Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 356

KAFKAESK ANOREXİA

CEM YAYINEVİ

KAFKAESK ANOREXİA
Ahmet San

1. Basım: Şubat, 2021, Cem Yayınevi


ISBN: 978-625-7163-22-4

Kapak Tasarımı: Gonca Küçük


Sayfa Düzeni: Duygu Kocabaş Atılgan

Baskı:
Alioğlu Matbaacılık
Orta Mah. Fatih Rüştü Sok. No: 1/3-A
Bayrampaşa/İstanbul
Tel:+90 212 612 95 59
Matbaa Sertifika No: 45121

CEM YAYINEVİ
Çankaya Mah. 131. Sokak No:4
Konak / İZMİR
Tel: (232) 278 44 22
www.cemyayinevi.com
info@cemyayinevi.com
Yayıncı Sertifika No: 40513
AHMET SARI

KAFKAESK
ANOREXİA
(Franz Kafka’da Açlık Bilinci ve Kültürü)
İçindekiler

Önsöz........................................................................................... 7
Giriş. ("Kafkaesk Anorexia" Kavramının Kazısı).................... 15
1, Anorexia'nın Tanımı ve Tarihsel Gelişimi.......................54
2. Kafka'nın Kendi Bedeninde Anorexik Durumlar..... 134
3. Kafka'nın Eserlerinde Anorexia'nın Dışavurumu....... 166
3.1. Kafka'nın Hikâyelerinde Anorexia.............................. 168
3.1.1. Değişim..................................................................... 170
3.1.2. Bir Açlık Şampiyonu.............................................. 192
3.1.3. Bir Köpeğin Araştırmaları.....................................214
3.2. Kafka'nın Romanlarında Anorexia.............................. 254
3.3, Kafka'nın Mektuplarında Anorexia............................. 277
3.4. Kafka'run Günlüklerinde Anorexia.............................. 316
3.5. Kafka'nın Söyleşilerinde Anorexia............................... 329
Sonuç.............................................................................................. 336
Kaynakça........................................................................................ 341
Dizin................................................................................................346
ÖNSÖZ

Yaratılan her canlının beslenme zorunluluğu vardır.


Sindirim sistemi olan her canlının doğadan faydalanıp kar­
nım doyurması, bir olmazsa olmaz koşul olarak önümüzde
durur, insan da bir yaratık, bir canlı olduğuna göre, onun da
beslenmesi, onun da hayatta kalmak için bedenini beslemesi
gerekmektedir. Hayatını idame ettirmek için bedenini yete­
rince besleyemediğinde zayıf düşer, açlıktan ölme riskini de
yaşar. Yaratılmış olmak ya da hayatta olmak demek, hayat
boyunca yaratık olarak sağlıklı oluşluk ve sağlıksız oluşluk
arasında gidip gelmek demektir. Sağlıksız bir hayat devam
ettirme durumu hayatta olmanın bir riskidir. Yaşamak için bu
risk alınır.
İnsan bir bedene sahiptir ve hayatı boyunca bu beden ba­
zen işlerliğini yitirebilir. İnsan hastalanabilir. Hastalık, ken­
dine güvenen ve hiç ölmeyecekmiş gibi olan, doğaya sımsıkı
bağlı ve kendini güçlü hisseden bireyin zayıflığını ona hatır­
latır. Hastalık sayesinde insanın dik başlılığı, doğaya karşı
güçlü duruşu ve kendine güveni geri çekilir. Hastalık saye­
sinde insan, sağlıklı olduğu zamanlarda önemsediği şeylerin

7
(dünyevi şeylerin) pek de o kadar önemli olmadığını anlaya­
bilir. Kalbinde bir yumuşama olur. Sanki biraz daha uysal,
biraz daha kabullenici olur. Kaderciliği biraz daha artar in­
sanın, biraz daha sakinleşir, yavaşlar. Dik başlılığı biraz daha
kırılır. Beden sağlıklı olduğunda, dünyayla ilgili her şeyden
carpe diem doyum almak istemektedir. Sağlıklıysa, sağlıklı
oluşluğu bedenle ödüllendirmek ister. Zevk, arzu, heves, aşk
farklı bir anlama evrilir bu sırada. Dünya nimetleri üzerinize
saldırır. Geniş ve muazzam bir iştah ve yeme isteği, bu nimet­
leri kendi bedeninizin değirmeninde öğütme arzusu içinizi
kavurur. Bir lezzet hastalığına yakalanırsınız ve tat alma apa­
ratlarınız, duyargalarınız dünyaya mutlak bir şekilde yapışır.
Milenyum insanının iştahı açık olduğundan sadece obezite
hastalığına değil, reflüden, ülserden başlayınız mide spaz­
mına kadar bir yığın hastalıklara yakalanır. Bu hastalıklarla
birlikte sağaltım ve iyileştirme sektörü, ilaçlar ve pazarlama
da bununla eşzamanlı yürür. Tat aurası çok büyük, yemek ve
öğünlerde lezzet yelpazesi geniş olan milenyum inşam, ne yi­
yeceğine bir türlü karar veremez ve yediklerini de ivedi tüke­
tir. Daha fazla yiyebilmek, daha fazla içebilmek, yediklerini
stok edebilmek ve sonra tekrar yiyebilmek için buzdolapları
gelişir; şoklanmış yemekler, havası alınıp buzluğa yatırılmış
besinler, dondurulmuş gıdalar tüketimde yerini alır.
Hastalandığınızda ise perhize başlamanın, size sunulan
yemeklerle yetinmenin gerekliliğine inanır; yemek yelpaze­
sini doktorun dediği şekilde küçültmenin yolunu takip etme
zorunluluğuna gidersiniz. İştah gider, damakta tat ve lezzet
kalmaz. Yediğiniz size dokunur ve o size dokunan, size zevk
yerine acı vermeye başlayan gıdalardan uzak durursunuz.
Gıdanın ve yemeklerin minimalize edilmesi, perhiz, oruç,
bedenin sıkletinin azaltılması yükünün hafiflemesi anlamına
gelse de, günde, haftada, ayda bedenin alması gereken kalori­
lerin ve vitaminlerin ölçüsü bellidir. Açlık, karaciğerdeki gli­
kojen miktarının belirli duruma düşmesi ile bedende hissedi­
len kırık bir durumdur; bu durumun ya da hissin beraberinde

8
getirdiği yeme arzusudur. İnsanın, hipotalamusla karaciğerin
reseptörleri arasında sıkışıp kalma durumudur. Bu nedenle
beden, obez olma yolunda olmasa da, sahibinden yaşayacak
kadar vasat zengin bir mönüyü ömür boyu talep eder. İçte
heves, arzu, nefs, libido olduğu müddetçe, kan deveran et­
tiği, kalp çarptığı müddetçe ve hareket insanın mutlak aksi­
yonu olduğu müddetçe acıkma ve doyum bir anlamda var­
lık sarmalı haline gelir. İnsan acıkma ve doyma döngüsünde
yaşamak zorundadır ve bundan kurtuluşu yoktur. Bedeni az
yıpratarak oruçlarla onun işlevini azaltmak bir yöntemdir,
elbette bunda organların fazla yıpranmamasını sağlamak
da önemlidir, zira bedende böbrek yetmezlikleri ya da az
gıda alınmayla koşut yeni hastalıkların türediği bilinmekte­
dir. İnsanlık tarihi, perhiz, oruç, açlık sınırlarında dolanma
bağlamında minimal besinle maksimal besin arasmda han­
gi dengeyi tutturacağını araştırıp durmaktadır. İdeal ölçüler
tarihten tarihe, toplumdan topluma, mevsimden mevsime
değişim arz etse de, insanoğlu bedenini oluşturan yağlarla,
kalorilerle, karbonhidratla yaşamını sürdürmeye devam ede­
cektir.
Dinler tarihinin, semavi metinlerin ve laik-seküler, libe­
ral devletlerin ve rejimlerin arasında kalan bireyler, az yemek
ve çok yemek arasında her ne kadar bocalasalar da, yaşadık­
ları çağm bedenlerine, ruhlarına etkisini engelleyememekte-
dirler. Milenyum döneminde yaşayan insanlar gerçi ta eski
dönemlerde bile bir ritüel haline gelmiş, geleneksel yiyeceğin
sıralanmasmda en üst noktalarda yer alan gıdaları hâlâ yiye­
bilme özelliğini taşımaktadırlar, ama bir taraftan da kültür-
ler-arasılık, devletler-arasılık, dünyanın artık büyük bir köy
haline gelişi ve moda-marka piyasası insanın ne yemesi, ne
yememesi gerektiğini çoğunlukla belirlemektedir.
Kafka da bir insan olduğundan, onun da kendine ait hüz­
nü, sevinci, kaygıları, anne-babası, dostları, yazma arzusu ol­
duğundan dolayı, insansı özellikleri görmezden gelinemez.
O da her insan gibi bir çağda yaşamış ve çağm gereklerini

9
fazlasıyla yerine getirmiştir. Çağın iyi kötü sosyal olaylarına,
çağın ruhuna (Zeitgeist), sıkıntısı ve hüsranına, iyimserliği­
ne, karamsarlığına, sevgi ve hoşgörüsüne ruhunu bulamış ve
o dönemlerde bir insan gibi yaşamıştır. O dönemde yer alan
besinlerden istifade etmiş, annesinin, kız kardeşinin, lokan­
taların yemeklerinden yemiş ve bir kültürün müdavimi ol­
duğundan, kültürün gerektirdiği normları yerine getirmiştir.
Vejetaryenliği abartmasına rağmen sıkı, köyü, fanatik bir ve­
jetaryen olmadığı Elias Canetti'nin "Öbür Dava" adlı eserin­
de bahsettiği şekliyle görülebilmektedir.1 Vejetaryenliği kendi
bedensel rahatsızlığı, iştahsızlığı, hazım sorunları yarımda
sistematik bir hayat biçimi olarak seçmiştir. Onu bir protesto
amacıyla kullanmış, babasının dişlerinin sağlamlığına ve her
şeyi öğütmesine bir karşı duruş olarak yenen eti yememiş;
Felice'nin altın dişlerinin öğüttüğü, o dişlerin yediği etleri ye­
memek için bir direniş göstermiş ama Felice'yle nişanı bozdu­
ğu gün bunu kutlamak için hem de Felice'nin kız kardeşiyle lo­
kantaya giderek et, yani kanlı bir pirzola talep ederek, Felice'ye
kızgınlığını sembolik bir et yeme ayiniyle kutlamıştır.2 Kendi
içsel dünyası açısından baktığımızda Kafka'nın duygusal fe­
laket durumlarında yediği etler, belki de Felice ya da babanın
(Hermann Kafka) kendi bedenlerindeki etlerini temsil etmek­
tedir. Yenerek, bir anlamda Kafka'nın zayıf bedeninde absorbe
edilerek, içkinleştirilerek, harmanlanarak, gömülerek, bedene
katılarak (Einverleibung), yeniden yaşama kavuşmaktadırlar.
Gerçek dünyada ilişki bağlamında öldürülen ama içteki kinin
kabarmasıyla kendi içsel dünyasında da öldürülmeyle devam
bulan kişilerin, Kafka'nın bedeninde bir mezara gömülmesi
halidir bu durum. Freud'un, insanın inşam yemesi durumu­
nun, yamyamlık ediminin derinlikli çözümlemesini yaparken

1 Elias Canetti, Öbür Dava -Kafka'nın Felice'ye Mektuptan Üzerine-, Cem


Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul 2000, s.102-103
2 A.g.e., s.103

10
yamyamlığı "Einverleibung"la3 açıklaması gibi, bu durumlar­
da da Kafka bu tepkili et yeme edimini gerçek hayatta öldür­
düğü sevdiklerini -o durumda sevmediklerini- kendi bedeni­
ne gömme edimiyle sembolleştirir. Yenen şey gerçi sonuçta
insan eti değildir, ama bir vejetaryenin yıllarca et yemedik­
ten, babunlar gibi yıllarca otla beslendikten sonra, punduna
getirdiklerinde ve bir antilop yavrusu yakaladıklarında et de
yedikleri ve bu fırsatı kaçırmadıkları görülür. Kafka'nın bu
pirzolayı yemesi, sunduğumuz babun örneğiyle örtüşmek-
tedir. Vejetaryenliğini, yıllarca içini kemiren sorunu hallet­
tikten sonra bir et yeme ayiniyle, şölenle bozması, Kafka'nın
gerçek bir vejetaryen olmadığını, 'sözde vejetaryen', 'inatçı bir
etyemez' olduğunu bizlere gösterir. Kafka, kendi cılız bede­
nini gördüğünde, et yemesi gerektiği sonucunu çıkarır. Fakat
Kafka bir türlü baba ya da diğer etyiyiciler gibi her zaman
et yeme arzusunu içinde bulamamıştır. Kafka'nın sevgilisiy­
le ilişkileri dibe vurduğunda et yeme karan alması, bunda
inatçılık göstermesi bu davranışın bir "regression" (yansıtma
davranışı) olduğunu gösterir. "Testi daha su yoluna gitmeden
kırılmışsa"4 yani beden başlangıçta cılızsa ve zayıfsa, onu
babanın durumuna getirmek için tüm bir yaşam gerekiyor­
sa, iş oluruna bırakılır ve üstelenmez. Yenilgi kabul edilir.
Anorexik durumunu yaşam biçimi olarak kabul eder, anorexi-
asını giderecek, cılızlığına derman olacak gıda (bu durumda
et) baştan bedene katılmaz. Et yeme eyleminden feragat edi­
lir. Bu yola başvurulmaz. Bu yol, babanın baskısı ve "et ye!"
azarlamaları ile gün yüzüne çıksa da, babanın sevmediği, ho­
şuna gitmeyen farklı bir besin alanına açılma (vejetaryenlik),
onu kendine varlık alanı haline getirme eylemi ile etyemezlik
kendini iyiden iyiye dışa vurur. Et yemede, kemikleri bile

3 Sigmund Freud, Totem und Tabu (1913) Cap IV. Die infantile VViederkehr des
Totemismus, § 6, in Sigmund Freuds Gesammelte Werke, Vol. IX. Fischer Verlag,
Frankfurt/M 1999, s.179-180
4 Max Brod, Kafka'da İnanç ve Umutsuzluk, Cem Yaymevi, (Kâmuran Şipal çe­
virisi), İstanbul 2000, s.34

II
parçalayan dişlere sahip babası Hermann Kafka'ya, altın diş­
li sevgilisi Felice'ye yaklaşamıyor ve onlarla yanşamıyorsa,
kendine ait bir yeni alan açarak (vejetaryenlik) orada rakip­
siz bir yarış sergileme ve kendi açtığı alanının da lideri olma
girişimidir bu eylem. Kafka bunu başarır. Kendi perhizkâr-
lığının, cılızlığının felsefesini ve etyemezliğinin bilinçaltını
metinlerde vermekle kalmaz, onun kendinde inandırıcı bir
ritüel haline gelme eyleminde vejetaryenliği Çin kaynakla­
rından, Tao'dan, Japon kültüründen, Doğu mistisizminden
kaynaklarla geliştirir ve onlara dayanak bile arar.
"Kafkaesk Anorexia" adlı çalışmamız, "Franz Kafka'da
Açlık Bilinci ve Kültürü" alt başlığım taşımaktadır. Bu da bir
anlamda çalışmanın temel sorunsalım ortaya koymaktadır. Bu
çalışmada, Franz Kafka'nın yaşadığı dönemlerde yazabildiği
ve ölümünden sonra basılan, elimize geçen tüm eserlerinde
açlık ve anorexik izlekler araştırılacaktır. Kafka'nın kendi be­
deniyle sorunlar yaşadığım, kendisinin de zayıf, cılız olduğu
düşünülecek olursa, açlığının ya da onun o perhizkârlığırun,
anorexiasının felsefesi araştırılacaktır. Eserlerinden ayrı bir
kulvarda, dönemi içinde tanıklıklarla Kafka'nın eserlerinde
değil de kendi bedeninde görülen anorexik durumlara dikkat
çekilecektir. Thomas Bemhard nasıl garipliğini eserlerinin dı­
şında kendi bedeninde de yaşatma ve bu gariplik içinde ya­
şama olanağı bulmuşsa; Kafka'nın da bu perhizkârhğı, orucu,
anorexia merakı altında nasıl bir felsefe yattığı etüt edilecek,
sadece yazıda ve yazılan eserlerde kalmayan bir felsefe, bir
hayat görüşü olarak kendi bedenine uygulanan bu duru­
mun arkeolojisi yapılacaktır. Bunun için de okurlara "ano-
rexia nervosa"nın nasıl bir hastalık olduğunu, bu kavramın
ve hastalığın tamm-tarifini, insanlık seyrinde kısa bir tarihim
ve nasıl evrilip günümüze geldiğini, günümüzde nasıl bir gö­
rüntü arz ettiğim dile getirmekte fayda olacaktır. Psikanalitik
araştırmayı da gerekli kılan "anorexia nervosa" ya da ondan
farklı "bulimia nervosa" kavramları Freudiyen yeme bozuk­
lukları çatısı altında toplanabileceğinden, Kafka'nın anorexik

12
durumlarına geçmeden önce Freud'da bu yeme bozuklukları
ve hastalıklarının durumu nedir, ona bakılacaktır. Bir deri bir
kemik kalmış, ölümün eşiğine gelmiş, hiçbir şey yemeyerek
hayatta kalma dayanağını ortadan kaldırmış, iskeletin (ölü­
mün) görülmemesi için gıdalarla beslenmesi gereken vücu­
da hiçbir besin vermeyerek bu iskeleti bile isteye ya da gayri
iradi ortaya çıkarmış bir anorexia hastasının hayati tehlikede
olma durumunda bile aynaya bakıp fazla kiloları olduğunu
dillendirmesinin açıklamalarına ve derinliğine dahnacaktır.
Giriş bölümü ("'Kafkaesk Anorexia' Kavrammın Kazısı")
aslmda bunun için uygun bir başlıktır, fakat çalışmanın baş­
langıç evresinde Giriş bölümünde anorexia hakkmda bilgi
verip 'Kafkaesk Anorexia' kavramını açımlayarak ve kavra­
mın temelini sağlamlaştırarak, Kafka'nm bu hastalıkla pençe­
leşmesine eğilmeyi uygun gördük. Apayrı bir başlık altında
("Anorexia'nın Tanımı ve Tarihsel Gelişimi") bu tıbbi, psika-
nalitik terminolojiyi etüt etmeyi ve bu kavramm belki de ta-
nım-tarifini vermeyi daha doğru gördük. Girişte tartışmayı bir
tıp alanına, ya da psikanalitik bir kavramın kavram tartışma­
sına çekmek değil de, Kafka ekseninde edebi bir anorexia tar­
tışmasına çekmek bize daha mantıklı göründü. "Anorexia'nm
Tanımı ve Tarihsel Gelişimi" başlığı da çalışmamızda yer ala­
cağından, hatta bu başlıkta söz konusu bu hastalığın başlan­
gıcından günümüze kadar tarihsel seyri verileceğinden, bu
kavramm tarih içinde kat ettiği yolu ve anlam kayması varsa
geçirdiği evreleri görme imkânına sahip olacağız.
"Kafka'nın Kendi Bedeninde Anorexik Durumlar" adlı
bölüm, adı üzerinde anorexia hastalığının Kafka'nın bede­
ninde nasıl bir görünüm aldığını araştıracaktır. Kendi be­
deniyle mutsuz olan, Ahmet Haşim gibi kendi bedeninden
nefret eden, çoğu kez aynanın karşısına geçip kendi yüzüne
ve bedenine bakarken bunlarda radikal değişiklikler hayal
eden ama bunu gerçekte yapamamanm açışım içine gömen
Kafka'da anorexia hastalığının yansıması araştırılacaktır. Bu
bulgular, fotoğraflarla da desteklenmeye çalışılacaktır.

13
"Kafka'nın Eserlerinde Anorexia'nın Dışavurumu" adlı
bölümde araştırma alanımız Kafka'nın gerçek dünyada­
ki bedeni değil, kurmaca gerçekteki yansımaları olacaktır.
Kafka'nın bütün eserlerinde bu anorexik hastalığın izi sürüle­
cek ve bu tespitler bulgulanacaktır. Anorexia hastalığının yo­
ğun olduğu uzun hikâye ve hikâyeler merkezinde ("Değişim",
"Bir Açlık Şampiyonu", "Bir Köpeğin Araştırmaları") frag­
man kalmış romanları, mektupları, günlükleri, söyleşilerinde
anorexia hastalığı araştırılacaktır. Çalışma nihayetlendiğinde,
genelde Kafka dendiğinde akla gelen tipik Kafkaesk kavram­
ların arasına, "Kafkaesk anorexia", "Kafkaesk besin" kavram­
ları da eklenmiş olacak ve bu kavramlar açımlanmış, kafalar­
da artık bunlara ilişkin bir soru işareti de kalmamış olacaktır.
"Kafkaesk besin"in sadece bildiğimiz oral yollarla alman, in­
sanın yaşaması için ihtiyaç duyduğu maddi besin oluşluktan
çok "ruhsal besin", "epistemik besin", "tinsel besin", "yazı
besini" gibi besinin farklı alanlarında kullanımları da çalış­
manın içinde yeri geldiğinde açıklığa kavuşturulacaktır.
Metni oluşturma aşamasında konuşmalarıyla ufkumuzu
açan Prof. Dr. Yılmaz Özbek'e, kaynaklarından faydalandı­
ğım dostum Prof. Dr. Ali Utku'ya ve bilgisayarda kitabımızın
tüm teknik işlerini kotaran Dr. Öğr. Üyesi Dursun Balkaya'ya
teşekkür ederiz.

Ahmet San
(Erzurum, 2020)

14
GİRİŞ
("Kafkaesk Anorexia" Kavramının Kazısı)

"Kafamda aptalca bir düşünce var, şişmanlamak


ve buradan yola çıktp hastalığımı kökten iyileştirmek
istiyorum; oysa bunlardan İkincisi, hatta sadece bi­
rincisi bile gerçekleşecek gibi değil."
(Franz Kafka)

Franz Kafka'nın 1883 yılında doğduğu dikkate alınacak


olursa, onu hazırlayan koşulların tam da "çağın sonu" anla­
mına gelen "fin de siecle" dönemine tesadüf ettiği, Kafka'nın
tam anlamıyla bu dönemde gelişimini sağlayıp, bu çağda ya­
şama imkânı bulduğu gözden kaçmaz. 1883 yılında doğan ve
1924 yılında, 41 yaşında ölen Kafka'nın hayatı, edebiyat ta­
rihlerinde fin de siecle olarak değerlendirilen ve her anlamda
çöküşün (dekadanın) hüküm sürdüğü bir döneme tam olarak
denk düşmektedir. Kafka'nın buluğ çağma erip, hayatı sor­
gulama noktasmda aklı başına geldiğinde okula, daha sonra

15
üniversiteye gittiği ve eğitimini tamamladığı, avukat olduğu,
Assicurazioni Generali adlı İtalyan sigorta şirketinde çalış­
maya başladığı dönemlerde nefes aldığı çağın, gelecek söz
konusu olduğunda insana pek iyi bir gelecek vaat etmeme­
si ve insanları umutsuzluğa düşürmesi söz konusudur. İster
Avusturya'da olsun ister Almanya'da, o dönemde yaşayan
insanlarm çok kısa zamanda hızlı toplumsal olayların sey­
riyle akıllarının karışması, o dönemde yaşayan her insan gibi
Kafka'nın da trajik bir yaşantıya doğru evrilmesinin ön hazır­
lığını oluşturacaktır.
Klasik edebiyatta sıkça rastlanan ve kitap, hele de bi­
yografi ya da otobiyografi yazımında çok görüldüğü üzere,
yazarın kendisine varmadan önce, yazarın şekil bulduğu,
yazarın mayasını aldığı, yaşadığı dönemlerde nesnelerine,
yaşam biçimine, şartlarına dokunduğu ve ortammda serpil-
diği zamanı ve mekânı açımlamakta fayda görmekteyiz. Fin
de siecle'in egemen olduğu 19. yüzyılın sonlarına doğru na-
türalizmin çözülmeye, hanedanlıkların ve imparatorlukların
ağır ağır yıkılmaya başladığı görülür. Artık soylu ve zengin
zümrenin edebiyata hâkim olmasının pek de uygun görülme­
diği, realizm ve natüralizmin devreye girişiyle işçi edebiya­
tının kendi edebiyatını oluşturmaya başladığı bir gerçek ha­
lini alır. Sanayileşme ve endüstrileşmenin baş göstermesi ile
eskiden beri görülmeyen ve görülmesine de imkân olmayan
modem ve modem sonrası hastalık ve güncel yaşantının ga­
rip unsurlarının insanlarm yaşantısında sıkça görüldüğü de
dikkatlerden kaçmaz. Çağın sonu dönemine gelmeden önce
Biedermeier ve Vormârz dönemlerinde kendi ülkelerinden
sürülen, eserlerini doğru dürüst yazma imkânı bulamayan
ve her an sansür tehlikesi ile karşı karşıya kalan, edebiyat­
larını yurt dışında vatan hasretiyle yanıp tutuşarak kaleme
alan "Genç Almanlar" memleketlerine geri gelmişlerdir. Kari
Marx'ın ve Friedrich Engels'in zengin zümrelerden ziyade
proletaryaya dikkat çekerek, bu sınıfın kendi zincirlerinden
başka kaybedecek bir şeyleri olmadığını dillendirmesi ve işçi

16
edebiyatının soylu ve asil edebiyatın yanında yer alması ge­
rektiği, hatta yer yer ilerleyen zamanlarda daha baskın hale
geleceği inancı ile proletaryanın kendine güveni gelmiştir. Bu
çağrıyla, işçi edebiyatı geniş bir yayılım bulmuş ve bir anlam­
da zamanı etkileyen bir unsur olarak nerdeyse moda edebiyat
halini almıştır. İşçi edebiyatının kendine ait manifestosu ve
izlekleri oluşmuş, işçi edebiyatı kitleler arasmda sahipsiz bı-
rakılmayarak geniş bir yayılım kazanmıştır.
Eski zamanların durgun akışında, o dönemde yaşayan
insanlar durup dinlenip ne yaptıklarını, ne yapmak istedik­
lerini açık bir şekilde, herhangi bir kafa karışıklığına uğrama­
dan sorgulama imkânlarına sahiplerdi. "Modem dönem" adı
altında insanın ruhunu ezen ve büyükşehirde onu labirent
içinde bir fareye dönüştüren bu çağ, beraberinde kendi sıkın­
tılarını da getirmiştir. Devir 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl ilk
çeyreği olduğundan, natüralizm miadını doldurmuş, buna
karşıt bir yığın akımlar baş göstermiştir. Bu da gerçeğin ar­
tık bu döneme dek alışıldık bağlamda algılanmasından çok,
onun parçalanıp dağıtılması, difüze olması anlamını taşımak­
tadır. Her akım bir tez-anti tez ilkesince ortaya çıktığından, ya
da var olan akıma, karşı bir akımla cevap verildiğinden yü­
rürlükteki akımın bütün şartlarının gözden geçirilmesi, bel­
ki reddedilmesi, yerine yenilerinin konulması kaçınılmaz ol­
maktadır. Bu düşünceyle realist ve natüralist dönemin nesnel
anlatımının ve saniye üslubunun onu takip eden akımlarda
artık gözetilmediği görülür. Sanatçılar, özellikle de ressam­
larla yazarlar klasik gerçeklikle oynayıp natüralizme karşı
çıkmışlar, bir düzineye yakın akımla (Jugendstil, Estetizm,
Empresyonizm, Sembolizm, Ekspresyonizm, Sürrealizm,
Fütürizm, Yeni Romantik vs.) natüralizme karşı kendi ma­
nifestolarını yazmış ve onu savunmuşlardır. Gerçekliğin
klasik algılanışı her halükârda dağıtılmaya çalışılmış ve öz­
nel duyguların gerçekliğe az çok müdahaleleriyle yeni sanat
akımlarına doğru yol alınmıştır. Klasik gerçekliğe uyup, ger­
çekliği ayna gibi birebir vermek yerine, kendi izlenimlerini

17
sanata adapte etmeye çalışan izlenimciler (Empresyonistler);
natüralizme bağlı kalmayı can sıkıcı bulup artık sanata
sembol katmayı, sanatta sembollerin yer alması gerektiğini
dillendiren sembolistler; gerçekliği birebir anlatmak yerine
kontürlerde ve anlatımda gerçekliği az keskin ve çok keskin
hatlarla bozmaya çalışan ekspresyonistler, sürrealistler, fü-
türistler, Dadaistler kendi doğrularını bildirmiş ve akımları­
na müdavimler, tilmizler aramışlardır.
Natüralist döneme karşı akımlar, yirmi otuz seneye sı­
kışmış onlarca akım olduğundan dolayı aynı yazarları, şair­
leri, güzel sanatlarla uğraşan sanatçıları birçok akımda görme
durumu da ortaya çıkmış, şairler bir taraftan izlenimcilikte
yer alırlarken adlan sembolizmde de geçmiştir. Rainer Maria
Rilke'nin, Stefan George'nin, Hugo von Hofmannsthal'ın ad­
ları, birbirine yakın zamanlarda çıkan birkaç akımda birden
yer almaktadır.
Edebiyatta ırmak romanın o duru anlatımı yerine, doktor
Arthur Schnitzler'in deli olan hastalarım gözlemleyip ede­
biyata aktardığı "iç monolog"un (innerer Monolog); onunla
nerdeyse aynı zamanlarda James Joyce'un edebiyat tarihin­
de bir devrim sayılabilecek ve modemizme doğru evrilmiş
insanın kaotik bilincinin bir dökümü olan bilinç akışının
(BevvuŞtseinsstrom) edebiyata yansıtılması ile büyükşehir
sıkıntılarının, bu hızlı yaşam ve tempoda büyükşehir maki­
nesinin çarkları arasmda yiten ve kurtulamayan ben'in çilele­
rinin ve yitmişliğinin, her şeyin her anlamda parçalandığı bir
dünyaya doğru gidişin o ağır havasının, sıkıntıların, anksiye-
telerin, iç daralmalarının, ruhsal hastalıkların ve intiharların
görüldüğü bir çağa doğru gidiş görülmektedir.
Bu dönemde yer alan yenilikler sadece sosyal bilimleri
temsil eden edebiyatta, söylemin ve anlatıcının duru zihninin
bir bilinç kırılmasına uğraması şeklinde görülmemektedir,
sağlık bilimlerinde ve fen bilimlerinde de (fizikte, kimyada
v.s.) çok büyük buluşlar ve yenilikler çağa damgasını vurur.
Psikanaliz, felsefe bir taraftan; tıp, fizik, kimya bir taraftan

18
çağın gerçekliğini parçalara ayırmaya çalışmakta ve mo­
dern insanı bunalıma itecek her hamleyi ona reva görmekte­
dir. Einstein'lar, Pierre ve Madam Curie'ler fen bilimlerinde
devrimler yapmış; Robert Musil, Hermann Broch, Thomas
Mann, Heinrich Mann, Rainer Maria Rilke, Hermann Hesse,
Alfred Döblin ve daha nice büyük yazarlar edebiyat kana­
dında Avusturya-Almanya hattında poli-historik bilinci şe­
killendirmiş ve bu alanda çöküşün soykütüğünü kaleme al­
mışlardır.
Poli-historik bilinci de yedeğine alan yazarlar dönemin
bilim alanında yeniliklerine yabancı ve ilgisiz kalmamış hatta
Musil, Broch gibi önemli yazarlar geçmişte Büchner ve Goethe
gibi fen bilimlerine ilgileriyle bu alanda yeni buluşlar gerçek­
leştirmişlerdir. Eşyaya, nesneye, yaşadıkları çağın gerçekliği­
ne daha derinlikli bakış atma, gerçeğin arka planım, belki de
röntgenini görme şansına sahip olmuşlardır. Yazdıkları eser­
ler bir ulusun yıkılma ve yeniden yapılanma evresine denk
düştüğünden, kuşak çatışmalarıyla birlikte gündelik hayatta
da nice gerçekliğin değişim göstermesinden, felsefi söylem­
den, güçlü sembol ve metaforlardan örülü eserlerini çoğul-ta-
rihçi bir alana kaydırmışlar ve poli-historik bir türü de hazır­
lamışlardır. "Beton", nasıl modem bir terkipse, bu dönemler­
de "betonarme edebiyat", "asfalt edebiyat" gelişmiş, modem
insanm yaşadığı ve varlık kazandığı, hayatını idame ettirdiği
yerin soy kütüğü çıkarılmaya çalışılmış ve bu auranın sorun­
ları konu kılınarak sorunlaştınlmıştır.
Bunun böyle olacağının müjdecisi olan natüralizmin
1890'h yıllarda çözülmesi, Avusturya tandanslı yeni akımla­
rın nefes almaları ve gelişim bulmalarıyla; natüralist nesnel­
liğin bastırılması ve ben'e, bireyciliğe ve öznelliğe dönüşüy­
le; Stimer ve Nietzsche metinlerinin modem insanın zihin
dünyasına girişi ve modem insanın belleğinde alımlanışı,
içselleştirilmesi ve gündelik hayata pratize edilmesiyle; gele­
neksel değerlere biraz mesafe bırakma ile her alanda bir kriz
felsefesine, kriz ortamına doğru sürüklenilmesiyle daha da

19
yeni açılımların görülmesi sağlanmıştır. Egosantrik düşün­
cenin devreye girmesiyle, romantik dönemlerde görülen oda
felsefesi, oda müziği, oda merkezli düşüncenin kaybolmasıy­
la bir bensizlik çıkmazına girilmiştir. Topluluk oluştan birey
oluşa, birey oluşluktan sonra o soğuk ben'e varılmış, sonra da
o benin modernizimin soğuk ve metal çarkları arasında ezi­
lişi kaçınılmaz hale gelmiştir. Parçalanatı ve yiten sadece fi­
zikte atom, tarihte imparatorluklar ve sosyolojide geniş aileler
değildir. Bireyin tek başına bu kaotik dünyada kalmışlığı, bu
dünyaya Heidegger'in de dediği gibi fırlatılmışlığf, kendini
çaresiz hisseden bireyin kaderidir. Kırmızı başlıklı kız, nasıl
koca ormanda, tehlikeye açık vaziyette, kurtlarla yüzleşmeye
mahkûmsa, modernizmin getirdiği ve kendisinden kaçama­
dığınız bensizlik, ben'in ıstırabı; sahibini bunalıma, intihara,
içsel kargaşaya ve hastalıklara sürüklemektedir.
Daha fin de siecle dönemi bitmeden, bu atmosferin kavur­
duğu ateşten olsa gerek Birinci Dünya Savaşı, hemen ondan
sonra İkinci Dünya Savaşı patlak vermiştir. Artık benin mo­
dem dünyada ruhsal sıkıntı çekmesi, benin tiran bir düşünce­
nin ağır baskısı altında yitmesi, faşizmin insanlığın başına aç­
tığı belalarla Kıta Avrupası'nm topyekûn yıkımı kolaylaşmış­
tır. Fin de siecle'in, dekadan çağının çöküşü ile moralman da,
benlik olarak da yıkılan modem insanın artık kurtarılamayan
ben'inin, bu savaşlar devrinde aldığı hali kelimeler anlata­
maz. İnsanlığın bu kadar da düşeceği tahmin edilmemiş, ar­
tık küçük umut zerresi ile hayatta kalman ve yaşamakla ölme­
nin çizgisinin birbirine bu kadar yakınlaştığı bir dönem daha
önce hiç görülmemiştir.
20. yüzyılın tüm bu gelişimlerinden bir karmaşa çağma,
bir yıkım yüzyılına doğru derlendiğini, içine girilen çağın gi­
dişata bakılacak olursa bunun insanlığa pek de hayır getir­
meyeceğini görmek için kâhin olmaya gerek yoktur. Daha 20.

* Martin Heidegger, Sein und Zeit, ss. 38; Das Verfallen und die Geworfenheit,
http: www.dalanta.de/notabene/32_35_38 html.

20
yüzyılın ilk çeyreğinin başlarında, ülkeler birbirine düşman
politikalar izlemiş ve 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı pat­
lak vermiştir. Uluslar, Kıta Avrupası'nda kendilerine biçilen
sınırlarla yetinmek istememekte, topraklarını buldukları ilk
fırsatta geliştirmek, yaymak istemekte; geniş alanlara, petrol
sahalarına, sıcak Arap ülkelerinin doğal kaynaklarına yayıl­
mayı kafalarına koymaktadırlar. İngiltere, Hollanda ve diğer
ülkeler, sayısız dış ülkelere çıkarma yapmakta, Fransa'nm da
gözü kolonize edebileceği ülkelere kaymakta, felaket çağma
doğru evrilirken Kıta Avrupası'nda çoğu ülke sınırlarını ge­
nişletmek istemekte, eski tarihlerinde yayılmacı felsefelerinin
bir gereği olarak ve o duyguyu tekrar yaşatmak amacıyla
kendilerine kolonyal toprak bulma arayışına girmektedirler.

İlerde Hitler bile İkinci Dünya Savaşı'nın temelini atar­


ken, Versay'ın Alman ulusunun onurunu zedelediğini, bu­
nun Alman ulusu için bir utanç olduğunu, bu anlaşmanın
Almanlar için yüz karası olduğunu savunup bu anlaşmayı
reddetmiştir. Bunu, oluşturduğu Nasyonal Sosyalist Gücü de
arkasına alarak iptal etmiştir. Versay Anlaşması'nı tanımamış,

21
ordusunun ve Germen ulusunun sadece Almanya sınırlarında
kalamayacağı, İngiltere gibi "Güneşi batmayan bir ülke" oluş­
luk amacını gütmesi gerektiği, bunun için de yayılma politi­
kasını Rusya'ya hatta Arabistan çöllerine dek yapması gerek­
tiği teziyle desteklemiştir. Daha sonra politika olarak da aynı
davayı sürdürmüş, gerçekten de Stalingrad yenilgisi olmasa
Rusya'da ve hatta Arabistan'da, soğuk beldelerde ve çöllerde
uçsuz bucaksız savaşları bir ölçüde beraber yürütmeyi bir ilke
haline getirmiştir.
Hitler'in "Kavgam"mda, arî Alman ırkının iki büyük
tehlikesi olarak Marksizm ve Yahudilik sayılmıştır.5 Hitler'in
yani Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin iktidara gelmesiyle
her şey daha da kötüye gitmiştir. Hitler, kafasında saplantı
haline gelmiş eylemleri ve içindeki arzuyu, kendi politikasını
bir nebze gerçekleştirmiş, bu bahsettiği iki düşmanın da kö­
künü kurutmak için etkin hamleler yapmıştır. Stalingrad'da
Almanlar yenilmese, bolşeviklerin, komünistlerin, marksist-
lerin, sosyalistlerin ve Rus solunun hali bugün Yahudilerden
farklı olur muydu? Rus topraklarına kadar gidip de orayı
fethetme arzusu, Himalaya'nın eteklerine varıp da Hitler'in
Germen kabilesinin kökenlerini Indo-Germen dil gruplarının
başlangıcını bulduğu Himalaya dağlan eteğinde araması; fa­
şizmi ve radikal milliyetçiliği, daha doğrusu kafatası ırkçılığı­
nı savunması ve kendi ırkının kökenini (Ursprung), ilk örnek­
lerini Himalaya eteklerinde bulmak için bilim adamlarını o
yörelere göndermesi Nasyonal Sosyalizmin, faşizmin sadece
savaş bağlamında kısa sürede metal, mekanik araçlarda gös­
terdikleri endüstriyel ve buluşlar devrimi olarak dikkat çek­
mediğini, budunbilim ve kökenbilim araştırmalannda da çok
önemli etütler yapma arayışlarında bir temel nokta, bir çıkış
noktası aradıklarını bizlere gösterir. Hitler, her şeyden yüce,

5 Adolf Hitler, Kavgam (Mein Kampf), Toker Yayınları, İstanbul 1992, s.26;
Hitler "Kavgam" adlı eserinde bu meseleyi şöyle açımlıyor: "İşte bu günlerde
Alman milletinin devamı için en büyük tehlike olan ve haklarında henüz her­
hangi bir düşünce beslemediğim iki şey gördüm: MARKSİZM ve YAHUDİLİK."

22
arî Germen ırkı olarak değerlendirdiği sarışın, mavi gözlü
gerçek Alman ırkından sakat doğmuş ve bu ırkın yapışma,
fizyonomisine ters düşecek ve onun saygınlığını lekeleyecek
özbeöz Alman çocuklarını bile, kendi ebeveynlerinin elle­
riyle getirdikleri hastanelerde zehirli iğnelerle öldürmüştür.
Tiranlık söz konusu olduğunda bu açıdan Stalin ve Lenin
ya da eski zaman tiranları Hitler'i geçememişlerdir. Çünkü
Hitler sadece kendi ırkının dışındaki Yahudileri, Marksistleri,
bolşevikleri, komünistleri, kara benizli olarak değerlendirile­
cek tiplerin kökünü kazımamış, kendi ırkından sakat doğmuş
saf Alman çocuklarını bile tarihten silmiştir. İmha edilmeleri,
ortadan kaldırılmaları, belki Yahudiler gibi trajik olmamıştır.
Toplu, manik bir halde, gözü dönmüş bir düşmanm dinmez
kiniyle kıyımlarda değil de, sessiz sakin zehirli iğnelerin akı­
şında ortadan kaldırılmışlardır. Bu da Hitler'in vandallığmı
ve tiranlığını daha da katılaştırmakta, onu diğer tiranlardan
daha korkunç, daha vandal, daha hastalıklı kılmaktadır.

Kafka'nın babası Hermann Kafka ve annesi Julie Kafka


Tam da bahsettiğimiz bu atmosferin ön hazırlığının oluş­
tuğu, fin de siecle'in başladığı ilk yıllarda (1875), gerçi daha

23
henüz Yahudilere hoyrat davranılmadığı, onların ikinci, hatta
yeri geldiğinde üçüncü dereceden insan konumuna itilmedik-
İeri zamanlarda, Kafka'nın babası Hermann Kafka binlerce
çileyle ve meşakkatle zenginliğini inşa etme girişimindedir.
Zenginliği yakalamış ve kendine eş olarak da, o döneme ba­
kılacak olursa yine üst sınıflardan Julie Kafka'yı seçip onunla
evlenmiş ve o dönemlerde bir dükkânda- süs eşyası, şemsiye
satmaya başlamıştır.
Elbette bu dönemlerde Yahudi gruplarına (Viyana
Yahudileri, Prag Yahudileri v.s.) uygulanan insanlık muame­
lesi, Birinci Dünya Savaşı'nı aşan ve ikinci Dünya Savaşı'nın
başlangıcına varan süredeki insani (düşmansı) muamelelere
benzememektedir. Ortam biraz daha sakin, insanlar birbirle­
rine karşı biraz daha saygılı, toleranslı ve "bir arada yaşama
duygusu" bu duyguyu zedeleyen istisnalar gözükse de en
azından yara almamıştır.

Kafka'nın doğduğu ev
Kafka'nın, 3 Temmuz 1883'de Prag'da doğduğu yıl,
Kafka ailesi bir oğula sahip olmanın gururunu yaşamaktadır.

24
Katka'dan iki yıl sonra Georg Kafka (1885-1887) doğacak ama
iki sene sonra vefat edecektir. Onun öldüğü yıl ise üçüncü
oğul olarak da görülebilecek Heinrich Kafka (1887-1888) do­
ğacak, sadece bir yıl hayatta kalabilecektir. Kafka bu üç oğul­
dan hayatta kalan tek oğul sayılmaktadır. Kendisinden sonra
doğan üç kız kardeşi Elli (1889), Valli (1890), Ottla (1892) da
Kafka'dan daha fazla yaşayacak, çoğunun hayatı, başka ülke­
lere ve uzak beldelere zamanında kaçamayan diğer Yahudiler
gibi Alman toplama kamplannda nihayetlenecektir. Kafka, il­
köğrenimini, ortaöğrenimi, lise ve yükseköğrenimini yaptığı
yerle, ailesiyle yaşadığı yeri daracık bir alanda tamamlar. Bu
«ıdı geçen yerler Prag'da birbirine çok yakın yerlerdir. Prag'a
tepeden bakıldığında Kafka'nın ömrünü geçirdiği yerin kü­
çücük bir çevre ve çember olduğu görülecektir.

Kafka'nın kız kardeşleri


Kafka bu çemberi aşamamış ve uzun ömrünü bu çember­
den dışarı çıkarma becerisini ve gücünü bir türlü kendinde
bulamamıştır. İçinde çoğu zaman bu halkayı kırma, buradan
uzaklaşıp gitme arzusu depreşip durmuş, hele de edebiyatta
başarılı olduğunu babasına ve diğer herkese ispat ettikten son­
ra Max Brodla geniş gezilere, uzak ufuklara açılma imkânını

25
yakalamış, bu gezilerle ruhunu geniş alanlara açmış ve dene­
yim sahibi olmuştur. Goethe'nin bunaldığı ve bir yazma kri­
zine girdiği dönemlerde açılmak, zihni dağıtmak, yeni yerler,
yeni kişiler, yeni ortamlar görmek amacıyla İtalya'ya gitme­
si gibi, bu iki arkadaş da yalnızca İtalya'ya değil Avrupa'nın
bazı yerlerine yaptıkları gezilerle yazı dünyalarına yeni bir
soluk katmışlardır. Filistin'in o dönemlerde "vaat edilen top­
rak oluşluğu"nun kesinlik kazanmasıyla ve Theodor Herzl'in
gayretleriyle Yahudilerin anayurtları olduğunu savundukları
Kudüs muhitlerinde, Filistin topraklarmda bir yer hayaliyle
çoğu kez Kafka da arkadaşlarına bu topraklara açılma, bura­
da, bu sıcak memleketlerde hem sağlığını yeniden kazanma
girişimlerini sürdürme, hem de burada sıcacık bir yuva ve ya­
şam hayalini canlı tutma arzusunu dillendirmiştir.
20. yüzyıla delikanlı olarak giren Kafka'nın yaşadığı dö­
nemlerde kendi ailesinden de görüleceği üzere Yahudilerle
Almanlar henüz ikinci Dünya Savaşı başlamadan önce ya­
şanan "Kristal Gece" üzüntüsü içinde değildirler. Kafka ile
az çok uğraşanlar Kafka'nın yazdıklarında geleceği gördü­
ğünü söyleseler, onun edebi eserleriyle ve geleceğe ait ön­
görüleriyle bir "kâhin" olduğunu dillendirseler de, yukarıda
kaleme aldığımız Kafka'nın içinde yaşadığı toplumun bi­
lançosundan da görüleceği üzere, o dönemde var olan de­
kadan düşüncenin hayatın her aşamasına gerilmesinden ve
yayılmasından bir nevi zorunlu olarak Kafka'da bu eserlerin
ortaya çıkmasmı sağladığı söylenebilir. Natüralizme karşıt
akımların hemen hemen çoğunda insanlık acısı, umutsuz­
luk, melankoli, karamsarlık, büyükşehir yaşamının pani­
ği, kaos ortamının getirdikleri, hızlı yaşamın hayata kattığı
olumsuzluklar, güzel sanatlara ya da edebiyata aktarılmıştır.
Bu dönemlerde değil mi Edvard Munch'un "Çığlık"ı, Oskar
Kokoschka'nın "Pietası" oluşmuştur. Ekspresyonist döne­
min kendisine şiar edindiği gerçekliği bozma eylemi, sanatın
her alanında ve çoğu yazar tarafından da kabul görerek eser­
lere aktarılmıştır.

26
Kafka delikanlı çağlarında
Yahudilerin fıtratları itibarıyla sermayeyle diğer ulusun
Icrtlerinden daha iyi geçinebilme becerisi gösterebilmeleri,
para ve kapital ile Yahudiliğin diğer semavi dinlerden daha
1 azla barışık olması ve bunların birbirini ötelememesi, ikisinin
bir arada olabilirliliği felsefesi bu ulusun ve ırkın sermayeye
susuzluğunu, ibadetlerin yanında dünyayı evirip çevirecek,
hatta köşeye bir şeyler atacak, biriktirecek ve bunu anapara
yapacak, bunu büyük işler için kullanacak ve zenginleşecek
alanlara aktarmalarım sağlamıştır. Hitler de "Kavganf'da
bunu fark ettiğinden, Yahudilerin tıynetinde, mayalarmda
dünyaya bağlılığın yanında sadece öbür dünyaya endeksli
bir yaşantının çıplak kalacağı düşüncesini görmüş, kitabında

27
arî Alman ırkının açlığını ve perişanlığını bu ulusun ve ırkın
para, sermaye, kapital biriktirme politikasına bağlamıştır.
Daha sonra potansiyel düşman olarak belirlenen Yahudilere
karşı yeltenilen yıkım politikalarının "Kristal Gece" eylemle­
riyle dışa vurulması ile Yahudileri fırınlara, krematoryumlara
(yakmalıklara) gönderme, onlara eziyet etme, onlara jenosit
uygulama eylemleri sürerken, kendi yıkımlarım oluştura­
cak mekânlar "Arbeit macht frei" (Çalışmak, özgürleştirir)
ilkesince yine kendilerine yaptırılmıştır. Yahudilerin yaşa­
dıkları evler, onların sit alanları, varlıklarını idame ettikleri,
kültürlerini, gündelik hayatlarım sürdürdükleri yerler, fakir,
yoksul Almanlara verilmiş ve bir anlamda psikanalitik ola­
rak değerlendirdiğimizde, Yahudiler "yenilip yutulmuştur"
(Einverleibung). Her şeyiyle zengin olan ve yaşayacakları
yeni evlerinde fırına gönderilmiş insanların anılarını, duygu­
larım, hüzün ve sevinçlerini gösteren nesnelerinin ortalıkta
olduğu, bunların kaldırılmadığı, daha önce başkalarının ha­
yatlarım idame ettirdikleri, başkasına ait bir evi sahiplenip,
kendi varlığım oraya transplantasyon yapma eylemidir bu.
Doku ister uysun ister uymasm, organ ister bedene yabancı
gelsin, ister gelmesin, başkasmın duygu imparatorluğunun
tiranize ve domine edilerek bir sosyal tecavüz sonucu onun
yaşama alanmın ilhakıdır bu. Öyle de olur, insanların o dö­
nemlerde, maddi yönü bir kenara bırakın, duygusal bakım­
dan ne durumlarla karşı karşıya kaldıkları, savaşlar dönemi
öncesi, savaşlar dönemi ve savaşlar dönemi sonrası iyi araştı­
rıldığında daha iyi görülebilir.
Bir on ya da yirmi sene sonra Kafka genç bir delikanlı
olarak aynı topraklarda üniversiteye gidip avukat olabilir
miydi, o şüphelidir? Çünkü Freud da yaklaşık olarak aym
dönemde yaşamış, Yahudi olduklarmdan Viyana'da babasına
karşı Almanların nefretlerini sezmişlerdir. Daha sonra bilin­
diği üzere Yahudilere karşı nefret artacak, Yahudilerin gün­
delik hayata müdahaleleri minimalize edilecek, alışverişleri
yapacak yerleri değil, hangi üniversiteye gidebilecekleri ve

28
gitmeyecekleri de panoptik bir baskı ile yukarıdaki merciler
t <ını tından ve sosyal baskı yoluyla belirlenmeye başlanacak­
tır l 'reud ve Kafka döneminde Avusturya ve Prag Yahudileri
olarak avukatlık ve tıp meslekleri Yahudilere açıkken, sonra
arlık o çember iyice daralacak ve Yahudilerin sadece eğitim
hakları değil, yaşama haklan da tehlikeye girecektir.
Kafka, yaşadığı dönemlerde güncel hayatı gazetelerle ta­
kıp eden biridir. Sıkı bir gazete okuyucusudur. Yazar mayası
taşıdığından ve her şeyiyle kendini bir yazar olarak hissetti­
ğinden, Gilles Deleuze ve Felix Guattari'nin de bahsettikleri
gibi büro onun için bir tabut niteliği taşır.6 Bütün enerjisini
ve mut durumunu geceleyin ortalık sessiz olacağı zamana
saklamaktadır. Gündüz de büroda istemeden, arzu etmeden
çalışır. Kafka, hayatını geçindirmek ve çalıştığını topluma
lanse etmek amacıyla bir büroya bağlı kalmak zorunda his­
setmektedir kendini. Büronun, Kafka'nın bacaklarına takılı
bir pranga olduğu, onun "işkence çeken insanlığın zincirleri
büro kâğıtlarından"7 yapıldığı söylemiyle ortaya çıkar. Bu
.ilanda Kafka hakkında yazılan kitaplarda çok güzel bölüm­
ler vardır. Bürokrasi, büro yaşamı Kafka'nın vazgeçilmez
bir parçasıdır, fakat Kafka bu büro yaşantısını bir anlamda
güncel olayları takip ve dostları karşılama amacıyla gerçek­
leştirir. Gazete okumalar, gelen gidenlerle toplanmalar, ara­
da büro işlerinin aksamamasını sağlamalar, bu büro yaşan­
tısını belki biraz çekilir kılmaktadır. Bu büro yaşantısında,

6 Gilles Deleuze-Felix Guattari ortak eserleri olan "Kafka, -Minör Bir Edebiyat
lçin"de dilediği yaşantıyı, özlediği bir yaşam tarzını en azından büroda sürdü­
remeyen Kafka'yı bir Dracula'ya benzetirler. Kafka bir Dracula'dır ve bürosu da
Dracula'nın gündüzleri yattığı tabutudur. Geceyi uzattığı, geceleyin uyandığı ve
gerçek dilediği yaşamı bu huzurlu saatlerde yazarak ve düşünerek sürdürdüğü
için gececil bir vampirdir Kafka, mektupları da başkalarından Kafka-Dracula'nın
emdiği kan olarak değerlendirirler. Daha ayrıntılı okumalar için bkz. Gilles
Deleuze-Felix Guattari, Kafka -Minör Bir Edebiyat İçin-, YKY, (Özgür Uçkan-
Işık Ergüden çevirisi), İstanbul 2000, s.45-46
7 Michael Löwy, Franz Kafka, Boyun Eğmeyen Hayalperest, Versus Kitap,
İstanbul 2004, s.8

29
dünyanın dekadan çağdan sonra evrileceği bir toplumsal
felaket anma doğru gidişini birebir izler. Kafka, siyasal, sos­
yal, dini, kültürel her alanda Almanya'nın ve içinde yaşadı­
ğı zamanın nasıl kötüleştiğini görür, bunu gözlemler. Ancak
ikinci Dünya Savaşı döneminden sonra Mehmet Öztürk'ün
de önemli bir çalışması sayılan "Kafka ve Sinema" adlı kita­
bında dillendirdiği gibi, Kafka etkisi bütün sosyal bilimlere
yayılmış ve "Herbert Marcuse (Tek Boyutlu İnsan), Stanley
Milgram (Otoriteye İtaatkarlık. Deneysel Bakış), Theodor W.
Adomo (Otoriter Karakter, Estetik Teori, Negatif Diyalektik),
Erich Fromm, (Özgürlükten Kaçış, Otoriter Kişilik), Hannah
Arendt, (Totalitarizmin Kökenleri), Erwing Goffman (Stigma)
gibi düşünür ve sosyal bilimcilerin de hazırlayıcısı ve öncüsü,
başka bir deyişle 'ön figürü'"8 haline gelmiştir.
Hannah Arendt, Herbert Marcuse, Theodor W. Adomo,
Erich Fromm gibi filozof, psikanalist, sosyologların kendileri­
ne ait yıkım tezlerini, insanlığı ilgilendiren modem kuramları­
nı yine Kafka'dan türetmeleri, Kafka'nın büyüklüğünü göste­
rir. Ceza sömürgeleri, açlık sanatçıları, bürokratik labirentler,
otorite, totaliter kişilik, kısacası daha sonra "Kafkaesk" ola­
rak kavramlaştınlan tüm bu modem çağ bunalım kavramları,
ancak Kafka'dan yanm asır sonra sosyologlar, psikanalistler,
filozoflar tarafından acı çeken insanın bilinçaltını vermiş ve
özgün tanımlamalar olarak tarihe geçmişlerdir.
Kafka'nın avukatlığının, elbette Kafkaesk yazım tarzında
çok büyük bir etkisi vardır. Kafka bir avukat değil de başka
bir meslekle ilgilenseydi, acaba modem toplumun bilinçaltını
sergileyecek derinlikte insanlığın derinlerine varan bu biçim­
de bir kazı yapabilir miydi, bu şüphelidir? Avukatlık eğitimi
değil midir ki Kafka'yı, aldığı eğitim boyunca suç, ceza, af, bü­
rokratik soğukluklar, evrakların işleme alınmayıp bürokratik
engellere takılması gibi kendi icat ettiği bir yığın Kafkaesk

8 Mehmet Öztürk, Franz Kafka ve Sinema, Donkişot Yayınlan, İstanbul 2007,


s.15

30
sorunlara itmiştir. Kafka'nın aldığı bu avukatlık eğitimi, in­
sanın insan olarak kendi haklarının ayrımına varması, hukuk
bilgisi, insanın ötekiyle yüzleşmede kendi sınırlarının tayini
açısından önemlidir. Bu bilgiler teoloji (Buber okumaları),
felsefe (Kierkegaard, Schopenhauer, Nietzsche, Stimer v.s),
edebiyat okumaları (Goethe, Grillparzer, Fontane, Flaubert,
I )ostoyevski) ile geliştirilerek Kafkaesk bir dilin ortaya çık­
ması sağlanmıştır.
Garip olan belki de bu çağın sonunun, insanları bu for-
matta bir yazım tarzına ve felsefeye itmiş olmasıdır. Sadece
Nietzsche ve Stirner'in insanların hele de Hıristiyanların ka­
falarını yazdıkları ile karıştırması; bir nihilist, anarşist fel­
sefe ve öğreti inşası değil, yıkım zamanlarında insanların
inanmak istedikleri bir tanrı modelini ortaya çıkarmaya ça­
lışmaları, bu zor durumda kendilerini kurtaracak bir tanrı­
ya inanma eğilimleri insanın özünde var olsa gerektir. Fakat
ilerleyen zamanlarda, savaş dönemlerinde tiranize olmuş
toplum Yahudilere kıyacaktır. Dünya savaş halinde oldu­
ğundan dolayı insanlık iflasın eşiğine gelmiştir. Kendilerine
benzeyen bir despotun, bir Moloch'un, bir Ogre'nin, ken­
di türünün etinden ve varlığından beslenen bir canavarın,
yamyamın etkisini ortadan kaldıramayan ve susmayı tercih
eden, böylelikle son umut kırıntısını da kaybeden ve yalva­
rışlarına, dualarına bir karşılık bulamayan insanların nihi­
lizme, ateizme dönmeleri de bu dönem için bir gerçeklik payı
taşımaktadır.
Kafka, o dönemde her Alman vatandaşm eğitimini ta­
mamladığı gibi normal bir eğitim süresi geçirir, kendini şe­
killendirir, sevdiği dersleri alır, ekstra derslere girer. Birinci
Dünya Savaşı patlak verdiğinde askere kaydolmak ister ama
cıhz, zayıf olduğu için çürüğe çıkarılır. Bu "çürük" kelimesi
kendi kültürümüzde askere alınmayanlar için toplumsal bel­
leğin nasıl olumsuz bir retoriği olarak gözüküyorsa; aynen
öyle sağlam meyvelerin, besinlerin arasında 'çürük meyve',
'çürük besin' sayılmak Kafka'yı yıkar. Bedeniyle, gerçi çok

31
eskiden beri barışık değildir. Sonuçta varlığını bu bedenle
sürdürür. Fakat kendi bildiği ve görmezden gelmeye çalıştı­
ğı, yer yer sakladığı diğer çirkinliklerin ve toplumda iyi kar­
şılanmayan bazı bedensel eksikliklerin toplum tarafından da
aleni olarak görülmesi, fark edilmesi ve buna bir adın konul­
ması Kafka'yı derinlemesine üzer.
Çürüğe çıkmış Kafka, "erkek sayılmamış Kafka" anlamı­
na gelir. Kendisini babasına kanıtlamayı sadece eğitim, evlilik
ve nişanlanma deneyimleri, babayla bira içme yarışı ile gös­
terir; babanın besin zincirine alternatif besin zinciri arayış­
ları araşma, savaşa alınmayan "çürük bir insan oluşluk" da
eklenince, Kafka karga gibi sıskalıkta bedenini bir gölge gibi
Prag meydanlarında taşımaya mahkûm olur. Borchert'in "Im
Kriege sind Vâter Soldat" (Savaşta babalar askerdir)9 sözü
gerçi her ne kadar "savaşa eril bedenler gider" felsefesini dil­
lendiren bir şey gibi gözükse de, savaşa katılmayan (çürük
kişiler) savaş esnasmda gündelik hayatın akışını gayretleri
ve çalışmalarıyla sürdürmelidir. Birinci Dünya Savaşı patlak
vermiş olsa da bürolarda, bakkallarda, bankalarda, insanlığın
ihtiyaçlarının karşılanması ve sürdürülmesi gerekmektedir.
Çürük olanların yaşlılarla, kadınlar ve ergen çocuklarla yü­
rüttükleri işler de bunlardır. Bir de Kafka'nın 'gençlik hasta­
lığına' yakalanması buna eklenince, yani her ne kadar yaşlı
olsa da yüzünde minyonluktan dolayı çehresinin, olduğu
yaşm yirmi yaş altını göstermesi Kafka'yı iyice çığırından çı­
karır. Otuz, otuz beş yaşlarında bir çocuk gibi, genç bir deli­
kanlı gibi gözükür. Yüzünde çizgiler olmadığından, belki de
çehresiyle jestler ve mimikleri verememektedir. Kafka, kay­
gan ve pürüzsüz bir ciltle, ömür boyu yaşlanmamaya hüküm
giymiştir. Daha doğar doğmaz yaşlılık hastalığına yakalanan
ve her gün bir sene, iki sene yaşlanan hastaların durumu ne

9 VVolfgang Borchert, DrauŞen vor der Tür und Ausgewâhlte Erzâhlungen, Ro


Ro Ro, Schleswig 1966, s.87; Türkçe kaynak için aynca bkz. VVolfgang Borchert,
Dışarıda Kapının Önünde ve Seçme Hikâyeler, Kültür Bakanlığı Yayınlan,
(çev: Yüksel Baypınar) Ankara 1981, s.124
k.ul.ır hazinse, gençlik hastalığına yakalanan Kafka'nın içinde
bulunduğu bu durum da o kadar hazindir.
Bütün bunlar bir yana, Kafka metinleri gözden geçiril­
diğinde, Kafka hakkında bir şeyler söyleme isteğinde olan
Kafkasever aydınlar ona "kâhin"10 de demişlerdir, "boyun
eğmeyen hayalperest"’ de. Kafka'nın yaşantısı bütüncül bağ­
lamda değerlendirildiğinde, aslında dekadan çağının çile
çeken, acı çeken bir insanının tablosu ortaya çıkmaktadır.
Spinoza'nın hem Yahudi hem de siyahi olması, yani milen-
Vtım zihniyle baktığımızda çifte lanetlenmişliği ve alçal hl-
mışlığı içinde barındıracak bir durumda olması, günümüzde
hatta ikinci Dünya Savaşı döneminde olsaydı bu durum nasıl
karşılanırdı? Gerçi bunun için sadece Yahudi olmak bile ye-
lerliyken, "çifte lanetlilik" o dönem için fazla olurdu kanaa­
tindeyiz.
Kafka, ister dekadan çağının kaotik atmosferinde yaşadığı
ve yaşadığı zamandan geleceğe pay çıkardığı ve geleceği ön­
gördüğü için "kâhin" (Vorseher), bir "aziz"; isterse eserlerinde
"hoıno domesticus" (boyun eğen insan) tandanslı figürlerle
çağın ruhuna ayna tutan biri olsun, ya da Michael Lövvy'nin de
bahsettiği gibi "boyun eğmeyen hayalperest" olsun; onun her
şeyden önce bir insan olduğu, bir birey ve fert olduğu, bir pey­
gamber olmadığı düşünülmelidir. Peygamberlerin bile büyük
bir görevle yükümlü kılındıkları ve yaşadıkları dönemlerde
yer yer acı çektikleri ve bu yükü taşıyamaz hale geldikleri dü­
şünülecek olursa, Kafka'nın yaşam yükü karşısında çok genç

m l'mst Fischer, "Kafka" adlı biyografik denemesinde kitaba, Kafka'nın aziz


olmadığı savıyla girer; maksadı bir yandan Kafka'yı azizilik yaftalarından koru­
makken, bir yandan da onu dogmatik aşırılıklara kayanlara karşı savunmaktır.
Umulan dolayı Kafka'yı bir aziz olarak değerlendirmekten çok, onu büyük bir
vazar olarak değerlendirir ve insanların da bunu böyle bilmesini ister. Bunun
İçin bkz. Emst Fischer, Franz Kafka, Kavram Yayınlan, (Ahmet Cemal çevirisi),
lıdanbul 1998, s.13
’ 'Michael Lövvy'nin Kafka metninin adı "Franz Kafka: Boyun Eğmeyen
I layalperest"tir. Bunun için bkz. Michael Lövvy, Franz Kafka: Boyun Eğmeyen
I layalperest, Versus Yayınlan, (Işık Ergüden çevirisi) İstanbul 2008, 136 s.

33
yaşlarda çektiği acıların ve yaşanmışlıkların envanteri ciğerle­
rinden gelen kanla kendini dışa vurmuştur. Akciğerlerinden
kan kusması, Kafka'nın bir birey olarak dekadan çağının bu
ağır yükü altında ezildiğini ve bu yükün kendi sıkletine bindi­
rilmiş, taşınması zor bir yük olduğunu gösterir. Kafka, sadece
mevsimlerin değil, büyük toplumsal çember olarak çağın, ır­
kın, ulusun, ailenin, babanın, kendi içindeki despot Kafka'nın
baskısı altındadır. Ona et yedirmeyen, onu vejetaryen kılmaya
çalışan, onu uyutmayan ve gece yanlarına kadar ayık tutan,
ona herkesten ve toplumsal katman olarak kendi dışındaki
çemberlerden hepsinden daha fazla zulmeden bir kişi vardır
Kafka'nın içinde. Kendi kanıyla bir türlü boğamadığı; yaban­
cı el sendromuna yakalanan insanlarda o uzuvlar nasıl sahi­
bine itaat etmiyorsa, kendine itaat etmeyen 'yabana bir ruh
sendromu' da denebilir Kafka'nın durumuna. Kendi ruhunun
kendine yabandık hali. Kendi bildiğini okuyan, ilginç inat­
çılıklarla deri-Kafka'ya, beden-Kafka'ya zulmeden, onu ahz-
laştıran ve öldürmeye çalışan 'dominant bir siyam-ruh-Kaf-
ka'sı da denebilir buna. Varlığını resesif Kafka'ya zulmederek
geçiren, onu gıdalara, besinlere karşı uzak tutan, aç kalma­
sını, anorexiaya yakalanmasını sağlayan, ortaya çıkmak için
pundunu arayan garip bir ruh-Kafka'sı. Kafka bir taraftan
babayla, büroyla, sevgilileriyle, ileride "Kafkaesk" kavramı
oluşturacak tüm kavramlarla mücadele ederken, bir taraftan
da içinde taşıdığı bu canavarla, içindeki düşmanla mücadele
eder. Bu açıdan günden güne erir, içindeki bu canavarı doyur­
mak, onu epistemeyle beslemek, ona bilgi akıtmak için, onu
ortaya çıkarmak, varlığı açarak yazmak ve içteki bu canavarın,
bu varlık açılmasıyla nefes almasını sağlamak için mücadele
verir. O zayıf bedeni, büyük savaşların verildiği, içinde çok
büyük kıtallerin olduğu klostrofobik bir alandır. Bedenin sık­
leti bunu çekmeyince Felice ya da baba ya da büro ya da bere­
ketini damıtmak için, varlığı açarak yazmak ve yaratmak için
gecenin uzatıhşı ya da başka herhangi bir şey bunun için bir
neden olur. Mendile kan kusulur.

34
Mehmet Öztürk "Franz Kafka ve Sinema" adlı çalışma­
sında bir Kafka yüzyılından, Kafka çağından bahsetmekte­
dir. Terminoloji elbette Batıda da kullanılan bir terminolo­
jidir. "Günümüzün, Kafka çağından ne farkı var?" diye bir
soru sorulduğunda, modem sonrası insanın çektiği çilelerin
envanterinin görüldüğü kafkaesklik kavramının, Kafka çağı­
nın temel göstergelerinden biri olduğu görülür. Kafka çağı­
nın milenyumda değişmeden devam ettiği düşüncesindeyiz.
Çok az yazara nasip olan "esk", "esque" sıfatı, o yazarın bir
anlamda markalaşması, bir akım, bir ikon, büyük bir felsefe
ve kendine ait orijinal bulguları, düşünce tarzları olduğu an­
lamına gelir. Byronesk deniliyorsa, Byron'un romantikliği ve
gizemini bu kavramda görme imkânımız vardır. Her yaza­
ra "esk" sıfatı takılmamaktadır. Thomas Bemhard'm soyadı
olan Bemhard'm da bir "esk" kavramım hak ettiğine inan­
maktayız. Çünkü Bemhard da kendine ait bir dünya oluştur­
muş ve bu dünyanın unsurlarım kendine göre terminolojilerle
izah edebilmiştir. İster şiirlerinde, ister tiyatrolarında, roman­
larında olsun Bemhard'm spiral, helezonik dili, nefreti, her
şeyden iğrenmesi bir Bemhardesk dilin dışavurumunu sağ­
lar. Metne baktığınızda dokusundan bu metnin bir Bemhard
metni olduğu anlaşılır, çünkü Bemhard kendini tekrarlayan,
yeni akım ve yazım tarzlarına açık olmasına rağmen, kafasına
taktığı büyük sorunsallan çekinmeden, yılmadan her metnin­
de aynı inatçılıkla dillendirmeyi bilmiştir ve bu yüzden de bu
soy ad, bir "esk", "esque" sıfatım hak etmektedir.
Kafkaesk kavramım açtığımızda bunun Kafka'nın adın­
dan hareketle türetilmiş, Kafka'nın ruh dünyasının açılımla­
rım veren, o öğeleri yansıtan mekânları, atmosferleri anlatan
Almanca bir sıfat olduğunu görürüz. Mehmet Öztürk, "Franz
Kafka ve Sinema" adlı çalışmasmda, "Kafkaesk" kavramım
güzel tarif eder. Öztürk'e göre "Kafkaesk" sıfatı şu şekilde
açılabilir:
Almanca kökenli olan kafkaesk sıfatı, Kafka'dan türetil­
miş olup bir mekâm, bir atmosferi ifade eder. Daktilo, masa,

35
büro, dosya, loş bir ışık, labirent sokaklar, merdivenler, mah­
keme salonu ve koridorları, yoksul kesimlerin barındığı bir
avlu, kentin harap bir köşesi, kirli bir saray, tren gan, disiplin­
li hep uysal bir biçimde birbirinden farksız tekdüze çalışma
düzeni, grotesk, tuhaf ve aptalca tipler, acımasız, çirkin ve iri
adamlar, boş, terk edilmiş alanlar bu atmosferin ve ortamm
tanımlayıcı öğeleridirler, kafkaesk bir “dünyayı", onun nesne
ve ilişkilerini temsil ederler.11
Bu kavramlar, diğer yazarlar tarafından da kabul gören
ve zamanımıza kadar şekillendirilmiş kavramlardır. Bizim
bu çalışmamızda "Kafkaesk anorexia" kavrammm derinliği­
ne daha büyük sondajlar yapılması gibi, ilerleyen zamanlarda
da farklı okuma ve yeniden okumalarla, günün alımlanmalan
ile yeni kavramlar ortaya çıkacaktır.
Kafka Çağı, Kafka'nın içinde yaşadığı çöküş çağıdır. Fin
de siecle'ın insanlık için karamsar sayılacak atmosferini, de­
kadan bir kültürü yedeğine alan, o dönemin her alanda belir­
sizliğini ve Buluğunu, endişe ve korkusunu, aynı zamanda
makineleşmenin ve betonarme olmanın, büyükşehir içinde
bunalmanın, bürokrasi içinde kıvranmanın, öznesizleşme-
nin, bensizleşmenin, bireyciliği yitirmenin, yalnızlaşmanın,
yabancılaşmanın, buyruk ve boyunduruk altında kalmanın,
domine olmanın çağıdır. Bu tanımlamalar milenyum çağı,
post yapısal çağ, postmodem sonrası çağ için nasıl da doğru
bir tanımlama gibi gözükmektedir. Kafka Çağı'nın ve kafka­
esk öğelerin içerikleri yapı olarak da, bulgu ve şartlar bakı­
mından da günümüze denk düşmektedir. Zira belirsizliğin
egemen olduğu kafkaesk Buluğun alıp başım gittiği bir toplu­
mun, ismin silikleşmesi ve öznenin parçalanıp erimesi post­
modem sonrası dönemlerde de bir dağılma, difüze olmanın
temel gerekleri gibi görülmektedir.
Dekadan dönemin bir kavram olarak bütün olgulara
ve durumlara yayılan parçalanmışlığı milenyum için belir-

11 Mehmet Öztürk, a.g.e., s.123

36
İrdiğimiz günümüz için de geçerlidir. Büyük uluslar, çıkar
sağlayabildikleri yerlerde, güçlü bir toprak bütünü yerine o
toprakları otonom ama küçük parçalara ayırmayı, onu mer-
kczsizleştirmeyi ve sonra rahat bir şekilde zayıflatılmış da ol­
duğundan yönetmeyi, belki ilerleyen dönelerde farklı çıkara
politikalarla yiyip yutmayı rüyetlemektedirler. Sadece tarih
ve coğrafi bakımdan değil edebiyat ve edebi anlatım tarzı ba­
kımından da eski zamanların ırmak dili yerine postmodem
anlatının dağınık, parçalanmış ve bir bütün retroperspektif-
len uzak anlatım tarzını kendine şiar edinmiş bir akımla karşı
karşıyayız. Bundan yaklaşık bir asır önce yaşamış ve ilerleyen
zamanlarda kendi adına bir çağ modeli geliştirilmiş Kafka,
yazı dünyasından hareketle ideolojisini, felsefesini, anlatım
tarzını geliştirmiş ve belki de tüketim toplumunun büyük in­
sanları, çağa damga vurmuş yazarları, şahısları piyasaya sür­
mesi gibi bir anda Che Guevara gibi bir moda ikonu haline
gelmiştir.
Moda ikonu olmakla kitçleşmek arasında bir bağıntı var­
sa da, ya da çok satmak ve tabana yayılmakla değersizleşmek,
bir değer kaybına uğramak aynı şey gibi gözükse de avangart
olan, belletristik kategoride değerlendirilebilen, okur ve me­
ni k kitlesini, izlerçevresini sadece ağır sınıfa, üst sınıfa değil
de tabana kadar yayabilen ve onlar tarafından da sevilebilen
biridir Kafka. Bu bağlamda her ne kadar David Cronenberg,
()rson VVelles, Michael Haneke onu filmleştirmiş ve sinema­
ya katmışsa, edebiyat camiasında Kafka'nın Milena'yla ya da
diğer sevgilileri ile ilgili aşkları roman olmuşsa da, postmo-
dern dönemin yeniden çoğaltma tarzıyla güzel sanatlarda
Andy Warhol, Marilyn Monroe bağlamında fotoğrafı üzerine
rengârenk bir reprodüksiyon, yeniden tasarım hareketi yapıl­
mışsa da, bir tüketim toplumu objesi olarak Kafka tişörtlere,
gündelik hayatta kullanılan ıvır-zıvıra düşse de, Kafka derin­
liğinden bir şey kaybetmeyecek ve hızlı milenyum çağının
tiyle kolay kolay yiyip yutacağı, sindirebileceği bir kişi olma­
yacaktır.

