Professional Documents
Culture Documents
Tokatçikli Süleyman Ağa
Tokatçikli Süleyman Ağa
Gümülcine, 2020
(ithaf)...
“Zulüm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur”.
Türk atasözü
I. BÖLÜM
“BÖLÜKBAŞI”
1
Ι.
II.
***
Kuşluk vaktinin ilk saatlerinde Mestan ağa’nın Gümülcine’deki
konağının önünde, yamakların alışılmış gündelik hareketliliğinin
ötesinde fevkalade bir hal söz konusuydu. Büyük portanın
taşrasında iki öküzün çektiği bir kağnı, kağnının üstünde üzeri
beyaz çarşafla örtülmüş birisi yatıyordu. Mestanzade Haseki
İbrahim kağnının başında ağlıyor, yanındaki beyler başlarını ve
dizlerini döver halde kağnıya yaslanıyorlardı. Tekmil kapı halkı,
yamak, aşçı, ortakçı, muhafız, ahır hizmetçisi dışarıya uğramış,
Yoğurtçuoğlu Hasan’ın cansız bedeninin başında matem
tutuyorlardı. Meraklı gözlerle başlarını kapı ve pencerelerden
uzatan kasaba halkı, çamura bulanmış sokak aralarından fırlayarak
konağa doğru koşuşan ve hızlarından üsküfleri neredeyse yere
düşecek şalvarlı ve eli silahlı yeniçerileri görünce vakit
kaybetmeksizin korkudan kapılarını sürgülüyordu.
Konağın önü kalabalıklaşmaya başlamıştı ki, çift kanatlı, yüksek
porta demir tokmağı sallanarak ağır ağır açıldı. Başında ipek sarığı,
yakası kürk işlemeli mor kaftanı ile Mestan ağa kapıdan dışarıya
adımını attı. Olup bitene mana verememenin şaşkınlığı gözlerinden
okunuyordu. Konağın önündeki otluğun üzerine sıralanmış, başları
yere eğik hizmetliler, yol boyunca dizilmiş yeniçeriler ve ayakları
birbirine dolanmış halde bulundukları yöne doğru gelen kadı
efendi...Mestan ağa’nın gözüne ilk ilişsen gözyaşları içindeki oğlu
Mestanzâde Haseki İbrahim ve yanındaki beyler oldu. Sonra
21
III.
1
Vrbitsa çayı. koparak güneyde Bulgaristan’ın güneyinde Arda nehrinin bir
koludur. Kırcaali doğusunda nehirden Mestanlı’ya oradan da batıya
yönelerek Paşmaklı’ya akar.
26
***
Koşuşan askerlerin ayak sesleriyle gıcırdayan tahta döşemelerin
sesi iki katlı ahşap konağın bodrum katındaki ambardan
duyuluyordu. Ambarı aydınlatan, tok alevli, tek bir meşale
yanıyordu. Tokatçıklı ve yâranı, Hacı Ayvaz’ın kurduğu tuzaktan
canını kıl payı kurtaralı saatler günlere, günler haftalara dönmüştü.
30
Beş, on, belki de daha fazla güneş doğmuş, bir o kadarı da Rodop
dağlarını saran yüksek tepelerin ardında gözden yitip gitmişti.
Ambara inen dar bir tahta merdiven aralığının altında, etrafı saran
rutubet kokusu içinde Süleyman, Şahbalı, Koca Pehlivan ve
Salihoğlu ellerinde kalan toz tomur içindeki son buğday çuvalını
tekmeleriyle yokluyorlardı.
-“Bre, bu nedir? Koyup bizi gitmedi deyyuslar. Bir hal, çaresini
düşünmek gerekir” diyerek söze başladı Süleyman.
Haftalar süren bekleyiş esnasında Hacı Ayvaz’ın adamları
konağı muhafaza edenlere karşı defalarca saldırıya geçmiş lâkin
başarısız olarak ölü ve yaralılar bırakarak geri çekilmişlerdi.
Şahbalı:
-“Bu son erzağımızdır” dedi ümitsiz değilse de soğuk bir tavırla,
“bu da bittimi açız”.
Süleyman bir an derin derin düşünür gibi oldu ve tüfeğinin
dipçiğini birkaç kez yere vurarak başını doğrulttu.
