırımlarını, bunların özel ve kamu kesimine göre toplam
sabit sermaye yatırımları içindeki payı ve yatırım yoğunluklarını göstermektedir.
190
Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta TİAD’ın sadece takım tezgâhı üretenleri değil,
üretmeden satan firmaları da kapsayan bir dernek olduğudur. TİAD üyelerinin yarısından fazlasının
etkinliği içinde takım tezgâhları, kesici, aparat ve sarf malzemelerinin ithalatı vardır. İmalat yapanlar ise
yarısından azdır. Üyelerin %42’si ithalat yapmakta; ancak %35’inin toplam satışları içinde üretimlerini
payı %80 ile %100 arasındadır.
245
Yatırım yoğunluğu, sabit yatırım değerinin sektörel katma değere oranı olarak
tanımlanmaktadır.
İmalat Sanayi Sabit Sermaye Toplam Sabit Sermaye Yatırımlarındaki Pay Yatırım Yoğunluğu
Yıl Yatırımları
(000 YTL) Toplam Kamu Özel (%)
191
Kamu yatırımlarında 1990–1995 arasında yaşanan az da olsa toparlanma görünümü ve buna bağlı olan
özel kesim yatırımındaki düzelme eğilimini, özelleştirmeye açılan kamu işletmelerinde modernizasyon
çalışmasına bağlamak olanaklıdır, örneğin bu dönemde Ereğli Demir Çelik şirketi ERDEMİR, GAP’tan
sonra en büyük yatırım olarak gösterilen modernizasyon projesini gerçekleştirmiştir. TBMM Tutanakları,
1998, Zonguldak Milletvekili Tahsin Boray Baycık’ın konuşması (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 20
Cilt: 57 Yasama Yılı: 3, 113 üncü Birleşim, 1 Temmuz 1998 Çarşamba), ayrıca bkz. Erdemir Ağ Sayfası
Tarihçe (www.erdemir.com.tr, 2007).
246
MMO raporuna göre, makina imalat sanayinin toplam sabit sermaye yatırımları
içindeki payı ise yalnızca %1,5’dur. Buna karşılık teknoloji düzeylerine göre yapılan
sınıflandırmadan yola çıkarak Yüksel Işık’ın raporunda hesaplanan orana göre, 1990–
2000 yıllarının ortalaması olarak imalat sanayi yatırımlarından makina imalat sanayine
düşen yatırım payı %4,01’dir (MMO, 2004, s.41).
247
araçlarının kısıtlı olmasıdır. Çünkü kamu harcamalarında ihale ile alınan makinalar için
yabancı şirketler ve bunların mali kuruluşları, ya da bankaları uygun ve uzun vadeli
krediler sağlayabilmektedirler. Bu ise makina imalat sanayi açısından rekabet
edilemeyecek bir durum yaratmaktadır.
248
1995–2005 arası dönemde sektörün dış ticareti toplamda üçe katlanmış.
Büyüklük olarak en yüksek dış ticaret hacmi tarım ve orman makinalarında (292)iken
genel amaçlı makina üretimindeki dış ticaret daha yüksek artmıştır. Burada makina
imalat sanayi kapsamına almadığımız 293 kodlu elektrikli ev aletlerinin dış ticaretini
karşılaştırabiliriz. Elektrikli ev aletleri dış ticareti, 1995–2005 dönemi içinde ortalama
% 457 gibi büyük bir oranda artmasına karşın aynı dönemde genel amaçlı makina dış
ticareti %242 oranında artmıştır (TKB ESAM, 2007, s.496).
Makina ihracatının dış ticaret içindeki yerini değerlendirmek için ise aşağıdaki
tablolardan yararlanabiliriz. Sektörün genel (291) ve özel amaçlı makina (292)
üretiminden oluşan alt sektörlerinin katkıları da gözetilerek ihracatı şöyle gelişmektedir:
Yıllar
Bin USD Bin USD Bin USD
249
makina ihracatı genel olarak 291 kodlu alt sektör ihracatındaki artıştan daha yüksek bir
artış göstermiştir. Bu iki alt sektörün ihracatlarının artış hızı birbirlerine son yıllardaki
sapmalar hariç yakın gerçekleşmiştir. Son iki yıl içinde özel amaçlı makina imalat
sektörü daha hızlı bir artış gerçekleştirmiştir.
Buna karşılık, özel amaçlı makina alt sektörünün toplam ihracattaki payı, genel
amaçlı makina ihracatının payından daha yüksek gerçekleşmiştir.
Yıllar 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
291 0,93 1,12 1,07 1,24 1,30 1,50 1,56 1,62 1,76 1,84 1,99
292 1,08 1,39 1,58 1,67 1,83 1,98 1,86 2,03 2,43 2,03 2,32
Kaynak (TKB ESAM, 2007, s.498) verilerinden derlenmiştir.
TUİK verileri üzerinden hazırlanan TKB ESAM raporu ile sektör birliklerinin,
örneğin MİB’in ya da OAİB’in hazırladığı raporlardaki (OAİB, 2007b) ihracat
rakamlarında farklılık gözükmektedir. İlkinde 2005 yılı toplam makina ihracatı 3
milyon dolara yakın iken, sektör birliklerinin ihracat rakamları, aşağıda 84. fasıl
tablosunda görüldüğü gibi 2005 yılı için 5 milyon doları aşan bir ihracat göstermektedir.
İkisi arasındaki farklılığı açıklamak için 84. fasılda yer alan ama 291 ve 292’de
yer almayan büro makinalarının ihracat rakamı yeterli olmamaktadır. Bu durumda tek
192
Gardner yayıncılığın yayınladığı rapora göre, takım tezgâhları ihracatı dönemin sonunda, 2005 yılında
dünya ihracatında 18. sıradayken 2006 yılında 16. sıraya yükselmiştir. Dünya takım tezgâhları ithalatında
ise Türkiye 2006 yılında 9. sırada yer alıyordu (Kalıp Dünyası Dergisi, 30 Mart 2007).
250
bir sınıflandırmaya bağlı kalmak ve mutlak büyüklükleri olmasa da eğilimleri bu
sınıflandırma üzerinden incelemek en tutarlısı olacaktır. Ancak ilerlemeden önce TKB
ESAM’ın, dolayısıyla TUİK’in verilerini, sektör birliklerinin topladıkları veriler ile
karşılaştırmak, bunları sınamak açısından bir karşılaştırma yapabiliriz. Burada iki
verinin birbiri karşısında tutarlılığından çok, yani mutlak büyüklüklerin uyuşup
uyuşmadığından çok, eğilimlerin aynı olup olmadığını sınayacağız. Zira TUİK’in
verilerinde olduğu kadar esas olarak Makina İmalatçılar Birliği ya da OAİB gibi sektör
birliklerinin veri toplama, envanter oluşturma konusundaki şikayetleri bizzat
kendilerince de özellikle 2000’li yılarla birlikte sık sık dile getirilmiştir. Her iki birlik de
son yıllarda Makina Sanayi envanteri oluşturmak için çalışmalarını tamamlamışlardır.
Bu sınamayı yapmak için eğer Makina imalat sanayini, 84. fasıl olarak alırsak,
ihracatın gelişimi şöyledir:
1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
810.588 985.832 1.175.481 1.275.949 1.423.987 1.749.495 2.142.459 2.994.073 4.130.648 5.246.237
Kaynak DTM.
Burada hemen belirtmek gerekiyor ki, makina imalat sanayi her iki
karşılaştırmaya göre de Türkiye ihracatında ilk sıralarda yer almaktadır. Örneğin, 2006
yılı itibariyle 84. fasıl ihracatta 3. sıradadır. İlk iki sırayı motorlu kara taşıtları ile giyim
sanayi almıştır. Makina imalat sanayini izleyen ise elektrikli makina ve cihazlar, yani
elektrikli ev eşyası sektörüdür. Yine 2006 yılı verilerine göre, 84. fasıl ithalatta ise 2.
sıradadır.
251
Tablo 21 M akina Sektörün ü n İth alatı
Makina imalat sanayi ithalatında en büyük payı özel amaçlı makina ithalatı
almıştır. Bu alt sektörün ithalatı, 2002 ile 2005 yılları arasında 3,8 milyar dolardan %84
artarak 7 milyar dolara çıkmıştır. Aynı dönemde genel amaçlı makinaların ithalatı yakın
bir artış oranıyla, 2,5 milyar dolardan 4,6 milyar dolara çıkmıştır. Burada takım
tezgâhlarının, özel amaçlı makinaların (tarım ve inşaat makinaları, tütün işleme ve
tekstil makinaları) 292 kodlu alt sektöre girdiklerini tekrar hatırlatmak gerekiyor.
193
İmalat sanayi genelinde incelediğimiz ikinci dönemde ithalat yükselmiştir, dış ticaret açığı vardır ve
artma eğilimindedir. Üstelik Türkiye, 2004 yılında %40 gibi bir ithalat artışı ile dünya rekoru kırmıştır.
252
İlk veri seti TUİK (TKB ESAM) veri setidir, ikinci veri seti ise OAİB ve MİB’in yer
yer kullandıkları 84. fasıl dış ticaret veri setidir.
GTİP 84. fasıl üzerinden makina imalat sanayinin dış ticaret rakamlarını
değerlendirip karşılaştırmak ve verilerimizi sınamak için bu fasıl ürünlerinin dış ticaret
rakamlarına da bakarsak, 84. fasıl ürünlerin ithalatı incelediğimiz dönemde şöyle
gerçekleşmiştir.
1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
8.56 9.29 9.05 6.5 7.96 6.38 8.24 10.38 13.57 16.51
Kaynak DTM verileri.
84. fasıl olarak ihracat ve ithalatı karşılaştırırsak, şu sonuçlara varırız: 84. fasılda
291 ve 292’ye ek olarak büro ve bilgi işlem makinaları bulunmaktadır. Bunların genel
istatistiklere etkisinin fazla olmadığını göstermek açısından şu verileri verebiliriz. 2004
yılında büro makinalarının ihracat değeri 44 milyon dolar, 2005 yılında 60 milyon
dolardır (Yıllara göre yaklaşık 84. fasılın yüzde biri civarında seyretmektedir).
Dolayısıyla yukarıdaki iki farklı veri seti yani sektörü ISIC sınıflandırması ile 291+292
olarak ele aldığımız veri seti ile 84. fasıl olarak ele alan veri setleri arasında (TKB
ESAM raporu ile Dış Ticaret Müsteşarlığının 84. fasıl verileri), yapılan ihracat ve
ithalat karşılaştırmaları benzer eğilimler ortaya çıkarmaktadır. Mutlak büyüklükler
olmasa da yıllara göre, eğilimler benzerdir. Bu nedenle ISIC Revize 3 kullanan TUİK
verilerinden ve TKB ESAM raporundan yararlanarak, ihracat ve ithalat karşılaştırması
üzerine, alt sektörler üzerine sonuçlar çıkarmak anlamlı gözükmektedir. Dahası TUİK
verilerini ve TKB ESAM raporunu, kimi sınırlar dahilinde, çalışmanın ilerleyen
bölümlerinde kullanmak için gereken sınama yapılmış olmaktadır.
253
farklılaşma) gerçekleşmiştir. Bu kırılma noktasından sonra ihracat önceki döneme göre
daha hızlı artmıştır. Yine tabloların ve grafiğin gösterdiği bir başka gerçek 2001 yılına
kadar ithalatın azalma eğilimine karşın 2001 krizi sonrasında hızla artış eğilimine
girmesidir. Mutlak büyüklük olarak ithalat rakamlarının ihracatın çok üzerinde olması
gerçeğinin yanında 2001 sonrasında ihracattaki artış hızı ithalattaki artış hızını
geçmiştir. 2002’de 1,23 milyar dolar olan ihracat, %140 artarak 2005’te 2,97 milyar
düzeyine ulaşmıştır. Buna karşılık aynı dönemler içinde ithalat, 6,28 milyar dolardan
11,63 milyar dolara çıkmıştır; ki bu %85 artış demektir.
254
kullanmayı tercih etmesinin ötesinde eğer sektörün ithal girdi tercih etmesi olarak
açıklanacaksa, MİB’in yaptığı söz konusu araştırma, farklı bir sonuç ortaya
çıkarmaktadır.
Tam da burada ithal girdi kullanımı ile “ithalata bağımlılığı” birbirinden ayırmak
gereklidir. İç pazarın ithal makinalar tarafından karşılanma düzeyi ithalata bağımlılığı
oluşturmaktadır. Ancak bu oran, ithal girdi kullanımından farklıdır. İthal girdi kullanımı
ise makina üretiminde girdi olarak kullanılan ürünlerin ithal edilmesi ile ilişkilidir.
Kuşkusuz iki oranın örtüştüğü noktalar bulunmaktadır; ister özel amaçlı ister genel
amaçlı olsun makinaların ithalatı içerisine bu makinaların aksamlarının ithalatı da
girmektedir. Dolayısıyla bu makina aksamlarının ithalatı, yerli makina üretiminde girdi
olarak kullanılabilmektedir. Ancak burada toplulaştırılmış makina ithalatına bakarak
ithal girdi oranını belirlemek eksik olacaktır.
Makina imalat sanayi ihracatının yapıldığı iki temel alan AB ve ABD’dir. 1990–
2005 dönemi değerlendirildiğinde AB’ye olan ihracat %40’lar civarında seyretmiş, son
yıllarda bu oran %38’lere düşmüştür (MMO, 2006). Aynı dönemde ABD'ye olan
ihracat, % 5'ten % 11,5'a çıkmıştır, Ortadoğu ülkelerine yapılan ihracat ise son
yıllarda % 9,0 civarındadır. Rusya'ya olan makina ihracatı 2004 yılında % 4,0
civarında kalmaktadır.
İhracat ile birlikte ithalatın artması, bunun içinde AB ülkelerinin büyüyen payı
ile birlikte düşünüldüğünde makina imalat sanayinin ihracat konusunda özellikle ikinci
dönemde gösterdiği gelişme ihtiyatla karşılanmalı, buna karşılık ithalatta, özellikle de
özel amaçlı makinalar ithalatındaki hızlı büyümeye dikkat edilmelidir. Sektör
derneklerinin genel şikâyetleri arasında “ikinci el makina ithalatı”nın sınırlandırılması
ön plana çıkmaktadır194. Öte yandan da makina ithalatındaki hızlı büyüme, içeride
194
Örneğin Metalmakina dergisi 161. sayıda Mumak şirketi Genel müdürü Yusuf Öksüzömer bu konuda
genel şikayeti dile getirmektedir.
255
üretken sermayenin etkinliğine dair bir işaret olarak gösterilebilir. Burada düşülmesi
gereken tek kayıt, Takım Tezgâhı İşadamları Derneği’nin (TİAD) üye yapısının da
gösterdiği gibi, takım tezgâhının içeride imalatının yanında ithalatçıların, aynı anda hem
imalat hem de ithalat yapanların ağırlığı, bu ithalatın tekrar ihraç edilmesi üzerine
işleyen firmaların sektör yapısındaki yeri ve ağırlığıdır. Yani ithal edilenlerin başka
ülkelere ihraç edilmesi, iç pazara giren ithal makinaların ne kadarının üretken
sermayenin işlev görmesi için kullanıldığı konusunda belirsizlik yaratmaktadır.
MİB Başkanı Arslan Sanır ithalatın artmasını belli başlı birkaç nedene
bağlamaktadır (Metalmakina dergisi, sayı 162). Yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve
uygulanması için makina imalatçıların markalaşmış ithal girdilere yönelmesi, kurun
düşüklüğünün getirdiği maliyet düşüklüğü, kamu kuruluşlarının kredi vb. gibi
nedenlerle ithal makinaları tercih etmesi, büyük presler195 gibi bazı makinaların
Türkiye’de yapılamıyor olması…
195
Otomotiv sanayinde kullanılan büyük transfer presleri, bu işlerde uzmanlaşmış ve marka haline gelmiş
şirketlerce Japonya, Almanya ve ABD’de yapılabilmektedir.
196
Karş. (MMO, 2004, s.115) ile (MMO, 2008, s.119).
256
3.3.1.3.4 Dış Ticaretin Bileşimi:
Makina imalat sanayinin ihracat ve ithalattaki diğer bir önemli kalemi klima ve
soğutma makinalarıdır. Türkiye’nin bu alandaki ihracatı, 2005 yılında dünya ihracatının
%0,96'sıdır. Son beş yılda (2001–2006) ihracat yaklaşık dört kart artmıştır. Bununla
birlikte, sektörde ithalat artışı ihracattan daha düşük gerçekleşmiştir. 2006 yılında
ihracat 427 milyon dolara yakın, ithalat ise 395 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.
Takım tezgâhları alt sektöründe ihracat ve ithalat ise şu durumdadır: 2006 yılı
verilerine göre, Türkiye’nin takım tezgâhı ihracatı, dünya ihracatının %0,4’dir. İhracatta
dünyada 24. sıradadır. İthalatta ise dünyanın %1,7'si oranında ithalat gerçekleşiyor.
OAİB'e göre takım tezgâhları ihracatı makina imalat sanayi ihracatı içinde 3. sırada yer
alıyor. Takım tezgâhları içerisinde incelediğimiz dönemin sonuna doğru ihracatı en çok
gelişen sac işleme makinalarıdır. İthalat açısından değerlendirirsek, takım tezgâhları
257
ithalatta makina sanayi içinde ön sıralardadır. OAİB iştigal alanına göre Makina
sektöründe ithalat yapanlar içinde ikinci sırada takım tezgâhları vardır. Bu açıdan en
çok ithalat yapan ikinci alt sektördür. 2006'ya gelindiğinde ithal edilen en büyük kalem
“metalleri dövme, işleme, kesme, şataflama presleri, makinaları”, ithalatı en çok artan
kalemin ise “elektrik, lazer, ultrasonik vb. çalışan lehim, kaynak cihazları” olduğu
görülmektedir (OAİB, 2007b, s.24).
İncelediğimiz dönemin sonu, yani 2005 yılı itibariyle takım tezgâhı dış
ticaretinin bileşimi şöyledir: bazı özel sac işleme makinaları ithalatta ilk sıradadır (%
26), ardından işleme merkezleri (% 22) geliyor. Bundan sonra ise CNC tornalar ve
genel olarak tornalar (% 19.7) gelmektedir. Buna karşılık takım tezgâhları ihracatımızda
ise ön sırayı sac işleme makinaları (% 71.18) almaktadır. Bunun ardından payı küçük
olsa da CNC torna grubu (% 7.5) gelmektedir. Yalnız bilgisayar kontrollü sayısal
torna tezgâhlarının (CNC) son yıllarda ihracatı hızla artmaktadır. Dönemin MİB
başkanı Arslan Sanır’ın beklentisi yakında ihracatta önemli bir pay alacağı yönündedir
(Metalmakina dergisi, sayı 162). Üstelik yine Sanır’ın belirttiğine göre, sac işleme
makinalarının dış ticaretteki ağırlığının azalmaya başlamasıyla birlikte CNC tezgâhların
belirleyiciliği artmaktadır. CNC torna ve işleme merkezleri, teknoloji yoğun bir
üründür. Bunların imalatı ve ihracatı artış göstermektedir. Bu bölüm içinde
değindiğimiz gibi sektörün ilk beşyüze ya da bine giren şirketleri arasında takım
tezgâhı üreten, CNC üretiminde uzmanlaşan ve yatırımları artan şirketler önemli
bir yer tutmaktadır. Bu, makina imalat sanayi açısından, sanayinin geneli olmasa bile
belirli bir kesimi için teknolojik düzeydeki gelişme eğilimlerini göstermesi yönünden
anlamlı bir veridir.
258
3.3.1.3.5 Teknolojik Düzey, İşgücü Niteliği, Katma değer ve verimlilik yapısı
Tanımı gereği makina imalat sanayinin özelliği, teknoloji yoğun bir sektör
olmasıdır. Yani üretim sürecinde yüksek teknoloji kullanım oranı fazladır. Burada
üretim sürecinde teknoloji kullanımı ile üretilen ürünün teknolojik düzeyi arasındaki
ayrıma dikkat etmek gerekir. Gerek bu ayrım açısından gerekse de makina imalat
sanayine dair son yıllara kadar sağlıklı bir envanter tutulamaması nedeniyle, bu gibi
göstergelerde raporlar arasında epey bir karışıklık ortaya çıkartmaktadır. Buna teknoloji,
Ar-Ge ve mühendislik konusundaki verilerin, envanterin yetersizliği de eklenmelidir.
İlki ürünler açısından, ikincisi ise üretim süreçleri açısından makina imalat
sanayini almaktadır. Ancak üretim süreci olarak yüksek teknoloji uygulayan her 100
firmadan 65’i makina sanayinde yer alırken, ürün teknoloji düzeyi bu kadar düşük
(sadece 50 firma) olamaz. Akla uygun tek yanıt, 1999 yılında yapılan araştırmanın,
genelde makina kapsamına alınan elektrikli ev eşyası ile elektrikli makina üretimini de
kapsama dahil etmesidir. Arçelik vd. gibi şirketler de bu kapsama alındığında %65 gibi
bir oran, Kongre sonuç bildirisindeki değerlendirmeyle tutarlı hale gelebilir. Çalışma
boyunca olanaklı olduğu kadar bu ayrıştırmaya titizlik gösterilmiştir. Ancak sektörün
tüm dağınık yapısına karşılık yaşanan merkezileşme de çarpıcı biçimde görünmektedir.
Binlerce farklı düzeylerde, çoğu geleneksel üretim araçları ile geleneksel tezgâh,
makina, pompa, parça ve bileşenleri gibi ürünler üreten küçük ve orta ölçekli
259
işletmelerin içinden sivrilen, sektörün genelinin sayısal verileri üzerinde ağırlığını
koyan şirket sayısı bu sayıdan çok azdır.
Ürünleri açısından ise daha önce de belirttiğimiz gibi, sektör orta düzey teknoloji
sınıfında üst sıralarda yer almaktadır. İçten yanmalı motorlar ve türbinleri ile takım
tezgâhları üretimi yüksek teknoloji grubuna daha yakın olarak görülmektedir.
Makina Mühendisleri Odası Makina İmalat Sanayi Oda Raporuna göre, 2004
yılında Türkiye'de imalat sanayi yatırımlarının % 4,5'u orta-yüksek teknoloji grubuna
yapılmaktadır. Buna karşılık orta yüksek teknoloji grubunun yarattığı katma değer toplam
katma değerin %22,9’unu bulmaktadır (MMO, 2006a). Aynı yıl içinde toplam katma
değerden yüksek teknoloji %5,5; orta-düşük teknoloji %37; düşük teknoloji ise %34
pay almaktadır. 2004 yılındaki bu oran örneğin Yunanistan, Portekiz, Meksika gibi
ülkelerin teknolojik bileşiminden daha fazla orta ve yüksek teknoloji ağırlıklı bir
orandır. Üstelik İtalya’nın teknolojik bileşimine yakındır. Teknolojik bileşimde 2004
yılı verileriyle gözüken bu gelişmeye karşılık yatırımların kompozisyonunun düşük
kalmasının açıklamasını yatırımları düzenlemeyen devlet ve planlamanın eksiklerinde
aramak ise sermaye birikiminin bugünkü gelişimini, devletin buradaki yerini
kavrayamayan, devleti sermayenin üstünde planlayıcı ve düzenleyici bir kurum olarak
gören bir anlayış olacaktır.
260
olarak %24,9 artış gerçekleşmiştir. 2007’de ise miktar bazında ihracat artışı %15,1;
değer olarak artış ise %33,9’dur. Yani bir yıl içinde ihracat miktar olarak daha az artmış
olmasına rağmen, değer olarak daha fazla artmıştır. Bu dönemde kurdaki değişimlerin
bu değişim oranında daha az olduğu dikkate alınırsa, birim miktar başına içeriğin yani
birim miktarın fiyatının daha pahalı olduğunu gösterir, kurdaki değişimi arındırırsak
daha pahalı mallar ihraç edildiği ortaya çıkar. Bu da teknolojik bakımdan daha gelişmiş
makinalara yönelindiği anlamına gelir (MİB Bülteni, Ocak 2008). İncelediğimiz
dönemde (özellikle ikinci yarısında) üretilen ürünün, makinanın teknolojik düzeyi
gelişmiştir.
261
Makina imalat sanayinde firmaların %42'sinde hiçbir Ar-Ge çalışması
yapılmamaktadır. Üretime yönelik firmaların yalnızca % 17'sinde Ar-Ge bölümü
bulunmaktadır. Şirketlerin %36’sında mühendis istihdam edilmemektedir. %33’ünde
teknisyen/tekniker çalıştırılmamaktadır.197
2002 yılı verilerine göre (MMO, 2004, s.116) sektörde patenti alınmış ürün
sayısı 397 iken bu sayı 2006 yılında 446’ya çıkmıştır (MMO, 2008, s.120). Bu
rakamların yeni başvurular değil de, o güne kadar alınmış toplam ürün patentleri olduğu
düşünülürse, artma olsa da düşük bir patent sayısıdır.
Makina imalat sanayi, üretim araçları üretiminin can damarıdır. Yatırım malları
sınıflandırması içinde bu nedenle temel bir yer tutar. Bu yüzden teknoloji sektör için
belirleyici bir yere sahiptir. “Engineer” karşılığıyla mühendislik kavramının özgün
kökeni ve doğuşu da makina ve motor ile doğrudan bağlantılıdır. Makina imalatı, zanaat
ile bilim arasındaki ilişkiyi anlamak için ilk ipuçlarının bulunabileceği temel bir alandır.
İlk makina imalat süreci, kendi başına makina üzerine yoğunlaşan bir manifaktür ya da
atölyeden doğmamıştır. Aksine tekstil, dokuma gibi sanayi kollarında çalışan nitelikli
işçilerin, zanaatkarların üretimi kolaylaştırmak üzere geliştirdikleri aletlerin bu atölyede
üretilmesinden giderek bu aletleri ve makinaları üretmek için sadece bu konuda çalışan
atölye ve manifaktürler kurulmasına giden bir süreç olarak gelişmiştir (Clegg, 1979).
Makina imalat sanayi, üretim araçlarının üretimi olduğu kadar, bilimin ve teknik
gelişmenin rasyonel bir disipline kavuşmasının da izlenebildiği bir süreç olmuştur.
197
Bu veriler yakın tarihlidir, IV. Makina Tasarım ve İmalat Teknolojileri Kongresi sonuç bildirgesinden
ve bu kongrenin açılışında MMO Yönetim Kurulu Başkan Vekili Nergiz BİLGİN’in yaptığı konuşmadan
derlenmiştir.
262
• Teknolojinin imalat süreci üzerindeki rolü
2006 yılındaki bir rapora göre, makina imalat sanayinde bu alanda ortaya çıkan
son uygulama ise “ortak tasarım”dır (MMO, 2006a). Ana firma ile tedarikçi şirketin,
aparat, parça, bileşen, tertibat ya da sistemi ortak tasarlaması anlamına gelmektedir.
Rapora göre bu tasarım biçimi “özellikle ürünün kalite-maliyet optimizasyonunda”
önem kazanmaktadır. Ancak Türkiye açısından bu uygulamanın incelediğimiz dönem
içerisinde zemini oluşmasına karşılık, sektörün parçalı ve dağınık yapısı nedeniyle
henüz etkinleşmesi olanaklı olmamıştır. Ortaklaşma çabası, ortak tasarım ya da Ar-Ge
çalışmasından önce, sektör birliklerinin yanında satın alma birliği kurmakla başlamıştır.
Araştırma geliştirme çabalarının maliyeti bireysel sermayelerin kendi çaplarında
karşılanabildiği kadar yürütülmekte, TÜBİTAK, TTGV, DTM gibi kuruluşlardan Ar-Ge
destekleri ancak belirli bir sermaye büyüklüğüne gelmiş şirketler için olanaklı olmakta
ve görünmektedir. Yan sanayinin ve sektörde buna uygun kümelenmelerin oluşturulması,
parçalı ve dağınık yapı içinde büyüyebilen sermaye kesimlerinin de beklentisini ve
ihtiyacını oluşturmaktadır.198 İthalatın artmasında, girdilerin ithal edilebilmesi ve kurun
buna uygun olmasının payı vardır. Ancak makina imalat sanayinde birikim ve
merkezileşme eğiliminin önde gelen şirketleri kura dayanan bu girdi maliyetleri
düşüklüğünün daimi olamayacağını görmektedirler. Bu nedenle yan sanayinin
oluşturulması, buna yönelik ürün geliştirme teknolojisinin rekabet için gerekli olduğunu
giderek daha fazla görmektedirler.
198
TİAD da, AB’nin talaşlı imalat ve saç parça imalatını birlik dışındaki ülkelere kaydırma eğiliminden
bahsetmektedir. … artık dünya çapındaki otomotiv üreticilerinin yan sanayi, parça üretimi hızla ya AB
adayı gelişmekte olan ülkelere ya da AB dışındaki ülkelere kayacaktır” (TİAD, 2006b, s.37).
263
Örneğin, Şahinler Metal Makina Endüstri A.Ş'nin ihracat departmanından Erman
Karataş bu konuda şunları söylüyor (MetalMakina, 2006, Sayı 162):
264
sözleşmesini yapıyor ve imalata geçiyorsunuz. Dolaylı olarak Ar-Ge
gerçekleşmiş oluyor.
199
Mumak Makina Genel Müdürü Yusuf Öksüzömer şunu söylüyor: “Son yıllarda üretim gamımız biraz
değişti. Küçük tonajlı makinaları daha az üreterek daha büyük tonajlı ve daha özel spesifik makinalar
üretmeye başladık. Proje firması olmaya doğru ağırlık verdik. Çünkü yoğun üreticilerin olduğu bir pazar
ve siz ancak belli farklılıklarınızı müşteriye empoze ederek pazarda tutunabilirsiniz. Eğer böyle
olmazsanız sizi sadece fiyat kriterleriyle değerlendirirler” (Metal Makina,161. sayı).
265
Ama öte yandan, imalat sürecine yönelik teknoloji böyle sınıflandırılırken, yeni
üretim teknolojilerinin, imalat teknolojileri ile yönetim teknolojilerini birleştirdiği
örnekler de belirtilmektedir. Bilgisayarla bütünleşik üretim uygulamaları (CIM, SAP),
üretim sürecinin bilgisayar ile kontrol edilmesini, üretim hattı ile yönetim arasındaki
bilgilenme, denetleme, yönetim hızını artırmakta, hassasiyetini yükseltmektedir.
266
Tablo 23
M akina Alt Se kt örlerini n Ar-Ge Harcama Payları
Sanayi fırını, ocak vs. imalatı 0,2 0,2 0,3 0,4 0,3 0,4 0,4
Gıda, içki, tütün mak. 0,4 0,5 0,4 0,8 0,9 1,0 1,0
Kauçuk, plastik vs. işleme 0,3 0,4 0,3 0,5 0,3 0,4 0,4
Tablodan görüldüğü gibi Ar-Ge harcamasının yoğun olduğu alt sektörler, takım
tezgâhları, gıda, içki ve tütün işleme makinaları, kâğıt, karton ve baskı makinaları ve
diğer özel amaçlı makina alt sektörleridir. İçten yanmalı motorlar, pompa ve komp-
resörler, soğutma-havalandırma cihazları alt sektörlerinde Ar-Ge’ye ayrılan fonlar
yetersizdir.
200
“Almanya’da yapılan bir araştırma, makina imalatının tüm sektörler içindeki yüzdesinin % 12
olduğunu, 2005 yılı harcamalarında Ar-Ge’ye ayrılan payın % 3,8 … olduğunu saptamıştır” (MMO,
2008, s.117).
267
payı %1,3 ile bu orana daha yakındır. Makina imalat sanayi içinde takım
tezgâhlarının payı, üretim ve ihracattaki payının görece büyüklüğü dikkate değerdir.
2002 yılı gibi kriz dönemi verileriyle değerlendirildiğinde bile, takım tezgâhları üretimi
(2,63 milyar dolar), inşaat ve maden makinalarından (2,86 milyar dolar) sonra makina
imalat sanayi içinde en büyük üretim değerine sahiptir (MMO, 2008, s.36).
2004 yılı verilerine göre, sektörel açıdan araştırma geliştirme etkinliklerine firma
cirolarından ayrılan payların son 10 yıl içindeki durumu şöyledir: İlk iki sırayı,
elektronik ve elektrik makinaları almaktadır. Ar-Ge harcamaları elektrikli makinalarda %
1,5'a kadar çıkmaktadır. Üçüncü sırayı otomotiv almakta ardından makina imalatı
gelmektedir. Makina imalatında işletmelerin cirolarından araştırma geliştirme
etkinliklerine ayrılan pay 2000 yılı itibariyle % 0,8'i bulmaktadır. Bu oran 1995 yılında
0,3 iken bu noktaya yükselmiştir. Yukarıdaki tablo, bu oranın yükselme eğiliminde
olduğunu göstermektedir. Sektörel birliklerin ve kurumların öngörüsü bu payın % 1,5'a
ulaşması kaydıyla, sektörün özgün ürün tasarımı yapmaya başlayabileceği yönündedir
(MMO, 2004), (TİAD). Takım tezgâhları sektörünün Ar-Ge harcamaları 1996’da %0,6
iken bu oran 2005’te %1,3’e çıkmış; yani bu sınıra yaklaşmıştır. Bu bölümde örnekleri
görüldüğü gibi tasarım yönünde altsektörde önemli değişiklik gerçekleşmekte, sektörün
üzerinde bu yönde basınç artmaktadır. Zaten makina imalat sanayi içinde ele aldığımız
dönemde Ar-Ge’ye en çok pay ayıran sektörlerin başında da Takım tezgâhları sektörü
gelmektedir.
Yine TUİK verilerine göre, makina imalat sanayinde teknolojik yenilik yapan
firma oranı 1995–1998 yılları arasında, %38,1 iken, 1998–2000 yılları arasında bu oran
%50,8’e çıkmıştır. 2002–2004 yıllarında ise %52,17 olmuştur.201 Yani yenilik eğilimi
artmaktadır.
Henüz yeni gelişmekte olan sektörel bazlı envanter çalışmaları dikkate alınırsa,
Ar-Ge destekleri ile bunun envanterinin tutulmasında da kimi sıkıntılar vardır. Sektör
birliklerinin yayınlarında Ar-Ge çalışmaları, Ar-Ge çalışanlarının verilerini bulmak zor
201
TUİK, yenilik kavramını geniş tutmaktadır. Ürün yeniliği (hizmet ve mal olarak), süreç yeniliği,
organizasyon yeniliği, pazarlama yeniliği, yenilik tanımları içinde geçmektedir.