37
Bu çalışmamızın bir amacının Kafkaesk kavram için­
de yer alan, Kafka'da "özlemi çekilen bilinmedik besin" le12
belki bir kanadı açıklanan 'Kafkaesk anorexia' kavramının
köklü, derinliği olan bir kavram olmasını sağlamaktır. Sadece
ağzın, dişlerin ve yutağın girizgâhı olduğu oral yollarda alı­
nan besinleri değil de, manevi anlamda, soyut evrene de açı­
lan, bazen bir episteme, bir bilgi, bir mektup ya da müziğin
incecik bir melodisi olan, bedenin ve ruhun ikili bir sarmalla
tüm besinleri açıkladığımız bir kavram sacayağma oturtmak
Kafkaesk anorexiayı. Kafka, eserlerinde ve Onsöz'de de de­
ğindiğimiz, çalışmamızın başlıca bir bölümü olacağı üzere
gerçek hayatında anorexik davranışlar sergilemiş ve perhiz-
kârlığını aşınlaştırmıştır. Vejetaryenliği, koyu ve radikal bir
vejetaryen olmasa da bir hayat biçimi haline getirmiş, et ye­
meme inadı yüzünden bu inatla yaşamaya, en azından yiye­
bilme umudu ve durumu varken öyle bir arzuyu içinde bas­
tırma yoluna gitmiştir. Perhizkârlık, oruç da zaten bu değil
midir? Yeme durumunda olmanıza, o besinleri yemeniz için
bir engel olmamasına rağmen, varoluş nedenleri, sosyo-po-
litik nedenler, ailevi nedenler, cinsel nedenler yüzünden o
eylemin perhizkârlığını yapmak. Kafka bu açıdan kendini
denetlemekte aşırıya gitmiştir. Gerçekleştirilememiş, içte bir
heves ve arzu olarak kalan bir tat deneyimi olarak, yiyebi­
leceği ama inadından dolayı yemediği besinlerle kendine ve
başkalarına bir ders vermeyi amaçlamıştır. Eti tam da bu ne­
denden ötürü yememiştir. Et yemiyorsa oradaki et bir şey­
lerin sembolü olmak durumundadır. Genel anlamda canlılar
kategorisinde görülse de, biraz gerçeklik yittiğinde et, insan
eti, kendi eti, durum ve şartlara göre baba eti ve âşık olduğu
kadmın eti (Felice) olarak anlam bulmaktadır.
"Kafkaesk anorexia" sadece beden ve başın, ruhla bede­
nin birbirinden kopukluğunu dillendirmez, bir varlık alanı-

12 Veysel Atayman, Önsöz ya da Kafka Kolonisi Hakkında, s.39 içinde: Franz


Kafka, Dönüşüm, Bordo Siyah Yayınlan, (Evrim Tevfik Güney çevirisi), İstanbul
2007, s.124

38
ııa açılarak organsız beden oluştuğu dillendirir. Somut etten,
ilerisi, üzerinde kılları olan, gözenekleri olan, terleyen, kanlı
raıılı etten olan, kanlı canlı bir et parçasmda şekil bulan ve bu
canlının zihninde yurt edinen, yuva kuran ancak onun zih­
ninde gelişme ve serpilme olanağına sahip epistemenin, bil­
ginin, bilmenin de bir anorexik susuzluğudur. "Değişim" adlı
uzun hikâyede Gregor Samsa'nın böcek oluşluğuyla birlikte
dişlerinin yitmesi ve insan-Samsa olarak her gün yapabildiği
ve hiç değer vermediği yeme, besinleri dişlerle öğütme ritüeli
böcek-Samsa oluşlukla ortadan kalktığından ve böceğin be­
denine alacağı, seveceği besin arayışı metin boyunca sürece­
ğinden bir an gelir ki artık böcek ağza alman, dişte harmanla­
nan, yutağa bırakılan çiğneyebileceği maddi besinlerden vaz­
geçer ve insandan böceğe dönüştüğü için incinmiş, alçalmış,
aşağılanmış, ezik ruhundaki yaralan tamir etmeye çalışır; çile
çeken ruhunun sağaltılması, rahatlatılması, sakinleştirilmesi
gerekmektedir. Grete'nin kemanıyla çaldığı müzik bu nokta­
da devreye girer. Kiracılann duyu organlan kız kardeşinin
çaldığı müziği beğenmese de, böcek apayn bir duyu ve algı
mekanizmasına sahip olduğundan bu cızırtıyı, tiz ve amatör
çalınan müziği kendi ruhu için bir kurtuluş yolu addeder.
Özlemi çekilen ve yıllarca peşinde olunan besin, müziğin
kendisi olur. Soyut bir alan açılır burada. Durum metafizik
bir hal alır. Olgu, duyu dünyasına iner ve varoluşa sokulur.
İnsanların anlamadığı ama böcek-Samsanın anladığı, gönder-
gelerini hüzünlü bir şekilde aldığı tınılar onun için artık 'öz­
lemini çektiği bilinmedik (belki kutsal) bir besin' konumuna
ulaşır.
"Bir Açlık Şampiyonu"nda da aynı durum söz konusu­
dur. Bu hikâyede, sermayesi bedeni olan bir açlık cambazının
kendi bedeninin sınırlarını yoklamak, kırk günü aşıp, reko­
runu kırmak ve açlığının sınırlarını yeniden belirlemek için
bir açlık orucuna yatması ve insanların da sirkte onu izlemesi
konu edilir. Açlık şampiyonu/cambazı, kırk günden daha faz­
la aç kalacağım dillendirmekte, fakat modem zaman ve hızlı

39
çağın dikkati uzun sürelere gerinen eylemleri sevmediği için
cambaz, sanatını sergilerken kırk günle sınırlı kalmaktadır.
Artık şaşaasını, ününü ve geçerliliğini yitirdiği bir zamanda,
kafesinde kendi kendiyle baş başa kalır. Modem insanın dik­
kati sirkte başka eylemlere ve eğlencelere kaymıştır. Cambaz,
ilginin azlığından dolayı kendi sınırlarım aşmayı ve rekoru­
nu kırmayı dener. Bunu gerçekleştirir de. Hikâyenin sonun­
da sirki gezen bir müfettiş, boş bir kafes görür ve oradakilere
bu kafesin sirkte neden boş tutulduğunu sorar. Onun boş ol­
madığı, içinde samanlarm arasında bir deri bir kemik açlık
cambazının olduğu söylenir kendine. Açlık cambazı kaldırılır
ve ona neden bu zulmü kendine reva gördüğü sorulduğun­
da, cambaz "Çünkü sevdiğim yiyeceği bulamıyorum. Eğer
bulsaydım, inanın bana, ben de siz ve diğerleri gibi tıka basa
kamımı doyururdum"13 der. Bu belki de şu demektir: Açlık
cambazının ruhu estetik olarak o kadar mükemmeliyetçi ve
yemek konusunda o kadar mükemmelliği seçici ki, sırf da­
mak tadma hitap edecek güzel bir tat, besin bulamadığı için
kendini diğer besinlerden uzak tutmaktadır. Ağzına göre,
ya da damağına göre besini, "sevdiği yiyeceği" bulamadığı­
nı dillendiren birinin elbette bir uzman, bir kompetan ya da
bir gurme, bir tatbilir gibi bütün tatlan bilmesi ve onları aşın
tüketmekten dolayı da bu tatlardan artık nefret etmesi ge­
rekmektedir. Açlık şampiyonunun önceki hayatı hususunda
belki bir bilgi de böyle bir şey olabilirdi. Çünkü tüm tatları
tatmayan ve dünyada var olan besinleri bilgi bakımmdan da,
tat (damak bilgisi) bakımmdan da bilmeyen birisinin "sevdi­
ğim besini bulamıyorum" demesi biraz mantıksız görünür.
En iyiyi, farklıyı, hiç tadılmamışı, yeniyi, en yeniyi, mutlak
tadı bulmak için zihninizde bir tat ve besin deposu, bir tat
hafızası olması gerekir. Ağız ve gırtlak kapalı olduğu zaman
karşılaştığınız bir besin olduğunda bu farklı besinlerin öz­

13 Franz Kafka, Açlık Sanatçısı, Altıkırkbeş Yayınlan, (Banu Irmak çevirisi)


İstanbul 2003, s.35
lenen ve yıllarca aranan gerçek besin olmadığını tatmadan
anlama durumunuz söz konusu değildir. Mantık bunu ka­
bul etmez. O zaman açlık cambazının aradığı, her ne kadar
kendisi müfettişe ağzıyla dillendirse de, oral yollarla aranan
besin olamaz. Ruhsal, metafiziki, soyut bir besindir bu. "Bir
Açlık Şampiyonu" hikâyesi bir vejetaryen bilinciyle yazıldığı­
na göre, etin iğrenç sınırlarım aşan, eti gözenek ve kıllarıyla
eriten, anorexik bir duruma getiren, etin bir deri bir kemik
kaldığı, derinin de eriyeceği, samanlıkta hiç yokmuş gibi cam­
inizin varlık olarak yiteceği, beden içine hapsedilmiş ruhun
len, et ve deri mahpushanesinden çıkıp özgür kalacağı, belki
bu anlamda varlık bulacağı bir anlam aranabilir bu hikâye­
de. Eti aştıktan ve onu erittikten sonra, manevi alanda büyü­
yebileceği, serpileceği, kendini geliştireceği, şişeceği ve obez
olacağı bir düşünce. Bilgeliğin, züht ve takva sahibi olmanın;
veli, ermiş, mutasavvıf, peygamber olmanın hiçbir dünyalı-
ğ«ı yaslanmamanın, bedeni dünyalıkla fazla şişirmemenin,
obez kılmamanın, nefse sahip çıkıp, arzulara isteklere gem
vurmanın anlatıldığı, bedeni ve gövdeyi bütün donanımlar­
la küçültüp, eritip, ruhsal büyüklüğe erişmenin bir yoludur
bu durum. "Kafkaesk Anorexia" adlı kitabımızın içinde hele
de "Kafka'nın Eserlerinde Anoerexia'nın Dışavurumu" adlı
bölümde "Değişim", "Bir Açlık Şampiyonu", "Bir Köpeğin
Araştırmaları" adlı bu üç hikâyeyi daha derinlikli inceleme
lırsatı bulacağımızdan meseleyi yerinde tahlil ve sökümleme
bağlamında şimdilik bu konuyu fazla irdelemeyelim.
Kafka'nın bedeniyle ilgili sorunları olduğunu, bedeniyle
barışık olmadığını dillendirmiştik. inceliği, uzunluğu, sıska­
lığı, kulaklarının kepçeliği ve kulak sayvanını beğenmeyişi
eserlerinde sık sık ele alınır. Güncelerde kendi bedeni ve başı,
ayna karşısmda eleştirilir.14 Sadece soyadının Kafka olma­
sının Çekçe'de "kavka" yani kargaya denk düşmesini değil,

14 Franz Kafka, Günlükler 1, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul


IW5, s.10

41
bedeninin de kargaya benzediğini; inceliğinin, sıskalığının,
kara kuruluğunun da kargaya benzediğini düşünüp durur.
Gustav Janouch'la yaptığı görüşmelerde bu meseleyi açar.
Kendini "kanatlan körelmiş bir kargaya" benzetir, kendisini
onunla özdeşleştirir:

"Ben eşine rastlanmamış bir karga-kavka'yım."


(...)
Adaşımın durumu benimkinden daha iyi. Doğru, uçmasın
diye kanatlan kesilmiş. Ama benim durumumda gerekli değildi
bu, çünkü benim kanatlanın zaten körelmişti. Bu nedenle yük­
sekler ve uzaklar diye bir şey yok benim için, insanların arasında
şaşkın şaşkın sekip duruyorum. Herkes kuşkuyla bakıyor bana.
Öyle ya, tehlikeli bir kuşum ben, hırsız bir kuş, bir kargayım. Ama
bu yalnız görünürde böyle. Gerçekte parlak nesneleri algılamamı
sağlayacak bir duyudan yoksunum. Önün için değil mi pırıl pınl
siyah tüylerim bile bulunmuyor. Kül gibi gridir rengim. Öyle bir
karga ki, taşlar kayalar içinde kaybolmak için can atıyor. Bu söyle­
diklerim yalnızca bir şakadır kuşkusuz, bugün ne berbat durumda
olduğumu fark etmeyesiniz diye yapılmış bir şaka"
* 5

15 Gustav Janouch, Kafka ile Söyleşiler, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çeviri­
si), İstanbul 2000, s.17-18

42
Kafka'nın bedeniyle banşık olmadığının bir diğer gös­
tergesi de, eserlerinde sürekli gün yüzüne çıkan beden meta­
morfozu ve transplantasyonlarıdır. Kafka'nın kendi bedeniy­
le barışık olmamasının, eserlerinde sıkça görülen ve Kafkaesk
öğelerde de yer alan metamorfoz düşüncesi ile yakından ilgili
olduğu tartışılmazdır, insan bedeninde rahat değilse, huzur
bulamıyorsa, bedeni ile sorunlar yaşıyorsa, sadece toplumsal
«orunlar değil, kendi içinde de sorunlar yaşıyorsa baş ve be­
den ayrışırlılığı, başla bedenin birbirinden kopuk ve araların­
da görülen çatışma da yedeğe almarak, beden başka nesnele­
re, haşaratlara, hayvanlara metamorfoz olur. Metamorfozun
ardıl düşüncesi bir evrilmedin Tırtılken kozaya, kozadan sü­
rünen bir larvaya ve ondan sonra da mutlak bir uçuş sahibi
olan kelebeğe metamorfoz halidir bu. Kafka, insan oluşluktan
şikâyetçidir. Varlığı, varlığın insanın başına nasıl bir bela aç­
lığını farklı canlılar ve yaratıklara dönüşerek ve onların bakış
açısından anlatacaklarını anlatarak dikkatimizi o noktalara
çeker. Elbette bu anlatılanlarda metafiziki sorunlar yedirilir.
Karganın göğe karşı savaşımı, Kafka'nın Tann'ya ya da her
anlamda Baba'ya (Gerçek Baba: Hermann Kafka-Allah Baba)
karşı bir mücadelesini içerir. Karganın bedeninin küçüklüğü,
gökyüzünün sonsuz büyüklüğü, ya da minör bedenle majör
beden arasındaki fark görüldüğünde, Kafka'nın metamorfoz
bahsine dünyevi sorunlar yanında, metafiziki art alan da yük­
lediği gözden kaçmaz. "Ebat küçülünce tehlike azalır" dü­
şüncesi ya da "insan bir tehlikeyle yüz yüze gelince büzülür
ve cenin pozisyonuna geçer" düşüncesi, pratikte doğrudur.
Küçülme tehlikeyi azaltır, ama siz küçüldüğünüzde sizinle
birlikte yüzleşeceğiniz tehlikeler de küçülür. Kafka'nın hikâ­
yelerinde bir fareyseniz, karşınızda bir kedi durur, sizlerle bir
topaç gibi oynar, eğlenir. Kunduzsanız dışarıda tehlikelerle
dolu hayat sizi bekler. Akbaba iseniz, sizi yutan insanın be­
deninde onun kendi kanıyla boğulursunuz. Böcekseniz, in­
sanlarm arasında sıkletiniz ve hacminiz onlarınki kadar oldu­
ğundan, böcek olduğunuz için böceğin konumuna ve hacmi­

43
ne değil, insan-böcek-konumuna geldiğinizden, insanlar için
her zaman görünür ve ortada bir yaratık konumunda olursu­
nuz, sonunuz ölümdür. Metamorfozla birlikte ebadınızı tüm
tehlikeyi savacak ve tehlikeden kurtulacak konuma getirme
şansına sahip değilsiniz. Hatta metamorfoz geçirdikten sonra
bile, öncesine nazaran daha büyük tehlikelerle karşı karşıya-
sınız demektir. Çünkü varlık silsilesi, zincirleme tehlikeler
ağıyla birbirine geçmiştir ve bir kısır döngü ile düşünecek
olursak, tehlike mutlaktır. Tehlikenin kökenine indiğinizde,
başlangıç noktasına kadar gittiğinizde, başlangıç noktasının
sizler için başlı başına bir tehlike olduğunu görürsünüz. Bu
aşamada Canetti'nin bahsettiği metamorfozda küçülmeyle,
kendisinden kaçtığınız ve metamorfozunuzun da sebebi sa­
yılan 'asıl şeyle' aranızı açmak, 'bir tehlike varsa küçülme yo­
luyla tehlike ile aranızdaki mesafeyi büyütmek'16 düşüncesi
pek doğru görünmemektedir. Çünkü metamorfozda asıl şey­
den kaçarken ebat ve hacim, asıl şeyden kaçtığınız konumda
kalmaktadır. Bir insan için tam anlamıyla böcek ebadı ve hac­
mi, incommensurabellik'ten
*, her şeyi algılayan ve kuşatan
bilinçten, nazan dikkatini size yöneltip durmadan size bakan,
sizi etüt eden, atış alanından ve bakış alanından kaçamadı­
ğınız bir büyüklükten kaçış olurdu. Kendi ebadında karşıla­
şacağı tehlikeler görmezden gelinmezse dönüşüm gerçekleş­
tiğinde sadece yatay bir değişimin gerçekleştiğini, dikey bir
değişimin gerçekleşmediğini görmek kolaylaşır. Kilo, boy
yani ebat ve hacim aynı kalmakta fakat metamorfoz tende
gerçekleşmektedir, insan oluşluktan hayvan oluşluğa kabuk
atılmaktadır. Bu yatay bir değişim anlamına gelmektedir. Ten
değişimi. Ten değişime uğrarken ruhun aynen kaldığı, ruhun
bir değişime uğramadığı, hasletlerin, güdülerin insancıllıktan
sıyrılmadığı gözlemlenir.

16 Elias Canetti, a.g.e., s.108-109


"Incommensurable" sözcüğü, oransız, nispetsiz, kıyas kabul etmez, karşılaştı­
rılmaz, ölçülemez anlamlarına gelmektedir.

44
Biraz da Kafka'nın içinde yaşadığı dönemdeki modem
beden algılayışına göz atmakta fayda vardır. Dekadan çağda
modern beden algılayışı, klasik beden algılayışından farklı­
lık arz etmektedir. İlkel toplumlann beden algısı, bedeni bir
ı itüel alanı, geleneğin serdedildiği bir aracı-mekân olarak de­
ğerlendirmektedir. İlerleyen dönemlerde bedeni ebedi âleme
bir geçiş mekânı, basamak olarak gören bütün dini tarikatlar
ve pietist ekollerin de ortaya çıkmasıyla, beden politikaları iki
uç görüşte görülmeye başlanmıştır, insan doğduğunda bir
bedene sahip olduğundan ve bedeninden kurtulamadığın­
dan dolayı, onu yanı başında taşımak, onu içsel algılarının,
düşüncelerinin, ideolojisinin elverdiği müddetçe şekillendir­
mek insanın yine kendine kalan bir sorun olarak önümüzde
durur. İnsanın, içindeki nefsinin, egosunun boyunduruğu
ali ma girmemesi için bir nevi nefsin ve egonun (libido) dışa-
t ıda bir uzantısı gibi duran bedenin değersiz bir nesne olarak
görülmesi ve kutsallaştınlmaması durumudur bu. Perhizlerle
ve oruçlarla, insanın içindeki bu düşmanı ve doyum bilmez
ı anavarı susturmaya çalışmasının bir tezahürüdür. Bu içsel
mücadele ve savaşı, nefsin dış uzantısı olan bedene yansır.
İç ve dış, ister istemez pietist ekollerde ve tasavvuf düşünce­
linde birbirine bağlantılıdır. Birbirinden ayrı düşünülemez.
(, llehanelerde kendi nefsini dizginlemeye çalışan zahitlerin,
çllehanların bedeni, ister istemez bu çilelerden nasibini alır.
!*,<• doğrudan bir giriş bulamadığınız için, onunla savaşımı­
nıza dışardan başlamak durumundasınızdır. O yüzden ilkel
Inplumlardaki beden dövmeleri, acıyla bedenin örselenme-
•ıiııden oluşan garip çizim ve şekiller, beden yazımı ve bedene
»aı kıtılan aparatlar, onun içinde bir yerde saklı insanın gerçek
düşmanı olan o belirsiz şeye kininden kaynaklanır: Bedene
haddini bildirmek, bedenin her istediğini yerine getirmeme,
bedeni boyunduruk altına almakla birlikte aslında içteki o
ıırlsin, o iradenin boyunduruk altına alınması sağlanmak is­
lenmekte, bunun için savaşım verilmektedir. Köstebek top-
ınğın çok derinlerindeyse, toprağın üstünde bir yerlere bir

45
şeyler sokmak, saplamak, orada tepinip gürültü oluşturarak
köstebeğin korkup kaçmasını sağlamakla aynıdır bu düşünce.
Köstebeğin çıkması ne kadar geç sürerse, beden o kadar peri­
şan olur. Pietistlerin ya da bizim kültürde de kendilerini dün­
yadan uzaklaştıran bütün inanmış münzevilerin bedenleriyle
giriştikleri mücadelede, onlara hükümferma olmak; onları
aşağılamak değil, onları sakinleştirmek; nefislerinin esiri değil,
nefislerinin kendi esirleri olmasını sağlamak; nefsin o doyum­
suz arzu ve isteklerini sınırlamak ve ona bir terbiye vermek
ön plandadır. O yüzden zaten inzivaya çekilir insan. Çünkü
köy, kent, site, devlet, şehir toplumsalın ve toplumsalın ihtiyaç
duyduğu her şeyin bir akış alanıdır. Bir yerde insan varsa, o
yerde o insanların sonsuz ihtiyaçları vardır. Pazar vardır, üre-
tim-tüketim vardır. Dünyalık olarak değerlendirilen bir yığın
şey vardır. Dünyayı eğer bir gölgelik olarak görüyorsanız,
hedefinize gitme aşamasında bu gölgeliği kendinize ebedi bir
mesken kılamazsınız. O yüzden de inandığınız gerçek yerin
güzelliğini gölgeleyen dünyadan el etek çekilir, inzivaya çe­
kilen yer, içinden kopulan yere göre daha primitif, daha ilkel,
daha basit ve insana daha fazla mal, mülk, eşya, arzu, heves,
meta aşılamayacak yer olmalıdır. Çoğu zaman bir mağara,
çoğu zaman toplumun yaşadığı yerden uzak bir uzletgâh,
bir mekân olur burası; çünkü nefis ve ego etrafında gördüğü
şeyleri daha çabuk ister ve onun büyüsüne kanar. îlkin nef­
se ve egoya isteyebileceği, arzu edebileceği nesneleri göster­
memek ve dünyalıklardan uzak tutmak gerekmektedir. Ego
çevresinde dünyalık meta göremeyince, gerçekleştirebileceği
arzu aparatlarım fark edemeyince, elindeki ile yetinmeye baş­
lar. Rodeodaki yaban atların konumu gibidir bu durum da. At
yabanıldır, vahşidir, onu dizginlemek başlangıçta epey vakit
alır, ama bir zaman sonra yabanıl at sakinleşir. Toynaklanyla
sağa sola tekme atmayı bırakır ve dizgin altına alınır.
Ayaltı ve ayüstü âlemi kendine hedef seçen insanla­
rın beden politikaları bu yüzden farklıdır. Bizans ve Roma
İmparatorluğu dönemlerinde, Tanrı'nın felaketini indirdiği
sapkın kavimlerin olduğu dönemlerde beden, şımartılan, şi­
şirilen bir organ olarak değerlendirilir. Kusma makineleriyle
besin ve gıda açlıkları, doymayı sıfıra indirgeyip yeniden çat­
layıncaya kadar yemek ve bulimia nervosa hastalarında da
görülen tekrar onları çıkarıp yeniden yemek yeme edimleri
bir toplumun sapkın beden politikasını açıkça gösterir. Carpe
diem (ya da bir anlamda onun tamamlayıcısı olan carpe no-
ctem’) düşünce doğrultusunda anı yaşamanın bilincini son
kerteye kadar götüren, günü yakalama sevincini içlerinde his­
seden, dünyanın faniliği, insanın makro bir tat aparatı oluşlu-
ğu ve varlık duyargalarının sadece yeme, içme, dışkı üçgeni­
ne indirgenmesi, buradan da hedonizmin sonsuz alanlarına
açılma dönemiyle; belki de bu zamanlarla eşzamanlı giden
pietist ekolün dünya nimetlerine fazla dalmamayı, insanın
başına gelen felaketlerin aşın şişkin mideden kaynaklandığı,
"midenin şerli bir kap"' oluşluğu düşüncesini savunan dö­
nem arasmda dağlar kadar fark vardır. Ayüstü âleme değer
verenler ve gündelik hayatla yetinmek istemeyenler hemen
hemen her kültürde müdavimlerini bulmuştur ve memen-
to mori felsefesini savunmuşlardır. Memento mori, "ölümü
anımsa" anlamını taşımaktadır ve "gününü gün etmenin"
ölümü ertelemeyeceğini, ölüm için belki hazırlık yapmak ge­
rektiğini, arzu ve heves kıskacında ömrün tüketilemeyeceği-
ni savunur; carpe diem düşünce doğrultusunda keyif çatılan
anlardan silkinip ölümü hatırlamanın ve ona göre de hazırlık
yapmak gerektiğinin altını çizer. Carpe diem felsefe, ne kadar
arzuyu gerçekleştirme bağlammda bedene sınırsız genişleme
gücü verir ve onu şımartırsa, bedene toleransı ve onun istek­
lerine kredisi ne kadar genişse; memento mori düşüncesi be­
denin istediklerini en azından carpe diem düşüncesinin arzu

* "Carpe diem", "gününü yaşa" anlamına gelirken; "carpe noctem", "geceni


yaşa" anlamına gelmektedir. Gün ve geceyi birbirinden ayırarak mutlak bir za­
manın, eksiksiz bir vaktin dolu dolu yaşanması felsefesi olmalıdır bu.
* Hz Muhammed'in tam açılımı "İnsanoğlu midesinden daha şerli bir kap dol­
durmamıştır" şeklinde bir hadisi.

47
sınırlan doğrultusunda gerçekleştirmeyi bir o kadar uygun
görmez. Ölümü az hatırlama ve bedeni ona göre hazırlamay­
la, bedene karşı girişilen mücadelede ölüme aşın hazırlanma
ve bedene taviz vermeme, onu teskin etme, onu acı veren
aparatlarla biçimsizleştirme ve bedeni hor kullanma sadece
ortaçağ döneminde değil, günümüzde bile insanların gidip
geldikleri fikirler olarak varlıklarım sürdürürler. Kafka'nın
hikâyelerinde bedenin reddedilişi, memento mori düşüncesi
kapsamında agnostiklerin inancına yaklaşır. Beden lağvedi­
lir. Beden aşağılanır, ruhu örttüğü, ruhun iyiliklerini görün­
mez kıldığı, "etin, kötü bir tanrı tarafından insanlığı iyi bir
tanrının hükmettiği, hayal edilemeyecek kadar uzak olan
saflık dünyasma yabancılaştırmak için yaratılmış nefret dolu,
aşağılık duyular dünyasma ait olduğu yönündeki inanışı ha­
tırlatır".17
Ritchie Robertson, "Kafka" adlı biyografisinde, Kafka'nın
"Değişim" adlı uzun hikâyesini irdelerken, Samsa'nın beden
olarak bir böceğe dönüştüğüne ve fakat akıl olarak insan kal­
dığına, akıl olarak hiç değişim geçirmediğine dikkat çeker ve
modem dönemdeki beden algısını şu şekilde izah eder:

(...) Hıristiyanlıkta uzun zamandır süregelen ruh-beden ikili­


ğinin üzerine inşa edilen ve en iyi bilinen dönüm noktası Descartes
olan felsefi rasyonalizm geleneği, sağduyunun bedenden ayrılmış
kısmı olan aklı ve duyum ile duyuların alanı olan bedeni keskin bir
şekilde birbirinden ayınyordu. Bedenin akla bağlı olması, entelek­
tüel bir disiplin tarafından yeniden şekillendirilmesi gerekmekte­
dir ve duygular da sağduyuya dayanmalıdır. Akim beden üzerin­
de kurduğu otorite kıyafetlerle dışa vuruluyordu: Victoria dönemi
erkeğini başım dimdik yukarıda tutmaya zorlayan sert yakalar ve
eşinin vücudunu zapt eden korseler. Ancak 19. yüzyılın sonların­
da beden, çalışmalan 1890lardan itibaren Kafka dâhil Avrupa'daki
daha genç nesiller tarafından hevesle okunan Nietzsche'de felsefi
sözcüsünü bulmuştur. Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı keha-

17 Ritchie Robertson, Kafka, Dost Yayınlan, (Elif Böke çevirisi), Ankara 2007,
s.90

48
netvari kitabında (1884), akıl veya zekâ olarak bilinen yetinin yal­
nızca bedenin içinde ikamet eden büyük, içgüdüsel zekânın küçük
bir parçası olduğunu belirtiyordu.18

Robertson, Nietzsche'nin tespitlerinin kısa bir sürede


Avrupa'da iyi bir etki yaratması üzerine bu dönemde yaşa­
yan büyük yazarlarm da bedeni eserlerinde bir laytmotif kılıp
yeni romanlar, şiirler, tiyatrolar yazdığını dillendirir. Thomas
Mann'ın "Büyülü Dağ", Gottfried Benn'in "Et" gibi eserleri
bu dönemde beden izleğinin yaygın ve tartışılan bir izlek ol­
duğunu gösterir.
Kafka'nın modem beden algısı, klasik gelenekte kendine
kadar gelen algıyla birlik arz etmemektedir. Kafka her ne ka­
dar "Ceza Sömürgesi"nde subaym bedenini aygıttan geçirse,
Kaza Sigortası dönemlerinde edindiği bilgilerin de hikâyeye
yedirilmesiyle kurmaca evrende bedene çok büyük zulüm­
ler çektirse, bedeni durmadan başka şeylere dönüştürerek
onun varlığını aşağılasa da, pietistlerin ya da Hıristiyanlık ve
Yahudilik dininde de görülebilen bedene zulmetme eylemle­
rine gerçek hayatta hoşgörüyle bakmaz. Ritchie Robertson'un
da dediği gibi dekoltelerin, korselerin, Victorien dönemi­
nin bedene zulmeden kamı, göbeği, boynu sıkan ve aslında
tüm uzuvlara zulmeden elbiselerin yerine, modem bedenin
açıklığı ve nü'lüğü üzerinde durur. Modem bedenin kendi­
ni sergileyebilme özgürlüğüne inanır. Bedeni biraz da zayıf
ve alız olduğundan, hastalığa açık ve güneş, temiz hava ge­
reksindiğinden, odasmda çoğu kez hastalıklı bedenini çıplak
kılıp19 kendini hayran olduğu güneşin sağaltın, nekahet-
leştirici, iyileştirici, hayat bağışlayla ışıklarına teslim eder.
Robertson'un, Kafka'nın modem beden politikası ile ilgili
görüşleri önem arz ettiğinden, burada onları okurla paylaş­
makta fayda olduğu kanaatindeyiz:

18 Ritchie Robertson, Kafka, A.g.e., s.67-68


19 A.g.e., s. 70

49
Ne var ki, Kafka'nın paylaştığı modem duyarlılık bedenin
ölümünü kabul etmekle kalmaz; bunu yaparak aynı zamanda be­
denin hayatında yeni bir değer yargısı bulur. Kafka'nın çağdaşla­
rının çoğu 19. yüzyılın bedeni kat kat giysiler altına saklayıp biçi­
mini korseyle bozma yönündeki eğilimine karşı çıkıyordu. Onlar
çıplak bedenin dürüst ve utanmaz kabulünün samimi ve doğal
olduğunu savunuyorlardı. Yunan heykellerinin çıplaklığı müzele­
re hapsedilmemeli ve her ne kadar modem vücut mermer beyazlı­
ğına değil güneşin verdiği bronzluğa sahip olmalıysa da, modem
insanın pratik ideali olmalıydı. Çıplak yaşama öğretisi, yalnızca
sınırlı alanlarda mümkün olsa da, sağlıklı yaşamın en yüksek for­
mu olarak sunuluyordu. Reformcular ayrıca bedenin nefes alma­
sına izin veren pratik ve rahat kıyafetler giyilmesini öneriyor ve
insanları sağlığa zararlı şehirlerden kaçıp (Kafka'nın kız kardeşi
Elli'nin oğlunu modem bir okula yollamayı düşündüğü) Dresden
yakınlarındaki Hellerau gibi özel olarak tasarlanmış bahçe banli­
yölerine gitmeye teşvik ediyorlardı. Doğal olana duyulan merak
VVandervogel hareketine de ilham verdi ve bunun sonucunda bin­
lerce genç erkek ve kadın Almanya'yı yürüyerek geçip açık havada
uyudu. Kafka'nın kendisi de kayıkla dolaşmaya, yüzmeye ve uzun
yürüyüşler yapmaya bayılırdı.20

Bedenini çok sevdiği yüzme, kürek çekme, uzun yürü­


yüşler gibi sporlarla geliştirmeye, -belki bir nebze de olsun
yazı yazmak için ortalığı kolaçan etmenin masum gizli niyeti
vardır bu sporlarda- çalışan Kafka, spor etkinliklerine, bedeni
güçlendirecek yeme-içme kürlerine de dikkat etmiştir. Sadece
Fletcher'in o dönemde moda olan besin kürüne değer verme­
miş ve bunu kendi hayatına uygulamamış, bunun yarımda
Jungbom'da gerçekleştirilen açık ve toplu insanlarla, gençler­
le yapılan sağlık etkinliklerine de katılmıştır. Doğaya açıla­
rak beden ve zihni aynı ayara getirmeyi, ikisinde bir denge
aramayı amaç edinen Jungbom etkinlikleri, Kafka'yı iki hafta
(etkinlikleri içinde) konuk etmiştir. Robertson, Kafka'nın has­
talığı belirginleşmeye başladığı zamana doğru, bedeniyle il­

20 A.g.e., s.68-70

50
gili gördüğü rüyaları sevgililerine yazdığı mektuplarda nasıl
dillendirdiğini şu şekilde anlatır:
Kafka'nın durumunda ise, fiziksel aktivite onun bedeni­
ni sıkıntısız bir şekilde kabul ettiğinin göstergesi değildir. Bu zıt
duygulardan oluşan derin bir karmaşanın sadece bir yönüdür.
Bu karmaşanın diğer bir yönü ise günlüğünde, güçsüz bedeninin
kan pompalayamayacağı kadar uzun olduğundan korktuğu zayıf,
sağlıksız bedeniyle ilgili bitmek bilmeyen şikâyetlerde ifade bulur.
Dehşet uyandıran bazı günlük yazılarında bedenine korkunç bir
ceza uyguladığını hayal eder. 4 Mayıs 1913'te kontrolden çıkmış
bir şekilde, eti şeritler halinde doğrayan dairesel bir bıçağın bede­
nini hızla dilimlere ayırdığını hayal eder. Eylül 1920'de Milena'ya
yazdığı bir mektupta, bağlı haldeki ellerinden ve ayaklarından be­
deni yırtılıp ayrılacak gibi iki uca çekilen bir erkek resmi çizmişti.
Kafka'ya göre beden sağlıklı bir yaşam sayesinde kurtuluşa ulaşır,
ama aynı zamanda cezanın da en ulu mekânıdır.21
Kafka'nm eserlerinde pornografi nerdeyse hiç görülmez.
Erotizmi ve cinselliği, bedenin cinselliğe sarkan aşın arzuları­
nı örtmeye, gizlemeye ve onu edebi bir şekilde işlemeye çaba
sarf eder. Bu konuda eserlerinde ve roman poetikası bağla­
nımda Henry Miller, Vladimir Nabokov gibi çoğu yazarlardan
daha terbiyeli gözükür. Ama Robertson'un da dikkat çektiği
gibi Kafka'nın figürlerinin bedenlerinde cinsiyet yükü açıkça
görülür". Bastırılmış cinselliğin, birkaç romanda dudak du­
dağa öpüşmeye varması bir yana, ancak psikanalitik çözüm­
lemeler yardımıyla metnin şifresi kırılarak, kodların anlam­
lan sökümlenerek bastınlmış bu cinsel unsurlar gün yüzüne
çıkanlabilir. Kafka her ne kadar psikanalize inanmasa da, her
şeyden önce bir insan olduğundan ve bir arzuya, libidinal bir

21 A.g.e.s, 75
* "Kafkaesk Anorexia" (Franz Kafka'da Açlık Bilinci ve Kültürü) adlı kitabı­
mızı bitirip, ilk baskısının tashihini yaptığımız günlerde, Alman ve Türk hası­
rımda kimi gazetelere göre Kafka'nın pornografik fotoğrafları, kimisine göre de
Kafka'nın, iyi bir gazete okuru olduğu için o dönemde moda olan ve gazetelerde
yayınlanan pornografik içerikli, nüdist illüstrasyonları topladığı haberi yer al­
maktaydı.

51
enerjiye sahip olduğundan; babası kadar sağlıklı bir evlilik
geçirememişse de kızlara merakı ve gerçek hayatta da çapkm
oluşundan; öteki türe merakı ve heteroseksüelliğinden şüphe
olmaması gerekir. Robertson bu yüzden, Kafka'nın eserlerin­
de, "Cinsiyet Yüklü Bedenler"22 başlığı altında, onun eserle­
rindeki figürlerin cinsel kazısını yapar. Bedenlerin içinde cin­
sel arzu vardır ve ister doğrudan isterse dolaysız bir vaziyette
bu Kafka'nın hemen hemen çoğu eserinde gün yüzüne çıkar.
Fakat "Kafka'da pornografik yazım tarzı vardır" demek, ona
haksızlık yapmak olur. Kafka, iki kişi arasında mahrem olan
cinselliğin manik bir hal aldığı durumu yazıya geçirmeme
düşüncesindedir ve bunu yazı politikası bilir.
İster "sıradan bir yaşama duyulan hoşnutsuzluktan"
olsun, isterse de "aşırı duyarlı sanatçı vicdanının dayattığı
bir kendine karşı çıkma"23 durumu olsun, Robertson'un da
metninde dillendirdiği gibi "Açlık, Kafka'nın imgelemin te­
melini oluşturur. Fiziksel dünyadan vazgeçip muhtemelen
ruhsal bir dünyaya adım atma aracı olarak Kafka'yı büyüle­
yen aç kalma fikri, aynı zamanda onun kuşkuculuğunu da
harekete geçirmiştir."24 Her şeyiyle dünyevi zevk bağlamın­
da, ya da carpe diem düşünce doğrultusunda Kafka ete, tene,
bedene değer vermiş olsaydı, o zaman vejetaryen olmazdı.
Herkes gibi iştahla eti yerdi. Fakat Kafka'nın etle başka bir
derdi vardır. Kafka'da et, varlığın sıkışık kaldığı ve bir an­
lamda da yaşamını idame ettirmesi gereken bir yer, sıkışık
bir varlık aurası olduğundan etin gnostik reddine de gidil­
mez. Ete, bedene bakılır. Ona besin vermeme akla getirilmez.
Elbette kendi etine, bedenine besin verir. Hele hastalandığı
dönemlerde ölüm korkusunun da iyice artmasıyla ailesin­
den, kız kardeşlerinden akciğer hastalan için iyi olan ve şifa
bulmasını hızlandıran besinleri (tereyağı örneğin) yalvara­

22 Ritchie Robertson, a.g.e., s.75-82


23 A.g.e., s.83
24 A.g.e., s.82
rak kendilerinden talep eder. Ailesine gönderdiği son mek­
tuplar, nerdeyse besin talep etme ve gönderme eylemlerine
dönmüştür. Bu bakımdan Kafka'nın hastalık öncesi bedenine
bakmada biraz vurdumduymaz olduğu söylenebilir. Fakat
hastalığı kaptıktan sonra da artık bedeni en iyi, en sağlıklı,
en doyurucu ve en tatlı besinlerle doyurmanızın bedene bir
"üstü kalsın" ya da "hamam parası" söyleminden başka bir
anlamı da olmaması gerektir. Umut insanın içinde her zaman
var olduğundan, insan umutsuz yaşayamadığmdan, gelece­
ği güzelleştiren ve insanı mutlu eden şeyin ilerde olabilecek
olan şeylere karşı umut besleyebilme güdüsü olduğundan,
Kafka da bedenine son hamleleri, son ritüelleri yapar. Fakat
yara büyür, "Bir Köy Hekimi" adlı hikâyede doktorun mua­
yenesine gidip de yarasını kontrol ettiği çocuğa sahip oldu­
ğu büyük yarası için "böğründeki bu çiçek"
* tanımlamasını
koyduğu gibi, Kafka'nm böğründeki ve de gırtlağındaki bu
çiçek, 'tüberküloz çiçeği' metastaz yapar. Yanında sevgilisi
Dora Dyamant, birkaç yazar arkadaşı, ona çok değer veren
edebiyatsever doktorlar onu kurtaramamanın, ölüme teslim
etmenin hüznünü yaşarlar.

* Franz Kafka, Hikâyeler, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul


2005, s.75

53
1. Anorexia'nm Tanımı ve Tarihsel Gelişimi

“Açlığın ve tokluğun hilelerinden koru kendini.


Evet açlığın da... Çok açlık tokluktan da zararlı."
Sezai Karakoç

Modem zaman hastalıkları olarak bilinen ve 8CT1İ yıl­


lardan sonra ister müzik sektöründeki androjen bedenlerin
(Michael Jackson, Boy George vs.), isterse mankenlerin ve top
modellerin, Hollywood aktrislerinin güzellik merakından ve
güzel olma hırslarından, beğenilme arzularından, odak nok­
tada olma, ekranın kalbinde yer alma sevdasından olsun, be­
denini çok çok ince tutma ve ona çok çok az besin gönderme
merakı, aksi bilindiği üzere modem döneme özgü bir hastalık
değildir. Bu, sadece mankenlerde, aktrislerde, genç kızlarda
görülen bir hastalık değil, daha çok "anorexia athletica" ola­
rak da değerlendirilen ve sporun insan bedenini tüy sıklete
yakın ve çok zayıf olmaya ittiği bir durumun da sonucudur.
Sporcuların, hele de kayakçıların, kayak atlayıcılarm, tüy sık­
let jimnastikçi ve sporcuların, yüzücülerin, maraton koşucu­
larının, balerinlerin, modem dansçıların hatta jimnastikçile­
rin durumunu bir nevi ortaya koymaktadır. 'Anorexia athle­
tica' kavramı altında, spor ile bedeni zinde tutma ve sağlıklı
kılma unsuru temel almırken, bu spor türlerinin kendine ait
koşulların insan bedeninden talep ettiği kilolar, sporcuların
sıkıntısını da oluşturmaktadır. Mankenlerde, aktrislerde ya
da genç kızlarda bilerek bedene alınmayan besinin, anorexia
athletica çatısı altında bu spor türlerini kendine seçmiş spor­
cularda nerdeyse zoraki almmaması şartı vardır. Bu sporların
icra edilmesi için ait olduğunuz spor türlerinin mecburi kilo­
ları vardır. Bu kilolardan ne bir kilo daha fazla ne de az olma
durumu sporcular için zor/un/lu bir durumdur. Sonuçta han­

54
gi spor branşı olursa olsun, yukarıda sözü edilen branşlar
anorexik tehlike içermektedir ve zayıflıktan ölme riskini de
beraberinde taşımaktadır.

Bedenlerden örnekler

55
"Anorexia nervosa" hastalığı, tıpta, normaldışılıklar
psikolojisinde ve psikanalizde onunla beraber zikredilen
"bulimia nervosa"yla birlikte yeme bozukluğu hastalığıdır.
"Anorexia nervosa" yeme bozukluğu, ciddi bir beslenme has­
talığı iken ve ölümcül tehlikeleri içinde barındırırken, anorexik
hastalarm bedenlerine besin göndermeme, besinden iğrenme
ve ruhsal durumları da pek iyi bir durum arz etmediğinden,
bu hastalarm çoğunda anorexiayla birlikte histeri ya da şizof­
reni birlikte yürür ve kendilerini şişman biri olarak görürler.
Bu hastalarm bedenleri, Nazi kamplarında domine edilmiş ve
anorexik hale itilmiş Yahudiler gibi, toplama kamplarındaki
aşırı zayıf insanlara; Afrika'da besin bulamadıklarından aşırı
zayıf, kemikleri sayılabilen, derinin incelebileceği kadar in­
celdiği ve iskeletin bir ölüm tehlikesi gibi kendini gösterdiği
bedenlere benzemesine rağmen, bu hastalar kendilerini ayna
karşısmda hâlâ şişman görürler. Bedenlerinde hâlâ fazla kilo­
larının olduğunu söylerler. Anorexia nervosa hastalığına ge­
nelde erkeklerin değil de kadınların yakalanması, bu hastalığı
bir kadın hastalığına doğru çekmişse de, genelde ergen yaş­
lardaki kız çocuklarında görülen bu hastalık zannedildiğinin
aksine erkeklerde de görülebilir. Kız çocuklarının, kadınların
bedenlerine erkeklerden daha fazla baktıkları ve beğenilme
arzusu erkeklerle kadınlar karşılaştırıldığında kadınlarda
daha fazla olduğundan dolayı, ergenliğe giren kız çocukla­
rının kendi bedenlerinin dönüşümlerinde karşılaştıkları güç­
lüklerin de bu hastalıkta payı olduğu söylenebilir. Genelde
babalarıyla değil de anneleriyle sorunları olan kızların be­
denlerini cezalandırdıkları ve annelerine, ebeveynlerine kız­
dıkları için bunun tüm açışım ruhsal bağlamda bedenlerine
besin göndermemekle, onu aç tutmakla, ona yemek verme­
mekle bir anlamda "protestoya" gittikleri şeklinde yorulabilir
bu durum. Cezanın acımasız mekânı ve gösteri alanı haline
gelen anorexik beden, diğerinin kendini görüp üzülmesi için
adeta apaçık bir gösterge konumunu alır. İntihar eden kişi­
nin kendi ölü bedenini görüp de üzülmelerini istedikleri ki­

56
şilere yine kendi ölü bedeniyle verdiği mesaj neyse, anorexik
hastanın da bir anlamda annesi ya da babası ile sorunlarını
kendi bedenini aç bırakarak çözdüğü rahatlıkla söylenebilir.
Bu tespitin doğru olduğu Franz Kafka'nın kendi yaşantısıyla
da kanıtlanabilir. Kafka, "Babama Mektup" adlı metninde,
babasının sofra başında tüm aileyle yemek yediği anda, ken­
dilerine yasakladığı her şeyin yine kendisi tarafından dikkat­
sizce çiğnenmesini kmar ve ona kin kusar. Babasınm öğünleri
terbiyesizce yediği ve kendisini, kız kardeşlerini terbiyeye,
sofra adabına riayet etmesi için uyarmasını anlamlı bulmaz.
Hatta babasma kızgınlığından ve bir tepki davranışı olarak
da, onun hayatta tek oğlu olarak kendi bedenine bakmaz. Et
yemek ve sağlıklı biri olmak yerine eti reddedip vejetaryen
olur. Babasınm bir anlamda soyunu sürdüreceği önemli biri
ve evin tek oğlu oluştuğuyla kendine aşın dikkat edilmesini,
bedenine ebeveynlerinin bir baskısı olarak niteler. Bu sevgi
baskısmı kaldıramaz. Bunun ebeveyn sevgisi altında çocuğa
edilmiş bir zulüm, ebeveynin çocuğa bir anlamda tiranlığı
olduğu söylenir.25 Kafka, kendisinden sonra doğmuş ama
yaşama fırsatı bulamamış iki erkek kardeşten sonra hayatta
kalabilmiş tek oğul, Kafka soyadının bir anlamda biricik va­
risidir. Baba elbette Kafka'yı sever. Kafka kendisine verilen
aşırı değerin ve fazla sevilmenin, bedeni üzerine fazla titizce
davranılmanın ve bir türlü kendi başına bırakılmamanın hüz­
nünü yaşar. Hep anne-baba müşahedesi altında olmanın ve
onların yanı başmda yaşamış olmanın acısını içinde çekmiş,
kendi ayaklan üzerinde duramamanın ezikliğini yaşamıştır.
Gustav Janouch'la yaptığı rutin bir gezi sırasında yollan ba­
basının mağazasma doğru ilerler, hava da iyice kapanmaya
doğru ilerlediğinden Hermann Kafka, Kafka'yı mağazanın
önünde görür ve ona eve gitmesini, üşüteceğini, hastalana­
cağını, havanın kapandığım dillendirerek Kafka'yı düşündü­

25 Gustav Janoach, Kafka ile Söyleşiler, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çeviri­
si), İstanbul 2000, s.22

57
ğünü, onun hastalanmaması için kaygılandığım açığa vurur.
Kafka ise yanındaki Gustav'a babasının bu uyarısının özde iyi
olduğunu ama aslmda bir emirden, bir baskıdan öte bir şey
olmadığım dillendirir:

Kafka'yla ilk gezintimiz böyle sonuçlanmıştı.


Bir daire çizip yine Kinsky-Palais'e dönüp gelmiştik. Tam o sı­
rada tabelasında HERMANN KAFKA yazılı bir mağazadan uzun
boylu ve geniş bedenli bir adam çıktı, sırtında siyah bir pardösü,
başında büyük bir şapka vardı. Birkaç adım kadar ilerimizde du­
rup yaklaşmamızı bekledi. Aramızda iki adımlık bir uzaklık kal­
mıştı ki sesini iyice yükselterek: "Franz", dedi. "Eve dönmelisin
artık. Hava rutubetli"
Kafka tuhaf denecek kadar alçak sesle: "Babam", dedi bana
dönerek. "Benim için tasalanıyor. Sevginin gerisinde zorbalığın
çehresi sıntır çokluk. Hoşça kaim, Siz artık bana uğrarsınız."
Evet anlamında başımı salladım. Kafka bana elini uzatmadan
gitti.26

Kinsky-Palais, bu bina hem Hermann Kafka'nın mağazasmı hem de Franz


Kafka'nın öğrenim gördüğü okulu barındırıyordu.

26 A.g.e., s.22

58
Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi Kafka, babaların
çocuklarını düşünüyor gibi yaptıklan ama aslında onları ti-
ranize ettiklerini söylemektedir. Kafka babasının kendisine
gösterdiği oğul sevgisi ister olumlu isterse olumsuz yorum­
lasın, bütün olarak bakıldığında babanın Kafka'daki yeri pek
olumlu yönde değildir. Bu yüzden çoğu anorexik hastalar
gibi Kafka da 'Kafka' admm bir müdavimi, babasının gelecek
nesillere adını duyurmasında bir köprü olarak kendi varlık
alanını yıkarak, bu köprü görevini üstlenmeyerek, bedenine
bakmamış, yer yer bedenini hor görmüştür. 'Bedenini hor
görmek' demek, binlerce yemek çeşidinden eti yememek ya
da herhangi bir yemeği yememek olarak algılanmamalıdır.
'Bedeni hor görmek' demek, kendi çirkin bedeninin de zaten
babasından kendisine aktanlmış olduğu ve ruhu üzerinde
geçirdiği iğrenç bir ten kıyafeti olduğundan, zaten barışık
olmadığı bedenini yıpratarak, ona zulmederek, ona hak et­
tiği insancıl muameleleri reva görmeyerek, her bedenin arzu
ettiği ve dilediği yaşam şeklini kendisinde vermeyerek, onu
inceltmek ve hasta kılmak şeklinde tezahür eder. İşi gereği
gündüz çalışamadığı ve mayasında, genlerinde de yazarlık
olduğundan, yazma yoluyla babasmdan farklı olabildiği ve
varlığını o şekilde sonsuz açabildiğinden geceleri uzatmayı
dener. Bedenini uykusuz bırakmaya alışır, onun huzurunu
sağlayacak uykuyu ve şenlikli beden oluşluluğu bedene çok
görerek ve onu aşın zorlayarak onu hor kullanır. Anorexik
hastalarda görülen anne-kız silsilesi, Kafka'da nasıl baba-oğul
durumuna kaydığı böylece açık olarak görülebilir. Kafka, ba­
bayı kendi bedeninde cezalandırır. Onun iri kıyım bedenine
yaklaşamadığından, onun güçlü bedenine söz geçiremediğin-
den kendi resesif bedeni üzerinden bir hesaplaşmaya girerek,
babanın dominant bedenine mesajlar gönderir.
Anorexia nervosa ile bulimia nervosa arasındaki açık
fark, sinirsel temele dayanan bu hastalıklarda bulimia ner-
vosanın sınırsız yemek yiyebildiği, yemek yeme hususunda
bir sorunu olmadığı, tıka basa her çeşitten tattığı bir durumla

59
açıklanabilir. Damak zevkinin o kısa vadeli zevkini aldıktan
sonra, beden midede bu alman gıdaları hazmetme aşamasına
geçmeden, bu evreden çok önceleri bulimia hastasmın yedik­
lerini korkuyla geri çıkarılır. Mideye karşı yapılan bu hileli
davranış, mideyi ve tat mekanizmasmı oyuna getirme hare­
keti, bedenine çok değer veren ve kilo almaktan korkan, ideal
kiloyu yedikleri yüzünden aşacağım hisseden çoğu manken­
lerde ve aktrislerde görülür. Modem zamanlarm ideal kilo
ölçüleri ile besinlerini alan bu türde hastalar bu şekilde dav­
ranarak kendilerine zarar vermekte ve bu eylemleriyle sade­
ce sağlıklı beslenmelerine değil midelerine, soluk borusuna,
solunum yollarına da zarar vermektedirler. Bulimia nervosa
hastalarının başlangıç aşamasında sözde iştahlan dakikalık
bir doyma işlemini içerir, anorexia nervosa ise bulimia has­
tasının yine cesaretle ağzına aldığı, gırtlağına temas ettirdiği,
yutağından aşağı midesine indirdiği bu aşamaları yapmayı
topyekûn reddeder. Bedene karşı erdemli davranmada buli­
mia hastalarının daha üçkâğıtçı bir tavır sergiledikleri, yine
anorexia hastalarının en azından bedenlerini dolandırmadık-
lannı, onlara yemeği gösterip vermediklerini görme durumu
açıktır. Pavlov'un, köpeklerine eti gösterip de vermeyerek
onlara çektirdiği eziyet, bulimia nervosa hastalarmda tam
anlamını bulur. Mideye kadar besinleri indirip, sonra onları
kusma yoluyla geri çıkarma ve bunu daimi bir şekilde yap­
ma, ilerde daha kötü hastalıkların da müjdecisidir. Anorexia
hastası yemek politikasında bir değişiklik yapmadığı ve işi
kökten halledip çoğu besini yemek cetvelinden çıkardığı için,
bedenin beklentileri de günden güne azalmakta ve en azın­
dan besinlerin gelmeyeceği hususunda zihin tarafından oyu­
na getirilmemektedir.
Nursel Oral, "Yeme Tutum Bozukluğu ile Kişilerarası
Şemalar, Bağlanma Stilleri, Kişilerarası İlişki Tarzları ve Öfke
Arasındaki İlişkilerin incelenmesi" adlı basılmamış doktora
tezinde anorexia nervosa ve bulimia nervosa arasındaki iliş­
kiyi şöyle dillendirir:

60
AN'da (anorexia nervosa A.S.) hastanın yemeği reddetmesi,
aşın derecede kilo kaybı ve zayıflık söz konusudur. Buna karşın
beden imgesindeki bozulmaya bağlı olarak hasta gene de kendi­
sini şişman olarak algılar. BN (bulimia nervosa A.S.) ise nöbetler
şeklinde aşın yemek yeme davranışıyla kendini gösteren bir yeme
bozukluğudur. Bu bozuklukta da hasta sürekli olarak beden imge­
siyle zihinsel bir uğraşı içinde iken, aşırı yeme durumunda kont­
rolü kaybettiğinin farkındadır ve bunu telafiye yönelik davranış­
lar geliştirir, istemli, istemsiz kusma, diüretik ve laksatif kötüye
kullanımı, aşın bedensel egzersiz yapmak gibi. Bulimiyanın özel­
liği tıkanırcasına yemedir. Tıkanırcasma yeme, büyük miktarlarda
yiyeceğin hızla yenmesi periyodudur. Genellikle gizli yapılır ve
saatlerce sürebilir. Çoğunlukla güçlü bir iştahın sonucu olmaktan
çok yoğun duygusal yaşantılara (stres, yalnızlık, depresyon ya da
kızgınlık gibi) karşı bir tepkidir (Muuss, 1986). Her iki bozukluk
da, özellikle AN, genellikle ergenlik döneminde, %l-3 oranın­
da başlayan bozukluklardır. Erişkinlikte izlenmeleri de olasıdır.
Bununla beraber BN daha çok genç erişkinlik döneminde ortaya
çıkabilmektedir (Canat, 2000). Bu iki bozukluğun ortak özelliği be­
den imgesinde değişiklik göstermeleridir.27

Milenyum çağında bir taraftan dünyanın en büyük besin


zincirinin bu çağda yaşayan insanların emrine amade oldu­
ğunu bilmek ve dengesiz besinlerle, gündelik hızlı besinler­
le, fast food ve abur cuburlarla bedenini şişiren, obezliği bile
aşan insanların arasında anorexik ve bulimia hastaların yaka­
landığı bu durum insanın garibine gitmektedir. Gerçi insanlık
tarihinde eski zamanlardan beri perhiz, oruç; pietist, gnostik
açlıklar; çilehanelerdeki, tasavvuftaki geri çekilmelerle birlik­
te bedeni dünyevi arzulardan uzak tutmalar görülmektedir.
Fakat o dönemdeki besin zinciri, besin çokluğu ve çeşitliliği
ile milenyum zamanındaki besin çokluğu, çeşitliği yan yana
getirilemez. Milenyumda yaşayan insanoğlu sonsuz bir beğe­
ni yelpazesine sahiptir. Besin çeşitliliği sonsuz bir alana geril-

27 Nursel Oral, Yeme Tutum Bozukluğu ile Kişilerarası Şemalar, Bağlanma


Stilleri, Kişilerarası İlişki Tarzları ve Öfke Arasındaki İlişkilerin İncelenmesi,
Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2006, s.8

61
inektedir. Çin yemekleri, Tayvan yemekleri, Japon mutfağı,
türlü türlü özel yemek, hazır yemekler, dondurulmuş yemek
kültürü ve çeşitlikleri, dondurulmuş besin zinciri v.s. her şey
milenyum insanının damak zevki için çalışırken, mankenle­
rin ve aktrislerin eski dönemlerde de görülen ve o zamanlar­
da bu insanların kaygısı gibi dünyevi olmayan, daha metafi­
zik! nedenlere dayanan açlıklarını sürdürmeleri ve bunu bir
politika bilmeleri, bu hususta mücadele vermeleri bilinçli bir
olguysa, bu büyük bir sabır gerekmektedir. Bu bilinçsiz ve
hastalıklı bir halse ki anorexia ve bulimia nervosanın bir si­
nirsel hastalık, bir yeme bozukluğu olduğunu dillendirdik ve
bunların kökensel uzantılarının histeri deneylerinden günü­
müze kadar tanımlanarak ve üzerinde düşünülerek bu şekil­
de adlandırıldıktan ve gerçek hayatımızda da ne yazık ki yer
aldığını görmekteyiz.
10. yüzyılda Margarete von Ungam'ın (Macaristanlı
Margarete) vakası, anorexia nervosa bilgisi olarak erken dö­
nemlere kaydedilebilir. 20. yüzyılda bir ermiş, kutsal kadın
kategorisine alman Margerete von Ungam'ın hikâyesi de
böylece gün yüzüne çıkmış sayılır. Margarete von Ûngam,
Macaristan'ın kralı IV. Bela'nın kızı olarak tarihe geçmiştir.
Kendisi bir manastırda büyümüştür. Babası onu biriyle evlen­
dirmek istediğinde ona tepki olarak içe kapanmış ve bedenini
cezalandırmaya başlamıştır. Anorexia hastalarının gösterdiği
bütün bulgulan o dönemlerde kendi bedeninde gerçekleştir­
miştir. Yemeği reddetme, uzun süreli oruçlar, aşırı uykusuz­
luk ve uyuyamama hali, buna rağmen çalışmaya devam etme,
bedenle girişilen sınavın önemini oluşturmaktadır.
Çok genç yaşlarda ölmesi de (26), güçsüz kalan bedenin
artık bu aşırı tempoya ayak uyduramaması olarak yorumla­
nabilir. Ortaçağda da dini düşüncenin dünyaya etki etmesi
ile memento mori'nin egemenliğiyle insanlar dünya nimet­
lerinden el etek çekip, kendi bedenlerini arındırma sürecine
girmişler, bunun için genç kızlar, kadınlar, başlangıçta ermiş
kadm, "sufi", "derviş" olarak görülmeseler de, sonradan aç­

62
lıktan ölüme kadar sürdürdükleri kararlı davranışları, içsel
temizlenme ve arınma süreçlerini nihai aşamaya kadar getir­
diklerinden, dinler ve tıp tarihinde hak ettiği yerleri almışlar­
dır.
Nursel Oral, daha önce de kendisinden söz ettiğimiz
"Yeme Tutum Bozukluğu ile Kişilerarası Şemalar, Bağlanma
Stilleri, Kişilerarası İlişki Tarzları ve Öfke Arasındaki
İlişkilerin İncelenmesi" adlı basılmamış doktora tezinde, ano-
rexia nervosa'nın tarihini 16. yüzyıla dek götürür:

AN (Anorexia Nervosa A.S.) ilk kez 15001ü yıllarda yaşamış


olan Simone Porta O. Portio tarafından tanımlanmıştır ve tarihçe­
sini iki dönemde incelemek mümkündür. 1600'den önceki "Holy
Anoreksiya" yani 'kutsal anoreksiya' (Rudolph Bell) olarak bilinen
ilk dönem, daha çok dini yayınlardan izlenebilmektedir. Bu dönem
açlık ve çileciliğin (asetizmin) kutsal, özendirilen bir davranış ol­
duğu bir dönemdir. Bu günkü terminolojiyle "anoreksiya nervosa"
olarak tanımlanabilecek bu durum, koyu sofuluk, çilecilik, din uğ­
runa dünya zevklerinden vazgeçme anlamındadır.28

Nursel Oral'ın görüşlerine göre anorexia nervosa'nın


kısa bir tarihini vermekte fayda vardır, kavram Oral'a göre
tarihte şöyle bir tanımlanma süreci geçirmiştir:

16001ü yıllardan sonrasını kapsayan ikinci dönem ise (ano-


rexia nervosa A.S.) Richard Morton ve VVilliam Gull'un yayınlan
ile tanınmaktadır. Morton 1690 yılında, bedenin tamamen boşalıp
eridiği tüberküloz gibi hastalıklarla aynı gruba dâhil ettiği ve "ner-
vous consumption" adını verdiği, amenore, iştahsızlık, kabızlık,
aşın hareketlilik ve zayıflıkla seyreden birkaç kadın ve bir erkek
hasta tanımlamıştır. Bu olgular 1700-1800 yıllan arasında olasılık­
la diğer tanılarla izlenmiş veya tümüyle gözden kaçmıştır. 1789'da
Fransa Naudean aşın iştahsızlıkla seyreden ve ölümle sonuçlanan
bir olgu tanımlarken, Bjomdal kadınlara özgü olan ve "klorozis"
adını verdiği solukluk, anemi, kilo kaybı ve menstrual bozukluk­
ların eşlik ettiği, ergenlik döneminde başlayan bir hastalıktan sö-

28 A.g.e., s.9

63
zetmiştir. Parry-Jones 1989'da, 19. yüzyılda görülen klorizisin 20.
yüzyıl anorexia nervosasına eşdeğer olduğunu ileri sürmüştür.
1873'de Fransa'da Charles Lasegue iştah ve histeri ilişkisinden yola
çıkarak "hysterical anorexia"dan, 1874'te ise VVilliam Gull ilk kez
anorexia nervosa terimini kullanarak, ruhsal nedenlere bağlı olan
iştahsızlıktan söz etmiştir. Lasegue ve Gull, bu hastalıktan ailenin
de sorumlu olduğuna inanmaktaydılar (Kuruoğlu ve Ankan)29

Patricia Bourcillier, "Magersucht und Androgynnie -öder


der Wunsch, die Geschlechter zu vereinen" (Yeme Bozukluğu/
Açlık ve Androjeni -ya da Cinsiyetleri Birleştirme İsteği) isimli
eserinde, ilk anorexik vakasının daha 9. yüzyılda Alman tari­
hinde Bavyera'da yaşamış olan Friederika von Treuchtlingen
olduğunu dillendirir.30 Başlangıçta çok çok iştahlı olduğu
için bu durumundan utanan ve kendini bir manastıra ka­
patan, keşişlerin manastırdaki kontrolüyle altı hafta yemek
yemeden açlığını geliştiren bir kadındır Treuchtlingen. Sıkı
kontroller ve denetlemeler ile Friederika'nın keşişleri kandır­
madığı ve gerçekten de bedenine altı hafta yiyecek koymadığı
tespit edilir. Üç sene sonra çok az besinle hiçbir şey yemeye­
rek bunca zamanı geçirdiği gözlemlenir ve tarihin nerdeyse
ilk anorexia hastası olarak adlandırılır.31
14. yüzyılda Katherina von Siena (1347-1380) yedi senelik
bir oruç deneyimi ile tarihte önümüze çıkar. Genç kızlığını
sadece Meryem Ana'ya hasretmek için az buçuk yediği ye­
meklerinde et yemeyi keser. Et yapılıp önüne konulduğu za­
manlarda da o et parçalarını ya kardeşlerine, ya kedisine par­
çalayarak verir. 15 yaşma geldiğinde bedenine normal besin
almayı keser ve sadece ekmek ve suyla beslenir. 33 yaşında,
bedenine zulmederek, çoğu vaktini karın açlığı ile midesin­
den gelen acılan bastırarak, artık yaşamaya dermanı ve gücü

29 A.g.e., s.10
30 Patricia Bourcillier, Magersucht und Androgynnie -öder der VVunsch, die
Geschlechter zu vereinen-, Steinhaeuser Verlag, s.24
31 A.g.e.,s.24

64
kalmadığından dolayı da kendisini uykuya adayarak vefat
eder. Gnostik düşüncede de benzerliğini bulan ve açlığın
kutsallaştırılması ile metafiziğe açılan bütün yolların bedenin
gündelik arzusu ve dünya istencinin azaltılmasında olduğu
söylenebilir. Bu düşünceyle bedeninin isteklerini iyice azal­
tıp, onunla bir mücadeleye giren, onu demirlere bağlayıp, bir
keşiş gibi, dünyadan elini eteğini topyekûn çekip genç yaşlar­
da ölür Katherina von Siena.32

Katherina von Siena

32 A.g.e., s.25

65
17. yüzyılda yaşayan kadın mistikler batıda dini veci­
belerini yaşamada ve erkekler gibi sorun perhiz, açlık ya da
orucun uç noktada sürdürülme eylemiyse, ruhunu arıtma ve
bedenini dünyevi arzulardan uzak tutmada, ruhunu inan­
dıkları tanrıya adamada daha önceki dönemlerde yaşayan
kadınlardan daha avantajlıdır ve az sorunlarla karşılaşmış­
lardır. Elbette batı tarihinde, Kıta Avrupası'nın 9. yüzyıldan
milenyum dönemine kadar sarkan süresi içinde, ister iste­
mez her çağda inanan, inancına saygılı, saf bir tanrı inancını
içinde taşıyan, bunu normal bir inanç evresi içinde bırakan
kadınlarla, bunu her çağda aşırılaşhran ve radikal inanma
eylemlerine giren kadınlar olmuştur. 17. yüzyıl kadınları
Patricia Bourcillier'in de dikkat çektiği gibi bu inançlarını
radikalleştirmede ve perhizlerini, oruçlarım, anorexik dav­
ranışlarını aşınlaştırdıklarında hiçbir sorunla ya da az so­
runla karşılaşırken; 12. ve daha sonra devam eden yüzyıllar­
da bir kadının erkekten daha fazla bu formatta bir etkinliğe
katılması hor görülürdü. Kadın inancına sadık bir şekilde,
perhizi aşırılaştırmak ve tanrıya inancını uç noktalara taşı­
ma isteğinde olsa bile, bu o dönem toplumu tarafından ka­
bul görmez ve ya cadı ya da gösteriş düşkünü biri olarak de­
ğerlendirilirdi. Kadının iyi niyetliliğine inanılmaz, kadının
kutsal dini kullanan ve bundan uhrevi çıkar sağlamaya ça­
lışan bir şarlatan olduğu hesaba katılırdı. Cezai uygulama­
lar da bu doğrultuda olur, inancını uç noktada perhiz ya da
münzevinin gerektirdiği uzletin ön gördüğü bütün gerçek­
liğiyle yapanlar çarmıhı, asılmayı, yanarak öldürülmeyi de
bu işin bir gereği olarak algılarlardı. Michel de Corteau'ya
göre 17. yüzyılda kendi perhizkârlıklarını ve anorexialarını
erkek egemen topluma bir bayan olarak kabul ettiren mis­
tik kadınlar şunlardır: 17. yüzyılda, Agnes von Jesus; 19.
yüzyılda Louise Lateua; 20. yüzyılda, Therese Neumann,
Marthe Robin.33

33 A.g.e., s.27

66
Patricia Bourcillier, "Açlık ve Androjeni" adlı kitabında, 1686
yılında yani 17. yüzyılda Ingiliz Bayan Duke adında bir ka­
dından söz eder. Bu kadın henüz yirmi yaşındadır ve iştah­
sızlık, çok az yemek yediği zaman da onları hazmedemediği
sorunuyla doktoru ziyaret eder. Richard Morton adlı doktor,
aşın anorexik durum arz eden kadının
iki seneden beri aylık kanamalarının
da olmadığını, bedeninin bir anlamda
iflas ettiğini, organizmasının çöktüğü­
nü ve yaşamsal verilerinin ağır ağır
yittiğini gözlemler. Doktor ömründe
bu kadar cılız ve zayıf birini görmedi­
ğini, belki de yaşamı boyunca doktor
olduğu dönemler göz önüne alındı­
ğında tüm hastalar içinde bunun gibi
zayıf birini bir daha da görmeyeceğini dillendirir. Zaten dok­
tora gelip tedavi olmak istediğini bildirdikten üç ay sonra
Bayan Duke yine gündelik işlerini kesmediğinden ve çalışma­
sına da devam ettiğinden ölür. Morton'un hastasma tanısı
"nevrotik akciğer veremi"dir. Bayan Duke'un akciğer vere­
minin son aşamasına varmasından dolayı öldüğünü tanılar.