-“Erzak da bittimi son kurşuna kadar basar, huruç ederiz. Son
baruta kadar...Çıkar gideriz...O da bittimi kılıç var...Benimle gelin”
dedi.
Aydınlık bir sabahtı. Balkan rüzgârının serinliği yüzlere vuruyor,
sırayla nöbet beklemekten bunalmış neferleri biraz olsun
kendilerine getiriyordu. Yer yer bir tüfeğin namlusundan çıkan
körlemesine atılmış bir misket, elleri, ayakları, beyinleri uyuşan
adamları yerinden sarsıyor ve yeniden teyakkuza geçiriyordu. Bu
neticesiz bekleyişin daha ne kadar süreceği belirsiz iken, kapıdaki
nöbetçinin narası duyuldu:
-“Süleyman beyim, Süleyman beyim!”
Dizlerinin üstüne çökmüş, bir eliyle günler evvel çatışmanın
meydana geldiği sokağın başını işaret ediyordu. Süleyman ardına
takılan adamlarıyla birlikte kapıya doğru ilerledi. Başını hafifçe
31
***
Ahşap konağın sofasını buram buram kahve kokuları sarmıştı.
Tokatçıklı Süleyman divanın üzerinde bağdaş kurmuş oturuyordu.
Çubuğundan bir kez tüttürüp iri, siyah gözlerimi karşısında oturan
iki ufak tefek adama doğrulttu.
-“Eee, ağalarım. Deyin bakalım hallerinizi...”
Ağalar önlerindeki siniden kahve fincanlarını kaldırarak
kahvelerinden birer yudum aldılar. Sonra da pencerenin kenarında
oturan kaytan bıyıklı, mor kaftanlı bey dışarıya doğru bir göz atarak
çekingen bir tavırla söze başladı:
-“Doğruyu söylemek gerekirse bölükbaşım, ahali sıkıntıdadır.
Gelgelelim söylemeye dili varmaz. Hele ki, adam gönderip affını
talep ettiğin günden beri iyice korkar oldular Hacı Ayvaz’dan...”.
-“Af da ne demekmiş? Hacı Ayvaz’la sulh ettik biz. Bu sözleri de
kim söyler?” diye çıkıştı Süleyman.
-“Aman Süleyman bölükbaşım, sen beni yanlış anladın...ahaliyi
bilirsin ya. Konuşur durur işte...”.
O ana dek sessiz kalan diğer ağa yere eğdiği başını yukaruya
kaldırarak Süleyman’a:
-“Ahali Hacı Ayvaz’dan hoşnut değildir. Bunu gizlemek ne
mümkün...Lâkin yanan evini tekrardan yapmana müsaade buyurup
da gelip oturmana izin verdiği günden beri kimse bir şikayetini dile
getiremez oldu. Süleyman acizdir, bizi himaye edemez derler...”.
Süleyman asabiyetini zorlukla gizliyordu. Bir yandan Mestan
Ağa’ya verdiği söze sadık kalamadığı ve Yorğurtçuoğlu’nun
intikamını alamadığı için diğer yandan da köylünün gözünde küçük
düşmesini hazmedemiyordu. Oturduğu yerden doğruldu ve ayağa
kalktı. Sofanın ortasına doğru yürüdü ve dikkatle onu seyreden
ağalara dönerek:
37
IV.
2
Kaime: Buyruk, resmî kâğıt, ferman.
41
***
Zindan kapısı, demir anahtarın boşlukta yankılanan şakırtısıyla
ağır ağır kapandı. Kaçak bakışlarıyla yemyeşil yapraklarla bezenmiş
bir kayısı ağacının altında uyuklayan kale dizdarına bakan iri yarı bir
yeniçeri kılıcını kınından çıkarmadan tahta masanın üzerine bıraktı
ve yemeğini yemeye koyuldu.
-“Eeee, ağa. Bugün de haber çıkmadı seninkilerden...”
-“Gelecekler. Bugün olmadıysa yarın...gelecekler”.