268
olmaktadır. Buna karşın Ar-Ge çabaları önemli artış göstermektedir. OAİB raporunda
(2007a, s.8) bu konuda şu dile getirilmektedir:
Yenilik ve araştırma geliştirme ile ilgili makina imalat sanayine dair derli toplu
bir araştırma bulunamadığı için, patent başvuruları gibi sonuçlardan hareket etmek fikir
verebilir. İstanbul Sanayi Odası’nın 2006 yılı açıkladığı ilk beş yüze giren makina
imalatçılarının patent sayıları şöyledir (Dünya Gazetesi, 7 Ağustos 2007):
68. sıradaki Türk Traktör şirketi, Koç Holding’e bağlıdır, tarım makinaları
üretmektedir ve 2 patenti kayda geçmiş. 88. sıradaki Uzel Makina de başka alanların
yanı sıra tarım makinaları üretmektedir, 2006 yılında 4 patent tescil ettirmiştir. 159.
sıradaki Hema Endüstri A. Ş, savunma sanayi, otomotiv gibi farklı alanların yanında
dişli ve makina da üretmektedir; 14 patenti vardır. 205. sıradaki Hidromek Makina
Şirketi'nin 7 patenti vardır. 301. sıradaki Durmazlar Makina şirketinin de patent sayısı
7’dir. Bu yıl içinde ilk 500’e giren şirket içinden sadece 88’inin patent sahibi olduğu, bu
önemsiz bir oran değildir.
Ancak ağırlığı KOBİ niteliğinde olan, elindeki sınırlı sabit sermayeyi etkin
kullanma olanağı bulunmayan, geleneksel takım tezgâhları ile iş yürüten şirketlerden
oluşan makina imalat sanayinin hepsi açısından aynı nitelikte Ar-Ge ihtiyacından
bahsetmek yanlış olacaktır. Burada makina imalat sanayi de bireysel sermayelerin
eşitsiz gelişmesinden, sektörel temelde sermayenin merkezileşmesinden muaf değildir
böyle de olamaz. Bu yüzden özellikle ihracata yönelik üretim yapan ve bu üretimini
incelediğimiz dönemin ikinci yarısında belirgin bir biçimde geliştirerek önce çıkmış
şirketler açısından Ar-Ge ve teknoloji geliştirme özel bir anlam taşımaktadır. Belirli bir
düzeyde birikim sağlamış, ilk bin firma arasında yer alan bu türden şirketler ile makina
269
imalat sanayinin genelini oluşturan parçalı, KOBİ niteliğindeki yapının araştırma
geliştirme ihtiyaçları da, bu etkinliğe biçtikleri anlam da değişmektedir. Üstelik bu iki
kesimin ihtiyaçlarının ayrışmasını MÜSİAD202 Başkanı Ömer Bolat, farklı bir biçimde
dile getirmektedir. Bolat (Aksiyon Dergisi, Sayı 467), son dönemde yasalaştırılması
gündemde olan Ar-Ge teşviklerinin sonuçlarının hangi işletmelere nasıl yansıyacağına
dair ipuçları verirken, bu işletmelerin finans gibi Ar-Ge olanaklarından yararlanmasının
kısıtlarını da göstermektedir:
İlk bin firma arasına giren sektör şirketleri için araştırma geliştirme, ürün, üretim
süreci, yönetim teknolojileri yönünde tasarım, nitelikli işgücünü buraya yönlendirme
anlamı taşımaktadır. Ancak buradan kestirme biçimde temel araştırmalara yönelik bir
Ar-Ge çalışmasının da olgunlaşmış ve yapılmakta olduğu çıkarılmamalıdır. Bu kesim
açısından makina imalatının temel parçalarına, örneğin endüstriyel otomasyon
elektroniğine dair temel araştırmaların üretici bazında yapılmasına pek
rastlanmamaktadır.203 Sektörün geneli açısındansa araştırma geliştirme etkinliği imalat
sanayinin genelinde olduğu gibi yeterli bir düzeyde değildir.204
Makina imalat sanayi, soyut bir alan değildir, Türkiye imalat sanayi içinde,
dünya kapitalizmiyle bağlı biçimde var olmaktadır. Üretimin teknolojik değişimi
202
Müsiad üyeleri arasında makina imalat sanayi içinde önde gelen, ilk bine giren şirketler bulunmuyor.
Daha çok Anadolu’ya dağılmış küçük işletmeler halindeki makina işletmeleri var. Ancak ağırlığı
distribütörler ve makina ve teçhizat ticareti yapan şirketler oluşturuyor.
203
Örneğin, ihracatta son yıllarda ön sıralarda yer alan Durmazlar Makina, henüz 1980’lerde yaptığı
anlaşmayla bilgisayar kontrollü tezgâh ve son olarak lazerli tezgâh üretmek için temel otomasyon
mekanizmalarını Türkiye’de firması bulunan Bosch Rexroth şirketinden almaktadır.
204
İlk bine giren firmalar açısından istihdam edilen nitelikli işgücü, mühendisler ürün ve üretim süreci
tasarımı içinde etkin bir yer edinebilme şansına sahiplerken, daha küçük olanlar açısından sektör
dergilerinde, toplantılarda dile getirilen şu şikayet anlamlıdır. Makina imalat sanayi, temelde bir
mühendislik sanayisidir. Ancak küçük bireysel sermayeler açısından nitelikli işgücü, mühendisler,
araştırma geliştirme ve tasarım niteliğinden daha çok “atölye şefi” olarak kullanılmaktadır. “Yıllarca aynı
tasarıma göre imalat yapan ve geliştirmeye önem vermeyen firmaların pazardaki konumlarını korumaları
ve mevcut platformda yaşamlarını sürdürmeleri gittikçe zorlaşmaktadır. Günümüzde makina imalatı
yapan bazı firmaların bünyesinde tek bir mühendis dahi bulunmamakta, bazılarında ise mühendisler
atölye içinde formenlerin yapması gereken işlerde istihdam edilmektedir” (MİB Bülten, Aralık 2006).
270
bireysel sermayelerin öznel tasarrufları ile “el yordamıyla” gelişse de bu bireysel
sermayelerin belirli bir toplamının izlediği patika gözlemlendiğinde, üretimdeki
teknolojik gelişimin yönü kar oranlarını yükseltmek yönünde ilerlediği görülebiliyor.
Dışarıdan gelen koşullar olarak görülen, dünya kapitalizminin kriz dalgaları, içeriye
mali krizler biçiminde yansısa da, bu yansımalar somut biçimlerini, içeride eklemlenmiş
sermaye dinamikleriyle buluyorlar. Makina imalatçıları 2001 krizi sonrası liranın
değerinin yükselmesinden, ithalatın artmasından, iç pazara yönelik üretimlerinin
kısıtlanmasından ve ihracatta düşük kur etkisinden şikâyet ediyorlar. Düşük kur ile
yüksek faizin üretim kadar bu üretimin ek sermayesinin yaratılması ve kullanılmasında,
yani finansmanda da sorun yarattığından bahsediyorlar. Cari açığın artışının finansal bir
kriz olarak yansıyabilecek etkileri, içeride, yani makina imalat sanayinin bünyesinde bu
sorunlar olarak ortaya çıkıyor. Ancak kurun, işgücü maliyetinin üzerlerinde yarattığı
maliyet baskısını, finansman sorunlarını aşmak sektörün geneli için değil, belirli
kesimleri için mümkün olacak. Burada sermaye birikiminin çelişkili doğasını göz
önünde bulundurduğumuzu ve imalat sanayinde olduğu gibi makina imalat sanayini
değerlendirirken, onun genelinden bahsetmediğmizi, ikili yapıyı tekrar hatırlatmak
gereklidir.
Burada yenilik kabaca her derde deva olarak konulsa da, esas vurgulanmak
istenen bazıları için yaşam şartlarının zorlaşmasının makina imalat sanayi yapısı
açısından anlamıdır. Teknolojik yenilik ve araştırma geliştirme konusunda, parçalı ve
dağınık yapıya denk bir performans sergileyen makina imalat sanayi bu nedenle geneli
itibariyle, yani tüm kesimleri açısından aynı teknolojik gelişmeyi göstermez.
271
Teknolojinin ikinci yönü ise, üretim yapısında üretimin artışı, ürünün niteliğinde
ve teknik anlamıyla üretimdeki ilişkilerin niteliğinde yaşanacak yapısal bir dönüşümün,
toplumsal sonuçlarının herkes için iyi olamayacağı vurgusudur.205 Teknoloji, sınıf içi
rekabet yüzünden oluştuğu kadar emek süreci üzerindeki denetimi artırmak yönünde bir
itkiyle de geliştirilmektedir. Burada üretimde teknolojik gelişmenin olup olmadığı ve
teknoloji üretilip üretilmediği, bunun için olanakların açılıp açılmadığı sorusunun yanıtı
ne olursa olsun, bu olanakların sermaye birikiminin olanakları olduğu, bunun toplumsal
sınıflar açısından getirilerinin farklı olduğu vurgulanmalıdır.206
205
Türkiye’de dokumacılık sektöründe teknolojinin ve makinalaşmanın etkisi buna güzel bir örnektir.
Hem zaman kısalmakta, hem de gereken emek süreci vasıfsızlaşmaktadır. “Mekanik jakar ve mekanik
ayarla çalışan bir tezgahta mevcut çözgü ve taharla üretilen kumaşın değiştirilmesi, … yaklaşık 45
dakikayı alırken ustalık becerisi de gerektirmekteydi. Elektronik donanımlı ve elektronik jakarlı bir
tezgahta bu işlem beceriyi yok denebilecek bir miktara indirirken zaman ise yaklaşık 10 dakikaya
düşmüştür” (Özaksun, 1997, s.48).
206
Müsiad Başkanı Bolat 2008 yılında şunu söylüyor: “Sanayiciler diyor ki biz artık insan çalıştırmak
yerine makina çalıştırmayı tercih ediyoruz, otomasyona yatırım yapıyoruz” (Aksiyon, sayı 467).
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İrlanda’da insanların yerini, otlakların ve burada yetişen sığırların
alması gibi, işçilerin yerini makinalar alıyorlar. Nedenini bu konuşmanın başında açıklıyor Bolat:
“İşletmeler üzerinde yoğun bir kamu mevzuat yükü var. Doktor, avukat istihdamı, kreş açmak, spor
salonu açmak, özürlü, yükümlü ve terör mağduru çalıştıracaksın gibi. Bunların ortadan kaldırılması ve bu
yükleri kamunun üstlenmesi lazım. Devletin sosyal politikalarının yükünü neden müteşebbisler
çeksin?”(agy).
272
Peki makina imalat sanayinde istihdamın yapısı incelediğimiz dönem içinde
nasıl değişmiştir? Bu soruya yanıt bulmak için çalışan sayısı endekslerinden
yararlanmak gerekir. TUİK verilerine göre, makina imalat sanayinde çalışanların endeks
olarak değişimi şöyledir:
273
Tablo 25Üretimde Çalı şıla n Saat Başı na Kısmi Verimlili k En de ksi
Verimlilik ölçüsü olarak kişi başına üretim yerine çalışılan saat başına üretim
değerleri alınmıştır. 291 kodlu alt sektörde istihdamın artmış buna karşılık 292 kodlu alt
sektörde azalmış olduğunu daha önceki tabloda göstermiştik. TUİK verilerine göre, ele
aldığımız dönemde üretimde çalışılan saat endeksi de buna paralel bir gelişme
göstererek, ilki için artış, ikincisi için ise azalış kaydetmiştir. 291 kodlu genele amaçlı
makina imalatında çalışılan saat endeksi, istihdama göre biraz daha fazla artmışsa da,
292 sektöründe çalışılan saat istihdama paralel azalmıştır. İlkinde artan istihdamı daha
fazla çalıştırma eğilimi az da olsa gözükmekte iken 292 kodlu sektörde üretimde
çalışılan saat çok benzer bir oranda azalmıştır. Zaten bu yüzden kişi başına üretim
olarak verimlilik ile çalışılan saat başına üretim olarak verimlilik birbirine yakın
çıkmaktadır. İstihdam ile çalışma zamanının paralel seyretmesi, üretimdeki bir kısmi
verimlilik artışının emek gücünün daha uzun süreler işe koşulmasıyla mı sağlandığı
yoksa üretim sürecinde emek üretkenliğini artıran (makinalaşma, üretim
organizasyonunda gelişme vb.) bir değişme ile birlikte gerçekleştiği gibi bir ikilik
sorununu biraz daha aşılabilir kılmaktadır. Yine de biz, çalışılan saat başına üretimi
ifade eden çalışılan saat başına kısmi verimlilik endeksini temel aldık. Bu endekse göre,
genel amaçlı makina imalatında verimlilik artmıştır, yine de bu artış imalat sanayi
ortalamasının altında kalmıştır, buna karşılık özel amaçlı makina imalatında verimlilik,
274
2001 kriziyle düştüğü noktadan toparlanma eğilimindedir. Elektrikli ev aletleri
imalatında ise verimlilik çok hızlı bir biçimde yükselmiştir, imalat sanayi ortalamasının
epey üstüne çıkmıştır. Genelde kullanılan istatistiklerde “başka yerde sınıflandırılmamış
makina ve teçhizat üretimi (b.y.s. makina ve teçhizat imalatı)” başlığı altında birlikte
sınıflandırıldığında genelin bütün göstergelerini iyileştirdiği gibi verimliliği de
olduğundan iyi göstermektedir.
275
özel bir önem taşımasıdır. Bu alt sektör hem yeniden üretim açısından hem de
teknolojik yapıdaki değişim açısından can alıcı olan Takım tezgâhları üretimini
kapsadığı gibi, inşaat makinaları, tarım makinaları vb gibi üretim araçları alt yapısını da
kapsamaktadır. Genel amaçlı makina üretiminde, motor ve tribün imalatı, soğutma
teçhizatı imalatı, vana, pompa imalatı gibi sektörlerde daha önce belirtildiği gibi
geleceğe dönük rekabet gücü, gelişme olanakları, üretimin optimal düzeyi, özel amaçlı
makina imalatına göre daha avantajsız görülmektedir. Bu bakımdan 291 kodlu genel
amaçlı makina imalatında üretim ve istihdam artışının yanı sıra 292 kodlu özel amaçlı
makina sektöründe üretim ve istihdamda yaşanan değişmeyi irdelemek gerekiyor.
Bunu alt sektörün üretim endeksi ile karşılaştırırsak takım tezgahları üretimi
hakkında şu sonuca varırız: Takım tezgâhları üretim endeksi 1996 yılında 91’den 2005
yılında 187,5’a çıkarken207, çalışanlar da 99’dan 130 endekse yükselmiştir (1997 yılı
endeksi 100 alınmıştır). Takım tezgâhları üretimi, çalışan sayısı ile birlikte artmıştır.
Öyleyse üretimdeki ve istihdamdaki bu göreli düşüşü açıklayabilmek için diğer alt
sektörlere bakmak gerekiyor.
207
TUİK verilerine göre, 1998 yılında 122,6’ya çıkan üretim endeksi, 2001 krizi ile birlikte 78,5’a
düşmüştür. 2004 yılında 110,1’e düzenli olarak yükselmiştir. 2005 yılındaki artışı ise çarpıcı orandadır.
276
Maden ve inşaat makinaları imalatında çalışanlar endeksi, 1996 yılında 99,2
iken kriz sonrası düşüşün ardından yükselerek 2005 yılında 125,6 olmuştur. Üretim ise
1996’da 96,7 iken 2005 yılında 73,5 olmuştur. Bu ara dönem içinde üretim, düşme
eğiliminde olan bir dalgalı seyir izlemiştir. 2005 yılına gelene kadar 2003 yılında
düştüğü 45,1 dip noktasından yükselme eğilimine girmiştir. Ancak incelediğimiz
dönemde maden ve inşaat makinalarında üretimin düşmesine karşılık istihdam göreli
olarak yükselmiştir.
277
Tablo 26 M akina Alt Se kt örlerini n Karşıla ştırması
2002 yılında dünya makina pazarı %14 bir azalma yaşarken, Türkiye
makina imalatı dünyadaki en yüksek artışı göstermiştir. Türkiye’nin imalat artışı
%17’dir, onu Çin izlemektedir. Oysa bunun aksine önde gelen 5 imalatçının
imalatında bu yıllarda azalma vardır (MakinaTek, Mart 2003). Avrupa
Birliği’ndeki Makina imalatçıları AB’den büyük Ar-Ge proje destekleri almaktadır,
2002 yılı itibariyle Türkiye’deki makina imalat sektörünün imalatındaki bu yükseliş ise
bu destekler olmadan gerçekleşmiştir. Bu yıllarda Makina İmalatçıları Birliği Genel
Sekreteri olan Arslan Sanır, sektörün durumunun imalatçılar tarafından bile
bilinmediğini belirttikten sonra makina imalat sanayinin durumunu şöyle açıklamaktadır
(Makinatek, Mart 2003):
278
Takım tezgâhının incelediğimiz dönemin ikinci yarısında katettiği gelişme, dış
ticaretin bileşimindeki değişimi incelediğimiz bölümde sözü edilen gelişmelerden de
görülebilir.
208
Gıda makinaları üreten bir şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Bülent TALAY şunu söylüyor: “Talay
Makina olarak gıda sanayiine yönelik makineler üretiyoruz.... Üretimimizin yüzde 40’ını ihraç ediyoruz.
… İç piyasada makarna, un, bakliyat ve çerez gibi gıda sanayii alanlarında yatırımların durması nedeniyle
kapasitemizin ancak yüzde 40’ını kullanabiliyoruz. …Pazar daralıyor ve müşteri sayımız azalıyor. Kar
marjları çok düştü. Müşterilerimiz olan gıda sanayicileri yurtdışına yatırım yapmaya başladılar. Örneğin;
Iğdır’daki bir bakliyat ve çerez firması Nahçivan’a yatırım yapıyor. Tukaş, salçayı Çin’de üretiyor.
Türkiye gıda sanayiinde kan kaybediyor” (İAOSB Makina Sektörü Araştırma Raporu, 2006).
279
sıradayken, ikinci dönemde 32. sıraya yükselmiştir. Buna karşılık özel amaçlı makina
imalatı alt sektörü (292) ise her iki dönemde de bulunduğu yeri, 42. sırayı korumuştur.
Bu sektör ileride de belirtildiği gibi incelenen dönemde dış ticaret açığı en fazla ikinci
sektör durumundadır. Bu alt sektörün sermaye malı olarak merkezi niteliği
gözetildiğinde, bu durum, büyüyen üretimin sermaye malı ihtiyacını karşılamak için
ithalatın da arttığı yönünde bir sonuç ortaya çıkarmaktadır. Yani ithal edilen makina ve
teçhizat yatırımında büyük bir artış vardır. Dış ticaret açığı ikinci dönemde ilk dönemin
iki katına yaklaşmışken, sektör ihracatı 3 kat artmıştır. Buna karşılık ESAM
değerlendirmesine göre, sektörün rekabet üstünlüğü (Açıklanmış karşılaştırmalı
üstünlük RCA skoru) yükselse de düşük kalmıştır. Makina imalat sanayi rekabet gücü
düşük sektörler arasındadır. 51 sektör içerisinde rekabet gücü 40-45. sıralar arasında
değişmiştir. ESAM’ın raporuna göre bu dönemde özel amaçlı makina imalat sanayinde
verimlilik değişmemesine karşılık üretim endeksi ikinci dönem düşmüştür. Bunda fiyat
artışlarının önemi vardır. Fiyat üzerinden rekabet edememe, yüksek fiyat artışı buna
karşılık döviz kurunun bu hızla artmaması, iç pazarda ürün satışını ve rekabeti
kısıtlamış, ithalatın etkisi artmıştır. Bunun sonucunda da ikinci dönemde görüldüğü gibi
üretim kısılmış, ithalatın iç üretim karşısında payı artmıştır. Örneğin Takım Tezgâhları
imalatı özel amaçlı makina üretimi sektörü içindedir, bu dalda çalışan kimi şirketlerin
ihracatı çok yükselmiş, ama aynı zamanda ileride göreceğimiz gibi bu şirketlerden bir
kısmı ilk beşyüz şirket arasına girecek denli birikim düzeylerini artırmışlardır. Fiyatların
artması, bu şirketler açısından verimlilik endekslerinde olumsuz bir etki yaratsa da bu
şirketlerin üretim düzeylerini eksik göstermektedir. Ancak bu fiyat artışı, uluslararası
pazarlarda rekabet açısından liranın değerli olmasını bir sorun haline de getirmektedir.
Bu veriler makina imalat sanayi için önümüzdeki dönemdeki dağılma ve yeniden
yapılanma yollarını da göstermektedir.209
280
birikim düzeyine gelmiş şirketler ayakta kalırken, diğerleri elenecektir. Kısacası
sermayenin merkezileşmesi kaçınılmaz biçimde bu alanda da kendini göstermektedir.
Üstelik bu merkezileşme, bu sermaye kesimlerinin ihtiyaçlarını dile getirip,
yansıtabilecek ortak kurumların kurulmasını da beraberinde getirmektedir.
Dalgakıran’ın “ortak hareket” ihtiyacı olarak dile getirdiği de sermaye kesimleri
arasındaki bu kurumsallaşmayı anlatmaktadır, zaten bizzat makina sanayinden 50
imalatçının kurduğu OSO’nun kendisi böyle bir ihtiyacın ürünüdür. İzleyen bölümde bu
gelişimi irdeleyeceğiz.
210
Dönemin MİB Başkanı Arslan Sanır’ın DPT için hazırladığı raporda dış ticaretteki bu gelişmenin
dönüm noktası şöyle belirtilir: “1970’li yıllarda, küçük çaplı da olsa başlayan ihracat, çoğu kez dış
firmaların markaları altında ve bu firmalar için fason imalat niteliğinde idi. Özellikle 1995 yılından sonra
ihracata önem veren firmaların artması, dış fuarlara kendi isim ve markaları ile katılmaları, bu firmaların
makinalarının uluslararası platformda kendi isimleri ile tanınmasına imkân vermiştir. Günümüzde birçok
firma, kendi markaları ile anılır ve tanınır hale gelmiştir…. Özellikle 1995 yılından sonra yavaş da olsa
makina ihracatında bir gelişme gözlenmekte idi” (DPT 2006a, s.11 ve 27).
211
2006 yılının sonlarında MİB Başkanı Fatih Bakan’ın şunu söyler: “Makina sanayii son 10 yılda
gelişmeye başladı. … Sektörün mazisi 10 yıl...” (İAOSB Ağ Sayfası, Makina Sektör Araştırması).
281
Bu kurumların bu dönemdeki gelişiminin incelenmesi hem makina imalat sanayi
içindeki sermaye kesimlerinin bazılarının hızlı yükselişini anlamlandırmaya yarayacak,
hem de bu sermaye kesimlerinin birbirleriyle ilişkisini incelemenin vesilesi olacaktır.
Sektör üretiminde stratejik bir yer tutan takım tezgâhları alt sektöründe bulunan
sektörel örgütlenme de Takım Tezgâhları Sanayici ve İş Adamları Derneği’dir (TİAD).
TİAD, takım tezgâhları ile bunların aksesuarları ve kesici takımlarının üretimi, ihracatı
ve ithalatını yapan sermaye kesimlerinin bir araya gelmesiyle 1992 yılında kurulmuştur.
TİAD’a üye 138 firmadan 37’si üretici firma iken 91’i ithalatçı/dağıtımcı firma
konumumdadır.
212
Alt sektörlere ait kimi derneklerin kuruluş tarihleri şöyledir: POMSAD: 1996; İSKİD, 1993; İMDER,
2002. Sektör derneklerinin ve birliklerinin uluslararası (özellikle Avrupa Birliği) sektör kuruluşlarına
katılmaları ise 2000’li yıllar ile başlamıştır. MİB, Avrupa Takım Tezgâhları İmalatçıları İşbirliği
Komitesi’ne (CECIMO) Kasım 1999’da üye olmuştur. POMSAD, 2001 yılında Europump’a, 2003
yılında Avrupa Vana Sanayicileri Derneği CEIR’e tam üye olmuştur. İSKİD, AB sektör kuruluşu
Eurovent’e üye olmuştur. İMDER, 2006 yılında CECE’ye, AB İş Makinaları İmalatçıları Komitesi’ne
üye olmuştur.
213
İlk beşyüz içerisinde MİB üyelerine göre başlarda bulunan iki firma birliğe üye değil. Bu iki firma da
traktör ve tarım makinaları üretimleriyle birliğin kapsamına girmektedir. İlki Koç Holdinge bağlı Türk
Traktör, ikincisi ise tarım makinası yanında motor ve otomotiv parçaları da üreten Uzel şirketidir.
282
Bunun yanı sıra diğer alt sektörlerin de dernekleri bulunmaktadır. İMDER:
İnşaat Makinaları, POMDER-Pompa ve Valf imalatçıları derneği, İSKİD-
İklimlendirme Soğutma Klima İmalatçıları Derneği vb. gibi. Makina imalat sanayinde
birikimde gelişme ve sermayenin merkezileşmesiyle birlikte bu alt sektörlerin MİB
çatısı altında birleştirilmesi yönünde eğilimler güçlenmektedir. 2006 yılında MİB
başkan vekili olan MUMAK genel müdürü Yusuf Öksüzömer bunu şöyle dile getiriyor
(MetalMakina, sayı: 161):
283
önerdiği projelerde de bulunmaktadır. Makina İmalatçıları Birliği Temmuz 2004 – Ocak
2006 arasında böyle işbirliği ağlarını oluşturmuştur (MİB Bülteni, 12 Mayıs 2006).
Belçika ve Avusturya'da da aynı anda uygulanan bu örgütlenme ağına ''İşbirliği Ağları''
adı verilmektedir. AB bu uygulamayı 1996 yılında başlatmıştır. MİB Bülteni’ne göre, “
İşbirliği ağları, KOBİ'lerin kendi başlarına erişemeyecekleri pazarlara erişmelerini
sağlayan, kapasite ve uzmanlıklarını bir araya getirerek birlikte üretim yapıp, işbirliği
ile daha çok kazanç sağlayan, imalatçıların maliyetlerini azaltarak rekabet güçlerini
artırmaya yönelik bir iş yapma biçimidir” (Bülten, 12 Mayıs 2006). Bu işbirliği ağları,
AB 6. Çerçeve Programı kapsamındaki fonlarla iki alanda uygulanmıştır. İlki
kompresör yan sanayini oluşturmak üzere, ikincisi ise Amerika’daki büyük şirketlerle
rekabet etmek amacıyla araçüstü ekipman imalatçılarının bir araya gelmesi üzerine
olmuştur. Makina imalat sanayi, ikili yapıyı, bir yanda sermaye birikiminin çelişkili
doğasından kaynaklanan merkezileşmeyi öte yanda ise genele yayılan KOBİ ve aile
şirketi niteliğini sürdürmektedir. Bir yanda sermaye birikim düzeyi gelişen, ilk bine
giren şirketler diğer yanda parçalı niteliğini koruyan KOBİ’ler. Bu nedenle sektöre
yönelik yan sanayi oluşturma, işbirliği ağları oluşturma ve kurumsallaşma önerileri
sıklıkla gelmektedir.
İlk beşyüz içinde daha üst sıralarda yer alan iki şirket olan Türk Traktör ile Uzel,
MİB içinde yer almamaktadırlar. Türk Traktör Koç Holding’in geniş etkinlik alanında
yer alan şirketlerden birisi ve uzun bir geçmişe dayanan bir tanesidir. Uzel Holding de
tarım makinaları dışında etkinliklerde de yoğunlaşmıştır. Farklı etkinliklerle geniş bir
alana hakim sermaye kesimi Birliğe üye olmamaktadır. Bu sadece etkinlik alanlarının
daha geniş olmasından dolayı değildir. Büyük holdinglerden oluşan bu sermaye
kesiminin ihtiyaçları, tek bir daldaki şirketlerinin ihtiyaçlarından daha geniş olmaktadır.
Örneğin MİB üyeleri için daha düşük maliyetlerle girdi satın alma sorunu Ortak
Satınalma Organizasyonu (OSO) gibi kurumlara ihtiyaç doğururken, bu şirketler bu
sorunu aynı düzeyde yaşamamaktadır. Ya da döviz kurunun ihracat üzerinde yarattığı
basınç, makina ithalatının basıncı gibi sorunlar incelediğimiz dönemin sonunda makina
284
imalat sanayindeki birçok ihracatçı firmayı da zorlamaya başlamıştır. Ama büyük
holdingler açısından, diğer dallardaki etkinliklerinin getirileri açısından bu henüz bu
kadar büyük bir sorun doğurmamaktadır. Dolayısıyla açığa çıkmamış bir çıkar
farklılaşması, etkinlik alanın geniş olmasından kaynaklı bir avantaj, bir parçası makina
imalat sanayi içinde yer alan bu sermaye kesiminin, sektörün diğer kesimleriyle
ayrılmasını sağlamaktadır. Bu ihtiyaç ve çıkarlar, incelediğimiz dönem içinde henüz
açık bir çatışmaya dönüşmemiş gözükmektedir.
285
işletmelerin genel çıkarı, sermayeler arasındaki rekabet yerine ortak koordinasyon ve
planlama gözetilir. Oysa yine Makina Mühendisleri Odası’nın raporuna göre, 2001
krizinden sonra yatırımları askıya alan sektörde ayakta kalan firmaların bir bölümü
yeniden yapılanma sürecine girmiştir (MMO, 2004, s.19). Kriz sonrası yeniden
yapılanma, sermayenin merkezileşmesi sürecinin bir parçası olarak krizden ayakta
kalarak hatta kimi zamana güçlenerek çıkan bireysel sermayeleri, bu bireysel
sermayeler arasında yeniden ve yeni bir biçimde kurulan ilişkileri gerektirir. Bu nedenle
makina imalat sanayi üzerine varılan yargı da sektörün geneli üzerine olamaz, her kriz
bu yeniden yapılanmayı getirecektir. Sektörün parçalı ve dağınık yapısı içinde yatırım
eğiliminin düzelmesinin ve toparlanmasının genelde yaşanması bu nedenle beklenemez.
Aksine sermayenin merkezileşmesi eğilimi kendini göstermektedir. Sektörün geneli
parçalı yapıya sahipken ve binlerce KOBİ’den oluşmaktayken, 2007 yılında yalnızca 50
firmanın orta-ileri düzeyde teknoloji aşamasına ulaştığı ve sadece bunların küresel
rekabette yer aldığı belirtilmektedir.214
Öyleyse imalat sanayinin genelinde olduğu gibi özellikle ihracatta artış gösteren
çoğu sektörden biri olan makina imalat sanayinin bu parçalı yapısını dikkatle
değerlendirmek gereklidir. Bu çalışmada buna sektörün ikili yapısı diyeceğiz. Bir yanda
sektör imalat piramidinin üstünde yer alan, sadece iç pazara değil özellikle krizlerde ve
kriz sonrasında esas olarak dış pazara yönelik üretim yapabilen, sermaye birikiminde ve
merkezileşmesinde ileri düzey firmaların oluşturduğu üst katman ile alttaki geniş ve
parçalı, dağınık durumdaki KOBİ niteliğinde iç pazara yönelik üretimin daralması ve
genişlemesine bağlı olarak üretim yapıları sınırlanan ya da genişleyen, iflas eden ya da
varlığını geleneksel tezgâh, parça ve aksam üretiminde, sınırlı bir talebe yönelik yan
sanayi, tedarikçi olarak sürdüren alt katman. Sermaye birikiminin merkezileşme eğilimi,
az sayıda firmayı yukarıdaki katmana bırakır, oraya çıkarırken, makina imalatının
geçmişten devralınan yapısı alt katmanı oluşturur.
214
“Firmalarımızın çoğu katma değeri düşük ve düşük-orta kategorilerdeki teknolojilerde makinalar imal
etmekte, bir bölümü de tamamen fason üretim yapmaktadır. Orta-yüksek teknoloji aşamasına ulaşan
firma sayısı ise yalnızca 50'dir. Böylece sadece bu firmalar küresel rekabette yer alabilmektedir. Sektörün
bütünü itibarıyla bakıldığında ise, mevcut durum sektörün güçlü olmasını ve üretim yapısını katma değeri
yüksek üretime doğru çekmesini mümkün kılmamaktadır” (IV. Makina Tasarım ve İmalat Teknolojileri
Kongresi sonuç bildirgesi, 2007).
286
İncelediğimiz dönemin ikinci yarısında, özellikleri sonlarında alt katmanın
durumunu göstermek ve ikili yapıyı anlatmak için Makina İmalatçıları Birliği’nin
değerlendirmelerinden yararlanabiliriz. Son zamanda yayınlanan bültenlerinde sık sık
geçen bir saptamayla örnek verelim. Buna göre, alt katmanı oluşturan, ihracata
yönelmeyen, iç pazara satış yapan KOBİ niteliğindeki makina imalatçıları, ucuz döviz
nedeniyle artan ithalatın pazarı daraltması yüzünden özellikle dönemin ikinci yarısından
bugüne giderek daha fazla oranda iflas ediyorlar, üretimleri daralıyor.215
MİB’in bültenlerinin çoğunun olduğu gibi, Ocak 2008 Bülteni makina imalat
sektörünün ikili yapısını anlatan başlıbaşına bir belgedir. Bir yandan ihracata yönelen ve
sermaye merkezileşmesinde daha ileri olan makina imalatçısı şirketler diğer yandan iç
pazara çalışan, üretimi daralan, KOBİ niteliğindeki daha küçük işletmeler. Birincisinin
ihracatı artmakta, buna karşılık ikincisinin iç pazara yönelik varoluşu daralmaktadır.
Pazarı ucuz ithalatın etkisiyle ithal makina girdileri kaplamaktadır.
Makina imalat sanayi içinde incelediğimiz dönem içinde düzenli olarak 4 şirket,
İstanbul Sanayi Odası’nın her yıl belirlediği ilk 500 firma içine girmiştir. İkinci 500’e
giren şirket sayısı bundan fazladır.
215
“[2007 yılı] İhracatın önemli ölçüde arttığı bu dönemde imalat artışının yavaşlaması, hatta yılın ikinci
yarısında bir azalma yaşanması ilginç ve belki de çelişkili bir durum görüntüsü vermektedir. … Bu
rakamları imalat artışında bir yavaşlama olarak algılamak ve geçen yıllar kadar olmasa da imalatta bir
artış var demek gerçek durumu yansıtmayan bir yorumdur. Bu artış oranı, ihracata yönelmiş firmaların
gerçekleştirdiği imalat artışından daha düşük bir rakamdır. Bu duruma göre henüz ihracata açılmamış
birçok küçük ölçekli makina imalatçısı, önemli sayılabilecek ölçüde pazar kayıplarına uğramıştır.
Yaklaşık bir hesapla, yerli imalatçıların yurt içi satışlarında % 7,5’luk bir azalma olduğu sonucu
çıkmaktadır. Bu kayıp, belirtildiği gibi esas olarak ihracat yapmayan, çoğu KOBİ yapısındaki
imalatçıların kaybıdır” (MİB Bülteni, Ocak 2008).
287
Tablo 27 İl k Beşyüz ve B i n içi nde ki M a kina İ mal at Şir ket leri
İkinci 500 İkisi Kamu kuruluşu 13 özel şirket 10 özel şirket 12 özel şirket
(Tüdemsaş ve MKE) Valf san. (509) Hema Dişli (502) Samsun Makina (574)
firma
olmak üzere 15 Parsan (510) Erkunt San. (506) Tatmak (596)
Makina imalatçısı Durmazlar (563) Hidromek (521) Valf San. (600)
Hidromek (616) Kalekalıp (714) Parsan (558) Baykal (616)
Kalekalıp (617) Baykal (815) Şahinler (598) Hattat Tarım Mak. (681)
Meksan-Coşkunöz Samsun Makina (942) Valf San. (638) Erkunt Tarım Maki. (684)
(985) vd. vd. Baykal (749) Hisarlar Makina (716)
vd. Kale Kalıp Makina (888)
Eksen Makina (926)
vd.
