Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 124

Gümülcine Âyânı

TOKATÇIKLI SÜLEYMAN AĞA


(Yazar Adı)

Gümülcine, 2020
(ithaf)...
“Zulüm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur”.

Türk atasözü
I. BÖLÜM

“BÖLÜKBAŞI”
1

"...otuz nefer ile Kıllı Oğulları ve on sekiz nefer ile sergerdeleri


(elebaşılar) Karaca Ömer ve yine sereşkıya Cabilerli Ahmet ve
Kara Ömer Oğlu Halil ve Sultan Yeri kazasından Dokancıklı
Süleyman nâm sekavet-pîşeler (hırsızlığa alışılmış) oldukları ve
cem'iyyetle (toplu olarak) geşt ü güzâr (gezip tozma)
eylediklerin haber verdiler..."

Sadrazam ulağı Çavuş Ahmet’in takriri – Ağustos 1785

Ι.

Rodop dağlarının üzerine çöken sis bulutu, uzaktan bakıldığında


yemyeşil bir halıyı andıran yamaçlarda dağılırken, koyun sürüsü
ağır ağır kıvrımlı dağ yollarını aşıyordu. Gün ışığı ufukta bir yerlerde
usulca gözden kaybolmaktaydı. Bir yandan elindeki sopayla
sürüden ayrılmaya yeltenen koyunları kovalayan genç celep diğer
yandan alacakaranlıkta yolunu kaybetmemek için pürdikkat
etrafını gözlüyor, telaşlı adımlarını hızlandırıyordu.
Ürkeden dağını aşınca Tokatçık köyünün hanelerinin yaktığı ateşler
görünmeye başladı. Sivritepe’de, öbek öbek, diğer çoban ve
sığırtmaçların yaktığı ateşler, sönmeye yüz tutmuş halde, göze
adeta cılız birer ışık hüzmesi gibi görünmekteydiler. Daha da ötede,
Baklacılar, uçurumlar ve sarp dereler arasından uzayıp giden uçsuz
bucaksız bir çam denizini önüne katarak, sarp tepeler silsilesinin
tam başladığı noktaya konuçlanmıştı.
Gün boyu işi ağırdan almanın verdiği salışıklıkla karanlığın
çöktüğünü fark edememişti bile. Koyunlar ağıla vaktinde
girmediğinde amcasının başvurmaktan hiç imtina etmediği kızılcık
fışkınının acısı unutulur cinsten değildi. Bu yüzdendir ki, yarı çıplak
ayaklarıyla engebeli dağ yollarını süratle katediyor, ayağına batan
taş ve dikenlerin acısına aldırış dahi etmiyordu. Yediği dayaklara
kıyasla, bu misliyle katlanılabilir bir acıydı.
Oysa ki, gün boyunca son ana sıkışıp kalan bu ivedilik duygusunu
hiç hissetmemişti. Belleğine mıh gibi kazınan daracık orman
patikalarında avare avare dolaşmış, uygun bir eğlek bulduğunda
2

koyunları salıverip sırtını, gövdeleri göğe kadar yükselen çam


ağaçlarından birine vererek yaprakların hışırtısını dinlemişti. Sonra
tekrardan yola revan olmuştu. İnsan ayağının basmadığı bu
balkanlarda yalnız başına gezindiği anlarda bazen uzak bir ağıldan
gelen köpek havlamaları, bazense yamaçlardaki seyrek tarlalara
dadanan kargaların acı gaklamaları hüküm süren sessizliğin astarını
yırtan yegâne sesler oluyordu.
Ağustos aylarında cırcır böcekleri, kulakları sağır eden ahenkli
bir cırıtlı ile ormanı inletirken, güldür güldür çaylağan serin pınar
sularından kana kana içmek, muhtelif anlarda içine çöktüğünü
hissettiği ve hiçbir suretle anlam veremediği bir sıkkınlık halini de
yıkayıp götürür gibi olurdu.
Ne yaprakların limon sarısı kesildiği güz, ne de kavurucu yazlar.
Bu dağlarda en ağır, en çetin yüzünü gösteren kış olurdu. Beyaz bir
örtü misali ağaç dallarını, yolları, damların ve kerpiç evlerin
çatılarını kaplayan kar, her türlü geçite imkân vermediği gibi
yaşamı da dar bir alana kısıtlıyordu.
Tüm olumsuzluklara rağmen her müşkülde bir çözüm, her
badirede hayata tutunmanın bir hal çaresi olmalıdır diye
düşünürdü. Bu daha ziyade onun içinde doğuştan var olan bir
meziyet gibiydi. Baba ocağı genç yaşında kapanmış, iki küçük
kardeşiyle amcasının eline kalakalmıştı. Yine de, içinde zorluklara
karşı teslim olmayı reddeden kesif bir inat, yılmaz bir hırs
yatıyordu.
Amcası hoyrat bir adamdı. O daha köyün girişine varmadan kuzu
melemelerine kulak kesilir, bir hışımla açtığı, gıcırdayan tahta
kapının önünde belirerek önce bolluktan yere düşen poturunu bel
hizasına kadar çekerdi. Ardından, çamur ve balçığa bulanmış
samanları çarıklarıyla eze eze derme çatma evin yanında bulunan
küçük ağılın kapısına dikilir ve beklemeye koyulurdu.
3

“Nerede kaldın, eşek sıpası?” diyerek ilk sillesini attığı yer de


burasıydı. Bu tutum karşısında, içten içe filizlenen hıncını
bastırmakta zorlansa da, amcasının nedensiz öfkesini daha da
arttırmamak adına aldırış etmezdi. Bir an önce koyunları ağıla
yerleştirmeye, kardeşlerinin yanına vararak çoğu kez soğuktan
hissetmez olduğu bedenini yanan odun ateşinin başında ısıtmaya
çalışırdı. Tüm günün yorgunluğunun karşılığı ise pek çok kez bir
parça ekmekle bir tas bulgur çorbasından ibaretti. Bir de yol
kenarındaki tarlalardan aşırarak mintanının cebine sokuşturduğu
birkaç patates kökü. İrice bir kütük atarak son kez harladığı ateşin
başına ağzını bıçak açmayan amcasının sert bakışlarından gözlerini
kaçırarak biraz daha sokulur; kardeşlerini uyuttuktan sonra kendisi
de yerdeki şiltenin bir köşesine kıvrılarak uykuya dalardı.
İşte bundandır ki, o an acele etmeliydi. Köye varmadan evvel
çam ormanı sona eriyordu. Burada, toz tomur içindeki yolun sağ ve
sol cenahları görece düzlük tarlalara açılıyor ve son bir eğilimle
tepenin yamacına kurulan köye varıyordu. Bu tarlalığın ötesinde,
önce giderek derinleşen, devamında ise Sivritepe’ye doğru
tırmanan dik ve büyükçe bir vadi yer alırdı. Siviritepe, heybetli bir
set, adeta geçilmez bir duvar gibiydi. Tam köye yaklaşmıştı ki,
sürüden ayrılan bir koyunun vadinin içinden geçen dereye doğru
kaçtığını fark etti.Hemen oraya koştu. Dereye inip gözden
kaybolmadan koyuna yetişerek sırtına elindeki sopayla hafifçe
vurdu ve yönünü tayin etti.
Ansızın, dereden “Aaaaaah” diye acı bir inilti duyuldu.
Duraksadı. Etraf bu kadar sessizken yanlış duymuş olabileceğine
ihtimal vermiyordu. Acı dolu ses daha şiddetli bir şekilde, bu sefer
karşı tepede yankılanacak kadar kuvvetli tekrarlandı.Kepir toprak,
kaya ve çalılıklardan oluşan yamaçtan aşağıya doğru başını
uzattığında derenin yoldan görünmeyen, yassı kesiminde yuları
yerde sürten, kır renkte bir at gördü. Onun az ilerisinde ise can
4

havliyle yerde kıvranan bir adam boylu boyunca yatıyordu. Sarığı


başından düşerek çözülmüş, iki eliyle sımsıkı karın boşluğunu
bastırıyordu. Üzerine ipek bir gömlek ve sırma işlemeli, siyah bir
cepken giymişti. İlk başta, yarı dik yamacı aşarak onun yanına
yaklaşmakta tereddüt etti. Fakat en nihayetinde cesaretini
toplayarak dikkatli adımlarla dere yatağına doğru kendini bıraktı.
Geldiğini fark eden at ürktü ve hafif bir kişnemeyle seke seke
oradan uzaklaştı. Her halinden ağır yaralı olduğu anlaşılan bu orta
yaşlı, iri kıyım adam, kalın bıyıklarının ardındaak pak kesilmiş, çakıl
taşlarına bulanmış benzini apansızın onun bulunduğu tarafa doğru
döndü. Bulanık gözlerle, görüp görmediği belirsiz bir halde ona
doğru bakıyordu. Elleri, ipek gömleği ve üzerindeki cepkenin ince,
süslü işlemeleri, düğmeleri, her yanı kan revan içinde kalmıştı. Bu
manzara karşısında ne yapacağını şaşırdı ve irkilerek geriye doğru
bir adım attı. İlk şaşkınlığı geçince, ısrarla anlamakta güçlük çektiği
bir takım sözler mırıldanan yarı baygın adamın yanına koşarak
heybesinden çıkardığı uzunca bir bez parçasını yaranın üstüne
sımsıkı düğümledi. Etrafı kolaçan ettikten sonra onu güçlükle
yerden kaldırarak omuzladı. Ayaklarını sürte sürte derenin içinden
düz araziye çıkarmayı başardı. Elinden bırakmadığı sopasını
sallayarak şiddetli bir ıslık çaldı. Dağılmış koyun sürüsü birden
toparlandı ve onun ardı sıra köy yoluna doğru ilerlemeye başladı.
Hava iyiden iyiye kararmıştı. Amcasına ve köylüye görünmeden
koyunları ağıla yerleştirmesi, henüz kim olduğunu dahi bilmediği
bu biçareyi gizlemenin bir yolunu bulması gerekiyordu.
Köye vardığında etraf tenhaydı. Komşu evlerin kapıları açılıp
kapanıyor, ağıllardan hayvan sesleri yükseliyordu. Lâkin ortalıkta
görünen kimse yoktu. Sürüyü eve yakın bir yerde bırakarak
kimseye görünmeden artık ayaklarını da sürmekten aciz olan
adamı ahırın arka tarafına taşıdı. Kendisi de epey yorgun ve bitkin
düşmüştü. Ağılın arka kapısını yavaşça açtı, son bir gayretle alçak,
5

ahşap merdivenlerin üzerinden aşırdığı adamı samanlığa


yerleştirdi. Alelacele kucakladığı saman yığınları ile de bir güzel
örterek gizledi. Koyunları unutmuştu. Bir tamam, eksiksiz olarak
bıraktığı yerde bulma ümidiyle bitap halde geriye koştu. Sayılarının
tam olduğundan emin olunca, evin bahçesini ağıldan ayıran çitin
ötesinden kapının açıldığı duyuldu. Telaşını ele vermedi. Başını
eğerek kapıdan çıkan amcasıydı. Önce sağa ve sola doğru birşey
ararmışcasına bakındı, sonra da gür bir sesle:
-“Süleymaaan! Süleymaaan!..” diye bağırdı.
İstifini bozmadı ve sopasıyla güttüğü koyunların çıngırak
seslerini kendi sesine katarak cevap verdi:
-“Gelmişim amca. Yettim, yettim...”
Amcası daha yüksek sesle bir defa daha:
-“Hayda bre, çabuk ol, çabuk!..”
Koyunlar alışık oldukları bu merasimi kolayca tamamladılar.
Ağılın tahta sürmeli kapısını sağlamlarken aklı samanlıkta yalnızca
bıraktığı adamdaydı. YA amcası ondan haber olursa? Nasıl bir tepki
vereceğini kestirmek mümkün değildi. “Ya ölürse?” diye geçirdi
içinden,“ne yaparım?”,“nasıl gizlerim?”.
Bunları düşünürken avlunun ortasındaki tulumbadan su
çekerek terden sırılsıklam olan ellerini, başını ve yüzünü yıkadı.
Ayındı. Kendine geldi. İçeriye girdiğinde yanına koşan kardeşleri
onu neşe içinde karşıladılar. Amcası ise tüm olan bitenden
habersiz, örtüyü dizlerinin üstüne çekmiş, ocağın başına
yerleştirdiği tahta sininin üzerindeki bir kap bulgur pilavını
kaşıklamaya koyulmuştu.
-“Afiyet olsun, amuca” dedi, göz ucuyla, korkuyla ona doğru
bakarak.
O, umursamaz bir tavırla yemeğini yemeye devam etti.
Süleyman kardeşlerini yanına alarak sininin başına oturdu. Amcası
aniden:
6

-“Sen sürüyü bu dağın kurduna, çakalına mı adadın? Laf


dinlemez misin? Gene nerede eğlendin?” dedi.
-“Hiç, amuca, hiç. Dosdoğru geldim. Tekini gözümden
kaçırmadım vallahi billahi”.
-“Heee, besbelli. Öyledir, öyle... Bak şunu iyi belle. Bu dağın
eşkıyası dillidir. Elinde tüfekle gezer, işitirsin, görürsün. Ama kurt,
çakal dilsiz eşkıyadır. Ne cismini görürsün, ne sesi işitilir. Telef eder
koyununu. Bak yalanın varsa aç kalırız. Anladın mı? Αç kalırız. Sen
de, ben de, bu sabiler de...”
Amcası ona doğru haykırırken Süleyman elindeki tahta kaşığı
sininin üzerine bıraktı. Haksız yere azar işitmeye, hakir görülmeye
karşı içinde yeşeren isyanı bastırmanın onun için gitgide güç bir hal
aldığını hissediyordu. Ah eline tek bir fırsat, tek bir imkân geçse!..
Kardeşlerini de alır, ardına bile bakmadan bu gaddarın yanından
çekip gitmez miydi? Onun gözünde bir gün olsun dönüp bakmadığı
koyun sürüsünden daha değersizdi. Bunun farkındaydı. Ağzını
açamadan amcası bir kez daha:
-“Hadi yemeğine ye, sonra da kızanları uyut. Ben yatmaya
gidiyorum. Sofrayı da topla” diye homurdanarak kalktı. Arka
bahçeye bakan, kapısız, tek göz odadaki pencerenin altına serdiği
şiltenin üzerine yığılıp kaldı.
Süleyman hemen kardeşlerini doyurdu. Kendisi de bir iki
yudum aldıktan sonra siniyi kaldırdı. Kardeşlerini uykuya
yatırdıktan sonra fark edilmeden bir parça somunla biraz bulgur
pilavını çıkınladı. Bir testi su ve temiz bir bez parçası alarak sızan
amcasına sezdirmeden doğrudan ağılın yolunu tuttu. Aklını, onu
korkutan bir ihtimal kemirip duruyordu. Kendi haline bıraktığı bu
adamın yarasına yenik düşerek ölmesi fikri...Bu düşünceden
sıyrılmaya çalıştı. Köyde mutlak bir sessizlik hakimdi. Duyulan tek
ses dağdan esen sert rüzgârın uğultusuydu. Ağılın kapısını açarak
içeriye girdi. Koyunlar ağız birliği yapmışçasına derin bir sessizliğe
7

bürünmüşlerdi. Tahta merdivenden samanlığa tırmandı ve adamın


üzerini örten saman yığınını eliyle araladı. Kımıldamadan öylece
yatıyordu. Çıkıyı ve testiyi bir kenara bıraktı, başını tutarak hafifçe
yukarıya kaldırdı. İşitilmeyecek kadar alçak bir sesle:
-“Ağam, ağam” diye seslendi.
Ses yok. Vücudu ateşler içinde yanıyordu. Alnını, göğsünü,
ayaklarına varıncaya dek her yanını ter basmıştı. O ses vermeyince
testiden su dökerek hançer kesiği, kılıç yarığına benzeyen derince
yarayı temizledi. Kana bulanmış olan sargısını yanında getirdiği
temiz bezle değiştirdi ve karın boşluğunu kuşatacak şekilde
bedenine sardı. Önceden ayırdığı bir bez parçasını su ile ısladı ve
ateş içinde yanan alnına koydu. İçinde bulunduğu talihsiz
durumundan dolayı zavallının yemek yiyecek halde olmadığı
anlaşılıyordu. Çaresizce son bir kez:
-“Ağam, uyan. Sana azık getirdim” diye fısıldadı.
Hırpalanmış adamdan yine ses çıkmadı. Hiç olmazsa su içer
umuduyla testiyi kaldırarak dudaklarına götürdü. Yarasına sardığı
bezi bir defa daha kontrol etti, çıkıyı ve testiyi orada bırakarak
ahırdan sessizce çıktı. Döşeğine uzandı. Amcası derin bir
uykudaydı. “Dayanamazsa eğer, eğer ölürse, nasıl baş ederim” diye
düşünmekten kendini alıkoyamıyordu. O gece gözünü kırpmadı.
Horoz ötmeden kalktı ve derhal samanlığın yolunu tuttu. Yemeğe
dokunulmamıştı. Testideki su da olduğu yerde duruyordu. Ancak
adamın ateşi fark edilecek derecede düşmüştü. Bu kez yanında
getirdiği çulu altına yaydı ve başının altına bir yastık dayadı. Tekrar
su içirdi. Koyunlar bekleyemezdi. Gün ağarmadan, amcası
uyanmadan köyden çıkmalıydı. Güneş doğarken ormanda yol
almaya başlamıştı.
Koyunların çıngırak sesleri dağ başında yankılanadursun, onun
aklı gerilerde, samanlıkta canıyla çekişir halde bıraktığı adamdaydı.
8

Ayakları yerden kesilmiş, zihnini işgal eden kötü düşünceler ve


kasvetten dolayı elleri terlemiş bir vaziyette akşamı zor etti.
Karanlık basarken koyunlar bir kez daha damın kapısından
içeriye girdiler. O ise hemen samanlığa çıktı ve boylu boyunca
yatan adamın derin uykuda olduğunu gördü. Çıkın ve testi
boşalmıştı. Bir an rahatladı. Demek ki ölmemişti. Yarası canına mal
olacak kadar ağır değildi demek ki. Sonra yine kardeşlerini doyurup
yatırdı ve amcasının uyumasını bekledi. Müteakiben bir kez daha
duru bir bez parçası, günün aşından, ekmek ve su alarak artık bir
vazife misali yüklendiği bu adamın yardımına koştu. Tüm
uğraşlarına rağmen onu uyandırmak kabil olmuyordu. Çaresizce
yanında getirdiklerini başucuna bıraktı ve oradan ayrıldı.
Bu durum bir döngü halinde günlerce kendini tekrar etti. Ağır
bir aymazlık içindeki yabancı bir türlü uyanmadı. Götürdüğü
yemekleri ise kıt kanaat, bir öğünü üçdört gün içinde yiyecek
şekilde bitiriyordu.
Onu dere boyunda bulduğu günün üzerinden artık bir aydan
ziyade süre geçmişti. Eve dönerek koyunları ağıla sürdüğü bir gün
yine tahta merdivenleri ağır ağır çıkarak samanlığa çıktı ve gördüğü
manzara karşısında donup kaldı. Adam gitmişti. Günlerdir yarasını
sardığı, yemeğini, suyunu yetiştirdiği adam kim olduğunu dahi
söylemeden sırra kadem basmıştı. İçini belirsiz bir kuşkunun
yanında belki de başına bela olacak birisinden kurtulmanın verdiği
bir rahatlık hissi kapladı.
Amcası o gün sabahtan tüfeğini alarak ava çıkmıştı. Neredeyse
dönecekti. O avdan dönmeden yaralı adamın geride bıraktığı
yemek artıklarını ve çulunu toplayarak samanlığı eski haline
getirdi. Yemlikleri doldurdu ve kardeşlerinin yanına vardı.
Amcasının eve dönmesi çok gecikmedi. Ona dönerek kesin bir
tavırla:
-“Yarın sürü çıkmayacak...bahçede işimiz var” dedi.
9

-“Sen bilirsin, amuca. Nasıl dilersen.”diye cevapladı.


O gece heyecandan değil meraktan uyku uyuyamadı. Bir
varmış, bir yokmuş…Kimsenin ruhu duymadan geldi, gitti… davet
mi ettiydim sanki… diye geçirdi içinden. Yattığı yerden gözü mum
ışığının duvardaki yansımasına takıldı. Çok da düşünmeye gelmez.
Gölge misalidir insanoğlu; “Bugün var, yarın yok” diyerek
gözleriniyumdu.
***
Sabah güneşi Rodop dağlarını aydınlatırken döşeğinden
doğruldu ve başına üşüşerek oyunlar oynayan kardeşlerini
yüzünde tebessümle savuşturdu. Amcası ondan önce uyanmış,
bahçede bir şeyler ekiyordu. Biraz sonra o da ona katıldı.
Köylülerin kimisi elinde çapalarla tarlasına gitmek, kimisi ise
çevredeki geniş meralarda hayvanlarını otlatmak için koşaradım
evin önünden gelip geçiyordu. Döküntü, kerpiç evlerin sokak
aralarında kâh yaşlı bir eşeğin kâh kendi sırtında saman balyaları
taşıyarak yürüyen insanlar vardı. Gelenden geçenden selam alıyor,
selam veriyorlardı.
Güneşin tepeye çıktığı ve etrafın tenha kesildiği bir andı ki,
aniden köy yolu üzerinden giderek yaklaşan şiddetli nal sesleri
duyulmaya başladı. Kardeşleri korkarak arkasına saklandılar.
Amcası da elindeki çapayı bırakarak yüzünü yola doğru çevirdi ve
merakla kimin geldiğine baktı. Çok geçmedi ki, köyün girişindeki
dönemeçten tozu dumana kata kata gelen bir atlı kafilesi göründü.
Hız kesmeden bahçe çitinin önüne kadar varan atlılar ansızın
gemlere asılarak durdular.
Kişneyerek ayaklarını yere vuran atlar başlarını huysuzca aşağı
yukarı sallıyorlardı. Başlarına sımsıkı sardıkları kavukları, bellerine
bağladıkları ibrişim kuşakları, kuşaklarına sıkıştırdıkları kadife
kabzalı hançerleri, parlak kılıçlarının asılı durduğu hamayları,
tüfekleri, işlemeli çapraklarıyla bu süvariler köyde o güne değin eşi
10

benzeri görülmemiş bir manzara teşkil ediyorlardı. Süleyman


hızlıca göz gezdirdiği tepeden tırnağa kadar silahlı adamların
arasından birini güçlük çekmeden anında tanıdı. Bu günlerce
samanlıkta sakladığı adamdan başkası değildi. Dere boyunda son
nefesini vermek üzere olan adamın görüntüsünün aksine heybetli
vemağrur atının üzerinde duruyor, koyu, siyah gözlerini genç
çobanın üzerinden bir saniye olsun ayırmıyordu.
Kafilenin başını çeken balaban, iri kavuklu, gömlekli ve sırma
cebkenli adam atını dehleyerek ileri sürdü. Atının püsküllü eyer
örtüsünden, gösterişle taşıdığı altın kaplamalı, taş işlemeli yatağan
kabzasından, rumi ve palmet motifleriyle süslenmiş çakmaklı
tüfeğinden diğerlerinden ayrılan, ehemmiyetli biri kişi olduğu
kolayca anlaşılıyordu.
-“Kolay gele, ağa!” diye seslendi.
Şaşkınlıktan donakalan amcası titrek bir sesle cevap verdi:
-“Eksik olma, beyim. Sağ ol. Sağ ol...”.
Atlı sürüsü her an emre amade usülde yüzünü bu iri yarı
adamdan ayırmazken, Süleyman’ın ahırda gizlediği yabancı,
konuşmak için kendini zor tuttuğu anlaşılıyorsa da, büyük bir
vakarla sırasını bekler gibiydi.
-“Bir dileğiniz var mıdır ağa? Eksiğiniz, gediğiniz? Ya köyünüze
dadanan, var mıdır?” diye devam etti balaban adam.
Beklemediği bu soru karşısında iyice şaşıran amcası sorunun
mahiyetinden çok öznesini merak eder gibiydi. O cevaplayamadan:
-“Bu dağlar eşkıya yuvasıdır. Olur da canınıza, malınıza,
davarınıza kasteden soysuzlar olursa, çekinmeyesin, beni bulasın...
Mestan ağa derler benim adıma.”
Amcası silkinerek:
-“Hadlerine midir beyim? Elimiz tüfek tutar evelallah. Hele bir
gelsinler. Gelecekleri varsa görecekleri de var.”
11

Mestan ağa yavaşça ardına dönerek bir an sol omzunun


üstünden Süleyman’ın damda günlerce sakladığı adamla göz göze
geldi. Adam kısa bir tereddütten sonra işaret almışçasına atını öne
doğru sürdü. Mestan ağa yine amcasına dönerek:
-“Hay sen bin yaşa! Bu dağlara yiğitler yaraşır. Sen ve...
yanındaki civanmert gibi yiğitler” dedi ve devam etti. “Baka ağa, bu
Osman’dır. Benim çuhadarım Osman. Has adamımdır. Geçende bu
mahalde kol gezerken eşkıya baskın vermiş. Böyledir bu eşkıya
takımı. Bilmez değilsin ya. Sinsi, salıksız. Cenge tutuşan
yiğitlerimden beşine kıymışlar. Osman canını zor kurtarmış. Yaralı
atmış kendini şu aşağıdaki dere yatağına. İzini güç kaybettirmiş...”.
Süleyman’ın kalbi hızla atmaya başladı. Şaşkınlıktan endişeye
dönüşen bir ruh haliydi bu. Elindeki çapayı yere atarak terleyen
avuçlarını ovuşturmaya başladı. Amcası tüm dikkatini ağanın
sözlerine vermişti. Mestan ağa tekrar çuhadarına doğru bir bakış
atarak:
-“Diyeceğim o ki. Osman’ın canını senin yiğide borçluyum. O
saklamış günlerce... yarasını sarmış, beslemiş. Ben o eşkıya
bozmalarını girdikleri delikten çıkartıp ettiklerinin hesabını
sormasını bilirim illa... Bu yörede bilirler beni. Mestan ağa dedin mi
bilirler ki ne öcümü yerde korum ne bana edilen iyiliği. Can
borcudur, şimdi deyiver, minnetimin karşılığı ne ola?
O esnada çuhadar Osman atından inmiş, Süleyman’a doğru
hareketlenmişti. Amcasının yaşananları öğrenmesi Süleyman’ın
korkusunu büsbütün arttırmıştı; yüzüne bakmaya cesaret
edemiyordu. Çuhadar Osmanusulca Süleyman’a yaklaştı ve iki
eliyle omuzlarından tutarak:
-“O gün seni yoluma Allah çıkardı. Bu canı bana bağışladı. Gayri
yolumu yolundan ayırmam. Müsaade et, ağamın muradı yerine
gelsin. Onun kapısına senin gibi mert oğlanlar yaraşır. Gel ki ihya
olasın, bahtın ak olsun”.
12

Bu beklenmedik teklif karşısında ne diyeceğini şaşıran


Süleyman, bir amcasına bir çuhadar Osman’a bakıyordu. Aradığı
fırsat ayağına gelmişti. Titrek bir sesle:
-“Ağalarım, beylerim. Amucam beni azad ederse kapınızın
eşiğinde ne iş olsa yaparım. Lâkin tek şartım vardır. Ben
karındaşlarımdan ayrılmam. Onları yalnız koymam. Ya onlar da
benimle gelir ya ben hiç gelmem”.
Mestan ağa işin oluruna ikna olunca amcasına dönerek:
-“Görürsün ki oğlan gönüllüdür, ağa. Sen de bize emanet et de
burada helalleşelim” dedi.
Mestan ağa’nın bir göz işareti ile atından inen diğer bir adamı
akçe dolu üç keseyi amcasının iki avucuna iliştirdi. Keseleri alınca
gözlerinin içi parlayan amcası sevinçle sırıtarak:
-“Siz böyle münasip gördü iseniz bana söz düşmez ağam. Lâkin
ben artık kocamış bir adamım. Bu oğlanlar kardeş yadigârımdır.
Onlardan ziyade kimsem yoktur. Arada bir gelip beni görsünler.
Sen dahi beni unutmaz isen...”.
Mestan ağa, bir yandan Süleyman’ın amcasının neyi ima ettiğini
çok iyi anlamış diğer yandan da bencilliğine hayret ederek sahte bir
alaka ile kuşattığı Süleyman’ı ve kardeşlerini ondan koparmanın ne
denli isabetli bir karar olduğuna bir kez daha ikna olmuştu.
-“Sen tasalanma, ağa. Ne köyün yolunu unuturlar, ne de
amucalarını...sözüm sözdür” diyerek etrafındaki askeri toparladı.
Süleyman kardeşlerini de önüne katarak çuhadar Osman’ın
ardısıra yürümeye başladı. Her biri bir ata binerek bir askerin
önüne oturdu. Süleyman köy yolunda ilerlemeye başladığında son
bir kez döndü ve kerpiç eve ve amcasına baktı. Çocukluğu, anıları,
koyunları... Hepsini geride bırakıyordu. İçinde meçhule doğru yol
almanın verdiği heyecan dolu hisle, bir rüzgârın uğultusu bir de nal
seslerini duyuyordu. Ormanın içine girdiler ve gözden kayboldular.
13

II.

