Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 199

EHİL YAYINCILIK

2017
EHİL YAYINCILIK

EBU’L-A’LA MEVDUDI DUA BILINCI

Yayına Hazırlık
Aktif Ajans

Hazırlayan
Abdülkadir Coşkun

ISBN
978-605-9918-98-5

Baskı
Ekim 2017

Yayıncılık Adresi
Ehil Yayıncılık
Büyükreşid Paşa Cad. Nur Iş Merkezi No:20/18
Vezneciler/Fatih/Istanbul
Tel 0212 514 5 222 - Faks 0212 514 5 222

Yayıncı Sertifika No:


12866

Baskı ve Mücellit:
Orient Basım Yayın Sanayi Tic. A.ş
Ikitelli OSB Mah. Giyim Sanatkarları 5-A 6-A Blok No: 315 Kat 3
Başakşehir / Ikitelli / Istanbul
0212 549 65 85 (Pbx)
0542 549 65 24
Matbaa Sertifika No: 35724

Genel Dağıtım
Yeryüzü Yayın Dağıtım Ltd. Şti
Şirket Tel: 0212 445 80 00
Şirket Gsm: 0505 972 36 23
Whatsapp no: 0505 972 36 23
Web: yeryuzudagitim@gmail.com

Adres:
Göztepe Mah. Inönü Cad. Rahim Sok. No: 111
Bağcılar/Istanbul

“EHIL YAYINCILIK”
Ağaç Kitabevi Yayınları Ldt. Şti’nin Markasıdır.
EBU’L-A’LA MEVDUDÎ

DUA BİLİNCİ

Hazırlayan:
Abdülkadir Coşkun
İÇİNDEKİLER

Ebu’l-A’la Mevdudi .....................................................................................................................7


Duanın Kabulü İçin Önce Tevhid...................................................................................15
Allah Dualara İcabet Eder ...................................................................................................35
Sadece Dara Düşünce Dua Edilmez ............................................................................57
Mü’minin Duası.........................................................................................................................75
Ayete’l Kürsi .................................................................................................................................81
İbrahim Peygamber’İn Duası ............................................................................................85
Zekeriyya Peygamber’in Duası ........................................................................................99
Yusuf Peygamberin Duası ...............................................................................................109
Herşey Allah’ı Tesbih Eder ...............................................................................................125
Her Halukarda Allah’ı Zikretmek..................................................................................129
Allah’ın Huzurunda Dua Ederken Ellerin Kaldırılması.....................................141
Duada Din Büyüklerini Vesile Yapmak ....................................................................145
Duanın Makbuliyeti İçin Kabirlerde Çile Çekmek .............................................151
Kabir Ehlinden Dua Etmesini İstemek .....................................................................155
Sünnet Olan Zikirler ............................................................................................................157
Ölüye Sevap Gönderilmesi .............................................................................................161
Ezan ve Namaz Duaları İle İlgili Bazı Şüpheler ....................................................165
Allah’ın Merhameti Çok Geniştir .................................................................................173
EBU’L-A’LA MEVDUDİ

Ç
ağdaş Islami düşüncenin en önemli isimlerin-
den biridir Mevdudi. Sadece Pakistan’ı değil
tüm dünyayı etkileyen fikir ve hareket öncü-
sü…
Mevdudi, 25 Eylül 1903’de Haydarabad-Dec-
can’daki Avrangabad’da doğdu. Mevdudi’nin babası,
çocuklarını Ingiliz okullarına göndermeğe razı olma-
dı, onların evde Arapça, Farsça, Urduca ve Ingilizce
dersleri almalarını sağladı.
Mevdudi, henüz on altı yaşında babasını kaybe-
dince hayatını gazeteci olarak kazanmaya başladı.
Kısa bir süre muhabirlikten sonra yerel bir gazete-
de editör olarak çalıştı. Aynı yıl Delhi’ye giderek, Ce-
miyeti Ulema-i Hindin yayın organı olan el-Camia’da
yardımcı editör olarak çalıştı. Hastalandığı 1927 yı-
lına kadar bu görevi sürdürdü. Hastalığı onu Avran-
gabad’daki evlerine dönmeye mecbur bıraktı ve bi-
lahare Haydarabad’a giderek, o günden beri onun
adıyla tanınan aylık Tercüman-ul Kur’an’ın yayınına
başladı.
8 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Ocak 1938’de, Allame Muhammed Ikbal’in daveti


üzerine Islam hukukunun diriltilmesi konusunda ça-
lışmak için Pencap’a giderek, bir cami ve birkaç ev-
den oluşan Gurdaspur yöresinde yerleşti. Daha sonra
bu binalar Darus-Selam Akademisi oldu. 1941’de ise
Cemaat-i Islami’yi kurdu ve bundan sonra hayatını
tamamen hareketinin geleceğine adadı.
Cemaatin kuruluşu hakkında görüşlerini şöyle an-
latır Mevdudi:
“Cemaati organize ederken aklıma gelen bir husus
da, İslami düzenin tesisinde uyum içinde çalışabilme-
leri için Cemaat, hem eski sistem ve hem de yeni sistem
altında eğitim görmüş kişilerden oluşmalıydı. Cemaat
ayrıca tüm mezheplerden ve düşünce okullarından bü-
tün Müslümanları bir araya getirme gayreti içinde ol-
malıydı. Her ne kadar Şia’dan olan kardeşlerden he-
nüz tam manasıyla ve üst düzeyde bir katılım olmadıy-
sa da, sempatizan büyük bir çoğunluk vardır.”
Hindistan’ın bölünmesinden sonra ise, Mevlana
Mevdudi artık bütün çabalarını Pakistan’da Islami bir
hayat tarzının tesisine adadı. Bitmeyen bir enerjiyle,
konuşmalar yaparak ülkeyi baştanbaşa dolaştı. Bu tu-
tum bazı çıkar çevreleri için tahammül edilmez oldu-
ğundan, ülke için Islami Anayasa talep ettiği gerekçe-
siyle onu devlet düşmanı olmakla suçladılar ve 4 Ekim
1948’den 28 Mayıs 1950’ye kadar hapsettiler. Mevdu-
di yılmadı. Çalışmalarını artırarak sürdürdü. Yüzyıllar
boyunca ilk kez, Pakistan’da, Diyobendı̂, Barelvı̂, Eh-
li-hadis ve Şia düşünce ekollerini temsil eden otuz bir
ulema, Mevlana Mevdudi’nin ikna etmesiyle, 21-24
Ebu’l-A’la Mevdudi | 9

Ocak 1951’de Karaçi’de bir konferans düzenledi ve ye-


ni Anayasaya katılmak üzere Islam devleti için elzem
olan yirmi iki prensibi ittifakla kabul ettiler.
Kadıyanî Problemi adlı broşürü yazdıktan sonra
Mevlana Mevdudi yeniden tutuklandı ve mahkemeye
çıkarılmadan mahkûm edildi. Idamına karar verildi-
ğinde şunları söyledi:
“Eğer Allah (c.c.) böyle istediyse bu akıbeti mem-
nunlukla kabul ediyorum; ama eğer O’nun iradesi de-
ğilse, ne yaparlarsa yapsınlar bana en küçük bir zarar
bile veremezler.”
Islam dünyasında ona verilen ölüm cezasına karşı
tepkiler o kadar büyük oldu ki, yetkililer cezasını 14
yıla indirmek zorunda kaldılar. 25 Mayıs 1955’de,
Yüksek Mahkemenin yayınladığı bir emirle Mevlana
Mevdudi serbest bırakıldı. Bir yıl sonra, Pakistan Is-
lam Cumhuriyeti’nin ilk anayasası Mart 1956’da res-
men ilan edildi. Anayasa Cemaat-i Islami’nin istekleri-
nin çoğunluğunu içeriyordu. Bu anayasa gerçek bir Is-
lam devletinin teşekkül sürecine katkıda bulunmak
için henüz tamamlanmamıştı ki, Başkan Iskender Mir-
za 7 Ekim 1958’de onu fesh eden bir kararı yürürlüğe
soktu. 27 Ekim’de Mareşal Muhammed Eyüp Han yö-
netimi ele geçirerek sıkıyönetim ilân etti ve Cemaat-i
Islami de dahil tüm siyasi partileri kapattı.
Mevdudi, Islam davasını yürütmek için her za-
manki kararlılığıyla yoluna devam etti. Islam huku-
kunun modern yönetimde gerekliliğini ve uygulana-
bilirliğini net bir şekilde ortaya koydu ve düşüncele-
rini “İslam’da Hükümet” başlığı altında kitap olarak
10 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

yayınladı. Mevdudı̂’nin üslubu o kadar ikna ediciydi


ki, bir Hristiyan olan Pakistan Baş Yargıcı A. R. Cor-
nelius bile Islâm hukukunun ülke için elverişli tek ka-
nuni sistem olarak kabulüne taraftar olmuştu. Batı
Pakistan Yüksek Mahkemesi’nde, tüm yargıçlar Is-
lam hukukunun yürürlükte olması yönündeki görüş-
lerini beyan ettiler.
Bu dönemde, Mevlana Mevdudi bütün gayretleriyle
yazılarına ve vaazlarına bireysel olarak devam ediyor-
du. 1959 ve 1962 arasında, altı ciltten meydan gelen
Kur’an-ın Urdu dilindeki tercüme ve tefsiri olan Tefhi-
mu’l Kur’an’ı hazırlamak için tüm Batı Asya’yı -Arabis-
tan, Sureyi, Urdün ve Mısır- dolaştı ve kitaplarda belir-
tilen kutsal yerleri ziyaret etti. Ilk olarak 1943 yılında
başlanan Tefhimu’l Kur’an’ın son cildi ise, Haziran
1972’de tamamlandı ve Islam dünyasında büyük ilgiy-
le karşılandı. Giderek büyüyen talep sonucunda, tefsi-
rin Ingilizce, Arapça, Bengalce ve Peştuca tercümeleri
hazırlandı. Mevdudi, eserde, Hıristiyanların ve Yahu-
dilerin kitaplarını nasıl tahrif ettiklerini göstererek, Is-
lami hayat tarzının diğerlerine olan üstünlüğünü orta-
ya koydu. Nur ve Ahzab sureleri tefsiri ayrı olarak ba-
sıldı ve bunlar suça karşı Islam’ın getirdiği cezaların
herhangi bir ceza kanununun getirdiğinden daha in-
sancıl ve daha etkili olduğunu gösteriyordu. Bu tefsir
Pakistan Universitelerinde hukuk öğrencileri için ders
kitabı olarak kabul edildi.
Ingiltere ve Almanya’daki Müslüman öğrenci der-
neklerinin konuşma yapması için defalarca kendisini
davet etmelerine rağmen, giderek artan etkinliğinden
Ebu’l-A’la Mevdudi | 11

korku duyan hükümet, Mevdudi’nin yurt dışına çık-


mak için yaptığı bütün başvuruları geri çevirdi. Ancak,
Ağustos 1968’de, mütehassıs doktorlar heyeti, böb-
reklerinde oluşan taşların Londra’ya ameliyata gitme-
si için yeterli bir neden teşkil ettiğini açıkladılar. Ge-
çirdiği iki ameliyat kendisini oldukça zayıf düşürdü.
Burada özellikle Ingiltere’ye göç eden Pakistanlı-
lara hitaben bir konuşma yaptı. Dinleyicilerine, eğer
Ingiltere’de yaşayan Müslümanların hayatlarını Is-
lamı̂ değerlere ve ideallere göre yönlendirirlerse, Is-
lam’ın gelişmesinin ve genişlemesinin Batıda büyük
bir hız kazanacağını ifade etti. Ama eğer aşağılık
kompleksine kapılırlarsa, Batı gelenekleri içinde kişi-
likleri kaybolacak ve yabancı bir kültüre karışacak-
lardı. Ingiltere’nin “bütünleştirme” sloganı altında
Müslümanları Batı medeniyeti içine asimilasyon po-
litikasının yanlış olduğunu vurguladı.
Aynı yıl içinde Italyan ve Alman televizyonlarının
kendisiyle yaptığı mülakatlarda özet olarak şunları
söyledi:
“Batılı hayat barışı tanımaz. Hayat anlamını ve
amacını yitirmiştir, aile çökmektedir, suç sınır tanıma-
maktadır ve şiddet dünyanın geleceğini tehdit etmek-
tedir. İkinci hayatî hata, Batılı insanın dar görüşlülü-
ğüdür. Eğer Batı medeniyeti ırk ayrılığı gibi problem-
lere çözüm bulamıyorsa, insanlar İslam’ın bunları na-
sıl çözdüğünü ve milliyetçiliği aşan bir kardeşliği nasıl
başardığını öğrenmelidir. Batılı insan şimdi, cihadın
nasıl savaşın dehşetini ve barbarlığını ortadan kaldır-
dığını, İslamî öğretilerin uygulanmasının aileyi nasıl
12 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

kuvvetlendirdiğini ve zihinsel bozukluklara ve sosyal


bölünmeye yol açan kişisel ilişkilerin kesilmesini nasıl
önlediğini öğrenmek zorundadır. İslam’ın evrensel mi-
rası sadece Müslüman olarak doğanlar için değil tüm
insanlık içindir.”
Kutlu Islam yolunda çetin ve sıkıntılı mücadeleler-
den sonra bu mübarek insan 22 Eylül 1979 günü, 77
yaşında iken Islâm âlemini büyük üzüntüye boğarak
bu fani âlemden göçtü. Allah (c.c.) ona rahmet etsin.
Mevlana Mevdudi, ilk defa 1926’da, Islami Cihad
kavramıyla modern uluslararası savaş hukukunu
karşılaştırdığı “el-Cihad fil İslam” adlı kitabının bası-
mıyla dikkatleri çekti. 1932’de, modern eğitim gör-
müş gençliğin zihinlerine safiyeti bozulmamış bir
imanı sokabilmek amacıyla yazdığı en popüler ve en
çok bilinen kitabı olan “İslam’ın Anlaşılmasına Doğ-
ru”yu tamamladı. “Islam’ın Anlaşılmasına Doğru”
on’dan fazla dile çevrilerek birçok kereler basıldı. Bu
kitap ayrıca bazı Müslüman ülkelerde okullarda te-
mel bir ders kitabı olarak okutulmaya başlandı.
Mevdudi, yaşamı boyunca haksız yöneticileri kor-
kusuzca eleştirmiştir. Hayatına defalarca kastedil-
mesine rağmen, herhangi bir olağanüstü önlem al-
mayı gerekli bulmamıştır. 1970 seçim kampanyası
sırasında kişisel güvenliğinin tehlike altında olduğu
söylendiğinde, sakince şöyle cevap verdi: “Yüce Al-
lah’a güven duyan herhangi bir kişinin, O’nun koru-
ması ve rızası altında olduğuna inanırım.”
Mevlana Mevdudi, din ve felsefe, sanat ve bilim ya
da siyaset ve ekonomi konusunda yazdığı yüzden
Ebu’l-A’la Mevdudi | 13

fazla kitap ve broşürle, Islam’ın her yönünü göster-


mekle kalmamış, aynı zamanda özel hayatıyla insan-
lara söylediklerini nasıl uygulamaya koyduğunu gös-
termiştir. Sadece kendini Islam’a vakfetmekle kalma-
mış, hanımını, altı oğlunu ve üç kızını da aynı yola
çekmiştir.
Her öğleden sonra, Mevdudi Islam hakkında ve Is-
lam’ın ulusal ve uluslararası olaylarla ilgisi konusun-
da kendisiyle tartışmaya gelen her yaştan insanlarla
evinde halka oluştururdu. Mevdudi ayrıca dünyanın
her yerindeki Müslümanlardan ve de Islam hakkında
daha çok şey öğrenmek isteyen gayrı-Müslimlerden
gelen mektuplara cevap yazmak için hayli zamanını
da ayırırdı. Resail ve Mesail adlı ünlü eseri tümüyle
bu mektuplara verilen cevaplardan oluşmuştur.
Allah ona rahmet etsin.
DUANIN KABULÜ İÇİN ÖNCE TEVHİD

“(Allah,) Geceyi gündüze bağlayıp-katar, gündüzü


de geceye bağlayıp-katar; güneşi ve ayı emre amade
kılmıştır, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp
gitmektedir. İşte bunları (yaratıp düzene koyan) Al-
lah, sizin Rabbinizdir; mülk O’nundur. O’ndan başka
tapmakta olduklarınız ise, ‘bir çekirdeğin incecik zarı-
na’ bile malik olamazlar. Eğer onlara dua ederseniz,
duanızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler.
Kıyamet gününde ise, sizin şirk koşmanızı tanımaya-
caklardır. (Bunu her şeyden) Haberi olan Allah gibi sa-
na (hiç kimse) haber vermez. Ey insanlar, siz Allah’a
(karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganiy (hiç
bir şeye ihtiyacı olmayan) dır, Hamîd (övülmeye layık)
tır. Dileyecek olsa, sizi giderir (yok eder) ve yepyeni bir
halk getirir. Bu, Allah’a göre güç değildir.” (Fatır, 13-17)
“(Allah,) Geceyi gündüze bağlayıp-katar, gündüzü
de geceye bağlayıp-katar.”
Yani, günün aydınlığı yavaş yavaş azalmaya başla-
dığında, gecenin karanlığı artmaya başlar ve sonun-
da tamamen karanlık bastırır. Nitekim gece sonunda
16 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

ufukta önce hafif bir aydınlık meydana gelir ve sonra


yavaş yavaş ortalık aydınlanmaya başlar.
“....güneşi ve ayı emre amade kılmıştır.”
Yani, bir nizama tabidirler.
“...her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp git-
mektedir. İşte bunları (yaratıp düzene koyan) Allah,
sizin Rabbinizdir; mülk O’nundur. O’ndan başka tap-
makta olduklarınız ise, ‘bir çekirdeğin incecik zarına’
bile malik olamazlar.”
Burada “Ketmir” kelimesi geçmektedir. “Ketmir”
Arapçada hurmanın çekirdeği üzerindeki çok ince olan
zar için kullanılır. Fakat buradaki kullanış sebebi, müş-
riklerin mabudlarının hakir birşeye bile sahip olma-
dıklarına işaret içindir. Bu nedenden ötürü ben bu ke-
limeyi lafzı̂ olarak değil, mecazı̂ olarak tercüme ettim.
“Eğer onlara dua ederseniz, duanızı işitmezler, işit-
seler bile size cevap veremezler.”
Bu onların, sizin davetinizi işitmedikleri, ya da
“evet” veya “hayır” şeklinde bir tercih yaptıkları hal-
de cevap vermedikleri anlamına gelmez. Sözgelimi
bir memura bir konu hakkında müracaatta bulundu-
ğunuzda, o memurun sizin müracaat ettiğiniz konu
ile bir alâkası yoksa, müracaatınız bir anlam ifade et-
mez. Çünkü o memur “evet” ya da “hayır” deme yet-
kisine sahip olmadığı için, kendisinden bir cevap ala-
mazsınız. Ama aynı müracaat yetki sahibi birine ya-
pılmış olsaydı, müracaatınız değerlendirilir ve kabul
edilse de, edilmese de bir işleme tabi tutulurdu.
“Kıyamet gününde ise, sizin şirk koşmanızı tanıma-
yacaklardır.”
Duanın Kabulü İçin Önce Tevhid | 17

Yani, onlar, “Biz Allah’ın ortaklarıyız, bize kulluk


edin demedik. Bizim bunlardan haberimiz bile yoktu.
Bizi Allah’a ortak koşuyorlarmış, bize dua ediyorlar-
mış, farkında bile değildik. Nitekim onların duaları
ve adakları bize ulaşmadı” diyeceklerdir.
“(Bunu her şeyden) Haberi olan Allah gibi sana (hiç
kimse) haber vermez.”
Buradaki “haberdar” ifadesi ile Allah kastolun-
maktadır. Belki bazı kimseler akıl yoluyla ve mantı-
ken, Allah’a ortak koşulan putların ne kadar zavallı
olduklarını bilebilirler ama Allah, o sahte putların
acizliğinden tam anlamıyla haberdardır. Kıyamet gü-
nü ise onlar, acizliklerini bizzat itiraf edeceklerdir.
“Ey insanlar, siz Allah’a (karşı fakir olan) muhtaç-
larsınız.”
Yani, Allah’ın size muhtaç olduğu şeklinde yanlış
bir düşünceye kapılmayın. Sizlerin inanıp-inanma-
ması Allah için bir anlam ifade etmez. O’nun takdiri
herşeye rağmen vuku bulacaktır, sizler O’na ibadet
etmeseniz de, O birşey kaybetmez, lakin sizler yaşa-
dığınız her saniye içerisinde O’na muhtaçsınız. Haya-
tınızı idame ettirebilmek için muhtaç olduğunuz im-
kanları, Allah Teâla sizlerin emrine vermemiş olsa,
bir an bile ayakta kalamazsınız. Allah’a ibadet etme-
nizin emredilmesi yine sizin yararınızadır. Çünkü
sizlerin dünyada ve ahiretteki iyiliğiniz buna bağlı-
dır. Yoksa Allah’ın kaybedeceği birşey yoktur.
“Allah ise, Ganiy (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan) dır,
Hamîd (övülmeye layık) tır.”
“Gani”, Herşeye sahip ve herkesten müstağni olan,
18 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

fakat hiçbir şeye muhtaç olmayan demektir. Allah hiç


kimsenin kendisine “hamd” edip etmemesine muhtaç
değildir. O zaten kendisine hamd edilmiş olandır. Bu-
rada “Gani” ve “Hamid” sıfatlarının her ikisi birden
kullanılmıştır. Çünkü Gani olan bir kimse servet sahibi
de olsa başkaları onun malından faydalanamayabilir,
o takdirde bu kimse ganidir ama hamid değildir. An-
cak, kendisi başkalarından faydalanmadığı halde, baş-
kalarının kendisinden faydalandığı kimse, gani ve ha-
mid’tir. Işte Allah, hem Gani’dir, hem de Hamid’tir.
Tüm mahlukat O’na muhtaç olduğu ve O’ndan fayda-
landığı için her hamd ve şükür O’na aittir.
“Dileyecek olsa, sizi giderir (yok eder) ve yepyeni
bir halk getirir. Bu, Allah’a göre güç değildir.”
Yani, sizler kendi gücünüze dayanarak dünyaya
gelmediniz. Şayet Allah dilerse, sizleri bir işareti ile
yok eder ve sizin yerinize başka bir kavim getirir. Bu-
nun için “ne” olduğunuzu bir düşünün ve başka ka-
vimlerin kötü sonuçlarına neden olan bu tavırdan
vazgeçin. Bir kavim hakkında menfi bir karar çıktığı
takdirde, kâinattaki hiçbir kuvvet bunun gerçekleş-
mesine engel olamaz.
“(Bu) Kitabın indirilmesi, üstün ve güçlü olan, hüküm
ve hikmet sahibi bulunan Allah(katın) dandır. Hiç şüp-
hesiz, biz sana bu Kitabı hak ile indirdik; öyleyse sen de
dini yalnızca O’na halis kılarak Allah’a ibadet et. Habe-
rin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah’ındır.
O’ndan başka veliler edinenler (şöyle derler:) “Biz, bun-
lara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet
ediyoruz.” Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında,
Duanın Kabulü İçin Önce Tevhid | 19

hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir.


Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidayete
eriştirmez. Eğer Allah, çocuk edinmek isteseydi, yaratık-
larından dilediğini elbette seçerdi. O, yücedir; O, bir
olan, kahredici olan Allah’tır. Gökleri ve yeri hak olarak
yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor, gündü-
zü de gecenin üstüne sarıp-örtüyor. Güneşe ve aya da
boyun eğdirdi. Her biri adı konulmuş bir ecele (süreye)
kadar akıp gitmektedir. Haberin olsun; üstün ve güçlü
olan, bağışlayan O’dur.” (Zümer, 1-5)
“(Bu) Kitabın indirilmesi, üstün ve güçlü olan, hü-
küm ve hikmet sahibi bulunan Allah(katın) dandır.”
Kâfirlerin “Kur’an’ı Muhammed uydurdu” şeklinde-
ki ithamlarına cevap olmak üzere, surenin hemen giri-
şinde Hz. Muhammed’in söylediklerinin kendisinden
olmadığı gibi kısa bir beyanla yetinilmiş ve Allah,
Kur’an’ın kendisi tarafından nazil olduğunu bildirmiş-
tir. Bunun yanısıra muhatablara bu esasın iki unsuru
daha açıklanmıştır. Birincisi, “Bu sözü inzal eden
Aziz’dir” yani, muhteşem bir kudret ve kuvvet sahibi-
dir. O’na karşı koymak ve O’nun takdirinin gerçekleş-
mesini engellemeye kalkışmak kimsenin haddi değil-
dir. Ikincisi, “O Hakı̂m’dir”. Yani, O’nun gönderdiği her
söz bir hikmete mebnidir. Dolayısıyla, bu “Hidayet”ten
yüz çevirenler cahillerden başkası değildirler.
“Hiç şüphesiz, biz sana bu Kitabı hak ile indirdik.”
Yani, bu kitab baştan sona kadar Hak’tır ve ona hiç
bir surette batıl karışmamıştır.
“...öyleyse sen de dini yalnızca O’na halis kılarak Al-
lah’a ibadet et.”
20 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Bu, Islâm’ın asıl maksadının anlatıldığı çok önem-


li bir ayet olduğu için, onu üstünkörü okuyarak geç-
memeli ve ayetin işaret ettiği anlam iyice kavran-
malıdır. Burada iki temel esas vardır ki, onlar anla-
şılmadan ayetin tazammun ettiği anlamların kav-
ranması mümkün değildir. Birincisi, “Allah’a ibadet
edin”, ikincisi, “Dini ancak Allah’a halis kılarak, O’na
kullukta bulunun.”
“Ibadet” kelimesi “abd” kökünden türemiştir ve
lûgatta kul, köle için kullanılır. Bu bakımdan “ibadet”
kelimesi iki anlama delâlet eder. Ilki, Lisanu’l-Arab’ta
kullanıldığı şekliyle “Abdullah” (Allah’ın kulu) kulluk
etmek, diğeriyse aciz olmanın idraki içinde, severek
itaatte bulunmak. Yani Allah’ın kulundan istediği, sa-
dece kendisine kulluk ve itaat etmesi, ayrıca koyduğu
kurallara harfiyyen uymasıdır.
“Din” kavramı çeşitli anlamlara gelir. 1) Galip, Muk-
tedir, Hakim ve Sahip, “insanlara hükmeden” (Lisa-
nu’l-Arab), 2) Itaat ve kölelik, “O’na itaat etti” (Lisa-
nu’l-Arab), 3) Insanların tabi oldukları örf ve adetler.
Yukarıda zikredilen her üç anlamı da dikkate aldı-
ğımızda “din” kavramıyla, bir insanın, başkaları üze-
rinde kendisine otorite ve yetki vehmederek, onların
hayatlarını tanzim etmeye kalkışmak istemesinin
kast olunduğu anlaşılır.
Dini Allah’a halis kılarak, O’na itaat etmek için Al-
lah’a kulluk etmekle birlikte, başkalarına kulluk et-
memeyi, sadece Allah’ın koyduğu kural ve ilkelerle
yaşamayı ve O’nun hükümlerine tâbi olup, yasakla-
rından kaçmayı tazammun eder.
Duanın Kabulü İçin Önce Tevhid | 21

“Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca


Allah’ındır.”
“Dini yalnızca Allah’a halis kılarak kulluk etmek”
şeklindeki ilke, kesin ve değişmez bir gerçek olarak
ortaya konmuştur. Çünkü bu, yalnız ve yalnız Allah’ın
hakkıdır. Kulluk edilmeye layık olan sadece O’dur ve
sadece O’na itaat edilmesi gerekir. Allah’a kulluk et-
meyi reddedip de başkalarına itaat eden kimse dalâ-
lettedir. Şayet Allah’a kulluk etmekle birlikte, başka-
larına da kulluk ediyorsa, bu da şirktir. Nitekim bu
ayeti kerimenin en güzel izahını Hz. Peygamber yap-
mıştır. Ibn Merduye’nin Yezid el-Kursı̂’den nakletti-
ğine göre bir şahıs Hz. Peygamber’e, “Şayet bizler
mallarımızı şan, şöhret olsun diye tasadduk edersek,
Allah bize bir mükafat verir mi?” diye sormuştur. Hz.
Peygamber, “Hayır” diye cevap verince, bu sefer o şa-
hıs, “Hem Allah rızası, hem de şan, şöhret için tasad-
duk edersek?” diye sordu. Hz. Peygamber, “Allah, hâ-
lisane olarak sadece kendi rızası için yapılmamış hiç-
bir ameli kabul etmez” dedi ve bu ayeti okudu.
“O’ndan başka veliler edinenler (şöyle derler:) “Biz,
bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye
ibadet ediyoruz.”
Mekkeli kâfirler ve genelde tüm müşrikler, “Biz
başka kimselere yaratıcı oldukları için kulluk etmi-
yoruz. Biz sadece Allah’ı yaratıcı olarak kabul ediyor
ve O’na itaatte bulunuyoruz. Ancak O’nun yüce ma-
kamına doğrudan ulaşamadığımız için, arada bulu-
nan mübarek zatlara dua ediyor ve dualarımızı
22 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Allah’a çabucak ulaştırsınlar diye onlara müracaatta


bulunuyoruz” demektedirler.
“Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ih-
tilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir.”
Yani, “Ittifak ancak tevhid üzerinde sözkonusu-
dur, şirk üzerinde ise ittifak etmek mümkün değil-
dir.” Hiçbir müşrik hangi ilâhın, hangi aracının Al-
lah’a daha yakın olduğu konusunda hemfikir değil-
dir. Bazıları aya, güneşe ve yıldızlara vs. aracı olarak
tapmaktadır ama, aralarında, bunlardan hangisinin
Allah’a daha yakın olduğu konusunda bir birliktelik
yoktur. Yine bazıları ölmüş bulunan muhterem zeva-
tın Allah indinde kendilerine şefaat edeceğine inan-
malarına rağmen hangisinin orada daha etkili olduğu
konusunda ayrılık içindedirler. Dolayısıyla bu tür
inançların hiçbiri bir ilme dayanmaz. Çünkü kimin
ilahı̂ yetkiyle donatıldığı, kimin sözlerinin Allah in-
dinde geçerli olduğu, Allah tarafından bir liste halin-
de gönderilmiş değildir.
Tüm bunlar cahilce inanışlar ve ataları körü körü-
ne taklidin bir sonucu olduğu için, ihtilafın vukû bul-
ması kaçınılmazdır.
“Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hida-
yete eriştirmez.”
Allah Teâlâ, bu kimseler için “Kâzip” ve “Kâfir” ol-
mak üzere iki tür ifade kullanmıştır. Kâzip denmesi-
nin nedeni onların Allah’a yalan ve iftira uydurmuş
olmalarıdır. Kâfir ifadesi ise, ilki, hakkı reddetmeleri
ve tevhidi bildikleri halde batıl inançları üzerinde ıs-
rar etmeleri, ikincisi ise, “Allah’ın nimetleri için
Duanın Kabulü İçin Önce Tevhid | 23

başkalarına şükretmeleri ve Allah’ın verdiği rızık ve


nimetlerde, O’nun yanında sözü geçtiğini zannettik-
leri kimselerin payı olduğuna inanmaları” dolayısıyla
iki anlamda kullanılmıştır.
“Eğer Allah, çocuk edinmek isteseydi, yaratıkların-
dan dilediğini elbette seçerdi.”
Yani, Allah’ın oğlu olması zaten mümkün değildir.
Fakat Allah dilediği takdirde, kendisine kimi isterse
onu seçer. Ancak unutulmamalıdır ki, seçtiği kimse
de her halûkarda mahluk olacaktır. Çünkü kâinattaki
her şeyi Allah yaratmıştır ve onlarla olan ilişkisi Ha-
lık-mahluk münasebeti şeklindedir. Dolayısıyla ba-
ba-oğul şeklinde bir ilişkinin olabilmesi için, nesebı̂
bir bağ gereklidir. Allah Teâlâ ise bu gibi sıfat ve ta-
nımlamalardan münezzehtir. O bir ve tektir.
“O, yücedir; O, bir olan, kahredici olan Allah’tır.”
Allah’ın, baba-oğul şeklindeki bir ilişkiden münez-
zeh oluşuyla ilgili olmak üzere aşağıdaki şu deliller
öne sürülmüştür.
1) Allah her türlü acizlik, zaaf ve eksiklikten mü-
nezzehtir. Ancak noksan olan kimseler bir oğula ihti-
yaç duyar. Yani, fani (ölümlü) olanların bir oğul sahi-
bi olmayı istemelerinin nedeni, kendilerinden sonra
isimlerinin devam etmesini arzuladıkları içindir. Ni-
tekim başkalarını evlat edinenler kendilerinde bü-
yük bir eksiklik olduğundan dolayı bunu yaparlar.
Oysa Allah Teâlâ böyle bir eksiklikten münezzehtir.
O’na evlat nispet edenler cehalet içindedirler.
2) Allah bir ve tektir, eşi ve benzeri yoktur. Oğul
edinmek ayrıca karşı bir cinsi de gerektireceği için, O
24 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

bundan münezzehtir. Allah’a ancak cahiller evlat nis-


pet ederler.
3) Allah Kahhar’dır. Yani O, herşeyin hakimidir ve
tüm kâinat O’nun tasarrufu altındadır. Dolayısıyla
hiçbir şey O’nun benzeri olamaz.
“Gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Geceyi gündü-
zün üstüne sarıp-örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne
sarıp-örtüyor. Güneşe ve aya da boyun eğdirdi. Her
biri adı konulmuş bir ecele (süreye) kadar akıp git-
mektedir. Haberin olsun; üstün ve güçlü olan, bağış-
layan O’dur.”
Yani, Allah sizlere bir azab gönderdiği takdirde,
hiçbir kuvvet O’na mani olamaz. Sizlerin tüm küstah-
lığınıza rağmen, size mühlet tanıması O’nun bir lütfu-
dur. Burada “mühlet tanımak” şeklindeki ifade “mağ-
firet” olarak geçmektedir.
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, gönülden ka-
tıksızca yönelmiş olarak Rabbine dua eder. Sonra ona
kendinden bir nimet verdiği zaman, daha önce O’na
dua ettiğini unutur ve O’nun yolundan saptırmak
amacıyla Allah’a eşler koşmaya başlar. De ki: “Küfrün-
le biraz metalanıp-yararlan; çünkü sen, ateşin halkın-
dansın.” (Zümer, 8)
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman...”
Burada “insan” ifadesiyle, Allah’a nankörlük eden
kâfirler kastolunmaktadır.
“...gönülden katıksızca yönelmiş olarak Rabbine
dua eder.”
Yani, iyi durumlarında diğer ma’budlarına, bir fe-
lakete uğradıklarında ise, Allah’a yalvarırlar. Çünkü
Duanın Kabulü İçin Önce Tevhid | 25

bu durumda diğer ma’budlarından ümitlerini keser-


ler. Kalblerinin derinliklerinde, aslında diğer ma’bud-
ların aciz varlıklar ve gerçek güç sahibinin ise Allah
olduğunu bilirler.
“Sonra ona kendinden bir nimet verdiği zaman, da-
ha önce O’na dua ettiğini unutur.”
Yani, o kötü anlar geçtiğinde yine Allah’ı bıraka-
rak, diğer ilâhlarına taparlar.
“...ve O’nun yolundan saptırmak amacıyla...”
Yani, kendilerinin dalâlette oldukları yetmiyor-
muş gibi, “Bir musibete uğramıştım, falan zat, filan
şeyh, filan keramet sahibi beni o musibetten kurtar-
mıştı” diyerek başkalarını da teşvik eder ve böylece
dalâlette olanların halkasını genişletirler.
“Allah’a eşler koşmaya başlar.”
Yani, tekrar o ilahlarına tapmaya başlayıp, onlar
için kurban ve adaklar keserler.
“De ki: “Küfrünle biraz metalanıp-yararlan; çünkü
sen, ateşin halkındansın.”
“Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve
kıyama durarak gönülden itaat (ibadet) eden, ahiret-
ten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi)
midir? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Hiç şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşünmek-
tedir.” De ki: “Ey iman eden kularım, Rabbinizden kor-
kup-sakının. Bu dünyada iyilik etmekte olanlar için bir
iyilik vardır. Allah’ın arz’ı geniştir. Ancak sabredenlere
ecirleri hesapsızca ödenir.” De ki: “Ben, dini yalnızca
O’na halis kılarak Allah’a ibadet etmekle emrolundum.
Ve ben, müslümanların ilki olmakla da emrolundum.”
26 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

De ki: “Ben, Rabbime isyan ettiğim taktirde, büyük bir


günün azabından korkmaktayım” De ki: “Ben dinimi
yalnızca O’na halis kılarak Allah’a ibadet ederim. Siz,
O’nun dışında dilediklerinize ibadet edin.” De ki: “Ger-
çekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi-
lerini, hem de yakınlarını hüsrana uğratanlardır. Ha-
beriniz olsun; bu apaçık olan hüsranın kendisidir.” On-
ların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da taba-
kalar vardır. İşte Allah, kendi kullarını bununla tehdit
edip-korkutuyor. Ey kullarım öyleyse benden kor-
kup-sakının. Tağut’a kulluk etmekten kaçınan ve Al-
lah’a içten yönelenler ise; onlar için bir müjde vardır,
öyleyse kullarıma müjde ver. Ki onlar, sözü işitirler ve
en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini hi-
dayete eriştirdikleridir ve onlar, temiz akıl sahipleri-
dir.” (Zümer, 9-18)
“Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve
kıyama durarak gönülden itaat (ibadet) eden, ahiret-
ten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi)
midir? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Hiç şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşün-
mektedir.”
Burada, biri kendisine bir musibet geldiğinde sa-
dece Allah’a rücu eden, başka zamanlarda O’nun dı-
şındaki kimselere kulluk yapan kimseler, diğeri her
türlü halde Allah’a yönelen kimseler olmak üzere iki
tip insan arasında bir mukayese yapılmaktadır. Bu
birinci grubu Allah Teâlâ, cahil, ikincileri ise, alim
olarak nitelemektedir. Bunlar okuma yazma bilme-
seler de âlimdirler, zira asıl ilim, hakikatin ilmidir ve
Duanın Kabulü İçin Önce Tevhid | 27

bu ilme göre amel etmektir. Insanın kurtuluşu buna


bağlıdır. Sanki şöyle denmek isteniyor “Bu iki grubun
eşit olması mümkün mü?” Bu insanların dünyada bir
araya gelmeleri nasıl mümkün değilse, ahirette de
bir araya gelmeleri mümkün olmayacaktır.
“De ki: “Ey iman eden kularım, Rabbinizden kor-
kup-sakının.”
Yani, sadece iman etmekle yetinmeyin, yanısıra
Allah’tan korkarak, O’nun emirlerini yerine getirin.
Yasak ettiği şeylerden uzak durun ve dünyada Al-
lah’tan korkarak hayatınızı sürdürün.
“Bu dünyada iyilik etmekte olanlar için bir iyilik var-
dır.”
Yani, onlara bu dünyada da ahirette de güzellik
vardır.
“Allah’ın arz’ı geniştir.”
Şayet bir belde, Allah’a itaat eden kimseler için,
yaşanamayacak hale gelirse, onlar zorluğun ve so-
runların daha az olduğu bir yere hicret etsinler.
“Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir.”
Yani, onlar Allah yolunda her türlü musibete ve sı-
kıntıya katlanarak, hak yolda yürümeye devam etti-
ler. Bunların içine, hicret ederek, öz vatanlarına has-
ret duyanlar ile, hicret edemeyip bulundukları yerde,
musibetlere göğüs geren ve müslümanlıklarında di-
retenler de dahildir.
“De ki: “Ben, dini yalnızca O’na halis kılarak Allah’a
ibadet etmekle emrolundum. Ve ben, müslümanların
ilki olmakla da emrolundum.”
Yani, benim görevim sadece tebliğ etmek değildir.
28 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Ornek olmak ve tebliğ ettiklerimi de bizzat yaşamak


da görevlerim arasındadır.
“De ki: “Ben, Rabbime isyan ettiğim taktirde, büyük
bir günün azabından korkmaktayım” De ki: “Ben dini-
mi yalnızca O’na halis kılarak Allah’a ibadet ederim.
Siz, O’nun dışında dilediklerinize ibadet edin.” De ki:
“Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem
kendilerini, hem de yakınlarını hüsrana uğratanlardır.
Haberiniz olsun; bu apaçık olan hüsranın kendisidir.”
“Hüsrana uğrayanlar”, Allah’ın insana verdiği
ömür, akıl ve diğer nimetleri boşa harcayanlardır. In-
san bunları dünyada boş yere heder eder. Yani Al-
lah’ın olmadığını kabul ederek, O’na ortaklar koşarak
veya kıyamet ve hesap gününün olmadığını, hesaba
çekilmeyeceğini sanarak, Allah’ın kendisine lütfettiği
tüm sermayesini (ömür, akıl, sıhhat v.s) bu yanlış dü-
şünceler nedeniyle sarfedip iflas eder.
Bu ifadenin diğer bir anlamı da şöyledir: Bu (hüs-
rana uğrayan) kimse, yanlış inançlarının etkisiyle,
başkalarına zulmeder ve onların günahlarını da yük-
lenir. Ancak kendi küfrü dolayısıyla zaten hiçbir şeyi
kalmadığı için, tamamen herşeyini kaybeder. Uçün-
cüsü, o sadece kendisi iflas etmekle kalmamış, yanı-
sıra ailesini, akrabalarını ve kabilesini de yanlış
inançları dolayısıyla zarara sokmuştur. Bu üç zararı
da Allah Teâlâ “hüsran-ı mübin” (apaçık hüsran) ola-
rak nitelemiştir.
“Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında
da tabakalar vardır. İşte Allah, kendi kullarını bunun-
la tehdit edip-korkutuyor. Ey kullarım öyleyse benden
Duanın Kabulü İçin Önce Tevhid | 29

korkup-sakının. Tağut’a kulluk etmekten kaçınan ve


Allah’a içten yönelenler ise; onlar için bir müjde var-
dır, öyleyse kullarıma müjde ver.”
“Tağut” yani âsı̂lik. Bir kimseye Taği (âsı̂) yerine
Tağut denildiğinde, o kimsenin aşırı âsı̂ olduğu kas-
tedilir. Sözgelimi bir kimse için “güzel” deriz. Fakat
“bu güzelliğin ta kendisi” dersek, o kimsenin çok gü-
zel olduğunu vurgulamış oluruz. Işte tıpkı bunun gi-
bi, diğer ilâhlara kulluk etmek âsı̂liktir ama kişinin
kendisini ilâh mevkiine koyarak başkalarını kendisi-
ne kulluk ettirmesi isyanın ta kendisidir.
“Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar.”
Bunun iki anlamı olabilir. Birincisi: “O duyduğu
her söze hemen inanmaz. Onun üzerinde düşünür ve
doğruysa kabul eder.”
Diğer anlamı ise: “Bir söz duyduğunda ona hemen
kötü bir anlam vermeyip, iyi niyetle yaklaşır” şeklin-
de olabilir.
“İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidayete eriştirdik-
leridir ve onlar, temiz akıl sahipleridir.”
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, bize dua eder;
sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan ettiğimizde, der
ki: “Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla verildi. “ Ha-
yır; bu bir fitne (kendisini bir deneme)dir. Ancak onla-
rın çoğu bilmiyorlar. Bunu kendilerinden öncekiler de
söylemişti; ama kazandıkları şeyler onlara hiç bir yarar
sağlamadı. Böylece, kazandıkları kötülükleri(in acı so-
nucu) onlara isabet etti. Bunlardan zulmetmiş olanlara
da, kazanmakta oldukları kötülükler isabet edecektir.
Ve onlar (bunu kendilerine uygulamaktan Allah’ı) aciz
30 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

bırakabilecekler de değildirler. Onlar bilmiyorlar mı ki,


gerçekten Allah, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve (di-
lediğine) kısar da. Şüphesiz bunda, iman etmekte olan
bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” (Zümer, 49-52)
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, bize dua eder.”
Yani onlar, sadece Allah’ın adı zikredildiğinde
yüzlerini ekşitirler.
“...sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan ettiği-
mizde, der ki: “Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla
verildi.”
Bu cümle iki anlama da gelebilir. Birincisi, “Allah,
bana verilen nimetlere layık olduğumu bilmektedir.
Çünkü layık olmayıp yanlış bir inanca sahip olsaydım,
Allah bana bu nimetleri bağışlamazdı.” Ikincisi, “Ben
bu işin ehli olduğum için bana bu nimetler verilmiştir.”
“Hayır; bu bir fitne (kendisini bir deneme) dir. An-
cak onların çoğu bilmiyorlar.”
Cahiller kendilerine verilen nimetleri, Allah indin-
de makbul kimseler olduklarının alâmet ve delili
zannederler. Oysa, Allah’ın bu dünyada verdiği ni-
metler bir fitneden (sınamadan) başka bir şey değil-
dir. Dünyada verilen nimetler ikram olsun diye değil,
imtihan için verilmektedir. Eğer aksi olsaydı, Hak
üzerinde olanlar yoksulluk içinde kıvranırken dalâlet
üzerinde olanlar lüks ve zenginlik içinde yüzmezler-
di. Dünyada nimet sahibi olmak, Allah katında mak-
bul olmanın alâmeti değildir. Çünkü yeryüzünde iyi
insanların yoksulluk çekerken, kötü oldukları her-
kesçe bilinen insanların refah içinde yaşadıkları
aşikârdır. Bu husus üzerinde derin bir şekilde
Duanın Kabulü İçin Önce Tevhid | 31

düşünüldüğünde, akıl sahibi her insan, dünyadaki


yoksulluk ve zenginliğin Allah’ın sevgi ve nefretine
bir ölçü teşkil edemeyeceğini anlayacaktır.
“Bunu kendilerinden öncekiler de söylemişti; ama
kazandıkları şeyler onlara hiç bir yarar sağlamadı.”
Yani, Allah’ın azabı geldiğinde, onların tüm mari-
fet ve zekâları işlerine yaramamıştır. Dünyada ka-
zandıkları, kendi çabalarının bir sonucu olmuş olsay-
dı, yine aynı cehdi göstererek Allah’ın azabına mani
olabilirlerdi. Böylece kendilerine verilen fırsat ve ni-
metlerin, onların Allah indinde makbul kimseler ol-
madıklarının bir delili olduğu ortaya çıkmıştır.
“Böylece, kazandıkları kötülükleri(in acı sonucu)
onlara isabet etti. Bunlardan zulmetmiş olanlara da,
kazanmakta oldukları kötülükler isabet edecektir. Ve
onlar (bunu kendilerine uygulamaktan Allah’ı) aciz bı-
rakabilecekler de değildirler. Onlar bilmiyorlar mı ki,
gerçekten Allah, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve
(dilediğine) kısar da. Şüphesiz bunda, iman etmekte
olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.”
Yani, Allah’ın rızkı paylaştırması, hikmetini sadece
kendi bildiği kanunlara bağlıdır. Dolayısıyla rızk, insa-
nın kendi yetenek ve becerilerinin, Allah katında mak-
buliyetinin veya mağlubiyetinin bir işareti değildir.
“Ki, kendilerini bununla denemek için. Kim Rabbi-
nin zikrinden yüz çevirirse, (Allah,) onu ‘gittikçe şid-
detli artan’ bir azaba sürükler. Şüphesiz mescidler,
(yalnızca) Allah’a aittir. Öyleyse, Allah ile beraber baş-
ka hiç bir şeye (ve kimseye) kulluk etmeyin (dua etme-
yin, tapmayın). Şu bir gerçek ki, Allah’ın kulu (olan
32 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Muhammed,) O’na dua (ibadet ve kulluk) için kalktı-


