Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 453

T.C.

MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İKTİSAT ANABİLİM DALI
KALKINMA İKTİSADI VE İKTİSADİ BÜYÜME BİLİM DALI

TEKNOLOJİK DEĞİŞİM:
TÜRKİYE’DE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ
(1996 – 2005)

Doktora Tezi

ÖZGÜR NARİN

İstanbul, 2008
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İKTİSAT ANABİLİM DALI
KALKINMA İKTİSADI VE İKTİSADİ BÜYÜME BİLİM DALI

TEKNOLOJİK DEĞİŞİM:
TÜRKİYE’DE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ
(1996 – 2005)

Doktora Tezi

ÖZGÜR NARİN

DANIŞMAN: YRD. DOÇ. DR. KURTAR TANYILMAZ

İstanbul, 2008
GENEL BİLGİLER
İsim ve Soyadı : Özgür Narin

Anabilim Dalı : İktisat

Programı : Kalkınma İktisadı ve İktisadi Büyüme

Tez Danışmanı : Yrd. Doç. Dr. Kurtar Tanyılmaz

Tez Türü ve Tarihi : Doktora - Eylül 2008

Anahtar Kelimeler : Teknoloji, Yenilik, Bilim, Kapitalizm, Üretim Araçları, Makine,


Elektronik, Otomotiv, Gerçek Boyunduruk, Marx, Schumpeter

ÖZET

TEKNOLOJİK DEĞİŞİM: TÜRKİYE’DE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ


(1996-2005)

1980’lere kadar yaygın olan “sanayileşme” vurguları günümüzde yerini


“teknolojik açığı kapatma”, “yetişme” sözcüklerine bırakmıştır. Sermaye birikimi
perspektifinden far kopartılmış; büyümenin motoru, zenginliğin ve değerin kaynağı
olarak yeniden tılsımlı bir değnek haline getirilmiştir. Buna karşılık bu tezde teknoloji,
kapitalist üretim sürecine dönüşen bilim üretiminin bir ürünü olarak analiz edilmiştir.
Bilim ve teknolojinin üretim süreci sermaye birikimi perspektifiyle ele alınmıştır.

Bu bağlamda 1996-2005 yılları arasında Türkiye’de üretim araçları üretimi


incelenmiştir. Bu dönemde teknolojik düzeyi yüksek olan yatırım malları üretiminin
payındaki göreli artışın üretim araçları üretimine aynı biçimde yansımadığı
gösterilmiştir. Teknoloji üretimi esas olarak üretim araçları üretiminin geri bağlantısı
olarak gelişebilirken, bu dönemde bu geri bağlantının zayıf olduğu gösterilmiştir.
Teknoloji politikalarının 1996’dan önce etkin olarak uygulanamamasında olduğu gibi
1996 sonrası belirli sermaye kesimlerinin ihtiyaçlarına yönelik uygulanmasında,
yönetim hatası değil, sermaye birikimi belirleyicidir.

i
GENERAL INFORMATION

Name and Surname : Özgür Narin


Field : Economics
Programme : Development Economics and Economic Growth
Supervisor : Assoc. Professor Kurtar Tanyılmaz
Degree Awarded and Date : Doctorate- September 2008
Keywords : Technology, Innovation, Capital Goods, Means of
Production, Capitalism, Real Subsumption of Scientific Labour, Manufacturing, Marx,
Schumpeter
ABSTRACT

TECHNOLOGICAL CHANGE: PRODUCTION OF MEANS OF PRODUCTION


IN TURKEY (1996-2005)

Nowadays “catching up” and “reducing the technology gap” are the two
alternatives that take the place of the term “industrialisation” which was used widely
untill 1980s. Similarly today technology is understood as if it is a magic wand. It is
seen as the engine of growth or taken as the source of all value and wealth. Common
point of all these approaches is that they separate technology from capital
accumulation. But in this thesis, technology is analyzed as the output of scientific
production which itself becomes a capitalist production process. The production
process of science and technology is analyzed from the perspective of capital
accumulation.

From this point of view, production of means of production in Turkey between 1996-
2005 is investigated in this thesis. Capital goods sector which has relatively higher
technological level grows faster in this period. But production of means of production
sector does not grow so fast. Since the production of technology is possible essentially
as backward linkage of production of means of production, this thesis shows that this
backward linkage is weak in this period. So it is not the technology policies that
changes the structure of production. In contrast capital accumulation determines the
technological structure of production.

ii
ÖNSÖZ

1980’lere kadar yaygın olan “sanayileşme” vurguları yerini “teknolojik açığı


kapatma”, “yetişme” sözcüklerine bıraktı. Türkiye’de 1980 sonrası dillendirilmeye
başlayan pek çok teknoloji politikası ve kurumu ancak 1995 sonrasında uygulamaya
girdi. Teknoloji, büyümenin, zenginliğin ve değerin kaynağı olarak yeniden tılsımlı bir
değnek haline getiriliyor. Oysa ki teknoloji ve bilim üretim süreci, üretimin ve sermaye
birikiminin ihtiyaçlarından bağımsız değildir. 1995’ten sonraki uygulamalar da bu
ihtiyaçlarla örtüşmektedir. Ancak teknolojik gelişmenin içsel dinamikleri asıl olarak
üretim araçları üretiminde gözlemlenebilir, incelenebilir. Bu çalışma bu yönüyle
teknoloji üretiminin yani “bilim üretim” sürecinin kapitalistleşmesini, üretim araçları
sektörü üzerinden inceliyor. Fakat bunun için öncelikle teknoloji üretimi haline dönüşen
bilim üretimini kuramsal olarak irdelemek gerekiyor.

Bu nedenle tez (özellikle ikinci bölümde), bilim ve teknolojinin “üretim”ine


Marksist bir yaklaşım sunma çabasındadır. Dahası bu çalışma diğer alanlarda olduğu
gibi bilim sektöründe de üretim sürecinin özgüllüğüne yapılan vurguyu ön plana
çıkararak, bilim ürününün yani teknolojinin dolaşımının bu üretimden ayrılamayacağını
ileri sürmektedir. Bilim ve teknolojinin yönetimi, üretim sürecinden koparılamaz.
Dolayısıyla kapitalist meta üretiminin hakim olduğu bir toplumda bir meta olarak
üretilen bilimsel ürün, emek üretkenliğini artıran bir bilgi de olsa, bu bilginin üretim
sürecindeki kullanımı, sınıflı ilişkileri yeniden üretir. Kapitalist toplumda ürünün
kullanım değeri değil, değişim değeri ön plandadır ve bilimin meta olan ürünü bundan
muaf değildir.

Metalaşma bilimi tümüyle kuşattığı için, bilim ile teknoloji üretimi bir ve aynı
sayılsa yeridir. Marksist yaklaşımda teknolojik değişim, krizler irdelenirken ele alınır.
Krize karşı nafile bir çabanın ürünü olarak değerlendirilir. Adeta teknolojik değişim
kriz duvarına çarpacağını bile bile koşan sermayenin kaçınılmazca hızlanmasına
benzemektedir. Rekabet hızlanmasını, teknolojisini geliştirmesini getirirken, kar
oranlarını düşürmekte, duvara yaklaştırmaktadır. Öte yandan, aynı teknolojik değişme,
sabit sermayenin değerini düşürdüğü, devir hızını artırdığı için duvarı da öteler gibi
gözükmektedir; ancak duvara yaklaşma hızı duvarın ötelenme hızından çok daha

iii
yüksektir. Kriz kaçınılmazdır. Bu yerinde bir değerlendirmedir ancak değer kuramının
kapsamı açısından yeterli değildir. Bilim ve teknoloji üretimi değer kuramı çerçevesinde
pek incelenmemektedir. Oysa duvarın ötelenme hızı ile sermayenin ona yaklaşma hızı
arasındaki değişim süreci, yani sermayenin krizden kurtulmak için yürüttüğü (boşuna
da olsa) “marjinal” etkinliği irdelenmeye değerdir. Çünkü sınırda yürütülen bu
marjinal etkinliğin çok boyutlu etkileri vardır. Zihinsel emeğin durumu, yaratıcı emeğin
etkinliğinin rasyonalize edilme çabası, yeniliğin albenisi bu boyutlardan sadece ilk akla
gelenlerdir.

Öte yandan bilim ve teknoloji üretimini Marksist yaklaşımla ele alırken, bir
diğer temel sorun, sermaye birikiminin uzun vadeli eğilimleri ile teknolojik değişmenin
doğası arasındaki gerilimdir. Kar oranlarının düşmesi bir eğilimdir. Değerler ile
fiyatlar arasındaki ilişki kendini uzun vadede ortaya kor. Değer kuramı uzun erimli
eğilimleri temsil eder. Oysa teknolojik değişim, hem zaman olarak kısa vadelidir hem
de değişime sürüklenen rekabet içindeki özneler açısından “tekil”, “mikro” incelemeyi
zorunlu kılmaktadır. Ancak politik ekonominin yaklaşımına benzer biçimde mikro bir
analiz ya da “metodolojik bireycilik” türünden davranışçı irdeleme yöntemi Marksist
yaklaşıma göre hatalıdır. Bu ise zaten iktisat disiplininde “alaylı” olan yazar açısından
daha baştan kolayca çözülemeyecek bir sorun alanını açmaktadır. Bu yüzden bir ilk
çaba olabilecek nitelikte de olsa, tezde üretim araçları üretimi kesimi ile onun içinde
özel bir alan olarak varsaydığım bilim üretimi arasındaki ilişkiye yoğunlaşmaya
çalıştım. Konuyla ilgilenenlere yardımcı olmasını dilerim.

Çalışmaya öneri ve eleştirileri ile katkıda bulunan danışmanım Yrd. Doç. Dr.
Kurtar Tanyılmaz’a, Prof. Dr. Fuat Ercan’a, Prof. Dr. Mehmet Türkay’a, desteğini
esirgemeyen Özgür Mutlu Ulus’a, Melda ve Özgür’e, Prof. Dr. Alper Güzel’e, Elif ve
Bahar Narin’e ve ayrıca Samsun’daki dostlarıma çok teşekkür ederim. Hepsine sadece
destekleri için değil, tezin çerçevesini oturtma arayışında bana gösterdikleri sabırdan
dolayı daha fazla teşekkür borçlu olduğumu hissediyorum.

İstanbul, Eylül 2008 Özgür Narin

iv
İÇİNDEKİLER
TABLO LİSTESİ.................................................................................................................................. Vİİİ
GRAFİK LİSTESİ.....................................................................................................................................X
KISALTMALAR ..................................................................................................................................... Xİ
GİRİŞ...........................................................................................................................................................1
BÖLÜM 1 ....................................................................................................................................................7
1. 1996–2005 ÜRETİM YAPISINDAKİ TEKNOLOJİK DEĞİŞİM .....................................................7
1.1 BAŞLANGIÇ OLARAK 1996 YILI: SÜREKLİLİK VE FARKLILIK ............................................................. 7
1.2 1980–1995 ARASINDA İMALAT SANAYİNİN TEKNOLOJİK YAPISI .....................................................17
1.3 1996–2005 ARASINDA İMALAT SANAYİNİN YAPISI: .........................................................................23
1.3.1 Genel Yapı, Üretim ve İstihdamdaki Değişim ..........................................................................23
1.3.2 İmalat Sanayi Sabit Yatırımlarının Teknolojik Düzeyi ve Sektörlere Göre Dağılımı...............25
1.3.3 Üretim ve İhracatta Yatırım Malları ve Ara Mallarının Ağırlığındaki Değişim ......................28
1.3.3.1 Üretimdeki Değişim ......................................................................................................................... 28
1.3.3.2 İstihdamdaki Değişim ...................................................................................................................... 29
1.3.3.3 İhracattaki Değişim .......................................................................................................................... 32
1.3.4 Üretim ve İhracatın Teknolojik Yapısındaki Değişim ..............................................................34
1.3.4.1 Teknoloji Düzeylerine Göre Alt Sektörlerin İhracatındaki Gelişme ................................................ 38
1.3.4.1.1 Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı ............................................ 38
1.3.4.1.2 Orta-Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı.................................... 42
1.3.4.1.3 Orta-Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı ..................................... 44
1.3.4.1.4 Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı.............................................. 45
1.3.5 Dış Ticarette Biriken Basınç ve Birim İşgücü Maliyeti ............................................................46
1.3.6 İhracattaki Artışla Birlikte İthalattaki Artış: Endüstri İçi Ticaret............................................48
1.3.7 Dâhili İşlem Rejimi...................................................................................................................52
1.3.8 İmalat Sanayinde İkili Yapının İzleri........................................................................................54
1.4 1996–2005 ARASINDA TEKNOLOJİ ÜRETİMİ VE TEKNOLOJİK DEĞİŞİM ............................................58
1.4.1 İmalat Sanayinde Teknolojik Yeniliğe Dair Göstergeler: ........................................................59
1.4.2 Araştırma-Geliştirme Harcamaları..........................................................................................59
1.4.3 Teknolojik Yeniliklerin Nitelikleri ............................................................................................63
1.4.4 Araştırma ve Geliştirme Sürecinde Nitelikli Emek Gücünün Durumu .....................................65
1.4.5 Ar-Ge Çalışmalarını Yürüten Sektörler ve Finans Kaynakları ................................................68
1.4.6 Araştırma-Geliştirme Etkinliğinin Kurumlarla ve Yasalarla Düzenlenmesi............................71
1.4.7 Teknoloji Alt Yapısının Gelişmesi: ...........................................................................................79
1.5 TÜRKİYE’DE TEKNOLOJİYE BAKIŞIN DEĞİŞİMİ ÜZERİNE NOTLAR ....................................................82
BÖLÜM 2 ..................................................................................................................................................94
2. TEKNOLOJİ VE GEÇ KAPİTALİSTLEŞME .................................................................................94
2.1 TEKNOLOJİNİN TANIMI: ....................................................................................................................94
2.1.1 Teknik ve teknoloji ayrımı ........................................................................................................95
2.1.2 Batı düşüncesinde Teknoloji kavramın evrimi: Tekniklerin Bilgisinden Nesneye ....................97
2.2 KLASİKLERDE TEKNOLOJİYE KISA BİR BAKIŞ: .................................................................................98
2.3 NEO-KLASİK OKULUN TEKNOLOJİYE BAKIŞI ..................................................................................103
2.4 SCHUMPETER VE YENİLİK KURAMI: EVRİMCİ İKTİSAT OKULU’NUN SIÇRAMA TAHTASI ................110
2.4.1 Schumpeter’den Evrimci İktisada Geçiş Süreci: Yenilik Süreci Araştırmaları ......................124
2.5 EVRİMCİ İKTİSAT OKULU VE TEKNOLOJİ ........................................................................................125
2.6 TEKNOLOJİYE MARKSİST YAKLAŞIM ..............................................................................................133
2.6.1 Marks’ta Teknoloji .................................................................................................................133
2.6.1.1 Marks’ın Yapıtlarında “Yenilik”.................................................................................................... 141
2.6.2 Marks Sonrası Marksist Akımda Teknoloji ............................................................................145
2.6.3 Bilim ve Teknoloji Üretiminin Sermayenin Gerçek Boyunduruğu Altına Alınması................149
2.6.3.1 Biçimsel boyunduruk / Gerçek Boyunduruk .................................................................................. 157
2.6.3.2 Bilimsel Üretim Sürecinin Çelişkili Doğası ................................................................................... 167
2.6.4 Bilimsel Üretimin Taşıdığı Çelişki, Sınır Durum ve Sonuçları ..............................................168

v
2.6.5 Kapitalist Bilimsel Üretimin Sonuçları: .................................................................................178
2.6.6 Bugün Teknolojinin Yerini Anlamak: .....................................................................................186
2.6.6.1 Bilimsel Üretim Sürecinin Uluslararasılaşması, Geç Kapitalistleşen Ülkelerde Eklemlenmesi ..... 186
2.6.6.1.1 Uluslararasılaşan Sermaye Açısından Teknolojik Yenilik ve Ar-Ge’nin Kaçınılmazlığı ...... 191
2.6.6.1.2 Teknolojik Yeniliklerin “Sınama Tahtası”............................................................................. 193
2.6.6.1.3 Ar-Ge’nin Uluslararasılaşması ile “Sınama Tahtası”nın Buna göre Biçimlenmesi................ 194
2.6.6.2 Bilim Üretim Sürecinin Uluslararasılaşmasının Koşulları ............................................................. 200
2.6.6.2.1 Fikri “Mülkiyet Hakları”nın Uluslararası Anlaşmalarla Kabul Ettirilmesi ............................ 200
2.6.6.2.2 Ar-Ge Destek ve Teşviklerinin Dünya Çapında İzlenmesi ve Ülkelere Ulusal Politika Olarak
Önerilmesi ............................................................................................................................................ 202
2.6.6.2.3 Nitelikli Emek Gücü, Eğitimde Artan Uzmanlaşma .............................................................. 202
2.6.7 Bilim Üretim Sürecinin Uluslararasılaşması İle Geç Kapitalist Ülkelerin Eklemlenmesi .....206
2.6.8 Geç Kapitalistleşen Ülkelerde Sermaye Birikimi, Çelişkileri ve Teknoloji ............................207
2.6.9 Geç Kapitalistleşme ve Teknoloji: Kimi Sonuçlar..................................................................219
2.6.10 Üretim Araçları Üretiminin Teknoloji ve Kapitalist Gelişme Açısından Önemi ..................224
BÖLÜM 3 ................................................................................................................................................227
3. 1996–2005 DÖNEMİNDE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ, TEKNOLOJİK DEĞİŞİM ........227
3.1 “YATIRIM MALLARI”NDAN ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİNE, KATEGORİNİN AYRIŞTIRILMASI ........228
3.2 YATIRIM MALI OLARAK SINIFLANDIRILAN ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ .......................................232
3.3 ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETEN KESİM I AÇISINDAN ÖNEMLİ SEKTÖRLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ ....233
3.3.1 Makina İmalat Sanayi ............................................................................................................234
3.3.1.1 Makina İmalat Sanayinin Tanımı: .................................................................................................. 234
3.3.1.2 Dünyada Makina İmalat Sanayinin Genel Durumu:....................................................................... 237
3.3.1.3 1996–2005 Yılları Arasında Sektörün Genel Durumu: .................................................................. 238
3.3.1.3.1 Üretim Yapısı, İşletmelerin ölçeği ......................................................................................... 238
3.3.1.3.2 Yatırımlar............................................................................................................................... 245
3.3.1.3.3 Sektörün Dış Ticareti ............................................................................................................. 248
3.3.1.3.4 Dış Ticaretin Bileşimi: ........................................................................................................... 257
3.3.1.3.5 Teknolojik Düzey, İşgücü Niteliği, Katma değer ve verimlilik yapısı ................................... 259
3.3.1.3.6 Üretim Teknolojisi:................................................................................................................ 262
3.3.1.3.6.1 Teknolojinin ürün geliştirmedeki rolü ........................................................................... 263
3.3.1.3.6.2 Teknolojinin doğrudan ürün üzerindeki rolü ................................................................. 265
3.3.1.3.6.3 Teknolojinin imalat süreci üzerindeki rolü .................................................................... 265
3.3.1.3.7 Ar-Ge Harcamaları: ............................................................................................................... 266
3.3.1.3.8 İstihdam ve Verimlilik Göstergeleri....................................................................................... 272
3.3.1.3.9 Genel Amaçlı Makina ile Özel Amaçlı Makina İmalatındaki Değişim.................................. 275
3.3.1.3.10 Makina İmalat Sanayinde Kurumsallaşma ve Sermaye Kesimleri Arasındaki İlişki ........... 281
3.3.1.3.11 Makina İmalat Sanayinde Sermayenin Merkezileşme Eğilimi............................................. 285
3.3.1.4 Makina İmalat Sanayi Üzerine Değerlendirme: ............................................................................. 293
3.3.2 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıt Üretimi...............................................................................302
3.3.2.1 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıtların Ayrıştırılması...................................................................... 302
3.3.2.2 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıt Üretimi ve Yan Sanayinin Gelişimi ........................................... 309
3.3.2.3 Emek gücünün Dağılımı ve Yapısı, Emek Süreci ve Verimlilik .................................................... 314
3.3.2.4 Dış Ticaret...................................................................................................................................... 319
3.3.2.5 İç Pazarın Gelişimi ......................................................................................................................... 322
3.3.2.6 Otomotiv Sektöründe “Değer Zinciri” ........................................................................................... 325
3.3.2.7 Taşıt Üretiminde Teknoloji ve Ar-Ge ............................................................................................ 328
3.3.2.8 Genel Değerlendirme: .................................................................................................................... 336
3.3.3 Endüstriyel Elektronik ............................................................................................................345
3.3.3.1 Endüstriyel Elektronik: Tanımı ve Elektronik Sanayi İçindeki Yeri .............................................. 345
3.3.3.2 Elektronik Sanayinin ve Endüstriyel Elektronik Sektörünün Gelişimi........................................... 349
3.3.3.3 Sanayinin ve Sektörün Yapısı, Yabancı Sermaye, Yoğunlaşma .................................................... 357
3.3.3.4 Yatırım Teşvikleri, Ar-Ge Yardımları............................................................................................ 358
3.3.3.5 Endüstriyel Elektroniğin Alt Sektörleri:......................................................................................... 368
3.3.3.5.1 Tüketim Cihazları Alt Sektörü:.............................................................................................. 368
3.3.3.5.1.1 Geri Bağlantıları Açısından Tüketim Elektroniği .......................................................... 369
3.3.3.5.1.2 Telekomünikasyon Alt Sektörü: .................................................................................... 374
3.3.3.5.1.3 Profesyonel ve Endüstriyel Cihazlar Alt Sektörü........................................................... 376
3.3.3.5.1.3.1 Otomasyon ve Robotik: Türkiye’deki Gelişimi..................................................... 377
3.3.3.5.1.4 Askeri Elektronik Cihazlar Alt Sektörü: ........................................................................ 385
3.3.3.5.1.5 Bilgisayar Alt Sektörü: .................................................................................................. 387

vi
3.3.3.5.1.6 Bileşenler Alt Sektörü:................................................................................................... 393
3.3.3.6 Endüstriyel Elektronik Sanayinin Gelişimi Üzerine Genel Değerlendirme.................................... 396
BÖLÜM 4 ................................................................................................................................................402
SONUÇ ....................................................................................................................................................402
KAYNAKÇA...........................................................................................................................................415

vii
TABLO LİSTESİ
Tablo 1 İmalat Sanayinin Bileşimi ve Değişimi ...........................................................18
Tablo 2 Sabit Yatırımların Teknoloji Gruplarına Göre Dağılımı (1990–2005) .............26
Tablo 3 Yatırımların Sektörlere ve Teknoloji Düzeyine Göre Dağılımı (1990–2005)...27
Tablo 4 İmalat sanayinde üretimde çalışanlar, reel ücret ve işgücü verimliliği .............30
Tablo 5 İmalat Sanayi Üretim ve İhracat Miktarı Endeksi............................................33
Tablo 6 İmalat Sanayiinde Teknoloji Düzeyine Göre Yaratılan Katma Değer Payı ......35
Tablo 7 1996– 2005 Yılları Arasında İhracatın Teknolojik Bileşimi ............................36
Tablo 8 İhracat ve Üretimin Teknolojik Düzey Karşılaştırması (1996–2004)...............37
Tablo 9 1996–2005 Yılları Arasında İthalatta Teknoloji Bileşimi ................................52
Tablo 10 Ar-Ge Harcamaları ve GSMH içindeki Payı .................................................60
Tablo 11 Ar-Ge Harcamalarının Sektörler Arası Dağılımı ...........................................62
Tablo 12 Patent İstatistikleri ........................................................................................76
Tablo 13 Ulusal Patentlerin Sektörel Dağılımı ve Yabancı Patentler............................77
Tablo 14 Makina İmalat Sanayi Üretim Endeksi........................................................240
Tablo 15 Makina İmalat Sanayi Üretim ve Dış Ticaret Değerleri ...............................242
Tablo 16 Sabit Sermaye Yatırımları ve Yatırım Yoğunluğu.......................................246
Tablo 17 Makina İmalat Sektörünün Dış Ticaret Hacmi ............................................248
Tablo 18 Makina Sektörünün İhracatı........................................................................249
Tablo 19 Alt Sektörlerin İhracatının Toplam İhracat İçindeki Payı ............................250
Tablo 20 84. Fasıl İhracatı .........................................................................................251
Tablo 21 Makina Sektörünün İthalatı.........................................................................252
Tablo 22 84. Fasıl İthalatı..........................................................................................253
Tablo 23 Makina Alt Sektörlerinin Ar-Ge Harcama Payları.......................................267
Tablo 24 Makina Sektöründe Çalışan Sayısı Endeksi.................................................273
Tablo 25 Üretimde Çalışılan Saat Başına Kısmi Verimlilik Endeksi ..........................274
Tablo 26 Makina Alt Sektörlerinin Karşılaştırması ....................................................278
Tablo 27 İlk Beşyüz ve Bin içindeki Makina İmalat Şirketleri ...................................288
Tablo 28 2005 Yılında İlk 500 içindeki Makina Şirketleri .........................................289
Tablo 29 2006 Yılı İlk 500 Firma İçindeki MİB Üyelerinin Satışları .........................289
Tablo 30 1996-2005 Arasında Motorlu Kara Taşıtları Üretim Adetleri ......................303
Tablo 31 Üretim Aracı niteliğindeki Motorlu Taşıt Üretimi .......................................304
Tablo 32 Otomobil ile Taşıt Üretim Değeri Endeksi ..................................................307
Tablo 33 Üretim Aracı Taşıtlar ve Aksam Üretim Endeksi ........................................312
Tablo 34 Otomotivde Çalışanların Reel Ücret Endeksi ..............................................316
Tablo 35 Üretim Aracı Taşıtlar ve Otomobil İhracatı.................................................319
Tablo 36 Adet olarak İhracatın Üretime Oranı ...........................................................320
Tablo 37 Motorlu Taşıt İthalat Değerleri ...................................................................321
Tablo 38 Alt Sektörlerin Dış Ticareti.........................................................................321
Tablo 39 Üretim Aracı Taşıtların Türkiye Pazarı .......................................................322
Tablo 40 Türkiye'de Kamyonet İç pazarı ve Yerli Üretim.........................................323
Tablo 41 Seçilen Üç Ana Firmada Ar-Ge Giderleri ve İhracat İlişkisi........................333
Tablo 42 Elektronik Sanayii Üretim Miktarı..............................................................351
Tablo 43 Elektronik Sanayi Ürün İthalatı...................................................................355
Tablo 44 Elektronik Sanayi Ürün İhracatı..................................................................356
Tablo 45 Elektronik Sanayi Yatırım Endeksi .............................................................361
Tablo 46 Elektronik Sanayi Yatırım Teşvik Belgelerinin Dağılımı ............................362

viii
Tablo 47 Elektronik Sektörüne verilen TÜBİTAK-TİDEB Ar-Ge Destek Tutarları ...364
Tablo 48 Dünyada Endüstriyel robot kullanımı (1996-2004) .....................................381

ix
GRAFİK LİSTESİ
Grafik 1. Yüksek Teknoloji İhracatı Yapan Sektörlerin Bileşimi .................................39
Grafik 2. Orta-Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi ....42
Grafik 3. Orta-Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi......44
Grafik 4. Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi ..............45
Grafik 5. Özel İmalat Sanayinde Birim İşgücü Maliyeti...............................................47
Grafik 6. Yıllara Göre Ar-Ge Harcamaları (Milyar Dolar) ...........................................60
Grafik 7. İmalat Sanayi Yeniliklerinin Yıllara Göre Değişimi......................................64
Grafik 8. Ar-Ge Çalışanlarının Yıllara Göre Oranı ......................................................65
Grafik 9. Özel Sektörün Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları ........................69
Grafik 10. Kamunun Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları..............................70
Grafik 11. Üniversitelerin Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları......................70
Grafik 12. Teknoloji Destek Fonlarının Sektörlere Dağılımı (1991-2007)....................74
Grafik 13. Yeniliğin Pazara Nüfuz Etmesi .................................................................151
Grafik 14. Makina İmalat Sanayi Alt Sektörleri ve İmalat Sanayi Üretim Endeksi .....241
Grafik 15. Üretim Aracı olarak Motorlu Taşıt Üretimi ve Toplam Üretim .................306
Grafik 16. Üretim Aracı Taşıtlar ile Otomobillerin Üretim Endekslerinin
Karşılaştırılması ........................................................................................................308
Grafik 17. Otomotiv Ana Sanayi Yatırımları (milyon ABD Doları) ...........................310
Grafik 18. Üretim Aracı Niteliğindeki Motorlu Taşıt ve Aksamları Üretim Endeksi ..313
Grafik 19. Motorlu Taşıt Üretiminde Çalışılan Saatbaşına Kısmi Verimlilik Endeksi 315
Grafik 20. Elektronik Sanayi Üretim, İthalat ve İhracat Değerleri ..............................350
Grafik 21. Elektronik Sanayi Alt Gruplarının Üretim Değerleri (1999-2005) .............352
Grafik 22. Alt Gruplandırmanın Elektronik Sanayi İçinde Payı..................................353
Grafik 23. Endüstriyel Elektronik Üretiminde Bileşenlerinin Yıllara Göre Payları.....354
Grafik 24. TTGV 'nin Elektronik Sanayinde İki Alana Desteği (1993–2004) .............367

x
KISALTMALAR

Ar-Ge Araştırma Geliştirme


BTYK Türk Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu
DPT Devlet Planlama Teşkilatı
DTÖ Dünya Ticaret Örgütü
ENOSAD Endüstriyel Otomasyon Sanayicileri Derneği
GSMH Gayri Safi Milli Hasıla
GSYİH Gayri Safi Yurtiçi Hasıla
IFR Dünya Robotik Federasyonu - International Federation of Robotics
IMF Uluslararası Para Fonu - International Monetary Fund
ISIC Uluslararası Endüstriyel Sınıflandırma Standardı
İAOSB İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi
İGEME T.C. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracatı Geliştirme
Etüd Merkezi
İSO İstanbul Sanayi Odası
İTO İstanbul Ticaret Odası
KOBİ Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler
KOSGEB T.C. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi
Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı
MAM TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi
MİB Makina İmalatçıları Birliği
MMO Makina Mühendisleri Odası
OAİB Orta Anadolu Makine ve Aksamları İhracatçıları Birliği
ODM Orijinal Tasarım İmalatçıları –Original Design Manufacturer
OECD Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü - Organisation for
Economic Co-operation and Development
OEM Orijinal Ekipman İmalatçıları –Original Equipment Manufacturer
OSD Otomotiv Sanayii Derneği
OSO Ortak Satınalma Organizasyonu
TAYSAD Taşıt Araçları Yan Sanayicileri Derneği
TEKMER Teknoloji Geliştirme Merkezleri
TESİD Türk Elektronik Sanayicileri Derneği
TİAD Takım Tezgâhları Sanayici ve İş Adamları Derneği
TKB-ESAM Türkiye Kalkınma Bankası-Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar
Müdürlüğü
TPE Türk Patent Enstitüsü
TTGV Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı
TÜBİSAD Türkiye Bilişim Sanayicileri Derneği
TÜBİTAK Türkiye Bilim ve Teknik Araştırma Kurumu
TÜBİTAK-TİDEB TÜBİTAK Teknoloji İzleme ve Değerlendirme Başkanlığı
TÜBİTAK UEKAE TÜBİTAK Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü
TÜSİAD Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği
UME Ulusal Metroloji Enstitüsü
UNECE Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu - United
Nations Economic Commission for Europe

xi
ÜSAMP Üniversite Sanayi Ortak Araştırma Merkezleri Programı

xii
GİRİŞ
Tüm dünyada, ekonomik büyümede teknolojinin belirleyiciliğinin arttığı
yönündeki söylem güçleniyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD Bilim ve Teknoloji
Politikası’nın değişimini ifade eden 1993 tarihli strateji belgesinin başlığı bile
teknolojinin belirleyiciliğine vurgu yapıyor: “Amerikan Ekonomisinin Büyümesi için
Teknoloji: Ekonomik Güç Sağlamak için Yeni Bir Yol”. Buna göre “teknoloji”,
“ekonomik güç sağlamak için yeni bir yol”dur.

Türkiye’de de 2000 yılında hazırlanmaya başlayan teknoloji strateji belgesinde


(TÜBİTAK Vizyon 2003-2023 Strateji Belgesi, 2004) ise şunlar söylenmektedir:

Bu strateji belgesi, dünyadaki bilimsel ve teknolojik


gelişmelerin Türkiye’yi yol ayrımına getirdiği tarihsel bir dönemde
hazırlanmıştır. Strateji belgesinin gösterdiği yol, ülkemizin, geleceğin
jenerik teknolojilerinde egemenlik sağlayarak uluslararası toplumun
refah içinde bir üyesi olmasını ve yarınlarını garanti altına alacaktır.
Bunun dışında izlenebilecek herhangi bir yolun ise sonuçta Türkiye’yi
nereye götüreceği bilinmektedir: uluslararası toplumun sancılı ve
ancak varlığını korumaya çalışan etkisiz bir üyesi olmak.

Tek yol teknolojik gelişim olarak gözükmektedir.

Nora Şeni, Ereğli Demir Çelik Fabrikası’nın kuruluşu üzerine çalışmasında çelik
gibi ağır sanayinin geliştirilmesinin o zamanların Türkiye’sinde nasıl her derde deva
olarak önerildiğini, biraz da hiciv içeren örneklerle anlatır.1 ‘90’lara kadar ağır sanayi
ile Türkiye’nin “memleket sorunu” arasında kurulan ilişkide, bir kavram olarak
“sanayileşme” merkezdeydi. Ekonomiyi “azgelişmişlik” ve buna karşı sanayileşme
belirliyordu. Bugün ise “sanayileşme”nin yerini “yetişme” ve “teknolojik açığı
kapatma” aldı. Adeta değdiği her şeyi zenginlik ve refaha çeviren bir tılsımlı değnek,
her kapıyı açan bir anahtar gibi görülen teknolojinin “albenisi” her yeri kapladı.

1
“Kaldırılan her ‘gelişme’, ‘kalkınma’, ‘demokratikleşme’ taşının altından ‘Türkiye’nin çelik üretim
kapasitesinin yetersizliği’ çıkıyor. … Burhan Oğuz’un ‘Çelik Üretimi Yükselmedikçe’ adlı ve
Türkiye’deki spor eğitim ve formasyonunun yetersizliğini konu edinen yazısı bu durumun iyi bir
yansıması” (Şeni, 1978, s.15).
Öyle ki ulusal teknoloji politikalarının oluşturulması, buna uygun kurumsal
düzenlemeler, adeta yeni bir kalkınma anlayışının anahtar istemleri haline geldiler. Bu
konuya yapılan en ılımlı vurguda bile, faktör birikiminin artırılmasıyla yetinilmemesi,
bunun sınırları gözetilerek teknolojik yenilik ve gelişmeye önem verilmesi gerektiği
belirtilmektedir2. Görülen o ki, belirli sermaye kesimleri için uluslararası sermaye ile
eklemlenme, dış pazarlarda rekabet yüzünden kısıtlanan “katma değer”i artırmanın
koşulu, maliyet ve fiyat rekabetinin ötesine geçmedir. Sınırlı da olsa bu sermaye
kesimleri ürün farklılaştırma, üretim teknolojisini geliştirme gibi teknolojik yenilik
kaynaklarına ihtiyaç duymaktadırlar. Öte yandan 1970 krizinin ardından kar oranları
düşen, uluslarasılaşmış üretken sermayenin rekabeti daha fazla kızışmıştır ve teknolojik
yenilik bu kesimler için giderek daha fazla vazgeçilmez hale gelmektedir. 1990’lar ile
birlikte OECD, AB gibi uluslararası birliklerin teknoloji politikalarını hızla
benimsemeleri uluslararası birikimin bu ihtiyacını göstermektedir.

Sermaye birikiminin ihtiyaçları ile gündeme gelen politikalar aynı zamanda bu


politikaları en çok destekleyen iktisat yaklaşımlarının da güncellik kazanmasını
sağlamıştır. Büyümeyi, sınıfsal çelişkileri de biriktiren sermaye birikimine bağlamak
yerine teknolojik yeniliğin kendisine bağlayan Yeni Schumpeterci akım, bu koşullarda
giderek etkili hale gelmiştir. Öte yandan bu akımı güçlendiren başka bir neden ise
“neoliberal” politikalar yüzünden devletlerin üretime müdahale ve teşvik olanaklarının
teknoloji politikaları dışında çok kısıtlanmış olmasıdır. Daha çarpıcı olan ise bu
kısıtlamaların, yeni Schumpeterci akım dışındaki okulların da teknoloji politikalarına
elde kalan tek seçenek olarak yaklaşmalarını sağlamış olmasıdır. Sermaye birikiminden
ve sınıflardan soyutlanmış bir büyüme tasarımına sahip, planlama geleneğinden gelen
ulusalcı, yeni Keynesci anlayışlar da teknolojiye sarılmaya başlamışlardır.

Teknoloji, her derde deva olarak görülmekte, sınıfsal sonuçlarından soyutlanarak


yine ön plana konulmakta; sermaye birikiminin sınıfsal gerilimleri gözden ırak
tutulmaya çalışılmaktadır. Böylelikle zenginliği yaratanın teknoloji ve uygun teknoloji
seçimi olduğu yönündeki yanılsama, teknolojinin fetişleştirilmesi tekrar bir hayalet
olarak ülkede ve iktisat yazınında gezinmeye başlamıştır. Emeğin maddi bir biçim almış

2
“Sadece faktör birikimlerine dayalı büyüme süreçlerinin doğal sınırları dikkate alınarak teknolojik
ilerleme ve verimlilik artışlarının sürekli kılınması konusuna önem verilmelidir” (TÜSİAD, 2005b).

2
hali, emeğin karşısına ona yabancı bir güç olarak çıkmaktadır. Eski bir deyişle, ölü
emeğin hayaleti, yeniden dikilmiştir canlı emeğin karşısına…

Buna karşı olarak ben bu tezde, teknolojinin sermaye birikiminin bir sonucu
olduğunu vurgulayacağım. Bu nedenle sınıfların belirlediği toplumsal üretim
ilişkilerinin bir sonucu olarak teknolojik değişimi ve teknoloji üretimini ele alacağım.
Üretimin bilgisi olarak teknolojinin bizzat kendisinin üretimi, kapitalist üretim süreci
tarafından içerilmiştir; yani teknoloji üretimi artık kapitalist birikimin dinamiklerine tabi
kılınmıştır. Özellikle erken kapitalistleşen ülkelerde olgun bir biçimde görüldüğü gibi
teknoloji üretiminin kendisi bir sektör haline gelmiş, ürünleri metalaşmıştır. Ancak
teknoloji ve bilim üretiminin, sanayi ve üniversiteler ile iç içe geçmiş yapısı yüzünden
bu üretimin dinamiklerini anlamak, ölçmek ve değerlendirmek o kadar kolay değildir.
Üstelik bu üretim süreci, hukuki (mülkiyet hakları), kurumsal yapısını (üniversite,
teknopark vb.) henüz şekillendirmektedir. Bu durumda, teknoloji transferinin yoğun,
teknoloji üretiminin çok zayıf olduğu geç kapitalistleşen ülkelerde teknoloji üretiminin
ve teknolojik değişimin dinamiklerini anlamak gittikçe güçleşmektedir.

Geç kapitalistleşen ülkelerin bir kısmında 1980’lerle birlikte yatırım mallarını


üretimine geçilmiş durumdadır. Yatırım malları üretimi içinde özellikle üretim araçları
üretimi, teknolojik değişimi inceleme açısından olduğu gibi esas olarak teknolojinin
üretimini gözleme açısından merkezi bir yere sahiptir. Teknoloji üretimi bütün
kesimlere girdi verse de çalışma açısından merkezi girdi-çıktı bağını üretim araçları
üretimiyle oluşturmaktadır. Çünkü üretim araçları üretiminin geri bağlantısı olarak
gelişen teknoloji üretimi, sistemli bir teknolojik yeteneğin oluşmasının tek yapısal
koşuludur. Teknolojik değişim, teknoloji üretimi olmadığı sürece, teknoloji transferiyle
yani ülke dışından teknoloji edinme ile sağlanır. Oysa burada odaklanılan teknoloji
üretiminin yapısal koşullarını irdelemektir. Bu da ancak sermaye birikimi
perspektifinden üretim araçları üretimiyle ilişkisine bakılarak incelenebilir. Klasik
politik ekonomi, teknolojik değişmeyi anlamak için mikro analizi, firma ve sektör
bazında teknoloji göstergelerini kullanmaktadır. Bu politik ekonomi okullarının
(neoklasik, evrimci) mikro analizi ve bu analizi toplulaştırma yöntemleri; kuramsal
temelleri ile birlikte Marksist yaklaşım açısından yetersiz ve sorunludur. Bu durumda
yapılması gereken teknolojik değişim ve giderek de teknoloji üretiminin kendisini

3
gözlemlemek üzere, üretim araçları kesimine ve bu kesimin belli başlı sektörlerine
yoğunlaşmaktır.

Kısacası geç kapitalistleşen ülkenin teknolojik değişimini incelemenin yanında,


teknoloji üretme kapasitesini sermaye birikimi perspektifinden değerlendirebilmek için
üretim araçları üretimi kesimini, bu kesimin teknolojik değişimini ve teknoloji üretimi
ile geri bağlantısını yakından incelemek gereklidir. Bu çalışmada bunu yapmaya
çalıştım.

Türkiye’de teknolojik değişimin genel tablosu ile bunun üretim araçları


üretimine ve teknoloji üretimine yansıması önemli farklılıklar göstermektedir. Bu
nedenle teknoloji konusunda kuramsal çerçeveyi ortaya koymadan önce, Türkiye imalat
sanayinin 1996–2005 yılları arasında teknolojik değişiminin tablosu ortaya konarak teze
başlanmıştır.

Bu amaçla birinci bölümde Türkiye’de 1996–2005 yılları arasında teknolojik


değişim irdelenmiştir. Bu teknolojik değişim ve buna yönelik kurumlar ve politikalar ile
sermaye birikiminin ihtiyaçları arasındaki bağlantılar gösterilmeye çalışılmıştır. Yatırım
malları üretimi ve ihracatında yaşanan görece parlak büyüme, ürünlerin ve üretimin
teknolojik yapısını da geliştirmiş, teknoloji düzeyini yükseltmiştir. Öte yandan aynı
dönem, teknoloji politikalarının, kurumlarının ve Ar-Ge desteklerinin ağırlıklı olarak
söylemden uygulamaya geçtiği bir dönemdir. Bunda üretimdeki teknolojik değişme
kadar uluslararası anlaşmalarla devlet müdahalesinin sınırlanması ve teknoloji
politikalarının öne çıkması da etkili olmuştur. Bu teknolojik değişimin dayattığı
ihtiyaçlar, iktisat yazınına da yansımıştır. Teknolojik değişim ihtiyacı ve bu amaçla
teknoloji politikaları uygulama, bu konuda öncelikleri farklı olan “sanayileşme” ve
planlama geleneğinden gelen yazarlar ile yeni Schumpeterci görüşe yakın yazarlar
arasında yakınlaşmayı da beraberinde getirmiştir. İlk bölümde bu konular işlenmektedir.

Birinci bölümün açtığı sorular, diğer bölümlere geçişin olanaklarını


sunmaktadır. Bu teknolojik değişim, kendi başına büyümeyi, erken kapitalistleşen
ülkelere yetişmeyi getirebilir mi? Bu teknolojik değişim ne derecede yapısaldır? Ne
derecede geri bağlantı etkisiyle ülke içindeki bilim ve teknoloji üretimini geliştirmiş,
teknolojik yeteneği artırmıştır? Bu soruyu yanıtlamak için önce var olan teknoloji

4
yaklaşımları incelenmeli, belirli bir teknoloji perspektifi geliştirilmelidir. Bu ikinci
bölümde yapılmaktadır. Ardından teknoloji üretiminin yapısal dinamiklerini ele verecek
belirli sektörlere yoğunlaşılmalıdır. Bu da üçüncü bölümün konusudur.

İkinci bölümde klasik ve neoklasik okulların, evrimci iktisat ile Marksist


iktisadın teknoloji yaklaşımları ele alınmaktadır. Teknolojiyi büyümenin ve değerin
kaynağı olarak gören yaklaşımların yanı sıra teknolojik değişmeyi rastlantısal bir
gelişme olarak, dışsal biçimde ele alan, teknolojik gelişmeyi bir tercih ve politika
yönelimine indirgeyen anlayışlar eleştirilmektedir. Benimsenen yaklaşım, teknolojinin
bizzat sermaye birikiminin bir sonucu olarak değiştiği, sınıfsal mücadele içinde
şekillendiği yönündeki Marksist yaklaşımdır. Tez boyunca bu yaklaşım son otuz yılın
gelişmeleri üzerinden yeniden üretilmektedir. Buna göre, II. Dünya Savaşı’ndan sonra
olgunlaşan bilim ve teknoloji üretiminin iç içe geçmesi, bilimsel araştırmaların
ürünlerinin hızla metalaşması, bilimsel emek sürecinin de kapitalist üretim süreci haline
dönüşmesine yol açmaktadır. Yani buluş bir meslek haline dönüşmüş, bizzat bilimin
kendisinin kapitalist üretim haline gelmiştir. Ancak yine bu bölümde, bu kapitalist
dönüşümün tamamlanamayacağı ileri sürülmekte ve dönüşümün sınırları, çelişkileri
irdelenmektedir. Üretken sermayenin uluslararasılaşması koşullarında 1990’lardan
sonra bilimsel üretim süreci de uluslararasılaşma aşamasına gelmiştir. Ar-Ge’nin
uluslararasılaşması, geç kapitalistleşen ülkelerdeki üretim yapısını uluslararası
sermayenin gelişimi gibi dıştan belirleyen koşul olarak öne sürülmektedir. Öte yandan
teknolojik değişim ile geç kapitalistleşmenin içsel bağını, üretken sermayenin gelişimi
oluşturmaktadır. Geç kapitalistleşen ülkelerin bazılarında gelişmeye başlayan yatırım
malları ve üretim araçları üretimi, bu ülkelerin teknolojik değişimini hızlandırmaktadır.
Ülke içi üretimdeki teknolojik değişimin yapısal nitelik kazanmasının ve kalıcılaşan
teknoloji üretiminin temel koşulu, üretim araçları üretiminde teknolojik gelişmenin
düzeyi ve geri bağlantı etkisiyle teknoloji üretimini sürüklemesidir. Son olarak bu
bölümde, geç kapitalistleşme koşullarında teknolojik değişim ve teknoloji üretimi, bu
içsel ve dışsal etkenler gözetilerek irdelenmektedir.

Üçüncü bölümde, dönem içinde Türkiye’de üretim araçları sektörünün gelişimi,


teknolojik açıdan değişimi incelenmiştir. Üretim araçları üretiminin geri bağlantı olarak
bilim ve teknoloji üretimi ile ilişkisi, odaklanılan merkezi noktayı oluşturmuştur.

5
Yatırım malları içinde sayılan elektrikli ev eşyalarını ayırt ettikten sonra makina imalat
sanayindeki gelişim, bu sektörün teknolojik değişimi ve teknoloji üretimi ile olan geri
bağlantısı, ilk inceleme konusudur. Ardından tüketim malı olan binek otomobilleri
ayrıştırıldıktan sonra üretim aracı niteliğindeki taşıtlar için benzer bir inceleme
yapılmaktadır. Son olarak da tüketim elektroniği ayrıştırıldıktan sonra endüstriyel
elektronik sektörüne odaklanılmaktadır.

Son bölümde Türkiye’de bu dönemde yaşanan teknolojik değişimin üretim


araçları üretimine ne düzeyde yansıdığı, ülke içi teknoloji üretiminin durumu ele
alınmakta, sonuçlar çıkarılmaktadır. Bilim ve teknoloji üretiminin geç kapitalistleşme
ile ilişkisi, 1996–2005 yılları arasında Türkiye’de üretim araçları üretimindeki
teknolojik değişme ve teknoloji üretimi bağlamında irdelenmektedir.

Sonuç olarak tezde, teknoloji, sermaye birikimi perspektifinden irdelenerek,


bilim ve teknoloji üretiminin bugün geldiği aşama, Türkiye’de 1996-2005 yılları
arasında teknoloji üretimi ve üretim araçları üretimindeki gelişim üzerinden ortaya
konmuştur.

6
BÖLÜM 1

1. 1996–2005 Üretim Yapısındaki Teknolojik Değişim

1996 ile 2005 yılları arasındaki on yıllık süreçte üretim yapısındaki


dönüşümlerin incelenmesi, sözü geçen dönemde artan “teknolojik yenilik” söylemlerini
açıklamada önem taşıyor. Ama önce bu dönem seçimimizi yani tarihsel sınırlamamızın
nedenlerini açıklamak gerekiyor.

1.1 Başlangıç olarak 1996 Yılı: Süreklilik ve Farklılık

Bilim ve teknolojinin üretim yapısındaki önemi, teknolojik atılımın gerekliliği


1980’lerden sonra sürekli yinelenerek söylenmektedir. Ancak ‘90’ların ikinci yarısının
teknolojinin kurumlaşması ve politikaların harekete geçirilmesi açısından özel bir yeri
vardır. İncelememizi 1990’ların ikinci yarısından başlatmamızın ana nedenlerinden biri
budur. 1996 yılı (1 Ocak 1996) aynı zamanda Gümrük Birliği anlaşmasının yürürlüğe
girdiği tarihtir, üstelik bu tarihten sonra özellikle Avrupa ile genelde ise dış ticarette
gümrüklerde önemli bir indirim yapılmaya başlanmıştır. Dış ticaret hacmi hızla
büyümüştür. Ancak bu tarihten başlamanın sadece dışsal bir nedeni olamaz. Bu aynı
zamanda imalat sanayi katma değerinde en fazla paya sahip kimi sektörler açısından da
içsel bir ihtiyaç olarak görülmelidir. Zaten bu sektörlerin büyük bir kısmı, Gümrük
duvarlarının indirilmesine karşı önceden hazırlanmaya başlamıştır. Üstelik 1998 Rusya
krizi, 1999’daki Marmara depremi, incelediğimiz dönemin ilk yarısında önemli etkileri
olan başka dışsal faktörlerdir, ama bunlar içsel birikimi tek başına belirleyen değil,
ancak sınırlayan etkenlerdir. Dönemlendirme sadece dışsal koşullar ile
açıklanmamalıdır. 1980 sonrası dışa açık sermaye birikimi süreci, esas olarak
1990’lardan sonra belirli bir düzeye erişmiş, “teknolojik atılım”, “verimlilik”
söylemlerine eşlik eden kurumsal düzenlemelerin altyapısı bu dönemde oluşmaya
başlamıştır.3 İmalat sanayinde teknolojik yapıdaki dönemsel değişimi
değerlendirmemizi, üretken sermayenin gelişimi ile sınırlandırmaya çalışacağız. Elbette
ki, 1994–2001 arası yaşanan dönem, yapısal ve uluslararası krizlerle dolu, Türkiye’deki
sermaye açısından da özellikle para-sermaye yönünde önemli dönüşümlerin yaşandığı

3
III. Teknoloji Kongresi’nde otomotiv sanayinin tarihini değerlendiren Tofaş yöneticisi Jan Nahum dışa
açılma tarihi olarak ‘90’ların ikinci yarısını göstermektedir.

7
bir dönemdir (Ercan, 2004b, 2002). Dönemin ilk yarısında önde gelen sermaye grupları
içerisinde para sermaye donanımını geliştiren, bu donanım açısından avantajlı olanlar,
imalat sanayinin ileride anlatacağımız ikili yapısına uyan biçimde üstünlük elde
etmişlerdir. Üstelik bu grupların uluslararası sermaye ile eklemlenme düzeyleri de farklı
olmuştur.4 İşte 1994–2001 arasında ülke içi sermaye birikiminin toplam sermaye
döngüsü açısından belirleyici olan görünümü, bu para sermaye donanımının, finansın
yeniden yapılanmasıydı. Ancak bizim çalışmamız açısından bundan daha az önemli
olmayan bir gerçek ileride ayrıntılı bir biçimde inceleyeceğimiz gibi, dönemle birlikte
yerine oturan, uluslararası üretken sermayeyle eklemlenme ve ihracata yönelik iç
birikimin gelişme örüntüleridir. Özellikle otomotiv sanayinde Gümrük Birliği’ne
hazırlık ile başlayan süreç, dönemin ilk yarısında büyük yatırımlar ile yerine oturma,
pekişme niteliği göstermiştir, öte yandan ihracatın en etkili kalemlerinden tüketim
elektroniği bu dönemde önemli büyüme göstermiştir. Gümrük Birliği ile bu süreç yeni
bir eşiği atlamıştır.

Teknoloji edinme ve onu üretme açısından temel kurumlar, yasal düzenlemeler,


teşvik, destek ve izleme mekanizmalarının uygulamaya geçirilmesi, yaşam bulması ise
bu dönemde olmuştur. Dönem, bu yönüyle, on yıllardır söylenen, 1980’den sonra
kurumsal yapıları oluşturulan bir evrenin uygulamaya geçiş sürecidir. 1990’ların ikinci
yarısı ile birlikte artık, teknolojik yenilik5 yaratma yönünde kurumsal müdahalenin
koşullarının oluşturulmaya başlanmasından, uygulamaya geçilmiştir. Bir yandan ’80
sonrası, dış ticaret rejimi ve finansal serbestleşmenin önünün açılmasıyla birlikte,
sermaye birikiminin uluslararası sermaye ile teması diğer yandan bunu içselleştirme
süreci yaşanmıştır. Ayrıca dışa açılan sermaye birikimi açısından, dış pazarlarda
rekabeti sürdürebilmek için teknolojik yenilik konusunda sözden çok pratikte uygulama
zamanı gelmiştir. 1990 öncesi teknolojik yenilenme daha çok lisans sözleşmeleriyle

4
İmalat sanayi içindeki ikili yapı ve oluşumu ileride değerlendirilecektir; bu ikili yapıya dair bkz.
Tanyılmaz (2004), Ercan (2004b).
5
Burada yenilik sözcüğüne verilen anlam, yaygınlaşan kullanımına benzerdir. Buna göre, yenilik
teriminin alt anlamı, üretimin örgütlenmesinden, teknolojisine kadar yaşanan değişimdir. Bu değişimin
özgün olması gerekmez, ancak değişim olması gereklidir. Teknolojik yenilik ise bu anlamıyla üretim
teknolojisindeki değişimi anlatmaktadır ve çeşitli derecelerde, özgünlük içerenlerden, salt değişim olarak
ortaya çıkanlara kadar değişmektedir.

8
ülkeye getirilen teknolojilerin montaj olarak uygulanması ve sınırlı da olsa taklit ile
yürümekte iken, dışa açılmanın getirdiği rekabet koşulları kendisini dayatmıştır.

Üretken sermayenin 1980 öncesinden bugüne kadar teknoloji ile ilişkisine iyi bir
örnek Koç grubunun uluslararası ortaklı şirketi olan TOFAŞ’ın Yönetim Kurulu Üyesi
Jan Nahum’un bu döneme dair anlattıklarında bulunabilir (III. Teknoloji Kongresi
Bildirileri, s. 79–80). Nahum, ilk olarak Türkiye’de otomotiv sanayinin gelişiminin kısa
bir özetini verir:

Türk otomotiv sanayi, 1960’lı yıllarda montaj sanayi olarak


faaliyete başlamış, 1970’li yıllarda yan sanayisini oluşturmuş, 1980’li
yıllarda ekonomik ölçeğe gelebilmek için kapasitesini artırmış ve
1990’lı yıllarda güncel model yapmak üzere yatırımlarını
süratlendirmiştir.

Bu özette, imalat sanayinin 1980 öncesi montaj sanayi niteliği teknolojik


yapısını da açığa çıkarır. 1980 ile 1990 arasındaki dönem de, ölçek ekonomisi ağırlıklı
bir dönem olması özelliğini taşır. 1990’lı yıllar ise özel bir yere sahiptir. Konuşmanın
devamı, bu dönemleştirmenin teknolojik içeriğini de açıklar:

Bu sürecin ilk yıllarında, … 70 yıla yakın bir geçmiş ve …


gelişmiş bir otomotiv endüstrisi olmasına karşın, Türk otomotiv
sanayinin hiçbir teknolojik birikimi yoktu. Hatta o yıllarda bir
teknoloji çekingenliği mevcuttu. Türkiye’nin o günkü sanayi alt yapısı
düşünülürse, bunun doğal olduğu kabul edilebilir. Bu çekingenlik o
yıllarda yapılmış olan lisans anlaşmalarında izlenebilir; tüm
teknolojik sorumluluk, lisansı verene bırakılmış, pazar ile ilgili
sorumluluklar alınmıştı. Bu anlaşmalar, o günün koşullarında her iki
tarafı da tatmin etmişti. Lisansı veren, tüm hakları ve teknolojiyi
kendinde tutabiliyor, hatta yatırımın düşük olma mecburiyeti
sonucunda devre dışı kalan teknolojileri verilebiliyor, bu da olası bir
rekabet ile karşılaşmasını engelliyordu. Diğer taraftan da bilmediği
bir pazarda, satışla ilgili sorumlulukları da üstlenmek durumunda
kalmıyordu. Lisansı alan, kendi bilgi ve beceri kapsamında olan pazar
hakkında karşı tarafa bilgi vermeden ve kendi pazarına olan
hâkimiyetini kaybetmeden bir ürünün üretimini yapabileceği bir
lisansa sahip olabiliyor ve bu ürünün hiçbir teknik sorununu çözmek
mecburiyetinde kalmadan karşı tarafa sorumluluk devredebiliyordu.

Jan Nahum, 1980 öncesi teknolojik birikimin, sanayi yapısı düşünüldüğünde


doğal olarak zayıf olduğunu, lisans anlaşmalarına dayandığını belirtmektedir. Bu tarih
1980’lerden sonra değişmiş, “sanayinin teknolojik birikimi artmıştır”.

9
Otomotiv sanayinin gelişme sürecinin ortalarında, sanayinin
teknolojik birikimi artmış, üretim konusunda bilgi ve konuya hâkim
oldukça çekingenliği üstünden atarak teknolojiye hâkim olma
teknoloji yaratma isteğine kavuşmuştu.

1980’lerde oluşmaya başlayan isteğin kuvveden fiile dönüşebilmesi için bir


dönemin geçmesi gerekmiştir. Nahum, 1980 ile 1990 arasındaki dönemi, otomotiv
sanayi için ölçek ekonomisi dönemi olarak tarif etmişti. Ona göre “teknolojiye hâkim
olma” süreci ise 1990’lardan sonra başlayabilir. Nahum, kapalı pazardan açık pazara
geçme sürecini otomotiv sanayi için 1990’ların ortasından başlatır. Üstelik 1990’ların
ortası, aynı zamanda TOFAŞ için devlet destekli Ar-Ge yatırım atağının başlangıcı
olarak vurgulanmaktadır. Bu dönemde TOFAŞ, devletten önemli oranda destek alarak
büyük Ar-Ge yatırımlarına girişir.

Görüldüğü gibi, dışa açık sermaye birikimi süreci 1980’lerle başlarken, üretken
sermayenin sermaye yoğun bölümü için bu süreci anlamlandırma biçimi farklı
olmaktadır. Kısacası, imalat sanayinde önemli bir bileşeni temsil eden otomotiv sektörü
için, açık pazara geçiş, ’80 sonrası değil, rekabete karşı “teknolojiye hâkim olunan”
‘95’lerden sonra başlamaktadır. 1980 öncesi ise, teknolojik yenilik yoktur; bunun yerine
çekingen davranılmış, “teknolojiye hâkim olmadan” iç pazara hâkim olmakla yetinerek,
sadece lisans anlaşmaları yapılmıştır

1980 sonrası dışa açılmanın artırdığı rekabetin teknolojik değişim üzerinde etki
göstermesi beklenir. Ancak, sermaye birikiminin düşük ve kısmen düşük-orta düzey
teknolojili, tüketim ve ara malları üretimine dayalı yapısı yüzünden bu etki kendisini
hemen göstermemiştir. Uluslararası pazarlarda rekabetin teknolojik değişme yönünde
kendini dayatması, orta-yüksek ve kısmen yüksek teknoloji üzerinde basınç oluşturması,
1990’ların ortalarında yeni bir evreye ulaşmıştır; çünkü 1980 sonrası dış ticaretin
serbestleştirilmesi ile birlikte, yoğun teşviklerle dışa açılan üretim dalları ilk başta
yoğun olarak “kaynak” ve “emek yoğun” olarak nitelenen üretim dallarıdır.6 Bu dallar
düşük teknolojili üretim dallarıdır. Dışa açılmanın ilk on yılı, yoğun teşviklerle

6
İleride görüleceği gibi gıda “kaynak yoğun”, tekstil “emek yoğun” sektör olarak sınıflandırılmaktadır.
Kuşkusuz bu sınıflandırma, değeri yaratanın emek gücü olduğu yönündeki bir perspektiften
kaynaklanmamaktadır. Burada bu gruplandırmalar, uluslararası standartlara uymak adına, ancak bu
eleştirel kayıtla kullanılmaktadır.

10
desteklenen emek-yoğun ve kaynak-yoğun ürünlerin ihracattaki ağırlığı ile
belirlenmiştir. Üstelik 1980 sonrası ihracattaki artışın ve görünürde verimlilikteki artışın
büyük bir kısmı kapasite kullanım oranlarının tekrar artmasıyla elde ediliyordu
(Taymaz, 2001, s.69). Yani sermaye birikimi, 1980 öncesi içine girdiği bunalımdan, dış
pazara yönelik, finansal serbestleşmeyle birlikte yürüyen yeni birikim modeli altında
yeni yeni kurtulmaya başlarken, bunalımın etkisiyle oluşmuş atıl kapasitesini yeniden
değerlendiriyordu. 1980’ler bu atıl kapasitenin kullanıma açıldığı yıllar oldu. İhracat
için ilk göreli olanak ise emek ve kaynak yoğun (tekstil ve gıda), düşük teknolojili
üretimin dışa açılması idi. Soyak’a göre 1980’de kaynak yoğun ve emek yoğun
sanayiler toplam imalat sanayi ihracatının % 87,9’unu, 1995’de ise %66,9’unu
oluşturuyordu (Soyak, 2002, s.126). İhracatın başını çeken tekstil gibi bir sektördeki bu
düşük teknolojik değişim, ucuz emek kullanımına dayanan birikimi tarif etmektedir.7
Söz konusu bu iki sektörde de, 1980 ile 1995 arasında teknolojik yenilik ve değişim
zayıf durumdadır.8 1985–95 arasındaki dönemde, teknolojik değişim hızının en yüksek
olduğu sektörler olarak mühendislik hizmetleri, kara taşıtları, kimya sanayi gibi ölçek
ekonomisine dayanan, büyük ölçekli üretim yerleri gösterilmektedir (Taymaz, 1998),
(Doğaner-Gönel, 2000).

Bu dönemde, imalat sanayinin ağırlıklı olarak küçük ölçekli üretime dayanan


yapısı da, emek yoğun, düşük verimlilikli üretim ile karakterizedir. Büyük imalat
sanayinin toplam imalat sanayi istihdamı içerisindeki payı 1980 yılında % 84,1 iken,
1996 yılında %77,3’e gerilemiştir. 1980–1996 döneminde istihdam düzeyi ancak
118.685 kişi artmıştır. Bu düzey oldukça düşük bir artıştır; ancak kayıt dışı olasılığının
yarattığı hatayı belirtmek gerekir. 1996 yılı itibariyle, imalat sanayinde yaratılan katma
değerin % 6,4’nü küçük isletmeler yaratırken, büyük ölçekli imalat tesisleri toplam
katma değerin %93,6’sını yaratmaktadır. 1980 yılında küçük isletmelerin toplam
istihdam içindeki payı %15,9 iken, aynı oran 1996 yılında %22,7’e yükselmiştir. Büyük

7
Eşiyok da, bu sektörlere dayalı üretimin düşük ücretler ve düşük verimliliğe dayalı bir sistem olduğunu
belirtmektedir (Eşiyok, 2002).
8
Doğaner-Gönel de, imalat sanayi katma değerinde en büyük paylara sahip olan gıda ve tekstilde Ar-Ge
yoğunluğunun çok düşük olduğunu vurgular (Doğaner-Gönel, 2000, s.36). Taymaz’ın çalışmasına göre,
1980–1995 arasında gıdada teknolojik değişim hızı binde 26 iken, tekstilde binde 13’tür. Aynı dönemde
mühendislik sanayilerinin teknolojik değişme hızı ise binde 45, temel metal sanayi ve kimya sanayinin
değişme hızı ise binde 36’dır (Taymaz, 1998).

11
imalat sanayinde istihdam düzeyi 1980–1996 döneminde çok az artmış, 1980 yılında
1.023.669 kişi olan istihdam düzeyi, 1996 yılında sadece 10 bin kişi artarak 1.032.617
kişiye yükselmiştir (Eşiyok, 2002, s.38).

Onyıllardır sürekli vurgulanan teknolojik değişme ihtiyacının ancak 1990’ların


ikinci yarısında somut uygulamaya geçebilmesinde farklı ölçekteki üretim yapılarının
farklılaşan bu ihtiyaçları da rol oynamıştır. 1990’ların ikinci yarısında otomotiv gibi
büyük ölçekli üretim yapan sektörlerde teknolojik yeniliğe dair ihtiyacın daha açık dile
getirilmesi, bir olgunlaşma ve eşik atlama ihtiyacının bir göstergesidir. İleride
görülebileceği gibi uluslararası pazarlara açılan büyük sermaye gruplarının, uluslararası
sermaye ile eklemlenme, yabancı ortağın ya da rakibin etkisiyle konumunu koruma gibi
ihtiyaçları da teknolojik yenilik, standartlaşma, standartların izlenmesi, tespit edilmesi
gibi düzenlemeleri istemelerine ön ayak olmuştur. Öte yandan aynı dönemde, üretim
yapısındaki ağırlığını hala kaybetmeyen küçük ölçekli işletmelerin rekabet edebilirliğini
artırmak için KOBİ’lerin geliştirilmesi ve bunlarda, verimlilik ve teknolojik değişmeye
verilen önemin artırılması yönündeki istemlerin daha yüksek sesle ifade edilmesi de bu
nedenledir.

Teknolojik değişimin ve buna yönelik kurumsallaşmanın 1990’ların ortasından


önce görece zayıf olmasından örnekler verilerek, üretim yapısındaki dönüşümün
“teknolojik dinamizme” kavuşması için vaktin henüz gelmediği gösterilebilir.

Verimlilik ve teknoloji söylemi 1980’lerden beri TÜSİAD, TİSK gibi


kurumların her vesileyle sık sık dillendirdikleri bir ihtiyacı oluşturuyordu. Ancak
1990’ların ortasıyla birlikte teknolojik yenilik ve bundan kaynaklanan verimlilik
söylemi gerçek yerini bulabilecek bir ifadeye dönüşmüştür. 1980 sonrası dışa açılan
sermaye birikiminin emek ve kaynak yoğun içeriği yüzünden, ihracata yönelik aldığı
teşvikler ve ücretlerin bastırılması nedeniyle verimlilik artışı ağırlıklı olarak kapasite
kullanımının artırılmasına denk düşüyordu. Teknolojik yeniliğin gerekliliği ise
1990’lara gelindiğinde uluslararası rekabetin kendisini dayatması ile iyice artıyordu.
İmalat sanayini temsil eden ve ihracata yönelik sermayenin büyük bir kısmını temsil
etmese de, uluslararası rekabetin gereklilikleri, yani dış pazarın ihtiyaçlarını
karşılamaya çalışan iç sermaye birikim sürecinin gereksinimleri 1990’ların ortasına
doğru kendini teknolojik yapıda yenilik, ürün yeniliği düzeyinde hissettirmeye başladı.

12
Uluslararası rekabet ile iç birikimin sınırlarının kesiştiği bu noktadaki ihtiyacı,
Eczacıbaşı pek çok örnekten biri olarak şöyle dile getirir:

Geçenlerde Bülent Eczacıbaşı güzel bir şey söyledi. ... Bir süre
öncesine kadar her horoz kendi çöplüğünde öter anlayışı vardı. Bu
anlayış içinde Türkiye sınırları içinde bir yere sahip olmanız
yeterliydi. Şimdi bu dalgadan sonra sadece Türkiye’deki marka,
Türkiye’deki piyasa payı, yetmeyecek. Oyunun kuralı değişiyor. Eğer
siz Japonya Tokyo’da, New York’ta, satılabilecek özelliklere sahip bir
ürün üretmiyorsanız yarışı kaybediyorsunuz demektir.9

Aslında teknolojik yenilik istemi birçok farklı alanda dile getirilmektedir.


TÜSİAD da Türkiye imalat sanayindeki firmaların rekabet stratejilerini, önceliklerini
değerlendirirken bir durum tespiti yapmakta ve öneriler sunmaktadır. Bu önerilerin
hepsi de teknolojik yeniliğe odaklanmaktadır: Rekabet stratejisinde “düşük fiyat” yerine
“ürün farklılaştırma”; “hızla tasarım değiştirme ve hızla yeni ürün sunma”; “kaliteli
ürün ve üretim süreçleri”; “göreli yüksek katma değerli” mamuller üretmek (TÜSİAD,
2000).

Örneğin, “Ulusal Yenilik Sistemi” başlıklı önemli raporda Erol Taymaz (2001,
s.78), şu sonucu çıkarırken, buna başka örnekler bulmak o dönem için zor değildi:

Türkiye’nin uzun dönemde ekonomik gelişmesini düşük


üretkenlik ve ücret düzeyine sahip sanayiler ile sürekli fiyatları
düşürerek gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Türkiye sınai ve ihracat
yapısını teknoloji yoğun ürünlere dönüştürmelidir. Teknoloji yoğun
sanayilerin gelişmesi sonucu, yeni teknolojilerin yayılması ve ülke
düzeyinde teknolojik yeteneğin yükselmesi ile düşük teknoloji
sanayilerinde de üretkenliğin artması sağlanacaktır.

Benzer söylemler, basında da duyulmaktadır (Referans, 3 Şubat 2007):

Son dönemde gelişmekte olan ülkelerin bazıları sanayileşme


stratejilerini değiştirmemekte direniyor. Oysa ithal edilmiş
teknolojileri ve Avrupa Birliği'ne göre düşük ücret düzeyi avantajını
kullanarak sanayileşme yolu her geçen yıl biraz daha kapanıyor.
Düşük ücret için Romanya ve Mısır gibi ülkelerde de fabrika açmak
da kalıcı bir çözüm yolu değil. Çünkü sanayici ve girişimci tüm

9
Yaşar Holdingi, TMSF sonrası içine düştüğü zor durumdan “kurtaran adam” olarak görülen eski adalet
bakanı ve Yaşar Holding Yönetim Kurulu üyesi Hasan Denizkurdu ile yapılan röportaj. Referans,
16.04.2007.

13
dikkatini ücret ve döviz kuru düzeylerine verdiği zaman, teknolojik
ilerlemeleri ve yeni yönetim tekniklerinin uygulanmasını ihmal ediyor.
Mevcut ürünlerin katma değerinin yükseltilmesi için gerekli olan
çalışmalar hep erteleniyor.

Aynı zamanda Türkiye Bilişim Vakfı Başkanı da olan Faruk Eczacıbaşı şöyle
diyor: "Türkiye'nin dünya üzerindeki rekabetçilik, çağdaşlık, üretim, verimlilik, etkinlik
ölçütlerine göre durumu hiç de olması gereken düzeyde değil. … (Eczacıbaşı ve
Başkanı olduğu vakfa göre) hedef, ‘yüksek teknolojinin Türkiye'de katma değer
yaratacak şekilde kullanılması’. Önemli olan ise, üretimde yüksek teknolojinin
kullanılması" (Aktaran Güngör Uras, Milliyet, 31 Mart 2007). Teknolojik yenilik
ihtiyacının dile getirildiği örnekleri, basında bolca bulmak olanaklıdır.10

Bu tür söylemlerin gelip odaklandığı nokta, kaynak ya da emek yoğun, düşük


teknolojili üretimden dolayısıyla düşük ücret düzeylerinde rekabet edebilen üretimden
kurtularak, teknolojik yeniliklerle teknolojik düzeyini yükselten, yüksek katma değerli
ürünler üreten üretime geçmek gerektiğidir. Devalüasyonlar ile emek ücretleri üzerinde
baskı sermayenin rekabet gücünü sınırlı ve geçici olarak artırmaktadır. Krizler ve
devalüasyon sonucunda iç pazarın daralması, uluslararası pazarlara yönelmeyi
getirmektedir ancak uluslararası pazarlara açılmanın yarattığı rekabet, standartlaşma ve
emek maliyetleri dışındaki maliyetler gibi bileşenleri de dikkate almayı dayatmaktadır.
Üstelik artan ihracatın, ithalat bağımlılığı, girdilerin çoğunun ithal edilmesi de, üretilen
katma değerin başka ülkelerle paylaşılması anlamına gelir. Bu durumda katma değeri
yüksek mallar üretmek, bunun için teknolojik yenilik yaparak verimliliği artırmak temel
hedef olarak yoğunlaşılan alanlar olmaktadır.

1990’ların ikinci yarısında, daha önce de belirttiğimiz gibi, teknolojiye yönelik


kurumsal yapıların oluşturulmaya başlanması, yatırım malları üretiminin göreli olarak
artmaya başlaması gibi birbiriyle ilgili iki unsur, teknolojik yenilik konusunda
kurumsallaşma yönünde bir dönüşümün ilk izleri olarak görülebilir. Ancak burada
sermayenin merkezileşmesini, çelişkili yapısını göz ardı etmemek gerekir. Daha sonra

10
Oyak Çimento Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Celal Çağlar: "… inovasyon olması için elinizde bir
ürün olması lazım. Bizim ortaya koyduğumuz bir ürün yok. Başkalarının yaptığı ürünleri kullanıyoruz
veya işletiyoruz. Bununla ancak karın doyar, zengin olunmaz… Türkiye üretimde rüştünü ispat etmiş bir
ülkedir. …Artık, teknoloji üretmek, marka üretmek zamanıdır" (Referans gazetesi, 10 Nisan 2007).

14
açıklayacağımız gibi, bu çalışmada imalat sanayi bir bütün olarak görülmemekte, aksine
yüksek sermaye donanımına sahip üyeleri ile geneli oluşturan parçalı dağınık işletme
yapısına sahip küçük üyeleri arasındaki keskin ayrım ve çelişkiler göz önünde
bulundurulmaktadır. Teknolojik yenilik ihtiyacı, imalat sanayinin, bütün sektörlerin
genelinin ihtiyacı değildir, aksine belirli bir kesiminin ihtiyacıdır. Tez boyunca imalat
sanayinin yapısından söz edilirken, bu ayrım, çelişkili birliktelik göz önünde
bulundurulmaktadır. Ancak imalat sanayinin bütününden başlayarak her bir sektör
içinde belirli oranlarda gerçekleşen bu ayrılmada, temsil gücünü taşıyanlar, parçalı ve
dağınık yapının genelini oluşturan işletmeler değildir, aksine “katma değer”in büyük bir
kısmını temsil eden sermaye donanımı görece yüksek işletme ve şirketlerdir. İmalat
sanayinin teknolojik yenilik yönündeki değişimi de, sermaye birikiminin evrimi gibi
sistemli ve planlı bir yapının dönüşümü değildir; aksine kaçınılmaz biçimde krizleri,
bunalımları içinde barındırır. Bu çerçevede teknoloji ve verimlilik söylemi, elbette ki
imalat sanayinin temsil eden sermaye donanımı yüksek kesimler açısından bir ihtiyaç
olarak olgunlaşmıştır. Farklı terimlerle ifade edilmesine ve 1980’lerden beri uzun
süredir dillerde olmasına karşın 1990’ların ortasında bu söylemin cisimleşmesine dair
nüve biçimindeki ilk adımları görebilmek olanaklı olmuştur.

1983’te Türk Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK) kurulmuştur; fakat bu


kurumun ikinci toplantısının ancak 1993 yılında yapılabilmesi11, bu süre içinde yeterli
yol kat edilememesi de ‘90’ların ikinci yarısına kadar üretim yapısındaki dönüşümün bu
gereksinim ile uyuşmadığını göstermektedir. 1991 yılında kurulan Türkiye Teknoloji
Geliştirme Vakfı (TTGV) etkin yapısına ancak Ar-Ge desteklerinin 1995 sonrası
verilmesiyle kavuşmuştur. 1994’te kurulan Türk Patent Enstitüsü, 1995’ten itibaren
TÜBİTAK bünyesinde Ar-Ge desteğine yönelik etkin bir birim olarak kurulan
TÜBİTAK Teknoloji İzleme ve Değerlendirme Başkanlığı (TİDEB) gibi kurumların
hepsi de gerçekte üretim yapısında yaşanan sorunları ve ihtiyaç duyulan gereksinimleri
gidermek üzere kurulmuşlardır. Zaten “1995’de Ar-Ge faaliyetlerine TÜBİTAK

11
“… gerek ‘Türk Bilim Politikası: 1983–2003’ dokümanı, gerekse 1985 yılında Hükümet’in isteği
üzerine İTÜ’de oluşan bir komisyonca hazırlanan ‘Türkiye İleri Teknoloji Teşvik Projesi’ hayata
geçirilememiştir. 1983’te kurulan, ancak ilk toplantısını 9 Ekim 1989’da yapabilen BTYK’ye sınırlı
ölçüde de olsa işlerlik kazandırılması ise, bu kurulun 3 Şubat 1993’te yaptığı ve Türk Bilim ve Teknoloji
Politikası: 1993–2003’ başlıklı, yeni bir politika dokümanını kabul ettiği ikinci toplantısından sonra
başlayan dönemde mümkün olmuştur” (TÜSİAD, 2005a).

15
aracılığıyla bağış yapılmasını öngören kararname ile ancak 1990’ların ortalarından
itibaren özel kesim Ar-Ge faaliyetlerinin teşvik edilmesi söz konusu olabilmiştir”
(Taymaz, 2000, s.168).12

Bu yüzden imalat sanayinin yapısını teknolojik açıdan değerlendirmek için on


yıllık dönemi 1996’dan başlatmamızın diğer bir temel nedeni, yukarıda da görüldüğü
gibi teknoloji üzerine kurumsal yapıların bir kısmının daha önceden kurulmuş olmasına
rağmen, uygulamanın ve değişimin ancak 1990’ların ortasından itibaren yaşama
geçmeye başlaması yüzündendir. 1980’lere yaklaşırken iç pazarın sınırlarını zorlayan,
ithal girdi kullanımı nedeniyle döviz sıkıntısını da biriktiren üretken sermaye
birikiminin, 1980 sonrası tüketim malları ile ara malların üretiminden, sermaye malları
üretimine hemen kayması beklenemezdi. Teknolojik atılım ve verimlilik bu dönemde
hep gündemde olmasına karşılık, verimliliğin denk düştüğü kurumsal yapı ve yeniden
yapılanmanın uygulamaya konması için, üretken sermaye açısından belirli bir mesafe
katedilmek zorundaydı. Finansın serbestleştirilmesi 1980’lerin sonlarında hukuksal
düzene oturtuldu, ticaretin serbestleştirilmesi ise Gümrük Birliği’nin uygulamaya
girmesinden önce kademeli olarak oluşturuldu. Bu iki süreç ile birlikte uluslararası
sermaye ve uluslararası işbölümü içindeki yere yerleşme, iç birikim ile uluslararası
sermayenin çakışma, çatışma ve dengeye varma süreci, teknoloji geliştirmeye yönelik
kurumsallaşmanın 1990’ların ikinci yarısına dek uzamasını sağladı. Örneğin, iç
birikimin kilit sektörleri olan otomotiv ve tüketici elektroniğinin yaşadığı gelişmeler, bu
çerçevede çalışmada daha ayrıntılı ele alınacaktır. Ancak 1994 krizi ile göreli olarak
kesintiye uğramasına rağmen otomotiv sanayinin ve tüketici elektroniğinin13 Gümrük
Birliği’ne hazırlanma süreci, bu süreçte teknoloji kurumlarının kurulması, en önemli
Ar-Ge desteklerinin, bu sektörlere ve özelleştirilecek kamu işletmelerine yönelmesi bu
tarihsel dönüm noktasını tesadüf olmaktan çıkartmaktadır.

12
“AR-GE faaliyeti, sisteme dahil bütün ülkelerde, devletçe en çok desteklenen, devletin en çok
subvansiyon sağladığı alandır. Ama, Türk takımlarının yurt dışındaki maçlarını izlemeye gidiş dahil, akla
gelen hemen her alanda teşvik edici önlemler uygulayagelmiş olan Türkiye, ancak geçen yıl, 1 Haziran
1995’te, diğer ülkelerdekiyle karşılaştırılabilir çapta bir AR-GE desteği uygulamasını başlatabilmiştir”
(Göker, 1996, s.9-10).
13
Tüketici elektroniği için Gümrük Birliği sürecinden sonra da Avrupa Birliği içerisinde “göreli özerk”
durum devam etmiştir. Hızla diğer pazarlara yayılan Uzakdoğu ülkelerine yönelik Avrupa’nın koyduğu
kısıtlamalar, bu sektörün Avrupa pazarındaki etkili büyümesinde önemi bir paya sahiptir.

16
Ele aldığımız dönemdeki teknolojik değişimi anlayabilmek için bu dönemden
önce üretimin teknolojik yapısını aşağıda ana hatlarıyla aktaracağız.

1.2 1980–1995 Arasında İmalat Sanayinin Teknolojik Yapısı

1995’e kadar Türkiye’nin üretim yapısındaki teknolojik değişimi anlamak için


dönemi toplu biçimde yansıtan veri setlerinden yararlanabiliriz. Ancak bu verileri
irdelemeden önce, teknolojik yapının incelenmesinde, verilerin derlenmesinde belirli
ölçütleri belirtmek gerek.

Sanayi dallarının sınıflandırılmasında teknoloji iki türlü ölçüt olarak


kullanılmaktadır. İlk sınıflandırma Ar-Ge yoğunluğunu esas alır (OECD, 1996, c.2, s.61).
İkinci sınıflandırma türü de, teknoloji yönelimine göre sınıflandırmaktır (OECD, 1996),
(Lall, 1998). İlk türden sınıflandırmada Ar-Ge etkinlikleri belirleyici kıstastır. Oysa Ar-Ge
etkinlikleri, üretim sürecindeki tek teknolojik girdi değillerdir; üretim faktörlerindeki ve
üretim yapısındaki teknoloji de ölçüte dahil edilmelidir. İşte bunu gerçekleştiren ikinci
tür sınıflandırmadır. Bu sınıflandırma tipi, “Teknolojik yönelime” göre sınıflandırma
olarak adlandırılır. Bu sınıflandırmada imalat sanayileri, kaynak-yoğun (alüminyum, gıda
işleme, petrol rafine işlemi vb.), emek-yoğun (giyim, ayakkabı vb.), uzmanlaşmış (gelişmiş
makinalar, TV, güç kaynağı donanımları vb.), ölçek-yoğun (çelik, otomotiv, kimya, kağıt
vb.) ve bilime-dayalı (Elektronik, biyo-teknoloji, ilaç sanayi vb.) olarak bölünür (Lall,
1998).

Bu tez çalışmasında genel olarak ilk tür, yani teknolojik düzey sınıflandırması
kullanılacak. Bu sınıflamaya göre, gıda, içki, tütün (ISIC 31), dokuma, giyim, deri (ISIC 32),
orman ürünleri ve mobilya (ISIC 33), kâğıt ve kâğıt ürünleri (ISIC 34), petrol rafinerileri
(ISIC 353 ve 354), taş ve toprağa dayalı sanayi (ISIC 36), demir, çelik, metal ana sanayi
(ISIC 371), metal eşya sanayi (ISIC 381) ve deniz taşıtları sanayi (ISIC 3841) düşük teknoloji
sanayilerini; ana kimya sanayi (ISIC 351 ve 352, 3522 hariç), kauçuk ve plastik ürünler
((ISIC 355 ve 356), demir dışı metaller (ISIC 372), elektriksiz makina (ISIC 382, 3825
hariç), ulaşım araçları (ISIC 384, 3841 ve 3845 hariç) ve diğer imalat sanayi (ISIC 39) orta
teknoloji sanayilerini; uçak (ISIC 3845), bilgi işlem makinaları (ISIC 3825), elektrikli
makinalar (ISIC 383), ilaç (ISIC 3522) ve mesleki ve bilimsel cihazlar (ISIC 385) yüksek

17
teknoloji sanayilerini oluşturmaktadır (Taymaz, 2001, s.69 n2), (OECD, 1996, c.2,
s.61).14

Erol Taymaz’ın “Ulusal Yenilik Sistemi” raporunda 1969’dan başlayarak, ele


aldığımız dönemin başına kadar uzanan zaman dilimi içinde ihracatın teknoloji
düzeyine göre değişimi incelenmektedir (Taymaz, 2001, Şekil 5.4a). Buna göre, bütün
bu yıllar içinde ihracatta ve dolayısıyla üretim içinde düşük teknolojili ürünlerin payı hep
yüksek olmuştur. Üretimin teknolojik yapısında 1980 öncesinde ve hatta 1990’lara kadar
ağırlığı olan düşük düzeyli teknolojik ürünlerdir; belirleyici olan tüketim malları sektörü
iken ara malları üretimi 1980’lere doğru yükselmiştir.15 1995 öncesi dönem düşük
teknolojinin ağırlığı korunmakla birlikte orta teknolojinin görece olarak artış gösterdiği
bir dönem olmuştur (Taymaz, 2001), (MMO, 2008, s.45).

Bu gelişmeye mal grubu sınıflandırmasıyla da bakılabilir. Burada yatırım malları


genelde daha yüksek teknoloji düzeyini ifade etmektedirler. 1962 ile 1967 arasında
imalat sanayinin mal gruplarına göre dağılımı, payları şöyle değişmiştir:

Tablo 1 İ malat Sanay in in Bileş imi ve Değiş i mi

İmalat Sanayinin Bileşimi ve Değişimi (%)

1962 1972 1987 1993 1997


Tüketim Malları 62.3 53.2 40.8 35 42
Ara Mallar 27.8 33.9 44.8 43 40
Yatırım Malları 9.9 12.9 14.4 22 18
Kaynak (Çakmakçı, 1999, s.42).

14
Buradaki alt sektör numaraları, Uluslararası Endüstriyel Sınıflandırma Standardı’nın (ISIC) ikinci
yorumuna (Rev. 2) göre yapılan numaralandırmalardır. Tezde yer yer ISIC Revize 3 de kullanılacaktır.
15
Türkiye’de 1960’lardan başlayarak bilim politikalarının ve Tübitak’ın tarihinin ilginç bir anlatımı için
bkz. Özdaş (2000). 1960’ların ortasında ilk teknoloji envanteri Ergun Türkcan tarafından hazırlanmıştır:
“Bilim Politikası Ünitesi 1965’te Türkiye’nin araştırma kuruluşlarının durumunu, araştırma harcamaları
ve araştırıcı sayısı ile ilgili envanter çalışmasını tamamlamıştı. Ülkemizdeki bu ilk envanter çalışmasını
Prof. Dr. Ergun Türkcan yürüttü. 1965 sonunda envanterden ortaya özet olarak şöyle olumsuz bir sonuç
çıkmıştı. Potansiyel araştırıcı sayısı 4000 kadar, AR&GE harcamalarının GSYİH’ya oranı %0,37;
sanayide hiç araştırma yok, teknoloji üretimi yok, çok sayıda tarımsal araştırma enstitüsü mevcut, fakat
aralarında koordinasyon yok. Bu enstitülerin araştırıcı sayıları yetersiz, kritik kütle sağlanmamış,
araştırmaların düzeyi yetersiz, kapalı ekonomide araştırmaya gerekli önem verilmiyor çünkü rekabet yok”
(Özdaş, 2000, s.30-31).

18
1960’lar tüketim malları ağırlığı hakimdir, 1970’ler ile birlikte önce dayanıklı
tüketim mallarının ardından da ara malların üretimi artmıştır. 1980’lere doğru ara
malları üretimi de ağırlık kazanmaya başlamıştır; ama yine de üretimin genel bileşimi
içinde 1980’e kadar belirleyiciliğini koruyan tüketim malları üretimi olmuştur.16 1970’li
yılların başında üretken sermaye, tüketim ve belirli ara mallarının üretiminde
yoğunlaşmıştır. 1970’lerin sonlarına doğru, iç pazarın üretim artışıyla doygunlaşması bu
sınırların aşılması gerekliliği, artan üretimin gereksinim duyduğu ithalatın artması,
“yatırım malları” kesiminde sağlanan genişlemenin, ara mallarından fazla olması ve
yüksek bir yatırım temposu ithal fazlasını getirir (Boratav, 2003). İçe dönük sermaye
birikimi bir yandan iç pazarın sınırlarını aşma ve düşen karlılığı engelleme sıkıntısı
diğer yandan ise yükselen ithalatın getirdiği giderek artan döviz sıkıntısı ile boğuşur. Bu
dönemden sonra ülke içi sermaye birikimi açısından da ticaretin serbestleştirilmesi, dışa
açılma yapısal bir zorunluluk haline gelmiştir (Ercan 2004a).

1980 sonrası ihracata yönelen, dışa açık sermaye birikimi, ücretlerin


baskılanmasına dayanarak, atıl kapasiteyi harekete geçirme ve emek yoğun ile kaynak
yoğun ürünlerin imalatı ve ihracatında yoğunlaşmıştır. Uluslararası rekabetin de
etkisiyle dışa açık sermaye birikimi sürecinin konsolidasyonu yani yapısını pekiştirip
yeni ihtiyaçlar ve yeni eşiklere dayanması 1990’lı yılları bulmuştur. Ancak 1996–2005
dönemi ile birlikte imalat sanayi içinde ara mallar ile sermaye malları, üretimde göreli
ağırlıklarını artırmaya başlamış, üretimin teknolojik yapısı içinde düşük teknoloji
ağırlığını korumasına karşılık bu ağırlık düşmeye başlamış, orta ve yüksek
teknolojilerin üretim ve ihracatı 1996 öncesindeki yavaş artışa göre, belirgin bir biçimde
gelişmeye başlamıştır.

Nurhan Yentürk (1994, s.43), ele aldığımız dönemden önce gelinen eşik
noktasının kimi görünümlerini vermektedir:

İçinde bulunduğumuz yıllarda (Ocak 1994 b.n.), artık 1980


yılından bu yana uygulanan kısa vadeli sonuç veren politikalarla

16
Boratav da imalat sanayinin yapısına dair 1963 ile 1980 yıllarını ele alan bir tablo verir. 1963 yılında
toplam üretimin %71.1’ini yaygın tüketim ile dayanıklı tüketim mallarını kapsayan tüketim mallarından
oluşurken, ara malları üretimi %20.5, yatırım malları ise %8.4’ünü oluşturmaktadır. 1980’de bu rakamlar,
tüketim malları için %49.9; ara mallar için %42.6; yatırım malları için ise %7.5 olmuştur (Boratav, 2003,
s.133).

19
ihracatı teşvik etmek mümkün değildir; işçi ücretleri ve iç talebi daha
fazla kısmak mümkün olmamakta, sübvansiyonlar verilememekte, mal
çeşitlemesine gidilemediği için devalüasyon ihracat üzerinde artık
eskisi gibi etkin olamamakta ve tam kapasite sınırına ulaşan, eski
teknolojilerle donanmış sektörlerle ihracat artışı sağlamak mümkün
olmamaktadır. Kaldı ki, yukarıda değinildiği gibi, yeni rekabet
koşullarında yeni kuşak mikro elektronik teknolojilerin kullanılması
en basit sektörlerde bile kaçınılmaz olarak yeni yatırımları
gerektirmektedir.

Çalışma açısından önemli olan noktalardan bir diğeri ise teknoloji kavramının
sorunları ile yakından ilgili olan ve incelediğimiz dönemde etkileri tamamıyla gözüken
bir gerçektir. Yukarıdaki veriler ihracata yönelik ürünlerin teknolojik içeriklerindeki
değişimi makro düzeyde irdeleyen verilerdir. 1980 sonrası kamu harcamalarının
kısılması ve devletin ekonomi üzerindeki etkinliğinin azaltılması amaçlanarak yürürlüğe
konulan uygulamalar sonucu, modernizasyonları yapılan KİT’ler dışında, üretimde
teknolojik yapının değişimi konusunda verilere ulaşmak daha zor hale gelmiştir. Hatta
ele aldığımız dönemde oluşturulması planlanan teknoloji envanterinin dönemin sonu
itibariyle bile yeterli düzeyde oluşturulamamış olması, içerilmiş teknoloji dışında
içerilmemiş teknolojiyi (lisans anlaşmaları vb.) firma bazında ölçmenin alt yapısının
kurulamaması düşünüldüğünde, 1995’lerden önce bu verilerin derlenmesi daha güçtür
(Türkcan, 2003). Ar-Ge ve teknoloji çalışmalarını gözleyebilmek açısından daha
görünür olan ise, Ar-Ge destekleridir. Ancak özel kesime yönelik Ar-Ge teşviklerinin
verilmesi ise ancak 1990’ların ortasında daha önce sözü edilen kararnamenin
çıkarılmasıyla başlamıştır. İncelediğimiz dönem içerisinde sektörler arası girdi çıktı
bağlantılarını ele alan, girdi çıktı tabloları en son 1996 tarihlidir. Bu ise ele aldığımız
dönüm noktasından sonra yaşanan iki dönemli değişimi (1996–2000 ve 2001-2005)
yansıtmakta yetersiz kalmaktadır. Sektör ve firmalar arası ilişkiler olarak incelendiğinde
ise veri kaynakları daha sınırlı hale gelmektedir. Ar-Ge istatistiklerinin DİE tarafından
sistemli bir biçimde derlenmesi 1991 yılında başlamıştır.

1996 yılını başlangıç noktası olarak almamızın nedenlerini açıklarken 1991–


1997 arasında Ar-Ge’ye ayrılan kaynakları inceleyen Taymaz’ın çalışmasını da dayanak
olarak gösterebiliriz.17 Bu çalışmada Taymaz, bu dönem içerisinde imalat sanayinde Ar-

17
“1995’ten sonra Ar-Ge faaliyetlerinde bulunan firma sayısında çok önemli bir artış gözlenmektedir”
(Taymaz, 2000, s.168).

20
Ge’ye ayrılan kaynakları ve bu kaynakların sektörel dağılımını da incelemiştir (Taymaz,
2000). Araştırmadan birkaç temel sonuç çıkmaktadır. 1990’ların ortasında Ar-Ge
harcamalarında önemli bir artış gerçekleşmiştir.18 İkinci önemli sonuç, makina
sanayinin Ar-Ge harcamalarında tuttuğu büyük yerdir. Burada ISIC2’ye göre
sınıflandırılan makina sanayi, üretim aracı niteliğindeki makina imalat sanayi, elektrikli
makina, bilgi işlem cihazları, telekomünikasyon aletleri, tüketici elektroniği ile
otomotiv sanayi gibi ekonomik açıdan ve Ar-Ge’ye yönelik olarak hâlihazırda önemli
pek çok sektörü kapsamaktadır. İleride göreceğimiz gibi 1990’lı yıllar aynı zamanda
Türkiye’de telekomünikasyon alt yapısına yönelik önemli yatırımlar yapıldığı yıllardır
ve ‘90’ların ilk yarısında Telekomünikasyon sektöründeki Ar-Ge çalışmaları, zaten
genel düzeye göre çok büyük olmayan Ar-Ge harcamalarının önemli bir kısmını
oluşturmaktadır. Öte yandan Gümrük Birliği’ne hazırlanmaya başlayan otomotiv,
tüketim elektroniği sektörleri de salt kapasite yatırımları yapmamışlar, aynı zamanda
sınırlı da olsa (otomotiv için daha fazla olmak üzere) Ar-Ge’ye kaynak ayırmışlardır.
Taymaz’ın araştırmasının diğer bir önemli sonucu ise kimya sanayinin (içine ilaç
sektörü de girmektedir) Ar-Ge harcamalarının payının büyüklüğü ve artması ile gıda ve
tekstil sanayi Ar-Ge harcamalarının düşme eğilimidir. Dolayısıyla 1990’ların ortası
araştırma ve geliştirme harcamaları açısından bir değişimi de beraberinde getirmiştir.

1990’ların ortasını bir dönüm noktası haline getiren Gümrük Birliği gibi dışsal
bir başka etmen, Dünya Ticaret Örgütü’nü oluşturan anlaşmalarda ve AB ile yapılan bir
anlaşmadan kaynaklanan teşvik ve sübvansiyonların kısıtlanması ve bunun yol açtığı
sonuçlardır.19 Türel’in de belirttiği gibi “bu kararlar ihracat performansına dayalı destek
ve sektörel bazlı seçici tedbirleri uygulanamaz hale” getirmektedir (Türel, 2001, s.102).
Bu durumda teknoloji politikaları benimsemek, sınırlı sayıdaki seçenekler arasında
bulunan “araştırma geliştirmenin teşvik edilmesi”, üniversite sanayi işbirlikleri ve
eğitime önem verilmesi önerilen çözümlerden biri olarak yaygınlaşmaya başlamaktadır
(Yentürk, 1991), (Türel, 2001).

18
“1995–97 döneminde Ar-Ge harcamaları %80 artış göstermiştir” (Taymaz, 2000, s.168).
19
DTÖ’yü oluşturan anlaşmalar: “Sübvansiyonlar ve Telafi edici önlemler anlaşması”, “Ticaret ile ilgili
yatırım önlemleri” (TRİMs) ve AB ile Mart 1995’te varılmış olan 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı.
Bkz. (Türel, 2001).

21
Ar-Ge harcamalarından en büyük payı alan sektörler aynı zamanda dış pazarlar
ile eklemlenmede en hızlı dönüşüm yaşayan sektörler olmuşlardır.20 İster
telekomünikasyon ve otomotiv gibi uluslararası sermayeyle eklemlenmiş olsun isterse
de tüketim elektroniği gibi yerli büyük holdinglerin etkin olduğu yoğunlaşma düzeyi
yüksek bir sektör olsun, dış rekabet yerli sermayenin önünde bu yönlerden önemli bir
eşik olmuştur. Yalnız, teknolojik gelişmenin, sermaye birikiminden koparılmaması
gerektiğini tekrar hatırlatmakta yarar var. Bu eşik, sermaye birikiminin hiyerarşik ve
eşitsiz yapısı içinde gelişen yerli sermayenin geneli için bir eşik değil duvardır, sadece
uluslararası sermayeyle eklemlenen, birikim düzeyi dış pazarlara açılabilme
kapasitesinde olan yerli sermaye kesimi açısından bir eşiği ifade etmektedir. Bu
kesimler açısından uluslararası pazarların getirdiği standartlaşma baskısı, ithal girdiyle
hafifletilmeye çalışılsa da, eklemlenilen uluslararası sermayeyle bağları
kuvvetlendirebilmek, ticaretin serbestleşmesiyle iç ve dış pazarda rakiplerle rekabet
edebilmek için teknolojik yeniliklere açık olmak zorunlu hale gelmiştir.21 1990’ların
ortası, Gümrük Birliği, krizler, finansal yeniden yapılanma, “neoliberal” politikalar gibi
uluslararası etkenlerin yanında yerli sermaye açısından, iç birikimin bu ihtiyaçları ile
gündeme gelmektedir.

Sonuç olarak; 1995 öncesi dışa açık birikimin niteliğini, imalat sanayinin
teknolojik özelliklerini, Ar-Ge harcamalarının sektörel dağılımını, teknoloji ve
verimlilik yönündeki artan ihtiyacın nasıl oluştuğunu açıklamaya çalıştık. Bu ihtiyaca
yönelik kurumların kurulabilmesi, embriyonik halde de olsa işler hale gelmesi ancak
1990’ların ikinci yarısından itibaren olanaklı olmuştur. Bu dönemlendirmeyi
temellendirirken, uluslararası pazarlara eklemlenme ile iç dinamikler arasındaki
kesişmeyi göstermeye çalıştık. 1980’lerde artan ihracatın, teknoloji düzeyi yüksek
olmayan, teknolojik yeniliği ilk başta gerektirmeyen emek ve kaynak yoğun sektörlere
dayanan yapısını vurguladık, buna karşın, imalat sanayi üretimi içinde ara malları ile

20
İmalat sanayi şirketleri üzerine yapılan bir çalışmada, yeniliklerin ve Ar-Ge etkinliklerinin bu
şirketlerin uluslararası rekabet edebilirlikleri üzerinde büyük oranda belirleyici olduğu sonucuna
varılmıştır (Özçelik ve Taymaz, 2004, s.409-424).
21
Dahası, ileride ayrıntılı açıklayacağımız gibi, teknolojik yenilik ve Ar-Ge harcamaları, kendi yapıları
gereği risklidirler ve miktarlarından çok daha büyük projeleri ifade ettikleri gibi, gerçekleşirlerse, bu
büyüklükte etkiler yaratırlar. Yani 1990’ların ortasında başlayan Ar-Ge destekleri, teknolojik yenilik
potansiyellerinin (ve risklerinin) çok küçük bir oranına verilen destektir.

22
sermaye malları üretiminin, orta ile yüksek teknolojili ürün üretiminin artmaya
başladığını gösterdik. Karşımıza çıkan ilk soruyu açıklamaya çalıştık: “Eğer teknolojik
yenilik gereksinimi, uluslararası rekabetin zorlaması ile gerçekleştiyse, bu neden dışa
açılmanın yaşandığı 1980’lerde hemen başlamadı?” Burada imalat sanayinin iç yapısını
(ileride genişçe açıklayacağımız ikili yapı), iç sermaye birikim sürecini merkeze alarak
teknolojik yenilik için hem üretim ölçeği, hem orta ve yüksek teknolojili sektörlerin
gelişimi açısından 1980’lerde koşulların olgunlaşmadığını vurgulamaya çalıştık.
Sorunun böyle ortaya konması, kuramsal çerçevemiz açısından “teknolojik değişmeyi
rekabet yaratır” biçimindeki önermenin eksikliklerini de açıklayacak ipuçları ortaya
koyar. Ancak bunların geliştirilmesi ve çözümlenmesi kuramsal çerçeve tartışıldıktan
sonra olacaktır. Bu çözümleme ayrıca 1996–2005 dönemini incelememizin nedenlerini
daha fazla açıklığa kavuşturacaktır.

1.3 1996–2005 Arasında İmalat Sanayinin Yapısı:

1.3.1 Genel Yapı, Üretim ve İstihdamdaki Değişim

Bu bölümde 1996–2005 döneminde imalat sanayinin teknolojik yapısını


irdeleyeceğiz. Tez boyunca 1996–2005 dönemini bir bütün olarak incelediğimiz gibi,
yer yer iki döneme ayırarak da ele alacağız. 1996–2001 yılları arasındaki dönem
Gümrük Birliği’nin uygulanması, krizler ile karakterize bir dönem olarak ilk alt dönemi
oluşturmaktadır. 2001–2005 dönemi ise kriz sonrası toparlanma ve görece hızlı büyüme
ile karakterize olan alt dönemdir.22 Bu kısa alt dönemlendirmeden sonra 1996–2005
arasında imalat sanayinin teknolojik yapısını incelemeye geçebiliriz. Bunun için önce
imalat sanayinin genel yapısı, sektörel durumu, değişimi hakkında ana hatlarıyla bilgi
vermek gereklidir.

22
Yükseler ve Türkan da (2006) benzer alt dönemlere ayırmaktadır. Kuşkusuz 2001 krizi sonrası dönemi
ayrı bir alt dönem olarak ele almamızı gerektiren yeniden yapılanmanın pek çok önemli ayağı
bulunmaktadır: Bu dönemde başlayan ve giderek kurumsallaşan “yapısal reform”lar, hukuksal
düzenlemeler, iş yasasının değişmesi vb. Bkz. Ercan (2003 ve 2005). Bunlara teşvikleri düzenleyen, 18
Ocak 2001’de yürürlüğe giren 2000/1821 sayılı karar da eklenebilir. Bu karar yatırım ve teşvikler
alanında köklü bir yeniden yapılanma anlamına gelmektedir. Türel’e göre böylelikle yatırım ile ticaret
politikası birlikteliği artık kopmuştur (Türel, 2001).

23
DPT’nin 2003 yılında yayınladığı rapora göre, İmalat sanayinin GSMH içindeki
payı 1980’de % 18,3 iken, 2000 yılında % 23’e, 2002 yılında ise yüzde 25,6’ya
ulaşmıştır (DPT, 2003).

Toplam istihdam içinde imalat sanayinin payındaki değişim, genel olarak imalat
sanayi ve üretimin yapısı açısından da önemli bir göstergedir. Dünya Bankası’nın
Türkiye İşgücü Raporu’na (2006) göre 1980 yılında 15 yaş ve üstü toplam istihdam
15.7 milyon iken, bunun 8.4 milyonu tarımda (%53), 2.3 milyonu sanayide (%15), 4.1
milyonu hizmetler sektöründe (%26), geriye kalan 900 bini ise inşaat sektöründe
çalışmaktadır. 2004 yılında ise 21.7 milyon olan toplam istihdamın, 7.4 milyonu
tarımda, 4 milyonu sanayide, 1 milyonu inşaat sektöründe, 9.4 milyonu ise hizmetler
sektöründe çalışmaktadır. Toplam istihdam içinde en fazla hizmetler sektörünün payı
artmış olmakla birlikte, imalat sanayi istihdamı da yaklaşık ikiye katlanmıştır.23 Buna
karşılık, nüfusun büyümesi bile, tarımdaki ölçülebilen, kayda geçirilebilen istihdamdaki
azalmayı durdurmamıştır (Dünya Bankası Türkiye İşgücü Raporu, 2006). OECD
verilerine göre, 2005 yılında istihdamın % 40,9’u hizmet sektöründe, % 24,2’si
sanayide, %34,9’u tarımda çalışmaktadır. Tarımın payında çarpıcı düşüşe karşılık,
sanayi ve hizmet sektöründe artış görülmektedir. Dönemin ortasında 1998 yılında
tarımsal desteklerin kaldırılması, tarımsal üretime yönelik uygulamalar, 1980’lerden
bugüne tarımsal istihdamın azalmasını daha da hızlandırmıştır. Bu durumun tarım dışı
istihdama yönelik yarattığı “emek arzı”nın büyüklüğü ileride imalat sanayine yönelik
dış koşulları belirleyen bir değişken olarak değerlendirilecektir. Sadece bu durumun,
imalat sanayindeki yedek işçi ordusunu artırdığını, bunun da zaten krizlerin ardından
baskılanan reel ücretlerin üzerinde ek bir baskı doğurduğunu belirtmek gereklidir.

23
Ele aldığımız konu teknolojik değişim ile sermaye birikimi arasındaki ilişki olduğu için ekonomik
göstergeler ve istatistik veriler hakkında iki çekince tüm çalışma boyunca saklı kalmaktadır, elverdiğince
bunlara karşı titiz davranmak gereklidir. İlki DİE ya da TUİK istatistiklerinin verilerindeki örneğin
işsizliğe dair, ya da “kayıtdışı”na dair sorunlar ile ilgilidir. İkincisi ise, tezin perspektifinden
kaynaklanmaktadır. Sadece katma-değer, verimlilik, kısmi ya da toplam faktör verimliliği gibi kavramlar
değil, aynı zamanda klasik iktisat tanımları açısından bile üretken sektör ayrımına uymayan hizmetler
sektörünün kapsamı, ücret ve birçok kategori, sermaye birikimine artı-değer kuramı merkezli yaklaşan
bir perspektif açısından ayıklanmadan, süzülmeden verili olarak alınamaz. Pek çok durumda ilk yaklaşım
(first approximation) olarak belirli ham verilerin yıllara göre değişme eğilimi gözetilmiştir çünkü birbirini
izleyen dönemlerde yapılan özdeş ölçütlere göre veri toplama işlemlerinde gerçekten de belirli bir eğilim
kendini açığa vurur.

24
İmalat sanayi üretimi, 1980–1990 döneminde yıllık ortalama % 7,1, 1990–2000
döneminde ise % 4.2 artış göstermiştir. Bu oran 2001 yılında % -9.5, 2002 yılında ise %
10.9 olarak gerçekleşmiştir. Güven Sak’ın belirttiğine göre, 1990 ile 2005 arasında
imalat sanayi kriz dönemleri dışında rekor büyüme aralıklarında seyretmiştir (Sak,
2007). Özellikle dönemin ikinci yarısında, yani 2002–2005 yılları arasında gerçekleşen
hızlı büyüme konusunda DPT raporu da benzer sonuçları vermektedir. DPT raporuna
göre, kriz dönemleri dışında imalat sanayinin katma değerinde önemli oranda yükselme
vardır. Katma değerdeki ortalama yıllık büyüme oranı 1980–90 döneminde % 6.6 iken
bu rakam, 1990–2000 döneminde % 4.2 olarak gerçekleşmiştir. 2001 yılında kriz
nedeniyle % -7.5 olurken, 2002 yılında % 9.4 gibi büyük bir artış gerçekleşmiştir (DPT,
2003). Kriz dönemlerinde özellikle özel kesim olmak üzere kapasite kullanım oranları
düşse de 2003–2005 arası %80 civarında gerçekleşmiştir. Kamu kesiminde kapasite
kullanım oranı daha yüksek ve istikrarsız iken, özel imalat sanayinde kapasite kullanım
oranları kriz dönemlerindeki düşüşler dışında genelde istikrarını korumuştur.

1.3.2 İmalat Sanayi Sabit Yatırımlarının Teknolojik Düzeyi ve Sektörlere


Göre Dağılımı

Sabit sermaye yatırımlarının hangi teknoloji düzeylerine dağıldığı, üretimdeki


teknolojik değişmeyi yansıtan göstergelerden biridir. Bu nedenle 1990–2005 arasında
bu verileri değerlendirebiliriz:

25
Tablo 2 Sab it Yatırı mları n Te knoloji G ru plarına Göre Dağılımı (1990–2005)

İmalat Sanayinde Yapılan Sabit Yatırımların Teknoloji Gruplarına Göre Dağılımı (1990–2005) %

Teknoloji Dağılımı

Yıllar Yüksek Orta-Yüksek Orta-Düşük Düşük Toplam

1990 3,62 17,08 50,16 29,14 100,00


1991 7,11 25,82 34,07 33,00 100,00
1992 3,26 21,86 44,38 30,50 100,00
1993 4,67 24,65 32,01 38,67 100,00
1994 2,77 26,12 34,34 36,78 100,00
1995 2,93 18,13 36,95 41,99 100,00
1996 3,14 21,32 31,57 41,23 100,00
1997 2,46 23,91 31,76 41,86 100,00
1998 2,72 24,01 32,15 41,12 100,00
1999 2,81 25,12 30,96 41,11 100,00
2000 2,79 25,40 31,02 40,79 100,00
2001 2,72 25,60 30,18 41,50 100,00
2002 2,85 26,01 31,09 40,05 100,00
2003 2,96 26,22 32,01 38,81 100,00
2004 3,12 25,07 31,17 40,64 100,00
2005 3,27 26,49 30,46 39,78 100,00
Kaynak (MMO Makina İmalat Sanayii Sektör Araştırması, 2008, s.47).

1991 yılında sabit sermaye yatırımlarının %33’e yakını yüksek ve orta yüksek
teknolojiye yapılmış iken, bu oran 1996 yılında %24,5’a düşmüş, 2001 yılında %28,3’e
çıkmış, 2005 yılında ise toplam sabit sermaye yatırımlarının %29,8’i bu teknoloji
düzeylerinde gerçekleşmiştir.

Bu yatırımların 1990–2005 arasındaki ortalamasının sektörlere dağılımı ise şöyle


gerçekleşmiştir:

26
Tablo 3Yatırı mların Sektörlere ve Tekno loji Düzeyine Göre Dağılı mı (1990–2 005)

İmalat Sanayii Yatırımlarının Sektörlere ve


Teknoloji Düzeyine Göre Dağılımı (1990–2005 Ortalaması)

SEKTÖRLER Yatırım (%)


İleri teknoloji

Havacılık ve Uzay Veri yok


Bilgisayar ve büro makinaları 0,05
Elektronik-haberleşme 1,73
İlaç 1,98
TOPLAM 3,76
Orta-İleri teknoloji

Meslek, bilim ve ölçü aletleri 0,56


Taşıt araçları 9,52
Elektrik makinaları 3,02
Kimya sanayi 4,96
Makina imalat sanayi 4,50
TOPLAM 22,56
Orta-Düşük teknoloji

Lastik ve plastik sanayi 5,42


Gemi yapımı 0,24
Demir-çelik 11,95
Demir-çelik dışı metaller 1,30
Metal olmayan Mineraller 11,21
Metal eşya 4,60
Petrol rafinerileri ve ürünleri 4,01
Diğer imalat sanayi 0,50
TOPLAM 39,23
Düşük teknoloji

Kağıt ve basım sanayi 4,20


Tekstil ve konfeksiyon 20,01
Gıda, içki ve tütün 9,09
Orman ürünleri 1,15
TOPLAM 34,45
GENEL TOPLAM 100,00
Kaynak (MMO Makina İmalat Sanayii Sektör Araştırması, 2008, s.49).

Görüldüğü gibi bu dönem içinde en büyük yatırım düşük ve orta-düşük


teknolojiye, özellikle tekstil ve konfeksiyona yapılmıştır.24 Ara malları üretimine
yönelik demir-çelik ve metal olmayan mineral üretimine yapılan yatırım bu sektörlerden

24
Bu tablo, kağıt, gıda, tekstil ve konfeksiyon gibi sektörlere yapılan sabit sermaye yatırımının nitel
içeriği konusunda bir bilgi vermiyor, nicelik gösteriyor. Bu sorun sadece içerilmiş teknoloji yönüyle değil
aynı zamanda konfeksiyona yönelik nanoteknoloji uygulamaları, boyama ve kesim tekniklerindeki
teknolojinin gelişimini hatırlatmak açısından dile getirilmektedir. Bu sabit yatırımlarda bu nitel içeriğin
bilgisine ulaşmak olanaklı değildir.

27
sonra gelmektedir. Bundan sonra gelen sektör ise orta-yüksek teknolojideki taşıt
araçlarıdır. Otomotiv sanayinin payı ara mallarından sonra %10’a yaklaşan bir paydır.
Bu teknoloji düzeyi içinde otomotivden sonra, elektrik makinaları, kimya sanayi ve
makina imalat sanayinin sabit yatırımlardan aldığı pay da dikkate değerdir. Bu tablo, 15
yıllık bir döneme yayılmış sabit sermaye yatırımlarının ortalamasını
değerlendirmektedir. Bu dönem içinde yatırımların değişimi ve ağırlıklarında değişimi
göstermemektedir. Yatırım malı niteliğindeki üretim araçları üretimini incelerken
göreceğimiz gibi, özellikle otomotiv sanayinde ve elektronik sanayinde 1995–2000
arasında yapılan yüksek yatırımları göz önünde bulundurursak, orta yüksek teknolojinin
payındaki göreli artışa en büyük katkının bu dönem içinde olduğu sonucuna varabiliriz.

Yatırımları ve imalat sanayinin genelindeki teknolojik değişimi değerlendirirken


dikkate almamız gereken bir başka veri, makina iç pazarındaki artıştır. Makina imalat
sanayini incelerken verileriyle ayrıntılı göstereceğimiz gibi Türkiye’de makina ve
aksam satışı dönemin ikinci yarısında iki katına çıkmıştır. İstihdamın fazla artmamış
olmasına karşılık üretim endekslerinde gerçekleşen büyüme, makina ithalatındaki artış,
üretimde makinalaşmanın önemli göstergeleridir. Öte yandan yeni alan makinayla
birlikte üretimdeki teknolojik nitelikte görece yükselmektedir.

Tekstil gibi ihracatta ve üretimde temel yeri olan emek yoğun sektörlerde
yaşanan gerilemeye, kaynak yoğun sektörlerin payındaki göreli azalmaya karşılık
makina kullanımının artması üretimde göreli artı değer elde etme ve üretkenliği bu
yönde artırma yönündeki çabaları gösterdiği kadar, içerilmiş teknoloji transferiyle
belirli bir teknolojik değişimi de beraberinde getirmektedir.

1.3.3 Üretim ve İhracatta Yatırım Malları ve Ara Mallarının Ağırlığındaki


Değişim

1.3.3.1 Üretimdeki Değişim


1998 yılında tüketim malları, imalat sanayi üretiminin %44’ünü, ara malları
%36’sını, yatırım malları ise üretimin %20’sini oluşturmaktadır (Yükseler ve Türkan,
2006, s.58). 1998–2005 yılları arasında yıllık ortalama yatırım malları üretimi, imalat
sanayi genelindeki üretim artışının (% 3,77) epey üstünde bir hızla (% 7.44)
büyümüştür. Ara mallar, yıllık ortalama % 3.73, tüketim malları ise % 0.75 hızla

28
büyümüştür.25 İmalat sanayi içinde tüketim malları hala en büyük oranı kapsamasına
karşın, 1998–2005 arasında üretimdeki büyüme neredeyse durgunluğa yakın olmuş,
oysa özellikle yatırım mallarında kayda değer bir miktarda olmak üzere, ara mallar
üretiminde de büyüme devam etmiştir. Belirtilen dönemde yatırım malları grubundan
Haberleşme ve radyo TV cihazları imalatı sektörü (yıllık ortalama üretim artış oranı
%17.39), Motorlu Kara taşıtları imalatı (%11.01), Büro, muhasebe ve bilgi işlem
cihazları imalatı (%9.66) en hızlı üretim artışı gösteren alt sektörler olmuşlardır. Ara
malları üreten grubun içinden ise, Plastik ve Kauçuk ürünleri imalatı (%9.21) ile Ağaç
ve mantar ürünleri imalatı (%7.23) kayda değer üretim artışı ortalaması yakalamışlardır
(Yükseler ve Türkan, 2006, s.58).

Ele aldığımız dönemin sonunda yatırım malları grubunda yaşanan bu


çarpıcı yıllık üretim artışı oranı (%19.9) ve tüketim malları grubunda görülen
gerileme bu dönemin en belirleyici görünümüdür.

1.3.3.2 İstihdamdaki Değişim


Yükseler ve Türkan’ın hazırladığı tabloyu irdeleyerek bu dönemde imalat
sanayine ilişkin göstergeleri daha ayrıntılı ele alabiliriz:

25
Dönemin ikinci yarısında, yani 2003–2005 yılları arasında bu eğilim daha da güçlenmiştir: “Bu
dönemde, imalat sanayi genelinde ortalama yıllık üretim artışı yüzde 8.2 iken, ara malları grubunda yüzde
7.7, yatırım malları grubunda ise yüzde 19.9 olmuştur. Tüketim malları grubunda üretim gerileme
göstermiştir” (Yükseler ve Türkan, 2006, s.59).

29
Tablo 4 İmal at sa nayi nde üretimde çalış anlar, reel ücret ve işgücü verimliliği

İmalat sanayinde üretimde çalışanlar, reel ücret ve işgücü verimliliği

Çalışanlar Çalışanların Reel Ücret Verimlilik


Endeksi Sektörel Dağılımı* (Yıl.Ort.% (Yıl.Ort.%
(1997=100) Değ.)** Değişimi)***
2001 2005 1997 2001 2005 2005/1997 2005/1997
İmalat Sanayi 81.7 84.8 100.00 100.00 100.00 -1.00 5.46
A.Genellikle Tüketim 81.4 77.8 52.15 51.30 46.68 -0.23 3.89
1.Gıda ve İçecek Ürünleri 87.4 85.4 13.52 14.46 13.53 0.90 4.23
2.Tütün Ürünleri 86.2 66.7 2.16 2.28 1.69 4.49 5.65
3.Tekstil Ürünleri 75.6 70.1 21.63 20.02 17.77 -1.17 3.26
4.Giyim Eşyası 81.2 77.6 10.79 10.72 9.81 -1.32 3.26
5.Deri, Bavul, Ayakkabı 57.1 45.4 1.97 1.38 1.05 -3.96 6.33
6.Mobilya, Diğer İmalat 96.1 116.5 2.07 2.44 2.83 -1.14 4.66
B.Genellikle Ara Malları 85.0 88.6 27.72 27.97 29.06 0.81 5.06
7.Ağaç ve Mantar Ürünleri 73.0 104.3 0.74 0.66 0.90 -1.49 5.07
8.Kâğıt ve Kâğıt Ürünleri 77.0 59.3 2.38 2.24 1.65 -1.61 9.10
9.Basım ve Yayım 73.7 73.0 1.21 1.09 1.03 0.09 7.47
10.Kok Kömürü, Petrol 88.7 84.4 1.07 1.17 1.06 4.76 1.96
11.Kimyasal Ürünler 91.2 90.3 6.15 6.87 6.51 -1.21 6.54
12.Plastik ve Kauçuk Ürün. 88.7 110.9 3.18 3.46 4.14 -2.11 7.14
13.Metalik 75.7 90.2 6.96 6.45 7.35 -2.71 5.17
14.Ana Metal Sanayi 81.9 90.7 6.03 6.04 6.41 -0.35 5.41
C.Genellikle Yatırım 88.4 113.9 20.13 20.81 24.26 -1.44 4.30
15.Metal Eşya Sanayi 69.6 77.9 4.17 3.56 3.81 -1.05 4.48
16.Makina ve Teçhizat İma. 85.7 102.7 5.37 5.63 6.46 -0.98 4.36
17.Büro,Muhase.,Bilgi 680.9 2006.3 0.01 0.10 0.28 3.32 -25.19
18.Elektrikli Makina ve 81.7 74.8 3.65 3.65 3.20 -0.63 3.28
19.Haber. Teçhizat, Radyo. 95.9 159.6 0.89 1.05 1.67 -6.66 11.55
20.Tıbbi, Has. Optik Al. 66.4 85.0 0.51 0.42 0.51 0.00 1.47
21.Motorlu Kara Taşıtları 100.8 145.7 4.20 5.18 7.17 -2.01 4.05
22.Diğer Ulaşım araçları 76.3 74.8 1.32 1.23 1.15 0.77 -4.98
Kaynak (Yükseler ve Türkan, 2006, s.80).
(*) TÜİK tarafından yayınlanan “İmalat Sanayi Ücret ve Kazanç Anketi”nde yer alan 2003 yılında çalışanların sektörel
dağılımından ve imalat sanayi çalışanlar endeksinden yararlanarak hesap edilmiştir.
(**) Üretimde çalışılan saat başına reel ücret.
(***) İşgücü verimliliği (kısmi verimlilik), üretimde çalışan kişi başına üretim miktarından hesaplanmıştır.

Bu tabloya göre, imalat sanayinde çalışanların sayısı 1997 ile 2001 yılları
arasında düşmüş, 2001 ile 2005 arasında ise bu düşülen noktadan biraz yükselmiştir.
1997 yılı 100 alındığında 2001 yılında çalışanlar endeksi 81,7’ye düşmüş, 2005 yılında
ise biraz yükselerek 84,8’e çıkmıştır. 1998 ile 2005 arasında imalat sanayinde
çalışanların sayısı yılda ortalama %2 gerilemiştir. 2001–2005 yılı ayrı tutularak
incelenirse, istihdam düştüğü yerden yılda ortalama %0,9 artmıştır. Ancak dönemin ilk
yarısında kaybettiği istihdamı tekrar yerleştirememiştir.

Öte yandan imalat sanayi içinde çalışanların sektörel dağılımı incelendiğinde


dönüşümün ipuçlarını veren bir değişim görülmektedir. 1997’de imalat sanayinde

30
çalışanların %52.15’i tüketim malları üretiminde çalışırken, 2005’te bu oran %46.68’e
düşmüştür. Buna karşılık ara malları üretiminde çalışanların imalat sanayinde
çalışanların toplamına oranı %27.72’den %29.06’ya yükselmiştir. Yatırım mallarının
istihdam payı ise %20.13’ten %24.26’ya yükselmiştir.

1997–2001 arasında kriz nedeniyle istihdam yatırım malları dışındaki


sektörlerde hızla azalmıştır. İstihdam en fazla tüketim malları üreten sektörde
azalmıştır. Bu dönemde yıllık ortalama azalma oranı, tüketim malları sektöründe %3,1,
ara mallar sektöründe %1,5’dur, yatırım malları sektöründeki istihdamda ise %1,6
oranında artış gerçekleşmiştir.

2001–2005 döneminde yavaş da olsa yükselen istihdamda, en hızlı artışı


yatırım malları üretimindeki istihdam göstermiştir. 2002–2005 döneminde, istihdamdaki
yıllık ortalama artış oranları, yatırım mallarında %6,6 ile en yüksek düzeyde
gerçekleşmiştir; ara mallarında ise %1 düzeyindedir.

Buradaki önemli noktalardan biri, özellikle 1980 sonrası imalat sanayinde ve


ihracatta önemli bir yer tutan, emek yoğun sektörler olan tekstil ve giyim
sanayilerinde, söz konusu dönemde istihdam önemli oranda azalmıştır.26 Buna
karşılık yatırım malları grubunda, özellikle motorlu kara taşıtları, haberleşme
teçhizatı-radyo-TV imalatı sanayinde ise istihdam artışı önemli düzeydedir
(Yükseler ve Türkan, 2006, s.78).

Burada yatırım ve ara mal üretimindeki değişimleri izlerken, bu malların


üretimlerinin teknolojik düzeylerinin de farklı olduğunu hatırda tutmak gerekir. Bundan
sonraki alt bölümde ayrıntılı inceleyeceğimiz bu değişimin nedeni tüketim malından
yatırım malına doğru gidildikçe genelde teknoloji düzeyinin de yükselmesidir. Gıda ve
tekstil gibi sanayilerin, son yirmi yıldır, imalat sanayi içinde tuttukları yerin önemi
düşünüldüğünde, ele aldığımız dönemde düşük teknolojili, tüketim malları grubuna
göre, orta ve yüksek teknolojiye dayanan ara malları ve yatırım malları üreten
sanayilerin gelişme eğilimi içine girdikleri görülebilir.
26
Tüketim malları grubundaki istihdam payı azalışının %88,5’i tekstil ve giyim imalatı sanayisine
dayanmaktadır. Türk lirasının değerlenmesi ve özellikle Çin’e uygulanan kotanın kaldırılması, bu
sanayilerdeki istihdam ve üretimi olumsuz etkileyen başlıca faktörler olarak belirtilmektedir (Yükseler ve
Türkan, 2006, s.78).

31
Bu çarpıcı bir sonucu da ortaya çıkarmaktadır. Üretimde ara ve yatırım
mallarından kaynaklanan bu göreli hızlı büyüme artışı, büyük bir istihdam yaratmamış,
öte yandan varolan istihdam yapısı içinde yatırım ve ara malları üretiminde istihdam
daha hızlı büyümüştür. Bu da yatırım ve ara malları sektörlerinin teknolojik
düzeylerinin daha yüksek olması ile ilgilidir. Burada sağlanan büyüme, emek yoğun ve
kaynak yoğun sektörlerde olduğu gibi istihdama aynı oranda yansımamaktadır.
Makinalaşma, yeni fabrikaların kurulması; otomasyon ve komple yeni yatırımlar ile
istihdam alanı açılsa da, tam da bu makinalaşma yüzünden yaratılan ek istihdam aynı
oranda fazla olmamaktadır. Bu geç kapitalistleşen ülkelerde teknoloji seçiminin ve
yönetiminin hatalı olmasından dolayı böyle değildir, bunu ileri sürmek bir başka
teknoloji fetişizmi örneğidir. Aksine kapitalizmin doğası gereği, teknoloji seçimi değil
sermaye birikiminin koşulları gereği böyledir. Bunu ileride geç kapitalistleşme ve
teknoloji bölümünde açıklayacağız.

1.3.3.3 İhracattaki Değişim


Yatırım malları ve ara mallar üretiminin artan önemini, ihracatın yapısında da
izlemek olanaklıdır. Bu açıdan ele aldığımız dönemde imalat sanayinde sadece
istihdamda tüketim mallarından ara mallar ve yatırım malları üretimine doğru bir kayma
olmamıştır; aynı zamanda dış ticaretteki hızlı büyüme ile birlikte irdelendiğinde de
yatırım malları üretiminin artan önemi burada da kendisini göstermektedir. Buradaki en
önemli değişimlerden birisi hem üretimde hem de ihracatta gerçekleşen artıştan en
büyük payı önce yatırım mallarının ardından da ara malların almış olmasıdır.

32
Tablo 5 İmal at Sa nay i Üretim ve İ hracat M iktarı Ende ksi

İmalat Sanayi Üretim ve İhracat Miktarı Endeksi (1997=100)

İmalat Sanayi Üretim Endeksi İmalat Sanayi İhracat Miktar Endeksi


Toplam Tüketim Ara Yatırım Toplam Tüketim Ara Yatırım
1997 100.0 100.0 100.0 100.0 100.0 100.0 100.0 100.0
1998 100.1 100.1 101.7 96.6 110.8 106.5 100.4 134.3
1999 95.9 97.2 98.9 86.6 114.7 104.2 105.7 155.8
2000 102.1 104.5 101.0 100.5 131.4 112.2 123.5 193.3
2001 92.4 100.1 94.8 76.2 159.4 127.4 152.6 261.9
2002 102.5 105.8 105.1 92.6 188.3 146.6 177.0 323.2
2003 112.0 109.1 114.3 111.2 229.9 168.7 210.0 442.4
2004 123.6 108.0 123.9 146.2 267.1 171.4 250.9 571.3
2005 129.7 105.5 131.4 159.5 289.8 177.7 263.6 663.2
Memo Endeks İçindeki Ağırlıkları (1997=100)
1997 100.0 30.6 47.9 21.5 100.0 57.2 25.6 17.2
Kaynak (Yükseler ve Türkan 2006, 28)

Tabloda görüldüğü gibi 1997 ile 2005 arasında imalat sanayi üretimi 1997’de
100 birim iken 2005 yılında 129,7 birime çıkmıştır. İmalat sanayi üretiminde 1999 ile
2001 yıllarındaki kriz nedeniyle düşmeler gerçekleşmişse de üretim artmıştır, sanayi
yılda ortalama % 3,3 büyümüştür (Yükseler ve Türkan, 2006, s.28). Bu tabloda
yukarıdaki sonuçları desteklemektedir. Üretimdeki yıllık büyüme hızı, tüketim
mallarında yüzde 0,7, ara mallarında yüzde 3,5 ve yatırım mallarında yüzde 6,0 olarak
gerçekleşmiştir. Öte yandan, 1997 yılında imalat sanayindeki içinde ara malları ve
yatırım malları üretimi, toplam üretimin %69,4’ünü oluşturmaktadır. Bu bile başlı
başına 1980 sonrası dışa yönelik sermaye birikimi rejiminin geldiği nokta ve temel
özelliğini belirtmek açısından önemli bir noktayken, 8 yıl içerisinde yatırım malları
üretimi 100 birimden 159,5 birime artarken, bunu ara malları üretimi izlemiştir. Ara
malları üretimi 100 birimden 131,4 birime çıkmıştır. Buna karşılık tüketim malları
üretimi ise pek değişmemiştir; 1997’de 100 birim iken 2005’te 105,5 birime çıkmıştır.

1996 ile 2006 yılları arasında Türkiye’nin dış ticaret hacmi, yaklaşık 67 milyar
dolardan özellikle dönemin ikinci yarısında hızlı bir artış göstererek, 224 milyar dolara
çıkmıştır. Dış ticaret açığı başlangıçta 20 milyar dolar iken zaman zaman düşse de
özellikle dönemin ikinci yarısında artarak 2006 yılında 53 milyar dolara yaklaşmıştır.
Tüm bu dış ticaret hacmi içinde teknolojik bileşim de değişmektedir. İmalat sanayinde
ihracattaki değişimin göreli ağırlığı, ara mallar ve sermaye malları üretimine

33
yönelmiştir.27 Bu dönem içinde yatırım malları ihracatı 6 kattan fazla artmıştır. Üretilen
ara mallar ile yatırım mallarının ihracatı bu dönem sonunda neredeyse 5 katına çıkmıştır
(1997’de 200 birim iken 2005’de 926,8 birime çıkmış). Buna karşılık tüketim mallarının
ihracatı 1,8 kat artabilmiştir.

İncelediğimiz dönem içinde genel olarak imalat sanayinin ihracat miktarının


yılda ortalama yüzde 14 civarında “dengeli bir yapı” sergileyerek arttığı belirtilmektedir
(Yükseler ve Türkan, 2006, s.28). Yani kriz dönemlerinde iç pazarın daralmasına
karşın, krizler karşısında ayakta kalabilen, dahası büyüyebilen belirli kesimler açısından
dış pazarlara açılmak kaçınılmaz hale geldiği gibi, ihracat da düzenli biçimde artmıştır.
İmalat sanayi içinde ihracata yönelen sermaye, yani dış ticarette ağırlığı taşıyan
sermaye ekonominin sıkıntıda olduğu kriz zamanlarında bile ihracattaki büyüme
kapasitesini koruyabilmiştir. Kriz, belirli büyüklükteki sermayelerin kimileri için
güçlenme fırsatı, değersizleşmeden yararlanma fırsatı iken daha küçük sermayeler
için bir yıkımı getirmektedir. İhracata yönelmek, dış rekabete açık hale gelmek
demektir ve bu da belirli bir sermaye birikimini, teknik bileşimi gerektirir. Bu
düzeydeki sermayenin krizden etkilenme düzeyi ise daha küçük sermayelere göre daha
hafif olmaktadır.

1.3.4 Üretim ve İhracatın Teknolojik Yapısındaki Değişim

Üretimin yapısında yatırım ve ara mallara doğru gerçekleşen göreli kayma, bu


malların teknolojik düzeyinin tüketim mallarına göre genelde daha yüksek olması
nedeniyle üretimin teknolojik yapısına da yansımıştır. Bunu, incelediğimiz dönem
içinde hem üretimin hem de ihracatın değişen teknolojik yapısında çarpıcı bir biçimde
görmek mümkündür.

Üretimin teknolojik yapısının değişimini izleyebilmek için imalat sanayinde


yaratılan katma değerin teknoloji düzeylerine göre paylarını değerlendireceğiz. Her

27
Dış Ticaret Müsteşarlığı uzmanı Murat Ertekin de benzer bir sonuca ulaşmaktadır: “…en dikkat çekici
nokta, yatırım malları ihracatının toplam ihracat içindeki payında görülen artıştır. … Bu durum, ihracatın
kompozisyonundaki önemli bir değişikliğe işaret etmektedir. … Yani Türkiye yatırım mallarını kendisi
üretme aşamasına geçmektedir” (Ertekin, 2005).

34
ikisinde de teknolojik düzey gruplandırmasında OECD ölçülerinden yararlanacağız.28
Bu sınıflandırmaya göre, imalat sanayinde yaratılan katma değerin teknoloji düzeylerine
göre payları 1985 ile 2005 arasında şöyle değişmiştir:

Tablo 6 İ mal at Sa nayii nde Te kn oloji D üzeyine G öre Yaratıla n Kat ma Değer Payı

İmalat Sanayiinde Teknoloji Düzeyine Göre Yaratılan Katma Değer Payı (%)

Teknoloji Düzeyi 1985 1995 2000 2005


Yüksek Teknoloji 5,0 4,9 5,2 5,7
Orta-Yüksek Teknoloji 20,4 22,1 22,4 23,1
Orta-Düşük Teknoloji 38,5 36,3 37,0 36,8*
Düşük Teknoloji 36,1 36,7 35,4 34,4
Kaynak (MMO Makina İmalat Sanayii Sektör Araştırması, 2008, s.45).
* Tablo girdisindeki hata, ilgili tablonun değerlendirmesindeki veriyle tutarlı hale getirilerek
düzeltilmiştir.29

Görülebildiği gibi imalat sanayi katma değeri içinde yüksek teknolojinin ve orta-
yüksek teknolojinin payı artma eğilimindedir. Ele aldığımız dönem içinde düşük ve orta
düşük teknolojinin imalat sanayi katma değeri içindeki payı, 1985 yılında %74,6 iken
1995–2005 arasında %73’ten %71,2’ye düşmüştür. Düşük ve orta-düşük teknolojili
ürünler imalat sanayinin geneli içinde mutlak değer olarak en büyük payı korumaktadır;
ancak görüldüğü gibi düşme eğilimindedir. Yüksek ve orta yüksek teknolojinin imalat
sanayi katma değeri içindeki payı ise artmaktadır; 1985 yılında % 25,4 iken 1995–2005
arasında %27’den %28,8’e çıkmıştır.

28
OECD’nin teknolojik düzey gruplandırması şöyledir: Yüksek Teknoloji Sektörleri: Hava Taşıtları,
Uzay Araçları, Aksam ve Parçaları; Eczacılık ve Eczacılık Ürünleri; Ofis, Muhasebe ve Bilgi İşlem
Makinaları; Radyo, Televizyon ve İletişim Malzemeleri; Medikal Optik Alet ve Cihazlar. Orta Yüksek
Teknoloji Sektörleri: Elektrikli Makina ve Cihazlar Aksam ve Parçaları; Motorlu Taşıtlar, Römorklar,
Yarı Römorklar; Kimyasal Maddeler (Eczacılık Ürünleri Hariç); Demiryolu Ulaşım Araçları ve
Taşımacılık Malzemeleri; Makina ve Cihazlar, Aletleri ve Parçaları. Orta Düşük Teknoloji Sektörleri:
Kömür, Rafine Petrol Ürünleri ve Nükleer Yakıt; Kauçuk ve Plastik Ürünler; Diğer Mineral Ürünler
(Metallerden Oluşmayan), Gemiler ve Suda Yüzen Araçlar; Temel Metaller; İşlenmiş Metal Ürünler
(Makinalar için olanlar hariç). Düşük Teknoloji Sektörleri: Diğer Yerlerde Sınıflanmayan İmalat
Sanayi; Ağaç, Kâğıt, Kâğıt Ürünleri, Baskı ve Yayıncılık; Gıda Ürünleri, İçecekler ve Tütün; Tekstil,
Tekstil Ürünleri, Deri ve Ayakkabı. Doğal Kaynak Yoğun Sektörler ise yukarıdaki sınıflandırmaların
dışında kalan diğer sektörlerdir (Canlı Hayvanlar, Tarım ürünleri, gibi).
29
“Türkiye’nin 2005 yılı verilerine göre imalat sanayiinin katma değerinin yaklaşık %71’ini düşük ve
orta-düşük teknoloji gruplarından sağladığı görülmektedir” (MMO, 2008, s.44).

35
İmalat sanayi üretiminin teknolojik düzeyi böyle iken, 1996 ile 2005 yılları
arasında ihracatın teknolojik bileşimindeki değişimi ise aşağıdaki tablo yansıtmaktadır:

Tablo 71996 – 2005 Y ıll arı Arasınd a İ hracatın Te knoloji k B ileşi mi

1996– 2005 Yılları Arasında İhracatın Teknolojik Bileşimi (%)

1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yüksek teknoloji 2,9 3,6 5 6,1 7,1 6 5,7 6,1 6,3 5,6
Orta Yüksek teknoloji 16,0 14,6 15,0 17,6 18,7 21,1 22,6 24,3 26,2 26,6
Orta Düşük Teknoloji 18,4 18,8 18,0 18,0 18,6 20,7 21,1 21,0 24,1 24,9
Düşük Teknoloji 51,1 51,7 51,0 48,2 47,2 44,1 43,8 42,2 37,4 36,0
Doğal Kaynak 11,4 11,1 10,9 9,9 8,1 7,8 6,5 6,2 5,8 6,7
Toplam Pay 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100
Kaynak (İGEME, 2007, s.18–19).
Bu tabloya göre, incelediğimiz dönem içinde orta teknolojilerin ihracatında
yükselme eğilimine karşılık, düşük teknoloji ihracatının payındaki düşme açık bir
biçimde görülür. 1996 yılında düşük ve orta düşük teknolojinin ihracat içindeki payı
%69,5 iken, 2000 yılında %65,8, 2005 yılında ise %60,9’a düşmüştür. Buna karşılık
yüksek ve orta-yüksek teknolojinin ihracattaki payı, 1996 yılında %18,9 iken, 2000
yılında %25,8, 2005 yılında ise %32,2’ye çıkmıştır.

Bir başka gerçek ise yüksek teknolojinin payının dönemin ilk yarısında
yükselmesi, ikinci yarısında ise durağanlaşmasıdır. Buna karşılık ihracatın toplam
bileşimindeki payına göre, doğal kaynak yoğun ürünlerin ihracatında belirgin bir düşüş
vardır.

İhracatta yatırım ve ara mallarında yaşanan gelişme yansımasını teknoloji


düzeyindeki göreli değişmede göstermektedir.

OECD’nin Bilim, Teknoloji ve Sanayi göstergelerini derlediği belgesi, OECD


Science, Technology and Industry Scoreboard (2003) benzer bir eğilimi yansıtmaktadır.
Aşağıda verilen bu tablo, ihracatta orta teknolojinin yükselen payına karşılık, düşük
teknolojinin düşen payını doğrulamaktadır. Üstelik benzer biçimde orta yüksek
teknolojinin payı daha fazla büyümüştür. Bu tabloda yukarıdakilere ek olarak ihracatın
yanı sıra üretimin teknolojik düzeyini yansıtan veriler ve bunların Avrupa Birliği
ortalamaları ile karşılaştırması bulunmaktadır.

36
Tablo 8 İhracat ve Üretimi n Te kno loji k Dü zey K arşıla ştırması (199 6–2004)

İmalat Sanayi İhracat ve Üretimin Teknolojik Düzey Karşılaştırması (1996–2004)

Türkiye AB(1)
Teknoloji Seviyesi % İhracat Üretim İhracat Üretim
1996 2004 1996 2003 2001 1999
Yüksek 2,8 6,8 3,3 3,5 23,5 12
Ortanın Üstü 18,2 28,0 17,2 20,6 40,2 31
Ortanın Altı 21,0 25,6 27,0 22,9 15,3 24
Düşük 58,0 39,7 52,5 52,9 20,8 33
TOPLAM 100,0 100,0 100,0 100,0 100,0 100
Kaynak OECD Science, Technology and Industry Scoreboard, 2003 (193–4, 225–6)

Yukarıdakilere ek olarak bu tabloda üretimin teknolojik düzey açısından


bileşimindeki değişim ile ihracatın bileşimindeki değişimi kıyaslayarak başlayabiliriz.
1996–2003 yılları arasında yani 7 yıllık bir süreç içinde düşük düzeyli teknoloji ürünleri
üretiminin payı %52’ler düzeyinde gerçekleşirken, özellikle üst orta düzey teknoloji
malların üretimdeki artışına dikkat etmek gerekiyor. Bu düzeydeki üretimin ihracat
içindeki payı da kayda değer bir biçimde artmıştır. Belirtilen dönemde alt orta düzey
teknolojinin payı düşerken ihracat içindeki payı azalmamış artmıştır. Düşük düzeyli
teknolojik ürünlerin ihracat içindeki payı ise en fazla azalan kesimdir. Buna karşılık
yüksek teknolojili ürünlerin üretiminde az da olsa artış olmasına karşın bu ürünlerin
ihracat içindeki payı üretimlerindeki artıştan daha fazla artmıştır.

İhracatın teknolojik yapısındaki bu değişimi gösteren ve dünyadaki değişimle


kıyaslayan başka bir tablo da yukarıdaki sonuçları desteklemektedir. Tablolardaki
mutlak büyüklük farklılıkları, sınıflandırma ve teknoloji ölçütleri açısından
farklılıklardan kaynaklansa da eğilim belirgin bir biçimde aynı yöndedir. İhracatta
düşük teknoloji ve kaynak yoğun mallar ile ilksel ürünlerin payı açık bir biçimde
azalmakta, orta ve yüksek teknolojili malların ihracatı ise yükselmektedir.30 Ancak
elbette ki, bu gelişim dünya eğilimlerine paralel olsa da onunla kıyaslandığında düşük
teknolojinin büyük, yüksek teknolojinin küçük payı gözetildiğinde özellikle yetersizdir.

Kendi içinde değerlendirmeden sonra, yukarıdaki tablodan AB ülkeleri


ortalamaları ile kıyaslamak gerekir. Buna göre Türkiye imalatında düşük düzey

30
Yusuf Türkoğlu’nun hazırladığı İGEME raporu (İGEME, Türkoğlu, 2007) ve OECD raporları da
(OECD Statistical Compendium, 2006) benzer sonuçları doğrulamaktadır. Diaa Nouredin, Manuel
Albaladejo ve Nihal El Megharbel'in 1990-2004 arasında ihracatın teknolojik yapısını değerlendirdikleri
çalışma da benzer sonuçlara ulaşmaktadır (Aktaran Ersel, 2007).

37
teknoloji üretiminin yeri (%52,9) belirleyicidir ve AB üretim ortalamalarına (%33) göre
epey yüksektir. Orta düzey teknolojinin üretiminde düşük düzeye göre daha yakın
ortalamalar olmasına karşın, ihracat içindeki paylar gözetildiğinde durum farklıdır.
Türkiye imalat sektörünün orta düzey teknolojiler ihracatında alt orta düzeyde etkin
olduğu, AB ortalamasına göre Türkiye’de üst orta düzeyde ihracatın payı daha azdır.
İleri teknoloji ürünlerin üretiminde ve ihracatında Türkiye AB ülkelerine göre epey
geridedir.

OECD’nin verilerine göre, 2005 yılında yüksek teknolojinin üretilen katma


değerdeki payı ABD, Japonya gibi erken kapitalistleşen ülkelerde %15 civarındadır. Bu
oran Güney Kore’de %20,5 Türkiye’de ise 5,7’dir. Tahmin edilebileceği gibi bu
ülkelere göre, orta-düşük ve düşük teknolojinin üretimdeki payı Türkiye’de yüksektir.
(OECD Statistical Compendium, 2006).

İzleyen bölümde farklı teknolojik düzeyde ürün ihraç eden sektörlerin bu


ihracata katkılarını ayrı ayrı ele alacağız. Böylece her bir teknoloji düzeyinde öne çıkan
sektörleri belirleyecek, bu sektörlerin üretim aracı niteliğinde yatırım malı ve ara malı
üretimi ile ilişkisini değerlendireceğiz.

1.3.4.1 Teknoloji Düzeylerine Göre Alt Sektörlerin İhracatındaki Gelişme


İlk olarak ihracattaki payı en düşük olmasına karşın incelediğimiz dönemde
yükselme gösteren, Ar-Ge harcamaları oranı en yüksek olduğu için yüksek teknoloji
düzeyi olarak adlandırılan düzeyi inceleyelim.

1.3.4.1.1 Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı

Yüksek teknolojili ürün üreten sektörlerin bu ihracattaki payı şöyle


gerçekleşmiştir (İGEME, 2007).

38
5.000.000
4.500.000
Hava Taşıtları, Uzay Araçları,
4.000.000 Aksam ve Parçaları
3.500.000 Eczacılık ve Eczacılık
3.000.000 Urünleri
Bin USD

2.500.000 Ofis, Muhasebe ve Bilgi


2.000.000 İşlem Makinaları

1.500.000 Radyo, Televizyon ve İletişim


Malzemeleri
1.000.000
Medikal Optik Alet ve
500.000
Cihazlar
0
TOPLAM
1996

1997

1998
1999

2000

2001
2002

2003
2004

2005

2006
Yıllar

Grafik 1. Yüksek Teknoloji İhracatı Yapan Sektörlerin Bileşimi


Kaynak: Tablodan grafiğe dönüştürülmüştür (İGEME, 2007, s.11).

Toplam ihracat hızlı büyümüştür, bu ihracat içinde radyo ve televizyon alt


sektörünün gerçekleştirdiği ihracat ön plana çıkmıştır. İleride göreceğimiz gibi bu
sektörü yatırım malı olarak sınıflandırmaktan daha çok tüketim malı olarak
sınıflandırmak gerekmektedir. Ancak bu sektörün aksam ve parçalarının (elektron
tüpleri, elektronik valfler vs.) üretimi ara malları üretimi içinde sayılmalıdır ve bu
yönüyle teknolojik düzeyi yüksek ara malı niteliği taşımaktadır. Radyo ve televizyon
ile aksamlarının üretimi çarpıcı bir ihracat payına sahiptir, bundan sonra gelen
hava taşıtları, uzay araçları aksam ve parçalarını, eczacılık ürünleri ile medikal optik
alet ve cihazlardır. Büro ve bilgi işlem cihazları ihracatı ise en alt sıradadır.

Yüksek teknoloji üretiminde temel bir paya sahip radyo-televizyon üretiminde


ihracat artışını vurgularken, bu alt sektörde dâhili işlem rejimi uygulamasının en etkin
biçimde yürütüldüğünü, en fazla ithalata bağımlı sektör olduğunu da hatırlatmak
gerekiyor.31 Zaten yüksek teknolojili ürün ithalatında yine en büyük payı bu sektör
almaktadır.

31
“Elektronik, ihracatı son yıllarda yükselen bir alt sektör olarak dikkat çekmektedir. Başta Beko ve
Vestel firmaları aracılığıyla yapılan ihracatın ağırlıklı bir kısmı dâhili işlem rejimi çerçevesinde
yapılmaktadır. 2004 yılında 3,4 milyar dolar olarak öngörülen ihracat için 2,6 milyar dolarlık ithalat
gereği bildirilmiştir. Bu anlamda sektörde ithal girdi kullanımı ihracatın yüzde 77’si gibi oldukça yüksek
bir orana ulaşmaktadır. Genelde ithal girdi kullanımının yüzde 66,5 olduğu hatırlandığında, elektroniğin,
dâhili işlem rejimi ile ihracat yapan sektörler içinde ithal girdi kullanımı en yüksek sektör olduğu
görülmektedir” (Sönmez, 2005, s.36).

39
Dâhilde işlem rejimi ile ithalata bağımlı bir üretim yapısının sonucu üretilen artı
değerden yerli üretken sermayeye düşen payın (katma değerin) sınırlanması,
kısıtlanmasıdır. İleride ayrıntılı biçimde işleyeceğimiz elektronik sektörü içinde tüketim
elektroniği yan sanayi ilişkisin en zayıf sektörlerdendir. Bu yüzden temel girdileri olan
elektronik tüp, panel ekran, elektronik valf, mikro işlemci gibi parçaları ithal
etmektedir. Oysa tam da bu alan tüketim malı olan radyo ve televizyonun üretimine
giren üretim aracı niteliğindeki yatırım mallarını oluşturmaktadır. Yani tüketim malı
ihracatındaki artışın çekişiyle artan parça ihtiyacı üretim aracı olarak ağırlıklı biçimde
içeride üretilmemekte, ithalata bağımlı kalmaktadır.

Radyo ve televizyon ihracatı toplam yüksek teknoloji ihracatı içinde en fazla


büyüklüğü oluştururken, havacılık taşıtları, uzay araçları alt sektörü incelediğimiz
dönemde en yüksek yıllık ortalama büyüme oranını yakalayan sektör olmuştur.

TMMOB Makina Mühendisleri Odası tarafından 2007 yılında düzenlenen IV.


Ulusal Uçak, Havacılık ve Uzay Mühendisliği Kurultayı Sonuç Bildirgesi’ne göre,
1930'lu yıllarda sahip olunan uçak tasarım, üretim becerileri kesintiye uğratılmış,
1950'li yıllarda duraklama noktasına getirilmiştir. Bildirgeye göre, 1980'li yıllarda
gerçekleştirilen uçak imalatının ise montaj sanayi ile sınırlı kaldığı, ulusal tasarım
kabiliyetine katkısı olmadığı belirtilmektedir. 2007 yılı gözetilerek yapılan
değerlendirmeye göre, tam da bu yüzden ihracatta yüksek oranda büyüme gösteren
havacılık sektörünün “ABD'ye bağımlı bir sektör olmaktan ileriye gidemediği”
söylenmektedir (Birgün, 14 Haziran 2007).

Sektörün önemli şirketlerinden olan TUSAŞ Motor Sanayi (TEI) 1985 yılında
ABD şirketi General Electric ile ortak olarak kurulmuştur. Askeri ya da ticari uçak
motoru ve aksamı üretmektedir. 1998 yılında tamamlanan uçak motoru F110
projesinden sonra askeri uçak motorları ve NATO uçakları için motor üretimine devam
etmiştir. 2003 yılında TUSAŞ Genel Müdürü Tayfun Mutlu’nun Türkiye İhracatçılar
Meclisi dergisi Turkishtime’a yaptığı açıklamaya göre, şirket, Ar-Ge çalışmalarıyla
gerçekleştirilen bilgisayar destekli tasarım ve bilgisayar destekli mühendislik
uygulamaları çerçevesinde somut projeler üretme çabasına 1996 yılında başlamıştır
(Turkishtime, Ağustos-Eylül 2003). İncelediğimiz dönemde, Tusaş, hem yedi Avrupa
ülkesiyle ortak “Geleceğin Büyük Uçağı” projesine hem de ABD ve İngiltere ile birlikte

40
Müşterek Taarruz Uçağı projesine girmiştir. Eskişehir’deki üretim biriminde genel
olarak uçak motoru ve motor aksamı üretmektedir.

Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar’ın 2005 yılında yaptığı bir açıklama ile
uçak ya da helikopter üretmek yerine doğrudan tedarik edileceği belirtilmektedir. Aynı
açıklamada müsteşar havacılık taşıtları ve aksamlarının üretiminde yerli Ar-Ge ve
tasarımın durumu hakkında ilginç ipuçları vermektedir: “Savunma sanayisinde ortak
imalattan vazgeçiyoruz. Çünkü ortak imalat, çok kalıcı faydalar bırakmıyor. Bir
savaş uçağı, helikopter geliştirme imkânımız henüz yok. Bu uçak ve helikopterleri
doğrudan satın alacağız. Ancak bunların görev bilgisayarları ve sistem entegrasyonlarını
biz imal edeceğiz”(Radikal, 7 Temmuz 2005). Yani ihracattaki önemli büyüme gösteren
havacılık sanayi, temel parçaların imalatında, bu konudaki araştırma, geliştirme ve
tasarımda büyük oranda yabancı ortağa bağımlı çalışır gözükmektedir.

Eczacılık sektörünün ihracatı yüksek teknoloji ihracatı içinde %10’dan az bir


payla üçüncü sırada yer almaktadır. İthal ilaç gibi ürünlerin esnekliği fazla olmadığı için
bu sektörün ithalatı radyo televizyon ithalatından sonra ikinci sırada gelmekte, pay
olarak ise %20–25 arasında yer tutmaktadır.

Sonuç olarak yüksek teknoloji ihracatının içinde gerek en büyük payı tutan
radyo televizyon üretimi gerekse de en yüksek artış oranına sahip havacılık sanayi,
üretim araçları üretimindeki teknolojik gelişimi göstermek açısından bir ilerleme
göstermekle birlikte başlıbaşına olumlu bir sonuç ortaya koymamaktadırlar. Bu sınırlı
teknolojik ilerleme düzeyi ileride endüstriyel elektronik sektörü incelenirken ayrıntılı
incelenecektir. Ancak şu anki genellik düzeyinde şunu belirtebiliriz: radyo televizyon
tüketim malı olarak, büyük oranda dâhili işlem rejimi kapsamında ve ithalata
bağımlı biçimde üretilmektedir; üstelik ithalata bağımlı olanlar gerek yüksek
teknoloji açısından en merkezi elektronik aksam ve parçalardır gerekse de bizzat
üretim aracı niteliği taşıyan teknolojik düzeyi yüksek ara mallarıdır. Hava taşıtları
ihracatının ağırlığını taşıyan motor ve motor aksamı ihracatı, yabancı şirketle
yapılan ortaklığın getirdiği sistem entegrasyonu, tasarım ve Ar-Ge yetisi dışında
yeni bir yeti yaratmış gözükmemektedir, bu anlamıyla yabancı ortağa bağımlı bir
teknoloji yükselmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat “teknolojik bağımlılık”
belirttikten sonra bu genellik düzeyinde kalmak, teknoloji üretiminin kademelenen

41
yapısının getirdiği değişiklikleri görememekle sonuçlanacaktır. Üretim araçları
niteliği taşıyan ve yüksek teknolojili sektörlere daha yakından bakmak gereklidir.
Bunu sonraki bölümde yapacağız. Ancak burada televizyon alt sektöründe
üretimde ve ihracattaki parlak yükselişi gözetilirse şu kesindir: Yüksek teknolojili
metaların ihracatında ve üretimindeki yükselişin parlak tablosu, üretim araçları
üretim ve bu alandaki teknolojik içerik açısından değerlendirildiğinde aynı
düzeyde gözükmemektedir.

1.3.4.1.2 Orta-Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin


Payı

Orta-yüksek teknoloji ihracatının alt sektörlere göre dağılımı şöyledir:

25.000.000

Elektrikli Makina ve Cihazlar


20.000.000
Motorlu Taşıtlar, Römork vb.
15.000.000
Bin USD

Kimyasal Maddeler
10.000.000 (Eczacılık Hariç)
Demiryolu Ulaşım Araçları ve
5.000.000 Taşımacılık
Makina ve Cihazlar
0
TOPLAM ORTA-YÜKSEK
TEK. İHRACATI
96

97

98

99

00

01

02

03

04

05
19

19

19

19

20

20

20

20

20

20

Yıllar

Grafik 2. Orta-Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi


Kaynak: (İGEME, 2007, s.13) tablodan derlenmiştir.

Orta-yüksek teknoloji ihracatında en önemli payı motorlu taşıt ihracatı


tutmaktadır, ardından ise makina imalat sanayinin yaptığı ihracat gelmektedir. Onları
yakın paylarla kimyasal madde ihracatı ve elektrikli makina ihracatı izlemektedir.
Toplam ihracatta orta-yüksek teknolojinin payının belirgin biçimde yükselmesinde
motorlu taşıt ile makina ve teçhizat ihracatının önemli bir rolü var. İlki, otomotiv ve
yan sanayisini, ikincisi ise genel ve özel amaçlı makinaların (iş makinaları, tarım, gıda,
tekstil makinaları, soğutma cihazları, motor ve tribün ile takım tezgâhları) yanı sıra
elektrikli ev aletlerini kapsamaktadır. Ancak ihracat sıralaması yapılırsa, otomobil dışı

42
taşıt ihracatı (kamyonet, kamyon, otobüs, minibüs vs.), otomobil ihracatı32, beyaz eşya
ihracatı ve daha sonra da takım tezgâhı ihracatı orta yüksek teknoloji içinde belirleyici
konuma sahiptir. Üretim aracı niteliğindeki taşıtlar ve makinalar ile tüketim aracı olan
binek otomobiller ve beyaz eşya imalatı ilerleyen bölümde ayrıştırılarak incelenecektir.
Burada sadece ihracatın orta yüksek teknoloji bileşimini oluşturan kalemler içinde
üretim aracı olanlar ile tüketim malı olduğu halde yatırım malı kategorisine sokulanları
ayırt etmek, bu teknolojik düzeyin bunlar arasında nasıl pay edildiğini göstermeye
çalıştık.

Motorlu taşıt üretimi de sadece tüketim malı olarak değil üretim aracı niteliği
taşıyanları da kapsamak üzere, dâhilde işlem rejiminden yararlanan alt sektörler
arasındadır.33

Orta yüksek teknoloji ihracatında bundan sonra gelen diğer kalemin buzdolabı,
çamaşır ve bulaşık makinası gibi elektrikli ev eşyası olduğunu daha önce belirtmiştik.
ISIC Revize 3.’e göre elektrikli ev eşyaları, özel ve genel amaçlı makinaların da dahil
olduğu makina ve teçhizat üretimine girmektedir. Bu sektör içinde elektrikli ev eşyası
dış ticaretinden sonra makina imalat sanayinin dış ticareti gelmektedir. Dolayısıyla eğer
orta yüksek teknoloji ihracatı ve üretiminde üretim araçları imalatının ağırlığına
bakacaksak, dış ticarette bu teknoloji düzeyinde ilk sıralarda yer alan, tüketim malı
statüsünde yer alması gereken binek otomobillerinin ve beyaz eşya dış ticaretinin
yarattığı etkiden arındırarak düşünmemiz gereklidir. Üstelik motorlu taşıt üretiminde
olduğu gibi beyaz eşya üretiminde de dâhili işlem rejimi dış ticaretin önemli bir
bileşenidir. Mustafa Sönmez’in aktardığına göre, bu sektörde üretilenleri ihraç
edebilmek için %66 ithal etmek gerekmektedir (Sönmez, 2005, s.37).

Tıpkı motorlu taşıt üretiminde olduğu gibi ithalata bağımlı sektörün özellikle
dönemin ikinci yarısında değerlenen TL ile birlikte kar oranı sınırlanmakta, ürettiği artı

32
Mustafa Sönmez 2004 yılı verilerine dayanarak şu bilgiyi verir: “Toplam ihracatımız içinde %15,1’lik
paya sahip olan taşıt araçları ve yan sanayi sektörünün ilk üç büyük ihraç kalemini, eşya taşımaya mahsus
motorlu taşıtlar, binek otomobilleri ve otobüsler grubu oluşturmaktadır” (Sönmez, 2005, s.34).
33
“Alt sektörler itibariyle 2004’te, dâhilde işleme rejiminden en yüksek miktarda yararlanan sektör taşıt
araçları oldu” (Sönmez, 2005, s.34). Bu içeride işleyerek ihraç etmek taahhüdüyle yapılan ithalatı da
artırmaktadır. Motorlu taşıt ithalatı, orta yüksek teknoloji ithalatının %29,6’sını oluşturmaktadır (İGEME,
2007, s.14).

43
değerden aldığı pay, “katma değer” daralmaktadır. Bu ise reel ücretleri baskılayarak,
verimliliği artırarak, yeni üretim teknolojilerinin yanı sıra üretim örgütlenmelerini de
düzenleyerek gerçekleşmektedir. Bu sadece dönemin ikinci yarısında böyle değildir,
sadece krizden sonra bu tür önlemlerin basıncı daha belirgin hale gelmiştir.

Orta yüksek teknoloji ihracatında diğer kalem olan genel ve özel amaçlı makina
ihracatının yapısı ile teknolojik düzeyin anlamını ayrı bir bölümde ileride ele alacağız.

1.3.4.1.3 Orta-Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin


Payı

Bu teknoloji düzeyindeki alt sektörlerin ihracata katkıları şu şekildedir:

20.000.000
Kömür, Rafine Petrol Ürünleri
18.000.000
ve Nükleer Yakıt
16.000.000
Kauçuk ve Plastik Ürünler
14.000.000
12.000.000
Bin USD

Diğer Mineral Ürünler


10.000.000 (Metallerden Oluşmayan)
8.000.000 Gemiler ve Suda Yüzen
6.000.000 Araçlar
4.000.000 Temel Metaller
2.000.000
0 İşlenmiş Metal Ürünler
(Makinalar için olanlar hariç)
96

97

98

99

00

01

02

03

04

05

TOPLAM ORTA DÜŞÜK


19

19

19

19

20

20

20

20

20

20

TEK. İHRACATI
Yıllar

Grafik 3. Orta-Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi


Kaynak (İGEME, 2007, s.15) tablodan derlenmiştir.

Görüldüğü gibi, orta düşük teknoloji ihracatında en yüksek payı (%40) temel
metal ihracatı almaktadır. Orta düşük teknoloji genelde ara mallardan oluşmaktadır.
Sadece gemi ve suda yüzen araçların bir kısmı üretim araçları niteliğindeki yatırım
malları kapsamına girmektedir. Gemiler ve sudan yüzen araçlar, ihracat payı olarak
düşüktür, ancak 1996–2006 arasında yıllık ortalama büyüme oranı %46 olarak
gerçekleşmiştir; bu orta-düşük teknoloji üretimi içinde en yüksek orandır.34 Bu oranın

34
Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu üyesi Aslı Odman sektör hakkında şunu
söylüyor: “Türkiye gemi inşaat sanayiinin uzmanlık alanı orta boylu tankerler, bu alanda Avrupa’nın baş
üreticisi konumdayız. Bir de megayatlar yapılıyor. Ama esas kazaların olduğu üretim alanı tankerler.
Niye Türkiye tercih ediliyor: Hem Avrupa’ya yakın hem de işçilik ucuz. Sektörde “yerli sermaye” var

44
çalışanlar açısından nasıl sağlandığı ise sektörde artan iş güvencesiz çalıştırma,
taşeronlaştırma ve iş kazaları ile açığa çıkmaktadır.35 Öte yandan bu sektörün ithalatı
incelediğimiz dönemde toplamda en büyük payı taşımamasına karşılık, en büyük artışı
göstermiştir. Tüketim malı olarak kullanılanlar dışarıda bırakılırsa, taşımacılık için
kullanılan gemi ithalatının gösterdiği bu artış, kur düşüklüğünün yanı sıra, üretim aracı
olarak taşımacılıkta kullanılan gemi alımının arttığını göstermektedir.

Orta düşük teknoloji ithalatında büyüklük olarak en büyük payı temel metaller,
ardından da kömür ve petrol ürünleri sektörleri yani ara mal sektörleri almaktadır.

1.3.4.1.4 Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı

Son olarak da düşük teknoloji üreten sektörlerin ihracattaki payları şöyledir:

30.000.000
Diğer Yerlerde Sınıflanmayan
25.000.000 İmalat Sanayi
Ağaç, Kağıt, Kağıt Ürünleri,
20.000.000 Baskı ve Yayıncılık
Bin USD

Gıda Ürünleri, İçecekler ve


15.000.000
Tütün
10.000.000 Tekstil, Tekstil Ürünleri, Deri
ve Ayakkabı
5.000.000 TOPLAM DÜŞÜK TEK.
İHRACATI
0
96

97

98

99

00

01

02

03

04

05
19

19

19

19

20

20

20

20

20

20

Yıllar

Grafik 4. Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi


Kaynak (İGEME, 2007, s.16) tablodan derlenmiştir.
Toplam ihracatta hala en yüksek payı tutan düşük teknoloji ihracatında
incelediğimiz dönemde düşme yaşanmıştır. Bu genel seyir hatırda tutularak incelenirse,
şekilden de görüldüğü gibi, düşük teknoloji ihracatında en büyük pay tekstil, deri ve

fakat ithal girdi oranı yüzde 60’larda; en pahalı motorlar, ana hammade olan çelik bile yurtdışından,
Ukrayna’dan, Romanya’da geliyor. Başka bir tabirle sektörde, “en yerli olan” ucuz işçilik” (Milliyet, 17
Ağustos 2008).
35
“Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki ana iş (çelik profilleri işlemek) hukuka aykırı bir şekilde ve %90’a
varan oranlarda irili ufaklı taşeron şirketlere kaydırılmıştır. Bu iş güvenliği, emek maliyeti, sosyal
hakların da bu esas işveren olan tersane sahipleri tarafından, bu yükü taşıyamadığı aşikâr olan ‘zayıf ve
küçük işletmelere’ aktarımıdır. Tuzla’da ölen işçilerin çoğu taşeron işçileridir” (Tuzla Tersaneler
Bölgesindeki Çalışma Koşulları ve Önlenebilir Seri İş Kazaları Hakkında Rapor, 2007).

45
ayakkabı üretim sektörünündür (%73). Buna karşılık bu sektörün 1996–2006 yılları
arasında ortalama yıllık büyümesi orta düşük teknolojilere göre düşüktür (İGEME,
2007, s.17). İhracattaki büyüklük payı açısından bundan sonra gıda, içecek ve tütün
ürünleri (%15) gelmektedir, onu izleyen, ağaç ve kâğıt ürünleri ihracatıdır.

İhracatın teknolojik düzey olarak kompozisyonunu incelendiğinde ilk görünen


olgu şudur: İmalat sanayi içinde giderek teknolojik düzey açısından ağırlığını daha fazla
hissettiren ara malı ve yatırım malı üretiminin, ihracatta etkisini artırmasıyla birlikte,
Türkiye’de bu imalatı yürüten sermaye kesiminin gündemine dış rekabet karşısında
seçeneklerini artırmak yönündeki basıncın girmesi kaçınılmazdır. Bu ister yabancı
sermaye ortaklığıyla yürütülen sektörlerde, isterse de yerli sermayenin hakimiyetiyle
ilerleyen sektörlerde olsun artmakta olan bir basınçtır. Sadece birinci durumda
uluslararası pazarlarda rekabetin yanına yabancı ortağın birlikte üretime devam etmesini
sağlayacak ara kademe teknolojik yenilikleri, özgüllükleri üretme yönünde bir basınç
eklenmektedir. Büyüklük olarak düşük teknolojinin payı hala devam etse de, artış hızı
olarak orta teknolojideki gelişme, teknolojik düzeyin geliştirilmesi ihtiyacını
doğurmaktadır. Teknoloji, teknolojik yenilik, gerek üretim sürecinde (imalat, taşıma),
gerek dolaşım (pazarlama, reklam) sürecinde gerekse de yeni ürün geliştirilmesinde,
ürün çeşitlendirmesinde sermaye birikimi açısından daha da büyük ihtiyaç haline
gelmektedir. Dönemin ikinci yarısı TL’nin görece değerlenmeye başlaması ile birlikte
karlılığı artırmak için zaten baskı altında tutulan reel ücretlerin ötesinde verimliliği
artırma kaçınılmaz hale gelmektedir. Hem üretim süreçlerinde yenilik hem de üretim
donanımında teknolojik yenilik, çalışma koşullarının düzenlenmesi, makina ithalatı bu
sürecin sonuçlarıdır. Sermaye ve para sermaye olanaklarının geliştirilmesine yönelik
finansal ve kurumsal düzenlemeler bir yandan, rekabete ayak uydurabilmek için gerekli
olan göreli artığı yaratmada temel önem taşıyan teknoloji ve verimlilik ise diğer yandan
sermaye birikiminin bastıran ihtiyaçları içine girer. Son zamanlarda “katma değeri
yüksek mallar üretimi”, “rekabet edebilmek için teknolojik yenilik” üzerine söylemler
bunun için daha da güçlenmektedir.