Kaynak İstanbul Sanayi Odası İlk Beşyüz Firma ve İkinci Beşyüz Firma listelerinden derlenmiştir.
Büyüklük konusunda bir fikre sahip olmak açısından, 2005 yılı İSO 500
sıralamasına giren makina şirketleri ve satışları şöyledir:
288
Tablo 28 2005 Yılı n da İl k 5 00 içi nde ki M a kina Şir ketleri
216
MİB’e üye olmayan Türk Traktör (68), Uzel (88) ilk beşyüzde yer almaya devam etmektedirler. Türk
traktör, Hollandalı ortak ile Traktör üretmekte, buna karşılık Uzel şirketi, makina imalat sanayi alanı
dışında da ürünler üretmektedir. Hema endüstri de üretim etkinliğini sadece makina imalat sanayi
alanında değil bunun dışındaki alanlarda da sürdürmektedir.
289
geleceği açısından önemli bir veridir. Örneğin dönemin sonunda, 2006 yılının başında
alanında Almanya gibi ülkelerden sonra başı çeken İtalya’dan gelen İtalyan Takım
Tezgâhları ve Robot İmalatçıları Birliği (UCIMU), kendi seçtikleri 7 şirketle
görüşmeler yapmak üzere Türkiye’ye gelmişlerdir. Bu 7 şirket, ilk bin hatta beşyüz
içinde de yer alan Coşkunöz, Durmazlar, Baykal Makina, Şahinler, Dirinler gibi önde
gelen takım tezgâhı imalatçılarından oluşmaktaydı.
217
“2006 yılında yüzde 30 büyüyen makina sektöründe çıtayı ihracatçılar yükseltti. 20 bin oyuncuya
sahip sektörün 6 milyar dolar seviyesine ulaşan ihracatının yüzde 80’ini 200 firma gerçekleştirdi. En
büyük ihracatı 75 milyon dolarla tekstilden inşaata, elektronikten ısıtma-soğutma sanayiine kadar pek çok
alana makina üreten Durmazlar Makina yaparken iş makinaları ihracatında 40 milyon dolarla Hidromek
öne çıktı. Sac işleme ve takım tezgâhı üretiminde söz sahibi olan Baykal Makina ise artan talep nedeniyle
iç piyasaya odaklandı” (Referans, 5 Ocak 2007).
218
Durmazlar Makina gibi makina imalatçıları için bilgisayarlı kontrol mekanizmasını sağlayan Bosch
Rexroth firmasıdır (www.boschrexroth.com.tr, 2007). Durmazlar otomasyon alanındaki girdilerini 1985
yılından beri bu Alman şirketinden almaktadır. Rexroth firması, hidrolik, pnömatik, bilgisayarlı kontrol
ve tahrik sistemleri, montaj sistemleri gibi temel otomasyon girdilerini sağlamaktadır.
290
Koç Holding’in bir Hollanda firması ile ortak işlettiği Türk Traktör şirketi,
2003`te üretimden satışlarını 93.3 trilyondan 389.5 trilyon liraya çıkartarak, o yılın İSO
500 raporuna en hızlı büyüyen şirket olarak geçmiştir.
Hidromek, 2005 yılı sonunda iki yeni fabrika kurmak için yatırım yapmıştır
(Referans, 30 Kasım 2005). İlk bin içinde yer alan Baykal Makina ise incelediğimiz
dönemin sonunda 2007 yılında Almanya'da sac işleme makinaları üreten, 53 yıllık
Weinbrenner GmbH şirketini satın almıştır (Hürriyet 1 Aralık 2007).
Makina imalat sanayinde dönemin ikinci yarısında yaşanan hızlı ihracat, üretim
artışı, sermaye merkezileşmesi ve kurumlaşma, ithalat bağımlılığı ve yabancı sermaye
katkısı açısından düşük oranlarla yaşanmıştır.
291
Genel değerlendirmemizi belirleyecek olan bir başka etken ise, imalat sanayi
genelinde daha önce değindiğimiz bir gerçektir. Buna göre, iki farklı temele dayanan
birim işgücü maliyetlerini karşılaştırırsak elde edeceğimiz sonuç, genel olarak imalat
sanayinde olduğu gibi makina imalat sanayinde de benzerdir. İmalat sanayi genelinde,
döviz kuru sepetine göre birim işgücü maliyetinde 2001 kriziyle yaşanan düşüşün
ardından artış görünmekte iken, TEFE bazlı birim işgücü maliyeti 2001 krizinde
yaşadığı düşüşten sonra azalmaya devam etmiştir. Bunun genel nedenleri olarak ücretler
üzerindeki baskı, reel ücretlerin düşürülmesi, çalışma saatlerinin artırılması ile
verimlilik üzerindeki gelişmeler gösterilmişti. Bunun çalışan sınıf açısından sonuçları,
teknolojik yenilik kadar, çalışma saatlerinin artırılması ya da tam zamanında üretim,
esnek üretim, taşeronlaştırma gibi hem mutlak artı değer üretimine yönelik adımların
hem de göreli artık değer üretimine yönelik adımların hayata geçirilmesiydi. Zira döviz
kuruna göre birim işgücü maliyetinin yükselmesi uluslararası pazarda rekabeti
güçleştirdikçe, karlar sınırlanıyor, karları artırabilmek için ücretler ve sosyal haklar
üzerindeki baskı artıyor, bunun yanında verimlilik için düzenlemeler hızlanıyordu.
Benzer bir eğilim tıpkı genelde olduğu gibi dönemin ikinci yarısında özellikle
hızlanmakla birlikte, makina imalat sanayi için de geçerlidir. Bunu MİB rapor ve
bültenlerinde de görmek mümkündür. Örneğin MİB Bülteni’nde (Ocak 2008) şöyle
söylenmektedir:
292
sınırlanması demektir. Aynı zamanda üretilen artı değerden alınan kar payının düşmesi
demektir; yani katma değerin sınırlanmasıdır. Karın ve kar oranının daralması
yüzünden, içeride ücretler üzerinde basınç artmakta ve verimliliği artırma için
düzenlemeler yapılmaktadır. Yukarıdaki MİB değerlendirmesi de bunu ifade
etmektedir. Ücretler üzerindeki basınç gerçekte emek gücünün kapitaliste maliyetini
düşürmek için basınçtır. Bunun kapsamı, emeklilik, sağlık gibi sosyal güvence
maliyetlerinin indirilmesi, esnek üretim, kıdem tazminatı ve emek gücü
mobilizasyonunun hızlanması219 (yani işçi çıkarmanın, yerine yeni işçi almanın
kolaylaştırılması, bunun için çalışma süresinin kapitaliste maliyetinin azaltılması yani
kıdem arttıkça işten çıkarmanın maliyetinin düşürülmesi için çabalar), gibi işçilik
maliyetlerini düşürmeye yönelik “uygulama”lardır. Öte yandan kur bazlı birim işgücü
maliyetinin yükselmesi, uluslararasılaşan üretim, endüstri içi ticaret ilişkileri içerisinde
içerideki üretken sermayeye düşen kar payını, ya da artı değerden ona kar biçiminde
düşen payın sınırlanması anlamına geliyor. Yani kurun yüksekliği yüzünden
Türkiye’deki üretken sermayenin ihracata yöneldiğinde uluslararası rekabet gücü
azalmaktadır. Kar ve kar oranı üzerindeki bu sınırlama, baskı içeride verimlilik ve ücret
baskısını demin dediğimiz gibi artırmaktadır.
219
Kıdem tazminatı, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, işgücünün mobilizasyonu, işgücüne katılımın
artırılması, kadın işgücünün oranını artırılması gibi önlemler çoğu uluslararası kuruluşun Türkiye’ye
yönelik önerileri arasında sık sık tekrarlanmaktır. Örneğin bkz. Dünya Bankası İşgücü Raporu, 2006.
293
sürekli ve kalıcı biçimde merkezileşmiş büyük ölçekli üretime yatkın olmadığı
ortadadır; elbette ki bu ölçek ekonomisinin uygulanamaz olmadığını göstermez. Ancak
sektör, müşteri ihtiyacına yönelik ürün geliştirme, uygun üretim süreçlerinin sürekli
değişmesi, buna yönelik makina tasarımı gibi özellikler nedeniyle esneklik
gerektirmektedir. Bu da makina imalat sanayinin dünya genelindeki birbirine benzer
yapısını açıklamaktadır. Sektörün parçalı ve dağınık yapısı ile rekabette öne çıkan
işletmeler, sermayenin merkezileşme eğilimini göstermekte, toparlanma ve dağılma
yönünde iki zıt hareketi anlatmaktadır. Bu yüzden sektörü değerlendirirken sermaye
birikiminin ihtiyaçları ve temel eğilimleri doğrultusunda merkezileşme ve bireysel
sermayeler arası rekabeti de gözden kaçıran anlayışlar eksik kalacaktır. Çünkü sektörde
sermayenin merkezileşmesi süreci de özellikle incelediğimiz dönemde önem
kazanmıştır. Yani sektör ikili yapı göz önünde bulundurulmadan
değerlendirilmemelidir. Ancak sektör üzerine pek çok raporda (Makina Mühendisleri
Odası’nın hazırladığı sektör raporları gibi) değerlendirmeler, AB ile bütünleşmeye
hazırlanan, bu bütünleşmede eşit bir güç olarak yer alması beklenen bir sektör imgesi
üzerinden yapılmakta, ölçü buna göre alınmaktadır. Genel olarak sektörün zayıf
konumu ön plana çıkarılırken, belirli alt sektörlerin ve sermaye kesimlerinin büyüyen
yapısı dikkate alınmamaktadır. Hem sermaye birikiminin çelişkileri hem de
kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimi göz ardı edilmektedir. Makina sektöründeki
şirketler içinde uluslararası yatırım yapan, yabancı ülkeden fabrika alanlar
bulunmaktadır. Bu değerlendirmeler, sektör içindeki eşitsiz gelişmeyi, sermaye
merkezileşmesini ve ihracata yönelen şirketlerin donanımlarını, sektörün parçalı ve
dağınık yapısı içinde eşitleyerek, tüm bir sektörü düzleyici sonuçlara varmaktadır. Bu
epey yaygın bir bakış açısıdır ve ikili yapının dikkate alınmamasıyla sonuçlanmakta,
sermaye birikiminin çelişkili ve eşitsiz gelişen yapısını görünmez kılmaktadır.
294
üretiminde de toparlanma görülmektedir. Dönem içinde sektörün temel üretim
göstergelerindeki artış, imalat sanayi genel ortalamasından düşük kalmıştır.220 İhracat
açısından ise durum bundan daha iyidir. Sektörün ihracatı her iki dönemde de önemli
artış göstermiştir, üretim büyük oranda dış pazara yönelmiş gözükmektedir. Özellikle
2001 krizi sonrası yüksek bir hızla artmıştır, bu dönemde yukarıda gösterildiği gibi,
sektörün büyük şirketleri açısından yatırımlar da artmıştır. Düşük kur nedeniyle
dönemin ikinci yarısında ithalat ve ikinci el makina ithalatı da yükselme eğilimini
korumuştur. Yani özel amaçlı makina gibi teknoloji düzeyi orta yüksek ve yükseğe
yakın makinalar üretildikleri kadar ithal de edilmektedirler. Ancak yine de ihracatın
ithalatı karşılama oranı, 1980 yılında %5,5 iken, 2006 yılında %41’e çıkmıştır. Bu, parçalı
ve dağınık yapı açısından oldukça çarpıcıdır. Çünkü üretim araçları üretiminin diğer
sektörlerine göre (otomotiv, elektronik) makina imalat sanayinin sermaye donanımı
görece küçüktür ve çok parçalı yapıdadır.
220
Makina sanayinin içine elektrikli ev aletleri de katılarak yapılan değerlendirmelerde, sektörün
göstergeleri çok parlak bir büyüme yansıtmaktadır. Oysa burada sadece üretim aracı olarak işlev gören
makinaların ve aksamlarının imalatı incelenmiştir. Bu da ayrıştırmamızın önemini ortaya koymaktadır.
295
da görülmektedir. Sektörler arasındaki farklılık gibi aynı zamanda sektörün genelindeki
KOBİ’lerin yapısı ile belirli bir birikim düzeyine ulaşmış şirketler arasında da
farklılıklar bulunmaktadır. Ar-Ge harcamalarına özel bir pay ayıran, Ar-Ge çalışması
için mühendis istihdam eden firmalar da bunların arasından çıkmaktadır.
Sektörün nitelikli işgücü ihtiyacı, iki yönden büyük bir sorundur. Sadece “atölye
şefi” olma konumunda kalmaktan ziyade mühendislik ve araştırma-geliştirme işlevlerini
yürütebilecek mühendislerin ve buna uygun üretim yapısının oturtulması bir sorun
değildir. Aynı zamanda meslek liselerinden yetişmiş teknisyen, operatör olarak
işgücüne de ihtiyaç vardır ve istisnasız tüm sektörel yayınlar, raporlarda bu iki ihtiyaç
dile getirilmektedir. Nitelikli emek gücünün durumu, patent sayılarının azlığı ve
mühendislik etkinliğinin zayıflığı göz önünde bulundurulduğunda, özgün
teknolojik yenilik dolayısıyla teknoloji üretiminin sektör ile bağlantılı durumu da
ortaya çıkmaktadır. Teknolojik değişimin, ülke içi geri bağlantılardan, teknoloji
üretiminden kopuk olduğu görülmektedir. Zaten temel teknolojik bileşenler ve
ürün üretim lisansları ithal edilmektedir.
Makina imalat sanayinin rekabet gücü diğer sektörlere göre düşük olmasına
karşılık dönem içinde yükselme eğilimindedir. Üretim, dış ticaret, işgücü ve verimlilik
üzerinden yaptığımız yukarıdaki değerlendirmeler göz önüne alınırsa, makina imalat
sanayinin iki temel sektörü ve alt sektörleri açısından ve bunların içinde ileri çıkan kimi
şirketler açısından durum farklılıklar göstermektedir. Genel amaçlı makina imalatı
incelediğimiz dönemde üretim ve istihdam endeksi olarak artmış, rebabet gücü
sıralamalarında da yükselmiştir. Buna karşılık özel amaçlı makina imalatı alt sektörü
rekabet sıralamasında bulunduğu yerde kalmış olarak görünmektedir. Ancak bu durum,
özel amaçlı makinaların hepsi için geçerli değildir.
Makina sektörü incelenen dönemde dış ticaret açığı en fazla ikinci sektör
durumundadır. İhracatta önde gelen sektör, ithalatın basıncı altındadır. Yani ithal edilen
makina ve teçhizat yatırımında büyük bir artış vardır. Dış ticaret açığı ikinci dönemde
ilk dönemin iki katına yaklaşmışken, sektör ihracatı 3 kat artmıştır. Bu performans
ölçütlerine göre genel olarak makina imalat sanayi rekabet gücü düşük sektörler
arasındadır. İncelediğimiz dönemin iki yarısını karşılaştırırsak, özel amaçlı makina
296
imalat sanayinde verimlilik değişmemesine karşılık üretim endeksi ikinci dönem
düşmüştür. Bunda fiyat artışlarının önemli bir etkisi vardır. Dönemin tamamında özel
amaçlı makina imalat sektöründeki fiyat artışı diğerlerinden epey yüksek çıkmıştır.
Fiyat üzerinden rekabet edememe, yüksek fiyat artışı buna karşılık döviz kurunun bu
hızla artmaması, iç pazarda ürün satışını ve rekabeti kısıtlamış, ithalatın etkisi artmıştır.
Bunun sonucunda da ikinci dönemde görüldüğü gibi üretim kısılmış, ithalatın iç üretim
karşısında payı artmıştır. Ancak burada alt sektörler arasındaki farklılıkların yanında alt
sektör içinde sermaye merkezileşmesini de hatırlatmak gerekir. Sözü edilen dönemin
ikinci yarısında ilk bine giren hatta ilk beş yüzde de yükselerek yer bulan
şirketlerin büyük çoğunluğu 292 kodlu özel amaçlı makina imalatı sektörüne
dâhildir. Durmazlar, Şahinler, Hidromek, Parsan, Baykal gibi şirketler, aynı zamanda
ihracatta da önemli büyümeler kat etmişlerdir.
Özel amaçlı makina alt sektörüne böyle özel önem vermemizin nedeni, daha
önce de belirtildiği gibi Takım tezgâhları sektörünün üretim araçları içinde tuttuğu kritik
yer nedeniyledir. Takım tezgâhı alt sektörü makina imalat sanayi içinde hem üretim
sürecinin alt yapısını belirlemek, teknolojik düzeyini tayin etmek açısından önemli bir
yere sahiptir, hem de teknolojinin ve yapısal değişimin üretime yayılmasını sağlayan
sürükleyici bir alt sektördür. Dönemin sonunda (2006 yılında) Türkiye takım
tezgâhları üretiminde, dünya üretiminin % 1,9’unu gerçekleştirmektedir. Bu
otomotiv sanayinin pazar payından yüksek bir orandır.221 Üstelik 1993’te 58 adet
bilgisayar kontrollü (CNC) takım tezgâhı üretilirken, 2006 yılında 1,1 milyar
dolarlık üretim yapılmaktadır. Yani ele aldığımız dönemde takım tezgâhları üretimi
büyük bir artış kaydetmiştir; ayrıca geleneksel takım tezgâhı üretiminden
bilgisayarlı, lazerli takım tezgâhına doğru gelişmektedir ve bunun ihracatı
artmıştır. Takım tezgâhları sektörü, sektörel raporlarda gelişme vaad eden sektör
olarak anılmaktadır ve teknolojik düzey olarak yüksek teknolojiye yakındır. Takım
tezgâhı alt sektörü makina imalat sanayi üretimi ve ihracatının yapısında teknolojik
nitelik olarak bir değişimin izlerini sunmaktadır. İş makinaları da bu dönemde önemli
bir büyüme göstermiştir; bu alt sektör teknolojik düzeyi yüksek olmasa da niceliksel
olarak takım tezgâhlarından hemen sonra gelmektedir. Sektörde bu dönemde öne
221
2004 yılında otomotiv sanayinin dünya taşıt pazarındaki payı %1,3’tür.
297
çıkmaya başlayan, ilk bin firma içinde yükselen şirketler, ağırlıklı olarak takım tezgâhı
(Durmazlar, Parsan) ve iş makinaları (Hidromek) alanında imalat yapmaktadırlar.
Makina imalat sanayinin ihracatında Gümrük Birliği ile birlikte AB önemli bir
yer tutmaktadır. Sektör kurumlarının AB içindeki kurumlara üyeliği, AB standartlarına
uyum için çalışmaları sektördeki dönüşümün önemli dinamiklerine dair ipuçları da
vermektedir. AB 6. Çerçeve programı kapsamında incelediğimiz dönemin ikinci
yarısında makina imalat sanayi içinde kısıtlı da olsa “işbirliği ağı” uygulanması için fon
verilmiştir. İki alt sektörde dar bir alanda böyle bir işbirliği ağı kurulmuştur. Sektörün
KOBİ niteliği yüzünden çoğu sektör raporunda da yan sanayi olarak güçlenmenin
öneminden bahsedilmektedir. Geç kapitalistleşmenin kısıtlılıkları dolayısıyla makina
imalat sanayinin geneli açısından yüksek katma değerli makina üretiminin olanakları
oluşmuş gibi görünmemektedir; çünkü bu tezin temel önermesini kanıtlar biçimde üretim
298
araçları sektörleri yeterli gelişkinlikte olmadığı gibi onun geri bağlantısı olarak özgül
teknoloji üretimi de bulunmamaktadır.
Bir sektör olarak makina imalat sanayinin ele aldığımız dönemde belirginleşmeye
başlayan uluslararası işbölümündeki yeri bir yandan AB’yle ticaret çerçevesinde aksam
ve parça üreten yan sanayi olarak şekillenmektedir. Öte yandan, sektör ihracatta tüketim
malı niteliğin taşıyan yatırım mallarından sonra en büyük ihracat kalemi olarak beliren
takım tezgâhları üretimi gibi kimi alanlarda da belirli bir pazar payı elde edebilmektedir.
Bu sektörün yan sanayiyi aşan birikim dinamiklerini göstermektedir.
Makina imalat sanayinde yabancı sermaye oranı imalat sanayi geneline göre
dönemin ilk yarısında az iken, ikinci yarıda yükselmeye başlamıştır. Sektörün geneli
aile şirketi yapısını korumaktadır. İncelediğimiz dönemin sonlarına kadar KOBİ’lere
finansman desteği sektör açısından yeterli bulunmamakta, dahası yaşanan krizler,
yüksek faiz gibi nedenlerle bu şirketler kendi karlarından yatırıma yönelme
eğilimindedirler. Dolayısıyla bu, sektörün diğer alanlara (otomotiv, elektrikli ev
aletleri gibi) göre epey kısıtlı olan yatırımlarını da açıklamaktadır. Kredi sorunu yani
para sermaye birikim düzeyi sorunu, pek çok açıdan sektörün önüne çıkmaktadır. Kamu
harcamalarında önemli oranda iş makinası, makina alınmaktadır, ancak temelde yabancı
ülkelerde toplu makina alımlarında kredi olanakları daha fazla olduğu için ithal
makinalar tercih edilmektedir. Bu makina imalat sanayinin KOBİ niteliğindeki geneli
için yatırım olanakları açısından temel bir sorundur. Bununla birlikte, dönemin sonuna
doğru ihracatla büyüyen, sektörün genelinden sıyrılarak belirli bir birikime ulaşan
şirketlerin yatırımları, krediden yararlanma oranları da artmıştır. Ancak sektörün KOBİ
ağırlığı nedeniyle yatırım ve ek sermayenin değerlendirilmesi sorunu, sektörün geneli
için çözülemez. Çünkü bu tip işletmelerin sermaye yapılarına uygun biçimde finansal
yapılanmanın önünde geç kapitalistleşmenin getirdiği makro sorunlar durmaktadır. Kur
ve faiz, KOBİ niteliğindeki sermayenin ihtiyaçlarından çok belirli bir birikim düzeyine
ulaşmış büyük sermayenin ihtiyaçlarıyla ve uluslararasılaşan sermayenin ihtiyaçlarıyla
uyumlu olarak belirlenmektedir.
Türkiye’de makina imalat sanayi, geneli itibariyle orta ve düşük teknolojili ürün
ve aksam üretmektedir. Ancak bu sanayi içinde takım tezgâhı gibi alt sektörlerde ihracata
299
yönelik üretim ve büyüme dinamikleri sanayinin genelinden farklıdır. Geçmişten
gelenden farklı olarak incelediğimiz dönemde sermayenin merkezileşmesi de ağırlıklı
olarak bu sektörlerde gelişmektedir.
Makina imalat sanayi, 1980 öncesinde de sonrasında da diğer sektörler gibi dış
ticaret koruması altında olmamıştır. Bu anlamıyla hep dış rekabete açık, onun basıncı
altında olmuştur. Başlangıçtaki kamu işletmelerinin yanında özel sermaye kesimlerinin
etkinliklerinin gelişimi 1980’lerden sonra başlamış, esas olarak ele aldığımız dönemde
bir sektör olarak oluşmuştur. Bu oluşumu sürükleyen güç, teknolojik değişme
değildir; aksine yaşanan teknolojik değişme ve buna giderek artan ihtiyaç bir sonuç
olmuştur. Belirleyici olan sermaye birikimi, karlı pazarlar bulma arayışı, Avrupa makina
sektöründe krizler ve aşırı birikim ile yeni açılan (Doğu Avrupa, Rusya) pazarları
olmuştur. Avrupa Birliği ile girilen Gümrük Birliği anlaşmasının seyri, dış rekabete hep
açık olmuş olan sektör için yeni pazarlara yan sanayi ya da fason üretici olarak
eklemlenme olanağını getirmiştir. Sermaye birikiminin gelişmesi, merkezileşmeyi
artırmış, belirli sermaye kesimlerinin fason üretici olmanın ötesinde teknolojik değişime
ihtiyaç duymasına yol açmıştır.
Ele aldığımız dönemde, makina imalat sanayi açısından dört temel faktör
belirleyici olmuştur. Makina pazarının büyümesi, iç pazarda ithalatın etkinliği artarken
sektörün ihracatta gösterdiği büyüme, sermayenin merkezileşme eğilimi, yüksek
teknolojiye yakın düzeyde bulunan takım tezgâhları üretimindeki gelişmedir.
300
hazırlamaktadır.222 Makina imalat sanayinin bir sektör niteliğine dönüşmesi (kamu
işletmelerinden çıkması) incelediğimiz dönemde gerçekleşmiş gözükmektedir. Parçalı
ve dağınık bileşiminin içinde merkezileşmekte olan sermaye kesimleri gözetildiğinde,
Türkiye’de makina üretimi gerçekleşmektedir ve daha çok ihracata yönelik olmak üzere
büyümektedir. Sermaye merkezileşmekte, Ar-Ge harcamaları imalat sanayi geneline
göre eşitsiz de olsa önemli oranda artmaktadır. Üretimin büyük oranı geleneksel ürünler
de olsa, yüksek teknolojiye yaklaşan bilgisayarlı takım tezgâhları (ve lazerli makinalar)
üretimi ve ihracatı çok önemli bir artış göstermiştir. Teknolojik değişme açısından
yüksek teknolojiye yakın ürünler üretilmesi ve ortalamanın üzerinde seyreden, giderek
artan Ar-Ge payları önemli göstergelerdir. Ancak teknoloji üretimine dair geri
bağlantıları zayıftır. Teknoloji üretimine yönelik bu sektördeki geri bağlantıları
irdelersek, şunlar ön plana çıkmaktadır: Sektörde mühendisler, ancak ihracata yönelen,
sermaye piramidinde yukarıya çıkan ve Ar-Ge harcamalarına yönelen işletmelerde
“atölye şefi”nden öte tasarım ve üretim sürecinde işlev görmektedirler. Teknoloji
üretimi kavramsallaştırmamıza uygun olarak kurumsallaşmış ve gelişkin bir Ar-Ge
çalışması zayıf gözükmektedir. Üniversitelerde mekatronik gibi bölümler bu dönemde
açılsa da nitelikli emek gücü yetiştirilmesi henüz yeni başlamıştır ve sektöre yansıması
uzun dönemli gerçekleşebilir. Zaten kapitalist bilim üretim sürecinin bir sonucu olarak
üniversite-sektör arasında bu yönde bir bağlantı ele aldığımız dönemde yoktur. Yüksek
teknolojili takım tezgâhları üretiminde merkezi elektronik ve otomasyon bileşenleri
ithal edilmekte, lisanslar ithal edilmektedir. Patent sayısı azdır ve fazla gelişme
kaydetmemiştir. Sektöre yönelik bu yönde ayrıntılı bir araştırma yapılmasa da
mühendislik etkinliğinin gelişkin olduğu az sayıda işletmede, yeni ürün tasarımı dışında
lisans ve patent alınabilecek özgün ürün ve üretim yöntemi geliştirme kapasitesi çok
zayıf olarak gözükmektedir.
222
Burada sözü edilen yapısal değişim, ne pürüzsüzdür ne de genel için bir değişim anlamına
gelmektedir, aksine sermayenin çelişkili doğasını ifade eder biçimde bunalımın ve yeniden yapılanmanın
gerçekleşeceği ve bunun yol açacağı bir değişimdir. Bu değişim, makina imalat sanayinin erken
kapitalistleşmiş ülkelerin sektörlerine benzemesi gibi bir süreci ifade etmemektedir. Örneğin “AB ile
bütünleşmede yeterli” olma ölçütü olarak böyle bir imgeyi gözeten yapısal değişimden
bahsedilmemektedir.
301
3.3.2 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıt Üretimi
Yatırım malı olarak anılan motorlu taşıtlar içerisinde binek otomobiller gerçekte
ağırlıklı olarak tüketim malıdırlar. Bu nedenle, motorlu taşıtlar içerisinde daha önce
ayırt etmeye çalıştığımız üretim aracı kategorisine uygun olarak yeniden sınıflandırma
yapmak yerinde olacaktır. Böyle bir yeniden sınıflandırmanın ardından, üretim aracı
niteliğindeki taşıt üretimi ve dış ticaretindeki gelişmeleri değerlendirmek, genel motorlu
taşıtlar üretimindeki gelişmelerden ayırt etmek gereklidir. Çünkü incelediğimiz
dönemde binek otomobil üretim ve ihracatı parlak bir dönem yaşamıştır. Oysa bu parlak
dönemin ne kadarı, üretken sermayenin işleyişine yansımış, onun üretken işlevlerinin
aracı olmuştur, bunu değerlendirmek önemlidir. İmalat sanayi içinde KOBİ ağırlığı
gözetildiğinde örneğin, kamyonet, kamyon üretimi ve bu taşıtların ülke içi pazarı,
üretken sermayenin işlevleri açısından anlamlı bir gösterge olacaktır. Bu nedenle toplam
motorlu taşıt üretimi verilerinden yararlanmak gereklidir.
302
Tablo 301996-2005 Arası nda M otorlu Kara Taşıt ları Üretim A detleri
Yıllar Otomobil TIR Kamyon Kamyonet Midibüs Minibüs Otobüs Traktör Toplam
1996 207757 374 29058 21032 5856 10171 2499 48220 324967
1997 242780 670 43045 32435 9060 12933 3449 55510 399882
1998 239937 618 31205 45533 10275 13910 3039 60712 405229
1999 222060 311 12785 37551 9953 12894 2333 27435 325322
2000 297476 234 28114 68807 11506 20597 4213 37434 468381
2001 175343 v.b.* 6683 76672 3000 6486 2501 15052 285737
2002 204198 v.b. 12295 116872 4377 6139 2684 10652 357217
2003 294116 v.b. 19041 195606 6795 13624 4172 28794 562148
2004 447152 v.b. 31774 301563 9903 27988 4839 38627 861846
2005 453663 v.b. 37227 349885 7109 26162 5406 34907 914359
Kaynak OSD ve OSD verileriyle uyumlu olarak EconStats.
*
OSD’nin kendi tablolarında da 2001 sonrası TIR üretimi için veri bulunmamaktadır. Bu nedenle
bu alanlar (v.b.) olarak bırakıldı.
Başta da belirttiğimiz gibi üretim aracı kategorisi içerisinde yer alabilecek
kalemleri belirlerken, binek otomobilin tüketim malı olması özelliği göz önünde
bulundurmak gereklidir. Bunun dışındaki araçların üretim ve taşımacılıktaki işlevleri
nedeniyle yatırım malı olan üretim aracı kategorisine sokulması anlamlı olacaktır.
Otobüs, minibüs gibi genel yolcu taşıma araçları da üretim aracı niteliğinde taşıtlar
içerisinde ele alınacaktır. Bu taşıtlar bir meta olan emek gücünün taşınması işlevini
üstlendikleri ölçüde, pazara metaların taşınmasından başka bir işlevleri yoktur. Bu
nedenle, nasıl ki taşımacılık aracı olarak kamyonetler, kamyonlar ve Tırlar üretim
araçları içerisinde yer alıyorlarsa, aynı şekilde emek gücünün pazara, fabrikalara
taşınmasında kullanılan bu türden taşıtlar da genel eğilim olarak üretim aracı
sayılmalıdırlar. Bu, emek gücünü dolaysızca üretim yerlerine taşıyan servis araçları,
minibüsler, dolmuşlar için olduğu kadar toplu taşıma araçları olan otobüsler ve
şehirlerarası yolcu taşımada kullanılan otobüsler için de benzer bir yakınlıkla böyledir.
Emek gücünün pazara taşınması kapsamına, geçim araçlarının elinden alınması ya da
işsizlik nedeniyle göç eden emek gücünün taşınması, emek gücünün yeniden üretim
olanaklarının sürdürülmesi gibi işlevler de girer. Bu kapsama girmedikleri halde burada
sayılanlar, yani buradaki hata payları temel eğilimi karartacak nitelikte değillerdir.
Ancak işsizliğin, göçün, kırsal nüfusun topraktan koparılmasının hızlı ve sert biçimde
yaşandığı bu dönemde, bu araçlara salt keyfi bir taşıma, yolculuk işleviyle bakmak
görüntünün altındakini kaçırmak olacaktır. Bu nedenle otobüs, minibüs gibi yolcu
taşımaya yarayan bu araçların, emek gücünün bir meta olarak düzensiz, geçici ya da
kayıtsız da olsa pazara taşınması işlevini gerçekleştirdikleri ve bunun olanaklarını
303
taşıdıkları söylenebilir.223 Traktörler de üretim aracı kategorisindedir ancak tarım
makinaları olarak makina imalat sanayi içerisinde de geçtiği için tekrar olmasın diye
burada alınmamaktadır.
Tablodan görülebildiği gibi otomobil üretimi toplam motorlu taşıt üretimi içinde
önemli bir büyüklüktedir. Otomobil üretimi, 1996 yılında toplam motorlu kara taşıtları
üretiminin % 64’üne yakınken, bu oran 1999 yılında % 68’e yükselmiş 2001 krizinden
sonra da düşerek % 50’ye inmiştir. Buna karşılık üretim aracı olarak motorlu taşıtların
223
Kamyonet sınıfındaki kimi araçların da aslında tüketim malı olarak kullanıldığı öne sürülebilir.
Dönemin ikinci yarısında hafif ticari araç niteliğindeki araçlara yönelik talebin, bunların üretim araçları
olarak ticari işlerde kullanımından öte, aile kullanımına ve eşya taşımaya uygun olması yüzünden fazla
olabileceği iddia edilebilir. Oysa çoğu durumda, bu, böyle araçları almak için ek bir neden olarak
görülmektedir. Esas neden ise hala ticari işlerde kullanmak olarak kalmaktadır. KOBİ niteliğindeki
işletmenin taşımacılığı gibi ticari işlerin yanında bakım, onarım işlerinde de kullanımı yaygınlaşan bu
türden araçlar, çoklukla taşımacılık ve üretken işlevlerde kullanılmaktadır. Bu çalışmada böylesi araçların
sınıflandırmaları kontrol edilmiştir. Otomotiv Sanayicileri Derneği (OSD) verileri firma düzeyinde yeni
üretim modellerini ve sınıflandırmalarını oldukça ayrıntılı biçimde vermektedir. Hafif ticari araç ve
kamyonetler değerlendirilirken, hazır verileri kullanmaktan öte, bu modellerin hangi sınıflandırmaya
girdiği kontrol edilmiş, karşılaştırılmıştır. Örneğin Starex, Transit gibi modeller binek otomobil
statüsünde değillerdir, bunlar hafif ticari araçlar ve kamyonetler statüsünde değerlendirilmektedir.
304
oranı ise 1996 yılında % 21 iken, 1999 yılında % 23’e, 2005 yılında ise % 47’ye
yaklaşmıştır.
Bir karşılaştırma açısından 1975’te toplam motorlu taşıt üretimi yaklaşık 140 bin
adettir, 1980’de ise 71bine düşer, bu yıllar arasında üretim aracı niteliğindeki motorlu
taşıt oranı %27 civarındadır, otomobillerin payı ise %46-48 arasındadır, geri kalanı
traktör üretimi oluşturur. 1990’da ise toplam üretim 241 bin adet olmuştur, ancak üretim
aracı niteliğindekilerin oranı %17’ye düşmüş, otomobillerin payı %70’e yaklaşmıştır
(EconStats ve OSD verileri).