ğında, onlar (müşrikler,) neredeyse çevresinde keçele-
şeceklerdi. De ki: “Ben gerçekten, yalnızca Rabbime
dua ediyorum ve O’na hiç kimseyi (ve hiç bir şeyi) or-
tak koşmuyorum.” De ki: “Doğrusu ben, sizin için ne bir
zarar, ne de bir yarar (irşad) sağlayabilirim.” De ki:
“Muhakkak beni Allah’tan (gelebilecek bir azaba kar-
şı) hiç kimse asla kurtaramaz ve O’nun dışında asla bir
sığınak da bulamam.” “(Benim görevim,) Yalnızca Al-
lah’tan olanı ve O’nun gönderdiklerini tebliğ etmektir.
Kim Allah’a ve O’nun Resulüne isyan ederse, içinde
ebedi kalıcılar olmak üzere onun için cehennem ateşi
vardır.” (Cin, 17-23)
“Ki, kendilerini bununla denemek için.”
Yani, bakalım bu nimet hasıl olduktan sonra te-
şekkür mü edecekler yoksa nankörlük mü edecek-
ler? Verilen nimetleri doğru yerde mi kullanacaklar
yoksa yanlış yerde mi harcayacaklar?
“Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, (Allah,) onu
‘gittikçe şiddetli artan’ bir azaba sürükler.”
Zikirden yüz çevirmek;insanın Allah’ın gönderdiği
nasihatleri kabul etmemesi; aynı zamanda Allah’ın
zikrini duymak bile istememesi ve Allah’a ibadet et-
mekten yüz çevirmesidir.
“Şüphesiz mescidler, (yalnızca) Allah’a aittir. Öyley-
se, Allah ile beraber başka hiç bir şeye (ve kimseye)
kulluk etmeyin (dua etmeyin, tapmayın).”
Bütün müfessirler, ibadetgâhtan mescidler mana-
sını anlamışlardır. Eğer biz de bu manayı alırsak bu-
nun anlamı “Mescidlerde Allah’a ibadet ederken
Duanın Kabulü İçin Önce Tevhid | 33

Allah’tan başkasını şerik koşmayın” olur. Hasan Bas-


ri’ye göre, bütün yeryüzü ibadetgâhtır. O zaman bu
ayetin manası “Yeryüzünde Allah’a hiçbir kimseyi şe-
rik koşmayın.” şeklinde olur. O bu anlamı şu hadisten
istidlal etmektedir. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sel-
lem): “Benim için bütün yeryüzü ibadetgâh ve temiz-
lenme yeri kılındı” buyurdu. Said bin Cubeyr ise mes-
cidden insanın üzerine secde ettiği, el, ayak, yüz, diz
vs. gibi uzuvları anlamıştır. Bu yoruma göre ayetin
manası şöyle olur: “Insanın bütün azalarını Allah ya-
rattı. O halde onların üzerinde Allah’tan başkasına
secde edilmemelidir.”
“Şu bir gerçek ki, Allah’ın kulu (olan Muhammed,)
O’na dua (ibadet ve kulluk) için kalktığında, onlar
(müşrikler,) neredeyse çevresinde keçeleşeceklerdi. De
ki: “Ben gerçekten, yalnızca Rabbime dua ediyorum ve
O’na hiç kimseyi (ve hiç bir şeyi) ortak koşmuyorum.”
Yani, Allah’a duada bulunmak itiraz edilecek bir
husus değil ki bunlar o kadar çok buna kızıyorlar. Oy-
sa kötü olan, bir kimsenin Allah’a şerik koşmasıdır ki
ben öyle yapmıyorum. Sizler böyle yapıyorsunuz ki
Allah’ın adını duyunca üzerime çullanıyorsunuz.
De ki: “Doğrusu ben, sizin için ne bir zarar, ne de bir
yarar (irşad) sağlayabilirim.” De ki: “Muhakkak beni
Allah’tan (gelebilecek bir azaba karşı) hiç kimse asla
kurtaramaz ve O’nun dışında asla bir sığınak da bula-
mam.” “(Benim görevim,) Yalnızca Allah’tan olanı ve
O’nun gönderdiklerini tebliğ etmektir.”
Yani, kesinlikle ben, Allah’a ilahlıkta bir payım ol-
duğunu ve insanların kaderini değiştirmenin benim
34 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

elimde olduğunu iddia etmiyorum. Ben sadece bir el-


çiyim. Bana hangi görev verilmişse -ki o da Allah’ın
mesajını size ulaştırmaktır- ondan fazla bir şey deği-
lim. Ilahlık kudretine gelince, o herşeyiyle Allah’ın
elindedir. Değil başkasına zarar veya fayda vermek,
ben kendime bile bunun için bir yetki sahibi değilim.
Eğer ben Allah’a karşı itaatsizlik yapsam ondan kaça-
rak sığınacağım başka bir yer yok. Ve Allah’ın zatın-
dan başka sığınacak yerim yoktur.
“Kim Allah’a ve O’nun Resulüne isyan ederse, içinde
ebedi kalıcılar olmak üzere onun için cehennem ateşi
vardır.”
Bundan, “her günah ve isyanın cezası ebedı̂ cehen-
nemdir” anlamı çıkmaz. Doğrusu, bu bağlamda bura-
da “Allah ve O’nun elçisinin Tevhid’e çağrısını redde-
den ve şirkten vazgeçmeyen kimsenin ebedı̂ cezası
cehennemdir” manası anlaşılmaktadır.
ALLAH DUALARA İCABET EDER

K
“ ullarım beni sana soracak olursa, işte Ben (on-
lara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua
edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da
benim çağrıma cevab versinler ve bana iman etsinler.
Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.” (Bakara, 186)
“Kullarım beni sana soracak olursa, işte Ben (onla-
ra) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin
duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da benim çağrı-
ma cevab versinler ve bana iman etsinler.”
Yani; “Siz, Beni görüp hissedemeseniz de sizden
çok uzak olduğumu sanmamalısınız. Hayır, bilâkis,
Ben bir kuluma o denli yakınım ki, beni çağırabilir ve
nerede olursa olsun Ben’den dilekte bulunabilir. Hat-
ta Ben, kelime olarak ifade edilemeyen ve kalpte giz-
li olan istekleri dahi duyarım. Cehaletiniz esnasında
ortaya çıkardığınız ilâhlara gelince, onların bulundu-
ğu yerlere gitmeniz gerek; ayrıca o zaman bile, sizi
duyup cevap veremezler. Fakat Ben, sınırsız evrenin
Mâlik’i ve Hâkim’i, tüm güç ve otoritelerin sahibi,
burdayım; size o denli yakınım ki, nerede ve ne
36 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

zaman isterseniz, gizli ve açık tüm isteklerinizi duya-


rım. Bu nedenle, kapı kapı sahte ilâhlar peşinde koş-
maktan vazgeçin ve Ben’im davetimi kabul edin. Ba-
na dönün; Bana güvenin; itaat edin ve kullarım olun.”
“Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.”
Yani “Onlar sizden bu gerçeği öğrenip, kendi iyi-
likleri için bu doğru tutumu benimseyebilirler.”
“Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Şüp-
hesiz O, haddi aşanları sevmez. Düzene konulmas(ıslah)
ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarma-
yın; O’na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğru-
su Allah’ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır. Rah-
metinin önünde rüzgârları bir müjde olarak gönderen
O’dur. Bunlar ağırca bulutları kaldırıp yüklendiğinde,
onları (kuraklıktan) ölmüş bir şehre sürükleyiveririz ve
bununla oraya su indiririz de böylelikle bütün ürünler-
den çıkarırız. İşte biz, ölüleri de böyle diriltip-çıkarırız.
Umulur ki ibret alırsınız.” (Araf, 55-57)
“Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin.
Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez. Düzene konul-
mas(ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fe-
sad) çıkarmayın.”
Kur’an’a göre, dünyadaki karışıklık ve düzensizli-
ğin ana kaynağı, insanın Allah’a ibadetten ayrılıp
başkalarına ve nefsine kulluk etmesi, Allah’ın yol
gösterici hidayetini bırakıp ahlâkı̂, içtimaı̂ ve kültürel
yapısını inşa etmesi için başkalarının kılavuzluğu al-
tına girmesidir.
Bu durum fesad ve ona bağlı diğer kargaşa ve dü-
zensizlikleri doğurduğu için bunun kökünden kazılıp
Allah Dualara İcabet Eder | 37

atılmasını amaçlar. Aynı zamanda, bu düzensizlik ve


kargaşanın dünyanın kendi tabiatından olmadığını,
arızı̂ olduğunu ve dolayısıyla da yeniden düzen ve hu-
zur haline inkılab ettirilebileceğine de dikkat çeker.
Çünkü, insanın cehaleti ve inkârının bir ürünü olarak,
dünya için kurulmuş nizam, nizamsızlık ve kargaşaya
yenilmiştir. Yani, insan dünya hayatına; cehalet, bar-
barlık, şirk, isyan ve ahlâkı̂ anarşi içinde başlamamış-
tır ki, daha sonra derece derece bunları kaldıracak re-
formlara girişilmiş olsun. Insan dünya hayatına, huzur
ve nizam içerisinde başlamıştır.
Daha sonra bu huzur, günahkârların, kötülerin,
delilikleri ve fitne-fesatlarıyla bozulmuştur. Sonra
Allah o fesadı, düzensizliği gidermek ve hayatı ilk,
orijinal şekline tekrar döndürmek için peygamberler
göndermiştir. Onlar insanlığı, ilk huzur ve düzen ha-
lini korumaya ve kargaşayı yaymaktan kaçınmaya
davet etmişlerdir.
Kur’an’ın bu mesele hakkındaki görüşünün, insa-
nın karanlıklardan aydınlanmaya doğru çıktığı ve ha-
yatın kademe kademe reformlar ile daha da düzenli-
leştiği görüşünde olan evrimcilerinkinden çok farklı
olduğunu söylemek gerekir. Onların aksine, Kur’an,
Allah’ın insanı yeryüzünde aydınlatmış olarak yer-
leştirdiğini ve hayata huzur ve nizama dayalı bir yapı
içerisinde başladığını vurgular. Bilahere insan, müte-
madiyen şeytanın rehberliğini izlemiş ve karanlıkla-
ra, zulmete gark olmuşlardır. Orijinal, doğru ve dü-
zenli sistemi bozdular. Sonra Allah, tekrar tekrar el-
çilerini göndererek insanları karanlıktan zulmetten
38 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

aydınlığa, ışığa, nura çıkmaya, fesattan kaçınmaya


davet etmektedir.
“O’na korkarak ve umut taşıyarak dua edin.”
Yukarıda geçen “fesad” hali burada açıklığa kavuş-
turuluyor ve bu halin insanın, veli, koruyucu ve yar-
dımcı olarak Allah’tan başkasını kabul etmesiyle baş-
ladığını söylüyor. O halde düzen, ancak tek veli, koru-
yucu ve yardımcının, yalnız Allah olduğunu bilmekle
tekrar sağlanabilir.
“Korkarak” ve “umarak” dua etmek ile, insanın sa-
dece Allah’tan korkması ve yine umduğunu sadece
O’ndan beklemesi gerektiği kast olunuyor. Insan re-
fah ve saadetinin tamamen Allah’a bağlı olduğu inan-
cıyla dua etmelidir. Aksi taktirde sonuç hüsran ve fe-
laketten başka birşey olmaz.
“İsimlerin en güzeli Allah’ındır. Öyleyse O’na bun-
larla dua edin. O’nun isimlerinde ‘aykırılığa (ve inkâ-
ra) sapanları’ bırakın. Yapmakta oldukları dolayısıyla
yakında cezalandırılacaklardır. Yarattıklarımızdan,
hakka yöneltip-ileten ve onunla adaleti kılan (uygula-
yan) bir ümmet vardır.Ayetlerimizi yalanlayanları ise,
biz onları bilmeyecekleri bir yönden derece derece
(günahları yükletip azaba) yaklaştıracağız. Onlara bir
süre tanıyorum. Hiç şüphesiz benim düzenim (cezalan-
dırmam) sapasağlamdır. Sahiplerinde (ya da arkadaş-
ları olan peygamberde) delilikten hiç bir şey olmadığı-
nı düşünmüyorlar mı? O, apaçık bir uyarıp-korkutucu-
dan başkası değildir.” (Araf, 180-184)
“İsimlerin en güzeli Allah’ındır.”
Şimdi, artık hitabın sonuna doğru gelinilmekte ve
Allah Dualara İcabet Eder | 39

herkes tarafından bilinen bazı sapmalara karşı dik-


katli olmaları konusunda insanlara tenbihde ve itap-
ta bulunulmakta ve ayrıca Hazreti Peygamberin me-
sajına karşı takındıkları alaycı ve inkârcı tavırların
ciddi sonuçları hususunda da kendilerine uyarılarda
bulunulmaktadır.
“Öyleyse O’na bunlarla dua edin. O’nun isimlerinde
‘aykırılığa (ve inkâra) sapanları’ bırakın. Yapmakta
oldukları dolayısıyla yakında cezalandırılacaklardır.”
Farklı isimler, insanların zihinlerinde şekillendir-
dikleri farklı tanrı kavramlarını yansıttığından dolayı,
Allah’a çeşitli isimler verme konusundaki bu tenbih
çok önemlidir. Insanlar eşyaya, onlar hakkındaki ken-
di kavramlarını ifade eden isimler verirler. Eşyayı al-
gılamadaki bir kusur, isimlerdeki bir kusuru ve yanısı-
ra isimlerdeki kusur da tasavvurdaki kusuru gösterir.
Ote yandan, insanın bir kimse ya da bir nesne ile ilgisi
ve ilişkisi de bunlar hakkında oluşturduğu belirti ve
tasavvura dayalıdır. Nesnenin tasavvurundaki kusur
kişinin o nesneye olan yaklaşımındaki kusuru göste-
rir. Ote yandan, eğer bir insanın bir nesne hakkındaki
tasavvuru doğru ve düzgünse, o kişinin o eşya ile olan
ilgisi de doğru ve düzgünce olur. Insanın, Allah ile olan
ilişkisinde de bu durum aynen geçerlidir.
Bir insanın, Allah’a isimler atfederken işlediği ha-
ta (isterse O’nun sıfatlarını başkalarından ayırmak
için olsun) Allah’ı ve sıfatlarının kavrayış ve inanışın-
daki hatanın bir sonucudur. Allah’ın ve sıfatlarının
inanışında hataya düşen bir insan, aynı hatayı aynı
derecede, hayata karşı ahlâkı̂ tavrını, bütünüyle onun
40 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Allah anlayışı, O’nunla ve kâinatla olan ilişkisini yön-


lendirir. Bu yüzdendir ki Allah, insanlardan kendisi
için en seçkin ve en güzel isimleri atf etmeyi istemiş
ve kendisi için yanlış isimler ve sıfatlar yakıştırmak-
tan kaçınmayı emretmiştir. Çünkü, O’na yalnızca en
güzel ve mükemmel isimler (Esma-ul-Hüsna) layık-
tır. Oyleyse O’nun isimlerine ters mânâlar vermenin
sonuçları son derece ciddi olduğu için en güzel iş,
O’na en güzel isimler vermektir.
“En güzel isimler” “Esma-ul-Hüsna”, O’nun büyük-
lüğünü, yüceliğini, kudsiyetini, nezahetini ve sıfatla-
rının mükemmelliğini gösteren isimlerdir. Payesinin
altında O’na isimler atfetmek, O’nun isimlerini sap-
tırmak olur ki bu O’nun azametine aykırıdır ve O’na
kusur ve noksanlık isnad etmek veya bir başkasının
O’nun hakkında yanlış bir inanç sahibi olması de-
mektir. Gene, sadece ve sadece Allah’a layık olan
isimleri, O’nun herhangi bir yaratığına vermek de
O’nun isimlerini tahrifdir.
“Onun isimleri konusunda ilhada sapanları bırakın”
emrine gelince, bu “Onlarla faydasız münakaşalara
girmen gereksizdir. Eğer, senin ikazlarına kulak asmı-
yor, söylediklerini anlamaya çalışmıyorlar ve bilâkis
sırf meseleyi karıştırmak için eğri, çarpık deliller ileri
sürüyorlarsa, onlar sapıtmalarının sonuçlarını bizzat
kendileri göreceklerdir” anlamına gelmektedir.
“Hak olan çağrı (dua, ibadet) yalnızca O’na (olan)
dır. Onların Allah’tan başka çağırdıkları ise, onlara hiç
bir şeyle cevap vermezler. (Onların durumu) yalnızca,
ağzına gelsin diye, iki avucunu suya uzatan(ın boşuna
Allah Dualara İcabet Eder | 41

beklemesi) gibidir. Oysa ona gelmez. Küfre sapanların


duası, sapıklık içinde olmaktan başkası değildir. Gök-
lerde ve yerde her ne varsa -isteyerek de olsa, istemiye-
rek de olsa- Allah’a secde eder. Sabah akşam gölgeleri
de (O’na secde eder).” (Rad, 14-15)
“Hak olan çağrı (dua, ibadet) yalnızca O’na (olan)
dır.”
“Gerçek çağrı O’nunkidir.” Çünkü yardımda bulu-
nacak ve zorlukları bertaraf edecek olan güce ve yet-
kiye sahiptir.
“Onların Allah’tan başka çağırdıkları ise, onlara hiç
bir şeyle cevap vermezler. (Onların durumu) yalnızca,
ağzına gelsin diye, iki avucunu suya uzatan(ın boşuna
beklemesi) gibidir. Oysa ona gelmez. Küfre sapanların
duası, sapıklık içinde olmaktan başkası değildir.
Göklerde ve yerde her ne varsa- isteyerek de olsa, is-
temiyerek de olsa- Allah’a secde eder.”
“Göklerde ve yerde her ne (her kim) varsa Allah’a
secde eder” ibaresi, her mahlukun her halukarda
O’nun fiziki kanunlarına boyun eğip, itaat etmek zo-
runda oluşu anlamınadır. Bir mümin ile bir kafirin
teslimiyeti arasındaki yegane fark, ilkinin kalbi bir
şevk ile itaat etmesi, ikincisinin ise bunu arzusu hila-
fına zorla yapmasıdır; zira bu kanunlara karşı gel-
mek gücünü aşmaktadır ne de olsa...
“Sabah akşam gölgeleri de (O’na secde eder).”
“Gölgelerin secde etmesi” de onların sabahları Ba-
tı’ya doğru akşamları Doğu’ya doğru mütamadiyen
düşüyor olmalarıdır. Bu da onların belli bir kanuna
boyun eğdiklerini gösterir.
42 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

“Sen de sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rab-


lerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının
(aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydır-
ma. Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz,
kendi ‘istek ve tutkularına (hevasına)’ uyan ve işinde
aşırılığa gidene itaat etme.” (Kehf, 28)
“Sen de sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rable-
rine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (al-
datıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma.”
Bu sözler Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’e hi-
tap eder görünmektedir, fakat aslında Kureyş ulula-
rını kastetmektedir. Ibn Abbas’tan rivayet edilen bir
hadise göre Kureyşli büyükler, Peygamber (sallallahu
aleyhi ve sellem)’e, çoğunlukla onun yanında bulunan
Bilal, Süheyb, Ammar, Habbab, Ibn Mesud ve benzeri
kimselerle oturmalarının şereflerini düşürdüğünü ve
onları yanından gönderirse davetini öğrenmek için
Peygamber’in meclisine katılabileceklerini söylerler-
di. Bunun üzerine Allah şu ayeti indirdi: “Nefsini sa-
bah akşam rızasını isteyerek Rablerine yalvaranlarla
beraber tut. Gözlerin onlardan başka yana sapmasın.”
(Kureyş büyüklerinin, zenginlerinin gelip senin yanı-
na oturabilmesi için bu samimi, fakat fakir insanlar-
dan yüz çevirmek mi istiyorsun?) Bu ayet Kureyşlile-
re şöyle demektedir: “Sizin zenginliğiniz, ihtişamınız
ve gururlandığınız debdebenizin Allah ve Rasûlü ka-
tında hiç bir değeri yoktur. Bilakis bu fakir insanlar
onların gözünde daha değerlidir. Çünkü onlar sami-
midirler ve her an Allah’ı anarlar.” Nuh’un gönderil-
diği kavmin büyüklerinin tutumu da aynı idi.” Hz.
Allah Dualara İcabet Eder | 43

Nuh’u kavmi böyle tenkit etmiştir: “Sana bizim basit


görüşlü ayaktakımlarımızdan başkasının uyduğunu
görmüyoruz.” Hz. Nuh’ta onlara şöyle cevap vermişti:
“Ben iman edenleri yanımdan kovacak değilim. Sizle-
rin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için ‘Allah on-
lara bir hayır vermeyecek’ de demem. Allah onların
içlerinde olanı daha iyi bilir”.
“Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz,
kendi ‘istek ve tutkularına (hevasına) ‘ uyan ve işinde
aşırılığa gidene...”
Yani, “onun söylediklerine aldırma, ona itaat et-
me, onun isteklerini yerine getirme ve onun emirle-
rine uyma.”
“...itaat etme.”
Arapça metin “Haktan dönen, bütün sınırları aşan
ve burnunun doğrultusunda giden” anlamına da ge-
lebilir. Her iki durumda da sonuç şudur: “Allah’tan
gafil olan ve arzularının kölesi olan bir kimse kaçınıl-
maz bir şekilde bütün sınırları aşacak ve aşırılığın
kurbanı olacaktır. Bu nedenle ona itaat eden kimse
de aynı yolu izleyecek ve onun arkasından sapıklığa
devam edecektir.
“Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, kendisine dua
ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren ve sizi
yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber başka
bir ilah mı? Ne kadar da az öğüt-alıp düşünüyorsunuz.
Ya da karanın ve denizin karanlıkları içinde size yol
gösteren ve rahmetinin önünde rüzgârları müjde verici-
ler olarak gönderen mi? Allah ile beraber başka bir ilah
mı? Allah, onların şirk koşmakta olduklarından yücedir.
44 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Ya da halkı sürekli yaratmakta olan, sonra onunla iade


edecek olan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı?
Allah ile beraber başka bir ilah mı? De ki: “Eğer doğru
söyleyenler iseniz, kesin-kanıt (burhan)ınızı getiriniz.”
(Neml, 62-64)
“Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, kendisine dua
ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren...”
Arap müşrikleri, bela ve felaketleri sadece Allah’ın
kaldırıp uzaklaştırdığını bizatihi biliyor ve anlıyor-
lardı. Bundan dolayı bir musibetle karşılaştıkları za-
man yardım için yalnız Allah’a yalvardıklarını,
Kur’an-ı Kerı̂m onlara tekrar tekrar hatırlatır.
Ama, kötülük üzerlerinden kaldırılıp uzaklaştırıl-
dığında, Allah’ın yanında daha başka tanrılara dua ve
yakarmaya başladıklarını da ifade eder. Bu durum
sadece Arap putperestler için değil, aynı zamanda di-
ğer bütün putperestler hakkında da doğrudur. Hatta
o kadar ki, dine karşı düzenli bir propaganda sürdü-
ren dinsiz sosyalist Ruslar bile, Ikinci Dünya Sava-
şı’nda Alman kuvvetleri tarafından sarıldıkları za-
man Tanrı’ya yalvarmak mecburiyetinde kaldılar.
“....ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı?”
Bunun iki mânâsı vardır: 1- “O, bir kuşaktan sonra
başka bir kuşağı, bir kavmin arkasından başka birini
ortaya çıkarır”; ve 2- “Dünyada hüküm sürmeniz için
O, size güç-kuvvet verir.”
“Allah ile beraber başka bir ilah mı? Ne kadar da az
öğüt-alıp düşünüyorsunuz. Ya da karanın ve denizin...”
Yani, “O (Allah), gece karanlığında yol bulabilmeniz
için, yıldızlarla bu tip düzenlemelerde bulunmuştur.”
Allah Dualara İcabet Eder | 45

Kara ve deniz yolculuklarında insanın, yönünü ve


menziline giden yolunu tayin edebilmesi için Allah, bu
gibi imkanlar yaratmıştır. Bu da, Allah’ın hakı̂mâne
planının bir sonucudur. Insan gündüzleri yolunu, çe-
şitli yol işaretleri, güneşin doğuşu ve batış noktaları
ile; geceleri de, yıldızlar vasıtasıyla bulur. Bu husus
Nahl Suresi’nde Allah’ın lütufları arasında sayılmıştır:
“(Yol bulmak için faydalanılacak) işaretler de (yarattı).
Onlar yıldızlarla yol bulurlar.” (Nahl, 16)
“....karanlıkları içinde size yol gösteren ve rahmeti-
nin önünde rüzgârları müjde vericiler olarak gönde-
ren mi? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Allah, on-
ların şirk koşmakta olduklarından yücedir.”
“Allah’ın rahmeti”(nden maksat), gelişini, hemen
öncesinden rüzgârların haber verdiği yağmurdur.
“Ya da halkı sürekli yaratmakta olan...”
Bir cümle şeklinde ifade edilen bu basit gerçek,
mânâ ve detay olarak çok geniştir. Bunun üzerinde
iyice düşünen bir kimse, Allah’ın varlığı ve birliği
hakkında yeni ve hiç eskimeyen deliller elde eder.
Görüldüğü gibi ilk merhalede, yaratma işinin bizatihi
kendisi bile başlı başına cevaplanması gereken bir
sorudur. Hayatın ne olduğunu, nasıl ve nereden gel-
diğini, insan kendi bilgisi ile keşfedemez. Şu ana ka-
dar gelip dayanılan bilimsel gerçek şudur: Cansız
maddenin sadece bir araya getirilip düzenlenmesiyle
bizatihi hayat denilen gerçek ortaya konamaz.
Bilimsel olmamasına rağmen tanrıtanımazlar,
varlık için gerekli temel maddelerin, rastgele uygun
oranlarda biraraya geldiği zaman, hayat denilen
46 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

olgunun varlık olarak ortaya çıkacağını sanırlar, ye-


ter ki, şansın matematiksel kanunu buna el vermiş
olsun. Yine de böyle bir şeyin meydana geliş imkanı
sıfırdır. Laboratuvarlarda cansız bir maddeden dene-
me yolu ile canlı bir varlık meydana getirmek üzere
şu ana kadar yapılan bütün teşebbüsler, mümkün
olan her türlü ihtimamın da gösterilmesine rağmen
tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Neticede mey-
dana getirilen şey, sadece canlı hücrenin temel yapı-
sını teşkil eden DNA’dır.
Bu ise hayatın özü ve fakat hayatın bizatihi kendisi
değildir. Hayat olayı bugün bile, bilimsel olarak izah
edilemeyen bir mucizedir. Bu noktada yaratılışın, an-
cak Yaratıcı’nın iradesi, emri ve tasvirinin bir sonucu
olduğunu söylemenin ötesinde bir şey denilemez.
Bir de hayat, sadece bir şekilde değil, sayısız farklı
şekillerde bulunur. Insanoğlu şu ana kadar yeryü-
zünde, aşağı-yukarı bir milyon hayvan ve ikiyüzbin
de bitki türü keşfetmiş bulunuyor. Bunların tümü,
yapısı ve özel karakterleri bakımından, son derece
açık ve kesin olarak birbirinden tamamen farklıdır.
Ayrıca sahip oldukları farklı yapılarını, bilinen ilk za-
mandan beri öyle ısrarla sürdürmektedirler ki, hiçbir
Darwin(!) buna, bir olan tanrının yaratıcı planının
bir neticesi olduğu şeklindeki itiraf dışında herhangi
bir aklı̂ izah getiremez. Bir türün yapısı ve şeklini de-
ğiştiren ve başka bir türün yapı ve özelliklerini ona
kazandırmış olan bir bağ, şu ana kadar keşfedilme-
miştir. Varolan hiçbir türün hiçbir mensubu, kendi
türünden farklı özellikler taşımaz. Gözden kaçan bir
Allah Dualara İcabet Eder | 47

bağın keşfine dair zaman zaman uydurulan ve yayga-


rası koparılan hikayeyi, bizzat olayların kendileri ya-
lanlıyor. Dolayısıyla kaçınılmaz gerçek şudur ki, bu
yaratma işini yapan, sayısız farklı şekilleri ile hayatı
ihsan eden hakı̂mâne düzenleyici yaratma eylemini
planlayıcı, üstün ve musavvir bir varlık vardır.
Yukarıda verilen malumat, yaratılışın başlangıcı
hakkındadır. Şimdi biz, mahlukatın birbirinden üre-
mesi, Allah’ın onları birbirinden yaratması üzerinde
biraz düşünelim. Halik, her çeşit hayvan ve bitki tü-
rünün yapısı ve düzeninde mükemmel bir mekaniz-
mayı yerleştirmiştir. Hayvan ve bitki türleri bu özel-
likleriyle, tamamen kendi türünün yapı, şekil ve ka-
rakterine sahip fertlerini sonsuz bir akış ile üretme-
ye devam ederler. Türlerin hayatiyetini sürdürmesi-
ni ve üremelerini sağlamak için gerekli olan bu ele-
ment, her canlı ve bitki hücrelerinin bir parçasında
ayrı ayrı mevcuttur. (Bu harika görevi üstlenen gen-
ler, son derece güçlü mikroskopla ancak görülebilir.)
Modern genetik bilimcilerin bu konudaki gözlemleri,
önümüze harika gerçekler sunuyor. Bunlara göre her
bitkiye, sadece kendi türünü üretme yeteneği lütfe-
dilmiştir. Oyle ki, her nesil kendi türünün tüm farklı
özelliklerine sahip olur. Ozel yapıları bakımından her
türün fertleri, diğer bütün fertlerden ayrılır, farklı
olur. Türlerin bekası için gerekli olan bu unsur ve
üreticilik, bütün canlı ve bitkilerin her hücresinde
ayrı ayrı vardır. Harikalara vesile olan bu genler, an-
cak güçlü mikroskopla görülebilir. Bu ufacık harika
mühendis, bitkinin gelişmesini özellikle de kendi
48 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

farklı türü istikametinde olmasını temin eder. Dün-


yanın her yanında, buğday tanesinden elde edilenin
yine buğday tanesi olması bundandır. Nitekim, dün-
yanın hiçbir iklim ve yerinde, tam bir buğday tohu-
munun cinsinden, bir tane bile olsa arpa elde edildiği
görülmemiştir. Hayvan ve insan türleri için de aynı
şey sözkonusudur.
Türlerin hiçbiri bir defada yaratılmış değildir. Aksi-
ne büyüklüğü tasavvur edilemeyecek kadar büyük bir
üretim fabrikası her yerde çalışmakta ve aynı türün
sayısız fertleri arasından bazılarını varlık alemine çı-
karmaktadır. Canlı dediğimiz varlıkların en küçük
parçasının bir bölümünde yeralan ve kendi türünün
tüm farklı yapısı ve kalıtım özelliklerini de beraberin-
de taşıyan mikroskopik geni bir kimse düşürür ve
sonra da son derece hassas, aynı zamanda kompleks
psikolojik sistem ve her türün her bir ferdinin, aynı tü-
rün bir ferdini meydana getiren üretici genin geçtiği
çok derin ve girift sürecine bakacak olursa, böyle mü-
kemmel ve dakik bir nizamın kendi kendine (tesadü-
fen) olabileceğini ve daha sonra çalışmaya devam ede-
rek çeşitli türlerin milyarlarca fertlerini kendiliğinden
üretebileceğini bir an bile kabul edemez. Bu mükem-
mel nizamın, sadece başlangıçta değil, aynı zamanda,
bu sistemin muntazam ve daimı̂ çalışması için de
Hakı̂m, Ebedı̂ ve bu tezgahlardaki işleri gözeten ve
sevkeden Kayyûm bir Müdebbir’e ihtiyacı vardır.
Bu gerçekler, şirk inancını yıktığı gibi, ateistlerin,
tanrıyı inkar etmekte hareket noktası olarak kabul
ettikleri temelleri de yok eder. Melek, cin,
Allah Dualara İcabet Eder | 49

peygamber veya bir velinin, Allah’ın bu işinde dahli


olduğuna ancak aptal bir insan inanabilir. Fakat, bi-
raz vicdan sahibi ve tarafsız hiçbir kimse, temelinde
tümüyle hikmet ve intizam bulunan bu kocaman ya-
ratma ve üretme fabrikasının sadece bir tesadüf
eseri olarak çalışmaya başladığı ve o andan itiba-
ren, aynı şekilde otomatik olarak çalışmakta oldu-
ğunu asla söyleyemez.
“...sonra onunla iade edecek olan ve sizi gökten ve
yerden rızıklandıran mı?”
Bu kısa cümlenin gelişigüzel incelenmesinden kişi,
beslenme için gerekli gıda maddelerinin tedariki me-
selesinin pek basit bir iş olmadığını anlayabilir. Yer
küremiz üstünde milyonlarca hayvan ve bitki türü
vardır. Her tür, milyonlarca ferdi ihtiva eder ve bunla-
rın çeşitli gıda maddelerine ihtiyacı vardır. Halik ve
Rezzak, hiçbir türün mensubunun gıdasız kalmayacak
beslenme imkanları bol ve kolayca ulaşılabilir şekilde
ayarlamıştır. Böylece can taşıyan hiç bir varlık gıdasız
kalmaz. Sonra bu sistem içinde birleşip birlikte çalı-
şan, yer ve gökteki koordineli faaliyetler, çeşitli ve sa-
yısızdır. Isı, ışık, hava, su ve yeryüzündeki maddeler
arasında gerekli koordinasyon ve uyum olmadıkça, gı-
da maddelerinin bir teki dahi üretilemez.
Hakı̂m bir yaratıcının hakı̂mâne bir plan ve prog-
ramı olmaksızın, fevkalade mükemmel olan bu siste-
min, sadece bir tesadüf eseri olarak meydana geldiği-
ni bir kimse düşünebilir ve kabul edebilir mi? Yine
bir insan, bu sistemin işleyişinde cin, melek veya bir
velinin elinin bulunduğunu tahayyül edebilir mi?
50 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

“Allah ile beraber başka bir ilah mı? De ki: “Eğer


doğru söyleyenler iseniz, kesin-kanıt (burhan)ınızı ge-
tiriniz.”
Yani, “Allah’ın bu işlerde bir ortağı olduğunu gös-
termek için ya bir delil getirmelisiniz, veya şayet bu
mümkün değilse, Allah ile beraber başka bir tanrıya
niçin hizmet edip taptığınızı, en azından bir delille
izah etmeniz gerekir. Halbuki bütün bu işleri önceden
de, şimdi de bir olan Allah yapmış ve de yapmaktadır.
“Rabbiniz dedi ki:”Bana dua edin, size icabet ede-
yim. Doğrusu bana ibadet etmekten büyüklenen (müs-
tekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak
gireceklerdir.” (Mü’min, 60)
“Rabbiniz dedi ki:”Ba na dua edin, size icabet edeyim.”
Yani, “Duayı kabul edip etmemek benim elimde
olduğu için boş yere başkalarına yalvarmayınız.” Bu
ayeti anlayabilmek için aşağıdaki üç hususu iyice
kavramak gerekir:
1) Insanoğlu ancak semı̂ (işiten) ve bası̂r (gören)
olduğuna inandığı, yani duasını duyan ve kendisini
gören birine dua eder ve yalvarır. Kendisine dua edi-
len, aynı zamanda olağanüstü bir iktidara sahip ol-
malıdır. Çünkü insan, dünya şartlarının üstünde ve
dışında bir güce malik olduğuna inandığı zata, bu id-
rak içerisinde dua eder. Bu, aynı zamanda dua eden
kimsenin, istekte bulunduğu zat karşısındaki aczinin
bir ikrarıdır. Böylece kişi, kendisini görmediği halde,
her zaman ve her yerde o zata gizli ve açık, sessiz ya
da sesli dua eder. O dua ederken, dua ettiği zatın ken-
disini nerede bulunursa bulunsun gördüğüne, sesini
Allah Dualara İcabet Eder | 51

işittiğine ve her an duasına icabet edebilecek bir


kudrete sahip olduğuna inanır. Tüm bunları bilmesi-
ne rağmen, bir insan yine de Allah’tan başkasına yal-
varırsa apaçık şirk işlemiş olur. Çünkü, bu kimse Al-
lah’tan başkasına yalvarıyorsa eğer, o, Allah’ın sıfat-
larını bir başkasına veriyor demektir.
Halbuki bu kimse, Allah’ın semı̂ (işiten) ve bası̂r
(gören) olduğuna gerçekten inansa kesinlikle bir
başkasına dua etmek aklının ucundan bile geçmez.
2) Bir şahıs, yetki, sahibi olmadığı halde başka bi-
risini yetki sahibi kabul etse dahi, yine de gerçek de-
ğişmeyecektir. Yani, gerçek yetki sahibi kim ise, o yi-
ne yetki sahibi olmaya devam edecektir. Çünkü ger-
çek yetki kainatı idare eden, mutlak kudret sahibi,
semı̂ ve bası̂r olan Allah’a mahsustur. Allah’ın dışın-
da hiçkimse insanoğlunun dualarını duyamaz ve ka-
bul edemez. Bu hakikate rağmen bazı kimseler, pey-
gamberleri, velileri, melekleri, yıldızları, cinleri ve
tüm sahte ilâhları Allah’a ortak koşsalar bile, Allah’ın
vahid ve mutlak kadir oluşu gerçeği değişmez.
3) Bu hususu şöyle bir misal ile anlatabiliriz: Bir
şahsın adalet talep etmek üzere mahkemeye başvur-
duğunu farzedelim. Bu şahıs dilekçesini mahkeme-
deki yargıca vermek yerine, orada yargılanmak için
bekleyen başka birine verir ve ona yalvararak “Ey
efendim! Benim derdime ancak siz çare bulabilirsi-
niz. Çünkü sizin buyruğunuz burada geçerlidir,” der.
Şimdi burada yapılan ilk hata, dilekçenin yargıca de-
ğil de yargılama ile alakası olmayan birine verilmesi-
dir. Böyle bir tavır, yargıcın kendisine karşı yapılmış
52 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

büyük bir küstahlık demektir. Çünkü o şahıs dilekçe-


sini yargıca vermeyip, hadiseyle ilgisi olmayan birine
vermekle kalmamış, üstelik ona, “Benim derdime an-
cak siz çare bulabilirsiniz” diye de yalvarmıştır.
Yukarıda zikredilen bu üç hususu gözönünde tuta-
rak, Allah’ın bu ayetini anlamaya çalışın: “Rabbiniz
buyurdu ki: “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim.”
“Doğrusu bana ibadet etmekten büyüklenen (müs-
tekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak
gireceklerdir.”
Bu ayette iki nokta dikkate değerdir. Birincisi,
“dua” ve “ibadet” kelimeleri aynı anlamda kullanıl-
mıştır. Nitekim birinci cümlede “dua” kelimesi kulla-
nılırken, ikinci cümlede de aynı anlamı ifade etmek
üzere “ibadet” kelimesi kullanılmıştır. Bu iki kulla-
nımdan duanın, ibadetin ruhu olduğu anlaşılmakta-
dır. Ikincisi, Allah’a dua etmeyenler hakkında, “Bü-
yüklenerek bana kulluk etmekten yüz çevirenler”
şeklinde bir ifade geçmektedir. Bu da gösteriyor ki,
Allah’a yalvarmak ve dua etmek ibadetin ta kendisi-
dir. Dua etmemek ise Allah’tan yüz çevirmek ve bö-
bürlenmek anlamına gelir ki, böyle bir tavır da Al-
lah’a ibadetten kaçınmak demektir. Hz. Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem) bu husus hakkında “Dua iba-
dettir” dedikten sonra sözkonusu ayeti okumuştur.
Rasûlülah’ın hadisleri de bu iki noktayı oldukça ay-
rıntılı bir şekilde açıklığa kavuşturmuştur.
Sözgelimi Numan b. Beşir’in rivayetine göre Hz.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) “Dua tam bir iba-
dettir” dedikten sonra bu ayeti okumuştur. (Imam Ah-
med, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, Ibn Mace, Ibn Ebi Hatim, Ibn Cerir)
Allah Dualara İcabet Eder | 53