1.3.5 Dış Ticarette Biriken Basınç ve Birim İşgücü Maliyeti

Dış ticaretin bu boyutta büyümesi ile birlikte özellikle uluslararası sermayeyle


eklemlenmiş ve dış pazarlara yönelmiş olan sermaye kesimlerinin üzerinde verimlilik

46
ve çalışma koşulları yönünde basınç giderek artmaktadır. Birim işgücü maliyeti, bu
basıncı değerlendirebilmek için iyi bir göstergedir. Şöyle tanımlanmaktadır:

Birim İşgücü Maliyeti = [Çalışılan Saat Başına Nominal Ücret / (Üretim /


Üretimde Çalışılan Saat)] / (Fiyat Endeksi ya da Döviz kur sepeti)

İlkinde, birim saat başına cari ücretlerin, birim saat başına üretime oranı, üretici
fiyatları ile düzeltilirken (deflate)36, ikincisinde belirli bir döviz sepeti37 ile düzeltilir.
Yani işgücünün üretim ile kıyaslanan maliyeti ilkinde ülke içi enflasyondan arındırılır,
ikincisinde ise döviz kurlarındaki değişimden arındırılır. Dolayısıyla ilki fiyatlardaki
değişimden arındırılmışken, ikincisi daha çok uluslararası pazar ile bütünleşmiş, dış
ticarete yönelik birim işgücü maliyetini yansıtmaktadır. İkincisine, dünya ekonomisi
açısından Türkiye’deki iş gücü maliyeti (emek gücünün ücreti) demek olanaklıdır.
Yükseler ve Türkan’ın raporunda birim işgücü maliyetine bakıldığında 2001 krizi
nedeniyle düşen maliyetler görülebilmektedir.

140

120

100
Kur Sepeti Bazlı Birim
80 İşgücü Maliyeti
60 Sektör Fiyatları Bazlı
Birim İşgücü Maliyeti
40

20

0
1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yıllar

Grafik 5. Özel İmalat Sanayinde Birim İşgücü Maliyeti (1997=100)


Kaynak (Yükseler ve Türkan, 2006, s.73)

36
Burada saat başına nominal ücretin üretici fiyatları yani TEFE ile deflate edilmesine dikkat etmek
gereklidir. Söz konusu maliyet işçinin geçimi değildir, yani TÜFE endeksi kullanılmaz. Maliyet,
kapitaliste maliyettir, birim üretimle kıyaslanan nominal ücret bu nedenle üretici fiyatlarındaki
değişmeden arındırılır.
37
Yükseler ve Türkan, bu döviz sepetini (1 $+0.77 Euro) olarak ağırlıklandırıyorlar (Yükseler ve Türkan,
2006, s.72).

47
Burada iki maliyet arasındaki makası özellikle vurgulamak gerekiyor. 2001
sonrası döviz kuruna göre olan birim işgücü maliyeti, TL’nin değerlenmesi nedeniyle
yükselirken, TEFE’ye göre birim işgücü düşmeye devam etmektedir. “2000 yılı ve
sonrasındaki reel ücret gerilemesi ve işgücü verimliliğindeki artış, döviz kurundaki
değerlenmenin olumsuz etkisini sınırlandırarak, ihracat performansının sürmesine
katkıda bulunmuştur” (Yükseler ve Türkan, 2006, s.40). Yani 2001 krizi sonrası imalat
sanayi, ihracat performansını sürdürebilmek, elde edilen katma değeri düşürmemek için
reel ücreti baskılamak ve verimliliği artırmak yönünde bir eğilimi artarak
sürdürmektedir. Çünkü makas açılmaktadır. Dış pazarlarda rekabet eden sektörler
açısından birimi işgücü maliyeti döviz bazında yükselmektedir. Ülke içinde emeğin
yeniden üretimi açısından, reel ücretler baskılansa ve düşse de dışarıda TL’nin
değerlenmesinin etkisiyle karlılık sınırlanmaktadır. Bu durumda zaten baskılanan reel
ücretlerin daha fazla baskılanmasının sınırları bulunmaktadır, üstelik emek sürecinde
mutlak artı değer çekmenin de belirli sınırları vardır. İleride de görüleceği gibi bu
durumda verimliliği artırmak, üretim teknolojilerinde yeniliği olduğu kadar üretim
örgütlenmesinin yönetimi ve denetiminde yeniliği de anlatmaktadır. Tam zamanında
üretim (JİT), esnek çalışma bu gibi yöntemler arasındadır. Özellikle TL’nin
değerlenmesine karşılık ihracatını artırmaya devam eden otomotiv gibi sektörler için bir
yandan reel ücretleri baskılama, istihdamda göreli bir artış yaşanırken, döviz sepetine
göre birim işgücü maliyetindeki artışı karşılamanın en etkin yolu olarak bu ortaya
çıkmıştır. İleride yatırım malı olarak üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretimi
incelendiğinde, uygulamaya konulan esnek çalışma, envanter takip yöntemleri, tam
zamanında üretim gibi yöntemlere değinilecektir. Elbette ki, bu üretim yöntemlerinin
kullanılabilmesinin bir koşulu da üretim yerinde uygulamaya sokulması gereken
teknolojik yeniliklerdir.

1.3.6 İhracattaki Artışla Birlikte İthalattaki Artış: Endüstri İçi Ticaret

Ele aldığımız dönemin ikinci yarısında Türk lirasının aşırı değerlenmiş olması,
dış ticaret açısından bakıldığında ihracat üzerinde daha fazla üretim performansı basıncı
yaratırken (bu da reel ücretler üzerinde baskıyı, verimliliği artırmayı zorlamaktadır) öte
yandan da giderek daha fazla ara mal ve yatırım malının, girdi olarak ithal edilmesi
sonucunu doğurdu. Aşırı değerli Türk lirası, ithalatı yerli ürünlere göre kimi alanlarda

48
daha üstünlüklü hale getirmiştir. Bu ise endüstri içi ticaretin yüksek olması, dünya
piyasalarıyla ara girdi ve nihai ürün ithalatı yoluyla eklemleşme düzeyinin yüksek
olması (TÜSİAD, 2005b)38 demektir. Yani uluslararası üretken sermayenin
devreleriyle ve meta zincirleriyle iç içe girmiş bir üretim yapısı vardır. Özellikle
üretimi ve ihracatı artan ürünleri üreten sektörlerin çoğu aynı zamanda ithal girdi
kullanımında da ön sıralarda yer almaktadırlar. Yine TÜSİAD raporuna göre, başta
yüksek teknoloji ürünleri olmak üzere, ilgili ihracatın ilgili ithalatı karşılama düzeyi çok
düşük seviyededir (TÜSİAD, 2005b).

Yükseler ve Türkan’ın 1998 yılı girdi çıktı tablolarından yararlanılarak


oluşturduğu veriler, imalat sanayinde sektörlerin ithal girdi kullanımını göstermektedir
(Yükseler ve Türkan, 2006, s.58). İncelediğimiz dönemde en yüksek üretim artışı
gösteren yatırım malları üretimi aynı zamanda en yüksek ithal girdi kullanımı
ortalamasına da sahiptir. Büyümesi hızlanan sektörler aynı zamanda ithal girdiye en
bağımlı sektörlerdir.39 Bunun için özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında
ithalata dayanan, ithalattaki büyümeyle bağlantılı bir ihracat büyümesi yaşanmıştır.
İmalat sanayindeki yatırım ve ara mallarına dönük üretim temposundaki kayma,
ithalatın da artmasını getirmiştir. Bu gerçek TÜSİAD raporunda da (2005, s.119) dile
getirilmektedir:

Türkiye ekonomisinin yıllık toplam ihracatından elde ettiği


gelir, ara malı ithalatına yaptığı harcamaya kabaca denktir. Bu
durum, Türkiye’deki üretim yapısının önemli miktarda ithal ara girdi-
ye gereksindiğinin temel göstergelerinden yalnızca bir tanesidir.
Sanayi üretiminin genişlediği dönemlerde ithalat da yükselmekte ve
ihracata dönük üretim yapan sektörler başta olmak üzere, sanayi
genelinde ara malı talebi artmaktadır.40

38
“Uluslararası ürün piyasalarındaki yükselen ürünler açısından Türkiye’nin üretim yapısını
değerlendirildiğinde, dünya piyasasıyla ara girdi ve nihai ürün ithalatı yoluyla eklemleşme düzeyinin
yüksek olduğu söylenebilir” (TÜSİAD, 2005b, s.41). Ayrıca bkz. (TÜSİAD, 2005).
39
“Özellikle, 2003–2005 döneminde imalat sanayi üretim artışı hızlanmış ve üretim doğrudan ve dolaylı
ithal girdi kullanımının yüksek olduğu alt sektörlerde yoğunlaşmıştır” (Yükseler ve Türkan, 2006).
Yükseler ve Türkan’ın 2008 yılında güncelledikleri veriler daha çarpıcı biçimde benzer sonucu
göstermektedir (Yükseler ve Türkan, 2008b).
40
Bu TÜSİAD raporu, ara girdi talebinin hangi sektörlerde yoğunlaştığını da inceler. Buna göre, bir
birimlik yurtiçi talep artışının ithalatı en fazla etkilediği sektörlerden bir kısmı ve sıralamadaki yeri
şöyledir: 1- ana metal sanayi, (0.4022 birim ithalat); 2- kimyasal maddeler sanayi; 4- radyo-tv haberleşme
cihazları imalatı sanayi, (0.2784 birim ithalat); 5- plastik-kauçuk sanayi; 10-Taşıt araçları sanayi, (0.2293

49
Bu raporun çıkardığı şu sonuç (s.120), Yükseler ve Türkan’ı desteklemektedir
ve çok önemlidir:

(İthal girdiye en bağımlı –b.n.) sektörler, Türkiye ekonomisinde son


dönemde ihracat artışlarıyla ön plana çıkmış sektörler olmalarının yanı sıra,
yüksek teknolojiye dayalı ürünler üreten sektörler olmaları nedeniyle de
önemlidir. Ancak, elde edilen bulgular bu sektörlerde yüksek düzeyde
teknolojik bağımlılık olduğunu ortaya koymaktadır. Diğer bir deyişle, bu
sektörlerde yaşanan nihai talep artışları büyük ölçüde bu sektörlerin
yurtdışından yine kendi sektörlerinden yaptıkları ara girdi ithalatına dayalı
üretim ile karşılanmaktadır. Bu durum, imalât sanayiinin geneli için de
geçerliliğini korumaktadır.

Raporun en can alıcı sonucu da buradadır: yüksek ihracat gerçekleştiren ama öte
yandan ithalata bağımlı bu sektörler, yüksek teknoloji sektörleridir, yani Ar-Ge
harcamalarının payı yüksektir, ancak bu yüksek düzeyde teknolojik bağımlılık
olduğunu göstermektedir. Bir başka özellik de bu sektörlerde elde edilen katma değerin
sınırlanmasıdır.41 Bu genel olarak ele aldığımız dönemde Endüstri içi ticaret, dâhili
işlem rejimi gibi öne çıkartılan kavramların, gerçekte teknolojik bağımlılık ve yaratılan
“katma değerin”, yani değerin ülke içindeki genişlemesinin (üretilen artı değerin)
endüstri içi ticaret ile ülke dışına transfer edilmesi anlamına gelmektedir. Burada can
alıcı nokta, ileride daha fazla değineceğimiz sermaye diliyle kavramları açıklayan
politik ekonominin “katma değer” kategorisi ile, artı değer ve kar perspektifi arasındaki
önemli farkın getirdiği açıklayıcılıktır. Katma değerin sınırlanması, düşmesi, her zaman
üretimin büyümemesi anlamına gelmez, aksine artı değer ve kar kavramları burada
önem kazanır. Ülke içinde ihracata açılan sektörlerin yarattığı artı değerin bir kısmı
üretim fiyatının uluslararası pazarda belirlenmesi, kur, uluslararası lisans sözleşmeleri
ile ithal girdi kullanımı gibi etkenlerle ülke dışına aktarılmaktadır. Elde kalan katma

birim ithalat); 12- Makina teçhizat sanayi, (0.2267 birim ithalat). Görüldüğü gibi ara malları yanında
Radyo tv; taşıt araçları ve makina teçhizat ithal girdi bağımlılığında üst sıralardalar.
41
Güngör Uras, ISO 500’e giren şirketlerin 2004 ile 2005 yıllarındaki üretimleri ile katma değerlerini
karşılaştırdığı yazısında, sabit fiyatlarla üretimin %2,2 artmasına karşılık yaratılan katma değerin %10
azaldığına işaret eder (Milliyet, 28.07.2006).

50
değer ise sınırlanmaktadır. Endüstri içi ticaret, artı değer üretimini sınırlamazken, bu
artı değerin kar olarak paylaşımını ülke içinden ülke dışına değer aktarımı olarak
düzenlemektedir.

Özellikle üretim içindeki payları önemli miktarlarda olan ve hızlı büyüme


oranlarına sahip olan sanayilerin (taşıt araçları, büro teçhizatları, kimya ürünleri imalatı
gibi) ithalat bağımlılığı, dış ticaret açığı için önemli olduğu gibi, uluslararası sermaye
birikimi ve meta zinciri ile olan eklemlenme düzeyini de göstermektedir. Bu imalat
sanayileri orta teknoloji (taşıt imalatı, kimya ürünleri imalatı) ile yüksek teknoloji
sanayilerdir.

Tüm bunlarla bağlantılı olarak dış ticaretin teknolojik düzeyinin tam bir
tablosunu vermek açısından son olarak ithalatta teknolojinin payını kısaca irdeleyelim.

51
Tablo 9 1996–2005 Y ıllar ı Arası nda İthalatta Te kno loji B ileşi mi

1996–2005 Yılları Arasında İthalatta Teknoloji Bileşimi (%)

1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yüksek Teknoloji 11,4 12,2 14,1 17,5 17,0 14,0 12,7 11,7 12,8 11,2
Orta Yüksek Teknoloji 39,5 41,2 42,3 38,4 37,1 33,5 34,5 36,3 37,8 36,4
Orta Düşük Teknoloji 14,4 14,4 14,7 14,5 15,5 19,1 18,9 18,9 19,6 21,4
Düşük Teknoloji 14,3 13,2 13,2 12,3 11,0 12,3 13,6 12,6 11,2 10,6
Doğal Kaynak 20,2 18,7 15,5 17,1 19,3 21,0 20,1 20,3 18,3 20,2
Toplam 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100
Kaynak (İGEME, 2007, s.18–19).

İthalatta en büyük payı orta yüksek teknoloji yani elektrikli makina ve cihazlar,
motorlu taşıtlar, kimyasal maddeler, makina ve cihazlar oluşturmaktadır. İlerleyen
bölümlerde üretim araçları niteliği taşıyan yatırım mallarını ayrıştırırken, takım
tezgâhları gibi makina imalat sanayi kapsamında yapılan ithalattaki artışı, bunun yanı
sıra motorlu taşıt ithalatındaki artışı da göreceğiz. İthalatta en yüksek pay orta yüksek
teknolojinin iken, ihracatta da en büyük artış bu teknoloji düzeyinde yakalanmıştır.
Bunun yanında diğer teknoloji düzeyleri belirli bir düzeyde dalgalanırken, orta düşük
teknoloji ithalatının payı %14’ten %24’e çıkmıştır. Bu teknoloji düzeyinin ağırlıklı
olarak kömür, petrol ürünleri, kauçuk, plastik, işlenmiş ya da işlenmemiş metal ve metal
olmayan ürünler gibi ara mallardan oluştuğu düşünülürse, kurdaki düşüşün ithalata
yaptığı etkiyle, ara malı girdisinde de ithalat artmıştır.

1.3.7 Dâhili İşlem Rejimi

Endüstri içi ticaretin diğer bir göstergesi, ya da başka ifadeyle bu ticareti


hukuksal düzenlemeye bağlayan ve teşvik eden bir mekanizma, dahili işlem rejimidir
(DİR). Dâhilde işleme rejimi, sanayicilerin, ithal ettikleri girdileri ülke içinde işleyerek
belli bir süre içerisinde ihraç etmeleri kaydıyla gümrük ve diğer vergi ve fonlardan muaf
olarak ithalat yapabilmelerine olanak sağlamaktadır. Dâhilde işleme izni alınarak
yapılan ithalat, ticaret politikası önlemlerine tabi tutulmaz. Gümrük ve diğer vergiler
teminata bağlı olarak kesilmez. Bu sistemde, ihracat taahhüdünün gerçekleşmesinden
sonra alınan teminatlar iade edilmektedir.
DİR, özellikle incelediğimiz ikinci dönemde ihracatın büyük bir oranını
oluşturmaya başlamıştır (Sönmez, 2005). 2004 yılı verilerine göre, toplam ihracatın
%55’i dâhili işlem rejimine girmektedir. Bu rejimden en çok yararlanan sektörler,
sırasıyla, metal sanayi, otomotiv sanayi, konfeksiyon sanayidir. İlk sırayı alan metal

52
sanayi içinde elektronik sektörü, makina sanayi de bulunmaktadır. Metal sanayi, toplam
dâhili işlem rejimi ihracatının üçte birini oluşturmaktadır. Öte yandan otomotiv sanayi
toplamın dörtte birine yakınını gerçekleştirmekteyken, konfeksiyon sanayi altıda birini
geçmektedir.
Ayrıca ithalatın büyük bir kısmı da dâhili işlem rejimi kapsamında içeride
üretilen mallar için yapılmaktadır.
İhracatın ithalata bağımlılığı üzerine yapılan çalışmaların yoğunlaştığı yön,
dâhili işlem rejimleri olurken, birim ihracat için yapılması gerekli ithalat hakkında da
sonuçlar vermektedirler (Sönmez, 2005, s.31). Bu oran % 77 ile en yüksek elektronik
sanayindedir, daha sonra sırasıyla, demir çelik (% 75,3), demir dışı metaller (% 73,3),
elektrikli makinalar (% 66), taşıt araçları (% 64,8), madeni eşya (% 61,1), dokuma
ve giyim (%58,3) gelmektedir.
Önemli bir nokta ise, dâhilde işlem rejimi kapsamında makina teçhizat
ithali yapılamamasıdır. Yani ihraç edilmek üzere içeride işlenmesi taahhüt edilen mal
için makina teçhizat almak DİR kapsamı içinde değildir. Buradan en azından ileride
işleyeceğimiz makina imalat sanayi verilerinde, doğrudan makina alımlarının DİR
kapsamına girmediği sonucu çıkartılabilir. Öyleyse DİR makina üretim
göstergelerinde saptırıcı bir etki yapamaz; bu ithalatın artmasında ya da azalmasında
etkenler kur ile içeride üretken sermayenin yatırımlarıdır. İncelediğimiz dönem içinde
makina ithalatı ve makina iç pazarı hızlı bir biçimde büyümüştür. Bu da üretken
sermayenin genişlediğini göstermektedir.
Dâhili işlem rejimi birçok yönden göstergeleri farklılaştırmaktadır. İhracattaki
yüksek artışın ithalat ile olan bağının net bir şekilde ayırt edilmesini çoğu zaman
zorlaştırmaktadır. Durumu, ithal girdilerin ucuzlaması ve bu yüzden ithalatın artması
şeklindeki açıklamadan daha karmaşık hale getirmektedir. İhracattaki artışın yarattığı
parlaklığın incelememizi etkilememesi için dâhilde işlem rejimini vurgulamak
gerekliydi. Bu ihracatın önemli bir kısmı bu rejim kapsamında ithalata dayanıyor. Bu da
ithal edilen girdinin taahhüt edilen bir sürede içeride işlenerek ihraç edilmesini
gerektirmektedir. Bunun anlamı, emek gücü niteliklerinden yararlanarak, işlemenin
burada yapılması, ama üretimde elde edilen artı değerin kar transferi, eşitsiz değişim
temelinde başka ülkelere aktarılmasıdır. Yoğun ihraç edilen kimi ürünlerde, katma
değerin ve karlılığın sınırlanması olarak dillendirilen şikâyetler bu gerçeğin bir

53
görünümüdürler. Otomotiv sanayinde bu işleme yönündeki taahhüt daha bağlayıcı ve
kapsamlı olabilmektedir. Girdilerin, yan sanayinin hangi ürünlerinin nereden
kullanılacağı bile lisans veren çok uluslu şirket tarafından sözleşme altına alınmaktadır.

1.3.8 İmalat Sanayinde İkili Yapının İzleri

İmalat sanayinde üretimin ve dış ticaretin yapısına dair yukarıda yaptığımız


incelemeden ana hatlarıyla bir ikili yapının izlerini çıkarmak olanaklıdır. Bu ikili yapı
bir yandan sermaye birikiminin olağan sonucu olarak merkezileşme eğilimi ile imalat
sanayinin parçalı ve dağınık yapısı arasındaki gerilimi ifade etmektedir. Ancak öte
yandan dışa açık birikim modeli ile birlikte uluslararası sermaye ve pazarla eklemlenme
bu ikili yapıyı kendi koşullarına göre şekillendirmektedir.

Türkiye imalat sanayinin yapısı, KOBİ oranı çok yüksek olan parçalı ve dağınık
işletmelerin ağırlıklı olduğu bir yapıdır. Ancak bu işletmeler içinde sermaye birikimin
olağan sonucu olarak büyük şirketler de bulunmaktadır. İmalat sanayinden ya da
herhangi bir alt sektörden bahsederken bu ikiliğin dikkate alınması gereklidir.

Öte yandan 1980 sonrası dışa açık birikimin imalat sanayi içinde yarattığı
değişimler, bu ikili yapıyı da şekillendirmiştir. 1980 sonrası gıda ve tekstilin, tüketim
mallarının toplam katma değer içindeki ağırlığı 1990’larla birlikte göreli olarak
değişmektedir. Bu göreli değişmede, uluslararası sermaye ile eklemlenem ara malı,
yatırım malı sektörlerinin gelişimi de önemli rol oynamıştır. Bunun için, 1987, 1996 ve
2005 yıllarında imalat sanayi toplam katma değerinin belirli sektörlerdeki dağılımına
bakabiliriz:

• 1987 yılında Makina ve taşıt araçlarının (Tüketim elektroniği ve metal


eşyayı da kapsamaktadır) toplam katma değerdeki payı %19 iken, 1996
yılında %29,5’a çıkmış, 2005 yılında %30,1’e yükselmiştir.
• Ana kimya sanayi, petrol ve kömür türevleri, plastik ve lastik ürünlerini
kapsayan Kimya sanayi, 1987 yılında toplam katma değerin %25,4’ünü,
1996’da 23,9’unu üretmiştir. 2005’te bu pay, % 24,2 olmuştur.
• Tekstil’in payı 1987 yılında %16 iken, 1996 yılında %15, 2005 yılında
%14,1’e düşmüştür.

54
• Gıda’nın payı 1987’de %17,1 iken, 1996 yılında %12,7; 2005 yılında ise
%11,5’e düşmüştür. Bunun dışında metal ana sanayinin belirtilen yıllarda
katma değer payında düşme yaşanmıştır (MMO Makina İmalat Sanayii
Sektör Araştırması, 2008, s.94).

Bu tablodan ve yukarıdaki üretim, dış ticaret verilerinden görüldüğü gibi ele


aldığımız dönem görünüm olarak yatırım mallarına doğru ihracat ve istihdamda göreli
bir kayışın olduğu dönemdir.42 Belirttiğimiz gibi katma değer payı henüz mutlak olarak
büyük payı ifade etmese de, daha hızlı artan, hızlı büyüme gösteren sektörler, yatırım
malı ile ara malı sektörleridir (orta-yüksek ve yüksek teknoloji sektörleri). Fakat bu
sektörler aynı zamanda ihracatta da yüksek büyüme kaydetmişlerdir. Bu imalat
sanayinin ikili yapısını kendi koşullarına göre derinleştirmekte, yeniden
şekillendirmektedir. Bu ikili yapıyı Tanyılmaz da (2004, s.34).vurgulamaktadır:

Bir yanda ihracata yönelmiş, ama bu arada iç pazarı da büyük


ölçüde ellerinde tutan sermaye bloku, öte yanda sadece ülke içinde
üretim yapan ve bu uluslararası üretim zincirinde yer alamamış
sermaye grupları.

Yani bu ikili yapı, dış pazarlara açılma ile birlikte ihracata yönelen sektörler ile
iç pazar ile sınırlı kalan sektörler arasında yaşanan ayrışmanın etkisine de maruz
kalmaktadır.

Kuşkusuz, imalat sanayindeki ikili yapının gerçekliği ve hareketi, birbirinden


kesin çizgilerle ayrılmış kuramsal bir nitelemeyi değil bu ikisi arasında geçişler gösteren
bir yapıyı oluşturuyor. Örneğin, ileride göreceğimiz gibi, yabancı sermaye ortaklığı çok
az olan, uluslararası pazarlara açılmaya başlayan, hatta üretken sermaye ihracı da yapan
bir makina imalat sanayi, tüketim elektroniği sanayinden farklı bir nitelik
göstermektedir. Otomotiv sanayinde uluslararası sermaye ile eklemlenmiş yapı, binek
otomobilinde farklı bir nitelik sergilerken, hafif ticari araçlarda yerli sermayenin

42
Yatırım malları üretiminin, genel düzeyde ülke içi üretimi tetiklemesi, ülke içi üretime yatırım malı
girdisi sağlaması beklenir. Oysa ileride göreceğimiz gibi bu, üretim aracı niteliğindeki yatırım malları
için geçerlidir. Bunlar iç pazara yönelik üretim aracı gereksinimini karşılayabilirler. Bu nedenle yatırım
mallarındaki iyileşmenin üretim araçları üretimine ne kadar yansıdığı, bunun teknolojik değişime nasıl
yansıdığı ileride ele alınacak.

55
donanımı açısından daha etkili olabilmektedir. Bu ara görünümler, kuşkusuz
incelediğimiz dönemin geçiş yapısı niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bu geçişte dış
ticaretin Gümrük Birliği ile bu düzeyde serbestleşmesinin yarattığı koşullar kadar,
dönemin ilk yarısında toplam sermaye döngüsünün özellikle para sermayenin ülke içi
oluşma koşullarının şiddetli biçimde sarsıldığı ve yeniden yapılandığı koşulların da
etkisi bulunmaktadır. Ancak en azından yukarıda irdelediğimiz genellik düzeyinde (yani
otomotiv, tüketim elektroniği ve makina imalat sanayi gibi üretim aracı niteliği taşıyan
sanayilerdeki ayrıntılı incelemeye girmemişken) yatırım mallarındaki göreli değişimi
yorumlamakta bu çerçeve işe yarar bir çerçevedir.

Bu dönem içinde yatırım mallarında yaşanan gelişmenin temel itici güçleri


otomotiv, dayanıklı tüketim malları ve tüketim elektroniği sanayileri olmuşlardır.
Bunlar, uluslararası sermayeyle eklemlenme biçimleri kendi içlerinde farklılık gösterse
de (Taymaz ve Yılmaz, 2008) sermaye merkezileşmesinin en yoğun olduğu ve
uluslararası pazarlara açılan sektörlerdir. Taymaz ve Yılmaz’ın 2007 yılında yaptıkları
bir çalışmaya göre, genel olarak imalat sanayinde Gümrük Birliği sonrası toplam faktör
verimliliği çok büyümemiştir; ancak otomotiv ve tüketim elektroniği sektörlerinde
yüksek düzeyde verimlilik artışı görülmüştür (Taymaz ve Yılmaz, 2007). Öyle ise
uluslararası pazarlara eklemlenme derecesini hatta yerli sermayenin belirli kesimlerinin
ülke dışında özellikle ele aldığımız dönemde artan yatırımları da göz önünde
bulundurarak bu ikili yapıyı, imalat sanayinin değerlendirilmesine de yansıtmak bir
gerekliliktir.

Burada bir noktaya daha değinmek gereklidir. İmalat sanayinin ikili yapısı,
sermaye birikiminin ikili yapısını yansıtmaktadır ve bu yapı, görüldüğü gibi eşitsizdir.
Uluslararası sermayeyle eklemlenen, ihracatla büyüyen sermaye kesimleri bu üretim
yapısının hakim aktörleridir. Buna karşılık içinde hareket ettikleri ortam, en azından
inceleme alanımız çerçevesinde Türkiye’deki imalat sanayinin genelidir. Bu ortam, yani
ikili yapının iç pazarla ile sınırlı kalan, dağınık ve parçalı imalat yapısı, hakim sermaye
kesimlerinin içinde hareket ettiği ortamdır, bu ilişki çelişki ilişkisinden daha çok, bu
harekete mukavemet etme ilişkisi olarak tarif edilebilir. İlerleyen bölümlerde örnekleri
verilecektir; ancak otomotiv sanayinin yan sanayi ilişkinin güçlü olması, bu mukavemet
içinde üretim yapısının gelişme alanlarını göstermektedir. Ülke içi üretim, kesimler

56
arası ilişkinin yani üretim araçları üretimi ile tüketim araçları üretimi arasında girdi çıktı
ilişkisinin “göreli” olarak sağlıklı kurulduğu bir ideal tipten öte, böyle bir ikili yapı
içinde, hakim sermaye akımının çevresinde kümelenen, ya da uluslararası sermaye ile
eklemlenerek, ülke içinde yan sanayi şeklinde evrilen bir dallanmayı anlatmaktadır.

İmalat sanayinin “genel” yapısı yerine ikili yapısını ön plana çıkarmak, salt
kavramsal netlik için değil, aynı zamanda tez boyunca yaşanan bir gerilimin de
ifadesidir. Bu ikili yapı göz ardı edilerek, imalat sanayinin “genelindeki” teknolojik
değişme irdelenmeye çalışılırsa, sanayinin dağınık ve KOBİ’lerin sayısal ağırlığı ile
belirlenen örüntüsü içinde teknolojik değişme dinamikleri, sermayenin
merkezileşmesinin görünümleri gölgede kalacaktır. Bu durumda genel olarak doğru
olan ana önermeler her şeyi eşitler tarzda ağırlık kazanmaktadır. Kamu yatırımları
ortadan kalkmıştır, dış ticaret çok büyümüştür, bu koşullar altında yatırım ve tasarruf
düzeyi çok düşüktür. Sabit sermaye yatırımları 1980 öncesine göre çok zayıf
durumdadır. İmalat sanayi parçalıdır, düşük ücret ve emek yoğun üretime
dayanmaktadır, genelinde içerilmiş teknoloji dışında (o da görelidir, ikinci el makina
alımı da fazladır) teknoloji değişimi yoktur. Bu parçalı ve dağınık yapının sermaye
yapısı çok güçsüzdür, büyük bir kısmı için finansal araç ve para sermaye olanağı çok
kıttır. İkili yapı göz ardı edilir; eşitleyici ve körleştirici bu ana önermelerle imalat sanayi
türdeşleştirilirse, ülke dışında yatırımlar yapan, fabrika açan, içeride gelecekte döviz
kuru sarsıntılarından etkilenmeyeceğini iddia eden43, uluslararası sermayeyle hızlı
biçimde eklemlenen sermaye grubundaki değişim görünmez kalır. Bu nedenle ikili yapı
tez boyunca böyle tanımlanacak, üretim yapısındaki teknolojik değişim incelenirken şu
gerçeğe dikkat edilecektir: İster diğer ülkelerle (erken kapitalistleşmiş ülkelerin tümü,
geç kapitalistleşen ülkelerin bir kısmıyla) kıyaslanırken olsun, isterse de kendi başına
değerlendirilsin, Türkiye’de teknoloji edinme ve üretmenin zayıf yapısı bir arkaplandır.
Yani kabul edilmesi gereken bir arka plandır. Ancak bu arkaplan önermesi eşitleyici ve
düzleyici bir biçimde tüm üretim yapısına yayılır, onun eşitsiz yapısı içinde ne anlam
ifade ettiği deşifre edilmezse aynı zamanda genel bir doğru, bir arka plan önermesi
43
Koç Holding yöneticisi Bülend Özaydınlı şöyle diyor: "Bu yıl mevcut işlerdeki gelişmenin yanı sıra
yeni iş alanlarına da girmeyi hedefliyoruz. Bu kapsamda Türkiye'de ve komşu ülkelerdeki özelleştirmeler
önemli fırsatlar içeriyor... Topluluğumuz iç ve dış pazarlarda yeni atılım ve girişimlerle büyümeye devam
ediyor. Yurtdışı gelirlerinin toplam ciro içindeki payı arttı. Bunun doğal bir sonucu olarak yurtiçi
piyasalardaki dalgalanmalardan doğacak risklerimiz azaldı" (Milliyet Business, 13 Mayıs 2004).

57
körleştirici, iç gerilim ve dinamikleri açıklamaktan uzak bir önermeye dönüşür. Bu
tezde bu gerçek olabildiğince dikkate alınmaya çalışılmaktadır.

Örneğin 1997–1999 yılları arasında Tüsiad için yapılan sektör araştırmalarında


imalat sanayinin genelinin rekabet stratejisinin ürün farklılaştırmaktan çok fiyat
düşürme olduğu saptanmıştır (Tüsiad, 2000, s.23).44 Ancak aynı araştırma, imalat
sanayinin genelinden ayrı olarak “liderler (öncüller)” ile “artçılar” arasında ayrım
yapmakta, liderlerin üretim, organizasyon ve ürün sürecinde teknolojik yenilikleri
rekabet stratejisine almaya başladığını belirtmektedir. İşte teknolojik yenilik ihtiyacı, bu
yöndeki teknoloji politikaları, bu şirketler, sermaye kesimleri için en işlevli politikalar
olduğu kadar, bu kesimler için giderek daha fazla gereksinim haline gelmektedir.

Bu ikili yapı, bu tez çalışmasında sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucu olması


dışında herhangi bir yargıyla değerlendirilmemektedir. Sermayenin doğası gereği
tekelleşme eğilimi taşıdığı ortadayken, üretimin geneli üzerine politika önerisi getirmek
yerine, bu üretim yapısının ikili niteliği ve değişim dinamikleri açığa çıkartılmaya
çalışılacaktır.

1.4 1996–2005 Arasında Teknoloji Üretimi ve Teknolojik Değişim

Geldiğimiz bölüme kadar, dönem içinde yatırım malları üretimindeki değişime


vurgu yaptık. Üretimde ve ihracatta, teknolojik yapının önceki döneme göre göreli
değişimini irdeledik. Orta teknolojinin, özellikle orta yüksek teknolojinin değişimi ile
sınırlı da olsa yüksek teknolojini üretim ve ihracatında artışın, değişimin izlerini
saptadık. Yani göreli olarak teknoloji derecesi yükselen ürünler üretiminde bir gelişme
görülmektedir. Bunlar, ürünlerin teknolojik düzeylerini ele almamız açısından anlamlı
verilerdir. Bunun yanında bu tür yatırım mallarının, teknolojik düzeydeki ürünlerin
üretim sürecindeki değişimin, ürünlerde ve üretim sürecinde yapılan teknolojik
yeniliklerin, bu alanlarda yapılan Ar-Ge harcamalarının verilerini de değerlendirmemiz
gerekiyor. Yani imalat sanayindeki doğrudan teknoloji üretimine yönelik çabaların bir

44
Otomotiv, elektronik ve çimento sektörlerini kapsayan bu araştırmaların nitelikleri de ele aldığımız
dönemin farklılığını gösterir. Bu araştırmalar ilk kez bir sektörün büyüklü küçüklü şirketlerinin sektörün
ortalama üretkenliği, üretim ve organizasyon yapısı, “rekabet stratejisi” hakkında kendini ölçeceği ölçüt
(benchmarking) olarak görülmektedir.

58
göstergesi olan verileri ortaya koymamız gerekiyor. Burada ikinci bölümde daha
ayrıntılı anlatacağımız bir gerçeği vurgulayarak devam etmek gereklidir. Üretim
teknolojisi ve üretimin teknolojik olarak değiştirilmesi yönündeki çabaları
değerlendirmeye yönelen artı değer üretimi ve sermaye birikimi perspektifli bir
yaklaşımın, bilim üretim sürecini, yani Ar-Ge ve teknoloji üretim sürecinin gelişimini
göz önünde bulundurması gereklidir. İkinci bölümde temellendireceğimiz gibi bu
sürecin sermaye tarafından sanayileştirilmesine yönelik çabalar bulunmaktadır; bu
durumun teknoloji üretimi açısından dolaysız sonucu, bu üretimin de bir girdi çıktı
ilişkisi temelinde parçalara bölünmesi (temel bilimsel araştırmalar, Ar-Ge, mühendislik
bilimleri), belirli bölümlerinin aktarılabilir duruma gelmesidir. Fakat aynı zamanda,
bilim ve teknoloji üretim süreci, yatırım mallarından, ara mallara, tüketim mallarına,
kısacası genel olarak ekonomiye girdi sağlayan bir sektör haline dönüşmektedir.
Teknoloji üretiminin, teknolojik yenilik, üretim süreci, yöntemi ya da ürün yeniliği gibi
kapsamının genişlemesi, bu sürecin bir sonucu ve aynı zamanda üzerinde geliştiği
koşulları oluşturmaktadır.

Aşağıda sunulan teknolojik yeniliklerin ve değişimin tablosu, teknoloji


kuramları ve yaklaşımları değerlendirildikten sonra yukarıdaki çekinceler gözetilerek
ilerleyen bölümlerde yorumlanacaktır.

1.4.1 İmalat Sanayinde Teknolojik Yeniliğe Dair Göstergeler:

Bu bölümde teknolojik yeniliklere dair göstergeleri inceleyeceğiz. İlginç olan


verilerden birisi, bu teknolojik göstergelerin büyük bir kısmının ele aldığımız dönemde
izlenmeye başlanması, hatta bunları hazırlayan kurum ve kurumsallaşmaların
(TÜBİTAK’in altında oluşan alt kurumların) büyük bir bölümünün de aslında zaten
incelediğimiz dönemde kurulmuş olmasıdır. İmalat sanayinde teknolojik yeniliğe dair
önemli bir gösterge Ar-Ge harcamalarının ele aldığımız dönemde değişimidir.

1.4.2 Araştırma-Geliştirme Harcamaları

Bu dönemde Ar-Ge harcamaları şöyle değişmiştir:

59
Ar-ge Harcamaları

2,5

2
Milyar Dolar

1,5 Ar-ge Harcamaları

0,5

0
1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yıllar

Grafik 6. Yıllara Göre Ar-Ge Harcamaları (Milyar Dolar)


Kaynak TUİK.

Görüldüğü gibi Ar-Ge harcamalarının yükselişi özellikle 2001 yılı kriziyle


kesintiye uğramış ancak ikinci dönem daha yüksek bir hızla artış göstermiştir. Aşağıda
bu harcamaların mutlak büyüklükleri ve GSMH’e oranla büyüklükleri gösterilmektedir:

Tablo 10 Ar-G e Harcamaları ve GSM H içi nde ki Pay ı

Ar-Ge Harcamaları ve GSMH içindeki Payı

Yıllar 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Ar-Ge 0,7 0,9 1,11 1,07 1,31 1,35 1,04 1,38 1,31 2,21 2,84
Harcaması
(Milyar
Dolar)
GSMH 0,37 0,44 0,48 0,49 0,62 0,63 0,73 0,67 0,62 0,67 0,79
içinde Ar-
Ge Payı
Kaynak TUİK ve TCMB.

GSMH içindeki Ar-Ge payı da, harcamanın büyüklüğü gibi, 2001 kriziyle
kesintiye uğramış ama 2003 yılı ile birlikte tekrar yükselişe geçmiştir. Ancak bir
karşılaştırma açısından, Türkiye’nin 2005 yılında ulaştığı binde 8’lik paya karşılık,
2000 yılı değerleri ile alındığında İsveç’in payı %3,7, Japonya’nın payı %3,3, Güney
Kore’ninki %2,9’dur. ABD ve Almanya ise GSMH içinden araştırma ve geliştirme

60
harcamalarına sırasıyla %2,4 ile %2,3 pay ayırmaktadır. Yani Türkiye’de incelediğimiz
dönem içinde Ar-Ge harcamaları önemli bir artış göstermiştir, ancak erken
kapitalistleşen ülkelere ve kimi geç kapitalistleşen ülkelere göre çok küçüktür.

Dünya Bankası’nın 2006 yılındaki bir raporuna göre, 2002 yılında bu Ar-Ge
harcamalarının %41’i şirketlerin Ar-Ge harcamalarıdır (Dünya Bankası, 2006b, s.182).
Dünya Bankası, özel sektörün Ar-Ge harcamaları içindeki payını düşük bulmaktadır.
Raporda belirtildiğine göre özel sektörün Ar-Ge harcamasındaki payı Çek
Cumhuriyeti’nde %52, Çin’de %60 düzeyinde bulunmaktadır. Toplam Ar-Ge
harcamalarında özel şirketlerin payı 2005’den sonra Türkiye’de yüzde 43 iken, AB-
25’te yüzde 65 civarındadır. Milli gelirlerinden Ar-Ge’ye en yüksek payları ayıran
ülkelerden Finlandiya, Japonya ve ABD’de bu oranlar sırasıyla yüzde 74, yüzde 82 ve
yüzde 69’dur (TİSK İşveren Dergisi, Mart 2007).

Ele aldığımız dönem içerisinde özellikle dönemin ikinci yarısında Ar-Ge


harcamaları ve teknolojik yenilik konusunda önemli bir artış görülmektedir. Ancak
karşılaştırmalı olarak bakıldığında Türkiye çok geridedir. Bir TİSK raporuna göre,
Türkiye’nin yenilikçilik endeklerine göre AB ortalamasını yakalamasının 20 yıl ve
ABD’yi yakalamasının 50 yılı aşacağı tahmin edilmektedir (TİSK, 2007).45 Ancak bu
iki önerme çelişkili değildir. Türkiye’nin bu dönem içinde Ar-Ge’de gösterdiği artış,
teknoloji geliştirme ve üretme konusunda sermaye birikiminin belirli bir evresini
göstermektedir. Ancak erken kapitalistleşmiş ülkelerle kıyaslandığında Türkiye çok
geridedir. Bu da zaten teknolojinin sihirli bir değnek olmadığını göstermektedir.
Teknoloji, sermaye birikimine bağlıdır. 1980’den sonra karlılık nedeniyle ara malları
hatta sınırlı olarak yatırım malları üretimine yönelen Türkiye’deki donanımı yüksek
sermaye açısından 1990’ların ortası belirli bir aşamayı ifade etmektedir. 1990’lar
sonrası yatırım malları üretiminde, ihracatında başı çeken sermaye grupları açısından
teknoloji ve teknolojik gelişme belirli ölçülerde, rekabet, ürün yeniliği, standartlaşma
için bir ihtiyaçtır. Ele aldığımız dönemdeki gelişmenin ana dinamiklerinden biri budur

45
“2005 yılı AB ülkeleri yenilikçilik endekslerine göre Türkiye 0.06 endeks puanı ile sonuncu ve İsveç
0.72 endeks puanı ile birinci olmuştur. AB-25 ortalama 0.42 ve ABD 0.60 puan almıştır. Türkiye’nin AB
ortalamasını yakalamasının 20 yıl ve ABD’yi yakalamasının 50 yılı aşacağı tahmin edilmektedir.
Ülkemiz bu endeks sınıflandırmasında ‘kaybedenler’ grubunda yer almaktadır” (TİSK, 2007).

61
ama öte yandan uluslararası sermaye ile karşılaştırıldığında teknolojik gelişme henüz
zayıftır ve bu da bu gelişimin üst sınırlarını belirlemektedir.

Ele aldığımız dönemde Ar-Ge harcamalarının özel şirketler, kamu kesimi ve


üniversiteler arasında hangi oranda dağıldığını aşağıda görmek olanaklıdır:

Tablo 11 Ar-Ge Harcamaları nı n Se ktörler Arası Dağı lı mı

Ar-Ge Harcamalarının Özel Sektör, Kamu ve Üniversiteler Arasındaki Dağılımı

Ticari
Yüksek
Ticari Yüksek Ar- Kamu
Yıl Kamu Toplam Öğretim
(Trilyon TL) Öğretim Ge’nin Payı
Payı
Payı (%)
1995 7 2,2 20,4 29,5 23,6 7,4 69
1996 17,3 7,9 41, 5 66,7 26 11,9 62,1
1997 45,76 14,9 81,1 141,8 32,3 10,5 57,2
1998 82,2 19 159,2 260,4 31,6 7,3 61,1
1999 186,1 32,6 270,4 489,2 38 6,7 55,3
2000 267 49,4 482 798,4 33,4 6,2 60,4
2001 435,86 95,1 760,9 1291,9 33,7 7,4 58,9
2002 529 129,3 1185 1843,3 28,7 7 64,3
2003 510,4 229,3 1457,4 2197,1 23,2 10,4 66,4
2004 700,6 230,5 1966,4 2897,5 24,2 7,9 67,9
2005 1297,6 443,2 2094,5 3835,4 33,8 11,5 54,7

Kaynak TUİK.

Bu iki tablo, Türkiye’de 1996–2005 arası Ar-Ge harcamalarının gelişimi


açısından önemli sonuçlar sunmaktadır. Ar-Ge harcamalarının 2001 kesintisine karşılık
düzenli bir artış gösterdiğini dikkate alarak, yukarıdaki tablodan şu eğilimleri çıkarmak
mümkündür. Genel olarak özel sektör Ar-Ge harcamaları artma eğiliminde, üniversite
Ar-Ge harcamaları da azalma eğilimindedir. 2001 krizinin ardından toparlanmayla
birlikte 2004 ve 2005 yıllarında özel sektör Ar-Ge harcamaları da tekrar yükselmeye
başlamıştır. Özellikle kriz sonrası toparlanmaya dek olan dönem, yani 2001–2004 yılları
arası üniversite ile özel sektör Ar-Ge paylarının değişimi, üniversite sanayi işbirliğinin
içeriğini ve anlamını açığa çıkarmaktadır. Özel sektör Ar-Ge harcamalarının sekteye
uğradığı bir dönemde üniversite Ar-Ge harcamaları pay olarak yükselmekte, özel sektör
harcaması tekrar yükselmeye başladığında ise üniversite Ar-Ge harcamalarının payı

62
azalmaktadır. Dünya Bankası’nın, OECD’nin, evrimci ve kurumsalcı iktisadi görüşlere
yakın olan teknoloji yaklaşımı, Ar-Ge harcamalarında özel sektörün payının artmasını
hedeflemektedir. Ancak bu artışın hemen gerçekleşmesi beklenemez. Devletin
doğrudan teşviklerle sektörleri destekleyemediği durumlarda, teknoloji politikaları ile
özel sektörü desteklemek gündeme sokulmaktadır. Bu da kamunun payının azalması,
üniversitelerin sanayi ile işbirliğine girmesi, teknoloji politikaları ile özel sektör Ar-Ge
harcamalarının desteklenmesi demektir. 2001 krizi ile birlikte özel sektör Ar-Ge
harcamaları düşmeye başlamış buna karşılık üniversitelerdeki Ar-Ge harcamaları bunu
telafi eden bir artışa yönelmiştir.46 Özel sektör Ar-Ge harcamalarının payının kriz
nedeniyle azaldığı anda üniversitelerde Ar-Ge harcamalarının payının artması, teknoloji
geliştirmenin sosyal maliyetini genele yayma kadar, ileriye dönük ihtiyaca yönelik bir
eklemlenmenin de başlangıç adımlarıdır. Özel sektörün Ar-Ge harcamalarının zeminini
oluşturacak nitelikli emek gücü ve deneyim bu üniversite Ar-Ge harcamalarından
gelmektedir, gelecektir. Ar-Ge yani bilim üretim sürecinde nitelikli emek gücünü
(elbette eşitsiz biçimde) oluşturmak üzere yapılanları ilerleyen bölümlerde anlatacağız.
Ancak şimdi üretimde yapılan ve ölçülebilen teknolojik yeniliklerin durumunu
değerlendirelim.47

1.4.3 Teknolojik Yeniliklerin Nitelikleri

TUİK’in AB programlarına uygun yaptığı teknolojik yenilik anketlerinin


sonucunda, imalat sanayindeki yeniliklerin teknolojik yenilik çeşitlerine göre dağılımı
ve bu dağılımın 1995–2004 arasındaki değişimi şöyledir:

46
İTÜ’ye bağlı otomotiv sanayi ile işbirliği içinde çalışan araştırma merkezi OTAM göz önünde
bulundurulursa, özel Ar-Ge harcamaları geri çekildiğinde, üniversitenin Ar-Ge harcamalarının
yükselmesinin telafi edici etkisinin nasıl işlev görebileceği anlaşılabilir.
47
Bu alanda düzenlenen anketler ancak incelediğimiz dönem içinde yaygın olarak yapılmaya
başlanmıştır. Teknolojik yenilik kavramının zamanla yaygınlaşması ve algılanması yüzünden bu
anketlerin elde ettiği ölçüler, eksiklikler taşımaktadır. Bu eksiklik bir yandan genel olarak imalat
sanayinin yapısı ve sermaye birikimi ile ilgilidir, öte yandan algılayış ile ilgilidir. Ancak giderek bu
anketlerin ölçüm yeterliliklerinin yükseleceği, bu ölçüye uygun uygulamaların artacağı (arananın
bulunacağı) yönünde bir eğilimin olduğu da ortadadır.

63
İmalat Sanayinde Yenilik Çeşitleri

50
44,1
45
39
40 35,8 36,4 37,3
35 31 29,9
30 26,3 Ürün Yeniliği
25 Süreç Yeniliği
%

20,1
20 Ürün ve Süreç Yeniliği
15
10
5
0
1995-1997 1998-2000 2002-2004
Yıllar

Grafik 7. İmalat Sanayi Yeniliklerinin Yıllara Göre Değişimi


Kaynak TUİK.
Ürün yeniliği yapma bütün dönem boyunca istikrarlı bir artış göstermiştir. Ürün
çeşitlendirme, bireysel sermaye açısından rekabet edebilmenin önündeki az seçenekten
biri haline gelmiştir. Bu arada şunu belirtmek gerekir ki, bu üç dönem gözetildiğinde
ankete yanıt veren bütün firmalar içinde teknolojik yenilik yapanların oranı artmıştır
(İlk dönem: %24,6; ikinci dönem: %29,4, üçüncü dönem: %34,8).

TUİK verilerine göre, 2002–2004 yılları arasında sanayi içerisinde teknolojik


yenilik yapma oranı %34,58’dir. Yani her bin firmadan ancak 346’sı teknolojik bir
yenilik (ürün ve/veya süreç yeniliği) yapmaktadır. 250’den fazla çalışana sahip olan
firmaların yarısından fazlası (%56,3) teknolojik yenilik yapmaktadır. Buna karşılık 50
ile 250 arasında çalışana sahip şirketlerin %46,2’si teknolojik yenilip yaparken, 50’den
az çalışana sahip şirketlerin %31’i teknolojik yenilik yapmaktadır. Ölçek ekonomisi ile
teknolojik yenilik yapabilme yeteneği birbirine koşut gözükmektedir. Büyük ölçeğe
sahip şirketler daha fazla teknolojik yenilik yapmaktadırlar. Bu sonuç bir kere daha
teknoloji geliştirme, teknoloji üretme ve teknolojiyi edinme (istenirse teknoloji üreten
bir şirketten satın alma) sürecinin kopmazcasına sermaye birikimi ve düzeyiyle
bağlantılı olduğunu göstermektedir. Daha geniş bir bütüne bağlama ise ilerleyen
bölümlerde yapılacaktır.

64
1.4.4 Araştırma ve Geliştirme Sürecinde Nitelikli Emek Gücünün Durumu

Ar-Ge çalışanlarının ve araştırmacıların incelediğimiz dönem içindeki değişimi


ise şöyledir:

25
22
Onbin işgücü başına düşen

20
18,1 18,3 18
16
15 15
13,1 12,8 13,6 Ar-Ge Çalışanı
11 11 Araştırmacı
10 10,4 10,2 10,5 10
9,6 9
8,2 8 8 8
7
5

0
1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yıllar

Grafik 8. Ar-Ge Çalışanlarının Yıllara Göre Oranı


Kaynak TUİK.
İşgücü başına düşen Ar-Ge çalışanı sayısı incelediğimiz dönemde düzenli olarak
artmıştır. Ama dönemin ikinci yarısındaki artış hızı ilk yarısındakine göre daha fazladır.
Grafikteki yükseliş erken kapitalistleşen ülkeler ve G. Kore ya da Çin ile
karşılaştırıldığında çok küçük olsa da (OECD Science, Technology and Industry
Scoreboard, 2003 ve 2007), nitelikli emek gücü sayısı artmaktadır.

Üniversiteler, Ar-Ge çalışmasını yürütecek nitelikli emek gücünü yetiştirme


işlevleri yüzünden önemlidirler. Bu kurumlar, aynı zamanda üniversite sanayi işbirliğini
gerçekleştirmek, üniversitenin temel bilimsel araştırma ortamını sermaye birikiminin
metalaştırma arayışına açmak için de temel bir rol üstlenirler. Bu yüzden ele aldığımız
dönemde üniversite sayısı, üniversitede okuyan öğrenci sayısı sistemli bir biçimde
artırılmaktadır. Kuşkusuz yüksek öğretim de eşitsiz bir biçimde yeniden
biçimlendirilmektedir; Ar-Ge için gerekli nitelikli emek gücü bütün üniversitelerden
sağlanamaz. Bunu TÜSİAD raporu da (2003c, s.18) dile getirmektedir:

… yükseköğretim hayatımızda çok önemli değişiklikler


yaşanmıştır. Vakıf üniversiteleri kurulmuş, devlet üniversitelerinin
sayısı 28’den 53’e çıkmış, üniversiteler ülkenin dört bir yanına

65
yayılmaya başlamıştır. Sistem homojen olmaktan çıkıp giderek
heterojen bir karakter kazanmaya başlamıştır. Ayrıca, bilim ve
teknolojinin ülkemiz dahil bütün dünyada ekonomi ve toplum
hayatında daha fazla rol oynaması, yükseköğretim kurumları arasında
farklılaşmayı zorunlu hale getirmiştir. Bu farklılaşma fiili olarak
gerçekleşmeye başlamış; bazı üniversitelerimiz kendilerine değişik
misyonlar tanımaya ve özellikle araştırma–öğretim, sanayi ilişkileri,
lisansüstü eğitim–lisans eğitimi eksenleri üzerinde kendi
konumlarını tanımlamaya başlamışlardır.

Üniversiteler arasında uzmanlaşma başlamıştır. Özel üniversiteler ve belirli


teknik üniversiteler Ar-Ge’ye ve üniversite sanayi işbirliğine yönelik nitelikli emek
gücü yetiştirmek üzere öğretim vermektedirler.48 Aynı raporda belirtildiği gibi, bu
nitelikli emek gücünün oluşturulması için üniversitelere yönelik talepler de artmaktadır
(TÜSİAD, 2003c). Ar-Ge çalışmalarına nitelikli işgücü sağlamanın yanı sıra üniversite
sanayi işbirliği üzerinde önemle durulan bir talep olarak öne çıkmaktadır. Elbette ki
temel amaç bu işbirliklerinde yürütülen temel bilimsel araştırmaların sonuçlarının
ticarileştirilmesidir. Ticarileştirme (ya da metalaştırma) kavramı, teknolojik yenilik
açısından temel bir kavramdır. 1995 sonrası girilen dönem açısından anlamı daha da
belirginleşmektedir. “Üniversiteler ile sanayi işbirliğinin geliştirilmesi” amacıyla
açıklanan ihtiyacı ifade etmekte de kilit önemdedir. Yenilik süreçlerinde ticarileştirme
aşaması, temel bilimsel buluşların, sanayiye ve tüketime uygun hale getirilmesini ifade
eder. Yani temel bilimsel buluşların yürütüldüğü, kamuya ait Ar-Ge kurumları,
üniversitelerdeki Ar-Ge çalışmaları ile sanayi arasındaki bağın kurulması aşamasını
ifade eder. Üniversite ile sanayi işbirliğinin cisimleşmesi için sermaye kesimlerinin
ihtiyaçlarının somutlaşmış biçimi olan araştırma ve geliştirme süreçlerinin ticari
ürünler, yani metalar olarak ortaya çıkması gerekmektedir. Bunun birkaç aracı
bulunmaktadır: “Üniversite sanayi işbirliği”, “Ar-Ge çalışmalarının sadece kamuda
değil, özel şirketlerde de desteklenmesi” ve bu Ar-Ge çalışmalarını yürütebilecek

48
“Ülkemizin özellikle kritik teknolojilerdeki araştırmacı açığının kapatılması, ileri teknoloji alanlarında
kapasite oluşturulması, … beşeri-fiziki kaynakların en etkin şekilde kullanılması amacıyla Devlet
Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı tarafından 2001 yılından itibaren İTÜ, Ankara Üniversitesi ve Gazi
Üniversitesinde İleri Araştırma Eğitim Programları ve Ortadoğu Teknik Üniversitesinde Öğretim Üyesi
Yetiştirme Programı başlatılmıştır. Söz konusu programlar aracılığıyla VIII. Beş Yıllık Kalkınma
Planında öncelikli olarak yer alan konularda 1000’in üzerinde doktoralı araştırmacı yetiştirilecek olup
2005 yılından itibaren bu projelere Ankara Üniversitesi ve Ege Üniversitesinde yürütülecek Öğretim
Üyesi Yetiştirme Programları eklenmiştir. Ayrıca, seramik sanayiinin doktoralı araştırmacı ihtiyacını
karşılamak amacıyla Anadolu Üniversitesinde Seramik Sanayiinin Ar-Ge Yeteneğinin Artırılmasına
yönelik Lisanüstü Ar-Ge Programı başlatılmıştır” (DPT, 2006c, s.255).

66
“nitelikli insan” yani nitelikli emek gücü yetiştirilmesidir. Tez boyunca, bu amaca
yönelik atılan adımların, kurumların özellikle ele aldığımız dönemde arttığını, hatta
genelde bu dönemde başladığını göreceğiz. Üniversite sanayi işbirliğine yönelik temel
program olan ÜSAMP’ın (Üniversite Sanayi Ortak Araştırma Merkezleri Programı)
uygulamaya konması da dönemin başlangıcındadır.49 Program, Bilim Teknoloji Yüksek
Kurulu kararları uyarınca, TÜBİTAK Bilim Kurulu’nun 07 Eylül 1996 tarihli
toplantısında kabul edilerek uygulanmaya başlamıştır.

Zaten Ar-Ge insan kaynakları daha çok üniversitelerde birikmiş olarak


görülmektedir50. Bilginin metalaştırılması, kapitalist üretim sürecine girdi olabilmesi
yani ticarileştirilmesi için sanayinin Ar-Ge “insan kaynakları”nın da zenginleştirilmesi
gerekli görülmektedir (TTGV, 2007). Bu kaynakların üretimi ise üniversitelerin bu
yönde yeniden yapılandırılması ile mümkündür.

Üniversiteler sadece kendi aralarında uzmanlaşmamaktadırlar; aynı zamanda


öğretim olarak da kendi içlerinde giderek daha fazla uzmanlık alanları oluşmaktadır.
Öğretim müfredatı, bu uzmanlık alanlarına göre yeniden biçimlenmekte, yeni bölümler
kurulmaktadır. Bilim üretiminin giderek daha fazla uzmanlık dalına ayrılması üzerine
kuramsal bölümde bütünsel bir çerçeve sunacağız. Ancak bilim üretiminini temel
alanlarından olan Ar-Ge çalışmalarının konuları da bilimini artan uzmanlık dallarını
belirlemektedir. Bu nedenle Ar-Ge için gerekli nitelikli emek gücünün eğitimini
üstlenen üniversitelerde uzmanlık dallarının artışını görmek olanaklıdır.

Özellikle ele aldığımız dönemde açılan yeni bölümlerden birkaçı ve öğretime


başlama tarihleri şöyledir: İTÜ’de Kontrol Mühendisliği (2001–2002 yılında öğrenci
almaya başlamış), Telekomünikasyon Mühendisliği, İmalat Mühendisliği (Makina
fakültesine bağlı, 2003–2004 yılında öğrenci almaya başlamış), 1999 yılında öğretime

49
“[ÜSAMP] özetle üniversite ve sanayi kesimlerinin, teknolojik yaratıcılıkta ve endüstriyel gelişmelerde
temel ve uygulamalı araştırmalar aracılığı ile etkileşimini sağlamak yönünde kurumsal bir yapılanma
öngörmektedir” (Kiper, 2004, s.105–106). Üniversite sanayi işbirliğinin Türkiye’deki durumu için bu
kaynağa bakılabilir.
50
Ergün Türkcan üniversitelere fabrika derken, bugünkü gelişmeye paralel bir öneri sunmaktadır:
“…bizim uzun dönemli yatırım önerimiz bir üniversite yatırımı mahiyetinde, insan gücüne yatırımdır. O
büyük genç kitleyi dezavantajdan avantaja çevirmeyi de onları üniversite fabrikasının içine sokarak
büyük bir üretici haline getirmek şeklinde düşündük” (Türkcan, 1994, s.39)

67
başlayan Sabancı Üniversitesi’nde Mekatronik bölümü, Mikroelektronik Mühendisliği
bölümü, Malzeme Bilimi ve Mühendisliği, Üretim Sistemleri Mühendisliği; Yıldız
Teknik Üniversitesi’nde yeni öğrenci alacak olan Mekatronik Mühendisliği
bulunmaktadır. Ele aldığımız dönemin ortalarında kurulan özel üniversitelerde de Fen
Fakültesi’ne bağlı olarak Enformasyon Teknolojileri (Işık Üniversitesi) ya da sistem
mühendisliği (Yeditepe Üniversitesi) gibi yeni bölümler açılmıştır.51

Tübitak’ın 2005 yılındaki raporuna göre, artan bu uzmanlaşma alanlarının


yanında aynı zamanda meslek standartları ve yeni akreditasyon sistemleri gibi
mekanizmalarla bu nitelikli emek gücünün eğitimi de standartlaştırılmaktadır. Bunun
için ilk başlarda uluslararası denetlemeye başvurulmuş52 ama Türkiye’de akreditasyon
ve eğitim standardının kurumlaştırılması ihtiyacı dile getirilmiştir. Yani bu nitelikli
emekgücünün eğitimi, yetiştirilmesi, sanayinin ihtiyaçları ile geri beslemeli biçimde
sağlanmaktadır.

Ele aldığımız dönem içinde nitelikli emek gücünün yaratılması yönünde yaşanan
değişimleri değerlendirdik. Bu dönem içinde yürütülen Ar-Ge çalışmalarının finansal
kaynaklarını da irdelemek gerekiyor.

1.4.5 Ar-Ge Çalışmalarını Yürüten Sektörler ve Finans Kaynakları

Farklı sektörlerde yapılan Ar-Ge çalışmalarının finans kaynağını incelemek için


TUİK’in konuyla ilgili verilerinden yararlanabiliriz ancak bu veriler 2000 yılından
sonra toplanmaya başlanmıştır. Sırasıyla özel sektörde, Kamu’da ve üniversitelerde

51
ÖSYM’nin 2004 yılı ÖSYS Yükseköğretim Programları ve Kontenjanları Kılavuzu’nda daha önce ayrı
bölümler olarak bulunmayan şu türden alt bölümler vardır: Yazılım Mühendisliği, Bilişim Sistem
Mühendisliği, Biyomedikal Mühendisliği, Biyomühendislik, Elektronik Mühendisliği, Elektronik ve
Haberleşme Mühendisliği, Kontrol Mühendisliği, Telekomünikasyon Mühendisliği, Üretim Mühendisliği,
Uçak Mühendisliği, Uzay Mühendisliği, Mekatronik Mühendisliği, Seramik Mühendisliği.
52
“Türkiye’de ise bu konu ilk kez 1994 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin iki programının
(Kimya ve Maden Mühendislikleri) ABET tarafından ABD’de akreditasyon verilen programlara
denkliklerinin alınması ile gündeme gelmiştir. Bu girişimi takiben, 2004 yılına kadar 4 üniversitenin
(ODTÜ, Bilkent Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi) 11 fakültesindeki 20
değişik mühendislik alanındaki 41 program için ABET’e başvurularak ya denklik alınmış ya da alınmak
üzere işlemler sürmektedir… Dünyadaki ve Avrupa’daki mühendislik programlarının akreditasyonu
konusundaki gelişmeler ve ülkemizdeki mühendislik eğitimindeki sayısal tablo mühendislikte ulusal bir
akreditasyon sistemine duyulan ihtiyacı açıkça göstermektedir” (TÜBİTAK EİK, 2005, s.58).

68
gerçekleşen araştırma geliştirme etkinliklerinin finans kaynakları ele aldığımız dönemin
ikinci yarısında şöyle gelişmiştir:

1 400 000 000

1 200 000 000

1 000 000 000


Özel sektörün finansmanı
Milyon TL

800 000 000 Kamu finansmanı


600 000 000 Diğer yurtiçi finansman
Uluslararası finansman
400 000 000

200 000 000

2000 2001 2002 2003 2004 2005


Yıllar

Grafik 9. Özel Sektörün Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları


Kaynak: TUİK.

TÜBİTAK’ın Ar-Ge yardımları, kamu kesimi finansmanı olarak alınmaktadır.


Görülebildiği gibi özel sektörün Ar-Ge harcamaları içinde halen kamu finansmanının ya
da TÜBİTAK desteğinin oranı çok azdır.

Kamu sektörünün finansman kaynakları ise incelediğimiz ikinci dönemde


şöyledir:

69
450 000 000
400 000 000
350 000 000
300 000 000 Özel Sektör finansmanı
Milyon TL

250 000 000 Kamu finansmanı


200 000 000 Diğer yurtiçi finansman
150 000 000 Uluslararası finansman

100 000 000


50 000 000

2000 2001 2002 2003 2004 2005


Yıllar

Grafik 10. Kamunun Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları


Kaynak: TUİK.
Kamunun Ar-Ge çalışmalarının finansmanında Avrupa Birliği’nin 6. Çerçeve
programı gibi uluslararası kurumların payı az da olsa bulunmaktadır.

Üniversitedeki Ar-Ge çalışmalarının finansman kaynakları ise aşağıdaki gibidir:

1 600 000 000

1 400 000 000

1 200 000 000

1 000 000 000 Özel sektörün finansmanı


Milyon TL

Kamunun finansmanı
800 000 000
Diğer yurtiçi finansman
600 000 000 Uluslararası finansman
400 000 000

200 000 000

2000 2001 2002 2003 2004 2005


Yıllar

Grafik 11. Üniversitelerin Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları


Kaynak: TUİK.

Görülebildiği gibi üniversitelerin Ar-Ge çalışmalarının ana kaynağı, kendi kamu


ödenekleridir. Ancak özel sektörün payı da giderek artmaktadır. 2003–2005 yılları

70
arasında çok az da olsa uluslararası finansman desteği bulunmaktadır. Yüksek öğretime
yönelik yapılan Ar-Ge finansmanının amacı ağırlıklı olarak temel araştırmalar olarak
görülmektedir. Temel araştırmalar yanında özellikle incelediğimiz dönemde kurulan
OTAM gibi otomotiv sanayi ile üniversite “işbirliğine” dair araştırma geliştirme
kurumlarına yönelik destekler de bulunmaktadır. Bu destekler, artma eğilimi
göstermektedir. Üniversite-sanayi işbirliğinin geliştirilmesi, özel kesimin Ar-Ge
çalışmaları ile üniversiteler arasında etkin bağlantıların kurulması, pek çok devlet
kurumu ile sermaye çevrelerinin temel talepleri arasındadır.53 Bu taleplerle uyumlu
olarak grafikten görüldüğü gibi özel kesim desteği de artmaktadır.

1.4.6 Araştırma-Geliştirme Etkinliğinin Kurumlarla ve Yasalarla


Düzenlenmesi

Ele aldığımız dönemi haklı çıkaran en temel göstergelerden birisi, teknoloji ile
ilgili temel kurumların ya bu dönemde kurulmuş olması ya da uzun süredir atıl olmasına
karşın bu dönemde uygulamaya geçtiğinin ilk örneklerinin görülmesidir.

1983’te kurulan ve dönemin başlarına kadar atıl olan Türk Bilim ve Teknoloji
Yüksek Kurulu (BTYK) ve gelişimi ilk örnektir. İkinci toplantısı ancak 1993 yılında
yapılabilmiştir. 1991 yılında kurulan Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı (TTGV) etkin
yapısına ancak Ar-Ge desteklerinin 1995 sonrası verilmesiyle kavuşmuştur. “1995’de
Ar-Ge faaliyetlerine TÜBİTAK aracılığıyla bağış yapılmasını öngören kararname ile
ancak 1990’ların ortalarından itibaren özel kesim Ar-Ge faaliyetlerinin teşvik edilmesi
söz konusu olabilmiştir” (Taymaz, 2000, s.168). 1995’ten itibaren TÜBİTAK
bünyesinde Ar-Ge desteğine yönelik etkin bir birim olarak kurulan Teknoloji İzleme ve
Değerlendirme Başkanlığı (TİDEB) gibi kurumların hepsi de gerçekte üretim yapısında
yaşanan sorunları ve ihtiyaç duyulan gereksinimleri gidermek üzere kurulmuşlardır.
1994’te kurulan Türk Patent Enstitüsü başka bir örnektir.

Yukarıda aktardığımız gibi tam dönemin başında Ar-Ge desteği vermeye


başlayan TÜBİTAK’ın bu desteği krizli yılların ardından özellikle dönemin son iki
yılında büyük bir artış göstermiştir. 2005 yılında TÜBİTAK’ın Ar-Ge projelerine

53
Eğitim ve “insan kaynakları” başlıklı raporlardan buna pek çok örnek verilebilir. Belli başlıları için bkz.
TÜSİAD (2003c), TÜSİAD (2003b), TÜBİTAK EİK (2005), OECD (1996).

71
doğrudan destek miktarı 266 milyon dolara ulaşmıştır (Yatırım Danışma Konseyi
İlerleme Raporu, 2006). Aynı raporlara göre, TÜBİTAK’ın 2005 yılı bütçesi 450
milyon dolar, 2006 yılında bu bütçe 715 milyon dolar olmuştur. Üniversitelere ise 68
milyon dolar Bilimsel Araştırma proje desteği verilmiştir. TÜBİTAK tarafından
kuruluşundan sonraki 40 yıl boyunca (1964–2004) üniversitelere verilen bilimsel
araştırma proje desteği toplam 133 milyon dolar iken 2005 yılında bunun yarısından
fazla destek verilmesi, incelediğimiz dönemin ikinci yarısında Ar-Ge harcamalarına
verilen destekteki artışa çarpıcı bir örnektir.

Öte yandan uluslararası rekabete açılma ile birlikte özellikle ikili yapıya hakim
olan sermaye kesimlerinden başlayarak bunların yan sanayisi konumunda olanlar ve
giderek imalat sanayinin tümü için, standartlar önemli bir engel haline gelmiştir.
Uluslararası standartlar, gümrük duvarlarının indirilmesiyle birlikte iç pazarı da etkiler
hale gelmiştir. İleride göreceğimiz gibi, sektör uzmanlarının temel şikayetlerinden birisi
standartlaşmanın yeterli düzeyde yapılamaması ise hemen ardından uluslararası
standartların ulusal kurumlarca tespit edilip belgelendirilmesinin gerekliliğidir. Bu
konuda Ulusal Metroloji Enstitüsü (UME) incelediğimiz dönemde kurulup
etkinleştirilmeye başlamıştır. Ama belli başlı uluslararası standartların belgeleri hala
ülke dışındaki standart kurumlarından alınmaktadır.

1995’ten beri patent sayısının düzenli bir biçimde artmasının önemli etkenlerden
birisi, fikri mülkiyet haklarının düzenlenmesidir. Yasal düzenlemeler bu dönemden
itibaren hayata geçmiştir. Öte yandan kurumsal standartların belirlenmesi açısından
Türkiye, 1997’den beri Patent İşbirliği Anlaşması’nın (PCT) resmi bir üyesidir. Ayrıca
2000 yılından beri de Avrupa Patent Birliği’nin (EPC) üyesidir. Her iki anlaşmanın
uygulamalarını da kabul etmiştir. Bu da 2000 yılında en yüksek noktasına ulaşan
yabancı patent başvurularının yolunu açmıştır. 2001 krizi nedeniyle patent artışının
yükselmesi azalmışsa da marka ve sınai tasarım başvuruları artmaya devam etmiştir
(TTGV, 2006:16).

Özellikle dönemin ikinci yarısında hazırlanması sürekli gündeme getirilen ancak


2008 yılında yürürlüğe giren Ar-Ge kanunu, gerçekte incelediğimiz dönemin sonlarında
ihtiyaç olarak belirmiş ve tartışılmaya başlanmıştır. Bu dönem böyle bir kanuna geçiş
olarak sık sık Ar-Ge teşviği yönünde vergi düzenlemeleri yapıldı. Bunlardan biri ele

72
aldığımız dönemin sonlarına denk gelmektedir: Gelir ve Kurumlar Vergisi
Kanunlarında yapılan değişikliklerle, 31 Temmuz 2004 tarihinden itibaren, “vergi
mükelleflerinin işletmeleri bünyesinde gerçekleştirdikleri münhasıran yeni teknoloji ve
bilgi arayışına yönelik araştırma ve geliştirme harcamaları tutarının % 40’ı oranında
hesaplanacak ‘Ar-Ge İndirimi’ Şubat 2005’ten itibaren yürürlüğe koyulmuştur.54

Vergi indirimlerinin yanı sıra, incelediğimiz dönemin ikinci yarısında Teknoloji


Geliştirme Bölgeleri’ndeki yatırım faaliyetlerine yönelik teşvikler, bu özel yatırım
alanlarında faaliyet gösteren şirketler için sağlanan bazı yeni vergi avantajları ile
artırılmıştır (Yatırım Danışma Konseyi İlerleme Raporu, 2005).

Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu incelediğimiz dönemin ortasında 2001


yılında yürürlüğe girmiştir. 26 Haziran 2001 tarih ve 4691 nolu Kanuna dayanarak 2005
yılı Eylül ayı itibari ile toplam 18 tane Teknoloji Geliştirme Bölgesi (TGB)
kurulmuştur. Bunlar Ankara Üniversitesi TGB, Ortadoğu Teknik Üniversitesi TGB,
Hacettepe TGB, TÜBİTAK-MAM TGB, İzmir TGB, Yıldız Teknik TGB, Gebze TGB,
İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Arı Teknokent TGB, Kocaeli Üniversitesi TGB,
Eskişehir TGB, Selçuk Üniversitesi TGB, İstanbul Üniversitesi TGB, Batı Akdeniz
Üniversitesi TGB, Trabzon TGB, Erciyes TGB, Çukurova Üniversitesi TGB, Erzurum
Ata Teknokent TGB ve Mersin TGB’dir (DPT, 2006c, s.255). 2006 yılında sayısı 23’e
ulaşan ve 14’ü faaliyete geçmiş olan bu bölgelerdeki şirketlere 2004 yılının başında
vergi muafiyeti gibi bazı muafiyet ve teşvikler sağlanmıştır.55

Teknoloji desteği konusunda önemli bir diğer kurum, Teknoloji Geliştirme


Vakfı’dır (TTGV). TTGV tarafından özel sektör Ar-Ge projelerinin finansmanı için
uygulanmakta olan “Teknoloji Geliştirme Finansmanı” faaliyetleri Hazine ve Dış
Ticaret Müsteşarlıklarının sağladığı kaynak ile sürdürülmektedir. TTGV 1996–1999
yılları arasında yıllık ortalama 71 başvuru almıştır. Bu rakam 1999–2005 döneminde
yıllık ortalama 150 başvuruya çıkmıştır. TTGV, bu projelerin yaklaşık üçte birini
desteklemiştir. Vakfın fonlarından KOBİ’lere ve erken aşama/başlangıç (start up)

54
Kurumlar Vergisi Genel Tebliği (Seri No:86) (R.G.20.02.2005/25733).
55
Ayrıntılar için bkz. (Yatırım Danışma Konseyi İlerleme Raporu, 2005, s.22–23).

73
düzeyindeki girişimcilere verilenlerin oranı toplam fonun %80’i civarında olmuştur
(Taymaz, 2006, s.16).

Teknoloji Geliştirme Projeleri, 1991–2007 yılları arasında toplam 528 proje


sözleşmesi bağıtlamıştır. Bu dönemde projelere kullandırılan tutar 130 milyon dolara
yakındır. Bağıtlanmış destek tutarı ise 186 milyon dolar civarındadır. Bu dönemde
desteklenen firmaların %78’i KOBİ niteliğindedir. Geriye kalanı büyük
şirketlerdir. Bu firmaların yarıya yakını yeni (0–10 yıllık) kurulmuşlardır. Eski
firmaların (30 yaşından büyük) oranı %8’lerdedir (TTGV, 2007b).

Bu dönemde verilen desteğin sektörlere göre dağılımları aşağıdaki gibidir:

Sektörlerin Payı

Kimya
Elektronik-
5% Elektronik- Elektromekanik
Elektromekan Malzeme
Biyoteknoloji
ik
8%
24%
Enformasyon Makina
17%
Enformasyon
M alzeme
M akina 23%
23% Biyoteknoloji

Kimya

Grafik 12. Teknoloji Destek Fonlarının Tutarına göre Sektörlere Dağılımı (1991-2007)
Kaynak: (TTGV, 2007b).

Buradaki iki özellik önem taşımaktadır. Firmaların KOBİ niteliği ve yeni


kurulmuş olmaları ile bu teknolojik destek alanlarının özellikleri. Bu firmalar, ileride
teknoloji yaklaşımlarında değineceğimiz “sınama tahta”sı niteliğine uygundurlar. Başka
bir yaklaşımla bakıldığında, teknolojik öğrenme kapasitesinin geliştirilmesi için
“kuluçka” ortamına uygun işletmelerdir. Bir yandan teknoloji üretiminin doğası gereği
uzmanlaşmış, nitelikli, teknoloji düzeyi yüksek işletmelerdir, bu özellikleriyle imalat
sanayinin genelindeki gibi teknolojik düzeyi ve nitelikli emek gücü oranı düşük olan
KOBİ’lere benzememektedirler. Ancak yanıltıcı olmaması için, bu işletmelerden

74
bazıları büyük şirketlerin yan kuruluş olarak kurdukları, Ar-Ge şirketleridirler; büyük
şirketlerden bağımsız hukuksal yapıları yüzünden de KOBİ niteliğinde sayılmaktadırlar.
İkinci özellik ise yardım alan Ar-Ge konularına dairdir. Bu konular ürün yeniliğine dair
olduğu gibi (malzeme, biyoteknoloji, kimya), üretim süreci yeniliğini (elektromekanik-
elektronik) de kapsamaktadır.56

Dış Ticaret Müsteşarlığı da (DTM) 1995 yılından itibaren Ürün Geliştirme Ar-
Ge Sermaye Desteği’ni başlatmıştır. 2003 yılına gelindiğinde TÜBİTAK-DTM’nin
vermiş oldukları desteklerin sonuçları şöyle yansıyor (Radikal, 21 Ağustos 2003):

1995'te TÜBİTAK ve DTM'nin çalışmasıyla Ar-Ge


harcamalarının teşvik edilmesi, Türk sanayiinde dünya devleri yarattı.
Firmalara yedi yılda 105 milyon dolar kaynak sağlandı… 1995'te
TÜBİTAK'ın girişimi ve Dış Ticaret Müsteşarlığı (DTM) işbirliğiyle
Teknoloji İzleme Değerlendirme Başkanlığı (TİDEB) bünyesinde
sanayiye Ar-Ge desteğinin artırılması çalışmalarında yedi yılda
sanayinin Ar-Ge içerisindeki payı yüzde 20'den, 40'a ulaştı. Fiat
Doblo, Ford Transit Connect ve Arçelik Direct Drive çamaşır
makinasinin de yer aldığı ve 105 milyon dolar kaynak ayrılan 1550
projenin 800'ü tamamlandı.

Ar-Ge desteklerinin “devler yaratması” tartışmalı olmakla birlikte sanayinin


devlerine daha fazla hizmet ettiğini söylemek olanaklı gözükmektedir. Zira sayılan
otomotiv firmaları yabancı ortaklı büyük şirketlerdir. Bir tek Arçelik yerli sermaye
yapısına sahiptir. Arçelik, 2004 yılı itibariyle, Türkiye’de verilen patentlerin tek başına
%10’una sahip durumdadır (Eroğlu ve Özdamar, 2006).

Türk Patent Enstitüsü’nün 1994’de kurulmasıyla birlikte, patent istatistikleri de


açıklık kazanmaya başlamıştır. 1995 ile 2006 yılları arasında yıllık bazda olmak üzere,
1923’ten 2003’e kadar patent başvuruları ve tescillenen patentlerin tablosu aşağıdaki
gibidir:

56
Kuşkusuz iki alan da birbirine geçişlidir. Kimya alanındaki bir yenilik, pekala üretim sürecindeki bir
yenilik de olabilir. Öte yandan ürün yeniliği, üretim sürecindeki bir yeniliğe yol açar.

75
Tablo 12 Patent İstatist i kleri

Patent İstatistikleri

PATENT BAŞVURULARI VERİLEN PATENTLER


YILLAR YERLİ YABANCI TOPLAM YERLİ YABANCI TOPLAM
1970 89 547 636 43 382 425
1975 98 512 610 30 432 462
1980 134 527 661 32 452 484
1985 132 461 593 61 324 385
1990 138 1090 1228 48 438 386
1995 170 1520 1690 58 705 763
1996 189 713 902 47 554 601
1997 203 1328 1531 7 443 450
1998* 207 2276 2483 31 743 774
1999 276 2744 3020 28 1097 1125
2000 277 3156 3433 23 1113 1136
2001 337 2877 3214 58 2051 2109
2002 414 1460 1874 73 1711 1784
2003 490 662 1152 93 1087 1180
2004 685 1577 2262 68 1868 1936
2005 935 2526 3461 95 3077 3172
2006 1090 4075 5165 122 4183 4305
Kaynak (Çakmakçı, 1999) ve 1995 sonrası için Türk Patent Enstitüsü’nün 16 Mart 2007 tarihli
raporlamasından derlendi.
* 1998’den itibaren verilen patentlere, TPE dışında uluslararası anlaşmalar olan, Avrupa Patent
Anlaşması (EPC) ile Patent İşbirliği Anlaşmasınca (PCT) verilen patentler de dahil edilmiştir.

Tabloya göre, son yıllarda yerli patent başvurularında artışlar görülmektedir.


Yerli patent başvurusu 1995 yılında 170, 1999 yılında 276, 2000 yılında 277, 2001
yılında 337, 2002 yılında 414, 2003 yılında 490 ve 2004 yılında 685 olarak
gerçekleşmiştir. 2004 yılında kabul edilen yerli patent başvurusu sayısı 68, yabancı
patent başvurusu sayısı ise 1868 olarak geçekleşmiştir.

Albeni ve Karaöz’ün 1998-2003 yılları arasında resmi patent kayıtlarını


inceleyerek çıkardıkları sonuçlara göre, 1685 adet kayıt ile ABD, Türkiye’de en çok
patent koruması alan ülke konumundadır. ABD’yi ikinci olarak Almanya (1622)
izlemektedir (Albeni ve Karaöz, 2005).

1998-2003 yılları arasında patentlerin çeşitli sektörlere göre dağılımı ise


şöyledir:

76
Tablo 13 Ulu sal Pate ntlerin Se ktörel Dağılı mı ve Yaba ncı Patent ler

Türkiye'de Alınan Ulusal Patentlerin Sektörel Dağılımı ve Yabancı Patentler

Ulusal Patentler
Yabancı
Sektörler 1998 1999 2000 2001 2002 2003 1998-
Patentler 1998-
2003
2003
Kimyasal madde 6 11 8 13 14 20 72 3351

B.y.s. makina ve teç, 5 5 10 11 16 18 65 811

B.y.s. elektrikli makine ve


5 2 0 0 15 17 39 414
cih.

Mobilya 0 1 2 15 0 2 20 441

Metal eşya sanayi 4 0 1 1 7 4 17 212

Metalik olm. diğ. mineral


2 2 0 0 2 7 13 204
ürünler

Tıbbi; hassas ve optik alet 0 2 1 0 5 5 13 215

Gıda ve içecek 0 1 0 2 1 7 11 134

Plastik ve kauçuk ürünleri 1 4 0 1 3 1 10 201

Motorlu kara taşıtları ve


2 1 1 4 1 1 10 201
parçaları

Diğerleri (13 adet) 1 2 3 11 8 12 37 1053

Toplam 26 31 26 58 72 94 307 7237

Kaynak (Albeni ve Karaöz, 2005).


Görüldüğü gibi ulusal patent sayıları ile Türkiye’de alınan yabancı patent
sayıları arasındaki fark çok büyüktür. Bu yıllar içerisinde ulusal patentlerin %23,5’unu
içinde ilaç sanayinin de bulunduğu Kimya sektörü almıştır. İkinci sırada gelen başka
yerde sınıflandırılmamış makina sektörünün toplam yerli patentlerdeki payı %21,2’dir.
Başka yerde belirttiğimiz gibi beyaz eşya üreten bir şirketin Türkiye’de en fazla patent
alan şirket olduğu hatırlanırsa, bu sektörde başı çeken ürün elektrikli ev eşyası üretimi
olmalıdır. Motorlu kara taşıtlarının payı ise diğerlerine oranla az görünmektedir.

77
Patentlerin yanı sıra faydalı model57 istatistikleri de önemlidir. Bu sıralamada ilk
sırayı b.y. s. makina ve teçhizat almaktadır. Bu sektör 1998-2003 döneminde 620 model
tescil ettirmiştir. Bu ise kabul edilen tüm faydalı modellerin %36’lık kısmını
oluşturmaktadır. Bu sektörü takiben 223 patent ve %13.5 ile 36 numaralı Mobilya
sektörü izlemektedir. 31 numaralı başka yerde sınıflandırılmamış elektrikli makine ve
cihazları sektörü ise 124 patent ile % 7.2’lik bir pay elde etmiştir (Albeni ve Karaöz,
2005).

2005 yılı Eylül ayı itibari ile Bilimsel Atıf Endeksi (Science Citation Index)
istatistiklerine göre Türkiye toplam yayınlara göre ülke sıralamasında 19. sırada, Fen
Bilimleri Atıf Endeksinde 20. sırada ve Sosyal Bilimler Atıf Endeksinde 22. sırada
bulunmaktadır (DPT, 2006c). Türkiye’nin bu endekste, Fen Bilimleri dalında 1980’li
yılların sonunda 41’inci sırada olduğu düşünülürse, bilimsel üretimde özellikle 1995
sonrası hızlanan sürekli artış görülebilmektedir. Doçentlik ölçütlerinin artırılması,
uluslararası yayınlara yapılan devlet teşvikleri bunun önemli nedenleri arasındadır
(Atamer vd., 2002). Ancak 1990 sonrası ivmelenen yayın sayısı artışına karşılık bu
yayınların niteliğinin düştüğü de sık sık işaret edilen bir gerçek olarak görülmektedir
(Onat, 2003). Bu yayınlara yapılan atıf, yayınların etki faktörü ivmelenmeye ters oranla
azalmıştır (Göker, 2003). Bu gerçek ise tam da bilim üretim sürecinin teknoloji üretim
sürecine doğru evrildiğini ve kendisinin bir üretim süreci niteliğini taşımaya başladığını
gösteren çarpıcı olgulardan biridir. Bilimsel üretimde temel bilimsel araştırmalar
kademelenmekte, bu bilimsel araştırmalara konu olabilecek, yan sonuçları olabilecek ya
da daha büyük soruların açılmasına olanak taşıyacak küçük bilimsel yenilik, buluş,
araştırmaların etkinlik alanı genişlemektedir. Öte yandan bu bilimsel araştırmanın
sonuçlarının teknolojiye dönüşmesi, yani üretime uygulanması aşaması çok daha
kısalmıştır. Daha da ötesi, bilimsel yayınların gündemleri bu metalaşma-ticarileşme,
teknoloji üretimine yönelik, bunu koşullayan gündemlerdir. Dolayısıyla bilimsel
üretimin koşulları olarak bu bilimsel yayınlar ve araştırma temeli, bilimi ve teknolojiyi

57
“Faydalı model de bir tür patenttir. Ancak, faydalı model belgesi verilirken, patent için aranan üç
kriterden sadece “Yenilik” ve “Sanayie uygulanabilirlik” aranır. “Tekniğin bilinen durumunun aşılması”
şartı aranmaz. Patentler de koruma süreleri incelemesizlerde 7 ve incelemelilerde 20 yıl iken, faydalı
model koruması 10 yıldır” (Albeni ve Karaöz, 2005).

78
iç içe geçirdiği kadar kendisinin de kapitalist toplumun değerlenme yasalarına tabi
olduğu bir üretim sürecine dönüştürmektedir.

1.4.7 Teknoloji Alt Yapısının Gelişmesi:

İncelediğimiz dönem, aynı zamanda Türkiye’de bilgisayar, iletişim gibi bilişim


sistemlerinin ve internet kullanımının yaygınlaşmaya başladığı ve ticarileştiği dönemdir.
Dünyada internetin kullanımı son on yıllarda çok çarpıcı ve hızlı bir biçimde gelişti.58
Bu gelişmenin dünyadan Türkiye’ye yansıması başka şeylerden daha kısa olmuştur.
Zamanın TÜBİTAK Başkanı Namık Kemal Pak, 2001 yılı verileriyle en azından
incelediğimiz dönemin ilk yarısı için bu gelişmeyi şöyle anlatmaktadır (Capital Dergisi,
1 Nisan 2001):

Türkiye internete tam olarak 1993 yılında girdi. Çok fazla


gecikme olamadan. Eskiden bir teknolojinin bir ülkeden başka ülkeye
geçişi 40–50 sene alırmış. Şimdi 7–8 senede geçiyor. …Cep telefonu
kullanımındaki artış beş misli. İletişime çok fazla önem veriyoruz.
Bilgisayarlaşmadaki artış 2 misli iken, internetteki artış 6 misline
çıkmış... Ama bu sizi yanıltmasın. Çünkü, zaten çok düşük bir
değerden daha az düşük bir değere geçildi. Sabit telefonlarda,
telefonlaşma 1997’de yüzde 82 imiş, 2000’de yüzde 87’ye çıkmış. …
Telekomünikasyon uydumuzun dördüncüsü yolda. Demek Türkiye
dijitalleşme yolunda epeyce mesafeler almış.59

2005 yılına gelindiğinde, Türkiye’de internet kullananların sayısı 18,5 milyon;


ADSL abonelerinin sayısı 2,5 milyon olmuştur (TÜBİSAD Broşürü, 2007). TESİD
verilerine göre, 1995 yılında 320 bin cep telefonu abonesi varken, bu sayı 2007’de 55
milyona ulaşmıştır, ki bu sayı TÜBİSAD broşürüne göre, Avrupa’da dördüncü büyük
pazar demektir. Üstelik aynı broşüre göre, cep telefonu pazarı henüz yarı yarıya
doymuştur. 2001 yılında 9 milyar dolar olan Bilişim ve İletişim Teknolojileri pazarı
2006 yılında 22,7 milyar dolara ulaşmıştır. Bunun 17,4 milyar dolarını (2001 yılında 6,8
milyar dolar) iletişim teknolojileri oluştururken, geri kalan 5,3 milyar dolarını bilişim

58
“… global olarak dünyadaki internet kullanıcılarının sayısı, bugün için 1 milyarı geçmiş durumda.
Bunların yaklaşık 215 milyonu geniş bant aralığında abone olmuş durumdalar, bu rakam 1999’da 5
milyonun altındaydı” (Capital Dergisi, 1 Haziran 2006).
59
“Yeni teknolojilerdeki ‘artış’ iyi ama mutlak değerler olarak artmaları da gerekiyor. Mutlak değerler
olarak bakıldığında OECD ortalamalarının oldukça altındayız. …Demek Türkiye dijitalleşme yolunda
epeyce mesafeler almış ama alması gereken daha çok mesafe olduğunu da ihmal etmemek
gerekiyor”(Capital Dergisi, Ne kadar Dijital? 1 Nisan 2001).

79
teknolojileri (2001 yılında 2,4 milyar dolar) pazarı oluşturmaktadır. Görülebildiği gibi
iletişim teknolojileri iç pazarı daha hızlı büyümüştür. Ancak büyüyen Bilişim ve
İletişim Teknolojileri iç pazarı, üretim ve alt yapısı açısından bir değişimi de
beraberinde getirmiştir.

Bunun önemli toplumsal sonuçları olmuştur ve bu toplumsal değişimin üretime


yansımaması da beklenemez. Finansal sistemin yeniden yapılanmasından,
bankamatiklerin, kredi kartlarının, internetin kullanımına kadar tüketim ve dolaşım
alanına yansıyan değişiklikleri üretim alanına yansıyan değişiklikler izlemiştir.
Muhasebe, envanter tutma, satış planlama, bürolar arası bilgi akışı, üretim sürecinin
otomasyonu, bayilerle ilişki, müşteri takibi, tedarikçilerle kurulan esnek ilişki60 gibi
üretim alanıyla ilgili pek çok düzeyde değişim incelediğimiz dönem içinde ticarileşmiş,
yaygınlaşmıştır.

Bu konuda Microsoft Türkiye şirketi tarafından yapılan bir araştırmaya DPT


raporu da itibar etmektedir (DPT, 2007, s.233). Buna göre, 2003 yılı itibariyle donanım
ve yazılımın KOBİ niteliğindeki şirketlerde kullanımı şu sonuçları vermektedir:

• KOBİ’lerin %62’si teknoloji yatırımlarını ekonomi düzelinceye kadar


ertelemiştir. (Bu araştırma kriz sonrası toparlanmadan önce yapılmıştır. Bu gözetilirse
veri şu anlama gelir: Toparlanmayla birlikte teknoloji yatırımı yapmayı tasarlayan
KOBİ oranı en az bu kadar olacaktır.)

• Bilişim teknolojileri için ayrılan ortalama kaynak 5.162 ABD Doları’dır.

• İşletmelerin %49’u 2002 yılında 12 ay içinde en az 1 adet PC almıştır.


Bilgisayar kullanan çalışan sayısı, 2000–2002 yılları arasındaki 3 yıllık dönemde
%58’den %66’ya yükselmiştir.

60
“İmalatçılarımız her hafta pazartesi günü 6 aylık malzeme tahmin programlarımızı FOSN (Ford Otosan
Supplier Network) intranet uygulamamızdan izleyebiliyorlar, sistemlerine indirebiliyorlar. Her gün,
ilerdeki ilk 14 gün için verdiğimiz sevkiyat programlarımızı izleyip, sevkiyatlarını gerçekleştiriyorlar.
Milkrun dediğimiz uygulamamız dahilinde, TNT, planlı seferler düzenleyerek parçalarımızı
imalatçılarımızdan belli saatlerde toplayarak, fabrika içindeki kullanım yerlerine en yakın, daha önceden
belirlediğimiz kapılardan boşaltıyorlar. İmalatçılarımız, parçalarını, fabrikalarından TNT araçlarına teslim
ettiği anda, FOSN uygulamamız yardımı ile, sevkiyat bilgisini bize elektronik irsaliye ile bildiriyor”
(Capital Dergisi, 1 Haziran 2003).

80
• Internet kullanım oranı %72’den %80’e yükselmiştir.

• Web sitesi olan KOBİ oranı %40’tan %53’e yükselmiştir.

• E-ticaret yapan KOBİ oranı %2’den %7’ye yükselmiştir.

• KOBİ’lerin %53’ü işletmelerde yerel ağ (LAN) kullanmaktadır.

• KOBİ’lerde en çok kullanılan yazılımlar; %83 ile kelime işlemci ve elektronik


tablolama programları ve %76 ile muhasebe programlarıdır.

Bu verileri güncellemek olanaklıdır. Son TUİK verilerine göre bütün ekonomik


faaliyet yürüten kurumların (imalat, inşaat, hizmet, eğlence vb.) genel olarak %88’inde
bilgisayar, %80’inde internet kullanılmaktadır. İmalat sanayi genelinde şirketlerin bu
teknolojik altyapıdan yararlanma düzeyi şöyledir: İstihdamı 250’den büyük şirketlerin
tamamında bilgisayar kullanılmaktayken, 50 ile 250 çalışan arasındaki işletmelerde bu
oran %98, elli çalışandan az istihdamın olduğu işletmelerde bilgisayar kullanımı ise
%81’dir. İnternet kullanımı ise bu sıralamaya göre, büyük şirketler için %100 iken,
diğerlerinde %95 ve %73’tür. Bu imalat sanayinin işletme yapıları düşünüldüğünde
önemli bir orandır. Üretimin bilişim ve iletişim teknolojilerine yönelik yüksek
bağımlılığını göstermektedir. TUİK, bu internet kullanımının amaçlarını derleyen bir
istatistik de yayınlamaktadır. Genel olarak bütün ekonomik faaliyetlerin büyük bir kısmı
interneti esas olarak bankacılık ve finansal işlemler (%75) ile piyasayı izlemek
(işletmelerin %68’i) için kullanmaktadır. Eğitim öğretim ile dijital ürün ve hizmetlerin
temini için kullananlar ise toplamın %35’i civarındadır. İmalat sanayi özelinde ise,
işletmelerin %78’e yakını interneti bankacılık ve finansal işlemler için, %68’i piyasayı
izlemek için, %41’i dijital ürün ve hizmetlerin temini için, %37’si ise eğitim öğretim
için kullanmaktadır. Aynı verilere göre, büyük şirketlerin (250+) %88’i bankacılık ve
finansal işlemler ile piyasa takibinde interneti kullanmaktadır. Bu şirketlerin %63’e
yakını dijital ürün ve hizmet temininde de internet kullanmakta, eğitim için kullananlar
da yarıyı geçmektedir.

Bilişim teknolojisine yönelik üretim alanındaki bu talep donanım açısından yerli


üretimle karşılanmamaktadır. Donanım ithal edip satan ya da monte eden şirketlerden
oluşan bir alt sektör yapısı bulunmaktadır. Buna karşılık yazılım sektörü gelişme

81
göstermektedir. Özellikle muhasebe programları, ERP/MRP, CRM yazılımları, GSM
operatörlerine VA sistem yazılımları, diğer sistem yazılımları alanında gelişmektedir.
Bu gelişmeleri ayrı olarak incelediğimiz endüstriyel elektronik sektöründe ayrıntılarıyla
aktaracağız.

Ancak görüldüğü gibi bilişim ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması ve


toplumsal üretim sürecine nüfuz etmesiyle birlikte kurulan alt yapı, talep ve gelişim
açısından üretimi dolaysızca etkilemektedir. Bu gelişme, sadece bu alt yapıya yönelik
üretimi tetiklemekle kalmamakta; aynı zamanda kendisi genel olarak üretimi
hızlandırmakta, onda temel bir dönüşüm sağlamaktadır. Bu alt yapının kendisi genel
olarak dünya çapında bilimsel üretimin gerçek boyunduruk altına alınması çabasının bir
ürünü olduğu gibi, aynı zamanda bu bilimsel üretimi katlanarak hızlandırmaktadır.
Bilimsel üretimin gerçek boyunduruk altına alınma girişimini, çalışmanın 2. bölümünde
bütün boyutlarıyla ve ayrıntılı bir biçimde inceleyeceğiz. Bilim ve teknoloji üretimine
yönelik kuramsal yaklaşımları değerlendirdikten sonra, geç kapitalistleşen ülkelerde
teknoloji edinme ve üretme ilişkisi üzerinde duracağız. Ancak bu bölüme geçmeden
önce, Türkiye’de üretimdeki değişimin ve değişen teknoloji ihtiyacının bir yansıması
olarak teknoloji düşüncesinin ve teknolojiye bakışın değişimini değerlendirmek
gerekiyor. Türkiye’de ekonomiyi yönlendiren belli başlı kurumlar ile iktisat disiplinin
teknolojiye bakışındaki tarihsel değişimi izleyen alt bölümde ana hatlarıyla
irdeleyeceğiz. 1990’lar ile artan “teknoloji” vurgusunu, bunun iktisatçılar üzerindeki
yansımalarını ele alacağız.

1.5 Türkiye’de Teknolojiye Bakışın Değişimi Üzerine Notlar

1980 öncesinde “teknoloji” söylemi temel bir rol oynamamaktadır. Burada


TÜSİAD gibi sermaye kurumları ile DPT gibi planlama çizgisindeki devlet kurumları
arasında önemli bir ayrım vardır. DPT raporlarında teknolojik değişim sermaye/emek ya
da sermaye/çıktı gibi göstergelerle incelenir, sanayinin yapısı değerlendirilir. Örneğin
DPT’nin hazırladığı, bu konuya dair en önemli belgelerden biri olan, “Türkiye İmalat
Sanayiinde Sermaye ve İşgücü” (TİSSİ) Raporunda teknolojik değişme, henüz kendi
başına ele alınmasa da sermaye ve sanayileşme ekseninde irdelenir. Ancak TÜSİAD
gibi sermaye örgütlerinin raporlarında sanayileşme alt yapısı, döviz açığı teknoloji

82
söylemine göre çok daha baskındır. Aslında bu raporlarda teknoloji kelimesi çoğunlukla
geçmez.

1977 yılında yayınlanan Türkiye İmalat Sanayiinde Sermaye ve İşgücü


Raporu’nda 3. bölüm teknolojik değişmeye ayrılmıştır ve teknolojik değişme, üretim ve
sermaye yapısı ekseninde, onun bir parçası olarak değerlendirilir.61 DPT’nin hazırladığı
bu raporda kurumun planlamacı geleneği “teknolojik değişme”yi ele alırken de
kendisini göstermektedir. Teknoloji, bu tezin çerçevesine yakın biçimde (ama artı-değer
kuramına oturtulmadan ve bilim üretim süreci üzerinde ayrıca durulmadan) sermaye
birikimi ile yoğunlaşması ekseninde incelenir. Teknolojik değişiklikler, teknolojik yapı
ve ürün bileşimindeki değişiklikler, sermaye yoğunlaşması, ölçek gibi sermaye eksenli
bir analizle ele alınmıştır. Verimlilik, “üretimin toplanması” ve “sermaye yoğunluğu”
ile ilişkili olarak irdelenmiştir. TİSSİ raporu, ithal edilen teknolojinin sermaye yoğun
teknoloji olması yüzünden imalat sanayinin geri kaldığı yönündeki görüşleri eleştirir.
Rapora göre, “iyi planlanmış bir teknoloji transferi politikası” gereklidir (TİSSİ, 1977,
s.200). Bu transfer politikası, yeni iş alanlarının açılmasına, işgücü talebinin artmasına
engel olmaz. Görüldüğü gibi TİSSİ raporu, sanayileşme ve teknolojik değişim
konusunda en ileri ve kapsamlı raporlardandır. İmalat sanayini ve ekonominin diğer
kesimlerini en fazla etkileyen sektörün yatırım malları üretimi olduğunu, bu sektörde
gelişmenin gerekliliğini vurgulamakla kalmaz, ekonomik yapıyı olduğu gibi teknolojik
gelişmeyi de en fazla etkileyen bu sektöre vurgu yapar. Yani üretim araçları üretimi ile
teknolojik değişme arasındaki ilişkiyi sermaye eksenli olarak kurar. Ancak bilimsel
üretim sürecinin kendisini, bu üretimin yatırım ve tüketim malları ile ileri geri bağlantı
etkilerini ele almaz. Öte yandan, bugün ile karşılaştırıldığında haklı olarak raporun
önceliği sermaye ve üretim yapısı üzerinedir, teknolojik değişme ve teknoloji transfer
politikası buna bağlanır. Teknoloji üretimi, sermaye birikimi ve sanayileşme yolunda
atılması gereken adımlar yüzünden henüz gündemde değildir. Zaten raporun adı,
sanayileşme için öngörülen temel etkenleri vurgular, sermaye ve işgücü. Kısacası bu

61
1980 öncesi en ileri teknolojik değişme değerlendirmelerinden biri TİSSİ raporunda yer almaktadır:
“Mühendislik bilgisi ile donatılmış ayrıntılı alan araştırmaları dışında ‘teknolojik değişme’ genellikle
birkaç ‘ölçülebilir iktisadi değişken’ açısından incelenir. Bu çalışmanın bilgi kaynakları da, ‘teknolojiyi’
sermaye/emek oranları, sermaye/çıktı katsayıları ya da işyeri kalabalıklığı gibi göstergelerle
tanımlamaktan, ‘teknolojik değişikliği” de bu göstergeler aracılığıyla ölçmekten başka olanak
tanımamaktadır” (TİSSİ, 1977, s.64).

83
raporda, teknoloji 1980 öncesine göre önemli bir biçimde ele alınsa da sermaye, üretim
yapısı önceliklidir.

Buna karşılık sermaye kesiminin temsilci olan TÜSİAD’ın raporlarında


“teknoloji” kelimesinin neredeyse adı geçmez. Örneğin, Tüsiad’ın 1979 yılını
değerlendirdiği raporda o yıllardaki temel sanayi yapısının 1960’larda kurulduğu,
“planlamanın ekonomik politikanın temel aracı” olarak kavrandığı belirtildikten sonra,
Türkiye’nin bütünsel bir altyapısı olmadığı söylenir. Alt yapının ilk unsuru henüz yeni
şekillenmiştir: bu unsur ise bugünkü gibi “insan kaynakları” ya da “beşeri sermaye”
değildir, aksine bahis konusu unsur sanayi burjuvazisidir.62 Raporun değerlendirmesine
göre, altyapının ikinci unsuru, limanlar, santraller, yollar, su kaynakları yani fiziksel
altyapıdır. Bu da henüz yeni inşa edilmiştir. Alt yapıda teknoloji adı anılmamakta, terim
raporun genelinde başlık ya da ara başlık olarak geçmemektedir. Verimlilik, işgücü
verimliliği olarak tarımda ve sanayide ele alınmakta, teknolojiden bahsedilmemektedir
(Tüsiad, 1979, s.91-92). İletişim, radyo ve televizyon alt bölümlerinde de 3. plan
döneminde hedeflere ulaşıldığı belirtilirken bırakın teknolojiye ve önemine özel bir
göndermeyi, teknoloji kelimesi kullanılmamaktadır. Sanayileşme, döviz açığı, pazar
yapısı, iç pazar, yatırımlar ve KİT’ler raporun temel temasıdır.

1981 yılını değerlendiren Tüsiad raporu için de benzer bir durum söz konusudur.
Üretim yapısı ve dış ticaretin serbestleştirilmesi, döviz kurundaki düzenlemeler,
işgücüne yönelik baskı, parasal, finansal düzenlemeler, fiyatlamalar ile kamu
sektörünün daraltılması raporun temel konularıdır (Tüsiad, 1981). Teknoloji özel olarak
yer almamaktadır.

1990 sonrası Tüsiad raporlarında artık “teknoloji” yer almaktadır. Bunun nedeni
yine 1995 tarihli bir Tüsiad raporunda bulunabilir: “1981-87 döneminde istikrarlı bir
büyüme sağlanabilmiş, ekonomik beklentiler olumluya dönüşmüş, özel sektör ağırlıklı
teknoloji yatırımlarıyla sanayinin milli gelir içindeki payı artmıştır” (Tüsiad, 1995,
s.13). Dikkat edilirse artık özel kesim “sabit sermaye yatırımları”, “makina teçhizat”
gibi terimler, yine kullanılmakla birlikte çoğunlukla yerlerini farklı durumlara göre
bunları ifade eden “teknoloji” kelimesine bırakmıştır. 1980 sonrası yapılan yatırımlar,

62
“Sanayi burjuvazisi kendisini ticari karşılığından yakın zamanda biçimlendirmiştir” (Tüsiad, 1979:2).

84
üretim yapısındaki değişim, özellikle Tüsiad’da temsil edilen sermaye kesimleri
açısından “teknoloji”yi bir terim olmaktan çıkarıp kapsamı geniş ve muğlak da kalsa,
ihtiyaç haline getirmiştir. “Sanayileşme”, “yatırımlar” gibi ekonominin geneline hitap
eden kavramlar yerlerini özel kesimin ihtiyaçlarından kalkarak genele yönelik
talepleri anlatan kavramlara bırakmıştır.

Sermaye açısından 1990’ların ortasına kadar yaşanan krizler, özelleştirme, “mali


disiplin”, kamu kesiminin düzenlenmesi gibi gereksinimler ön plandayken, teknoloji bir
terim olarak kullanılmaya başlandı, ancak teknoloji politikaları kendi başına öneri
olarak ön plana çıkmadı (Örneğin Tüsiad, 1995). Bu konuda önemli bir istisna 1990
yılında hazırlanan “Türkiye’de Eğitim” başlıklı rapordur.63 Bu raporda teknolojik
değişmeyi yakalayabilmek için eğitimin yeniden yapılandırılması vurgulanmaktadır.

Ele aldığımız dönemde ise teknoloji ve teknolojik yenilik vurgusu, Ar-Ge


harcamaları Tüsiad raporlarında özellikle ele alınmaya başlamıştır. Tüsiad’ın 1997
yılında otomotiv ve elektronik üzerine hazırladığı raporlar bunun örnekleridir.64 Tüsiad,
şirketler ve sektörleri, davranış stratejilerini, performans ve kıyaslama (benchmarking)
özellikleriyle ele alan bu “ilk” çalışmasında elektronik ve otomotiv gibi sektörlerde
rekabet önceliklerini araştırmıştır (Tüsiad, 1997a, s.27). Zaten 1990’ların ortasında
teknoloji vurgusunun ön plana çıkmasına eşlik eden mikro araştırmalar, şirket ve sektör
bazında araştırmalardır. Bunda özelleştirmeler ile kamu kesiminin daraltılmasının
olduğu kadar esas olarak üretken sermayenin karlı olduğu belli başlı sektörlere yönelik
ihtiyaçlar da etkili olmuştur. 1997 yılındaki bu araştırmalarda teknolojik yenilik ve
kalite şirketler açısından belirleyici bir yer tutmaktadır. Örneğin otomotiv sektörü içinde
önde gelen şirketler ile sektörde alttaki şirketler arasında yapılan karşılaştırmada
birincilerin “kalite ve yenilik” bazında rekabet ettiği, ikincilerin ise maliyet ve tam
zamanında teslim etme bazında rekabet ettiği saptanmıştır (Tüsiad, 1997b, s.23). Ele
aldığımız dönemin ilk yarısında özellikle otomotiv sektöründe komple yeni

63
“Çağımızda sanayi toplumu, bilim ve teknolojideki hızlı gelişmelerle, enformasyon toplumuna
dönüşmekte ve yoğun bilgi, üretimi ve maliyeti etkileyen en önemli faktör olmaktadır” (Tüsiad, 1990)
64
“Ar-Ge faaliyetleri ve teknolojik yenileme sektörün ve şirketlerin rekabet yeteneği açısından hayati
öneme haizdir”(Tüsiad, 1997a, s.23).

85
yatırımlardaki büyük artış gözetilirse, her iki kesimin de teknolojik yenilik konusundaki
ihtiyaçların artacağını görmek zor değildir.65

Teknolojik yenilik üzerine yapılan vurgular, “katma değeri yüksek” malların


üretimi, teknolojik yenilik ve buna uygun alt yapı olan eğitimin geliştirilmesi,
incelediğimiz dönemin temel Tüsiad raporlarında bolca bulunmaktadır. Ele aldığımız
dönemin ikinci yarısında ise Tüsiad, sektörler düzeyinde yapılan mikro araştırmalar,
teknolojik yenilik ve Ar-Ge üzerine araştırmalarda (TTGV, Tübitak gibi kurumların
yanı sıra) üniversiteler ile işbirliğine yönelmiştir. Bu işbirliğinin örneklerinden biri,
Tüsiad’ın, Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırmalar Forumu (EAF) ile birlikte
yürüttüğü çalışmalardır. Çeşitli sektörler üzerine yapılan bu incelemelerden, bu tez
çalışmasında da büyük oranda yararlanılmıştır. Bu raporlarının tümünün ortak noktası,
kurumsal değişimlerin yanı sıra, teknoloji politikalarının, teknolojik yeniliğin önemli bir
değişken olarak raporlarda temel bir rol üstlenmesidir. Bunun yanı sıra benimsenen
mikro inceleme ve araştırma yöntemleri, firma, devlet ve kurumlar arası ilişkiler alanını
irdeleme ve buna yönelik belli başlı sektörlere, kurumlara politika geliştirme özellikleri
geçmiş ile kıyaslandığında bu raporlardaki ayırt edici özelikleri oluşturmaktadır.66

1980’lerin sonu ve 1990’lar ile birlikte ekonomik kurumların


değerlendirmelerine paralel biçimde, Türkiye’deki üniversitelerde ve iktisat
literatüründe de teknoloji kavramı daha fazla öne çıkmaya başladı. Örneğin ilk kez 1994
yılında İTÜ’de yapılan Türkiye Üniversite-Sanayi İşbirliği Şurası, “sanayileşme”den öte
bilim ve teknoloji politikalarının önemi üzerine daha fazla vurgu yapıyordu (Aktaran
Yücel, 1997):

Bilim ve teknoloji politikaları, bütün dünyada ülkelerin refah


seviyesini doğrudan etkileyen sosyal ve siyasi gidişine yön veren,
gelişim ve değişim şartlarını ortaya çıkaran politikalar olmuştur.
Teknolojinin bu etkinliği nedeniyle bütün ülkeler teknolojiyi üretmek,

65
“Üründe ve süreçte yenilik konusunda rekabetçi öncelikler, imalatta performans hedefleri ve aksiyon
planlarına bakarsak; tasarım değişikliği hızı, yeni ürün geliştirme süresinin kısaltılması ve müşteri
istekleri ve mamul tasarımının ilişkilendirilmesi konularının sektörün gündeminde olduğunu görüyoruz”
(Tüsiad, 1997b, s.27).
66
Mikro araştırmaların, sektör ve sektörler arası incelemelerin, geçmişteki nüveleri olan girdi çıktı
tablolarından daha farklı biçimde yetkinleşmesi, bunun koşullarının oluşmasının bu tarihlerde örtüşmesi
de tesadüf değildir.

86
elde etmek, kullanmak ve yaymak için her türlü çabayı
göstermektedirler.

Burada belirginleşmeye başlayan iki düşünce önemlidir. İlki teknolojinin


sermaye birikimi ve onun sonuçlarından koparılarak refah yaratan bir olgu olarak ele
alınması. Bu, teknolojinin fetişleştirilmesi olarak tez boyunca adlandıracağımız yönü
oluşturmaktadır. İkinci düşünce ise geçmişte “kalkınma” olarak anılan gerçekliğin
yerini alan “teknolojik yetişme”de, refahın sağlanabilmesi için bilim ve teknoloji
politikalarının önemine yapılan vurgudur. Tez boyunca göreceğimiz gibi “kalkınma”nın
araçları belirli sanayileşme güçlerinin devlet tarafından üstlenilmesi (KİT’ler, ağır
sanayi kuruluşları, alt yapı vb.) iken, bugün “teknolojik yetişme”nin araçları olarak
(üniversiteler, beşeri sermaye, üniversite sanayi işbirliği, Ar-Ge) devletin bilim ve
teknoloji politikaları öne sürülmektedir.67

İlk önce ilk yönüne, yani teknolojinin sınıfsal gelişimi ve sermaye birikiminden
soyutlanarak “refah yaratan” yönüne yapılan vurgulara örnekler verelim. DPT’den
İsmail Hakkı Yücel 1997 yılında şöyle söylemektedir:

Bilimsel düşünceyi özümseyip bir hayat tarzı olarak


yaşayamayan toplumlar; üretimde, ticarette, hizmetlerin kalitesinde ve
fertlerinin refah seviyesinin artırılmasında rekabet üstünlüğünü elde
edememektedirler… Bilim ve teknoloji politikaları, bütün dünyada
ülkelerin refah seviyesini doğrudan etkileyen sosyal ve siyasi gidişine
yön veren, gelişim ve değişim şartlarını ortaya çıkaran politikalar
olmuştur.

Ergun Türkcan da (1985, s.44) şunu öne sürer:

Artık James Watt'lar, Arkwright ve Golflar çıkmayacağı için


yeni teknolojik dalga binlerce araştırıcının milyarlarca doları
harcamasına bağlıdır. Kuşkusuz sonunda bu ilerlemeden derece
derece tüm ekonomiler ve insanlar yararlanacak. … Şimdi yeni bir
dünya oluşuyor. … Tek çare bu süreci iyi anlamak ve teknolojik
sıçramaya bütün kaynakları seferber edip katılabilmektir.

67
Ergun Türkcan, Boratav ile birlikte editörlüğünü yaptıkları kitaptaki önerilerini İktisat dergisinde şöyle
anlatır: “Artık bu aşamada devletin yapacağı, fabrikalar kurmak değil, ilerideki fabrikaları kuracak ve
teknolojileri üretecek insanları yetiştirecek bir devletçiliktir. Burada bile tam bir devletçilik önermiyoruz.
Çünkü artık özel sektör de üniversite kuruyor” (Türkcan, 1994). Ayrıca bkz. Boratav ve Türkcan (1993).

87
Korkut Boratav’a (1990, s.568) göre, 1990 yılında bilim ve teknolojiyi
“yakalamadan” “uygar ve gelişmiş dünya”ya yetişilemez:

(...)çağdaş bilim ve teknolojiyi yakalayabilen ülkeler, bu yüzyıl


bitmeden uygar, ileri, gelişmiş dünyanın bir parçası olabilecekler,
diğerleri ‘treni kaçırarak’ göreli azgelişmişliğe mahkûm
olacaklardır.68

Bu görüşleri belirleyen ortak varsayım, teknolojik değişim ve teknoloji


üretiminin sınıfsal karakterinin olmadığı kabulüdür. Teknoloji üretiminin böyle bir
karakteri yoktur, olsa olsa dolaşımda sorun olabilir! Yani teknoloji kötü yönetiliyor
olabilir. Bu varsayımlar kümesine göre, verimliliği artırmak için teknolojik yenilikleri
üretimde kullanmak, ücretleri yükseltecektir.69 Çünkü teknolojik yenilik yüksek nitelikli
emek gücü demektir. Yüksek nitelikli emek gücünün verimli çalışabilmesi için
ücretlerinin yüksek olması gereklidir.

Bu varsayımlar, teknoloji üretiminin sınıfsal karakterini ihmal etmektedirler.


Teknoloji, emek sürecinde denetimi artırmak, artı-değeri çoğaltmak için işçilerin geneli
açısından emek niteliğini düşürme, ortalama emek maliyetini azaltma eğilimini
kuvvetlendirir. Dahası, bu eğilim, üretim sürecindeki teknolojik değişimin yapısını
belirler. Çünkü teknoloji sermaye birikimi içindir; sermaye “teknoloji”yi geliştirmek
için değildir.

Teknoloji üretimi tarafsız olarak ele alındığı gibi, bu üretim sırasında karşılaşılan
kötülüklerin de istisnai olduğu ve kötü yönetimden kaynaklandığı sanılmaktadır. İkinci
bölümde ayrıntılı biçimde inceleyeceğimiz sınıfsal nitelik yüzünden, teknoloji
üretiminin rekabetle ilgili olan yönü, kaçınılmazca israf edici öğeler içermektedir.
Yönetimle bu israfın yok edilebileceği varsayılır. Üstelik, teknoloji üretiminin kendisi

68
Keza Yakup Kepenek şunu söylemektedir: “Günümüzde üretim fazlasının ya da artı ürünün en fazla
artırılabildiği alan esas olarak teknolojidir. İlk üretildiğinde ‘tekel’ niteliğinde olan yeni teknoloji sahip
olanlara çok açık bir üretim fazlası, yüksek getiri sağlar. Gelişmiş/az gelişmiş ekonomik ayrımı özünde
bu noktadan kaynaklanır” (Kepenek, 1990, s.564). Tanyılmaz (2004) bu görüşlerin eleştirel bir
değerlendirmesini yapmaktadır.
69
“karlılık ve verimliliği yüksek teknolojik yenilikler getiren ve uygulayan girişimcilerle ilişkileri
gerginleştirmemek, kar oranı ve verimlilik yükselmedikçe canlanmanın başlayamayacağının farkında
olmak, bir vergi reformuna ve özellikle rantiyeler ile aracı finans kesiminin vergilendirilmesi çabalarına
sahip çıkmak; enflasyon hızı üzerindeki ücret artışlarının verimlilik artışları ile ilişkilendirilmesinin bir
toplumsal uzlaşma öğesi olacağını unutmamak....” (Türel, 1993, s.247).

88
bir sanayi ve dolayısıyla kapitalist bir üretim süreci olduğu için teknolojinin üretimi ile
dolaşımı birbirinden ayrılamaz. Üretimi belirleyen sınıfsal koşullar teknolojinin
dolaşımını dolayısıyla teknolojinin yönetimini de belirlerler. Teknoloji üretiminde
olduğu gibi bir bütün olarak üretimde artı-değere el koyma geçerli olduğu sürece,
üretilen ürünlerin nasıl dağılacağı, nasıl dolaşacağı, bu dolaşım ve dağıtım sürecinin
nasıl yönetileceği de sınıfsal ilişkiler tarafından belirlenir.

Teknolojinin bu “sihirli değnek” niteliği kimi zaman o kadar ileri götürülür ki,
“birlik ve beraberliğimizi” bile artıracağı ileri sürülür (Yücel, 1997):

Önümüzdeki yüzyılın Türk toplumunun tarihini belirleyecek


kader çizgisinin bilim ekseni üzerine tesis edilmesi, 21. yüzyılın
temellerinin sağlam atılması ile mümkündür. Bu işbirliği, bilim-
teknolojide bilim adamı değişimi ve belli projelerde ortak araştırma-
geliştirme faaliyetlerinin organizasyonunun sağlanmasıyla teknolojik
bilginin ürüne dönüştürülmesi ve bu ekonomik gelişmenin
çıktılarının dengeli bölüşümünün sağlanması birlik beraberliğin
artırılmasına vesile olacaktır.

Teknoloji, sermaye gibi emekten bağımsız bir üretim faktörü olarak ele
alınmakta, fetiş karakteri kazanmaktadır.70 Teknolojinin değer ürettiği, zenginliğin ve
büyümenin kaynağı, belirleyicisi olduğu yönündeki bu görüşler, 2. bölümde etraflıca
değerlendirileceklerdir. Şimdi ikinci görüşü irdeleyebiliriz: Teknolojik yetişme için
teknoloji politikalarına verilen önemin artması.

Türkiye’de özellikle 1990’lardan sonrasını belirleyen, yukarıda anlattığımız


ekonomik süreç, sanayileşme söyleminin yerini teknoloji söyleminin almasını
hızlandırmıştır. Neoliberal politikalar ile kamu yatırımlarının, kamu kesiminin
neredeyse ortadan kaldırılması, dış ticaretin ve finansal hareketin serbestleştirilmesi,
imzalanan uluslararası anlaşmaların bağlayıcı hükümleri ile birlikte üretime yönelik
devletin teşvik kanalları sınırlanmıştır. Gerçekte ülke içi sermaye birikimini
güçlendirmeye yönelik özel kesimi destekleyen, bunun için oluşturulmuş bir “kamu”
planına öncelik veren “sanayileşme” anlayışının tüm araçları böylelikle
güdükleştirilmiştir. Böyle olunca bu anlayışı savunagelen iktisatçılar açısından

70
“[Teknoloji] özellikle son yarım asırda emek ve sermayeye ilave bir üçüncü üretim girdisi olarak yerini
almış ve bu üç girdi arasında da etki olarak payını sürekli yükselterek % 50’lerin üzerine ulaşmıştır”
(Kiper, 2004, s.61).

89
müdahalenin olanakları çok kısıtlanmıştır. Bu durumda teknoloji politikaları, özellikle
ele aldığımız dönemle birlikte çok sınırlı sayıdaki seçenek içinden en belirleyici araç
olarak öne çıkmıştır. Oktar Türel, bu durumu güzel tarif etmektedir (2001, s.104):

1960’lı-70’li yıllarda başarılı sonuçlarını izlediğimiz ticaret


politikası ve yatırım politikası birlikteliği artık kopmuş durumdadır.
Öte yandan, gerek AB’yle girilen anlaşmalar, gerek DTÖ’ne verilen
taahhütler sonucunda Türkiye’nin ticaret politikalarındaki manevra
alanı hemen hemen sıfırlanmıştır. … Önümüzde, açık gibi görünen
çok önemli, büyük bir güzergah kalıyor. O da, teknoloji politikaları.
2000’li yılların başlangıcında sanayi politikaları kümesinin, yatırım
politikaları alanında kalan araçlarla değil, daha çok teknoloji
politikaları araçlarıyla yönlendirebileceğimiz şartlar oluşmaktadır.

Fikret Şenses (2002, s.390) için de teknoloji neoliberalizmin boğucu politikaları


içinde devlet müdahalesi için açık bıraktığı nadir kapılardan biri olarak görülmektedir:

… küreselleşmenin iş gücünün serbest dolaşımı alanında


olduğu gibi, teknoloji alanında da yeterli liberalleşme sağlamayarak
yavaş bir gelişme göstermesi ve ulusal düzeydeki çabalara olanak
tanıması ve belki daha da önemlisi, ekonomik alanda hâkim
neoliberal yaklaşımın bu alanda devlet müdahalesi olanaklarını
henüz tıkamamış olmasıdır.

Oktar Türel ile Fikret Şenses planlamaya yakın geçmişten gelen iki örnek olarak
verilmiştir. Bunun yanında teknoloji politikalarını ve devletin bu politikalarla müdahale
olanaklarını vurgulayan pek çok örnek verilebilir. Ergun Türkcan’ın (2001) şu sözleri
böyle bir örnektir:

O halde biz ne yaparız? Büyük bir hayal ve büyük bir gerçek


var. İşte bu hayal ve gerçek arasında bir bağlantı kurabilmenin
noktası, devletin sahip çıkabileceği bir teknoloji ve ona inanmasıdır.
Devlet uzağı görürse, yatırımcı da uzağı görür; eğer devlet bir şey
görmüyorsa, yatırımcı da 10 gün sonrasını göremeyecektir. Problem,
böyle bir devletin yeniden inşası ya da belki yeniden organize
edilmesidir.71

1994 yılında, Nurhan Yentürk de, Boratav ve Türkcan’ın (1993) derlediği


kitaptaki önerilerden yola çıkar bu türden teknoloji politikalarını olumlu karşılar.

71
Ergün Türkcan, planlama geleneğinden gelmekle birlikte teknoloji politikaları ve kalkınma konusunda
Boratav, Türel gibi yazarlardan ayrıksı durmaktadır. Türkcan, 1960’larda kendisi gibi planlamadan istifa
eden Atilla Karaosmanoğlu ve başkalarıyla birlikte OECD tarafından yürütülen “Bilim ve Ekonomik
Kalkınma üzerine Pilot Takım Projeleri”ne katılmıştır (Türkcan, 1996).

90
Yentürk, ulusal bir teknoloji transferi politikasının belirlenmesi, eğitim politikalarının,
nitelikli işçi yaratılmasının önemine değinir. Devletin teknolojik yenilik ve buluşları
desteklemek için kurumsal yapılar oluşturması, araştırma ve geliştirmenin teşvik
edilmesi gerektiğini belirtir (Yentürk, 1994). Tüm bunlar 1980’den sonra güçlenmeye
başlayan yeni Schumpeterci teknoloji ve yenilik politikalarının savunduklarına
yaklaşmak anlamına gelmektedir. Bu politikalar, ulusal yenilik sistemlerini savunurken,
bu türden teknoloji politikalarının kurumsal ilişkilerle bir sistem halinde uygulanmasını
savunmaktadırlar (Taymaz, 2001). Devletin rolü, teknoloji politikalarını belirli bir
sistem içinde, kurumlara etkinlik ve eşgüdüm vererek uygulamasıdır. Aykut Göker
(1998), bunu şöyle dile getirir:

Türkiye’nin… kalıcı çözümü ulusal bir bilim ve teknoloji


politikasında araması aklın gereğidir…. Ancak bu durumda,
Türkiye’de de devlet, diğer pazar ekonomisi ülkelerinde olduğu gibi,
doğru rolü üstlenebilir ve söz konusu politika, sistemsel bir bütünlük,
süreklilik ve siyasi kararlılık içinde hayata geçirilebilir.

1980’lerin sonundan itibaren teknoloji politikalarının sınıfsal niteliklerini


sergileyen önemli yazılar yazmış olan Hacer Ansal da bu yakınlaşmaya uymuş
gözükmektedir. Ansal, teknoloji açığını kapatmak için bu konuda “ulusal” politikaları
“ciddiyetle” uygulayacak bir devlet umut etmektedir (Ansal ve Ataman, 2003, s.219,
a.b.ç.):

Fakat en temeldeki önemli nokta, globalleşen dünyada devlet


politikalarının önemini yitirdiğinin iddia edildiği ekonomik bir
ortamda, özellikle gelişmekte olan ülkelerin bu dijital açık nedeniyle,
ulusal bir politika izlemeden, global ekonominin yarattığı
eşitsizliklerden ve ekonomik risklerden çok daha fazla
etkileneceklerinin ve salt piyasa mekanizmalarının işleyişiyle BİT'in
(Bilişim ve iletişim teknolojileri –b.n.) yarattığı avantajların
yaygınlaşmasını sağlamanın ve dijital açığı kapatmanın mümkün
olmayacağının giderek yaygın olarak kabul edilmesidir. O halde
Türkiye için de, çok boyutlu ulusal politikalar oluşturacak, bunları
ciddiyetle uygulayacak ve gerekli önlemleri bir an önce alacak bir
devletin oluşması tek umut gibi görülmektedir.

Oysa Hacer Ansal, 1985 yılında (1985, s. 22-23) teknolojinin sınıfsal içeriğini
vurgularken ulusal teknoloji politikaları uygulayacak olan devletler için şunları
söylemekteydi:

91
Üçüncü Dünya ülkelerinin kendi kendilerine yeterli olabilmesi
ve gelişmiş batılı ülkelere karşı bağımsız olabilmesi için geliştirilmiş
olan bu önermeler ‘ulusal’ bir teknolojinin gerekliliğini vurgular ve
halkın yararlarından bahsederken oldukça ‘ilerici’ bir konumda
görünmektedir. Fakat bu kuramsal çerçeve bazı tutarsızlıkları ve
belirsizlikleri de içinde barındırmaktadır. … …bu ulusalcı yaklaşım,
Üçüncü Dünya ülkelerinde de sınıfların var olduğu, teknolojilerin
kullanıldığı üretim birimlerinde emek-sermaye çelişkisinin ala-
bildiğine yaşandığı gerçeğini göz ardı etmektedir.

Hakim politik ekonomi anlayışlarına eleştirel yaklaşan başka iktisatçılar da


teknolojinin var olan sınıfsal ilişkilerden soyutlanarak yönetilebileceği yanılsamasına
düşmektedirler. Bu bakışa göre, teknoloji politikaları, bağımlılık ilişkilerinin daraltıcı
etkilerinden kurtulursa teknolojik “değişim” sınıfsal işlevinden çıkar; ortak refah için
hareket eder hale gelir. Örneğin, kalkınma politikalarından soyutlanarak ele alınan
teknoloji bakışını eleştiren Cem Somel (2001, s.75) öte yandan da şunu söylemektedir:

Türkiye'de teknoloji alanında uygulanan politikalar, konuya


gelişmiş ülkelerin bakmamızı tercih ettiği dar açıdan bakarak
belirlenmektedir. … Eğitime, araştırma ve geliştirmeye ayrılan
kaynakların millî gelirdeki payını artırmanın gereği tartışılmakta;
teknoparklar kurulmakta; esnek üretim, kalite kontrol yöntemlerinin
yayılması teşvik edilmekte; bazı okullarda bilgisayar laboratuvarları
kurulmaktadır. Buna karşılık öncelikli sektörler seçme, yatırımları
bunlara yönlendirme, teknoloji transferini yöntemlerini etkileme,
işletmelerin teknoloji ve rekabet alanındaki temel stratejilerini
etkileme işlevleri tamamen ihmal edilmektedir.

Somel’e göre, “bağımlı kapitalizmin politik yapısında ve gelişmiş ülkelerin


vesayeti altında” uygulanan teknoloji, teknolojik yönden dışa bağımlılığı sürdürecektir.
Bu bağımlılık ve “gelişmiş ülkelerin vesayeti” ortadan kalkarsa teknolojik “gelişim”
sınıfsal niteliğinden de arınacak, teknoloji transferini yönetme, teknoloji stratejisi
belirleme ve öncelikli sektör ile kalkınma sağlanacaktır. Bu öncelikli sektörde, görülen
o ki sınıf mücadelesi yoktur, teknolojik gelişme işçilerle uyum içinde hüküm
sürmektedir.

Oysa teknolojik “gelişme” ve teknoloji üretimi sınıfsal süreçlerdir; makinalaşma


üretimi sağladığı kadar, belirli toplumsal ilişkiler altında emek sürecinde hakimiyeti de
pekiştirmektedir. İkinci bölümde ayrıntılı biçimde ele alacağımız gibi emek süreci
tartışmaları, teknolojinin kapitalist sömürü mekanizması ile ilişkisini otuz yıldır

92
sergilemektedir. Teknolojinin sınıf mücadelesi içinde belirlendiği, öte yandan da
kapitalist tarafından emek sürecinde daha fazla artı değere el koymak için çalışan
üzerinde denetimi artırmaya yönelik kullanıldığı gerçeği belki de bu tartışmaların
hatırlattığı en can alıcı gerçektir.72 Teknolojik değişme sınıfsal içeriğinden yalıtılırsa,
gerçekte verimlilik adı altında artı değeri çoğaltmak, sermaye birikimini hızlandırmak,
rekabette öne geçmek anlamına gelen teknoloji uygulamaları, teknolojik açığı kapatma,
“yetişme” olarak tarafsız niteliklere büründürülürler. “Teknolojik yetişme”nin sermaye
birikimi için neyi ifade ettiği gerçeğinin üstü örtülmüş olur. Ele aldığımız dönemde
uzun süredir söylemde var olmasına karşın yavaş yavaş kurum ve teşvikleriyle
uygulamaya konulan bilim ve teknoloji politikaları, bu yüzden sınıfsal perspektiften
değerlendirilmek zorundadır. Teknolojinin nasıl bir içerikle ele alınacağını
saptayabilmek için, bu yüzden, var olan teknoloji yaklaşımlarının eleştirel bir
değerlendirmesini yapmak, geç kapitalistleşme ile teknoloji ilişkisini irdelemek
gereklidir. İzleyen bölümde bunu yapacağız.

72
Bu gerçek unutulunca teknolojik yeniliklerin esas amacı olan artı değer sömürüsündeki rolü,
“verimlilik” gibi saf bir amaca dönüşmektedir. Oysa verimliliğin ürünlerine el koyan, çalışanlar
değillerdir. Onların payına emek sürecinin daha fazla denetimi, sıkı çalışma ya da işsizlik düşmektedir.
Aykut Göker bunu başka bir vesileyle şöyle aktarmaktadır: “Tasarım, üretim ve pazarlama süreçleri daha
iyi denetlenebiliyor; bu süreçler arasında tam anlamıyla sistemik bir bütünlük sağlanabiliyor ve bunu
mümkün kılacak esneklikler sağlanabiliyor; bu arada, bütün bu sistemik çözümlerle birlikte bir şey daha
oluyor: Giderek, daha da büyüyen oranlarda olmak üzere, işgücü 'sayısallaştınlmış' makinalarca ya da
sistemlerce ikame ediliyor... Bütün bu çaba niye; salt her şeyi daha iyi denetleyebilmek için mi? (Öyle
ya, işgücünün, hâttâ belli bir düzeye kadar beyin gücünün ikame edilmesi de sonuç itibariyle daha iyi bir
denetim imkânı sağlar.) Evet, denetim için; ama, bu denetim, son çözümlemede, bir başka şeye yarıyor;
bunca çaba onun için: Bütün bunlar prodüktiviteyi [üretkenliği] artırıyor” (Göker, 2001, s.39).

93
BÖLÜM 2

2. TEKNOLOJİ VE GEÇ KAPİTALİSTLEŞME

Bu bölümde, üretimdeki teknolojik değişimi anlamamıza yardım edecek olan


teknoloji yaklaşımını belirlemek üzere, klasiklerin, neo-klasiklerin ve Schumpeter ile
birlikte yeni Schumpeterci ve Marksçı akımların farklı teknoloji yaklaşımlarını
inceleyeceğiz. Bunlardan teknolojiyi içsel olarak ele alan yaklaşımlara özel ilgi
gösterecek, bu yaklaşımların bugün önerdikleri teknolojik gelişme modellerini
irdeleyeceğiz. Teknoloji ile bilimin üretim süreci arasındaki bağı irdeleyerek,
yaşadığımız dönemde aldıkları özgül biçimleri, bu biçimlerin geç kapitalistleşen ülkeler
açısından anlamını değerlendirmek için kuramsal bir temel oluşturmaya çalışacağız. Bu
temelde geç kapitalistleşme ile üretimdeki teknolojik gelişme arasındaki bağı açıklamak
amacını güdeceğiz. Bölüme, teknolojinin tanımı ve bu kavramın sorunları ile bunun
tarihsel nedenlerini inceleyerek başlayacağız.

2.1 Teknolojinin Tanımı:

Tez boyunca teknolojiyi “üretimin bilgisi” anlamına uygun olarak kullanacağız.


Teknoloji bu özelliği ile bir yöntemin, niteliğin bilgisidir. İleride göreceğimiz gibi
üretimin bilgisi de metalaşmakta, teknoloji ve bilim üretimi bu bağlamda gündeme
gelmektedir. Teknolojik düzeyi yüksek malların, metaların üretimi, teknoloji
üretiminden ayırt edilmelidir. Birincisi bilginin somutlaştığı malların üretimi,
imalatıdır. İkincisi ise bilginin üretimidir. İlki imalat sanayidir, ikincisi ise bilim ve
teknoloji üretimi olarak kavramsallaştırılacaktır. Bilim ve teknoloji üretiminin çıktıları,
imalat sanayinin girdileri durumundadır. Ancak anlam içeriği olarak teknoloji burada
kullandığımız gibi “üretimin bilgisi” anlamına ulaşana kadar oldukça değişim
geçirmiştir.

Teknoloji kavramı, yunanca “Techne” kavramından türer. “Techne”, beceri


demektir. Daha geniş anlamıyla zanaat, sanat anlamına gelen bu kavram, “-ology”
ekiyle, bu zanaatın bilgisi, bilimi anlamı kazanır. Yani zanaatın, tekniklerinin bilgisi
anlamındadır. Ancak kavram tarihsel evrimi içinde kimi zaman bilgiye, kimi zaman da
nesneye yönelen bir evrim geçirmiştir.

94
“Teknoloji” teriminin ilk kez nerede kullanıldığına dair bilgiyi Marks’ın 1861–
63 yılları arasında teknoloji üzerine çalışırken tuttuğu notlarda bulmak olanaklıdır
(Marks, 1861). Almanya’da makina yapan ilk mekaniker ve mühendis olarak anılan
Johann Heinrich Moritz von Poppe’nin “Teknoloji Tarihi” (Geschichte der
Technologie) kitabına göre, bu terimi ilk kez, bir mühendis olan Beckmann,
Almanya’da yaklaşık 1772 yılında basılan bir belgede kullanmıştır.73

İlk kullanıldığı zamanlarda, üretimin, zanaatın, becerilerin bilgisi anlamına


gelirken, sonraki kimi kullanımlarda, bu zanaatın uygulamaları, hatta bu uygulamaların
ve bilginin kendisinde cisimleştiği nesnelerin bütünü haline de gelmiştir (Schatzberg,
2006). Teknolojinin değişen bu tanımını incelerken, bu değişimin toplumsal
ilişkilerdeki değişime karşılık düştüğünü vurgulamak gereklidir.

20. yüzyılın sonu, 21. yüzyılın başları, teknoloji kavramının daha fazla
yaygınlaştığı, politika unsuru olarak görüldüğü dönemlerdir. Bu dönemde teknoloji
terimi daha pratik ve “pragmatik” bir anlam kazanmıştır. Teknoloji, genel olarak
“üretimin bilgisi” biçiminde alınmaktadır (Türkcan, 1981).

2.1.1 Teknik ve teknoloji ayrımı

Teknik ve teknoloji ayrımı, tarihsel evrim içinde kendisini gösteren bir ayrımdır.
Bu ayrımın önemi, teknolojinin tekniklerin toplamı hatta bu tekniklerin genel ve
sistematik bilgisi olmasından kaynaklanır. Bu teknikler üzerine sistemli bilgi geliştirme
ihtiyacı kendiliğinden doğmamıştır. Üretim becerileri, toplumsaldırlar, ancak toplumun
kendini yeniden üretebilmesi, bunun sürekliliğinin sağlanması için bir sonraki kuşaklara
aktarılabilmelidirler.74 Üretimin ve toplumsal ilişkilerin gelişmesiyle birlikte bu
tekniklerin bilgisi de sistemlileşir, kayıt altına alınır ve gelişmeye başlar. Dahası aletler,

73
1739–1811 yılları arasında yaşamış olan Johan Beckmann, Göttingen Üniversitesi’nde profesördür.
Özellikle üniversite döneminde tüm ilgisini çeşitli makina ve aletlerin kökenleri, tarihleri ve o günkü
durumlarını incelemeye vermiştir. Bizzat tanışmış olduğu botanikçi ve zoolog Linnaeus’un sınıflandırma
konusundaki çalışmalarından etkilenerek makina, alet ve buluşları bu tarzda sınıflandırmaya, köken ve
tarihlerini incelemeye yöneldiği söylenmektedir (Wikipedia, “Johann Beckmann” maddesi, indirilme
tarihi: Mayıs 2006).
74
Lonca (ya da ahilik) sisteminde, sınırlı da olsa kabul edilen yenilikler (çoğu zaman bunlara direnç
gösteriliyor, yasaklanıyorlardı), dışarıya karşı özenle saklanıyordu. Kimi tekniklerin başka ülkelere
yayılmaması, elde edilen üstünlüğün o ülke sınırları içinde kalması için nitelikli işgücünün (zanaatçıların)
dolaşmasının, bilgi aktarmalarının yasak olduğu dönemler yaşanmıştır.

95
makinalar ve üretim araçları gerçekte üretim tekniklerinin bu bilgisinin cisimleşmiş,
somutlanmış biçimleridirler. Teknolojinin bu tekniklerin sistemli bilgisi ya da bu
sistemli ve yeni bilgilerin cisimleştiği ürünler olarak görülmeye başlanması da üretimin
gelişmesi ile paralellik gösterir. Bu anlamıyla bilimsel gelişmeler ile toplumsal üretimin
ihtiyaçları arasında sık sık işaret edilen paralellik, bu bilimsel gelişmelerin belirli bir
zaman aralığı sonrasında üretime, uygulamaya yansıması ile kendisini açığa vurur.
Ancak bunun için üretimin dinamizmi kilit kavramdır. Üretim tekniklerinin bilgisinin en
hızla biriktiği, değiştiği, denenip sınandığı dönem, tam da bu yüzden üretimdeki
dinamizmin en hızlı arttığı dönem olmuştur. Bu dönemde de, ürünlerin üretimine
yönelik teknolojik gelişme bir emekleme aşamasına işaret ederken, ürünleri üretmek
için gerekli üretim araçlarının üretilmeye başlanması olgunluk aşamasını gösterir.

İngiltere’de başlangıç düzeyindeki sanayilerde, makinaları üretenler, o sanayi


içindeki nitelikli zanaatkarlar idi (Noble, 1984), (Landes, 1969). Henüz makina üretimi
ayrı bir üretim dalı olmamışken, üretimin bilgisini bu zanaatkarlar taşımakta ve
aktarmaktaydılar. Bu durumda makinaların ayrı bir üretim dalı olarak üretilmesinin
üretimin teknolojik bilgisinin toplumsallaşması ve nesnelleşmesi açısından anlamı daha
görülür olacaktır. Bu bilgi, sadece makinayı üreten tekil zanaatkardan çıkacak (bugünkü
deyimle örtülü –tacit- bilgi olmaktan çıkacak), sistemli bir bilgi haline getirilmek
zorunda olunacaktır. Üretim araçları üretiminin bilgisinin nesneleşmesi, yani
makinaların makinalar aracılığıyla üretilmeye başlanması, üretimde bahsedilen
dinamizmin niteliksel olarak sıçradığı bir dönüm noktasını ifade etmektedir.

Toplumsal üretim ilişkilerindeki her aşamayla birlikte teknoloji kavramının


içeriği de değişmiştir. Üretimin gereklerine uygun alet üretimi, belirli bir üretim bilgisi,
beceri bilgisinin birikmesini, damıtılmasını gerektirirken, makina üretimi daha farklı,
gelişmiş düzeyde bir bilgiyi gerektirmektedir. Öte yandan bilginin kendisi de
sistemlileşmektedir, tıpkı makinanın örgütlenmiş, uyumlu çalışma bileşenlerinin
dinamik hareketi gibi, teknik de sistemli, örgütlenmiş bilgi haline gelmektedir.

Makina, belirli birikimdeki bilgi ve becerinin cisimleşmiş haliyken, bu niteliğin


ilişki olan yönü silikleşir. Her bir parçanın kendisi toplumun genel üretken emeğinin bir
ürünüyken, hatta bu parçaların sistemli olarak bir araya getiriliş biçimleri bile bu türden
bir toplumsal emeğin ürünüyken, cisimleşmiş olan ürün ön plana geçer. Teknoloji

96
tekniklerin toplamı, sistemli birikimi haline dönüşmekle kalmaz, kimi zaman bu
tekniklerin, becerilerin birikip damıtıldığı sistemlileştirildiği ürünlerin toplamı haline
dönüşür. Kısacası günümüze gelene kadar teknoloji, genel olarak üretimin bilgisi
olarak, beceriden, nesneler toplamına, kimi zaman bu nesnelerin taşıdığı beceri
niteliklerine kadar değişen anlam içeriklerine sahip olmuştur. Kavramın, karmaşıklığı
sadece bizzat kendisinin karmaşıklığından gelmemektedir, aksine geliştiği üretim
ilişkilerinin geçirdiği evrimi temsil ettiği kadar, onun belirli biçimlerinin damgasını da
üstünde taşımaktadır.

2.1.2 Batı düşüncesinde Teknoloji kavramın evrimi: Tekniklerin


Bilgisinden Nesneye

Batı düşüncesinde Teknoloji kavramının evrimi, kapitalizm ile birlikte şeyleşme


ve meta fetişizmine güzel bir örnektir. Kapitalizm, önceki toplumlardan farklı olarak
kullanım değeri değil, değişim değeri üretimine dayanan, belirleyici olarak da artı değer
üretimini merkeze alan bir toplumsal ilişkiyi tarif eder. Bu toplumsal ilişkinin artı değer
üretimine, yani sermaye birikimine dayanan temel yapısı ve bu yapıyı karakterize eden
temel nitelikleri sistemli biçimde Marks tarafından kuramlaştırılmıştır. Yine Marks’a
göre, meta üretiminin genişlemesi ile birlikte, insanlar arasındaki ilişkiler metalar
arasındaki ilişkiler üzerinden kurulur hale gelmiş, metalar arasındaki ilişkiler toplumsal
ilişkinin yerini almıştır. Dahası toplumsal ilişkiler şeyleşirken, metalar arasındaki
ilişkiler toplumsal ilişkiler görünümünü almıştır. Teknolojinin üretimin bilgisi,
tekniklerin bilimi olması, henüz bu evreden önceki bir anlamı ifade etmektedir. Bu
teknikleri inceleyen, dolayısıyla bu teknikleri değiştirme, geliştirme yetisine sahip olan
insanı özne olarak koruyan bir bakış açısına dayanmaktadır. Oysa günümüzde teknoloji,
nesneye atfedilen bir nitelik, hatta nesnelerin toplamı anlamıyla da kullanılmaktadır.
Yüksek teknolojili ürünler, bu ürünlerde içerilmiş teknik bilginin fazla olduğunu, teknik
açıdan yüksek nitelikli bileşenlerden oluştuğunu anlatırken, teknolojinin
şeyleştirilmesinin de yolunu açmıştır. Teknolojinin, anlam gelişimi içinde bilgiden, bu
bilginin cisimleştiği nesneler toplamına doğru evrilmesi (Schatzberg, 2006), bir
toplumsal ilişkinin, tarihsel bir ilişkinin ifadesidir.

Tüm bu kavramsal evrim süreci, teknolojinin bir süreçten bir şey olmasına
yönelik bir evrimi anlattığı kadar, sermayenin şeyleşmesini de anlatmaktadır. Öyle ki,

97
gerçekte toplumsal emeğin ürünü olan bilim ve teknoloji, onu üretenlerin, insanların
karşısına onlardan yabancı bir güç, ileride göreceğimiz gibi sermayenin güçleri olarak
dikilmektedir. Bu güç, giderek toplumun kendi kontrolü dışında geliştiğini düşündüğü
aşkın bir güç olarak belirir.

Teknolojinin, hem tekniği, hem o tekniğin ürünlerini, hem de tekniğin bilgisini


birlikte anlatmasına varan sürecin nedeni, gerçekte teknoloji kavramının karmaşık
olması yüzünden değildir. Aksine tam da yukarıda anlatılan şeyleşme sürecinin
sonucudur. Teknoloji kavramı, sermayenin gelişmesi ile birlikte sermayenin şeyleşmesi,
taşlaşması olarak gizemli bir niteliğe bürünmüştür. Daha doğrusu, bu gizemli niteliğe
bürünen toplumsal ilişkilere karşılık olarak birkaç anlamı bir arada içeren bir tanıma
ulaşmıştır. İleride göreceğimiz gibi, teknoloji kavramının karmaşık yapısı, bu gizemin
altındaki ilişkileri ortaya çıkarmak yerine onları verili olarak alan klasik ekonomi
politiğe dayanan iktisat yazınında iyice belirgin hale gelmektedir. Teknolojik
değişmenin nasıl açıklanacağı, nasıl tarif edileceği ve nasıl yönlendirileceği hep bir
“bilmece” olmuştur. Bu konuda iktisat yazınında sıkça kullanılan benzetme, içinde ne
olduğu bilinmeden, girdileri ve çıktıları görünebilen bir kutu, kara kutu (black box)
benzetmesidir (Rosenberg, 1982), (Deraniyagala, 2006). Özellikle İkinci Dünya savaşı
sonrası yenilik, araştırma ve teknoloji üzerine iktisat yazınının çabası, büyük oranda bu
kara kutuyu denklemleştirebilmek, bir fonksiyona dönüştürebilmek üzerine sarf
edilmiştir. İzleyen bölümde, konuya özellikle eğilen belli başlı iktisat okullarının
teknoloji yaklaşımlarını değerlendireceğiz.

2.2 Klasiklerde Teknolojiye Kısa Bir Bakış:

Klasik okulun teknolojiye bakışı, bu okulun iki büyük temsilcisinin


düşünceleriyle irdelenebilir. İlk olarak 1776 yılında yayınlanan temel eseri ile Adam
Smith daha sonra ise, 1817 yılında yayınlanan kitabı ile David Rikardo’nun teknoloji
üzerine görüşlerine değinmek gereklidir. Adam Smith’in kitabı “Ulusların Zenginliğinin
Doğası ve Nedenleri Üzerine Bir Araştırma” 1776 yılında yayımlandı. Kitabın genel
kabul gören temel özellikleri ilk kez kapitalizmin sistemli ve kapsamlı bir modelinin
çıkarıldığı bir eser olmasıdır. Smith’in piyasaya, devlet müdahalesine, sınıflara dair
bütün önerileri bu modelden kalkarak türettiği belirtilir. Gerçekten de “Ulusların
Zenginliği”, kapitalist sistemin üretim ve piyasa yapısı, işleyişi, toplumsal sınıflarla

98
üretim kesimleri, zenginliğin ve gelirin dağılımı arasındaki ilişki, fiyatların oluşumu,
ticaret, para dolaşımı ve nihayet ekonomik büyümenin dinamiklerine dair temel ve
sistemli bir model sunar. Smith’in en temel adımı, emek değer kuramıdır. Bu yüzden
Smith, zenginliğin göstergeleri olarak metaların değerlerinin harcanan emek ile temsil
edildiğini belirtmiş,75 dahası bu değerlerin birikimi ile bu birikimden toplumsal sınıflara
düşen payı, (değerlerin kısımlarını gözeterek) incelemiştir. Bu amaçla metaların
fiyatlarını bileşenlerine ayırmıştır (Clarke, 1982).

Adam Smith’in iktisadi sistemi, o güne kadar sürdürülen toplumsal yapıdan iki
yönlü bir çıkış isteğini gösterir. İlki, feodal üretim ilişkilerinden çıkmaya ve egemenlik
kurmaya çalışan kapitalist ilişkilerin var olma isteğidir. İkincisi ise, ticari sermayenin
uzun gelişim dönemlerinin olgunluğa eriştiği yerlerde yeni bir aşamanın doğum
haberini veren, eskinin aşılması gerektiğini savunan, bu nedenle eski sistemi temsil eden
görüşe (merkantilizm) karşı yöneltilen eleştiridir.

Adam Smith’in kitabının ikinci temel öğesi ise işbölümünün rolüdür. Ulusların
Zenginliği’nin ilk bölümünün başlangıç cümleleri (1904, I.1.1, a.b.ç)şöyledir:

Emeğin üretken güçlerinde sağlanan en büyük ilerleme ve


bunun herhangi bir yerde yönetim veya kullanımında gösterilen
ustalığın, el yatkınlığının ve kavrayışın büyük bir kısmı, öyle
görünüyor ki, işbölümünün sonucu olmuştur. .. işbölümü,
sokulabildiği her işte, emeğin üretken güçlerinde nispi bir artışa sebep
olur.

Buna göre, emeğin üretken güçlerindeki ilerlemenin en büyük nedeni


işbölümünden kaynaklanmaktadır. Smith’in yazdığı dönemde ön plana çıkardığı nitelik
işbölümünün emek üretkenliği üzerindeki etkisidir. Bunun dolaysız ve bizim için
önemli sonucu makinalardaki iyileşmenin emek üretkenliğine etkisinin öneminin henüz
birinci sıraya geçmemiş oluşudur. Smith bu alıntının devamında işbölümünün
gelişmesinin verimlilik üzerindeki etkisini anlatmak üzere bir iğne imalathanesinden

75
“Emek her şeye ödenen ilk fiyat, özgün satın alma parasıydı. Yeryüzündeki bütün zenginlik aslında
altın ve gümüşle değil, emekle satın alındı” (Smith, 1904, s.I.5.2). Yine de metanın değeri ile harcanan
emek arasında Adam Smith’in kurduğu ilişki, net ve tutarlı olmamıştır. Rikardo’nun da belirttiği gibi
Adam Smith, yer yer değerin mutlak ölçüsü konusunda karışıklığa düşmüştür (Ricardo, 1997, s.27-32).
“Smith asla tutarlı bir emek değer kuramı sunmamış olsa da, David Rikardo ve Karl Marks’ın emek değer
kuramının daha gelişmiş değişkelerinin temeli olacak fikirler sundu”(Hunt, 2005, s.81).

99
örnek verir. Bu örnek, Smith’in kitabına dair bugün yaygın olarak bilinen örnektir, ama
Smith’in döneminde yaygın bir örnek değildir. Tersine Smith kitabında iğne
imalathanesi gibi önemsiz görünen bir imalat kesimindeki işbölümünün örneği olarak
anlatır. İleri işbölümü ekonominin genelinin ortalaması değildir; aksine Smith belirli bir
alanı özellikle seçmiştir. Verilen bu örnek, Smith’in örtülü bir varsayımı açısından
irdelenmeye değerdir. Ekonominin genelini yansıtmak yerine bu özel örneğin seçilmesi,
sermaye birikimi açısından ileriye dönük dinamik bir unsurun incelenmesi anlamına
gelir.

Smith’in kitabın ilk bölümünde odaklandığı işbölümü açısından iki özellik


önemlidir. İlk olarak Smith, fabrika dönemi öncesi manifaktürü merkeze alarak
yazmıştır. Büyük ölçekli üretim ve fabrika sistemi henüz kitabının merkezine girecek
denli oluşmamıştır. Onun gerekçelendirmesine göre, ilk bölümde yoğunlaştığı işbölümü
için verdiği iğne imalathanesi örneği, “önemsiz” görülebilecek bir imalat dalındadır,
çünkü henüz büyük ölçekli talebe yanıt veren üretim büyük sayıda işçi gerektirmektedir
ve onları da bir çatı altına toplamak o dönem için olanaklı değildir. Oysa tarihin akışı,
tam da büyük ölçekli üretim ve fabrika sistemini getirmiş, işbölümü büyük ölçekli
üretime uygulanmıştır. Yani Smith, o an için “önemsiz” ama geleceğe dair temel bir
dinamiği tutmuştur. İkincisi ise, birincinin bir sonucu gibidir, dönemin nitelikleriyle
bağlantılı olarak yeni yeni gelişmeye başlayan fabrika sistemi yerine yaygın olan
imalathane sistemi ve işbölümü, makinalar yerine daha ön planda gözükmektedir. Bu
nedenle Smith’in makinaların üretime getirdiği iyileştirmeler ve yenilikler üzerine
düşünceleri, kitabının esas eksenini oluşturmaz, ikincil bir işlev görür.

İşbölümünün temeli ve dayanağı olan “stok birikimi” yani sermaye birikimi,


aynı zamanda hem daha iyi işbölümü ve uzmanlaşmanın olanağını yaratır, hem de
makinalarda iyileştirme olanağını sağlar. Uzmanlaşma işin daha küçük parçalara
bölünmesini sağlar. Böylelikle parçalara bölünen bu kolay işleri devralabilecek yeni
makinaların bulunmasına olanak sağlar.76

76
“Stok birikiminin doğal olarak işbölümünden önce olması gerektiğinden, iş stokun arttığı oranda tekrar
bölünebilir… her işçinin işi giderek basite indirgendiğinden, bu işlerin kolaylaştırılması ve kısaltılması
için yeni makineler icat edilmeli.. bu nedenle … daha büyük miktarda malzeme stoku ve aletler (yani
sermaye b.n.) biriktirilmelidir” (Smith, Adam., 1981).

100
Smith’in eserinde işbölümünün temel eksen olması, yeni makinaların icat
edilmesinin daha sonra gelmesi, bir önemli gerçeği karartmamalıdır. Bu iki özellik,
sermaye birikimine (stok birikimine) bir katkı ve verimliliği artıran etkenler olarak ele
alınırlar. Yani merkezde olan sermaye birikimidir. Üstelik makinaların işbölümüne göre
ikinci planda kalması, onlara dair ilerisi açısından önemli sonuçlar çıkarılmadığı
anlamına gelmez. Bir kere makinaların iyileştirilmesinin emek üretkenliğini artırdığı
belirtilir. Dahası zenginliği makinaların değil, emeğin yarattığı vurgulanır. Bu emek
değer kuramı açısından can alıcı önemdedir. Makinalar emek üretkenliğini artırırlar,
harcanan emeği azaltırlar. Daha fazla sayıda metayı daha az emekle üretmeyi sağlarlar.
Üstelik Smith, dönemine göre ileri bir sonuç olarak, makinaların değer yaratmadığını
belirtmekle kalmaz, makinayı oluşturan değerin, onu üretirken harcanan emek olduğunu
vurgular. Makina değer yaratmamakta, metayı üretirken, kendisi için harcanan değeri,
ürüne katmaktadır.

Makinaların, işbölümüne göre gölgede kalması, imalathanelerin belirleyici


olduğu bir üretim sisteminin ön plana çıkması, Smith’in 1776’ya kadar yaşadığı dönem
ile bağlantılıdır. İktisat tarihçilerine göre, sanayi devriminin başlangıcı 1770’lerden
sonradır, Adam Smith’in kitabı ise bu tarihte basılmıştır onun için Smith’in kitabında
uzmanlaşma ve işbölümüne dair bölümlerde örtülü olarak kısmi biçimde içerilmesine
karşılık teknoloji kendi başına bir konu olarak incelenmemiştir. Başka bir deyişle Adam
Smith, kitabını “sanayi devriminin tam da demir aldığı bir sırada” (Hunt, 2005, s.73)
yazmış ve yayımlamıştır. Smith’in kitabının sanayi devriminden önce yayınlanması
nedeniyle ondan sonra gerçekleşen birçok teknolojik yeniliğin etkileyici havası kitaba
yansımamıştır. Smith, ‘emeği kısaltan ve hızlandıran tüm o makinaların icadından’
bahseder ancak verdiği somut icat örneklerinin tarihleri, Orta Çağlara kadar uzanır.
Maden kömürü katılmış demir cevherinden söz eder oysa onun yaşadığı zamanda genel
olarak demir cevherine kok kömürü katılmaktadır (Blaug, 1985, s.36). Yine Blaug’un
belirttiği gibi, Smith’in eserinde Spinning Jenny, Compton tezgâhı, Arkwright’ın su
tezgâhı vb. gibi önemli pek çok teknolojik yenilik bulunmamaktadır. Kişisel olarak

101
tanıdığı James Watt’ın 1770’lerde kömür madenlerinde buhar makinalı taşıt
kullanmasından bahsedilmemektedir.77

Bu yüzdendir ki, Smith, yaşadığı dönemde yeni yeni ortaya çıkan bu teknolojik
gelişmeleri yeterince değerlendirememiştir (Türkcan, 1981, s.xix). Kendisinden sonra
gelen Rikardo’nun kitabında makinalar üzerine ayrı bir bölüm bulunmaktadır. Ancak
Smith, iğne imalathanesindeki işbölümünün gelişmesinin sermaye birikimi açısından
önemini vurgulayarak başladığı kitabında makina özel bir bölüm olarak ele
alınmamıştır.

Sanayi devriminin “demir almasıyla” birlikte sanayi üretimindeki emeğe dayalı,


işbölümü üzerine kurulu üretim sistemi giderek gelişmiş, buna uygun bir teknolojik
temele duyulan ihtiyaç ve talep artmıştır. Adam Smith’in iktisatta klasik ekolü kuran
kitabı ile David Rikardo’nun temel kitabı arasında başlayıp, hız alan bu dönem “sanayi
devrimi” olarak anılan, yoğun teknolojik yenilikler dönemidir. David Rikardo, bu hızlı
gelişmenin tam ortasında 1817 yılında yayınlanan kitabında makinalara özel bir bölüm
ayırmıştır. Bu yüzden teknoloji, özellikle Rikardo’da değişik boyutlarıyla, sermaye
birikimi üzerindeki farklı etkileriyle, etraflıca irdelenir. Ancak incelenen teknolojinin
üretimi değildir, teknoloji hala dışsal olarak alınmaktadır; incelenen, üretimin teknolojik
yapısının sermaye birikimi üzerindeki farklı etkileridir. Teknoloji dışsal bir
parametreyken, teknolojideki değişikliklerin kar, ücret ve birikim üzerindeki etkisi
incelenir. Örneğin, makinaların dayanıklılığının, üretimi hızlandırmalarının sermaye
birikimi üzerindeki etkisi, makinaların maliyetlerine göre işçileri yerlerinden etmesi
değerlendirilir. Tıpkı Adam Smith’in işbölümünün verimliliği artırmasına rağmen
işçiler üzerinde yarattığı rutinleşme gibi olumsuz etkilere eğilmesi gibi Rikardo da
“Makinalar üzerine bölüm”de makinaların işçiler üzerindeki olumsuz etkisini ayrıntılı
biçimde anlatır (Ricardo, 1997, s.335-344).

77
“‘Sanayi Devrimi’nin Peygamberi’, ‘imalatçıların çıkarlarının sözcüsü’ diye mırıldanırız kendi
kendimize muhtemelen. Ancak bunların hepsi yanlıştır! Tüm kitap ‘insanlığın hükümdarı olmayan,
olmaması da gereken tüccarların ve imalatçıların adi açgözlülüklerine, her şeyi tekellerine alan ruhlarına’
yöneltilmiştir. Tüccarlar ve imalatçılar, nefret edilen ticari (Merkantil) sistemin mimarıdırlar üstelik
Ulusların Zenginliği’nde tam da bu adamların İngiltere’de o zamanlarda yeni bir sanayi çağı başlattığına
dair neredeyse tek bir gösterge yoktur. Gerçekten de, kitapta Adam Smith’in son derece olağanüstü
ekonomik değişim dönemlerinde yaşadığının farkında olduğu fikrini ileri sürmek için hiçbir şey yoktur.
… Sanayi Devrimi’nin peygamberinin dili bu mudur?” (Blaug, 1985, s.36).

102
Rikardo, temel varsayımı olan azalan verimlilik üzerinden doğal maddelerin,
yani ücretleri oluşturan tarımsal gıdaların ve girdi olarak kullanılan hammadde
fiyatlarının kaçınılmaz olarak yükseleceğini, ücretlerin ise ancak makinalardaki
iyileşmeler sayesinde düşebileceğini ya da artmadan korunabileceğini öne sürer. Genel
olarak doğal kaynakların fiyatların azalan verimlilik nedeniyle artacağı yönündeki ön
yargısı, onu sanayideki karların kaçınılmaz biçimde giderek düşeceği sonucuna
vardırmıştır.78 Makinaların iyileştirilmesi ve işbölümü ile üretkenliğin artırılması, bu
kaçınılmaz sonucu ortadan kaldırmaz ancak geciktirir. Rikardo, teknolojik gelişmenin
“azalan verimlilik” ilkesinin kötü etkilerini bertaraf edemeyeceğine inanır ve
kötümserdir.

Klasik iktisadın teknoloji konusundaki yaklaşımını özetlemek gerekirse, bu


okulun odaklandığı temel nokta, büyüme, sermaye birikimi ve bu birikimin toplumsal
sınıflarla olan ilişkisini irdelemektir. Teknoloji ve “makinaların iyileşmesi”, klasikler
tarafından dışsal ama önemli bir gelişme olarak ele alınmakta, iki temel dayanak
üzerinden incelenmektedir. İlki metaların göreli değerlerini belirleyen unsurun
incelendiği değer kuramının geliştirildiği temeldir. Dışsal olarak teknoloji yani
makinaların geliştirilmesi bu göreli fiyatları yani değer kuramının değişik görünümlerini
nasıl etkilemektedir? Bu başlık altında klasik okulun çözümlediği sorun budur. İkinci
temel dayanak ise bu kuramsal araçları kullanarak, büyümenin, sermaye birikiminin
incelenmesidir. Birikim toplumsal sınıfların gerçekleştirdikleri ekonomik etkinliklerle
gerçekleştiği gibi, bölüşüm de üretilen değerden alınan paylara göre bu sınıflara dağılır.

Teknolojinin dışsal olarak alınması, yani veri olarak alınması klasik okuldan
neoklasik okula devreden temel özelliktir.

2.3 Neo-klasik Okulun Teknolojiye Bakışı

Teknik ilerleme günümüze kadar hâkim olan neoklasik iktisat açısından bir
artakalan (residual) faktör olarak nitelendi; büyümede, emek ve sermaye artışı ile
78
Sanayideki karların düşeceğini, topraktaki rantın ise bunun gibi düşmeyeceğini düşündüğü içindir ki,
Borsa’da spekülasyonlar ile kazandığı zenginliğinin doruk noktasındayken, yaşamının son dönemlerinde
toprak alımına yönelmiştir. Malthus’un öne sürdüğü ironi gerçekten de çarpıcıdır. Hayatı boyunca hiçbir
çıkar gözetmeden toprak sahiplerini savunan görüşlere kendisinin sahip olduğunu, bu konuda Rikardo ile
hep çatışma içinde olduklarını hatırlattıktan sonra, buna karşılık Rikardo’nun bir toprak zengini olmasına
rağmen sanayinin çıkarlarını savunması gerçeğini alayla belirtir.