Seneler birbirini kovalamıştı. O sabah, buram buram sümbül,


papatya, kasımpatı, taze kekik kokuları ile bezenen yaylakta davul
ve zurna sesleri yeri göğü inletiyordu. Köz ateşlerin üzerinde sütten
yeni kesilmiş körpe oğlaklar, semiz kuzular usul usul dönerek nar
gibi kızarmaya başlamıştı. Çayır kuşlarının ötüşünün yanında kılıç
ve kalkan şakırtıları çevre dağlara aksediyor, güreş tutmaktan
terleyen yağlı vücutlarıyla yiğitlerin naraları bütün bu hengâmenin
içine karışıp gidiyordu. Diz boyuna varan pileli etekleri, kuşaklarına
sıkıca iliştirdikleri gümüş kabzalı, altınrengi yatağanları ile gür
bıyıklı Arnavutlar’dan kimisi kayaların üzerine oturmuş çubuğunu
tüttürüyor kimisi ise büyük bir ihtimamla tüfeğini temizliyor, kılıcını
biliyordu. Meyve ağaçlarının altına koca bir otağ kurulmuştu.
Altına yaslanan beyler, atları dere boyunda sulanırken kızgın öğle
güneşinden sakınma çabasında idiler. Neşeli hallerinden kaygısız
bir bekleyiş içinde oldukları söylenebilirdi. Tam ortada
Yoğurtçuoğlu Hasan, yanına yeğeni Mestanzade Haseki İbrahim’i
oturtmuş, çevresindeki hizmetlilere emirler yağdırıyor,ara sıra
çadırın gölgesindeki beylere dönerek tebessümle bir takım sözler
söylüyordu.
Kısa bir süre sonra heyecanlı bekleyiş sona erdi. Yaylağa sinen
şölen havası daha da canlanarak bir uğultu halinde karşı yolda
beliren sekban sürüsüne ve bölük bölük önlerine kattıkları esir
derintisine doğru kaydı. Elleri kalın sicimlerle bağlı tutsaklar
yardıma yetişen Arnavutların da gayretiyle çala paça sürüklenerek
ağaçların altına toplanmaya başladı. Birden ortalığı bir telaş, bir
keşmekeştir alıp götürmüştü. Atlar sağa sola koşuşuyor, neferlerin
avaz avaz bağırışları ortalığı çınlatıyordu. Bazısı yalın ayak, bazısı
üstü başı çıplak, perişan ve acınası haldeki şakiler, önce kabza ve
14

dipçik darbeleriyle itelenerek hizaya sokuluyorlar, sonrasında ise


ağaçların altına gelişigüzel saçılıyorlardı.
Bu manzara karşısında saatlerce beklediği ana erişmişçesine,
Yoğurtçuoğlu Hasan oturduğu yerden doğruldu. Mestanzade
Haseki İbrahim ve diğer beyler de onun ardından kalkarak çergenin
altından çıktılar ve yola doğru yöneldiler. Sekbanın ardı sıra atlarını
rahvan yürüten bir grup, onları geçerek hızla Yoğurtçuoğlu’nun
yanına kadar vardı. İçlerinden sıyrılan boylu poslu, iri bıyıklı bir atlı
öne fırladı. Yularına sımsıkı asıldığı kır atını dört bir yanda
yankılanan bir kişnemeyle şaha kaldırdı. Atın ön ayakları yere
basıtığında bir kez daha, sonra bir kez daha...Yoğurtçuoğlu’nun
çehresinde açık bir memnuniyet ifadesi belirmişti. Atlı son
şahlanıştan sonra yularını bir sağa bir sola çekerek atı kendi
ekseninde bir iki defa döndürdü. Sonra birlikte geldiği atlılara
doğru bağırarak:
-“Şahbalı! Koca Pehlivan!..Ne cehennemdesiniz!”
-“Buyur beyim, emret...”.
-“Atları koruntuya alın! Tez Salihoğlunu bulun, sekbandan yirmi
nefer seçsin. Bu kancık sürüsünü geceye kadar ovaya indirsin.
Maslahatları ne ise görülsün.”
Bunu işiten atlılar “Derhal beyim!” diyerek atlarını ağaçların
altına doğru sürdüler. Şakilerin geri kalanı da yırtık pırtık elbiseleri
ve susuzluktan çatlamış dudakları ile ağaçların altına doğru yavaşça
ayak sürüdüler.
Yoğurtçuoğlu Hasan, sağ tarafına Mestanzade Haseki İbrahim’i
almış, ardında diğer beylerle birlikte yola varmıştı. İki kolunu öne
doğru açarak kafileyi karşıladı. Reislerine dönerek hayran bir
ifadeyle:
-“Hey gidi Süleyman. Erlerin en yiğidi, Süleyman. Müjdeli
haberlerini aldık, koştuk, geldik.”
15

Süleyman bir hamlede atından inerek şakırdayan kılıcını ve


kuşağındaki tabancasını düzeltti. Yoğurtçuoğlu’nu hala açık olan iki
kolundan yakalayarak:
-“Sefalar getirdiniz Hasan ağa. Bakıyorum da eğlenceyi tam
düzmüşsünüz. Eee, yiğitlerim de kurt gibi acıkmıştır zaten. Ne
haber ovadan, Mestan ağam nasıldır?”.
-“Mestan ağa’nın selamını getirdim, Süleyman. Eşkıyayı
sıkıştırdığını haber aldı alalı yerli yerinde duramaz olmuştu. Merak
içinde idi. Gayretine sağlık ki bu belayı da def ettik. Kardeşlerin
nerededir? Hani Osman’la Kerem?”.
-“Beni bilmez gibi konuşursun, Hasan ağa. Bu dağları üç beş
çapulcuya bırakacak adam mıyım? Taşını, köşesini, bucağını
benden daha iyi bilecek mi var? Yerin yedi kat dibine inseler yine
bulur getirirdim onları. Osman da Kerem de ardımda kaldılar. Tez
zamanda gelirler”.
Süleyman bu sözleri sarf ederken kendinden son derece emin
bir ifade takınmıştı. Güneş tepelerin ardına doğru yaslanırken hafif
bir dağ meltemi esmeye başlamış, bulutlar o alışılmış şarabi renge
bürünmüştü. Yoğurtçuoğlu onun dediklerini onaylar biçimde başını
salladı ve söze devam etti:
-“Yeğenim İbrahim ve beylerim şahittirler, sendeki bu
cevvallikle Hacı Ayvaz gayri Sultanyeri’nde barınamaz. İşte bel
bağladığı şakiler…Hepsi ayaklarımızın altında…Ne kolu kaldı ne
kanadı…Bize ilişemez bundan gayri”.
Süleyman bir an dönüp bıyıkları yeni yeni terlemeye başlayan
genç Mestanzade İbrahim’e baktı. Göz göze geldiler. Bu masumane
bir bakışmanın ötesinde, karşısındakini iyice süzerek niyetini açığa
çıkarmak için bir çabaydı adeta.
-“İlişemez ya, ağam. İlişemez. Maşallah, İbrahim’e. Görmeyeli
serpilmiş, koca delikanlı olmuş, maşallah!” dedi Süleyman gözlerini
tekrar Yoğurtçuoğlu’na çevirerek.
16

-“Büyüdü ya, benim yeğenim. Bu gidişle boynuz kulağı geçer,


Süleyman. O kadarını da Mestan ağam düşünsün artık, de mi?”
diyerek bir kahkaha attı Yoğurtçuoğlu.
Süleyman cevap vermedi. Etrafına bir göz gezdirdi. Adamlarının
bütün gün dağda bayırda eşkıya kovalamaktan mecalinin
kalmadığını fark etmişti. Çulunu yere seren üzerine yığılmış, hala
ayakta duracak takati olanlar alelacele topladıkları odunları
meydana yığarak büyük bir ateş yakmışlardı. Daha önce emrettiği
gibi Salihoğlu yanına yirmi kadar sekban alarak eşkıyayı Mestan
ağa’ya teslim etmek üzere yola koyulmuştu.
-“Bu kadar sohbet kâfi, Hasan ağa. Hele şu karnımızı doyuralım.
Allah Mestan ağama zeval vermesin” diyerek çergenin altına doğru
yönelen Süleyman onun takip eden adamları, Yoğurtçuoğlu ve
diğer beylerle birlikte hizmetli oğlanların kurduğu ziyafet sofrasına
oturdu. Davul, zurna çalmaya devam ediyordu. Nöbetleşe atlarını
sulayan ve yemini veren sekbanlar silahlarını bir kenara bırakmış,
liğme liğme ettikleri koyun ve kuzu etlerini afiyetle mideye
indiriyorlardı.
Karanlık çökmeye yüz tutmuştu ki göğe yükselen alevlerin
arasında oturan adamlar mırıldanarak Süleyman ve tayfasının
geldiği yola doğru işaret ederek endişeyle söylenmeye başladılar.
Az sonra bir alay pürsilah adam tozu dumana katarak eğlencenin
devam ettiği yaylağa çıkageldi. Davul ve zurna sesleri bıçak gibi
kesildi. Nal seslerini duyan sekbanlar silahlarına davranıp atlarına
koştular. Süleyman da çevik bir hamle ile kendini öne atarak
atlanmıştı. Yaylaktaki şenlik havasını dağıtan, maiyeti ile birlikte
gelen Sultanyeri’nin kudretli ayanı Hacı Ayvaz Ağa’ydı. Uzaktan
seçilebilen heybetli ve durgun bakışları, birden huzursuzlaşan
ortamın giderek daha da gerginleşeceğinin bir işareti gibiydi.
Yoğurtçuoğlu Hasan da yerinden doğrulmuş, Mestanzade Haseki
17

İbrahim’i diğer beylere emanet ederek yol boyuna doğru


ilerlemişti. Hacı Ayvaz’ı karşıladı:
-“Meclisimize hoş geldin, Hacı Ayvaz. Safa buyurdun”.
Bu dostane karşılama karşısında asık yüzünde en ufak bir
yumuşama ifadesi belirmeyen Hacı Ayvaz:
-“Hoşbuldum, buldumbulmasına da pek hoş gelmedim,
Yoğurtçuoğlu”.
Burnundansoluyarakatınıyularındansıkıca çeken Hacı Ayvaz,
onu birsağabir sola yönlendirerekYoğurtçuoğlu’nun önünde
manevralar yapıyordu.
-“Ya niyedir hoş gelmeyişin, Hacı Ayvaz? Bir kusur mu işledik?..”
diye cevap verdi Yoğurtçuoğlu alaycı bir tavırla... Süleyman
yaklaşarak atıyla Yoğurtçuoğlu’nun arkasında durmuştu. Her iki
tarafın adamları karşılıklı konuçlanmış, elleri tetiklerinde, kin ve
nefret dolu gözlerini birbirlerinin üzerine dikmişti.
-“Benimle eğlenmeyi bırak, ağa. Bihabermiş gibi davranma.
Senbalgibibilirsinkabahatini” diye devam etti Hacı Ayvaz.“Adetiniz
baskın verip can almak, adam kaçırmaksa sizi iyi yola çıkarmaz. Bu
işin sonu iyi bitmez!”.
-“Adam deyip ağzına aldığın dağda bayırda gezip köy basan,
ahalinin hasadına göz koyan şaki takımı mıdır? Bilmez misin ki
devletin kuluyuz. Kanundan şaşanı nizama sokmak hepimizin adeti
olmalı değil mi ağa?”.
Bu sözler üzerine Hacı Ayvaz iyice hiddetlenmiş, gözleri sinirden
ateş yuvasına dönmüştü. Adamlarından iri yarı birisi elinde
tüfeğiyle öne doğru atılarak Yoğurtçuoğlu’na yaklaştı. Hacı Ayvaz
bu kez gözlerini Süleyman’a doğru dikerek bir hışımla:
-“Eşkıyayı dağda arama, ağa. Dizinin dibinde barınan
zorbabaşından âlâsını bulamazsın!”.
18

Bunu duyan Süleyman atından inerek Yoğurtçuoğlu’na yaklaştı.


Etrafta çıt çıkmıyordu. Ezkaza dahi çekilecek ilk tetikte
olabilecekleri tahmin etmek mümkün değildi.
-“Meclisimize yarenlerime hakarete gelmişsen vaktin
dolmuştur, Hacı Ayvaz. Diyeceğini de ve hergelelerini de alıp
git...eğlencemizi yarıda koyduk”.
Bunun üzerine evvelden öne atılan iri yarı adam hızlı adımlarla
Yoğurtçuoğlu’na doğru hareketlendi ve tüfeğini kaldırarak ona
doğru hamle etti. Tüfeği ile yüzüne vurmaya yeltendiği anda tam
vaktinde yetişerek “Geri dur, bre köpoğlu” diye bağıran
Süleyman’ın indirdiği sert dipçik darbesiyle yere yığıldı.
Yoğurtçuoğlu irkilmişti. Yüzü kan revan içinde yere abanan
adamına hayret dolu gözlerle bakakalan Hacı Ayvaz ise iki üç
adamına işaret ederek onu yerden kaldırttı. Sonra kararsızlığını ele
veren bakışlarla bir Yoğurtçuoğlu’nu bir önüne perde olan
Süleyman’ı tepeden tırnağa süzdü. Dilediği hesabı görmek için
uygun an bu an değildi. Atının yularını usulca geriye doğru çekti ve
Yoğurtçuoğlu’na dönerek:
-“Baka Hasan ağa, yurdundur diye bunca zaman gelip gitmene
laf etmem. Ama akçe ve türlü tertip üzere ahaliyi tarafına çekmeye
devam etme niyetinde isen sana elini ayağını Sultanyeri’nden çek
derim. Yoksa bu işin sonu iyi yere varmaz. Ahali bildirmiştir. Kadı
efendi dahi konuşmuştur. Senden razı değildirler. Bunu bildiğin
halde sevdandan vazgeçmez, yoldaş bildiklerimi helak edersin.
Sultanyeri ile uğraşma, demedi deme, sana yazık olur!”.
Yerden kaldırılan ve adamalarının kollarında taşınarak bir atın
üzerine yığılan yaralıya göz ucuyla bir bakış atan Hacı Ayvaz,
Yoğurtuoğlu’na son bir kez tehditkâr baktından sonra kendi atını
mahmuzladı. Onun ardından tüm atlı kafilesi geldikleri yöne doğru
at sürdüler. Az sonra gözden kaybolmuşlardı.
19

Artık karanlığa bürünen çevre tepelerde ve yaylakta sabahtan


beri esen şenlik havası sona ermiş, adeta bir ölüm sessizliği hakim
olmuştu. Yoğurtçuoğlu Hasan düşünceliydi. Ahaliye dağıttığı
akçeler, kadıya el altından yolladığı peşkeşler bir yana, bu kez Hacı
Ayvaz’la aralarına kan girmişti. Kan bulaşır. Bir kere de bulaştımı
kimi kirleteceği belli olmaz. Aklını kemiren düşünceleri
savuşturarak tekrar otağa doğru yöneldi ve yüzünde beliren sahte
bir tebessümle yeğeni Mestanzade Haseki İbrahim’e:
-“Hay benim aslan yeğenim, davran da beylerimle birlikte
kasabanın yolunu tutalım. Mestan ağamı daha fazla merakta
koymayalım. Yolumuzu gözler...”
Süleyman itiraz edecek oldu:
-“Ağam, karanlık çöktü. Dağ yolu emniyetli değildir. Bu geceyi
burada geçirin. Sabaha yanınıza yiğitlerimden katar sizi selametle
uğur ederim.”
Yoğurtçuoğlu’na açık etmemeye çalışsa da, Hacı Ayvaz’ın sözleri
Süleyman’ı korkutmuştu. Maksadının iyi olmadığı, intikam
arayacağı besbelliydi.
-“Sen hiç dert etme, Süleyman. Sağ salim varırız gideceğimiz
yere. Hem biz de bu dağın adamıyız. Yoluna yabancı mıyız ki?”.
Yoğurtçuoğlu’nun bu sözlerinin ardından eller havaya kalktı ve
ziyafetin sahibi Mestan ağa için hayır dualar okundu. Bir yandan da
ateşlerin etrafında toplanan sekbanlar yeniden hareketlenmişler,
silahlarına ve atlarına davranarak oradan ayrılmaya
hazırlanıyorlardı. Yoğurtçuoğlu’nu duyan beyler de ayaklanıp yol
boyuna geldiler.
-“Uğurlar ola, Hasan ağa. Mestan ağama selam ilet. Tez vakitte
kasabaya gelip elini öpeceğimi söyle...”dedi Süleyman.
-“Sen ağzındaki baklayı çıkarmazsın ama ben anladım
yiğidim…Hizmetin karşılıksız kalmaz ya...Mestan ağa’nın hasılından
üç beş köy düşmez mi Süleymanın nasibine...Düşer ya...düşer”
20

Gülüştürler. Yoğurtçuoğlu atına Süleyman’ın omuz yardımıyla


bindi ve Mestanzade Haseki İbrahim’i terkisine aldı. Işıltılı
kaftanları ve ellerinde fenerleriyle diğer beyler de peşi sıra
ilerlediler. Yaylaktan aşağıya doğru inen kıvrımlı dağ yoluna
girdiler. Süleyman da neferlerini toplayıp geceyi geçireceği
Sultanyeri’ndeki evine doğru yola koyuldu.

***
Kuşluk vaktinin ilk saatlerinde Mestan ağa’nın Gümülcine’deki
konağının önünde, yamakların alışılmış gündelik hareketliliğinin
ötesinde fevkalade bir hal söz konusuydu. Büyük portanın
taşrasında iki öküzün çektiği bir kağnı, kağnının üstünde üzeri
beyaz çarşafla örtülmüş birisi yatıyordu. Mestanzade Haseki
İbrahim kağnının başında ağlıyor, yanındaki beyler başlarını ve
dizlerini döver halde kağnıya yaslanıyorlardı. Tekmil kapı halkı,
yamak, aşçı, ortakçı, muhafız, ahır hizmetçisi dışarıya uğramış,
Yoğurtçuoğlu Hasan’ın cansız bedeninin başında matem
tutuyorlardı. Meraklı gözlerle başlarını kapı ve pencerelerden
uzatan kasaba halkı, çamura bulanmış sokak aralarından fırlayarak
konağa doğru koşuşan ve hızlarından üsküfleri neredeyse yere
düşecek şalvarlı ve eli silahlı yeniçerileri görünce vakit
kaybetmeksizin korkudan kapılarını sürgülüyordu.
Konağın önü kalabalıklaşmaya başlamıştı ki, çift kanatlı, yüksek
porta demir tokmağı sallanarak ağır ağır açıldı. Başında ipek sarığı,
yakası kürk işlemeli mor kaftanı ile Mestan ağa kapıdan dışarıya
adımını attı. Olup bitene mana verememenin şaşkınlığı gözlerinden
okunuyordu. Konağın önündeki otluğun üzerine sıralanmış, başları
yere eğik hizmetliler, yol boyunca dizilmiş yeniçeriler ve ayakları
birbirine dolanmış halde bulundukları yöne doğru gelen kadı
efendi...Mestan ağa’nın gözüne ilk ilişsen gözyaşları içindeki oğlu
Mestanzâde Haseki İbrahim ve yanındaki beyler oldu. Sonra
21

kağnıyı ve üzeri beyaz çarşafla örtülmüş halde yatan cesedi gördü.


Hafif bir sendelemeden sonra o tarafa doğru yöneldi. Oğlunun
başına yumuşakça dokunarak çarşafı bir ucundan yakaladı ve
kaldırdı. O an, yüreğinin derinliklerinde bir kor ateş alevlenmiş gibi
oldu. Siyah, iri gözleri buğulandı. Ayakları tir tir titremeye başladı.
Kardeşinin cansız bedeni önüne serilerek öylece kalakaldı. Aniden
dizlerinin üstüne çöktü ve düşmemek için kağnıya tutunarak:
-“Hasaaan, kardeşiiim!..Kim yaptı sana bunu, neden?” diye
bağırdı. Feryat figan kıvranırken arkasından yetişen beyler kollarına
girdiler ve yere düşmesine engel oldular. Teskin edilmesi güç bir
halde bir acı sarmalına kapılmış gidiyor, dizlerini dövüyor, kendini
bir sağa bir sola vuruyordu.
-“Kim? Kim kıydı sana? Kim yaptı bunu?” sesleri ortalığı
inletiyordu. Kağnının üzerine yığılıp kalan Mestan Ağa’nın
gözyaşları dinip de inlemesi durduğunda gözlerinde sarih bir nefret
duygusu ve intikam ateşi belirdi. Kardeşinin canına kıyan her kimse
bir an önce bulup önüne getirtmek, cezasını bizzat kendi elleriyle
vermek için servetini feda etmeye hazırdı. Konağın hizmetlileri
yaşadığı korkuyu üzerinden hala atamayan Mestanzade Haseki
İbrahim’i alarak konağa götürdüler. Yere kapaklanmaktan çamura
bulanan kaftanını kaldıran Mestan ağa ise doğruldu ve beylere
dönerek kızgın bir ifadeyle:
-“Söyleyin! Kim yaptı bunu?Hemen söyleyin yoksa hıncımı
sizden alırım!..”
Mestan ağa’nın hışmından çekinen beylerden biri çekingen bir
tavırla öne çıkarak:
-“Ağam, dün gece yaylaktan ayrılıktan sonra dağ yolunu tuttuk.
Hasan ağam İbrahim’le birlikte önden gittiler. Biz de yakın
mesafeden onları takip ediyorduk. Hepimiz silahlıydık. Dağdan
ovaya inmeye başlamıştık ki, bir ara Hasan ağamla İbrahim
karanlıkta gözden kayboldular. Öyle bir zifiri karanlık çökmüştü ki,
22

göremedik ağam...Yeminle göremedik. Sonra önden bir tüfek sesi


geldi. Atlar ürktü, tedirginleşti. Bir takım sesler duyduk, boğuşma
sesleri. Atlarımızı derhal o yana sürdük...Vardığımızda Hasan ağam
yerde yatıyordu. İbrahim ise attan düşmüş, üzerine çullanan
adamlarla boğuşuyordu. İçlerinden biri yaralıydı, oracıkta
tepeledik. Gerisi ise bizi görünce İbrahim’i bırakıp korkularından
kaçtılar. Ardlarına bakmadan sırta tırmanıp dağdan aşırdılar.
Peşlerine düştük ama yakalayamadık...Hepsi göz açıp kapamış gibi
birden oldu ve bitti. Yetiştiğimizde Hasan ağam ölmüştü. İnan ki,
ne olduğunu biz de anlayamadık. Bir de, ağam...şey...”
O ana kadar dikkatle anlatılanları dinleyen Mestan ağa
sabırsızca beyin yakasına yapışarak:
-“Durma! Konuş! Anlat!” diye çıkıştı.
-“Öldürdüğümüz adam...”
-“Ne olmuş öldürdüğünüz adama...Tanıdınız mı? Kimdi? Çabuk
söyle!”
-“Hacı Ayvaz’ın adamıydı ağam…Biz Süleyman’la eğlenirken
Hacı Ayvaz yaylağı bastı. Hasan ağam’la tartıştılar. Sultanyeri’nden
vazgeçmezsen sonun iyi olmaz dedi. Süleyman’a da ağır konuştu.
Öldürüp leşini dereye attığımız adam da Hacı Ayvaz’la beraber
gelenler arasındaydı. Hepimiz tanıdık köpoğlunu, oydu
besbelli...gözümüzle gördük”.
Mestan ağa sarığını başından çıkarmış, bir eliyle yüzünü
sıvazlıyor, öfkeyle gözlerinin ve seyrelmiş saçlarının üzerinde
gezdiriyordu. “Hacı Ayvaz demek...Hacı Ayvaz...” dedi.
-“Şahidim olun! Benim adım Mestan ağa ise kardeşimin kanı
yerde kalmayacak. Bugünden gayrisi yok, onun nefes aldığı her gün
yaşamak benim için haramdır!”.
Kapı halkı, beyler, haberi alıp konağın önünde toplanan Mestan
ağa’nın silahlı muhafızları...hepsi o anın tesiri altında ağlayarak
Yoğurtçuoğlu’nun yasına boğulmuşlardı.
23

Derken kanatlanmış gibi yağız atının üzerinde bir süvari


çıkageldi. Güneş kasabayı iyiden iyiye aydınlanlatmaya başlamıştı.
Terden sırılsıklam olmuş haldeki atlı atından inerek koşar adım
Mestan ağa’nın yanına geldi:
-“Mestan ağam, Süleyman beyimden haber getirdim. Hasan
ağamın haberini alır almaz yola koyuldu. Beni önden gönderdi”.
Mestan ağa tüm bitkinliğine rağmen çevresinde birikenlere doğru
baktı ve kendine gelir gibi oldu. Ettiği intikam yeminini yerine
getirmeden once kardeşini şanına yaraşır bir cenaze töreni ile
defnetmesi gerektiğini hatırladı.
-“Ne duruyorsunuz? Tez imam efendiyi çağırın. Kına, gülsuyu,
karanfil hazılayın. Selalar okutun. Çiftliklere haber salın. Herkes
kasabaya koşsun. Öcümüzü almak için ziyadesiyle vaktimiz olacak
elbet. Gün, Hasan’ımla helalleşme günüdür.”
Akşama kadar Gümülcine’nin bütün cami ve mescitlerindeki
imamlar Mestan ağa’nın konağında toplanıp dualar okudular.
Hatimler edildi. Yoğurtçuoğlu Hasan’ın cenazesi yıkanarak
kefenlendi. Billur sesli müezzinler kasabanın ve civar köylerin
minarelerinden selalar okuyarak ölüm haberini dört bir yana
yaydılar. Gün batarken Mestan ağa’nın çiftliklerinden ortakçılar,
tarla işçileri, çobanlar, erkeğiyle kadınıyla kafileler halinde
kasabaya geldiler ve geceyi Gümülcine’de geçirdiler. Kimsenin
ağzını bıçak açmıyor, iyi ve kötü bir şey beyan etmeye kimsenin dili
varmıyordu.
Nitekim, gece bastırırken Süleyman da adamlarıyla birlikte
kasabaya vardı. Kuşağında taşıdığı parıltılı yatağanları, filinta
tabancaları ve atının gümüş işlemeli eğeriyle herkesin dikkatini
cezbediyordu. Kimseye konuşmadan doğrudan konağa gitti.
Mestan ağa’nın yanına vararak elini öptü. O gece kasabada
kimsenin gözüne uyku girmedi. Dile getirememekle beraber,
herkesin düşüncesine Mestan ağa’nın Hacı Ayvaz’dan alacağına
24

yemin ettiği intikam fikri saplanmıştı. Yedikleri ekmeğin sahibi olan


Mestan ağa, bildikleri, tanıdıkları adamsa Hacı Ayvaz’ın
Sultanyeri’nde barınmasına artık imkân yoktu. Lâkin bunun
gerçekleşmesi o kadar kolay mıydı? İki taraf arasında çıkacak olası
bir çatışmada onlarca canın kaybedilmesi işten bile değildi. Peki ya,
devlet bu duruma müdahale ederse işin sonu ne olacaktı? Bu
dahafazlakanve can demekti… Herkesin aklını bu düşünceler
kurcalarken Mestan ağa’nın konağının mumları bütün gece yandı.
Ellerinde fenerlerle ak sarıklı beyler gıcırdayan kapılardan bir girip
bir çıkıyorlardı. Süleyman ise bütün geceyi Mestan ağa ile
meşveret ederek geçirdi. Konağın ahır ve anbarlarında samanların
üzerine yatan neferler kılıç bilerken hoca kadınlar tüm gece
Yoğutrçuoğlu’nun başında Kur’an-ı Kerim okudular.
Gecenin matemi sabahın ilk ışıklarıyla birlikte konakta yeniden
başlayan hareretli hazırlıklarla birlikte söndü. Hazırlıklar bittikten
sonra öğle vakti konağa gelen kadı, kâtipler, serdar, kale dizdarı,
molla, tekke dervişleri ve tüm kasaba erkânı onları kapıda
karşılayan Mestan ağa’ya taziyelerini sundular. Öğle namazı vakti
yaklaşırken tüm kasaba halkı da konağa geldi. Toplanan muazzam
kalabalığa sabahtan itibaren kazanlarda pişirilen helvadan
dağıtılıyordu. Namazın ardından Yoğurtçuoğlu Hasan’ın tabutu
kasabanın yılankavi, çamurlu sokakları arasından omuzdan omuza
taşınarak dış mahallelerdeki mezarlığa defnedildi. Mezara düşen
her toprak dolu kürek sanki Mestan ağa’nın canından koparılmış
bir parça gibiydi. Buğulu gözlerinde intikamın ateşi yanıyor, bir an
önce atına atlayıp gözünü diktiği dumanlı dağlara dalarak ona bu
kötülüğü yapanlara dünyayı haram etmek için sabırsızlanıyordu.
25

III.

Söğütlü çayı 1, Arda nehrinin akışından koptuktan sonra bin


dereden süzülen akarsuyu bağrına katarak gâhi genişleyen gâhi
daralan uzun bir vadi boyunca güneye doğru iner. Şahin yuvası
kayalıklardan akan taşkın sular, nehrin kıyılarına kök salmış
yapraksız,çıplak ağaçların gövdelerini ve sazlıkları yutarak sivri
tepeler arasından Sultanyeri önüne varır. Sultanyeri’nin seyirlik,
yüksek konakları bir kuş uçuşu mesafedeki bu çaya bakar. Çağlayan
suyun sesi kasabanın eteklerindeki ilk evlere çarparak güçlü bir
yankı yaratır. Hoş bir ses meydana getiren bu aksiseda, gecenin
ıssızlığı çöktüğünde daha da kulağa duyulur, mahsus bir hal alır.
Öyle ki, o gece, Sultanyeri’ne yaklaşan atların nal seslerini,
Söğütlü çayından gelen bu çağlayışın gürültüsü bastırmıştı. Köye
varan daracık toprak yol ise zifiri karanlıkla perdelenmişti. Sinsi bir
kan uykusu gibi kasabanın içlerine kadar çöken ıssızlık, intikam
yeminini mahfuz tutmuş, ani ve habersiz bir saldırı için fırsat
kollayan düşmana en uygun ortamı hazırlıyor gibiydi.
Tokatçıklı Süleyman adamlarına dönerek usulca fısıldadı:
-“Şahbalı, Koca Pehlivan...Atlar burada kalsın. On nefer alın,
kendinizi kimseye fark ettirmeden kasabanın içinden dolaşarak eve
varın. Ben, Salihoğlu ve kalanlarla şu yoldan giderim. Evin önünde
kavuşuruz.”
-“Emrin olur, beyim”.
Tokatçıklı’nın evi, köyün eteklerinde iki katlı, ahşap, eski bir
konaktı. Pek bakımlı olduğu söylenemezdi. Kalın tahta direkler
üzerine oturtulmuş hayat kısmı alçaktı ve kalın, kerpiç duvarların

1
Vrbitsa çayı. koparak güneyde Bulgaristan’ın güneyinde Arda nehrinin bir
koludur. Kırcaali doğusunda nehirden Mestanlı’ya oradan da batıya
yönelerek Paşmaklı’ya akar.
26

ardında uzanan genişçe bir avluya bakıyordu. Ayın zayıf ışığından


istifade ederek kısa sürede etrafı kolaçan eden Şahbalı ve Koca
Pehlivan biraz sonra kimseye yakalanmadan evin önüne ulaştılar.
Omuzlarına astıkları tüfekleri koşar adım ilerledikçe şakırdayan
adamlar nefes nefese kalmış, birbirine karışan saç ve sakalları tere
bulanmıştı. Az sonra Süleyman da geldi.
-“Kasaba uykudadır, beyim. Ne Hacı Ayvaz ne de
adamları...ortada kimsecikler yoktur” dedi Şahbalı.
Süleyman cevap verdi:
-“O halde eve doluşup sabahı bekleyelim. Kapıya iki nöbetçi dik.
Göze görünmeden sokağı gözetlesinler. İki kişi de yukarıda nöbet
beklesin. Hadi, acele edin.”
Evin önünde, efil efil esen rüzgarla sallanan ağaçlarda öten
birkaç baykuşun sesi duyuldu. Çayın sesi uzaklardan bir uğultu
halinde geliyor, elleri tetikte pürdikkat etrafı gözleyen adamlar, en
ufak bir çalı hışırtısında irkiliyor, bir an olsun gözlerini
kırpmıyorlardı.
Süleyman ve diğerleri az sonra evin geniş, ipek dokuma
kilimlerle kaplı sofasında toplandılar ve silahlarından arınmış
biçimde çubuklarını yakarak tüttürmeye koyuldular. Odayı keskin
bir duman kokusu kaplamıştı. Göz gözü görmüyordu. İleri geri
yürüyen Süleyman, adamlarının sorgulayıcı bakışları arasında evin
kasabaya bakan penceresine yaklaşıyor, perdeyi hafifçe aralayarak
tedirginliğini ele verircesine bir hareketlilik olup olmadığını
gözlüyordu. Adamlarına döndü:
-“Şimdi bana kulak verin. Gün ağaracak. Yakındır. Birazdan
evden çıkıp iki kol halinde Hacı Ayvaz’ın evine varıp baskın
vereceğiz. Mestan ağama kati sözüm vardır. Hasan Ağa’nın kanını
yerde koymayacağım. O aymaz ettiği neyse onu bulacak. Aranızda
itirazı olan varsa şimdiden deyiversin”.
27

Sözlerini dikkatle dinleyen adamları ona olan bağlılıklarını


yeminler ederek tasdik ettiler. Mestan ağa’nın üzerlerinde olan
hakkı başkaca bir tavır sergilemelerine imkân tanımıyordu zaten.
Artık karanlık yerini gün ışığına bırakmaya başlamıştı. Herkes birer
birer sofanın ortasına yığdığı silahını alıyor, bir köşede temizliyor,
fitilini, tetiğini özenle kontrol ediyordu. Kılıçlar kuşanılıyor, palalar
bileniyordu. Tüfeklerini ellerine alan neferler de birbirinin ardı sıra
harem kapısından dışarıya çıkmaya hazırlanıyorlardı. Süleyman da
son hazırlıklarını tamamlayıp avluya indi. Gergin bir bekleyiş
başlamıştı. Elleri tetikte ve kılıçlarının kabzalarında, Süleyman’ın bir
işaretiyle kapıdan dışarı çıkacakları anı bekliyorlardı. Önceden
kararlaştırıldığı gibi, köyün alçak duvarlı evlerine sürtüne sürtüne
ilerlemek, aniden ve aynı anda Hacı Ayvaz’ ın evini kuşatmak en
akıllıca plandı. Kapı açıldı. Şahbalı önden gitti.
Süleyman da kapıdan dışarıya başını uzattı ve sokakta kimsenin
olmadığını görerek:
-“Şahbalı, siz yukarı yolu tutun, ben aşağıdan varırım. Hadi
yiğitlerim. Vakittir.”
Emri duyan Şahbalı, ince uzun bacaklarını ve iri vücudunu öne
doğru attı. Diğerleri de onu takip ettiler. Taş kaldırımlı sokakta,
yokuş yukarı ilerlemeye başladılar. Sessizliğin her yana bu denli
hakim olması Süleyman’ın içine sinmeyen bir kuşku, pek de
hoşuna gitmeyen bir şüphe yaratmıştı. Şahbalı ve adamları on
adım ilerlemişlerdi ki birden ayak sesleri kesildi ve büyük bir
şiddetle patlayan tüfeklerin sesi duyuldu.
-“Pusu!...pusuya düşürüldük! Geri çekilin! Geri çekilin!” diye
bağırdı bir ses. Duman ve barut kokusu tüm sokağı sarmış, havada
uçuşan kurşunların vızıltısı bir anda kulakları çınlatır olmuştu.
Süleyman, geride kalanlarla birlikte, bir an bile tereddüt etmeden
seslerin geldiği yöne doğru koşarak Şahbalı’nın yardımına yetişti ve
öne atıldı. Hacı Ayvaz’ın adamları sokağın karşı tarafında bulunan
28

bir ahırda konuşlanmış dışarıya doğru kurşun yağdırıyorlardı.