224
Üretim aracı taşıtlar içinde kamyonet üretimi 1996–2005 arasında 15 kat artmıştır. Kamyonet
ihracatının da artmış olmasına karşılık, Türkiye imalat sanayinin KOBİ ağırlıklı yapısı gözetildiğinde
kamyonet üretimindeki bu artış dikkat çekicidir.
305
1000000
900000
800000
Taşıt Üretimi (Adet) 700000
600000 Toplam Motorlu Taşıt
500000 Üretim Aracı Taşıtlar
400000 Otomobil
300000
200000
100000
0
1996 1998 2000 2002 2004
Yıllar
Grafik 15. Üretim Aracı olarak Motorlu Taşıt Üretimi ve Toplam Üretim
Bu grafikte üretim aracı niteliğindeki motorlu taşıtların oranındaki yükselmeyi,
otomobillerin bunların biraz üstündeki payını daha açık görmek olanaklıdır. Çalışmamız
açısından bir sonraki aşama, üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretim adetlerindeki
büyüme kadar üretim değeri225 olarak büyümelerini endeks olarak hesaplamak olacaktır.
Bunun için motorlu taşıtlar için kullanılan fiyat endeksini kullanacağız. Fiyat endeksi,
fiyat değişim oranlarını verdiği için üretim değerinin değişimini yansıtacaktır. Endeksin
içine aldığı sepette otomobiller, traktörler de bulunmaktadır; ancak fiyat değişimi
gözetildiği için aynı fiyat endeksi, üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretim değerlerini
incelerken de kullanılabilir. TIR üretimi gibi kimi kalemler için belirli yıllarda veri
bulunamamaktadır. Bu veriler, sıfır (0) olarak alındılar. Fiyat sepetinin karma niteliğinin
yaratacağı hata payına karşın elde edilecek sonucun üretim aracı niteliğindeki motorlu
taşıtların üretim değerini endeks olarak yansıtması olanaklıdır.
225
Buradaki “değer” terimi, çalışmanın eleştirel eksenini oluşturan değer kuramı çerçevesindeki “değer”
kavramı ile aynı değildir. Bu terim, aksi belirtilip eleştirilmedikçe fiyatlardaki değişim ya da enflasyon
etkisinden arındırılmış fiyat değişimi ile ölçülen üretim “değer”lerini yansıtacaktır. Değerler ile fiyatlar
arasındaki geçişi açıklamada “değer kuramı”nın üstünlükleri, yeniden üretimin döngüsel yapısını ve
özellikle bunun sonucu olarak zamanı içermesidir. Burada fiyatlar bu gözetilerek, eğilimi açıklama
anlamında veri alınmaktadır. Fiyatlardaki değişimin dolaysızca değerlerdeki değişim ile örtüşmeyeceği
gerçeğine dikkat edilmektedir.
306
( QOe )çıkartılması gereklidir. Bundan sonra bu miktar, her yıl için motorlu taşıtlar fiyat
PMe (Q Me − Q Oe ) = V Me − O
İlk değişken olan fiyat endeksi için TL olarak sektörün üretici fiyat endeksi
şöyledir:
Yıllar M TEFE A B
1996 100 244,8 70,9 89,3
1997 251,1844 435,8 100 100
1998 459,3423 839,1 95 91,2
1999 527,4812 1258,6 72,7 89,1
2000 1395,635 2094 115,6 107,8
2001 1326,085 2686,8 85,6 65,9
2002 3910,07 5157,4 131,5 78,9
2003 8503,015 6840,7 215,7 110,9
2004 15042,48 7576,5 344,5 171,4
2005 16345,93 8115,8 349,4 155,8
Kaynak TUİK, OSD ve Econstats.
M: Motorlu kara taşıtları Üretici Fiyat Endeksi (TL, 1996=100)
A: Üretim aracı niteliğindeki taşıt üretim değeri endeksi.
B: Otomobil üretim değeri endeksi.
A sütunu, motorlu kara taşıtları üretici fiyat endeksi (M)’nin, üretim aracı
niteliğindeki taşıt sayısı ile çarpılması ve sonra TEFE ile deflate edilmesiyle
oluşturulmuştur. Aynı şekilde B’de otomobil sayısı ile M’nin çarpılması ve TEFE ile
deflate edilmesi sonucunda elde edilmiştir. Böylelikle iki tür taşıtın TL cinsinden üretim
değerlerinin incelediğimiz dönemdeki değişimini izleyebiliriz.
Motorlu kara taşıtlarının önemli bir bölümünü oluşturan bu iki taşıt kesiminin
üretim değerlerinin karşılaştırmalı grafiği aşağıdadır:
307
400
Grafik 16. Üretim Aracı Taşıtlar ile Otomobillerin Üretim Endekslerinin Karşılaştırılması
Yukarıda da görüldüğü gibi özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında
üretim aracı niteliğinde motorlu taşıt üretim değerindeki artış otomobil üretim değerinin
oldukça üzerindedir. Buna göre üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretim değeri 1997
ile 2005 arasında 3.5 katına çıkmıştır. Buna karşılık otomobil üretim değeri ancak 1.5
katına çıkabilmiştir. Miktar olarak üretim ile üretim değeri arasındaki farka dikkat
çekmek gerekiyor. İlkinde otomobilin üstünlüğüne karşılık, ikincisinde üretim aracı
niteliğindeki taşıtların görece üstünlük kazandığı yukarıdaki grafikten de görülebiliyor.
Zaten özellikle dönemin ikinci yarısında yapılan değerlendirmelerde “Türkiye’nin hafif
ticari araç üretimine” yönelmesi gerektiğinin vurgulanmasının nedeni de burada
aranmalıdır. Hafif ticari araçlar üretiminde ele aldığımız dönemde büyük bir gelişme
yaşanmıştır.226 Grafik de hafif ticari araçları içine alan üretim aracı niteliğindeki taşıt
üretiminde önemli bir artış göstermektedir. Otomotiv sanayi üretiminde otomobil
üretiminin yanı sıra diğer araçların üretimde ağırlık kazanması, üretimin bu yöne doğru
226
“…otomobil alanında bir marka yaratılmasının ve pazarlanmasının oldukça güç olduğu bir gerçek.
Ama unutulmaması gereken, bugün otomobilde bir markamız yok ama ticari araçlarda bir değil 2-3
markamız var. Sabancı Grubu’na bağlı Temsa, otobüs alanında Avrupa’da bir marka. Temsa markasıyla
Avrupa’ya otobüs ihraç ediyor ve Fransa gibi önemli bir pazarda ikinci sıraya yükselmiş durumda. Keza,
BMC yine aynı şekilde kendi markasıyla dünyanın birçok ülkesine ticari araç ihraç ediyor. Otokar ve
Karsan’ı da bu markalara ekleyebiliriz. Açıkçası biz ticari araçlarda bal gibi marka yaratmışız” (Hürriyet,
Emre Özpeynirci, 5 Aralık 2007).
308
kaydırılması anlamına gelebilir. Üretim aracı niteliğindeki taşıt üretimi içinde kamyonet
üretimindeki çarpıcı büyümeye burada bir kez daha dikkat çekmek gerekiyor.227
227
Hafif ticari araç sınıfına giren kamyonet üretiminin başlangıcı 1994 yılıdır. “Renualt Mais Genel
Müdürü İbrahim Aybar, 1994 yılında başlayan hafif ticari araç pazarının Türkiye'de daima büyüme
gösterdiğini, 2006 sonunda pazarın yüzde 40'ının hafif ticari araçlardan oluştuğunun görüldüğünü ifade
ederek, geçen yıl 244 bin 618 hafif ticari araç satıldığını, Türkiye'nin hafif ticari araç üretimi ve
potansiyeli açısından çok önemli bir durumda olduğunu söyledi… Türkiye ticari araç segmentinde
Avrupa’nın en hızlı büyüyen pazarı. Son yıllarda hafif ve ağır ticari araç satışlarındaki yükselen grafik,
Türkiye'yi Avrupa'nın en fazla ticari araç satılan ülkeleri arasına soktu. (büyüklük olarak ise) Türkiye'nin
dördüncü büyük pazar” olduğu belirtiliyor (Kobiefor Dergisi, Mayıs 2007).
309
hakimiyeti altında ve güçlü bir ülke içi tedarikçi temeli vardır (Taymaz ve Yılmaz,
2008). Yine bu yazarlara göre, “yeni ürün ve süreç teknolojileri ile öğrenmeye yatırım
yaparak Gümrük birliği ile açılan fırsatları yakalamış durumdadırlar”. Otomotiv ana
sanayi ile yan sanayinin tedarik ilişkisinin güçlü olması önemli bir özelliktir. Bu güçlü
ilişki 1990’lı yıllara dayanmaktadır (Nahum, 2000). Zaten otomotiv sanayinde bu
yıllarda artan yabancı yatırımın nedenlerinden biri de ana sanayi yan sanayi ilişkisinin
güçlü olmasıdır.
310
milyon doların altında bir yatırım miktarının yeterli olduğunu söylemek zordur (Yılmaz,
2007, s.44). Burada yatırımlar açısından vurgulanması gereken bir konu, izledikleri
çevrimsel karakterin ötesinde, bu çevrimler arasında nitelik farkının göz ardı
edilmemesidir. 1990’lı yılların ilk yarısı, 1994 krizine kadar otomotiv sanayinin yan
sanayi ilişkilerini güçlendirme ve önceden ilan edilmiş olan Gümrük Birliği’ne
hazırlanma sürecidir. Yılmaz ve Taymaz’ın aktardıklarına göre, Gümrük Birliği’ne
hazırlık sürecinde, otomotivin durumu üzerine yoğun lobi faaliyetleri devletler, AB
nezdinde yürütülmüştür (Taymaz ve Yılmaz, 2008). Bu dönemin ağırlıklı niteliği
komple yeni yatırımlar ile kapasite artırımlarıdır. 1995’ten sonra Ar-Ge yardımlarından
dalgalı da olsa yararlanılmaya başlanacaktır. Otomotiv ana ve yan sanayinin yabancı
ortağın hakim olduğu, uluslararası sermaye ile bütünleşmiş yapısını göz önünde
bulundurursak, yatırım ve Ar-Ge planlarını büyük oranda yabancı ortağın uluslararası
stratejilerine göre belirlendiğini görmek olanaklı olacaktır. Yatırımların düzeyi toplam
olarak 1994 krizi öncesini yakalayamamış olsa da, bu dönemdeki üretimin niteliği ile
incelediğimiz dönemdeki üretimin niteliği arasında bu yönden farklılık olması
kaçınılmazdır. Bu niteliksel farklılık, yatırımların sonucunda üretim sürecinin yeni
emek bileşimleri, otomasyon yani teknolojik niteliğinin değiştirilmesi anlamına
gelmektedir. Buna bir örnek olarak Ford Otosan’da yapılan değişikliği emek
sürecindeki değişimleri incelediğimiz kısımda aktaracağız.
Genel olarak motorlu taşıt üretiminde ihracat önemli bir rol oynuyor, ihracat
Türkiye’de yeni gelişen kamyonet ve hafif ticari araç üretimi için de önemlidir.228
228
2004 yılında sektör ile ilgili bir haberde de buna değiniliyor: “Otomotiv fabrikalarında kapasite
kullanım oranlarının artmasında üretimin çok büyük bir bölümünün ihracata gitmesinin önemli bir rolü
bulunuyor. Özellikle hafif ticari araçta Türkiye bir ihracat üssü haline gelmiş durumda. Bu kategoride
fabrikalar adeta kapasitelerini zorlar duruma geldi…. üretimin yarıdan fazlası dünyanın dört bir yanına
gönderildi” (Star gazetesi, 26.07.2004).
311
verilerine göre, bu pazarın yarıdan fazlası ithalatla karşılanmaktadır. Otomotiv
pazarında 2000 yılında ithalatın payı % 52 iken, bu oran 2001 ve 2002 yıllarında %48'e
düşmüş, 2003, 2004 ve 2005 yıllarında ise artan talep ve düşük kurun da etkisiyle bu
oran artarak sırasıyla % 56, % 58 ve %57 olarak gerçekleşmiştir.
312
sanayi üretim endeksindeki artışlarla karşılaştırabilmek için aşağıdaki grafik yararlı
olacaktır:
400
350 Üretim aracı taşıt
300 endeksi
Üretim Endeksi
250
Römork, karoser
200 üretim endeksi
150
Motorlu taşıt motor ve
100
aksam üretim
50 endeksi
0 imalat sanayi
ortalama endeksi
97
98
99
00
01
02
03
04
05
19
19
19
20
20
20
20
20
20
Yıllar
Grafik 18. Üretim Aracı Niteliğindeki Motorlu Taşıt ve Aksamları Üretim Endeksi
Burada üretim aracı niteliğindeki taşıtların (ya da benzer biçimde otomobillerin)
gösterdiği üretim artışına karşılık bu taşıtların motor ve aksamlarını üreten alt sektörde
benzer bir üretim artışı görülmemektedir. Römork ve karoser üretimi ise bunun aksine
önemli oranda daralmıştır.
313
3.3.2.3 Emek gücünün Dağılımı ve Yapısı, Emek Süreci ve Verimlilik
Motorlu taşıt sanayi, geniş bir istihdam alanı yaratmaktadır, üretim, yenileme,
bakım, yan sanayi, reklam, bayi, trafik güvenlik, sigorta, tescil vs. gibi pek çok alanı
ilgilendirmektedir.229 Burada sadece ana ve yan sanayi içinde TUİK’in elde ettiği
istihdam verileri ele alınacaktır. 1999’da sektördeki işgücü 18 bine yakındır (Yılmaz,
2007, s.41). İncelediğimiz dönemin ikinci yarısında istihdam artmıştır, 2002’de 26 bin
iken 2005 yılında 38 bine çıkmıştır, üretim de artmıştır. TUİK 2002 yılı Sanayi
Sayımı’na göre, yan sanayi ile birlikte yaratılan doğrudan istihdam 415 bin çalışan
civarındadır. İstihdamdaki artış, verimlilikteki yükselme ve üretimdeki artış, reel
ücretlere yansımamıştır. Aksine verimlilik ile birlikte yeni teknolojik yatırımlar
artmıştır. Bunun motor taşıt üretimindeki emek süreci üzerinde de etkileri olmuştur.
İncelediğimiz dönem içinde yalın üretim ve yönetim uygulaması daha fazla yerleşmiştir.
Özellikle kriz döneminde istihdam bir düşüş yaşamıştır, bu dönemde ücretsiz izin ve
işten çıkarma büyük firmalarda da yan sanayide de artmıştır; istihdam bundan sonra
yükselse de artık çalışma uygulamaları işçi direncinin düşürülmesi nedeniyle nitelik
olarak daha farklı yaşanmaktadır. Yani dönemin ikinci yarısında düşüşün ardından
gerçekleşen istihdam artışıyla birlikte gelen uygulamalar, emek sürecine yansımıştır.
DPT raporunda (2006b, s.36–37) bu döneme dair şu söylenmektedir:
229
Bu konuda OSD’nin bültenlerine bakılabilir. “Bu kadar değişik sektörlerde otomotiv sanayinin yaratığı
istihdam için diğer ülkelerdeki veriler de dikkate alınarak genellikle motorlu taşıt üretiminde çalışan 1
kişinin aksam ve parça üretiminde 5 ve ticaret ile hizmetler sektöründe de 5 kişi için ek istihdam yarattığı
kabul edilmektedir. Buna göre sanayinin istihdamı 2005 yılı için 500 bin dolayında kabul edilebilir”
(DPT 2006b, s.35).
314
istihdam 95-105 arasında salınmaktayken ikinci yarıda krizin ardından yaşanan
düşüşten sonra % 50 oranında artarak 156,9’a çıkmıştır. Motor ve aksamı üretimindeki
istihdam da benzer bir seyir izlemiştir. Buna karşılık römork ve karoser imalatındaki
istihdam 1997 yılında 100 iken 2005 yılında 46,2’ye düşmüştür. Üretimde çalışılan saat
endeksi, taşıt üretiminde biraz daha fazla olmakla birlikte istihdama paralel bir seyir
izlemiştir. Ancak istatistik verileri, nitel değişmeyi yansıtmakta eş düzeyde etkili
değillerdir. Yukarıda dönemin ilk yarısı ile ikinci yarısı arasında krizden sonra yaşanan
değişimi, istihdamdaki geçici düşüşe karşı yeniden artış olarak gösteren istatistik veriler
yansıtamazlar. Bu değişim sektör raporlarının satır aralarında görülebilmektedir;
çalışanlar “iç müşteri” olarak görülmektedir (Tüsiad, 1997b). Teknolojik donanımın
artırılması, yeni yatırımlar ve üretim örgütlenmelerinin geliştirilmesi ile paralel olarak
gitmektedir. Bu nedenle üretimde verimlilik artmaktadır.
Genel olarak motorlu taşıtların üretimi ve alt sektörleri için kısmi verimlilik
grafiği şu şekildedir:
180
160
140 341 Taşıt üretimi
120
342 Römork, Karoser
100 üretimi
80 motor ve aksam üretimi
60
imalat sanayi geneli
40
20
0
1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Grafik 19. Motorlu Taşıt Üretiminde Çalışılan Saat başına Kısmi Verimlilik Endeksi (1997=100)
Kaynak TUİK.
315
Römork, karoser üretimindeki ve motor aksamı üretimindeki verimlilik düşerken
taşıt üretimindeki verimlilik 2001 krizinden sonra artış göstermiştir, ancak imalat sanayi
genel ortalamasının altında kalmıştır.
Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Endeks 92,7 100 95 104 103,8 102,4 106,5 103,6 98,7 87,2
Kaynak TUİK.
316
Emek gücünün üretim/yeniden-üretim koşullarını kuralsızlaştırmaya geçiş anlamına
gelen esnek çalışma, işgücü devrinin kriz sonrası daha fazla hızlanan düzeyi, sosyal
güvenlik kesintileri gibi payların düşürülmesi yönündeki çabalar, otomotiv sektörünün
“kayıtlı” emek gücünün de “kayıtsız”larla benzer koşullara yönlendirilmesi sonucuna
varmaktadır. Yeni iş yasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte genel olarak imalat
sanayinin genelinde olduğu gibi otomotiv sektöründe de esnek çalışma, ücretlerin ve
tazminatların, fazla mesai ücretlerinin kısılması, taşeronlaştırma yaygın uygulama halini
almıştır.230 İstihdam “sayı”larının artan niceliği altındaki bu niteliksel evrim gözden
kaçırılmamalıdır.
Daha önce, incelediğimiz dönemin özellikle ilk yarısı içinde yatırımlardaki artış
dalgasının 1994 öncesi dönemdekini yakalamasa bile yeni bir nitelik kazandırdığını
belirtmiştik. 1994’e kadar hızlı bir biçimde artan, ’94 krizinde düşen yatırımlarda,
Gümrük Birliği’ne giriş, AB pazarına yakınlık üstünlüğünden yararlanma nedeniyle bir
hazırlığın etkisi vardır. İncelediğimiz dönemdeki yeni dalga yatırım akımlarında ise
farklı nitelikte değişimin etkileri görülmektedir. Elbette ki, bir önceki dönemden
tümüyle kopan bir nitelik değildir, süreklilik içermektedir. Bu dönemdeki yatırımların
niteliği ve emek sürecine etkileri açısından Otosan örneği çarpıcıdır. Bu bölümde
belirttiğimiz gibi aynı dönem Otosan’ın Ar-Ge harcamalarını katlayarak artırdığı bir
dönemdir. Capital Dergisi’nde “‘Yeni Fikirlerle’ Hızlı Büyüdüler”, Ford Otosan Fabrika
Müdürü Nuri Otay (Capital Dergisi, 1 Ağustos 2006) incelediğimiz dönemin ikinci
yarısında gerçekleşen bir yatırımın nasıl bir “dönüşüm” yaratığını anlatıyor:
230
Oyak Renault Fabrikası: “ ‘Fazla mesai ücretlerinin düşürülmesi bizim için felaket olur’ diyen Renault
işçileri, esnek çalışma ile ilgili maddeler için ise ‘Sendika Genel Başkanı Mustafa Özbek’in de dediği gibi
zaten fabrikalarda uygulanıyor’ dediler.” Yan sanayiden Bosh: “Fazla mesai ücretlerinin düşürülmesine
tepki gösteren işçiler, yaşayacakları sıkıntıları şöyle anlattılar: ‘Kabul edilirse daha fazla mesaiye
bırakılacağız ama aldığımız parada değişiklik olmayacak. Kıdem tazminatı da giderse, elinde hiçbir şey
olmayan kölelere döneriz.’ Boşa çıkan işçilerin Bosh’a bağlı işletmeler ve bölümlere çalışmaya
gönderildiğini anlatan işçiler, ödünç işçiliğin hayata geçirildiğini ifade ettiler. İşçiler, bu durumun sürmesi
halinde patlama olabileceğine dikkat çektiler” (Evrensel, 5 Ekim 2004). 2003 yılında yan sanayide üretim
yapan bir şirkette çalışan işçilerin istekleri şöyledir: “Taleplerimiz, iş koşullarının iyileştirilmesi, asgari
ücretin altında sigortasız işçi çalıştırılmaması, zorunlu mesainin kaldırılması …idi”(Evrensel, 5 Ekim
2004).
317
kaybedilecekti. Bunun yerine, Türkiye’de ilk defa tam otomasyonlu
kalıp değiştiren pres hattı yatırımı yaparak, 2 saatlik kalıp değiştirme
süresini 12 dakikaya indirdik. İmalat kaybını da yıllık 336 saate
düşürmeyi başardık… Bu projenin devreye alınması sonucunda yüzde
90 oranında kayıp önlendi ve yıllık yüzde 50 oranında bir kapasite
kazancı sağlandı. Daha sonra ise aynı kaynakları kullanarak pres
hatları arasında malzeme taşıyan robotların hızlarını artırdık.
Kayıpların azaltılmasına yönelik bu iki proje ile yüzde 100 kapasite
artışı sağladık ve 6 pres hattı yerine, sadece 3 pres hattı kurularak 20
milyon Euro’luk yatırım bütçesini başka alanlara yönlendirdik.
Otomotiv sektörünün önde gelen şirketlerinden Man Türkiye ise 2001 yılında
gerçekleştirdiği “8,5 Projesi” ile 2002 yılında üretim kapasitesini ikiye katlamış
durumdadır. Capital Dergisi’nin haberine göre, “ … Man Türkiye Pazarlama Müdürü
Can Cansu, projenin tamamlanmasının ardından her 100 dakikada bir otobüsün üretim
bandından çıktığını söylüyor. Üretimde otobüs başına düşen üretim süresinin
azaltıldığına değinen Cansu, ‘Dolayısıyla, tek bir otobüsün toplam üretim süresini de
azaltarak 29 güne indirmeyi başardık’ diye konuşuyor” (Capital Dergisi, 1 Ağustos
2006).
Bu otomasyon ile sadece çalışan sayısında bir azalma değil, aynı zamanda
çalışma zamanının gözenekleri azaltılarak daha yoğun bir çalışma temposuna geçiliyor.
Avrupa Ford fabrikaları içinde “en iyi araç üretim fabrikası” (Aramızda, 2006) olarak
seçilen Ford Otosan fabrikasında yapılan ankette işçilerin %69’u ücretlerinden memnun
değilken (Sabah, 15 Haziran 2007), bu işçilerin 2006 yılına kadarki çalışma koşullarını
anlatan bir haber ise şöyledir (Evrensel, 29 Temmuz 2006):
318
koşuşturmaca bu molada da sürüyor. Ford işçisi molaların nasıl
geçtiğini anlatıyor: ‘Yemekhane fabrikadan 10 dakika uzaklıkta.
Koşturarak yemekhane kuyruğuna giriyorum, orada da 5-10 dakika
bekliyorum. Yemeği aceleyle mideye indirip tekrar banda. Bir sigara
içebilirsem benden mutlusu yok. Banda bir dakika geç kalınca azar
işitiyorum.’ … Sürekli aynı işin yapılması, rotasyon yapılmadığı için
işçinin vücudunun belli bir bölümünün sürekli çalışırken, diğer
bölümünün sürekli durması bel fıtığı, boyun ağrıları, bedenin bir
kısmının sürekli ağrıması gibi kalıcı rahatsızlıklara da yol açıyor.
Ford işçileri, işçilerin yüzde 90’ında meslek hastalığı bulunduğunu
söylüyor. Hastaneye gitmek isteyen, ‘Neden, niçin’ gibi sorularla
yıldırıldığı, istirahat alanların evlerine kadar gidilip kontrol edildiği
için pek çok işçi buna cesaret edemiyor. Ama buna rağmen bir hafta
içinde 8 işçi bel fıtığı teşhisiyle hastaneye kaldırıldı.
Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Otomobil 197.594 108.607 103.455 674.472 623.310 969.671 1.270.71 2.196.79 3.928.49 4.331.27
Üretim
Ar.Taşıt 279857 215468 229184 164695 346968 665431 894032 1660297 2799824 3318418
319
Kaynak OSD, 2006.
Görülebildiği gibi hem üretim aracı taşıtlar hem de otomobillerin ihracatı
özellikle 2001 krizinden sonra hızlı bir artışa geçmiştir. Aynı dönemsel değişim
üretimin ne kadarının ihracata ayrıldığını incelerken de bulunmaktadır. Aşağıdaki tablo
incelediğimiz dönem içinde üretilen otomobil ve üretim aracı taşıt miktarının ihracat
oranlarını göstermektedir.
Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Otomobil 12,4 8,5 7,6 33 28 86 81,7 76,7 71,6 74,4
Üretim Aracı Taşıt 6,2 4,4 6,4 10,8 10,2 49,7 58,9 48,7 50,4 50,6
Kaynak OSD verilerinden ve önceki hesaplamalardan türetilmiştir.
Tablodan da görülebildiği gibi iç pazara yönelik otomobil ve üretim aracı
niteliğinde taşıt üretimi özellikle 2001 kriziyle birlikte büyük oranda düşmüştür.
2001’den sonra otomobil üretimi ağırlıklı olarak ihracata yönelmiştir; iç pazarın
daralması ve kurdaki değişikliğin etkisiyle üretim aracı niteliğindeki taşıtların ihracatı
da artmıştır, dönemin başında üretimin büyük kısmı iç pazara yönelik iken, TL’nin
değerlenmesi, harcamaların krizlerle kısılması gibi nedenlerle üretimde iç pazara
yönelik arzın payı %50 ‘ye düşmüştür. Ancak ihracatın büyüdüğünü de unutmamak
gerekir.
320
İthalat değerleri, sektördeki dış ticaret açığının alt sektörlerdeki farklı anlamını
gözler önüne sermektedir. İlk olarak ana sanayideki yani üretim araçları niteliğindeki
taşıt üretimindeki dış ticareti ve pazar yapısını inceleyelim.
Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Otomobil 1021 1671 1362 1296,5 2587,5 573 812 2215 4213 4294,6
Üretim
Aracı 375 695 705 420 839 194 339 1207 2392 2123
Taşıtlar
Kaynak OSD verilerinden hesaplanmıştır.231
Motorlu taşıt ithalatı dönemin ilk yarısında dalgalı bir seyir göstermektedir. 1999
yılı devalüasyon ve TL’nin değerlenmeye başlaması ile birlikte ilk sıçramalı artışı
göstermiş, ancak 2001 krizi döneminde yaşadığı hızlı düşüşten sonra hızla yükselmeye
devam etmiştir. Bu yükselme genel olarak imalat sanayinde olduğu gibi özel olarak
motorlu taşıt sektöründeki ithalat baskısını da göstermektedir.
Üretim aracı niteliğindeki taşıt ihracat ve ithalatını, otomobil dış ticareti ile
karşılaştırarak inceledikten sonra motorlu taşıtlar sektörünün altında bulunan diğer alt
sektörlerin dış ticaretini ele alabiliriz. Römork, karoser ile motor aksamları dış ticaretini
yıllara göre şöyle tablolaştırılabilir:
Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
342 -106.919 91.543 59.382 16.137 12.448 25.099 16.973 -12.447 -45.288 3.640
343 -591234 -894446 -809325 -568113 -1070255 -85192 -97242 -572942 -1637247 -1636037
Tabloda da görüldüğü gibi 342 kodlu alt sektörde, yani römork ve karoser dış
ticaretinde açık başlarda fazla iken dalgalanmakta, kimi zaman fazlaya dönüşmektedir.
Ancak yine de üretimdeki daralma nedeniyle dış ticaret açığı ya da fazlası önemli bir
değeri bulmamaktadır. Buna karşılık 343 kodlu motor ve aksam dış ticareti açısından
aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Görüldüğü gibi yarım milyar dolarlık açık,
231
Bu bölümde aksi belirtilmedikçe ayrıntılı biçimde tutulan OSD verileri kullanılacaktır. Bu veriler
içinde yeni ve kullanılmış taşıt ithal miktarı ve değeri ayrı ayrı olarak verilmektedir.
321
giderek büyümüş 2001 krizindeki düşüşe karşılık dönemin sonunda 1,5 milyar doları
geçmiştir. Motorlu taşıtlarda 2001 krizine kadar artan dış açık, dönemin ikinci yarısında
krizden sonra düşmeye başlamış kimi zaman fazla vermiştir. Burada TL’nin
değerlenmesi ile birlikte ithalatın basıncı aksam sanayi, ya da otomotiv yan sanayi
üzerinde olumsuz bir etki yaratmaktadır. Motor ve aksamlarında artan dış açık, ithal
girdiyi göstermekte, yan sanayinin ithal basıncı altında kalma düzeyini işaret
etmektedir.
Üretim Aracı Taşıtların Türkiye Pazarı, değişimi ve Bu Pazara Yönelik Yerli Üretim (Adet ve Oran)
İç Pazara
Yönelik Yerli İç pazarda Yerli
Yıllar İç Pazar % Değişim Üretim (Adet) % değişim üretimin payı %
1996 101.664 64692 - 63,6
1997 160.665 58 97075 50 60,4
1998 166.396 3,6 97844 0,8 58,8
1999 107.325 -35,5 67656 -31 63,0
2000 201.736 88 119856 77 59,4
2001 66.017 -67 47941 -60 72,6
2002 80.665 22 58569 22 72,6
2003 190.595 136 122715 109,5 64,4
2004 314.920 65 186354 52 59,2
2005 324.457 3 210306 13 64,8
Üretim aracı taşıtta iç pazar 2 kattan fazla büyümüştür. Söz konusu taşıtların,
tüketim malı olan binek araçlarından ayrı niteliği göz önüne alındığında ve Türkiye
imalat sanayinin KOBİ ağırlığı gözetildiğinde üretim aracı talebinin bu kadar büyümesi
önemli bir göstergedir. Kuşkusuz ithalatın da artmış olması döviz ve finansman
sorunları yani para sermaye ihtiyacını karşılamaya ve düzenlemeye yönelik sorunlar
yaratmaktadır. Üretim aracı niteliğindeki taşıt pazarına yönelik “yerli” üretimin payı ise
%65 civarında oynamıştır. Kamyon, özellikle kamyonet pazarı ve üretimi bu üretim
aracı niteliğindeki taşıtlar içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Kamyonet pazarı
incelediğimiz dönemin içinde 5 katına çıkmıştır. Yerli üretim ise 7 katını geçmiştir.
322
Tablo 40 T ür kiye'de Ka myo net İç pa zarı ve Yerli Üreti m
Üretim
Kamyonet Aracı Taşıt
Pazarındaki
Yıllar iç pazarı oranı % İç pazara yönelik yerli kamyonet üretimi Yerli üretimin payı %
1996 51.552 51 20.442 40
1997 84.531 53 31.499 37
1998 105.249 63 44.799 43
1999 69.816 65 36.602 52
2000 136.534 68 62.204 45
2001 56.872 86 39.978 70
2002 59.190 73 40.255 68
2003 147.290 77 86.564 59
2004 239.529 76 120.879 50
2005 251.863 78 150.652 60
Kamyonet talebindeki hızlı artışın yanı sıra iç pazara yönelik yerli kamyonet
üretimi de artmıştır. Dönemin sonunda iç pazarın % 60’ı yerli üretimdir. Ayrıca
Türkiye’deki üretim aracı taşıtlar pazarı içinde kamyonet ağırlığını % 80’lere
yaklaşarak önemli oranda artırmıştır. Üstelik söz konusu üretim aracı niteliğindeki taşıt
pazarı da iki kattan fazla büyümüştür.
İthalat sızma oranları (Import Penetration Rate) olarak tarif edilen gösterge,
ithalatın, toplam iç pazara oranı olarak tanımlanmaktadır. İç pazar içinde ithalatın
oranını göstermektedir. Bu pay 0 olduğunda iç pazarın tamamen yerli olduğu, 100
olduğunda ise tamamen ithalata bağımlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Akarsoy-Altay’ın
OSD verileriyle yaptığı hesaplara göre, genel olarak otomotiv sektöründe ithalat sızma
oranı 1996’da %28 iken, 2000 yılında bu oran %51’e yükselmiş, 2004 yılında ise %58’e
çıkmıştır. Bu genel olarak otomotiv sektöründe ithalata bağımlılığın arttığı anlamına
gelmektedir. Bu ithalata bağımlılığın bileşenlerini ayrıştırmak olanaklıdır. Tablo 15 bize
iç pazarda yerli üretimin payını vermektedir. Buradan üretim aracı niteliğindeki
taşıtlarda ithalatın sızma oranını bulabiliriz. Buna göre, ithalat sızma oranı 1996’da %36
civarında iken 2000 yılında %41’e yaklaşmıştır, ancak dönemin ikinci yarısında
323
düşmeye başlamıştır. Yine de 2004 yılında yine %41’e yaklaşan bağımlılık 2005’te
%35’de kalmıştır. Buradan da görülmektedir ki, dönemin ikinci yarısında ithalat
bağımlılığını, sızmayı artıran esas etken otomobil üretimi olmuştur. Üretim aracı
niteliğindeki araçların iç pazara yönelimi dönemin ikinci yarısında da ağırlıklı olmuştur.
İncelediğimiz dönemin tümü boyunca kamyonet iç pazarının beşe katlandığını ve yerli
üretimin genel olarak yükselerek %50-60’a çıktığını tekrar hatırlatmak yerinde
olacaktır.
Otomobil üretiminde ithal girdiye olan bağımlılık ise bir başka göstergedir.
Bunun en çarpıcı verilerini Taymaz ve Yılmaz’ın çalışması vermektedir. Otomotivde
dış ticaretin yapısını inceleyen yazarlar, otomotiv sanayinin erken kapitalistleşmiş
ülkelerden ithal edip yine onlara ihraç ettiğini belirtmektedirler. “Başka bir deyişle,
otomobil ve otomobil aksamları açısından endüstri içi ticaret Türkiye ile AB arasında
giderek daha önemli hale gel”miştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.12). Yazarlara göre,
Türkiye’deki otomobil şirketlerinin büyük çoğunluğu çokuluslu şirketlere ait olduğu ve
bunlar Avrupa’da birçok fabrikada iş yürüttükleri için endüstri içi ticaretin büyük bir
bölümü gerçekte firma içi ticarettir. Buna örnek olarak da Ford Otomotiv’i
vermektedirler. Şirket 2005 yılında ana şirketinden (parent company) satış gelirlerinin
%40’ı değerinde girdi ithal etmiştir. Türkiye otomotiv sanayi, Avrupa üretim
zincirleri ile tümüyle bütünleşmiştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.12).
