Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 4

Aslı Sanem Güven 11

DOPPLER YAZ ÖDEVİ IB

En Sevdiğim ve Sevmediğim Karakter:

“Baba sen gittin, seni tanıyamadım, kendimi yalnız hissediyorum, ben kendimi hep yalnız
hissettim, herkesi kendimden uzak tutuyorum çünkü ben de herkes gibi salağın tekiyim. Kimse beni
tanımıyor. Korkarım, yaşadığım sürece de tanımayacak.” Sonunda vazgeçiyorum ve sesim kısılana
kadar ‘Lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun’ diye bağırıyorum.”
Erlend Loe’nin “Doppler” adlı eserinde en sevdiğim karakteri Doppler olarak belirlememe
sebep olan bu monologda, insanlığa dair olan o naif kırılganlıktan, kusurlardan, dürüstlüğün zarafetine
kadar her özellik barınmakta sanki. Doppler, bir roman karakteri olmanın getirdiği kaçınılmaz kurgu
hissiyatından, hatalarını sahiplenmiş ve benliğini kabul etmiş bir karakter olarak, okuyucuya tıpkı
gerçek bir insanmışçasına tanıtılıyor. Mükemmellik, üstün başarı gibi toplum beklentisi olan, insanları
hayatlarını yaşamak için yaşamaktan uzaklaştırıp baskı altında paramparça eden ideolojileri
eleştirerek ve kendine öz, ayıplayan bir bakış açısı sunarak, çoğunluğun karşı çıkıp kusur saptayacağı
bu ideolojiden cesurca bahsederek beni derinden etkiler. En baştaki monologda da aslında içki ve
biriken geçmişin, hayatın, sistemin baskısından perdesi aralanmış bir acının efortsuzca dışarı
çıkmasına tanık oluyoruz. Doppler’in dışarı çıkmaması uğruna uğraştığı bir acı. Bu karakter, biz
okuyuculara etrafındaki insanlar ve çevreye karşı inanılmaz derecede eleştirel, hatta alaycı bir
perspektife sahip olan biri olarak tanıtılsa da, bu “insanları sevmeyen” olarak gösterilen kişilik altında
çok kırılmış, yalnız bir adam yatıyor. Bunun en etkili sebebi ise; Doppler babasını, kendinden öz bir
parçayı kaybetmişken, annesi ve karısı, onu en anlaması ve yanında olması gereken kişiler hayattan
sadece merhametsiz bir Alman askerinin süzülüp gittiği düşüncesiyle hareket ederler. “Karımla babam
hakkında konuşamıyordum, bu konuyu duymak bile istemiyordu.Hiçbir şey olmamış gibi davranmak
zorundaydım hep””alıntısından bunu anlayabiliriz. Doppler’in insanlara, çevreye karşı kin
beslemesinin en büyük sebebi, babasına onun istediği onurun sağlanmaması ve bunun Doppler’in
kişisel bir atakmışçasına haklı olarak ağrına gitmesidir. Acımasız tarafları olsa da sonuçta o
Doppler’in öz babasıdır ve her oğul, babasını anmak, yaşatmak ister. Acısından bahsedemeyen, acısını
yaşayamayan insan, o sefalet içerisinde ezilir ve kendini soyutlar. “Benim babamın da
onurlandırılması lazım… Yaşamını sürdürüp kendi işine baktı. Ben de aynen öyle yapıyorum. Sadece
var oldu. Tıpkı benim burda varolduğumu gibi” alıntısında da bunun üzerine basılır. Babasının da
kapalı bir kutu gibi olduğundan bahseden Doppler, çevresindeki insanlardan aradığı duygusal desteği
bulamayınca, babasını yaşatmak uğruna ona benzer. Onun gibi yapayalnız olmak adına ormandadır
belki de. Hatta o kadar yalnızdır ki bir ihtimal babasını yaşattıkça, aynı zamanda ona sığınmak için
yalnızdır. En sevmediğim karakter ise Doppler’in babasıdır çünkü ona kendini toplumdan
soyutlamayı ve yalnızlığı bir üstünlük, bir yaşam tarzıymışçasına tanıtmıştır. Kimse tarafından
onurlandırılmayan babasının değerini etrafına, belki de bir bakıma kendisine kanıtlamaya çalışan
Doppler de babasını kafasında idolize ederek aslında kendini olduğundan daha da yalnızlaştıracak
çukuru kazmaya ilk adımı atmıştır. Bir bakıma Doppler ile kendimi bağdaştırıyorum. İnsanlar sizi ne
kadar hayal kırıklığına uğratır ve canınızı yakarsa, bir yerden sonra kin içinde boğulursunuz, yüzlerine
bakmak bile sizi hoşnutsuz kılar, düğümler atar boğazınıza. Fakat Doppler ile de tekrar farkına vardım
ki, belki de bu kin kendimizi koruma yöntemimizdir. Tekrar acı çekmemek için gitmek isteriz.
Uzaklaşmak isteriz toplumdan. Belki o kadar çok isteriz bunu ki, bir gün kendimizi tıpkı Doppler gibi
ormana sığınırken buluruz. Sığınamadığımız, sevilemediğimiz, bizi tüm kusurlarımız, geçmişimiz,
gerçek benliğimiz ile kabullenmeyen insanları bırakır, ormanlara açarız kucak. Çünkü Doppler’in de
dediği gibi “Orman yıkmaz, yeniden kurar ve her şeyin büyümesine izin verir. Orman her şeyi anlar,
her şeyi kucaklar”