Mestan Ağa bu sözleri söylerken gözüne duvarda bağlı duran
paslanmış prangalar takıldı. Ardından dönerek bir kez daha
hücresini aydınlatan daracık pencereden dışarıya baktı. Kalenin
bedenlerinden yavaş yavaş çekilen aydınlık, bir süre sonra dağın
eteklerinde uzanan İskeçe şehrini, sonrasında da göz alabildiğine
serilen ovayı terk etti. Köy ve mezralar karanlığa bürünmeye
başlamıştı. Kasabanın dış mahallelerindeki yassı bir arazide talim
eden bir bölük süvari uzaktan zorlukla da olsa seçiliyordu. Kaleye
çıkan eğri büğrü yol ise ıpıssızdı. İki yanı sarp, ağaçlık yamaçlarla
kaplanmıştı ve uçuşan kuşların cıvıltısı rahatlıkla duyulabiliyordu.
Mestan Ağa iç çekti. Onu gitgide daha çok saran hezeyanı saklı
tutmak için çabalıyordu. “Bir haberci, bir at koşturamıyor mu
Süleyman?” diye düşündü bir an. Beline sımsıkı sardığı kuşağına
sokuşturduğu gümüş kaplamalı köstekli cep saatini çıkardı,
kapağını açmadan kendine has bir el yatkınlığıyla tekrar yerine
koydu.
Birden kale duvarlarının çevrelediği avludan yaklaşan dizdarın
ayak sesleri duyuldu. Az sonra mahmur gözleriyle zindandan
içeriye girdi ve duvarın dibinde yanan mangalda elinde tuttuğu
meşaleyi tutuşturdu. Yemeğini henüz bitirmiş olan yeniçeri onu
görünce telaşa kapıldı ve aceleyle önünü silkerek doğruldu.
-“Bir emrin var mıdır ağam? Karnımı doyurdumdu”.
46
4
Kale dışına çıkmamaya hüküm giyen suçlu.
5
Yüksek bir makama sunulmak için yazılan çok imzalı dilekçe.
47
6
Bir davanın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren
resmî belge.
49
V.
***
Sert esen rüzgâr güçlükle ağaçlara tutunmayı başaran son
yaprakları da alaşağı ederek savurdu. Yaprağa gücünü yetiren yel,
kadim burçların eteğine çarpınca, ancak kesif ve insanın içini
ürperten bir uğultu çıkarmakla yetiniyordu. Kale kapısından Yeni
Cami önlerine kadar yığılmış olan kalabalık, soluk benizli, boş
bakışlarla ulu çınarların dibinde kurulan iri gövdeli cellat kütüklerini
seyrediyordu. Yeşil sarıklı, siyah cübbeli tekke dervişleri, imamlar,
pabuçlu medrese sübyanı, peçeli kadınlar, fermene ve elifî şalvar
giyen genç delikanlılar ve ibrişim kuşaklı, poturlu ağavat soğuk
havaya aldırış etmeden kaygılı bir bekleyiş içinde olup bitene
anlam vermeye çalışıyordu. Sokaklar çamur deryasına dönmüştü.
Bütün gece hızını kesmeden yağan yağmurun meydana getirdiği su
çukurlarını ayaklarıyla döverek böğüren develer, at kişnemeleri,
kağnı arabaları ve sağa sola koşuşturan üsküflü yeniçeriler yoğun
bir şekilde devam eden hazırlıklara bir keşmekeş halini veriyordu.
56
İsaoğlu:
-“Yılanın başını küçükken ezmeli, nasihatıma kulak vermedi ya
Mestan ağa, Allah şahittir. Kalebendten döndüğü gün dedim, daha
o gün tepele şu haini dedim, dinlemediydi sözümü...”
Çelebioğlu:
-“Hiç kimseye değil de, İbrahimciğe yanar yüreğim. Ah,
İbrahimcik. Bu yaşta öksüz kalmak nasıl kötü kaderdir...görmek,
bilmekmiş nasibiymiş...bahtsız, masum sabi.”
-“Mestan ağa yoksa biz ne güne dururuz, Çelebioğlu?” diye
çıkıştı İsaoğlu, “kol kanat gereriz evelallah, koruruz, kollarız
İbrahimciği...yüzüstü bırakmak bize yaraşmaz”.
-“Şükürler olsun ki yetim koduğunu dımdızlak ortada komadı
talih. Mestan ağa’nın cürmünü evladına ödetmemiş devlet. Malını
evladü iyaline bağışlamış derler...” diye devam etti Çelebioğlu.
-“Sahi mi?” dedi şaşırarak Vasil Efendi. “Yani şimdi, onca han,
onca konak, çiftlikler...”
-“Sahi ya, Haseki İbrahimciğin oldu hepsi...”
-“Hepsi demek...”