Yükseler ve Türkan da, İMKB’de işlem gören şirketlerden yola çıkarak mikro
verilerle Otomotiv’in ithalat payını değerlendirmişlerdir. Otomotivde üretim maliyetleri
içinde ithalat payını 2003’te %51, 2004’te %58 olarak hesaplamışlardır (Yükseler ve
Türkan, 2006, s.132).
232
Açıklanmış Karşılaştırmalı Üstünlük olarak da adlandırılır. Daha önce RCA skoru olarak kullanmıştık.
324
bölerek hesaplanır. Elde edilen sayı (oran) 100 değerinden ne kadar fazla ise, ülke o
sektördeki ihracatta o kadar uzmanlaşmış demektir. Bu göstergeye göre, 1996 yılında
Açıklanmış Göreceli Üstünlük %38,1 iken özellikle 2001’den sonra artmıştır. 2002,
2003 ve 2004 yıllarında sırasıyla %94,2, %112,1 ve %138,8 olmuştur (Akarsoy-Altay,
2007, Tablo 1). Özellikle dönemin ikinci yarısında üstünlük 100 değerinin üstüne
çıkmış ve yükselmeye başlamıştır. Bu, otomotiv sektörünün ihracatta uzmanlaşmaya
başladığını göstermektedir.
2- üretim bölümü;
3- Pazarlama ve satış;
Bu tarife göre Türkiye’deki otomotiv sektörü genel olarak değer zincirinin son
bölümleri dışında, 2. bölüm ile sınırlanmış durumdadır. Özellikle ilk bölüm,
Nahum’un tarifine göre, yüksek cirolu bölümdür ve teknolojik düzey olarak ileri
olan tasarım, yeni model üretimi, yedek parça tasarlanması, müşteri ihtiyaçlarına
göre ürün tasarımı gibi yüksek katma değerli alanı kapsamaktadır (Nahum, 2000,
s.84).
Geri bağlantılar açısından otomotiv ana sanayi ile yan sanayi ilişkisinin kuvvetli
olduğu yönünde çalışmalar bulunmaktadır.233 Özellikle bu yüzden 2001 krizi sonrasında
233
Bkz. (Taymaz ve Yılmaz, 2008), (Wasti, Kozan ve Kuman, 2006). Wasti vd. çalışması, 10 OSD, 72
TAYSAD üyesiyle 2002’nin ilk yarısında yapılan anket çalışmasının bir sonucudur.
325
kapasite artırımı yapılabilmiş ve çıktı artmıştır (Wasti, Kozan ve Kuman, 2006). Yan
sanayinin örnekleri olarak Koç holding ile İtalyan Marelli ortaklığı olan Mako234,
Teknik Malzeme gibi şirketlerin gelişimi gösterilebilir (Capital Dergisi, 1 Nisan 2008).
Wasti vd. göre, 1980 öncesi dönemde, ana-yan sanayi ilişkisinde kaliteden çok
maliyet ön plandadır. Öte yandan yerel tedarikçilerin kıtlığı, ana sanayiyi kendi yerel
tedarikçilerini yaratmak için teknik ve mali destek sağlamaya yönlendirmiştir. Yazarlara
göre 1980 sonrası durum değişmiştir; daha rekabete yönelik ve rakip olarak gören
anlayışla, sadece yerel değil dışarıdaki tedarikçilere de bakılmaya başlanmıştır. Gümrük
Birliği’nin kabulu ile birlikte uluslararası standartlar, ölçüm, test, sertifika ve tescil
geçerli olmuş, birçok yerel tedarikçi bunları almıştır. Türkiyeli üreticiler son zamanlar
sistem tedarikçisi aramaya başlamışlar, tek tek parça yerine sistem üreten tedarikçiler
talep etmektedirler. Ulusoy’a göre, bu durum tedarikçilerin, kendi ürün tasarımlarını
geliştirebilecek yetenek ve kaynakları oluşturmalarını zorunlu kılıyor; bunun
yanında tedarikçilerin yönetim becerilerini geliştirmeleri gerekiyor ki, bunu da
bütün tedarikçiler yapamıyorlar (Ulusoy, 2003). Üstelik bu sektördeki Türk
üreticiler, belli başlı yabancı otomotiv üreticileri ile ortak oldukları için, temel parça ve
sistemleri çoğu zaman bunların tedarikçilerinden ithal etme yoluna gitmektedirler.
Bunun sonucunda Türkiyeli tedarikçiler ya uluslararası standartların sıkı şartnameleri
altında Orijinal Ekipman Üreticilerine (OEM) fason üretim yapmakta ya da onların
lisansı altına üretmektedirler (Ulusoy, 2003).
234
Mako, 2005 başında Koç Holding’in çekilmesiyle tamamen İtalyan şirketinin oldu. 2007 sonunda yeni
kurulan 10 milyon Euro yatırımla kurulan 16 bin metrekarelik fabrikasında 300 kişinin çalışmaya
başlamıştır. Bu kadar büyük bir sabit sermaye ve üretim tesisinin değişen sermayesinin göreli küçüklüğü,
yan sanayideki organik bileşimin yüksekliğini göstermektedir.
326
Avrupalı üreticilerin üretkenlik düzeyleri de çok zayıftır. Türkiye, Avrupalı
üreticilerden verimlilik açısından göreli olarak daha iyidir, ücretler açısından ise erken
kapitalistleşmiş Avrupa ülkelerine göre ücretler düşük, ancak Polonya, Slovakya ve
Macaristan’a göre yüksektir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.13). Yazarlara göre, aksam
üreticileri; otomobil üreticilerine göre Avrupa pazarında daha rekabetçi durumdadırlar,
ancak bunların üretkenlik ve ücret yapısı benzerlik göstermektedir.
Pazarlama ve satış bölümünün finansal krediler, tüketici kredileri ile ilgili olarak
dönemin ikinci yarısında bu alandaki yerli sermaye kesimleri için de finansal olanaklar
artmıştır. 2001 krizinin ardından para sermaye donanımını yeniden yapılandıran ve
otomotiv sanayinde de yer alan kimi yerli sermaye kesimleri açısından “değer
zinciri”nin üçüncü bölümü içinde, özellikle finansal olanaklar içinde de daha fazla yer
bulmak olanaklı olmuştur. Elbette ki, diğer yabancı otomotiv şirketleri için bu olanaklar
iç ve dış finansal kaynaklar açısından daha çeşitli olmuşlardır.
327
yaşanan gelişmeler olarak gösterilmektedir (Yükseler ve Türkan, 122). Özellikle 2001
krizi sonrası banka ve kredi sisteminin yeniden yapılandırılması motorlu taşıt ithalini ve
pazarını etkilemiştir. Bu sefer de TL’nin değerli olması ihracatı sınırlayıp ithal girdi
kullanımını artırmıştır. Bu da sektörde üretilen artı-değerden yerli sermayenin aldığı
payı sınırlamakta, onu ücretleri kısma, yoğunlaşan emek zamanı ve verimlilik,
teknolojik yenilik yönünde baskıyı artırmaya zorlamaktadır.
328
dayanmaz, aksine, geçmiş deneyimlerden, rakiplerinden ve piyasanın o günkü
durumundan edindiği bilgilerle sermaye ve üretim araçları donanımını yeniler. Bu
donanım da kısa vadeli kapasite genişlemesini değil, orta ve uzun vadeli kapasite
genişlemesini gerektirir. Bu nedenle her zaman “atıl” bir kapasite bulunacaktır. Geç
kapitalistleşmenin kimi özgüllükleri ya da kar oranlarının düşme eğiliminin artan
basıncı nedeniyle kimi dönemlerde bu atıl kapasite artsa da belirli bir ölçüde hep
bulunmalıdır. Yani %100 kapasite kullanım oranlarını beklemek yerine örneğin %85
üzeri kapasite kullanımını “çok yüksek” bulan Amerikan Merkez bankası (FED) analizi
kar oranlarının düşmesi eğilimi karşısında sermayenin olağan durumunu yansıttığı kadar
nesnel bir gerçekliğe de işaret etmektedir. Otomotiv sektöründe organik sermaye yani
çalışan başına düşen üretim aracı, girdi gibi değişmeyen sermaye miktarı yüksektir.
Yüksek sermaye bileşimli sektörlerde bunun iki sonucu vardır. Üretimi genişletmek
istediğinizde yapmanız gereken yatırımın mutlak değeri büyük olmak zorundadır. Ek
sermayenin mutlak değeri büyüktür. Bunun sonucu ise bu düzeyde bir yeni yatırımın,
daha düşük kar oranlarına yapılmaması isteğidir. Bireysel kapitalistin elindeki
sermayeyi genişletmesinin, yani yatırımın maliyeti buyken, hali hazırda elinde bulunan
yüksek bileşimli sermayenin üretken kapasitesinin etkin kullanılması gerekir. Bu etkin
kullanımın anlamı, kıyasıya bir rekabetin235 yaşandığı “oligopol”cü bir pazarda, pazar
payı üzerinden yaşanan rekabet sonucunda kapasite oranlarının, yaratılan talebe, pazara,
tekellerin eğilimlerine göre belirlenmesinin yarattığı sınırlılıklardır. Sermaye
merkezileşmesinin bir sonucu olarak, tekel düzeyindeki bireysel kapitalistler açısından
talep arttığında fiyatı düşürmek yerine üretimi sınırlayarak fiyatı sabit kılmak ya da yeni
modellerle fiyat düzeyini korumak tercih edilen bir davranıştır. İlki belirli bir kapasite
fazlasını ve bunun getirdiği ek yükü sürekli kıyaslamayı gerektirirken, ikincisi ek
sermaye yatırımının getirisini sürekli gözetmeyi, hesaplamayı gerektirir. Sermayenin
“calculus”u denilen, yani ek sermayenin daralan kar oranları, ortalama kar ve değişen
pazarlar üzerine sıkı rekabet koşullarında getirisinin ne olacağını, an be an hesaplama
işinin, türev ve integral gibi optimizasyon araçlarına devredilmesinin nedeni budur.
“Calculus”, hamle kuramı (game theory) gibi matematiksel araçlara başvurma,
235
Smith, Marks’ın artı karlar için rekabetini örnek göstererek buna “güçlü rekabet” demektedir (Smith,
2002, s.155).
329
kapitalizmin varoluşunda bulunan kar oranlarının düşme eğilimine karşı nafile direnç
araçları gibidirler.
330
hangi yedek parçaların nereden alınacağına, hangi geliştirme çalışmalarının
yapılacağına kadar genişlemektedir. Bazen ileride görüleceği gibi yerli ortak, yabancı
ana ortağa bir geliştirme projesi kabul ettirebilmektedir; kimi zaman da belirli bir taşıt
parçasının özgün üretimi için geliştirme işini üstlenebilmektedir.
Jan Nahum’un 2000 yılında sektörü tarif ederken verdiği değer zinciri
gözetilirse, dönemin ilk yarısına kadar otomotiv sanayi, zincirin en üst aşaması
olan ürün tarifi, ürün ve parça tasarımı, Ar-Ge gibi alanlarda etkin olamamıştır.
Bu döneme kadar otomotiv sektörü üretim ile sınırlı kalmıştır. Zaten sektör
özellikle ‘90’ların ikinci yarısından sonra yoğun Ar-Ge teşvikleri almaya
başlamıştır. Otomotiv sanayinde Ar-Ge çalışmalarının gelişimini izlemek için veri
kaynaklarından birisi TÜBİTAK Teknoloji İzleme ve Değerlendirme Başkanlığı’nın
(TİDEB) Ar-Ge destekleridir. TİDEB verilerine göre, 1995’ten bu yana araştırma ve
teknoloji geliştirme projesi için destek başvurusunda bulunan, ‘otomotiv ana sanayii’
kategorisinde sayılabilecek toplam firma sayısı 15; ‘otomotiv yan sanayii’ kategorisinde
sayılabilecek toplam firma sayısı ise, 100’dür. Üstelik, bu sayı süreklilik gibi ölçütler
gözetilirse düşmektedir. Devletin hibe olarak otomotiv sektörüne ayırdığı fon, yılda
ortalama 6 milyon dolardır, sektörün Ar-Ge’ye ayırdığı fon ise yılda ortalama 40 milyon
dolardır (Akarsoy-Altay, 2006), (DPT 2006b, s.85).
236
“Sektördeki tekelleşme nedeniyle Ar-Tge faaliyetlerinin paylaşımı uluslararası ortaklık
bünyesinde olmaktadır. Özellikle, ana sanayideki bir firma kendi uluslararası ortağından/ortaklarından
büyük bir Ar-Tge projesi alabildiğinde kendi yerli yan sanayisi ile birlikte bu faaliyeti sürdürmekte ve
bununla ilgili olarak da kamu kaynaklarına başvurmaktadır. Böylece o yılın Ar-Tge giderleri
yükselmektedir” (Akarsoy-Altay, 2006, s.11).
331
Genelde ana sanayideki firma, otomotivle ilgili yeni bir projeyi yabancı ortağına
kabul ettirdiğinde, bununla ilgili Ar-Ge için destek alınmaktadır. Bu da dalgalanmayı
açıklamaktadır. Yani üretim gibi Ar-Ge harcamaları da “yabancı ortağın stratejileri” ile
belirlenmiştir, yer yer yerli ortak kimi Ar-Ge projelerini kabul ettirerek kendi
üstünlüğünü sağlama yoluna gitmiştir. Yine de Ar-Ge harcamaları zayıf konumundan
artışa geçmiş görünmektedir. Özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında Ar-Ge
harcamalarında önceki döneme göre büyüklük olarak artış vardır. Genel olarak Ar-Ge
harcamaları ile karşılaştırmak gerekirse, otomotiv sektörünün toplam Ar-Ge projeleri
içindeki payı %11’dir. Buna karşılık proje maliyetlerinin toplam maliyet içindeki payı
% 24’tür.
332
Tablo 41 Seçile n Üç Ana Fir mada Ar-Ge G iderleri ve İhracat İliş kisi
(münhasıran)
TİDEB 'e Sunduğu Toplam Ar-Tge Proje Sayısı: 22
1996 2.635.506 %0,3 257.372.790 28 %33,2 775.408.556
(münhasıran)
TOFAŞ
Her 3 firmanın Ar-Ge personelinde incelediğimiz dönem içinde çarpıcı bir artış
yaşanmıştır. Aynı artış saptaması Ar-Ge harcamaları için de yapılabilir. Özellikle Ford-
Otosan’ın Ar-Ge harcaması 20 katına çıkmıştır. Tüm firmaların Ar-Ge
harcamalarının ihracat miktarlarına oranı bu dönemde artmıştır. Yani ihracat artışı ile
Ar-Ge harcamaları arasında doğru orantılı bir ilişki bulunmaktadır. Ar-Ge harcamaları
en yüksek olan, TİDEB’e en fazla başvuran iki şirket (Tofaş ile Ford Otosan) toplam
satışlarının en büyük kısımlarını ihracata yönlendirmektedirler. Bu oran Ford için
incelediğimiz dönemde çok artmıştır. Hemen hemen iki şirket de satış hâsılatlarının
yarısını ihracattan elde etmektedirler. Ar-Ge harcamaları ile ihracat ve satış arasında
kurulan bu ilişki, aynı zamanda üretimin ihracata yönelik yapısı ile Ar-Ge
harcamalarının dalgalı yapısını da birbirine bağlamaktadır. Ar-Ge harcamalarının
dalgalı yapısının ana ortak ile sürdürülen ilişkiye bağlı olduğunu daha önce belirtmiştik,
bu ana ortağa kabul ettirilen Ar-Ge projesi ülke içinde yapılmaktadır ve bu Ar-Ge
harcamaları ile satış gelirleri daha çok ihracattan elde edilmekte yani üretim ve
geliştirme ağırlıklı olarak ihracata yönelik gerçekleşmektedir.
333
Firmalardaki Ar-Ge harcamaları, devletin Ar-Ge desteği ve Ar-Ge personelinde
görülen artışa paralel biçimde, üniversitede de teknolojik araştırma merkezi
kurulmuştur. Dönemin sonunda 2004 yılında, İTÜ ile OSD arasında, TÜBİTAK-
ÜSAMP (Üniversite Sanayi Araştırma Merkezleri Programı) çerçevesinde ‘Otomotiv
Teknoloji Ar-Ge Merkezi (OTAM)’ kurulmuştur (DPT 2006b, s.83–84). Bu imalat
sanayi genelinde teknoloji geliştirme yönündeki Ar-Ge desteklerinin artmaya başladığı,
Ar-Ge harcamalarının ve Ar-Ge personelinin oranının yükseldiği dönem olan
incelediğimiz dönemin sonunda otomotiv sektöründe Ar-Ge’nin kurumsallaşması
çabalarını göstermektedir.
237
“… önümüzdeki yıllarda Türkiye’deki teknoloji ve ölçekten kaynaklanan nedenlerle üretim tesislerinin
Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin gibi ülkelere kayması söz konusudur. Dolayısıyla sadece ‘iyi üretebilmek
özelliği’ üretim tesislerinin Türkiye’de kalması için yeterli olmayacaktır. Üretim merkezi özelliğini
korumak için bile Ar-Tge’ye kaynak ayrılması kaçınılmazdır”(Akarsoy-Altay, 2006, s.4). “Bugünkü
rakiplerimiz Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Romanya ile Rusya’dır ve gelecekteki
rakiplerimiz ise, Hindistan, Çin ve İran olacaktır” (DPT 2006b, s.135).
334
karşı da dönemin ikinci yarısında gerçekleşmekte olan bir seçenek olarak
gözükmektedir.238
Son bir söz de teknolojik düzeyin özgül ilişkileri ve üretimi üzerine söylenebilir.
TÜSİAD ve Otomotiv Sanayicileri Derneği’nin incelediğimiz dönemin başında birlikte
yaptıkları bir araştırmaya göre (Tüsiad, 1997b), OSD’ye üye 10 ana firma ve diğer
firmalar içerisinde üretimlerine en önemli katkıyı yapan imalat teknolojileri şöyle
sıralanmaktadır.
Bu imalat teknolojilerinin ilk beş tanesi için 'önemli-büyük' katkı %100 olarak
belirtilmiştir. Sonraki iki sistem için de katkı oranı küçük değildir; bu oran sırası ile %
238
Yeni ürün ile talep yaratma yarışı, tüketiciye yönelik binek otomobilin sürekli çeşitlenmesini
getirmektedir. Kamyonet, otobüs, midibüs ve hafif ticari üretiminde bu türden bir talep uyarma hızı
yoktur; uluslararası pazarlar açısından yine yüksek bir rekabet vardır, ancak erişilebilecek pazarlar
açısından sermayenin önünde etkin bir seçenek olarak durmaktadır. Bu sanki tarih tekerrürüne
benzemektedir; 1980 öncesi dayanıksız tüketim mallarından dayanıklı tüketim malları üretimine geçen
sermaye yapısı, bu sefer uluslararası sermaye ile eklemlenerek, elektronikten değil de, otomotiv’in “beyaz
eşyası”ndan kamyonetten başlamaktadır.
335
90 ve % 83'tür. Ana sanayi firmalarında en büyük katkıyı, bu yüksek teknolojili
karmaşık makina ve sistemler yapmaktadır ancak yine de bu teknolojiler dönemin başı
itibariyle henüz çok az sayıda firmada kullanılmaktadır. İşaret edilmesi gereken
noktalardan birisi, yabancı ortak ile sürdürülen üretimde özgüllüğün, sürekliliğin
sağlanabilmesi için bu düzeyde yüksek ve karmaşık teknolojilere bağlı olunması ve
ilk beş teknolojinin araştırma, geliştirme ve tasarım açısından (en azından temel
araştırmalar ve bileşenler açısından) Türkiye’de üretilmiyor olmasıdır. Son ikisi
üretim örgütlenmesini, donanımın yanında yazılımı da gerektiren sistemlerdir;
bunların geliştirilmesi ve kullanımı için örgütlenme ve nitelikli işgücü düzeyi
oluşturulmaktadır.
Yani ana üretim ve değerlenme ile emek süreci örgütleme teknolojileri açısından
teknolojik düzeyin ilk sahibi hala, pek çok durumda üretim zincirinin ilk ve son
aşamalarını elinde bulunduran, lisans veren çok uluslu şirketlerdir. Türkiye’de sistem
entegrasyonu, yazılım ve uygulamaları yürütülmektedir.
336
uluslararasılaşmasında uluslararası şirketlerin ve onunla eklemlenen yerli büyük
sermayenin etkinlik biçimleri, devletin Ar-Ge desteklerinin bu tür bir eklemlenmeye
yönelik işlevi, Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının sermaye tabanı bu sektör üzerinden
anlaşılabilir. Bu yönde verileri yerli büyük sermayenin hakim olduğu açıdan sergileyen
bir başka önemli sektör, ileriki bölümde değerlendireceğimiz elektronik sanayidir.
337
nedenlerle buraya yatırım yapmış, Gümrük Birliği için önceden hazırlık ve AB
nezdinde lobi yürütmüştür. Bu komple yatırımların yerini ikinci yarıda Ar-Ge
yatırımları, Ar-Ge destekleri ve otomasyon yatırımları almıştır. Alman Sanayi
Federasyonu, 2005 yılında Otomotiv üzerine hazırlanan bir raporunda Türkiye’yi kast
ederek şöyle demektedir: “Araç üretim firmaları, şimdi ise üretim proseslerinin önemli
bir bölümünü otomasyon sistemine dönüştürmeyi perde arkası
hedeflemektedirler” (BDI, 2005).
Dönemin ikinci yarısında “2001 krizi sonrasında özel imalat sanayi genelinden
ve kendi geçmiş eğilimlerinden önemli ölçüde farklılaşmaya başlamış” (Yükseler ve
Türkan, 2008, s.16) olan sektörün bu gelişiminde verimlilik ve teknolojik donanımdaki
artışın payı vardır. Bu anlamıyla üretim aracı taşıtlardaki teknolojik değişme ele
aldığımız dönemde büyük olmuştur.239 Bu koşullarda sektör içinde üretim aracı
niteliğindeki taşıt üretiminin payı artmıştır. Ana sanayinin yabancı sermaye bileşimi,
Ar-Ge ve teknoloji açısından ana ortağa bağımlılığı ve dış ticarete bağımlılığı
gözetilirse, bu gelişimin tamamen öz merkezli bir gelişim olmadığı açıktır. Ancak ana
firma ve pazar ile kurulan ilişkide tekil sermayelerin kendi özgül geliştirme çabaları da
göz ardı edilmemelidir. İşte teknolojik değişimin hızlı ve güçlü bir biçimde yaşandığı
sektörde teknoloji üretimi konusunda geri bağlantıları oluşturan etkenler de burada
ortaya çıkmaktadır.
239
Sektörün bu gelişiminde reel ücret üzerinde yaratılan basıncın yanı sıra yalın üretim, esnek çalışma
gibi emek süreci örgütlenmesinin yaygınlaşması ve derinleşmesiyle sonuçlanan köklü değişimler de rol
oynamıştır.
338
Ar-Ge personelinde, Ar-Ge harcamalarında görülen görece yüksek artış,
üniversite sanayi işbirliği, standartlaşmaya dair ana sanayi ve yan sanayinin içine girdiği
zorunlu yönelim, teknoloji üretiminin temel dinamiklerini oluşturmaktadır. Ar-Ge’nin
uluslararasılaşmasının devreye girdiği yer de burasıdır. Uluslararası şirketlerle yani
uluslararasılaşan üretken sermaye ile eklemlenen yerli sermaye, Ar-Ge çalışmalarını
belirli sınırlar içinde yürütebilmektedir. Uluslararası şirketler için böylelikle Ar-Ge
maliyetleri, genele ya da çoğu zaman bölgesel pazara yönelik geliştirmelerin maliyetleri
ulus devletler nezdinde toplumsallaşmaktadır. Geç kapitalistleşen ülkelerde, Ar-Ge’nin
uluslararasılaşması ile sınırlanan bu teknoloji üretimi, teknolojik değişmenin ve
sermaye birikiminin karlılık için yönelmek zorunda olduğu yolun gereksinimleri olarak
doğmuşlardır. Teknolojik düzey olarak ana firmanın temel teknolojik bileşenlerine
bağımlı olmakla birlikte, üretimin koşulları (girdi, emek gücünün örgütlenmesi) ve
üründeki kimi teknolojik yenilikler (bazı parça ve aksamdaki yenilik girişimleri)
bu sektördeki belli başlı Ar-Ge alanlarını oluşturmuştur. Bunlar özgün araştırma
geliştirme çabalarıdır. Zira nitelikli ve ucuz işgücü ile girdi maliyetlerini düşük
tutmaya dayanan tekil sermayelerin kendi pazarlarına (iç ve dış) yönelik uluslararası
rekabet güçleri aşınmaktadır. Üstelik karlarının yani katma değerlerinin çok
kısıtlandığını, azaldığını bu sermayelerin kendileri dile getirmektedirler. Yani bu
alandaki tekil sermayeler ucuz ve nitelikli işgücü aracılığıyla elde edebildikleri rekabet
üstünlüklerini yitirmektedirler. Bu durumda, ana firmayla yapılan yeni
sözleşmelerin devamı, bu sözleşmelerin sonucunda üretilen ürünlerde elde edilen
karın azalmasının önüne geçmek hatta bazen üretimin devam edebilmesi için bile
bu türden özgül gelişme alanlarının açılması, otomotiv sektöründe belli başlı tekil
sermayeler açısından kaçınılmaz olmaktadır.
Genelde ana sanayideki firma, otomotivle ilgili yeni bir projeyi yabancı ortağına
kabul ettirdiğinde, bununla ilgili Ar-Ge için destek alınmaktadır. Bu açıdan Ar-Ge
harcamaları da “yabancı ortağın stratejileri” ile belirlenmiştir, yer yer yerli ortak kimi
Ar-Ge projelerini kabul ettirerek kendi üstünlüğünü sağlama yoluna gitmiştir. Yine de
Ar-Ge harcamaları zayıf konumundan artışa geçmiş görünmektedir. Özellikle
incelediğimiz dönemin ikinci yarısında Ar-Ge harcamalarında önceki döneme göre
büyüklük olarak artış vardır. Genel olarak Ar-Ge harcamaları ile karşılaştırmak
339
gerekirse, otomotiv sektörünün toplam Ar-Ge projeleri içindeki payı %11’dir. Buna
karşılık proje maliyetlerinin toplam maliyet içindeki payı % 24’tür.
Otomotiv sektöründe ana sanayi yan sanayi ilişkisi güçlü olmasına karşın bu
büyüme tablosunu, yan sanayi aynı hızda sürdürmemektedir. 1997 yılında yerli parça
kullanım oranı % 40’lar seviyesinde iken, 2003 yılında bu oran % 23’e düşmüştür.
340
TAYSAD genel sekreteri Barbaros Demirci’ye göre, dünyada motorlu taşıt üretimini
elinde tutan çok uluslu şirketler, tasarlamış oldukları, üretimi ekonomik olmayan kimi
taşıtları Türkiye gibi ülkelerde ürettiriyorlar. En ucuz, en kaliteli, teşvik sistemi
uygun, nitelikli ama ucuz işgücüne sahip ülke bu taşıtların üretimi için seçilecek.
Demirci’ye göre, amaç katma değerin paylaşımı üzerinden şekilleniyor. Kendisinden
bekleneni yerine getiren ülkedeki üretime verilen katma değer payı artacak, ancak
büyük payı, çok uluslu şirket alacaktır. Demirci’ye göre, yan sanayi için de bu
geçerlidir. Ancak bu kurallara uymaya hazır yan sanayi yeni üretilecek taşıtlara yönelik
parça ve aksam üretimi anlaşması yapabilmektedir. Buna karşılık Türkiye, ucuz parça
ve ürün ihraç ederken, dışarıdan aldığı ithal girdiler buna göre daha pahalıdır. Aradaki
katma değerin çok uluslu şirketlere gittiğini vurgulayan Demirci, yan sanayi için de ana
sanayi ile daha uyumlu bir işbirliği önermektedir (TAYSAD Dergisi, Sayı 23, 2004).
DPT raporuna göre, otomotiv sanayinde, 1990 ile birlikte “küresel entegrasyon”
başlamıştır. 2000’li yıllarda ise yüksek katma değerli üretime geçilmeye çalışılmaktadır.
Ancak yan sanayi ve yenileme pazarına yönelik sanayi etkinliği azdır. Üstelik çoğu
yabancı ortaklı sektörde “karlılık son derece sınırlıdır” (DPT 2006b, s.133).
341
durumda tedarikçinin fason üreticisi olma düzeyine yaklaşmaktadır.240 Bu nedenle
“ortak tasarım, tasarım partnerliği”, yan sanayinin geneli için değil, merkezileşen ve
görece büyüyen sermaye kesimlerinin sık sık öne sürdüğü talepler arasındadır. Ar-Ge
ve tasarım merkezi olma istemi bu kesimler tarafından dillendirilmektedir.241
240
TAYSAD Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Burhanoğlu “Türk yan sanayinin önemli bir yol ayrımına
geleceğine dikkat çek”mektedir. “Türkiye küresel oyuncu olma yolunda ya risk alıp yurtdışına açılacak ya
iş modelini değiştirerek Tear 2’ye (ara kurum vasıtasıyla tedarik yapmak) razı olacak ya da spesifik parça
üretiminde ihtisaslaşarak maliyetlerini minimize edecek veyahut organizasyonunu yalınlaştıracak. Bir
diğer ihtimal ise küresel oyunculara şirketlerin tamamının ya da bir kısmının satılması”(Platin Dergisi,
Eylül 2007, 119).
241
“Tasarımda etkili olmalıyız. Kaliteli üretim vizyonuyla ihracat potansiyelini gün geçtikçe artıran
Türk otomotiv yan sanayi, global oyuncuların gözdesi olmaya devam ediyor. Rekabette söz sahibi olmak
için kaliteli üretimin yanı sıra Ar-Ge ve tasarım süreçlerine yönelik yatırımların da hızlı bir şekilde
artması gerekiyor. …Bir araçtaki parçaların yüzde 95'ini üretecek güce sahibiz. Odaklanılması
gereken en önemli konu üretilen parçaların ne kadarının tasarımında söz hakkına sahip olunduğu…
Türkiye'de üretilen dünya araçlarında hem ortak tasarımı, hem de doğrudan tasarımcı olarak [söz hakkına
sahip olunabilir]” (Platin Dergisi, TAYSAD başkanı ile röportaj, Eylül 2007; s.119–122)
342
geliştirme yönündeki çabalarından da yararlanır hale getirmiştir. Teknoloji ise, sermaye
birikiminin eşitsiz doğasına bağlı ve bunun dolaysız bir sonucu olarak, ancak belirli
kademeleri ile geç kapitalistleşen ülkelerde geliştirilebilir. Üstelik üretim yapısının ikili
niteliğinin bir sonucu olarak hakim yerli sermayenin uluslararası sermaye ile kesiştiği
alanlarda ve uygun donanımlar ile hukuksal, kurumsal ve teşviğe dair düzenlemelerin
yeterli olduğu yerlerde bu gerçekleşebilir. Bu durumda teknoloji geliştirmenin nitelikli
emek gücü, devlet teşviği bu sermayenin hizmetine sunulmuş olur. Otomotiv sektörü,
sermaye kesimleri açısından bu nitelikleri taşıyan, uluslararası pazarlarda rekabetin
basıncı yüzünden bu ihtiyaçların en fazla dile getirildiği sektördür. Teknolojik
değişimin ve ülke içi teknoloji üretiminin sınırlarını geç kapitalistleşmenin ve
uluslararası sermayeyle eklemlenmenin bu sınırları oluşturmaktadır.
343
Bu bölümü, 2000 yılında TOFAŞ CEO’su Jan Nahum’un 3. Teknoloji
Kongresi’nde yaptığı konuşmayı, o tarihten dönemin sonuna kadar yaşanan gelişmelere
uyarlayarak sonuçlandırabiliriz. Nahum (III. Teknoloji Kongresi, 2000) şöyle
demektedir:
344
3.3.3 Endüstriyel Elektronik
242
“Günümüzde hangi pazar olursa olsun, elektrikli ev aletleri içinde yer alan bileşenlerden ve
hammaddelerden yaklaşık %60’ı tamamıyla standardize edilmiştir” (Tanyılmaz, 2002, s.9). Modüler
üretim ve ürünlerdeki standartlaşma sadece tüketici elektroniği için değil genel olarak elektronik sanayi
için de geçerlidir (Lüthje, 2005). Ürünlerdeki standartlaşma, üretim sürecinin parçalanması için önemli
bir ölçüdür, böylelikle üretim parçalara ayrılıp, emek yoğun alanlar, pazarlara erişim ve kümeleşmeler
gözetilerek farklı bölgelere kaydırılabilir.
243
Sektörün dünya çapında son yıllardaki gelişimi için bkz. Tanyılmaz (2002), Dicken (1992), Çakır
(2004).
244
“Sanayiyi bu kadar önemli yapan … giderek artan biçimde elektroniğin uygulamasının
yaygınlaşmasıdır. Gerçekten de, mikro-elektronik sanayi bugünün ‘sanayilerin sanayisi’ olarak tarif edilse
yeridir” (Dicken, 1992, s.309).
345
Ar-Ge harcaması245, üniversite sanayi işbirliğine ve araştırma şirketlerine, nitelikli emek
gücüne yönelik yükselen talep anlamına gelmektedir.
245
Kriz zamanlarında bile sektörün önde gelen şirketleri, birçok şeyden kesinti yapmalarına karşın Ar-Ge
harcamalarından kesinti yapamamaktadırlar (Tanyılmaz, 2002, s.15).
246
Sorun askeri elektronik sanayinin üretim aracı niteliğinde alınamayacağı gibi tüketim aracı olarak da
ele alınamamasında ortaya çıkmaktadır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin eğilimleri
açısından silahlanma sanayi, toplam toplumsal sermaye içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Ancak bu
yerin anlamı, literatürde tartışmalıdır. Monthly Review okuluyla öne çıkan “Tekelci Kapitalizm”
yaklaşımı askeri harcamaları, artığın emilmesinin temel bir yönü olarak ele alır (Baran ve Sweezy, 1966).
Değer kuramını bir yana bırakıp, kar oranlarının düşme eğilimi yerine “artığın” artma eğilimini ve bunun
karşısında kriz yerine onun bir biçimi olan eksik tüketim krizini geçirir. Böyle olunca hızla yükselen
“artığın” emilimi, ancak üretken olmayan sektörlerde (hizmet, silahlanma) gerçekleşebilir. Öte yandan
Marksist yaklaşım içinde farklı bir bakış açısıyla Ernest Mandel, askeri harcamaların yapısını ayrı
biçimde incelemiştir. Mandel’e göre, geç kapitalizmde sürekli silahlanma ekonomisi egemendir. Bkz.
(Mandel, 2008), özellikle 9. bölüm. Silahlanma sanayi, teknoloji açısından sürükleyici olsa da, üretim
değil yıkım araçları (means of destruction) üretimidir.