67
Anorexia nervosa'nın günümüzde
tam tanımını almadan önce, ilk
doktor tanılarıdır bunlar. Morton,
sadece anorexia nervosa'nın -tam
da günümüz tanısına denk düşme­
se de- tanısını yapmamış, demir
eksikliğinden kaynaklanan kansız­
lığı, melankolik ve hipokondrik ki­
şiliğin iştahsızlığım da birbirinden
ayrı deneylere tabii tutarak tanılar­
da bulunmuştur.34
Bourcillier, anorexianm ger­
çek tarihinin asıl bu eylemden iki
yüz yıl sonra gerçek anlamıyla
başladığını, Ingiliz doktor Gull'un
(1868-1874) ve Fransız doktor Lasegue'nun (1873) "anorexia
nervosa" ve "histerik anorexia" tanılarının birbirine yakın
zamanda yakm bir tam olarak tıp ve psikanalitik literatüre
geçtiğini dillendirir, iki hekim de bu hastalığın psikopatolo­
jik faktörlere dayandığını savunurlar. Lasegue'nun özellikle
hastalığın sağaltımı aşamasında hastanın ailesiyle sıkı diyalo­
gunu sağlama düşüncesi, günümüzde de bir ortak aile terapi­
si formunda etkinliğini sürdürmektedir.35
Londralı bir doktor olan Richard Morton'un tıbbi an­
lamda anorexia nervosa hastalığını 17. yüzyılda bir ergenlik
hastalığı olarak tespit etmesinden sonra, Charles Lasegue ve
Sir VVilliam Gull da ilerleyen zamanlarda bu hastalığa dik­
kat çekmiş ve onu araştırmışlardır. Anorexia nervosa'nın
Mortenyen "nervous consumption" olarak tespitinden, bu
hastalığın "apepsia hysterica"dan farklılıkları ve benzerlik­
leri; "anorexia hysterica"dan farklılıkları da araştırılmıştır.
Morton, bu hastalığı daha çok iştah bozukluğu olarak gös­

34 A.g.e., s.30
35 A.g.e., s.30

68
teren, kabızlıkla ön plana çıkan, kaşeksik belirtiler olan bir
ergenlik hastalığı olarak tanımlarken; Gull, bu hastalığın
apepsia hysterica'dan farklılığını ortaya koyan yazıları ka­
leme almış; Lasegue da aynı hastalığa "anorexia hysterica"
adını koymuştur. Janet, daha sonra bu hastalığa hipokondrik
ve depresif semptomları da eklemiştir. Freud'un yeme bo­
zuklukları olarak gördüğü anorexia nervosa hastalığını daha
ziyade melankolik tavırlara örtüştürdüğü gözden kaçmaz.
İştah kaybmı, libidinal cinsel kayıpla da ilişkilendiren Freud,
bu hastalığı yaşadığı dönemlerde ilgi alanından çıkarmamış­
tır. 20. yüzyılın başlangıçlarına doğru Simmond da, anorexia
nervosa üzerine düşünmüş ve bu hastalığı psikopatolojik
alanda ele almaya çalışmıştır. Uygulamaları zamanında dik­
kat çekmişse de, sonraları unutuluşa terk edilmiştir. 19301u
yıllardan sonra Bruch'un psikopatolojik çözümlemelerinde
daha ziyade dikkat çeken yemek bozukluklarında bedensel
imgenin bozulması, açlık ve tokluk bilincinin hele de duygu
durumlarının bozulması; insanın kendi çaresizliğinin bilin­
cinde olması ilkeleri günümüze kadar anorexia nervosa'nın
belirtileri olarak psikoloji tarihine geçmiştir. Anorexia ner-
vosa'nın tarihsel olarak ele almması ve farklı bilim adamları
tarafından bulgulanıp, bir kavram olarak tanımlanmaya ça­
lışılması milenyum çağında net tanımlara varmış görünmek­
tedir. Bu tanımlar doğrultusunda hatta bulimia nervosa'dan
bile tanım olarak ayrılmıştır.
Nursel Oral, anorexia nervosa hastalığının 20. yüzyıldaki
seyrine ilişkin de doktora çalışmasında şunları söylemekte­
dir:
1908'de Pierre Janet bu hastaların karşı koymaya çalıştıktan
aşın iştahlanndan, kilo alma korkularından ve cinselliğin inkâr
edilmesinden söz etmiştir. Janet burada amacın maskülinite ka­
zanmak değil, cinsiyetsiz olabilmek olduğunu belirtmiştir. 1909'da
Andre Thomas AN'yı bir sendrom olarak tanımlamıştır. Bu dö­
nemden sonra hastalığa "Simmond's Cachexia" adı verilmiştir. I.
Dünya Savaşından sonra ise bu olgular farklı yapıları olan somatik
hastalıklar grubunda incelenmiştir. 1914'ten sonra kötü beslenme-

69
nin (malnutrisyon) tanımlanmasıyla, hastalığın endokrinolojik kö­
keni olabileceği düşünülmüş ve 1950lere kadar bu hastalar dâhili
servislerde izlenmiştir. II. Dünya savaşı yıllarından sonra ise psi-
kosomatik hastalıklara artan ilgi nedeniyle, AN da bu hastalıklara
dâhil edilmiştir. Psikiyatrik bir bozukluk olarak kabul edilmesi ise
ancak son otuz yıl içinde mümkün olabilmiştir.36

Anorexia, tüberkülozla, melankoliyle,


klorozla ortaklıklar sergilediğinden doktor­
lar tarafından karıştırılmıştır. O dönemde he­
nüz tamlar ve teşhisler tam oturmadığından,
doktorların modem tıp ve modem psikanaliz
döneminde yaşayan bilim adamları gibi tar­
tışmaların daha başlarında olduklarından ve
teknolojik araç gereçleri, bilgi bulgulan da bu hastalığı derin­
likli analiz etme gücünden onları alıkoyduğundan, anorexia
hastalığı, yukarda sıraladığımız hastalıklarla karıştınlmış, bir
arada sayılmış ve bu hastalıkların ayrıştınlması hususunda
geniş yollar kat edilememiştir. Modem tıbbın ve psikanalizin
kumcusu ve Freud'un da hocası olan Charcot da bu vakalarla
karşılaşmıştır. Nevrozlularla histe­
rikler arasmda aynm biraz daha net
olarak belirdiğinden, karşılaştığı bu
gibi vakıalarda hastanın ailesinden,
çevresinden uzaklaştırılması, izole
edilmesi ve kürlere başlaması gerek­
tiğini dillendirmektedir.37 Düzen,
otorite ve cezalandırma yoluyla bu
tarzda hastalıklara yeni biçimler kat­
mış, hastanın iyiliği için aldığı her ki­
loda onları ödüllendirmeye giden bir
yol izlemiş ve onları kapatan günümüz sağlık merkezlerinin
de öncülüğünü yapmıştır.

36 Nursel Oral, a.g.e., s.ll


37 A.g.e., s.31

70
Foucault'nun modem döneme kadar kapatılmanın tari­
hini çıkardığı ve orada ortaçağda delilere yapılan muameleler
göz önüne alınacak olursa, delilerin akıl egemen toplumda
sağaltımı yolunda akla gelmedik uygulamalarla, terapi sü­
recine alınmak yerine onlara yanlış inanç ve batıl itikat doğ­
rultusunda zulmedilmesi eylemi, bugün milenyum çağında
anorexik hastalara uygulanan kapatılma eylemleri ile aynıdır
kanaatindeyiz. Anorexik hasta gönüllü ya da ailesinin zoruy­
la anorexiayla savaşan ve onu yenmeyi kendine hedef saymış
kuruluşlara gitmektedir. Elbette buraya aile ya da bireyin ya­
şama hakkına inanan devlet zoruyla değil de, kendi iradesiyle
gitmesi çok önemlidir. Çünkü artık anorexik hastalığı yenmek
için arzu içten gelirse, sağlıklı oluşluğa ve kilo alma eylemine,
ölümden uzaklaşma, ölümün sınırlarından ıraklaşma eylemi­
ne çok daha rahat yaklaşılmaktadır. Kişinin kendi isteği bu
aşamada önemlidir. Fakat epeyce uzun vadeli kürlerin alın­
dığı, içinde insana yaşama enerjisi, spor, etkinliklerin ve iştah
açıcı yemeklerin bir ritüel halinde sunulduğu ve yapılması
rica edildiği yerlerde hasta aldığı her kiloyla ve iyileşmeye
her adım attığında bunda ödüllendirmeler alır. Belki birkaç
kiloyla ailesini görme, sevdiği besine kavuşmaya sahip olur.
Her ne kadar bu ödüllendirme eylemleri sirkteki hayvanların,
sahibinin yaptığı her hareketinden sonra ödüllendirilmesine
benzese de, kürü yürütenlerin amacı birinci planda hastalı­
ğın bedene vereceği zararlı konumdan hastanın çıkmasını,
kurtulmasını sağlamaktır. Hastanın alacağı bir iki kilo bura­
da, obez bir insanın bir iki kilosuyla eşdeğer değildir. Çünkü
anorexia hastasında bir kilo hatta gramlar, hayati öneme sa­
hiptir. Kapatılma eylemleri, soğuk yerlerde bırakılmalar, has­
ta iğrense, yemese de zorla önüne sunulan yemekler her ne
kadar Sebastian Brant'ın "Deliler Gemisi"ndeki hastaları ha-
tırlatsa da, hasta olarak zorla ve buradaki sağlık sakinlerinin,
hemşirenin ya da kürü yöneten müdürün baskısıyla kilolar
alan biri, bu yerden birkaç kilo fazla çıktığında ve hayati teh­
likeyi şimdilik atlattığında kendi başma kaldığı zaman aca­

71
ba hastalığını topyekûn atlatma şansma sahip olacak mıdır?
Yoksa ayna önüne geçtiğinde yine zayıf bedenine bakıp, ken­
di zihninde canlandırdığı şizofrenik hayaller ve göstergeler
doğrultusunda, kür programında aldığı kiloları yeniden geri
vermek mi isteyecektir? Ayna karşısında kendisiyle barışık
olabilecek midir? Zorla ve toplumsal baskıyla kürü gerçekleş­
tirdiği sağlık kuruluşundan evine geldiğinde, o baskı ortadan
kalktığında, yemekten eski iğrenmesi geri gelecek ve bedeni,
besinleri yine dışlamaya devam mı edecektir?
Batıda toplum içinde huzursuzluk oluşturan, grupların
eşliğinde ve kötü arkadaş çevresinin de etkisiyle getto kurma,
çete oluşturma gibi toplumda hoş görülmeyen işleri yapan
gençlerin aile içinde artık dizginlenemez hal almaları sonu­
cunda ailelerinin de yardımıyla ülkelerinin dışmda, çöl orta­
mında kapatılma ve disiplin terapilerine tabi tutulmaları söz
konusudur. Onların medeniyetten kopartılarak, bireysel so­
rumluluklarını yeniden kazanmalarını sağlamak, sadece kötü
grupta yıkım eylemlerinde bulunmak yerine topluma faydalı,
en azmdan zararsız hale getirilmesi eylemleridir bu eylemler.
Medeniyetten ve kötü çevreden kopartılarak birey, ay­
larca Amerika'da sadece bu iş için tahsis edilmiş bir kampta,
bir kapatılma kampında ıslah edilir. Birinci aşama, sivilizas-
yondan kopuştur ve etraf da çöl olduğundan dikkat terbi­
yecilere odaklanır. Başlangıçta çocukların ruhu daralır, bu
medeniyetten uzak yerlerde alıştıkları şeyleri bulamamanın
ıstırabını çekerler, bu yüzden huysuzluk yaparlar, disiplinize
olmak istemezler. Vahşi kapitalizmden ötürü medeniyet ya­
banıllığı taşıdıklarından, modem yabanıl olduklarından ağır
ağır, zamanla, ceza müessesi ile hizaya getirilirler. Benlik sa­
vaşı ile yabanıl egosu dizgin altına alınır. Bireysel eylemlerin
kitle eylemleri olduğunu, bireyin sadece kendinden sorumlu
olmadığını, toplu bir sorumluluk duygusu aşılanır kendisi­
ne. Bireyin yabanıllığının atılması ve davranışlarına çeki dü­
zen vermesi, farklı aşamalarda toplum yararına davranışlar
göstermesi sağlanır. Çocuklardan disiplin istenir ve artık
egolarını öne çıkararak bencilliklerini düşünüp toplumu dü­
şünmemek ve yok saymak yerine, birey-topluluk bağlamında
sorumluluk sahibi olmaları sağlanır. Birey yavaş davranır­
sa, kendine verilen görevi zamanında yapmazsa, diğer genç
gruplar da yavaşlamış, içinde bulunulan küçük topluluğu
da yok saymış olur. Diğer insanları düşünmek ve onları da
mağdur duruma düşürmemek için birey, kendilik fikrini bazı
aşamalarda bırakmak zorunda bırakılır. Kendi egosundan
taşma, dostlara güven, grubun bir takım bilinci, konsantras­
yon (yoğunlaşma), disiplin, zorluklar karşısında diğerlerine
güveni ve bu arada kendine özgüveni bu aşamada işlenir.
Aynen bu durum, anorexik hastaların terapisi ve haya­
ta yeniden kavuşturulması eyleminde de görülür. Anorexik
hastanın topluma yeniden katılmasının ilk aşaması kapatılma
eylemi yani onu, anorexiaya iten toplumsal nedenlerden ko­
parmaktır. Bu kapatılma ve izole edilmeyle anorexik hastanın
hayata karşı direnci yükseltilmeye çalışılır. Saldırgan ve kolay
kolay dizginlenemeyen çocukların gittikleri gibi bir çilehane-
ye değil, sivil hayat ve medeniyetle karşılaştırılacak olursa
yine de daha az gelişmiş yerlere gönderilirler. Burada sorun­
lar işlenmeye başlanır. Gündelik işler, kürler, gıda cetveli, da­
nışma ve terapi süreci, sorunları tartışma ve aşılma, anlatma,
sorun kazısı; teşhis, tanı ve sağaltımla anorexik bedene kilo
alma eylemleri eşzamanlı yürür. Burada aylarca kaldıktan
sonra hasta sorunlarım tartışmış, zihinsel ve ruhsal kökenli
anorexia ya da bulimia hastalığını iyileştirmiş olarak eve dö­
nüşü hak etmektedir. Bu zaman zarfında anorexik hastalığın
kökenine sağlıklı bir dalış yapma, onu iyileştirme şansına sa­
hip olmuştur. Bu özgüven için çok önemli bir hamledir.
Anorexia nervosa kavramma tekrar geri dönecek olursak
bu kavram "sinirsel iştahsızlık", "sinirsel açlık duygusu yiti­
mi", "sinirsel nedenlerden ötürü iştah kaybı" olarak da tanım­
lanabilir. Anorexia nervosa, her ne kadar bedensel bir hastalık
gibi gözükse de, ciddi bir ruhsal hastalık olduğu görmezden
gelinmemelidir. Bu hastalığa kapılanlar ilerde tartışacağımız

73
üzere kendi bedeninden besinleri çekerler. Besinlere karşı bir
iştahsızlığın kökenleri ister varoluşsa!, ister ailevi, ister aile
içi sevi, ensest duygusu, isterse içten kaynaklanan fizyolojik
ya da psikolojik nedenlerden olsun, bu hastalığa yakalanan­
larda iştah ve yeme arzusu minimalize olur. Beden aşın cılız,
sıska, zayıf, bir ölü havası sergilediğinden, kişi her ne kadar
hastalığı dolayısıyla gerçeğin ayrımında olmasa da, toplum
onu kendi dışına iter. Bu, hastalarda yaşama arzusunun yit­
mesine, karamsarlığa ve melankoliye neden olur. Hasta besin
almaktan kaçmdığı ve yaşamla ölüm arasında bir yerde uç
noktalarda hayati tehlikede olma durumunda dahi hâlâ be­
deninde yağların, fazla kiloların olduğunu düşündüğünden
terapisi zor gözükmektedir. Bu hastalığından dolayı içine ka­
panması ve gittikçe toplumdan uzaklaşması, onun aşın me­
lankoliye, histeriye, ya da farklı anormallikler hastalığına ya­
kalandığı inancını oluşturur insanlarda. Anorexia hastasının,
intihar edenlerinki gibi iradi olmasa da içlerinde yaşattıkları
kendilerini yok etme arzusu olduğu açıktır. Anorexia hasta­
sını masum kılan, bu kendi kendini yıkım eylemini bile iste­
ye yapmamış olmasıdır. Bu onun hastalığına yorulur. Engin
Geçtan "Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar"
adlı kitabında "Yeme Bozuklukları" başlığı altında anorexia
nervosa hastalığını şu şekilde açıklamaktadır:

Anorexia nervosa terimi aslında adlandırdığı sorunun nite­


liğini yansıtmamaktadır. Çünkü, ergenlik ya da genç yetişkinlik
dönemindeki kızlarda görülen anorexia nervosanın temel belirtisi
iştahsızlık değil, şişmanlamaktan aşın korkma sonucu zayıflamak
için sürekli çaba göstermektir. Bir insanın beden ağırlığını kendi
isteğiyle, yaşı ve bedeni için normal olan asgari ağırlığın yüzde
85'inin altına indirmesi tanı koymak için yeterlidir. Son yirmi yıl
içinde Hilde Bruch'un yaptığı çalışmalar konunun anlaşılmasına
ciddi katkılarda bulunmuştur (1973, 1978, 1987). Bruch'a göre,
zihnin yiyeceklerle ve beden ağırlığıyla sürekli meşgul tutulması,
aslında derinlerde saklı kalmış bir benlik kavramı bozukluğunun
gecikmiş bir işaretidir. Anoreksik kişilerin çoğu, güçsüz ve etkisiz
olduklanna ilişkin kesin bir inanç taşırlar. Derindeki değersizlik

74
duygularına karşı, kusursuz küçük kız imgesiyle kendilerini ko­
rumaya çalışırlar. Beden, benlikten ayrı ve ebeveyne ait bir parça
gibi yaşanır. Bu insanlarm özerklik duygusu öylesi gelişmemiş­
tir ki bedensel işlevlerinin denetimi kendilerinde değilmişçesine
yaşarlar. Anorexia nervosa, genellikle ebeveynini sürekli hoşnut
etmeye çalışan "iyi" kız çocuklarının, ergenlik dönemine geldik­
lerinde birden inatçı ve olumsuz tavırlar edinmeleriyle başlar.
Belirtilerin ortaya çıkması, Bruch'un dediği gibi, kendini tedavi
etmeye ve bedeniyle yaşadığı kopukluktan kurtularak onun dene­
timini ele geçirmeye yönelik bir girişimdir. Böylece, anksiyetele-
rini beden ağırlığının ve yiyeceklerinin denetimine dönüştürmüş
olurlar. Bruch'a göre anorexia nervosa, bozuk ana-kız ilişkilerin­
den ve spesifik olarak, bu ilişkide, çocuğunkinden çok, annenin
kendi ihtiyaçlarının ön planda olmasından kaynaklanır. Çocuk,
anneden kendisine değer veren ve kendi varlığını hissedebileceği
karşılıkları alamadığında sağlıklı bir benlik duyusu geliştiremez.
Kendisini annenin uzantısı olarak algılar. Anorexia nervosaya iliş­
kin çalışmaların çoğu ana-kız ilişkisi üzerinde odaklanmıştır ama,
Bemporad ve Ratey (1985) bazı anoreksik durumların baba-kız
ilişkisindeki aksaklıklardan kaynaklanabileceğini gözlemlemiş­
lerdir. Anoreksik kızların babaları, yüzeyde ilgili ve destekleyici
görünmekle birlikte, kızları kendilerine gerçekten ihtiyaç duy­
duğunda onlan duygusal yönden yalnız bırakırlar. Üstelik kendi
vermediklerini kızlarından bekleme eğilimindedirler. Çoğunlukla
mutsuz bir beraberlik yaşamakta olan anne ve baba, birbirlerinde
bulamadıklarını kızlarından beklerler. Gabbard (1990) bu duru­
mu, self psikolojisi durumuyla açıklayarak, anne ve babanın, kız­
larını kendi mirroring ihtiyaçlarını sağlayacak bir selfobje yerine
koymaları sonucu çocuğa kendisi olabilme şansını tanıyamadık­
larını dile getirir. Gabbard (1990) anorexia nervosanın psikodina-
miğini aşağıdaki biçimde açıklar: (1) Farklı ve tek olabilmek için
umutsuzca çabalamak; (2) ebeveynin beklentileri sonucu oluşan
yapay benlik duygusunu reddetmeye çalışmak; (3) gerçek benli­
ğin belirmeye başlaması; (4) bedende somutlaşan içleştirilmiş düş­
man anne imgesinin reddedilmesi; (5) aşırı isteklere karşı savun­
ma geliştirme; (6) kendisinin yerine diğerlerini çaresiz durumda
bırakma.38

38 Engin Gençtan, Psikodinamik Psikiyatri ve Nonnaldışı Davranışlar, Remzi


Kitabevi, İstanbul 1994, s.257-259

75
Bulimia nervosa'nın da anorexia nervosa'yla sık sık anıl­
ması ve birbirine benzer noktalan olması hasebiyle, Geçtan'm
bulimia nervosa tanımlamasını buraya almakta fayda gör­
mekteyiz:

Bulimia nervosa, yeme krizleri ve bunu izleyen mi­


deyi boşaltma çabalanyla belirlenir. Beden ağırlığı çoğu kez
normale yakmdır, ama aşın kilo kaybı olan hastalara da rastlanır.
Bruch (1987), anorexia ve bulimianın birbirinden farklı durumlar
olduğu görüşündedir. Ona göre, anoreksik kişilerin katı ve disip­
linli olmalarına karşılık bulimik kişilerin davranıştan, impulsif, so­
rumsuz ve disiplinsizdir. Bruch'un görüşü birçok diğer araştırmacı
tarafından paylaşılmaktadır (Garfinkel ve arkadaştan, 1980; Hail
ve arkadaşları, 1984). Onların bulgularına göre, anoreksik hastala­
rın en azından yüzde 40-50'sinde bulimia da görülmekte ve birçok
kişinin yaşamı boyunca bu iki durum birbirinin yerini alabilmek­
tedir. Bu nedenle, 'bulimaerexia' terimini kullananlar bile vardır.
Konunun psikodinamik yönlerini inceleyenlerin çoğu, hem çocuk­
ta hem de ebeveynde ayrılma ile yoğun güçlükler yaşadığını sap­
tamışlardır. Anoreksilerde olduğu gibi, bulimiklerin anneleri ve
çocuklarını kendi uzantıları olarak yaşayan kişilerdir (Humphrey
ve Stem, 1988). Çoğunun gelişim öyküsünde ortak olan yön, çocu­
ğun annesinden kopmasına yardıma olacak, emzik ya da battaniye
gibi geçici objelerden yoksun kalmış olmasıdır (Goodshit, 1983).
Bazı araştırmanlar, bu yoksunluk sonucu çocuğun kendi bedeni­
ni ayrılığa karşı bir geçiş objesi olarak kullandığı görüşündedirler
(Sugarmann ve Kurash, 1982). Besin maddesinin alınması annesiy­
le simbiyotik buluşmayı, dışarı atılması ise ondan kopmayı simge­
lemektedir. Bir başka deyişle, bulimiklerin obje ilişkileri, içleştirme
(introjection) ve yansıtma (projection) mekanizmalarında somut­
laşmıştır. Besin maddesini alma ve atma, vaktiyle içleştirilmiş kötü
ya da saldırgan obje imgesinin, önce içleştirilip, sonra dışarıya yan­
sıtılmasını simgeler.39

Nursel Oral, "Yeme Tutum Bozukluğu ile Kişilerarası


Şemalar, Bağlanma Stilleri, Kişilerarası İlişki Tarzları ve Öfke
Arasındaki İlişkilerin incelenmesi" adlı basılmamış doktora

39 A.g.e., s.259

76
tezinde bulimia nervosa adlı hastalıkla ilgili görüşlerini şöyle
dillendirir:

BN (bulimia nervosa A.S.), 'Bous' (öküz) ve 'Limos' (açlık)


sözcüklerinden türetilmiştir. "Bir öküzü yiyebilecek kadar yiye­
bilmek" anlamında, patolojik iştahı tanımlamak için kullanılmış­
tır. BN'nin tarihsel gelişimine bakıldığında, 16. ve 17. yüzyıllarda
klinik bulguları BN'yı düşündürecek olgulara rastlandığı görül­
mektedir. Brenda Parry-Jones'un derlemesinde doyurulamayan
bir açlık duygusu olan 12 olgudan söz edilmektedir. 6. yüzyılda
bulimiyanın solucanlara bağlı olarak görülebileceği belirtilmiş,
13. yüzyılda ise kusma veya solucan olmaksızın, zayıflayarak
ölen bulimiklerin olduğu bildirilmiştir. Bu dönemlerde bulimiya-
nın daha çok gastrointestinal sistem bozukluklarıyla ilgili olduğu
düşünlmüştür. Cullen 1780'de bulimiyayı üçe ayırmış ve kusma
ile seyreden bulimiya anlamına gelen "bulimia emetica" terimini
kullanmıştır. BN'nin psikiyatrik yönünün ön plana çıkması ancak
19. yüzyılın sonlarında Lasegue ile gerçekeşmiş, ancak bu isim ilk
kez 1979'da Russel tarafından kullanılmıştır. Boskind-Codahl ve
White, BN'yı, AN'nın klasik özelliklerini gösterdiğini ileri sürerek
"bulimarexia", Palmer ise "dietary chaos syndrome" olarak isim­
lendirmişlerdir (Kuruoğlu ve Arıkan, 1995)40

Anorexia nervosa hastalığında değil de, bulimia nervo­


sa hastalığında açlığı büyütmüş ve artık abur cubur krizine
yakalanmış kişinin yediği yemekleri bedeninde eritme ve
bedeninde harmanlamama garantisi de olduğundan, onları
kusma ile, müshil ilaçlarıyla, idrar sökücüleri ile, iştah ka­
patıcılar kullanarak bedenine garip müdahaleler ile geri çı­
kardığı görülür. Bu hastalarm abur cubur merakının olduğu
gözden kaçmaz. Anorexia hastalarının yedikleri hususunda
bir buzun üzerinde yürür gibi dikkatle yürüdükleri ve kendi­
lerine dikkat ettikleri göz önüne alınırsa, bulimia nervosa'nın
kendilerine kolaylık sağlayan besini geri çıkarma yöntemle­
riyle bedenine abur cubur depolaması kolaylaşır. Bu yüzden
de bu hastaların zaman zaman bir abur cubur krizine girme­

40 Nursel Oral, a.g.e., s.ll


si daha kolay gözükmektedir. Bulimia hastasmın bedeninde
belli aralıklarla kendini gösteren bu abur cubur gıda isteği,
manik bir hal alarak abur cubur yeme alışkanlığı, gönüllü
kontrolü kaybetme hissi ve sonra karın dolduğunda, mide
patlayacak dereceye geldiğinde bu edimden duyulan sonsuz
pişmanlık temel davranışlardan biridir. Kontrolsüz yenilen
yemeklerden, manik bir yeme eyleminden sonra insan ken­
di doymuşluğunu görür ve kamının tıka basa oluşluğundan
tiksinir. Bu tiksinti, aç kalma eyleminin bozulduğundan, kö-
kensel aç kalma güdüsünün suiistimal edilmesinden kaynak­
lanmaktadır. Şişkin mide ve insanın kendini bir uçurum ka­
dar boş değil de dolu bir nesne gibi hissetmesi, doluluk hali,
onun bir anlamda üzüntüsü olur. Bir yolunu bulup yedikle­
ri geri çıkarılır. Bulimia hastasmın besinle olan bu karmaşık
ilişkisi, onun bedenini hor kullanması anlamına gelmektedir.
Doluluk durumu, iradi boşluk durumuna kusma yoluyla ge­
tirilir. Kustuktan sonra aç kalma, açlık hali, tam açlık, yarı
açlık hali devam eder. Mide boş olduğu vakit sorun bitmez.
Durmadan düşünülen açlık hali, geri kusma, müshil gibi yol­
larla garantiye alındığından, yeniden bir tokluk durumuna,
doluluk durumuna evrilir. Hastanın ömrü yan açlık, açlık
durumu, tokluk durumu, kusma ve bir döngüde akıp gider.
Modem insan belki kökeni eskilere varan, eski zamanların
perhizi ve orucu düşünüldüğünde, bunu bir yaşam biçimi
olarak kendine koymuş insanlardan farklı olarak savaşımım,
topyekûn savaşımını midesiyle açlığı ve tokluğuyla sürdü­
rür. Açsa tokluğu düşünerek didinir, kamından çıkan sesleri
dindirmek için çırpınır durur; toksa tokluğun geçici bir hal
olduğunu bilerek, acıkma korkusu ve gelecekte acıkma kay­
gısıyla acıkmama önlemleri alır. Modem insanın savaşımı bir
anlamda kendi içinin (midesinin) boşluğu ve doluluğu ile il­
gili bir savaşım olarak önümüzde durur. İçinde besinlere kar­
şı meyletme güdüsü hiç bitmediğinden ve açlık, yarı açlık hali
onun ruhunu kemirip durduğundan, aldığı azıcık besinlerle
de kontrolünü kaybetme korkusu içinde yaşar. Bu korkuyu

78
kökünden halletmek için de az beslenmelerini iyice azaltarak
nerdeyse hiç beslenmemeye dek taşar, insanların kendi be­
denine, kendi zayıflığına, kendi kilolu oluşuna bakışı kendi
perspektifi gibi olmadığından, gerçeği görmezden gelir, ya da
göremez. Yediği küçük bir lokmanın soyut düşüncesi çokça
besini temsil ettiğinden, bu bedene alman küçük lokma, obez-
liğin nedeni olarak görülür.
Sorun burada lokmanın küçüklüğü, besinin azlığı değil­
dir, sorun burada o az besini, küçük lokmayı yeme eyleminin
kendisinin, hastanın bilincinde büyümesi ve aşırılaştınlması-
dır. Hastalıklı bir perspektifle bu eylemin abartılması, aşın-
laştınlması ve bunun bir olası tehlike olarak değerlendirilip
bedenden uzak kullanılmasıdır.
Kendi bedeninin kontrolünü kaybetme korkusu aslında
bütün korkular gibi bir korku türüdür. Bu korku milenyum
insanının, hele de bu tarz hastalıklarla mücadele eden çağı­
mız insanının kaygısı ve hastalık nedenidir.
"Angst essen Seele auf" (Korku Ruhu Kemirir) sözünden
de çıkarılacağı gibi ne tür korku olursa olsun, bütün korku­
ların ruhla bir bağıntısı vardır. Korku, bedenden doğrudan
içe, zihne ve ruha gittiğinden, korkunun kemirdiği ya da
yediği yer, ruhun kendisi olur. Tedirgin, kaygılı, anxieteli
("Angst"ieteli) bir insanın ruhu tetiktedir. Almanca deyiş­
te "essen" sözcüğünün varlığı Türkçe çeviride "kemirmek",
"yemek" kelimesi ile verilmektedir. Anorexia hastalarının,
bulimia hastalarının şişmanlama korkusu, bedenlerine ki­
lolarına sahip çıkamama, onları koruyamama, kilo kontrolü
korkusu da bu aşamada yine manevi, soyut bağlamda bir şey
"yemektedir"; o da ruhun kendisidir. Böylece hastalık tetik-
lenmekte, hastalık nerdeyse zorlu bir aşamaya varmaktadır.
Kendi bedeninin bekçisi olan bir ruh, bekçisi olduğu be­
deni artık bir aşamadan sonra hüsrana sokar. Bekçilik, hasta­
lık derecesine vardığından, bekçilik şizoit, şizofrenik, manik
bir hal aldığından, ruh artık bedene nefes aldırmamaya, ona
zulmetmeye, bir güve gibi onu içten kemirmeye başladıktan

79
sonra, o ruhun da bedenle birlikte yıkımı olur bu. Bir ağaç
kurdu nasıl ağacı içinden kemirirse, ağacm zannı inceltip onu
eritir, yok ederse, hastalık kapmış anorexik ya da bulimik ruh
da, bedeni öyle içinden kemirir. Korku, endişe, dikkat, özdi-
siplin, inat gibi manevi olguları da yanına alarak bu yıkım sü­
recini genişletir. Sonunda köklü bir terapi almazsa; hastalığın
şifa bulması için kliniğe, terapi merkezlerine varılmazsa, bu
hastalıklı ruhun da akıbeti iyi olmaz.
Her şeyin aşırısı nasıl zararlıysa, bedeniyle barışık olma­
yan anorexia nervosa ve bulimia nervosa hastasının bedenine
eklemlemek istemediği besinleri geri çıkarmasmda izlediği
yollar da bir o kadar tehlikelidir. Kusma, müshil ilaçlan, idrar
söktürücüler, iştah kaçıncılar, aşırı idman ve aşırı spor, has­
tanın bedenine zarar verebilir. Normal yollarla besinini bede­
nine aldığı zaman hiçbir hastalıkla karşılaşmazken, bu nor-
malliği bozup onu anormalleştiren hastanın kendine verdiği
zarar da görmezden gelinmemelidir. Kusma eyleminde geniz
bölümlerinde yıpranma, midede reflü görülmekte; müshil
ilaçlarında beden aşın su kaybından dolayı zarar görmekte,
normal seyrini gerçekleştirememekte; idrar söktürücülerde
böbrekler zarar görmekte, beden su ayarını kaçırmakta; iştah
kaçırıcılar ile hastanın iştahı kaçmakta, yeme arzusu zede­
lenmekte; aşın idman ve spor ise sağlıklı beden oluşturmak
yerine, hastanın işi aşırıya kaçırması nedeniyle bedenine ya­
rar sağlamaktan öte, ona zarar vermektedir. Anorexia ve buli­
mia nervosa hastasının kendi bedenini biçimlendirmek adına
abartıya kaçtığı yukarıda sözü edilen bu usuller, onu iyice
hastalığın eşiğine sürüklemekte, onun hastalığını içinden çı­
kılmaz bir hale sokmaktadır.
Bedenin istediği besinleri alamaması sonucu, serpilme
evresinde bir yavaşlığın, bir durmanın görüldüğü, hormon­
ların doymadığı için de artıya geçemediği ve salgılan çoğal-
tamadığı, insanın içindeki isteksizliğin bu hormonal denge­
sizlikle bir koşutluk taşıdığı, hormonal eksikliklerden dolayı
kadınlarda sadece kemik erimesi değil, aybaşı kanamalarının
bile durduğu görülebilmektedir. Yeterli besini bulamayan
bedenin sağlıklı gelişimi söz konusu olamadığından hormon
dengesinde bir bozulmanın sonucudur aybaşı kanamaları­
nın, yumurtlama eylemlerinin azalması ve yok olması. Beden
besinde artıya geçemediği ve hep ekside seyrettiği için cinsel
eylemlerine ket vurur ve kendini kapatır. Bedenin kendini bu
otomatik kapatma eylemi zaten ekside seyrettiği için otoma-
tikman geliştirdiği bir eylemdir. Sahibini korumak ve kolla­
mak, onun sağlığını devam ettirmek bağlamında bir reflekstir
bu. Yaşama ihtiyacının, hayatta kalma güdüsünün bir nevi bu
formatta bir tezahürüdür. Bedenin içsel bağlamda küçülmesi
ve tehlikeyi gören bedenin kendine ait bir refleksle çöküşü
azaltma ve yavaşlatma girişimidir. Bedenin kendini otoma-
tikman kapatma ve kilitleme eylemi, ilerde yeterince kilo
alındığında ve besin değeri bakımmdan artıya geçildiğinde
yeniden açılma eylemine dönüşebilir. Doğurganlık, ekstra
kilo ve çoğul can anlamına geldiğinden bu canın ihtiyacım
görecek beden de ona göre rahat, artı besine sahip, çocuğun
hormonsal gelişimleri bakımından elverişli, yeterli kiloya ve
şekere, kemik kapasitesine, su ve sıvı ihtiyacına, kan değerine
sahip bir beden olmalıdır. Bunlardan uzak bir bedenin anaç­
lığı ve cinsel eylemlerde hormonsal düzlemde döllenme ya­
pabilmesi, yumurtlayabilmesi ve bir çocuğu kendi yatağında
taşıyabilme kapasitesi görülmez. Beden bu nedenle durumu,
gidişatı sezdiğinden dolayı kendini otomatikman kapatır ve
kilitler. Sahip olduğu az sayıdaki besin harcamalarım mini-
malize eder. Anorexia veya bulimia hastasının kendine bakı­
şı, davranışı ve besin yollayışı nispetince de besin yakma ve
harcama döngüsünü ayarlar.
Hellmuth Benesch'in, "VVörterbuch zur Klinischen
Psychologie" (Klinik Psikoloji Sözlüğü) adlı iki ciltlik kitabın­
da da anorexia nervosa bölümü; 'gelişim hastalıkları' bölü­
münde incelenir. Benesch'e göre anorexia nervosa, bir ergen
kız hastalığıdır. Ergenliğe geçen on kızdan birinde bu has­
talık görülür ve erkeklerde, en azından ergenliğe geçişte bu

81
tehlikeyle karşı karşıya kalma riski kızlara göre daha azdır.
Anorexia nervosa hastalığına, zayıflık hastalığına kapılan
kızlar Benesch'e göre normal yediklerini zannederler. Yani
dengesiz ve hastalıklı beslenme tarzlarına, içerden, hastalıklı
bedenle baktıklarından bir gariplik görmezler. Açlık hisset­
mezler, şişmanlamaktan panik derecesine varan bir korkuya
kapılırlar, kafalannda cılız ve ince kalma için binlerce plan
düşünürler ve uykuyu da incelmek ve şişmanlamamak için
bir aracı olarak kullanırlar. Açlık duygularını bastırmaların­
dan ve bu duyguyu yenmiş olmalarından dolayı kendileriy­
le gurur duyarlar. Bedenleri alız ve ince olduğundan dolayı
zayıf gözükseler de, bedenleri ile girdikleri savaşımda, ona
istediklerini vermez ve şişmanlamadıklarını da gördüklerin­
de, kendilerini güçlü sayarlar. Sorun böylece sadece aç kal­
ma noktasına odaklanmaz, normal kızlıktan kadınlığa, genç
kızlığa evrilme ve gelişme de böylece yara almış olur. Tam
ergenliğe doğru evrilmede beden bir rötar da gerçekleştirdi­
ğinden dolayı, anorexia hastası bedeniyle içsel sorunlar yaşa­
maya devam edecektir.41
Bir yaş grubu verecek olursak, anorexia nervosa hastalı­
ğı genç kızlar arasında genelde 12 ve 21 yaş arası en sık gö­
rülen bir yeme bozukluğudur. Hastalığın kökeninin bilim­
sel açıklamaları bir dört yüzyıl öncesine gitmesine rağmen,
hastalık çoğu psikanalistin, davranış psikologlarının ve te­
rapistlerinin, doktorun, hekimlerin, sosyologların dikkatini
çekmiştir. Lasegue, anorexia nervosa hastasının bireysel te­
rapisinin ve bu hastalığın tek başına ele alınmasının aileden
ve toplumsal çemberden dışarıda değerlendirilmesini, etüt
edilmesini son derece sağlıksız bulur. Bu hususta şunları
söyler:

Anorexia nervosa hastalığı tanımlamasının, çevre de ele alın­


madan yapılması bütüncül bir değerlendirmeyi içermez. Bu ikisi

41 Hellmuth Benesch, VVörterbuch zur Klinischen Psychologie, dtv, Band 1,


München 1981, s.174-175

82
(hasta ve ailesi) birbiriyle sıkı bir şekilde bağlıdır ve biz kendimizi
yalnız hastanın bakımına ve araştırılmasına odakladığımızda, has­
talığın yanlış bir düşüncesine sahip olurduk.42

Anorexia ve anorexia nervosa hastalığının bile modem


terapistlere göre iştah biçimlerine ve durumlarına göre in­
celikli ayrımları söz konusudur. Anorexiada iştah kaybı söz
konusuyken, yemekten iğrenme yeri geldiğinde olmayabilir.
Anorexia nervosa'da sinirlilik hali de devreye girdiğinden in­
sanın kendiyle verdiği savaşım biraz daha sert alanlara kay­
maktadır. Hastalığın derinliği anorexiaya göre daha derinler­
de denilebilir. Selçuk Budak "Psikoloji Sözlüğü"nde anorexia
nervosa hususunda şunları söyler:

Yoğun ve usdışı bir şişmanlama korkusu yüzünden yemek


yiyememe veya yemeyi reddetme, kendi yaşına ve boyuna uygun
minimum normal kiloyu reddetme veya koruyamama, gerçekçi
olmayan, olumsuz bir vücut imajı, mevcut kilosunun azlığının
ciddiyetini reddetme, öz-değerlendirmede kiloya veya fiziğe aşın
bir önem yükleme gibi belirtilerle tanımlanan psikolojik bir yeme
bozukluğu. Tipik olarak kiloları, normalin yüzde 15 kadar altın­
dadır ve yaşamı tehdit eden bir düzeye kadar inebilir. Hastalar
genellikle iyi halli ailelerden gelen genç kadınlardır (30 yaşın
altında). Bu kadınlar genellikle çocukluğunda "örnek çocuk"
olarak görülmüştür. Sıklıkla kusursuzcudurlar. Yaşamlarının bir­
çok alanlarında kendilerine gerçekçi olmayan yüksek beklentiler
koymuşlardır. Bu beklentiler sıklıkla strese, öz-saygı düzeyinin
düşük olmasma ve kontrolsüzlüğe yol açar. Anoreksik kısıtlı
yeme, kendilerini "kontrol altında" hissetme çabası olarak görü­
lür. Diyetle, egzersizle, kusmayla ve çeşitli ilaçların yardımıyla
sürekli kilo vermeye çalışırlar. Giderek ağırlaşma eğilimi göste­
ren bu rahatsızlığın fiziksel semptomları arasında şunlar buluna­
bilir: Düzenli aybaşı kanamasının bulunmaması (erkeklerde cin­
sel arzunun zayıflaması); ciltte kuruluk; düşük nabız, düşük kan
basına. Davranışsal semptomlar arasında ise şunlan sayabiliriz:
Toplumdan uzaklaşma; tedirginlik ve sinirlilik; duygusallık; dep­
resyon. Tedavi edilmemesi halinde kronikleşebilir. Hastalık teda­

42 A.g.e., s.214-215

83
viye dirençlidir ve olayların büyük çoğunluğunda kendiliğinden
iyileşme görülse de, bazı durumlarda ölümle sonuçlanacak kadar
ağırlaşabilir. Hastalık, hastanın davranış özelliğine göre iki alt
gruba ayrılır. Kısıtlayıcı alt tipte kişi yeme cümbüşlerine kapıl­
maz. Blumik alt tipinde ise kişi tekrarlanan yeme cümbüşlerine
kapılır.'13

İnsanın olmazsa olmaz yaşama şartlarından biri olan


oksijensiz kalamaması gibi, yaşaması için kesin besin alması
gerektiğinden, anorexia hastasının klasik resimlerde Azrail'i
yani ölüm meleğini temsil eden insan iskeletini kendi bede­
nini zayıf ve cılız bırakarak ortaya çıkarması, onun ölüm­
le dansının da temel göstergesidir. Anorexia hastası, terapi
edilmelidir. Onun terapi edilmesi demek, onun yaşama yeni­
den bağlanabilmesi, yaşama hazırlanması, insan için öz ya­
şamın dört unsuru olan unsurlara bağlanması, oksijeni içine
çekmesi, bedenin ihtiyacı olan gıdaları alabilmesi anlamına
gelir. Bulimia nervosa'da içe alman gıdaların, yenilen besin­
lerin tekrar çıkarılması ve bedenin etik açıdan, erdem açısın­
dan kandırılması ve onunla bir tokluk oyunun oynanması
hayata bağlılığın tek organı olan beden için oldukça tehlike­
lidir. İnsan bedeninin minimum yağla, besinle yaşama sevi­
yesi, insanın varlığını ve yaşamını idame ettirebilmesi için
minimum, asgari besin ihtiyacını bile vermeyerek bedenin
biriktirdiği stokların ve iliğin bile eritilmesi, yok edilmesi bu
hastalığın ölümcül olduğunu da beraberinde getirir. Bu yüz­
den zaten tarih boyunca anorexia hastalığına kapılanlar çok
genç yaşlarda hayata gözlerini yummuşlardır. Bu bedenin
artı besin ve kilo almasından söz edebiliyorsak, eksi besi­
ne geçmesi ve içindeki organları imha etmesiyle oluşan bir
durumdur. Karaciğerin, akciğerin, kalbin, solunum ya da
beslenme aygıtlarının, sindirim yollarının iflası dışta teni ve
eti eritirken, yaşayabilmesi için belki de bunlardan hiçbirine*76

43 Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 2000, s.75-
76

84
sahip olmasına ihtiyacı olmayan ruhun hâlâ "daha ileriye,
daha ileriye" sloganlarıyla açlıkta ve anorexik hallerde ölü­
mün sınırlarında gezilir.
Dr. Bob Palmer, "Yeme Bozuklukları" adlı kitabında ano-
rexia nervosa ile bulimia nervosa arasındaki fark üzerinde
durur. Bulimia nervosa hastalarında abur cubur sevgisi ve
ağzm boş duramaması durumuna, inanılmaz miktarda yiye­
ceği silip süpürme iştiyakına vurgu yapılır. Palmer'in bu gö­
rüşlerini buraya almakta fayda görüyoruz:

Bulimia nervosamn en önemli belirtisi abur cubur yemektir.


Ancak bulimia nervosada abur cubur yalnız ara sıra açgözlükten
veya gösteriş merakından kaynaklanmaz. Bulimia hastaları ina­
nılmaz miktarda yiyeceği silip süpürür ve yeme isteğini kontrol
edemiyormuş gibi hisseder. Bulimia nervosa hastalan şişmanla­
maktan abartılı bir biçimde korkar. Ancak anoreksiya hastalan­
dın aksine vücut ağırlıktan yüksek, düşük veya ortalama olabilir.
Genellikle yemek yeme isteğini engellemeye çalışırlar ama engelle­
meyle abur cubur yemekleri arasındaki denge, vücut ağırlıklarının
sağlıksız bir istikrara kavuşmasını sağlar. Ayrıca abur cubur yedik­
ten sonra yine hasta kilo almayacağını umarak kendi isteğiyle ku­
sar veya müshil kullanır. Bulimia nervosa, anoreksiya nervosadan
biraz daha ileri yaşta başlar. Genelde onlu ve yirmili yaşlann son­
larındaki kadınlarda görülür. Anorexia nervosadan daha yaygın
olduğu düşünülmektedir. Anoreksiya nervosa ve bulimia nervo­
samn belirtilerini bir arada görmek de mümkündür. Bu durum­
daki bir kişinin "anoreksiya bulimia nervosa" rahatsızlığı vardır.
Rahatsızlıklardan birinin belirtilerinin hepsini olmasa da bir kısmı­
nı sergileyen insanlar da vardır. Böyle durumları tasvir etmek için
de "değişik anoreksiya" veya "değişik bulimia", bazen de "kısmi
sendrom" deyimi kullanılır.44

Anorexia nervosayı açıklarken bunun kadınlarda ve


kızlarda, daha çok da ergen kızlarda görüldüğünü dillen-
dirmiştik. Ergen kızların bedenlerinin oluştuğunu, beden­

44 Dr. Bob Palmer, Yeme Bozuklukları, (Aile Doktoru Serisi), (Özlem Umut
Akbaş çevirisi), Morpa Kültür Yayınlan, İstanbul 2004, s.9-10

85
lerinin bir metamorfoz geçirdiğini, küçük, naif, evin narin
kızı oluşluktan evin hanım kızına doğru dönüştüklerini, bu
dönüşümün olmazsa olmazlarından olan fizyonomilerinde
bazı değişikliklerin olduğu, göğüslerinin çıktığı, kalçalarının
ağır ağır doğurgan bir hal almaya doğru evrildiği, salgıların­
da artışların olduğu ve boylarının hâlâ uzamaya devam etti­
ği görüldüğünde ebeveyn olarak bu normal karşılanmalıdır.
Küçük kızlıktan ergen kızlığa, adolesanlığa dönüşen kızda
bu kadim utanç da ciddiye alınmalıdır. Kız bedenindeki de­
ğişiklikleri örtmeye, gizlemeye çalışır. Şekillenen göğüsleri­
ni, yıkanmalarda eskiden bedeninde var olan tüyler yerine
koltuk altı ya da vajinal kıllanmalarını örtmeye ve bunlar­
dan utanmaya başlar. Ergen kızın bu yeni durumuna alış­
ması epey vakit alacaktır, fakat bir taraftan da annenin ve
babanın bu değişiklikleri fark ettiği ve gördüğü, bu değişik­
liği gündelik konuşmalara aktardığının da ayrımındadır. Bu
bile aslında hâlâ ergenliğe, adolesanlığa kadar varan o naif,
çocuk, meleksi beden oluşluğu isteme arzusunun bir dışavu­
rumu olarak ele alınabilir. Kemiklerinizin geliştiği, büyüme­
nin ve boy atmanın yirmili yaşlara kadar sürdüğü, bedene
besin alındığında beden bu besinleri kendi değirmeninde
öğüttüğüne ve işlediğine göre ona bir şeyler verilmeyerek,
babanın ve annenin göreceği ergenliğe geçişte bedenindeki
değişimlerin azaltılacağı, en az bir değişimle kapatılacağına
inanılır. Bedene besin vermezseniz göğüsler şişmez, bedene
gıda vermezseniz, bir şeyler yemezseniz kilo almayı bırakın,
beden bir şey alamadığı için bir şey de işleyemez. Böylece
göğüs çıkmaz, kalça belki de genişlemez ve siz babanın, an­
nenin hâlâ sevdiği ve gözünün önünden ayırmadığı küçük
kızı olarak kalırsınız.
Psikanalistler anorexia hastalığına yakalanan kızların ge­
nelde çocuk veya evlat olarak istenmeyen, arzu edilmeyen,
kazara doğmuş çocuklar olduğuna dikkat çekerler. Şayet ilk
çocuksanız ve ebeveyniniz bir erkek istiyorsa, ya da bizim
Türk toplumunda da görülen ve muhafazakâr çevrelerde,
doğu toplamlarında, hatta güneydoğuda daha fazla görülen,
ocağın ve soyun sürmesi bağlammda bir erkek çocuğunun
varlığı ve mutlaklığı gözler önüne almacak olursa, bu toprak­
larda bir türlü erkek çocuğu bulamamış, kusuru eşinde bulan
hatta ona kuma getiren ve ondan da erkek evlat beklentisi­
ni gideremeyen bir adamın üç dört kızmdan sonra yeni bir
kız olarak dünyaya geldiğinizi düşündüğünüzde, ne annenin
varlığını açarak sizlere sütünü vereceği ve sizleri gönülden
yetiştireceği, ne de babanın sizlere kalbini açıp sizi sevebi­
leceği gerçeğiyle karşı karşıya kalırsınız. Doğum eyleminde
erkeğe ulaşmak isteyen ebeveynin kutsal amaçları yollarında
onlara bir ayak bağı olma, onların arzularının gerçekleştiril­
memesi, arzularının yan kalması söz konusudur bu durum­
da; erkek değilseniz ve anne-babanın beklentilerini erkek ola­
rak değil de kız doğmuş bir çocuk olarak karşılamıyorsanız,
bedende hiç doğmamış, prematüre bir bebek gibi ya da anne
rahminden çıkıp prematüre bir bilinçle, yok varlıkla, eksik
yaratılmışlıkla, istenmeyen bir beden oluşlukla hayatınızı
devam ettirmeye çalışmanız gerekmektedir. Zaten anorexia
hastalan bu bilinci taşıdıklarından gerçek hayatta prematüre
beden gibi bir beden yapışma sahip olurlar. Ana rahminden
çıkıp dünyada hoş karşılanmadığınızda, istenmediğinizde,
varlığınızın bir anlamı olmadığı, canlı bir hayal kınklığı ola­
rak yaşamınızı idame ettirdiğinizden kendi bedeninize saygı­
nız kalmamakta ve sadece sizi eksik bir yaratık, arzu edilme­
yen bir varlık olarak dünyaya getiren anneye değil, varlığın
kendisine küsmeniz ve ondan nefret etmeniz halidir bu du­
rum. Sevilmediğinizden, bir seviciniz olmadığından, başınızı
koyacak bir kucak özlemiyle yanıp kavrulduğunuzdan, yeni
yumurtalardan çıkan ve bir yuvada dört tane olan, en altta
kaldığınız ve kardeşlerinizin üzerine çıkıp sizi hayata bağla­
yacak besininizi alamadığınızdan kardeşleriniz sizden daha
iyi beslenmekte, şişmekte ve sizler prematüre kalmaktasınız-
dır. Altta kaldıkça, anne adil bir şekilde yiyecekleri dağıtma­
dığından, kardeşleriniz sizden daha aktif ve baskın çıktığın­

87
dan bedeniniz de yeterince gelişim sağlayamamakta ve ancak
güçlülerin ve en kuvvetlilerin hayatta kalabileceği düşünüle­
cek olursak, ölüme terk edilmektesinizdir.
Anorexia hastaları genelde ergen kızlar olduğundan, be­
denleri kökten bir dönüşümle olgun bir kadınlığa, doğurgan
bir kadınlığa doğru evrilmeye başlar, içinde hâlâ prematüre
psikoloji taşıyan, diğer insanların hele de ebeveyninin sevgi­
sini kazanmamış ve bununla beraber özsevgisi de gelişme­
miş, duyguları ve hissiyatında hiçbir gelişmenin görülmedi­
ği anorexia hastası bir nevi bedeninin evrildiği yolu hadım
etmeye çalışmaktadır. İçinde annesine karşı elektral nefret
de taşıdığından, bu elektral nefreti kendi bedenine uygula­
maktadır. Köken anne duygusu doğrultusunda bedeninin,
annesinin bedenine benzemesine karşı çıkmaktadır. Kendi
bedeninin, annesinin bedenini taklit etmek için gelişim gös­
terdiğini hisseden ergen anorexik kız, gıdalardan ve besin­
lerden intikamını almakta ve bedenini, köken annesini öl­
dürdüğünü, onu kendi bedenine gömdüğünü (Einverleiben)
sandığından dolayı da bu beden mezarını aç bırakır. Suyla
beslemez onu ya da gıda-besin göndermeyerek bu mezarın
kurumasını, kendisi bir dönem sahipsiz, kimsesiz, şefkatsiz
kaldığından, ebeveyn sevgisini hissetmediğinden dolayı an­
nenin de kendi bedeninde temsil edildiği bu öldürülme ey­
lemi ve gömülme eylemini aşırıya götürerek, kendini besin­
lerden uzak tutar.
Arzuları, soyağacını sürdürecek bir oğulken, bir erkek ev­
ladıyken kız çocuğu olarak kendisi doğmuş ve besinin kutsal
mekânını temsil eden anaçlık, ana bedeni, sütün kaynağı ve
şefkat yatağı olan rahim bir nevi kendisine kapanmış, soğuk
davranmıştır. Ana rahminde korunaklı bir şekilde spermden,
embriyoya, zigottan cenine ve bir varlık buluşluğa doğru ge­
lişim aşamasında da doğal besini almış ama doğduktan sonra
cinsel sorunlar ya da eksiklikleri yüzünden (erkek olmama)
kökensel besin denilebilecek ve çocuğun besin olarak da, şef­
kat olarak da mutlak ihtiyacı olan, tıbbi bakımından kucağa

88
alınıp dokuz ay boyunca anne kalp çarpıntısını duymak ih­
tiyacından uzak kalmıştır. İstenmeyen, arzu edilmeyen kız
çocuğunun bunları yerli yerinde ve zamanında alamaması,
şefkati hissedememesi ile doğum öncesi yaşam olan cenin ya­
şamı ile doğum sonrası zayıf çocuk yaşamı arasında bir çizgi
çekilemez; bu yaşantılar bir nevi birbirine benzemeye devam
eder. Davranışlar, istenmeyen bu çocuğun hiç doğmamış ol­
ması yönünde olmaya devam ederken, çocuk da bir aşama­
dan sonra varlığını borçlu olduğu aranılan şefkat besinini his-
sedemediğinden, gerçekten de her şeyden kendini sorumlu
tutmakta, kendinden iğrenmekte ve bunu davranışlarına ak­
settirmektedir. Aynanın karşısma geçip her gün bir eksik var­
lık, çirkin varlık olarak kendine bakılır. Kendi bedenini hor
gördüğünden dolayı onu aç bırakır; kendi bedenine kendin­
den iğrenen ebeveynlerinin gözüyle bakmaya başlar, kendine
dışarıdan ve düşmansı bakışlarla işi psikosomatik hastalıkla­
ra, tıbbi hastalanmalara kadar vardırır. Anorexia hastalarının
zaten açlıklarının bir tür dolaysız ve uzun vadeye gerilmiş bir
intihar olduğu; ağır ve yavaş, zamana yayılmış acılı bir intihar
olduğu düşünülecek olursa, gerçek zihinsel hastalıklarından
ötürü yaşama sevinci yokluğundan, melankolilerinden, iştah­
sız oluşlarından ve dünyadan hiçbir şey beklememelerinden,
dünyaya küsmelerinden, bir anlamda intihara meyilli olduk­
ları da söylenebilir.
İnsanın canmın bir şey çekmesi, ona özgü insansı dav­
ranışlardan biridir. İnsan, anatomik olarak acıkma-doyma
üzerine kurulu bir döngünün içinde yaşayan bir yaratıktır.
Acıkıp doyumunu gerçekleştirmek, tekrar acıkmak ve tekrar
doyumu sağlamakla yaşamını idame ettirir. Doğduklarında
zayıf olan ve yaşamsal zayıflıklarından ötürü çokça vakit bir
ana kucağına ve şefkatine, gelişip serpilmesi için anne besin
kaynağına ihtiyaç duyan ama bunları bir anlamda kendine
zorlayan ve zorla kendine yediren ebeveynlerin eylemleri­
ni hastalar reddederler. Bu kişilerde doğmuş zayıf çocuğa,
zayıflığından ötürü zorla ve kusana kadar yemek vermek,
henüz sorunlarını ağlamayla çözen ve ebeveyniyle diyalog
şekli sadece ağlama edimi olduğundan her ağlayışında sesin
çıktığı ve belki de rahatsız olunan oral havzanın kapatılması
şeklinde de yorumlanır. Ağzına bir şeylerin sokuşturulma-
sı, çocuğun kendini düşünen ama düşünürken de kendisine
zulmeden, bedenine tecavüz eden despot, tiran kişilere ye­
meği yemeyen çocuğun bir nevi protestosu olarak görülebi­
lir. Canının bir şey çekme dürtüsü, ebeveynin daha doğrusu
annenin bu mütecaviz hareketiyle zarar gördüğünden, an­
neden nefret eder. Oral yollatma, ağzına bir şeylerin sokuş-
turuluşu ile "susturulması", bir anlamda özlemini çektiği ve
canının bir şey çekmesini bu davranışıyla ortadan kaldıran
annenin onu "iğdiş edişi" anlamma da gelir. Anneyi reddet­
me; onu varsaymama, yok sayma, onu kendi bedeninde aç
bırakma ve gömme eylemi böylece anorexik hastada baş gös­
terir.
Zihinsel anorexia hastalığına yakalanmış ve köken besin
kaynağı olan anneyi reddeden, besinin bir simgesi olan anne­
nin kendi bedeninde gömülmesi ile özerkliğine kavuştuğunu,
özgür olduğunu düşünen anorexik hasta, zihinsel anorexia-
nın bir etkisi olarak bedensel ıstırap da çekmekte, bedeni çök­
mekte ve anorexia böylece onun hem bedenini hem de zihnini
kemirmektedir. Özgürlüğünü kazanmak için yapılan bunca
mücadele aslmda onun sağlıklı düşünememesi ve hastalan­
ması ile (zayıflık dili, mağduriyet, zayıflığıyla insanların ken­
disine acınacak kişi olarak bakması ile odak noktada olma
v.s.) zayıf biri olarak, kendine bakacak durumda olamayan
ve öz bağımsızlığı mümkün görülmeyen birisi olması ile iyice
bir kaosa doğru evrilmektedir. Özgür olmak istedikçe, hasta­
lık nüksettikçe özgür olamama ve başkalarının boyunduruğu
ve acımalarına doğru gitme eylemidir bu durum. Bedenini
başkasının yönetmesine değil de kendi yönetimine almaya
çalıştıkça, bunu başaramadığım görmekte ve başlangıç nok­
tasına dönmektedir.

90
Simone VVeil

Sadece bizim toplumumuzda değil batıda da, örne­


ğin Simone VVeil örneğinde, aynı durumlar söz konusudur.
Yahudi aile, bir erkek evlat beklerken, kız çocukları olur.
Sanki tüm cinsiyet yüklü suçluluğu bu kız çocuğu taşıyor-
muş gibi baba da, anne de yaşamı boyunca Simone VVeil'ı
bir erkek gibi yetiştirmiştir. Simone VVeil'ın anorexia nervosa
hastalığına yakalanma nedeni, ailenin kendisine bu cinsiyet
baskısı ile kendi kadın, kız bedenine artık saygısının kalma­
masıdır. Simone VVeil adına sahip olmanıza rağmen, babanı­
zın ve annenizin sizi bir erkek adı olan "Simon VVeil" ismiyle
çağırması, bir eksik beden oluştuğumuzun resmidir; iğdiş
edilmişliğinizin açığa çıkarılması ve sürekli tekrarı olarak her
gün sizden nefret eden ebeveyn yüzünde görürsünüz onların
patolojik arzularını. Her ne kadar Simone VVeil'ın ebeveynleri
ona "Simon" deseler ve o da onları mutlu etmek için kendi
cinselliğini yadsısa da, kendiyle baş başa kaldığında, ayna­
ya baktığında bir penis yerine bir vajinaya sahip olduğunu,
düz bir göğüs yerine göğüslerinin ağır ağır şekillenmeye baş­
ladığını görünce, anne babasının isteklerinin boşa çıkması

91
korkusu ve onlan hayal kırıklığına uğratmama endişesinden
kendi bedeniyle bir savaşıma girer. Göğüslerinin çıkmasını
engeller. 'Bunu nasıl yapar?' diye sorulacak olursa, 'Bunu hiç
yemek yemeyerek yapar!' diye bir cevap verilebilir. Anorexik
hastaların fotoğraflarına bakıldığında, onların bedenlerinde
yağ tabakası namına hiçbir şeyin kalmadığı, bedenin bir er­
kek bedeni gibi, tahta gibi dümdüz olduğu; erkek anorexia
hastasıyla, kadm anorexia hastasının birbirine beden bakı­
mından çokça benzediğini görmek mümkündür. Zaten amaç
da o değil midir? Simone WeiHa, Simon VVeil'ın ortak bir nok­
tada buluşma meselesi. Bu da anorexia nervosa platformunda
gerçekleşir.

Simone ,Weil

Kız çocuğunun sadece anne babayı -Simone Weil örne­


ğinde de gösterdiğimiz gibi- mutlu etmek amacıyla anorexia
hastalığına kapılmasının yanı sıra, bu hastalığın, bir çocuk
için doğurganlığın, doyumun, açlık bilincinin yok edilmesi­
nin, mutlak tokluk anlamma geldiği annenin öldürülmesi,
yok edilmesi, aşılması, ondan kurtulma, otonomluğunu ve
özerkliğini kazanma, kendi ayaklan üzerine durma boyutu
da vardır.
Anorexia nervosa hastalarının yememe hastalıklanyla
sadece kendi bedenlerine değil, ruhlarına da zarar verdikle­
rini daha önceki tartışmalarımızda dillendirmiştik. İstediği
besini alamadığı ve depo edemediği için bedensel ve bununla

92
bağlantılı olarak ruhsal hastalıklara yakalandıkları, kadınlık
vasıflarının tehlikeye girdiğini, doğurma eylemlerinin tarih
olduğu yani rahmin kendini kapattığı ve aybaşı kanamala­
rın Bayan Duke adlı hastada da örneği görüldüğü üzere bir
anatomik ve fizyolojik hastalıklar bütününü de beraberinde
getirdiğini, çoğu anorexik hastalarının frijit olmaya doğru ev-
rildiği ve artık haz alamadıklarından, cinsel arzu bağlamında
da bir şey hissetmedikleri görülmüştür. Anorexia hastalığının
tam kendini göstermediği ve hastalık gelişim evresinde akut
hale gelmediği dönemlerde rahim ya da kadınlık organları az
besinden ve bir şey yememekten dolayı etkinliğini sürdürebi­
lir hatta anorexia hastalığının başlama evresinde olan kadın
çocuk bile doğurabilir, fakat hastalık gelişim aşamasma geç­
tikten sonra kendini beslemeyen hastanın doğurduğu çocuğa
bakmasının mantıklı olduğunu söylemek ne kadar doğrudur?
Kendi bedeninde artı değerde besini olmayan, memesinde
süt ve çocuğu kucağına alacağı vakit onu etin şefkatine, yu­
muşaklığına koyamayacak olmanın sıkıntısıdır bu. Hastalık
gelişim gösterdiğinden çocuklar ya ebeveynlere ya da kreşle­
re, çocuk bakım evlerine verilir.
Organlann ağır ağır işlevini kaybetmesi, bir körlük hali­
dir. Organsız bedene doğru evrilen anorexik hasta, kollarının,
ayaklarının, mide muhitlerinin, kasıklarının varlığından şüp­
he etmeye başlar ve onun için artık varlık midesindeki boş­
luktan başka bir şey de olmadığından, bu boşluk onun yarası
ve acısı olur. Varlığını kanunda taşıdığı ve dizginlemeye ça­
lıştığı boşlukla mücadeleye verir. Kıvransa bile durumunun
iyiye gittiğini, kendi çöküntüsünün akışım ve felakete doğ­
ru gidişini kabullenmez. Yaklaşık 1.70 boyunda ve 30 kiloda
bile olsa, anorexia müjdecisi olan bu boy-kilo doğru orantısı
onu hiç korkutmaz. Çünkü o boşluğa inanır. Boşluğa inandığı
için, içinde boşluk taşımak istediği ve varlığını boşlukla ancak
idame ettirebileceğine inandığı için makro boşluğa eklemlen­
me amacındadır. Büyük boşluğa, makrokozmosa karışıp, var­
lık boşluğunda eriyip gitmek, ana kamına o deliğe geri dön-

93
mek, cenin pozisyonunda midesinde hiçbir şey almadan bel­
ki de özlemini çektiği cennete, hiçbir şey yemediği ve bir şey
yediği için tard edildiği cennete geri dönmek özlemindedir.
Midesinde boşluğu büyütmek istemektedir ve 30 kilosundan
mutlu değildir, çünkü hedefi boşluğun sıkleti olan 0 kilodur.
Eksile eksile, azala azala, eriye eriye Nirvana'ya ermek; varda
yok olmak, sakat ve hatalı doğumu başlangıca doğru çekmek
ve ilk günahın acısıyla Adem ve Havva'nın oral yollarla al­
dıkları ve varlığın imgesi olan açlığın, o köken hatanın silin­
mesini sağlamak. Anorexia hastasmm derinlikli düşünceleri­
nin bu olduğu söylenebilir.
Frijitliğine yeniden dönecek olursak, bedene gıda ve dün­
yevi besin gitmediği, beden beslenemediği için, kurak toprak­
lar gibi geri çekilir. Anorexia, etin kemiklerden çekilmesidir,
insanın görmemesi gereken ve kendi bedeninde sakladığı
ölümün ortaya çıkması ve anorexik hastanın bedeninde te­
zahürüdür bu. Ancak sağlıklı bedenlerde, artı değere geçen
gövdelerde, arzu, cinsel dürtü olur. Aç insanın kanuni do­
yurmaktan başka derdi olamaz. Beden, gıda bağlammda bir
şeyler depoladığmda testosteron ve östrojen hormonlardan
bahsedilebilir. Libidinal enerjinin devreye girmesi, insanın
ayartılması ve cinsel haz, zevk, ihtiyaç duyması buna göredir.
Auschwitz'de her an ölüme yaklaşmış, eti çekilmiş ve incecik
bedeninde kemiklerinin çıktığı anorexiaya zorlanmış insanla­
rm, ya da Afrika'da aşırı açlıktan büzülmüş ve ölüm halinde
olan insanlarm cinsel dürtülerinin ya da erojen bölgelerinde
bir kıpırdanmanın olacağını dillendirmek ne denli sağlıklı
olur? Anorexia hastalarında frijitlik bu açıdan dikkate değer­
dir. Çoğu anorexik hastalar -ister erkek, ister kadın olsun-
frijittir. ister kadm olarak Virginia VVoolf'u, Valerie Valere'i,
Simone VVeil'ı alm; isterse Franz Kafka'yı alm anorexianın
tam nüksettiği ve devreye girdiği bölümlerde frijitlik devreye
girer.
Kadm anorexik hastalarda bu durum bir şey yememe, et
yememe ve fallus yememe şekliyle izah edilebilir. Freud'un
da psikanalizde bahsettiği, insanın başlangıcındaki haz çeşit­
lerinden anal, oral ve vajinal ya da fallik haz noktalan, ero-
tolojik bölgelerse hiçbirinden haz ya da besin alınmaz. Oral
yollar için geçerli olan gıdaysa, besinde o kesilir; vajina için
fallussa, "etyemezlik" burada da kendini gösterir ve bir erkek
organı içe alınmaz. Cinsel ilişkiye girilmez, aynı şey anal yer­
ler için de geçerlidir. Cinsel hazzı hissetmek ve libidinal ener­
jinin teskini için bir şeyin dışandan almasını bırakınız, içer­
den dışkı yapma eyleminde bile nerdeyse bedene oral yolla
bir şey alınmadığından, anal bir iç boşalma da gerçekleşmez,
ya da asgariye indirilir. Bedene, hayatın bir işareti ve yaşa­
manın bir gerekliliği olan bu üç haz aparatlarından bir şeyler
alınmamakla temiz kalınıldığına; doluluk def edilip paklık ve
temizlik ön plana çıkarıldığına; ağırlık giderilip meleksi hafif­
liğin elde edildiğine inanılır.
Anorexia hastalarının kronik hastalıklarının arasında, va-
jinismus da yer alır. Çoğu kez anorexia hastasının, frijitliği ile
vajinismusunu birbirine karıştırmamak gerekir. Vajinismus
hastalarının temel korkusu, girdikleri cinsel ilişkide vajina­
larında bir acının olacağı endişedir. Vajinanın kaslarında ra­
hatlama olmadığından ya da gerekli salgılan sağlamadıkla­
rından cinsel ilişkiye giren kadirim erkek cinsel organı olan
penisinden korkusu, ya da içindeyken bundan korkması,
onun kasılmasına yol açar; bu kadınların ağrı hissetmesi ile
topyekûn cinselliği reddeden ve frijitliğe doğru evrilen ka­
dınlan bir tutmamak gerekir. Vajinismus hastalarında cinsel
arzu varken, cinsel ilişkiyi canlan çekerken, sadece ilişkinin
belirli bölümlerinden şikâyetleri ve korkuları vardır, fakat fri-
jitler cinsel ilişkinin kendisine düşmandırlar. Ve böyle bir şeyi
kökten istemezler. Evlenmiş olsalar bile, Virginia Woolf ör­
neğinde olduğu gibi kocası Leonardla hiç cinsel ilişkide bu­
lunmamış ve belki de "evli bakire" olarak hayatlarını sürdür­
müşlerdir. Bir şekilde kocalarını, durumlan itibanyla kandır­
mış ve bir yolunu bularak cinsel ilişki yapmamayı, kocalarını
bir korunaklı kişi, belki bir baba, belki bir anne olarak gör­

95
meye başlamışlardır. Patricia Bourcillier, Virginia VVoolf'un
kocası Leonard'ı "annesi" olarak gördüğünü ve onu o şekilde
çağırdığını dillendirir:

Virginia, kendi efendisi olmak istiyordu ve hiçbir cinsiyete


ait olmak istemiyordu. Yaşama arzusu ve ölüm özlemi, dinlenme
ve besin kürleriyle yemeği reddetme arasındaki kavga, ruhundaki
dişil ve eril yan arasındaki kavgaya dönüşmüştü. Leonardla ilişki­
si yine de gitgide ensest bir sevgi biçimini almıştı. Aynı zamanda
Leonard, hayran olunan babanın, namuslu ve sevilen ölmüş kar­
deşin, iyi ve erken yitirilmiş annenin yerini dolduruyor ve yemek
yemeyi reddettiğinde hemşire rolünü üstleniyordu. Onun perhizli
yaşamı zorunluydu. İki üvey kardeşinin onu cinsel tacizini hatır­
latmasında ve göze çarpan tutukluğundan dolayı da Virginia bir
defasında kocasına: "Leonard benim annemdir" dedi.4’

Frijiderde demek ki sadece vajinadan kaynaklanan "va-


jinismus" yoktur, frijiderde bir kavram geliştirmek mümkün
olsaydı, anal yollardan kaynaklanan "analismus" ve oral yol­
lardan kaynaklanan "oralismus" hastalığı da vardır. Dünyaya
bağlı ve size hayatın kendisini aşılayacak her deliğin kapa­
tılması ve bunun sıkı orucunun yapılması, bunun ölümüne
perhizkârı olmaktır bunun adı. Erojen bölgelerin kapatılması
ve bunda da açlığın baş göstermesi demek, bir anlamda hiçbir
şekilde anal, oral ve vajinal "doyuma" gidilmediği anlamına
gelir. Sadece midesel doyum değil, cinsel doyum da böyle­
ce engellenmiş ve sadece "oral anorexia" değil, bir anlamda
vücudu saran "vajinal anorexia" ve "anal anorexia" da tetik­
lenmiş olur. Frijitlik bu anlamda vajinismustan farklı olarak
daha ruhsal hastalığa yakm, kökeni daha derinlerde bir vaji­
nal anorexiadır.45
46
Anorexia hastalarının bedenlerinde bir androjenlik is­
tenci olduğu da söylenebilir. İstenmeyen doğumlarda ya da
arzu edilmeyen çocukların anorexiaya yakalanmalarında

45 Patricia Bourcillier, a.g.e, s.120


46 A.g.e, s.103

96
androjenlik istenci görülür. Androjen beden, "antro=erkek"
ve "gyne=kadın" oluşluğu beraber içinde taşırken eğer isten­
meyen, arzu edilmeyen, nefret edilen bir varlık olduğunuz
aileniz tarafından size durmadan söyleniyorsa, androjen be­
deninizin 'animus' ya da 'anima' bağlantısı doğrultusunda
diğer eril bedene doğru kayması söz konusu olur. Her erke­
ğin içinde bir kadm, her kadının içinde de bir erkek olduğu
söylemi doğrultusunda, kökensel ruhun eskiden androjen
olduğu ve zamanla birbirinden ayrıldığı yaşam boyunca
ruhların eksik kalmış bedenlerini, eksik yanlarını, yaralarını,
boşluklarım, tamamlanacakları kısmı aradıkları söylemince
erkek olma istemekte ve ona doğru da metamorfoz olmakta­
dır. Anorexia hastalığına yakalanmış beden, androjenliği tak­
lit eder, onun gibi olmaya en azından androjenlik oynamaya
çalışır. Bedenine bir şey vermeyerek, aç kalarak, kendi dış
bedenini kadm biçiminden erkek bedene en yakın hale getir­
meye çalışır. Ana rahminin androjen bir yuva olduğu, orada
cinsiyet ayrımının olmadığı ve farklı cinselliğe sahip ikizlerin
bile doğrulduğu görülür. Ana rahmi belki de Kadim Yunan
tanrılarının çoğunda görülen tanrı oluşluğun türsüzlüğü, ne
eril ne de dişiliği, androjenliği, türdışıhğı, her türü içinde ba-
nndınrhğı içinde taşır. Androjenliği, o türler arasılığı ya da
uni-sexliği de yanma alarak boşluğu taklit etmek, anorexik
hastalarm yaptıkları edimdir. İçindeki boşlukları aç kalma
yoluyla geliştirerek mikro kozmos boşluğundan (mide-be-
den) makro kozmos boşluğuna (evren boşluğu, tanrısal alana
gerilme isteği, onunla bir olma isteği, boşlukların birleşmesi)
genişletme edimidir. O yüzden anorexik hasta boşluk takli­
di yaparak, kendisini makro boşluğa gömmeyi, yok olmayı,
eriyip gitmeyi; iştahı azaltarak, açlığı öldürerek teni, bedeni,
iskeleti kısacası hepsini eritmek istemektedir.
Anorexik hastalarm içlerinde taşıdıkları androjen bede­
ne doğru gizlice arzu ile yolculuklarında ana rahminde eril
ve dişil cinsiyetlerin bir oldukları, ana rahminde hele de ikiz
kardeşlerde birbirine geçkin bedenlerin bir oldukları da göz

97
önüne alınırsa, ilerleyen dönemlerde, rahim yuvada birbirle-
riyle kenetli ve bedenlerinin özlemi içinde olan iki kardeşin
doğum sonrası ensest ilişki içinde oldukları da gözden kaç­
mamalıdır. Rahim içi bedenlerin birbirini örtmeleri ve duy­
gusal yakınlık eylemlerinin, birbirine bağlılığın, rahim son­
rası evrede de devam etmesi ve arzu bağlamında dünyada
nüksetmesi de olağandır. Androjenlikle ensestin, yasak se­
vinin birbirine geçmişliği bu aşamada dikkat çekicidir. Ana
rahminde kardeşinin sıcak ve kendine güven veren bedenine
sımsıkı sarılan çocuk, doğduktan sonra bu yüzden ikiz karde­
şine, aynı yumurta ikizine manevi bağlamda aşırı bağlılığını
dillendirir. İster aynı cinsiyette, ister farklı cinsiyette yumurta
ikizleri olsun, doğum sonrasında birbirlerine güçlü şekilde
bağlı oldukları, hislerinin ve duygularının farklı zamanlar­
la dünyaya gelen diğer insanlar gibi olmadıkları, bunların
hislerinin, sezilerinin, bir işi kardeşleriyle aynı zamanda bi­
tirme edimleri, farklı çevrelere götürülse farklı medeniyette
ve çevrede farklı şekillerle büyütülseler de içlerinde ve prog­
ramlarında var olan şeyleri birbirine yakın bir zamanda yap­
tıkları ve simultanlık gösterdikleri bir gerçektir. Eş yumur­
ta ikizlerinin birbirlerini arzulamaları, enseste yakınlıkları,
Bourcillier'in kitabında Michael Jackson örneği ile verilir.
Michael Jackson bir androjen bedene sahiptir. Babasmdan
çok korkar. Babasının güçlülüğü ve onu ezişi bakımından
Kafka modeline yakındır. Michael Jackson ve babası bir si­
yahidir, o dönemlerde çok zor günler yaşamışlar ve çok çile
çekmişlerdir. Varlıklarım ispat etmek, kendilerini ispat etmek
ve tanınmış biri olmak, siyahi biri olmalarına rağmen adam
yerine konmak için çok çile çekmişlerdir. Beyazların arasın­
da siyahi olarak varlık bulmak çok zordur. Hermann Kafka
da öyledir. Yaşadığı ortamda her ne kadar siyahi değilse de
Yahudi olduğundan dolayı, bir anlamda beyaz bir siyahi­
dir. Lanetlenmiştir ve arî Cermen ırkının hedefi altındadır.
İki kavmi de faşizm belası bulmuştur ve bu yüzden de bu
baskıyı bedenlerinde hissederler, disiplini elden bırakmaz­
lar. Azınlığın getirdiği, yersizyurtsuzluğun, nomadlığın, hiç
kimseye güvenmemenin getirdiği bir korkudan kaynaklanır
bu durum. Oğullarına baskı yaparlar. Aslmda severler onları
ama disiplinli olmalarını, güçlü biri olmalarını isterler. Kafka
nasıl gizli bir androjenliğe doğru evrilirse, Michael Jackson
siyahiliğini gizleyerek, ilerde tam beyazlara dönerek, bede­
ninin rengini değiştirterek, beyazlan taklit ederek, aşağılık
kompleksini ortadan kaldırdığına inanır. Kız kardeşi Janet'le
yaşlan aynıdır ve her şeyi onunla beraber yaparlar. Beş kar­
deşinden ayrı olarak müzikten artakalan zamanının çoğunu
Janet'le beraber geçirir. Janet büyüyüp evlendiğinde Michael
Jackson bu durumu kavrayamaz. Küçüklükten beri her şeyi
beraber yaptıklan, böyle mutlu olduklan, Janet'in davranışı­
nı anlayamadığını dillendirir. "Her şeyi beraber yaptıkları"
cümlesinin altında insanlığın topyekûn ilişkisi de gizlidir.
Michael, Janet'i bırakmak istemez. Kendi bedeninden bir par­
ça olarak görür onu. Onunla sevişmek de ister. Kız kardeşini
kendi androjen bedeninin eksik ve canlı hali olarak kendine
katmak arzusundadır. Androjenlikte ensesti, yasak seviyi bu
şekilde göz önüne almak gerekir.