103
ilişkilendirilemeyen kısım teknik ilerleme olarak adlandırılageldi (Johnston, 1966,
s.158). Üretim fonksiyonundaki, emek ve sermaye faktörlerindeki artışla
anlamlandırılamayan kaymaları açıklamaya çalışan ilk modellerde, teknoloji dışsal
(exogen) bir öğe olarak alınır. Örneğin ileride aktaracağımız Solow’da teknoloji,
zamana bağlı üstel bir fonksiyondur; yani modelin dışında zamanla değişir. Onu
modele katmaya çalışan kuramlar da çıkar. Nicholas Kaldor, teknolojiyi yatırım
oranlarının bir fonksiyonu halinde modele katar; daha sonra yatırım oranlarındaki
değişim oranının bir fonksiyonu yapar. Eltis, zamanın ve yatırım oranlarının bir
fonksiyonu olarak işler. Arrow ise 1962’deki bir makalesinde, “toplam ekonomik
etkinlik”in bir fonksiyonu olarak modele katar. Emek ve sermaye girdilerindeki değişim
ile ilişkilendirilemeyen bu fazladan bölüme 1961’de artakalan (residual) adını veren
Harrod Domar’dır (Johnston, 1966, s.159). Domar, bu artakalanı, emek ve sermaye
girdilerindeki değişimlerden kalan her şey olarak tarif eder. Bu kavramı teknik ilerleme
ile eş anlamlı görür. Buna Solow “Teknik değişme”, Kendrick ise 1961’de Toplam
Faktör Verimliliği (Total Factor Productivity) der.

Robert Johnston’a göre, adı her ne olursa olsun, ekonomik büyümeye “katkısı”
kayda değerdir (Johnston, 1966, s.159). Bu katkının oranı üzerine ampirik çalışmalar,
Solow’un klasikleşen ilk makalesiyle başlayıp, Massel, Denison, Domar gibi
iktisatçıların çalışmalarıyla sürmüş, bu çalışmalarda söz konusu katkı %50 ile %90
arasında hesaplanmıştır (Johnston, 1966). Ancak bir artık, arta kalan olarak görülen
teknolojinin saptanması, açıklanmasındaki bu belirsizlik dikkate değerdir. Teknoloji,
henüz ilk kavramlaştırma aşamasından itibaren bir bilmece olarak kalmış görünmektedir
ve bu, gerçekte tüm bir politik ekonominin (buna sermaye kuramının temelleri
açısından Walras’a dayanan Scumpeter ve yeni Schumpeterci okul da dahildir) taşıdığı
doğum lekesidir, temelinde ileride açıklanacağı gibi sermaye kuramındaki eksiklikler
yatmaktadır.

Neoklasik iktisatta teknoloji kuramı, iki ayrı işlevi yerine getirir. İlki verili olan
bir üretim fonksiyonunda, yani verili olan teknikler kümesinin bütünü içinde uygun
tekniği seçmektir. Burada teknoloji o üretim fonksiyonu için verili olan teknikler
kümesinin tümünü temsil eder. Bu fonksiyon üzerindeki her bir nokta, belirli firmanın
farklı bileşimlerde kullandığı üretim faktörleri ile elde ettiği çıktıyı gösterir. Her bir

104
noktadaki emek sermaye oranı, o firmanın kullandığı tekniği, fonksiyonun kendisi ise
üretimdeki teknolojiyi anlatır. Her firma, elinde bulundurduğu üretim faktörleri uygun
teknik kümesini seçer. Bu yeni teknik, önceki teknik bileşime göre, daha çok sermayeyi
(sermaye-yoğun) ya da daha çok işgücünü (emek-yoğun) içerebilir; bu duruma
neoklasik iktisatta faktör ikamesi olarak anılır. Tüm firmaların teknik kümeleri, üretim
fonksiyonunu oluşturur. İkinci işlev de burada ortaya çıkar: bu işlev teknik değişimi ya
da teknolojideki değişimi açıklamaktır (Smith, 1997)79. Yani fonksiyondaki kaymayı
açıklamaktır. Ancak kaymanın nedeni, teknolojik değişme dışsaldır. Neoklasik iktisat
kaymanın niteliğini açıklar. Bu kayma, sermaye-yoğun, emek-yoğun ya da nötr bir
teknolojik değişim sonucunda olur.

Neoklasik okulda hangi türden teknolojik değişimin ortaya çıkacağına dair


bugüne kadar kabul edilen yanıtı Hicks vermiştir. Hicks’e göre, bilimsel teknik bilginin
gelişiminin, üretim fonksiyonunun aşağıya doğru kaymasına izin vermesi durumunda
hangisinin seçileceğine karar vermede, ussal eyleyen (rational agent) için temel
belirleyici olan, faktör fiyatlarıdır. Örneğin, eğer sermayenin maliyeti işgücünün
maliyetinden daha hızlı yükseliyorsa, firma, sermayeden tasarruf eden (capital-saving)
teknolojiyi tercih edecektir. Bu durumda Hicks, faktör fiyatlarındaki göreli değişmeyi,
buluşu teşvik eden itici güç olarak görür. Göreli olarak daha pahalı olan faktörün
kullanımını ekonomik hale getiren türden bir buluşu teşvik eder. Belirli bir teknoloji
düzeyinde faktör ikamesini açıklayan, faktör fiyatlarındaki göreli değişme, böylece aynı
zamanda teknolojik değişimin yönünü de açıklayan bir etken olur. Bununla birlikte,
teknolojideki değişmeyi belirleyen tek başına bir faktör fiyatındaki göreli değişim
olarak sınırlanamaz. Çünkü piyasanın aktörü olan ussal eyleyen, toplam maliyetlerdeki
değişmeye bakar. Toplam maliyetleri önemli oranda düşüren her yeni teknoloji
benimsenebilir; öyle ki bu teknolojide faktör bileşimi, göreli olarak fiyatı yükselen
faktörü daha fazla içerebilir.

Ancak teknolojinin üretim fonksiyonu olarak bir eğri ile gösterilmesi, üzerinde
çok tartışılan çeşitli varsayımlara dayanmaktadır. Ansal (1985b, s.20) bu varsayımları
şöyle sıralamaktadır:

79
Neoklasik iktisadın teknolojiye bakışının daha geniş anlatımı için bkz. (Smith, 1997), (Smith, 2004),
(Taymaz, 2001), (Yıldırım, ), (Buğra, 1985), (Ansal, 1985b), (Akyüz, 1980), (Soyak, 1995).

105
En önemlisi, belirli bir ölçekte belirli bir malı üretmek için
kullanılabilecek sonsuz ya da çok fazla sayıda aynı verimlilikte teknik
olduğu kabul edilmektedir. Bu tekniklerin ürettiği mallar arasında
kalite ya da nitelik farkı bulunmamaktadır. Emek ve sermayenin
rahatlıkla birbirini ikame edebildiği, sermayenin bölünebilirliği ve
ölçülebilirliğinin yanı sıra emeğin homojenliği ve ölçülebilirliği de
varsayılmaktadır.80

Neoklasik iktisadın teknik ve teknolojiyi tanımlaması böyleyken, bu okulun


teknolojik değişime bakışını aktarmak için, bu bakışın gelişmesindeki önemli bir
tartışmayı özetle aktaralım. Bunun için Robert Solow’un 1957 yılında yayınlanan
“Teknik Değişme ve Toplam Üretim Fonksiyonu” makalesi önemli bir dönüm
noktasıdır.

Solow makalesine, “girdi-çıktı tablolarının etkin olduğu ekonometrik


çalışmaların yoğunluğu içinde toplam üretim fonksiyonunu tekrar öne sür”metken
çekindiğini belirterek başlar. Makalesinin temel amacı, kişi başına çıktıda meydana
gelen değişimleri ayrıştırmaktır; üstelik bunu o güne kadar yapılandan farklı biçimde
teknik değişimi ayrıştırarak yapacaktır. Solow, teknik değişimi, “üretim
fonksiyonundaki her türlü kayma olarak” tanımlar. “Böylece yavaşlamalar, hızlanmalar,
işgücünün eğitimindeki iyileşmeler ve benzeri her şey, ‘teknolojik değişme olarak
görülecektir” (Solow, 1957, s.312).

Solow, üretim fonksiyonuna zamanı da değişken olarak katar, fonksiyondaki her


kayma, yani girdiler ile çıktıların ilişkisindeki her değişme teknik değişme olarak
görülür. Üretim fonksiyonu üzerindeki hareket teknik değişmenin olmadığı değişimi
temsil ederken (ya da aynı oranları koruyan farklı emek-sermaye büyüklüklerine sahip
farklı ekonomik birimleri temsil ederken) üretim fonksiyonun bir bütün olarak kayması
teknik değişmeyi anlatır. Solow, zamanın değişken olarak eklendiği üretim

80
Bu varsayımların her biri, üretim alanının ampirik olguları karşısında sorunlar yaşar. Aynı verimlilikte
çok fazla teknik bulunması zordur, malların aynı nitelikte olması zordur. İleride anlatılacak olan Babbage
ilkesine uygun olarak emek sürecinin niteliksizleşen parçalara bölünerek nitelikli emeğin ikame edilmesi
sürecine karşılık, bu sürtünmesiz bir geçiş değildir. Dolayısıyla emeğin bölünebilirliği, homojenliği hep
aksak bir işleyişin sonucudur. Bu model ile hiçbir zaman tam uyuşamayan hep ona yaklaşan ama
erişemeyen bir süreci beraberinde getirir. Sermaye ile emeğin birbirini aksaksız ikame etmesi de ampirik
olgular alanında sorun yaşayan bir varsayımdır.

106
fonksiyonunu ve kimi varsayımları kullanarak81 ABD ekonomisinin 1909 ile 1949
arasındaki üretim fonksiyonun oluşturan serileri oluşturuyor, teknik değişimi
hesaplıyor.

“Teknik Değişmenin Ana Hatları” bölümünde açıkladığı sonuçlarda, üretim


fonksiyonu her yıl ortalama 1.5 birim yukarıya kaymaktadır. Yani Solow, söz konusu
40 yıl içinde yılda ortalama %1.5 oranında bir teknolojik değişme saptıyor. Büyük
yankı uyandıran sonuçlarından bir diğeri de, bu artışın, sekizde birinin sermayedeki
değişimden kaynaklanmasına karşılık, sekizde yedisinin teknolojik değişmeye bağlı
olduğunu ileri sürmesidir (Solow, 1957, s.316).

Türdeş (homojen) girdi (türdeş emek ve türdeş sermaye) ile homojen çıktı
Solow’un da kullandığı neoklasik modelin temel varsayımları arasındadır. Zaten türdeş
girdilerdeki artış, türdeş çıktıları açıklamaya yetmediğinde geriye kalan fark, artakalan
(residual) olarak tanımlanır, bu bugüne kadar gelen tanımıyla Toplam Faktör
Verimliliğidir (TFP). Türdeş girdilere karşın, çıktının girdiye oranının eski döneme göre
farklı olmasının nedeni “teknolojik yenilikler” olarak görülür.

Solow’un makalesinde çıktıdaki değişme = α katsayısı ile ağırlıklandırılmış


sermayedeki değişme ile β katsayısı ile ağırlıklandırılmış emekteki değişmeden
büyüktür. Aradaki fark Toplam Faktör Verimliliğidir.

Üretim fonksiyonu Y şöyle tanımlanırsa:

Y= A(t). f(K, L)

Buradaki zamanın fonksiyonu olan A’nın zaman içinde değişimi teknolojik


değişimi açıklayan ana öğe olur.

∆Y/Y = α∆K/K + β∆L/L + ∆A/A

Sonuncu terim yani ∆A/A, emek ve sermaye faktörlerindeki değişimden ayrı,


artakalan bir birimdir. Solow’un toplam faktör verimliliği dediği bu son terimdir.

81
Üretim faktörlerine marjinal ürünleri ödeniyor, teknik değişme nötr kabul ediliyor, ölçeğe sabit getiri
varsayılıyor.

107
Burada görüldüğü gibi, teknoloji emek ve sermayenin bir fonksiyonu değildir, sadece
zamanın bir fonksiyonudur. Zamanla değişir, ama neye göre değiştiği belli değildir,
yani dışsal olarak alınır.

Teknoloji konusundaki bu yaklaşımı John Hicks “yanılsama” olarak eleştirir.


Hicks, Solow’un kullandığı üretim fonksiyonunun sermaye birikiminin verimlilik
üzerindeki etkisini göstermekten uzak olduğunu söyler (Küçük, 1981, s.285).82 Hicks’e
göre üretim fonksiyonunda zamansal değişime atfedilen teknoloji değişkeni, sermaye
değişkeninden bu kadar kolay ayırt edilemez. Bu yaklaşımı, Nicolas Kaldor da sert bir
biçimde eleştirir:83 Kaldor (1961, s.1-2), Hicks’e katıldığını belirtir ve şunu ekler:

Üretim fonksiyonunun aktüel parametrelerini, ampirik olarak


gözlemlenmiş değişimin sekizde yedisini fonksiyondaki kaymaların bir
sonucu, arta kalan (residual) yalnızca sekizde biri ise, bu fonksiyonun
eğiminin bir göstergesi olarak ele almaya mecbur kılan varsayımlar
temelinde hesaplayan bir yöntem, her halükarda epeyce abes bir
yöntem olmalıdır.

Son zamanlarda Solow modelinin hatalı olduğunu ortaya çıkaran ilginç


çalışmalardan da örnekler verilebilir. 2001 yılında yapılan bir çalışmada Güney Kore
için Solow modeli uygulandığında teknik değişmenin katkısı 0 olarak bulunmuştur.
Solow tarzı büyümeyi ölçen bu çalışmaya göre 1946–1999 yılları arası Güney Kore’de
teknolojik ilerlemeden kaynaklanan büyüme oranı sıfırdır (Pyo; 2001, s.98), (Gürak,
2006). Yine başka bir örnek, Collins ve Bosworth’un 1996’daki çalışmalarıdır. Buna
göre işçi başına 5,7 birim olarak gerçekleşen çıktı artışında Toplam Faktör
Verimliliğinin payı (TFP), 1,5, fiziksel sermayenin payı 3,3, eğitimin payı ise 0,8 birim
olarak hesaplanır (Aktaran Rodrik, 1999, s.51).

Bu tartışmalar, neoklasik iktisatta teknolojinin belirsiz ve sorunlu yerini


gösteriyor. Aynı zamanda neoklasik iktisadın sermaye kavramındaki onlarca yıldır
çeşitli yönlerden vurgulanan eksikliği de dile getiriyor. Ancak tüm bu eleştirilere karşın,

82
Solow artığının değer kuramı ve sermaye birikimi perspektifinden temel oluşturabilecek bir eleştirisi
için bkz. (Küçük, 1981). Toplam Faktör Verimliliği kategorisinin başka bir eleştirisi için bkz. (Gürak,
2006).
83
Kaldor, Amerika’daki Cambridge’de çalışan Solow’a, İngiltere’deki Cambridge’de çalışan bir iktisatçı
olarak, okyanusun öte yanında fonksiyon eğrilerinden ne kastettiklerini alaycı bir biçimde sormaktadır
(Kaldor, 1961, s.1).

108
toplam faktör verimliliğinin bu biçimde hesaplanması neoklasik kuramda hakimiyetini
sürdürmektedir. Yukarıda anlatılan Solow’un teknolojik değişim görüşü, neoklasik
iktisatta içerilmemiş teknolojik gelişme modeli olarak anılmaktadır.84 Bu modelde,
üretim fonksiyonu üzerindeki hareket girdi artış-azalışına bağlanırken, üretim
fonksiyonundaki kaymanın girdi artışına atfedilmeyen kısmı (artakalan kısım- residiual)
teknik değişim olarak kabul edilmektedir. Teknik değişimden kaynaklanan bu
kaymaların nedeni ekonomi dışı olarak varsayılır.85 Teknoloji, neoklasik iktisat için veri
olarak alınır. Eş maliyet çizgileri çizilerek, uygun tekniklerin seçimi, karar verilmesi
üzerine incelemelerde de, seçenek olan bu tekniklerin nasıl ortaya çıktıkları
açıklanmaya gerek duymaz86. Çünkü teknik gelişim, teknolojik bilgi ekonomik sistemin
dışında gelişir, kamusal nitelik taşır (Soyak, 1995, s.94). Kolaylıkla ve maliyet
gerektirmeden bir firmadan diğerine aktarılabilir. Uygun teknolojinin seçimi, firmaların
göreli faktör maliyetlerini hesaba katarak optimal olarak saptadıkları bir tercih
meselesidir. Neoklasik iktisadın denge anlayışı nedeniyle, firmaların teknolojiyi
geliştireceği varsayılmaz.

Hem üretim koşullarının hem de kuramsal düşüncedeki eleştirilerin etkisiyle,


neoklasik iktisatta teknolojik düşünce dışsallıktan kurtarılmaya çalışılmışsa da bu yeterli
olmamıştır. Teknolojik gelişme modeline bu çabayla yukarıda anlattığımız içerilmemiş
modelden ayrı olarak içerilmiş teknolojik gelişme modeli eklenmiştir.87

Ayrıca Nelson’a göre, uluslararası düzeyde de, firma gibi karar birimleri
arasında teknolojik gelişme farklılıkları vardır, bu da, homojen üretim fonksiyonuna

84
İçerilmemiş teknolojik gelişme "yatırım ve birikim olgularından bağımsız olarak, mevcut sermaye
stoku ve emeğin etkinliğinin, yani belirli bir girdi bileşiminden elde edilen çıktı miktarının zaman içinde
sürekli olarak artması"dır (Akyüz, 1980, s.433).
85
“Teknolojinin uzun yıllar gelişmenin tarafsız bir belirleyicisi olarak görülmesinde, kuşkusuz, neo-
klasik iktisadın teknoloji seçimi modelinin büyük rolü olmuştur” (Ansal, 1985b, s.19).
86
“Böyle bir kuramsal çerçeve, mevcut olduğu varsayılan, çok fazla sayıda, farklı faktör yoğunluğundaki
teknolojik alternatifin nasıl ortaya çıktığını aydınlatmaktan uzaktır. Günün fiyatlarını yansıtan faktör
bileşimlerinden çok farklı teknolojik alternatifleri acaba hangi güçler yaratmaktadır?” (Ansal, 1985b,
s.20)
87
“İçerilmiş teknolojik gelişme yaklaşımı ile birlikte sermaye birikimi ve teknolojik gelişme arasındaki
bağlar tekrar kurulmaya çalışılmıştır. Bu modellerde en son teknolojik bilgi düzeyi ancak o dönem için
yapılan yatırımlar tarafından içerilmektedir” (Soyak, 1995, s.95-96).

109
dayalı neoklasik kuramca açıklanamamaktadır (Nelson, 1981, s.1035). Teknoloji verili
olduğu için, farklı ülkelerin, farklı firmaların nasıl olup da o tekniklere geldikleri sadece
ulusal düzeyde değil, uluslararası düzeyde de açıklanamaz. Evrimci iktisadın, farklı
ülkelerin kendilerine göre belirledikleri teknoloji politikalarının, iktisadi yapıda
gerçekleştireceği değişimi vurgulaması, bu noktadan kalkarak olmuştur.

Teknolojinin dışsal değil de içsel bir bileşen olarak neoklasik iktisada taşınması
çabası yeterli olmayınca, kuramın temel varsayımları daha açık eleştirilir hale gelmiştir.
Evrimci iktisadın temel öncülleri bu eleştirilerden ve Schumpeter’den doğmuştur. Bu
yüzden bundan sonraki bölümde Evrimci İktisadın temel taşını döşeyen Schumpeter’i
ele alacağız.

2.4 Schumpeter ve Yenilik Kuramı: Evrimci İktisat Okulu’nun Sıçrama


Tahtası

Schumpeter’in düşüncesini çalışmamız açısından önemli kılan, onun kullandığı


3 temel kavramdır. Ekonomik değişme, yenilik ve girişimcilik. Bu 3 temel kavramın
özellikle ilk ikisi üzerinde ayrıntılı duracağız. Schumpeter’in ekonomik değişmeyi
açıklarken kullandığı sistematik üzerinde ısrarla durmamızın iki nedeni bulunuyor: bu
sistematiğin Marks’ın genişletilmiş yeniden üretim şemalarıyla olan bağlantısını
netleştirmek, bu bağlantının koptuğu başlıca halkanın önemini vurgulamaktır.
Schumpeter, ekonomik değişmeyi açıklama niyetiyle tüm diğer iktisat okullarından
koptuğunu ileri sürmektedir. Schumpeter’e göre, ekonomik değişmenin motoru
yeniliktir. Ancak ileride göreceğimiz gibi, temel halka Schumpeter’de açıklanmamış
olarak kalmaktadır: Yeniliğin motoru nedir? Girişimciliğin tesadüfî, bireysel yapısı bir
motor oluşturmamaktadır, adı üstünde bu kesintisiz bir nesnellik değil, rastlantısal bir
öznelliktir. Üstüne üstlük girişimciyi yaratan koşulların kendisi açıklanmaya muhtaçtır,
girişimcinin mizacını açıklamak ise betimlemeden öteye gitmemektedir. Schumpeter’in
yenilik kuramında, tarihte bireyin rolü, adeta yeniden yazılmaktadır. Kapitalizmin
kaçınılmaz krizlerini yatıştırmaya çalışan, kar oranlarının düşmesini yenilikler ile
engellemeye çalışan, fırsatları kollayan girişimci, sanki tarihte kapitalist bireyin rolünü
canlandırmaktadır. Schumpeter’in kendi tarifiyle bu yönde bir açıklama kısmi bir
çözümlemedir (fragmentary analysis). Üçüncü temel kavram olan girişimcilik ise
Schumpeter’in öncülü olduğu Evrimci İktisat okulunun bireysel metodolojisini,

110
davranışçı ve kurumsalcı yapısını açıklamak için, sadece bu kapsamıyla sınırlı olarak
belirli ölçüde ayrıntılı incelenmektedir.

Schumpeter’in politik ekonomi geleneği içindeki en özgün özelliği, daha önceki


iktisatçıların aksine ekonomik değişmeyi açıklama iddiasıdır. Ayşe Buğra (1985, s.28-
29), Schumpeter’in bu özelliğini vurgular:

Neoklasik iktisadın teknoloji konusuna yaklaşımına en güçlü


eleştirinin J. Schumpeter tarafından yöneltildiğini söyleyebiliriz.
Schumpeter neoklasik iktisadın, büyük ölçüde kaynak dağılımı
konusuyla sınırlı olduğu için, yeni mallar ve üretim yöntemleri
geliştirilmesinin kapitalist sistem içinde taşıdığı önemi gözden
kaybettiğini vurguluyor. Ayrıca, sürekli fiyat rekabetinin üzerinde
durulmasının üretimde gerçekleştirilen yenilikler kanalıyla yürütülen
rekabetin gözden kaçması sonucunu verdiğini… söylüyor.

Evrimci İktisat okulunun öncülerinden Schumpeter’in adı Amerika’nın yerleşik


iktisat biliminde ilk olarak iş çevrimleri (Business Cycles) çalışmaları ile öne
çıkmışken, yenilik ve girişimcilik üzerine geliştirdiği düşünce, ilk başlarda geri planda
kalmasına karşın epey sonra, daha geniş bir alanda etkiler yaratmıştır (Sweezy, 1943,
s.93).88 “Yenilik Kuramı”, ilk kez Schumpeter’in 1912 tarihli “Ekonomik Gelişme
Kuramı” adlı kitabında geliştirilmiştir. Kitabın temel amacı, klasik ve neoklasik
ekonominin o güne kadarki sınırlı amacı olan kaynak dağılımı yerine ekonomik
değişimi açıklamaktır.89 Schumpeter’in bu ayırt edici yönünü Mark Blaug da (1985,
s.439) vurgular:

Marjinal verimlilik kuramı, ekonomik analizin kapsama


alanının dışına düşüyor diyerek geleneksel olarak teknik değişme
sorununu ihmal etmiştir. ‘Ekonomik Gelişme Kuramı’nda Schumpeter
ekonomik ilerlemenin anlaşılması için ‘yenilik’lerin öneminin ısrarla
üzerinde durarak bu boşluğu kapamaya çalışmıştır. Ancak
Schumpeter yeniliklerin sistemli bir kuramını sağlamayı başaramadı,

88
Paul Sweezy, 1943 tarihli makalesinde, yenilik konusunu işlediği ünlü kitabı daha önce yayınlandığı
halde Amerika’da İş Çevrimleri çalışmasıyla dikkat çeken Schumpeter’in geri planda kalan Yenilik
Kuramı’nı oldukça erken bir tarihte gündeme getirmekte; çekinik ve örtülü de olsa eleştirmektedir
(Sweezy, 1943).
89
“Onun çalışmalarının titiz bir okuması, amacının kapitalist bir toplumdaki ekonomik değişimin
anatomisini berrak bir biçimde ortaya koymaktan başka bir şey olmadığını açıkça gösterir” (Sweezy,
1943, s.93). Schumpeter’in asistanlığını yapan ve onunla yakın bir ilişkisi olan Paul Sweezy, en önemli
kitaplarından birinin adını “Kapitalist Gelişme Kuramı” koymuştur.

111
üstelik ekonomik ilerleme marjinal verimlilik kuramcılarının
gündemindeki konu değildi. İşte bu yüzden iktisatçılar genellikle
teknik ilerlemeyi ayrı tutmaya devam ettiler.

Denis’in aktardığına göre, ilk ortaya atıldığında Schumpeter'in kuramı


çözümleme alanında hızla ilerleme sağlamaya adaydı (Denis, 1982, s.566). Oysa bir
yandan çoğu iktisatçı tarafından sistemli bir biçimde bir kenara bırakıldı diğer yandan
da Schumpeter'in kendisi kendi kuramının içerdiği en önemli sonuçları çıkarmaktan
kaçındı. Bu da görüşlerinin yayılmasını, ilerlemesini epey engelledi.

Chris Freeman ve Luc Soete (2003, s.22), Schumpeter’in bu konudaki


özgünlüğünü güzel açıklamaktadırlar:

Schumpeter, İktisadi Döngüler (Bussines Cycles) üzerindeki


büyük eserinde, yarım yüzyıl kadar süren ‘Kondratieff’ uzunu
dalgalarının varlığını kabul etmekle birlikte, Kondratieff’ın
açıklamasından farklı ve yeni bir açıklama getirmektedir.
Schumpeter’e göre, her konjonktür döngüsü veya ‘uzun dalga’, bir
yandan o dönemdeki teknolojik yenilik farklılıkları bir yandan da
savaşlar, altın madenlerinin keşfedilmesi ya da kıtlıklar gibi tarihi
olayların farklılığından dolayı benzersizdir. Ancak o, her dalganın
özel ‘hareketi ve düzensizliği’ (fluctuation and perturbation)
konusundaki ısrarının yanı sıra, iktisat teorisinin görevinin sadece
tesadüfî olayları kataloglamanın ötesine geçerek, söz konusu
dalgalanmaları yaratan sistem davranışının özelliklerini incelemek
olduğuna inanıyordu. Görüşüne göre, bu özelliklerin en önemlisi,
kapitalist büyümenin ana motoru ve girişimci karının kaynağı, çok
büyük ölçüde çeşitlilik gösteren teknolojik yeniliklerdir.

“İş Çevrimleri” kitabından önce yazılan “Ekonomik Gelişme Kuramı” bu


çözümlemenin ilk taşlarının döşendiği kitaptır. Freeman ve Soete’nin de belirttikleri
gibi, Schumpeter’in önündeki temel sorunun, iş-çevrimleri üzerine yoğunlaşmışken
ortaya çıkan önemli bir problemden kaynaklandığı görülebilir: Döngüsel hareket eden
bir ekonomik yapının, sürekli yeniden ürettiği döngüden, niteliksel olarak farklı bir
döngüye nasıl ve neden atladığı, çözülmesi gereken problemi oluşturmaktadır. Bu
problem, ekonomik değişmeyi anlamak, bunun öznesi ve harekete geçirici gücünü
(primum mobile) incelemek, çözümlemek açısından önemli bir problemdir. İleride
bunun Walras’taki denge durumunu kabul etmekle birlikte, bir dengeden diğer dengeye
değişimi açıklama çabası olduğunu daha net göreceğiz. Schumpeter’in kuramını
çağdaşlarına göre önemli yapan bu probleme verdiği yanıt oldu.

112
Schumpeter’in başlangıç noktası, büyümenin değilse bile değişimin olmadığı bir
ekonomidir.90 Yani değişmeye neden olan özgül etmen soyutlanmıştır. Schumpeter
sonuçtaki ekonomik sisteme, “durağan döngüsel akış” der. Çünkü zaman geçse de bu
döngü, aynı kanallardan akar. Döngünün, girdileri, çıktıları çoğalabilir ancak aynı
kanalları kullanarak çoğalır. Bu da zaten büyüme (niceliksel değişim) ile değişimin
(niteliksel değişimin) ayrımıdır. Aynı kanallar ile döngünün daha fazla çıktıyla devam
etmesi, büyüme iken, burada henüz niteliksel bir değişim yoktur. “Döngüsel akış”91
başlangıç noktası alınarak, değişiminin koşulları çözümlenir. Bu noktadan sonra izlenen
işlem üç basamaktan oluşur:

İlk olarak değişime neden olan etmen –girişimci ya da yenilikçi-, bulunduğu


ekonomik çevreden soyutlanarak arı bir tip olarak çözümlenir. İkinci olarak, değişim
etmeni döngüsel akış modeline yerleştirilir.Üçüncü olarak ise, döngüsel akışta işleyen
kuvvetler ile yenilikçi etmenin etkileşimi kapsamlı bir çözümlemeye tabi tutulur.92

Bu üç aşamalı işlemin sonucunda ortaya çıkan iş çevrimleri biçiminde dalgalı


hareket gösteren bir ekonomik gelişme sürecidir. Yani ekonomik gelişmenin salınımlı
niteliği, Schumpeter tarafından bu model ile gösterilebilmiştir.

Schumpeter’in yaptığı bu çözümlemede değişime neden olan etmen “yenilik”tir


(innovation). Schumpeter yeniliği “ekonomik hayatın dünyasında işleri farklı şekilde
yapma” olarak tanımlarken; bunları beş maddeye ayırır (Schumpeter, 1962, s.83). Ona
göre yenilik, girişimci adı verilen belirli bireyler kümesinin etkinliği, işlevidir.93
Schumpeter’e göre, girişimci ise, Walrasçı durağan denge kuramıyla açıklanamayacak

90
Farklı bir özetleme için bkz. (Blaug, 1985, s.464).
91
“Döngüsel akış” (Circular flow) olarak Almancadan İngilizceye çevrilmiş olan sözcük özgün dilde
Kreislauf terimidir. Döngü anlamına gelmektedir. Marks’ta sermayenin döngüleri/devreleri yani para,
meta ve üretken sermaye döngülerinde bahsedilen döngünün almanca karşılığı Kreislauf’tur. Schumpeter,
Marks ile aynı anlamda (circuit) Kreislauf kelimesini kullanıyor. Bu terim Almanca karşılığından
İngilizceye hep döngüsel akış olarak çevrilmiştir. Leontief de 1928'de Döngü olarak Ekonomi (Özgün
adı, "Wirtschaft als Kreislauf" olan tez İngilizceye Circular Flows in Economics olarak çevrilmiştir)
tezini sunuyor.
92
Bkz. bölüm 2 (Schumpeter, 1961). Kısa bir özet için (Sweezy, 1943).
93
“Schumpeter, kabul edilegelmiş rutin ve uygulamalardan keskin bir biçimde kopabilmek için gerekli
olan karakter, cesaret ve hepsinden öte vizyona sahip bu karizmatik figüre, girişimciye çok büyük bir
önem vermiştir” (Rosenberg, 1976, s.67).

113
olan, değişimin aktörünü açıklamada temel önemde eyleyendir. Bir dengeden diğerine
değişimin temel motoru girişimcidir. Ekonomik Gelişme Kuramı kitabında girişimcinin
niteliklerini tüm boyutlarıyla açıklar (Schumpeter, 1955, s.87-94).94 Hatta Schumpeter’e
göre girişimci kendi eylemlerinin sonuçlarından bağımsız biçimde, ondan soyutlanarak
incelenebilen toplumbilimsel bir tiptir.95 Girişimcinin nitelikleri, her şeyden önce,
yenilik olanaklarını kestirebilmek, önemini anlayabilmektir, üstelik bunun için buluş ya
da yeniliğin kendince yapılmış olması, mucit olması da gerekmez. Bundan daha
önemlisi girişimci yeni şeyler yapmanın önündeki toplumsal ve psikolojik dirençlerin
üstesinden gelebilmeli, kısacası “liderlik” niteliklerine sahip olmalıdır. Yani girişimci,
enerjisi ekonomik kanallara yönlendirilmesi gereken bir liderdir.96 Sweezy,
Schumpeter’in girişimciyi bu şekilde tanımlayarak, ekonomik değişmenin kaynağını,
ilkesel olarak nüfusun herhangi bir sınıfı ya da katmanından çıkabilecek olan belirli bir
grup adamın (men) kişisel özelliklerine bağladığını söyler (Sweezy, 1943, s.94).
Girişimcilik, Schumpeter için belirli bir kişiye ya da kesin biçimde tanımlanan bir gruba
ait bir özellik olmasından önce bir işlevsel roldür.97

Yani kapalı bir dengeden, “döngüsel akış”tan dinamik bir gelişmeye geçmede
kilit aktör girişimcidir. Girişim ve yenilik kavramlarının üzerinde durmamızın tek
nedeni bunların Evrimci İktisat okulu için kilit kavramlar olması değildir; metodoloji
94
Öyle ki, girişimcinin niteliklerinin ayrıntısıyla anlatıldığı ikinci bölüm, Ekonomik Gelişme Kuramı’nın
İngilizce çevirisinde yazar tarafından sadeleştirilmiştir. Sadeleştirilen bu bölümün özgün halinde
Schumpeter, girişimcinin niteliklerini etraflıca açıklama üzerine yoğunlaşmış, bu yüzden de bu
açıklamalar kitabın iktisadi değişimi açıklama genel çizgisinin dışına taşarak iktisat sosyolojisine girmişti.
Bu bölüm bu nedenle çeviri sırasında sadeleştirilmiştir, kitabın yedinci bölümü olan Das Gesamtbild der
Volkswirtschaft (Ekonominin Genel Görünümü) İngilizce baskıda tamamen çıkarılmıştır (Kızılkaya,
2005).
95
Schumpeter’in dar anlamıyla iktisatçı olmadığı aksine toplumbilimsel yöneliminin tüm çalışmalarında
belirgin olduğu bir çok iktisat tarihçisi tarafından kabul görür (Denis, 1982, s.748-750), (Blaug, 1985).
“Ekonomik toplumbilim” Schumpeter’e göre ekonomi biliminin dört temel alanından biridir. Diğer üçü
ise ekonomik kuram, ekonomik tarih ve istatistiktir (Blaug, 1985, s.464). Schumpeter ve girişimcilik
üzerine bkz. Kızılkaya (2005).
96
“Schumpeter teknoloji konusuna buluş (invention), yenilik (innovation) ve yeniliklerin yayılması
(diffusion) aşamalarını inceleyerek yaklaşıyor. İktisatçılar açısından en önemli bulduğu yenilik aşamasını
da girişimcinin kapitalist sistemdeki işlevinin en önemli yönü olarak görüyor. Schumpeter'e göre,
kapitalist sistemde en önemli rolü oynayan girişimci tipinin ana işlevi, teknolojik gelişme düzeyinin veri
olarak alındığı bir üretim fonksiyonu çerçevesinde optimal kaynak dağılımını sağlamak değil, bu üretim
fonksiyonunu bütünüyle değiştiren yenilikleri üretimde kullanmak” (Buğra, 1985, s.27).
97
Blaug’a göre, Schumpeter’in yenilik ve girişimcilik üzerine düşünceleri, durağan (statik) denge
analizine uymadığı için hep göz ardı edilegelmiştir (Blaug, 1985, s.464).

114
olarak Schumpeter’in metodolojine dikkat çekmek gerektiğindendir. Yenilik amacını
edinen girişimcinin davranışları, ileride kurumların davranışlarını, tercihlerini, öğrenme
yeteneklerini, örgütsel davranış şekillerini irdeleme yönünde her biri ayrı ayrı
geliştirilecek olan alanları önceden haber vermektedir. Üstelik devletin etkinliğinin
azaltılmaya çalışıldığı, uluslararası şirketlerin uluslararası düzeyde etkinlik kazandığı,
devletin henüz buna göre yeniden biçimlendirilemediği “neoliberal” dönemde,
kurumların etkinliğinin ön plana taşınması, yönetimin teknikleştirilerek, politikadan
arındırıldığı görüntüsünün verilmesi kaçınılmazdır. Schumpeter’in “girişimci” modeli,
bu anlamıyla ileride firma, kurum davranışı gibi bireysel bir metodolojiyle daha fazla
geliştirilecek olan bir “ideal tip” tir.

Bu ideal tipten kalkılarak geliştirilen yaklaşımlarda, girişimci (ya da


Schumpeter’den sonra ön plana çıkarılan “kurum” ya da firma) davranışları, davranışçı
bir tarzda incelenir. Bireysel metodoloji ile bu girişimcinin öznel tercihleri, rasyonel
davranışlar ve tercihlerin araştırılması yoluyla kuramsal olarak yeniden inşa edilir.
Böylelikle teknolojik yeniliğin kuramlaştırılması, bireysel davranışların toplulaştırılması
eliyle, davranışçı bir tarzda yürütülmeye çalışılır. Burada öznenin, nesnel yapı
tarafından nasıl oluşturulduğu, belirlendiği, nereden geldiği, eyleyenin (agency), yapı ile
ilişkisi sorun edilmez. Yani bu girişimcinin nasıl ortaya çıktığı, kuramsal problem
haline getirilmez. Bu yüzden girişimcinin öznel davranış ve tercihlerinin sosyolojik bir
incelemesi yer yer daha fazla önem kazanır. Zaten girişimcinin olanaklarından
yararlandığı, önceden vizyon sahibi olarak gördüğü yenilikler de bu öznelliğe bağlı
olarak doğrusal bir tarihsel çizgide gelişmezler. Doğrusal bir yörünge (patika,
trajectory) izlemezler. Yenilik süreci, kümelenmelerin olduğu kesikli ve salınımlı bir
süreçtir.

Schumpeter’in Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi kitabında (1962, s.83),


kapitalizmin motorunun itici gücü olarak tanımladığı yenilikler şunlardır:

Kapitalist motoru harekete geçiren ve hareket halinde tutan


temel itici güç, yeni tüketim mallarından, yeni üretim ya da taşımacılık
yöntemlerinden, yeni pazarlardan, kapitalist girişimlerin yarattığı
yeni sanayi örgütlenmesi biçimlerinden kaynaklanır.

115
İktisat yazınında yenilik türleri, bundan sonra Schumpeter’in yazdıklarına uygun
olarak bu beş başlık altında sınıflanmaya başlanmıştır (Denis, 1985), (Buğra, 1985,
s.29):

1- Yeni bir malın üretimi


2- Yeni bir üretim yönteminin uygulanması
3- Yeni bir piyasanın açılması, daha önce açılmamış bir alana ürün satmak
4- Yeni bir hammadde ya da yarı mamul kaynağının elde edilmesi.
5- Yeni bir örgütlenmenin gerçekleşmesi, tekel durumu vb.

Tüm bu yenilikler98, kapalı ve durağan (statik) bir denge durumu yerine


ekonomik değişimi getiren temel harekete geçirici güçlerdir. Bu yenilikler aynı
zamanda “yaratıcı yıkım” denilen, yeniliğe açık olmayan ekonomik tabanın ayıklanarak,
yeniliğe açık olanların yeni bir temelde tekrar gelişmesi sürecini de yürütürler. Yeniliğe
açık olmayanlar için ekonomik değişim süreci yıkımı getirirken, yeniliğe açık olanlar
için ise bu süreç gelişmeyi, yaratıcı süreci getirecektir.

Bir yandan yaratım bir yandan yıkım süreci, evrimi hatırlatır. Gerçekten de
Schumpeter, hem kapitalizmi hem de teknik değişmeyi, bir evrim süreci olarak anlar.
Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi kitabının “Yaratıcı Yıkım Süreci” başlıklı 7.
bölümünde (1962, s.82) yeniliği, yaratıcı yıkım sürecini kapitalizmin motoru olarak tarif
eder:

Kavranması gereken esas nokta şudur: kapitalizmden


bahsederken, bir evrim sürecinden bahsediyoruz. Üstüne üstlük uzun
zaman önce Karl Marks tarafından vurgulanan bu kadar bariz bir
olguyu hiç kimsenin görememesi garip görünebilir. Ancak modern
kapitalizmin işleyişi hakkında önermelerimizin büyük bir çoğunluğunu
çıkardığımız o bölük pörçük çözümleme99 (fragmentary analysis),
bunu inatla görmezlikten gelir.

98
“Bütün bu olguların neoklasik bir üretim fonksiyonu aracılığıyla açıklanması çok güç” (Buğra, 1985).
99
Schumpeter, bundan önceki paragraflarda, iktisatçıların ve popüler yazarların gerçekliğin bölük pörçük
parçalarından yola çıktıklarından bahseder. Bu parçalı, kısmi gerçeklikler doğrudurlar, hatta çoğu
durumda biçimsel nitelikler bunlardan genellikle doğru biçimde türetilirler. Ancak Schumpeter, haklı
olarak şu sonucu çıkartır: bu tür bölük pörçük, kısmi çözümlemelerden (fragmentary analysis) bir bütün
olarak kapitalist gerçekliğin çözümlenmesine dair hiçbir sonuç çıkmaz. Sadece tesadüfen doğru
yapılabilir.

116
Aynı bölümde Schumpeter, kapitalizmin durağan olamayacağını, doğası gereği,
bir ekonomik değişim yöntemi ya da biçimi olduğunu söyler. Bu değişimin sadece,
basitçe içinde bulunduğu toplumsal koşulların ya da doğanın değişimi yüzünden, bu
değişimin ekonomik verileri değiştirmesinden dolayı olamayacağını belirtir. Toplumsal
ya da çevresel değişimler sanayinin değişimini sağlar ama bunlar temel harekete geçirici
güç değillerdir. Ona göre, bu evrimsel nitelik, nüfusta ve sermayede gerçekleşen yarı
otomatik artıştan da, tamı tamına aynı şeyin geçerli olduğu parasal sistemin
kaprislerinden de kaynaklanmaz. Kapitalist motoru harekete geçiren ve hareket halinde
tutan, teknolojik yeniliklerdir (Schumpeter, 1962, s.83).100 Aynı sayfalarda Schumpeter,
iktisatçıları, sadece fiyat rekabetini gördükleri yönünde eleştirir. Gerçekte yeni meta,
yeni teknoloji, yeni arz kaynağı, yeni örgütsel biçim konusundaki yani teknolojik
yenilik konusundaki rekabet, daha önemlidir.

Schumpeter, kapsamlı bir konuyu sınırlı sayıda sayfada ele aldığı için yeterli
bulunmayan (Nelson, 1990, s.193) yedinci bölümde, aslında sonradan evrimci iktisadın
temel başlıklarını oluşturacak pek çok anahtar konuya kısaca değinir, ya da bunları ima
eder. Yaratıcı yıkım, evrimsel karakter, teknik değişimin yaparak öğrenme ile ilişkisine
değinir; katedilen yola ya da patikaya bağımlılık (path dependence) biçimlerinden
örnekler vererek açıklamalar yapar.101 Oligopol piyasalarda rekabet ve teknik değişimin
örneklerine değinir. Eş zamanlı çözümlemenin eksikliğini, dinamik bir çözümlemenin
gerekliliğini de vurgular.102

100
Schumpeter’in düşüncesini izleyen Nelson, bundan yaklaşık yarım asır sonra yazdığı “İlerlemenin
Motoru Olarak kapitalizm” makalesinde (Nelson, 1990, s.193) 21. asırda Schumpeter’den miras olarak
alınabilecek temel öncül olarak kapitalizmin ve teknolojik değişimin evrimsel karakterinden ve yaratıcı
yıkımdan bahseder. Ancak örtülü olarak devraldığı temel öncülü belirtik kılmaz. İlerlemenin motoru
kapitalizm ise kapitalizmin motoru nedir? Bu soruya Schumpeter’in burada verdiği yanıtı kabul eder.
Üzerinde tüm bir yenilik iktisadının, evrimci kuramın kurulduğu bu yanıt, aslında bütün klasik ve
neoklasik iktisadın temel sorununu barındırmaktadır. Zenginliğin, karın kaynağı nedir?
101
Teknolojinin patika bağımlılığı (path dependence ya da technological trajectory) Schumpeter ve yeni
Schumpeterciler tarafından yaygın bir biçimde dile getirilse de Marks’ta bunun açıklaması olmadığı
düşünülmemelidir. Marks’ın Kapital’i sermaye kuramıdır, teknoloji bir sonuçtur, bu yüzden açıklama
üretilen sonuçlardan türetilir. Teknolojik değişimin patika bağımlılığının Marks’taki karşılığı için bkz.
(Smith, 2002, s.157).
102
“Bir Burjuva Marksisti olarak Schumpeter” başlıklı makalesinde George Catephores, Schumpeter’in
Marks’tan övgü ve beğeni ile bahsettiği noktaları vurgular (Catephores, 1994). Bunlar, gerçekten de
kapitalist sistem içinden bakan nitelikli bir iktisatçı açısından anahtar perspektiflerdir. Schumpeter,
kapitalizmin dinamik ve birikimli bir yapıyı içeren çözümlemesini, bu noktaları inkâr ederek değil,
bunlardan öğrenerek yapar. Walrasçı denge anlayışı gözden geçirerek yerine koyduğu, teknik yeniliğe

117
Schumpeter'in durağan döngüsel akışında, Walrasçı genel denge durumunun
aksine, kar ya da faiz biçiminde artık yoktur. Sadece yenilik ve dinamik değişim, pozitif
faiz oranı üretebilir (Blaug, 1985, s.521). Modelin temel varsayımı budur. Toprak özel
mülktür, topraktan rant elde edilir, ancak pozitif bir faiz oranının olmadığı durumda
toprağı değerlemenin temeli yoktur. Yani durağan döngüsel akışta toprak için piyasa
yoktur. Bu varsayımlar doğal olarak çok tartışma yaratmıştır (Sweezy, 1943, s.94),
(Blaug, 1985, s.521). Fakat Blaug’un da belirttiği gibi, bu tartışmalar esas olarak
Schumpeter’in girişimcilik ve yenilik konusundaki önemli vurgularını ihmal etmek
pahasına yapılmıştır. Schumpeter, yeniliği açıklarken, buluş (icat, invention) ile yenilik
(innovation) arasında ayrım yapmıştır.103 Buluş kavramını, yeni teknik bilginin
keşfedilmesi olarak tanımlarken, yeniliği ise bunun sanayiye uygulanması olarak
kavramlaştırmıştır.

Sweezy'ye göre Schumpeter’in modeli kendi içinde tutarlıdır, ancak örtük olarak
şu varsayıma dayanır: döngüsel akış modelinde kapitalist diye özel bir sınıf yoktur.
Toplum toprak sahipleri ile diğerleri diye bölünmüştür. Herkesin "sermaye" denilen
şeye erişimi eşittir. Bu koşullarda açıktır ki, işi verene hiç artık gidemez; tüm gelir
toprak sahipleri ile emekçilere akar; işverme işlevinin hesap tutma, muhasebe ve gelir
gider hesabı dışında bir işlevi yoktur. Sweezy, 1943'te durağan döngüsel akış modelini
ve bunun altında yattığını düşündüğü varsayımı böyle tarif eder. Böyle bir model
tasarlandığında durağan ekonomi yaratmaya elverişlidir; çünkü gelir tümüyle harcanır,
tasarruf ve birikim için hiçbir şey kalmaz ki bu da durağan bir ekonomi demektir.

Pek çok iktisatçıya göre, Schumpeter’in “döngüsel akış” dediği kapalı devre
ekonomi ile yenilikçi girişimcinin dinamik bir değişim yarattığı ekonomi şeması,
gerçekte Marks’ın basit yeniden üretim ile genişletilmiş yeniden üretim şemalarına karşı

dayanan birikim modeli, Sweezy’nin ima ettiği gibi Marks’tan önemli izler taşır; ancak bu model artı-
değer kuramı reddedilerek geliştirilmiştir.
103
Kimi iktisatçılar, (örneğin Nathan Rosenberg) Schumpeter'in bu ayrımına (buluş-yenilik-yayılma)
katılmıyorlar. Rosenberg'e göre, gerçekte buluş ve yeniliklerin birbirinden ayrılması çok güçtür
(Rosenberg, 1976, 1976a).

118
geliştirilmiş modellerdir (Sweezy, 1943), (Mirkowich, 1940), (Eliot, 1983), (Denis,
1982, s.567). 104

Henüz 1940’larda yapılan değerlendirmelerde (Sweezy, 1943), (Mirkowich,


1940) ekonomik değişmenin dinamiklerini açıklamayan klasik ve neoklasik iktisadın
aksine ekonomik değişim üzerine yoğunlaşan Schumpeter’in kuramı çok sınırlı da olsa
öne çıkarılmaya, vurgulanmaya çalışılmıştır.

Schumpeter’den evrimci iktisatçılara kalan, ekonomiyi dinamik olarak kavrama


yönündeki “evrim” düşüncesi, bu evrime neden olan değişimi yaratan “yenilik”
düşüncesidir. Böylece teknoloji, dışsal değil, bizzat iktisadın içinde, onun geliştirdiği bir
içsel parametre haline gelir.105 Ancak bu içsel dinamik yenilik süreci, öznesi
girişimcidir. Girişimcinin öznel yetileri, davranışları ve yöntemlerinin yapısal bir
açıklaması, kuramlaştırılması çabası, iktisat biliminin içinde yapılmamaktadır. Yer yer
sosyolojik nitelemeler, davranışçı değerlendirmelerin konusu yapılmakta, bununla
yetinilmektedir.

Schumpeter’in ekonomik değişmenin kaynağını, teknolojik yenilenmede


görmesi üzerine bir değerlendirme yapabiliriz. Schumpeter, Marks’ın ekonomik
değişmeyi inceleme vurgusundan ve tarihselleştirme eğiliminden etkilenmiştir.106

104
“[Schumpeter ] Marksçı toplumsal-ekonomik kuramdaki kimi gelişmemiş yerleri kullanarak, ilk defa
evrimci bir kuramın mantıklı ve kabul edilebilir bir sistemini oluşturmuştur” (Mirkowich, 1940, s.580).
“Tabii ki, eğer durağana karşılık genişleyen bir ekonomi ayrımını tipoloji için temel olarak benimsersek,
Schumpeter’in durağan döngüsel akışına yakın bir benzerinin Marks’ın basit yeniden üretim modeli
olduğu da, öte yandan Marks’ın ‘genişletilmiş ölçekte yeniden üretim’inin Schumpeter’in kapitalist
gelişme kategorisine paralel olduğu da doğrudur” (Elliott, 1983, s.335).
105
Schumpeter’in teknolojiyi iktisadi anlayışa dahil etme girişiminin kendi içinde de önemli çelişki ve
sınırları bulunmaktadır. “Schumpeter’ın yaklaşımında sermaye birikimi ve teknolojik gelişme arasında
bağlar kurulmaya çalışılmış olması ve yatırım, kar gibi değişkenlerin de modele dahil edilmiş olması,
‘teknolojik bilginin’ de modele dahil edildiği izlenimini yaratmaktadır. Ancak, firmalar yatırım yaptıkları
sürece, dışsal olarak gelişen yeni teknolojik bilgiyi üretim sürecine sokmaktadırlar. Bu durumda teknoloji
hala dışsal bir faktör durumundadır” (Ansal, 2004, s.41). “Her iki modelleştirme biçiminden de
anlaşılacağı gibi, teknolojik bilgi, neoklasik kuramda ekonomi dışı bir olgu olarak yorumlanmakta ve
firmaların bu bilgiden yararlanabilmeleri için, birinci yaklaşımda zamanın geçmesi, ikinci yaklaşımda ise
yatırım yapmak yeterli olmaktadır. Dolayısıyla bu yaklaşım, firmaların seçmiş oldukları tekniklerin
yalnızca kullanıcısı olduklarını varsaymakta, bunları geliştirmek için herhangi bir faaliyette
bulunmadıklarını zımnen kabul etmektedir” (Soyak 1995, 97).
106
Schumpeter'e göre Marks'ın önemi tarih ve ekonomiyi birleştirmesidir. Marks, statik bir ekonomik
zemini varsayım olarak alıp oradan başlamamış, düşüncesini sürekli değişen ekonomik yapıya uygulamak
istemiştir (Schumpeter, 1981, s.60).

119
Örneğin, Marks’ın iktisadi, tarihsel ve toplumsal gelişmeyi “bireysel iradenin üstünde”,
kapitalist sistemin mantığından kaynaklanıyor olarak görmesini çok önemser
(Schumpeter, 1981, s.56). Öte yandan Schumpeter’in, daha önce Marks’ın basit yeniden
üretim ve genişletilmiş yeniden üretim şemaları üzerine çalıştığı da çeşitli defalar
söylenmiştir. Her şeyden önce Avusturya kökenli Sermaye Kuramı okulunun bir
temsilcisidir, üstelik Kapital’in birinci cildiyle üçüncü cildi arasında “çelişki” olduğunu
öne sürerek, “dönüşüm” tartışmalarını başlatan, Marks’ın sisteminin sonunu ilan eden
Böhm-Bawerk’in öğrencisi olarak yetişmiştir. Marks’ın yeniden üretim şemalarından
haberdar olmaması beklenemeyeceği gibi içinden geldiği ekol düşünüldüğünde bunları
kabul etmesi de beklenemez.107 Bu yüzden Schumpeter’e göre, değer kuramı hatalıdır,
marjinal fayda kuramı daha doğrudur (Schumpeter, 1981, s.50). Marks’ın nitelikli emek
düşüncesinin sorunlu olduğunu belirtir, emek değer kuramına karşı çıkar. Ona göre,
“emek değerinin emek üretimi için harcanan iş saatine oranlı olduğu hiçbir zaman
ispatlanamamıştır”(Schumpeter, 1981, s.59).

Başlıca öncülleri ise, Avusturya sermaye okulunun ana kuramsal yapısıdır.


Walrasçı denge modelini durağan döngüsel akış şeması için temel kalkış noktalarından
biri olarak alırken, esas amacının verili parametrelerle kaynakların dağılımını
anlamaktan öte, bir dengeden diğer dengeye geçişin koşullarını açıklamak olduğunu sık
sık belirtir. Walras’ın genel denge modeli, bir dengeden başkasına geçişi açıklamaz ama
verili dengeyi açıkladığı sürece, iktisadi gerçekliğin özel bir görünümü olarak, bir
metodolojik kurgu anlamını taşımaktadır (Schumpeter, 1954, s.964). Walrasçı modeli
benimsemenin sınırları, verili denge koşulları içindeki güçleri, parametreleri
tanımlamakla başlar. Bir denge ile bir başka denge konumunu iyi analiz etmek,
Walrasçı yöntemle başarılabilir. Zaten bu güçler ve parametrelerin, zaman içinde bir
dengeden diğer denge durumuna nasıl değiştiğini anlamak için o güç ve parametreleri
hesaplamak Walras’ın yöntemiyle olabilir. Schumpeter için Walras’ın önem ve
anlamının, sınırlarını da bu oluşturur. Bunu şöyle dile getirir (1962):

107
Başka yerde belirttiğimiz gibi, Marks’ın Kapital çalışmaları sırasında tuttuğu notlar, taslaklar, henüz o
tarihlerde derlenmediği ve yayınlanmadığı için Schumpeter’in bunları bilmediğini, Grundrisse’yi
görmediğini söyleyebiliriz. Bu el yazmalarının başlıca önermeleri, Kapital’in temel kuramsal yapısında
içerili olarak bulunmaktadır, ancak burada kimi noktalar daha ayrıntılı ve sınırları aydınlatacak biçimde
çizilmiştir. Marks, teknolojik yenilik, yeni ürünlerin, yeni üretim dallarının, yeni ihtiyaçların yaratılması
ve bunların sonuçları gibi konulara, burada daha geniş değinmiştir.

120
Bu noktada esas önemli olan, bir dengeden diğerine
sürüklenen ve dışsal faktörlere dayanan bir değişim teorisinden
ziyade, iktisadî sistemin nasıl olup da sürekli olarak kendisini
dönüştüren bir içsel gücü yarattığını açıklayan teoriyi ortaya
koymaktır.

Schumpeter’in düşüncesinin Walrasçı mirası ve kopuşu bu iken, ekonomik


değişimin motoruna atfettiği nitelik diğer bir önemli sorundur. Ekonomik değişimin
nedeni olan yeniliğe ve bu yeniliğin öznesi olarak girişimciye biçtiği rol ise teknolojiyi
dışsal almamasını getirir. Ancak sosyolojik bir tip olarak tanımladığı girişimcinin hangi
şartlar, sebepler altında doğduğu, bu sistemi toplam olarak neyin yeniden ürettiği
belirsiz kalır. İster Ekonomik Gelişme Kuramı kitabında ayrıntılandırdığı girişimcinin
sosyolojik nitelikleri olsun isterse de iktisadi sosyolojiye kayacak denli kapsamıyla
incelediği ve Almanca özgün baskıdan İngilizceye çevrilirken kendisi tarafından
sadeleştirilen ikinci bölümün esas kısımlarındaki açıklamalarla olsun girişimci dışsal
kalır. Schumpeter, henüz 1910’da ekonomik değişimde kurumların ve yeniliğin önemini
vurgularken, esas önemli olanın değişimi açıklamak, değişimin neden kaynaklandığını
bulmak olduğunu söyler. Ancak girişimcinin, bireysel yetenek ve liderlik yetilerinin
tanrı vergisi olarak kalmasının önüne geçemez. Girişimciyi yaratan, ona o olanakları
sağlayan nelerdir? Kapitalist üretim ilişkilerini incelemeye katmadan bu soruyu
yanıtlamak olanaklı değildir; Schumpeter de bu soruya tam anlamıyla yanıt vermez.

Bu nedenle Sweezy’nin, (Marks’ın adını anmadan) Marks’ın yeniden üretim


şemalarının değişimi açıklamakta daha geçerli olduğunu önermesinde haklılık payı
vardır. Açıktır ki, yeniden üretim şemaları üzerine yürüyen tartışmalar, “eksikliği”
yönündeki eleştiriler108, Schumpeter için bunları “rezerv”le kullanmasına neden olmuş
dahası, harekete geçiren gücü (artı değer üretimi, kar amacı yerine yenilik, piyasada ve
tekel ortamında tutunabilmeyi koyarak) farklı ele almasına yol açmıştır.
Schumpeter’de teknik değişimin kendisi aslında “teknik” bir biçimde
açıklanmıştır. Teknolojik yeniliği üreten değil de, onu kullanan, fırsatı değerlendiren
girişimci kar etmektedir. Artı-değer kavramı, değer ile kar ayrımı, üretim alanı ile

108
Marks’ın basit ve genişletilmiş yeniden üretim şemalarının ne kadar gerçeğe uygun bir model olup
olmadığı üzerine tartışmalarda Rosdolsky ve daha sonra Mandel’in söyledikleri unutulmamalıdır (Bu
şemalar üzerine Marksist perspektiften bir tartışma için bkz (Rosdolsky, 1989, s.445–505) özellikle 7.
bölüm ve Mandel (1993, s.24).

121
bölüşüm alanı ayrımı gibi temel ayrımlar öncülü olan Walras da olmadığı gibi
Schumpeter’de de bulunmamaktadır. Halbuki Schumpeter, Marks’ın sisteminin çelişkili
bütünlüğe dayanan yapısını gayet iyi fark etmekte109, ama belirli bir sınıfın içinden ve
onun tarafı olarak görüşlerini geliştirmektedir. Artı-değer kuramını reddedildiğinde,
ekonomik yeniden üretimin temeli, rekabetçi bir piyasanın gereklerine uygun yenilikleri
“üreten”, fırsatları kullanan girişimcinin insafına bırakılmıştır.

Schumpeter’e göre, zenginliğin yani yaratılan değerin kaynağı, artığı ortaya


çıkartan yenilik süreci iken, teknoloji arzının incelenmesi, bölüşüm alanının konusudur.
Durağan döngüsel akıştan dinamik döngüye geçişte, kar, emeğin yarattığı bir değer
olarak değil, girişimcinin bireysel özellikleri sonucunda ortaya çıkar.110 Bunun gibi
teknolojinin yarattığı bu kar, büyümeyi sağlar.111 Ancak teknolojik yenilik fırsatını
değerlendiren girişimcinin “yarattığı” bu kar, kalıcı değildir (Schumpeter, 1955). Karın
cazibesi diğer firmaları cezbederek kendi yok oluşunu da yaratır. Schumpeter (1939,
s.105) bunu şöyle dile getirir:

Kar... kapitalist sistemde başarılı yenilikler üzerindeki


ödüldür. Ancak, doğası gereği sürekli değildir; rekabet ve taklit
edilme süreciyle yok olur.

Bu süreci Schumpeter "yaratıcı yıkım" (creative destruction) olarak niteler; zira


teknolojik yenilikleri teşvik ettiği için yaratıcı, fakat teknolojik yenilikleri
sürdüremeyen ve bunlara ayak uyduramayan firmaları ayıkladığı için yıkıcıdır.

Bir girişimcinin, firmanın teknolojik yenilik ile elde ettiği üstünlükten


kaynaklanan teknoloji rantı, gerçekte değerin kaynağı değildir.112 İleride Marks’taki

109
“Bu tip bir prosedürün analize kattığı canlılığı kabul etmemek imkânsızdır. Ekonomik kuramın
gulyabaniye dönüşmüş kavramları, soluk almaya, canlanmaya başlarlar. Bu şekilde ekonomik teori
mücadeleci bir nitelik kazanmakta dedüktif karakterinden hiçbir şey kaybetmemesine rağmen toplumsal
hayattaki düzensizliği gösteren bir tablo anlamı kazanmaktadır” (Schumpeter, 1962, s.45–46) ve
(Schumpeter, 1981, s.87).
110
“Kapitalist toplumda özel servetlerin büyük bir kısmı, kendisi temel hareket ettirici güç olan yenilik
sürecinin bir sonucudur. Kuşaklar boyunca sürdürülen tasarruflar, tasarruf etmek için gerekli olan
yenilikten gelen artık olmasaydı o kadar başarılı olamazdı” (Schumpeter, 1939, s.106).
111
"Gelişme olmadan kar, kar olmadan gelişme olmaz" (Schumpeter, 1955, s.154).
112
Schumpeter, artı-değerin olması için denge durumunun sürekli dengesizliğe sürüklenmesi gerektiğini
öne sürer, ona göre, artı değer kuramının durağan denge koşullarında mümkün değildir (Schumpeter,
1962, s.28). Girişimcinin etkinliği dengeden uzaklaştırır ve ürününü, yeni yöntemin tekelini koruduğu

122
teknoloji yaklaşımında göreceğimiz gibi emek gücü sarf edilerek yaratılan artı-değerden
kar olarak alınan payın artması anlamına gelmektedir. Bu artı-kar teknolojik ranttır ve
bu karı elde etmek için firmalar arasında artan rekabet nedeniyle bir süre sonra bu artı
kar ortadan kalkar. Teknolojik rant bu nedenle kalıcı değildir, uyarlanma, taklit ve
rekabet ile belirli bir zaman sonra ortadan kalkar, girişimci firma üstünlüğünü kaybeder.
Değerin yaratılması alanı ile değerin kar olarak bireysel kapitalist tarafından edinilmesi
arasındaki ayrım, üretim ile bölüşüm alanı arasındaki ayrım ile koşuttur. Teknoloji rantı,
teknolojik üstünlüğün getirdiği geçici artı karlar, zenginliğin üretilmesi ile ilgili
değildir, zenginliğin bölüşülmesi ile ilgilidir. Teknolojik yeniliklerin üretilmesini
irdeleyen Schumpeter’in girişimci üzerine analizleri, evrimci yaklaşımın firmalar,
kurumlar üzerine analizleri, bu nedenle teknolojiyi bölüşüm alanında ele almaktadır.
Firmaların elde ettiği teknoloji rantının artırılabilmesi için stratejilerin geliştirilmesine
dayanan her tür yaklaşım, teknolojiyi salt bölüşüm alanında kavramak gibi bir temel
sınırlılık taşımaktadır.

Yenilik ve teknolojik değişim sürecinin, dışsal ve verili olarak ele alınmaması,


değiştirilebilen, planlanabilen, müdahale edilebilen bir süreç olarak öne çıkarılması,
Schumpeter’i temel alan Evrimci İktisat okulunun, devraldığı ana temalardan en
önemlisidir. Öte yandan aynı okulun devraldığı temel varsayım korunmakla kalmayıp
üstüne epey bir kuram inşa edildiği için, teknolojinin fetişleştirilmesi bugün bu
boyutlara varmıştır. Teknolojik yenilik, tüm albenisiyle ekonomik büyümenin ve
dolayısıyla “toplumsal refah”ın kaynağı olarak görülmektedir. Üstelik girişimci ve
yenilik bu kadar ön plana çıkarılırken, ilerlemenin motoru olarak görülürken, teknolojik
yeniliği ve girişimciyi neyin yarattığı, teknolojinin motorunun ne olduğu sorusu yine
belirsiz kalmaktadır. Evrimci okulun, devraldığı bu temel önerme, teknolojinin gerçekte
içselleştirilmesini değil daha fazla fetişleştirilmesini getirmiştir.

sürece normal kar oranının üstünde bir rant ile satmasını sağlar (Catephores, 1994, s.21). Zamanla bu rant
ortadan kalkar. Schumpeter bu teknoloji rantını, değerin kaynağı olarak görür, onun dayandığı sermaye
kuramının temel hatası da budur. Marks için bu artı karın kaynağı, sömürü ile yaratılan toplam artı
değerden daha fazla pay almadır. Üstelik Schumpeter’in öne sürdüğünün aksine artı değer denge
koşullarında da sömürülmektedir.

123
2.4.1 Schumpeter’den Evrimci İktisada Geçiş Süreci: Yenilik Süreci
Araştırmaları

Evrimci iktisat, neoklasikleri eleştirerek, ancak onlardan kalkarak yola çıkmıştır.


Bu nedenle evrimci iktisat ile neoklasiklerin eleştirisi arasında bir ara basamak olarak
Yenilik Süreci araştırmaları durmaktadır. Bu dönem ayrıca evrimci iktisadın oluşması
için geçiş süreci niteliğindedir.

Teknik ilerlemeyi makro ekonomik düzeyde ele alan neoklasikler, üretim


fonksiyonundaki kaymaların emek ve sermaye girdilerindeki artıştan kaynaklanmayan
yanlarını incelerken birçok güçlükle karşılaşmışlardır. Bu güçlükler her seferinde
modeldeki bir değişiklikle kapsanmaya çalışılmıştır. Her defasında, artakalanı (residual)
tanımlamak için zamana ya da başka değişkenlere (yatırımlar, yatırım oranları, yatırım
oranlarındaki değişim, ekonomik etkinlik vb.) bağımlı pek çok fonksiyon üretilmiştir.
Teknoloji ve üretim fonksiyonunun kendisi geniş ve karmaşık bir sorun haline gelmiştir.
1960’larla birlikte sorun ayrıştırılmaya çalışılır (Johnston, 1966). Toplulaştırılmış halde
teknik ilerleme, sorunu makroekonomi düzeyinde tarif etmektedir, ancak yeniliğin
kaynağına, kökenlerine ve nedenlerine inememektedir. Yeniliğin kaynaklarına inmek
ise mikroekonomik düzlemde firmalar düzeyinde buluş, yenilik, taklit ve yayılma
arasındaki ilişkileri, bunların gelişimini izlemeyi gerektirir. Mikro düzey ile makro
düzey arasındaki ilişkiyi ise, taklit ve yayılmanın dinamiklerinin incelendiği, firma ile
sanayi arasındaki ilişkiler, sanayi içi ve sanayiler arası ilişkiler ve daha sonra da ülke içi
sanayiler ile dünya üzerindeki sanayiler arasındaki ilişkilerin çözümlenmesi kurar.

Artık makro düzeydeki “teknik ilerleme” tarifinin güçlükleri yerine, sorunun


kaynakları olarak görülen mikro düzeyden makro düzeyi kavramaya yönelinir. Yenilik
bir akış ve süreç olarak kavranır.113

Bu akışın aşamaları Schumpeter’den geliştirilerek oluşturulur, ancak


Schumpeter’dekiler gibi kalmaz. Schumpeter, buluş, yenilik ve taklit sürecini ele
almıştır. Tartışmalar içinde bu akış ve süreç geliştirilir. Buluş, yenilik, yayılma
aşamalarının yanı sıra alt aşamalar tarif edilir. Tüm bu aşamalar, mikro düzeyde firma

113
“[Y]enilik tek tek şirketler için özgül bir süreç, dünya ekonomisinin geniş perspektifinden ise zaman
içinde bir akıştır” (Johnston, 1966, s.160).

124
içi ve firmalar arası yeniliklerin oluşumunu sağlayan dinamikleri incelemekte, dahası
bunların taklidi, yayılması vesilesiyle de sanayi içi, sanayiler arası değişimi
çözümlemektedirler. Mikro düzeydeki değişimlerin, uzun zamansal akış içinde
yayılması ile makro düzeyde yarattığı etki ise teknik değişimi tarif etmeye yardımcı
olur.

Bu amaçla 1960’larda yenilik üzerine mikro ekonomik perspektiften kalkıp,


firmaların yenilik ve buluşları nasıl geliştirdiğinin incelendiği pek çok ampirik çalışma
yapılır. Burada Marksist bilimci J. D. Bernal’den114 de etkilenen Cristopher Freeman’ın
plastik sanayilerinde, Japonya ve farklı ülkelerdeki yenilik sürecinin gelişmesini
araştırdığı olgusal çalışmalar, Nelson, Arrow’un çalışmaları özel yer tutar.

2.5 Evrimci İktisat Okulu ve Teknoloji

1950’lerde Nelson ve Arrow’un Schumpeter’den etkilenerek, neoklasik iktisadın


teknolojiye yaklaşımını eleştirmeye başlamasıyla birlikte evrimci iktisat akımının
temelleri doğmuştur; ancak sistemli bir düşünce olarak akımın ortaya çıkması
1980’lerdir.115 Bu akımın en önemli özelliği teknolojiyi dışsal almaması, teknolojik
gelişmeyi ekonomik gelişmenin içinde hatta onun motoru olarak sayması, müdahale
edilebilir bir süreç olarak görmesidir. Dahası, bu süreç, bir buluşun uygun ortamda
yeniliğe dönüşebilmesi, diğerleriyle rekabet edip, yaşama ve yayılma hakkı kazanması
biçiminde betimlenir. Bu da evrim süreci ile benzeşim kurularak, teknolojinin evrim
süreci olarak tanımlanır. Çünkü bu süreçte, yeni fikir ve buluşlardan, uygun koşullar,
rekabet ortamı olmadığı için elenenler olur. Richard Nelson (1962, s.194), evrimci
iktisadın evrim düşüncesinin temel niteliklerini 1962 yılında şöyle betimler:

Evrimci süreçler bir türün, ya da teknolojinin yeteneklerini


geliştirmek ve yenilerini yaratmak için olağanüstü bir güç
114
J. D. Bernal, bu çalışmalara göre erken bir tarihte yayınlanan bilimin toplumsal işlevine dair ünlü
kitabında, ülkelerin sanayi gelişmesi ile araştırma geliştirme etkinliklerine verdikleri destek, ayırdıkları
kaynak, bilim insanları ve araştırmacıların bu ülkelerdeki sayısı arasında bağlantılar kurar. Araştırma
geliştirme etkinliği ve yenilik ile ekonomik büyüme arasındaki bağlantıları, bunun toplumsal yönünü
vurgular (Bernal, 1967).
115
Evrimci İktisat üzerine Türkçe’de yer alan kısa ama özlü bir özet için bkz. (Taymaz, 2001) özellikle 2.
bölüm. Ayrıca (Ansal, 1985b ve 2004), (Soyak, 1995), (Arslanoğlu, 2001). Temel kaynaklar için bkz.
(Nelson, 1993), (Freeman ve Soete, 2003). Burada da yararlanılan eleştirel bir değerlendirme için bkz.
(Smith, 2004).

125
sergilemişlerdir. Bununla birlikte bu süreçler içkin olarak savurgan,
ziyan edicidirler; kapitalist ekonomilerdeki teknik gelişme de bu
konuda bir istisna değildir. Hem işlev verirken hem de işlevsiz
bırakırken ziyan ederler. Geriye dönüp bakıldığında, izleme ve
denetim altına alınsaydı asla girişilmeyecek olan bir sürü gereksiz
buluş çabası görülebilir. Öte yandan, Ar-Ge’nin eş güdümlenmesi
aracılığıyla başarılabilecek ölçek ve kapsam ekonomileri fırsatı
kaçırılmakta ve toplumsal değeri yüksek görülen belir türden Ar-Ge
etkinlikleri, tek tek firmalar bunları yapmayı karlı görmedikleri ve
toplam tabloya kimsenin aldırmaması yüzünden yapılamamaktadır.
Ayrıca, teknoloji büyük oranda özel mülk olduğu için işletmelerin, en
iyi teknolojiye erişme arzusuyla verimsiz hatta kusurlu çalıştıkları
düşünülebilir. Bu durum söz konusu firmaların zaten icat edilmiş olanı
temelde yeniden icat etmesine yol açabilir.

Bu yaklaşıma göre, bir sistem ya da bir değişken, rastgele çeşitlenme ve


değişime uğrar; ama aynı zamanda bu çeşitlenme ve değişimi ayıklayan mekanizmalar
da vardır. Zaten yaklaşımın açıklayıcılığı ve öngörü potansiyelinin büyük bir kısmı, bu
sistemli kuvvetlerin belirlenmesinde yatmaktadır. Evrim iki yönlü bir kuvvetin
bileşimidir. Bir yanda ayıklama süreci sonrasında ayakta kalmayı, yaşamını sürdürmeyi
sağlayan eylemsizlik kuvvetleri, öte yanda ise, ayıklayıcı değirmende öğütülmek üzere
yeni çeşitlilikler üretmeyi sürdüren kuvvetler (Nelson, 1995, s.54), (Nelson ve Winter,
2002). Evrim süreci bu ikisinin bileşimi olarak görülmektedir.

Bu akıma göre, teknolojik evrimi yaratan mekanizmalar oldukça çeşitlidir.


Yaklaşımı benimseyen her yazar, belirli bir yönünü geliştirmiş ya da öne çıkarmıştır.
Girişimcinin risk alan mizacı (Schumpeter, 1955); Ar-Ge laboratuarlarının organize
biçimde yürüttükleri araştırmalar (Schumpeter, 1962); teknoloji geliştirenlerle
kullananlar arasındaki iletişim (Lundvall, 1988); devletlerin ve devletler arası
düzenleyici kurumların çeşitli teknoloji politikaları (Dosi vd., 1988); belirli sanayilerin
kümelendikleri coğrafi bölgeler ve şirket ağları içinde ortaya çıkan formel ve enformel
etkileşimler (Schrader, 1991); bu mekanizmalardan bazılarıdır.

Çeşitlenmeyi ve teknolojik değişimi bu mekanizmalar sağlarken, ayıklayıcı


mekanizmalar şöyle açıklanır: En önemlisi pazarda elde edilen başarıdan açığa çıktığı
gibi insan gereksinimlerine uygunluktur. Yerleşik teknolojik paradigmalara (Dosi,
1988), kültürel uygulamalar ve politik çıkarlara uygunluk (Nelson, 1993) diğer
ayıklayıcı mekanizmalar arasında sayılmaktadır. Öğrenme süreci aracılığıyla keşfedilen

126
kimi doğal sınırlara yanıt vermedeki başarı da bu ayıklayıcı mekanizmalardan bir
başkasıdır. Çeşitlendirici, teknolojik değişimi yaratan mekanizma ile ayıklayıcı
mekanizma birbirine karşı işleyen iki kuvvet gibi evrimi sağlamaktadır. Teknolojik
gelişme bu türden bir evrim sürecinin ürünüdür. Tıpkı evrimde olduğu gibi, belirli türde
yenilikler, buluşlar, Ar-Ge çalışmaları uygun ortam olmadığı için, uygun zamanda (yani
piyasayı belirleyen temel aktörlerin sermaye yapıları, geleceğe dönük beklentileri,
yaparak öğrendiklerinden elde ettikleri birikim, yetişememe sorunları gibi koşulların
“olgunlaşmaması” yüzünden) ortaya çıkmadıkları için yok olmakla yüzyüze kalırlar. Bu
yüzden teknolojik evrim süreci, aynı zamanda boşa giden bol çabanın sarf edildiği bir
süreçtir. Uygun zamanı, koşulları yakalayan güçlü genler ise ayakta kalırlar. Evrimci
iktisadın en temel zayıf noktası da burasıdır. Evrim, teknolojinin gelişimini açıklamak
açısından, görünümü iyi betimlemektedir, ancak teknolojik evrime yol açan süreç
benzetmeye uygun olarak “doğa”ya ait bir süreç ise, bunun nasıl bir doğa olduğunu bu
yaklaşım sorgulamaz. Bu benzetme, gerçekten de evrimci iktisadın temel niteliklerini
iyi açığa vurur. Bu genlerin oluşumu, koşullar yaratılarak (incubate: kuluçkaya
yatırılarak) yönlendirilmeye çalışılır. Teknolojik yenilik böylece yönlendirilebilen,
kontrol edilebilen bir şey haline dönüşür. Benzetmenin modern yorumu da hâlihazırda
mevcuttur. Biyoteknoloji ile genlere müdahale edilerek, evrimin yönü
değiştirilebiliyorsa, teknolojik gelişmeye de kuluçkaya yatırma, uygun
kurumsallaşmanın, etkileşimin yaratılması ile müdahale edilebilir.

Teknolojiyi bir evrim süreci ve motor olarak kavramak için varolan


varsayımların yetersizliği bir başlangıç noktası olmuştur. Teknoloji ve onun
gelişmesinde kullanılan bilgi, klasik ve neoklasik iktisadın piyasa ve üretim
varsayımlarına uymamaktadır. Örneğin neoklasik iktisatta, piyasada kaynakların etkin
bir şekilde tahsis edilebilmesinin üç ön koşulu vardır (Taymaz, 2001, s.6). Ürünlerin
dışlanabilir ve rekabetçi olması ile şeffaflık özelliği. İlk iki özelliğe göre, bir mal ancak
bir kişi tarafından kullanılabilir ve onun tarafından tüketilir. Yeniden tüketilmek için
yeniden üretmek ve satın almak gerekmektedir. Oysa teknolojik bilgi böyle değildir.
Şeffaflık için, piyasadaki aktörlerin rasyonel davranacak gerekli bilgiye sahip olmaları
gerekir. Oysa örneğin Arrow ikilemine göre, teknolojik bilgi, tüketicisi tarafından
alınırken, rasyonel bilgiye sahip olunamaz. Yani o malın ne olduğu öğrenilirse zaten
teknolojik bilginin bir meta olarak anlamı kalmaz. Teknolojik bilginin satışında alıcı ne

127
aldığının kullanana kadar tam ve rasyonel olarak bilgisini edinemez. İşte bu yüzden pek
çok neoklasik iktisatçı teknolojik bilginin bu özellikleri taşımadığı, neoklasik üretim
fonksiyonunun temel varsayımlarına uymadığını ileri sürerek, piyasa aksaklığının
(market failure) yaşanacağını savunmuşlardır. Bu iktisatçılar, kaynakların uygun
tahsisinin yapılabilmesi için teknoloji ve yenilik politikaları ile bu kaynak ayırma
sürecinin etkilenmesi gerektiğini öne sürmüşlerdir. Evrimci iktisat akımının temelinde
bu çıkış yatmaktadır.

Teknolojik bilginin üretilmesi için bunların yanı sıra büyük kaynaklara gerek
vardır, bunun yanında bu bilginin kamusal niteliği önemlidir. Bilginin meta olarak bu
farklı niteliğini Erol Taymaz da (2001, s. 37) hatırlatır:

Teknolojik yenilik ve bilginin bir firmada kullanılması, diğer


firmalarda kullanılmasını dışlamadığı gibi teknolojik yenilik ve bilgi
bir defa kullanıldıktan sonra tükenmez, yok olmaz. Hatta pek çok
örnekte olduğu gibi, teknolojik yenilik ve bilginin yaygınlaşması,
kullanılması, en azından yeni bilgilerin üretilmesini kolaylaştırarak,
kendi değerini arttırır.

Teknolojik bilginin üretilmesi için ölçek ekonomisi önemlidir. Bu nedenle


merkez ülkelerde Ar-Ge çalışmaları belirli bölgelerde yoğunlaşır. Bir diğer piyasa
aksaklık unsuru, teknolojik bilginin geliştirilmesindeki belirsizliklerdir. Yenilik
risklidir.

Yenilik süreci evrimci akım için ekonominin merkezindedir. Bunu tamamlayan


bir etken olarak evrimci iktisat öğrenme süreçlerini öne çıkartır. Taymaz (2001, s.12–
16) bunu şöyle dile getirir:

Teknolojik gelişme doğrusal değildir, zigzaglı bir süreçtir, bu


süreçte öğrenme ve dışıyla etkileşme, bir sistemle etkileşme ön plana
çıkmalıdır. Bu süreçte hatalar olabilir, öğrenme esastır.

Bu bir öğrenme süreci olduğu için, çeşitliliğin korunması, ders alma, geri
besleme evrimci iktisatta teknolojik yeniliğin geliştirilmesinde merkezi konumdadır.

Evrim analojisini kullanmak, evrimci yaklaşıma klasik politik ekonomi


akımlarına göre, teknolojinin üretilme yöntemlerini, yollarını sorgulamada çok önemli
üstünlükler kazandırır. Evrim, çatışma ve uyum içerir. Böylelikle evrimci yaklaşımın

128
değerlendirmelerine salt uyum süreci değil çatışma süreci de girer. Bu aslında sınıfsal
çelişkilerin kısmi olarak evrimci iktisadın teknolojik değişimi anlamada kullandığı
değişkenlere yansıması anlamına gelmektedir. Öte yandan evrimci iktisadın öne
çıkardığı bir diğer önemli özellik, teknolojinin irdelenmesi için kaçınılmaz olan rekabet
ve rekabetin gelişimini anlamak için kullanmak zorunda kaldığı inceleme yöntemidir.
Bu yöntem, ayrıca evrimci iktisadın önündeki temel bir sorunu da ortaya çıkartır; ki bu
sorun gerçekte bir bütün olarak ekonomi biliminin temel sorunudur. Mikro inceleme ile
elde edilen tekil sonuçlardan bütünü oluşturma ya da toplulaştırma sorunu.
Teknolojinin gelişiminde, evriminde, yani çatışma ve uyum süreçlerinin iç içe olduğu
ama aynı zamanda rekabet eden kurum ve eyleyenlerin (agent) özne olduğu bir süreçte,
kurumlar, bunların birbiriyle ilişkileri ve davranışları önem kazanmaktadır.
Teknolojinin analizinde mikro incelemelerin artması, mikro eyleyenlerin davranış ve
ilişki kalıplarının irdelenmesinin öne çıkması bu yüzdendir. Oysa tarihsel sorun burada
da kendini açığa vurmaktadır. Bireylerin, kurumların ve eyleyenlerin davranışları ne
derece bağımsızdır, hangi ölçüye kadar yapı tarafından belirlenir? Mikro ile makro nasıl
buluşturulacak, mikro düzeyde davranış ve ilişki değerlendirmeleri nasıl
toplulaştırılacak, nasıl senteze ulaşılacaktır? Örneğin bu sorun, Giovanni Dosi
tarafından tartışılmaktadır ve ilginçtir ki, bu tartışmada Dosi yöntem açısından Jon
Elster’a gönderme yapmaktadır (Dosi, 1988b).116

Evrimci akımın, teknolojik yeniliğin geliştirilmesinde, öğrenmenin sağlanması,


kurumlar arası işbirliğinin oluşturulmasında devlete biçtiği rol de önemlidir. Yeni
Schumpeterci akımın örtülü varsayımlarından birisi, üretkenliğin artmasının, ülkenin
üretken kapasitesinin büyümesini sağladığı kadar (yani finansa, pazarlamaya veya
hizmetler gibi üretken olmayan kesimlere bel bağlamayan, üretime dayanan “sağlıklı
büyüme”yi sağladığı kadar) ücret düzeylerinin de buna koşut olarak iyileşeceğidir. Bu
anlayışa göre, verimlilik ve üretkenlik ile ücretler arasında olumlu bir ilişki vardır,
bilimsel ve teknolojik yeniliğin üretim sistemi tarafından benimsendiği, “öğrenen

116
Analitik Marksistler içinde anılan Jon Elster, mikro düzeye, birey davranışlarına verdiği önemle, öne
çıkardığı “metodolojik bireyciliği” ile gerçekten de Yeni Schumpeterci’lerin kurum ve girişimci
davranışları ile teknolojik ilerleme arasında kurmaya çalıştıkları bağ ve toplulaştırma sorunu için bir esin
kaynağı olabilir. Ancak bu durum sadece diyalektikten soyutlanmış bir toplum kuramına dayanan
Analitik Marksistler ile neoklasiklerin sermaye kuramını köklü bir şekilde eleştirmek yerine onu devralan
evrimci iktisat yaklaşımının nihai noktalarda kesişmelerinin bir tesadüf olmadığını göstermektedir.

129
sistem”lerin gerçekleştirildiği üretim sektörlerinde verimlilik ile ücret artışı paralel
gider. Zaten bu nitelikli emek gücünün yaratılması için gereklidir. Verimlilik ile ücret
artışının birbirine koşut gittiği böyle bir ortam, yeni Schumpetercilere göre, gerekli
nitelikli emeğin eğitilmesi, üniversitelerin geliştirilmesi ve üniversite sanayi işbirliğinin
teknolojinin filizlendiği alanlar olması için de gereklidir. Firmalar, üniversite ve devlet
gibi kurumlar arası ilişkilerin odak noktasına alınması bu nedenle yeni Schumpeterci
okul için önemlidir. Bu kurumların özne olduğu politikalar oluşturulması ön plandadır.
Bu nedenle, Yeni Schumpetercilerin, Keynesci okulun devlet müdahalesine biçtiği
rolden farklı olarak bu anlayışın piyasa rekabetinde kurumlara, bu kurumlar ile devlet
ilişkisine ve firmalara verdiği öncelik daha farklıdır. Bu yüzden de evrimci yaklaşımı
öne süren yeni Schumpeterci okulun önerileri, neoliberal politikaların tüm gücüyle
kötülediği “devlet müdahalesi” açısından, Keynesci politikalara ve kötü anılan “devlet
müdahaleciliği”ne göre yeni “fırsatlar” sunmaktadır. Yeni Schumpetercilerin bu
“fırsat”ları değerlendirme yönündeki önerileri, onlara özgün tarzda bir müdahalenin
olanağını açar. Bu “müdahale” farklı biçimlendirilmektedir; çünkü bu müdahalede
piyasalar, kurumlar ve firmaların davranışları etkindir ve devletin otoritesine göre
belirleyicilikten arındırılmış değildir. Aksine yeni-schumpeterci akım, firma
davranışlarına özel bir önem atfeder, bu davranışları belirleyebilme, etkileyebilme,
devlet ve özel kurumlar (bilim ve teknoloji kurumları, üniversiteler, teknoparklar) ile
firmalar arasında gelişen etkileşime yön verebilme konusunda yoğunlaşır. Bu, 21.
yüzyılda öne sürülen düzenleme kurulları, devlet yönetiminde yönetişim gibi
kavramların uygulanmasıyla da koşut nitelikler taşımaktadır.

Yeni Schumpeterci akımın devlet müdahalesine biçtiği özgün rolün farklılığı,


günümüz hakim anlayışıyla da uyuşan biçimde teşvikler, fiyat teşvikleri gibi müdahale
yöntemlerinde de ortaya çıkmaktadır. Bu akımın önerdiği teknolojik değişim anlayışı,
hem talep hem arz yanlı birçok etkenin sonucu olarak ortaya çıktığı için teknolojik
değişimi, sadece fiyat ve talep teşviki gibi teşvik yöntemlerine dayandıran diğer
kuramlarla göre tam olarak zıttır (Deraniyagala, 2006, s.132). Teşvikleri bir müdahale
yöntemi olarak yeterli bulmamakla birlikte, yeni Schumpeterci okul devlet kurumlarına,
hükümete, teknoloji yatırımını geliştirmede, ulusal yenilik sistemleri gibi örneklerde
görüldüğü gibi önemli rol biçer.

130
Evrimci iktisat akımının, teknolojik gelişmeyi evrime benzetmesi görünümün bir
yanını sergilemesi, bunu betimlemesi açısından doğrudur. Gerçekten de teknoloji ile
bireysel sermayelerin rekabeti arasında böylesi bir benzeşim bulmak olanaklıdır. Ancak
eleştirdiği neoklasik iktisattan kopamadığı temel varsayım, evrimci iktisadın da temel
zaaf noktasını oluşturmaktadır; bu nedenle görünümü yakalamak, görünümün arkasında
yatan özü kavramak anlamına gelmemektedir. Görünüm olarak teknolojinin gelişimi,
doğadaki evrim yasalarına benzemektedir, güçlü olanın ayakta kaldığı, ayıklanma
mekanizmasının yürürlükte olduğu bir doğada evrim yaşanmaktadır; bu anlamıyla
teknolojinin birikimli ve evrimsel bir süreçte geliştiği doğrudur. Ancak eğer
teknolojinin evrim sürecinden bahsedilecekse, söz konusu olanın ebedi ve aksiyomatik
bir biçimde varolan bir doğa olmadığı göz önünde bulundurulmalıdır. Eğer bir doğadan
bahsedilecekse teknoloji kapitalist doğada evrimleşmektedir. Bu kapitalist doğanın
üzerinde durduğu temel ise, artı-değer ile ücretli emek ilişkisinin ve bunun sonucu
olarak da sermayenin üretimi ve yeniden üretimidir. Schumpeter’in unutulmasına
şaşırdığı Marks’taki evrim düşüncesinin gerçek özü, artı değer ve karın itici güç
olmasına dayanır. Schumpeter ve Evrimci iktisat, Marks’taki evrim düşüncesinin bu
gerçek devindirici gücünü yani “ayıklayıcı” olan sömürü perspektifini sistemin dışına
atarak evrim kavramını kullanmaktadırlar. Bu akım için kapitalizm “doğal”dır,
dolayısıyla artı değer sömürüsü de bu kapitalist doğanın bir parçasıdır. Marks’ta
bireysel sermayelerin “yaşayabilmeleri” için “artı değer sızdırmaları yani sömürü”
zorunludur ama yeterli değildir, üretilen artı değerden elde ettikleri pay olan karı
azamileştirmek zorundadırlar. Bu ise bireysel sermayelerin birbiriyle rekabetini,
teknolojik yeniliğe, emek üretkenliğini artırmaya yönelmelerini zorlar. Bu durum,
kapitalist için geçici de olsa tekelinde bulunan teknolojik yenilik sayesinde elde ettiği
artı karı kaybetmeme isteğini doğurur. Piyasa aksaklıklarını doğuran, ileride daha
patlayıcı biçimde yeniden ortaya çıkmak üzere belki geçici bir süre için yatıştırılabilen
ama asla yok edilemeyen bireysel sermayeler arası bu rekabettir. Marks’ın evrimindeki
rekabet koşullarını bu yıkıcı ve yok edilemez güdü belirler yani karın azamileştirilmesi
güdüsü belirler. Oysa Schumpeter ve ardıllarında evrim düşüncesi bu perspektiften
arındırılır. Tony Smith’in benzetmesiyle, bu Hamlet’i prens olmadan sahneye koymak
demektir (Smith, 2004, s.220).

131
Evrimci iktisadın özel önem atfettiği kurumlar, öğrenme gibi ayıklanmaya karşı
eğilim olarak işbirliğini öne çıkaran bir kavrayış, kapitalist “doğa” karşısında ancak ana
eğilime karşı hareket eden karşı kuvvet olarak geçici biçimde var olabilir. Sınıf içi
rekabet, aracı kurumlar, ortak işbirlikleri ile dindirilemez, ancak belirli bir süre ve yeni
biçimde ortaya çıkmak üzere ertelenebilir. Üstelik sınıf içi rekabet geçici bir süre için
ortak bir kurumla yatıştırılsa da, teknoloji geliştirmenin temel amaçlarından diğeri,
sınıfsal mücadelede işçi sınıfı karşısında gerçekleştirdiği düzenlemeler, bu sınıf ile
çatışma ve çelişkiyi keskinleştirecektir.

Evrimci iktisat, gerçekte sınıf mücadelesinin alanı olan teknolojinin


gelişmesinde sınıf içi rekabete yönelik iktisat politikaları önermekte, ama bununla da
kalmamaktadır. Teknoloji, bireysel sermayelerin kendi aralarındaki rekabet nedeniyle
hep sürtünmeli olarak işlemiştir, bunun nedeni ise, sadece teknoloji üreten odaklar
arasındaki (en iyi yorumla tekelci rekabetten kaynaklanan, en kötü yorumla teknolojik
öğrenme yetersizliğinden kaynaklanan) aksaklıklar değildir. Teknolojinin üretiminin bir
sınıf mücadelesi alanı olması, hem sermaye birikimini elinde bulunduran sınıfın, sınıf
içi rekabetini hem de bu sınıfın üretim sürecinde daha fazla kar etmek için
biçimlendirdiği teknolojiyi kullanan işçiler ile yürüttüğü mücadeleyi içerir.

Bu görünüme yol açan koşulları, yani kapitalizmin kaçınılmaz bir içsel dürtüsü
olan karlılık için emek üretkenliğini artırma güdüsünün yol açtığı sonuçları ileride daha
ayrıntılı tartışacağız. Ancak burada en çarpıcı olan çelişkiye değinebiliriz. Kapitalist
toplumda bireysel sermayelerin birbirleri aralarında, giderek kızışan rekabet
koşullarında kalıcı olarak üzerinde ortaklaşabilecekleri tek konum, ücretli emek
karşısındaki tutumlarıdır. Bunun dışında bireysel sermayelerin rekabeti, teknoloji
gelişimini bir yandan israf etmeye, yer yer kösteklemeye ve eşitsiz geliştirmeye yönelik
tutumu, bu tutum kapitalist üretim ilişkilerinin temelinde yatan kar etme güdüsünden
kaynaklandığı için ortadan kaldırılamaz. İleride göreceğimiz gibi teknoloji konusunda
egemen politik ekonomi içerisinde en ileri konumlardan biri olan evrimci iktisat
akımının öne sürdüğü görünüm ile bu görünüm örtüşmektedir. Teknoloji, değiştiren,
ayıklayan kuvvetlerin etkisi altında “doğal bir seçilim” sürecinden geçmektedir ve bu
israflı bir süreçtir, rekabet söz konusudur. Ancak bu doğal süreç, emek üretkenliklerini
artırmak üzere kendi kararlarıyla harekete geçmelerinin, toplumsal sermaye üzerindeki

132
uzun dönemli etkisinden sonuçlar ve dersler çıkarmışlardır. Bu sonuç ve derslerle,
teknolojik gelişmeyi, yani teknik değişim ve yenilik sürecini artık bireysel sermayelerin
plansız kararlarına bırakmaktansa, bunların etkili oldukları ortak kurumların sürece
müdahil olmalarının sağlanması yönünde “teknoloji politikaları” oluşturmak düşüncesi,
“teknolojinin ya da yeniliğin politik ekonomisi” olarak adlandırılır. Teknoloji
üretiminin kendisinin kapitalist niteliği, yani kapitalist üretim olarak teknoloji üretimi
bir yana bırakılır, üretimden koparılmış bir teknoloji yönetimi ön plana çıkartılır. Tıpkı
üretim ile bölüşümü ayırarak, ütopik bir biçimde “adil bölüşüm” isteyen sosyal
demokrat anlayış gibi, teknolojinin adil yönetimi, teknoloji politikası olarak önerilir.
Temel varsayım ise teknoloji ve verimliliğin ortak refahı sağlayacağıdır. Oysa
teknolojik gelişmeyi belirleyen, onu yöneten, o teknolojinin üretilme biçimidir.
Marksist kuramın üretim, değer ve artı değer merkezli yaklaşımı bunun için önemlidir.

2.6 Teknolojiye Marksist Yaklaşım

2.6.1 Marks’ta Teknoloji

Bu bölümde Marks’ın teknoloji konusundaki görüşlerinin Kapital’de yer alan


temellerini olabildiğince özet biçimde değerlendireceğiz. Teknolojinin, teknolojik
yenilik ve değişimin temeli olan sermaye birikimi ve birikim ile teknolojinin
bağlantısını sergilemek açısından bu temeller yeterlidir. Ancak teknoloji üretimi
kavramından bahsetmekle, bilim ve teknoloji üretiminin kendisinin sanayileştiği bir
durumu tarif etmekteyiz. Bu Marks’ın Grundrisse’de vurguladığı belirli bir tarihsel
aşamada “bir meslek haline gelen” icat ile ilgili bölümde ipuçları döşenmiş olan
durumdur. Bu alt bölümde Marks’taki teknoloji kavrayışını aktarmaya çalışacağız.
Bunun için önce teknoloji ile sermaye birikimi bağlantısı, teknolojik yeniliğin Marks’ta
nasıl yer aldığı gibi konuları işledikten sonra, ancak ilerleyen bölümde bilim ve
teknolojinin üretimini ele alacağız. İlerleyen bölüm bu açıdan Marks’taki teknoloji
kavrayışını bugünün koşullarında üretmeye çalışma amacını taşıyor. Bunun için
kullandığımız kavramsal araç, bilimsel üretim sürecinin boyunduruk altına alınma
çabası olacaktır.

133
Marks’ın teknoloji üzerine çalışmasını, ilk kez 1861–63 elyazmalarında görmek
olanaklıdır (Marks, 1861).117 Elyazmalarında “göreli artı değer” başlıklı bölümde,
Marks, emek üretkenliğini artırmak amacıyla devinim kazanan teknolojik gelişmenin
içeriği, tarihsel evrimi ve sonuçları üzerine okuduğu kitaplardan notlar alır, yorum
yapar. Artı-değer ve sermaye kuramının bir sonucu olarak teknoloji bundan sonraki tüm
çalışmalarında içsel olarak bulunmaktadır.

Marks’ın teknoloji ve teknolojik değişme üzerine görüşleri, sermaye kuramı ve


özel olarak göreli artı-değer yaratma ile sermayenin organik bileşimi kavramları
yardımıyla anlaşılabilir. Marks’ın göre, teknoloji üretiminin yani yeni teknolojiler
geliştirmenin amacı ana hatlarıyla emeğin sömürülmesi, kaynakların metalaştırılması ve
piyasanın genişletilmesidir (Levidow, 2007). Teknolojik yeniliklerin emek süreci
üzerindeki etkileri, yeni ihtiyaçlar, yeni ürünler yaratma gibi özelliklerle
örneklendirilebilecek tüm bu gelişmeler Marks’ın çalışmalarının bütününde özellikle
Kapital ve Grundrisse’de kapsamlı biçimde irdelenmiştir. Marks, bugün artan teknoloji
fetişizmine, teknolojiyi bir şey, bağımsız bir değişken olarak ele alan görüşe karşıt
olarak teknolojiyi emek üretkenliğini artırarak sermaye birikimini hızlandırma yönünde
ele almıştır. Bu yüzden Marks’ta teknoloji sermaye birikiminin, kar oranının ve artı-
değer oranının bir fonksiyonudur (Mandel, 2008, s.333). Birikimin kaynağını,
teknolojik yeniliklerde, teknoloji rantlarında bulan görüşe karşılık, Marks, dolaşım
alanında değer yaratılmadığını, değerin üretim sürecinde yaratıldığını
vurgulamıştır. Marksist yaklaşıma göre, teknolojik gelişme ve teknoloji üretiminin
nedeni ve kaynağını, teknolojik rantlarda aramak sonucu neden yerine koymak
olacaktır. Teknolojik rant teknolojinin nedeni değil sonucudur, dolaşım alanını
teknolojinin kaynağı olarak göstermek yüzeysel bir görünümü, gerçek nedenin yerine
geçirmek demektir. Sermaye birikiminin emek üretkenliğini artırma kaygısı, artı değer
üretimin birikimin temel mekanizması olmasından kaynaklanmaktadır.

Marks’ın sermaye kuramının temel yönlerinden birisi katmanlı yapısıdır.


Değerler ile fiyatlar arasında, artı-değer ile kar arasında, dolaysız üretim ile üretim-
dolaşım ve tüketimi kapsayan bir bütün olarak üretim (ya da yeniden üretim) arasında

117
Marks’ın teknoloji üzerine çalışmalarının tarihsel incelemesi ve değerlendirilmesi için bkz. Dussel
(2001).

134
salt kuramsal düzeyde olmayan katman farkı bulunmaktadır.118 Artı değerin kara
dönüşmesi, aynı nitelikle (artı-değer elde etme) harekete geçen pek çok sermayenin
bulunduğu ayrı bir katmanda gerçekleşir. Benzer biçimde emek üretkenliğinin
geliştirilmesi anlamıyla teknolojik değişim, artı-değeri artırma yönüyle ilk katmanda yer
alırken, iki karşıt sınıf arasındaki doğrudan mücadelenin bir konusudur119. Buna karşılık
teknoloji rantı elde etmek için sermayeler arası rekabetin yaşanması ve bu niteliğiyle
teknolojik değişimin gerçekleşmesi ise ikinci katmanda yer alır. Bu iki katman ise
değerlerden fiyatlara geçiş, artı-değerden kara geçişte görüldüğü gibi Marks’ın sermaye
kuramı tarafından birbiriyle sıkı biçimde bağlanmıştır.

Teknoloji ve teknolojik değişimin temel itkisini anlamak için kapitalist üretimin


sadece bir meta üretimi olmadığını, esas olarak artı-değer üretimi olduğunu belirtmek
gerekir. Artı-değer üretimini artırmak, üretilen artı değerden bireysel kapitaliste düşen
kar payını artırmak, kapitalist toplumda teknolojik değişimin temel dinamizmini
oluşturur. İçsel bir zorunluluk, zorunlu bir eğilim olarak teknolojik değişim artı-değer
kuramından çıkar (Smith, 1997, s.118). Göreli artı-değer yaratma, sermayenin organik
bileşiminin artması, gerekli emeğin kısaltılması ve emek üretkenliğini artırma itkisi…
Tüm bunlar teknolojik değişimin açıklamada anahtar nitelikte kavramlardır. Bütün bu
kavramları, bir bütünün dinamik parçaları haline getirmek ise, artı değerin birikimini,
sermaye birikimini kuramlaştırmakla olabilir. Bu nedenle Marks’ın teknolojiye
yaklaşımı, onun kapitalist toplum üzerine düşüncesinin temeli olan sermaye kuramı ile
anlaşılabilir. Temel eseri “Kapital”de, kapitalist toplumun hücre biçimi olarak gördüğü
metadan başlayan Marks, meta üretimi üzerinden gelişen kapitalizmi açıklamaya
yönelir. Bir kullanım değeri olarak metayı üretmek için gerekli olan özgül emek, somut
emek olarak nitelenir. Buna karşılık farklı metaların alınıp satılmak üzere karşı karşıya
geldiklerinde belirli miktarlarla değişilmeleri için, özgül emeklerinden öte bir ölçüye
göre mübadele edilmeleri gerekir. Bu nedenle, belirli bir metanın (örneğin bir
mikroişlemcinin), bir başka meta (örneğin, ekmek) ile hangi miktarda değişilebileceğini
118
Bunlara emek süreci ile iş süreci arasındaki ayrım da eklenebilir. 1970’lerdeki emek süreci tartışmaları
sonucunda açığa çıkan eksiklikleri bu ayrımla değerlendirmek hata olmayacaktır. Teknolojik değişme ile
sınıf mücadelesi ve emek süreci arasındaki ilişkiye değinirken, getirdiğimiz bu kavramsal ayrıma tekrar
değineceğiz.
119
Teknolojinin, değerlenme ve emek süreci içinde sermaye ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesiyle
biçimlenen bu yapısı için bkz. Braverman (1974).

135
ölçmek için her bir metanın birbirinden çok farklı olan üretilme yollarını, onlara
harcanan özgül emeği kullanmak mümkün olmaz. İki farklı türden metayı
karşılaştırmak için uygun ölçü emek miktarıdır, değerin tözü emektir, değer
büyüklükleri ise emek zamanları ile belirlenir. Ancak farklı nitelikte metaları pazarda
karşı karşıya getiren, belirli ve tutarlı ölçülerle mübadele edilmelerini sağlayan şey,
onlara harcanan özgül emek değil, soyut, türdeş toplumsal emek miktarıdır. Metalar
pazarda onlara harcanan emek miktarlarına göre değişilirler. Marks, kapitalist üretimin
temelinde yatan meta dolaşımını açıklarken, pazarda eşdeğerlerin değişildiğini ısrarla
vurgular. Şurada ya da burada eşdeğere aykırı değişimlerin (kurnazlıklar, pazarlık vs.)
toplamda birbirini götüreceğini, meta dolaşımı ile yeni değer yaratılamayacağını dile
getirir. Kapitalist toplumdan önce, dolaysız üreticilerin etkinliğiyle yürüyen basit meta
dolaşımına, meta üretimine, metaların değerlerine yönelik bu açıklama, kapitalist
toplumu tanımlamak için gerekli ama yeterli değildir. Basit meta üretimi ile kapitalist
meta üretimi ayrımının akılda tutulması gereklidir. Marks’ın meta analizi, sadece
kapitalist toplumu kapsamaz. Meta üretimi, basit meta dolaşımı içinde kapitalist toplum
öncesinde de dolaysız üreticiler arasındaki değiş tokuşu belirliyordu. Buna karşılık
kapitalist meta üretiminin temel özgül yanı, emek gücünün de bir meta olması, dolaysız
üreticinin üretim araçlarından koparılması, yaşamak için emek gücünü satmaktan başka
bir çaresinin kalmadığı üretim ilişkilerine dayanmasıdır. Emek gücünün bir meta
olmasıyla birlikte, sadece dolaysız üretici üretim araçlarından koparılmakla kalmaz,
aynı zamanda emeğin ürününden de koparılır; dahası emek kapasitesini gerçekleştirme
zamanı üzerindeki denetim de kendi elinden alınır. Emek gücünün bir meta olduğu bir
toplumda, emek gücünün ürünü ile kendisi bir meta olan emek-gücünün değeri
arasındaki fark, üretim araçlarına el koyanların elinde bir güç, birikim haline dönüşür.

Yani emek gücü, kendisini yeniden üretmek için gereken zamanın ötesinde
(ücretine karşılık gelen gerekli emek zamanının ötesinde) çalışarak artı-emek
sarfetmektedir. Bu artı emek, üretim araçlarının sahibi olan, emek gücüyle iş akdi yapan
sermaye sahibi tarafından artı-değer olarak kendine mal edilmektedir. Sermaye
sahibinin el koyduğu artı değeri artırma çabası, emek gücü açısından sömürüyü, yani el

136
koyulan artı değeri artırma çabasıdır.120 Sermaye birikiminin temel dinamiği, kapitalist
üretim sürecinin bütünsel mantığı açısından, toplam emek gücünden daha fazla artı-
değeri çekmek üzerinedir.

Bunun bir yolu Marks’ın mutlak artı değer üretimi olarak adlandırdığı
yöntemdir: Mutlak artı-değer yöntemi, işgününü uzatarak, toplam emek zamanı içinde
gerekli emek dışında kalan artı-emek zamanını artırmak amacını taşır. İşgününü
uzatmak, iş yeğinliğini artırmak, işgünü içindeki gözenekleri azaltmak mutlak artı değer
üretim yöntemleri arasındadır.121 Böylelikle işgünü sonunda kapitalistin el koyduğu artı-
değer artacaktır. Ancak bunun işgününün sınırları, işçinin fiziksel kapasitesi, işçilerin
direnci gibi fiziksel ve toplumsal sınırları vardır.

Emek gücünden daha fazla artı-değer çekmenin diğer bir yolu ise, göreli artı-
değer üretimidir. Göreli artı-değer üretimi, işgünü sabitken gerekli emek zamanını
kısaltarak, artı-emeği artırmaya dayanır. Bu ise emek üretkenliğini artırmak, yeni
teknolojileri yani yeni teknikleri, bunlara uygun örgütlenmeleri devreye sokmayı
gerektirir. Kapitalizmin kendinden önceki üretim yordamlarına göre, teknolojik değişim
açısından görülmemiş dinamizmini sağlayan da göreli artı değer üretimini artırmak
yönündeki bu itkidir. Yani daha çok artı-değer üretme eşdeyişle, sömürüyü artırma,
kapitalizmde teknolojik değişme yönündeki zorunlu eğilimi açıklayan nedendir (Smith,
1997, s.118). Gerekli emek miktarının azalması için, emek gücünün kendini yeniden
üretmesi için gerekli değerin daha kısa bir zamanda yaratılması gereklidir. Bu ise emek
üretkenliğini artırmakla olanaklıdır. Teknolojik değişimi açıklamak, kapitalistin bir
“girişimci” olarak yenilik hevesinin altında yatan itkiyi izah etmek de böylece mümkün
olur. Kapitalizmi, kendinden önceki üretim yordamlarından ayırt eden, mübadele için
mal, yani meta üretmek değildir, bundan daha fazlası, artı-değer üretmektir.

120
Salt bu yüzden kapitalizmde, artı-değer üretme amacından söz edilen her yerde, gerçekte madalyonun
öbür yüzünden, yani sömürüyü artırma amacından bahsetmekteyiz. Marks için artı-değer kuramı, bir
sömürü kuramıdır.
121
“İşgünü içindeki ‘gözenekleri’ azaltmak üzere emek sürecini yeniden yapılandıran yenilikleri aramak
yönünde zorunlu bir eğilim vardır” (Smith, 1997, s.118) Bu yeni makinalarla verimliliği artırmak
olmadan da emek sürecini yeniden yapılandırarak, artı değer üretiminin artması demektir.

137
Daha fazla artı değer üretmek için üretimin makinalaşması, gerekli emek
zamanını azaltacak, üretim sürecinin denetim ve gözetimini artıracak teknolojik
yeniliklerin kullanılması, kapitalizmin içsel ve zorunlu bir eğilimidir.

Artı-değerin yaratıldığı ve el konulduğu alan olan emek süreci, teknolojik


değişmenin önemli merkezlerinden biridir. Daha fazla artı-değer üretmek, emek
sürecinin denetimini gerektirdiği ölçüde, teknolojik değişim dolaysız sınıf
mücadelesinin alanı haline gelir (Braverman, 1974), (Narin, 2008a). Dahası sermaye
sınıfı içindeki rekabetin teknolojiyi belirlemesi gibi emek sürecinde işçinin daha fazla
artı değer amacıyla denetlenmesi de teknolojinin değişimini belirler.122 Burada tıpkı kar
oranının düşme eğiliminde olduğu gibi iki karşıt kuvvet hareket halindedir. Bir yandan
denetimi ve artı-değer çekme işlevini artırmak için işçilerin yerini alan makinalar ve
giderek işçinin vasıfsızlaşması ana eğilim halindedir. Ancak emek sürecinin
gerçekleşmesi (realizasyon), farklı üretim dalları ve sanayilerde aldı biçimden başka bir
şey olmayan iş süreçleri açısından görünüm çeşitlilik taşır. Ana eğilim, emek sürecinin
ve işçinin vasıfsızlaşması iken, karşı kuvvet olarak işçilerin az bir kesiminde kısıtlı da
olsa farklı niteliklerin uygulanması söz konusu olur.

Artı-değerin kar biçiminde gerçekleştiği, üretilen ürünlerin satışının, dolaşımın


ve tüketimin olduğu katman için de teknolojik yenilik önemlidir. Dolaşım ve ürün devir
zamanının kısaltılması, daha fazla artı-değer kütlesinin oluşması ve sermayenin
birikmesi için ihtiyaçken, bunu hızlandıran, iletişim, taşımacılık, pazarlama gibi
alanlarda da teknolojiye gereksinim artar. Bu durum, teknolojik yeniliğin üretilmesini
de ihtiyaç haline getirir. Üretim dışında, dolaşım alanını inceleyen Kapital’in ikinci
cildi, bu alandaki teknolojik yeniliklerin önemini vurgular.

Artı-değer perspektifine göre, neoklasik iktisattaki adlarıyla “emekten tasarruf


eden” ya da “sermayeden tasarruf” eden teknolojik değişimler gerçekte tek bir
madalyonun iki yönüdür. Bu iki yön, artı-değerin yaratıldığı temel katmanın, ikinci

122
Teknoloji aynı zamanda toplumsal cinsiyet ilişkileri tarafından da sınırlanır. Cinsiyet ayrımına
dayanan hakim ilişkiler, teknolojinin gelişimini, teknoloji ile kadın emeği arasındaki ilişkileri de özgül
nitelikte belirler. Çarpıcı örnekler için bkz. Noble (1995), Mitter ve Rowbotham (1997). Üstelik genel
kanının aksine yapılan araştırmalar, teknolojinin ev işlerinde kadını özgürleştirmediği, ev işlerine
harcanan zamanı azaltmadığı yönündeyken, ayrıca ev teknolojisinin geleneksel cinsiyetçi işbölümünü
pekiştirdiği öne sürülmektedir (Serdaroğlu, Özkaplan ve Yücesan-Özdemir, 2001).

138
katmana yansıyan farklı görünümleridir. Yaratılan artı-değerin ne kadarının kapitaliste
kar olarak döneceğini belirleyen tek başına kapitalist değil, birçok kapitalistin
denetlediği üretim etkinliğidir. Kar oranları ve ortalama kar oranı da böyle belirlenir.
Kar oranlarının düşme eğilimi, bu bütünsel görüngünün içinde ortaya çıkar. Marks, bir
bütün olarak kapitalist üretim sürecini incelediği Kapital’in 3. cildinde, ilk iki ciltteki
“genel olarak sermaye” soyutlama düzlemi yerine, “pek çok sermaye” ve bunlar
arasındaki ilişki düzleminde kapitalizmi, kar oranlarını, sermayenin organik bileşimini
irdeler. Üçüncü cilt, teknoloji rantının yanı sıra, sermayenin organik bileşiminin
artması, kaçınılmaz kriz eğiliminin de ele alındığı cilttir. Bu ciltte, sabit sermayenin
maliyetini ve devir süresini düşürebilmek için teknolojik yenilikler yapmanın
kaçınılmazlığı ayrıntılarıyla işlenir. Böylelikle, teknolojik değişimin sermaye birikimi
ve bireysel sermayelerin doğasında bulunan rekabet açısından zorunlu yapısı açığa
çıkar.

Bu cilt aynı zamanda değerin dolaşım sırasında yaratılmadığını, üretim


sürecinde yaratıldığını ve artı değeri ön plana çıkartan Marks’ın teknoloji rantını
açıkladığı cilttir.123 Teknolojik yenilik, yeni üretim yöntemleri gibi yenilikler sayesinde
emek üretkenliği diğer bireysel sermayelerden yüksek olan bir sermaye, ortalama kar
oranının üstünde bir artı kar elde eder. Bu nedenle emek üretkenliğini, teknolojik
yeniliği korumak, sürdürmek, yeni teknolojiler arayışına girmek artı-karlar elde etmek
için zorunluluk haline gelir. 124 Kapitalist üretimin teknolojik dinamizmini de bu sağlar.
Burada teknolojik yeniliklerle elde edilen karlar, gerçekte yaratılan artı değerden alınan
paylardır. Marks dışındaki iktisat okulları (genel olarak politik ekonomi diye
adlandırılır) zenginliğin kaynağını da, teknolojik yeniliğin sağladığı bu karlar olarak
görmüşler, karın kaynağını açıklamamışlardır. Politik ekonomi ve onun bugünkü
ardılları olan neoklasik iktisat ve evrimci iktisat okulunun teknoloji “rantını” ele

123
Ortalama üretkenlik düzeyinden yüksek bireysel sermayelerin elde ettiği artı karlar ve “teknoloji rantı”
olarak açıklanan görünüm için Kapital’in 3. cildinde özellikle 10 ve 15. bölüme bakılabilir (Marks, 1990).
124
“Kâr oranı düştüğünde, bir yandan, bireysel kapitalistlerin, gelişmiş yöntemler vb. ile kendi
metalarının değerini, toplumsal ortalamanın altına düşürebilmelerini ve böylece, o günkü piyasa-
fiyatlarında fazladan bir kâr gerçekleştirebilmelerini sağlamak için, sermaye gayrete gelir. Öte yandan,
hepsi de, genel ortalamadan bağımsız ve bu ortalamayı aşan fazladan bir kâr koparma amacına dayalı
yeni üretim yöntemleri, yeni sermaye yatırımları, yeni serüvenler ile, gözü dönmüşçesine girişimler
yoluyla, bir kapkaççılık ve bu kapkaççılığı yaygın hale getiren ve isteklendiren bir ortam belirir” (Marks,
1990, s.229).

139
alışındaki hata, klasik politik ekonominin toprak rantı konusundaki kafa karışıklığına
benzemektedir. Tıpkı toprak rantını anlamak için önce gerçek bir sermaye kuramına
sahip olmak gerektiği gibi, teknoloji rantını açıklayabilmek için de aynı sermaye
kuramına ihtiyaç vardır. Teknoloji rantı, kendi kendine oluşan bir rant değildir, salt
rekabetteki üstünlükten, önce davranmaktan değer oluşmaz.125 Rant değer yaratmaz,
varolan değerin aktarımıdır. Yaratılan değer ise, makinanın değer yaratmasına ya da
teknoloji fetişizmine bel bağlayan politik ekonominin sermaye kuramı ile açıklanamaz;
üretim alanının özgüllüğüne, emek gücünün değer yaratmasına ve artı değer
perspektifine sahip bir sermaye kuramı ile açıklanabilir. Benzer bir biçimde bir bireysel
sermayenin geliştirdiği bir teknoloji sayesinde elde ettiği emek üretkenliği, toplumsal
olarak gerekli emek zamanından daha üstün ise, bu bireysel sermaye, oluşan ortalama
kar yüzünden, ürettiği metanın değerinden daha üst fiyat elde ettiği için üretilen toplam
artı değerden ona düşen pay daha yüksek olacaktır. Teknoloji rantı olarak gözüken bu
artı kar gerçekte toplumsal üretimde elde edilen artı değerin, sermaye oranında
paylaşılması sonucunda emek üretkenliği daha yüksek olan bireysel sermayeye
aktarılmasından başka bir şey değildir. Bu, teknoloji sayesinde yaratılan ek bir değeri
değil, toplam artı değerden teknolojik üstünlük yüzünden alınan payı anlatır. Tam da bu
nedenle teknoloji rantı, bizzat kendi başına ele alınamaz, kendisinden kalkarak
açıklanamaz ya da anlaşılamaz.

Sarf edilen emek yerine teknolojik yeniliği ya da teknolojinin kendisini değer


yaratan, zenginlik yaratan bir şey olarak koymak, bugüne kadar hakim olan teknoloji
fetişizmini doğuran ana etkendir. Marks’a göre, genel toplumsal emeğin (zihinsel ve kol
emeği) ürünü olan teknoloji, bu emek gücünün niteliği, tarihsel değişimi ve içinde
çalıştığı tarihsel koşullar açıklanmadan anlaşılamaz. Böylelikle emek ürünü olan
teknoloji insanın karşısına kendisinden bağımsız bir güç, sermaye olarak çıkar. Bilim
üretim sürecini irdelediğimiz bölümde, bilimin ve teknolojinin bağımsız bir parametre,
fetiş haline getirilmesini daha ayrıntılı irdeleyeceğiz.

125
Büyümeyi, teknolojik gelişmeye bağlayan Schumpeter ve yeni Schumpeterci kuram, gerçekte
teknoloji rantının kendisinin değer yarattığını varsayar (Schumpeter, 1962, s.28). Bu, yeni Schumpeterci
okulun neoklasik iktisattan, Walrasçı Sermaye kuramından devraldığı miras yüzünden sermayenin nasıl
oluştuğu yönünde temel bir açıklamadan yoksunluğu anlatır.

140
Teknoloji fetişizminin olağan bir sonucu yeni teknolojilerin kendilerinin değer
yarattıkları yönündeki yanılsamadır (Lebowitz, 2007). George Caffentzis’e göre,
eskiden neoklasiklerin makinalar biçimindeki sermayenin metanın değerinden sorumlu
olduğunu düşünmelerine benzer biçimde son onyılların fütürologları teknolojiye
niteliksel olarak yeni bir rol biçiyorlar, makinanın değer üretebildiğini düşünüyor, böyle
varsayıyorlar (Caffentzis, 1997, s.31). Caffentzis’e göre, sadece bu fütürologlar değil,
muhalif kimlikleriyle bilinen Hannah Arendt, Habermas, Baudrillard ve Negri de
teknoloji yüzünden kapitalist birikimin doğasında niteliksel bir değişim meydana
geldiğini söyleyerek makinaların değer yaratabileceğini açık ya da örtülü ima
etmişlerdir. Oysa bu, teknoloji fetişizminin bir göstergesidir. Teknoloji sermaye
ilişkisinden soyutlanıp, kendi başına değer yaratır olarak görülmektedir.

Marks’ın teknoloji görüşü hakkındaki önemli yanılgılardan biri de, teknolojik


yeniliği yeni üretim yöntemleri ile sınırlı gördüğü, ürün yeniliği, yeni ürün ve ihtiyaçlar
yaratma, yeni üretim dalları yaratma konusuna eğilmediği düşüncesidir.

2.6.1.1 Marks’ın Yapıtlarında “Yenilik”


Marks, teknolojik yeniliği sermaye kuramı çerçevesinde ve onun sonucu olarak
inceler. Smith’in de belirttiği gibi Kapital’in tüm ciltlerinde ana ekseni sermaye ve
sermaye birikimi oluşturmakla birlikte, teknolojik yenilik ve değişim bulunmaktadır
(Smith, 2002, s.152–53). Birinci ciltte artı-değer oranını artırma yönünde teknolojiyi
geliştirmek işlenir. İkinci ciltte devir süresini, üretim ve dolaşım zamanını kısmak üzere
teknolojik yenilik de incelenir. Üçüncü ciltte ise, değişmeyen sermaye maliyetlerini
azaltmak üzere sistemli biçimde teknolojik yenilik yapma eğilimi vurgulanır. Bu cildin
son bölümlerinde, ticaret, finans ve tarım sektörlerinde de sanayi kadar yoğun
teknolojik yenilik yapma güdüsünün olduğunu anlatmaktadır.

Marks’a dair önemli yanılgılardan birisi, onun sadece üretim sürecinde yeniliği
(süreç yeniliği) göz önünde bulundurduğu yönündeki savdır. Bu yanılgıya Nathan
Rosenberg’in de düşmüş olması ilginçtir. Sosyalist İktisatçılar Konferansı’nın (CSE)
teknoloji özel sayısında “Teknolojinin Öğrencisi Olarak Marks” başlıklı bir makale
yazan Rosenberg, daha sonraki bir kitabında şöyle demektedir: “Elbette ki, bütün
iktisatçılar üründe yeniliği ihmal etmemişlerdir” (Rosenberg, 1982, s.4). Rosenberg
bunu söyledikten sonra sadece Kuznets ve Schumpeter’e atıfta bulunur. Oysa ki ileride

141
aktaracağımız gibi Marks her iki türden yenilik ve yeni ihtiyaçların yaratılması üzerinde
kapsamlı bir şekilde durmuştur.126

Schumpeter’in teknoloji ve çevrimler konusundaki kapsamlı bilgisinde Marks’ın


önemli bir yeri olduğu açıktır. Bunu yukarıda değindiğimiz gibi temel eserlerinden
(Ekonomik Gelişme Kuramı’nın yanı sıra özellikle Kapitalizm, Sosyalizm ve
Demokrasi’den) çıkarmak olanaklıdır. Ancak sözünü ettiğimiz iki temel eserin yazılış
tarihleri de göz önünde bulundurulursa Schumpeter’in, daha önce yayınlanmamış olan,
ancak 1950’lerden sonra tefsir çoğaltma yöntemiyle Avrupa’da birkaç Marksist arasında
elden ele dolaşan Marks’ın 1857–58 el yazmalarını görmediği kesindir. Avusturya
Marksistlerinin Kapital’in özellikle 2. cildi üzerine yoğun tartışmaları, bu ülkeden
gelmiş olan Schumpeter’i önemli oranda etkilemiş olmalıdır; Marks’ın Kapital’inin tüm
ciltleri için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ancak Schumpeter Grundrisse’yi görmemiştir.127
Oysa Marks’ın Kapital’e yönelik çalışma notları olan Grundrisse’de (1979, s.446, a. b.
ç.) yeniliğe dair söyledikleri, bu konudaki tartışmalardan yarım yüzyıl önce yapılmış
çok önemli çözümlemelerdir:

[N]isbi artı değerin üretimi yani üretici güçlerin artışı ve


gelişmesine dayanan artık-değer artışı, yeni tüketimlerin üretilmesini
gerektirecektir; dolaşım içinde ürünler çerçevesinin genişlemesi gibi,
tüketim çerçevesi de genişleyecektir. Önce, varolan tüketimin
nicelikçe genişlemesi, ikincisi, varolan ihtiyaçları daha geniş bir
alana yaymak yoluyla yeni ihtiyaç yaratılması; üçüncüsü yeni
ihtiyaçların üretilmesi, yeni kullanım değerlerinin keşfedilmesi ve
yaratılması. Başka bir anlatımla, kazanılan artık-emek salt niceliksel
bir artış olarak kalmaz, emeğin (dolayısıyla artık-emeğin) niceliksel
çeşitlenme alanını da sürekli olarak genişletir, emekleri ayrıştırır,
çeşitlerini çoğaltır.

Henüz 1857–58 yıllarında yeni kullanım değerlerinin yani yeni ürünlerin ortaya
çıkarılması, üretim süreçlerinin buna göre “niceliksel çeşitlenme”si ile göreli artı değer
üretimi arasında bağ kurulmaktadır. Ancak esas çarpıcı bölüm tam da bu alıntının

126
Değer Kuramı Üzerine Uluslararası Çalışma Grubu’nda (IWGVT) yer alan yazısında Cipolla da bu
yanılgıya değinmiştir (Cipolla, 1997).
127
Sermaye kuramının temellerini reddetmesine karşın, Schumpeter’in, ‘Kapitalizm, Sosyalizm ve
Demokrasi’de, Marks’ın yönteminin önemi ve dinamizmi gibi birçok konuda içten ilgisi göz önünde
bulundurulursa, yayınlanmış olsaydı Grundrisse’den de epey etkileneceğini söylemek hata olmasa
gerektir.

142
devamındadır. Marks (1979, s.446–447, a. b. ç.), üretimin bu yeni alanda çeşitlenmesini
örnekle anlatır

Örneğin, üretkenliğin iki katına çıkması sonucunda eskiden


100 talerlik sermayenin yaptığı işi şimdi 50 talerlik sermaye
yapabiliyorsa, dolayısıyla 50 talerlik bir sermaye ile ona tekabül eden
zorunlu emek serbest kalmışsa, şimdi bu açıkta kalan sermaye ve emek
için yeni bir ihtiyacı doğuran ve doyuran, yeni ve nitelikçe farklı bir
üretim dalının yaratılması gereklidir. Eski sanayinin değeri, sermaye
ile emek arasındaki ilişkinin yeni bir biçime döküldüğü yeni bir
sanayi için fon yaratarak korunur. Buradan nesnelerden yeni
yararlanma yolları keşfetmek amacıyla tüm doğanın derinlemesine
araştırılması, tüm yabancı iklim ve ülke ürünlerinin dünya çapında
mübadelesi, doğal nesnelerin yeni (yapay) yollardan imal edilip, yeni
kullanım değerleri kazandırılması. Yeryüzünün her yönden
araştırılmasıyla yeni yararlanılabilir nesnelerin ve eskilerin yararlı
yeni özelliklerinin –hammadde olarak yeni kullanım alanları, vb.-
keşfedilmesi; dolayısıyla doğa bilimlerinin en yüksek noktasına kadar
gelişmesi; bunun gibi, doğrudan doğruya toplumdan kaynaklanan
yeni ihtiyaçların keşfedilmesi, yaratılması ve doyurulması; toplumsal
insanın tüm niteliklerinin işlenip terbiye edilmesi… ... bütün bunlar
da sermayeye dayalı üretimin bir koşuludur. Yeni üretim alanlarının
açılması, yani nitelikçe yeni bir artık sürenin yaratılması, salt
işbölümünün ilerlemesi değildir; olay, varolan üretimin kendi
bağrından yeni bir kullanım değeri olan bir emek doğurmasıdır;
sürekli olarak genişleyen ve her şeyi kapsar hale gelen bir emek ve
üretim çeşitleri sistemi ile ona tekabül eden, sürekli genişleyen ve
zenginleşen bir ihtiyaçlar sisteminin giderek gelişmesidir.

Evrimci iktisat akımını oluşturacak olan teknolojik yenilik ve yeniliğin


kaynakları üzerine tartışmanın bu yazıdan yaklaşık 100 yıl sonra yapıldığı hatırlanacak
olursa, Marks’ın Sermaye kuramıyla attığı devasa adım açık hale gelecektir. Artı-değer
üretiminden başka bir şey olmayan sermayeye dayalı üretimin teknolojik yenilik yapma
gereksiniminin sonuçları, bilim ve teknoloji üretimini yani bilimsel üretimi
hızlandırmaktadır.

’70 krizinden sonra yayılan teknolojik yenilik, teknolojik gelişme vurgusunun


albenisinin altında sermayenin ihtiyaçları bulunmaktadır. Kapitalizmin sürekli
teknolojik yenilik yaratma, yeni ürünler, yeni ihtiyaçlar doğurma zorunluluğu,
uygarlaştırma isteğinden kaynaklanmamaktadır. İhtiyaç doğrulması ve bunların
doyurulması, tam da sermaye kuramının merkezi bir sonucudur, bu sonucun altında
yatan neden ise, esas olarak ihtiyaçların karşılanması değil, artı-değer üretimi, kar elde

143
edilmesidir.128 Ancak tez çalışmamız açısından yukarıdaki bu temel alıntının, kapitalist
üretim ilişkilerinde bilimin ve teknolojinin geliştirilmesi yönündeki kaçınılmaz eğilim
dışında önemli başka bir sonucu daha bulunmaktadır.

Göreli artı değer üretimi ile birlikte eskiden belirli bir miktar sermayenin yaptığı
işi şimdi bundan daha az sermaye yapabilmektedir. Bu ek bir sermaye ve ek emek
gücünün boşa çıkması demektir. Yeni üretim dallarını kuran, yeni ürünler yaratan, bu
ürünlerin yaratılması için bilimsel araştırmaların, bilimsel üretim dalının gelişmesini
sağlayan bu ek sermaye fonudur. Ancak yeni üretim dalı ile bu üretim dallarını
çeşitlendirecek teknoloji üretimi başlangıçta belirgin bir ayrım değildir. Bu ayrımın
belirginleşmesi, tarihsel bir süreci gerektirmiştir.

Yeni üretim dalları ve teknolojinin geliştirilmesi için ek sermaye fonu olmalıdır.


Üstelik bu ek sermaye fonu, yeni üretim dallarında kar getirdiği kadar, yenilikleri
üretecek bilimsel üretim için de ayrılmalıdır. Kapitalizmin gelişimi aşamasında,
bilimsel üretim ileride anlatılacağı üzere, sermayenin gerçek boyunduruğu altına
alınma geriliminden uzakken, “doğanın derinlemesine araştırılması” bir meslek
haline dönüşmemişken, bu ayrım belirgin değildir. Başlangıçta mucit bulduğu icadı,
kendi küçük atölyesinde kullanmaya çalışmakta ya da bir işletmeciye satmaktadır.
Ancak bu ilk işletme çoğunlukla iflas etmekte, tüm riskler sınandıktan sonra onu alan
sermaye sahibi daha yüksek emek üretkenliğinin ya da yeni ürünün tüm karlarından
doğan kazançları daha düşük bir maliyetle elde etmektedir (Marks, 1990, s.96).129
Henüz bilim, gerçek boyunduruk altına alınmaktan uzak iken, bilimsel üretime, mucide
özel bir fon ayrılmamaktadır. Bu nedenle, bilim ve bilim üretimi, sınırsızca elde
edilebilir, sermayeye maliyeti olmayan, (belki çok sınırlı olan) üretim olarak
görülmekteydi. Ek sermaye, henüz sermaye birikiminin bu düzeyinde, sadece yeni
üretim dalını oluşturmak için kullanılmaktadır. Erken kapitalistleşen ülkelerin bir
anlamıyla üstünlüğü, belirli bir düzeyi geçmiş olan sermaye birikiminin bu ek
sermayeyi sadece yeni üretim dalının sermaye bileşenlerine kullanması olmuştur.

128
Arzın taleple sınırlı kalması, kapitalist toplumda geçerli değildir. Eksik tüketimci kriz anlayışının
yanılgısı da üretimin tüketimi tetikleyeceği, arzın kendisine uygun talebi doğurabileceğini göz ardı
etmesidir.
129
Rosa Lüksemburg’un deyimiyle “sınama tahtası” (Aktaran Mandel, 1974, s.47).

144
Bu fark, günümüzle karşılaştırıldığında daha açık hale gelecektir. Bugün, erken
kapitalistleşmiş olan ülkelerden farklı olarak geç kapitalistleşen ülkelerde, yeni bir
ürün ya da üretim dalında uluslararası pazarda rekabet edebilmek için bilim ve
teknoloji üretimi de boşta kalan ek sermayenin maliyetleri arasına girmek
zorundadır. Yani teknoloji, teknolojik yenilik, icat lisansla satın alınmak zorundadır,
kolaylıkla kopya edilemez ve bu teknolojinin kullanımının “yapma bilgisi”ni edinme
süreci bile teknolojiyi veren şirketin denetimi altındadır. Ek sermayenin yatırılabileceği,
yeni (tamamen özgün, yeni) üretim dalları kurulabilecek olan alan daralmıştır. Çünkü
bunun maliyetleri arasına, o “yeniliği” bulmanın kapitalist maliyeti girmiş durumdadır.
Bilim üretiminin, yani teknoloji üretiminin gerçek boyunduruk altına alınması süreciyle
olgunlaşan “icadın mesleğe dönüşmesi”, bilimsel araştırma ve geliştirmenin de
sermayeleşmesini getirmiştir.130 Kapitalist gelişimin tarihsel evrelerinin başında bilimin
“meyvelerinden” bol ve sınırsızmış gibi yararlanılmasına karşılık, son yarım asırdır geç
kapitalistleşmekte olan ülkelerin bunları bir meta olarak bulmasının nedeni, bu
“meyve”lerin kıtlaşması değildir. Aksine, bilimsel araştırma ve üretimin sonuçları o
günkünden daha fazla bol, dehşete düşürecek denli fazla ve çeşitlidir; fark, bilimsel
araştırma ve üretimin, kapitalist boyunduruk altına alınması girişiminde yatmaktadır.

2.6.2 Marks Sonrası Marksist Akımda Teknoloji

İncelediğimiz teknoloji yaklaşımları içerisinde teknolojiyi açıklamada değer


kuramı özel bir yer tutmaktadır. Marks öncesi değer kuramı ve Marksist değer kuramı
bu açıdan teknolojiyi açıklamada iki ayrı düşünceyi ifade ederler. Marks öncesi değer
kuramı artı değer kuramından yoksun olduğu için teknolojiyi dolaşım, bölüşüm alanına
itmiştir. Böylelikle teknoloji, sınıf mücadelesinden, artı değeri artırmak için emek
üretkenliğini artırma temel güdüsünden yola çıkılarak değil, rastlantısal gelişmelerin
üretime uygulanması olarak açıklanmaktadır. Marks’tan sonra Marksist akım ise,
teknolojiyi ele alırken değer kuramının farklı yönlerine ışık tutmuş, kimi zaman belirli
yönleri ihmal etmek pahasına başka bir yönü geliştirmiştir.

130
Mandel, bilimsel araştırma ve geliştirme etkinliğini, bu araştırma sürecinin değişmeyen ve değişen
sermayelerine kadar betimler (Mandel, 2008, 8. bölüm).

145
Marksist akımda teknolojiye dönük incelemelerin ilk izleri dolaylı olarak
bulunabilmektedir. İncelemelerin ana ekseni, sermaye birikimi ve sermayenin yeniden
üretimidir. Teknoloji bu çerçevede bir yan sonuç olarak gündeme gelmektedir. Özel
olarak teknolojiye eğilinmemektedir. Rosa Lüksemburg, yeniden üretim ve
genişletilmiş yeniden üretimi tartışmaktadır. Yenilik ve teknik buluşların küçük ölçekli
girişimlerde yapılmasından yola çıkarak, bunlara “sınama tahtası” demektedir (Aktaran
Mandel, 1974, s.47). Avusturya Marksistlerinin yeniden üretim tartışmaları, Kapital’in
2. cildi üzerinde yürütülür (Arthur ve Reuten, 1998), (Rosdolsky, 1989). Sermaye
birikimi, kapitalistleşmeye yeni başlayan ülkelerde sanayileşme ve yeniden üretim
dışında, teknoloji başlı başına ele alınmaz. Bu da olağandır, çünkü Kapital üzerine
tartışmalar ancak 20. yüzyılın başlarında yaygınlaşmış, ilk gündeme gelen ise en çok
ihtiyaç duyulan konular yani sanayileşme, pazarın oluşumu, yeniden üretim, sömürgeler
olmuştur.

Marks’tan sonra teknoloji üzerine yoğunlaşan iki ayrı ve temel çalışma ekseni,
önemli yönleri tamamlamışlardır. Bunlardan ilki, teknolojik gelişme ile krizler
arasındaki ilişkiye dairdir. İkincisi ise teknolojik gelişmenin sınıfsal karakteri, emek
sürecine etkisi açısından yapılan katkıdır.

Teknoloji konusuna yönelik ilk taşlardan birisi Kondratyef’in ekonomik


gelişmenin dalgalı yapısı üzerine çalışmalarına Troçki’nin ilgisi ve Mandel’in bu
konudaki çabaları olarak gösterilebilir (Mandel, 1991 ve 1993). Bu çalışmalarda,
sermayenin zorunlu olarak içine girdiği kriz eğilimleri, organik bileşimin yükselmesi,
sabit sermaye maliyetlerinin düşürülmesi ve ana teknolojik değişimler ile kriz ilişkisi
ayrıntılı biçimde incelenmiştir. Sabit sermayenin devrinin kısalmasının, kapitalizmin
sermaye birikimi ve krizlere karşı koymak için zorunlu olarak yöneldiği bir sonuç
olması özellikle vurgulanır. Artı-karları artırmak, tekel karlarını sürekli kılmak için
teknolojik yeniliklerin önemi belirtilir (Mandel, 1993). Öte yandan sabit sermayenin
maliyetlerinin düşürülmesi, devrinin hızlandırılması için yapılan teknolojik yeniliklerin
aynı zamanda kapitalizmin kaçınmaya çalıştığı krizlerine onu daha hızlı biçimde
yaklaştırmakta olduğu vurgulanır. Kapitalizmin krizli yapısı ile teknolojik yenilik
dalgaları arasında kurulan bu ilişki önemlidir. Bu ilişkinin temelinde teknolojiyi
fetişleştiren, bağımsızlaştıran yaklaşımlara karşı sermaye birikimini ve Marks’ın

146
sermaye kuramını merkeze alma çabası vardır. Bu yönde en fazla çaba gösteren
Mandel’in bu gayreti, haklı, önemli bir çabadır. Ancak her ne kadar “harikulade” bir
konu olarak görse (Mandel, 1991) ve Ar-Ge’nin sanayiye dönüşmesi, Ar-Ge çalışmaları
için değişen ve değişmez sermayelerden bahsetse de (Mandel, 1993) Mandel de
teknoloji üretimini ve bilim üretimini başlı başına bir konu olarak ele almamıştır. Daha
çok bu konuyu “kapitalizmin uzun dalgaları” ile buluşlar ve yenilikler arasında bir ilişki
kurup kurmama sorunu olarak tartışmıştır.131

Politik ekonomi akımlarının 1950’lerde teknoloji ile sermayeyi birbirinden


ayıran analizlerini daha önceki bölümlerde aktardık. Bu dönemde Marksist akım haklı
olarak sermaye birikimin merkeziliğinde ısrar etmiştir. Teknoloji konusuna yoğunlaşan
irdelemeler yukarıda değindiğimiz kriz, teknolojik “devrimler”i irdelerken olduğu gibi
sınırlılıkla gündeme gelmiştir. Zaten teknoloji alanındaki Marksist akımın muarızı
olabilecek yaklaşımlara esin veren Schumpeter’in çalışmaları yayınlandıkları dönemden
epey sonra yaygınlık kazanmışlardır. Kapitalizmin 20. yüzyıldaki ilk genel krizinin
ardından Keynescilik baskın akım olarak çıkmıştır. Ancak 1970’lerdeki ikinci krizin
sonucunda kar oranların düşmesine karşı teknolojik yeniliğin irdelenmesi yeniden daha
güçlü biçimde Schumpeter ve yeni Schumpeterci akımı olgunlaştırmıştır. Zaten bu
akımın olgunlaşması ve teknolojinin evrimini (kurumsalcı akımdan da yararlanarak)
daha ayrıntılı inceler hale gelmesiyle birlikte Marksistler içinde teknolojiyi tekrar ele
alanlar da ortaya çıkmaya başlamıştır. Son çeyrek yüzyılda, teknolojinin ve
Schumpeterci akımların tartışılması kısıtlı da olsa gündeme gelmiştir132.

Teknolojinin üretilmesi konusunda yeni Schumpeterci akım, kurumlar, bunların


işlevleri, Ar-Ge çalışmalarının nitelikleri, üniversite, sanayi bağlantıları gibi alanlardaki
görünümleri ayrıntılı bir biçimde ortaya sermekte ve irdelemektedir. Bu açıdan yeni
Schumpetercilerin sorunu ortaya koydukları görünümlerin hatalı olup olmaması
değildir, bunun arkasındaki özdür. Bu görünümlerin değer kuramı çerçevesinden

131
Bu konuyu tersinden ele alanlar, yani kapitalizmin dalgaları ile buluş ve bilim üretimi arasındaki
ilişkiyi en kapsamlı irdeleyenler Schumpeter’in İş Çevrimleri ile başlattığı yerden yeni Schumpeterci
akım olmuştur. Bkz. Freeman (1982), Freeman ve Soete (2003), Rosenberg ve Frischtak (1983).
132
Bkz. Smith (2004), Bellofiore (1985), Catephores (1994).

147
dikkatli biçimde ele alınarak, teknoloji ve bilim üretiminin sermaye perspektifinden
incelenmesi önemlidir.

Teknoloji konusunda Marks’tan sonra gelenler içinden ikinci önemli taş,


Braverman’ın katkısıdır. Teknik değişmenin, sınıf mücadelesi içinde biçimlenmesini,
teknolojinin emek süreci ile olan kopmaz ilişkisini anlatan Harry Braverman olmuştur
(Braverman, 1974). Daha sonra “Emek süreci tartışmaları” olarak adlandırılacak olan
tartışmalar, teknoloji üretiminin sınıfsal niteliğini gözler önüne sermekte epey önemli
bir rol oynamıştır. Braverman, ilk katman olarak adlandırdığımız, değerlenme ve emek
süreci düzleminde teknik değişmenin, iki karşıt sınıf arasındaki mücadeleyle nasıl
şekillendiğini irdelemiştir. Teknolojik değişimin bunun dışında diğer bir yönü de, ikinci
katmanda gerçekleşir. Burada genel olarak sermayenin artı-değeri artırma yönündeki
itilimi, pek çok sermayeler düzlemine, rekabet boyutuna yükselir. Emek sürecinde elde
edilen artı değer, pek çok sermayenin rekabet ettiği bu düzlemde kar olarak geri alınır.
Kar oranlarının düşme eğilimi, bireysel sermayeler arası rekabet bu düzlemde
somutlanır. Böylece bu düzlemde teknolojik değişimin ikinci yönü ortaya çıkar. Bu yön,
sermaye sınıfı içindeki rekabetin teknolojik değişmeyi sürüklemedeki rolüdür. Ancak
bu iki yön birlikte ve bütünsel olarak değerlendirildiğinde teknolojik değişimin, sınıf
mücadelesinin bir sonucu olduğu, onun içinde geliştiği görülebilir.133

Bilim ve teknoloji üretiminin, bir meslek haline gelmesi, bir sanayi dalı
görünümüne bürünmesi en açık biçimiyle Marks sonrası dönemde yaşanan bir
gelişmedir. Marks’tan sonra Marksistler, teknolojinin gelişimi ile sermaye arasındaki
ilişkiye, başlı başına teknoloji üretimine seyrek de olsa değindiler. Her değinme, bu
konunun işlenmesinin önemli olacağına dair vurgularla sonlandırıldı (Narin, 2008b).
Ancak bu konu, kapsamlı bir kuramsal açıklamayla ele alınmadı. Bundan sonra,
teknolojinin üretimini irdeleyecek, bu alana sermaye birikimi açısından bakmaya
çalışacağız.

133
Ayrıca bu konuda bkz. Les Levidow, “Sınıf Mücadelesi olarak Teknolojik Değişim”, Levidow (2007).

148
2.6.3 Bilim ve Teknoloji Üretiminin Sermayenin Gerçek Boyunduruğu
Altına Alınması

Teknolojinin gelişimi ve yayılmasında Kesim I’in yani makina ve üretim aracı


üretiminin önemine ileride değineceğiz. Ancak kapitalizmin bugünkü görünümünü tarif
etmek için üretim araçları üretimi kesiminin de türdeş olmadığını hatırlamak gerekiyor.
Bilgisayarlı takım tezgahları (CNC) üretimi ile bu takım tezgahlarının işlemesini
sağlayan mikrolelektronik tümdevrenin üretimi aynı kesim içinde önemli nitelik
farklılıklarını barındırmaktadır. Öte yandan tümdevre alanında aşağıda daha ayrıntılı
aktaracağımız örneklerde olduğu gibi, örneğin Intel için tümdevrenin merkezi aşamasını
oluşturan devre tasarımı ve üretimi ABD’de gerçekleşirken, bunun fiziksel ve seri
üretimi Çin’de gerçekleşmektedir. Üretim araçları üretiminin içindeki bu kademelenme
ile bilimsel üretim sürecinin, yani Ar-Ge ve tasarım anlamında mühendislik sürecinin
ilişkisini daha yakından incelemek gereklidir.

Kapitalizmi eleştiren yaklaşımlar açısından bile bilimsel araştırma ve onun


üretim sürecine uygulanması olarak tarif edilen teknoloji, özerk kuvvetler olarak ele
alındı. İlişki hep tek yönlü kuruldu. Üretim, sanayi talep eder, bilimsel buluşlar, üretime
uygulanır. Yani ilişkinin yönü hep, bilimin üretime uygulanması olmuştur. Bir
toplumsal üretim ilişkisinin bilimi özerk bırakacağı, bilimciyi derin düşünceleri içinde
arada bir yönelttiği talepler dışında rahat bırakacağı varsayılmıştır (Narin, 2008a).
Örneğin, Nathan Rosenberg, bilimin (teknoloji de denilebilir) rolünü talep yönelimli
olarak açıklar. Ona göre, bilimin yönelimindeki değişme sanayinin değişen ihtiyaçları
temelinde anlaşılmalıdır (Rosenberg, 1976, s.129). Ancak 1976’da yazdığı makaledeki
bu doğru önerme, makina üretiminin doğuşuyla başlayan aşamayı açıklamasına karşın
bugünkü durumu açıklamaya yetmemektedir. Kapitalist üretim, uluslararası şirketlerin
yoğunlaşan rekabeti, üretken sermayenin uluslararasılaşmasının bugünkü durumu
gözetilmemektedir. Düşen kar oranları karşısında teknolojik yenilik, yeni ürünler
üretme ihtiyacı bu bilimsel üretimin üretim sürecine de el atmıştır. Burada da talep
yönlü bir açıklamadan daha çok “arz yönlü” bir açıklamaya gerek vardır. Çünkü talep
de “arz edilmekte”, yani yeni ihtiyaçlar, yeni ürünler üretilmektedir. Artık, tek yönlü ele
alınan ilişkinin diğer yönünün irdelenmeli, daha doğrusu bilim üretim süreci ile
kapitalist üretim sürecinin özdeşleşme ve ayrılma geriliminin niteliği incelenmelidir.

149
Bilimsel üretim süreci kapitalist gelişme içinde giderek sermayeleşmekte,
sermayenin gerçek boyunduruğu altına girmektedir.134 Bu bölümde bilim ve teknoloji
üretiminin sermaye ilişkilerinin denetimine girmesini, temel işleyici mekanizma olarak
bu mekanizmayı devralmasını değerlendireceğiz. Bilim üretimi bu boyunduruk ile
birlikte giderek teknoloji üretimi ile iç içe girmekte, özdeşleşmektedir. İşte bilim ile
teknolojinin bu iç içe geçme süreci, bilim üretimi ile teknoloji üretimini bilimsel üretimi
potasında birleştirmekte, sermaye birikimi ile dolaysızca bağlamaktadır.

Bilimsel üretim ile teknoloji üretimini kaynaştırmada en temel rolü, temel


bilimsel araştırmalar ile bunların ticarileştirilmesi arasındaki ilişkinin çok daha iç içe
geçmesi oynamaktadır.

Bilimsel araştırmaların sonuçlarının ticarileşmesi, yani metalaştırılması


sürecinin çarpıcı ölçüde hızlanması, özellikle kapitalizmin 1970’lerde içine girdiği kriz
sonrasında gerçekleşmiştir. Aşağıdaki grafik, bazı buluşların pazara nüfuz etmesi,
yayılımı süresi ile yayılım oranını, yayılımın hızını göstermektedir.

134
Bilimin tarafsız olmadığı, sınıfsal niteliği, bilimsel araştırmanın mesleğe dönüşümü üzerine önemli bir
literatür birikimi bulunmaktadır. Bu birikimin temel taşları için bkz. Bernal (1967), Braverman (1974),
CSE (1976), Noble (1984, 1995), Mandel (2008). Bu birikimin farklı yönlerinin değerlendirmeleri için
bkz. Ansal (1985, 1986, 1992), (Narin, 2008a).

150
Grafik 13. Yeniliğin Pazara Nüfuz Etmesi
Kaynak: (Arıkan ve Ulusoy, 2005).

En eski buluşlardan olan telefonun yayılım süresinin uzunluğu, bunun ardından


otomobilin, elektriğin, radyonun geldiği görülebilmektedir. Ancak önemli olan her yeni
teknolojinin yayılım hızı ve oranındaki sürenin çarpıcı biçimde kısalmasıdır. Ele
aldığımız dönem içinde dünyada kullanımı yaygınlaşmaya başlayan internetin,
bilgisayarın (PC) ve GSM telefonlarının yayılım sürelerindeki keskin değişmeyi,
kısalmayı görmek olanaklıdır. Bu, aynı zamanda teknoloji üretimi ile bilim
üretiminin ne kadar iç içe geçtiğinin de göstergesidir. İlk görünüm, teknolojinin
pazarda yayılımının, talebin çekişinin bilimsel üretim süreciyle çok fazla iç içe geçmesi
şeklindedir, bu görünüm doğrudur ancak adı üstünde bu bir görünümdür. Çünkü
Marks’ın sermaye kuramına göre, pazarın kendisi, arz ve talep ilişkisinin kendisi verili
olarak alınmamalı aksine bizzat bu durum açıklanmalıdır; yani talep çekişinin kendisi
de açıklanmalıdır ve esas olarak bu durum artı-değer için üretim motoruna
bağlanmaktadır. Yani yeni ürünler, yenilikler, sermayenin daha fazla artı değer üretmek
için hızla metalaştırması gereken bilimsel ürünlerdir (Bkz. “Marks’ta Yenilik Nasıl Yer
alır?” başlıklı bölüm). Düşen karlılık, sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi, daha
fazla artı değer üretim sürecinin dolaylı bir ürünü olan rekabet, hızlı bir biçimde
teknolojik yeniliği gerektirmektedir. Bunun kaçınılmaz sonucu ise, teknolojinin
kendisinin üretiminin de, adeta bir endüstri gibi denetlenmesi, ürün üretme sürecinin

151
hızlandırılmak üzere kontrol edilmesidir. Bu nedenle bilimin kendisi bile gerçek
boyunduruk altına alınmaya çalışılmaktadır. Yani bilimsel üretim sürecinin motoru da
bu sermaye birikiminin ritmine, gücüne bağlanmaktadır.

Böylelikle temel bilimsel araştırmalar ile teknoloji geliştirme birbirine


eklemlenmiş bir zincire dönüşmüştür. Sadece ticarileşme süresinin kısalması ve
esnekleşmesi değil, aynı zamanda birbirlerini etkilemeleri de bu iki üretimin tek bir
potada birleştirilebilecek denli kaynaştırılmasını getirmiştir.

Bununla ilgili olarak Ar-Ge’ye yılda 2,7 milyar dolar yatırım yapan ve sadece
Japonya’da 19 üniversite ile Ar-Ge işbirliğine giren uluslararası şirketlerden
Toshiba’nın Teknolojiden Sorumlu Başkanı Katsuhiko Yamashita bir röportajda
(www.bilgicagi.com, 12 Kasım 2007) şöyle diyor:

Geçmişte, Japonya’da bilim ve teknoloji birbirinden çok farklı


algılanıyordu. Bilim, doğayı anlamaya ve gizemlerini çözmeye yönelik
araştırmalar olarak görülüyordu. Herkes bilimin soylu bir uğraş
olduğunu düşünüyor, bu yüzden de bilim insanları el üstünde
tutuluyordu. Teknoloji ise toplumun ihtiyaçlarının giderilmesi ile ilgili
bir uğraş olarak görülüyor ve teknoloji üreten mühendisler bilim
insanlarına göre düşük bir sosyal sınıfa mensup olarak kategorize
ediliyordu. Fakat günümüzde bilim ve teknoloji birbirini tamamlayan
olgular olarak algılanıyor. Artık Ar-Ge çalışmalarının içinde hem
bilim hem de teknoloji olduğu halk tarafından biliniyor ve bu sayede
Ar-Ge mühendisleri de tıpkı eskinin bilim insanları gibi büyük saygı
görüyor. Bu değişim üniversite ve sanayi işbirliğinin gelişmesi ile
oldu. … Fakat üniversite - sanayi işbirliğinin istenilen seviyeye
gelmesi 1995’ten sonra sağlanabildi.

Endüstrinin bilgisinin üretimi ile temel bilimsel araştırma giderek iç içe


girmektedir. Bunun kurumları da çeşitlenerek, bilim ve teknik üretimi ya da bundan
sonra kapitalist bilimsel üretim diye adlandıracağımız üretim sürecini oluşturmaktadır.

Ancak teknoloji üretimi yani bilimsel üretimin sonuçlarının ticarileştirilmesi ile


bilimsel üretim arasındaki bağı dikkatli irdelemek gerekiyor. Bilimsel üretimin belirli
bir sürecinden sonra bu bağın niteliği değişmiştir. Yukarıda söylediğimiz, iç içe geçme,
bir zincir oluşturma, birbirlerini karşılıklı etkileyebilme düzeyi bu nitelik değişiminden
sonra ortaya çıkmıştır. İşte bu değişim, bilimin endüstrileşmesini açıklamada
kullandığımız, onun gerçek boyunduruk altına alınma girişimi sayesinde

152
gerçekleşmiştir. İleride açıklayacağımız gibi, bilimin gerçek boyunduruk altına alınması
sürecini sadece emek sürecinin bölünmesi ve bunun kurumsallaşması olarak açıklamak,
hareketli ve dinamik bir süreci betimleyici bir biçim olarak tarif etmek olacaktır.
Bilimin gerçek boyunduruk altına alınma girişimi her biri kendi içinde ikilik yaratan
değişik boyutları içinde ele alınmalıdır:

Bir yandan artık zihinsel emek için de emek ile emek gücü ayrımını dikkate
almak gereklidir.135 Bilimsel emek, bilimin sermayenin boyunduruğu altına alınması ile
birlikte giderek daha fazla bölümü emek gücü haline dönüşen bir emek niteliği
taşımaktadır. Zihinsel emeğin, emek gücüne dönüşümü, bu dönüşümün yaratıcılık
açısından sınırları, çok önemli sonuçlar doğurmaktadır: Zihinsel emek gücünün
oluşturduğu değişen sermayenin yeniden üretimi, nitelikli emek gücü yaratmak için
eğitim, bu sermayenin değersizleşmesi vb…

Öte yandan bu boyunduruğun, bilimsel üretim süreci, üretim örgütlenmesi ve


üretim araçları üzerinde yarattığı değişim irdelenmelidir. Üretim araçlarının ve emek
örgütlenmesinin değişimi anlamında teknoloji, sabit sermayenin devri, değersizleşmesi
vb...

Biçimsel olarak sadece kurumsallaşma, parçalara ayrılma, rutinleşme olarak


görülen hareketin dinamiği, zihinsel emek gücü ile bu emek gücünün sonuçlarının mülk
edinilmesi dinamiğidir. Yani bir ikiliktir. Zihinsel emeğin, emek gücüne
dönüştürülmesi, bilimin endüstrileşmesini getirmektedir. Bu ikiliğin çarpıcı bir sonucu
bugün “yenilikçi kapitalizm” olarak karşımıza çıkmaktadır. Zihinsel emeğin, emek
gücüne dönüştürülmesi çabası, kapitalizmin temel dinamiği olan artı-değer üretimine
dayanmaktadır. Daha fazla kar etmek için yeni ürün, yeni üretim süreci, yenilik ve
teknoloji hiç olmadığı kadar hızlı bir biçimde geliştirilmektedir. Sabit sermayenin
devrinin hızlanması, ürün, üretim süreci ömürlerinin azalması, kapitalizmin kendi
ürettiği bir sonuç olduğu kadar, aynı zamanda kendisinin bizzat kendi engeli olduğunu
gösteren sonuçtur; çünkü sabit sermaye devrinin hızlanması, kapitalizmin krize doğru

135
“Emek gücünün bir meta olarak kendine özgü niteliğinden çıkan sonuçlardan birisi, kullanım
değerinin alıcı ile satıcı arasındaki sözleşmenin tamamlanmasıyla, alıcının elinde doğrudan doğruya
geçmemesidir”(Marks, 1993, s.189). Emek ile emek gücü ayrımının daha kapsamlı tarifi için bkz.
(Marks, 1987, s.122–23). (Marks, 1993) özellikle 6. bölüm.

153
gidişi anlamına gelmektedir. Benzer biçimde, üretimde teknolojinin, makinalaşmanın
artması, sermayenin organik bileşiminin yükselmesini, kar oranlarının düşmesini
sağlayan en önemli etkendir. Ancak sermaye, kendi doğası gereği, sonucu kriz olacak
olsa da üretim sürecinde, ürünlerde teknolojik gelişmeyi, kar oranlarını yükseltme
çabası içinde hızlandırmak zorundadır. İşte bu teknolojik gelişmenin zihinsel emek
gücünün birikimli, tarihsel ve toplumsal136 emeğe dayanan sonuçları olarak
gözükmemesi, bunun sanki sermayenin kendisinin yarattığı bir ürünmüş gibi
gözükmesi, bugünün “yenilikçi kapitalizm” olarak görünmesini sağlayan en temel
etkendir. Marks (1998, s.366–67), bunu şöyle dile getirmiştir:

… gerçekte bilimin, doğal güçlerin ve emeğin ürünlerinin


büyük ölçekte, toplumsal emek üzerinden kurulmuş uygulamalarının
tümü, yalnızca emeğin sömürüsünün araçları artı emeğe el koyma
araçları dolayısıyla emeğe karşı sermayenin sahip olduğu güçler
olarak ortaya çıkarlar. Doğal olarak sermaye, emeği sömürmek için
tüm bu araçları kullanır; ama sömürmek için bunları üretime
uygulamak zorundadır. Ve bu yüzden de emeğin toplumsal üretken
güçlerinin gelişmesi ve bu gelişmenin koşulları, sermayenin eylemi
olarak belirir; buna karşı bireysel emekçi yalnızca edilgen bir tutum
içinde olur, yine de bu gelişme ona karşı cereyan eder.

Bugün yaşanan tam da böyle bir süreçtir. Teknoloji gibi bununla iç içe geçmiş
olan bilim de değerin kaynağı olarak gösterilerek, fetişleştirilmektedirler. Geçmişte
doğal zenginliklerin, makinanın kendisinin değeri yarattığı, girişimci de dahil olmak
üzere üretimde rol oynayanların ise sadece bundan pay aldıkları söylenir idi. Böylece
emek gücünden elde edilen artı-değere dayalı sermaye kuramı perde arkasına atılırdı.
Şimdi ise bunların daha gelişkin biçimleri olan teknoloji ve bilim aynı rolü
üstlenmektedir. Yeniliğin büyümeyi, ilerlemeyi, teknolojik gelişmeyi sağladığı, bunun
da sermayenin ürünü olduğu yanılsaması, bu gerçeğin bugünkü görünümünden başka
bir şey değildir. Böylelikle Marks’ın (1979, s.639) dediği gibi, işçinin (hatta bilim
üretiminde çalışanın) kendisi için bile, bilimsel üretim ve teknoloji kendisinden
bağımsız, etkileyici bir güç olarak onun karşısına çıkmakta, zenginliğin yaratıcı olarak
görünmektedir:

136
“Eleştirici bir teknoloji tarihi, 18. yüzyılın buluşlarından ne kadar azının, tek bir kimsenin eseri
olduğunu ortaya koyabilir”(Marks,1993, s.386).

154
Mekanizmanın cansız parçalarını birbirine ekleyerek, amaca
yönelik bir otomat gibi çalışmasını sağlayan bilim, işçinin bilincinde
değildir; makinada işçiye yabancı bir güç, makinanın kendi gücü
olarak belirir.

Dün üretimde yenilik olarak ortaya çıkan makina sermayenin bir ürünü olarak
görülüyor, onu üreten bireysel emekçi edilgen görünüyordu. Bugün ise bir bütün olarak
bilim üretiminin, yani bilimsel üretim sürecinin ürünleri, teknoloji ve yenilik olarak
adlandırılırken, bu emek sürecinin gerçek özneleri olan zihinsel emek gücü tüketen
bilimcilerden koparılarak, kapitalizmin, sermayenin kendi ürünü olarak görülmektedir.
Bu Marks’ın anlatımıyla (1998, s.367) sermayenin bir gizemin ardına saklanmasıdır:

Böylece sermaye çok gizemli bir varlık haline gelir. ….(1) Artı
emeği zorlayan bir güç olarak; (2) toplumsal emeğin üretken
güçlerinin ve bilim gibi genel toplumsal üretken güçlerin emicisi ve
sahiplenicisi (kişileşme) olarak üretkendir.

Böylelikle bilim toplumsal emeğin bir sonucu olarak değil de, sermayenin
ürettiği bir şey olarak işçinin (ve bilimcinin) karşısına dikilir.137

Üstelik bu durum, yine “yenilikçi” ya da “yaratıcı kapitalizm” olarak


çalışanların karşısına dikilmektedir; yaratıcılığın, bilimsel üretim sürecinin ve genel
olarak üretim sürecinin gerçek özneleri bunun karşısında edilgen bir tutumda
bırakılmaktadır. Öyle ki, emek üretkenliğinin artırılmasının, yeni teknolojilerin ve yeni
ürünlerin, emek süreci ve bir bütün olarak toplumsal refah açısından sonuçları
unutulmaktadır. Sermayenin gerçek boyunduruk altına alma sürecini ileride
açıklayacağız ancak boyunduruk altına alınmaya çalışılan bilim olduğunda bir sınır
durum oluşmaktadır. Bu sınır durumun sonuçlarından biri, bilimsel üretim sürecinin
merkezinde çalışan bilimcileri, “yaratıcı sınıf” olarak tanımlama, bugünkü toplumun
merkezine koyma gibi bir yanılsamayı doğurmaktadır. Bu sınır durumu ileride
değerlendireceğiz. Şimdi bilimin gerçek boyunduruk altına alınma sürecinin tarihsel
koşullarını verdikten sonra, bunu kavramsal olarak açıklamak gereklidir.

137
“…[emeğin] el birliği içinde birliği, işbölümü içinde bileşimi, emek ürünlerinin yanı sıra doğal
güçlerin ve bilimin, makinaleşme içinde, üretim için kullanılması-tüm bunlar, bireysel emekçilerin
kendileriyle, yabancı ve şeyleşmiş bir şey olarak, emekçilerden bağımsız ve onlara egemen olan emek
araçlarının varlık biçimleri olarak karşı karşıya gelirler; tıpkı emek araçlarının kendilerinin sermayenin ve
dolayısıyla kapitalistin işlevleri olarak, malzeme, araç-gereç vb. olarak basit görülür biçimlerinde,
emekçilerle karşı karşıya gelmeleri gibi” (Marks, 1998, s.366; a.b.ç).

155
Bilimin endüstrileşmesi, endüstriyel araştırmanın kurumsallaşması yani
kapitalist bilimsel üretimin kurumsal gelişmesinin başlangıcı ilk olarak Batı Avrupa’da,
özellikle 1870’lerde Alman kimya şirketlerinde gerçekleşmiştir. İşletme içinde kurulan
ilk endüstriyel araştırma laboratuarı bu tarihlerde Alman kimya sanayinde ortaya
çıkmıştır (Mowery ve Rosenberg, 1993, s.11), (Ansal, 1997, s.190-91). ABD kimya
şirketleri ve diğerleri bu gelişimi hızlı bir biçimde taklit etmişlerdir. Ansal (1997, s.190-
91) şirketlerin bu çabalarını anlatmaktadır:

Aslında çabalarını birkaç cephede birden yürütmektedirler


‘Önce bilimsel endüstri metaları üzerinde kurumsal bir denetim
kurarak endüstriyel ve bilimsel standartları yükseltmişler, ikinci
olarak patent tekeli yoluyla bilimsel endüstri ürünleri üzerinde kontrol
sağlamışlar ve patent sistemini reforme etmişler, üçüncü olarak
sanayi ve üniversite araştırma kurumları aracılığı ile bilimsel
yenilikleri ve buluşları kontrol altına almışlar. Nihayet dördüncü
olarak yüksek teknik öğrenimi ve devlet okullarını dönüştürerek
endüstriyel bilimin pratik uygulayıcıları üzerinde kontrol
kurmuşlardır’…Bu büyük firmalar üniversiteden araştırmacılar
alarak araştırmalarını firmaların içine taşıdılar. Kısa zamanda,
yüzlerce bilimci, mühendis ve teknisyenin çalıştığı dev kurumlar
oluşturuldu. Kendi araştırma merkezini kurmaya gücü yetmeyen küçük
firmalar bağımsız araştırma merkezleri ve laboratuarları ile Ar-Ge
gereksinimlerini karşılamaya çalıştılar.

Bilimin kurumsallaşmasından önceki aşama ile kurumsallaşma aşamasını


anlatan bu alıntı ikinci evreyi tarif etmektedir. Bu iki evreye ve özellikle ikinci evrede
bilimsel üretimin farklılaşmasına Nathan Rosenberg, makina üretimi vesilesiyle değinir
(Rosenberg, 1976). Buna karşılık Ayşe Buğra (1985, s.30-31) ise genel olarak teknoloji
bağlamında şu şekilde değinmektedir:

19'uncu yüzyıl deneyimi ile 20'inci yüzyıl gerçekleri arasında,


teknolojik gelişmenin kaynakları açısından, bazı önemli farklar göze
çarpıyor. 19'uncu yüzyılın teknolojik gelişmelerini büyük ölçüde
sanayi dışından kaynaklanan buluşların üretime uygulanmasıyla
açıklayabiliyoruz. Oysa 20'inci yüzyılda, özellikle en önemli teknolojik
ilerlemelerin yer aldığı kimya, ulaşım ve telekomünikasyon gibi -
sektörlerde, ilerlemelerin sanayi içinden, uzmanlaşmış Araştırma ve
Geliştirme laboratuarlarında yürütülen sistematik çabalar sonucunda
ortaya çıktığını görüyoruz.