Doppler Özet
Erlend Loe’nin bir Norveç bakış açısından, mizah ve alaycılığın profesyonel bir
bütümlemesiyle kaleme alınmış “Doppler” adlı eserinde babasızlık, izolasyon gibi bir sürü
farklı tema işlenir. Üst düzeylerde gelişmiş Norveç adlı ülkede yaşayan Doppler adlı karakter,
bir gün bisikleti ile ormana yolculuk almışken düşüp kafasını vurur. O an her şey değişmiştir
çünkü Doppler birdaha geldiği yere geri dönmek istemez. Kafasını vurmak sanki gözlerini
açmıştır. Toplumun onun üzerine zorladığı tüm beklenti, ideoloji ve sistemleri reddederek, o
“sevmediği” insanlardan izole, ormanda bir hayat sürmeye adar. Bir daha asla fatura
ödemeyeceğini, başarılı olmayacağı gibi kararlarından bahseder. Ekonominin takas üzerinden
devam etmesi gerektiğini savunur, hatta et karşılığında meyve gibi takaslarda bulunur.
Eserde sözü geçen başka bir besin ise yağsız süttür. Doppler’e göre yağsız süt, insanlığın
ulaşabileceği en üst seviyedir çünkü yağsız süt soyluluğu temsil eder. Eşini, çocuklarını,
parasını, kısacası onun hayatını oluşturan tüm değerleri bir kenara bırakarak bu tercihi veren
Doppler, eserin başlarında annesini avlayarak tek bıraktığı Bongo adlı bir geyik ile çoğu
insanla kuramadığı bir bağ kurar. Bunun yanında orman yaşamında bağ kurduğu başka bir
karakter ise, babasını 2. Dünya savaşında kaybetmiş olan, karnını doyurmak için arada evine
girdiği Düsseldorf’tur. Düsseldorf eserde babasına adadığı bir oda büyüklüğünde yaptığı
maketle önemli bir yer barındırır, maketi yaparken babasını yaşattığını hissettiğinden
bahseder, bu nedenle maketi bitirmekten huzursuz olduğuna dikkat çekilir. Eserde Doppler’in
de bir Alman askeri olan babasını kaybetmesi üzerine ve bu konuyu atlatmakta onu yalnız
bırakmış ve önemsememiş eşi ve annesine de dikkat çekilmiştir. Eşi, ormanda kalan
Doppler’i belli süre aralıklarında ziyarete gelir ve eserin başlarındaki ziyaretlerin birinde,
Mayıs ayında çocuklarının doğacağının bilgisini verir ve Doppler’e doğuma kadar eve geri
gelmesi için süre tanır fakat Doppler isteksizdir. Eşinin zoruyla eve döndüğü bir gün, eve
Demir Roger adında bir hırsız girer. Doppler, hırsızı tıpkı bir arkadaşıymışçasına yanına
oturmaya davet eder ve sohbet ederler. Evdeki o kalışının sonrası ise Doppler, oğlu Gregus’u
ormana götürür ve kendisi, Bongo ve oğlu ormanda geceyi birlikte geçirirler. Doppler,
okuyucuya ormanı kucaklayıcı, anlayışlı ve sığınabilcekleri, yargılamayan bir yapı olarak
tanıtır. Eserin devamında ise Doppler zaman zaman kendiyle çatışır, rahmetli babasını kapalı
bir kutuyla bağdaştırır ve ona benzemeye çalıştığından bahseder. Yalnızlığı yüceltir. Babası
hakkında verdiği başka bir detay ise, yaşarken bir ses yumurtası ile gömülmek istediğini
belirtmektir. Doppler, babasını sadece Nazilerin yanında bulunmuş bir Alman askeri olarak
gören annesi, eşi yüzünden babasının yeteri kadar onurlandırılmadığını düşünür ve
ölümünden sonra yalnızlık hisseder. Bunun üzerine Bongo’nun da yardımı ile babasını
anacak, onu onurlandıracak bir totem yapmayı planlar. Eserin sonunda Doppler, karısının
Mayıs ayında doğacağını belirttiği çocuklarının doğumuna gider fakat yeni doğan bebeklerinş
bırakarak, oğlu Gregus’u alıp ormana taşınır.
Edebiyatın işlevi ve etkisi üzerine kompozisyon:

“Edebiyat yürümeye değil nefes almaya imkan sağlar” demiştir Bathes. Edebiyat birkaç
cümle, yazı hatta sanat bile değildir aslında. Edebiyat bir yaşam tarzıdır. Bir eseri okuduğumuzda
kendimizi o karakterlerin dünyasına yerleştiririz. Onların ailesi bizim ailemiz olur, arkadaşları
kendimizinmiş gibi benimseriz onları.Onlar için üzülür ve onlar için hissederiz sevgiyi gönlümüzde
istemsizce. Bahsi geçen duygular aşılanır kalbimize, yakılan canlar bizi acıtır. Oysa birkaç sayfanın,
kafiyenin, sözcük uyumunda sıkışmış karakterler, zamanlar, olaylar ve mekanlar bizi neden bu kadar
etkiler? Etkilemekle kalmaz bilgilendirir edebiyat. Edebiyat bizi yaşatır. Örneğin Anton
Compagnon’un “Edebiyat Ne İşe Yarar?” adlı makalesinde, “Nasıl ki dini okumalar atalarımızı
eğitiyorduysa, ilham kaynağı olarak edebiyat okumak da kişiliğimizin gelişmesine veya duygusal
eğitimimize yardımcı oluyor. Filozofların risalelerinden edinmesi güç, hatta imkansız olan bir
duyumsanabilir deneyime ve ahlak bilgisine girmemizi sağlıyor edebiyat.” alıntısında edebiyatın
hayata olan belli başlı katkılarından bahsedilir. Her edebi ürün farklı, kendine öz bir bakış açısı
bulundurur ve beynimizi, ruhumuzu hatta ve hatta toplumun ve sistemin üzerimize baskıladığı
kalıpları terk edip, farklı perspektiflere kendimizi açmamızı sağlar. Katılan yeni bakış açılarıyla
duygusal, fiziksel, her açıdan zenginleşiriz ve genişleyen bilgi dağarcığımızla toplumun refah ve
başarı düzeyini arttırırız. Ahlak bilgilerinden kişisel hayat hakkında önerilere; tarihsel doğrulardan
öznel yorumlara kadar edebiyat bizi her açıdan besler, kendimizi geliştirmemizi sağlar. Bu kadar
insanı yücelten, geliştiren bir alet elbette ki kutsal olmak durumundadır. Tekrar Anton Compagnon’un
“Edebiyat Ne İşe Yarar?” adlı makalesinden, “Okumanın meşrulaştırılması gerekiyor” alıntısına
dikkat çekmemiz gerekirse, herkesin okumaması, o yüce sanatı tatmayı hak etmesi gerektiği öne
sürülür. Bunun sebebi edebiyatın gerçekten o kadar yüce olmasıdır. Herkes edebiyatı inceler fakat
herkes edebiyatı hissedemez, herkes edebiyatı öğrenemez ve özleyemez. Bu insanlar da aslında
edebiyatı okumamış olurlar bir bakıma. Başka bir önemli nokta ise, edebiyatın insanın sesi olmasıdır.
Konuşamadıklarımızı ifade eder, çağıramadığımız yardımlar için bapror, atlatamadığımız acılara yara
bandı olur. Bizi anlatır edebiyat. Clarte’nin kaleme aldığı, “1984 Komünist Öğrenciler Birliği
Gazetesi”ndeki “Edebiyat muhaliftir: iktidara tabi olmayan, karşı çıkacak gücü vardır.” alıntısında ise
edebiyatın savunma ve koruma sağlayan özelliğine vurgu yapılır. Birkaç sözcük ve cümlenin gücü
küçümsenmemelidir asla çünkü tarihi incelediğimizde, Martin Luther King gibi figürlerin hepsinin en
büyük savaşlarını, savunmalarını sözcüklerle verdiklerini görürüz. Devam etmek gerekirse, Harold
Bloom “Özerk bir benliği ancak derin ve sürekli okuma tam olarak kurup pekiştirebilir” demiştir. Bu
da edebiyatın ve okumanın taşıdığı önemi vurgulayan önemli bir sözdür. İnsanın kendi benliğini
keşfedip benimsemesi için, kendisini tanıması için farklı karakterleri, olayları ve mekanları tanıması
gerekir. Çünkü insan çevresinden etkilenir, tanık olduğu özellikleri ayrıştırarak ve yargılayarak
kendine katkıda bulunur. Başka bir makaleye değinmek gerekirse, Ayhan Geçgin’in “Edebiyatta Kriz”
adlı makalesinde “Aslında hikaye anlatmayı genel olarak krize verilmiş bir yanıt gibi düşünebiliriz.
Şöyle diyebiliriz: Hikaye etmek, bir haritalandırma işlemidir, dünyanın haritasını çıkarmaktır. Bir
dünyayı kurmak, yukarıyla aşağıyı, sağa solu belirlemek, burayla orayı ayırmak, sınırları çizmek, o
dünyadaki yerimizi yurdumuzu belirlemektedir.” alıntısında edebiyatın yaratıcılaştırıcı özelliğine
dikkat çekilir. Edebiyatla ülkelerin sınırlarını baştan çizilebilir, kanıtlanmış nesnel doğrular
öznelleştirilebilir. Edebiyatın sınırı yoktur ve bu yüzden insanlar düşünmeye, hissetmeye itilir ve
kendilerini daha da zenginleştirirler. Nurdan Gürbilek in yazdığı, “Yer Değiştiren Gölge” adlı
makalesinde, ““Okur, okuduğu kitapla hiçbir zaman dolaysız bir ilişki kurmuyor aslında. Okuduğu
kitaba kendini ne kadar verirse versin, orada anlatılan öyküye zihnini ne kadar açarsa açsın, onu o
güne getiren, zihnine işlenmiş, oradan etrafa genişlemesini sağlayan sahneler var: Uzak bir geçmişten
gelen, ilk kez ne zaman ortaya çıktığını hatırlamadığımız, bizim için taşıdıkları önemin çoğu zaman
pek az farkında olduğumuz içsel manzaralar.” alıntısındaki “içsel manzaralar” sözcük grubuna dikkat
çekmek isterim. Herkes edebiyatı farklı anlar çünkü edebiyat bir yaşam tarzıdır, kendi anılarımız ve
tecrübelerimizle şekillenir okuduğumuzu anlama şeklimiz. Bu bahsi geçen “içsel manzaralar” herkese
özgün olduğu için insanın edebiyatı kişiselleştirmesine izin verir. Bu da her okuyucunun sunulan
ürünü farklı anlayıp kendilerini ve toplumu farklı bakış açılarıyla geliştirmelerini, zenginleştirmelerini
sağlar. Kısacası edebiyat sırf insanı değil, çevresini, toplumunu her açıdan etkileyen bir yaşam tarzıdır
ve dünyaya silinemeyecek düzeyde değer katar.