Bir şeyleri sevip sevmediğimiz üzerine düşünmemiz gerek­


mediğinden Janetle beraber olmak mükemmeldi. İkimiz de aynı
şeylerden hoşlanıyorduk. (...) Benim ikizim gibiydi. Bu yüzden,
evlenip gittiğinde nerdeyse ölecektim. Herşeyi birlikte yapmış­
tık.47

İdeal kadın modellerinin günümüzde anorexia nervosa


ve bulimia hastalığıyla çok zayıf ve sıfır bedene evrildiği-
ni daha önce de dillendirmiştik. Manken Isabelle Caro'nun
içine düştüğü durum ile Eski Taş Çağma ait ünlü bir kalıntı
olan M.O. 25.000 yıllarında yapılan VVillendorf Venüsü'nün

47 A.g.e., s.99
dolgun bedeni arasında kalmıştır modem kadm. Erkeklerin
kadm bedeninde ne istediği ya da arzu objesinin nasıl bir şey
oluşluğu zamandan zamana, çağdan çağa değişirken; kadın
bedeninin ideal ölçüsünün tarih boyunca değiştiğini görmek­
teyiz.

VVillendorf Venüsü

Tarihten bizlere kalan kalıntılara bakıldığında Eski


Yunan, Babil, Mısır büstlerinde, heykellerinde, çanak çöm­
leklerinde, fresklerinde, minyatürlerinde, varaklarında, papi­
rüs ya da demir paralarda kadınların bir biçiminin değil de
farklı biçimlerinin olduğu, yeri geldiğinde zayıf bedeninin,
yeri geldiğinde bereketi de temsil etmesi gerektiğinden ya da
doğurgan olması arzu edildiğinden çok şişman, aşırı yağlı ve
kilolu olduğu gözlemlenmektedir. Modem hatta postmodem
dönemde arkeolojik kazılarla elimize geçen bu kültürel mi­
rasların, zamanında gerçeği temsil edip etmediği yine de bir
soru işareti olarak kafamızda yer alsa da, bunların çağın ger­
çekleriyle ilgisi inkâr edilemez.

100
Tarih boyunca açlıkla sınanan insan, bolluk ve bereketin
kaybolduğunu görmüş, felaketlerin ve kıtlığın, kıranın or­
tasına düşmüş; kuraklıklarla, ekinlerinin yağış almamasıyla
kötü durumlar yaşamıştır. Mısır tabletlerinde, büstlerinde,
dikili taşlarında bu açlıklardan bahsedilir. Semavi metinler­
de Tanrı'run gazabma uğrayan şehirlerden, kentlerden, kit­
lelerden çokça söz edilir. Ortak bir izlek olan "yedi yıl bol­
luk, yedi yıl kıtlık" dönemi, peygamberler tarihinde olduğu
gibi, insanlık tarihinde de felaket habercisi olarak bizleri
karşılamaktadır. Tanrı'nın istediği yoldan yürümeyen, kötü
yola sapan kavimlerin uğradığı göksel felaketlerin dışında,
yine Tanrı'nın bir sınavı olan ve kendi inananlarını ayıkla­
mak için bir amacı yüklenen kıtlık ve kuraklık dönemleri­
nin dönüp gelmesi de görülür insanlık tarihinde. Bu olum­
suzluklar göz önüne alındığında insanlığın aç kalmasında
sadece kendi iradesinin dışında göksel etmenlerin de etkili
olduğu görülür. Uzun süren kuraklıklar, hiç yağmayan ya
da aşırı yağan yağmurlar, iklim bozuklukları, insanları kırıp
geçiren büyük savaşlar (Avrupa'da Yüzyıl, Otuzyıl, Yediyıl
savaşları; Haçlı Seferleri v.s.) insanlığın aç kalmasına neden
olmuştur.
İnsanın kendi iradesi ile, ister hasta olsun ister olmasın
aç kalması, ya da doğal şartların onu zorunlu aç bırakması
eylemlerinin yanında, bir de açlığın bir ceza şekline dönüş­
mesi söz konusudur. 20. yüzyılda Hitler'in iktidara gelmesi
ile Yahudilere karşı olumsuz hareketler başlatılmış, "Kristal
Gece"den başlayan süreç Almanya'da ve diğer yerlerdeki
Yahudilerin yaşamlarmı ölüm kamplarına kadar götürmüş­
tür. Bir ceza olarak insanlara atfedilen açlık, bu dönemde
iyice doruğa çıkar. Kitlelerce insanlar, Yahudiler bilinçli ola­
rak aç bırakılırlar. Hayatlarına değer verilmediği, aşırı çalış­
tıkları, çok güç sarf ettikleri ama çalışmalarının karşılığını
bedenen ve ruhen de alamadıklarmdan, kendilerine besin
sunulmadığından dolayı postmodem dönem anorexikleri
gibi görülürler. Ranzalarda üst üste istif edilir, aç bırakılır.

101
zamanları gelince, ahi duruma düşünce, artık bedenleri
etme durumuna gelince krematoryumlara, fırınlara gö
rilirler.

102
Açlığın politik bir silah olarak kullanılması, Hitler dö­
neminde doruğa ulaşır, insanları kitlece ağır bir ölüme, üs­
telik onlardan sonuna kadar faydalanıp, onları bir anlamda
son güçlerine kadar kullanıp ölüme iterler. "Arbeit macht
frei" (Çalışmak özgürleştirir) ilkesince Auschvvitz, Dachau,
Berezin kamplarının giriş kapılarına bu sloganı yazıp, insan­
ları güçlerinin son kertesine kadar kullanıp, bir anlamda so­
yut kurtuluşa doğru yönlendirirler. Kafka'da açlık nasıl yer
yer maddi alandan manevi ve soyut alana kanalize olursa, bu
dönemde de özgürleşme eyleminin somut bir çıkış noktası
yoktur. Özgür/leşme bir anlamda manevi ve soyut kavram­
dır ve ölümü, ölümle gelen ruhun göçünü, mağdurun kendi
anorexik bedeninden kurtuluşunu imler. Deri inceldikçe, be­
dende yağlar eridikçe, bir deri bir kemik kalındıkça Yahudi
ruhun özgürlüğe ulaşması daha kolay olur. "Arbeit macht fre-
i"nm (Çalışmak özgürleştirir) bir anlamda postmodem yoru­
mu budur. Ayaltı kurtuluş ve özgürlük değil, içine düşülen
durumun trajikliği değil, ancak buradan, bu kamptan, bu be­
denden kurtuluşun tek yolu, onu bir ceset gibi orada bırakıp,
ruhu alıp, uzaklaşıp gitmektir.

103
Politik bir silah olarak kullanılan açlığın bir diğer versi
yonu da kişinin açlık orucu tutmasıdır. Açlık orucu, insanır
kendi bedenini öne çıkararak karşı olduğu, karşı durduğu v<
hoşlanmadığı eylemleri bir anlamda düzeltmesi yolunu içerir
Bunun politik bir kullanım alanı olduğu gibi, sosyolojik, gün
delik hayatta herhangi bir nedenden biri açlık orucunun bi:
nedeni haline gelebilir. Sevdiği ama sevgisine karşılık göre
meyen birinin açlık orucuna gitmesi de olağandır. Bu eylemir
amacı sevdiğini kendi isteğine ikna etmektir, insan canına de
ğer veren ve muhatabmın ölümüne sebep olmamak, bunun d<
sebebinin kendisi olmak istememesi ile bu eylemlerin önünür
kesildiği görülebilir, fakat iki tarafın da geri adım atmamas
sonucu, inadın da devreye girmesi ile ölümler görülebilir.
Terapiye alınan anorexia nervosa hastalarımn terapi sü
recinde bile kilo alma korkularının sürdüğü ve bu sendromı
kolay kolay atlatamadıkları müşahede edilmiştir. Terapidı
doktorlarm ve hemşirelerin yanında artan kilo değerlerini!
olduğu ve fakat hafta sonlan izinli bir yerlere gitme ya d<
kendi başlarına kalma durumlannda bedenlerini yemek ye

104
meye ikna edemedikleri ve rutin yeme eylemini gerçekleştir­
meye güçlerinin yetmediği görülmektedir.
Gerek dünya edebiyatında gerekse Alman edebiyatın­
da anorexik durumlar edebiyata sınırlan içinde sık sık ele
alınmıştır. Masal tadmda olan Dr. Heinrich Hoffmann'ın
çocuk kitaplan olarak da çok sevilen "Struwwelpeter"de,
haylaz çocuk silsilesinden biri olan "Suppenkaspar"dan,
Goethe'nin "Otilie"sine; Theodor Fontane'nin "Cecile"inden,
"Effi Briest"inden, Valerie Valere'nin "Haus der verrü-
ckten Kinder" ine; Kafka'nın "Değişim"inden, "Bir Açlık
Şampiyonu"ndan, "Bir Köpeğin Araştırmaları"ndan Robert
Walse?in düzyazılarına kadar; Margaret Atvvood'un "The
Edible Woman"mdan, Sybille Berg'in "Ein paar Leute su-
chen das Glück und lachen sich tot"una, J. M. Coetzee'nin
"Life and Times of Michael K"sına, Bettina Galvani'nin
"Melancholia"sına, Knut Hamsun'un "Açhk"ına, Hermann
Mellvile'in "Bartleby"sine kadar bu açlık tematiği anorexiaya
varana dek edebiyatta çokça işlenmiştir.
Anorexia nervosa ya da bulimia nervosa hastalığının han­
gi branşlarda sıklıkla görüldüğü merak edilecek olursa, bede­
nin ön planda olduğu ve bedeninden ekmek kazanan kişilerde
bunların daha sık görüldüğü bir gerçektir. Milenyum çağında
mankenlerde, aktrislerde, reklama konu mankenlerinde, bü­
roda çalışan, iş hayatına girmiş kadınlarında, beğenilme arzu­
suna önem veren ve kendisiyle barışık olan kadmlarda daha
sık görüldüğü gözden kaçmaz. Toplumsal bir etkinliği olma­
yan, evinde kapalı ve sadece görevi evin içinde düzeni sağla­
mak olan kadınların (ev kadınlarının, ev kızlarının) bedenle­
rine iyi bakmadıkları, kilo aldıkları görülür. Beğenilme arzu­
sunu yitirmeyen, kendisini sadece kendi kocasının nazarına
adayan ve onun varlığına veren kadınların evde kilo aldıkları,
bedenlerini belki hor gördükleri, şişmanladıktan bilinir.
Kadının toplumsal konumu baş gösterdiğinde, toplumun
içinde yer edinmeye, orada rol almaya başladığında kendine
baktığı, süslendiği, güzellik sektörünün modem ve bilinçli ka­

105
dına öngördüğü güzellik malzemelerini tüketim toplumunun
olmazsa olmazı olarak değerlendirip bunlardan faydalandı­
ğı görülür. Buradan da öz bilince sahip, güven duygusu çok,
kendine güveni tam modem kadına doğru evrilip, bakımlı bir
kadın olmaya doğru yol ahr. Evinde ayna bulundurduğun­
dan kendini seven ve güzelliğine durmadan bakan ve "evin
içindeki güzel"den çok dışarıda da beğeni görmeye soyunan
kadının bakımlı olması gerekmektedir. Zayıf ve temiz olma­
sı, iyi kokması ile ilgili bir sanayi, bir endüstri gelişmiştir. Bu
endüstri bugün milenyum çağında kadının ne giyinmesi, ne
yemesi, ne içmesi, ne takması, bedenine ne sürmesi, bedenini
nasıl koruması, hangi şampuam, hangi deri losyonunu, hangi
tırnak ojesini kullanması gerektiğini de belirlemektedir.
Kadının bedeninin tarihsel süreçte geçirdiği değişiklik,
moda, ekol, gerçekliklerin kadm bedenine biçtiği rol zaman­
dan zamana değişmektedir. İnsan beğenisi göreceli olduğun­
dan ve estetiğin içinde önemli yer edinen kötü, çirkin kavra­
mı da yer aldığından, insan tarih boyunca milenyum çağının
hor gördüğü bedenleri güzel, estetik bulabilmektedir. Kadim
Yunan zamanında, romantik dönemlerde tavlı, dolgun, şiş­
man kadınların sevildiği ve sanata özellikle mimariye, ede­
biyata, felsefeye yansıtıldıkları görülür. İlkel uygarlıklarda
ve farklı medeniyetlerin tanrıçaları ve bereket tanrıçalarının
sıska ve sıfır beden değil de yanlarından yağların sarktığı,
etine dolgun ve obez olarak da değerlendirilebilecek kadın­
lar oldukları görmezden gelinemez. Fastfood'un geliştiği ve
hızını alamadığı günümüz insanlarından çoğunun, hele de
gelişmiş ülkelerde (Amerika, Almanya, Avusturya) obezite-
nin arttığım, insanlarm yağlardan ve kilolardan şikâyet ettik­
leri, nüfusta ciddi oranda bir şişmanlamaktan söz edilebildiği
unutulmamalıdır.
Milenyum insanının tat aurasının genişliği, yelpazede
çoğu gıdanın olması ve zamanın da artık hızlı yaşanmasın­
dan dolayı insanların pratik yiyeceklere, gıdalara, besinlere
rağbet gösterdikleri; eskiden yemeği bir ayin, kutsal bir edim

106
olarak gören kültürlerin, bu işi bir rit, bir ritüel olarak gören
bilincin, şimdi yemeği bir ara mönü; amaç değil de bir araç
olarak görmesi dikkate değerdir. Artık aralarda geçiştirilen
ve besinin yağlı oluşuna, içinde ne kadar karbonhidrat, şe­
ker taşıdığına bakmadan, dengesiz yenilen yemekler tüketil­
mektedir. Vejetaryenliğin et yiyiciler indinde azlığının sebebi
budur. Sağlıklı eko-besinler yerine, doğal besinler almak ve
bunları yapmak yerine hızlı et yemekleri yemek, sabırsız bir
yeme eylemi içine girmek, milenyum insanlarına daha kolay
gelmektedir.
Çok gelişmiş, süper gelişmiş toplum ve ülkelerde maddi
durumu iyi olan insanların geliri her tür gıdaya elvermek­
tedir. Yediklerini eritmemeye sürükleyecek aparatlan da
alabilme gücüne sahip oldukları (araba, motosiklet v.s.) için
eskiden insanların yürüyerek besinlerini eritme eylemini de
ortadan kaldırmış olmaktadırlar. Maddi durumları ev alma­
ya, araba almaya yettiğinden, ayakları yerden kesilmekte ve
öğünler arası gidiş gelişi yürüyerek değil de arabayla, araçlar­
la gerçekleştirmektedirler. Bilinçlenip de aldığı kiloları evde
yeni aparatlarla, kondisyon araçlarıyla, şmav, mekik v.s. ile
yapma hırsı ve kabiliyeti yoksa, artan kilosu az zamanda göz­
le görülür bir duruma gelmektedir.
Toplumlan gelişmiş, birinci dereceden gelişmiş ülkeler
seviyesinde olan ülkelerde buna rağmen maddi durumu iyi
olduğu için şişmanlayanların yanında (obez), işini ve görevi­
ni zorlu yollardan yapanlar da vardır. Durumları iyi olma­
sına, varlık içinde bulunmalarına rağmen, varlık içinde yok­
luk çekenlerdir bunlar. Paraları olmasma, yatı-katı olmasına,
önlerinde her türlü besini olmasma rağmen, bir hastalığa da
sahip olmamalarına rağmen toplumsal bir görev yüklendik­
lerinden, bedenlerinin toplumsal bir misyonu olduğundan,
herkese güzel, şık, zarif, ince görünmek zorunda oldukla­
rından bu misyonu sonuna kadar götürmek onların bir tür
yükümlülüğüdür. Bu insanların elleri, kollan bağlıdır. İster
iyi iş yapabilmek ve en iyi markaların tanıtıcı mankenleri, gü­

107
zide mankenler olsunlar, isterse de kırmızı halıda yürümek
için kendi bedenine zulmeden ve bilerek aç kalan aktrisler ol­
sunlar, bu insanların toplumsal sorumlulukları ve toplumun
bunlardan talep ettikleri onları zorla bir incelme, aşınlaştınl-
mış bir öz bakıma sürüklemektedir. Artaud'nun "toplumun
intihar ettirdiği" kişileri nasıl varsa "toplumun anqrexiaya ya
da bulimiaya ittirdiği" insanlardır bunlar. Bunlar çoğunlukla
varlıkta yokluk çekenler, daha iyi filmlerde oynamak isteyen,
daha iyi projeleri kapmak isteyen, daha fazla incelmek ve sek­
si olmak isteyen v.s. kadınların geldiği son noktadır.
Film, sanat, spor, reklâm piyasasında, tüketim toplumu-
nun medyayı ilgilendiren her kanadında hükümferma olmak
isteyen, bu piyasadan düşmek ve silinmek istemeyen insan­
ların yapması gereken şeylerdir bunlar. Sıkı bir öz yönetim,
insanın kendisine mükemmel bakması, bakımlılık hali, öz­
güven, tüketim toplumunun sunduğu her aracı ve aparatı
kullanma, bedenini iyi pazarlayabilme, onun sunumunu iyi
gerçekleştirebilme, kendi reklâmını iyi yapabilme önemli bir
özellik olarak görülmektedir.
Varlık içinde yokluk durumu, multimilyarderlerde ve
zenginlerin bir türlü yeme hastalığı, alerji, tansiyon, bedene
belli yiyecekleri anatomik nedenlerden ötürü alamama du­
rumu değildir (Sabancı, Koç); bu figürler zengin olmalarına
rağmen, her besini, gıdayı alacak paralan olmasına rağmen,
sağlık nedenleri yüzünden bu besinleri yiyememektedirler.
Fakat sağlık nedenleri, durumlan buna el vermesine rağmen,
kendi bedenlerini bir yıkıma, bir rejime, eritmeye gidenlerin
durumu, varlık içinde yokluk çeken insanlarm durumunu
vermektedir. Afrika'da yiyecek bir şey bulamayan insanın
bulamadığı için yiyemediği, açlık çektiği, bulsa onu iştahla,
afiyetle yiyeceği; yine varlıklı olup da hastalığı yüzünden bu
besinleri bedenine almayan insanların da hastalığının buna
elvermediği düşünülecek olursa, ne Afrika'dakiler gibi bula­
madıklarından, ne de varlıklı ama hasta olanların hastalıklı
oluşları gibi bir duruma sahip olmadıklarından, hem sağlıklı

108
oluşun hem de varlıklı oluşun ama yine de iyi beslenememe-
nin, varlıkta yokluk çekmenin acısını çekmektedirler. Bu, yu­
karıda sayılan tüm açhk-tokluk çeşitlerinden daha zorlu bir
yol gibi gözükmektedir ve hastalık riski de yüksektir.
insanın görmediği bir şeyi yiyememesi ile gördüğü bir
şeyi yiyememesi arasmda bile dağlar kadar fark vardır. İnsan
görmediği bir şeye, ulaşamadığı bir şeye, yok olarak gözlem­
lediği bir şeyi yiyememesine kolay kolay alışabilir; fakat gö­
rülen ve elde edilen bir şeyin yenmemesi, bedene alınmaması
durumu Pavlov'un köpek deneyinde de görüldüğü üzere, kö­
peklerin fizyolojisinde çok önemli hastalıklar ve değişimlere
neden olmaktadır. Mide asitlerinin çoğalması, insanın istek
ve arzusunun taşması ve bunun ruha bindirdiği yük kendi
nefsiyle ya da libidosuyla, yeme arzularıyla durmadan be­
sin var olduğu ve önünde durduğu için bir savaşıma gitmek
daha zorlu bir yol gibi gözükmektedir.

Anorexik hastalarm yemeği, yiyeceği, besini reddi her


şeyden önce kökensel bir nedene dayanır. Belki ilk günah­
tan günümüze sarkan yasak meyve bilinciyle, ana rahminde
varlık bulmanın, yasak meyve olduğu ve meyvenin de yasak-
latıcılığının oral evreye indirgenmesi bu davranışın kökeni
sayılabilir. Hastanın kendi iç dünyasındaki psikolojik ya da
hastanın kendi bireysel sorunları haricinde kökensel sorun­
lar, toplumsal sorunlar da hastanın bu davranışında bir baskı
aracı olabilir.
Yemek her şeyden önce bireysel bir edimdir. İnsan yiye­
ceği ile baş başa kahr ve onu yer, her ne kadar Baudrillard
"yalnız yiyen, ölüdür"48 dese de, toplumsal bir etkinlik, pay­
laşım aracı ve bir sosyolojik olgu olan yemek ediminin bu top­

48 A.g.e., s.341; "Der, der allein ifît, İst tot" schreibt Baudrillard. (Jean
Baudrillard, Amerique, a.q.o., s.21)

109
lumsal boyutluluğu, bir arada yeme edimi, modem dünyanın
gelişiyle biraz kırılmıştır. İnsanlar hızlı bir yaşama ve yeme ri-
tüeline alışmıştır ve toplumsallıktan, toplu yeme kültüründen
bireysel bir hale doğru evrilmişlerdir. Anorexik hastaların bi­
reysel yeme eylemini savunmalarının bile söz konusu olma­
dığını düşünecek olursak, yeme edimini reddetme, yememe
edimini, toplumsallığın, cemiyetin, cemaatin ya da en küçük
sosyolojik çember olan ailenin dışma fırlatılmışlığı da berabe­
rinde getirdiği görülebilir. Birey, yemeği reddetme eylemiyle;
yemeğin herkesi bir araya getirme olgusuna da karşı çıkmak­
ta, bu eğer çekirdek aile ise o bireyleri, geniş aileyse aile efra­
dından kimseyi görmek istemiyor demektir. Sadece yemekte
insanların dilsel iletişimini değil, bedenin sofraya oturuşuyla,
sofrayı kabullenişiyle, sofradaki varlığı ile beden dilinin besi­
ni ve diğer insanların bedenlerini kabullenmesini ve kendini
onlara açmasını da reddetmiş olur. Bedenin iletişim ve pay­
laşmayı reddedişi, bedenin hem sözcüklere (dilsel iletişim)
hem de bedensel iletişime karşı çıkması, bedenini kimseyle
paylaşmak istememesi, varlığını ve bedenini geri çekmesi an­
lamına gelmektedir. Anorexia davranışı bir anlamda küskün­
lük hali olduğundan, bedenini diğer bedenlere kapatma, onu
diğer bedenlere açmama ve bedensel diyalogun bir protesto
bağlammda reddi ve geri çekilişi olarak görülebilir.
Toplu yeme edimi sadece çekirdek ailenin içindeki sev­
giyi dillendirmemekte, ailevi bir bütün oluşluğu, bir toplu
organ olarak var ve hazır olduklarını, bedenlerini doyurma
eylemlerinde birbirlerine yardım ederek dünyanın açlık gibi
büyük bir smavmı beraber başarıyla atlattıklarını da imle­
mektedir. Geri çekilen ve yemeği, sofrayı, besini reddeden
biri, ilkin bu bağı hiçe saymış ve onu görmezden gelmiş olur.
Toplu halde oturulan yerde bireysel davranmak, sofranın ce-
maatsi ve topluluk yapısını bozmak anlamına gelir. Sadece
sevginin azalması değil, cemaat düşüncesinde birliğin de
yara alması, bireyin sofrayı bir protesto alanına çevirmesi ve
gıdayı, besini, yemeği reddetmesi, bedenini sofraya eklem­

110
lememesi, onun içinde bazı sorunlar taşıdığını da gösterir.
Ailenin içinde masumiyetin zedelendiği, bir arada oluşluğun
yara aldığı, yakınlığın uzaklığı çağırdığı, güven duygusunun
da örselendiği anlamına gelir.
Ergen yaşa gelen ve ergenlik sonrasında da aynı saplan­
tıyı, yememe, aç kalma saplantısını inatla sürdüren, kendi
bedenine zulmeden ve dünya nimetlerinden uzaklaşan, o ko­
nuda isteksiz davranan kişilerin, doğanın bu olmazsa olmaz
halinden uzak durmaları garipsenebilir. İnsanın doğa içinde,
doğayla yaşadığı, bir sit alanı olmak zorunda olduğu, varlığı­
nı bir mekâna raptetme mecburiyetinde olduğu düşünülecek
olursa, doğanın bu zoraki gereksinimlerini reddetmeyle ano-
rexik hastalarm bir hesabı var denilebilir. Kendi bedenleri dı­
şında gerçek ve var olan anne bedeni, doğa, metafiziki beden­
ler ve Tanrı düşünüldüğünde, anorexik hastanın hesaplaştığı
ve hedef aldığı merhaleler gün yüzüne çıkmış olur. Kendine
yetebilme arzusu, bağımlı olduğu insanlardan, doğadan, me­
tafiziki düşüncelerden kopma ve kendi kozasma, içinin de­
rinliklerine, içinin sınırsız boşluğuna çekilme bu davranışın
temeli sayılabilir.
Tehlike anında cenin pozisyonu almak, nasıl insanın için­
de var olan, bir köken duygusuysa, oluşum aşamasında ve
var olma yolunda olan yaratıkların pozisyonudur cenin po­
zisyonu; bir pranga gibi ayaklardan tutan ve istemezseniz de
varlık oluşa sizi zorla iten, sizi gayri iradi şekillerde fetüs ve
ana rahmi, cenin olarak sizin daha henüz oluşmakta olan cüzi
iradenize bir anlamda baskı kurmaktadır doğa. İnsan daha
sonra doğduğu doğanın esaretine kapılır, doğayı aşamaz, do­
ğaya bağlı kalır, yerçekimi ve oksijen insanı dünyaya mıhlar,
dünyanın dışmda uzun bir kalışlık söz konusu değildir. Ana
rahmi de, "o küçük doğa" ya da doğa taklidi olan, dünya gibi
yuvarlak ve küçük bir kozmosluk içinde barındıran dölüt de,
ceninin tehlikeyle yüzleştiği, aslmda korunaklı bir alan değil
de ilerde nice tehlikelerin gelip kendini bulacağı bir dinlen­
me mekânı olarak değerlendirilebilir. Annenin bedeni ceni­

ni
ni kavrar, sıkıştırır, küçük bir spermlikten alır onu ve varlık
oluşluğa şişirir, besler, büyütür ve doğaya, o aleni tehlikeler
dünyasına hazırlar. Tehlikeyi fark edişin pozisyonudur cenin
pozisyonu ve sadece insanlarda değil nerdeyse bütün hay­
vanlarda, bitkilerde, tohumlarda her şey bu pozisyona evrilir.
Çocuk bu tehlikeyi fark ettiğinden midir kendisini besleyen,
büyüten, kendi iradesi dışında başka bir iradenin zorluğuyla
besini alır ve daha bu dönemlerde, belki de doğduktan son­
raki dönemlerde kendini şişiren, zorla ağzına memeyi ya da
mamayı sokan anneye karşı çıkar, biberonu, sütü geri kusar,
dili olmadığından ebeveynlerin kamı açtır korkusuyla ona
baskıyla yedirdikleri gıdalar, sütlü mamuller, sonra püre ve
meyve ezmeleri burnundan gelene kadar ona verilerek, ay­
nen içi doldurulan hayvanlar gibi gıdayla şişirilir.
Bebeğin küçücük bedenini temsil eden içinin iradi doldu-
ruluşu, insanın her aşamasmda önemlidir. İnsan, izleyen aşa­
malarda da toplumsal yaratık olarak içinin iradi doldurulu-
şuna dikkat çeker ve buna değer verir. Bir kadm ya da erkekse
cinsel ilişkide içinin iradi doldurulmasını bekler. Bir vajinaya
sahipseniz ve vajinanız bir iç olarak iradi dolmuyorsa, bu te­
cavüz olarak addedilebilir. Normal, legal bir ilişki olması için,
insanın içinin iradi doldurulması gerekir. Çocuğun travması­
nın başlangıcı ailesinin onun iyiliğini düşündüklerinden onu
gıdayla, besinle şişirmeleridir. Çok küçük çocuklarda görü­
len obezitenin kökeni de budur. Henüz yeme kıstası, yeme
programı olmayan çocukların bu görevleri ebeveynin hima­
yesinde olduğundan, ebeveynler sevdikleri bu çocuklarını bir
korkuluk gibi samanla doldururlar. Çocuğun kusması, yeni­
len besinleri zayıf ve küçük midesinin geri atması, yemeğin,
gıdanın burnundan gelmesi, onlar için çocuğun doyduğunun
ve artık gıda istemediğinin bilgisi olur. Anorexia hastalığına
ya da bulimia nervosa hastalığına kapılanların çoğu temel­
lerini ebeveynlerin bu davranışları üzerine inşa ederler. Bu,
ilerleyen dönemlerde daha önce de değindiğimiz gibi bir var­
lık savaşma döner.

112
Anneden, doğadan, Tann'dan bağımsızlığını elde edip,
daha doğrusu etmeye çalışıp kendi beden kabuğuna çekilen,
kendi kozasına kapanan anorexia hastasının, kendi kendine
yetebilmesi mümkün müdür? Zihinsel bağlamda, o zayıf be­
denine bakıldığında güçsüz gibi gözlenmesine rağmen, güç
alanını daraltıp kendine yetebilme güdüsünü kendinde oluş­
turmaya çalışsa bedenin gün geçtikçe az besin almaktan ve
absorbe etmekten iflasın eşiğine gelmesi ve adeta görüntüsü
itibanyla ekspresyonist ressamların resimlerindeki çile çek­
miş insanları betimlemeleri gibi bu anorexik hastalarm kendi
başlarına yetmediklerini göstermektedir. Günden güne ölü­
me yaklaşmaları, her alanda özgür istencinin bir sonucu olsa
ve ana rahmini bir kenara koysak da, doğadan ayrı bir yaşam
insan için düşünülebilir midir? Doğanın size sunduğu besin­
leri yemeseniz, bunları azaltsanız, anorexia hastalığına kapıl-
sanız, sadece oral evrede kah besinleri bünyenize almamış
olursunuz. Oksijen yani nefesten epistemeye, bilgiye kadar
varan besinleri nasıl almamak için mücadele gösterecek, bun-
larsız nasıl yaşamınızı sürdüreceksiniz? Anorexia hastasının
anneyi, doğayı, Tann'yı protestosu bir anlamda kendi sıkleti­
ni azalttıkça, mum gibi içine içine doğru eridikçe ve yokluğa
doğru evrildikçe -ki bu ölümdür, intihardır- bir öz-öldürüm
eylemiyle amacına varmayı resmeder. Yaşadıkça arzu eden,
kalp çarptıkça isteyen ve istenç hırsına sahip olan, ne edip
edip bir şekilde bedenine sokmamaya çalıştığı, bedenini bir
kale gibi düşmanlara karşı koruduğu besinler yine sızarak
bedenine girer ve içine sokulur. Gözle görünen ve tadılan be­
sinlerin yanında gözle görülmeyen ve tadılamayan, beş du­
yunun besinleri vardır, epistemik besinler vardır ve anorexik
hastanın son mücadeleleri de bu besinlerle savaşım olur.
Anorexia nervosa'nın, bulimia nervosa'nın bir beslenme
bozukluğu olduğundan söz etmiştik. "Beslenme bozuklukla­
rı" adı altında da, milenyum insanını ya kendini taşımaya­
cak, kaslarının ve kemiklerinin kaldırmayacağı, kendi evinde
odaya sığmayacağı ve hastaneye götürülürken duvarların

113
yıkılarak hastanın (obez) hastaneye kaldırıldığı bir durumu
ya da mezardan çıkan zombiler gibi yürüyen iskeletleri an­
dıran avurtları çökük, üzerinde kemiklerin sayılabileceği bir
hale gelişi durumunu dillendiriyoruz demektir. Bu beslenme
hastalıktan ve bozukluklan insanın gıdaya karşı yanlış bir
tutum takınmasından, ya gıdayla bedenini aşın bir diyaloga
sokuşundan ya da perhiz ya da rejim yapılıyorsa bunu yanlış
yapmasmdan kaynaklanmaktadır. Yenme eyleminin abartıl­
ması (obezite, bulimia) ya da rejim eyleminin istençli istençsiz
abartılması (anorexia, iştahsızlık) anlamına gelen bu hastalık­
lar, elbette bir psikiyatr ya da alanının uzmanlarınca gözetim
altına alınması, bu hastalar üzerine çalışılması ve kürlerin uy­
gulanması gerekmektedir.
Bilinçli insan modem yaşantıda beden ölçülerini veren
hesaplamalarda ideal kilosunun ne olduğunu bilir, bunu
araştırır; fazlalıktan varsa onu akıllı bir şekilde vermeye, ideal
kilosundan az kilosu varsa onu tekrar almak için çaba sarf et­
meye çalışır. Oysa bu hastalarda artık mantıklı zihin sayacı ya
da ideal kilonun ne olduğu üzerine kesin bir vurguyu veren
o mekanizma zedelenmiştir ve hastalık nüksehniştir. Kendi
fazla kilosu ya da az kilosuna bilinçli yaklaşma melekesi yitti­
ğinden, hastaların hastalığı bir anlamda başlamakta, bir akut
hal almaktadır. Bu hastalıkların genellikle sinirsel hastalıklar
olmalan da hipotalamusun zihinde bir açlık sayacı olması ba­
kımından değer taşımaktadır.
Beslenme bozukluğunun zihinsel süreci geçildikten ve
hastayı tetikleyen mental bölümü aşıldıktan sonra iyileşme­
mesi söz konusu değildir. Günümüzde bu alanda etkin teda­
vi yöntemleri vardır. Doktorlar, sağlık kuruluştan, özel has­
taneler, sadece beslenme bozukluklanyla ilgilenen çok özel
hastaneler, bu alanda yazılmış bir dolu kitap ve kaynaklar
hastalığın aşılma sürecinde bu hastalığa yakalanmış olanlara
yardımı esirgememektedir.
Açlığını bilerek bastıran ve sinirsel sebeplerden ötü­
rü iştah kaybeden anorexia nervosa hastasının bir açlık çe­

114
kemediğini söylemek yanlış olur. Midenin özünde acıkma
duygusu vardır ve ne yapılırsa acıkma duygusundan insanın
kurtuluşu yoktur. Açlık hissini sadece pankreas ve hipotala-
mus arasındaki bağıntı olarak düşünüp, bu duygunun diğer
organlarla bağını görmezden gelmek o organlara haksızlık
etmek olur. Açlık durumu bedenin her zerresiyle bağıntılı
bir şeydir, beden ince bir bağla bütüncül olarak birbirine ba­
ğıntılıdır. Tokluk durumunda mideye alman besinin bedende
harmanlanması nasıl tüm bedeni ilgilendiren bir şeyse, açlık
durumunda da beden topyekûn bir açlık etkisi altındadır.
Bedenin damarlar, ince lifler, kaslarla birbirine bağlı olduğu
düşünüldüğünde mideye giden her besinin, enzim (besin)
bağlammda bedende absorbe edilmesi ve harmanlanması,
öğütülmesi ve dağıtılması kaçınılmazdır. Açlık her ne kadar
kökenini pankreastan ve beyinden alıyorsa da, onu büsbütün
bastırmak insan için düşünülemeyecek bir durumdur. İnsan
yaşadığı müddetçe aç kalmaya ve şayet bedenini doyurma
becerisini gösterebiliyorsa tokluğa ve bu döngüye mahkûm
kalmıştır. Yeme isteğiyle ömür boyunca mücadele ve onu bas­
tırmaya çalışma eylemi görülür anorexia nervosalarda. Açlık
güdüsünün topyekûn ortadan kaybı söz konusu değildir bu
hastalık durumlarında. Hastalığın getirdiği farklı bir düşün­
ce durumunda, vücudunu farklı değerlendiren hastalar daha
önce belirtildiği gibi beden gerçekliğini yitirirler. Gerçekte
zayıf olmalarma, hatta durumlarıyla birlikte ölümün eşiğine
varmış olmalarına rağmen, aynada kendi bedenlerinde ters
bir durum görmezler. Bedenin yanlış değerlendirilmesi sonu­
cu hastalığı içinde bulduğu hali sürdürür.
Bireyin sahip olduğu kilodan memnun olmayıp, onu
eritmesi ve yok etmesi için kendi içiyle, ruhuyla bir mücade­
leye gitmesi durumu televizyonlarda görülen bazı görüntü
senkronizasyon kayıplanna/hatalarma benzer. İki görüntü­
nün birbirine uyuşmaması, örtüşmemesi yüzünden gerçek­
leşen bir görüntü kaymasıdır ve teknik bir hata olarak da
görülebilir bu durum. Anorexia ya da bulimia nervosa hasta­

115
sının ruhuyla bedeni arasındaki senkronik uyum sorunu da,
televizyonların bu görüntü hatalarına çokça benzemektedir.
Bedeninden, etinden, teninden, kilosundan, fiziki görüntü­
sünden, tipinden hoşnut olmayan kişinin ruhsal bakımdan
kendini yemesi, bunu kendi psikolojik derinliklerinde büyük
bir sorun haline getirmesi, hastalığın köken duyguşunu oluş­
turur. Bir zaman sonra gelişen dış baskılar ve sosyal olaylar
sonucu da kendi kilosundan hoşnut olmayan, kendilerini be­
ğenmeyen, özbeğeni yitimine uğrayan kişilerin ilkin zihninde
bu açlık eylemine başladıkları, içlerinde bu eylemi tasarladık­
ları, sonra da bunu bedenlerine reva gördükleri görülür.
Klasik yemek yeme tarzını azaltma, abur cuburları kes­
me, yarı açlık durumuyla kalan ömrünü idame ettirme duy­
gusu, bu hastalığın görüldüğü temel durumdur.
Dünya nimetlerinden istifade etmeyi yaradılıştan varsa­
yan midenin de yan açlık durumu ya da midenin üçte birinin
doldurulması durumu ile kalması, midenin tam doymama
durumu anlamına geldiğinden de insan bedeninde mide ege­
men bir durumun ortaya çıkması kaçınılmaz bir hal almakta­
dır. Mide tam doldurulmuşsa, açlık bir anlamda unutulmuş
ve midenin açlığı sorunu geçici bir süreliğine halledilmiş olur.
Mide yansına ya da üçte birine kadar doldurulmuşsa ya da aç
bırakılmışsa, insanın düşüncesi ve duygu durumu mide-ege-
men bir yapı alır. Açlık bedenin orta yerinde nüksettiğinden,
midenin orta yerinde derin bir boşluk olduğundan insan bu
boşluğun acısıyla yaşamaya devam eder. "Kamım acıktı" ke­
limesinin bazı yörelerde "kamım acıdı" şeklinde söylenmesi,
garip bir durum olarak önümüze çıkar.
"Karın acıklığı"nın bir acıkma değil de acıma eylemine
geçişi, midenin boşluğunun mide havzasına yüklediği acılar­
dan kaynaklanır. Acıkma, içinde acıyı barındırır. Acıkan in­
san, bir anlamda bedensel acı çeker. Bu bedensel acı, aç çocu­
ğun hüngür hüngür ağlaması ve feryat ederek ses çıkarması
gibi doymak isteyen, susturulmak, bastırılmak isteyen mide­
nin açlıkta bir çığlığıdır ve bu yüzden de acı/kı/r.

116
Acıkma sözcüğünün etimolojik anlamına baktığımızda
bu sözcüğün Türkçe bir sözcük olduğunu ve en erken Türkçe
örneklerde de "açık" kökünden oluştuğunu, kökeninin yine
Türkçe bir kök olan "aç"dan geldiğini görebiliriz.49 "Acıkma"
sözcüğünün "acı", "acıma" sözcüğüne yaklaştığı; "acıkma"-
nın eski Türkçede "açık"; "acıma"nın ise "açıg", "ağşı" köke­
nine dayandığını görmek mümkündür.
***
Yemeğin, bir ulusu ulus kılan temel etmenlerden biri ol­
duğu unutulmamalıdır. Ulusluk bilinçlenmesinde ve sacaya­
ğında kültürel, coğrafi unsurlar nasıl bir öneme sahipse, yeme
kültürü ve mutfak da bir kültürün çok önemli göstergesidir.
Yeme kültürü ulusun ve bağlı olduğu devletin karakteristik
özelliğidir. Toplum, topluluk göçebe midir, yoksa yerleşik
bir hayat mı sürdürmektedir; kırsal alanlara, tarıma elverişli
geniş arazi yapışma mı sahiptir, yoksa toprakları denize mi
bakmakta, denizcilik, topraklarında bir yaşam tarzı mı sayıl­
maktadır? Her ikisinde de yeterli derecede ticari etkiyi kaza­
namadığından ürünlerini ithal etmeyip de ihraç mı etmekte­
dir? Toplumsal bu olguların aynı devlet sınırlarında yaşayan
insanların gündelik yaşamlarına etki ettiği ve onu belirlediği,
ihtiyaçların ve varlık durumunun bir geleneğe, bir ananeye,
örfe döndüğü görmezden gelinemez.
İnsanın tarih boyunca verimli olmak için çaba sarf etmesi
ve daha mayasında üreticiliğin, verimliliğin, faydalı bir canlı
olmak istemesinin etkisi düşünülebilir. Üretici insan, bu ister
çiftçi olsun, isterse köylü ve emekçi, kendi karın tokluğundan
artı değere gitme düşüncesine kadar topraktan bir şeyler elde
etmenin, toprağı işletmenin, ondan varlığı idame ettirecek be­
sinleri elde etmenin savaşımının bilincindedir.
İnsanın sadece hemcinsine değil, bir varlık ve canlı
olarak dünyaya, oksijene bağlılığına değin üzerinde haya­

49 Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, -Çağdaş Türkçenin Etimolojik


Sözlüğü-, Adam Yayınlan, İstanbul 2007, s.27

117
tını sürdürebileceği topraklara, yeryüzüne sahip olduğu ve
olmak zorunluluğu düşünülecek olursa, onun besinini, gı­
dasını elde etmek için çaba sarf etmesinin ve yorulmasının
tarihi de başlamış olur. Onun toprağa bağlılığı ve üzerinde
yaşadığı topraklarla ilişkisi, duygusal konumu ve geçim
mücadelesi aynı şekilde makro düzeyde bir ulusun, bir top­
lumun ekonomik, zirai, tarım ve ticaret seviyesini ve bun­
dan hareketle de yeme ve kültürel boyutunu açığa çıkarır.
Her ulusun, her toplumun bu minvalde yaşadığı toprak ve
zemin üzere bir besin ve yeme kültürü olduğu unutulma­
malıdır.
Hava koşullan, toprak ve buzullar Eskimolan fok ve ba­
lık türünde mönülere, Afrika'dakileri pirince, Türkleri belki
bakliyata, Almanlan patatese, İtalyanlan makarnaya itmiştir.
Toprağın üzerinde ekilen biçilen neyse, ürün olarak vatanı­
mızda ne yetişmeye elverişli ise, o sizin kültürünüzün bir
parçası haline gelmektedir. Yediğiniz o besinler ve ürünler
gündelik hayatınıza, konuşmalarınıza sızar; atasözlerinizi,
deyim ve deyişlerinizi, etkileyerek bir yeme kültürü bilincine
ve anonimliğine doğru yol bulur.
Elias Canetti "Kitle ve iktidar" adlı metninde anneyi
"yensin diye kendi bedenini veren bir insan" olarak betim­
ler.50 İster doyurduğu ve bedeninden bir parça halini almış
bir eklenti-bedeni doyurma, isterse kendisinden bir parça ol­
mayan ama aşığı ve bedeninde bir hak talep eden birine be­
denini cinsel tandanslı bir açış, bedenini libidinal bir sergile­
me, bedenini erotik bir nesne konumunda yenilecek bir besin
olarak sunsun, anne bir anlamda hep diğerkâmlığa sahiptir.
Türkçede "yediniz bitirdiniz beni", "yedin beni yavrum"
sözü bir yılgınlığı, bir tükenmeyi, bir bıkkınlığı dile getirir.
İlkin ana kamına bir sperm olarak giren ve durmadan anne­
nin etiyle, kemiğiyle, kanı ve organlarıyla beslenen, çocuğun,

50 Rimann Hess, Ngo van Da; Eros des Essens-Geschichten von Kopf und
Bauch aus der europaischen Literatür, Stranhof Zürich Literaturhaus, Zürich
2004, s.21

118
anne içinde bir larva gibi, bir kurt gibi anneyi yediği, onu içer­
den tükettiği bir gerçektir.
Bir çocuk için kendisine bağlı olunan, olmazsa olmaz bir
değere sahip, mutlak besini temsil eden annenin bereketi, be­
sini, karın tokluğunu, mutluluğu ve sükûneti temsil etmesi­
nin masumiyeti bir yana, eril fikir artık gelişimini tamamla­
dıktan ve hormonlardaki kabarmalarla da gençlik, ergenlik
dönemi, buluğa erme dönemi gözlemlendiğinde bu gelişimi
sağlayan kişinin kadına bakış açısındaki o masumiyetinin or­
tadan kaybolduğu gözlemlenir. Kadın artık anne modeli olan
o masumiyetini bırakır, kendi çevresi dışında cinsel bir alana
kayar. Yenilecek, kemirilecek, şehvetli bir ete, bir olunacak,
bütünleşilecek bir bedene doğru evrilir. Novalis'in, erkeksi
bakışın, yemekleri değerlendirirken yemekle kadm bedenini
birbirine yakın kıldığını, yemeğin erotikleştirilmesinde kadm
bedeninin yenilebilir olarak düşünülebileceğini, "süt veren
kadmm görünür en yüksek dereceye sahip bir besin"51 oldu­
ğunu dillendirmesi dikkatten kaçmamalıdır. Sadece eril bede­
nin kadım bir besin olarak yemesi, onun bedenine yapışması
onu yalaması, cinsel ilişkide onu bir Vandal gibi, yamyam
gibi manik bir ilkellikle hor görerek sevmesi ve aynı zamanda
aşağılaması değil, kadının da erkek bedenini yemesi, vajinal
ağızla erkeğin fallusunu yutmasını düşünen erkeklerde kor-
ku-zevkle karışık fantazmalann oluştuğu görülür. Zola'nın,
erkekleri yiyip yutan Nana'sı böyle bir işleve sahiptir.52
Besinlerin erotize edilmesi ya da seksüelleştirilmesi de
dikkat çekicidir. Besinlerin afrodizyak haline gelmesi, bunla­
rın cinsel ilişki ile doğrudan bir bağı olduğunu ortaya koyar.
Yemekle cinsellik arasmda bir bağın olmadığını kim söyle­
yebilir? İnsan bedeni yemekle yaşamda kalma mücadelesini
sağlarken, yediği besinle birlikte bedenini şehvete, cinselliğe,
afrodizyak bağlamda meyillere açar. Fazla yiyen bedenin,

51 A.g.e, s.21
52 A.g.e., s.21

119
şehveti artırdığı bilinir. Beden işleyince, testosteron ve sperm­
lerde bir artış görülür. Bu şehvetin artması ve insanın cinsel­
lik araması anlamını da beraberinde getirir. O yüzden din­
ler genelde yemeği, orucu, perhizi, dünya nimetlerine fazla
dalmayı ve batmamayı uygun görür ve tavsiye eder. Çünkü
dinlerin savaştığı şey meşru olmayan yollarda yapılan cinsel­
liktir. Doğaya bağlılık ve inşam kötü yola sevk edecek libidi-
nal enerjidir. Hırs, heves, arzu, istek şehvet vs., aşın şişkin bir
bedende görülen özelliklerdir. Bunların dinde dizginlenmesi
gerekmektedir.
Besinlerin bedenle, bedenin de besinden aldığı afrodiz-
yak etkiyle cinselliğe, kadına ya da erkeğe meyli ile besin-in-
san-cinsellik üçlüsü kurulur. Bugün Türk kültüründe yemek­
lere, tatlılara bunlara isim veren eril bilincin libidinal açlığı
dikkat çekmektedir. 'Kadınbudu köfte', 'dilberdudağı tatlısı',
besin-özne-beden üçgeninde öznenin beslenip doymuşluğu­
nu ve afrodizyaklaşmış bedenin baktığı besinlere o hali yan­
sıtmasının bir ürünüdür.
Aşk ile mide arasındaki bağıntı, doymuş mide ile afro-
dizyakhk arasındaki bağıntıyla koşuttur. Doymuş mide, doy­
muş bedenin aç olana nazaran daha fazla enzim, hormon,
kan şekeri içerdiği, cinsellik ve arzu taşıdığı bir gerçektir.
Ana sevgisi ile ana memesi arasındaki bağıntı (James Joyce,
Günter Grass)53 daha sonra sevgi, şefkat ile kadm memesi,
kadm midesine gidecek yolun da kökeni olur. Mide ve fallus,
testislerin doluluğu ile besinlerden karşı cinsin bedenine va­
ran afrodizyaklar ve libidinal enerjiler, uyarılmalar önemli bir
sorun olarak önümüzde durmaktadır.
Rimann Hess ve Da'nın ortaklaşa hazırladıkları "Eros des
Essens" (Yemeğin Eros'u) adlı çalışmada yeni bir mutfak fik­
rinin sandığımızdan daha eskilere dayandığı dillendirilir.54
Basit yemeğin ve bilinen yemeğin yerini daha metafiziki ve

53 A.g.e, s.22
54 A.g.e., s.27

120
göksel, manevi bir besinin almasına da dikkat çekilir. Nesnel
ve somut bir şekilde elde olan, uçucu, görünmez, şeffaf, haya­
li bir hal alır.55
Nouvelle Cuisine'den (Yeni Mutfak), daha 18. yüzyıl ya­
zarları bahsetmişlerdir. Louis Sebastian Mercier, aşçıları ve
yemek yapan kişileri "kimyacılar" olarak değerlendirmiş;
Balzac da bu aşçıların görevini "olabildiğince az biçim için­
de olabildiğince fazla öz" üretme olarak değerlendirmiştir.56
Bulyon haline gelmiş sığır etinin, tavuk etinin biçim haline
gelmiş fikri, fikir haline gelmiş biçimi arasında gidip gelir.
Marinetti'nin fütüristik mutfağı, beslenme enerjilerini rad­
yo dalgalarıyla aktarmaya ve yaymaya inanır. Bunun hayali
görülür. Cyrano de Bergerac -antik örnekler de göz önüne
alınarak- koku duygularıyla gerçekleşecek bir besin ihtiyacı­
nı, besin alimini betimler. Jean Paul, eterik bir midenin ironik
kuramını geliştirir, Peter Altenberg, içinde aşçıların yanında
şairlerin de görev aldığı bir restoranın kurulmasını salık ve­
rir.57 Kafka'nın, "Bir Köpeğin Araştırmaları" adlı hikâyesin­
de maddenin ve nesnenin anlamını yitirmesi metafizik bir
alana taşmır. Besinin "asıl kısmının" "gökyüzünden", "yuka­
rıdan"" geldiğini gören köpek aynı hikâyede "ayaltı besinin",
"yeryüzü besininin, "göksel besin", "cennetsi besin", "mane­
vi besin"le yer değiştirdiğini görecektir.58
Marcel Proust'un ["La recherche du temps perdu"-"Ka-
yıp Zamanın İzinde"] çaym içine batırılan ünlü Madeleine
kurabiyesi de maddi besinle manevi besin ihtiyacı arasında
bir köprü kurar. Maddi besinden manevi alana, hayal alanına,
küçüklüğe ve geçmişe bir kapı aralanır. Maddi bir nesne olan
Madeleine kurabiyesi yenildiği anla, çocuklukta Madeleine
kurabiyesi yenilen an arasında bir koşutluk kurulur ve bu

55 A.g.e., s.27
56 A.g.e., s.27
57 A.g.e., s.27
58 A.g.e., s.27

121
maddi nesne başkahramam apayrı bir duygusal auraya geri
götürür.59
Kültürümüzde karşı bedene açlığı, sevginin ve afrodiz­
yak düşüncenin ince eleğinden geçiren güzel özdeyişler,
sözler vardır. "Yerim seni" sözü, "Kalbe giden yol mideden
geçer" sözü bunlardan sadece ikisidir. Bizler açlık-sevgi ve
açhk-aşk (afrodizyak) duygu arasındaki ilişkiyi veren bu ör­
nekleri açıklamakta fayda görmekteyiz.
"Yerim seni" sevgi sözü öbeği, karşı cinse ya da çok sevi­
len çocuğa aşırı sevginin, onu içkinleştirme, onu içine katma,
onu kendi bedenine gömme eyleminin bir dışavurumudur.
Sevginin ete, sadist ama naif bir yansımasıdır. Yarımda bu­
lunan, aşın sevilen figürün ya da çok uzağınızda olan, uzun
zamandan beri görmediğiniz bir çocuğa, hayvana ya da her
türlü yaratığa, kendi yaşınızdan aşağıda olan birine sevgini­
zin dışavurumudur.
Bu, şirinliğin, tatlı bulunmanın, naifliğin, çocuksulu-
ğun bir dışa vurumu da olabilir. Bu, aynı zamanda "ısınnm
seni", "yerim seni" kelimesinin cinsel ve libidinal bir alana
kayması şeklinde de görülebilir. Dişlerin et istenci, sevgi ve
sevilen nesnenin dişinizde ve oral bölgelerinizde bir sevilen
psikozuyla kamaşma yapması ve onu bedeninize iltihak etme
istencinin erotolojik olana kaymasıdır "ısırırım seni" sözü.
Söylemin sadistliği, sevginin ya da sevgiden dolayı bedene
gömülmek istenen, arzu eden objenin naifliği ya da cinsel çe­
kiciliği ile doruğa varır. Bu sadist ama bir o kadar da güzel
libido, cinsellik kokan söylemin dillendirilmesi için beden­
de, boyun, gırtlak, kol, omuz ya da bacaklardan bir bölüm
(et) görülmesi gerekmektedir. Karşı cinse aç kişinin, söylemi
dillendiren kişinin et istenci de -bu ister dişleriyle et isten­
ci (oral istek), isterse de fallik ya da vajinal et istenci (cinsel
ilişki) olsun- bunda büyük rol oynar. Ete açlık, oral ya da bu
söylemi dillendiren kişinin cinsiyetine bağlı olarak değişim

59 A.g.e., s.27

122
gösterir. Cinsel eylemin de bir et yeme eyleminden başka bir
şey olmadığını düşünmek gerekmektedir. Cinsler libido açlı­
ğı çekerler ve bedenleri et çeker. Ete aşerirler. Erkekse, altın­
da anadan üryan kılıp, üzerine çıkabileceği ve uzaktan, bir
avcının avını yakalayıp da yediği görünümünü veren yaba­
nıllıkla onu yer. Sadece oral yolla değil, fallik yolla da içine
girerek onu yiyip bitirmeye çalışır. Onu kemirir, salyalarıyla
onu iştah açıcı, cinsel iştahı körükleyici bir konuma getirir.
Cinsel açlığı doyuma ulaştığında yani orgazm olduğunda,
açlık yeni bir doyuma ulaşmayla yeniden bir döngüye girer.
Doyurulmuşsanız, yeniden acıkacaksınız demektir. Bu ömür
boyu sürüp gider, içte, hayattan kaynaklanan libidinal enerji
olduğu müddetçe de bu bir ömre yayılır. Dişlerin devreye gir­
diği ve insan etini yemeyi bir sevgi sözcüğüne kanalize ede­
rek bir anlamda 'naif yamyamlığı' legalleştirdiği bu deyimler,
önümüzde var olan, modem olsa da primitifliğimizin, içimiz­
deki "animal"in (hayvanın) dışavurumudur, insan sevdiğini
bedenine gömerse, bedenine alıp onu içkinleştirirse, onu ken­
di içinde sonsuz kılmak arzusunu da taşır. Bedenin dışında
başka yerlere gömülmek, başka yerlere defnedilmek yerine,
onu bir şans aparatı, değer verilen bir obje gibi içine sokmak,
saklamak, bedenini onun için kutsal bir mezar haline getir­
mek çok önemlidir. Sadist bir söylemi andıran ama sevginin
bir dışavurumu gibi gözüken "yerim seni", "ciğerim", "yüre­
ğim" v.b. gibi söyleyenin içindeki primitif yamyamlığın karşı
cinsin bedenine ve etine yönelişini gösteren iltifatlar dikkate
değerdir.
Birine âşıksanız, onu seviyorsanız onun bedeniyle, her
zevk evresiyle bir olmak (oral, anal vajinal-fallik) sizin tek is­
teğiniz olur. Şayet hastalıklı bir sevginiz, platonik bir aşkınız
yoksa onun tenini ve bedenini, onun insansı yönlerini hisset­
mek, koklamak ve onunla bir ilişki içinde olmak istersiniz.
Sınırlarınızın, halkalarınızın bir olması, ruhlarınızı birleştir­
me, bedenlerinizi Ying Yang gibi bir bütün haline getirme
isteğine kavuşursunuz. Ying, Yang'ı nasıl içine çekip, yut­

123
muşsa; gece gündüzle nasıl bir olmuş ve onu içine almışsa,
insan sevdiğini (her anlamda) yiyip yutma isteğine kavuşur.
Bu onun içinde vardır. Onu yutmak, içte korumak, muhafaza
etmek, onu içe hapsetmek doğum eylemlerinin ete açılımı de­
ğil midir? Sevdiğinizin, âşık olduğunuzun bir parçasını içine
alıp (cinsel ilişki) onun dölütüyle, yediğiniz yuttuğunuz bir
parçasını kendi rahminize gömmek ve onu orada saklamak
arzusu aynı zamanda bir kadınsı istek olarak anatomik /fiz­
yolojik bir gerçeklik arz eder.
Bazı hayvanların bizzat sevdiklerini yedikleri (karadul
örümceği) âşıklarının kafalarını kopartıp bedenlerini emdik­
leri, sadece bir cinsel ilişki için kendi bedenlerini eşlerine sun­
dukları göz önüne alınırsa, aşk ve cinsel ilişkinin ölüm riskiy­
le, onu içe gömme ve yutma isteğiyle nasıl da koşutluk arz
ettiği göz önüne alınabilir. Karadul gibi çoğu örümceklerde,
böceklerde bu olgu gözler önüne serilir. Koca ilişkiyi göze alı­
yorsa, ölümcül bir oyunun içine girmiş olunur. Bir haz ve cin­
sel ilişki için, belki de spermlerinin ve gelecek neslinin, onun
o dominant neslinin iyiliği için, kendi bedenini aç dula feda
ederek, ona bir nevi gıda sağlamaktadır.
Timsah ailelerinin yumurtalarının karada ortaya çıktığı
yavrularını bu kara parçasmda çok keskin dişleri araşma ağ­
zına alıp suya kadar taşımak zorunda kaldığı, bu yavruların
kaplumbağa yavruları gibi sahilden denize, göle yüzme ve
yönlerini bulma duygularının azlığı ve belki de annenin yav­
rularını yaşama garantisini çoğaltmak için onları tehlikeden
korumak ve ağzıyla suya, o yaşam kaynağına kadar taşıma­
sına bakıldığında, nasıl ilk bakışta timsah annesinin yavru­
larını yediği duygusu alımlanıyorsa; hamile, yüklü annenin
ilk bakışta çocuğunu yediği düşüncesine kapılabilirsiniz.
Kırmızı Başlıklı Kız masalında da olduğu gibi midesi şiş bir
kurt (hamile kurt) bakış açısı nasıl onun doymuşluğuna gidi­
yor, hamileliğine gitmiyorsa, burada da annenin çocuğu ye­
diği söylemini psikanalitik olarak değerlendirmeye alabiliriz.
Dokuz ay sperm, embriyo, zigot, cenin ve bütün unsurlarıyla

124
çocuk haline geldiği için kannda yer alan canlının şişkinliğiy­
le göbek muhiti nasıl bir tokluk durumunu dillendiriyorsa,
annenin bu duygu birikimleri ile ilerde çocuğunu severken
"yerim seni" diye onu sevmesinin bir anlamı olmaktadır.
Çünkü zaten daha önce onu yemiş ve bulimik hastalar gibi
onu tekrar gerisin geri çıkarmıştır (doğum).
"Yerim seni" sözcüğünün Almanca açılımı "leh habe dich
zum Fressen gem" deyişidir. Almanca deyiş, her ne kadar bir
mistik, erotik, ana rahmine geri dönme isteğini içinde barın-
dınyorsa da, bütün kültürlerde büyük olanın (sevenin) küçük
ya da sempatik olana (sevilene) söylediği sözleri içerir bu de­
yiş. Kadınlardan hoşlanmakla, yemekten hoşlanmak arasın­
da bir bağ vardır. Daha önce de oral ve vajinal-fallik evrelerin
birbirini tamamladıkları hatta bir oldukları yerleri söylemiş­
tik. Bulimik hastalarda yenilen yemeklerin oral yerden alın­
ması ve tekrar geri çıkarılması, oral yeri anal yer kılmakta,
oral yere bir anallık görevi yüklemektedir. Vajinal muhitlerde
yeme söz konusu olduğunda bir anlamda eti içine aldığın­
dan (penis), eti yediğinden-yuttuğundan, içine çektiği, onu
kendinde tuttuğundan bir vajinal-oral durumdan söz edile­
bilir. Bir kadını yiyecek kadar çok sevmek, bir çocuğu "yerim
seni" sözcüğü ile sevmek v.s. kişinin sevdiğini bir et (Fleisch)
olarak görmesi ve onu içkinleştirmesi, kendi bedenine alması
anlamma gelir.
"Ich habe dich zum Fressen gem" (bir anlamda da 'seni
yiyecek kadar çok seviyorum') deyişinde, "kadm yemekle",
"yemek yemek" arasında Avusturya dilinde "Ich habe die
Frauen zu vemasehen gem" (Ich liebe sie zu vemasehen)
deyişinden de görüldüğü gibi, bir bağıntı olduğu görülür.
"Vemasehen"’ sözcüğü, parasım tatlı ve benzeri şeyler için
harcamak ve onu yemek anlamının yanında, sözcüğün ikinci
anlamı olan "eine Frau vemasehen" bir kadınla geçici bir aşk

* Prof. Dr. Yaşar Önen, Cemil Ziya Şanbey, (Baskıya Hazırlayan:Vural Ülkü),
Almanca-Türkçe Sözlük, TDK, Ankara 1993, Cilt 11, s.1203

125
macerası yaşamak, bir kadınla yatmak anlamını da içermek­
tedir. Cinsel eylemin bir yamyamlık, bir et yeme eylemi oldu­
ğunu, bu eylemin hem oral sevişmede ağızla sevdiğini yeme
eylemini hem de vajinal ya da fallik olarak bir et yeme eylemi­
ni (içine almak-içine girmek) içerdiği gözlerden kaçmaz.
"Kalbe giden yol mideden geçer" deyişi ise, genelde efe-
minen bir söylemdir. Erkeklerin keyfine düşkün, hayattan
zevk aldıklarım öne süren; beceriksiz kızların erkekleri mut­
lu etmediklerinde (onlara iyi yemek pişirmedikleri, onlann
bakımlarım yapmadıkları, hamarat olmadıkları şekilde) evin
direği olan ve eve maddi kazanç temin eden kişinin mutlu ol­
masını sağlamak için efeminen bir söylem gibi gözükür. Eril
bedenin size bağlanmasını, size âşık olmasını sağlamak için,
onu bir nevi becerinizle, el becerinizle, yemek yapma beceri­
nizle bağlamak; erkeği tat prangasıyla esir etmek; onu, yap­
tığınız güzel yemeklerin bağımlısı kılarak, sizden başkasının
becerisini ve yemek yapma gücüne âşık olmasını, bununla da
sizlerden başkasına âşık olmamasını sağlamak demektir bu.
Bazı içeceklerde (Coca Cola), keyif verici maddelerde nasıl
bağımlılık etkisi görülüyorsa, yemeğin bir keyif verici gıda
olması ve damak zevkinize hitap etmesi nedeniyle de erkeği
(ya da bayanı) bu zayıf yanı olan damak zevkinden esir almak
duygusudur.
"Aşka giden yol mideden geçer" halinde de söylenen bu
önerme, biraz daha türleri genelleyen bir önerme gibi dur­
maktadır. Yani erkeğin, "kadm kalbine giden yol onun mide­
sinden geçer" söyleminin erilliği kapsaması durumu, burada
tüm türleri kapsar. Bir kadını iyi bir restorana götürebilmek,
ona evde iyi bir aşçı olduğunuzu göstermek, en iyi gurmele-
rin, tatbilir ve aşçıların erkek olduğu düşünüldüğünde, met-
roseksüellikten değil evde katılımı muştulayan ve bir kadma
evin bütün yükünü yüklemeyişin, onu sadece evden sorumlu
tutmayışın bir göstergesidir bu.
Modem zamandan önceki dönemlerde evin içi ve dışı
paylaşımından evin dışım seçip, eve sadece maddi kaynağı

126
temin eden ve evin içiyle hiç ilgilenmeyen maço erkekler yeri­
ne, feminizmin de aldığı yol göz önüne almacak olursa, kadın­
ların toplumsal aşamada kat ettikleri yol göz önüne alındığın­
da, onların da artık evin içiyle değil de dışıyla ilgilenmeleri,
kendi alanlarından, sınırlarından taşmaları ve sosyal çevreye
katılmaları, iş hayatına eklemlenmeleri önemli bir gelişme
olarak görülebilir. Kadın nasıl evin dışma müdahale ediyor­
sa, klasik anlayışta kendi sınırlarını aşıyor ve dışan taşıyorsa;
erkek de bu hızlı teknolojik gelişmelerin görüldüğü, artık bu
teknolojik hızın sürati nedeniyle ancak paylaşım yapılarak bu
hıza ayak uydurulacağından erkeğin evin içine de bakması ve
sorumluluk alanlarını evin içine de taşıması gerekmektedir.
Yeri geldiğinde evi temizleyen, evde yemeği hazırlayan, ço­
cuk varsa çocuklardan sorumlu olan baba modelleri görülür
olmaktadır. Aşka giden yolun mideden geçmesi bu bağlamda
milenyum insanı için her iki cinsiyeti de ilgilendiren bir ko­
nudur ve erkeğin kadına ve kadının da erkeğe bağımlılığı ve
onun açlığından, tokluğundan sorumlu olduğu bir düşünceyi
içinde barındırmaktadır. Bu hızlı yaşam temposunda erkeğin
kadma hazırladığı çok özel bir yemek, onu götürdüğü kaliteli
bir lokanta, kadının aç midesine verilmiş en iyi hediyeyi tem­
sil eder. Midesinin doyması, rahatlık, insanın gelecek kaygısı­
nın olmaması, insanın geleceğe emin adımlarla bakması, her­
kes için korku ve umutsuzluk kaynağı olan geleceğin endişe
ve kaygı konusu oluşluktan çıkışının midenin doyurulması
ile sağlanması bu bakımdan önemlidir.
İnsan bir mideye sahiptir. Mideye sahip olan bir canlı
da açlığı kendine bir yaşamsal döngü olarak addeder. Karnı
tok ve sırtı pek olduğu zaman huzurlu olur; kamı aç olduğu
zaman, huzursuz, sadece kamını doyurmak için düşüncele­
re daldığından, bu düşüncelerin anatomik, fizyolojik boyutu
ruhsal evreye de yansır. Karm açlığının ve tokluğunun bir
yaşamsal döngü olduğu düşünülecek olursa, insanın her za­
man istenç dışı acıkan, kammı doyurma ihtiyacı ve korkusu
içinde olan bir yaratık olduğu düşünülebilir. Bu bir endişe,

127
bir dert haline gelir. İnsanın iradesi dışında durmadan doyu­
rulmak istenen ve durmadan acıkan bu yaratık (mide, açlık
güdüsü) ancak susturulduğu zaman kendini güvende hisse­
der.
Elbette mideden başka besinle beslenen ve bunu isteyen
organlar da vardır. İnsan metabolizmasının sadece mideden
değil, algı duyularından, sezgilerden, ruhtan ve zihinden
oluştuğu da göz önüne almacak olursa, besinin somutluğu ve
midenin sınırlarının dışma çıkılabileceği hakikati ile yüzleş­
miş olunur.
Anorexik hastaların kendilerine zulmeden ve yaşamlan-
run olmazsa olmaz olan midelerinin durmadan yemek iste­
mesini, karın bölgelerinde açlığın ağrısını hissederek geziyor
olmalarım bir inatla kırma girişimlerini anlamak olanaklı mı­
dır? Kendi iradeleri dışmda bir dile sahip olan, bedenlerinin
otonomilerini elde etmelerine bir tepkidir bu davranış. Kendi
bildiğini okuyan, her dilediği vakit sahibinden istediğini is­
teyen (susayınca su, acıkınca besin) bedeninin dizgin altına
alınması, onun bu otonomluğuna ve bağımsızlığına, tek başı­
na öneme sahipliğine ve egoizmine bir karşı çıkıştır anorexik
hastaların tavırları. Kendi haline bırakıldıklarında belki de
istekleri bitmeyen, doymak bilmeyen bu organların boyun­
duruk altına alınması, dizginlenmesi bu bakımdan onlar için
önemlidir.
Açlığı kendisine dayatan ve kanunda derin bir boşluğu
oluşturarak diğer bütün bedenleri ve organları etkileyen, on-
lan halsiz mecalsiz bırakan midenin, pankreasın ve hipota-
lamusun bu oyunu zihinsel evreye kaymakta, açlık hele de
dinler tarihindeki perhiz yapanlar, açlığı bir felsefe olarak
düşünenler, orucu kutsayan ve kendi bedenlerinde gelişti­
renler de olduğu gibi zihinsel bir alana kayar. Bedeni zihin­
sel düşüncelerle terbiye etmek, bedenin açlığı sağlayan edim
olan hipotalamusla savaşım içine girmek, açlık duygusunu
yenmek, onu artık zihinden uzaklaştırmak bir felsefe haline
getirilir.