Teknoloji üzerine literatür tarafından genellikle “büyük bilim”, bilimin


kurumsallaşması olarak tarif edilen bu süreci farklı bir şekilde tanımlamak olanaklı

156
mıdır? Yukarıda belirtilen iki döneme, Marks’ın sermayenin “biçimsel boyunduruğu”
ile “gerçek boyunduruğu” altına alınma ayrımıyla (formal subsumption/ real
subsumption) yaklaşıp, irdelemeyi deneyebiliriz.

2.6.3.1 Biçimsel boyunduruk / Gerçek Boyunduruk

Marks’ın kullandığı bu iki temel kavram, Kapital’de geçerler ancak ayrıntılı


olarak açıklanmazlar. Kapital’in birinci cildi için yazılan ancak sonra basımdan
çıkarılan “Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları” bölümünde bu kavramlar ayrıntılı bir
biçimde işlenir.

Kısaca özetlersek, sermayenin biçimsel boyunduruk altına aldığı emek


süreçlerinde artı değer üretimi ve artı değere kapitalist tarafından el koyulması
bulunmaktadır. Biçimsel boyundurukta, mutlak artı değer elde etme biçimi, artı değer
sömürüsünün tek biçimidir (Marks, 1990, s.1021). Buna karşılık, emeğin nesnel
koşulları ile öznel koşulları arasındaki ilişki, değerlenme sürecini tek öncelik olarak
alacak biçimde sermayenin denetimi altına alınmamıştır. Başka türlü ifade edersek,
“aktüel emek sürecinin karakterinde hiçbir değişme yoktur”(Marks, 1990, s.1021),
(Brighton Labor Process Group, 1977). Üretim ölçeği genişledikçe, biçimsel
boyunduruk altındaki emek kendi içinde farklılaşır. Bu ölçek büyümesi niteliksel
değişimin de yolunu açar. (Marks, 1990:1022) Sermaye hacminin genişlemesi, aracı
tüccarın elindeki sermayenin onu sanayi kapitalisti yapması, biçimsel boyunduruğun
gerçek boyunduruğa dönüşmesini sağlayan niteliksel değişimlerden birisidir. Biçimsel
boyunduruğun, öze dair özelliklerinden birisi de, artı emeğe el koyan ile emeği üreten
arasındaki satışın özgül içeriğidir. Alıcı emek araçlarının, emeğin nesnel koşullarının
sahibi olmadığı için satıcı ile ilişkiye girer, herhangi bir sabit politik ya da toplumsal
egemenlik, tahakküm ilişkisi yoktur. İkinci özsel özellik işe şudur: emeğin öznel
koşulları yani geçim araçları ile emeğin nesnel koşulları yani üretim araçları işçinin
karşısına sermaye olarak çıkarlar. Sermaye ile emek arasındaki biçimsel ilişki
kurulmuştur. “Teknolojik olarak konuşmak gerekirse, emek süreci eskisi gibi devam
eder, sadece artık sermayeye tabidir” (Marks, 1990, s.1026).

Emeğin sermayeye gerçek boyunduruğu ise, göreli artı değer üretimi ile
karakterize edilir. Bu aşamada emek süreci üreticinin yani işçinin denetiminden

157
çıkmış, boyunduruk altına alınmıştır. Öte yandan emek sürecinde makinaleşme ortaya
çıkar. Bilim ve teknolojinin bilinçli uygulaması bu aşamanın diğer bir temel özelliğidir.
Mutlak artı değer üretimi biçimsel boyunduruğun ayırt edici biçimiyken, göreli artı
değer üretimi gerçek boyunduruğun ayırt edici biçimidir. Marks (1990:1025) bunu
özellikle vurgular:

Eğer mutlak artı değer üretimi, sermayenin emeği biçimsel


denetim altına almasının maddi ifadesi olsaydı, o zaman göreli artı
değer üretimi de mutlak artı değer üretiminin gerçek boyunduruk
altına alınması olurdu.

Gerçek boyunduruk sürecini belirleyen nitelikler, birbiriyle iç içe geçen


boyutlara sahip olsa da yeniden şöyle maddeleştirilebilir (Brighton Labour Process
Group, 1977):

- göreli artı değer üretimi


- makinaleşmenin devreye sokulması
- bilim ve teknolojinin bilinçli uygulanışı
- emeğin hareketliliği ve yerinden edilebilirliği (yedek sanayi ordusu)
- geniş ölçekli üretim

20. yüzyılın başıyla birlikte bilimsel üretim, bilimsel araştırma da bir anlamıyla
ölçek ekonomisinin etkisiyle geniş ölçekli araştırma kurumlarına yönelmiştir. Bunun en
can alıcı örneklerinden biri, Manhattan Projesi’dir. Atom Bombası geliştirmek amacıyla
bilimci ve mühendislerin oluşturduğu büyük bir ekip çalışması olarak görünmektedir.
Burada büyük bir proje, parçalara ayrılarak kurumsallaştırılmış, farklı parçalar farklı
araştırmacılarca üretilmiştir, az sayıda bilimcinin gizli askeri projenin tümünden haberi
vardır. Bunun dışındaki araştırmacılar bilimsel emek sürecinin bütününe hakim
değildirler, kendi parçalarından sorumludurlar. Böylelikle bilimsel üretim tek bir kişinin
kendi özerk düşünme sürecine değil, planlı, kurumsallaşmış bir emek sürecine,
parçalarına ayrılmış bir sisteme dönüşmüştür. Bilim tarihi üzerine kitaplarında
McClellan ve Dorn (2006, s.425) bu dönüşümü çarpıcı biçimde aktarırlar:

158
Manhattan Projesi138 … birçok yönden bilim yapmanın yeni
bir yolu olan bilimsel üretimin endüstrileşmesini… örneklemiştir. 19.
yüzyılda bir bilim adamı küçük bir laboratuarda yalnız ya da birlikte
çalıştığı birkaç kişiyle bilimsel bilgi üretimindeki egemen biçimi temsil
ediyordu. Ancak, 20. yüzyılda nükleer fizikteki gelişmelerle birlikte bu
eski biçim değişmiştir. Araştırmalar büyük düzenler ve pahalı
donatılar getirmeye başlamış ve giderek kişisel deneycilerin, hatta
üniversitelerin ya da özel araştırma kuruluşlarının kaynaklarını
zorlamaya başlamıştır. Bir ekibin her üyesi karmaşık bir araştırma
çabasının tek bir yönünde uzmanlaşmıştır. Böyle ekip çalışmasına
dayalı araştırmaların sonunda üretilen makalelerin altında bazen
yüzlerce kişinin imzası olmuştur.

Bilimsel üretimin emek süreci parçalara ayrılmış, biçimsel boyunduruk altında


olduğunu söyleyebileceğimiz, eski birkaç kişilik laboratuar günlerine göre emek süreci
özerkliğini kaybetmiştir. 19. yüzyılın laboratuarında çalışan bilimcisi özerk ve kendi
zamanını, çalışma temposunu kendisi belirleyen araştırmacı idi. Alınır satılabilir ürün
üretmekten önce, “insanlığa yararlı” ve meraklarını doyuran temel bilimsel bir araştırma
ya da buluş yapma peşindeydi.

Oysa 20. yüzyılda araştırma emeğinin gerektirdiği süreç bölünmeye başlandı.


Bir ekibin her üyesi karmaşık bir araştırma çabasının tek bir yönünde uzmanlaşmış ise,
ekibin her bir üyesinin emek süreci gerçekte toplam emek süreci tarafından
belirlenecek, yaratıcılığın aleyhine emek sürecinin denetimi gerçekleşecektir. Bilimsel
gelişmenin literatürü, bu literatüre yayın verme, yayınların atıf istatistikleri üzerinden
sadece bilim insanının itibarının artması değil, giderek üniversitelerde bu ölçüye göre
değer görmeye başlaması, bilimsel emek sürecinin denetlenmesinin de yolunu açar.

Sanayi dışından ya da şirket içinden yürütülen Ar-Ge etkinliklerinin 20. yüzyılın


ikinci yarısından sonra değişimi için Ayşe Buğra’nın (1985, s.30-31) aktardıklarını da
örnek verebiliriz:

20'inci yüzyılda, özellikle en önemli teknolojik ilerlemelerin


yer aldığı kimya, ulaşım ve telekomünikasyon gibi -sektörlerde,
ilerlemelerin sanayi içinden, uzmanlaşmış Araştırma ve Geliştirme
laboratuvarlarında yürütülen sistematik çabalar sonucunda ortaya

138
İkinci Dünya Savaşı’nda atom bombasının yapılması için yürütülen ve adeta bir “bilim manifaktürü”
(Narin, 2008a ve 2008b) olarak çalışan Manhattan projesi hakkında bkz. McClellan ve Dorn (2006),
Narin (2008b).

159
çıktığını görüyoruz. Bu olgunun tipik bir örneğini kimya sektöründe
buluyoruz. Kimya sektöründe yer alan yeniliklerde bilimsel
abstraktlar her zaman çok önemli olmuş. 1884'te bu abstraktların
yalnızca yüzde 30'u kimya sanayiinin içinden kaynaklanıyor, geri
kalanı sanayi dışında yürütülen bilimsel faaliyetlerin sonucu olarak
yayınlanıyor. Daha 1952'de, sanayi içinden 'kaynaklanan
abstraktların oranı yüzde 87'ye çıkmış. Yani yalnızca bilimsel faaliyet
olarak, kâr amacı gütmeden yürütülen araştırma teknolojik gelişme
toynağı olarak eski önemini büyük ölçüde yitirmiş. Aynı olguya tele-
komünikasyon alanında da rastlıyoruz. ATT'nin Bell
Laboratuvarlarında gerçekleştirilen ilerlemelerin Amerikan
üniversitelerinin toplamında bu konuda yapıdan araştırmalardan elde
edilen sonuçların çok üzerinde olduğu söyleniyor. Genel olarak
telekomünikasyon sektörü kendi üniversitesini kurmuş bir alan olarak
tanıtılıyor.

… [çeşitli] yazarların özel sektör Araştırma ve Geliştirme fa-


aliyetlerinin rolünün çok fazla önemsendiğini, sanayi dışı bilimsel
araştırmaların hâlâ teknolojik gelişmenin temel kaynaklarından biri
olduğunu öne sürdüklerini görüyoruz.

… Bugün özel Araştırma ve Geliştirme üniteleri yalnız yeni


buluşlar gerçekleştirmekte değil, sanayi dışından kaynaklanan
buluşlar üzerinde çalışarak bunları üretime uygulamakta da etkili
oluyorlar. Bu etkiyi, Schumpeter'in yaklaşımı doğrultusunda, buluş ve
yenilik aşamaları arasındaki ayırıma dayanarak açıklamak, özel
Araştırma ve Geliştirme ünitelerinin buluşlardan çok yeniliklerde
oynadıkları rol üzerinde durmak artık mümkün değil. Günümüzde
buluşların üretime uygulanması buluşların gerçekleşmesi için
yürütülen bilimsel faaliyetlerden çok farklı olmayan çalışmalar
gerektiriyor. Bu bağlamda buluşları teknolojik gelişmenin ger-
çekleştirilmesinde kullanılan girdiler olarak görmek mümkün. Bu
girdilerin işlenmesi ve üretimde kullanılır duruma getirilmesi sana-
yide ayrı bir uzmanlaşma alanı, yeni bir iş örgütlenmesi gerektiriyor.
Dolayısıyla, bu yapıyı oluşturan Araştırma ve Geliştirme ünitelerinin
genelde teknolojik ilerlemelerin gerçekleştirilmesindeki yeri Jewkes ve
Hollander'ın öne sürdüklerinden çok daha önemli.

İster Bell laboratuarları gibi büyük tekellerin kendi bünyesindeki araştırma


geliştirme kurumlarında yürütülen bilimsel araştırma süreci olsun, isterse de sanayi-
üniversite işbirliği adıyla endüstriyel kullanıma yönelik, elektronik, donanım, yazılım,
nano teknoloji, genetik gibi dallarda bilimsel projeler yapmak yani bilimsel üretim
süreçlerine girmek olsun, hepsi de geçmişteki emek süreçlerinin özerkliğinin yerine
farklı türde bir denetimin konduğu yeni bir işleyişi anlatır. Böylelikle Marks’ın 150 yıl

160
önce söylediği (1979, s. 650) bir süreç gerçekleşmiş, bilimsel üretim süreci parçalara
bölünmüş, buluş süreci bir meslek haline gelmiştir:

Sermayenin canlı emeği kendine maledişi bu yönüyle de


makinalarda dolaysız bir gerçeklik kazanır: Eskiden işçi tarafından
yapılan aynı işi şimdi makinanın yapmasını mümkün kılan, bir
yönüyle, mekanik ve kimya yasalarının doğrudan doğruya bilimden
kaynaklanan analizi ve uygulamasıdır. Buna karşılık, makinaların bu
yoldan gelişmesi, ancak büyük sanayi bir kez ileri bir düzeye
ulaştıktan ve bütün bilimler sermaye tarafından esir alındıktan sonra,
var olan makinalar öbür tarafta zaten büyük kaynaklar sağlıyorken
söz konusu olabilir. İcat o zaman bir meslek niteliğini kazanır ve
bilimin bizzat dolaysız üretime uygulanması, onu belirleyen ve teşvik
eden bir bakış açısı haline gelir.

Bilimin dolaysız üretime sistemli bir biçimde uygulanması, üretimin onu


belirleyen ve teşvik eden bakış açısı haline gelmesi epeydir olgunlaşmış ve tamamına
ermiş bir süreçtir. Bugün artık üretim sadece bilimi dışarıdan teşvik eden bir güç
değildir, bilimsel üretimin kendisi de bizzat bu üretimin temel niteliklerine sahip olacak
biçimde sermayenin boyunduruk altına alınma sürecini yaşamaktadır. Ar-Ge
kurumlarının genişlemesi, etkinliklerinin, üretim ile bağlantılarının ayırt edilemeyecek
denli sıkılaşması, araştırma sürecinin mesleğe dönüşmesinden öte, araştırma sürecinin
bile bilgisayarlar, yazılımlar, üretim örgütlenmeleri ile rutinleştirilme, denetlenme
yönünde örgütlenmesi, bu dinamiğin bir göstergesidir.139

ABD’de özellikle, ikinci dünya savaşından sonraki dönemde, merkezi ve alt


düzeydeki laboratuarların etkinliği, bu araştırmaların şirketler ve devlet tarafından
desteklenmesi giderek artmıştır. Bu laboratuarlar arasında bile bir işbölümüne
gidilmiştir. Büyük şirketlerin merkezi araştırma laboratuarları temel araştırmalar ile
uğraşırken, alt düzey araştırma laboratuarlarına ise, bu temel araştırmalar doğrultusunda
çıkan yeni teknolojilerden ürün geliştirme, yerleşmiş ürün ve süreçlerin geliştirilmesi
görevi kalmıştır (Nelson, 1993, s.50).

139
“Kapitalist meta üretimi bağlamında, araştırma hacmindeki sürekli büyüme kaçınılmaz olarak
uzmanlaşmaya ve ‘özerkleşmeye’ yol açtı. İlk olarak, araştırma ve geliştirme büyük şirketlerin işbölümü
içinde ayrı bir dal oldu. Daha sonra bağımsız bir işletme biçimini alabilirlerdi; özel araştırma
laboratuarları kuruldu ve bunlar keşiflerini ve yeniliklerini en yüksek fiyatı veren alıcıya sattılar. Böylece
Marx’ın öngörüsü doğrulanmış oldu: icat sistematik bir biçimde örgütlenmiş kapitalist bir iş olmuştu”
(Mandel, 2008, s.336).

161
Teknolojik yeniliğin sermaye birikimine etkisinin incelenmesi rağbet gören bir
alandır. Bu yöndeki çabaların artmasıyla, özellikle Japonya başta olmak üzere ABD,
Almanya ve Avrupa’da araştırma geliştirme harcamaları ile bunların örgütlenmeleri
üzerine yapılan çalışmalar arttı. Bu çalışmaların hepsi de yenilik ve araştırma
geliştirmenin gerek şirketlerde gerekse de devlet desteğinde kurumsallaştığını
gösterirken, aslında bilimsel üretim sürecindeki emeğin bölünmesini, kurumlaşan farklı
biçimlerdeki emek örgütlenmelerini de betimliyorlar. Arka plandaki temel varsayım,
Schumpeter ile güçlenen bir önermedir: sermaye birikiminin kaynağı yeniliktir.140 Bu
yüzden yeniliğin teşvik edilmesi yönündeki çabaların temelinde yatan emeği verimli
hale getirme güdüsü karartılıyor. Bilimsel üretimin emek sürecinin daha fazla yenilik
yaratmak üzere örgütlenmesinin kendisine bakmak yerine bunun ürünü, yani yenilik
sermaye yaratan temel öğe olarak görülüyor. Hep olduğu gibi toplumsal bir ilişki yerine
sermaye bir şey olarak anlaşılıyor. Oysa emek üretkenliğinin artmasını sağlayarak artık
emeğin artmasını sağlayanın, bu emek üretkenliğini geliştirenin kendisi de bir emek
sürecidir. Sermaye birikiminin kaynağı yenilik değil, artı emeğe, artı değer olarak el
koymak olduğu burada da tüm örtme çabalarına karşın kendisini göstermektedir.

Bilim ve teknoloji üretiminin mekanizması, temel dinamiği hep heyecan verici


bir sorun olarak görülmüştür. Bilimsel üretim sürecinin anlaşılmasını, karmaşık hale
getiren özgül niteliğidir. Bilimin üretim sürecinin ikili özgül yanı bulunmaktadır:
birincisi, kendisine dönmesidir. İlk başlarda, emeğin gerçek boyunduruk altına
alınmasında bilim ve teknolojinin uygulanması bir koşul idi. Peki ya bilimin
üretiminde? Bilimsel üretime, bizzat bilimin kendisine, bilim ve teknoloji uygulanabilir
mi? İkinci özgül yan, emek ile yaratıcı etkinlik arasındaki köklü ayrımın, bilim
sürecinde nasıl bir biçim kazandığıdır? Bilim, doğası gereği, rutini kırmak, yaratıcı
etkinlik ile yolunu açmak zorundadır. Bilim üretim sürecinin bu ikili niteliği, belki de şu
can alıcı döngüdeki niteliksel değişmeye benzemektedir. Basit meta üretiminde, metalar

140
Schumpeter’in düşüncesini izleyen Richard Nelson, bundan yaklaşık yarım asır sonra yazdığı
“İlerlemenin Motoru Olarak kapitalizm” makalesinde 21. asırda Schumpeter’den miras olarak
alınabilecek temel öncül olarak kapitalizmin ve teknolojik değişimin evrimsel karakterinden ve yaratıcı
yıkımdan bahseder (Nelson, 1990, s.193). Ancak örtülü olarak devraldığı temel öncülü belirtik kılmaz.
İlerlemenin motoru kapitalizm ise kapitalizmin motoru nedir? Bu soruya Schumpeter’in burada verdiği
yanıtı kabul eder, bunu devralır. Üzerinde tüm bir yenilik iktisadının, evrimci kuramın kurulduğu bu
yanıt, aslında bütün klasik ve neoklasik iktisadın temel sorununu barındırmaktadır.

162
değişilirken bir tür meta değişildiğinde, tüm süreç kendisine dönmekte, sermaye birikim
süreci başlamaktadır. Bu emek-gücüdür. Emek gücü ile sermayenin taraf olduğu bir
meta değişimi, basit meta üretiminin tüm temellerini adeta yeni bir düzeye sıçratacak
denli parçalar.

Bilimin, “bilimin üretimine de girmesi” ile birlikte belirli düzey ve nitelikteki


zihinsel emek de artık emek-gücü olarak metalaşmakta, bilimsel üretimi gerçekleştiren
zihinsel emeğin, emek kapasitesi bir meta olarak sermaye tarafından satın alınır hale
gelmektedir. Yani Marks’ın kullandığı kavram ile “her tür bilimsel emek, keşif ve
buluşlar”141 anlamına gelen “evrensel emek” kategorisi de, soyut emek ve somut emek
bölümlenmesine uğramaktadır.

Zihinsel emeğin de metalaşması, bilimsel üretimdeki emek sürecinin de zamana


göre, farklı niteliklere göre bölünebilmesi, rutinleştirilebilmesini getirmiştir. Bunun
anlamı, Babbage ilkesinin, artık bilimsel emek sürecinde de işler hale gelmesi
demektir.142 Bilimsel emek sürecine de yayılan rutinleşme ana eğilim olsa da karşıt
kuvveti birlikte bulunmaktadır. .Gerçekten de, kapitalizmde emek süreci hakim akım
olarak araç üretme becerisinden yani vasıftan arındırılsa da, bu, karşı eğilimin yok
olduğu anlamına gelmez. Bilimsel emek sürecinde de, geri besleme, sınırlı sorumluluk
verme, etkileşim olanakları özellikle etkin olmaya başlamıştır. Zaten bu da hem bu
bölümün temel savıyla hem de tezin yöntem anlayışıyla tam anlamıyla uyuşmaktadır.
Hareket karşıt kuvvetlerin dinamik etkileşiminden çıkmaktadır.

İlk başta, diğer emek süreçlerinde olduğu gibi, bilimsel araştırma sürecine hakim
olan araştırmacılardaki ve bilim insanlarındaki bilgi çoğunlukla, her bir araştırma
kurumundaki bireyler ve rutinler tarafından içerilmiş halde, örtülü bilgi (tacit
knowledge) olarak var oluyordu. Daha fazla verimlilik elde etmek, bilimsel üretimin

141
“…evrensel emek (allgemeiner Arbeit) ile elbirliğine dayanan emek (gemeinschaftlicher Arbeit)
arasında bir ayrımın yapılması yerinde olur. Her iki tür emek de, üretim sürecinde kendi rollerini oynar,
birbiri içerisine geçer, ama her ikisi gene de farklıdırlar. Evrensel emek, her tür bilimsel emek, keşifler
ve buluşlardır. Bu emek kısmen, canlı emeğin elbirliğine, kısmen de daha önce yaşamış kimselerin
emeklerinden yararlanmaya dayanır. Öte yandan, elbirliğine dayanan emek ise, bireylerin dolaysızca
elbirliğidir” (Almancasıyla karşılaştırarak çeviride bazı düzeltmeler yaptım. Krş. Marks, 1990, s.96).
142
Bilimsel emek sürecinin rasyonalize edilmesi ve Babbage ilkesinin uygulanması ile ilgili olarak bkz.
Narin (2008a ve 2008b).

163
denetimini, parlak zekalı bireylerden çıkartarak, sermayenin denetimine gerçek bir
biçimde tabi kılabilmek için bireylerde içerilen bilgi, sürecin bilgisi nesnelleşmeliydi.
Bu yüzden bu alandaki ilk yöntem, yenilik sürecinin belirleyenleri üzerine odaklanmak
ve bu süreci doğrusal biçimde aşamalara bölmek oldu. Ancak kısa bir süre sonra bu
modeller, yerlerini doğrusal olmayan yenilik üretme modellerine bırakmıştır. Bilim
üretim sürecinin öznelerinin etkileşimini gözeten bu modeller, bölümlemeyi katı bir
biçimde, doğrusal aşamalara ayırma biçiminde yapmazlar. Yenilik içeren fikirlerin
çoğul girdilerden, önemli ölçüde geri beslemelerden sağlanabileceğini vurgularlar.
Araştırma, tasarım, imalat süreçlerinde önemli oranda geri besleme devrelerinin
(müşteri ilişkileri, sorun bildirme, iyileştirme talebi alma) kurulmasını gözetirler (Kline
ve Rosenberg, 1986), (Freeman, 1991).

Bilimsel üretimdeki emek sürecinin parçalanmasının, rutinleştirmenin getireceği


olumsuz eğilimleri dengelemeye çalışan bu modeller, aynı zamanda bu emeğin gerçek
boyunduruk altına alınmasının sınırlarını da açığa çıkartırlar. Bilimsel emeğin gerçek
boyunduruk altına alınması süreci kesintisiz bir biçimde devam etse de bu emeğin özgül
niteliği yüzünden tamamlanamaz. Yaratıcı etkinlik rutinleştirilemez. Bilimsel emeğin
kapitalizm tarafından gerçek boyunduruk altına alınması süreci, bu nedenle kendi
sınırlarını içinde taşımaktadır. 1957 yılında en büyük çok uluslu şirketlerden biri olan
General Electric firmasının araştırma bölümünde çalışan bir araştırmacı olan Irving
Langmuir, aslında bu süreci tarif etmektedir (Aktaran Nelson, 1959, s.113):

Araştırma laboratuarlarını belirli problemleri çözmek için


organize etmek hem mantıklı hem de çoğunlukla son derecede
karlıdır. Verimlilik, müdürün her bir çalışanı titizlikle planlanmış bir
programda görevlendirmesini gerektirir. ... Ancak bu yöntemin ciddi
sınırlılıkları vardır. Sorunu önden ele alıp iyi bir girişimi planlayacak
düzeyde çözümleri yukarıdan ve doğrudan yeteri kadar öngörebilen
müdürler nadirdir. Kendisine görece daha az yetki verilmiş olan
araştırmacı, bu belirli problemi, yukarıdan ve doğrudan girişim ile
elde edilenden yine de daha iyi yollarla çözebilmektedir.

Araştırma laboratuarları, sadece bir problem etrafında organize olarak çözüm


üretmemektedirler, aynı zamanda kar amacıyla da üretmektedirler. Ancak probleme
yönelik bilimsel üretim ne kadar ince elenip sık dokunarak planlansa, parçalara
ayrılarak tasarlansa da bu yöntemin sınırlılıkları ortaya çıkmaktadır. En temel sınırlılık

164
ise, yukarıdan yapılan planın yarattığı rutinleşmenin aşağıdaki bilimci ve araştırmacının
yaratıcılığını sınırlamasıdır. Çünkü bu plana karşın yine de daha az yetkili olan
araştırmacı, daha iyi çözümler bulabilmektedir. Artı değer üretiminin hizmetine koşulan
bilimsel üretim, bu emeğin özgül niteliği olan yaratıcılığını denetim altına almak
istemektedir.

Capital Dergisi’nin uluslararası sayısında da yayınlanan “Yönetilmek istemeyen


ve gerçekten de sizden daha akıllı olabilecek insanları nasıl yönetirsiniz?” başlıklı bir
makalede (1 Nisan 2007) bu durum, uluslararası şirketlerden örneklerle çarpıcı biçimde
anlatılmaktadır:

İsviçreli ilaç devi Roche’un CEO’su Franz Humer, iyi fikirler


bulmanın ne kadar zor olduğunu bilmektedir. … Humer, giderek artan
sayıda şirket için rekabet üstünlüğünün maliyet tasarrufları
tarafından değil, entelektüel know-how’ca yönlendirildiğini öne
sürmektedir. Uygulamada bunun anlamı, liderlerin bizim ‘zeki
insanlar’ olarak adlandırdığımız insanların ortaya çıkabileceği
ortamı hazırlamasıdır. Bu insanlar, şirketlerinin kendilerine sunduğu
kaynaklarla orantısız değer yaratma potansiyele sahip; fikirlere,
bilgilere ve yeteneklere sahip bir avuç yaramaz insandır. Örneğin,
yeni bir şifre yaratan bir yazılım programlayıcısını ya da yeni bir ilaç
formüle eden bir araştırmacıyı düşünün. Bu insanların tekil yenilikleri
bir şirkete on yıl boyunca büyük nakit girişi sağlayabilir. … Üst düzey
yöneticilerin tamamı bugün ekiplerinde akıllı ve yüksek düzeyde
yaratıcı insanlara sahip olmanın önemini takdir etmektedir. Dünyanın
en büyük iletişim hizmetleri şirketlerinden birisi olan WPP’nin
CEO’su Martin Sorrell’in yakın zamanda belirttiği gibi, ‘En büyük
meydan okumalardan birisi, yaratıcı sektörlerde ölçek uygunsuzluğu
dezavantajıdır. Yaratıcı insanların sayısını ikiye katlamanız,
yaratıcılığınızı ikiye katlamanız anlamına gelmez.’ Yetenek için çekici
olmanız yetmez; aynı zamanda zeki insanların, bütün hissedarlarınız
için zenginlik ve değer yaratma yolunda bütün potansiyellerini ortaya
koyabilmelerini sağlayacak bir ortamı beslemeniz gereklidir. … Bu
zor bir iştir. Eğer zeki insanların tanımlayıcı bir özelliği varsa, o da
yönetilmek istememeleridir. Bu, bir lider olarak sizin için açık bir
sorun yaratır. Globalleşmeyle birlikte bu meydan okuma daha büyük
bir hal almıştır. Artık zeki insanlar eskisinden çok daha hareketli hale
gelmiştir; Boston’da olduğu kadar Bangalore ya da Pekin’de de
bulunur olmuşlardır. Bu durum zeki insanların daha çok fırsat sahibi
olduğu anlamına gelmektedir. … Bu insanlarla konuştukça
yöneticilerin- zeki çalışanlarıyla ilişkilerinin, kendilerini geleneksel
tarzda izleyenlerle olandan çok farklı olduğunu gördük. Zeki insanlar,
fikirlerinin önemli olduğu konusunda, şirket tarafından daha fazla
sahiplenme ve takdir beklemektedir. Aynı zamanda keşfetme ve

165
başarısızlığa uğrama özgürlüğü de talep etmektedir. Yöneticilerinin
kendi düzeylerinde entelektüel olmalarını ummaktadır –ancak, bir
yöneticinin yetenek ve dehasının kendilerininkini gölgelemesini
istememektedir.

Dergi’nin yazarları, bu olgunun “bilime dayalı sektörler”de gerçekleştiğini


belirtip, bu konuyu inceleyen makale için “PricewaterhouseCoopers, Electronic Arts,
Cisco Systems, Credit Suisse, Novartis, KPMG, British Broadcasting Corporation
(BBC), WPP ve Roche gibi şirketlerin liderlerinin de bulunduğu 100’den fazla
yöneticiyle görüştük”lerini söylüyorlar.

Kapitalizm, araştırma sürecini rutinleştirirken, yaratıcı zekayı bastırmak, üretim


sürecini ortadan kaldıracağı için zihinsel emek sürecinin yaratıcılığı için,
rutinleştirmeye karşı güçleri de harekete geçirmek zorunda kalmaktadır. Bir diğer
yöntem ise rutinleşmeyi tamamen yaratıcılığı yok edecek denli geliştiremese de, yaratıcı
emeğin örtülü bilgisini deşifre ederek, onu değişmeyen sermayenin (makina,
otomasyon, bilimsel üretim sistemi) ya da örgütlenme sisteminin bir parçası haline
getirmektedir. Böylelikle, bilimsel emek üreten çalışanın denetimi sınırlanmış, kar
güdüsüyle daha fazla etkin kılınması sağlanmış olacaktır. Şirketlerin üst düzey
yönetimleri ile görüşmelerin sonuçlarıyla oluşturulan yukarıdaki makale bunu şöyle
anlatmaktadır:

Kötü haber ise dünyadaki bütün kaynak ve sistemlerin, bunları


kullanacak insanlara sahip değilseniz hiçbir işe yaramayacak olması.
Daha da kötüsü, bu insanların, bilgi ve yetenekleri nedeniyle
kendilerini istihdam etmek zorunda olduğunuzu bilmeleri. Eğer bir
şirket bu insanların zihinlerine ve ilişki ağlarına içkin bu bilgiyi ele
geçiremiyorsa, yapması gereken daha iyi bir bilgi yönetimi sistemi
kurmaktır. Bu tür sistemlerin zımni bilgiyi ele geçirme konusundaki
başarısızlıkları, bilgi yönetimi konusunda şimdiye kadar bilinen en
büyük hayal kırıklıklarından birisidir.

Ancak emek sürecindeki rutinleşme, yaratıcı emeğin özerkliğini ve dolayısıyla


yaratıcılığı azaltarak bilimsel üretimi kısıtlamaktadır. Bilimsel “soyut emek” yani
rutinleşen emek, bilimin özgül niteliğine, bilimsel “somut emeğin” duvarına
çarpmaktadır. Bir eğilimi dengeleyen karşı kuvvet olarak, rutinleşen bilimsel emek
süreci yaratıcı bilimsel emeği boğmaktadır. Peki bu süreç tamamlanabilir mi?

166
2.6.3.2 Bilimsel Üretim Sürecinin Çelişkili Doğası

Bir yandan bilim ve teknolojinin kullanımının, bilimin üretiminin kendi emek


sürecine bile etkiyerek, onun özerkliğini kıracağını söylemek, diğer yandan da bu
özerkliğin tam anlamıyla kırılmayacağını söylemek bir çelişki midir? Burada bilimin
üretim sürecinin ikili dinamik yapısı, devinimi yatmaktadır. Bilimin gerçek boyunduruk
altına alınışı, bir süreçtir, hem gerçekleşir hem de gerçekleşemez. Kendi sınırı,
içindedir. Bu sınır, bilimsel üretimin emek sürecinin, rutin emeğin yanı sıra esas olarak
“yaratıcı etkinliğe” ihtiyaç duymasında yatmaktadır.

Kapitalizm, gelinen aşamada, her türden yolu denemektedir. Yenilik süreci,


başlangıçta doğrusal olarak bölümlenirdi. Ancak, bu yaklaşım karşılıklı etkileşime
dayanan, doğrusal olmayan yöntemlere geçmek için hızla bir kenara bırakıldı. Çünkü
eski yöntemlerden yenisine geçenler, yenilik ve buluşlar için fikirlerin ancak çoklu,
çoğul girdilerden gelebileceğini ve gerçektende geldiğini fark ediyorlardı. Fark ettikleri
diğer nokta da, araştırma, tasarım ve üretim süreçlerinde önemli miktarda geri besleme
çevrimlerinin varlığı idi (Freeman, 1991), (Kline ve Rosenberg, 1986). Bir yandan emek
üretkenliğini artırmak, ürün çeşitliliğini sağlamak, ucuz hammaddeyi sentetik olarak
üretebilmek, yeni buluşlar, yenilikler ve bilimsel düşünceler geliştirmenin zeminini
oluşturmak için, gerekli donatımları, fonu, desteği, takım çalışması ortamını,
uzmanlaşma ve işbölümünün örgütlenmesini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu
doğrultuda toplam verimliliği, emekçinin direnci karşısında güdülenmeyi (motivasyonu)
artırabilmek için hatta “liderlik”, “yaratıcılık” adı altında insan davranışına dair bilimsel
olarak hazırlanmış ”oyun” biçimlerini de kullanabilmektedir. Gerçekten de, emek süreci
hakim akım olarak araç üretme becerisinden arındırılsa da, bu karşı eğilimin yok olduğu
anlamına gelmez. Bilimsel emek sürecinde de, geri besleme, sınırlı sorumluluk verme,
etkileşim olanakları özellikle etkin olmaya başlamıştır.

Bilimsel emek sürecinin özgül niteliğini oluşturan, yaratıcı etkinlik, bilimsel


üretimin “somut emeği”dir. Kapitalist meta üretimi koşulları altında yaratıcılık ile
rutinleşme, bilimsel emeğin ikisi de bir arada bulunmak zorunda olan, ama herhangi
birinin tek başına kalamayacağı, mutlak olarak bir diğeri üzerinde hakimiyet sağlayıp
onu yok edemeyeceği, herhangi birine indirgenemeyecek olan zorunlu antagonistik
parçalarıdır. Bu nedenle tüm bu yöntemler bilimsel üretimi denetlenebilir aşamalara

167
bölmeye çalışsa da, belirleyici olan bilimsel emek sürecinin özsel niteliğidir. Bu nitelik
ise yaratıcı etkinliktir. Emek ile yaratıcı etkinlik ayrımı, Caffentzis’in hatırlattığı gibi
Marks’ta da bulunmaktadır. Üstelik bu ayrım Aristo’dan beri gelen bir düşünsel
geleneğin ürünü olarak sürekliliğini korumaktadır. Etkinlik (action) ile emek (labor),
birisi öz etkinliği, yaratıcı etkinliği anlatırken, diğeri, belirli ilişkilerle gelişen, dıştan
dayatılan (empoze edilen) disipline edilen emeği anlatmaya yöneliktir (Caffentzis,
2005).

Bilimin sermaye tarafından birikime içerilmesi süreci gerilimlidir. Bu gerilimi


doğuran temel paradoks, gerçekte “emek” ile “yaratıcı etkinlik” karşıtlığını içinde
barındıran, bilimsel emek sürecinin gerçek boyunduruk altına alınması sürecinin bir
yandan zorunluluk olarak işlemesi ile öte yandan tamamlanamaması gerilimidir.
Sermaye birikiminin etkin ve artı değer açısından üretken olma çabası, emek
üretkenliğinin daha da yükselmesini, bilimsel emek sürecinin de giderek
rutinleştirilmesini, denetim altına alınabilmesini zorlayacaktır. Ancak, burada gerçek
boyunduruğun özsel engeli ortaya çıkar. Bu engel kendi içindedir: Yaratıcı etkinlik
boyunduruk altına alınırsa yaratıcı etkinlik olmaktan çıkar, bu nedenle bilimin gerçek
boyunduruk altına alınması süreci, içinde yaşadığımız özgül kapitalist toplumda, esas
amacı artı değer üretimi olan, bu yolda emek üretkenliğini sınırsızca artırmak isteyen bir
toplumda, tamamına eremeyecek, bitimsiz bir süreçtir.

2.6.4 Bilimsel Üretimin Taşıdığı Çelişki, Sınır Durum ve Sonuçları

Bu bitimsiz süreç, sermayenin sürekli üzerine gittiği ama rutinleştiremediği


aksine varlığına ihtiyaç duyduğu yaratıcı zihinsel emeğin ayakta kalmasını sağlar.
Dahası bu yaratıcı etkinlik tümüyle sermayenin kar mekanizmasının hizmetine koşulur.
Böylelikle sermaye toplumun evrensel emeğinin, genel aklının tüm ürünlerini soğurur.
Bu bir sınır durumdur. Yani sermaye var olduğu sürece aşılamayan ama hep
yaşanan bir paradokstur. Tıpkı sermayenin engelinin kendisi olması gibi ya da bunun
ifadesi olarak kapitalizmin krizinden ve kar oranlarının düşmesinden kurtulmak için
koşar adım gittiği uçurumda, teknolojiyi ilerletmek zorunda kalması; bunun da kar
oranlarını düşürmesi, uçurumun kendisi olması gibi… Bu sınır durumun kendisi, bugün
yaygın olarak görünen özgül bir sonucu yaratmaktadır. Erken kapitalistleşmiş ülkelerde
bu sonuç daha olgunlaşmış olduğu için belirgin bir yanılsama olarak görülmektedir.

168
Diğer tüm sermaye ilişkilerini, sınıf çelişkilerini gölgeleyerek, bilimsel üretim sürecinin
merkezinde çalışan bilimcileri, “yaratıcı sınıf” olarak tanımlama, tüm toplumsal
gelişmeyi ve “büyümeyi” bunlara atfetme gibi bir yanılsama doğmaktadır.

Bu sınır durumun yarattığı diğer bir can alıcı sorun ise, değer kuramı ile ilgilidir.
Buna çarpıcı bir biçimde değinen Tessa Morris Suzuki’dir (Morris-Suzuki, 1986).
Burada Morris-Suzuki, bu sınır durumun getirdiği sorunu açık yüreklilikle ortaya koyar.
Morris Suzuki şunu hatırlatır: bilimsel araştırma, Ar-Ge çalışması ile üretilen bilgi, yeni
ürün, tasarım, yeni teknoloji, örneğin ünlü tablolar ve seçkin şaraplar ile benzer
özellikler taşır. Bu Marksistler için tanıdık bir problemdir oysa bunlar da emek değer
kuramının dipnotlarına atılmaktadır. Morris Suzuki’ye göre artık bunlar kenarda kalan
istisnalar değillerdir, meta haline gelen enformasyon dipnotlara sıkıştırılamaz (Morris-
Suzuki, 1986, s.86). Çok önemli hale gelmiştir. Mandel, Geç Kapitalizm’in etkileyici 8.
bölümünde, araştırmacının emeğinin üretken emek olduğunu söylerken, bu emeğin
ürününün nasıl bir ürün olduğunu ortaya koymaz.143 Ancak Arrow tartışmaya açtığı,
Morris-Suzuki’nin de değindiği bilginin ve enformasyonun niteliği üzerine süren sorunu
irdelemez. Halbuki bu sınır durumu incelemek gereklidir. Üstelik böyle bir inceleme,
inceleyeni mutlaka Morris Suzuki’nin aynı yazıdaki kaderiyle, sonuçlarıyla
buluşturmaz. Morris Suzuki, şu sonuca varır: emeğin doğrudan sömürüsü artık daha az;
toplumsal bilginin özel sömürüsü ise daha önemli hale gelmiştir.

Oysa ki sermaye sözkonusu olduğunda sınır ile sınıf arasında bir seçim
yapılamaz. Kapitalizm, intihar etmez, sınırdan atlayarak sınıf varlığını ortadan
kaldırmaz. Emeğin yaratıcı niteliği kuşatılabilir, ancak tümüyle teslim alınamaz. Çünkü
bu durumda canlı emek ortadan kalkar, ki bu sermayenin de ortadan kalkması demektir.
Mandel ile bu noktada ortaklaşılabilir. Bu, Geç Kapitalizm kitabın sonunda yürüttüğü
otomasyon tartışmasındaki haklı konumdur.

Yeni bilgi, tasarım, araştırma ürününün üretilmesi sürecine ve etkilerine biraz


daha yakından bakalım. Teknoloji yazınında “teknoloji rantı” ile açıklanan durumu artı-

143
Şunu söyler: “Bilgi ve özgünlüğün tüketim malları ile aynı şekilde ve aynı otomatik düzenlilikle
üretilemeyeceği yeterince açıktır” (Mandel, 2008:342). Bu bilginin ve özgünlüğün niteliklerini, yarattığı
sonuçları tartışmaz.

169
değer kuramı çerçevesinden daha önce açıklamıştık. Buna göre teknoloji rantına sahip
olan bireysel sermaye artı-kar elde eder, emek üretkenliği yüksek olan bu sermayeye,
yarattığı artı değerin üstünde bir değer aktarılmış olur. Bu değer, ortalama ve onun
altında emek üretkenliğine sahip bireysel sermayelerin çalışanlarının ürettikleri artı
değerin bir kısmının aktarılmasından başka bir şey değildir. Bir sınır durumun yeniden
üretilmesi anlamında bilimsel üretimin temel amacı ve ürünlerinin özsel niteliği ya
emek üretkenliğini artırmak ya da yeni ürünler yaratmaktır, böylelikle kapitalistin karını
ve pazarını artırmak, yeni ürünler için yeni pazarlar yaratmaktır. Bu durum, sermayenin
bilimsel üretimi gerçek boyunduruğu alma çabasına koşut olarak bilimsel üretimin
temposunun, üretim ile bağlantılı ve karşılıklı olarak hızlanmasını getirir. İlk sonuç,
açıkladığımız mekanizmanın yarattığı bir görünüm olarak “teknoloji rantı”
görüntüsünün süreğenleşmesini sağlar. Her yenilik, üretim sürecini hızlandırır, sanki
pazara yeni girenin değeri tamamen “gizli el”ce belirleniyormuş izlenimi yaratır. İkinci
sonuç, pazara yeni ürünlerin girmesidir. Pazara giren her ürünün, fiyatlandırılması ve
değerini bulması sanki yine “gizli el” tarafından yapılıyormuş gibi görünür.

Bilimsel araştırma, yeni ürün, yeni ihtiyaç ve yeni üretim dalı yaratma
konusunda 150 yıldan önce Marks’ın Grundrisse’de yazdıklarını daha önce alıntılamış
ve değerlendirmiştik (Marks, 1979, s.446–49). Yeni ürün, ihtiyaç ve üretim dalı yaratma
konusundaki araştırmanın daha görünür ve albenili olması, giderek çeşitlenen üretim
dallarında istihdam edilen sınıfın geniş kesimlerinin görünmemesine neden olmuştur.
Bu hatalı tutumu Morris-Suzuki de (en azından sözünü ettiğimiz yazısında)
sergilemiştir. Yeniliğin albenisi, bizzat kapitalistin bunu teşvik etmesi, zihinsel emek
gücünün giderek daha fazla sermayenin boyunduruğu altına alınmasının yanında
sayıları artan niteliksiz ve yarı nitelikli emek gücünün maruz kaldığı yoğun sömürü
koşullarının gölgelenmesini getirmiştir.

Bilimsel üretimin ürünleri olan bilgi ve enformasyon hakkında iktisat yazınında


(özellikle evrimci iktisadın ortaya çıkışında sıçratıcı olan Arrow’un bilgi ve
enformasyon üzerine yazdıkları) yaşanan tartışmalar ve sorunlar bu sınır durumun
yarattığı görünümlerin bir sonucudurlar. Marks (1998, s.334), bu tartışmalardan çok
önce, adeta kehanet düzeyinde şunları söylemiştir:

170
Zihinsel emeğin ürünü -bilim- her zaman değerinin çok altında
bir yerde durur; çünkü onu yeniden üretmek için gerekli emek-
zamanının, ilk üretimi için gereken emek zamanı ile hiçbir ilişkisi
yoktur. Örneğin bir okul çocuğu, iki terimli denklem teoremini bir
saatte öğrenebilir.

Bilimsel üretim tam da bu tarife uygun bir üretimdir, sürekli özgün olmak
durumundadır ve ilk üretimindeki emek zamanı, çoğaltılmasında, uygulanmasındaki
emek zamanı ile karşılaştırılamayacak denli yüksek ve nitelik olarak farklıdır. Bir
bilimcinin emeğinin yeniden üretilmesi için gerekli olanlar, sadece geçim olanakları
değildir; bu bir sınır durumdur. Bilimcinin yaratıcılığını, temel bilimsel keşfini, problem
çözme yeteneğini gerçekleştirmesi etkinliği zihinsel somut emektir. Bu somut emeğin
yeniden üretilmesi için gerekli olanlar, bu niteliği yeniden üretmek için gereklidir, ama
aynı zamanda bu pazar ölçülerine vurulabilir değildir. Oysa bir soyut emek olarak
ürünleri, emek üretkenliğini artırması gibi sonuçlarla pazarda dönüşür. Değer kuramı
açısından sınır durumu da zaten bu gerçek oluşturur. Rutinleştirilen bölümlerine karşılık
yaratıcı zihinsel emek bilim için kaçınılmazca gereklidir. Bu emeğin değeri emek
zamanı olarak pazar ölçülerine vurulamaz. Ancak üretilen ürünlerin mülk edinilme
biçiminde bugün yaşanan geçiş niteliğindeki değişimler, fikri mülkiyet hakları, telif
hakları gibi çabalar gerçekte bu karşılığı yakalama çabalarıdır. Ancak sınır durum
burada da kendisini gösterir. Yakalamak olanaklı değildir, asimptotik olarak yaklaşılsa
bile süreğenleşen üretim içinde uzaklaşır.

Bilimcinin zihinsel emeğinin ve yaratıcılığının pazar karşısındaki durumu, bilim


ve teknoloji üretiminin bu sınır durumu, ölçü olarak değerin sınır durumudur. Ancak
ölçü aşılmış durumda değildir, kapitalizm artı-değer yaratmak mecburiyetindedir,
bilimsel üretimi, bilimcinin zihinsel emek gücünü mutlak olarak boyunduruk altına
alamaz. Tam da bu nedenle Marks’ın Grundrisse’de bu konuyu ele aldığı alt başlık
“Ölçü Olarak Değer” ile ilgilidir. Tam olarak “Burjuva Üretimin Temeli (Ölçü olarak
Değer) ile Gelişimi Arasındaki Çelişki” başlıklı bölümde, gerçekte gelecek toplum
tasarımı çerçevesinde değerin ortadan kalktığı, büyük sanayinin zorunlu emek zamanını
asgariye indirgediği bir toplumdan bahsedilir (1979, s.652):

Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek süresi


hırsızlığı, bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel kar-
şısında pek zavallı bir dayanak görünümündedir. Dolaysız biçimiyle

171
emek, zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süresi
zenginliğin ve dolayısıyla mübadele değeri kullanım değerinin ölçüsü
olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. Yığınların artık-emeği genel
zenginliğin gelişiminin önkoşulu olmaktan, onunla birlikte azınlığın
emeksizliği insan kafasının evrensel güçlerinin gelişmesinin koşulu
olmaktan çıkar. Bununla, mübadele değerine dayalı olan üretim çöker
ve dolaysız maddî üretim süreci sefalet ve antitez biçimlerinden
kendini kurtarır.

Marks, burada sınıfsız bir toplumun oluşum koşulunu, gelecek tasarımını


aktarmaktadır. Burada bir yapı anlatılır, yoksa sınıf mücadelesi olmadan kendiliğinden
sınıfsız bir topluma geçişten bahsedilmez. Bu maddi koşulun144 oluşması büyük
sanayinin gelişmesinin belirli bir evresine bağlıdır. Marks, kapitalizmin büyük
sanayinin ve bilimin gelişmesiyle yaratılan “dev güçleri” hapsetmeye çabalamasını bu
bölümde (1979, s.651) şöyle anlatır:

Bir yandan emek süresinin minimuma indirgenmesi için


bastıran, öte yandan emek süresini zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı
olarak vazeden sermaye, süregiden çelişkinin ta kendisidir. Sermaye
zorunlu emeğe harcanan süreyi azaltır, ama sadece fazlalık emeğe
harcanan süreyi artırabilmek üzere azaltır; dolayısıyla fazlalık emeği,
giderek artan bir ölçüde, zorunlu emeğin koşulu —ölüm kalım
meselesi— haline getirir. Dolayısıyla bir yandan bilimin ve doğanın
tüm güçlerini, toplumsal işbirliğinin ve toplumsal bağlantıların tüm
olanaklarını, zenginlik üretimini, üretimde harcanan emek
süresinden (nispeten) bağımsız hale getirmek için seferber eder. Öte
yandan böylece yaratılan bu dev toplumsal güçleri emek süresi ile
ölçmeye, onları eskiden üretilmiş değerlerin değerini koruma
görevinin koyduğu sınırlar içine hapsetmeye çabalar.

Marks’ın tabiriyle sınıfsız toplum bu dev toplumsal güçlerin hapishaneden


çıktıkları toplumdur, değerin ölçüsünün ortadan kaldırıldığı, aşıldığı toplumdur.
Buradaki tanımlamamızla, sermaye bilimsel üretimi boyunduruk altına alma çabası
içinde tam da bu sınırlarda gezinmektedir. Bir yandan bilimcinin emeğini boyunduruk
altına alma, yenilikleri, teknolojik gelişmeyi ve buluşları pazarda ölçülebilir ürünlere

144
Marks bu koşulları şöyle tarif eder: “…büyük sanayi geliştikçe, fiilî zenginlik üretimi, giderek emek
süresinden ve harcanan emek miktarından çok emek işlemi sırasında harekete geçirilen faktörlerin gücüne
bağımlı olmaya başlar. Bu faktörlerin muazzam etkinliği ise, üretimlerinde harcanan direkt emek
süresiyle tamamen orantısızdır, daha çok bilimin genel durumuna ve teknolojinin, yani bu bilimin
üretime uygulanışının ne derece ileri olduğuna bağlıdır. (Bilimin ve özellikle doğa bilimleri ile buna
bağlı olarak ötekilerinin gelişmesi de, yine maddî üretimin gelişmesine bağlıdır) ” (Marks, 1979,
s.651).

172
dönüştürmek zorundadır. Öte yandan bu “dev toplumsal güçleri emek süresi ile
ölçmeye, onları eskiden üretilmiş değerlerin değerini koruma görevinin koyduğu sınırlar
içine hapsetmeye çabala”maktadır. Kendi sınıf varlığını kendisi bitiremeyeceği için de,
artı değer üretiminin cenderesi içinde bu üretimi zorlamaktadır.

Marks’ın değerin ölçü olmaktan çıktığı gelecek toplum tasarımına gönderme


yaparken çarpıcı biçimde vurguladığı bir koşul (1979, s.654) çok önemlidir:

Sabit sermayenin gelişme düzeyi, genel toplumsal bilginin ne


dereceye kadar dolaysız bir üretici güç haline geldiğini ve dolayısıyla
toplumsal yaşam sürecinin koşullarının ne dereceye kadar general
intellect'in kontrolü altına girmiş olduğunu, ne dereceye kadar
dönüştürülüp ona uyarlı biçime sokulmuş olduğunu gösterir.
Toplumun üretici güçlerinin, salt bilgi biçiminin ötesinde, ne dereceye
kadar toplumsal pratiğin, maddî yaşam sürecinin dolaysız organları
halinde üretilmiş olduklarını ortaya koyar.

Üretim sistemlerinde yapay zekâ, otomasyon sistemleri, ERP gibi yazılımlar,


bilgisayar, robot sistemleri kullanımı konusunda ileriki bölümde aktardıklarımız, sabit
sermayenin gelişme düzeyi konusunda çarpıcı örneklerdir. Bir fabrikadaki tüm
girdilerin bilgisinden, tedarikçiyle ilişkilere, ürün tasarımından, ürün ömrünün, bakım
sürecinin tasarımı, müşteri sorunları ve önerileri üzerinden ürünü tekrar tasarlamaya
kadar neredeyse tüm üretim sürecinin yazılım haline yani sabit sermaye haline
dönüşmesi uygulamaya geçirilmektedir. Tüm bunlar artı değere el koymanın,
dolayısıyla sömürünün hala sürdüğü bir sınıflı toplumda sabit sermayenin gelişmesinin
düzeyini göstermektedir.

Burada getirilen açıklama hem Mandel’in yorumuyla hem de Grundrisse’nin


“makina üzerine fragman” olarak adlandırılan ünlü bölümünün “ütopik” yorumundan
çıkarak kapitalizmin kendi kendine gelecek toplum tasarımına ulaştığını ileri süren
Negri ve Otonomistlerin yorumuyla ayrılmaktadır (Mandel, 2008), (Negri, 1991). Sınıf
olarak var olduğu sürece sermayenin, kendi sınırlarındaki bu çelişkili, gerilimli hareketi
ortadan kalkmadığı için bir ölçü olarak değer ortadan kalkmamıştır. Mandel’in
özellikle 8. bölümdeki etkileyici betimleme ve yorumları, bilimin üretim sürecinin
görünümlerine dair çok önemli veriler, katkılar taşımaktadır ancak Mandel’in
aktardıkları ile geçerken yaptığı yorum arasında hep bir gerilim bulunmaktadır. Oysa

173
Mandel’in 8. bölümde yaptığı bu yorumun aksine tartışma bilimin bir üretici güç olup
olmaması değildir, bu yanlış bir tartışma düzeyidir (Mandel, 2008, s.344). Soyutlama
düzeyi Kapital I’e uygun yeniden üretilmelidir. Doğa, üretim araçları gibi emek
nesneleri kadar emek de bir üretici güç, yani üretim kuvvetidir. Tam da bu yüzden
işçinin sadece kol emeği değil, kapitalist bilim üretimi sürecinde durmaksızın, emek
gücü haline dönüştürülmeye zorlanan zihinsel emeği de bir üretim kuvvetidir. Mandel,
“entelektüel emeğin proleterleştirilmesi”nden söz etmektedir (Mandel, 2008, s.350).
Üstelik araştırmacının emeğinin üretken emek olduğunu da söylemektedir. Ancak
“entelektüel emeğin proleterleştirilmesi”nin çelişkili doğasına değinmemekte, bunu
irdelememektedir.145 Çarpıcı biçimde bölümün sonunda otomasyonu ve eğitimin
maliyetlerini tartışmadan hemen önce, üniversitelerde öğrencilerin ’68 isyanını, “uzman
aptallığı”na karşı çıkmalarını, yabancılaşmaya karşı çıkma düzeyinde bırakır (Mandel,
2008, s.352–54).146 Zihinsel emeğin özgül niteliğine yapılan kimi göndermeler,
“nitelikli emek gücü”ne yapılan göndermeler olarak kalırlar çünkü otomasyonun
sınırlarına değinileceği belirtilen son bölümde zihinsel emeğin yaratıcı karakteri ile
rutinleştirilme kuşatması arasındaki çelişkili ilişki ve sınır durumdan söz edilmez. Yani,
zihinsel emeğin yaratıcılığının kuşatılması, bu kuşatmanın zihinsel emeğin emek
gücüne dönüştürülmesi aracılığıyla yapılmasından bahsedilmez; üstelik bu sınır
durumun tersinden kapitalizm tarafından nasıl kullanılabileceğine dair bir irdeleme
yoktur. Çelişki ve sınır durum, aşılmazsa, geç kapitalizmin “geç” nitelemesinde ortaya
çıkan geçlik, tersinden sermaye sınıfı tarafından kullanılır. Kapitalizm, yeni ürünler,
yenilikler ve teknoloji üretebilmek, kar oranlarının düşmesine karşı koyabilmek için, bu
sınır durumu “titreterek”147 rutinleştirerek kuşatmasına karşın yaratıcılıktan ürün elde

145
Hatta Mandel, daha ilginç bir ikiliğe varır. Ona göre, geç kapitalizmde sabit sermaye devir süresinin
kısalması, entelektüel emeğin üretim sürecine artan entegrasyonuna karşılık gelir. Bunun sonucunda
oluşan üretim ve yeniden üretimin tüm yönleri üzerinde sistematik kontrolü ele geçirme çabası da
entelektüel emeğin üstyapı kurumları ile fabrika yönetimi gibi idari görevlere girmesine neden olur
(Mandel, 2008, s.351-52).
146
“Geç kapitalizmde bilim iki anlamda potansiyel bir üretim gücüdür. İnsanın sınıfsal sömürü, meta
üretimi ve toplumsal işbölümüne kölelikten kurtuluş için maddi olanaklarını artırır. Aynı zamanda
potansiyel olarak işçilerin üstyapısal manipülasyon ve ideolojik yabancılaşmadan kurtuluşunu
kolaylaştırır” (Mandel, 2008, s.355).
147
Yapılan eylem bir sömürü sisteminin sürmesini getirmese, bu eyleme pekala “gıdıklayarak”
denilebilirdi. Üstelik gıdıklamak, bir benzetme olarak yerine oturmaktadır. Çünkü fazla gıdıklamak,
ölümle sonuçlanır, canlı katılarak ölür. Kararında gıdıklamak ise gıdıklayan için istenen sonucun
alınmasıdır. Gıdıklanan zihinsel emek yaratıcı emeğini sergileyebilir, gıdıklayan sermaye ise kar

174
etmeye çalışır. Bu sınır durumu aşamaz, çünkü bir sınıf olarak sermaye ve ücretli
emeğin varoluşu bunu gerektirir. Gerçekte kendi sınırlarında kendi sınıfsal varoluşunu
yok etmeden, sömürü sistemini devam ettirir.

Kapitalist toplumda bilim üretimi, sahip olduğu halelerden arındırılmalıdır. Saf


bilgi üretim süreci, izole bireyin kendi hayal dünyası dışında bir yerde
bulunmamaktadır. Bu çerçevede bilgi, metalaştırılmaktadır. Üstelik metalaştırılmaya
girişilen bilgi148 (bu da kuşkusuz tamamlanmayan, tamamlanamayacak bir süreçtir)
endüstrinin, aslında genel olarak üretimin bilgisidir. Örneğin, sabit sermaye içerisinde
önemli yer tutan yazılım, bu bilginin metalaşmış hali, hatta makinaya içerilmiş halidir;
çünkü emek sürecinin örtülü bilgisinin deşifre edilmiş algoritmasını makinaya içerir.
Farklı bilgisayarlı kontrol cihazlarının bileşiminden oluşan otomasyon sisteminin nasıl
kurulacağını tasarlayan mühendis, tasarımcı, araştırmacı endüstrinin, üretim sisteminin
bilgisini üretiyordur. Bu bilginin kullanım değeri, üretimin sistemlileştirilmesi, içerili
emek örgütlenmesinin makinalar bileşiminde somutlaşmasıdır. Bunun dışında genel
olarak bilginin nasıl bir meta olduğu, içeriği ve tanımındaki tüm belirsizlikler, Marks’ın
sermaye kuramının belirsizlikleri değildir; kapitalizmin kendi sınırlarını, kendini yok
etmeden zorlamasının belirsizlikleridir. Bilginin nasıl bir meta olduğu149, nasıl mülk
edinileceği, değerinin ölçüsünün ne olacağı, bunun nasıl sermayeleştirileceği,
kapitalizmin kendi sınırları ile ilişkisinin sorunudur. Önümüzdeki onyıllarda, bilginin
“kamu malı” olması ile özel mülk edinilmesi arasındaki gerilimin artacağı, buna yönelik
mülkiyet biçimlerinin geliştirileceği şimdiden görülebilmektedir.150 Bilginin

oranlarının düşmesini az da olsa dindirebilmek için kısa bir süreliğine yeni teknolojiden derman bulur.
Tıpkı kapitalizmin makinalaşma ile çalışanı yaptığı işe yabancılaştırması, vasıflarını makinaya soğurması,
büro işini de buna benzetmesi (Braverman, 1974) gibi, zihinsel emeğe yönelik bu süreç de rutinleşme,
yabancılaşma ve daralan uzmanlaşma alanlarını getirmektedir.
148
Bu konu tartışılmaktadır. Geliştirilmesi gerekli gibi gözükmektedir. Bir yandan bilgi (Knowledge)
sermaye bağının ve ilişkisinin dışındadır. Metalaştırılan bilginin enformasyona dönüştüğü konusunda bkz.
(Curry, 1997). Ayrıca bkz. Fransman (1994). Enformasyon bilimsel üretim sürecine dönüşen bilgi gibi
gözükmektedir. Metalaştırılan bilgi ile enformasyon arasındaki sınırın, ayrımın belirsizleşmesinin nedeni,
tam da yaratıcı zihinsel etkinlik ile onun emek gücüne dönüştürülmesi arasındaki çelişkili sınır durumda
yatmaktadır.
149
Arrow ikilemi, tam da sermayenin bu alandaki ikilemidir. “…bilginin, bilindiği zaman alınmasına
gerek kalmaz, bilinmediğinde ise değeri ölçülemez” (Taymaz, 2001).
150
Bu yönde süregiden tartışmalar üzerine bkz. (UNCTAD Enformasyon Ekonomisi Raporu, 2007).

175
metalaştırılması ve değer kuramı arasındaki ilişki bu nedenle Marks’ın sermaye
kuramının çarpıcı doğrulamalarını oluşturmaktadır. Aynı zamanda onun yeniden
üretiminin temel çıkış noktalarını, izlerini göstermektedirler. Yukarıda Artı-Değer
Kuramları’ndan aktardığımız “denklemin öğrenilmesi”ne dair alıntı, bilginin bir meta
olarak üretilmesinin ve aynı şekilde mübadeleye konu edilmesinin kendi içlerinde ve
birbirleri arasında yarattığı gerilimlerin, çelişkilerin uzun yıllar önceden haber
verildiğini göstermektedir. Aynı zamanda buradaki çelişkili süreç, bu tartışmaların
temelinin Sermaye kuramı açısından açıklanabileceğini de göstermektedir. Ne sömürü,
ne artı-değer, ne sınıflar ortadan kalkmıştır. Aksine zihinsel emeğin sömürülmesi evresi
ayrı bir içerik kazanmaktadır. Kapitalizm zihinsel emek (kafa emeği) ile kol emeğini,
kendi sınıfsal varoluşu içinde birleştiremeyeceğine göre, bu ayrımı yeni bir düzeyde
daha da köklüleştirecek gelişim göstermelidir. Kapitalizmin “yenilik”çi yüzü, yeni
ürünler ile “yeni” pazarlar yaratması, gerçekte pazarları derinleştirmesi ancak bu
ayrımın izleri sürülerek anlaşılabilir.

Mandel’in bilimi üretici güç olarak kabul eden tartışmalarla arasına mesafe
koyması anlaşılırdır; çünkü bu tartışmalar o dönemde SSCB tarafından da “Bilimsel
Teknolojik Devrim” adı verilen bilimsel teknolojik gelişmenin toplumsal ilişkilerin
önüne koyulmasına neden olmuştu. Bu tartışmalar SSCB’de kurulduğu söylenen
“sosyalizm”in “öncülük ettiği bilimsel teknolojik devrim” gerekçe gösterilerek, bilimi
ve teknolojiyi sınıfsız bir gelişme gibi görmeye yol açmıştı. Ancak bilimin üstüne
geçirilen efsaneleştirmeler ve haleler kaldırılmalıdır. Üretici güç olan bilim değildir, kol
emeğinin yanında zihinsel emeğin ücretli emek haline dönüştürülmesi, üretici güç
açısından bir önem taşımaktadır. Bilimin ve teknoloji üretiminin kendine özgü niteliğini
anlamak için ise, bu üretimin “yaratıcı” kaynağı ile bilimcinin emek gücünün artı-değer
mekanizmasına içerilmesi, ücretli emeğe dönüştürülmesi çabasının çelişkili ve sınır
niteliğini kavramak gereklidir. Bazı yazarlar, özellikle kapitalizmin 1929’daki krizi ve
onu takip eden dünya savaşının ardından yaşanan hızlı ve sıçramalarla dolu teknolojik
gelişmeye Bilimsel Teknolojik Devrim demektedirler. Onlara göre, bu “devrim” ile yani
“Üretici güçlerde meydana gelen bu köklü değişim kol emeğinin aşılmasını
entelektüel emeğin üretim sürecinin belirleyici olmasını sağlarken, bilim de üretici
güç haline gelmiştir” (Çalhan, 1990). Bu, özellikle 1970’lerden sonra sanayi sonrası
toplum yanılgısına yönelik yaygın düşüncelerin pek çok türüne sadece bir örnektir; bu

176
düşünceyi temsil eden bir örnek olarak alındı. Bu tartışmanın kökeninde “bilimsel,
teknolojik devrim”den başlayarak sanayi sonrası toplumlara yönelen bir kuramsal evrim
bulunmaktadır. Bu genel kanıyı eleştirmek bu yüzden önem kazanmaktadır. Eğer
“bilimsel, teknolojik devrim”den söz ederken, bir teknolojinin diğerini devirmesinden
bahsediliyorsa, bu terim daha da şekilsiz hale gelecektir; bu haliyle bir kavram olmaktan
uzak, sözde-terim olabilir. Çünkü şeylerin, şeyleri devirmesi mümkün olamaz, o
“şeylerin” nasıl üretildiği, hangi tür toplumsal ilişkilerle üretildiği gerçeği karartılmış,
şeyler kişileştirilmiş olur ki, bu tam da “meta fetişizmi”nin kendisidir. Oysa devrim,
toplumsal ilişkilerde, üretim ilişkilerinde köklü bir değişim anlamına gelmektedir. Bilim
üretim süreci, sermayenin gerçek boyunduruğu alınma yönünde bir gerilim altındayken,
sadece kol emeğinin değil zihinsel emeğin emek gücüne dönüştürülmesi çelişkisini
derinleştirir. Bu “meslek haline gelen icat” işinde çalışan araştırmacı ve bilimcilerin,
ücretli emek içine dahil edilmelerinin sermaye üzerinde yarattığı etkiyi gösterir. Ücretli
emek ve sermaye ilişkisi ve bu karşıtlık ortadan kalkmamıştır. Yani üretimin toplumsal
ilişkisi ortadan kalkmamıştır. Bu ilişkide yaratıcı emek ile zihinsel emek gücünün
sermayenin boyunduruğu altına alınması arasındaki gerilim, sermayenin sınırlarına dair
bir gerilimdir. Bu yüzden zihinsel emek gücü, kol emeği üzerinde bir yer edinmez.
Aksine sermaye birikiminin doğası gereği, bu ayrılık daha köklüleşmekte, zihinsel
emeğin içinde de ücretli emek ayrımının üretilmesini getirmektedir. Üstelik aynı
sermaye birikiminin kaçınılmaz gereği olarak bilim üretim süreci, geri bağlantısını
oluşturduğu sanayi kesimleri içinde küçük bir yer tutacaktır. Yani sınıfın bütünü içinde
küçük bir yer tutacaktır; üstelik tıpkı sermayenin ve bilimin, makinanın işçinin karşısına
yabancı bir güç, sermayenin yarattığı ve kendi emeği olarak görmediği bir güç olarak
çıkması gibi, aynı şey zihinsel emek için de geçerli olmaktadır. Bir bilimsel
araştırmanın küçük ve uzmanlaşmış parçalarını yürütenler, bilimsel araştırmanın büyük
niteliğini görmemekte ya da bunu kendilerinin emeği sonucunda değil, onları biraraya
getiren olanakların sonucu olarak görmektedirler. Üstelik daha önce belirttiğimiz gibi,
kapitalizmin, sermayenin kendi sınırları üzerinde yürüttüğü kendi çelişkili sürecini,
“yenilikçilik”, “yaratıcı kapitalizm” olarak sunma çabası, çalışan kesimlerin karşısına
onların toplumsal (hem zihinsel hem de fiziksel emek gücünün birlikte) emeklerinin bir
ürünü değil de, gerçekten sermayenin bu türden bir yeniliği olarak çıkarılmasına yol
açmaktadır. Tam da bu nedenle, zihinsel emeğin, ücretli emeğe dönüştürülmesi süreci

177
göz ardı edilerek zihinsel emeğin kol emeği üzerinde, bilimin ve yeniliğin toplumsal
emek üzerinde bir ayrıcalığı varmış gibi görünmesi sağlanmaktadır. Bu yanılsamalı
görünüm, gerçekte eski bir görünümdür, sermayenin kendini zenginliğin kaynağı gibi
göstermesi yönündeki aldatıcı görünüm.

Bilimsel üretim sürecinin boyunduruk altına alınmasının çelişkileri, onu


kavrama çabamızın çelişkileri değildir, kapitalizmin çelişkisidir. Sermayenin sınırları
üzerinde yaşanan bu gerilimli ve çelişkili devinim, iktisat kuramına pek çok farklı
yönde yansımaktadır. Bilginin nasıl bir meta olduğuna dair tartışmalar, nasıl mülk
edinilebileceğine dair tartışmalar, bu mülkiyet biçiminin nasıl gelişeceği, yasal
düzenlemelerin nasıl olacağına dair tartışmalar tam da bu sınır durumun ürünüdürler.

Bu iki görüntü de, gerçekte değer kuramının sınırlarına yönelik sürekli bir
gerilimdeki hareketin yarattığı görünümlerdir. Bunun iki sonucu da, sanki değer
kuramının uygulanmadığı bir üretim izlenimini doğurur.151 Gerçekte pazar, kapitalist
meta mübadelesi yani eşdeğerlerin ve ücretli emek ile sermayenin mübadelesi var
olduğu sürece değer kuramı da var olmak zorundadır. Ya da tersinden değer kuramının
ortadan kalkması durumunda bir toplumsal bir ilişki olarak sermaye de ortadan kalkmak
zorundadır, servet ve zenginlik bir sermaye işlevini göremez duruma gelirler.

2.6.5 Kapitalist Bilimsel Üretimin Sonuçları:

Sermaye tarafından bilimin gerçek boyunduruk altına alınma çabası ve bunun


yarattığı paradoks (çelişkili süreç), genel olarak üretim ve toplumsal ilişkiler üzerinde
önemli sonuçlar yaratır. Bugün yeniliğe, teknolojiye verilen kendinden menkul önem ve
bunlara tanınan özerklik, bunların bağımsız değişkenler olarak alınmasının ardında
yatan temel neden, teknoloji ile bilim üretimin iç içeliğini ve kapitalist toplumda
bilimsel üretimin niteliğini kavrayamamaktır. Bilimsel üretim süreci tanımlanamadığı
sürece, bu sürecin yarattığı teknoloji, buluşlar anlaşılamamakta, teknolojiyi harekete

151
Değerin ölçülemezliği yönündeki görüşler kaynağını ve gücünü bu görünümlerin yüzeydeki
yaygınlaşmasında buluyor olmalıdırlar. Öte yandan, zihinsel emeğin boyunduruk altına alınma çabası, bu
emek gücünün ürettiğinin değerlenmesi ve gerçekleşmesi sorununu yeni bir biçimde ortaya koymaktadır.
Ancak ilk tartışmalara konu olan “dönüşüm sorunu” (non-problem) gerçekte Marks’ın değil kapitalizmin
sorunuydu. Tıpkı bunun gibi, bu gelişmenin doğurabileceği yeni “dönüşüm sorunu” aynı biçimde
kapitalizmin bu sınır durumunun, çelişkili varoluşunun sorunudur.

178
geçiren sermaye birikimi dinamiği, bu dinamiklerin özneler (bireysel sermayeler, genel
olarak sermaye karşısında bunların farklılaşması, devlet vb.) olarak birbirleri karşısında
tutumları ve ilişkilerinin hareketi de kavranılamamaktadır. Teknolojiyi, bir doğa olayı
gibi dışsal veri olarak alan klasik ve neoklasik iktisat yaklaşımları, bundan daha ileri
düzeyde ele alan evrimci ve kurumsalcı iktisat yaklaşımlarının hepsinin temelinde
benzer bir sorun vardır. Öyleyse yenilik ve teknolojinin gelişiminin sonuçları, kendinde
çelişkili olan bilimsel üretim sürecinin perspektifinden tekrar açıklanmalı ve tarif
edilmelidir. Bu bölümde, bilim ve teknoloji üretiminin sonuçlarını sergileyerek,
elimizdeki kavramsal çerçevenin avantajlarını kullanmaya çalışacağız.

Bilim ve teknoloji üretimi (kapitalist bilimsel üretim), artık sadece emek


üretkenliğini artırmaya yönelik üretim araçlarının, örgütlenmelerinin, emek
bileşimlerinin üretilmesini değil aynı zamanda yeni ürünlerin üretimini de
sağlamaktadır. Bu anlamıyla bilimsel üretim, teknolojiyi (yeniliği, yeni ürünü, emek
örgütlenmelerini, örgütlenme tasarımını) makinaları, iş örgütlenmelerini, otomasyon
sistemlerini üreten kesim haline gelmektedir. Yani Kesim I ile Kesim II’nin ikisine de
üretim yapan ama aynı zamanda ikisinin de ürünleri ve emek üretkenlikleri üzerinde
katlamalı bir etkiye sahip olan bir bölüm (kesin söylenemese de adeta yeni bir kesim,
departman) olarak gelişmektedir. Bilim ve teknoloji üretimi, sermayenin gerçek
boyunduruğuna girdikçe, başlangıçta daha fazla ivmelendirdiği Kesim I içinde özel bir
yere sahip olmakta; üretim araçları üretiminin gelişmesinde daha fazla belirleyici
olmaktadır.

Üretim araçları üretimi kesimi içinde (Kesim I) içindeki bu özel yer bazen
üretim süreci içinde iç içe geçmiş olarak belirgin durmamaktadır ancak bunun belirgin
örnekleri de vardır. Örneğin, üretim araçları üretiminde merkezi ve çok önemli bir yere
sahip olan tümdevre üretimi, özellikle endüstriyel uygulamaya yönelik tümdevre
üretiminde yaygınlaşan olgu, tümdevre üretimi ile tasarımının birbirinden ayrılmasıdır.
Bu ayrılma, aynı fabrika ya da şirket içindeki bir ayrılma değildir, düpedüz üretim ayrı
bir sektörleşmeye var bir ayrılmadır. Buna DPT raporunda belirtilen bir olgu (2007,
s.112–3) örnek verilebilir:

Mikroelektronikle ilgili çok önemli bir özellik de zaman içinde


‘üretim’ ve ‘tasarım’ işlevlerinin biribirinden bağımsızlaşması ve

179
tümdevre tasarımının başlı başına bir ‘ürün’ niteliği kazanmış
olmasıdır. Gerçekten başlangıçta tümdevre tasarımı üretime bağımlı
ve üretimin bir ön adımı niteliğinde iken, zamanla tümdevre
üretiminde uzmanlaşmış ve çok yüksek üretim hacimleri nedeni ile çok
düşük maliyetlerle tümdevre üretimi yapabilen üretim evlerinin ortaya
çıkması, yenilik yaratma potansiyelinin asıl kaynağı olan ‘tümdevre
tasarımı’nı, ayrı bir üretim etkinliği düzeyine yükseltmiştir. Sistem
üreticisi firmaların kendi bünyelerindeki tasarım merkezlerinin yahut
siparişe göre tasarım yapan bağımsız tümdevre tasarım merkezlerinin
yanısıra, ‘Fabless IC company’ olarak anılan yeni bir sanayi türü
ortaya çıkmıştır.

Mikroelektronik devre tasarımının ayrı bir ürün, ayrı bir üretime dönüşmesi,
bilimsel üretimin, kendi ürünü olan, kapitalist bilimsel üretim sürecine dönüşmesinin
çok güzel bir örneğidir.

Bu örnekler sadece tümdevre gibi üretim araçları için geçerli değildir;


çoğaltılabilir: Otomasyon tekniklerinin, robotiğin, yeni üretim sistemlerinin
geliştirilmesinde, bilgisayarın, yazılım ve yarı iletken teknolojilerinin üretilmesi,
doğrudan makina niteliğindeki üretim araçlarının üretimine bilim ve teknoloji
üretiminin (yani kapitalist bilimsel üretimin) yaptığı katkının bir örneğidir.
Nanoteknoloji, malzeme bilimi, genetik gibi bilimsel üretim alanları hammadde ve ara
madde üretimine yönelik üretim araçları kesimini etkilemektedir. Öte yandan bilimsel
üretimin sonuçları ham maddeleri sentetik olarak üretmenin yanında doğrudan yeni
meta ürün üretme, ürün çeşitlendirme yönünde de gerçekleşmektedir. Nanoteknoloji ile
üretilen kumaşlar, yeni yakıt teknolojileri, Türkiye’de de kimi şirket ve kuruluşların
üzerinde çalıştıkları yakıt pilleri, günlük hayatımızda yeni seçeneklerle ortaya çıkan
ürün çeşitleri (yeni özelliklere sahip telefon, cep telefonu, bilgisayar vb.) bu yönde
örneklerdir.

Bilimsel üretim sürecinin diğer can alıcı niteliklerinden birisi, sistem kuramı,
sibernetik, yapay zeka, oyun kuramı gibi dallar üzerine yetkinleşmenin, üretimin bilgisi
düzeyine inmiş olmasıdır. Bu alandaki kuramsal bilginin tarihi bir asıra yaklaşmaktadır;
üretim alanında kullanılmaya başlaması ise yarım yüzyılı aşmıştır. Bu konuda İkinci
Dünya Savaşı sırasında ve sonrasındaki teknolojik gelişmelerin incelenmesi bile
yeterlidir (Noble, 1984 ve 1995), (Ramtin, 1991). Sibernetik ve yapay zeka tam da
böyle bir zamanda erken kapitalistleşmiş ülkelerde (özelikle ABD) çalışılmaya, dahası

180
sonuçları üretimde kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla sermaye tarafından gerçek
boyunduruk altına alınmaya çalışılan bilimsel üretim sürecinin üzerinde yoğunlaştığı
alanlar, salt makina, hammadde ya da yeni ürünler tasarımı değildir; aynı zamanda
uygun emek örgütlenmeleri ve bileşimleri de tasarlamaktır.

IBM Genel Müdürlerinden Amparo Moraleda Martinez, 2006 yılında bilimsel


üretimin ürünlerini ve bu üretim sürecinin belirginlik kazanmasının yarattığı etkileri
şöyle anlatmaktadır (Capital Dergisi, 1 Ekim 2006):

Bize göre, inovasyon, derin bir endüstri bilgisi ve yeni


teknolojilerin birleşimidir. Bu yüzden endüstri unsuruyla, teknoloji
unsurunu birleştirmeniz gerekir. Bu iki unsur size ürünlerinizi aşamalı
olarak daha iyi yapmanızı sağlar. Ama bunu yeni ve radikal bir yolla
yapmanız gerekir. Bugün yeni teknolojiler sadece işinizi daha iyi
yapmanızı sağlamıyor. Aynı zamanda iş modellerinizi ve iş yapış
şekillerinizi yeniden tanımlamanıza olanak tanıyor. … Önceki tüm
devrimler ve buluşlar fiziksel yeteneklerimizi geliştirmek için bize
yardımcı oldu. Yani teknolojiyi kullanarak kaslarımızı güçlendirdik.
Şimdiyse zihinsel yeteneklerimizi güçlendiriyoruz. Yani teknoloji ile
beyin gücümüzü kuvvetlendiriyoruz. Bu gerçekten çok ilginç.
Çünkü, bu artık yeni bir basamakta olduğumuz anlamına geliyor.

IBM Genel Müdürünün öne sürdüğü iki nokta belirginleştirilmelidir. Onun


diliyle, yenilik sadece yeni ürün üretmekle değil, “iş modelleri”, “yapış şekilleri”ni
yeniden tanımlamak, endüstri bilgisini geliştirmektir. İkinci olarak ise, ilk olarak “kas
kuvveti” güçlendirilmişti, artık “zihinsel yetenekler” güçlendiriliyor.

Sermayenin mantığı, hem yeni ürünler tasarlamaya, hem de bu ürünlerin üretim


şekillerini tasarlamaya dek nüfuz etmektedir. Temel amacı “insan hatasını sistem dışına
çıkarmak” olan makina ve otomasyonun yanı sıra, bunun sonucunda ortaya çıkan
“endüstrinin bilgisi” de işlenerek geliştirilmektedir. Bilimsel üretim sürecinin bu açıdan
bölünmesinin bundan sonraki adımı, yeni emek örgütlenme sistemleri geliştiren bilim
dallarının, endüstri mühendisliği, sistem mühendisliği gibi yeni uzmanlık alanlarının
yaratılmasıdır.152 Bilimsel emek sürecinin bu alt dallarına yönelik emek gücü, yani
nitelikli emek yaratma gereksinimi, üniversitelerin, eğitim sisteminin bu yeni

152
Sadece ABD’de değil tüm dünyada üniversitelerde mühendislik dallarının çeşitlenmesi, ayrışması, bir
yandan uzmanlaşma ve işbölümünü, diğer yandan da bilimsel üretim sürecinin parçalara bölünmesine en
güzel kanıtlardandır.

181
uzmanlaşma alanlarına yönelik biçimlendirilmesini getirmektedir. İleride
inceleyeceğimiz bu konuda önemli bir nokta dar uzmanlaşma alanlarının artmasının
hakim eğilim olmasına karşın kendi içinde karşıt kuvveti de barındırmasıdır. Tıpkı
emek sürecinde vasıfsızlaştırmanın karşı kuvveti ile birlikte bir eğilim olması gibi153,
bilimsel üretim sürecinin bu ayrışması ve uzmanlaşması karşısında yeri geldiğinde bu
dalları birlikte kullanan eşgüdüm olanakları da sermaye birikiminin karlılığına hizmet
etmek için yaratılabilmektedir. Üstelik bilim ve teknolojinin üretimi, sadece emek
bileşimlerine ve örgütlenmelerine yönelik, bunların yerini alacak otomasyon ve makina
sistemlerinin yapılmasında kullanılmamaktadır, hatta farklı kurumların eşgüdüm için ağ
yapıların işleyiş biçimlerinin tasarlanmasında, sistem kuramı, oyun kuramı, benzeşim
(simulation) gibi araçlardan yararlanılmaktadır.154

Endüstrinin bilgisinin sistemlileştirilmesine yönelik araştırmalar, bu bilginin


deşifre edilmesi155, bundan sonraki gelişmelerin de yolunu açmaktadır. Bu bilgiye
enformasyon yazınında zımni bilgi, örtülü bilgi (tacit knowledge) denmektedir.156

“Örtülü bilgi”nin belirli bir yönü, evrimci yaklaşım tarafından ayrıntılı biçimde
geliştirilmiştir (Nelson ve Winter, 1982). Neoklasik iktisadın tam (perfect) bilgiye sahip
ekonomik bireyi gibi firmayı da böyle varsaymasını eleştiren evrimci yaklaşım, tersini
önermiştir. Ona göre, firmalardaki bilgi çoğunlukla, her bir örgütteki bireyler ve rutinler

153
Emek sürecinde çalışan geniş kesimler için vasıfsızlaştırma temel kuvvet iken, sermaye birikiminin
dinamik yapısına göre sürekli değişen, gelişen iş süreçlerine uygun bir “vasıflılaşma”nın yaşandığı dar bir
çalışan kesim oluşmaktadır. Tıpkı değerlenme alanından gerçekleşme alanına, yani değerlerden fiyatlara
dönüşümde olduğu gibi emek sürecinden “iş süreci”ne dönüşümde esas kuvvet vasıfsızlaşma iken buna
karşı kuvvet olarak göreli vasıflılaşma, işçi sınıfının küçük bir kesimi için kendini yeniden üretmektedir.
Bu konudaki tartışmalar için bkz. Braverman (1974), Friedman (1977), Elger (1979), Rowlinson ve
Hazard (1994), Lucio ve Stewart (1997).
154
Yeni Schumpeterci iktisat okulunun, öğrenme, öğrenen kurumlar, firmalar üzerine çalışmaları, böylesi
bir bilim ve teknoloji üretim sürecine örnektirler.
155
Bütün bir evrimci kuram yazını açısından deşifre (decode) etme, en temel sorunlardan biridir.
Üretimin içinde, üretim birimleri içerisindeki nitelikli emeğin ya da üretim birimleri arasındaki işlemlerin
bilgisinin örtülü olmaktan çıkarılarak deşifre edilmesiyledir ki, bu bilgiler sistemli olarak
incelenebilmekte, optimize edilebilmektedir. Dahası bu bilgilerin, bilgisayarlı otomasyon sistemleri ve
ERP (Şirket Kaynak Planlaması) gibi yazılımlarda girdi olarak kullanılabilmesi, böylelikle üretimin esnek
ve akışkan, hemen yanıt verebilen tarzda planlanması olanaklı olmaktadır.
156
Örtülü bilginin, deşifre edilmiş, çözümlenmiş (decoded, codified knowledge) bilgiye çevrilmesi sadece
bir kere yapıldığında biten bir işlem değildir, geliştikçe değişen, birbirini besleyen bir süreçtir. Daha
ayrıntılı bir anlatım için Bkz. (OECD, 1996).

182
tarafından içerilmiş, örtülü bilgidir. Bu yüzden bu alandaki ilk yöntem, yenilikçi sürecin
belirleyenleri üzerine odaklanmak ve bu süreci doğrusal biçimde aşamalara bölmek idi.
Ancak bu yaklaşımın sorunlarla karşılaşmasının ardından yerine hızlı bir biçimde
etkileşimli ve doğrusal olmayan yenilik modelleri benimsendi. Bu modeller, yenilik için
gereken fikirlerin çok sayıda girdiden gelebileceğini ve geldiğini kabul ediyor;
araştırma, tasarım ve imalat sürecinde önemli oranda geri besleme devrelerinin
olduğunu biliyorlardı. Gerçekte evrimci yaklaşımın odaklandığı nokta, üretimde
verimliliği artırmak adına emek sürecini rutinlere bölmek, Babbage ilkesi çerçevesinde
emek gücünün maliyetini düşürmektir. Bu nedenle üretim sürecinin (aynı şey bilimsel
üretim süreci için de geçerlidir) üretken olan, olmayan neredeyse her aşamasında emek
gücünün örtülü bilgisi dekode ve deşifre edilmeye çalışılır. Firmaların üretim,
pazarlama, müşteriyle ilişki, tasarım, tedarik gibi süreçlerini yönlendiren, şirket kaynak
planlaması (ERP), SAP ya da PLM gibi karmaşık yazılımlar, otomasyon sistemleri
firmaların işleyişindeki emek süreçlerinin bilgisinin deşifre edilmesiyle oluşturulurlar.
Örneğin, bir ustanın bir nesneyi üretmedeki bilgisi, mahareti bir örtülü bilgidir, ancak
uzun bir çıraklık deneyimi ile edinilebilir, kullanma kılavuzu haline dönüştürülemez.
Ustanın bilgisinin deşifre edilerek rasyonalize edilmesi, bu işlemlerin bir kısmını
makinanın yapabilmesini, üretimin hızlanmasını, üretimde kullanılan emek gücünün
niteliğinin dolayısıyla ücretinin yani maliyetinin azalması anlamına gelmektedir.

Bilgisayarlı takım tezgâhlarının (CNC) atası olan sayısal kontrolörlerin (NC)


tarihi bu konuda çok güzel bir örnektir. David Noble, sayısal kontrolörlerin operatörün
örtülü bilgisini deşifre ederek, bunu mekanizmaya nasıl dönüştürdüğünü, nasıl içerili
hale getirdiğini, bu tezgâhların adeta "otomatik bir operatör" olduğunu açıklamıştır
(Noble, 1984, s.84). Noble, o tarihsel dönemde yönetim (işletme) uzmanlarının
“işçilerden kurtuluş” yönündeki bu adım karşısında nasıl heyecan duyduklarını da başka
bir kitabında anlatmaktadır (Noble, 1995, s.79). Daha önce tezgâhtaki işi kendi el
becerisiyle yapan “usta” işçinin yaptığı işi çözümleyerek, onu algoritmaya çeviren
bilimci, bu algoritmayı yürüten bir sayısal kontrolör vasıtasıyla tezgâhı
otomatikleştirmektedir. Yani ustanın örtülü bilgisi, çözümlenmiş bilgi olarak makinaya
içerilmektedir. Rubery ve Grimshaw’a göre, bilişim teknolojileri de bu örtülü bilginin
makinalaştırılmasını, otomatikleştirilmesini hızlandırmıştır. Üstelik bunu üretim
sürecinin her aşamasına, üretken olmayan alanlara ve dolaşım, tüketim alanına da

183
yaygınlaştırmıştır. Bu bilişim teknolojileri, çalışanlara, daha önce sadece örtülü
biçimiyle ulaşılabilen çözümlenmiş (codified) bilgilere ulaşma ve bunları kullanma
fırsatları sunmaktadır (Rubery ve Grimshaw, 2001, s.168). Ama aynı zamanda bu
bilişim teknolojileri dolaşım alanından, tüketim alanına tüketicilerde yeni ihtiyaçlar
doğuran, bunların doyurulması için ürünlerde yenilik ve ek seçenekler tasarlayan
karmaşık bir üretim sürecine yol açmıştır.

Bilimsel üretim süreci de rutinleşme, emek sürecinin bölümlenmesi basıncı


altında aynı biçimde örtülü bilginin belirli bir kısmının (yaratıcılık dışında kalan
kısmının) çözümlenmesi, deşifre edilmesiyle karşı karşıya kalmıştır. Benzer bir süreç,
bu alanda da vardır. Uluslararası büyük şirketlerle görüşmelerden edinilmiş sonuçlarla
yazılan bir makale (Capital Dergisi, 1 Nisan 2007), bu şirketlerin zihinsel emeğin sahip
olduğu bilgiyi ele geçirme yönündeki niyetlerini şöyle anlatmaktadır:

Eğer bir şirket bu insanların zihinlerine ve ilişki ağlarına içkin


bu bilgiyi ele geçiremiyorsa, yapması gereken daha iyi bir bilgi
yönetimi sistemi kurmaktır. Bu tür sistemlerin zımni bilgiyi ele
geçirme konusundaki başarısızlıkları, bilgi yönetimi konusunda
şimdiye kadar bilinen en büyük hayal kırıklıklarından birisidir.

Artık endüstri kavramı yaşamın tüm alanını kaplayan bir kavram haline
dönüşmüştür. Bunun bir sonucu, endüstrinin bilgisinin (teknolojinin üretimi) üretiminin
bilimsel üretim süreci ile aynı şey haline gelmesidir. Diğer bir sonucu da, endüstrinin
her aşamasının ve bu aşamadaki bilginin çözümlenmesi çabasıdır; bu çabanın kendisi
sermaye birikiminin temel itilimi olan kar ve artıdeğeri çoklaştırma amacına yönelik
ivmelenmektedir. Sadece üretim sürecinin makina ve örgütlenme anlamıyla teknolojisi
geliştirilmemekte, aynı zamanda yeni ürün ve tüketici yaratma anlamında da teknoloji
kullanılmaktadır. Bunun üretim sürecinde çok çarpıcı ve çeşitlenen sonuçları vardır.
Ürünün tasarlanması, ürün ömrünün (tasarım, üretim, bakım, sigorta) bir bütün olarak
tasarlanması, üretim sürecinin otomasyonunun tasarlanması, tedarikçi ilişkilerinin
tasarlanması, müşteriden gelen şikâyetlere göre geri beslemeyle ürünün iyileştirilmesi,
tüm bunlar büyük endüstriyel yazılımlar ile otomasyona bağlanmaktadır. Bu
yazılımların en iyi örneklerinden biri şirketlerin kaynak planlamasını yapan ERP

184
yazılımıdır.157 Diğeri ise ürün ömrünü, ürün yaratmaktan, bu ürünün bakımı, ne zaman
eskiyeceğini, buna göre bakım ve mühendislik hizmetlerini planlamaya dek
tasarımlayan yazılım olan Ürün Ömrü Yönetimi (PLM) yazılımıdır.158 Öyle ki bu
yazılımların kullanılması, denetlenmesi bile kendi nitelikli işgücünü, mühendislik
işlemlerini doğurmaktadır. Tüm bunlar bilimin gerçek boyunduruk altına alınması
süreciyle kademelenen bilimsel üretimin sonuçlarıdır.

Bu anlamıyla gerçek boyunduruk altına girmiş olan bilimsel teknolojik üretim


süreci, “sermayenin sınırları”nı oluşturmaktadır. Bir yandan “genel emeğin”, yani
toplumsal bilgi birikiminin ürünlerini alabildiğine toplumsallaştırırken, diğer yandan
bunları patent, fikri mülkiyet hakları, tescil gibi yöntemlerle özel mülkiyet sınırları içine
hapsetmektedir. Öte yandan “yaratıcı emeği” denetim altına alma sürecinin
tamamlanamayacak bir süreç olması anlamında sermayenin sınırlarını anlatmaktadır.
Bilimsel emeğin gerçek boyunduruk altına alınma girişimiyle birlikte, tüm dünyanın
“kol emeğinin” sömürülmesinin ardından tüm dünyanın zihinsel emeği de, rastlantısal
ya da kendine özerk yasalara sahip olmadan sermayenin yasallığına tabi olarak
sömürülebilir hale gelmektedir. Çünkü bilimin sermayenin gerçek boyunduruğu altına

157
ERP: “Açılımı enterprise resource planning olan ve bir işletmenin lojistik ve finansal tüm faaliyetlerini
birbirleriyle ilişkili olarak kontrol etmek, yönetmek iddiasındaki planlama aracı. Planlama kısmı çok
önemlidir çünkü işletmenin tüm fonksiyonlarından akan veriler malzeme, üretim, ana üretim, finansal,
stok planlamaları yapmak amacıyla kullanılır. Sistem işleyişi sırasında sipariş alır, stok kontrolü yapar,
üretim ve/veya satın alma emri açar, teklif ister, teklif analizi yapar, teklif verir, fatura keser, muhasebe
kayıtları tutar, bakım kontrolü yapar, personel kayıtları tutar, satış analizi yapar, daha neler neler. …
Bunlara ek olarak standart fonksiyonlarda mevcut olmayan ne kadar … uygulama varsa, özelleştirme adı
altında talep edilip danışman firmalara avuç dolusu para dökülür, …, artık kontrol edilemez hale gelmiş
programı ayakta tutabilmek için hem bir tabur eleman beslenir hem de danışman firmalara kafadan teslim
olunur. Böyle durumlarda programın yeni versiyonlarına ya geçilemez ya da sil baştan projelendirilir. …
Erp uygulama projeleri çok maliyetlidir. Uzun sürer, firmanın en iyi elemanlarının seneler boyu
mesailerinin büyük kısmını projeye vermelerini gerektirir. malzeme listelerinden, ürün ağaçlarından,
standartlardan ve en önemlisi planlamadan bihaber firmalar için birkaç beden büyüktür .... iki senelik
proje sonunda sistem üzerinden [önemsiz ve alelade- .b.n.] fatura kesildiğinde tüm elemanların sevinç
gözyaşları dökmesi durumun vehametini belgeler” (Ekşi Sözlük, ERP maddesi, 5877734 no’lu giriş).
158
“Ürün Ömrü Yönetimi (PLM), son dönemin yükselen trendlerinden biri. Hatta geleceğin vizyonu
olarak tanımlanıyor. … Türkiye’de de Beko, Tai F16 fabrikası, Ford, Tofaş ve BSH gibi pek çok şirket
PLM çözümleri kullanıyor. Ancak yine de PLM, Türkiye’de henüz çok yeni bir kavram. Dünyada
yaklaşık 10 yıldır gelişen pazar, Türkiye’de yeni yeni oluşuyor. Önce ERP yapmalarının ardından bunu
yapıyorlar. Önce üretimin bilgisini oluşturuyorlar, yani entegre üretim bilgileri. Sonra müşteri
isteklerinden tedarikçilerin durumuna kadar zincir oluşturan bir tasarım sürecini entegre planlıyorlar. Bu
zincirin içinde bakım gibi ürün ömrünü ilgilendiren tüm parçalar entegre halde var. Yani üretim zinciri
buna göre tasarlanıyor” (Capital Dergisi, 1 Mayıs 2005). Dünyada en büyük 500 şirketin (Fortune500)
tamamı ERP kullanırken, buna karşılık Türkiye’de (Capital500) sadece 50’si kullanmaktadır (Capital
Dergisi, 1 Ocak 2004).

185
alınma süreciyle birlikte, bilimsel emek süreci parçalara ayrılabilmiş, bu emek sürecinin
belirli bölümleri için Babbage ilkesini uygulamak olanaklı hale gelmiştir. Böylelikle
sermayenin uluslararasılaşmasında son aşamalardan biri olan üretken sermayenin
uluslararasılaşması gibi bilimsel üretim süreci de uluslararasılaşmaktadır (Ar-Ge’nin
uluslararasılaşması). Bunun sonuçlarını, geç kapitalistleşen ülkelere yansımalarını,
bugün teknolojinin yerini anlamak açısından bundan sonraki bölümde
değerlendireceğiz.

2.6.6 Bugün Teknolojinin Yerini Anlamak:

Bugün teknolojinin yerini anlamada temel koşullardan biri olan bilimsel üretim
sürecinin boyunduruk altına alınma girişimi ile bununu yarattığı gerilimi ayrıntılı olarak
inceledik. Genel koşullarıyla bilim üretiminin sanayileşmesi ve üretken sermayeyle
eklemlenmesini irdeledik. Şimdi bunun dünya üzerinde gerçekleşme biçimini
açıklamaya çalışacağız. Teknoloji sermaye birikiminin dolaysız bir sonucu olduğu için,
bilim üretim sürecinin uluslararasılaşmasının koşulları, üretken sermayenin
uluslararasılaşması eğilimi ve geç kapitalistleşen ülkelerde sermaye birikiminin
gelişimidir. Birinci yöne dışsal eğilim diyecek, ikincisine ise içsel eğilim diyeceğiz. İlk
olarak uluslararası yönü inceleyecek, bilimsel üretimin uluslararasılaşmasını
değerlendireceğiz, geç kapitalistleşmenin bu süreçle ilişkisinin içsel yönlerine ondan
sonra geçeceğiz. Gerçekte bu iki yön iç içe geçmiştir ve birbirinden etkilenip
etkileyerek somut biçimler alır.159

2.6.6.1 Bilimsel Üretim Sürecinin Uluslararasılaşması, Geç Kapitalistleşen


Ülkelerde Eklemlenmesi

Ar-Ge’nin ya da bilimsel üretim sürecinin uluslararasılaşmasının başlangıcı


olarak genelde anılan dönüm noktası 1990’lı yıllardır.160 1990’lı yıllardan beri

159
İç ile dışı kuramsal düzeyde ayırmak kolay iken, gerçekte ayırmak neredeyse olanaklı değildir. Ford
ile birlikte Türkiye’de üretim yapan şirketin ya da General Electric şirketinin Türkiye’de Ar-Ge çalışması
yapması kadar Vestel de Silikon Vadisi’nde ya da İngiltere’de Ar-Ge işletmesi, şubesi kurmakta, satın
almaktadır.
160
Bilimin evrensel olduğu söylenegelmiştir. Bilimin evrensel karakteri ile bilimsel üretim sürecinin (Ar-
Ge) uluslararasılaşması çelişkili değil midir? Bu çelişki gerçekte genel toplumsal aklın, toplumsal emeğin
bir birikimi olan bilim ile bu bilimin ürünlerinin mülk edinilmesi arasındaki çelişkidir. Genel emek, yani
zihinsel bilim emeği toplumsallaşmış iken, bu zihinsel emeğin ürünleri metalaşmakta, özel mülk
edinilmektedir.

186
uluslararası Ar-Ge etkinliklerinin önemli oranda arttığı ileri sürülmektedir (Dunning,
1994; Cantwell, 1995; Cincera, Van Pottelsberghe vd., 2006; Edler, 2004).161 Bu alanda
tartışma sürmektedir. Dunning ve Wymbs, pek çok çokuluslu şirketin yeni enformasyon
ve yeni fikir kaynaklarını giderek artan ölçüde ülke dışındaki iştirakçilerine
genişlettiklerine dair çarpıcı örnekler vermektedirler (Dunning ve Wymbs, 1999). Buna
ters olarak Pavitt ve Patel, çok uluslu şirketlerin yenilikçi etkinliklerinin en büyük
kısmının yerli ulusal temele dayandığını ileri sürerler (Pavitt ve Patel, 1999). Ancak
ilginç olan bu tartışmanın düzlemidir; çünkü bu tartışma düzlemindeki iki alternatif, Ar-
Ge’nin uluslararasılaşmasını yanlışlamamaktadırlar, aksine bunu doğrulamaktadırlar.
Süregiden bu tartışma, tıpkı üretken sermayenin uluslararasılaşmasının eşitsiz ve
hiyerarşik doğası gibi, (bundan ayrı ve özgül bir durum kesinlikle olmadan aksine
dolaysızca bunun sonucu olarak) Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının da bu niteliklere
sahip olduğunu göstermektedir. Çünkü tartışmanın iki tarafı da üretken sermayenin
uluslararasılaşmasının canlı bir örneği olan uluslararası şirketler tarafından Ar-Ge’nin
dünya çapında yapıldığını kabul etmektedir, tartışılan temel nokta, bu ağırlığın ana
ülkede mi, yerleşilen ülkede mi olduğudur. GATTS ve TRİPS gibi uluslararası
düzenlemeler sayesinde fikri mülkiyet “hak”larının yaygınlaşması ile birlikte Ar-Ge’nin
uluslararasılaşması olanaklı olmaktadır. Bu uluslararasılaşmada, merkezi (evrimci
iktisat okulunun yaygınlaştırdığı haliyle jenerik, kök ya da doğurgan) teknolojilerin
üretiminin sermaye birikiminin yüksek olduğu erken kapitalistleşen ülkelerde kalması,
bunun dışında kademelenen alanların geç kapitalistleşen ülkelerin bazılarına
“outsource” edilmesi genelleşen bir olgu olmaktadır. Belirttiğimiz tartışmanın kendisi
iki farklı yönden bunun verilerini sunmaktadır.

Ar-Ge’nin 1990 sonrası uluslararasılaşması, bu dönemdeki belirli koşulların


oluşmasına ve belirli sınırlara bağlıdır. Uluslararasılaşan üretken sermayenin ’70
krizinin ardından azalan kar oranları karşısında dünya pazarlarında yükselen rekabetin

161
“Araştırma dahil, bilimsel-teknolojik faaliyetlerin küreselleşmesinde sonzamanlarda hızlı bir artış
oldu. Sınırötesi Ar-Ge projelerinde (BİT sayesinde) artan esneklik, Ar-Ge maliyetlerinin artması, (fikri
mülkiyet haklarının güçlendirilmesi ya da Ar-Ge faaliyetlerinin vergilendirilmesi gibi) önemli politika
değişiklikleri hep bu eğilimi destekledi. 1995-2005 yılları arasında uluslararası planda ortak yazılan
bilimsel yayınlar üç kat arttı. İcatlarda sınırötesi işbirliği (iki veya daha fazla ülkede bulunan ortak icat
sahiplerince alınan patentlerin oranı) dünya çapındaki icatların toplamı içindeki pay olarak yaklaşık iki
kata (1991-93 ile 2001-03 arasında %4’ünaltından %7’nin üzerine) çıktı” (OECD Science, Technology
and Industry Scoreboard, 2007).

187
bir gereği olarak Ar-Ge çalışmalarını yoğunlaştırması, koşullardan birini
oluşturmaktadır. Diğer bir koşul Bilgiişlem ve İletişim teknolojilerinde bu dönemde çok
hızlı ve güçlü biçimde yaşanan uluslararası alana yayılma ve etkinlik kazanmadır.
Ayrıca ulaşım ve uluslararası ticaretin olanaklarının artması, dünya ticaretin bu dönem
içinde krizlere rağmen hacim olarak büyümesi etkenlerden diğerlerini oluşturmaktadır.
Daha önce belirttiğimiz gibi fikri mülkiyet “hak”larına dair hukuksal düzenlemelerin
yapılması, patent hakları ve kurumlarının yerleşmesi, standartlaşmanın kurumsal
düzenlemesi olan standart tespit kurumlarının kurulması Ar-Ge’nin
uluslararasılaşmasının koşulları arasındadır. Uluslararası şirketlerin, uluslararasılaşan
üretimin erken kapitalistleşen ülkelerden geç kapitalistleşen kimi ülkelere de yayılmaya
başlaması ile birlikte, ikili bir dinamik harekete geçmektedir. Yerleşilen ülkelerdeki
üretim yerinin özelliğine bağlı olarak erişilen pazarlara yönelik teknolojik yenilik ve Ar-
Ge üretiminin, devletlerin teşvikleri ve nitelikli emek gücü koşullarına göre, bu
ülkelerde de yapılması bu dinamiğin dışsal yönüdür. İçe yönelik olarak gerçekleşen ise
bu şirketlerle ortaklık halinde üretim yapan yerli sermayenin, bu şirketlerin stratejilerine
uygun olarak, erişilen pazarlara özgün değişiklikler yapmak üzere başlayan Ar-Ge
çalışmasıdır. Özellikle incelediğimiz dönemde geç kapitalistleşen ülkelere yönelik
eskisine oranla görece artan üretim kaydırmanın diğer sonucu, aynı zamanda kolaylıkla
üretim yerini taşıyabilmektir. Bu durumda ortak olunan yerli sermaye, üretim yerlerinin
kaydırılmaması, üretilecek yeni modeller, yeni ürünleri o ülkedeki fabrikada üretilmesi
yönünde uluslararası şirketi ikna etmek için özgün Ar-Ge çalışması yürütme girişiminde
bulunmaktadır. Nitelikli emek gücünün, üretim yapısının, girdi ve yan sanayi durumu,
verilen teşvikler, Ar-Ge destekleri ve özel serbest bölgeler gibi etkenler, Ar-Ge’nin
uluslararasılaşmasının sınırlarını oluşturmaktadır.

Kendisi de kademelere bölünmüş bir üretim olan bilim üretimi (Ar-Ge) üretken
sermayenin bir etkinliğidir. Sermaye birikiminin, artı-değer üretim dinamiğinin dışında,
bundan muaf bir üretim, sanayi değildir, bağımsız bir değişken hiç değildir. Aksine bir
sanayi kolu gibi görülürse, bu sanayi kolunu devindiren sermaye birikiminin kendisidir.
Elbette ki, üretim sürecinin kendisine, ürünün niteliğine ve sermayenin
değersizleşmesine göre, farklı Ar-Ge süreçleri farklı birikim düzeylerindeki etkinliğe
karşılık gelirler. Örneğin, İntel’in mikroelektronik tüm devre tasarımlarının bilimsel
üretimi ABD’de (fiziksel üretimi Çin’de) yapılırken, TOFAŞ Fiat’ın Türkiye’deki

188
otomobil fabrikalarında yürütülen Ar-Ge çalışması ile uluslararası düzeyde uygulamaya
giren süspansiyon kolu üretilebilir. Tıpkı üretken sermayenin uluslararasılaşmasındaki
gibi bilimsel üretim sürecinin belirli kademeleri belirli coğrafyalara belirli koşullar
altında devredilebilmektedir. Elbette ki bu süreç, zaten üretken sermayenin
uluslararasılaşması üzerine oturmaktadır.

Bilim ve teknoloji üretim sürecinin yani Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının


örnekleri bolca bulunmaktadır. Buna göre geç kapitalistleşen ülkelerde devlet destekli
ya da şirketlerin Ar-Ge harcamaları eşitsiz de olsa artmaktadır. Örneğin, 2007 yılı
OECD Bilim, Teknoloji ve Sanayi Karnesi’nin sonuçlarına göre “2005 yılında Çin,
satın alma gücü paritesine göre dünyada en yüksek Ar-Ge harcaması yapan üçüncü ülke
konumuna ulaşmıştır. En çok Ar-Ge harcaması yapan ülke ABD, ikinci sıradaki ülke ise
Japonya'dır. Çin 2000 ile 2005 yılları arasında Ar-Ge harcamalarını yılda %18'in
üzerinde artırmıştır” (OECD Science, Technology And Industry Scoreboard 2007).

Üstelik 2007 tarihli bu karneye göre, araştırmanın odağı “gelişmekte olan


ülkelere” de yayılmakta, özel bir yoğunlaşma ise Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve
Güney Afrika'ya karşı gösterilmektedir.

OECD karnesine göre, uzmanlaşma perspektifinden bakıldığında Hindistan, Çin,


Singapur gibi geç kapitalistleşen ülkelerin yüksek teknoloji sanayine (bilgisayar, ilaç)
odaklandığı belirtilmektedir.

UNCTAD’ın hazırladığı 2006 Dünya Yatırım Raporu’nda da benzer bir


eğilimden söz edilmektedir. Rapora göre, 2005’te Güney, Doğu ve Güney doğu
Asya’ya Ar-Ge alanında 315 yeni doğrudan yabancı yatırım projesi yönlendi (Dünya
Yatırım Raporu 2006, s.56).162 Bunların beşte dördü Çin ve Hindistan’a yönelmiş
durumdadır. Bu şekilde 2005’in sonunda Çin’deki yabancı yatırımlı Ar-Ge
merkezlerinin sayısı 750’ye çıkmıştır.

162
UNCTAD’ın bu yatırım raporuna teknoloji, araştırma ve geliştirme üzerine çalışmaların gelişkin
olduğu Norveç ve İsveç Hükümetleri mali destek vermişlerdir. Raporun ekonomik danışmanlığını ise Ar-
Ge’nin ve yenilik kapasitesinin uluslararasılaşması üzerine çalışmaları bulunan John H. Dunning
yapmıştır.

189
Ar-Ge harcamalarının başını uluslararası şirketler çekmektedir; ancak bu
harcamalar sadece erken kapitalistleşmiş ülkelerde yapılmamaktadır. Bunu Ar-Ge
harcamaları üzerine yapılan bir haberde görmek olanaklıdır (Referans, 2 Ocak 2006):

Tüm dünyada, özel ve kamu sektörleri tarafından Ar-Ge’ye


harcanan toplam meblağ 680 milyar dolar. Bunun yarısına yakını çok
uluslu şirketler tarafından harcanmakta. … Ar-Ge şampiyonu
şirketlerden her biri, bu alanda yılda 5 milyar dolardan fazla
harcıyor. Gelişmekte olan ülkeler arasında ise bu rakamı aşan sadece
4 isim var. Onlar da Çin, Güney Kore, Tayvan ve Brezilya. Ar-Ge’ye
büyük yatırım yapan şirketler uzun yıllar bazı Ar-Ge faaliyetlerini
merkez ülke dışında sürdürmüşler. Ama yeni olan, Ar-Ge
çalışmalarının Avrupa veya Amerika dışında gelişmekte olan ülkelere
yöneliyor olması. Örneğin Amerika’daki şirketlerin sadece yüzde 3’ü
1990’ların başında Asya’da Ar-Ge çalışması yürütürken, bugün bu
rakam %10’u aşmış. Çok uluslu şirketlerin Ar-Ge’nin outsource
edilmesi için 10 yıl önce ayırdıkları bütçe 30 milyar dolar
civarındayken bu rakamın bugün ikiye katlanarak 70 milyar doların
üzerine çıkmış olduğu tahmin ediliyor.

UNCTAD’ın 2006 Yatırım Raporu kapsamında 300 büyük şirketle yapılan bir
anket sonucunda, yanıtlayan 69 şirketten %67’sinin, Ar-Ge çalışmalarını gittikçe daha
fazla başka ülkelere “outsource” etmeye hazırlandıkları ortaya çıkmıştır. Ar-Ge’yi kendi
ülkelerinde tutmayı planlayanların oranı ise %2’dir.

Uluslararası şirketlerin Ar-Ge’lerini uluslararasılaştırmasında yabancı ülkenin


yatırım olanaklarının yanı sıra verdiği Ar-Ge desteklerinin de önemli etkisi olmaktadır.
Henüz 2000 yılında TOFAŞ Fiat yönetici Jan Nahum şunu söylemektedir (III. Teknoloji
Kongresi Bildirileri, 2000, s.95):

Sağladığımız devlet desteği, bu faaliyetler için ortağımızın


başka yerde Ar-Ge yatırımı yapmaktansa bizde yapmasını teşvik etti.

Zaten Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasına eşlik eder biçimde, ülkelerin teknoloji


politikalarını, bu politikaları oluşturan kurumları, standart tespit kurumlarını geliştirme,
izleme yönünde uluslararası anlaşmalar da yürürlüğe girmeye başlamıştır.

Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasında 1990 sonrasının belirleyici önem taşımasında,


bu dönemde geç kapitalistleşen ülkelerin pek çoğunda finansal açıdan ve dış ticaret
açısından yeniden yapılanmanın gerçekleşmesinin de etkisi vardır. Çünkü teknoloji

190
sermaye birikiminin dolaysız bir sonucudur, ama bu dolaysızlık karmaşıklıktan uzaklık
anlamına gelmemektedir. Sabit sermayenin devir süresinin kısaltılması, emek
üretkenliğinin artırılması, teknoloji ve yenilikten doğan artı karların çoğaltılması, tüm
bunları doğuran ve yeniden şiddetlendiren tekil sermayeler arasındaki rekabet ve son
olarak kapitalizmin kaçınılmaz krizleri, teknolojinin gelişmesini doğuran etkenler
arasındadır. Örneğin para sermayenin kurumlarının ve ilişkilerinin yeniden yapılanması
kapitalizmin ‘70’lerdeki krizinin bugüne yansıyan sorunlarını ve değişimini doğurduğu
gibi teknoloji üretiminin kendisine de etki etmektedir. Bunun sonuçlarından birisi, sabit
sermaye yatırımları olduğu kadar rekabet yüzünden kaçınılmaz şekilde korunmak
zorunda kalan Ar-Ge çalışmalarının finansmanına da etki etmesidir. Üstelik Ar-Ge’nin
gerektirdiği para sermaye, genişletilmiş yeniden üretimi yüksek olabileceği gibi aynı
zamanda iflasa gidebilecek yüksek riskler taşıyan bir sermaye yapısıdır. Tüm bunların
tetiklediği ve bunları doğuran kapitalist krizler veri alınırsa bilimin üretim süreci yani
teknolojinin üretiminin bugünkü yeri sorusu ana hatlarıyla yanıtlanabilir.

2.6.6.1.1 Uluslararasılaşan Sermaye Açısından Teknolojik Yenilik ve Ar-


Ge’nin Kaçınılmazlığı

Kapitalizm doğası gereği üretimi büyütmek, emek üretkenliğini artırmak ve


üretkenlikle birlikte ürün fiyatlarında salınımlı olarak düşüşe yol açmak zorundadır. Bu
salınımın genişleme evresinde yapılan yüksek sermaye yatırımları ve kızışan rekabet ile
birlikte ürün fiyatları düşmeye başlar. Bu düşüş, rekabeti daha da kızıştırır; sabit
sermayenin yükselmesi ile birlikte sermaye birikiminin kar oranları da düşmeye başlar,
risk ve rekabet artar. Bu durumda özellikle sermaye birikimi yüksek olan tekil
sermayeler yeni pazarlar elde etmek, pazarı derinleştirmek ve rekabet amacıyla Ar-Ge
harcamalarına yüklenmişlerdir. Bu ’70 krizinin ardından ağır krizin süreğenleştirdiği bir
durum olarak belirir, maliyetleri düşürmek için her türlü indirim zorlanır ancak Ar-Ge
harcamalarından kesinti yapılamaz.

Meta-ürün değerinin fiyat göstergesi olan maliyetin bileşenlerinin incelenmesi,


bu evreyi farklı şekilde anlatabilir. Örneğin sermaye yoğunluğunun yani sermayenin
organik bileşiminin oldukça yüksek olduğu elektronik sektöründe rekabet eden
uluslararası şirketlerin maliyet konusundaki endişeleri bunu göstermektedir. Üretimin
uluslararasılaşma düzeyi ve gelişkinliği göz önünde bulundurulursa, maliyet bileşeni

191
üzerindeki her bir ek değiştirme çabası (neoklasik iktisadın marjinal katkı ya da faktör
verimliliği dediği değişim oranı) dünya üzerinde sermaye birikiminin esnek hareket
olanaklarını (kimi zaman sığınaklarını) temsil etmektedir; yani her bileşendeki ek
maliyet yüküne karşı alınan tedbir sermayenin farklı dönemlerde izlediği stratejileri
açıklamaktadır.163 Hammadde maliyetleri, fiyat düşüş ya da yükselişlerine karşı kredi
piyasası, stok yönetimi, kaynaklara yakın bölgelere fabrika kurma gibi uluslararası
işbölümünde değişimlere yol açmaktadır. Aynı biçimde emek maliyetleri üretimin,
vasıfsız ya da yarı nitelikli işgücünün düşük ücretlerle çalıştırıldığı ülke/bölgelere
kaydırılmasını getirmektedir. Ancak üretken sermayenin uluslararasılaşmasının geldiği
aşamanın bir göstergesi olarak, geliştirilen yaklaşımlar hep ya bir bölge ile sınırlı
kalmakta ya da geçici olarak geçerli kalmakta, sonra yerlerini yeni bir olgular demetine
bırakmaktadırlar. Uluslararası işbölümünün, ticaretin ve finansal yapının
dönüşmesindeki bu esneklik düzeyi, daha önce belirttiğimiz gibi bir geçiş dönemini
gösterdiği gibi üretken sermayenin uluslararasılaşmasının bir aşamasını da
göstermektedir. Örneğin, belirli bir dönem için geçerli olan sermaye birikiminin maliyet
bileşenlerine göre yaptığı düzenlemeyi Dicken aktarmaktadır. Dicken’e göre, “seçilmiş
az gelişmiş ülkelerde” üretim yapmanın temel güdüsü maliyet baskısını azaltmak iken,
“sanayileşmiş ülkelerde” yatırımın temel güdüsü ise talebin ve satın alma gücünün daha
yüksek olduğu pazara erişimdir (Dicken, 1992).

Ancak sermaye birikiminin yüksek, yoğunluğunun ise fazla olduğu günümüz


rekabet ortamında bu maliyet bileşenlerindeki en küçük değişimin bile önemli hale
geldiği ortadadır. Yüksek sabit sermayeye sahip, yüksek yatırım ile yürüyen sektörlerde,
girdilerde, emek örgütlenmesinde, üretim araçlarında ya da yeni pazarlar açacak şekilde
üründe bir teknolojik yenilik yapma basıncı daha fazla artmaktadır. Bu da Ar-Ge
harcamalarını kaçınılmaz hale getirmektedir. Bununla ilgili olarak 1999 yılında Sony
şirketinin bir yöneticisi şöyle söylüyor (Aktaran Tanyılmaz, 2002, s.19):

163
Yeni Uluslararası İşbölümü (NIDL) yaklaşımı, ister yeni Smithci bakışla işbölümünün gelişmesi,
emek sürecinin parçalanması açısından bakılarak isterse yeni Rikardocu bakışla erken kapitalistleşmiş
ülkelerde bölüşümün sorunları açısından bakılarak olsun üretimin kaydırılmasının esnek hareket
olanaklarını ve sığınaklarını anlatmaktadır (Berry, 1989). Ancak YUİB yaklaşımı aynı zamanda haklı
olarak eleştirilmektedir; bu eleştiri, dönemin geçiş dönemi olmasına bağlı olduğu kadar maliyet
bileşenlerine yönelik sermayenin tek bir alternatifi kullanmaktan uzak olmasının, farklı alternatifleri
esnek olarak kullanma yetisinin bir ürünüdür.

192
Fiyat savaşını değil, hissedarları ve buna bağlı olarak da
sermaye piyasasından saldırgan bir biçimde, Ar-Ge yatırımları için
kaçınılmaz olan büyük kaynakları kazanan gerçek galiptir.

Yüksek organik sermaye bileşimine sahip olan uluslararası şirketler, kızışan


rekabetle birlikte maliyet bileşenleri üzerinde uyguladıkları tüm indirim çabalarına
karşın, Ar-Ge’den kesinti yapmama eğilimindedirler. Amerikan şirketi Motorola,
1985’te zarara uğrarken bile Ar-Ge harcamalarından kesinti yapamaz. Zarar ettiği için
Ar-Ge harcamalarına kaynak ayırmakta zorlansa da Ar-Ge rekabet için önemlidir. Bir
şirket yöneticisi bu dönemde şunu söyler (Aktaran Tanyılmaz, 2002, s.15):

Uzun dönem rekabet edebilirliğimizi kaybetme korkusuyla AR-


GE kesintisi yapmamaya cesaret ettik. Aynı zamanda bu kayıplar, AR-
GE faaliyetlerimize gerekli fonları bulma kapasitemize ciddi sınırlar
koyuyordu.

Öte yandan Ar-Ge harcamaları da yüksek risk taşımaktadır. Buralara bağlanan


para sermayenin riski büyüktür. Üretken sermayenin uluslararasılaşmasının olgunlaşma
öncesi evrelerinde, yani Ar-Ge henüz uluslararasılaşmamışken yaşanan gelişmeler, Ar-
Ge’nin uluslararasılaşması ile birlikte dünya ölçeğine taşınmıştır. Ar-Ge çalışmalarının
temel bir niteliği olan küçük ve orta ölçekli işletmelerin “sınama tahtası” olarak
kullanılması özelliği, bu dönüm noktası ile birlikte dünya ölçeğinde biçim kazanmıştır.
Bu yüzden sınama tahtası işlevini açıklayıp, Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasından önceki
ve sonraki anlamına değinebiliriz.

2.6.6.1.2 Teknolojik Yeniliklerin “Sınama Tahtası”

Erken kapitalistleşen ülkeler, geç kapitalistleşen ülkelere belirli ölçüde kendi


geleceklerini gösterirler. Bilim ve teknolojinin üretim sürecinin bugünkü gelişkin
halinin nüveleri de ilk olarak erken kapitalistleşen ülkelerde görülmüştür. Buluşların,
üretime yansıması sırasında karşılaşılan riskler ve sermayenin bu riskin altında kalmış
küçük ölçekli işletmelerin yani sınama tahtalarının değersizleşmesinden yararlanması,
Marks tarafından da vurgulanmıştır. Buna göre genelde ilk icad eden iflas etmekte, daha
sonra bu yeniliği kullanan kapitalist teknoloji rantından yararlanmaktadır.164 Bu

164
“Yeni bir buluş üzerine dayanan bir kuruluşta işletme giderlerinin, daha sonra ex suis ossibus (onun
ölümünden sonra –b.n.) kurulan işletmelerin giderlerine göre çok daha büyük olması. Bu öylesine

193
ülkelerde sınama tahtası olarak gelişen buluş süreci, bilimsel üretimin sanayileşmeye
başlamasıyla birlikte üretken sermayeyle daha sıkı eklemlenmiştir.165 Daha sonra
üretken sermayenin gelişkinlik derecesine göre, son on yıllarda geç kapitalistleşen
ülkelerde de görülmeye başlayan, yeni ürün, üretim dalı deneyen bu işletmeler, bilimsel
üretim sürecinin içinde geliştiği, üretken sermayenin bunu kendine eklemlediği “kültür
ortamı” durumundadırlar. Ancak bilimin sanayileşmesi erken kapitalistleşen ülkelerde
ilk kez başlamışken, bu süreç uluslararasılaşan üretim ile birlikte farklı bir boyuta
çıkmıştır. Artık uluslararası şirketler, dünya üzerine yayılan üretimlerinde bu “kültür
ortamı”ndan yararlanmakta, onu etkilemekte, gelişmesi için olanakları uluslararası
kurumlar ve devletlerarası anlaşmalar nezdinde desteklemektedirler.

Bu nedenle teknolojik yenilik ve gelişimler için bir “sınama tahtası” niteliğinde


küçük ve orta işletmelerin desteklenmesi, kimi yerlerde risklerin maliyetinin
toplumsallaştırılması için devlet desteği, Ar-Ge kuruluşlarının oluşturulması, o tarihten
çok sonra bugün de evrimci iktisadın, yeni Schumpeterci akımın arka planındaki
önerilerden biri olmuştur. Geçtiğimiz on yıl ve önümüzdeki on yıllar bu önerilerin yavaş
uygulamaya konulduğu ve koyulacağı yıllardır.

2.6.6.1.3 Ar-Ge’nin Uluslararasılaşması ile “Sınama Tahtası”nın Buna göre


Biçimlenmesi

Ar-Ge’nin uluslararasılaşması sık sık vurguladığımız gibi ancak ve ancak


üretken sermayenin uluslararasılaşmasının üzerine oturabilir ve bu sürecin belirli bir
evresinde başlayabilir. Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasıyla birlikte “sınama tahtası”
yöntemi de farklı bir biçime bürünmüştür. Geç kapitalistleşen ülkelerin kimilerinde var
olan Ar-Ge etkinliğinin ya da sınırlı da olsa yeni ürün ve teknoloji geliştiren şirketlerin
uluslararası sermaye ile eklemlenme biçimleri bu sürecin tarihsel gelişimini
oluşturacaktır. Bu gelişim türdeş değildir, somut biçimleri geç kapitalistleşen ülkelerin

doğrudur ki, bir işte öncülük edenler çoğu zaman iflas ettikleri halde, daha sonra binaları, makineleri, vb.,
daha ucuza satın alanlar ancak bundan para kazanırlar” (Marks, 1990 , s.96).
165
“Yeniliklerin ve teknik-buluşların önemli bir bölümü, Amerika Birleşik Devletleri'nde küçük ölçekli
girişimlerde yapılmaktadır hâlâ. Rosa Luxemburg'un elli yıl önce açıkladığı üzere, sınama tahtası olarak
davranmaktadırlar. Ancak, başarı garanti edildiğinde, bu şirketleri tekelci korporasyonlar satın
almaktadırlar. Hollandalı Profesör Kistemaker, ültrasantrifujun babası, özellikle bilimsel âletler alanında,
bu küçük işlerin, Amerika Birleşik Devletleri'nin gelişiminde oynadıkları önemli role değinmektedir”
(Mandel, 1974, s.47). Ayrıca bkz. (Tanyılmaz, 2002, s.17).

194
kimilerinde daha görünürdür ve bu ülkelerdeki yerli sermaye birikiminin yapısına,
uluslararası sermayeyle eklemlenme düzey ve biçimlerine bağlıdır.166

Bilim ve teknoloji üretiminin parçalara bölünmesi ve Ar-Ge’nin


uluslararasılaşması, bu sınama tahtası niteliğinin yeni bir boyut kazanmasını sağlamıştır.
Bilimsel teknolojik yenilikler hala küçük ölçekli birimlerde geliştirilmekte, buralarda
sınanmaktadır. Ancak gerek bunun geç kapitalistleşen ülkelere ayrılan parçaları, gerekse
de buna uygun koşulların yaratılması ile birlikte sınama tahtaları, uluslararası şirketler
ile benzer bir ilişkiyi kuracak şekilde geç kapitalistleşen ülkelere de taşınmıştır. Elbette
ki, bilimsel teknolojik üretimin kilit öğeleri, jenerik teknolojilerin üretimi hem sınama
yanılmanın gerektirdiği sermaye birikimi ve finansal düzey açısından hem de üretkenlik
ve yeni ürünler açısından merkezi önem taşıması yüzünden erken kapitalistleşmiş
ülkelerde kalmıştır.

Öte yandan uluslararasılaşan üretken sermayenin, uluslararası şirketlerin dünya


üzerinde eşitsiz ama bileşik yayılan (bileşik vurgusu, bilişim teknolojileri, üniversiteler
arasındaki işbirliği gibi nedenlerle dünya üzerinde etkileşimin hız ve yoğunluk
kazanması yüzünden önemlidir) sınama tahtaları, Ar-Ge birimleri ile kurduğu ilişkide
ortaya çıkmaktadır. Geç kapitalistleşen ülkelerde, ülke içi birikimin geldiği düzeyden
doğan büyük şirketler, tekeller ile uluslararası şirketlerin oluşturduğu oligopol yapı, bu
“sınama tahtalarının” koşullarını yarattığı gibi, onlarla yürüyen bağın niteliğini de
belirlemektedirler. Bu nedenle verilen Ar-Ge desteklerinin büyük bir bölümü, bu
oligopol yapıyı oluşturan şirketlerin projelerinde kullanılmaktadır. Bu ülkelerin
genelinde üniversite sanayi işbirliğinin geliştiği temel alanlar yine bu şirketlerin ve
sınırlı da olsa savunma sanayinin Ar-Ge projelerindedir. Bunu ileride Türkiye örneğinde
göstereceğiz.

Ulusal Yenilik Sistemleri olarak sunulan ulusal ölçekte teknoloji geliştirme ve


destek projeleri ise uluslararası sermaye ile eklemlenen ülke sermayelerinin, devletin
etkinliğinin azaltıldığı “neoliberal” dönemde, yeni devlet kurumlaşmaları ve destekleri

166
Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasında uluslararası şirketlerden başlayarak geç kapitalistleşen ülkelerde Ar-
Ge etkinliklerinin değişimine ileride daha ayrıntılı değineceğiz. Bu değişim, üretken sermayenin
uluslararasılaşmasında Bina ve Yaghmaian’ın vurguladığı dönüm noktalarıyla koşutluklar sergilemektedir
(Bina ve Yaghmaian, 1991), (Palloix, 1977).

195
temelinde sanayiye müdahale etmelerinin yöntemleri olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Üstelik dış ticaretin devasa biçimde hızlandığı bir dönemde, dışa yönelik sermaye
birikiminin hakim olduğu bu ülkelerde, teknolojik yenilik ihtiyacı sadece uluslararası
sermayenin değil, kendisi de belirli ölçülerde uluslararasılaşan kesimlere sahip olan
yerli sermayenin de gereksinimidir. Burada önemli olan, devlet dışında üniversitelerin,
Ar-Ge kurumlarının benimsemesi ve ortak yürütmesi beklenen bu sistemli politik
uzlaşmanın, aynı zamanda içeride sermaye birikiminin belirli düzeyine karşılık gelmesi,
onun ihtiyaçlarına denk düşmesidir. Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasında belirleyici olan
uluslararası şirketler iken, bunun geç kapitalistleşen ülkelerle eklemlenmesinde diğer bir
belirleyici unsur bu ülkelerde öne çıkan iç sermaye birikimini geliştirmiş oligopol
yapıdır. Buna benzer biçimde, önerilen devlet teşviki, üniversite ve sanayi işbirliği de
bu yapının rekabet üstünlüğü, teknoloji geliştirmesine yöneliktir. KOBİ niteliğindeki
işletmelerde teknoloji geliştirme, belirli düzeyde bir sermaye birikimini
gerektirmektedir. Bu işletmeler ise ya yan sanayi ile bağlantı ya da belirli riskli
teknolojik yeniliklerin oluşturulmasında sınama tahtası işlevi görmektedirler. Ulusal
yenilik politikaları önerileri, bu sınama tahtalarının bu sermaye kesimleri için
geliştirilme ortamını oluşturma hedefindedir, önerilen kuluçka sistemi uluslararası
sermayeyle eklemlenmiş oligopol yapının etrafından saçaklanan bir teknoloji geliştirme
düzeyini ifade ettiği kadar, bu sermaye kesimlerinin istekleri ve kapasiteleri ile
sınırlıdır.

Burada ortaya çıkan iki temel sonuç önemlidir ve daha sonra Türkiye’ye dair
çıkarımlarda kullanılacaktır:

İlk temel sonuç şudur: Ar-Ge’nin uluslararasılaşması sürecinin motoru ve temel


sürükleyicisi uluslararası şirketlerdir. Çünkü Ar-Ge harcamalarında başı çeken şirketler,
baştan beri tekeller (oligopoller) olmuşlardır. Mandel’in de belirttiği gibi, büyük
şirketlerin bu alanda egemen oluşunun ana nedenlerinden biri, bilimsel üretim sürecinin
yani Ar-Ge’nin ve bilimsel araştırmanın riskli olmasıdır (Mandel, 2008, s.338). Bu riski
kaldırabilmek büyük sermayeler gerektirmektedir. Bu nedenle Ar-Ge harcaması en
yüksek olanlar büyük şirketlerdir, bunun dışındaki Ar-Ge harcamaları tam da bu yüzden
devlet destekleri ile sürmektedir. Ve yine bu nedenle 1990 sonrası Ar-Ge’nin
uluslararasılaşmasının başını çeken uluslararası şirketlerdir.

196
Bina ve Yaghmaian, daha önce yabancı ülkelerde maden sanayine giren
“ulusötesi” şirketlerin üretken sermayenin uluslararasılaşmasının tekil örnekleri
olabileceklerini ama bunun yeterli olmadığını belirtirler. Genel dönüm noktası olarak,
üretken sermayenin uluslararasılaşmasının “ulusötesi” şirketlerin imalat sanayine
girmesi ile başladığını öne sürerler (Bina ve Yaghmaian, 1991, s.113). Bugünkü
durumda, üretimi uluslararasılaştıran bu uluslararası şirketler, belirli ülkelerdeki üretim
yerlerinde Ar-Ge ortamının gelişkinliğine bağlı olarak Araştırma-Geliştirme birimlerini
de kurmaya başlamışlardır.

Bilimsel üretim süreci, sadece şirketlerin Ar-Ge’sini değil aynı zamanda


devletin, üniversitelerin yürüttüğü Ar-Ge çalışmalarını da kapsamaktadır. Özellikle
‘70’lerin ortasında başlayan krizden sonra bu Ar-Ge alanlarının daha dolaysız biçimde
sermayenin hizmetine koşulması gündeme gelmiştir. 1980’lerden sonra uluslararası
anlaşmalar ve “neoliberal” politikalarla, yatırım ortamını iyileştirmek için Ar-Ge destek
ve teşvik politikalarıyla devletlerin Ar-Ge desteklerinin yönlendirilmesi, üniversiteler
ile sanayi işbirliğinin güçlendirilmesi, iletişim ve elektronik haberleşme,
telekomünikasyon alt yapısının özelleştirilmesi gündeme gelmiştir167. Bir yandan bunlar
bilimsel üretim sürecini daha fazla sanayiyle entegre etmiştir. Öte yandan ise bilimsel
üretim sürecinin kendisi uluslararasılaşan üretim sürecine paralel olarak bir sanayi gibi
uluslararasılaşmaktadır. ’70 krizi sonrasında şiddetli biçimde düşen kar oranları
üzerinden dünya pazarında kızışan rekabetin sonucunda uluslararası şirketler Ar-Ge’ye
uluslararası alanda girişmişlerdir. Bir anlamda, Bina ve Yaghmaian’ın ileri sürdüklerine
benzer biçimde uluslararası şirketlerin, dünya üzerinde (elbette ki eşitsiz ve bileşik
biçimde) devlet, sanayi ve üniversitenin Ar-Ge sürecinde giderek daha fazla birbiriyle
ilişkili hale gelmesiyle birlikte gelişen ve bütünleşen bilimsel üretim sürecine girmesi
söz konusudur. Bu da Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasında uluslararası şirketlere
sürükleyicilik vermektedir.

167
ABD’nin yanı başındaki Meksika’nın “neoliberal” politikalarla bilimsel üretim sürecini yeniden
yapılandırmasına çarpıcı bir örneği Schoijet ve Worthington vermektedir (Schoijet ve Worthington,
1993). Bir yandan üretimin uluslararası şirketler etkisiyle ve ulusal ölçekte yeniden yapılanması ile
üniversite-sanayi işbirlikleri, konsorsiyumları arasındaki ilişkinin gelişimini anlatan makale, öte yandan
bilimsel üretim sürecindeki sınıfsal ayrımlaşmayı ve direnci de anlatmaktadır. Öyle ki, yerel halk ve
bölgede çalışanlarla ilişki kuran (enerji üretiminde nükleere karşı çıkan, elektronik sanayinin yarattığı
çevre kirlenmesi üzerine araştırma yürüten), bunların sorunlarına yönelen araştırmacılar ve araştırma
kurumlarına yönelik baskı ve yeniden yapılanma farklı örneklerle anlatılmaktadır.

197
Ancak büyük şirketler ve uluslararası şirketler kavramlarına değinirken,
sermaye birikimi çerçevesinden bakmanın ayırt edici özelliği vurgulanmalıdır. Buna
göre, büyük şirketler ve uluslararası şirketler yani yerli ya da uluslararası tekeller, tek
tek firma düzeyinde, firmalar arası ilişki düzeyinde irdelenmemelidirler, aksine (tekel
ve oligopol nitelikleri yüzünden) özgül bireysel sermayeler olarak genel olarak sermaye
ile ilişkileri çerçevesinde irdelenmelidirler (Palloix, 1977).

İkinci temel sonuç ise, uluslararası şirketlerin, Ar-Ge çalışmalarını


uluslararasılaştırırken eklemlendikleri, etkileştikleri şirketlerin, genellikle yerleştikleri
ülkelerdeki ihracata açılmış oligopoller olmasıdır. Bu sadece tekil TOFAŞ Fiat
örneğinin genelleştirilmesi değildir, olgular da bunu söylemektedir. Örneğin,
Deraniyagala, geç kapitalistleşen ülkelere dair, yabancı teknolojiye bağımlı kaldıkları ve
teknoloji geliştiremedikleri yönündeki genel kanıya ters örneklerin çoğaldığını belirtir.
Ona göre, son 20 yıldır geç kapitalistleşen ülkelerde teknoloji geliştirmenin karmaşık ve
farklı doğasını açığa çıkartan bir bu literatür hakim görüşe meydan okumaktadır
(Deraniyagala, 2006, s.123). Ayrıca Ben Fine ile birlikte yaptıkları bir çalışmada, bu
ülkelerde dış ticaretin serbestleşmesinin bütün sektörlerde genel olarak üretkenliği
artırıcı teknolojik değişimi teşvik ettiğini savunan görüşleri eleştirirler ve bunların,
teknolojik değişimin zaman zaman oligopolcü piyasa yapılarında öne çıktığını gösteren
alternatif çalışmaları göz ardı ettiğini vurgularlar (Deraniyagala ve Fine, 2001). Ar-
Ge’nin uluslararasılaşması olarak saptadığımız üretken sermayenin
uluslararasılaşmasının belirli bir sonucu, bilimsel üretim sürecinin dünya üzerindeki
dışsal yönünü oluşturmaktadır. Bu dışsal yön, sermaye birikiminin içsel yönüyle
etkileşmekte, hali hazırda onu önünde etkileyip etkileneceği bir ortam olarak
bulmaktadır. Deraniyagala’dan aktardıklarımız bilim üretme, teknoloji üretme ve
teknoloji geliştirmenin ülke içi birikim ile olan ilişkisini kurduğumuz ilerleyen bölümde
daha ayrıntılı ele alınacaktır.

Uluslararası şirketlerin (ve bazen bunlarla birlikte oligopol yapıların) Ar-Ge


çalışmalarını uluslararasılaştırmasına yönelik örnekleri çoğaltabiliriz. Örneğin,
Türkiye’de kurulan ve sayıları 20’yi bulan Teknoloji Serbest Bölgeleri ve Teknoloji
Geliştirme Bölgeleri'nde Ar-Ge faaliyetleri yürüten şirketlerden uluslararası şirketlerin
Ar-Ge firmaları da bulunmaktadır. Bu Ar-Ge firmalarında yerli nitelikli işgücü

198
çalıştırılmaktadır. Gebze'deki Teknoloji Serbest Bölgesi’nde bulunan Amerikan General
Electric Şirketi’nin, 25 Türk mühendisten oluşan General Electric Marmara Technology
Center A.Ş. adlı birimi anılan Serbest Bölge’de iki yılı aşkın süredir faaliyettedir”
(Tuncel, 2005). İncelediğimiz dönem içerisinde Nortel şirketinin ortak olduğu Netaş ve
onun yanı sıra Toyota gibi şirketler de de Ar-Ge çalışmalarını yerli nitelikli işgücünü
kullanarak yapmaktaydılar. Sony Türkiye Genel Müdürü Moshen Noohi şunları
söylüyor (Capital Dergisi, 1 Aralık 2003):

Türkiye’deki operasyonumuzu satış ve pazarlamadan çok Ar-


Ge faaliyetlerine yönelik olarak kullanıyoruz. Buradan Avrupa’ya IT
araştırma ve geliştirme faaliyetleri yürütüyoruz. Bu alandaki
gelişimimiz sürdüreceğiz. Bu alanda daha fazla yatırım yapacağız.

Dünya üzerinde teknoloji ve Ar-Ge’ye yönelik politika belirleyen, öneren, karar


veren farklı kurumların, araştırma kurumlarının, üniversite sanayi işbirliğinin artmasının
nedeni Schumpeterci ya da yeni-Schumpeterci görüşün yaygınlaşması değildir. Tam
tersi geçerlidir. Bilimin gerçek boyunduruk altına alınması sürecinde mesafe kat
edildikçe Ar-Ge de uluslararasılaşmakta, belirli kademeleri dünya üzerine denetimli
olarak yayılmaktadır. Uluslararası şirketlerin sürükleyiciliği ile yürüyen Ar-Ge’nin
uluslararasılaşması sürecinde, Ar-Ge için ülkelerin seçimi, bu ülkelerdeki uygun Ar-Ge
alt yapısı, nitelikli emek gücünün durumu, maliyetler gibi sermaye birikiminin benzer
ölçülerine dayanmaktadır. Fakat teknolojik alt yapı ile Ar-Ge alt yapısının
oluşturulması, giderek daha fazla ülkenin gündemine “yatırım ortamı”nın iyileştirilmesi
gerekçesiyle girmektedir. Uluslararası kurumlar da bu yönde politikaları desteklemekte,
izlemektedirler168. OECD, AB gibi birçok farklı ulusların bir araya geldiği birlik ve
platformun, Bilim ve Teknoloji karneleri oluşturması, bunlara fon ayırması bu
yüzdendir. UNCTAD, OECD’nin “ulusötesi” şirketler ya da yatırım raporlarında
birleşme-satın alma, doğrudan yatırım göstergelerinin yanında Ar-Ge doğrudan yatırım
projeleri de gösterge olarak yer almaktadır. Türkiye’de yatırım ortamını iyileştirmek
için uluslararası şirketler, yerli büyük şirketlerle devlet kurumlarının birlikte toplanarak
oluşturdukları Yatırım Danışma Konseyi’nin senelik toplantılarında ve raporlarında

168
“Hizmetlerin özelleştirilmesi” altında yürütülen, geç kapitalistleşen ülkelerde devlete ait olan
telekomünikasyon ve iletişim sektörlerinin özelleştirilmesi gibi uluslararası anlaşma yükümlülükleri,
kuşkusuz destekten ve politika önerisinden öte zorlayıcılığı ifade etmektedir.

199
Türkiye’de Ar-Ge desteklerinin ve Ar-Ge temelinin oluşturulmuş olmasına yaptıkları
vurgu da böyle bir amaçladır. Üstelik uluslararası şirketlerin düşen karlılık
ortamında, Ar-Ge çalışmalarının farklı devletler tarafından desteklenmesi, onlara
bu yönde büyük kaynak aktarılması, bu sayede elde edilen karlar özel mülk
altında kalırken, bu şirketlerin bu yöndeki maliyetlerinin, risklerinin
toplumsallaşmasını da sağlamaktadır. Kuşkusuz, teknoloji üretiminin
kademelenmesi, bu kademe zincirleri arasında hiyerarşi ilişkilerinden ve işbölümünden
uzak değildir; ancak bu ilişkilerin karmaşıklaştığı bir gerçektir.

2.6.6.2 Bilim Üretim Sürecinin Uluslararasılaşmasının Koşulları

Bilimsel üretim sürecinin özgül çelişkisi, altında yatan paradoks, soyut


düzlemde de olsa, bu üretim sürecinin uluslararasılaşmasına yansımaktadır. Bu yansıma
eşitsiz ve bileşik gelişen bir nitelik sergilemektedir. Buna göre, uluslararası düzeyde
sermaye birikiminin eşitsiz, hiyerarşik yapısına dayalı olan ve onunla dolaysızca bağlı
olan teknolojik gelişmede, teknolojik bağımlılık, bağlılık zinciri kırılmamalıdır. Ancak
öte yandan, uluslararası düzeyde kızışan rekabet için tüm kaynaklar soğurulmalı,
teknolojik yenilik olanakları kullanılmalıdır. Teknolojik bağımlılığın kırılmaması ile
teknolojik yeniliğin yaratılması ve genişletilmesi arasındaki çelişki her zamanki gibi
mülkiyet ilişkilerinin yeni biçimlerle genişletilmesiyle çözülmektedir. Uluslararası
düzeyde fikri mülkiyet “hakları”nın uluslararası anlaşmalarla geç kapitalistleşen
ülkelere kabul ettirilmesi bu sürecin bir sonucudur.

2.6.6.2.1 Fikri “Mülkiyet Hakları”nın Uluslararası Anlaşmalarla Kabul


Ettirilmesi

Çokuluslu şirketler, üretimin uluslararasılaşması ile birlikte teknoloji


transferinden doğan kilit niteliklerini, lisans, fikri mülkiyet hakları gibi yasal
düzenlemelerle özel mülkiyet korumasına almaktadırlar; ancak bu teknoloji transferleri
sonucunda o ülkenin sınırlı da olsa teknolojik yeteneğini geliştirme olasılığını da
görmektedirler.

Siemens yönetim kurulu başkanı V. Pierer teknoloji transferinin, transfer yapılan


ülkelerde “etkileşimi” harekete geçirdiğini vurgularken buna değinmektedir (Aktaran
Tanyılmaz, 2002, s.23):

200
… bu pazarların bizim için temelli ve istikrarlı olmalarının
önkoşulu, bizim uygun büyüklükte katma değeri oraya
kaydırabilmemizdir; çünkü ancak oradaki yerel ekonominin sanki bir
üyesiymiş gibi kabul gördüğümüzde uzun vadede orada iş
yapabilmemiz mümkün olacaktır. Tabii ki bunun bedeli, yatırımların
ve finansman yardımlarının yanı sıra, bu ülkelere amaca uygun bir
know-how transferidir. Ancak iyi hizmet ve nitelikli know-how daima
aynı madalyonun iki yüzü olduklarından, günümüzde gerçekleştirilen
know-how transferinin (örneğin Çin’e) bir sonucu olarak orta vadede
bu ülkelerden gelebilecek bir kitlesel rekabeti hesaba katmak
zorundayız. Giderek daha fazla birbirine yaklaşan dünyamızda bu ağ
tarzı etkileşimlerden kendi üstünlüğümüz ve teknolojik gücümüz için
faydalanmak bize bağlı olacaktır.

Siemens yöneticisinin, Siemens’in Çin’e yaptığı üretim ve teknoloji transferi


sonucunda, bu ülkeden gelebilecek rekabetten neyi kastettiği açıktır. İleride geç
kapitalistleşen ülkelerin teknoloji edinme (transfer) süreçlerinin, içsel sermaye birikimi
ile buluştuğu elverişli noktalarda, bu ülkeler için sınırlı da olsa teknoloji geliştirme
olanağını sunduğunu belirteceğiz. Teknoloji üretiminin içsel koşulları, iç sermaye
birikimi ile ilişkisini anlatacağımız ileriki bölümlerde bunu ayrıntılı işleyeceğiz.

Elbette, üretimin uluslararasılaşmasının temel aktörü olan çok uluslu şirketlerin


bu teknoloji üstünlüklerini elden çıkarmamak isteyeceği de ortadadır. Bu yüzden çok
uluslu şirketler, üretimlerini uluslararasılaştırırken, teknoloji transferlerini de koruma
altına almak için fikri mülkiyet hakları, lisans sözleşmeleri ile kilit teknolojilerini
koruma altına almaktadırlar (Ernst, 1985). Ama artık sadece merkez ülkelerde üretilen
teknolojik yeniliğin kopyalanmasını engellemek için müdahale söz konusu değildir,
aynı zamanda uygun geç kapitalist ülkelerde yapılan bilimsel üretim de mülk
edinilebilmekte, denetlenebilmektedir. Bunun için desteklenen bir başka strateji ise,
nitelikli işgücünün ve ortamın bulunduğu durumlarda, burada gelişebilecek fikirleri,
yenilikleri de sermayeleştirmek için Ar-Ge harcamalarının yasal zemininin ve
kurumlarının oluşturulmasına karşı çıkmamak; hatta uluslararası kurumlar eliyle destek
vermektir.

201
2.6.6.2.2 Ar-Ge Destek ve Teşviklerinin Dünya Çapında İzlenmesi ve
Ülkelere Ulusal Politika Olarak Önerilmesi

Uluslararası şirketlerin sürükleyiciliğinde Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasına eşlik


eden, hatta bunun koşulu olan bir olgu, genellikle yerleşilen devlette Ar-Ge’ye yönelik
destek ve teşvikin bulunmasıdır.

OECD’nin Bilim ve Teknoloji karnesi, ülkelerin Ar-Ge harcamalarını, bu


harcamaların içinde kamunun ve özel şirketlerin payını özellikle incelediğimiz dönemde
ayrıntılı olarak göstermektedir. Aynı kurumun yenilik (innovation) ve Ar-Ge üzerine
raporlarının artması, araştırma alanlarının buraya yoğunlaşması bunun diğer açık
göstergeleridir. AB’nin çerçeve programları (FP6, FP7) gerçekte yenilik ve Ar-Ge ile
teknoloji politikaları alanında kapsamlı programlardır. Bu yönde teşvik, destek,
harcamanın artmasıyla birlikte, bu teşviklerin sonuçlarının izlenmesi, standartların
oluşturulması, tespit edilmesi, patentlerin izlenmesi yönünde kurumsal değişiklikler
uluslararası kurumların on yıllardır içinde bulunduğu yeniden yapılanmalardır. 1990’lı
yıllarla birlikte uluslararası kurumların bu yönde ülkeleri izlemeye başlaması, bu
ülkelerde teknolojiye yönelik devlet teşviklerinin gelişmeye başlamasıyla koşuttur.

2.6.6.2.3 Nitelikli Emek Gücü, Eğitimde Artan Uzmanlaşma

Bilim üretim sürecinin uluslararasılaşması ile birlikte, bu sürecin etkin olmaya


başladığı geç kapitalistleşen ülkelerde, sürecin ihtiyaçları ölçüsünde nitelikli emek gücü
yaratmanın, bilimci, araştırmacı, tasarımcı, mühendis yetiştirmenin alt yapısı da
oluşturulmaya çalışılmaktadır. Uluslararası Kurumların yayınlarında “beşeri sermaye”
(Human Capital) olarak nitelenen bu türden nitelikli emeğin yaratılması sürecidir. Tüm
süreç sermaye birikiminin bir sonucu ve biçimi olduğu için, bunun geç kapitalistleşen
ülkelere yansımasının da eşitsiz ve bileşik yapıda olması kaçınılmazdır. Üniversite
kurumlarında, yüksek lisans, doktora araştırma kurumlarında ve üniversite sanayi
işbirliğinde yapılacaklara dair uluslararası önerilerin ancak belirli bir kısmı
uygulanabilecek, ülke içinde belirli üniversitelerde sonuç alınacaktır.

Bilim üretim sürecinin başta belirttiğimiz temel özgüllüğü ve çelişkisinin bir


sonucu olarak, yaratıcı zihinsel emek ile iş arasındaki gerilim sürmek zorundadır. Bu
nedenle üniversitelerin kapitalist sermaye teşekküllerine dönüşmesi de gerilimlidir;

202
ancak kesin olan üniversitelerin ve sanayinin Ar-Ge açısından iki ayrı kaynak olarak
kalacaklarıdır. Bu nedenle aynı zamanda sanayiye de bilim üretim süreci yani Ar-Ge ve
mühendislik için nitelikli emek gücü sağlayan üniversitelerde eğitimin eşitsiz ve
hiyerarşik yapıda da olsa geliştirilmesi, uluslararasılaşan üretken sermayenin, bilim
üretim sürecinin ihtiyaçları ve çıkarlarına denk düşmektedir.

Üniversite sanayi işbirliğinden (Türkiye’de İTÜ OTAM, ODTÜ Teknokent),


teknoloji desteklerinden (TTGV; TİDEB) en fazla yararlanan, çok uluslu şirketler ile
bunların ortağı olan yerli büyük holdinglerdir. Bu süreç eşitsiz ve bileşik gelişme
yasasına uygun olarak yerli sermaye birikimi açısından Ar-Ge’nin
uluslararasılaşmasıyla eklemlenmenin önünü açmaktadır. Eşitsizdir; örneğin genetik
araştırmaları için gereken donanım ve sermaye birikimi ancak erken kapitalistleşmiş
ülkelerde bulunmaktadır. Ancak aynı zamanda bileşik gelişmedir; çünkü kimi
durumlarda teknolojik gelişme açısından aynı yol kat edilmemekte, uygun olan yerden
başlanabilmektedir. Örneğin, Aselsan’ın şifreleme, telsiz araştırmaları; ODTÜ ile bu
gibi konularda yürütülen kapitalist elbirliği, robotik alanındaki bazı firmaların
çalışmaları, nanoteknoloji alanında Bilkent gibi üniversitelerle yürütülen elbirliği, erken
kapitalistleşen ülkelerdeki Ar-Ge çalışmalarına yakın nitelikler barındırmaktadır.
Aselsan ve Bilkent örneklerinde görüldüğü gibi geç kapitalistleşen ülkelerde de sınırlı
alanlarda önemli bilim ve teknoloji üretimi gerçekleşebilmektedir. Sınırlı da olsa kimi
alanlarda böylesi teknik gelişmelerin erken kapitalistleşen ülkelere yakın olması,
bilim üretim sürecinin uluslararasılaşmasının bir görünümüdür; yoksa bu durum,
teknolojilerde bu ülkelere yetişme anlamına gelmemektedir. Bunu şöyle açıklamak
olanaklıdır: Bilkent’te yapılan nanoteknoloji araştırmaları Avrupa düzeyinde ileri
araştırmalardır ve yerli nitelikli emek gücüne dayanmaktadır. Bu araştırmaların
kapitalist meta üretimine giren ürünlere dönüşmesi durumunda, bu üretimi
gerçekleştiren tekil sermaye, ya üretimin gerektirdiği birikim gereği uluslararası
şirketlerle ortak olacaktır ya da uluslararası şirketin altında üretecektir. Diğer seçenek,
bağımsız bir üretici olarak girmesidir, bu durumda yukarıda belirttiğimiz “sınama
tahtası” olarak kalacaktır. Ülke içinde bu metanın üretilmesinin tüm zorlukları
deneyimlendikten sonra ister değersizleştikten, isterse de üretimi oturtmasından sonra
uluslararası şirketler tarafından birleşme veya satın alınma (M&A) yöntemiyle ele
geçirilecektir. Bu ise teknolojik yetişmeden daha çok, yerli nitelikli emek gücünün

203
yaratıcılığının soğurularak, uluslararasılaşan sermaye tarafından kızışan rekabet
koşullarında kar oranlarının düşmesini dindirebilmek için mülk edinilmesidir.

Üniversite sanayi işbirliğinin sağlanabilmesi için nitelikli emek gücünün


oluşturulması gerektiği gibi, bu emek gücünü oluşturacak eğitim (gerçekte üretim)
sisteminin de üretim sürecine benzer biçimde rasyonelleştirilmesi gereklidir. Bu
rasyonelleşmenin önündeki engellerden biri, bilim üretim sürecinin kendisinin sanayiye
dönüştürülmesi ile paralel biçimde üreticilerin, araştırmacıların ve eğitmenlerin denetim
altına alınmasıdır. Bu yapılmazsa bunlar sürecin önünde bir “engel” haline gelmektedir.

Japonya’da aşılmış olan, üniversite sanayi işbirliğinin önündeki “engelleri”


Toshiba’nın Teknolojiden Sorumlu Başkanı Yamashita şöyle açıklamaktadır ”
(www.bilgicagi.com, 12 Kasım 2007):

Devlet üniversiteleri o kadar çok destekleniyordu ki, üniversite


öğretim görevlileri hiçbir ek gelire ihtiyaç duymadan yüksek
standartlarda yaşayabiliyordu. Bu da onlar için ek iş demek olan
sanayi işbirlikleri ile ilgilenmelerine engel teşkil ediyordu. Ayrıca
üniversitelerde alınan patentler devletin sayılıyordu bu da
araştırmacıların haklarını kendilerine ait olmayacak teknolojiler için
çaba harcamasını teşvik etmiyordu. … hükümetin üniversitelere
verdiği teşvik azaltıldı. Bu sayede üniversiteler sanayi ile işbirliğine
yaklaştırıldı.

Üniversitelerdeki nitelikli emek gücünün durumu ve yetiştirilmesi buna göre


yeniden düzenlenirken, buna koşut olarak bizzat yüksek öğretim sisteminde program ve
müfredat olarak uzmanlaşma daha fazla artırılmaktadır. Mandel (2008, s.348-50) bu
süreci şöyle açıklamaktadır:

Bilimin kümülatif büyümesi ne kadar çok ve araştırma ve


geliştirmenin ivmesi ne kadar hızlı olursa, özgül kapitalist işbölümü,
rasyonalizasyon ve uzmanlaşmanın özel karlılık artırma süreçleri –
başka bir deyişle- emeğin sürekli fragmantasyonu- o kadar çok
entelektüel emek ve bilimsel eğitim alanlarına nüfuz eder…
Uzmanlaşmış ve kapitalist işbölümüne tabi kılınmış uygulamalı bilim
–tekellerin kar maksimizasyonuna tabi kılınmış, parçalanmış bilim:
geç kapitalizmin yüksek eğitimdeki savaş sloganı işte budur. Marx’ın
… sözleri bir gerçeklik olmuştur: bilimin doğrudan (dolaysız
olmalıydı –b.n.) üretime uygulanması, bu üretimi hem belirleyip hem
de talep ettiği zaman icatlar bir işkolu haline gelir ve çeşitli bilimler
sermayenin mahkumları haline gelir… [entelektüel emeğin –b.n.] bu

204
proleterleşme süreci ne kadar ileri giderse bilimler arasındaki
işbölümü de o kadar derinleşir, bunun eşliğinde kaçınılmaz olarak
aşırı uzmanlaşma ve ‘uzman aptallığı’ gelişir ve öğrenciler
sermayenin değer kazanma koşullarına katı bir biçimde tabi kılınmış
at gözlüklü bir eğitimin mahkumları haline gelirler.

Gerçekte, bilimsel üretim sürecinin gerçek boyunduruk altına alınma girişimine


koşut olarak, zihinsel emek süreci de disiplinlere bölünmekte, zihinsel emek gücünün
yetiştirilmesi sorunu ortaya çıkmaktadır.169 Buna uygun nitelikli emek gücünün yeniden
üretilmesinin koşulları hazırlanmaktadır. Bu konuda Ansal (1997, s.191), şunları söyler:

Üniversitelerle sanayi arasındaki ilişkileri daha yakın bir


işbirliğine dönüştürerek üniversitedeki bilimsel potansiyelden ve
çalışmalardan azami faydayı sağlamanın yolları açılmaya çalışıldı.
Böylece … sanayi, üniversitelere kârlı bir işbirliği ve yatırım alanı
olarak kapılarını ve kasalarını açtı. Bunun sonucunda da, bütün
araştırmalar yeniden tanımlandı ve fakülteler, öğretim üyeleri ve
öğrencilerin bu yapı içinde bağımsız bilimsel çalışmaları son buldu.
Artık üniversitelerdeki bilimsel çalışmalarda hangi soruların peşine
düşüleceğini, hangi problemlerin inceleneceğini, ne tür çözümlerin
aranacağını ve ne tip sonuçlar çıkarılması gerektiğini bu yeni yapı
belirler oldu… Son on yıllar içinde sanayide giderek artan bilimsel ve
teknik uzmanlık gereksinimi nedeniyle, uzmanlık alanları daha çok
parçaya bölünerek, çok sayıda dar alan uzmanlıkları ortaya çıkarıldı.
Bu bölünme sonunda, her uzmanlık alanı kendi özel dilini ve
terminolojisini doğurmuş, bu da bilimin halktan ve popüler kültürden
daha da uzaklaşmasını getirmiştir.

Üniversite, meslek yüksek okulu ve meslek liselerindeki süregelen disiplinlere


son on yıllarda eklenen yeni disiplinler böyle bir gelişmenin göstergesidirler. Bu süreç
aynı zamanda bilimsel, teknik üretimin uluslararasılaşmasına, Ar-Ge’nin
uluslararasılaşmasına zemin hazırlamaktadır. Türkiye’de bu yönde yaşanan gelişmelerin
somut örneklerini ilk bölümde vermiştik, ABD’den örnekler ise David Noble’ın
çalışmalarında görülebilir (Noble, 1981 ve 2001).

Bilimsel üretim sürecine nitelikli emek gücü yetiştirme işleminin kendisi de bu


üretim sürecinin koşullarına, denetime, talebin koşulları tarafından geri beslenmeye ve

169
Tessa Morris-Suzuki, eğitimin “yaratıcılığı bilimselleştirmek” üzere bir sisteme dönüştürüldüğünü, bu
biçimde tasarlandığını belirtir. Morris Suzuki’ye göre, bunun bir yolu sanayi ile eğitimi daha fazla
birleştirmektir, diğer yolu ise bilimsel araştırmayı ekip işine bölüp, verimlilik hedefleri gibi denetim
mekanizmalarına tabi tutmaktır (Morris-Suzuki, 1998, s.69).

205
standartlaştırılmaya tabi tutulmaktadır. Zaten bilimsel üretim süreci, temel bilimsel
araştırmalardan, teknoloji üretimine kadar zihinsel üretim alanını kapsar. Dolayısıyla
temel bilimsel araştırmaların üretilmesi, bu bilimsel araştırmalarda elbirliğinin ya da bu
araştırmaları yürütecek nitelikli emek gücünün üretilmesi anlamına gelen (ya da bu
kapsamıyla) eğitim sürecini de dolaysızca içerir. Bilimsel üretim sürecinin kapitalizm
tarafından gerçek boyunduruk altına alınma çabası, sermayenin sınırlarında bir çabayı
getirdiği kadar zihinsel emeğin ürünlerinin mülk edinilmesi amacını da taşır. Eğitim
sürecinin dallanması, eğitimdeki bölümlenme, bu nedenle sadece sanayinin talebine
yönelik eğitim dallarının oluşturulması gibi dışsal etkenlerle açıklanmamalıdır. Tıpkı
teknolojinin ve bilimin üretilmesinin sadece talep dinamiğiyle açıklanmaması gerektiği
gibi, bilimsel üretim sürecinin boyunduruk altına alınması çabasının bir sonucu olarak
açıklanmalıdır.

Bilim üretim sürecinin boyunduruk altına alınma girişiminin belirli bir evresinde
bilim üretim süreci uluslararasılaşmıştır. Bunun genel yapısını, sürükleyicilerini ve
koşulları ve sonuçlarını aktardıktan sonra, geç kapitalistleşme ile bu sürecin ilişkisine
geçebiliriz.

2.6.7 Bilim Üretim Sürecinin Uluslararasılaşması İle Geç Kapitalist


Ülkelerin Eklemlenmesi

Üretim yapısının teknolojik değişimini izlerken iki ölçüyü hep koruyoruz.


Teknolojiyi edinmek170 ile teknolojiyi üretmek iki ayrı niteliktir ve bu iki ölçüden
üretim yapısının teknolojik değişimi irdelenmelidir. Bilim üretim sürecinin kapitalist
boyunduruk altına alınması ile birlikte uluslararasılaşması, teknolojinin üretilmesine
dair bir niteliktir ve erken kapitalistleşmiş ülkelerde ayrı biçimlerde, geç kapitalistleşen
ülkelerde ayrı biçimde görünür, farklı biçimlere bürünür. Geç kapitalistleşen ülkelerin
bu ülkelere eklemlenmesi, üretken süreç açısından baştaki iki ölçüye uygun ama
sermaye birikimi doğrultusunda gerçekleşir. İmalat sanayinin genel yapısındaki
teknoloji edinimi açısından sanayi üretiminin yapısı, üretken sermayenin sanayi

170
Bu kavramlaştırmada teknoloji edinmek, teknoloji transferi yapmak anlamına gelmektedir. Teknoloji
edinmenin kendisi, edilgen olamaz. Transferi yapan ülkenin bu teknoloji ile sağladığı uyum, teknoloji
üretmenin, onarma, taklit, geliştirme gibi kaçınılmaz ilk basamaklarının oluşmasına yardım eder.
Teknoloji transferi için bkz. Emmanuel (1982), Erdost (1982), Kiper (2004).

206
üretimindeki dinamizmi ile teknoloji üretmek açısından ise Ar-Ge üretimi, üniversite
sanayi işbirliklerindeki üretim açısından belirlenir. Aşağıda, uluslararası anlamını
açıkladığımız bu süreçlerin iç birikim ve iç dinamik yönünü, uluslararası sermaye ile
eklemlenme yönünü açıklamaya çalışacağız.

2.6.8 Geç Kapitalistleşen Ülkelerde Sermaye Birikimi, Çelişkileri ve


Teknoloji

Ben Fine ile Sonali Deraniyagala’nın saptamasına göre, son 20 yıldır geç
kapitalistleşen ülkelerde teknolojinin ekonomik analizi konusunda önemli ilerlemeler
gerçekleşmiştir (Deraniyagala, 2006). Bundan önce geç kapitalistleşen ülkelerin sınırlı
teknoloji elde edebilecekleri, yabancı teknolojiye bağımlı kalacakları varsayılmaktaydı.
Bu teknolojik bağımlılığı irdeleme yönünde neoklasik iktisada bir başkaldırı anlamında
ortaya çıkan “uygun teknoloji” yaklaşımı da teknolojinin nasıl geliştirilmesi yönünden
daha çok nasıl transfer edilmemesinden kalkarak kendini oluşturmuştu.171 Bu yaklaşıma
göre, erken kapitalistleşen ülkelerden transfer edilen teknolojiler hem sermaye yoğun
oldukları için işsizliğe, istihdam sorunlarına yol açıyorlardı hem de bu transferler,
ülkenin sosyal, teknik kapasitesine uymuyorlardı. Çoğu durumda bu teknolojiler ülkeye
kendi teknik uzmanları ile gelmekte, ülkenin teknolojik yenilik kapasitesini
geliştirmemekteydi (Ansal, 1985, s.21). Bu nedenle geç kapitalistleşen ülkeler, kendi
toplumsal yapılarını dikkatlice inceleyerek teknoloji transferi yaparken, buna uygun
teknoloji seçmeliydiler. Öte yandan kendi kapasitelerini kullanarak kendi teknolojilerini
yaratmalıydılar.

Ancak Ansal’ın belirttiği gibi (1985, s.22-23) uygun teknoloji yaklaşımı, “ulusal
bir teknoloji” adı altında teknolojinin sermaye birikimine bağlı sınıfsal yapısını göz ardı
etmiştir:

Üçüncü Dünya ülkelerinin kendi kendilerine yeterli olabilmesi


ve gelişmiş batılı ülkelere karşı bağımsız olabilmesi için geliştirilmiş
olan bu önermeler ‘ulusal’ bir teknolojinin gerekliliğini vurgular ve
halkın yararlarından bahsederken oldukça ‘ilerici’ bir konumda
görünmektedir. Fakat bu kuramsal çerçeve bazı tutarsızlıkları ve
belirsizlikleri de içinde barındırmaktadır. Örneğin, Üçüncü Dünya
ülkelerinin emek-yoğun, küçük ölçekli ve basit —dolayısıyla geri—
171
Uygun teknoloji yaklaşımının bir anlatımı için bkz. Ansal (1985 ve 2004), Buğra (1985).