Süleyman’ın adamlarından biri kana bulanmış, hareketsiz halde
yerde yatıyor, bir diğeri ise kalçasından ağır yara almış biçimde acı
içinde kıvranıyordu. İlk şaşkınlıkları geçince, tüm neferler birden
ahırı ateşe tutmaya başladılar. Ahırın pencelerinden çıkan
kurşunlar, kerpiç duvarlarda patlıyor, yolun karşı yakasındaki
evlerin saçak altlarına ve kapı eşiklerine gizlenen adamların
eşiğinden geçiyordu. Çatışmanın etkisiyle ürken hayvanların
böğürmeleri ve at kişnemeleri, art arda patlayan silahların
gürültüsü altında ezilmişti. Bu esnada adamlardan biri bir fırsatını
bularak yerdeki yaralı arkadaşını sırtladı ve gerisingeri taşıdı.
Süleyman vaziyetin giderek tehlikeli bir hal aldığını fark etti ve
arkadan kuşatılma ihtimalini de hesaba katarak yavaşça geri
çekilme emri verdi.
-“Toparlanın! Eve doğru...Herkes geri çekilsin!!!” diye bir
yandan bağırıyor diğer yandan da tüm gücüyle ateş etmeye devam
ediyordu. Kan ter içindeki adamları ihtiyatlı adımlarla evin
avlusuna kadar çekildiler. Patlayan silahların sesi köyün durgun
sabah havasını dağıtmıştı. Alçak avlu duvarından sokağa doğru ateş
etmeye devam eden adamların siper olmasıyla, sona kalan Şahbalı
ve Koca Pehlivan içeri girerek kapıyı sağlamca kapattılar. Süleyman
bu beklenmedik pusu karşısında şaşkına dönmüş, yine de
soğukkanlılığını koruyarak vaktinde ve gerektiği gibi karşılık
vermişti. Sadıkane hizmetleri karşılığında Mestan ağa’nın ona
hediye ettiği bu konağın, bir gün, içine düştüğü bu zor durumda,
onu koruyacak olan bir kaleye dönüşeceği bir gün olsun aklının
ucundan bile geçmemişti. Aklındaki düşünceleri savuşturamıyordu.
Köye gelerek baskın vereceğini Hacı Ayvaz nasıl haber almıştı? Bu
sorunun cevabını arayacak vakti olacaktı elbet. O anda adamlarını
korumak ve bu hengâmenin içinden sağ salim kurtarmak onun için
daha öncelikliydi. Başını çevirdi ve sokağın başına doğru baktı.
29

Ahırdan çıkan Hacı Ayvaz’ın adamları, kesme adımlarla, ürkek ve


sakıngan bir edayla eve doğru yaklaşıyorlardı. Süleyman kolunu
havaya kaldırarak adamlarına ateşi kesmelerini emretti. Yaklaşan
silahlılardan birisi eline tutuşturduğu ince namlulu bir tüfekle
çekingence yaklaşarak avazı çıktığı kadar bağırdı:
-“Süleyman bölükbaşı! Süleyman bölükbaşı!..”, yine boynunu
uzatarak ve duvarın arkasından bir karşılık gelip gelmediğine
bakarak: “Her yanınız sarıldı. Teslim olun. Bu iş güzellikle hallolsun.
Kan akmasın!”.
Süleyman, mağrur bir tavırla sesin geldiği yöne doğru dönerek:
-“Hele, hele, köpoğlu. Bre, kan akacaksa varsın damarda
durmasın. Hele git, Hacı ağana deyiver. Kimin kanının akacağı hiç
bilinmez. Var git yoksa şuracıkta alırım canını...”
Konağın pencerelerine, hanayın koruntuluklarına, avlu
duvarlarına ve bahçenin dört bir yanına mevzilenen neferler
silahlarının namlularını sokağa doğru çevirmiş, dışarıdan gelmeye
yeltenecek olanlara yaklaşma imkanı vermiyorlardı. Güneş her yanı
aydınlatmış, konakta sıkışıp kalmış Süleyman ve adamlarını
kavurucu etkisiyle sarmaya başlamıştı. Hacı Ayvaz’ın adamları
takviye edilmişlerdi. Şimdi her taşın üzerinde bir tüfek namlusu
görülüyor, çalıların arkasında sağa sola koşuşan gölgelerin
hareketliliği yapılan hazırlıkları ele veriyordu. Her iki taraf da ölüm
korkusuyla bir adım dahi atamazken, hasmına yaklaşmak ve hamle
etmekten imtina eder olmuştu.

***
Koşuşan askerlerin ayak sesleriyle gıcırdayan tahta döşemelerin
sesi iki katlı ahşap konağın bodrum katındaki ambardan
duyuluyordu. Ambarı aydınlatan, tok alevli, tek bir meşale
yanıyordu. Tokatçıklı ve yâranı, Hacı Ayvaz’ın kurduğu tuzaktan
canını kıl payı kurtaralı saatler günlere, günler haftalara dönmüştü.
30

Beş, on, belki de daha fazla güneş doğmuş, bir o kadarı da Rodop
dağlarını saran yüksek tepelerin ardında gözden yitip gitmişti.
Ambara inen dar bir tahta merdiven aralığının altında, etrafı saran
rutubet kokusu içinde Süleyman, Şahbalı, Koca Pehlivan ve
Salihoğlu ellerinde kalan toz tomur içindeki son buğday çuvalını
tekmeleriyle yokluyorlardı.
-“Bre, bu nedir? Koyup bizi gitmedi deyyuslar. Bir hal, çaresini
düşünmek gerekir” diyerek söze başladı Süleyman.
Haftalar süren bekleyiş esnasında Hacı Ayvaz’ın adamları
konağı muhafaza edenlere karşı defalarca saldırıya geçmiş lâkin
başarısız olarak ölü ve yaralılar bırakarak geri çekilmişlerdi.
Şahbalı:
-“Bu son erzağımızdır” dedi ümitsiz değilse de soğuk bir tavırla,
“bu da bittimi açız”.
Süleyman bir an derin derin düşünür gibi oldu ve tüfeğinin
dipçiğini birkaç kez yere vurarak başını doğrulttu.
-“Erzak da bittimi son kurşuna kadar basar, huruç ederiz. Son
baruta kadar...Çıkar gideriz...O da bittimi kılıç var...Benimle gelin”
dedi.
Aydınlık bir sabahtı. Balkan rüzgârının serinliği yüzlere vuruyor,
sırayla nöbet beklemekten bunalmış neferleri biraz olsun
kendilerine getiriyordu. Yer yer bir tüfeğin namlusundan çıkan
körlemesine atılmış bir misket, elleri, ayakları, beyinleri uyuşan
adamları yerinden sarsıyor ve yeniden teyakkuza geçiriyordu. Bu
neticesiz bekleyişin daha ne kadar süreceği belirsiz iken, kapıdaki
nöbetçinin narası duyuldu:
-“Süleyman beyim, Süleyman beyim!”
Dizlerinin üstüne çökmüş, bir eliyle günler evvel çatışmanın
meydana geldiği sokağın başını işaret ediyordu. Süleyman ardına
takılan adamlarıyla birlikte kapıya doğru ilerledi. Başını hafifçe
31

duvarın ötesine doğru uzatıp baktı ve çevresinde kümelenen silahlı


adamlarıyla Hacı Ayvaz’ı gördü.
-“Süleyman!Süleyman bölükbaşı! Sana diyeceklerim var. Beri
gel de konuşalım...” dedi yüksek sesle Hacı Ayvaz. Kendinden emin,
emredici bir tavırla...
İri, kahverengi bıyıkları sakalına karışmış, başına sardığı renkli
sarığı ve ayaklarına kadar inen uzun kaftanıyla oldukça heybetli
görünüyordu. Sözlerine devam etti:
-“Bu senin cengin değil Süleyman bölükbaşı. Vakit tezken
vazgeç. Sonu iyi bitmez dedim, Hasan ağa sözüme itimat etmedi.
Ahali ondan yüz çevirdiği halde Sultanyerine ayan olurum dedi. Boş
yere diretti. Beyhude yere Mestan ağa’nın oyununa geldi. Gelin,
silahlarınızı teslim edin. Size zeval gelmez. Gümülcine’ye
dönmenize izin veririm. Sözümü tutarım”.
Süleyman sözlerini dikkatle dinledikten sonra o da sokağın
başından işitilen gür bir sesle:
-“Senin sözüne itimat etmek mi? Hey gidinin Hacı
ağası...Haydutlarını üzerimize salan sen değilmişsin gibi
konuşursun. Ya ahaliyi canından bezdiren? Bu davaya kan
bulaştıran sen değil misin sen? Şimdi karşıma geçmişkurulursun.
Ahtım olsun. Senin canını almadan Gümülcine’ye dönmem. Hasan
ağamın üzerindeki tuz, ekmek hakkı için...ya öcünü alırım ya
burada ölürüm”.
Süleyman’ın bu konuşması adamlarını iyiden iyiye
yüreklendirmişti. Sinirle dişlerini sıkan Hacı Ayvaz, elindeki
kamçıyla avucunun içine vurdu ve hazırolda bekleyen adamlarına
ileriye gitmelerini işaret etti. Kurşun yağmuru bir sağnak halinde
tekrar başlamıştı. Konaktan da misliyle karşılık verildi. Daha
uzaklarda, evlerin çatılarına, tepe yamaçlarına sinmiş, olup biteni
seyreden kasabalıları seçmek mümkündü. Kıyıda köşede, pusuya
yatan, duvar dibine yaklaşarak içeridekilere saldırmaya
32

yeltenenleri kılıç darbeleriyle püskürten müdafiler, bunu her


seferinde büyük bir gayretle başarıyorlardı. Hücumların ardı arkası
kesilmiyor fakat sonuç bir türlü değişmiyordu. İs ve baruttan yüz ve
elleri simsiyah olan neferler düşmanın içeriye adım dahi atmasına
izin vermiyorlardı.
Böylesine amansız bir mücadele sürerken saatler birbirini
kovalamış ve akşam güneşi o belirgin, şarabi rengiyle görünmüştü.
Silah sesleri ve naralar dindiğinde her iki tarafın askerleri de
bitkinlikten kımıldayacak halde yere yığıldılar. Yaralıların hali daha
berabattı. Acı içinde kıvranıyorlardı. Süleyman askerlerinin
takatlerinin sonuna geldiklerinin farkındaydı. İçten içe
endişeleniyordu. Tüm gece boyunca Şahbalı ve diğerleri ile
müşavere ettiler ve ortak bir karar almaya çalıştılar. Şafak
sökerken haftalar süren esaretin zincirini kıracak hadiselerin
kokusu tüm havayı sarmıştı.
***
-“Yangın! Yanıyoruz!!! Yanıyoruz!!!” diye bir ses duyuldu
derinden...
Bir başka ses “Su yetiştirin! Çabuk olun! Çabuk!” diye diğer bir
yönden seslendi. Tüfeğini göğsüne dayamış, elleriyle çaprazlama
bastıran Süleyman konağın avlusundaki kuyunun dibinde yorgun
halde uyuyakalmıştı. Bağırış, çağırışların etkisiyle yerinden
fırlayarak seslerin geldiği konağın arka bahçesine doğru can
havliyle koşmaya başladı. Koyu bir duman bulutunun, giderek
büyüyerek göğe doğru yükseldiği görülüyordu. Konağın arka
bahçesinde, eve bitişik bir saman ambarı bulunuyordu.
Nöbetçilerin bir anlık dalgınlığından faydalanan Hacı Ayvaz’ın
adamları samanlığı ateşe vermişler, alevler büyük bir hız ve
kolaylıkla evin ahşap koruluklarını, merdivenleri, cam ve kapı
çerçevelerini tutuşturmuştu. Süleyman’ın askerleri nefes almakta
güçlük çekiyor, imkan buldukları ölçüde ön bahçeden kovalarla su
33

taşıyarak yangına müdahale etmeye çalışıyorlardı. Herkes canını


dişine katarak yangının daha da yayılmasını önlemeye çalışıyordu.
Evin tam karşısındaki çalılıklarda, yangını fırsat bilen üç beş
kadar tüfekli siperlerinden fırlayarak eve yaklaşmaya yeltendiler ki,
Şahbalı ve yanındaki adamların kurşun yağmuru karşısında hemen
geri çekildiler. Şimdi alevler konağın içini sarmış, dokuma kilimleri,
perdeleri eriterek adeta bir kül yumağına çevirmeye başlamıştı.
Ahşap tavan alevlerin etkisiyle çökme tehlikesi içinde çatırdıyordu.
Süleyman konağa kapalı kalarak daha fazla direnmenin mümkün
olmadığını anlamıştı. Bir an önce adamlarını toparlamak, kuşatma
çemberini yararak dağlara doğru çekilmekten başka çaresi yoktu.
Ateş ve duman sarmalı içinden geçerek ön tarafa vardı:
-“Şahbalı!Salihoğlu!” diye seslendi. Onu işiten adamları
dumanlar arasından el işaretlerini güçlükle seçerek onları arka
tarafa doğru yönlendirdiğini anladılar. Duvarın dışına doğru ateş
etmeye devam ederek yavaş yavaş geri çekildiler. Konağın çatısı
şiddetli bir gürültüyle çökmeden önce hepsi arka bahçenin dağ
sırtlarına bakan kapısında toplanmışlardı. Dumandan göz gözü
görmüyordu. Koca ahşap konak bir saatten kısa bir süre zarfında
döküntülerden ibaret bir kül yığını haline gelmişti. Süleyman
adamlarına dönerek:
-Burada durursak öleceğimiz kesindir. Şu karşıki dağlara doğru
huruç edelim. Şahbalı ve Salihoğlu siz soldan, ben ve Koca Pehlivan
sağ yönden... Tepede, pınarın orada kavuşamaz isek herkes
kulelere doğru koşsun. Duydunuz mu beni. Kulelere...Orada
emniyette oluruz.
Süleyman’ın bahsettiği kuleler, eşkıyalık günlerinde adamlarıyla
sığındığı, taştan yapılma, derme çatma lakin yüksek, korunaklı
yapılardı. Yerlerini bilen pek az kişi olduğu gibi, Hacı Ayvaz’ın onları
orada ele geçirmesi imkansızdı. Sebebi ise kuş uçmaz, kervan
geçmez sarp kayalıklar üzerindeki bu kulelerin uzun bir
34

muhasaraya dayanmayı mümkün kılacak, türlü yiyeceklerle dolu,


koruluk ve ormanlıklarla çevrili olmalarıydı.
Arka kapı Şahbalı’nın omuz darbesiyle açıldı. İlk öne atılan da
yine o oldu. Ardından Süleyman ve geriye kalan on kadar nefer
ellerinde tüfekleriyle pürdikkat dışarıya fırladılar. Herkes daha
önce kararlaştırılan yöne doğru hızla koşmaya başladı. Hacı
Ayvaz’ın adamları durmadan ateş ediyor, mermiler vızıldayarak
başlarının üzerinden geçiyor, kayalıklara vurarak sekiyordu. Onlar
ise hem ateşe ateşle karşlık veriyorlar, hem de Sultanyeri’ni
tepeden gören yamaca doğru büyük bir gayretle tırmanıyorlardı.
Bu karşılıkşlı muharebe hali, bir taraf kovalamaktan diğeri ise
kaçmaktan yorulana dek sürdü. Nihayet tepeye vardığında,
Süleyman son bir kez Sultanyeri’ne doğru baktı ve alevleri tütmeye
devam eden harap olmuş evini gördü. Kasaba ahalisi çatışma
seslerinin uzaklaştığını far ederek evin bahçesine girmiş, ellerindeki
kovalarla telaş içinde diğer evlere sıçramasından korktukları
yangını söndürmeye çalışıyordu. Süleyman’ın intikam hırsı ve Hacı
Ayvaz’a karşı olan hıncı bir kat daha artmıştı. İçine düştüğü tuzak
ona pahalıya mal olmuştu, fakat o yaralarını sarıp adamlarıyla geri
döneceği zamanı şimdiden düşünmeye başlamıştı.
Hacı Ayvaz’ın nefesini enselerinde hissederek küçük koruluklar,
pınarlar aşarak ilerlediler. Hissetikleri bitkinliğe rağmen, herkesin
içinde alışık olduğu, havasını, suyunu iyi bildiği bir mıntıkada
bulunmanın verdiği güven duygusu vardı. Çalı diplerine basa basa,
avuçlarının içi gibi bildikleri kestirme yolları kullanarak dik araziyi
katediyorlardı.
Gün batımında ağaçlığı geride bırakarak iki dağ arasından geçen
geniş bir derenin iyiden iyiye daraldığı bir boğaza geldiler. Boğazın,
dar bir geçit halinde Rodopların ücra köşelerinde kalmış birkaç
köye giden bir patikaya dönüştüğü noktada kalın keşme taşlardan
inşa edilmiş iki yüksek kule bulunuyordu.
35

-“Nihayet. İşte geldik...” dedi Süleyman. Adamları tüm günlük


yürüyüşün ardından bitkin düşmenin verdiği bitkinlikle kendilerini
oracığa bırakıverdiler. Kısa bir dinlenmenin ardından ormandan
topladıkları odunlarla büyük bir ateş yaktılar. Süleyman ise yanına
Şahbalı, Koca Pehlivan ve birkaç adam daha alarak kuleleri teftiş
etmeye koyuldu. Terk edilmiş, harap haldeki yapılar sıkı bir elden
geçirme ile barınılacak hale getirilebilirdi.
Ertesi sabah çam kokuları ve kuş cıvıltılarıyla güne uyandılar.
Geceyi elleri tetikte, göz kırpmadan geçiren nöbetçiler tehlike arz
edecek bir durumla karşılaşmadıklarını bildirdiler. Az sonra
hummalı bir çalışma başladı. Ormandan kesilen kalın ağaçlarla iki
kulenin de kapısı onarıldı, mazgalları berkitilerek temelleri
payandalarla desteklendi. Süleyman ve adamlarının yanlarında
getirmeyi başardıkları az miktarda erzak ise yamacın daha yüksek
kesimindeki muhkem kulenin içine yığdılar. Tokatçıklı, eşkıyalık
günlerinden iyi tandığı bu havalinin Hacı Ayvaz ve adamlarınca öyle
kolayca erişilemeyeceğini biliyordu. Buna rağmen ne yapacaklarına
karar verene kadar her gece dört nöbetçiyi dere boyunda her iki
kulede de birer silahlı nöbetçiyi gözlemci olarak görevlendirmeyi
uygun gördü.
Mestan Ağa’nın Sultanyeri’nde başına gelenleri duyarak yardım
göndermesi mümkündü. Fakat adam koşturarak ona nerede
bulunduğunu haber vermesine imkan yoktu. Çaresiz, kulelerde
birkaç gün daha gizlenecek, sonra da Yoğurtçuoğlu’nun intikamını
almanın bir yolunu düşünecekti. Mestan Ağa’ya verdiği sözü yerine
getiremezse bu onun için büyük bir utanç olurdu. Gece bir kez
daha çökerken ağaçlardaki kukumav kuşlarının ötüşü kısılıp
kaldıkları bu kapanın yalnızlığını bir kat daha arttırıyor gibiydi.
Dereden gelen su sesinin şırıltısını ve sönmeye yüz tutmuş ateşi
terk ederek kulelerin içinde uykuya çekildiler.
36

***
Ahşap konağın sofasını buram buram kahve kokuları sarmıştı.
Tokatçıklı Süleyman divanın üzerinde bağdaş kurmuş oturuyordu.
Çubuğundan bir kez tüttürüp iri, siyah gözlerimi karşısında oturan
iki ufak tefek adama doğrulttu.
-“Eee, ağalarım. Deyin bakalım hallerinizi...”
Ağalar önlerindeki siniden kahve fincanlarını kaldırarak
kahvelerinden birer yudum aldılar. Sonra da pencerenin kenarında
oturan kaytan bıyıklı, mor kaftanlı bey dışarıya doğru bir göz atarak
çekingen bir tavırla söze başladı:
-“Doğruyu söylemek gerekirse bölükbaşım, ahali sıkıntıdadır.
Gelgelelim söylemeye dili varmaz. Hele ki, adam gönderip affını
talep ettiğin günden beri iyice korkar oldular Hacı Ayvaz’dan...”.
-“Af da ne demekmiş? Hacı Ayvaz’la sulh ettik biz. Bu sözleri de
kim söyler?” diye çıkıştı Süleyman.
-“Aman Süleyman bölükbaşım, sen beni yanlış anladın...ahaliyi
bilirsin ya. Konuşur durur işte...”.
O ana dek sessiz kalan diğer ağa yere eğdiği başını yukaruya
kaldırarak Süleyman’a:
-“Ahali Hacı Ayvaz’dan hoşnut değildir. Bunu gizlemek ne
mümkün...Lâkin yanan evini tekrardan yapmana müsaade buyurup
da gelip oturmana izin verdiği günden beri kimse bir şikayetini dile
getiremez oldu. Süleyman acizdir, bizi himaye edemez derler...”.
Süleyman asabiyetini zorlukla gizliyordu. Bir yandan Mestan
Ağa’ya verdiği söze sadık kalamadığı ve Yorğurtçuoğlu’nun
intikamını alamadığı için diğer yandan da köylünün gözünde küçük
düşmesini hazmedemiyordu. Oturduğu yerden doğruldu ve ayağa
kalktı. Sofanın ortasına doğru yürüdü ve dikkatle onu seyreden
ağalara dönerek:
37

-“Hacı Ayvaz’ın kudreti akçelerinde yatar...” dedi önce birbirine


bakan sonra da sözlerini tasdik eder gibi başlarını sallayan ağalara
ve devam etti:
-“O akçeleri de ahaliden topladığı buğdaydan, arpadan,
haraçtan elde eder. Eder ve aslan payını kendisine ayırdıktan sonra
artanı size pay eder. Değil mi ağalar? Öyle değil mi?”.
Ağalar bir anlık şaşkınlıktan sonra karşılık verdiler:
-“Doğru dersin demesine Süleyman bölükbaşı. Fakat eksik
dersin. Biz o akçelerle beslediğimiz neferin, elimize bakan ahalinin
karnını doyururuz. Onca boğaz nasıl doyar yoksa?”.
Tokatçıklı bu sözlerin doğruluğunu gayet iyi bilmesine rağmen
bunu ağaların anlamasını istemedi. Kaşlarını çattı ve onlara doğru
hafifçe eğilerek:
-“Hacı Ayvaz Sultanyeri idaresi için size kaç akçe bağışlar?
-“Ahaliden toplanan akçelerden payımıza elle kesi düşer. Bu
parayla doyururuz bölükbaşılarımızı, kapı yoldaşlarımızı...”.
-“Şimdi ben size derim ki elli keseden yirmi kese ziyadesini ben
Süleyman bölükbaşı size veririm. Hacı Ayvaz’dan geçip bana dönün
ki ahali de ihya olsun siz de...” dedi ve odanın duvarına oyulmuş ve
oyma tahta kanatlarla örtülmüş gömme dolabına doğru birkaç
adım attı.
-“İşte size yetmiş kese...” dedi ve açtığı ahşap oymalı gömme
dolaptan çıkardığı akçe keselerini iki beyin şaşkın bakışları arasında
önlerine yığmaya başladı.
-“Bu akçeleri alın, neferlerinize ve ahaliye dağıtın... Dilediğiniz
kadarını da kendinize kayırın. Lâkin...” dedi yüzlerindeki şaşkınlık
ifadesi meraklı bakışlara dönüşen beylere dönerek…
-“Bilinki ben Sultanyeri’ni kendi hesabıma isterim. Onlara da
deyin ki, Hacı Ayvaz’dan dönmek isteyenler için gün bugündür.
Süleyman bölükbaşının askeri ahalinin hizmetindedir”.
Beyler bir ağızdan dönerek sordular:
38

-“Bu dediğin nasıl mümkün olacaktır Süleyman bölükbaşı, bize


de deyiver de anlayalım”...
O gün kahvelerden sonra sofralar kuruldu ve yemekler yenildi.
Sultanyeri beyleri ve Süleyman arasında hararetli konuşmalar ve
ince hesaplar aldı başını yürüdü.
Sabah olduğunda bilek gücünün yapamadığını yapmaya paranın
gıcırtısı yetmişti. Günün erken vakitlerinde tüm silahlarını
kuşanmış adamlarıyla birlikte Süleyman’ın konağında toplanan
beyler Süleyman’ın işaretiyle bu kez olan bitenden habersiz olan
Hacı Ayvaz’ın evine yöneldiler. Konağın önüne vardıklarında
önlerine çıkan silahlı güruh karşısında direnmeden teslim olan az
sayıda muhafız neye uğradıklarını şaşırmıştı.
Az sonra konağa giren silahlı bir grup tam bir sessizlik hali
içinde Hacı Ayvaz’ın odasına kadar vardı. Kapı tekme ve omuz
darbeleriyle açıldı ve Hacı Ayvaz olup biteni anlamaya fırsatı
olmadan üzerine çullanan adamlar tarafından derdest edilerek
yaka paça evin haremine atıldı.
Süleyman, Sultanyeri’nin beyleri ve bellerine bağladıkları
kuşaklarla çoğu dağlı eşkıya takımından olan adamlarıyla birlikte
konağın önünde onu bekliyordu. Hacı Ayvaz onu ve beyleri
görünce tüm kuvvetiyle haykırdı:
-“Süleyman! Bu ettiğin zulümdür, haksızlıktır. Sen hakkım ile
bana ait olanı gasp edersin. Allah’tan kork, kuldan utan!”.
Hacı Ayvaz’ın artık elinden kurtulma imkanı olmadığını bilen
Süleyman:
-“Boşa debelenme Hacı Ayvaz. İşte senden yüz çeviren beylerin,
erlerin...Sana kalan Hasan ağama ettiğinin cezasını çekmektir”.
O bu sözleri söyler söylemez Şahbalı ve Salihoğlu Hacı Ayvaz’ın
kollarını arkadan bağladılar onu oradan uzaklaştırdılar.
Sultanyeri yeni güne başlarken kasabanın dört bir yanına
dağılan tellallar ahaliyi kasaba meydanına çağırdılar. Haberler
39

çabuk yayılmıştı. Az sonra köylüler meydanda toplanmış, kişneyen


atlar, tüfekli ve hançerliyle sağa sola koşturan adamları hayretle
seyre dalmışlardı.
Akçeler dağıtıldı, kurbanlar kesildi. Karnı doyan ahali
Süleyman’ın idaresini kabullenmekte güçlük çekmedi. Süleyman o
günden itibaren gücüne güç kattı. Adamlarının sayısı giderek
artıyor, sayıları çoğaldıkça onları beslemek de daha güç bir hal
alıyordu.
40

IV.

Siyah yeleli, doru atını bir menzilden diğerine köpürürcesine


koşturan tatar ulak gece gündüz dinlenmeden yol almış, Tokatçıklı
Süleyman’ı Sultayerine ayan tayin eden kaimeyi 2 Gümülcine’ye
ulaştırmıştı. Mestan Ağa’nın İstanbul’da kapılanan adamları devlet
ricalinden hatırı sayılır kişilere peşkeşler göndermişler, onlar ise
ömrühayatlarında görmeyecekleri bir kasabanın idaresini
köyleriyle birlikte Mestan Ağa’nın has adamına emanet etmişlerdi.
Hacı Ayvaz çabuk unutuldu. Mestan Ağa’nın kardeş acısı da
zamanla söndü. Bir türlü sönmek bilmeyen ise yalaz bir aydınlık
gibi gitgide yükselen, zamanın serkeş ruhunun ocaklara düşürdüğü
yangındı. Devlet sözü ayağa düşmüş, hakikat kudretlinin gücüne,
adalet akçenin gıcırtısına göre tecelli eder olmuştu. Hasat ardı köy
basmak, yol kesip bezirgân soymak, göz kırpmadan can
almak...günlük, alelade işlerden sayılıyordu. Köy ve mezralar
boşalıyor, can ve mal emniyeti kalmayan ahali çareyi göç etmekte
buluyordu. Devlet, düzeni kökünden sarsan, bitmek bilmeyen
kargaşalar yüzünden yerini yurdunu terk ederek perişan olan halkı
koruyamaz haldeydi. Adalet çağrıları yetersiz kalıyor, kasaba ve
köylerin muhafazasına memur edilenler gözlerini kırpmadan talan
ve yağmanın bir parçası haline geliyorlardı. Her çeşit mahsul ve
varlıktan boşalan köylerdeki haneler ipsiz sapsızların yuvalandığı
mekanlara dönüşmüştü. Baldırı çıplak, kamalı haydutlar
çöreklendikleri bir köy evini günlerce zaptediyor, hane halkının
elindeki son yiyeceği tüketene kadar yerlerinden
kımıldamıyorlardı. Sonra ver elini bir başka köy, bir başka hane...
Zaleme dağların padişahı olmuştu. Derbentlerde pusu bekleyen,
gelip geçen yolcuları apansız derdest ederek soyan eşkıya takımı,

2
Kaime: Buyruk, resmî kâğıt, ferman.
41

en korunaklı sığınaktan bile daha erişilmez olan dağ inlerine


ganimet yığıyordu. Bununla da yetinmeyen azılı haydutlar, servet
sahibi hane sahiplerinin himayesi altında onların düşmanlarına
saldırıyor, üçbeş akçe karşılığında kapılarındaki eli silahlı tetikçi
oluveriyorlardı.
Bu hal karşısında ahali yiyeceği dahi zor bulur olmuştu. Bir
yanda açlık, bir yanda eşkıya, diğer yanda ise ağa bekliyordu.
Koskoca bir yörenin ekmeğini, balını, yağını, tuzunu yiyen Mestan
Ağa...Kapı halkının azığı, askerin tayını, köylünün ambarından
çıkıyordu... Kadının peşkeşi, serdarın armağanı...Kasabalının,
köylünün kesesinden...Gelgelelim, Mestan Ağa’nın muhtelif
köylerde bulunan ambarları her çeşit hınta, arpa, mısır, çavdarla
doluydu. Köylü toprağını koyup göçedursun, gerek devletin
ekilmedik kalmasın diye tasarrufa açtığı araziler, gerekse türlü
düzenbazlıklarla ahalinin eliden alınan topraklar bir olmuş, onlarca
ırgatın barındığı engin çiftliklere, uçsuz bucaksız arazilere
dönüşmüştü. Bu gibi çiftlilerde, Mestan Ağa’nın uhdesinde
yaşayanlar kendilerini şanslı addedebilirlerdi aslında. Halen yiyecek
bir kap yemek, buz gibi testilerden içecek su bulabiliyorlardı. Bu
suretle, Mestan Ağa’nın adamları devletin kendisinden peşinen
tahsil ettiği verigiyi, bu kez ahaliden, tabi misliyle toplamak için köy
köy gezmeye koyulduklarında onların ne vereceklerini düşünmek
gibi bir kaygıları kalmıyordu. Öküzünü, koyununu saklamak,
ekininin üzerini örtmek, buğdayını gizlemek, yaklaşan kışı nasıl
geçireceğini düşünerek kıvranan halkın düşünmesi gereken
birşeydi. Peki bunda ne kadar muvaffak olunuyordu? Mestan
Ağa’nın gözü peklikte ve kurnazlıkta sınır tanımayan neferleri kendi
elleriyle koymuşçasına, toprağa gömülmüş akçe keselerini, köylere
yakın dağ kuytularına kaçırılmış koyun ve keçileri, derin kuyulara
ambarlanmış tahılı bulmakta oldukça maharetliydiler. Bir köyden
diğerine, arabalar dolusu mahsul Gümülcine’ye taşınıp Mestan
42

Ağa’nın ambarlarında birikirken ahali, boşalan damlarına, eriyip


giden yığımlıklarıma acziyet içinde bakmakla yetiniyordu.
Hak rehin alınmıştı. Hasatı iyi gitmediği için Mestan Ağa’ya
borçlanmak zorunda kalan kasaba eşrafı korkusundan ağzını
açamaz olmuştu. Adalet terazisini elinde tutan kadının da eli kolu
bağlıydı. Ellerindeki arzuhallerle günbegün artarak kapısına
dayanan şikayetçiler karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. Aralarında
tarlası zorla elinden alınanlar, evi basılarak aile efradı kaçırılanlar,
eşkıya tarafından varı yoğu gasp edilenler vardı. Kadı birer birer
huzuruna gelen mağdurların arzuhallerini okutuyor, her birinin ve
şahitlerinin anlattıklarını dikkatle dinliyordu. En nihayetinde
yaşanan hadislerin tümü dönüp dolaşıp Mestan Ağa veya ona bağlı
adamların işledikleri cürümlere ve ahaliyi canından bezdiren
davranışlarına dayanıyordu. Gelgelelim, tüm bu yakınmalara
rağmen kadı, adaleti temin edecek kudretten yoksundu. Önce
göğsüne kadar uzayan ak sakalını sıvazlıyor, sonrasında kâtibe
“arzın tahkikine...” diye seslenerek davaları karara bağlamaktan
imtina ediyordu. Huzura varanlar ise elleri boş biçimde evlerine
dönmenin hayal kırıklığı içinde dövünüyorlardı.
Bu zorbalık döngüsü kendini yinelerken Mestan Ağa’nın eşkıya
yararına kurduğu yataklık düzeni de ayan beyan ortaya çıkmaya
başlamıştı. Masum halkın rızkından toplayarak ambarlara yığdığı
zahirenin bolca bir kısmı dağlı şakilerin beslenmesi için ayrılıyordu.
Yağ, bal, un, üzüm, semiz kuzu eti...Kırcaali balkanlarının,
Sultanyeri ormanlarının, ta Edirne’te kadar en ücra sığınaklarda
gününü gün eden, köylüye de kasabalıyı da illallah dedirten
haramilere gümüş tepsilerde sunuluyordu. Mestan Ağa’nın
ovadaki çiftliklerinde damızlanan kır ve doru atların en güçlüleri,
eyerlerine, üzengilerine, gemlerine, nallarına, mıhlarına varıncaya
kadar saklıca dağa çıkarılarak şakilere teslim ediliyordu. Mestan
43

Ağa eşkıyaya ahalinin malından yetiremediğini kendi kesesinden


tamamlıyordu.
Tüm bu ihtimam ve hoş tutma boşuna değildi. İsyan halinde
memleketi köşe bucak arşınlayan türedi, Mestan Ağa’nın vergisini
ödeyecek hali kalmayan, ev halkına nevale yetiştiremeyen yahut
malını ağanın zorba adamlarından kaçırmaya yeltenenlerin başına
musallat ettiği bir bela haline gelmişti. Ağanın adamlarını başından
savmayı becerenler bu kez karşılarında köyleri basan, ağılları ateşe
veren, dağa adam kaldıran zorbabaşılarını buluyordu. Mestan
Ağa’ya mukavemet göstermenin mutlak olarak bir bedeli olmalıydı.
Bu makus hal ve beklenti, eşkıyanın eline düşmektense, çoğu kez
ahalinin vergi toplayıcılara herhangi bir direnç veya itiraz
göstermeden talep edilen büyük ya da küçükbaş hayvanı, arpayı,
buğdayı, parayı kendi rızasıyla vermesine yol açıyordu.
Eşkıya dağlarda hükmünü ilan etmişken, Mestan Ağa kasabanın
iplerini elinde tutuyordu. Yeniçeri serdarı Zeynel Ağa, idaresi
altındaki bir avuç neferle ancak bir harabeden ibaret olan kaleyi
korumaya yetecek bir güce sahipti. Onun taşrasında sözünü
esleyen yoktu. Binaenealeyh, Mestan Ağa’nın tavşana kaç, tazıya
tut hesabı vurkaç oynayıp öte yandan da arka çıktığı dağlıyı tedip
edebilecek 3 yegane kuvvet, yine Mestan Ağa’ydı.
Şehir eşrafı da ihtilaf içindeydi. Mestan Ağa ve maktul abisi
Yoğurtçuoğlu Hasan’la yediği içtiği ayrı gitmeyen Hacı Musaoğlu
Ahmet, kasabanın önde gelen, servet sahibi ve saygın
kişilerindendi. Gür bıyıkları, ipek gömleği ve elinden düşürmediği
kehribar tesbihiyle çarşının daracık sokak aralarında sahibi olduğu
irili ufaklı dükkanlara nezaret etmekle meşguldu. Kasabaya yakın
bulunan çiftliği ise kâhyalarına emanetti. Burada yetişen pamuk ve

Tedip etmek: yola getirmek, uslandırmak, terbiye etmek.