128
Doğan bir çocuğun zayıflığı, kendi iradesini kullana­
maması ve masumiyeti onu annesine bağlar. Zayıflığının ve
masumiyetinin bir ifadesi olan korunak-anne, ona dünyada
ihtiyacı olan besini, sütü verir. Çocuğun pasif konumu için­
de anneden aldığı bu süt, onu kaynağa sımsıkı bağlar. Anne
onun için artık bir köken-kaynaktır. Dünyaya bağlılığında,
kendi ayakları üzerinde duracak konuma onu anne getirecek­
tir. Çocuğun anne algısının bu evrede karın acıktığında kama
süt gönderen, ona ihtiyacı olan beyaz besini (süt) ona veren,
rahatlamasını sağlayan ve açlığını gideren bir kişi olduğu yö­
nündedir. Burada Freudyen oral zevk evresi de eklemlenecek
olursa, açlığın bastınlışı ve susturuluşu ile çocuğun bundan
aldığı varoluşsal tadı da unutmamak gerekir. Annenin rah­
minde kanıyla, enzimleriyle, kemikleriyle, binlerce sıvılarla
beslendiği ve doğduktan sonra da onun için tahsis edilmiş
gibi gözüken, dünyaya kendisi geldi diye annesinin bedenin­
deki hormon döngüsünün değişimiyle çocuğa özel getirilen
sütün kendine verilmesi ile çocuğun dünyadaki besin tarihi
bir nevi başlamış olacaktır.
Dili olmadığı, içinde doğduğu dünyanın dilini henüz bil­
mediği için de, sadece ağlama diliyle açlık ihtiyacı dile geti­
rilir. Anne böylece çocuğun besin ihtiyacını fark edecek, ona
gereksindiği sütünü verecektir.
Besin verici unsurun, besleyen unsurun, hayatta tutan ve
can veren kişi, yer ve konumun 'ana' adıyla anılması bura­
da dikkat edilmesi gereken bir şeydir. Çocuğun ana kamın­
da sperm, embriyo, zigot, cenine dönüşme evresinde ananın,
annenin yeri (die Mutter); doğduğu anda sadece ana sütüyle
besleneceği evrenin dışmda (die VVelt) artık dişlerinin çıkması
ve sütten kesilmesiyle yurdunda/anayurdunda ve dünya ana­
da beslenmesi de bu evrelerin bereket sağlayıcı, karın doyu­
rucu, besleyici yönünü içinde barındırmaktadır.
Çocuğun besin evresi olan ana karnı ve anadan; ana
yurt, anavatana giden süreçte çocuk, ananın bakımı ve ko­
ruması altında gözükür. Türkçede ananın ve anavatanın di­

129
şilliği, Almancada da ananın (die Mutter) ve yer yuvarlağı,
dünya bağlamında insanı içine alan besleyen, büyüten ona
can veren, onu koruyan ve makro kozmosun tehlikelerinden
koruyan dünya bağlamında yerin, zeminin, yer yuvarlağı
dünyanın (die Welt) ve yeryüzünün bir temsili olan topra­
ğın (die Erde) dişilliği dikkat çekicidir. Öznenin korunma­
sı ve kollanması, tehdit ve tehlikelere karşı korunması, ona
yaşanacak bir yer, hayatını idame ettirebileceği bir alanın
sağlanması bakımından, elbette içinde yaşanılır, bereketin
ve sıhhatin bulunabileceği bir alan yaratma ediminin açık­
lamasıdır bu. Ana/Anne, dişilliği ile bunu nasıl birinci ev­
rede üstlenirse, bu koruyucu-kollayıcı-doyurucu ve yaşatıcı
rolü ikinci aşamada doğa (die Natur) dişilliği ve dünya (die
Erde) ve yerin (die Erde) dişilliği üstlenir, insanın geliştiği
dönemlerde ona dişilliklerini sunar ve bereketinden fayda­
lanmasını sağlar. Ana, doğa, dünya dişilliği ona ölümüne
kadar eşlik eder ve sunduğu besinler konusunda da cimrilik
yapmaz.
Beyaz sütün, ak sütün içinde masumiyeti taşıdığı, şef­
kati ve temizliği taşıdığı, günahsızlığı ve suçsuzluğu taşıdı­
ğı dillendirilebilirken, sütün bedene akışı ile birlikte arının
bedeninde zehri ve balı taşıması gibi sütü ve kanı taşıyan,
bu iki kutsal sıvıyı taşıyan insanın besin zincirindeki değiş­
meyi, belki farklılaşmayı görmek mümkün olur. Sütle büyü­
yen, sütü büyümenin bir aracı kılan insanoğlu, ileride sütün
aklığını ve masumiyetini unutup, kanın büyüleyici günahı­
na ve cinnetine, rahatlatıcılığı ve günahına, saldırganlığı ve
aktifliğine de sahip olacaktır. Sütle beslenmiş bir çocuk nasıl
bir masumiyete sahipse, içinde kan taşıyan bir çocuğun da
insanlık durumu (conditio human) olarak kanının taşması­
nı engelleyemeyecek ve kendi kendine, avlanmak ve sütten
başka besin almak için de vandallaşmak, yamyamlaşmak
gerekecektir. Bir aslan yavrusunun bile annesinin sütüyle
beslendiği, sonra belli bir yaşa geldikten sonra artık anne
sütünün ağır ağır kesildiği ve annenin onu avladığı ete yön­

130
lendirdiği gözlemlenecek olursa, sütten sonra besin olarak
insanın ota, ete yönelmesi de doğal bir süreç olarak görüle­
bilir.
İnsanoğlu, çocuğun büyümesi ile bedende oluşan anne
sütünü ve çocuk büyüdükten sonra da katı besinler alması
gerekiyorsa, alternatif besinleri kendisi bulması gerekmek­
tedir. Akla ilk gelen besin türü otlar ve etler olduğuna göre,
otun ve etin sütten sonra besin zincirindeki katılımı da böyle­
ce gerçekleşmiş olur.
Anorexia nervosa hastalarmda görülen ve yemeklerden,
besinlerden nefret ve iğrenme olarak da gözlemlenen durum,
insamn anne sütüne zorunlu bağımlılığı ile değil de, ondan
sonraki evrede yaşamak için, hayatta kalmak için öldürdüğü
hayvanların ruhlarının ya da varlıklarının kendi bedenine ek­
lemlenmesinin (Einverleibung) insana üzüntü ve hüzün ver­
mesi halidir.
Primitif kültürlerde öldürülen her canlının, öldürenin be­
deninde yaşayacağı düşüncesi bir hayat felsefesi olarak önü­
müzde duruyorsa, bitkilerin ve otların canlı olarak değerlen­
dirilip öldürülmesinden, hayvanların bu primitif kültürlerde
(Mamut da olabilir, buffalo da) öldürülüp, hayvanların ve in­
sanın kendi cinsinin şahsiyet ve karakterlerinin kendi beden
mezarlığına gömülmesi ve orada sonsuza dek saklanmasını
da beraberinde getirmektedir.
Doğaya yani ötekine, yabana, ağyara gömülmek yerine
insanm kendi bedenine sevmediklerini ya da sevdiklerini
gömmesi, onun şahsiyet ve karakterinin, onun sevilişini iç-
kinleştirilmesi, kendi bedeninde ölümsüz hale getirilmesi
ve içinde yaşatılması anlamına gelmektedir. Bu yer yer hay­
vanlardan ya da insanlardan zorunlu olarak yenmesi, hayat­
ta kalmak için yenmesiyle suçluluk duygusuna, bir iğrenme
duygusuna, varoluşsal bir nefret açığına, bir tiksinmeye ne­
den olur. Anorexik hastaların nefretlerinin, iğrenmelerinin
kökenini her ne kadar ilk günaha kadar götürülebilse de bu
primitif insanların ötekini kendi bedenine absorbe ederken,

131
eklerken tiksinilen, iğrenilen durumdan alır kökenini. Kendi
bedeninize eklemlediğiniz ve eklediğiniz beden ister dini
bağlamda Hıristiyanların inandığı anlamda "Corpus Christi"
olsun, isterse primitif insanların yediği kendi türü olsun bu
iğrenme ve tiksinme duygusu bir anlamda varoluşsal bağ­
lamda insanın genine verilmiş bir duygu olarak vardır.
Yeme bozuklukları arasmda en önemli yere sahip olan
anorexia nervosa ve bulimia nervosa hastalıklarının tanımı,
tarihsel gelişimi, aralarındaki benzerliklerin tartışıldığı; açlık
dürtüsü ile açlığın bir anlamda anorexia nervosa ve bulimia
nervosa çatısı altında gündelik hayatta, edebiyatta, özdeyişle­
re yansıdığı bilgilerini sunduktan sonra, bu bölümü bitirme­
den önce anorexia ve bulimianın sağaltım yollan ile ilgili bir
şeylerin dillendirilmesi gerektiğine inanıyoruz.
Anorexia nervosa'nın ya da bulimia nervosa'nın sağal-
tılmasmın farklı yollan vardır. Kişinin yaşama iradesi güç­
lüyse, açlığa savrulduğu ve açlığın içine soktuğu bedenini o
kötü durumdan mantıkla ve düşünce yollanyla çıkarmasını
becerebilir. Hastalık zihinsel bir sorun da içinde banndın-
yorsa (hipotalamus), kurtuluşu zihinsel yollardan sağlaya­
rak, kendi iyileşmesini içerden sağlayabilme çözüm yoludur
bu. Bu en kalıcı çözüm yolu olarak da görülebilir. Hastanın
kendi içsel yollarını, zihnini kullanarak hastalığını yenme­
si yanında, psikoterapik destekler almak da bir çözüm yolu
olabilir. Yeme bozukluğunun en önemli çözüm yollarından
biri hiç şüphesiz hastanın konuşturularak tedavi edilmesidir.
Konuşturuldukça hastalığının temeline inilir ve sorunlara
çözümler aranır. Hastanın konuşturulması ister kendi sosyal
çevresinde (aile, dostlar, arkadaş gruplan) isterse de yeme
bozukluğuyla profesyonel bağlamda ilgilenen hastanelerde,
bakım yerlerinde, psikoterapi kuruluşlarında, kliniklerde
sağlansın, bunların hepsi hastanın konuşturulmasını ve has­
talığını zihinsel olarak atmasını sağlamaya çalışırlar.
Bulimia nervosa'da bu kısa bir süreci içerebilirken, ano-
rexia nervosa'da bu süreç biraz daha uzayabilir. Ayakta teda­

132
vi, birkaç aylık tedavi, aylar ya da yıllar boyu süren tedaviler
anorexia hastalığının iyileştirilmesinde uygulanan zamanı
kapsayabilir. Bu tür hastalıklarda intihar ve hastanın kendi­
ni öldürmesi sıklıkla görülmese de, hastanın kendine hayatı
zehir etmesi ve bedenini hor görmesi, hakir görmesi, açlık fik­
rinin onun için dünyadaki her şeyden daha ön planda olması
zihinsel hastalık ve sinirsel hastalık olduğundan dolayı yarı
açlık, açlık durumlarıyla hastanın hayatını zehir etmesi söz
konusudur.
Bulimia nervosa hastalan için etkin bir yol olan BDT (bi-
lişsel-davranışsal psikoterapi) anorexia nervosa hastaları için
uygulanıp verim alınmazsa, hastanın içinde BDT kürlerinin
de yer aldığı hastanelerde yatılı kalmasmda fayda olduğu gö­
rülebilir. Hastalığın daha derinlerde ve çözümlenmesi de güç
olduğu görüldüğünden, hastanın uzun vadeli hastaneye yatı­
rılması ve doktor yardımı, desteği görmesinde fayda olacağı
muhakkaktır.

133
2. Kafka'nın Kendi Bedeninde
Anorexik Durumlar

"Tanıdığım en cılız insanım ben,


bu da önemsiz değil, şimdiye kadar o sa­
natoryum, bu sanatoryum hayli dolaşıp
durdum." (Franz Kafka)

Bugünlerde edebiyatta açlık motifi dendiği za­


man akla ilk gelenlerden biri Franz Kafka'dır. "Bir Açlık
Şampiyonu", "Bir Köpeğin Araştırmaları", hatta "Değişim"
metinleri bu alanda yazılmış ilginç metinler olarak okurla­
rı karşılar. Sadece edebi bir metin olması değil, "Bir Açlık
Şampiyonu"nda anorexianın ardıl alanı, psikolojisi, teşhisi,
tanısı üzerine de değerli bilgiler olduğundan dolayı bu me­
tin aynı zamanda bir tıp, bir psikanaliz metni olarak da oku­
nabilir. Aynı şey Knut Hamsun'un "Açlık" adlı eseri için de
geçerlidir. Modern bireyin kendi bedeninin sınırlarını aşma­
ya çalışması, dilediği ve özlediği besini bulmak için kendi
bedenini aç bırakarak ölüme meydan okuması, psikanaliz
ve tıp için bugünlerde anorexia nervosa, bulimia nervosa
vb. hastalıklar çatısı altında incelenen ve geniş araştırma­
ların yapıldığı bir konu haline gelmiştir. Alman edebiyatına
bakıldığında Heinrich von Kleist, Theodor Fontane, Robert
Walser, Franz Grillparzer, Goethe, Rilke, Hofmannsthal,
Hedwig Dohm, Gabriele Reuter, filozof olsa da Friedrich
Nietzsche vb.; Fransız edebiyatında Valerie Valere; Norveç
edebiyatında Knut Hamsun ve daha nice yazarlar insanın
en büyük varlık mücadelesi olan açlıkla ilgili, insanın açlık­
la yüzleşmesi ve açlıkla tarih boyunca mücadelesi ile ilgili
trajik, trajikomik metinler ele almışlar ve bir şekilde bu ko­

134
nuyu edebiyatta izlek olarak kullanmışlardır. Bu izleği sade­
ce edebi eserlerinde değil, kendi bedeninde vejetaryenlikle
de sürdüren Kafka, her şeyden önce bu edimine tesadüfi bir
eğilimle varmamıştır. Onu vejetaryenliğe iten etmenler, bu­
gün anorexia nervosa, bulimia nervosa ya da "yeme bozuk­
lukları" çatısı altında trajik yaşamları olan her postmodem
insanın da hastalık etmeni olarak görülebilir. Kişinin kendi­
siyle mücadelesi, durup dururken ortaya çıkan bir sorun de­
ğildir. Bunun psikanalitik kazısı yapılmalı ve kişinin neden
bedeniyle bir mücadeleye girdiği, besini neden herkes gibi
doğal bir yemek olarak değil de başka bir şey olarak gör­
dükleri; bedenlerine zulmetmekle, onu inceltmekle, bedenin
ihtiyacı olan yaşamsal besini ona göndermemekle neyi he­
defledikleri, bunun altında ne tür bir bireysel, ailesel, top­
lumsal, varoluşsal, metafiziki göndergelerin olduğu ortaya
çıkarılmalıdır. Ancak yukarıda saydığımız ve bireyi açlığa,
vejetaryenliğe iten nedenlere bir bir inildiğinde ve bunlar
üzerine çalışıldığında, bireyin sağlıklı bir birey olma ve ken­
di bedeniyle barışık hale gelme durumu da ortaya çıkarılmış
olur.
Kafka'yı, her şeyden önce vejetaryenliğe ve onunla bir­
likte de anorexiaya iten nedenler nedir? diye bir soru so­
rulduğunda aklımıza ilk olarak zayıf bedeni gelir. İnsanın
doğarken hormonsal dengesi onun en azından iradesi al­
tında olmadığı düşünülecek olursa, Kafka'nın kendi ken­
diyle hesaplaşmasının birinci nedeni varoluşsal bir nedene
dayanır. Bu varoluşsal neden metafiziki bir nedenden çok,
ana rahminden dünyaya geldiğinde insanın içine sıkıştığı
"o" bedene mahpus olma halidir. İnsan dünyaya geldiğinde
kendi bedenini seçebilme, istediği bedeni alabilme şansına
sahip değildir. Kendi bedeniyle barışık olma durumu da bu­
rada gün yüzüne çıkar. İstenç dışı bir çirkinliğe sahip olma,
istenç dışı bir babaya ve anneye sahip olma, istenç dışı bir
tene, bir dile ve ırka sahip olma, bir Yahudi olarak hem de
Yahudilerin görebilecekleri en kötü dönemlerinde, hor gö­

135
rülmeye başlandıkları, ikinci sınıf insan olarak kendilerine
muamele edilmeye başlanacağı ve ilerleyen zamanlarda da
dünyanın en büyük trajedisini yaşayacakları bir dönemde
doğma.
Kafka'nın küçüklüğünde anorexiası ya da vejetaryenli­
ği, olgun olduğu, artık bir hayat felsefesine, kendine ait bir
görüşe ve duruşa, yazar ve düşünür olarak da dünyada bir
ideale, bir ideolojiye sahip olduğu zamanki gibi değildir.
Kafka, evin tek oğlu olarak şımartılır, sülalesinin tek müda­
vimidir ve soyağacı aç Franz'a bağlıdır. Kız kardeşleri ile iyi
bir diyalogu vardır. Gerçi bedeni biraz cılızdır fakat ailede
bunun 401ı yaşlarda vereme, gırtlak tüberkülozuna döne-
bilme ihtimali bu sağlıklı çocuğa bakılarak çıkarsanamaz.
Kafka'nın yaşı büyüdükçe ve bedeni gelişim gösterdikçe be­
deninin inceldiği, bedeninin cılız kaldığı, bedeninin çok za­
yıf bir beden olmaya doğru evrildiği gözden kaçmaz. Kafası
ile bedeni arasındaki uyumsuzluk, bedenle gövde arasında­
ki dengesizlik. Omuzların çok dar olması, elbiselerini çıkar­
dığında içinden nerdeyse bir iskeletin ortaya çıktığının gö­
rülmesi, Kafka büyüdüğünde asıl sorun olarak bizleri karşı­
layacaktır. Kafka gelişim dönemlerinde, çocukluk, ergenlik
ve delikanlılık dönemlerinde sadece bedeniyle, bedeninin
inceliğiyle, zayıflığıyla barışık değildir. Başıyla da barışık
değildir Kafka. Gözlerinin güzel Yahudi gözleri olması ha­
ricinde, güncelerinde kulak sayvanından hep şikâyet eder
durur. Günümüzde alaycı "kepçe kulak" olarak da adlandı­
rılan kulaklarının, Samuel Beckett kulakları gibi çok büyük
ve dışrak olması, kulak sayvanının büyüklüğü ve dışraklığı
yüzünden yüzünün bir fare yüzü gibi görünmesi, kulak say­
vanının sıcakta ve soğukta kuruması, terlemesi, deri atması
hep şikâyet edilen konulardır. Bedeni gelişim gösterdikçe,
yaşı ilerledikçe "gençlik hastalığı"nın yanında, bedeninin
zayıf ve cılız bir çocuğun bedeni gibi durması da onun şikâ­
yetleri arasında en başları çeker.

136
Kafka sahilde

Kafka'nın anorexiasında ve vejetaryenliğinde gençlik


hastalığının önemli bir yeri vardır. Çoğu çocuk dünyaya
geldiğinde hormonal bozukluklarla, anatomik ve fizyolojik
bozukluklarla, biraz daha spesifik bir hastalık olan kemik
erimesi ve yaşlılık hastalığıyla dünyaya gelir. Kafka'nın yaşı
ilerlemesine rağmen bir türlü insanlara olgun bir görünüm
verememesi, onun gençlik hastalığına bağlanabilir, ilk genç­
lik ve gençlik yıllarındaki yüz pürüzlüğünü bir kenara bırakı­
nız, yirmili yıllara ve orta yaşlara doğru geliştiğinde bile yü­
zündeki miyobilik ve gençlik görüntüsü, yüz derisinin çekik
ve sert, yüzünde yaşlılığa ait bir belirtinin olmaması, onu 40
yaşma yaklaştığı, ölüme bile gittiği yıllarında dahi bir çocuk
yüzü (babyface) şeklinde gösterir. Gençlik hastalığı da Kafka
için bir sorundur. Modem, postmodem güzellik sektörünün
yüze botoks yapılmasından ve botokstaki zehirlerle yüzdeki
kırışıklıkların kökenine inilmesinden, o kıvrımları oluşturan
kaslar felç olduğundan kişinin artık yüzünde bir ifade kal­
mamasından şikâyet edilir. Botokslu kadınlar ya da erkekler
yüzdeki kırışıklıkları nasıl zehirle ortadan kaldırıyorlarsa,
Kafka da "gençlik hastalığı"mn yüzündeki olgun ifadeyi kay­
bettiğine inanır ve alız bedeniyle birlikte olgun yaşta bile bu
çooıksu yüzünden şikâyet eder.
Herkesin normal bir yaşantısı ve normal bir bedeni var­
ken ve bunu doğuştan "diri bir beden", "canlı bir beden"
olarak alırken, Kafka'nın hastalıklı bir bedene fırlatılmışhğı
söz konusudur. Bu "zayıf bedene fırlatılmışlık hali" genetik
olarak da değerlendirilebilir. Kendisinden kısa süre sonra do­
ğup, çok fazla yaşayamadan ölecek erkek kardeşlerinin yerini
de alan Kafka, üzüntülü ve mahzun bir corpusla yaşamış, yas
tutan annenin rahmi onu elbette etkilemiştir. Yas tutan rahi-
min, mutlu bir rahimdeki işleyişinden farklılığı, daha sonra
Kafka'nın bedenine inen zayıflık halinin de köken duygusu
olarak görülebilir. Kafka, kendisinden sonra doğup ölen iki
oğlun en birincisidir, arzu edilen ve istenen sağlıklı bir çocuk
olarak dünyaya gelme durumuyla karşı karşıyadır. Fakat kısa
bir süre içinde anne rahminin iki oğul kaybetmesi ve bunun
aileye yüklediği üzüntü Kafka'nın inceliğinde ve zayıflığında
elbette pay sahibidir. Böylesi durumlar anorexik hastaların
temel sorunsalıdır. Anorexia hastası kızların genelde isten­
meyen çocuk oluşları, ebeveynlerinin genelde erkek çocuk
istemeleri sonucu isteklerine kavuşamaması sonucu dünyaya
bir kız olarak gelen bedenlerin ilerde bu ebeveyn sıcaklığım
bedenlerinde hissetmedikleri için anorexiaya yakalandıkları
bilinen bir durumdur. Erkek çocuk isteyen ama kızı olan, bir
diğerinde erkek çocuk isteyen ama yine bir kızı olan ve yine
erkek çocuk isteyen ama kızı olan bir ebeveynin bu en son
çocuğa muamelesi candan olmadığı için çocuk sevilmediği­
ni ve istenmediğini, lanetli bir bedene sahip olduğunu, arzu
edilmediğini hisseder ve bu onun açlığının, yaşam isteksizli­
ğinin, varoluşa deli dolu ahlamamanın da nedenlerinden biri
olur. Kafka her ne kadar erkek çocuksa da bir Yahudi aile­
sinin ilk ve sağlıklı erkek çocuğu olmasma rağmen çok kısa
sürede travma geçirmiş ve iki oğul yitirmiş, yas tutan bir ana

138
rahminin üzüntüsünü evde hisseder. Kafka her ne kadar er­
kek olarak dünyaya gelmiş olsa da, hayatında hiç evlenme­
miş olmasıyla bedenindeki efeminen dirilik ve gençlik hasta­
lığıyla, bedeninde erkeklere has testosteronun ve hormonun
bir yansıması olan gür kılların azlığıyla androjen bir bedeni
sergilediği de ortadadır. Hermann Kafka gibi tam bir Yahudi
erkeğini temsil etmemesi ve ondan daha zayıf hatta kız kar­
deşi Ottla'dan bile daha zayıf androjen bir bedenin anorexia-
sı, bir dişil bedene doğru evrilme haliyle anorexiaya açılmayı
da muştular. Bedeni doğuşta bir kırıklık almıştır Kafka'nın.
Kendisinden çok kısa süre sonra ölen iki oğlun yasını tutan
rahmin yas havası Kafka'nın bedeninde tezahürünü bulmuş
ve onu androjen bir beden haline getirmiştir. Bu da Kafka'nın
cinsel dürtüsüne, cinsel yaşamına, âşık olduğu ve fakat bir
türlü cinselliğin yaşandığı ve sergilendiği bir merkez/aura
olan evliliğe doğru gidemediğinden, gitme cesareti göstere­
mediğinden çıkarsanabilir.
İki ruh arasında sıkışıp kalmış androjen bedenlerin iş­
tahsızlığı ve anorexiaya yakalandığı bilinen bir konudur.
Varoluşsal bir arayış içinde olan ve dünyada sadece maddi
besinlerle değil manevi besinlerle, tinsel besinlerle de kutlu
arayışın çarkında kaybolup giden androjen bedenlerin me­
lankolisinden ve yalnızlık merakından, kendilerini dünyadan
çekip, introvertliğinden ve asosyal tavırlardan iştahsızlıkları­
na doğru kökensel bir bulgu elde edilebilir. Kafka'nm bu be­
dende doğması, Kafka'ya doğumunda bu bedenin sunulması,
Kafka'nın bu zayıflığı bir gölge gibi hep beraberinde taşıma
zorunluluğu, bu zayıflığa fırlatılmışlığı onun biraz iradesinde
olmayan bir olgu durumdur.
Kafka'nm bu hastalıklı bedene fırlatılmışlığını tartışırken
aslmda zamanm da, fin de siecle ve dekadans döneminin de
bunda payının olduğuna inanmak gerekmektedir. Eski dö­
nemlerin ferahlığı ve rahatlığı yitmiş, insanlar çağın sonu ile
her anlamda bir parçalanmayla, çöküşle, iflasla yeni bir ide­
olojinin ve auranın içine sürüklenmişlerdir. Bu dekadan çağ

139
ve fin de siecle'in 1875'den başlayınız 19501616 dek süren 75
yılı, insanlığın yaşadığı en büyük trajedilerinin olduğu yılları
kapsar. Bu dönemde kaleme alman metinlere, bu dönemdeki
akımlara, bu dönemdeki resimlere baktığınızda felaket döne­
mi insanlığın çektiği sıkıntıların edebiyata yansıdığını görme
imkânımız olur. Bu dönem insanlarım açlığa iten ve anorexi-
aya sürükleyen, çağm koşullan ve çağm ruhudur (Zeitgeist).
insanın bilerek aç kalması ile istemeden bir iktidar, bir akım,
kötü bir talih ve zaman tarafından, kıtlık, kuraklık, hasta­
lıklar vb. tarafından anorexiaya sürüklenmesi arasmda fark
vardır. Bu dekadan çağ ve onun İkinci Dünya Savaşı'na sar­
kan dönemi insanlığın utanç zamanıdır. İnsanlık başka hiç­
bir zamanda bu kadar kötü ve felaket dolu bir dönem geçir-
memiştir. İnsanlık başka hiçbir zamanda bu kadar "düşme­
miştir". Bu yüzden zamana bakıldığında sadece Kafka'nın
açlığı değil, milyonlarca diğer insanların açlığı da bir anlam
kazanır. Edvard Munch'un "Çığlık"ındaki anorexik hastanın
kafatası, yüzünü iki eliyle kavrayıp çığlık atması bu döne­
min felaket çağı olmasmı resmetmesi bakımından bir anlam
kazanır. Kokoschka resimlerindeki cılız bedenler, eğik baş­
lar; Picasso'nun "Guemica"sı bir anlam kazanır. Auschvvitz,
Dachau kamplarmda zorla aç bırakılan ve anorexiaya itilen
insanların yaşantıları ve durumları da bir anlam kazanır. Bu
bağlamda Kafka'nın kendi bedeninde görülen anorexianın
bir diğer ve önemli sebebi de yukanda bahsettiğimiz gibi za­
manın, çağm ruhudur. Zamanm ruhunun (Zeitgeist) insan
bedenine indirdiği sıkıntı ve korku, karamsarlık ve melan­
koli, umutsuzluk ve hüzündür. Yılgınlık, bıkkınlık, yaşama
isteği, intiharlar insanlığın düştüğü ve alçaldığı bu çağlarda
çokça görülür ve bir varoluş biçimi olarak gün yüzüne çıkar.
Henüz daha Yahudilere kıyım ve kötü muameleler ya­
pılmamış, ırk olarak onların dışlanması gerçekleşmemiş
ve göğüslerine sarı yıldız takılmamıştır ve fakat Birinci
Dünya Savaşı'na doğru yaklaşırken milliyetçi, muhafazakâr
Almanların faşizme doğru, Nasyonal Sosyalizme doğru geli­

140
şerek kötü dürtüleri ağır ağır şekil bulacaktır. Versay'ın kötü
psikolojisi ve Almanların ruhlarını rencide etmesi de buna
eklenince faşist, ırkçı bir milliyetçiliğin yolu da görülmüş ola­
caktır.
Kafka'nın anorexik durumunu sadece kendi doğumun­
dan sonra yas tutan bir rahime ve zamanın ruhuna bağla­
mak haksızlık olur. Dekadan çağm ve fin de siecle'in ezik ve
boğuk havası, insana umutsuzluk aşılayan, yaşam sevincini
kıran atmosferinin yanında Kafka'nın avukatlığı ve avukat
olarak çalıştığı işini, bürosunu sevmemesi, yazarlığı ve edebi­
yatı sevmesi, edebiyatta varlık bulduğundan ve edebiyatın bir
anlamda cisimleşmiş bir hali olduğundan çalışma arzusunun
ikiye parçalanması, bir anlamda benliğinin de ikiye ayrılması
anlamını taşımaktadır. Gündüz İtalyan şirketinde avukatlık
görevini sürdürürken, çok istediği edebi metinlere dalama­
manın ve varlığım açarak yazamamanın ezikliğini hisseder
bedeninde. Gündüz çalışamayınca da geceleyin çalışmaya
başlar. Yazmak için kendine bir aura oluşturur. Bu aura bir
fildişi kuleyse eğer, hem mekâna hem de zamana gerili olma­
lıdır. Kafka'nın sadece varlığını açarak, yazıda yitecek ve say­
falar dolusu metinlerle varlığı kanatacak susuzlukta bir za­
man ve yer arayışı. Bu, herkes kan uykuya çekildiğinde, gece
yansını çok geç saatlere kadar uzatarak yapılacak bir edim­
dir. Güncelerine bakıldığında ve mektuplarında onun gece
yansım topyekûn kullandığım görme imkânımız olur. Bazen
uykusuz geçen gece, çalışmaktan göze uykunun gelmemesi,
geceyi yararak onu yazı için kullanma çabalan Kafka'nın var­
lığım mutlu eden bir durumdur. Kafka bu gece yarılarını ne
kadar uzatırsa ve ne kadar yazı üretirse, bir sonraki gün o
kadar mutlu olur. Olur ya bir gün herhangi bir işten ve ne­
denden dolayı yazma disiplininden bir kopuş gerçekleşmiş
ve normalde yazması gereken sayfalan disiplinli bir şekilde
o gece yarısı yazamamışsa, bir sonraki gece yarısı onu telafi
etmeye çalışır. İlkin eksik görevi ikameyi borç bilir, onu ta­
mamlar, sonra da o gün yazması gereken yazıyı bitirir. Bu

141
yazı disiplini değil midir Kafka'nın çok genç yaşlarda ciltlerce
kitap bırakmasını sağlamıştır.
Kafka'nın gece yanlarım uzatarak ve gündüz de yine
mesaisi olduğu için erken vakitlerde büroya koşması gerek­
tiğinden, bedeninin dinlenemediğini, yorulduğunu söylemek
yanlış olmaz. Kafka şayet iştahsızlığa, anorexiaya kapılmış­
sa bunda onun gece yarısı çalışmalannın büyük rolü vardır.
Bedeni aşırı yorma ve yıpratma, uykusuzluk, baş ağnsı, dinle-
nememe, gözleri ve zihni yorma Kafka'nın bedeninin iflasına
sebep olmuş, bu tempoya artık beden dayanamadığı için de
bir gün kan küsmüştür. Kafka'nın zihinsel meşgalesi, fiziksel
yorgunluğu ile de birleşince hastalık, akciğer hastalığı, verem,
daha sonra da bunların metastazıyla gırtlak tüberkülozu baş
gösterir. Bu tüberküloz yine gecenin uzatıldığı, bedenin bir
limon gibi sıkıldığı bir zamanda kan kusmayla kendini belli
eder. Sonra sanatoryum dönemleri başlar ve bedende tüber­
külozun önüne geçilemediği için gırtlağa ve diğer organlara
da sarkar. Kafka bu hastalığın metastaz yapmasının etkisiyle
vefat eder.
Kafka uzmanlan, Kafka'nın babasıyla diyaloğuna hemen
hemen her eserlerinde dikkat çekmişlerdir. Franz Kafka, bir
anlamda Hermann Kafka ile varlık bulmuştur. "Hermann
Kafka olmasa Franz Kafka olmazdı" demek saçma bir tez gibi
gözükse de, bir deha üretme aparatı/aygıtı olarak babanın hal­
leri ve Kafka'yı şekillendiriş tarzı görmezden gelinmemelidir.
Kafka'nın ince ve sıska bedeni söz konusu olduğun­
da baba Hermann Kafka'nın iri kıyım ve şişman bedeni;
Kafka'nın anorexiası ve iştahsızlığı söz konusu olduğunda
Hermann Kafka'nm iştah ve her şeyi öğüten, kemiği bile par­
çalayan dişleri; Kafka'nın sağlıksızlığı ve pasifliği ile baba­
nın sağlığı ve aktifliği de göz önüne alınır. Elbette aynı evde
kalan, oğlunu küçük yaşlardan şayet evlenip de kendi işinin
başına geçmemişse, evini aile evinden uzaklaştırmamışsa ol­
gun yaşlara dek yetiştiren babanın çocuğu üzerinde etkisini
tartışmak gülünç olur. Her şeyden önce yeni doğmuş çocuk

142
elbette toplumun en küçük tabakası olan aileye yani ebeveyne
bırakılır. Ebeveyn (anne-baba) çocuğu yetiştirir ve şekillendi­
rir. Bu bağlamda Kafka da bir çocuk olduğundan, anne ba­
banın eğitiminden ve terbiyesinden geçmiştir. Baba, burada
her anlamda Kafka'yı etkilemiştir. Daha sonraki dönemlerde
Kafka'da nükseden, Kafka'nın bedeninde nükseden iştah­
sızlık ve zayıflık ve hastalık hallerinde babanm oğlunu dü­
şünmesi ve buna biraz da emrivaki bir üslupla, dominant bir
kültürle, belki de zor zamanlarda bir Yahudi olmanın hayat­
ta kalmak için duyargaları sonuna kadar açmanın bilincinde
olan biri olarak biraz da sert, maço bir baba olmanın haliyle
yapmıştır bunu. Kafka'nın babasından kopması ve babasını
bir entelektüel, bir yazar olarak gözlemlemesi hayatı boyunca
sürer. Hayatı boyunca Kafka ilerde "Babama Mektup" adlı
eserinde dillendirdiği ve ifadesini bulan kinini kusabileceği
argümanlar toplar, ilişkilerinin arkeolojisini kazar. Babanm
hayatın her alanında gerçekleştirdiği tutarsızlıklar, bir bir
sayılır. Bir anlamda yıllarca içe atılan kinin de kızgınlığıyla
yine yazıya sığınarak, pasif bir eylemle dışa vurulmasıdır bu.
Kafka'nm bedeni gerçi katharsis olur ve fakat bu eylem baba­
nm karşısına geçip, onun gözleri içine bakarak, ona doğrudan
içini dökme cesaretiyle değil de, mektubu anneye ve kız kar­
deşine sunup, onların mektubu okuyup onların sansürüne ta­
kılmasıyla sonuçlanan bir eyleme döner. Kafka'nın, babasının
karşısına geçip ona derdini dillendirme, onu eleştirme, fikir
ayrılıklarının bağnşmaya dönüşecek bir duruma gelmesi ger­
çekleşmez. Hatta kız kardeşi bile (Ottla) tip olarak, yüz olarak,
ruhsal bakımdan da kendine benzediğinden dolayı, babasıyla
mücadele ve kıtal için onu ileri sürer. O yüzden de Ottla diğer
kız kardeşlerinden (Elli, Valli) daha fazla sevilir Kafka tara­
fından. Çünkü bu sevgisinin birinci nedeni, Ottla'nın tıpatıp
Kafka'ya benzemesidir, fakat biraz iri kıyım bir Kafka'dır.
Babayla mücadelede sıkletler böylece Ottla'nın gölgesi altın­
da nerdeyse eşit hale gelir. İkincisi Ottla, Kafka'nın bir anlam­
da içindeki yitik dişil ruhu (anima) temsil eder.

143
Kafka kız kardeşi Ottla ile birlikte

Daha önce de belirttiğimiz gibi Kafka'nın "Babama


Mektup"unda ön plana çıkan, babanın sofradaki tutarsız
davranışları, yani evlat olarak, çocuk olarak kendilerine yap­
mamaları gerektiği şeyleri söylemesinin yanında kendisinin
rahat bir şekilde bunları yapması; babada teoriyle pratiğin,
sözle eylemin birbirine uymaması onun kafasını karıştırır.
Bu nedenden ötürü babaya olan kini, nefreti, kızgınlığı sof­
rada ya da yemek masasında babanın yediği yemekle (et ye­
mekleri) babanın kendi şeklini birleştirir. Sofradaki yemek­
leri babanın çok rahat öğütmesinden nefret eder; sofradaki et
yemekleri, kemikleri iri et yemekleri babanın onları iştahla
yemesiyle özdeşlik kazanır; bu yemekler babanın imgesine
eklemlenir ve onun aparatından biri olur. Kafka bu iğrenç
resimleri hazmedemez ve sonunda vejetaryen olmaya karar
verilir.
Klaus Wagenbach, Franz Kafka'nın perhizkârlığınm sa­
deliği üzerine görüşlerini belirtirken, onun "perhizkârlığınm
kahramanlık taşan yönünün olmadığı"na dikkat çeker:

144
Aslında tümüyle önceden belirlenmiş bir varoluştu onunki­
si, yaşamı-güzelliğiyle ya da sefaletiyle olsun, fark etmez- betim­
lemede kendisine yardım elini uzatacak tüm garnitürden soyu-
nuktu. Ve perhizkârlığırun kahramanlık taşan bir yanı yoktu...
Kahramanlık'm her türlüsü yalandan ve ödleklikten başka bir şey
değildi. Perhizkârhğını bir amaca varmak için araç olarak kullanan
bir insan değildi o, korkunç kesin görüşlülüğüyle, temizliğiyle ve
uzlaşma yeteneksizliğiyle perhizkârlığa zorlanmış biriydi..."Ya­
şama" değil, yalnızca "yaşanan bu tür bir yaşama karşı" kendini
savunduğunu biliyorum.60

Yukarıdaki alıntıda da görüleceği üzere VVagenbach,


Kafka'nın "perhizkârlığa zorlandığını" dillendirir, içinde
bulunduğu duruma ve yaşadığı, yaşamak zorunda olduğu
"böylesi bir yaşama" karşı duruşuna dikkat çekmektedir. Bu
tam da bizim 'Kafkaesk anorexia'nın kendi bedeninde vücut
bulmasına saydığımız nedenlerin üçüncüsü sayılan çevre ve
ortam, bir anlamda baba baskısıyla da örtüşmektedir. Antonin
Artaud'nun kendine "toplumun intihar ettirdiği" biri olarak
bakması gibi çevrenin (niveau) baskısını sadece Artaud'da
değil, gidişat değiştiğinde, söyleyecek bir şeyi olmak, gele­
neğe olumlu anlamda müdahale etmeyi kendine vazife bilen
entelektüellerin varolma kavgasıdır bu. Aydın, toplum ister
kendisini kabul etsin, ister etmesin bir anlamda onun içinde
bir birey olarak, onunla çoğalan ve azalan, onunla mutlu olan
ya da hüzünlenen bir bilgedir aynı zamanda. VVagenbach'ın
bahsettiği Kafka'nın "perhizkârlığa zorlanmış biri" terkibinin
altında da bu yatmaktadır. Kafka ister entelektüel kitle tara­
fından bir "kâhin", "geleceği gören derviş", "boyun eğmeyen
bir hayalperest" ya da "domestik bir insan" olarak değerlen­
dirilsin; şu bilinmelidir ki Kafka her şeyden önce bir insandır.
Zayıf bedeniyle, varoluşunu bir şeyler karalamak ve çiziktir­
mekte, yazmakta bulan, gündelik işi ve görevi olan, bir ailesi,
sevgilisi olan, entelektüel camiada dostlan olan biridir Kafka.

60 Klaus VVagenbach, Franz Kafka Yaşamöyküsü, (Kâmuran Şipal çevirisi),


Cem Yayınevi, İstanbul 1997, s.166

145
Hastalanan, ölümden korkan, hüzünlenen ve yeri geldiğinde
de ağlamaktan kaçınmayan biri. Onun birey oluşu ne kadar
doğalsa, dönemin onun birey oluşluğu üzerine etkisi de o ka­
dar doğaldır. Her birey yaşadığı dönemden etkilenir. O döne­
min olaylarının etkisi altında kalır. Hiçbir fert yoktur ki yaşa­
dığı dönemin travmalarından, hüzünlerinden, mutluluğun­
dan ve olaylarından habersiz bir üst bilinçle başka bir dün­
yada yaşamış olsun. Kendi döneminde yaşayan insanlar, ait
oldukları dönemin ruhunu eserlerine yansıtırlar. Yansıtmak
istemeseler de, Haşim gibi alegorik ve mecazlar dünyasma,
metaforlar ve hayal âlemine dalsalar da, haklarında yazılmış
ama edebi eserlerinde okurların görme imkânlarının olmadı­
ğı gündelik hayata dair korkularını yaşantılarına yansıtırlar.
Maaşa geçme, iyi bir meslek edinebilme kaygısı, parasız kalın­
dığında arkadaşlardan para isteme, dile/n/me vb. Tanpınar'ın
günceleri ile yazdığı romanlar arasındaki ilişki bahsettiğimiz
bu konuya uymaktadır. Tanpınar'ın eserlerinde edebi ifade
ve dil doruk noktaya varırken, söylem mecazlar ve metafor­
lar yumağı, iyi bir felsefenin eritilmesi ile şekillendirilirken,
Tanpınar'ın gerçek hayatında çektiklerinin birebir bir aynası
olan güncelerinde ise başka bir ruh ve söylem sezilir. Edebi
eserlerde ne kadar mükemmel bir yazar olarak karşımıza çık­
sa da, günce yazarı olarak insanlara kini, para düşkünlüğü,
insanları çekiştirmesi, okurların romanlardan ve denemele­
rinden tanıdıkları zihinlerindeki Tanpmarla örtüşmemekte-
dir. Hatta bu günceleri okuyan okurlar Tanpınar'dan hoşlan-
mamakta, onu günceler ışığında gerçek hayatta 'basit hesap­
ların inşam' olarak bile görmektedirler.
Tekrar Kafka'ya geri dönecek olursak, toplumun ve ça­
ğın, birey üzerindeki etkisi kaçınılmazdır. Çağın aurası bir
iklim gibi zamanı ve mekânı kapladığında, birey olarak buna
karşı durma şansına sahip olamazsınız. Kafka da öyle yap­
mıştır. Her ne kadar yazarlık işi ciddiye bindiğinde ve aile­
si onun eserlerinin yayınlanması ve övgüler de almasmdan
sonra Avrupa'mn bazı yerlerini görme imkânına kavuşmuşsa

146
da, ömrü Prag'da küçücük bir çevrede geçmiştir. Gittiği il­
kokul, ortaokul, lise ve üniversite ile avukat olduktan sonra
çalıştığı büro birbirine oldukça yakındır ve Kafka bu küçük
çemberi hep aşmak istemiş ve fakat bunu bir türlü başara­
mamıştır. Max Brod'un heyecanlı bir şekilde (9 Mart 1908
tarihinde) Franz VVerfel ve birkaç arkadaşma Kafka'nın ne­
sirlerini okuduğunda, Werfel'in bunlar için "Bodenbach sını­
rının ötesinde bu metinler anlaşılmayacaktır!"61 sözünü dil­
lendirmesi, Kafka'nın daracık bir alanda büsbütün yaşammı
idame ettirmesi açısından doğru gibi gözükse de, onun anla­
şılması, anlaşılma çabası değil Bodenbach'ı, Çekoslovakya'yı,
Almanya'yı, Avrupa'yı aşmış dünyaya bile ulaşmıştır. Yine de
konudan fazla sapmadan zayıf Kafka'nın, anorexik meyilleri
olan vejetaryen Kafka'nın babasınm yanmda kendisini nasıl
hissettiğine dair Ritchie Robertson'un görüşlerine başvura­
lım. Bu, aynı zamanda sosyal bir sınıf çemberinde en küçük
halka olan babanın birey üzerindeki etkisini göstermesi bakı­
mından da ilgi çekicidir:

"Kafka babasının yanında kendisini -kendi ifadesiyle- ezik


hissediyordu. Hermann Kafka'nın (bir çocuğa muhtemelen koca­
man görünen) iri bedeni, yaygaracı özgüveni ve mutlak otoritesi,
bir dev gibi görünmesine neden oluyordu. Yüzme havuzunda üst­
lerini değişirlerken, babasınm cüssesinin kendisini "kalasların üze­
rinde çıplak ayak yürüyen, sudan korkan, onun kulaç hareketlerini
taklit etmekten aciz, kararsız küçük bir iskelet" gibi görmesine yol
açtığını hatırlayan Kafka, "Senin o katıksız bedenselliğinin altında
ezilmiştim," yazmıştı. Hermann Kafka yemek masasında çok sıcak
yemekleri bile hırsla, ağız dolusu lokmalar alarak silip süpürür,
kemikleri çatur çutur yer ama diğerlerinin bunu yapmasına izin
vermezdi. [Böylece, Kayıp'taki (Amerika) obur Green karakterin­
den "Bir Açlık Şampiyonu"nun taslaklarından birinde yer alan
yamyama kadar, Kafka'nın romanlarındaki pek çok vahşi et yiyici
karakterin çıkış noktasını da anlamış oluyoruz.] Kafka büyüdükçe
vücudunun fazla ince uzun olduğunu fark etti ve sınk gibi yapısın­

61 Roger Hennes, Franz Kafka, Eine Chronik, Verlag Klaus VVagenbach, Berlin
199, s.45

147
dan rahatsızlık duymaya başladı. Fiziksel görüntüsüyle ilgili özgü­
ven eksikliği babasının bu konudaki güveniyle karşılaştırıldığın­
da, aslında çok daha büyük bir güvensizliğin sadece bir kısmıydı.
Babası hiçbir şekilde rekabet edilemeyecek bir yetişkin özgüvenine
model oluşturuyordu. Franz onun yanında olduğu zamanlarda ke­
kelemeye başladı ve sonunda onunla konuşmaktan tamamen ka­
çınır oldu. Babası herkese emirler yağdırıyor, ama bunları kendisi
göz ardı ediyordu. Bunu yaparken de temelde kişisel karizmaya
dayanan mutlak bir otorite kullanıyor gibiydi. Hermann Kafka bu
gücü sayesinde, herhangi bir tutarlılık ya da mantık çerçevesinde
olmaksızın kusurlarını yüzüne vuruyor ve meydan okunulamaz
olmaya devam ediyordu. "Bana göre sen, doğrulan düşüncelerinin
değil, kendisinin üzerine kurulmuş tüm zorbaların sahip olduğu o
esrarengiz özelliği edinmiştin. En azından bana öyle geliyordu."
Kafka'nın babası, dünya haritasının üzerine yayılmış bir şekil gibi
hayatın tamamını işgal ediyordu sanki ve Franz'a hiç yer kalmı­
yordu. Babasını taklit etmeyi başaramayan Kafka bu yeteneksizliği
için kendini suçluyor ve durumu şöyle özetliyordu: "Senin yüzün­
den kendime olan güvenimi kaybettim ve yerine de sınırsız bir suç­
luluk duygusu edindim."62

Kafka'nın zayıf bedeninden duyduğu utancı her za­


man içinde taşıdığım daha önce de dillendirmiştik. Kafka,
Canetti'ye göre gövdesinden sadece utanmaz, gövdesinden
bir aşağılanma, bir yıkım, bir koruma gereksinimi de hisse­
der.63 Beden zayıf olunca, Birinci Dünya Savaşı baş gösterdiği
sıralarda, eli silah tutan ya da askerlik yaşma gelen herkes as­
kere alınınca, Kafka, zayıf bedeninden ötürü askere almmaz.
Cılızlığı, hastalıklı hali, zayıflığı bir erkeğin belki de gururu
olan ve her erkeğin belki de en büyük vasıflarından biri olan
askerlik eylemini ona yaptırmaz. Askere alınmaz Kafka.64
Ernst Fischer, Kaflca'nın zayıflığını Kleist ve Keats'in za­
yıflığı ile bir tutar, fakat zayıflığı aynı zamanda onların za­

62 Ritchie Robertson, s. 16
63 Gilles Deleuze, Felix Guattari; a.g.e., s.62
64 Franz Kafka, Dönüşüm, Bordo Siyah Yayınlan, (Evrim Tevfik Güney çeviri­
si), İstanbul 2007, s.6

148
yıflığından daha mutlak olarak betimlenir. Beden görüntü
olarak ne kadar zayıfsa, zihin, yaratı ve yazma gücü bir o
kadar fazladır. Kafka'da bedensel zayıflık, yaratıcı zayıflık,
birbirine ters ilintilidir. Yazı, Kafka'da çok güçlü bir varlık
boşalımıdır:

"Kafka kendine yönelik yoğun bir gözlem sonucu, zayıf yanı­


nı yazınsal gücünün temel kaynağı olarak saptamıştır. Şöyle yazar:
"Bildiğim kadanyla, yaşam için gerekli koşulların hiçbirini bera­
berimde getirmiş değildim, yalnızca insana özgü genel zayıflığın
taşıyıcısıydım. Bu zayıflık sayesinde -bu anlamda sözünü ettiğim
zayıflık, çok büyük bir güçtür- yaşadığım dönemin bana zaten çok
yakın olan, savaşmak değil belli ölçüde temsil etmek hakkma sahip
bulunduğum olumsuz yanını olanca gücümle özümsedim. Gerek
kapsamı dar olan olumlu'daki, gerekse artık olumluya dönüşme­
nin sınırına varacak boyutlar almış olumsuz'daki payı, katılım yo­
luyla elde edilmiş değil..."
Kleist ya da Keats'inkini andıran bir zayıflıktır bu, ama onla­
rınkinden daha mutlaktır; bir savunmasızlık, en ufak baskı karşı­
sında yenik düşme konumudur; ardmdan gün ışığının görülebildi­
ği incecik bir zar gibidir. "Bu testi daha suyoluna varmazdan önce
kırılmıştı", diye yazar Milena'ya. Bir sarmaşık gibi uzanmış olan
hassas bedeni, herhangi bir "aşırılık" karşısında sürekli savunma
konumundadır. Varlığını sürdürme içgüdüsü, Kafka'nın kendisi
konusunda tutumlu ve esirgeyici davranmasını, "gücünü düşü­
nülemeyecek kadar çok aştığını" sezdiği kimi şeylerden özveride
bulunmasını gerektirir. Güvenlik altında olmaya ve ana kucağına
duyduğu özlem, bedeninin zayıflığından kaynaklanır. Ama yazın­
sal üretime olan tutkusu daha güçlüdür.
"Yazma eyleminin, yaradılışımın en verimli yönü olduğu
ortaya çıktığında, tüm gücüm bu noktada odaklaştı ve cinselliğin
zevklerine, yemeye, içmeye, felsefi düşünmeye, özellikle müziğe
yönelir tüm yeteneklerimi ortada bıraktı. Bu yanlarımın tümünde
zayıf düştüm. Bu da zorunluydu, çünkü sahip olduğum tek tek
güçler bir bütün olarak o denli azdı ki, ancak hepsi bir araya gel­
diklerinde yazma amacına biraz olsun hizmet edebilirlerdi."65

65 Emst Fischer, Kafka, Kavram Yayınlan, (Ahmet Cemal çevirisi), İstanbul


1998, s.15-16

149
Gilles Deleuze ve Felix Guattari "Kafka" adlı eserlerinde
Kafka'nın yazma eylemini, hele de mektuplarla zihinsel bil­
gi alış verişini ve bu bağlamda da soyut besini Dracula'run
varlık nedeni gibi görülebilen bir "kan emme eylemine" ben­
zetirler. Dracula için genç kızların boyunlarında emilen kan
neyi temsil ederse, Kafka için de mektuplar zayıf bedene gi­
den sözcük-kanlandır:

"Mektuplar bir köksap, bir şebeke, bir örümcek ağıdır. Burada


bir mektup vampirliği, tam olarak mektup yazmaya ilişkin bir
vampirlik söz konusudur. Etyemez Drakula'run, etobur insanların
kanını emen oruçlu Drakula'run şatosu uzakta değildir. Kafka'da
bir Drakula vardır, mektuplarla gelen bir Drakula, mektuplar aynı
zamanda yarasadır. Geceleri uyanık kalır, gündüzleri tabut-büro-
suna kapanır: "Gece yeterince gece değil..." Bir öpücük düşledi­
ğinde, bu, kız kardeşinin çıplak boynuna tırmanan Gregor'un öpü­
cüğü ya da K'nın Bayan Bürstner'e, "nihayet keşfettiği su kaynağı­
na dilini şapırdata şapırdata saldıran susuz bir hayvan" gibi ver­
diği öpücüktür. Kafka Felice'ye kendini, kana gereksinim duyan,
olağanüstü zayıf biri olarak betimlerken ne utanç duymakta ne de
şaka yapmaktadır ("yüreğim o kadar zayıf ki, kanı bacaklarıma ka­
dar taşıyamıyor"). Kafka-Drakula, kaçış çizgisini odasında, yata­
ğında ve uzakçıl güç kaynağını da, mektupların kendisine taşıdık­
larında bulur. Yalnızca iki şeyden korkar, ailenin haçı ve evliliğin
sanmsağı. Mektuplar ona kan getirmeli ve kan da yaratma gücü
vermelidir. Ne kadından gelecek bir esini ne de anne himayesini
arar, aradığı tek şey yazmak için gerekli fiziksel güçtür. Edebi ya­
ratımın "şeytanın hizmetlerinin karşılığı" olduğunu söyler. Kafka,
zayıf, iştahsız gövdesinden utanç duymaz, utanç duyarmış gibi ya­
par. Bu gövdeyi, her organı "özel bir gözlem altına yerleştirilmiş"
halde, odasındaki yatağın üzerinde, eşiklerden ve oluşlardan geçiş
aracı olarak yaşar: Yeter ki ona biraz kan verilsin. Biraz kan akışı
için biraz mektup akışı. Felice'yi görür görmez, onun kanlı canlı,
kaslı kollan etyemez Kafka'yı çeker, iri etobur dişleri ise ürkütür;
küçük bir obur olduğu kesin olduğuna göre, Felice de tehlike hissi
uyandırmaktadır. Ama Felice'nin seyri Kafka'yı, Felice'ye yazma,
daha çok yazma karanna götürür."“

66 Gilles Deleuze-Felix Guattari, a.g.e., s.46

150
Kafka'nın beden olarak çok zayıf, alız, ince olduğunu
dile getirmiştik. Haşim'in kendi güzelliği yani yüzüyle, var­
lığıyla giriştiği mücadeleyi, ayna karşısına geçip kendi yü­
zünde yapmak istediği sayısız değişikliği ve bunlardan yine
mutlu olmayıp tüm kafayı, başı koparıp atma isteği bedene
indirgendiğinde Kafka'da da bu durum görülebilir. Kafka
çelimsiz bedeni, kargaya benzeyen fizyonomisi ve inceliği ile
huzursuz bir yaşantı sürmüştür. Kendi bedeni ile barışık ya­
şama, Kafka söz konusu olduğunda geçerliliğini yitirmekte­
dir. Kafka yanında taşıdığı, aa çektiği, çilenin aurası olan bu
cılız "organsız bedeni" taşırken bir kanıt olarak onu herkesle
karşılaştırır. Babasınm sonsuz güçlü ve sağlıklı gözüken iri
kıyım bedeninde, kendi kısa hikâyesinin bir yansıması olan
karganın gökyüzünde yitmesi ve gökyüzünün de karganın
olumsuzluğu olması gibi, babasınm battal bedeninde yitip
gider. O zaman inkommensurabel özellikler taşıyan Kafka
yorumlamalarına öznenin, Tanrı'nın büyüklüğü ve haşyeti
karşısında hissedilen küçüklüğü bir anlam kazanır; öznenin
zayıf bedeni ve küçülmüşlüğü daha büyük ve yenilmez, daha
güçlü görünen baba karşısında zayıflığı, küçüklüğü, mini-
cikliği, ufalmışlığı, böcek olmuşluğu olarak da görülebilir bu
durum. Ufalıp küçülme ve zararsız hale gelme, zararsız hale
gelmeden çok gözle görülür bir dikkat odağı olmama, kendi­
sine zarar getirecek merkez ve güçlü gücün bakış alanından
sıyrılma, kaçma olarak da bakılabilir bu küçülme eylemleri­
ne. Varlık olarak insan oluştuktan yaratıklar basamağma ba­
kıldığında insandan daha alt sınıfta yer alan hayvan oluşlu-
ğa, oradan da onların bir altı sınıfında yer alan bitki oluşluğa,
hayvan oluştuğun en zayıf halkası olan böcek oluşluğa sar­
kan sürecin temeli burada yatar. Dominyon, baskın, panop-
tikon bir bilincin dışına çıkma, küçülerek dikkatleri dağıtma
ve varlık alanının sınırlarını aşma girişimi. Elias Canetti bunu
"Öbür Dava" adlı metninde şu şekilde izah eder:

Dört bir yanda güç'le yüz yüze gelen Kafka'yı, inatçılığı ba­
zen geçiçi süre kurtarır bu durumdan. Ne var ki, inatçılığı elver­

151
medi mi ya da bekleyen başarıyı sağlayamadı mı, Kafka gözden
kaybolmaya başvurur; bilindiği üzere çokluk küçümsemeyle
baktığı sıskalığın da bu konuda yardımını görür. Bedensel olarak
küçülmesiyle güc'ün elinden yakasını kurtarır, dolayısıyla güç'te
daha az pay sahibi olur. Bu tür bedensel bir perhizkârhk da güce
karşı kullanılmış bir silahtır. Gözden kaybolmaya karşı eğilim
Kafka'nın ismiyle ilişkisinde de belli eder kendini; romanlarının
ikisinde, Dava ve Şato'da ismini küçültüp ilk harf K'ya indirger.
Felice'ye yazılan mektuplarda ismin giderek küçülüp sonunda
büsbütün kaybolduğu görülür. Kafka'nın güce karşı başvurduğu
bir başka önlem ise hepsinden şaşırtıcıdır ve Kafka, kendisi dı­
şında yalnızca Çinlilerin üstesinden geldiği bir ustalıkla uygular
bu yöntemi. Güç'ten nefret ettiği, ama kendini onu alt edecek du­
rumda da görmediği için giderek küçülerek güçlüyle arasındaki
uzaklığı büyütme yoluna gider. Bu büzülüp küçülme de iki şeyi
ele geçirmesini sağlar. Birincisi, küçülerek kendini tehdit eden
tehlikenin görüş alanı dışına çıkar; İkincisi de, güce başvurmada
akla gelebilecek tüm aşağılık çarelerden özgür kılar onu; kendi­
lerine dönüşmeyi daha çok yeğlediği küçük hayvanlar zararsız­
dır.67

Varoluş olarak Tanrı'nın kendine hediye ettiği belki de


reva gördüğü bu cılız, lanetli bedeni Kafka ilerleyen dönem­
lerinde kendi savaş alanı olarak değerlendirir. Savaşlar nasıl
büyük meydanlarda varlık bulursa, Kafka yeni okumalarla,
deneyimleri ve yaşadıklarıyla, dininin, kültürünün, günde­
lik hayatın donanımlarıyla bedenini bir savaş alamna çevirir.
Beden, babayla savaş alammn bir merkezi olur. Perhizkârhk
ve oruç, vejetaryenlik ve etyemezlik düşüncesi, başlangıçta
yanşa donanımsız başlayan ve dominant, baskıcı babamn
bedeninde yaşamaya mecbur olan bir kişinin ezikliğinin dı­
şavurumudur. Zayıfsa, cılızsa bunu bu savaşımda kullanma­
lıdır. Kendine acındırma bağlamında değil, bir organı eksik
bir savaşçı, eksik bedene sahip bir kıtalci olarak savaşa başla­
ma halidir bu. Zayıflığına zayıflık katacak eylemleri sürdür­
me ve gücünü bundan alma halidir. Babanın ya da sağlıklı

67 Elias Canetti, a.g.e, s.108-109

152
dostlarının dişleriyle öğüttükleri etler onları güçlü kılıyorsa,
o etleri bir kenara bırakarak hoşlanılmayan zayıflık, cılızlık,
incelik durumunu kabulleniştir. Onda, kendine ait yeni bir
yol bulma ve o yoldan da bir güç elde etme durumudur.
Zayıf ve hastalıklı bir beden olarak her anlamda babanın
şefkatini alma girişimi bir yana, babanın hayatta atış poligo­
nundan dışarı çıkma eylemi, nazarı dikkatini öteleme ve ken­
dine kendiyle baş başa kalabileceği, güçlü babanın hışmını
başkalarının üzerine çekebileceği (Ottla) bir hamledir. Ottla
bu açıdan daha önce de değindiğimiz gibi Kafka'nın en çok
sevdiği kız kardeşidir. Hem tip olarak kendisine tıpatıp ben­
zer hem de Kafka'nın zayıflığını ve inceliğini temsil etmez.
Babanın karşısında "güçlü bir alternatif Kafka" olarak durur.
Kafka'nın gerçek hayatta olduğu güçsüz Kafka yerine, onun
içinde taşıdığı güçlü animayı dışanda, babaya karşı temsil
eder. Bu temsil etme durumu Ottla'yı babasıyla kötü kılmış
ve diğer kız kardeşleri Elli ve Valli gibi sessiz, içe kapanık,
babadan korkan ve ona karşı durmayan, tezlerine anti tez
getirmeme yerine, ananın da zayıflığını ve yitikliğini temsil
eden bir varoluşta gücüyle ve tipiyle de Kafka'nın dişil bir
uzantısı olmuştur Ottla.
Yapı ve bünye, Kafka'nın önemli izleklerinden biridir,
insanın açlığında ve varoluşunda çok büyük rolü olan "or-
gansız beden"in, "diş"in , "dil"in yapı ve bünyeyle ilişkile­
rini kodlar. Sadık Hidayet de "Hidayetname" adlı eserinde
"Peyam-ı Kafka" (Kafka'nın Mesajı) adlı uzun makalesinde,
Kafka'da yapı ve bünye meselesini açar:

Kafka'nın ilgisini çeken bir başka sorun da yapı veya bünye


sorunudur. Bünye, bir işin en iyi şekilde gerçekleşen müspet şekli­
dir. Bir tür yöneliş ve doğuş demektir. Vücudun yapılıp biçimlen­
me gereksinimi vardır. Yapı ilerleme kaydettikçe gerçeğin dairesi­
ne girer. Yapım işi inzivayı gerektiren apayn bir şey değildir. Bir
toplumun yararlanması amacıyla kullanılabilir. Bekâr olan Kafka
bir başkasıyla ilişkisinin gerçekleşmesi için insanlan ortak bir amaç
etrafında toplayacak bir girişimde bulunmak ister. Yapıcı, yüksek
makamların ve liderlerin arasına karışır. Yer ile gök arasında aracı

153
olması gereken Babil Kulesi dramı gibi. Yani insanları bir araya ge­
tirirken kendisinin de göklere ağması gerekir. Ama Babil düştü ve
bu yüzden Kafka'nın ilgisini çekti.68

Yine Sadık Hidayet, Kafka'nın kendi yaşantısında ve ese­


rinde gün yüzüne çıkan cisim-cismanilik üzerine görüşlerini
şöyle dillendirir:

İlk etapta Kafka'nın ilgisini çeken konu, cismin simdir. İnsan


cismani bir varlık olduğu için çocukça şaşırır ve "insan bedeninin
kısıtlanmış olması korkunç şey!" diye yazar. İnsan kendi cismiyle,
kısıtlanmış ve ayn olduğunu hisseder ve zaman zaman bedbaht­
lığa düşer. Düşünce özgürlüğü ve kısıtlanmış cismani beden ara­
sında keşmekeş içinde kalmak ve daha da önemlisi bedensel ihtilaf
korkusunu artırır. Hatta İsa'ya kinayede bulunur: "Şehitler beden­
lerini küçümsemezler. Çünkü darağacma çekilmek isterler. Bu ne­
denle kendi düşmanlanyla ortak yönleri vardır." Cisim meselesi o
denli aklını kurcalar ki ona göre cisim, aşılmazın sının gibi gelir.
Kimse bedeninden kaçamaz ve cismiyle yapayalnızdır. İnsanın cis­
mine bağlı olması ve cismin insana hükmetmesi konusu onda bir
nevi ilgiyi kesip atma ve kopma duygusu uyandınr. Cismani yapı
Kafka'nın gözünde suçluluğun mazharlarmdan ve "saçma"nın şe­
killerinden biridir.
Cisimle aynı kalıbı paylaşmak yetmiyor; beteri var: Aşağılık,
pis bir cisim söz konusu. Nispi olmayan, kesin bir aşağılık; üste­
lik yapışmış bize. Kafka için hiç de hoş olmayan bir durum bu.
Çünkü biliyor ki delikanlılıktaki yüzünü ve yapısını korumuş.
Otuz yaşındayken on sekiz yaşında görünüyor. Gençlik hasta­
lığına yakalanmış. Görünüşü bir delikanlı gibi. Hükmedici bu
aşağılık durumun yanı sıra babasının sultası altında da kalması
gerek. Ancak, o kendisi ezen bu tahakkümden kaçmak istemi­
yor. Tek istediği, kendisine karşı aklanmak. İşte bu, "cismanilik"
deneyini suçluluk duygusuna yaklaştıran problemlerden biri.
İki mesele birbirine bağlanıyor: Hayvan meselesi ve adalet me­
selesi.69

68 Sadık Hidayet, Hidayetname (Peyam-ı Kafka), (Mehmet Kanar çevirisi)


YKY, İstanbul 2005, s.161
69 A.g.e., s.164

154
Kafka'da sadece açlık meselesinin değil, diş konusunun
sürekliliği de dikkat çeker. Elias Canetti'nin "Öbür Dava" adlı
metninde, Kafka'nın sevgilisi Felice'nin altın dişine alışmak
için çok çaba sarf ettiği kaydedilir, başlangıçta Kafka'nın o
dişlere alışamadığını, Felice'nin bir bayana yakışmayacak o
öğütme mekanizmasından, hazım öncesi öğütme aparatla­
rından, altın dişlerinden utanıp utanmadığını sorduğunda,
Felice'nin bundan utanmadığı cevabını aldığı bilgisi verilir
bizlere:

Grete'nin dişi ağrır bir ara; Kafka tasa ve kaygı dolu pek
çok soruyla tepki gösterir, bunu fırsat bilip Felice'nin "nerdeyse
tümüyle altın dişleri''nin üzerinde bıraktığı izlenimden söz açar:
"İlk zamanlar, ne yalan söyleyeyim, F'nin dişlerini görmemek
için gözlerimi yere indirmeden duramazdım, altının ışıl ışıl parıl­
tısı işte öylesine dehşet salardı içime (uygunsuz yerde gerçekten
cehennemsi bir panltı)... Sonradan, yapabildim mi, bakışlanmı
bile bile bu alfan dişlere yöneltirdim... Kendime eziyet için, bütün
gördüklerimin nihayet gerçek olduğuna kendimi inandırmak için.
Hatta bir ara kendimi unutarak Felice'ye, alfan dişlerinden utanıp
utanmadığını sordum. Utandığı yoktu Allaha şükür. Ama barış­
tım... Nerdeyse tümüyle barıştım alfan dişlerle. Artık onları dışla­
mak istemiyorum... Doğrusu dışladığım da olmadı hiç. Ne var ki,
bugün nerdeyse yakışık alır ve özenli bir nesne gözüyle bakıyo­
rum bunlara... Gayet belirgin, içtenlikli, her zaman işte buradadır
denebilecek, gözler için asla yadsınmayacak, insani nitelik taşıyan
bir kusur; belki bu kusur bazı bakımdan yine korkutucu olmadığı
söylenemeyecek sağlıklı dişlerin yapamayacağı kadar beni yaklaş­
tırdı Felice'ye.70