Yine Hz. Enes’den “Dua ibadetin başıdır” (Tirmizi) şek-


linde bir hadis ve Ebu Hureyre’den ise “Allah kendisi-
ne dua etmeyen kuluna azab eder.” (Tirmizi) şeklinde
başka bir hadis rivayet edilmiştir.
Bazılarının, “Herşey takdir edilmiştir, Allah’ın
hikmeti mucibince bir karara bağlanmıştır. Bu ka-
rar dua etmekle değişmeyeceğine göre, dua etmeye
ne gerek var?” gibi sözleri böylece cevaplandırılmış
olmaktadır. Bu tür düşünceler, insanların kalblerin-
de duanın önemini azaltan ve insanı batıl inanışlara
iten büyük bir yanılgının ürünüdür. Nitekim, insan
bu düşüncelerle dua etse dahi onda ibadetin huşû’u
kalmaz. Kur’an, bu yanlış anlayışa iki yoldan karşı-
lık verir:
1) Allah, çok açık bir şekilde “Bana dua edin, dua-
nızı kabul edeyim” diye buyurmuştur. Bu ayetten,
önceden yazılı olan kadere, Allah’ın uymaya mecbur
olmadığı anlaşılıyor. Sözgelimi, Allah bir kulunun du-
asına icabet etmek suretiyle, onun hakkındaki takdi-
rini değiştirebilir. Zaten hiçbir mahluk Allah’ın takdi-
rini değiştirebilecek yetkiye haiz değildir.
2) Bir kul Allah’a dua etmek suretiyle, Allah’a kul
olduğunu ikrar eder ve böylece Allah’a aynı zamanda
da ibadet etmiş olur. Bu kişinin ibadetinin karşılığı,
Allah indinde saklı kalacağı için, duası bu dünyada
kabul edilmiş olsa da, olmasa da mükafatını mutlak
surette alacaktır.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hadisle-
rinde de bu hususlar iki şekilde açıklanmaktadır.
Birinci gruptaki hadisler:
54 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Hz. Selman Fârisı̂’nin rivayetlerine göre, Rasûlül-


lah şöyle buyurmuştur: “Kişi, başına gelecek musibet-
leri ancak dua ile önleyebilir.” Yani hiç kimsenin Al-
lah’ın takdirini değiştirmeye gücü yoktur. Fakat Al-
lah kendi takdirini, kulunun dua etmesi sonucunda
değiştirebilir.
Hz. Cabir b. Abdullah Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi
ve sellem)’den şöyle bir hadis rivayet etmiştir: “Bir kimse
Allah’a dua ettiğinde, Allah ona istediği şeyi verir veya
onun yerine derecesini yükseltir, ya da başına gelecek
aynı derecedeki belayı önler. Fakat o kimsenin duası, ha-
ram işlemek veya Allah’ın rahmetini bir başkasından
esirgemesini istemek şeklinde olmamalıdır.” (Tirmizi)
Aynı konuda başka bir hadisi, Hz. Said b. Hudri ri-
vayet etmiştir: “Bir müslüman haram işlememeyi ve-
ya Allah’ın, rahmetini bir başkasından esirgememesini
istemek kaydıyla dua ettiğinde, onun duası üç şekilde
kabul edilir, ya da başına gelecek olan bir musibet ön-
lenir.” (Müsned-i Ahmed)
Hz. Ebu Hureyre Rasulüllah’tan şöyle bir hadis ri-
vayet etmiştir: “Bir müslüman Allah’a dua ettiğinde,
“Dilersen beni affet, dilersen bana rızık ver” şeklinde
değil, bilakis kesin bir ifadeyle, “Ey Allah’ım! Benim
şu ihtiyacımı gör, bana şunu ver” diyerek dua etmeli-
dir.” (Buhari)
Hz. Ebu Hureyre’nin rivayetine göre Rasulullah
şöyle buyurmuştur: “Allah’tan, O benim duamı kabul
edecek diye, inanarak dua edin.” (Tirmizi)
Yine Ebu Hureyre şöyle bir hadis rivayet etmiştir:
“Rasulüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Kul, Allah’a
Allah Dualara İcabet Eder | 55

haram işlememek ve rahmetini bir başkasından esir-


gemesini istememek şartıyla dua ederken, acele edip
sabırsız davranmasın” diye buyurdu. Bunun üzerine
Rasulüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e “Ya Rasulallah!
Acele edip, sabırsız davranmamak ne demek?” diye
sordular. Rasulüllah, “Kişinin, ben dua ediyorum, fa-
kat kabul edilmiyor” diye dua etmeyi bırakmasıdır.
Oysa o duaya devam etmelidir.” dedi.” (Müslim)
Ikinci gruptaki hadisler:
Hz. Ebu Hureyre Rasulüllah’tan şöyle bir hadis ri-
vayet etmiştir: “Allah indinde duadan daha kıymetli
bir ibadet yoktur.” (Tirmizi, Ibn Mace)
Hz. Abdullah b. Mes’ud Rasulüllah’dan (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle bir hadis rivayet etmiştir: “Al-
lah’tan, O’nun fazlını istemek için dua ediniz. Çünkü si-
zin kendisine dua etmeniz, O’nun hoşuna gider.” (Tirmizi)
Hz. Ibn Omer ve Hz. Muaz b. Cebel Rasulüllah’tan
şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: “Dua, başınıza gel-
miş ve gelecek olan musibetlerden sizi korur. Ey Allah’ın
kulları! Allah’a dua ediniz.” (Tirmizi, Müsned-i Ahmed)
Hz. Enes, Rasulüllah’ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: “İhtiyaç duyduğunuz her şey için, Allah’a dua
edin. Hatta ayakkabınızın bağı dahi kopsa!” (Tirmizi)
Yani insanın muktedir olduğunu sandığı basit işler
için bile, tedbir olmak üzere Allah’tan yardım isteyin.
Çünkü Allah’ın yardımı olmaksızın, bizim tedbirimiz
bir yarar sağlamaz. Tedbirden önce dua etmenin an-
lamı, kulun kendi acizliğini anlaması ve Allah’ın kud-
retini idrak etmesidir.
SADECE DARA DÜŞÜNCE DUA EDİLMEZ

B
“ izimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya ha-
yatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar
ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar... İş-
te bunların, kazanmakta olduklarından dolayı barın-
ma yerleri ateştir. İman edenler ve salih amellerde bu-
lunanlar da, Rableri onları imanları dolayısıyla altın-
dan ırmaklar akan nimetlerle donatılmış cennetlere
yöneltip-iletir (hidayet eder).” (Yunus, 7-9)
“Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına
razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetle-
rimizden habersiz olanlar... İşte bunların, kazanmakta
olduklarından dolayı barınma yerleri ateştir.”
Bu pasaj, hem bir iddiayı hem de bir delili ihtiva
eder. Iddia şudur: Ahiret öğretisini inkar edenler ka-
çınılmaz olarak Cehenneme gideceklerdir. Delil ise
şu: Inkar edenler ya da gafil olanlar bu kötü amelle-
riyle kendilerine Cehennem ateşinden başka birşey
hazırlamış olmuyorlar. Yüzbinlerce yıldır yaşanan
tecrübelerin gösterdiği bir gerçek vardır; kendilerini
sorumlu hissetmeyen ve Allah’ın huzurunda hesap
58 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

vereceğini düşünmeyenlerin kendilerini kontrol ede-


memeleri, ahlaksızlık etmeleri, Allah’ın arzını zorba-
lık ve kargaşayla doldurmaları yüzünden yoldan sap-
mışlar, dolayısıyla Cehenneme hak kazanmışlardır.
Bu kaçınılmaz ve zorunlu bir durumdur. Eğer bir in-
san, hayatını, öte dünyanın olmadığı zannı üzerine
kurarsa bu dünyadayken işlediği amellerin hesabını
verme korkusunu hiç bir surette taşımayacaktır. Bu
yüzden dünyadaki tüm amacı çalıp çırparak kazan-
mak, refah, mutluluk, iktidar ve şöhret olacaktır. Do-
layısıyla bu maddeci tutumlar insanları Allah’ın ayet-
lerinden gafil kılacak ve onları cehenneme götüren
yanlış yollara sokacaktır.
Ahiret hakkındaki bu son delil daha önceki üç de-
lilden mahiyetçe farklıdır. Daha öncekiler akli düşün-
meyi esas alırlarken, bu sonuncusu doğrudan insan
tecrübesiyle edinilmiş bilgiyi temel almaktadır. Gerçi
burada yalnızca bir ima söz konusudur ama aynı du-
rum Kur’an’ın bir çok yerinde ayrıntılı biçimde vur-
gulanmaktadır. Bu kısa ve veciz bir delildir. Insanlar
Allah karşısında hesap vereceklerini yüreklerine
nakşetmedikçe bu dünya hayatına yönelik doğru
davranışlar sergileyemezler.
Ahiret duygusunun, inanç sisteminin zayıfladığı
ya da tamamen ortadan kalktığı zamanlarda insa-
noğlunun yanlış davranmağa başladığı gerçeği uzun
süren tecrübelerle desteklenmektedir.
Ahirete inanmanın gerçeğe ilişkin bir boyutu ol-
masaydı, bu inancı red ya da kabul etmenin sonuçları
da asırlar boyunca zuhur etmemiş olacaktı. Bir
Sadece Dara Düşünce Dua Edilmez | 59

öğretinin kabulu halinde sonuçlarının doğru, reddi


halinde de yanlış olması, o öğretinin doğru olduğunu
gösterir. Her ne kadar yukarıdaki delilin öncülleri ve
bunlardan çıkarılan sonuçlar açık seçik ve birbiriyle
yakın ilişki içindeyse de, bu önermeyi kabul etmeyen
bazı insanlar bulunmaktadır. Böyleleri şuna benzer
bir değerlendirmeyi benimserler: Ahireti inkar eden
ahlak felsefelerini ve davranış kurallarını bu inkar
üzere temellendiren bir çok insan vardır. Ama buna
rağmen onlar hala yüksek ahlaki seciyyelere sahip-
tirler ve her türlü kötülükten kaçınmaktadırlar. Kısa-
cası işlerinde erdemlidirler ve insanlara büyük hiz-
metleri dokunmaktadır. Fakat biraz durup düşün-
mek gösterecektir ki, bu zayıf bir iddiadır. Eğer mad-
deci felsefe ve sistemleri incelersek tüm bunların
manevi kemal ile doğru ameller için sağlam temeller
olmadığını görürürüz. Zira bu felsefeler, sırf ateist ve
materyalistler itibar ediyor diye sözünü ettiğimiz ka-
liteleri meydana getiremezler. Gerçekten bu felsefe-
lerde doğruluk, tevazu, hakbilirlik, adalet, şefkat, ke-
rem, fedakarlık, muhabbet, munakabe, safiyet, görev
ve yükümlülükleri icra, emanetleri ifa gibi ahlaki ni-
telikleri oluşturmak üzere itici hiçbir etken yer al-
maz. Bu öğretilerin yegane alternatifi “Tevhid” oldu-
ğu gibi, diğer felsefelerin salt teorik ve uygulanamaz
oluşu gerekçesiyle uygulanabilir ahlakı bir sistem
için temel olabilecek “faydacılık” (utilitarianism) ın
da yegane alternatifi Ahiret inancıdır.
Apaçıktır ki, faydacılığın ahlak değerlerine sevke-
dici gücü oldukça sınırlıdır, çünkü kişiyi bizzat fayda
60 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

kavramının sınırları içine hapseder. Böylece bu felse-


feye inanan bir kimse gerçeği, yalnızca kendi yararı-
na, ailesi ve toplumu vs. yararına gördüğü ölçüde
“gerçek” kabul edecektir ve tüm çabasını refahını,
mutluluğunu artırmaya hasredecektir. Aynı şekilde
manevi-ahlaki nitelikleri, yalnızca kendisinin veya
halkının çıkarlarına hizmet ettiği sürece benimseye-
cektir. Fakat bu “gerçek”lerin zararlı olmaya başladı-
ğını düşündüğü zaman, onları terkedecektir. Bunun
nedeni faydacının mutlak bir manevi sisteme inanma-
ması, yalnızca amacına uygun ve çıkarlarına hizmet
eden şeyleri doğru-yanlış, namusluluk-namussuzluk,
güvenilir-güvenilmez... biçiminde “benimsemesidir”.
Ingiliz toplumu faydacı ahlaka, en çok yatkın toplum-
dur. Onların ortaya koyduğu örnek, amacımızı ortaya
koymamıza yardım edecektir. Allah’ın varlığını ve Ahi-
ret’i inkar etse bile bir insanın yüksek bir ahlaki seci-
yeye sahip olabileceğini ileri sürenler, iddialarını des-
teklemek üzere Ingiliz toplumunu zikrederler. Çünkü
onlara göre genelde Ingilizler maddeci olmalarına rağ-
men diğer uluslardan daha hakkaniyetli, daha adil, da-
ha güvenilir ve daha mütevazidir. Oysa gerçek şudur
ki, Ingiliz halkı faydacı ahlakın güvenilmezliği konu-
sunda en canlı örneği teşkil eder. Nitekim uluslararası
ilişkilerde Ingiliz temsilcilerinin sefil ahlak şovları ser-
gilemesi bunun kanıtıdır. Onlar insanın gözü içine ba-
ka baka yalan söylerler, düzenbazlık yaparlar; zorba-
lık, zulüm ve kaypaklık; ne ararsanız vardır onlarda.
Bütün bir Ingiliz ulusu bu ahlakın savunucuları olarak
onlara arka çıkabilmektedir. Eğer onların sağlam
Sadece Dara Düşünce Dua Edilmez | 61

ahlaki temelleri olsaydı bu diplomatların tek tek hak-


tanır, mütevazi, adil, doğru, sözünde durur olmama-
ları mümkün müydü? Demek ki ahlak değerlerini
ulus olarak terketmişler. Bu durum Ingilizlerin ahlak
değerlerine yalnızca kendi çıkarlarına hizmet ettiği
zaman inandıklarının kesin delilidir. Aksi takdirde
gerek birey gerekse ulus olarak iki zıt durumu birden
benimseyememeleri gerekir. Oysa ahlak mutlak ol-
duğunda ahlaktır. Aksi halde politikadır, makyave-
lizmdir.
Bütün bunlara karşılık Allah’ı ve Ahiret’i inkar
edenler arasında mutlak ahlak prensipleri olduğunu
savunanlar varsa, onlar bu değerleri faydacı felsefe-
den almamışlar, farkında olmadan yüreklerine yerle-
şip kalmış olması muhtemel olan gizli dini etkilerden
çıkarmışlardır. Bu durumda olanlar manevi-ahlaki ol-
gunluklarının her ne kadar sekülarizme ve materya-
lizme bağlıyorlarsa da, gerçekte dine borçludurlar.
Çünkü bu felsefeler içinde kendilerini bu değerlere
sevkeden bir dürtü (saik) göstermeleri mümkün de-
ğildir.
“İman edenler ve salih amellerde bulunanlar da,
Rableri onları imanları dolayısıyla altından ırmaklar
akan nimetlerle donatılmış cennetlere yöneltip-iletir
(hidayet eder).”
Bu ayeti aceleyle geçiştirmemiz doğru olmaz. Zik-
rediliş düzenine göre bu ayet üstünde derince dü-
şünmek gerekir:
a. “Allah onlara (iman edip salih amel işleyenlere)
niye Ahiret Yurdu’ndaki Naim Cenneti’ni bağışlıyor?”
62 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Çünkü onlar, bu dünyadayken Sırat-ı Müstakim’i izle-


diler ve dünya hayatının her cephesi içinde doğruyu
benimsediler... Hem birey hem de topluluk olarak...
Ve yanlış, hatalı yollardan sakındılar.
b. “Onlar nasıl yaptılar da, her adımda, her dönüm
ve kavşak noktasında, doğru ile yanlış, hak ile batıl,
hidayet ile dalalat arasını ayırırken sahih kriterler
kullanabildiler? Ayrıca basiretlerini kullanıp yanlış
yollardan titizlikle kaçınarak sürekli Sırat-ı Müsta-
kim üzere kalabilme gücünü nereden aldılar?” Bu gü-
cün kaynağı, herşeyin asıl kaynağı olan Rabbleriydi;
onlara hidayet ve her kritik durumda salih ameller
işleme gücü veren Rabbleri...
c. “Rabbleri onlara niye hidayet ve güç verdi?”
Çünkü onlar iman etmişlerdi.
d. “Yukarıdaki sonuçlara ulaştıracak olan iman,
nasıl bir imandır?” Böyle bir iman yalnızca bir ikrar-
dan ibaret değildir. Bu iman, insan davranış ve seci-
yesinin muharrik ruhudur; insanın manevi ve ameli
yapısını değiştiren bir güce sahiptir.
Bu noktayı tasvir etmek üzere insanın fiziksel ha-
yatı içindeki beslenme, sağlık, enerji ve mutlulukla il-
gili durumuna bir göz atalım. Apaçıktır ki, beslenme
denen hadisenin oluşabilmesi için yalnızca herhangi
bir besine değil, sindirilip kana karışabilen, damar-
larda vücudun her köşesine taşınıp, vücut için gerek-
li enerjiyi sağlayabilen “besinler” gereklidir. Aynı dü-
şünceyle hidayet, doğru tavır, salih amel ve gerçek
başarı da akıl, kalb ve nefsin derinliklerine nüfuz et-
tirilmiş olan yahut da aklın ve kalbin bir köşesinde
Sadece Dara Düşünce Dua Edilmez | 63

uyuklamakta bulunan itikatlar öngörülen sonuçları


üretemez; çünkü onlar bir insanın davranışı, seciye-
si, düşünce yöntemi için ve daha iyi bir hayat için ta-
vır alabilmesi yolunda bir etkide bulunamaz. Tıpkı
bir kimsenin bir takım yiyecekleri yeyip, Allah’ın
koyduğu fiziksel yasalar gereği sindirmedikçe elde
edemeyeceği sonuçları temin edememesi gibi, sahih
itikatları yalnızca dil ile ikrar etmekle yetinip, onları
aklının, kalbinin ve nefsinin bir parçası haline getir-
meyen insan da, yalnızca bu itikatlara uygun amel-
lerle kazanılabilecek olan karşılıkları elde edemez.
“Oradaki dualar: “Allah’ım, Sen ne yücesin”dir ve
oradaki dirlik temennileri: “Selam”dır; dualarının so-
nu da: “Gerçek, hamd alemlerin Rabbi olan Allah’ın-
dır.” Eğer Allah, onların hayra ulaşmak için çarçabuk
davrandıkları gibi, insanlara şerri de çabuklaştırsaydı,
mutlaka ecellerine hüküm verilirdi. İşte bize kavuşma-
yı ummayanları biz böylece tuğyanları içinde şaşkınca
dolaşır bir durumda bırakırız. İnsana bir zarar dokun-
duğunda, yan yatarken, otururken yada ayaktayken
bize dua eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman
ise, sanki kendisine dokunan zarara bizi hiç çağırma-
mış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmak-
ta oldukları böyle süslenmiştir.” (Yunus, 10-12)
“Oradaki dualar: “Allah’ım, Sen ne yücesin” dir ve
oradaki dirlik temennileri: “Selam”dır; dualarının sonu
da: “Gerçek, hamd alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.”
Cennet hayatı ile ilgili bu vakıalar iman edenlerin
nasıl yüksek düşünceli olduklarını ve nasıl asil nite-
liklere sahip bulunduklarını açıkça göstermek
64 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

içindir. Müminler bu dünya imtihanını başarıyla ver-


dikten sonra cennete girdiklerinde bu dünyada sahip
oldukları yüksek seciye örneğini aynen orada da gös-
terecekler. Lüks eşyalar, müzik aletleri, şarap ve ka-
dın gibi hemen istenecek şeyler yerine onlar, Rabble-
rine hamdü sena ilahileri söyleyecekler. Bu bir takım
çarpık fikirli insanların çizdikleri cennet resmini de
yalanlamaktadır. Gerçek şu ki, müminlerin bu dünya-
dayken sergiledikleri yüksek kişilikler, yüce düşünüş
biçimleri, bu dünyadayken biçimlendirdikleri ahlaki
seciye, duygu, istek ve arzularını tabi tuttukları taviz-
siz eğitim, cennetteki hayatta daha da bariz hale ge-
lecektir. Tıpkı dünya hayatındayken yaptıkları gibi
ve hatta daha fazlasıyla orada da Allah’a hamdedici
ve O’nun ismini yüceltici, tesbih edici ilahiler söyle-
mekten hoşlanmalarının nedeni budur. Onların Cen-
net’teki en büyük istek ve arzuları, tıpkı dünya haya-
tındayken cemaat içinde yaptıkları gibi birbirilerine
selam vermeleridir.
“Eğer Allah, onların hayra ulaşmak için çarçabuk
davrandıkları gibi, insanlara şerri de çabuklaştırsaydı,
mutlaka ecellerine hüküm verilirdi. İşte bize kavuşma-
yı ummayanları biz böylece tuğyanları içinde şaşkınca
dolaşır bir durumda bırakırız.”
Bu giriş ayetlerinden sonra Kur’an, surenin temel
konusunu teşkil eden uyarı ve nasihatlere geçer. Bu-
nu tam anlamıyla kavramak için iki şeyi surenin arka
planı olarak almamız gerekiyor:
Ilkin, surenin nüzulunden kısa bir süre öncesinde
Mekke’yi yedi uzun yıl etkisi altına alan ve bütün
Sadece Dara Düşünce Dua Edilmez | 65

Kureyş’in burnunu yere sürten o korkunç kıtlık sona


ermişti. Tabiatıyla bu, put ibadetine bir darbe vurmuş
ve Allah’a ibadete sevkedici bir dürtü olmuştu; çünkü
nihai çaresizlikleri onları Allah’a müracaat etmeye ve
yardım için yakınmaya zorlamıştı. O kadar ki Ebu Süf-
yan şöyle bir ricayla Rasulullah’a yaklaşmak zorunda
kaldı: “Lütfen Allah’a dua et de üstümüzden bu belayı
kaldırsın.” Fakat kıtlık sona erip, yağmurlar yağmaya
ve refah avdet etmeye başlayınca yine isyana başladı-
lar, kötü ameller işlediler ve müminlere karşı düşman-
lıklarını yeniden başlattılar. Böylece Allah’a dönen
kalbler yeniden O’nu ihmal etmeye başladı.
Ikinci olarak, Kur’an, kendilerini içinde bulunduk-
ları durumun sonuçlarına karşı her uyarışında inkar-
cıların Rasulullah’a yönelttikleri itiraza cevap ver-
mektedir.
Bu itiraz şuydu: “Sen hep bizi Allah’ın azabıyla
tehdit ediyorsun; iyi ama niye ilahi azap üzerimize
inmiyor, niye geciktiriliyor; inse ya!...”
Yukarıdaki arka plan mahfuz tutularak ll. ve 12.
ayetler şu şekilde açıklanabilir: “Allah, kerem ve rah-
metini göstermekte acele ettiği gibi, onları günahları-
na karşılık cezalandırıp muaheze etmekte acele et-
mez. Şu halde onlar Allah’tan tıpkı kıtlığın üzerlerin-
den çabuk kaldırılmasını istemeleri gibi, isyanlarına
karşılık azabının çabuklaşmasını mı istiyorlar? Bu bi-
zim yolumuz değil, biz onlara tüm azgınlık ve isyan-
larına rağmen, günahlarından tevbe etmek için müh-
let vermekteyiz. Defalarca uyarılar göndermekte ve
vadeleri doluncaya dek zaman tanımaktayız. Sonra
66 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

ceza yasası yürürlüğe girmekte. Bunlara karşılık on-


ların yolu süfli bir yoldur, beyinsizlerin yoludur.
Azab indiğinde Allah’ı anmaya, yakınıp yakarmaya
ve boyun büküp dua etmeye başlarlar. Fakat refah ve
bolluk zamanlarında unuturlar. Onları ilahi azaba sü-
rükleyen işte bu kötü yollardır.”
“Andolsun, sizden önceki nesilleri, peygamberleri
kendilerine apaçık deliller getirdiği halde, zulme sap-
tıkları ve iman etmeyecek oldukları için yıkıma uğrat-
tık. İşte biz, suçlu-günahkâr olan bir topluluğu böyle
cezalandırırız.” (Yunus, 13)
“Andolsun, sizden önceki nesilleri, peygamberleri
kendilerine apaçık deliller getirdiği halde...”
Arapça’da “karn” kelimesi genel anlam itibariyle
“aynı dönemde yaşayan insanlar” için kullanılır. Fa-
kat Kur’an bu kelimeyi başka bir nisbet için de kul-
lanmaktadır. Kur’an’da “karn” ile güç ve iktidar sahi-
bi kılınmış bütünüyle ya da kısmen dünya liderliğine
getirilmiş bir topluluk kastedilmektedir. Böyle bir
topluluğu yıkıma uğratmanın bir yolu, bütünüyle he-
lak etmektir, fakat başka yıkım biçimleri de vardır.
“...zulme saptıkları ve iman etmeyecek oldukları
için yıkıma uğrattık. İşte biz, suçlu-günahkâr olan bir
topluluğu böyle cezalandırırız.”
Burada “zulm” kelimesi bilinen sınırlı anlamıyla
kullanılmamıştır. Kelime Allah’a kul olmanın hadleri-
ni aşan insanların işlediği tüm günah biçimlerini kap-
samına almaktadır.
“Karada ve denizde sizi gezdiren O’dur. Öyleki siz
gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir
Sadece Dara Düşünce Dua Edilmez | 67

rüzgârla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevin-


mektelerken, ona çılgınca bir rüzgâr gelip çatar ve her
yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu
(dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken,
dinde O’na ‘gönülden katıksız bağlılar (muhlisler) ‘
olarak Allah’a dua etmeye başlarlar: “Andolsun eğer
bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak sana şük-
redenlerden olacağız.” (Yunus, 22)
Gerçekten, herşeyin yolunda gittiği zamanlarda
Allah’ı unutan en iflah olmaz müşrikler, en sıkı ateist-
ler bile, her taraftan belayla kuşatıldıklarında ve baş-
ka herhangi bir imdat umudunu bulamadıklarında
Allah’tan imdat istemeye başlarlar. Bu, kainatta varo-
lan herşeyi kontrolü altında bulunduran Kadir-i Mut-
lak’ın Allah olduğuna apaçık şekilde delalet eder.
“Ama (Allah) onları kurtarınca, onlar hemen haksız
yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar. Ey insanlar, si-
zin taşkınlığınız, ancak kendi nefisleriniz aleyhinedir;
(bu) dünya hayatının geçici metaıdır. Sonra sizin dö-
nüşünüz bizedir, biz de yapmakta olduklarınızı size
haber vereceğiz.” (Yunus, 23)
“Dünya hayatının örneği, ancak gökten indirdiği-
miz, onunla insanların ve hayvanların yediği yeryüzü-
nün bitkisi karışmış olan bir su gibidir. Öyle ki yer, gü-
zelliğini takınıp süslendiği ve ahalisi de gerçekten ona
güç yetirdiklerini sanmışlarken (işte tam bu sırada)
gece veya gündüz ona emrimiz gelmiştir de, dün sanki
hiç bir zenginliği yokmuş gibi, onu kökünden biçilip
atılmış bir durumda kılmışız. Düşünen bir topluluk
için biz ayetleri böyle birer birer açıklarız.” (Yunus, 24)
68 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Bu mesel, bu dünyadaki görünürde “başarılar’ına


bakıp, ahireti bütünüyle unutanlara bir uyarı anlamı
taşır. Bu tipler, ekinlerinin olgun ve bereketli olduğu-
nu, onu biçebileceklerini ve hasat sonu mutlu olacak-
larını zanneden toprak sahiplerine benzetilmiştir. Bu
toprak sahipleri olgun ürünlerinin yakında tadına
bakabileceklerinden emin biçimde, Allah’ın ürünleri-
ni ve büyük umutlarını tahrib edici emrinin farkında
değildirler. Tıpkı bunun gibi ahiret hayatı için hazır-
lık yapmayanlar bu dünya lezzetleri uğruna irtikab
ettiklerinin karşılığını öte dünyada bir felaket olarak
bulacaklardır. Tıpkı hasadından emin olunan olgun
ürünün aniden bir felakete düçar oluvermesi gibi...
“Allah barış yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğ-
ru yola yöneltip-iletir.” (Yunus, 25)
Yani, Allah ahiretteki selam yurduna götüren yola
çağırır. “selam yurdu” burada Cennet demektir. Için-
de herhangi bir kaybın, felaketin, üzüntünün, acı ve
sıkıntının bulunmadığı Cennet Yurdu.
“ İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman, ‘gönülden
katıksız bağlılar’ olarak, Rablerine dua ederler, sonra
kendinden onlara bir rahmet taddırınca hemencecik
onlardan bir grup Rablerine şirk koşarlar. Kendilerine
(nimet olarak) verdiklerimize nankörlük etsinler diye.
Öyleyse metalanıp-yararlanın, artık yakında bileceksi-
niz. Yoksa biz, onlara ispatlı bir delil indirdik de, o mu
O’na ortak koşmalarını söylüyor?Biz insanlara bir
rahmet taddırdığımız zaman, onunla sevinirler; kendi
ellerinin takdim ettiği dolayısıyla onlara bir kötülük
isabet ettiğinde de, hemen umutsuzluğa kapılıverirler.
Sadece Dara Düşünce Dua Edilmez | 69

Onlar görmüyorlar mı ki, Allah, dilediğine rızkı ya-


yıp-genişletir ve kısar da. Hiç şüphe yok bunda, iman
etmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.
Öyleyse yakınlara hakkını ver, yoksula da, yolcuya da.
Allah’ın yüzünü (rızasını) istemekte olanlar için bu da-
ha hayırlıdır ve felaha erenler de onlardır. İnsanların
mallarında artsın diye, vermekte olduğunuz faiz Allah
katında artmaz. Ama Allah’ın yüzünü (rızasını) isteye-
rek vermekte olduğunuz zekat ise, işte (sevablarını ve
gelirlerini) kat kat arttıranlar onlardır.” (Rum, 33-39)
“İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman, ‘gönülden
katıksız bağlılar’ olarak, Rablerine dua ederler...”
Bu, onların kalplerinin derinliklerinde hâlâ tevhi-
din izlerinin bulunduğunun bir delilidir. Ne zaman
ümitler yıkılmaya başlasa, kalpleri içten gelerek, an-
cak kâinatın gerçek hakiminin Mabud olduğunu ve an-
cak O’nun yardımının bir fayda vereceğini ilan eder.
“...sonra kendinden onlara bir rahmet taddırınca he-
mencecik onlardan bir grup Rablerine şirk koşarlar.”
Yani, “Onlar, tekrar başka ilahlara ibadet etmeye ve
başlarındaki şansızlığın şu veya bu veli veya türbenin
yardımıyla geçip gittiğini iddia etmeye başlarlar.”
“Kendilerine (nimet olarak) verdiklerimize nankör-
lük etsinler diye. Öyleyse metalanıp-yararlanın, artık
yakında bileceksiniz. Yoksa biz, onlara ispatlı bir delil
indirdik de, o mu O’na ortak koşmalarını söylüyor?”
Yani, “Felâketleri Allah’ın engellediğini değil de,
falanca velinin engellediğini söylemeleri için kendi-
lerinde ne delil var? Sağduyu bunu kabul eder mi?
Yoksa, Allah’ın bazı yetkilerini falanca velilere
70 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

verdiğini ve insanların zorluklar karşısında bu velile-


re yalvarmaları gerektiğini söyleyen ilâhi bir kitab
var mı?”
“Biz insanlara bir rahmet taddırdığımız zaman,
onunla sevinirler; kendi ellerinin takdim ettiği dolayı-
sıyla onlara bir kötülük isabet ettiğinde de, hemen
umutsuzluğa kapılıverirler.”
Bir önceki ayette, insan cehaleti, nankörlüğü ve
anlayışsızlığı nedeniyle eleştirilmişti. Bu ayetle ise
hafifliği ve hasisliği nedeniyle tenkit edilmektedir.
Bir kimse biraz güç, servet ve saygınlık kazanırsa ve
işlerinin iyiye doğru gittiğini görürse, tüm bunların
Allah tarafından verildiğini unutur, bu başarısında
öyle gurur duyar, öyle böbürlenir ki, ne Allah’a, ne de
diğer insanlara hiçbir pay bırakmaz. Fakat bu iyi ta-
lih onu bırakır bırakmaz cesaretini kaybeder ve kü-
çük bir şanssızlık bile onu o denli sarsar ki, her türlü
aptallığı yapabilir, hatta intihara bile kalkışabilir.
“Onlar görmüyorlar mı ki, Allah, dilediğine rızkı ya-
yıp-genişletir ve kısar da. Hiç şüphe yok bunda, iman
etmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.”
Yani, “Müminler; küfür ve şirkin insanın moralini
nasıl etkilediğini ve Allah’a imanın insan karakteri
üzerinde ne tür bir etkisi olduğunu anlayabilirler. Al-
lah’a samimiyetle inanan ve O’nun bütün hazinelerin
maliki olarak kabul eden bir kimse, asla Allah’ı unu-
tanlar gibi hasis ve cimri olmaz. Eğer ona bol nimet
verilse asla kibre kapılmaz, tam aksine Allah’a şükre-
der, çevresindeki insanlara cömertçe davranır ve Al-
lah’ın verdiği nimetleri yine O’nun yolunda sarfeder.
Sadece Dara Düşünce Dua Edilmez | 71

Diğer taraftan eğer verilen nimetlerde bir azalma


olursa sabreder; asla şeref ve haysiyetini ayaklar al-
tına almaz ve sonuna dek Allah’ın lütfunu bekler.
Böyle ahlâkı̂ bir mükemmelliğe, asla bir ateistte veya
müşrikte rastlanamaz.”
“Öyleyse yakınlara hakkını ver, yoksula da, yolcuya
da.”
“Akrabaya, yoksula, yolcuya sadaka verir” değil,
“Hakkını verir” denmiştir. Çünkü bu, sizin onlara her
halükârda vermeniz gereken bir haktır. Eğer siz ser-
vetinizden bir kısmını onlar için ayırırsanız, onlara
bir iyilik yapmış olmuyorsunuz. Eğer mülkün gerçek
sahibi size başkalarından daha fazla vermişse, size
verilen bu fazla servetin başkalarının hakkı olduğu-
nu hatırlamalısınız. Çünkü bu fazladan serveti, Rab-
biniz, başkalarının hakkına saygı gösterip onlara ve-
rip vermeyeceğinizi denemek için size vermiştir.
Bu ilahi emir ve onun gerçek ruhu hakkında düşü-
nen herkes, Kur’an’ın insanın ahlâkı̂ ve ruhı̂ gelişimi
için ortaya koyduğu yolun, kaçınılmaz olarak hür bir
toplum ve ekonomiyi gerektirdiğini hisseder. Böyle
bir gelişme insanların mülkiyet hakkının kaldırıldığı
veya kısıtlandığı bir sosyal çevrede mümkün olmaz.
Devletin tüm kaynakların mülkiyetini elinde bulun-
durduğu ve hükümetin halka mal dağıtımı sorumlulu-
ğunu üstlendiği, hatta bireyin ne başkalarının hakkı-
nın farkına varmasına ve yardım etmesine fırsat tanı-
dığı, ne de kendisine yardım edilen kişinin diğeri için
şükran duyguları geliştirebildiği bir sistem, tamamen
komünist bir sistemdir. Şimdi bizim ülkemizde de
72 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

“Nizam-ı Rububiyet” adı altında öne sürülen böyle bir


ekonomik ve toplumsal düzen, tamamen Kur’an’a mu-
halif bir sistemdir. Çünkü böyle bir düzen, bireyin ah-
lâkı̂ gelişimini ve karekter oluşumunu tamamen en-
geller. Kur’anı̂ bir düzen ancak bireylerin bazı servet-
lere, onları harcama hakkına ve daha sonra da sami-
miyetle Allah’ın ve O’nun kullarının haklarını verme
hak ve yetkisine sahip olduğu bir ortamda uygulana-
bilir. Ancak böyle bir toplumda, bir taraftan insanlar
bireysel olarak nezaket, hoşgörü, sevgi, fedakârlık,
başkalarının haklarına saygı göstermek ve bu hakları
sahiplerine vermek gibi faziletleri geliştirme, diğer ta-
raftan da kendilerine iyilik yapanlara karşı teşekkür
ve minnet duyguları geliştirme fırsatı bulurlar. Ancak
böyle bir sistem, kötülüğün yok edilip iyiliğin gelişti-
rilmesinin kanun zoruyla değil, bilakis insanların ken-
di temiz kalplilikleri ve bu sorumluluğu yerine getir-
me iyiniyetleri ile sağlanabildiği mükemmel bir ortam
meydana getirebilir.
“Allah’ın yüzünü (rızasını) istemekte olanlar için bu
daha hayırlıdır ve felaha erenler de onlardır.”
Bu, kurtuluşa sadece yoksula, akrabaya ve yolcuya
hakkını vererek ulaşılabileceği ve bunun için başka
hiçbir şeye gerek olmadığı anlamına gelmez. Tam ak-
sine başkalarının bu haklarını vermeyenlerin gerçek
kurtuluşa eremeyecekleri anlamına gelir. Gerçek kur-
tuluşa ancak, sadece Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu
isteyerek bu hakları sahiplerine verenler ulaşabilir.
“İnsanların mallarında artsın diye, vermekte oldu-
ğunuz faiz Allah katında artmaz.”
Sadece Dara Düşünce Dua Edilmez | 73

Bu, Kur’an da faizi yasaklayıcı olarak indirilen ilk


ayettir. Sadece şöyle demektedir: “Siz borç verenin
servetinde bir artış olacağını düşünerek faiz ödüyor-
sunuz. Fakat gerçekte Allah katında, faiz malı artır-
maz, tam aksine servet ancak verilen zekat ile artar.”
Sonraları Medine’de faizi haram kılan ayet nazil
olmuştur: “Allah faizi mahveder, sadakaları artırır.”
(Bakara, 276)
Bu ayete müfessirler iki anlam vermişlerdir. Mü-
fessirlerin bir kısmı şöyle der: Burada “riba”, şeriatın
haram kıldığı faiz anlamında değildir, fakat alan kişi-
nin onun iki katını vereceğini umarak veya hediye
verene bir hizmette bulunacağı için ya da hediye ve-
ren için verdiği kişinin zengin olması daha faydalı ol-
duğundan verilen bir hediye veya bağış anlamına ge-
lir. Bu Ibn Abbas, Mücahid, Dahhak, Katâde, Ikrime,
Muhammed bin Ka’b el-Kurzi ve Şa’bi’nin görüşüdür.
Belki de bu müfessirlerin ayeti böyle yorumlamaları-
nın sebebi, ayette bu davranışın sonucu olarak sade-
ce Allah katında böyle bir servetin artmayacağının
zikredilmesidir. Oysa, eğer şeriatın haram kıldığı ri-
ba kastediliyor olsaydı, açıkça bu davranışın Allah ta-
rafından şiddetle cezalandırılacağı söylenirdi.
Diğer grup bunlardan ayrılır ve ayetteki “riba” ile,
şeriatın haram kıldığı faizin kastedildiğini söyler. Bu,
Hasan Basri ve Süddi’nin görüşüdür. Allame Alusi de
ayetin zahiri mânâsının aynı olduğunu; zira Arapça-
da ribanın aynı anlamda kullanıldığını söyler. Bu tef-
sir müfessir Nisaburı̂ tarafından da kabul edilmiştir.
Bize göre de, bu ikinci görüş doğrudur. Çünkü bi-
rinci görüşü desteklemek için öne sürülen delil
74 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

ribanın bilinen anlamını bir tarafa bırakmak için ye-


terli değildir. Rum Sure’sinin nazil olduğu dönemde
faiz henüz haram kılınmamıştır. Bir şeye önce zihin-
leri hazırlamak sonra da onu yasaklamak, Kur’an’ın
tercih ettiği bir yoldur. Şarap hakkında da ilk söyle-
nen şey, onun temiz olmadığı idi (Nahl, 67). Daha sonra
Bakara: 219’da onun zararının, faydasından daha
çok olduğu söylenmiştir. Sonra sarhoş iken namaza
yaklaşılmaması söylenmiş (Nisa, 43), en sonunda da şa-
rap içmek tamamen haram kılınmıştır. Aynı şekilde
faiz hakkında da burada sadece onun serveti arttır-
madığı, servetteki gerçek artışın ancak zekat ile oldu-
ğu söylenmiştir. Bundan sonra bileşik faiz yasaklan-
mış (Al-i Imran, 130), en sonunda da faiz tamamen ha-
ram kılınmıştır. (Bakara, 275; 280)
“Ama Allah’ın yüzünü (rızasını) isteyerek vermekte
olduğunuz zekat ise, işte (sevablarını ve gelirlerini)
kat kat arttıranlar onlardır.”
Bu artışın hiçbir sınırı yoktur. Niyetin samimiyeti
ne kadar büyük olursa, fedakârlık duygusu ne kadar
derinse ve kişinin Allah yolunda harcarken Allah’ın
rızasını kazanma arzusu ne kadar fazlaysa, Allah’ın
ona vereceği mükâfatlar da o derece büyük ve güzel
olacaktır. Sahih bir hadise göre eğer bir kimse Allah
yolunda incir çekirdeği kadar bir şey verse, Allah onu
Uhud dağı kadar arttırır.
MÜ’MİNİN DUASI