2
44

tütün sayesinde kısa sürede gelirini arttırmış, Mestan Ağa’nın en


güvenilir ve sadık yaranı arasına girmişti. Yoğurtçuoğlu’nun katlinin
ardından küçük Mestanzade Haseki İbrahim’le yakından ilgilenen
Musaoğlu Ahmet, ahalinin gözünde Mestan Ağa’nın itibarını
yüceltmek için hayır ve hasenat işlerinden de geri kalmıyordu.
Gümülcine’ye yarım günlük yol mesafesinde, eğimli bir tepenin
yamacında kurulan Ağırcan köyünden İsaoğlu Seyyid Hüseyin de
Mestan Ağa’nın yardakçıları arasındaydı. Yörenin verimli
düzlüklerinde ekilen her çeşit zahire ve yemyeşil otlaklar seyyidlik
ünvanından ötürü büyük hürmet gören İsaoğlu’nun bereketli
ahvalini hazırlamak için oldukça yeterliydi. Hizmetlileri olan köy
halkı ve çevreden gelen ırgatlar tarla işlerini üstlenirken,
sığırtmaçlar, yazları ovayı çevreleyen dağlardaki yaylaklarında
otlamaya saldıkları hayvanları kış aylarında köydeki kışlaklarına
geri getiriyorlardı. Ağırcan’da eğrilen yün, köyün içinden geçen
çaydaki su değirmeninde öğütülen buğday ve sulak topraklarında
yetişen sebze ve meyveler, halkına doyumluluk sağlamak için yetip
de artıyordu bile. Gelgelelim, bu İsaoğlu’nun ve Mestan Ağa’nın
sözünden dışarıya çıkmadıkça geçerliydi. Mestan Ağa’nın askerine
katılmak, dağda eşkıya kovalamak ve haraç ödemek zorunda olan
İsaoğlu, kurduğu düzenin başında oldukça onun koruması altında
kalmaya razı geliyordu. Onun da Musaoğlu Ahmet ve diğer beyler
gibi başkaca çaresi yoktu.
Mestan Ağa, sefasını sürdüğü bu düzenin idamesini büyük
ölçüde Tokatçıklı Süleyman’a borçluydu. Büyük bir cevvallikle
idaresi altındaki neferleri sevk ve idare ediyordu. Buna rağmen
Mestan Ağa’ya olan yakınlığı diğer beylerin ona karşı kuşkuyla
bakmalarına neden olmuyor değildi. Mestan Ağa kudretliydi. Lâkin
o görmese de, bilmese de, ahalinin bir avuç şakinin elinde perişan
olması, adaletin kılıcını elinde tutanların gazabını daha yakın ve
incitici kılıyordu.
45

***
Zindan kapısı, demir anahtarın boşlukta yankılanan şakırtısıyla
ağır ağır kapandı. Kaçak bakışlarıyla yemyeşil yapraklarla bezenmiş
bir kayısı ağacının altında uyuklayan kale dizdarına bakan iri yarı bir
yeniçeri kılıcını kınından çıkarmadan tahta masanın üzerine bıraktı
ve yemeğini yemeye koyuldu.
-“Eeee, ağa. Bugün de haber çıkmadı seninkilerden...”
-“Gelecekler. Bugün olmadıysa yarın...gelecekler”.
Mestan Ağa bu sözleri söylerken gözüne duvarda bağlı duran
paslanmış prangalar takıldı. Ardından dönerek bir kez daha
hücresini aydınlatan daracık pencereden dışarıya baktı. Kalenin
bedenlerinden yavaş yavaş çekilen aydınlık, bir süre sonra dağın
eteklerinde uzanan İskeçe şehrini, sonrasında da göz alabildiğine
serilen ovayı terk etti. Köy ve mezralar karanlığa bürünmeye
başlamıştı. Kasabanın dış mahallelerindeki yassı bir arazide talim
eden bir bölük süvari uzaktan zorlukla da olsa seçiliyordu. Kaleye
çıkan eğri büğrü yol ise ıpıssızdı. İki yanı sarp, ağaçlık yamaçlarla
kaplanmıştı ve uçuşan kuşların cıvıltısı rahatlıkla duyulabiliyordu.
Mestan Ağa iç çekti. Onu gitgide daha çok saran hezeyanı saklı
tutmak için çabalıyordu. “Bir haberci, bir at koşturamıyor mu
Süleyman?” diye düşündü bir an. Beline sımsıkı sardığı kuşağına
sokuşturduğu gümüş kaplamalı köstekli cep saatini çıkardı,
kapağını açmadan kendine has bir el yatkınlığıyla tekrar yerine
koydu.
Birden kale duvarlarının çevrelediği avludan yaklaşan dizdarın
ayak sesleri duyuldu. Az sonra mahmur gözleriyle zindandan
içeriye girdi ve duvarın dibinde yanan mangalda elinde tuttuğu
meşaleyi tutuşturdu. Yemeğini henüz bitirmiş olan yeniçeri onu
görünce telaşa kapıldı ve aceleyle önünü silkerek doğruldu.
-“Bir emrin var mıdır ağam? Karnımı doyurdumdu”.
46

-“Koş kapıyı kilitle. Bu vakitten sonra kimsenin geleceği yoktur.


İyice sağlamla haa...”.
Kılıcını kuşanan yeniçeri üsküfünü düzeltti ve koşar adımlarla
kale kapısına yöneldi. Demir kapının kanatları birbirine kavuştuğu
an Mestan Ağa son kez pencereden dışarıya baktı. Görünürlerde
kimsecikler yoktu.
-“Af buyur ağa da, boş yere ümitlenme. Ferman devletinse
elden ne gelir?” dedi dizdar. Mestan Ağa beklemediği bu tepki
karşısında başta ne cevap vereceğini bilemedi. Sonra toparlandı ve
ona dönerek hazrıcevap bir edayla:
-“Bihataya ferman işlemez ağa. Cümle alem bilir ki ben haksız
yere kalebent 4 edildim. Eninde sonunda masum olduğum
anlaşılacak ve azat ediliverileceğim”.
O esnada dizdarın emrini yerine getiren yeniçeri yorgunluktan
soluk soluğa kalmış halde aralarına katılmıştı.
-“Hiç devlet nahak yere kulunu hapseder mi ağam?” diye
devam eden dizdar...“yok yere mübaşir koşturur mu ta
İstanbullardan...saraya mahzar 5 gitmiş derler, eşrafı, köylüsü, kadı
dahi eliyle mühürleyip yollamış, ötesini bilmem billahi öyle
derler...söylenin yalancısıyım”.
-“Peki dertleri neymiş bre? Deyiver de ben de bileyim.Ben onca
köyün, çiftliğin sahibi Mestan Ağa...Ben değil miyim sırtlarını pek,
karınlarını tok tutan? İhanetin, nankörlüğün ne alemi var?”
Kale dizdarı giderek hiddetlendiğini anladığı Mestan Ağa
karşısında biraz da çekinerek:
-“Devlet de işin içinden çıkamaz olmuştur, ey ağa! Şakiyle bir
başına nasıl başa çıksın? Tam işi düzene koydum der, sırtını dönüp
baktığında ne görsün ki? Dağa adam salınmış, köyler yakılmış, ahali

4
Kale dışına çıkmamaya hüküm giyen suçlu.
5
Yüksek bir makama sunulmak için yazılan çok imzalı dilekçe.
47

yollara düşmüş...ve dahi derler ki...” dedi ve bir an sözlerine devam


etmekten sakınır gibi oldu. Mestan Ağa zindanın kapısına doğru
birkaç adım attı. Göz göze geldiler.
-“Söyle bre, ne derler?” dedi Mestan Ağa daha da
hiddetlenerek.
-“Şu mübaşir ağa...Gümülcine’ye varıp da tahkikat eylemiş
ya...bir bir bildirmiş derler zalemeye arka çıkanları...aralarında
senin de adın varmış...o yüzden göndermişler seni buraya...dedim
ya...ben diyenlerin yalancısıyım...günahı boyunlarına...o kadarını
bilirim...”
-“Ya nereden bilirmiş mübaşir dediğin benim ettiğimi?
İstanbul’dan kalkmış gelmiş de üç günde mi bilmiş kasaba işlerini?
Ben Mestan Ağa’yım...Kime sorsan söyler...Dağda eşkıya kovalar
adamlarım...Ahaliye yetmediği yerde zahire yetiştiren benim, nice
muhtaç geçer kapımdan, birini dahi eli boş çevirmem. Eşraf dara
düştümü arar beni bulur, sağ elimin verdiğini sol elim görmez diye
mahfuzdur verdiklerim...onca iyiliğim dokunmuştur ahaliye, devlet
de bilir ya...beni çekemeyen çoktur, ondandır bu zindana
düşmem...meyve veren ağaç taşlanır misali...elbet yakındır
suçsuzluğum anlaşılacak.”
Mestan Ağa ve dizdarın konuştuklarını dikkatli, bir o kadar da
şaşkın bakışlarla izleyen yeniçeri bıyığını eliyle hafifçe sıvazladıktan
sonra üsküfünü çıkararak masanın üzerine bıraktı. Bedenini sımsıkı
saran çuha üniformasının üst düğmelerini çözerek oturduğu
iskemlede boylu boyunca gerindi ve biraz olsun rahatlamaya
çalıştı.
-“Sana hak vermek isterim, isterim istemesine de ağam...o
dağda eşkıyayla baş eden, kapında beslediğin adamlarından kaç
gündür bir haber yoktur, bir halini de mi sormazlar?...düşünmeden
edemem...”
48

-“Beni kurtarmanın yollarını aramaktadırlar da ondan...Yoksa


koyarlar mı Mestan ağalarını zindanda? Kadı efendiye varmışlardır
çoktan...”
Kale dizdarı ve yeniçeri Mestan Ağa’nın kendinden emin
tavırları karşısında sözü daha fazl uzatmadılar. Dizdar
iskemlesinden doğrularak zindanın içinden kaleye ulaşan yola ve
İskeçe ovasına bakan pencereye doğru yaklaştı. Aniden, aşağıdaki
yoldan giderek yakınlaşan tok nal sesleri duymaya başladı. Hemen
eliyle yeniçeriye işaret ederek kalenin burcuna çıkmasını söyledi.
Nal seslerini Mestan Ağa da duymuştu. Büyük bir heyecanla
hücresindeki pencereye yöneldi. Az sonra ellerindeki meşalelerle
kale kapısına doğru yaklaşan on kadar atlı belirdi. Biraz da irkilmiş
olan genç yeniçeri:
-“Kimsiniz? Derhal gidin buradan...” diye haykırdı. Atlılardan
biri atını ileri sürerek kaleye doğru yaklaştı ve olanca sesiyle:
-“Ben Süleyman! Süleyman bölükbaşı! Kapıyı açın, elimde kadı
efendiden ilam 6 vardır. Mestan Ağa’mı almaya geldik.”
Yeniçeri duyduklarına inanamamıştı. Ne yapacağını bilemez
halde geriye, kale avlusuna doğru baktı ve koşarak yaklaşan dizdarı
gördü. Soluk soluğa yanına geldi ve aşağıda olup bitene göz attı.
Tüm heybetleriyle kılıçlarını kuşanmış, bellerine sıkıştırdıkları
yatağan ve tabancalarıyla silahlamış atlılar büyük bir ciddiyetle
Tokatçıklı’nın arkasında bekliyorlardı. Dizdar toparlandı ve cevap
verdi:
-“Sana niye inanayım? Doğru söylediğin ne malum?”
-“Yalanım yoktur ağa...İşte ilam, elimdedir...Kadı emridir...Karşı
gelmekse senin bileceğin iştir...Lâkin sonuçlarına da katlanırsın...”

6
Bir davanın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren
resmî belge.
49

Eli ayağına dolaşan dizdar yeniçeriye kapıyı açmasını söyledi.


Sonra Süleyman’a dönerek:
-“Silahlarından arın ve yaya olarak kapıya gel. Yalnız senin
girmene iznim vardır.”
Süleyman atından inerek silahlarını yanındaki adamına teslim
etti ve kaleye girdi. Kale dizdarı ilamı baştan aşağı okudu.
Süleyman’I baştan aşağı süzdükten sonra:
-“Ardımdan gel” dedi. Mestan Ağa demir parmaklıklara
dayanmış dışarıda olup biteni anlamaya çalışıyordu. Süleyman’ı
kapıda görünce yüzünde ani bir tebessüm, bir rahatlama hissi
belirdi.
-“Ben demedim miydi burada günlerim sayılıdır diye...” dedi
böbürlenerek...Süleyman ve dizdar içeriye girerek kapıya
yaklaştılar.
-“Selam olsun Mestan ağam, hak yerini bulur elbet. Geç de olsa
bulur...kadı efendi ahalinin sözüne kulak verdi. Anladı nahak yere
tutulduğunu...seni almaya gelmişim...” dedi Süleyman. Dizdar
kapıda nöbet bekleyen yeniçeriye baktı ev anahtarı çevirerek
zindanın demir kapısını yavaşça açtı. Mestan Ağa dışarı çıktı ve
Süleyman’ı kucaklayarak:
-“Allah senden razı olsun Süleyman bölükbaşı. Nihayet
devletimiz anlamış hizmet ehli olduğumuzu...bizden garip
gurebaya zarar gelmez...Allah tekrardan düşürmesin...” dedi.
-“Amin, ağam, amin...Başına taş değmesin bundan
gayri...Erlerin yolunu gözler...geceyi aşağıda, kasabadaki handa
geçirelim, sabah oldumu yola revan oluruz. Ahali de eşraf da
İbrahim de seni çok özlemişlerdir. Erkenden varırız kasabaya... ”
Mestan Ağa ve Süleyman dizdarın şüpheci bakışları arasında bir
an bile beklemeden kaleden çıktılar. Mestan Ağa cümlesini
selamladı ve yanlarında getirdikleri bir ata bindi. Kalede kapalı
geçirdiği günleri o an orada unutmuş gibiydi. At kişnemeleri ve
50

gürültü gitgide uzaklaştı. Az sonra yol boşalmış, geriye dağ yolunun


o ıssız havası ve gecenin zifiri karanlığı kalmıştı. Kale dizdarı ve
yeniçeri kalenin kapısını tekrar kilitledikten sonra zindanın içindeki
iskemlelerine oturdular. Dizdarın gözü masanın üzerindeki ilama
takıldı bir an...
-“Hak ile batılı yaradan ayırır elbet...amma vaktini kendisi
bilir...yalnızca o bilir...” diye düşündü.
Odayı ısıtan mangal sönmeye yüz tutarken zindanın boşluğunu
duvarda yanan meşaleler aydınlatmaya devam ediyordu.
51

V.

Harlayan ateşin başında köh köh öksürüyordu Koca Pehlivan.


-“Gidinin mereti...canıma kast eyledi zar...” dedi bir yandan
sönmeye yüz tutmuş çubuğunu ateşlemeye çalışırken. Üzerine
koyun derisinden bir post geçirmişti. Onun bu rahat tavırlarına
daha fazla tahammül edemeyen Şahbalı:
-“Bre çam yarması! Altında pösteki, üstünde
pösteki...değmesinler keyfine! Hele kımılda da şu hergelelere bir
göz at. İyice postu yere serdiler”
Koca Pehlivan irkilmeden kapıdan dışarıya baktı ve bir kez daha
pervasızca çubuğuna asıldı. Konağın üst katına çıkan ahşap
merdivenlerde bir aşağı bir yukarı hareket eden neferlerin
gürültüsü duyuluyordu. Süleyman görünürlerde yoktu. Koca
Pehlivan ocağın yalınından uzaklaşmamaya özen göstererek başını
odadaki pencereye doğru uzattı ve hareme doğru baktı.
-“Hiç bu kadar eğlendiği yoktu” dedi ve gözünde beliren
şüpheyi açık etmemeye çalışır gibi baktı yüksek divanın üzerinde
bağdaş kurmuş, gümüş yatağanını parlatan Şahbalına. O, hiç
bozuntuya vermeden göz ucuyla pencereden dışarıyı seyreder gibi
göründü. Ardından tekrar önündeki işe koyuldu. Koca Pehlivan
duvara yasladığı sedef kakma tüfeğine baktı ve bir an duraksayarak
düşünceye daldı.
-“Şöyle anımsadım da şimdi...” dedi.
-“Neyi anımsadın yine, delibaş?” diye sordu Şahbalı.
-“Havalar ılıdığından bu yana kaç defa devre çıktık...defter
akçesi, yol akçesi, zahire akçesi...topladık durduk ahaliden...ya
eşkıya neyin akçesini topladı? Ne buldu da ne aldı ardımızdan
acep?”
52

-“Eh, sana mı kaldı onu düşünmek? Gel-geç akçesi, yol-ver


akçesi deyiverip toplamıştır...Varsın Mestan Ağa düşünsün bre
delibaş...” diye cevap verdi Şahbalı umursamaz bir edayla.
-“İlahi güldürme beni! Düşünse böylece mi ederdi? Kim bilir ne
vazifeler sıralıyor şimdi yine Süleyman beyime...yakanın salması,
ovanın mahsulatı, hayvanatın yemi, kışlağı, haydutun tayını, sonu
gelmez...bu kadar da olunmaz ki, hadi canım sen de...koca dünya
bir karına sığar mı?”
-“Sen payını aldıktan sonra gerisini sorgulamak ne haddine
delibaş? Karın Mestan Ağa’nın karnı, besleyen de ahalinin eli...alan
memnun veren memnun, sana ne bundan?”
-“Ahali ya...şu kapı kapı dolaşıp mazhar düzdürdüğümüz ahaliyi
dersin, bilirim. Şakinin korkusuna, kılıcımızın şakırtı sesine mührü
basıp Mestan’ı zindandan kurtaran...yoksa çoktan çuvalın içindeydi
şimdiye o Mestan Ağa’nın kellesi...”
-“Sus bre edepsiz, yerin kulağı vardır” diye çıkıştı Şahbalı parıl
parıl parlayan yatağanını divanın üzerine bırakarak. “Ahali bilmez
mi senin bildiğini? Neylesin gelgelelim? İsyan edecek olsa bal gibi
bilir, kara yüzlü eşkıyayı bulacak kapısında...eh yol tepip de dağdan
taştan inen eşkıya da eli boş mu dönecek dağa?” Ya biz ne ederiz
halka bizim ettiğimizin eşkıyanın ettiğinden farkı var mıdır?
Koca Pehlivan bir kahkaha atarak:
-“Dönmez ya deli Şahbalı. Dönmez. Bilmez miyim?”
-“Ya eşkıyanın beni Mestan Ağa gönderdi diyecek hali mi var?
Yok olmasına yok da...işte o köylü de sözden anlayacak...bir dahaki
sefere dilini çıkarıp kadıya şikayet arz etmezden evvel iyice
düşünecek...kapısına biz mi varırız, haydut mu varır...bunu etraflıca
ölçüp biçecek aklında...”
Şahbalı’nın dediklerini tasdik eder biçimde başını salladı Koca
Pehlivan. Şahbalı devam etti:
53

-“Neyse şimdi bırakalım bunları…Biz emir kuluyuz en


nihayetinde...Süleyman beyimin sözünden çıkmayız. O neyi doğru
edeceğimizi bilir...”
Onlar konuşmaya devam ederken konağın hizmetlileri
bulundukları odaya girip çıkıyor, gümüş tepsilerde kahve ikramında
bulunuyorlardı. Avluda bir hareketliliktir almış başını gidiyordu ki,
işlemeli yeleği, çuha şalvarı, tüfeği sırtında asılı şekilde Tokatçıklı
Süleyman konağın harem kapısından avluya giriş yaptı. Atını
oradaki adamlara teslim ettikten sonra koşar adımlarla, bir nefeste
Şahbalı ve Koca Pehlivan’ın bulunduğu üst kata çıktı. Υüzünde
sebebini bilmedikleri bir endişe, korkudan adeta bir sarıya
kesilmişlik vardı. Süleyman’ın hemen ardından at koşturmaktan
soluk soluğa kalmış, terler içinde Salihoğlu odaya girdi ve kapıyı
kapattı. Alelacele silahlarından arındılar. Ne olup bittiğini
anlamakta güçlük çeken Şahbalı ve Koca Pehlivan doğruldular.
Şahbalı, Tokatçıklı Süleyman’a dönerek:
-“Aman Süleyman beyim, bu telaşınız nedir? Sizde bir haller
var…Bizi merakta koymayın, deyiverin hele...”
Tokatçıklı hiç konuşmadan ateşin başında ayakta duruyordu.
Salihoğlu da, bir o kadar ketumdu. Sanki ilk sözü Süleyman’ın
söylemesini bekler gibiydi.
-“Gümülcine’den geliyoruz” dedi Süleyman. “Vaziyet hiç iyi
değil. Mestan Ağa...”
-“Ne olmuş Mestan Ağa’ya, beyim? Çatlatma adamı...”
-“Fermanlı olmuş...Kimsenin kellesi emniyette değildir bundan
gayri. Değil mi ki devlet kılıcını kınından çekmiş... ”
Herkesin yüzünde apaçık bir kaygı ve endişe belirmişti. Şahbalı
tekrar Süleyman’a dönerek:
-“Nasıl olur bölükbaşım? Eşraf, ahali, kadıda mı söz etmemiş?
Suçsuzdur, kefiliz diyen olmamış mı? Peki biz ne yapacağız şimdi?”
54

-“Bu seferki başka Şahbalı...bu seferki aynı değil...Kaç defa


söyledim...Ne dediysem dinletemedim Mestan Ağa’ya. Kulakları
sağır, gözleri kör oldu. Kadının, Zeynel’in, hepsinin gözünden
belliydi bir iş çevirdikleri...Eşkıyadan bir müddet uzak duralım
dedim. Benim sözüme itimat etmedi de, o İsaoğlu denilen yılanın
sözünün peşinden gitti. Al işte, olacak olan budur. Koskoca Mestan
Ağa şaki yatakçısı diye cellat bıçağına kurban gidecek.”
Şahbalı araya girerek:
-“Cellat da neymiş, bölükbaşım. Öyle kolay mı Mestan Ağa’ya
ilişmek...hem ilk değil bu...” dediği anda Salihoğlu sözünü kesti.
-“Be gidinin delisi...Sağır mısın? Υoksa ne dediğini mi bilmezsin.
Daha bu sabah ferman ulaştı kasabaya. Açıkça bildirir. Mahmut
Tayyar Paşa askerle çıkmış yola...Bir Mestan Ağa değil, Rumeli
topraklarında şakiyi besleyen, yer yurt açan, arka çıkan kim varsa,
hepsinin bir bir kelllesini almaya gelirim diye haber salmış...”
Süleyman aniden ateşin başından doğruldu ve adamlarını
karşısına alarak:
-“Şimdi kulaklarınızı açın ve beni iyi dinleyin. Paylaştığımız
ekmeğin, beraber içtiğimiz suyun hakkı için...şunca zamandır
Mestan Ağa’ya hizmet ederiz. Sözünden dışarıya bir gün olsun
çıkmadık. Ahalinin gözünün yaşına bakmadık, akçeyi toplayıp bir
tamam eline teslim ettik. Dağlarda şaki kovaladık, emretti döndük
birlik olup iş gördük. Çiftliğine, tarlasına, davarına, koyununa
koştuk. Lâkin bu kez iş boyumuzu aşar. Devlete karşı duracak güce
sahip değiliz. Mestan Ağa’nın da ne duracak gücü ne de kendisini
affettirecek yüzü kalmıştır. Varsın yardımı aklı dost bildiği
İsaoğlu’dan danışsın. Ardında duracak ahali kalmamıştır. Ah o
İsaoğlu yok mu İsaoğlu...onu bir elime geçirirsem.”
-“Ne edeceğiz bölükbaşım. O uçsuz bucaksız toprakları, devre
çıktığımız köyleri, bahçeleri, kasabayı, kime bırakacağız?” diye
55

çıkıştı Şahbalı. Odada bulunanlar ağız birliği etmişçesine sustular ve


bakıştılar.
-“Madem ki bu vakit herkesin kendi başının derdine düşeceği
vakittir, elbet ki biz de vakit tamam olunca hakkımıza düşeni alırız.
Lâkin ecel acele gideni bulurmuş. Sultanyeri neyimize yetmez.
Ayan isek yurdumuzdan çıkmayız. Burada otururuz. Hem burada
elimize bakan onca iş var... Devletimiz ne buyurursa başımız
üzerine... Görelim bakalım, zaman kime ne eder...Siz yarından geçi
yok adamları toplayın, iyice tembihleyin, emrim olmadan ovaya
inen olmasın...” dedi Süleyman.
-“Emrin olur bölükbaşım, tozda dumanda ferman okumak bize
düşmez...devlet ile deli bildiğini işler demişler...hele işlesin de
görelim bakalım ahvalimiz nice olur...” dedi Şahbalı.
Hepsi bir ağızdan bu sözlerine katılarak dağıldılar.

***
Sert esen rüzgâr güçlükle ağaçlara tutunmayı başaran son
yaprakları da alaşağı ederek savurdu. Yaprağa gücünü yetiren yel,
kadim burçların eteğine çarpınca, ancak kesif ve insanın içini
ürperten bir uğultu çıkarmakla yetiniyordu. Kale kapısından Yeni
Cami önlerine kadar yığılmış olan kalabalık, soluk benizli, boş
bakışlarla ulu çınarların dibinde kurulan iri gövdeli cellat kütüklerini
seyrediyordu. Yeşil sarıklı, siyah cübbeli tekke dervişleri, imamlar,
pabuçlu medrese sübyanı, peçeli kadınlar, fermene ve elifî şalvar
giyen genç delikanlılar ve ibrişim kuşaklı, poturlu ağavat soğuk
havaya aldırış etmeden kaygılı bir bekleyiş içinde olup bitene
anlam vermeye çalışıyordu. Sokaklar çamur deryasına dönmüştü.
Bütün gece hızını kesmeden yağan yağmurun meydana getirdiği su
çukurlarını ayaklarıyla döverek böğüren develer, at kişnemeleri,
kağnı arabaları ve sağa sola koşuşturan üsküflü yeniçeriler yoğun
bir şekilde devam eden hazırlıklara bir keşmekeş halini veriyordu.
56

Kasaba serdarı Zeynel Ağa heybetli cüssesiyle meydanın tam


ortasında duruyor, askeri sevk ve idare ediyordu.
Yeni Cami yakınında, kuytu bir ağaç kovuğunun altına serilen
iskemlelere oturmuş, uzaktan olup biteni gözleyen şehir eşrafı
arasında İsaoğlu Seyyid Hüseyin, Başçorbacı Vasil Efendi,
Hacımusaoğlu ve Çelebioğlu vardı. Kasabada varlıkları herkesçe
malum, cömertlikleri ile nam salmış bu eşrafın ağzı o gün adeta
düğümlenmişti. Tedirgin gözlerle birbirlerine bakıyor, olağan
günlerde selam verip selam aldıkları ahaliden kaçınmayı tercih
ediyorlardı. İsaoğlu yanında oturan Başçorbacı Vasil’e dönerek:
-“Eee, Vasil Efendi. Söyle bakalım, sence can mı daha tatlıdır
mal mı?”
-“Senin sorduğun da soru mudur bre Hüseyin ağa. Canı
olmayan adam malı neylesin?”
Hacımusaoğlu söze atladı:
-“Mal canın yongasıdır diye boşuna mı demiş eskiler o zaman
bre Vasil? Hiç malın fazlasından sakınır mı insan kendini? Deli
derler adama…”
-“Mal adama hem dost hem düşmandır. Yeterinden gayrisi
gözünü körletir, adamı vefa duygusundan arındırır, nankör eder”
diye cevap verdi Vasil.
İsaoğlu yüzünde inceden bir gülümsemeyle:
-“İnsanlık dediğin, vefa dediğin malla ölçülür mü hiç bre
Vasil…o dediğin insanoğlunun içinde bir tohumdur, var ise yeşerip
filizlenir, ezelden yok ise ne fayda…yapacağı nankörlüğü yine de
yapar…kıssadan hisse; hiç sormaz mısın kendine…siz ağalarım
sormaz mısınız…böyle günde nerededir Süleyman diye?”
Bir an donup kalan ağalar etrafta konuşulanlara kulak kabartan
birilerinin olup olmadığına baktılar. Çelebioğlu:
-“Aman diyeyim, Hüseyin ağam. Yerin kulağı vardır. Sessiz
konuş, bir duyan olacak!”
57

İsaoğlu aldırış etmeden sözlerine devam etti:


-“Vefalı yoldaş dediğin böyle günde belli etmez mi kendini?
Mestan ağam neyini eksik etti o şaki parçasının bugüne değin.
Yiyeceği yoktu yedirdi, giyeceği yoktu giydirdi. Ayan etti
Sultanyerine, konaklı, kapılı mansıp sahibi eyledi.”
-“Senin ağzından çıkanı kulağın duyar mı? Bir garip haydut bir
başına koca devletin fermanına nasıl karşı gelsin İsaoğlu? diye
araya girdi Vasil, “ne ettiyse çoğunu kendine etti Mestan
Ağa...eşkıya ile düşüp kalkanın başına gelecek olan da budur...eee,
şeriatın kestiği parmak acımaz...” dedi Vasil Efendi.
-“Orada dur hele Vasil Efendi...Lafını tartıp da konuş...Mestan
ağa’nın yurt açtığı haydutlar keselerini akçeyle doldurdu, şimdi
sefasını sürmekteler. Eeee, kabahati de bu olsa gerekti
ağamın...onlarınki akçeye bağlılıkmış, yalandan sadakat...harım
başıma vuruyor düşündükçe...ah ki ne ah...ama alacakları olsun o
tövbesizlerin...”
-“Mestan ağa da dağlıdır, biliriz ya, hiç eşkyadan medet ummak
olur mu? Kazanla beslesen yine doymaz, gider köylünün canına
malına kast eder eninde sonunda, vebali de nah böyle hamilik
edenin boynuna kalır...kalebendten de kurtulamazdı ya ahaliye
zorla mazhar yazdırmasalar...beni daha fazla söyletme...daha fazla
söyletip de günaha sokma İsaoğlu!”
İsaoğlu sessizce homurdanmaya devam ediyordu:
-“Mendebur Tokatçıklı! Bölükbaşılığın batsın! Paşa askerini
duyunca inine girersin tabi! Elbet yanına kalmaz ağana ettiğin
alçaklık! Hele dur sen, hele dur!”
Musaoğlu:
-“Ya şu Zeynel ağaya ne demeli? Şuna bakın hele, sevincinden
ağzı kulaklarına varacak neredeyse...düne değin Mestan ağa’nın
kapısında yatan kendisi değilmiş gibi...buyursalar bir an dahi
düşünmeden kendi elleriyle çalacak satırı ağanın boynuna...”
58