Gilles Deleuze ve Felix Guattari, "Kafka" adlı eserlerinde


de bu meseleye dikkat çekerler. Ağız ve oral yollara Kafka'nın
çok önem verdiği ve hazma giden yolda diş konusunun onun
eserlerinde durmadan tekrarlanması dikkate değer olarak gö­
rülür:

70 Elias Canetti, a.g.e, s.70

155
"Kafka'da Diş Konusunun Sürekliliği. Kasap büyükba­
ba; kasaplar sokağındaki okul; Felice'nin çeneleri; Felice'yle
Marienbad'da yattığı zaman dışında et yemeyi reddetme."71

Aynı eserde Kafka'da dil, diş ve ağzın yersizyurtsuzlaş-


ması ile ilgili görüşler serdedilir. Bu ön sindirim aygıtlarının
besinle ilişkisi kodlanır:

71 Gilles Deleuze-Felix Guattari, a.g.e, s.40

156
"Zengin ya da yoksul, her dil, her zaman ağzın, dilin ve
dişlerin yersizyurtsuzlaştırılmasını kendi içinde barındırmıştır.
Ağız, dil ve dişler, ilk yerliyurtluluklarını besinlerde bulurlar.
Seslerin eklemlenmesine kendilerini adayan ağız, dil ve dişler
yersizyurtsuzlaşırlar. Demek ki, yemek ile konuşmak arasında
belli bir ayrım vardır -dahası, görünüşlerine rağmen, yemek ve
yazmak arasında da bir ayrım vardır: Yemek yerken yazılabilir
kuşkusuz, yerken konuşmaktan daha kolaydır bu, ama yazı, söz­
cükleri besinlerle rekabet edebilecek şeylere dönüştürür daha zi­
yade. İçerik ile anlatım arasındaki ayrışma. Konuşmak, özellikle
de yazmak, oruç tutmaktır. Kafka, besin konusunda ve en üstün
besin olan hayvan ya da et konusunda, kasap konusunda, dişler,
kirli ya da iri dişler konusunda kalıcı bir saplantı ortaya koyar.
Bu, Felice'yle yaşadıkları en temel sorunlardan biridir. Oruç tut­
mak da Kafka'nın yazdıklarında sürekli ortaya çıkan bir konu­
dur, bu uzun bir oruç öyküsüdür. Kasapların gözetimi altındaki
Açlık Cambazı, çiğ etlerle beslenen vahşi hayvanların yanında
tamamlar mesleğini ve ziyaretçileri, rahatsız edici bir seçenekle
yüz yüze bırakır. "Bir Köpeğin Araştırmaları"ndaki köpeğin soru
sormasını engellemek isteyen diğer köpekler, ağzını yiyecekle
doldurarak onu meşgul etmeye çalışırlar- bu da rahatsız edici bir
seçenektir: "Ama o zaman da beni başlarından atmaları, soru sor­
mamı yasaklamaları gerekmez miydi? Hayır, işte bunu yapmayı
düşünmüyorlardı, gerçi sorularımı işitmek istemiyorlar, ama so­
rularımdan ötürü beni başlarından atmaya da kalkmıyorlardı."
"Bir Köpeğin Araştırmalarf'ndaki köpek iki bilim arasında te­
reddüt eder; toprağı ve eğik başın besin bilimi ("Toprak bu besi­
ni nereden edinir?") ile başlangıçtaki yedi müzisyen köpeğin ve
sondaki şarkı söyleyen köpeğin tanıklık ettikleri gibi, "hava"nın
ve dik başın müzik bilimi arasında gidip gelir: İkisi arasında yine
de ortak bir şeyler vardır; çünkü tıpkı müziğin garip bir biçimde
sessiz olabilmesi gibi, besin de yukarıdan gelebilir ve besin bilimi
yalnızca oruçla gelişir."72

Kafka bu zayıflığına ve sıskalığına rağmen, ömür boyu


ağır işleri yapan insanlara, mobilya taşıyıcılarına hayranlık
duyar. Kendi bedeni zayıf olduğundan, güçlü bir erkeğin res­
mini görür bu bedenlerde. Olmak istediği, arzu ettiği beden-

72 A.g.e., s.30

157
lerdir bu bedenler. Fiziği güçlü, iri yan, sağlam yapılı erkek
olmak arzusu Kafka'nın içinde hiçbir zaman dinmez. Bunu
VVagenbach'ın tanıklığıyla vermeye çalışalım:

Mektubun bu yerinde Kafka, pek farkına varmaksızın, anne


ve babasından gördüğü "eğitimi" bize anlatır. İlerideki yaşam
döneminde de babasının "kafasına vura vura kendisine benim­
settiği" idealin bedelini nasıl ödemeye çalıştığını kanıtlayabiliriz:
Kafka, memurluk yaparken bile önce bir bahçıvanın, daha sonra
bir marangozun yanında çalışır. Amirlerinin "becerisine" ya da
dostlarının dinamizmine, azmine ve özgüven duygusuna (hatta
örnek gözüyle baktığı en iyi dostu Max Brod'a sık sık söz açar,
kendisine yazdığı mektuplarda sözünü eder bunun), yalnızca fi­
zik bakımdan iri yarı, sağlam yapılı kişilere, ölümünden yarım
yıl önce Berlin'de karşılaştığı mobilya taşıyıcılarına bile dönüp
dolaşıp hayranlık duyar. Ne var ki, söz konusu hayranlık (anne­
sinden geçen) pek belirgin bir adalet duygusuyla gelişip güçlenir.
Sonunda bu duygu, yazardaki yalnızlığın büyümesiyle bağlantı­
lı olarak nerdeyse tapınma ölçüsüne varan bir arıtmacılığa (pü-
rizm) yol açmış, söz konusu durum da vejetaryen yaşam tarzı ve
doğal sağaltım bilimi gibi yan belirtilerle kendini açığa vurmuş­
tur.73

Hatta sağlıklı bir beden arzusunu iyice sağlama almak


için -hele de hastalığı artık iyiden iyiye ortaya çıktığında- be­
den eğitimi ve spor yapmaya başlar. Uzun uzun gezintilerle,
ağır işlerde çalışarak (marangoz atölyelerinde), ata binerek,
yüzerek, kürek çekerek hayalindeki sağlıklı insan profiline
yaklaşmak ister:

1913 yılına ilişkin notlar Günlük'ün yedinci kuvart defterin­


de yer alır. Defterin sonunda şöyle yazar Kafka: Defter 2 Mayıs
1913'te, kafamın içini alt üst eden Felice’yle başlıyor, böyle bir başlan­
gıçla da onu kapayabilirim" 1913'te ayrıca 1914'ün ilk yarıyılında
büyücek yapıtlar kaleme alınmaz. 1914 baharında bedensel çalış­
malara başvurur Kafka, kendi kendini kahredip durmaları sona
erdirmeyi dener, sık sık izlediği bir yöntemdir bu: Uzun uzun

73 Klaus VVagenbach, a.g.e, s.31

158
gezintiler yapar, zaman zaman bir marangoz atölyesinde çalışır,
ata biner, yüzer, kürek çeker (kürek çekmeye bayılırdı Kafka,
Moldav Irmağı'nda bir kayığı vardı- dış bakımdan Kafka'da, pek
yakışıklı, ince, uzun boylu bu kişide, kendi içine kapanık yaşayan
insanların kaçıklıklarından, acayipliklerinden eser yoktu), 1913
Martında ikindi saatlerini Prag'a yakın Troja'daki bir bahçede ça­
lışarak geçirir.74

Kafka, spor ve edebiyat sohbetlerinin yer aldığı


VVandervogel hareketine katılır; erkek egemen bir etkinlik ol­
duğu için her ne kadar Kafka'nın homoseksüel olduğu üzeri­
ne görüşler ortaya çıkmış olsa da, Kafka insanların yürüyerek
Almanya'yı gezme eylemlerine destek verip, bu hareketin li­
deri Hans Blüher'in erkekler üzerindeki bağla ilgili kitabını
okuduğunu da dillendirir:

"Kafka'nın ilişkilerinde yaşadığı ve çoğunlukla saplantılı


mektuplar ve günlük yazılanyla fazlasıyla belgelediği güçlükler,
doğal olarak daha sonraki nesillerin onun hakkında edindiği iz­
lenimde büyük etki sahibidir. Onun aslında homoseksüel olduğu
gibi yüzeysel birtakım açıklamalar yapılmıştır. Her ne kadar bu cin­
sel kimliğe ilişkin son derece basit bir düşünce tarzı gerektiriyorsa
da, Kafka'nın hayal gücünün gerçekten de homoerotik bir boyut
içerdiğine şüphe yoktur. Yaşamı boyunca, aralarında arkadaşları
Max Brod ve Franz VVerfel'in de (Prag'daki Alman edebiyatının iri
yan harika çocuğu) olduğu tamamı erkeklerden oluşan gruplar­
la edebiyat ve sporla ilgili toplantılara katılmaktan keyif almıştır.
Kafka insanların yürüyerek Almanya turu yaptığı VVandervogel
hareketinde ses bulan erkek fiziksel gücüyle ilgili kültürün yaygın
bir şekilde kutlandığının farkındaydı ve VVandervogel lideri Hans
Blüher'in erkekler arasındaki bağ üzerine yazdığı kitabı da büyük
bir ilgiyle okumuştu."75

74 A.g.e., s.118
75 Richie Robertson, a.g.e., s.29

159
Zayıf bedenine rağmen yılmaması ve gayreti, spor mera­
kı üzerine Roger Garaudy'nin de şu görüşleri vardır:

"O asla yılmayan, şu an içine düştüğü ümitsizlik yüzünden


vazgeçmeyi düşünmeyen kişidir. Her şeyin bir anlamı olduğuna,
insanlığın temel yasasına uygun doğru ve lekesiz bir yaşam sürme­
nin mümkün olduğuna ve bunun sağlıklı, yüce gönüllü ve yaşamla
dolu bir şekilde gerçekleştirilebileceğine inanan kişidir.
Kürek çeken, yüzen, ata binen spora meraklı olan Kafka,
yaşamın karanlık yanma düşkün biri değildir. Yaşama bağlılık­
larıyla hayranlığını kazanan "Bu dünyanın gerçek yurttaşlarına
Günlüklerinde o da şu mesajı gönderecektir: "Asla ümitsizliğe
kapılmamalı, insan zaman zaman gücünün tükendiğini hisseder.
Ama çok geçmez, taze bir güçle yeniden işe koyulur. Yaşam böyle
bir şeydir işte..."76

76 Roger Garaudy, Kafka, (Mehmet Sert çevirisi), Yirmi Dört Yayınlan, İstanbul
2007, s.31

160
Özdisiplinin önemi şarttır; hoyrat dünyaya karşı dur­
mak için özdisiplin ve insanın ilkelerinin olması önemlidir.
Hidayet, "Peyam-ı Kafka"da kendi ağzmdan Kafka'nın ha­
yattaki ilkelerini şöyle dillendirir:
Soğukluğa, yalnızlığa, kendi dünyamızdaki donuk feza­
nın boşluğuna doğru ilerlemeliyiz. Düşmeyecek kadar denge­
de kalmalıyız; yaşamak için gerektiği kadar nefes almalıyız.
Bu arada kendimizi o denli küçültmeliyiz ki havaya ve dayan­
ma gücüne olan gereksinimlerimize göz yumabilelim. Kafka
bedenini ölüme teslim etmek istiyorsa, hayatın aldatmacala­
rıyla yoldan çıkmamak için istiyordur. "Saçma"yı övmekten
başka bir şeyi de kabul etmez. Hukuk öğrenimi ve büro gibi
sorumluluklarla, bahçıvanlık, marangozluk gibi diğer hobiler
hakkmda "Gerçekten muhtaç olan dilenciyi kovduktan son­
ra merhametli bir tavır takınıp sadakayı sağ elinden sol eline
vermek gibi bir şey bu" diyor."77

____ ________ •___ -


Kafka, Brod ailesiyle birlikte tatilde.

Tl Sadık Hidayet, a.g.e, s.161

161
Roger Garaudy, "Kafka" adlı eserinde bazı tıp erbabının
Kafka'nın önemli eserinden 1913'te ve 1914'te yayınlanmış
"Değişim" ve "Dava"yı çok sonra yakalandığı veremin ön ha­
bercisi olarak değerlendirdiklerini dillendirir:

"Sonunda tıp da araya girdi ve 1913 ve 1914'de kaleme alınan


Değişim'i ve Dava'yı 1917'de teşhis edilen veremin ön habercisi
olarak değerlendirdi!"78

Yoğun çalışmalar sonucu, bedenin iflasının işareti olan kan


kusuş eylemiyle Kafka, ciddi bir hastalığa doğru adım attığının
ayrımına varacaktır. Kafka'nın inceliği, cılızlığı hastalık evresi­
ne doğru dönüşmeye başlarken, onda hayata sarılma emareleri
görülür. Kafka gerçi bir yazar ve varlık olarak karamsar biri de-
ğüdir. Avukatlığın getirdiği suç ceza, dava ve hukuk derinliği­
nin yanında ilahiyat sorgulamaları ile bilgisine bilgi katmıştır.
Kafka'nın minörlüğü söz konusu olduğunda tüm kültürlere
ve dinlere, yaşadığı alanlara göçebeliği, yersizyurtsuzluğunun
bir sonunun olmaması duygusuyla bu çoğul kültürü içinde
harmanlamanın, her kültüre ait olma, her kültürde bir varlık
alanı bulma ama hiçbirine de aidiyeti oturtamama güdüsü­
nün onu nomad kıldığı görülür. Bu sıkı okumalar sayesinde,
sadece edebiyat tarihi bağlanımda değil, dünya edebiyatına
açılan, dinler tarihi açısından bakıldığında tüm dinleri okuyup
kültürlerime ve derinleşme eğilimiyle, gününde yaşadığı dö­
nemde gazetelerle güncel akışı ve çıkan kitapları takip etmey­
le onda bir epistemik susuzluktan, bilgi açlığından ve bu bilgi
açlığını kendine göre geceyansında geliştirme eyleminden söz
edilebilir. Kafka gündüz sevmediği büroda çalıştığından dola­
yı, "büro Golgothası"nda çakılı bir İsa gibi aa çekmektedir ve
geceleri çok sevdiği ve varlığını açacak yazma imkânı bulduğu
yazarlık eylemeleri için herkesin yattığı, dünyanın uykuya çe­
kildiği zamanı beklemektedir. Gecenin insana bir örtü kılındığı

78 Roger Garaudy, a.g.e., s.8

162
zamanlarda, sağlığını göz ardı ederek kendini yorar, gecenin
dinlendiriciliğini varlığını tehlikeye sokma pahasına eliyle red­
deder ve bu saatlerde kendi içinde, ruh dünyasma kazılar yap­
mayı uygun görür. Bir taraftan hikâyeler, bir taraftan roman
taslaktan, romanda ilerlemeler, bir taraftan uzun hikâyeler
(Değişim), bir taraftan da o öldükten sonra gözle görülür bir
hal alan sayısız mektuplar ancak insanlarm yattığı gece yanla­
rında, herkes kan uykuya çekildiğinde, "varlığı açma yoluyla"
mesai yaparak yazılabilir. Bu trans hal, doğurganlığı zorlama
ve gövde bedeni yorma, bedeni köle gibi "köpek gibi" çalıştır­
ma eylemleri, Felice aşkının iyice kötüye gitme zamanında kan
kusma eylemiyle kendini açığa vurur. Beden bunca ağırlığa
dayanamamış ve iflas ettiğini bildirmiştir Kafka'ya. Kan kus­
ma eylemi, ciğerlerinden kanın gelmesi Kafka için durumun
kötüye doğru gidişinin bir uyansı olsa da yazma ve çalışma
eylemine hastalığın bir etkisi olmaz, kustuğu kana rağmen ça­
lışmalarına devam eder. Mektuplar, hikâyeler, hatta roman tas­
lakları üzerinde yeni bölümler yazılır. Tüberküloz aşınlaşınca,
bedende kendine yayılma imkânı bulunca, Kafka artık kötü
duruma düşünce sanatoryuma gitmeyi bir olmazsa olmaz du­
rum olarak görür. Ailesinin, arkadaşlarının baskısıyla ancak
sanatoryuma gitme teklifini kabul eder.

Kafka'nın Dava romanı için kaleme aldığı sayfalar.

163
Sanatoryum dönemlerinde de göreceğimiz üzere ya­
nında kendine eşlik eden Dora Dyamant'la birlikte gücü­
nün yettiği son noktaya kadar yazma eylemine devam eder.
Annesine babasına ihtiyaçlarını yazar, para talep eder, giysi,
tereyağı, battaniye talep eder. Gündelik koşturmacaları so­
rar onlara. Ölümünden bir gün önce bile hastalık, düzgün
yazı karakterine sahip olan Kafka'nın grafolojisini bozar.
Grafolojisinde değişiklikler yapar. Hastalık onun grafolojisi­
ne girer bir virüs gibi, grafolojiyi de yemeye, kemirmeye ve
çarpık hale getirmeye başlar. Grafolojisi de kendi gibi hasta­
lıklı olmasına rağmen yine anne babasına yazma eylemini
sürdürür.
Artık verem, gırtlak tüberkülozuna doğru metastaz yap­
mıştır. Hâlâ doktorlardan umudunu yitirmeyen Kafka yuka­
rıdaki grafolojilerden de görüleceği üzere son dakikalarım
yaşamakta ve oldukça bitkin sayılmaktadır. Hastalığında, son
gücünü de toplayarak yazdığı metinde şunlar kaleme alınır
Kafka tarafından:

"1924 Ocak'ında şöyle yazdı dostu Brod'a: O kadar bitkin du­


rumda olmasa, belki nasıl göründüğünü bir resimle gösterebilirdi:
Solda diyelim Dora desteklemektedir kendisini, sağda ise diyelim
o adam; enseyi de diyelim "çiziktirilmiş bir şey" dik tutabilirdi.
Ayaklarının altındaki zemin sağlam, önündeki uçurum kapanmış
olsa, başının çevresinde dolanan atmacalar kovulup uzaklaştırıla­
rak tepesindeki fırtına dindirilebilse, bütün bunlar gerçekleşebilse,
eh o zaman idare ederdi biraz daha."79

79 Klaus VVagenbach, a.g.e, s. 176

164
Kafka'nın Prag'daki mezarı (fotoğraf: Kadir Kıvılcımlı)

165
3. Kafka'nın Eserlerinde
Anorexia'nın Dışavurumu

"İlerlememi önleyen başlıca engelin


vücut durumum olduğu kesin. Böyle bir
vücutla bir yere varılamaz." (Franz Kafka)

Franz Kafka'nın sağlıksız biri olduğunu dillendirmiş-


tik, bunun da yazarlık mesleğini çok sevdiği için çok çalış­
masına, kendi bedenini aşın yormasına, gece gündüz ayrı­
mı yapmadan yazıyla meşgul olmasmdan dolayı bedeninde
hastalıkların belirmesine yormuştuk. Kafka'daki hazımsızlık
sorunu, yediklerini bir türlü öğütememeyle birlikte gün gü­
züne çıkan, mideye alınan besinlerin takılıp kaldığı ve külçe­
leştiğinden sindirilememesi sonucu beliren iştahsızlık olarak
da görülebilir. Kafka, yarunda-yöresinde yer alan insanların
iştahla her şeyi yemelerine ve sindirebilmelerine bakıp, bu
sindirim sisteminin başlangıç noktası olan ağız, ağız içinde
diş, dil, yutak vb. organlara çok dikkat eder. Adeta bu ön sin­
dirim aparattan Kafka için bir saplantıdır. Evde kız kardeşle­
rinin (Öttla, Valli), babasının, sevgilisi Felice'nin yemeği diş­
leriyle öğütüp yemelerine dikkatle bakar. Çoğunlukla bunu
kendisi yapamadığından, bu edimi kıskanır ve anlatılarında
da bunu nefretle örerek yazar. Bu edim iğrenç ve çirkin bir
edim olarak görülür. Kafka'nın içindeki haset, kin, kıskançlık
öyle kabanr ki, gayet normal bir edim olan bu yeme eylemi
adeta Samsa'nın böcek olduğunda ve dişleri ortadan kaybol­
duğunda bir ara odasından dışarı çıkıp üç kiracının yedik­
leri eti gördüğünde "Nasıl da besleniyorlar, ben ise burada

166
ölüyorum" (s.69)' anlatısıyla bir anlamda gerçek bir hal alır.
"Değişim"de Samsa bir böcek olarak dişi olmadığı için eti
ve et yemeklerini yiyememektedir; gerçek hayatta ise Kafka
anatomik yapısı itibarıyla biraz bir şeyler yiyebildiğinde de,
midesindeki hazımsızlık sonucu iştahsızlığı ve bütün bu duy­
gu durumlarının onu yemeklere karşı soğutması nedeniyle et
yemeklerine karşı tavır ahr. Sağlığını korumak, hazımsızlı­
ğım yenmek ve zaten sindiremediği katı yemeklerin yerine
daha yumuşak ve sindirimi kolay besinleri tercih etmektedir.
Vejetaryen olmaya karar verir. Gözden kaçmayan ortak bir
özellik, fiktif gerçeklikteki Samsa ile gerçeklikteki Kafka'nın
uyuşmasıdır. Böcekse "diş eksikliği"den, Kafka'ysa bedenin
sindirdim sistemlerini öğütme eylemi asıl alındığında "hazım
sorunundan" dolayı bir türlü et yemekleri ve katı yemekler yi­
yememektedir. Gerçek hayattaki bu durumun elbette eserlere
yansıması kadar doğal bir şey olamaz. Kafka'nın 41 seneye
varan yaşammda yayınlandığım görebildiği eserlerin yanın­
da, yayınladıklarım göremediği ve fragman olarak dostlarına
sunduğu metinlerde bu açlık ve anorexia temasına durmadan
döner. İştahsızlığı, hazımsızlığı, baş ağrıları, bedenindeki kı­
rıklık, uyuyamama ve biraz uyuyabildiği zaman da düşlerle
geçen yan uykulu uyuyuşlar, uykusunu bir türlü alamama­
lar ile şikâyetleri vardır. Bedeniyle ilgili sorunu olduğundan
ve bedeniyle bir anlamda barışık olmadığından hep onunla
bir kavga halindedir. Bu durum elbette eserlerine de yansır.
İsimlerim değiştirdiği ve fiktif dünyada başka bir görüntü
alan ve aslında bir anlamda kendisiyle doğrudan bağlantıları
olduğu fark edilen figürlerinde iştahsızlık, perhizkârhk, ano-
rexik davranışlar, hazımsızlık, açlık açıkça görülebilir. Sadece
insan olan figürlerinde değil, duygu boyutlarıyla insanları
anımsatan ama bir anlamda metamorfoz olmuş hayvanların­
da da bu durum kendini gösterir. Kafka metinlerinde garip

* Franz Kafka, Dönüşüm, Can Yayınlan, (Ahmet Cemal çevirisi), İstanbul 2005,
s.69

167
ve korkunç insanlar açlık mücadelesi verirler ve bunu varlıkla
bir savaşım olarak görürler; içinde insani bir ruhun yer al­
dığı, insansı özellikler taşıyan ya da taşımayan hayvanlar da
(su samuru, böcek, köpek, kedi, fare vb.) hep bilerek ya da
bilmeyerek açlığın sınırlarında gezinirler. Anorexik iklimde,
perhizkârhğın çok çok ötelerinde yer almaya çalışırlar. Bizler
"Kafka'nın Eserlerinde Anorexianın Dışavurumu" adlı bu
başlık altında Kafka'nın bütün eserlerinde, başta "Değişim",
"Bir Açlık Şampiyonu", "Bir Köpeğin Araştırmalan" adlı
hikâyeleri olmak üzere açlığın kendini çok net dışa vurduğu
bu hikâyelerde anorexik araştırma yaptık. Diğer hikâyelerin
yanında bütün romanlarında, bütün mektuplarında, günce­
lerinde ve söyleşisinde anorexia kazısı yapmayı unutmadık.
Bu bütün eserlerinde anorexianm ve açlığın araştırılmasıyla,
bir anlamda Kafka'da yinelenen perhizkârlığm içte büyük
bir varlık sorunu olarak algılanmasının bir saplantı haline
gelip gelmediğini araştırmış olduk. Şimdi sayısız hikâyele­
rinde sadece birkaç yerde geçen fakat Kafka'da açlık ve ano-
rexia dendiği zaman akla hemen gelen "Değişim", "Bir Açlık
Şampiyonu", "Bir Köpeğin Araştırmaları" adlı hikâyelerinde
açlığın ve anorexianın nasıl bir görünüm aldığım araştıralım.

3.1. Kafka'nın Hikâyelerinde Anorexia

"Örneğin, nasıl seninle bir kabinde soyunduğumuzu


anımsıyorum. Ben cılız, güçsüz, ince uzun, sen ise güçlü, enine
boyuna. Daha kabinde acınacak biri gözüyle bakardım kendime,
hem de yalnızca senin değil, bütün dünyanın karşısında, çünkü
sen benim için her şeyin ölçüşüydün." (Franz Kafka)

Kafka'nın hayatında hikâyenin diğer türlere göre apayrı


bir yeri olduğu muhakkaktır. Kafka, roman, mektup yazar­

168
lığından, ya da arada sırada kendi metinlerine karaladığı
çizimlere bakılacak olursa ressamlıktan çok bir hikâyecidir.
Hikâye, Kafka için apayrı bir öneme sahiptir. Hikâyenin kısa
soluğunun olmasının, kısa hikâyenin yapısı itibarıyla yorucu
bir uğraş istememesinin Kafka'nın bünyesiyle de bağlantısı
vardır. Kafka'da da, kısa hikâyeler gibi ifadesi içinde sıkışmış,
patlamaya hazır, yoğunlaştırılmış duygu durumları görülür.
Kısa hikâyeler nasıl içinde bir hüzün barındırırlar ve çoğu za­
man trajik bir epiloğa sahip olurlarsa, Kafka'nm da hayatının
gidişatına bakılacak olursa bu türü sevmesi, bu türde eserlere
bir başka değer atfetmesi, bu türde eserleri diğer türlere göre
fragman bırakmayıp bitirebilmesi dikkat çeker. Kısa hikâye,
uzun soluk gerektirmediği için bir günde bitirilebilecek bir
duruma sahiptir. Hatta en uzun kısa hikâyenin bile (Yargı)
Kafka tarafından bir günde (saat gece onda başlanıp, sabah
saat altıda bitirilmiştir) sekiz saatte yazıldığı göz önüne alı­
nacak olursa, Kafka için bu tür uygun bir tür olarak gözükür.
Kafka'nm kısa hikâyeye eğilimi ve bunları sevmesi, bu türün
zayıf bedeniyle tam olarak örtüşmesine bağlanabilir.
Kafka'nın hikâyelerinde en çok anorexiaya yer ver­
diği, açlığı temel izlek ve laytmotif olarak ele aldığı hikâ­
yeler "Bir Açlık Şampiyonu", "Değişim" ve "Bir Köpeğin
Araştırmaları"dır; içinde adeta bir açlık poetikası barındır­
dığı ve okurlara açlığın felsefesini ve metafiziğini açımladığı
için "Bir Açlık Şampiyonu"; dönüşüm mutlak hale gelince
ve açlık da bir anlamda sorun oluşturunca böceğin çektiği
besin sıkıntısı bağlamında "Değişim" adlı uzun hikâye, bir
de figürlerinin aynı "Değişim"de olduğu gibi köpeklerin ol­
duğu ve köpeklerin de insana ait bir şeyleri soruşturdukla­
rı, açlığın sınırlarını irdeledikleri hikâye olan "Bir Köpeğin
Araştırmaları" anorexiayı ele alan önemli metinlerdir. Biz
şimdi bu üç hikâyede kafkaesk anorexiarun nasıl bir görünüm
arz ettiğini, Kafka'da açlık izleğinin, anorexiaya bu hikâyeler­
de nasıl vardığım, açlığın sadece somut bir açlık olarak mı,
yoksa soyut açlık olarak da değerlendirilecek bir "epistemik

169
açlık" a doğru evrilip evrilmediğini araştıracağız. Bu üç hikâ­
yede anorexik bulgular, bir anlamda "Kafkaesk Anorexia"nın
hikâye kanadında bizlere ipucu verecektir.

3.1.1. Değişim

"Nihayet bir kızsın sen, bir erkek istersin, benim


gibi yerde sürünen yumuşak bir solucan değil."
(Franz Kafka)

Franz Kafka'nın "Değişim" adlı uzun hikâyesi onun sağ­


lığında basıldığım görebildiği birkaç eserinden biridir. Sadece
eserin bir aya varan çok kısa bir zamanda çıkışı değil, farklı
metinleri kaleme alma açısından Kafka'nın o konudan ve te-
matikten ayn birçok cephede ve konuda nasıl da rahat eser­
ler yazabileceğinin bir göstergesidir "Değişim" adlı metin.
"Ateşçi" adlı romanın araşma sıkıştırılan ve bir aya varan az
bir zamanda bitirilen metin Kafka'run hayattayken kapağım
bile koordine edebileceği sayılı Kafka metinlerinden biridir.
"Değişim"i konu olarak da, anlatı olarak da değerli kılan
şey; Kafka'nın grotesk öğeyi, metamorfoz olmuş inşam yani
böceği, böceğin hallerini korkunç gerçekçi bir şekilde anlat­
masıdır. Trajediyi seksen sayfaya varan bir hikâye sınırına
sığdırmakla kalmayıp, bu trajediyi "sırıtır" bir şekle sokma­
ması, gerçekçi bir anlatımla dönüşümü, dönüşüm geçirmiş
böceğin durumunu ve duygularım, içsel dünyasını ve artık
bir anlamda kendinden nefret eden ailesiyle bir evde yaşa­
mış olmasını, açlık hikâyesini kendini tekrara varmadan an­
latabilmesidir. Okurlar "Değişim"i okuduklarında, eserin o
prolog kısmındaki çarpıcılığından ve korkunçluğundan; ese­
rin ilerleyen gövde ve son kısmına (epiloğa) değin bu akıcı

170
anlatışın irreal bir konuyu anlatmasına rağmen gerçekçiliği­
ni ve inandırıcılığını yitirmediğini görürler. Gerçek hayatta
insanın böceğe dönüşmesinin fantastik ve hayal olduğunu
bilmemize rağmen, klasik anlatı geleneğinde insanın hal­
leri ırmak bir dille anlatılmıştır. Conditio humane dillendi-
rilmişken, conditio humane'in bir böceğe evrilmeyle böcek
oluşluğu böylesi inandırıcı bir dille inşam derinden sarsması,
anlatıda böceğin ve insanların ruh dünyalarına derinlikli inil­
mesi, böceğin (Samsa) ve insanların (Samsa ailesi) bir arada
yaşamada korkularının ve kaygılarının edebi bir dille olağa­
nüstü anlatılması; hüznün ve trajedinin dozunda verilmesi
ile modem anlatıda tematik devrimlerden birini teşkil eder
"Değişim" adlı eser. Gerçi Kafka'nın "Değişim"inden önce de
değişim-dönüşüm izlekleri edebiyatta ele alınmış, mitlerde,
masallarda, türkülerde değişim-dönüşüm izleği işlenmiştir
ve okurlar bunu görme imkânına sahip olmuşlardır, fakat
Kafka'nın "Değişim" adlı eserinde, yaklaşık seksen sayfaya
varan bir eserde, dönüşüm geçirmiş bir insanın, böcek olarak
yaşantısındaki gerçekçi anlatım dikkat çeker. Figürün kendi
corpusundan, odaların ve olayların profesyonel örülmesine,
eser içindeki insansı ilişkilerin gerçekliğine bakılacak olursa,
sırf bundan ötürü "Değişim" orijinal bir eser olma vasfını hak
etmiştir denilebilir.
"Değişim" sadece anlatım aşamasında bir edebi dev­
rim değil, içerdiği konunun örülmesi açısından da çok de­
ğerli bilgiler içermektedir. Bir böcekbilimci olan Vladimir
Nabokov'un bile böcekler hususunda uzman olduğu düşü­
nüldüğünde ve Kafka'nın "Değişim"ini incelerken, Kafka'run
böceği derinlikli ve ayrıntılı anlatma yeteneğini göklere çıkar­
dığı göz önüne alınacak olursa, Kafka'nın ayrıntılı anlatma ve
Japon haikulan, Çin ayrıntılı anlatma geleneğini bu böceğine
yansıttığını ve eserin de bu açıdan topyekûn bir başarıyı hak
ettiği gözlemlenebilir.
Bir sabah tedirgin düşlerden kalkan Gregor Samsa'nın
kendini bir böceğe dönüştüğünü görmesi ile başlayan uzun

171
hikâyede Samsa, birkaç defa daha yatıp, kalkıp ancak ma­
sallarda görülebilecek bu olağanüstü dönüşümün bitmesi ve
insana dönüşümün yeniden gerçekleşmesi için didinir. Fakat
böcekten insana dönüşüm gerçekleşmez. Ailesi, işe gecikece­
ği için onu kapı arkasından sıkıştırmaya başlar. Hepsi tedir­
gindir, normalde Samsa hiç bu kadar gecikmemiştir. Böceğe
dönüştüğü için yataktan kalkmada güçlük çeken Samsa,
zırhından ötürü doğrulamaz, didinir ama çok zorlanmasına
rağmen bunu başaramaz. Bu arada kapısında sadece ailesi
(baba, anne, kız kardeş) yer almaz, çalıştığı yerden bir me­
mur da hızlı bir rüya geçişi ile kapıda belirmiştir. Hepsi, onun
kapıyı açmasını beklerler. Samsa çok zorlanır, doğrulur, ba­
cakları üzerine durur ve kapının eşiğine gelir, çokça çabadan
sonra elleri olmadığından zar zor ve binbir güçlükle dişleri
ile kapıyı açar. Kapı açılınca şok gerçekleşir. Hepsi hayret
ederler. Karşılarında bir böcek vardır. Memur, bu durumu
acilen patrona yetiştirmek için hızlı bir şekilde dönüp kaçar.
Samsa, böcek olmasına rağmen dönüşümü hikâye boyun­
ca küçük ayrıntılarıyla devam etmektedir. İnsandan böceğe
dönüşüm, Samsa'nm bedeni bir böcek bedeni olmasına rağ­
men devam eder. Sesi ağır ağır yiter, bedenindeki içsel deği­
şimler de ağır bir seyirle devam etmektedir. İçsel dürtüleri
böcekleşir. insansı beğenileri, yemek beğenileri, böceksi be­
ğenilere doğru evrilir, insanken sütlü lapayı sevmesine rağ­
men, böcek olduktan sonra bunu sevmez ve kız kardeşinin,
Grete'nin böcek olarak Samsa'nın ne sevdiğini, neden hoş­
landığını bilmediğinden yemek artıklarından yaptığı bir çe­
şitlemede küflü peyniri tercih eder. Bunu aç olduğu için çok
iştahla yer. Bu örnekte de böcek-Samsa'nın insan-Samsa'dan
ayn bir mönü sevgisi, yemek sevgisi olduğu; bedenindeki de­
ğişimin "Değişim" adlı anlatırım ortalarına doğru bile beden
ve ruhen devam ettiği görülebilir. Okurlar gerçi böcek-Samsa
ile insan-Samsa'nm derinlikli hallerini bilmediklerinden iki
canimin sınırlarının ne zaman birbirinden ayrıldığını, nere­
de birbirine eklemlendiğini fark edemezler. İnsan-Samsa'nm

172
yemek zevki kız kardeş Grete'nin getirdiği çeşitlemede başka
bir beğeniye (çöpe, atık sevgisine) dönmüşken; kız kardeşi
içerde keman çaldığmda ve Samsa artık böcekleştiğinden ve
dişleri de olmadığından insanlar gibi besinleri yiyemediği bir
evrede müzikten aldığı hazzı böcek-Samsa oluşluğa değil de
insan-Samsa oluşluğa çekmeliyiz. Bir taraftan dönüşümle bir­
likte bir besin değişimi ve sevgisi değişmişken; soyut besin
söz konusu olduğunda eski insan-Samsa'nın hiçbir şey yitir­
mediğini, insanlardan daha değerli olduğunu, kız kardeşinin
çaldığı viyolonselin onu büyülediğini ve bu etkilenmenin
de böceksi, hayvansı bir edim değil de insansı bir edim ol­
duğu üzerine gidilmelidir. "Değişim" adlı metin bu açıdan
böcek-Samsa ile insan-Samsa arasındaki akıntının, Styx suları
gibi yer altından ve derinlerden aktığından, bunu pek ayırma
imkânı olmamaktadır. Metni büyük kılan özellik de bu derin­
lik ve insanların bazı şeyleri metinde çözememiş olmalarıdır.
Küçük anlatıda, masal geleneğinde birkaç örneği olan anti
masalın (Kibritçi Kız) anlatım olarak, trajedi olarak bu eserde
uygulanması ve bunun büyük bir profesyonellikle harman­
lanmasıdır. Herkes Gregor Samsa'nın çektiği bunca çileden
sonra, metnin sonunda masal geleneğiyle yetiştiğimizden
böceğin tekrar eski haline döneceğinin hayalini kurarken ve
buna inanırken, Kafka böceğini sorumluluk duygusu ile ve
ailesini düşünüp onlara daha fazla yük olmak da istemedi­
ğinden ölüme iter. Bir anlamda intihar eder Samsa. Ailenin
ondan iğrenmesiyle kendini geriye çeker ve saat 03. 00 sula­
rında artık hiç kimse tarafından sevilmeyen bir böcek olarak
kendini ölüme bırakır.
Biz tekrar "Değişim" adlı eserde Gregor Samsa'mn bö­
ceğe dönüşümüyle birlikte önümüze çıkan ve onun anorexik
sürecinin, aç kalmasının, öldüğünde bile "ne kadar sıskalaş­
mış" (s.66) olduğunun kökenine inelim ve eserde açlıkla ilgili
geçen bölümleri gözden geçirelim.
Dönüşüm geçirmiş Gregor Samsa'nın bu dönüşüm süre­
cinin onu bayağı acıktırdığını görürüz. Karabasanın etkisin­

173
den kurtulup, yeniden eski insan-Samsa konumuna varmaya
çalıştıkça efor kaybetmekte ve insana yeniden dönüşüm ger­
çekleşmese de Samsa bayağı acıkmaktadır:

Öyle ya, sigorta doktoru için insanların hepsi sapasağlamdı,


işten kaçarlardı yalnız. Ama şimdi Gregor'un durumunda böyle
düşünmekte pek de haksız mıydı doktor? Gerçekten Gregor, uzun
bir uykunun ardından başındaki doğrusu nedensiz sersemlik bir
yana, kendini pek iyi, hatta enikonu acıkmış hissediyordu.®

Yataktan kalkması gecikince ve işe gitmesi için ev ahali­


sinden baskı da artınca, Samsa kendi durumunun vahametini
ifade edemediğinden, kendi durumunu insansı bir dille dile
getirmediğinden kapıyı açmaya çabalayacak, fakat böcek oldu­
ğundan ve elleri de olmadığından kapıyı ağzmda yer alan diş­
lerle açmaya çalışacaktır. Fakat Samsa daha sonra insansı dişle­
rinin de olmadığını fark eder. Damakları gerçi güçlüdür, fakat
dönüşüm eylemi onun çok değerli dişlerini de ondan almıştır:

Sonra kilit içinde sokulu anahtan ağzıyla çevirmeye uğraştı.


Ne yazık ki doğru dürüst dişleri yoktu anlaşılan, anahtan neyle
tutacaktı? Ama çeneleri pek güçlüydü ve çenelerinin yardımıyla
anahtan gerçekten yerinden oynattı; bu arada bir yeri incinmişti
mutlaka, çünkü ağzından kahverengi bir sıvı anahtar üzerine akıp
oradan da yere damlamaya başladı.8081

Gregor Samsa böcek olduktan sonra tad anlayışı ve ye­


mek zevki de ister istemez böcek oluştukla bir değişim geçir­
miştir. İnsan-Samsayken çok sevdiği ve lezzetine doyamadığı
süte, böcek olduktan sonra eğilim göstermemekte, hatta bun­
dan nefret bile etmektedir:

80 Franz Kafka, Değişim, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul


2004, s.8; Bundan sonra Değişim adlı metinden alınacak olan alıntı metinleri için
kaynak kitap aşağıda ismi verilen kitap olacaktır:, Franz Kafka, Değişim, Cem
Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul 2004, s.105
81 A.g.e., s.19

174
Gregor ancak kapıya varınca, kendisini oraya çeken şeyin ne
olduğunu anladı; bir yiyecek kokuşuydu bu; küçük kapının eşiğin­
de süt dolu bir kâse duruyor, sütün içinde ufak ufak doğranmış
francala parçalan yüzüyordu. Nerdeyse sevincinden kahkaha ata­
caktı Gregor, çünkü sabahkine kıyasla açlığı daha da büyümüştü;
hemen başını kâseye daldırdı, başı nerdeyse gözlerinin üstüne ka­
dar sütün içerisine gömüldü. Ama çok geçmeden, düş kırıklığına
uğramış, kedini geriye çekti; hani yalnızca o incinmiş sol böğrün­
den ötürü bir şey yemekte güçlük çektiği için yapmamıştı bunu
-ancak bütün vücuduyla sesli sesli soluyarak yemek yiyebiliyor­
du-, genellikle en sevdiği yiyecek sayılıp kız kardeşinin kuşkusuz
bu yüzden odasına getirip koyduğu sütün hiç tadına varamamıştı;
hatta nerdeyse tiksinerek kâseden çevirdi yüzünü, geri dönüp sü­
rüne sürüne odanın ortasına geldi.82

FRANZ KAFKA

DİE VERWANDLUNG

DER JÛNGSTE TAG • 21/15

Değişim kitabının ilk baskısının kapağı.

82 A.g.e., s.26-27

175
Gregor Samsa'nın bu yeni durumuna ailenin alışması ve
kız kardeşin, Samsa'nın sevdiği yemekleri, besini bulmasına
kadar Samsa uzun bir süre aç kalacaktır. Samsa'nın açlığının,
ailesini içine sürüklediği bu olağanüstü ve alışılmadık durum
da onu üzmektedir:

Bütün gece kanepenin altında kaldı; biraz yan uykuda geçirdi


zamanı, açlığın etkisiyle ikide bir korkuyla sıçrayıp uyandı; biraz
daha kaygı ve tasalarla belirsiz umutlara kaptırdı kendini...83
Kız kardeşi Grete, böcek-Samsa'nın önüne konan sütü
yemediğini gördüğünde, böceğin bu besinleri, yemeği beğen­
mediğini düşünür. Zeki bir kız olduğundan dolayı Samsa'nın
beğenisini ölçmek için o gün yemeklerden arta kalan besin­
lerden, atıklardan bir böceğin sevebileceği mönü çeşitleme­
si yapar ve böceğin hangi besinlere eğilimi ve düşkünlüğü
olduğunu araştırır. Bu deneme zekice bir denemedir ve bö-
cek-Samsa'run da hoşuna gider. Böcek-Samsa ile kız kardeşi
Grete arasında diyalogsuzluk olduğundan dolayı hal diline
ve beden diline, deneme yanılmaya dayalı bir eylem akışı ger­
çekleşir:

Gregor başını ancak kanepenin kenarına kadar uzatmış, kız


kardeşini izliyordu. Acaba kız kardeşi süte el sürmediğini ve bunu
da asla aç olmadığı için yapmadığını anlayacak mıydı? Kendisine
daha uygun bir başka yiyecek getirecek miydi sonra? Doğrusu kane­
penin altından fırlayıp çıkacak kız kardeşinin ayaklarına kapanmak
ve ondan yiyebileceği iyi şeyler getirmesini rica etmek için alabil­
diğine güçlü bir istek duyuyordu; ancak kız kardeşi kendiliğinden
böyle davranmadı mı, onun dikkatini bu nokta üzerine çekmekten­
se açlıktan ölürdü, daha iyi. Ama kız kardeşi bir anda süt kâsesini
görerek hayrete kapılmıştı; dolu duruyordu kâse, yalnızca birazcık
süt dört bir yanından yere dökülmüştü. Kız kardeşi elleriyle değil
de, bir bezle tutarak kâseyi yerden kaldırdı ve alıp dışan çıkardı.
Gregor süt yerine kız kardeşinin ne getireceğini enikonu merak edi­
yor, kafasından bununla ilgili çeşitli düşünceler geçiriyordu. Ama
kız kardeşinin o iyi yürekliliğiyle yaptığı şeyi dünyada önceden

83 A.g.e., s.28

176
sezinleyemezdi; kendisinin neden hoşlandığını anlamak üzere bir
sürü yiyeceği eski gazetenin üzerine yayarak alıp gelmişti kız kar­
deşi; pişeli hayli zaman olup yan kokuşmuş sebze, donmuş beyaz
bir salçanın ortasında akşam yemeğinden kalmış kemikleri, biraz
çekirdeksiz üzüm ve badem, Gregor'un iki gün önce yenilecek gibi
olmadığını söylediği bir peynir, bir parça yavan ekmek, üzerine yağ
sürülmüş bir dilim ekmek sonra yine yağ sürülüp tuz ekilmiş ikinci
bir dilim ekmek. Hepsinin yanında da, galiba bundan böyle kesin­
likle Gregor'a ayrılmış su dolu bir çanak konmuştu. Kendisi varken
yemeğe el sürmeyeceğini bilen kız kardeşi incelik göstererek hemen
odadan çıkıp gitmiş, hatta dilediği gibi rahat hareket edebileceğini
Gregor'a sezdirmek üzere anahtan çevirip kapıyı kilitlemişti.

Gregor Samsa kız kardeşinin gösterdiği bu zekice davra­


nışı takdir etmiş ve ona sevgisi iyice artmıştır. Bir taraftan da
aşın açlığı yüzünden bacakçıklan titremeye başlamış, bir an
önce kız kardeşinin getirdiği bu yemek türlerinden beğendiği
besinleri yemeği dilemiştir:

Yemek sözkonusu olunca, titremeye başlamıştı Gregor'un


bacakçıklan. Hem vücudundaki yaralar da tamamen iyileşmişe
benziyordu. Döşemenin üzerinde hareket etmesini engelleyen bir
şey hissetmiyordu artık; buna hayret etti ve bir aydan fazla zaman
önce parmağını birazcık kesmesine karşm, bu yaranın önceki gün
kendisine yeteri kadar acı çektirdiğini düşündü. Yoksa kabalaşıp
duygusuzlaştım mı eskisine göre? diye geçirdi içinden. Bütün
yiyecekler arasında peynire karşı o saat şiddetli bir istek duydu,
hırsla peyniri emmeye başladı. Çabuk çabuk, keyfinden gözleri
yaşararak peyniri, sebzeyi ve salçayı birbiri ardından yiyip yuttu.
Gelgeldim taze yiyeceklerin tadını alamdı pek, kokularına bile
katlanamadı; hatta yiyeceği şeyleri seçip biraz uzağa taşıdı bun­
lardan. Kız kardeşi tekrar saklanıp gizlenmesi için bir işaret olarak
usulca anahtan çevirdiğinde, Gregor çoktan yiyeceğini yemiş, tem­
bel tembel olduğu yerde yatıyordu. Anahtar sesi üzerine, nerdeyse
uyuklar durumuna karşın korkuyla fırladı ve seğirterek yine ka­
nepenin altına girdi. Ama yalnızca kız kardeşinin odada bulundu­
ğu kısa süre için bile kanepenin altında kalmak büyük bir çabayı
gerektiriyordu, çünkü çok yemekten karnı şişmişti, kanepenin al­
tındaki daracık yerde güç bela soluk alıyordu. Küçük çapta boğul­
ma nöbetleri geçirerek, biraz dışarı fırlamış gözlerle kız kardeşini

177
izledi; kız kardeşi, hiçbir şeyden habersiz, yalnız kalıntıları değil,
Gregor'un asla elini sürmediği yiyecekleri de, sanki bundan böyle
bir işe yaramayacaklarmış gibi, süpürgeyle bir araya topladı ilkin,
sonra hepsini acele bir kovanın içerisine boşalttı, bir tahta kapakla
ağzını kapadığı kovayı alıp dışarı götürdü. Kız kardeşi arkasına
döner dönmez, Gregor kanepenin altından çıktı, uzamp gerindi ve
yellendi.84

Gregor Samsa, günde iki öğün olmak üzere hep bu şe­


kilde kız kardeşinin gösterdiği olağanüstü sabırla yemeğini
yemeye devam etmektedir. Hep Samsa ailesinin öğünlerin­
den sonra bir anlamda kalan yemek atıklarıyla ve buna kendi
sevdiği besinler de eklenerek bu yemek yeme eylemi devam
edecektir. Anne baba kısa zaman içinde çokça acı çektiklerin­
den evde sessizlik artmış ve yemek sonrası dinlenme, şeker­
leme yapılmaya başlanmıştır:

Bundan böyle her gün bu şekilde yemeğini yedi Gregor; bir


öğün sabahleyin, anne ve babasıyla hizmetçi henüz uyurken; ikin­
ci öğün genel öğle yemeğinden sonra; çünkü öğle yemeği yenir
yenmez anne ve babası kısa bir süre kestiriyor, hizmetçi ise kız
kardeşi tarafından bir şey alıp gelmesi için çarşıya yollanıyordu.
Onların da Gregor'un açlıktan ölmesini istedikleri yoktu elbet;
Ama belki Gregor'un yemek sorununa ilişkin kulaktan dolma işit­
tiklerinden öte bilgi sahibi olmaları kazanamayacakları bir şey­
di; ama belki kız kardeşi küçük de olsa bir üzüntüden esirgemek
istiyordu kendilerini; çünkü Allah biliyor ya, zaten yeterince acı
çekiyorlardı.85

Kız kardeş Grete günlük öğünleri ve besinleri bö­


cek Samsaya getirip ona bırakıp odadan çıktıktan sonra,
Samsa'nın yemeğiyle baş başa kalmasını sağlamakta ve tekrar
odaya içeri girdiğinde, besinleri kaldırması gerektiğinde, bö-
cek-Samsa'nm yemeği beğenip beğenmediğini muhasebesini
yapmaktadır:

84 A.g.e., s.30
85 A.g.e., s.31

178
Ancak ilende, kız kardeşi duruma biraz alışınca -tam bir alış­
ma tabii asla sözkonusu olamazdı- arada bir tatlı bir söz çalınmaya
başladı Gregor'un kulağına. Örneğin, getirilen yemekler arasında
şöyle adamakıllı bir temizliğe girişti mi: "yemeği beğenmiş bugün
anlaşılan", diyordu kız kardeşi. Giderek seyrekleştiği görülen kar­
şıt durumlarda ise, adeta üzülmüş şöyle söylüyordu: "Gene hiç el
sürmeden bırakmış hepsini."96

Gregor Samsa'nın böceğe dönüşmesiyle evdeki eski hu­


zur yitmiştir. Samsa'nın durumuyla birlikte eve bir hüzün,
bir acı, bir hareketsizlik ve isteksizlik çökmüştür. Kız kardeş
evin en küçük ferdi olmasına rağmen olağanüstü güçlü bir ki­
şilik çizip evin tüm kirli işlerini üstlenmiş ve anne-babasının
moral bozukluğu ile yıkılan iç dünyalarını tamir etmek için
durmadan hamarat bir görünüm sergilemiştir:

Bu durumda kız kardeşi annesiyle beraber yemeği pişirme


ödevini de üstlenmişti; ancak pek zahmetli bir iş değildi bu; çünkü
evde hemen hiçbir şey yendiği yoktu. Boyuna Gregor evdekilerin
birbirlerini boş yere yemeğe buyur ettiğini işitiyor, ama kimsenin
de karşıdakinden "Teşekkür ederim, yedim yiyeceğim kadar", ya
da benzeri sözlerden başka bir cevap alamadığını görüyordu. Hatta
belki bir şey içildiği de yoktu evde. İkide bir kız kardeşi babasına
bira isteyip istemediğini soruyor, birayı kendisi alıp gelmek için
can atıyor, ama babasının sustuğunu görünce, onun bu konudaki
duraksamasını gidermek için kapıcının karışım da bira almaya yol­
layabileceğini söylüyordu. Ama derken babasının ağzından kesin
bir hayır sözcüğü çıkınca, artık biranın lafı edilmez oluyordu.97

Ağabey Gregor Samsa'nın çalıştığı zamanlarda, ömrü


boyunca hiç sorumluluk almamış, evin şımank çocuğu olan
Grete, Gregor'un metamorfozu ile ondan sorumlu biri konu­
muna gelmiştir. Anne-baba, böceğin tüm bakım ve beslenme
işini ona yüklemişlerdir. Böceğin beslenmesinden, böceğin
odasına girme ve onunla aynı odada bulunma ediminden,

86 A.g.e., s.31
87 A.g.e., s.32

179
böceğin besin atıklarının def edilmesinden ve odanm hava­
landırılmasından Grete sorumludur. Anne-baba çok sevmele­
rine rağmen, bir türlü güçlerini toparlayıp böcek-Samsa'nın,
oğullarının odasına girecek gücü kendilerinde bulamamak­
tadırlar:

Bundan böyle kız kardeşi odasını derleyip toplarken anne­


siyle babası kapının önünde bekliyor ve kız kardeşi daha odadan
çıkar çıkmaz, içerisinin ne durumda bulunduğunu, Gregor'un ne
yeyip içtiğini, bu kez nasıl davrandığını, az da olsa halinde bir
iyileşmenin sezilip sezilmediğini kendisinden bir bir anlatmasını
istiyorlardı.88

Gregor'a bakım işi iğrençleşmeye, Gregor'un hali böcek-


leşme evresinde böcekliğin getirdiği bütün iğrençliği sergile­
meye başladığında; bu duruma başlangıçta alışık olan Grete
artık insansı sabır sınırlarını zorlayamamakta ve dikkatini
Gregor'a büsbütün verememektedir. İşini savsaklamaya ve
böcek kardeşine bakımı artık umursamamaya başlamıştır.
Gregor'un yaşadığı yer salyalarla, iğrenç kokularla, yemek ar­
tıklarıyla, tozla, kirle, dışkılarla kaplı olduğundan kız kardeş
bundan aşırı iğrenmekte; başlangıçta böceğin besinini umur­
sar vaziyette getirirken, ona acımaktan dolayı, iğrenmesine
rağmen, besinine dikkat ederken, artık Gregor'un besini bir
insanlık acımasının ötesinde insansı sevginin ve şefkatin öte­
sinde hayvansı muamele ve nefretle verilmektedir:

Ama bir an da geliyor, ailesiyle ilgilenmek için hiçbir istek


duymuyordu; kendisine gereken bakımı göstermediklerinden ötü­
rü bir hınç yüreğini dolduruyor, hangi yiyeceği canı çektiğini hiç
bilmemesine karşın, yiyeceklerin saklandığı yere nasıl bir yolunu
bulup ulaşacağına ilişkin olarak kafasında planlar kuruyordu; aç­
lık falan hissetmese de, payına düşenleri toparlayıp alacaktı bura­
dan. Artık onun pek hoşlanıp hoşlanmayacağını düşünmeyen kız
kardeşi, sabahları işe giderken ayağıyla rasgele bir yiyeceği çarça­

88 A.g.e., s.38

180
buk odasından içeri itiyor, akşam da sadece şöyle bir tadına mı
bakılmış, yoksa, çok vakit olduğu gibi, el sürülmeden bırakılmış
mı, hiç aldırış etmeden süpürgenin ucuyla çekip dışarı alıyordu.
Odayı derleyip toplamak için artık hep akşamları uğruyor ve bu
işi öylesine çabuk yapıp çıkarıyordu ki, daha çabuğu can sağlıydı.
Pislik duvarlar boyunca yol yol üzemiyor, sağda solda yumak yu­
mak toz ve çıkartı görülüyordu.85

Böcek de olsa, içinde insansı nitelikler taşıyan Gregor


kız kardeşinin ve ailesinin bu dönüşümünü duygu olarak
hissetmektedir. Kendine karşı evde takınılan tavırların es­
kisi gibi olmadığım, insansı şefkatin ve saygının, acımanın
ortadan kalktığını, bunların artık kendisine gösterilmediğini
hissetmektedir. Buna tavır olarak, bunu bir anlamda protesto
amacıyla da, baştansavma bir hareketle önüne atılan besinleri
yememeğe, onları reddetmeye başlar. Bu besinleri reddetme
eylemi anorexik hastaların ailelerine karşı takındıkları tavır­
lara benzemektedir. Özne, yolunda gitmeyen bir durumu
ailesine göstermek, dikkati o duruma çekmek için kendisine
tahsis edilen yemeği reddederek, onu yemeyerek dışa vurur.
Samsa'nm da besinle ilişkisi artık bu kerteye varmıştır:

Bundan böyle Gregor hiçbir şey yememeye başlamıştı. Kendisi


için hazırlanmış yemeğin önünden tesadüfen geçtikçe, sanki oyun
olsun diye bir lokma alıp ağzına atıyor, lokmayı saatlerce ağzın­
da tutup çokluk geri tükürüyordu. İlkin odasının durumundan
duyduğu üzüntünün, kendisini yemek yemekten alıkoyduğunu
düşündü, ama odasındaki değişikliğe pek çabuk alışmıştı. Başka
yere yerleştirilemeyen eşyaları habire kendi odasına tıkıştırıyorlar­
dı ve evin bir odası üç bay'a kiralandığı için de böylesi eşyalar hayli
çoktu.50

Gregor Samsa'nm başlangıçta kendine ait bir odası var­


ken, burada bakımı iyiyken ve ailesinde kendine karşı saygı89
90

89 A.g.e., s.52
90 A.g.e., s.54

181
devam ederken, eve parayı getirecek ve ailenin maddi du­
rumunu kotaracak elemanın ortadan kalkmasıyla Gregor'un
yerini alacak olan yeni durumlara bakılır. Eve para getirecek
yeni yollar aranır. Gregor, böceğe dönüşene kadar çahşma-
yan ve pasif bir yiyici konumunda olan evin efradı (üçü de)
çalışmaya başlar. Baba bankada hizmetçi olur; kız kardeş bir
kursa katılır, anne ise hasta olduğundan evde dikiş nakışlarla
evin ekonomisine katkıda bulunur. Bankada var olan artı pa­
ralan, ancak kıt kanat onlara yetebilmektedir. Eve, boş odanın
birine, kiracı almayı düşünürler. Odalarına üç kiracı taliptir.
Şapkalan, sakallan olan, birbirlerine çok benzeyen bu kiracı­
lar odayı tutarlar. Samsa ailesi, onlan hoşnut etmenin yollarım
ararlar. Güzel yemeklerle, Grete'nin çalabildiği iyi bir müzik­
le onlara velinimet gözüyle bakılır. Kiracıların eve gelmesiyle
Gregor'un odasmda da değişiklikler olur. Artık onun yaşama
alanına saldında bulunulur. Kendisine ait bir odası varken, bu
oda onun yaşama alanıyken, kiracılarının kullanmadıktan eş­
yalarının bir deposu konumuna gelir. Bir kiler olarak kullanılır
Samsa'nın odası. Samsa böcek olarak bu olanların farkmdadır.
Anne, böceğin içinde hâlâ insan olan oğlunu aramakta, şekil
olarak ne kadar değişmişse de; iç olarak, maneviyat olarak
onun değişmediğini ummaktadır. Fakat kiracıların gelmesiyle
artık Samsa'nın içinde var olan bu son oğul ve evlat mane­
viyatından da feragat edilir; Gregor Samsa ölüme terk edilir.
Besin alacak durumda olmadığından dolayı ıstırap çekmekte,
dişleri olmadığından dolayı etli yemekleri yiyen kiracıları kıs­
kanmaktadır. Hayatta kalmak için dişlere ihtiyacı vardır ve bu
dişler olmasa ölüme doğru sürüklenmektedir:

Kiracı baylar bazen akşam yemeklerini ortaklaşa kullanılan


salonda yediklerinden, kapı kimi akşamlar kapalı tutuluyordu;
Gregor, kapının açık kalmasından pek kolay vazgeçebilmişti; ni­
hayet kapı açık olduğu bazı akşamlar da bundan yararlanmamış,
ailesi tarafından farkına varılmaksızın, odanın en karanlık köşe­
sinde uzanıp yatmıştı. Ama bir defasında salonun kapısını azıcık
aralık bırakmıştı hizmetçi; kiracı baylar, akşamleyin içeri girip

182
ışığı yaktıklarında da yine kapı açıktı. Baylar, eskiden babası, an­
nesi ve Gregor'un hep birlikte yemek yediği masanın başköşesine
kurulmuş, peçetelerini açıp çatal ve bıçaklarını ellerine almışlardı.
Derken bir tabak etle annesi, hemen arkadan elinde patates dolu
büyük bir çanakla kız kardeşi göründü. Yemekten yoğun bir du­
mana benzer bir buğu yükseliyordu. Kiracı baylar, sanki önce bir
denemek ister gibi, önlerine getirilip konan tabaklar üzerine eğil­
mişler ve gerçekten, duruma bakılırsa öbür ikisinin bir otorite say­
dığı üçüncüleri servis tabağı üzerinde etten bir parça kesmiş, anla­
şılan etin yeterince pişip pişmediğini, mutfağa geri yollanmasının
gerekip gerekmediğini anlamak istemişti. Ama memnun kalmıştı
sonuçtan; merakla olayı izleyen Gregor'un annesiyle kız kardeşi,
bunun üzerine rahat bir nefes alarak gülümsemişlerdi.
Asıl aile üyeleri ise yemeği mutfakta yiyordu; ama babası
mutfağa yollanmadan salona girip, başında bere, önlerinde eği­
lerek oradakilerin hepsini birden selamlıyor, masanın çevresini
şöyle bir dolanıyordu. Kiracı bayların her üçü de doğrulup kal­
karak top sakallarından içeri bir şeyler mırıldanıyor, sonra yalnız
kalıp tam bir sessizlik içinde yemeklerini yemeye koyuluyorlardı.
Gregor'un yadırgadığı şey, çeşitli gürültüler ortasında hep onların
yemeği öğüten dişlerinin sesini işitmekti; bununla Gregor'a yemek
yemek için dişlerin gerektiği, dişler olmadan en sağlam çenelerin
bile işe yaramayacağı anlatılmak isteniyordu adeta. Gregor, mah­
zun: "İştahım var ama, böyle yiyecekler için değil!" diye söyleni­
yordu kendi kendine. "Bu baylar nasıl da karınlarını doyuruyor!
Oysa ben açlıktan ölüyorum."91

Gregor Samsa'nın dişi olmadığı için beslenme bakımın­


dan ağır bir ölümün eşiğine gelmiştir. Fakat son bir umut
olarak kendisini hayatta tutacak ve onu belki de öldürmeye­
cek "özlediği besin", "özlemi çekilen bilinmedik besin" olan
müzik devreye girecektir. Kız kardeşini, insan-Samsa oldu­
ğu dönemlerde konservatuara göndermeye söz vermiş, bu
söz böcekleştiğinde sekteye uğramıştır. Kız kardeşi gariptir
Samsa'nın tam da aç olduğu bir zamanda, besinleri artık be­
denine alamadığı, bedenine besinleri yükleyemediği ve bunu
bilerek yaptığı bir zamanda "mutfakta" müzik çalmaya baş­

91 A.g.e., s.56

183
lar. Kız kardeşi Grete'nin mutfakta bu eylemi gerçekleştirme­
si, yazarın böcek-Samsa'nm ihtiyacı olan besinin müzik oldu­
ğu, onun artık bedensel besinlere değil ruhsal, tinsel besinlere
ihtiyaç duyduğu, özlenen gizli besinin, Samsa'yı hayatta tu­
tacak besinin artık somut besin değil, soyut besin olduğunu,
bunun da kız kardeşinin çaldığı tiz viyolonsel sesi olduğu
verilmeye çalışılır.
Kiracılar olduğundan ve evde yer sıkıntısı çekildiğinden
dolayı kız kardeş ancak mutfakta prova yapmaktadır. Somut
bir besin açlığı çeken Samsa için bu müzik-mutfak vurgusu
yeni bir alana açılan besin olması bakımından önemlidir:

Tam da o akşam Gregor'un kulağına -hanidir evde keman


çalındığını anımsamıyordu- mutfaktan doğru bir keman sesi gel­
di. Yemeklerini yiyip bitiren baylardan orta boylusu bir gazete çı­
karmış, öbür ikisine gazetenin bir yaprağını uzatmıştı; hep birden
arkalarına yaslanmış, gazete okuyup pipolarını tüttürüyorlardı.
Keman sesini işitince kulak kabarttılar; ayağa kalkıp parmak uçla-
nna basarak holün kapısına geldiler, burada birbirlerine iyice so­
kularak durdular. Herhalde bayların gelişi mutfaktan işitilmişti,
çünkü babasının sesini duydu Gregor: "Yoksa baylar hoşlanmadı­
lar mı kemandan? Hani isterlerse hemen susabilir yine." -Hayır!
Tam tersi!" diye cevapladı baylardan orta boylusu. "Acaba küçük
hanım bizim buraya gelip çalamaz mı? Ne de olsa çok rahat ve
iyi burası." Sanki keman çalan kendisiymiş gibi: "A tabii", dedi
babası.
Baylar, yeniden salona dönüp beklediler. Çok geçmeden seh­
pasıyla annesi, notalarla ve kemanla kız kardeşi mutfaktan çıkıp
geldi. Kız kardeşi, acele etmeksizin gerekli hazırlıkları yapmaya
koyuldu; daha önce hiç de oda kiraya vermemiş, dolaysıyla kiracı
baylara karşı nezaketi aşırılığa vardıran anne ve babası sandalye­
lere oturmayı bir türlü göze alamamıştı, babası sağ elini ünifor­
masının iki düğmesi arasında boşluğa sokarak kapıya yaslanmıştı;
ancak annesi, baylardan birinin buyur ettiği sandalyeye çöktü; san­
dalyeyi bayın o anda rasgele koyduğu yerde bırakmış, dolaysıyla
salonun bir köşesinde kalmıştı.92

92 A.g.e., s.56-57

184
Kız kardeşinin bu keman sesi Samsa'nın böcek oluşlu-
ğunda içindeki duygu durumu değiştiren bir özelliğe; onu
hayatta tutacak bir tınıya sahiptir. Samsa, müziği duyar duy­
maz onun büyüsüne kapılır ve kendine tahsis edilen yerde
kalmaz, dışarı çıkar:
Derken kız kardeşi çalmaya başladı; anne ve babası, her biri
kendi bulunduğu yerden, kız kardeşinin ellerinin devinimlerini
dikkatle izliyordu. Çalan kemanın cazibesine kapılan Gregor, her
zamankinden biraz daha ileri çıkmayı göze almıştı; bir ara başını
salonun kapısından içeri soktu. Evdekilere karşı beslediği ilgi es­
kiden hep göğsünü kabartmıştı; son zamanlar ise onları umursa­
dığı yoktu ve buna da şaşmıyordu pek. Oysa asıl şimdi saklanıp
gizlenmesi için daha çok neden vardı; çünkü odasının dört bir
yanı toz toprak içindeydi, en ufak bir kımıldanışta sağa sola tozlar
uçuştuğundan, kendisi de baştan aşağı toza bulanmıştı; iplikmiş,
kıllarmış, yemek atıklarıymış, ne varsa hepsini sırtında ve böğür­
lerinde kendisiyle gittiği yere taşıyıp götürüyordu; her şeye karşı
takındığı umursamazlık alabildiğine büyüktü; dolayısıyla, eskisi
gibi günde pek çok kez sırt üstü yatıp halıya sürtünerek temizlen­
meyi artık bırakmıştı. Ama yine de salonun tertemiz döşemesinin
üzerinde biraz daha sürünerek ilerlemekten çekinmemişti.”