G
“ öklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. İçiniz-
dekini açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah
sizi onunla sorguya çeker. Sonra dilediğini
bağışlar, dilediğini azablandırır. Allah, her şeye güç
yetirendir. Peygamber, kendisine Rabbinden indirile-
ne iman etti, mü’minler de. Tümü, Allah’a, melekleri-
ne, kitaplarına ve peygamberlerine inandı.”O’nun
peygamberleri arasında hiç birini (diğerinden) ayır-
detmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı
(dileriz). Varış ancak Sana’dır” dediler. Allah, hiç
kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. Ka-
zandığı lehine, kazandırdıkları da aleyhinedir. “Rab-
bimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan
dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden önceki-
lere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbi-
miz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıt-
ma. Bizi affet, bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mev-
lamızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”
(Bakara, 284-286)
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır.”
76 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Bu, imanın ilk temel maddesidir. Allah’ı göklerin,


yerin ve ikisi arasındakilerin hâkimi olarak kabul et-
mek, insan için O’na boyun eğmekten başka alterna-
tif bırakmamaktadır.
“İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah
sizi onunla sorguya çeker.”
Bu ayette imanın diğer iki temel maddesinden
bahsedilmektedir. Birincisi, her insan yaptığı işler-
den Allah’a karşı bizzat sorumludur. Ikincisi, insanın
kendisine sorumlu olduğu tek Hakim olan Allah, gizli
açık her şeyi bilir, o kadar ki insanın kalbinde gizli
kalan niyet ve düşünceleri bile bilir.
“Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini azablandırır.
Allah, her şeye güç yetirendir.”
Bu, Allah’ın mutlak Hakim olduğu anlamına gel-
mektedir. O’nun güçleri kendisini sınırlayan kural-
lara tâbi değildir. O, tek Mâbud’dur ve herhangi bir
kimseyi cezalandırma veya dilerse bağışlama yetki-
sine sahiptir.
“Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene iman
etti, mü’minler de. Tümü, Allah’a, meleklerine, kitapla-
rına ve peygamberlerine inandı.”O’nun peygamberleri
arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik
ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış
ancak Sana’dır” dediler.”
Bu ayette imanın temel maddeleri tekrar kısaca
ele alınmaktadır. Allah’a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, hayatın sonunda O’na verilecek
hesab’a inanmak, imanın temel şartlarındandır. Bun-
ları kabul ettikten sonra bir müslümanın tutumu,
Mü’minin Duası | 77

Allah’ın her emrine itaat etmek olmalıdır. Aynı za-


manda iyi amelleriyle övünmemeli ve Allah’tan ba-
ğışlanma ve af dilemelidir.
“Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını
yüklemez.”
Yani, “Allah hiç kimseyi yapması mümkün olma-
yan bir şeyden sorumlu tutmaz ve onu bundan dola-
yı cezalandırmaz. Çünkü o (kul) imkânsız olmadıkça
o işten yüz çeviremez.” Bununla birlikte, kişinin neyi
yapabilip neyi yapamayacağına kendisinin karar ve-
remeyeceği de açıkça anlaşılmalıdır. Belli bir kimse-
nin, neyi yapabilip neyi yapamayacağına karar vere-
cek olan Allah’tır.
“Kazandığı lehine, kazandırdıkları da aleyhinedir.”
Bu bir hukuk ilkesidir. Hem cezalar, hem de mükâ-
fatlar her ferdin kendi işlediği iyi ve kötü amellerinin
sonuçlarıdır.
Kişi ancak kendi işlediği iyi amellerin mükâfatını
alır, başkalarının yaptığı iyiliklerin karşılığını değil.
Bununla birlikte, eğer bir kimse ölümünden sonra da
iyi sonuçlar doğurmaya devam eden bir iyilik yap-
mışsa, bu iyi sonuçların hepsi o iyiliği yapan kimse-
nin hesabına yazılır. Aynı şekilde eğer bir kimse, ölü-
münden sonra da kötü sonuçlar doğurmaya devam
eden bir kötülük yapmışsa, bu sonuçların tümü o
kimseye yazılacaktır. Fakat tüm bu iyi ve kötü sonuç-
lar, kişinin kendi işlediği amellerin karşılığı olacaktır.
Kısacası kişi ancak bilerek ve isteyerek katkıda bu-
lunduğu bir şey nedeniyle ceza ve mükâfat alacaktır.
78 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Allah’ın sünnetinde hesapların, ceza ve mükâfatların


başkalarına devredilmesi söz konusu değildir.
“Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıkları-
mızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden
öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme.”
Yani, “Rabbimiz, bizden önce senin yolundan gi-
denlerin sınandığı zor engel ve sınavlarla bizi sına-
ma” Hak yola tâbi olanların zor sınav ve deneylerden
geçirilmelerinin Allah’ın kanunu olmasına rağmen,
bir mümin bu yolda kendisine kolaylıklar göstermesi
ve zorluklarla karşılaştığında cesaret ve sabır verme-
si için Allah’a dua etmelidir.
“Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi
bize taşıtma.”
Yani, “Bize sadece taşıyabileceğimiz kadar zorluk
ve yük yükle ve bizi gücümüzün yetebileceği sınav-
lardan geçir. Aksi takdirde biz bu yükü taşıyamayız
ve doğru yoldan saparız.”
“Bizi affet, bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mevla-
mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”
Bu duanın ruhunun anlaşılabilmesi için, bu ayetle-
rin Medine’ye hicretten yaklaşık bir yıl önce Mirac’da
(göğe yükseliş) vahyedildiği gözönünde bulundurul-
malıdır. O dönemde imanla küfür arasındaki çatışma
çok şiddetli idi ve müminlere yapılan işkenceler en
aşırı dereceye ulaşmıştı. Ve bu sadece Mekke ile sı-
nırlı değildi; tüm Arabistan’da bir müminin huzur
içinde yaşayabileceği bir yer yoktu. Bu şartlarla başa
çıkabilmeleri için müslümanlara bu dua öğretilmişti.
Allah, kuluna kendisine nasıl dua edeceğini
Mü’minin Duası | 79

öğrettiğinde, kul bu duanın kabul olacağından emin


olabilir. Bu nedenle bu dua müslümanlara büyük ce-
saret verdi ve en çok işkence gördükleri zamanlarda
bile huzur içinde olmalarını sağladı. Ayrıca bu dua,
onlara arzularını kontrol altında ve bu duada öğreti-
len sınırlar içinde tutumlarını ve bu arzuları yanlış
yollara kanalize etmemelerini de öğretiyordu. Bu ne-
denle bu duada düşmanlara karşı acımasızlık, inti-
kam gibi dünyevi hiçbir konuya değinilmemektedir.
Buna o dönemde acil ihtiyaç vardı, çünkü müslüman-
lar büyük zorluklar, maddı̂ kayıplarla karşı karşıya
kalıyorlar, işkence çekiyorlar ve hem fiziksel, hem de
ekonomik baskı altında tutuluyorlardı. Müslümanla-
rın bu duasında yer alan yüce ideallerle, o dönemde
çektikleri işkenceler arasındaki zıtlık, onların bu kri-
tik dönemde bile, ahlâkı̂ yönden nasıl eğitildiklerini
göstermektedir. Işte bu, her gerçek müminin ulaş-
mak için çalışması gereken yüce ahlakı̂ seviyedir.
AYETE’L KÜRSİ

A
“ llah. O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaim-
dir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde
de, yerde de ne varsa hepsi O’nundur. İzni ol-
maksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O,
önlerindekini ve, arkalarındakini bilir. Dilediği kadarı-
nın dışında, O’nun ilminden hiç bir şeyi kavrayıp-kuşa-
tamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kapla-
yıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez.
O, pek yücedir, pek büyüktür.” (Bakara, 255)
“Allah. O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir.”
Her ne kadar cahil insanlar birçok tanrılar ve
mâbudlar icat etmişlerse de, bütün yaratıkların, hiç-
bir ortağı olmayan Ezelı̂ ve Ebedı̂ olan Allah’a ait ol-
duğu gerçeği değişmez. O, bütün evrenin hâkimi olan
diri (Hayy) Allah’tır. O, bütün mülkün tek sahibidir.
Sıfatlarında, özelliklerinde, güçlerinde ve haklarında
hiç kimse O’na ortak değildir. Bu nedenle yerde veya
gökte ne zaman Allah’tan başka bir ilâh icat edilse ya-
lan söylenmiş ve Hakk’a karşı savaş açılmış olur.
“O’nu uyuklama ve uyku tutmaz.”
82 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Bu, eksik ve muhtaç insanoğulları gibi bazı zayıflık


ve sınırlılıklara sahip bir Allah fikrini reddetmekte-
dir. Orneğin Kitab-ı Mukaddes şöyle der: “Ve yedinci
gün Allah yaptığı işi bitirdi. Ve yaptığı işlerin hepsini
bırakarak yedinci günde dinlendi.” (Tekvin, 2:2) “Rab
sanki uykudan uyanır gibi ve güçlü bir adamın şarap
nedeniyle nara atması gibi uyandı.” (Psalms 78:65) El-
bette Allah tüm bu zayıflıklardan uzaktır.
“Göklerde de, yerde de ne varsa hepsi O’nundur.”
O, yerde, gökte ve ikisi arasıda olan her şeyin Sahi-
bi ve Mâliki’dir. Ve hiç kimse hakimiyetinde, otorite-
sinde, mülkünde ve yönetiminde O’na ortak değildir.
Ilâh olarak kabul edilen her şey ve herkes mutlaka ev-
renin bir parçasıdır ve evrenin her parçası da Allah’ın-
dır; o halde hiçbir şey O’na rakip veya eş olamaz.
“İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak
kimdir?”
Bu, peygamberlerin, meleklerin vs. Allah’tan şefa-
at dileyeceklerini ve O’nu bağışlamaya zorlayacakla-
rını sanan kimselerin yanlış fikirlerini reddederler.
Bu tür kimseler, yaratıklarının hiçbirinin, değil O’nu
bağışlamaya zorlamak, O’nun önünde duramayacağı
ve şefaat edemeyeceği konusunda uyarılmaktadırlar.
Evrenin Hakimi’nin izni olmaksızın hiçbir peygam-
ber, hiçbir melek ve hiçbir aziz (velı̂) O’nun önünde
bir tek söz bile söyleyemeyecektir.
“O, önlerindekini ve, arkalarındakini bilir. Dilediği
kadarının dışında, O’nun ilminden hiç bir şeyi kavra-
yıp-kuşatamazlar.”
Kur’an’a göre, Allah’a ortak veya eş koşmak veya
Ayete’l Kürsi | 83

O’nun hak veya sıfatlarını herhangi bir şekilde kendi-


ninmiş gibi benimsemek, bağışlanamayacak bir günah-
tır. Bu olaya şirk adı verilir. Bir önceki ayette Kur’an, Al-
lah’ın hakimiyetinin sınırsız ve gücünün mutlak oldu-
ğunu ilân ederek şirki kökünden kesmektedir.
Bu ayette de aynı şey başka bir yönden ele alınmak-
tadır: Gerekli olan bilgiye hiç kimse sahip olmadığı
halde kim evrenin yönetiminde ortaklık iddia edebi-
lir? Insanların ve meleklerin bilgisi o kadar yetersizdir
ki, hiçbirisi evrenin sistemini anlayamaz ve bu neden-
le onun yönetilmesine yapılan herhangi bir müdahale
karışıklık ve kaosa neden olur. Evrenin yönetimi bir
yana, insanlar kendileri için neyin iyi olup, neyin kötü
olduğunu bile ayırdedemezler. Bu nedenle insanlar,
her tür bilginin kaynağı olan ve insanlar için hayırlı
olanı bilen Allah’ın hidayetine inanmalıdırlar.
“O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-ku-
şatmıştır.”
Arapça “kürsı̂” (sandalye) kelimesi burada iktidar
ve otorite olarak çevrilmiştir; çünkü kürsı̂ burada ik-
tidarın sembolü olarak kulanılmıştır. Dilimizdeki
koltuk kelimesi bile iktidar yerine kullanılmaktadır.
“Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek yüce-
dir, pek büyüktür.”
Bu ayet, ayet’el-kürsı̂ olarak bilinir. Bu ayet Allah
hakkında öyle yetkin bir bilgi verir ki, buna hiçbir
yerde rastlanamaz. Işte bu nedenle hadisler bunu,
Kur’an’ın en üstün ayeti olarak tanımlar.
Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: Allah ve
sıfatları burada hangi bağlamda anılmıştır? Bu
84 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

soruyu cevaplayabilmek için 243. ayet ile başlayan


bölümü baştan ele almamız gerekir. Ilk önce mümin-
ler Allah yolunda ellerinden gelen çabayı sarfetmeye
ve bu yolda canlarını ve mallarını feda etmeye teşvik
edilmişlerdi. Aynı zamanda Israiloğulları’nın düştük-
leri zayıflıklara karşı da uyarılmışlardı. Daha sonra
başarının sadece sayıya, silahlara ve teçhizata dayan-
madığı, bilâkis, iman, sabır, disiplin ve kararlılığa
bağlı olduğu vurgulanmıştı. Daha sonra Allah’ın, sa-
vaşı, bir grubu diğer bir gurupla ortadan kaldırma
aracı olarak kullanmasındaki hikmete değinilmişti.
Yani eğer sadece bir grup veya bölük hakimiyeti elin-
de tutmaya devam ederse, karşıtları ve muhalifleri
için hayat çekilmez olurdu. Daha sonra Allah’ın in-
sanlar arasındaki ihtilâfları gidermekten aciz olma-
dığı, fakat bunları zorla yok etmenin O’nun dileği ol-
madığı bildirilmişti. Bu amaçla, O, peygamberini
Hakk’a davet etmek üzere gönderir; fakat, insanları
kabul edip etmeme konusunda serbest bırakır. Bu
bölümün başında olduğu gibi müslümanlara yine Al-
lah yolunda harcamaları emredilmişti. En sonunda
bu ayete insanların inançlarındaki ve dinlerindeki
farklılıklara rağmen Allah’ın tüm evrenin hâkimi ve
sahibi olduğu gerçeği ilân edilmektedir. Elbette, in-
sanları kendisine inanmaya zorlamak O’nun dileği
değildir. Fakat O sadece, peygamberleri aracılığıyla,
kendisine inanan, O’nu razı etmek için canlarını ve
mallarını O’nun yolunda feda edenlerin kazançlı çı-
kacaklarını ve kendisine inanmayanların zarara uğ-
rayacaklarını bildirir.
İBRAHİM PEYGAMBER’İN DUASI

Ş
“ üphesiz biz seni bir müjdeci ve bir uyarıcı ola-
rak, hak (Kur’an) ile gönderdik. Sen cehenne-
min halkından sorumlu tutulmayacaksın. Sen
onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar
senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki:
“Kuşkusuz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) dosdoğru
yoldur.” Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların
heva (arzu ve tutku) larına uyacak olursan, senin için
Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı. Kendi-
lerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar, işte ona
iman edenler bunlardır. Kim de onu inkâr ederse, artık
onlar kayba uğrayanların ta kendileridir. Ey İsrailo-
ğulları, size bağışladığım nimetimi ve sizi (bir dönem)
alemlere muhakkak üstün kıldığımı anın. Ve hiç kimse-
nin hiç kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimse-
den bir kurtuluş karşılığı (fidye) alınmayacağı ve hiç
kimseden bir şefaatin kabul edilmeyeceği ve yardım
görülmeyeceği bir günden korkun. Hani Rabbi, İbra-
him’i birtakım kelimelerle denemeden geçirmişti. O da
bunları tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah
86 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

İbrahim’e): “Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım”


demişti. (İbrahim) “Ya soyumdan olanlar?” deyince
(Allah:) “Zalimler benim ahdime erişemez” demişti.
Hani Evi (Kâ’beyi) insanlar için bir toplanma ve gü-
venlik yeri kıldık. “İbrahim’in makamını namaz yeri
edinin”, İbrahim ve İsmail’e de, “Evi’mi tavaf edenler,
itikafa çekilenler ve rükû ve secde edenler için temizle-
yin” diye ahid verdik.” (Bakara, 119-125)
“Şüphesiz biz seni bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak,
hak (Kur’an) ile gönderdik.”
Diğer ayetler bir yana, en göze çarpan ve en açık
ayet Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kişiliği
idi. O’nun peygamber olmadan önceki hayatını, ülkesi-
nin ve kavminin şartlarını, büyüdüğü çevre ve ortamı
ve peygamber olmadan önceki hayatının kırk yılını
nasıl geçirdiğini çok iyi biliyorlardı. Tüm bunlarda, şu
anda yaptığı büyük ve harika işlere vesile olabilecek
hiçbir şey olmadığını da iyice anlıyorlardı. O halde, O,
gerçekten Allah’ın Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ol-
malıydı. Bu, o denli açık bir ayetti ki, bundan sonra
başka bir işaret veya mucizeye gerek yoktu.
“Sen cehennemin halkından sorumlu tutulmayacak-
sın. Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristi-
yanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir.”
Yani, “Bu insanların Sen’den hoşlanmamalarının
nedeni, Hakk’ı arayan samimi kimseler olmaları ve
Sen’in Hakk’ı, gereği gibi açıkça anlatmayı becereme-
men değildir. Aksine, onların sana karşı çıkmaların
nedeni, senin Hakk’ı o denli açıkça ortaya koyup on-
lara, dini kendi arzu ve isteklerine göre
İbrahim Peygamber’İn Duası | 87

değiştirebilecekleri bir boşluk bırakmamandır. Bu


nedenle onları bırak ve uzlaşmaya çalışma; çünkü,
sen dine karşı onların takındığı tavrı takınmadıkça,
onlar senden razı olmazlar. Eğer sen de onlar gibi iki
yüzlülük yapsan ve Allah’a ibadeti nefse tapınma için
bir kılıf olarak kullansan, o zaman senden hoşnut
olurlardı. Inanç ve kötü amellerinde onlara uymadık-
ça, onları hoşnut edemezsin.”
“De ki: “Kuşkusuz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği)
dosdoğru yoldur.” Eğer sana gelen bunca ilimden sonra
onların heva (arzu ve tutku) larına uyacak olursan, se-
nin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.
Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar, iş-
te ona iman edenler bunlardır. Kim de onu inkâr ederse,
artık onlar kayba uğrayanların ta kendileridir.”
Burada ehl-i kitaptan Kur’an’ı samimiyetle incele-
yen ve O’nu doğru buldukları için kabul eden dindar
bir grup kastediliyor.
“Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetimi ve sizi
(bir dönem) alemlere muhakkak üstün kıldığımı anın.
Ve hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödeyemeyece-
ği, hiç kimseden bir kurtuluş karşılığı (fidye) alınma-
yacağı ve hiç kimseden bir şefaatin kabul edilmeyeceği
ve yardım görülmeyeceği bir günden korkun.”
Buradan itibaren yeni bir hitap başlıyor. Bu hitabı
anlayabilmek için aşağıdaki noktalar gözönünde bu-
lundurulmalıdır:
1) Hz. Ibrahim Hz. Nuh’tan sonra Allah tarafından
Islâm’ın evrensel mesajını yaymakla görevlendirilen
ilk peygamberdi. Davetine kendi ülkesi olan Irak’ta
88 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

başladı ve insanları Islâm’a (Allah’a teslim olmaya)


çağırdı. Daha sonra aynı görevle Suriye, Filistin, Mısır
ve Arabistan’a gitti. Bunu takiben, çeşitli yerlere elçi-
lerini gönderdi. Yeğeni Lut’u eski Urdün’e; oğlu Is-
hak’ı Suriye ve Filistin’e; büyük oğlu Ismail’i de Ara-
bistan’a gönderdi. Daha sonra Allah O’na, Mekke’de,
Kâbe adı verilen bir ibadetgâh yapmasını ve orayı da-
vetinin merkezi olarak belirlemesini emretti.
2) Hz. Ibrahim’in iki oğlundan iki kavim meydana
geldi; Ismailoğulları ve Israiloğulları. Birincisi Ara-
bistan’a yerleşen Hz. Ismail’in torunlarıydı. Kureyş
ve diğer bazı Arap kabileleri O’nun doğrudan torun-
ları oluyorlardı. Fakat gerçekte Hz. Ismail’in torunla-
rı olmayan Arap kabileleri de, O’nun davetinden az
çok etkilendikleri için O’nun torunları olduklarını id-
dia ediyorlardı. Ikincisi, yani Israiloğulları, Ishak’ın
oğlu Yakub’un torunlarıydılar. Hz. Yusuf, Hz. Musa,
Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Yahya, Hz. Isa (Allah’ın
selâmı hepsinin üzerine olsun) ve birçok peygamber
bunların arasından çıkmıştır. Bunlar Hz. Israil’den
(Yakup’un ikinci ismi) sonra Israiloğulları adını al-
mışlardı. Onların dinini kabul eden başka gruplar da
bu kavme katılmışlardır. Hz. Isa dahil bütün Israil
peygamberleri Islâm’ı, Allah’a teslimiyeti yaymaya
çalışmışlardır. Fakat Israiloğulları bozulup dinlerini
(Islâm) kaybedince, Yahudiliği, daha sonra da Hıristi-
yanlığı icat etmişlerdir.
3) Hz. Ibrahim bütün insanları Allah’a teslim olma-
ya çağırmak ve onları Allah’ın hidayeti doğrultusunda
ıslah etmekle görevlendirilmişti. Kendisi de teslim
İbrahim Peygamber’İn Duası | 89

olmuş, Allah’tan aldığı bilgiye uygun hareket etmiş, bu


bilgiyi yaymak ve bütün insanları Evren’in Hâkimi’ne
boyun eğmeye ikna etmek için elinden geleni yapmış-
tı. Bu nedenle de, dünyaya önder olarak seçilmişti. Da-
ha sonra O’nun liderliği, tüm sorumluluklarıyla birlik-
te Ishak ve Yakup’un torunları olan Israiloğulları’na
devredilmişti. Israiloğulları’ndan tekrar tekrar hatır-
lamaları istenen özel nimet işte budur. Buna uygun bir
şekilde, Kudüs’teki Kutsal Mâbet, Hz. Süleyman döne-
minde merkez ve Allah’a ibadet edenlerin kıblesi (na-
mazda yüzün döndürüleceği yer) yapılmıştı. Israilo-
ğulları bu görevin önderleri olarak kaldıkları sürece
de Kutsal Mâbet aynı şekilde korundu.
4) Buraya kadar yapılan hitaplardan (40-121. ayet-
ler) Allah, Israiloğulları’nı önderlikleri sırasında işle-
dikleri günahlar nedeniyle suçluyor. Bu nedenle
Kur’an onların ahlâkı̂ durumuna işaret ederek diyor
ki: “Siz, size verilen nimete lâyık olmadığınızı göster-
diniz. Size verilen önderlik vazifelerini ihmal etmekle
kalmayıp, Allah’ın hidayetini de hayatınızdan çıkardı-
nız. Şimdi olaylar öyle bir dereceye geldi ki, artık siz
önderliğe uygun olmayan bir millet haline geldiniz.”
5) Onlara, insanlığa önderlik etmenin Hz. Ibra-
him’in soyundan gelenlerin tekelinde olmadığı; çün-
kü, hiç kimsenin doğuştan getirdiği özellikleri nede-
niyle böyle bir hak iddia edemeyeceği söyleniyor. O,
sadece Hz. Ibrahim gibi kendisini Allah’a teslim eden
ve O’nun hidayeti üzere olan kullarına lütfedilen bir
mertebedir. Israiloğulları, yoldan saptıkları ve
90 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

önderliğe uygun olmadıklarını gösterdikleri için bu


görevden alınmışlardır.
6) Hz. Ibrahim’in soyundan geldikleri için övünen
Israiloğulları dışındaki Yahudi ve Hıristiyanların da
Hz. Ibrahim’in yolundan saptıkları bildiriliyor. Aynı
şekilde Hz. Ismail kanalıyla Hz. Ibrahim’e (Allah’ın
selam’ı üzerine olsun) bağlandıkları için övünen Ara-
bistan müşriklerine de Hz. Ibrahim ve Hz. Ismail’in
yolundan saptıkları için önderliğe lâyık olmadıkları
söyleniyor.
7) Artık Israiloğulları önderlik görevlerinden alın-
mışlardır. Bundan sonra Hz. Ismail ve Hz. Ibrahim’in
dualarına uygun olarak neden Hz. Ismail’in soyun-
dan Hz. Muhammed’in peygamber olarak seçildiği
gösteriliyor. O’nun peygamber olarak seçilmesinin
nedeni, kendinden önceki bütün peygamberlerin uy-
duğu yola tâbi olmasıdır.
O ve O’na uyanlar Allah tarafından gönderilen bü-
tün peygamberlere inandılar ve bütün dünyayı, daha
önceki peygamberlerin çağırdığı yola davet ettiler.
Bu nedenle, sadece Hz. Peygamber’e uyanlar önderli-
ğe uygun niteliklere sahiptirler.
8) Onderliğin el değiştirmesiyle merkezin de de-
ğişmesi gerekiyordu. Israiloğulları’nın önderlik et-
tiği dönemde Kudüs’teki Mâbet merkez ve tüm
Hakk’a inananların kıblesi idi. Bu nedenle ilk önce-
leri, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve O’na
inananlar namazda o tarafa dönüyorlardı. Fakat Is-
railoğulları önderlikten alındıklarında doğal olarak
Mescid-i Aksâ kıble olmaktan çıktı. Bundan sonra
İbrahim Peygamber’İn Duası | 91

Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in davete


başladığ yer olan Mekke’deki Kâbe’nin kıble olacağı
ilân edildi. Kâbe aynı zamanda Hz. Ibrahim’in davet
merkezi olduğu için ne Israiloğulları, ne de Araplar
buna karşı çıkamazlardı. Çünkü her iki grup da Hz.
Ibrahim’i ataları olarak kabul ediyorlardı. Bu ne-
denle Kâbe’nin merkez yapılmasına karşı öne süre-
bilecekleri hiçbir sebebleri yoktu. Fakat inatçı in-
sanların, Hakk’ın hak olduğunu bildikten sonra da
O’na karşı çıkmaya devam ettikleri bir gerçektir.
9) Allah müslümanları önderler olarak ilân ettik-
ten ve Kâbe’yi merkez tayin ettikten sonra, önderlik
görevlerini yapabilmeleri için onlara belli talimatlar
veriyor.
“Hani Rabbi, İbrahim’i birtakım kelimelerle dene-
meden geçirmişti.”
Kur’an’ın değişik yerlerinde Hz. Ibrahim’in insan-
lara imam ve rehber tayin edilmeden önce tâbi tutul-
duğu zor imtihanlardan bahsedilir. Hz. Ibrahim bu
imtihanları başarıyla atlatıp bu büyük sorumluluğu
yerine getirebileceğini ispatladığında bu yüksek de-
receye ulaşmıştı. Hakikat O’na vahyolunduktan son-
ra tüm hayatı bir dizi fedâkarlıklarla geçmişti. O, ha-
yatında değerli olan her şeyi feda etmiş ve Hakk yo-
lunda her türlü zorluğa göğüs germişti.
“O da bunları tam olarak yerine getirmişti. (O za-
man Allah İbrahim’e): “Seni şüphesiz insanlara imam
kılacağım” demişti. (İbrahim) “Ya soyumdan olanlar?”
deyince (Allah:) “Zalimler benim ahdime erişemez” de-
mişti.”
92 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Yani, “Bu vaad, sadece, senin soyundan iyi ve yete-


nekli olan kimseler için geçerlidir, zalimler için de-
ğil.” Bu nedenle sapık Israiloğulları ve putperest Is-
mailoğulları bu vaade dahil değildirler.
“Hani Evi (Kâ’beyi) insanlar için bir toplanma ve
güvenlik yeri kıldık. “İbrahim’in makamını namaz yeri
edinin”, İbrahim ve İsmail’e de, “Evi’mi tavaf edenler,
itikafa çekilenler ve rükû ve secde edenler için temizle-
yin” diye ahid verdik.”
Ev’in temizlenmesi sadece pislik için değil, Allah
dışında tapılan her şey için de geçerliydi. Allah’ın
Evi’nin gerçekten temizlenebilmesi demek, orada Al-
lah’tan başkasının adının anılmaması demektir. Çün-
kü başka birine ibadet veya yardım için başka bir is-
min anılması evi kirletir. Bu ayet kapalı bir şekilde,
Kâbe’de put bulunduran ve Allah yerine onlara tapan
Kureyşlileri uyarmaktadır. Yani Hz. Ibrahim’in ve Hz.
Ismail’in varisleri olmakla övünen bu putperestler,
bu mirasın gereklerini yerine getirmiyorlardı. Bu ne-
denle onlar da, Israiloğulları gibi, Allah’ın Hz. Ibra-
him’e verdiği söze aykırı davranıyorlardı.
“Hani İbrahim: “Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri
kıl ve halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları
ürünlerle rızıklandır” demişti de (Allah:) “Küfredeni de
az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğ-
ratırım; ne kötü bir dönüştür o” demişti. İbrahim, İs-
mail’le birlikte Evin (Ka’benin) sütunlarını yükseltti-
ğinde (ikisi şöyle dua etmişti:) “Rabbimiz bizden (bu-
nu) kabul et, şüphesiz, Sen işiten ve bilensin. Rabbimiz,
ikimizi sana teslim olmuş (müslümanlar) kıl ve
İbrahim Peygamber’İn Duası | 93

soyumuzdan da sana teslim olmuş (müslüman) bir


ümmet (kıl) . Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkele-
rini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen tevbe-
leri kabul eden ve esirgeyensin. Rabbimiz, içlerinden
onlara bir peygamber gönder, onlara ayetlerini oku-
sun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın.
Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet
sahibisin.” Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbra-
him’in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, biz onu
dünyada seçtik, gerçekten ahirette de o salihlerdendir.
Rabbi ona: “Teslim ol” deyince (o:) “Alemlerin Rabbine
teslim oldum” demişti.” (Bakara, 126-131)
“Hani İbrahim: “Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri
kıl ve halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları
ürünlerle rızıklandır” demişti de (Allah:) “Küfredeni de
az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğ-
ratırım; ne kötü bir dönüştür o” demişti.”
Hz. Ibrahim, soyundan gelenler için Allah’tan bol
nimet diledi. Ilerde ortaya çıkacak zalimleri bu dile-
ğinin dışında tuttu. Bunun nedeni Allah’ın da onları
önderlik vaadinden hariç tutmasıydı. Fakat Allah,
onun bu yanlış anlamasını düzeltti ve şöyle dedi: “Bu
iki şey arasında çok büyük bir fark var. Onderlik sa-
dece gerçek müminlere; fakat, dünya nimetleri hem
müminlere, hem de kâfirlere verilecektir.”
Bu, aynı zamanda kişinin sahip olduğu servetin,
Allah katında o kişiden razı olmasının bir ölçüsü ol-
madığını da göstermektedir. Eğer, bir kimseye çok
mal verilmişse, bu, Allah’ın ondan razı olduğu ve ön-
derliğe lâyık olduğu anlamına gelmez.
94 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

“İbrahim, İsmail’le birlikte Evin (Ka’benin) sütunla-


rını yükselttiğinde (ikisi şöyle dua etmişti:) “Rabbimiz
bizden (bunu) kabul et, şüphesiz, Sen işiten ve bilensin.
Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (müslümanlar) kıl
ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (müslüman) bir
ümmet (kıl). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkele-
rini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen tevbe-
leri kabul eden ve esirgeyensin. Rabbimiz, içlerinden
onlara bir peygamber gönder...”
“Onların temizlenmesi”, inançların, amellerin, fi-
kirlerin, alışkanlıkların, âdetlerin, kültürün, siyase-
tin, kısacası hayatın her yönünün temizlenmesi de-
mektir.
“...onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğret-
sin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün
olansın, hüküm ve hikmet sahibisin.”
Allah büyük bir kudrete ve hikmete sahip olduğu
için Hz. Ibrahim’in duasını kabul etmiş ve Hz. Mu-
hammed’i peygamber tayin etmiştir.
“Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim’in
dininden kim yüz çevirir? Andolsun, biz onu dünyada
seçtik, gerçekten ahirette de o salihlerdendir. Rabbi
ona: “Teslim ol” deyince (o:) “Alemlerin Rabbine teslim
oldum” demişti.”
Metinde kullanılan Arapça kelime, “Müslüman ol”
veya “Islâm’ı kabul et” (Allah’ın isteğine boyun eğ)
anlamlarına gelen “eslim”dir. O halde müslüman,
kendisini tamamen Allah’a teslim eden ve O’na itaat
eden, Rab, Mâlik, Hâkim, Yönetici, Kanun koyucu ve
Mâbud olarak yalnız Allah’ı kabul eden O’nun
İbrahim Peygamber’İn Duası | 95

koyduğu hayat düzenini yaşayan kimsedir. Islâm, bu


inanç ve tutum üzerine kurulan bir dinı̂ sistemdir.
Farklı ülke ve milletlere gelen bütün peygamberlerin
dini de buydu.
“Hani İbrahim şöyle demişti: “Bu şehri güvenli kıl,
beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut.
Rabbim, gerçekten onlar insanlardan birçoğunu şaşır-
tıp-saptırdı. Bundan böyle kim bana uyarsa, artık o
bendendir, kim de bana isyan ederse kuşkusuz Sen, ba-
ğışlayansın, esirgeyensin. Rabbimiz, gerçekten ben, ço-
cuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında ekini
olmayan bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz, dosdoğru
namazı kılsınlar diye (öyle yaptım), böylelikle Sen, in-
sanların bir kısmının kalblerini onlara ilgi duyar kıl ve
onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şük-
rederler.” (Ibrahim, 35-37)
“Hani İbrahim şöyle demişti: “Bu şehri güvenli kıl,
beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut.”
Bundan önceki ayetlerde Kureyş’e bütün insanla-
ra verdiği bunca nimete karşılık Allah’a şükretmeleri
için bir çağrı yapılmıştır. Fakat bu pasajda aynı çağrı
Kureyşlilere verilen özel nimetler hatırlatılarak tek-
rarlanmaktadır. Onlara Ibrahim’in atalarının Kabe
yakınlarına yerleştirdiği, Mekke’yi “emin bir belde”
yaptığı ve Ibrahim’in duasına karşılık Allah’ın Ku-
reyşlilere nimet ve lütuflarını bahşettiği hatırlatıl-
maktadır. Onlardan bu “nimetleri” hatırlamaları ve
doğru yola uymaları istenmektedir.
“Rabbim, gerçekten onlar insanlardan birçoğunu
şaşırtıp-saptırdı.”
96 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Bu, putların Allah’ın yolundan sapık yollara dön-


düren birer araç olduklarını söylemenin mecazi bir
anlatımıdır.
“Bundan böyle kim bana uyarsa, artık o bendendir,
kim de bana isyan ederse kuşkusuz Sen, bağışlayansın,
esirgeyensin.”
Doğru yoldan başka yollara uyanlara karşı gösteri-
len yumuşaklık, Ibrahim (aleyhisselâm)’ın insanlara duy-
duğu şefkatin bir göstergesidir. Ibrahim (aleyhisselâm)
onların durumunu Allah’ın merhamet ve bağışlaması-
na bırakmıştır, çünkü onları ilahi azab içinde görmeye
dayanamazdı. Sonra onlar için af dilemiş ve rızık ko-
nusunda Allah’a şöyle dua etmiştir: “Rabbim, Allah’a
ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandırır.”
(Bakara, 126) Ahiret azabı gelince Ibrahim (aleyhisselâm)
benim yolumda, yürüyemeyenleri cezalandır deme-
miş ve onlar hakkında ‘Yarabbi! Sen bilirsin, sen af
edici ve merhametlisin’, demiştir. Ibrahim (aleyhis-
selâm)’ın bu merhamet ve şefkat dileği sadece kendi
evlatları için değil, bütün bir insan topluluğu içindi.
Buna benzer bir başka örnek de Hud suresinde yer al-
maktadır. Melekler Lut kavminin sapık topluluğunu
helak etmek üzere yola çıktıklarında Ibrahim (aleyhis-
selâm) onlar için dua etmeye başlamıştır. Ibrahim, Lut
kavmi konusunda bizimle tartışmalara girişti, çünkü o
yumuşak huylu ve merhametli biriydi. (Hud, 74-75) Aynı
şekilde Hz. Isa (aleyhisselâm) da çok yumuşak kalpliydi.
Hatta Allah ona, kendisine uyanların doğru yoldan
saptıklarını gösterdiğinde yine de onlar için dua edip
yalvaracaktır. “Eğer onları azaplandırırsan, kuşkusuz
İbrahim Peygamber’İn Duası | 97

onlar senin kullarındır, eğer onları bağışlarsan, kuşku-


suz Aziz olan, Hakim olan da sensin”. (Maide, 118)
“Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kıs-
mını Beyt-i Haram yanında ekini olmayan bir vadiye
yerleştirdim; Rabbimiz, dosdoğru namazı kılsınlar di-
ye (öyle yaptım), böylelikle Sen, insanların bir kısmı-
nın kalblerini onlara ilgi duyar kıl ve onları birtakım
ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler.”
Allah Ibrahim (aleyhisselâm)’ın duasını kabul etti. Bu
surenin indirildiği dönemde Arabistan’ın her tarafın-
dan bir çok insanın hac ve umre için Mekke’ye gitme-
sinin ve bugün de dünyanın her tarafından insanın
orada toplanmasının nedeni bu duadır. Bunun yanı-
sıra o bölgenin tamamen kurak olmasına ve hayvan-
lar için bile hiç bitki yetişmemesine rağmen, yılın her
mevsiminde çeşit çeşit meyve ve sebzelerle doludur.
“Rabbimiz, şüphesiz Sen, bizim saklı tuttuklarımızı
da, açığa vurduklarımızı da bilmektesin. Yerde ve gök-
te hiç bir şey Allah’a gizli kalmaz. Hamd, Allah’a aittir
ki, O, bana ihtiyarlığa rağmen İsmail’i ve İshak’ı arma-
ğan etti. Şüphesiz benim Rabbim, gerçekten duayı işi-
tendir. Rabbim, beni namazı(nda) sürekli olan kıl, so-
yumdan olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur.
Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün, beni, anne-babamı
ve mü’minleri bağışla.” (Ibrahim, 38-41)
“Rabbimiz, şüphesiz Sen, bizim saklı tuttuklarımızı
da, açığa vurduklarımızı da bilmektesin.”
Yani, “Rabbim, sen benim dilimle söylediğimi du-
yarsın ve şüphesiz bütün düşünce ve duygularımdan
da haberdarsın.”
98 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

“Yerde ve gökte hiç bir şey Allah’a gizli kalmaz.”