İsaoğlu:
-“Yılanın başını küçükken ezmeli, nasihatıma kulak vermedi ya
Mestan ağa, Allah şahittir. Kalebendten döndüğü gün dedim, daha
o gün tepele şu haini dedim, dinlemediydi sözümü...”
Çelebioğlu:
-“Hiç kimseye değil de, İbrahimciğe yanar yüreğim. Ah,
İbrahimcik. Bu yaşta öksüz kalmak nasıl kötü kaderdir...görmek,
bilmekmiş nasibiymiş...bahtsız, masum sabi.”
-“Mestan ağa yoksa biz ne güne dururuz, Çelebioğlu?” diye
çıkıştı İsaoğlu, “kol kanat gereriz evelallah, koruruz, kollarız
İbrahimciği...yüzüstü bırakmak bize yaraşmaz”.
-“Şükürler olsun ki yetim koduğunu dımdızlak ortada komadı
talih. Mestan ağa’nın cürmünü evladına ödetmemiş devlet. Malını
evladü iyaline bağışlamış derler...” diye devam etti Çelebioğlu.
-“Sahi mi?” dedi şaşırarak Vasil Efendi. “Yani şimdi, onca han,
onca konak, çiftlikler...”
-“Sahi ya, Haseki İbrahimciğin oldu hepsi...”
-“Hepsi demek...”
-“Tabi ya! Ne demeli, Allah hayrını görmeyi nasip
eylesin...yetim hakkıdır”.
Şiddeti bir nebze olsun dinmeyen rüzgâr uğultu halinde esmeye
devam ediyordu. Birden kalabalığın biriktiği yönden gelen sesler,
koşuşturma artmaya başladı. Ağalar doğruldular. Başında sarığıyla,
çelimsiz, hastalıklı bir oğlan çocuğu onların olduğu tarafa doğru
koşar adımlarla yaklaşarak:
-“Yetişin, koşun! Mestan ağa’yı getiriyorlar!” diye bağırdı.
Sarıkışla yönünden, elleri kalın sicimlerle bağlanmış bir grup
mahkumu önüne katan yeniçeri alayı, gitgide yaklaşan kös sesi ile
dizemli bir biçimde yürüyerek meydana kadar geldi. Nefesini
tutmuş olan ahali, şaşkın gözlerle olup biteni izliyordu. Döküntü,
59

ahşap dükkan kapılarında, Yeni Camii önünde biriken kalabalıktan


adeta çıt çıkmıyordu.
Elinde deriden yapılmış bir ferman kutusu taşıyan heybetli, pala
bıyıklı bir yeniçeri ağası alayın önüne çıkarak eliyle durmalarını
işaret etti. Kös sesi kesildi. Zeynel Ağa koşar adımlarla ağanın
yanına yaklaştı. Eğildi ve sağ yumruğunu sıkarak göğsünün sol
yanına, kalbinin üzerine götürdü. Oralı olmayan ağa sert bakışlarla
emrini bekleyen çavuşlara göz ucuyla yerdeki kütükleri işaret etti.
Aniden harekete geçen yeniçeriler elleri arkadan bağlanmış olan ve
ahalinin Mestan Ağa’nın yakın adamları olarak tanığı adamları
kütüklerin önüne kadar sürüklediler. Son olarak, kahverengi renkte
bir mintan ve çamura batmış bir potur giyen Mestan Ağa, başı açık
ve bitkin bir halde Yeniçeri Ağası’nın önünde duran kütüğün başına
getirildi. Titrek ve ürkek bakışlarla etrafta toplanan kasaba halkına
bakıyordu. Daha düne kadar çiftliklerinde ortakçı, konağında
hizmetli, kapısında muhafız olarak barındırdığı, müsaadesi
olmadan çoluğunu çocuğunu dahi everemeyen ahali şimdi ona
acıyan gözlerle bakıyordu. Bir an kalabalığın arasında gözyaşları
içinde dövünen eşini, kızlarını ve küçük Mestanzade Haseki
İbrahim’i gördü. Yüzünde tanımsız bir pişmanlık duygusu belirdi.
Ettiği zulüm ve haksızlıklardan çok geride yetim ve öksüz bıraktığı
çocukları için üzülür gibiydi. Gözü bir ara küçük İbrahim’i adeta
birer baba şefkatiyle sarmış olan ağavata ilişti. İsaoğlu Seyyid
Hüseyin, Başçorbacı Vasil Efendi, Hacımusaoğlu ve
Çelebioğlu...Hepsi oradaydı. Tokatçıklı Süleyman hariç... Has
adamı, sağ kolu, tüm sırlarının ortağı, çocuk yaşından bugüne
elinde yetişen ve varını yoğunu ona borçlu olan Süleyman ölüme
yürüdüğü bu elim anda yanında yoktu. Doğruldu ve kütüğe doğru
yaklaştı. Ağır ağır açtığı kutudan kalın bir kağıt üzerine yazılmış ve
tuğrası özenle çekilmiş fermanı çıkardı ağa ve kadı efendinin,
60

yeniçerilerin ve kasaba halkının meraklı bakışları arasında okumaya


başladı:

“FERMAN-I ALÎ’DİR
Hüküm ki,
Evvelden bi-d-defat ihtar olunmasına karşın emr-i alime muhalif
amellerinden dolayı İskeçe kalesine kalebend olunan ve Gümülcine
ve sair kazalar ahalisinin dileklerine istinaden aff-ı şahaneye
mazhar olan Gümülcine ayanı Yoğurtçuzade Mestan Ağa ve
ayaktaşlarının ibadullahın canına ve malına kast eyleyen fesat ve
zulüm ehli mezbur eşkıyaya yardım ve yataklık ettiği tahkik
olunduğundan siyaseten katilleri adına ferman-ı alî şanım sadır
olmuştur. Sultan Selim Han.”

Sözlerini tamamlayınca iki adım geri çekildi. Neferler mahkumların


başlarını kütüklere yatırdılar. Kılıçlarını çektiler. İri kolunu havaya
kaldıran ağanın ferman kutusunu birden aşağıya doğru
indirmesiyle başlar bir bir yere düştü. Ahali, kös sesiyle birlikte
rüzgara karışan bir uğultu çıkardı. İnfaz tamamlanmıştı.
O gün Rumeli’nin muhtelif yerlerinden, eşkıya ile ilişkisi
bulunduğu tespit edilen beş yüz kişinin daha başları çuldan
yapılmış çuvallara doldurularak İstanbul’a yollandı. Zalemenin
kökünü ortadan kaldırmakla mezalimin son bulacağını tasavvur
eden devlet, ahalinin sırtına kene misali yapışacak yeni
muhterislere ön verdiğinden habersizdi.
***
Mestan Ağa’nın günahlarının kefaretini ödeyerek
cezalandırılmasının üzerinden uzun süre geçmemişti. İsaoğlu, Vasil
Efendi, Hacımusaoğlu, Çelebioğlu...Ağanın eşiğine yüz sürmüş,
maslahatını idare etmiş, gölgesinde barınmış kim varsa sırayla
devlete biat ederek birer birer işlerinin başına döndüler. Dağdaki
61

çoban, tarladaki köylü, her sabah uyanarak dükkanını açan


kasabalı, eşkıya güruhunun ve ağanın vergi toplayıcılarının
musallat olduğu ahali, işte onlar pırıl pırıl parlayan, adaletli
günlerin yakın olduğunun umudu içindeydiler.
Mestanzade Haseki İbrahim küçük yaşına rağmen Mestan
Ağa’nın Gümülcine ve çevresindeki çiftliklerini ele almış,
İsaoğlu’nun da yardımıyla eski düzeni devam ettirmek için
çabalıyordu. Karlık dağının eteklerinden Adalar Denizi’ne kadar
uzanan uçsuz bucaksız, verimli topraklarda, kâhyaların nezaretinde
çift çift öküzler toprağın karnını yarıyor, ekilen tohumlardan
bereketli mahsul alındığında köylüsü, ortakçısı, istisnasız herkesin
yüzü gülüyordu.
Yine de haramilik amansız, ebedi bir hastalık gibi kol gezmeye
devam ediyordu. Kasabadan kuzeye ve Edirne’ye doğru giden
daracık, elverişsiz derbent boylarına yolu düşenler, ne olup bittiğini
anlamadan basılıyor, anadan üryan halde vardıkları mahallerde
canlarını kurtardıklarına dua ederek başlarına gelenleri bire bin
katarak anlatıyorlardı. Eşkıyalar güpegündüz saldırmışlar, dolama,
şalvar, uçkur, top top kumaşlar, azık, ziynetlik ne buldularsa
yüklenmişler, taşıyamadıklarını ise yolcuların eşeklerine yükleyerek
dağa geri dönmüşlerdi. Her şey göz açıp kapayıncaya dek
oluvermişti. Aç bilaç kalan günahsızlar kendilerini en yakın köye zor
atmışlardı. “Ben böyle şey ne gördüm ne işittim” diye yakınıyordu
bir köylü, “Alemin çivisi çıkmış zar...ahiret günü yakındır. Yok mu
ibadullaha sahip çıkacak, himaye edecek kimse?..” Bir gece vakti
köyü basan ipi kırıklar samanlığı ateşe vererek gözden
kaybolmadan evvel yanlarında götürebilecekleri kadar koyunu
ağıldan çıkarmışlar, çaresizce direnen zavallıyı bir ağaca bağlayarak
köydeki evlerden zorla peksimet ve meyve toplamışlardı.
İsyan ateşi, devletin acziyet içinde kıvrandığı her mahalde gaflet
ordusu gibi türeyen mel’unların harlamasıyla tutuşuyor, Balkan’ın
62

her iki yakasını kasıp kavuruyordu. Eşkıyanın başıbozukluğu ve


arsızlığı dayanaksız değildi. Devlet ve kanun tanımaz asi paşalar,
yeniçeri yamakları, yerli zorbalar, kamunun imkânlarını ele
geçirdikleri her yerde kendi iktidarlarını pekiştiriyor, başına buyruk
davranışlarda bulunuyorlardı. Haliyle, müstebitliklerine zalemeyi
ortak etmekten çekinmiyorlardı. Eşkıyanın kökünün kazınması işine
para pul ve asker yetiştiremez olan devlet, isyankâr bendelerini
affetmekten başka çare bulamıyor, şakilerin derdest edilmesi
işinde çaresiz yine onlara yuva açanlardan medet umuyordu.
Rumeli’nin bozgunculuğu ile nam salmış, kudretli serkeşlerinin
başında Vidinli Pazvantoğlu Osman geliyordu. Devletin göz
yummasıyla günden güne buyruk dinlemez bir tutum takınan bu
eski yeniçeri muhafızı, eşkıyayı dört koldan düşmanlarının üzerine
saldırtarak genişçe bir alanı tehdit eder hale gelmişti. Yarattığı
kargaşanın önünün alınamadığı o günlerde Osman’ın itaat altına
alınması için Kaptan-ı Derya Hüseyin Paşa askerle Edirne’ye
gelmişti. Çevre bölgelerin ayanları şehre davet edilmiş, Vidin
seferinden önce alınması uygun görülen tedbirlerin ve kararların
açıklanması için paşanın kadife kumaştan yapılmış, sırma işlemeli
çadırının önünde huzura kabul edilmeyi bekliyorlardı. Tüfekleri
ellerinde pürdikkat çadırı bekleyen askerler az sonra kenara
çekildiler ve havalanan secefi 7 aralayarak Hüseyin Paşa çıkageldi.
-“Süleyman hanginiz?” dedi katı ve bir o kadar da haşmetli bir
yüz ifadesi takınarak.
-“Süleyman kulunuz benim, paşam! Emredin!” diyerek öne çıktı
Tokatçıklı.
-“Demek Sultanyeri’ni dağlı haydutuna dar eden civanmert
ayan sensin...methini epeyce işittim. Allah kılıcını keskin eylesin,
devletin senin gibi sadık,işbilir kullara ihtiyacı var.”

7
Çadırın kapı perdesine verilen ad.
63

-“Ömrünüz daim olsun, eksik olmayın paşam.”


-“Senin gibilerin hizmeti mükâfatsız kalmamalı. İsyanlar her
yanı sarmışken, yıllardır kökü kurumayan bu dağlı gailesi türedi bir
de başımıza. Biz cenk ederken sırtımızdan vurmak için fırsat kollar
şakiler...işte şimdi yine sefer için yola çıkıyoruz. Gözümüz arkada
kalmamalı...”
-“El birliğiyle def ederiz evelallah paşam...içiniz rahat olsun.
Eşkıyayı ininden çıkartmayız billahi.”
-“Sana Sultanyeri haricinde Gümülcine ve Dimetoka havalisini
eşkıyadan koruma görevini veriyorum. Başarıyla üstesinden
geleceğine olan inancım tamdır!”
-“Beni şereflendirdiniz paşam...Süleyman kulunuz yüzünüzü
kara çıkarmaz, merak buyurmayınız!”
Hüseyin Paşa yanıbaşında sabırla bekleyen çavuşa eliyle işaret
etti. Kadife bir bohça üstünde siyah renkte, sade bir hilat 8 taşıyan
çavuş paşaya doğru yaklaştı ve eğildi. Paşa hilatı eline aldı ve orada
hazır bulunanlara doğru dönerek:
-“Padişahımız efendimizin himayesinde olan kullarını muhafaza
edip kollayan her kim olursa olsun takdir ve övgüye şayandır.
Tokatçıklı Süleyman bu gaileli zamanlarda emanetullahın canını ve
malını gayretle koruduğu için bu hilatı hak etmiştir. Bunun yanı sıra
ayanlık görevine ek olarak Dergâh-ı Ali Kapıcıbaşılığı rütbesi de
padişahımız efendimizin inayetiyle kendisine tevcih olunur. Mevla
utandırmasın.”
Hilatı üzerine geçiren Süleyman eğilerek paşanın elini öptü ve
adım adım geriye çekildi. Doğrularak:
-“Padişahımızın yolunda canımız fedadır. Beni ihya ettiniz.
Devletimiz uğruna sadakatle hizmete devam edeceğimden hiç
şüpheniz olmasın.”

8
Kaftan.
64

Meclisteki diğer ayanların gözlerinde bir kuşku belirmişti. Aslına


bakılırsa Süleyman’ın devlet katında bu derece itibar görmesinden
rahatsız bir halleri vardı gibi. Eşkıya takibi ise onlar da cansiperane
bir mücadele veriyorlardı, kendi bölgelerine tek bir şaki dahi ayak
basmamıştı. Bunun yanında silahlı gücünün büyük bölümü
eşkıyanın saflarından gelen Süleyman’a bu denli bel bağlanması
devletin başına türlü çoraplar örmeye müsait bir ortamı
hazırlayabilirdi.
O gün, o an bu kuşkuların pek bir önemi yok gibi gözüküyordu.
Tokatçıklı adamlarını toplayarak atlandı ve Sultanyeri’nin yolunu
tuttu. Dağlık mıntıkada, geçtikleri her köyde, onu at üstünde, hilatlı
ve heybetlice gören ahali önüne çıkıp yolunu kesiyor, eşsiz bir
itibar gösteriyordu. Devletin ona olan itimadının yanında, ahali
nezdinde de epey zamandır tasarladıklarını gerçekleştirmek adına
aradığı zemindi bu. Sabırla, sessizce geri saflarda kalarak beklediği
uygun ortamdı.
65

VI.

Zeynel Ağa derin bir uykuya dalmıştı. Hafifçe aralanmış olan


pencereden yol boyundaki ağaçların rüzgârda hışırdayan
yapraklarının sesi işitiliyordu. Selanik çuhasından örülmüş kıyafeti
ve ahir ömründe katıldığı seferlerin çoğunda ona yarenlik etmiş
olan çelik kılıcı duvarda asılı duruyordu. Uzun yıllar boyunca
vazifesi icabı Osmanlı mülkünün dört bir köşesini dolaşmış, geçim
derdi yüzünden mi açgözlülüğünden midir bilinmez, son
vazifesinde hakkındaki rüşvet iddiaları ayyuka çıkınca daha ağır bşr
cezaya çarptırılmaktansa kendisine sunulan Gümülcine serdarlığını
isteksizce kabul etmek zorunda kalmıştı. Ayak sürüyerek geldiği bu
sakin kasabada da kötü huyundan vazgeçmemişti. Zeynel Ağa
kasabaya ayak bastığından beri eşraftan hürmet görmüş, hatırı
sayılır dostluklar edinmişti. Bir müşkülü olan çekinmeden kapısını
çalıyor, derdi ne ise anında çözüme kavuşuyordu. Ondan habersiz
şehirde kuş uçmuyor, gelip giden kervanlar adamlarınca
karşılanıyor, yine onun adamları tarafından uğur ediliyordu.
Böylesine açık bir serbestliği ahalinin bir zulüm kırbaçına dönüşen
yeniçeri tayfasından korkmasının yanı sıra kasabada sözü buyruk
sayılan Mestan Ağa’nın önvermişliğinin de payı bulunuyordu.
Zeynel’e güvenen Mestan Ağa, vakti geldiğinde her türlü
maslahatını gördürmek için onu ihya etmeyi ihmal etmemişti.
Gelgelelim, bu lütufkârlığa karşılık Mestan Ağa’nın boynunun
vurulduğu sırada Zeynel’in kılının dahi deprememisine ne
demeliydi? Mestan Ağa’nın yokluğunda kasaba halkını daha rahat
biçimde avucunun içine almak, rüşvet ve peşkeşlerle sürdürdüğü
harami saltanatını güçlendirmek için aradığı fırsatı yakalamıştı.
Tan yerinin ağarmaya yüz tuttuğu o günün sabahında alışılmışın
dışında bir sezgiyle uyandı. Her sabahki sakinlik perdesi bir
tedirginlik, yalın bir ürkeklik havasına bürünmüş gibiydi. Ağıllardan
66

koyun melemeleri ve kümes hayvanlarının ötüşü duyuluyordu.


Sokak köşelerinde görünen tek tük kasabalı, ahşap dükkanların
saçak altlarından geçerek sabah namazını kılmak için camiye doğru
yöneliyordu. Az sonra Serdar mahalle camii’nin minaresinde
beliren müezzin sabah ezanını okumaya başladı. Bu topraklarda
ezan sesi, huşunun kalplerde yer bulduğu, manevi bir huzura davet
demekti. Lâkin o sabah müezzinin ezan okuyuşunda bile aceleci bir
tavır, endişe dolu bir hal göze çarpıyordu.
Zeynel Ağa yatağından doğruldu. Kıyafetini, çizmelerini giydi,
kılıcını kuşandı ve dışarıya fırladı. Başını ağır ağır kaldırarak gözünü
minareye dikti. Müezzin mütemadiyen şehrin kuzeyinde, dağlara
doğru uzanan alçak tepeleri seyrediyordu. Derken çay yönünden
koşarak gelen iki yeniçeri belirdi. Bir elleriyle bellerinde asılı duran,
şakırdayan kılıçlarını tutmaya çalışıyorlar, bir yandan da telaşla
Zeynel Ağa’ya doğru bağırarak bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı.
Telaşla seslendiler:
-“Zeynel ağa, Zeynel ağa! Baskın var! Yetiş ağa!..”
-“Ne diyorsunuz bre akılsızlar! Ne baskını! Kim nereyi basıyor!”
diye cevapladı.
-“Kaleden tepeye bakıyorduk ağam, birden anız yanığı mı
desem, külhan alevi mi, bir ateş çemberi süzülerek kasabaya doğru
yaklaşmaya başladı. Tez atlı koşturduk. Çok geçmeden geri
döndü.”
-“Ne görmüş? Çabuk deyin bre!”
-“Tokatçıklı ağam! Tokatçıklı Süleyman! Adamlarını toplamış
geliyor. Kasabayı basmaya geliyor!..”
Zeynel ağa kalakalmıştı. Aklının ucundan dahi geçmeyen böyle
bir ihtimal karşısında kasabayı savunacak kudretten ve dirayetten
yoksun olduğu aklından geçti. Çok geçmeden kendini toparladı ve
düşündüğü ilk çareyi uygulamaya karar verdi. Soluk soluğa kalan,
üsküfleri başlarından düşen yeniçerilere:
67

-“Koşun! Son nefere kadar herkese haber edin! Kale dışında


kim varsa derhal gelip kapansın! Derhal!” diyerek onu takip
etmelerini emretti. Bir tanesi itiraz edecek oldu.
-“Aman ağa, ahalinin hali nice olur? Kasabalıyı Süleyman’ın
insafına mı terk edeceğiz?”
-“Hele cephaneliği emniyete alalım, ahali için de bir çare
düşünürüz.”
Koşarak oradan uzaklaştılar. Bir solukta çayın üzerindeki ahşap
köprüden Varoş’a, oradan da kale önüne vardılar. Tokatçıklı’nın
geldiği haberi kasaba içinde yayılmaya başlamıştı. Baskını duyan
komşusunun kapısını çalarak haberdar ediyor, panik ve korku her
yanı sarıyordu. Mahallelere tellallar gönderildi.
-“Tokatçıklı geliyor! Kapılarınıza kilit vurun! Evlerinize kapanın!
Mestan Ağa’nın öcünü almaya geliyor! Hesap görmeye geliyor!”
Al şalvarlı, yaşmaklı hanımlar kapı önlerinde oynayan
çocuklarını toplayarak evlerine koşuşturuyor, çarşıda ağır ağır
dükkanını açan esnaf bu işi yarıda bırakarak farklı yönlere
dağılıyordu. Kasabanın çınar ağaçlarının altında söyleşen cebkenli,
poturlu yaşlıları için de o alışılmış, asude sabahlardan biri değildi
bu. Yine de, ahir ömürlerinde çok görmüş ve çok geçirmiş bilgelere
has bir edayla en ağır hareket eden, korkunun yaklaşma cürreti
gösteremediği yalnızca onlar gibiydi.
Kasabanın bahçe ve bostanlıklarla çevrili, yaka köylerine ve
Rodop dağlarına uzanan toprak yolları kısa süre içerisinde akın akın
merkeze doğru süzülen bir atlı ve yaya kafilesinin işgaline
uğramıştı. Mezarlık yolundan gelen yağız, al, beyaz, doru, her
renkte güçlü atların nal sesleri etrafta yankılanıyor, tüfekleri
sırtlarında asılı, ellerinde fenerler taşıyan, saçı sakalına karışmış
dağlı tayfasının görüntüsü tüyleri ürpertiyordu. Yol yürümekten
bitkin düşmüş, tozlu çarıklarıyla bıyığı yeni terleyen balkan
68

delikanlıları ayaklarını sürüyor, şaşkın bakışlarla, hayatlarında ilk


kez geldikleri bu küçük kasabanın havasına alışmaya çalışıyorşlardı.
Uzayıp giden kafilenin en gerisinde, bir yanına Şahbalı’nı bir
yanına Koca Pehlivan’ı alan Tokatçıklı Süleyman duruyordu. Bir
ağaçlık gölgesine sığınmışlar, neferlerin ilerleyişini izliyorlardı. Az
sonra bir çilenti başladı. Tokatçıklı kendini öne doğru atarak
kasabanın başlangıcındaki derme çatma, kerpiçten yapılmış ilk
evlere doğru yürüdü.
-“Vakit tamamdır. Davran Şahbalı! Öndekilere emrimi yetiştir.
Önce Zeynel Ağa, sonra İsaoğlu, Vasil, Hacımusaoğlu ve
diğerleri...Haseki İbrahim’e ilişilmeyecek. Dokunan olursa bilsin ki
affım yoktur!”
-“Emrin olur, Süleyman beyim” dedi Şahbalı ve bir solukta atına
atlayarak önlere doğru sürdü. Çok geçmeden lülelerinden buz gibi
soğuk sular akan çeşmeler ve çınar ağaçları arasından kasabaya
dağılan askerler şehri kargaşaya verdiler. Serserice dolaştıkları
sokak aralarında ellerindeki meşalelerle samanlıkları ateşe veriyor,
çığlık çığlığa naralar atarak ortalığı birbirine katıyorlardı.
Kasabadan dumanlar yükselmeye başlamıştı. Dört nala at süren bir
grup dağlı, yanlarına yaya askerlerini de alarak İsaoğlu’nun kaldığı
konağa doğru yöneldiler. Bir kafile Hacımusaoğlu’nun diğer bir
kafile ise Başçorbacı Vasil’in evini tutmuştu. Kafesli pencerelerden,
cumbalardan ürkekçe olup bitenleri seyreden ahali kapıdan
dışarıya adım atmaya cesaret edemiyordu. Şehre bir panik havası
hakim olmuştu. Süleyman’ın gerçek niyetinin ne olduğunu
kestirmek mümkün değildi.
Ateşe verilen samanlık ve damlardan dumana boğulan
hayvanların sesleri geliyordu. Neferler tüfek dipçikleriyle kapı
kilitlerini kırmaya, boş evlere ve harabeliklere zorla girmeye
başlamışlardı ki Tokatçıklı kasabanın merkezine vardı. Bir yağma
69

yarışına kapılmış adamları arasından süzülerek Eski cami önlerine


doğru at sürdü ve kale duvarlarına doğru yüksek sesle bağırdı:
-“Zeynel Ağa! Zeynel Ağa! Ne cehennemdesin? Hele ortaya
çıkıver! Yiğide gizlenmek yaraşmaz...”
Surların üzerinde beliren yeniçeriler şehri gitgide daha çok
saran alevleri seyrediyor, korkudan titreyen ellerindeki tüfekleri
Süleyman’ın askerlerine doğrultmaktan çekiniyorlardı. Kale kapıları
sımsıkı kapalıydı. Buna rağmen küçük bir irkilti dahi hissetmeyen
Süleyman etrafına toplanan askerleriyle beklemeye koyuldu.
Kalenin etrafı kuşatılmıştı. Çamurlu sokaklarda koşuşturan atların
hırıltısı, eli tüfekli dağlıların naraları korku salmaya devam
ediyordu. Durgun akan çayın boyundan tahta köprülere, çarşıdan
dış mahallelere kadar her köşe başı Süleyman’ın askerleri
tarafından tutulmuştu.
Derken yüzünde belirgin bir korku ifadesiyle kadı efendi ve onu
çevreleyen bir avuç ihtiyar çıkageldiler. Beyazlamış sakalları ve
kırışıklarla dolu yüzlerinde yılların getirdiği yorgunluk okunuyordu.
Neferler yol açtılar. Süleyman da onu görünce karşıladı.
-“Selam olsun, kadı efendi. Sen lafını demeden ben peşin
söyleyeyim, meselemiz seninle de ahaliyle de değildir.”
Kadı aniden kaşlarını çattı. Yüzündeki endişe ifadesi bir an olsun
eksilmeden:
-“Bu ne devlet tanımazlıktır, Süleyman bölükbaşı! Kasabada taş
üstünde taş kalmadı. Bu canların günahı nedir? Allah’tan korkmaz,
kuldan utanmaz mısın?” dedi yerde yatan, Süleyman’ın
adamlarının kıydığı neferleri göstererek...
-“Başındaki sarığına hürmet etmesem seni şuracığa yığardım
ya, lafını tart da konuş, kadı efendi! Ben buraya hakkım olanı
almaya geldim. Önümde duran olursa Tokatçıklı’nın hakkını yemek
neymiş bunu görür.”
70

-“Sen hangi haktan bahsedersin, oğul? Güpegündüz eşkıya ile


kasaba basıp zulmetmek ne günden beri hak sayıldı. Nizama da
kanuna da aykırıdır bu ettiğiniz...”
Süleyman hiddetlenerek kadının ve ürkek gözlerle onu izleyen
ihtiyarların üzerine doğru yürüdü:
-“Beni iyi dinle kadı efendi! Şu etrafını saranlara da iyi bellt.
Mestan Ağa’dan sonra kasabada ayanlık bana haktır. Nice yıldır
ağamın peşinden at koşturdum, adam koşturdum. Köylüden
haracı, tarladan hasadı benden sordu. Ya siz ne ettiniz hele
deyiver...Sen ve kalenin ardında gizlenen o Zeynel mendeburu.
Ahaliden kayırdığınız peşkeşten, armağanlardan başka ne bildiniz?
Bunları size sağlayan Mestan Ağa’ma minnetinizi nasıl ödediniz
peki?”
Kadının yüzü kıpkırmızı kesilmiş, avuçları titremeye başlamıştı.
Süleyman daha da öfkeli biçimde sözlerine devam etti.
-“Yiğitlerimin kılıç hakkı, ter hakkı hürmetine...Hüseyin Paşa
verdi bana Gümülcine’yi. Bilmeyen, duymayan kaldıysa eğer
bundan gayrı malumu olsun.”
Kadı bu sözlerin üzerine biraz da gevşemiş halde çıkışacak oldu:
-“Güldürme adamı Süleyman bölükbaşı. Hüseyin Paşa gibi bir
büyük bir devletli sana Gümülcine’yi verecek de bana, devletin
kadısına tek satır yazmayacak...Mestan Ağa’ya gelince...adalet
karşısında hepimizin boynu kıldan ince. Devlet kuluyuz. İtaatsiz
olmak, asi olmak bize yaraşmaz. Padişahımız efendimiz böyle
uygun görmüşse vardır elbet bir bildiği. Takdir bu imiş. Mestan Ağa
öldü. Lâkin bak, oğlu İbrahim sağdır. Malı, geride kalanları ona
emanettir. İdareyi ise devletimiz ahaliden sorar, kim uygun
görülürse maslahatı o ele alır...Seninki yangından mal
kaçırmaktır...”
Süleyman’ın gözleri öfke ile parlamaya başladı. Elindeki kılıcı
sımsıkı kavradı ve öne atılarak:
71

-“Şu elimdeki kılıç şahidim olsun. Kellen hala yerinde duruyorsa


önce görülecek başka hesabım olduğu içindir. Velâkin hem kendi
selametin hem de kasabanın refahı için dilini tut, kadı efendi!
Yoksa sonun iyi olmaz...”
Bu tehdit karşısında kadı daha fazla üstelemeyerek oradan
ayrıldı. Süleyman’ın kasabayı bastığını, her yeri yakıp yıktığını ve
pervasızca canlara kıydığını Hüseyin Paşa’ya yazmakta bir an olsun
imtina etmeyecekti nasıl olsa. Dört bir yanı alevler sarmışken çarşı
boyunda sıralanmış irili ufaklı ahşap dükkanlar arasında dörtnala
koşan Şahbalı çıkageldi ve Süleyman’ın yanına vararak:
-“Bölükbaşım! Haberlerim var!” diye bağırdı.
-“Ne oldu bre deli oğlan? Zeynel korkağını hala ininden
çıkaramamışken ne bu telaş? Ne oldu?”
-“”Ne İsaoğlu, ne Vasil, ne Hacımusaoğlu! Hiçbiri yoktur beyim.
Hepsi kaçmışlar. Hane halklarını da alıp sırra kadem basmışlar.
Konakları bomboştur.”
-“İlahi deli! Dert ettiğin şeye bak. Bizim istediğimiz de bu değil
miydi? Hele o İsaoğlu melunu! Ah o şirret herif yok mu? Fare gibi
kaçmaktan, gizlenmekten öte iş mi bilir o? Ötekilerini de katıp
peşine tutmuştur şimdi İstanbul yolunu...De hadi ne halleri varsa
görsünler. Ya İbrahimcik? Ondan ne haber?”
-“Her yana adam saldık. Henüz haber yok beyim. Ahaliye
sorduk, gören, bilen de yok...”
-“Varsın öyle olsun bakalım. Mestan Ağamın emanetidir o bize.
Kimlere güvenip de peşlerine düştüyse tez vakitte anlar…döner
elbet hatasından…eh o günde değin malı, toprağı da bize
emanettir…dönerse gelir oturur başına…”
Süleymanın pek de samimi olmayan bu sözlerini dinleyenler
içten içe sinsice gülüyorlardı. Bu esnada cayır cayır yanmakta olan
ahşap yapıların çatıları büyük bir gürültüyle çöküyor, ahali çığlık
çığlığa bir sağa bir sola kaçışıyordu. Süleyman’ın neferleri kasabaya
72

ilk girdikleri saatlerdekinin aksine şimdi acımasızca bir yağma


eylemine girişmişler, kasabalının varını yoğunu talan etmeye
başlamışlardı. Evlerden çıkarılan işleme süslü, koca koca tahta
sandıklar arabalara yükleniyor, gözyaşları içinde onlara engel
olmaya çalışan hane halklarının çabası buna yeterli olmuyordu. En
ücra köşelere saklanmış ziynet ve kuyum eşyası, ipek bohçalarda
muhafaza edilen yüz görümlükleri gün yüzüne çıkarılıyor, at ve
katırların sırtına bindirilerek kasaba dışına çıkarılıyordu.
Şahbalı Süleyman’a dönerek sordu:
-“İsaoğlu’nun, Vasil’in, Hacımusaoğlu’nun konaklarını ne
eyleyelim, beyim?”
Süleyman hiç tereddüt etmeden:
-”Ateşe verin! Hepsi kül olsun!” diye bağırdı.
Çok vakit geçmeden kasabanın muhtelif yerlerinde bulunan,
eşrafa ait tek katlı, iki katlı yüksek konaklar alev alev yanmaya
başladı. Ahalinin korku çığlıkları yeri göğü inletmeye devam ediyor,
sukûnetten başka bir halin uğramadığı bu küçük yerleşime gitgide
kargaşa hakim oluyordu. İsaoğlu, Başçorbacı Vasil ve Hacımusaoğlu
gibi önde gelenlerin konaklarından çıkarılan sayısız değerli eşya
Süleyman’ın adamlarınca pay ediliyor, bir iğne sığdıracak kadar boş
yer kalmayıncaya yük hayvanlarının sırtında yola çıkarılıyordu.
Tahta sandukalar, ipek kaftanlar, halılar, şamdanlıklar, atlas yastık
ve yorganlar...talana teslim ediliyordu.
Süleyman ise bu varlığın büyük kısmının Mestan Ağa sayesinde
elde edildiğinden emin şekilde zaten onlara ait olmayanı eşraftan
aldığı için hiçbir hicap duygusu duymuyordu. Mestan Ağa’nın elinin
değdiği ve kesesini doldurduğu kim var kim yoksa artık ona hesap
vermeli, ondan medet dilemeliydi. Zeynel Çavuş gibileri
hariç...Mestan Ağa’nın günlerinde kasabada dilediği gibi at
koşturan, halktan topladığı peşkeşlerle bir servet yığan Zeynel,
korumakla yükümlü olduğu kasabaya verilen ani baskınla çareyi
73

muhafazalı, kalın sur duvarlarının ardına gizlenmekte bulmuştu.