346
Yaptığımız bu bölümlemede tüketim aracı niteliği taşıyanlar teknoloji açısından
hemen bir kenara bırakılamazlar. Tüketim elektroniği sektörü, üretim aracı niteliği
taşımamaktadır ancak teknolojik düzeyinin “yüksek” ve “orta yüksek” olması
nedeniyle, bu tüketim araçlarındaki gelişme ve yenilikler, en azından kuramsal düzeyde,
geri bağlantı etkisiyle üretim araçları (makina ve süreç otomasyonu, bileşenler)
üretiminde de teknolojik gelişmeyi bir ihtiyaç olarak gündeme getirmektedir. Bu
durumda bu sektörün girdi bağlantıları, ithalat düzeyi, yoğunlaşma ve yabancı sermaye
düzeyi gibi göstergeler, sektörün ülke içi teknolojik gelişmeye katkısı açısından önemli
veriler olmaktadır.
Öte yandan, endüstriyel elektronik ise dolaysızca üretim aracı niteliği taşır ve bu
sektördeki üretim gelişimi, aynı zamanda teknolojik yapıda bir gelişmeyi ifade eder.
Dahası, üretim araçları üretimi içerisinde kilit rol oynayan dallardan birisi endüstriyel
elektroniktir. Bu sektörün gelişimi, bu gelişimin niteliğinin incelenmesi, üretim araçları
üretiminde teknolojik açıdan öz merkezliliği irdelemek, makina üretimine teknolojinin
katkısını sorgulamak açısından önemli olacaktır.
247
Makina imalat sanayini incelediğimiz bölümde, küçük ve orta ölçekli sanayi işletmelerinde
mühendisin çoğu zaman “atölye şefi” olarak görüldüğü, mühendislik niteliğinin gerçekleşecek alan
bulmadığı yönündeki yaygın saptamayı belirtmiştik. Tersi yönü gösteren bir saptama ise ileride
görülebileceği gibi otomasyon sektörüyle ilgili yapılandır: Buna göre, sistem entegrasyonu, mimarisi gibi
mühendislik hizmetleri, imalat sanayinde sanki “bedelsiz” olarak algılanmakta, bunlara yapılan
harcamalar fazlalık olarak görülmektedir. Tüm bunlar imalat sanayinde mühendisliğin yeri konusunda
algılamanın geç kapitalistleşmeye uygun biçimde olgunlaşmamasını gösterdiği kadar, imalat sanayinin bu
347
Bu sektörün üçüncü niteliği, cihaz ve sistemlerinin teknik önemine karşın sabit
sermaye yatırımları içerisinde görece küçük bir “parasal paya” sahip olması, bu
endüstriyel elektronik ürünlerinin önemini az göstermektedir.248
yönde resmini verecek bir veri sisteminin kurulmasının güçlüklerini de göstermektedir. Hali hazırdaki
ölçüm sisteminin yetersiz kalacağı açıktır.
248
1991 Sanayi Kongresi’nde ASELSAN Otomasyon Proje Direktörü, DPT Elektronik ve Haberleşme
Uzmanı, PETAŞ Genel Müdürü, STFA-ENERKOM Özel Projeler Müdürü ve ENERSİS Genel
Direktörü, endüstriyel elektronik sektörünün bu 3 kilit özelliğini vurgulamaktadırlar (MMO 1991a, s.66).
249
Bilgisayar alt sektörü, yukarıda düştüğümüz kayıtlarla burada üretim aracı niteliğindeki endüstriyel
elektronik bölümlemesine dahil edilmektedir.
348
alt sektörü olarak alınmaktadır. Askeri elektronik sektörünü ise yeri geldiğinde
karşılaştırarak inceleyeceğiz.
Elektronik sanayi, ele aldığımız dönemin ikinci yarısında en çok büyüyen ikinci
sektör konumundadır (Capital Dergisi, 1 Ekim 2006, Son 5 Yılın Şampiyonları). Sanayi,
2000–2005 yılları arasında cirosunu yüzde 186 artırarak 8 milyar dolara çıkarmıştır.
İncelediğimiz dönemi belirleyen 2001 krizi sonrası yaşanan bu gelişme elektronik
sektörünü odak noktasına koymayı önemli hale getirmektedir.
DPT verilerine göre, 2004 yılında 31 000 kişilik istihdama sahiptir ve reel
sektörler arasında önemli yer işgal etmektedir (DPT, 2007, s.13). 2004 yılı verilerine
göre, elektronik sanayine kayıtlı 500 firma bulunmaktadır. 2004 yılında elektronik
sanayinde çalışan 31300 çalışanın, 11 bini tüketici elektroniğinde, 10 bini Telekom
cihazları alt sektöründe, 1600’ü bileşenler alt sektöründe, 3000’i diğer profesyonel
endüstri cihazlarında, 3700’ü ise Askeri elektronik sektöründe çalışmaktadır. Yani
istihdamın %35’i tüketici elektroniğinde, %32’si Telekom alt sektöründe, %12’si askeri
elektronik alt sektöründe, buna karşılık yalnızca %5’i bileşenler alt sektöründe
çalışmaktadır. Geri kalan %9,5 bilgi işlem cihazları alt sektöründedir. Burada Telekom
alt sektörü, servis sağlayıcıları da kapsamaktadır (DPT 2007). Elektronik sanayindeki
yoğunlaşmayı göstermesi açısından bu sanayinin 16 büyük şirketi, toplam 21 200
çalışanı istihdam etmektedir.
349
12
10
8
Milyar USD
ÜRETİM
6 İTHALAT
İHRACAT
4
0
1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006
Yıllar
Grafik 20. Elektronik Sanayi Üretim, İthalat ve İhracat Değerleri (Milyar USD)
Kaynak: TESİD.
Bu tablo ve grafiğin gösterdiği, dönemin ikinci yarısında elektronik sanayi
üretimindeki yükseliştir. Üretim bütün dönem boyunca değer olarak yükselmiş, ancak
2001 krizi nedeniyle sekteye uğrasa da kısa sürede daha hızla yükselmeye başlamıştır.
İhracatın yükselmesine karşın ithalat da yükselmiştir. Elektronik sektörünün iç pazarı,
1997 yılında 5,7 milyar dolar iken 2000 yılında 8,1 milyar dolara çıkmıştır. Ancak 2001
kriziyle birlikte 4,6 milyar dolara (2002) kadar düşen iç pazar, 2005 yılında tekrar hızlı
biçimde yükselerek 15,5 milyar dolara çıkmıştır. 1997 yılında bu iç pazarın %25’i ülke
içi üretim tarafından karşılanmakta iken, bu oran 2001 yılına kadar düşmeye devam
etmiştir (%16). 2001 krizi, üretimin neredeyse tamamının ihracata yönelmesine yol
açmıştır, iç pazar büyürken, 2002’de bunun ancak %5,5’u yerli üretimle karşılanmıştır.
Ancak bu yıldan sonra bu pay artışa geçebilmiştir. 2005 yılında genişleyen iç pazarın
%25,5’u, 2006 yılında ise %28’i ülke içi üretim tarafından üretilen ürünlere aittir. Bu
oranlar genişleyen elektronik sanayi iç pazarı koşullarında, ülke içi üretimin bu
genişlemeye ne kadar hakim olduğunu göstermektedir. İncelediğimiz dönemin
tümünde elektronik sanayi iç pazarına ithal ürünler hakimdir ve bu pazar değer
olarak yaklaşık iki kat büyümüştür.
1997 yılında üretimin %40’ı, 2001 krizinin ardından ilk yıl üretimin %90,5’u
ihracata yönelmiştir. Bu oran gerilemektedir; 2006 yılında ancak 1998 seviyesindeki
değerine (%54) gelebilmiştir. 2001 krizi sonrası, krizin etkisiyle ücretlerdeki kayıp,
devalüasyon nedeniyle ülke içi pazarın daralması, üretimdeki artışı engellememiş,
350
krizden sağlam çıkanlar açısından üretim ihracata yönelmiştir. Burada döviz
kurunun genel etkisini tekrar hatırlamak gerekiyor. 2001 krizi sonrası yaşanan
devalüasyon ile birlikte TL’nin değeri düşmüş, girdi değerleri yükselmiştir. 2001 krizi
reel ücretler üzerindeki baskının daha da sıkılaşmasını, işten çıkarmaları getirmiştir.
Kriz sonrası TL’nin görece değerlenmesi ile birlikte girdi fiyatları görece düşmüştür,
ancak sermaye açısından reel ücretlerdeki baskı devam etmiş, üstelik buna yeni iş
yasası, sosyal güvence ve istihdama dair düzenlemeler de eklenmiştir. 2001 krizindeki
keskin düşüşünün ardından TL’nin değerlenmesinin girdiler üzerinde getirdiği
rahatlamanın yanında reel ücretlerdeki baskı devam etmiş, dış pazarlardaki fiyat baskısı
yüzünden işçilik maliyetleri olarak görülen bu alana baskı daha fazla artmıştır. TL’nin
değerlenmesi ürün fiyatlarının yükselmesi anlamına gelir, dış pazarlarda fiyat rekabeti
açısından maliyeti düşürebilmek için düşen girdilerin yanında emek üzerindeki baskı
disiplini korunmuştur. Bunun yanında imalat sanayinin ihracata yönelmiş kesimleri
açısından, ölçek ekonomisinin etkinliği de gözetilerek makinalaşma ve yeni emek
örgütlenmeleri ile verimliliğin yükseltilmesi yöntemleri benimsenmiştir. Benzer bir
uygulama, alt sektörleri temelinde ayrıntılı inceleyeceğimiz elektronik sanayinde de
yaşanmıştır.
250
Bu veriler, büyük oranda DPT Raporu, TESİD ağ sayfasından alınmıştır. Ayrıca benzer veriler 2005
yılı tahmini değerlerine kadar şu makalede de bulunmaktadır: (Ulutaş, 2007).
351
Bu değerleri kendi bölümlememize göre toplulaştırırsak, bu dönem içindeki
üretim ihracat ve ithalat değerlerini elde ederiz. Önce üretim değerleri açısından
inceleyelim.
5.000.000
4.500.000
4.000.000
3.500.000 Endüstriyel Elektronik
3.000.000
Bin USD
352
bu gruptaki artışta ağırlığı telekomun yerine profesyonel endüstriyel cihazlardaki artış
almıştır.
Aşağıdaki şekil, alt grupların elektronik sanayi içindeki yüzde paylarının yıllara
göre değişimini göstermektedir.
100%
80%
20%
0%
1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yıllar
353
100%
80%
Bileşenler Alt Sektörü
0%
1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Grafik 23. Endüstriyel Elektronik Üretiminde Bileşenlerinin Yıllara Göre Yüzde Payları
Endüstriyel elektroniğin toplam üretimi, 2001 yılına kadar tüketim
elektroniğinin biraz üstünde iken, bu tarihten sonra tüketim elektroniğinde kayda değer
bir yükseliş olmuş, endüstriyel elektroniğin toplam üretimini geçmiştir. Üretim
açısından endüstriyel elektroniğin ağırlıklı bileşenini telekomünikasyon cihazları
üretimi oluşturmaktadır. Bu alt sektörün endüstriyel elektronik içindeki payı 1999’da
%56 iken, 2001 krizinden sonra bu pay azalmaya başlamıştır, 2005’te %42’ye kadar
inmiştir. Buna karşılık Profesyonel Endüstriyel cihaz üretiminin payı 1999’da %22’den
2005 yılında %32’ye kadar yükselmiştir. Endüstriyel elektronik üretiminde daha sonraki
pay bilgisayar üretimidir. Bilgisayar üretimi 1999’da endüstriyel elektroniğin %11’ine
yakın oranını oluştururken, 2005 yılında bu pay, %15’i geçmiştir. Bileşen üretiminin
payı ise 1999 yılında %11 iken krizle birlikte %6’lara kadar düşmüş, 2005 yılında ancak
%10’a gelebilmiştir. Dönem içerisinde endüstriyel elektronik özellikle ikinci yarıda
önemli bir artış göstermiştir. Bu oranlar bu artışla birlikte değerlendirilmelidir. Buna
göre, endüstriyel elektroniğin büyük bir oranını oluşturan Telekom cihazları
üretimi düşmektedir. Profesyonel endüstriyel cihazlar üretimi yükselmektedir.
Bileşenler elektroniğinin durumu genel artışa karşın oran olarak düşme
göstermektedir ki bu ileri-geri bağlantı açısından daha da kötüdür. Tüketici
elektroniğindeki yüksek artışa ya da diğer alt sektörlerdeki artışa karşın bu
sektörlere girdi sağlayan bileşenler alt sektörü artmamakta aksine payı
düşmektedir. Bu da Türkiye’de bileşenler sektöründe incelediğimiz dönemde önemli
354
bir gelişme olmadığını, geri bağlantı olarak bileşenler sektörünün gelişmediğini
göstermektedir. Yani parlak bir biçimde, sermaye yoğunlaşması yüksek düzeyde ve
yerli sermayeyle gelişen tüketici elektroniği, yeri bileşenleri kullanmamaktadır.
Elektronik sektöründe ana-yan sanayi ilişkisi, tüketim elektroniği sektörünün geri
bağlantıları zayıftır.
İncelediğimiz dönem dış ticaretin hacim olarak önemli oranda büyüdüğü bir
dönemdir. Elektronik sanayinin bu dış ticaret içindeki payı ise şöyledir: dönemin ikinci
yarısında, 2000 yılında elektronik sanayi ithalatı 6,6 milyar dolara yakınken, toplam
ithalatın %12.2’sini oluşturmaktadır. 2005 yılında elektronik sanayi ithalatı 11 milyar
dolara yaklaşmıştır ve toplam ithalatın %9,3’ünü oluşturmaktadır. İhracat açısından
2000 yılında 1,4 milyar dolar olan elektronik sanayi ihracatı, toplam ihracatın %5,1’ini
oluşturmaktadır. 2005 yılında sektörün ihracatı 4 milyar dolara yükselmiştir, toplam
ihracatın %6,1’idir. Görüldüğü gibi elektronik sanayinin ithalattaki payı incelediğimiz
dönem içinde azalma gösterse de onda bir civarındadır. Buna karşılık ihracattaki payı
%5’ten %6’a yükselmiştir.
Elektronik sanayi içinde ele aldığımız alt sektörlerin dış ticareti ise şöyle
gelişmiştir:
Kaynak TESİD. İMMİB, TUİK (Askeri Elektronik sanayi ithalat değerleri TESİD verilerinde
yoktur.)
Elektronik sanayi geneline kıyasla, ithalat üretimin üstünde seyretmekte ve hızla
artmaktadır. Üstelik bu ithalatın ağırlıklı payını endüstriyel elektronik almaktadır.
En yüksek pay, bileşenler alt sektörünün ithalatınındır, ondan sonra Diğer
Profesyonel endüstriyel cihazlar alt sektörü, Telekom ve bilgisayar alt sektörü
gelmektedir. Bu seyir incelediğimiz dönemde pek fazla değişmemiştir. Elektronik
sanayinde ithal edilen her 10 üründen kabaca 9’u endüstriyel elektronik ürünü olmuştur.
355
Üretimin artışı ile birlikte gerekli endüstriyel elektronik ihtiyacının iç pazardan çok dış
pazardan karşılanması da hızlanmış gözükmektedir. Bunun sonuçları, Türkiye’deki
üretim yapısının önemli düzeyde teknolojisini belirleyen endüstriyel elektroniğin ülke
içi üretimden sağlanmıyor olmasıdır. Makina, otomasyon, bilişim, mikro elektronik,
uygulamaya özgü mikro elektronik (ASİC) gibi üretim yapısının teknolojik düzey
olarak belirleyici merkezinde yer alan girdiler, geri bağlantı olarak ülke içinden
karşılanmamaktadır. Bu ise teknoloji açısından ülke içi üretimin sınırlılığını,
bilimsel üretimin merkezi düzeydeki araştırma-geliştirme ve teknoloji üretiminin
ülke dışında yapıldığını göstermektedir. Üretimdeki gelişmenin, içeride endüstriyel
elektronik sektöründen alınacak girdilerin üretimini ne kadar sağlayacağını belirlemek,
uzun vadeli bir gözlem çerçevesini gerektirmektedir. Ancak üretimin artış hızı, aynı
malların ithalatının artış hızından daha fazladır. Cari değerdeki, fiyatlandırmalardaki
değişmelerin ve ithalatın bileşimindeki farklılaşmaların yaratacağı yanılgıyı hesaba
katarsak bile, bu üretimin girdi olarak içeride üretilen endüstriyel elektronik ürünlerine
duyduğu ihtiyacı ve bu ihtiyacın karşılanması yönündeki zayıf da olsa itilimi
göstermektedir.
Dönem içinde ihracat 3 kat artmıştır. Endüstriyel elektroniğin ihracattaki payı ise
1999–2001 arasında %42–45 arasında iken dönemin ikinci yarısında %26–30 düzeyine
inmiştir. Aynı şekilde askeri elektroniğin ihracattaki payı %5’den %1’e inmiştir. Buna
karşılık dönem içinde tüketim cihazları ihracatının toplam ihracata oranı, %54’ten
%70’ler düzeyine yükselmiştir. İhracatın bileşimi, tıpkı üretimin bileşimi gibi
tüketim elektroniğine doğru kaymaktadır; bu anlamıyla incelediğimiz dönemde,
356
özellikle ikinci yarısında elektronik ihracatında belirleyici olan tüketim
elektroniğidir.251 1999–2005 arasında renkli televizyon ihracatının ortalama yıllık artış
oranı %28,5’tur ve bu çok büyük bir artıştır (DPT 2007, 31).
251
“… alt sektörlerle ilgili verileri incelediğimiz zaman, sektörün toplam üretiminde ve ihracatında
gözlenen olumlu gelişmelerin aslında neredeyse tamamen tüketim cihazları üretim ve ihracatındaki
artıştan kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır” (Yılmaz, 2007, s.47).
252
“Elektronik sektörü, ağırlıklı olarak küçük ve orta ölçekli şirketlerden oluşmaktadır. İSO’nun en büyük
500 sanayi şirketi sıralamasına, … elektronikten (ISIC 383 kodlu) sadece 16 şirket girebilmiştir. …
sıralamaya giren elektronik şirketlerinin üretimden satışları 7.6 milyar YTL’de kalmıştır. Elektronik
sektöründe… yabancı yatırım oranının düşük olmasıdır” (Yılmaz, 2007, s.45).
357
Bileşenler alt sektöründe bulunan şirketler, KOBİ niteliğindedir ve çok kısıtlı bir
istihdama sahiptirler. Bileşenler sektörü genelde yan sanayidir, mekanik bileşen gibi
yüksek teknoloji gerektiren ürünler ana sanayi şirketlerinin kendi tesislerinde
üretilmektedir (DPT, 2007, s.97). Bu alt sektörde yerli sermaye hakimdir. Diğer
sektörlerin yapısı da ayrıntılı incelemelerde tarif edilmektedir, ancak endüstriyel
elektroniği değerlendirmek açısından iki sektör önem kazanmaktadır: Telekom ve
profesyonel endüstriyel cihazlar üretimi. Telekom cihazları üretiminde KOBİ
niteliğinde şirketler ağırlıktadır, ancak büyük ölçekli yabancı ortaklı ya da tamamıyla
yabancılara ait şirketler de bulunmaktadır. Sektörün gelişimi bu büyük ölçekli şirketler
belirlemektedir. Yani GSM şirketleri ile Siemens, Netaş, Alcatel, Ericsson gibi büyük
ölçekli ve yabancı sermayeli şirketlerin yatırımları sektörün genelini belirlemektedir.
Profesyonel endüstriyel cihazlar alt sektöründe yer alan şirketlerin, büyük çoğunluğu
küçük ölçekli şirketlerdir (DPT, 2007, s.201). Bu alt sektörde yabancı sermaye oranı
çok azdır, olanlar da yabancı şirkete ait ana sanayi şirketinden dışarı verilen (outsource)
parçalara dair şirketlerdir.
Görüldüğü gibi genel olarak elektronik sanayi, yerli sermaye etkinliği altındadır.
Yabancı sermayenin en etkin olduğu alt sektör Telekom cihazları üreten alt sektördür.
Sanayinin genelinde sermaye yoğunlaşması yüksek değildir, küçük ve orta ölçekli
şirketlerden oluşmaktadır. Ana sanayi yan sanayi ilişkileri güçlü değildir. Sermaye
merkezileşmesinin en yoğun olduğu alt sektör tüketici elektroniği sektörüdür (Taymaz
ve Yılmaz, 2008). Genel olarak sanayi eşitsiz gelişmiş durumdadır, muhasebe ve bilgi
işlem makinaları ile elektronik bileşenler çok küçüktür. TV üretimi ise çok büyüktür.
TV radyo verici üretimi sadece iç pazara çalışan yabancı şirketlerin hakimiyeti
altındayken, TV radyo alıcısı ise dünya pazarları ile sıkıcı bütünleşmiş halde çıktısının
büyük bir kısmını ihraç etmektedir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.10).
358
Ar-Ge harcamasıdır, kamunun harcamaları dâhil edilmemiştir” (TESİD İnternet Sayfası).
Kamunun harcamaları, alt sektörleri incelediğimiz kısımlarda görülebileceği gibi
tümdevre gibi önemli konularda sürmektedir. Özellikle 1990’ların ortasından beri
büyümeye başlayan Ar-Ge destekleri elektronik sanayine yönelik olarak 2001 krizinden
sonra daha hızlı yükselmiştir. Bu harcamalar ile birlikte hesaba katıldığında elektronik
sanayine yönelik incelediğimiz dönemde Ar-Ge harcamaları dikkate değer derecede
yükselmiştir.
253
TTGV ve TESİD Yönetim Kurulu Başkanı Fikret Yücel şunu söylüyor: “Türkiye’de kullandığımız
‘infotelecommunication’ teknolojilerinin ürünlerinde bugün Türkiye’nin fikri mülkiyet payı %5
dolayındadır. Oysa bu pay geçmişte %20 idi. Olması gerekense %50’dir. ... Türkiye jenerik teknoloji
alanlarında inovasyon yeteneği kazanmak durumundadır. Ama, böylesi bir yeteneği
‘infotelecommunication’ teknolojileri alanında Türkiye’ye kazandırmayı amaçlayan Ulusal
Enformasyon Altyapısı Ana Plânı siyasi erk tarafından benimsenmemiş ve yürürlüğe konmamıştır”
(Aktaran Göker, 2000).
359
“Yoksa, siyasi erk, Dünya Bankası uzmanlarınca hazırlanarak 1993 yılında
yayımlanan ve Türkiye’yi yalnızca ‘infotelecommunication’ teknolojilerinin iyi bir
kullanıcısı haline getirmeyi amaçlayan Rapor’u mu benimsemiştir?” (Aktaran Göker,
2000).
Telekom alt sektörünün elektronik sanayi içindeki payı ağırlığını korusa da
dönemin ikinci yarısında diğer profesyonel endüstriyel cihazlar üretimindeki artış daha
fazla gerçekleşmiştir. Telekom sektörünün Ar-Ge harcamalarının yükselişindeki
azalma, hatta gerileme buna bağlanabilir. Ancak ileride göreceğimiz gibi 2001 krizinin
ardından toparlanma süreciyle birlikte TTGV, TİDEB’in dönemin sonlarına doğru
verdikleri Ar-Ge desteklerinde Telekom alt sektörü de önemli bir yer tutmaktadır.
Elektronik sanayi üzerine 2007 tarihli DPT raporu 1980 ile 2005 arasında
yatırım teşviklerinin büyüklüklerini, sabit yatırım, işletme sermayesi ve istihdam gibi
veriler üzerinden vermektedir (DPT, 2007, s.21). İlk göze çarpan, ele aldığımız
dönemde verilen belge sayısındaki artıştır. 1996–2004 yıllarında (9 yıl) toplam 169
belge verilmiştir. 1980 ile 1995 arasında (16 yıl) verilen belge sayısı ise 210’dur. Ele
aldığımız dönemin ilk yarısı en fazla belgenin verildiği dönemdir, 169 belgenin 130’u
bu dönemde verilmiştir. DPT raporu yatırım teşviklerinin değerini cari TL üzerinden
vermektedir. 1997–2004 yılları arasında toplam yatırım miktarları aşağıdaki tablonun
ilk satırındaki gibidir. Bu miktarların 1997=100 kabul edilerek endeks haline getirilmiş
hali, ikinci satırı oluşturmaktadır. Cari TL cinsinden yatırım miktarlarını daha önce
kullandığımız döviz sepeti endeksine (üçüncü satır) böldüğümüzde yatırımların döviz
kuru cinsinden ağırlığını bulmuş oluruz.254 En alttaki satır bu ağırlığı yani yatırımların
kur cinsinden endeksini vermektedir.
254
Döviz sepeti ve kullanılış biçimi için bkz. (Yükseler ve Türkan, 2006, s.75).
360
Tablo 45 E le ktronik Sanayi Yatırı m En deksi
1980 ile 2005 yılları arasında elektronik sanayine verilen teşvik belgelerinin
türlere göre dağılımını gösteren tablo aşağıdadır. Bu tabloda, belge fonksiyonları
şöyledir:
I- Ar-Ge; II- Darboğaz Giderme; III- Entegrasyon; IV- Finansal Kiralama; V- Kalite
Düzeltme; VI- Komple yeni yatırım; VII- Modernizasyon; VIII- Nakil; IX-
Tamamlama; X- Tevsi; XI- Ürün çeşitlendirme; XII- Yenileme
361
Tablo 46 Elektroni k San ayi Yatırı m Teşvi k Belgelerin in Dağıl ı mı
362
da görmek mümkündür. Dönemin ilk yarısında kapasite genişletmek için yapılan (tevsi)
yatırımlarda daha öncekilere göre önemli bir artış vardır. 2003 yılında ilk kez ürün
çeşitlendirme teşvik belgesi alınmıştır.
363
Tablo 47 E le ktronik Sektörüne verilen TÜB İTAK-Tİ DEB Ar-G e Destek T utarları
364
yükselen doların daha sonrasında değerindeki düşme yüzünden Ar-Ge harcamalarının
TL olarak değerindeki gerçek artış cari dolar fiyatlarındaki oranda değildir, bundan
biraz daha azdır; ancak yine de Ar-Ge harcamalarına verilen destek çarpıcı bir oranda
artmıştır. Özellikle 2004 ve 2005 yıllarında elektronik sanayindeki Ar-Ge faaliyetlerine
yüksek oranda destek sağlanmıştır. Elektronik sanayi içinde en yüksek destek verilen
alanlar sırasıyla şöyledir: Bilgisayar Bilimleri ve Teknolojisi, Elektrik-Elektronik
Mühendisliği ve Teknolojisi, Bilgi (Enformasyon) Sistemleri ve Komünikasyon
Teknolojisi, Televizyon Teçhizatı, Sistemleri, Askeri Devreler, Devre Elemanları,
Askeri haberleşme. Görüldüğü gibi, 2002 yılında 100 bin doları bulmayan Ar-Ge
destekleri, bir yıl içinde 1 milyon doları, iki yılda 10 milyon doları geçmiştir. 2005
yılında ise 20 milyon dolara yaklaşmıştır. TİDEB, verdiği bu desteklerle, projelerin
belirli bir oranını desteklemiştir. Aynı raporun hesaplamalarına göre, Ar-Ge için
TÜBİTAK’a önerilen projelerin toplam büyüklükleri, 2001 yılında ancak 8 bin dolara
yaklaşırken, 2004 yılında 18 milyon doları geçmiş, dönemin sonunda 2005 yılında ise 40
milyon dolara yaklaşmıştır. Proje büyüklükleri dönemin ikinci yarısında çok büyük bir
artış göstermiştir.
365
destekleri 2004 yılında 380 bin dolardan 1 milyon doların üstüne çıkmıştır. Bu da birkaç
büyük yerli şirketin hakim olduğu TV üretiminde Ar-Ge çalışmalarının etkinliğinin
arttığını göstermektedir. Daha ileride elektronik sanayi açısından önemi tekrar gündeme
gelecek olan yazılım alanına dönemin ikinci yarısında verilen toplam Ar-Ge desteği
yaklaşık 1,3 milyon dolara yakındır ve bu 2003–2005 yılları arasında artış göstermiştir.
İleride görüleceği gibi bu alandaki şirketler endüstrinin geneline göre sermaye birikimi
henüz küçük olan şirketlerdir; yazılımın Ar-Ge projelerindeki tablosu Vestel gibi ana
sanayi şirketleri açısından Ar-Ge harcamaları payını yansıtmaktan çok, bu küçük
şirketlerin paylarını yansıtmaktadır. Proje büyüklüğünün belirli bir oranına destek
verildiği gözetilirse, bu küçük şirketlerin de son yıllarda yazılım yönünde kendi
boyutlarına oranla büyük ve önemli Ar-Ge harcamalarına giriştikleri düşünülebilir.
366
12
10
Elektrik/Elektromekanik
8
Milyon Dolar
TTGV Desteği
Enformasyon TTGV
6
Desteği
4 Toplam TTGV Desteği
0
93
94
95
96
97
98
99
00
01
02
03
04
19
19
19
19
19
19
19
20
20
20
20
20
Yıllar
Grafik 24. TTGV 'nin Elektronik Sanayinde İki Alana Desteği (1993–2004)
Görüldüğü gibi elektronik sanayine verilen destek 1996 ve 2000 yıllarında iki kez
tepe yapmış, ilkinde 9 milyon doları (1996), ikincisinde ise 10 milyon doları (2000)
geçmiştir. Daha önemlisi, ele aldığımız dönemin ikinci yarısında TİDEB desteklerinde
olduğu gibi TTGV desteklerinde de önemli bir artış vardır. 1996 yılında desteklerdeki
artış, Gümrük Birliği’ne hazırlanma ve kapasite oluşturma ile açıklanabilir.
Dönemin ikinci yarısındaki ise, yerleşmiş bir sürecin Ar-Ge harcamalarına
yönelmesi gibi gözükmektedir. İlk tepe noktası dönemine kıyasla ikinci tepe noktası ve
sonrasında proje sayıları da oldukça çarpıcı biçimde artmıştır.
367
3.3.3.5 Endüstriyel Elektroniğin Alt Sektörleri:
Bu alt sektörde, renkli televizyon, ses cihazları, video, yazar kasa, elektronik
hesap makinaları, videokasetleri TV uydu alıcıları ve anten santralleri, elektronik tartı
ve cihazları üretilmektedir. Televizyon üretimi, özellikle incelediğimiz dönemde,
1995’lerden sonra patlama yapmış, 10 yılda 10 kata yakın artmıştır. Çıktının büyük bir
kısmını renkli televizyon oluşturmaktadır (Çakır, 2004). 1995’te 1,8 milyon renkli TV
üretilmekteyken, bu sayı 2004’te 20,4 milyon adete çıkmıştır. Ancak ileride
anlatacağımız gibi 2005’ten sonra gelişen yeni televizyon teknolojilerine yönelmede
gecikme ile birlikte üretim düşüşe geçmiştir. Sektörün üretiminde ve ihracatında ilk
sırayı ve belirleyiciliği renkli televizyonlar almaktadır. Bu nedenle tüketici elektroniğin
gelişiminde renkli televizyon üretiminin incelediğimiz dönemdeki evrimine özel bir
önem verilecektir.
368
Singapur)” ise üstündedir. Taymaz ve Yılmaz’a göre, Türkiye’de tüketici
elektroniğinde 1990’ların ikinci yarısından sonra çok büyük bir üretkenlik artışı
gerçekleşmiştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.13). Göreli ücret maliyetleri ise doğu
Avrupa ülkelerinden yüksek, ancak AB ülkeleri ve Kore ile Singapur’dan önemli
oranda düşüktür. Türkiye’nin AB’ye ihracatının böyle artmasının nedeni budur; diğer
bir neden pazarlara yakınlıktır (Çakır, 2004, s.12).255
Açıktır ki, kamu harcamaları gibi büyük yatırımların ortadan kalktığı 1980
sonrası dönemde, sermaye birikimi için önemli bir gösterge olan yatırımların
incelenmesi, bu yatırımların niteliği üzerine değerlendirmede bulunmak da daha uygun
verilerle ve dikkatle yapılmak zorundadır. Devletin kamu harcamaları bireysel
sermayelerin kapasitelerinin üzerinde, onların sorunlarına çözüm bulma yönünde
önemli harcamalar idi ve büyük bir pay kaplıyorlardı. Ancak kamu harcamalarının
payının ülke ekonomilerinde azaldığı bir dönemde, sermayenin gelişimini incelemek
için benzer bir düzeyi beklemek, bu düzeyi ölçü almak hata olacaktır.
255
Göreli maliyetlerin Doğu Avrupa ülkelerinde daha düşük olması ve Avrupa pazarına yakınlık avantajı
dönemin ikinci yarısından itibaren bu ülkelerde otomotiv, elektronik vb. sektörlerde fabrikalar kurmak
üzere yabancı yatırımların artmasına yol açmıştır.
369
Tüketim elektroniğinin lokomotifi televizyon üretimidir. Tüketim elektroniğinin
geri bağlantılarının ne durumda olduğunu anlamak için televizyon üretiminde
bileşenlerin maliyet paylarına ve bu bileşenlerin nereden sağlandığına bakılabilir. DPT
raporuna göre (2007, s.102), televizyon üretiminde geri bağlantıları oluşturan bileşenler
şunlardır:
370
maliyet açısından daha ucuz ve rekabetçilerdir. Ancak incelediğimiz dönemde, Avrupa
bunlardan daha fazla gümrük ve anti-damping vergisi almıştır. Bu da Türkiye’deki
şirketlere korunaklı bir pazar yaratmıştır.256 Taymaz ve Yılmaz’a göre, Asyalı
üreticilere uygulanan anti damping tedbirleri, Türkiye’li üreticilere çok kritik bir
zamanda bir çeşit “bebek sanayi koruması” sağlamıştır. Türkiye’deki TV üreticisi
şirketlerin lojistik konumlarının Avrupa pazarı için çok uygun olması, reel ücretlerin
baskılandığı ve esneklik yönünde iş yasalarının geçirildiği ucuz ve nitelikli işgücü bu
sermayenin “avantajı” olarak ortaya çıkmaktaydı. Sektör raporlarına göre, coğrafi
konum sadece maliyet avantajı sağlamamakta, aynı zamanda teslim zamanını da
azaltmaktadır. Çinli üreticiler için Avrupa pazarına teslim süresi bir buçuk, iki ay iken
örneğin Vestel için 1-2 hafta düzeyindedir. Taymaz ve Yılmaz’a göre, imalat
esneklikleri ve kısa teslim zamanları sayesinde Türk üreticiler Avrupa pazarına yönelik
sipariş bazında çalışabilmiş ve pazarlarını genişletebilmişlerdir (Taymaz ve Yılmaz,
2008).
256
Bu korunaklılığı bir Vestel yöneticisi şöyle dile getirmektedir: “2000 yılında, Çin’lilere yönelik ek
vergiler kaldırılmış olsaydı, bu Vestel için yıkıcı olurdu” (Aktaran Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.17).
371
sektördeki sermaye açısından karların düşmesini, üretimlerinin ve pazarlarının
daralmasını getirmektedir (Yılmaz, 2007, s.47).Bu sermaye kesimleri için önemli bir
sorun olarak belirmektedir.257
Tüketici elektroniğinin girdi olarak ithal girdi kullanması, ülke içi bileşen
sektörü ile geri bağlantılarının güçlü olmaması bu alanda yoğunlaşma düzeyi yüksek
olan sermaye gruplarının önüne karlılık ve sermaye birikimi engeli çıkarmaktadır. Bu
engelin aşılması yönünde seçeneklerden biri olan bileşenlerin ülke içinde üretilmesidir.