Burada bir parentez açılarak Hz. Ibrahim’in sözü
tasdik edilmektedir.
“Hamd, Allah’a aittir ki, O, bana ihtiyarlığa rağmen
İsmail’i ve İshak’ı armağan etti. Şüphesiz benim Rab-
bim, gerçekten duayı işitendir. Rabbim, beni nama-
zı(nda) sürekli olan kıl, soyumdan olanları da. Rabbi-
miz, duamı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın yapılacağı
gün, beni, anne-babamı ve mü’minleri bağışla.”
Hz. Ibrahim duasında müşrik babasını da anmıştı,
çünkü ona onun için kendi Rabbine dua edeceğine
dair söz vermişti (Meryem, 48). Fakat sonraları, onun
için dua etmemesi gerektiğinin, çünkü onun bir Allah
düşmanı olduğunun farkına vardığında verdiği söz-
den vazgeçmiştir. (Tevbe, 114)
ZEKERİYYA PEYGAMBER’İN DUASI

H
“ ani İmran’ın karısı: “Rabbim, karnımda ola-
nı, ‘her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuş-
turulmuş olarak’ Sana adadım, benden kabul
et. Şüphesiz işiten, bilen Sensin Sen.” demişti. Fakat
onu doğurduğunda -Allah onun ne doğurduğunu daha
iyi bilirken- dedi ki: “Rabbim, doğrusu bir kız (çocuğu)
doğurdum. Erkek ise, kız gibi değildir. Ona Meryem
adını koydum. Ben onu ve soyunu o taşa tutulmuş şey-
tandan Sana sığındırırım.” Bunun üzerine Rabbi onu
güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi
yetiştirdi. Zekeriya’yı da ona sorumlu kıldı. Zekeriya,
ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir yiyecek bul-
du: “Meryem, sana nerden bu?” deyince, “Bu, Allah ka-
tındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık ve-
rendir” dedi.” (Al-i Imran, 35-37)
“Hani İmran’ın karısı...”
Eğer “Imran’ın kadını” ile “Imran’ın karısı” kaste-
diliyorsa, bu, Al-i Imran 33. ayette adı geçen Im-
ran’dan başka biri olmalı. Bu durumda büyük dedele-
rinden sonra Hz. Meryem’in babasının bu adı aldığı
100 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

sonucuna varılır. Fakat eğer Imran’ın kadını ile Im-


ran ailesinden herhangi bir kadın kastediliyorsa, Hz.
Meryem’in annesinin Imran soyundan gelen bir ka-
dın olduğu ortaya çıkar. Bu görüşlerden birini tercih
edebilecek sahih bilgiye sahip değiliz. Bazı Hıristiyan
kaynaklarında Hz. Meryem’in babasının Iaachim ola-
rak geçmesine rağmen, tarih, Hz. Meryem’in babası-
nın kim olduğunu ve annesinin hangi aileye mensup
olduğunu bildirmez. Fakat eğer Hz. Meryem ile Hz.
Yahya’nın annesi Elisabeth’in kuzen oldukları görüşü
doğru kabul edilirse (Luka 1:36), o zaman “Imran’ın ka-
dını”, Imran ailesinden bir kadın anlamına gelecektir.
Luka Incili (1:5), Hz. Zekeriya’nın karısı Elisa-
beth’in “Harun’un kızlarından” olduğunu, yani Im-
ran’ın kızı veya Imran’ın kadını olduğunu söyler, O
halde Harun’un kızkardeşi Miriyam ile bakire Mer-
yem’i birbirine karıştırma gibi bir hata sözkonusu
değildir. Çocukları dedelerinin adıyla anmak yaygın
bir gelenektir. Bu nedenle açıklamalardan her biri
kabul edilmeye değer. Bununla birlikte burada yapı-
lan bu tartışma, yani Imran gerçekten Meryem’in ba-
basının ismi mi, yoksa dedelerinden biri mi tartışma-
sı, asıl konu olan Hz. Isa’nın mücizevi doğumunu
açıklamada herhangi bir fark yaratmaz.
“Rabbim, karnımda olanı, ‘her türlü bağımlılıktan
özgürlüğe kavuşturulmuş olarak’ Sana adadım, ben-
den kabul et. Şüphesiz işiten, bilen Sensin Sen.” de-
mişti.”
Yani “Sen kullarının dualarını duyarsın ve onların
niyetlerinden haberdarsın.”
Zekeriyya Peygamber’in Duası | 101

“Fakat onu doğurduğunda -Allah onun ne doğurdu-


ğunu daha iyi bilirken- dedi ki: “Rabbim, doğrusu bir
kız (çocuğu) doğurdum. Erkek ise, kız gibi değildir.
Ona Meryem adını koydum. Ben onu ve soyunu o taşa
tutulmuş şeytandan Sana sığındırırım.”
Hz. Meryem’in annesi bununla şunu kasdetmiştir:
“Eğer erkek olsaydı daha iyi olabilirdi; çünkü kadın
birçok doğal zayıflıklar ve toplumsal kısıtlamalarla
sınırlandırılmıştır ve bir din adamı (priest) olamaz.
Bu nedenle benim çocuğumu adadığım amaca bir er-
kek çocuk daha uygun düşerdi.”
“Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul
etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya’yı da
ona sorumlu kıldı.
Bu olay, Hz. Meryem rüşde erdiğinde ve gece gün-
düz Allah’a ibadetle meşgul olduğu Mâbed’e (Kudüs)
kabul edildiğinde meydana gelmiştir. O’nun koruyu-
culuğunu üstlenen Hz. Zekeriya büyük bir ihtimalle
Hz. Meryem’in teyzesinin kocası idi ve Mâbed’in ko-
ruyucularından biri idi. O, Eski Ahid’e göre öldürülen
Zekeriya Peygamber’le aynı kişi değildir.
“Zekeriya, ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir
yiyecek buldu: “Meryem, sana nerden bu?” deyince,
“Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine he-
sapsız rızık verendir” dedi.”
Arapça bir kelime olan “mihrab”, camilerde imam
için hazırlanan bir makam (ibadet edilen oyuk bir
yer) anlamına gelir. Fakat burada bu kelime, manas-
tırları ve kiliseleri birbirine bağlayan ve yerden biraz
yüksek olarak inşa edilen hücreler için kullanılmıştır.
102 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Bu yerler, ibadet edilen yerlerin koruyucuları olan ve


kendini zahidçe ibadete veren kimseler için hazırlan-
mıştır. Hz. Meryem de bu hücrelerden birinde kendi-
ni ibadete veriyordu.
“Orada Zekeriya Rabbine dua etti: “Rabbim bana
katından tertemiz bir soy armağan et. Doğrusu Sen,
duaları işetensin” dedi. O mihrapta namaz kılmakta
iken, melekler ona seslendi: “Allah, sana Yahya’yı müj-
deler. O, Allah’tan olan kelimeyi (İsa’yı) doğrulayan,
efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamberdir.” Dedi ki:
“Rabbim, bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken ve ka-
rım da kısır iken nasıl benim bir oğlum olabilir?” “Böy-
ledir” dedi, “Allah dilediğini yapar.” (Zekeriya) Dedi ki:
“Rabbim, bana bir alamet ver.” “Sana alamet, işaret-
leşme dışınıda, insanlarla üç gün konuşmamandır.
Rabbini çokça zikret ve akşam sabah onu tesbih et.”
dedi.” (Al-i Imran, 38-41)
“Orada Zekeriya Rabbine dua etti: “Rabbim bana
katından tertemiz bir soy armağan et. Doğrusu Sen,
duaları işetensin” dedi.”
Hz. Zekeriya o döneme kadar çocuksuzdu. Bu te-
miz genç kızı görünce bir çocuğu olsun istedi. O’nun
Allah’ın özel koruması altında ve O’nun tükenmez
kaynaklarından verilen nimetlerle nasıl büyüdüğünü
görünce, bu ileri yaşında bile Allah’ın kendisine, eğer
dilerse, bir çocuk verebileceğini ümit etmeye başladı.
“O mihrapta namaz kılmakta iken, melekler ona
seslendi: “Allah, sana Yahya’yı müjdeler. O, Allah’tan
olan kelimeyi (İsa’yı) doğrulayan, efendi, iffetli ve sa-
lihlerden bir peygamberdir.”
Zekeriyya Peygamber’in Duası | 103

“Allah’tan bir emir (kelime) “ ile burada Hz. Isa kas-


tediliyor. Kur’an-ı Kerim Onu “Allah’ın bir emri (keli-
mesi)” olarak anar; çünkü Onun doğumu mucizevi
olarak Allah’ın bir tek “Ol” emri ile meydana gelmiştir.
“Dedi ki: “Rabbim, bana gerçekten ihtiyarlık ulaş-
mışken ve karım da kısır iken nasıl benim bir oğlum
olabilir?” “Böyledir” dedi, “Allah dilediğini yapar.”
Yani, “Senin yaşlılığına ve karının kısırlığına rağ-
men Allah sana bir oğul bağışlayacak.”
“(Zekeriya) Dedi ki: “Rabbim, bana bir alamet ver.”
“Benim gibi yaşlı bir adamla, karım gibi kısır bir
kadından bir oğul dünyaya geleceğinden emin olabil-
mem için bana bir işaret ver.”
“Sana alamet, işaretleşme dışınıda, insanlarla üç
gün konuşmamandır. Rabbini çokça zikret ve akşam
sabah onu tesbih et.” dedi.”
Bu bölümün en önde gelen amacı Hıristiyanların,
Hz. Isa’yı Allah’ın oğlu kabul edip, Ona karşı ibadet ede-
rek yaptıkları büyük hatayı anlamalarını sağlamaktır.
Hz. Yahya’nın mucizevi doğumu da onların bu yanlış
inançlarını savunmalarına karşı bir delil olarak
Kur’an’da anlatılıyor. Hz. Isa’nın mucizevi doğumu Onu
ilâh olarak kabul etmeye yol açmamalıdır. Çünkü aynı
ailede yetişen ve çok değişik bir şekilde yetiştirilen Hz.
Yahya da (a.s.) bir mucize sonucu dünyaya gelmiştir.
“Kâf, He, Ye, Ayn, Sâd. (Bu,) Rabbinin kulu Zekeri-
ya’ya rahmetinin zikridir. Hani o, Rabbine gizlice ses-
lendiği zaman. Demişti ki: “Rabbim, şüphesiz benim ke-
miklerim gevşedi ve baş, yaşlılık aleviyle tutuştu; ben
sana dua etmekle mutsuz olmadım. Doğrusu ben,
104 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

arkamdan gelecek yakınlarım adına korkuya kapıldım,


benim karım da bir kısır (kadın) dır. Artık bana kendi
katından bir yardımcı armağan et. Bana mirasçı olsun,
Yakup oğullarına da mirasçı olsun. Rabbim, onu (kendi-
sinden) razı olunan(lardan) kıl.” (Allah buyurdu:) “Ey
Zekeriya, şüphesiz biz seni, adı Yahya olan bir çocukla
müjdelemekteyiz; biz bundan önce ona hiç bir adaş kıl-
mamışız.” Dedi ki: “Rabbim, karım kısır (bir kadın) iken,
benim nasıl oğlum olabilir? Ben de yaşlılığın son basa-
mağındayım.” (Ona gelen melek:) “İşte böyle” dedi.
“Rabbin dedi ki: -Bu benim için kolaydır, daha önce sen
hiç bir şey değil iken, seni yaratmıştım.” (Meryem, 1-9)
“(Bu,) Rabbinin kulu Zekeriya’ya rahmetinin zikridir.”
Harun’un torunlarından biri olan Hz. Zekeriy-
ya’nın konumunu anlayabilmek için Israiloğulları
arasında yaygın olan rahiplik geleneği ile ilgili bilgiye
sahip olmak gerekir.
Filistin’in fethinden sonra topraklar Yakub’un zürri-
yetinden olan 12 kabile arasında miras olarak dağıtıldı.
13. kabile olan Levi’lere de dini hizmetler ve görevler
emanet edildi. Levi’liler arasında da “en mukaddes şeyle-
ri takdis etmek, Rabbin önünde buhur yakmak, ona hiz-
met eylemek ve ebediyyen onun ismiyle mübarek kılmak
üzere” seçilen aile Harun’un oğulları idi. Diğer Levi’lilerin
mabede girmesine izin verilmiyordu. “Çünkü onların va-
zifesi Rab evinin hizmeti için avlularda, odalarda ve bü-
tün mukaddes şeyleri temizlemekte Allah Evinin hizmet
işinde Harunoğulları’nın yanında bulunmak... ve sebt
günlerinde, aybaşlarında ve belli bayramlarda yapılan
bütün takdimeleri Rabbe arzetmekti.”
Zekeriyya Peygamber’in Duası | 105

Harunoğulları 24 aileye bölünmüştü ve bu 24 aile


sıra ile Rabbin evine hizmet ediyorlardı. Bu aileler-
den biri Zekeriyya’nın liderliğindeki Abiya ailesi idi.
Bu nedenle ailesinin sırası geldiğinde mabede gidip
buhur yapmak Zekeriyya’nın göreviydi.
“Hani o, Rabbine gizlice seslendiği zaman. Demişti
ki: “Rabbim, şüphesiz benim kemiklerim gevşedi ve
baş, yaşlılık aleviyle tutuştu; ben sana dua etmekle
mutsuz olmadım. Doğrusu ben, arkamdan gelecek ya-
kınlarım adına korkuya kapıldım, benim karım da bir
kısır (kadın) dır. Artık bana kendi katından bir yar-
dımcı armağan et.”
Yani “Akrabalarım, yani Abiya ailesi içinde bana
emanet edilen görevi üstelenebilecek dini ve ahlâkı̂
bakımdan düzgün hiçbir kimse göremiyorum.”
“Bana mirasçı olsun, Yakup oğullarına da mirasçı
olsun.”
Yani, “Ben sadece bana varis olacak oğul için değil,
aynı zamanda Yakub ailesinin doğru yolunu devrala-
cak bir varis için dua ediyorum.”
“Rabbim, onu (kendisinden) razı olunan(lardan)
kıl.” (Allah buyurdu:) “Ey Zekeriya, şüphesiz biz seni,
adı Yahya olan bir çocukla müjdelemekteyiz; biz bun-
dan önce ona hiç bir adaş kılmamışız.”
Luka incilinde bu şöyle ifade edilmiştir: “Akra-
bandan bu adda kimse yoktur.” (Luka. I, 61)
“Dedi ki: “Rabbim, karım kısır (bir kadın) iken, be-
nim nasıl oğlum olabilir? Ben de yaşlılığın son basa-
mağındayım.” (Ona gelen melek:) “İşte böyle” dedi.
106 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

“Rabbin dedi ki: -Bu benim için kolaydır, daha önce sen
hiç bir şey değil iken, seni yaratmıştım.”
Bu karşılıklı konuşma, Allah’ın dilediğini yapabi-
leceğini, yaşlı bir adamla kısır bir kadına çocuk vere-
bileceğini, aynı şekilde bir bakireyi de çocuk sahibi
kılabileceğini vurgulamaktadır.
“Dedi ki: “Rabbim, bana bir belge (ayet) ver.” Dedi
ki: “Senin belgen, sapasağlam iken, üç tam gece insan-
larla konuşmamandır.” Böylelikle (Zekeriya) mescit-
ten kavminin karşısına çıkıp onlara (şu anlamları) işa-
ret etti: “Sabah akşam tesbih edin.” (Çocuğun doğup
büyümesinden sonra ona dedik ki:) “Ey Yahya, Kitabı
kuvvetle tut.” Daha çocuk iken ona hikmet verdik. Ka-
tımızdan ona bir sevgi-duyarlılığı ve temizlik (de ver-
dik) O, çok takva sahibi biriydi.” (Meryem, 10-13)
“Dedi ki: “Rabbim, bana bir belge (ayet) ver.” Dedi
ki: “Senin belgen, sapasağlam iken, üç tam gece insan-
larla konuşmamandır.” Böylelikle (Zekeriya) mescit-
ten kavminin karşısına çıkıp onlara (şu anlamları) işa-
ret etti: “Sabah akşam tesbih edin.”
Aşağıda okuyucunun Kur’an ve Hıristiyan görüşle-
rini karşılaştırabilmesi için olayla ilgili Luka incilinde
yer alan ayrıntıları sunuyoruz. Referanslar, parantez
içindeki eklemeler bize aittir.
“Yahudiye kralı Hered’in günlerinde Abiyya aile-
sinden Zekeriyya adında bir rahip vardı. Karısı Ha-
run’un kızlarından Elizabet idi. Her ikisi de Allah in-
dinde salih olup Rabbin bütün emirleri ve hükümle-
rinde kusursuz yürümekte idiler. Onların çocuğu
yoktu. Çünkü Elizabet kısır idi ve ikisi de çok yaşlı
Zekeriyya Peygamber’in Duası | 107

idiler. Ve vaki oldu ki Zekeriyya kendi ailesinin sırası


geldiğinde Allah’ın huzurunda hizmet ederken, Ra-
hiblik ayini, üzre buhur yapmak için, Rabbin mabedi-
ne girmek kurası kendisine düştü. Bütün halk buhur
saatinde dışarıda dua ediyorlardı.
Rabbin bir meleği Zekeriyya’ya göründü ve buhur
mezbahının sağında durdu:” Zekeriyya onu görünce
şaşırdı ve üzerine korku düştü. Fakat melek ona şöy-
le dedi: “Korkma Zekeriyya çünkü duan işitildi, karın
Elizabet sana bir oğul doğuracak. Onun adını Yahya
koyacaksın sevinç ve sefa bulacaksın. Onun doğma-
sından bir çokları da sevinecekler. Çünkü o Rabbin
gözünde büyük olacak (Kur’an Al-i Imran 39’da “Sey-
yiden” büyük bir lider olarak geçer) . Şarap ve içki iç-
meyecek (Kur’an’da “Takiyyen”, dindar ve temiz ola-
rak geçmektedir): ve daha anasının karnında Ruhü’l
Kudüs ile dolu olacak (Kur’an şöyle der: Henüz çocuk
iken ona hikmet verdik.) Israiloğulları’ndan çoğunu
Allah’a Rabb’e döndürecek. Babaların yüreklerini
oğullara, asileri salihlerin hikmetine çevirmek ve
Rabbe âmade bir kavim hazırlamak üzere Ilya’nın ru-
hu ve kudreti ile onun önünde yürüyecektir.
“Zekeriyya da meleğe dedi: “Ben bunu nasıl bile-
yim? Çünkü ben yaşlı bir adamım, karım da yaşlıdır.”
Melek cevap verip ona dedi: “Ben Allah önünde duran
Cebrail’im. Seninle konuşmaya ve bu şeyleri sana müj-
delemeye gönderildim. Işte dilin tutulacak ve bu şeyler
oluncaya kadar söz söylemeyeceksin. Çünkü vaktinde
yerine gelecek olan sözlerime inanmadın. (Bu Kur’an’da
müjdenin bir işareti olarak verilmiştir, oysa Luka
108 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Inciline göre bir ceza olarak verilmiştir. Bunun yanısı-


ra Kur’an bu konuşamama olayının “üç gün” sürdüğü-
nü söyler. Oysa Luka inciline göre bu dilsizlik Yah-
ya’nın doğumuna dek sürmüştür.) Halk Zekeriyya’yı
bekleşip duruyor ve mabedde gecikmesine şaşırıyor-
lardı. Zekeriyya ise çıktığı zaman onlarla konuşamadı.
Onlar da mabedde bir ruyet gördüğünü anladılar ve
Zekeriyya onlara işaret edip dilsiz kaldı. (Luka, I, 5-22)
“(Çocuğun doğup büyümesinden sonra ona dedik
ki:) “Ey Yahya, Kitabı kuvvetle tut.”
Ilahi dileğe uygun bir şekilde Yahya’nın doğumu ve
büyümesi Kur’an’da ele alınmamıştır. Burada sadece
bir cümlede yetişkinliğe ulaştığında ona peygamberlik
görevinin emanet edildiği ifade edilmiştir. Bu görev:
“Tevrat’a hem lafzen, hem de manen tabi olup ona uy-
mak ve Israiloğulları’nı da buna teşvik etmek”ti.
“Daha çocuk iken ona hikmet verdik.”
“Hükm” (hikmet) kelimesi şu anlamlara gelir:
1) Karar vermek,
2) Doğru fikirler oluşturmak,
3) Ilahı kanunu yorumlamak,
4) Sorunları çözümlemek
5) Allah’ın karar ve hüküm verme konusunda ver-
diği yetki.
“Katımızdan ona bir sevgi-duyarlılığı ve temizlik
(de verdik) O, çok takva sahibi biriydi.”
Hemen hemen “anne sevgisi” ile eş anlamlıdır.
Başka bir deyişle Yahya kalbinde Allah’a karşı bir ço-
cuğun annesine duyduğu derin sevgiye benzer bir
sevgi taşıyordu.
YUSUF PEYGAMBERİN DUASI

O
“ nu satın alan bir Mısır’lı (aziz,) karısına:
“Onun yerini üstün tut (ona güzel bak) . Umu-
lur ki bize bir yararı dokunur ya da onu evlat
ediniriz.” dedi. Böylelikle biz, Yusuf’u yeryüzünde (Mı-
sır’da) yerleşik kıldık. Ona sözlerin yorumundan (olan
bir bilgiyi) öğrettik. Allah, emrinde galib olandır, an-
cak insanların çoğu bilmezler. Erginlik çağına erişin-
ce, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte biz, iyilik ya-
panları böyle ödüllendiririz.” (Yusuf, 21-22)
“Onu satın alan bir Mısır’lı (aziz,)”
Kitab-ı Mukadddes’e göre bu şahsın adı Potifar
(Potiphar)’dı. Fakat Kur’an onu yalnızca “el-Aziz” ün-
vanıyla zikreder. Kur’an’ın aynı ünvanı, mevkii yük-
seldiği zaman Hz. Yusuf için de kullandığına bakılır-
sa, bu ünvanın Mısır’da oldukça yüksek bir resmi ma-
kama delalet ettiği ortaya çıkar. Zira “aziz” kelimesi
karşı çıkılamayan, itaatsizliğin mümkün olmadığı
muktedir şahıslar için kullanılmaktadır. Kitab-ı Mu-
kaddes ve Talmud’un zikrettiğine bakılırsa “Aziz”in,
Firavun’un özel muhafızı ve muhafız subayı olması
110 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

gerekir. Ibn Cerir’in zikrettiği Hz. Ibn Abbas hadisine


göre Aziz, kraliyet hazine memuruydu.
“...karısına...”
Talmud’a göre zevcesinin ismi “Zelıcha” (Zeliha)’y-
dı ve bu kadın müslüman geleneğinde de aynı isimle
tanınır. Müslümanlar arasında dolaşan bazı rivayetle-
re göre Hz. Yusuf onunla daha sonra evlenmiştir, lakin
bu rivayetin ne Kur’anı̂ ne de Israilı̂ bir temeli yoktur.
Aslına bakarsanız karakteri konusunda kötü bir izle-
nime sahip olduğu bir kadınla peygamberin evlenmesi
onun izzetini zedeler. Bu fikir Kur’an’daki şu genel hü-
kümle teyid edilmektedir: “Kötü karakterli kadınlar
öyle erkeklere, kötü karakterli erkekler öyle kadınlara.
Temiz karakterli kadınlar, öyle erkeklere temiz karak-
terli erkekler öyle kadınlara...” (Nur, 26)
“Onun yerini üstün tut (ona güzel bak) . Umulur ki
bize bir yararı dokunur ya da onu evlat ediniriz.” de-
di.”
Potifar’ın, işin başından beri Hz. Yusuf hakkında
çok olumlu bir kanaat beslediğini Talmud ve Kitab-ı
Mukaddes de teyid eder. Talmud’un zikrettiğine göre
o sıralarda Yusuf onsekiz yaşındaydı ve Potifar onun
tahammül ve gösterişinden çok etkilenmişti. Bu yüz-
den onun asil bir aileye mensub olduğu ve sonra zorla
köleleştirildiği sonucuna vardı. Nitekim Medyenliler
onu huzuruna getirdiklerinde şunları söylemişti: “Bu
hiç de köleye benzemiyor. Korkarım, bu çocuk memle-
ketinden, yurdundan çalınmış olsun.” Potifar’ın Yu-
suf’a bir köle gibi davranmayıp aileden biri gibi say-
masının nedeni bu olmalıdır. Aynı şekilde Kitab-ı
Yusuf Peygamberin Duası | 111

Mukaddes’de şunları zikrediyor: “Ve her işini Yu-


suf’un eline teslim etti. Biliyordu ki o bu işin altından
kalkar, yediği ekmeği muhafaza eder.” (Tekvin, 39:6)
“Böylelikle biz, Yusuf’u yeryüzünde (Mısır’da) yerle-
şik kıldık. Ona sözlerin yorumundan (olan bir bilgiyi)
öğrettik.”
Bu ayet, Hz. Yusuf’un üstlendiği resmi makama ait
icraatlar için bir süre özel eğitimden geçirildiğini ima
etmektedir. O vakte kadar Hz. Yusuf, bir çoban gibi
yarı göçebe bir çevre içinde çöl hayatı yaşamıştı. Ku-
zey Arabistan ve Ken’an’da ne bir yerleşim merkezi
vardı ne de kültür ve medeniyette kayda değer bir
ilerleme. Zira buraları yerleşik hükümete sahip ol-
mayan türlü türlü bağımsız kabileler tarafından mes-
ken edinilmişti. Demek ki Hz. Yusuf göçebe hayatın-
da kazanılan bu temiz karakteri Ken’an’da edinmiş,
üstelik bu karater Ibrahimı̂ gelenek içindeki iman ve
ahlakla da donanmış olmalıydı. Fakat bu nitelikler
Mısır’ın hükümet işleri için doğrudan yetmezdi. Çün-
kü Mısır dönemin dünyaca tanınmış en kültürlü ve
medeni ülkesiydi, bu yüzden böyle bir ülkenin işleri-
ni yönetmek için apayrı bir tecrübe ve eğitimden
geçmek gerekiyordu. Herşeye Kadir olan Allah bu
eğitim için gerekli düzenlemeleri yaparak onu Mı-
sır’ın yüksek kademelerinde görevli bir devlet ada-
mının evine gönderdi ve bu devlet adamı (el-Aziz)
gerek evi gerekse mülkü konusunda kendisine tam
yetki verdi. Bu durum kendisine kaderini icra etmek
için ihtiyaç duyduğu kabiliyetleri geliştirme imkanı
verdi ve Mısır krallığının işlerini yıllar boyu güçlü bir
112 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

şekilde idare edebilmesi için gerekli tecrübeyi kazan-


dırdı.
“Allah, emrinde galib olandır, ancak insanların ço-
ğu bilmezler. Erginlik çağına erişince, kendisine hü-
küm ve ilim verdik. İşte biz, iyilik yapanları böyle ödül-
lendiririz.”
“O’na hüküm ve ilim verdik” gibi sözlerle Kur’an
ekseriya “Biz ona peygamberliği ihsan ettik” demek
ister. Çünkü Arapçada “Hüküm” kelimesi hem “yargı”
hem “otorite” anlamına; “ilim” kelimesi de Allah’ın
peygamberlerine doğrudan indirdiği bilgi anlamına
kullanılmıştır. Bu durumda metin şu anlama gelir:
“Biz ona, halkın işlerinde adaletle hükmetsin diye
kudret, iktidar ve bilgi verdik.”
“Onun evinde kalmakta olduğu kadın, ondan murad
almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak: “İsteklerim
senin içindir, gelsene” dedi. Dedi ki: “Allah’a sığınırım.
Çünkü o benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur. Ger-
çek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez.” Andolsun kadın
onu arzulamıştı, -eğer Rabbinin (zinayı yasaklayan) ke-
sin kanıt (burhan)ını görmeseydi -o da onu arzulamıştı.
Böylelikle biz ondan kötülüğü ve fuhşu geri çevirmek
için (ona delil gönderdik). Çünkü o, muhlis kullarımız-
dandı. Kapıya doğru ikisi de koştular. Kadın onun göm-
leğini arkadan çekip yırttı. (Tam) Kapının yanında ka-
dının efendisiyle karşılaştılar. Kadın dedi ki: “Ailene kö-
tülük isteyenin, zindana atılmaktan veya acıklı bir aza-
btan başka cezası ne olabilir?” (Yusuf, 23-25)
“Onun evinde kalmakta olduğu kadın, ondan mu-
rad almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak:
Yusuf Peygamberin Duası | 113

“İsteklerim senin içindir, gelsene” dedi. Dedi ki: “Al-


lah’a sığınırım. Çünkü o benim efendimdir, yerimi gü-
zel tutmuştur. Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez.”
Mütercim ve müfessirlerin genel görüşü Hz. Yu-
suf’un (rabbı̂: efendim) sözcüğünü evin efendisi için
kullandığı yolundadır. Böyle anlayınca ayet şu anla-
ma gelir: “Efendim bana pek cömert davrandı, evde
çok hoş tuttu beni. Bu durumda onun hanımıyla zina
etmek gibi yakışıksız ve hayasız bir işi nasıl işler na-
sıl nankörlük yaparım?” Ne var ki ben bu ayetin bu
şekilde tercüme ve tefsirine şiddetle karşıyım. Her
ne kadar Arapçada “rabb” kelimesinin bu anlamda
kullanılışı cari ise de, iki yeter sebepten dolayı bura-
da başka anlamda kullanılmış olmalıdır. Bir kere, Al-
lah’tan başkasını dikkate alarak günahtan çekinmesi
bir peygamberin izzetine yakışmaz.
Ikincisi, bir peygamberin Allah’tan başka biri için
“rabbim” kelimesini kullanması hakkında Kur’an’da
tek bir örnek yoktur. Diğer insanlar onların rabbleri
olabiliyor iken, Hz. Yusuf’un Rabbi yalnızca Allah’tı.
Dolayısıyla ayete başka bir zaviyeden bakmak gere-
kir. “Rabbı̂” kelimesi aynı zamanda “Rabb’ım” demek
olduğuna göre Hz. Yusuf “Allah”ı kastetmiş olmalıdır.
Hem sonra neden itikadına ters bir anlamı ihtiva
edecek şekilde “efendim” demek istemiş olsun?
“Andolsun kadın onu arzulamıştı...”
“Rabbının burhanı” demek, Allah’tan gelen ilham
demektir ki bu ilham kendisini, bir kadının tahrikine
kapılmanın hiçbir kar getiremeyeceği şuuruna erdir-
miştir. “Bu burhan neydi?” sorusunun karşılığı da
114 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

daha önceki ayette zaten geçmektedir: “Rabbim bana


karşı bunca ihsanda bulundu. Şu halde ben niye böyle
yanlış bir iş yapayım? Zalimler asla felah bulmaz”. Şu
halde, gençliğine rağmen Hz. Yusuf’u bu büyük tahrik-
ten koruyan “ilahi burhan” anlaşılmış olmalıdır.
“Rabbinin burhanını görmeseydi Yusuf da ona
meyledecekti” ifadesinin anlamı şudur: Hz. Yusuf gibi
bir peygamber bile, eğer Allah burhanıyla kendisine
doğru yolu göstermezse günahtan korunamayabilir.
Şu varki bu ayet peygamberlerin günaha karşı “bağı-
şıklı” tabiatlarını da açığa çıkarmaktadır. Bu demek
değildir ki, peygamberler yanılmaz, hatalı iş yapmaz,
günah işlemez, yanlışa düşmez. Burada kastedilen
şudur: Diğer insanlar gibi peygamber de tutkulara,
duygulara ve cinsi isteklere sahip olmasına ve ayrıca
günah işleme kabiliyetine sahip bulunmasına rağ-
men, Hz. Yusuf öylesine erdemliydi, öylesine Al-
lah’tan korkmaktaydı ki, kast-ı mahsusla böyle kötü
bir niyet asla besleyemezdi; zira kendisine Rabbin-
den gelen burhan, behimı̂ şehvetinin şuurundan ge-
len sese galip gelmesini mümkün kılmamıştır.
Ve eğer insanı̂ zaafının hilafına davranmaya güç
yetiremeseydi, Allah hemen kendisine vahiy indirir
ve onu doğru yola sokardı. Çünkü bu hatasının so-
nuçları yalnızca şahsını bağlamaz tüm ümmete yan-
sırdı; zira onun önemsiz bir hatası bile başkalarını en
korkunç günahlara sevkedebilirdi.
“– Eğer Rabbinin (zinayı yasaklayan) kesin kanıt
(burhan) ını görmeseydi -o da onu arzulamıştı. Böyle-
likle biz ondan kötülüğü ve fuhşu geri çevirmek için
Yusuf Peygamberin Duası | 115

(ona delil gönderdik). Çünkü o, muhlis kullarımızdan-


dı. Kapıya doğru ikisi de koştular. Kadın onun gömle-
ğini arkadan çekip yırttı. (Tam) Kapının yanında kadı-
nın efendisiyle karşılaştılar. Kadın dedi ki: “Ailene kö-
tülük isteyenin, zindana atılmaktan veya acıklı bir
azabtan başka cezası ne olabilir?”
“Kendisinden kötülük ve fuhşu uzaklaştıralım di-
ye” ifadesi iki şeyi tazammun eder. Birincisi şudur:
“Lütfumuzun nedeni, burhanımızı idrak etsin ve ken-
disini günahtan sakındırsın diye idi. Çünkü biz kötü-
lük ve fuhşu bu seçilmiş kulunuzdan uzaklaştırmak
istedik.” Ikinci anlamı daha da derindir; zira bu olay
ruhi eğitimine bir temel hazırlaması bakımından Yu-
suf’un hayatında önemli bir yere sahiptir: “Kötülük
ve fuhşa karşı bağışıklık kazansın diye onu böyle bir
imtihandan geçirmeyi biz istedik. Çünkü bu kışkırt-
ma karşısında takvasının kazandırdığı tüm güçleri
kullanarak böyle şeylerin gelecekte kendisine hiç bir
kazanç getirmeyeceğini anlayacak ve bu bilinç onda
güçlü bir karakter oluşturacaktı.” Böyle sıkı bir imti-
hanın önem ve gerekliliği o dönem Mısır toplumunun
manevi-ahlaki şartları gözönünde bulundurulursa,
apaçık ortaya çıkmaktadır.
30. ayetten 32. ayete şöyle bir göz atınca görürüz
ki, genelde kadınlar ve özelde yüksek sosyete “ba-
yanlar”ı, bugün “medeni” Batı’da ve batılılaşmış Do-
ğu’da olduğu gibi hemen hemen aynı cinsel özgürlü-
ğün sefasını sürmekteydiler. Allah, Hz. Yusuf’a efen-
disinin evinde böyle özel bir eğitimden geçirmenin
düzenini kurdu; çünkü, Hz. Yusuf baştan çıkmış bir
116 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

toplumda ilahi misyonunu yerine getirmek, üstelik


sıradan bir adam olarak değil bir yönetici olarak gö-
rev yapmak durumundaydı.
Yüksek sosyete “bayanları”nın davranışlarından
anlaşıldığına göre, bu genç ve yakışıklı köleyi kendi-
lerine çekmek için yapamayacakları şey yoktu. Genç
kölenin güzelliği karşısında duydukları hayranlığı
açıkça utanç duymaksızın belli etmeleri, evin “ha-
nım”ının da onu tahrik için elinden geleni yaptığını
ve yapmaya da devam edeceğini çekinmeden utan-
madan, itiraf etmesi sosyete bayanlarının durumunu
yeterince sergilemektedir. Böylece Allah onu böyle
sıkı bir imtihandan geçirmek suretiyle gelecekteki bu
tür tahriklere karşı direncini artırmakla kalmadı, ay-
nı zamanda sözkonusu bayanların bu konuda her-
hangi bir başarı kazanma umutlarını da kırmış oldu.
Yani bir köleyi baştan çıkaramayanlar bir yöneticiyi
nasıl baştan çıkarabilirler?
“(Yusuf) Dedi ki: “Onun kendisi benden murad al-
mak istedi.” Kadının yakınlarından bir şahid şahitlik
etti: “Eğer onun gömleği ön taraftan yırtılmışsa bu
durumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan
söyleyenlerdendir. Yok eğer onun gömleği arkadan
çekilip-yırtılmışsa, bu durumda kadın yalan söyle-
miştir ve kendisi doğruyu söyleyenlerdendir. Onun
gömleğinin arkadan çekilip-yırtıldığını gördüğü za-
man (kocası): “Doğrusu bu, sizin düzeninizden (biri)
dir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür” dedi. “Yusuf,
sen bundan yüz çevir. Sende (kadın) günahın dolayı-
sıyla bağışlanma dile. Doğrusu sen günahkârlardan
Yusuf Peygamberin Duası | 117

oldun.” Şehirde (birtakım) kadınlar: “Aziz (Vezir’) in


karısı kendi uşağının nefsinden murad almak istiyor-
muş. Öyle ki sevgi onun bağrına sinmiş. Biz doğrusu
onu açıkça bir sapıklık içinde görmekteyiz.” dedi.
(Kadın) Onların düzenlerini işitince, onlara (bir da-
vetçi) yolladı, oturup dayanacakları yerler hazırladı
ve her birinin eline (önlerindeki meyveleri soymaları
için) bıçak verdi. (Yusuf’a da:) “Çık, onlara (görün) “
dedi. Böylece onlar onu (olağanüstü güzellikte) gö-
rünce (insanüstü bir varlıkmış gibi gözlerinde) bü-
yüttüler, (şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve: “Al-
lah’ı tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak
üstün bir melektir” dediler.” (Yusuf, 26-31)
“(Yusuf) Dedi ki: “Onun kendisi benden murad al-
mak istedi.” Kadının yakınlarından bir şahid şahitlik
etti.”
Oyle görünüyor ki, evin efendisi manzarayla karşı
karşıya geldiğinde eşinin ev halkından biri kendisine
eşlik etmekteydi ve olayı dinlediğinde şu teklifi yap-
mıştı. “Ikisi de birbirini suçluyor ve aralarında ne
geçtiğini gören bir şahit de yok. Bu durumda etraftan
bir ipucu bularak karar vermeliyiz, Yusuf’un gömleği
olayı aydınlatmak için iyi bir ipucudur.” Açıktır ki, bu,
mesele hakkında hükmedebilmek için zekice bir yol-
du ve bu yüzden mucizeye de gerek kalmamıştı. Bazı
rivayetlere göre bu şahit, beşikte yatan bir çocuktu
ve Allah olayın gerçeğine tanıklık edebilsin, bir delil
getirsin diye ona konuşma gücü vermişti. Fakat bu ri-
vayet herhangi bir hüccet tarafından te’yid edilme-
miştir. Bilakis bu rivayet israiliyata dayanmaktadır.
118 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Apaçık, sarih ve makul olan dururken, sahih durur-


ken, sahih olmayan rivayetlere dayalı mucizevi bir
yoruma gitmek için hiçbir sebep yoktur; şahit, kadı-
nın aile efradından akıllı, tecrübeli biriydi. Oyleki gö-
rürgörmez olayın gerçeğini hemen kavramıştır. Ken-
disinin yargıç olma ihtimali sözkonusudur.
“Eğer onun gömleği ön taraftan yırtılmışsa bu du-
rumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan
söyleyenlerdendir. Yok eğer onun gömleği arkadan çe-
kilip-yırtılmışsa, bu durumda kadın yalan söylemiştir
ve kendisi doğruyu söyleyenlerdendir.”
One sürülen delilde şu tazammun ediliyor: “Eğer
Yusuf’un gömleği önden yırtılmışsa, saldırgan olan
Yusuf’tur ve kadın namusunu korumak için mücade-
le vermiştir. Yok eğer gömlek arkadan yırtılmışsa,
çok açıktır ki, Yusuf kadından kaçmaya çalışmış ve
kadın onun arkasından kuvvetlice çekmiştir. “Bu ipu-
cu başka bir şeyi daha tazammun etmektedir. Şahit,
efendisinin dikkatini yalnızca Hz. Yusuf’un gömleği-
ne çekerken kadının bedeninde ve elbisesinde şiddet
kullanıldığına dair herhangi bir emarenin bulunma-
dığını da göstermek istemiştir. Oyle ya, saldıran Hz.
Yusuf olsaydı kadının bedeninde de, elbisesinde de
bir takım işaretler bulunması gerekmez miydi?
“Onun gömleğinin arkadan çekilip-yırtıldığını gör-
düğü zaman (kocası): “Doğrusu bu, sizin düzeninizden
(biri)dir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür” dedi.
“Yusuf, sen bundan yüz çevir. Sende (kadın) günahın
dolayısıyla bağışlanma dile. Doğrusu sen günahkâr-
lardan oldun.”
Yusuf Peygamberin Duası | 119

Olayın Kur’an, Kitab-ı Mukaddes ve Talmud’ta zik-


redilişini karşılaştırmalı olarak göstermek faydalı
olacaktır.
Kitab-ı Mukaddes şöyle der: “Ve kadın benimle gel,
diyerek onun elbisesinden tuttu. (Yusuf) giysisini ka-
dının elinde bırakarak kaçtı, dışarı çıktı. Kadın onun
giysisini elinde bırakıp kaçtığını görünce evin hizmet-
kârlarını çağırarak “bakın” dedi, “kocam bizi eğlendir-
sin diye bir Ibrani getirmişti ya bize, benimle yatmayı
teklif etti ve ben ağlayıp çığlık atmaya başladım. Sonra
bağırıp ağladığımı görünce giysisini bende bırakarak
kaçıp gitti”. Ve kadın kocası gelinceye dek (Yusuf’un)
giysisini elinde alıkoydu. Daha sonra efendi, karısının
“senin kölen bana şunları şunları yaptı” diye anlattık-
larını dinledi ve kanı beynine sıçradı. Ve Yusuf’un
efendisi onu alıp kralın mahkumlarının bulunduğu
zindana tıktırdı.” (Tekvin, 39:12-16, 19-20)
Yukarıdaki rivayetin beceriksizce düzenlendiği
ortadadır. Bu rivayete göre Hz. Yusuf’un öyle bir elbi-
sesi varmış ki, asılınca hepsi kadının elinde kalıver-
miş. Sonra Hz. Yusuf elbisesini kadında bırakarak çı-
rılçıplak kaçmış olmalı (!) adeta kendi cürmüne apa-
çık delil teşkil etsin diye elbisesini kadının ellerinde
bırakarak (!).
Şimdi de Talmud’a dönelim. Şöyle diyor Talmud:
“... suçlamaları dinleyen Potifar hemen delikanlının
şiddetli şekilde kamçılanmasını emretti. Muhakeme
etmeden Yusuf’a yükledi suçu... Yırtık elbisenin
kendisine getirilmesini emrettiler ve yaptıkları tah-
kikat sonunda Yusuf’u “suçsuz” ilan ettiler”. (The
120 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Besbelli ki bu rivayet
Talmud Selections, H. Polano, sh: 8l-82)
de hatalıdır. Çünkü böyle yüksek mevkideki bir
kimsenin tutup da kölesinin, karısına tecavüz edip
etmediği davasını mahkemeye getirmesi düşünüle-
mez. Görülüyor ki, hikayenin Kur’anı̂ versiyonu,
onun sözde oryantalistlerin ileri sürdüğü gibi Israilı̂
bir kaynaktan alınmadığının, aksine, bu muharref
rivayetleri tashih edip dünyaya işin hakikatını an-
lattığının apaçık bir delilidir.
“Şehirde (birtakım) kadınlar: “Aziz (Vezir’) in karısı
kendi uşağının nefsinden murad almak istiyormuş. Öy-
le ki sevgi onun bağrına sinmiş. Biz doğrusu onu açık-
ça bir sapıklık içinde görmekteyiz.” dedi. (Kadın) Onla-
rın düzenlerini işitince, onlara (bir davetçi) yolladı,
oturup dayanacakları yerler hazırladı.”
Eski Mısırlılar bu tür şölenlerde misafirlerin yas-
lanması için yastık ve minderler kullanırlardı. Mı-
sır’da ele geçen arkeolojik bulgular bunu teyid et-
mektedir.
Bu şölenden Kitab-ı Mukaddes’te hiç söz edilmez;
fakat Talmud’da Kur’an’dakinden az bir farkla zikre-
dilmiştir. Kur’an’da anlatılanın tabii, hayata uygun ve
ahlaki dersler veren yönünü ayrıca belirtmeye, Tal-
mud’dakinde ise bu özelliklerin bulunmadığını söy-
lemeye gerek yok.
“....ve her birinin eline (önlerindeki meyveleri soy-
maları için) bıçak verdi. (Yusuf’a da:) “Çık, onlara (gö-
rün) “ dedi. Böylece onlar onu (olağanüstü güzellikte)
görünce (insanüstü bir varlıkmış gibi gözlerinde) bü-
yüttüler, (şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve:
Yusuf Peygamberin Duası | 121