Süleyman bir yandan azılı kurtlar gibi şehre yayılan dağlıları idare
etmeye çalışırken diğer yandan da kale önüne gelerek Zeynel
Çavuş’la pazarlık ediyordu.
-“Zeynel Ağa!” diye haykırdı “Zeynel Ağa, neredeysen yüzünü
göster. Sana diyeceklerim var!”
Surlarda yankılanan sesi duyan birkaç ürkek baş dikkatlice
yükseldi ve tekrar yere eğildi. Tok ve gür bir ses:
-“Devlete kılıç çekenlerle konuşacak neyim olur ki benim? Ben
padişahımızın kuluyum. Sen ise onun kullarına zulmedersin...”
dedi. Kalenin çevresinde yayılan ağaçlardan birini siper alan
Süleyman sesinden konuşanın Zeynel Çavuş olduğunu hemen
anladı.
-“Zeynel Ağa, ben yalnız hakkım olanı alırım. Sana bir teklifim
olacak. Başının selameti için, askerlerinin hakkı için kapıları aç ve
kasabayı terket. Boş yere kan akmasın...Kılınıza dahi dokunan
olmayacak, sana söz. Anahtarları ver ve buradan ayrıl...”
Bir an kısa süreli bir sessizlik oldu. Sonra Eski Cami yönüne
bakan kale kapısının her iki kanadı da ağır ağır açıldı. Süleyman’ın
adamları elleri tetikte pürdikkat bekliyorlardı. Kapıdan ağır
adımlarla tek sıra halinde çıkmaya başlayan yeniçeriler rüzgârda
dalgalanan üsküfleriyle tüfeklerini birer birer yere bırakmaya
başladılar. Tokatçıklı’nın yanında getirdiği güçle boy
ölçüşemeyeceklerini anlamışlar ve Zeynel Ağa’yı dinlemeden kaleyi
teslim etmeye karar vermişlerdi. Az sonra çaresiz Zeynel Çavuş da
dışarıya çıkarak teslim oldu. Gün batarken şehirdeki alevler
sönmeye yüz tutmuş, Zeynel Ağa birkaç adamıyla birlikte
silahlarından arındırılmış halde kasabadan ayrılmıştı. Süleyman
canına dokunmadıysa konağında sakladığı çil çil altınları, kıymetli
eşyaları kendisi için ayırdı. Kasaba halkı yeni günün kendileri adına
ne getireceğinden habersiz Süleyman’a ve adamlarına boyun
74

eğmekten başka çare göremediler. Bu hadise onlar için yeni ve


belirsiz bir durumun başlangıcı demekti.
75

II. BÖLÜM
“SÜLEYMAN AĞA”
76

“Gördün mü o yaylak nice ferahefzadur,


Her köşesi cennet gibi bir cay-ı safadur”

Gümülcine şehrengizi - Dürrî (17.yüzyıl)

I.

Rodop dağlarının güneyi doğudan batıya doğru yol alan güneşin


havada süzülen bulutlarla oynaşırcasına, koyu renkte, killi, yer yer
balçık gibi bulanık bir toprağın üzerinde gölge oyunları meydana
getirdiği görece düzlük bir ovayı takip eder. İlkyaz üstü
yağmurlarının sık uğramadığı, nispeten kurak ve sonbahar
sağanaklarının azdığında çamur deryasına çevirdiği bu bereketli
toprakları insan vücudunun içinde akan damarlar misali, akarsular,
çaylar, dereler ortadan keser. Yağmurlar bazen öylesine şiddetli
yağar ki, dereler köpürür, nehirler aşılmaz hale gelirler. Taşkın
anlarında dere yatağı ne kadar çalı, çırpı, ot, yaban otu, ağaçköku,
kütük, dal, budak varsa tutar getirir, ovanın kalbine koyuverir.
Bahar ayları yaklaştığında yedi gün arayla havaya, toprağa ve suya
üç cemre düşer. Sonra toprak göğsünü yara yara uykusundan
uyanır. İlkin engin dağlardaki karlar çözülür. Su boylarında salkım
söğütler tohumlarını patlatır, akçabardaklar, sarıçiğdemler
şenlenir. Serçe kuşları, kırlangıçlar, sakalar, çaltılıklardan
topladıkları biçimli biçimsiz dalları alır, tünedikleri yüksek ağaç
tepelerine sıra sıra dizer, yuvalarını kurarlar. Yaş topraktan baş
veren haşeratla besledikleri yavruları göz açıp kapayıncaya kadar
kanatlanır, pır pır çırpınan kanatları ve ürkek yürekleriyle gökte
üçer beşer bir aşağı bir yukarı bir sağa bir sola delicesine uçuşup
cıvıldaşırlar. Dağın yakasına iliklenmiş köyler, tarlalarının arasında
bodur kirazlıklar, bağlar, bostanlıklar ve seyrek zeytinlikler gelip
geçenleri karşılar. Kimi zaman bir dalga gibi yükselip sonra alçalan
kimi kere ise bir deve hörgücünü andıran bayırlardan geçilir.
Kabaran toprağın üzerinde tomurcuklanan mor menekşeler, çuha
77

çiçekleri, tütün ve pamuk kökleri, yeşerip filizlenen binbir çeşit


fidan, yeşil bir örtü misali engini kaplar. Sapsarı ekin tarlalarının
üzerine sık aralıklarla dizilmiş ve devasa silindirler halinde sımsıkı
bağlanmış kuru ot, saman ve yün balyaları kızgın güneşin altında
uzaktan bakınca sanki bir kıvılcım marifetiyle alev alacakmış gibi
buğulanırlar. Bu renk cümbüşünün üzerine damla damla,
bacalarından duman tüten, kerpiç yapılı ova köyleri
serpiştirilmiştir. Tevekkeli değildir. Her köşesinde bir can baş verir,
her bucağında bir ses, bir nefes duyulur bu toprakların. Sonra öyle
apansız, beklenmedik bir anda insanın burnuna hoş bir tuz kokusu
gelir. Dağın tepesinden eğilseniz elinizin uzanacağı hissine
kapıldığınız altın sarısı kumsal, kumun tel tel, yaldızlı pullar gibi
ışıldadığı yerde kavislenerek uzayıp gider. Masmavi, gömgök bir
derya göz alabildiğince bir uzaklığı sonuna dek kateder ve
beyazlaşan ufukta gökle birleşir. Denizin engin maviliği Adalar
Denizi’nin içlerine doğru daha da derinleşip giderken koyu bir
renge bürünür, kıyıya otuz kırk adım yakınlıkta açık mavidir.
Sonbahar aylarında bel boyunda kahverengi, ıslak yosunlar
kumsala vurur. Güneş en cömert, en lütufkâr yüzünü bu sahillere,
bu maviliğin üstüne saklamış gibidir. Suyun üzeri yaldız taneleri gibi
parıldayarak sahile akseder. Gün doğumlarında suyun üstü
dalgasız, yağ gibi olur. Elleriniz suya değdiğinde kıvrımlarında
pulları ışıldayan avare bir balık sürüsü tehlikeyi anında
sezmişçesine derinliklerde izini kaybettirmeyi başarır. Az ötede, acı
acı gaklayarak geniş kanatlarıyla suya ustaca dalış yapan ve sivri
gagasıyla avlanan bir balıkçılın ardına bakmadan uzaklaştığını
görürsünüz. Bu deniz örtüsü, vardığı kıyılarda bazen kırmızı
topraktan sarp yarlar, bazense göl yatakları ve çay ağızlarına çıkar.
Göçebe kuşların yolu, güneybatının bu yumurta kokan, sazlıklarla
bezenmiş sırtlarından geçerek nehir ağızlarının denize kavuştuğu
sulak, bataklık göl yatağında son bulur. Karaağaç, asırlardır aynı
78

güzergâhı takip eden kırlangıç, yelve, leylek, kuğu ve göçmen allı


turnaların soluklandığı, uskumru, istavrit, kefal ve levreğinden
beslendiği bir cennetir. Sazlık aralarında ördek, kırda çalıların
arasına gizlenmiş ve en ufak bir hışırtıda ürkekçe fırlayıp kaçışan
besili keklik, bıldırcın ve üveykler bu beldede bol bulunur.
Karaağaçtan ayrılan yol kuzeyde Kütüklü Baba’yı geçtikten sonra
dağ istikametinde Boru harabelerine varır. Doğuya doğru yol
alındığında kuş kondurmaz bir poyraz altında solda çıplak dağlar
önde ise Çuhacılar kırı Gümülcine eteklerine kadar uzar gider.
Kuruçay’ı geçmeden Kara Musa, Akçay’ın iki yakasında ise
Ortakçılar ve Palazlı çiftliklerini ucsuz bucaksız topraklarıyla
gözünüze çarpar. Sarının da sarısı, en iri taneli mahsule sahip,
insan boyunu aşan mısır tarlaları, boy verdikçe kavrulmuş bir
beyazlığa kavuşan buğday başakları hasat ardı bayram şenliğinin
yaşandığı harmanları gözlemektedirler. Orakçılardan demetçilere
ve çorba oğlanları kadar bu çiftliklerde yatıp kalkan tüm ahali gibi.
Geniş düzlükler, bu kez batıdan doğuya bereketinden zerre
kaybetmeden Karacaoğlan ve Ağrıcan ovalarını geçer ve Şaphane
sırtlarında Karanlıkdere’ye yaklaşır. Derenin ötesi Meriç’tir. Ferecik
kalesinden gün doğu istikametinde payitahta, kuzeye doğru nehir
takip edildiğinde Edirne’ye varılır.
Çuhacılar düzünden Misine yıkılarına, Adalar Denizi’nden
Ortakçılar, Palazlı, Karagöz ve Hasköy çiftliklerine, Ferecik
boyundan dereler aşıp Ağrıcan ovasına, Basoroğluna ve ta Tuzcu
ve Halife köylerine çıkan bütün yollar sözleşmişçesine
Gümülcine’de düğümlenir. Rodopların eteğinde yuvalanmış bir aya
içinde kurulan kasaba, çiftliklerden yağın, balın, sütün, ekinin en
tazesinin yığıldığı, katar katar inek, keçi, koyun ve kuzuyu pazarda
satmak için var gücüyle yola düzüp akın eden köylünün tıklım
tıklım doldurduğu, gönlü bol insanların yurdudur. Mis kokulu
dağlarda biten taze kekik ve balkan çayı, baharatın her türünün
79

bulunduğu aktar dükkanları yağmursuz mevsimde kuruyan çayın


yatağına kurulan hayvan pazarına bakan yolun boyuna sıra sıra
dizilmiştir. O sabah aktar dükkanının kapısını açan ak sakallı adam
dışarıya yayılan kimyon ve karabiber kokusundan daha önce hiç bu
kadar rahatsız olduğunu hatırlamıyordu. Hasırdan örülmüş alçak,
ahşap iskemleyi kapının önüne gelişigüzel fırlattı fakat ilk anda
üzerine oturmadı. Her günkü gibi çuhadan yapılmış bir çuval
dolusu balkan çayını ağır ağır taşıyarak gelip geçenin rahatlıkla
görebileceği bir köşeye bıraktı. Delikanlı çağı aklından geçti. Bunun
misliyle ağırı çuvalların beşini onunu aldırış etmeden sırtladığı
günlerdi onlar. Şimdi takatten düştüğü gibi, ömrünün son yıllarını
tanımlamakta güçlük çektiği bir kargaşa ve başıbozukluk devrinde
yaşama hissi kemiriyordu ruhunun derinliklerini. Yorgun birkaç
adım daha attı ve kendini iskemleye bıraktı. Az sonra demirciler
çarşısından tok çekiç sesleri duyulmaya başladı. Tak tuk! Tak tuk!
Demir incelene kadar saz damlı evlerden ve konak kapılarından
çıkışan ahali günlük meşgalaleri için çarşıya akın etmeye başladı.
Yaşlı adam sakalını sıvazladı. Belindeki kuşağından tütün tabakasını
çıkardı ve çubuğuna tütün doldurdu. Daha ateşleyememişti ki:
-“Yine kuş gibi erkencisin be adam!” diye seslendi yanında biten
dostuna.
-“Bugünlerde gözüme uyku girmez oldu, ağam. Neyleyim, nasıl
edeyim? Hallerimizi bilmez misin?”
-“Ne varmış halimizde bre efendi?” diye çıkıştı aktar ve içeriden
bir iskemle daha kaparak onu yanına oturttu.
-“Mucize kabîlinden midir? Düşünürüm düşünürüm, fakir
aklıma sığmaz. Mestan ağa’nın kapısında kapılanan bir bölükbaşı,
bir eşkıya kılıklı, ne hikmettir ki gelip kasabaya ayan oldu?”
-“Aman diyeyim, sesini alçalt. Yerin kulağı vardır. Şimdi biri işitir
de haber uçuruverir”.
80

-“Kim duyacak bre şaşkın. Şuracıkta biz bize otururuz. Daha


sabahın körü...”
-“Bilmiyorum” dedi, "insanların gözlerinde bir şeytanlık gizli.
Bazen kötü niyetlerini ele veriyorlar. Bunu anında gözlerinde
seçebiliyorsun. Böylesi bir kötülüğe insan nasıl karşı koyabilir ki?
Kimseye güven kalmadı?”
Hak verir gibi başını salladı dostu.
-“Alevler yaktı kasabayı, evler enkaz oldu, ocaklar söndü. Devlet
dediğin bunların birini affeder mi? Edenin yanına koyar mı? Biz
padişahımız efendimize rahman ve rahim olanın emanetleri değil
miyiz?”
-“Gayetle, tabi!”
-“O halde niçin bunlara sebep olana haddini bildirmez de
başımıza idareci tayin eder? Kula zevali dokunandan ne hayır gelir?
Adalete sığar mı olanlar?”
-“Hangi adaletten bahsedersin a efendi” diye silkindi aktar.
Şüpheci gözlerle etrafını kolaçan ettikten sonra dönerek:
-“Bu devirde elinde kılıç, omzunda tüfek taşıyan hükmeder oldu
aleme. Devlet mecalsizce boyun eğerken, biz hangi kuvvetle karşı
duralım emrivakiye. Ta Mestan ağa’dan bu yana, belki ondan da
öncesinde, bu düzen böyle gelmiş böyle gider...kulak asma” dedi
ve çubuğunu uzun uzun tüttürdü.
-“Hüseyin Paşa bana ayan olmamı buyurdu deyip de eşrafı
kovmak, taş taş üstünde bırakmamak düpedüz zulümdür. Hoş
kulağımıza gelir...bu oldubitti karşısında paşanın da küplere
bindiğini söylerler...ben Süleyman’a ahaliyi dağlıdan muhafaza
eyle, ayanlık vermedim diye haber salmış...gazabımdan sakınsın
dermiş”.
-“Şu saatten sonra oralı olur mu Tokatçıklı? İş işten geçti
artık...”
81

-“İş işten geçti de ne demek ey ak sakallı. Koca paşanın sözüne


karşı gelecek değil ya bu adam? Daha lâyık birisi bulunur elbet
ayan olacak...”
-“Ah bre akılsız. Daha kasabanın dumanı tüterken atlı çıkarmış
Süleyman Edirne’ye. Ahali Mestan ağa’nın zulmünden bezmişti,
devletimiz sayesinde rahata erdi demiş. Sanki Mestan ağa’nın
salmalarını kendisi toplamıyormuş gibi...ahaliyi sındıran o ve
eşkıyaları değilmiş gibi...”
-“Tilkinin aklına gelmez ettikleri, hele şuna bak sen…”
-“Dahası var...”
-“Anlat hele...”
-“Tahkikat için Edirne’den Mahmut Tayyar Paşa yola
koyulmuş...Kasabada olup bitenleri yetiştirmiş hemen Zeynel Ağa,
kadı da bildirmiş vakitlice...İstanbul’a sual olunmuş. Mestan
ağa’dan sonra Gümülcine ayanlığı kime lâyık ola...ahaliden sorula
denmiş...ya Süleyman durur mu?”
-“Ne etmiş ki...”
-“Hafız Bekir derlerdi, bilir misin? Mestan ağa’nın bir kethüdası
vardı İstanbul’da. Meğer bir mektup da ona göndermiş
Süleyman...Kese kese de altın yanında...Sonra davranmış atına,
katmış peşine adamlarını ovada karşılamış Mahmut Tayyar
Paşa’yı...hürmet etmiş. Paşa da hoş tutmuş
Süleyman’ı...Meğerse...”
-“Meğerse ne...”
-“Paşa daha yola koyulmadan ulaşmış Edirne’ye eline
buyuruldu. Bu da akçenin marifeti işte...neylersin... Tokatçıklı
Süleyman Ağa’ya...voyvoda payesiyle...Sultanyeri’nin yanında Ahi
Çelebi ve Gümülcine ayanlıkları da tevcih edile diye yazıpduru”
-“Ne diyorsun ağam…onca melanetin üzerine…bu nasıl
mümkün olur?”
82

-“Olmuş bile…Meziyetleri övülmüş Süleyman’ın, yiğitliği, gözü


pekliğinin dillere destan oluşu...Devlete asker, zahire yetiştirir,
ahaliyi korur, sakınır denmiş...Mahmut Tayyar Paşa da ikna olmuş
en nihayetinde...Kırk at, kırk deve, kırk kese altın, çuvallarla tahıl
yığmış Süleyman önüne...haliyle karınca sürüsü gibi tüfekli
sürüsünü görünce gözleri kamaşmış paşanın...”
-“Ya zalimce kasabadan uğrattığı, perişan ettiği, evlerini yakıp
yıktığı canlara ne olacak? İsaoğlu, Vasil, Hacımusaoğlu? Haneleri
dağıldı. Zebun edildiler. Mestan ağa kelleyi kaptırdıysa ne olmuş...
onca malı mülkü, çiftlikleri de yabana gitmedi ya...onlar Haseki
İbrahimciğin hakkı değil midir?”
-“Vallahi bilmem. Bilmem bilmesine de...Bir vakittir bir söylenti
dolaşmakta, işitiriz…”
-“Söylesene ağa, çatlatırsın adamı...ne derler?”
-“Tokatçıklı Süleyman, Mestan ağa’nın çiftliklerine bir bir el
koymuş meğerse...pay edivermiş aile efradına...yalan sahi
bilmem...Ortakçılar; karındaşı oğlu Çolak Hüseyin’e, Kara Musa;
hakeza, Karagöz; karındaşı oğlu Mahmut’a, Halife; yeğeni Yusuf’a,
Palazlı, Hasköy, Basoroğlu ve daha pek çoğu; kendi namına…”
Dostu onun bu sözlerini dinlerken donakalmıştı. Maksatına
böylesine maharetlice erişen birisi daha nelere kabildir diye geçirdi
içinden. Süleyman, Mestan ağa’nın boşluğunu doldurmak için uzun
zamandır fırsat kolluyordu demekti bu.
-“E geriye de bir canımız kaldı herhalde…desene şuna Süleyman
bey; oldu Süleyman ağa...”
-“Süleyman bölükbaşı; ayanlar ayanı Süleyman ağa...”
Bir an gülüştüler.
-“Bunun ardı arkası kesilmez. Kalan çiftliklere de oturmadan içi
rahat etmez.”
-“O kadar kolay mı? Devlet var, nizam var...Haseki İbrahimcik
var sonra, gelir alır hakkı olanı elbet...”
83

-“Kolay, kolay…Ayan buyuruldusunu attın mı heybene...hepsi


kolaydır. Bir tek çiftlik kalmaz ele geçmedik...ortakçısıyla,
ambarıyla, değirmeni, samanlığı, sapanı, pulluğuyla, davarı,
koyunuyla...bu da oldumu...kimsecik sesini çıkaramaz...dediydi
dersin”.
-“O halde vergi de Süleyman’dan sorulacak artık...” diye iç çekti
dostu. “İşimiz kadının insafına kaldı yine desene. Allah vere de
koruyaydı ibadullahı. Mestan ağa verecek tavuk bırakmadı
ahalide...Ekmek bulunmaz oldu...”
-“Kadının hükmü mü kaldı ki be adam...Hele bir de arka
çıkmayınca, kuyusunu kazmaya yeltenince. Affeder mi sanırsın
Süleyman? Çoktan uçurmuşlardır İstanbul’a name düzdüğünü.
Şikayetlerini bir bir koyar önüne. Kim bilir, ayan olmuşken kadıyı
değiştirmenin bir yolunu da bulur...”
-“İşimiz Allah’a kaldı desene...”
-“Allah büyüktür, Allah büyüktür!” dediği anda yaşlı adam
minareden öğle ezanının sesi duyuldu. Doğruldular. Ak sakallı yaşlı
iskemleleri içeriye bıraktı ve yavaşça dükkanı kilitledi. At
arabalarının ve kalabalığın doldurduğu çarşının sokaklarını
katederek ezanın bitmesiyle birlikte camiye girip gözden
kayboldular.

***
Sabanın başına bir çift öküz koşulmuştu. Kaburga kemikleri
dışarıya fırlamış etsiz, cılız iki öküz. Kaba toprağın üzerine tüm
ağırlığını basarak çorak tarlayı süren bu hayvanlardan daha zayıf,
daha sıska, daha hastalıklı bir varlık görmek mümkünse eğer, o da
sabanın başındaki köylülerdi. Güneş yanığından benizleri kararmış,
kırışık tenli, boşluğa bakan suretlerden ibaret köylüler. Ovanın
dalgalı enginliğinde bir aşağı bir yukarı toprağı yaran saban demiri
sert kayalara denk geldiğinde güçlü bir çatırtı koparıyor, bir eliyle
84

sabanın sapını tutan diğer eliyle ise ha bire öküzlerin yönünü tayin
etmeye çalışan biçare adam ter içinde titriyordu. Ara ara
soluklanmak için duraklıyordu. Sonra var gücüyle sabanı iterek
öküzlere bir kez daha o bilindik, buyurgan edayla sesleniyordu.
Uçsuz bucaksız ovada ne kadar uzağa giderse gitsin tarlanın
başındaki ağaçlıkta onu seyreden oğulları bir etrafı gözetliyor,
ihtiyaç durumunda hemen yardıma koşmaya hazır halde
bekliyorlardı. Tok gölgeli ağaçların bedenine dayadıkları tüfeklerin
temizliği günü akşam etmenin en kısa ve en keyifli yoluydu. Bir de
öğle güneşi sönmeye yüz tuttuğu vakit kırda yenen yemeğin tadı
bambaşkaydı. Eskiden olsa baldan tatlıydı ya...Şimdilerde alelacele,
diken üstünde yenir, acı tatlı bir his bırakır olmuştu hepsinde.
Zayıfça, buğday tenli oğlan güçlükle kaldırdığı tüfeği omuzuna
attığı gibi soluğu öküzlerin yanında aldı. Yaşlı köylü eliyle terini
silerek ağır ağır ağacın dibine sokuldu ve yerden aldığı maşrapayı
kafaya dikti. Bütün günün yorgunluğu o anda çıktı. Gözü uzakta,
tarlanın bittiği noktadaki çalıların örttüğü yola takıldı kaldı.
-“Şu yoldan gelirler yine...cepken poturlusu, çarıklısı, eli tütün
çubuklusu...Arı sürüsü gibi...Eşkıya kısmı göze görünmez, bir
bakmışsın ekmediğin yerde bitivermiş. Ne davarını gizlemeye elin
erir, ne arpanı, buğdayını...”
Eşi endişeli gözlerle onu süzdü. Sonra ayaklanarak bohçasından
çıkardığı genişçe bir bezi toprağın üzerine serdi. Bir parça somun
ekmeği, birkaç soğan ve domatesi üzerine serdi ve:
“Buyur. Karnını doyur” dedi ketumluğunda gizlenmiş bir korku
hissiyle.
“Gelirler gelmesine de bu kez onların alacak benim de verecek
birşeyim kalmamıştır. Hak Teâlâya yemin olsun ki kalmamıştır. İşte
şu iki sarı öküz. Boğazımıza yarardır, onları dahi alırız derlerse kaç
kurşunum varsa acımam...ant olsun ki acımam...ölene kadar karşı
85

koyarım” dedi ve öfkesi geçmediği halde hızlıca kurulan bu yer


sofrasına oturdu. Yine homurdandı:
“Hoş onlar gelmese ne gam!..Öküzü kurtardım diye sevinirken
bir bakmışsın çıkagelmiş ağanın adamları. Süleyman ağanın! Şu
kudretli Süleyman! Devlet buyruğudur deyiverip doğru ambara...İki
çuval buğdayın teki...savaş varsa iki oğlanın teki...”
Eşinin gözünde bir parıltı belirdi. Başını çevirdi. Yere çökmüş
öküzlerin başında bekleyen oğluna doğru baktı. Yaşlı adam
ekmeğini ikiye bölerek yemeye başladı. Bir yandan da söylenmeye
devam ediyordu.
“Ne günler, ne zamanlar geçti, hanım. Benden iyi bilirsin ya.
Ben alemin bu denli çivisinin çıktığı bir devir daha görmedim.
Hangi felaketten, hangi musibetten sakınacağımızı şaşırdık. Dağlı
bir yandan ağa bir yandan...Şu toprağın derdini yenip azığımızı
ambarladık desek, kışı görür mü diye dertlenir olduk. Kendi
hanemizde rahatı unuttuk.”
-“Gidecek yerimiz mi var ki, beyim?” dedi eşi.
-“Başımıza ayan tayin ettik madem, ne diye korumaz bizi?
Şakiden de koruyacak elbet, devletin uzadıkça uzayan elinden
de...Bu mümkün değilse bize de düşmez mi dağ yolları?”
-“Ağzını hayra aç, bey! Dağlı olmak mı? Allah yazdıysa bozsun.”
-“Elde avuçta kalmayınca, ağanın karnı, devletin karnı
doymayınca ya ne edilir? Hiç olmazsa açlık çekmeyiz! Devlet kulu
gözetemezse iş başa düşmez mi?”
-“Dağ adamın açlığını alır ya, yüreğini de bir tamam köreltir.
Haktan hariç olana el sürmez mi bu dağlı sürüsü? Allah’tan korkan
kuldan utananın yapacağı iş değildir köy basmak, bağ
bozmak...sabanın tutağına yapışan aç kalmaz illa...gün günün
selametidir.”
86

Yaşlı adam eğildi ve avucuna bir kısım toprakla doldurdu. Yere


düşen tanelerden gözlerini alamadı ve uzun uzun baktı. Sonra iç
çekerek:
-“Şu toprağa gözünle bak. Yeryüzünün en bereketli toprağıdır
bastığımız, sürdüğümüz, ektiğimiz...bizim toprağımız...en iri taneli
buğdayı, en dolgun arpayı bahşeder bize...”
-“Doğru dersin...” diye başını salladı eşi.
-“Hal böyleyken yokluk içinde kıvranan niye biziz? Ağanın
adamları gelir geçer, çapulcunun sürüsü gelir geçer, o da
yetmezmiş gibi ordu gelir geçer, bu toprak hepsine birden nasıl
tayın yetiştirsin…hepsi doyacak da sıra bize de gelecek…”
Kadın iç çekti. Doğruldu ve eşinin önündeki sofra bezini
katlayarak bohçanın içine tıkıştırdı.
“Endişe etme! Rızık Allah’tandır...” dedi yine sabırla.
Yaşlı adam ağacın dibine yaslandı. Hafif bir rüzgâr esti ve
tarladan kaldırdığı tozu rastgele savurdu. Toz bulutunun içinden
oğlunun elinde tüfekle aniden çalılıklara doğru koşmaya başladığını
gördü. Ayağa kalktı. Az sonra çalılıkların arasından kan ter içinde
köyün imamı çıkageldi. Oğlunun tüfeği ona doğru doğrulttuğunu
görmüştü ki imam uzaktan seslendi:
-“Dur hele evlat, ateş etme! Benim! İmam efendi! İmam
efendi!”
-“Allah iyiliğini versin imam efendi! Canına mı susadın? Şaki
diye avlamıştım vallahi seslenmesen…”
-“Kusura kalma evlat...seni korkutmak istemedim. Ama babanı
köyde bulamayınca aklıma buraya bakmak geldi.”
-“Esas sen kusuruma bakma…ama vaziyeti bilirsin…canımız da
malımız da yine bize emanet…”
-“Önce Allah’a evlat! Önce Allah’a! Zira canı da veren odur, malı
da! Ha eşkıyayı diyorsan hakkın var. Emniyet kalmadı vesselam...”
87

-“Dediğin gibi olsun imam efendi. Hayırdır. Onca yolu neden


teptin. Demedin…Niye gerektir babam?”
İmam yorgunluktan soluk soluğa kalmıştı. Derken yaşlı adam
tarlanın öbür ucundan koşaradım yanlarına geldi.
-“Hayrola imam efendi. Hangi rüzgâr attı seni buraya kadar?”
-“Sorma efendi, sorma…Acil olmasa koştururmuydum buraya
kadar…kasabadan haberci göndermişler.”
-“Eee?”
-“Yarın erkenden köyün imamıyla ahaliden bir kişi kadı
mahkemesine gelsin, meşveret olunacak denmiş.”
-“Aman imam efendi, beni mazur gör. Ben ne anlarım
meşveretten?”
-“İtiraz etmeyi bırak hele. Senden münasibi yoktur tabi.
Ahalinin en yaşlısı, en gün görmüşü sensin. Usulüyle görelim
tevziyi 9, hakça yüklensin ahali...bizden bilmesinler, kadının harcını,
ayanın harcadığını...”
-“Ayanın mı? Yani? Yoksa?...”
Yaşlı adamın beti benzi kül kesildi. Tekrardan konuşmaya
yeltenmişti ki imam sözünü kesti.
-“Süleyman ağa da orada olacak. Doğru anladın…”
-“Ben bilirim ya başıma geleceği...sen baklayı ağzında tutup
çıkarmasan da bilirim...”
-“Boş yere debelenme...hazırlığını tamam et. Yarın sabah
erkenden yolcuyuz. Hadi selametle. Geç oldu. Köye dönmem
gerek...”
-“Selametle imam efendi. Köylü öyle uygun görmüşse çare yok.
Başa gelen çekilir...”
-“Hadi eyvallah.”

9
Dağıtılma, üleştirme.
88

Yaşlı adam ve oğlu bir an bakıştılar. Gün batmaktaydı. Öküzleri


önlerine koşup eve dönmenin vakti gelmişti.
89

II.