-“Tabi ya! Ne demeli, Allah hayrını görmeyi nasip
eylesin...yetim hakkıdır”.
Şiddeti bir nebze olsun dinmeyen rüzgâr uğultu halinde esmeye
devam ediyordu. Birden kalabalığın biriktiği yönden gelen sesler,
koşuşturma artmaya başladı. Ağalar doğruldular. Başında sarığıyla,
çelimsiz, hastalıklı bir oğlan çocuğu onların olduğu tarafa doğru
koşar adımlarla yaklaşarak:
-“Yetişin, koşun! Mestan ağa’yı getiriyorlar!” diye bağırdı.
Sarıkışla yönünden, elleri kalın sicimlerle bağlanmış bir grup
mahkumu önüne katan yeniçeri alayı, gitgide yaklaşan kös sesi ile
dizemli bir biçimde yürüyerek meydana kadar geldi. Nefesini
tutmuş olan ahali, şaşkın gözlerle olup biteni izliyordu. Döküntü,
59
“FERMAN-I ALÎ’DİR
Hüküm ki,
Evvelden bi-d-defat ihtar olunmasına karşın emr-i alime muhalif
amellerinden dolayı İskeçe kalesine kalebend olunan ve Gümülcine
ve sair kazalar ahalisinin dileklerine istinaden aff-ı şahaneye
mazhar olan Gümülcine ayanı Yoğurtçuzade Mestan Ağa ve
ayaktaşlarının ibadullahın canına ve malına kast eyleyen fesat ve
zulüm ehli mezbur eşkıyaya yardım ve yataklık ettiği tahkik
olunduğundan siyaseten katilleri adına ferman-ı alî şanım sadır
olmuştur. Sultan Selim Han.”
7
Çadırın kapı perdesine verilen ad.
63
8
Kaftan.
64
VI.
II. BÖLÜM
“SÜLEYMAN AĞA”
76
I.
***
Sabanın başına bir çift öküz koşulmuştu. Kaburga kemikleri
dışarıya fırlamış etsiz, cılız iki öküz. Kaba toprağın üzerine tüm
ağırlığını basarak çorak tarlayı süren bu hayvanlardan daha zayıf,
daha sıska, daha hastalıklı bir varlık görmek mümkünse eğer, o da
sabanın başındaki köylülerdi. Güneş yanığından benizleri kararmış,
kırışık tenli, boşluğa bakan suretlerden ibaret köylüler. Ovanın
dalgalı enginliğinde bir aşağı bir yukarı toprağı yaran saban demiri
sert kayalara denk geldiğinde güçlü bir çatırtı koparıyor, bir eliyle
84
sabanın sapını tutan diğer eliyle ise ha bire öküzlerin yönünü tayin
etmeye çalışan biçare adam ter içinde titriyordu. Ara ara
soluklanmak için duraklıyordu. Sonra var gücüyle sabanı iterek
öküzlere bir kez daha o bilindik, buyurgan edayla sesleniyordu.
Uçsuz bucaksız ovada ne kadar uzağa giderse gitsin tarlanın
başındaki ağaçlıkta onu seyreden oğulları bir etrafı gözetliyor,
ihtiyaç durumunda hemen yardıma koşmaya hazır halde
bekliyorlardı. Tok gölgeli ağaçların bedenine dayadıkları tüfeklerin
temizliği günü akşam etmenin en kısa ve en keyifli yoluydu. Bir de
öğle güneşi sönmeye yüz tuttuğu vakit kırda yenen yemeğin tadı
bambaşkaydı. Eskiden olsa baldan tatlıydı ya...Şimdilerde alelacele,
diken üstünde yenir, acı tatlı bir his bırakır olmuştu hepsinde.
Zayıfça, buğday tenli oğlan güçlükle kaldırdığı tüfeği omuzuna
attığı gibi soluğu öküzlerin yanında aldı. Yaşlı köylü eliyle terini
silerek ağır ağır ağacın dibine sokuldu ve yerden aldığı maşrapayı
kafaya dikti. Bütün günün yorgunluğu o anda çıktı. Gözü uzakta,
tarlanın bittiği noktadaki çalıların örttüğü yola takıldı kaldı.
-“Şu yoldan gelirler yine...cepken poturlusu, çarıklısı, eli tütün
çubuklusu...Arı sürüsü gibi...Eşkıya kısmı göze görünmez, bir
bakmışsın ekmediğin yerde bitivermiş. Ne davarını gizlemeye elin
erir, ne arpanı, buğdayını...”