“Allah’ı tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak


üstün bir melektir” dediler.”
“Kadın dedi ki: “Beni hakkında kınadığınız işte bu-
dur. Andolsun onun nefsinden ben murad istedim, o
ise, (kendini) korudu. Ve andolsun, eğer o kendisine
emrettiğimi yapmayacak olursa, mutlaka zindana atı-
lacak ve mutlaka küçük düşürülenlerden olacak.” (Yu-
suf) Dedi ki: “Rabbim, zindan, bunların beni kendisine
çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Onların kur-
dukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (kor-
karım) eğilim gösterir, (böylece) cahillerden olurum.”
Böylece Rabbi, onun duasını kabul etti ve onların hile-
li düzenlerini kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü O, işi-
tendir, bilendir.” (Yusuf, 32-34)
“Kadın dedi ki: “Beni hakkında kınadığınız işte bu-
dur. Andolsun onun nefsinden ben murad istedim, o
ise, (kendini) korudu. Ve andolsun, eğer o kendisine
emrettiğimi yapmayacak olursa, mutlaka zindana atı-
lacak ve mutlaka küçük düşürülenlerden olacak.”
Kadının, ihtirasını ilan edip, gayri ahlaki niyetleri-
ni rahatça açığa vurması Mısır yüksek sosyete sınıfı-
nın ahlaken en aşağı derekeye düştüğünü gösterir.
Besbelli ki kadının davet ettiği bayanlar da sosyete-
nin üst mevkilerine mensup olmalıdır. Aşkına müb-
tela olduğu kimsenin ne kadar genç ve yakışıklı oldu-
ğunu göstermek amacıyla sevgilisini hiç çekinmeden
misafirlerinin huzuruna çıkarması bu gösteride işti-
rak edilmeyen hiçbir şeyin olmadığını gösterir. Hoş,
davetli bayanlar kadını takdir etmemişlerdir; fakat
122 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

öyle görünüyor ki kadının yerine kendileri de olsa


aynı şeyi yapacaklarmış.
Hepsinden öte ev sahibesinin açıkça “Kuşkusuz
onu kendime ram etmek istedim ama o benden kur-
tulmayı başardı. Fakat ondan vazgeçecek değilim.
Eğer kendisinden istediğim şeyi yapmazsa onu zin-
dana atacağım ve küçük düşenlerden olacak” sözleri-
nin hayasızlık ifade ettiğini hissetmemişlerdi bile.
Ayrıca bu, moderm Batı toplumunun ve onun batılı-
laşmış doğulu takipçilerinin kadına “özgürlük” ver-
mekle övünmelerini de haksız çıkarmaktadır. Çünkü
bu “ilerleme” yeni bir hadise değildir. Çünkü bu mo-
da bundan binlerce yıl önce Mısır’da tüm haşmetiyle
yürürlükteydi.
“(Yusuf) Dedi ki: “Rabbim, zindan, bunların beni
kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir.
Onların kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan,
onlara (korkarım) eğilim gösterir, (böylece) cahiller-
den olurum.”
28. Hz. Yusuf’un bu duasının anlamını tamamiyle
kavrayabilmek için içinde yaşadığı dönemin şartla-
rını veren zihni bir tablo çizmemiz gerekecektir. Bu
pasajın ışığında tablonun şöyle birşey olması gere-
kiyor: Çiçeği burnunda, yirmi yaşında yakışıklı bir
genç var. Zorla köleleştirilip sürülmek suretiyle Mı-
sır’a getirilmiş. Çöl hayatının kendisine kazandırdı-
ğı sağlık ve dinçlikle mücehhez... Talih kendisini,
döneminde dünyanın en medeni ülkesinin başken-
tinde üst tabakadan bir bürokratın evine yerleştiri-
yor. Gece gündüz içinde yaşamak zorunda olduğu
Yusuf Peygamberin Duası | 123

evin hanımı kendisine aşık oluyor ve onu tahrik


edip baştan çıkarmaya çalışıyor. Yakışıklılığı kentte
dillere destan oluyor ve kentin diğer kadınları da
kendisine meylediyorlar. Şimdi, can alıcı durum işte
tam buradadır. Her tarafı kendisini ansızın kıskaca
alıp yakalayacak yüzlerce cazip tuzakla çevrilidir.
Insanı̂ duygularını galeyana getirip, cezbedecek
tüm vasıtalar devreye sokulmuştur. Her gittiği yer-
de tüm cazibe ve büyüsüyle bir pusu ve pusunun al-
tında yatan günahla karşı karşıyadır.
Tüm pusular onu gaflete düşürüp kendi içlerine
çekmek için fırsat kollamaktadırlar. Şartlar onu gü-
naha teşvik etmektedir hep. Fakat bu muttaki genç
adam başarıyla bu imtihandan geçer, zikre şayan bir
nefs murakabesiyle Şeytan’ın iğvasından kurtulur.
Fakat zikre şayan olan daha önemli bir durum vardır
ki, böylesi kışkırtıcı şartlar altında gösterebildiği tak-
va örneği onda hiçbir gurur hissi uyandırmaz. Diğer
taraftan Rabbine kendisini günah tuzaklarından ko-
ruması için tam bir teslimiyetle yakarır. Çünkü insa-
noğlunun bu konudaki ortak zaafını bilmektedir:
“Rabbim ben zayıfım, sonunda bu tahriklerin dayan-
ma gücümü aşmasından korkarım. Beni tuzağına çe-
ken bu tür bir günahı işlemektense zindana girmeyi
tercih ederim.”
Aslında bu, Hz. Yusuf’un eğitimi için oldukça kri-
tik ve önemli bir dönemdi; bu sıkı imtihan o zamana
dek kendisinin bile farkında olmadığı bilkuvve ha-
lindeki erdemleri bilfiil hale getirmişti. Bütün bun-
lardan sonra anladı ki, Allah kendisine tevazuun,
124 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

sadakatın,takvanın, izzetin, adaletin, murakabenin


ve ruhi dengenin en mükemmel niteliklerini bahşet-
miştir ve o da bu niteliklerini Mısır’da iktidarı ele
geçirdiğinde tam tekmil kullanmıştır.
“Böylece Rabbi, onun duasını kabul etti ve onların
hileli düzenlerini kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü O,
işitendir, bilendir.”
Allah, kendisine pusu kuran tüm vasıtaları etkisiz
hale getirmek suretiyle Hz. Yusuf’u onların tuzakla-
rından uzaklaştırdı. Bu ayetin ihtiva ettiği bir şey da-
ha vardır: Allah onların tuzak ve tahriklerinden Hz.
Yusuf’u korumak için ona zindan kapılarını açtı.
HERŞEY ALLAH’I TESBİH EDER

G
“ örmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve di-
zi dizi uçmakta olan kuşlar, gerçekten Allah’ı
tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve
tesbihini hiç şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlemek-
te olduklarını bilendir. Göklerin ve yerin mülkü Al-
lah’ındır ve dönüş yalnızca O’nadır. Görmedin mi ki,
Allah bulutları sürmekte, sonra aralarını birleştirmek-
te, sonra da onları üst üste yığmaktadır; böylece, yağ-
murun bunların arasından akıp-çıktığını görürsün.
Gökten içinde dolu bulunan dağlar (gibi bulutlar) indi-
riverir, onu dilediğine isabet ettirir de, dilediğinden
onu çevirir; şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri ka-
maştırıp götürüverecektir. Allah, gece ile gündüzü evi-
rip çevirir. Hiç şüphesiz, bunda basiret sahipleri için
birer ibret vardır. Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte
bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimileri iki
ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üze-
rinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüp-
he yok Allah, her şeye güç yetirendir. Andolsun biz,
açıklayıcı ayetler indirdik. Allah, dilediğini doğru yola
126 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

yöneltip-iletir. Onlar derler ki: “Allah’a ve Resule iman


ettik ve itaat ettik” sonra da bunun ardından onlardan
bir grup sırt çevirir. Bunlar iman etmiş değildirler.”
(Nur, 41-47)
“Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi
dizi uçmakta olan kuşlar, gerçekten Allah’ı tesbih et-
mektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini hiç şüp-
hesiz bilmiştir. Allah, onların işlemekte olduklarını bi-
lendir. Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır ve dönüş
yalnızca O’nadır.”
Allah’ın Nuru’nu ancak takva sahibi müminler ala-
bilir ve algılayabilir. Diğerleri, her yeri kuşatan ve
herşeyi saran Nur’a rağmen kör gibi karanlıklar için-
de yalpalayıp dururlar. Burada, Nur’a götüren sayısız
ayetler, işaretlerden yalnızca birkaçı yeri geldiği için
anılmaktadır. Ancak kalb gözü açık olan kişi bunları
görür ve Allah’ın her an çevresinde faaliyette bulun-
duğunu farkeder. Fakat, kalbleri kör olanlar ve yal-
nızca duyu organı gözleriyle görebilenler biyolojiyi,
zoolojiyi ve dünya üzerinde faaliyette olan diğer bi-
limleri görebilir, ancak her yerde etkilerini gösteren
Allah’ın ayetlerini hiç bir yerde görüp tanıyamazlar.
“Görmedin mi ki, Allah bulutları sürmekte, sonra
aralarını birleştirmekte, sonra da onları üst üste yığ-
maktadır; böylece, yağmurun bunların arasından
akıp-çıktığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan
dağlar (gibi bulutlar) indiriverir, onu dilediğine isabet
ettirir de, dilediğinden onu çevirir; şimşeğinin parıltısı
neredeyse gözleri kamaştırıp götürüverecektir.”
Mecazi kullanımdaki “göklerdeki dağlar” ifadesin-
den donmuş bulutlar kastedilmiş olabilir. Ayrıca,
Herşey Allah’ı Tesbih Eder | 127

göklere uzanan ve karla kaplı doruklarının, bulutlar-


da dolu fırtınalarıyla sonuçlanan yoğunlaşmalara ne-
den olduğu yüksek dağlar da kastedilmiş olabilir.
“Allah, gece ile gündüzü evirip çevirir. Hiç şüphesiz,
bunda basiret sahipleri için birer ibret vardır. Allah,
her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı
üzerinde yürümekte, kimileri iki ayağı üzerinde yürü-
mekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Al-
lah, dilediğini yaratır. Hiç şüphe yok Allah, her şeye
güç yetirendir. Andolsun biz, açıklayıcı ayetler indir-
dik. Allah, dilediğini doğru yola yöneltip-iletir. Onlar
derler ki: “Allah’a ve Resule iman ettik ve itaat ettik”
sonra da bunun ardından onlardan bir grup sırt çevi-
rir. Bunlar iman etmiş değildirler.
Yani, itaattan yüz çevirmeleri, mümin oldukları id-
dialarını yalanlamakta ve davranışları iman ve Islâm
ikrarlarının sahte olduğunu açığa vurmaktadır.
HER HALUKARDA ALLAH’I ZİKRETMEK

O
“ nların yanları (gece namazına kalkmak için)
yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve
umutla dua ederler ve kendilerine rızık ola-
rak verdiklerimizden infak ederler. Artık hiç bir nefis,
yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, kendileri
için gözler aydınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin)
saklandığını bilmez. Öyleyse, iman eden kimse, fasık
olan gibi olur mu? Bunlar eşit olmazlar. İman eden ve
salih amellerde bulunanlar ise, artık onlar için yaptık-
larınıza karşılık olmak üzere, bir ağırlanma konağı
olarak barınma cennetleri vardır. Fasık olanlar içinse,
artık onların da barınma yeri ateştir. Oradan her çık-
mak istediklerinde, oraya geri çevrilirler ve onlara:
“Kendisini yalanlamakta olduğunuz ateş azabını ta-
dın” denir. Andolsun, biz onlara belki (küfürden İs-
lam’a) dönerler diye o büyük (uhrevi) azabtan önce,
yakın (dünyevi) azabtan da tattıracağız.” (Secde, 16-21)
“Onların yanları (gece namazına kalkmak için) ya-
taklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla dua
ederler.”
130 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Yani, Onlar geceleri zevk ve sefa alemleri ile işret


etmek yerine Rabb’lerine itaat ederler. Dünyaperest-
ler gibi günün yorgunluk, iş ve zahmetini üzerlerin-
den atmak için geceleri müzik ve dans partileri, içki
ve işret meclisleri peşinde koşmazlar. Bunun yerine
günlerini, iş ve görevlerinden fâriğ oldukları zaman
kendilerini Rabblerine ibadete vakfederek, geceleri-
ni O’nu anarak, O’nun korkusuyla ürpererek ve tüm
umutlarını O’na hasrederek geçirirler.”
“Yataklarını terkedenler” ifadesi onların bütün ge-
ce uyumadığı anlamına değil, gecenin bir kısmını Al-
lah’a ibadetle geçirdikleri anlamınadır.
“...ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden in-
fak ederler.”
Kök anlamı itibariyle “rızk”, şer’i ve helâl emtiadır.
Şer’i olmayan haram emtia Allah tarafından hiçbir
yerde “rızk” olarak anılmaz, şu halde ayetin anlamı
şöyledir: “Onlar az ya da çok kendilerine verdiğimiz
temiz emtiadan harcarlar; israf etmezler ve kendi
aşırı harcamalarını karşılamak için helâl olmayan
servete el uzatmazlar.”
“Artık hiç bir nefis, yapmakta olduklarına karşılık
olmak üzere, kendileri için gözler aydınlığı olarak ne-
lerin (sayısız nimetlerin) saklandığını bilmez.”
Buhari, Müslim, Tirmizi ve Imam Ahmed’in Ebu
Hüreyre’den farklı kanallarla rivayet ettikleri hadise
göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Allah şöyle di-
yor: “Ben muttaki kullarım için hiçbir gözün görme-
diği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin şa-
hid olmadığı şeyler hazırlamışımdır.” Aynı sözler
Her Halukarda Allah’ı Zikretmek | 131

küçük bir farkla Hz. Ebu Said el-Hudri, Muğire bin


Şu’be ve Sa’da es-Sâidi tarafından Rasûlululah’tan ri-
vayet edilmiş ve Müslim, Ahmed, Ibn Cerir ve Tirmizi
tarafından senedi sahih addedilmiştir.
“Öyleyse, iman eden kimse, fasık...”
Burada “mümin” (inanmak) ve “fasık” (günahkâr)
iki zıt terim olarak kullanılmaktadır. Mümin Allah’a:
Rabbi, Bir ve Tek Ilâh’ı olarak inanan ve Allah’ın pey-
gamberleri aracılığıyla gönderdiği yasaya itaat eden
kimsedir. Buna mukabil fasık, fısk (itaatsizlik, isyan,
başıbozukluk ve Allah’tan başkalarına itaat) tavrını
benimseyenlerdir.
“...olan gibi olur mu? Bunlar eşit olmazlar.”
Yani, “Onlar ne bu dünyada aynı düşünce ve yaşa-
yış tarzına sahip olabilirler, ne de ahirette Allah tara-
fından aynı muameleyi görürler.”
“Bunlar eşit olmazlar. İman eden ve salih amellerde
bulunanlar ise, artık onlar için yaptıklarınıza karşılık
olmak üzere, bir ağırlanma konağı olarak barınma
cennetleri vardır.”
Yani, “Cennetler, onlar için yalnızca zevk vasıtası
olmakla kalmayacak, içinde daima yaşayacakları
menzilleri de olacaktır.”
“Fasık olanlar içinse, artık onların da barınma yeri
ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri
çevrilirler ve onlara: “Kendisini yalanlamakta olduğu-
nuz ateş azabını tadın” denir. Andolsun, biz onlara
belki (küfürden İslam’a) dönerler diye o büyük (uhre-
vi) azabtan önce, yakın (dünyevi) azabtan da tattıra-
cağız.”
132 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

“Daha büyük azab” ahiret azabıdır; küfür ve isyan-


larının sonucu olarak mücrimlerin tadacağı azap...”
Daha hafif -dozda- azap” ise, insanın bu dünya haya-
tında yakınların ve sevgililerin ölümü, ciddi kazalar,
kayıplar, başarısızlıklar... türünden ferdin uğradığı
musibetler ile fırtına, deprem, sel, salgın hastalık, kıt-
lık, anarşi, savaşlar türünden yüzbinlerce insanın ay-
nı anda maruz kaldığı benzer birçok felâketlerdir. Bu
felâketlerin gönderilmesiyle ilgili olarak zikredilen
hikmet, insanların “azab-ı ekber” denen felakete kar-
şı duyarlı olması ve sonuçta bu büyük azabı çağıran
hayat tarzından vazgeçmesidir. Diğer deyişle maksat
şudur: Allah insanı tam bir sükûnet içinde yaşasın da,
kendisi üzerinde, kendisine zarar verebilecek hiçbir
gücün bulunmadığı vehimine kapılmasın diye, tam
bir emniyet hissi içinde yaşatmaz. Fakat Allah gerek
ferdler, gerekse toplumlar üzerine gönderdiği hafif
dozajlı azapların zamanlamasını öylesine ayarlar ki,
bu, insanın çaresiz olduğu, kendi üzerinde kendi
mülkünü yöneten bir Kadir-i Mutlak’ın bulunduğu
hissini sürekli canlı tutar. Bu felâketler her ferde,
topluluk ve topluma, kendi üzerlerinde kaderlerine
hükmeden başka bir kudretin olduğunu hatırlatır.
Herşey insanın koyduğu yerde bırakılmaz. Gerçek
kudret, Kadir-i Mutlak’ın elindedir. O’ndan insana bir
musibet indiğinde ne sun’i bir yolla önüne geçebilir-
sin onun, ne de bir cinni, ruhu, tanrıyı, tanrıçayı, pey-
gamberleri ya da veliyi seni kurtarması için yardıma
çağırabilirsin; faydasızdır. Bu açıdan değerlendirildi-
ğinde bu musibetler yalnızca birer felaket değil,
Her Halukarda Allah’ı Zikretmek | 133

insanı hakikat karşısında şuurlu kılmak ve onu ve-


himlerinden uzaklaştırmak için Allah’ın gönderdiği
uyarılardır. Eğer insan bunlardan ibret alıp da iman
ve amelini bu dünyada düzeltirse Allah’ın ahiretteki
daha büyük azabına düçar olmayacaktır.
“Ey iman edenler, çokça zikretmek suretiyle Allah’ı
zikredin. Ve O’nu sabah ve akşam tesbih edin. O’dur ki,
sizi karanlıklardan nura çıkarmak için size rahmet et-
mekten; melekleri de (size dua etmektedir) . O, mü’min-
leri çok esirgeyicidir. O’na kavuşacakları gün, onların
dirlik temennileri: “Selam”dır. Ve O, onlara üstün bir
ecir hazırlamıştır. Ey Peygamber, gerçekten biz seni
bir şahid, bir müjde verici ve bir uyarıcı-korkutucu
olarak gönderdik. Ve kendi izniyle Allah’a çağıran ve
nur saçan bir çerağ olarak (gönderdik).” (Ahzab, 41-46)
“Ey iman edenler, çokça zikretmek suretiyle Allah’ı
zikredin. Ve O’nu sabah ve akşam tesbih edin.”
Burada Müslümanlara şu talimat verilmektedir:
Allah’ın Islâm düşmanlarından alay ve suçlamalara
maruz kaldığı ve onun şahsı̂ misyonunu engellemek
için bir karşı propaganda hedefi yapıldığı zaman,
müminler ne bu saçmalıkları ilgisizce dinlemeli, ne
düşmanların yaydığı şüphe ve tereddütlere kapılma-
lı, ne de karşı koymak için sert ve kötü bir dil kullan-
malıdırlar. Bilakis Allah’a dönmeli ve özel bir önlem
olarak O’nu her zamankinden daha fazla zikretmeli-
dirler. “Allah’ı sabah, akşam tesbih etmek”, sadece,
tesbihteki taneleri saymak değil, O’nu sürekli tesbih
etmek, O’nun yücelik ve azametini dil ve kalp ile sü-
rekli ifade etmek demektir.
134 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

“O’dur ki, sizi karanlıklardan nura çıkarmak için si-


ze rahmet etmekten; melekleri de (size dua etmekte-
dir) . O, mü’minleri çok esirgeyicidir.”
Burada Müslümanların şu gerçeği farketmesi is-
tenmektedir: “Kafirlerin ve münafıkların size karşı
beslediği kin ve kıskançlık, sadece Allah’ın, size Rasû-
lü aracılığı ile indirdiği rahmet nedeniyledir. Siz
O’nun sayesinde imanla müşerref oldunuz, küfür ve
cahiliyenin karanlığından Islâm’ın aydınlığına çıktı-
nız ve O’nun sayesinde sizi diğer insanlardan ayıran
ahlâkı̂ ve toplumsal mükemmel bir nitelik ve şahsi-
yet geliştirdiniz. Işte bu nedenle kıskanç insanlar Al-
lah’ın Rasûlüne karşı kin ve düşmanlık besliyorlar.
Fakat, bu durumda sizi Allah’ın rahmetinden uzak-
laştıracak ters bir tavır içinde olmamanız gerekir.”
Salât kelimesi Allah tarafından alâ takısı ile kullar
için kullanıldığında, rahmet, mağfiret ve bağışlama an-
lamına gelir. Melekler tarafından insanlar için kullanıl-
dığında ise merhamet edilmesi için dua anlamına gelir.
Yani melekler, Allah’a insanları bağışlaması, onlara
merhamet etmesi için dua ederler. Yusalli aleyküm’ün
bir diğer anlamı da şöyledir: “Allah size insanlar arasın-
da şöhret sahibi olmak, tanınmak gibi nimetler lütfeder
ve sizi öyle yüce bir makama yükseltir ki, insanlar sizi
övmeye ve melekler size sena etmeye başlarlar.”
“O’na kavuşacakları gün, onların dirlik temennileri:
“Selam”dır.”
Bunun üç anlamı olabilir:
1) Allah bizzat kendisi onları “selam üzerinize ol-
sun” diye karşılayacaktır. Yâsı̂n Sûresi 58. ayette
Her Halukarda Allah’ı Zikretmek | 135

olduğu gibi: “... Onlara çok merhametli Rablerinden


bir ‘selam’ vardır.”
2) Nahl Suresi 32. ayette denildiği gibi melekler
onları selamlayacaktır: “Ki bunlar, meleklerin pak ve
asude olarak canlarını alacakları kimselerdir. Melek-
ler onlara: ‘Selam size, yaptıklarınıza karşılık girin
cennete’ derler.”
3) Yunus Suresi 10. ayette belirtildiği gibi mümin-
ler birbirlerine selam vereceklerdir: “Oradaki duala-
rı: ‘Allah’ım sen ne yücesin’dir. Ve orada: dirlik temen-
nileri ‘selam sana’dır, dualarının sonu da ‘Hamd alem-
lerin Rabbi olan Allah’ındır’.”
“Ey Peygamber, gerçekten biz seni bir şahid...”
Müminlere tavsiyelerde bulunduktan sonra Allah,
Peygamberine teselli edici şeyler söylemektedir: “Biz
sana böyle yüce bir makam lütfettik ve seni şerefli bir
mevkiye yükselttik. Düşmanların iftira ve suçlama
propagandalarıyla sana hiçbir zarar veremezler. Bu
nedenle onların bu fitnelerine gönül koymamalı, pro-
pagandalarına da önem vermemelisin. Onlar ne söy-
lerlerse söylesinler, sen görevini ifa etmeye devam et-
melisin.” Bunun yanısıra hem kafirlere, hem de
mü’minlere, hakkında konuştukları şahsın sıradan bir
kimse olmadığı, Allah’ın yüce mevki ve makamlar lüt-
fettiği değerli bir şahıs olduğu da söylenmektedir.
Peygamber’in şahit olmasının anlamı çok geniştir.
Uç tür şehadeti kapsar:
1) Sözlü şehadet: Yani Peygamber, Allah’ın dininin
temel dayanakları olan ilkelerin gerçekliğine şehadet
etmeli, bunların hak, buna aykırı olan herşeyin ise
136 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

batıl olduğunu açıkça söylemelidir. Korku ve tereddü-


te kapılmaksızın Allah’ın varlığını, birliğini, meleklerin
varlığını, vahyi, öldükten sonra hayatın varolduğunu,
cenneti, cehennemi, insanlara garip görünse, onunla
alay etseler bile açıkça ilan etmelidir. Aynı şekilde
Peygamber, Allah’ın kendisine vahyettiği sosyal hayat,
medeniyet ve ahlâkın temelini oluşturan kavram, ilke,
değer ve kuralları bütün dünya bunları yanlış kabul
etse ve praktikte karşı gelse bile insanlara açıkça gös-
termeli; varolan veya bu ilkelere ters düşen kavram ve
düşünceleri reddetmelidir. Peygamber, Allah’ın ka-
nunlarına göre ne haramsa -bütün dünya o şeyi helal
kabul etse bile- onu haram ilan etmeli ve Allah’ın ka-
nunlarına göre ne helalse -bütün dünya o şeyi haram
kabul etse bile- onu helal ilan etmelidir.
2) Uygulamada şehadeti: Yani Peygamber, bütün
insanlara sunmak üzere görevlendirildiği şeyleri illa
önce kendi nefsinde uygulayarak göstermelidir.
Onun hayatı, kötü dediği şeylerden uzak olmalı ve ki-
şiliği iyi, mükemmel diye adlandırdığı davranışları
yansıtmalıdır. Farz dediklerini ilk önce kendisi yap-
malı, günah dediklerinden sakınmaya en fazla kendi-
si dikkat etmelidir. Onun karakter ve davranışları,
davetinde ne kadar samimi olduğuna şehadet etme-
lidir. Onun şahsı, getirdiği talimatın öyle bir modeli
olmalıdır ki, onu gören bir kimse, tüm dünya, davet
ettiği iman ile nasıl bir insan oluşturmak istediğini, o
insana nasıl bir karakter yerleştireceğini ve bu insan
sayesinde dünyada nasıl bir hayat tarzı, nasıl bir sis-
tem kuracağını hemen anlayabilmelidir.
Her Halukarda Allah’ı Zikretmek | 137

3) Ahirette şehadet: Ahirette Allah’ın mahkemesi


kurulduğunda, Peygamber, hiçbir eksiltme ve değiş-
tirme yapmaksızın kendisine emanet edilen tebliği in-
sanlara ulaştırdığına ve gerek söz, gerekse davranış
olarak insanlara hakkı açıklamamakta hiçbir zayıflık
ve kaypaklık göstermediğine şehadet edecektir. Bu şe-
hadete dayanılarak müminlerin hangi mükafatı, kafir-
lerin ise hangi cezayı hakettikleri belirlenecektir.
Buradan, Allah’ın Peygamberi şahit kılarak ona
nasıl büyük bir sorumluluk yüklediği ve bu yüce ma-
kama layık olan şahsın ne kadar büyük bir şahsiyet
olduğu fikri ortaya çıkmaktadır. Dinle ilgili Hz. Pey-
gamber’in sözlü olarak ve uygulamada şehadet etme
konusunda hiçbir gevşeklik ve ihmal göstermediği
sabittir. Işte bu nedenle, o, insanlara hakkı ve Allah’ın
kendilerini nasıl bir hesaba çekeceğini açıkça tebliğ
ettiği hususunda şahitlik edebilecektir.
Aksi takdirde eğer Hz. Peygamber -Allah korusun-
bu dünyada sözlü ve uygulamalı şehadetinde bir gev-
şeklik ve ihmal göstermiş olsaydı, ne ahirette insan-
lar aleyhine şahitlik yapabilir, ne de hakkı inkâr
edenler için bir mahkeme kurulabilir.
Bazı insanlar “şahitlik” kelimesine başka bir an-
lam vermişlerdir. Onlar, Hz. Peygamber’in ahirette
insanların amel ve davranışlarına şehadet edeceğini
söylerler. Buradan yola çıkarak, Hz. Peygamber’in
bütün insanların amellerini gözlediği, aksi takdirde
bu konuda şahitlik yapmayacağı sonucuna varmış-
lardır. Fakat Kur’an’a göre bu yorum tamamen yan-
lıştır. Kur’an, Allah’ın insanların amellerini
138 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

kaydetmek için değişik bir sistem kurduğunu söyler.


Bu amaçla Allah’ın melekleri herkes için ayrı bir amel
defteri hazırlamaktadırlar. Bundan başka insanların
kendi uzuvları işledikleri şeylere şahitlik edecektir.
Peygamberlere gelince, onlar insanların yaptıkla-
rına şahitlik etmeyecekler, sadece kendilerinin hakkı
tam anlamıyla insanlara tebliğ ettiklerine şehadet
edeceklerdir. Kur’an şöyle der: “Allah, peygamberleri
topladığı gün: ‘Size ne cevap verildi?’ diye sorar. Onlar
da: ‘Bizim bilgimiz yok, muhakkak sen gaybları en iyi
bilensin.’ derler.” (Maide, 109)
Aynı konuda Kur’an, Hz. Isa’ya Hıristiyanların sa-
pıklıkları hakkında sorulduğunda onun şu cevabı ve-
receğini söyler: “İçlerinde kaldığım sürece üzerlerinde
şahittim. Ne zamanki beni vefat ettirdin, üzerlerinde
sen gözetleyeci oldun.” (Maide, 117)
Bu ayetler açıkça peygamberlerin insanların amel-
lerine şahitlik etmeyeceğini göstermektedir. Onların
neye şahitlik edecekleri konusunda ise Kur’an açıkça
şöyle der:
“Ey Müslümanlar, böylece sizi vasat ümmet yaptık
ki, insanlara şahit olasınız. Peygamber de size şahit ol-
sun.” (Bakara, 143)
“(Ey Muhammed! Uyar) O gün her ümmetin içinden
kendilerine bir şahit getireceğiz. Aynı şekilde seni de
bunların üzerine şahit getireceğiz.” (Nahl, 89)
Bu, kıyamet gününde Hz. Peygamber’in şehadeti-
nin doğal olarak Hz. Peygamber’in ümmetinin şeha-
detinden ve bütün diğer ümmetlerin şehadetinden
farklı olmayacağını göstermektedir. Eğer bu,
Her Halukarda Allah’ı Zikretmek | 139

amellerle ilgili bir şahitlik olsaydı, o zaman bütün bir


ümmetlerin ameller üzerinde gözcü olması gerekir-
di. Bu şahitler Allah’ın mesajının insanlara ulaşıp
ulaşmadığına şahitlik edeceklerine göre, Hz. Pey-
gamber de aynı konuda şahitlik edecektir.
Aynı nokta, Buhari, Müslim, Tirmizi, Ibn Mace, Imam
Ahmed ve diğer muhaddislerin Abdullan bin Mes’ud,
Abdullan Ibn Abbas, Ebu’d-Derda, Enes bin Malik ve di-
ğer birçok sahabeden (Allah hepsinden razı olsun) riva-
yet ettikleri bir hadis tarafından da desteklenmektedir:
“Hz. Peygamber kıyamet gününde bazı ashabının geti-
rildiğini görecektir. Fakat onlar Peygamber’in yanına
geleceklerine, ya başka tarafa gidecekler veya zorla iti-
leceklerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Allah’ım,
onlar benim ashabım’ diyecektir. Allah da: ‘Sen onların
senden sonra neler yaptıklarını bilmiyorsun’ buyura-
caktır.” Bu hadis çok sayıda sahabe ve birçok zincirle ri-
vayet edilmiştir. Oyle ki hadisin sıhati konusunda hiçbir
şüphe yoktur. Bu da, Hz. Peygamber’in ümmetinden her
ferde ve o ferdin bütün amellerine şahit olmadığını gös-
termektedir. Ummetinden kimselerin amellerinin ona
arz edileceğini bildiren hadis de bununla muhalefet et-
memektedir. Çünkü bu hadis, Allah’ın Peygamberi’ne
ümmetinin amelleriyle ilgili bilgi verdiğini bildirmekte-
dir, yoksa Hz. Peygamber’in bizzat ümmetinden her fer-
din amellerini gözlemekte olduğu anlamına gelmez.
“...bir müjde verici ve bir uyarıcı-korkutucu olarak
gönderdik.”
Bir kimsenin sadece kişisel kapasitesi ile başkalarını,
iman ve salih amellerin sonucu olan iyi bir akıbetle
140 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

müjdeleyip, küfür ve kötü amellerin sonucu olan kötü


akibetle korkutmasının başka, Allah tarafından ahirette-
ki iyi sonla müjdeleyip kötü sonla korkutması için görev-
lendirilmesinin başka bir şey olduğuna dikkat edilmeli-
dir. Allah tarafından bu göreve atanan kimse, müjdele-
me ve uyarıp-korkutma konusunda bir yetkiye sahiptir.
Bu da onun bu müjdelemesinin ve korkutmasının meş-
ruiyet temelini teşkil eder. Onun bir amel hakkında müj-
de vermesi, onu gönderen büyük Hakim’in bu ameli tas-
dik ettiği ve buna bir mükafatla karşılık vereceği, bu ne-
denle de ya farz, ya vacip, ya da müstehap olduğu, yani
yapana mutlaka mükafat verileceği anlamına gelir. diğer
taraftan onun bir korkutması, yaratıcının onu yasakladı-
ğı, bu nedenle onun günah veya haram olduğu ve bu
ameli işleyişinin mutlaka cezalandırılacağı anlamına ge-
lir. Allah tarafından tayin edilmeyen bir kimsenin müjde
ve uyarılarının ise böyle bir otorite ve dayanağı yoktur.
“Ve kendi izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir
çerağ olarak (gönderdik).”
Burada da, yukarıda işaret edildiği gibi sıradan bir
insanla Peygamber’in tebliği arasındaki farka değinil-
mektedir. Her tebliğci Allah’a çağırabilir fakat Allah ta-
rafından tayin edilmemiştir. Bunun aksine bir Peygam-
ber, ancak Allah’ın izni ile insanları Allah’a çağırabilir.
Onun çağrısı sadece bir tebliğ değildir, aynı zamanda
onu gönderen Alemlerin Rabbinin verdiği yetkinin des-
teğine de sahiptir. Işte bu nedenle Allah’a çağıran da-
vetçiye karşı çıkmak, nasıl hükümet görevini ifa eden
bir memura karşı çıkmak, hükümete karşı çıkmak sayı-
lırsa, bizzat Allah’a karşı çıkmak olarak kabul edilir.
ALLAH’IN HUZURUNDA DUA EDERKEN
ELLERİN KALDIRILMASI

S
ORU: Mahallemizdeki insanlar arasında na-
mazdan sonra el kaldırıp dua ettiğim için be-
nim aleyhime atılıp tutuluyor. Buradaki insan-
ların çoğunluğu, ayırdedici şiarı duada el kaldırmak
olan bir meşrebin tabileri. Bu beyefendiler bana iti-
raz ederken:
“Rabb’inize yalvararak ve gizlice dua edin” (A’râf, 55)
ayetini delil gösteriyorlar ve bu ayet mucibince duada
gizliliğe son derece itina gösterilmesi gerektiğini iddia
ediyorlar. Onlara göre bu ayet hilanna el kaldırmakla
duada gizlilik kayboluyor. Bu yüzden duada el kaldır-
mak Kur’an-ı Kerimin emrettiğinin dışına çıkmak de-
mektir. Yine, onlara göre hadislerde Peygamberimizin
duada ellerini kaldırdığına dair açık bir işaret de yok!
Şimdi halk delillerden birşey anlamıyor. Benden körü
körüne uymam isteniyor. Nitekim, bana açık açık on-
ların cemaatiyle birlikte namaz kılmaya hakkım olma-
dığı söylendi. Bu hükmü benim üzerimde uygulayan-
lar arasında, eğitim-öğretim görmüş kişiler de var.
142 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Bütün bunlar bir cahiliye göstergesi olduğundan o ka-


dar önemli değil. Onceden zikrettiğimiz ayetin aydın-
lığında, bana asıl meseleyi açıklar mısınız?
CEVAP: O beylerden şunu sorunuz: “Rabb’inize acz
içerisinde ve gizlice dua edin” ayeti eğer onların iddia
ettiği gibi anlaşılacak olursa; namaz için yüksek sesle
ezan okumak, halkın açık mescidlerde toplanması,
sonra cemaatle namaz kılma, daha sonra namazda
açık Kur’an okumak, bütün bunlar ayet-i kerimeye ay-
kırı düşmez mi? Namaz da aslında bir duadır. Eğer dua
sadece gizli yapılan, hiçbir şekilde açığa vurulmaması
gereken bir niyaz, bir yakarış ise, o zaman cemaatle kı-
lınan bütün namazlar bu ayetin anlamına zıt düşer.
Dahası o beyefendilerin söylemiş oldukları şeyler
Sünnetin de hilafınadır. Hadiste biz, Rasûlullah’ın:
“Allah’a dua edildiği zaman eller kaldırılarak dua edil-
sin ve dua bitirilince eller yüze sürülsün” buyruğuyla
karşılaşıyoruz. Ebu Davud, Tirmizı̂ ve Beyhaki’de bu
mânâda birçok rivayet vardır. Bir hadiste Selmân-ı
Farisı̂ şöyle rivayet ediyor:
“Rabb’iniz büyük haya ve kerem sahibidir. Kul,
önünde el kaldırdığı zaman onun elini boş çevirmek-
ten haya eder.”
Hz.Omer ise başka bir rivayeti şöyle aktarıyor:
“Nebı̂ (sallallahu aleyhi ve sellem) dua ettiği zaman elleri-
ni kaldırıp da dua ederdi ve daha sonra ellerini yüzü-
ne sürerdi.”
Hakim Müstedrek’inde Hz. Ali’den şunu aktarıyor:
“Duada elleri kaldırmak Allah önünde acizlik ve mes-
kenetin izharı içindir.”
Allah’ın Huzurunda Dua Ederken Ellerin Kaldırılması | 143

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) za-


manında, cemaat halinde kılman namazdan sonra,
günümüzde olduğu gibi imam ve cemaatin toplu ola-
rak ellerini kaldırıp dua etmeleri söz konusu değildi.
Buna dayanarak bazı alimler bu usulü bidat olarak
tanımlamışlardır. Ama ben, eğer kesinlikle ellerin
kaldırılması istenmiyorsa, ellerini kaldıranlar da
ayıplanmıyorsa ve zaman zaman kasden terkedilme-
sinde bir sakınca görülmüyorsa bu uygulamanın ni-
çin bid’at olarak nitelendirildiğini anlamıyorum. Al-
lah Teâlâ’ya dua etmek hangi şekilde olursa olsun,
hiçbir zaman kötü bir fiil olamaz.
DUADA DİN BÜYÜKLERİNİ VESİLE YAPMAK