207
teknolojiler kullanarak batılı ülkelerin gelişmişlik düzeylerine nasıl
ulaşacağı açık değildir. Diğer yandan daha az sermaye-yoğun ve
küçük ölçekli teknolojilerin daha yaygın kullanımı, dolayısıyla biraz
daha fazla sayıda kapitalistin varlığı ile o ülkedeki emekçilere ne
yarar sağlanacağı ve bunun ülkedeki gelir dağılımını nasıl olumlu bir
yönde etkileyeceği belirsiz kalmaktadır. … ‘Uygun teknoloji’
yaklaşımının, neo-klasik iktisat kuramına göre teknoloji tartışmasını
hayli zenginleştirici bir etkisi olmuştur. Teknolojinin, sosyal ve
ekonomik koşullar karşısında tarafsız olmadığı, geliştirildiği
toplumların özelliklerini içinde barındırdığı, buna karşın o toplumları
da etkilediği ve biçimlendirdiği görüşleri tartışmaya değişik boyutlar
getirmiştir. Fakat bu ulusalcı yaklaşım, Üçüncü Dünya ülkelerinde
de sınıfların var olduğu, teknolojilerin kullanıldığı üretim
birimlerinde emek-sermaye çelişkisinin alabildiğine yaşandığı
gerçeğini göz ardı etmektedir. Bu yüzden, Üçüncü Dünya ülkelerinde
emeğin ucuzluğuna dayanarak emek-yoğun teknolojileri
savunabilmekte, dolayısıyla bu ülkelerde ücretlerin düşüklüğünü bir
üstünlük olarak değerlendirerek bu avantajın sürekliliğini
öngörebilmektedir. Bu ülkelerde ücretlerin düşüklüğünün çoğu zaman
burjuva demokrasilerine yapılan otoriter müdahaleler yoluyla
gerçekleştirildiği göz önünde bulundurulursa, bu yaklaşımın ilericiliği
de oldukça kuşkulu bir hale gelmektedir.

“Uygun teknoloji” yaklaşımı ya da teknoloji seçimi gibi geç kapitalistleşen


ülkelere dönük yaklaşımların doğurduğu teknoloji fetişizmine iki çarpıcı örnek sırası
gelmişken verilebilir. Her ikisi de Türkiye’de de görülen önemli örneklerdir. Bunlardan
ilki geç kapitalistleşme nedeniyle teknoloji ithalinin, sermaye yoğun olması yüzünden
işsizlik yaratması yönündeki hatalı saptamadır. İkincisi ise teknolojik girdilerin bir
kısmının ülke içinde üretilememesinin bir yönetim hatası olarak görülmesi yönündeki
hatalı saptamadır.

İlk örneğin altında yatan teknoloji fetişizmi şöyle açıklanabilir: Geç


kapitalistleşen ülkelerde istihdamdaki sınırlı artışın ya da işsizliğin nedeni teknoloji
yoğun makinaların, sermaye yoğun tekniklerin üretimde kullanılması değildir. Sadece
geç kapitalistleşen ülkelerde değil bir bütün olarak kapitalizmde sermaye birikiminin
yapısını belirleyen hangi teknolojinin seçildiği değildir; aksine sermaye birikiminin
yapısı bu teknoloji seçimini ve üretimini koşullar. Bu bakımdan “azgelişmiş” ülkelerin
teknoloji ve sermaye yoğun teknikler ithal ettikleri için buralarda işsizliğin arttığı ve
istihdamın sınırlandığı yönündeki tartışmalar teknoloji fetişizmine bir örnektir. Yedek
işçi ordu kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu ve üzerine dayandığı bir temeldir.

208
Teknolojinin işsizlik yaratıp yaratmayacağı, ithal edilip edilmemesi, ülkenin
ihtiyaçlarına uyup uymaması bireysel kapitalistler için temel sorun değildir. Karlılık,
artı değerin çoklaştırılması, bireysel kapitalistin üretken yatırımlarında hangi üretim
tekniğini kullanacağını belirleyen ana etkendir. Bu da kapitalizmin doğası gereği
böyledir ve bunu belirleyen teknoloji politikaları değil, birikimin ihtiyaçlarıdır (Kay,
1975).172

Teknoloji fetişizminin bir başka örneği ise geç kapitalist ülkelerde üretimin girdi
çıktı eklemlenmesinin sağlanabilmesini bir teknoloji tercihine, teknoloji politikasına
indirgeyen anlayıştır. Buna göre, örneğin Türkiye’de 1990’larda gelişen, 2000’lerde
hızlı biçimde büyüyen tüketim elektroniği sektörüne yönelik bileşen üretimi, 1990’larda
önerilmiştir; ancak teknoloji politikaları uygulanmadıkları için bu gerçekleşmemiştir.
Oysa yukarıdakine benzer bir biçimde bu teknoloji tercihinin uygulanmaması yüzünden
değil, bireysel sermayelerin karlılıklarına uygun olmadığı için yani sermaye birikiminin
yapısı yüzünden gerçekleşmemiştir. Kapitalizmin kötü yönetilmesi değil, doğası gereği
böyledir. İthal girdileri satın almak, bireysel sermaye için daha uygun olduğu sürece
Türkiye’de bileşen üretimi gündeme gelmemiştir. Bir ihtiyaç haline gelmesi ise ele
aldığımız dönemin sonunda gerçekleşmiştir. Teknoloji fetişizmi, teknolojiyi sermaye
birikiminden, sınıfsal perspektiften koparmakta, kapitalist üretim ilişkileri ile bağını
ortadan kaldırıp yönetim ve tercih sorununa indirgemektedir.

Son 20 yıldır geç kapitalistleşen ülkelerde teknolojinin gelişimine dair kuramlar


ise sınıfsal perspektiften daha fazla uzaklaşmışlar, ancak bu ülkelerde teknolojinin
gelişim dinamiklerine eğilme yönünde yol katetmişlerdir. Deraniyagala’nın belirttiği
gibi teknolojik bağımlılığın tek yönlü ve kalıcı olduğu yönündeki kanıyı sarsan
araştırmalar yapılmıştır. Bu yöndeki çabalar, geç kapitalistleşen ülkelerin kimilerinde
teknoloji geliştirmenin karmaşık ve farklı doğasını açığa çıkartan çalışmalara yol
açmıştır (Deraniyagala, 2006, s.123). Bu, erken kapitalistleşmiş ülkeler ile geç
kapitalistleşenler arasındaki teknoloji bağımlılığının ortadan kalkması anlamına
gelmemektedir. İleride Türkiye örneğinde göreceğimiz gibi robot tasarımı, sistem

172
“Sorun şu şekilde ifade edilebilir: bireysel sermaye açısından, ülkede emek bolluğu varsa ve bu
tekniklerin uygulanması daha büyük oranda işsizlik yaratacaksa bile, en kârlı üretim olanağını sağlayan
bu teknikler kullanılacaktır” (Yaman-Öztürk, 2006, s.90).

209
entegrasyonu Türkiye’de yapılsa bile otomasyonun temel işlemcisi ülke dışında,
uluslararası şirketlerin lisansı ve üretimi altındadır. Robot tasarımı, teknolojik yetenek
olarak edinilmiş bir bilimsel emeği (Ar-Ge ve mühendislik) ifade etmektedir. Geç
kapitalistleşen ülke kendi sınırları içerisinde teknoloji geliştirme yoluna gitmektedir.
Ama otomasyonun merkezi bileşeni, ithal edilmektedir. Bilimsel üretim, Ar-Ge
çalışmalarında sermaye birikimi, donanım, gerektiren temel bilimsel araştırmalar ve
bunların ürüne, teknolojik yeniliğe dönüştürülmesi ağırlıklı olarak erken kapitalistleşen
ülkelerde, bunların uluslararası şirketlerinin elindedir.

Bu bağlamda teknolojinin üretimi, ülke içinde teknolojik yeteneğin geliştirilmesi


üzerine ulusal yenilik politikaları öneren evrimci iktisat okulu, ana perspektifi dışında
betimleyici olarak anlamlı bir yere oturmaktadır. Evrimci iktisat ile birlikte, teknoloji
transferiyle teknolojik gelişme görüşünün yerini, ulusal yenilik politikaları, yani ülke içi
kurumların, firmaların Ar-Ge çalışmalarının koordinasyonu ve yaparak öğrenme
aracılığıyla içsel olarak teknolojik yetenek kazanma anlayışı aldı. Deraniyagala’nın
değindiği literatür de, lisanslar, fikri mülkiyet hakları, anahtar teslim yatırımlar ile
belirlenen teknoloji transferi koşullarında geç kapitalistleşen ülkelerin bu teknolojiyi
geliştirme yeteneğini salt transfer ile edinemeyecekleri sonucunu çıkartmaktadır.

Tersi yönde bir tartışma, ilginç bir biçimde “Eşitsiz Mübadele” kitabının yazarı
Arghiri Emmanuel’den gelir. Emmanuel, 1980’lerde geç kapitalistleşen ülkelere
önerilen “uygun teknoloji” yaklaşımına karşı çıkarken, en yüksek teknolojinin
transferinin çözüm olacağını savunur. Ona göre, uygun teknoloji (ara teknoloji)
gerçekte geç kapitalistleşen ülkeyi geri ve güçsüz bıraktıran teknolojidir, bu yüzden
Emmanuel, “ulusötesi şirketler”in taşıdığı en yüksek teknolojilerin geç kapitalistleşen
ülkeler için daha iyi olduğunu belirtir. Ona göre, uygun teknoloji “azgelişmiş ülkenin”
“azgelişmiş teknolojisi” olabilir, ülkenin gelişmesini dondurabilir, böylece
“azgelişmişliği” sürdürebilir; bu tehlike bulunmaktadır. Emmanuel’e göre bu
kaçınılması gerekendir (Emmanuel, 1982, s.104). Geç kapitalistleşen ülkeler, uygun
teknoloji adı altında ara teknolojileri almamalıdırlar, aksine yüksek teknolojiyi elde
etmeye çalışmalıdırlar. Çünkü Emmanuel’e göre, sermaye yoğun teknoloji toplumsal
refahı artırmaktadır. Bu erken kapitalistleşmiş ülkeler için olduğu kadar geç
kapitalistleşen ülkeler için de böyledir. Yüksek teknoloji, çok uluslu şirketlerin elde

210
edip uluslararası alana yaydığı teknolojidir. Bu yüzden “azgelişmiş ülkeler”de çok
uluslu şirketlerin yatırımları, yüksek teknolojiyi getirmesi ve burada teknolojik
gelişmeyi teşvik etmesi açısından önemlidir.

Emmanuel’e göre teknoloji transferi, sadece fiziksel ürünlerin hareketini


kapsamaz, becerilerin ve yapma bilgisinin (know-how) edinilmesini de kapsar
(Emmanuel, 1982, s.22–23). Çok uluslu şirketlerin yüksek teknolojiyi “azgelişmiş
ülkelere” getirmesiyle, yerel becerilerin gelişmesi için teşvik yaratılmış, böylelikle
teknolojinin kullanımı ve geliştirilmesi için olanak sağlanmış olur (Emmanuel, 1982,
s.53–55). Bu son önerme, teknoloji transferi üzerine vurgusunu biraz yumuşatmaktadır.
Emmanuel, böylelikle geç kapitalistleşmede teknolojinin yeri üzerine geliştirdiği
yaklaşımda, becerilerin edinilmesine, örgütsel değişime ve kurumlara da yer açmış olur.
Bu Veblen ve kurumsalcı okulun değerlendirmelerine benzemektedir, teknolojiyi sadece
makina ve aletlerden ibaret görmemekte, teknolojik yetenek ve becerinin, kurumların,
örgütlenmenin bundaki etkisini göz önünde bulundurmaktadır.173 Ancak Emmanuel’i
bunlara rağmen başta belirttiğimiz teknoloji transferinin dolaysızca teknolojik yetenek
yaratacağı yönündeki savlara benzer saymamızın nedeni Celso Furtado’nun
eleştirilerinde görülmektedir. Furtado, Emmanuel’in kitabında bu teknoloji transferini
destekleyecek toplumsal ve ekonomik alt yapının çözümlemesinin yapılmamasını
eleştirmektedir. Furtado’ya göre, Emmanuel, toplumsal refahın tanımı olarak çıktının
azamileştirilmesini göstermekte ve buna güvenmektedir. Read’e göre, Emmanuel
kitabında, çok uluslu şirketlerin doğası, oligopol yapıların önemi, piyasa yapısı ve şirket
stratejileri üzerine eğilmemiş, bu konudaki literatürü es geçmiştir. Dahası çok uluslu
şirketler, oligopol piyasalar gibi temel yapıları, eksik hatta kusurlarını kapatıcı bir
biçimde aktarmıştır (Read, 1983, s.163).

Emmanuel’in yaklaşımı, Gerschenkron’un geri kalmışlığın avantajları üzerine


analizine benzemektedir. Buna göre teknolojide önde gelen ülkeler tarafından yapılan
teknolojik yenilikler, bu teknolojiyi takip eden geç kapitalistleşen ülkeler için yararlı
olacaktır. Onlar daha ileri bir teknoloji seviyesinin içinde “gelişme olanağı”

173
Eleştirenler, kitabında bütün bir kurumsalcı okul literatürüne hiç değinmemesini, eksiklik olarak
görmektedirler; üstelik onlara göre, bu okulu dikkate alması onun yaklaşımını, irdelemesini geliştirmesini
sağlayacaktır (Read, 1983).

211
bulabileceklerdir. İlk bakışta eşitsiz ve bileşik gelişmenin, bileşik gelişme yönünü
vurgulayan bu yaklaşımın sınırlılıkları ise tam da teknoloji transferinin geç
kapitalistleşen ülkede teknoloji yeteneğinin gelişmesinde pürüzsüz bir olanak olmaması
ile ilgilidir. Zaten teknoloji yönünde içsel gelişme için kurumları, öğrenen sistemleri
vurgulayan Evrimci İktisadın görüşlerini geliştirdiği boşluk da bu alandır.
Gerschenkron’un önde gelen teknolojilere erkenden ulaşma yönünde ileri sürdüğü
üstünlük üzerine tartışmak yerinde olacaktır.

Geç kapitalistleşen ülkelerde teknoloji edinmeden teknoloji üretmeye yönelmeyi


analiz etmek için anahtar niteliğinde bazı belirlemelerde bulunmak gerekiyor.
Teknoloji, üretim yapısı üzerine oturur. Teknoloji üretiminin kendisinin sanayileşmesi,
genel olarak sanayileşmenin belirli bir evresinde gerçekleşmiştir. Üretken sermayenin
uluslararasılaşmasının birbirlerine alternatif olmayan aşamaları olarak içe yönelik
birikim (İthal İkameci Sanayileşme) ile dışa yönelik birikim (İhracata Yönelik
Sanayileşme) evrelerinde, geç kapitalistleşen ülkelerde tüketim malları üretiminden ara
malları ve bazı yatırım malları üretimine yönelik geçişler gözlenmiştir (Berry, 1989,
s.181), (Yaghmaian, 1991). Düşük teknolojilerden yüksek teknolojilere yönelen üretim,
geç kapitalistleşen ülkeler açısından teknoloji edinmenin yanında bu teknolojiyi üretme,
teknolojik yetenek kazanma olanağını da getirmiştir. Ama aynı zamanda içe yönelik
birikim ile gelişen sermaye yapısı, dış ticaretin serbestleştiği koşullarda, ihracata
yönelik olarak biçimlenmiştir. Bu da geç kapitalistleşen ülkelerde rekabete açılan
pazarlar ile birlikte ihracata yönelen sermaye kesimleri ile iç pazara yönelik sermaye
kesimlerinde oluşan ikili yapıya neden olmuştur. Teknoloji edinmenin ötesinde
teknoloji üretmenin (Ar-Ge çalışması yapmak, sanayi üniversite işbirliğine girmek)
birikim açısından içerideki temellerini geç kapitalistleşen ülkelerdeki bu yapı
oluşturmaktadır. Kuşkusuz geç kapitalistleşen ülkelerin bir kısmı için bu temellerin
oluşmasına karşın, bu ülkelerin pek çoğunda üretim araçları üretiminin geri bağlantısı
olarak sistemli bir teknoloji üretiminin gerçekleşmeye başladığını söylemek henüz
olanaklı değildir. Ancak teknoloji üretimini belirleyen iç koşul ve sınırlar böyle tarif
edilebilir.

Teknoloji üretmenin dışsal koşulunu ise yukarıda aktardığımız Ar-Ge’nin


uluslararasılaşması oluşturmaktadır. Bilim üretimi kademelere bölünmüştür, nitelikli bir

212
mal olarak bilimsel bilgi, bilimsel üretimin belirli kademeleri büyük oranda uluslararası
şirketlerin denetimi altında erken kapitalistleşen ülkelerin dışında da üretilebilmektedir.
Bu süreç büyük oranda geç kapitalistleşen ülkelerin dışa yönelik birikim aşamalarında,
dış ticaretin serbestleştiği koşullarda onları yakalamıştır. Bilim ve teknoloji üretiminin
uluslararasılaşmasının bu ülkelere yansıması ise, buralarda da teknoloji üretiminin
olanaklı hale gelmesidir, ancak bunun sınırlarını aşağıda aktaracağımız sermaye
birikimiyle ilişki belirlemektedir.

Dış ticaretin serbestleştiği, krizlerle finansın ve üretimin yeniden yapılandığı, öte


yandan ise daha fazla kar edebilmek için ürün niteliğinin, teknolojinin geliştirilmesi
basıncının sermayenin belirli kesimleri için arttığı bir dönemde geç kapitalistleşen
ülkelerdeki üretim yapısının teknoloji üretmek açısından iki sonucu bulunmaktadır.
Aşağıda irdeleyeceğimiz ilk sonuç, uluslararası sermaye ile eklemlenen ve/veya ihracata
yönelen yerli büyük sermayenin kendi ölçüsü ve ihtiyaçları temelinde teknoloji üretme
basıncıyla yüz yüze kalması ve bunun Ar-Ge teşvikleri gibi politikalar ile ilişkisidir.
İkinci sonuç ise, bunun dışında sınama tahtası olarak teknoloji üreten şirketlerin yer yer
ortaya çıkması ve bunların geç kapitalistleşen ülkelerdeki durumudur.

Teknolojinin maliyetinin patentler, lisans anlaşmalarıyla mülk edinildiği


koşulları göz önünde tutarak Marks’ın yenilik ve yeni üretim dallarına dair yukarıda
açıkladığımız görüşlerine yönelik çözümlememize tekrar dönebiliriz. Kapitalizmde
teknoloji üretiminin genel sonucu göreli artı değer üretiminin artması, dolayısıyla ek bir
sermaye ile emek gücünün boşa çıkmasıdır. Bu ek sermaye ve emek gücü Marks’a göre
yeni ürün üreten üretim dallarında kullanılabilir. Ancak burada tarihsel bir farklılık
bulunmaktadır. Erken kapitalistleşen ülkelerde ek sermaye, henüz sermaye
birikiminin bu düzeyinde, sadece yeni üretim dalını oluşturmak için
kullanılmaktadır. Bilimin gerçek boyunduruğa sokulma girişimi henüz yokken,
Marks’ın deyimiyle “icat meslek olmamışken”, mucit, geliştirdiği teknolojik yeniliği,
kendisi üretime uygulamaya çalışmakta ve genelde iflas etmektedir. Oysa onun bu
icadını alarak kullanan kapitalist (Marks sefil para sermaye der) esas büyük karları eden
sermayedar olur. Burada bilimsel üretim sürecinin ürünü, bedelsizce ya da çok az bir
masraf karşılığı mülk edinilir ve yeni karlar edinilir. Erken kapitalistleşen ülkelerin bir
anlamıyla üstünlüğü, belirli bir düzeyi geçmiş olan sermaye birikiminin bu ek

213
sermayeyi sadece yeni üretim dalının sermaye bileşenlerine kullanması olmuştur.
Burada “yeni”yi Marks’ın alıntısında tarif ettiği biçimiyle tanımladığımızı hatırlatmak
gerekiyor. Yeni bir buluşun metalaştırılması, yeni bir teknoloji, yeni bir ürün ya da
üretim süreci anlamında “yeni” ürün ve üretim dalından bahsediyoruz. Erken
kapitalistleşmiş ülkeler, bilimin icatlarından ve olanaklarından bedelsizce
yararlanmışlardır, ancak artı karlar için rekabet, bilimsel üretim sürecinin de
boyunduruk altına alınması girişimini getirmiş, bu üretimin ürünü mülk edinilmiştir.
Bugün, erken kapitalistleşmiş olan ülkelerden farklı olarak geç kapitalistleşen ülkelerde,
yeni bir ürün ya da üretim dalında uluslararası pazarda rekabet edebilmek için bilim ve
teknoloji üretimi de boşta kalan ek sermayenin maliyetleri arasına girmek zorundadır.
Yani teknoloji, teknolojik yenilik, icat lisansla satın alınmak zorundadır, kolaylıkla
kopya edilemez ve bu teknolojinin kullanımının “yapma bilgisi”ni edinme süreci bile
teknolojiyi veren şirketin denetimi altındadır. Ek sermayenin yatırılabileceği, yeni
(tamamen özgün) üretim dalları kurulabilecek olan alanın maliyetinde bileşenlere
teknoloji üretiminin payı, lisans ve patent olarak eklenmiştir. Çünkü bunun maliyetleri
arasına, o “yeniliği” bulmanın kapitalist maliyeti girmiş durumdadır. Somut bir örnek
göstermek gerekirse, Türkiye’de bir yerli sermaye grubunun uluslararası ortakla
kurduğu TOFAŞ-Fiat, otomobil üretim sürecinde bulunduğu pazarı koruyabilmek hatta
uluslararası ortakla birlikte girişilecek yeni yatırımları korumak, yeni ürün modellerinin
kendisinde üretilmesini sağlamak için, bölgesel pazara ya da genele hitab eden kendi
boyu ölçüsünde yenilikler geliştirmek zorundadır. İleride bu kısmi yeniliklere örnek
vereceğiz. Bu yeniliklerin geliştirilmesi için bir Ar-Ge yatırımına, değişmeyen ve
değişen sermayenin toplamı bir yatırıma ihtiyaç duymaktadır. Yani erken
kapitalistleşmenin üstünlüğüne sahip olmayan geç kapitalistleşen ülkelerde yeni üretim
dalına, yeni ürüne, yeni üretim sürecine ek yatırım yapıldığında, bunun içinde bilim
üretim sürecinin maliyeti belirgin biçimde yer almaktadır. Burada verdiğimiz örnek,
uluslararası sermayeyle eklemlenen oligopol niteliğindeki yerli sermayeye ait bir
örnektir ve ileride göreceğimiz gibi Ar-Ge ve bilim üretim sürecine sınırlı katkı
koyanların ve bundan uluslararası sermayeyle birlikte yararlananların bunlar olması
istisnai değildir. Daha sonra örneklerle göstereceğimiz bu sonuca işaret ettikten sonra,
yeni ürün ve üretim dalı konusunda geç kapitalistleşen ülkelerin dezavantajları
konusunu Marks’ın analizini sürdürerek biraz daha yorumlayalım.

214
Aslında geç kapitalistleşen ülkelerde sorun teknolojiye gelmeden önce başlar.
Esas sorun sermaye birikiminin, yatırımların düşüklüğüdür. Dolayısıyla en azından
imalat sanayinin geneli, oligopol sermayenin dışında serbest rekabetçi sermayenin de
içinde bulunduğu genel yapıyı ele alırsak bırakın ek sermayenin yeni üretim dallarına
(ve Ar-Ge üretiminin gerektirdiği sermayeye) yatırılmasını, üretken yatırımlarda karlılık
elde edebilecek ek sermaye yaratmak bile bir sorundur. Bu durum bizi yukarıdaki
sonuca tekrar döndürmektedir. Yeni ürünler, üretim süreçleri yani teknolojik geliştirme,
Ar-Ge (bilim üretim süreci) harcaması yapabilmenin koşulu geç kapitalistleşen
ülkelerde genel olarak imalat sanayi için zaten yok denecek kadar azdır. Yani Ar-Ge
politikaları, harcamaları, ancak sermaye birikiminde belirli bir aşamaya gelmiş, oligopol
sermaye düzeyinde olan ya da buna eklemlenmiş sermaye grupları için ek sermayenin
belirli bir bölümünün ayrıldığı harcamalar olabilirler.174 Öte yandan Türkiye örneğinde
görülmekle birlikte, 1990 sonrası dışa açık sermaye birikimiyle birlikte uluslararası
rekabet, uluslararası sermayeyle eklemlenme bu kesimlerin önüne bu sorunu dolaysızca
getirmiştir.

Bilim üretiminin, yani teknoloji üretiminin gerçek boyunduruk altına alınması


süreciyle olgunlaşan “icadın mesleğe dönüşmesi”, bilimsel araştırma ve geliştirmenin
de sermayeleşmesini getirmiştir. Dolayısıyla Gerschenkron’un geç kapitalistleşen
ülkelerde olasılık olarak gördüğü bileşik gelişme olanağının önüne bilimin kapitalist
boyunduruk altına alınmasıyla teknolojinin lisans, patent vb yoluyla mülk edinilmesi
geçmiş durumdadır. Benzer nedenler, teknoloji transferinin dolaysızca geç
kapitalistleşen ülkelerde teknolojik yetenek yaratmamasının altında yatan nedenler
olarak da değerlendirilebilir. Burayı da biraz ayrıntılandırmak teknoloji üretiminin mülk
edinilmesi sürecinin sonuçlarını daha fazla aydınlatacaktır. Çünkü bilimsel üretimin
maliyet bileşenleri kapitalizm tarafından iyice “rasyonalize edilmiş” haldedir. Sadece
teknolojik model üretmenin lisansı satılmamaktadır; aynı zamanda mühendislik
hizmetleri, modele ek özelliklerin geliştirilmesi için gerekli Ar-Ge hizmetleri de

174
Bu Carchedi’nin öncüllerine çıkarım olarak varmaktır, yani ters yönden bu sonuçlara ulaşmaktır.
Carchedi uluslararası üretim fiyatlarının oluşumunda, ülkelerdeki ikili yapıyı (oligopolcü rekabet yapısı
ile serbest rekabetçi yapı) tanımladıktan sonra, modal üretkenlik düzeyinin oligopol yapılar tarafından
belirlendiğini söyler (Carchedi, 1988, s.62). Yani ülkedeki genel üretkenlik düzeyini bunlar temsil
ederler, dolayısıyla emek üretkenliği, yenilik gibi yatırımları yapabilenler ağırlıklı olarak bu kesimlerdir;
ya da tersinden bunları yapabildikleri için ortalama emek üretkenliğini belirlerler (Carchedi, 1991).

215
satılmaktadır. Bunlar da bilim üretim sürecinin kademelenmiş parçaları arasına
girmektedir. İleride açıklanacak olan Ürün Ömrü Yönetimi Programı (PLM) buna iyi
bir örnektir. Üretilen ürünün tüm tasarım aşamalarını yazılım halinde planlayan bir
sistemden bahsedilirken, bu ürünün bakımı, ilgili mühendislik hizmetleri, ömrü de
tasarıma dahil edilmektedir.

Bu yüzden teknoloji transferi, geç kapitalistleşen ülkeye dolaysızca bir


teknolojik yetenek, katkı kazandırmamaktadır. Burada dolaysızca vurgusu önemlidir.
Çünkü sürecin doğası gereği, ilk kez karşılaşılan bir teknoloji icat karşısında, bu yeni
teknolojiyi öğrenmek için onu kullanmak, bakımını yapmak, giderek taklit etmek,
işlevlerini taklit etmek gereklidir. Bu erken kapitalistleşen ülkelerde de böyle
gelişmiştir, geç kapitalistleşen ülkelerde de böyle yürümektedir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, geç kapitalistleşme açısından sermaye birikimi


sorunu hala ana gündemdir. Üstelik teknolojinin içsel olarak gelişmesi, teknoloji
edinmekten çok teknolojik yetenek edinilebilmesi için, hatta teknoloji üretmek için
sermaye birikimi, üretim yapısı önündeki sorunlar halledilmelidir. Burada sermaye
birikimi bütünsel bir niteliği tarif etmektedir, nicelik açısından yeterliliği ifade etmez.
Herhangi bir teknolojiyi geliştirmek, üretmek, yüksek teknolojili ürünü üretmek için
nicelik olarak yeterli sermaye bulunabilir; ancak bu sermaye kesimleri için karlılık, dış
pazarla rekabet açısından düşük iken, teknolojinin ithalatı daha uygun hale gelir.175
Nicelik olarak sermaye yeterlidir; ancak sermaye birikimi bir sorun olarak durmaktadır.
Bu durumda ithal edilen teknolojinin etrafında geliştirmeler, özgün parçalar üzerinden
teknoloji geliştirme bir seçenek haline gelir. Öte yandan, geç kapitalistleşen ülkelerde
emek gücünün tarımdan, tarım dışı üretime geçişi hala sürmektedir. Bu yedek emek
gücünün fazla olması, “sınırsız emek arzı” demektir. Önce geç kapitalistleşen ülkelerde
bu durumu değerlendiren yaklaşıma kısaca değinecek sonra bu sınırsız emek arzının
sanayiye emek gücü göndererek göreli olarak üretkenliği artırmakla birlikte, teknolojik
yönden makinalaşma yerine emek gücünün kullanılması yönündeki sınırlarını
değerlendireceğiz.

175
1991 Sanayi Kongresi için bir araya gelen elektronik sektörü temsilcileri, bileşenleri ithal etmenin
yapmaktan daha ucuza geleceğini, sadece belirli bileşenlerin üretiminin desteklenmesinin daha iyi
olacağını söylerken niceliksel sermaye yetersizliğinden bahsetmemektedirler (MMO, 1991).

216
Arthur Lewis’in İkili Ekonomi modeli ve “sınırsız emek arzı” yaklaşımına göre,
geç kapitalistleşen bir ülkede, biri tarım ve hayvancılığa dayanan “geleneksel sektör”
diğeri ise sanayi olmak üzere iki sektör bulunmaktadır.176 Geleneksel sektörde gerçek
işsizlik yoktur ancak gizli işsizlik vardır; burada aşırı istihdam yüzünden ek işçinin
geleneksel sektördeki üretime katkısı sıfıra yakındır. Tarımda ücretler, gizli işsizlik ve
üretime yapılan katkının az olması nedeniyle düşüktür. Oysa sanayi sektöründe ek işçi,
Lewis’e göre, üretime yaptığı marjinal katkı kadar ücret alır. Bu ikili ekonomide iki
sektör arasındaki ücret farkı yüzünden tarımdan, sanayi sektörüne doğru göç yaşanır. Bu
göçün yarattığı işçi kitlesini emebilecek sanayi ölçeği henüz oluşmadığı için, kentlerde
işsizliğin arttığı, sınırsız emek arzı koşulu yaşanır. Bu sanayi kesiminde ücretleri geri
çeker. Emek yoğun sömürü yani ucuz işgücü sonucunda sanayi gelişse de ücretler
artmaz, geleneksel sektörden sanayi sektörüne emek arzı yüzünden işsizler ordusu
azalmaz. Ancak sanayi kesiminde ve genel olarak üretimde verimlilik artar. Lewis’e
göre, sanayi üretimi artarken, sermaye birikimi de gelişecektir. Tarım kesiminin
ekonomi üzerindeki ağırlığı azalacak, ekonominin bütününe sanayi kesimi egemen
olacaktır. Deraniyagala’nın vurguladığı gibi Lewis’in ikili modelleriyle başlayan bu
incelemeler, teknolojik değişimin geç kapitalistleşmedeki rolünün önemine yönelik
farkındalığı artırmaktadırlar (Deraniyagala, 2006, s.127). Ancak bu modeller teknolojik
olarak görece gelişmiş modern sektörün olduğunu varsaysalar da bunun nasıl
oluştuğunu incelemezler. Yani teknolojik değişimin “kara kutu”sunu incelemezler.
Burada geç kapitalistleşen ülkelerde tarımdan göç eden sınırsız emek arzının,
gelişmekte olan sermaye birikimi açısından teknolojinin maliyetine karşı reel ücretleri
baskılayan ve emek yoğun sömürüyü artıran yönüne değinmek gereklidir. Geç
kapitalistleşen ülkelerde ucuz emek nedeniyle sanayileşmenin gelişmesi bu emek
gücüne dayanmaktadır (Gerschenkron, 1998). Ancak sermaye birikiminin düzeyi ile
birlikte makinalaşma ve teknoloji edinme, giderek de teknoloji üretme ihtiyaç haline
gelmektedir. Türkiye’de tüketim mallarının üretilmeye başlamasının ardından dayanıklı
tüketim malları ve sonra ara mallar üretimine geçilmesi, aynı zamanda üretimdeki
teknolojik düzeyinde gelişmesini getirmiştir. Ancak geç kapitalistleşen ülkelerin

176
Lewis’in sınırsız emek arzı ve ikili yapı kuramı için bkz. (Deraniyagala, 2006, s.127), (Ercan, 1996,
s.98-100), (Yaman-Öztürk, 2006).

217
kimilerinde belirli büyüklükteki sermaye kesimleri için karlılığın dayandığı sınır,
yatırım malları üretimine geçmeyi bir ihtiyaç haline getirmektedir.

Yukarıda özelikle Ar-Ge etkinliğinin uluslararasılaşmasının geç kapitalistleşen


ülkeleri dıştan belirleyen bir etken olduğuna, bunun da uluslararası şirketler ve
uluslararası sermayeyle eklemlenen yerli büyük sermaye (oligopol yapı) açısından
belirleyici olduğunu vurgulamıştık. Belirttiğimiz gibi Ar-Ge’nin uluslararasılaşması
temelde üretken sermayenin uluslararasılaşması üzerine oturmaktadır. 1980 sonrası geç
kapitalistleşen ülkelerin önemli bir bölümünde dışa açık sermaye birikim biçimlerinin
ağırlıklı hale gelmesiyle birlikte geç kapitalistleşen ülkeleri de etkilemeye başlamıştır.
Bu konunun görünümlerini işleyen literatürde 1990’lı yılların başı dönüm noktası olarak
ele alınmaktadır. Geç kapitalistleşen ülkelerin dışa yönelik, dışa açık sermaye
birikimine yönelmeleri, uluslararası sermaye ile eklemlenmeleri aynı zamanda bu
ülkelerdeki oligopol yapının uluslararası sermayeyle eklemlenmesini getirmiştir.
Bununla birlikte, bu kesim için de Ar-Ge etkinliği, teknolojik yönden gelişme ihtiyacı
daha fazla ağırlık kazanmıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi 1990’lardan sonra
uluslararası kurumların, erken ve geç kapitalistleşen ülkeleri de içine alan Ar-Ge
harcamaları, standart enstitüleri, patent ve nitelikli emek gücüne dair izleme raporları,
yardımlar ve programlar belirlemesi, uluslararası şirketler kadar uluslararası sermayeyle
eklemlenen yeri sermayenin rekabet ihtiyaçlarına da denk düşmektedir. Bu çalışmanın
çıkardığı sonuçlara göre, yerli sermayenin oluşturduğu ve uluslararası sermaye ile ister
meta ya da para sermaye düzeyinde isterse üretken sermaye düzeyinde eklemlenen
oligopol yapının teknoloji ihtiyacı şu saiklerden kaynaklanmamaktadır: ülke içinde
üretimin kesimlerinin birbirine eklemlenmesini sağlayacak bir yapı oluşturmak ya da
bunun için üretim araçları üretmek. Bu yapının temel amacı, karlılığın düşmemesi,
pazarları korumak ve genişletmek, uluslararası sermaye ile eklemlenmek, uluslararası
pazarlarda rekabet gücünü artırmaktır. Bu ise bütün sektörler genelinde teknolojinin
gelişmesi ya da bütün dallar açısından girdi çıktı eklemlenmesinin güçlü olması
anlamına gelmemektedir.177 Uluslararası pazarları savunan, onunla eklemlenmiş olan bu

177
Televizyon üretimi için resim tüpü, elektronik için bileşenler önemli bir girdidir. On yıllardır
Türkiye’de bunların üretiminin yapılması önerilmektedir (MMO, 1991a). Ancak sermaye kesimi
açısından yan sanayi yaratmak öncelikli sorun değildir; rapordaki şirket temsilcilerinin belirttiği gibi
bileşenler ve resim tüpünü ithal etmek daha ucuzdur. Ancak bugün LCD ekran üretmenin pazarları

218
oligopol yapı için ülke içi teknolojinin gelişmesi, kendi üretim dalları ile ilgili olduğu
kadardır. Ben Fine ve Deraniyagala (2001), bunun teknoloji geliştirme açısından yararlı
olduğunda kime yaradığını şöyle aktarmaktadırlar:

Bazı serbestleştirme yandaşları, rekabetin artmasının bütün


sektörler genelinde üretkenliği artırıcı teknolojik değişimi teşvik
etmeye yeterli olduğunu savunurlar. … Bu tür basitçe kaçan
önermeler, teknolojik değişimin zaman zaman oligopolcü piyasa
yapılarında öne çıktığını gösteren alternatif çalışmaları göz ardı
etmektedir.

Zaten geç kapitalistleşmenin çelişkilerinden temel önemde olanı üretimin


eklemlenmemiş olması, üretim araçları üretiminin olmaması ya da zayıf olmasıdır.
Ancak son 20–30 yılı kapsayan dönemde bu ülkelerin bir bölümünde ağır sermaye
donanımına, tüketici elektroniğine doğru bir kayma gerçekleşti. Yani bu ülkeler
sermaye malları üretmeye başladılar (Berry, 1989, s.181). Sermaye birikiminin bu
düzeye gelmesiyle birlikte, elbette donanımı yüksek olan sermaye kesimleri için
teknolojik yenilik de gündeme gelmeye başlamıştır. İşte Ar-Ge’nin uluslararasılaşması
ile birlikte geç kapitalistleşen ülkelere doğru da yayılan bilim ve teknoloji kurumlarının,
politikalarının oluşturulması süreci, sadece uluslararası şirketlerin değil, geç
kapitalistleşen ülkelerde uluslararası sermaye ile eklemlenen bu kesimlerin ihtiyaçlarına
da yanıt vermektedir.

Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının bir başka işlevi ise erken kapitalistleşmiş


ülkelere göre çok sınırlı da olsa, geç kapitalistleşen ülkelerde “sınama tahta”ları
yaratmak, oluşanları uluslararasılaşan üretimin hizmetine sokmaktır.

2.6.9 Geç Kapitalistleşme ve Teknoloji: Kimi Sonuçlar

Özetlemek gerekirse, geç kapitalistleşen ülkelerdeki teknolojik gelişmeyi içsel


olarak belirleyen etkenler, ülke içi sermaye birikiminin durumudur. Özellikle artık
belirli yatırım malları, sermaye mallarını üretmeye başlayan kimi geç kapitalistleşmiş
ülkeler için uluslararası sermaye ile eklemlenme, dış pazarlara açılma, teknoloji
yönünden rekabeti daha fazla ihtiyaç haline getirmektedir.

kaybetmemek için aciliyet kazanması gibi, ithal etmenin karlılığı düşürdüğü durumda, teknoloji üretimi
gündeme gelmektedir.

219
Üretken sermayenin birikimi ve üretim yapısı açısından bu gelişimi dikkate
alınmadan geç kapitalistleşen ülkelerin erken kapitalistleşen ülkelere “yetişeceğini”
düşünmek yanıltıcıdır. Belirleyici olan teknoloji değil, sermaye birikimidir. Sık sık
tekrarladığımız gibi teknoloji bunun bir sonucudur.

Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkelerin bir kısmında yerli sermaye birikimi,
yatırım malları ve üretim araçları üretimi düzeyine gelmiştir. Ancak bu gelişme, bugün
“neoliberal” politikalar olarak adlandırılan sınıfsal politikaların ağır tahakkümü altında
gerçekleşmektedir. Bir yandan içe yönelik birikim sürecinin (“ithal ikameci
sanayileşme”) yapısal sorunları nedeniyle para sermaye ve döviz darlığı aşırı boyutlara
ulaştığı için, bu ülkeler kendilerini bu politikaların ağır mali yükümlülükleri altında
bulmuşlardır (Saad-Filho, 2007, s.194). Saad-Filho’nun belirttiği gibi bu politikalar,
büyük yerli ve yabancı sermayeyi kayırmakta, üretim yapısının eşgüdümünü
parçalamakta, öncelik planlamasını ortadan kaldırmaktadır (Saad-Filho, 2007, s.196).
Uluslararası sermaye ve iç birikimde öne çıkan yerli sermaye grupların “orman
kanunları” geçerli hale gelir. Üretimin eklemlileşmesinin yerini, bu sermaye
ortaklıklarının kendi çıkarlarına uygun eklemlileştirme girişimleri alır. Bu koşullarda
geç kapitalistleşen ülkelerin bir kısmında sadece pazar koşulları yüzünden değil, aynı
zamanda karlılıklarının gereği olarak yatırım malları üretimine yönelen sermaye
kesimlerinin ihtiyaçları, uluslararası sermayenin ihtiyaçları ile örtüşür.

Elbette bu, dışa açılmış, ihracatta belirli bir aşama kaydetmiş, uluslararası
sermaye ile eklemlenmiş ve merkezileşmiş yerli sermaye kesimleri için geçerlidir. Pek
çok durumda bu üretim, uluslararası sermaye ile ortaklıkla yapılmaktadır. Ancak
uluslararası sermaye ile eklemlenme sürecinde yerli sermayenin birikim gerekleri için,
kendi pazarını, yabancı ortağa karşı görece gücünü koruyabilmek için ürünlerde ve
üretim sürecinde teknolojik yenilik yapması gündeme gelmektedir. Öte yandan
uluslararası sermaye de, Ar-Ge’nin uluslararasılaşması ile birlikte farklı ülkelerde
bilimsel üretimin kendi birikimini tehdit etmeyecek ara aşamalarının geç kapitalistleşen
ülkelerde yapılmasına olanak tanıyabilmektedir. Bu örneğin, bölge ve ülke pazarlarına
göre özgülleşmenin, ürün farklılaştırmalarının gerektiği Ar-Ge faaliyetleri için geçerli
olmaktadır. Öte yandan bilim ve teknoloji üretiminin “sınama tahtası” niteliği gereği,
bağımsız ve yerel teknoloji geliştirme, icat yönündeki girişimlerin de sermaye

220
birikimine bağlanması, bu birikim kapanının genişlemesi, her yana uzanması anlamına
gelir. Bu da uluslararası sermayenin (ağırlıklı ve merkezi olan hala kendi bilimsel
üretimi olarak kalmakla birlikte) dünyanın her yanında zihinsel emek gücünün
yaratılarına el koyma becerisini artırmaktadır.

İşte tüm gelişmelere dayanarak Ar-Ge’nin uluslararasılaşması, geç


kapitalistleşen ülkelerde teknoloji teşviklerinin sağlanmasını, teknoloji yönünde tespit,
izleme ve destek kurumlarının kurulmasını getirdiği gibi, uluslararası sermaye ile
eklemlenen kesimlerin bu politikalara duyduğu ihtiyacı artırmıştır. Sık sık belirttiğimiz
gibi, Ar-Ge’nin uluslararasılaşması üretken sermayenin uluslararasılaşmasının belirli bir
aşamasında gerçekleştiği için onun kaçınılmaz eğilimleri, sonuçlarından ayrı
düşünülemez. Sürükleyici gücü uluslararası şirketlerdir. Bilim ve teknolojinin üretimi
eşit bir biçimde değil, aksine eşitsiz ve bileşik bir gelişme halinde dünyaya
yayılmaktadır. Geç kapitalistleşen ülkelerin hepsinde var olmamakta aksine bunlar
içinde Güney Kore, Tayvan ve yakınlarda Çin gibi, Ar-Ge harcamaları yükselen,
yatırım malları ve teknoloji düzeyi yüksek mallar üreten ülkeler gibi ülkelerden
başlamaktadır. Ar-Ge’nin uluslararasılaşması, ülkelere “teknoloji politikaları”
olanakları sunmakta, hatta bu “teknoloji politikaları”, uluslararası anlaşmalarla
doğrudan sektör teşvikleri ve çeşitli yatırım politika olanakları sınırlanan devletler için
sınırlı kalan teşvik araçları arasında önemli bir yer edinmektedir.

Böylelikle neoliberal devletin yeniden yapılanmasında “teknik” bir


müdahale olanaklı olmuştur. Teknoloji politikaları, teknolojinin fetişist
algılanması sonucunda, toplum karşısında tarafsız (nötr), siyasal katılımı
gerektirmeyen “teknik” müdahaleler olarak kavranmaktadır. Oysa teknolojinin
üretimi yukarıda aktardığımız gibi tarafsız değildir. Üstelik planlama türü makro
politikaların yerini mikro analiz, kurumlar ve firmalar arası analiz, bunların ilişkilerini
düzenleyen kurul ve kurumların oluşturulması alır. Makro perspektifin yerini mikroya
bırakması yeni Schumpeterci evrimci iktisat ile kurumsalcı iktisat yaklaşımının temel
niteliklerine çok uygundur.178 Bu yüzden bu akımlar güçlenirler.

178
Lapavitsas, yeni Schumpeterciler gibi yeni kurumsalcı iktisadın bilgi, kurum, toplumsal adetler ve
mikroiktisatı analizlerine dahil etmesinin, bu süreçle paralelliğini anlatmaktadır (Lapavitsas, 2007).

221
Gerçekte uluslararası sermaye ile onunla eklemlenen yerli sermayenin
ihtiyaçlarına yönelik olarak teknoloji geliştirmenin maliyetleri
toplumsallaştırılmaktadır. Artan Ar-Ge harcamaları, patent sayısı, toplumsal refahı
değil, gerçekte giderek yeni ihtiyaçların metalaşmasını, sermaye için özel mülk edinilen
karları getirmektedir. Buna karşılık nitelikli emek gücünün eğitilmesi için gerekli
üniversiteler, bu üniversitelerin sanayi ile işbirliğini oluşturmak için geliştirdikleri
bilimsel altyapılar, özel bir üretimin değil toplumsal bir üretim ve birikimin
sonucudurlar (Narin, 2008a ve 2008b). Kapitalist toplumda bilimin üretimi de kapitalist
üretimin yasalarına tabi olmuştur: Emeğin toplumsallaşmasına karşılık, ürününün özel
mülk edinilmesi yasası, bilimin maliyetinin toplumsallaşmasına karşılık ürününün özel
mülk edinilmesi biçiminde işlemektedir.

Bu kayıtlar dikkate alındığı takdirde, yeni Schumpeterci iktisat akımının,


önerdiği teknoloji politikalarının içeriğinde olumlu ve olumsuz yanlar ayrıştırılabilir.
Teknoloji ve bilimin üretimi, kapitalist birikim sürecinin bir parçası haline gelmektedir.
Parçası haline geldikçe de bilimin ve teknolojinin üretiminin bizzat kendisi odak
noktasına oturtulmakta, bu üretimin koşulları, girdi ve çıktı ilişkileri, verimliliği daha
fazla masaya yatırılmaktadır. Evrimci okulun, üniversitelere, üniversite sanayi işbirliği
modellerine, kurumlara verdiği önem bu açıdan anlamlıdır ve kapitalist üretim içinde
bir sanayi haline gelen teknoloji üretimini sermaye birikimi perspektifinden
değerlendirebilmek için ele alınması gereken olumlu olgulardır. Teknoloji üretiminin
ülke içi dinamiklerini incelemek gereklidir. Burada evrimci akım ile Marksist akım
arasındaki yaklaşım farkı tekrar ortaya çıkar. 1970’lerde “azgelişmişlik”, “geri
kalmışlık”, “bağımlılık” olarak tarif edilen ilişkinin yerini, teknolojik açığın
kapatılması, “yetişme” almış, sermaye birikimi ve onun yapısal temelleri göz ardı
edilmiştir. Teknoloji fetişizmine neden olan asli öğelerden biri budur. Teknolojinin elde
edilmesi ve üretilmesinin yapısal temelleri olan sermaye birikimi yok sayılmaktadır. İşte
teknolojik yeteneğin yapıya oturması ve birikim haline gelmesi, teknoloji üretiminin
üretim yapısı içinde kalıcı olarak var olması için gerekli olan asli koşullara işaret
edebilecek olan kuramsal çerçeve Marksist yaklaşımdır. Buna göre, geç kapitalistleşen
ülkenin teknolojik yapısında köklü bir değişim gerçekleşmesi, ülkenin teknolojik
yetenek edinmek anlamında teknoloji üretmeye başlaması için

222
• üretim araçları içindeki teknolojik değişimin iç birikime özgül olmaya
başlaması,
• üretim araçlarının üretimi
• ve asıl olarak da üretim araçları üretimi ile o ülkedeki bilim üretimi arasındaki
ileri geri bağlantıların üretim yapısı içinde kurulmuş olması

gereklidir.

Kuşkusuz üretken sermayenin uluslararasılaştığı, çoğu ülkede üretim araçları


üretimi ile tüketim araçları üretimi devrelerinin ülke dışına taştığı bir yapıda tam bir
eklemlenmeyi beklemek doğru değildir. Yani erken kapitalistleşen ülkelerde daha
büyük oranda görüldüğü gibi, üretilen üretim araçlarının teknolojik niteliklerini
belirleyen temel bilimsel ve teknolojik geliştirmelerin çoğunun ülke içinde yapılmaya
başlanmasını geç kapitalistleşen ülkelerde de beklemek anlamlı değildir. Bilim
üretiminin kendisi de sermaye birikimi ile bağlı yapısı yüzünden eşitsiz gelişecektir.

Evrimci akım teknolojinin ülke içinde üretilebilmesi için teknoloji transferinden


öte, ülke içi teknolojik yeteneklerin geliştirilmesine yoğunlaşmak gerektiğini ileri
sürmekle olumlu bir yerde durmaktadır. Ancak teknolojiye dair bakışı, kapitalist üretim
ilişkilerinden soyutlanmış olduğu için, üretimin karakteri ile teknoloji üretimi, teknoloji
kapasite ve yeteneğinin yapısal nitelikleri arasındaki bağı kurmasını engellemektedir.
Teknoloji üretimi, üretim araçları üretimi ile yapısal bağları oluşturduğunda,
görece sağlıklı bir ileri geri bağlantı etkisi kurduğunda, ancak o zaman, ülke içi
üretimin yapısal bir birikimi, yeteneği haline dönüşebilir. Bu koşul yerine
getirilmediği sürece, daha büyük bir dalganın, yani Ar-Ge’nin uluslararasılaşması
tarafından belirlenen sürecin edilgen bir parçası olarak kalır. Bu durumda ise bugün geç
kapitalist ülkelerin yatırım malları üretmeye başlayanlarında görüldüğü gibi, Ar-Ge
kurumları ve teknoloji politikaları başka sonuçlara yol açar. Uluslararası pazarlarda
rekabet için kullanılan teknoloji ve ürünlerin üretilmesi sürecinde maliyeti
sosyalleştirmek ve yeni sınama tahtaları, “kuluçka ortamı” yaratmak.

Kısacası, geç kapitalistleşen bir ülkenin, teknolojik değişimini değerlendirmek,


teknoloji üretme kapasitesini yapısal olarak ölçmek için bu teknolojik değişimi

223
güçlendiren, tetikleyen ve onun temelini oluşturan üretim araçları sektörüne bakmak
önemlidir.

2.6.10 Üretim Araçları Üretiminin Teknoloji ve Kapitalist Gelişme


Açısından Önemi

Hem Marksist akım açısından hem de özellikle başlangıcında Schumpeter ve


Schumpeterci okul açısından üretim araçları üretiminin (ikinciler açısından “yatırım
malları” üretiminin) teknoloji ve kapitalist gelişme bakımından önemli bir yeri vardır.
İlki açısından üretim araçları üretimi, emek üretkenliği artışının yayıldığı, sürükleyici ve
yaygınlaştırıcı temel dinamiklerden biridir. Üretim araçlarının üretimindeki gelişmeler,
hem tüketim malları üretimini hızlandırıp, emek üretkenliğini artırır, hem de bu kesimde
kullanılan üretim araçları üretimini artırarak, katlanan bir etkinliğe sahip olur.
Schumpeterci okulun da Marksist akımdan alarak geliştirdiği alanlardan biri bu
olmuştur179: Yatırım malı niteliğindeki üretim araçlarının üretiminin teknolojinin
yayılımı açısından önemi. Bu sektörün teknolojik yeniliklerin büyüyüp, yayılması için
bir merkezkaç kuvveti etkisi yaptığı belirtilmektedir (Rosenberg, 1963, 1976 ve 1982),
(Mowery ve Rosenberg, 1999), (Kathuria, 1999). Üretim araçları üretiminde yapılan her
teknolojik yenilik ya da maliyeti düşüren ürün yeniliği, tüketim malları üretimine
“sermayeden tasarruf eden” yenilikler olarak yansımaktadır. Emek üretkenliğini artıran
bu yeniliklerin, kesim II içindeki etkisi aynı zamanda bununla sınırlı kalmamakta,
“emekten tasarruf eden” ve “sermayeden tasarruf eden” değişiklikler olarak iki yönlü
yansıyabilmektedir.

Teknolojik değişimi ve yayılımı sağlamada üretim araçları üretiminin rolü çok


boyutludur. Ürün ya da süreçteki herhangi bir yenilik, ilerleme ve değişim, teknolojik
olarak daha ileri bir makina gerektirir. Bu makinanın üretilmesi ise bu ürün ve
sürecin kopyalanması, yani yayılmasını da kolaylaştıran bir etken haline gelir. Bu
yüzden üretim araçları üretiminin niteliği ve teknolojik düzeyi, o ülkenin teknoloji
edinmesinin (teknoloji transferi) yanı sıra teknoloji üretme dinamikleri üzerine

179
İki akım arasındaki geçiş aşamasını oluşturması açısından Nathan Rosenberg, öğreticidir. Sosyalist
İktisatçılar Konferansı yayınları arasında basılan “Bilim, Teknoloji ve Emek Süreci” kitabına yazdığı
makalede sermaye malları üretiminin Marks’ta tuttuğu yeri ön plana çıkartan Rosenberg, daha sonra bu
kesimdeki teknoloji gelişimini ve yayılımını değerlendiren yayınlar yapmıştır (Rosenberg, 1976, 1982).

224
önemli ipuçları verir. Zaten tez çalışmamızda bizim de teknolojik değişmeyi
incelerken üretim araçlarını merkeze almamızın nedeni budur.

Üretim araçları üretiminde teknolojik değişimin ve yayılmanın bu merkezi


önemini ilk olarak vurgulayan Nathan Rosenberg olmuştur (Rosenberg, 1976). Daha
sonra Fransman da bu kesimin teknolojik değişim açısından önemini vurgular
(Fransman, 1984). Fransman bunun yanı sıra, geç kapitalistleşen ülkeler için bu kesimin
önemine özel vurgu yapar ve bunu üç nedene bağlar. Makinalaşma, verimliliği
artırmakta, üretim sürecindeki “öznel insan kararını” ortadan kaldırıp denetimi
artırmaktadır (Fransman, 1984, s.601). İkincisi bu kesimde bu ülkelerdeki diğer
sektörlere göre daha hızlı verimlilik artışı ve büyümede daha fazla esneklik olması
olanaklıdır. Son olarak da sermayeden tasarruf eden yenilikler bu sektörde
gerçekleşirler ve yayılarak ekonominin bütünü için verimlilik artışı yaratırlar.

Rosenberg’in ilk olarak vurguladığı bu son neden, Fransman tarafından erken


kapitalistleşmiş ülkelerin başarılı performanslarının altındaki temel nedenlerden birisi
olarak görülür. Geç kapitalistleşen ülkeler açısından ise, sermaye oluşumunun düşük
olması ve bu birikimin artış oranının az olması yüzünden ortaya çıkan sorun, iki yazar
tarafından da sermaye malları kesiminin olmaması ile ilişkilendirilir. Yine de geç
kapitalistleşen ülkeler için teknoloji geliştirmek, teknoloji transferiyle ya da yeni ortaya
çıkan teknolojik paradigmayı benimsemekle sıçranacak kadar kolay gözükmemektedir.
Aksine, teknoloji geliştirme, teknoloji üretme süreci yeni teknolojik gelişmelerin geç
kapitalistleşen ülkeler açısından içselleştirilmesi anlamına gelmektedir. Evrimci
yaklaşımın öğrenme süreci olarak öne sürdüğü ve firma düzeyinde incelemeye
yöneldiği alan, teknolojinin içselleştirilmesi, teknoloji edinmekten öte teknoloji üretir
hale gelinmesi sürecidir. İşte biz de bu nedenle tez çalışmasında teknolojiyi
içselleştirme ve giderek de üretme sürecinde önemli bir gösterge olan üretim araçları
üretimini irdelemekteyiz.

Üretim araçları üretimi, son on yıllarda erken kapitalisteşen ülkelerle sınırlı


kalmamıştır. Örneğin, üretim araçları içerisinde dolaysız ve merkezi bir rol oynayan
makina üretimi geç kapitalistleşen ülkelerin bir bölümünde de belirli bir gelişme
göstermiştir. “Hindistan, Güney Kore, Tayvan ve Arjantin gibi ülkelerin deneyimleri,
gelişmekte olan ülke ortamlarında etkili bir makina üretiminin ‘yavaş yavaş

225
geliştirebildiği’ yönündeki iddiayı desteklemektedir” (Matthews, 1991, s.67). İleride
göreceğimiz gibi Türkiye’de de makina üretimi özellikle ele aldığımız dönemde gelişme
göstermiştir. Bunun teknoloji transferinden (teknoloji edinme) teknolojiyi içselleştirme
ve giderek de üretmeye doğru gelişen aşamalar açısından önemli sonuçları vardır.

Üretim araçları üretimi, özellikle makina üretimi ile ürünü alan tüketici arasında
teknolojik yenilik açısından karşılıklı ve etkin bir ilişki vardır. Bu karşılıklı birbirini
destekleyen ve uyaran ilişki önemli bir yenilik kaynağıdır. Bu yenilik kaynağı,
yeniliklerin yayılmasını ve büyümesini de hızlandırır. Ancak yapılan araştırmalar, bu
etkileşimli ilişki sürecinin erken kapitalistleşmiş ülkeler ile geç kapitalistleşmiş
ülkelerde farklı biçimler aldığını göstermektedir. Örneğin Japonya ve Tayvan’da
yapılan bir araştırmada, makina imalat sanayindeki şirketlerden tasarımlarda ve satış
fiyatlarındaki iyileştirme-geliştirmelerin neye göre yaptıkları sorulmuştur. Japon şirket
temsilcileri, dış ve iç pazardaki müşterilerden aldıkları tepkileri ilk sıraya koymuşlardır.
Buna karşılık Tayvanlı şirket temsilcileri rakip şirketlerin ürünlerini belirleyici olarak
ilk sırada göstermişlerdir (Matthews, 1991, s.67). Geç kapitalistleşen ülkeler, erken
kapitalistleşen ülkelerdeki teknolojik yenilik ve ürünleri, önce kopyalayarak, teknolojik
yetenek elde etmektedirler. Yeni bir makina üretilmesi ya da makinaya özgün teknolojik
özellikler eklenmesi bundan sonraki aşama olarak gelmektedir. Bu aşamada
müşterilerden ek özelliklere dair talepler, yenilik ve geliştirmenin kaynağı olarak
imalatçıların gündemine girmektedir. Matthews’in aktardığına göre, bu konuda sistemli
bir çalışma yürüten ve Arjantin makina imalat sanayinin inceleyen Cortes’in bulguları
da bu sürece uymaktadır.

Biz de çalışmamızda, ele alınan dönemde teknolojik gelişmenin hem ölçüsü hem
de yerleşmesini gözlemek, sınamak açısından incelememizi üretim araçları üretimi
kesiminin durumu ve bu kesimin belli başlı sektörlerindeki değişim ile sınırlı tutacağız.
Öncelikle bundan sonraki bölümde üretim araçları üretimi adı altında, uluslararası
kurumların sınıflandırmalarında kullandıkları “yatırım malları”nı üretim araçları üretimi
çerçevesinde ayrıştıracak ve öyle kullanacağız.

226
BÖLÜM 3

3. 1996–2005 DÖNEMİNDE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ,


TEKNOLOJİK DEĞİŞİM

Bu bölümde, 1996–2005 yılları arasında üretim araçları üretiminin gelişimini ve


bu üretimdeki teknolojik değişimi inceleyeceğiz. Daha önce imalat sanayinin üretim
yapısındaki teknolojik değişmeyi genel olarak değerlendirdik. Şimdi üretim araçlarını
merkeze alıyoruz. Sadece üretim araçlarında teknolojik değişmeyi incelemekle
yetinmeyecek, aynı zamanda bir bütün olarak bu kesimdeki üretimin değişimini de ele
alacağız. Çünkü üretim araçları sektörünün gelişimi, bir bütün olarak imalat sanayinin
teknolojik değişimini belirlemektedir. İleri bağlantı etkisiyle, imalat sanayinin
genelinin teknolojik niteliğini ve değişimini etkilerken, geri bağlantısı ile teknoloji
üretimini, yani bilim üretimini belirlemektedir. Bu nedenle belli başlı üretim araçları
sektörlerini incelerken, sektör değerlendirmesi yapacağız. Bu sektör
değerlendirmelerinde teknolojik değişimi irdeleyeceğiz. Ancak esas olarak ilgili
sektördeki teknolojik değişimi bir çıktı olarak görüp göremeyeceğimize bağlı olarak
eğer gelişmiş ise geri bağlantıya yani teknoloji üretimine ulaşmaya çalışacağız.

Marksist yaklaşımı temel alan artı değer ve değer kuramı çerçevesinde


oluşturmaya çalıştığımız teknoloji yaklaşımı uyarınca, bilim üretim sürecinin
göstergelerini görece daha sağlıklı biçimde görebilmenin yolu bu sektörün üretiminin
değişimini değerlendirmekten geçmektedir. İncelediğimiz on yıla damgasını vurmuş
olan, önümüzdeki yılları da belirleyen, teknolojik gelişme göstergelerinin ölçülmesi,
değerlendirilmesi sorunu, kısmen bu biçimde ele alınabilir. Yeni Schumpeterci’lerin
mikro araştırmalar ve sektör araştırmaları ile kurumsal ilişkileri birleştirerek bu soruna
çözüm arama yöntemlerinin eksikliği sadece sermaye kuramlarının eksikliğinden
kaynaklanmamaktadır. Teknolojinin kara kutusunu görünür kılmak yönünde dikkat
çektikleri görünümler doğru olsa da, bu görünümlerin mikro incelemeleri ve bunların
sonra toplulaştırılması başlıbaşına bir sorundur. Parçaların eklemlenmesi bütünü
yaratamamakta, organların bir araya getirilmesi bedeni canlandıramamaktadır.
Toplulaştırma yerine bütünsel bir bakışa ihtiyaç vardır. Aşağıda sermayenin
genişletilmiş yeniden üretimi çerçevesinde üretim araçları kesimini ele alarak, teknoloji
üretiminin zor ve örtülü olan göstergelerini yakalamaya, buradan hareketle teknolojik

227
değişimin yanı sıra teknoloji üretiminin durumunu irdelemeye çalışacağız. Bu
nedenle, Türkiye’de imalat sanayinde üretim araçları üretimini, teknolojik düzeyini ve
uluslararası işbölümü ile eklemlenme düzeyini inceleyeceğiz.

Üretim araçları üretimine bakarken ayırt edilmesi gereken temel sorun yatırım
malları sektörünü sağlıklı bir biçimde değerlendirmektir. Türkiye’de 1996–2005 yılları
arasında yatırım malları sektöründe bir canlanma görülmektedir. Buradan kalkarak
Türkiye’de teknolojik bir değişimin yaşandığını, teknoloji üretilmeye başlandığını
söylemek olanaklı mıdır? Yoksa bu verilerin başka bir filtreden geçirilmesi gerekli
midir? Yatırım malları sektöründeki canlanmanın üretim araçlarının üretimi açısından
anlamı nedir? Bu soruları yanıtlayabilmek için yatırım malları ile üretim araçlarını
ayrıştırmak gerekmektedir. Bundan sonraki alt bölümde bunu yapmaya çalışacağız.
Daha sonra teknoloji üretiminde ve teknolojik gelişmede yapısal bir değişimin
gerçekleşip gerçekleşmediğini anlayabilmek için yatırım malları niteliğindeki üretim
araçları üreten belli başlı sektörleri değerlendireceğiz.

3.1 “Yatırım Malları”ndan Üretim Araçları Üretimine, Kategorinin


Ayrıştırılması

İmalat sanayi sınıflandırılırken üç ana bölüme ayrılır: tüketim, ara mallar ile
yatırım malları üreten imalat sanayi. Bu üç bölümün tanımlaması uluslararası
sınıflandırmalara göre yapılmaktadır ve DPT gibi kurumlar da bu sınıflandırmayı
kullanmaktadırlar.180 ISIC gibi uluslararası sanayi sektörleri sınıflandırmaları ile uygun
olarak Zafer Yükseler ve Ercan Türkan’ın 2006 tarihli raporunda “Devlet Planlama
Teşkilatı’nın üretim sınıflandırmasına paralel olarak” yatırım malları, ara mallar ve
tüketim malları şu şekilde toplulaştırılmıştır:

Genellikle Tüketim Malları: 1. Gıda ve İçecek Ürünleri; 2. Tütün Ürünleri; 3.


Tekstil Ürünleri; 4. Giyim Eşyası; 5. Deri, Bavul, Ayakkabı; 6. Mobilya, Diğer İmalat.

180
TUİK sermaye malları olarak adlandırdığı yatırım mallarını şöyle tarif etmektedir: “Sermaye malları,
mal ve/veya hizmet üretimi için kullanılan, ham madde ve yakıt dışında kalan diğer mallardır. Bunlar
fabrika binaları, makinalar, lokomotifler, kamyonlar ve traktörleri içermektedir. Arazi genellikle bir
sermaye malı olarak dikkate alınmamaktadır” (TUİK Ağ Sayfası).

228
Genellikle Ara Malları: 1. Ağaç ve Mantar Ürünleri; 2. Kâğıt ve Kağıt
Ürünleri; 3. Basım ve Yayım; 4. Kok Kömürü, Petrol Ürün; 5. Kimyasal Ürünler; 6.
Plastik ve Kauçuk Ürün; 7. Metalik olmayan diğer Mineral Ürünler; 8. Ana Metal
Sanayi.

Genellikle Yatırım Malları: 1. Metal Eşya Sanayi; 2. Makina ve Teçhizat


İmalatı; 3. Büro, Muhasebe ve Bilgi İşlem Mak.; 4. Elektrikli Makina ve Cihazlar; 5.
Haberleşme teçhizatı, Radyo TV; 6. Tıbbi, Hassas Optik Alet Saat imalatı; 7. Motorlu
Kara Taşıtları; 8. Diğer Ulaşım araçları

Kuşkusuz her kategoriye giren alt sektör sayısı bundan fazladır, ancak genel
olarak çalışmalar bu sektörlerle sınırlı tutulmaktadır. Bu sınırlandırma anlamlı sonuçlar
çıkarmak için yeterlidir.

Ancak biz bu çalışmada, toplumsal üretimi iki kesimli bir ekonomi olarak ele
alacağız. Üretim araçlarının üretimi ile tüketim ya da geçim araçlarının üretimi olarak
iki kesimli bir ekonomide, üretim araçları şöyle tarif edilmektedir: 1- Makina, alet, araç
ve gereçler, bina; 2- hammadde, ara girdi, enerji ve yakıt. Tüketim araçları, üretime
girdi olmayan doğrudan tüketim amacıyla kullanılan, son kullanıcının, müşterinin
kullandığı ürünler olarak tanımlanmaktadır.

İki kesimli yaklaşım ile genel ekonomik sınıflandırmalar arasında bir örtüşme
olduğu kadar önemli ayrımlar da bulunmaktadır. Yatırım malları, iki kesimli ekonomide
üretim araçlarına karşılık gelir gibi görülmektedir ancak yatırım mallarında aşağıda
sınıflandırmada belirteceğimiz sorunlar vardır. Yatırım malları içerisinde üretim araçları
kategorisine girmeyenleri ayırarak sınıflandırmayı şöyle yapabiliriz. Hemen belirtmek
gerekiyor ki, hem alt sektörler düzeyindeki incelemenin sınırları ve kısıtlılıkları, hem de
çalışmanın kapsamı açısından bu genel tablonun kesin bir resminden öte, belirli sınırlar
dahilinde düzeltilmiş hali olarak görülmelidir. Daha kesin istatistiksel inceleme ve
ayrıştırmanın ilk adımı olabilir. ISIC Revize 3. sınıflandırması kullanarak, tüketim aracı
ile üretim araçları (yatırım malı olan üretim aracı ile ara mal olan üretim aracı)
sınıflandırmasını şöyle yapıyoruz:

229
Tüketim Malı Sanayileri:
Tüketim araçlarının üretildiği Kesim II kapsamına giren sanayilerin ISIC Revize 3’e
göre kodları şöyle sınıflandırılabilir:
• Gıda ürünleri ve içecek imalat sanayi (15),
• Tütün ürünleri imalatı (16),
• Tekstil ürünleri imalatı (17) ile giyim ve deri imalatı (18),
• Mobilya imalatı (36),
• Basım ve yayım, plak, kaset vb. kayıtlı medyanın çoğaltılması (22),
• İlaç (2423),
• Sabun ve temizlik, parfümeri, kozmetik diğer tuvalet ürünleri (2424),
• Kimi rafine petrol ürünleri imalatı (2320 bir kısmı),
• Plastik ve kauçuk ürünleri(2513, 2524),
• Metal olmayan mineral ürünler, porselen, cam, çanak, çömlek imalatı (2691,
2692, 2699),
• Metal eşya ve ev aletleri (286, 293, 33, 36’nın bir kısmı),
• Radyo, televizyon, iletişim aletleri üretimi (sadece 323)

Ara-üretim malı sanayileri


• Mobilya hariç ağaç ve mantar ürünleri imalatı (20)
• Kâğıt ve kağıt ürünleri imalatı (21)
• İlaçlar, temizlik malzemeleri ve konutlara yakıt hariç kimyasal malzemeler,
kauçuk, kömür ve lastik imalatı (23, 24 ve 25 kodlu sektörlerin bir kısmı)
• Çömlek, porselen hariç ametal mineral imalatı (2691 ve 2610? Hariç 26
kodlu sektör)
• Ana metal sanayi 27
• Metal eşya sanayinin bir kısmı (281 dahil)

Yatırım-üretim malı sanayileri


ISIC Revize 3 sınıflandırmasına göre, üretim araçları olarak değerlendirilmesi
gereken yatırım mallarını şöyle sınıflandırmak olanaklıdır.

230
• Makina ve teçhizat imalatı (291, 292): Makina imalat sanayi. Soğutma,
sanayi tipi havalandırma, depolama cihazlarından181, tarım makinaları, iş
makinalarına, takım tezgâhlarına üretim araçlarının çekirdeğini oluşturuyor.
• Haberleşme Teçhizatı (321, 322). Radyo, televizyon (323) tüketim malları
sınıfına girdiği için bu alt sektörün dışında tutulmalıdır.
• Elektrikli makina ve gereçleri (31). Burada hata payını ortaya koymak
açısından, tüketim malı olan pil ve lamba üretimini çıkarmak daha kesin bir
veri elde etmeyi sağlayabilirdi ama bunu ayırt etmek olanaklı değil. Ayrıca
elektrik motoru, jeneratör, transformatör ile tel ve kablo imalatının daha
ağırlıklı yer tuttuğunu varsaymak hata payını küçültecektir.
• Ulaşım ve Taşımacılık araçları (34*, 3511, 352, 353). Taşımacılık, ürünlerin
değerinin oluşmasında etkendir.182 Bu nedenle kamyon, karoserli taşıt üretimi,
üretim araçları üretimine (yatırım malları) girebilir. Ancak bunları içine alan
341 kodlu “motorlu kara taşıtları” sınıflandırması binek araçlarını da
kapsamaktadır. Bu nedenle kamyon, kamyonet, otobüs gibi ticari araçları
hesaplamak, tüketim malı niteliğindeki özel binek araçları ayıklamak
gereklidir. Bunun için üretilen kamyon, kamyonet, römorklu araç gibi ticari
araç sayıları ile binek aracı üretiminin yıllara göre bir kıyaslaması yapılarak,

181
Depolama ürünlerinin üretimi üretim aracı üretmektir. Bu nedenle Kesim I’e girebilir: “Meta-
sermayenin pazarda meta arzı olarak kalması, binaları, depoları, ardiyeleri, ambarları bir başka deyişle,
değişmeyen sermaye harcamasını gerektirdiği gibi, bir de, metaların buralara yerleştirilmesi için emek
gücü ödemesini gerektirir. Üstelik metalar bozulurlar ve hava koşullarının zararlı etkilerine maruz
kalırlar. Metaları bunlara karşı korumak için, kısmen malzeme biçiminde emek aletlerine, kısmen de
emek gücüne ek sermaye yatırılması gerekir” (Marks, 1992, s.128).
182
Taşımacılık, üretken sermayenin bir işlevidir.

“… burada emeğin nesnesinde maddi bir değişiklik de ortaya çıkar –uzamsal bir değişiklik, yer
değişikliği ortaya çıkar. … … metalarla ilgili olarak düşünürsek, bu durumda çalışma sürecinde emeğin
nesnesinde, metada bir değişiklik ortaya çıkar. Metanın uzamsal konumu değiştirilmiştir ve bununla
birlikte metanın kullanım-değerinde bir değişiklik olur, çünkü bu kullanım değerinin yeri değiştirilmiştir.
Kullanım değerindeki bu değişikliğin gereksindiği emek ölçüsünde, metanın değişim değeri artar –
gereksinilen emek, kısmen değişmeyen sermayenin aşınmasıyla, yani metaya giren toplam maddeleşmiş
emekle kısmen de canlı emekle belirlenir, tüm öteki metaların değerini artırma sürecinde olduğu gibi.

Meta gideceği yere ulaşınca, onun kullanım değerinde meydana gelen bu değişiklik ortadan kalkar ve
yalnızca metanın daha yüksek değişim değerinde artırılmış meta fiyatında ifadesini bulur” (Marks,
1998:385–86). Ayrıca bkz. (Marks, 1990, s.237), (Marks, 1992, Altıncı bölüm, Kısım III) ve özellikle s.
136–139.

231
ağırlıklı eğilim gözetilebilir.183 Bunun yanında gemi, lokomotif gibi taşıma
araçlarını da katmak için 3511, 352, 353 de yer almalıdır.
• Bilimsel optik, ölçüm aletleri (331). Özellikle biyogenetik alanındaki son
gelişmeler de dikkate alındığında tıbbi aletleri de üretken sermayenin etkinliği
kapsamına alabilmek çok daha mümkün hale gelmektedir. Bu olmasa bile 331
numaralı ISIC revize 3 sınıflandırmasında yer alan tıbbi, hassas aletler, ölçme
cihazları, sanayide kullanılan işlem kontrol teçhizatı, üretim araçları içerisinde
alınmalıdır.
• Büro ve bilgi işlem makinaları (30) Bu tartışılmaya muhtaç bir alandır.
Burada iki tür sorun bulunmaktadır. Birincisi tüketim malı olan bilgi işlem
makinalarının durumu. İkincisi ise üretken olmayan alanlarda, hizmet
sektöründe, finans, muhasebe gibi alanlarda kullanılan büro ve bilgi işlem
makinalarının oranı sorunu. Üretim olarak incelediğimiz dönemde önemli bir
pay oluşturmamaktadır, ithalatı ise giderek büyümektedir. Belirli bir hatayı
göz önüne alarak bu alanı üretim araçları içerisine katıyoruz.

Çalışma boyunca üretim araçlarının üretimi, bu perspektifle ayrıştırılacak ve


1996–2005 dönemi içindeki gelişimi incelenecektir.

3.2 Yatırım Malı Olarak Sınıflandırılan Üretim Araçları Üretimi

Yukarıdaki tanımlama ve sınırlandırmalardan kalkarak, yatırım malı


kategorisindeki üretim araçlarını şu alt sektörler altında inceleyeceğiz. Bu uygulanan
yatırım malı kategorisi üzerinden yapılan bir düzeltme niteliğindedir. Düzeltmenin
temel niteliğini, elektrikli ev aletleri (TV, çamaşır makinasi vb.), özel binek aracı
niteliğindeki motorlu taşıt üretimini tüketim malları kategorisinde sayarak, yatırım
mallarını üretim aracı ile sınırlama amacı oluşturmaktadır. Alt sektörleri burada biraz
daha ayrıntılı ayrıştırmaya çalıştık; ISIC Revize 3 temelinde 3 hatta kimi zaman 4 hane
niteliğinde ayrıştırmaya gittik. Ancak tabii ki daha kesin bir ayrıştırma üzerinden veri
oluşturmak da mümkündür. Yine de ana hatları ile bir gelişimi görmek açısından bu
verilerin yeterli olacağı da açıktır, zira yukarıda sınıflandırma sırasında hata payları,

183
Sektör derneklerinin verilerinden özel binek arabaları ayıklamak gerektiği kadar traktörleri de
ayıklamak gereklidir. Çünkü GTİP sınıflandırmasında bunlar da motorlu kara taşıtları içine alınmaktadır.
Bu ayıklama kuşkusuz genel hatlarıyla bir yaklaşım olacaktır.

232
sınıflandırmanın net olmayan yönleri ifade edilmiştir. Bu sınıflandırma ve veri
oluşturma sırasında dışarıda bırakılan ya da dâhil edilen alt sektörlerin sektör içindeki
payı gözetilmiş, hata paylarının sektörün eğilimine fazla etki etmemesine dikkat
edilmiştir.

1- Makina ve Teçhizat İmalatı (291, 292)


2- Büro, Muhasebe ve Bilgi İşlem Makinaları imalatı (30)
3- Elektrikli Makina ve Cihaz imalatı (31)
4- Haberleşme Teçhizatı (321, 322).
5- Bilimsel optik, ölçüm aletleri (331).
6- Ulaşım ve Taşımacılık araçları (34*, 3511, 352, 353)

Yatırım malı kategorisindeki üretim araçlarını bu şekilde tanımladıktan sonra,


bu ayrıştırmayı ayrıntılı incelemek gereklidir. İmalat sanayi genelinde yatırım malları
içerisinde sayılan 3 sektörün gelişimi önemli boyutlardadır. Haberleşme Teçhizatı,
Ulaşım ve Taşımacılık araçları ile Makina ve Teçhizat imalatı. Bu üç sektör de
incelediğimiz dönem içinde parlak bir gelişim sergilemişlerdir, ancak yukarıda da
belirttiğimiz gibi bu parlak gelişmenin içinde yatırım malları olmayan, televizyon,
beyaz eşya ve binek araçları gibi ürünlerin üretimi de kapsanmaktadır. Gerçekte tüketim
malları olan bu ürünleri ayırt ederek yatırım malları niteliğindeki üretim araçlarının
incelediğimiz dönem içindeki gelişimini ayrıntılı biçimde incelemek gerekmektedir.
İzleyen alt bölümlerde bunu yapacak, yatırım malları üretiminde gözüken parlak
yükselişin teknolojiye yansımasının gerçek bir görüntüsünü sunmayı hedefleyeceğiz.

3.3 Üretim Araçları Üreten Kesim I Açısından Önemli Sektörlerin


Değerlendirilmesi

Bu çalışmada, üretim araçları üretiminin en temel alanını kapsayan belli başlı üç


sektörü ele alacağız. Makina imalat sanayi, üretim aracı niteliğindeki taşıt üretimi ve
endüstriyel elektronik sektörleri. Bu üç sektör, teknolojik değişimin merkezinde yer
alan, teknoloji üretimi ile en yakın geri bağlantı etkisini kuran sektörlerdir ve üretim
araçları üretiminin bu açıdan can damarı konumundadırlar. İlk olarak makina ve
teçhizat üretimi, yani merkezi bir konumda olan üretimin dolaysız araçlarının üretimini
ele alacağız. Yeni bir ürünün ya da bir teknolojik yeniliğin seri olarak üretilmesini,

233
diğer sektörlere yayılmasını sağlayan o ürünün makinasının üretilmesidir. Makina (ve
otomasyon) bu açıdan, teknolojik kapasitenin ve birikimin üzerinde somutlandığı bir
nesnedir. Öyleyse hangi nitelikte makinanın nasıl bir “üretim zinciri”yle üretilebildiği
bir ülkenin teknolojik yeteneğini gösteren en önemli göstergelerden biri olmalıdır. Zira
makina, üretim yöntemi ya da üründeki teknolojik yeniliğin önce deşifre (dekode)
edilmesi sonra da bir mekanizmaya aktarılmasıdır. Makina imalat sanayini, teknolojik
değişimini ve teknoloji üretimi ile bağlantısını bu nedenle inceliyoruz.

3.3.1 Makina İmalat Sanayi

Genel sınıflandırmalarda makina kategorisi, çamaşır makinası gibi beyaz eşya


kategorisine giren ürünleri de kapsamaktadır. Yani makina imalat sanayini doğru
biçimde tanımlayabilmek için öncelikle, uluslararası ve ulusal sanayi
sınıflandırmalarında yapılan tanımları daraltmak gerekiyor.

3.3.1.1 Makina İmalat Sanayinin Tanımı:


Uluslararası Sanayi Sınıflandırma kodlarından olan ISIC Revize 3’e göre
alındığında makina imalat sanayi 29 nolu kodun altında yer almaktadır. Bu
sınıflandırmaya göre 29 numara “başka yerde sınıflandırılmayan makina ve teçhizat
imalatı”nı kapsar. Ancak 29 olarak genel biçimde sınıflandırılan sektörler içinde
yalnızca 291 ve 292 nolu sektörler makina imalat sanayi içinde yer almaktadır. 29 nolu
genel kodun altında yer alan 293 olarak kodlanan sektör, elektrikli ev aletleri imalatı
sektörüdür. Bu üretim araçları üretiminin durumunu değerlendirmek için ele alacağımız
makina imalatı kapsamına alınmayacaktır. Elektrikli ev aletleri tüketim aracıdır, tüketim
malları içerisinde sayılmalıdır. Bu çalışmada bu alt sektör, üretim araçları üretiminde
sınıflandırdığımız Kesim I sektörleri içine de alınmayacaktır. Oysa bugün istatistiklerde
bu alt sektör yatırım araçları sınıflamalarına dahil edilmektedir. Makina Mühendisleri
Odası da makina imalat sanayi ile ilgili hazırladığı raporlarında bugüne kadar 293 kodlu
alt sektörü makina imalat sanayi sektörlerine katmamaktadır.184

184
Bkz. EK C. Uluslararası sınıflandırmalara göre makina imalat sektörünün ve alt sektörlerinin daha
ayrıntılı bir tablosu için Bkz. (MMO Raporu, 2004), (TKB ESAM, 2007, s.485–86).

234
Başka bir sınıflandırmaya göre ise, makina imalat sanayi, genel olarak Gümrük
Tarife Cetvelinin (GTİP) 84. fasılı altındaki malları kapsar.185 Bu bölüm boyunca genel
olarak ISIC Revize 3’un sınıflandırması kullanılmışsa da, kimi veriler kullanılırken 84.
fasıl altındaki malların istatistiksel verilerinden yararlanılmıştır. ISIC Revize 3
üzerinden yapılan sınıflandırmalara göre TUİK verileriyle Makina imalat sanayini
incelerken, yer yer kimi raporlardan yer yer doğrudan TUİK verilerinin kendilerinden
yararlanılmıştır. MİB gibi sektörün kimi raporlarında, özellikle Orta Anadolu
İmalatçılar Birliği raporlarındaki sonuçlarda, 84. fasıl esas alınmıştır. Bu gibi raporların
bazılarındaki sonuçlarla çelişkiye düşüldüğü yerlerde, iki ayrı sınıflandırmadaki
eğilimler kontrol edilmiş, bu eğilimlerin birbirini tutması halinde sonuçlara güven
duyulmuştur.

Bu sınırlama ile birlikte makina imalat sanayi kapsamına giren alt sektörler
şunlardır:

291 Genel amaçlı makina imalatı: Bu gruba dahil olan imalat dalları şunlardır: İçten
yanmalı motor (uçak, araba ve motosiklet motorları hariç) ve türbin imalatı, bunların
tamir ve bakım hizmetleri, pompa kompresör vana imalatı, mil yatağı, dişli, tahrik
tertibatı imalatı, sanayi fırını, ocak ve ateşleyici imalatı, forklift, palanga, vinç vs. gibi
kaldırma ve taşıma cihazı imalatı, soğutma ve havalandırma cihazları imalatı.

292 Özel amaçlı makina imalatı: Bu grupta tarım ve orman makinaları, takım
tezgâhları, metalürji makinaları, maden, taşocağı ve inşaat makinaları, gıda, içecek ve
tütün işleyen makinaların imalatının yanı sıra ayrıca tekstil makinaları, deri işlemede
kullanılan makinaların imalatı ile silah ve mühimmat da yer almaktadır.

Makina imalat sanayinin sınırlarını çizmek, yatırım malları sınıflandırması ve


eksen aldığımız üretim araçları üretimi kategorileri açısından önemlidir. 29 kodlu

185
Gümrük tarife cetvelinde elektrikli ev eşyaları 85. fasıl altında yer almaktadır. 84. fasıl altındaki
başlıca ürün grupları: reaktör ve kazanlar; türbinler ve turbojetler; pompalar ve kompresörler; motorlar
ve yedek parçaları; vanalar; klimalar ve soğutma makinaları; ısıtıcılar ve fırınlar; hadde ve döküm
makinaları; gıda sanayii ve ambalajlama makinaları; tarım ve ormancılık makinaları; yük kaldırma,
taşıma ve istifleme makinaları; inşaat ve madencilik makinaları; kağıt ve matbaacılık makinaları; yıkama,
kurutma ve ütüleme makinaları; tekstil ve konfeksiyon makinaları; deri işleme makinaları; kauçuk ve
plastik işleme makinaları; metal işleme makinaları ve takım tezgâhları; büro makinaları; rulmanlardır.

235
sektörü ayrıştırarak yukarıdaki alanları, makina imalat sanayine almamız, Makina
Mühendisleri Odası’nın kullandığı tanımlamalara uymaktadır. Ancak makina sektörünü
inceleyen birçok rapor, beyaz eşya üretimini de makina sanayine kattığı için dikkatle
incelenmeli, katıştırılan bu sektörler ayrıştırılarak veriler değerlendirilmelidir. Örneğin
Dış Ticaret Müsteşarlığı’na bağlı İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi’nin (İGEME)
hazırladığı raporlarda da 293 ayrıştırılmamıştır (İGEME, 2006, 2007a). Oysa
ayrıştırmama, makina imalat sanayini olduğundan farklı göstermektedir. Buna yatırım
malları içerisinde değerlendirilen TV ve radyo alıcıları alt sektörü ile makina imalat alt
sektörünün durumundaki farklılığı gösteren çarpıcı bir örnek verilebilir. TKB ESAM
raporundaki verilere ayrıştırılarak bakıldığında 323 kodlu TV ve radyo alıcıları sektörü,
1998–2006 döneminde en yüksek performanslı alt sektör iken yatırım mallarında
merkezi önemde bulunan sektörler (291 ve 292) en son sıralardadır (TKB ESAM, 2007,
s.29-30). Üstelik yine yatırım malları içine sokulan ve 29 kodun altında makinalar ile
aynı alt sektörde toplulaştırılan elektrikli ev aletleri (293- çamaşır makinası vs.) TV ve
radyodan sonra performans olarak ikinci sıradadır.186 Makina imalat sanayi, bu biçimde
en son sıralarda yer alırken, TKB raporunda ya da Yükseler ve Türkan’ın raporunda
yatırım malları üretiminin incelenen dönemde, geçmişe göre yükseldiği
vurgulanmaktadır. Tüm bunların sonucu üretim araçları üretiminin gelişiminin yapısal
niteliklerinin belirsizleştirilmesi olmaktadır.

Üstelik istatistik verilerin, eksik ölçülere göre toplanmış olması, firma


anketlerinin eksik yapılması gibi nedenlerle sektörün dernekleri ve birlikleri bile bu
verileri sağlıklı olarak değerlendirememekten şikâyetçidirler. Makina imalat sanayi
incelenirken genel olarak yararlanılan 2007 tarihli TKB ESAM raporu da burada
tanımlanan anlamıyla makina imalat sanayini (291+292), “başka yerde
sınıflandırılmamış makina ve teçhizat imalatı” sektörü altında elektrikli ev eşyalarını da
(293) incelediği için, bu rapordan alınan veriler ayrıştırılmıştır.

186
293 kodlu başka yerde sınıflandırılmamış elektrikli ev aletleri imalatı sektörü, 1998–2001 döneminde
25. sıradayken, ancak 2001–2006 döneminde ikinci sıraya yükseldiğinde de dikkat çekmek gerekiyor
(TKB, ESAM, 2007, s.30).

236
3.3.1.2 Dünyada Makina İmalat Sanayinin Genel Durumu:

Makina imalat sektöründeki işletmelerin önemli bir bölümü, genel olarak tüm
dünya ülkelerinde KOBİ niteliğindedir (TÜSİAD, 2003). İşletmelerin ortalama istihdam
düzeyi oldukça küçüktür. Örneğin, 1994 yılında Batı Avrupa’da 23.000 kadar işletme, 2
milyon kadar kişiyi istihdam etmekteyken ortalama istihdam 87 kişi düzeyinde idi.
ABD’de makina imalat sektöründe yüzlerce küçük firma bulunmaktadır bunlardan
sadece 88’i, 100’den fazla kişi istihdam etmektedir. Yalnız Almanya’da yapı biraz daha
farklı olup, 1995 yılında 5.800 işletmenin ortalama istihdamı 170 kişi idi. Aynı
kaynağın aktardığına göre, İtalya’da ortalama istihdam ise 70 kişi olarak saptanmıştır.

2003 yılı verileriyle dünyada makina imalatında AB 360,1 milyar Euro ile ilk
sıradadır; bu toplam dünya imalatının %38’idir. ABD’nin makina imalatı 233,2 milyar
Euro (%25) iken onu izleyen Japonya’nın makina imalatı 164,6 milyar Euro’dur. Bu ise
toplam imalatın %17,4’ü etmektedir (DPT, 2006a, s.30). 2004’e kadar geçen on yılda
AB ülkelerinde makina imalat sanayinde KOBİ’ler ağırlıklarını korumalarına karşın,
küçük işletmelerin elendiği, orta ve büyük işletmelere dair bir eğilim olduğu
gözlenmiştir. Örneğin Almanya’da Takım Tezgâhları imalatında 1992–94 yıllarında
ekonomik durgunluğun ardından birleşmeler artmıştır. 2003 yılında %67 oranında
KOBİ niteliği taşıyan şirketlerden oluşan takım tezgâhları imalatı sektöründe, 2002
yılına göre üretimdeki %5’lik azalmaya karşılık, büyük ölçekli firmaların cirolarında
artış olmuştur (DPT, 2006a, s.30)

2004 yılı verileriyle makina pazarının büyüklüğü AB ülkelerinde 290 milyar €,


ABD’de 278 milyar € ve Japonya’da 129 milyar € dur. Türkiye’de ise makina pazarının
22 milyar € düzeyinde olduğu tahmin edilmektedir.

Çalışmanın başında iki alt dönem olarak ele aldığımız, 1996–2005 döneminin
ikinci yarısında (özellikle 2001–2003 yıllarında) dünya konjonktürü pek olumlu bir
seyir izlememiştir. AB ülkelerinde ve Amerika’da iç pazarda bir daralma yaşanmış, bu
ülkelerde makina imalatı yapan firmaların satışları düşmüştür, ancak dünya çapında
2004 yılından başlayarak yavaş da olsa pazar tekrar genişlemeye başlamıştır. Örneğin;
Avrupa Takım Tezgâhları İmalatçıları İşbirliği Komitesi’nde (CECIMO) bulunan 15
Avrupa ülkesinde takım tezgâhı imalatı, talebe bağlı olarak 2002 ve 2003 yıllarında %

237
9’ar mertebesinde azalmıştır. Makina ihracatı bakımından Türkiye’nin en önemli pazarı
AB ülkeleri ve ABD ile Kanada’dır. Bu yıllarda bu pazarlarda bir daralma yaşanmış
ama buna rağmen 2003’e doğru ihracatta artış başlamıştır. 2005 yılı verilerine göre,
dünyada takım tezgâh ihracatını en çok artıran ülkelerin başında %27 ile Japonya
gelmektedir. Türkiye ise ihracat artışı bakımından dünyada % 25 ile 2. sırada yer
almaktadır. (DPT 2006a).

3.3.1.3 1996–2005 Yılları Arasında Sektörün Genel Durumu:

3.3.1.3.1 Üretim Yapısı, İşletmelerin ölçeği

Sektörle ilgili uzman kuruluşların hazırladığı raporların üzerinde ortaklaştığı


temel noktalardan birisi, sektörün parçalı yapısıdır. Bu yüzden sektördeki firma sayısı
ile ilgili sağlıklı veriler elde edilememektedir. Ancak TUİK işyeri sayımına göre 11
binden fazla firma bulunmaktadır (DPT 2006a). 15 Avrupa Birliği ülkesinde bu
sektörde çalışan firmaların toplamının 23100 olduğu gözetildiğinde bu rakam,
parçalılığı iyi anlatmaktadır.187 Üretim ağırlıklı olarak küçük ve orta boy işletmelerde
yapılmaktadır. 2003 yılı verileriyle bu sektördeki firmaların %77'si KOBİ niteliğindeki
işletmelerden oluşmaktadır (MMO, 2004 ve 2008). Sektör birliklerinin aktardıklarına
göre, çoğunluğu aile şirketlerinden oluşmaktadır.188 2003 yılında, sermayesi 5 trilyon
TL'nin üstünde yalnızca 6 firma vardır. 2005 yılında İstanbul Sanayi Odası’nın
hazırladığı 500 büyük sanayi kuruluşu listesinde bu sektörden 6 şirket bulunmaktaydı.
Yine 2005 yılını veri alan Makina Mühendisleri Odası araştırmasına göre, sektörde
KOBİ niteliğindeki işletmelerin oranı %89’dur. 2003 yılı verilerine göre, makina imalat
sektöründe, yıllık satış hacmi 600bin dolara kadar olan firmalar toplamdan %61 pay
almaktadır (MMO, 2004).

187
“AB Komisyonu raporu, 15 AB ülkesinde 23.100 firmanın makina imalatı yaptığını belirtmektedir.
DİE verilerine göre ise ülkemizde bu sektörde faaliyet gösteren firma sayısı 11.000 dir”
(Hidrolikpnömatik Dergisi, 2006, 21. sayı).
188
Sektörün bu nitelikleri erken kapitalistleşmiş ülkelerdeki makina imalat sanayi için de benzerdir.
Nathan Rosenberg 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika’da makina imalat sanayinde üretimin uzmanlaşmış
niteliği ve büyük ölçekli olmayan, çok parçalı yapısından söz etmektedir (Rosenberg, 1963, s.219). MİB
Başkanı Arslan Sanır sektörü özetleyen konuşmasında KOBİ ve aile şirketi niteliğinin getirilerini de
maddeleştirerek açıklar: “AB ve ABD’de makina sanayinin öncüsü durumundaki firmaların büyük
çoğunluğu KOBİ yapısındadır. Bunların hemen tümü aile şirketidir" (Hidrolikpnömatik Dergisi, 2006, 21.
sayı).

238
Sektördeki bu parçalı ve dağınık yapı, son yıllarda ihracat ve iç pazar için
üretimde yerleştirilmeye başlayan belirli standartlar açısından da görülebilir. Makina
imalat sanayinde OAİB’in yaptığı bir envanter çalışmasına göre, Türkiye’de makina
imalatı yapan veya ihraç eden şirketlerin yarısından fazlasının herhangi bir kalite ve
benzeri standart belgesi yoktur (OAİB, 2007a:8). Bu standartlar arasında TSE de
sayılmaktadır. ISO, CE gibi daha yüksek standartlara sahip olmayan işletme oranı ise
bundan çok daha fazladır. Ürünlerinde AB standardı olarak kullanılan CE işaretine
sahip olan işletmelerin oranı %17’dir.
2006 yılında Makina İmalatçıları Birliği Genel Sekreteri tarafından Devlet
Planlama Teşkilatı’na hazırlanan rapora göre, sektörde atölye niteliğindeki işletmeler
hariç 3000 civarındaki imalatçı firma içinde kamu kuruluşu niteliğinde olan çok azdır.
Bunlar arasında şeker fabrikalarında ve çimento üretiminde kullanılan makinaları imal
eden birkaç işletme, kamu kurumu yapısındadır. MKEK ise savunma sanayine yönelik
imalat yapmaktadır. Rapora göre, “özelleştirmeler nedeni ile kamu kuruluşlarının
toplam imalattaki payları gün geçtikçe azalmaktadır” (DPT, 2006a).
Sektör üretiminde yabancı sermayenin yeri konusunda aynı rapora göre, bu
sektöre, yabancı sermayenin ilgisi fazla değildir. Raporun tespitlerine göre, 2–3
kuruluşta yabancı sermayenin katılımı söz konusudur. Dönemin ilk yarısında, makina
imalat sanayine yabancı sermaye yatırımı yapılmadığı belirtilmektedir (MMO, 2004,
s.108). Ancak dönemin ikinci yarısında çok büyük olmasa da yabancı sermaye yatırım
yapılmıştır. 2000 yılı verileriyle, yabancı sermayenin, toplam ödenmiş sermaye içindeki
payı %3,75’dir. 2006 yılı verilerine göre, bu pay %20’ye çıkmıştır (MMO, 2008, s.112).
Özellikle 2000 yılından sonra yabancı yatırımların öncekine göre büyük bir hızla arttığı
hatırlanırsa, makina imalat sanayine yabancı sermaye yatırımının dönemin ikinci
yarısında epey arttığı sonucu çıkartılabilir. Makina Mühendisleri Odası raporlarının
verileri değerlendirildiğinde en azından incelediğimiz ilk dönemde (1996–2001),
yabancı sermayenin makina imalat sanayinde ihracata, nitelikli emek istihdamına, Ar-
Ge’ye, teknoloji transferine katkısından söz edilemez. Yine de kesin olan sektördeki
yabancı sermaye oranının ilk dönemde diğer sektörlere göre küçük olmasıdır, ancak
bununla birlikte dönemin ikinci yarısında yabancı sermaye payı artmıştır. Zaten ileride
göreceğimiz gibi, ilk beşyüz firma arasında yer alan Türk Traktör, Koç ile Hollanda
firması ortaklığıdır, HEMA yabancı ortaklığa gitmektedir.

239
Teknoloji açısından makina imalat sanayi, genelde tüm alt sektörleri ile orta-
yüksek teknoloji grubu içinde yer almaktadır. Fakat içten yanmalı motorlar ve tribünler
ile takım tezgâhları imalatı grupları yüksek teknoloji grubuna daha yakındır (MMO,
2004, s.38).
TUİK verilerine göre 1997 yılı baz alınarak üretim endeksindeki değişim
incelenirse, makina imalat sanayi sektörünün gelişimi aşağıdaki tablodan görülebilir.
Başta da belirttiğimiz gibi, makina imalat sanayi sadece 291 ve 292 kodlu alt sektörleri
kapsamaktadır. Elektrikli ev aletlerini (293) kapsayan genel sınıflandırma kodu 29’u da
tabloda göstermemizin sebebi, incelenen dönemde makina imalat sanayindeki gelişim
ile elektrikli ev aletlerinin üretimindeki gelişimi de karşılaştırabilmektir.
Tablo 14 M akina İ malat Sa nayi Üreti m En de ks i

Makina İmalat Sanayi Üretim Endeksi (Üretim değeri ağırlıklı, yıllık ortalama)

Makina Toplamı
İmalat Sanayi 29 291 292
(291+292)
Yıllar
Değişim Değişim Değişim Değişim Değişim
Endeks Endeks Endeks Endeks Endeks
% % % % %

1997 100,0 - 100,0 - 100,0 - 100,0 - 100 -

1998 100,1 0,1 97,4 -2,6 95,3 -4,7 101,3 1,3 98,3 -1,7

1999 95,9 -4,2 86,6 -11,1 85,7 -10,1 76,7 -24,3 81,2 -17, 4

2000 102,1 6,5 92,4 6,7 89,9 4,9 84,4 10,0 87,15 7,3

2001 92,4 -9,5 73,5 -20,5 83,7 -6,9 48,4 -42,7 66,05 -24,2

2002 102,5 10,9 89,2 21,4 94,2 12,5 51,7 6,8 72,95 10,4

2003 112,0 9,3 109,2 22,4 110,9 17,7 56,9 10,1 83,9 15

2004 123,7 10,4 143,2 31,1 136,2 22,8 70,3 23,6 103,25 23,1

2005 129,6 4,8 144,8 1,1 124,7 -8,4 64,7 -8,0 94,7 -8,3

Kaynak TUİK verileriyle karşılaştırılarak (TKB ESAM, 2007, s.489) raporundan derlenmiştir.
Bu gelişimin seyrini en kolay aşağıdaki şekilde ayırt etmek olanaklıdır. Makina
imalat sanayinin alt sektörlerinin incelediğimiz dönemdeki gelişimini incelerken başta
ayırdığımız 293 kodlu sektörü özellikle grafikte belirttik. Elektrikli ev eşyası üreten
sektör olan 293 kodlu sektör, makina imalat sanayi kapsamında değildir; aynı
sınıflandırma içinde yer almasına karşılık belirtilen dönemde en yüksek büyüme

240
gösteren alt sektör durumundadır. Diğer bölümlerde açıklanacağı gibi, yatırım malları
içerisinde sayılan 293 nolu sektörün gelişimini yatırım mallarından, üretim araçları
üretimini kapsayan Kesim I’den ayırt etmek gereklidir.

Alt Sektör ile İmalat Sanayi Karşılaştırması

250

200

150
Üretim Endeksi

İmalat Sanayi
291
292
293
100

50

0
1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yıllar

Grafik 14. Makina İmalat Sanayi Alt Sektörleri ve İmalat Sanayi Üretim Endeksi

Bu grafiğin gösterdiği 3 temel gelişme bulunmaktadır:


Birincisi, 291 nolu makina imalat sanayi alt sektörü, yani genel amaçlı makina
sektörü imalat sanayi üretim endeksi ortalamasıyla benzer bir seyri izlemektedir. İmalat
sanayinin bütününün taleplerine uygun genel amaçlı makinaların üretiminin imalat
sanayi genelindeki büyümeyle koşutluklar göstermesi beklenmelidir. Ancak üretimin
ağırlıklı olarak iç pazara yönelmesi gibi bir durum da yoktur. Zira bu alt sektörün
ithalatı incelenirse, ihracatından çok daha büyük oranda artmıştır.
İkincisi makina imalat sanayi kapsamı dışında olmasına rağmen, ilerideki
göstergelere etkisi açısından önemli olan elektrikli ev aletleri üretiminin (293)
gelişimidir. Özellikle 2001 yılına kadar imalat sanayi ortalamalarına yakın seyreden
üretim endeksi, 2001’den sonra 291 ve 292 kodlu alt sektörlere göre çok hızlı bir
biçimde yükselme eğilimine girmiştir.
Üçüncü temel nokta ise, 292 nolu makina imalat sanayi alt sektörünün, yani özel
amaçlı makina sektörünün üretim endeksinde yaşanan düşmedir. Ancak 1996 yılı ile
2001 yılı arasında üretim endeksinde yaşanan hızlı düşme, açığı telafi edemese de

241
2001’den sonra yükselme eğilimine tekrar girmiştir. Özel amaçlı makina kapsamına
giren çok sayıda üretim aracı bulunmaktadır. Tarım makinaları, inşaat makinaları, takım
tezgâhları vb. üretim endeksinde yaşanan bu düşmenin bu alt makina üretim
etkinliklerinde de aynı şekilde olup olmadığı konusu önem kazanmaktadır. Yani özel
amaçlı makina üretiminin bileşiminde bir değişim olup olmadığına bakmak gereklidir.
292 kodlu alt sektörde yaşanan bu üretim endeksinin düşmesinin yapısal sonuçlarını
ileride istihdam ile birlikte inceliyoruz. Bu alt sektörde takım tezgâhları üretiminde
önemli bir yükselme gerçekleşmiştir. Buna karşılık diğer sektörlerde düşüş
gerçekleşmiştir, en çarpıcı düşüş ise tekstil ve deri işleme makinaları alt sektöründe
yaşanmıştır. Takım tezgâhlarında yaşanan üretim endeksi artış büyük olsa da diğer alt
sektörlerin çoğunda yaşanan düşüşün toplamını telafi edememektedir.
Makina imalatının tüm alt sektörleri için, hatta beyaz eşya üretimi için de geçerli
olan ortak özellik, incelediğimiz ilk dönemde (1996–2001) hepsinde yaşanan üretim
düşüşüdür. Bu dönemde, bu sektörlerdeki üretim endeksleri, aynı zamanda imalat
sanayi ortalamasının da altında gerçekleşmiştir. Toparlanma ve büyüme eğilimi, tüm alt
sektörler açısından ikinci dönemde yaşanmıştır. Bu dönem aynı zamanda ihracatta da
“patlama”nın gerçekleştiği yıllardır.
Dolayısıyla ikinci dönemde, makina pazarının değişimini, makina imalat
sanayinin iç pazar ile ihracat açısından değişimini incelemek için aşağıdaki tabloyu
kullanabiliriz:
Tablo 15 M akina İmalat Sa nayi Üretim ve Dış Ticaret Değerleri

Makina İmalat Sanayi Üretim ve Dış Ticaret Değerleri (milyon ABD $)


2001 2002 2003 2004 2005 2006
Sektör Pazar Hacmi 13.160,1 16.337,1 19.626,5 24.093,8 25.019,3 27.995,9
Artış Hızı (%) - 24,1 20,1 22,8 4,47 11,90

Sektör Üretimi 9.663,0 11.779,0 14.300,0 17.500,0 17.675,0 19.871,0


Artış Hızı (%) - 21,9 21,4 22,4 1,0 12,4

Sektör İç Pazar Satışları (Milyon $) 8.066,0 9.698,0 11.253,0 13.593,0 12.725,0 13.880,9

Toplam İç Pazarda Üretimin Payı (%) 61,3 59,3 57,3 56,4 50,9 49,6

Toplam İç Pazarda İthalatın Payı (%) 38,7 40,7 42,7 43,6 49,1 50,4

Kaynak 2005–6 için MİB'den alınan veriler, öncesi için MİB’e göre aktaran (DPT, 2006a).

242
Makina imalat sanayinin dış ticaret yapısı ileriki bölümlerde ayrıntılı
irdelenecektir. Burada makina iç pazarı, makina imalat sanayinin bu pazara yönelik
eğilimini incelemek açısından sonuçlar çıkarmak gerekirse, şöyle maddeleştirilebilir.
• Türkiye’deki makina pazarı incelediğimiz dönemin ikinci yarısında ikiye
katlanmıştır. Söz konusu ürünün yeni üretim birimlerinin kurulmasında temel
önemde olan bir ürün, üretim aracı, makina olduğu düşünülürse bu önemli bir
artıştır.
• Öte yandan sektör üretiminin, iç pazardan dış pazara yönelik eğilimi
hızlanmıştır. İthalatın iç pazardaki payı artmıştır. Dönemin ikinci yarısının
başlangıcında makina ithalatının iç pazardaki makina gereksinimi karşılama
payı %39 iken 2005 ve 2006 yıllarında yarı yarıya hale gelmiştir. İthalatın
artmasında düşük kurun, yüksek liranın etkisi görülmektedir. İthalat daha
baskın hale gelmektedir, yani genel olarak imalat sanayindeki uzun erimli
büyümenin zemini olabilecek olan üretim araçlarının karşılanmasında ithalat
daha etkin haldedir. Makina imalat sanayi dış pazara yönelik üretimini
artırmıştır. İthalatın daha baskın hale gelmesi beraberinde ikinci el makina
alımı gibi sorunları da getirmiştir. Sektör birlik ve kurumlarının yayınlarında
bu konuda şikayetler de belirtilmektedir. Bu şikayetler karşılıklı çatışmayı da
yansıtmaktadır. Zira sermaye yapısı güçlü olmayan imalat sanayi kesimleri
açısından üretim araçlarının ilk elden alınmasıyla ikinci el alınması arasında
yüksek maliyet farkları vardır.189 Bu nedenle artan makina ithalatı içinde bu
dönemde, iç pazarda ikinci el makina ithalatı hızlanmıştır. Makina sektörü, iç
pazara yönelik iyi tanıtım yapamamaktan, yerli makinaların
kullanılmamasından, ithal mallar karşısında iç pazarda etkisiz kalmaktan
şikâyetçidir.
TKB ESAM raporundan derlenerek elde edilen verilere göre, bu dönemde
kapasite kullanım oranları incelendiğinde, makina imalat sanayinin genelde imalat
sanayi ortalama kapasite kullanım oranlarının altında olduğu gözlemlenmektedir (TKB
ESAM, 2007). Ancak son yıllarda başta 291 (motor, türbin, soğutma, taşıma

189
Bu şikayetler sektör dergi ve raporlarında bulunmaktadır. Ayrıca benzer şikayetler için bkz.
Dokuzuncu Kalkınma Planı- Makina ve Metal Eşya Sanayii Özel İhtisas Komisyonunun 28 Kasım 2005
Tarihli 2. Toplantısı Ses Çözümleri,
http://plan9.dpt.gov.tr/oik38_makinametal/2.ToplantiSesCozumu.doc, (2 Eylül 2006).

243
makinaları) olmak üzere 292 kodlu alt sektör de (tarım, orman makinaları, takım
tezgâhları, gıda ve içecek tütün işleyen makinalar) imalat sanayi ortalama kapasite
kullanım değerlerine yaklaşmıştır. Elektrikli ev aletleri içine giren 293 kodlu sektörün
kapasite kullanım oranı genelde en yüksektir. Ele alınan dönemin hemen hemen
tümünde elektrikli ev aletleri üretimindeki kapasite kullanım oranı imalat sanayi
genelinin üzerinde seyretmiştir.

Makina imalat sanayinin üretimi içinde en büyük üretim değerine sahip alt
sektörler sırasıyla, motor ve türbin imalatı (291 içinde); soğutma, havalandırma ve
klima cihazları imalatı (291), takım tezgâhları imalatı (292) ve sanayi kurutucu, yıkama
ve ütüleme makinaları (292) üretimidir. Elbette bunlar içinde aksam ve parça
imalatlarının da bulunmaktadır (MMO, 2008, s.35). Bu kodlama altında geçen soğutma
ve iklimleme makinaları sanayi tipi olduğu için yatırım malı kategorisinde ele
alınmaktadırlar. Yani makina imalat sanayinin üretimi ağırlıklı olarak 291 kodlu genel
amaçlı makinaları, motor ve türbin ile soğutma ve iklimlendirme cihazları imalatını
kapsamakta, bundan sonrasını ise 292 kodlu özel amaçlı makinalar olarak tanımlanan
takım tezgâhları üretimi ile sanayi tipi kurutma, yıkama makinalarının üretimi
izlemektedir. Yine 2008 tarihli bu rapora göre, makina imalat sanayinde en hızlı gelişen
üretim, ara malları (pompa, kompresör, musluk, vana, dişli kutusu vs.) ile aksam ve
parça üretimidir. Üretimde ağırlık orta düşük teknolojinin aldığı paydadır. Rapora göre,
geleneksel (konvansiyonel) makinaların üretimi ağırlıktadır. Dolayısıyla katma değer
açısından kısıtlıdır (MMO, 2008, s.35).

Soğutma ve Havalandırma donanımı imalatı, büyük ve orta küçük firmaların


etkinliğindedir. 2002 yılında sektördeki yabancı sermaye ortaklı şirketler toplamın
%12’si düzeyindedir (MMO, 2004, s.35). Aynı rapora göre 2002 yılında üretimin
%42’si ihraç edilmektedir. Orta düşük teknoloji sınıfındadır ve Ar-Ge payı düşük,
özgün ürün imalatı azdır.

Motor ve türbin imalatı açısından iç pazar sermayenin etkin kullanıldığı


“optimal” bir üretim ölçeğini sağlamazken, ihracat da düşüktür. Bu alanın rekabet
düzeyi düşük görülmektedir.

244
Üçüncü sırada yer alan takım tezgâhları imalatı alt sektörü, makina imalatının
can damarı, stratejik alt sektörü olarak ele alınmaktadır. Sektörde 4 büyük firma 2002
yılı itibariyle üretimin %60’ını sağlamaktadır; MMO raporuna göre, bu şirketler
“CAD/CAM, Mekatronik ve Laser teknolojileri, toplam kalite üretimini gerçekleştirmiş
olup AR-GE çalışmalarını hızlandırmışlardır” (MMO, 2008, s.42). Bunların dışındakiler
ise daha küçük KOBİ niteliğinde işletmelerdir. Üretim yapısı açısından %75
konvansiyonel tezgâh üretilmektedir. Ancak geri kalan oran, artan CNC (Sayısal
kontrollü tezgâh) üretimini belirtmektedir ve önemlidir. Bilgi işlemcili sayısal kontrollü
tezgâh (CNC) üretimine yönelme eğilimi vardır. Takım Tezgâhları İşadamları
Dayanışma Derneği’nin (TİAD) yayınladığı raporlara göre, takım tezgâhı satışları
çeşitli sektörlere yönelik yapılmaktadır; ancak önem sırasına göre otomotiv, makina
imalatı, kalıp otomotiv yan sanayi sektörleri bu satışların en çok yöneldiği sektörlerdir
(TİAD, 2006a ve 2006b). TİAD’a göre, “2005 yılında bu sektörlerde yaşanan yatırım
eğilimi takım tezgâhları ve makina sanayine olumlu yansımıştır”(TİAD, 2006a, s.19).190
Gerçekten de takım tezgâhları üretimi dönemin ikinci yarısında hem imalat hem ihracat
açısından önemli oranda artış göstermiştir. 2006 yılında Türkiye takım tezgâhları
üretiminde 1,1 milyar dolarla, dünya üretiminin % 1,9’unu gerçekleştirmektedir
(MMO, 2008, s.41). 1990’ların başıyla kıyaslarsak, o tarihlerde CNC tezgâhlarının
yerli üretimini gerçekleştiren iki şirketin (Tezsan ve Taksan) ürettikleri CNC
sayısı 1991’de 9, 1992 ve 1993’te ise 27 ve 58 adettir (Ansal, 1998, s.222).

3.3.1.3.2 Yatırımlar

Genel olarak imalat sanayine yapılan yatırımlar, 1980 sonrası hızla düşmüş
1990'larda toparlanmış ama 1997'den sonra tekrar azalma eğilimine girmiştir. Bunu
Tablo 3’te görmek olanaklıdır. Tablo 3, 1970 ile 2005 yılları arasında Türkiye imalat
sanayinde sabit sermaye yatırımlarını, bunların özel ve kamu kesimine göre toplam
sabit sermaye yatırımları içindeki payı ve yatırım yoğunluklarını göstermektedir.

190
Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta TİAD’ın sadece takım tezgâhı üretenleri değil,
üretmeden satan firmaları da kapsayan bir dernek olduğudur. TİAD üyelerinin yarısından fazlasının
etkinliği içinde takım tezgâhları, kesici, aparat ve sarf malzemelerinin ithalatı vardır. İmalat yapanlar ise
yarısından azdır. Üyelerin %42’si ithalat yapmakta; ancak %35’inin toplam satışları içinde üretimlerini
payı %80 ile %100 arasındadır.

245
Yatırım yoğunluğu, sabit yatırım değerinin sektörel katma değere oranı olarak
tanımlanmaktadır.

Tablo 16 Sa bit Sermaye Yatırı mları ve Yatırı m Yo ğu nl uğ u

Sabit Sermaye Yatırımları ve Yatırım Yoğunluğu

İmalat Sanayi Sabit Sermaye Toplam Sabit Sermaye Yatırımlarındaki Pay Yatırım Yoğunluğu
Yıl Yatırımları
(000 YTL) Toplam Kamu Özel (%)

1970 107.392 32,7 19,8 38,8 47,6


1975 153.975 37,6 27,2 43,3 43,0
1980 126.763 28,5 26,3 30,0 32,8
1985 94.267 23,1 12,6 31,9 16,9
1990 163.475 19,5 4,5 26,2 20,9
1995 219.809 22,6 5,7 26,2 22,6
2000 245.177 19,4 2,8 26,7 20,8
2001 148.053 17,6 4,9 23,3 13,7
2002 156.210 17,8 3,9 24,2 14,1
2003 168.310 14,3 3,7 25,1 13,9
2004 151.840 14,1 3,5 26,2 12,7
2005 165.920 13,0 3,0 25,9 12,9
Kaynak (MMO, 2006a) 1994 fiyatlarına göre YTL olarak yeniden düzenlenmiştir.
Tabloya göre, 1970–80 arasında artış eğiliminde olan sabit sermaye yatırımları,
1980’den sonra düşüşe geçmiştir. 1990’larla tekrar yükselişe geçen imalat sanayi sabit
sermaye yatırımları 2001 kriziyle kesintiye uğramıştır. Bundan sonrası ise yaklaşık 160
milyon YTL etrafında dalgalanmaktadır. Burada açık olan olguların arkasına daha
ayrıntılı bakmak gereklidir. İmalat sanayine yapılan yatırımların toplam sabit sermaye
yatırımları içindeki payı neredeyse kesintisiz olarak düşmüştür. Bu oran imalat sanayine
yönelik kamu yatırımları için de ufak istisnalarla (‘90’larda o da küçük bir artışa
geçmesine karşın 2001 krizi sonrasında yine düşmeye başlamıştır) geçerlidir.191 Ancak
bütün bu dönem boyunca toplam sabit sermaye yatırımlarından özel kesime düşen pay
diğerine göre çok daha az azalmıştır, üstelik 2001 krizinden sonra bir artış göstermiştir.

191
Kamu yatırımlarında 1990–1995 arasında yaşanan az da olsa toparlanma görünümü ve buna bağlı olan
özel kesim yatırımındaki düzelme eğilimini, özelleştirmeye açılan kamu işletmelerinde modernizasyon
çalışmasına bağlamak olanaklıdır, örneğin bu dönemde Ereğli Demir Çelik şirketi ERDEMİR, GAP’tan
sonra en büyük yatırım olarak gösterilen modernizasyon projesini gerçekleştirmiştir. TBMM Tutanakları,
1998, Zonguldak Milletvekili Tahsin Boray Baycık’ın konuşması (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 20
Cilt: 57 Yasama Yılı: 3, 113 üncü Birleşim, 1 Temmuz 1998 Çarşamba), ayrıca bkz. Erdemir Ağ Sayfası
Tarihçe (www.erdemir.com.tr, 2007).

246
MMO raporuna göre, makina imalat sanayinin toplam sabit sermaye yatırımları
içindeki payı ise yalnızca %1,5’dur. Buna karşılık teknoloji düzeylerine göre yapılan
sınıflandırmadan yola çıkarak Yüksel Işık’ın raporunda hesaplanan orana göre, 1990–
2000 yıllarının ortalaması olarak imalat sanayi yatırımlarından makina imalat sanayine
düşen yatırım payı %4,01’dir (MMO, 2004, s.41).

Makina imalat sanayi yatırımlarını değerlendirirken, incelediğimiz dönemin can


alıcı önemini bir kere daha vurgulamak gerekir. Çünkü 1960’lı yıllardan beri, sermaye
kesimleri sabit sermaye yatırımlarında ihtiyaç duydukları makina ve teçhizatı teşvik
belgesi kapsamında gümrüksüz olarak ithal edebiliyorlardı. Bu imalat sanayinin genel
olarak yatırımı ile ilgili olarak olumlu olmakla beraber, makina imalat sanayi için
olumsuz sonuçlar doğuruyordu. Makina imalat sanayi 1960’lı yıllardan beri dış
rekabetin basıncı altında kalıyordu. Ama Gümrük Birliği sonrasında ithalattaki kimi
gümrük kısıtlılıklarının kalkmasıyla birlikte imalat sanayindeki diğer kesimler açısından
da gümrüksüz ithalat koşulları oluştu. Yani artık Makina imalat sanayinin ‘60’lı
yıllardan beri yaşadığı rekabet koşulları diğer sektörleri de etkilemeye başladı. DPT için
hazırladığı sektör raporunda (DPT, 2006a, s.7) dönemin MİB Başkanı Arslan Sanır da
buna değinir:

…diğer sektörler Gümrük Birliği sonrası, 1995 yılından


itibaren gümrüksüz ithalatla rekabet etmek durumunda kalmış iken,
makina imalat sanayii 1960’lı yıllardan, yani hemen hemen kurulduğu
ve gelişmeye çalıştığı yıllardan beri gümrüksüz ithal edilen
makinalarla rekabet etmek durumunda olmuştur. Rekabet şartlarının
ağırlığı, bu sektörün kar marjlarının, başlangıçtan itibaren düşük
olmasına, bunun sonucu olarak da oto-finansman ile büyümenin
sınırlı kalmasına ve sektörün gelişmesinin yavaş olmasına neden
olmuştur.

Makina imalat sanayi yatırımlarındaki düşüklüğün temel nedenlerinden biri


düşük kur nedeniyle ithalatın basıncı ise, diğeri kamu harcamalarının kısılmış olmasıdır.
Belediyeler gibi kamu kesiminden önemli alıcıların, makina alım ihalelerinde kamu
harcamasının kısılmış olmasının ve bununla da bağlantılı olarak ithal makinaların tercih
ediliyor olmasının sektörün yatırım ve üretim gelişmesini sınırlamada önemli bir etkisi
olmuştur. Bunun bir nedeni de makina imalat sanayinin KOBİ niteliği, ağırlıklı olarak
aile şirketi olmasından kaynaklanan finansman sorunudur, yani para sermaye edinme

247
araçlarının kısıtlı olmasıdır. Çünkü kamu harcamalarında ihale ile alınan makinalar için
yabancı şirketler ve bunların mali kuruluşları, ya da bankaları uygun ve uzun vadeli
krediler sağlayabilmektedirler. Bu ise makina imalat sanayi açısından rekabet
edilemeyecek bir durum yaratmaktadır.

Yani yatırımların gelişmemesinin, beklendiği gibi finansmanda ve kamu


harcamalarında Türkiye’de son 10–15 yıldır yaşanan makro gelişmelerle yakından ilgisi
vardır. Yavuz Bayülken’in raporuna göre, makina imalat sanayi genellikle dünyadaki
yabancı yatırımların ilgi alanına girmemektedir. Gerçekten de makina imalat sanayinde
yabancı yatırım oranı düşüktür. KOBİ niteliğindeki aile şirketleri, incelediğimiz döneme
damgasını vuran istikrarsızlıkların da artırdığı bir biçimde dış finansman ya da kredi
kullanmaktan çok yarattıkları artı değeri sınırlı ölçülerde yatırıma harcamaktadırlar.

3.3.1.3.3 Sektörün Dış Ticareti

İncelenen dönemde, makina imalat sanayinin dış ticaretteki gelişimi aşağıdaki


tabloda görülmektedir:
Tablo 17 M akina İ malat Se ktörü nün Dış Ticaret Hacmi

Makina İmalat Sektörünün Dış Ticaret Hacmi

291 292 Toplam

Yıllar Bin USD Bin USD Bin USD

1995 1.754.459 3.427.190 5.181.649

1996 2.415.026 5.248.765 7.663.791

1997 2.916.853 5.260.884 8.177.737

1998 3.177.106 4.741.746 7.918.852

1999 2.384.719 3.052.172 5.436.891

2000 2.646.117 3.646.852 6.292.969

2001 2.862.156 2.850.325 5.712.481

2002 3.031.775 4.477.033 7.508.808

2003 3.639.097 6.073.227 9.712.324

2004 5.048.971 7.175.363 12.224.334

2005 5.994.324 8.606.054 14.600.378

Kaynak (TKB ESAM, 2007) raporundan derlenmiştir.

248
1995–2005 arası dönemde sektörün dış ticareti toplamda üçe katlanmış.
Büyüklük olarak en yüksek dış ticaret hacmi tarım ve orman makinalarında (292)iken
genel amaçlı makina üretimindeki dış ticaret daha yüksek artmıştır. Burada makina
imalat sanayi kapsamına almadığımız 293 kodlu elektrikli ev aletlerinin dış ticaretini
karşılaştırabiliriz. Elektrikli ev aletleri dış ticareti, 1995–2005 dönemi içinde ortalama
% 457 gibi büyük bir oranda artmasına karşın aynı dönemde genel amaçlı makina dış
ticareti %242 oranında artmıştır (TKB ESAM, 2007, s.496).

Makina ihracatının dış ticaret içindeki yerini değerlendirmek için ise aşağıdaki
tablolardan yararlanabiliriz. Sektörün genel (291) ve özel amaçlı makina (292)
üretiminden oluşan alt sektörlerinin katkıları da gözetilerek ihracatı şöyle gelişmektedir:

Tablo 18 M akina Sektör ün ü n İ hracatı

Makina Sektörünün İhracatı

291 292 291+292

Yıllar
Bin USD Bin USD Bin USD

1995 179.714 208.765 388.479

1996 230.611 285.352 515.963

1997 250.051 369.460 619.511

1998 297.585 402.325 699.910

1999 311.717 439.022 750.739

2000 383.905 506.228 890.133

2001 449.232 535.677 984.909

2002 546.945 684.167 1.231.112

2003 782.535 1.077.776 1.860.311

2004 1.099.043 1.206.769 2.305.812

2005 1.371.471 1.596.272 2.967.743

Kaynak (TKB ESAM, 2007, s.497) Raporundan Derlenmiştir.

Alt sektör ihracatlarının karşılaştırıldığı tablonun da gösterdiği gibi makina


imalat sanayi ihracatı 2001’den sonra hızlı bir artışa girmiş, bu artışta özel amaçlı

249
makina ihracatı genel olarak 291 kodlu alt sektör ihracatındaki artıştan daha yüksek bir
artış göstermiştir. Bu iki alt sektörün ihracatlarının artış hızı birbirlerine son yıllardaki
sapmalar hariç yakın gerçekleşmiştir. Son iki yıl içinde özel amaçlı makina imalat
sektörü daha hızlı bir artış gerçekleştirmiştir.

İncelediğimiz dönemin sonunda geldiği aşamayı belirtmek açısından Orta


Anadolu İhracatçılar Birliği’nin Makina sektör raporuna göre, 2006 yılı verileriyle en
fazla ihracat yapılan alt mal grupları sırasıyla inşaat ve madencilik makinaları (292),
endüstriyel klima ve soğutma makinaları (291) ve takım tezgâhları (292) olmuştur
(OAİB, 2007b)192. Makina imalat sanayinin toplam imalat sanayi ihracatı içindeki payı
1996’da %2,5 iken, 2005’te %4,3’e çıkmıştır. İmalat sanayi ihracatının incelediğimiz
dönem içinde 3.5 katına çıktığı gözetilirse, makina ihracatının bu oran içindeki payının
yükselmesi, artışın önemli bir artış olduğunu gösterir.

Buna karşılık, özel amaçlı makina alt sektörünün toplam ihracattaki payı, genel
amaçlı makina ihracatının payından daha yüksek gerçekleşmiştir.

Tablo 19 Alt Sektörlerin İ hracatı nı n Topla m İhracat İçi nde ki Pa yı

Alt Sektörlerin İhracatının Toplam İmalat Sanayi İhracatı İçindeki Payı

Yıllar 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
291 0,93 1,12 1,07 1,24 1,30 1,50 1,56 1,62 1,76 1,84 1,99
292 1,08 1,39 1,58 1,67 1,83 1,98 1,86 2,03 2,43 2,03 2,32
Kaynak (TKB ESAM, 2007, s.498) verilerinden derlenmiştir.
TUİK verileri üzerinden hazırlanan TKB ESAM raporu ile sektör birliklerinin,
örneğin MİB’in ya da OAİB’in hazırladığı raporlardaki (OAİB, 2007b) ihracat
rakamlarında farklılık gözükmektedir. İlkinde 2005 yılı toplam makina ihracatı 3
milyon dolara yakın iken, sektör birliklerinin ihracat rakamları, aşağıda 84. fasıl
tablosunda görüldüğü gibi 2005 yılı için 5 milyon doları aşan bir ihracat göstermektedir.

İkisi arasındaki farklılığı açıklamak için 84. fasılda yer alan ama 291 ve 292’de
yer almayan büro makinalarının ihracat rakamı yeterli olmamaktadır. Bu durumda tek

192
Gardner yayıncılığın yayınladığı rapora göre, takım tezgâhları ihracatı dönemin sonunda, 2005 yılında
dünya ihracatında 18. sıradayken 2006 yılında 16. sıraya yükselmiştir. Dünya takım tezgâhları ithalatında
ise Türkiye 2006 yılında 9. sırada yer alıyordu (Kalıp Dünyası Dergisi, 30 Mart 2007).

250
bir sınıflandırmaya bağlı kalmak ve mutlak büyüklükleri olmasa da eğilimleri bu
sınıflandırma üzerinden incelemek en tutarlısı olacaktır. Ancak ilerlemeden önce TKB
ESAM’ın, dolayısıyla TUİK’in verilerini, sektör birliklerinin topladıkları veriler ile
karşılaştırmak, bunları sınamak açısından bir karşılaştırma yapabiliriz. Burada iki
verinin birbiri karşısında tutarlılığından çok, yani mutlak büyüklüklerin uyuşup
uyuşmadığından çok, eğilimlerin aynı olup olmadığını sınayacağız. Zira TUİK’in
verilerinde olduğu kadar esas olarak Makina İmalatçılar Birliği ya da OAİB gibi sektör
birliklerinin veri toplama, envanter oluşturma konusundaki şikayetleri bizzat
kendilerince de özellikle 2000’li yılarla birlikte sık sık dile getirilmiştir. Her iki birlik de
son yıllarda Makina Sanayi envanteri oluşturmak için çalışmalarını tamamlamışlardır.

Bu sınamayı yapmak için eğer Makina imalat sanayini, 84. fasıl olarak alırsak,
ihracatın gelişimi şöyledir:

Tablo 2084. Fasıl İ hracatı

84. Fasıl İhracatı (Bin USD)

1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
810.588 985.832 1.175.481 1.275.949 1.423.987 1.749.495 2.142.459 2.994.073 4.130.648 5.246.237
Kaynak DTM.

Bu verileri, ileride ithalat verileriyle de birleştirip, 291–292 cinsinden ithalat-


ihracat verileriyle karşılaştıracak ve tutarlılığı sorgulayacağız.

Burada hemen belirtmek gerekiyor ki, makina imalat sanayi her iki
karşılaştırmaya göre de Türkiye ihracatında ilk sıralarda yer almaktadır. Örneğin, 2006
yılı itibariyle 84. fasıl ihracatta 3. sıradadır. İlk iki sırayı motorlu kara taşıtları ile giyim
sanayi almıştır. Makina imalat sanayini izleyen ise elektrikli makina ve cihazlar, yani
elektrikli ev eşyası sektörüdür. Yine 2006 yılı verilerine göre, 84. fasıl ithalatta ise 2.
sıradadır.

Makina imalat sanayi ithalatına dair veriler ise şöyledir:

251
Tablo 21 M akina Sektörün ü n İth alatı

Makina Sektörünün İthalatı

291 292 291+292

Yıllar Bin USD Bin USD Bin USD

1995 1.574.744 3.218.425 4.793.169

1996 2.184.415 4.963.412 7.147.827

1997 2.666.802 4.891.424 7.558.226

1998 2.879.521 4.339.421 7.218.942

1999 2.073.002 2.613.151 4.686.153

2000 2.262.212 3.140.624 5.402.836

2001 2.412.924 2.314.648 4.727.572

2002 2.484.830 3.792.866 6.277.696

2003 2.856.562 4.995.452 7.852.014

2004 3.949.929 5.968.594 9.918.523

2005 4.622.854 7.009.782 11.632.636

Kaynak (TKB ESAM, 2007 , s.499) Raporundan Derlenmiştir.


İhracat ve ithalat tablolarından hemen görülebileceği gibi 2001’den sonra
sektörün ihracatı önemli oranda artış göstermeye başlamıştır. Ancak makina imalat
sanayinin ithalatı, ihracatının çok üstündedir.193

Makina imalat sanayi ithalatında en büyük payı özel amaçlı makina ithalatı
almıştır. Bu alt sektörün ithalatı, 2002 ile 2005 yılları arasında 3,8 milyar dolardan %84
artarak 7 milyar dolara çıkmıştır. Aynı dönemde genel amaçlı makinaların ithalatı yakın
bir artış oranıyla, 2,5 milyar dolardan 4,6 milyar dolara çıkmıştır. Burada takım
tezgâhlarının, özel amaçlı makinaların (tarım ve inşaat makinaları, tütün işleme ve
tekstil makinaları) 292 kodlu alt sektöre girdiklerini tekrar hatırlatmak gerekiyor.

İhracatın ithalatı karşılama oranına dair irdelemede bulunacağız ancak bu


irdelemeyi, iki farklı veri setinin eğilimlerini karşılaştırıp, sınadıktan sonra yapacağız.

193
İmalat sanayi genelinde incelediğimiz ikinci dönemde ithalat yükselmiştir, dış ticaret açığı vardır ve
artma eğilimindedir. Üstelik Türkiye, 2004 yılında %40 gibi bir ithalat artışı ile dünya rekoru kırmıştır.

252
İlk veri seti TUİK (TKB ESAM) veri setidir, ikinci veri seti ise OAİB ve MİB’in yer
yer kullandıkları 84. fasıl dış ticaret veri setidir.

GTİP 84. fasıl üzerinden makina imalat sanayinin dış ticaret rakamlarını
değerlendirip karşılaştırmak ve verilerimizi sınamak için bu fasıl ürünlerinin dış ticaret
rakamlarına da bakarsak, 84. fasıl ürünlerin ithalatı incelediğimiz dönemde şöyle
gerçekleşmiştir.

Tablo 22 84. Fa sıl İtha latı

84. Fasıl İthalatı (Milyar Dolar)

1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

8.56 9.29 9.05 6.5 7.96 6.38 8.24 10.38 13.57 16.51
Kaynak DTM verileri.

84. fasıl olarak ihracat ve ithalatı karşılaştırırsak, şu sonuçlara varırız: 84. fasılda
291 ve 292’ye ek olarak büro ve bilgi işlem makinaları bulunmaktadır. Bunların genel
istatistiklere etkisinin fazla olmadığını göstermek açısından şu verileri verebiliriz. 2004
yılında büro makinalarının ihracat değeri 44 milyon dolar, 2005 yılında 60 milyon
dolardır (Yıllara göre yaklaşık 84. fasılın yüzde biri civarında seyretmektedir).
Dolayısıyla yukarıdaki iki farklı veri seti yani sektörü ISIC sınıflandırması ile 291+292
olarak ele aldığımız veri seti ile 84. fasıl olarak ele alan veri setleri arasında (TKB
ESAM raporu ile Dış Ticaret Müsteşarlığının 84. fasıl verileri), yapılan ihracat ve
ithalat karşılaştırmaları benzer eğilimler ortaya çıkarmaktadır. Mutlak büyüklükler
olmasa da yıllara göre, eğilimler benzerdir. Bu nedenle ISIC Revize 3 kullanan TUİK
verilerinden ve TKB ESAM raporundan yararlanarak, ihracat ve ithalat karşılaştırması
üzerine, alt sektörler üzerine sonuçlar çıkarmak anlamlı gözükmektedir. Dahası TUİK
verilerini ve TKB ESAM raporunu, kimi sınırlar dahilinde, çalışmanın ilerleyen
bölümlerinde kullanmak için gereken sınama yapılmış olmaktadır.

İhracat ve ithalatı karşılaştırdığımız yukarıdaki grafikten şu sonuçlar


çıkarılabilir: Makina sanayi ithalatı mutlak büyüklük olarak incelenen dönemde
ihracatın çok üstündedir. Kriz dönemlerinde ithalat azalma eğilimi gösterirken, ikinci
dönemde artışa geçmiştir. Grafikten ihracatın artışının iki dönemi belirgin biçimde belli
olmaktadır. 2001 hem ihracat hem de ithalat göstergeleri açısından bir kırılma yılı
olmuştur. 2001 sonrası, ihracat artış hızlarında farklılaşma (ihracat eğrisinin eğiminin

253
farklılaşma) gerçekleşmiştir. Bu kırılma noktasından sonra ihracat önceki döneme göre
daha hızlı artmıştır. Yine tabloların ve grafiğin gösterdiği bir başka gerçek 2001 yılına
kadar ithalatın azalma eğilimine karşın 2001 krizi sonrasında hızla artış eğilimine
girmesidir. Mutlak büyüklük olarak ithalat rakamlarının ihracatın çok üzerinde olması
gerçeğinin yanında 2001 sonrasında ihracattaki artış hızı ithalattaki artış hızını
geçmiştir. 2002’de 1,23 milyar dolar olan ihracat, %140 artarak 2005’te 2,97 milyar
düzeyine ulaşmıştır. Buna karşılık aynı dönemler içinde ithalat, 6,28 milyar dolardan
11,63 milyar dolara çıkmıştır; ki bu %85 artış demektir.

Yukarıdaki tablolardan ihracatın ithalatı karşılama (X/M) oranlarına dair de


sonuçlar çıkarmak olanaklıdır. Buna göre her iki alt sektörde de bu oranlar
yükselmişlerdir, ancak yine de henüz düşük düzeydedirler. 291 kodlu alt sektörde 1996
yılında %11 olan oran, 2005 yılında %30 olmuştur. 292 kodlu alt sektörde ise 1996
yılında %6 olan oran, 2005 yılında %23 olmuştur. Buna karşılık beyaz eşya (293) alt
sektöründe karşılama oranı 1996 yılında %97 iken 2005 yılında %335’e çıkmıştır.
Burada da 293 kodlu alt sektör makina imalat sanayi kapsamına hatalı biçimde
katıldığı durumda göstergeleri tam tersi biçimde değiştirecek ölçüde çarpıcı bir
farklılık sunmaktadır.

2000 yılında makina imalat sanayinin ihracatlarında düşük ve orta düzeyde


teknoloji etkilidir, yüksek teknolojinin oranı ise azdır (MMO, 2004). 2002 yılı
değerlerine göre, makina sanayi ithalatı en çok AB'den, ihracat da en çok AB’ne
yapılmaktadır. Yine aynı rapora göre, makina imalat sanayi düşük katma değer
yaratmaktadır. Ancak 1987'den 2000'e ücretin katma değer içindeki payı %23,5'den
%8,8'e düşmüştür ki, hiçbir sanayi sektöründe böyle düşüş yoktur.

Bu raporda sektör, ticari rekabet açısından çeşitli ölçülere göre


değerlendirildiğinde “önemli ölçüde ithalata bağımlı, uzmanlaşma orta düzeyde, dış
rekabete yarı açık, ihracatın dünya içindeki payı binde 6, ihracatın ithalatı karşılama
oranı %30 az” olarak değerlendirilmektedir (MMO, 2004). DPT raporu ise bu
değerlendirmeyle birlikte düşünüldüğünde ilginç bir veri sunmaktadır: Rapora göre,
“Makina İmalatçılar Birliği tarafından 2003 yılında 78 firmaya uygulanan bir
araştırma ile sektörde ithal girdi oranının yüzde 19 düzeyinde olduğu tespit
edilmiştir”(DPT, 2005, s.128). İthalata bağımlılık, imalat sanayinin ithal makina

254
kullanmayı tercih etmesinin ötesinde eğer sektörün ithal girdi tercih etmesi olarak
açıklanacaksa, MİB’in yaptığı söz konusu araştırma, farklı bir sonuç ortaya
çıkarmaktadır.

Tam da burada ithal girdi kullanımı ile “ithalata bağımlılığı” birbirinden ayırmak
gereklidir. İç pazarın ithal makinalar tarafından karşılanma düzeyi ithalata bağımlılığı
oluşturmaktadır. Ancak bu oran, ithal girdi kullanımından farklıdır. İthal girdi kullanımı
ise makina üretiminde girdi olarak kullanılan ürünlerin ithal edilmesi ile ilişkilidir.
Kuşkusuz iki oranın örtüştüğü noktalar bulunmaktadır; ister özel amaçlı ister genel
amaçlı olsun makinaların ithalatı içerisine bu makinaların aksamlarının ithalatı da
girmektedir. Dolayısıyla bu makina aksamlarının ithalatı, yerli makina üretiminde girdi
olarak kullanılabilmektedir. Ancak burada toplulaştırılmış makina ithalatına bakarak
ithal girdi oranını belirlemek eksik olacaktır.

Makina imalat sanayi ihracatının yapıldığı iki temel alan AB ve ABD’dir. 1990–
2005 dönemi değerlendirildiğinde AB’ye olan ihracat %40’lar civarında seyretmiş, son
yıllarda bu oran %38’lere düşmüştür (MMO, 2006). Aynı dönemde ABD'ye olan
ihracat, % 5'ten % 11,5'a çıkmıştır, Ortadoğu ülkelerine yapılan ihracat ise son
yıllarda % 9,0 civarındadır. Rusya'ya olan makina ihracatı 2004 yılında % 4,0
civarında kalmaktadır.

Sektörün ihracat, ithalat verileri gözetilerek, şu genel sonuçlar çıkartılabilir ve


kimi kayıtlar düşülebilir. Elektrikli ev aletleri kapsam dışına çıkarılınca makina imalat
sanayinin durumu daha açık olarak görünmektedir. 293 kodlu elektrikli ev eşyaları
göstergeleri olduğundan daha olumlu göstermektedir.

İhracat ile birlikte ithalatın artması, bunun içinde AB ülkelerinin büyüyen payı
ile birlikte düşünüldüğünde makina imalat sanayinin ihracat konusunda özellikle ikinci
dönemde gösterdiği gelişme ihtiyatla karşılanmalı, buna karşılık ithalatta, özellikle de
özel amaçlı makinalar ithalatındaki hızlı büyümeye dikkat edilmelidir. Sektör
derneklerinin genel şikâyetleri arasında “ikinci el makina ithalatı”nın sınırlandırılması
ön plana çıkmaktadır194. Öte yandan da makina ithalatındaki hızlı büyüme, içeride

194
Örneğin Metalmakina dergisi 161. sayıda Mumak şirketi Genel müdürü Yusuf Öksüzömer bu konuda
genel şikayeti dile getirmektedir.

255
üretken sermayenin etkinliğine dair bir işaret olarak gösterilebilir. Burada düşülmesi
gereken tek kayıt, Takım Tezgâhı İşadamları Derneği’nin (TİAD) üye yapısının da
gösterdiği gibi, takım tezgâhının içeride imalatının yanında ithalatçıların, aynı anda hem
imalat hem de ithalat yapanların ağırlığı, bu ithalatın tekrar ihraç edilmesi üzerine
işleyen firmaların sektör yapısındaki yeri ve ağırlığıdır. Yani ithal edilenlerin başka
ülkelere ihraç edilmesi, iç pazara giren ithal makinaların ne kadarının üretken
sermayenin işlev görmesi için kullanıldığı konusunda belirsizlik yaratmaktadır.

MİB Başkanı Arslan Sanır ithalatın artmasını belli başlı birkaç nedene
bağlamaktadır (Metalmakina dergisi, sayı 162). Yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve
uygulanması için makina imalatçıların markalaşmış ithal girdilere yönelmesi, kurun
düşüklüğünün getirdiği maliyet düşüklüğü, kamu kuruluşlarının kredi vb. gibi
nedenlerle ithal makinaları tercih etmesi, büyük presler195 gibi bazı makinaların
Türkiye’de yapılamıyor olması…

Makina imalat sanayi sektörü (291+292) incelenen dönem ele alındığında en


fazla dış açık veren ilk üç sektör arasında yer almıştır. Özel amaçlı makina imalatı ana
kimya sanayinden sonra ikinci sırada yer alırken, genel amaçlı makina imalatı, kimya
ürünleri ve demir çelik dışındaki ana metal sanayinin ardından 4. sırada yer almıştır.
Üstelik sektör genelinde dış açık artma eğilimi göstermektedir.

Sektörün rekabet gücünü belirleyen göstergelerin özellikle dönemin ikinci


yarısındaki değişimi dış ticaret açısından önemlidir. İç talebin ne kadarının ithalatla
karşılandığını belirleyen ithalat sızma oranı 2002 yılında %85 iken 2006 yılında %67’ye
düşmüştür.196 Üretimin iç pazarı karşılama oranını gösteren Uzmanlaşma katsayısı 2002
yılında %41 iken 2006 yılında %65’e yükselmiştir. Bu dönemde uzmanlaşma gelişmiş,
sınırı aşmıştır. Sektör ihracatının ithalatı karşılama oranı 1980 yılında %5,5 iken 2002
yılında %30,6’ya 2006 yılında %41’e çıkmıştır. Görüldüğü gibi sektörün ithalatı
karşılama oranı 1980 yılından bu yana büyük oranda gelişmiştir.

195
Otomotiv sanayinde kullanılan büyük transfer presleri, bu işlerde uzmanlaşmış ve marka haline gelmiş
şirketlerce Japonya, Almanya ve ABD’de yapılabilmektedir.
196
Karş. (MMO, 2004, s.115) ile (MMO, 2008, s.119).

256
3.3.1.3.4 Dış Ticaretin Bileşimi:

Dışa açılma ve ihracata hazırlanma açısından makina imalat sanayinde, kesici


alet, bıçak ve takımlar, takım tezgâhı ve makina imalatında aparat, yedek parça ve
takımlar, özel bazı makina imalatları, sıvı pompa, kompresör ve vanalar gibi ürün
gruplarının önemli başarı gösterdiği belirtilmektedir (MMO, 2006b). Ancak kimi
etkenler de (makina direktifleri, CE belgeleri, akreditasyonu gerektiren belgeleme vs.
yetersizliği) dışa açılmada makina imalat sanayinin rekabet gücünü azaltmaktadır. Buna
rağmen makina imalat sanayinin dış ticareti açısından önemli kimi kalemleri ayırt
ederek, bunların dış ticaret içerisindeki bileşimlerini ve gelişmelerini kısaca da olsa
değerlendirebiliriz.

İnşaat ve madencilik makinaları, dönem sonu itibariyle (2005) dünya ihracatının


%0,4'ünü yapmakta. 125 ülke içinde 27. sırada yer almaktadır. Bu alanda ihracatta
birinci ABD %18, ikinci Almanya %12, üçüncü Japonya’dır (%11), onları sırasıyla
İngiltere, İtalya Fransa, Belçika izlemektedir. Türkiye bu alanda 2005'te 399 milyon
dolar ihracat yapmıştır, ithalatı ise 1,2 milyar dolardır. Bu oran dünya ithalatının
%1,5'idir ve dünyada 18. sırada yer almaktadır. İnşaat makinaları ithalatının artış
oranları 2004 ve 2005'te %75, 2006 yılında da %43 olarak gerçekleşmiştir ki, bu yüksek
bir düzeydir. Bu yıllarda konut ve inşaat sektöründeki canlanmanın bu ithalattaki payı
önemli orandadır. (OAİB, 2007b, s.18).

Makina imalat sanayinin ihracat ve ithalattaki diğer bir önemli kalemi klima ve
soğutma makinalarıdır. Türkiye’nin bu alandaki ihracatı, 2005 yılında dünya ihracatının
%0,96'sıdır. Son beş yılda (2001–2006) ihracat yaklaşık dört kart artmıştır. Bununla
birlikte, sektörde ithalat artışı ihracattan daha düşük gerçekleşmiştir. 2006 yılında
ihracat 427 milyon dolara yakın, ithalat ise 395 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.

Takım tezgâhları alt sektöründe ihracat ve ithalat ise şu durumdadır: 2006 yılı
verilerine göre, Türkiye’nin takım tezgâhı ihracatı, dünya ihracatının %0,4’dir. İhracatta
dünyada 24. sıradadır. İthalatta ise dünyanın %1,7'si oranında ithalat gerçekleşiyor.
OAİB'e göre takım tezgâhları ihracatı makina imalat sanayi ihracatı içinde 3. sırada yer
alıyor. Takım tezgâhları içerisinde incelediğimiz dönemin sonuna doğru ihracatı en çok
gelişen sac işleme makinalarıdır. İthalat açısından değerlendirirsek, takım tezgâhları

257
ithalatta makina sanayi içinde ön sıralardadır. OAİB iştigal alanına göre Makina
sektöründe ithalat yapanlar içinde ikinci sırada takım tezgâhları vardır. Bu açıdan en
çok ithalat yapan ikinci alt sektördür. 2006'ya gelindiğinde ithal edilen en büyük kalem
“metalleri dövme, işleme, kesme, şataflama presleri, makinaları”, ithalatı en çok artan
kalemin ise “elektrik, lazer, ultrasonik vb. çalışan lehim, kaynak cihazları” olduğu
görülmektedir (OAİB, 2007b, s.24).

Arslan Sanır sektöre dair yaptığı açıklamada takım tezgâhı ihracatında


incelediğimiz dönemde “yapısal bir değişiklik” olduğundan bahseder (Metalmakina
dergisi, sayı 162). Buna göre, AB pazarı dışında da Rusya ve Polonya gibi ülkelere,
potansiyel pazarlara ihracat artmaktadır. Bu AB’ye bağımlılık şikâyetine karşı, riski
azaltan bir etken olarak öne sürülmektedir. 2005 yılında takım tezgâhı ihracatının en
çok artış gösterdiği iki ülke Rusya ve Polonya’dır.

İncelediğimiz dönemin sonu, yani 2005 yılı itibariyle takım tezgâhı dış
ticaretinin bileşimi şöyledir: bazı özel sac işleme makinaları ithalatta ilk sıradadır (%
26), ardından işleme merkezleri (% 22) geliyor. Bundan sonra ise CNC tornalar ve
genel olarak tornalar (% 19.7) gelmektedir. Buna karşılık takım tezgâhları ihracatımızda
ise ön sırayı sac işleme makinaları (% 71.18) almaktadır. Bunun ardından payı küçük
olsa da CNC torna grubu (% 7.5) gelmektedir. Yalnız bilgisayar kontrollü sayısal
torna tezgâhlarının (CNC) son yıllarda ihracatı hızla artmaktadır. Dönemin MİB
başkanı Arslan Sanır’ın beklentisi yakında ihracatta önemli bir pay alacağı yönündedir
(Metalmakina dergisi, sayı 162). Üstelik yine Sanır’ın belirttiğine göre, sac işleme
makinalarının dış ticaretteki ağırlığının azalmaya başlamasıyla birlikte CNC tezgâhların
belirleyiciliği artmaktadır. CNC torna ve işleme merkezleri, teknoloji yoğun bir
üründür. Bunların imalatı ve ihracatı artış göstermektedir. Bu bölüm içinde
değindiğimiz gibi sektörün ilk beşyüze ya da bine giren şirketleri arasında takım
tezgâhı üreten, CNC üretiminde uzmanlaşan ve yatırımları artan şirketler önemli
bir yer tutmaktadır. Bu, makina imalat sanayi açısından, sanayinin geneli olmasa bile
belirli bir kesimi için teknolojik düzeydeki gelişme eğilimlerini göstermesi yönünden
anlamlı bir veridir.

258
3.3.1.3.5 Teknolojik Düzey, İşgücü Niteliği, Katma değer ve verimlilik yapısı

Tanımı gereği makina imalat sanayinin özelliği, teknoloji yoğun bir sektör
olmasıdır. Yani üretim sürecinde yüksek teknoloji kullanım oranı fazladır. Burada
üretim sürecinde teknoloji kullanımı ile üretilen ürünün teknolojik düzeyi arasındaki
ayrıma dikkat etmek gerekir. Gerek bu ayrım açısından gerekse de makina imalat
sanayine dair son yıllara kadar sağlıklı bir envanter tutulamaması nedeniyle, bu gibi
göstergelerde raporlar arasında epey bir karışıklık ortaya çıkartmaktadır. Buna teknoloji,
Ar-Ge ve mühendislik konusundaki verilerin, envanterin yetersizliği de eklenmelidir.

Örneğin her ikisi de Makina Mühendisleri Odası’nın görüşlerini içeren


raporlarda yer alan şu farklılık açıklanmalıdır. IV. Makina Tasarım ve İmalat
Teknolojileri Kongresi sonuç bildirisinde makina imalat sanayi değerlendirirken şunlar
söylenmiştir:

Firmalarımızın çoğu katma değeri düşük ve düşük-orta


kategorilerdeki teknolojilerde makinalar imal etmekte, bir bölümü de
tamamen fason üretim yapmaktadır. Orta-yüksek teknoloji aşamasına
ulaşan firma sayısı ise yalnızca 50'dir. Böylece sadece bu firmalar
küresel rekabette yer alabilmektedir.

Yine Makina Mühendisleri Odası’ndan Yavuz Bayülken’in hazırladığı raporda,


1999 yılında yapılan bir araştırmaya göre, imalat sanayi içinde yüksek teknoloji
uygulayan 100 firmadan 65’i makina imalat sanayi içinde yer aldığı söylenmektedir
(MMO, 2004, s.2).

İlki ürünler açısından, ikincisi ise üretim süreçleri açısından makina imalat
sanayini almaktadır. Ancak üretim süreci olarak yüksek teknoloji uygulayan her 100
firmadan 65’i makina sanayinde yer alırken, ürün teknoloji düzeyi bu kadar düşük
(sadece 50 firma) olamaz. Akla uygun tek yanıt, 1999 yılında yapılan araştırmanın,
genelde makina kapsamına alınan elektrikli ev eşyası ile elektrikli makina üretimini de
kapsama dahil etmesidir. Arçelik vd. gibi şirketler de bu kapsama alındığında %65 gibi
bir oran, Kongre sonuç bildirisindeki değerlendirmeyle tutarlı hale gelebilir. Çalışma
boyunca olanaklı olduğu kadar bu ayrıştırmaya titizlik gösterilmiştir. Ancak sektörün
tüm dağınık yapısına karşılık yaşanan merkezileşme de çarpıcı biçimde görünmektedir.
Binlerce farklı düzeylerde, çoğu geleneksel üretim araçları ile geleneksel tezgâh,
makina, pompa, parça ve bileşenleri gibi ürünler üreten küçük ve orta ölçekli

259
işletmelerin içinden sivrilen, sektörün genelinin sayısal verileri üzerinde ağırlığını
koyan şirket sayısı bu sayıdan çok azdır.

Ürünleri açısından ise daha önce de belirttiğimiz gibi, sektör orta düzey teknoloji
sınıfında üst sıralarda yer almaktadır. İçten yanmalı motorlar ve türbinleri ile takım
tezgâhları üretimi yüksek teknoloji grubuna daha yakın olarak görülmektedir.

Makina Mühendisleri Odası Makina İmalat Sanayi Oda Raporuna göre, 2004
yılında Türkiye'de imalat sanayi yatırımlarının % 4,5'u orta-yüksek teknoloji grubuna
yapılmaktadır. Buna karşılık orta yüksek teknoloji grubunun yarattığı katma değer toplam
katma değerin %22,9’unu bulmaktadır (MMO, 2006a). Aynı yıl içinde toplam katma
değerden yüksek teknoloji %5,5; orta-düşük teknoloji %37; düşük teknoloji ise %34
pay almaktadır. 2004 yılındaki bu oran örneğin Yunanistan, Portekiz, Meksika gibi
ülkelerin teknolojik bileşiminden daha fazla orta ve yüksek teknoloji ağırlıklı bir
orandır. Üstelik İtalya’nın teknolojik bileşimine yakındır. Teknolojik bileşimde 2004
yılı verileriyle gözüken bu gelişmeye karşılık yatırımların kompozisyonunun düşük
kalmasının açıklamasını yatırımları düzenlemeyen devlet ve planlamanın eksiklerinde
aramak ise sermaye birikiminin bugünkü gelişimini, devletin buradaki yerini
kavrayamayan, devleti sermayenin üstünde planlayıcı ve düzenleyici bir kurum olarak
gören bir anlayış olacaktır.

Makina imalat sanayinin, orta-yüksek teknoloji grubuna daha yakın olduğunu


belirtmiştik. Orta-yüksek teknoloji grubundaki yatırımların % 21'i makina imalatına
yönelmektedir (MMO, 2006a). Bu erken kapitalistleşmiş ülkelerle kıyaslandığında henüz
düşüktür ama Türkiye açısından orta-yüksek teknolojiye yönelme eğiliminin de bir
göstergesidir.

Makina imalat sanayinin ihracatını miktar ve değer olarak ayrıştırıp


değerlendirirsek de teknolojik düzey ile ilgili anlamlı sonuçlara varabiliriz. Makina
imalatındaki ihracat artışında, miktar artış oranı ile değer artış oranları aynı
seyretmemektedir. MİB Bültenlerinden buna bir örnek vermek olanaklıdır.

İncelediğimiz dönemin sonundan bir örnek olsa da özellikle dönemin ikinci


yarısındaki eğilimi temsil etmektedir. Buna göre, MİB’in topladığı verilere göre, 2006
yılında makina sektöründe ihracat artışı miktar olarak %17,4’tür, buna karşılık değer

260
olarak %24,9 artış gerçekleşmiştir. 2007’de ise miktar bazında ihracat artışı %15,1;
değer olarak artış ise %33,9’dur. Yani bir yıl içinde ihracat miktar olarak daha az artmış
olmasına rağmen, değer olarak daha fazla artmıştır. Bu dönemde kurdaki değişimlerin
bu değişim oranında daha az olduğu dikkate alınırsa, birim miktar başına içeriğin yani
birim miktarın fiyatının daha pahalı olduğunu gösterir, kurdaki değişimi arındırırsak
daha pahalı mallar ihraç edildiği ortaya çıkar. Bu da teknolojik bakımdan daha gelişmiş
makinalara yönelindiği anlamına gelir (MİB Bülteni, Ocak 2008). İncelediğimiz
dönemde (özellikle ikinci yarısında) üretilen ürünün, makinanın teknolojik düzeyi
gelişmiştir.

Makina Mühendisleri Odası’nın sektör üzerine raporlarında belirttiğine göre,


makina imalat sektöründe eğitimli işgücü oranı düşüktür (MMO; 2004). 2000 yılında
makina imalatı yapan işyerlerinde yaklaşık 121 bin işgücü arasında yürütülen bir işyeri
araştırmasının sonuçlarına göre, istihdamın %1,4’ünü mühendisler oluşturmakta; teknik
eğitim almışlar ise % 30,6'lık bir oranı oluşturmaktadır. Vasıfsız işgücünün toplamda
yaklaşık % 70'lere ulaşması, rapora göre sektörün nitel işgücü zaafını göstermektedir
(MMO, 2006a). 2008 yılında yapılan sektör araştırması, nitelikli işgücünün payında
(mühendisler %1,5; teknik eğitim almışlar %32; vasıfsız işgücü %68) az da olsa bir artış
göstermektedir (MMO, 2008, s.103).

Hâlbuki makina imalat sektörü, genel olarak “mühendislik” sektörü olarak


anılagelmektedir. Yeni makinaların, müşteri taleplerine göre üretimi sırasında tasarım,
yenilik gibi süreçlerde mühendislerin en etkili uygulama alanı bulabilecekleri bir sektör
olmasına karşılık nitelikli işgücü sektörde yer alan şirketlerin en fazla ihtiyaç duydukları
eksiklik olarak sürekli dillendiriliyor. Nitekim TMMOB raporları da bunu teslim ediyor.
Makina imalatı mühendislik gerektiriyor ancak Türkiye’de mühendislik ve Ar-Ge çok
zayıf. Üstelik nitelikli işgücü konusundaki bu eksiklik sadece üretime yönelik değil,
yönetim teknolojisi ve teknoloji de zayıf durumdadır. Bu konudaki değerlendirmeler,
genel olarak sanayide yer alan KOBİ’lerin Ar-Ge çalışmaları ve mühendis istihdamı
üzerinden yapılmaktadır. Sanayideki işletmelerin büyük bir bölümünü oluşturan 200
bini aşkın KOBİ’nin %46,5’inde mühendis istihdamı yoktur. %22,3’ünde yalnızca 1
mühendis bulunmaktadır.

261
Makina imalat sanayinde firmaların %42'sinde hiçbir Ar-Ge çalışması
yapılmamaktadır. Üretime yönelik firmaların yalnızca % 17'sinde Ar-Ge bölümü
bulunmaktadır. Şirketlerin %36’sında mühendis istihdam edilmemektedir. %33’ünde
teknisyen/tekniker çalıştırılmamaktadır.197

2002 yılı verilerine göre (MMO, 2004, s.116) sektörde patenti alınmış ürün
sayısı 397 iken bu sayı 2006 yılında 446’ya çıkmıştır (MMO, 2008, s.120). Bu
rakamların yeni başvurular değil de, o güne kadar alınmış toplam ürün patentleri olduğu
düşünülürse, artma olsa da düşük bir patent sayısıdır.

Bu veriler sektörde, Ar-Ge çalışmalarının düzeyi, işgücü istihdamının niteliği


hakkında genel bir bilgi vermektedir.

3.3.1.3.6 Üretim Teknolojisi:

Makina imalat sanayi, üretim araçları üretiminin can damarıdır. Yatırım malları
sınıflandırması içinde bu nedenle temel bir yer tutar. Bu yüzden teknoloji sektör için
belirleyici bir yere sahiptir. “Engineer” karşılığıyla mühendislik kavramının özgün
kökeni ve doğuşu da makina ve motor ile doğrudan bağlantılıdır. Makina imalatı, zanaat
ile bilim arasındaki ilişkiyi anlamak için ilk ipuçlarının bulunabileceği temel bir alandır.
İlk makina imalat süreci, kendi başına makina üzerine yoğunlaşan bir manifaktür ya da
atölyeden doğmamıştır. Aksine tekstil, dokuma gibi sanayi kollarında çalışan nitelikli
işçilerin, zanaatkarların üretimi kolaylaştırmak üzere geliştirdikleri aletlerin bu atölyede
üretilmesinden giderek bu aletleri ve makinaları üretmek için sadece bu konuda çalışan
atölye ve manifaktürler kurulmasına giden bir süreç olarak gelişmiştir (Clegg, 1979).
Makina imalat sanayi, üretim araçlarının üretimi olduğu kadar, bilimin ve teknik
gelişmenin rasyonel bir disipline kavuşmasının da izlenebildiği bir süreç olmuştur.

Bugün makina imalat sektöründeki teknoloji üç niteliği ile ele alınmaktadır.

• Teknolojinin ürün geliştirmedeki rolü


• Teknolojinin doğrudan ürün üzerindeki rolü

197
Bu veriler yakın tarihlidir, IV. Makina Tasarım ve İmalat Teknolojileri Kongresi sonuç bildirgesinden
ve bu kongrenin açılışında MMO Yönetim Kurulu Başkan Vekili Nergiz BİLGİN’in yaptığı konuşmadan
derlenmiştir.

262
• Teknolojinin imalat süreci üzerindeki rolü

3.3.1.3.6.1 Teknolojinin ürün geliştirmedeki rolü


Ürünün tasarımı, prototipin hazırlanması sürecindeki teknolojik gelişmelerdir.
Bu gelişmeler enformasyon teknolojisindeki ilerlemelere dayanmaktadır. Bilgisayarlı
tasarım, benzeşim (simülasyon), prototip oluşturma, model tasarımı gibi yöntemlerdeki
gelişmeler, ürün geliştirme sürecinin temel basamaklarını oluşturmaktadır. Hızlı
modelleme, ürünün kesin bir prototipini çıkarmak ve denemek, hızlı kalıp çıkarmak
açısından makina imalat sektörü için temel bir önem taşımakta, halen kullanılmaktadır.

2006 yılındaki bir rapora göre, makina imalat sanayinde bu alanda ortaya çıkan
son uygulama ise “ortak tasarım”dır (MMO, 2006a). Ana firma ile tedarikçi şirketin,
aparat, parça, bileşen, tertibat ya da sistemi ortak tasarlaması anlamına gelmektedir.
Rapora göre bu tasarım biçimi “özellikle ürünün kalite-maliyet optimizasyonunda”
önem kazanmaktadır. Ancak Türkiye açısından bu uygulamanın incelediğimiz dönem
içerisinde zemini oluşmasına karşılık, sektörün parçalı ve dağınık yapısı nedeniyle
henüz etkinleşmesi olanaklı olmamıştır. Ortaklaşma çabası, ortak tasarım ya da Ar-Ge
çalışmasından önce, sektör birliklerinin yanında satın alma birliği kurmakla başlamıştır.
Araştırma geliştirme çabalarının maliyeti bireysel sermayelerin kendi çaplarında
karşılanabildiği kadar yürütülmekte, TÜBİTAK, TTGV, DTM gibi kuruluşlardan Ar-Ge
destekleri ancak belirli bir sermaye büyüklüğüne gelmiş şirketler için olanaklı olmakta
ve görünmektedir. Yan sanayinin ve sektörde buna uygun kümelenmelerin oluşturulması,
parçalı ve dağınık yapı içinde büyüyebilen sermaye kesimlerinin de beklentisini ve
ihtiyacını oluşturmaktadır.198 İthalatın artmasında, girdilerin ithal edilebilmesi ve kurun
buna uygun olmasının payı vardır. Ancak makina imalat sanayinde birikim ve
merkezileşme eğiliminin önde gelen şirketleri kura dayanan bu girdi maliyetleri
düşüklüğünün daimi olamayacağını görmektedirler. Bu nedenle yan sanayinin
oluşturulması, buna yönelik ürün geliştirme teknolojisinin rekabet için gerekli olduğunu
giderek daha fazla görmektedirler.

198
TİAD da, AB’nin talaşlı imalat ve saç parça imalatını birlik dışındaki ülkelere kaydırma eğiliminden
bahsetmektedir. … artık dünya çapındaki otomotiv üreticilerinin yan sanayi, parça üretimi hızla ya AB
adayı gelişmekte olan ülkelere ya da AB dışındaki ülkelere kayacaktır” (TİAD, 2006b, s.37).

263
Örneğin, Şahinler Metal Makina Endüstri A.Ş'nin ihracat departmanından Erman
Karataş bu konuda şunları söylüyor (MetalMakina, 2006, Sayı 162):

Türkiye’ye Motor, Redüktör ve Hidrolik Kompenentlerin


ithalatı yapılıyor. Çünkü Türkiye de bunu sağlayacak üretici
bulunmamaktadır. Bir makina üretiyoruz fakat bunun hidrolik ve
elektrik aksamını yurt dışından getirtiyoruz. Aslında bunlar ülkemizde
yapılsa hem makina teslimatlarımız kolaylaşır, hem de Türkiye
kazanır.

Sözü edilen bu süreç, incelediğimiz dönemde, özellikle son dönemlere doğru,


makina imalat sanayinde başlamış olan bir süreçtir. Mumak şirketi Genel müdürü Yusuf
Öksüzömer ise sektör konusunda şunu söylemektedir (Metal Makina, sayı 161):

Avrupa’daki meslektaşlarımız ile çok az bir çıtamız kaldı. Biz


onlardan 100 ya da 150 yıl sonra bu serüvene başlamamıza rağmen
50 yıl gibi kısa bir süre içerisinde çok hızlı adımlarla yakaladık ve çok
az bir mesafemiz kaldı. Onlarda bizim için ulaşılmayacak şeyler değil.
Fakat takdir edersiniz ki ülkemizin içerisinde bulunduğu pozisyonda
Ar-Ge yatırımları ile ilgili firmaların maalesef cirolarının içerisindeki
ayırdıkları pay yüksek değil. Türkiye de ki her işletme kendi ateşi ile
yanıyor pozisyonunda ve dolayısıyla bu ateşi söndürmek için suyu da
kendi bulmak zorunda. Bu ateşin hararetini düşürmek içinde diğer
ekipmanları da kendisi oluşturmak durumunda. Bir ateşin içerisinde
bütünüyle yanarken dolayısıyla Ar-Ge çalışması ile ilgili olarak çok
fazla vakit ayıramıyor ve bunun için büyük departmanlar
oluşturamıyorsunuz. Bugün bir Alman ve İsviçre de ki firmaları göz
önüne alırsak eğer, bizim yıllık cirolarımız onların Ar-Ge
departmanlarının cirolarının belki % 10-20 si seviyesinde ve bizim o
noktalara ulaşmamız tabiî ki hayal. Firmalar yaşam savaşı içerisinde
aynı mütevazilikte Ar-Ge çalışmasına mutlaka bir şey ayırıyor.
Sektörde firmaların kendi içerisinde bir birim oluşturup burası Ar-Ge
departmanıdır, burada 20 tane beyaz yakalı insan çalışır ve ben
bunların maaşlarını öderim, bu departman sadece yenilik düşünüp
bunları bizim çalışmalarımıza adapte edecek demek maalesef
Türkiye’nin gerçeği ile bağdaşmıyor. Bunu biz yapıyoruz diyen
kişilere de sadece bakarak bunu yapmayı ümit ediyordur diye
düşünürüm. Yapılan Ar-Ge çalışmaları bahsettiğim olay içerisinde
gerçekleşiyor. Karşınıza yeni bir proje geliyor. O yeni projeye siz
kendi üretiminizi adapte etmek için uğraşıyorsunuz. Günümüz
Türkiyesine bakıldığında müşteri o kadar değerli ve az ki, müşteri
memnuniyeti için yapılan çalışmalar insanı Ar-Ge çalışmasının
içine itiyor. Mevcut ürününüzün bir yerinin farklılaştırılması
isteniyor. Bu durumda siz mevcut olanaklarınızı ve mühendislik
departmanınız içerisinde bir proje ortaya çıkarıyorsunuz ve
müşterinizin onayına sunuyorsunuz. Onaylandıktan sonra

264
sözleşmesini yapıyor ve imalata geçiyorsunuz. Dolaylı olarak Ar-Ge
gerçekleşmiş oluyor.