Böcek-Samsa'nın kız kardeşinin çaldığı kemandan bu ka­


dar etkilenmesi, onun böceğe dönüştüğü, böceksi kabalığında,
böceksi duygusuzluk ve bilinçle nasıl mümkün olmaktadır?
Anlatıcı, Gregor Samsa'nın bu müzikten bu kadar etkilendi­
ğine göre onun nasıl bir böcek olduğuna vurgu yapmaktadır.
Demek ki bu, böceksi değişimler geçirmiş, anatomik, fizyolo­
jik açıdan böcekleşmiş hatta sesini bile kaybedip böceksi ses
almış, fakat içsel olarak duygu durumunda insanlığını koru­
muş bir canlıdır. Müzik kendisini bu kadar etkilediğine göre
hâlâ eski insansı tavırlarından, duygu durumlarından içinde
bir şeyler taşımaktadır:

Ancak, kendisine dikkat eden de olmamıştı hani. Bütün aile,


çalan kemana dalmıştı; baylara, ilkin elleri pantolonlarının ceple-*

93 A.g.e., s.58

185
rinde, nota sehpasının pek yakınına, notalan görebilecekleri ve kız
kardeşinin kuşkusuz rahatsız olacağı yere kadar sokulan baylara
gelince, çok geçmeden yan işitilir bir sesle konuşarak başlarını ön­
lerine eğip pencereden yana çekilmişler, bundan böyle de pencere
kenarında kalarak, Gregor'un babası tarafından kaygılı gözlerle
izlenmeye başlanmışlardı. Doğrusu apaçık görülüyordu ki, şöyle
nefis ya da eğlendirici bir keman müziği dinleyecekleri sanısına
kapılmakla düş kırıklığına uğramışlardı; sanki bütün bu gösteri­
den bıkmışlardı da, ancak nezaket gereği rahatsız edilmelerine göz
yumuyorlardı. Özellikle sigaralarının dumanını havaya üfleyişle-
rinden enikonu sinirli oldukları çıkarılabilirdi. Oysa kız kardeşi bir
güzel çalıyordu ki! Başı yana eğilmiş, gözleri, yoklayarak ve mah­
zun, nota çizgilerini izliyordu. Gregor sürünerek biraz daha ilerle­
di, belki kız kardeşiyle gözgöze geleceğini umarak başmı yere ya­
kın tutuyordu. Müzik onu bu kadar duygulandırdığına göre, ken­
disine bir hayvan gözüyle bakılabilir miydi? Sanki özlemini çektiği
bilinmedik besine götüren yol sonunda ortada gözükmüşçesine
bir sanıya kapılmıştı. Kız kardeşinin yanma kadar ilerleyerek ko­
lundan çekip çekiştirmeye ve böylece ona, kemanını alıp kendi
odasına gelmesini dolaylı yoldan anlatmaya karar vermişti; çün­
kü oradakilerin hiçbiri, kendisinin yapmayı düşündüğü gibi, kız
kardeşinin keman çalışını takdir edecek durumda değildi. Kendisi,
hiç değilse hayatta olduğu süre kız kardeşini bir daha odasından
satmayacaktı; görünümündeki korkunçluk ilk kez bu konuda işi­
ne yarayacaktı; odasının bütün kapılarına aynı anda yetişecek ve
olası saldırılan tıslayarak nefesiyle geri püskürtecekti.94

Heinz Politzer'in "Franz Kafka, der Künstler" (Sanatçı


Franz Kafka) adlı kitabında da bu meseleye dikkat çekilir.
"Özlenen bilinmedik besin"in ne olduğuna, "Değişim" adlı
eserde önümüze nasıl çıktığına dair yorumlar yapılır. Heinz
politzer'in görüşlerini burada vermekte fayda görüyoruz:

Böcek Gregor, kız kardeşinin kendi yanında kalmasını ister,


ama "kız kardeşi zorla değil de, kendi gönlüyle onun yanında ka­
lacaktı"^!?); demek oluyor ki, sevdiği kişinin özgür istemini ka­
bullenir, ama bunun mutlak bir boyun eğişi açığa vuran bir istem

94 A.g.e., s.58-59

186
olmasını diler. Acaba Gregor'un suçu, "özlenen bilinmedik besi­
nin" yenilip yutulacak ve sindirilebilecek bir nesne sayılmayacağı­
nı anlamakta yetersiz kalışı mıdır? Bu "özlenen bilinmedik besin"
müzikle özdeş midir? Eğer böyle ise, Gregor'un dönüşümünün
nedeni, müziğe düşkünlüğünü o bilinmeyen besin üzerine akta­
rıp kendinden uzağa itmek istemesi midir? Kendisi gidecekken,
kız kardeşini konservatuara yollamak gibi bir tasarıyı kafasında
yaşatması mıdır? Kız kardeşi Grete'nin, o yücelikler ve özlemler
ülkesine yollayacağı bir elçi gibi yararlanmayı mı düşünmüştür?
Açgözlü bir pazarlamacı değil de bir müzisyen, bir Yoksul Çalgıcı
olması mı gerekiyordu aslmda? Bir dış zorlama olmaksızın vere­
ceği özgür kararla ekmek parasını kazanmak istemeyerek sürdür­
düğü çalışmalarla senin olsun deyip "özlediği bilinmedik" işe ko-
yulsa, örneğin müzisyenlik mesleğinde karar kılsa, dönüşümünün
önüne geçebilir miydi? Müzik, esenliğe kavuşturabilir miydi ken­
disini? Müzik, öyküde genel olarak sanatın ve öznel olarak "yakan
sanatının", yani edebiyatın bir simgesi rolünü mü oynamaktadır?
O ezeli bekârın yaşamsal paradoksu, özlemiyle "insana özgünün"
ötesine geçmek için hayvan kılığına girmesi gereken Gregor'un pa­
radoks tablosunda mı açığa vurmaktadır kendini?95

Politzer, "özlenen bilinmedik besinin" metninde önemi­


ne vurgu yapar. Ölümün eşiğine gelmiş Samsa için bunun,
trajediyi doruğa çıkarmakta, ona umut vermede bir araç ola­
rak değerlendirildiği söylenebilir. Bu besinin de Samsa'yı
kurtaramayacağını, somut besin gibi onun da bedeninden bir
yerden çıkacağım, değişimi yeniden gerçekleştirecek tılsımlı
bir büyüye sahip olamayacağım dillendirir. Samsa bir nevi
ölüme mahkûm edilmiştir:

"Özlenen bilinmedik besin" ne anlama gelirse gelsin, tıpkı son


zamanlarda yediği yiyecekler gibi Gregor'u besleyip doyurmadan
vücudunun bir yerinden girip bir yerinden çıkacaktı. "Görüyor
musunuz, ne kadar da sıskalaşmış", der Grete. "Tabii bunca zaman
bir şey komadı ağzına. İçeri taşıdığımız yemekleri yine olduğu gibi
dışan alıp çıkarıyorduk." Grete'nin bu sözleri, yazarın açıklama­
sıyla uyum içindedir: "bundan böyle Gregor, hiçbir şey yememeye

95 A.g.e., s.95-97

187
başlamıştı. Ancak kendisi için hazırlanmış yemeğin önünden tesa­
düfen geçtikçe, oyun oynar gibi bir lokma alıp ağzına atıyor, lok­
mayı saatlerce ağzında tutup, çokluk gerisin geri tükürüyordu".
Gregor'un ölümünün ardından Grete'nin söylediği sözler acımasız
bir titizlikle doludur. Grete, Gregor'u cansız bir nesneye benzetir.
Gerçekten de Gregor'un yaşadığı söylenemez; yaşam bedensel ve
ruhsal anlamda kayıp gitmiştir önünden. Dönüşüm, Gregor'u de­
ğiştirmemiştir. Mantığı, içine yuvarlandığı her durumla uzlaşma­
sını sağlayan bir nesne diye niteler ve onu sözcüğün tam anlamıyla
her hayvandan daha hayvansal, yani bir nesne olmak için gereksi­
nir. Böylece Gregor ölmeyen, geberip giden bir yaratığa dönüşür.
Sonunda "bitişik odadaki şey" olarak hizmetçi tarafından evden
süpürülüp atılır dışarı.96

Veysel Atayman, Bordo Siyah yayınlarından çıkan


Kafka'nın "Dönüşüm" metni için kaleme aldığı "Önsöz ya
da Kafka Kolonisi Hakkında" isimli uzun giriş yazısında,
"Dönüşüm"deki böceğin bu 'özlemi çekilen bilinmedik be-
gjn'i hakkında bilgiler verir. 'Özlemi çekilen bilinmedik besin',
gamsa'nm "böceğe dönüşmesinden dolayı tadını, anlammı ken­
dinden hep uzak tuttuğu 'öteki hayat' ihtimalini" taşımaktadır:

"Dönüşümün ya da "oyundan çıkma", geriye çekilip kabu­


ğuna kapanma durumunun, hayatın anlamını yakalayamama,
hayatı pazarlamacılığın, ailenin borcunu ödemenin kaygı sınır­
ları içine çekme aymazlığının Samsa'yı getirdiği bir durak olarak
da yorumlamak mümkün. Burada karşımıza insan yemeğine ağ­
zını sürememe, aradığı besini bir türlü bulamama motifleri çıkı­
yor. Bu bir türlü bulamadığı besin, aslında böceğe dönüşmeden
de böcek gibi yaşamış olduğu için "tadını", "anlammı" kendin­
den hep uzak tuttuğu "öteki hayat" olabilir mi? Özgürleştirici
müzik olarak simgeleştirilmiş öteki hayat?"97
Atayman, aynı Önsöz'ünde "Dönüşüm"de Samsa'nın kız
kardeşinin çaldığı müzikle karşılaşmasını da uzun uzadıya

96 A.g.e., s.98-99
97 Veysel Atayman, Önsöz ya da Kafka Kolonisi Hakkında, içinde: Franz
j<afka, Dönüşüm, Bordo Siyah Yayınlan, (Evrin Tevfik Güney çevirisi), İstanbul
2007, s.24-25

188
ele alır. Böcek Samsa'nın, kız kardeşi Grete'nin zor zamanın­
da çaldığı ve kendisine adeta yeniden bir hayat bahşedecek
müziğine bakışını, alıntı biraz uzun olsa da vermekte fayda
görüyoruz:
"Dönüşüm'ün son üçte birlik bölümünde karşımıza çıkan
bu müzik olayı, Gregor'un o baştan beri sorageldiğimiz tartışmalı
kimliği üzerinde düşünmemize yeniden kapı aralayacaktır. Kız
kardeşinin çaldığı kemandan müthiş duygulanır Gregor. Öyleyse,
dönüşüm, tamamen yüzeysel, insan kimliğini etkilememiş, sadece
fiziksel sorunlar yaratmış bir dönüşümdür. Gregor hâlâ bir insan­
dır; ya da müziğin ortaya çıktığı bu uğrakta, dönüşüm dönüşüm
olmaktan çıkmıştır artık; Gregor öykünün öncesindeki insan kim­
liğine geri dönmüştür. Dönmüştür, ama Gregor, dönüşümden
önce müzikle hangi boyutlarda ilgilenmiştir ki, bu duygusallıkları
onun insanlaşmasına işaret olarak alalım? Onun gerçekte müzik­
sever biri olmadığı bilgisini öyküden anlıyoruz. Gene de, masraflı
da olsa, kız kardeşini konservatuara yollama planları yapmıştır.
Kendindeki bastırılmış bir özlemin belirtisi midir bu?
Müziğe büyük anlamlar yüklenmesinden kaynaklanmaz bu
planı, ama kendi hayatının ötesinde bir anlamı olduğunu düşünür
sanki, ya da hayatın, kendi pazarlamacı hayatının ortaya koyduğu
anlamdan ibaret olmayacağını hissetmiştir. Ama o üç kiracı beyin
duyarsızlıkları karşısında, müzik ile farklı bir ilişki kurduğunu
düşünsek bile, bu ilişki daha çok kız kardeşine bütünüyle el koy­
ma (onu odasına götürüp bir daha bırakmama), onun kemanına
el koyarak müziğini de sadece kendinin kılma isteğiyle sınırlı bir
ilişki gibidir. Kafka'nın, yayınevimizce bu metinden önce yayın­
lanmış olan Franz Grillparzer'in uzun öyküsü Fakir Çalgıcı'yı "bir
su gibi" okuduğunu öğreniyoruz. AvusturyalI yazarın Kafka'dan
yaklaşık seksen yıl önce kaleme aldığı bu öyküde, bir sokak çalgı­
cısı, kemanıyla notasız, "kakafoni" yapıp durmaktadır. Grete ise
notalı, ahenkli çalmaktadır. Fakir Çalgıcı tematik olarak müziğin
özgürleştirici etkisini öne çıkartan bir metin. Müzikten çok, sesi,
tonu vurgulayan Grillparzer, Schopenhauer'in müzik konusun­
daki düşüncelerini adeta öyküsüne uygulamıştır. Ses ve ton fakir
çalgıcı için özgürleştirici, mistik bir yoldur. Dönüşüm'de karşı­
mıza çıkan "özlenen bilinmedik besin" tanımı ile müziğin özgür­
leştirici etkisi arasında bir bağ kurmak mümkün mü? Daha önce
de sorduk: Somut, çiğnenip yutulacak bir şey midir bu besin; el
konup (kız kardeş gibi odaya çekilecek, orada saklanacak bir şey?
Gregor gündelik yaşamın koşturmacası içinde müziğe düşkünlü-

189
ğünü bulanık da olsa fark etmiş, bu özlemini bilinmeyen besine
aktarıp onu dışında mı tutmuştur? Ve şimdi dönüşümün ardın­
da bir şeylerin farkına mı varmaktadır? Başka bir deyişle, müzik
pratikte elle tutulur hiçbir karşılığı bulunmayan bu kendinden
geçirici (özgürleştirici) boyut ya da araç, Gregor Samsa'nın her
yanıyla pratikle sınırlanmış, cinselliğe bile fırsat bırakmayan ha­
yatının anlamsızlığını su yüzüne çıkartan karşı kutup mudur? Ve
Gregor bunu fark etmekte çok mu geç kalmıştır? Buradan bakıl­
dığında, Gregor'un dönüşüm öncesi hayatının damıtılmış modeli
gibi görünen o üç kiracı, müziğe gösterdikleri mesafeli tavırlan
ile, ona kendisini, geçmiş anlamsız hayatını hatırlatmış olamazlar
mı? Ve o Dava'da rahibin kilisede söylediği gibi, "hâlâ gerçeği gö­
remediği için", korkunç bedeniyle ortaya çıkıp Grete'yi (efsanede)
ejderhanın elinden bakire kız kardeşini kurtaran Aziz Georg gibi
alıp götürmek, müziği, müzisyeni ve kemanı odasına kapatmak
mı istemektedir? (Hartman von Aue'nin Gregorius efsanesinde,
Gregorius (Gregor ile isim benzerliğine dikkat!) ensest suçu işler,
geçirdiği bir değişimle birlikte tövbekâr olur ve suçunun kefare­
tini öder.98

"Değişim" adlı uzun hikâye, çok trajik bir sona sahiptir.


Samsa son bir umut olarak kız kardeşinin çaldığı kemanın tiz
seslerine sarılmış, fakat kiracılar tarafından görülmüş ve oda­
sına def edilmiştir. Buruk ve kalbi kırık olarak odasma geri
çekilir. Mutsuzluğu doruk noktadadır. Özlediği besinden de
bir nevi beklediğini bulamamış, ailesinden, şefkat ve insanlık
bulamadığı için odasına "aşağılık bir yaratık gibi" gönderil­
miştir. Yaşamda kendilerine kolaylık sağlamayan ve işlerini
iyice zorlaştıran Samsa, aile efradı tarafından hor görülür.
İstenmediğini, arzu edilmediğini biraz yaşama sevinçleri ka­
lan aileyi mahvetmeye doğru gittiğini, normal bir insanın böy-
lesi bir böcekle aynı ortamda yaşayamayacağı bilinci hâkim
olur Samsa ailesine. Kız kardeş artık çığımdan çıkar. Bunu,

98 A.g.e., s.35-37; Bu hususta daha derinlikli ve edebi yorumlar için Vladimir


Nabokov'un Edebiyat Dersleri'nde meraklı okurlar için daha derinlikli bilgiler
olduğunu söylemekte fayda vardır. Bunun için bkz: Vladimir Nabokov, Edebiyat
Dersleri, (Fatih Özgüven-Nihal Akbulut çevirisi), Ada Yayınlan, Tarihsiz, s.138-
155.

190
anne ve babaya dillendirir. Böcek-Samsa'nm, oğullan olma­
dığı uyansmı yapar, onun değiştiği, dönüştüğü, başka bir şey
haline geldiğini, hayatlarını altüst etmesine izin vermemele­
ri gerektiğini söyler. Gregor Samsa'yı bir anlamda duygusal
ölüme iterler. Samsa, hakkında konuşulanlan duyar ve acılı
bir içle, hayatta dayanağı olan, akrabalıkta en yakınlan olan
kız kardeşi, anneyi ve babayı da yitirmiş birisi olarak odasma
geri çekilir, ölüme bırakır kendini. Saat geceyarısı üç suların­
da da ölüm gerçekleşir.
Metinde açlıkla ilgili son anlatı da, hizmetçinin bir sonra­
ki sabah Samsa'yı yatağın altında ölü bulduğunda, bunu müj­
de olarak aileye bildirmesi sahnesinde gerçekleşir. Ailenin
toplu bir şekilde gelip böceğe, artık böcek de değil şey'e acı­
yarak bakmalan ve aşın zayıflamış, hiçbir şey yemediği için
cılızlaşmış, bir nevi açlıktan ölmüş Samsa'ya bakıp şunu söy­
lemektedirler:

Gözlerini bir an bile ölü Gregor'dan ayırmayan Grete:


"Görüyor musunuz, ne kadar da sıskalaşmış. Tabii bunca zaman
bir şey koymadı ağzına. Odasma taşıdığımız yemekleri yine ol­
duğu gibi dışan çıkarıyorduk." Gerçekten de Gregor'un vücudu
yamyassı ve kupkuru bir hal almıştı, bunun da ancak şimdi farkına
vanlabiliyordu; çünkü Gregor'u havada taşıyan bacakçıklan yoktu
artık, başkaca dikkati üzerine çeken bir şey bulunmuyordu."99

Epilogda dikkati çeken bir gizli laytmotif de, Kafka'nın


anorexik figürlerini öldürdükten sonra bir kasap metaforu-
nu devreye sokmasıdır. "Değişim"de Gregor Samsa ölür öl­
mez, final sahnesinde kasap çırağının başmda bir et sepetiyle
devreye girdiği görülür. "Bir Açlık Şampiyonu"nda da aynı
laytmotif görülür. Okurlar, uzun süre açlık anlatısıyla klost-
rofobik bir ortama sürüklendikten, açlık anlatısı hep olumsuz
anlamda verildikten sonra, nihai aşamada tokluğu betimle­
yen, etyemezliği değil de et yiyebilirliği betimleyen bir layt­

99 A.g.e., s.66

191
motif sıkıştırır Kafka araya. Burada da kasap çırağı ve başın­
daki taze etler iştah açıcılığı, yeni bir yaşantıyı, bundan sonra
çekilen anorexik sıkıntıların nihayete erdiğinin bir izleği, bir
müjdecisidir. Baharın gelişini iklim nasıl muştuluyorsa, tra­
jediyi ve açlıkla ilgili sıkıntıların artık nihayetlendiğini kasap
çırağı başmdaki taze et sepetiyle öyle müjdelemektedir:

Baylar aşağıya indikçe, Samsa ailesinin onlara karşı duyduğu


ilgi de yavaş yavaş silindi; derken başmda et sepetiyle kasılarak
merdivenleri çıkan bir kasap çırağının kiracı baylarla karşılaşması,
sonra onları geride bırakıp basamaktan tırmanmaya devam etmesi
üzerine, Bay Samsa yanındaki bayanlarla korkuluktan aynldı; her
biri rahatlamış, kendi odasına döndü.109

3.1.2. Bir Açlık Şampiyonu**

"Tatmin edilmesi en zor kişiler, çilekeşlerin ara­


sından çıkar. Bunlar yaşamın her alanında açlık grevi
yapar ve arzularına bu yoldan ulaşmak isterler."
(Franz Kafka)

Franz Kafka, "Bir Açlık Şampiyonu" adlı hikâyesinde, bir


açlık şampiyonunun, cambazının hikâyesini anlatmaktadır.
Eskiden beri perhizkârlığmı kitleye göstermeye çalışan, açlı­
ğın sınırlarını aşmayı, normal bir insanın rutin yemek edimi­
nin basit bir mesele olduğunu ve insanın kendi sınırlarını zor­
layabileceği düşüncesinden hareket ederek, kendi sınırlarını
zorlayan bir kişinin hikâyesi anlatılır burada. Perhiz süresinin

100 A.g.e., s.67-68


* Bundan sonra "Bir Açlık Şampiyonu" adlı metinden alınacak olan alıntı
metinleri için kaynak kitap aşağıda ismi verilen kitap olacaktır:, Franz Kafka,
Hikâyeler, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul 2005, s.240

192
parça parça haftalardan, modem toplum ve metropol insan­
larının ilgisine göre de kırk güne kadar çıkartılmasını konu
edinir. Açlık şampiyonluğu alanında sayısız ünlü vardır ve
Kafka'nın kendi kafasından uydurduğu bir şey değildir bu
müessese. Açlık şampiyonları zaten açlığa yatkın bedenleri­
nin sınırlarını aşmak için menacerlerinin bu gösteri eylemine
işbirliği yapmışlar, kitleleri kafesin önüne çekmek, ilgi uyan­
dırmak, alakayı sıcak tutmak ve modem insanların kendi
sınırlarını nasıl aşabileceklerini, kuşkulu bile olsalar onlara
göstermek niyetindedirler. İnsanların garip şeylere merakı
kökensel bir merak olduğundan, sadece kendi türünden ol­
mayan canlıları değil, kendi türünden eksik yaratıkları, garip
yaratıkları, sakat doğumları, ilginç yeteneklere sahip olanları
da merakla incelediklerinden, insani durum olan ve belki de
insanlık için vazgeçilmez olan yeme eylemini dinin de emret­
tiği sınır olan bir günden kırk güne kadar çıkarmak insanların
ilgi alanına girmektedir. Bu amaçla kitle için daha önce afişler
hazırlanır ve bir kafese konan, herkesin dikkatini vereceği,
merakla izleyeceği sanatçının açlık mücadelesi birebir izlenir.
insanın kendi sınırlannı keşfetme arayışları body-buil-
ding ile mümkündür. Bedeni böylesi fiziksel şekillendirmeler
yarımda, açlıkla, susuzlukla, anorexik davranışlarla kendi iç­
sel sınırlarını keşfe çıkma arayışları da görülebilir. Bu insanın
dayanıklılığının da bir anlamda göstergesidir. Dinlerde ve
inançlarda oruçla, perhizle, geri çekilmeyle, uzletle, insanın
bedenini dünyevi kirlerden arındırması, günahlardan kur­
tulması ve uhrevi bir maneviyat elde etmesi söz konusudur.
Nimetler sıklet olarak değerlendirildiğinde, insanın sıkle­
tinden bertaraf olması, uzaklaşması bunların bir nedenidir,
insanın kendi içsel sınırlarını keşfe çıkması ve bu sınırlarını
merak etmesi ile açlık sanatçılığı, ustalığı arasında bir bağ
vardır. Uzlete çekilip, kendini bir dinin koruyucu kalkanına
atıp; dini uğruna yemekten elini eteğini çekenler, keşişler,
mutasavvıflar, uzletçiler, çilehanlar yanında, bu işi bir gös­
teri haline getiren insanlar da vardır. Tarihte Setti yanında

193
Merlatti ve Succi, daha da yenilerde ünlü sihirbaz ve gösteri
sanatçısı David Bailey, Kafka'nın "Bir Açlık Şampiyonu" adlı
hikâyesine yakın bir açlık cambazlığı, sanatçılığı gerçekleştir­
mişlerdir.
Modem dünyada mide doluluğunun nerdeyse bir var­
lık göstergesi olduğu, midesi dolu insanların var olduğu ve
yaşamlarım idame ettirdiği görüşü temel bir görüş olmaya
doğru evrilirken, bu insanlarm kırk günü aşan açlıklarının
ve sadece su ile yaşamlarım idame ettirmelerinin bu modem
insanlarm yüzüne aşkedilen bir sille gibi durmadığım kim id­
dia edebilir? Mide merkezli bir düşünce, aç bırakılan midenin
ve onunla birlikte bedenin nasıl yaşamda kaldığını anlama­
makta, kendileri günde üç-dört öğün yedikleri ve karın açlı­
ğına yenildikleri için bu insanlarm sanatına ve cambazlığına
akıl sır erdirememektedirler.
Kendi bedenini aç bırakmayı meslek edinmiş açlık cam­
bazları, başka bir işi düşünememektedirler. Başka bir iş düşü-
nülebilseydi, açlık cambazları bedenlerine bu zulmü (!) reva
görmeyeceklerdir. Açlık cambazlarının yaptıkları bu eyleme
"zulüm" denmesine, onların perspektifi ve değerlendirmeleri
elbette farklı olacaktır. Kendi sınırlarını aşmak istenci, gücü­
nün son noktalarını sorgulama ve bilme ihtiyacı; içsel dün­
yasında ve dikkat toplamada (konsantrasyon) dayanıklılık sı­
nırının ne olduğunu araştırma ihtiyacı, önemli ihtiyaç olarak
görülebilir onlar tarafından. Pek zora gelemeyen ve milenyu-
mun rutinlerine alışmış, bir eli yağda bir eli balda milenyum
inşam, içsel yolculuğu bırakınız, içsel yolculuk olur da bir
çileye dönüşürse bu tehdidi daha baştan reddetme ve kabul
etmeme dirayetine sahiptirler. Açlık cambazlanmn perfor­
manslarında kendilerinde uyanan şaşkınlık, her şeyden önce
hayranlıktan ve sınırlarını zorlayan bireyin, öznenin kanlı
canlılığından kaynaklanır. Bunu gerçekleştiren insan yanı
başmdadır, gerçektir ve bu güce sahiptir, insanın güçsüzlüğe
doğru çaba sarf edişinde bile bir iktidar, bir güç arayışı onla­
rı büyüler. Açlık cambazlarının açlıklarında ne kadar da ileri

194
gittikleri, bu durumda ne kadar da güçsüz kaldıklarında bile
bu gücü gösterecek bir güç görüşüdür bu.
Kafka'nın sözünü ettiği açlık şampiyonu, kendisine atala­
rından kalma mesleğinin daha önce nice insanlar tarafından
gerçekleştirildiği; o eski açlık cambazlarının ve cambazlığı­
nın artık kolay kolay ortalarda olmadığını dillendirmektedir.
Kendisinin bu eylemi kotardığı zamandan daha eskilerde in­
sanların bu mesleğe karşı daha bir saygılı olduğunu sözlerine
katmaktadır:

Son on yıllarda açlık şampiyonlarına rağbet hayli azaldı.


Eskiden insanın kendi başına bu gibi büyük gösteriler düzenle­
mesi pek kazançlı bir işti; oysa bugün böyle bir şeye kalkışmak
akıl kan değil. Başka zamanlardı onlar! Bir vakit bütün kent açlık
şampiyonuyla ilgilenirdi. Gösterinin her geçen günü seyirci sayısı
artar, herkes açlık şampiyonunu günde en az bir kez görmeden du­
ramazdı. Zaman ilerledikçe ortaya aboneler çıkar, günlerce demir
parmaklıklı küçük kafesin önünde oturup bekleşirlerdi. Gösteriyi
daha etkili kılmak için yakılan meşalelerin aydınlığında gece bile
açlık şampiyonunu görmeye gelenler olurdu. Güzel havalarda ka­
fes ortaya çıkarılır ve özellikle çocukların ziyaretine açık tutulurdu.
Gösteriler çokluk, büyüklerin katıldığı moda bir eğlenceden baş­
ka şey değilken, küçükler, şaşkın, ağızlan açık, ne olur ne olmaz
el ele tutuşur, benzi san, üzerinde siyah bir triko giysi, kaburga
kemikleri hayli dışan fırlamış açlık şampiyonunun bir sandalyeye
bile tenezzül etmeyerek yere serpilmiş samanlar üzerinde oturu­
şunu, bazen nezaketle başım sallayıp zoraki gülümseyerek soru­
lan yanıtlayışını, ayrıca sıskalığını seyircilerin elleriyle dokunup
anlamlan için kafesin çubuktan arasında kolunu uzatışını, bazen
de kendi içine gömülüp kimseyi, hatta kafesteki tek eşya olan saa­
tin kendisi için pek önemli vuruşlarını bile umursamayışını, ade­
ta yumuk gözlerini önüne dikip ara sıra minicik bir bardaktan bir
yudum su alarak dudaklarım ıslatmaktan başka şey yapmayışını
izlerlerdi.101
Açhk şampiyonunun aç kalacağı süre olan kırk gün
uzun bir süre olduğundan dolayı yanına birkaç gözcü bı­

101 Franz Kafka, Hikâyeler, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul
2005, s.174

195
rakılır; bu da kırk günlük bu gösteri eylemine apayrı bir
ciddiyet katmaktadır. "Bir Açlık Şampiyonu" adlı metinde
ilginç olan şey, bu gözcülerin kasap olmalarıdır. Açlık şam­
piyonunun görevinin etle, kendi etiyle, bedeninin etiyle ilgili
olduğundan; kasapların da mesleklerinin etle ilgili olduğun­
dan, burada Kafka'nın bu iki figürle gizli bir ilgi kurduğu
dillendirilebilir. Kasaplar taze, leş olmayan sağlıklı eti nasıl
şekillendiriyor ve bunlarla ilgileniyorlarsa, açlık şampiyonu­
nun gözcülüğünü yapan insanların da kasap olması tezimizi
desteklemektedir. Veysel Atayman, Bordo Siyah yayınlarının
hazırladığı "Dönüşüm" adlı uzun hikâyeye yazdığı uzun
Önsöz'ünde (Önsöz ya da Kafka Kolonisine Dair) bu konuya
değinir ve bunun okurlara Kafka tarafından verilmiş bir şifre
olabileceğine dikkat çeker:

"Açlık cambazını denetleyen bekçilerin, "her nedense birer


kasap" olduğunu öğreniriz. Benzer bilgilendirici cümleler de var­
dır; ama bir kez tuzak kurulmuştur... Kafesin dibinde nöbet tutan­
lar niçin kasaptır? Bir anlamı var mıdır bu kodun? Cevap almak
için yazan boşuna ararsınız, üstelik öykünün sonunu beklemeniz
de bir işe yaramaz. Zaten yazar size bir açıklama yapsa bile, 'ka­
sap' örneğinde olduğu gibi, sözde aydınlatmaya çalıştığı gerçeği
büsbütün bulandırmaktan öte bir işlevi olmayacaktır onun söyle­
diklerinin. .. Kaldı ki biraz zorlarsak, öykülerdeki birçok nesnel bil­
ginin, gene öyküdeki birinin algısına bağlanabileceğini, yazardan
çok onun düşüncesiyle ilintilenebileceğini görürüz." 102

"Değişim" adlı metinde Gregor Samsa'nm ilkin bir sa­


tıcı ve insan, sonra metamorfoz geçirdikten sonra bir böcek
ve en sonunda da haliyle ailesine çok zulmettikten ve acı­
lar çektirdikten sonra bir ölü şey, bir nesne haline geldiği­
ni gördük ve ölü bir nesne, bir atık haline gelen Samsa'nm
aynen açlık şampiyonunun sonundaki çürümüş samanların

102 Veysel Atayman, Önsöz ya da Kafka Kolonisine Dair, içinde; Franz Kafka,
Dönüşüm, Bordo Siyah Yayınlan, (Evrin Tevfik Güney çevirisi), İstanbul 2007,
s.13

196
arasında bir şey gibi taşınmasından sonra çöpe doğru giden
yolculuğunda basamaklardan bir kasap izleğinin belirdiğini
gözlemledik. Kasap da burada yeni bir hayatı, canlılığı, kız
kardeşinin ölü bedeninden dirfillenen yeni ve canlı hayatı/eti
müjdeler. Kafka'nın açlık şampiyonunda gözcüleri tesadüfen
kasap kıldığı söylenemez. Bu, bilerek okurlar için bırakılan
bir koddur. Kafka'nın hatta girişte anlattığı açlık şampiyonu
gururlu, onurlu, görevini ciddiye alan ve görevinde suiisti­
male hiçbir zaman yanaşmayan biridir. Görevine saygılıdır
ve herkesten de görevine saygı duymasmı bekler. Kırk gün
boyunca hiç kimse kendini ayık ve aç kalıp kalmadığım yok-
layamayacağmdan, o, kontrolü kendi içine yüklemiş, "sanatçı
onurundan" (s.175), otokontrol ve vicdan beklentisi ile göre­
vini şerefle sürdürmektedir. Kırk gün aç kalıp kalmadığını
bilmek ancak başka bir açlık cambazının uzun ve sabırlı bir işi
ve takibi olduğundan, açlık cambazı bundan dolayı kendiyle
yarışmaktadır. Bunun da ayrımında olduğu için işini oldukça
ciddiye almaktadır:

Değişip duran seyirciler dışında bir de onların seçtiği sürekli


gözcüler vardı ki, ne tuhafsa hep kasaptı bunlar ve görevleri açlık
şampiyonunun başında üçer üçer beklemek, kimse görmeden bir
şey yememesi için onu gözaltında tutmaktı. Ama bu, seyirci top­
luluklarının içinin rahat etmesi amacıyla başvurulan bir formali­
teden başka bir şey değildi, çünkü işin içindekiler, açlık şampiyo­
nunun, açlık süresince, ne olursa olsun, hatta zorlansa bile ağzına
bir lokma yiyecek koymayacağını pekâlâ bilirdi; ne de olsa sanatçı
onuru, böyle bir yola başvurmasına izin vermezdi. Elbet, her gözcü
bunu anlayamazdı; dolayısıyla, gece nöbet tutan bazı kişiler görev­
lerini pek üstünkörü yapmaya kalkıyor, bile bile uzak bir köşeye
çekilip iskambil oyununa dalıyor, böylelikle açlık şampiyonunun
gizlice yanında bulundurduğunu sandıklan azıktan birkaç lokma
bir şey atıştırmasına fırsat vermek istediklerini belli ediyorlardı.
Açlık şampiyonu için böylesi gözcülerden daha eza verici ne ola­
bilirdi? Bunlar onu üzüyor, onun açlığa katlanabilmesini alabildi­
ğine güçleştiriyordu; bazen kendisinden haksız yere kuşkulanıldı-
ğını göstermek için, bu tür gözcülükler sırasında dermansızlığını
yenip elden geldiğince uzun süre şarkılar söylüyordu. Ama bu pek

197
yarar sağlamıyor, şarkı söylerken bile yiyip içtiğini sanan gözcü­
lerin, onun bu becerisine şaşmalarına yol açıyordu, o kadar.103

Açlık şampiyonu, açlığın da getirdiği yan baygınlık haliy­


le, uzun geçen günlerinde yarenlik aramakta, konuşacak göz­
cüler istemektedir. Kendisini yok sayan ve açlık cambazının
işine saygı duymayan, gözcülükte görevini iyi yapmayan, ka­
festen uzak duran ve kendisini gözlemlemeyen gözcülere de
kızmaktadır. Onların kafese yaklaşmalarını, kendisiyle uzun
sohbet etmelerini istemekte; kırk güne varacak sürenin ancak
konuşarak, dertleşerek geçirilebileceğini düşünmektedir:

Kafesin hemen yanı başında oturup, salondaki gece lamba­


sının bulanık ışığıyla yetinmeyerek menecerin ellerine tutuştur­
duğu cep fenerlerini üzerine sıkan gözcüleri, açlık şampiyonu
kendine kuşkusuz çok daha yakın buluyor, çiğ ışık onu hiç ra­
hatsız etmiyordu; uyuyabildiği yoktu çünkü şöyle biraz kestir­
meye gelince, bunu da her vakit, her ışık durumunda, hatta salon
gürültülü ve hınca hınç doluyken bile yapabiliyordu. Yani böy-
lesi gözcülerle bütün geceyi uykusuz geçirmeye dünden razıydı.
Onlarla şakalaşmaya, onlara gezginci yaşamından çeşitli olaylar
anlatıp onların anlatacaklarını dinlemeye ve bunu da kendilerini
uyanık tutmak, kafesinde yiyecek namına bir şey bulunmadığı­
nı, açlığa hepsinden çok katlanabileceğini onlara göstermek için
yapmaya hazırdı.104

Açlık cambazmm en büyük mutluluğu, her sabah ken­


disini gözleyen gözlemcilerin ağır bir ritüeli andıran kahval­
tı hazırlıklarıdır. Burada da "sağlıklı insanlara özgü iştaha"
(s.176) dikkat çekmektedir. Açlık cambazı da metropol insa­
nının işte bu iştahına dayanamamaktadır:

Ama en büyük mutluluğu, böyle uykusuz geçirilmiş yorucu


bir gecenin ardından sabah olup, kendi ısmarladığı pek zengin bir
kahvaltının gözcüler önüne çıkarıldığını ve onların sağlıklı insan-

103 A.g.e., s.174-175


104 A.g.e., s.175-176

198
lara özgü bir iştahla kahvaltının başına üşüştüklerini görünce du­
yuyordu. Hani söz konusu kahvaltıda bile gözcülere ilişkin çirkin
bir rüşvetin kokusunu sezenler çıkmıyor değildi; ama bu kadarı
da fazlaydı doğrusu. Hem bu kişilere, madem öyle, buyurun, siz
kahvaltısız nöbet tutun dendiği zaman yan çiziyorlar, ama yine de
kuşku duymaktan geri kalmıyorlardı.105

Açlık cambazının açlığının kaç güne gerildiğini kimse


bilemez demiştik. Bu doğrudur. İnsanlar açlık cambazının
varlık ve dayanıklılık sınırlarını kendi varlık ve dayanıklılık
sınırlarıyla özdeşleştirdiklerinden zihinleri bu kırk güne ve
daha fazlasına yatmaz. Bunu anlamazlar. Bu süre onlar için
olağanüstü bir süredir ve bir mucize hükmü taşır. Eylemin
zorluğu ve güçlüğü ortak olduğundan ve her ne kadar kar­
şılarında gördükleri insanın alız bedenine bakıp da bu in­
sanın en azından fizyonomik açıdan kendilerinden farklı bir
durumda olduğunu kabullenmek yerine içlerinde ona karşı
kuşku duyarlar. Kuşkularını gideremediklerinden ve ona ye­
nildiklerinden de bu eylemin yüceliğine halel getirirler. Bu
eylemi yok sayarlar, eylemi gerçekleşmesi zor bir mesele ola­
rak görürler. Aslında açlık cambazı için aç kalmak modem
ve metropol insanın gözünde büyüttüğü kadar korkunç bir
eylem değildir ve çok basittir. Fakat metropol insanlarının
gözü korktuğundan, yaşama sımsıkı sarıldıklarından ve yaşa­
mı sevdiklerinden ve onun ölüme varan sınırlarını yoklama­
yı da gereksiz bulduklarından, ölümden korkulan, birisinin
böylesi bir eylemi yapma edimini de içlerinde geçersiz hale
getirmektedir. Buna daha baştan inanmamakta, eylemin ba­
sitliğini reddetmektedirler.
Kırk gün aç kalma eyleminin basitliği ve bu günden daha
fazla aç kalabilme inana açlık cambazının gün olarak daha
da ileriye götürme arzusunu da içinde taşıtmakta ve bunu her
bulduğu fırsatta menacerine dillendirmektedir. Kafka hikâye­
sinde bu noktada menacerine daha önce de dillendirdiğimiz

105 A.g.e., s.176

199
gibi metropol insanının ilgisinin ve dikkatinin uzun, çok uzun
eylemlere, gösterilere yetersiz kaldığını ve ilgide kayıplar ya­
şandığını söyletmektedir:

Şimdiye kadar -hani bunu teslim etmek gerekirdi- bir göste­


ri süresinin bitiminde gönül rızasıyla kafesinden çıktığı görülme­
mişti. Meneceri, aç kalma süresini kırk gün diye belirlemişti, onun
daha fazla aç kalmasına metropollerdeki gösterilerde bile izin ver­
miyordu ve bunda da haklıydı. Deneyimler ortaya koymuştu ki,
bir kentin gösteriye ilgisi, reklam kampanyasına gittikçe hız veri­
lerek ancak kırk gün ayakta tutulabiliyor ve her geçen gün biraz
daha artınlabiliyordu. Ama derken seyircilerde bir çözülme, bir
gevşeme başlıyor, gösteriye rağbet hayli azalıyordu. Kuşkusuz bu
bakımdan kentten kente, ülkeden ülkeye küçük çapta ayrımlara
rastlanmıyor değildi, ama genellikle ilginin en canlı olduğu süre
kırk gündü. Kırkıncı gün, baştan aşağıya çiçeklerle bezenmiş ka­
fesin kapısı açılıyor, hayranlıkla dolu bir seyirci kalabalığı salona
üşüşüyor, askeri bir bando çalmaya başlıyor, açlık şampiyonunun
vücudunda gerekli ölçümleri yapacak iki hekim kafesten içeri sü­
zülüyor, alman sonuçlar bir megafonla salondakilere iletiliyor ve
sonunda, bu iş için seçildiklerinden dolayı mutlu iki genç bayan
gelip açlık şampiyonunu kafesinden çıkarmak, birkaç merdiven­
den indirip üzerinde özenle hazırlanmış bir hasta yemeğinin bek­
lediği küçük bir masaya götürmek istiyordu.

Açlık cambazlığının bittiği ve kırk günün hızlı bir şekilde


geçtiği her seferinde yapmacık ritüellerle, ödül törenleriyle
menaceri kendisine şampiyon muamelesi yapmakta, bu ya­
pay sevgi gösterileriyle halkı mutlu kılmak için kendi zayıf
bedenine yüklenilmektedir. Perhizin bittiği ve açlık eylemi­
nin artık nihayetlendiği bir zamanda menacerin bu sahte poz­
ları açlık şampiyonunu iğrendirmekte, hatta zayıf bedenine
zarar bile vermektedir:

Menecer geliyor, Tanrının şu samanlar üzerindeki eserini, er­


mişlik aşamasına kendine özgü bir yoldan ulaşmış şu zavallı ada­
mı bir kez görmeye çağınr gibi kollarını konuşmadan -müzik ko­

106 A.g.e., s.177

200
nuşmasını engelliyordu çünkü- açlık şampiyonu üzerinde havaya
kaldırıyordu. Onu ince belinden kavrıyor ve bunu yaparken aşırı
bir sakınganlıkla davranarak karşılarındaki yaratığın ne narin bir
şey olduğuna seyircileri inandırmak istiyor, sonra onu kimse gör­
meden şöyle biraz sarsıp silkiyor, ardından bu sarsıp silkelemeye
dayanamayarak bacaktan ve belden yukansıyla ileri geri sallanan
açlık şampiyonunu, karşılaştıktan manzarayla benizleri ölü gibi
sararmış hanımların ellerine teslim ediyordu.107

Açlık cambazı kırk günü çok rahat çıkarmakta, bu kırk


günü bedeninin daha "forma girmediği" (s. 178) bir süreç
olarak değerlendirmektedir. Açlık cambazı bu eylemin şu­
uruna yeni erişmiş, açlıkta bedenini yeni alıştırmış ve yeni
ısınmışken daha henüz "formunu bulabilmişken" (s. 178)
kendisinden perhizi kesmesi ve açlık eylemine bir son ver­
mesi istenir:

Neden sanki şimdi, neden tam kırk gün sonra gösteri sona
erecekti? Oysa daha uzun zaman, sınırlan belirsiz uzun bir süre
açlığa katlanabilirdi. Neden tam formunu bulduğu bir sıra, hatta
daha büsbütün formunu bulmamışken aç kalmaya son verecekti?
Ne diye kendisini açlığa sürdürmek, gelip geçmiş açlık şampiyon-
lanrun yalnızca en büyüğü olarak ün yapmaktan değil -çünkü
çoktan böyle bir üne kavuşmuştu belki-, aynı zamanda akim ala­
mayacağı ölçüde kendini aşmaktan yoksun bırakmak istiyorlardı;
çünkü onun açlığa dayanma gücü hiç sınır tanımıyordu. Kendisine
bu kadar hayranlık duyan kalabalığın, ona bu kadar az sabır gös­
termesi nedendi acaba?108

Kendi sınırlarını aşma çabasında menacerini, kalabalı­


ğı, modem ve metropol insanın ilgisini gören açlık cambazı,
yaptığı sanatı doğru dürüst kendisine icra ettirmeyen bu ka­
labalığı, meraklı güruhu horlamaktadır ve onu düşman bel­
lemektedir:

107 A.g.e., s.178-179


108 A.g.e., s.178

201
Kendisine bu kadar hayranlık duyan kalabalığın, ona bu ka­
dar az sabır göstermesi nedendi acaba? Mademki aç kalmaya daha
bir süre dayanabilecekti, ne diye önüne duruyordu bu kalabalık?
Üstelik yorulmuş oluyordu, samanlar içinde rahatça oturuyorken
boylu boyunca kalkıp ayaklan üzerine dikilerek yemeğe mi gide­
cekti? Yemeği akima bile getirmekten içi bulanıyor, bayanların hatın
için bunu belli etmekten kendini güç bela alıkoyuyordu? Başını kal-
dınp onların sözde dost, gerçekte pek acımasız gözlerinin içine ba­
kıyor, çöp gibi bir boyun üzerinde oturan kurşun gibi ağır kafasını
sallıyordu. Ama her zamanki sahne yineleniyordu derken: Menecer
geliyor, Tanrının şu samanlar üzerindeki eserini, ermişlik aşamasına
kendine özgü bir yoldan ulaşmış şu zavallı adamı bir kez görmeye
çağınr gibi kollarını konuşmadan -müzik konuşmasını engelliyor­
du çünkü- açlık şampiyonu üzerinde havaya kaldırıyordu.10’

Törenden sonra, tören prosedürlerinin bir gereği olarak


açlık cambazının koluna giren iki kadının açlık cambazının
kuru, nerdeyse iskeleti andırır bedenine pek de istekli sanl-
mayışlan, hatta ondan korkup ağlamaları da onun görüntü
olarak ne kadar kötü bir durumda olduğunun göstergesidir:

Başı yuvarlanmış da nedense orada durmuş gibi, göğsünün


üzerinde sarkıyor, kamı içine göçüyordu. Ayaklan, kendi kendi­
lerini dik tutabilmek için diz kısımlanyla sımsıkı birbirine yapışı­
yor, ama üzerine bastıklan asıl zemin değilmiş de, gerçek zemini
ararlarmış gibi yeri eşeliyordu. Bütün vücudunun kuşkusuz tüy
hafifliğindeki yükü hanımlardan birinin üzerine biniyor, bu hanım
da ilkin hiç değilse yüzünü açlık şampiyonunun dokunuşundan
korumak istiyor, yardım aranarak, soluk soluğa -bu şerefli görevin
böyle olacağım ummamıştır çünkü- boynunu atabildiğine geriyor,
ama bunu başaramayınca ve kendisinden daha şanslı arkadaşı da
yardımma koşmayıp açlık şampiyonunun elini, bu ufak kemik çı­
kınını titreyerek önü sıra taşımakla yetinince, zevkten çılgına dö­
nen seyircilerin kahkahaları arasında ansızın boşanıp ağlamaya
başlıyor, bunun üzerine oracıkta hazır bekleyen bir uşak hemen
110
seğirtip hanımın yerini alıyordu.109

109 A.g.e., s.178


110 A.g.e., s.179

202
Açlık cambazı yaptığı işten dolayı seyircilerden ne kadar
itibar görse de istediği eylemi gerçekleştirememenin, kırk
günü aşabilen bir zamanın menaceri tarafindan kendisine
verilmemesinin hüznünü yaşamaktadır. Bu üzüntüyü içinde
büyütmekte ve bunu kendine dert edinmektedir:

İşte böylece açlık şampiyonu, arada düzenli küçük molalarla


dıştan bakınca sözde bir görkem içinde herkesten itibar görerek,
ama yine de çokluk hüzne gömülmüş yaşayıp gidiyor ve kimse
ciddiye almadığından hüznü giderek büyüyordu. Hem nasıl avu-
tulabilirdi ki? Bütün isteklerine kavuşmuş değil miydi?

Hüzünlü halini, mutsuzluğunu, yaşama karşı isteksiz­


liğini beden dilinden anlayan insanlar, ona mutlu olmanın
tek yolunun bu yaptığı eylemi bırakmasmda görmektedirler.
Açlık eylemini bıraktığında, kafeste kendisine bakan kişilere
karşı nobran ve kızgın olmayı bırakabilir diye düşünmekte­
dirler. Açlık şampiyonu da kendisini bir türlü anlamayan bu
güruha karşı iyiden iyiye kızmakta ve kafesin içinde saldır­
gan tavırlar takınmaktadır:

Örneğin, durumuna acıyan iyi yürekli biri çıksa da, üzün­


tüsünün belki açlık gösterilerinden kaynaklandığını açıklamaya
kalksa, açlık şampiyonu, hele gösterinin ilerlemiş bir zamanıysa,
öfkeden kudurmuş bir havyan gibi kafesin demir parmaklıklarını
sarsarak herkesin içine korku salıyordu. Ama böylesi durumlar­
da menecerin elinde uygulamaktan hiç çekinmediği bir cezalan­
dırma yöntemi vardı: Salondaki topluluktan açlık şampiyonunu
bağışlaması dileğinde bulunuyor, açlığın yol açıp tok kimselerin
kolay kavrayamayacağı bir sinirlilikten kaynaklanmasa, onun
bu davranışının hoş görülemeyeceğini itiraf ediyordu, sonra da
açlık şampiyonunun yine bir açıklama gerektiren, şimdiye ka-
darkinden çok daha uzun süre aç kalabileceği savına değinerek
besbelli bu savda saklı yüce amacı, iyi niyeti ve büyük özgüveni
övüyor, ama hemen ardından seyircilere gösterdiği bir alay re­
simle söz konusu savı düpedüz çürütmeye çalışıyordu; çünkü
satışa da çıkarılan resimler, açlık şampiyonunu gösterinin kır­
kıncı gününde bir yatakta adeta ölü gibi yatarken gösteriyordu.
Açlık şampiyonu gerçeğin bu kadar çarpıtılışının hiç de yabancısı

203
değildi, ama her seferinde sinirleniyor, bunu güçlükle sineye çe­
kiyordu. Çünkü açlık gösterisinin vakitsiz sona erdirilmesinden
kaynaklanan bir durumun sonucu, bu durumun nedeni diye ile­
ri sürmekteydi. Bu anlayışsızlıkla, bu anlayışsız dünyayla savaş­
mak olanaksızdı. Bugüne kadar kaç kez saf bir inançla kafesin
parmaklıklarına tutunarak can kulağıyla meneceri dinlemişti;
ama resimlerin her ortaya çıkarılışında parmaklıkları bırakıyor,
inleyerek yerdeki samanların üzerine yığılıyor ve ancak bunun
üzerine yatışan kalabalık yeniden yanına sokulup onu seyre ko­
yuluyordu.111

Kafka'nın "Değişim" adlı hikâyesinde bir fizyolojik de­


ğişimin gerçekleşmesi gibi, bu hikâyede de bir toplumsal de­
ğişim söz konusu olmaktadır. Açlık eylemlerinde kızgınlığını
koruyamayan ve günden güne toplumun kendisini anlama­
dığını dillendirip bunu içkinleştiren açlık cambazı, bir gün
toplumun kendisine olan ilgisini birden yitirdiğini görmekte­
dir. Kendisine değer veren, kendisini merak eden toplumun
bu topyekûn ve hızlı değişimini açlık cambazı düşünmeye
başlamaktadır. Hatayı nerede yaptığını, toplumun kendisine
birden neden böyle kayıtsız kaldığını, bu dönüşümün nede­
ninin ne olduğunu merak etmektedir. "Eğlence düşkünü"
(s.181) toplumun kendi kafesini bırakıp başka kafeslere olan
ilgisinin nedenini içten içe düşünmektedir:

Bu tür sahnelerin tanıkları, aradan birkaç yıl geçip de olup


bitenleri anımsadıklarında, bir zamanki davranışlarına bir türlü
anlam veremiyorlardı, çünkü bu arada daha önce sözü edilen de­
ğişim baş göstermişti; neredeyse bir anda gerçekleşmişti değişim.
Belki değişimin köklü nedenleri vardı, ama kim kalkıp bunlan
araştıracaktı? Her neyse, şımartılmış açlık şampiyonu günün bi­
rinde, eğlenceye düşkün seyircilerin kendisini bırakıp başka yer­
lerdeki gösterilere koştuğunu gördü. Bunun üzerine, menecer onu
bir kez daha yanma alıp sağda solda eski ilgiyi yeniden bulmayı
umarak Avrupa'nın neredeyse yansını dolaştı. Ama boşuna! Sanki
aralarında gizlice anlaşmışlar gibi, her gidilen yerde seyirciler aç­

111 A.g.e., s.180-181

204
lık gösterilerine bayağı ilgisiz kalıyordu. Kuşkusuz öyle durup
dururken gerçekleşmiş bir şey değildi bu, zamanında başarıların
sarhoşluğuyla pek önemsenmeyip önü alınmaya çalışılmamış kimi
olumsuz belirtiler şimdi akla geliyordu. Ama bunlara karşı bir şey
yapabilmenin vakti geçmişti artık.”2

Açlık şampiyonunun kariyeri böylece tehlikeye girmek­


tedir. Sadece büyük kitlelere gösteri yapmaya alışmış, binler­
ce kişinin dikkatine mazhar olmuş birinin sonunda toplumun
gösteriye ilgisizliğinden dolayı panayırlara hatta küçük bir
sirk ahırına düşmesinin de yolu açılmış olmaktadır. Açlık
şampiyonunun meslek yaşantısında toplumun kendi mes­
leğine gösterdiği bu ilgisizlik bir tavır olarak da görülebilir.
Kendisine iyi davranmayan, her halükârda kendisini izleme­
ye gelen insanlara karşı saldırgan hareketlerde bulunan, sal­
dırganlığı gözden kaçmayan açlık şampiyonu böylece ceza­
landırılmış olacaktır:

Ama o zamana kadar kim ölür, kim kalırdı? Peki, şimdi aç­
lık şampiyonu ne yapacaktı? Binlerce kişinin kendisini çılgınca
bağrına bastığını görüp yaşadıktan sonra, küçük panayırlarda­
ki çadırlar içinde sanatını sürdüremezdi. Kendisine başka bir
meslek edinmeye gelince, bunun için hem yaşı pek ilerlemişti,
hem de aç kalmaya bağnazlık derecesinde tutkunluğu vardı. Bu
yüzden, o eşsiz parlaklıktaki meslek yaşamı boyunca kendisine
eşlik eden menecerine yol verip çalışmak üzere sirke girdi; boşu­
na kızıp sinirlenmemek için, anlaşmanın koşullarını hiç merak
etmedi.113

Açlık şampiyonu kendi kariyerinin sonlarına doğru yak­


laşırken sirkte, ahırda diğer hayvanların arasmda kendisine
bir yer verilmesine ses çıkarmamaktadır. Aslında bunu geniş
toplumlarda ve çoğul metropol insanların ilgisi yüzünden
kırk gün ile sınırlandığı bir eğilimin daha da fazla güne çı-112

112 A.g.e., s.181


113 A.g.e., s.181

205
karılmasını bir fırsat olarak görür. Kendi sınırlarının kırk
günden daha fazla güne yettiğinin bilincinde olan açlık şam­
piyonu sirke gelmenin, hatta ahırda bir hayvan muamelesi
görmenin insanı ezici iklimine katlanır. Hedef kırk günü aşan
bir açlık olduğundan, kendi perhizkârlığının sınırlarını ge­
nişletmek ve daha ileriye gitmek olduğundan mekâna önem
verilmez. Nerede yaşandığının burada bir önemi yoktur. Bir
ahır bile olsa, vurgu ahıra değil açlıkta daha fazla güne en-
dekslenir:

Birbirini dengeleyip bütünleyen dünya kadar insan, hay­


van, araç ve gerecin bulunduğu büyük bir sirkte herkes için, hatta
bir açlık şampiyonu için elbet mütevazı bir ücret karşılığı iş vardı.
Hem söz konusu durumda angaje edilen yalnız açlık şampiyo­
nunun kendisi değil, aynı zamanda onun ün salmış eski adıydı.
Hatta bu sanat türünde yaştaki ilerlemenin başarı oranında zo­
runlu bir düşmeye yol açmayacağı göz önüne alınırsa, emekliler
arasına karışmış, artık sanatının doruğunda tutunamayan bir
adamın sirkin birinde başını sokacak yer aradığı hiçbir vakit ileri
sürülemezdi. Tersine, açlık şampiyonu yine eskisi gibi aç kalabi­
leceğini ileri sürüyordu ki, buna inanmamak için ortada neden
yoktu. Hatta o kadar ileri gidiyordu ki, eğer bir karışan çıkmazsa
-bunun için bir duraksamadan söz veriliyordu kendisine- gös­
terileriyle asıl şimdi dünyaya haklı olarak parmak ısırtacağını
söylüyordu. Kuşkusuz bu öyle bir savdı ki, konuşmanın coşku ve
heyecanı içinde açlık şampiyonunun unuttuğu dönemin havasını
bildiklerinden, bu işte uzman kişilerin sadece gülüp geçmesine
yol açıyordu.114

Açlık şampiyonunun izlerçevresi azalmıştır; seyirci­


ler artık kendisini görmeye değil, ahırdaki ve sirkteki vahşi
hayvanlan görmeye geliyorlardır. Bu onu biraz daha hüzün-
lendirmektedir, fakat bir taraftan da sirkin "gözde numara­
sı" (s.182) olmaması, gözdelikte çok çok aşağılara bir yerlere
düşmesinden üzüntü duymaktadır:

114 A.g.e., s.182

206
Ama açlık şampiyonu da gerçek durumu aslında fark etmi­
yor değildi ve kendisini gözde bir numaraymış gibi manejin orta
yerinde değil, dışarıdaki ahırların oraya, beri yandan kolay ulaşı­
labilecek bir yere yerleştirmelerini pek doğal karşılamıştı. Kafesin
dört bir yanını büyük ve renkli tabelalar kuşatıyor, seyircilere iz­
leyecekleri gösteri konusunda bilgi veriyordu. Molalarda sirkteki
hayvanlan görmek için ahırların bulunduğu yere koşuşan seyirci­
lerin, açlık şampiyonunun önünden geçerken hemen her vakit bi­
raz duraklayıp onu seyretmesi, neredeyse kaçınılacak gibi değildi.
Onlann bu daracık geçitte, bir an önce görmek istedikleri ahırlara
giden bu yol üzerinde duraklamasına akıl erdiremeyen kimseler
arkadan itip sıkıştıracak şöyle rahat ve uzun süreli bir seyri engel­
lemese, belki açlık şampiyonunun yarımdan pek de çabuk aynlma-
yacaklardı.115

Kalabalığın eskiden kendisini izlemek için birbirine gir­


diği düşünülecek olursa, artık ona karşı kayıtsızlık söz ko­
nusudur; açlık şampiyonu ahırdaki diğer hayvanlan görmek
için insanların nasıl birbirine girdiklerini izlemektedir. Arada
sırada tek tük insanın kendisine baktığını, onun ahırdaki du­
rumunu anlamadıklarım gözlemlemektedir:

Ama seyircilerin bu uzaktan akıp gelişleri onun için en güzel


bir manzara olarak kaldı hep. Çünkü bir kez yanına yaklaştılar
mı, çevresinde sürekli oluşan yeni gruplar birbirlerine bağırıp ça­
ğırmalarıyla ortalığı gürültüye boğuyorlardı; gruplardan biri -ki
bu grup, çok geçmeden açlık şampiyonunu ötekinden daha çok
sinirlendirmeye başlamıştı- onu rahat seyretmek istiyordu, anla­
dığından değil de canı öyle istediğinden, öteki gruba inat olsun
diye; öteki grup ise, ilkin ahırlara gitmeyi düşünüyordu sadece.
Büyük kalabalık çekilince, arkadan geç kalanlar sökün ediyordu.
Ne var ki, diledikleri kadar kafesin önünde durmalarına kimse
ses çıkarmamasına karşın, onlar da hayvanların yanına bir an
önce varmak için adımlarını açarak, adeta kendisine gözucuyla
bile bakmaksızın önünden seğirtip geçiyorlardı. Hani pek de rast­
lanmayan bir şans eseri, bazen yanında çocuklarıyla bir babanın
çıkageldiği oluyor, baba parmağıyla açlık şampiyonunu işaret ede­

115 A.g.e., s.182-183

207
rek çocuklara uzunboylu açıklamalarda bulunuyor, onlara önceki
yıllarda yaşadığı, şimdikine benzer, ama şimdikiyle kıyaslana­
mayacak ölçüde büyük gösterilerden söz açıyordu. Çocuklar ise,
okulda ve hayatın içinde gereken hazırlığı edinemedikleri için,
babalarının söylediklerinden bir şey anlamıyorlardı.116117

Açhk şampiyonunun mutlu olduğu gözdelik durumu­


nun ortadan kalkması ve artık unutuluşa terk edilmesi onu
üzer; her şeyden önce insan olarak hakir görülmesi ve aşa­
ğılık bir hayvan muamelesi görmesi, ahıra kapatılması onun
içini kemirip duran bir durumdur. Kendi açlığında ve perhiz-
kârhğmda bir de ahırdaki hayvanların aşın hayat canlılığı, iş­
tahlan, etleri yiyişleri ve yiyorken de vahşice ses çıkarmaları,
onu iyiden iyiye hüzne itmektedir. Kendisi de yaşamsal sona
yaklaştığının ayrımına varmakta, bu hayat temposunun onu
pek fazla götürmeyeceğini görmektedir:

Aradaki bu yakınlık, gelenlerin görmek için ahırlan seçmesini


kolaylaştınyordu çünkü. Üstelik hayvan kafeslerinden kalkıp ge­
len pis koku, geceleri huysuzlaşan hayvanların gürültüsü, önünde
geçirilip vahşi hayvanlara götürülen çiğ etler, yiyecek verilirken
hayvanların bağınp çağırması kendisini pek incitiyor, sürekli bir
hüzne gömüyordu.’17

Açlık şampiyonunun insanlığını kaybettiğini ve artık in­


san altı bir yaratık olduğuna, belki hayvanlaştırıldığına dair
bir örnek de bulunduğu konum itibarıyla hiç kimseye şikâyet
edememe durumudur. "Homo Domesticus" örneği oluşu,
onu bu hale getiren şartların bir sonucudur. Şartlar, onu ar­
tık halinden şikâyet edemeyeceği bir duruma itmiştir. Şikâyet
etse gereksiz varlığına dikkat çekeceğinden, unutulduğu ve
gözde olmadığı bir zamanda belki kendine ait olan, orada
açlığım icra ettiği kafesi bile elinden alınacaktır. Bu yüzden
dikkat çekmemek için, şikâyetini hiç dile getirmez:

116 A.g.e., s.183-184


117 A.g.e., s.184

208
Ama müdüriyete gidip şikâyette bulunmayı da göze alamı­
yordu. Ne de olsa, içlerinde sırf kendisini görmeyi isteyen tek tük
kişilerin de yer aldığı ziyaretçilerin gelişini hayvanlara borçluydu.
Hem sirkteki varlığını müdüriyettekilerine anımsatırsa, bakarsın
hayvan kafeslerine giden yol üzerinde doğrusu bir engelden baş­
ka şey oluşturmadığını akıllarına getirir, kendisini tutup kim bilir
hangi köşeye tıkarlardı.118

Gregor Samsa'nın, "Değişim" adlı uzun hikâyede böcek


olduktan sonra iğrençliğinden kaynaklanan tiksindiriciliği
nedeniyle ailesinin ilgisi ona karşı nasıl azalıyorsa ve sonunda
annesi, babası, kız kardeşi onu kendi odasında, kendi yalnız­
lığında ve acısmda nasıl ölüme terk ediyorlarsa; açlık şampi­
yonu da sanatını icra edeceği insanlar olmaymca, dikkatlerini
kendi zayıf ve alız bedeninde toplayamayacağını anladığın­
da artık varlığının bir anlamı olmadığına inanır. Kendi reko­
runu gerçekleştirmek demek, bir anlamda toplumsal ilginin
azalması ve kendisinin unutulması demektir. Ölüme doğru
yol almak demektir. Açlık şampiyonu toplum tarafından ne
kadar unutulursa, açlığını o denli ötelere götürme şansına sa­
hip olur ve hayata tutunamaz, ölür. Açlık şampiyonunun bu
tehlikeli ölüm sınırında yürüyüşünü eskiden menaceri denet­
lerken, şimdilerde toplumsal ilginin kaybolmasıyla menacer
de ortada gözükmediğinden kendi sınırlarım aşmayı, kırk
günden daha fazla aç kalmayı göze almayı denemektedir.
Açlık şampiyonu menacerinden biraz da bu nedenle ayrılmış
ve mesleğinde bir düşüş olarak da görülebilecek ahırda, sirk­
te yaşamayı kabul etmiştir.
Kafesinde günleri artık sayılmadığı için, açlık şampiyonu
kendini günlerin akışına bırakmıştır. Bu bir anlamda sınırsız­
lığa, sonsuzluğa doğru yol alış demektir. Bu aynı zamanda
insanlarm ilgisini ondan çoktan çekmesi, çoktan unutulmaya
terk edilmiş olması anlamına gelmektedir. Açhk şampiyonu o
kadar unutulur ki, bir gün bir müfettiş sirki kontrol ederken

118 A.g.e., s.184

209
içi çürümüş saman dolu boş bir kafes görür. Bunun neden boş
tutulduğunu etrafındakilere sorduğunda, orada çalışan yet­
kililer de buna başta bir cevap veremezler. O denli unutmuş­
lardır açlık şampiyonunu. Ancak kafesin yarımda yer alan
rakam tabelası görüldüğünde, bunun açlık şampiyonunun
kafesi olduğunu, içinde de onun yaşadığını hatırlarlar:

Aradan yine pek çok gün geçti ve bu iş kapandı. Günlerden


bir gün çıkagelen sirk yetkililerinden birinin dikkatini çekti kafes;
görevlilere, içinde çürümüş otlarla sapasağlam kafesi oracıkta bı­
rakıp ne diye kullanmadıklarını sordu. Kimse bir yanıt bulup ve­
remedi. Derken oradakilerden biri, rakam tabelasını görüp açlık
şampiyonunu anımsadı. Bunun üzerine sopalarla otlan karıştıra­
rak açlık şampiyonunu bulup çıkardılar.119

Yetkiliyle açlık şampiyonunun konuşmalan, açlık şam­


piyonunun hayat hakkındaki görüşünü, hayat felsefesini de
ortaya koymaktadır. Neden perhiz tuttuğunu, açlığını neden
haftalarca süren bir zamana taşıdığını, yetkiliyle yaptığı ko­
nuşmadan çıkarabiliriz:

Yetkili, "Hâlâ aç kalmayı sürdürüyor musun?" diye sordu.


"Bu işe ne zaman son vereceksin?" Açlık şampiyonu, "Beni ba­
ğışlayın!" diye fısıldadı. Bu sözleri, kulağını kafese yaklaştıran
yetkiliden başkası işitmemişti. Yetkili, açlık şampiyonunun aklını
oynattığını çevresindekilere anlatmak için parmağıyla kendi kafa­
sını göstererek, "Elbette," diye yanıtladı, "Bağışlıyoruz seni." Açlık
şampiyonu, "Her zaman dileğim, açlık gösterilerime hayran olma­
nızdır," dedi. "Zaten hayran değil miyiz!" diye yanıtladı yetkili
dostça. "Ama olmamanız gerekirdi", dedi açlık şampiyonu. "Eh,
biz de olmayız öyleyse. Peki ama, neden hayran olmayalım?" diye
sordu yetkili. "Çünkü ister istemez aç kalmak zorundayım," dedi
açlık şampiyonu. "Bak sen!" dedi yetkili, "Peki, neden aç kalmak
zorundasın?" -"Çünkü," dedi açlık şampiyonu ufacık başını biraz­
cık kaldırıp bir öpücük verecekmiş gibi dudaklarını sivriltti, söyle­
yeceği bütün sözlerin duyulmasını ister gibi, yetkililerin dosdoğru

119 A.g.e., s.185

210
kulağına, "çünkü hoşuma giden yemek bulamıyorum. Bulsam ina­
nın ki böyle bir ün peşinde koşmaz, ben de sizin gibi, başkalan gibi
kamımı tıka basa doyururdum." Bunlar, açlık şampiyonunun son
sözleri oldu. Ama feri kaçmış gözlerinde, açlık perhizini sürdüre­
ceğine ilişkin artık gururlu değilse bile sağlamlığını koruyan bir
inanç vardı hâlâ.120

"Hoşuna giden yemeği bulamadığı" için aç kalan açlık


cambazının, hoşuna gidecek yemeği bulması da zor gözük­
mektedir. Hoşa gidecek yemeğin bir profesyonel yemekçi, bir
gurme gibi yemeklerin tadına bakılarak öğrenileceği düşü­
nüldüğünde, ağzına hiçbir şey almadan, perhiz yaparak hoşa
gidilecek yemek nasıl bulunacak bu şüphelidir. Daha baştan
açlık şampiyonunun açıklamaları, onun ölüme doğru yol al­
dığını, belki de soyut bir besin arayışında olduğunu, açlığı ile
insansı sınırlan aşıp metafiziki bir gıda ve besin aramanın,
"ölüme açlığın" meselesine dikkat çektiği düşünülebilir. Kırk
gün aralardan sonra hafif bir çorbayla geçiştirilen öğün, daha
fazla aç kalabilme kapasitesinin baskısı ve huzursuzluğu ile
bedeni o açlık bilinmezine doğru itme; somut besin değil so­
yut besindir. Bedeni açlığa iterek, açlıkla bedenin halden hale
girmesi, açlıkla doğması ve kendine apayrı bir açlık aurası
oluşturmasıdır. Belki de aşın açlıkla gelen o duygu durumu­
nun varoluşa yüklediği o fayrap tattır. Bilinmez ve düşünüle­
mez, hiçbir insan bedeninin o sınırlara taşıyamadığı bir aura
bir iklim olarak görülebilir açlık şampiyonunun bedenini aç­
lığıyla götürmek istediği durum ve yer.
Zaten açlığı kronik hisseden insanın her şeyden önce
insan olduğu; insan-medeniyet aşamasında yaşama standar­
dının en tepesine açlığım koyduğu; açlığın onun bedenine
hâkim olduğu ve dünyayı da, varlığı da açlıkla ilişkilendi-
rildiği düşünülecek olursa, kendini açlıkla aşma aşamasmda
açlık şampiyonunun bu durumuyla varlık silsilesinde, canlı­
lık dünyasında bir kademe aşağı inmediği, bir kademe çıktı­

120 A.g.e., s.185-186

211
ğı görülür. En son aşamada da, artık ahırda yaşayan hayvan
oluşluğunu, onlarla aynı kategoride yer almasını da aşacak
ve bir çöp, bir nesne, bir şey gibi çürük samanlarla birlikte
gömülecektir. Açlığı hissetmeyen, açlığa meydan okuyan,
varlığını açlıkla ilişkilendiren silsilede nebati bir varlık ola­
rak, çürük otlar ve samanların arasında yeni bir varlık bulan
Gregor Samsa gibi en başta 'insan-Gregor Samsa' sonra 'bö-
cek-Samsa' ve daha sonra da yatağın altında bulunan artık
hayvan bile olmayan 'bir nesne-Samsa', 'bir şey-Samsa'ya
evrilecektir. Bu açıdan açlık şampiyonunun insanla başlayan
açlık süreci, ahırda yer alışı ile 'hayvan açlık şampiyonu' ve
sonunda da açlıktan ölmesiyle "otlarla birlikte götürülüp gö­
mülen" (s.186) bir 'nesne-açlık şampiyonuna' dönüşür. Bu,
trajedi gibi gözükür, ama akıl egemen toplumun bakış açısı­
dır bu ve açlık şampiyonu bir nevi kırk günü aşmış, açlığını
istediği varlık sınırlarına kadar çekebilmiştir:

Eh artık bir çeki düzen verin şuraya! dedi yetkili. Bunun üze­
rine açlık şampiyonunu otlarla birlikte götürüp gömdüler ve kafe­
sini genç bir pantere verdiler.121

Daha önce de dillendirdiğimiz gibi başkahramanların ölü­


münden sonra "Değişim"de de, "Bir Açlık Şampiyonu"nda
da açlıktan ölen karakterlerden hemen sonra bir kasap izle-
ği, canlı bir et izleği, vahşi bir leopar izleği bunu takip eder.
Kafka, bununla hayattaki zıt varlık kutuplarına dikkat çeker.
Bir yanda bedenini cılızlaştıran, perhiz tutan ve varlığı açlı­
ğıyla aşan bir alız kişi varken; bir yandan da aynen bu ka­
rakter gibi başlangıçta tombul ve iştahlı bir Gregor Samsa ve
sonra böcekleşmesiyle garip bir durumla hayvanlaşmaya ve
binlerce çileyle açlıktan ölmeye ve şeyleşmeye doğru yol alma
üzerinde durulur. Açlık şampiyonu öldükten sonra onun ka­
fesi bir etobur leopara verilir, insanların sağlığına ve canlılığı­
na hayran olduktan, bedeniyle insanı kıskandıran, özgürlüğü

121 A.g.e., s.186

212
ve hayata bağlılığı insanlarda kıvanç uyandıran bir leopar
görülür; Gregor Samsa'nın trajik ölümüyle kız kardeşin he­
men ondan sonra anlatılan canlılığı, evlenme yaşma gelişliği,
bedeninin diriliği eş zamanda verilir:

Bunun üzerine açlık şampiyonunu otlarla birlikte götürüp


gömdüler ve kafesini genç bir pantere verdiler. Vahşi hayvanın
hayli zaman ıssız kalmış kafesi içinde kendini ordan oraya atışı­
nı seyretmek, en duygusuz kimselere bile zevk veriyordu. Hiçbir
eksiği yoktu hayvanın; canının istediği yiyecekler, bakıcılar tara­
fından getirilip önüne konuyordu. Hatta özgürlük aradığı bile söy­
lenemezdi. Gereksindiği her şeyi fazlasıyla kendisinde barındıran
bu soylu vücut, adeta özgürlüğünü de yanında taşıyordu, sanki
ağzında, dişlerinin arasında bir yerdeydi bu özgürlük. Yaşam kı­
vancı öylesine bir coşkuyla hançeresinden çıkıyordu ki, seyircilerin
bu kıvanç karşısında tutunması kolay değildi. Ama yine de kor­
kularını yenip kafesin çevresini sarıyor ve hayvanı seyretmeye bir
türlü doyamıyorlardı.122

"Değişim" adlı uzun hikâyeyle "Bir Açlık Şampiyonu"nun


karakterlerinin trajik sonunun benzerliği ve ikisinde de ka­
sap motifinin ortak oluşu Roger Garaudy'nin de dikkatinden
kaçmaz. Kafka'nın, hikâyelerin sonunda figürlerin trajik ölü­
müyle koşut olarak, canlılığın timsali olan yeni izlekler koy­
duğunu dillendirir. Bir tarafta 'açlıktan ölüm' varsa, diğer
taraftan da 'açlığın zıddı olan tokluğun timsali olan yeniden
keşfedilen hayat' vardır:

"Aile sofrasındaki konukların çene kemiklerinden gelen ses­


leri duyduğunda, "Gregor, ben de iyice acıktım, diye düşünmüş­
tü endişesiyle; ama canım bu tür şeyler yemek istemiyor". Açlık
Şampiyonu gibi o da açlıktan ölmeyi bekleyecek ve nasıl sirkteki
kalabalık Açlık Şampiyonu'nun ölümünden sonra onun yerine ge­
çen ve her yerinden hayat fışkıran panteri görebilmek için sabırsız-
landıysa, Gregor'un ana babası da, Gregor'un ölümünden sonra
kuruyan böcek vücudunun kabuğunu çöpe attıklarında "rahat bir

122 A.g.e.,s.l86

213
nefes alacak", Gregor'un kız kardeşi Grete'nin "biçimli vücudunu"
takdirle seyredecekler ve "Son durağa geldiklerinde kızcağız her­
kesten önce ayağa kalkıp o körpe bedeniyle şöyle bir gerinince, kız­
larının bu hareketinde yeni hayallerinin doğrulandığım, o hayırlı
beklentilerinin gerçekleşecek gibi olduğunu düşüneceklerdir."123

3.1.3. Bir Köpeğin Araştırmaları

"Dişleri de Kafka kendisini tehdit eden bir


tehlike olarak algılar. Tehlike öylesine büyüktür ki,
yalnızca alt ve üst sıradakilerin bir araya gelmesiy­
le değil, tek olarak da dişler onu tutup bırakmaz."
(Elias Canetti)

"Bir Köpeğin Araştırmaları" adlı bu eser, Kafka'nın te­


masını metamorfoza dayandırdığı çok sayıda eserlerden en
önemlisidir. "Değişim"de böceğe dönüşen Gregor Samsa'nın
çilesi kadar kapsamlı bir anlatı olmasa da, bu da uzun bir hikâ­
yedir ve nerdeyse novel hacmine varır. Kafka'da gün yüzüne
çıkan dönüşüm sorunsalının ikili aşaması göz önüne alın­
dığında, metamorfozun "Değişim"de olduğu gibi insandan
hayvana doğru değil de, ters bir şekilde, aynı akademisyen
maymunun hikâyesinde olduğu gibi, hayvandan insana doğ­
ru olduğu görülebilir. Kendi türünün sınırlarını yoklamak
ve aşmak isteyen bir köpeğin hikâyesi anlatılır bu hikâyede;
çocukluk yaşlarından başlayan ve köpeklerin zaten içgüdü­
lerinden ve vazgeçilmezlerinden biri olan susma ve ancak
bazılarında nadir, olağanüstü durumlarda görülen araştırma,

123 Roger Garaudy, Kafka, Yirmi Dört Yayınlan, (Mehmet Sert çevirisi), İstanbul
2007, s.66

214
soruşturma güdüsü ile küçücük bir köpeğin kendi türünün
sınırlarını aşması, dört ayaklı oluştan iki ayaklı oluşluğa doğ­
ru evrilmesi, disconnectus erectus sarmalında verilir.
Küçük bir köpek yavrusuyken ve daha kendi soyuna da
bağlıyken, içinde var olan araştırma güdüleri henüz gelişme­
mişken, köpeklerin çoğunun bildiği susma ve müzik söyleme
gibi garip hasletleri yeni yeni öğrenmeye başlamış, köpeklik
evreninde daha ne garip özelliklerin bulunabileceği mera­
kıyla tek başma uzun bir yolculuğa çıkmıştır. Doğal olarak
köpeklik içgüdüsüne sahip, başkahramanı bir köpek olan bu
hikâye, her alanda (merak, soruşturma, oruç ve perhiz) kendi
köpeklik sınırlarını zorlamasmı konu edinir. Uzun bir yol­
culukta karşılaştığı yedi müzisyen köpeğin büyüsü altında
kalır. Bu türü daha yeni görmüştür ve eylemlerine bir anlam
veremez. Davranışları, hareketlerini garipser. Müzisyen kö­
peklerin yarımdan ayrıldıktan sonra da uçan köpeklere, ha­
vada süzülen köpeklere rastlar. Kendisi orta sınıfa mensup
bir köpek olduğundan ve o güne dek yaşadığı hayat da bir
orta halli köpek hayatı olduğundan köpekler soyundan olan
ve fakat başka bir kasta, bir sınıfa mensup bu türün bütün
özelliklerine şaşakalır. Havada süzülmelerinin, ayaklarını
yere basmamalarının, ayaklarını yere bassa da bunun sen­
tetik ve sırıtan bir ayağını yere basış olduğunun altını çizer.
Zenginlikleri, besini havada kapmaları, sahiplerinin kucakla­
rından yere inmemelerini anlamaz.
Antropolojik -daha doğrusu köpekopolojik- göndergele-
rin de yoğun olduğu ve köpeklerin besinlerini nasıl elde et­
tiklerine dair büyük sorgulamaların olduğu bu hikâyede baş-
kahraman olan köpek; besinin, köpekleri doyuran ve onların
karın tokluğunu sağlayan gıdanın kökenini aramaktadır.
"Toprak bu besini nereden alır?" (s.237) sorusu üzerine araş­
tırmalarını yönlendirir ve araştırmalarını bu soruya odaklar.
Baştan beri köpek soyuna yabana olduğu için, durmadan ka­
faya takılan sorulara bir cevap arama içgüdüsüyle, aktarılan
bilgi sahibi olmak yerine bilimsel verilere dayanan, sorgula­

215
yıcı bir disiplinin de yardımıyla, bilimsel ruhla, diğer köpek­
lerden farklı olan başkahraman, varlığını yaptığı araştırmaya
odaklar. Merak ettiği ilk soru besinin kökeni ve kaynağıdır,
bunda elbette toprağm sürülmesinin, ekilmesinin önemini
görür; ikinci bağlamda da toprağa idrarın ve su verilmesinin
değerini araştırır. Bu döngü yani toprağm ekinini ve besini
köpeklere açabilmesi için köpeklerin ona kendi bedenlerin­
den su vermeleri ve idrar etmeleri bir varlık döngüsü ve besin
zinciri olarak önemli bir yer edinir araştırmasında. Köpeğin
kafasına takılan ve diğer köpeklerden onu üstün kılan dü­
şünme yeteneği olduğundan, sorgulama ve araştırma yete­
neklerine de sahiptir ve besinin oluşumunda sadece toprağın
ekilmesinden öte müziğin, tamtamların, dansların, toprakla
oyunun, ritüellerin, bereket dualarının ve şarkılarının da kut­
sal besinin yukarıdan gelmesinde önemli bir etken olduğu
görülür. Bu ikisini birbirinden ayırmak nerdeyse imkânsızdır
ve ancak bu iki eylem birbirini tamamladığında besin yuka­
rıdan ama aşağıda gerçekleştirilen eylemlere gelir. Toprağm
bereketi nereden aldığı, işlenmiş ve ekilmiş toprağm berekete
kuru bir felsefeyle dönüşemeyeceği, toprağı ekenlerin fazla­
dan eylemlerle, yaptıkları işi kutsama ve duayla, tevekkülü
andırır tavırlarla bereket ritüellerinin talep edilen besini be­
raberinde getirdiği üzerinde durulur. Müzisyen köpekler ve
uçan köpekler gibi bir kast sistematiğine bağlı olmak isteme­
yen, göbeğini bir şekilde işleyeceği ya da hazır konabileceği
besinlere endekslemek istemeyen köpek başkahraman, bu
döngüyü kırmak ister. Zaten düşündüğü, sorguladığı, soru
sorduğu için diğer köpeklerden biçim ve derinlik farklılığı­
na sahip olan köpek perhize gider. Aç kalmaya karar verir.
Açlığım o kadar geliştirir ki, sınırlarım aşmaya çalışır. Besinin
kendi ekseninde döngüsünü, rızkın nasıl da etrafında eviri-
lip çevrildiğine şahit olur. Ağzına besin almaz. Araştırması
bir anlamda özgürlük arayışıdır. Mutlak besini aramadan
öte, besinle ve gıdalarla köpek bedeninin dünyaya veya bağlı
bulunduğu yere aidiyetidir. Bir pranga gibi açlığın ve yuka-

216
ndan süzülen, köpekleri bir anlamda bu besinlere bağımlı,
mecbur kılan, onları köpekleştiren bir duygu ve ontolojik bir
durumdur. Bedenine kendini köleleştiren besini almayarak
bu döngüyü parçalamak, özgürleşmek, kendi başına buy­
ruk yaşamak, hiçbir şeye ve kimseye bağlı olmadan hayatını
idame ettirmek ister. Besini alamadığından ve bedeni besine
muhtaç olduğundan dolayı da kan kusar. Kendi bedensel ve
ruhsal sınırlarını aşmaya ve zorlamaya çalışmanın bir anlam­
da cezası olarak görülür bu durum. Araştırmalarını derinlere
götüren ve ontolojik bulgulara varan köpeğin bulguladığı bil­
gileri de, teoriden pratiğe geçirmesinin bir laneti olarak görü­
lebilir bu kan kusma edimi. Franz Kafka'nın kendi hayatın­
da da aynı duruma rastlanır. O da hikâyenin başkahramanı
olan köpek gibi açlığın sınırlarını zorlayarak, perhiz tutarak,
et yemeyerek, babasına ve Felice'ye karşı tavırlar takınarak
bedenini sağlıksız beslediğinden ve ona dikkat etmediğinden
bir gece yansı kan küsmüştür. Kan kusan köpeği sağaltmak
için arkadaştan, kendi soyundan köpekler ona yardım et­
meye çalışsa da, köpek buna izin vermez ve onlan def eder.
Aynen Kafka'nın kan kustuğu geceden sonra Max Brod'un
ve aile efradının onu sanatoryuma yatması için ikna etmesi
gibi. Köpek, varlığı varlık kılan etmenin besinbilim olduğu
kadar müzikbilim olduğuna da inanır. İki bilim dalı da çok
çok önemlidir ve köpek ulusu tarafından çoğunlukla bilinme­
den, derinlikli araştırılmadan uygulanır. Ancak iki bilim dalı
yan yana geldiğinde ve birbirlerini bütünlediklerinde besin
kutsal bir evreye doğru evrilir. Özgürlük ancak bu şekilde
gün yüzüne çıkar.
Kendi türünün bir prototipi olan ve disconnectus erec-
tus'un da bir örneği olarak görülebilecek bu köpek başfigürü,
Kafka'nın besin ve açlık metinleri arasında en önemli me­
tinlerden biri olma özelliğine sahiptir. Hikâyenin neredeyse
yansı, başkahraman sayılacak köpek figürümüzün "Toprak
besini nereden alır?" sorusu üzerine yaptığı araştırmanın içe­
riğini ve gelişimini, tez oluşluğunu anlatırken, hikâyenin son

217
çeyreği de besin ve açlık üzerine Kafka'nın ciddi bir şekilde
düşündüğü ve besinbilim ile müzikbilimi birbirinden ayrıl­
maz kıldığı bir metindir.