S
ORU: Bir defasında “Filanca kişinin hürmeti-
ne... filancanın yüceliğine...” diyerek dua etme-
nin Islâm’da yeri var mı diye sormuştum. Siz
de sûfilerin genellikle bunu yaptıklarını belirtmiş, fa-
kat Kitap ve Sünnet’te hakkında bir hükmün olmadı-
ğını söylemiştiniz.
Oysa Bakara Sûresi’nde, ehl-i kitap hakkında: “Hz.
Peygamberin risaletinden önce yahudiler kâfirler üs-
tüne zafer duaları ediyorlardı” (Bakara, 89) buyurul-
maktadır.
Imam Râğıb Müfredat adlı eserinde bu ayetin tef-
sirini yaparken diyor ki:
“Onlar Hz. Peygamber’in risaletini vesile yaparak
dua ederlerdi. Hatta yahudilerin ‘Bize putperestlere
karşı Hz. Muhammed’in vesilesiyle zafer bağışlansın’
dedikleri rivayet edilmektedir. Yine onların Hz. Pey-
gamber’i anarak, onun vesilesiyle Allah’tan zafer di-
ledikleri de rivayet edilmiştir. “ demektedir.
Tirmizi’nin “ed-Deavât” bölümlerinde hasen sahih
garı̂b bir hadis rivayet edilmektedir: “Görmeyen bir
146 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

kişi, Hz. Peygamber’e gelip acısının bitmesi için ken-


disine dua etmesini istedi. Peygamber Efendimiz; is-
tiyorsan dua ederim, fakat sabredebiliyorsan sabret.
Sabretmen senin için daha iyidir” buyurdu. Ama o ki-
şi duâ etmesini istedi. Hz. Peygamber de ona abdest
almasını söyledi. Sonra da şu duayı öğretti:
“Ey Allah’ım! Ben, Rasûl’ün Muhammed aracılığıy-
la sana dua ediyorum. Sana yöneliyorum. Ey Rabbim!
Sana bir ihtiyacım nedeniyle yöneldim. Sen benim ih-
tiyacımı gider. Ey Allah’ım! Hz. Peygamber’in hak-
kımdaki şefaatini kabul eyle.”
Yukarıdaki ayet ve hadisteki dua, Hz. Peygamber’i
vesile kılmayı ispatlamıyor mu? Bu delillere dayana-
rak caiz ve doğru olduğu söylenebilir mi?
CEVAP: Ben, söz konusu ayetten yahudilerin risa-
letinden önce Hz. Peygamber’i vesile yaparak kafirle-
re karşı zafer duası ettikleri anlamını çıkarmıyorum.
Imam Râğıb’ın ilk iki sözü de bu ayeti açıklıyor.
Ayrıca bu ayeti tefsir eden sahih hadislerle de karşı-
laşıyoruz.
Hz. Peygamber’in risaletinden önce yahudiler ki-
taplarında haber verilen peygamberin yüzü suyu
hürmetine dualarının kabul edilmesini Allah’tan is-
terlerdi. Gelen peygamberle kafirlere karşı üstünlük
sağlayacaklarına inanıyorlardı.
Nitekim Ibn Hişam, Mekke’de hac esnasında Medi-
neli bir kaç kişinin Hz. Peygamber ile görüştüklerini,
Hz. Peygamber’in onları Islâm’a davet ettiğini rivayet
etmektedir. O kişiler:
“Ey insanlar! Vallahi Muhammed yahudilerin sizi
Duada Din Büyüklerini Vesile Yapmak | 147

korkuttuğu rasul’dür. Sakın onlar sizden önce ona


sahip çıkmasın.” demişlerdi. 1
Ibn Hişam, bu ayetin tefsirinde Medine’deki En-
sar’ın yaşlılarından şu sözü rivayet etmektedir:
Bu ayet, bizim ile yahudiler hakkında nazil oldu. Ca-
hiliye döneminde onlardan üstündük. Biz, ehl-i şirk,
onlar da ehl-i kitap idiler. Onlar bize sık sık yakında
bir peygamber gönderileceğini, gönderiliş zamanının
geldiğini ve gelince bizleri öldüreceklerini söylerlerdi.
Fakat Allah Teâlâ rasulünü Kureyş’ten gönderdi. Biz
Hz. Peygamber’e uyduk, yahudiler de O’nu inkar etti.”
Tirmizı’den rivayet ettiğiniz hadisin muhtevası, Hz.
Peygamber’den duâ yapmasının istenmesiyle ilgilidir.
Hz. Peygamber de şu duayı yapmasını söylemişti:
“Ey Allah’ım! Ben rasulünün vesilesiyle sana haceti-
mi getirdim. Sen peygamber’inin hakkımdaki şefaatini
kabul eyle.”
Bunun anlamı, Hz. Peygamber’in haklarında dua
etmiş olmasıdır. Ayrıca ona da kendini vesile ederek
hacetini talep etmesini ve şefaatinin kabul edilmesi
için de dua etmesini bildirmiştir. Bu da çok doğal bir
durumdur.
Orneğin birisi benden filanca hakime gidip aracı
olmamı istese, ben de kendisine hâkime gitmesini,
ona kendisini benim gönderdiğimi, hatırım için ihti-
yacını giderirse memnun ve minnettar olacağımı ha-
kime söylemesini bildirsem, bunun ne sakıncası ola-
bilir.
1
Ibn Hişam, 11/70
148 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Fakat farklı bir durum da var: Bir kişi, benden ha-


bersiz ve iznimi almadan hakime gidip benim gön-
derdiğimi söyler, hacetini ifade eder.
Bu durum birincisiyle nasıl kıyaslanır?
Birinci duruma ilişkin bir hükme dayanarak ikinci
durumu da o hükmün kapsamına sokmak doğru de-
ğildir. Çünkü, hadiste ifade edilen birinci durumdur.
Ikinci durumun caiz olabilmesi için Hz. Peygamber’in
tüm müslümanlara, ihtiyaçları olduğu zaman kendini
vesile ederek dua etmeleri için izin verdiğini göste-
ren bir hadisin olması gerekir. Böyle bir hadis olsa,
her müslüman hacet talep ederken Hz. Peygamber’i
vesile yapabilirdi.
SORU: Dualara, filanın yüzü suyu hürmetine; fila-
nın hatırına gibi ziyadeler yapılmaktadır. Bu ziyade-
lerin şeriattaki yeri nedir? Rasûlullah’ın Sünneti bu
konuda ne söylüyor? Sahabe nasıl dua yapmış? Böyle
yapmakla, yani dua ederken “filanın yüzüsuyu hür-
metine “ gibi sözler söylemekle herhangi dini bir ku-
sur işlenmiş olur mu?
CEVAP: Duada, Allah’a herhangi birinin yüzüsuyu
hürmetini vasıta yapmak, O’nun ve Rasûlü’nün bize
öğrettiği bir yol değildir. Bildiğiniz gibi, Kur’an-ı Ke-
rim bu tür anlayışlardan uzaktır. Hadislerde de bu an-
layışa temel oluşturabilecek bir örnek yoktur. Duada
bu yolu uygulamış olan veya bir başkasına öğreten sa-
habeden herhangi birisini de hatırlamıyorum. Doğru-
su Alemlerin Rabbi’ne dua ederken herhangi bir kulun
yüzüsuyu hürmetini referans göstermek veya filan ku-
lun hatırı için benim istek ve ihtiyaçlarımı karşıla
Duada Din Büyüklerini Vesile Yapmak | 149

demek mânâsına gelen anlayış tarzı müslümanlara


nasıl musallat olmuş anlamakta güçlük çekiyorum.
Ben böyle yapmanın yasak olduğunu söylemiyo-
rum, sadece şu iki şeyi söylüyorum: Birincisi; bu şe-
kilde dua yapmak, Alemlerin Rabbinin bize öğrettiği
dua yapma şekline ve metoduna aykırıdır. Hz. Pey-
gamberin doğrudan doğruya ashabına öğrettiği dua
tarzına da aykırıdır. Bu sebepledir ki, bu tarz duadan
uzak durulmalıdır. Zira Peygamber, Efendimiz ve di-
ğer bütün peygamberler, Allah ile kulları arasındaki
ilişkinin ve bağın doğru şeklinin ne olduğunu açıkla-
mak için gelmişlerdir. Oyleyse onların ne uyguladık-
ları ne de öğrettikleri bir dua şekli olan bu tarz bir
dua şeklini, herhangi bir kimse uygulamaya kalkışır-
sa, şüphesiz o, muteber olan bir şekli terk edip, mu-
teber olmayan bir şekli uygulamış olur.
Ikinci olarak da, bu dua şeklinin nefrete şayan bir
yol olduğuna inanıyorum. Başka bir kişinin bu dua
şeklini benim gördüğüm gibi görmeyip başka bir açı-
dan bakması ve nefrete şayan bulmaması farklı bir
durum. Ben ne zaman bu dua şeklinin zararlarına
dikkat etsem, gözümün önüne hemen çok mert ve
çok cömert bir zat gelir: Onun kapısına gelen herhan-
gi bir insanın arzuları anında yerine getiriliyor, feyz
ve keremi herkesi kuşatıyor, her isteyen ondan dile-
diğini talep edebiliyor, lütfu herkese açık ve herkes
ona kolaylıkla ulaşabiliyor. Böyle bir zâtın karşısına
bir kişinin doğrudan gelerek: “Ey kerem sahibi, cö-
mert insan! Bana yardım et” demek yerine, filan kişi-
nin hatırına benim ihtiyaçlarımı gider demesi ne
150 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

kadar uygun düşer varın siz hesap edin. Bu isteme bi-


çiminde, o cömert kişinin merhameti ve cömertliği
sebebiyle başkalarının ihtiyaçlarım gidermediği, fa-
kat arkadaşlarının, dostlarının ve akrabalarının hatı-
rına lütuf ve ihsanda bulunduğu su-i zannı gizlidir.
Eğer bunların vasıtasıyla dua edilmezse sanki o za-
man ondan lıiç bir şey alamayacağınız zannıyla ümit-
sizliğe düşüyorsunuz.
Filanın yüzüsuyu hürmetine demek; aynı zaman-
da, istekte bulunduğunuz zâta baskı uyguladığınız
mânâsına gelir ki, siz aslında şöyle demek istiyorsu-
nuz: “Ben filan büyük insanın tavsiyesi ile geliyorum.
Benim ricamı herhangi aracısız bir insanın ricası gibi
düşünerek geri çevirmemelisiniz.” Eğer bu tarz dua
bu söylediğim anlama gelmiyorsa, ne anlama geldiği-
ni bana da öğretin. Böylece içimdeki sıkıntıdan kur-
tulacağım için memnun olurum. Fakat eğer bu tarz
duanın anlamı gerçekten benim anladığım şekildey-
se, o zaman Allah Teâlâ’nın kâmil sıfatları hakkında
doğru bilgiye sahip bir şahsın böyle bir dua tarzını
hayâl edebileceğini bile düşünemiyorum. Fıkıh alim-
leri bu dua tarzının, bu gibi mahzurlarım dikkate ala-
rak mekruh olduğu kanaatine varmışlardır. Nitekim
Hanefı̂ Fıkhının meşhur kitabı Hidaye’de şöyle yaz-
maktadır: “Bir kimsenin dua ederken filanın hakkı
için, filanın yüzüsuyu hürmetine veya peygamberle-
rin, nebilerin hakkı için demesi mekruhtur. Zira ya-
ratılanın, yaratan üzerinde hiçbir hakkı söz konusu
değildir.”
DUANIN MAKBULİYETİ İÇİN
KABİRLERDE ÇİLE ÇEKMEK

S
ORU: Meşayıh ve tasavvuf erbabının bazı eser-
lerinde biz, “filan kişi falan büyüğün kabrinde
murakabe ve çileye çekildi gibi ifadeler görü-
yoruz. Ayrıca “filan kabirde Allah’a dua etmek kabul
sebebidir. Çünkü filan büyük zat tecrübe etmiştir” gi-
bi ifadelere de rastlanmaktadır. Bunun dindeki asıl
yeri nedir?
CEVAP: Oncelikle belirtelim ki dinde asıl olan, Al-
lah’ın Kitabı ve Rasûlullah’ın Sünneti’dir; büyüklerin
sözleri ve fiilleri değil, ikincisi, büyüklerin sözleri ve
fiillerini içeren ifadelerin gerçekten onlara ait olup
olmadığından emin olamayız. Onlara atfedilen ifade-
lerin gerçekten onlara ait olduğu kesinlikle iddia edi-
lemez. Böyle şeyleri kaynak kabul ederek onlara uy-
mak çok büyük bir ihtiyatsızlık olur. En sağlam yol
Kur’an ve Hadis’in bize bildirdiği yoldur. Bu yolun
gerçekliği sahabilerin ve tabilerin dönemlerindeki
uygulaması ile ve onlardan bize ulaşan kesin
152 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

bilgilerle ispat edilmiştir. Bu yolun esaslarını fakihler


tahkik etmişler, muhaddisler tedvin etmişlerdir.
Onun için kim bu kesin bilgi esasına dayalı emin
yolda yürümek isterse, bu sağlam yoldan çıkmayı
hayâl bile etmemelidir. Çünkü bu yolun dışındaki bü-
tün yollar tehlikelerle doludur. Şimdi örnek olarak
sorduğunuz konuyu ele alalım: Filan filan büyükler
şunları şunları yaptı diyen tezkire kitablarında anla-
tılanlar, hadis kitablarındaki zayıftan da zayıf bir ri-
vayet karşısında ne kadar değer taşımaktadır. Hangi
referansa dayanarak büyüklerin böyle bir şey yap-
mış olduklarına güven duyabiliriz?
Farzedelim ki gerçekten onlar böyle yapmadılar, o
zaman biz o senetsiz rivayetlere uyarsak ahirette bu-
nun cevabını nasıl verebiliriz? “Eğer biz akıbetimizi
düşünüyorsak ve kendi hayrımızı da istiyorsak, o za-
man, dinin bu sağlam ve güvenilir yoluna müracaat
ederek tatmin olmamız; feyz almak ve duanın kabulü
için zikrettiğiniz yol önerilmiş mi, önerilmemiş mi
iyice incelememiz lazımdır.
Acaba sahabe-i kiram, Nebı̂’nin mübarek kabrinde
çileye çekilip murakabede bulunmuş mu idi? Tabiı̂n-
den herhangi biri, acaba sahabelerden birinin mezarı
başında böyle bir şey yapmış mıdır? Fakihler ve mu-
haddislerden herhangi biri böyle bir yolun meşru ol-
duğunu söylemiş midir? Herşeyden önemlisi Allah
Kuran-ı Kerim’in herhangi bir yerinde feyz elde et-
mek ve duanın kabul edilmesi için kabirlere gidilsin
diye bir talimat vermiş midir? Veya Allah Rasulü böy-
le bir şey için herhangi bir işarette bulunmuş mudur?
Duanın Makbuliyeti İçin Kabirlerde Çile Çekmek | 153

Eğer bu kaynaklarda bu mesele ile ilgili olarak


herhangi bir delil bulunuyorsa, o zaman gönül rahat-
lığıyla bu iş yapılabilir. Yoksa, bu meseleyi tümüyle
yanlış olmasa bile şüpheli kabul etmemiz lazımdır.
Böyle şüpheli işler yaparak neden tehlikeli yolu seçe-
yim? Şayet ahirette o şüpheli yolun yanlış olduğu is-
patlanırsa ve dinin hakiki yolunu bulmak için sağlam
ve güvenilir kaynaklar mevcut olduğu halde neden
şüpheli yollara başvurduğum sorulursa ben Allah’a
ne cevap vereceğim? Hepimiz bunu düşünmeliyiz.
KABİR EHLİNDEN DUA ETMESİNİ İSTEMEK

S
ORU: Herhangi bir büyük zatın kabrine giderek:
“Ey Allah’ın Velisi, bizim için Allah’a dua edin”
şeklinde beyanda bulunmak acaba doğru mudur?
CEVAP: Herhangi bir büyükten bir kimsenin ken-
disi için hayır duada bulunmasını istemesi bizatihi
itiraz edilebilecek bir şey değildir. Insan kendisi biz-
zat Allah’a dua edebileceği gibi, başka insanlardan da
kendisi hakkında dua etmelerini isteyebilir. Lakin
vefat etmiş olan büyüklerin kabirlerine giderek dua
istenmesi bu durumun şeklini ve anlamını tümüyle
değiştiriyor. Kabirlerde iki şekilde dua isteminde bu-
lunulabilir: Birinci şekil; kalbinizden ve susarak bü-
yük zatlardan dua istemektir ki, bunun mânâsı; sizin
o büyük zatların işitme gücünü ve şanını aynen Al-
lah’ın işitme gücü ve şânı gibi görmeniz demektir.
“Siz sözlerinizi gizleseniz de açık sesle söyleseniz de far-
ketmez, şüphesiz Allah kalplerde olanı bilendir” (Mülk, 13)
Ikinci şekil de, dua isteğini yüksek sesle o veliyyul-
lahın kabri başında çağırarak söylemektir. Bu şekil iti-
kadi bir bozukluğa sebep olmasa da, karanlıkta ok
156 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

atmak gibi bir şeydir. Yüksek sesle çağırdığınız halde


sizi kimse işitmiyor olabilir, zira ölülerin işitmesi me-
selesi hâlâ ihtilaflı bir mesele olarak durmaktadır. Sizi
işitiyor olsa bile, belki onun ruhu o anda orada değil-
dir ve siz boş yere bağırıp çağırıyorsunuzdur. Yine
mümkündür ki, onun ruhu orada olduğu halde, Rab-
biyle meşgul bulunduğundan siz kendi ihtiyacınız için
bağırıp çağırmakla ona eziyet ediyorsunuzdur. Dün-
yada iyi ve temiz bir kulun duasını almak için gittiği-
nizde, öncelikle gayet edepli bir şekilde onunla görü-
şür, ondan sonra da isteklerinizi arz edersiniz. Evin
içinde var mı yok mu, eğer varsa istirahat mı ediyor,
yoksa herhangi bir işle mi meşgul veya sizi dinleyebi-
lecek halde boş mu oturuyor bilmeden, evin dışında
ayakta durarak bağırıp çağırmazsınız.
Şimdi ölmüş olan büyüklerin durumuna bir göz ata-
lım: Bizim onların ahvalini bilmek ve onlarla yüzyüze
görüşmek için hiçbir şansımız olmadığına göre, onla-
rın evlerine gidip körü körüne bağırıp çağırmamız na-
sıl akıl sahibi bir insanın işi olabilir? Dua ettirmenin bu
yolu eğer Kur’an ve Hadis’te bize bildirilseydi veya bu
yola sahabe devrindeki uygulamalardan bir delil bulu-
nabilseydi o zaman hiç bir mesele olmazdı. Herkes gö-
nül rahatlığıyla bu işi yapabilirdi. Madem ki Kitap ve
Sünnet’te veya sahabenin uygulamalarında bu yolun
bir ipucu bile yok, o zaman biz neden ve niçin böyle bir
yolu tercih edelim? Büyüklerden dua istemenin birinci
şekli net olarak ilahi sıfatların amacına ters düştüğüne
göre, ikinci şekli zaten açıkça hiç makul görünmüyor.
SÜNNET OLAN ZİKİRLER

S
ORU: Bu mektupla sizlere bir ızdırabımı ilet-
mek istiyorum. Bana elinizden geldiğince yar-
dım edeceğinizi umuyorum. Hadise şu: Ben Bi-
relvi bir aileden gelmekteyim. Çocukluğumda muh-
2

terem babam tarafından bilinçsiz bir şekilde Hz. Ba-


hu Rahmetullahi Aleyh’in postnişini merhum Sultan
Emir’e biat ettirildim.
Hz. Sultan Bahu, Hz. Evrengzı̂b Alemgir zamanın-
da Ceng adlı bölgede yaşamış, oldukça meşhur ve
takva sahibi bir büyük idi. Efendi Hazretleri, zama-
nında tebliğ ve dinin yayılması yolunda tüm gücünü
sarfetmiş ve cihad faaliyetlerine katılmış biriydi.
Onun postnişini merhum Sultan Emir, farzlara sıkı
sıkıya bağlı, büyük günahlardan kaçınmaya oldukça
özen gösteren müttakı̂ bir kimseydi. Şeyhinin türbe-
sine gittiğinde sünnete uygun istiğfar ederdi. Insan-
lar şeyhin kabrini tavaf etmeye başlayınca türbe içe-
risine halkın tavaf etmesini tamamen engelleyen bir
2
Hind yarımadasında Hanefı̂ mezhebine mensup bir grup. (Hazırla-
yan)
158 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

duvar ördürmüştü. Onun bu gibi davranışları ve müt-


takiliği sebebiyle ona karşı sarsılmaz bir inancım
vardı. Ne yazık ki o, ben daha küçükken ve ondan is-
tifade edemeden vefat etti. Ben daha sonra bir başka
büyükten düzenli bir şekilde okuduğum bazı virdler
aldım. Bu durum 1943’e kadar sürdü. 1943’te Cema-
at-i Islâmı̂’ye üyelikle şereflendikten sonra içimde
şiddetli bir kargaşa başladı.
Şöyle ki; Kalbimin sükuneti için Cemaat-i Islâmı̂’ye
üye olmanın ve üyeliğinin gereklerini yerine getir-
menin kâfi geleceğini umuyordun. Ancak, bununla
birlikte, fikirlerimi bir merkezde toplayabilmek için
evrad ve vazifelere susadığımı da hissettim. Bu amaç-
la bazı ileri gelenlerle görüştüm, ama dinin hayata
hakim kılınması yolunda temel vecibeleri yerine ge-
tirmedeki gafletleri onların benim gözümde saygın-
lıklarını yitirmelerine yol açtı. Uzun zamandır bu
kargaşa içerisinde bocalamaktayım. Bazı dostlara bu
durumu açıkladım da. Nihayet bu meselede size baş-
vurmanın daha uygun olacağına inandım.
Sizden ricam bana:
1. Benim mizacıma uygun,
2. 15, 20, 25 dakikamı vermekle fikirlerimi topla-
maya yardım edebilecek, sünnetçe sabit olmuş bazı
zikir ve virdler önermeniz.
Bu meselede de beni yönlendirmeniz umuduyla.
CEVAP: Zikir meselesinde iki konunun göz önün-
de bulundurulması lâzımdır:
1. Zikr’in kişinin kendi kendine yüklediği bir
Sünnet Olan Zikirler | 159

zahmet olmaması lazımdır. Bilakis kalbten, isteyerek


ve arzuyla olması gerekir.
2. Kişi, zikrin seçimini kendi kalbı̂ arzusuna uygun
olarak yapmalıdır. Ruhunuza uyum sağladığına inan-
dığınız zikre devam ediniz ve zikri tüm dikkatlerinizi
topladığınız ve arzularınız coştuğu an yapınız. Bu iki
noktayı iyice kafanıza yerleştirdikten sonra, Mişkat
isimli eserden üç bölümü dikkatli bir şekilde okuyu-
nuz. Kitabu’s Salât, Babü’z Zikir, Babü’s Salât ve Ba-
bü’s Salât’ul-Leyl, Bab’ul-Kasdi Fil-Amel ve Kita-
bu’d-Deavât bölümleri gibi Bütün bu bölümleri oku-
yunca Peygamber Efendimizin nasıl zikrettiğini ve
nasıl dua ettiğini ve O’nun ashabına bu hususta neler
söylediğini güzelce anlayacaksınız. Bu dua ve zikir-
lerden gönlünüze hoş gelenleri seçebilirsiniz.
ÖLÜYE SEVAP GÖNDERİLMESİ

S
ORU: Aşağıda sıralanan meselelerin çözümü
konusunda yardımlarınıza muhtacız. Her za-
manki gibi açık ve net cevaplar lütfedeceğinizi
umuyorum.
1- “Resâil ve Mesâil” adlı kitabınızın ikinci cildinin
296. sayfasında “Adak Adama, Yardım Dileme ve Ru-
huna Sevap Gönderme” başlığı altında yazdığınız ce-
vaptan anlaşılan o ki, siz, malla yapılan ibadetler va-
sıtasıyla ölünün ruhuna sevap ulaştırılabileceği, an-
cak bedenle yapılan ibadetler vasıtasıyla ulaştırıla-
mayacağı kanaatini taşıyorsunuz. Bununla birlikte
malı̂ ibadetlerin ölüye herhangi bir fayda sağlayıp
sağlamamasının Allah’ın takdirine bağlı olduğunu da
ifade ediyorsunuz. Sizi bu düşünceye sevkeden âmil
nedir? Kur’an-ı Kerim’de veya hadis-i şeriflerde ölü-
ye bedeni ibadetlerle sevap göndermenin mümkün
olduğuna dair açık bir hükmün bulunmayışı mı? Yok-
sa daha başka bir sebep mi? Siz, para ve mal infak et-
mek suretiyle ölünün arkasından sevap göndermek
isteyen kimsenin yaptığı bu işin kendisine mutlaka
162 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

yarar sağladığını, fakat onun bu infakının ölen yakın-


ma fayda temin etmesinin Allah’ın rızasına bağlı ol-
duğunu söylüyorsunuz. Böyle bir ayırımı neye daya-
narak yapıyorsunuz?
2. Herhangi bir insan, ister kendi soyundan isterse
başka bir soydan olsun, kendisinin yetişmesinde
doğrudan veya dolaylı katkısı bulunan herhangi bir
ölü için malını veya parasını infak etmek suretiyle
alacağı sevabı ona bağışlayabilir mi? Bu sevapların
bağışlanabilmesi için bir takım özel şartların yerine
getirilmesi mi gerekiyor? Lütfen bu konudaki kanaa-
tinizi de yazar mısınız?
CEVAP: Sorularınızın kısa cevapları numara sırası
ile aşağıya alınmıştır:
1. Gerek Kuran-ı Kerim’den ve gerekse hadis-i şe-
riften çıkarılan genel kaide şudur: Herkesin ameli
kendisine faydalıdır. Herhangi bir insanın amelinin,
ahirette başkasına faydalı olması söz konusu değil-
dir. Ama bazı hadislerden şu istisnaı̂ durum da gö-
rülüyor ki, Olünün ruhuna sevap gönderilebilir. Bu
konudaki hadislerde dikkatimizi çeken bir şey oldu.
Rastladığımız bütün hadislerde başlıbaşına bedenı̂
ibadetlerden hiç söz edilmemektedir. Hadislerde ya
sadaka gibi doğrudan doğruya malı̂ ibadetlerden ya
da hac gibi hem malı̂, hem de bedenı̂ olan ibadetler-
den söz edilmektedir. Bu bakımdan, fıkıh bilginleri
arasında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bir grup
hem malı̂ ve hem de bedenı̂ ibadetlerle ölüye sevap
gönderilebileceğini söylerken, bir diğer grup bunu
sadece mali ibadetlere özgü kabul etmiş, bir başka
Ölüye Sevap Gönderilmesi | 163

grub da bunu yalnız hem beden ve hem de malla ya-


pılan ibadetler için geçerli saymıştır. Bana göre,
ikinci görüş tercihe şayandır. Çünkü, genel kaide
içinde bir istisnayı herhangi bir hükümden çıkarır-
sak, bu istisnanın o hükümden çıkmasıyla sınırlan-
ması gerekir. Kanaatimce, bunu genelleştirmek doğ-
ru değildir. Fakat bir kimse birinci görüştekilere gö-
re hareket ederse, tenkit edilemez. Çünkü şeriatta
buna da imkan ve genişlik vardır. Ihtilaf daha çok
ikisinden birinin tercih edilmesindedir. Ruhuna se-
vap göndermenin ölü için faydalı olup olmamasının
Allah’ın isteğine bağlı olmasının sebebi ölü için gön-
derilen sevapların gerçekte bir dua niteliğinde ol-
masıdır. Biz yaptığımız herhangi bir güzel amel ve-
ya hayır için ‘Allah’ım ben bu işi senin rızanı kazan-
mak için yaptım. Yaptığım bu amelin karşılığını fi-
lancanın ruhuna bağışlıyorum, kabul buyur’ diye
dua ve niyazda bulunuruz. Bu şekildeki bir dua ile
yaptığımız diğer dualar arasında hiçbir fark yoktur.
Bütün dualarımızın kabulü Allah’ın arzusuna, dile-
ğine bağlıdır. Allah Teâlâ dilediği duayı kabul etmek
ve dilediği duayı reddetmekte muhayyerdir. Olabi-
lir ki, biz Allah nazarında mümin ve müslüman ol-
mayan bir adama veya çok günahkâr olup; Allah’ın,
kendisini hiçbir sevaba, mükâfata lâyık görmediği
bir kimseye sevap göndermişizdir.
Yaptıkları amelin sevabını bağışlayan kimseler
hakikaten güzel bir amel işlemişlerse, o amelin mükâ-
fatını mutlaka alacaklardır. Allah Teâlâ, bu amelden
hâsıl olacak sevabı ölünün ruhuna ulaştırmasa bile,
164 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

onu; iyiliği yapanın hesabına mükâfat olarak mutlaka


kaydettirecektir. Bu şuna benzer: Bir insana yardım-
cı olmak maksadıyla yazıp gönderdiğiniz küçük bir
çek yerine ulaşmazsa, mutlaka size geri gelecektir.
Şöyle de denilebilir: Hapishanede bulunan bir suçlu
için güzel yemekler gönderirsiniz. Eğer devlet idare-
si suçluya lezzetli yemekler yedirilmesini uygun gör-
mezse, gönderdiğiniz yemekler atılmaz, size geri ve-
rilir.
2. Herkes için sevap bağışlanabilir. Sevabın bağış-
lanabilmesi için ölen kimsenin aynı soydan veya ak-
rabadan olması gerekmez. Sevap gönderen kimsenin
yetişmesinde katkıda bulunup bulunmaması şartı da
aranmaz.
Herkes için dua yapılabildiği gibi, kim olursa ol-
sun, ölen her insan için de sevap bağışlanabilir.
EZAN VE NAMAZ DUALARI
İLE İLGİLİ BAZI ŞÜPHELER

S
ORU: Birgün sabah ezanını dinliyordum ki,
birden kafamda tuhaf tuhaf sorular şekillen-
meye başladı. Kalbimi bir şüphe ve şek fırtı-
nası kapladı. Ezan bitti, bu kez de zihnim namaz ile
meşgul olmaya başladı. Düşündükçe gözümün
önünde namazın ilginç şekli belirdi. Nasıl namaz kı-
lacağımı, namazda ne okuyacağımı bir türlü çıkara-
mıyordum.
Bir müslümanın daha annesinin kucağında iken
aldığı ilk ders şudur: “Yalnız Allah ibadete layıktır ve
O’nun hiçbir ortağı yoktur”. Sonra...
1. Ezan, hiç kimseyi ortak koşmadan Allah’a saf bir
kalple ibadet etmeye bir çağrıdır. O halde, “Eşhedü
en lâilâhe illallah” ile birlikte “Eşhedü enne Muham-
meden Rasûlullah”m zikredilmesi nedendir?
2. Namaz kılarken okuduğumuz -ister Fatiha, is-
ter Ihlâs, isterse daha başka bir sûre olsun- tüm sû-
relerde hamd ve senâ’nın yalnız Allah’a mahsus
166 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

olduğu ve O’nun yüceliği beyan buyurulmaktadır.


Aynı şekilde rük ve secdede de O teşbih ve tehlil
edilmektedir. Ancak, tahiyyat için oturur oturmaz,
alemlere rahmet için gönderilmiş olan Muhammed
Mustafa’nın zikri başlamaktadır. Tahiyyat’ta, salli
ve barik’te de aynı şey söz konusu. Acaba, böylece
Hz. Peygamber’i ibadette Allah’a ortak koşmuş ol-
muyor muyuz?
3- Ettahıyyatü’den sonra okuduğumuz Allahüm-
me salli ve bârik’i, herhalde Yüce Peygamber bizim
gibi okumuyordu. Çünkü biz şöyle okuyoruz:
“Ey Allah’ım, Muhammed’e ve aline rahmet bu-
yur”. Bu iki salavât-ı şerife (salli ve bârik) aslında bi-
rer duadır. Ettahiyyâtü, salli ve bârik’ten sonra oku-
duklarımız da aynı şekilde duadır. Ibadet ise, dua et-
mek demek değildir. Bilakis ibadet; göklerin ve yerin
yaratanına hamd ve sena etmenin adıdır. O halde
ibadet (namaz) bitmeden önce duaya başlamak yeri-
ne, namaz bittikten sonra dua edilse daha uygun ol-
maz mı? Düşünüyorum da, herhalde Rasûlullah na-
mazda ettahiyyâtü, salli, bârik vs. okumamıştır. Çün-
kü, daha namaz bitmeden kendisi için dua etmeye
başlamasını Hz. Peygamber’e yakıştıramıyorum. Bi-
raz da ettehiyyâtü üzerinde duralım: Aynen salli ve
barik’te olduğu gibi, eğer Rasûlullah ettehiyyâtü oku-
yor idiyse bile O’nun ettahiyyâtüsü değişik olmalıdır.
Çünkü, bizim okuduğumuz “Ey Peygamber, Allah’ın
selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun” şeklin-
deki bölümü Hz. Peygamber! “Allah’ın selamı,
Ezan ve Namaz Duaları İle İlgili Bazı Şüpheler | 167

rahmeti ve bereketi benim üzerine olsun” şeklinde


okumuş olmalıdır.
4. Allah’a yapmış olduğumuz ibadetin adı “salât”,
yâni namazdır. O halde bizim kıldığımız farz, sünnet,
vitir, nafile nedir? Biz bunları kılarak kime ibadet
ediyoruz? Allah’a ibadet etmeye gidiyoruz, ama sün-
net namazı kılıyoruz. Ustelik niyet ederken de ‘Rasû-
lullah’ın sünneti olan falan sünneti kılmaya vs.’ diyo-
ruz. Böyle yapmakla Hz. Peygamber’i ibadette Allah’a
ortak koşmuş olmuyor muyuz?
5. Namazın sonunda verdiğimiz selâmın muhatabı
kimdir?
6. Acaba Rasûlullah da günde beş vakit namaz
kılıyor muydu? Kılıyor idiyse, kıldığı rek’atlar bi-
zim kıldığımızın aynısı mı idi? Bu soruya cevap bul-
mak amacıyla biraz araştırma yaptım, ancak şimdi-
ye kadar soruma cevap verebilecek güvenilir bir
kaynak bulamadım. Aksine, Buhârı̂de, Rasûlullah’ın
öğle ve ikindi namazlarını ikişer rek’at kıldığına da-
ir bir hadise rastladım. Aynı şekilde Muvat-ta’nın
Kitab’us Salât Bölümünde, gece ve gündüzün nama-
zının iki rekat olduğunu bildiren bir yazı gördüm.
Bu iki hadis, namazın ikişer rek’at olduğunu isbat
etmektedir.
Bu düşünce ve şüpheler aklımı iyice karıştırmış
bulunuyor. Daha da kötüsü, bizim şu an kıldığımız
namazın Peygamber Efendimizin bize gösterdiği
namazdan farklı olduğu düşüncesi kafamda adeta
yerleşti. Allah rızası için şaşkınlığımı üzerimden
168 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

atmama yardım edin ve beni sapıtmaktan kurtarın.


Namazı bırakma tehlikesiyle karşı karşıyayım.
CEVAP: Kalbinizde vesvese meydana gelirse, siz
bundan dolayı namazınızı terketmeyiniz. Bilakis, na-
maz kılmaya devam ediniz ve vesveselerinizle ilgili
olarak bilen bir kişiye müracaat ederek, onların üste-
sinden gelmeye çalışınız.
Sormuş olduğunuz soruların cevabı şu şekildedir:
1. Ezanda Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sel-
lem)’in Allah’ın elçisi olduğunun şehadeti verilmek-
tedir; Tanrı olduğunun değil. Peygamberlik üzerine
şehadet etmekle ibadette de ortak koşul-duğu ves-
vesesi kalbinize nasıl gelebilir? Peygamberlik üze-
rine şehadet edilmesi, ibadetlerimizi Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in bize öğretmiş olduğu
inanç ve usûle uygun olarak yaptığımız, kendi heva
ve hevesimizle hareket etmediğimiz mânâsına gel-
mektedir.
2. Ettahiyyâtü’nün bütünü üzerinde düşünmeniz
gerekir. Selamınızı öncelikle Allah Teâlâ’ya takdim
ediyorsunuz. Sonra Rasûlullah’a rahmet ve bereket
vermesi yolunda Allah’a dua ediyorsunuz. Daha son-
ra kendinizin ve tüm salih kulların selamet ve esenli-
ği için dua ediyorsunuz. Sonra Allah’ın birliğine, Mu-
hammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in peygamberliğine
şehadet ediyorsunuz. Daha sonra ‘salli ve bârik’te de,
Allah Teâlâ’nın Peygamber Efendimiz’e hüsnü tevec-
cüh buyurması yolunda, Hz. Peygamber’e salavat
gönderiyorsunuz. Sonunda da Allah Teâlâ’dan kendi
hakkınızda ve ebeveyniniz hakkında bağışlama
Ezan ve Namaz Duaları İle İlgili Bazı Şüpheler | 169

diliyorsunuz. Bütün bunları dikkatlice düşünün. Bun-


lardan hangisine şirk diyebilirsiniz? Bütün bu dualar
yalnızca Allah’a yapılmaktadır. Sizce, Allah’a dua et-
mek şirk midir? Allah’ın Rasûlü’nü rasûl olarak kabul
etmek de mi şirktir?
3. ibadetin yalnız Allah’ı hamd ve sena etmek ol-
duğu, Allah’a dua etmenin ibadet olmadığı gibi bir
yanlış kanaati nereden edindiniz? Aslında dua ibade-
tin ruhudur.Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde, Allah’tan
başkasına dua eden müşrikler, Allah’tan başkasına
ibadet etmekte vasıflandırılmaktadırlar. Hatta bir
çok yerde: “Allah’tan başkasına ibadet ediyorlar” de-
mek yerine, “Allah’tan başkasına dua ediyorlar (yal-
varıyorlar)” denilmekte ve yalnız Allah’a dua edilme-
si hükmü bildirilmektedir.
Bizim namazın teşehhüdlerinde okumakta oldu-
ğumuz “ettahiyyâtü’yü Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi
ve sellem) ashabına öğretmiş ve onlara bunu okumala-
rı yolunda direktif vermişti. Bu yüzdendir ki, bizim
de namazda bunu okumamız gerekir. Peygamber
Efendimizin kendi namazında okuduğu “ettahıy-
yâtu’ye gelince: Bununla ilgili olarak Rasûlullah’ın ne
okuduğuna dair hadislerde herhangi bir açıklığa
rastlamıyoruz. O’nun okuduğu “ettahiyyâtü”nün bazı
ibareleri değişik olabilir. Hz. Peygamberin de aynı bi-
zim okuduğumuz “ettahiyyâtü”yü okuması da ihti-
mal dışı değildir. Eğer biz namazda kendimiz için dua
ediyorsak, Hz. Peygamberin de namazda kendisi için
dua etmiş olmasına ne gibi bir itirazınız olabilir ki?
Aynı şekilde, eğer biz Peygamber’in peygamberliğine
170 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

namazda şehadet ediyorsak, Rasûlullah’ın da namaz-


da kendi peygamberliğine şehadet etmesinin ne gibi
bir sakıncası olabilir?
4. Farz namazın mânâsı şudur: Allah’ın üzerimize
farz kıldığı, mutlaka yapılması gereken; yapılmaması
halinde hükmü (emri) yerine getirmiş bulunmayaca-
ğımız ibadetlerdir.
Sünnetin mânâsı ise şudur: Farza ilave olarak Yü-
ce Peygamber’in sürekli olarak eda ettiği ve bizim de
yapmamız yolunda tavsiye buyurduğu, Allah’a yapı-
lan ibadetlerdir.
Nafile ile kastedilen ise; Allah’a kendi rızamız ile
yaptığımız ibadetlerdir. Oyle ki, ne onu yapmamız
zorunludur, ne de yapılması yolunda emir buyurul-
muştur.
Şimdi şirkin bunların neresinde olduğunu buyu-
run siz söyleyin.
“Rasûlullah’ın sünneti” denilmesinden maksat, bu
namazların Rasûlullah için kılınması demek değildir.
Bilakis, bununla kastedilen Hz. Rasûl (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in farz namazlara ilave olarak kılmış bulun-
duğu namazlardır. Biz de bu konuda Ona ittiba edi-
yoruz.
5. Herhangi bir ameli sona erdirmek için, şöyle ya
da böyle bir usul olması gerekir. Namazı sona erdir-
mek için yaptığımız şey, yüzü kıbleye dönük oturup
ibadet ederken başımızı önce sağa, sonra sola çevir-
mekten ibarettir. Bunu iki şekilde yapabilirsiniz. Ya
hiç bir şey söylemeden yaparsınız ya da Allah’a tüm
yaratıklara esenlik vermesi yolunda dua edersiniz.
Ezan ve Namaz Duaları İle İlgili Bazı Şüpheler | 171

Siz bu iki şekilden hangisinden daha fazla hoşlanırsı-


nız?
6. Sizin söz konusu ettiğiniz hadisler ilk zamanlara
aittir. Namaz ahkâmı aşamalı bir şekilde tamamlan-
dığında Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bugün
bütün müslümanlar arasında revaçta olan beş vakit-
te kılman rek’atlarla amel ediyordu. Bu, diğer birçok
sahih hadisle sabittir. Nakletmiş bulunduğunuz Hz.
Omer’in sözü ise nafile ibadetlerle ilgilidir.
ALLAH’IN MERHAMETİ
ÇOK GENİŞTİR

R
“ ahman (olan Allah), Kur’an’ı öğretti. İnsanı
yarattı. Ona beyanı öğretti. Güneş ve ay (belli)
bir hesap iledir. Bitki ve ağaç (O’na) secde et-
mektedirler.” (Rahman, 1-6)
“Rahman (olan Allah), Kur’an’ı öğretti.”
Yani, “Kur’an’daki talimatların kaynağı, bir insan
değil, Rahman olan Allah’tır” Burada, bu talimatların
nasıl gönderildiğinin açıklanmasına gerek duyulma-
mıştır, zira bu talimatları zaten Hz. Peygamber (sal-
lallahu aleyhi ve sellem)’in ağzından işittikleri için, ken-
disine vahyolunduğu doğal olarak bilinmekteydi.
Böyle bir açılışın gerçek maksadı, Kur’an’ın, Hz.
Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bir eseri ol-
mayıp Allah’ın nazil ettiği bir vahiy olduğunun vur-
gulanmasıdır. Ayrıca Allah’ın diğer sıfatları yerine
“Rahman” sıfatının kullanılmış olması da, özel bir
anlam içerir. Yani, bu sözleri nazil etmesi, Allah’ın
rahmetinin bir gereğidir. Çünkü O’nun Rahmeti,
174 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

kendi mahlukatını karanlıkta bırakmaya elvermez.