Makina imalat sanayinde ürüne yönelik araştırmanın nasıl gerçekleştiğini güzel


bir biçimde anlatan bu alıntı aynı zamanda bu Ar-Ge çalışmasının zayıflığını, eksik
yönlerini de ortaya koymaktadır.

3.3.1.3.6.2 Teknolojinin doğrudan ürün üzerindeki rolü


Ürüne yönelik belirli standartların belirlenmesi, “tüketici ihtiyaçları” gibi
etkenler ürün üzerinde yeniliklerin yapılmasını gerekli kılmaktadır. Çevreye uyumlu
ürün, kullanıcı dostu ürün, güvenilir, yüksek kaliteli ve maliyeti düşük ürün niteliği gibi
nitelikler, doğrudan ürüne yönelik teknolojinin de uygulanmasını getirmektedir.
Örneğin nano teknolojilerin malzeme bilimindeki ilerleme ile birlikte ürünlere
yansıması, ürüne yönelik yenilik ve teknolojik uygulamalara güzel bir örnektir. Ürünün
malzemesi, kalitesine yönelik teknolojik yenilikleri kapsamaktadır.

Makina imalat sanayinde ürün süreci müşterinin talebine göre esnek


değişebildiğinden üründe yenilik ya da ürün geliştirme önem kazanmaktadır. Sektörün
belirli firmaları bu özelliğin önemini fark etmiş görünüyorlar.199

3.3.1.3.6.3 Teknolojinin imalat süreci üzerindeki rolü


Sektöre yönelik rapor ve araştırmalar, teknolojinin sektör içindeki kullanımını
ayrıntılandırırken imalat sürecindeki kullanımını iki başlık altında incelemektedirler. 1-
yeni imalat teknolojilerinin kullanılması, 2- imalatta gelişmiş yönetim teknolojilerinin
uygulanması.

Bilgisayar kontrollü takım tezgâhları (CNC tezgâhlar), imalatta kullanılan


robotlar, robot kollar, esnek imalat yöntemleri, otomatik montaj sistemleri ilk başlığın
altında ele alınmaktadır. İkinci başlık altına ise hızlı üretim, hızlı prototip imalatı,
yüksek hassasiyette (precision) üretim girmektedir.

199
Mumak Makina Genel Müdürü Yusuf Öksüzömer şunu söylüyor: “Son yıllarda üretim gamımız biraz
değişti. Küçük tonajlı makinaları daha az üreterek daha büyük tonajlı ve daha özel spesifik makinalar
üretmeye başladık. Proje firması olmaya doğru ağırlık verdik. Çünkü yoğun üreticilerin olduğu bir pazar
ve siz ancak belli farklılıklarınızı müşteriye empoze ederek pazarda tutunabilirsiniz. Eğer böyle
olmazsanız sizi sadece fiyat kriterleriyle değerlendirirler” (Metal Makina,161. sayı).

265
Ama öte yandan, imalat sürecine yönelik teknoloji böyle sınıflandırılırken, yeni
üretim teknolojilerinin, imalat teknolojileri ile yönetim teknolojilerini birleştirdiği
örnekler de belirtilmektedir. Bilgisayarla bütünleşik üretim uygulamaları (CIM, SAP),
üretim sürecinin bilgisayar ile kontrol edilmesini, üretim hattı ile yönetim arasındaki
bilgilenme, denetleme, yönetim hızını artırmakta, hassasiyetini yükseltmektedir.

Ancak Makina mühendisleri odasının raporunda dendiği gibi, sektör üretiminde


yüksek ya da orta yüksek teknoloji uygulanması, dolaysızca ölçek ekonomisine bağlıdır
(MMO, 2006a). Bu yöndeki teknoloji yatırımlarının önündeki en büyük engel de
sektörün parçalı yapısı, ağırlıklı olarak küçük ve orta boyutlu işletmelerden oluşmasıdır.
Bu parçalı yapının ağırlıklı olarak aile işletmelerinden oluşması, faiz ve döviz
kurundaki ve makro değişkenlerdeki istikrarsızlık, kredi ve finans kullanımını
kısıtlamıştır. Başka bir yerde belirttiğimiz gibi, bu aile şirketleri kredi almak, bankalarla
bu temelde ilişkiye girmekten sakınmaktadır, daha çok üretken sermayenin karlarından
sınırlı yatırımlar yapmaktadırlar. KOBİ’lere yönelik kredilerin özellikle incelediğimiz
dönemin sonlarında, finansal yapılanma, göreli istikrar döneminde ortaya çıkması yine
de sektörün geneli için değil ancak ihracata yönelmiş, belirli düzeyde birikime sahip
işletmeler için yararlı olabilir.

3.3.1.3.7 Ar-Ge Harcamaları:

2008 tarihinde güncellenmiş verilere göre, 1996–2005 yılları arasında alt


sektörlerin Ar-Ge harcamalarının toplam satışlarına oranı şöyle gelişmiştir:

266
Tablo 23
M akina Alt Se kt örlerini n Ar-Ge Harcama Payları

Makina İmalat Sanayii Alt Sektörlerine Göre Ar-Ge Harcamaları Payı

Alt Sektörler 1996 1997 1998 1999 2000 2003 2005

İçten yanmalı motor ve türbin


0,2 0,2 0,3 0,2 0,3 0,4 0,5
imalatı
Pompa, kompresör, vana
0,4 0,5 0,4 0,5 0,5 0,5 0,6
imalatı

Sanayi fırını, ocak vs. imalatı 0,2 0,2 0,3 0,4 0,3 0,4 0,4

Yükleme, kaldırma ve taşıma


0,1 0,1 0,2 0,3 0,3 0,3 0,4
makinalar
Soğutma, havalandırma ve
0,3 0,5 0,5 0,6 0,5 0,6 0,6
klima cihazları imalı
Tarım ve orman
0,1 0,1 0,1 0,1 0,1 0,1 0,2
makinalar
İnşaat ve maden
0,1 0,2 0,1 0,2 0,1 0,2 0,3
makinalar

Takım Tezgâhlar 0,6 0,7 0,9 1,0 1,2 1,2 1,3

Gıda, içki, tütün mak. 0,4 0,5 0,4 0,8 0,9 1,0 1,0

Tekstil, konfeksiyon ve deri


0,3 0,4 0,5 0,7 0,6 0,6 0,6
makinalar

Kauçuk, plastik vs. işleme 0,3 0,4 0,3 0,5 0,3 0,4 0,4

Kâğıt, karton, baskı


0,4 0,5 0,7 0,8 0,8 0,8 0,9
makinalar
Diğer özel amaçlı
0,2 0,4 0,6 0,7 0,9 0,9 1,0
makinalar
Kaynak (MMO, 2008, s.116).

Tablodan görüldüğü gibi Ar-Ge harcamasının yoğun olduğu alt sektörler, takım
tezgâhları, gıda, içki ve tütün işleme makinaları, kâğıt, karton ve baskı makinaları ve
diğer özel amaçlı makina alt sektörleridir. İçten yanmalı motorlar, pompa ve komp-
resörler, soğutma-havalandırma cihazları alt sektörlerinde Ar-Ge’ye ayrılan fonlar
yetersizdir.

Makina imalat sanayinin Ar-Ge harcaması 2006 yılında toplam satışlarının


% 1,0’idir. Makina Mühendisleri Odası raporuna göre dünyada bu oran % 2,5-3
arasındadır (MMO, 2008, s.120).200 Takım tezgâhlarının Ar-Ge harcamalarının

200
“Almanya’da yapılan bir araştırma, makina imalatının tüm sektörler içindeki yüzdesinin % 12
olduğunu, 2005 yılı harcamalarında Ar-Ge’ye ayrılan payın % 3,8 … olduğunu saptamıştır” (MMO,
2008, s.117).

267
payı %1,3 ile bu orana daha yakındır. Makina imalat sanayi içinde takım
tezgâhlarının payı, üretim ve ihracattaki payının görece büyüklüğü dikkate değerdir.
2002 yılı gibi kriz dönemi verileriyle değerlendirildiğinde bile, takım tezgâhları üretimi
(2,63 milyar dolar), inşaat ve maden makinalarından (2,86 milyar dolar) sonra makina
imalat sanayi içinde en büyük üretim değerine sahiptir (MMO, 2008, s.36).

2004 yılı verilerine göre, sektörel açıdan araştırma geliştirme etkinliklerine firma
cirolarından ayrılan payların son 10 yıl içindeki durumu şöyledir: İlk iki sırayı,
elektronik ve elektrik makinaları almaktadır. Ar-Ge harcamaları elektrikli makinalarda %
1,5'a kadar çıkmaktadır. Üçüncü sırayı otomotiv almakta ardından makina imalatı
gelmektedir. Makina imalatında işletmelerin cirolarından araştırma geliştirme
etkinliklerine ayrılan pay 2000 yılı itibariyle % 0,8'i bulmaktadır. Bu oran 1995 yılında
0,3 iken bu noktaya yükselmiştir. Yukarıdaki tablo, bu oranın yükselme eğiliminde
olduğunu göstermektedir. Sektörel birliklerin ve kurumların öngörüsü bu payın % 1,5'a
ulaşması kaydıyla, sektörün özgün ürün tasarımı yapmaya başlayabileceği yönündedir
(MMO, 2004), (TİAD). Takım tezgâhları sektörünün Ar-Ge harcamaları 1996’da %0,6
iken bu oran 2005’te %1,3’e çıkmış; yani bu sınıra yaklaşmıştır. Bu bölümde örnekleri
görüldüğü gibi tasarım yönünde altsektörde önemli değişiklik gerçekleşmekte, sektörün
üzerinde bu yönde basınç artmaktadır. Zaten makina imalat sanayi içinde ele aldığımız
dönemde Ar-Ge’ye en çok pay ayıran sektörlerin başında da Takım tezgâhları sektörü
gelmektedir.

Yine TUİK verilerine göre, makina imalat sanayinde teknolojik yenilik yapan
firma oranı 1995–1998 yılları arasında, %38,1 iken, 1998–2000 yılları arasında bu oran
%50,8’e çıkmıştır. 2002–2004 yıllarında ise %52,17 olmuştur.201 Yani yenilik eğilimi
artmaktadır.

Henüz yeni gelişmekte olan sektörel bazlı envanter çalışmaları dikkate alınırsa,
Ar-Ge destekleri ile bunun envanterinin tutulmasında da kimi sıkıntılar vardır. Sektör
birliklerinin yayınlarında Ar-Ge çalışmaları, Ar-Ge çalışanlarının verilerini bulmak zor

201
TUİK, yenilik kavramını geniş tutmaktadır. Ürün yeniliği (hizmet ve mal olarak), süreç yeniliği,
organizasyon yeniliği, pazarlama yeniliği, yenilik tanımları içinde geçmektedir.

268
olmaktadır. Buna karşın Ar-Ge çabaları önemli artış göstermektedir. OAİB raporunda
(2007a, s.8) bu konuda şu dile getirilmektedir:

Türkiye’de makina imalat sanayii, bazı alanlarda teknolojik


açıdan gelişmiş ülkelerin gerisinde kalmakla birlikte, gerek AR-GE
desteklerinde diğer sektörler arasında ilk sırayı alması ve gerekse
patent alma oranındaki yüksekliği göz önüne alındığında hızlı bir
gelişim içerisinde olduğu ve yüksek teknolojiye sahip ülke firmaları ile
rekabet potansiyeline sahip olduğu görülmektedir. Nitekim son 12
yılda yaşanan ihracat artışı, Türk makina endüstrisinin hızlı çıkışının
en önemli göstergesidir. Sektörde bugün, 200’den fazla ülkeye ihracat
yapılmakta olup, Almanya, İtalya, İngiltere ve ABD gibi teknoloji
devleri ihracatımızda ön sıralarda yer almaktadır.

Yenilik ve araştırma geliştirme ile ilgili makina imalat sanayine dair derli toplu
bir araştırma bulunamadığı için, patent başvuruları gibi sonuçlardan hareket etmek fikir
verebilir. İstanbul Sanayi Odası’nın 2006 yılı açıkladığı ilk beş yüze giren makina
imalatçılarının patent sayıları şöyledir (Dünya Gazetesi, 7 Ağustos 2007):

68. sıradaki Türk Traktör şirketi, Koç Holding’e bağlıdır, tarım makinaları
üretmektedir ve 2 patenti kayda geçmiş. 88. sıradaki Uzel Makina de başka alanların
yanı sıra tarım makinaları üretmektedir, 2006 yılında 4 patent tescil ettirmiştir. 159.
sıradaki Hema Endüstri A. Ş, savunma sanayi, otomotiv gibi farklı alanların yanında
dişli ve makina da üretmektedir; 14 patenti vardır. 205. sıradaki Hidromek Makina
Şirketi'nin 7 patenti vardır. 301. sıradaki Durmazlar Makina şirketinin de patent sayısı
7’dir. Bu yıl içinde ilk 500’e giren şirket içinden sadece 88’inin patent sahibi olduğu, bu
önemsiz bir oran değildir.

Ancak ağırlığı KOBİ niteliğinde olan, elindeki sınırlı sabit sermayeyi etkin
kullanma olanağı bulunmayan, geleneksel takım tezgâhları ile iş yürüten şirketlerden
oluşan makina imalat sanayinin hepsi açısından aynı nitelikte Ar-Ge ihtiyacından
bahsetmek yanlış olacaktır. Burada makina imalat sanayi de bireysel sermayelerin
eşitsiz gelişmesinden, sektörel temelde sermayenin merkezileşmesinden muaf değildir
böyle de olamaz. Bu yüzden özellikle ihracata yönelik üretim yapan ve bu üretimini
incelediğimiz dönemin ikinci yarısında belirgin bir biçimde geliştirerek önce çıkmış
şirketler açısından Ar-Ge ve teknoloji geliştirme özel bir anlam taşımaktadır. Belirli bir
düzeyde birikim sağlamış, ilk bin firma arasında yer alan bu türden şirketler ile makina

269
imalat sanayinin genelini oluşturan parçalı, KOBİ niteliğindeki yapının araştırma
geliştirme ihtiyaçları da, bu etkinliğe biçtikleri anlam da değişmektedir. Üstelik bu iki
kesimin ihtiyaçlarının ayrışmasını MÜSİAD202 Başkanı Ömer Bolat, farklı bir biçimde
dile getirmektedir. Bolat (Aksiyon Dergisi, Sayı 467), son dönemde yasalaştırılması
gündemde olan Ar-Ge teşviklerinin sonuçlarının hangi işletmelere nasıl yansıyacağına
dair ipuçları verirken, bu işletmelerin finans gibi Ar-Ge olanaklarından yararlanmasının
kısıtlarını da göstermektedir:

Şu anda Meclis’te görüşülen, şirketlere Ar-Ge desteği


tasarısından, sadece 50 ve üzeri Ar-Ge personel çalıştıran şirketler
yararlanabiliyor. Oysa bu durumda Türkiye’de sadece 83 şirket var.
Bu rakamın en azından 20’ye düşmesi lazım.

İlk bin firma arasına giren sektör şirketleri için araştırma geliştirme, ürün, üretim
süreci, yönetim teknolojileri yönünde tasarım, nitelikli işgücünü buraya yönlendirme
anlamı taşımaktadır. Ancak buradan kestirme biçimde temel araştırmalara yönelik bir
Ar-Ge çalışmasının da olgunlaşmış ve yapılmakta olduğu çıkarılmamalıdır. Bu kesim
açısından makina imalatının temel parçalarına, örneğin endüstriyel otomasyon
elektroniğine dair temel araştırmaların üretici bazında yapılmasına pek
rastlanmamaktadır.203 Sektörün geneli açısındansa araştırma geliştirme etkinliği imalat
sanayinin genelinde olduğu gibi yeterli bir düzeyde değildir.204

Makina imalat sanayi, soyut bir alan değildir, Türkiye imalat sanayi içinde,
dünya kapitalizmiyle bağlı biçimde var olmaktadır. Üretimin teknolojik değişimi

202
Müsiad üyeleri arasında makina imalat sanayi içinde önde gelen, ilk bine giren şirketler bulunmuyor.
Daha çok Anadolu’ya dağılmış küçük işletmeler halindeki makina işletmeleri var. Ancak ağırlığı
distribütörler ve makina ve teçhizat ticareti yapan şirketler oluşturuyor.
203
Örneğin, ihracatta son yıllarda ön sıralarda yer alan Durmazlar Makina, henüz 1980’lerde yaptığı
anlaşmayla bilgisayar kontrollü tezgâh ve son olarak lazerli tezgâh üretmek için temel otomasyon
mekanizmalarını Türkiye’de firması bulunan Bosch Rexroth şirketinden almaktadır.
204
İlk bine giren firmalar açısından istihdam edilen nitelikli işgücü, mühendisler ürün ve üretim süreci
tasarımı içinde etkin bir yer edinebilme şansına sahiplerken, daha küçük olanlar açısından sektör
dergilerinde, toplantılarda dile getirilen şu şikayet anlamlıdır. Makina imalat sanayi, temelde bir
mühendislik sanayisidir. Ancak küçük bireysel sermayeler açısından nitelikli işgücü, mühendisler,
araştırma geliştirme ve tasarım niteliğinden daha çok “atölye şefi” olarak kullanılmaktadır. “Yıllarca aynı
tasarıma göre imalat yapan ve geliştirmeye önem vermeyen firmaların pazardaki konumlarını korumaları
ve mevcut platformda yaşamlarını sürdürmeleri gittikçe zorlaşmaktadır. Günümüzde makina imalatı
yapan bazı firmaların bünyesinde tek bir mühendis dahi bulunmamakta, bazılarında ise mühendisler
atölye içinde formenlerin yapması gereken işlerde istihdam edilmektedir” (MİB Bülten, Aralık 2006).

270
bireysel sermayelerin öznel tasarrufları ile “el yordamıyla” gelişse de bu bireysel
sermayelerin belirli bir toplamının izlediği patika gözlemlendiğinde, üretimdeki
teknolojik gelişimin yönü kar oranlarını yükseltmek yönünde ilerlediği görülebiliyor.
Dışarıdan gelen koşullar olarak görülen, dünya kapitalizminin kriz dalgaları, içeriye
mali krizler biçiminde yansısa da, bu yansımalar somut biçimlerini, içeride eklemlenmiş
sermaye dinamikleriyle buluyorlar. Makina imalatçıları 2001 krizi sonrası liranın
değerinin yükselmesinden, ithalatın artmasından, iç pazara yönelik üretimlerinin
kısıtlanmasından ve ihracatta düşük kur etkisinden şikâyet ediyorlar. Düşük kur ile
yüksek faizin üretim kadar bu üretimin ek sermayesinin yaratılması ve kullanılmasında,
yani finansmanda da sorun yarattığından bahsediyorlar. Cari açığın artışının finansal bir
kriz olarak yansıyabilecek etkileri, içeride, yani makina imalat sanayinin bünyesinde bu
sorunlar olarak ortaya çıkıyor. Ancak kurun, işgücü maliyetinin üzerlerinde yarattığı
maliyet baskısını, finansman sorunlarını aşmak sektörün geneli için değil, belirli
kesimleri için mümkün olacak. Burada sermaye birikiminin çelişkili doğasını göz
önünde bulundurduğumuzu ve imalat sanayinde olduğu gibi makina imalat sanayini
değerlendirirken, onun genelinden bahsetmediğmizi, ikili yapıyı tekrar hatırlatmak
gereklidir.

Makina İmalatçıları Birliği Genel Sekreteri Arslan Sanır’ın söyledikleri


(Metalmakina dergisi, sayı 162) bu açıdan anlamlıdır:

7-8 firma var ki sac işleme makinalarının imalat ve ihracatının


%60-65 ini onlar gerçekleştiriyor. Onun dışında küçük imalatçılar da
var. Pazar gün geçtikçe zorlaşıyor. Küçük imalatçılar bakımından
yine hayat şansı var fakat bazı küçük imalatçılar yıllardır aynı
makinayı üretiyor ve üzerine herhangi bir yenilik koymuyor. Müşteri
ihtiyaçlarına göre bugünün ihtiyaçlarına göre makinayı nasıl
geliştirebilirim düşüncesi içinde değil. Bu tip firmalar biran önce
yeniliğe yönelmezlerse yaşam şartları gün geçtikçe azalıyor.

Burada yenilik kabaca her derde deva olarak konulsa da, esas vurgulanmak
istenen bazıları için yaşam şartlarının zorlaşmasının makina imalat sanayi yapısı
açısından anlamıdır. Teknolojik yenilik ve araştırma geliştirme konusunda, parçalı ve
dağınık yapıya denk bir performans sergileyen makina imalat sanayi bu nedenle geneli
itibariyle, yani tüm kesimleri açısından aynı teknolojik gelişmeyi göstermez.

271
Teknolojinin ikinci yönü ise, üretim yapısında üretimin artışı, ürünün niteliğinde
ve teknik anlamıyla üretimdeki ilişkilerin niteliğinde yaşanacak yapısal bir dönüşümün,
toplumsal sonuçlarının herkes için iyi olamayacağı vurgusudur.205 Teknoloji, sınıf içi
rekabet yüzünden oluştuğu kadar emek süreci üzerindeki denetimi artırmak yönünde bir
itkiyle de geliştirilmektedir. Burada üretimde teknolojik gelişmenin olup olmadığı ve
teknoloji üretilip üretilmediği, bunun için olanakların açılıp açılmadığı sorusunun yanıtı
ne olursa olsun, bu olanakların sermaye birikiminin olanakları olduğu, bunun toplumsal
sınıflar açısından getirilerinin farklı olduğu vurgulanmalıdır.206

3.3.1.3.8 İstihdam ve Verimlilik Göstergeleri

Makina imalat sanayinde envanter çalışması incelediğimiz dönemin sonlarına


doğru yeni yeni başlamıştır. Bu yüzden sağlıklı verilere ulaşmak zordur. İGEME
raporuna göre, MİB üyesi 185 firmadan derlenen bilgiler, bu grupta yer alan firmaların
ortalama istihdamının 53 kişi olduğunu göstermektedir (İGEME, 2007a). Bu değerleri
genelleştirerek elde edilen sonuçlarla, atölye tipi imalat yapan ve/veya onarım ve
yenileme işleri ile yan sanayi olarak çalışan veya yenileme pazarı için aksam-parça imal
edenler dışında kalan kuruluşlarda 180.000–200.000 kişi istihdam edildiği
hesaplanmıştır. Sözü edilen kuruluşlar dışarıda bırakılmayıp tahmine eklendiğinde
istihdam 500 bin kişi olabilecektir. Bu rakam içinde, kalıp imalatçıları ile makinalar için
hidrolik-pnömatik ve elektrik-elektronik bileşen imal eden firmaların istihdamı yer
almamaktadır.

205
Türkiye’de dokumacılık sektöründe teknolojinin ve makinalaşmanın etkisi buna güzel bir örnektir.
Hem zaman kısalmakta, hem de gereken emek süreci vasıfsızlaşmaktadır. “Mekanik jakar ve mekanik
ayarla çalışan bir tezgahta mevcut çözgü ve taharla üretilen kumaşın değiştirilmesi, … yaklaşık 45
dakikayı alırken ustalık becerisi de gerektirmekteydi. Elektronik donanımlı ve elektronik jakarlı bir
tezgahta bu işlem beceriyi yok denebilecek bir miktara indirirken zaman ise yaklaşık 10 dakikaya
düşmüştür” (Özaksun, 1997, s.48).
206
Müsiad Başkanı Bolat 2008 yılında şunu söylüyor: “Sanayiciler diyor ki biz artık insan çalıştırmak
yerine makina çalıştırmayı tercih ediyoruz, otomasyona yatırım yapıyoruz” (Aksiyon, sayı 467).
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İrlanda’da insanların yerini, otlakların ve burada yetişen sığırların
alması gibi, işçilerin yerini makinalar alıyorlar. Nedenini bu konuşmanın başında açıklıyor Bolat:
“İşletmeler üzerinde yoğun bir kamu mevzuat yükü var. Doktor, avukat istihdamı, kreş açmak, spor
salonu açmak, özürlü, yükümlü ve terör mağduru çalıştıracaksın gibi. Bunların ortadan kaldırılması ve bu
yükleri kamunun üstlenmesi lazım. Devletin sosyal politikalarının yükünü neden müteşebbisler
çeksin?”(agy).

272
Peki makina imalat sanayinde istihdamın yapısı incelediğimiz dönem içinde
nasıl değişmiştir? Bu soruya yanıt bulmak için çalışan sayısı endekslerinden
yararlanmak gerekir. TUİK verilerine göre, makina imalat sanayinde çalışanların endeks
olarak değişimi şöyledir:

Tablo 24 M akina Se ktör ün de Çal ışa n S ayıs ı En de ksi

Makina İmalat Sanayinde Çalışan Sayısı Endeksi (1997=100)

Yıllar 291 292


1996 87,4 99,1
1997 100 100
1998 100,9 103,5
1999 90,8 94,7
2000 89,1 90
2001 84,3 83,6
2002 86,8 72,3
2003 91,3 73,9
2004 104,7 78,4
2005 114,6 78,1
Kaynak TUİK.
Burada genel amaçlı makina üretiminde çalışan sayısında artış gözükürken özel
amaçlı makina imalatında azalma görülmektedir. Özel amaçlı makina imalatında
istihdamda, 2001 kriziyle birlikte yaşanan hızlı düşüşün ardından toparlanma eğilimine
karşılık dönem sonu itibariyle bu yeterli olmamıştır. Daha önceki veriler göz önünde
bulundurulursa, genel amaçlı makina imalatında (291) istihdamın artmasına paralel
olarak üretim de artmıştır. Ancak özel amaçlı makina üretiminde (292) hem üretim hem
de istihdamda bir azalma vardır.

Makina imalat sanayinde incelediğimiz dönemde verimliliğin değişimi alt


sektörler itibariyle aşağıdaki tabloda gösterilmiştir. Elektrikli ev aletlerinin (293)
tabloya eklenmesinin nedeni her zamanki gibi karşılaştırma ve ayrıştırmayı sağlamak
içindir.

273
Tablo 25Üretimde Çalı şıla n Saat Başı na Kısmi Verimlili k En de ksi

Üretimde Çalışılan Saat Başına Kısmi Verimlilik Endeksi (1997=100)

Yıl İmalat Sanayi 291 292 293

1997 100,0 100,0 100,0 100,0

1998 100,7 95,7 98,2 95,7

1999 107,5 98,6 82,8 104,5

2000 115,7 105,5 95,7 101,2

2001 116,9 104,1 62,9 101,5

2002 126,9 109,3 74,6 133,6

2003 136,1 120,6 77,2 143,8

2004 146,1 128,2 88,2 163,6

2005 154,8 107,4 82,9 188,9


Kaynak (TKB ESAM, 2007, s.508)

Verimlilik ölçüsü olarak kişi başına üretim yerine çalışılan saat başına üretim
değerleri alınmıştır. 291 kodlu alt sektörde istihdamın artmış buna karşılık 292 kodlu alt
sektörde azalmış olduğunu daha önceki tabloda göstermiştik. TUİK verilerine göre, ele
aldığımız dönemde üretimde çalışılan saat endeksi de buna paralel bir gelişme
göstererek, ilki için artış, ikincisi için ise azalış kaydetmiştir. 291 kodlu genele amaçlı
makina imalatında çalışılan saat endeksi, istihdama göre biraz daha fazla artmışsa da,
292 sektöründe çalışılan saat istihdama paralel azalmıştır. İlkinde artan istihdamı daha
fazla çalıştırma eğilimi az da olsa gözükmekte iken 292 kodlu sektörde üretimde
çalışılan saat çok benzer bir oranda azalmıştır. Zaten bu yüzden kişi başına üretim
olarak verimlilik ile çalışılan saat başına üretim olarak verimlilik birbirine yakın
çıkmaktadır. İstihdam ile çalışma zamanının paralel seyretmesi, üretimdeki bir kısmi
verimlilik artışının emek gücünün daha uzun süreler işe koşulmasıyla mı sağlandığı
yoksa üretim sürecinde emek üretkenliğini artıran (makinalaşma, üretim
organizasyonunda gelişme vb.) bir değişme ile birlikte gerçekleştiği gibi bir ikilik
sorununu biraz daha aşılabilir kılmaktadır. Yine de biz, çalışılan saat başına üretimi
ifade eden çalışılan saat başına kısmi verimlilik endeksini temel aldık. Bu endekse göre,
genel amaçlı makina imalatında verimlilik artmıştır, yine de bu artış imalat sanayi
ortalamasının altında kalmıştır, buna karşılık özel amaçlı makina imalatında verimlilik,

274
2001 kriziyle düştüğü noktadan toparlanma eğilimindedir. Elektrikli ev aletleri
imalatında ise verimlilik çok hızlı bir biçimde yükselmiştir, imalat sanayi ortalamasının
epey üstüne çıkmıştır. Genelde kullanılan istatistiklerde “başka yerde sınıflandırılmamış
makina ve teçhizat üretimi (b.y.s. makina ve teçhizat imalatı)” başlığı altında birlikte
sınıflandırıldığında genelin bütün göstergelerini iyileştirdiği gibi verimliliği de
olduğundan iyi göstermektedir.

Şimdiye kadar makina imalat sanayi alt sektörlerinin üretim, istihdam ve


verimlilik göstergelerini değerlendirdik. Buraya kadar çıkan verilerin ışığında bu alt
sektörleri değerlendirmek için alt sektörleri oluşturan dalları da ayrı ayrı incelemek daha
sağlıklı bir bakışı oluşturmak için gerekli olacaktır. Genel amaçlı makina üretiminde,
istihdamında ve verimliliğinde bir artış ortaya çıkmıştır. Özel amaçlı makina için ise
tablo imalat sanayi ortalama değerlerinden düşüktür ve düşüş eğilimi vardır. Önce bu
düşüş eğiliminin, özel amaçlı makina üretiminin alt dallarında nasıl seyrettiğini
inceleyecek, daha sonra da sektörün geneli ile öne çıkan bazı sermaye kesimleri
arasındaki ilişki açısından makina imalat sanayinin genel gelişimine bakacağız.

3.3.1.3.9 Genel Amaçlı Makina ile Özel Amaçlı Makina İmalatındaki


Değişim

Daha önceki bölümde genel amaçlı makina imalatında istihdamda ve üretimde


imalat sanayi ile paralel giden bir artış olduğunu, buna karşılık özel amaçlı makina
imalatında ise hem üretimde hem de istihdamda düşüş olduğunu belirtmiştik. Özel
amaçlı makina üretimi ve istihdamı 2001 krizi sonrası yaşanan düşüşün ardından
toparlanmaya çalışsa da dönemin başındaki değerlerin altında kalmaktadır. Üretim ve
istihdamdaki bu veriler ile incelendiğinde her iki alt sektörün durumu kaba çizgileri ile
çıkmaktadır. Genel amaçlı makina üretiminde hem üretimde hem de istihdamda bir artış
bulunmakta, ihracat da incelediğimiz dönemde artmaktadır. Özel amaçlı makina üretimi
291 kodlu sektör üretiminden mutlak değer olarak daha büyüktür, ihracattaki artışı da
bu alt sektörden fazladır. Ancak 292 kodlu özel amaçlı makina üretiminin üretim ve
istihdam tablosu bu dönem içinde düşme göstermiştir. Bu alt sektörü özel olarak
incelememizin bir nedenidir. Ancak alt sektörlerin üretimindeki değişikliği izlerken özel
amaçlı makina üretimini ayırt etmemizin bir başka nedeni de özel amaçlı makina
üretimindeki olası değişimlerin hem üretimin teknolojik yapısı hem alt yapısı açısından

275
özel bir önem taşımasıdır. Bu alt sektör hem yeniden üretim açısından hem de
teknolojik yapıdaki değişim açısından can alıcı olan Takım tezgâhları üretimini
kapsadığı gibi, inşaat makinaları, tarım makinaları vb gibi üretim araçları alt yapısını da
kapsamaktadır. Genel amaçlı makina üretiminde, motor ve tribün imalatı, soğutma
teçhizatı imalatı, vana, pompa imalatı gibi sektörlerde daha önce belirtildiği gibi
geleceğe dönük rekabet gücü, gelişme olanakları, üretimin optimal düzeyi, özel amaçlı
makina imalatına göre daha avantajsız görülmektedir. Bu bakımdan 291 kodlu genel
amaçlı makina imalatında üretim ve istihdam artışının yanı sıra 292 kodlu özel amaçlı
makina sektöründe üretim ve istihdamda yaşanan değişmeyi irdelemek gerekiyor.

Özel amaçlı makina üretimi alt sektörlerinden takım tezgâhlarında çalışan


sayısının aynı dönemdeki değişimini TUİK verilerinden bulmak olanaklıdır. 1997
yılında çalışan sayısı endeksi 100 iken krizler nedeniyle 90’lar etrafında salınmış, buna
karşılık 2004 yılında 120, 2005 yılında ise 130’a yükselmiştir.

Bunu alt sektörün üretim endeksi ile karşılaştırırsak takım tezgahları üretimi
hakkında şu sonuca varırız: Takım tezgâhları üretim endeksi 1996 yılında 91’den 2005
yılında 187,5’a çıkarken207, çalışanlar da 99’dan 130 endekse yükselmiştir (1997 yılı
endeksi 100 alınmıştır). Takım tezgâhları üretimi, çalışan sayısı ile birlikte artmıştır.
Öyleyse üretimdeki ve istihdamdaki bu göreli düşüşü açıklayabilmek için diğer alt
sektörlere bakmak gerekiyor.

TUİK verilerine göre, tarım ve orman makinaları imalatında çalışan endeksi,


1996 yılında 99,2 iken 1998 yılında 114,5’a çıkmış 2001 krizi ile birlikte düşmüş daha
sonra bu düşüş devam ederek çalışan endeksi 2005 yılında %64,5 olmuştur. Üretim ise
1996 yılında 94,1’den 2001 krizine kadar yükselmiş ancak kriz sonrası yaşanan düşüşün
ardından toparlanma çabalarına karşın 2004 yılında 80,1’e çıkan endeks değeri 2005’te
59,8 olarak kalmıştır. Yani tarım ve orman makinalarında üretim ve istihdam bu
dönem içinde düşmüştür. İkinci dönem (2001–2005) arasında yaşanan toparlanma
sürdürülememiştir. Yine TUİK verilerine göre, tarım ve orman makinalarının bu
dönemdeki ithalatı hızlı biçimde artmıştır.

207
TUİK verilerine göre, 1998 yılında 122,6’ya çıkan üretim endeksi, 2001 krizi ile birlikte 78,5’a
düşmüştür. 2004 yılında 110,1’e düzenli olarak yükselmiştir. 2005 yılındaki artışı ise çarpıcı orandadır.

276
Maden ve inşaat makinaları imalatında çalışanlar endeksi, 1996 yılında 99,2
iken kriz sonrası düşüşün ardından yükselerek 2005 yılında 125,6 olmuştur. Üretim ise
1996’da 96,7 iken 2005 yılında 73,5 olmuştur. Bu ara dönem içinde üretim, düşme
eğiliminde olan bir dalgalı seyir izlemiştir. 2005 yılına gelene kadar 2003 yılında
düştüğü 45,1 dip noktasından yükselme eğilimine girmiştir. Ancak incelediğimiz
dönemde maden ve inşaat makinalarında üretimin düşmesine karşılık istihdam göreli
olarak yükselmiştir.

Yiyecek, içecek ve tütün işleyen makina imalatında çalışanlar endeksi, 1996


yılında 99,1 iken kriz sonrası düşüşün ardından düşmeye devam ederek 2005 yılında
74,9 olmuştur. Üretim endeksi ise 1996 yılında 97 değerinden yükselmesine karşılık
2001 krizinde yaşanan düşmenin ardından toparlanma eğilimleri 2005 yılında yine
düşüşe geçmiştir. 2005 yılında üretim endeksi 62,3 olmuştur. Gıda ve tütün işleyen
makina imalatında hem üretim hem de istihdam bu dönemde düşmüştür.

Tekstil, giyim ve deri işleme makinaları imalatında çalışanlar endeksi, 1996


yılında 99,1 iken kriz sonrası düşüşün ardından düşmeye devam ederek 2005 yılında
70,9 olmuştur. Bu sektörün üretim endeksi çarpıcı bir değişimi göstermektedir. 1996
yılında 74,4 olan üretim endeksi 1997 yılında 100 iken bu yıldan sonra düzenli olarak
düşmeye başlamıştır. 2005 yılındaki endeks değeri 3,8’dir. Tekstil, giyim ve deri işleme
makinaları imalatında üretim çarpıcı bir biçimde düşerken istihdam da düşmüştür.

Diğer özel amaçlı makina imalat sektörlerinde de istihdamda ve ortalama olarak


üretimde göreli düşüş yaşanmıştır. Elde ettiğimiz sonuç şöyle tablolaştırılabilir.

277
Tablo 26 M akina Alt Se kt örlerini n Karşıla ştırması

Makina İmalat Sanayi Alt Sektörlerinin Karşılaştırması

Alt Sektörler Üretim İstihdam


Takım Tezgâhları Artma Artma
Tarım ve Orman makinaları Azalma Azalma
Maden ve İnşaat makinaları Azalma Artma
Yiyecek, içecek ve tütün işleme Azalma Azalma
makinaları
Tekstil, giyim ve deri işleme Azalma Azalma
makinaları
Özel Amaçlı Makina İmalatı Azalma Azalma
(Genel)

Burada üretimi de istihdamı da incelediğimiz dönemin ikinci yarısında artış


gösteren Takım Tezgâhları sektörünün gelişimini özel olarak biraz daha irdelemek
gerekiyor. 2002 yılında Makina İmalatçıları Birliği ile dünya makina imalat sanayine
yönelik uzman kuruluşlardan biri olan ABD’deki Gardner Publication’ın işbirliği ile
yürüttüğü çalışma sonucunda takım tezgâhlarına yönelik şu bulgular elde edilmiştir.

2002 yılında dünya makina pazarı %14 bir azalma yaşarken, Türkiye
makina imalatı dünyadaki en yüksek artışı göstermiştir. Türkiye’nin imalat artışı
%17’dir, onu Çin izlemektedir. Oysa bunun aksine önde gelen 5 imalatçının
imalatında bu yıllarda azalma vardır (MakinaTek, Mart 2003). Avrupa
Birliği’ndeki Makina imalatçıları AB’den büyük Ar-Ge proje destekleri almaktadır,
2002 yılı itibariyle Türkiye’deki makina imalat sektörünün imalatındaki bu yükseliş ise
bu destekler olmadan gerçekleşmiştir. Bu yıllarda Makina İmalatçıları Birliği Genel
Sekreteri olan Arslan Sanır, sektörün durumunun imalatçılar tarafından bile
bilinmediğini belirttikten sonra makina imalat sanayinin durumunu şöyle açıklamaktadır
(Makinatek, Mart 2003):

…bu sektör, özellikle 1995 yılından itibaren oldukça hızlı ve


emin adımlarla büyümeye devam etmektedir. Şüphesiz sektörün
konumunun bilinmemesinin ana nedeni, birçok konuda olduğu gibi
takım tezgâhı sektöründe de istatistik bilgilerine erişmede karşılaşılan
güçlükler ve mevcut bilgilerin de yayın organlarında yer almayışıdır.

278
Takım tezgâhının incelediğimiz dönemin ikinci yarısında katettiği gelişme, dış
ticaretin bileşimindeki değişimi incelediğimiz bölümde sözü edilen gelişmelerden de
görülebilir.

Genel olarak imalatta yaşanan değişimleri incelediğimiz bölümde değindiğimiz


gibi örneğin tekstil ürünleri ya da tütün ürünleri imalatında özellikle ikinci yarıda
yaşanan durgunluk, ihracatta tıkanıklık gibi nedenlerle tekstil, giyim ve deri işleme
makinaları ile tütün işleme makinalarında üretimde azalma görülmektedir. Keza gıda
makinaları üretimi de daralmaktadır.208 Ancak özel amaçlı makinalardaki genelde
üretim düşüşü, takım tezgâhları için söylenemez. Yalnız bu alt sektör, sektörün
genelinin düşme eğilimini artırmaya yetmemektedir. Geneldeki bu düşüşe karşın,
istihdamda artmaya paralel takım tezgâhı (sac kesme, kontrollü tezgâh) ve maden-inşaat
makinaları alanında faaliyet yürüten şirketlerin ilk beşyüz içinde yer almaları dikkate
alınması gereken bir veridir. Maden ve inşaat makinaları imal eden bu şirketlere
bakıldığında, geçmişlerinde distribütörlük ile başlayarak(imalat da yapanların bir kısmı
bir yandan da distribütörlüğü hala sürdürmektedir), montaj ve bakım düzeyinde imalata
daha sonra da yetersiz de olsa yan sanayileri kullanarak imalata geçmişlerdir. İki
sektörün de ithalat bağımlılığı bulunmaktadır. Benzer bir sonucu, bir başka kaynağın
değerlendirmelerinde de görmek olanaklıdır.

Türkiye Kalkınma Bankası Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin


(ESAM) yaptığı araştırmada, geniş bir alt sektörler kümesi, performans ölçütlerine göre
sıralanmıştır. Bu ölçütler, üretim endeksi, dış ticaret yapısı, açıklanmış karşılaştırmalı
üstünlük (RCA) skoru, verimlilik gibi 6 farklı endeksten oluşmaktadır. Bunlar
üzerinden hesaplanan performans skorları ayrıca iki döneme ayrılmıştır. 1998–2001
dönemi ile 2002–2006 dönemi (TKB ESAM, 2007, s.29-30). Bu iki dönem içinde
makina imalat sanayinin alt sektörlerinin gelişimini özetlersek şöyledir: Genel amaçlı
makina imalatı sektörü (291), ilk dönem ortalaması olarak 51 alt sektör arasında 45.

208
Gıda makinaları üreten bir şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Bülent TALAY şunu söylüyor: “Talay
Makina olarak gıda sanayiine yönelik makineler üretiyoruz.... Üretimimizin yüzde 40’ını ihraç ediyoruz.
… İç piyasada makarna, un, bakliyat ve çerez gibi gıda sanayii alanlarında yatırımların durması nedeniyle
kapasitemizin ancak yüzde 40’ını kullanabiliyoruz. …Pazar daralıyor ve müşteri sayımız azalıyor. Kar
marjları çok düştü. Müşterilerimiz olan gıda sanayicileri yurtdışına yatırım yapmaya başladılar. Örneğin;
Iğdır’daki bir bakliyat ve çerez firması Nahçivan’a yatırım yapıyor. Tukaş, salçayı Çin’de üretiyor.
Türkiye gıda sanayiinde kan kaybediyor” (İAOSB Makina Sektörü Araştırma Raporu, 2006).

279
sıradayken, ikinci dönemde 32. sıraya yükselmiştir. Buna karşılık özel amaçlı makina
imalatı alt sektörü (292) ise her iki dönemde de bulunduğu yeri, 42. sırayı korumuştur.
Bu sektör ileride de belirtildiği gibi incelenen dönemde dış ticaret açığı en fazla ikinci
sektör durumundadır. Bu alt sektörün sermaye malı olarak merkezi niteliği
gözetildiğinde, bu durum, büyüyen üretimin sermaye malı ihtiyacını karşılamak için
ithalatın da arttığı yönünde bir sonuç ortaya çıkarmaktadır. Yani ithal edilen makina ve
teçhizat yatırımında büyük bir artış vardır. Dış ticaret açığı ikinci dönemde ilk dönemin
iki katına yaklaşmışken, sektör ihracatı 3 kat artmıştır. Buna karşılık ESAM
değerlendirmesine göre, sektörün rekabet üstünlüğü (Açıklanmış karşılaştırmalı
üstünlük RCA skoru) yükselse de düşük kalmıştır. Makina imalat sanayi rekabet gücü
düşük sektörler arasındadır. 51 sektör içerisinde rekabet gücü 40-45. sıralar arasında
değişmiştir. ESAM’ın raporuna göre bu dönemde özel amaçlı makina imalat sanayinde
verimlilik değişmemesine karşılık üretim endeksi ikinci dönem düşmüştür. Bunda fiyat
artışlarının önemi vardır. Fiyat üzerinden rekabet edememe, yüksek fiyat artışı buna
karşılık döviz kurunun bu hızla artmaması, iç pazarda ürün satışını ve rekabeti
kısıtlamış, ithalatın etkisi artmıştır. Bunun sonucunda da ikinci dönemde görüldüğü gibi
üretim kısılmış, ithalatın iç üretim karşısında payı artmıştır. Örneğin Takım Tezgâhları
imalatı özel amaçlı makina üretimi sektörü içindedir, bu dalda çalışan kimi şirketlerin
ihracatı çok yükselmiş, ama aynı zamanda ileride göreceğimiz gibi bu şirketlerden bir
kısmı ilk beşyüz şirket arasına girecek denli birikim düzeylerini artırmışlardır. Fiyatların
artması, bu şirketler açısından verimlilik endekslerinde olumsuz bir etki yaratsa da bu
şirketlerin üretim düzeylerini eksik göstermektedir. Ancak bu fiyat artışı, uluslararası
pazarlarda rekabet açısından liranın değerli olmasını bir sorun haline de getirmektedir.
Bu veriler makina imalat sanayi için önümüzdeki dönemdeki dağılma ve yeniden
yapılanma yollarını da göstermektedir.209

İmalat yapısının geneli için bu görünüm, sermaye birikiminin çelişkili yapısı


nedeniyle sektördeki tüm sermayelere aynı yansımamaktadır. Makina sektörünün
yaşayacağı değişimde, büyük firmalar, yani rekabette üstün gelebilecek, belirli bir
209
Ortak Satınalma Organizasyonu (OSO) Yönetim Kurulu Başkanı Dalgakıran’da 2006 yılının sonunda
gazetelere verdiği demeçte, Türkiye makina sektörünün bir değişim sürecine girdiğini belirterek şunu
söylemektedir: "5 yıl içinde küçük firmaların kapanacağı bir gerçek. Bu süreci hasarsız atlatmak için
ortak hareket etmek şart. Belli bir büyüklüğün altındaki firmalar ya birleşecek veya yan sanayici olacak”
(Referans, 29 Kasım 2006).

280
birikim düzeyine gelmiş şirketler ayakta kalırken, diğerleri elenecektir. Kısacası
sermayenin merkezileşmesi kaçınılmaz biçimde bu alanda da kendini göstermektedir.
Üstelik bu merkezileşme, bu sermaye kesimlerinin ihtiyaçlarını dile getirip,
yansıtabilecek ortak kurumların kurulmasını da beraberinde getirmektedir.
Dalgakıran’ın “ortak hareket” ihtiyacı olarak dile getirdiği de sermaye kesimleri
arasındaki bu kurumsallaşmayı anlatmaktadır, zaten bizzat makina sanayinden 50
imalatçının kurduğu OSO’nun kendisi böyle bir ihtiyacın ürünüdür. İzleyen bölümde bu
gelişimi irdeleyeceğiz.

3.3.1.3.10 Makina İmalat Sanayinde Kurumsallaşma ve Sermaye Kesimleri


Arasındaki İlişki

Üretimin yapısını 1996–2005 arasında incelememizin nedenlerini anlatırken, bu


dönemin birkaç açıdan farklılık gösterdiğini (yatırım malları üretim ve ihracatında
görünen değişim, istihdam yapısındaki değişim) vurgulamış, bu farklılıkların yaratacağı
değişimleri üretim yapısında gözlemleme ve bunları anlamlandırma hedefini
belirtmiştik. Makina sanayinin geçmişi, dağınık, parçalı ve KOBİ’lerden oluşan
yapısıyla incelediğimiz dönemin öncesine dayanmaktadır. Ancak 1996–2005 yılları bu
sektör açısından da önemli değişikliklerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Sektöre ait
kurumların, daha çok ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren faal hale gelmeleri, üretim
araçları üretimi kesimi için bu dönemin özel niteliğini açığa vurmaktadır. Bunun
yansımaları sektördeki sermaye merkezileşmesinin somut, görünür sonuçları,
kurumlaşmalar, dış ticaret ağırlığı gibi göstergelerde görülebilmektedir210. Bu, sektörün
ileri gelen kurumları tarafından da dillendirilmektedir. 211

210
Dönemin MİB Başkanı Arslan Sanır’ın DPT için hazırladığı raporda dış ticaretteki bu gelişmenin
dönüm noktası şöyle belirtilir: “1970’li yıllarda, küçük çaplı da olsa başlayan ihracat, çoğu kez dış
firmaların markaları altında ve bu firmalar için fason imalat niteliğinde idi. Özellikle 1995 yılından sonra
ihracata önem veren firmaların artması, dış fuarlara kendi isim ve markaları ile katılmaları, bu firmaların
makinalarının uluslararası platformda kendi isimleri ile tanınmasına imkân vermiştir. Günümüzde birçok
firma, kendi markaları ile anılır ve tanınır hale gelmiştir…. Özellikle 1995 yılından sonra yavaş da olsa
makina ihracatında bir gelişme gözlenmekte idi” (DPT 2006a, s.11 ve 27).
211
2006 yılının sonlarında MİB Başkanı Fatih Bakan’ın şunu söyler: “Makina sanayii son 10 yılda
gelişmeye başladı. … Sektörün mazisi 10 yıl...” (İAOSB Ağ Sayfası, Makina Sektör Araştırması).

281
Bu kurumların bu dönemdeki gelişiminin incelenmesi hem makina imalat sanayi
içindeki sermaye kesimlerinin bazılarının hızlı yükselişini anlamlandırmaya yarayacak,
hem de bu sermaye kesimlerinin birbirleriyle ilişkisini incelemenin vesilesi olacaktır.

Sanayi Bakanlığı’nın 5. Beş Yıllık Kalkınma Planı önerileri doğrultusunda


1990’yılında kurulmuş olan Makina İmalatçıları Birliği dışında makina imalat
sanayindeki sermaye kesimleri OAİB, MİB, TİAD gibi kurumlarda ve alt kurumlarda
örgütlenmeye başlamışlardır.212 MİB de, bu yıllarda etkin hale gelmiş, 2000’li yıllar ile
birlikte makina imalatı sektörünün en önemli sorunları konusunda bu sermaye
kesimlerinin ihtiyaçlarını etkin bir biçimde dile getirmeye başlamıştır. Sektöre yönelik
sanayi envanterinin çıkarılması, bu yıllarda hedeflenmiş, yakın zamana kadar belirli bir
bölümü tamamlanmıştır. 2006 yılı itibariyle Makina İmalatçıları Birliği, ilk beş yüz
büyük firma (İSO 500) arasına giren 6 sektör firmasını bünyesinde barındırmaktadır. Bu
firmaların bir kısmı MİB’in yönetim kurulunda yer alıyorlar.213

Dönemin ikinci yarısında yükselen ihracatla birlikte sektör kurumlaşması,


ihracat birlikleri temelinde gelişmiştir. Orta Anadolu Makina ve Aksamları İhracatçıları
Birliği (OAİB) bu çerçevede değerlendirilebilir. 2002 yılında kurulan OAİB, 9 bin
civarında makina ihracatçısının kurduğu bir birliktir.

Sektör üretiminde stratejik bir yer tutan takım tezgâhları alt sektöründe bulunan
sektörel örgütlenme de Takım Tezgâhları Sanayici ve İş Adamları Derneği’dir (TİAD).
TİAD, takım tezgâhları ile bunların aksesuarları ve kesici takımlarının üretimi, ihracatı
ve ithalatını yapan sermaye kesimlerinin bir araya gelmesiyle 1992 yılında kurulmuştur.
TİAD’a üye 138 firmadan 37’si üretici firma iken 91’i ithalatçı/dağıtımcı firma
konumumdadır.

212
Alt sektörlere ait kimi derneklerin kuruluş tarihleri şöyledir: POMSAD: 1996; İSKİD, 1993; İMDER,
2002. Sektör derneklerinin ve birliklerinin uluslararası (özellikle Avrupa Birliği) sektör kuruluşlarına
katılmaları ise 2000’li yıllar ile başlamıştır. MİB, Avrupa Takım Tezgâhları İmalatçıları İşbirliği
Komitesi’ne (CECIMO) Kasım 1999’da üye olmuştur. POMSAD, 2001 yılında Europump’a, 2003
yılında Avrupa Vana Sanayicileri Derneği CEIR’e tam üye olmuştur. İSKİD, AB sektör kuruluşu
Eurovent’e üye olmuştur. İMDER, 2006 yılında CECE’ye, AB İş Makinaları İmalatçıları Komitesi’ne
üye olmuştur.
213
İlk beşyüz içerisinde MİB üyelerine göre başlarda bulunan iki firma birliğe üye değil. Bu iki firma da
traktör ve tarım makinaları üretimleriyle birliğin kapsamına girmektedir. İlki Koç Holdinge bağlı Türk
Traktör, ikincisi ise tarım makinası yanında motor ve otomotiv parçaları da üreten Uzel şirketidir.

282
Bunun yanı sıra diğer alt sektörlerin de dernekleri bulunmaktadır. İMDER:
İnşaat Makinaları, POMDER-Pompa ve Valf imalatçıları derneği, İSKİD-
İklimlendirme Soğutma Klima İmalatçıları Derneği vb. gibi. Makina imalat sanayinde
birikimde gelişme ve sermayenin merkezileşmesiyle birlikte bu alt sektörlerin MİB
çatısı altında birleştirilmesi yönünde eğilimler güçlenmektedir. 2006 yılında MİB
başkan vekili olan MUMAK genel müdürü Yusuf Öksüzömer bunu şöyle dile getiriyor
(MetalMakina, sayı: 161):

Birçok küçük ve büyük dernekler var. Bu dernekleri bir


platform altında toplayalım fikrimiz var. Bu konuya ilişkin fikirler
oluşmaya başladı. MİB’in son Yönetim Kurulunda da bu konuyu ele
aldık. Bugün MİB’in yönetim kurulunda İş makinaları derneğinden bir
yönetim kurulu üyesi, ısıtma soğutma sektörünü temsil eden bir üye,
takım tezgâhlarında Türkiye’nin CNC takımlarını üreten firmanın bir
yöneticisi, araç üstü ekipman ve pompa grubundan bir üyemiz var.
Bu meslektaşlarımızı son genel kurulda yönetim kuruluna dahil ettik
ki kararlarımızı bütün sektörü kucaklayacak şekilde alalım ve daha
önceden oluşan bir kanıyı da ortadan kaldıralım. MİB, takım
tezgâhçılarının kendi aralarında oluşturduğu birliktir dolayısıyla
sorunlarımızı anlamazlar şeklindeki yargıyı da ortadan kaldırmak için
böyle bir çalışma içerisine girdik.

Burada makina imalat sanayinde sermayenin merkezileşmesinin bir


kurumsallaşması olarak MİB’in gelecekte alabileceği konum gözükmektedir. Ancak
yukarıdaki konuşmanın sonunda bir “yargıyı” düzeltmek adına yapılan vurgu makina
imalat sanayinde takım tezgâhı üreten sermayecilerin bu merkezileşmede can alıcı bir
rol oynamış olduklarını da göstermektedir.

İncelediğimiz dönemin sonunda gerçekleşen bir başka kurumlaşma örneği ise


makina üreticisi 50 küçük ve orta büyüklükteki işletmenin (KOBİ), hammadde ve
aramalı girdilerinde satın alma maliyetlerini azaltmak için Temmuz 2005'te kurdukları
Ortak Satınalma Organizasyonu’dur (OSO). Burada kurucu üyeler ve kimi makina
imalatçıları arasında bu fikrin 2000 yılında ortaya atılmış olduğunu, gerçekleşmesinin
ise 2005’i bulduğuna dikkat çekmek gerekiyor (Referans gazetesi, 29Kasım 2006).
OSO, gelişme gösteren makina imalat sanayinin girdi ihtiyaçları açısından birleşme
gereğini yansıtmaktadır. Bu birleşme, girdi maliyetlerinde üreticilere avantaj
kazandırmıştır. Bu türden işbirlikleri, ağlar oluşturulması, sektörün parçalı yapısı
nedeniyle farklı kurumların da gündemindedir, üstelik bunlar Avrupa Birliği’nin

283
önerdiği projelerde de bulunmaktadır. Makina İmalatçıları Birliği Temmuz 2004 – Ocak
2006 arasında böyle işbirliği ağlarını oluşturmuştur (MİB Bülteni, 12 Mayıs 2006).
Belçika ve Avusturya'da da aynı anda uygulanan bu örgütlenme ağına ''İşbirliği Ağları''
adı verilmektedir. AB bu uygulamayı 1996 yılında başlatmıştır. MİB Bülteni’ne göre, “
İşbirliği ağları, KOBİ'lerin kendi başlarına erişemeyecekleri pazarlara erişmelerini
sağlayan, kapasite ve uzmanlıklarını bir araya getirerek birlikte üretim yapıp, işbirliği
ile daha çok kazanç sağlayan, imalatçıların maliyetlerini azaltarak rekabet güçlerini
artırmaya yönelik bir iş yapma biçimidir” (Bülten, 12 Mayıs 2006). Bu işbirliği ağları,
AB 6. Çerçeve Programı kapsamındaki fonlarla iki alanda uygulanmıştır. İlki
kompresör yan sanayini oluşturmak üzere, ikincisi ise Amerika’daki büyük şirketlerle
rekabet etmek amacıyla araçüstü ekipman imalatçılarının bir araya gelmesi üzerine
olmuştur. Makina imalat sanayi, ikili yapıyı, bir yanda sermaye birikiminin çelişkili
doğasından kaynaklanan merkezileşmeyi öte yanda ise genele yayılan KOBİ ve aile
şirketi niteliğini sürdürmektedir. Bir yanda sermaye birikim düzeyi gelişen, ilk bine
giren şirketler diğer yanda parçalı niteliğini koruyan KOBİ’ler. Bu nedenle sektöre
yönelik yan sanayi oluşturma, işbirliği ağları oluşturma ve kurumsallaşma önerileri
sıklıkla gelmektedir.

İhracat ile birlikte artan birikim düzeyi bu türden birlik ve kurumlaşmaları


oluşturmakta ya da olanları etkin hale getirmektedir. Ancak sektörde yer alan, üstelik
birikim düzeyi yüksek olan ve birliklere üye olmayan şirketler de vardır.

İlk beşyüz içinde daha üst sıralarda yer alan iki şirket olan Türk Traktör ile Uzel,
MİB içinde yer almamaktadırlar. Türk Traktör Koç Holding’in geniş etkinlik alanında
yer alan şirketlerden birisi ve uzun bir geçmişe dayanan bir tanesidir. Uzel Holding de
tarım makinaları dışında etkinliklerde de yoğunlaşmıştır. Farklı etkinliklerle geniş bir
alana hakim sermaye kesimi Birliğe üye olmamaktadır. Bu sadece etkinlik alanlarının
daha geniş olmasından dolayı değildir. Büyük holdinglerden oluşan bu sermaye
kesiminin ihtiyaçları, tek bir daldaki şirketlerinin ihtiyaçlarından daha geniş olmaktadır.
Örneğin MİB üyeleri için daha düşük maliyetlerle girdi satın alma sorunu Ortak
Satınalma Organizasyonu (OSO) gibi kurumlara ihtiyaç doğururken, bu şirketler bu
sorunu aynı düzeyde yaşamamaktadır. Ya da döviz kurunun ihracat üzerinde yarattığı
basınç, makina ithalatının basıncı gibi sorunlar incelediğimiz dönemin sonunda makina

284
imalat sanayindeki birçok ihracatçı firmayı da zorlamaya başlamıştır. Ama büyük
holdingler açısından, diğer dallardaki etkinliklerinin getirileri açısından bu henüz bu
kadar büyük bir sorun doğurmamaktadır. Dolayısıyla açığa çıkmamış bir çıkar
farklılaşması, etkinlik alanın geniş olmasından kaynaklı bir avantaj, bir parçası makina
imalat sanayi içinde yer alan bu sermaye kesiminin, sektörün diğer kesimleriyle
ayrılmasını sağlamaktadır. Bu ihtiyaç ve çıkarlar, incelediğimiz dönem içinde henüz
açık bir çatışmaya dönüşmemiş gözükmektedir.

Özetlemek gerekirse, sektördeki kurumsallaşmanın 1990’ların ikinci yarısından


itibaren gelişmesi, sektörde sermayenin merkezileşmesinin hem bir göstergesi hem de
bir sonucu olmuştur. Bu tarih incelediğimiz dönemin başlangıcıyla da çakışmaktadır.
Bu on yıllık dönemde ihracatın hızlı biçimde gelişmesi, aynı zamanda ithalata
bağımlılığın da artması söz konusudur. Bunda Gümrük Birliği anlaşması gibi önemli dış
ticaret dönüm noktasının da incelediğimiz dönemin başındaki ortamı belirlemesinin
etkisi vardır; ve bu, kuşkusuz sermayenin bu merkezileşmesini etkileyen nedenler
arasındadır. İkinci önemli nokta, makina imalat sanayinin tüm dağınık yapısına karşın,
içinde gelişme ve merkezileşme dinamiklerini taşıyan özneleri (agency) ortaya
çıkarmasıdır. Örneğin takım tezgâhı imalatı yürüten sermaye kesiminin, sektördeki bu
birliği kurması, kurumsallaşma çabalarının önünü açması boşuna değildir.

3.3.1.3.11 Makina İmalat Sanayinde Sermayenin Merkezileşme Eğilimi

Makina imalat sanayi üzerine yapılan eleştirel değerlendirmelerin geneli,


sermayenin “ulusal” ölçekte birikimini, ulus temelli yönelimi gözeterek 1980 sonrası
yatırımların düşmesiyle, makina imalat sanayinin gelişmemişliğine yönelik vurguyu ön
plana çıkarırlar (MMO, 2004, 2006). Oysa makina imalat sanayine hakim olan parçalı
ve dağınık yapı içinde sivrilmekte olan bireysel sermayelerin evrimi değerlendirilmediği
gibi bunlarla diğer KOBİ’ler arasındaki ilişkinin nasıl değiştiği ya da KOBİ’lerle bağlı
diğer sektörler arasındaki ilişkinin bu süreçte nasıl değiştiği üzerine bir değerlendirme
eksik bırakılır. Makina imalat sanayinin kendi içinde merkezileşme eğilimi dikkate
alınmaz, sektörün dağınık kesimi ile merkezileşen sermaye arasındaki ilişki, krizlerin bu
merkezileşmeyi artıran, ilişkileri yeniden düzenleyen yapısı üzerine irdelemeye
gidilmez. Bu eleştirel değerlendirmelerde, genel bir sanayileşme hedefi, sanki
sanayideki şirketler açısından “ortak bir iyi” hedeflenir. Merkezi bir planlama ile etkin

285
işletmelerin genel çıkarı, sermayeler arasındaki rekabet yerine ortak koordinasyon ve
planlama gözetilir. Oysa yine Makina Mühendisleri Odası’nın raporuna göre, 2001
krizinden sonra yatırımları askıya alan sektörde ayakta kalan firmaların bir bölümü
yeniden yapılanma sürecine girmiştir (MMO, 2004, s.19). Kriz sonrası yeniden
yapılanma, sermayenin merkezileşmesi sürecinin bir parçası olarak krizden ayakta
kalarak hatta kimi zamana güçlenerek çıkan bireysel sermayeleri, bu bireysel
sermayeler arasında yeniden ve yeni bir biçimde kurulan ilişkileri gerektirir. Bu nedenle
makina imalat sanayi üzerine varılan yargı da sektörün geneli üzerine olamaz, her kriz
bu yeniden yapılanmayı getirecektir. Sektörün parçalı ve dağınık yapısı içinde yatırım
eğiliminin düzelmesinin ve toparlanmasının genelde yaşanması bu nedenle beklenemez.
Aksine sermayenin merkezileşmesi eğilimi kendini göstermektedir. Sektörün geneli
parçalı yapıya sahipken ve binlerce KOBİ’den oluşmaktayken, 2007 yılında yalnızca 50
firmanın orta-ileri düzeyde teknoloji aşamasına ulaştığı ve sadece bunların küresel
rekabette yer aldığı belirtilmektedir.214

Öyleyse imalat sanayinin genelinde olduğu gibi özellikle ihracatta artış gösteren
çoğu sektörden biri olan makina imalat sanayinin bu parçalı yapısını dikkatle
değerlendirmek gereklidir. Bu çalışmada buna sektörün ikili yapısı diyeceğiz. Bir yanda
sektör imalat piramidinin üstünde yer alan, sadece iç pazara değil özellikle krizlerde ve
kriz sonrasında esas olarak dış pazara yönelik üretim yapabilen, sermaye birikiminde ve
merkezileşmesinde ileri düzey firmaların oluşturduğu üst katman ile alttaki geniş ve
parçalı, dağınık durumdaki KOBİ niteliğinde iç pazara yönelik üretimin daralması ve
genişlemesine bağlı olarak üretim yapıları sınırlanan ya da genişleyen, iflas eden ya da
varlığını geleneksel tezgâh, parça ve aksam üretiminde, sınırlı bir talebe yönelik yan
sanayi, tedarikçi olarak sürdüren alt katman. Sermaye birikiminin merkezileşme eğilimi,
az sayıda firmayı yukarıdaki katmana bırakır, oraya çıkarırken, makina imalatının
geçmişten devralınan yapısı alt katmanı oluşturur.

214
“Firmalarımızın çoğu katma değeri düşük ve düşük-orta kategorilerdeki teknolojilerde makinalar imal
etmekte, bir bölümü de tamamen fason üretim yapmaktadır. Orta-yüksek teknoloji aşamasına ulaşan
firma sayısı ise yalnızca 50'dir. Böylece sadece bu firmalar küresel rekabette yer alabilmektedir. Sektörün
bütünü itibarıyla bakıldığında ise, mevcut durum sektörün güçlü olmasını ve üretim yapısını katma değeri
yüksek üretime doğru çekmesini mümkün kılmamaktadır” (IV. Makina Tasarım ve İmalat Teknolojileri
Kongresi sonuç bildirgesi, 2007).

286
İncelediğimiz dönemin ikinci yarısında, özellikleri sonlarında alt katmanın
durumunu göstermek ve ikili yapıyı anlatmak için Makina İmalatçıları Birliği’nin
değerlendirmelerinden yararlanabiliriz. Son zamanda yayınlanan bültenlerinde sık sık
geçen bir saptamayla örnek verelim. Buna göre, alt katmanı oluşturan, ihracata
yönelmeyen, iç pazara satış yapan KOBİ niteliğindeki makina imalatçıları, ucuz döviz
nedeniyle artan ithalatın pazarı daraltması yüzünden özellikle dönemin ikinci yarısından
bugüne giderek daha fazla oranda iflas ediyorlar, üretimleri daralıyor.215

MİB’in bültenlerinin çoğunun olduğu gibi, Ocak 2008 Bülteni makina imalat
sektörünün ikili yapısını anlatan başlıbaşına bir belgedir. Bir yandan ihracata yönelen ve
sermaye merkezileşmesinde daha ileri olan makina imalatçısı şirketler diğer yandan iç
pazara çalışan, üretimi daralan, KOBİ niteliğindeki daha küçük işletmeler. Birincisinin
ihracatı artmakta, buna karşılık ikincisinin iç pazara yönelik varoluşu daralmaktadır.
Pazarı ucuz ithalatın etkisiyle ithal makina girdileri kaplamaktadır.

Bu ikili yapının üst katmanını tarif etmek gerekirse, sermayenin merkezileşme


eğilimi olarak anlatmak ve bunun sonucunda üst katmanda sivrilen kimi şirketlerle
durumu betimlemek daha yararlı olacaktır. Kriz sonrası ayakta kalan şirketler, kurun ve
iç pazardaki daralmanın etkisiyle ihracata yönelik yeniden yapılanma eğilimine
girmişlerdir. İncelediğimiz dönemin ikinci yarısında ihracatın bileşimindeki değişimi,
makina imalat sanayi açısından değerlendirdik, sermayenin merkezileşmesi eğilimini ise
bu dönemlerde şirketlerin durumlarını gözden geçirerek gösterebiliriz.

Makina imalat sanayi içinde incelediğimiz dönem içinde düzenli olarak 4 şirket,
İstanbul Sanayi Odası’nın her yıl belirlediği ilk 500 firma içine girmiştir. İkinci 500’e
giren şirket sayısı bundan fazladır.

215
“[2007 yılı] İhracatın önemli ölçüde arttığı bu dönemde imalat artışının yavaşlaması, hatta yılın ikinci
yarısında bir azalma yaşanması ilginç ve belki de çelişkili bir durum görüntüsü vermektedir. … Bu
rakamları imalat artışında bir yavaşlama olarak algılamak ve geçen yıllar kadar olmasa da imalatta bir
artış var demek gerçek durumu yansıtmayan bir yorumdur. Bu artış oranı, ihracata yönelmiş firmaların
gerçekleştirdiği imalat artışından daha düşük bir rakamdır. Bu duruma göre henüz ihracata açılmamış
birçok küçük ölçekli makina imalatçısı, önemli sayılabilecek ölçüde pazar kayıplarına uğramıştır.
Yaklaşık bir hesapla, yerli imalatçıların yurt içi satışlarında % 7,5’luk bir azalma olduğu sonucu
çıkmaktadır. Bu kayıp, belirtildiği gibi esas olarak ihracat yapmayan, çoğu KOBİ yapısındaki
imalatçıların kaybıdır” (MİB Bülteni, Ocak 2008).

287
Tablo 27 İl k Beşyüz ve B i n içi nde ki M a kina İ mal at Şir ket leri

İlk 500 ve 1000 içindeki Makina İmalat Şirketleri

Yıllar 1997 2000 2003 2005


İlk 500 firma 7 makina imalatçısı 6 makina imalatçısı 1 kamu 5 özel şirket 1 kamu 8 özel şirket
-- var
-- --
Uzel Makina (24) --
Türk Traktör (53)
Uzel Makina (39) Türk Traktör (46)
Türk Traktör (34)
Uzel Makina (62)
Türk Traktör (73) MKE (75)
Hema Dişli (147)
MKE (81)
Hema Endüstri (219) Uzel Makina (92)
Erkunt Sanayi (420)
Hema Endüstri (116)
Hema Dişli San (324) Hema Endüstri (168)
Coşkunöz (444)
Hidromek (287)
Hidromek (478) Coşkunöz (344)
Parsan Makina (445)
Coşkunöz (313)
Coşkunöz (485)
Valf Sanayii (495) Durmazlar (405)
Durmazlar (317)
Erkunt (403)
Parsan (473)

İkinci 500 İkisi Kamu kuruluşu 13 özel şirket 10 özel şirket 12 özel şirket
(Tüdemsaş ve MKE) Valf san. (509) Hema Dişli (502) Samsun Makina (574)
firma
olmak üzere 15 Parsan (510) Erkunt San. (506) Tatmak (596)
Makina imalatçısı Durmazlar (563) Hidromek (521) Valf San. (600)
Hidromek (616) Kalekalıp (714) Parsan (558) Baykal (616)
Kalekalıp (617) Baykal (815) Şahinler (598) Hattat Tarım Mak. (681)
Meksan-Coşkunöz Samsun Makina (942) Valf San. (638) Erkunt Tarım Maki. (684)
(985) vd. vd. Baykal (749) Hisarlar Makina (716)
vd. Kale Kalıp Makina (888)
Eksen Makina (926)
vd.
Kaynak İstanbul Sanayi Odası İlk Beşyüz Firma ve İkinci Beşyüz Firma listelerinden derlenmiştir.

Tabloyu incelediğimizde makina imalat sanayinde temel şirketler


görülebilmektedir. Türk Traktör, Uzel, Hema, Coşkunöz, Hidromek, Durmazlar, Parsan
gibi şirketler ilk 500 firma arasında yer alırken, Baykal, Şahinler, Kale kalıp, Valf
sanayi, Hisarlar, Samsun Makina gibi şirketler ilk bin şirket içinde kendilerine yer
bulmaktadırlar.

Büyüklük konusunda bir fikre sahip olmak açısından, 2005 yılı İSO 500
sıralamasına giren makina şirketleri ve satışları şöyledir:

288
Tablo 28 2005 Yılı n da İl k 5 00 içi nde ki M a kina Şir ketleri

2005 Yılı İlk 500 Firma İçindeki Makina Şirketlerinin Satışları

SIRA FİRMA ADI NET SATIŞI (YTL)


62 UZEL MAKİNA 443.522.997
116 HEMA ENDÜSTRİ 272.146.137
287 HİDROMEK 124.296.754
313 COŞKUNÖZ MAKİNA 116.910.696
317 DURMAZLAR MAKİNA. 114.956.221
382 ŞAHİNLER 91.571.528
413 ÇUKUROVA İNŞAAT MAK 84.510.880
473 PARSAN 74.224.106

Yaklaşık 20 bin işletmenin bulunduğu makina imalat sanayinde ilk beşyüze


giren Makina İmalatçılar Birliği’ne üye firma sayısı 2006 yılında da 6 olmuştur.216
Üstelik aşağıda sıralanan bu şirketler incelediğimiz dönemin ikinci yarısında ilk beş yüz
şirket içinde giderek üst sıralara çıkmışlardır:
Tablo 29 2006 Yılı İlk 500 F irma İçi ndeki M İB Üyelerinin Satışları

2006 Yılı İlk 500 Firma İçindeki MİB Üyelerinin Satışları


SIRA FİRMA ADI NET SATIŞI (Milyon YTL)
159 HEMA ENDÜSTRİ 243,6
205 HİDROMEK 195,2
301 DURMAZLAR 141
330 COŞKUNÖZ MAKİNA END. 129,3
386 ŞAHİNLER METAL SANAYİ VE TİCARET A.Ş. 109,.5
458 PARSAN MAKİNA PARÇALARI SANAYİİ A.Ş. 91,6
Makina imalat sanayinin, ilk beş yüz ve bin firma içindeki gelişimi, bu
sanayideki sermayenin merkezileşme eğiliminin sürmekte olduğunu da göstermektedir.
Yukarıda adı geçen firmaların bu dönemdeki gelişimi bu açıdan özellikle önemlidir.
1993–1994 ile 2004 yılı arasında ilk bine giren şirketlerin cirolarının kaç kat arttığını
gösteren bir tabloya göre, bu dönem içinde tarım makinaları, traktör üreten Erkunt
sanayinin cirosu 270 kat artmış, Türk Traktör’ün 220 kat, Parsan 165 kat, Uzel ise 156
kat artmıştır (Referans, 27 Temmuz 2006). İlk bine giren sektör şirketleri içerisinde
büyük holdinglere bağlı olanlar, geniş etkinlik alanları dışında tarım makinaları üretimi
ile öne çıkmaktadırlar. Ama ilk bin içinde önde gelen grubu, takım tezgâhları üreticileri
ile iş makinaları üreticileri oluşturmaktadır. Bu makina imalat sanayinin görünümü ve

216
MİB’e üye olmayan Türk Traktör (68), Uzel (88) ilk beşyüzde yer almaya devam etmektedirler. Türk
traktör, Hollandalı ortak ile Traktör üretmekte, buna karşılık Uzel şirketi, makina imalat sanayi alanı
dışında da ürünler üretmektedir. Hema endüstri de üretim etkinliğini sadece makina imalat sanayi
alanında değil bunun dışındaki alanlarda da sürdürmektedir.

289
geleceği açısından önemli bir veridir. Örneğin dönemin sonunda, 2006 yılının başında
alanında Almanya gibi ülkelerden sonra başı çeken İtalya’dan gelen İtalyan Takım
Tezgâhları ve Robot İmalatçıları Birliği (UCIMU), kendi seçtikleri 7 şirketle
görüşmeler yapmak üzere Türkiye’ye gelmişlerdir. Bu 7 şirket, ilk bin hatta beşyüz
içinde de yer alan Coşkunöz, Durmazlar, Baykal Makina, Şahinler, Dirinler gibi önde
gelen takım tezgâhı imalatçılarından oluşmaktaydı.

Dönemin, özellikle ikinci yarısında artan ihracatın bu merkezileşmeyi


hızlandırdığı da söylenebilir.217 Örneğin Durmazlar Makina şirketinin, sac kesme
makinaları üretiminde 2000’li yılların başında dünya çapında Japonya’nın ardından
ikinci sırada olduğu, 2004 yılına gelindiğinde ise Japonya ve Belçika’nın ardından 3.
firma durumunda olduğu öne sürülüyor (Olay Gazetesi, 29 Şubat 2004).

Dönemin ikinci yarısında sektöre yabancı sermayenin ilgisi de artmıştır.


Örneğin, Durmazlar şirketi bu dönemin sonlarında kendisine yabancı ortaklık teklif
edilmesine karşılık yabancı ortaklığa girişmemiştir, ancak incelediğimiz dönemin
sonlarında lazer kesiciler ile ilgili olarak Almanlar ile know-how anlaşması
yapmışlardır. Durmazlar makina için 2001 yılının önemli bir dönüm noktası olduğunu
ifade eden olgu, incelediğimiz dönem içinde en büyük yatırımlarını 2001 krizinden
sonra yapmalarıdır (Hürriyet, 3 Eylül 2006). 2001–2002 yılında kurdukları iki fabrikaya
20 milyon dolar yatırım yaparlar (Finansal Forum, 1 Haziran 2002).218 Bu dönemin
sonunda 2007 yılında da lazer kesme makinaları ile büyük bir yatırım yapmışlardır.
Öyleyse Makina Mühendisleri Odası raporlarında vurgulandığı gibi makina sektörünün
genelinde yatırımların düşmesi, raporun aksine sektörün her işletmesi için söz konusu
değildir.

217
“2006 yılında yüzde 30 büyüyen makina sektöründe çıtayı ihracatçılar yükseltti. 20 bin oyuncuya
sahip sektörün 6 milyar dolar seviyesine ulaşan ihracatının yüzde 80’ini 200 firma gerçekleştirdi. En
büyük ihracatı 75 milyon dolarla tekstilden inşaata, elektronikten ısıtma-soğutma sanayiine kadar pek çok
alana makina üreten Durmazlar Makina yaparken iş makinaları ihracatında 40 milyon dolarla Hidromek
öne çıktı. Sac işleme ve takım tezgâhı üretiminde söz sahibi olan Baykal Makina ise artan talep nedeniyle
iç piyasaya odaklandı” (Referans, 5 Ocak 2007).
218
Durmazlar Makina gibi makina imalatçıları için bilgisayarlı kontrol mekanizmasını sağlayan Bosch
Rexroth firmasıdır (www.boschrexroth.com.tr, 2007). Durmazlar otomasyon alanındaki girdilerini 1985
yılından beri bu Alman şirketinden almaktadır. Rexroth firması, hidrolik, pnömatik, bilgisayarlı kontrol
ve tahrik sistemleri, montaj sistemleri gibi temel otomasyon girdilerini sağlamaktadır.

290
Koç Holding’in bir Hollanda firması ile ortak işlettiği Türk Traktör şirketi,
2003`te üretimden satışlarını 93.3 trilyondan 389.5 trilyon liraya çıkartarak, o yılın İSO
500 raporuna en hızlı büyüyen şirket olarak geçmiştir.

2003 yılında kurulan Erkunt Sanayi, tarım makinaları üretmektedir; 2004’te


“Türk tasarımı” traktör üretmiştir, 2007’de ise Bulgaristan ve Azerbaycan’a “ilk Türk
tasarımı traktör ihracatı”nı gerçekleştirmiştir (Dünya, 20 Mart 2007). Kurulduğu yıl
506. sırada, 2005’de ise 403. sırada yer alarak ilk beşyüz şirket içerisine girmiştir.

Hidromek, 2005 yılı sonunda iki yeni fabrika kurmak için yatırım yapmıştır
(Referans, 30 Kasım 2005). İlk bin içinde yer alan Baykal Makina ise incelediğimiz
dönemin sonunda 2007 yılında Almanya'da sac işleme makinaları üreten, 53 yıllık
Weinbrenner GmbH şirketini satın almıştır (Hürriyet 1 Aralık 2007).

Özellikle dönemin ikinci yarısında artan, kurumsallaşan bu merkezileşme


eğilimi iki veri akılda tutularak değerlendirilmelidir. İlki makina imalat sanayinde
yabancı sermayenin az oluşudur. Sermayenin ilgisinin dönemin sonlarına doğru
gelişmeye başlaması ilginç bir veridir. İkincisi ise daha önce aktardığımız MİB’in 2003
yılında 78 firmada uyguladığı bir araştırmanın sonuçlarıdır. Buna göre sektörde ithal
girdi oranı yüzde 19 düzeyindedir”(DPT, 2005, s.128). 1998 yılı girdi çıktı tabloları
üzerinden oluşturulan ve daha önce kullandığımız bir tabloya göre, bys makina ve
teçhizat imalatının (yani makina imalat sanayi ile elektrikli ev aletlerinin imalatı)
doğrudan ithal girdi kullanımı % 14.6, dolaylı ithal girdi kullanımı %8.7 olarak
hesaplanmıştır (Yükseler ve Türkan, 2006, s.58). Toplam ithal girdi bağımlılığı ise
%23.3’dür. Elektrikli ev aletleri imalatının (293) diğerlerinden daha yüksek ithal girdi
bağımlılığı olacağı varsayılırsa MİB’in bulduğu bu oran anlamlı gözükmektedir. Buna
karşılık en yüksek ithalat bağımlılığı olan ana metal sanayinde bu oran %34.8, kimyasal
madde ürünleri imalatında %30.8, dönemin ikinci yarısında en yüksek büyüme hızına
ulaşan taşıt araçları üretiminde ise %24.5’dir (Sak, 2006). Makina imalat sanayinin ithal
girdi bağımlılığı bu sektörlerden az gözükmektedir.

Makina imalat sanayinde dönemin ikinci yarısında yaşanan hızlı ihracat, üretim
artışı, sermaye merkezileşmesi ve kurumlaşma, ithalat bağımlılığı ve yabancı sermaye
katkısı açısından düşük oranlarla yaşanmıştır.

291
Genel değerlendirmemizi belirleyecek olan bir başka etken ise, imalat sanayi
genelinde daha önce değindiğimiz bir gerçektir. Buna göre, iki farklı temele dayanan
birim işgücü maliyetlerini karşılaştırırsak elde edeceğimiz sonuç, genel olarak imalat
sanayinde olduğu gibi makina imalat sanayinde de benzerdir. İmalat sanayi genelinde,
döviz kuru sepetine göre birim işgücü maliyetinde 2001 kriziyle yaşanan düşüşün
ardından artış görünmekte iken, TEFE bazlı birim işgücü maliyeti 2001 krizinde
yaşadığı düşüşten sonra azalmaya devam etmiştir. Bunun genel nedenleri olarak ücretler
üzerindeki baskı, reel ücretlerin düşürülmesi, çalışma saatlerinin artırılması ile
verimlilik üzerindeki gelişmeler gösterilmişti. Bunun çalışan sınıf açısından sonuçları,
teknolojik yenilik kadar, çalışma saatlerinin artırılması ya da tam zamanında üretim,
esnek üretim, taşeronlaştırma gibi hem mutlak artı değer üretimine yönelik adımların
hem de göreli artık değer üretimine yönelik adımların hayata geçirilmesiydi. Zira döviz
kuruna göre birim işgücü maliyetinin yükselmesi uluslararası pazarda rekabeti
güçleştirdikçe, karlar sınırlanıyor, karları artırabilmek için ücretler ve sosyal haklar
üzerindeki baskı artıyor, bunun yanında verimlilik için düzenlemeler hızlanıyordu.
Benzer bir eğilim tıpkı genelde olduğu gibi dönemin ikinci yarısında özellikle
hızlanmakla birlikte, makina imalat sanayi için de geçerlidir. Bunu MİB rapor ve
bültenlerinde de görmek mümkündür. Örneğin MİB Bülteni’nde (Ocak 2008) şöyle
söylenmektedir:

TÜİK verilerine göre makina sektöründe ortalama fiyat


artışları 2005 yılında % 3,6 olmuş, bu değer 2006 yılında da aynı
düzeyde gerçekleşmiştir. Ön bilgilere göre ise 2007 yılı ortalama fiyat
artışları % 4,5 civarında kalmıştır. Son yıllarda girdi fiyatları ve
işçilik maliyetlerinin bu değerlerin oldukça üstünde arttığı dikkate
alındığında, makina imalatı yapan firmaların gerek iç pazarda,
gerekse ihracatta, pazardaki konumlarını koruyabilmek için
karlarından önemli fedakârlıklar yaptıkları görülmektedir. Hele
ihracatta döviz kurlarının ters yönde gelişmesi de dikkate alındığında,
katlanılan fedakârlık daha iyi anlaşılmaktadır. Firmaların fiyat
artışını en az düzeyde tutmak için verimlilik artışına da büyük önem
verdikleri görülmektedir. Ancak verimlilik artışının da bir limiti,
karlardan vazgeçerek satış yapmanın da bir sınırı bulunmaktadır.

Görüldüğü gibi TL’nin yüksekliği yüzünden girdi maliyetleri ve ithalatın basıncı


artmaktadır, aynı zamanda döviz sepetine göre alındığında, yani uluslararası pazar ile
kıyaslandığında kur sepetli birim işgücü maliyeti de yükselmektedir. Bu, karların

292
sınırlanması demektir. Aynı zamanda üretilen artı değerden alınan kar payının düşmesi
demektir; yani katma değerin sınırlanmasıdır. Karın ve kar oranının daralması
yüzünden, içeride ücretler üzerinde basınç artmakta ve verimliliği artırma için
düzenlemeler yapılmaktadır. Yukarıdaki MİB değerlendirmesi de bunu ifade
etmektedir. Ücretler üzerindeki basınç gerçekte emek gücünün kapitaliste maliyetini
düşürmek için basınçtır. Bunun kapsamı, emeklilik, sağlık gibi sosyal güvence
maliyetlerinin indirilmesi, esnek üretim, kıdem tazminatı ve emek gücü
mobilizasyonunun hızlanması219 (yani işçi çıkarmanın, yerine yeni işçi almanın
kolaylaştırılması, bunun için çalışma süresinin kapitaliste maliyetinin azaltılması yani
kıdem arttıkça işten çıkarmanın maliyetinin düşürülmesi için çabalar), gibi işçilik
maliyetlerini düşürmeye yönelik “uygulama”lardır. Öte yandan kur bazlı birim işgücü
maliyetinin yükselmesi, uluslararasılaşan üretim, endüstri içi ticaret ilişkileri içerisinde
içerideki üretken sermayeye düşen kar payını, ya da artı değerden ona kar biçiminde
düşen payın sınırlanması anlamına geliyor. Yani kurun yüksekliği yüzünden
Türkiye’deki üretken sermayenin ihracata yöneldiğinde uluslararası rekabet gücü
azalmaktadır. Kar ve kar oranı üzerindeki bu sınırlama, baskı içeride verimlilik ve ücret
baskısını demin dediğimiz gibi artırmaktadır.

3.3.1.4 Makina İmalat Sanayi Üzerine Değerlendirme:


Makina imalat sanayi üretim aracı üretiminin merkezini oluşturmaktadır. Bu
sanayideki yatırımlar, emek üretkenliğini artıran teknolojik gelişmeler sanayinin diğer
dallarını uyarıcı ve sürükleyici niteliktedir. Geç kapitalistleşme nedeniyle iç pazara
yönelik üretim kısıtlı olsa da, yeniden üretimin devresi ülke sınırlarını aşsa da bu nitelik
önemini kaybetmemektedir. Bu nedenle incelediğimiz dönemde makina imalat
sanayinin gelişimine özel bir yer verdik. Burada bu sektörün teknolojik değişimini,
teknoloji üretimi ile geri bağlantı ilişkisini ve bir bütün olarak sektörün incelediğimiz
dönemdeki gelişimini değerlendireceğiz.

Makina imalat sanayi parçalı ve dağınık bir yapıdadır, ağırlığını KOBİ’ler


oluşturmaktadır. Zaten makina imalatının özgül nitelikleri gereği, seri üretime ya da

219
Kıdem tazminatı, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, işgücünün mobilizasyonu, işgücüne katılımın
artırılması, kadın işgücünün oranını artırılması gibi önlemler çoğu uluslararası kuruluşun Türkiye’ye
yönelik önerileri arasında sık sık tekrarlanmaktır. Örneğin bkz. Dünya Bankası İşgücü Raporu, 2006.

293
sürekli ve kalıcı biçimde merkezileşmiş büyük ölçekli üretime yatkın olmadığı
ortadadır; elbette ki bu ölçek ekonomisinin uygulanamaz olmadığını göstermez. Ancak
sektör, müşteri ihtiyacına yönelik ürün geliştirme, uygun üretim süreçlerinin sürekli
değişmesi, buna yönelik makina tasarımı gibi özellikler nedeniyle esneklik
gerektirmektedir. Bu da makina imalat sanayinin dünya genelindeki birbirine benzer
yapısını açıklamaktadır. Sektörün parçalı ve dağınık yapısı ile rekabette öne çıkan
işletmeler, sermayenin merkezileşme eğilimini göstermekte, toparlanma ve dağılma
yönünde iki zıt hareketi anlatmaktadır. Bu yüzden sektörü değerlendirirken sermaye
birikiminin ihtiyaçları ve temel eğilimleri doğrultusunda merkezileşme ve bireysel
sermayeler arası rekabeti de gözden kaçıran anlayışlar eksik kalacaktır. Çünkü sektörde
sermayenin merkezileşmesi süreci de özellikle incelediğimiz dönemde önem
kazanmıştır. Yani sektör ikili yapı göz önünde bulundurulmadan
değerlendirilmemelidir. Ancak sektör üzerine pek çok raporda (Makina Mühendisleri
Odası’nın hazırladığı sektör raporları gibi) değerlendirmeler, AB ile bütünleşmeye
hazırlanan, bu bütünleşmede eşit bir güç olarak yer alması beklenen bir sektör imgesi
üzerinden yapılmakta, ölçü buna göre alınmaktadır. Genel olarak sektörün zayıf
konumu ön plana çıkarılırken, belirli alt sektörlerin ve sermaye kesimlerinin büyüyen
yapısı dikkate alınmamaktadır. Hem sermaye birikiminin çelişkileri hem de
kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimi göz ardı edilmektedir. Makina sektöründeki
şirketler içinde uluslararası yatırım yapan, yabancı ülkeden fabrika alanlar
bulunmaktadır. Bu değerlendirmeler, sektör içindeki eşitsiz gelişmeyi, sermaye
merkezileşmesini ve ihracata yönelen şirketlerin donanımlarını, sektörün parçalı ve
dağınık yapısı içinde eşitleyerek, tüm bir sektörü düzleyici sonuçlara varmaktadır. Bu
epey yaygın bir bakış açısıdır ve ikili yapının dikkate alınmamasıyla sonuçlanmakta,
sermaye birikiminin çelişkili ve eşitsiz gelişen yapısını görünmez kılmaktadır.

Makina imalat sanayinin incelediğimiz dönemdeki gelişimine üç süreç etki


yapmaktadır: krizler, Gümrük Birliği’ne geçiş ve AB’ye uyum süreci. İncelediğimiz
dönemin başında Gümrük Birliği anlaşmalarının etkisi vardır. Makina direktifi bu
yıllarda çıkarılmıştır. Çeşitli standartların (CE, ISO) yaygınlaşması, Ar-Ge teşvikleri,
KOBİ’lere dönük uygulamalar bu dönemde başlamıştır. İncelediğimiz dönemin ilk
yarısı krizler ve Gümrük Birliği’ne geçiş nedeniyle üretimin düştüğü yıllar iken
dönemin ikinci yarısında genel amaçlı makina imalatında artış, özel amaçlı makina

294
üretiminde de toparlanma görülmektedir. Dönem içinde sektörün temel üretim
göstergelerindeki artış, imalat sanayi genel ortalamasından düşük kalmıştır.220 İhracat
açısından ise durum bundan daha iyidir. Sektörün ihracatı her iki dönemde de önemli
artış göstermiştir, üretim büyük oranda dış pazara yönelmiş gözükmektedir. Özellikle
2001 krizi sonrası yüksek bir hızla artmıştır, bu dönemde yukarıda gösterildiği gibi,
sektörün büyük şirketleri açısından yatırımlar da artmıştır. Düşük kur nedeniyle
dönemin ikinci yarısında ithalat ve ikinci el makina ithalatı da yükselme eğilimini
korumuştur. Yani özel amaçlı makina gibi teknoloji düzeyi orta yüksek ve yükseğe
yakın makinalar üretildikleri kadar ithal de edilmektedirler. Ancak yine de ihracatın
ithalatı karşılama oranı, 1980 yılında %5,5 iken, 2006 yılında %41’e çıkmıştır. Bu, parçalı
ve dağınık yapı açısından oldukça çarpıcıdır. Çünkü üretim araçları üretiminin diğer
sektörlerine göre (otomotiv, elektronik) makina imalat sanayinin sermaye donanımı
görece küçüktür ve çok parçalı yapıdadır.

Makina sektöründeki teknolojik değişimi ve onun teknoloji üretimiyle geri


bağlantı ilişkisini değerlendirmek için sektördeki mühendislik düzeyi ve Ar-Ge
harcamaları önemli verilerdir. İmalat sanayinin genelinde olduğu gibi makina imalat
sanayinin geneli için de araştırma geliştirme harcamaları ve mühendislik
çalışmaları oldukça kısıtlı düzeydedir. Üstelik söz konusu sektör, müşteri talebine
göre ürün, üretim süreci yeniliğine gitmek zorunda olduğu gibi, makina sektörü
olmasından dolayı temel mühendislik sektörü olarak görünmesine rağmen, Ar-Ge
harcamaları kısıtlıdır. Ancak tüm genel göstergelere (üretim, ihracat, Ar-Ge
harcamaları, nitelikli işgücü vb.) bakarken olduğu gibi burada da genel için geçerli olan
ile büyük şirketler arasındaki farklılığı ya da alt sektörler arasındaki farklılığı göz ardı
etmemek gereklidir. Sektörler arasındaki farklılık açısından değerlendirildiğinde,
örneğin takım tezgâhları, sac işleme makinaları ile iş makinalarında mühendislik
etkinlikleri ve Ar-Ge harcamaları diğerlerinden yüksektir. Takım tezgâhlarındaki Ar-
Ge harcamaları, imalat sanayinin genelinden yüksek gözükmektedir. Bu teknolojik
değişime dair önemli bir dinamiktir. Burada söz konusu edilen alt sektörlerin yüksek
ihracat yaptıkları, son yıllarda önemli yatırım yapan alt sektörler arasında yer aldıkları

220
Makina sanayinin içine elektrikli ev aletleri de katılarak yapılan değerlendirmelerde, sektörün
göstergeleri çok parlak bir büyüme yansıtmaktadır. Oysa burada sadece üretim aracı olarak işlev gören
makinaların ve aksamlarının imalatı incelenmiştir. Bu da ayrıştırmamızın önemini ortaya koymaktadır.

295
da görülmektedir. Sektörler arasındaki farklılık gibi aynı zamanda sektörün genelindeki
KOBİ’lerin yapısı ile belirli bir birikim düzeyine ulaşmış şirketler arasında da
farklılıklar bulunmaktadır. Ar-Ge harcamalarına özel bir pay ayıran, Ar-Ge çalışması
için mühendis istihdam eden firmalar da bunların arasından çıkmaktadır.

Sektörün nitelikli işgücü ihtiyacı, iki yönden büyük bir sorundur. Sadece “atölye
şefi” olma konumunda kalmaktan ziyade mühendislik ve araştırma-geliştirme işlevlerini
yürütebilecek mühendislerin ve buna uygun üretim yapısının oturtulması bir sorun
değildir. Aynı zamanda meslek liselerinden yetişmiş teknisyen, operatör olarak
işgücüne de ihtiyaç vardır ve istisnasız tüm sektörel yayınlar, raporlarda bu iki ihtiyaç
dile getirilmektedir. Nitelikli emek gücünün durumu, patent sayılarının azlığı ve
mühendislik etkinliğinin zayıflığı göz önünde bulundurulduğunda, özgün
teknolojik yenilik dolayısıyla teknoloji üretiminin sektör ile bağlantılı durumu da
ortaya çıkmaktadır. Teknolojik değişimin, ülke içi geri bağlantılardan, teknoloji
üretiminden kopuk olduğu görülmektedir. Zaten temel teknolojik bileşenler ve
ürün üretim lisansları ithal edilmektedir.

Makina imalat sanayinin rekabet gücü diğer sektörlere göre düşük olmasına
karşılık dönem içinde yükselme eğilimindedir. Üretim, dış ticaret, işgücü ve verimlilik
üzerinden yaptığımız yukarıdaki değerlendirmeler göz önüne alınırsa, makina imalat
sanayinin iki temel sektörü ve alt sektörleri açısından ve bunların içinde ileri çıkan kimi
şirketler açısından durum farklılıklar göstermektedir. Genel amaçlı makina imalatı
incelediğimiz dönemde üretim ve istihdam endeksi olarak artmış, rebabet gücü
sıralamalarında da yükselmiştir. Buna karşılık özel amaçlı makina imalatı alt sektörü
rekabet sıralamasında bulunduğu yerde kalmış olarak görünmektedir. Ancak bu durum,
özel amaçlı makinaların hepsi için geçerli değildir.

Makina sektörü incelenen dönemde dış ticaret açığı en fazla ikinci sektör
durumundadır. İhracatta önde gelen sektör, ithalatın basıncı altındadır. Yani ithal edilen
makina ve teçhizat yatırımında büyük bir artış vardır. Dış ticaret açığı ikinci dönemde
ilk dönemin iki katına yaklaşmışken, sektör ihracatı 3 kat artmıştır. Bu performans
ölçütlerine göre genel olarak makina imalat sanayi rekabet gücü düşük sektörler
arasındadır. İncelediğimiz dönemin iki yarısını karşılaştırırsak, özel amaçlı makina

296
imalat sanayinde verimlilik değişmemesine karşılık üretim endeksi ikinci dönem
düşmüştür. Bunda fiyat artışlarının önemli bir etkisi vardır. Dönemin tamamında özel
amaçlı makina imalat sektöründeki fiyat artışı diğerlerinden epey yüksek çıkmıştır.
Fiyat üzerinden rekabet edememe, yüksek fiyat artışı buna karşılık döviz kurunun bu
hızla artmaması, iç pazarda ürün satışını ve rekabeti kısıtlamış, ithalatın etkisi artmıştır.
Bunun sonucunda da ikinci dönemde görüldüğü gibi üretim kısılmış, ithalatın iç üretim
karşısında payı artmıştır. Ancak burada alt sektörler arasındaki farklılıkların yanında alt
sektör içinde sermaye merkezileşmesini de hatırlatmak gerekir. Sözü edilen dönemin
ikinci yarısında ilk bine giren hatta ilk beş yüzde de yükselerek yer bulan
şirketlerin büyük çoğunluğu 292 kodlu özel amaçlı makina imalatı sektörüne
dâhildir. Durmazlar, Şahinler, Hidromek, Parsan, Baykal gibi şirketler, aynı zamanda
ihracatta da önemli büyümeler kat etmişlerdir.

Özel amaçlı makina alt sektörüne böyle özel önem vermemizin nedeni, daha
önce de belirtildiği gibi Takım tezgâhları sektörünün üretim araçları içinde tuttuğu kritik
yer nedeniyledir. Takım tezgâhı alt sektörü makina imalat sanayi içinde hem üretim
sürecinin alt yapısını belirlemek, teknolojik düzeyini tayin etmek açısından önemli bir
yere sahiptir, hem de teknolojinin ve yapısal değişimin üretime yayılmasını sağlayan
sürükleyici bir alt sektördür. Dönemin sonunda (2006 yılında) Türkiye takım
tezgâhları üretiminde, dünya üretiminin % 1,9’unu gerçekleştirmektedir. Bu
otomotiv sanayinin pazar payından yüksek bir orandır.221 Üstelik 1993’te 58 adet
bilgisayar kontrollü (CNC) takım tezgâhı üretilirken, 2006 yılında 1,1 milyar
dolarlık üretim yapılmaktadır. Yani ele aldığımız dönemde takım tezgâhları üretimi
büyük bir artış kaydetmiştir; ayrıca geleneksel takım tezgâhı üretiminden
bilgisayarlı, lazerli takım tezgâhına doğru gelişmektedir ve bunun ihracatı
artmıştır. Takım tezgâhları sektörü, sektörel raporlarda gelişme vaad eden sektör
olarak anılmaktadır ve teknolojik düzey olarak yüksek teknolojiye yakındır. Takım
tezgâhı alt sektörü makina imalat sanayi üretimi ve ihracatının yapısında teknolojik
nitelik olarak bir değişimin izlerini sunmaktadır. İş makinaları da bu dönemde önemli
bir büyüme göstermiştir; bu alt sektör teknolojik düzeyi yüksek olmasa da niceliksel
olarak takım tezgâhlarından hemen sonra gelmektedir. Sektörde bu dönemde öne

221
2004 yılında otomotiv sanayinin dünya taşıt pazarındaki payı %1,3’tür.

297
çıkmaya başlayan, ilk bin firma içinde yükselen şirketler, ağırlıklı olarak takım tezgâhı
(Durmazlar, Parsan) ve iş makinaları (Hidromek) alanında imalat yapmaktadırlar.

Üretimde yeniden yapılanmanın koşulları bunlarken, bu yeniden yapılanmayı


sağlayacak bir kriz makina imalat sanayinde şu olasılıkları getirebilir: Makina imalat
sanayinde ağırlıklı yer tutan KOBİ’lerin (çoğunlukla aile işletmelerinin) para
sermayenin finansal olanaklarından dolaysızca yararlanamaması yüksek faizi dolaylı bir
basınç olarak sektöre uygulamaktadır. Kurun oynaması ise daha dolaysız bir etkide
bulunmaktadır. Düşük kura karşı, başlangıçta ithal girdilerdeki ucuzlamadan da
yararlanarak ihracatını artıran makina imalat sanayi, kurdaki bir yükselme karşısında
hem ihracatta maliyet baskısından hem de ithalatın yarattığı rekabetten kurtulacaktır,
çünkü incelediğimiz dönemin sonlarına doğru iç pazarda ithal makina payı %50’ye
yaklaşmıştır. Öte yandan zaten sektörün önde gelen şirketleri, incelediğimiz dönemin
sonuna doğru, ithalata standartlar, yasaklar yoluyla kısıtlama getirilmesini istemiş,
kurun düşüklüğünün yarattığı basınçtan şikâyet etmeye başlamıştır. Kurun yükselmesi,
ihraç ettikleri ürünün maliyetini düşürecek böylelikle ihracatı artıracaktır. İthalat
azalacaktır, kur yükselmesi ve krizin sonucu olarak iç pazar ilk dönemde daralacaktır.
Bu dönemde makina imalat sanayinin dağınık yapısında ayakta kalan şirketler,
yapılarını güçlendirmiş şirketler olacaktır; ki sektörde bu dönemde sermayenin
merkezileşmesine dair sunduğumuz veriler, bu şirketlerin niteliklerinin nasıl olacağını
da göstermektedir.

Makina imalat sanayinin ihracatında Gümrük Birliği ile birlikte AB önemli bir
yer tutmaktadır. Sektör kurumlarının AB içindeki kurumlara üyeliği, AB standartlarına
uyum için çalışmaları sektördeki dönüşümün önemli dinamiklerine dair ipuçları da
vermektedir. AB 6. Çerçeve programı kapsamında incelediğimiz dönemin ikinci
yarısında makina imalat sanayi içinde kısıtlı da olsa “işbirliği ağı” uygulanması için fon
verilmiştir. İki alt sektörde dar bir alanda böyle bir işbirliği ağı kurulmuştur. Sektörün
KOBİ niteliği yüzünden çoğu sektör raporunda da yan sanayi olarak güçlenmenin
öneminden bahsedilmektedir. Geç kapitalistleşmenin kısıtlılıkları dolayısıyla makina
imalat sanayinin geneli açısından yüksek katma değerli makina üretiminin olanakları
oluşmuş gibi görünmemektedir; çünkü bu tezin temel önermesini kanıtlar biçimde üretim

298
araçları sektörleri yeterli gelişkinlikte olmadığı gibi onun geri bağlantısı olarak özgül
teknoloji üretimi de bulunmamaktadır.

Bir sektör olarak makina imalat sanayinin ele aldığımız dönemde belirginleşmeye
başlayan uluslararası işbölümündeki yeri bir yandan AB’yle ticaret çerçevesinde aksam
ve parça üreten yan sanayi olarak şekillenmektedir. Öte yandan, sektör ihracatta tüketim
malı niteliğin taşıyan yatırım mallarından sonra en büyük ihracat kalemi olarak beliren
takım tezgâhları üretimi gibi kimi alanlarda da belirli bir pazar payı elde edebilmektedir.
Bu sektörün yan sanayiyi aşan birikim dinamiklerini göstermektedir.

Makina imalat sanayinde yabancı sermaye oranı imalat sanayi geneline göre
dönemin ilk yarısında az iken, ikinci yarıda yükselmeye başlamıştır. Sektörün geneli
aile şirketi yapısını korumaktadır. İncelediğimiz dönemin sonlarına kadar KOBİ’lere
finansman desteği sektör açısından yeterli bulunmamakta, dahası yaşanan krizler,
yüksek faiz gibi nedenlerle bu şirketler kendi karlarından yatırıma yönelme
eğilimindedirler. Dolayısıyla bu, sektörün diğer alanlara (otomotiv, elektrikli ev
aletleri gibi) göre epey kısıtlı olan yatırımlarını da açıklamaktadır. Kredi sorunu yani
para sermaye birikim düzeyi sorunu, pek çok açıdan sektörün önüne çıkmaktadır. Kamu
harcamalarında önemli oranda iş makinası, makina alınmaktadır, ancak temelde yabancı
ülkelerde toplu makina alımlarında kredi olanakları daha fazla olduğu için ithal
makinalar tercih edilmektedir. Bu makina imalat sanayinin KOBİ niteliğindeki geneli
için yatırım olanakları açısından temel bir sorundur. Bununla birlikte, dönemin sonuna
doğru ihracatla büyüyen, sektörün genelinden sıyrılarak belirli bir birikime ulaşan
şirketlerin yatırımları, krediden yararlanma oranları da artmıştır. Ancak sektörün KOBİ
ağırlığı nedeniyle yatırım ve ek sermayenin değerlendirilmesi sorunu, sektörün geneli
için çözülemez. Çünkü bu tip işletmelerin sermaye yapılarına uygun biçimde finansal
yapılanmanın önünde geç kapitalistleşmenin getirdiği makro sorunlar durmaktadır. Kur
ve faiz, KOBİ niteliğindeki sermayenin ihtiyaçlarından çok belirli bir birikim düzeyine
ulaşmış büyük sermayenin ihtiyaçlarıyla ve uluslararasılaşan sermayenin ihtiyaçlarıyla
uyumlu olarak belirlenmektedir.

Türkiye’de makina imalat sanayi, geneli itibariyle orta ve düşük teknolojili ürün
ve aksam üretmektedir. Ancak bu sanayi içinde takım tezgâhı gibi alt sektörlerde ihracata

299
yönelik üretim ve büyüme dinamikleri sanayinin genelinden farklıdır. Geçmişten
gelenden farklı olarak incelediğimiz dönemde sermayenin merkezileşmesi de ağırlıklı
olarak bu sektörlerde gelişmektedir.

Kapitalizmin eşitsiz gelişmesi içerisinde Türkiye’nin Almanya, ABD, Japonya ya


da İtalya gibi ülkelerin makina imalat sanayileri düzeyinde “katma değeri yüksek” ya da
yüksek teknolojili ürünler üretmesini beklemek olanaklı değildir. Sanayinin genel olarak
koordine ve bütünleşmiş biçimde olmasını beklemek de mümkün değildir. Üstelik
kapitalizmin dünya ölçeğindeki durumu da salt makina imalat sanayi değerlendirilirken,
bir bütün olarak değerlendirmek üzere sadece veri alınmıştır.

Makina imalat sanayi, 1980 öncesinde de sonrasında da diğer sektörler gibi dış
ticaret koruması altında olmamıştır. Bu anlamıyla hep dış rekabete açık, onun basıncı
altında olmuştur. Başlangıçtaki kamu işletmelerinin yanında özel sermaye kesimlerinin
etkinliklerinin gelişimi 1980’lerden sonra başlamış, esas olarak ele aldığımız dönemde
bir sektör olarak oluşmuştur. Bu oluşumu sürükleyen güç, teknolojik değişme
değildir; aksine yaşanan teknolojik değişme ve buna giderek artan ihtiyaç bir sonuç
olmuştur. Belirleyici olan sermaye birikimi, karlı pazarlar bulma arayışı, Avrupa makina
sektöründe krizler ve aşırı birikim ile yeni açılan (Doğu Avrupa, Rusya) pazarları
olmuştur. Avrupa Birliği ile girilen Gümrük Birliği anlaşmasının seyri, dış rekabete hep
açık olmuş olan sektör için yeni pazarlara yan sanayi ya da fason üretici olarak
eklemlenme olanağını getirmiştir. Sermaye birikiminin gelişmesi, merkezileşmeyi
artırmış, belirli sermaye kesimlerinin fason üretici olmanın ötesinde teknolojik değişime
ihtiyaç duymasına yol açmıştır.

Ele aldığımız dönemde, makina imalat sanayi açısından dört temel faktör
belirleyici olmuştur. Makina pazarının büyümesi, iç pazarda ithalatın etkinliği artarken
sektörün ihracatta gösterdiği büyüme, sermayenin merkezileşme eğilimi, yüksek
teknolojiye yakın düzeyde bulunan takım tezgâhları üretimindeki gelişmedir.

Özetlemek gerekirse, bu sektör değerlendirmesinden sırasıyla üretim aracı


üretimine, teknolojik değişime ve teknoloji üretimine dair çıkarılacak ana sonuçlar
şunlar olabilir: İncelediğimiz dönem, özellikle dönemin ikinci yarısı makina imalat
sanayinde yapısal bir değişimin eşiğine yaklaştırmakta, bunun olanaklarını

300
hazırlamaktadır.222 Makina imalat sanayinin bir sektör niteliğine dönüşmesi (kamu
işletmelerinden çıkması) incelediğimiz dönemde gerçekleşmiş gözükmektedir. Parçalı
ve dağınık bileşiminin içinde merkezileşmekte olan sermaye kesimleri gözetildiğinde,
Türkiye’de makina üretimi gerçekleşmektedir ve daha çok ihracata yönelik olmak üzere
büyümektedir. Sermaye merkezileşmekte, Ar-Ge harcamaları imalat sanayi geneline
göre eşitsiz de olsa önemli oranda artmaktadır. Üretimin büyük oranı geleneksel ürünler
de olsa, yüksek teknolojiye yaklaşan bilgisayarlı takım tezgâhları (ve lazerli makinalar)
üretimi ve ihracatı çok önemli bir artış göstermiştir. Teknolojik değişme açısından
yüksek teknolojiye yakın ürünler üretilmesi ve ortalamanın üzerinde seyreden, giderek
artan Ar-Ge payları önemli göstergelerdir. Ancak teknoloji üretimine dair geri
bağlantıları zayıftır. Teknoloji üretimine yönelik bu sektördeki geri bağlantıları
irdelersek, şunlar ön plana çıkmaktadır: Sektörde mühendisler, ancak ihracata yönelen,
sermaye piramidinde yukarıya çıkan ve Ar-Ge harcamalarına yönelen işletmelerde
“atölye şefi”nden öte tasarım ve üretim sürecinde işlev görmektedirler. Teknoloji
üretimi kavramsallaştırmamıza uygun olarak kurumsallaşmış ve gelişkin bir Ar-Ge
çalışması zayıf gözükmektedir. Üniversitelerde mekatronik gibi bölümler bu dönemde
açılsa da nitelikli emek gücü yetiştirilmesi henüz yeni başlamıştır ve sektöre yansıması
uzun dönemli gerçekleşebilir. Zaten kapitalist bilim üretim sürecinin bir sonucu olarak
üniversite-sektör arasında bu yönde bir bağlantı ele aldığımız dönemde yoktur. Yüksek
teknolojili takım tezgâhları üretiminde merkezi elektronik ve otomasyon bileşenleri
ithal edilmekte, lisanslar ithal edilmektedir. Patent sayısı azdır ve fazla gelişme
kaydetmemiştir. Sektöre yönelik bu yönde ayrıntılı bir araştırma yapılmasa da
mühendislik etkinliğinin gelişkin olduğu az sayıda işletmede, yeni ürün tasarımı dışında
lisans ve patent alınabilecek özgün ürün ve üretim yöntemi geliştirme kapasitesi çok
zayıf olarak gözükmektedir.

222
Burada sözü edilen yapısal değişim, ne pürüzsüzdür ne de genel için bir değişim anlamına
gelmektedir, aksine sermayenin çelişkili doğasını ifade eder biçimde bunalımın ve yeniden yapılanmanın
gerçekleşeceği ve bunun yol açacağı bir değişimdir. Bu değişim, makina imalat sanayinin erken
kapitalistleşmiş ülkelerin sektörlerine benzemesi gibi bir süreci ifade etmemektedir. Örneğin “AB ile
bütünleşmede yeterli” olma ölçütü olarak böyle bir imgeyi gözeten yapısal değişimden
bahsedilmemektedir.

301
3.3.2 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıt Üretimi

Otomotiv Sanayii Özel İhtisas Komisyonu Raporu’na göre otomotiv sanayinde


dünyada 60 ülkede 64 milyon taşıt üretilmektedir. Üretimin %80’ini erken
kapitalistleşmiş 5 ülkenin 10 firması yapmaktadır. (DPT, 2006b, s.135). Türkiye’nin
dünyadaki taşıt üretiminde aldığı pay ise giderek artmaktadır. 2001 yılında dünya
pazarındaki payı % 0,5 iken 2004 yılında bu pay % 1,3’e yükselmiştir (Yükseler ve
Türkan, 2006, s.126). Yani ele aldığımız dönemde otomotiv üretiminde önemli bir
büyüme vardır. Ancak bu büyümenin ne kadarının üretim aracı niteliğindeki taşıtların
üretimine yansıdığı, bunun nasıl bir gelişme gösterdiği, ne kadarının aslında tüketim
aracı olan binek otomobillerin üretimine yansıdığı önemli bir sorundur. Bu nedenle bir
ayrıştırmanın yapılması gerekmektedir.

3.3.2.1 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıtların Ayrıştırılması

Yatırım malı olarak anılan motorlu taşıtlar içerisinde binek otomobiller gerçekte
ağırlıklı olarak tüketim malıdırlar. Bu nedenle, motorlu taşıtlar içerisinde daha önce
ayırt etmeye çalıştığımız üretim aracı kategorisine uygun olarak yeniden sınıflandırma
yapmak yerinde olacaktır. Böyle bir yeniden sınıflandırmanın ardından, üretim aracı
niteliğindeki taşıt üretimi ve dış ticaretindeki gelişmeleri değerlendirmek, genel motorlu
taşıtlar üretimindeki gelişmelerden ayırt etmek gereklidir. Çünkü incelediğimiz
dönemde binek otomobil üretim ve ihracatı parlak bir dönem yaşamıştır. Oysa bu parlak
dönemin ne kadarı, üretken sermayenin işleyişine yansımış, onun üretken işlevlerinin
aracı olmuştur, bunu değerlendirmek önemlidir. İmalat sanayi içinde KOBİ ağırlığı
gözetildiğinde örneğin, kamyonet, kamyon üretimi ve bu taşıtların ülke içi pazarı,
üretken sermayenin işlevleri açısından anlamlı bir gösterge olacaktır. Bu nedenle toplam
motorlu taşıt üretimi verilerinden yararlanmak gereklidir.

OSD, bu motorlu taşıtların çeşitlerine göre, adet üretimlerini oldukça ayrıntılı


olarak vermektedir. Aşağıdaki tablo adet olarak motorlu kara taşıtlarının ne kadar
üretildiğini göstermektedir.

302
Tablo 301996-2005 Arası nda M otorlu Kara Taşıt ları Üretim A detleri

1996-2005 Yıllarında Motorlu Kara Taşıtlar Üretim Adetleri

Yıllar Otomobil TIR Kamyon Kamyonet Midibüs Minibüs Otobüs Traktör Toplam
1996 207757 374 29058 21032 5856 10171 2499 48220 324967
1997 242780 670 43045 32435 9060 12933 3449 55510 399882
1998 239937 618 31205 45533 10275 13910 3039 60712 405229
1999 222060 311 12785 37551 9953 12894 2333 27435 325322
2000 297476 234 28114 68807 11506 20597 4213 37434 468381
2001 175343 v.b.* 6683 76672 3000 6486 2501 15052 285737
2002 204198 v.b. 12295 116872 4377 6139 2684 10652 357217
2003 294116 v.b. 19041 195606 6795 13624 4172 28794 562148
2004 447152 v.b. 31774 301563 9903 27988 4839 38627 861846
2005 453663 v.b. 37227 349885 7109 26162 5406 34907 914359
Kaynak OSD ve OSD verileriyle uyumlu olarak EconStats.
*
OSD’nin kendi tablolarında da 2001 sonrası TIR üretimi için veri bulunmamaktadır. Bu nedenle
bu alanlar (v.b.) olarak bırakıldı.
Başta da belirttiğimiz gibi üretim aracı kategorisi içerisinde yer alabilecek
kalemleri belirlerken, binek otomobilin tüketim malı olması özelliği göz önünde
bulundurmak gereklidir. Bunun dışındaki araçların üretim ve taşımacılıktaki işlevleri
nedeniyle yatırım malı olan üretim aracı kategorisine sokulması anlamlı olacaktır.
Otobüs, minibüs gibi genel yolcu taşıma araçları da üretim aracı niteliğinde taşıtlar
içerisinde ele alınacaktır. Bu taşıtlar bir meta olan emek gücünün taşınması işlevini
üstlendikleri ölçüde, pazara metaların taşınmasından başka bir işlevleri yoktur. Bu
nedenle, nasıl ki taşımacılık aracı olarak kamyonetler, kamyonlar ve Tırlar üretim
araçları içerisinde yer alıyorlarsa, aynı şekilde emek gücünün pazara, fabrikalara
taşınmasında kullanılan bu türden taşıtlar da genel eğilim olarak üretim aracı
sayılmalıdırlar. Bu, emek gücünü dolaysızca üretim yerlerine taşıyan servis araçları,
minibüsler, dolmuşlar için olduğu kadar toplu taşıma araçları olan otobüsler ve
şehirlerarası yolcu taşımada kullanılan otobüsler için de benzer bir yakınlıkla böyledir.
Emek gücünün pazara taşınması kapsamına, geçim araçlarının elinden alınması ya da
işsizlik nedeniyle göç eden emek gücünün taşınması, emek gücünün yeniden üretim
olanaklarının sürdürülmesi gibi işlevler de girer. Bu kapsama girmedikleri halde burada
sayılanlar, yani buradaki hata payları temel eğilimi karartacak nitelikte değillerdir.
Ancak işsizliğin, göçün, kırsal nüfusun topraktan koparılmasının hızlı ve sert biçimde
yaşandığı bu dönemde, bu araçlara salt keyfi bir taşıma, yolculuk işleviyle bakmak
görüntünün altındakini kaçırmak olacaktır. Bu nedenle otobüs, minibüs gibi yolcu
taşımaya yarayan bu araçların, emek gücünün bir meta olarak düzensiz, geçici ya da
kayıtsız da olsa pazara taşınması işlevini gerçekleştirdikleri ve bunun olanaklarını

303
taşıdıkları söylenebilir.223 Traktörler de üretim aracı kategorisindedir ancak tarım
makinaları olarak makina imalat sanayi içerisinde de geçtiği için tekrar olmasın diye
burada alınmamaktadır.

Bu ölçülere göre, üretim aracı niteliğindeki taşıt üretimini ilk tablodan


yararlanarak hesaplayabiliriz. Otomobil üretimini de kıyaslamak açısından vereceğiz.
Bu bölüm boyunca taşıt üretimi içinde tüketim malı kapsamında sayılan otomobiller ile
üretim aracı niteliğindeki taşıtlar birlikte ele alınıp kıyaslanacaktır. Bu kıyaslama,
üretim aracı üretimi açısından motorlu taşıt üretiminin kapsamını verecek, genel olarak
motorlu taşıt üretimini bu açıdan filtrelemeye çalışacaktır.

Tablo 31 Üretim Aracı niteliğ inde ki M otorlu Taş ıt Üretimi

Üretim Aracı olarak Motorlu Taşıt Üretiminin Bileşimi

Üretim Aracı Taşıt Otomobil


Yıllar Toplam Motorlu Taşıt
Miktar Oran % Miktar Oran %
1996 324967 68990 21 207757 64
1997 399882 101592 25 242780 61
1998 405229 104580 26 239937 59
1999 325322 75827 23 222060 68
2000 468381 133471 28 297476 63,5
2001 285737 95342 33 175343 61
2002 357217 142367 40 204198 57
2003 562148 239238 42,5 294116 52
2004 861846 376067 44 447152 52
2005 914359 425789 47 453663 50

Tablodan görülebildiği gibi otomobil üretimi toplam motorlu taşıt üretimi içinde
önemli bir büyüklüktedir. Otomobil üretimi, 1996 yılında toplam motorlu kara taşıtları
üretiminin % 64’üne yakınken, bu oran 1999 yılında % 68’e yükselmiş 2001 krizinden
sonra da düşerek % 50’ye inmiştir. Buna karşılık üretim aracı olarak motorlu taşıtların

223
Kamyonet sınıfındaki kimi araçların da aslında tüketim malı olarak kullanıldığı öne sürülebilir.
Dönemin ikinci yarısında hafif ticari araç niteliğindeki araçlara yönelik talebin, bunların üretim araçları
olarak ticari işlerde kullanımından öte, aile kullanımına ve eşya taşımaya uygun olması yüzünden fazla
olabileceği iddia edilebilir. Oysa çoğu durumda, bu, böyle araçları almak için ek bir neden olarak
görülmektedir. Esas neden ise hala ticari işlerde kullanmak olarak kalmaktadır. KOBİ niteliğindeki
işletmenin taşımacılığı gibi ticari işlerin yanında bakım, onarım işlerinde de kullanımı yaygınlaşan bu
türden araçlar, çoklukla taşımacılık ve üretken işlevlerde kullanılmaktadır. Bu çalışmada böylesi araçların
sınıflandırmaları kontrol edilmiştir. Otomotiv Sanayicileri Derneği (OSD) verileri firma düzeyinde yeni
üretim modellerini ve sınıflandırmalarını oldukça ayrıntılı biçimde vermektedir. Hafif ticari araç ve
kamyonetler değerlendirilirken, hazır verileri kullanmaktan öte, bu modellerin hangi sınıflandırmaya
girdiği kontrol edilmiş, karşılaştırılmıştır. Örneğin Starex, Transit gibi modeller binek otomobil
statüsünde değillerdir, bunlar hafif ticari araçlar ve kamyonetler statüsünde değerlendirilmektedir.

304
oranı ise 1996 yılında % 21 iken, 1999 yılında % 23’e, 2005 yılında ise % 47’ye
yaklaşmıştır.

Bir karşılaştırma açısından 1975’te toplam motorlu taşıt üretimi yaklaşık 140 bin
adettir, 1980’de ise 71bine düşer, bu yıllar arasında üretim aracı niteliğindeki motorlu
taşıt oranı %27 civarındadır, otomobillerin payı ise %46-48 arasındadır, geri kalanı
traktör üretimi oluşturur. 1990’da ise toplam üretim 241 bin adet olmuştur, ancak üretim
aracı niteliğindekilerin oranı %17’ye düşmüş, otomobillerin payı %70’e yaklaşmıştır
(EconStats ve OSD verileri).

Karşılaştırmanın da gösterdiği gibi, hem incelediğimiz dönem içinde hem de bu


döneme gelene kadar motorlu taşıt üretimi önemli bir büyüme kaydetmiştir. Yabancı
sermayenin ve sermaye yoğunluğunun yani tekelleşmenin büyük olduğu bu sektörde
üretim incelediğimiz dönemde 325 bin adetten, 914 bine çıkmıştır. Üstelik daha önceki
dönemi belirleyen traktörlerin ağırlığının azalmasına karşılık, otomobil üretiminin hızla
yükselmesidir. Ancak incelediğimiz dönemde, özellikle ikinci yarısında üretim aracı
niteliğindeki taşıtların üretiminde önemli bir artış olmuştur. Traktörler hariç üretim aracı
niteliğindeki motorlu taşıtların payı % 21’den, % 47’ye çıkmıştır.224

1996–2005 dönemine dair yukarıdaki verileri derleyerek, aşağıdaki grafiği


çıkartmak olanaklıdır. Bu grafik motorlu kara taşıt üretiminin bileşimini
sergilemektedir.

224
Üretim aracı taşıtlar içinde kamyonet üretimi 1996–2005 arasında 15 kat artmıştır. Kamyonet
ihracatının da artmış olmasına karşılık, Türkiye imalat sanayinin KOBİ ağırlıklı yapısı gözetildiğinde
kamyonet üretimindeki bu artış dikkat çekicidir.

305
1000000
900000
800000
Taşıt Üretimi (Adet) 700000
600000 Toplam Motorlu Taşıt
500000 Üretim Aracı Taşıtlar
400000 Otomobil
300000
200000
100000
0
1996 1998 2000 2002 2004
Yıllar

Grafik 15. Üretim Aracı olarak Motorlu Taşıt Üretimi ve Toplam Üretim
Bu grafikte üretim aracı niteliğindeki motorlu taşıtların oranındaki yükselmeyi,
otomobillerin bunların biraz üstündeki payını daha açık görmek olanaklıdır. Çalışmamız
açısından bir sonraki aşama, üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretim adetlerindeki
büyüme kadar üretim değeri225 olarak büyümelerini endeks olarak hesaplamak olacaktır.
Bunun için motorlu taşıtlar için kullanılan fiyat endeksini kullanacağız. Fiyat endeksi,
fiyat değişim oranlarını verdiği için üretim değerinin değişimini yansıtacaktır. Endeksin
içine aldığı sepette otomobiller, traktörler de bulunmaktadır; ancak fiyat değişimi
gözetildiği için aynı fiyat endeksi, üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretim değerlerini
incelerken de kullanılabilir. TIR üretimi gibi kimi kalemler için belirli yıllarda veri
bulunamamaktadır. Bu veriler, sıfır (0) olarak alındılar. Fiyat sepetinin karma niteliğinin
yaratacağı hata payına karşın elde edilecek sonucun üretim aracı niteliğindeki motorlu
taşıtların üretim değerini endeks olarak yansıtması olanaklıdır.

Bu hesaplama şu biçimde yapılmaktadır. Öncelikle üretim aracı niteliğindeki


motorlu taşıtları belirleyebilmek için tüm motorlu taşıtlar( QMe ) içinden otomobillerin

225
Buradaki “değer” terimi, çalışmanın eleştirel eksenini oluşturan değer kuramı çerçevesindeki “değer”
kavramı ile aynı değildir. Bu terim, aksi belirtilip eleştirilmedikçe fiyatlardaki değişim ya da enflasyon
etkisinden arındırılmış fiyat değişimi ile ölçülen üretim “değer”lerini yansıtacaktır. Değerler ile fiyatlar
arasındaki geçişi açıklamada “değer kuramı”nın üstünlükleri, yeniden üretimin döngüsel yapısını ve
özellikle bunun sonucu olarak zamanı içermesidir. Burada fiyatlar bu gözetilerek, eğilimi açıklama
anlamında veri alınmaktadır. Fiyatlardaki değişimin dolaysızca değerlerdeki değişim ile örtüşmeyeceği
gerçeğine dikkat edilmektedir.

306
( QOe )çıkartılması gereklidir. Bundan sonra bu miktar, her yıl için motorlu taşıtlar fiyat

endeksi PMe , ile çarpılmaktadır.

PMe (Q Me − Q Oe ) = V Me − O

İlk değişken olan fiyat endeksi için TL olarak sektörün üretici fiyat endeksi
şöyledir:

Tablo 32 Otomo bil ile Taşıt Üreti m Değeri E nde ksi

Otomobil ile Taşıt Üretim Değeri Endeksi

Yıllar M TEFE A B
1996 100 244,8 70,9 89,3
1997 251,1844 435,8 100 100
1998 459,3423 839,1 95 91,2
1999 527,4812 1258,6 72,7 89,1
2000 1395,635 2094 115,6 107,8
2001 1326,085 2686,8 85,6 65,9
2002 3910,07 5157,4 131,5 78,9
2003 8503,015 6840,7 215,7 110,9
2004 15042,48 7576,5 344,5 171,4
2005 16345,93 8115,8 349,4 155,8
Kaynak TUİK, OSD ve Econstats.
M: Motorlu kara taşıtları Üretici Fiyat Endeksi (TL, 1996=100)
A: Üretim aracı niteliğindeki taşıt üretim değeri endeksi.
B: Otomobil üretim değeri endeksi.
A sütunu, motorlu kara taşıtları üretici fiyat endeksi (M)’nin, üretim aracı
niteliğindeki taşıt sayısı ile çarpılması ve sonra TEFE ile deflate edilmesiyle
oluşturulmuştur. Aynı şekilde B’de otomobil sayısı ile M’nin çarpılması ve TEFE ile
deflate edilmesi sonucunda elde edilmiştir. Böylelikle iki tür taşıtın TL cinsinden üretim
değerlerinin incelediğimiz dönemdeki değişimini izleyebiliriz.

Motorlu kara taşıtlarının önemli bir bölümünü oluşturan bu iki taşıt kesiminin
üretim değerlerinin karşılaştırmalı grafiği aşağıdadır:

307
400

Üretim Endeksi (1997=100)


350
300
250
Üretim Aracı Taşıtlar
200
Otomobil
150
100
50
0
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
Yıllar

Grafik 16. Üretim Aracı Taşıtlar ile Otomobillerin Üretim Endekslerinin Karşılaştırılması
Yukarıda da görüldüğü gibi özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında
üretim aracı niteliğinde motorlu taşıt üretim değerindeki artış otomobil üretim değerinin
oldukça üzerindedir. Buna göre üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretim değeri 1997
ile 2005 arasında 3.5 katına çıkmıştır. Buna karşılık otomobil üretim değeri ancak 1.5
katına çıkabilmiştir. Miktar olarak üretim ile üretim değeri arasındaki farka dikkat
çekmek gerekiyor. İlkinde otomobilin üstünlüğüne karşılık, ikincisinde üretim aracı
niteliğindeki taşıtların görece üstünlük kazandığı yukarıdaki grafikten de görülebiliyor.
Zaten özellikle dönemin ikinci yarısında yapılan değerlendirmelerde “Türkiye’nin hafif
ticari araç üretimine” yönelmesi gerektiğinin vurgulanmasının nedeni de burada
aranmalıdır. Hafif ticari araçlar üretiminde ele aldığımız dönemde büyük bir gelişme
yaşanmıştır.226 Grafik de hafif ticari araçları içine alan üretim aracı niteliğindeki taşıt
üretiminde önemli bir artış göstermektedir. Otomotiv sanayi üretiminde otomobil
üretiminin yanı sıra diğer araçların üretimde ağırlık kazanması, üretimin bu yöne doğru

226
“…otomobil alanında bir marka yaratılmasının ve pazarlanmasının oldukça güç olduğu bir gerçek.
Ama unutulmaması gereken, bugün otomobilde bir markamız yok ama ticari araçlarda bir değil 2-3
markamız var. Sabancı Grubu’na bağlı Temsa, otobüs alanında Avrupa’da bir marka. Temsa markasıyla
Avrupa’ya otobüs ihraç ediyor ve Fransa gibi önemli bir pazarda ikinci sıraya yükselmiş durumda. Keza,
BMC yine aynı şekilde kendi markasıyla dünyanın birçok ülkesine ticari araç ihraç ediyor. Otokar ve
Karsan’ı da bu markalara ekleyebiliriz. Açıkçası biz ticari araçlarda bal gibi marka yaratmışız” (Hürriyet,
Emre Özpeynirci, 5 Aralık 2007).

308
kaydırılması anlamına gelebilir. Üretim aracı niteliğindeki taşıt üretimi içinde kamyonet
üretimindeki çarpıcı büyümeye burada bir kez daha dikkat çekmek gerekiyor.227

3.3.2.2 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıt Üretimi ve Yan Sanayinin Gelişimi


Ele aldığımız dönemin ilk yarısında komple yeniden yatırımlardaki payıyla,
ikinci yarısında ihracatta ve üretimdeki artışıyla taşıt üretimi önemli bir yer tutmaktadır.
Özellikle dönemin ilk yarısı, uluslararası sermayenin bu alana gösterdiği yoğun ilgiyle
nitelenebilir. Erol Taymaz (Capital dergisi, 1 Aralık 2005) bu konuda şunu
aktarmaktadır:

Hazine Müsteşarlığı verilerine göre, taşıt araçları sanayisinde


faaliyet gösteren yabancı sermayeli firmaların üçte birinden fazlası,
taşıt araçları yan sanayi alanında faaliyet gösteren yabancı sermayeli
firmaların da üçte ikisinden fazlası 1995 ve sonrasında kuruldu. Taşıt
araçları yan sanayinde faaliyet gösteren çok sayıda yabancı firmanın
kurulması, bu sektörün uluslararası tedarik zincirine daha fazla
entegre olduğunu gösteriyor.

Uluslararası sermayeyle süren bu yoğun eklemlenmeden, bu sektör içinde yer


alan üretim aracı niteliğindeki taşıt üretimi de doğrudan etkilenmektedir. Burada üretim
araçları niteliğindeki taşıt üretiminin donanım ve kurumsal düzeydeki gelişmesini
değerlendirmek için otomotiv sanayinin genelinin donanım ve kurum yapısını
kullanacağız. Bu örneğin kamyonet üretimi ile taşıt üretimi yapan sermaye kesimlerinin
birbiriyle iç içe geçmiş ve dahası uluslararası pazarla eklemlenmiş olmaları yüzünden
benzer donanım ve yapı ilişkilerine sahip olduğunu öne sürmektir ve fazla hata payı
getirmeyecektir. Genel olarak Otomotiv sanayi için söylenenler, az ya da çok üretim
araçları niteliğindeki taşıt üretiimne yansımaktadır. Yerli otobüs parçası ve kendisini
üretmedeki sanayi deneyiminin uzun süredir varolduğu hatırlanırsa, ana sanayi yapası,
yan sanayi ile ilişkisi gibi koşulların benzer olduğunu varsaymak hata olmayacaktır.
Taymaz ve Yılmaz’ın da vurguladığı gibi otomobil endüstrisi “çok uluslu” şirketlerin

227
Hafif ticari araç sınıfına giren kamyonet üretiminin başlangıcı 1994 yılıdır. “Renualt Mais Genel
Müdürü İbrahim Aybar, 1994 yılında başlayan hafif ticari araç pazarının Türkiye'de daima büyüme
gösterdiğini, 2006 sonunda pazarın yüzde 40'ının hafif ticari araçlardan oluştuğunun görüldüğünü ifade
ederek, geçen yıl 244 bin 618 hafif ticari araç satıldığını, Türkiye'nin hafif ticari araç üretimi ve
potansiyeli açısından çok önemli bir durumda olduğunu söyledi… Türkiye ticari araç segmentinde
Avrupa’nın en hızlı büyüyen pazarı. Son yıllarda hafif ve ağır ticari araç satışlarındaki yükselen grafik,
Türkiye'yi Avrupa'nın en fazla ticari araç satılan ülkeleri arasına soktu. (büyüklük olarak ise) Türkiye'nin
dördüncü büyük pazar” olduğu belirtiliyor (Kobiefor Dergisi, Mayıs 2007).

309
hakimiyeti altında ve güçlü bir ülke içi tedarikçi temeli vardır (Taymaz ve Yılmaz,
2008). Yine bu yazarlara göre, “yeni ürün ve süreç teknolojileri ile öğrenmeye yatırım
yaparak Gümrük birliği ile açılan fırsatları yakalamış durumdadırlar”. Otomotiv ana
sanayi ile yan sanayinin tedarik ilişkisinin güçlü olması önemli bir özelliktir. Bu güçlü
ilişki 1990’lı yıllara dayanmaktadır (Nahum, 2000). Zaten otomotiv sanayinde bu
yıllarda artan yabancı yatırımın nedenlerinden biri de ana sanayi yan sanayi ilişkisinin
güçlü olmasıdır.

İncelediğimiz dönem içerisinde otomotiv sektöründeki yatırımların gelişimini ise


aşağıdaki grafik özetlemektedir.

Grafik 17. Otomotiv Ana Sanayi Yatırımları (milyon ABD Doları)


Kaynak (Yılmaz, 2007, s.44).
Sektör 1994 krizinden önemli oranda etkilenmiştir, üretim yarıya inmiştir
(Taymaz ve Yılmaz, 2008). 1994’te Toyota, 1997’de Hyundai Assan ve Honda
doğrudan yabancı yatırım yapmışlardır. 2001’de zaten varolan Ford yeni fabrika
yapmıştır. Görüldüğü gibi yatırımlar 1994 krizinin ardından 1996 sonrası yükselmiş,
2001 krizine kadar artmıştır. Ancak incelediğimiz dönemde yatırımlarda önemli bir artış
gerçekleşse de 1994’deki düzeye yükselememiştir. 1992–2004 arasındaki otomotiv
ana sanayinin toplam yatırımları 5,8 milyar dolara ulaşmıştır. Bu yatırımların 1,83
milyar doları kapasite artırmak; 1,97 milyar doları yeni model üretmek; 670
milyon doları modernizasyon; 435 milyon doları yerlileştirme ve 223 milyon doları
da kaliteyi yükseltmek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Ancak, Yılmaz’a göre, bir
düzineden fazla şirketin üretim faaliyetlerinde bulunduğu bir ortamda yıllık toplam 700

310
milyon doların altında bir yatırım miktarının yeterli olduğunu söylemek zordur (Yılmaz,
2007, s.44). Burada yatırımlar açısından vurgulanması gereken bir konu, izledikleri
çevrimsel karakterin ötesinde, bu çevrimler arasında nitelik farkının göz ardı
edilmemesidir. 1990’lı yılların ilk yarısı, 1994 krizine kadar otomotiv sanayinin yan
sanayi ilişkilerini güçlendirme ve önceden ilan edilmiş olan Gümrük Birliği’ne
hazırlanma sürecidir. Yılmaz ve Taymaz’ın aktardıklarına göre, Gümrük Birliği’ne
hazırlık sürecinde, otomotivin durumu üzerine yoğun lobi faaliyetleri devletler, AB
nezdinde yürütülmüştür (Taymaz ve Yılmaz, 2008). Bu dönemin ağırlıklı niteliği
komple yeni yatırımlar ile kapasite artırımlarıdır. 1995’ten sonra Ar-Ge yardımlarından
dalgalı da olsa yararlanılmaya başlanacaktır. Otomotiv ana ve yan sanayinin yabancı
ortağın hakim olduğu, uluslararası sermaye ile bütünleşmiş yapısını göz önünde
bulundurursak, yatırım ve Ar-Ge planlarını büyük oranda yabancı ortağın uluslararası
stratejilerine göre belirlendiğini görmek olanaklı olacaktır. Yatırımların düzeyi toplam
olarak 1994 krizi öncesini yakalayamamış olsa da, bu dönemdeki üretimin niteliği ile
incelediğimiz dönemdeki üretimin niteliği arasında bu yönden farklılık olması
kaçınılmazdır. Bu niteliksel farklılık, yatırımların sonucunda üretim sürecinin yeni
emek bileşimleri, otomasyon yani teknolojik niteliğinin değiştirilmesi anlamına
gelmektedir. Buna bir örnek olarak Ford Otosan’da yapılan değişikliği emek
sürecindeki değişimleri incelediğimiz kısımda aktaracağız.

Genel olarak motorlu taşıt üretiminde ihracat önemli bir rol oynuyor, ihracat
Türkiye’de yeni gelişen kamyonet ve hafif ticari araç üretimi için de önemlidir.228

Öte yandan imalat sanayindeki KOBİ ağırlığı dikkate alındığında, Türkiye’nin


kamyonet ve hafif ticari araç ihracatının yanı sıra bu kalemlerde büyüyen bir pazar
olması da imalat sanayindeki birikim eğilimi için anlamlı bir veri olarak ortaya çıkıyor.
Üretim aracı niteliğindeki bu taşıtların Türkiye’deki pazarı hızla büyüyor, büyüme hızı
olarak Avrupa’da ilk sıralarda yer alırken, büyüklük olarak 2006 yılı verileriyle 4.
sırada yer alıyor. Özellikle Otomotiv Sanayii Derneği’nin (OSD) dönemin sonundaki

228
2004 yılında sektör ile ilgili bir haberde de buna değiniliyor: “Otomotiv fabrikalarında kapasite
kullanım oranlarının artmasında üretimin çok büyük bir bölümünün ihracata gitmesinin önemli bir rolü
bulunuyor. Özellikle hafif ticari araçta Türkiye bir ihracat üssü haline gelmiş durumda. Bu kategoride
fabrikalar adeta kapasitelerini zorlar duruma geldi…. üretimin yarıdan fazlası dünyanın dört bir yanına
gönderildi” (Star gazetesi, 26.07.2004).

311
verilerine göre, bu pazarın yarıdan fazlası ithalatla karşılanmaktadır. Otomotiv
pazarında 2000 yılında ithalatın payı % 52 iken, bu oran 2001 ve 2002 yıllarında %48'e
düşmüş, 2003, 2004 ve 2005 yıllarında ise artan talep ve düşük kurun da etkisiyle bu
oran artarak sırasıyla % 56, % 58 ve %57 olarak gerçekleşmiştir.

Yabancı sermayenin, sermaye yoğunlaşmasının ve ihracata yönelik üretimin


yüksek olduğu motorlu taşıt üretimi içinde üretim aracı niteliğindeki taşıt üretimi
özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında önemli bir artış göstermiş, adet olarak
otomobiller ile yakın bir düzeye gelmiştir.

Otomotiv içinde üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretimini inceledikten,


üretim değerini ayrıştırdıktan sonra, bu sanayinin üretim aracı üretiminde yer alan diğer
bölümünü de tamamlayıcı olarak katmamız gerekiyor. Böylece otomotiv sanayinin
üretim aracı üretimi kesimine yaptığı katkının bileşenlerini ortaya koymuş oluruz. Bu
bileşenler, üretim aracı niteliğindeki taşıtlar, römork ve karoser üretimi ile motor ve
aksamları üretimi alt sektörleridir. Üretim aracı niteliğindeki motorlu taşıt ve aksamları
üretimindeki gelişimi genel olarak şöyle tablolaştırabiliriz:

Tablo 33Üretim Aracı Taşıt lar ve Aks am Üretim En de ksi

Üretim Araçları Niteliğindeki Motorlu Taşıtlar ve Aksamları Üretim Endeksi

İmalat Sanayi ÜAMKT* 343 342


Değişim
Yıllar Endeks Değişim % Endeks Değişim % Endeks Değişim % Endeks
%
1997 100,0 - 100 - 100,0 - 100,0 -
1998 100,1 0,1 95 -5,3 77,1 -22,9 10² 0 4,0
1999 95,9 -4,2 72,7 -30,6 47,5 -38,4 83,8 -19,4
2000 102,1 6,5 115,6 37,1 55,5 16,8 96,0 14,6
2001 92,4 -9,5 85,6 -35 45,9 -17,3 78,6 -18,1
2002 102,5 10,9 131,5 34,9 26,4 -42,5 84,5 7,5
2003 112,0 9,3 215,7 39 16,8 -36,4 98,1 16,1
2004 123,7 10,4 344,5 37,4 20,0 19,0 114,8 17,0
2005 129,6 4,8 349,4 1,4 28,6 43,0 119,7 4,3
Kaynak 341* için önceki hesaplamalar; 342 ve 343 için (TKB ESAM, 2007, s.641).
* Üretim aracı niteliğindeki motorlu kara taşıtları.

Özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında üretim aracı taşıtlardaki artış


önemli orandadır. Buna karşılık römork, karoser üretimi çok düşmüştür. Motor ve
aksam üretimi ise önce düştükten sonra, taşıtlara göre daha az oranda büyüme
göstermiştir. Sektörlerin gelişimini bu tablo üzerinden ayrı ayrı izleyebilmek ve imalat

312
sanayi üretim endeksindeki artışlarla karşılaştırabilmek için aşağıdaki grafik yararlı
olacaktır:

400
350 Üretim aracı taşıt
300 endeksi
Üretim Endeksi

250
Römork, karoser
200 üretim endeksi
150
Motorlu taşıt motor ve
100
aksam üretim
50 endeksi
0 imalat sanayi
ortalama endeksi
97

98
99

00

01

02

03
04

05
19
19

19

20

20

20
20

20

20
Yıllar

Grafik 18. Üretim Aracı Niteliğindeki Motorlu Taşıt ve Aksamları Üretim Endeksi
Burada üretim aracı niteliğindeki taşıtların (ya da benzer biçimde otomobillerin)
gösterdiği üretim artışına karşılık bu taşıtların motor ve aksamlarını üreten alt sektörde
benzer bir üretim artışı görülmemektedir. Römork ve karoser üretimi ise bunun aksine
önemli oranda daralmıştır.

İncelediğimiz dönem içinde sektörün kapasite kullanım oranları 2001 krizine


kadar %55–65 arasında dalgalanmıştır. 2001 krizinden sonra düşen kapasite kullanım
oranları 2005 yılında %83,7’ye çıkmıştır (TKB ESAM, 2007, s.644). Ancak bu oranlar,
otomobil ve traktörlerle birlikte genel olarak motorlu taşıtların kapasite kullanım
oranlarıdır; kamyonet, hafif ticari araçlar gibi üretim aracı taşıtların üretimindeki artışın
daha fazla olduğu düşünüldüğünde, bu oranlardan daha büyük kapasite kullanımının
gerçekleştiği öngörülebilir. Römork ve karoser üretimi de daralmasına karşılık bu
dönemde kapasitesi düşmemiştir. Motor ve aksamlarının üretiminde de kapasite her iki
alt sektörden de daha yüksek gerçekleşmiştir. Motor ve aksamları üretimindeki gelişme,
taşıt üretimindekiyle koşut gerçekleşmese de kapasite kullanım oranları yüksektir. Yani
incelediğimiz dönemin ilk yarısında krizler, deprem ve Gümrük Birliği gibi etkenlerin
etkisi ile dalgalanan üretim aracı niteliğindeki taşıt üretimi, yerini ikinci yarıda önemli
bir artışa ve kapasite yükselmesine bırakmıştır.

313
3.3.2.3 Emek gücünün Dağılımı ve Yapısı, Emek Süreci ve Verimlilik
Motorlu taşıt sanayi, geniş bir istihdam alanı yaratmaktadır, üretim, yenileme,
bakım, yan sanayi, reklam, bayi, trafik güvenlik, sigorta, tescil vs. gibi pek çok alanı
ilgilendirmektedir.229 Burada sadece ana ve yan sanayi içinde TUİK’in elde ettiği
istihdam verileri ele alınacaktır. 1999’da sektördeki işgücü 18 bine yakındır (Yılmaz,
2007, s.41). İncelediğimiz dönemin ikinci yarısında istihdam artmıştır, 2002’de 26 bin
iken 2005 yılında 38 bine çıkmıştır, üretim de artmıştır. TUİK 2002 yılı Sanayi
Sayımı’na göre, yan sanayi ile birlikte yaratılan doğrudan istihdam 415 bin çalışan
civarındadır. İstihdamdaki artış, verimlilikteki yükselme ve üretimdeki artış, reel
ücretlere yansımamıştır. Aksine verimlilik ile birlikte yeni teknolojik yatırımlar
artmıştır. Bunun motor taşıt üretimindeki emek süreci üzerinde de etkileri olmuştur.
İncelediğimiz dönem içinde yalın üretim ve yönetim uygulaması daha fazla yerleşmiştir.
Özellikle kriz döneminde istihdam bir düşüş yaşamıştır, bu dönemde ücretsiz izin ve
işten çıkarma büyük firmalarda da yan sanayide de artmıştır; istihdam bundan sonra
yükselse de artık çalışma uygulamaları işçi direncinin düşürülmesi nedeniyle nitelik
olarak daha farklı yaşanmaktadır. Yani dönemin ikinci yarısında düşüşün ardından
gerçekleşen istihdam artışıyla birlikte gelen uygulamalar, emek sürecine yansımıştır.
DPT raporunda (2006b, s.36–37) bu döneme dair şu söylenmektedir:

Burada işçi işveren ilişkilerinin kriz döneminde dayanışma


içinde geliştiği ve krizin istihdam kaybı olmadan aşılması için bu
dayanışmanın ‘esnek çalışma’ yöntemleri ile ve karşılıklı özveri içinde
çözümlendiğini belirtmek gerekir.

Kriz sonrası yapılan yatırımlarda da bu emek süreci norm olarak alınmıştır.

TUİK verilerine göre, üretimde çalışanlar endeksi incelediğimiz dönemin içinde


imalat sanayi genel eğiliminin tersine taşıt üretimi ile motor ve aksam üretiminde
istihdam artış göstermiştir. Buna karşılık römork ve karoser imalatı istihdamında önemli
oranda düşüş gerçekleşmiştir, bu düşüş imalat sanayi genelindeki istihdam
daralmasından daha fazladır. Dönemin ilk yarısında (1997=100) taşıt üretimindeki

229
Bu konuda OSD’nin bültenlerine bakılabilir. “Bu kadar değişik sektörlerde otomotiv sanayinin yaratığı
istihdam için diğer ülkelerdeki veriler de dikkate alınarak genellikle motorlu taşıt üretiminde çalışan 1
kişinin aksam ve parça üretiminde 5 ve ticaret ile hizmetler sektöründe de 5 kişi için ek istihdam yarattığı
kabul edilmektedir. Buna göre sanayinin istihdamı 2005 yılı için 500 bin dolayında kabul edilebilir”
(DPT 2006b, s.35).

314
istihdam 95-105 arasında salınmaktayken ikinci yarıda krizin ardından yaşanan
düşüşten sonra % 50 oranında artarak 156,9’a çıkmıştır. Motor ve aksamı üretimindeki
istihdam da benzer bir seyir izlemiştir. Buna karşılık römork ve karoser imalatındaki
istihdam 1997 yılında 100 iken 2005 yılında 46,2’ye düşmüştür. Üretimde çalışılan saat
endeksi, taşıt üretiminde biraz daha fazla olmakla birlikte istihdama paralel bir seyir
izlemiştir. Ancak istatistik verileri, nitel değişmeyi yansıtmakta eş düzeyde etkili
değillerdir. Yukarıda dönemin ilk yarısı ile ikinci yarısı arasında krizden sonra yaşanan
değişimi, istihdamdaki geçici düşüşe karşı yeniden artış olarak gösteren istatistik veriler
yansıtamazlar. Bu değişim sektör raporlarının satır aralarında görülebilmektedir;
çalışanlar “iç müşteri” olarak görülmektedir (Tüsiad, 1997b). Teknolojik donanımın
artırılması, yeni yatırımlar ve üretim örgütlenmelerinin geliştirilmesi ile paralel olarak
gitmektedir. Bu nedenle üretimde verimlilik artmaktadır.

İstihdam içerisinde nitelikli işgücünün yapısı da bu dönem içerisinde değişiklik


göstermiştir. Yılmaz’a göre, 1999–2005 arası mühendis (idari mühendisler de dahil
edilmiştir) sayısı, istihdamın düştüğü zamanlarda bile artmaya devam etmiştir (Yılmaz,
2007, s.42). Yalnız bu artış yüksek bir artış değildir. Dönemin ikinci yarısında 2001
krizi atlatıldıktan sonra yaşanan istihdam artışına göre daha azdır.

Genel olarak motorlu taşıtların üretimi ve alt sektörleri için kısmi verimlilik
grafiği şu şekildedir:

180
160
140 341 Taşıt üretimi

120
342 Römork, Karoser
100 üretimi
80 motor ve aksam üretimi

60
imalat sanayi geneli
40
20
0
1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

Grafik 19. Motorlu Taşıt Üretiminde Çalışılan Saat başına Kısmi Verimlilik Endeksi (1997=100)
Kaynak TUİK.

315
Römork, karoser üretimindeki ve motor aksamı üretimindeki verimlilik düşerken
taşıt üretimindeki verimlilik 2001 krizinden sonra artış göstermiştir, ancak imalat sanayi
genel ortalamasının altında kalmıştır.

Dönem sonunda sanayinin üretiminin büyük kısmını oluşturan belli başlı


şirketlerin verimliliklerini karşılaştırmak için Yılmaz’ın çalışmasındaki verimlilik
değerlerini verebiliriz. 2005 yılında yalnızca otomobil üreten yabancı şirketler olan
Honda ve Toyota’da verimlilik sırasıyla 61 ve 48 iken, yabancı sermaye ortaklı Türk
şirketleri olan, otomobilin yanı sıra kamyonet ve minibüs üreten Hyundai Assan, Oyak
Renault ve Tofaş’ın sırasıyla 66, 54 ve 56’dır. Hyundai Assan şirketi yeni yatırım
yapmış bir şirket olarak yüksek bir verimliliğe sahiptir. Buna karşılık Toyota’nın
fabrikası, dünya çapında teknolojiye sahip bir fabrika olarak gösterilmesine rağmen
(BDI raporu, 2005), Oyak Renault ve Tofaş’ın verimlilikleri Toyota’ya göre yüksektir
(Yılmaz, 2007, s.42).

Buna karşılık ücretlerde durum böyle değildir.


Tablo 34 Oto motivde Çal ışanların Reel Ücret En deksi

Otomotivde Çalışanların Reel Ücret Endeksi

Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Endeks 92,7 100 95 104 103,8 102,4 106,5 103,6 98,7 87,2
Kaynak TUİK.

Motorlu taşıt üretimindeki verimlilik ve üretim artışına karşılık reel ücretler,


2001 krizinden sonra düşme eğilimi içine girmiştir. İhracat yükselirken, ithalata
bağımlılık, TL’nin değerli olması gibi nedenlerle uluslararası rekabette fiyat basıncı
oluşmaktadır. Bu basınç, ücretler baskılanarak, teknolojik kapasite artırılarak
karşılanmaya çalışılmaktadır. 2001–2005 yılını ele alan bir değerlendirmeye göre, bu
yıllar içinde otomotiv sektöründe verimlilik %50’ye yakın, üretim ise %150’ye yakın
artarken, reel ücretler %17,5 oranında düşmüştür (Metal İşçisinin Gerçeği, 2006, s.6,
10, 22). Otomotiv sektörü, reel ücretlerdeki en yüksek düşüş, verimlilikteki en yüksek
artış oranı ile yatırım ve ara malları olarak sınıflandırılan sektörler içinde ilk sıralarda
yer almaktadır.

Reel ücretin baskılanmasının yanında emek örgütlenmesi, emek sürecinin


toplumsal bileşimi ve örgütlenmesinde de bir değişiklik yeniden yapılandırılmaktadır.

316
Emek gücünün üretim/yeniden-üretim koşullarını kuralsızlaştırmaya geçiş anlamına
gelen esnek çalışma, işgücü devrinin kriz sonrası daha fazla hızlanan düzeyi, sosyal
güvenlik kesintileri gibi payların düşürülmesi yönündeki çabalar, otomotiv sektörünün
“kayıtlı” emek gücünün de “kayıtsız”larla benzer koşullara yönlendirilmesi sonucuna
varmaktadır. Yeni iş yasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte genel olarak imalat
sanayinin genelinde olduğu gibi otomotiv sektöründe de esnek çalışma, ücretlerin ve
tazminatların, fazla mesai ücretlerinin kısılması, taşeronlaştırma yaygın uygulama halini
almıştır.230 İstihdam “sayı”larının artan niceliği altındaki bu niteliksel evrim gözden
kaçırılmamalıdır.

Daha önce, incelediğimiz dönemin özellikle ilk yarısı içinde yatırımlardaki artış
dalgasının 1994 öncesi dönemdekini yakalamasa bile yeni bir nitelik kazandırdığını
belirtmiştik. 1994’e kadar hızlı bir biçimde artan, ’94 krizinde düşen yatırımlarda,
Gümrük Birliği’ne giriş, AB pazarına yakınlık üstünlüğünden yararlanma nedeniyle bir
hazırlığın etkisi vardır. İncelediğimiz dönemdeki yeni dalga yatırım akımlarında ise
farklı nitelikte değişimin etkileri görülmektedir. Elbette ki, bir önceki dönemden
tümüyle kopan bir nitelik değildir, süreklilik içermektedir. Bu dönemdeki yatırımların
niteliği ve emek sürecine etkileri açısından Otosan örneği çarpıcıdır. Bu bölümde
belirttiğimiz gibi aynı dönem Otosan’ın Ar-Ge harcamalarını katlayarak artırdığı bir
dönemdir. Capital Dergisi’nde “‘Yeni Fikirlerle’ Hızlı Büyüdüler”, Ford Otosan Fabrika
Müdürü Nuri Otay (Capital Dergisi, 1 Ağustos 2006) incelediğimiz dönemin ikinci
yarısında gerçekleşen bir yatırımın nasıl bir “dönüşüm” yaratığını anlatıyor:

Eskiden bir pres kalıbının değiştirilmesi için geçen zaman


ortalama 2 saatti. Aynı yaklaşım ile Kocaeli Pres atölyesi kurulmuş
olsaydı, hat bazında günde 6 kalıp değişikliği yapılacağı düşünülecek
olursa, yılda yaklaşık 3 bin 360 saatlik bir süre kalıp değişikliği için

230
Oyak Renault Fabrikası: “ ‘Fazla mesai ücretlerinin düşürülmesi bizim için felaket olur’ diyen Renault
işçileri, esnek çalışma ile ilgili maddeler için ise ‘Sendika Genel Başkanı Mustafa Özbek’in de dediği gibi
zaten fabrikalarda uygulanıyor’ dediler.” Yan sanayiden Bosh: “Fazla mesai ücretlerinin düşürülmesine
tepki gösteren işçiler, yaşayacakları sıkıntıları şöyle anlattılar: ‘Kabul edilirse daha fazla mesaiye
bırakılacağız ama aldığımız parada değişiklik olmayacak. Kıdem tazminatı da giderse, elinde hiçbir şey
olmayan kölelere döneriz.’ Boşa çıkan işçilerin Bosh’a bağlı işletmeler ve bölümlere çalışmaya
gönderildiğini anlatan işçiler, ödünç işçiliğin hayata geçirildiğini ifade ettiler. İşçiler, bu durumun sürmesi
halinde patlama olabileceğine dikkat çektiler” (Evrensel, 5 Ekim 2004). 2003 yılında yan sanayide üretim
yapan bir şirkette çalışan işçilerin istekleri şöyledir: “Taleplerimiz, iş koşullarının iyileştirilmesi, asgari
ücretin altında sigortasız işçi çalıştırılmaması, zorunlu mesainin kaldırılması …idi”(Evrensel, 5 Ekim
2004).

317
kaybedilecekti. Bunun yerine, Türkiye’de ilk defa tam otomasyonlu
kalıp değiştiren pres hattı yatırımı yaparak, 2 saatlik kalıp değiştirme
süresini 12 dakikaya indirdik. İmalat kaybını da yıllık 336 saate
düşürmeyi başardık… Bu projenin devreye alınması sonucunda yüzde
90 oranında kayıp önlendi ve yıllık yüzde 50 oranında bir kapasite
kazancı sağlandı. Daha sonra ise aynı kaynakları kullanarak pres
hatları arasında malzeme taşıyan robotların hızlarını artırdık.
Kayıpların azaltılmasına yönelik bu iki proje ile yüzde 100 kapasite
artışı sağladık ve 6 pres hattı yerine, sadece 3 pres hattı kurularak 20
milyon Euro’luk yatırım bütçesini başka alanlara yönlendirdik.

Otomotiv sektörünün önde gelen şirketlerinden Man Türkiye ise 2001 yılında
gerçekleştirdiği “8,5 Projesi” ile 2002 yılında üretim kapasitesini ikiye katlamış
durumdadır. Capital Dergisi’nin haberine göre, “ … Man Türkiye Pazarlama Müdürü
Can Cansu, projenin tamamlanmasının ardından her 100 dakikada bir otobüsün üretim
bandından çıktığını söylüyor. Üretimde otobüs başına düşen üretim süresinin
azaltıldığına değinen Cansu, ‘Dolayısıyla, tek bir otobüsün toplam üretim süresini de
azaltarak 29 güne indirmeyi başardık’ diye konuşuyor” (Capital Dergisi, 1 Ağustos
2006).

Bu otomasyon ile sadece çalışan sayısında bir azalma değil, aynı zamanda
çalışma zamanının gözenekleri azaltılarak daha yoğun bir çalışma temposuna geçiliyor.
Avrupa Ford fabrikaları içinde “en iyi araç üretim fabrikası” (Aramızda, 2006) olarak
seçilen Ford Otosan fabrikasında yapılan ankette işçilerin %69’u ücretlerinden memnun
değilken (Sabah, 15 Haziran 2007), bu işçilerin 2006 yılına kadarki çalışma koşullarını
anlatan bir haber ise şöyledir (Evrensel, 29 Temmuz 2006):

‘Ford’un felsefesi, bandın hızını artırıp, daha çok mal üretmek


ve daha çok kâr etmek.’ İşçiler, aynı hareketi giderek daha hızlı bir
tempoyla yapıyorlar. Bu hız öyle bir yere vardı ki artık 1,7 dakikada
bir otomobil üretiliyor. Başka bir Ford işçisi bu durumu şöyle
anlatıyor: ‘Bant sistemi, eskiden köleler için yapılmış. Zaten bizlerin
de bir köleden hiç farkı yok.’ … Geçen yıl bir araç 1,8 dakika
yapılıyormuş. İşçiler önümüzdeki yıl ise bu rakamın 1,5’e düşürülmek
istendiğini anlatıyor. Ford işçisi ‘Belden rahatsızlanan, kol lifleri
kopan, kaşı patlayan ve çeşitli iş kazaları geçiren arkadaşlarımız var.
Adam kalmadı. Arkadaşlarımızın canı çıkıyor’ dedi. Başka bir Ford
işçisi de ‘İş ağır, işçinin ise değeri yok’ dedi. Ağır çalışma şartları
artık çevreden de biliniyor. Her ay 28-30 işçi işi bırakırken, bu rakam
60’ın üzerine çıktı. … İşçinin normalde 1 saatte yapması gereken iş
bu fabrikada yarım saatte yaptırılıyor. … 8 saat sürekli ayakta çalışan
işçilere yarım saat yemek, 10’ar dakikalık iki çay molası veriliyor. Ve

318
koşuşturmaca bu molada da sürüyor. Ford işçisi molaların nasıl
geçtiğini anlatıyor: ‘Yemekhane fabrikadan 10 dakika uzaklıkta.
Koşturarak yemekhane kuyruğuna giriyorum, orada da 5-10 dakika
bekliyorum. Yemeği aceleyle mideye indirip tekrar banda. Bir sigara
içebilirsem benden mutlusu yok. Banda bir dakika geç kalınca azar
işitiyorum.’ … Sürekli aynı işin yapılması, rotasyon yapılmadığı için
işçinin vücudunun belli bir bölümünün sürekli çalışırken, diğer
bölümünün sürekli durması bel fıtığı, boyun ağrıları, bedenin bir
kısmının sürekli ağrıması gibi kalıcı rahatsızlıklara da yol açıyor.
Ford işçileri, işçilerin yüzde 90’ında meslek hastalığı bulunduğunu
söylüyor. Hastaneye gitmek isteyen, ‘Neden, niçin’ gibi sorularla
yıldırıldığı, istirahat alanların evlerine kadar gidilip kontrol edildiği
için pek çok işçi buna cesaret edemiyor. Ama buna rağmen bir hafta
içinde 8 işçi bel fıtığı teşhisiyle hastaneye kaldırıldı.

Otomasyon ve kapasite artırımı yönündeki yatırımlarla emek sürecinde yaşanan


değişim sadece iş zamanındaki boşlukların, gözeneklerin doldurulması, mutlak artı
değer yaratmaya dönük bir süreci getirmiyor, otomasyon sistemi ile göreli artı değer
üretmeye yönelik süreç de niteliksel olarak dönüştürülüyor. Bu da, emek süreci ve
çalışma koşullarının değişmesine yol açıyor.

Emek sürecinde ve çalışanların koşullarında böyle değişimler yaşanırken,


işkolunda örgütlü bulunan Birleşik Metal-İş Sendikası’nın hazırladığı “Metal İşçisinin
Gerçeği” raporunun da belirttiği gibi reel ücretlerdeki düşüşle birlikte verimlilikte artış
yaşanıyor. Sektörde büyüyen istihdam bir yandan esnek çalışma koşullarında
çalıştırılırken, üretimdeki büyüme reel ücretlerde düşüşü getiriyor.

Yoğun çalışma ve göreli artı değer üretimine yönelimin hızlandığı dönem


boyunca üretimdeki büyüme ile birlikte sektörün dış ticareti de artmaktadır.

3.3.2.4 Dış Ticaret


Dış ticareti değerlendirmek gerekirse, motorlu taşıt ihracatında üretim aracı
niteliğini taşıyan taşıtların payı ise şöyledir:

Tablo 35 Üretim Aracı Taşıt lar ve Oto mobil İhracatı

Üretim Aracı Taşıtlar ve Otomobil İhracatı (Bin $)

Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

Otomobil 197.594 108.607 103.455 674.472 623.310 969.671 1.270.71 2.196.79 3.928.49 4.331.27
Üretim
Ar.Taşıt 279857 215468 229184 164695 346968 665431 894032 1660297 2799824 3318418

319
Kaynak OSD, 2006.
Görülebildiği gibi hem üretim aracı taşıtlar hem de otomobillerin ihracatı
özellikle 2001 krizinden sonra hızlı bir artışa geçmiştir. Aynı dönemsel değişim
üretimin ne kadarının ihracata ayrıldığını incelerken de bulunmaktadır. Aşağıdaki tablo
incelediğimiz dönem içinde üretilen otomobil ve üretim aracı taşıt miktarının ihracat
oranlarını göstermektedir.

Tablo 36 Adet ol arak İ hracatın Üretime Ora nı

Motorlu Taşıtlar İhraç Adeti/Üretim Adeti(%)

Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Otomobil 12,4 8,5 7,6 33 28 86 81,7 76,7 71,6 74,4
Üretim Aracı Taşıt 6,2 4,4 6,4 10,8 10,2 49,7 58,9 48,7 50,4 50,6
Kaynak OSD verilerinden ve önceki hesaplamalardan türetilmiştir.
Tablodan da görülebildiği gibi iç pazara yönelik otomobil ve üretim aracı
niteliğinde taşıt üretimi özellikle 2001 kriziyle birlikte büyük oranda düşmüştür.
2001’den sonra otomobil üretimi ağırlıklı olarak ihracata yönelmiştir; iç pazarın
daralması ve kurdaki değişikliğin etkisiyle üretim aracı niteliğindeki taşıtların ihracatı
da artmıştır, dönemin başında üretimin büyük kısmı iç pazara yönelik iken, TL’nin
değerlenmesi, harcamaların krizlerle kısılması gibi nedenlerle üretimde iç pazara
yönelik arzın payı %50 ‘ye düşmüştür. Ancak ihracatın büyüdüğünü de unutmamak
gerekir.

Römork ve karoser ihracatı ise dönemin başlangıcında 90 milyon dolar iken,


1999 yılında 37 milyon dolara keskin bir düşüş yaşamış; 2004 yılında ancak eski
seviyesine dönmüştür. Dönemin sonunda 2005 yılında römork ve karoser ihracatı 115
milyon dolar olmuştur (TUİK). 342 kodlu alt sektörün üretiminde 1999 yılı ile
başlayarak yaşanan büyük düşme göz önüne alındığında daralan üretimin giderek daha
fazla kısmının ihracata yöneldiğini söylemek mümkündür. Motor ve aksam ihracatı,
yani otomotiv yan sanayinin ihracatı, dönemin başında 280 milyon dolar civarındayken,
hızlı bir artış göstererek 2005 yılında 1,5 milyar dolara çıkmıştır. Yan sanayinin
gelişmesi ana sanayinin gelişme hızıyla paralel seyretmemektedir, bunu ihracattaki
artışta da görmek mümkündür, ana sanayi yani üretim araçları ihracatı daha hızlı
artmıştır.

320
İthalat değerleri, sektördeki dış ticaret açığının alt sektörlerdeki farklı anlamını
gözler önüne sermektedir. İlk olarak ana sanayideki yani üretim araçları niteliğindeki
taşıt üretimindeki dış ticareti ve pazar yapısını inceleyelim.