Eşi endişeli gözlerle onu süzdü. Sonra ayaklanarak bohçasından
çıkardığı genişçe bir bezi toprağın üzerine serdi. Bir parça somun
ekmeği, birkaç soğan ve domatesi üzerine serdi ve:
“Buyur. Karnını doyur” dedi ketumluğunda gizlenmiş bir korku
hissiyle.
“Gelirler gelmesine de bu kez onların alacak benim de verecek
birşeyim kalmamıştır. Hak Teâlâya yemin olsun ki kalmamıştır. İşte
şu iki sarı öküz. Boğazımıza yarardır, onları dahi alırız derlerse kaç
kurşunum varsa acımam...ant olsun ki acımam...ölene kadar karşı
85
9
Dağıtılma, üleştirme.
88
II.
10
Genellikle tahıl ölçmede kullanılan belirli hacimdeki kap, ölçek.
91
karşılığında hangi köylüden kaç altın, kaç akçe tahsil edilecek bir bir
defterlere işlerlerdi. O gün kadı mahkemesinde yanlarında
getirdikleri defterlerde...
Kadı bağdaş kurmuş herkesi rahatça görecebileceği bir mevkiye
oturmuştu. Titrek ellerini ağır ağır yüzüne doğru götürdü ve camı
buğulanan gözlüklerini çıkardı. İtinayla parlattı ve tekrar taktı.
Lebalep dolu mahkeme odasına bir göz gezdirdi. Önündeki rahleyi
yavaşça itti ve ayağa kalktı. Yanıbaşındaki tozlu ahşap raflara
gelişigüzel sokuşturulmuş evrakları iteleyerek üstü deri kaplı
kalınca bir defter çıkardı. Tekrar bağdaş kurarak oturdu ve rahleyi
önüne çekti. Defteri açtı ve yapraklarını çevirmeye başladı.
-“Ağrıcan, Halife, Tuzcu, Ortakçı, Hasköy...bunlar altı ay evvelin
üleşleridir ağalar. Her birinizin payına düşen vergi miktarı burada
yazılıdır. Kalem kalem...işte şimdi sizden talep edilenden katbekat
azdır. İtirazınız yersizdir.”
Tarladaki yaşlı köylü ve imam bir köşede oturmuş olan biteni
izliyorlardı. Köylülerin arasından gün görmüş ak sakallı bir ihtiyar
öne çıktı ve söz aldı:
-“Bizi yanlış anlama kadı efendi. Derdimiz Süleyman ağanın
kamu alemin hayrına yaptığı masrafları gücümüzce paylaşmamak
değildir. Devlete karşı boynumuz kıldan ince. Lâkin bizim haksız
yere verilecek tek bir akçemiz dahi yoktur. Zor durumdayız.
Zannımızca sarfiyat haddince ispat edilemedi. Bu halde adil bir
paylaştırma nasıl mümkün olur?”
Süleyman bu sözleri üzerine alınmışçasına doğruldu. Kâtip
Yusuf ve Küçük Hacı Mehmet birbirlerine baktılar. Kadı
öfkelenmişti. Önündeki defteri homurdanarak kapattı. Yanında
oturan kâtibe döndü ve biraz düşündü. Kâtip diviti eline aldı.
Hızlıca hokkaya batırdı ve kadının ağzından dökülenleri önündeki
boş kağıda yazmaya başladı:
-“Zahirenin pahası 30.000 kuruş
92
11
Ruslar.
95
“FERMAN-I ALÎ’DİR
Hüküm ki,
Gümülcine kazasında kain 12 olup işbu fermanda zikredilen köy ve
mezralarda din ü devlete düşman olan dağlı haşeratını hıfz-ı
12 Bulunan, olan.
98
13 Saklamak, korumak.
14 Kadı mahkemesi.
15
Bir yer halkının hükümetçe hoş görülmeyen hareketlerinin tekerrürü halinde
tatbik olunan ceza yerine kullanılır bir tabirdir. Bu ceza nakdi (para) olduğu gibi
bedeni(çalıştırma) suretinde de oldurdu. Bu münasebetle alınan paraya da “Nezir
akçesi” denilirdi.
99
III.
16 Tuzla.
107
IV.