-“Çoktur! Vallahi çoktur! Zinhar olmaz! Kul dayanmaz, ibadullah


çekemez...” diye bağırdı hep bir ağızdan köylüler.
Siyah poturları, serpuşlarının üzerine sımsıkı bağladıkları renk
renk sarıklarıyla birbirlerine dönerek kaygı içinde bir takım sözler
sarf ediyor, içinden çıkamadıkları halde hesap kitap yapıyorlardı.
Mahkeme odasının iki küçük penceresinden süzülen güneş ışığı
etrafı aydınlatıyordu.
Tokatçıklı Süleyman, bir köşede sessizce, adeta doğru anın
gelmesini beklercesine oturuyordu. Düşünceliydi. Bir yanında
elinde tuttuğu kağıt tomarlarıyla kâtibi Yusuf, onun da yanında
kasaba baskınından sonra tüm sırlarını ve emvalini emanet ettiği
hazinedarı, mahremserdarı Küçük Hacı Mehmet oturuyordu. Diğer
tarafında ise bir genç oturuyordu. Dizinin dibinden bir an olsun
ayırmadığı, gözünden bile sakındığı yeğeni Mahmut. Boylu poslu,
cesaret dolu bir civanmertti. Baskından sonra Süleyman
Gümülcine’ye yerleşip idareyi eline alınca peşinden çıkagelmişti.
Süleyman yeğenine Mestan Ağa’nın atıl kalan çiftliklerinden
Karagöz köyünü bahşetmiş, yerleşmesine lütuf göstermişti.
Kuleleri, konağı, samanhaneleri, ortakçı odaları, kiremithanesi,
camız ağılları ve tahıl anbarlarıyla tam teşekküllü bir yurt olan bu
haneye taşınan Mahmut, amcasının şiddetle ihtiyaç duyduğu silah,
mühimmat ve asker tedariki gibi işlerini takip ediyordu. Artakalan
zamanda ise Karagöz’ün çevresindeki geniş arazilerde süregelen
tahıl ekim biçimi ve pamuk toplama işlerine nezaret ediyor,
kâhyalardan bilgi alıyordu. Hasat mevsimi geldiğinde erkek kadın
ayırt etmeksizin tüm ahali tarlalara üşüşür, araziyi sabrıla
arşınlayarak kozadan ayrılan pamuğu önce hasır çuvallara oradan
da anbarlara yüklemek üzere kağnılara taşıyorlardı. Hallaçların
ellerinde dövülen pamuk tekrar arabalara yüklenerek bir kısmı
90

uzak ecnebi diyarlarına satılmak, bir kısmı ise ahalinin


tezgâhlarında yorgan, şilte, tülbent, bez, fistan örülmek üzere
kasabaya taşınıyordu. Bu beldenin toprağındaki bereketi anlamak
için mahsulun tanelerine bakmak kâfiydi. Orağın kökünden ayırdığı
buğday demetleri harman vakti düvenle ezilirken yerde en iri taneli
buğday başaklarını bırakıyordu. Muhtelif değirmenlerde öğütülen
buğday anbarlara yığılıyordu. Yine pazarlanacak kısmı kasabaya
doğru yola çıkarılırken anbarlarda kalan zahire Süleyman’ın dağlı
delikanlılarının ve luzüm görüldüğünde ordudaki boğazları
doyurmak adına muhafaza ediliyordu. Karagöz ve Süleyman’ın
sülalesi arasında pay ettiği bir takım çiftliklerden ve dağdan
taşınarak kasabaya yığılan her kağnı her çuvalın hesabı kâtip Yusuf
ve Küçük Hacı Mehmet’in büyük bir ihtimamla tuttukları defterlere
kaydolunurdu. Yekdiğerinden habersiz, bir tek arpa tanesi, bir tek
buğday kilesinin 10 Tokatçıklı’nın kasaba içindeki anbarlarına
girmesi mümkün değildi. Gümülcine çarşısında dip dibe sıralanmış,
geniş mahzenler ağzına kadar, tıka basa doluydu. Bahar aylarında
dapdaracık dağ yollarından Sultanyeri yaylalarına kaç manda kaç
koyun çıktıysa, kış aylarında Gümülcine ovasındaki çiftliklerdeki
kışlaklara bir o kadar hayvanın ineceğinden yine onlar mesuldu.
Deve yükü mallarla kasabadan geçen kervanlara ikramda
bulunulduğu gibi peşkeşlerin de haddince alındığı, kadının
gereğince hoş tutulduğu, hakeza, hep onlardan sorulurdu. Şahbalı,
Koca Pehlivan, Sarıoğlu, Durali...köy köy gezip salmaları toplar,
doğrudan ellerine teslim ederlerdi. Hesabı kitabı yine onlar bilirdi.
Eli sıkışan köylüye kaç akçe borç verilecek...Süleyman’a da
danışıldıktan sonra hemen teslim edilir, ödenip ödenmediği takip
edilirdi. Devlet işi olsun olmasın, Süleyman’ın kesesinden kaç altın,
kaç akçe çıktı...kâtip Yusuf ve Küçük Hacı Mehmet bilirler,

10
Genellikle tahıl ölçmede kullanılan belirli hacimdeki kap, ölçek.
91

karşılığında hangi köylüden kaç altın, kaç akçe tahsil edilecek bir bir
defterlere işlerlerdi. O gün kadı mahkemesinde yanlarında
getirdikleri defterlerde...
Kadı bağdaş kurmuş herkesi rahatça görecebileceği bir mevkiye
oturmuştu. Titrek ellerini ağır ağır yüzüne doğru götürdü ve camı
buğulanan gözlüklerini çıkardı. İtinayla parlattı ve tekrar taktı.
Lebalep dolu mahkeme odasına bir göz gezdirdi. Önündeki rahleyi
yavaşça itti ve ayağa kalktı. Yanıbaşındaki tozlu ahşap raflara
gelişigüzel sokuşturulmuş evrakları iteleyerek üstü deri kaplı
kalınca bir defter çıkardı. Tekrar bağdaş kurarak oturdu ve rahleyi
önüne çekti. Defteri açtı ve yapraklarını çevirmeye başladı.
-“Ağrıcan, Halife, Tuzcu, Ortakçı, Hasköy...bunlar altı ay evvelin
üleşleridir ağalar. Her birinizin payına düşen vergi miktarı burada
yazılıdır. Kalem kalem...işte şimdi sizden talep edilenden katbekat
azdır. İtirazınız yersizdir.”
Tarladaki yaşlı köylü ve imam bir köşede oturmuş olan biteni
izliyorlardı. Köylülerin arasından gün görmüş ak sakallı bir ihtiyar
öne çıktı ve söz aldı:
-“Bizi yanlış anlama kadı efendi. Derdimiz Süleyman ağanın
kamu alemin hayrına yaptığı masrafları gücümüzce paylaşmamak
değildir. Devlete karşı boynumuz kıldan ince. Lâkin bizim haksız
yere verilecek tek bir akçemiz dahi yoktur. Zor durumdayız.
Zannımızca sarfiyat haddince ispat edilemedi. Bu halde adil bir
paylaştırma nasıl mümkün olur?”
Süleyman bu sözleri üzerine alınmışçasına doğruldu. Kâtip
Yusuf ve Küçük Hacı Mehmet birbirlerine baktılar. Kadı
öfkelenmişti. Önündeki defteri homurdanarak kapattı. Yanında
oturan kâtibe döndü ve biraz düşündü. Kâtip diviti eline aldı.
Hızlıca hokkaya batırdı ve kadının ağzından dökülenleri önündeki
boş kağıda yazmaya başladı:
-“Zahirenin pahası 30.000 kuruş
92

Menzil atı pahası 40.000 kuruş


Neferin pabuç pahası 80.000 kuruş
Peşkeş pahası 30.000 kuruş
Konak masrafı 50.000 kutuş
Teftişiye 20.000 akçe

Bunlara kadı harcı, kâtip harcı ve mahkeme masraflarını da ekledik


mi yekûn 250.000 kuruş eder. Şimdi usulünce aranızda pay edip
bildirin ki deftere yazalım. Hangi köy ne ödeyecek bilinsin...”
İhtiyar önce kadıya sonra da arkasına dönerek aniden yüzü
düşen köylüler topluluğuna baktı. Ne diyeceğini şaşırmıştı. Öne
doğru bir adım attı:
“Aman kadı efendi. Şurada hepi topu beş köyüz. Kaç haneyiz ki
bu parayı denkleştirelim? Ocağımız söner billahi...”
Onu duyan köylüler sözlerini onaylamak için hep bir ağızdan:
“Perişan oluruz! Biteriz!” diye bağırdılar.
Bu kez de kadı ne yapacağını şaşırmıştı. Kâtip elineki diviti
hokkaya batırdı ve orada bıraktı. Odada çıt çıkmıyordu ki odanın
bir köşesinden gür bir ses yükseldi:
-“Bu ne gaflettir bre hey ağalar! Benim aklım ermez...Siz
deyiverin de ben de öğreneyim...” diyerek odanın ortasına doğru
fırladı Süleyman. Keskin yüz hatları hiddetten iyice gerilmiş,
elmacık kemikleri belirginleşmişti. Üzerinde upuzun, sırma işlemeli
ipek bir kaftan vardı. İbrişim kuşağının püskülü hemen hemen diz
üztüne kadar varıyordu. Sarığını çıkardı ve elinde sıkıca tutarak
kâtip Yusuf ve Küçük Hacı Mehmet’e doğru işaret ederek:
-“Şu gördüğünüz defterlere iyi bakın! Orada Süleyman ağanızın
son aylarda kendi mülkünden sarf ettiği masraflar bir bir yazılıdır.
Şimdi kulak kesilip iyi dinleyin sözlerimi. Ben orada yazılı akçeleri
köyde tarlanızda rahatça çalışın, davarınızı yürek serinliği ile güdün
diye sarf ettim. Neferlerimle dağda bayırda eşkıya kovaladım.
93

Haşaratı ovadan uzak tutmak kolay mı sanırsınız? Neferlerim ne


yer, ne giyerler diye düşünmez misiniz? Çare nedir? Devlet
buyruğuna uymazlıktan mı geleyim? Siz beni bunun için
vazifelendirmediniz mi? Canlarınız, mallarınız bana emanet değil
mi? Buna karşılık elbet icabınca giderilmelidir harcamalarım…elbet
giderilmelidir!”
Köylüler bu çıkış karşısında irkildiler. Mırıltılar dindi. Yaşlı köylü
kırışıklarla dolu yüzünü yere eğdi, sımsıkı tuttuğu bastonunu iki
elinin arasında gezdirdikten sonra başını kaldırdı ve kararlı bir ses
tonuyla:
-“Riyakârlık bize göre değildir Süleyman ağa...Hizmetlerin
hepimizin malumudur.”
Sözlerinde belirsiz bir samimiyetsizlik olduğu hissedilse de
konuşmaya devam etti:
-“Gümülcine ahalisi, ova köyleri, dağlara varınca Sultanyeri
köyleri senin ve kapı halkının gayretlerini hayır dua ile
anmaktadırlar. Gelgelelim son yıllarda hasat kıttır. Buna rağmen
kendi boğazımıza yetmezken biz askerin zahiresini bir gün olsun
eksik koymadık. Vakitlice, katar katar gönderdik. Hastalıktan telef
oldu davarlarımız...güdecek otlak bulunamadı. Kuraklık belimizi
büktü. Orduya gerektir dendi. Gözümüzü kırpmadan elimizdekini
verdik. Büyük baş, küçük baş...Her ne ise tamam ettik. Şahbalı,
Koca Pehlivan, yeğenlerin...Hepsi şahittir bu dediklerime. Şimdi
bize taşınması ağır yükler yüklüyorsun. Şunun bir orta yolunu
bulalım...Allah’ını seversen...Ahalinin mecali kalmamıştır.”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Devletimiz düşkünlük içindeyse, imdadımıza muhtaçsa her
zaman yardım etmek boynumuzun borcu değil midir?”
Yaşlı köylü:
94

-“Mazlumun yiyecek bir lokması giyecek bir hırkası kaldıysa


imdada koşmak ilkin varlık sahiplerine, iktidarı elinde tutanlara
vazifedir.”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Padişahımıza kulluk etmek gücü oranında herkesin görevidir.”
Yaşlı köylü arkasını döndü. Eliyle imam efendiyle birlikte
meclise katılan yaşlı köylüyü işaret ederek:
-“Şu bizim komşu köyden Ali’dir. Büyük oğlu Moskoflulara 11 karşı
savaşmaya gitti. Bir daha geri dönmedi. Ortanca oğlunu dağlılar
aldı. Elinde bir oğlan kızancığı kaldı. O da elinde tüfek tarla bekler,
ev bekler, ağıl bekler...Var sayalım gelen, malına kasteden
kardeşidir. Gözünü kırpmadan basar tetiğe...”
Kadı efendi yaşlı adamın açık sözlülüğü ve cesareti karşısında
hayrete düşmüştü. Kâtip Yusuf, Küçük Hacı Mehmet ve Mahmut,
Süleyman’ın sabrını yitirerek üzerine yürümesinden korkmuşlar,
teyakkuz halinde bekliyorlardı. Yaşlı köylü devam etti:
-“Bir an bile düşünmez basar. Elindeki iki cılız davardan ve
sabanından başka vereceği kalmamıştır da ondan. Bu halde gerçek
ihtiyaç sahibi, esas düşkün kimdir? Kulunun canını, malını
kollamakta aciz kalan devletin onun üzerinde hakkı olur mu? Biz
hak miktarınca vergimizi vermeye razıyız. Ama bu meblağlar
gücümüzü aşar...”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Vaziyeti bilmez gibi konuşursun! Dağlar eşkıya yatağına
dönmüş, seferlere asker yetiştiremeyiz. Ben sizden istiyorsam
devlet de günaşırı benden ister.”
Yaşlı köylü:
-“Tevekkeli değil ya…Olandan ister…Kudretine vâkıftır...”

11
Ruslar.
95

Tokatçıklı Süleyman hiddetlenmeye başlamıştı. Kadı yaşlı


köylünün sözlerini işitince heyecana kapıldı. İki tarafı da
yatıştırmak için ellerini havaya kaldırarak:
-“Durun ağalar. Allah rızası için durun. Bu meclis hepinizin
faydasına toplandı. Münakaşa etmeyin.”
Dedikleri pek işitilmedi. Tokatçıklı Süleyman yaşlı köylüye
yaklaşarak:
-“Baka ağa. Senin sözlerin haddini aşmaya başladı. Defterde
yazılı olan giderleri kendi kesemden ödedim. Hepsi kuruşu
kuruşuna, şahitlerle ispatlıdır. Lâkin bunu inkarda ısrarcı iseniz siz
bilirsiniz...Kulağı delik, eli uzundur Süleyman ağanızın. Başkaca
şeyler de işitmez değilim. Sizi müşküle koyacak şeyler...Takdir
sizindir.”
Yaşlı köylü bir an durdu. Köylülerden çıt çıkmıyordu:
-“Açık et sözünü...Korkacak birşeyimiz yoktur bizim.”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Aranızda türediye yataklık eden hangi köydür?...Sen mi
deyiverirsin ben mi söyleyeyim yoksa? Devletimiz canıyla
boğuşurken bu cürmün cezası ne ola?”
Köylü kalabalığından bir uğultu sesi yükseldi.
-“İftiradır bu! Biz eşkıya gizlemeyiz! Yalandır!”
-“Kadı efendinin huzurunda yemin eder misiniz?” diye sordu
Süleyman...Köylülerin bir kısmı “Yemin ederiz!” diye mırıldanırken
bir kısmı susuyordu. Sonunda içlerinden ince yüzlü, siyah sakallı,
uzunca bir adam çıkarak ak sakallı yaşlı köylünün yanına geldi.
Eğilerek kulağına birşeyler söyledi ve tekrar yerine oturdu. Yaşlı
köylü sakalını sıvazladıktan sonra biraz düşündü ve kadıya
dönerek:
-“Kadı efendi, biz onca yolu tepip bugün adalet aramak için
huzuruna vardık. Süleyman ağanın sarf ettiklerini
96

tahammülümüzce paylaşmaya razıyız. Lâkin hain yaftası bize güç


gelir. Hükmünü ver ki hakkımızda hayırlısı ne ise o olsun...”
Kadı başını Süleyman’a doğru çevirdi ve kaygılı bir bakış attı.
Tokatçıklı Süleyman:
-“Ettiğim masraflar için ispat istersiniz...gelgelelim köyünüzde
gizlediğiniz şaki bozuntularını inkâr edersiniz. Onu da ispat
gerekirse atlı yiğitlerim dışarıda beklemektedir...Köydeki şakileri
gözüyle gören yiğitlerim...çağırtıvereyim dilersen...”
Yaşlı köylü hiç oralı olmadan:
-“Hüküm nedir kadı efendi?”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Devletin hasmını beslemek…büyük cürüm bu. Zinhar affı
olmaz!..Ne Allah katında ne devlet katında...”
Yaşlı köylü:
-“Devletimize de padişahımıza da sadığız.”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Sadakat bağınızı devlet düşmanlarına kol kanat açarak mı
koruyorsunuz?”
Yaşlı köylü:
-“İthamların mallarımıza yüklediğin yüklerden daha ağırdır.”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Talep ettiğim ahalinin hayrına sarf ettiklerimden fazlası
değildir...”
-“Bu kadar yeter!” diye bağırdı kadı. “Tartıştığınız yeter, artık
bir uzlaşmaya varın. Yoksa…”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Hüküm vermekte acele etme hele kadı efendi! Daha
diyeceklerim bitmedi. Ahali müşkül duruma düşmesin diye
debelendim bunca vakit...Ama anlıyorum ki hizmetlerim takdir
görmez. Sözüme itimat edimez. Niyetim yoktu. Lâkin...”
97

Tokatçıklı Süleyman sarığını başına yerleştirdi. Kaftanını


düzeltti. Yüzü garip bir şekilde ifadesiz bir hale bürünmüştü. Biraz
da yorgun ve bıkkın bir hali vardı. Yeğeni Mahmut’un yanına
yaklaştı ve yerine oturmaya hazırlanırken göz ucuyla kâtip Yusuf’a
işaret etti. O adeta bir buyruk almışçasına aniden ayağa kalktı.
Yanında getirdiği deri ciltli defterler ve parşömen kağıtları
arasından üzeri kadife kaplı, şemseli bir ferman kutusu çıkardı.
Kadıya doğru yürüdü. Ahali gözlerini ona dikmiş, merakla ne
yapacağına bakıyordu.
-“Takdim buyururum, kadı efendi. Okuyasın. Yüksek sesle
okuyasın ki işitmeyin kalmasın” dedi.
Kadı:
-“Bu da neyin nesi kâtip efendi?”
Kâtip Yusuf:
-“Fermandır. Padişah buyruğudur.”
Ahalinin şaşkınlığı ve merakı bir kat artmıştı. Kadı kaşlarını çattı.
Yusuf’a dönerek:
-“Ne vakitten beri padişahımız efendimizin buyruklarından en
son kadısının haberi olur? Bu görülmüş, duyulmuş iş midir?” dedi
ve kutuyu dikkatlice açtı.
-“Sen oku şunu hele” dedi umarsızca kâtip.
Kadı fermanı itinayla kutudan çıkardı ve iki eliyle açarak
okumaya başladı:

“FERMAN-I ALÎ’DİR
Hüküm ki,
Gümülcine kazasında kain 12 olup işbu fermanda zikredilen köy ve
mezralarda din ü devlete düşman olan dağlı haşeratını hıfz-ı

12 Bulunan, olan.
98

muhafaza eylediği 13 Dergâh-ı Âli’me bildirilen ahalinin meclis-i


şerde 14 usulünce sual edilip yargılanması ve şer’en ve dahi örfen
cezasının verilmesi adına ferman-ı alî şanım sadır olmuştur. Sultan
Selim Han.”
Ahali buz kesilmişti. Yaşlı köylü ezilip büzüldü. Çaresizçe ellerini
ovuşturmaya başladı. Fermanın köylerde eşkıya gizlendiğini açıkça
beyan etmesi mi, Süleyman’ın bu fermanı kadıdan önce ele geçirip
ona okutması mı? Hangisi daha ürkütücüydü? O sözünü
toparlayamadan kadı davrandı:
-“Buna ne cevap vereceksiniz, ağa? Bizim katımıza varmadan
saraya ulaşmış marifetleriniz...Şimdi iyi düşünüp taşının...Çünkü
artık sadece sizin değil benim de boynum mevzubahis. Süleyman
ağa’nın ötesinde benimle de görülecek bir hesabınız vardır.”
Yaşlı köylü kadı mahkemesinde toplanan köylülere göz gezdirdi.
Benizleri solmuş, etekleri tutuşmuştu. Vergi yükünü karşılamaları
mümkün değildi. Diğer yandan köylülerden bir tek hanenin bile
eşkıyaya arka çıktığı ortaya çıkarsa olabilecekleri düşünmek bile
istemiyordu. Yaşlı köylü bir süre daha onlara baktı. Sonra daha
fazla dayanamayarak kadıya döndü:
-“Nezre kesilmek 15 dileriz, kadı efendi! Kuran’ı Kerim’e el basıp
yemin etmek dileriz! Bizim hanemizde eşkıya barınmaz! Andımız
olsun! Biz yakalarız eşkıyayı...Tek bir şaki içimizden birisinin
hanesinde zapt olunsun...Kendimiz veririz cezasını.”
-“Nezre kesilmektir çaremiz! Nezre kesilmek dileriz!” diye
bağırdı hep bir ağızdan köylüler. Mahkeme odası iyiden iyiye

13 Saklamak, korumak.
14 Kadı mahkemesi.
15
Bir yer halkının hükümetçe hoş görülmeyen hareketlerinin tekerrürü halinde
tatbik olunan ceza yerine kullanılır bir tabirdir. Bu ceza nakdi (para) olduğu gibi
bedeni(çalıştırma) suretinde de oldurdu. Bu münasebetle alınan paraya da “Nezir
akçesi” denilirdi.
99

karışmıştı. Kadının üzerine yürümeye yeltenen köylüler bile


olmuştu.
-“Süleyman ağanın alacağını veremeyen ahali nezri nasıl
karşılasın be adam?” diye çıkıştı kadı. “Size bir hafta mühlet...gidin
bulun aranızdaki yatakçıları, teslim edin...güzellikle hallolsun bu
iş...”
-“Nezir isteriz! Bizde şaki barınmaz!” diye bağırdı yine ahali.
Tokatçıklı Süleyman tekrar ayağa kalkarak söze karıştı:
-“Kadı efendi, ben alacağımın arkasındayım. Lâkin eşkıya
meselesi devlet meselesidir. Benim maslahatımdan önce
gelir...Mahsul vakti yaklaşmaktadır. Biz ahaliyle elbet anlaşırız. Bir
yolunu bulur görürüz hesabımızı.”
-“Kabulümüzdür. Şu anda verecek değil beşyüz, elli akçemiz bile
yoktur...harman ertesinde...” diye cevap verdi yaşlı köylü.
Kadı kâtibine döndü. O önündeki kağıda hızlıca birşeyler yazdı.
Köylünün borcunu ertelemiş olmaktan üzüntü duyacağı yerde
Tokatçıklı Süleymanın yüzünde bir tebessüm belirmişti. Küçük Hacı
Mehmet, kâtip Yusuf ve yeğeni Mahmut da sakindiler. Kadı:
-“Madem bu kadar ısrarcısınız...o vakit sizin bileceğiniz iştir.
Fermanın hükmü açıktır. Eşkıya aranızdan hangisinin evinde
gizleniyorsa bir an evvel teslim etmek zorundadır. Aksi
halde...10.000 akçe nezre kesilmenize hüküm kıldım. Ya sergerdeyi
kendiniz bulup teslim edersiniz yahut...parayı ödersiniz.
Huzurumda bulunanlar da şahittir.”
Mahkeme odasının pencerelerinden giren ışık artık odayı
aydınlatmıyordu. Dışarıda inceden bir yağmur başlamıştı. Gece
çöktü çökecekti. Sarı, kırmızı, renk renk sarıklarıyla, siyah
çarıklarının üzerine giydikleri beyaz yün çoraplarıyla bitkin yüzlü
köylüler düşünceli bir hale bürünmüşlerdi. İçlerinden bir hane
gerçeği gizleyerek evinde eşkıyayı barındırıyosa onu bulma
vazifesini üstlenmişlerdi. Aksi bir durum felaketlerine yol açacaktı.
100

Tokatçıklı Süleyman kadıya selam verdi. Dönüp ahaliye


mağrurca bir bakış attıktan sonra Küçük Hacı Mehmet’e, kâtip
Yusuf’a ve yeğeni Mahmut’a eliyle işaret etti. Onlar doğruldular.
Ağır adımlarla Süleyman’ın yanına vardılar. Az sonra topluca
mahkeme odasını terk ettilermiştir. Kadı kâtibi yazmayı bitirdikten
sonra önündeki kağıdı alarak kadının önüne getirdi. O büyük bir
itinayla kuşağından damgasını çıkardı ve mürekkebe batırdıktan
sonra kağıdın üzerine bastı, imzaladı. Parşömeni katladı ve katîbe
geri verdi.
-“Gitmekte serbestsiniz. Nezrinizi unutmayın. Bir ay süreniz var.
Memleketin dört bir yanı haşarat kaynıyorken onları evlerinizde
bakmak ne örfe sığar ne de şeriata sığar...Bu meseleyi aranızda
halletmeden karşıma çıkmayın...”
Köylüler ne diyeceklerini şaşırmışlardı. Süleyman ağaya
ödeyecekleri borcun tasasını unutmuşlar, kara kara eşkıyayı nasıl
bulacaklarını düşünüyorlardı. Mahkeme odasından çıktıklarında
Gümülcine sokakları karanlığa teslim olmuştu. Köhne bir handa
sabahı ettikten sonra köylerine dağıldılar.
101

III.

-“Götürün şunu! Gözüm görmesin!” diye hiddetle bağırdı


Tokatçıklı Süleyman. “Zindanın soğuğu aklını başına getirir” diyerek
eliyle kapıyı işaret etti. Şahbalı, elleri arkadan sicimle bağlı,
korkudan sakır sakır titreyen ufak tefek, orta yaşlı adamı iteleyerek
dışarıya çıkardı. Sarıoğlu peşinden gitti. Süleyman ağa, renk renk,
oya işlemelerle süslenmiş perdeyi aralayarak alabildiğine geniş
avluya göz ucuyla baktı. Konağın sofasına çıkan ahşap
merdivenlerin başladığı noktada eğerleri vurulmuş on güzel at
harekete hazır halde bekliyordu. Askerlerinden bazıları ayakta,
atını yularından tutmuş, bazıları ise lülelerinden aralıksız su akan
oyma taş süslemeli büyük çeşmenin başında oturuyorlardı. Konağı
alçakça bir duvar çevreliyordu. Haremin bir kıyısında başı çemberli
kadınlar altını tutuşturdukları toprak fırınlara tepsi tepsi yemekler
sürüyorlardı. Güzel kokular etrafı sarmıştı. Yüksek, geniş portanın
dışında çarşının derinliklerine doğru inen yol başlıyordu. Buradan
mahkeme binasına dek, at nalları, ileri geri koşuşturan neferler,
kâhyalar ve konak hizmetlilerinin seslerinin yankılandığı genişçe,
toprak bir yol uzanıyordu. Yol boyunca, sağlı sollu dizilmiş ahşap
anbarlar görenleri hayrete düşürecek büyüklükteydi. Geniş kanatlı
kapıları ardlarına kadar açılmıştı. Atlı arabalar, kağnılar yanaşıyor,
hamallar hiç durmadan arpa, buğday, çavdar yüklü çuvalları içeriye
taşıyıp özenle istifliyorlardı. İri bıyıklı, şalvarlı kâhyalar çuvalların
taşınacağı noktaları itinalı bir şekilde ayrı ayrı belirleyip tespit
ediyorlardı. Konağa giden yoldaki bu hummalı çalışma ve gidip
gelme hali süredursun pencereden bakan Tokatçıklı Süleyman’ın
gözü avluda takılı kalmıştı.
-“Nerede eğlendi bu?” diye geçirdi bir an içinden.
Şahbalı, bağlı halde götürdüğü adamı askerlerden birine teslim
ederek daracık merdivenleri hızlı adımlarla tırmandı ve sofaya çıktı.
102

Yere serilmiş, alaca renkte büyük bir kilimin üzerinde konağın


çatısını tutan iri tahta kalasların altında renkli elbiseler giymiş
beyler ayakta sohbet ediyorlardı. Bellerine şaldan geniş şalvarlar
giymişlerdi. Her birinin beline gümüş kakmalı yatağanlar, kurşun
bilye kutuları, farklı büyüklükte piştovlar iliştirilmişti. Başlarına kıl
kadar ince ve yumuşak ipekten dokunmuş sarıklar sarmışlardı.
Beylerle birlikte sofada bulunanlar arasında gösterişli tavırları,
heybetli gövdeleriyle göze çarpanlar vardı. Süleyman’ın
yeğenlerinin en küçüğü Ali, çatık kaşlarıyla gülümsemeyi pek de
adet edinmemiş olan Yusuf, Süleyman’ın Sultanyeri’nde kalmak,
sefere katılmak veya eşkıya tenkili için Gümülcine’den ayrıldığı
günlerde yerine vekil olarak bıraktığı Hüseyin. Kendilerinden emin,
kararlı bir edaları vardı. Şahbalı kalabalığa baktı, ileriye doğru
birkaç adım attıktan sonra ellerinde tepsilerle şalvarlı kölelerin ve
muhafızların beklediği divanhanenin önünde durdu. Gözlerini
ferahefza arz odasının içerisine dikti. Kakma süslemeli, renk renk
süslemelerle dolu tavan göz kamaştırıcıydı. Duvarlarda çepeçevre,
gök mavisinin altında sırasıyla dizilmiş zeytin ve meyve
bahçelerinin yer aldığı bir göl manzarası betimlenmişti. Bu renk
cümbüşü havadar odaya bir ferahlık hissi katıyor, görenlerde
hayret uyandırıyordu. Odanın ortasında büyük bir mangal
yanıyordu. Kızışan kömürlerin çıkardığı cızırtı sesi dışarıdan
duyuluyordu. Yüksekçe divanın bir tarafında Tokatçıklı’nın
kardeşleri, Osman ve Kerem bağdaş kurmuş oturuyorlardı.
Önlerinde, yayvan bir tepsi üzerinde zerdali, elma, kayısı ve daha
envaiçeşit meyvelerle dolu bakır kaplar vardı. Çepeçevre
pencerelerle aydınlanan odanın diğer ucunda Süleyman ağa
dışarıyı seyretmeyi bırakmış, elinde tuttuğu tütün çubuğunu
gereğince temizlemeye koyulmuştu. Dibinde Küçük Hacı Mehmet
oturuyordu. Sıkıldı ve çubuğu bir kenara fırlattı. Elini kaldırdı.
Odanın bir köşesinde bekleyen hizmetli telaşa kapılarak derhal
103

yanına koştu. Süleyman’ın önündeki nargileyi kaptı ve mangalın


başına geldi. Kuşağından çıkardığı küçük bir keseden tömbeki aldı
ve lüleye yerleştirdi. Harıl harıl yanan mangaldan maşa ile aldığı
kömür parçalarını üzerine koydu. Nargileyi Süleyman’ın ayak
ucunda duran gümüş tepsinin üstüne bıraktı ve marpuçu uzattı.
Süleyman hiç oralı olmadan marpuçu kavradı ve nargileyi
tellendirmeye başladı. Fokurtu sesi ile birlikte odayı duman sardı.
O sırada kapıdan içeriye elinde fildişi fincanlara doldurulmuş
parıldayan gümüş bir kahve tepsisiyle başka bir hizmetli girdi.
Sırasıyle Süleyman’a, Küçük Hacı Mehmet’e, Osman ve Kerem’e
ikram etti. Tokatçıklı Süleyman Küçük Hacı Mehmet’e dönerek:
-“Bu ne âlâ tütündür Hacı Mehmet efendi? İçmeye doyum
olmuyor...” dedi keyifle.
-“Yerlidir Süleyman ağam. Bizim tütünümüzdür.”
-“Deme bre, Drama’da, Serez’de, Selanik’te bulunmaz
böylesi...” dedi göğsünü kabartarak. “İkram edin...kardeşlerim de
tadına baksınlar” dedi hizmetlilere. Birer nargile de onlar için
hazırlandı.
Küçük Hacı Mehmet:
-“Sarışaban ovasından Gümülcine’ye ve daha ötesine,
Süleyman ağamız için canla başla çalışmaktadır köylü. Sultanyeri
ahalisi keza...”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Toplaması, istifi, kurutması…Muntazam olsun isterim…”
-“Ağam merak buyurmasın. Bizzat ilgilenmekteyim.”
-“Hesabını, kitabını, kârını…Senden sorarım…”
-“Bir bir deftere işlemekteyim.”
Odanın diğer ucunda keyifle nargilelerini tüttüren Kerem ve
Osman hiç konuşmadan onları dinliyorlardı. Dışarıdaki kalabalık
dağılmadan ayak muhabbetine devam ediyordu.
104