Tablo 37 M otorlu Taşıt İtha lat Değerleri

Motorlu Taşıtlar İthalat Değerleri (Milyon $)

Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Otomobil 1021 1671 1362 1296,5 2587,5 573 812 2215 4213 4294,6
Üretim
Aracı 375 695 705 420 839 194 339 1207 2392 2123
Taşıtlar
Kaynak OSD verilerinden hesaplanmıştır.231

Motorlu taşıt ithalatı dönemin ilk yarısında dalgalı bir seyir göstermektedir. 1999
yılı devalüasyon ve TL’nin değerlenmeye başlaması ile birlikte ilk sıçramalı artışı
göstermiş, ancak 2001 krizi döneminde yaşadığı hızlı düşüşten sonra hızla yükselmeye
devam etmiştir. Bu yükselme genel olarak imalat sanayinde olduğu gibi özel olarak
motorlu taşıt sektöründeki ithalat baskısını da göstermektedir.

Üretim aracı niteliğindeki taşıt ihracat ve ithalatını, otomobil dış ticareti ile
karşılaştırarak inceledikten sonra motorlu taşıtlar sektörünün altında bulunan diğer alt
sektörlerin dış ticaretini ele alabiliriz. Römork, karoser ile motor aksamları dış ticaretini
yıllara göre şöyle tablolaştırılabilir:

Tablo 38 Alt Sektörlerin D ış Ticareti

Motorlu Taşıt Alt Sektörlerinin Dış Ticareti (Bin $)

Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
342 -106.919 91.543 59.382 16.137 12.448 25.099 16.973 -12.447 -45.288 3.640
343 -591234 -894446 -809325 -568113 -1070255 -85192 -97242 -572942 -1637247 -1636037

Tabloda da görüldüğü gibi 342 kodlu alt sektörde, yani römork ve karoser dış
ticaretinde açık başlarda fazla iken dalgalanmakta, kimi zaman fazlaya dönüşmektedir.
Ancak yine de üretimdeki daralma nedeniyle dış ticaret açığı ya da fazlası önemli bir
değeri bulmamaktadır. Buna karşılık 343 kodlu motor ve aksam dış ticareti açısından
aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Görüldüğü gibi yarım milyar dolarlık açık,
231
Bu bölümde aksi belirtilmedikçe ayrıntılı biçimde tutulan OSD verileri kullanılacaktır. Bu veriler
içinde yeni ve kullanılmış taşıt ithal miktarı ve değeri ayrı ayrı olarak verilmektedir.

321
giderek büyümüş 2001 krizindeki düşüşe karşılık dönemin sonunda 1,5 milyar doları
geçmiştir. Motorlu taşıtlarda 2001 krizine kadar artan dış açık, dönemin ikinci yarısında
krizden sonra düşmeye başlamış kimi zaman fazla vermiştir. Burada TL’nin
değerlenmesi ile birlikte ithalatın basıncı aksam sanayi, ya da otomotiv yan sanayi
üzerinde olumsuz bir etki yaratmaktadır. Motor ve aksamlarında artan dış açık, ithal
girdiyi göstermekte, yan sanayinin ithal basıncı altında kalma düzeyini işaret
etmektedir.

3.3.2.5 İç Pazarın Gelişimi


Dış ticaret verilerine de baktıktan sonra, üretim verilerinden de yararlanarak
Türkiye’de üretim aracı niteliğindeki taşıtların iç pazarını, bu pazara yönelik yerli
üretimi tablolaştırabiliriz:

Tablo 39Üretim Aracı Taşıtlar ın Tür kiye Pazarı

Üretim Aracı Taşıtların Türkiye Pazarı, değişimi ve Bu Pazara Yönelik Yerli Üretim (Adet ve Oran)

İç Pazara
Yönelik Yerli İç pazarda Yerli
Yıllar İç Pazar % Değişim Üretim (Adet) % değişim üretimin payı %
1996 101.664 64692 - 63,6
1997 160.665 58 97075 50 60,4
1998 166.396 3,6 97844 0,8 58,8
1999 107.325 -35,5 67656 -31 63,0
2000 201.736 88 119856 77 59,4
2001 66.017 -67 47941 -60 72,6
2002 80.665 22 58569 22 72,6
2003 190.595 136 122715 109,5 64,4
2004 314.920 65 186354 52 59,2
2005 324.457 3 210306 13 64,8

Üretim aracı taşıtta iç pazar 2 kattan fazla büyümüştür. Söz konusu taşıtların,
tüketim malı olan binek araçlarından ayrı niteliği göz önüne alındığında ve Türkiye
imalat sanayinin KOBİ ağırlığı gözetildiğinde üretim aracı talebinin bu kadar büyümesi
önemli bir göstergedir. Kuşkusuz ithalatın da artmış olması döviz ve finansman
sorunları yani para sermaye ihtiyacını karşılamaya ve düzenlemeye yönelik sorunlar
yaratmaktadır. Üretim aracı niteliğindeki taşıt pazarına yönelik “yerli” üretimin payı ise
%65 civarında oynamıştır. Kamyon, özellikle kamyonet pazarı ve üretimi bu üretim
aracı niteliğindeki taşıtlar içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Kamyonet pazarı
incelediğimiz dönemin içinde 5 katına çıkmıştır. Yerli üretim ise 7 katını geçmiştir.

322
Tablo 40 T ür kiye'de Ka myo net İç pa zarı ve Yerli Üreti m

Türkiye'de Kamyonet Pazarı ve İç Pazara yönelik Üretim

Üretim
Kamyonet Aracı Taşıt
Pazarındaki
Yıllar iç pazarı oranı % İç pazara yönelik yerli kamyonet üretimi Yerli üretimin payı %
1996 51.552 51 20.442 40
1997 84.531 53 31.499 37
1998 105.249 63 44.799 43
1999 69.816 65 36.602 52
2000 136.534 68 62.204 45
2001 56.872 86 39.978 70
2002 59.190 73 40.255 68
2003 147.290 77 86.564 59
2004 239.529 76 120.879 50
2005 251.863 78 150.652 60

Kamyonet talebindeki hızlı artışın yanı sıra iç pazara yönelik yerli kamyonet
üretimi de artmıştır. Dönemin sonunda iç pazarın % 60’ı yerli üretimdir. Ayrıca
Türkiye’deki üretim aracı taşıtlar pazarı içinde kamyonet ağırlığını % 80’lere
yaklaşarak önemli oranda artırmıştır. Üstelik söz konusu üretim aracı niteliğindeki taşıt
pazarı da iki kattan fazla büyümüştür.

Bir başka kaynak ithalat ve rekabet açısından bu verileri doğrular niteliktedir ve


diğer bir göstergeyle desteklemektedir. Buna göre, sektörde ithalatın etkisi büyümekte,
buna karşılık rekabet üstünlüğü, dönemin başındaki ve ilk yarısındaki düşük
konumundan özellikle ikinci yarısında yükselerek önemli bir düzeye gelmiştir.

İthalat sızma oranları (Import Penetration Rate) olarak tarif edilen gösterge,
ithalatın, toplam iç pazara oranı olarak tanımlanmaktadır. İç pazar içinde ithalatın
oranını göstermektedir. Bu pay 0 olduğunda iç pazarın tamamen yerli olduğu, 100
olduğunda ise tamamen ithalata bağımlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Akarsoy-Altay’ın
OSD verileriyle yaptığı hesaplara göre, genel olarak otomotiv sektöründe ithalat sızma
oranı 1996’da %28 iken, 2000 yılında bu oran %51’e yükselmiş, 2004 yılında ise %58’e
çıkmıştır. Bu genel olarak otomotiv sektöründe ithalata bağımlılığın arttığı anlamına
gelmektedir. Bu ithalata bağımlılığın bileşenlerini ayrıştırmak olanaklıdır. Tablo 15 bize
iç pazarda yerli üretimin payını vermektedir. Buradan üretim aracı niteliğindeki
taşıtlarda ithalatın sızma oranını bulabiliriz. Buna göre, ithalat sızma oranı 1996’da %36
civarında iken 2000 yılında %41’e yaklaşmıştır, ancak dönemin ikinci yarısında

323
düşmeye başlamıştır. Yine de 2004 yılında yine %41’e yaklaşan bağımlılık 2005’te
%35’de kalmıştır. Buradan da görülmektedir ki, dönemin ikinci yarısında ithalat
bağımlılığını, sızmayı artıran esas etken otomobil üretimi olmuştur. Üretim aracı
niteliğindeki araçların iç pazara yönelimi dönemin ikinci yarısında da ağırlıklı olmuştur.
İncelediğimiz dönemin tümü boyunca kamyonet iç pazarının beşe katlandığını ve yerli
üretimin genel olarak yükselerek %50-60’a çıktığını tekrar hatırlatmak yerinde
olacaktır.

Otomobil üretiminde ithal girdiye olan bağımlılık ise bir başka göstergedir.
Bunun en çarpıcı verilerini Taymaz ve Yılmaz’ın çalışması vermektedir. Otomotivde
dış ticaretin yapısını inceleyen yazarlar, otomotiv sanayinin erken kapitalistleşmiş
ülkelerden ithal edip yine onlara ihraç ettiğini belirtmektedirler. “Başka bir deyişle,
otomobil ve otomobil aksamları açısından endüstri içi ticaret Türkiye ile AB arasında
giderek daha önemli hale gel”miştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.12). Yazarlara göre,
Türkiye’deki otomobil şirketlerinin büyük çoğunluğu çokuluslu şirketlere ait olduğu ve
bunlar Avrupa’da birçok fabrikada iş yürüttükleri için endüstri içi ticaretin büyük bir
bölümü gerçekte firma içi ticarettir. Buna örnek olarak da Ford Otomotiv’i
vermektedirler. Şirket 2005 yılında ana şirketinden (parent company) satış gelirlerinin
%40’ı değerinde girdi ithal etmiştir. Türkiye otomotiv sanayi, Avrupa üretim
zincirleri ile tümüyle bütünleşmiştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.12).

Yükseler ve Türkan da, İMKB’de işlem gören şirketlerden yola çıkarak mikro
verilerle Otomotiv’in ithalat payını değerlendirmişlerdir. Otomotivde üretim maliyetleri
içinde ithalat payını 2003’te %51, 2004’te %58 olarak hesaplamışlardır (Yükseler ve
Türkan, 2006, s.132).

Bunun yanında Tülay Akarsoy-Altay’da sektörün rekabette geldiği aşamayı


belirlemek açısından Balassa’nın Açıklanmış Göreceli Üstünlük (“Revealed
Comparative Advantage”-RCA)232 göstergelerini incelemektedir.

Açıklanmış Göreceli Üstünlük, bir sektörün ihracatının ülkenin toplam


ihracatına oranını, o sektördeki toplam dünya ihracatının toplam dünya üretimi oranına

232
Açıklanmış Karşılaştırmalı Üstünlük olarak da adlandırılır. Daha önce RCA skoru olarak kullanmıştık.

324
bölerek hesaplanır. Elde edilen sayı (oran) 100 değerinden ne kadar fazla ise, ülke o
sektördeki ihracatta o kadar uzmanlaşmış demektir. Bu göstergeye göre, 1996 yılında
Açıklanmış Göreceli Üstünlük %38,1 iken özellikle 2001’den sonra artmıştır. 2002,
2003 ve 2004 yıllarında sırasıyla %94,2, %112,1 ve %138,8 olmuştur (Akarsoy-Altay,
2007, Tablo 1). Özellikle dönemin ikinci yarısında üstünlük 100 değerinin üstüne
çıkmış ve yükselmeye başlamıştır. Bu, otomotiv sektörünün ihracatta uzmanlaşmaya
başladığını göstermektedir.

Otomotiv sektörünün ithal bağımlılığının yanında yan sanayi ilişkilerinin de


bulunduğunu belirttik. Burada otomotiv sektörünün girdi çıktı ilişkilerini, değer
zincirini irdeleyebiliriz.

3.3.2.6 Otomotiv Sektöründe “Değer Zinciri”


Otomotiv sektöründe “değer zinciri”, sektör yöneticilerinin tarifiyle 4 temel
kısımdan oluşmaktadır (Nahum, 2000).

1- ürün tarifi, ürün ve parça tasarımı ile Ar-Ge bölümü;

2- üretim bölümü;

3- Pazarlama ve satış;

4- satış sonrası hizmetler (Nahum, 2000, s.81).

Bu tarife göre Türkiye’deki otomotiv sektörü genel olarak değer zincirinin son
bölümleri dışında, 2. bölüm ile sınırlanmış durumdadır. Özellikle ilk bölüm,
Nahum’un tarifine göre, yüksek cirolu bölümdür ve teknolojik düzey olarak ileri
olan tasarım, yeni model üretimi, yedek parça tasarlanması, müşteri ihtiyaçlarına
göre ürün tasarımı gibi yüksek katma değerli alanı kapsamaktadır (Nahum, 2000,
s.84).

Geri bağlantılar açısından otomotiv ana sanayi ile yan sanayi ilişkisinin kuvvetli
olduğu yönünde çalışmalar bulunmaktadır.233 Özellikle bu yüzden 2001 krizi sonrasında

233
Bkz. (Taymaz ve Yılmaz, 2008), (Wasti, Kozan ve Kuman, 2006). Wasti vd. çalışması, 10 OSD, 72
TAYSAD üyesiyle 2002’nin ilk yarısında yapılan anket çalışmasının bir sonucudur.

325
kapasite artırımı yapılabilmiş ve çıktı artmıştır (Wasti, Kozan ve Kuman, 2006). Yan
sanayinin örnekleri olarak Koç holding ile İtalyan Marelli ortaklığı olan Mako234,
Teknik Malzeme gibi şirketlerin gelişimi gösterilebilir (Capital Dergisi, 1 Nisan 2008).

Wasti vd. göre, 1980 öncesi dönemde, ana-yan sanayi ilişkisinde kaliteden çok
maliyet ön plandadır. Öte yandan yerel tedarikçilerin kıtlığı, ana sanayiyi kendi yerel
tedarikçilerini yaratmak için teknik ve mali destek sağlamaya yönlendirmiştir. Yazarlara
göre 1980 sonrası durum değişmiştir; daha rekabete yönelik ve rakip olarak gören
anlayışla, sadece yerel değil dışarıdaki tedarikçilere de bakılmaya başlanmıştır. Gümrük
Birliği’nin kabulu ile birlikte uluslararası standartlar, ölçüm, test, sertifika ve tescil
geçerli olmuş, birçok yerel tedarikçi bunları almıştır. Türkiyeli üreticiler son zamanlar
sistem tedarikçisi aramaya başlamışlar, tek tek parça yerine sistem üreten tedarikçiler
talep etmektedirler. Ulusoy’a göre, bu durum tedarikçilerin, kendi ürün tasarımlarını
geliştirebilecek yetenek ve kaynakları oluşturmalarını zorunlu kılıyor; bunun
yanında tedarikçilerin yönetim becerilerini geliştirmeleri gerekiyor ki, bunu da
bütün tedarikçiler yapamıyorlar (Ulusoy, 2003). Üstelik bu sektördeki Türk
üreticiler, belli başlı yabancı otomotiv üreticileri ile ortak oldukları için, temel parça ve
sistemleri çoğu zaman bunların tedarikçilerinden ithal etme yoluna gitmektedirler.
Bunun sonucunda Türkiyeli tedarikçiler ya uluslararası standartların sıkı şartnameleri
altında Orijinal Ekipman Üreticilerine (OEM) fason üretim yapmakta ya da onların
lisansı altına üretmektedirler (Ulusoy, 2003).

Otomotiv sektörü, ana sanayi ve yan sanayi ile uluslararası sermayeye


eklemlenmiş, üretim zinciriyle iç içe geçmiş durumdadır. Taymaz ve Yılmaz’ın
verilerine göre, Ford otomotiv 2005 yılında ana şirketinden (parent company) satış
gelirlerinin % 40’ı değerinde girdi ithal etmiştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008). Dönemin
ikinci yarısında “otomobil ve otomobil aksamları açısından endüstri içi ticaret
Türkiye ile AB arasında giderek daha önemli hale gel”miştir (Taymaz ve Yılmaz,
2008, s.12). Avrupa üretim zincirine eklemlenen otomotiv sanayinin motorlu araç ve
aksam üretimi ABD’ye göre göreli olarak epey düşük üretkenlik düzeyindedir, ancak

234
Mako, 2005 başında Koç Holding’in çekilmesiyle tamamen İtalyan şirketinin oldu. 2007 sonunda yeni
kurulan 10 milyon Euro yatırımla kurulan 16 bin metrekarelik fabrikasında 300 kişinin çalışmaya
başlamıştır. Bu kadar büyük bir sabit sermaye ve üretim tesisinin değişen sermayesinin göreli küçüklüğü,
yan sanayideki organik bileşimin yüksekliğini göstermektedir.

326
Avrupalı üreticilerin üretkenlik düzeyleri de çok zayıftır. Türkiye, Avrupalı
üreticilerden verimlilik açısından göreli olarak daha iyidir, ücretler açısından ise erken
kapitalistleşmiş Avrupa ülkelerine göre ücretler düşük, ancak Polonya, Slovakya ve
Macaristan’a göre yüksektir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.13). Yazarlara göre, aksam
üreticileri; otomobil üreticilerine göre Avrupa pazarında daha rekabetçi durumdadırlar,
ancak bunların üretkenlik ve ücret yapısı benzerlik göstermektedir.

Taymaz ve Yılmaz aynı çalışmalarında Otomotiv sanayinin dikey bütünleşme


düzeyini karşılaştırırlar, buna göre, Türkiye Doğu Avrupa ülkelerine göre üretim
açısından daha fazla dikey bütünleşmiştir. Yazarlara göre Doğu Avrupa ülkeleri
“outsource” bileşenlere güvenmek ya da kendileri alt sözleşmeli olarak çalışmak
zorunda kalmaktadırlar (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.14). Yani Türkiye’de otomotiv
sektörü daha fazla merkeze yakın gözükmektedir.

İleri bağlantılar açısından otomotiv sektörünü inceleyecek olursak, otomotiv


sanayi daha önce istihdamla ilgili olarak değindiğimiz gibi pek çok alanı etkilemektedir.
Yenileme, bakım, yan sanayi, reklam, bayi, trafik güvenlik, sigorta, tescil vs. gibi
üretim ve hizmet sektöründeki pek çok alana dolaysız ve dolaylı etki etmektedir. DPT
raporunda belirtildiği gibi "genellikle motorlu taşıt üretiminde çalışan 1 kişinin aksam
ve parça üretiminde 5 ve ticaret ile hizmetler sektöründe de 5 kişi için ek istihdam
yarattığı kabul edilmektedir” (DPT 2006b, s.35).

Pazarlama ve satış bölümünün finansal krediler, tüketici kredileri ile ilgili olarak
dönemin ikinci yarısında bu alandaki yerli sermaye kesimleri için de finansal olanaklar
artmıştır. 2001 krizinin ardından para sermaye donanımını yeniden yapılandıran ve
otomotiv sanayinde de yer alan kimi yerli sermaye kesimleri açısından “değer
zinciri”nin üçüncü bölümü içinde, özellikle finansal olanaklar içinde de daha fazla yer
bulmak olanaklı olmuştur. Elbette ki, diğer yabancı otomotiv şirketleri için bu olanaklar
iç ve dış finansal kaynaklar açısından daha çeşitli olmuşlardır.

Genel olarak otomotiv sektörü ekonomik istikrara ve faiz oranlarına duyarlı


işlemektedir. 2001 krizi sonrası iç talepteki düşüş nedeniyle daralma yaşanmış ancak
son birkaç yılda üretim tekrar yükselmiştir. Otomotiv iç pazarında dönemin ikinci
yarısında gerçekleşen genişlemeye etki eden faktörlerden biri de tüketici kredilerinde

327
yaşanan gelişmeler olarak gösterilmektedir (Yükseler ve Türkan, 122). Özellikle 2001
krizi sonrası banka ve kredi sisteminin yeniden yapılandırılması motorlu taşıt ithalini ve
pazarını etkilemiştir. Bu sefer de TL’nin değerli olması ihracatı sınırlayıp ithal girdi
kullanımını artırmıştır. Bu da sektörde üretilen artı-değerden yerli sermayenin aldığı
payı sınırlamakta, onu ücretleri kısma, yoğunlaşan emek zamanı ve verimlilik,
teknolojik yenilik yönünde baskıyı artırmaya zorlamaktadır.

3.3.2.7 Taşıt Üretiminde Teknoloji ve Ar-Ge


Otomotiv sanayindeki araştırma ve teknoloji geliştirme etkinliklerini irdelemek
açısından 9. Kalkınma Planı Hazırlık Çalışmaları çerçevesinde hazırlanmış bu yöndeki
bir raporun güncellenmiş hali önemli veriler sunmaktadır (Akarsoy-Altay, 2006). Rapor
öncelikle sektörde teknolojik yenilik dinamiğini belirleyen nedenleri açıklamaktadır (s.
1-2):

Otomotiv sanayiinde bulunan kapasite fazlasının mali yükünü


karşılayabilmek, sektördeki rekabetçi ortam, pazardaki büyümenin
sınırlı kalması, müşterilerin daha talepkâr hale gelmeleri ve talep
ettikleri ilave ekipmanların maliyetlerinin karşılanabilmesi için çözüm
üretme arayışları, sektördeki Ar-Tge harcamalarının artması
sonucunu doğurmaktadır. Öte yandan motorlu taşıt araçları
üretiminde uygulanagelen ve trafikte can ve mal güvenliği ile çevrenin
korunmasını amaçlayan teknik mevzuatın küreselleşmesi ve giderek
daha fazla uygulama alanı bulması da sektördeki teknolojik
gelişmenin önemli bir etkenidir. Özellikle Kyoto Konferansı ile ortaya
konan çevre kriterleri, CO2 emisyonunu azaltma hedefini gündeme
getirmiş ve bunun sonucunda, yeni motor ve araç teknolojilerine olan
gereksinim büyümüştür.

Sermaye yoğunlaşmasının yüksek olduğu, çokuluslu şirketlerin lisans sahibi


olarak egemen olduğu bir sektörde üretken sermayenin teknoloji yönelimini
değerlendirmek açısından bu paragrafı ayrıntılı irdelemek gereklidir.

Otomotiv sektöründe bulunan “kapasite fazlasının mali yükü”, sektördeki


organik sermayenin, sermaye bileşiminin yüksekliğini göstermektedir. Burada böylesine
yüksek organik bileşimli sermaye birikiminin alınyazısı olan bir gerçek işlemektedir.
Yeni bir ürünün üretilmesi için gerekli ek sermaye miktarının her zaman fazla bir
kapasite doğurması kapitalizmin doğası gereğidir. Bireysel kapitalist, toplumsal
sermayenin uzun vadeli eğilimlerini her zaman doğru kestirebilecek öngörülere

328
dayanmaz, aksine, geçmiş deneyimlerden, rakiplerinden ve piyasanın o günkü
durumundan edindiği bilgilerle sermaye ve üretim araçları donanımını yeniler. Bu
donanım da kısa vadeli kapasite genişlemesini değil, orta ve uzun vadeli kapasite
genişlemesini gerektirir. Bu nedenle her zaman “atıl” bir kapasite bulunacaktır. Geç
kapitalistleşmenin kimi özgüllükleri ya da kar oranlarının düşme eğiliminin artan
basıncı nedeniyle kimi dönemlerde bu atıl kapasite artsa da belirli bir ölçüde hep
bulunmalıdır. Yani %100 kapasite kullanım oranlarını beklemek yerine örneğin %85
üzeri kapasite kullanımını “çok yüksek” bulan Amerikan Merkez bankası (FED) analizi
kar oranlarının düşmesi eğilimi karşısında sermayenin olağan durumunu yansıttığı kadar
nesnel bir gerçekliğe de işaret etmektedir. Otomotiv sektöründe organik sermaye yani
çalışan başına düşen üretim aracı, girdi gibi değişmeyen sermaye miktarı yüksektir.
Yüksek sermaye bileşimli sektörlerde bunun iki sonucu vardır. Üretimi genişletmek
istediğinizde yapmanız gereken yatırımın mutlak değeri büyük olmak zorundadır. Ek
sermayenin mutlak değeri büyüktür. Bunun sonucu ise bu düzeyde bir yeni yatırımın,
daha düşük kar oranlarına yapılmaması isteğidir. Bireysel kapitalistin elindeki
sermayeyi genişletmesinin, yani yatırımın maliyeti buyken, hali hazırda elinde bulunan
yüksek bileşimli sermayenin üretken kapasitesinin etkin kullanılması gerekir. Bu etkin
kullanımın anlamı, kıyasıya bir rekabetin235 yaşandığı “oligopol”cü bir pazarda, pazar
payı üzerinden yaşanan rekabet sonucunda kapasite oranlarının, yaratılan talebe, pazara,
tekellerin eğilimlerine göre belirlenmesinin yarattığı sınırlılıklardır. Sermaye
merkezileşmesinin bir sonucu olarak, tekel düzeyindeki bireysel kapitalistler açısından
talep arttığında fiyatı düşürmek yerine üretimi sınırlayarak fiyatı sabit kılmak ya da yeni
modellerle fiyat düzeyini korumak tercih edilen bir davranıştır. İlki belirli bir kapasite
fazlasını ve bunun getirdiği ek yükü sürekli kıyaslamayı gerektirirken, ikincisi ek
sermaye yatırımının getirisini sürekli gözetmeyi, hesaplamayı gerektirir. Sermayenin
“calculus”u denilen, yani ek sermayenin daralan kar oranları, ortalama kar ve değişen
pazarlar üzerine sıkı rekabet koşullarında getirisinin ne olacağını, an be an hesaplama
işinin, türev ve integral gibi optimizasyon araçlarına devredilmesinin nedeni budur.
“Calculus”, hamle kuramı (game theory) gibi matematiksel araçlara başvurma,

235
Smith, Marks’ın artı karlar için rekabetini örnek göstererek buna “güçlü rekabet” demektedir (Smith,
2002, s.155).

329
kapitalizmin varoluşunda bulunan kar oranlarının düşme eğilimine karşı nafile direnç
araçları gibidirler.

İlk yöntemin fiyatı düşürmek yerine üretimi sınırlamak olduğunu söylemiştik.


İkinci yöntem ise raporda bunu izleyen satırlarda anlatılanları açıklamaktadır:
“Müşterilerin daha talepkar hale gelmeleri”, gerçekte önceki bölümde yeni ihtiyaçlar
yaratma konusunda anlattığımız gibi, yeni ürün, teknolojik yenilik arzı demektir. Yani
otomotiv sektöründeki üretken sermayenin yeni ürünlerle yeni ihtiyaçlar yaratmasını
dile getirmektedir. Başka bir bireysel kapitalistin pazardaki payını genişletmek için yeni
bir ihtiyacı karşılayan ürün üretmesiyle (örneğin farklı özelliği olan bir otomobil), ilk
bireysel kapitalist için artık “müşteri daha talepkar” hale gelmiştir. Yani üretken
sermaye karlılık ve pazar payını genişletmek adına pazara yeni bir ürün sürmüş, bu yeni
ürüne olan talep, bu pazara başka bireysel kapitalistlerin yönelmelerini sağlamıştır. Yeni
ürün üretmek, yeni üretim teknolojilerini, yeni teknolojik ürünleri getirir. Bu da bu
yöndeki tasarım ve araştırma geliştirme etkinliğinin artması anlamına gelir. Üretimin
uluslararasılaşması ve parçalanmış olması nedeniyle standartlaşma gelişir ve
yaygınlaşır. Bir yandan standartlaşma, uluslararası rekabette yarattığı dinamikler ile
yeniden belirlenir. Diğer yandan çevre, insan sağlığı gibi sınırları gündeme taşıyan
toplumsal basınç etkisiyle teknik ve çevre mevzuatı gelişir. Yeni ürünün getirdiği
sınırlar bir yanında bireysel sermeyeler arası rekabetin getirdiği etkileri diğer yanda ise
toplumsal basıncın bunu sınırlamasını doğurur. İlki parça ve üretimdeki
standardizasyonu, tarife dışı bariyerleri kârı azamileştirme yönünde değiştirirken,
ikincisi çevresel nedenler, insan sağlığı gibi sebeplerle harekete geçen toplumsal basınç
ile bunları sınırlandırmaya çalışır. Ortaya çıkan standartlaşma ve yeni ölçüler,
teknolojik yeniliği, fiyatı düşürmek yerine üründeki yenilikleri ihtiyaç haline getirmeyi,
buna talep yaratmayı doğurur. Raporun diliyle anlatılan otomotiv sektöründeki
teknolojik gelişmenin altındaki sermaye dinamikleri bunlardır.

Otomotiv sektörünün teknolojik bakımdan özgüllüklerini irdelemeye


başlamadan önce, Tülay Akarsoy’un dikkat çektiği gerçeği hatırlatmakta yarar var:
Akarsoy’un aktardığına göre, Türkiye’de 3 firma dışındaki tüm otomotiv fabrikaları
yabancı otomotiv şirketlerinin lisansı altında üretim yapmaktadır (Akarsoy-Altay,
2006). Bu lisans anlaşmaları temel modellerin hangilerinin üretileceğinden, kimi zaman

330
hangi yedek parçaların nereden alınacağına, hangi geliştirme çalışmalarının
yapılacağına kadar genişlemektedir. Bazen ileride görüleceği gibi yerli ortak, yabancı
ana ortağa bir geliştirme projesi kabul ettirebilmektedir; kimi zaman da belirli bir taşıt
parçasının özgün üretimi için geliştirme işini üstlenebilmektedir.

Jan Nahum’un 2000 yılında sektörü tarif ederken verdiği değer zinciri
gözetilirse, dönemin ilk yarısına kadar otomotiv sanayi, zincirin en üst aşaması
olan ürün tarifi, ürün ve parça tasarımı, Ar-Ge gibi alanlarda etkin olamamıştır.
Bu döneme kadar otomotiv sektörü üretim ile sınırlı kalmıştır. Zaten sektör
özellikle ‘90’ların ikinci yarısından sonra yoğun Ar-Ge teşvikleri almaya
başlamıştır. Otomotiv sanayinde Ar-Ge çalışmalarının gelişimini izlemek için veri
kaynaklarından birisi TÜBİTAK Teknoloji İzleme ve Değerlendirme Başkanlığı’nın
(TİDEB) Ar-Ge destekleridir. TİDEB verilerine göre, 1995’ten bu yana araştırma ve
teknoloji geliştirme projesi için destek başvurusunda bulunan, ‘otomotiv ana sanayii’
kategorisinde sayılabilecek toplam firma sayısı 15; ‘otomotiv yan sanayii’ kategorisinde
sayılabilecek toplam firma sayısı ise, 100’dür. Üstelik, bu sayı süreklilik gibi ölçütler
gözetilirse düşmektedir. Devletin hibe olarak otomotiv sektörüne ayırdığı fon, yılda
ortalama 6 milyon dolardır, sektörün Ar-Ge’ye ayırdığı fon ise yılda ortalama 40 milyon
dolardır (Akarsoy-Altay, 2006), (DPT 2006b, s.85).

Dönemin ikinci yarısı ve özellikle sonları, önemli gelişmeler ve sonuçlar


doğurmuştur. Taymaz ve Yılmaz’a göre, 1997–2000 yılları arasında yeni model
geliştirme yatırımı, toplam yatırımın %20’si iken, yüksek kalite ve daha fazla
çeşitlilik yönündeki talebi karşılamak için 2000’den beri %40–50 düzeyine
yükselmiştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.14). Akarsoy-Altay’da benzer gelişmeler
aktarmaktadır 1996 ile 2004 yılları arasında otomotiv sanayinde proje sayısı yaklaşık
ikiye katlanmış, proje maliyetleri ise 5.5’a katlanmıştır. Bu artışın dalgalı yapısı, sektöre
dair raporlara göre, sadece krizlerle açıklanamaz. Bu raporlar, dalgalanmalarda, yabancı
ortakla birlikte girişilen Ar-Ge projelerinin rastlantısallığının payını belirtmektedirler.236

236
“Sektördeki tekelleşme nedeniyle Ar-Tge faaliyetlerinin paylaşımı uluslararası ortaklık
bünyesinde olmaktadır. Özellikle, ana sanayideki bir firma kendi uluslararası ortağından/ortaklarından
büyük bir Ar-Tge projesi alabildiğinde kendi yerli yan sanayisi ile birlikte bu faaliyeti sürdürmekte ve
bununla ilgili olarak da kamu kaynaklarına başvurmaktadır. Böylece o yılın Ar-Tge giderleri
yükselmektedir” (Akarsoy-Altay, 2006, s.11).

331
Genelde ana sanayideki firma, otomotivle ilgili yeni bir projeyi yabancı ortağına
kabul ettirdiğinde, bununla ilgili Ar-Ge için destek alınmaktadır. Bu da dalgalanmayı
açıklamaktadır. Yani üretim gibi Ar-Ge harcamaları da “yabancı ortağın stratejileri” ile
belirlenmiştir, yer yer yerli ortak kimi Ar-Ge projelerini kabul ettirerek kendi
üstünlüğünü sağlama yoluna gitmiştir. Yine de Ar-Ge harcamaları zayıf konumundan
artışa geçmiş görünmektedir. Özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında Ar-Ge
harcamalarında önceki döneme göre büyüklük olarak artış vardır. Genel olarak Ar-Ge
harcamaları ile karşılaştırmak gerekirse, otomotiv sektörünün toplam Ar-Ge projeleri
içindeki payı %11’dir. Buna karşılık proje maliyetlerinin toplam maliyet içindeki payı
% 24’tür.

DPT 9. Kalkınma Programı Otomotiv Sanayi Özel İhtisas Komisyonu’nda


Tübitak adına yer almış olan Tülay Akarsoy Altay’ın hazırladığı tabloya göre, bu
alandaki 3 büyük firmanın incelediğimiz dönem içindeki Ar-Ge harcamaları, Ar-Ge
personelinin değişimi ve bunların ihracat artışı ile ilişkisi şöyledir:

332
Tablo 41 Seçile n Üç Ana Fir mada Ar-Ge G iderleri ve İhracat İliş kisi

Seçilen Üç Ana Firmada Ar-Ge Giderleri ve İhracat Artışı İlişkisi (1995–2004)

Firmalar I I/III II II/III III IV


İhracat
Ar-Tge (USD) Toplam Satış Ar-Tge’de

1995 1.562.551 %0,8 12.912.528 %6,2 208.197.630 48


2003 6.882.436 %2,3 21.427.578 %7,2 298.275.973 426
BMC

TİDEB 'e Sunduğu Toplam Ar-Tge Proje Sayısı: 11


1996 2.553.988 %0,5 31.519.494 %5,7 553.769.802
OTOSAN

2004 51.213.015 %1,4 1.807.350.636 %48,0 3.767.453.909 363


FORD-

(münhasıran)
TİDEB 'e Sunduğu Toplam Ar-Tge Proje Sayısı: 22
1996 2.635.506 %0,3 257.372.790 28 %33,2 775.408.556
(münhasıran)
TOFAŞ

2003 8.041.427 %0,6 749.909.991 %54,5 1.375.769.823 138


(münhasıran)
TİDEB'e Sunduğu Toplam Ar-Tge Proje Sayısı: 24
Kaynak (Akarsoy-Altay, 2006, s.13).

Her 3 firmanın Ar-Ge personelinde incelediğimiz dönem içinde çarpıcı bir artış
yaşanmıştır. Aynı artış saptaması Ar-Ge harcamaları için de yapılabilir. Özellikle Ford-
Otosan’ın Ar-Ge harcaması 20 katına çıkmıştır. Tüm firmaların Ar-Ge
harcamalarının ihracat miktarlarına oranı bu dönemde artmıştır. Yani ihracat artışı ile
Ar-Ge harcamaları arasında doğru orantılı bir ilişki bulunmaktadır. Ar-Ge harcamaları
en yüksek olan, TİDEB’e en fazla başvuran iki şirket (Tofaş ile Ford Otosan) toplam
satışlarının en büyük kısımlarını ihracata yönlendirmektedirler. Bu oran Ford için
incelediğimiz dönemde çok artmıştır. Hemen hemen iki şirket de satış hâsılatlarının
yarısını ihracattan elde etmektedirler. Ar-Ge harcamaları ile ihracat ve satış arasında
kurulan bu ilişki, aynı zamanda üretimin ihracata yönelik yapısı ile Ar-Ge
harcamalarının dalgalı yapısını da birbirine bağlamaktadır. Ar-Ge harcamalarının
dalgalı yapısının ana ortak ile sürdürülen ilişkiye bağlı olduğunu daha önce belirtmiştik,
bu ana ortağa kabul ettirilen Ar-Ge projesi ülke içinde yapılmaktadır ve bu Ar-Ge
harcamaları ile satış gelirleri daha çok ihracattan elde edilmekte yani üretim ve
geliştirme ağırlıklı olarak ihracata yönelik gerçekleşmektedir.

333
Firmalardaki Ar-Ge harcamaları, devletin Ar-Ge desteği ve Ar-Ge personelinde
görülen artışa paralel biçimde, üniversitede de teknolojik araştırma merkezi
kurulmuştur. Dönemin sonunda 2004 yılında, İTÜ ile OSD arasında, TÜBİTAK-
ÜSAMP (Üniversite Sanayi Araştırma Merkezleri Programı) çerçevesinde ‘Otomotiv
Teknoloji Ar-Ge Merkezi (OTAM)’ kurulmuştur (DPT 2006b, s.83–84). Bu imalat
sanayi genelinde teknoloji geliştirme yönündeki Ar-Ge desteklerinin artmaya başladığı,
Ar-Ge harcamalarının ve Ar-Ge personelinin oranının yükseldiği dönem olan
incelediğimiz dönemin sonunda otomotiv sektöründe Ar-Ge’nin kurumsallaşması
çabalarını göstermektedir.

Otomotiv sanayinde Ar-Ge’ye yönelik desteğin artışında önemli bir dönüm


noktası, 1994 yılında uygulamaya giren İhracatta Devlet Yardımları mevzuatı
çerçevesinde düzenlenen Ar-Ge Devlet Yardımlarıdır (DPT 2006b, s.91). Bu otomotiv
sektörüne önemli Ar-Ge “destek”lerinin verilmesini sağlamıştır. Dönemin
başlangıcındaki bu Ar-Ge desteği, daha sonra Gümrük Birliği’nin başlaması ve
TÜBİTAK TİDEB’in etkin Ar-Ge teşvikleri ile birlikte daha da artmıştır. Ancak OSD
gibi kurumların, DPT raporlarının üzerinde ortaklaştıkları bir diğer gerçek artan Ar-Ge
harcamalarına karşılık, katma değerin kısıtlandığıdır. Üretimin başka yerlere
kayması da sektörün önündeki diğer sınırı oluşturmaktadır.237 Sektör raporlarında
üretilen senaryoların ortak yönü, üretim zincirinin belirli aşamalarında teknoloji
geliştirme yönünde yoğunlaşmaktır. Çünkü bu yapılırsa yabancı ortağın üretimi başka
yere kaydırması engellenecek, yeni model üretimi için Türkiye’deki fabrikaları
kullanabilecektir. Bu senaryolardan diğeri ise, ürün seçimi ile ilgilidir. Dönemin ikinci
yarısında hafif ticari araçlar, özellikle kamyonetlerin üretimindeki hızlı artışla birlikte,
binek araçlardan öte bu alanda üretimi ve teknolojik tasarım niteliğini yoğunlaştırmak
yönünde seçenekler tartışılmaktadır. Kamyonet üretimi ve ihracatına yönelen ağırlık
gözetildiğinde üretimin ve teknolojik tasarımın bu alana yönelmesi, sermayenin karlılığı
için olduğu kadar, ana otomotiv şirketinin üretimi başka yerlere kaydırma basıncına

237
“… önümüzdeki yıllarda Türkiye’deki teknoloji ve ölçekten kaynaklanan nedenlerle üretim tesislerinin
Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin gibi ülkelere kayması söz konusudur. Dolayısıyla sadece ‘iyi üretebilmek
özelliği’ üretim tesislerinin Türkiye’de kalması için yeterli olmayacaktır. Üretim merkezi özelliğini
korumak için bile Ar-Tge’ye kaynak ayrılması kaçınılmazdır”(Akarsoy-Altay, 2006, s.4). “Bugünkü
rakiplerimiz Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Romanya ile Rusya’dır ve gelecekteki
rakiplerimiz ise, Hindistan, Çin ve İran olacaktır” (DPT 2006b, s.135).

334
karşı da dönemin ikinci yarısında gerçekleşmekte olan bir seçenek olarak
gözükmektedir.238

Otomotiv sektörü özellikle ana sanayi itibariyle, sektördeki yoğunlaşma düzeyi,


yabancı sermaye oranı ve dış ticareti oranı yüksek bir sektördür, Ar-Ge harcamaları ve
nitelikli işgücü düzeyi bu nedenle imalat sanayi ortalamasına göre yüksektir. AB ve
uluslararası anlaşmalar ile ürün standartlarının sürekli yenilenmesi ve yükselmesi
yüzünden teknoloji, tasarım ve ürün kalitesi düzeyi yüksek tutulmaktadır. Bu, ana
sanayinin teknoloji harcamasını, nitelikli işgücü oranını imalat sanayi geneline göre
yüksek yapan ve yüksek tutan etkenlerden biridir. Üstelik uluslararası standartların
yaygınlaşması ve yenilenmesi, ana sanayi ile yan sanayi arasındaki ilişkilerin de
yeniden yapılanmasını getirmektedir.

Son bir söz de teknolojik düzeyin özgül ilişkileri ve üretimi üzerine söylenebilir.
TÜSİAD ve Otomotiv Sanayicileri Derneği’nin incelediğimiz dönemin başında birlikte
yaptıkları bir araştırmaya göre (Tüsiad, 1997b), OSD’ye üye 10 ana firma ve diğer
firmalar içerisinde üretimlerine en önemli katkıyı yapan imalat teknolojileri şöyle
sıralanmaktadır.

• Girdi malzemelere uygulanan otomatik muayene ve test,


• Otomatik muayene ve test,
• Karmaşık robotlar,
• Lazerlerin dışında gelişmiş kesme teknolojileri,
• Malzeme islemede kullanılan lazerler,
• Bilgisayar destekli tasarımı mühendislik (CAD/ CAE),
• Esnek imalat hücreleri / sistemleri (FMC/FMS).

Bu imalat teknolojilerinin ilk beş tanesi için 'önemli-büyük' katkı %100 olarak
belirtilmiştir. Sonraki iki sistem için de katkı oranı küçük değildir; bu oran sırası ile %
238
Yeni ürün ile talep yaratma yarışı, tüketiciye yönelik binek otomobilin sürekli çeşitlenmesini
getirmektedir. Kamyonet, otobüs, midibüs ve hafif ticari üretiminde bu türden bir talep uyarma hızı
yoktur; uluslararası pazarlar açısından yine yüksek bir rekabet vardır, ancak erişilebilecek pazarlar
açısından sermayenin önünde etkin bir seçenek olarak durmaktadır. Bu sanki tarih tekerrürüne
benzemektedir; 1980 öncesi dayanıksız tüketim mallarından dayanıklı tüketim malları üretimine geçen
sermaye yapısı, bu sefer uluslararası sermaye ile eklemlenerek, elektronikten değil de, otomotiv’in “beyaz
eşyası”ndan kamyonetten başlamaktadır.

335
90 ve % 83'tür. Ana sanayi firmalarında en büyük katkıyı, bu yüksek teknolojili
karmaşık makina ve sistemler yapmaktadır ancak yine de bu teknolojiler dönemin başı
itibariyle henüz çok az sayıda firmada kullanılmaktadır. İşaret edilmesi gereken
noktalardan birisi, yabancı ortak ile sürdürülen üretimde özgüllüğün, sürekliliğin
sağlanabilmesi için bu düzeyde yüksek ve karmaşık teknolojilere bağlı olunması ve
ilk beş teknolojinin araştırma, geliştirme ve tasarım açısından (en azından temel
araştırmalar ve bileşenler açısından) Türkiye’de üretilmiyor olmasıdır. Son ikisi
üretim örgütlenmesini, donanımın yanında yazılımı da gerektiren sistemlerdir;
bunların geliştirilmesi ve kullanımı için örgütlenme ve nitelikli işgücü düzeyi
oluşturulmaktadır.

Raporun belirttiğine göre, otomotiv ana firmaları açısından en yoğun


kullanılan yönetim ve enformasyon teknolojileri, toplam kalite yönetimi ve elektronik
veri iletişimidir. Kullanılan teknolojiler arasında en yaygın büyük katkı oranı
%100 ile imalat kaynak planlaması (ERP, MRPII) için gözlenmektedir. Onu % 90
ile toplam kalite yönetimi takip etmektedir. Yüksek teknolojik düzeyli ve karmaşık
robot, otomasyon ve lazer teknolojilerinde olduğu gibi elektronik veri iletişimi, üretime
yönelik enformasyon teknolojileri de donanım açısından Türkiye’de üretilmemektedir.
Ancak yazılım ve uygulamaları ile bu uygulama için gerekli nitelikli işgücü yerli
emek gücü ile karşılanabilmektedir.

Yani ana üretim ve değerlenme ile emek süreci örgütleme teknolojileri açısından
teknolojik düzeyin ilk sahibi hala, pek çok durumda üretim zincirinin ilk ve son
aşamalarını elinde bulunduran, lisans veren çok uluslu şirketlerdir. Türkiye’de sistem
entegrasyonu, yazılım ve uygulamaları yürütülmektedir.

3.3.2.8 Genel Değerlendirme:


Makina sektöründe olduğu gibi otomotiv sektöründe de önce sektör
değerlendirmesini özetleyecek, sonra sektördeki teknolojik değişimi ve geri bağlantı
olarak teknoloji üretimi ile ilişkisini ana hatlarıyla yorumlayacağız.

İncelediğimiz dönem içinde kaydettikleri büyüme ve etkinlik ile önde gelen


sektörlerden biri olan otomotiv sektörü, teknolojik değişimi göstermesi, bunun teknoloji
üretimi ile olan bağlantısını sergilemesi açısından önemli veriler sunar. Ar-Ge’nin

336
uluslararasılaşmasında uluslararası şirketlerin ve onunla eklemlenen yerli büyük
sermayenin etkinlik biçimleri, devletin Ar-Ge desteklerinin bu tür bir eklemlenmeye
yönelik işlevi, Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının sermaye tabanı bu sektör üzerinden
anlaşılabilir. Bu yönde verileri yerli büyük sermayenin hakim olduğu açıdan sergileyen
bir başka önemli sektör, ileriki bölümde değerlendireceğimiz elektronik sanayidir.

Otomotiv sanayinde üretimin %80’ini erken kapitalistleşmiş 5 ülkenin 10 şirketi


yapmaktadır. Türkiye’nin dünyadaki taşıt üretiminde aldığı pay ise giderek artmaktadır.
2001 yılında dünya pazarındaki payı % 0,5 iken 2004 yılında bu pay % 1,3’e
yükselmiştir. Özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında yaşanan pazar payı artışı,
Çin ve Hindistan’dan sonra en yüksek artıştır. Otomotiv sektörü ana sanayi ve yan
sanayi açısından uluslararası sermaye ile eklemlenen, yerli büyük şirketlerin uluslararası
şirketlerle ortak olduğu oligopol bir yapı oluşturmaktadır.

Genel olarak taşıtlar içinde yaptığımız ayrıştırmaya göre değerlendirilecek


olursa, tüketim malı niteliğindeki binek otomobiller ile üretim aracı niteliğindeki taşıtlar
arasında yaptığımız ayrım önem kazanır. Görüldüğü gibi bu tür taşıtların üretimi ve
ihracatı özellikle dönemin ikinci yarısında binek otomobillerin oranlarına yaklaşmıştır.
Üretim aracı niteliğindeki taşıt üretiminde ele aldığımız dönemde en belirleyici
özellik hafif ticari araç üretimindeki çarpıcı büyümedir. Bunlar arasında özellikle
kamyonetlerin üretim ve ihracatındaki artış ise kayda değerdir. Bu taşıtların ülke
içi pazarı da oldukça hızlı bir büyüme kaydetmiştir. Sektör raporları, DPT raporları,
geleceğe dönük ticari araçlarda yoğunlaşma hedefi üzerine vurgu yaparken, bu yönde
kaydedilen gelişmeleri dikkate almaktadırlar. Buna karşılık bu kesimdeki teknolojik
değişimi sektörün genelinden ayırt etmek güçtür. Bu bölümde, bu teknolojik değişimin,
genel olarak otomotiv sanayindeki teknolojik değişime az çok paralel olduğunu
varsayarak, üretim araçları üretimindeki teknolojik değişimi saptamaya çalıştık. Bu
doğru bir saptama gibi görünmektedir, çünkü otomotiv sanayi yatırımları ve etkinlikleri
içinde hafif ticari araç üretiminin payı önem kazanmaktadır.

Gerek yerli gerek uluslararası sermaye olarak bu sektör incelediğimiz dönemin


ilk yarısı içinde büyük oranda komple yeni yatırımlar yapmışlardır. 1990’larla birlikte
uluslararası sermaye (yerli sermayeyle ortak ya da tek başına), ana sanayi yan sanayi
ilişkisinin güçlü olması, düşük nitelikli emek ücretleri ve Avrupa pazarına yakınlık gibi

337
nedenlerle buraya yatırım yapmış, Gümrük Birliği için önceden hazırlık ve AB
nezdinde lobi yürütmüştür. Bu komple yatırımların yerini ikinci yarıda Ar-Ge
yatırımları, Ar-Ge destekleri ve otomasyon yatırımları almıştır. Alman Sanayi
Federasyonu, 2005 yılında Otomotiv üzerine hazırlanan bir raporunda Türkiye’yi kast
ederek şöyle demektedir: “Araç üretim firmaları, şimdi ise üretim proseslerinin önemli
bir bölümünü otomasyon sistemine dönüştürmeyi perde arkası
hedeflemektedirler” (BDI, 2005).

Otomotiv sektörü, Ar-Ge harcamalarının ve Ar-Ge desteklerinin nasıl geliştiğine


ve yönlendirildiğine iyi bir örnektir. Bu sektördeki Ar-Ge harcamalarına verilen
destekler ve bu harcamalarının inişli çıkışlı yapısı, bu alandaki uluslararası şirketlerle,
bunlarla ortak yerli sermayenin projelerine göre dalgalanmaktadır. 1997–2000 yılları
arasında yeni model geliştirme yatırımı, toplam yatırımın %20’si iken, yüksek
kalite ve daha fazla çeşitlilik yönündeki talebi karşılamak için 2000’den 2007 yılına
kadar %40–50 düzeyine yükselmiştir. Bu sektördeki teknolojik değişimin hızlandığı
anlamına gelmektedir. 1996 ile 2004 yılları arasında otomotiv sanayinde proje sayısı
yaklaşık ikiye katlanmış, proje maliyetleri ise 5,5’a katlanmıştır.

Dönemin ikinci yarısında “2001 krizi sonrasında özel imalat sanayi genelinden
ve kendi geçmiş eğilimlerinden önemli ölçüde farklılaşmaya başlamış” (Yükseler ve
Türkan, 2008, s.16) olan sektörün bu gelişiminde verimlilik ve teknolojik donanımdaki
artışın payı vardır. Bu anlamıyla üretim aracı taşıtlardaki teknolojik değişme ele
aldığımız dönemde büyük olmuştur.239 Bu koşullarda sektör içinde üretim aracı
niteliğindeki taşıt üretiminin payı artmıştır. Ana sanayinin yabancı sermaye bileşimi,
Ar-Ge ve teknoloji açısından ana ortağa bağımlılığı ve dış ticarete bağımlılığı
gözetilirse, bu gelişimin tamamen öz merkezli bir gelişim olmadığı açıktır. Ancak ana
firma ve pazar ile kurulan ilişkide tekil sermayelerin kendi özgül geliştirme çabaları da
göz ardı edilmemelidir. İşte teknolojik değişimin hızlı ve güçlü bir biçimde yaşandığı
sektörde teknoloji üretimi konusunda geri bağlantıları oluşturan etkenler de burada
ortaya çıkmaktadır.

239
Sektörün bu gelişiminde reel ücret üzerinde yaratılan basıncın yanı sıra yalın üretim, esnek çalışma
gibi emek süreci örgütlenmesinin yaygınlaşması ve derinleşmesiyle sonuçlanan köklü değişimler de rol
oynamıştır.

338
Ar-Ge personelinde, Ar-Ge harcamalarında görülen görece yüksek artış,
üniversite sanayi işbirliği, standartlaşmaya dair ana sanayi ve yan sanayinin içine girdiği
zorunlu yönelim, teknoloji üretiminin temel dinamiklerini oluşturmaktadır. Ar-Ge’nin
uluslararasılaşmasının devreye girdiği yer de burasıdır. Uluslararası şirketlerle yani
uluslararasılaşan üretken sermaye ile eklemlenen yerli sermaye, Ar-Ge çalışmalarını
belirli sınırlar içinde yürütebilmektedir. Uluslararası şirketler için böylelikle Ar-Ge
maliyetleri, genele ya da çoğu zaman bölgesel pazara yönelik geliştirmelerin maliyetleri
ulus devletler nezdinde toplumsallaşmaktadır. Geç kapitalistleşen ülkelerde, Ar-Ge’nin
uluslararasılaşması ile sınırlanan bu teknoloji üretimi, teknolojik değişmenin ve
sermaye birikiminin karlılık için yönelmek zorunda olduğu yolun gereksinimleri olarak
doğmuşlardır. Teknolojik düzey olarak ana firmanın temel teknolojik bileşenlerine
bağımlı olmakla birlikte, üretimin koşulları (girdi, emek gücünün örgütlenmesi) ve
üründeki kimi teknolojik yenilikler (bazı parça ve aksamdaki yenilik girişimleri)
bu sektördeki belli başlı Ar-Ge alanlarını oluşturmuştur. Bunlar özgün araştırma
geliştirme çabalarıdır. Zira nitelikli ve ucuz işgücü ile girdi maliyetlerini düşük
tutmaya dayanan tekil sermayelerin kendi pazarlarına (iç ve dış) yönelik uluslararası
rekabet güçleri aşınmaktadır. Üstelik karlarının yani katma değerlerinin çok
kısıtlandığını, azaldığını bu sermayelerin kendileri dile getirmektedirler. Yani bu
alandaki tekil sermayeler ucuz ve nitelikli işgücü aracılığıyla elde edebildikleri rekabet
üstünlüklerini yitirmektedirler. Bu durumda, ana firmayla yapılan yeni
sözleşmelerin devamı, bu sözleşmelerin sonucunda üretilen ürünlerde elde edilen
karın azalmasının önüne geçmek hatta bazen üretimin devam edebilmesi için bile
bu türden özgül gelişme alanlarının açılması, otomotiv sektöründe belli başlı tekil
sermayeler açısından kaçınılmaz olmaktadır.

Genelde ana sanayideki firma, otomotivle ilgili yeni bir projeyi yabancı ortağına
kabul ettirdiğinde, bununla ilgili Ar-Ge için destek alınmaktadır. Bu açıdan Ar-Ge
harcamaları da “yabancı ortağın stratejileri” ile belirlenmiştir, yer yer yerli ortak kimi
Ar-Ge projelerini kabul ettirerek kendi üstünlüğünü sağlama yoluna gitmiştir. Yine de
Ar-Ge harcamaları zayıf konumundan artışa geçmiş görünmektedir. Özellikle
incelediğimiz dönemin ikinci yarısında Ar-Ge harcamalarında önceki döneme göre
büyüklük olarak artış vardır. Genel olarak Ar-Ge harcamaları ile karşılaştırmak

339
gerekirse, otomotiv sektörünün toplam Ar-Ge projeleri içindeki payı %11’dir. Buna
karşılık proje maliyetlerinin toplam maliyet içindeki payı % 24’tür.

Otomobil yapımına dair temel lisans ve teknoloji bilgisi uluslararası şirketin


elindeyken, otomotivin bileşenlerinde teknolojik yönden geliştirme arayışı yerli
ortağın çabasını oluşturmaktadır. Bu çabanın altında, otomotiv pazarındaki sıkı
rekabet, uluslararası şirketin yeni modelleri ve tasarımları başka fabrikalarına
kaydırma olasılığı gibi tehlikelere karşı sermaye birikiminin ihtiyaçları
bulunmaktadır. Bu ihtiyaç ve uluslararası şirketlerin Ar-Ge çalışmalarına yerleştikleri
ülkelerden destek alma eğilimlerinin sonucu, otomotiv sanayi ile üniversite işbirliğinde
de somutlaşmıştır. 2004 yılında, İTÜ ile OSD arasında, TÜBİTAK Üniversite Sanayi
Araştırma Merkezleri Programı çerçevesinde kurulan ‘Otomotiv Teknoloji Ar-Ge
Merkezi (OTAM)’ bu yönde bir adımdır. Bu çabaların henüz uluslararası şirketlerin Ar-
Ge harcamaları ile kıyaslanmayacak ölçüde küçük olmaları, geç kapitalistleşmenin
sınırları içerisinde değerlendirilmeli, erken kapitalistleşmiş ülkelerin ve uluslararası
şirketlerin ölçüleri ile kıyaslarken bu sınırlara dikkat edilmelidir.

Bilimsel üretim sürecinin merkezinde yer alan ürünler açısından, yani


otomobilin bir model olarak tasarımı, motor, elektronik bileşenin merkezi parçalarının
lisansları uluslararası şirketlerin elindedir. Bu merkezi bileşene dair teknolojinin
mülkiyeti yabancı sermayenin elindedir. Geç kapitalistleşmenin sınırını da burası
oluşturmaktadır. Örneğin otomotivde çok önemli bir sıçrama yaratan “Triboloji”
teknolojisini geliştiren Türkiye’den bir mühendistir, ancak Ali Erdemir, bu teknolojiyi
ABD’de geliştirmiştir, lisans ve üretim uygulama mülkiyeti bir amerikan uluslararası
şirketindedir (Tuncel, 2005). Buna karşılık Türkiye’de, uluslararası şirket ortağının
ürettiği tüm modellerde kullanılmakta olan “süspansiyon kolu” gibi Ar-Ge ürünleri
üretilmekte, bu türden teknolojik geliştirme çabaları sürmektedir. Ancak incelediğimiz
dönemin bu Ar-Ge çalışmalarının ortaya çıktığı, Ar-Ge desteklerinin verilmeye
başlandığı ve bunun kurumlarının kurulduğu dönem olduğunu da tekrar vurgulamak
gerekir.

Otomotiv sektöründe ana sanayi yan sanayi ilişkisi güçlü olmasına karşın bu
büyüme tablosunu, yan sanayi aynı hızda sürdürmemektedir. 1997 yılında yerli parça
kullanım oranı % 40’lar seviyesinde iken, 2003 yılında bu oran % 23’e düşmüştür.

340
TAYSAD genel sekreteri Barbaros Demirci’ye göre, dünyada motorlu taşıt üretimini
elinde tutan çok uluslu şirketler, tasarlamış oldukları, üretimi ekonomik olmayan kimi
taşıtları Türkiye gibi ülkelerde ürettiriyorlar. En ucuz, en kaliteli, teşvik sistemi
uygun, nitelikli ama ucuz işgücüne sahip ülke bu taşıtların üretimi için seçilecek.
Demirci’ye göre, amaç katma değerin paylaşımı üzerinden şekilleniyor. Kendisinden
bekleneni yerine getiren ülkedeki üretime verilen katma değer payı artacak, ancak
büyük payı, çok uluslu şirket alacaktır. Demirci’ye göre, yan sanayi için de bu
geçerlidir. Ancak bu kurallara uymaya hazır yan sanayi yeni üretilecek taşıtlara yönelik
parça ve aksam üretimi anlaşması yapabilmektedir. Buna karşılık Türkiye, ucuz parça
ve ürün ihraç ederken, dışarıdan aldığı ithal girdiler buna göre daha pahalıdır. Aradaki
katma değerin çok uluslu şirketlere gittiğini vurgulayan Demirci, yan sanayi için de ana
sanayi ile daha uyumlu bir işbirliği önermektedir (TAYSAD Dergisi, Sayı 23, 2004).

DPT raporuna göre, otomotiv sanayinde, 1990 ile birlikte “küresel entegrasyon”
başlamıştır. 2000’li yıllarda ise yüksek katma değerli üretime geçilmeye çalışılmaktadır.
Ancak yan sanayi ve yenileme pazarına yönelik sanayi etkinliği azdır. Üstelik çoğu
yabancı ortaklı sektörde “karlılık son derece sınırlıdır” (DPT 2006b, s.133).

Karlılıktaki sınırlılığın aşılması, katma değerin payının yükseltilmesi, tasarı ve


Ar-Ge etkinliklerinin geliştirilmesi bu kapsamdaki hedefler olarak sektörün önüne
koyulmaktadır. Otomotiv sektörü dönemin ikinci yarısında ihracatta en yüksek paya ve
değişime sahip sektör olarak öne çıkmıştır. Bu durum yan sanayiye görece olarak daha
yavaş hızla yansımakta olsa da yan sanayide de buna bağlı bir gelişim görüldüğü
belirtilmektedir.

Sektör kurumlarının açıklamalarına göre, otomotiv yan sanayinde tasarım,


teknoloji konusunda söz hakkına sahip olma, bu nedenle ortak tasarım, tasarım
partnerliği, Ar-Ge çalışması önem kazanmaktadır. Teknoloji konusunda söz hakkına
sahip olma yan sanayinde merkezileşen sermayenin temel sıkıntıları arasındadır. Çünkü
ana sanayideki yabancı ortaklar çoğu zaman lisans sözleşmelerinde aksam ve parça
tedarikinin de bağıtlanmasına yol açmaktadırlar. Bu parçaları iç pazardan elde
etmektense kendi yan sanayilerinden temin etmek için sözleşme yapmaktadırlar. Bu
durumda yan sanayinin konumu, teknoloji sahipliğinden uzak bir biçimde, çoğu

341
durumda tedarikçinin fason üreticisi olma düzeyine yaklaşmaktadır.240 Bu nedenle
“ortak tasarım, tasarım partnerliği”, yan sanayinin geneli için değil, merkezileşen ve
görece büyüyen sermaye kesimlerinin sık sık öne sürdüğü talepler arasındadır. Ar-Ge
ve tasarım merkezi olma istemi bu kesimler tarafından dillendirilmektedir.241

İncelediğimiz döneme karakterini veren, bir dönüşümden çok belirli sektörlerde


değişime yönelik alt yapının döşenmesidir. Bu değişim, tam da geç kapitalistleşmenin
özgül eklemlenme tarzına uygun olarak imalat sanayinin genelinin değişimi değildir;
aksine üretim yapısındaki değişim onu tanımladığımız gibi, uluslararası sermayeyle
eklemlenen (ortak olan ya da uluslararası pazarlara açılan) sermaye kesimlerinin
yaşadığı ve diğer kesimleri de onlar üzerinden etkileyen değişimdir. Otomotiv’de Ar-
Ge’ye yönelik devlet desteği, dönemin ikinci yarısı için hazırlanan 2008 yılında geçen
Ar-Ge yasasının büyük şirketleri kapsaması gibi gelişmeler göz önünde bulundurulursa,
teknolojik yenilik de bu kesimlerin hakim olduğu üretim alanlarının bir ihtiyacı
olarak ortaya çıkmaktadır. Otomotiv fabrikaları da Ar-Ge’nin uluslararasılaşması
sürecinden paylarını almaktadırlar. Uluslararası firmalar, farklı pazarlara yönelik
ürünlerde kimi alt seçenekleri, alt geliştirmeleri, yerleştikleri ülkelerin nitelikli
emek gücüne bırakabilmektedirler. Dahası, ortak olan sermaye kesimi açısından,
uluslararası şirketin o ülkede üretim yapabilmesini “çekici” kılmak için Ar-Ge
etkinliğine bel bağlamak giderek daha fazla artan seçenek haline gelmektedir.
Tofaş ve Ford-Otosan örnekleri böylesi teknoloji geliştirme örnekleridir. Bunun
gerçekleşebilmesi için Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasıyla birlikte, belirli koşulların da
oturmuş olması gereklidir. Fikri mülkiyet hakları, sıkı lisans ve patent hakları, artık
uluslararası şirketleri ortak şirketlerle birlikte yerleştikleri nitelikli emek gücünün

240
TAYSAD Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Burhanoğlu “Türk yan sanayinin önemli bir yol ayrımına
geleceğine dikkat çek”mektedir. “Türkiye küresel oyuncu olma yolunda ya risk alıp yurtdışına açılacak ya
iş modelini değiştirerek Tear 2’ye (ara kurum vasıtasıyla tedarik yapmak) razı olacak ya da spesifik parça
üretiminde ihtisaslaşarak maliyetlerini minimize edecek veyahut organizasyonunu yalınlaştıracak. Bir
diğer ihtimal ise küresel oyunculara şirketlerin tamamının ya da bir kısmının satılması”(Platin Dergisi,
Eylül 2007, 119).
241
“Tasarımda etkili olmalıyız. Kaliteli üretim vizyonuyla ihracat potansiyelini gün geçtikçe artıran
Türk otomotiv yan sanayi, global oyuncuların gözdesi olmaya devam ediyor. Rekabette söz sahibi olmak
için kaliteli üretimin yanı sıra Ar-Ge ve tasarım süreçlerine yönelik yatırımların da hızlı bir şekilde
artması gerekiyor. …Bir araçtaki parçaların yüzde 95'ini üretecek güce sahibiz. Odaklanılması
gereken en önemli konu üretilen parçaların ne kadarının tasarımında söz hakkına sahip olunduğu…
Türkiye'de üretilen dünya araçlarında hem ortak tasarımı, hem de doğrudan tasarımcı olarak [söz hakkına
sahip olunabilir]” (Platin Dergisi, TAYSAD başkanı ile röportaj, Eylül 2007; s.119–122)

342
geliştirme yönündeki çabalarından da yararlanır hale getirmiştir. Teknoloji ise, sermaye
birikiminin eşitsiz doğasına bağlı ve bunun dolaysız bir sonucu olarak, ancak belirli
kademeleri ile geç kapitalistleşen ülkelerde geliştirilebilir. Üstelik üretim yapısının ikili
niteliğinin bir sonucu olarak hakim yerli sermayenin uluslararası sermaye ile kesiştiği
alanlarda ve uygun donanımlar ile hukuksal, kurumsal ve teşviğe dair düzenlemelerin
yeterli olduğu yerlerde bu gerçekleşebilir. Bu durumda teknoloji geliştirmenin nitelikli
emek gücü, devlet teşviği bu sermayenin hizmetine sunulmuş olur. Otomotiv sektörü,
sermaye kesimleri açısından bu nitelikleri taşıyan, uluslararası pazarlarda rekabetin
basıncı yüzünden bu ihtiyaçların en fazla dile getirildiği sektördür. Teknolojik
değişimin ve ülke içi teknoloji üretiminin sınırlarını geç kapitalistleşmenin ve
uluslararası sermayeyle eklemlenmenin bu sınırları oluşturmaktadır.

Kimi aksam ve parçalarda teknolojik tasarım konusunda bir gelişme, genel


olarak ise daha çok da üretim teknolojisi ile emek gücü örgütlenmesinin
yaygınlaşmasında değişim yaşanmış görülmektedir. İhracatın artmasına karşılık üretilen
artı değerden ülke içi tekil sermayelerin aldığı pay aynı oranda artmamaktadır. Bu
durum, sektörün tasarım, Ar-Ge gibi özgül alanlarda gelişerek “katma değerdeki
sınırlılığı” aşmak, bu payı yükseltmek yönündeki taleplerinde açığa çıkmaktadır.
Üstelik daha önce vurgulandığı gibi birim işgücü maliyetleri ülke içi ölçülerle
düşmekteyken, kur sepetine göre aynı düzeyde düşmemektedir, bu ikisinin arasındaki
makas, uluslararası rekabet nedeniyle fiyatlara yansıtılamadığı oranda emek süreci
üzerinde (reel ücretlerde düşüklük, esnek çalışma gibi üretim örgütlenmesinin
derinleştirilmesi) yansımakta, teknoloji emeğin yerini aldığı gibi, teknolojik donanımın
geliştirilmesi için farklı kurumsal “işbirliği”nin olanakları da döşenmektedir.
İncelediğimiz dönemde Ar-Ge’nin planlanması, kamu ve özel Ar-Ge olanaklarının
kurumsallaştırılması, Ar-Ge teşviklerinin planlanması yönündeki artan ilgi tam da
sermayenin bu artan ihtiyacını yansıtmaktadır. Makro düzeydeki Ar-Ge planlamaları,
farklı biçimler alan yatırım teşvikleri ile mikro düzeyde teknolojik öğrenme, teknolojik
yeniliğin üretilip yaygınlaşması arasındaki ilişkiyi hızlandırabilecek, “ara kayış”
olabilecek kurumsallaşmaların yaratılması yönünde artan talep de bu gelişmelerle
açıklanabilir.

343
Bu bölümü, 2000 yılında TOFAŞ CEO’su Jan Nahum’un 3. Teknoloji
Kongresi’nde yaptığı konuşmayı, o tarihten dönemin sonuna kadar yaşanan gelişmelere
uyarlayarak sonuçlandırabiliriz. Nahum (III. Teknoloji Kongresi, 2000) şöyle
demektedir:

Allah’ların katında yer almak Allah tarafından kararı verilip


de uygulanan bir ulvi strateji değil. Eğer o mertebede yer almak
istiyorsak zor ve dikenli bir yolda sürdürmekte olduğumuz bu
yolculuğa her türlü fedakârlık ve gayretle devam etmeliyiz. O
mertebeye erişmek bizim onu ne kadar çok istediğimize, o uğurda ne
kadar zahmet çekmeye hazır olduğumuza ve ulusça bu konuya cidden
ayırmak istediğimiz kaynaklarla orantılı. Görülüyor ki Allahlaşmak
için bile Darwin’in Gelişim Teorisi geçerli. Geçmişte bir gün eğer
bazı Allah’lar dünyaya gelip bizi yaratmış ise ve bunu yapacak
teknolojik seviyede idilerse de, onların bu seviyeye gelmeleri için ya
başka Allahlar onları aynı şekilde yarattı veya kendileri bir Darwinist
gelişme geçirdiler. Öyle ise biz de niye onlar gibi bir Darwinist
gelişmenin sonucu olmıyalım? Çünkü tarihteki izlerimiz ve geçmiş
bulgular bu gelişimi bu kadar kısa bir evrim süresinde
gerçekleştiremeyeceğimize işaret ediyor. O halde, eskiden olduğu gibi
bugün de Allah’ların katkısıyla onların seviyesine erişebilir, onlar
gibi olabiliriz. Çok kısa zamanda; eğer istediğimiz bu ise…

Nahum’un benzetmesi, eşitsiz ve bileşik gelişimin iki yönünü de yansıtmaktadır.


Bir yandan eşitsiz gelişmenin kabulüne dayanmaktadır: Otomotiv sektörün önde gelen
çok uluslu şirketleri, bu gelişimin üst basamaklarında yer tutmuş olan “Allah”lardır. Öte
yandan bu şirketlerle girişilen ortaklıklardan yararlanma kaçınılmazdır. Ancak bunların
da bir zamanlar yokken, o hale gelmiş oldukları yani Türkiye’deki tekil kapitalistlerin
sermaye birikiminin o düzeye gelebileceği vurgulanmaktadır. Öte yandan ise onlarla
girişilen bu ortaklık ile daha hızlı bir gelişmenin yani “bileşik” gelişimin yaşanması
olası gösterilmektedir. Bu konuda tekil sermayelerin çabası kadar, “ulusça” bu çabaya
ayrılan kaynaklardan bahsedilmektedir. Bunlar ise teknolojik yeniliği hızlandırma, bu
yeniliğin üretilmesinde devlete, üniversitelere, özel kurumlara ve bunların işbirliğinin
örgütlenmesine yani tekil sermayelerin teknolojik rekabet, sabit sermayenin devrini
kısaltarak karlılığı artırma yönündeki çabalarının risklerini toplam toplumsal
sermayenin paylaşması için devlete ve kurumlara işlev yüklemek anlamına gelmektedir.

344
3.3.3 Endüstriyel Elektronik

3.3.3.1 Endüstriyel Elektronik: Tanımı ve Elektronik Sanayi İçindeki Yeri


Dünya genelinde elektronik sanayi, yüksek düzeyde sermaye yoğun ve
uluslararası şirketlerin hâkim olduğu bir sanayidir (Dicken, 1992, s.311). Üretim
sürecindeki gelişmeler, üretimin uluslararasılaşması gibi eğilimlerle birlikte kimi
alanları dünyanın farklı bölgelerine kaydırılabilmektedir. Bu kaymadaki anahtar ölçü,
üretim sürecinin giderek standartlaştırılan kimi parçalarının ne ölçüde coğrafi olarak
birbirinden ayrılabileceğidir242; bu parçaların daha fazla emek yoğun olması üretimin
parçalanmasının temel etkenlerinden biridir.243 Ancak elektronik sanayinin en temel
özelliği tüm diğer sektörlerin gelişmesindeki kuvvetli etkisidir (Tanyılmaz, 2002, s.5),
(Dicken, 1992, s.310). Teknolojik düzeyinin yüksek olmasının yanı sıra esas olarak
bilim ve teknoloji üretiminin en yakın aşamasını oluşturması, geri bağlantı olarak bu
üretimden beslenmesi, ileri bağlantı olarak da tüm sektörü belirlemesi nedeniyle
ekonomi açısından kritik bir sanayidir.244 Bir yandan tüketici ürünlerine, diğer yandan
üretim araçları üretimine yönelik ileri bağlantı etkisi yüksektir. Çünkü teknolojik
yeniliklerin hızlanması, elektronik sektör üretim devrini hızlandırdığı gibi, ürünlerin
ekonomik olarak eskime zamanını da azaltmaktadır. Bu nedenle elektronik sanayinin
ürünleri ister tüketici ürünleri olsun, isterse de üretim araçlarının önemli bileşenleri
olarak olsun, hızla ekonomik açıdan eskimektedir. Bu da bu sektörün ürünlerini
kullanan sanayiler açısından geriye doğru bakıldığında elektronik sanayini emek
üretkenliği ve teknolojik gelişme bakımından kritik önemde bir sanayi haline
getirmektedir. Elektronik sanayinin geri bağlantısı olarak adlandırılabilecek bilimsel-
teknolojik üretim açısından da ürün devrindeki hızlanmanın yarattığı basınç daha fazla

242
“Günümüzde hangi pazar olursa olsun, elektrikli ev aletleri içinde yer alan bileşenlerden ve
hammaddelerden yaklaşık %60’ı tamamıyla standardize edilmiştir” (Tanyılmaz, 2002, s.9). Modüler
üretim ve ürünlerdeki standartlaşma sadece tüketici elektroniği için değil genel olarak elektronik sanayi
için de geçerlidir (Lüthje, 2005). Ürünlerdeki standartlaşma, üretim sürecinin parçalanması için önemli
bir ölçüdür, böylelikle üretim parçalara ayrılıp, emek yoğun alanlar, pazarlara erişim ve kümeleşmeler
gözetilerek farklı bölgelere kaydırılabilir.
243
Sektörün dünya çapında son yıllardaki gelişimi için bkz. Tanyılmaz (2002), Dicken (1992), Çakır
(2004).
244
“Sanayiyi bu kadar önemli yapan … giderek artan biçimde elektroniğin uygulamasının
yaygınlaşmasıdır. Gerçekten de, mikro-elektronik sanayi bugünün ‘sanayilerin sanayisi’ olarak tarif edilse
yeridir” (Dicken, 1992, s.309).

345
Ar-Ge harcaması245, üniversite sanayi işbirliğine ve araştırma şirketlerine, nitelikli emek
gücüne yönelik yükselen talep anlamına gelmektedir.

Türkiye’deki elektronik sanayini incelerken, üretim araçları ve tüketim malları


olarak iki kesime ayırma perspektifini sürdüreceğiz. Sanayiyi bu ayrımla incelerken,
geri bağlantı ve ileri bağlantı etkilerini, sermaye yoğunlaşmasını, yabancı sermaye
etkisini de göz önünde bulundurmaya çalışacağız.

Elektronik sanayini, tüketici elektroniği ile endüstriyel elektronik (ya da


üretim aracı niteliğindeki endüstriyel elektronik) olarak bölümleyeceğiz. Üretim
araçlarındaki yapısal değişimi anlamaya çalıştığımız için bu bölümde ikincisini
inceleyeceğiz. Ancak tüketici elektroniğini de hem karşılaştırmak hem de birlikte
değerlendirmek için ele alacağız. Bu iki açıdan gereklidir: ilk olarak endüstriyel
elektronik, tüketici elektroniğinin önemli bir geri bağlantısıdır; her birindeki
gelişme ve değişmenin diğerini sürüklemesi ya da en azından etkilemesi beklenir.
İkinci olarak ise, incelediğimiz döneme özgü olarak, özellikle dönemin ikinci
yarısında tüketici elektroniğinin üretimindeki parlak artış ile endüstriyel
elektroniğin gelişimi arasındaki ilişkiyi ayrıştırmak gereklidir. Bununla birlikte
burada askeri elektronik sanayi, bu bölümlemeden ayrı, özel bir alan olarak ele alınacak
ve yeri geldiğinde karşılaştırmalı olarak incelenecektir.246 Zaten askeri elektroniğin,
genel olarak elektronik sanayi üretimi içindeki payı çok küçüktür, ancak teknoloji
açısından sürükleyici olabileceği yerlerde özel olarak değinilecektir.

245
Kriz zamanlarında bile sektörün önde gelen şirketleri, birçok şeyden kesinti yapmalarına karşın Ar-Ge
harcamalarından kesinti yapamamaktadırlar (Tanyılmaz, 2002, s.15).
246
Sorun askeri elektronik sanayinin üretim aracı niteliğinde alınamayacağı gibi tüketim aracı olarak da
ele alınamamasında ortaya çıkmaktadır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin eğilimleri
açısından silahlanma sanayi, toplam toplumsal sermaye içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Ancak bu
yerin anlamı, literatürde tartışmalıdır. Monthly Review okuluyla öne çıkan “Tekelci Kapitalizm”
yaklaşımı askeri harcamaları, artığın emilmesinin temel bir yönü olarak ele alır (Baran ve Sweezy, 1966).
Değer kuramını bir yana bırakıp, kar oranlarının düşme eğilimi yerine “artığın” artma eğilimini ve bunun
karşısında kriz yerine onun bir biçimi olan eksik tüketim krizini geçirir. Böyle olunca hızla yükselen
“artığın” emilimi, ancak üretken olmayan sektörlerde (hizmet, silahlanma) gerçekleşebilir. Öte yandan
Marksist yaklaşım içinde farklı bir bakış açısıyla Ernest Mandel, askeri harcamaların yapısını ayrı
biçimde incelemiştir. Mandel’e göre, geç kapitalizmde sürekli silahlanma ekonomisi egemendir. Bkz.
(Mandel, 2008), özellikle 9. bölüm. Silahlanma sanayi, teknoloji açısından sürükleyici olsa da, üretim
değil yıkım araçları (means of destruction) üretimidir.

346
Yaptığımız bu bölümlemede tüketim aracı niteliği taşıyanlar teknoloji açısından
hemen bir kenara bırakılamazlar. Tüketim elektroniği sektörü, üretim aracı niteliği
taşımamaktadır ancak teknolojik düzeyinin “yüksek” ve “orta yüksek” olması
nedeniyle, bu tüketim araçlarındaki gelişme ve yenilikler, en azından kuramsal düzeyde,
geri bağlantı etkisiyle üretim araçları (makina ve süreç otomasyonu, bileşenler)
üretiminde de teknolojik gelişmeyi bir ihtiyaç olarak gündeme getirmektedir. Bu
durumda bu sektörün girdi bağlantıları, ithalat düzeyi, yoğunlaşma ve yabancı sermaye
düzeyi gibi göstergeler, sektörün ülke içi teknolojik gelişmeye katkısı açısından önemli
veriler olmaktadır.

Öte yandan, endüstriyel elektronik ise dolaysızca üretim aracı niteliği taşır ve bu
sektördeki üretim gelişimi, aynı zamanda teknolojik yapıda bir gelişmeyi ifade eder.
Dahası, üretim araçları üretimi içerisinde kilit rol oynayan dallardan birisi endüstriyel
elektroniktir. Bu sektörün gelişimi, bu gelişimin niteliğinin incelenmesi, üretim araçları
üretiminde teknolojik açıdan öz merkezliliği irdelemek, makina üretimine teknolojinin
katkısını sorgulamak açısından önemli olacaktır.

Endüstriyel elektroniğin diğer bir kilit özelliği, bu sektördeki cihaz ve


sistemlerin yapısı gereği seri üretim şeklinde değil, mühendislik tasarım ve geliştirme
ağırlıklı olarak üretilme niteliğidir. Kapitalizmde bilimin gerçek boyunduruk altına
alınma girişimi ve bunun çelişkili sürecini düşünürsek, endüstriyel elektronik
üretiminde bilimsel üretim süreci (Ar-Ge ile tasarım ve sistem oluşturma anlamında
mühendislik) önemli bir girdi olarak var olmaktadır. Endüstriyel elektronik, seri üretim
yapmamakta, aksine alıcı yani pazar ile yakın etkileşim içindedir; bu nedenle Ar-Ge ve
mühendislik işlemleri bu üretim içinde merkezi bir yer tutmaktadır. Tam da bunun için,
bu sektörde mühendislik ve Ar-Ge katkılarının niteliğini ölçmek ve bunları bir girdi
olarak ayırt etmek özel önem kazanmaktadır. Oysa ki, bu verileri sağlıklı bir düzeyde
bulmak kolay değildir.247

247
Makina imalat sanayini incelediğimiz bölümde, küçük ve orta ölçekli sanayi işletmelerinde
mühendisin çoğu zaman “atölye şefi” olarak görüldüğü, mühendislik niteliğinin gerçekleşecek alan
bulmadığı yönündeki yaygın saptamayı belirtmiştik. Tersi yönü gösteren bir saptama ise ileride
görülebileceği gibi otomasyon sektörüyle ilgili yapılandır: Buna göre, sistem entegrasyonu, mimarisi gibi
mühendislik hizmetleri, imalat sanayinde sanki “bedelsiz” olarak algılanmakta, bunlara yapılan
harcamalar fazlalık olarak görülmektedir. Tüm bunlar imalat sanayinde mühendisliğin yeri konusunda
algılamanın geç kapitalistleşmeye uygun biçimde olgunlaşmamasını gösterdiği kadar, imalat sanayinin bu

347
Bu sektörün üçüncü niteliği, cihaz ve sistemlerinin teknik önemine karşın sabit
sermaye yatırımları içerisinde görece küçük bir “parasal paya” sahip olması, bu
endüstriyel elektronik ürünlerinin önemini az göstermektedir.248

İzleyen alt bölümlerde, elektronik sanayi bu gruplandırmalar ışığında tasnif


edilecek ve özellikle endüstriyel elektronik incelenecek, sanayinin diğer alt bileşenleri
ile karşılaştırılacaktır. Tüketim elektroniğinin dönem içinde gösterdiği parlak büyüme,
endüstriyel elektroniğin bu alt sektörle karşılaştırarak incelenmesini zorunlu
kılmaktadır. Endüstriyel elektronik hem tüketim elektroniğinin hem de imalat sanayinin
elektronik alt yapısı ve üretim araçlarının elektronik bileşenleri açısından can damarı
niteliği taşıyan geri bağlantı niteliğine sahiptir. Karşılaştırma, bu geri bağlantı
niteliğinin ne kadar güçlü olduğu, elektronik sanayine ve tüm imalat sanayine ne kadar
bileşen ve girdi sağladığını incelemek, öte yandan da bunun özgül teknoloji üretimine
dayanıp dayanmadığını sorgulamak açısından yapılacaktır.

Elektronik sanayi, DPT sınıflandırmalarında şu alt sektörlere ayrılmaktadır:

a) Bileşenler alt sektörü.


b) Tüketici elektroniği alt sektörü.
c) Telekomünikasyon alt sektörü.
d) Profesyonel ve endüstriyel cihazlar alt sektörü.
e) Askeri elektronik cihazlar alt sektörü.
f) Bilgisayar alt sektörü.
Elektronik sanayinin bu alt sektörlerini, üretim aracı niteliği taşıdığı için
endüstriyel elektronik, tüketim elektroniği olarak ikiye ayıracağız. Endüstriyel
elektronik, bileşenler, telekomünikasyon, profesyonel ve endüstriyel cihazlar ile
bilgisayar249 alt sektöründen oluşmaktadır. Tüketim elektroniği ise tüketici elektroniği

yönde resmini verecek bir veri sisteminin kurulmasının güçlüklerini de göstermektedir. Hali hazırdaki
ölçüm sisteminin yetersiz kalacağı açıktır.
248
1991 Sanayi Kongresi’nde ASELSAN Otomasyon Proje Direktörü, DPT Elektronik ve Haberleşme
Uzmanı, PETAŞ Genel Müdürü, STFA-ENERKOM Özel Projeler Müdürü ve ENERSİS Genel
Direktörü, endüstriyel elektronik sektörünün bu 3 kilit özelliğini vurgulamaktadırlar (MMO 1991a, s.66).
249
Bilgisayar alt sektörü, yukarıda düştüğümüz kayıtlarla burada üretim aracı niteliğindeki endüstriyel
elektronik bölümlemesine dahil edilmektedir.

348
alt sektörü olarak alınmaktadır. Askeri elektronik sektörünü ise yeri geldiğinde
karşılaştırarak inceleyeceğiz.

3.3.3.2 Elektronik Sanayinin ve Endüstriyel Elektronik Sektörünün


Gelişimi
Endüstriyel elektroniği ayırarak irdelemeden önce genel olarak elektronik
sanayinin bu dönem içindeki gelişimine değinmek gereklidir. Bu gelişimi sanayinin
üretim yapısı, yoğunlaşma düzeyi, yabancı sermaye oranı, üretim değeri, ihracat ve
ithalat durumu üzerinden değerlendirecek, sonra endüstriyel elektronik ve diğer alt
sektörler bazında yoğunlaşacağız.

Elektronik sanayi, ele aldığımız dönemin ikinci yarısında en çok büyüyen ikinci
sektör konumundadır (Capital Dergisi, 1 Ekim 2006, Son 5 Yılın Şampiyonları). Sanayi,
2000–2005 yılları arasında cirosunu yüzde 186 artırarak 8 milyar dolara çıkarmıştır.
İncelediğimiz dönemi belirleyen 2001 krizi sonrası yaşanan bu gelişme elektronik
sektörünü odak noktasına koymayı önemli hale getirmektedir.

DPT verilerine göre, 2004 yılında 31 000 kişilik istihdama sahiptir ve reel
sektörler arasında önemli yer işgal etmektedir (DPT, 2007, s.13). 2004 yılı verilerine
göre, elektronik sanayine kayıtlı 500 firma bulunmaktadır. 2004 yılında elektronik
sanayinde çalışan 31300 çalışanın, 11 bini tüketici elektroniğinde, 10 bini Telekom
cihazları alt sektöründe, 1600’ü bileşenler alt sektöründe, 3000’i diğer profesyonel
endüstri cihazlarında, 3700’ü ise Askeri elektronik sektöründe çalışmaktadır. Yani
istihdamın %35’i tüketici elektroniğinde, %32’si Telekom alt sektöründe, %12’si askeri
elektronik alt sektöründe, buna karşılık yalnızca %5’i bileşenler alt sektöründe
çalışmaktadır. Geri kalan %9,5 bilgi işlem cihazları alt sektöründedir. Burada Telekom
alt sektörü, servis sağlayıcıları da kapsamaktadır (DPT 2007). Elektronik sanayindeki
yoğunlaşmayı göstermesi açısından bu sanayinin 16 büyük şirketi, toplam 21 200
çalışanı istihdam etmektedir.

TESİD verilere göre elektronik sanayinin üretim, ithalat ve ihracat durumu


incelediğimiz dönem içinde şöyle gelişmiştir:

349
12

10

8
Milyar USD

ÜRETİM
6 İTHALAT
İHRACAT
4

0
1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006
Yıllar

Grafik 20. Elektronik Sanayi Üretim, İthalat ve İhracat Değerleri (Milyar USD)
Kaynak: TESİD.
Bu tablo ve grafiğin gösterdiği, dönemin ikinci yarısında elektronik sanayi
üretimindeki yükseliştir. Üretim bütün dönem boyunca değer olarak yükselmiş, ancak
2001 krizi nedeniyle sekteye uğrasa da kısa sürede daha hızla yükselmeye başlamıştır.
İhracatın yükselmesine karşın ithalat da yükselmiştir. Elektronik sektörünün iç pazarı,
1997 yılında 5,7 milyar dolar iken 2000 yılında 8,1 milyar dolara çıkmıştır. Ancak 2001
kriziyle birlikte 4,6 milyar dolara (2002) kadar düşen iç pazar, 2005 yılında tekrar hızlı
biçimde yükselerek 15,5 milyar dolara çıkmıştır. 1997 yılında bu iç pazarın %25’i ülke
içi üretim tarafından karşılanmakta iken, bu oran 2001 yılına kadar düşmeye devam
etmiştir (%16). 2001 krizi, üretimin neredeyse tamamının ihracata yönelmesine yol
açmıştır, iç pazar büyürken, 2002’de bunun ancak %5,5’u yerli üretimle karşılanmıştır.
Ancak bu yıldan sonra bu pay artışa geçebilmiştir. 2005 yılında genişleyen iç pazarın
%25,5’u, 2006 yılında ise %28’i ülke içi üretim tarafından üretilen ürünlere aittir. Bu
oranlar genişleyen elektronik sanayi iç pazarı koşullarında, ülke içi üretimin bu
genişlemeye ne kadar hakim olduğunu göstermektedir. İncelediğimiz dönemin
tümünde elektronik sanayi iç pazarına ithal ürünler hakimdir ve bu pazar değer
olarak yaklaşık iki kat büyümüştür.

1997 yılında üretimin %40’ı, 2001 krizinin ardından ilk yıl üretimin %90,5’u
ihracata yönelmiştir. Bu oran gerilemektedir; 2006 yılında ancak 1998 seviyesindeki
değerine (%54) gelebilmiştir. 2001 krizi sonrası, krizin etkisiyle ücretlerdeki kayıp,
devalüasyon nedeniyle ülke içi pazarın daralması, üretimdeki artışı engellememiş,

350
krizden sağlam çıkanlar açısından üretim ihracata yönelmiştir. Burada döviz
kurunun genel etkisini tekrar hatırlamak gerekiyor. 2001 krizi sonrası yaşanan
devalüasyon ile birlikte TL’nin değeri düşmüş, girdi değerleri yükselmiştir. 2001 krizi
reel ücretler üzerindeki baskının daha da sıkılaşmasını, işten çıkarmaları getirmiştir.
Kriz sonrası TL’nin görece değerlenmesi ile birlikte girdi fiyatları görece düşmüştür,
ancak sermaye açısından reel ücretlerdeki baskı devam etmiş, üstelik buna yeni iş
yasası, sosyal güvence ve istihdama dair düzenlemeler de eklenmiştir. 2001 krizindeki
keskin düşüşünün ardından TL’nin değerlenmesinin girdiler üzerinde getirdiği
rahatlamanın yanında reel ücretlerdeki baskı devam etmiş, dış pazarlardaki fiyat baskısı
yüzünden işçilik maliyetleri olarak görülen bu alana baskı daha fazla artmıştır. TL’nin
değerlenmesi ürün fiyatlarının yükselmesi anlamına gelir, dış pazarlarda fiyat rekabeti
açısından maliyeti düşürebilmek için düşen girdilerin yanında emek üzerindeki baskı
disiplini korunmuştur. Bunun yanında imalat sanayinin ihracata yönelmiş kesimleri
açısından, ölçek ekonomisinin etkinliği de gözetilerek makinalaşma ve yeni emek
örgütlenmeleri ile verimliliğin yükseltilmesi yöntemleri benimsenmiştir. Benzer bir
uygulama, alt sektörleri temelinde ayrıntılı inceleyeceğimiz elektronik sanayinde de
yaşanmıştır.

Şimdi elektronik sanayini kendi gruplandırmamız açısından inceleyebiliriz.


Bunun için TESİD’in alt bileşenlere dair ayrıntılı yayınladığı verileri kullanacağız:250
Tablo 42 E le ktronik Sanayi i Üretim M i ktarı

Elektronik Sanayii Üretim Miktarı (Bin USD)


Sıra No: Alt Sektör Grupları YILLAR
1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Bileşenler Alt
1 165.000 136.000 88.400 105.000 125.000 225.000 300.000
Sektörü
2 Tüketim Cihaz. Alt Sektörü 1.296.924 1.364.857 1.385.000 1.921.500 2.410.500 4.293.500 4.725.000
3 Telekom Cihaz. Alt Sektörü 841.000 924.000 935.000 952.210 912.000 975.000 1.250.000
4 Diğer Prof.&End Cihaz Alt Sekt. 335.000 340.000 305.000 350.000 415.000 650.000 965.000
5 Askeri Elektr. Cih.Alt Sektr. 210.450 215.500 204.000 240.000 278.950 433.400 450.000
6 Bilgisayar Cih. Alt sektörü 160.000 200.000 205.000 215.000 236.280 427.740 460.000
TOPLAM 3.008.374 3.180.357 3.122.400 3.783.710 4.377.730 7.004.640 8.150.000
Kaynak TESİD, İMMİB, TUİK.

250
Bu veriler, büyük oranda DPT Raporu, TESİD ağ sayfasından alınmıştır. Ayrıca benzer veriler 2005
yılı tahmini değerlerine kadar şu makalede de bulunmaktadır: (Ulutaş, 2007).

351
Bu değerleri kendi bölümlememize göre toplulaştırırsak, bu dönem içindeki
üretim ihracat ve ithalat değerlerini elde ederiz. Önce üretim değerleri açısından
inceleyelim.

5.000.000
4.500.000
4.000.000
3.500.000 Endüstriyel Elektronik
3.000.000
Bin USD

Tüketim Cihaz. Alt


2.500.000
Sektörü
2.000.000
Askeri Elektr. Cih. Alt
1.500.000 Sektr.
1.000.000
500.000
0
1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yıllar

Grafik 21. Elektronik Sanayi Alt Gruplarının Üretim Değerleri (1999-2005)


Endüstriyel elektronik üretimi 1999 yılında 1,5 milyar dolardan 2005 yılında 3
milyar dolara çıkmıştır. Bu alt grup en büyük artışını 2004 ve 2005 yıllarında elde
etmiştir. Ancak tüketim elektroniği 1999 yılında 1,3 milyar dolar değerindeki üretimini
2005 yılında 4,7 milyar doların üstüne çıkarmıştır. Bu alt grup da en büyük artışını 2004
ve 2005 yılında, yani 2001 krizinden toparlanarak çıktıktan sonra gerçekleştirmiştir.
Görüldüğü gibi tüketim cihazları üretimi elektronik sanayindeki en büyük
yükselişi gerçekleştiren, dönem sonunda endüstriyel elektroniği de geride bırakan
sektördür. Ancak ileride ayrıntılı inceleyeceğimiz gibi, endüstriyel elektronik
sektöründeki niceliksel artış da bu dönem içerisinde nitelik değiştirmiştir. Telekom
cihazları üretimi eski ağırlığını kaybederken, profesyonel endüstriyel cihazlar
üretimi ağırlığını eskisine görece olarak yükseltmiştir. Dönem içinde askeri
elektronik sanayi ise, 210 milyon dolardan 450 milyon dolara yükselmiştir. Artış önemli
bir artıştır ancak elektronik sanayindeki payı küçüktür. Öyleyse 1999–2005 arasında 3
milyar dolardan 8 milyar doların üstüne çıkan elektronik sanayindeki en önemli artış,
tüketim elektroniği üretimindedir. Bundan sonra, endüstriyel elektronik gelmektedir; ki

352
bu gruptaki artışta ağırlığı telekomun yerine profesyonel endüstriyel cihazlardaki artış
almıştır.

Aşağıdaki şekil, alt grupların elektronik sanayi içindeki yüzde paylarının yıllara
göre değişimini göstermektedir.

100%

80%

60% Askeri Elektr. Cih. Alt Sektr.


Tüketim Cihaz. Alt Sektörü
40% Endüstriyel Elektronik

20%

0%
1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Yıllar

Grafik 22. Alt Gruplandırmanın Elektronik Sanayi İçinde Yüzde Payı


Endüstriyel elektroniğin toplam elektronik sanayi üretimi içindeki payı 1999
yılında %50’den 2005 yılında %36,5’a düşmüştür. Buna karşılık tüketim elektroniği
payını %43’den %60’lara çıkarmıştır. Askeri elektronik sanayinin payı ise aynı yıllar
içerisinde %7’den %5,5’a düşmüştür. Elektronik sanayi üretimi içinde tüketim
elektroniğinin son yıllardaki parlak yükselişini, endüstriyel elektroniğin ise mütevazi
yükselişini gördükten sonra, endüstriyel elektroniğin alt bileşenlerini ayrı ayrı
inceleyelim.

353
100%

80%
Bileşenler Alt Sektörü

60% Telekom Cihaz. Alt Sektörü

Bilgisayar Cih. Alt sektörü


40%
Diğer Prof.& End. Cihaz Alt
Sekt.
20%

0%
1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

Grafik 23. Endüstriyel Elektronik Üretiminde Bileşenlerinin Yıllara Göre Yüzde Payları
Endüstriyel elektroniğin toplam üretimi, 2001 yılına kadar tüketim
elektroniğinin biraz üstünde iken, bu tarihten sonra tüketim elektroniğinde kayda değer
bir yükseliş olmuş, endüstriyel elektroniğin toplam üretimini geçmiştir. Üretim
açısından endüstriyel elektroniğin ağırlıklı bileşenini telekomünikasyon cihazları
üretimi oluşturmaktadır. Bu alt sektörün endüstriyel elektronik içindeki payı 1999’da
%56 iken, 2001 krizinden sonra bu pay azalmaya başlamıştır, 2005’te %42’ye kadar
inmiştir. Buna karşılık Profesyonel Endüstriyel cihaz üretiminin payı 1999’da %22’den
2005 yılında %32’ye kadar yükselmiştir. Endüstriyel elektronik üretiminde daha sonraki
pay bilgisayar üretimidir. Bilgisayar üretimi 1999’da endüstriyel elektroniğin %11’ine
yakın oranını oluştururken, 2005 yılında bu pay, %15’i geçmiştir. Bileşen üretiminin
payı ise 1999 yılında %11 iken krizle birlikte %6’lara kadar düşmüş, 2005 yılında ancak
%10’a gelebilmiştir. Dönem içerisinde endüstriyel elektronik özellikle ikinci yarıda
önemli bir artış göstermiştir. Bu oranlar bu artışla birlikte değerlendirilmelidir. Buna
göre, endüstriyel elektroniğin büyük bir oranını oluşturan Telekom cihazları
üretimi düşmektedir. Profesyonel endüstriyel cihazlar üretimi yükselmektedir.
Bileşenler elektroniğinin durumu genel artışa karşın oran olarak düşme
göstermektedir ki bu ileri-geri bağlantı açısından daha da kötüdür. Tüketici
elektroniğindeki yüksek artışa ya da diğer alt sektörlerdeki artışa karşın bu
sektörlere girdi sağlayan bileşenler alt sektörü artmamakta aksine payı
düşmektedir. Bu da Türkiye’de bileşenler sektöründe incelediğimiz dönemde önemli

354
bir gelişme olmadığını, geri bağlantı olarak bileşenler sektörünün gelişmediğini
göstermektedir. Yani parlak bir biçimde, sermaye yoğunlaşması yüksek düzeyde ve
yerli sermayeyle gelişen tüketici elektroniği, yeri bileşenleri kullanmamaktadır.
Elektronik sektöründe ana-yan sanayi ilişkisi, tüketim elektroniği sektörünün geri
bağlantıları zayıftır.

İncelediğimiz dönem dış ticaretin hacim olarak önemli oranda büyüdüğü bir
dönemdir. Elektronik sanayinin bu dış ticaret içindeki payı ise şöyledir: dönemin ikinci
yarısında, 2000 yılında elektronik sanayi ithalatı 6,6 milyar dolara yakınken, toplam
ithalatın %12.2’sini oluşturmaktadır. 2005 yılında elektronik sanayi ithalatı 11 milyar
dolara yaklaşmıştır ve toplam ithalatın %9,3’ünü oluşturmaktadır. İhracat açısından
2000 yılında 1,4 milyar dolar olan elektronik sanayi ihracatı, toplam ihracatın %5,1’ini
oluşturmaktadır. 2005 yılında sektörün ihracatı 4 milyar dolara yükselmiştir, toplam
ihracatın %6,1’idir. Görüldüğü gibi elektronik sanayinin ithalattaki payı incelediğimiz
dönem içinde azalma gösterse de onda bir civarındadır. Buna karşılık ihracattaki payı
%5’ten %6’a yükselmiştir.

Elektronik sanayi içinde ele aldığımız alt sektörlerin dış ticareti ise şöyle
gelişmiştir:

Tablo 43 Ele ktro nik Sanayi Ürü n İt hal atı

Elektronik Sanayi Ürün İthalatı (Değer Olarak 1000 ABD $)

1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005


Endüstriyel Elektronik 5.030.836 6.053.439 3.716.984 4.033.118 5.428.053 7.948.403 9.778.425
Tüketim Cihaz. Alt
420.049 523.691 401.978 405.666 617.070 991.736 1.056.873
Sektörü

TOPLAM 5.450.885 6.576.530 4.118.332 4.438.784 6.045.103 8.940.139 10.835.268

Kaynak TESİD. İMMİB, TUİK (Askeri Elektronik sanayi ithalat değerleri TESİD verilerinde
yoktur.)
Elektronik sanayi geneline kıyasla, ithalat üretimin üstünde seyretmekte ve hızla
artmaktadır. Üstelik bu ithalatın ağırlıklı payını endüstriyel elektronik almaktadır.
En yüksek pay, bileşenler alt sektörünün ithalatınındır, ondan sonra Diğer
Profesyonel endüstriyel cihazlar alt sektörü, Telekom ve bilgisayar alt sektörü
gelmektedir. Bu seyir incelediğimiz dönemde pek fazla değişmemiştir. Elektronik
sanayinde ithal edilen her 10 üründen kabaca 9’u endüstriyel elektronik ürünü olmuştur.

355
Üretimin artışı ile birlikte gerekli endüstriyel elektronik ihtiyacının iç pazardan çok dış
pazardan karşılanması da hızlanmış gözükmektedir. Bunun sonuçları, Türkiye’deki
üretim yapısının önemli düzeyde teknolojisini belirleyen endüstriyel elektroniğin ülke
içi üretimden sağlanmıyor olmasıdır. Makina, otomasyon, bilişim, mikro elektronik,
uygulamaya özgü mikro elektronik (ASİC) gibi üretim yapısının teknolojik düzey
olarak belirleyici merkezinde yer alan girdiler, geri bağlantı olarak ülke içinden
karşılanmamaktadır. Bu ise teknoloji açısından ülke içi üretimin sınırlılığını,
bilimsel üretimin merkezi düzeydeki araştırma-geliştirme ve teknoloji üretiminin
ülke dışında yapıldığını göstermektedir. Üretimdeki gelişmenin, içeride endüstriyel
elektronik sektöründen alınacak girdilerin üretimini ne kadar sağlayacağını belirlemek,
uzun vadeli bir gözlem çerçevesini gerektirmektedir. Ancak üretimin artış hızı, aynı
malların ithalatının artış hızından daha fazladır. Cari değerdeki, fiyatlandırmalardaki
değişmelerin ve ithalatın bileşimindeki farklılaşmaların yaratacağı yanılgıyı hesaba
katarsak bile, bu üretimin girdi olarak içeride üretilen endüstriyel elektronik ürünlerine
duyduğu ihtiyacı ve bu ihtiyacın karşılanması yönündeki zayıf da olsa itilimi
göstermektedir.

İncelediğimiz dönemde elektronik sanayinde ihracatın gruplara göre gelişimi


şöyle gerçekleşmiştir:
Tablo 44 Ele ktro ni k Sanayi Ürü n İ hracatı

Elektronik Sanayi Ürün İhracatı (Değer Olarak 1000 ABD $)


1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Endüstriyel Elektronik 598.994 640.967 773.045 818.221 844.672 1.060.031 1.306.089
Tüketim Cihaz. Alt
780.739 873.116 904.307 1.570.902 1.937.886 2.913.488 3.083.900
Sektörü

Askeri Elektr. Cih. Alt


65.800 28.200 19.400 22.405 50.521 55.810 55.500
Sektr.
TOPLAM 1.445.533 1.542.283 1.696.752 2.411.528 2.833.079 4.029.329 4.445.489
Kaynak TESİD. İMMİB, TUİK.

Dönem içinde ihracat 3 kat artmıştır. Endüstriyel elektroniğin ihracattaki payı ise
1999–2001 arasında %42–45 arasında iken dönemin ikinci yarısında %26–30 düzeyine
inmiştir. Aynı şekilde askeri elektroniğin ihracattaki payı %5’den %1’e inmiştir. Buna
karşılık dönem içinde tüketim cihazları ihracatının toplam ihracata oranı, %54’ten
%70’ler düzeyine yükselmiştir. İhracatın bileşimi, tıpkı üretimin bileşimi gibi
tüketim elektroniğine doğru kaymaktadır; bu anlamıyla incelediğimiz dönemde,

356
özellikle ikinci yarısında elektronik ihracatında belirleyici olan tüketim
elektroniğidir.251 1999–2005 arasında renkli televizyon ihracatının ortalama yıllık artış
oranı %28,5’tur ve bu çok büyük bir artıştır (DPT 2007, 31).

1999 yılında endüstriyel elektronik üretiminin %40’ı ihraç edilmekteydi, bu oran


2001 yılına kadar yakın bir düzeyde kalırken, 2001–2003 yılları arasında üretimin yarısı
ihraç edilmeye başlanmıştır. 2005 yılında bu oran %44’e inmiştir. Buna karşılık 1999
yılında tüketim elektroniği üretiminin %60’ı dış pazara yönelik gerçekleşmişteyken, bu
oran 2002–2003 yıllarında %80’e çıkmış, daha sonra düşerek %65’lere gerilemiştir.
Tüketim elektroniği üretiminin büyük bir kısmı ihracata gitmekte, dış pazara
üretilmektedir. Endüstriyel elektronik ise bu açıdan daha sınırlıdır.

3.3.3.3 Sanayinin ve Sektörün Yapısı, Yabancı Sermaye, Yoğunlaşma


Elektronik sanayinin geneli KOBİ niteliğindeki şirketlerden oluşmaktadır ancak
onun içinde en büyük payı oluşturan tüketici elektroniği sektörü ayrı nitelikler
göstermektedir: bu alt sektörde yoğunlaşma yüksek düzeydedir ve yabancı sermaye
oranı düşüktür; yerli şirketlerin hakimiyeti altındadır.252 Taymaz ve Yılmaz’ın
belirttiğine göre, tüketici elektroniği sektöründe 3 büyük üretici vardır. Arçelik, Beko ve
Vestel (İlk ikisi Koç Holding’in şirketleridir). Beko ve Vestel tüketici elektroniği iken
Arçelik bunun yanı sıra dayanıklı tüketim malları da üretmektedir. Bunların hiçbirinde
yabancı ortaklık yoktur. Üstelik yerli tedarikçi bağları çok zayıftır. Yani yerli yan
sanayileri oluşturulamamış durumdadır. Tüketici elektroniği üreticileri daha çok Doğu
Asya ve Avrupa ülkelerinden bu bileşenleri ithal etmektedirler. Yerli bileşen üreticisi
neredeyse yoktur ve bu üreticiler sadece bazı elektronik olmayan parçaları yerli
tedarikçilere üretmek üzere (outsource) bırakmaktadırlar (Taymaz ve Yılmaz, 2008,
s.14).

251
“… alt sektörlerle ilgili verileri incelediğimiz zaman, sektörün toplam üretiminde ve ihracatında
gözlenen olumlu gelişmelerin aslında neredeyse tamamen tüketim cihazları üretim ve ihracatındaki
artıştan kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır” (Yılmaz, 2007, s.47).
252
“Elektronik sektörü, ağırlıklı olarak küçük ve orta ölçekli şirketlerden oluşmaktadır. İSO’nun en büyük
500 sanayi şirketi sıralamasına, … elektronikten (ISIC 383 kodlu) sadece 16 şirket girebilmiştir. …
sıralamaya giren elektronik şirketlerinin üretimden satışları 7.6 milyar YTL’de kalmıştır. Elektronik
sektöründe… yabancı yatırım oranının düşük olmasıdır” (Yılmaz, 2007, s.45).

357
Bileşenler alt sektöründe bulunan şirketler, KOBİ niteliğindedir ve çok kısıtlı bir
istihdama sahiptirler. Bileşenler sektörü genelde yan sanayidir, mekanik bileşen gibi
yüksek teknoloji gerektiren ürünler ana sanayi şirketlerinin kendi tesislerinde
üretilmektedir (DPT, 2007, s.97). Bu alt sektörde yerli sermaye hakimdir. Diğer
sektörlerin yapısı da ayrıntılı incelemelerde tarif edilmektedir, ancak endüstriyel
elektroniği değerlendirmek açısından iki sektör önem kazanmaktadır: Telekom ve
profesyonel endüstriyel cihazlar üretimi. Telekom cihazları üretiminde KOBİ
niteliğinde şirketler ağırlıktadır, ancak büyük ölçekli yabancı ortaklı ya da tamamıyla
yabancılara ait şirketler de bulunmaktadır. Sektörün gelişimi bu büyük ölçekli şirketler
belirlemektedir. Yani GSM şirketleri ile Siemens, Netaş, Alcatel, Ericsson gibi büyük
ölçekli ve yabancı sermayeli şirketlerin yatırımları sektörün genelini belirlemektedir.
Profesyonel endüstriyel cihazlar alt sektöründe yer alan şirketlerin, büyük çoğunluğu
küçük ölçekli şirketlerdir (DPT, 2007, s.201). Bu alt sektörde yabancı sermaye oranı
çok azdır, olanlar da yabancı şirkete ait ana sanayi şirketinden dışarı verilen (outsource)
parçalara dair şirketlerdir.

Görüldüğü gibi genel olarak elektronik sanayi, yerli sermaye etkinliği altındadır.
Yabancı sermayenin en etkin olduğu alt sektör Telekom cihazları üreten alt sektördür.
Sanayinin genelinde sermaye yoğunlaşması yüksek değildir, küçük ve orta ölçekli
şirketlerden oluşmaktadır. Ana sanayi yan sanayi ilişkileri güçlü değildir. Sermaye
merkezileşmesinin en yoğun olduğu alt sektör tüketici elektroniği sektörüdür (Taymaz
ve Yılmaz, 2008). Genel olarak sanayi eşitsiz gelişmiş durumdadır, muhasebe ve bilgi
işlem makinaları ile elektronik bileşenler çok küçüktür. TV üretimi ise çok büyüktür.
TV radyo verici üretimi sadece iç pazara çalışan yabancı şirketlerin hakimiyeti
altındayken, TV radyo alıcısı ise dünya pazarları ile sıkıcı bütünleşmiş halde çıktısının
büyük bir kısmını ihraç etmektedir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.10).

3.3.3.4 Yatırım Teşvikleri, Ar-Ge Yardımları

2004 yılında elektronik sanayinin Ar-Ge harcamaları 133 milyon dolardır ve bu


toplam cironun % 1,11’idir (DPT 2007, s.30). TESİD’e göre, 2005 yılında Ar-Ge
harcamaları yaklaşık 180 milyon dolara, toplam cironun %1,9’una yükselmiştir.
“Türkiye genelinde bu oranın % 0,7 civarında olduğu düşünülürse elektronik sanayiinin
Ar-Ge çalışmalarına verdiği önem ortaya çıkmaktadır. Bu rakam sadece özel sektörün

358
Ar-Ge harcamasıdır, kamunun harcamaları dâhil edilmemiştir” (TESİD İnternet Sayfası).
Kamunun harcamaları, alt sektörleri incelediğimiz kısımlarda görülebileceği gibi
tümdevre gibi önemli konularda sürmektedir. Özellikle 1990’ların ortasından beri
büyümeye başlayan Ar-Ge destekleri elektronik sanayine yönelik olarak 2001 krizinden
sonra daha hızlı yükselmiştir. Bu harcamalar ile birlikte hesaba katıldığında elektronik
sanayine yönelik incelediğimiz dönemde Ar-Ge harcamaları dikkate değer derecede
yükselmiştir.

Elektronik sanayinin Ar-Ge harcamalarının imalat sanayinin genelinden oldukça


yüksek olduğu görülmektedir. Üstelik incelediğimiz dönemin son iki yılında görülen
artış temposu da ülke ölçülerine göre yüksektir. Bu dönemde tüketici elektroniğinde “çok
büyük bir üretkenlik artışı”nın gerçekleştiğini (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.13) göz
önünde bulundurursak, sanayinin en hızlı büyüyen bu sektörünün Ar-Ge harcamalarına
önemli bir katkıda bulunduğunu çıkarabiliriz. Büyüklük olarak diğer bir önemli katkı
ise Telekom alt sektöründen gelmektedir. Genel olarak telekomünikasyon cihazları
üretimi ve bu alanda teknolojik gelişme, üretim araçları niteliğini taşıyan endüstriyel
elektronik sektörü ve onun alt yapısı için can alıcı bir önemdedir. Üstelik Telekom alt
sektörü 1980’lerden sonra Ar-Ge harcamaları içinde giderek artan biçimde önemli bir
pay taşıyorlardı. Özellikle telekomünikasyon alt yapısının geliştirilmesi işlevinde Ar-Ge
gerekliliği bulunuyordu. Ancak incelediğimiz dönemin ilk yarısından itibaren Telekom
sektörünün Ar-Ge etkinliği eskisine görece olarak yükselme göstermemiştir.253

Telekomünikasyon alanı Ar-Ge harcamalarının elektronik sanayi içinde görece


yüksek olduğu bir alandır ancak jenerik (yani doğurgan, kök teknolojiler) teknoloji
geliştirme alanında zayıftır, dahası Fikret Yücel’in belirttiğine göre, bu zayıflık
incelediğimiz dönemin ilk yarısında 2000 yılında daha fazla artmıştır. Yücel, TUENA
adıyla anılan bu planın, devlet ve hükümet kurumlarının da katılımı ve direktifi ile
hazırlanmasına karşın yürürlüğe sokulmadığını belirtmektedir:

253
TTGV ve TESİD Yönetim Kurulu Başkanı Fikret Yücel şunu söylüyor: “Türkiye’de kullandığımız
‘infotelecommunication’ teknolojilerinin ürünlerinde bugün Türkiye’nin fikri mülkiyet payı %5
dolayındadır. Oysa bu pay geçmişte %20 idi. Olması gerekense %50’dir. ... Türkiye jenerik teknoloji
alanlarında inovasyon yeteneği kazanmak durumundadır. Ama, böylesi bir yeteneği
‘infotelecommunication’ teknolojileri alanında Türkiye’ye kazandırmayı amaçlayan Ulusal
Enformasyon Altyapısı Ana Plânı siyasi erk tarafından benimsenmemiş ve yürürlüğe konmamıştır”
(Aktaran Göker, 2000).

359
“Yoksa, siyasi erk, Dünya Bankası uzmanlarınca hazırlanarak 1993 yılında
yayımlanan ve Türkiye’yi yalnızca ‘infotelecommunication’ teknolojilerinin iyi bir
kullanıcısı haline getirmeyi amaçlayan Rapor’u mu benimsemiştir?” (Aktaran Göker,
2000).
Telekom alt sektörünün elektronik sanayi içindeki payı ağırlığını korusa da
dönemin ikinci yarısında diğer profesyonel endüstriyel cihazlar üretimindeki artış daha
fazla gerçekleşmiştir. Telekom sektörünün Ar-Ge harcamalarının yükselişindeki
azalma, hatta gerileme buna bağlanabilir. Ancak ileride göreceğimiz gibi 2001 krizinin
ardından toparlanma süreciyle birlikte TTGV, TİDEB’in dönemin sonlarına doğru
verdikleri Ar-Ge desteklerinde Telekom alt sektörü de önemli bir yer tutmaktadır.

Elektronik sanayine yapılan yatırım teşviklerini ise aşağıdaki tablolarla


irdeleyebiliriz. İlk olarak yatırım teşviklerinin büyüklükleri, ikinci olarak da hangi
türden teşvikler oldukları ile ilgileneceğiz.

Elektronik sanayi üzerine 2007 tarihli DPT raporu 1980 ile 2005 arasında
yatırım teşviklerinin büyüklüklerini, sabit yatırım, işletme sermayesi ve istihdam gibi
veriler üzerinden vermektedir (DPT, 2007, s.21). İlk göze çarpan, ele aldığımız
dönemde verilen belge sayısındaki artıştır. 1996–2004 yıllarında (9 yıl) toplam 169
belge verilmiştir. 1980 ile 1995 arasında (16 yıl) verilen belge sayısı ise 210’dur. Ele
aldığımız dönemin ilk yarısı en fazla belgenin verildiği dönemdir, 169 belgenin 130’u
bu dönemde verilmiştir. DPT raporu yatırım teşviklerinin değerini cari TL üzerinden
vermektedir. 1997–2004 yılları arasında toplam yatırım miktarları aşağıdaki tablonun
ilk satırındaki gibidir. Bu miktarların 1997=100 kabul edilerek endeks haline getirilmiş
hali, ikinci satırı oluşturmaktadır. Cari TL cinsinden yatırım miktarlarını daha önce
kullandığımız döviz sepeti endeksine (üçüncü satır) böldüğümüzde yatırımların döviz
kuru cinsinden ağırlığını bulmuş oluruz.254 En alttaki satır bu ağırlığı yani yatırımların
kur cinsinden endeksini vermektedir.

254
Döviz sepeti ve kullanılış biçimi için bkz. (Yükseler ve Türkan, 2006, s.75).

360
Tablo 45 E le ktronik Sanayi Yatırı m En deksi

Elektronik Sanayi Yatırım Endeksi


Yıllar 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004
Toplam
Yatırım
9023582 9643187 72179629 39499941 198531571 41544524 238893010 113304910
Cari
TL
Endeksi 100 107 800 437,7 2200,1 460,4 2647,4 1255,6
Döviz
100 171,7 268,8 377,8 731,4 923 991,5 986,6
Sepeti
Dövize
endeksli
100 62,24 297,58 115,87 300,81 49,88 267,01 127,27
Toplam
Yatırım

Görüldüğü gibi 1997=100 olarak alındığında teşvik verilen yatırım miktarı


1998’de 62’ye inmiş. Ancak 1999’da 300’e yaklaşmıştır. Bu dalgalı seyir 2001
krizinden sonra da gerçekleşmiştir. 2001’de 300 gibi yüksek bir seviyeye çıkan yatırım
endeksi 2002’de 50’ye inmiştir. Ancak 2003’te yine yükselmesine (267) karşın 2004’te
127’ye düşmüştür. Yine de 1997’ye göre bir yükseliş göstermiştir. Burada dikkat
edilmesi gereken 2001 devalüasyonunun ardından 2003 ve 2004 yıllarında TL’nin
değerlenme eğilimidir. Kur cinsinden yatırımlarda görülen göreli düşme, gerçekte
TL’nin değerlenmesi yüzünden aynı oranda değildir.

1980 ile 2005 yılları arasında elektronik sanayine verilen teşvik belgelerinin
türlere göre dağılımını gösteren tablo aşağıdadır. Bu tabloda, belge fonksiyonları
şöyledir:

I- Ar-Ge; II- Darboğaz Giderme; III- Entegrasyon; IV- Finansal Kiralama; V- Kalite
Düzeltme; VI- Komple yeni yatırım; VII- Modernizasyon; VIII- Nakil; IX-
Tamamlama; X- Tevsi; XI- Ürün çeşitlendirme; XII- Yenileme

361
Tablo 46 Elektroni k San ayi Yatırı m Teşvi k Belgelerin in Dağıl ı mı

1980-2005* Yılları Arasında Elektronik Sanayii’ne Verilen Yatırım Teşvik Belgelerinin


Fonksiyonlarına Göre Dağılımı (adet)

I II III IV V VI VII VIII IX X XI XII


1980 2 1
1981 1 1 2 1 1 1
1982 1 1 2
1983 1 3 2 2
1984 2 2 2 2 1
1985 3 3 2 4
1986 2 6 7 10
1987 1 6 3 2 6 1
1988 2 1 5 2 1 2
1989 2 1 4 4 3 1
1990 1 1 8 2 1 2
1991 1 2 9 4
1992 1 2 1 9 1 8
1993 2 2 2 15 2 2
1994 2 3 1
1995 4 2 5
1996 2 10 15
1997 1 1 6 2 1 4 1
1998 1 10 1 2 4
1999 1 20 1 1 9
2000 2 20 3
2001 1 7 4
2002 2 5 5
2003 5 5 2
2004 1 1 8 5
2005* 3 1 3

Kaynak (DPT, 2007, s.22) (* 2005 Eylül ayı sonu itibarıyla)


Tablonun gösterdiği en önemli veri, dönem içinde komple yeni yatırımların
çarpıcı bir oranda artmış olmasıdır, dönemin ilk yarısında çok büyük ağırlık
taşımakla birlikte tüm dönemi belirlemektedir. Öyle ki, bu türden yeni
yatırımlardaki bu düzeyde bir artış 1980’den beri ilk kez görülmektedir. 1992 ve
1993’te Gümrük Birliği’ne hazırlık ile artan bu türden yatırım teşvikleri, ele aldığımız
dönemin ilk yarısında çok büyük oranda artmıştır. 1995–2000 arasında 66 belge
alınmıştır, ki bu 1980 ile 1993 arasında alınan bu türden teşvik belgesinin toplam
sayısını geçmektedir. Komple yeni yatırımlara benzer bir örüntüyü tevsi yatırımlarda

362
da görmek mümkündür. Dönemin ilk yarısında kapasite genişletmek için yapılan (tevsi)
yatırımlarda daha öncekilere göre önemli bir artış vardır. 2003 yılında ilk kez ürün
çeşitlendirme teşvik belgesi alınmıştır.

Sektörün aldığı yatırım teşviklerinin tablosu böyleyken, TÜBİTAK-TİDEB ve


TTGV’nin elektronik sanayine yönelik Ar-Ge etkinliklerine verdikleri destekleri
incelemek için aşağıdaki verilerden yararlanabiliriz:

363
Tablo 47 E le ktronik Sektörüne verilen TÜB İTAK-Tİ DEB Ar-G e Destek T utarları

TÜBİTAK-TİDEB Tarafından Elektronik Sektörü Ar-Ge Faaliyetlerine Sağlanan Destek Tutarları


(Cari USD)

Teknoloji Alanı 2001 2002 2003 2004 2005*


Bilgisayar Bilimleri ve Teknolojisi 58,378 286,510 2,511,529 6,306,904
Güvenlik 57,206
Yazılım Mühendisliği 1,819 208,198 520,824 574,079
Veri Gösterimi ve Saklanması 19,833 37,593
Bilgi Depolaması ve Geri Kazanımı 5,754 86,766 46,532
Haberleşme ve Ağ Protokolleri 42,743
İnsan Bilgisayar Etkileşimi 46,764
Kontrol Mühendisliği ve Teknolojisi 16,109 73,933 39,189 243,073
Elektrik-Elektronik Mühendisliği 2,067,900
ve Teknolojisi
Elektronik Devreler 162,207 410,401
Manyetik Malzeme ve Aygıtlar 9,298
Güç Aygıtları (trafolar, reaktörler, 50,677 46,986
şalt teçhizatı v.b.)
Genelleştirilmiş Elektrik 19,297 39,176
Makinaları Kuramı ve Tasarımı
Güç Elektroniği 66,332 534,063
Aydınlatma Teknolojisi 19,741
Endüstri Mühendisliği ve 129,282
Yöneylem Araştırması
Enformasyon Sistemleri 98,097 48,935 178,238
Bilgi (Enformasyon) Sistemleri 674,584 2,962,202
ve Komünikasyon Teknolojisi
Telekomünikasyon Uygulamaları 505,977 1,163,702
(telefon, telgraf, ISDN, teleteks)
Santraller ve İlgili Teçhizat 95,414 605,827 457,656
Radar Teçhizatı, Sistemleri ve Uygula. 55,236
Uydu Haberleşmesi 43,871 52,851
Televizyon Teçhizatı, Sistemleri, 383,549 1,008,654
Uygula.
İşitsel Teçhizatlar ve Sistemler 66,028 104,749
Enstrümantasyon ve Ölçüm Teknolojisi 4,792 252,542
Otomatik Test ve Ölçüm Sistemleri 21,643 29,124
Elektriksel ve Manyetik Değişkenlerin 3,281 9,422
Ölçümü (Gerilim, Akım, Güç, Frekans,
Faz
Biyomedikal Ölçüm ve Görüntüleme 18,001
Askeri Devreler, Devre Elemanları, 319,866 1,151,825 1,385,450
Teçh.
Askeri Haberleşme 3,057,300 1,326,714
Radar ve İzleme Sistemleri 36,152 126,685 94,120
Elektronik Savaş 364,223 201,953
Teknoloji Alanı 2001 2002 2003 2004 2005*
TOPLAM 1,819 74,487 1,177,882 10,499,93 19,893,633
6
Kaynak (DPT, 2007, s.24-5) (* 2005 Kasım ayı sonu itibarıyla)

Özellikle incelediğimiz dönemin sonunda TÜBİTAK ve TİDEB’in elektronik


sanayine vermiş olduğu desteklerin hızla yükseldiğini görmek olanaklıdır. 2001 kriziyle

364
yükselen doların daha sonrasında değerindeki düşme yüzünden Ar-Ge harcamalarının
TL olarak değerindeki gerçek artış cari dolar fiyatlarındaki oranda değildir, bundan
biraz daha azdır; ancak yine de Ar-Ge harcamalarına verilen destek çarpıcı bir oranda
artmıştır. Özellikle 2004 ve 2005 yıllarında elektronik sanayindeki Ar-Ge faaliyetlerine
yüksek oranda destek sağlanmıştır. Elektronik sanayi içinde en yüksek destek verilen
alanlar sırasıyla şöyledir: Bilgisayar Bilimleri ve Teknolojisi, Elektrik-Elektronik
Mühendisliği ve Teknolojisi, Bilgi (Enformasyon) Sistemleri ve Komünikasyon
Teknolojisi, Televizyon Teçhizatı, Sistemleri, Askeri Devreler, Devre Elemanları,
Askeri haberleşme. Görüldüğü gibi, 2002 yılında 100 bin doları bulmayan Ar-Ge
destekleri, bir yıl içinde 1 milyon doları, iki yılda 10 milyon doları geçmiştir. 2005
yılında ise 20 milyon dolara yaklaşmıştır. TİDEB, verdiği bu desteklerle, projelerin
belirli bir oranını desteklemiştir. Aynı raporun hesaplamalarına göre, Ar-Ge için
TÜBİTAK’a önerilen projelerin toplam büyüklükleri, 2001 yılında ancak 8 bin dolara
yaklaşırken, 2004 yılında 18 milyon doları geçmiş, dönemin sonunda 2005 yılında ise 40
milyon dolara yaklaşmıştır. Proje büyüklükleri dönemin ikinci yarısında çok büyük bir
artış göstermiştir.

Verilen desteklerin miktarlarını teknoloji alanlarına göre büyükten küçüğe


sıralarsak, ilk sırada Bilgisayar Bilimleri ve Teknolojisi (9 milyon dolar) gelmektedir.
Daha sonra Askeri haberleşme (4,3 milyon dolar) gelir. Bu Ar-Ge harcamaları dönem
içinde üniversitelerle (özellikle ODTÜ ile) birlikte çalışan ASELSAN ve TSK’nın telsiz,
kriptolama sistemlerinin gelişiminde kendisini göstermiştir. Aynı alana ait Askeri
Devreler, Devre Elemanları (2,7 milyon dolar) harcamaları ise ileride ayrıntılı
anlatacağımız tümdevre üretimine dair TÜBİTAK UEKAE ile yapılan çalışmalar ile
ilgilidir. Bundan sonra yaklaşık 3,5 milyon dolar destek ile Bilgi (Enformasyon)
Sistemleri ve Komünikasyon Teknolojisi gelmektedir. Elektrik-Elektronik Mühendisliği
ve Teknolojisi (2 milyon dolar), Telekomünikasyon uygulamaları (1,6 milyon dolar)
bunları izlemektedir. Santraller ve ilgili teçhizat (1,1 milyon dolar) konusunda yapılan
Ar-Ge desteği de göz önünde bulundurulduğunda, telekomünikasyon teknolojisi alanında
alınan desteklerde bu sektörde etkin olan yabancı ortaklı şirketlerin, örneğin NETAŞ’ın
Ar-Ge çalışmalarının etkisi olmalıdır. Görüldüğü gibi Televizyon Teçhizatı,
Sistemleri’ne verilen Ar-Ge desteği 1,38 milyon dolar değerindedir ve özellikle son iki
yılda verilmeye başlanmıştır. Dönemin sonuna doğru TV sistemlerine verilen Ar-Ge

365
destekleri 2004 yılında 380 bin dolardan 1 milyon doların üstüne çıkmıştır. Bu da birkaç
büyük yerli şirketin hakim olduğu TV üretiminde Ar-Ge çalışmalarının etkinliğinin
arttığını göstermektedir. Daha ileride elektronik sanayi açısından önemi tekrar gündeme
gelecek olan yazılım alanına dönemin ikinci yarısında verilen toplam Ar-Ge desteği
yaklaşık 1,3 milyon dolara yakındır ve bu 2003–2005 yılları arasında artış göstermiştir.
İleride görüleceği gibi bu alandaki şirketler endüstrinin geneline göre sermaye birikimi
henüz küçük olan şirketlerdir; yazılımın Ar-Ge projelerindeki tablosu Vestel gibi ana
sanayi şirketleri açısından Ar-Ge harcamaları payını yansıtmaktan çok, bu küçük
şirketlerin paylarını yansıtmaktadır. Proje büyüklüğünün belirli bir oranına destek
verildiği gözetilirse, bu küçük şirketlerin de son yıllarda yazılım yönünde kendi
boyutlarına oranla büyük ve önemli Ar-Ge harcamalarına giriştikleri düşünülebilir.

DPT raporunun aktardığı gibi bu, TİDEB’in projelere verdiği destektir,


TÜBİTAK da kendi bütçesinden şirketlere ayrı destek verebilmektedir. Bu nedenle bu
tablo Ar-Ge’ye verilen desteğin mutlak büyüklüğünü göstermekten uzaktır; ancak bu
destekteki artış eğilimini yansıtmaktadır. DPT raporunda TTGV’nin 1993–2005 yılları
arasında Elektronik sektörüne verdiği Ar-Ge desteklerinin, elektrik/elektromekanik ile
enformasyon gibi iki alandaki dökümleri bulunmaktadır (DPT, 2007, s.25). TTGV proje
büyüklüğünün yarısı kadar destek vermektedir. Desteklenen proje sayısında ve
büyüklüklerinde özellikle incelediğimiz dönemde önemli artışlar olmuştur. Daha önce
her bir alanda desteklenen proje sayısı tek haneli rakamlarla ifade edilirken, 2000
yılından itibaren her yıl 10 ile 22 arasında değişen proje desteklenmiştir. Aşağıdaki
grafik projelere verilen desteklerin iki alana dağılımını ve toplamı vermektedir.

366
12

10
Elektrik/Elektromekanik
8
Milyon Dolar
TTGV Desteği
Enformasyon TTGV
6
Desteği
4 Toplam TTGV Desteği

0
93

94

95

96

97

98

99

00

01

02

03

04
19

19

19

19

19

19

19

20

20

20

20

20
Yıllar

Grafik 24. TTGV 'nin Elektronik Sanayinde İki Alana Desteği (1993–2004)
Görüldüğü gibi elektronik sanayine verilen destek 1996 ve 2000 yıllarında iki kez
tepe yapmış, ilkinde 9 milyon doları (1996), ikincisinde ise 10 milyon doları (2000)
geçmiştir. Daha önemlisi, ele aldığımız dönemin ikinci yarısında TİDEB desteklerinde
olduğu gibi TTGV desteklerinde de önemli bir artış vardır. 1996 yılında desteklerdeki
artış, Gümrük Birliği’ne hazırlanma ve kapasite oluşturma ile açıklanabilir.
Dönemin ikinci yarısındaki ise, yerleşmiş bir sürecin Ar-Ge harcamalarına
yönelmesi gibi gözükmektedir. İlk tepe noktası dönemine kıyasla ikinci tepe noktası ve
sonrasında proje sayıları da oldukça çarpıcı biçimde artmıştır.

Bu bölümde görüldüğü gibi, dönemin ilk yarısı yatırımlardaki canlanma


açısından ikinci yarısı ise Ar-Ge harcamalarına ve belirli teknoloji alanlarına
yönelik destek açısından önemli gelişmelerin yaşandığı dönemler olmuştur.
1990’ların ortasının Ar-Ge destekleri için bir dönüm noktası olduğunu daha önce
belirtmiştik. 2001 krizi sonrası büyük şirketlerin, yerli ve yabancı ortaklarla birlikte
girdiği projelerde daha fazla Ar-Ge destekleri kullanması, özellikle otomotiv, elektronik
sektöründe sık görülmeye başlanmıştır.

Genel olarak elektronik sanayini, onun bir parçası olarak endüstriyel


elektroniğin gelişimini irdeledikten sonra, üretim yapısındaki ve teknolojik düzeydeki
gelişimi daha iyi irdeleyebilmek için alt sektörlerin durumunu daha yakından incelemek
gereklidir.

367
3.3.3.5 Endüstriyel Elektroniğin Alt Sektörleri:

3.3.3.5.1 Tüketim Cihazları Alt Sektörü:

Bu alt sektörde, renkli televizyon, ses cihazları, video, yazar kasa, elektronik
hesap makinaları, videokasetleri TV uydu alıcıları ve anten santralleri, elektronik tartı
ve cihazları üretilmektedir. Televizyon üretimi, özellikle incelediğimiz dönemde,
1995’lerden sonra patlama yapmış, 10 yılda 10 kata yakın artmıştır. Çıktının büyük bir
kısmını renkli televizyon oluşturmaktadır (Çakır, 2004). 1995’te 1,8 milyon renkli TV
üretilmekteyken, bu sayı 2004’te 20,4 milyon adete çıkmıştır. Ancak ileride
anlatacağımız gibi 2005’ten sonra gelişen yeni televizyon teknolojilerine yönelmede
gecikme ile birlikte üretim düşüşe geçmiştir. Sektörün üretiminde ve ihracatında ilk
sırayı ve belirleyiciliği renkli televizyonlar almaktadır. Bu nedenle tüketici elektroniğin
gelişiminde renkli televizyon üretiminin incelediğimiz dönemdeki evrimine özel bir
önem verilecektir.

Bu dönemde Tüketici elektroniğini özetleyen ana gelişmeyi Taymaz ve Yılmaz


belirtmektedir. Bu alt sektör birkaç büyük yerli şirketin hakimiyeti altındadır. “…
coğrafi yakınlık, verimli ülke içi emek ile piyasanın teknolojik olarak olgun ve
korunaklı olan CRT renkli televizyon segmentine yoğunlaşmış olması sayesinde Avrupa
pazarında rekabetçi hale gel”miştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008).

Tüketici elektroniğinde ithalat Güney Kore gibi geç kapitalistleşen ülkelerden


yapılmakta, ihracat ise erken kapitalistleşmiş ülkelere doğru gerçekleşmektedir.
İthalatın oranı 2005’e kadar artmıştır. 1990’da bileşenler ithalatının üçte biri geç
kapitalistleşen ülkelerden iken 2005’de bu oran %47’ye yükselmiştir. Televizyon
ürünlerinin büyük bir kısmını erken kapitalistleşmiş ülkeler almaktadır (1990’da %90,
2005 %95). Türkiye giderek artan biçimde geç kapitalistleşen ülkelerden
elektronik bileşen ve bazı büro ve bilgi işlem cihazı ürünleri ithal etmektedir; nihai
ürünleri ise erken kapitalistleşmiş ülkelere (temel olarak AB’ye) satmaktadır
(Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.12).

Yine Taymaz ve Yılmaz’ın bulgularına göre, üretkenlik düzeyi Türkiye’de tüm


diğer Doğu Avrupa ülkelerini ve İspanya’yı önemli ölçüde geçmektedir. AB ülkelerinin
(İngiltere ve Almanya) biraz üstünde ya da eşittir. “Hızlı sanayileşen ülkelerin (Kore ve

368
Singapur)” ise üstündedir. Taymaz ve Yılmaz’a göre, Türkiye’de tüketici
elektroniğinde 1990’ların ikinci yarısından sonra çok büyük bir üretkenlik artışı
gerçekleşmiştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.13). Göreli ücret maliyetleri ise doğu
Avrupa ülkelerinden yüksek, ancak AB ülkeleri ve Kore ile Singapur’dan önemli
oranda düşüktür. Türkiye’nin AB’ye ihracatının böyle artmasının nedeni budur; diğer
bir neden pazarlara yakınlıktır (Çakır, 2004, s.12).255

DPT Elektrik ve Elektronik Makinalar Sanayii Özel İhtisas Komisyonu raporuna


göre, incelediğimiz dönem içinde tüketici elektroniği alt sektöründe temelde kapasite
artırımına yönelik yatırım yapılmıştır. Rapor, bu alt sektördeki yatırımların verimlilik ve
kalite artırımına yönlendirilmesi gerektiğini belirtmektedir (DPT, 2007, s.39).

Kapasite artırımına yönelik yatırımların belirleyici olduğunu söyleyen aynı rapor


TV üreten şirketler hakkında daha ileride (s.153) şunu da söylemektedir:

Avrupa’da başta Japon markaları olmak üzere dünyanın


bilinen bütün A brand markalara ODM bazlı renkli televizyon üretimi
Türk firmalarınca yapılmaktadır. Türk televizyon üreticileri artık
sadece üretim kapasiteleri ile değil, kendi şasesini tasarlayan,
dizaynını geliştiren departmanları, yazılımları ve dünyaya yayılmış
AR-GE, satış ve satın alma şirketleriyle faaliyet göstermekte ve fark
yaratmaktadırlar.

Açıktır ki, kamu harcamaları gibi büyük yatırımların ortadan kalktığı 1980
sonrası dönemde, sermaye birikimi için önemli bir gösterge olan yatırımların
incelenmesi, bu yatırımların niteliği üzerine değerlendirmede bulunmak da daha uygun
verilerle ve dikkatle yapılmak zorundadır. Devletin kamu harcamaları bireysel
sermayelerin kapasitelerinin üzerinde, onların sorunlarına çözüm bulma yönünde
önemli harcamalar idi ve büyük bir pay kaplıyorlardı. Ancak kamu harcamalarının
payının ülke ekonomilerinde azaldığı bir dönemde, sermayenin gelişimini incelemek
için benzer bir düzeyi beklemek, bu düzeyi ölçü almak hata olacaktır.

3.3.3.5.1.1 Geri Bağlantıları Açısından Tüketim Elektroniği

255
Göreli maliyetlerin Doğu Avrupa ülkelerinde daha düşük olması ve Avrupa pazarına yakınlık avantajı
dönemin ikinci yarısından itibaren bu ülkelerde otomotiv, elektronik vb. sektörlerde fabrikalar kurmak
üzere yabancı yatırımların artmasına yol açmıştır.

369
Tüketim elektroniğinin lokomotifi televizyon üretimidir. Tüketim elektroniğinin
geri bağlantılarının ne durumda olduğunu anlamak için televizyon üretiminde
bileşenlerin maliyet paylarına ve bu bileşenlerin nereden sağlandığına bakılabilir. DPT
raporuna göre (2007, s.102), televizyon üretiminde geri bağlantıları oluşturan bileşenler
şunlardır:

Tüketim cihazları kapsamındaki renkli televizyon üretiminde,


ürün maliyetinin % 50–60 oranındaki kısmı resim tüpü ithalatına,
%15–20 oranında devre elemanları ithalatı, %5 oranında da diğer
elektronik elemanlar ithalatı olmak üzere yaklaşık %80’i bulmaktadır.
Geriye %10 mekanik ve %10 işçilik olmak üzere toplam %20 gibi
düşük bir katma değer kalmaktadır.

Görüldüğü gibi televizyon üretiminde girdiler, resim tüpleri, devre elemanları,


diğer elektronik elemanlar, mekanik ve işçiliktir. Bu girdilerin %80’inin ithalatla
karşılanması, geriye kalan %20’nin mekanik ve işçilikten oluşması, sadece üretilen artı-
değerin katma değer olarak aktarılması anlamına gelmemektedir. Temel elektronik
elemanlar Doğu Asya ve Avrupa ülkelerinden ithal edilmektedir. Sadece kimi
elektronik olmayan parçalar yerli tedarikçilere ısmarlanmaktadır (Taymaz ve Yılmaz,
2008, s.14). Mekanik ve işçilik, ana sanayinin yürüttüğü montaj işlemidir; bu da
elektronik sektörünün sürükleyicisi durumundaki tüketim elektroniğinin geri
bağlantılarının ve yan sanayinin zayıf olduğunu göstermektedir. Burada bir eksikliği,
hata payını belirtmek gerekli; bu eksiklik DPT’nin iktisadi yaklaşımından
kaynaklanıyor olmalıdır. İleride göreceğimiz gibi, tüketim elektroniği sanayinde
sermaye birikimi, yoğunlaşmanın yüksekliği nedeniyle belli başlı birkaç şirketin
elindedir. Bu şirketler, sadece ürün montajı değil aynı zamanda temel bilimsel düzeyde
olmasa da yeni ürün üretimi, tasarımı da yapmakta, bunu satmaktadırlar. DPT’nin
maliyet bileşenlerinde belki işçilik kısmında ayırt edilmeden bulunan ve hata payları
taşıyan bu öğe de üretimin girdileri içerisine alınmalıdır. Bu da sektörün Ar-Ge
harcamaları ve bu Ar-Ge harcamalarının niteliğidir. Bu kayıtlarla, tüketim
elektroniğinin yan sanayisinin zayıf olduğu (neredeyse olmadığı) söylenebilir;
bileşenlerin %80’inin ülke dışından ithal edilen girdiden oluştuğu belirtilebilir.

İncelediğimiz dönemin ikinci yarısında tüketici elektroniğinde hızlı bir artış


yaşanmıştır. Bu hızlı artışta, Avrupa pazarının korunaklı olmasının etkisi vardır. Çin,
Malezya, Kore, Tayland ve Singapur’dan Avrupa’ya ihraç edilen TV’ler gerçekte

370
maliyet açısından daha ucuz ve rekabetçilerdir. Ancak incelediğimiz dönemde, Avrupa
bunlardan daha fazla gümrük ve anti-damping vergisi almıştır. Bu da Türkiye’deki
şirketlere korunaklı bir pazar yaratmıştır.256 Taymaz ve Yılmaz’a göre, Asyalı
üreticilere uygulanan anti damping tedbirleri, Türkiye’li üreticilere çok kritik bir
zamanda bir çeşit “bebek sanayi koruması” sağlamıştır. Türkiye’deki TV üreticisi
şirketlerin lojistik konumlarının Avrupa pazarı için çok uygun olması, reel ücretlerin
baskılandığı ve esneklik yönünde iş yasalarının geçirildiği ucuz ve nitelikli işgücü bu
sermayenin “avantajı” olarak ortaya çıkmaktaydı. Sektör raporlarına göre, coğrafi
konum sadece maliyet avantajı sağlamamakta, aynı zamanda teslim zamanını da
azaltmaktadır. Çinli üreticiler için Avrupa pazarına teslim süresi bir buçuk, iki ay iken
örneğin Vestel için 1-2 hafta düzeyindedir. Taymaz ve Yılmaz’a göre, imalat
esneklikleri ve kısa teslim zamanları sayesinde Türk üreticiler Avrupa pazarına yönelik
sipariş bazında çalışabilmiş ve pazarlarını genişletebilmişlerdir (Taymaz ve Yılmaz,
2008).

Ancak bu hızlı artış 2006–2007 yıllarında yavaşlamış, gerilemeye başlamıştır.


Bunun nedeni CRT tüplerden düz panel ekranlara geçiş yönündeki teknolojik yenilik ve
yeni ürünlerdir. Bu alt sektörde bundan önce Avrupa pazarlarında üstünlük sağlanan
ürün CRT tüplü televizyonlar idi. CRT tüplerin TV maliyetleri içindeki payı %60
seviyelerindedir. Bunlar ithal olarak karşılanmaktadır. “2004 yılında yapılan TV tüpleri
ithalatı 1.14 milyar doları bulmuştur. TV tüp ithalatının önemli bir bölümü Doğu
Asya’dan yapılırken, bir bölümü de Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’nde 1990’ların
sonlarında ve 2000’li yıllarda kurulan fabrikalardan yapılmaktadır” (Yılmaz, 2007,
s.47). Türkiye’deki görece ucuz ve nitelikli işgücü, Avrupa pazarına yakınlık, teslim
zamanının kısa olması ve özellikle bu dönemde Çin ve Uzakdoğu’ya AB tarafından
uygulanan kısıtlamalar nedeniyle bu alt sektördeki şirketler Avrupa pazarlarını
büyütmüşlerdir. Ancak şimdi tüplü TV’lere göre daha yüksek teknolojili düz panel
televizyon pazarı bunun yerini almaktadır. Bu düz panel televizyonların üretiminde
maliyet payı %65–70 seviyelerini bulmaktadır. Bunlar Türkiye’de üretilmemektedir
(DPT, 2007, s.31–32). Maliyet payının yüksek olması, Türkiye’de üretilmemesi bu alt

256
Bu korunaklılığı bir Vestel yöneticisi şöyle dile getirmektedir: “2000 yılında, Çin’lilere yönelik ek
vergiler kaldırılmış olsaydı, bu Vestel için yıkıcı olurdu” (Aktaran Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.17).

371
sektördeki sermaye açısından karların düşmesini, üretimlerinin ve pazarlarının
daralmasını getirmektedir (Yılmaz, 2007, s.47).Bu sermaye kesimleri için önemli bir
sorun olarak belirmektedir.257

Tüketici elektroniğinin girdi olarak ithal girdi kullanması, ülke içi bileşen
sektörü ile geri bağlantılarının güçlü olmaması bu alanda yoğunlaşma düzeyi yüksek
olan sermaye gruplarının önüne karlılık ve sermaye birikimi engeli çıkarmaktadır. Bu
engelin aşılması yönünde seçeneklerden biri olan bileşenlerin ülke içinde üretilmesidir.
Ancak, zaten “verimsiz ve gelişmemiş” olan bileşen alt sektörü kendi başına yeterli
değildir. Bunun için ülke içi şirketlere rekabet üstü ortaklık, yabancı sermaye ortaklığı
gibi kurumsal ve evrimci stratejilerle girdi bağlantılarını oluşturma önerilmektedir.
Ancak bu aşamanın kendisi bile bu alandaki ülke içi sermaye birikiminin gelip
dayandığı eşiğin gerektirdiği ihtiyaçlar ile evrimci ve kurumsalcı teknoloji yaklaşımları
arasındaki koşutluğu göstermektedir. Evrimci ve kurumsalcı yaklaşımın devlet
müdahalesine alan açan yönelimi, Türkiye’de geçmişte önemli bir yere sahip olan
planlamacı okulda da yankı bulmaktadır. Dahası bu planlamacı yaklaşım, yeni
kuşaklarda yerini böyle bir anlayışa bırakmaktadır. Ancak bir yandan da bu devir
teslimin yapısal ve ekonomik koşulları oluşmaktadır. Ülke içi yoğunlaşan sermaye
birikimi ile genel olarak imalat sanayinin parçalı yapısının ikili ve diyalektik ilişkisi,
eski eksen olan ulusal çaplı devlet ve piyasa arasındaki planlamacı girdi çıktı ilişkisinin
yerine firma, üniversite, kurumlar gibi bir üçgende incelemeyi yeni eksen olarak
koymaktadır.

Tüketici elektroniğindeki şirketlerin incelediğimiz dönem içinde özellikle renkli


televizyon alanında OEM (Orijinal Ekipman İmalatçıları –Original Equipment
Manufacturer) konumundan ODM (Orijinal Tasarım İmalatçıları –Original Design
Manufacturer) konumuna geçtikleri belirtilmektedir (DPT, 2007, s.126). Orijinal
Ekipman İmalatçılarından farklı olarak Orijinal Tasarım İmalatçıları, ürettikleri özgün
ürünün haklarına sahip olmalarına karşın, bunu başka markalara satarlar; bu markalar

257
“2005 yılı itibariyle elde edilmiş olan ölçek büyümesi ve rekabet gücü avantajı kaybedilme
tehlikesindedir. Bu nedenle, ülkemizde hükümetin yönlendirmesi ile rekabet üstü ortaklık ve yabancı
sermaye katılımıyla takriben 2 – 2,5 milyar Dolar seviyesindeki bir yatırım ile panel üretimi tesisinin
kurulması şarttır. Bu oluşum, ara mallarda üretim eksikliği çeken ülkemiz sanayiinin elektronik alanında
önemli eksiğini tamamlayacaktır” (DPT, 2007, s.116).

372
altında satışa sunulurlar. Orijinal Ekipman İmalatçıları ise kendi markalarını kullanarak
son kullanıcıya ürün üretmektedirler.258 Bu tanımlamalar yeni işbölümünün niteliğini
ortaya koymak açısından da anlamlıdır. Örneğin Vestel, pek çok ülkeye televizyon
üretmekte, bu ülkelerde bu televizyonlar farklı markalarla satılmaktadırlar. Vestel
yöneticilerinden Levent Hatay, 2006 yılında (Capital Dergisi, 6 Haziran 2006) şunları
söylüyor:

Biz Avrupa’da artık OEM (Original Equipment


Manufacturing) değil, ODM (Original Design Manufacturing)
tarzında, yani tasarım ağırlıklı üretim yapıyoruz. Bizim müşterimiz
JVC, Hitachi ve Toshiba… Bize gelip, al bunu montajla demiyorlar.
Biz bu markalara Ar-Ge hizmeti sunarak ürün geliştiriyoruz. … Beyaz
eşyada üretimin yüzde 50’si, televizyonda ise yüzde 25-30’u Vestel
markasıyla yapılıyor… bilhassa Avrupa’daki OEM ve ODM
stratejimiz çerçevesinde 100’den fazla ülkedeki dünya markaları için
onlara özel olarak tasarlanmış dizayn ile üretim yapmayı
sürdürmekteyiz.

Vestel, 2001’den 2008’e kadar Türkiye’de en fazla ihracatı gerçekleştiren şirket


konumundadır (Capital Dergisi, 1 Nisan 2008, Fasonun Yeni Nesil Liderleri). 2003 yılı
itibariyle Arçelik ihracatının yüzde 45’i de başka markalar adına yaptığı ürünlerden
oluşmaktadır (Capital Dergisi, 1 Aralık 2003).

Düz panel ekran teknolojisinde ve kotaların indirilmesiyle birlikte Uzakdoğu ile


rekabet edebilmek için elektronik sanayi, çok zayıf olan yan sanayisini güçlendirmeye
çalışmaktadır. Bir yandan da gerekli teknolojik alt yapıyı sağlamak için devlet
müdahalesi ile kurumlaşmaları teşvik etmektedir. Bu alandaki kurumlaşma da özellikle
incelediğimiz dönemin başında ayrı bir nitelik kazanmıştır. Uluslararası ticaretin
getirdiği standartlaşma yüzünden ölçüm, test ve tescil yönünde kurumlaşma da
bunlardan biridir. Diğer sektörleri incelerken de görebileceğimiz gibi, uluslararası
standartlaşmanın yaygınlaşması ve AB süreci ile birlikte, bu standartları ulusal olarak
verebilecek bir kuruma olan ihtiyaç, bu standartlara uygunluk tescil belgesinin maliyeti

258
“… özellikle renkli televizyonlarda OEM şeklinde başlayan üretim, yapılan yatırımlar, üretim
miktarları ve bilgi birikimimize bağlı olarak zaman içinde ODM karakterini kazanmıştır. Avrupa’da başta
Japon markaları olmak üzere dünyanın bilinen bütün A brand markalara ODM bazlı renkli televizyon
üretimi Türk firmalarınca yapılmaktadır. Türk televizyon üreticileri artık sadece üretim kapasiteleri ile
değil, kendi şasesini tasarlayan, dizaynını geliştiren departmanları, yazılımları ve dünyaya yayılmış AR-
GE, satış ve satın alma şirketleriyle faaliyet göstermekte ve fark yaratmaktadırlar” (DPT, 2007, s.153).

373
açısından giderek daha fazla duyulan ve dile getirilen ihtiyaç haline gelmiştir. Sanayinin
niteliği gereği bu gibi durumlarda rekabet üstü bir yapının, üniversitelerin, devlet
kurumlarının etkinliği beklenmektedir. İşte elektronik sanayinde bu amaçla ESİM
kurulmuştur. Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi için gerekli olan elektronik test ve ölçü
aletlerini sanayinin kullanımına sunmak, gerekli belgeleme ve tescilleme, malzeme
kontrol, standartlara uyumluluk ve kalite kontrol, belgelendirmeye yönelik hizmetler
sanayinin ihtiyaç duyduğu danışmanlık ve Ar-Ge (ürün geliştirme) hizmetlerini vermek
ya da koordine etmek amacı ile Elektronik Sanayi İhtisas Merkezi (ESİM) Vakfı 1995
yılının sonunda TTV, KOSGEB, TESİD; İTÜ, KalDer tarafından kurulmuştur. Bu
kurum, 1998 yılında bir Hollanda firması olan KEMA ile ESİM vakfı ortaklık
kurmuştur, halen ESİM A.Ş. olarak elektronik sanayi için akreditasyon test ve
belgelendirme işlemlerini yürütüyor. Ancak sektördeki şirketler hala CE onayını
Türkiye’den alamamaktadır.

3.3.3.5.1.2 Telekomünikasyon Alt Sektörü:


Sektörün ürettiği başlıca ürünler telefon ve telgraf hatlarını birbirini bağlamaya
mahsus cihazlar (otomatik telefon santrali vb.), uç cihazlar (telefon, telefaks, vb.) iletim
cihazları (analog dijital cihazlar, TV aktarıcıları), telsiz-telefon/telsiz telgraf alıcı/verici
uydu vb. antenler, aksam ve parçaları, telekomünikasyon kabloları, bakır kablolar, fiber
optik kablolardır. Türkiye özellikle iletişim teknolojisi açısından Avrupa ile aynı
teknolojik gelişmişlik seviyesine sahiptir. Üretim açısından telekomünikasyon alt
sektörü tüketim elektroniği gibi yüksek bir artış izleyememiştir. Hatta profesyonel
endüstriyel cihazlar üretiminin artışı daha fazla gelişmiştir. Yılmaz’ın da belirttiği gibi
1990’lı yıllarda, özellikle sabit telefon şebekelerine yönelik büyük gelişme gösteren
telekomünikasyon cihazları alt sektörünün üretimi 1999’dan 2004’e 134 milyon dolar,
sadece %16 artmıştır (Yılmaz, 2007, s.47). 1990’lı yıllarda alt yapı geliştirme ile
büyüyen sektörün bu durumu dönemin ilk yarısına yansırken, dönemin ikinci
yarısındaki büyüme düşük kalmaktadır. İthalatta incelediğimiz dönem boyunca
gerçekleşen artışta en büyük payı, cep telefonu ithalatı almaktadır. Bu ithalat, çok
yüksek boyutlara ulaşmıştır.

Telekomünikasyon sektörü, elektronik sanayinin alt sektörleri içinde Ar-Ge'ye


en fazla kaynak ayıran sektör olma özelliğini göstermektedir. Bu alt sektörde Türkiye

374
sayısallaşma düzeyinde pek çok OECD ülkesini geride bırakmış durumda
bulunmaktadır. Türkiye, ürettiği sayısal santralleri Orta Asya ülkelerine satmaya
başlamıştır. Ancak son yıllarda Ar-Ge etkinlikleri açısından dönemin ilk yarısından
itibaren zayıflamaya başlamıştır. Bu alt sektörün Ar-Ge açısından durumunu yukarıda
özetlemiştik.

Telekomünikasyon sektörünün toplam üretiminde ağırlık bir yer tutan alt


dal kablo üretimidir. Dış talebin artması yüzünden kablo üretimi incelediğimiz dönem
ve ikinci yarısında önemli bir artış göstermiştir. Alt sektördeki diğer ürün kategorilerine
göre teknolojik düzeyi daha düşük olan kablo üretiminin gelişkin olması Telekom
sektörünün ülke içi teknoloji geliştirme açısından sınırlarını da belirlemektedir.

DPT raporlarına göre, bu alandaki gelişme henüz yeterince güçlü olmasa da


Telekomünikasyon dalında Telsiz Cihaz ve Sistemleri alt Sektörü ayrı bir önem
taşımaktadır. Çünkü incelediğimiz dönem içinde GSM Cep Telefonu ithalatı çok yüksek
boyutlara çıkmıştır. Bu ithalatın giderek daha da artacağı görünmektedir.
Sayısallaştırılmış Telsiz Cihaz ve Sistemleri ile sağlanacak (Trunk) Ortak İşletmeleri
GSM Şebekelerine en önemli alternatiflerden birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu
sistemlere geçerek GSM şebekelerindeki yük bir miktar paylaşılabilecek ve bu alandaki
yerli üreticilerle dış harcamalarda azalma sağlanabilecektir. Ancak yine aynı rapora
göre, ASELSAN’ın bu konuda büyük illerde yürüttüğü çalışmalar henüz yeterli
olmaktan uzaktır (DPT, 2007, s.163).

Elektronik sanayinin alt yapı ve yaygınlık açısından önemli bir öğesini temsil
eden telekomünikasyon alt sektörünün diğer bir özelliği ise sektördeki şirket yapısıdır.
DPT raporunda bu alt sektörde etkinlik yürüten 35 şirket gösterilmiştir; bu şirketler
içinde kablo üretimi yapan HES gibi şirketler, Haberleşme cihazları ve Telsiz sistemleri
üreten ASELSAN ve Turkcell, Aycell (daha sonra AVEA olmuş, 2005 yılında çoğunluk
hissesi yabancı ortağa satılmıştır), Telsim gibi GSM telefon şirketleri bulunmaktadır.
Bunlar ve az sonra belirteceğimiz şirketler, alt sektörün temel yapısını oluştursa da
KOBİ niteliğinde olan ancak telefon, adsl, modem gibi alanlarda teknolojik ürünler
üreten şirketler de bulunmaktadır. Sektördeki büyük şirketler ve yabancı ortaklık ilişkisi
şöyledir: Büyük oranda yabancı ortaklı olanlar: Netaş, Alcatel’dir. Tamamen Yabancı

375
olan şirketler: Siemens ve Ericsson, yazılım alanında çalışan Solectron’dr GSM şirketi
Telsim daha sonra yabancı bir şirket tarafından satın alınmış Vodafone olmuştur.
Görülebildiği gibi telekomünikasyon alt yapısı olarak üretimde temel rol
oynayan belli başlı şirketlerin büyük bir kısmı yabancı ortaklıdır. Bu alandaki teknolojik
gelişmeleri yansıtan fikri mülkiyet payının incelediğimiz dönem içinde %20’den
%5’lere düşmesi ile birlikte düşünülürse, Fikret Yücel’in “telekomünikasyon
teknolojilerinin iyi bir kullanıcısı” nitelemesinde bu açıdan bir haklılık payı
bulunmaktadır. Ancak öte yandan ASELSAN gibi şirketlerin, Telsim, Turkcell gibi
şirketlerin incelediğimiz dönem içinde mühendis gibi nitelikli işgücü yapısındaki
değişim, HES gibi kablo şirketlerinin üretimindeki artış ve işgücü niteliğindeki
değişmeler, teknoloji konusunda yerli şirketlerin de gelişme gösterdiklerini
yansıtmaktadır.

3.3.3.5.1.3 Profesyonel ve Endüstriyel Cihazlar Alt Sektörü


Ses ve görüntü sistemleri, endüstriyel elektronik cihazlar (statik çeviriciler,
otomasyon cihazları, sinyalizasyon ve alarm cihazları, endüksiyon ocakları), tıbbi
elektronik, test ve ölçü aletleri, otomotiv elektroniği (taksimetre, takometre) elektronik
saatler ve diğer cihazlar üreten alt sektörün ürünleri, büyük üretim yapan işletmelerde
üretim süreçlerinin teknolojik seviyesini belirlemekte etkin olmaktadır (Bayar, 2003).
Zaten bu alt sektör esas olarak üretim sisteminin teknolojik düzeyini belirlediği için
merkezi önemdedir. Bu alt sektörü incelerken Türkiye’de otomasyonun gelişimi
üzerinde ayrıntılı olarak duracağız. Üretimde otomasyon ve esnekliğin önem
kazanmasıyla birlikte alt sektörün önemi de artmaktadır. Ancak sektörün tüm elektronik
sanayi üretimi içindeki payı son derece küçüktür. Üstelik sektörün iç pazarı genel olarak
üretim sektörü ve tesisleriyle sınırlıdır (DPT, 2007, s.191). 2004 yılı itibariyle sektör
genel olarak elektronik sanayi üretiminin ancak %6,7’sini, ihracatın %7,7’sini, ithalatın
ise %24,4’ünü oluşturmaktadır. İç pazar da büyük oranda ithalat ile
karşılanmaktadır. Genel olarak kamu ihalelerinde yeri üreticiye öncelik tanınmaması
sorunu, bu sektör için de önemli bir sorun olarak durmaktadır. Sektörde üretim yapan
şirketlerin büyük çoğunluğu küçük ölçekli firmalardır ve incelediğimiz dönem içinde de
geçerli olmak üzere rekabet ve ihalelerde öncelik almama gibi nedenlerle bazı ürün
gruplarında üretim yapan yerli şirketler ticarete kaymakta ve üretim yapan firma
sayısının hızla azalmaktadır (DPT, 2007, s.201).

376
İncelediğimiz dönemin ikinci yarısında, Profesyonel ve Endüstriyel Cihazlar Alt
Sektöründeki ürün grupları içersinde, sinyalizasyon, alarm ve güvenlik sistemleri,
otomasyon cihazları ve redresör, UPS, konvertör ürünleri ile ilgili olarak bu
sektörde faaliyette bulunan şirketler, yeni kapasiteler eklemeye yönelik fabrika
yatırımları yapmışlardır (DPT, 2007, s.201). Bu yatırımlar arasında otomasyon,
kesintisiz güç kaynağı, konvertör gibi sanayiye girdi sağlayan ürün gruplarının
bulunması önemlidir. Profesyonel ve endüstriyel cihazlar üretiminde otomasyon ve
robotik sistemler üretim yapısının teknolojik düzeyi açısından önemli bir yer
tutmaktadır. Bu yüzden, bu alt sektörün otomasyon ve robotik bileşenini biraz daha
ayrıntılı ele alacağız.

3.3.3.5.1.3.1 Otomasyon ve Robotik: Türkiye’deki Gelişimi


Türkiye’de Otomasyon sektörü, ‘90’lar ile başlamış, ve asıl olarak incelediğimiz
dönem içinde gelişmiştir. Bu gelişimi 2004 yılında kurulan Endüstriyel Otomasyon
Sanayicileri Derneği (ENOSAD) ile izlemek mümkündür. Sektör şirketlerinde yönetici
konumunda bulunan dernek yöneticilerinin aktardıklarına göre, otomasyonun
Türkiye’de kaydadeğer tarihi 15 yıllık bir süreci anlatmaktadır. Bu durumda
otomasyonun 1990’lı yıllarla birlikte gelişmeye başladığı söylenebilir. Ancak derneğin
kuruluşunda yer alan şirketler, otomasyonun bir sektör haline gelmesinin incelediğimiz
dönemin sonunda ENOSAD’ın kurulması ile eş zamanlı gerçekleştiğini ileri
sürmektedirler (Endüstri ve Otomasyon Dergisi, Ocak 2005, Ayın Söyleşisi). Bu haliyle
sektörde 50 civarında firmadan söz edilmekteyken, 2004 yılında ENOSAD'ın yaklaşık
30 üyesi bulunmaktadır. Buna rağmen, ENOSAD’ın yeni gelişen otomasyon sektörünü
temsil ettiğini söylemek olanaklıdır, çünkü dernek üyeleri pazarın yüzde 90'ını
kapsamaktadır.

Dernek tarafından yapılan bir araştırmanın olmadığını belirtmelerine rağmen


2004 yılı için tahmin ettikleri otomasyon pazarı 150 milyon dolardır (Dünya Gazetesi
Endüstriyel Otomasyon Eki, 10 Kasım 2004). Bu 150 milyonun 100 milyon dolar
civarındaki büyük bölümünü süreç otomasyonu (proses otomasyonu) oluşturmaktadır.
Geri kalan ise makina otomasyonudur. Otomasyon ürünlerinden daha çok yararlananlar
ise, büyük ölçekli firmalardır. KOBİ’lerde otomasyon incelediğimiz dönemin sonunda
bile yeteri kadar bulunmamaktadır. Büyük firmaların otomasyona girişi de yine

377
ENOSAD verilerine göre, %20’lerde kalmaktadır (Dünya Gazetesi Endüstriyel
Otomasyon Eki, 10 Kasım 2004). Yani otomasyon henüz büyük şirketlerden
başlamaktadır ve onlarda bile küçük bir oranda kalmaktadır.

Derneğin değerlendirmelerine göre, üretken sermaye açısından otomasyon henüz


küçük bir orandadır ve AB’ye giriş sürecinde bu önemli bir pazarı ifade etmektedir,
ancak bu pazarda otomasyonun yayılımının öncelikle büyük şirketlerden başlayacağını,
bundan sonra KOBİ’lerde göreceli gelişkinliğe göre otomasyonun yaygınlaşacağını
belirtmektedirler.

Otomasyonun gelecekte öngörülen pazarı böyleyken, bu pazarın ne kadarının


Türkiye’deki otomasyon şirketleri tarafından tutulacağı ortada bir soru olarak
durmaktadır. Değerlendirme açısından bu pazarın ikili yapısı önem taşımaktadır:
makina otomasyonu ile süreç otomasyonu pazarı. ENOSAD üyesi şirketlerden birinin
proje müdürü (www.enosad.org.tr, “Endüstriyel Otomasyona Olan İlgi Artıyor”, Aralık
2007), bu iki ayrıma dikkat çekmekte, bunlarda pazarda rekabetin olanaklarını
belirtmektedir:

[Ercan] Cansever, 2004 yılında özellikle makina imalat


sektöründe bir talep artışı görüldüğünü, endüstriyel otomasyon
konusunda da şirketlerin büyük bir ivmeyle yatırıma yöneldiğini
belirtti. Ancak Cansever, makina üretimi konusunda dünyada çok hızlı
bir gelişme yaşandığına ve üretim teknolojisinin geliştiğine de dikkat
çekiyor. Cansever'e göre, Türkiye proses kontrol ve otomasyonda
rahatlıkla yabancı firmalarla rekabet edebiliyor, ancak makina
otomasyonunda rekabet çok daha zor.

Bu nedenle Türkiye’de otomasyon şirketleri makina üretmek, makina


otomasyonunu gerçekleştirmekten daha çok mühendislik hizmetleri ve süreç
otomasyonuna yönelmektedirler. Bu da bilimin ve teknolojinin üretimi konusunda
uluslararası emek bölümünün yapısıyla ilgilidir. Makina otomasyonu, sermaye birikimi
yüksek, teknolojik birikimi ve araştırma düzeyi yüksek uluslararası şirketlerin
denetimindeyken, süreç otomasyonunun kimi işlevleri mühendislik hizmetleri adı
altında parçalara ayrılmıştır. Bu işlev otomasyonun merkezi işlevlerini yerine getiren
çok uluslu şirketlerden diğer şirketlere aktarılmış durumdadır. İlgili üretim araçlarının
ve bu üretim araçlarının bileşiminin (yani süreç otomasyonunun) nasıl bir sistemle
kurulacağı, nasıl geliştirileceği yönündeki mühendislik hizmetleri, dünyada olduğu gibi

378
Türkiye’deki yabancı ortaklıklar, temsilcilikler yoluyla ya da bu aşamayı geçerek farklı
biçimlerde yeni gelişmekte olan otomasyon şirketlerine düşmektedir. Bu üretim
araçlarının uygulanmasının ve geliştirilmesinin yanı sıra bakımının bilgisi, bu şirketlere
bırakılmaktadır.