Ancak, zaten “verimsiz ve gelişmemiş” olan bileşen alt sektörü kendi başına yeterli
değildir. Bunun için ülke içi şirketlere rekabet üstü ortaklık, yabancı sermaye ortaklığı
gibi kurumsal ve evrimci stratejilerle girdi bağlantılarını oluşturma önerilmektedir.
Ancak bu aşamanın kendisi bile bu alandaki ülke içi sermaye birikiminin gelip
dayandığı eşiğin gerektirdiği ihtiyaçlar ile evrimci ve kurumsalcı teknoloji yaklaşımları
arasındaki koşutluğu göstermektedir. Evrimci ve kurumsalcı yaklaşımın devlet
müdahalesine alan açan yönelimi, Türkiye’de geçmişte önemli bir yere sahip olan
planlamacı okulda da yankı bulmaktadır. Dahası bu planlamacı yaklaşım, yeni
kuşaklarda yerini böyle bir anlayışa bırakmaktadır. Ancak bir yandan da bu devir
teslimin yapısal ve ekonomik koşulları oluşmaktadır. Ülke içi yoğunlaşan sermaye
birikimi ile genel olarak imalat sanayinin parçalı yapısının ikili ve diyalektik ilişkisi,
eski eksen olan ulusal çaplı devlet ve piyasa arasındaki planlamacı girdi çıktı ilişkisinin
yerine firma, üniversite, kurumlar gibi bir üçgende incelemeyi yeni eksen olarak
koymaktadır.
257
“2005 yılı itibariyle elde edilmiş olan ölçek büyümesi ve rekabet gücü avantajı kaybedilme
tehlikesindedir. Bu nedenle, ülkemizde hükümetin yönlendirmesi ile rekabet üstü ortaklık ve yabancı
sermaye katılımıyla takriben 2 – 2,5 milyar Dolar seviyesindeki bir yatırım ile panel üretimi tesisinin
kurulması şarttır. Bu oluşum, ara mallarda üretim eksikliği çeken ülkemiz sanayiinin elektronik alanında
önemli eksiğini tamamlayacaktır” (DPT, 2007, s.116).
372
altında satışa sunulurlar. Orijinal Ekipman İmalatçıları ise kendi markalarını kullanarak
son kullanıcıya ürün üretmektedirler.258 Bu tanımlamalar yeni işbölümünün niteliğini
ortaya koymak açısından da anlamlıdır. Örneğin Vestel, pek çok ülkeye televizyon
üretmekte, bu ülkelerde bu televizyonlar farklı markalarla satılmaktadırlar. Vestel
yöneticilerinden Levent Hatay, 2006 yılında (Capital Dergisi, 6 Haziran 2006) şunları
söylüyor:
258
“… özellikle renkli televizyonlarda OEM şeklinde başlayan üretim, yapılan yatırımlar, üretim
miktarları ve bilgi birikimimize bağlı olarak zaman içinde ODM karakterini kazanmıştır. Avrupa’da başta
Japon markaları olmak üzere dünyanın bilinen bütün A brand markalara ODM bazlı renkli televizyon
üretimi Türk firmalarınca yapılmaktadır. Türk televizyon üreticileri artık sadece üretim kapasiteleri ile
değil, kendi şasesini tasarlayan, dizaynını geliştiren departmanları, yazılımları ve dünyaya yayılmış AR-
GE, satış ve satın alma şirketleriyle faaliyet göstermekte ve fark yaratmaktadırlar” (DPT, 2007, s.153).
373
açısından giderek daha fazla duyulan ve dile getirilen ihtiyaç haline gelmiştir. Sanayinin
niteliği gereği bu gibi durumlarda rekabet üstü bir yapının, üniversitelerin, devlet
kurumlarının etkinliği beklenmektedir. İşte elektronik sanayinde bu amaçla ESİM
kurulmuştur. Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi için gerekli olan elektronik test ve ölçü
aletlerini sanayinin kullanımına sunmak, gerekli belgeleme ve tescilleme, malzeme
kontrol, standartlara uyumluluk ve kalite kontrol, belgelendirmeye yönelik hizmetler
sanayinin ihtiyaç duyduğu danışmanlık ve Ar-Ge (ürün geliştirme) hizmetlerini vermek
ya da koordine etmek amacı ile Elektronik Sanayi İhtisas Merkezi (ESİM) Vakfı 1995
yılının sonunda TTV, KOSGEB, TESİD; İTÜ, KalDer tarafından kurulmuştur. Bu
kurum, 1998 yılında bir Hollanda firması olan KEMA ile ESİM vakfı ortaklık
kurmuştur, halen ESİM A.Ş. olarak elektronik sanayi için akreditasyon test ve
belgelendirme işlemlerini yürütüyor. Ancak sektördeki şirketler hala CE onayını
Türkiye’den alamamaktadır.
374
sayısallaşma düzeyinde pek çok OECD ülkesini geride bırakmış durumda
bulunmaktadır. Türkiye, ürettiği sayısal santralleri Orta Asya ülkelerine satmaya
başlamıştır. Ancak son yıllarda Ar-Ge etkinlikleri açısından dönemin ilk yarısından
itibaren zayıflamaya başlamıştır. Bu alt sektörün Ar-Ge açısından durumunu yukarıda
özetlemiştik.
Elektronik sanayinin alt yapı ve yaygınlık açısından önemli bir öğesini temsil
eden telekomünikasyon alt sektörünün diğer bir özelliği ise sektördeki şirket yapısıdır.
DPT raporunda bu alt sektörde etkinlik yürüten 35 şirket gösterilmiştir; bu şirketler
içinde kablo üretimi yapan HES gibi şirketler, Haberleşme cihazları ve Telsiz sistemleri
üreten ASELSAN ve Turkcell, Aycell (daha sonra AVEA olmuş, 2005 yılında çoğunluk
hissesi yabancı ortağa satılmıştır), Telsim gibi GSM telefon şirketleri bulunmaktadır.
Bunlar ve az sonra belirteceğimiz şirketler, alt sektörün temel yapısını oluştursa da
KOBİ niteliğinde olan ancak telefon, adsl, modem gibi alanlarda teknolojik ürünler
üreten şirketler de bulunmaktadır. Sektördeki büyük şirketler ve yabancı ortaklık ilişkisi
şöyledir: Büyük oranda yabancı ortaklı olanlar: Netaş, Alcatel’dir. Tamamen Yabancı
375
olan şirketler: Siemens ve Ericsson, yazılım alanında çalışan Solectron’dr GSM şirketi
Telsim daha sonra yabancı bir şirket tarafından satın alınmış Vodafone olmuştur.
Görülebildiği gibi telekomünikasyon alt yapısı olarak üretimde temel rol
oynayan belli başlı şirketlerin büyük bir kısmı yabancı ortaklıdır. Bu alandaki teknolojik
gelişmeleri yansıtan fikri mülkiyet payının incelediğimiz dönem içinde %20’den
%5’lere düşmesi ile birlikte düşünülürse, Fikret Yücel’in “telekomünikasyon
teknolojilerinin iyi bir kullanıcısı” nitelemesinde bu açıdan bir haklılık payı
bulunmaktadır. Ancak öte yandan ASELSAN gibi şirketlerin, Telsim, Turkcell gibi
şirketlerin incelediğimiz dönem içinde mühendis gibi nitelikli işgücü yapısındaki
değişim, HES gibi kablo şirketlerinin üretimindeki artış ve işgücü niteliğindeki
değişmeler, teknoloji konusunda yerli şirketlerin de gelişme gösterdiklerini
yansıtmaktadır.
376
İncelediğimiz dönemin ikinci yarısında, Profesyonel ve Endüstriyel Cihazlar Alt
Sektöründeki ürün grupları içersinde, sinyalizasyon, alarm ve güvenlik sistemleri,
otomasyon cihazları ve redresör, UPS, konvertör ürünleri ile ilgili olarak bu
sektörde faaliyette bulunan şirketler, yeni kapasiteler eklemeye yönelik fabrika
yatırımları yapmışlardır (DPT, 2007, s.201). Bu yatırımlar arasında otomasyon,
kesintisiz güç kaynağı, konvertör gibi sanayiye girdi sağlayan ürün gruplarının
bulunması önemlidir. Profesyonel ve endüstriyel cihazlar üretiminde otomasyon ve
robotik sistemler üretim yapısının teknolojik düzeyi açısından önemli bir yer
tutmaktadır. Bu yüzden, bu alt sektörün otomasyon ve robotik bileşenini biraz daha
ayrıntılı ele alacağız.
377
ENOSAD verilerine göre, %20’lerde kalmaktadır (Dünya Gazetesi Endüstriyel
Otomasyon Eki, 10 Kasım 2004). Yani otomasyon henüz büyük şirketlerden
başlamaktadır ve onlarda bile küçük bir oranda kalmaktadır.
378
Türkiye’deki yabancı ortaklıklar, temsilcilikler yoluyla ya da bu aşamayı geçerek farklı
biçimlerde yeni gelişmekte olan otomasyon şirketlerine düşmektedir. Bu üretim
araçlarının uygulanmasının ve geliştirilmesinin yanı sıra bakımının bilgisi, bu şirketlere
bırakılmaktadır.
Türkiye’de süreç otomasyonu, sistem kurulumu gibi alanlarda etkin olan yerli
sermaye, kamu ihalelerinde ve kimi özel şirketlerin iş alımlarında yabancıya öncelik
vermesini eleştirmektedirler. Bunun bir nedeni, yabancı şirketlerin standartlarının bilinir
olması ve ürün kalitesidir.
379
giderek daha fazla analitikleştirilmiş, otomasyon sürecinin iki yönünün bileşenleri de
(proses ve makina otomasyonu) parçalara ayrıştırılmıştır. Makinaların geliştirilmesi,
süreçlerin kopyalanması ya da geliştirilmesi, bu süreçlere uygun ara ünitelerin imal
edilmesi, süreç ya da makinaların güncellenmesi, hızlanan eskimeye karşı yenilenmesi
gibi tüm otomasyon süreçleri parçalara ayrılmıştır. Zaten otomasyonun doğasında
“kontrol mühendisliği” vardır; yani süreci analitik bileşenlerine ayırarak kontrol etme.
Ancak buradaki süreç sadece makinalar arasındaki etkileşimin bilgi işlem teknolojileri
ile kontrol edilmesi değildir, aynı zamanda buna göre emek süreci de değişmektedir.
Mühendislik hizmetleri, gerçekte sabit sermayenin devrindeki hızlanmaya, eskimenin
hızlanmasına bağlı olarak yeniden yapılanmaktadır. Bu temelde bakım hizmetlerinin
yanı sıra mühendislik hizmetleri de gelişmiştir. Otomasyon sürecinin merkezi parçaları
(kontrol işlemcisi, robotik malzemeler, hassas malzemeler, yarı iletken teknolojileri ve
nano teknolojiler) dışarıdan alınarak, ara ve nihai bileşenler imal edilmeye başlanmıştır.
Bunun yanında mühendislik hizmetleri, bakım, yenileme, güncelleme ve geliştirme
hizmetleri gelişmiştir.
259
“Sektörümüzün tabii ki bir takım sıkıntıları var. Bunların içinde en önemlisi Türkiye'de üretimini
yaptığımız ve/veya yurt dışından temin ederek pazarladığımız ürün ve sistemlerin üzerine eklediğimiz
gerçek katma değerimiz, emeğimiz olan donanım, yazılım ve otomasyon mühendisliğinin değerinin ve
kalitesinin bugüne kadar gerektiği gibi korunamamış olması. Geçtiğimiz yıllarda bu sektördeki ticaretin,
yatırımların azlığı, bütçelerin yetersiz olması sebepleriyle sadece mal bedeli karşılığı ve ücretsiz
mühendislik haline dönüşmesi bu sektörde hizmet veren firmaları çok zor durumda bırakmıştır” (Endüstri
& Otomasyon Dergisi, Ocak 2005).
380
kullanılması da geç kapitalistleşen ülkelerin özgüllüklerine göre sınırlı da olsa
yayılmaktadır.
260
Araştırma, İSO500 içindeki bazı şirketlerle anket çalışması olduğu kadar, Türkiye’deki robot üreticisi
ve ithalatçılarıyla yapılan anket ve görüşmeleri de kapsamaktadır. Robot’un tanımı, kullanım alanları için
bu çalışmaya bakılabilir; Türkiye’deki kullanım alanlarının 1996’daki durumu için bu çalışmadan
yararlanılmıştır. Araştırmada elde edilen robot sayıları, İSO500 içinden robot kullanması muhtemel
şirketlere gönderilen anketler ve robot üreticileriyle görüşmeler üzerinden yapılmıştır. Gönderilen 101
şirketin ancak 25’inden yanıt alınmıştır. Bu 25 firmadan ancak 9’u robot kullandığını belirtmiştir.
381
2006). Yine UNECE raporlarına göre, dünyada en çok robot talep eden sektörler
sırasıyla, otomotiv, otomotiv yan sanayi, elektrik-elektronik, ilaç, metal eşya, makina ve
gıda sektörü olarak belirtilmektedir.
Hem dünya için hem de Türkiye için robot sayısının ötesinde önemli bir gerçek
de robot fiyatlarının ve niteliklerinin bu süre içinde çok büyük bir hızla değişmesidir.
Amerika’da aynı robotun fiyatı, 1990’da 100 iken 2000 yılında 37’ye düşmüştür.
Üstelik UNECE araştırmalarına göre, performansları katlanarak artmıştır, sadece
verili nitelikleri açısından değil, bunlara yeni eklenen nitelikler açısından da bu
robotlar performans kazanmaktadır. 2000 yılında kurulan robotun nitelikleri
gözetilerek fiyat endeksi hesaplansa endeks 18’e düşecektir; ki bu alıcı açısından
maliyetin neredeyse 1/6’sına düşmesi demektir (World Robotics 2001).
261
2004 yılında robot sayısındaki düşme üç nedenle açıklanabilir. Eğer veri doğruysa, robotların
yenilenmediğini gösteriyor olabileceği gibi, veri hatalıysa 1996 yılında yapılan araştırmanın sınırlarıyla
ilgili bir eksiklik de olabilir. Sık rastlanan başka olasılık ise robot tanımının farklı yapılması olabilir. 2003
yılındaki bir haberde farklı ve yüksek bir rakam verilmesi buna bir örnektir: “[İmalat sanayinde kullanılan
robotlar –b.n.]Türkiye’de ise henüz 1000 kişilik bir koloni oluşturacak düzeydeler. Ancak, önümüzdeki
382
Her halükarda yerli üretimle ya da dışarıdan ithal üretimde robotik kullanımı için
1990’ların ikinci yarısı önemli bir dönüm noktası, hatta üretimde robot kullanımında
oturma dönemi olduğunu söylemek olanaklıdır. 1994 krizi sonrası toparlanmanın
başlaması bir etken iken, daha önceden kesinleşen Gümrük Birliği’ne giriş tarihinden
önce, serbestleşen ticarete, üretimde ve ürünlerdeki standartlaşmanın gereklerine
hazırlanma bir başka etkeni oluşturmaktadır. Otomotiv sanayinde yerli ve özellikle
uluslararası şirketlere ait fabrikaların dönemin ilk yarısında yaptığı yatırımların,
Gümrük Birliği ve ihracat serbestleşmesine hazırlıklarının da bunda büyük payı vardır.
Türkiye’de kendisi robot üretimi ve tasarımı yapan tek şirket olan Kale Altınay
şirketinin Genel Müdürü Hakan Altınay’ın söyledikleri (Capital Dergisi, 1 Şubat 2003)
bunu göstermektedir.
Tek yerli robotik üretici şirketi olan Altınay Robotik ve Otomasyon şirketi,
1991’de kurulmuş, ilk 6 eksenli endüstriyel robotu 1993’te geliştirmiştir. İncelediğimiz
dönemin başında Dünya Robotik Federasyonu’na (IFR) 1996 yılında yedek üye olarak
seçilmiş, 1998’de Avrupa’nın 21 robot şirketinden biri olarak üyeliği tescil edilmiştir
(Aksiyon Dergisi, 22 Temmuz 1998). Altınay şirketi, İTÜ’nün de katkılarıyla
Türkiye’de üretilen ilk ağır sanayi robotunu (ASR 60), 1996 yılında Arçelik’e teslim
yıllarda sayılarının artacağına kesin gözüyle bakılıyor” (Capital Dergisi, 1 Şubat 2003, Türkiye’de Bin
“Çelik” Var).
383
etmiştir. Bu yıla kadar Türkiye’de 11 fabrikanın otomasyon ve robot sistemini
yapmıştır.262 Daha sonra Kale ile birleşerek, otomotiv, otomotiv yan sanayi, beyaz eşya,
cam sanayi, seramik sanayi gibi birçok şirkete otomasyon sistemleri ve robot üretmiştir.
Kale Altınay, ülke dışında da robot ve otomasyon sistemleri satmaktadır. Ferrari'nin
Maserati fabrikasına aktarma hattı otomasyonu projesi, Renault ve Franke fabrikalarına
satış yapmıştır.
2005 yılı itibariyle pazara yönelik üretim ya da ithalat yapan otomasyon ve robot
şirketleri, Teknodrom, Kale Altınay ve AB Rotech olarak belirtilmektedir (Otomasyon
Dergisi, Temmuz 2005).263
262
Arçelik Çayırova Fabrikası, Eczacıbaşı Vitra Kartal ve Bozoyük fabrikaları, Paşabahçe Mersin ve
Kırklareli fabrikaları, EA elektrik, Profilsan A.Ş., Şişecam, Tofaş. 1999 yılında şirket, yabancı ülkelerde
üretim yapmak, merkezini bu ülkelere taşımak için ve ortaklık için kimi Avrupa ülkelerinden çağrı
almıştır.
263
2003 yılında kurulmuş olan Teknodrom, genel olarak uluslararası elektrik şirketi olan Yaskawa
grubunun robotik şirketi olan Motoman ürünlerini satmakta, bunların bakım, entegrasyon hizmetini
yürütmektedir. AB Rotech, ABB ve Rotech ortaklığıyla 2000 yılında kurulmuş olan İsveç merkezli bir
şirkettir. Robot üretimi yapmamakta, ABB robotlarının sistem ve süreç otomasyonu için uyarlamalarını
yapmakta, projelendirmekte, mühendislik ve bakım işlemlerini yürütmektedir. 2007 yılı itibariyle şirket
ağ sayfasına göre, Türkiye’de 500’ü aşkın ABB robotuna teknik destek vermektedir.
384
Dönemin ilk yarısında otomotiv ana ve yan sanayinde hız kazanan, ikinci yarıda
da beyaz eşya, ilaç sanayi gibi başka sektörlerde devam eden üretimde robot kullanımı
dikkate değerdir. Bunun yanı sıra, robot üreten yerli şirket ile robot ithal edip,
projelendirme ve mühendislik hizmetlerini yapan şirketlerin gelişimi de, incelediğimiz
dönemde teknoloji ve nitelikli emek gücü alt yapısındaki gelişmenin göstergeleridir.
Ülke içi sermaye birikiminin geldiği aşama henüz robotik üretimi açısından sınırlı
görünmektedir. Altınay robotik şirketinin İTÜ ile işbirliği içinde başladığı ve geliştirdiği
robotik sistemlerinin ülke dışına ihracatı, iç pazarda kullanımından daha fazla
olmaktadır.
385
etkinlikleri dışında Ar-Ge’ye verilen destek önemli olmasına karşın bunun elektronik
sanayinin geneline yayılımı sınırlıdır. Bunu, bileşenler alt sektöründe inceleyeceğimiz
Tübitak Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü’nün (UEKAE)
mikroelektronik üzerindeki araştırmalarında görmek mümkündür. Ar-Ge çalışmasına
yoğunlaşılan alanlar ve kaynaklar sınırlıdır, bunun sonucu olarak da ticarileşmesi için
aşamalar daha aşılmamıştır.
20 Haziran 1998 tarihinde 98/11173 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı olarak Resmi
Gazetede yayınlanan “Türk Savunma Sanayii Politikası ve Stratejisi Esasları”
(TSSPSE), Savunma Sanayinde yeni bir dönem olarak kabul edilmektedir. Bu belgenin
en önemli özelliği Ziylan’a göre, teknoloji odaklı olması ve ihtiyaç duyulan teknolojileri
“milli olması zorunlu”, “kritik” ve “diğer” teknolojiler şeklinde gruplanmasıdır. Bu
tanımlama, ülke için gerekli teknolojiler için, projeden projeye değişmeyen,
kurumsallaşmış bir yaklaşımın ortaya konmasını sağlayacak olması açısından çok
önemlidir. Ayrıca “Milli Olması Zorunlu” ve “Kritik” ihtiyaçların “Milli” gizlilik
dereceli tesis güvenlik belgesine sahip yerli sanayi tesislerinde geliştirilip üretilmesi
386
esası getirilerek, ülke açısından “Milli Olması Zorunlu” ve “Kritik” teknolojilerin
edinilmesi süreci ve edinilen teknolojilerde sürekliliğin sağlanması garanti altına
alınmıştır (Ziylan, 2001). Ancak daha önce kabul edilen bilim ve teknoloji belgelerinde
olduğu gibi, bu savunma sanayi belgesinin de uygulanmadığı, hedeflerinin
gerçekleştirilmediği belirtilmektedir (Cumhuriyet, 20 Temmuz 2002), (Cumhuriyet
Bilim Teknik, 16 Nisan 2005).
387
değer”e sahip ürün üretmesi açısından önemli bir sektördür.264 Bu sektörün kendisinin
gelişimi teknolojik değişimi etkilediği gibi geri bağlantılarının gelişmesi de teknoloji
üretimini etkilemektedir. İncelediğimiz dönemin sonunda 2004 ve 2005 yıllarında
elektronik sanayi üretiminin yaklaşık %6’sını gerçekleştirebilmekteydi, ihracat
açısından ise aynı yıllarda elektronik sanayi ihracatının %1’ini gerçekleştirmekteydi.
Türkiye’de bilişim teknolojileri pazarı 1999’da 2,6 milyar dolar iken 2001 yılında 4
milyar dolara ulaşmış ancak kriz nedeniyle daralan pazar yeterince toparlanamamıştır;
2004 yılında ancak 3,5 milyar dolara yaklaşmıştır (DPT, 2007, s.233). Bu durumu ile
bilgisayar sektörü krizin en açık görüldüğü alan olarak yorumlanmaktadır (Yılmaz,
2007, s.47). İhracat da 1999’dan 2004’e kadar %35 oranında azalan boşluğu
kapayamamıştır. Ancak üretimdeki artışa karşın ihracatın aynı oranda artmaması, “hızla
büyüyen şirket sayısıyla yükselen iç tüketime (%52) yönelme olduğunu göstermektedir
(Yılmaz, 2007, s.47). İç pazarda en büyük payı donanım harcamaları almaktadır, ancak
yazılım ve bilişim hizmetlerinin payı da artmaktadır. Bu iki harcamanın toplamı 1999
yılında donanım harcamalarının yarısından az iken, 2004 yılında artan donanım
harcamalarının 2/3’ü düzeyine gelmiştir. İncelediğimiz dönemin sonlarında bu iç
pazarın %80 ile %85’i ithalatla karşılanmaktadır. İç pazarın büyük bir kısmı ithalatla
karşılansa da, bu pazarın genişlemesinin hem toplumsal hem de genel olarak sanayi
açısından farklı bir anlamı bulunmaktadır.
264
“Bilgisayar donanımı, yazılım hizmetleri, tüketim malzemeleri üreten alt sektörün en önemli özelliği
hızlı değişen teknoloji ve yüksek katma değeridir” (Bayar, 2003).
388
üretim, tüketim ve dolaşım alanlarının etkisi vardır. Bunun önemli toplumsal sonuçları
olmuştur ve bu toplumsal değişimin tekrar yeniden üretimin toplam döngüsüne (üretim,
tüketim, dolaşım) yansımaması da beklenemez. Finansal sistemin yeniden
yapılanmasında alt yapı oluşturmaktan, bankamatiklerin, kredi kartlarının, internetin
kullanımına kadar tüketim ve dolaşım alanına yansıyan değişiklikleri üretim alanına
yansıyan değişiklikler izlemiştir. Muhasebe, envanter tutma, satış planlama, bürolar
arası bilgi akışı, üretim sürecinin otomasyonu, bayilerle ilişki, müşteri takibi,
tedarikçilerle kurulan esnek ilişki265 gibi üretim alanıyla ilgili pek çok düzeyde değişim
incelediğimiz dönem içinde ticarileşmiş, yaygınlaşmıştır.
389
• KOBİ’lerin %53’ü işletmelerde yerel ağ (LAN) kullanmaktadır.
Üretim alanındaki bu talebin daha güncel verilerini genel olarak imalat sanayini
incelediğimiz önceki bölümde vermiştik. Talepteki bu değişim, donanım açısından yerli
üretimle karşılanmamaktadır. Donanım ithal edip satan ya da monte eden şirketlerden
oluşan bir alt sektör yapısı bulunmaktadır. Buna karşılık yazılım sektörü gelişme
göstermektedir. Özellikle muhasebe programları, ERP/MRP, CRM yazılımları, GSM
operatörlerine VA sistem yazılımları, diğer sistem yazılımları alanında gelişmektedir.
390
5 yıl içinde (2001–2006) en hızlı büyüyen teknoloji şirketleri sıralaması şöyledir: birinci
olan Mobilera şirketi 2001'de kurulmuş; 5 yılda %6764 büyümüştür. İkinci Veripark ise
%2730 büyümüştür. Üçüncü Bizitek, % 2717 büyümüştür (Dünya Gazetesi, 25 Eylül
2006).
Başka bir örnek de 1995 yılında kurulan Cybersoft şirketidir. Vergi Daireleri
Otomasyonu Projesi’ni (VEDOP) yapmış olan bu şirket özellikle incelediğimiz
dönemin ikinci yarısında 2002–2005 yılları arasında, 20 milyon dolar cirosuyla, 4
milyon dolarlık Ar-Ge yatırımı yapmıştır; şirket, 200’ün üzerinde mühendis
çalıştırmaktadır (Capital Dergisi, 1 Ağustos 2005).
2001 yılında Vestel, İngiliz yazılım firması Cabot’ı satın alarak, İngiltere’de
yüzde 50’nin üzerinde pazar payına ulaştı. Bu şirketin ürettiği sayısal yayın yazılımları,
Vestel’in ürettiği cihazlarda kullanılmasının yanı sıra Toshiba ve Philips gibi firmalar
tarafından da satın alınmaktadır. Bundan sonra Vestel, 2005 yılında savunma
yazılımları üreten ABD sermayeli Aydın Yazılım’ın (AYESAŞ) yüzde 60’ını da satın
aldı (Capital Dergisi, 1 Ağustos 2005).
266
“… listeye giren 39 şirket ortalama yüzde 600 büyüdü. En düşük büyüme internet şirketlerinde
gerçekleşirken, yazılım firmaları adeta patlama yaptı” (Sabah, 27 Eylül 2006).
391
İkinci önemli nokta sayısal Ar-Ge grubu ve Urla Teknokent’te
bunun yardımcı birimlerini kurmamız. Şimdi daha fazla yetenekli
gömülü yazılım üreten insanlara ulaşabilmek için İstanbul Arıkent’te
bir Ar-Ge bölümü kuruyoruz. Bunun amacı, Türkiye’de gömülü
yazılımlar konusundaki yetenek envanterinden en üst seviyede
faydalanabilmek. İngiltere, Urla, İzmir ve Arıkent de bizim kendi
tüketici elektroniği cihazlarımızın içindeki gömülü yazılımlarla ilgili iş
planımızın parçası.
267
Benzer bir vurguyu sektörün geneli için DPT raporu da yapmaktadır: “Son yıllarda Türkiye’deki
otomasyon ve otomatik kontrollü makina üretimlerindeki büyük artış, gömülü yazılımlar alanında da
önemli gelişme sağlamıştır” (DPT, 2007, s.234).
268
“Üretilen cihazlardaki yenilik muhtevasını çok büyük oranda kullanılan entegre devrelerin tasarımının
ve bunlara yüklenen yazılımların belirlediği düşünüldüğünde, Türkiye’deki güçlü tüketici elektroniği
firmalarının rekabet öncesi işbirliği ile oluşturulacak bu alanda uzmanlaşmış bir tasarım altyapısının,
tüketici elektroniği alanında katma değeri arttıracak ve yenilik yaratmayı teşvik edecek bir güç
oluşturacağı görülür” (DPT, 2007, s.100).
392
dönemin ikinci yarısında yaşanan gelişmeler bu açıdan bir teknoloji geliştirme çabası
olarak görülmelidir.
393
sektörleri de olumsuz etkilemektedir. 2001 yılı verileriyle elektrik elektronik sektörü
üretiminde faktör maliyetleri içinde hammadde kullanımının %37,17 ile en yüksek paya
sahip olduğu göz önünde bulundurulursa, bileşenler alt sektörünün diğer elektronik
sektörlerine girdi üretmedeki zayıflığı ve kurdaki dalgalanmaların genel olarak
elektronik sanayi üzerinde yarattığı etki görülebilir (Bayar, 2003). Alt sektör
ürünlerinden baskılı devreler, elektronik cihazların üretiminde kullanılan bobin ve
transformatörler, elektronik röleler ve bağlantı elemanları üretimi nitelik ve nicelik
yönünden sektörün ihtiyacını karşılayabilecek durumdadır.
Tam olarak incelediğimiz dönemin başında yani 1995 yılında bu bölüm, Ulusal
Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü (UEKAE) adıyla bir Enstitü’ye
394
dönüştürülmüştür. Enstitü’nün tarihçesinde belirtildiğine göre, aynı yıl, NATO İstikrar
için Bilim programı çerçevesinde ülke içi sanayi kuruluşları ile birlikte yürütülecek bir
projeye de başlanmıştır. 2001 yılında 1,5 mikron, 2005 yılında 0,7 mikron kanal
derinliğinde tüm devre üretmiştir; 2007 yılında 0,35’e inilmiştir.269 Bir karşılaştırma
yapmak için Intel’in 2007 yılında ürettiği mikroişlemcilerdeki MOS transistor kanal
genişliği 0,065 mikrondur. Yani Türkiye’de seri olarak üretilmeyen, NATO destekli,
askeri araştırmalar merkezli kurulan laboratuarda üretilen mikroişlemciden 2005 yılına
göre, 10 kattan fazla küçük ve daha fazla gelişmiş, 2007 yılına göre ise 5 kattan fazla
küçük ve daha fazla gelişmiştir. Intel’in devreleri, üretken tüketime sunulabilecek meta
haline dönüşecek devreler iken Türkiye’dekiler sınırlı askeri kullanım ve laboratuar içi
geliştirme çalışmaları için kullanılmaktadır.
269
Tarihçe için bkz. TÜBİTAK UEKAE ağ sayfası: (www.uekae.tubitak.gov.tr, 2008).
395
olan, uygulamaya özel tümdevrelerin, donanımın ve mekanik bileşenin üretilmesi, resim
tüpü üretilmesi konusunda devlet devreye girmeli denilmektedir (1991 Sanayi Kongresi
Elektronik Sanayii Sektör Raporu).
1991 yılından beri dile getirilen bu eksikliğe karşı sanayinin tümdevre ihtiyacını
nasıl karşıladığı DPT raporunda (2007, s.112) şöyle anlatılmaktadır:
Türkiye imalat sanayi, üretim araçları ve ürünleri için gerekli tümdevreleri, ithal
etmektedir. Uygulamaya özel tüm devre üretimi, 1991 Sanayi Kongresi’nde, Vizyon
2023 Teknoloji Öngörü ve Strateji Belgeleri’nde ve daha birçok yerde bir ihtiyaç olarak
belirtilmesine karşılık, sınırlı da olsa ticarileştirilmeyen, ancak desteklenen çalışma,
henüz epey ham bir halde incelediğimiz dönem içinde başlatılmıştır.
396
zamanda bu alanda teknoloji üretiminin gelişmesine yönelik bir etkendir. Zaten yazılım
alanında bazı şirketlerin yürüttükleri Ar-Ge çalışmaları da bunu göstermektedir.
397
ucuzlaması, şirketler için bu ihtiyacı biraz yatıştırmıştır. Ancak resimli tüpleri demode
bırakan yeni teknolojilere geçilmesi ve TL’nin değerindeki risklerin girdi fiyatlarına
yansıması olasılığı ile birlikte, bileşen üretimine ihtiyaç tekrar dile getirilmektedir.
İncelediğimiz dönemin sonunda elektronik sanayine, endüstriyel elektroniğe ve üretimin
elektronik alt yapısına yönelik Ar-Ge desteklerinin artmaya başlamasında bu ihtiyacı
karşılamak olduğu kadar bu maliyeti toplumsallaştırma amacı da vardır.
398
Dönemin ilk yarısı elektronik sanayi açısından Gümrük Birliği’nin etkisiyle yatırımlar
tarafından belirlenirken, ikinci yarısı, kriz sonrası toparlanma, ihracata yönelik üretimle
belirlenmiştir. Bu dönemin diğer bir özelliği, 1990’ların ortasında başlayan devletin Ar-
Ge desteğinin, bu sanayi açısından bu dönemde önem kazanmasıdır. Gerçekten de
dönemin ikinci yarısında sadece tüketim elektroniğine değil, endüstriyel elektroniğe
yönelik olarak da önemli Ar-Ge destekleri verilmiştir.
399
elektronik şirketleri yazılımla ilgili ülke dışında şirketler almış, Silikon vadisinde Ar-Ge
bürosu kurmuşlardır. Aynı dönem gömülü yazılım ile birlikte otomasyon ve otomatik
kontrollü makina üretimlerinde önemli oranda artışın görüldüğü dönemdir.
İncelediğimiz dönemin başında kurulan, tek yerli robot üreticisi şirketin gelişimi,
ihracata yönelmesi de üretim yapısındaki değişiklik dinamikleri için anlamlı bir öğedir.
Türkiye’de üretimde robot kullanımı artmaktadır, ele aldığımız dönemde hızlı büyüyen,
dönemin ilk yarısında büyük yatırımlar yapan otomotiv sanayinin bu artışta etkisi
büyüktür. Çoğu sektöre yaygınlaşmasa da üretimde robot kullanımı yönündeki bu artış
önemlidir. Öte yandan yerli robot üreticisi şirketin iç pazara yönelik üretimi sınırlıdır,
dönemin ikinci yarısında sadece dış pazara satış yapmıştır. Bu şirket, aynı zamanda
kuruluşu ve gelişimi ile, geç kapitalistleşen ülkelerde bilim üretim sürecinin
boyunduruk altına alınması süreciyle bağlantılı olan üniversite sanayi işbirliğine dair
önemli bir ipucu sergilemektedir.