Yazarın Yaşamı ve Norveç Kültürüne Dair Notlar:

24 Mayıs 1969 doğumlu olan yazar Erlend Loe Norveç’İn ​Trondheim adlı şehrinde
doğmuştur ve aslında bir yazar olmadan önce gazetede muhabirlik yapmıştır. 1998 yılından
beri senaryo yazarları için kurulmuş bir topluluk olan "Screenwriters Oslo"'nun üyesidir ve
tüm hayatı boyunca senaryo yazmayı sürdürmüştür. 1993'te ilk romanı Tatt av Kvinnen İ
yayınlanmıştır. Başka çalışmaları başlıca “Fisken” (1994), çocuk kitabı * “Maria & José”
(1994), resimli kitap * “Kurt bilir grusom”(1995), çocuk kitabı * “Den store røde hunden”
(1996), çocuk kitabı * “Kurt quo vadis?”(1998), çocuk kitabı * “Detektor” (2000), film
senaryosudur. Erlend Loe, edebiyat dünyasına sunduğu mizah ve alay içeren, Norveç bakış
açısı ile yazdığı eserleri ile unutulmaz bir iz bırakmıştır. Norveç kültüründen bahsetmek
gerekirse, bahsettiğim gibi eserlerde mizaha, alaya ve eleştiriye yer verilir. Baskıcı, kuralcı
bir yönetim değildir. Kalemler daha özgürce kullanılır ve okuyucuyu çoğu zaman eğlendirir.
Tarihi değerlere bağlılık söz konusudur. Norveç, doğayla iç içe olan bir ülke olduğundan
tabiatın önemi ve değeri de eserlerin büyük bir parçası olmuştur. Kaçınılmaz bir doğa bahsi
bulunur.

Eserde Geçen Küresel Sorunlar:


Açlık, insana yakışır iş ve ekonomik büyüme, sorumlu tüketim ve üretim.

You might also like