Otomasyon sisteminin Türkiye’de daha sık kullanılan bölümü olan süreç


otomasyonunda, otomasyonun teknoloji düzeyi yüksek, karmaşık makinaları dışarıdan
alınmakta, bu makinaların otomatik denetimi, sistem entegrasyonu, yazılımların
uyarlanması ve geliştirilmesi ülke içinde yapılmaktadır. Yüksek organik sermaye
bileşimi ve sermaye birikimi gerektiren, yani sermaye yoğun otomasyon cihazlarının
üretimi ağırlıklı olarak ülke içinde yapılmamaktadır.

Türkiye’de süreç otomasyonu, sistem kurulumu gibi alanlarda etkin olan yerli
sermaye, kamu ihalelerinde ve kimi özel şirketlerin iş alımlarında yabancıya öncelik
vermesini eleştirmektedirler. Bunun bir nedeni, yabancı şirketlerin standartlarının bilinir
olması ve ürün kalitesidir.

Türkiye’de üretim araçları üretiminin ve teknolojik düzeyinin merkezi bir


yerinde duran otomasyonun genel yapısı sektör uzmanlarına göre şöyledir (Endüstri &
Otomasyon Dergisi, Ocak 2005):

Dünyadaki otomasyonla ilgili tüm markalar ülkemizde


temsilcilik aracılığı ile firmalarımızın hizmetine sunulmuştur
diyebiliriz. Firmalarımız çoğunlukla temsilcilik yapmakta, kendi beyin
gücü ile sistem kurma hizmetleri vermekte veya malzeme temini üretim
bazında ele alırsak; gelişmeler göstermektedir ki, otomasyon ürünleri
de ülkemizde yapılabilmektedir. Bu konuda az olsa da firmalarımız
vardır. İmalatçı firmalarımız, elektronik ölçü kontrol, pnömatik,
hidrolik, endüstriyel kontrol vanaları, yazılım vb konularda
odaklaşmışlardır.

Burada otomasyon firmalarının niteliği ortaya çıkmaktadır. Genelde yabancı


şirketlerin temsilcilikleri, bunlara mühendislik hizmeti veren firmalar, temel
donanımları dışarıdan alan bir yapı vardır. Otomasyon üretimini yapan yerli imalatçı
firmalar, elektronik ölçü kontrol, pnömatik, hidrolik, endüstriyel kontrol vanaları,
yazılım ve mühendislik hizmetlerini yapmaktadırlar. Bilimsel üretim sürecinin gerçek
boyunduruk altına alınması ile birlikte üretimin bilgisi olan teknolojinin üretimi de

379
giderek daha fazla analitikleştirilmiş, otomasyon sürecinin iki yönünün bileşenleri de
(proses ve makina otomasyonu) parçalara ayrıştırılmıştır. Makinaların geliştirilmesi,
süreçlerin kopyalanması ya da geliştirilmesi, bu süreçlere uygun ara ünitelerin imal
edilmesi, süreç ya da makinaların güncellenmesi, hızlanan eskimeye karşı yenilenmesi
gibi tüm otomasyon süreçleri parçalara ayrılmıştır. Zaten otomasyonun doğasında
“kontrol mühendisliği” vardır; yani süreci analitik bileşenlerine ayırarak kontrol etme.
Ancak buradaki süreç sadece makinalar arasındaki etkileşimin bilgi işlem teknolojileri
ile kontrol edilmesi değildir, aynı zamanda buna göre emek süreci de değişmektedir.
Mühendislik hizmetleri, gerçekte sabit sermayenin devrindeki hızlanmaya, eskimenin
hızlanmasına bağlı olarak yeniden yapılanmaktadır. Bu temelde bakım hizmetlerinin
yanı sıra mühendislik hizmetleri de gelişmiştir. Otomasyon sürecinin merkezi parçaları
(kontrol işlemcisi, robotik malzemeler, hassas malzemeler, yarı iletken teknolojileri ve
nano teknolojiler) dışarıdan alınarak, ara ve nihai bileşenler imal edilmeye başlanmıştır.
Bunun yanında mühendislik hizmetleri, bakım, yenileme, güncelleme ve geliştirme
hizmetleri gelişmiştir.

Geç kapitalistleşen ülkeler açısından otomasyonu, makinalaşma düzeyinde


(genel ve uygulamaya dönük mikroelektronik devrelerin üretilmesi vb.) yakalamak
zorken, sistem kurma, mühendislik ve yazılım alanlarında yakalamak olanaklıdır.
Ancak gerek sektör sermayedarlarının gerekse de sektör uzmanlarının, sektör
dergilerinin sık sık dile getirdiği sıkıntı, sistem kurma, üretimin ve bakımın bilgisi
yönündeki çabaların “karşılıksız” olarak görülmesi, “bedel” ve “fiyatlandırma”
konusunda sorunlar yaşanmasıdır.259 Bu sıkıntı da geç kapitalistleşmenin bir görüngüsü
olarak ortaya çıkmaktadır.

Endüstriyel otomasyonun önemli dalları ve araçlarından birisi endüstriyel


robotlardır; üretimin uluslararasılaşmasının ilerleyen aşamaları ve otomotiv, elektronik
vb. alanlardaki uluslararası şirketlerin etkinliği sonucu üretimde teknolojinin

259
“Sektörümüzün tabii ki bir takım sıkıntıları var. Bunların içinde en önemlisi Türkiye'de üretimini
yaptığımız ve/veya yurt dışından temin ederek pazarladığımız ürün ve sistemlerin üzerine eklediğimiz
gerçek katma değerimiz, emeğimiz olan donanım, yazılım ve otomasyon mühendisliğinin değerinin ve
kalitesinin bugüne kadar gerektiği gibi korunamamış olması. Geçtiğimiz yıllarda bu sektördeki ticaretin,
yatırımların azlığı, bütçelerin yetersiz olması sebepleriyle sadece mal bedeli karşılığı ve ücretsiz
mühendislik haline dönüşmesi bu sektörde hizmet veren firmaları çok zor durumda bırakmıştır” (Endüstri
& Otomasyon Dergisi, Ocak 2005).

380
kullanılması da geç kapitalistleşen ülkelerin özgüllüklerine göre sınırlı da olsa
yayılmaktadır.

Türkiye’de endüstriyel robot kullanımı üzerine yapılan araştırmaların sayısı


oldukça az gözükmektedir. 1999 yılında Durmuşoğlu ve Köker tarafından anketler ve
robot ithalatçı/üreticileri ile yapılan görüşmeler üzerinden yürütülen araştırma nadir
örneklerdendir (Durmuşoğlu ve Köker,1999).260 Güncel veriler, Birleşmiş Milletler
Avrupa Komisyonu’nun ve Dünya Robotik Federasyonu’nun (IFR) raporlarından elde
edildi. Ancak Türkiye’deki durum, buradaki sınırlı sayıda robotik üreticisi ve
ithalatçısının verileriyle incelenmeye çalışıldı.

Ele aldığımız dönemde dünyadaki endüstriyel robot kullanımını incelemek için


aşağıdaki endeksten yararlanabiliriz.
Tablo 48 Dünya da End üstriyel rob ot kull an ımı (1996-20 04)

Dünyada Endüstriyel Robot Kullanımındaki Gelişmeler (1996= 100)


Bölgeler 1996 2004
Avrupa 100 180,6
Asya 100 259.3
Dünya 100 194.9
Kaynak UNECE/IFR Half Yearly Robotics Index.
Dünya çapında robot kullanımı dönem içinde 2 katına yükselmiştir. Asya’daki
artış ise bu ortalamanın üzerindedir. Uzakdoğu ülkelerinde, özellikle Çin’de otomotiv,
elektronik gibi yüksek teknolojili üretimin gelişmesi bu sonucu doğurmuş
gözükmektedir. Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (UNECE)
değerlendirmelerine göre, endüstriyel robot satışlarında 1999–2000 yıllarında AB’de ve
özellikle ABD’deki satışların artması yüzünden bir patlama yaşanmış, incelediğimiz
dönemde robot üretimini de etkilemiştir (BM UNECE Basın Bülteni, 2000). Yıllık robot
kurulumu açısından değerlendirdiğimizde, 1996–97 yılları, 2000 ve özellikle 2005
yılları robot satışlarının yüksek oranda arttığı yıllar olmuştur. Diğer yıllarda satışlar
düşmüştür. 2005 yılındaki yüksek artış, otomotiv (özellikle Asya’nın payı büyüktür) ve
elektronik sektöründeki yatırımlardaki büyümeye bağlanmaktadır (World Robotics

260
Araştırma, İSO500 içindeki bazı şirketlerle anket çalışması olduğu kadar, Türkiye’deki robot üreticisi
ve ithalatçılarıyla yapılan anket ve görüşmeleri de kapsamaktadır. Robot’un tanımı, kullanım alanları için
bu çalışmaya bakılabilir; Türkiye’deki kullanım alanlarının 1996’daki durumu için bu çalışmadan
yararlanılmıştır. Araştırmada elde edilen robot sayıları, İSO500 içinden robot kullanması muhtemel
şirketlere gönderilen anketler ve robot üreticileriyle görüşmeler üzerinden yapılmıştır. Gönderilen 101
şirketin ancak 25’inden yanıt alınmıştır. Bu 25 firmadan ancak 9’u robot kullandığını belirtmiştir.

381
2006). Yine UNECE raporlarına göre, dünyada en çok robot talep eden sektörler
sırasıyla, otomotiv, otomotiv yan sanayi, elektrik-elektronik, ilaç, metal eşya, makina ve
gıda sektörü olarak belirtilmektedir.

Hem dünya için hem de Türkiye için robot sayısının ötesinde önemli bir gerçek
de robot fiyatlarının ve niteliklerinin bu süre içinde çok büyük bir hızla değişmesidir.
Amerika’da aynı robotun fiyatı, 1990’da 100 iken 2000 yılında 37’ye düşmüştür.
Üstelik UNECE araştırmalarına göre, performansları katlanarak artmıştır, sadece
verili nitelikleri açısından değil, bunlara yeni eklenen nitelikler açısından da bu
robotlar performans kazanmaktadır. 2000 yılında kurulan robotun nitelikleri
gözetilerek fiyat endeksi hesaplansa endeks 18’e düşecektir; ki bu alıcı açısından
maliyetin neredeyse 1/6’sına düşmesi demektir (World Robotics 2001).

Sayısal olarak değerlendirdiğimizde, 1999 ve 2005 yıllarını karşılaştırabiliriz.


Tüm dünyada 1999 yılında çalışır halde 742 bin endüstriyel robot bulunmaktaydı.
Bunun 402 bini Japonya’da, 93 bini ABD’de, 176 bini Avrupa ülkelerindedir (UNECE).
2004 yılı sonunda dünyadaki endüstriyel robot sayısı 849,603 adettir. Bu sayı 2005
yılında 922,875 adete çıkmıştır. 2005 yılında toplam robot sayısının 297,374 ü Avrupa
ülkelerindedir (World Robotics 2006).

1996 yılında Türkiye’de endüstriyel robot sayısı 224’tür (Durmuşoğlu ve


Köker, 1999). Türkiye robot sayısı açısından dünya sıralamasında 22. ülke
konumundadır. Bir karşılaştırma yapmak açısından 1996 yılında Japonya’da,
ABD’de, Almanya ve İtalya’da bulunan robot sayıları yaklaşık sırasıyla, 400 bin,
70 bin, 60 bin ve 25 bin adet idi. World Robotics 2006 raporuna göre, 2004 yılı
sonunda Türkiye’deki kullanılan endüstriyel robot sayısı 196 iken bu sayı 2005 yılı
sonunda 403 adete ulaşmıştır. 2004 yılında eski robotlara 24 adet eklenirken, 2005
yılında 207 adet eklenmiştir. Dönemin sonunda robot kullanımı oldukça yüksek
bir artış göstermiştir.261

261
2004 yılında robot sayısındaki düşme üç nedenle açıklanabilir. Eğer veri doğruysa, robotların
yenilenmediğini gösteriyor olabileceği gibi, veri hatalıysa 1996 yılında yapılan araştırmanın sınırlarıyla
ilgili bir eksiklik de olabilir. Sık rastlanan başka olasılık ise robot tanımının farklı yapılması olabilir. 2003
yılındaki bir haberde farklı ve yüksek bir rakam verilmesi buna bir örnektir: “[İmalat sanayinde kullanılan
robotlar –b.n.]Türkiye’de ise henüz 1000 kişilik bir koloni oluşturacak düzeydeler. Ancak, önümüzdeki

382
Her halükarda yerli üretimle ya da dışarıdan ithal üretimde robotik kullanımı için
1990’ların ikinci yarısı önemli bir dönüm noktası, hatta üretimde robot kullanımında
oturma dönemi olduğunu söylemek olanaklıdır. 1994 krizi sonrası toparlanmanın
başlaması bir etken iken, daha önceden kesinleşen Gümrük Birliği’ne giriş tarihinden
önce, serbestleşen ticarete, üretimde ve ürünlerdeki standartlaşmanın gereklerine
hazırlanma bir başka etkeni oluşturmaktadır. Otomotiv sanayinde yerli ve özellikle
uluslararası şirketlere ait fabrikaların dönemin ilk yarısında yaptığı yatırımların,
Gümrük Birliği ve ihracat serbestleşmesine hazırlıklarının da bunda büyük payı vardır.
Türkiye’de kendisi robot üretimi ve tasarımı yapan tek şirket olan Kale Altınay
şirketinin Genel Müdürü Hakan Altınay’ın söyledikleri (Capital Dergisi, 1 Şubat 2003)
bunu göstermektedir.

… üretimde robot teknolojisini kullanma oranı arttı. Özellikle


1990’lardan sonra, başta otomotiv ana sanayi ve yan sanayinde, yeni
model üretim hatlarında bir yıl içinde robotlu sistemlere yapılan adet
ölçeğindeki yatırım miktarı önceki bütün yılların toplamından daha
fazla oldu. Bugün Türkiye’de toplam robot nüfusu bin adedin
üzerinde.

Durmuşoğlu ve Köker’in çalışmasına göre 1996 yılında ABB, Altınay ve Bosch


olmak üzere Türkiye pazarına robot veren 3 firma bulunmaktadır. Dumuşoğlu ve
Köker’e göre, incelediğimiz dönemin ilk yarısında robot pazarının en büyüğü ABB’nin
elindedir ve en çok robot otomotiv ana sanayi ile yan sanayi ve beyaz eşyaya satılmıştır.
2003 yılındaki bir haber, Türkiye’de mevcut robotların %70-75’inin otomotiv ana ve
yan sanayinde olduğunu ileri sürmektedir (Capital Dergisi, 1 Şubat 2003, Türkiye’de
Bin “Çelik” Var).

Tek yerli robotik üretici şirketi olan Altınay Robotik ve Otomasyon şirketi,
1991’de kurulmuş, ilk 6 eksenli endüstriyel robotu 1993’te geliştirmiştir. İncelediğimiz
dönemin başında Dünya Robotik Federasyonu’na (IFR) 1996 yılında yedek üye olarak
seçilmiş, 1998’de Avrupa’nın 21 robot şirketinden biri olarak üyeliği tescil edilmiştir
(Aksiyon Dergisi, 22 Temmuz 1998). Altınay şirketi, İTÜ’nün de katkılarıyla
Türkiye’de üretilen ilk ağır sanayi robotunu (ASR 60), 1996 yılında Arçelik’e teslim

yıllarda sayılarının artacağına kesin gözüyle bakılıyor” (Capital Dergisi, 1 Şubat 2003, Türkiye’de Bin
“Çelik” Var).

383
etmiştir. Bu yıla kadar Türkiye’de 11 fabrikanın otomasyon ve robot sistemini
yapmıştır.262 Daha sonra Kale ile birleşerek, otomotiv, otomotiv yan sanayi, beyaz eşya,
cam sanayi, seramik sanayi gibi birçok şirkete otomasyon sistemleri ve robot üretmiştir.
Kale Altınay, ülke dışında da robot ve otomasyon sistemleri satmaktadır. Ferrari'nin
Maserati fabrikasına aktarma hattı otomasyonu projesi, Renault ve Franke fabrikalarına
satış yapmıştır.

Dünya gazetesinin haberine göre (2 Ağustos 2005),

Bugün… Altınay'ın ürettiği robotlar; boyama, sızdırmazlık,


kaynak, montaj, makinalara parça yükleme, boşaltma işlerinde ve
kimya, beyaz eşya, otomotiv endüstrilerinde kullanılıyor. … Fabrika,
ilk yıl tek robotun çalıştığı ‘hücre’ denen sistemler yaparken, 2003
yılında üç robotun çalıştığı sistemler kurmaya başlıyor. Geçtiğimiz yıl
ise (2004 yılı –b.n.) birden fazla robotlu sistemin olduğu üretim
hatları yapılıyor. … bugün Türk robotları Dünya Robot Federasyonu
tarafından da onaylanmış durumda. Bu kurum, dünya çapında
üretilen tüm robotlara kalite sertifikasyonu sağlayan uluslararası bir
otorite. … Ve sonunda geçtiğimiz yıl Japon otomotiv devi Toyota,
otomobil fabrikalarında kullanacağı sanayi robotlarını da…
Altınay'dan almaya başladı.

Kale Altınay şirketinin incelediğimiz dönemin ikinci yarısında, 2001 krizinden


sonra büyük oranda ihracata yönelik üretim yaptığı görülmektedir. 2001 yılında
müşterilerinin %90’ı yabancı iken, 2002 yılında tamamı yabancı olmuştur (Zaman
Gazetesi, 17 Şubat 2003).

2005 yılı itibariyle pazara yönelik üretim ya da ithalat yapan otomasyon ve robot
şirketleri, Teknodrom, Kale Altınay ve AB Rotech olarak belirtilmektedir (Otomasyon
Dergisi, Temmuz 2005).263

262
Arçelik Çayırova Fabrikası, Eczacıbaşı Vitra Kartal ve Bozoyük fabrikaları, Paşabahçe Mersin ve
Kırklareli fabrikaları, EA elektrik, Profilsan A.Ş., Şişecam, Tofaş. 1999 yılında şirket, yabancı ülkelerde
üretim yapmak, merkezini bu ülkelere taşımak için ve ortaklık için kimi Avrupa ülkelerinden çağrı
almıştır.
263
2003 yılında kurulmuş olan Teknodrom, genel olarak uluslararası elektrik şirketi olan Yaskawa
grubunun robotik şirketi olan Motoman ürünlerini satmakta, bunların bakım, entegrasyon hizmetini
yürütmektedir. AB Rotech, ABB ve Rotech ortaklığıyla 2000 yılında kurulmuş olan İsveç merkezli bir
şirkettir. Robot üretimi yapmamakta, ABB robotlarının sistem ve süreç otomasyonu için uyarlamalarını
yapmakta, projelendirmekte, mühendislik ve bakım işlemlerini yürütmektedir. 2007 yılı itibariyle şirket
ağ sayfasına göre, Türkiye’de 500’ü aşkın ABB robotuna teknik destek vermektedir.

384
Dönemin ilk yarısında otomotiv ana ve yan sanayinde hız kazanan, ikinci yarıda
da beyaz eşya, ilaç sanayi gibi başka sektörlerde devam eden üretimde robot kullanımı
dikkate değerdir. Bunun yanı sıra, robot üreten yerli şirket ile robot ithal edip,
projelendirme ve mühendislik hizmetlerini yapan şirketlerin gelişimi de, incelediğimiz
dönemde teknoloji ve nitelikli emek gücü alt yapısındaki gelişmenin göstergeleridir.
Ülke içi sermaye birikiminin geldiği aşama henüz robotik üretimi açısından sınırlı
görünmektedir. Altınay robotik şirketinin İTÜ ile işbirliği içinde başladığı ve geliştirdiği
robotik sistemlerinin ülke dışına ihracatı, iç pazarda kullanımından daha fazla
olmaktadır.

3.3.3.5.1.4 Askeri Elektronik Cihazlar Alt Sektörü:


DPT raporuna göre, sektörde çalışan şirketler şöyledir: Aselsan, Ayesaş, Esdaş,
Eta, Gate, Havelsan, Karel, Meteksan, Mikes, Milsoft, Netaş, Savronik, Selex, TAİ,
Tübitak Bilten, Tübitak Mam, Tübitak UEKAE, Vestel Savunma Sanayi, Yaltes. Bu
şirketler askeri elektronik alanı dışında da üretim yapmaktadırlar. Bu şirketlerin büyük
bir bölümü en önemli etkinliklerini 1990’larda, özellikle de incelediğimiz dönem
içerisinde gerçekleştirmişlerdir. Örneğin HAVELSAN, 1980’lerde bir Türk-ABD şirketi
olarak kurulmasına karşın, incelediğimiz dönem içerisinde askeri alanda bilişim üzerine
yoğunlaşmıştır. Esdaş, Havelsan’ın da ortak olduğu bir şirket olarak 1990’lı yıllarda
kurulmuş, 2002 yılında NATO’dan en iyi bakım yapan şirketler alanında ödül almıştır.
Özgün maddi mal üretimi yapmamakta, sistem kurulumu, planlaması, testi, bakım ve
onarımını yapmaktadır. NATO ülkelerine yönelik çalışmaktadır.

Geri bağlantılar açısından Kablo, Kablaj, Pil, Güç Kaynakları, Elektro-Mekanik


ve Elektronik Malzemeler sanayi, bu sektörün ilişkili olduğu başlıca yan sanayiyi
oluşturmaktadır. Ancak yan sanayi ilişkisi genel olarak olduğu gibi bu sektörde de
zayıftır. DPT raporu, incelediğimiz dönemin sonunda, geleceğe yönelik olarak yan
sanayiye destek verilmesi gerektiğini belirtmektedir; bu sayede üründeki yerli girdi
katkı payının artırılması umulmaktadır (DPT, 2007, s.221).

Temel önemdeki elektronik sanayinde olduğu gibi askeri elektronik sanayinde


de yan sanayi ilişkisi, girdi çıktı zinciri zayıf durumdadır. Bu sektördeki Ar-Ge
çalışmaları gelişkin olmakla birlikte sınırlıdır, ticarileştirmek yani pazarda satılabilir
metalara dönüştürmek yönünden henüz güçlü değildir. ASELSAN’ın telsiz gibi kimi

385
etkinlikleri dışında Ar-Ge’ye verilen destek önemli olmasına karşın bunun elektronik
sanayinin geneline yayılımı sınırlıdır. Bunu, bileşenler alt sektöründe inceleyeceğimiz
Tübitak Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü’nün (UEKAE)
mikroelektronik üzerindeki araştırmalarında görmek mümkündür. Ar-Ge çalışmasına
yoğunlaşılan alanlar ve kaynaklar sınırlıdır, bunun sonucu olarak da ticarileşmesi için
aşamalar daha aşılmamıştır.

İncelediğimiz dönem içinde, savunma sanayi konusunda yazan yazarlara göre,


1998 yılı önemli bir değişim yılıdır. 1998 öncesi savunma sanayi politikaları Kıbrıs
Harekâtı sonrasında yürürlüğe giren, yabancı ortakla birlikte yerli savunma sanayinin
kurulmasına yönelik politikalardır (Ziylan, 2001). Bu politikalarla, 1974 öncesi “ulusal”
özgün sanayi yaratma yerine “yerli” sanayi yaratmaya girişilmiştir. Burada benimsenen
yönelim, “savunma sanayii için gerekli yüksek teknolojilerin transfer edilmesinin
mümkün olmayacağı ve transfer edilebilen teknolojilerde de, edinen taraf olarak,
teknolojik gelişmelerin izlenemeyeceği kabul edilerek, en son teknolojiyi transfer
edebilmenin ve teknolojideki gelişmeleri izleyebilmenin yolu olarak; yabancı
üreticilerin katıldığı ve yerli ortakla birlikte üretimin her aşamasından sorumlu olduğu
ortak yatırımları desteklemek oldu" (MMO 1991b, s.43). Buna göre, teknoloji transferi
ürün yoluyla mümkün değildi; bunun yerine yabancı sermaye teşvik edilmeli; yabancı
sermaye ile kurulan ortaklıklarla teknoloji yeteneği geliştirilmelidir. Ziylan’a göre,
1998’e kadar bu yolda yabancı sermaye katkısı ile kurulan firmaların başarısı çok sınırlı
olmuştur. Aselsan, bu politikanın dışında, kendi özgün teknolojisini yaratma yönünde
bir politika izlemiştir (Ziylan, 2001).

20 Haziran 1998 tarihinde 98/11173 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı olarak Resmi
Gazetede yayınlanan “Türk Savunma Sanayii Politikası ve Stratejisi Esasları”
(TSSPSE), Savunma Sanayinde yeni bir dönem olarak kabul edilmektedir. Bu belgenin
en önemli özelliği Ziylan’a göre, teknoloji odaklı olması ve ihtiyaç duyulan teknolojileri
“milli olması zorunlu”, “kritik” ve “diğer” teknolojiler şeklinde gruplanmasıdır. Bu
tanımlama, ülke için gerekli teknolojiler için, projeden projeye değişmeyen,
kurumsallaşmış bir yaklaşımın ortaya konmasını sağlayacak olması açısından çok
önemlidir. Ayrıca “Milli Olması Zorunlu” ve “Kritik” ihtiyaçların “Milli” gizlilik
dereceli tesis güvenlik belgesine sahip yerli sanayi tesislerinde geliştirilip üretilmesi

386
esası getirilerek, ülke açısından “Milli Olması Zorunlu” ve “Kritik” teknolojilerin
edinilmesi süreci ve edinilen teknolojilerde sürekliliğin sağlanması garanti altına
alınmıştır (Ziylan, 2001). Ancak daha önce kabul edilen bilim ve teknoloji belgelerinde
olduğu gibi, bu savunma sanayi belgesinin de uygulanmadığı, hedeflerinin
gerçekleştirilmediği belirtilmektedir (Cumhuriyet, 20 Temmuz 2002), (Cumhuriyet
Bilim Teknik, 16 Nisan 2005).

2004 yılında savunma alanına yönelik yazılım ve bilgisayar geliştirme yönünde


adımlar atılmıştır. Buna göre, askeri helikopterlerin bilgisayarlı kontrol sistemlerinin
“dost-düşman” ayrımı yapan özelliğini belirlemeye yönelik yazılımların üretilmesi için
çalışmalar yürütülmektedir.

Askeri elektronik sektörünün ihracatı büyük ölçüde uluslararası politikalara ve


hükümetler arası temaslara dayanmaktadır. Sektörün satış yaptığı piyasalarda alımların
çoğunlukla satıcı ülke kredisine dayalı olarak yapılması ve sektör firmalarının kredi
bulmadaki sorunları ihracatı sınırlayan faktörlerdir (Bayar, 2003). İhracatın en önemli
kalemlerini, çeşitli tipte telsiz sistemleri ve uçuş simülatörleri oluşturmaktadır. Bu
alanlar aynı zamanda askeri elektronik sanayinin Ar-Ge çalışmaları ile üzerine
yoğunlaştığı ve özgün çalışmalar yaptığı alanlardır.

Öte yandan yabancı sermaye etkinliği ile transfer edilen teknolojinin ve


teknolojik gelişmenin sınırlı tutulduğu da sektör raporlarında belirtilmektedir. Bu
nedenle DPT raporu (2007, s. 225), şu vurguyu yapmaktadır:

Elektronik Savunma Sanayii alanında yabancı şirketlerin


Türkiye’de yapacağı yatırımların kontrollü olması stratejik açıdan ve
yerli Savunma Elektronik Sanayiinin ve dolayısıyla tüm Elektronik
Sanayii sektörümüzün gelişimi açısından önem arz etmektedir.
Yabancı sermayenin sınırlı teknoloji transferi ile sanayimizi istediği
ölçeklerde tutması ihtimali göz ardı edilmemelidir. Elektronik sanayii
için Savunma sektörü çok önemli bir teknolojik lokomotif görevi
üstlenmekte olup, Elektronik Sanayiinin ihtiyaç duyacağı yan
sanayinin ve teknolojilerin geliştirilmesinde önemli rol oynamaktadır.

3.3.3.5.1.5 Bilgisayar Alt Sektörü:

Türkiye’de bilgisayar alt sektörü zayıf bir durumdadır. Oysa bu sektör,


teknolojik değişimi sürüklemesi, belirlemesi açısından olduğu kadar “yüksek katma

387
değer”e sahip ürün üretmesi açısından önemli bir sektördür.264 Bu sektörün kendisinin
gelişimi teknolojik değişimi etkilediği gibi geri bağlantılarının gelişmesi de teknoloji
üretimini etkilemektedir. İncelediğimiz dönemin sonunda 2004 ve 2005 yıllarında
elektronik sanayi üretiminin yaklaşık %6’sını gerçekleştirebilmekteydi, ihracat
açısından ise aynı yıllarda elektronik sanayi ihracatının %1’ini gerçekleştirmekteydi.
Türkiye’de bilişim teknolojileri pazarı 1999’da 2,6 milyar dolar iken 2001 yılında 4
milyar dolara ulaşmış ancak kriz nedeniyle daralan pazar yeterince toparlanamamıştır;
2004 yılında ancak 3,5 milyar dolara yaklaşmıştır (DPT, 2007, s.233). Bu durumu ile
bilgisayar sektörü krizin en açık görüldüğü alan olarak yorumlanmaktadır (Yılmaz,
2007, s.47). İhracat da 1999’dan 2004’e kadar %35 oranında azalan boşluğu
kapayamamıştır. Ancak üretimdeki artışa karşın ihracatın aynı oranda artmaması, “hızla
büyüyen şirket sayısıyla yükselen iç tüketime (%52) yönelme olduğunu göstermektedir
(Yılmaz, 2007, s.47). İç pazarda en büyük payı donanım harcamaları almaktadır, ancak
yazılım ve bilişim hizmetlerinin payı da artmaktadır. Bu iki harcamanın toplamı 1999
yılında donanım harcamalarının yarısından az iken, 2004 yılında artan donanım
harcamalarının 2/3’ü düzeyine gelmiştir. İncelediğimiz dönemin sonlarında bu iç
pazarın %80 ile %85’i ithalatla karşılanmaktadır. İç pazarın büyük bir kısmı ithalatla
karşılansa da, bu pazarın genişlemesinin hem toplumsal hem de genel olarak sanayi
açısından farklı bir anlamı bulunmaktadır.

İncelediğimiz dönem, daha önce aktardığımız gibi, aynı zamanda Türkiye’de


bilgisayar, iletişim gibi bilişim sistemlerinin ve internet kullanımının yaygınlaşmaya
başladığı ve ticarileştiği dönemdir. Türkiye’ye internet 1993 yılında girmiştir, ancak
üniversiteler dışında yaygın kullanımı ele aldığımız dönemin başını bulmaktadır.
Bilgisayar, cep telefonu gibi bilişim ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması da bu
dönemde gerçekleşmiştir. TESİD raporunda belirtildiği gibi Türkiye’de cep telefonu
pazarı ve ithalatı bu dönemde çok hızlı büyümüştür.

Türkiye’de Bilişim ve İletişim teknolojilerinin hızlı yayılmasının nedeni


Türkiye’deki sermaye birikiminin geldiği aşamayla örtüşmesidir. İnternet, bilgisayarın
yaygınlaşmasında bu sermaye birikimine uygun olarak değişen ve yeniden yapılanan

264
“Bilgisayar donanımı, yazılım hizmetleri, tüketim malzemeleri üreten alt sektörün en önemli özelliği
hızlı değişen teknoloji ve yüksek katma değeridir” (Bayar, 2003).

388
üretim, tüketim ve dolaşım alanlarının etkisi vardır. Bunun önemli toplumsal sonuçları
olmuştur ve bu toplumsal değişimin tekrar yeniden üretimin toplam döngüsüne (üretim,
tüketim, dolaşım) yansımaması da beklenemez. Finansal sistemin yeniden
yapılanmasında alt yapı oluşturmaktan, bankamatiklerin, kredi kartlarının, internetin
kullanımına kadar tüketim ve dolaşım alanına yansıyan değişiklikleri üretim alanına
yansıyan değişiklikler izlemiştir. Muhasebe, envanter tutma, satış planlama, bürolar
arası bilgi akışı, üretim sürecinin otomasyonu, bayilerle ilişki, müşteri takibi,
tedarikçilerle kurulan esnek ilişki265 gibi üretim alanıyla ilgili pek çok düzeyde değişim
incelediğimiz dönem içinde ticarileşmiş, yaygınlaşmıştır.

Bu konuda Microsoft Türkiye şirketi tarafından yapılan bir araştırmaya DPT


raporu da itibar etmektedir (DPT, 2007, s.233). Buna göre, 2003 yılı itibariyle donanım
ve yazılımın KOBİ niteliğindeki şirketlerde kullanımı şu sonuçları vermektedir:

• KOBİ’lerin %62’si teknoloji yatırımlarını ekonomi düzelinceye kadar


ertelemiştir (2003 yılı sonuçları açıklanan bu araştırmanın yapılış tarihi sonrası
toparlanma evresinin yaşandığı gözetildiğinde, bu şu anlama gelir: teknoloji yatırımı
yapmayı tasarlayan KOBİ oranı en az bu kadar olacaktır).

• Bilişim teknolojileri için ayrılan ortalama kaynak 5.162 ABD Doları’dır.

• İşletmelerin % 49’u 2002 yılında 12 ay içinde en az 1 adet PC almıştır.


Bilgisayar kullanan çalışan sayısı, 2000–2002 yılları arasındaki 3 yıllık dönemde
%58’den %66’ya yükselmiştir.

• Internet kullanım oranı %72’den %80’e yükselmiştir.

• Web sitesi olan KOBİ oranı %40’tan %53’e yükselmiştir.

• E-ticaret yapan KOBİ oranı %2’den %7’ye yükselmiştir.


265
“İmalatçılarımız her hafta pazartesi günü 6 aylık malzeme tahmin programlarımızı FOSN (Ford
Otosan Supplier Network) intranet uygulamamızdan izleyebiliyorlar, sistemlerine indirebiliyorlar. Her
gün, ilerdeki ilk 14 gün için verdiğimiz sevkiyat programlarımızı izleyip, sevkiyatlarını
gerçekleştiriyorlar. Milkrun dediğimiz uygulamamız dahilinde, TNT, planlı seferler düzenleyerek
parçalarımızı imalatçılarımızdan belli saatlerde toplayarak, fabrika içindeki kullanım yerlerine en yakın,
daha önceden belirlediğimiz kapılardan boşaltıyorlar. İmalatçılarımız, parçalarını, fabrikalarından TNT
araçlarına teslim ettiği anda, FOSN uygulamamız yardımı ile, sevkiyat bilgisini bize elektronik irsaliye
ile bildiriyor” (Capital Dergisi, Akıllı Fabrikayla Verimlilik Devrimi, 1 Haziran 2003).

389
• KOBİ’lerin %53’ü işletmelerde yerel ağ (LAN) kullanmaktadır.

• KOBİ’lerde en çok kullanılan yazılımlar; %83 ile kelime işlemci ve elektronik


tablolama programları ve %76 ile muhasebe programlarıdır.

Üretim alanındaki bu talebin daha güncel verilerini genel olarak imalat sanayini
incelediğimiz önceki bölümde vermiştik. Talepteki bu değişim, donanım açısından yerli
üretimle karşılanmamaktadır. Donanım ithal edip satan ya da monte eden şirketlerden
oluşan bir alt sektör yapısı bulunmaktadır. Buna karşılık yazılım sektörü gelişme
göstermektedir. Özellikle muhasebe programları, ERP/MRP, CRM yazılımları, GSM
operatörlerine VA sistem yazılımları, diğer sistem yazılımları alanında gelişmektedir.

2004 yılı verilerine göre, Türkiye’de yazılım sektörünün büyüklüğünün 250–300


milyon dolar düzeyinde olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakamın içerisinde işletim
sistemlerinden veri tabanlarına, yabancı kaynaklı ERP’lere kadar her şey
bulunmaktadır. Ancak, tahminler, bunun yaklaşık 100 milyon dolarının Türkiye’de
üretilen yazılımdan kaynaklandığını gösteriyor. Yani Türkiye yazılım pazarının üçte
birini yerli yazılımcılarının elindedir (Capital Dergisi, 1 Aralık 2004, Yazılımın 20 Yerli
Devi). Ancak Türkiye’de yazılım pazarı büyümekte ve bu alanda sermaye birikimi
gelişmektedir. Capital Dergisi’nin aynı tarihli yazısına göre, 2001 krizi sonrası
şirketlerin bir kısmının iflas etmesiyle sonuçlanmıştır. Yani, bu alandaki sermaye
birikimi merkezileşme yönünde hız kazanmıştır. Yazılım sektörünün gelişmesindeki
önemli etkenlerden birisi, bir yandan bilişim alt yapısının ve üretimin getirdiği talepler
iken bir yandan da bu alandaki nitelikli işgücünün oluşmasıdır. Microsoft’un sahibi Bill
Gates, yazılım pazarında Türkiye’nin sahip olduğu nitelikli işgücü ile önemini şöyle
vurgulamaktadır (TÜBİSAD Broşürü, 2007):

Avrupa Birliği’nde yazılım mühendislerine olan talep oldukça


yüksek. Türkiye’deki yazılım eğitiminin kalitesi son derece yüksektir.
Türkiye, Avrupa yazılım pazarında ciddi bir oyuncu haline gelebilir.

Deloitte Technology Fast 500 programına göre, Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’nın


En Hızlı Büyüyen 500 Teknoloji Şirketi listesinde Türkiye’den 21 şirket bulunmaktadır
(TÜBİSAD Broşürü, 2007). Mobilera bu 500 şirket içerisinde 15. olurken, Telekom
şirketleri sıralamasında 2. olmuştur. Deloitte’in oluşturduğu bu listeye göre, Türkiye'de

390
5 yıl içinde (2001–2006) en hızlı büyüyen teknoloji şirketleri sıralaması şöyledir: birinci
olan Mobilera şirketi 2001'de kurulmuş; 5 yılda %6764 büyümüştür. İkinci Veripark ise
%2730 büyümüştür. Üçüncü Bizitek, % 2717 büyümüştür (Dünya Gazetesi, 25 Eylül
2006).

Yazılım sektörü dönemin ikinci yarısında mutlak büyüklük olarak küçük


olmasına karşın önemli bir büyüme gerçekleştirmiştir.266

Başka bir örnek de 1995 yılında kurulan Cybersoft şirketidir. Vergi Daireleri
Otomasyonu Projesi’ni (VEDOP) yapmış olan bu şirket özellikle incelediğimiz
dönemin ikinci yarısında 2002–2005 yılları arasında, 20 milyon dolar cirosuyla, 4
milyon dolarlık Ar-Ge yatırımı yapmıştır; şirket, 200’ün üzerinde mühendis
çalıştırmaktadır (Capital Dergisi, 1 Ağustos 2005).

Görüldüğü gibi, incelediğimiz dönemin özellikle ikinci yarısında teknoloji


şirketleri önemli büyüme göstermişlerdir. Bunlar içinde yazılım sektörü giderek önem
kazanmaktadır. Yazılım sektörü ile tüketici elektroniğini kesiştiren, bu sektöre girdi
sağlamasına yol açan gelişme de sektörün kullandığı kimi donanımların, bileşenlerin
içinde gömülü yazılımların geliştirilmesidir. Bu sektördeki gelişmeleri ve anlamını
birkaç örnekle anlatabiliriz:

2001 yılında Vestel, İngiliz yazılım firması Cabot’ı satın alarak, İngiltere’de
yüzde 50’nin üzerinde pazar payına ulaştı. Bu şirketin ürettiği sayısal yayın yazılımları,
Vestel’in ürettiği cihazlarda kullanılmasının yanı sıra Toshiba ve Philips gibi firmalar
tarafından da satın alınmaktadır. Bundan sonra Vestel, 2005 yılında savunma
yazılımları üreten ABD sermayeli Aydın Yazılım’ın (AYESAŞ) yüzde 60’ını da satın
aldı (Capital Dergisi, 1 Ağustos 2005).

Yazılım üretimi, Ar-Ge çalışmasının ve nitelikli işgücü istihdamının da


geliştirilmesini gerektirmektedir. Bu nedenle Vestel’in yaptıkları, aynı dergide şöyle
aktarılmaktadır:

266
“… listeye giren 39 şirket ortalama yüzde 600 büyüdü. En düşük büyüme internet şirketlerinde
gerçekleşirken, yazılım firmaları adeta patlama yaptı” (Sabah, 27 Eylül 2006).

391
İkinci önemli nokta sayısal Ar-Ge grubu ve Urla Teknokent’te
bunun yardımcı birimlerini kurmamız. Şimdi daha fazla yetenekli
gömülü yazılım üreten insanlara ulaşabilmek için İstanbul Arıkent’te
bir Ar-Ge bölümü kuruyoruz. Bunun amacı, Türkiye’de gömülü
yazılımlar konusundaki yetenek envanterinden en üst seviyede
faydalanabilmek. İngiltere, Urla, İzmir ve Arıkent de bizim kendi
tüketici elektroniği cihazlarımızın içindeki gömülü yazılımlarla ilgili iş
planımızın parçası.

Vestel yöneticisi Cengiz Ultav yazılım üretimine yönelmenin nedenini şöyle


açıklıyor (Capital Dergisi, 1 Ağustos 2005):

Son 3-4 yıl içinde gömülü yazılım konusuna odaklandık. Cabot


tesadüfen alınmış bir firma değildi. Bu, cihazlar içinde yazılımın
kazandığı büyük öneme bağlı olarak yapılmış bir hareket. … Yazılımın
ticari yönünü üç ana grupta toplayabilirsiniz. Bunlardan bir tanesi,
PC gibi cihazlardaki işletim sistemi yazılımları. Bu tip yazılımlar ABD
ve İrlanda ekseninde üretiliyor. İkincisi, uygulamalar ve yazılım
değiştirme hizmetleri. Bunlar da daha çok Hindistan’da yapılıyor.
Üçüncüsü de gömülü, yani sayısal yayın cihazları, DVD’lerin içindeki
yazılımlar, yön bulma cihazları içindeki ya da uç bir örnek olarak
plastik enjeksiyon makinasi içindeki yazılımlar. Bu çok önemli bir
pazar. Gömülü yazılım konusunda dünya çapında rekabet avantajı
elde edebiliriz diye düşündük.267

Bunun temel nedenlerinden başlıcası, tüketici elektroniğinin ana gövdesini


oluşturan televizyon üretiminde özgün olarak yeniliğin gerçekleştirilebildiği tek alanın
entegre devrelerin tasarımı, bunlara yüklenen yazılımlar olmasıdır. Bunun dışında
karmaşık entegre devreler, bu konuda uzmanlaşmış, genelde uzakdoğuda bulunan
şirketler tarafından üretilmekte, ya da bunlara ısmarlanmaktadır. Dolayısıyla tek özgün
yenilik ve geliştirme alanı, gömülü yazılımlar ve belirli entegre devre tasarımları olarak
görülmektedir.268 Türkiye’de tüketim elektroniğinde öne çıkan belli başlı şirketler de bu
nedenle bu alana, gömülü yazılım konusuna yönelmektedirler. Özellikle incelediğimiz

267
Benzer bir vurguyu sektörün geneli için DPT raporu da yapmaktadır: “Son yıllarda Türkiye’deki
otomasyon ve otomatik kontrollü makina üretimlerindeki büyük artış, gömülü yazılımlar alanında da
önemli gelişme sağlamıştır” (DPT, 2007, s.234).
268
“Üretilen cihazlardaki yenilik muhtevasını çok büyük oranda kullanılan entegre devrelerin tasarımının
ve bunlara yüklenen yazılımların belirlediği düşünüldüğünde, Türkiye’deki güçlü tüketici elektroniği
firmalarının rekabet öncesi işbirliği ile oluşturulacak bu alanda uzmanlaşmış bir tasarım altyapısının,
tüketici elektroniği alanında katma değeri arttıracak ve yenilik yaratmayı teşvik edecek bir güç
oluşturacağı görülür” (DPT, 2007, s.100).

392
dönemin ikinci yarısında yaşanan gelişmeler bu açıdan bir teknoloji geliştirme çabası
olarak görülmelidir.

Genel olarak bakıldığında bilişim sektörünün temel dinamiği iletişim


sektöründen gelmektedir. Burada ağırlık uluslararası şirketlerdedir. TÜBİSAD
verilerine göre, 43 milyonu aşan mobil telefon abone sayesinde üç operatörün toplam
geliri 6,9 milyar doları bulmaktadır. İletişim dışarıda bırakılırsa bilişimde yüzde 90
oranlarında ithalat söz konusudur. Yine TÜBİSAD’a göre, incelediğimiz dönemin
sonunda sektörde en çok ciro yapanlar da dağıtım kanalları ve sistem entegratörleridir.
Bu da ileri bağlantılar açısından Türkiye’de imalat sanayine, elektronik ve endüstriyel
elektronik sanayine ve alt yapıyı sağlamaya dönük donanım, iletişim gibi bilişim ve
iletişim teknolojisi altyapısı üretiminin zayıf durumda olduğunu göstermektedir. Bu
bileşenler genel olarak ithal edilmektedir. Yazılım üretimi ve “sistem entegrasyonu”nda
olduğu gibi mühendislik hizmetleri, bakım ve sınırlı da olsa Ar-Ge alanında ülke içi
üretim yapılmaktadır. Ekonomik büyüklük olarak görece küçük olmakla birlikte
sermaye birikimi ve büyüme kat eden yazılım sektörü önemlidir. Bilgisayar üretimi ise
montaj, bileşenleri birleştirme ve sistem entegrasyonu temelindedir, esas olarak
parçaların ithalatına dayanmaktadır.

3.3.3.5.1.6 Bileşenler Alt Sektörü:


Bu alt sektör, elektrik elektronik sektörünün diğer alt kollarının girdi olarak
kullandığı devre elemanları, resim tüpleri, bobin ve transformatörler, akustik elemanlar,
elektronik röleler, baskılı devreler gibi ürünleri üretmektedir.

Tahmin edilebileceği gibi bileşenler alt sektörü standart ürünler üretimi


gerektirse de, bilimsel teknik üretim sürecine en yakın üretim alanı olduğu için ürünleri
ve üretim süreçleri sürekli değişen ve dünya çapında rekabetin çok yüksek olduğu bir
sektördür. Bu alt sektörde serbestleşen ticaret koşullarında rekabet edebilmek için
büyük yatırımlar ve teknolojik birikim gerekmektedir. Türkiye’de bu alt sektörün,
diğer alt sektörlerle girdi çıktı ilişkisi de zayıftır. Tüketici elektroniği üretimi için
gerekli bileşenlerin önemli bir kısmı ithalatla karşılanmaktadır. Kaldı ki, bileşenler
ithalatı da ihracatından oldukça fazladır. İhtiyacın büyük kısmı ithalatla
karşılanmaktadır. Bileşenler alt sektöründe ülke içi talebin yaklaşık %90’ı ithalat ile
karşılanmaktadır (DPT, 2007, s.36). Alt sektörün rekabet gücünün azlığı, diğer alt

393
sektörleri de olumsuz etkilemektedir. 2001 yılı verileriyle elektrik elektronik sektörü
üretiminde faktör maliyetleri içinde hammadde kullanımının %37,17 ile en yüksek paya
sahip olduğu göz önünde bulundurulursa, bileşenler alt sektörünün diğer elektronik
sektörlerine girdi üretmedeki zayıflığı ve kurdaki dalgalanmaların genel olarak
elektronik sanayi üzerinde yarattığı etki görülebilir (Bayar, 2003). Alt sektör
ürünlerinden baskılı devreler, elektronik cihazların üretiminde kullanılan bobin ve
transformatörler, elektronik röleler ve bağlantı elemanları üretimi nitelik ve nicelik
yönünden sektörün ihtiyacını karşılayabilecek durumdadır.

Bileşenler sektöründe resim tüpleri tamamen ithal edilmektedir; devre


elemanları ise hemen hemen tamamen ithal edilmektedir. Buna karşılık, bobin ve
trafolar, akustik elemanlar, elektronik röleler, ve baskılı devreler hem ülke içinde
üretilmekte hem de ithal edilmektedir. Bunlardan sadece bobin ve trafoların, elektronik
rölelerin ve baskılı devrelerin ihracatı yapılmaktadır (DPT, 2007, s.108–9).

Bileşenler sektörünün önemli bir parçası mikroelektronik alanı yani tümdevre


üretimi alanıdır. Vizyon 2023’de Teknoloji Öngörü Projesi çerçevesinde
mikroelektronik, teknolojik faaliyet önceliklerinde en ön sıralarda yer almaktadır.
Mikroelektronik üretimi, özgün olarak henüz yerli sermayenin özel üretimi olarak
bulunmamaktadır, TÜBİTAK ile askeri elektronik sanayi araştırmaları bu yönde
gelişmektedir. Üretim araçları üretiminde ve teknolojik düzeyi belirlemede çok temel
bir öğe olan mikroelektronik alanında Türkiye’de yaşanan gelişmelerin bir tarihçesi,
incelediğimiz dönemin bu tarihçe açısından önemini gösterecektir.

1980–83 yılları arasında “mikroelektronik teknolojisi alanında bilgi birikimi


sağlamak, bu alanda endüstriye araştırma-geliştirme desteği vermek, stratejik öneme
sahip tümdevreleri üretebilmek amacı ile, Yarıiletken Teknolojisi Araştırma Laboratuarı
(YİTAL) kurul”muştur. 1988–1991 yılları arasında CMOS/VLSI türü yongaların
üretimi NATO’nun “İstikrar İçin Bilim” Programı çerçevesinde sağlanan maddi destek
ve projeler ile yürütülmeye başlanmıştır. Mikroelektronik devre üretimi daha çok askeri
amaçlı olarak geliştirilmektedir.

Tam olarak incelediğimiz dönemin başında yani 1995 yılında bu bölüm, Ulusal
Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü (UEKAE) adıyla bir Enstitü’ye

394
dönüştürülmüştür. Enstitü’nün tarihçesinde belirtildiğine göre, aynı yıl, NATO İstikrar
için Bilim programı çerçevesinde ülke içi sanayi kuruluşları ile birlikte yürütülecek bir
projeye de başlanmıştır. 2001 yılında 1,5 mikron, 2005 yılında 0,7 mikron kanal
derinliğinde tüm devre üretmiştir; 2007 yılında 0,35’e inilmiştir.269 Bir karşılaştırma
yapmak için Intel’in 2007 yılında ürettiği mikroişlemcilerdeki MOS transistor kanal
genişliği 0,065 mikrondur. Yani Türkiye’de seri olarak üretilmeyen, NATO destekli,
askeri araştırmalar merkezli kurulan laboratuarda üretilen mikroişlemciden 2005 yılına
göre, 10 kattan fazla küçük ve daha fazla gelişmiş, 2007 yılına göre ise 5 kattan fazla
küçük ve daha fazla gelişmiştir. Intel’in devreleri, üretken tüketime sunulabilecek meta
haline dönüşecek devreler iken Türkiye’dekiler sınırlı askeri kullanım ve laboratuar içi
geliştirme çalışmaları için kullanılmaktadır.

Yine incelediğimiz dönemin başında 1996 yılında YİTAL ile üniversiteler


arasında bağlar güçlendirilmeye çalışılmıştır. 1999 yılında UEKAE bünyesinde İleri
Teknolojiler Araştırma Grubu (İLTAREN) kurulmuştur.

Türkiye’de tümdevre tasarımı ve üretimi halen sınırlı ve ticarileşmemiş olarak


askeri sanayiye yönelik yapılmaktadır. Dicken’in de aktardığı gibi ulusal hükümetler,
dünyada az ya da çok, elektronik sanayinde ama özellikle yarı iletken ve tüm devre
üretiminde belirli biçimlerde müdahil olmuşlardır (Dicken, 1992, s.323–25). Ancak
Türkiye’de bu gelişimin ASELSAN ile başlamakla birlikte, tüm devre aşamasında
oldukça geç ve olgunlaşmamış olduğunu görmek olanaklıdır. Geç kapitalistleşmenin
getirilerinden biri olarak, tüm devre tasarım ve üretimine sanayiden katılım da
gelmemektedir. Bu da olağandır, en etkin kullanım alanı bulduğu elektronik sektöründe,
tümdevreler Uzakdoğu’dan istenilen tasarımlarla ısmarlanmakta, ithal girdi olarak
kullanmanın maliyeti daha uygun görünmektedir. TMMOB Makina Mühendisleri
Odası’nın düzenlediği 1991 Sanayi Kongresi için hazırlanan “Endüstriyel Elektronik”
yuvarlak masasında TELETAŞ yetkilisi, bileşenlerin bir kısmını üretmek önemli değil
bunları dışarıdan da alırız demektedir. ASELSAN, TELETAŞ ve diğer elektronik
üreticilerinin üzerinde ortaklaştığı öncelikli alanlar 1991 yılında uygulamaya özel
tümdevre (ASIC) üretimi, bobin, trafo üretimi, resim tüpü üretimidir. Sanayiyle uyumlu

269
Tarihçe için bkz. TÜBİTAK UEKAE ağ sayfası: (www.uekae.tubitak.gov.tr, 2008).

395
olan, uygulamaya özel tümdevrelerin, donanımın ve mekanik bileşenin üretilmesi, resim
tüpü üretilmesi konusunda devlet devreye girmeli denilmektedir (1991 Sanayi Kongresi
Elektronik Sanayii Sektör Raporu).

1991 yılından beri dile getirilen bu eksikliğe karşı sanayinin tümdevre ihtiyacını
nasıl karşıladığı DPT raporunda (2007, s.112) şöyle anlatılmaktadır:

Tümdevrelerin küresel pazarda yer tutacak nitelikte


üretilebilmesi için gerekli yatırımın ve üretim bilgisi birikiminin çok
yüksek olması ve rekabetin ancak çok yüksek üretim kapasitelerinin
sağlanması koşulu ile mümkün olması, büyük hacimli mikroelektronik
üretiminin –genellikle uzak doğu ülkelerinde bulunan-az sayıda
uzman üretim merkezinde yoğunlaşması sonucunu vermiştir. Sistem
üreticisi firmalar genellikle yeni ürünleri için gerekli gördükleri
tümdevreleri ya kendi bünyelerinde tasarımlamakta, yahut tasarımları
bağımsız ‘tümdevre tasarım merkezleri’nde yaptırdıktan sonra bu
büyük üretim evlerinde ürettirmektedir.

Türkiye imalat sanayi, üretim araçları ve ürünleri için gerekli tümdevreleri, ithal
etmektedir. Uygulamaya özel tüm devre üretimi, 1991 Sanayi Kongresi’nde, Vizyon
2023 Teknoloji Öngörü ve Strateji Belgeleri’nde ve daha birçok yerde bir ihtiyaç olarak
belirtilmesine karşılık, sınırlı da olsa ticarileştirilmeyen, ancak desteklenen çalışma,
henüz epey ham bir halde incelediğimiz dönem içinde başlatılmıştır.

3.3.3.6 Endüstriyel Elektronik Sanayinin Gelişimi Üzerine Genel


Değerlendirme
İncelediğimiz dönem içinde elektronik sanayini belirleyen tüketici elektroniği
olmuştur. Avrupa pazarında önemli bir pay alan birkaç yerli şirkete dayanan tüketici
elektroniği ihracat ile hızlı biçimde büyümüştür. Bu bir teknolojik değişimi ifade
etmektedir. Ancak teknoloji üretimini belirlemek için geriye bağlantıya bakmak
gereklidir. Ele aldığımız dönemde dış pazara yönelik gerçekleşen bu hızlı büyümenin
geri bağlantı etkisi olmamıştır. Endüstriyel elektronik sektörünün, tüketici elektroniği
ile bağı yok denecek denli zayıftır. Tüketim elektroniği, girdilerinin büyük bir kısmını
ithal etmektedir. Bu girdiler üretim aracı niteliğinde elektronik ürünleridir ve bu
niteliklerinden dolayı bütün imalat sanayinin teknolojik değişimini belirlemede temel
yer tutmaktadırlar. Öte yandan ele aldığımız dönemin ikinci yarısında tüketim
elektroniğine önemli bir girdi olan yazılım ve gömülü yazılım sektörü çok zayıf da olsa
gelişmektedir. Elektronik üretim araçları ile kurulan bu geri bağlantı dinamiği aynı

396
zamanda bu alanda teknoloji üretiminin gelişmesine yönelik bir etkendir. Zaten yazılım
alanında bazı şirketlerin yürüttükleri Ar-Ge çalışmaları da bunu göstermektedir.

Teknoloji üretimi açısından endüstriyel elektroniğe dair yapılacak diğer bir


önemli saptama ise şöyledir: Türkiye’deki üretim yapısının önemli düzeyde
teknolojisini belirleyen, teknoloji girdisi olan endüstriyel elektroniğin ülke içi üretimden
değil ithalattan sağlanmasıdır. Makina, otomasyon, bilişim, mikro elektronik,
uygulamaya özgü mikro elektronik (ASİC) gibi üretim yapısının teknolojik düzey
olarak belirleyici merkezinde yer alan girdiler, geri bağlantı olarak ülke içinden
karşılanmamaktadır. Bu ise teknoloji açısından ülke içi üretimin sınırlılığını,
bilimsel üretimin ya da merkezi düzeydeki araştırma-geliştirme ve teknoloji
üretiminin ülke dışında yapıldığını göstermektedir.

Türkiye’nin elektronik pazarı dönem içinde katlanarak büyümüştür, ancak büyük


oranda ithalat ile karşılanmaktadır. Endüstriyel elektronik açısından durum bundan daha
kötüdür. Örneğin bileşenlerde ülke içi talebin %90’ı ithalat ile karşılanmaktadır. Pazarın
katlanarak büyümesinde tüketim elektroniğinin etkisinden daha çok endüstriyel
elektronik talebinin, yani üretimin girdi talebinin etkisi vardır. Üretimin
gereksinimlerinin böyle yükselmesi teknolojik düzey ve üretim boyutlarının genişlemesi
açısından anlamlıdır ancak bu gereksinimlerin ülke içinden karşılanamaması elektronik
sektöründe üretim araçları üretimi açısından yetersizliği anlatmaktadır.

Bu nedenle üretim araçları üretiminde merkezi bir önem taşıyan endüstriyel


elektronik sektörü incelediğimiz dönemde gelişme gösterse bile üretimin genel yapısını
değiştirmekten daha çok, bir eşiğe dayanmıştır. Bu eşik biri dışsal diğeri içsel iki yönlü
bir eşiktir: bir yandan tüketim elektroniğinin ihtiyaçlarının ithalat ile karşılanmasının
yaratacağı basınç nedeniyle oluşan dış yön, diğer yandan ise bizzat sektörün kendisinin
uluslararası rekabete açılan iç pazar ve ihracat koşullarında üretiminin sınırlılığı
yönüdür. Endüstriyel elektroniğin geliştirilmesi ve desteklenmesi gerektiği yönündeki
ihtiyaç dönemin sonunda hatta yakın zamanda daha sık dile getirilir olmuştur. Ancak bu
dile getirmenin yönü farklı görünmektedir. Daha öncesi olmakla birlikte örneğin 1991
Sanayi Kongresi’nden beri tüketim elektroniği sektörünün resim tüpü gibi kimi
girdilerinin ülke içinde üretilmesi yönünde sektör temsilcileri önerilerde
bulunmaktadırlar. Buna rağmen ithal girdinin dönemin ikinci yarısında görece

397
ucuzlaması, şirketler için bu ihtiyacı biraz yatıştırmıştır. Ancak resimli tüpleri demode
bırakan yeni teknolojilere geçilmesi ve TL’nin değerindeki risklerin girdi fiyatlarına
yansıması olasılığı ile birlikte, bileşen üretimine ihtiyaç tekrar dile getirilmektedir.
İncelediğimiz dönemin sonunda elektronik sanayine, endüstriyel elektroniğe ve üretimin
elektronik alt yapısına yönelik Ar-Ge desteklerinin artmaya başlamasında bu ihtiyacı
karşılamak olduğu kadar bu maliyeti toplumsallaştırma amacı da vardır.

Ancak burada bu ihtiyacın dile getirilmesindeki zamanlamaya ve dile


getirilişindeki farklılığa değinmek gereklidir. Bu ihtiyaç, eskiden olduğu gibi ülke içi
sermaye birikiminin ihtiyaçları dolayımında şekillenmektedir. Fakat bu birikimi temsil
eden yerli sermayenin uluslararası sermaye ile eklemlenen kesimidir. Uluslararası
anlaşmalar ile birlikte sektörel teşviklerin önü kesilmiştir. Bir sektöre yönelik açık bir
teşvik uygulanamamaktadır. Ar-Ge gibi harcamalara verilen desteklerin önemi,
teknolojik alt yapıyı geliştirmek olduğu kadar bu yanıyla da sektörel teşvikleri telafi
etmektir. Yukarıda belirtildiği gibi, bu ihtiyacı karşılamaya yönelik adımlar, ithal
girdilerin görece ucuz olduğu, belirli teknolojilerin (resimli tüp) dışarıdan uygun
maliyetle alınıp, birleştirilerek ihraç edildiği, korunaklı ve önemli bir pazar payının elde
tutuluğu zamanlarda atılmamıştır. Ancak hem tüketim elektroniği sektörü olarak hem de
endüstriyel elektronik olarak bir eşiğe yaklaşıldığında endüstriyel elektronik ve
bileşenler sektörünün geliştirilmesi ihtiyacı dile getirilmeye başlanmıştır. Bu nedenle
gerçekte bu ihtiyaç, üretimin genel yapısını eklemlemek, yani üretim aracı üretim
kesimini oluşturmak, üretime endüstriyel elektronik girdisi sağlayan bir sektör
yaratmaktan farklı bir amacı taşımaktadır. Zaten zamanlaması da, şekillenme süreci de
bunu göstermektedir. Asıl olarak, sermaye yoğunlaşması yüksek tüketici elektroniği
sektörüne yan sanayi olarak sektörün gelişmesi önerilmektedir. Tüketici elektroniği
sektörü ise halihazırda uluslararası üretim zincirinin Avrupa pazarına yakın bir parçası
olarak ürün maliyetinin %80’ine yakının ithal girdi olarak almakta, ancak %20’si ülke
içinde ürettikten sonra ürünü erken kapitalistleşmiş ülke pazarlarına satmaktadır.

Elektronik sanayindeki büyüme görünümünün arkasında tüketim elektroniği


vardır. Dönemin ilk yarısında yatırımlardaki yüksek artış, komple yeni yatırımlardaki ve
kapasite artırımlarındaki büyüme, büyük oranda tüketim elektroniği alanındaki
şirketlerin yatırımlarına, kısmi olarak telekomünikasyon cihazları üreten şirketlere aittir.

398
Dönemin ilk yarısı elektronik sanayi açısından Gümrük Birliği’nin etkisiyle yatırımlar
tarafından belirlenirken, ikinci yarısı, kriz sonrası toparlanma, ihracata yönelik üretimle
belirlenmiştir. Bu dönemin diğer bir özelliği, 1990’ların ortasında başlayan devletin Ar-
Ge desteğinin, bu sanayi açısından bu dönemde önem kazanmasıdır. Gerçekten de
dönemin ikinci yarısında sadece tüketim elektroniğine değil, endüstriyel elektroniğe
yönelik olarak da önemli Ar-Ge destekleri verilmiştir.

Endüstriyel elektronikte üretim aracı açısından önemli yer tutan bileşenler


sektörü çok zayıf bir durumdadır. KOBİ niteliğindeki işletmelerde üretim incelediğimiz
dönemde artsa da görece küçük bir paya sahiptir. 1990’lı yıllarla başlayan
telekomünikasyon cihazları alt yapısını geliştirilmesinde ve buna yönelik Ar-Ge
harcamalarında dönemin ilk yarısı olgunlaşma aşamasını temsil etmektedir. Dönemin
ilk yarısı ile birlikte büyüme hızı azalmıştır. Bu alt sektörde uluslararası sermayenin
etkinliği önemli bir yer tutmaktadır. Endüstriyel cihazların büyüklük olarak payı
telekomünikasyon cihazlarından sonra gelmekle birlikte bunların üretimindeki artış hızı,
telekomünikasyon cihazları üretiminden daha fazla gerçekleşmiştir. 1990’ların
ortalarında başlayan Ar-Ge destekleri özellikle dönemin ikinci yarısında
telekomünikasyon, bilgisayar gibi endüstriyel elektronik sektörüne yönelik de verilmeye
başlanmıştır.

Ancak bu kadarı tablonun bütünü olarak görülmemelidir. Çalışmamızın ana


ekseni açısından teknoloji üretiminin merkezinde yer alan bilim üretim süreci,
sanayideki Ar-Ge çalışmalarını, üniversitelerde sanayi ile bağlantılı Ar-Ge çalışmalarını
ve mühendislik işlevlerinin bir kısmını da kapsamaktadır. Türkiye’de tüm bunlar
açısından incelediğimiz dönemde ama özellikle dönemin sonunda önemli gelişmeler
yaşanmıştır. Bu gelişmelerin elektronik sanayini ve endüstriyel elektroniği de kapsayan
yönleri bulunmaktadır. Elbette ki, bu gelişmeler geç kapitalistleşmenin sınırlayıcılığı
içerisinde gerçekleşmiştir. Yazılım ve robotik alanında üniversite ve sanayideki Ar-Ge
çalışmalarında yaşan gelişim bunlara bir örnektir. Tüketici elektroniğinde önemli pazar
payı elde etmiş bir şirketin gömülü yazılım üretimi için Ar-Ge çalışmalarına yönelmesi
ve yatırım yapması, ülke içi yazılım pazarının büyümesiyle birlikte bu pazara üretim
yapan yerli yazılım şirketlerinin gerçekleştirdiği hızlı büyüme oranları gibi göstergeler,
üretim yapısında şu an için dağınık duran öğeleri oluşturmaktadır. Bu dönem içinde

399
elektronik şirketleri yazılımla ilgili ülke dışında şirketler almış, Silikon vadisinde Ar-Ge
bürosu kurmuşlardır. Aynı dönem gömülü yazılım ile birlikte otomasyon ve otomatik
kontrollü makina üretimlerinde önemli oranda artışın görüldüğü dönemdir.
İncelediğimiz dönemin başında kurulan, tek yerli robot üreticisi şirketin gelişimi,
ihracata yönelmesi de üretim yapısındaki değişiklik dinamikleri için anlamlı bir öğedir.
Türkiye’de üretimde robot kullanımı artmaktadır, ele aldığımız dönemde hızlı büyüyen,
dönemin ilk yarısında büyük yatırımlar yapan otomotiv sanayinin bu artışta etkisi
büyüktür. Çoğu sektöre yaygınlaşmasa da üretimde robot kullanımı yönündeki bu artış
önemlidir. Öte yandan yerli robot üreticisi şirketin iç pazara yönelik üretimi sınırlıdır,
dönemin ikinci yarısında sadece dış pazara satış yapmıştır. Bu şirket, aynı zamanda
kuruluşu ve gelişimi ile, geç kapitalistleşen ülkelerde bilim üretim sürecinin
boyunduruk altına alınması süreciyle bağlantılı olan üniversite sanayi işbirliğine dair
önemli bir ipucu sergilemektedir.

Teknoloji açısından ortaya çıkan bu dağınık öğeler, Ar-Ge harcamaları,


teknoparklar, teknoloji geliştirme bölgeleri, üniversite sanayi işbirliği gibi projeler ve
Ar-Ge olanaklarının artırıldığı bir ortamda gelişmektedirler. Bileşenler sektörünün
önemli bir parçası mikroelektronik alanı yani tümdevre üretimi alanıdır. Bu alanda bu
dönemde kurulan Yarıiletken Teknolojisi Araştırma Laboratuarı, öncelikli olarak askeri
elektronik devreler üzerinde yoğunlaşmaktadır; ancak bileşenler üretiminde sermaye
birikiminin ihtiyacı olarak dillendirilen uygulamaya dönük tümdevre üretimini ve bu
üretim için gerekli araştırma zeminini oluşturmaktadır. Tümdevre üretiminde askeri
elektronik sanayinin, TÜBİTAK UEKAE gibi devlet kurumlarının ve üniversitelerin
yürüttüğü işbirliği üretim sürecine, sanayiye yansımamıştır. Üniversite sanayi
işbirliğinin otomotiv, yazılım gibi sınırlı alan dışında üretime yansıması kısıtlıdır. İTÜ
ile birlikte yürütülen bir robot üretim projesinin sanayileşmesi olarak başlayan, Ar-Ge
desteğinden yararlanan robotik şirketi, bu anlamıyla geleceğe dair bir ipucu
vermektedir.

Sermaye birikiminin çelişkili ve eşitsiz gelişme içeren yapısı, krizleri veri iken,
uluslararası sermaye ile eklemlenme ve karlılık oranlarının düşmesine karşı, üretimde
verimlilik ve teknolojinin kullanımı giderek daha fazla ivedilik ve merkezilik
kazanmaktadır. Bu kuşkusuz bireysel sermayelerin rekabetini dindirmeyecek, tümüyle

400
ve mutlak bir “rekabet üstü kurum ya da etkinlik” yaratmayacaktır. Ancak bilim
üretiminin riskli yapısı, “sınama tahta”larına ihtiyaç duyması, karlılık peşindeki
sermaye açısından devletin eski teşvik biçimleri yerine bu türden desteklerinin
belirlediği böyle bir ortamın oluşturulmasını gerekli kılmaktadır. Öte yandan bilim
üretiminin, Ar-Ge’nin ülke dışında, oradaki nitelikli emek gücünü de kullanarak
yapılabilir hale gelmesiyle birlikte, nitelikli emek gücünün yapısı, pazarlara yakınlık,
sağlanan teşviklerin niteliğine göre, uluslararası sermaye için de bu türden teknolojik
yeniliklerin geliştirilmesi olanağı istenir hale gelmiştir.

401
Bölüm 4

SONUÇ

Bu çalışmada, teknolojik değişimin ve teknoloji üretiminin kapitalizmde aldığı


biçim, geç kapitalistleşme ile ilişkisi incelenmekte ve bu bağlamda 1996–2005 yılları
arasında yaşanan teknolojik değişmenin Türkiye’de üretim araçları üretimine
yansımasına yoğunlaşılmaktadır.

Tezin ulaştığı temel sonuç, 1996–2005 yılları arasında Türkiye’de gelişen üretim
araçları üretiminin teknolojik değişime yansımasının olumlu olduğu ancak bu üretimin
geri bağlantısı olan teknoloji üretiminin halen zayıf olduğudur. Oysa ki ancak teknoloji
üretiminin üretim araçları üretiminin geri bağlantısı olarak gelişmesi koşulunda bir
sektör olarak teknoloji üretiminden ve o ülkenin teknoloji üretme kapasitesinden
bahsedilebilir. Tezde gösterildiği gibi Türkiye imalat sanayinin yapısını belirleyen,
teknoloji üretimi, teknoloji politikaları değildir. Aksine teknoloji üretimini belirleyen
geç kapitalistleşen Türkiye’nin sermaye birikim yapısıdır. Bu nedenle yatırım malları
üretiminde görülen büyüme tablosu, üretim araçları üretimi ile teknoloji üretimi
incelendiğinde benzer değildir.

Teknoloji üretiminin ülke içi sermaye birikiminin ihtiyacı olarak belirmesi için
üretim araçları üretiminin gelişmesi gereklidir. Gelişen üretim araçları üretimindeki
ihtiyaçların geri bağlantı etkisiyle teknoloji üretim kapasitesi gelişebilir. Teknoloji
transferinden, ülke içi teknoloji üretimine geçiş için üretim araçları üretiminde eşitsiz de
olsa belirli bir gelişmenin yaşanması gereklidir. Tüm bunlar ise sermaye birikiminin
belirli düzeylerini, aşamalarını ifade ederler. Yani teknoloji politikası sermaye
birikimini yönlendirmez, tam aksine sermaye birikimi teknoloji ihtiyacını
doğurur. 1990’ların ortasında doğmaya başlayan ihtiyaç sermaye birikiminin geldiği
aşamanın ihtiyacıdır.

1996–2005 döneminde Türkiye’de üretim araçlarında gelişme ve teknolojik


değişim vardır; ancak teknoloji üretimi benzer düzeyde gerçekleşmemektedir. Tezin
gösterdiği çarpıcı sonuçlardan birisi, üretim araçları üretiminde 1996-2005 yılında
yaşanan gelişmedir. Makina imalat sanayinde sermaye merkezileşmesi, ihracata
yönelme, teknolojik değişme, hafif ticari araç üretimi, elektronik sektörünün geri

402
bağlantısı olarak gömülü yazılım ve otomasyondaki ilerleme böyle bir gelişmenin
örnekleridir. Ancak üretim araçları üretimindeki gelişme henüz geri bağlantısını
üretmekten uzaktır. Genel olarak gözetildiğinde tezde gösterildiği gibi imalat sanayi
üretiminin geri bağlantısı olarak yatırım malı niteliğindeki üretim araçları üretimi
gelişmektedir ancak sınırlı sektörlerdeki gelişme dışında zayıf durumdadır. Diğer
yandan teknolojik değişim ihtiyacı, sermayenin bütünü için değil belirli kesimleri için
bu dönemde giderek daha fazla ihtiyaç haline gelmiştir. Özellikle uluslararası sermaye
ile eklemlenme çabasındaki yerli büyük sermaye ile ihracata açılan kesimler teknolojik
değişim ihtiyacını daha fazla hissetmektedirler. Bu kesimler için sınırlı da olsa geri
bağlantı olarak teknoloji üretimi ihtiyacı bu dönemde Ar-Ge teşvikleri, üniversite sanayi
işbirliği girişimleri, teknoloji kurumları aracılığıyla karşılanmaya başlanmıştır.

Özellikle bu dönemde tüketim ve ara mallarına kıyasla yatırım malları


üretiminde yaşanan parlak gelişmeyi birinci bölümde üretim ve ihracat verileri
üzerinden gösterdik. Yatırım malları politik ekonomi için önemli ve teknolojik düzeyi
yüksek mal grubudur. Bunun üretimi, teknolojiyi ve teknolojik düzeyi değiştirmiştir,
ancak teknoloji üretimini yaratmak için yeterli olmamıştır. Bunu, ikinci bölümün
sonunda ele aldığımız gibi, üretim araçları üretimi ile onun geri bağlantısı olarak
teknoloji üretimi arasındaki ilişkinin kapitalistleşme ve geç kapitalizmdeki özgüllüğüne
referansla açıklamaktayız.

Yatırım malları üretimi ve ihracatı böyle büyürken, bunun teknolojik değişmeye


ve bir sektör olarak teknoloji üretimine yansımaması neye dayanmaktadır? İşte yatırım
malları içerisinde üretim araçları üretiminin özgül yerini vurgulayan Marksist
yaklaşımın önemi burada ortaya çıkar. Teknoloji üretimi, üretim araçları üretimi temeli
üzerinde yükselir; bilim ve teknolojinin ülke içinde üretimi için, üretim araçları üretimi
geliştirilmelidir. Bu gerekli koşuldur ancak yeterli değildir. Geç kapitalistleşme, sınıfsal
ilişkiler ve sınıf mücadeleleri, sermaye birikiminin sınırları ve çelişkileri burayı da
belirler. Üretim araçları üretiminin bu çelişkiler ve sınırlar içinde talep ettiği alanlarda
teknoloji üretimi gelişmeye başlayabilir. Türkiye’de 1990’lardan sonra üretim araçları
üretimi gelişmektedir, ancak aynı zamanda girdi olarak ithalata bağımlılık da
artmaktadır. İthal girdilere bağımlılık, Kesim I’in gelişkinliğini sınırladığı ve belirlediği
kadar, teknoloji transferini de artırmaktadır. Kesim I’in girdi ve geri bağlantı ilişkisinin

403
güçlenmemesi aynı zamanda teknoloji üretimini de belirlemektedir. Üçüncü bölümde
gördüğümüz gibi, üretim araçları üretiminde bu bağlantıların sermaye birikimi
açısından gelişkin kurulmaya başlandığı yerlerde (otomotiv, yazılım, otomasyon),
teknoloji üretimi için sınırlı olanaklar açılmaktadır. Bu yüzden Kesim I’de geri bağlantı
olarak Ar-Ge etkinliği, mühendis sayısı, üniversite sanayi işbirliği gibi teknoloji
üretiminin nüveleri tam da ele aldığımız dönemde bu alanlarda ortaya çıkmaya başlasa
da çok zayıftır. Bu durum, üretimin genelinde görülen teknolojik değişimin teknoloji
üretimine, kalıcı kapasiteye dönüşmediğini göstermektedir.

Demek ki, teknolojik değişimin, bilim ve teknoloji üretiminin zayıflığını


belirleyen, uygulanmayan ya da olmayan teknoloji politikaları değildir. Bu, teknoloji
fetişizmine kapılmak, teknoloji üretimini teknoloji politikalarının belirleyeceği
yanılsamasına düşmek anlamına gelmektedir. Halbuki geç kapitalistleşen ülkelerin
teknoloji kapasitesinin gelişmesi, bununla bağlantılı olarak bu ülkelerde teknoloji
üretiminin olgunlaşmasının gerekli koşulu üretim araçları üretiminin gelişmesi ve
bununla geri bağlantı içinde bir teknoloji üretiminin oluşmasıdır.

Genel olarak geç kapitalistleşen ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de Kesim I’in
ortaya çıkması ve sınırlılıkları esas olarak sermaye birikiminin çelişkileri ve gelişimi
tarafından belirlenmektedir. Geç kapitalistleşmenin bugünkü sınırları, ülke içinde
üretimin büyük bir kısmının orta ve düşük teknolojili mallarda yoğunlaşmış olmasıdır.
Üretim araçları üretimi ise 1990’larda oluşmaya başlamış ve ele aldığımız dönemde bir
sektör olarak gelişmeye başlamıştır; 2001 krizinden sonra Kesim I üretimi de bu
gelişmeyi hızlandırmıştır. Bununla birlikte ele aldığımız dönemde ve özellikle ikinci
yarısında sınırlı da olsa geri bağlantılarını oluşturmak yönünde adımlar atmaya
başlamıştır. Bu uluslararası işbölümünün olduğu kadar iç sermaye birikiminin gelmiş
olduğu bir evrenin sonucudur. 1980’lere kadar tüketim araçları üretiminin yapıldığı
sektörlerde üretimin sınırlarına gelinmiş, bu alanda üretim, büyüyen sermaye kesimleri
için yeterli derecede kârlı olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle yerli büyük sermaye, önce
dayanıklı tüketim malları ve ara mallarına daha sonra da karlılığın görece yüksek
olduğu yatırım mallarına yönelmiştir. Ancak yerli sermaye, birikimin sınırlılıkları
yüzünden ele aldığımız dönemin başına kadar yatırım malları üretiminde, genelde
uluslararası yerli sermaye ile eklemlenerek (otomotiv, telekomünikasyon cihazları

404
üretimi) gelişmiştir. Ele aldığımız dönemde bir sektör olarak hem uluslararası sermaye
ile ortak hem de kendi etkinliği altında alan bulduğu uluslararası pazarlarda (tüketici
elektroniği, makina imalatı) yatırım malı üretimine geçmiştir. Yatırım malları üretimi
içinde Kesim I’in belirginleşmesi, ele aldığımız dönemde gerçekleşmiştir. Hafif ticari
araçların üretimi, takım tezgahlarının ve iş makinalarının üretimi, yazılım, robotik ve
otomasyon sektöründeki sınırlı da olsa gelişmeler bu dönem içinde yaşanmıştır.
Gümrük Birliği sonrasında uluslararası pazarlarla yaşanan hızlı eklemlenme,
standartlaşma, ürünlerde farklılaşma ve uluslararası sermaye ile eklemlenme, yerli
sermayenin Kesim I üretimindeki özgül konumunu belirlemiştir. Birinci ve üçüncü
bölümde gösterdiğimiz gibi, yatırım mallarında gelişmeye başlayan üretim hala ithalata
ve ithal girdiye bağımlı durumdadır. Bu “karlılığın sınırlılığı” anlamında sermaye için
2001’den sonra giderek artan biçimde bir sorun olsa da sermayenin uluslararası
işbölümü ve birikim koşullarında ithal girdilere dayalı bir üretim sürdürülmekte, buna
karşılık otomotiv gibi kimi alanlarda ülke içi girdi eklemlenmesi oluşturulmaya
çalışılmaktadır.

Tezde, bu çerçevede Kesim I’in belli başlı 3 sektöründen şu sonuçlar


çıkmaktadır: Üretim araçları üretiminde merkezi bir yere sahip makina imalat sanayi,
genel olarak ele alındığında rekabet gücü düşüktür; ancak ele aldığımız dönemde
sermaye merkezileşmesi ve belirli sektörleri açısından önemli değişim göstermiştir.
Takım tezgâhları ve iş makinaları üretimi, ithalata bağlı olarak gelişseler de bu dönem
içinde bu açılardan önemli gelişme göstermişlerdir. Mühendislik sektörü olarak tarif
edilen sektörün geldiği noktada geneli için değil aksine merkezileşen ve ihracata açılan
sermaye kesimleri açısından mühendislik işlevleri, teknolojik yenilik ve geri bağlantı
olarak teknoloji üretimi bir ihtiyaç olarak önem kazanmıştır. Ele aldığımız dönemin
sonlarında doğru bu ihtiyaç daha fazla artmıştır. Elbette ki bu teknoloji ihtiyacı, örneğin
merkezi otomasyon elektroniğinin üretilmesi gereksinimi değildir. Üretim araçları
üretiminin kilit bir ara halka olarak tezde öne sürülmesinin anlamı da buradadır.
Sermaye birikiminin maliyet, karlılık açısından içeride üretebileceği girdilerin
teknolojisinin üretimi ihtiyaç olarak yükselmektedir. Takım tezgâhlarında bu aşama,
mühendislik işlevlerinin, ürün tasarım işlevlerinin geliştirilmesi olarak durmaktadır.
Diğerleriyle karşılaştırıldığında teknoloji üretimiyle geri bağlantısı dönem içinde en
zayıf olan sektörün makina sektörü olması ile diğer alanlardaki yerli sermaye

405
kesimlerine göre yeni gelişen yerli sermayenin hâkimiyeti arasında bir koşutluk
bulunmaktadır. Bu sektörde uluslararası sermayenin ortaklık oranı azdır ama
uluslararası sermayenin sektöre ilgisi özellikle dönemin ikinci yarısında artmıştır. Bu,
sermaye merkezileşmesinin olduğu kadar sermaye birikiminin ve ihracat pazarının
büyümesinin de bir sonucudur. Birikim geliştikçe teknolojik yenilik ihtiyacı gündeme
gelmektedir. Sermaye birikim düzeyi, teknolojik yenilik ihtiyacını da belirlemektedir.

Uluslararası sermayenin en etkin olduğu, hatta hakim olduğu Kesim I sektörü,


otomotiv sanayidir. Bu sektör içinde üretim aracı niteliği taşıyan taşıt üretimi özellikle
ele aldığımız dönemde uluslararası sermaye ile eklemlenen yerli sermayenin rekabet
için seçeneği olarak sivrilmiştir. Kesim I niteliğinin ön plana çıkması ve uluslararası
sermaye ile eklemlenen yerli sermayenin merkezileşmesinin, yoğunlaşmasının yüksek
olması yüzünden bu sektörün yan sanayi ile ilişkisi ve geri bağlantı olarak teknoloji
üretimi ile ilişkisi diğerlerine göre daha fazla gelişmiştir. Ar-Ge harcamaları, projeleri,
özgün ürün üretimi, üniversite sanayi işbirliği ve Ar-Ge personeli en çok bu sektörde
gelişkin haldedir. Bu da tezin öne sürdüklerini kanıtlamaktadır. Ar-Ge desteklerinden
önemli oranda yararlanan, üniversite sanayi işbirliğini geliştiren bu sektör için
teknolojik yenilik bir ihtiyaçtır. Ancak öte yandan bu kendi başına bir teknolojik
sıçrama, yetişme değildir; aksine uluslararası sermaye ile eklemlenen yerli sermayenin
otomotiv sektöründeki ihtiyacının dolaysız bir sonucudur. Üretim aracı niteliğinde taşıt
üretimine geçilmiştir, geri bağlantı olarak yan sanayi gelişmiştir. Bunun geri bağlantısı
olarak teknoloji üretimi bir ihtiyaç olarak durmaktadır. Üstelik teknoloji üretimi de
sermaye birikimi ile sınırlanmış durumdadır. Yani teknoloji geliştirme, sıçramayı
yetişmeyi sağlamamakta, aksine kendisi bir sonuç olduğu için sermaye birikiminin
sınırları ölçüsünde, onun izin verdiği oranda gelişebilmektedir. Ancak ve ancak bu
sınırlarda otomotiv bileşeninde özgün araştırma geliştirme etkinliği yürütülebilmektedir.
Bu da, uluslararası ortağın ülke içinde yerleşik kalması, “katma değer”den daha fazla
pay alma ve erişilen pazarlarda elde edilen payı koruma amacına hizmet etmektedir.
Üstelik uluslararası sermaye açısından bu teknoloji destekleri ve kurumları, üniversite
işbirlikleri pazara göre ürün, üretim tekniği uyarlamak, geliştirmek ve pazarını
derinleştirmek isterken ihtiyaç duyduğu teknolojik yeniliklerin maliyetinin o ülkede
toplumsallaşmasını sağlamaktadır. Oysa teknolojik yeniliğin ürünleri, uluslararası
sermaye ve yerli sermaye tarafından mülk edinilmektedir. Üstelik üretimdeki teknolojik

406
yenilik ve değişme, işçi sınıfı açısından emek sürecinin denetimi ve daha fazla artı
değer üretme amacına hizmet ettiği sürece daha fazla sömürü, serbest zamanın daha
fazla azalması anlamına gelmektedir.

Kesim I içinde teknolojik değişimin en hızlı olduğu, en etkin sektörlerden birisi


elektronik ve endüstriyel elektroniktir. Tezde gösterildiği gibi, yatırım mallarında bu
alandaki hızlı gelişme, yüksek düzeyde merkezileşmiş yerli sermayenin hakim olduğu
tüketim elektroniği sektöründe gerçekleşmiştir ve bu sektörün yerli geri bağlantısı yok
denecek kadar azdır. Yani endüstriyel elektronik sektörü aynı gelişmeden neredeyse hiç
pay almamıştır. Tüketim elektroniği sektörü ihracatta Avrupa’da edindiği önemli paya
karşın ithal girdi ile büyürken, bunun üretim aracı niteliğindeki endüstriyel elektroniğe
etkisi çok zayıf olmuştur. Bu alanda üretim aracının gelişmesinin zayıflığı kendisini geri
bağlantı olarak teknoloji üretiminde de göstermektedir. Teknoloji üretiminin sınırlı da
olsa en gelişkin olduğu alan yabancı sermaye etkinliği altındaki telekomünikasyon
cihazları üretimidir. O da 1990’larda enformasyon alt yapısı için gelişmiş, Ar-Ge
çalışmalarını artırmıştır. Ele aldığımız dönemin ilk yarısında belirgin biçimde üretim ve
Ar-Ge etkinliği azalmıştır. Endüstriyel elektroniğin üretim aracı olarak merkezi öğesi,
bileşenler sektörü çok zayıf durumdadır. Ancak üretim araçları üretiminin kilit halka
niteliği burada da ortaya çıkmaktadır. Büyüyen tüketim elektroniği, ithal girdilerin,
teknolojik değişmenin etkisiyle geri bağlantı olarak üretim araçları üretimini çok sınırlı
da olsa tetiklemiştir. Yazılım, gömülü yazılım, robotik, otomasyon sektörü yatırım
malları sektörünün sınırlı da olsa tetiklediği bu endüstriyel elektronik sektörleri
arasındadır. Bunlara yönelik Ar-Ge harcamaları, üniversite ve teknoloji proje destekleri
3. bölümde gösterdiğimiz gibi, ele aldığımız dönemin özellikle ikinci yarısında gelişme
göstermiştir. Yazılım, gömülü yazılım, robotik sektörlerinde sınırlı sermaye birikimi
gelişimine dayanan dinamikler, üretim aracı üretimi ile teknoloji üretimi arasındaki bu
ilişkiyi gösteren önemli örneklerdir. Üretim aracı üretimi ile teknoloji üretimi arasındaki
bağlantıyı, başka yerlerde olduğu gibi sermaye birikimi kurmaktadır. Bunun en çarpıcı
örneği, televizyon üreten tüketim elektroniği sektörünün, yeni televizyon modelleri
karşısında düz panel ekran üretimi ihtiyacını dile getirmeleridir. Ancak sermaye
birikimi yüzünden bu üretim yerli yapılamamakta, uluslararası sermaye ile
eklemlenerek yapılabilmektedir. Maliyetler ve karlılık buna engel olmaktadır. Bu
durumda yerli sermaye, azalan karlarının önüne geçmek için, ancak belirli alanlarda

407
teknolojik geliştirme yapabilmektedir. Yazılım, gömülü yazılım alanında Ar-Ge
harcamaları, bunu anlatmaktadır. Sermaye birikimi, düz panel ekranın içeride salt yerli
sermaye ile üretimini sağlayamamaktadır. Oysa 1980’lerden bugüne kağıt üzerinde
belirlenen teknoloji politikalarında elektronik sektörünün girdilerinin, teknolojinin
üretilmesi hedeflenmiştir. Bu, teknoloji politikalarının sermaye birikimine içsel
bağlılığını gösteren tezden çıkan çarpıcı bir örnektir.

Üretim araçları üretimindeki bu gelişme aşaması, ancak bu sınırlarda teknoloji


ihtiyacını gündeme getirmektedir. Üstelik teknoloji politikaları sermaye birikiminden
koparılarak ön plana çıkarıldığında, birikimin sınırlılıkları da perdelenmektedir.
Uluslararası sermaye ile eklemlenen Kesim I’in önde gelen sektörlerinin birbiriyle
ilişkisi anlaşılamamaktadır. Benzer biçimde parlak bir gelişme gösteren tüketim
elektroniğinin geri bağlantısı (yan sanayi) çok zayıftır, buna karşılık otomotivin yan
sanayisi gelişmiş durumdadır. Birikimden kopartılarak teknoloji söylemi ön plana
çıkartıldığında bu sektörlerin gelişim aşamaları içerisinde Avrupa pazarına yönelik yan
sanayi olma, uluslararası işbölümünde yerleştikleri yer gölgelenmektedir. Oysa ki,
maliyet bileşeni olarak girdilerinin %80’ine yakını ithal eden tüketim elektroniği
sanayinin geri bağlantılarının gelişimi birikimin sınırlılıkları çerçevesinde olanaklıdır.
Geri bağlantı olarak gelişmeye başlayacak bir endüstriyel elektronik alt sektörü, girdiler
açısından ithal bağımlılığının geç kapitalistleşmenin sınırları yüzünden hemen kıramaz
ve uluslararası işbölümünde yan sanayi olarak gelişir.

Dolayısıyla üretim araçları üretimindeki tüm bu gelişmeler, sermaye


birikiminden kopartılmış bir teknolojik yetişmenin ürünü ya da teknoloji politikalarının
sonucu olarak değil aksine ülke içi yerli sermayenin uluslararası sermaye ile
eklemlenmesini de kapsayan birikim süreci sonucunda gerçekleşmektedir. Bu nedenle,
bu tezden çıkan diğer bir sonuç, üretimin ve sermaye birikiminin belirleyiciliğinden
sıyrılmış bir “teknolojik atılım” ile erken kapitalistleşen ülkelere yetişmenin olanaklı
olamayacağıdır. Sermaye birikiminin dünya çapında eşitsiz ve bileşik gelişme koşulları,
üretken sermayenin uluslararasılaşması dinamikleriyle birlikte devam etmektedir.
Ancak ikinci bölümde ayrıntılı incelediğimiz gibi, bilim üretiminin sermayenin gerçek
boyunduruğu altında içerilmesi çabasının yarattığı bir başka sonuç da bunun kadar
önemlidir.

408
Bugün bilim ve teknolojinin üretimi de sanayileşmektedir. Bilimsel, teknolojik
üretimin emek süreci parçalara bölünmekte, denetim altına alınmakta, değerlenme
sürecinin buyruğu altına girmektedir. İcadın bir meslek haline dönüşmesi ile birlikte
bilim ve teknoloji üretimi de kapitalist sanayi üretimine dönüşmüştür. Bu sürecin bir
sonucu olarak teknoloji erken kapitalistleşen ülkelerin dışında da üretilebilir. Hatta
jenerik teknolojilere dair buluşlar erken kapitalistleşen ülkelerin dışında tekil de olsalar
gerçekleşebilirler. Ancak teknoloji üretiminin üretim araçları üretimi ve sermaye
birikimi ile ilişkisi kurulmadığı sürece anlaşılamayan bir gerçek ortada durmaktadır. Bu
teknolojik buluşlar, daha güçlü sermayelerin “sınama tahtası” olarak uluslararası
sermaye birikiminin hizmetine girmek zorundadırlar. Yani bu teknolojik sıçrama, geç
kapitalistleşen ülkelerin erken kapitalistleşen ülkelere yetişmesine yol açmaz, en fazla
yerli sermaye birikimi ile buluştuğu sınırlarda kendi kategorisinde yükselmesini getirir.
Dünyada Ar-Ge harcamaları oranı sıralamasında üçüncü sırada yer alan Çin’de
gerçekleşen teknolojik yenilik ve buluşlar, gerçekte uluslararası üretken sermayenin
patent, ürün ve üretim olarak mülk edindiği ve birikime içerdiği gelişmeler olmuştur.
Teknolojik sıçrama ile sermaye birikim hiyerarşisi değiştirilemez. Teknoloji, birikimi
sürükleyen bir neden değil, bu birikimin bir sonucudur.

Üretim araçları üretiminin geç kapitalistleşmiş olan Türkiye’deki gelişiminin


nedeni ve sınırlılıkları böyle iken, bu kesimdeki gelişme, “teknolojik yenilik”
söylemlerinin artmasını, teknoloji politikalarının önerilmesini belirleyen temel içsel
dinamik olarak ortaya çıkmaktadır. Teknoloji politikalarına yönelik önerilerin 1990’lar
ile birlikte tüm dünyada yaygınlaşmaya başlamasının nedeni ise, dışsal dinamiği yani
bilim üretiminin kapitalist emek sürecine içerilmesi sürecine dayanan Ar-Ge’nin
uluslararasılaşmasıdır. Ar-Ge’nin uluslararasılaşması süreci, bu tezde bilim üretiminin
sanayi haline gelmesi ve uluslararasılaşması olarak tanımlanmaktadır.
Tez boyunca teknoloji üretimi ile bilim üretimi birbiri yerine kullanılmıştır.
Bunun nedeni bağımsız bir bilim üretiminin olmaması değildir; aksine bağımsız yaratıcı
bilimsel düşüncenin, bitip tükenmez biçimde ticari ürün oluşturma, metalaşma amacına
koşulması yüzündendir. Bilim ile teknolojiyi birbirinden ayrıldıkları her yerde özdeş
olmaya zorlayan, bizim kavramsal çabamız değil, kapitalist üretimin yapısıdır.
Kapitalist üretimde bilim, giderek birikimin yükümlülüklerine tabi kılınan, onun
tarafından kuşatılan bir üretimdir. Bilimin üretimi, kapitalist üretime dönüştüğü sürece

409
ürünü metalaşmak zorunda, teknoloji üretimi olmak zorundadır. Ancak bilim teknoloji
ile özdeş olduğu her an, ondan kopmak, ondan ayrı olmak gerilimini içinde taşır. Bu
anlamıyla bilim üretiminin teknoloji üretimiyle özdeşleşmesi gerilimi, tam da bu tezde
öne sürdüğümüz biçimde bilimin kapitalist üretime içerilmesinin çelişkili dinamiğinin
bir sonucudur. Bilimsel emeğin kapitalist üretime içerilmesi ancak bu emek sürecinin
bölünmesi, denetlenmesi ile olanaklıdır. Bu ise kendi içinde yaratıcı emeğin rutin
olmayan doğası ile çelişki içindedir. Bilim üretiminin sermayenin gerçek boyunduruğu
altına alınması girişimi, bu yüzden bilim üretim sürecini de parçalar bölmeye çalışır.
Artık bilim ve teknoloji üretiminin ürünleri metalaşmıştır, üretim süreci kapitalist meta
üretimine tabi kılınma gerilimi altındadır. Bu nedenle tez boyunca bilim ve teknoloji
üretimi, sektörlere girdi veren bir sektör üretimi gibi ele alınmaya çalışılmıştır. Ancak
elbette ki analiz düzeyinde yapılan bu birleştirme gerçek hayatta aynı şekilde düzenli
biçimde, kurumsallaşmış olarak yansımamaktadır, Ar-Ge çalışmaları, üniversite ve
bunların tekil sermayelerle, genel olarak sermayeyle ilişkisi henüz oluşum niteliğindedir
ve farklılıklar göstermektedir. Bu sektörün henüz kurumlaşmamış niteliği geç
kapitalistleşen ülkelerde özgül sermaye birikimi yüzünden ve onun ihtiyaçlarına uygun
olarak biçimlenmektedir. Çünkü bir sanayi olarak bilim ve teknoloji üretiminin kendisi
sermaye birikimine tabidir. Bu yüzden teknoloji politikaları gerçekte sermaye
birikiminin kendi aşamalarının bir gereksinim olarak dillendirilmesinden başka bir şey
değildir.

İkinci bölümde gösterildiği gibi, bilim emek sürecinin parçalanması,


sanayileşmesiyle birlikte 1990’lardan sonra bilim üretim süreci uluslararasılaşmaya
başlamıştır. Üretken sermayenin uluslararasılaştığı bir dünyada, uluslararası şirketlerin
sürükleyici oldukları bugünkü evrede, bilim üretim süreci de farklı ülkelerde, farklı
yerlerde gerçekleştirilebilir. Dahası farklı olanak ve yerlerde gerçekleştirilen bilimsel
buluşlar, sermaye birikiminin sınama tahtaları, “kuluçka” alanları olarak var olabilirler.
Bilim üretim sürecinin uluslararasılaşan üretken sermaye temelinde ve bu birikime
kopmazcasına bağlı biçimde uluslararasılaşmasını tezde Ar-Ge’nin uluslararasılaşması
olarak belirttik. Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının Türkiye’deki görünümleri, bilim ve
teknoloji politikalarının yürütülmeye başlanması, patent, standart kurumlarının
oluşturulması, üniversite sanayi işbirliğinin, fikri mülkiyet haklarının oluşturulması gibi
olgulardır. Böylelikle iki kanal açılmaktadır. İlki sayesinde, uluslararasılaşmış üretken

410
sermaye açısından, dünya üzerinde eşitsiz de olsa yürütülen araştırma ve geliştirme
çalışmalarının sonuçlarını sermaye birikiminin hizmetine koşabilmek olanağı
güçlenmiştir. Dünyanın herhangi bir yerinde Ar-Ge teşvikleri, teknoloji politikaları,
uygulamaları sayesinde geliştirilen teknolojik yeniliklerin üretilme maliyetleri çoğu
zaman toplumsallaştırılırken, riskler de toplumsallaştırılacak, sınama tahtası olarak işlev
gören, başarılı olan kimi yeni uygulamalar, uluslararası sermayenin denetimine
girebilecektir. Birinci bölümün sonunda genel olarak ve üçüncü bölümde yeri
geldiğinde özel olarak işlediğimiz, Yatırım Danışma Konseyi’nin yatırım iklimi
yaratmak için Ar-Ge ortamı ve fikri mülkiyet haklarına verdiği önem, bu türden bir
gelişmenin görünümüdür. 1995’ten sonra Ar-Ge teşviklerinin ağırlıklı olarak verilmeye
başlanması, Ar-Ge ve teknoloji kurumlarının, standart ve ölçüm kurumlarının
kurulması, Yatırım Danışma Konseyi raporlarında uluslararası sermayeye uygun ortam
oluşturulması olarak aktarılmaktadır. Aynı zamanda uluslararası sermaye ile eklemlenen
ya da uluslararası pazarlara açılan yerli sermaye açısından karlı üretim olanakları için
kaçınılmaz olan teknolojik yenilik geliştirme işlevi, Ar-Ge harcamalarına olan ihtiyacı
artırdığı müddetçe, bu yönde devlet teşvikleri önemli bir yer dolduracaktır. Bilim üretim
süreci parçalandığı için, uluslararası üretimle eklemlenen, uluslararası şirketlerle
ortaklık yapan yerli sermaye, kendi pazarına, koşullarına özgün geliştirmeler yapmak
için bu teknoloji politikalarını kullanacaktır. Birinci ve üçüncü bölümde görülebildiği
gibi teknoloji teşviklerinden ve kurumlarından en fazla yararlananlar, büyük şirketler ya
da bu şirketlerin bağlantısı olarak gelişen teknolojik düzeyi yüksek, uluslararası
sermaye ile eklemlenmiş nitelikli KOBİ’lerdir. Bu durumda teknoloji teşviklerinin en
etkin olduğu alanlar, Kesim I üretiminin geri bağlantısı olarak gelişen teknoloji üretimi
alanlarıdır. Bu alanlar da uluslararası sermayenin, bu sermayeyle ya da uluslararası
pazarlarla eklemlenen yerli sermayenin etkin olduğu alanlardır. Teknoloji üretimi sınırlı
düzeyde kalıcılaşmakta, teknoloji üretiminin maliyeti toplumsallaştırılmaktadır.

Türkiye’de üretim araçları üretimi yeni geliştiği ve Kesim I üretiminin geri


bağlantısı olarak teknoloji üretimi gelişkin olmadığı için dünyadaki gelişmelerle ve
uluslararası anlaşmalarla paralel kurulan teknoloji kurumları ve politikalarının
uygulanma alanları kısıtlı gerçekleşmektedir. Bu teknoloji politikalarının uygulanması,
sermaye birikiminin çelişkileri üzerine oturmaktadır. Kesim I, geri bağlantı olarak
teknoloji üretimini oluşturacak denli gelişmediği sürece, Ar-Ge’nin

411
uluslararasılaşmasının yarattığı uluslararası işbölümü ortamında teknolojik değişime
yönelik politika ve kurumlar, gerçekte önce uluslararası sermayenin sonra da bu kesimle
eklemlenen yerli büyük sermayenin teknolojik yenilik ihtiyaçlarının maliyetini
(risklerini) toplumsallaştırmaya yarar. Gerçekten de, Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasıyla
birlikte yerli sermaye ile birlikte Türkiye’de üretim yapan uluslararası sermaye de,
bölgesel pazarlarda daha etkin olabilmek, buralara yeni ürün modelleri üretmek ya da
modelleri pazarlara uyarlamak için belirli araştırma geliştirme projelerine girişmiştir.
Üstelik gerçekleşen teknoloji üretiminde, üniversite sanayi işbirliği kullanılmakta, Ar-
Ge teşviklerinden yararlanılmaktadır. Böylelikle uluslararası sermaye için dünya
pazarında rekabette teknoloji geliştirmenin, özellikle pazarlara uyarlama yönünde
teknoloji kademelerinin bazılarının üretiminin maliyeti yerleşilen ülkede
toplumsallaştırılmaktadır.

Bunun dışında ülke içinde teknolojik değişmeyi gerçekleştirebilen sermaye


kesimleri, uluslararası sermayenin yan sanayi ya da sınama tahtası olarak işlev görür.
Üçüncü bölümde işlediğimiz otomasyon sektörünün, yazılım sektörünün kimi şirketleri,
Altınay Robotik şirketi bu türden gelişime örnektirler. Robotik dalında gelişkin bir
üretim yapan Altınay Robotik ülke içi üretimde sınırlı kalırken, ihracata dönük,
teknoloji düzeyi yüksek bir üretim yapmaktadır. Üstelik şirketin gelişiminde bir nüve
olarak yerli teknoloji üretimi çabası, üniversite sanayi işbirliği önemli bir yer
tutmaktadır; bu örnekte de görüldüğü gibi teknoloji üretiminin maliyetleri
toplumsallaşmıştır; buna karşılık uluslararası üretim zincirleri içinde yer bulabilen
şirketin düşük maliyetli üretimi, uluslararası sermayeye eklemlenmiş durumdadır.

Bu nedenle sermaye birikiminin ayrı bir araç olarak öne çıkartılan “teknoloji”
gelişimi veya teknoloji üretimi ya da teknolojik yenilik, üretken sermaye için “sıçrama”
işlevi yürütemez. Teknolojik değişimin içeriden kaynaklanabilmesi, teknoloji üretiminin
bir sektör olarak gerçekleşebilmesi için üretim araçları üretiminin gelişmesi, geri
bağlantılarına ihtiyaç duyması gereklidir.

Ancak teknoloji üretimi ve kullanımına tarafsız yaklaşmak, sermaye birikiminin


teknolojiyi geliştirmesini öne sürmek, bir başka sorunu gündeme getirmektedir. Tezin
vurguladığı bir diğer temel sonuç, teknolojinin sermaye birikiminden ve sınıfsal
perspektiften ayrı değerlendirilmemesi gerektiğidir. Bugün teknolojik değişmeyi

412
sermaye birikimi ve sınıflardan koparan anlayış giderek yaygınlaşmaktadır. Bu anlayış,
teknolojinin zenginliğin kaynağı olduğunu, ortak refahı getireceğini, teknolojik açığın
kapanmasının teknoloji politikaları ile olacağını öne sürmekte, üstelik bu teknolojik
değişimin sonucunun herkes için iyi olacağını ileri sürmüktedir.

Tez boyunca, bu yönde yaygınlaşan anlayış ve teknoloji fetişizmi, teknolojik


değişimin sınıf mücadelesinin bir ürünü olduğu perspektifiyle eleştirilmiştir. Gerçekten
de 1970’lerin krizinden sonra düşen kar oranları tekil sermayeler arası uluslararası
rekabeti son derece şiddetlendirmiş, emek gücünü denetleme, artı değeri artırmaya
yönelik teknolojik değişimleri hızla gündeme taşımıştır. Yeni Schumpeterci akımın
güncellik kazanması da bu dönemlerle birliktedir. Bu yüzden teknolojik değişim tekrar
bir tılsımlı değnek haline gelmekte, geç kapitalistleşen ülkelerin önüne teknolojik
yetişme ve teknoloji politikaları bir hedef olarak konmaktadır. Gerçekte teknolojik
gelişme, düşen kar oranlarına karşı ürün ve üretim süreci yeniliği yaparak artan
rekabette öne geçme dinamiğinin sonucu olduğu kadar, emek sürecinde daha fazla artı
değer elde etmek için emek gücünün denetim altına alınmasını sağlama amacının da bir
ürünüdür. Kapitalist üretim altında teknolojik gelişme ve değişme de artı-değer
üretimine hizmet edecektir; teknoloji sermayenin zamanı ve mekanı ele geçirmesinin bir
aracı haline dönüşmektedir. Bir yandan sermayenin yeni ihtiyaçlar, yeni metalar, yeni
pazarlar yaratmak üzere olan çabası dünya pazarını, emeğin niteliğini yeniden
biçimlendirmekte, mekanı düzenlemektedir. Diğer yandan sermaye yeni üretim
teknikleri, yeni teknolojiler geliştirerek, gerekli emek ve artı emek zamanı, dolaşım
zamanı, devir zamanı üzerinde egemen olma çabasına girmektedir. Teknolojik
değişimin ve teknoloji üretiminin gündemde önemli yer tutmasının altında bu koşullar
yatmaktadır. Öte yandan bu durum, düşünsel planda farklı iktisat geleneklerinin
yaklaşımlarını da etkilemiştir.

Teknoloji fetişizmini taşıyıp yayınlaştıran yeni Schumpeterci yaklaşım,


teknolojinin “kara kutusu”nu açarak, teknolojik gelişmeyi irdelemekte, böylelikle
“kapitalizmin motoru” olarak gördüğü teknolojik gelişmeyi, büyümenin ve birikimin
asli öğesi haline tekrar oturtmaktadır. Bu teknolojiyi, sermaye birikiminden ve artı-
değer sömürüsünden kopararak teknoloji fetişizminin tekrar gündeme getirmek
anlamına gelmektedir. Bu anlayışın yaygınlaşmasında uluslararası konjonktür de etkili

413
olmaktadır. Üstelik bu konjonktür eskiden birbirinden ayrı duran akımları da birbirine
yaklaştırmaktadır. Özellikle 1990’lardan sonra DTÖ ve uluslararası kurumların
düzenlediği anlaşmalarla sektörlere yönelik doğrudan teşvik imkanları, yatırım
politikaları sınırlandırılmıştır. Yatırım politikaları ile dış ticaret politikaları arasındaki
bağ, bu bağa devletin müdahalesi kopartılmıştır. Bu durumda, teknoloji politikaları,
teknoloji kurumları ve teşvikleri kısıtlı seçenekler arasında öne çıkan olanak olarak
görülmektedir. Schumpeter’in yenilik konusundaki görüşlerinin yayınlanmasından
sonra ancak 21. yüzyılda etkinlik kazanabilmesinin koşullarını da bu ekonomik temel
oluşturmaktadır. Öte yandan ilk bölümün son kısmında incelediğimiz gibi, teknoloji
yönündeki söylemin yaygınlık kazanması ve devlet müdahalesi olanaklarının
kısıtlanması ile birlikte geçmişte planlamacı gelenekten gelen yeni Keynesçi
iktisatçıların bir bölümü de, yeni schumpetercilere yakın bir biçimde teknoloji
politikalarını desteklemeye başlamışlardır.

Sonuç olarak, üretim araçları üretiminin gelişmeye başlamasına karşın, bunun


geri bağlantısı olarak teknoloji üretiminin gerçekleşmemesi, Türkiye’nin teknoloji
üretme kapasitesinin henüz gelişmediğini gösterdiği kadar esas olarak başka bir temel
önermeyi göstermektedir. Teknoloji politikaları, büyümeyi ve ekonomiyi
biçimlendirmekte tılsımlı araçlar değillerdir; aksine sermaye birikiminin çelişkilerine
tabidirler. Türkiye’de üretim araçları üretiminin henüz yeni gelişmeye başlaması geç
kapitalistleşme koşullarında sermaye birikiminin özgüllüğü olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu birikimin çelişkili ve eşitsiz yapısı, uluslararası sermaye ile eklemlenme düzeyi
üretim aracı üreten sektörler içerisinde eşitsiz ve farklı gerçekleşmektedir; bu yüzden
teknolojik değişmenin özgül teknoloji üretimine yansıması tezde gösterildiği gibi çok
sınırlı da olsa ancak birikimin çelişkilerinin eşitsiz yansıdığı otomotiv, endüstriyel
elektronik gibi alanlarda görülmektedir.

414
KAYNAKÇA

Kitaplar

Akyüz, Y. (1980). Sermaye, Bölüşüm, Büyüme. 2. baskı. Ankara: SBF Yayınları.

Ansal, H. (1992). “‘Alternatif Teknoloji’ ve Son Teknolojik Gelişmeler”. Önsöz.


Dickson, D., Alternatif Teknoloji, İstanbul: Ayrıntı, 9-24.

(1997). “Bilim ve Emek Süreci”. E. Akalın, H. Aydoğdu vd. (hzl.).


Bilim, Bilim Politikası ve Üniversiteler içinde. İstanbul:
Bağlam Yay.

(2004). “Geçmiş ve Gelecekte Ekonomik Gelişmede Teknolojinin Rolü”,


Teknoloji, (Derleme) içinde, TMMOB, Mayıs 2004, Ankara, s.
35-58.

Ansal, H. ve B. Ataman. (2003). “‘Bilgi Toplumu’ Derinliklerinde Türkiye’yi Arama


Denemesi”. A. H. Köse, F. Şenses ve E. Yeldan (hzl.). İktisat Üzerine Yazılar 2
(Oktar Türel'e Armağan) içinde, 193-223.

Archibugi, D., J. Howells ve J. Michie (Ed.). (1999). Innovation Policy in a Global


Economy. UK: Cambridge.

Arthur, C. J. ve G. Reuten (Ed.). (1998). The Circulation of Capital, Essays on


Volume 2 of Marx’s Capital. Londra: Macmillan.

Baran, P. A. ve P. M. Sweezy. (1966). Monopoly Capital. New York: Monthly Review


Press.

Bellofiore, R. ve N. Taylor. (2004). Constitution of Capital: Essays on Volume 1 of


Marx's Capital. Gordonsville, VA, USA: Palgrave Macmillan.

Bernal, J. D. (1967). The Social Function of Science. Massachusetts: MIT Press.

Berry, M. (1989). “Industrialisation, De-industrialisation and Uneven Development:


The Case of Pacific Rim”. Gottdiener, M ve N. Komninos (Ed.). Capitalist
Development and Crisis Theory: Accumulation, Regulation and Spatial
restructuring içinde. St. Martins Press: New York, 174-216.

Blaug, M. (1985). Economic Theory in Retrospect. New York: Cambridge University


Press.

Boratav, K. (2003). Türkiye İktisat Tarihi. Ankara: İmge Yayınları.

415
Boratav, K. ve E. Türkcan. (1993). Türkiye’de Sanayileşmenin Yeni Boyutları ve
KİT’ler. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Braverman, H. (1974). Labour and Monopoly Capital. New York: Monthly Review
Press.

Caffentzis, G. (1997). "Why Machines Cannot Create Value; or, Marx's theory of
Machines". Davis, J., T. Hirschl ve M. Stack (Ed.). Cutting Edge: Technology,
Information, Capitalism and Social Revolution içinde. New York: Verso, 29-56.

Campbell, M. ve G. Reuten (Ed.). (2002). The Culmination of Capital, Essays on


Volume III of Marx’s Capital. NY: Palgrave.

Carchedi, G (1987). Class Analysis and Social Research. Oxford: Basil Blackwell.

(1992). Frontiers of Political Economy. London: Verso.

(1998) “High-Tech Hype: Promises and Realities of Technology in the


Twenty-First Century”. Davis, J., T. Hirschl ve M. Stack (Ed.).
Cutting Edge: Technology, Information, Capitalism and
Social Revolution içinde. New York: Verso, 73-86.

Clarke, S. (1982). Marx, Marginalism and Modern Sociology: From Adam Smith to
Max Weber. London: Macmillan.

Conference of Socialist Economists. (1976). Technology and Labor Process. Monthly


Review Özel Sayısı. 28, 3.

Çakır, E. (2004). Televizyon Sektör Raporu. İstanbul: İstanbul Ticaret Odası (ITO).

Çakmakçı, A. (1999). “Türkiye’nin Teknoloji Tarihi”. II. Teknoloji Kongresi


Bildirileri Kitabı. TÜBİTAK, TTGV, TÜSİAD.

Davis, J., T. Hirschl ve M. Stack (Ed.). (1998). Cutting Edge: Technology,


Information Capitalism and
Social Revolution. London: Verso.

de Janvry A. (1981). The Agrarian Question and Reforms in Latin America.


London: The Johns Hopkins University Press.

Denis, H. (1982). Ekonomik Doktrinler Tarihi. 2 Cilt. Çev: Attila Tokatlı. İstanbul:
Sosyal Yayınları.

Deraniyagala, S. (2006). “Analysis of Technology and Development”. Sundaram, J. K.


ve B. Fine (Ed.). The New Development Economics -
After The Washington Consensus içinde. Londra: Zed
Boks, 123-143.

416
(2007). “Uluslararası Ticarette Neoliberalizm: Sağlam Bir İktisat
Kuramı mı, Yoksa Bir İman Sorunu mu?”. Saad-Filho, A. ve D.
Johnston (hzl.). Neoliberalizm–Muhalif Bir Seçki içinde, s.168-
178.

Dicken, P. (1992). Global Shift: The Internationalization of Economic Activity.


Londra: The Guilford Press.

Doğan, C. ve N. Öcal. (2007). Yeni İktisat Politikaları ve Yenilik İktisadına Eleştirel


Yaklaşım. Ankara: Detay.

Dosi, G. (1988). “The Nature of the Innovative Process”. Dosi, G., C. Freeman, R.
Nelson, G. Silverberg ve L. Soete (Der.). Technical Change and Economic Theory
içinde. New York: Pinter; 221-38.

Dosi, G., C. Freeman, R. Nelson, G. Silverberg ve L. Soete (Der.). (1988). Technical


Change and Economic Theory. New York: Pinter.

Dunning, J. H. ve C. Wymbs. (1999). “The Geographical Sourcing of Technology-


based Assets by Multinational Enterprises”. Archibugi, D., J. Howells ve J. Michie
(Ed.). Innovation Policy in a Global Economy içinde, 185-224.

Dussel, E. (2001). Towards an Unknown Marx: A commentary on the Manuscripts


of 1861-63. Trans.: Y. Angulo. New York: Routledge.

Emmanuel, A. (1982). Appropriate or Underdeveloped Technology?. Trans:


Timothy E. A. Benjamin. New York: John Wiley & Sons.

Ercan, F. (1996). Modernizm, Kapitalizm ve Azgelişmişlik. İstanbul: Sarmal.

(2004a). “Sermaye Birikiminin Çelişkili Sürekliliği: Türkiye’nin Küresel


Kapitalizmle Bütünleşme Sürecine Eleştirel Bir Bakış”. Balkan, N. ve
S.Savran (Haz.). Neoliberalizmin Tahribatı–2 içinde. İstanbul: Metis
Yayınları, 9–44.

(2005) “Türkiye’de Yapısal Reformlar”. Ercan F. ve Y. Akaya (Der.).


Kapitalizm ve Türkiye I: Kapitalizm, Tarih ve Ekonomi içinde.
Ankara: Dipnot Yayınevi.

Erdost, C. (1982). Sermayenin Uluslararasılaşması ve Teknoloji Transferi. Ankara:


Savaş Yayınları.

Ertekin, M. (2005). Sektörler İtibariyle Üretim-Dış Ticaret İlişkisi Ve Rekabet


Koşulları. T.C. Başbakanlık DTM. Mart 2005.

417
Fransman, M. (1984). “Technological Capability in The Third World: An Overview.
Technological Capability in the Third World”. Fransman, M. ve K. King (Der.).
Technological Capability in the Third World içinde. London: Macmillan.

Freeman, C. (1997). “The ‘National System of Innovation’ in Historical Perspective”.


Archibugi vd. (Ed.). Technology, Globalisation and Economic Performance içinde,
24-49.

Freeman, C., R. Clark ve L. Soete. (1982). Unemployment and Technical Innovation.


A Study of Long Waves and Economic Development. London: Francis Pinter.

Freeman, C. ve L. Soete. (2003). Yenilik İktisadı. Çev: E. Türkcan. Ankara:


TÜBİTAK.

Gerschenkron A. (1998), “Tarihsel Perspektifte Ekonomik Geri Kalmışlık”, S.Landes


(Ed.). Kapitalizmin Doğuşu. İstanbul: İnsan Yayınları, 123-143.

Gorz, A. (1978). “Technology, Technicians and Class Struggle”. Gorz, A. (Ed.). The
Division of Labour içinde. Hassocks: Harvester Press, 159-89.

Gottdiener, M. ve N. Komninos. (1989). Capitalist Development and Crisis Theory:


Accumulation, Regulation and Spatial restructuring. St. Martins Press: New York.

Göker, H. A. (1995). Bilim-Teknoloji-Sanayi Üçlemesi ve Türkiye Üzerine


Düşünceler. Şubat 1995. İstanbul: Sarmal Yayınevi.

(2004). “Pazar Ekonomilerinde Bilim ve Teknoloji Politikaları ve


Türkiye”. Teknoloji (Derleme) içinde. TMMOB. Mayıs 2004. Ankara,
123–220.

(2006). “Avrupa Birliği’nin Bilim ve Teknoloji Politikası: Aramızdaki


Açık”. Avrupa Birliği Dersleri: Ekonomi-Politika-Teknoloji içinde,
405–433.

Gürak, H. (2006). Ekonomik Büyüme ve Küresel Ekonomi. Bursa: Ekin Kitabevi.

Himmelstein, D. ve S. Woolhandler. (1986). Science, Technology and Capitalism.


Monthly Review Special Issue. July-August 1986.

Hirschman, A. O. (1975). The Strategy of Economic Development. Massachusetts:


Yale University Press.

Hunt, E. K. (2005). İktisadi Düşüncenin Tarihi. Çev: Müfit Günay. Ankara: Dost.

Kalaycı, İ. (Ed.). (2006). Avrupa Birliği Dersleri: Ekonomi-Politika-Teknoloji. Ocak


2006. Ankara: Nobel.

Kay, G. (1975). Development and Underdevelopment. Londra: MacMillan.

418
Kiper, M. (2004). “Teknoloji Transfer Mekanizmaları ve Bu Kapsamda Üniversite-
Sanayi İşbirliği”. Teknoloji (Derleme) içinde. TMMOB. Mayıs 2004. Ankara, 59–122.

Kline, S. J. ve N. Rosenberg. (1986). “An overview of innovation”. Landau, R. ve N.


Rosenberg (Ed.). The Positive Sum Strategy: Harnessing Technology For Economic
Growth içinde. Washington, DC: National Academy Press, 275-306.

Köse, A. H., F. Şenses ve E. Yeldan (Der.). (2003). İktisat Üzerine Yazılar 2: İktisadi
Kalkınma, Kriz ve İstikrar (Oktar Türel'e Armağan). İstanbul: İletişim Yayınları.

Küçük, Y. (1981). Seçme Teknik Çalışmalar. AİTİA Yayın No: 162. Ankara: AİTİA.

Landes, D. S. (1969). The Unbound Prometheus: Technological Change and


Industrial Development in Western Europe from 1750 to the Present. Cambridge:
Cambridge University Press.

Landau, R. ve N. Rosenberg (Ed.). (1986). The Positive Sum Strategy: Harnessing


Technology for Economic Growth. Washington DC: National Academy Press.

Lapavitsas, C. (2007). “Neoliberal Dönemde Anayolcu İktisat Kuramı”. Neoliberalizm


–Muhalif Bir Seçki (Haz: Saad-Filho ve Johnston). içinde, s. 59-75.

Lebowitz, M. (2007). “Kapitalizmi Aşmak: Marx’ın Tarifinin Yeterliliği”. Alfredo


Saad-Filho (hzl.). Kapitalizme Reddiye -Marksist Bir Giriş içinde. İstanbul: Yordam,
283-296.

Levidow, L. (2007). “Sınıf Mücadelesi olarak Teknolojik Değişim”. Alfredo Saad-Filho


(hzl.). Kapitalizme Reddiye -Marksist Bir Giriş içinde. İstanbul: Yordam, 115-129.

Lundvall, B. (1988). “Innovation as an interactive process: from user-producer


interaction to the National System of Innovation”. Dosi, G., C. Freeman, R. Nelson, G.
Silverberg ve L. Soete (Der.). Technical Change and Economic Theory içinde. New
York: Pinter, 349-69.

Lüthje, B. (2005). “The Changing Map of Global Electronics”. Pellow, D. N. (Ed.).


Challenging the Chip: Labor Rights and Environmental Justice in the Global
Electronics Industry içinde, pp. 17-30.

Mandel, E. (1974). Avrupa Meydan Okuyor. Çev: Tunç Tayanç. Ankara: Bilgi
Yayınları.

(1991). Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları. Çev: Doğan


Işık. İstanbul: Yazın.

(1993). Late Capitalism. Trans: Joris De Bres. Londra: Verso.

(2008). Geç Kapitalizm. Çev: Candan Badem. İstanbul: Versus.

419
Marks, K. (1987). Ücretli Emek ve Sermaye; Ücret, Fiyat ve Kar. Çev: Sevim
Belli. Ankara: Sol Yayınları.

(1993). Kapital I. Çev: Alaattin Bilgi. Ankara: Sol Yayınları.

(1990) Capital I. Trans: Ben Fowkes. London: Penguin

(1998). Artı-Değer Teorileri I. Çev: Yurdakul Fincancı. Ankara: Sol


Yayınları.

(1992). Kapital II. Çev: Alaattin Bilgi. Ankara: Sol Yayınları.

(1990). Kapital III. Çev: Alaattin Bilgi. Ankara: Sol Yayınları.

(1979). Grundrisse. Çev: Sevan Nişanyan. İstanbul: Birikim.

McClellan, J. E. ve H. Dorn (2006). Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji. Çev:


Haydar Yalçın. Ankara: Arkadaş Yayınları.

Mitter, S. ve S. Rowbotham (Der.). (1997). Women Encounter Technology,


Changing Patterns of Employment in the Third World. NY: Routledge.

Mowery, D. C. ve N. Rosenberg (1999). Paths of Innovation: Technological Change


in 20th Century America. Cambridge: Cambridge University Pres.

Narin, Ö. (2008b). “Bilim İle İktidar arasındaki İlişkinin Çözümlenmesinde


‘Eski’ Bir Ayrıma Başvurulabilir mi? Bilimin "Gerçek
Boyunduruk Altına Alınışı" (Real Subsumption)”. Bilim ve
İktidar. (Der. Kolektif). Nisan 2008.

Negri, A. (1991). Marx Beyond Marx - Lessons on the Grundrisse. New York:
Autonomedia.

Nelson, R. R. (1993). (Ed.). National Innovation Systems : A


Comparative Analysis. Cary, NC, USA: Oxford University Press.

Noble, D. (1981). "Corporate Roots of American Science". R. Arditti, Pat Brennan, ve


Steve Cavrak. (Ed.). Science and Liberation içinde. Boston: South End Press.

(1984). Forces of Production. Alfred A. Knopf: NewYork.

(1995). Progress Without People. Between The Lines Press: Toronto.

(2001). Digital Diploma Mills: The Automation of Higher Education.


New York : Monthly Review Press.

Özdaş, M. N. (2000). Bilim ve Teknoloji Politikası ve Türkiye. Aralık 2000;


TÜBİTAK.

420
Pavitt, K. ve P. Patel. (1999). “Global Corporations and national systems of innovation:
Who Dominates Whom?”. Innovation
Policy in a Global Economy. (Eds.
Archibugi, Daniele; Howells, Jeremy ve
Michie, Jonathan ). içinde, pp. 94-119.

Pellow, D. N. (Ed.). (2005). Challenging the Chip : Labor Rights and


Environmental Justice in the Global Electronics Industry. Philadelphia, PA, USA:
Temple University Press.

Ramtin, R. (1991). Capitalism and Automation - Revolution in Technology and


Capitalist Breakdown. Londra: Pluto.

Ricardo, D. (1997). [1817] Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri. Çev:


Tayfun Ertan. İstanbul: Belge.

Rodrik, D. (1991). “Closing the Technology Gap: Does Trade Liberalization Really
Help?”. Trade Policy, Industrialization and Development: A Reconsideration. (Der:
G.Helleiner). içinde. Oxford England: Clarendon Press.

(1999)Yeni Küresel Ekonomi ve Gelişmekte olan Ülkeler. İstanbul:


Sabah Kitapları.

Rosdolsky, R. (1989). Making of Marx’s “Capital”. Çev: Pete Burgess. 2 Cilt.


Londra: Pluto.

Rosenberg, N. (1976). Perspectives on Technology. Londra: Cambridge University


Press.

(1976a). “Marx as a Student of Technology”. Technology, The Labor


Process and The Working Class içinde. Monthly Review Special Issue:
NY.

(1982). Inside The Black Box. Londra: Cambridge University Press.

(2000). Schumpeter and the Endogeneity of Technology: Some


American Perspectives. London: Routledge.

Rosenberg, N ve D. C. Mowery (1993). “The US National Innovation System”. R.


Nelson (ed.). National Innovation Systems : A Comparative Analysis. Cary, NC,
USA: Oxford University Pres. içinde, s. 29-75.

Saad-Filho, A. ve D. Johnston (Haz.). (2007). Neoliberalizm- Muhalif Bir Seçki. Çev:


Ş. Başlı ve T. Öncel. İstanbul: Yordam.

Saad-Filho, A. (Haz.). (2007a). Kapitalizme Reddiye -Marksist Bir Giriş. Çev: C.


Gerçek, D. Orhun, Ş. Alpagut, E. Ünal, E. Kahraman, A. Zengin, H. Böğün. İstanbul:
Yordam.

421
Schumpeter, J. A. (1939). Business Cycles: A Theoretical, Historical and
Statistical Analysis Of The Capitalist Process. New York ; London: McGraw-Hill.

(1954). History of Economic Analysis. E. B. Schumpeter (Ed.).


New York: Oxford University Press.

(1955). Theory of Economic Development. Trans: Redvers


Opie. Cambridge: Harvard University Press.

(1962). Capitalism, Socialism and Democracy. New York:


Harper Torchbooks.

(1981). Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi. İstanbul: Varlık


Yayınları.

Smith, A. (1981). An Inquiry into The Nature and Causes of The Wealth of
Nations. Indianapolis: Liberty Classics.

Smith, T. (2002). "Surplus Profits from Innovation: A Missing Level in Capital


III?". The Culmination of Capital: Essays on Volume III of Marx’s Capital.
(Editörler: Campbell ve Reuten). içinde s. 149-173.

(2004). “Technology and History in Capitalism: Marxian and Neo-


Schumpeterian Perspectives”. Constitution of Capital: Essays on
Volume 1 of Marx's Capital. (Editörler: Bellofiore ve Taylor), p 217-
242.

Soyak, A. (1999). “Günümüzü Yansıtan Bir Sektör: Telekomünikasyon”. O. Baydar


(Ed.). 75 Yılda Çarklardan Chip’lere. İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.

Sundaram J. K. (Jomo K.S) ve B. Fine (Ed.). (2006). The New Development


Economics- After The Washington Consensus. Londra: Zed Books.

Şeni, N. (1978). Emperyalist Sistemde “Kontrol Sanayii” ve Ereğli Demir-çelik.


İstanbul: Birikim.

Tanyılmaz, K. (2002). Dünyada ve Türkiye’de Elektronik Sektörü. Birleşik


Metal-İş Yayınları. No: 13/2002.

Taymaz, E. (1998). Türkiye İmalat Sanayiinde Teknolojik Değişme ve İstihdam.


T.Bulutay (ed.). Teknoloji ve İstihdam içinde. Ankara: DİE, s. 179-217

(2000). “Türkiye’de Ar-ge Destek Programları: Bir Değerlendirme”. III.


Teknoloji Kongresi Bildirileri. TÜBİTAK, TTGV, TÜSİAD içinde. s.
165-174.

422
(2001). Ulusal Yenilik Sistemi- Türkiye İmalât Sanayiinde
Teknolojik Değişim ve Yenilik Süreçleri. Ankara: TÜBİTAK/.
TTGV/DİE. 2001.

Thompson, E. P. (2004). İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu. Çev: U. Kocabaşoğlu. 2004.


İstanbul: Birikim Yay.

Türkcan, E. (1981). Teknolojinin Ekonomi Politiği. Ankara: AİTİA.

(2003). “Teknoloji Seçimi Olarak Bilim ve Teknoloji


Politikaları”. İktisat Üzerine Yazılar 2 …(Oktar Türel'e
Armağan). (Der. Ahmet H. Köse, Fikret Şenses, Erinç Yeldan).
içinde s. 153–169.

Usher, A. P. (1954). A History of Mechanical Inventions. Cambridge: Massachussets.

Weiss, D. D. (1976). “Marx vs. Smith on the Division of Labor ”. Conference of


Socialist Economists (Der.). Technology and Labor Process, Monthly Review Özel
Sayısı içinde. s.104–118.

Yıldırım, N. (1973). Neoklasik İktisadın Teknolojik Gelişme Yaklaşımı. Ankara:


SBF Yayınları.

Yılmaz, K. (2007). Türkiye için Doğrudan Yabancı Yatırım Stratejisi’ne Doğru.


YASED Raporu.

Young, R. M. (1990). “Marxism and The History of Science” C. Olby et al.. eds,
Companion to the History of Modern Science içinde Routledge, pp. 77-86.

Yücel, İ. H. (1997). Bilim-teknoloji Politikaları ve 21. Yüzyılın Toplumu. Ankara:


Devlet Planlama Teşkilatı. Sosyal Sektörler ve Koordinasyon Genel Müdürlüğü.
Araştırma Dairesi Başkanlığı. Temmuz 1997.

Süreli Yayınlar

Albeni, M. ve M. Karaöz. (2005). Türkiye’de Teknolojik Yenilik Üretimi ve Patentler.


Fikri ve Sınaî Haklar Dergisi. Yıl:1. Sayı:2.

Amsden, A. H.(1990) Third World Industrialisation: ‘Global Fordism’ or a New


Model?. New Left Review. I/182. July-August, 5-31.

Ansal, H. (1985). Teknolojinin Taraflılığı ve Üretim İlişkileri. 11.Tez. (1):152-171.

(1985b). Değişik Perspektiflerden Teknoloji. İktisat Dergisi. (246): 19-


24.

(1986). Teknoloji Üzerine Biraz Daha Düşünmek. 11.Tez. (3):223-227.

423
(1998). Yeni Teknolojiler İşsizlik Yaratıyor mu? Türk Metal Eşya-
Makina Sanayiinde Yeni Teknolojilerin İstihdama Etkisi. ODTÜ
Gelişme Dergisi, 25 (2), s. 215-232.

Arrow, K. J. (1962). The Economic Implications of Learning by Doing. Review of


Economic Studies. 29, 155-177.

Arslanoğlu, E. (2001). Ulusal Yenilenme Sistemleri Çerçevesinde Türkiye’de Teknoloji


Politikaları. Mülkiye. XXV. Sayı 230. Eylül-Ekim 2001, 119-152.

Atamer, H., K. Dorsan, L. Önder ve T. Kıvanç. (2002). 70 bin araştırmaya 5 trilyon


teşvik. Cumhuriyet Bilim Teknik. Sayı 823. 28 Aralık, 2002.

Bellofiore, R. (1985). Marx after Schumpeter. Capital & Class. (24), 60-74.

Bina, C. ve B. Yaghmaian. (1991). Post-War Global Accumulation and the


Transnationalisation of Capital. Capital and Class. (43), 107-130.

Boratav, K. (1990). Petrol-İş 1990 Yıllığı. İstanbul: Petrol-İş Yayınları.

Brighton Labour Process Group. (1977). The Capitalist Labour Process. Capital and
Class. (1), 3.

Buğra, A. (1985). İktisat Yazınında Teknoloji. İktisat Dergisi. (246), 25-34.

Caffentzis, G. (2005). Immeasurable Value? An Essay on Marx’s Legacy. Commoner.


No.10. Spring/Summer.

Cantwell, J. (1995). The Globalisation of Technology: What Remains of The Product


Life Cycle Model. Cambridge Journal of Economics. 19 (1), 155–174.

Carchedi, G (1988). Marxian Price Theory and Modern Capitalism. International


Journal of Political Economy. vol 18. no 3. fall.

Carlsson, B. (2006). Internationalization of Innovation Systems: A Survey of the


Literature. Research Policy. (35), 56-67.

Catephores, G. (1994). The Imperious Austrian: Schumpeter as Bourgeois Marxist.


New Left Review. I/205. May-June 1994, 3-30.

Cincera, M., B. Van Pottelsberghe ve R. Veugelers. (2006). Assessing the foreign


control of production of technology: The case of a small open economy.
Scientometrics. Vol. 66. No. 3, 493–512.

Clegg, A. (1979). Craftsmen and The Origin of Science. Science&Society. XLIII. No:
2, 186-201.

424
Curry, J. (1997). The Dialectic of Knowledge in Production: Value Creation in Late
Capitalism and The Rise of Knowledge-Centered Production.
Electronic Journal of Sociology. V.2. No 3.

Çalhan, S. (1990). ‘Teknotronik Çağ’ İnsana Ne Vaat Ediyor?. Marksizm ve Gelecek.


Kış 1990. Sayı 3, 52-60.

Deraniyagala, S. ve B. Fine. (2001). New Trade Theory versus Old Trade Policy: A
Continuing Enigma. Cambridge Journal of Economics. 25 (6), 809-25.

Doğaner-Gönel, F. (2000). Türkiye’nin High-Tech Mallardaki Uluslararası Rekabet


Gücü Üzerine Bir Çalışma. İktisat, İşletme ve Finans. 167, 34-44.

Dosi, G. (1988b). Sources, Procedures, and Microeconomic Effects of Innovation.


Journal of Economic Literature. Vol. 26. No. 3. (Sep., 1988), 1120-1171.

Dunning, J. H. (1994). Multinational enterprises and the globalization of innovatory


capacity. Research Policy. 23, 67–88.

Durmuşoğlu, S. ve M. S. Köker. (1999). Türkiye’de Endüstriyel Robot Kullanımı.


Otomasyon Dergisi. Ocak-Şubat 1999, 78-82 ve 150-57.

Edler, J. (2004). International research strategies of multinational corporations: A


German perspective. Technological Forecasting & Social Change. 71 (2004), 599–
621.

Elger, T. (1979). Valorisation and 'Deskilling': A Critique of Braverman. Capital and


Class. (7), 58-99.

Elliott, J. E. (1983). Schumpeter and Marx on Capitalist Transformation. The


Quarterly Journal of Economics. Vol. 98. No. 2, 333-336.

Ercan, F. (2002). Çelişkili Bir Süreklilik Olarak Sermaye Birikimi. Praksis. 5,


25–77.

(2003). Neo-liberal Orman Yasalarından Kapitalizmin Küresel


Kurumsallaşma Sürecine Geçiş: Hukuk-Toplum İlişkileri Çerçevesinde
Türkiye'de Yapısal Reformlar – 1. İktisat Dergisi. 435, 3–10

(2004b). Türkiye‘de Kapitalizmin Süreklilik İçinde Değişimi (1980–


2004) Bilgi Kuramsal Bir Çerçeve Denemesi. İktisat Dergisi. Sayı 452.

Ernst, D. (1985). Automation and Worldwide Restructuring of the Electronics Industry:


Strategic Implications for Developing Countries. World Development. 13/3.

Eroğlu, Ö. ve G. Özdamar. (2006). Türk İmalat Sanayiinin Rekabet Gücü ve Beyaz


Eşya Sektörü Üzerine Bir İnceleme. Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi. (11). 2006, s. 85-104.

425
Fransman, M. (1994). Information, Knowledge, Vision and Theories of the Firm.
Industrial and Corporate Change. 3. 3, 713-757.

Freeman, C. (1989). New Technology and Catching Up. The European Journal of
Development Research. June 1989. No. 1, 85-99.

(1991). Networks of Innovators: Synthesis of Research Issues. Research


Policy. 20, 499–514.

Friedman, A. (1977). Responsible Autonomy versus Direct Control over the Labour
Process. Capital and Class. 1.

Göker, H. A. (1998). ‘Küreselleşme’ sürecinde niçin bilim ve teknoloji politikası;


niçin ulusal?. Toplum ve Bilim. Yaz, 1998. Sayı 77, 174-195.

(2000). Uruguay Turu Nihai Senedi’nde Sübvansiyonlar Konusu:


Türkiye Açısından Değerlendirmeler. İktisat dergisi. Ekim 2000. Sayı
406.

(2001). Bilim ve Teknoloji Politikalarına Giriş İçin 'Enformasyon


Toplumu' Üzerine Kavramsal Bir Yaklaşım Denemesi. Mülkiye. Cilt:
25. Sayı: 230, 27-66.

Johnston, R. E. (1966). Technical Progress and Innovation. Oxford Economic Papers.


New Series. Vol. 18. No. 2. (July 1966), 158-176.

Kaldor, N. (1961). Increasing Returns and Technical Progress: A comment on Professor


Hicks’ Article. Oxford Economic Papers. Vol. 13. No.1.

Kathuria, V. (1999). Strategies to Meet Competition: Firm-level Study of Indian


Machine Tool Industry. The Journal of Entrepreneurship. 8. 1, 1-24.

Kepenek, Y. (1990). Petrol-İş 1990 Yıllığı.

Kızılkaya, E. (2005). Joseph A. Schumpeter’in Girişimcilik Fikrine Dair Bir Not.


Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi. (10). 2005, 26-45.

Lall, S. (1998). Technological Capabilities In Emerging Asia. Oxford Development


Studies. Vol. 26. Issue 2. Jun 98, 213-244.

Lenger, A. ve E. Taymaz. (2006). To innovate or to transfer?. Journal of Evolutionary


Economics. Vol. 16(1), 137-153.

Lucio, M. M. ve P. Stewart. (1997). The Paradox of Contemporary Labour Process


Theory: The Rediscovery of Labour and the Disappearance of Collectivism. Capital
and Class. (62), 49-77.

Lukacs, G. (1966). Technology and Social Relations. New Left Review. 39, 27-34.

426
Marglin, S. (1974). What Do Bosses Do? The Origins and Functions of Hierarchy in
Capitalist Production. Review of Radical Political Economics. Vol. 6. No. 2, pp. 60-
112.

Matthews, R. (1991). Appraising Efficiency in Kenya's Machinery Manufacturing


Sector. African Affairs. Volume 90. Number 358, pp. 65–88.

Mirkowich, N. (1940). Schumpeter's Theory of Economic Development. American


Economic Review. 30. No. 3, pp. 580.

Morris-Suzuki, T. (1984). “Robots and Capitalism”. New Left Review. No. 147.

(1986). “Capitalism in The Computer Age”. New Left Review.


No. 147. Ayrıca Davis vd. (1998). içinde.

Narin, Ö. (2008a). “Kapitalizm ve Bilimin Üretimi, Bilimsel Emek


Sürecindeki Dönüşüm”. İktisat Dergisi. (494-95): 25-39.

Nelson, R. R. (1959). The Economics of Invention: A Survey of the Literature.


The Journal of Business. Vol. 32. No. 2. (April 1959), pp. 101-
127.

(1981). Research on Productivity Growth and Productivity


Differences: Dead Ends and New Departures. Journal of
Economic Literature 19 (September): 1029-1064.

(1990). Capitalism As Engine of Progress. Research Policy Vol.


19. No. 3, s. 193-214.

(1995). Recent Evolutionary Theorizing about Economic


Change. Journal of Economic Literature. American Economic
Association. vol. 33(1), pp. 48-90.

(2008). Economic Development From The Perspective of


Evolutionary Economic Theory. Oxford Development Studies.
Vol. 36. No.1. March 2008, pp. 9-21.

Nelson, R. ve S. G. Winter (2002). Evolutionary Theorizing in Economics. The


Journal of Economic Perspectives. Vol. 16. No. 2. (Spring 2002), pp. 23-46.

Onat, A. (2003). “Bilimsel yayınlarımızdaki tırmanma süreci”. Cumhuriyet Bilim


Teknik. Sayı 832. 1 Mart 2003.

Özçelik, E. ve E. Taymaz. (2004). “Does Innovativeness Matter for International


Competitiveness in Developing Countries? The Case of Turkish Manufacturing
Companies. Research Policy. Vol: 33. Issue:3 (April).

427
Palloix, C. (1977). “The Self-Expansion of Capital on a World Scale”. Review of
Radical Political Economics. 1977; 9; 1.

Pyo, H. K. (2001). “Economic Growth in Korea (1911-1999): A long-term trend and


Perspective”. Seoul Journal of Economics. Vol.14 No. 1. Seoul. spring 2001.

Read, R. (1983). “Review: Appropriate or Underdeveloped Technology?”. Journal of


International Business Studies. Vol. 14. No. 3. (Kış 1983). pp. 162–163.

Rosenberg, N. (1963). “Capital Goods, Technology and Economic Growth”. Oxford


Economic Papers. New Series. Vol.15. No.3. pp.217-227.

Rosenberg, N. ve C. R Frischtak. (1983). Long Waves and Economic Growth: A


Critical Appraisal. American Economic Review. vol. 73(2), pp. 146-51.

Rowlinson, M. ve J. Hassard (1994). Economics, Politics, and Labour Process Theory.


Capital and Class. (53): 65-97.

Rubery, J. ve D. Grimshaw. (2001). ICTs and employment: The problem of job quality.
International Labour Review. Vol. 140. No. 2, pp. 165-189.

Schatzberg, E. (2006). Technik Comes to America: Changing Meanings of Technology


before 1930. Technology and Culture. Volume 47. Number 3. July 2006, pp. 486-512.

Schoijet, M. ve R. Worthington. (1993). “Globalization of Science and Repression of


Scientists in Mexico”. Science Technology Human Values 1993; 18; pp. 209-230.

Schrader, S. (1991). “Informal Transfer between Firms: Cooperation through


Information Trading”. Research Policy. 20: pp. 153-70.

Serdaroğlu, U., N. Özkaplan ve G. Yücesan-Özdemir. (2001). The Story of a Marriage:


Domestic Technology and Women. Ekonomik Yaklaşım. Cilt 12. sayı 41, 1-18.

Smith, T. (1997). The Neoclassical And Marxian Theories Of Technology: A


Comparison and. Critical Assessment. Historical Materialism. No 1. Autumn 1997,
113-133.

Somel, C. (2001). Kalkınmasız Teknolojik Gelişme Politikaları. Mülkiye. Cilt: 25.


Sayı: 230, s. 67-76.

Soyak, A. (1995). Teknolojik Gelişme: Neoklasik ve. Evrimci Kuramlar Açısından


Bir Değerlendirme. Ekonomik Yaklaşım. 6 (15), ss. 93-107.

Sweezy P. M.(1943). Professor Schumpeter's Theory of Innovation. The Review of


Economic Statistics. Vol. 25. No. 1 (Feb. 1943), 93-96.

Tanyılmaz, K. (2004). Türkiye’de 80 Sonrası Sanayileşme Deneyimine Bakarken.


İktisat Dergisi. sayı 452, s. 27–39.

428
Taymaz, E. ve K. Yılmaz. (2007). Productivity and Trade Orientation: Turkish
Manufacturing Industry Before and After the Customs Union. Journal of International
Trade and Diplomacy. (1), 127-154.

Tuncel, S. (2005). Otomotiv’de Türkiye Ne Yapmalı? Cumhuriyet Bilim-Teknik. Sayı


941. 2 Nisan 2005. S. 20-21.

Türel, O. (1993). Ekonomik Büyüme, İstihdam ve Sendikalar: Uzun Döneme


Bakış. ODTÜ Gelişme. Cilt 20. Sayı 1-2.

(2001). Türkiye’nin Yatırım Stratejileri Ne Olmalıdır. Oturumdaki açılış


konuşması. İktisat Dergisi. Sayı: 413–414. Mayıs-Haziran 2001, 99–
104.

Türkcan, E. (1985). Teknolojinin Jeopolitiği. İktisat Dergisi. (246): 35-45.

(1994). Sorunları Kabus Olmaktan Çıkarıp Avantaja Dönüştürmeli.


İktisat Dergisi. Sayı: 345. Ocak 1994, s. 38-39.

(1996). “Türkiye’de Bilim Politikası”. TÜBİTAK Bilim ve Teknik.


Haziran 1996.

(2001). Türkiye’nin Yatırım Stratejileri Ne Olmalıdır? Oturumdaki


konuşma. İktisat Dergisi. Sayı: 413-414. Mayıs-Haziran 2001, s.112-
115.

Ulusoy, G. (2003). “An assessment of supply chain and innovation management


practices in the manufacturing industries in Turkey”. International Journal of
Production Economics. Vol. 86. pp. 251-70.

Ulutaş, M. (2007). Ulusal Elektronik Sanayi Aldatmacası. Elektrik Mühendisliği


Dergisi. 430. sayı. nisan 2007.

Walker, R. (1988). The Dynamics of Value, Price and Profit. Capital and Class. No:
35, 146-181.

Wasti, S.N., M. K. Kozan ve A. (2006). Buyer-Supplier Relationships in the Turkish


Automotive Industry. International Journal of Operations and Production
Management (26): 947-970.

Yentürk, N. (1994). Sanayileşme İçin Son Fırsat. İktisat Dergisi. Sayı: 345. Ocak 1994,
s. 40–44.

Ziylan, A. (2001). Savunma Nereden Nereye – Türkiye’de Savunma Sanayii Tarihçesi.


Ulusal Strateji Dergisi. Kasım/Aralık 2001.

429
Diğerleri

Akarsoy-Altay, T. (2006). Otomotiv Sektöründe Araştırma ve Teknoloji Geliştirme


Faaliyetleri Üzerine Görüşler. Otomotiv Sanayii Özel İhtisas Komisyonu’na Sunulan
Raporun Gözden Geçirilmiş Biçimi. 7 Mart 2006.
http://www.inovasyon.org/getfile.asp?file=TA.IX_Plan_Oto_OIK_web.pdf, (11 Aralık
2007).

Bayar, G. (2003). Elektrik-Elektronik Sektörü, Mevcut Durum, Gelişmeler, İmkanlar.


http://www.dtm.gov.tr/dtmadmin/upload/EAD/KonjokturIzlemeDb/elektrik.doc, (3
Kasım 2007).

Cipolla, F. P. (1997). Product Innovation in Marxian Theory and The Tendencies of


Contemporary Capitalism. Değer Kuramı Üzerine Uluslararası Çalışma Grubu
(IWGVT) 1997 Toplantısı. http://www.iwgvt.org/files/97Cipolla.rtf, (4 Aralık 2006).

Eşiyok, B. A. (2001). Türkiye Ekonomisinde Yeniden Yapılanma Sürecinde İhracat


ve Rekabet Gücündeki Gelişmeler. Türkiye Kalkınma Bankası A. Ş. İktisadi
Araştırmalar. Yayın No: GA-01-2-5. Nisan 2001. Ankara,

(2002). Türkiye Ekonomisinde İhracata Dayalı Büyüme Modeli ve


İmalat Sanayiinin Yapısı. Türkiye Kalkınma Bankası A. Ş. Genel
Araştırmalar. Ankara, Ekim 2002.

Göker, H. A. (1996). “Teknolojik Gelişmeler ve Türkiye’nin Teknoloji Geliştirme


Koşul ve Olanakları”, TMMOB Kentsel ve Kırsal Alan Gelişme Stratejileri Semineri’ne
yapılan sunuş, 13-14 Ocak 1996. www.inovasyon.org, (6 Aralık 2007).

(2003). Onuncu Yılında Türk Bilim ve Teknoloji Politikası:1993–2003


(3 Şubat 1993 Günü Yapılan Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu
Toplantısında Alınan Kararlar ve Uygulama Sonuçları), Eylül 2003,
Ankara.

Marks, K. (1861). Manuscripts of 1861-63. Kaynak:


http://www.marxists.org/archive/marx/works/18 61/economic/index.htm,
indirilme tarihi: Mayıs 2006.

Nelson, R. R. (1962). "The Link Between Science and Invention: The


Case of the Transistor". The Rate and Direction of
Inventive Activity. NBER. New Jersey: Princeton
University Press, pp. 549-583.

Özaksun, T. (1997). “Dokuma Teknolojisinin Durumu ve Türkiye’de Dokuma


Makinaları İmalat İmkânları”. Basılmamış yüksek lisans tezi. Uludağ Üniversitesi SBE
İktisat Anabilim dalı.

430
Sak, G. (2007). Küresel Eğilimler ve Türkiye’nin Dönüşümü. TEPAV. Ankara. 26 Ocak
2007.

Sönmez, M. (2005). Türkiye İhracatının İthalata Bağımlılığı 2000–2004. Ekim 2005.


Kaynak: www.bagimsizsosyalbilimciler.org, İndirilme tarihi: Aralık 2007.

Taymaz, E. (2002). “Competitiveness of the Turkish Textile and Clothing Industries”.


http://www.inovasyon.org/getfile.asp?file=ET.textile%20and%20clothing%20ind.15_0
9_02.pdf, (20 Haziran 2005).

Taymaz, E. ve K. Yılmaz. (2008). Integration with the Global Economy - The Case
of Turkish Automobile and Consumer Electronics
Industries. TÜSİAD- Koç Üniversitesi Ekonomik
Araştırmalar Forumu. Çalışma Makaleleri 0801. Şubat
2008.

Yaman-Öztürk, M. (2006). Geç Kapitalistleşme Sürecinde Kriz: Türkiye’de 1979 Krizi.


Yayınlanmamış doktora tezi. Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü. İstanbul.

Yükseler, Z. ve E. Türkan. (2006). Türkiye’nin Üretim ve Dış Ticaret Yapısında


Dönüşüm: Küresel Yönelimler ve Yansımalar.
TÜSİAD – Koç Üniversitesi EAF. Yayın No:
EAF/WP/06/02; Eylül 2006. İstanbul.

(2008). Türkiye’nin Üretim ve Dış Ticaret Yapısında


Dönüşüm: Küresel Makroekonomik Yönelimler
ve Yansımalar

Dergiler:

Aksiyon Dergisi
Aramızda Dergisi
Capital Dergisi
Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi
Elektrik Mühendisliği Dergisi
Endüstri & Otomasyon Dergisi
Finansal Forum
Hidrolikpnömatik Dergisi
Kalıp Dünyası Dergisi, http://www.kalipdunyasi.com.tr/
Kobiefor Dergisi
Makina kalıp
MakinaTek Dergisi, Bileşim Yayıncılık, http://www.bilesim.com.tr, indirilme tarihi:
Aralık 2006.
Metalmakina Dergisi, http://www.metalmakina.com, indirilme tarihi: Şubat 2007.
Otomasyon Dergisi
Platin Dergisi

431
TAYSAD Dergisi
TBMM Tutanak Dergisi
TİSK İşveren Dergisi
TTMagazin
Turkishtime, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) yayın organı.

Gazeteler:

Birgün Gazetesi
Cumhuriyet Gazetesi
Dünya Gazetesi
Evrensel Gazetesi
Hürriyet Gazetesi
Milliyet Gazetesi
Radikal Gazetesi
Referans Gazetesi
Sabah Gazetesi
Star Gazetesi
Zaman Gazetesi

İnternet Sayfaları

www.allbusiness.com/
www.bagimsizsosyalbilimciler.org
www.bilesim.com.tr
www.bilgicagi.com
www.dtm.gov.tr
www.dpt.gov.tr
www.enosad.org.tr
www.inovasyon.org
www.iwgvt.org
www.kalipdunyasi.com.tr
www.makinacininsesi.com
www.marxists.org/archive
www.metalmakina.com
www.mib.org.tr
www.mpm.org.tr
www.osd.org.tr
www.othercanon.com
www.sendika.org
www.tcmb.gov.tr
www.tepav.org.tr
www.tesid.org.tr
www.tim.org.tr
www.tmmob.org.tr
www.tubitak.gov.tr
www.tuik.gov.tr
www.turkpatent.gov.tr

432
www.tusiad.org
www.unctad.org
www.unece.org
www.unido.org
www.worldbank.org.tr
sozluk.sourtimes.org
mimoza.marmara.edu.tr/~asoyak/
epp.eurostat.ec.europa.eu
eaf.ku.edu.tr
tr.wikipedia.org

Rapor, Bülten ve Sonuç Bildirgeleri

ABD (1945). Science - The Endless Frontier, Temmuz 1945, Bilimsel Araştırma ve
Geliştirme Bürosu Müdürü Vannevar Bush tarafından ABD Başkanı Roosevelt için
hazırlanan rapor, Kaynak: http://inovasyon.org/, İndirilme tarihi: Kasım 2007.

ABD (1993)Amerika’nın Ekonomik Büyümesi için Teknoloji [Technology for


America’s Economic Growth, A New Direction to Build Economic Strength], 22 Şubat
1993, Amerikan Başkanı Clinton ve yardımcısı Gore için hazırlanan bilim ve teknoloji
politikasına ilişkin belge, Kaynak: http://inovasyon.org/, İndirilme tarihi: Kasım 2007.

Alman Sanayi Federasyonu BDI (2005), Otomotiv Sanayi üzerine Rapor, Kaynak:
http://www.bdi-online.de/Dokumente/Internationale-
Maerkte/Tuerkei_zus_fass_Tue.pdf, İndirilme Tarihi: Temmuz, 2007.

Birleşik Metal-İş (2001). Dünyada ve Türkiye’de Yatırımlar, Birleşik Metal-İş


yayınları, No: 17 / 2001.

Birleşik Metal-İş (2006). Metal İşçisinin Gerçeği, Birleşik Metal-İş Yayınları, No:
15/2006.

Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (UNECE). 2000 yılı basın bülteni:
http://www.unece.org/press/pr2000/00stat10e.htm.

DPT (2003). Türkiye Sanayi Politikası (AB Üyeliğine Doğru), DPT, Ağustos 2003,
<http://ekutup.dpt.gov.tr/sanayi/tr2003ab.pdf>, (Erişim: 17.02.2007)

DPT (2005). Sanayi Görünümü, 2003–2005,


http://ekutup.dpt.gov.tr/program/2005/destek05.pdf, indirilme tarihi: Mart 2006.

DPT (2006a). Dokuzuncu Kalkınma Planı Makina ve Metal Eşya Sanayii Özel İhtisas
Komisyonu Raporu, Haz: Arslan Sanır, Ankara, Ocak 2006.

DPT (2006b). Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013) Otomotiv Sanayii Özel İhtisas
Komisyonu Raporu, Temmuz 2006.

DPT, (2006c). Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 2005 Yılı Programı Destek
Çalışmaları: Ekonomik ve Sosyal Sektörlerdeki Gelişmeler, 2006, Ankara.

433
DPT (2007). Dokuzuncu Kalkınma Planı 2007–2013: Elektronik ve elektrikli makinalar
sanayii. Özel İhtisas Komisyonu raporu, DPT, 2007.

Dünya Bankası Türkiye İşgücü Raporu (2006). http://www.worldbank.org.tr/labor2006.

Dünya Bankası (2006b). Türkiye – Ülke Ekonomik Notu: Sürdürülebilir Büyüme ve


AB ile Yakınlaşmanın Geliştirilmesi.

İGEME (2006), “Makina İmalat Sanayii” Raporu, Haz: Hasan Köse, 2006.

İGEME (2007), “İleri teknoloji Ürünlerinin Dış Ticaretteki Payı ve Sektörel Dağılımı”,
Haz: Yusuf Türkoğlu, DTM İGEME, Kasım 2007.

İGEME (2007a). , “Makina İmalat Sanayii” Raporu, Haz: Sinan Yüzal, Oğuz Kuyumcu,
2007.

İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi, Makina Sektörü Araştırma Raporu, (2006),
http://www.iaosb.com.tr/uploads/MAKINESEKTORARASTIRMARAPORU.doc.

MİB Bültenleri, Makina İmalatçıları Birliği Bülteni.

OAİB (2007a). “Avrupa Birliği ve Makine Teçhizat İmalat Sektörü”, OAİB Ar-ge Şube
Müdürlüğü Kasım 2007.

OAİB (2007b). Orta Anadolu Makine ve Aksamları İhracatçıları Birliği Makine Sektör
Raporu, T.C. DTM Orta Anadolu İhracatçı Birlikleri Genel Sekreterliği AR-GE Şube
Müdürlüğü, Haziran 2007.

OECD (1996); "The Knowledge-Based Economy"; OECD; Paris; 2 cilt, 1996.

OECD (1998), OECD-Working Group on Innovation and Technology Policy “National


Innovation Systems: Policy Implications”, OECD/DSTI/STP/TIP(98)7/REV1, OLIS: 30
October.

OECD Science, Technology and Industry Scoreboard (2003), (2007).

OECD Statistical Compendium, 2005, 2006.

OSD (2006). Otomotiv Sanayiinde Dış Ticaret, (1992 - 2005) Yılları, 2006/1.

ÖSYS Yükseköğretim Programları ve Kontenjanları Kılavuzu, 2004, ÖSYM..

TC Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğüz Bülteni, Nisan 2005.

TİAD (2006), Takım Tezgâhları Sektöründeki Gelişmeler ve TİAD üyelerinin 2006 yılı
Beklentileri, TTMagazin Eki, Ocak 2006.

TİSK (2007). Türkiye’de Araştırma–Geliştirme: Ne Durumdayız? Ne Yapmalıyız?,


Haz: Muammer Kaya, Yayın No: 285, Eylül 2007.

TİSSİ (1977). Türkiye İmalat Sanayiinde Sermaye ve İşgücü, DPT.

434
TKB ESAM (2007), Türkiye Kalkınma Bankası, "Türkiye İmalat Sanayiinin Yapısal
Analizi ve Sektörel Performans Değerlendirmesi", ESAM, Ankara 2007.

MMO (1991a). TMMOB Makina Mühendisleri Odası Elektronik Sanayii Sektör


Raporu -1991 Sanayi Kongresi, MMO Yayın No: 194/4, Kasım 1991, Ankara.

MMO (1991b). Makina Mühendisleri Odası Savunma Sanayii Sektör Raporu, 1991
Sanayi Kongresi, Kasım 1991.

MMO (2004), Makina Mühendisleri Odası, Makina İmalat Sanayii Sektör


Araştırması, Haz: Yavuz Bayülken, Yayın No: MMO/2004/359, Ocak 2004, Ankara.

MMO (2006a). Makina Mühendisleri Odası Makina İmalat Sanayii Oda Raporu, Yayın
No: MMO/2006/412, Nisan 2006, Ankara.

MMO (2006b), Makina Mühendisleri Odası, III. Makine Tasarım ve İmalat


Teknolojileri Kongresi Sonuç Bildirgesi, internet adresi:
http://www.tmmob.org.tr/modules.php?op=modload&name=News&file=article&sid=1
088&mode=thread, indirilme tarihi: Ocak 2007.

MMO (2007). Makina Mühendisleri Odası IV. Makina Tasarım ve İmalat


Teknolojileri Kongresi Sonuç Bildirgesi (24-25 Kasım 2007).

MMO (2007a). Makina Mühendisleri Odası IV. Ulusal Uçak, Havacılık ve Uzay
Mühendisliği Kurultayı Sonuç Bildirgesi (2007).

MMO (2008). Makina Mühendisleri Odası, Makina İmalat Sanayii Sektör


Araştırması, Haz: Yavuz Bayülken, Yayın No: MMO/2008/467, Mart 2008, Ankara.

TC Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü Bültenleri.

TİAD (2006a). Takım Tezgahları Sektöründeki Gelişmeler ve TİAD Üyelerinin


Beklentileri, TTmagazin eki, Ocak 2006, İstanbul.

TİAD (2006b). Türkiye Takım Tezgahları Sektörü 2006, TİAD Sektör Raporları No
2, Haziran 2006, İstanbul.

TTGV (2006). Sınai Teknoloji Projesi Üzerine Bir Değerlendirme- Nihai Rapor,
“An Assessment of the Industrial Technology Project-Final Report”, Haz: Erol Taymaz,
Mayıs 2006, Ankara.

Tuzla Tersaneler Bölgesindeki Çalışma Koşulları ve Önlenebilir Seri İş Kazaları


Hakkında Rapor, Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu:
DİSK/Limter-İş Sendikası, TMMOB-İstanbul İl Koordinasyon Kurulu, İstanbul Tabip
Odası, İstanbul İşçi Sağlığı Enstitüsü, 16 Aralık 2007.

TÜBİSAD Broşürü, 2007, http://www.tubisad.org.tr/TUBISAD_Brochure07_eng.pdf,


indirilme tarihi: Mart 2008.

435
TÜBİTAK Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları Vizyon 2003-2023 Strateji Belgesi,
Versiyon 19 [2 Kasım 2004].

TÜBİTAK EİK (2005). Eğitim ve İnsan Kaynakları Sonuç Raporu ve Strateji Belgesi,
2005.

TÜSİAD (1979), The Turkish Economy 1979.

TÜSİAD (1981), The Turkish Economy 1981.

TÜSİAD (1990), Türkiye’de Eğitim, Sorunlar ve Değişime Yapısal Uyum Önerileri,


Temmuz 1990.

TÜSİAD (1995), 1995 Yılına Girerken Türkiye Ekonomisi, Ocak 1995, Yayın no:
TÜSİAD-T/95, 1–169.

TÜSİAD (1997a), Rekabet Stratejileri ve En İyi Uygulamalar - Türk Elektronik


Sektörü, Aralık 1997, Yayın no: TÜSİAD-T/97-12/223.

TÜSİAD (1997b), Rekabet Stratejileri ve En İyi Uygulamalar - Türk Otomotiv Sektörü,


Aralık 1997, Yayın no: TÜSİAD-T/97-12/225.

TÜSİAD (1998), Türkiye’de Yeni Bir Ekonomik Ve Ticari Diplomasi Stratejisine


Doğru, Eylül 1998, Yayın No: TÜSİAD-T/98 - 6/230.

TÜSİAD (2000), Moving Forward: Assessment of Competitive Strategies and Business


Excellence in the Turkish Manufacturing Industry – A Benchmarking Study, Mart 2000,
Yayın no: TÜSİAD-T/2000-3-278.

TÜSİAD (2003), Vizyon 2023, Ek 5: Makina İmalat Sanayi.

TÜSİAD (2003b), Ulusal İnovasyon Sistemi, Kavramsal Çerçeve, Türkiye İncelemesi


ve Ülke Örnekleri, Ekim 2003, Yayın no: TÜSİAD-T/2003-10-362.

TÜSİAD (2003c), Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılması: Temel İlkeler, Ekim


2003, Yayın No: TÜSİAD-T/2003-10-365.

TUSİAD (2005), 2006 Yılına Girerken Türkiye Ekonomisi: İstikrardan Sürdürülebilir


Büyümeye, Aralık 2005, Yayın no: TÜSİAD-T/2005-12-414.

TUSİAD (2005a), Türkiye’de Yeniden Yapılanma Arayışları, Seçilmiş Sektör/Kurum,


Politika Örnekleri, Haziran 2005, Yayın no: TÜSİAD-T/2005-06-399.

TÜSİAD, (2005b). Türkiye’nin Üretim Yapısı: Girdi Çıktı Modeli ile Temel Bulgular,
Haz: Gülay Günlük-Şenesen, İstanbul, 2005.

TÜSİAD Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye’de Bilişim ve Telekomünikasyon


Teknolojileri Sektörü Üzerine Görüş ve Öneriler (2006). Yayın No: TÜSİAD-T /2006 -
06/419, Haziran 2006.

436
III. Teknoloji Kongresi Bildirileri, 11 Eylül 2000, TÜBİTAK, TTGV, TÜSİAD.

UNCTAD Dünya Yatırım Raporu 2006, New York ve Cenova, 2006, BM.

UNCTAD Information Economy Report 2007–2008, Science and Technology for


Development: The New Paradigm of ICT, New York ve Cenova, 2007, BM.

World Robotics Raporları

Yatırım Danışma Konseyi İlerleme Raporları, 2005, 2006. Türkiye Yatırım Danışma
Konseyi Ağ Sayfası, http://www.hazine.gov.tr/YatirimDanismaKonseyi.htm, indirilme
tarihi: Mart 2007.

Yatırım Danışma Konseyi Sonuç Bildirgeleri, 15 Mart 2004 ve 29 Nisan 2005.

Sunuşlar:

Arıkan C. ve G. Ulusoy (2005) TÜSİAD - Sabancı Üniversitesi Rekabet Forumu’nun


düzenlediği Ulusal İnovasyon Girişimi Çalıştayı’ndaki Sunuş, 1 Ekim 2005, İstanbul.

Ersel, Hasan (2007). İstanbul Sanayi Odası 6. Sanayi Kongresi, “Dünden Yarına
Giderken Yeni Bir Sanayi Politikası Gereği Üzerine” başlıklı sunum, İstanbul, 26–27
Kasım 2007.

Nahum, Jan (2000). , III. Teknoloji Kongresi’nde yapılan sunuş, Bildiriler kitabının
içinde, 11 Eylül 2000.

Sak, Güven (2007). “Küresel Eğilimler ve Türkiye’nin Dönüşümü”, TEPAV Sunuşu, 26


Ocak 2007, Ankara, Kaynak:
http://www.tepav.org.tr/tur/index.php?type=downloadfile&cid=611&title=1, indirilme
tarihi: Mayıs 2007.

Sak, Güven ve Fatih Özatay (2006). “Türkiye Ekonomisinin Yapısal Dönüşümü:


İntibak Yönetimi, Risk Yönetimi ve Rekabet Gücü için Yeni Gündem”, Konya’da
TEPAV ve TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi adına yapılan sunuş, 28 Nisan
2006, kaynak:
www.tepav.org.tr/eng/admin/dosyabul/upload/Sak&Ozatay.2006.04.08KonyaTicaretOd
asi.ppt, indirilme tarihi: Temmuz 2007.

TTGV (2007), “Türk Sanayinin Ar-Ge ve Yenilik Performansı”, TTGV Yönetim


Kurulu’na Sunuş, Şubat 2007,
http://www.ttgv.org.tr/UserFiles/File/Sunumlar/Sanayi_Ar-Ge_Performansi.pdf,
indirilme tarihi: Mart 2007.

TTGV (2007b), “Üniversiteler; Mühendislik Fakülteleri ve Türkiye Teknoloji


Geliştirme Vakfı”, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde yapılan 4-5 Mayıs 2007 tarihli

437
sunuş, http://mdk.anadolu.edu.tr/toplanti/14MDKSunular/TTGV.ppt, indirilme tarihi:
Temmuz 2007

Yükseler, Zafer ve Ercan Türkan (2008b), TÜSİAD “Küresel Ekonomiye Entegrasyon


Sürecinde Büyüme” Semineri’nde yapılan sunuş, İstanbul: 28 Şubat 2008.

438

You might also like