Işte bu yüzden Kur’an bir yol gösterici, dünyada ve
ahirette kurtuluşun bir vasıtası olmak münasebetiy-
le gönderilmiştir.
“İnsanı yarattı.”
Diğer bir ifadeyle, insanı yaratan Allah olduğu için,
insana bir gayeye mebni bir yol göstermek de O’na
düşer. Bu bakımdan, Allah’ın Kur’an’ı bir yol gösteri-
ci olarak göndermesi, Rahman sıfatı yanında “Hâlık”
sıfatının bir gereğidir. Çünkü bir şeyi yaratan, onun
yaratılış nedenini bileceğinden fonksiyonunu da be-
lirler. Dolayısıyla Kur’an’ın Allah tarafından gönde-
rilmiş olması gayet doğaldır.
Şayet böyle olmasaydı, bu şaşılacak birşey olur-
du; zira bir şeyi yaratanın onun nedenini bilmemesi
ve fonksiyonunu belirlememesi mümkün değildir.
Allah, kainatın ve içindeki her mahlukun yaratılış
gayesini belirlemiş, ona bir yol çizmiş ve bu yolda
yaratılış gayesine uygun yürümesi için onu görev-
lendirmiştir. Hatta insanın bedenini, saçının her teli-
ni, küçücük hücrelerin fonksiyonlarını bile belirle-
miştir. Bu, onların yaratılışından önce takdir edil-
miştir. Buna rağmen, insan gibi bir varlığı yol göste-
ricisiz bırakmak nasıl mümkün olabilir? Bu husus,
Kur’an’da çeşitli yerlerde ve çeşitli konularla da
açıklanmıştır.
“Doğru yola iletmek bize aittir.” (Leyl, 12)
“Doğru yolu göstermek Allah’a aittir.” (Nahl, 9)
“(Firavun) “Rabbiniz kim ey Musa? dedi, (Musa)
Allah’ın Merhameti Çok Geniştir | 175

Rabbimiz, herşeye yaratılışını verip, sonra onu doğru


yola iletendir dedi.” (Tâhâ, 49-50)
Yani, Allah bu kainatın nizamı içerisinde herşeyin
vazifesini tayin etmiştir. Bu, kendi başına öyle kuv-
vetli bir delildir ki, ön yargısız düşünen herkes, “In-
sana Allah tarafından bir peygamber gelmesini ve
bir kitap gönderilmesini” gayet doğal karşılamak zo-
runda kalır.
“Ona beyanı öğretti.”
“el-Beyan” kelimesinin bir anlamı, insanın kendi
maksadını açıklaması, diğeri ise, hayır ve şer ara-
sındaki farkın açıklanması demektir. Bu her iki an-
lamı da taşıyan küçük cümle ile (Ona beyanı öğret-
ti) deliller tamamlanmıştır. Çünkü insanları hay-
vanlardan ayıran en önemli özellikler, konuşmak
ve açıklamaktır. Bu özellikleri, insanın diğer var-
lıklardan üstünlüğünü ortaya koyar. Bu sadece ko-
nuşma özelliği değildir. Zira konuşmanın ardında
akıl, şuur, idrak, fehim gibi yetenekler vardır ki,
bunlar olmaksızın konuşmak mümkün değildir.
Dolayısıyla insanda konuşma melekesinin olması,
onun şuur ve irade sahibi olmasının delilidir. Ken-
disine böylesine yetenekler bağışlandıktan sonra,
elbette insanın hidayeti şuursuz varlıklarınki gibi
olacak değildir.
Ayrıca insanoğlunun bir diğer özelliği de ahlâk
duygusudur. Işte bu yüzdendir ki, insan gayet doğal
olarak iyi-kötü, haklı-haksız, zulüm-adalet, doğ-
ru-yanlış arasındaki farkları anlar ve ahlâksızlık ba-
taklığına gömülse dahi, bu özelliğini tamamen
176 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

yitiremez. Bu özelliklerinin gereği olarak, insanlığın


hidayeti, cebrı̂ ve tabii kanunlara göre değil de vic-
dana ve şuura dayalı olarak düzenlenmiştir. Orneğin
balığın yüzmesi, kuşun uçması ve insanın organları-
nın faaliyeti için her hangi bir eğitime ve öğretime
gerek yoktur. Çünkü fıtraten nasıl görevlendirilmiş-
lerse, o şekilde hareket etmek zorundadırlar. Insan-
lar, kendi hayatları için kitapları, tebliğ ve telkinleri,
okuma ve yazmayı, mantığı, eğitim ve öğretimin bir
vesilesi olarak kabul edip doğal yeteneklerini bu ko-
nuda yeterli kabul etmezler. O halde insanı yarata-
nın, kendilerine verdiği bu görevi daha iyi yerine ge-
tirebilmeleri için insanlara yol gösterici olarak pey-
gamberler ve kitaplar göndermesine niçin hayret
edilsin? Insan için hidayetin en uygun yolu budur.
Çünkü “beyan” gibi bir nimet ile şereflendirilmiş bir
varlığa, en uygun yol göstericilik vazifesini Kur’an
yerine getirebilir.
“Güneş ve ay (belli) bir hesap iledir.”
Yani, Güneş, Ay ve yıldızların doğuş ve batışı, de-
ğişmeyen, muazzam bir kanuna tabidir. Bu kanunun
sayesinde insanlar, mevsimlerin vaktini, günlerin
sayısını, ürünlerin olgunlaşma zamanlarını tespit
edebilmektedirler. Bunca varlığın yeryüzünde yaşa-
yabilmesinin nedeni, Güneşin yeryüzünden belli bir
mesafede tutulmuş olmasıdır. Şayet Güneş ölçüsüz
hareket etseydi ve yeryüzüne yaklaşsa, ya da uzak-
laşsa idi, bunca varlık yok olurdu. Ayrıca Güneş ve
Ay birbirleriyle uyum içindedirler ve bizlerin kullan-
dığı takvimler onların hareketlerine bağlıdır.
Allah’ın Merhameti Çok Geniştir | 177

“Bitki ve...”
“en-Necm” kelimesi genellikle yıldızlar için kul-
lanıldığı gibi, ayrıca gövdesiz ağaçlar (örneğin, ka-
vun, karpuz, kabak vs.) için de kullanılır. Müfessir-
ler, bu kelimenin anlamı hakkında ihtilaf etmişler-
dir. Ibn Abbas, Said b. Cübeyr, Süddi ve Süfyan
es-Sevri, bu kelimeyi “Nebatat” anlamında kabul et-
mişlerdir. Çünkü bu kelimenin hemen ardından
“ağaçlar” kelimesi gelmektedir. Böylece burada
uyum sağlamışlardır. Bu görüşün aksine, Mücahid,
Katade ve Hasan Basri, bu kelimenin “yıldızlar” an-
lamına geldiği görüşündedirler. Çünkü maruf mana
budur ve “necm” kelimesinden herkes bu manayı
anlar. Zaten güneş ve ay’dan sonra yıldızların zik-
redilmesi de gayet doğaldır. Çoğu müfessir ve mü-
tercim ilk görüşü tercih etmekle birlikte, ikincisini
yanlış kabul etmiştir. Biz ise, Ibn Kesir’in “ikinci an-
lamı yıldızlar, dil ve konu itibarıyla daha uygundur”
şeklindeki tercihine katılıyoruz. Çünkü Kur’an’ın
diğer bölümlerinde de yıldızlar ve ağaçların secde
etme olayı bir arada zikredilmiş ve Necm kelime-
sinden başka bir anlam çıkarmak mümkün olma-
mıştır. Orneğin:
“Görmedin mi, göklerde, yerde bulunan kimseler,
Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve
insanlar bir çoğu hep Allah’a secde etmektedirler”
(Hac, 18)
Bu ayette yıldızlar güneş ve ay ile birlikte zikro-
lunmuşken, ağaçlar, dağlar ve hayvanlarla birlikte
zikredilmiştir.
“...ağaç (O’na) secde etmektedirler.”
178 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Yani, gökyüzündeki yıldızların ve yeryüzündeki


ağaçların hepsi de Allah’a tabidirler ve O’nun koydu-
ğu sınırların dışına bir santim bile çıkmazlar.
Bu iki ayette kainatın nizamını Allah’ın yarattığı-
na ve bu nizamın O’na tabi olduğuna işaret edil-
mektedir. Yeryüzünden gökyüzüne kadar herşeyin
hakimi Allah’tır ve yetkiler O’nun elindedir. O’nun
yetkilerinde hiçkimse kendisine ortak değildir. Ye-
gane mabud O’dur ve herkes O’na tabidir. Ve O’nun
kuludur. Herşeyin tek sahibi ve Hakimi O’dur. Böy-
lece Tevhidi düşünce haktır ve Kur’an işte bu dü-
şünceyi tebliğ eder. Bu düşünceye rağmen küfrün
ve şirkin içinde yaşayan bir kimse, tüm kainat niza-
mına aykırı ve onunla çelişkili bir halde yaşıyor de-
mektir.
“Gök ise, onu da yükseltti ve mizanı yerleştirip-koy-
du. Sakın mizanda ‘haksızlık ve taşkınlık yapmayın.’
Tartıyı adaletle tutup-doğrultun ve tartıyı noksan
tutmayın. Yere gelince; onu da (yaratılmış bütün)
varlıklar için alçaltıp-koydu. Onda meyveler ve sal-
kımlı hurmalıklar vardır, Yapraklı taneler ve güzel
kokulu bitkiler. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlayabilirsiniz?” (Rahman, 7-13)
“Gök ise, onu da yükseltti ve mizanı yerleştirip-koy-
du.”
Yaklaşık tüm müfessirler “mizan” kelimesinden
“adalet” anlamını çıkarmışlardır. Bu koca kainat
içindeki bunca varlık, ve fezada dolaşan sayısız yıl-
dız, gezegen vs. adalet ve denge üzerine kurulmuş
bir nizama tabi kılınmasaydı, bu kainat bir saniye
Allah’ın Merhameti Çok Geniştir | 179

bile ayakta duramazdı. Nitekim milyonlarca yıldan


bu yana kainatın ayakta durması, bu gerçeğe şahit-
lik etmektedir. Çünkü hava, su, toprak ve diğer un-
surlar arasında uyum sağlanmamış olsaydı, hayatın
devam etmesi bir yana, yaşamak mümkün bile ol-
mazdı.
“Sakın mizanda ‘haksızlık ve taşkınlık yapmayın.’
Tartıyı adaletle tutup-doğrultun ve tartıyı noksan
tutmayın.”
Çünkü, kainatın nizamı adalet ve dengeye daya-
nır. Dolayısıyla size verilen yetki ve hareket dairesi
içerisinde adaleti teessüs etmeniz gerekir. Şayet
siz, kendinize tevdi edilmiş bir başkasının hayatını
telef ederseniz, böyle yapmakla temelinde adalet
saklı olan bu nizamı ifsad etmiş olursunuz. Bu ni-
zam haksızlık ve adaletsizliği kabul etmez. Değil
büyük bir zulüm, terazide hile yapmak suretiyle
müşterinin hakkını yemek gibi küçük bir haksızlık
dahi, adalet ve denge üzerine kurulu bu alemin ni-
zamını sarsar.
Bu üç ayette, Kur’an talimatının biri tevhid, diğeri
adalet olan iki önemli bölümünden, ikincisi açıklan-
mıştır. Böylece bu kısa cümlelerle, Rahman olan Al-
lah’ın Kur’an vasıtasıyla gönderdiği hidayet vurgu-
lanmış olmaktadır.
“Yere gelince....”
9. Bu ayetten, 25. ayete kadar, insanların ve cinle-
rin, kendilerinden yararlandıkları Allah’ın nimet ve
ihsanları hakkında sözedilmiştir. Bu ayetlerden çı-
karılacak ahlâki ders, insanların kendi iradeleriyle
180 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Allah’a ibadet ve itaat etmelerinin istenmiş olması-


dır. Kendilerine verilen serbest irade dolayısıyla is-
ter Allah’a itaat ederler, isterlerse etmeyebilirler.
Ancak doğal olarak ve ahlâken Allah’a ibadet etme-
leri gerekir.
“....onu da (yaratılmış bütün) varlıklar için alçal-
tıp-koydu.”
Vaz’ tertip ve tanzim etmek, yapmak, hazırlamak
ve koymak demektir. Ayrıca yaratmak anlamında
da kullanılır. Yani insanları ve diğer mahlukatı ya-
ratmak gibi. Ibn Abbas’a göre, “Enaam”, sadece be-
deni değil ruhu da kapsar. Mücahid, bu kelimeyi
“Hakaik” şeklinde açıklar. Katade, Ibn Zeyd, Şa’bi,
tüm canlıların “Enaam” kapsamına girdiğini söyler.
Nitekim lugat alimleri de aynı görüştedirler. Tüm
bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, bazı kimsele-
rin bu ayete dayanarak “Yeryüzündeki kaynakların
hakimi devlettir” şeklinde çıkardıkları sonucun
beyhude olduğu ortadadır. Bu kimseler, diğer ideo-
lojilerin anlayışlarını Kur’an’a da sokmak istiyorlar.
Oysa bu ayetin lafızlarından, siyak ve sibakından,
“Enaam” kelimesinin sadece insanlığı kapsamayıp
tüm mahlukatı da içerdiği açıkça anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla bu ayet, yeryüzünün “Halk” için yaratıl-
dığı gibi komünist bir anlayışı doğrulamaz. Çünkü
burada vurgulanmak istenen husus, kainat içinde
her mahluk için uygun şartların sağlanmış olması-
dır. Yani, bu kainat kendi kendine meydana gelme-
miştir. Onu yaratan ve uygun bir hale getiren Al-
lah’tır.
Allah’ın Merhameti Çok Geniştir | 181

“Onda meyveler ve salkımlı hurmalıklar vardır,


Yapraklı taneler ve güzel kokulu bitkiler. Şu halde
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?”
“Alâı̂” kelimesi ilerideki ayetlerde de tekrar tek-
rar kullanılmıştır. Biz bu kelimeyi çeşitli yerlerde
çeşitli anlamlarda tercüme ettiğimiz için, başlan-
gıçta bu kelimenin geniş anlamlarını açıklamak ge-
rekiyor.
Bu kelime (Alâı̂) genellikle müfessir ve lugat alim-
leri tarafından “nimetler” olarak tercüme edilmiştir.
a) Ibn Abbas, Katade ve Hasan Basri’den de bu an-
lam nakledilmiştir. Bu hususta en önemli delil, Rasu-
lullah’ın “Cinler bu ayeti işittiklerinde, tekrar tekrar
-biz Rabbimizin hiçbir nimetini yalanlamayız- diye
cevap verdiler” şeklindeki hadisidir. Dolayısıyla bazı
modern araştırmacıların “Bu kelime hiçbir surette
-nimetler- anlamında kullanılmamıştır.” şeklindeki
görüşlerine itibar etmek mümkün değildir.
b) “Alâı̂” kelimesi, “mükemmel ve şaşılacak kuv-
vet” anlamına da gelmektedir. Nitekim Ibn Cerir
et-Taberi, Ibn Zeyd’in “Febi eyyi âlâı̂ Rabbi kuma...”-
nın “Febi eyyi kudretillah” anlamına geldiği şeklin-
deki görüşünü nakletmektedir. Zaten kendisi de 37.
ve 38. ayetleri yorumlarken “Alai” kelimesini “kud-
ret” olarak açıklamıştır. Imam Razi’de 14-16. ayet-
leri tefsir ederken, bu ayetlerin nimeti açıklamak
için değil, kudreti açıklamak için kullanıldığını, 22-
23. ayetleri tefsir ederken de, yine bu ayetlerin Al-
lah’ın nimetlerini değil, şaşılacak kudretini açıkladı-
ğını söyler.
182 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

c) “Alâı̂” kelimesinin bir diğer anlamı ise özellik-


ler, hamde layık sıfatlar, kemalat ve faziletler de-
mektir. Bu anlamı hem müfessirler hem de lugat
alimleri kullanmışlardır. Nitekim Arap şairlerinden
bu konuda birçok örnek verilebilir.
Şair Nabiğa şöyle der:
“Hummu’l-muluk ve ebnai’l-muluk lehum
Fadlun alâ en-nasi fi’l- âlâı̂ ve’n-ni’mi”
(Onlar krallar ve şehzadelerdir. Halk üzerinde sı-
fat ve özellikleri bakımından üstündürler)
Şair Muhilhil, kardeşi Kuleybe için mersiye yazar-
ken şöyle der:
“El-hazmu ve’l-azm, Kane min tabaihi
Ma kulli âlâihi, ya kavmi uşeyha.”
(Akıllı ve azimli olmak onun özelliği idi. Ey kav-
mim ben onun tüm özelliklerini açıklamış değilim.)
Fedale b. Zeyd’ul-Edvani, bir şiirinde “ Alâı̂” keli-
mesini “kemalat” anlamında kullanır.
“Tamammed alâi’l-bahilul medrehum” (Zengin
ama cimri bir adamın kemalatını başkaları överler)
Binaenaleyh, biz “Alâi” kelimesine mevki ve ma-
hallerine uygun olmak üzere, farklı anlamlarıyla ter-
cüme ettik. Fakat bazı yerlerde birkaç anlamı da ih-
tiva etmesine rağmen biz bir tek karşılığı ile yetin-
mek zorunda kaldık. Çünkü diğer dillerde bu kelime-
nin tam karşılığını bulmak çok zordur.
Orneğin yukarıdaki ayette, Allah’ın kainatı halk et-
tiği ve mahlukatın rızkını temin edebilmesi için en uy-
gun vasıflarla bu nizamı yarattığı beyan edildikten
sonra “Şimdi Rabbinizin hangi “Alâi”ini
Allah’ın Merhameti Çok Geniştir | 183

yalanlıyorsunuz” denilmektedir. Burada “Alâi” keli-


mesi “nimet” anlamında kullanılmıştır. Fakat ayrıca
Allah’ın kemal ve kudretiyle O’nun hamde layık vasıf-
ları da kastolunmuştur. Yani O’nun bu kainatta şaşıla-
cak derecede birçok varlık yaratması ve onları en uy-
gun şekilde rızıklandırması, kudret ve kemalinin bir
göstergesidir. Her türlü yiyecek ve meyvayı halk et-
mesi, O’nun hamde layık sıfatlarına delalet eder. Çün-
kü O, mahluk için sadece rızık değil aynı zamanda lez-
zet ve zevk alması için meyveler yaratmıştır. Ayrıca
Allah’ın yaratma sanatı için hurma ağacından kabuk
içinde meyvalar yaratmış olması örnek olarak veril-
miştir. Dikkat edilecek olursa nar, portakal, hindistan
cevizi gibi diğer meyvalar da aynı güzellikte yaratıl-
mışlardır; hatta buğday vs. gibi gece gündüz pişirip
yediğimiz hububat dahi nazik kabuklar içindedir.
“Tükezziban” (yalanlıyorsunuz) ifadesiyle, insan-
ların Allah’ın nimetlerine ve hamde layık sıfatlarına
karşı takındıkları tavır kastedilmektedir.
a) Bazı kimseler, bu nimetleri Allah’ın yarattığına
inanmazlar ve tüm bu maddelerin kendi kendilerine
oluştuğunu ya da bir tesadüf sonucu kendiliğinden
meydana geldiğini zannederler. Dolayısıyla bunun
ardında bir hikmet olduğunu düşünmezler.
b) Bazı kimseler ise, bu nimetleri yaratanın Allah
olduğunu kabul etmekle birlikte, O’nun ilahlığında
başkalarının da pay sahibi olduğunu düşünerek on-
lara ibadet ederler. Allah’ın verdiği rızıktan fayda-
lanmalarına rağmen, başkalarına “hamd-ü sena”
ederler. Orneğin, bir kimseye bir takım yardımlarda
184 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

bulunduğunuzu farzedin. Şimdi bu şahıs, sizin yanı-


nızda ve sizin yardım ettiğiniz şey için, bir başkasına
teşekkür ederse, siz ona ne dersiniz? Ona nankör ve
yalancı demez misiniz?
c) Bazı kimseler de, tüm bu nimetleri Allah’ın ver-
diğine inanırlar fakat O’nun emirlerini yerine getir-
mezler. Allah’ın gönderdiği mesaja hiçbir şekilde ku-
lak asmazlar. Işte bu da başka türlü bir nankörlük-
tür. Ve Allah’ın nimetlerini yalanlamaktır.
d) Bazı kimseler ise, Allah’ın nimetlerini yalanla-
madıkları gibi, ayrıca nankörlük de etmezler. Ancak
bu kimselerin yaşadıkları hayat tarzının nankörlük
edenlerinkinden bir farkı yoktur. Bu tür kimseler,
her ne kadar dilleriyle inkar etmemiş olsalar bile, fi-
ilen Allah’ın nimetlerini yalanlamaktadırlar.
“İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan ya-
rattı. Cânn’ı (cinni) da ‘yalın-dumansız bir ateşten’
yarattı. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan-
layabilirsiniz?” (Rahman, 14-16)
“İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan ya-
rattı.”
Insanların yaratılışının başlangıcı, Kur’an’da çe-
şitli bölümlerde, çeşitli safhalarıyla açıklanmıştır.
Şimdi bu safhaları bir tertip içinde sırayla görelim.
a) Turab (toprak)
b) Tı̂n (çamur)
c) Tı̂n-i Lazı̂b (yapışkan çamur)
d) Hammen Mesnun (kuru çamur)
e) Salsalin min Hammin Mesnun ke’l-Fehhar
(ateşte pişmiş gibi kuru çamur)
Allah’ın Merhameti Çok Geniştir | 185

f) Beşer (topraktan suret, model, Allah onu kendi


has ruhundan üflemiş ve meleklere secde etmelerini
emretmiştir. Sonra da çift çift yaratmıştır.)
g) “Summeceale neslehu min sulâletin min main
mehin” (sonra onun neslini bir özden, hakir bir su-
dan-başka bir ayette nutfeden verilmiştir- kıldı.)
Bu safhaları açıklayan aşağıda bir tertip içinde sı-
raladığımız ayetleri okuyunuz.
a) “Allah’ın yanında İsa’nın durumu Adem’in duru-
mu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘ol’ dedi.
Artık olur.” (Al-i Imran, 59)
b) “O, herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı ya-
ratmaya çamurdan başladı.” (Secde, 7)
c) “Şimdi sor onlara: Yaratılış bakımından kendi-
leri mi daha çetin, yoksa bizim yarattıklarımız mı?
Biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık.”
(Saffat, 11)
d-e) “İnsanı ateşten pişmiş gibi kuru çamurdan ya-
rattı.” (Rahman, 14)
f) “Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan ve on-
dan eşini var edip ikisinden birçok erkekler ve kadın-
lar üreten Rabbinizden korkun...” (Nisa, 1)
g) “Sonra onun neslini bir özden, hakir bir sudan
kıldı.” (Secde, 8)
h) “Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten
kuşkuda iseniz, biz sizi topraktan, sonra nutfeden,
sonra alakadan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğ-
nem etten yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gös-
terelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar ra-
himlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak
186 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

çıkarıyoruz. Sonra güçlerinize ermeniz için (sizi bü-


yütüyoruz.) İçinizden kimi öldürülüyor, kimi de öm-
rün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken
birşey bilmez hale gelsin. Yeri de ölmüş görürsün. Fa-
kat biz onu üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir
kabarır ve her güzel çiftten bitirir.” (Hac, 5)
“Cânn’ı (cinni) da ‘yalın-dumansız bir ateşten’ ya-
rattı.”
“Maricin men narin” ifadesinde geçen “nar,” ağaç
ve kömürün yanmasıyla meydana gelen bir ateş de-
ğil, özel bir ateştir. “Mâric” ise dumansız alev de-
mektir. Yani, ilk insan nasıl çamurdan yaratıldıysa,
ilk cin de ateşten yaratılmıştır. Yine nasıl ilk insan
topraktan yaratılmış ve onun nesli nutfe ile devam
ediyorsa, ilk cin de ateşten yaratılmış ve nesli devam
etmektedir. Dolayısıyla insanların babası Adem ise,
ilk cin de, cinlerin babasıdır. Adem bir “beşer” ola-
rak yaratıldıktan sonra, onun toprakla bir ilişkisi
kalmamıştır. Çünkü artık onun bedeni et, kemik ve
kandan müteşekkildir. Her ne kadar toprakla bir
ilişkisi olsa dahi, bu doğrudan doğruya değildir. Tüm
bunlar, cinler için de geçerlidir. Yani onlar ateşden
yaratılmıştır ama, nasıl insanlar toprak değilse onlar
da ateş değildir.
Bu ayetten iki husus anlaşılmaktadır.
a) Cinler, salt ruhi varlıklar değillerdir ve onların
da maddi cisimleri vardır. Onlar halis bir ateşten ya-
ratıldıkları için, insanlar onları göremezler; zira
kendileri topraktan yaratılmışlardır. Bu hususa A’raf
27’de şöyle değinilmiştir: “Ey Ademoğulları, şeytan,
Allah’ın Merhameti Çok Geniştir | 187

ana babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için


elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi, sizi de
bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onla-
rı göremeyeceğiniz yerde sizi görürler...” (A’raf, 27)
Ayrıca cinler hızlı hareket etmekte, değişik şekil-
lere dönüşmekte ve topraktan yaratılmış olan insa-
nın görünmeden giremeyeceği yerlere, hiç hissettir-
meden girmektedir. Bu özellikler, ateşten yaratılmış
bir varlık için mümkündür.
b) Cinler, insanlardan farklı bir varlıktır. Çünkü
onların yaratıldığı madde, insanların, hayvanların
ve bitkilerin yaratıldığı maddeden farklıdır. Dolayı-
sıyla bu ayet, bazı kimselerin öne sürdüğü gibi “cin-
ler insanlardan bir kısımdır” şeklindeki iddiayı
açıkça reddetmektedir. Bu iddiaya göre, bu ayette
mizaç farklılığı vurgulanmıştır. Orneğin, bazı in-
sanlar çok halim ve yumuşak bir yapıya sahip olur-
larken, bazıları da ateşli ve öfkeli kimselerdir ki, bu
kimselere şeytan demek daha doğru olur. Bu yo-
rum Kur’an’ı tefsir değil tahrif etmektir. Onceki
ayette insanın topraktan yaratılışı ayrıntılarıyla
açıklanmıştır. Bu ayrıntılı açıklamalara rağmen
akıllı bir insan, bu ayetin yumuşak mizaçlı insanla-
rı tarif ettiğini söyleyebilir mi? Insanın kuru ça-
murdan, cinin de halis ateşten yaratıldığını beyan
eden ayetlerden, birinin yumuşak, diğerinin de sert
mizaçlı insanları kastettiği sonucunu çıkarmak
mümkün müdür?
“Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlaya-
bilirsiniz?”
188 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

Burada “Alâı̂” kelimesinin şaşılacak kudret anla-


mında kullanılmış olması daha münasiptir. Ayrıca
nimetler şeklindeki anlam da anlaşılıyor. Topraktan
insanı, ateşten cini yaratmak, Allah’ın yüce kudreti-
nin bir göstergesidir. Ayrıca kendilerine dünyada
önemli işler yapabilmeleri için, çeşitli yetenekler
bağışlamış olması, Allah’ın insanlara ve cinlere bü-
yük bir nimetidir. Bizler cinler hakkında her ne ka-
dar yeterli bilgi sahibi değilsek de, insanoğlunun
yaptığı önemli işleri açıkça görüyoruz. Şayet Allah
insanlara, zihni ve akli yeteneklerinin yanında kuş-
ların ve balıkların bedenleri gibi bir beden verseydi,
insanın bu tür işleri becerebilmesi nasıl mümkün
olacaktı? Insana zihni yeteneklerine uygun bedeni
uzuvlar, (el, ayak, göz, kulak, dil, boy vs.) bağışlamış
olması Allah’ın büyük bir nimetidir. Çünkü akıl, şu-
ur, icad etme yeteneği, istidlal ve yapıcı özellikleriy-
le bedensel özellikleri uyum sağlamasaydı, bu yete-
nekleri anlamsız kalırdı. Işte bu, Allah’ın hamde la-
yık sıfatlarıdır. Zira, ilim, hikmet, merhamet ve ke-
mal derecesindeki yaratıcı kuvveti olmadan insanı
nasıl yaratabilirdi? Dolayısıyla bu muazzam yaratı-
lışı kör ve sağır bir kuvvetin meydana getirmesi
mümkün değildir.
“O, iki doğunun da Rabbidir, iki batının da Rabbi-
dir. Şu hade Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlaya-
bilirsiniz? Birbirleriyle kavuşup-karşılaşmak üzere iki
denizi salıverdi. İkisi arasında bir engel (berzah) var-
dır; birbirlerinin sınırını geçmezler. Şu halde Rabbini-
zin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İkisinden de
Allah’ın Merhameti Çok Geniştir | 189

inci ve mercan çıkar. Şu halde Rabbinizin hangi ni-


metlerini yalanlayabilirsiniz? Denizde koca dağlar gi-
bi yükselen gemiler de O’nundur. Şu halde Rabbinizin
hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?” (Rahman, 17-25)
“O, iki doğunun da Rabbidir, iki batının da Rabbi-
dir.”
“Meşrikeyn ve mağribeyn” (iki doğu ve iki batı)
ifadesiyle, kış ve yaz mevsimlerinin en kısa ve en
uzun günleri kastediliyor olabilir. Ya da yeryüzünün
yarı küresidir. Kış mevsiminin kısa günlerinde gü-
neş, en dar açıdan doğar ve batar, yaz mevsiminin en
uzun günlerinde güneş en geniş açıdan doğar ve ba-
tar. En uzun ve en kısa iki gün arasındaki günlerde
güneşin doğuş ve batışı hergün farklı açılarda olur.
Nitekim başka bir ayette (Meariç, 40) “Doğuların ve Ba-
tıların Rabbi” ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca güneş bir
yarı kürede doğarken, diğer bir yarı kürede batar.
Bu şekilde düşünürsek, yeryüzünün iki doğusu ve iki
batısı olmuş olur. “Doğuların ve batıların Rabbi” ifa-
desi de birkaç anlama gelebilir:
1) Güneş Allah’ın emriyle doğar ve batar, ayrıca
bu, hergün farklı açılarda vuku bulur.
2) Yeryüzünün de güneşin de sahibi O’dur. Çünkü
bunların ayrı ayrı sahipleri olsaydı, bu kadar uyum
içinde bulunamazlardı.
3) Doğunun ve batının ve ikisinin arasındaki her-
şeyin sahibi Allah’tır. Tüm bunları yaratmak ve gü-
neş ve yeryüzünün hikmete dayalı nizamını kurmak
O’na aittir.
190 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

“Şu hade Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlaya-


bilirsiniz?”
Burada “Alâi” kelimesinin anlamının, mevki ve
mahal itibarıyla “kudret” manasında olması daha
muhtemeldir. Ve fakat aynı zamanda nimet ve ham-
de layık sıfatlar anlamını da ihtiva eder. Güneşin do-
ğuşunu ve batışını bir kurala bağlamış olması, Al-
lah’ın büyük bir nimetidir, çünkü bu değişmez kura-
lın, insanlara, hayvanlara ve bitkilere sayısız yarar-
ları vardır. Şayet mevsimler bu sisteme bağlı olarak
devran etmeseydi, insanlar, hayvanlar ve bitkiler
hayatlarını sürdüremezlerdi. Yarattığı mahlukat için
her türlü uygun ortamı hazırlaması, Allah’ın rahmet,
Rububiyet ve hikmetidir.
“Birbirleriyle kavuşup-karşılaşmak üzere iki denizi
salıverdi. İkisi arasında bir engel (berzah) vardır; bir-
birlerinin sınırını geçmezler. Şu halde Rabbinizin
hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İkisinden de in-
ci ve mercan çıkar.”
“Mercan”, Ibn Abbas, Katade, Ibn Zeyd ve Dah-
hak’a göre, küçük incilerdir. Ibn Mes’ud ise, merca-
nın Araplar tarafından deniz kabukları (istiridyeler)
için kullanıldığını söyler.
“Iki denizden çıkarlar.” Bazıları, inci ve mercanın
tuzlu suda bulunduğunu söyleyerek, bunların hem
tuzlu hem de tatlı suda nasıl çıkabileceği şeklinde iti-
razda bulunuyorlar. Bu itiraza şu şekilde cevap veri-
lebilir: Bilindiği gibi denizlerde hem tuzlu sular, hem
de tatlı sular toplanır. Dolayısıyla iki deniz ifadesiyle
aynı husus kast olunmaktadır. Şayet bunların (inci ve
Allah’ın Merhameti Çok Geniştir | 191

mercan) deniz altında tatlı su kaynağı olan yerlerde


veya onların meydana geldiği yerlerde hem tatlı hem
de tuzlu suyun bulunduğu keşfolunursa hiç şaşırma-
malıdır. Nitekim Bahreyn ülkesi, bu inci ve mercanla-
rın çıktığı en eski kaynaklardan birisidir. Orada deniz
altında tatlı su kaynakları olduğu bilinmektedir.
“Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlaya-
bilirsiniz?”
Burada, “Alâi” kelimesinin “kudret” anlamında ol-
ması daha muhtemeldir. Bununla birlikte “nimetler
ve hamde layık sıfatlar” şeklindeki manalar da keli-
menin içinde saklıdır. Bunca kıymetli eşyayı yarat-
mış olması Allah’ın bir nimetidir. Ayrıca mahlukuna
güzellik zevki vermekle birlikte bu zevkin tatmin
olacağı güzel eşyaları da halk etmesi, Onun rububi-
yetinin şanındandır.
“Denizde koca dağlar gibi yükselen gemiler de
O’nundur.”
Yani, gemiler de O’nun kudretinin bir tezahürü-
dür. Ve insanlara, onlarla denizleri aşma yeteneği
vermiştir. Insanların gemileri yapmak için kullan-
dıkları malzemeyi de Allah yaratmıştır. Ayrıca gemi-
lerin deniz üzerinde dağlar gibi yüzebilmeleri, Al-
lah’ın kanunu sayesinde mümkün olabilmektedir.
“Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlaya-
bilirsiniz?”
“Alâı̂” kelimesinin, burada nimet ve ihsan anla-
mında olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak yukarı-
da zikrettiğimiz gibi kudret ve hamde layık sıfatlara
da işaret eder.
192 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

“(Yer) Üzerindeki her şey(25) yok olucudur; Celal


ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (zatı) bakî kala-
caktır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan-
layabilirsiniz? Göklerde ve yerde olan ne varsa O’n-
dan ister. O, her gün bir iştedir. Şu halde Rabbinizin
hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Ey (yeryüzüne
yükletilmiş) iki ağırlık (olan ins ve cin), yakında (ahi-
rette hesabınızı görmek üzere) sizin için de vakit bu-
lacağız. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan-
layabilirsizin? Ey cin ve ins toplulukları, eğer gökle-
rin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetire-
bilirseniz, hemen aşıp-geçin; ancak ‘üstün bir güç
(sultan)’ olmaksızın aşıp-geçemezsiniz. Şu halde Rab-
binizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İkinizin
de üzerine ateşten yalın bir alev ve (bakır gibi erimiş)
kıpkızıl bir duman salıverilir de kurtulup-başara-
mazsınız.” (Rahman, 26-35)
“(Yer) Üzerindeki her şey yok olucudur.”
Bu ayetten 30. ayete kadar cinlere ve insanlara iki
gerçek bildirilmiştir.
a) Sizler ve sizlere dünyada verilen bu varlık ebe-
di değildir. Ebedi ve zevali olmayan ancak Allah’ın
zatıdır. Kainattaki herşey O’nun azametine ve şanına
şehadet etmektedir. O’nun lütfu iledir ki, dünyadaki
bunca nimet sizlere nasip olmuştur. Şayet bunu ara-
nızdan kendi marifeti sayan bir kimse çıkacak olur-
sa, bu sadece onun aptallığının ve kısır mantığının
sonucundan başka bir şey değildir. Eline biraz güç
geçen ve emri altına bir kaç kişiyi alan, hemen ken-
disini ilah sanmaya başlar. Oysa bu iktidarı ne kadar
Allah’ın Merhameti Çok Geniştir | 193

sürebilir ki? Zira insan, kainattaki bir bezelye tanesi


kadar yer işgal etmez. Kendisine 50-60 yıllık bir ik-
tidar verildiği için insanın büyüklenmesi çok anlam-
sızdır.
b) Sizler, Allah’tan başkalarını (melekler, pey-
gamberler, evliyalar, Ay, Güneş vs.) mabud ittihaz
ediyorsunuz ama onlar sizlerin ihtiyaçlarını gider-
meye muktedir değillerdir. Çünkü onların bizzat
kendileri Allah’a muhtaçtırlar. Gökyüzünde, yeryü-
zünde ve hatta tüm kainatta her olan, Allah’ın izniy-
le vuku bulmaktadır. Hiçbir mahluk bir başkasının
kısmetini değiştiremez.
“Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (zatı)
bakî kalacaktır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetleri-
ni yalanlayabilirsiniz?”
Burada “Alâi” kelimesi “kemalat” anlamında kul-
lanılmıştır. Kim böbürlenir ve gururlanırsa, dili ile
söylese bile, fiilen alemlerin Rabbini yalanlamış
olur. Çünkü kendini büyük gören ve kendi hakkında
bu şekilde düşünen her şahıs, aslında Allah’ın en üst
makam ve mevkide bulunduğunu yalanlamış ol-
maktadır.
“Göklerde ve yerde olan ne varsa O’ndan ister. O,
her gün bir iştedir.”
Yani, bu alem her an Allah’ın emriyle değişmekte-
dir. Biri ölürken biri doğmakta, biri düşerken diğeri
yükselmekte, biri hasta olurken öbürü sıhhat bul-
makta, biri batarken başkası yüzmekte velhasıl her
an değişmekte yeni şekiller almaktadır.
194 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

“Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlaya-


bilirsiniz?”
“Alâı̂” kelimesinin, burada Allah’ın hamde layık
sıfatları anlamında kullanılmasının daha uygun ol-
duğu anlaşılmaktadır. Allah’a ortak koşan bir kimse,
Allah’ın bazı sıfatlarını yalanlamaktadır. Orneğin, bir
şahıs, “filan kimse benim şu hastalığımı iyileştirdi”
dediğinde, Allah’ın (“Şafi” şifa veren) sıfatını yalan-
lamış olmaktadır. Yani şifayı veren Allah değil de, bir
başkasıdır onun nazarında. Veya “filan şeyhin lüt-
fuyla iş buldum” ve “filan türbe sahibinin yardımıyla
şu muradıma erdim” dediğinde, güya rızkı verenin
ya da murada erdirenin Allah değil de, o şeyhin veya
türbe sahibinin olduğunu söylemek istiyor! Kısaca
müşrik inançlar ve görüşler, son tahlilde Allah’ın ba-
zı sıfatlarını yalanlamak ve inkar etmek demektir.
Şirk, zaten Allah’tan başkasını Semı̂, Bası̂r, Ali-
mu’l-Gayb, mutlak hükümdar ve Kadir-i Mutasarrıf
görmek ve Ulûhiyetinin diğer vasıflarıyla bezenmiş
olduğunu sanmak ve bu sıfatlara sadece Allah’ın sa-
hip olduğunu reddetmek demektir.
“Ey (yeryüzüne yükletilmiş) iki ağırlık (olan ins ve
cin)....”
“Sekalâni” (iki yük) Ifadesi, insanlara ve cinlere
hitaben kullanılmıştır. Çünkü bu iki varlıktan da ka-
fir olanları yeryüzünde yüktürler. Yukarıdaki hitab,
45. ayete kadar cinlere ve insanlara yönelik olarak
sürmektedir. Dolayısıyla “Eyyuhe’l sakâlani.” (ey iki
yük) ifadesi kullanılmıştır. Adeta şöyle denmek iste-
niyor: “Ey hayırsız yaratıklar! (insanlar ve
Allah’ın Merhameti Çok Geniştir | 195

cinlerden kafir olanlar) Sizler bu yeryüzü için birer


yüksünüz. Fakat çok geçmeden sizlerden hesap so-
rulacaktır.
“....yakında (ahirette hesabınızı görmek üzere) si-
zin için de vakit bulacağız.”
Neuzubillah, bu ifade, Allah’ın henüz meşgul ol-
duğu, dolayısıyla insanlardan ve cinlerden hesap
sormak için fırsat bulamadığı anlamına gelmez. Doğ-
rusu, Allah her safha için bir vakit tayin etmiştir ve
ancak o vakit geldiği zaman o safha gerçekleşecektir,
şeklindedir. Orneğin, Allah insanlardan ve cinlerden
birçok nesil yaratmaktadır ve belli bir vakit sonra bu
safha sona erecek, sonra da kıyametin vuku ile her-
şey bitecektir. Daha sonra ise belirlenmiş bir vakitte
sorgulamanın sonucu olarak ceza-mükafat verile-
cektir. Dolayısıyla burada, ilk safhanın henüz sona
ermediği, ama mutlaka bu safhanın da geleceği anla-
tılmaktadır.
“Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlaya-
bilirsizin?”
Burada “Alâi” kelimesi iki anlama da gelebilir. Ni-
tekim konuya dikkat edildiğinde her iki anlamın da
kastolunduğu görülecektir.
a) Benim verdiğim nimetleri inkar etmekle nan-
körlük yapıyor ve şirk-küfür yolunu tutmakla isyan
içine girmiş oluyorsunuz. Kıyamet günü hesap so-
rulduğunda hangi nimetlerimi yalanlayabileceksiniz
bakalım? Bu nimetlerin kendi marifetiniz veya ilah-
larınızın bir bağışı ya da şeyhlerinizin bir lütfu oldu-
ğunu söyleyebilecek misiniz?
196 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

b) Kıyamet gününde ceza ve mükafatın, Cennet ve


Cehennemin olacağını şimdi inkar ederek, alayla
karşılıyor ve o günün vuku bulmasının mümkün ola-
cağına inanmıyorsunuz. O gün geldiğinde nasıl ya-
lanlayacaksınız bakalım?
“Ey cin ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin
bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz, he-
men aşıp-geçin; ancak ‘üstün bir güç (sultan)’ olmak-
sızın aşıp-geçemezsiniz.”
“Gök ve Yeryüzü” ifadesi ile kainat kastedilmekte-
dir. Yani kainat Allah’ın kontrolü altındadır. Nerede
bulunursanız bulunun, sorgulamadan kaçamazsınız.
Şayet güç getirebileceğinize inanıyorsanız bir dene-
yin.
“Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlaya-
bilirsiniz? İkinizin de üzerine ateşten yalın bir alev ve
(bakır gibi erimiş) kıpkızıl bir duman salıverilir de
‘kurtulup-başaramazsınız.”
Metinde “Şuvaz” ve “Nuvas” kelimeleri geçmekte-
dir. Şuvaz, dumansız alev, Nuvas ise alevsiz duman
anlamına gelir. Bu iki şey arka arkaya, Allah’ın sor-
gusundan kaçmaya çalışan insanların ve cinlerin
üzerine gönderilecektir.
“Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlaya-
bilirsiniz? Sonra gök yarılıp yağ gibi erimiş olarak
kıpkırmızı bir gül olduğu zaman. Şu halde Rabbini-
zin hangi nimetlerini yalanlayabilirsizin? İşte o gün,
ne insana, ne de cinne günahından sorulmaz. Şu hal-
de Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
(Çünkü o gün) Suçlu-günahkârlar, simalarından
Allah’ın Merhameti Çok Geniştir | 197

tanınır da alınlarından ve ayaklarından yakalanıve-


rir. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlaya-
bilirsiniz? İşte bu, suçlu-günahkârların kendisini ya-
lanlamakta oldukları Cehennemdir. Onlar, kendisiy-
le alabildiğine kaynar hale getirilmiş su arasında
dönüp-dolaşırlar. Şu halde Rabbinizin hangi nimet-
lerini yalanlayabilirsiniz? Rabbin makamından kor-
kan kimse için ise iki Cennet vardır. Şu halde Rabbi-
nizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Çeşit çe-
şit ‘inceliklere ve güzelliklere’ (veya her türden sık
ağaçlara) sahiptirler. Şu halde Rabbinizin hangi ni-
metlerini yalanlayabilirsiniz? İkisinde de akmakta
olan iki pınar vardır. Şu halde, Rabbinizin hangi ni-
metlerini yalanlayabilirsiniz? İkisinde de her meyve-
den iki çift vardır. Şu halde Rabbinizin hangi nimet-
lerini yalanlayabilirsiniz? Astarları, ağır işlenmiş at-
lastan olan yataklar üzerinde yaslanıp-dayanırlar.
İki Cennetin de meyve-devşirmesi (ordakilere) yakın
(kolay) dır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlayabilirsiniz? Orada bakışlarını yalnızca eşle-
rine çevirmiş (öyle) kadınlar vardır ki, bunlardan
önce kendilerine ne bir insan, ne de bir cin dokunma-
mıştır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan-
layabilirsiniz? Sanki onlar yakut ve mercan gibidir-
ler. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlaya-
bilirsiniz? İhsanın karşılığı ihsandan başkası mıdır?
Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabi-
lirsiniz? Bu-ikisinin ötesinde iki Cennet daha var. Şu
halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsi-
niz? Alabildiğine yemyeşildirler. Şu halde Rabbinizin
198 | Ebu’l-A’la Mevdudî Dua Bilinci

hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İçlerinde dur-


maksızın fışkırıp-akan iki pınar vardır. Şu halde
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İç-
lerinde (her türden) meyveler, eşsiz-hurma ve eş-
siz-nar vardır. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlayabilirsiniz? Orada huyları güzel, yüzleri gü-
zel kadınlar vardır. Şu halde Rabbinizin hangi ni-
metlerini yalanlayabilirsiniz? Otağlar içinde korun-
muş huri kadınlar. Şu halde Rabbinizin hangi nimet-
lerini yalanlayabilirsiniz? Bunlardan önce kendileri-
ne ne bir insan, ne de bir cin dokunmamıştır. Şu hal-
de Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
Yeşil yastıklara ve çarpıcı güzellikteki döşeklere da-
yanıp-yaslanırlar. Şu halde Rabbinizin hangi nimet-
lerini yalanlayabilirsiniz? Celal ve ikram sahibi olan
Rabbinin adı ne yücedir.” (Rahman, 36-78)

You might also like