-“Hastalıktı, afetti derken bu yılki mahsul ihtiyacı ancak


karşıladı. Lâkin ecnebiler sağ olsun…Az çok demez, ne verirsek
alılar…” diye devam etti sözüne Küçük Hacı Mehmet.
-“Bundan iyisini mi bulacaklar? Aman eksik koyma. Ne
gerekirse yetiştirmeye bak…Yalmnız tütün de değil…pamuk,
tahıl…parasını bir tamam edene durmasın ticaretimiz…önce uzak
pazarlar tabi...önce uzaklar...dükkân ne alemde, demedin hiç…”
“Ağzına kadar doludur ağam. Dağdan ineni, ovadan geleni
istifleyip yığıyoruz. Suyun boyuna kadar erişti çuvallar. Ahali de pek
memnun bu işten. Allah Süleyman ağamızdan razı olsun. Sayesinde
elimiz ekmek görür derler.”
-“Pek güzel...Şahbalı! Ne cehennemde kaldı bu!” diye bağırdı
Süleyman. “Haber sal tez!” dedi ve tekrar nargileden çekti. “Şu
karşıki anbarları görür müsün? Bu günlerde ağızlarına kadar
dolacaklar. Ovanın, balkanın her köyünden akın akın gelmekte
yükler. Bir kısmını zahirelik ayırdım. Bir kısmı da Zaimzade’ye
gidecek. Arda kalanı defterlere yazdır. Tez zamanda satılsın
isterim”.
-“Siz merak buyurmayın ağam. Emiriniz başım üstüne…”
-“Nasılsa gelir yine buyruklar. Devlet boş durur mu hiç? Şu
paşaya şu kadar kile buğday, şu sefere şu kadar akçe gönder
diye…Eee, ben Süleyman ağa, benim cebim dolu olmazsa nasıl
yetiştirim bu buyruklara? Doüru demez miyim?”
-“Dosdoğru dersin, ağam. Devletin kullarından istekleri dipsiz
kuyu gibidir...”
-“Sonra ilkin kendi ticaretime bakmazsam, nasıl beslenecek
şunca kapı halkı? Hepsi elime bakar…Gökten yağmayacak ya…”
-“Ayansın bu memlekete, vazifelerin, yükümlülüklerin var
elbet...”
105

-“Ahaliyi korumak, haşeratı dağıtmak, sefer etmek, nefer temin


etmek, zahire yetiştirmek…akçenin gıcırtısıdır hepsini mümkün
kılan…hepsi görevimse bana akçe gerektir sadece…”
O esnada dışarıdan bir ses duyuldu:
-“Geliyor...”
Süleyman pencereden tıklım tıklım dolu avluya baktı. Ardına
kadar açık portadan içeriye bir adam girdi. Aksak ve hızlı adımlarla
yürüyor, peşinden gelen ve büyük bir sandık taşıyan iki adama
acele etmelerini söylüyordu.
-“Nihayet gelebildi. Akşamı ettik yahu” dedi ve marpuçu
elinden bıraktı. Merdivenlerden gelen ayak sesleri ve konuşmalar
giderek yakınlaştı ve gelenler biraz sonra kapıda belirdiler.
Tokatçıklı Süleyman başını uzattı:
-“Gel bakalım Yasef efendi, gözümüz yollarda kaldı...”
Kapıdan içeriye giren kısa boylu, siyah gözlü, sakallı adam
aksayarak ona doğru yaklaştı. Üzerindeki mavi, beyaz ve açık sarı
renkteki çizgili entarisi ayak ucuna kadar uzanıyor, neredeyse
yerde sürtünüyordu. Başında koyu siyah renkte küçük bir kalpak
vardı. Şüpheci ve tedirgin bakışları, hislerini gizlemeye çalışan bir
tavrı ele veriyordu.
-“Kusur görme Süleyman ağa, mahzenlerin işi bitmedi. Son
teslimatı da bekleyip öyle gelmek istedim. Akraho efendiyle Ahmet
ağa adam göndermişler sonra. Onu bekledim bir de...” diyerek
kendini divana attı Yasef. Kapıdan içeriye sedef kakmalı büyük bir
sandık taşıyan iki iri yarı adam girdi. Sandığı yere bıraktılar.
Süleyman yanında oturan Küçük Hacı Mehmet’e işaret etti. O
ayağa kalktı ve sandığın başına geldi. Açılmasını emretti. Sandık
açıldığında parıldayan altın ve gümüş sikkelerin ışıltısı odaya
yayıldı. Yasef efendi Süleyman’a dönerek:
106

-“Burada Sarışaban ve Karasu Yenicesi memlehalarının 16


gelecek yılki keseneği var. Akraho efendi ve Ahmet ağa selamlarını
iletirler...”
-“Allah bereketini arttırsın. Selamları başım üstüne...”
-“Bir o kadarını da hasattan sonra gönderecekler…”
-“Eyvallah...”
Küçük Hacı Mehmet ayağa kalktı ve sandığın başına geldi.
Avucunu altın ve gümüş sikkelerle dolu sandığa daldırdı. Osman ve
Kerem de odanın diğer ucundan gözlerini iştahla sandıktaki
paralara dikmişlerdi. Küçük Hacı Mehmet bir köşeye geçti.
Başındaki sarığı çıkardı. Sakalını düzeltti. Sandığı yamacına
getirmelerini söyledi. Siyah ciltli bir defteri itinayla açtı ve
yanındaki sehpanın üzerine bıraktı. Hokka ve divit hazırladı.
Sonrasında ise sandıktan çıkardığı gümüş ve altın sikkeleri önünde
bulunan siniye ayrı ayrı istiflemeye başladı. Gıcırdayan sikkeleri
saydıkça bir bir deftere yazıyor, sayımı bitenleri yanına oturttuğu
hizmetlilerin yardımıyla akçe keselerine doldurtuyordu.
Süleyman, Yasef efendiye dönerek:
-“Bereketli nimet şu tuz...”
Yasef efendi:
-“Tanrı’nın insana bahşettiği onca nimetler arasında en
bereketlilerindendir...”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Çiftlikler, arpası, buğdayı, hepsi bir yana…tuz bir yana…”
Yasef efendi:
-“Emek ister...sabır ister. Kendiliğinden olmaz Süleyman
ağam...”
Tokatçıklı Süleyman:

16 Tuzla.
107

-“Doğru dersin bre Karagözlü...Onun için de sen varsın ya. Bu


işin ehlisin. Bilirim. Ben de ziyadesiyle memnunum bu iştiraktan...”
Yasef Efendi:
-“Tanrı Süleyman ağamızın ömrünü uzun, işlerini hayırlı
eylesin...”
Odanın içinde birden bir ses duyuldu.
Tokatçıklı Süleyman:
-“Yemeğe kal. Söyleşeceklerimiz çoktur.”
Hizmetlilerden birkaçı telaşla ayağa kalktılar. Diğerleri sininin
üzerindeki madeni paraları keselere doldurmaya devam ettiler. Ses
konağın haremlik tarafından geliyordu. Birazdan duvarın dibine
gelen hizmetliler kapalı yanı odaya bakan ahşap bir dolabı
döndürmeye başladılar. Silindir biçimindeki dolabın açık tarafında,
kat kat raflar üzerinde gümüş kapaklarla kapatılmış süslü, mahir
ellerinden çıkma olduğu apaçık tabaklar yer alıyordu. Bunları
sırayla Süleyman’la Yasef efendinin önünde bulunan büyük tepsiye
dizmeye başladılar. Dolap haremlikten selamlığa doğru her daire
çizdiğinde irili ufaklı bakır sahan ve lengerlerde çeşit çeşit
yemekler, kuzu, pilav, zerde, tas ve kaplarda sıcak çorbalar, kuru
üzüm, şeftali kurusu ikram ediliyordu. Süleyman sofranın başına
geçti. Yasef efendi onu takip etti. Birazdan son kesenin de akçe
dolmasıyla Küçük Hacı Mehmet de onlara katıldı. Kerem ve Osman
da siniye yanaştılar. Bu arada arz odasının dışında da bir ziyafettir
almış başını gidiyordu. Beyler ve Süleyman’ın yeğenleri kurulan
sinilerin başına otrumuşlar, avludaki ocaklarda pişen yemekleri
afiyetle yemeye koyulmuşlardı. Tokatçıklı Süleyman Yasef efendiye
dönerek:
-“Demedin sahi, ne haldedir kale ahalisi? Bir derdiniz, bir
ihtiyacınız var mıdır? Varsa hemen bildiresin ha!”
Yasef efendi:
108

-“Sağlığınıza duacıyız, beyim. Biz bir avuç insanız. Tanrıya


ettiğimiz dua kesilmesin bundan gayrisini dilemeyiz...”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Kadı efendi ile görüştüm. Havra tamir bekler dedi...”
Yasef efendi:
-“Cemaatçe toplandık. Herkes gücü oranınca iştirak etti, akçe
biriktirdik. Lâkin vergiler belimizi büktü...Gerekli parayı
denkleştirmeye imkan yoktur...”
Tokatçıklı Süleyman bir yandan önündeki yemeklerden
kaşıklıyor bir yandan da söze devam ediyordu:
-“Sen orasını dert etme…Diyeceğimi iyi dinle…Akraho efendiye
ve Ahmet ağaya adam gönder. Ellerindeki tuzu Gümülcine’ye
doğru yola çıkarsınlar...ambarlar nice zamandır boştur...”
Yasef efendi:
-“Uzun sürmez, beyim. Gümülcine memlehalarından gelen tuz
tez zamanda ambarlarda olur...”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Yetmez bre Karagözlü...Hiç yeter mi? Kasabadan bölük bölük,
oluk oluk bezirgân geçmekte. Bizim elimizde verecek bir tek tuz
tanesi yok...Bu işe acele bakasın. Yoksa memlehanın önünden
geçemezler ertesi yol. Öyle söyleyesin...”
Yasef efendi kasılarak:
-“Beyimin emri olur…bir mevzu daha vardı...”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Söyle bre adam. ”
Yasef efendi:
-“Nasıl denir bilmem ki...”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Söyle dedim...başlatma şimdi...”
Yasef efendi:
109

-“Kasabaya gelenler oldu geçende...benimle görüşmek


dilermişler...”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Kimmiş bunlar? Neymiş istedikleri?”
Yasef efendi:
-“Drama yöresinden bezirgânlarız. Mestan ağadan tuz alırdık
zamanında dediler…Mestan ağa da memlehanın nezaretinden
Haseki İbrahimciği sorumlu kılmış, gelirin bir kısmını da İsaoğlu ile
Çelebioğlu alırmış...”
Tokatçıklı Süleyman pilav dolu tepsiye daldırdığı kaşığı bir
hışımla sininin üzerine bıraktı:
-“Eee, bize ne bundan?”
Yasef efendi:
-“Lafı gevelediler bir süre...Sonra üzerlerine varınca baklayı
çıkardılar ağızlarından...topu birden aniden kasabayı terk edince
alacağımız kaldı, biz şimdi kimden tahsil ederiz paramızı, Süleyman
ağaya bildir, pek mağduruz derler...”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Bak hele sen...Bana neymiş o arsızların borcundan...varsınlar
haklarını kadıdan sorsunlar...tabi alacaklarını verecek birini
bulabilirlerse...”
Süleyman katıla katıla güldü. Küçük Hacı Mehmet de
arkasından kahkayı patlattı. Yasef efendi sessiz, vakarlı bir tavırla
yemeyi sürdürdü.
-“Bu efendiler başka haberler de getirdiler...beni endişeye
koyan haberler, Süleyman ağa” dedi.
Tokatçıklı Süleyman:
-“Sakınma sözünü, bir bir anlat…”
Yasef efendi:
-“Nice zamandır bir söylentidir dolaşırmış Drama, İskeçe
yörelerinde...ta Dimetoka’ya Edirne’ye kadar ulaşmış
110

şayikalar...İsaoğlu, Çelebioğlu, Vasil ve İbrahimcik...hep bir ağız


olup tez vakitte Gümülcine’ye döner Tokatçıklı’nın bizden gasp
ettiği eşyamızı, evlerimizi, tarlalarımızı, hasılı bütün mallarımızı geri
alırız dermişler...”
Gülüşmeler durdu. Tokatçıklı Süleyman’ın yüzü hatları gerilmiş,
iri gözleri yuvalarından fırlayacak gibi olmuştu. Nabzının hızlandığı
hissediliyor, nefesi kesilecek gibi oluyordu. Küçük Hacı Mehmet ve
kardeşleri onu izliyorlardı. Yasef sözünü kesmeden devam etti:
-“Dahası var...bezirgânlar biz yük dolu develerle İstanbul’a,
Bursa’ya gidip gelmekte, alıp satmaktayız...epey zamandır
duyarız...Ferecik kalesini tutan Ali Molla...bu davalarında onlara
arka çıkarmış...nerede oldukları bilinmiyor, lâkin yiyecek, giyecek,
ne ihtiyaçları varsa temin ediyormuş...”
Süleyman daha fazla dayanamadı. Öfkeden ateş yuvasına
dönen gözlerini Kerem ve Osman’a doğru çevirdi:
-“Burnumuzun dibinde kuyumuz kazılıyormuş meğer...Peki biz
neden bundan haberdar değiliz?”
Kerem ve Osman adeta bir suçluluk duygusu içinde başlarını
öne eğdiler.
Yasef efendi:
-“Ali Molla kudretlidir. Sağı solu belli olmaz. Tedbirli olmak
gerekir...”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Süleyman ağa’nın arkasından iş çevirenlere ne yaptığını
bilmez herhalde. Kendini bundan ötürü kudretli görmektedir.
Gözlerine perde inmek, basireti bağlanmaktır halbuki. Kendini
bilmezliktir...”
Odadaki herkesi düşünceli bir hal almıştı. Süleyman ayağa
kalktı. Kırmızı renkte, ucu yaldızlı püsküllerle süslenmiş geniş
divana sırtını verdi. Diğerleri de onu takip ettiler. Sofra toplandı.
Süleyman biraz düşündükten sonra:
111

-“Dostu düşmanı iyi tanımak gerekir...Bu yüzden getirdiğin


havadisler bizim için değerlidir Yasef efendi...eksik olma...demek
devlet katında kabul gören, ahalinin işlerine memur tayin edilmiş
ben Süleyman ağa’ya karşı gelmek, dava gütmek isterler...varsın
öyle olsun bakalım...biz de elimizden geleni ardımıza
koymayız...Ben Gümülcine’ye geldiğimde hakkım olanı almaya
geldim. Halen bunu idrak edemeyenler var ise kabul ettirmesini de
bilirim...Ali Molla denen şaki bozmasını iyi tanırım elbet...Edirne’de
makam, mevki sahibi olmuş ağaları var...Ferecik’e ayan olması bu
sayededir...Onlara güvenle bu yola koyulmuşsa kafi gelmez...Billah
altında kalır...Ama bu vakit onunla hesaplaşma vakti değildir. Önce
bize ayak direyenlerin, sözümüze tabi olmayanların kökünü
kazımakla başlayacağız işe...”
Kerem ve Osman şaşkın bakışlarla Tokatçıklı Süleyman’a
bakıyorlardı. Ne demek istediğini anlamamış gibi bir halleri vardı.
-“Yılanın başını ezdinmi tam ezmek gerekir...yoksa ilk fırsatta
gelir zehrini salıverir...bunu bilirdim...epeydir bilirdim ya Mestan
ağamın yüzü suyu hürmetine, İbrahimcik elimde büyüdü diye
varmazdım üstlerine...merhametimin, sabrımın karşılığı buymuş
demek...”
Dışarıdan duyulan at kişnemeleri, konağın sofasına çıkan
basamaklardan işitilen ayak sesleri taze bir hareketliliği ele
veriyordu. Ziyafet son bulmuş, silahlarını kuşanan bölükbaşılar,
beyler ve Süleyman’ın yeğenleri aytılmaya hazırlanıyorlardı. Yasef
efendi doğruldu:
-“Eee, ben müsaadeni isteyeyim, Süleyman ağam. Emirlerini
yerine getirmem gerek. Bir haftaya kalmaz mahzenleri ağzına
kadar tuzla doldururum.”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Selametle Yasef efendi, selametle. Havra için gereken
yapılacaktır. Endişe buyurma...İstanbul’a adam çıkarırım. Fetvası,
112

fermanı bugün yarın ulaşır elimize...gereken paranın üstünü de


denkleriz. Var git cemaate selamlarımı ilet...”
Yasef efendi eliyle göğsünü bastırarak eğildi ve şükran
duygusunu dile getirdi. O aksaya aksaya odadan çıkarken
Süleyman da fırladı ve kağıya yaklaşarak yüksek sesle bağırdı:
-Şahbalı! Koca Pehlivan! Mahmut!..”
Onlar sesi anında işitmişçesine soluğu arz odasında aldılar:
-“Emret beyim…”
Tokatçıklı Süleyman:
-“Adamlarınızı toplayın...Devre çıkıyorsunuz...”
Kısa süre sonra tüfeklerini ve kılıçlarını kuşanmış neferler at
sırtına binmiş, harekete hazır halde bekliyolardı.
113

IV.

Her sabah açtığı gibi açtı derviş o sabah imaretin tokmaklı


kapısını. Sırtında aynı yünden aba, başında aynı külah, ayağında
aynı pabuçlar vardı. Avludaki çınar ağacına konan kuşların ötüşü
aynı ötüştü. Sabah ezanı aynı huşu hissini veriyordu. Her sabah
yaptığı gibi hayratın sahibi Evrenos Gazi’nin ruhuna bir fatiha
okudu. Birazdan yamaklar da geldiler. Dünkü aşların piştiği boy
boy kazanlar tertemiz yıkanmış, kalın, demir çengellere
asılmışlardı. Kazanlar asılı odukları yerden indirilecek, ateşler
yakılacak, su ısıtılacak, aş yetiştirilecekti. Sesini yükseltti ve
yamaklara acele etmelerini söyledi. Onlar vakit kaybetmeksizin
bulgur, pirinç, dolu çuvalları yüklenerek duvar diplerine yığmaya
başladılar. Bir yandan da pişecek olan çorba ve et için de hazırlıklar
yapılıyordu. Derviş bir an duraksadı ve düşünceye daldı. Asırlardır
bu kubbeli, küçük yapının kapısından kaç muhtaç kul girmiş,
kendine bir tas yemek, yatacak sıcak bir döşek bulmuştu acaba.
Gözü avludaki hazirede bulunan selvi ağaçlarına ilişti. Tepeleri
rüzgârın etkisiyle ahenkli biçimde sağa sola savruluyorlardı.
Savrulurken kulağa hoş gelen, adeta huzur veren bir uğultu sesi
çıkarıyorlardı. Bu his, insanın bedenine ve ruhuna dinginlik
katıyordu. Düşündü yine. Kaç aciz kul, asırlardır...Yürüdü. Düzensiz
biçimde toprağa serpiştirilmiş, bir kısmı paramparça olmuş, koyu
yeşil renkte yosuna bulanmış mezar taşlarının önünde durdu.
Fakirlik, acziyet, yokluk içinde de yaşalar, hepsi burada veya buna
benzer bir mezarda yaşıyor işte, hepsinin başında aynı büyüklükte
bir taş var dedi kendine kendine. İmaretin avlu kapısı ardına kadar
açıktı. Sundurmalı dükkanlar ve harap bahçelerle çevrelenmiş dar
sokağın sonunda Eski Cami görünüyordu. Kurşun kaplamalı
kubbesi, göğe yükselen kalın gövdeli ak minaresi ile heybetliydi.
Gelgelelim, derviş, içten içe zamanın eski heybetinde olmadığını
114

biliyordu. Her gün imaretin kapısına dayanan, çoluğunu çocuğunu


doyuramayacak güçte, barınacak yeri olmayan biçarelerin
sayısından belliydi bu. Ekmek kof, tüy gibi hafifti artık. Tadı tuzu da
yoktu üstelik. Oysa ki, ondan evvel bu hayırsever çatı altında
yaradan rızası için nice yoksulu doyurmuş hizmetlilerin, eski derviş
ve postnişinlerin söyledikleri hafızasında capcanlıydı. Bir vakitler
güneş gibi ışıldak, gösterişli çini tabaklarda karınını doyururdu
kapımızdan gelip geçen Allah misafirleri. Kuş tüyü döşeklerde
ağırlanır, atını arpa ile beslerlerdi. Heybesine yolluk
doldurulmadan da uğur edilmezdi kimsecikler. Bizden evvelkiler
öyle derdiler. Biz dahi o günleri gördük demişlerdi yakın bir tarihte.
Şimdi onlar da göçmüştü ya. Derviş derin derin iç çekti. Kasaba
eşrafından hayır duası almakta niyetli bazı kimseler de olmasa,
korkuyordu ki et bulunmaz olurdu. Bunları düşünüp hüzünlenmişti
yine. Gerisin geriye döndü. Kazanlar kaynamaya başlamıştı. Tekrar
içeriye girmeye hazırlanıyordu ki sokağın başında daha önce
gözünden kaçan, garip bir durum dikkatini çekti. Eski Cami’ye
varan yolun sonunda, gelişigüzel inşa edilmiş, ahşap bir
sundurmanın altında, sazdan hasırların üzerinde, sırtında
heybesiyle orta yaşlı bir adam oturuyordu. Uzaktan pek
seçilmeseler de, yanında eşi olduğunu tahmin ettiği bir kadın ve üç
çocuğu vardı. Derviş bakışlarını o yana dikti. Uzak bir mesafede
olsalar da, orta yaşlı adamın da imarete doğru baktığını görüyordu.
Az sonra ailesine dönerek birşeyler söyledi ve imarete doğru
yürümeye başladı. Çekingen bir tavırla dervişin yanına vardı. Sağa
sola göz gezdirdikten sonra:
-“Günün hayır ola, derviş ağa” dedi.
Derviş yüzünde merhamet dolu bir gülümsemeyle:
-“Senin de efendi. Kimsin? Nereden gelirsin?”
115

Yaşlı adam sırtındaki yırtık pırtık aba poturu yukarıya doğru


çekiştirdi, çamura bulanmış çarıklarını temizlemek istercesine
birbirine sürttü, başındaki külahı düzeltti.
-“Ovadan geliriz biz...günler oldu geleli doğrusu ya...beş
boğazız. Açız derviş ağa, biz. Epey gün oldu boğazımızdan bir
yudum ekmek geçmedi. Açız. Bize verecek ekmeğin var mıdır
derviş ağa? Bir yudum ekmek...”
Derviş afalladı. Dili tutulmuşçasına tek kelime edemedi. Başını
kaldırdı ve sundurmanın altındaki aile efradına doğru baktı. Yaşlı
adama dönerek:
-“Orada mı yaşıyorsunuz? Şu sundurmanın altında...” diye
sordu.
-“Kalacak yerimiz yoktur, derviş ağa. Yiyeceğimiz de yoktur hiç.
Bize bir yudum ekmek...” diye cevap verdi yaşlı adam.
Derviş aniden arkasını döndü. Yaşlı adamın yüzü düştü. Hüzünlü
bir ifade takındı. Derviş imaretin kalın kesme taşlarla döşeli
avlusunu adımlayarak iki yamakla birlikte geri döndü. Bu arada
kazanlara dökülen pirinç, et, yağ kaynamaya başlamış, yemek
kokuları ile is ve duman sokağı kaplamıştı. Derviş elini uzattı ve
yamaklara işaret parmağıyla sundurmanın altını gösterdi. Bir
koşuda sokağı kateden genç adamlar yaşlı adamın ailesini önlerine
katarak imaretin içine sırasyla dizilen tahta sinilerden birinin
başına oturttular. Birazdan derviş ve yaşlı adam da onları takip
ettiler. Kaynayan kazanların başına oturdular. Sokak iyiden iyiye
kalabalıklaşmaya başlamıştı. Derviş yaşlı adama dönerek:
-“Demedin bir türlü efendi...Nereden düştü yolunuz kasabaya?
Nedir meramınız? Merakta koyma beni…deyiver hadi…ovadan
gelirim dedin…köyünüz yok mu dönecek?”
-“Biz yollara düştük derviş ağa, köyümüze uğrayan
felaketlerden sonra aç bilaç döküldük yollara…ah güzel köyümüz,
vay başımıza gelenler bizim…”
116

Derviş iyice meraklanmıştı. Biraz sonra koşuşturan yamaklar


taze ekmeğin yanında kazanda pişmiş etlerden iki tepsi dolusu
getirdiler. Sininin başına koşan yaşlı adam ve ailesi tahta kaşıkları
daldırarak hemen yemeye koyuldular. Derviş biraz bekledikten
sonra dayanamayarak tekrar yanına oturdu.
-“Anlat hele…Ne felaketinden bahsedersin? Kim ne etti size?”
Yaşlı adam ağzındaki lokmayı yutamadan:
-“Budanmamış kaldı bağımız bahçemiz, atıldır artık tarlalarımız,
bizim değildir. Evimizi barkımızı da öylece koyduk. Öyle
işte...dahasını sorma, demeye dilim varmaz. Korkarım...Sen burada
bize bakarsan kapında iş tutarız...Beş boğazız. Ne iş olsa
yaparız...Görüyorsun ya...”
-“Kimden korkarsın? Allah’tan gayrisinden korkmamalı insan bu
hayatta...Ben size burada kapı açamam ya...doğrusunu senden
gizleyemem...şu günlerde muhtaç kulların sayısı epey fazlalaştı. Aç
karınları doyurmaktan ötesine yetmez gücümüz...O da
sayıyla...gücümüz yettiği kadar...Allahütealanın kullarına verdiği
rızık kadar...”
-“Gücün yetmezse bize bakmaya...” dedi yaşlı adam ve
düşündü. “Size verecek iş, ekmek de yok diyorsan...”
Derviş pürdikkat ağzından çıkacak kelimelere odaklanmıştı.
-“Yine yollara düşer, İstanbul’a gideriz biz de...”
-“İstanbul’a mı? İstanbul nerededir sen bilir misin ağa? Açlık
başına vurmuş zar...ne dediğini bilmezsin...”
-“İstanbul’a ya...Kasabaya gelirken gözümle gördüm...”
-“Ne gördün?”
-“Şimdilerde ipini koparan İstanbul’a gider olmuş...buralar
yaşanmaz oldu, canımıza yetti der ahali...kime rast geldiysem
böyle der...bohçasını yüklenen Meriç yolu ne taraftadır diye arar
durur...ah köyümüz...vah bizim başımıza gelenler...”
117

Karnını bir güzel doyuran aile dervişe teşekkür etti. Kadın


çocukları yamacına alarak bir köşeye çekildi. Yaşlı adam üzerine
düşen ekmek kırıklarını da yuttuktan sonra başını öne eğdi ve:
-“Bereketliydi toprağımız...Bire bin verirdi yalan değil
ya...Bağlarımız, bahçelerimiz, bostanlarımız vardı...Köyümüz
ovanın göbeğinde bir yamaç üzerindedir. İçinden billur gibi su akan
bir çay geçer. Eski köprüsü vardır. Güzelliği dillere destandır.
Bakmaya doyamazsın. Yani öyleydi...Yakın vakite kadar...O yangın
gününe kadar...”
-“Ne oldu köyünüze? Kim ne etti size?”
-“Çok kötü işler...Söylemeye dilim varmaz. Akla hayale sığmaz
bir tükeniş çöktü ocağımıza...Biz Ağırcan köyünden geldik
kasabaya. Bir hafta kadar oluyor. Köyü atlılar bastı. Bir köylümüz
var, cümleye musallat olmuş, melun bir serkeş. Ağırcanlı Ömer
derler işitmişliğin varsa. Bir vakittir görünmezdi köyde. Velakin
İsaoğlu ağam ortadan kaybolduğundan bu yana gelip gitmeye
başladı yeniden. Önceleri üç beş atlıyla gelir birkaç davar, çuvalla
buğday, arpa alır giderdi. Fakat ziyaretler gün aşırı olmaya
başlayınca anladık bir derdi olduğunu. Bir gün işittik ki Süleyman
ağaya kapılanmış. Yanında gelen adamlar da Süleyman ağanın
adamlarıymış. Kasaba baskını malumumuz olmuştu. İsaoğlu
ağamın, Vasilin, Hacımusaoğlu’nun konakları ateşe verilmiş. İşittik.
Lakin işimize gücümüze döndük bir vakit sonra...İsaoğlu ağamın
topraklarını eskiden olduğu gibi sürdük, tohum ektik. O hiç
gitmemiş, hep başımızdaymış gibi...Hayvanını güttük, otlattık.
Böylece geçiyordu günler ta ki dedim ya...o lâin görünene
kadar...Köyümüz mamurdur. Ovadan mahsulunu getirir köylüler.
Balkan köylerinden dahi zahire toplanır, istiflenir ambarlarda. Bir
gün çıkageldi Ömer, yanında bir atlıyla. İyi giyimliydi. Halinden
anladık, mühim biri olmalıdır dedik. Benim adım Şahbalı’dır,
Tokatçıklı Süleyman ağanın has adamıyım dedi. “Bu günden öteye
118

köyünüz ve civar köylerin topraklarında yetişen mahsulden, ot


otlayan davardan, koyundan alınacak vergiden Süleyman ağam
mesuldur. Bunu cümle alem bilsin. Eskiden olduğu gibi toprağı
aksatmadan ekin, zahireyi bozulmadan muhafaza edin. Gelen
ağaya vaktinde teslim edin dedi. Köylü ne diyeceğini şaşırmıştı.
Şahbalı gittikten sonra imam ve köyün ihtiyarları ahaliyi topladılar.
Mestan ağa devrinden beri bütün işlerimizde İsaoğlu Hüseyin’den
başkasını bilmezdik biz. Arpadır, buğdaydır, her ne ise
mahsulumüzden devletin payına düşen, o pay eder, götürüp
bittamam öderdi. Aklına yatmadı köylünün bu iş...Hele ki İsaoğlu
Hüseyin kayıplarda iken...bugün yarın çıkar gelir deyip beklemeye,
Tokatçıklı Süleyman’a bir buğday tanesi dahi teslim etmemeye
karar verildi. Aradan birkaç hafta geçti. Süleyman’ın adamları
geldiler bir gün köye. Katmışlar önlerine Deli Ömer’i...Süleyman
ağa’dan haber getirdik, neferlere zahire gerektir, hazır etsinler,
adam göndertip aldırırım demiş. Ne edeceğimizi bilemedik. Bir
karar almıştık en nihayetinde. Köyün önde gelenleri karşı çıktılar.
Varın gidin ağaya söyleyin, biz bizi idare etmesi için bilittifak
İsaoğlu Hüseyin’i vekil tayin ettik, Süleyman ağa askeri için zahire
istiyorsa devletin kendisinden razı olduğuna dair kaime göndersin,
yoksa tek bir çuval dahi veremeyiz dediler.”
Derviş başındaki külahı çıkardı, önüne koydu. Bağdaş kurdu ve
arkaya doğru yaslandı. Yaşlı adamın anlattıklarını duyan yamaklar
da kazanları kaynar halde bırakarak gelmişler, sofranın etrafına
dizilmişlerdi.
-“Ya sonra ne oldu?” diye sordu sabırsızca derviş.
-“Bu cevabın başımıza ne işler açacağını anlayamamışız
meğersem...iki gün sonra, güneş batıp da sokaklar zifiri karanlığa
boğulunca...”
Yaşlı adam bir an duraksadı. Gözleri buğulandı. Ağzında
düğümlenen kelimeler dudaklarından bir türlü dökülemiyordu.
119

-“Dinmek bilmeyen naralarla bastılar köyü...Tüfek sesleri


duyuldu önce...Samanlıklar, damlar ateş aldı sonra...alevler dört
bir yanı sardı...bağrışmalar çağrışımlar...yangın yerine döndü
ortalık...her bir köşeyi tuttu Süleyman’ın adamları...başlarında da
Şahbalı...yanında Deli Ömer...kendi köylüsüne gözünü kırpmadan
ne kötülükler etti...iki cihan bir araya gelse günahları
affolunmaz...ben demeye utanırım gözlerimin gördüklerini,
kulaklarımın işittiklerini...keşke ölseydim de görmeseydim,
işitmeseydim...O gece saatlerce kaldılar köyde. Haneler didik didik
edildi. Ahalinin kenarda köşede gizlediği akçesine, ziynetine el
koydular. Kaçmayı başarabilenler sabaha kadar dere boyunda
gizlenmişler. Biz kaçamadık. Samanlığımızı yaktılar. Yangın evimize
sıçradı, hanemiz kül oldu. Söndüremedik. Gün ağardığıdında
perişan haldeydik hepimiz. Sığınacak bir köşemiz, barınacak
yerimiz kalmamıştı. Çaresiz kasabanın yolunu tuttuk. Handa kaldık
bir zaman. Şu merkezdeki handa. Oradan da kovdular bir zaman
sonra...Birkaç gündür de avare avare dolaşırız.”
Derviş merakla sordu:
-“Köylünün kalanına ne oldu peki?”
-“Ahali çil yavrusu gibi dağıldı dört bir yana. Bir kısmı çevre
köylerdeki akrabalarına sığındı. Bir kısmı Deli Ömer’in ayaklarına
kapandı. Süleyman ağa’dan razı olduklarını, ne isterse vereceklerini
söyleyerek evlerine geri döndü. Gençlerin arasından güçlü kuvvetli
olanları, eli silah tutanları alıp götürdüler. Köyümüz kurulduğundan
beri böylesi bir afet yaşamamıştır. Allah’tan reva mıdır bu zulüm
derviş ağa? Sen iyilikle muamele ettin bize. Söyle...Bir kul diğer bir
kula bunu neden eder?”
Derviş gözlerini yaşlı adamdan kaçırır gibi oldu. Sonra derin bir
nefes alarak:
-“Nefis gözü kör olduğunda dünyayı görmez olur ademoğlu...”
dedi.
120

-“Biz kimseye zararı dokunmamış, kendi halinde insanlardık.


Şimdi korku sardı ovamızı. Başımıza gelenleri duyan diğer köyler
Süleyman ağaya karşı gelirsek bizim de başımıza aynı işler, belki de
daha beterleri gelir diyerek ses edemez oldular.”

You might also like