Sermaye birikiminin çelişkili ve eşitsiz gelişme içeren yapısı, krizleri veri iken,
uluslararası sermaye ile eklemlenme ve karlılık oranlarının düşmesine karşı, üretimde
verimlilik ve teknolojinin kullanımı giderek daha fazla ivedilik ve merkezilik
kazanmaktadır. Bu kuşkusuz bireysel sermayelerin rekabetini dindirmeyecek, tümüyle
400
ve mutlak bir “rekabet üstü kurum ya da etkinlik” yaratmayacaktır. Ancak bilim
üretiminin riskli yapısı, “sınama tahta”larına ihtiyaç duyması, karlılık peşindeki
sermaye açısından devletin eski teşvik biçimleri yerine bu türden desteklerinin
belirlediği böyle bir ortamın oluşturulmasını gerekli kılmaktadır. Öte yandan bilim
üretiminin, Ar-Ge’nin ülke dışında, oradaki nitelikli emek gücünü de kullanarak
yapılabilir hale gelmesiyle birlikte, nitelikli emek gücünün yapısı, pazarlara yakınlık,
sağlanan teşviklerin niteliğine göre, uluslararası sermaye için de bu türden teknolojik
yeniliklerin geliştirilmesi olanağı istenir hale gelmiştir.
401
Bölüm 4
SONUÇ
Tezin ulaştığı temel sonuç, 1996–2005 yılları arasında Türkiye’de gelişen üretim
araçları üretiminin teknolojik değişime yansımasının olumlu olduğu ancak bu üretimin
geri bağlantısı olan teknoloji üretiminin halen zayıf olduğudur. Oysa ki ancak teknoloji
üretiminin üretim araçları üretiminin geri bağlantısı olarak gelişmesi koşulunda bir
sektör olarak teknoloji üretiminden ve o ülkenin teknoloji üretme kapasitesinden
bahsedilebilir. Tezde gösterildiği gibi Türkiye imalat sanayinin yapısını belirleyen,
teknoloji üretimi, teknoloji politikaları değildir. Aksine teknoloji üretimini belirleyen
geç kapitalistleşen Türkiye’nin sermaye birikim yapısıdır. Bu nedenle yatırım malları
üretiminde görülen büyüme tablosu, üretim araçları üretimi ile teknoloji üretimi
incelendiğinde benzer değildir.
Teknoloji üretiminin ülke içi sermaye birikiminin ihtiyacı olarak belirmesi için
üretim araçları üretiminin gelişmesi gereklidir. Gelişen üretim araçları üretimindeki
ihtiyaçların geri bağlantı etkisiyle teknoloji üretim kapasitesi gelişebilir. Teknoloji
transferinden, ülke içi teknoloji üretimine geçiş için üretim araçları üretiminde eşitsiz de
olsa belirli bir gelişmenin yaşanması gereklidir. Tüm bunlar ise sermaye birikiminin
belirli düzeylerini, aşamalarını ifade ederler. Yani teknoloji politikası sermaye
birikimini yönlendirmez, tam aksine sermaye birikimi teknoloji ihtiyacını
doğurur. 1990’ların ortasında doğmaya başlayan ihtiyaç sermaye birikiminin geldiği
aşamanın ihtiyacıdır.
402
bağlantısı olarak gömülü yazılım ve otomasyondaki ilerleme böyle bir gelişmenin
örnekleridir. Ancak üretim araçları üretimindeki gelişme henüz geri bağlantısını
üretmekten uzaktır. Genel olarak gözetildiğinde tezde gösterildiği gibi imalat sanayi
üretiminin geri bağlantısı olarak yatırım malı niteliğindeki üretim araçları üretimi
gelişmektedir ancak sınırlı sektörlerdeki gelişme dışında zayıf durumdadır. Diğer
yandan teknolojik değişim ihtiyacı, sermayenin bütünü için değil belirli kesimleri için
bu dönemde giderek daha fazla ihtiyaç haline gelmiştir. Özellikle uluslararası sermaye
ile eklemlenme çabasındaki yerli büyük sermaye ile ihracata açılan kesimler teknolojik
değişim ihtiyacını daha fazla hissetmektedirler. Bu kesimler için sınırlı da olsa geri
bağlantı olarak teknoloji üretimi ihtiyacı bu dönemde Ar-Ge teşvikleri, üniversite sanayi
işbirliği girişimleri, teknoloji kurumları aracılığıyla karşılanmaya başlanmıştır.
403
güçlenmemesi aynı zamanda teknoloji üretimini de belirlemektedir. Üçüncü bölümde
gördüğümüz gibi, üretim araçları üretiminde bu bağlantıların sermaye birikimi
açısından gelişkin kurulmaya başlandığı yerlerde (otomotiv, yazılım, otomasyon),
teknoloji üretimi için sınırlı olanaklar açılmaktadır. Bu yüzden Kesim I’de geri bağlantı
olarak Ar-Ge etkinliği, mühendis sayısı, üniversite sanayi işbirliği gibi teknoloji
üretiminin nüveleri tam da ele aldığımız dönemde bu alanlarda ortaya çıkmaya başlasa
da çok zayıftır. Bu durum, üretimin genelinde görülen teknolojik değişimin teknoloji
üretimine, kalıcı kapasiteye dönüşmediğini göstermektedir.
Genel olarak geç kapitalistleşen ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de Kesim I’in
ortaya çıkması ve sınırlılıkları esas olarak sermaye birikiminin çelişkileri ve gelişimi
tarafından belirlenmektedir. Geç kapitalistleşmenin bugünkü sınırları, ülke içinde
üretimin büyük bir kısmının orta ve düşük teknolojili mallarda yoğunlaşmış olmasıdır.
Üretim araçları üretimi ise 1990’larda oluşmaya başlamış ve ele aldığımız dönemde bir
sektör olarak gelişmeye başlamıştır; 2001 krizinden sonra Kesim I üretimi de bu
gelişmeyi hızlandırmıştır. Bununla birlikte ele aldığımız dönemde ve özellikle ikinci
yarısında sınırlı da olsa geri bağlantılarını oluşturmak yönünde adımlar atmaya
başlamıştır. Bu uluslararası işbölümünün olduğu kadar iç sermaye birikiminin gelmiş
olduğu bir evrenin sonucudur. 1980’lere kadar tüketim araçları üretiminin yapıldığı
sektörlerde üretimin sınırlarına gelinmiş, bu alanda üretim, büyüyen sermaye kesimleri
için yeterli derecede kârlı olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle yerli büyük sermaye, önce
dayanıklı tüketim malları ve ara mallarına daha sonra da karlılığın görece yüksek
olduğu yatırım mallarına yönelmiştir. Ancak yerli sermaye, birikimin sınırlılıkları
yüzünden ele aldığımız dönemin başına kadar yatırım malları üretiminde, genelde
uluslararası yerli sermaye ile eklemlenerek (otomotiv, telekomünikasyon cihazları
404
üretimi) gelişmiştir. Ele aldığımız dönemde bir sektör olarak hem uluslararası sermaye
ile ortak hem de kendi etkinliği altında alan bulduğu uluslararası pazarlarda (tüketici
elektroniği, makina imalatı) yatırım malı üretimine geçmiştir. Yatırım malları üretimi
içinde Kesim I’in belirginleşmesi, ele aldığımız dönemde gerçekleşmiştir. Hafif ticari
araçların üretimi, takım tezgahlarının ve iş makinalarının üretimi, yazılım, robotik ve
otomasyon sektöründeki sınırlı da olsa gelişmeler bu dönem içinde yaşanmıştır.
Gümrük Birliği sonrasında uluslararası pazarlarla yaşanan hızlı eklemlenme,
standartlaşma, ürünlerde farklılaşma ve uluslararası sermaye ile eklemlenme, yerli
sermayenin Kesim I üretimindeki özgül konumunu belirlemiştir. Birinci ve üçüncü
bölümde gösterdiğimiz gibi, yatırım mallarında gelişmeye başlayan üretim hala ithalata
ve ithal girdiye bağımlı durumdadır. Bu “karlılığın sınırlılığı” anlamında sermaye için
2001’den sonra giderek artan biçimde bir sorun olsa da sermayenin uluslararası
işbölümü ve birikim koşullarında ithal girdilere dayalı bir üretim sürdürülmekte, buna
karşılık otomotiv gibi kimi alanlarda ülke içi girdi eklemlenmesi oluşturulmaya
çalışılmaktadır.
405
kesimlerine göre yeni gelişen yerli sermayenin hâkimiyeti arasında bir koşutluk
bulunmaktadır. Bu sektörde uluslararası sermayenin ortaklık oranı azdır ama
uluslararası sermayenin sektöre ilgisi özellikle dönemin ikinci yarısında artmıştır. Bu,
sermaye merkezileşmesinin olduğu kadar sermaye birikiminin ve ihracat pazarının
büyümesinin de bir sonucudur. Birikim geliştikçe teknolojik yenilik ihtiyacı gündeme
gelmektedir. Sermaye birikim düzeyi, teknolojik yenilik ihtiyacını da belirlemektedir.
406
yenilik ve değişme, işçi sınıfı açısından emek sürecinin denetimi ve daha fazla artı
değer üretme amacına hizmet ettiği sürece daha fazla sömürü, serbest zamanın daha
fazla azalması anlamına gelmektedir.
407
teknolojik geliştirme yapabilmektedir. Yazılım, gömülü yazılım alanında Ar-Ge
harcamaları, bunu anlatmaktadır. Sermaye birikimi, düz panel ekranın içeride salt yerli
sermaye ile üretimini sağlayamamaktadır. Oysa 1980’lerden bugüne kağıt üzerinde
belirlenen teknoloji politikalarında elektronik sektörünün girdilerinin, teknolojinin
üretilmesi hedeflenmiştir. Bu, teknoloji politikalarının sermaye birikimine içsel
bağlılığını gösteren tezden çıkan çarpıcı bir örnektir.
408
Bugün bilim ve teknolojinin üretimi de sanayileşmektedir. Bilimsel, teknolojik
üretimin emek süreci parçalara bölünmekte, denetim altına alınmakta, değerlenme
sürecinin buyruğu altına girmektedir. İcadın bir meslek haline dönüşmesi ile birlikte
bilim ve teknoloji üretimi de kapitalist sanayi üretimine dönüşmüştür. Bu sürecin bir
sonucu olarak teknoloji erken kapitalistleşen ülkelerin dışında da üretilebilir. Hatta
jenerik teknolojilere dair buluşlar erken kapitalistleşen ülkelerin dışında tekil de olsalar
gerçekleşebilirler. Ancak teknoloji üretiminin üretim araçları üretimi ve sermaye
birikimi ile ilişkisi kurulmadığı sürece anlaşılamayan bir gerçek ortada durmaktadır. Bu
teknolojik buluşlar, daha güçlü sermayelerin “sınama tahtası” olarak uluslararası
sermaye birikiminin hizmetine girmek zorundadırlar. Yani bu teknolojik sıçrama, geç
kapitalistleşen ülkelerin erken kapitalistleşen ülkelere yetişmesine yol açmaz, en fazla
yerli sermaye birikimi ile buluştuğu sınırlarda kendi kategorisinde yükselmesini getirir.
Dünyada Ar-Ge harcamaları oranı sıralamasında üçüncü sırada yer alan Çin’de
gerçekleşen teknolojik yenilik ve buluşlar, gerçekte uluslararası üretken sermayenin
patent, ürün ve üretim olarak mülk edindiği ve birikime içerdiği gelişmeler olmuştur.
Teknolojik sıçrama ile sermaye birikim hiyerarşisi değiştirilemez. Teknoloji, birikimi
sürükleyen bir neden değil, bu birikimin bir sonucudur.
409
ürünü metalaşmak zorunda, teknoloji üretimi olmak zorundadır. Ancak bilim teknoloji
ile özdeş olduğu her an, ondan kopmak, ondan ayrı olmak gerilimini içinde taşır. Bu
anlamıyla bilim üretiminin teknoloji üretimiyle özdeşleşmesi gerilimi, tam da bu tezde
öne sürdüğümüz biçimde bilimin kapitalist üretime içerilmesinin çelişkili dinamiğinin
bir sonucudur. Bilimsel emeğin kapitalist üretime içerilmesi ancak bu emek sürecinin
bölünmesi, denetlenmesi ile olanaklıdır. Bu ise kendi içinde yaratıcı emeğin rutin
olmayan doğası ile çelişki içindedir. Bilim üretiminin sermayenin gerçek boyunduruğu
altına alınması girişimi, bu yüzden bilim üretim sürecini de parçalar bölmeye çalışır.
Artık bilim ve teknoloji üretiminin ürünleri metalaşmıştır, üretim süreci kapitalist meta
üretimine tabi kılınma gerilimi altındadır. Bu nedenle tez boyunca bilim ve teknoloji
üretimi, sektörlere girdi veren bir sektör üretimi gibi ele alınmaya çalışılmıştır. Ancak
elbette ki analiz düzeyinde yapılan bu birleştirme gerçek hayatta aynı şekilde düzenli
biçimde, kurumsallaşmış olarak yansımamaktadır, Ar-Ge çalışmaları, üniversite ve
bunların tekil sermayelerle, genel olarak sermayeyle ilişkisi henüz oluşum niteliğindedir
ve farklılıklar göstermektedir. Bu sektörün henüz kurumlaşmamış niteliği geç
kapitalistleşen ülkelerde özgül sermaye birikimi yüzünden ve onun ihtiyaçlarına uygun
olarak biçimlenmektedir. Çünkü bir sanayi olarak bilim ve teknoloji üretiminin kendisi
sermaye birikimine tabidir. Bu yüzden teknoloji politikaları gerçekte sermaye
birikiminin kendi aşamalarının bir gereksinim olarak dillendirilmesinden başka bir şey
değildir.
410
sermaye açısından, dünya üzerinde eşitsiz de olsa yürütülen araştırma ve geliştirme
çalışmalarının sonuçlarını sermaye birikiminin hizmetine koşabilmek olanağı
güçlenmiştir. Dünyanın herhangi bir yerinde Ar-Ge teşvikleri, teknoloji politikaları,
uygulamaları sayesinde geliştirilen teknolojik yeniliklerin üretilme maliyetleri çoğu
zaman toplumsallaştırılırken, riskler de toplumsallaştırılacak, sınama tahtası olarak işlev
gören, başarılı olan kimi yeni uygulamalar, uluslararası sermayenin denetimine
girebilecektir. Birinci bölümün sonunda genel olarak ve üçüncü bölümde yeri
geldiğinde özel olarak işlediğimiz, Yatırım Danışma Konseyi’nin yatırım iklimi
yaratmak için Ar-Ge ortamı ve fikri mülkiyet haklarına verdiği önem, bu türden bir
gelişmenin görünümüdür. 1995’ten sonra Ar-Ge teşviklerinin ağırlıklı olarak verilmeye
başlanması, Ar-Ge ve teknoloji kurumlarının, standart ve ölçüm kurumlarının
kurulması, Yatırım Danışma Konseyi raporlarında uluslararası sermayeye uygun ortam
oluşturulması olarak aktarılmaktadır. Aynı zamanda uluslararası sermaye ile eklemlenen
ya da uluslararası pazarlara açılan yerli sermaye açısından karlı üretim olanakları için
kaçınılmaz olan teknolojik yenilik geliştirme işlevi, Ar-Ge harcamalarına olan ihtiyacı
artırdığı müddetçe, bu yönde devlet teşvikleri önemli bir yer dolduracaktır. Bilim üretim
süreci parçalandığı için, uluslararası üretimle eklemlenen, uluslararası şirketlerle
ortaklık yapan yerli sermaye, kendi pazarına, koşullarına özgün geliştirmeler yapmak
için bu teknoloji politikalarını kullanacaktır. Birinci ve üçüncü bölümde görülebildiği
gibi teknoloji teşviklerinden ve kurumlarından en fazla yararlananlar, büyük şirketler ya
da bu şirketlerin bağlantısı olarak gelişen teknolojik düzeyi yüksek, uluslararası
sermaye ile eklemlenmiş nitelikli KOBİ’lerdir. Bu durumda teknoloji teşviklerinin en
etkin olduğu alanlar, Kesim I üretiminin geri bağlantısı olarak gelişen teknoloji üretimi
alanlarıdır. Bu alanlar da uluslararası sermayenin, bu sermayeyle ya da uluslararası
pazarlarla eklemlenen yerli sermayenin etkin olduğu alanlardır. Teknoloji üretimi sınırlı
düzeyde kalıcılaşmakta, teknoloji üretiminin maliyeti toplumsallaştırılmaktadır.
411
uluslararasılaşmasının yarattığı uluslararası işbölümü ortamında teknolojik değişime
yönelik politika ve kurumlar, gerçekte önce uluslararası sermayenin sonra da bu kesimle
eklemlenen yerli büyük sermayenin teknolojik yenilik ihtiyaçlarının maliyetini
(risklerini) toplumsallaştırmaya yarar. Gerçekten de, Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasıyla
birlikte yerli sermaye ile birlikte Türkiye’de üretim yapan uluslararası sermaye de,
bölgesel pazarlarda daha etkin olabilmek, buralara yeni ürün modelleri üretmek ya da
modelleri pazarlara uyarlamak için belirli araştırma geliştirme projelerine girişmiştir.
Üstelik gerçekleşen teknoloji üretiminde, üniversite sanayi işbirliği kullanılmakta, Ar-
Ge teşviklerinden yararlanılmaktadır. Böylelikle uluslararası sermaye için dünya
pazarında rekabette teknoloji geliştirmenin, özellikle pazarlara uyarlama yönünde
teknoloji kademelerinin bazılarının üretiminin maliyeti yerleşilen ülkede
toplumsallaştırılmaktadır.
Bu nedenle sermaye birikiminin ayrı bir araç olarak öne çıkartılan “teknoloji”
gelişimi veya teknoloji üretimi ya da teknolojik yenilik, üretken sermaye için “sıçrama”
işlevi yürütemez. Teknolojik değişimin içeriden kaynaklanabilmesi, teknoloji üretiminin
bir sektör olarak gerçekleşebilmesi için üretim araçları üretiminin gelişmesi, geri
bağlantılarına ihtiyaç duyması gereklidir.
412
sermaye birikimi ve sınıflardan koparan anlayış giderek yaygınlaşmaktadır. Bu anlayış,
teknolojinin zenginliğin kaynağı olduğunu, ortak refahı getireceğini, teknolojik açığın
kapanmasının teknoloji politikaları ile olacağını öne sürmekte, üstelik bu teknolojik
değişimin sonucunun herkes için iyi olacağını ileri sürmüktedir.
413
olmaktadır. Üstelik bu konjonktür eskiden birbirinden ayrı duran akımları da birbirine
yaklaştırmaktadır. Özellikle 1990’lardan sonra DTÖ ve uluslararası kurumların
düzenlediği anlaşmalarla sektörlere yönelik doğrudan teşvik imkanları, yatırım
politikaları sınırlandırılmıştır. Yatırım politikaları ile dış ticaret politikaları arasındaki
bağ, bu bağa devletin müdahalesi kopartılmıştır. Bu durumda, teknoloji politikaları,
teknoloji kurumları ve teşvikleri kısıtlı seçenekler arasında öne çıkan olanak olarak
görülmektedir. Schumpeter’in yenilik konusundaki görüşlerinin yayınlanmasından
sonra ancak 21. yüzyılda etkinlik kazanabilmesinin koşullarını da bu ekonomik temel
oluşturmaktadır. Öte yandan ilk bölümün son kısmında incelediğimiz gibi, teknoloji
yönündeki söylemin yaygınlık kazanması ve devlet müdahalesi olanaklarının
kısıtlanması ile birlikte geçmişte planlamacı gelenekten gelen yeni Keynesçi
iktisatçıların bir bölümü de, yeni schumpetercilere yakın bir biçimde teknoloji
politikalarını desteklemeye başlamışlardır.
414
KAYNAKÇA
Kitaplar
415
Boratav, K. ve E. Türkcan. (1993). Türkiye’de Sanayileşmenin Yeni Boyutları ve
KİT’ler. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Braverman, H. (1974). Labour and Monopoly Capital. New York: Monthly Review
Press.
Caffentzis, G. (1997). "Why Machines Cannot Create Value; or, Marx's theory of
Machines". Davis, J., T. Hirschl ve M. Stack (Ed.). Cutting Edge: Technology,
Information, Capitalism and Social Revolution içinde. New York: Verso, 29-56.
Carchedi, G (1987). Class Analysis and Social Research. Oxford: Basil Blackwell.
Clarke, S. (1982). Marx, Marginalism and Modern Sociology: From Adam Smith to
Max Weber. London: Macmillan.
Çakır, E. (2004). Televizyon Sektör Raporu. İstanbul: İstanbul Ticaret Odası (ITO).
Denis, H. (1982). Ekonomik Doktrinler Tarihi. 2 Cilt. Çev: Attila Tokatlı. İstanbul:
Sosyal Yayınları.
416
(2007). “Uluslararası Ticarette Neoliberalizm: Sağlam Bir İktisat
Kuramı mı, Yoksa Bir İman Sorunu mu?”. Saad-Filho, A. ve D.
Johnston (hzl.). Neoliberalizm–Muhalif Bir Seçki içinde, s.168-
178.
Dosi, G. (1988). “The Nature of the Innovative Process”. Dosi, G., C. Freeman, R.
Nelson, G. Silverberg ve L. Soete (Der.). Technical Change and Economic Theory
içinde. New York: Pinter; 221-38.
417
Fransman, M. (1984). “Technological Capability in The Third World: An Overview.
Technological Capability in the Third World”. Fransman, M. ve K. King (Der.).
Technological Capability in the Third World içinde. London: Macmillan.
Gorz, A. (1978). “Technology, Technicians and Class Struggle”. Gorz, A. (Ed.). The
Division of Labour içinde. Hassocks: Harvester Press, 159-89.
Hunt, E. K. (2005). İktisadi Düşüncenin Tarihi. Çev: Müfit Günay. Ankara: Dost.
418
Kiper, M. (2004). “Teknoloji Transfer Mekanizmaları ve Bu Kapsamda Üniversite-
Sanayi İşbirliği”. Teknoloji (Derleme) içinde. TMMOB. Mayıs 2004. Ankara, 59–122.
Köse, A. H., F. Şenses ve E. Yeldan (Der.). (2003). İktisat Üzerine Yazılar 2: İktisadi
Kalkınma, Kriz ve İstikrar (Oktar Türel'e Armağan). İstanbul: İletişim Yayınları.
Küçük, Y. (1981). Seçme Teknik Çalışmalar. AİTİA Yayın No: 162. Ankara: AİTİA.
Mandel, E. (1974). Avrupa Meydan Okuyor. Çev: Tunç Tayanç. Ankara: Bilgi
Yayınları.
419
Marks, K. (1987). Ücretli Emek ve Sermaye; Ücret, Fiyat ve Kar. Çev: Sevim
Belli. Ankara: Sol Yayınları.
Negri, A. (1991). Marx Beyond Marx - Lessons on the Grundrisse. New York:
Autonomedia.
420
Pavitt, K. ve P. Patel. (1999). “Global Corporations and national systems of innovation:
Who Dominates Whom?”. Innovation
Policy in a Global Economy. (Eds.
Archibugi, Daniele; Howells, Jeremy ve
Michie, Jonathan ). içinde, pp. 94-119.
Rodrik, D. (1991). “Closing the Technology Gap: Does Trade Liberalization Really
Help?”. Trade Policy, Industrialization and Development: A Reconsideration. (Der:
G.Helleiner). içinde. Oxford England: Clarendon Press.
421
Schumpeter, J. A. (1939). Business Cycles: A Theoretical, Historical and
Statistical Analysis Of The Capitalist Process. New York ; London: McGraw-Hill.
Smith, A. (1981). An Inquiry into The Nature and Causes of The Wealth of
Nations. Indianapolis: Liberty Classics.
422
(2001). Ulusal Yenilik Sistemi- Türkiye İmalât Sanayiinde
Teknolojik Değişim ve Yenilik Süreçleri. Ankara: TÜBİTAK/.
TTGV/DİE. 2001.
Young, R. M. (1990). “Marxism and The History of Science” C. Olby et al.. eds,
Companion to the History of Modern Science içinde Routledge, pp. 77-86.
Süreli Yayınlar
423
(1998). Yeni Teknolojiler İşsizlik Yaratıyor mu? Türk Metal Eşya-
Makina Sanayiinde Yeni Teknolojilerin İstihdama Etkisi. ODTÜ
Gelişme Dergisi, 25 (2), s. 215-232.
Bellofiore, R. (1985). Marx after Schumpeter. Capital & Class. (24), 60-74.
Brighton Labour Process Group. (1977). The Capitalist Labour Process. Capital and
Class. (1), 3.
Clegg, A. (1979). Craftsmen and The Origin of Science. Science&Society. XLIII. No:
2, 186-201.
424
Curry, J. (1997). The Dialectic of Knowledge in Production: Value Creation in Late
Capitalism and The Rise of Knowledge-Centered Production.
Electronic Journal of Sociology. V.2. No 3.
Deraniyagala, S. ve B. Fine. (2001). New Trade Theory versus Old Trade Policy: A
Continuing Enigma. Cambridge Journal of Economics. 25 (6), 809-25.
425
Fransman, M. (1994). Information, Knowledge, Vision and Theories of the Firm.
Industrial and Corporate Change. 3. 3, 713-757.
Freeman, C. (1989). New Technology and Catching Up. The European Journal of
Development Research. June 1989. No. 1, 85-99.
Friedman, A. (1977). Responsible Autonomy versus Direct Control over the Labour
Process. Capital and Class. 1.
Lukacs, G. (1966). Technology and Social Relations. New Left Review. 39, 27-34.
426
Marglin, S. (1974). What Do Bosses Do? The Origins and Functions of Hierarchy in
Capitalist Production. Review of Radical Political Economics. Vol. 6. No. 2, pp. 60-
112.
Morris-Suzuki, T. (1984). “Robots and Capitalism”. New Left Review. No. 147.
427
Palloix, C. (1977). “The Self-Expansion of Capital on a World Scale”. Review of
Radical Political Economics. 1977; 9; 1.
Rubery, J. ve D. Grimshaw. (2001). ICTs and employment: The problem of job quality.
International Labour Review. Vol. 140. No. 2, pp. 165-189.
428
Taymaz, E. ve K. Yılmaz. (2007). Productivity and Trade Orientation: Turkish
Manufacturing Industry Before and After the Customs Union. Journal of International
Trade and Diplomacy. (1), 127-154.
Walker, R. (1988). The Dynamics of Value, Price and Profit. Capital and Class. No:
35, 146-181.
Yentürk, N. (1994). Sanayileşme İçin Son Fırsat. İktisat Dergisi. Sayı: 345. Ocak 1994,
s. 40–44.
429
Diğerleri
430
Sak, G. (2007). Küresel Eğilimler ve Türkiye’nin Dönüşümü. TEPAV. Ankara. 26 Ocak
2007.
Taymaz, E. ve K. Yılmaz. (2008). Integration with the Global Economy - The Case
of Turkish Automobile and Consumer Electronics
Industries. TÜSİAD- Koç Üniversitesi Ekonomik
Araştırmalar Forumu. Çalışma Makaleleri 0801. Şubat
2008.
Dergiler:
Aksiyon Dergisi
Aramızda Dergisi
Capital Dergisi
Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi
Elektrik Mühendisliği Dergisi
Endüstri & Otomasyon Dergisi
Finansal Forum
Hidrolikpnömatik Dergisi
Kalıp Dünyası Dergisi, http://www.kalipdunyasi.com.tr/
Kobiefor Dergisi
Makina kalıp
MakinaTek Dergisi, Bileşim Yayıncılık, http://www.bilesim.com.tr, indirilme tarihi:
Aralık 2006.
Metalmakina Dergisi, http://www.metalmakina.com, indirilme tarihi: Şubat 2007.
Otomasyon Dergisi
Platin Dergisi
431
TAYSAD Dergisi
TBMM Tutanak Dergisi
TİSK İşveren Dergisi
TTMagazin
Turkishtime, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) yayın organı.
Gazeteler:
Birgün Gazetesi
Cumhuriyet Gazetesi
Dünya Gazetesi
Evrensel Gazetesi
Hürriyet Gazetesi
Milliyet Gazetesi
Radikal Gazetesi
Referans Gazetesi
Sabah Gazetesi
Star Gazetesi
Zaman Gazetesi
İnternet Sayfaları
www.allbusiness.com/
www.bagimsizsosyalbilimciler.org
www.bilesim.com.tr
www.bilgicagi.com
www.dtm.gov.tr
www.dpt.gov.tr
www.enosad.org.tr
www.inovasyon.org
www.iwgvt.org
www.kalipdunyasi.com.tr
www.makinacininsesi.com
www.marxists.org/archive
www.metalmakina.com
www.mib.org.tr
www.mpm.org.tr
www.osd.org.tr
www.othercanon.com
www.sendika.org
www.tcmb.gov.tr
www.tepav.org.tr
www.tesid.org.tr
www.tim.org.tr
www.tmmob.org.tr
www.tubitak.gov.tr
www.tuik.gov.tr
www.turkpatent.gov.tr
432
www.tusiad.org
www.unctad.org
www.unece.org
www.unido.org
www.worldbank.org.tr
sozluk.sourtimes.org
mimoza.marmara.edu.tr/~asoyak/
epp.eurostat.ec.europa.eu
eaf.ku.edu.tr
tr.wikipedia.org
ABD (1945). Science - The Endless Frontier, Temmuz 1945, Bilimsel Araştırma ve
Geliştirme Bürosu Müdürü Vannevar Bush tarafından ABD Başkanı Roosevelt için
hazırlanan rapor, Kaynak: http://inovasyon.org/, İndirilme tarihi: Kasım 2007.
Alman Sanayi Federasyonu BDI (2005), Otomotiv Sanayi üzerine Rapor, Kaynak:
http://www.bdi-online.de/Dokumente/Internationale-
Maerkte/Tuerkei_zus_fass_Tue.pdf, İndirilme Tarihi: Temmuz, 2007.
Birleşik Metal-İş (2006). Metal İşçisinin Gerçeği, Birleşik Metal-İş Yayınları, No:
15/2006.
Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (UNECE). 2000 yılı basın bülteni:
http://www.unece.org/press/pr2000/00stat10e.htm.
DPT (2003). Türkiye Sanayi Politikası (AB Üyeliğine Doğru), DPT, Ağustos 2003,
<http://ekutup.dpt.gov.tr/sanayi/tr2003ab.pdf>, (Erişim: 17.02.2007)
DPT (2006a). Dokuzuncu Kalkınma Planı Makina ve Metal Eşya Sanayii Özel İhtisas
Komisyonu Raporu, Haz: Arslan Sanır, Ankara, Ocak 2006.
DPT (2006b). Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013) Otomotiv Sanayii Özel İhtisas
Komisyonu Raporu, Temmuz 2006.
DPT, (2006c). Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 2005 Yılı Programı Destek
Çalışmaları: Ekonomik ve Sosyal Sektörlerdeki Gelişmeler, 2006, Ankara.
433
DPT (2007). Dokuzuncu Kalkınma Planı 2007–2013: Elektronik ve elektrikli makinalar
sanayii. Özel İhtisas Komisyonu raporu, DPT, 2007.
İGEME (2006), “Makina İmalat Sanayii” Raporu, Haz: Hasan Köse, 2006.
İGEME (2007), “İleri teknoloji Ürünlerinin Dış Ticaretteki Payı ve Sektörel Dağılımı”,
Haz: Yusuf Türkoğlu, DTM İGEME, Kasım 2007.
İGEME (2007a). , “Makina İmalat Sanayii” Raporu, Haz: Sinan Yüzal, Oğuz Kuyumcu,
2007.
İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi, Makina Sektörü Araştırma Raporu, (2006),
http://www.iaosb.com.tr/uploads/MAKINESEKTORARASTIRMARAPORU.doc.
OAİB (2007a). “Avrupa Birliği ve Makine Teçhizat İmalat Sektörü”, OAİB Ar-ge Şube
Müdürlüğü Kasım 2007.
OAİB (2007b). Orta Anadolu Makine ve Aksamları İhracatçıları Birliği Makine Sektör
Raporu, T.C. DTM Orta Anadolu İhracatçı Birlikleri Genel Sekreterliği AR-GE Şube
Müdürlüğü, Haziran 2007.
OSD (2006). Otomotiv Sanayiinde Dış Ticaret, (1992 - 2005) Yılları, 2006/1.
TC Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğüz Bülteni, Nisan 2005.
TİAD (2006), Takım Tezgâhları Sektöründeki Gelişmeler ve TİAD üyelerinin 2006 yılı
Beklentileri, TTMagazin Eki, Ocak 2006.
434
TKB ESAM (2007), Türkiye Kalkınma Bankası, "Türkiye İmalat Sanayiinin Yapısal
Analizi ve Sektörel Performans Değerlendirmesi", ESAM, Ankara 2007.
MMO (1991b). Makina Mühendisleri Odası Savunma Sanayii Sektör Raporu, 1991
Sanayi Kongresi, Kasım 1991.
MMO (2006a). Makina Mühendisleri Odası Makina İmalat Sanayii Oda Raporu, Yayın
No: MMO/2006/412, Nisan 2006, Ankara.
MMO (2007a). Makina Mühendisleri Odası IV. Ulusal Uçak, Havacılık ve Uzay
Mühendisliği Kurultayı Sonuç Bildirgesi (2007).
TİAD (2006b). Türkiye Takım Tezgahları Sektörü 2006, TİAD Sektör Raporları No
2, Haziran 2006, İstanbul.
TTGV (2006). Sınai Teknoloji Projesi Üzerine Bir Değerlendirme- Nihai Rapor,
“An Assessment of the Industrial Technology Project-Final Report”, Haz: Erol Taymaz,
Mayıs 2006, Ankara.
435
TÜBİTAK Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları Vizyon 2003-2023 Strateji Belgesi,
Versiyon 19 [2 Kasım 2004].
TÜBİTAK EİK (2005). Eğitim ve İnsan Kaynakları Sonuç Raporu ve Strateji Belgesi,
2005.
TÜSİAD (1995), 1995 Yılına Girerken Türkiye Ekonomisi, Ocak 1995, Yayın no:
TÜSİAD-T/95, 1–169.
TÜSİAD, (2005b). Türkiye’nin Üretim Yapısı: Girdi Çıktı Modeli ile Temel Bulgular,
Haz: Gülay Günlük-Şenesen, İstanbul, 2005.
436
III. Teknoloji Kongresi Bildirileri, 11 Eylül 2000, TÜBİTAK, TTGV, TÜSİAD.
UNCTAD Dünya Yatırım Raporu 2006, New York ve Cenova, 2006, BM.
Yatırım Danışma Konseyi İlerleme Raporları, 2005, 2006. Türkiye Yatırım Danışma
Konseyi Ağ Sayfası, http://www.hazine.gov.tr/YatirimDanismaKonseyi.htm, indirilme
tarihi: Mart 2007.
Sunuşlar:
Ersel, Hasan (2007). İstanbul Sanayi Odası 6. Sanayi Kongresi, “Dünden Yarına
Giderken Yeni Bir Sanayi Politikası Gereği Üzerine” başlıklı sunum, İstanbul, 26–27
Kasım 2007.
Nahum, Jan (2000). , III. Teknoloji Kongresi’nde yapılan sunuş, Bildiriler kitabının
içinde, 11 Eylül 2000.
437
sunuş, http://mdk.anadolu.edu.tr/toplanti/14MDKSunular/TTGV.ppt, indirilme tarihi:
Temmuz 2007
438