Die Geschichte vom Suppen-Kasper

Bu hikâyenin çözümleme aşamasında besin üzerinde çok


uzun duracağımızdan Gregor Samsa'nın insanken bir böce­
ğe dönüşümü nasıl bir prototip metamorfozsa, Kafka'nın
eserlerinde değişim-dönüşümün insandan böceğe (hay­
van) değil de hayvandan insana gerçekleştiği "Bir Köpeğin
Araştırmaları" adlı metin kendinde önem taşıdığı bilinme­
lidir. Elbette edebiyatta ve felsefede köpek izlekleri ve kö­
peğin antropomorfize edilmesi üzerine Platon'dan, E.T.A.
Hoffmann'a kadar çokça izleğe rastlanır. Virginia Woolf'un
"Flush"unda değişik bir konu içerse de, köpeğin insandan
daha yüce bir konuma sahip olduğu Bemhard'm "Beton" unda
dillendirilir. Bemhard'm "Beton"unda köpek üzerine dikil­

218
miş anıtın, dünyanın en büyük anıtı olduğu ve bu nedenle
de onun değerinin belki insanlardan daha büyük bir değe­
re sahip olduğu hususuna dikkat çekilir. Kafka'nın, E.T.A.
Hoffmann'ın "Köpek Berganza'nın En Yeni Kısmetinden
Haberler" (Nachrichten von den neuesten Schicksalen des
Hundes Berganza) ve Woolf'un "Flush'undan farklı bir şe­
kilde ele aldığı konu, köpeğin araştırmacı kimliği yanında,
derinlikli olarak besinin üzerine gitmesi ve bunu da kendi
bedeniyle gerçekleştirme çabasıdır. Değişik ve bir elin sayısı
kadar köpek hallerinden (müzisyen köpek, uçan köpek, orta
halli köpek) sıyrılıp kendine ait yeni bir köpek hali ortaya
koymasıdır. Toprakla bir anlamda maddi ve manevi, fizyo­
lojik ve ontolojik kavgasıdır. Onun hazırcılığı ve doğurgan­
lığına, işlenildiği vakit köpekleri umutsuz bırakmayacağı,
onlara bir şeyler sunacağı bilgisi yanmda, bu bilginin epis-
temolojik kökenine varmak, bu bilginin derinliği ve kaynağı
neyse onu bihakkın yaşamak, tasavvufi deyimle ilmelyakin
bilgiyle değil, aynelyakin bilgiyle değil de, bu durumu hak-
kelyakin bilgiyle yaşamak, köpeğin temel derdidir. Besinin
topraktan nasıl geldiği ve bunların köpeklere nasıl sunuldu­
ğunun bilgisi önemli değildir burada, kuru inanç, batıl inanç
değildir; köpeğin varlığını açarak, toprağm bu cömertliğine
ve cömertliğini de yukarılara bir yere borçlu oluştuğunu ve
de yukarılara olan ilginin de gariptir köpeklerin toprağı ek­
tikten, onu işledikten sonra yapacaklarını, toprağı işledikten
sonra acı havlamalarıyla, bir anlamda dualarıyla (müzikle­
riyle) ve devinimleriyle, tatmalarıyla, ektikleri toprak üzerin­
deki oyun ve primitif ritüellerle "yukarıya" verdikleri mesa­
jın bir ödülü olarak görülür bu besinler. Pozitif bilimin katı
kuralcılığıyla ekip işleme, sadece köpeklerin yaptıkları ekme
işlemine bağlanamaz, toprağm nimeti ve besini sunması, eki­
nin nimete ve besine dönüşümünün köpeklerin dualarını an­
dıran tavırlarına bağlanır.
Okur olarak bizlere bu bilgileri sunan köpeğin farklı
bir köpek olduğu, dört bacaklı bir konumdan iki bacaklı bir

219
konuma evrilmiş, her ne kadar hikâyede insan kelimesi geç­
miyorsa da düşüncesiyle, düşünebilme, mantık kurabilme,
tasarlayabilme, araştırabilme, sorgulama yeteneğiyle köpek­
ler arasında, Nietzsche'nin üstün-insanı andırır bir durum­
da olduğu dillendirilebilir. Kendi soyundan bu güdüleriyle
çok eskiden beri ayrılmış, köpek soyu düşünemezken, soru
soramazken, itaat etmiş bir toplulukken, çok küçük yaşlar­
da kendisine verilen bu yetenekle diğer köpeklerin arasında
kendine apayrı bir yer edinebilmiştir. Köpeğin peygambersi
bir büyüklüğü metin içinde görmezden gelinemez. Normal
insanlar gibi düşünebilme yeteneğiyle kendi soyundan fark­
lılaşmış ve bu yetenek kendisine çocukluktan itibaren veril­
diği için de kendi soyundan saygı görmüş, tanrı ve ayüstü
âlemle ilgili her şeyi düşünebilme ve sorgulayabilme yete­
neğini de durmadan geliştirmeyi kendine borç bilmiştir. Bu
yeteneğe sahip olmayan, kendi soyu arasında yeteneği ister
istemez garip karşılanmış ve üstün bir güç olarak görülmüş,
onun köpekler arasında fazladan görülen bu tavırları pey­
gambersi tavır olarak değerlendirildiği gibi, kendi soyunun
sınırını aşan garip davranışlar ve yozlaşma olarak da değer­
lendirilmiştir. Aynen peygamberler gibi perhiz yapar, aç ka­
lır. Bedeninin sınırlarını aşmaya, dünya nimetlerinden fazla
istifade etmemeye karar verir. Bu eylemi, özgürleşmek için
bir yol olarak görür. İnsanın dünyaya fırlatıldığı kafesin be­
den olduğu düşünülürse, yasak meyve ile cennette çok ra­
hat konumdan dünyaya bir azap haline, bir sürgün yaşama
itildiği görülecek; özgürleşme hareketi, bedenin besini reddi
ile kökensel besini almamanın bir af arayışı olabileceği üze­
rinde durulabilir. Kökensel suçun, yasak meyveyi yemenin
bilinciyle, bedenine dünyevi yemeği sokmayarak, özlenilen
özgürleşmeye yeniden sahip olabilme arayışı; hiç bir şey ye­
meyerek ve bedenden besini keserek bir anlamda ilk suçun
affını ve bedenini sağlama alış arayışıdır bu. Bu yüzden de
köpek, kendi soyu gibi dört ayaklı değil de "akleden, soruş­
turan, bir şeyleri didikleyen, aklına diğer köpeklerin hiç gel­

220
mediği şeyleri getiren bir disconnectus erectus örneği" ol­
malıdır. Bu yüzden köpek kendi türünden dışlanır, gerçi ona
saygı duyulur, hatta uzaktan kendisini görenler onu yozlaş­
mış olarak görmelerine rağmen, onun garipliğinin bilincinde
olarak ona saygı duymaktadırlar:

Yaşamım nasıl da değişti, ama doğrusu nasıl da değişme­


miş bulunuyor. Şimdi bazen düşüncelerimi gerilerde gezdirip,
henüz köpekler arasında günlerimi geçirerek onların dert ve ta­
salarını paylaştığım, köpekler içinde bir köpek olduğum günleri
aklıma getiriyorum da, biraz daha dikkatle bakınca görüyorum
ki, bu işte öteden beri aksayan bir taraf, kırık kopuk bir yer vardı,
o pek saygıdeğer ulusal toplantılarda hafif bir hoşnutsuzluktur
hep sarardı içimi; arada bir, ama hayır, pek sık, eş dost arasında
bile kendimi bu hoşnutsuzluğa kaptırır, yakınlık duyduğum bir
köpek arkadaşı yalnızca görmek, nasılsa işte onu yeni bir gözle
görmek bile beni aptallaştırır, korkutur, çaresizlik, hatta umut­
suzluğa sürüklerdi. Ama sonra yine bir ölçüde yatışır, kendileri­
ne durumu açıkladığım dostlarım yardımıma koşar, derken yine
sessiz sakin yaşamaya başlardım; öyle günler ki, yukarıda sözü
edilen şaşırtıcı durumlar yine eksik olmaz, ama bunları şimdi
daha bir serinkanlı karşılar, yaşadığım hayatın içine daha bir se­
rinkanlı yerleştirirdim. Bunlar belki yorardı beni; ama başkaca
bana zararı dokunmaz, gerçi biraz soğuk, çekingen, ürkek, hesa­
bi, ama her şeye karşın basbayağı bir köpek varlığını sürdürme­
me izin verirlerdi. Zaten arada böylesi molalar olmasa, nasıl bu
yaşa erişirdim; gençliğimin pek tatsız olaylarını gözden geçirip,
yaşlılığın pek tatsız olaylarına göğüs gererken gösterdiğim bu
dinginliğe hangi çabayla ulaşır, itiraf edeyim ki silik, daha ihti­
yatlı bir deyimle pek parlak denemeyecek doğal yeteneğimden
gerekli sonuçları nasıl çıkarıp, adeta tümüyle onların gösterdiği
doğrultuda bir ömür sürerdim. Kendi kabuğuma çekilmiş, yal­
nızlık içinde, sadece o umutsuz, ama benim için zorunlu araştır­
malarla vakit geçirerek yaşayıp gidiyorum; ama uzaktan uzağa
da kuşbakışı görüyorum ulusumu, bu bakışı yitirmiş değilim;
sık sık haberler sızıp geliyor bana kadar, benim de zaman zaman
sesimi işittirdiğim fırsatlar çıkıyor. Bana saygıyla davranıyorlar;
yaşayış biçimimi anlamıyor, ama bundan ötürü bana darılıp gü­
cenmiyorlar; hatta sağda solda uzaktan koşup geçtiklerini gör­
düğüm genç köpeklerin, küçüklüklerini hayal meyal da olsa pek
anımsayamadığım bu genç kuşağın saygı dolu bir selamı benden
esirgediği yok.124

Türkçede daha doğrusu Osmanlıcada, "inkılab"m "inki-


lab"la yazılış ve okunuş ortaklığı, "kalp etmek" le (değişmek­
le) "kelb"in (köpek) birbirine yakınlığı göz önüne alındığın­
da, bu dilsel oyunun Kafka'nın hikâyesinin de temeli olduğu
görülür. Hikâyeye has olan inkılâp etmenin (değişmenin),
inkilap etmekle (köpekleşme) bir yakınlığı olduğu düşünü­
lürse, bu eylemde kendi köpek soyunun "kalp edene" aynı
zamanda "kelp edene" de bakış açısı elbette değişecektir. Ona
pek de normal bir gözle bakılmayacaktır. Disconnectus erec-
tus tanımı da zaten burada gün yüzüne çıkar. Darwin'in göz­
lemlerine göre insanın dört ayaklıdan iki ayaklı haline dönü­
şümünü biraz da çevirerek hikâyesine konu eden Kafka, bu
dönüşümün acısını ve huzursuzluğunu da uzun uzun anlatır
okuyucularına. Kendi türüne yabancılaşan ister insan olsun,
isterse hayvan ya da börtüböcek, bu yabancılaşma ve deği­
şimde onlar tarafından dışlanır. Çevreye alınmaz, türler ara­
sında hor görülür, yozlaşmış, başkalaşmış biri olarak bakılır
kendisine, ona soysuz yaftası takılır.
Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar" adlı romanında 'discon­
nectus erectus' tanımlaması için sunduğu o güzelim yeri met­
nimize almakta fayda görmekteyiz. Atay'a göre 'disconnectus
erectus':

Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanlan


bile vardır. İlk bakışta, dış görünüşüyle, insana benzer. Yalnız, pen­
çeleri ve özellikle tırnaklan çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukan
hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer).
Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlik­

124 Bundan sonra "Bir Köpeğin Araştırmaları" adlı metinden alınacak olan
alıntı metinleri için kaynak kitap aşağıda ismi verilen kitap olacaktır:, Franz
Kafka, Bir Savaşın Tasviri, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul
2004, 334 s.; söz konusu alıntı ise aynı kitabın 225-271. sayfalarında yer almakta­
dır. Bunun için bkz. aynı eserin 225-226 sayfalan.
te, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez.
Erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarırlar. Dişi­
lerini de aynı sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvala­
rında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar, ya da terkedilmiş
yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan
sonra ana, baba ve yavrular ayn yerlere giderler. Toplu olarak ya­
şamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülme­
miştir. Belirli bir beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla
birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler. Kendi
başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bü­
tün huylan taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek
yediğini görmezlerse, acıktıklarım anlamazlar. (Bu sırada çok zayıf
düştükleri için avlanmalan tavsiye edilmez).
İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler.
Fakat -gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesi­
ne özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutuna-
mayanın bir kavgada başka bir hayvanı yendiği görülmemiştir. Bu­
nunla birlikte, hafızalan da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri,
bazı tabiat bilginlerince gözlemlenmiştir. (Aynı bilginler, kavgacı
tutunamayanlann sayışırım gittikçe azaldığını söylemektedirler).
Din kitaplan, bu hayvanlan yemeyi yasaklamışsa da gizli olarak
avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayan-
lan avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz hemen
yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir,
insanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıktan tespit edildiğinden, be­
lediye sağlık müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir.
Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi
bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duy­
gulara sebep olduklan, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı
hekimler, tutunamayanlann bu mikroplan, kasaplık hayvanlara da
bulaştırdıklarını ve bu sıkıntılardan kurtulmanın ancak et yemek­
ten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler. Hayvan terbi­
yecileri de tutturamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunlan sirkler­
de çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri
nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir.
Aynca birkaç sirkte halkın karşısına çıkanlan tutturamayanlar, on-
lan güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak
parasım geri istemiştir). Filden sonra, din duygusu en kuvvetli hay­
van olarak bilinir. Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca
ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da tek gittikleri her yerde hadise
çıkardıkları için, bunun pek mümkün olmayacağı sanılmaktadır.

223
Başlan daima öne eğik gezdikleri için, çeşitli engellere takılır­
lar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören
bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvanı olarak
beslemeyi denemişlerdir. Fakat insanlar arasında barınmalan -ev
düzenine uyamamalan nedeniyle- çok zor olmaktadır. Beklen­
medik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden kovulunca
da bir türlü gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce,
acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler.
(Bir keresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da, tutunamayan,
sahibini kovalayarak, gittiği yerde de ona rahat vermemiştir). Şe­
hirlere yakın yerlerde yaşadıkları için, onları şehrin içinde, çitle
çevrili ve yalnız tutunamayanlara mahsus bir parkta tutarak, sa­
yılarının azalmasını önlemeyi düşünmenin zamanı artık gelmiş-
tir.,2S

Başkahraman olan köpeğin "biz köpekler" (s.226) diye


evrim geçirmesine ve dönüşmesine rağmen, kendi soyunun
aidiyetinden utanmaması, onlan yine kabullenişi dikkate
değerdir. Başkahramarun köpek bilinciyle geçmişi anması,
geçirdiği evrimi sorgulaması, köpeklerin pek de akıl sır erdi­
remedikleri şeyleri kafasından geçirebilme gücü onun farklı
bir köpek, evrimi ve dönüşümü içinde başından yaşamış, bu
yeteneklerini doğuştan kazanmış bir köpek olduğu görüşüne
iter bizi. Başkahraman köpek araştırmalarının başlangıcında
diğer hayvan soylarının kendi soyu kadar dayanışma içinde
olmadıklarının farkındadır:

Biz köpekler dışında dört bir taraf çeşit çeşit yaratıklarla dolu;
zavallı, pek bir değer taşımayan, suskun, bazı bağırtılardan başka
şey bilmeyen yaratıklar hepsi; biz köpeklerden pek çoğu, bunlan
kendisine inceleme konusu yapıyor, bunlara isimler takıyor, bun­
lara yardım etmeye, bunlan eğitip soylulaştırmaya uğraşıyor. Beni
rahatsız etmeye kalkmadıktan süre umursadığım yok onlan; birini
ötekine kanşhnyor, kendilerini görmezden geliyorum. Ama bir
şey var, gözümden kaçmayacak gibi göze çarpıcı: Biz köpeklerle
karşılaştınrsak ne kadar az bir dayanışma var aralarında; birbir­
lerinin yanından nasıl da yabana, suskun ve bir çeşit düşmanlıkla

125 Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yayınlan, İstanbul 1990, s.127-129

224
geçip gidiyorlar; ancak en bayağı bir çıkar kaygısıyla birazcık, o
da dıştan birbirlerine bağlılar; hatta bu çıkardan bile sık sık kin ve
kavgalar doğuyor.126

Köpek soyu her ne kadar bir arada yaşamaya alışık, top­


luluk yaşantısına önem veriyorsa da, onların sistemlerinde de
bir dağınıklık söz konusudur. Köpekler dağınık yaşamakta­
dır; onlarda sınıf, cins, meslek ayrılıkları söz konusudur:

Ancak, bir de tersyüzü var işin. Benim bildiğim, hiçbir yaratık


biz köpekler kadar dağınık yaşamaz; hiçbirinde bizdeki kadar çok,
bizdeki kadar sayılamayacak sınıf, cins ve meslek aynlıkları görül­
mez. Birbirimizle dayanışma içinde kalmak isteyen bizler -bunu da
her şeye karşm o coşkulu anlarımızda başanyoruz-, özellikle bizler
de biri ötekine benzemeyen ve çok vakit yanı başınızdaki soydaşla­
rınızın bile kavrayamadığı mesleklerde, köpeklerin olmayan, hatta
daha çok köpeklere karşı konmuş yasalara tutunarak birbirimiz­
den pek ayn yaşayıp dururuz.127

Başkahraman olan köpek, küçük bir köpekken karşılaştı­


ğı bir olayı unutamaz. Dünyayı tanımak için körpe vücuduy­
la çıktığı uzun yolculukta, o zamana kadar hiç görmediği bir
olayla karşılaşır. Uzun yolculuklar sonunda, zifiri karanlıklar
ardından her tarafı ışıklı bir yere varır. Burada yedi müzisyen
köpekle karşılaşır. Bu, hayatında daha önce hiç görmediği bir
durumdur:

Diyeceğim, günün birinde ufak bir köpek topluluğuna rastla­


dım; daha doğrusu ben rastlamadım da o gelip beni buldu. Uzun
süre zifiri bir karanlıkta koşup durmuştum, ileride gerçekleşecek
büyük olayların önsezisi vardı ruhumda - öyle bir önsezi ki, kuşku­
suz kolayca aldatıyordu beni, çünkü hep içimde yaşıyordu-, uzun
süre zifiri karanlıkta koşup durmuş, her şeye karşı kör ve sağır,
sağa sola seğirtmiştim; yalnızca içimdeki o belirsiz isteğin yol gös­
tericiliğine bırakmıştım kendimi ve derken tam yerine gelmişim

126 A.g.e., s.226


127 A.g.e., s.227
gibi bir duyguyla ansızın durakalmıştım; gözlerimi kaldırmış,
apaydınlık bir gün ortasında bulunduğumu görmüştüm; biraz
pusluydu hava, tüm çevrem iç içe geçmiş dalgalar halinde meste-
dici kokularla doluydu; karışık sesler çıkarıp selamladım sabahı;
ansızın, kendilerini sanki ben çağırmışım gibi, şimdiye kadar asla
işitmediğim müthiş bir gürültüyle karanlık bir köşeden yedi köpek
gün ışığında ortaya çıktı. Köpek olduklarını açık seçik görmesem
ve nasıl çıkardıklarını kestiremesem de gürültüyü onların yanlan
sıra getirdiğini işitmesem, hemen kaçmakta alırdım soluğu, ama
bu durumda yerimden kımıldamadım.128

Başkahraman küçük köpek, burada ilk defa köpek soyu­


na vergi yaratıcı müzik yeteneği ile karşılaşır. Bu yetenek, ana
sütü ve mutlak besinle aynı kategoriye konur:

O vakitler yalnızca köpek soyuna vergi yaratıcı müzik yetene­


ğinden hemen hiç haberim yoktu, benim ancak yavaş yavaş gelişen
gözlem gücümden şimdiye kadar anlaşılacağı üzere saklı kalmıştı
bu yetenek; öyle ya, müzik ta ana sütü emdiğim zamandan beri
pek doğal ve varlığı zorunlu bir nesne gibi çevremi sarmış, bu nes­
neyi normal yaşamımdan ayırmaya beni zorlayan hiçbir durumla
karşılaşmamıştım; bu konuda çocuksu aklımın alacağı biçimde
belli belirsiz dikkatim çekilmeye çalışılmıştı, o kadar; dolayısıyla,
ansızın yedi büyük müzisyenle karşılaşmak hayli şaşırtmıştı beni,
adeta sarsılmıştım.129

Varlığı tamamlayıcı ve onaylayıcı bir izlek olarak müzi­


ğin gün yüzüne çıktığı yerlerdir bunlar. Hikâyenin, müziğe
dikkat çektiği yerlerdir. Müziğin köpeklerin varlığının temeli
oluşuna ve müziğin onların hayat tarzı oluşuna dikkat çekilir:

Ne konuşuyor, ne şakıyor, genel olarak nerdeyse büyük bir


inatla susuyor, ama bomboş mekân içinde de kaşla göz arasında
bir müzik kotanp çıkarıyorlardı. Her şeyleri müzikti, ayaklarını
kaldınp indirmeleri, başlarını şu ya da bu yana döndürmeleri, koş­
maları, dinlenmeleri, birbirine karşı konumlarını belirlemeleri, ör­

128 A.g.e., s.228-229


129 A.g.e., s.229

226
neğin birinin ön ayaklarım baştakinin sırtına dayayıp arka arkaya
dizilmeleri ve baştakinin öbürlerinin yükünü dimdik sırtında taşı­
maları ya da hepsinin yere yakın bir yükseklikte sessizce süzülüp
giden vücutlarını birbirlerine dayayıp bir halka yapmalan müzikti.
Bu birleşmeler sırasında da yanılgıya düşmüyorlar, biraz güven­
sizlik içinde bulunan, hemen öbürleriyle kaynaşamayan, müziğin
ezgisine adeta bazen ayak uyduramayan en sonuncusunda bile
böyle bir yanılma görülmüyordu. Ötekilerdeki müthiş güvenle
karşılaştırıldı mı, güven duygusundan yoksun denebilirdi sonun­
cusu için; ama daha da büyük, daha da yetersiz bir güvensizlik
de olsa bu, zaran yoktu; çünkü ötekiler, o büyük ustalar tempoyu
sarsılmaz biçimde koruyorlardı.130

Bu müziğin varlığa etkisi o kadar fazladır ki, sadece bu


yedi köpek değil, tüm köpekler hele de başkahraman olan kö-
pekçik bile bundan etkilenir. Bu müziğin sesinden kurtulma
imkânı bulamaz, müziğin kurbanı olur:

Ama işte tam davranacaktım, yedi köpekle aramda o hoş, aşi­


na ve köpeksi bağlantıyı tam duyumsamıştım ki, yeniden ortaya
çıktı müzik; aklımı başımdan alıp, sanki kendim de müzisyenler­
den biriymişim gibi beni fır fır döndürmeye başladı, oysa bu müzi­
ğin bir kurbanıydım sadece; ne kadar merhamet diledimse de ora­
ya buraya savurup durdu beni ve sonunda o çevrede yetişen, ama
benim şimdiye kadar farkına varmadığım dağınık bir çalılığa sıkış­
tırdı, kıskıvrak kucaklayıp başımı bastırarak yere eğdi, açıklıkta ne
kadar gümbürdeyerek ötmüş olursa olsun, bana biraz soluk alma
fırsatını verdi. Doğrusu, yedi köpeğin bu hünerinden çok -aklı­
mın ermediği bir hünerdi, beri yandan yeteneklerimin büsbütün
dışındaydı- onların cesaretlerine şaşıyordum, yaptıkları müziğin
etkisine nasıl da kendilerini öyle düpedüz ve açıkça bırakmaya kal­
kabiliyorlar, bu müziğe öyle sessiz sakin nasıl da katlanıyor, nasıl
olup da müzik onlan çökertip soluksuz bırakmıyordu. Kuşkusuz
şimdi sığındığım kovuktan daha bir dikkatle bakınca, onların pek
serinkanlı değil, alabildiğine gergin bir hava içinde çalıştıklarını
görüyordum. Görünürde alabildiğine güvenle devinen bu bacak­
lar, her adımda sonu gelmez korkulu bir kasılmayla titriyor, adeta
mutsuzluktan kaskatı kesiliyor, biri ötekine bakıyor, boyuna ye­

130 A.g.e., s.229

227
niden söz geçirmeyi başardıktan dilleri hemen ardından gene bir
kanş ağızlarından sarkıyordu.131

Metamorfoza uğrayan ve kendi soyuna yabancılaşmaya


başlayan köpeğin, başlangıçta diyaloglarında ve konuşmala­
rında farklılıklar olur. Değişim, köpek dilini ve aralarındaki
bağlantıyı zedeler; başkarakterin farklı bir evreye doğru dö­
nüştüğünün işaretidir bu. Köpeklerle anlaşamamaya başlar.
Kafkaesk metinlerde, değişimin baş gösterdiği evrelerde, de­
ğişime uğrayan figürün değişimin trajedisini iyi vermek için
dilindeki bu farklılık, diyalogsuzluğa dikkat çekilir. Gregor
Samsa'nın da "Değişim" adlı hikâyede, böceğe dönüştüğü
evrede, böceğe dönüşümü devam ederken ailesi dönüşümün
başlangıcında onun dilini anlarken, sonra dönüşümün de et­
kisiyle insansı dil anlaşılmazlığa terk eder kendini ve "hay­
vansı bir ses"132 halini alır. Bir rüya atmosferi, ya da korku
ortamı gibi Gregor Samsa kendi sesi olduğunu varsayarken
ve buna inanırken, dışarıdan sesi insem sesi gibi değil bir hay­
van sesi, bir böcek sesi gibi gelir. Hatta evlerine gelen büro
temsilcisi bile kapıyı açmayan Gregor Samsa'nm kendi oda­
sından ona yalvaran, yakaran seslerini "bir hayvan sesi" (D.
s.18) olarak nitelendirir. "Bir Köpeğin Araştırmalarında da
araştırmalarına kendini adamış ve bu araştırmaları teorik de­
ğil de pratik olana da taşımaya çalışan köpeğin bedenindeki
değişimler, başlangıçta sese vurur. Sesi bozulur, diğer köpek­
ler onu anlamazlar:

Köpek seslenmesini büsbütün yanıtsız bırakan köpekler; gör­


gü kurallarına karşı işlenmiş bir suç ki, ister en küçük köpek işlesin
bunu, ister en büyük, asla bağışlanmaz. Yoksa köpek değiller miy­
di? Ama nasıl olurdu, şimdi daha bir dikkatle kulak kabartıyor,
usulcacık birbirlerine seslendiklerini bile işitiyordum; birbirlerini
şevke getiriyor, güçlüklere birbirlerinin dikkatini çekiyor, yanılgı­

131 A.g.e., s.230-31


132 Franz Kafka, Değişim, a.g.e., s.18

228
lara karşı birbirlerini uyarıyorlardı. Seslenmelerime özellikle hedef
aldığım en küçük köpek, ikide bir yan gözle bana bakıyordu; san­
ki bana yanıt vermeyi pek istiyordu da, yanıt vermesine müsaade
edilmediği için kendini tutuyordu. Ama ne diye müsaade edilme-
sindi buna?133

Köpek zihni yaşam konusunda henüz çok toy olduğun­


dan ve hayatın değişik hallerini de bilemediğinden gördüğü
olayları (başlangıçta) yanlış anlama durumuna sahiptir. Bir
sirkteki köpek gösterisini andıran, köpeklerin ıslah edildiği
ve gösteri dünyasında bir anlamda kendi vasıflarım unutup,
başka bir eğlencelik hal içine konulduğu durumu gözlemle­
yip, onların bu eylemlerine bir anlam verememekteyken; son­
radan bu eylemlerin başka bir eylem olduğunu kavramakta
gecikmez. Müzik eşliğinde çiftleşme hareketini andıran bu
eylemleri hoş karşılamaz anlatıcı. Okurlarda başlangıçtaki
şiddetli ışıkla, aşın gürültülü müzikle, yedi köpeğin birbirle­
rinin sırtına çıkması hareketi naif bir gösteri eyleminden mü­
zik eşliğinde afrodizyak bir çiftleşme eylemine doğru gelişim
gösterir:

Ama ne diye müsaade edilmesindi buna? Yasalanmızın her


vakit kayıtsız şartsız gerçekleştirilmesini istediği bir şey, bu kez ne
diye gerçekleştirilemesindi? içimde bu soru başkaldınp duruyor­
du, müziği unutmuştum adeta. Karşımdaki bu köpekler, yasalan
ayaklar altına alıyordu. Ne kadar büyük sihirbaz olsalar da, yasa­
lar kendileri için de geçerliydi; bunu ben daha o zamanki çocuk­
luğumla pek iyi anlamış, sonradan daha da çok şeyleri anlamaya
başlamıştım. Nedeni suçluluk duygusuysa, susmakta gerçekten
haklıydım kuşkusuz. Çünkü o nasıl davranıştı öyle! Yüksek sesli
müzik şimdiye kadar farkına varmamı önlemişti ama şimdi görü­
yordum ki, tüm haya duygularını sıyırıp atmışlardı üzerlerinden;
sefil yaratıklar, dünyanın hem en gülünç, hem en utanç verici eyle­
mini gerçekleştiriyor, arka bacakları üzerinde dimdik yürüyorlar­
dı. Tüh Allah kahretsin! Giysilerini soyunuyor, mahrem yerlerini
gururla sergiliyorlardı; bundan haz duyuyor ve bir an içlerindeki

133 A.g.e., s.231-32

229
iyi içgüdüye uyup da ön bacaklarını indirseler, sanki yaptıkları
bir hataymış, doğa'nın kendisi hataymış gibi korkuyla irkiliyor,
bacaklarını yine çarçabuk havaya kaldırıyorlardı. Bakışları, biraz
günahkârlığa saptıkları için sanki bağışlanma diliyordu. Dünya
tersine mi dönmüştü? Neredeydim? Ne olmuştu? Kendi varlığım
söz konusuydu, dolayısıyla daha çok duraksayamazdım, çepçevre
beni kıskaca almış çalılıklardan kurtardım kendimi,.bir hamlede
sıçrayıp dışarı çıktım; niyetim, köpeklerin yanma varmaktı; ben
küçük öğrencinin bir öğretmen gibi davranması, ne yaptıklarını on­
ların kafalarına sokması, onlan daha çok günaha girmekten alıkoy­
ması gerekiyordu. "Bak şu koca köpeklere! Bak şu koca köpeklere!"
diye yineliyordum kendi kendime.134

Köpek yavrusunun (köpekçiğin) kendinden büyük kö­


pek çiftlerini cinsel ilişki esnasında görmesi durumuna hikâ­
yenin bu evresinde dikkat çekicidir. Köpekçik, cinsel ilişkinin
ne olduğunu bilmediği, bunu kavrayamadığı, hormon olarak
da, yaş olarak da bunu anlayacak aşamada olmadığı için, cin­
sel ilişkiye bir anlam yükleyemez. Erkek köpeğin dişi köpe­
ğe zulmettiğini, onun canını yaktığını düşünür. Bu eylemin
doğal bir yaşamsal eylem olduğu ayranında değildir. Bunu
düşünecek durumda da değildir. İster Freud anne-babasını
cinsel ilişkide görmüş ve bunu bilinçaltının bir yerine atmış
olsun, ister Kafka anne ve babasını gerçek hayatta görmüş ve
bu eylemi eserinin bir yerine gayri iradi eklemlemiş olsun,
cinsel ilişkinin bunu yaşayacak yaşa gelmemiş bireyler tara­
fından yanlış anlaşılması doğaldır.' 'Hikâyede bahsi geçen

134 A.g.e., s.232-33


* Yusuf Atılgan'ın "Aylak Adamı"nda da aynı tematik vardır. Aylak adam
olan C., küçükken babası çok çapkm olduğundan ve zengin de olduklarından
hizmetçileri ile ilişkiye girer. Çocuk C., çok sevdiği hizmetçisinin babasıyla iliş­
kisini kapının anahtar deliğinden görünce içeri fırlar ve babasınm sevdiği hiz­
metçinin canını yaktığını, ona zulmettiğini düşünür. Kendi yaptığı eylemi de bir
can kurtarma, bu durumu ortadan kaldıracak güçlü bir kişiliğin devreye girmesi
olarak görür. Tabii baba çığnndan çıkar ve aralarında çıkan itişme-kakışmadan
dolayı da oğlunun kulağını yırtar. Ondan sonra zaten çocuk C'de, bir kulağı ka­
şıma takıntısı ve tiki başlar. Bu roman boyunca devam eder.

230
köpek soyunda soru sormak, bir zül olarak görülür, susmak
erdem sayılır. "Sorulan soruya karşılık vermek"(s.234) küçük
köpek yavrusunun yinelediği bir iştir; hasat karşısında me­
raklı tavırları ile köpekleri rahatsız etmesi, varlığıyla onların
mutluluğunu bozması, huzursuz etmesi tartışılır. Bu yedi kö­
peğin arka bacakları üzerine yürümeleri ile müziğin ayartısı­
nın yarımda bu eylemlerin, cinsel ilişkisiyle yani suçla doğru­
dan bir bağ vardır:

Belki de... Belki de hiç anladıkları yoktu onu, çünkü sorula­


rını pek anlaşılmayacak havlamalarla açığa vuruyordu. Ama belki
de onu pekâlâ anlıyor, kendilerini yenerek ona yanıt veriyorlardı
da, o küçük yaratık, yanıtı müzikten ayıramıyordu. Arka bacakları
üzerinde yürümeye gelince, belki böyle yürümeleri gerçekten bir
istisnaydı, yine de bir suç işliyorlardı. Ama işte yalnızdılar; dostlar
arasında yedi dost, senli benli bir hava içinde bir araya gelmişlerdi;
kendi dört duvarları içinde adeta yapayalnızdılar; çünkü dostlar
ne de olsa başkaları değildir ve başkalarının bulunmadığı yerde
küçücük meraklı bir sokak köpeği de bu başkalarının yerini tuta­
maz. Bu durumda da sanki hiçbir şey olmamış gibi değil miydi?
Büsbütün öyle de değil, ama ona yakın; öte yandan anne ve baba­
ların yavrularını daha az sağda solda koşturup, kendilerine daha
çok susmalarım ve yaşlılara saygı beslemelerini öğretmeleri gere­
kirdi.135

Çocukluğunu yaşayamayan ve çok erken yaşlarda olgun­


laşan bir başkarakter olarak köpek, üstün-köpek olma vas­
fıyla da köpeklerin öyle bilemediklerini araştırmaya başlar
(s.235). Bu araştın derinleştirildiğinde toprağı verimli hale
getirmekten ve "ıslatabildiğin her şeyi ıslat!" (s.236) ilkesin-
ce de köpek ulusunun idran ile bir gıda, besin döngüsünden
söz edilir. Toprakla idrar arasındaki temel besin sirkülasyonu
şöyle izah edilir metinde:

Bu bakımdan bütün bilimlerin özü, yani annelerin memeden


kesip yaşam içine salarken yavrularından uymasını istedikleri o

135 A.g.e., s.235

231
küçük kural bana yetiyor. "Islatabildiğin her şeyi ıslat!" Ve gerçek­
ten nerdeyse her şeyi kapsamıyor mu bu kural? Ta atalanmızdan
beri sürdürülen araştırmaların buna ekleyeceği öyle hatırı sayılır
bir şey var mı? Hep ayrıntılar, hep ayrıntılar ve ne kadar da gü­
venilemeyecek şeyler hepsi. Oysa söz konusu kural, biz köpekler
yaşadıkça varlığım sürdürecek. Bizim ana besinimize ilişkin bir
kural. Doğru, daha başka yardıma çareler de var elimizde, ama
darda kalırsak, yıllar da öyle pek kötü değilse, bu ana besin yaşa­
tabilir bizi; bu ana besini ise toprak üzerinde ele geçiririz, toprak
da bizim idranmızı gereksinir, ondan ahr besinini ve ancak buna
karşılık ana besinimizi bize verir; söz konusu besinin ortaya çıkma­
sı da kuşkusuz -bunun da unutulmaması gerekiyor- belli birtakım
sözler, şarkılar, devinimlerle çabuklaştırılabilir.136

Toprakla idrar arasındaki döngü, besin için toprağı işle­


mekle onun göksel kayraya ulaşması için toprağı işlemenin
ritüelleri (şarkılar, sözler, devinimler vb.) ile ancak birlikte bir
anlam kazanacaktır. Toprağın işlenmesi besinin birinci halka-
sıyken, köpeğin araştırmasının temel noktası "bu toprak be­
sini nereden alır?" ilkesince besinin şeklini, rengini, biçimini
ve gelişmesini, şekillenmesini borçlu olduğu bereket duaları,
dansları, şarkıları, devinimleridir. Besinin besinliğini aldığı
ve olgunlaştığı, besin olarak nihai besin dengesine ulaştığı,
tadım, şeklini ve şemailini aldığı evrede işleme, ekme eylem­
lerle şekil bulur:

Doğru, daha başka yardımcı çareler de var elimizde, ama dar­


da kalırsak, yıllar da öyle pek kötü değilse, bu ana besin yaşatabilir
bizi; bu ana besini ise toprak üzerinde ele geçiririz, toprak da bi­
zim idranmızı gereksinir, ondan alır besinini ve ancak buna kar­
şılık ana besinimizi bize verir; söz konusu besinin ortaya çıkması
da kuşkusuz -bunun da unutulmaması gerekiyor- belli birtakım
sözler, şarkılar, devinimlerle çabuklaştınlabilir. Ama bana kalırsa
hepsi bu kadar; bu yönden konu üzerinde söylenecek öyle önemli
bir şey kalmamıştır. Bu noktada ben de doğrusu köpeklerin ço­
ğuyla aynı düşünceyi paylaşıyorum ve bu yoldaki asi görüşlerin
şiddetle karşısındayım. Doğrusu benim istediğim özel davranış

136 A.g.e., s.236-37

232
görmek, ille de haklı çıkmak değil, kendi ulusumun bireyleriyle
anlaşabilirsem mutlu hissederim kendimi, nitekim söz konusu du­
rumda oluyor bu. Ama benim kendi girişimlerim bir başka doğ­
rultuda. Kendi gördüklerimin bana öğrettiği gibi, bilimin ortaya
koyduğu kurallara uyulup ıslatılır ve işlenirse, toprak besini verir
bize ve bu da gene bilimin tümüyle ya da kısmen saptadığı yasa­
larda açıklanan nitelik, miktar, biçim, yer ve saatlerde olur. Bunu
kabul ediyorum, ama benim sorum şu: "Toprak bu besini nereden
ahr?" Bir soru ki, genellikle anlaşılmadığı bahane edilir hep, en
iyi bir olasılıkla şöyle yanıtlanır: "Yiyeceğin yetmezse bizimkin­
den veririz." Dikkat buyurulsun bu yanıta. Biliyorum, bir kez ele
geçirdiğimiz yiyecekleri aramızda dağıtmak köpek ulusunun er­
demlerinden değildir. Yaşam çetin, toprak çoraktır, bilim bilgiden
yana zengin, ama pratik başarılar açısından fakirdir yeteri kadar;
yiyeceği olan bunu elinde tutup başkasına vermez, bu bencillik
değil, bir köpek yasası, oy birliğiyle alınmış ulusal bir karardır;
bencilliğin yenilmesinden doğup çıkmıştır ortaya, çünkü varlıklar
hep azınlıktadır.137

Başkahraman olan köpeğin sorgulama yeteneği ile tüm


köpek ulusunun sustuğu ve kabullendiği; sorgulamayı ge­
reksiz gördükleri ve itaati gerçek saydıkları bir evrede küçük
bedenine rağmen ontolojik sorularla çoğu şeyi didiklemesi ve
araştırması dikkate değerdir. Herkes gibi dünyaya meyletme­
yen, yiyeceğe tapmayan, yiyeceği amaç olarak gören ulustan
farklı düşündüğü ve soru sormayı varlık tarzı olarak gördüğü
için üstün-köpek unvanını hak eder. Bu vasıflarını, toprağın
kendine sunduğu nimetleri bilerek reddederek, özgürleşmek
için toprağa bağlı kalmayı ve besin gereksinimini reddede­
rek, bu alanda teorisini pratiğe döker:

Dolayısıyla "yiyeceğin yetmezse bizimkinden veririz" yanıtı


boyuna yinelenen bir deyiş, bir şaka, bir takılma sözüdür. Böyle ol­
duğunu unutmuş değilim. Ama o zamanlar sorulanınla sağda sol­
da sürtüp dururken bana karşı alayın bir kenara bırakılmış olma­
sı, bu yüzden daha büyük önem taşıyordu benim için. Gerçi bana
hâlâ yiyecek bir şey veren çıkmıyordu - öyle hemen nereden alına-

137 A.g.e., s.236-37

233
çaktı yiyecek -; o anda birinin elinde yiyecek bulunsa bile, açlıktan
kudurmuş, gözü başka şey görmüyordu. Ama önerileri ciddiydi ve
bazen, yeteri kadar çabuk davranıp da çekip aldım mı, gerçekten
ele geçirdiğim kimi ufak tefek yiyecekler bile oluyordu. Ne diye
bana karşı böyle özel bir davranış gösteriyor, beni gözetiyor, beni
başkalarından üstün tutuyorlardı? Sıska, cılız, kötü beslenmiş, yi­
yecek ardında pek koşmayan bir köpektim de onun için mi? Ama
bir sürü kötü beslenmiş köpek sağda solda koşup duruyor, elden
geldi mi onların bile birazcık yiyecekleri ellerinden kapılıp alını­
yor, çokluk açgözlülükten değil de, ilke bakımından böyle davra­
nılıyordu. Yo yo, başkalarından üstün tutuyorlardı beni, doğrusu
ayrıntılarıyla bunu kanıtlayamazdım, daha çok böyle olduğuna
ilişkin belli bir izlenim edinmiştim. Benim sorular mıydı acaba on­
ları sevindiren? Benim sorulan mı öyle pek zekice buluyorlardı?
Hayır, sorulanına sevinmiyor, tümünü aptalca görüyorlardı. Ama
yine de onlan bana karşı böyle lütufkâr davranmaya zorlayan, be­
nim sorulardan başkası olamazdı. Somlanma katlanmaktansa, en
iyisi o pek tatsız şeyi yapıp ağzımı yiyecekle tıka basa doldurmak
istiyorlardı adeta -doyurmuyorlardı da doldurmak istiyorlardı-.
Ama o zaman da beni en iyisi başlarından kovup uzaklaşbrmala-
n, som sormamı yasaklamalan gerekmez miydi? Hayır, işte bunu
yapmayı düşünmüyorlar, somlanmı işitmek istemiyor, ama soru­
lanından ötürü de beni başlanndan kovup uzaklaştırmaya kalk­
mıyorlardı. Her ne kadar alay edilmiş, budala küçük bir hayvancık
davranışı görmüş, sağa sola itilip kakılmışsam da, doğrusu saygın­
lığımın en yüksek olduğu zaman bu zamandı, sonradan benzer bir
dumm asla çıkmadı karşıma; nereye gitsem kapılar açılıyor, hiç­
bir şey benden esirgenmiyor, hoyrat davranmak bahanesi altında
gerçekte bana iltifatlarda bulunuluyordu. Ve bütün bunların hepsi
de anlaşılan yalnızca benim somlarım, benim sabırsızlığım, benim
araştırı tutkum yüzündendi.138

Başkahraman olan köpek araştırmalarını besinbilimin


ve müzikbilimin üzerinde derinleştirdiğinde bir itirafı yap­
madan duramaz. Bu itiraf aslında besinin, toprağın bu besini
nereden aldığının (s.239) kendisi için önemsiz olduğu, asıl
önemli olanın ise köpekler olduğudur. Kendi soydaşlarının
durumudur asıl onun ilgilendiği konu:

138 A.g.e., s.237-38

234
"Toprak bu besini nereden alıyor?" diye sormuştum örne­
ğin; bunu sorarken, öyleymiş gibi görünse bile toprak umurum­
da mı, toprağın derdi tasası umurumda mıydı? Hiç de değil; çok
geçmeden anladığıma göre, benden düpedüz uzak bir şeydi bu,
beni yalnızca köpekler ilgilendiriyordu. Öyle ya, köpeklerden baş­
ka ne vardı ki? Geniş ve boş dünyada köpeklerden başka kimden
yardım umulabilirdi? Bilgilerin, soruların ve yanıtların tümü kö­
peklerde saklı değil miydi? Ama etkin duruma getirilebilse, gün
ışığına çıkarılabilse bu bilgi, itiraf ettiklerinden, kendi kendilerine
itiraf ettiklerinden sonsuz derecede çok daha fazla şey bilmeseler!
En iyi yiyeceklerin bulunduğu yerler suskun, kapalı olur ya, en
konuşkan köpekler ondan da suskun, kapalıdır. Köpek soydaşı­
nızın çevresinde sessiz saklı dolanırsınız, hırstan köpürür, kendi
kuyruğunuzla kendinizi döver, sorar, ricalarda bulunur, sızlanıp
yakınır, ısırır ve derken ele geçirir, hiçbir çaba harcamadan elde
edeceğiniz şeyi ele geçirirsiniz.139

Başkahraman köpeğin hikâyede susku üzerine dillendir­


diği görüşleri köpek ulusuna has bir özelliği beraberinde taşır
(s.240). Susku tüm köpeklerde irsi ve köpek soyunun da temel
özelliklerinden biridir; kolektif bilinçleri ve toplu hareketleri
bir davranışın göksel kayrayı indirmesi bakımmdan önemli­
dir. Bir davranış şayet yapılacaksa buna toplu katılımların ol­
ması gerekmektedir ki kayra oluşsun. Bilgi, şayet kolektif bir
bilgi ise işlerlik kazanır. Tasavvufta cemaat yapısı nasıl birey­
sel yapılardan daha olumlu görülüyorsa ve ibadetlerde bile
toplu ibadetler bireysel ibadetlerden kat kat daha fazla ecir
ve sevap içeriyorsa, köpeklerin de kolektif hareketlerinde,
bir oluşlarında, bir araya gelişlerinde mutlak bilgileri ancak
kolektif akıl ve beden bileşimi ile elde edilebileceği, hep bir
olunduğunda köpek ulusunun önünde hiçbir şeyin durmaya­
cağı dillendirilir. Bir araya gelişlerde, bütün sorunları çözücü
bir işlerlik görülür:

Onları anlıyorum, benim de damarlarımda onların kanı var, on­


ların o yoksul, sürekli genç, sürekli istek dolu kanı. Ama aramızdaki

139 A.g.e., s.239

235
ortak nokta yalnızca kanlarımız değil, bilgimiz de, yalnızca bilgimiz de­
ğil, bunun anahtarı da ortak. Söz konusu anahtarı ötekiler olmadan ele
geçiremem, ötekiler yardım etmeksizin sahip olamam buna. En soylu ili­
ği içinde barındıran demir kemiklere, bütün köpeklerin dişlerinin ortak
ısırışlarıyla diş geçirilebilir ancak. Kuşkusuz sadece bir benzetme olup,
bir abartma havast var şimdi söyleyeceğimde; bütün dişler hazır olsalar,
ama ısırmasalar, kemik kendi kendine açılacak ve ilik dişleri, güçsüz bir
köpeğin bile uzanıp alacağı gibi ortada durup duracaktır. Bu benzet­
menin sınırları içinde kalırsam, benim amacım, sorduğum soruların ve
yaptığım araştırmaların hedefi müthiş bir şey oluyor: Bütün köpekleri ne
yapıp yapıp bir araya toplamak, onların işe hazır bulunmalarının baskı­
sıyla kemiğin kendiliğinden açılmasını sağlamak, sonra onları hoşlan­
dıkları özyaşamlarının içine salmak, ardından tek baştma, uzak yakın
çevremde kimseler olmaksızın iliği sömürüp emmek. Bu müthiş bir şey
gibi geliyor bana; öyle ki, besinimi yalnızca bir kemiğin iliğinden değil
de, köpeklerin tümünün iliğinden alacağım adeta. Ama işte hepsi bir
benzetme. Burada söz konusu olan ilik bir yiyecek değil, bunun tersi,
yani bir zehirdir.140

Başkahraman, köpek araştırmaları derinleştirdiğinde


hayatında ilk kez gördüğü "hava köpekleri"yle karşılaşır.
Hava köpekleri, anlatıcı köpek perspektifi göz önüne alın­
dığında bir nevi göklerde süzülen, ayaklan yere basmayan,
kısa bir süreliğine bassa bile yerde iğreti duran bir köpek
türüdür. Kafka, hikâyesinde hava köpeklerini şu şekilde an­
latır:

Hepsinden çok hava köpeklerini buna örnek vermek iste­


rim. Biri bana ilk kez hava köpeklerinden söz edince gülmüş, asla
kulak asmamıştım. Nasıl yani? Alabildiğine minik bir cins köpek
bulunacak, benim kafamdan pek de iri sayılmayacak vücudu, ya­
şını başını aldığı zaman bile daha irileşmeyecek ve bu köpek elbet
güçsüz, zayıf, görünürde yapmacık, gelişmemiş, aşın bir titizlikle
tıraş edilmiş bu yaratık, şöyle doğru dürüst sıçrayıp zıplama yete­
neğinden bile yoksun bu köpek, anlatıldığına göre çokluk havada,
yüksekte devinecek, öte yandan görünür bir iş yapmayıp dinlen­
mekle vakit geçirecekti, öyle mi? Hayır hayır, beni buna inandır­

140 A.g.e., s.241 (Bu metin Max Brod'da var, fakat "edisyon kritik"te yoktur.)

236
maya çalışmak, küçük bir köpeğin saflığını pek fazla sömürmektir
sanıyorum. Ama arası çok geçmeden başka bir yerde, bir başka
hava köpeğinden söz edildiğini işittim. Herkes birleşmişti de be­
nimle eğleniyor muydu? Ne var ki, müzisyen köpekleri gördüm
derken ve o gün bugün her şeye olabilir gözüyle bakmaya başladım;
hiçbir önyargı kavrayış gücümü sınırlandırmadı, en saçma haber­
lerin ardına düştüm, izleyebildiğim kadar izledim hepsini; en saç­
ma şey, bana bu saçma yaşam içinde anlamlı şeyden daha da olası ve
araştırmalarım için özellikle verimli göründü. Hava köpeklerinde
de durum böyleydi.141

Şayet bir toplumsal sınıftan söz edilecekse, hikâyenin


ben-anlatıcısı orta sınıftan olup (s.248), hava köpekleri ve mis­
yon köpekleri bir nevi üst sınıfı temsil ederler:

Onlar üzerinde türlü türlü şeyler duyup öğreniyordum, bu­


güne kadar içlerinden birini bile görebilmiş değilim, ama varlıkla­
rına hanidir güven getirdim, benim dünya görüşümde önemli yer­
leri var. Çokluk olduğu gibi burada da beni kuşkusuz her şeyden
önce düşündüren, onlann marifetleri değil. Söz konusu köpeklerin
böyle havada süzülebilmesi doğrusu harikulade bir şey, kim ya­
dsıyabilir bunu, buna şaşmakta öbür köpeklerle beraberim. Ama
kendi duygulanın bakımmdan bana daha da harikulade gelen bir
şey varsa, o da bu yaratıklann saçmalıkları, suskun saçmalıkları­
dır. Genellikle hiçbir temele dayanmıyor saçmalık, havada süzülü­
yorlar, o kadar tastamam, yaşam akışını sürdürüyor, sağda solda
da sanat ve sanatçılardan söz ediliyor, hepsi bu. Ama neden, içleri
tümüyle iyilik dolu köpekler, neden havada süzülür? Mesleklerinin
anlamı ne bunların? Neden ağızlarından hiçbir açıklayıcı söz çık­
maz? Neden yukanlarda süzülürler de, bir köpek için gurur nede­
ni olan bacaklarını işlev yapamaz duruma sokar, doyurucu toprak­
tan ayrı yaşar, ekmemişken biçer, hatta sözde köpeklerin sırtından
beyler gibi geçinirler. Sorularımla böylesi konulara ne de olsa biraz
canlılık getirdiğim için, kendi kendime iltifatlarda bulunabilirim
doğrusu.142

141 A.g.e., s.244-45


142 A.g.e., s.245

237
Varlıklarıyla bilime hizmet ettikleri savının da metin için­
de geçtiği görülmektedir (s.246) Hava köpekleri üzerine de
kafasında hâlâ şekillenmemiş sorular olan köpek, bunların
vasıflarını şöyle dillendirir:

Bunların nereden çıkıp geldiği asla pek bilinecek gibi değil.


Çiftleşmeyle mi çoğalıyorlar acaba? Buna da güçleri yetiyor mu?
Öyle ya, güzel bir posttan başka bir şey değiller; çiftleşecek neleri
var ki! Bu gerçekleşmeyecek şey haydi gerçekleşse bile, ne zaman
gerçekleşecek? Çünkü hep yalnız, kendi kendilerine yeter, yuka­
rıda, havada görüyorsunuz onları; bir yol tenezzül buyurup yerde
yürüseler, bunu ancak kısa süreler için yapıyorlar, birkaç çıtkırıldım
adım atıyor, sonra yine koyu yalnızlıklarına gömülüyor, kendileri­
ni zorlasalar bile kopamadıkları, hiç değilse kopamadıklannı ileri
sürdükleri sözde düşüncelere dalıyorlar. Çiftleşip üremediklerine
göre toprak üzerinde yaşamaktan gönüllü el çekip kendi istekle­
riyle hava köpeğine dönüşecek, rahatlık ve hüner uğruna havada,
yastıklar ve minderler üzerindeki kuru bir yaşamı seçecek köpekle­
rin çıkacağı hiç düşünülebilir mi? Böyle bir şey düşünülemez; ne
çiftleşme yoluyla bir üreme, ne hava köpekleri arasına gönüllü bir
karışma tasarlanacak gibidir. Ama duruma bakılırsa, habire yeni
hava köpekleri türemekte. Bundan da şu sonuca varmak gerekiyor:
Bu yoldaki engeller ne denli bize yenilmez görünse de, bir kez va­
rolan bir köpek cinsi ne kadar acayip olursa olsun soyu tükenme­
mekte, hiç değilse her cinsten böyle bir şeye karşı kendini başanyla
savunan bir yaratık geriye kalmakta.143

Araştırmalar bir ara düzensizliğe uğrar. Başkahraman


olan köpeğin dikkati dağılır, kendini çalışmasma veremez.
"Toprak besini nereden ahr?" sorusunun kazısını yaptığı
zamanlarda toprağı eşmek, işlemekle her şeyin bitmediği,
toprağm bereketi ve tam anlamıyla mükemmel bir besin
oluşluğu için "yukarıyla" (s.255) bir diyaloğun şart olduğu,
bu diyalogu köpeklerin gerçekleştirmesi gerektiği, işleme
eyleminin ancak bu şekilde bir bütünlük kazanabileceği tar­
tışılır:

143 A.g.e., s.246-47

238
Sonra, araştırmalarıma bir düzensizlik geldi; pek o kadar
dikkatimi veremiyor, yoruluyorum; bir zaman şevkle konuşup
durmuşken, şimdi hantal hantal devinebiliyorum ancak, "Toprak
besini nereden alır?" sorusunu incelemeye başladığım günleri
anımsıyorum. Kuşkusuz, ötekiler arasında yaşıyordum o zaman;
neresi en kalabalıksa oraya sokulmaya çalışıyor, herkesi çalışma­
larımın tanığı yapmak istiyordum; hatta bu tanıklar, çalışmala­
rımdan daha önemliydi benim için; çalışmalarımın henüz genel
bir etki uyandırabileceğini umuyor, bu da beni kuşkusuz enikonu
kamçılıyordu. Şimdi ise yalnızlığa gömüldüm, benim için geçmiş
ola artık. Bir vakitler öyle güçlüydüm ki, hiç işitilmemiş bir şey
yaparak bizim bütün ilkelerimize aykırı düşen ve o zamanki gör­
gü tanıklarının müthiş bir şey diye anımsayacağı bir işi başarıp
normal olarak sınırsız bir uzmanlaşmaya doğru yol alan bilimde
bir bakıma dikkate değer bir yalınlık saptadım. Bilim, gereksin­
diğimiz besini genelde toprağın bize verdiğini öğretiyor; bu ön-
koluşu öne sürdükten sonra, çeşitli yiyeceklerin en iyi ve en bol
nasıl yetiştirileceğine ilişkin yöntemleri açıklıyor. Elbet, toprağm
bize besinimizi verdiği doğru, buna hiç kuşku yok; ama genellikle
anlatıldığı gibi o kadar da basit ve üzerinde araştırmaya hiç yer bı­
rakmayan bir şey değil bu. Hani her gün yinelenen en ilkel olayla­
rı ele alalım. Benim nerdeyse şimdi yaptığım gibi elimiz büsbütün
boş otursak, toprağı şöylece üstünkörü işlesek ve oracığa kıvrılıp
yatarak yerden ne bitecek diye beklesek, bunun bizim besinimiz
olacağı kuşkusuzdur; yeter ki bir şey bitsin yerden. Ancak, bu bir
kural da sayılamaz. Bilime karşı özgürlüğü elden bırakmayanlar
-böyleleri de kuşkusuz az sayıdadır, çünkü bilimin çekiciliğine ka­
pılanlar giderek artıyor- öyle özel gözlemlere hiç başvurmasalar
bile, toprak üzerinde ele geçireceğimiz besinimizden büyük bölü­
münün yukarıdan geldiğini göreceklerdir; hatta becerikliliğimiz
ve açgözlülüğümüzün derecesine göre daha toprağa değmeden,
yiyeceğin en büyük parçasını havada kapıyoruz. Bununla bilimi
kötüleyen bir şey söylemiş sayılmak istemem, çünkü besini de
oluşturan nihayet topraktır. Toprak besinin bir bölümünü kendi
içinden çıkanyormuş da, öbür bölümünü yukarıdan indiriyor-
muş, belki önemli bir ayrım yoktur arada; her iki durumda da
toprağı işlemenin gerekliliğini saptayan bilimin, belki bunlan bir­
birinden ayırma sorunuyla uğraşmaması gerekirdi.144

144 A.g.e., s.254-55

239
Bilimin pek bir cevap veremediği bu olgunlaştırma ey­
lemleri; köpeklerin toprağı işler hale getirdikten sonra dans­
larla, dualarla, devinimlerle onun bereketini artırmak ve top­
rağa kendi enerjilerini yükleme girişimleri olarak görülebilir:

Ancak bana öyle geliyor ki, bilim, üstü kapalı da olsa hiç de­
ğilse biraz bu gibi sorunlarla uğraşmaktadır; çünkü ne de olsa besi­
nin sağlanması bakımından iki ana yöntem tanıyor, yani toprağın
temel olarak işlenmesi, sonra da bunun söz, dans ve şarkı biçimin­
de bütünlenmesi, yani olgunlaştırma çabası. Ben burada tümüyle
değilse de, yeterince açık seçik ortada bulunup benim yaptığım
aynma uyan ikili bir bölme işlemi görüyorum. Toprağın işlen­
mesi, kanımca her iki çeşit besinin elde edilmesini sağlıyor ve her
iki durumda da yapılması gerekiyor; söz, dans ve şarkılar ise dar
anlamda toprağın beslenmesini pek ilgilendirmeyip besinin yuka-
ndan aşağı çekilmesini sağlıyor daha çok. Benim bu görüşümü ge­
lenekler de pekiştiriyor. Halk bu noktada, kendisi farkında olmak­
sızın, bilimin yanlışını çıkanyor sanki, bilim de buna karşı kendini
savunmayı göze alamıyor. Bilimin söylediği gibi, bütün o töreler
besini yukarıdan almak için salt toprağı güçlendirmeye yarasaydı,
mantıksal sonuca göre bunların tümüyle yerde olup bitmesi, bütün
sözlerin toprağa fısıldanması, bütün zıplayıp sıçramaların, bütün
dansların toprağa karşı yapılması gerekirdi. Bilimin de istediği,
benim bildiğime göre sanınm bundan başkası değildir. Ama işin
tuhafı, halk bütün bu törenlerde yukarıya yöneliyor. Hani bilime
aykırı bir davranış değil, bilim yasaklamıyor böyle bir şeyi, çiftçiyi
bu konuda özgür bırakıyor, öğrettiği şeylerde toprağı düşünüyor
yalnızca, çiftçi toprağa ilişkin öğrettiklerini yapsın yeter ki, baş­
ka şey istemiyor; ama bana kalırsa, düşünce sistemine göre daha
çok istekler öne sürmesi gerekirdi. Asla bilimin pek derinliklerine
inemeyen ben, o büyük coşkusuyla halkımızın sihirli sözleri yu­
karılara seslenip eski halk ezgilerini bir yakınma gibi yukarılara
yollamasına, sanki toprağı unutmak ve bir daha oraya dönmemek
ister gibi zıplayıp dans etmesine bilginlerimiz nasıl göz yumuyor,
bir türlü akıl erdiremiyorum. Benim çıkış noktam da, bu çelişkileri
özellikle vurgulamak oldu; bilimin öğretilerine uyarak, hasat za­
manı yaklaştı mı kendimi düpedüz toprakla sınırlıyor, dans eder­
ken ayaklarımla toprağı eşeliyor, toprağa elden geldiğince yakın
bulunmak için başımı döndürüyordum. Sonraları ağzım için yerde
bir çukur açtım, çukurun içine konuşup ezgiler söyledim; öyle ki,

240
yalnızca toprak duydu ağzımdan çıkanları, ne çevremde, ne üs­
tümde başka bir işiten olmadı.145

Başkahraman köpek, besinle ilgili garip denemelerini de­


vam ettirir. Besinin yukarıdan gelmesi ve kesilmesi arasmda
kendi bedeniyle ilgili deneylere girişir. Bedenini aç bıraktı­
ğında, bir şeyler yemediğinde besinin yukarıdan gelme duru­
mu üzerine önemli deneyine başlar:

Araştırmalarımdan fazla bir sonuç elde edemedim; bazen bir


yiyeceğe kavuşamayarak keşfimden ötürü tam sevinip kıvranacak
oluyordum ki, derken yine besin çıkanlıyordu önüme; sanki benim
tuhaf davranışım ilkin şaşkınlık uyandırmış da, sonra bunun sağ­
ladığı üstünlük anlaşılmıştı ve benim bağınp çağırmalarıma gerek­
sinim duyulmuyordu artık. Hatta çokluk yiyecek eskisinden daha
bol önüme sürülüyor, ama derken yine arkası kesiliyordu. Şimdiye
kadar genç köpeklerde görülmeyen bir hamaratlıkla yaptığım bü­
tün denemeleri tek tek not ediyordum; beni daha ileriye götüre­
cek bir izi yer yer ele geçirdiğimi sanıyor, ama iz yine belirsizlikler
ortasında gözden kayboluyordu. Bilimsel hazırlığımın yetersizliği
de kuşkusuz çalışmalanma sekte vurmaktaydı. Örneğin, yiyeceğin
arkasımn kesilmesinin benim deneyden değil, bilimin gereklerine
aykırı biçimde toprağın işlenmesinden kaynaklandığı konusunda
bana güvence verecek ne vardı? Ve bu da doğruysa, o zaman var­
dığım tüm sonuçlar sağlamlığım yitirirdi. Kimi koşullar altında,
yani toprağı hiç işlemesem de, bir kez yalnızca yukarıya yönelik
törenlerle yiyeceklerin yukarıdan inişini, sonra da salt toprağa yö­
nelik törenlerle yiyeceğin arkasının kesilmesini sağlayabilseydim,
düpedüz titiz bir deneyde bulunmuş olurdum. Böyle bir deneye
girişmemiş de değilim, ama içimde sağlam bir inanç duymadan
yaptım bunu ve deneme koşullan eksiksiz yerine getirilmemişti;
çünkü, benim sarsılmaz inancıma göre, toprağın hiç değilse belli
bir ölçüde işlenmesi her vakit zorunluydu ve buna inanmayanlar
haklı olsa bile haklılıktan yine de kanıtlanamazdı; değil mi ki top­
rağın sulanması içgüdüsel yoldan gerçekleşiyor ve belli sınırlar
içinde asla önüne geçilemiyordu.146

145 A.g.e., s.255-57


146 A.g.e., s.257-58

241
Bir başka deneyde de usulle ilgili değişiklik yapar, daha
doğrusu, besini elde etmenin yöntemini değiştirir ve besinin
gelme durumunu yoklar:

Sapa sayılacak bir başka deneyde ise daha çok başan kazan­
mış, az çok dikkati çekmiştim: Besini yukarıdan yere indirecek, ama
normalde yapıldığı gibi onu havadayken kapmayacaktım. Bunun
için, besin yukandan inerken ben hep ufak bir sıçramada bulu­
nuyordum; ama sıçrama öyle hesaplanmıştı ki amaca elvermiyor,
çokluk besin boğuk bir sesle ve umursamaz, yere düşüyor, ben de
hırsla üzerine atılıyordum; yalnızca açlığın değil, aynı zamanda düş
kırıklığının yol açtığı bir hırstı bu. Ama tek tük durumlarda da
apayrı bir şey, mucizemsi bir şey gerçekleşip yiyecek yere düşmü­
yor, havada benim peşime, ben aç köpeğin peşine takılıyordu. Ama
uzun sürmüyordu bu, şöyle biraz beni kovalıyor, sonra gene de dü­
şüyor yere ya da ortadan büsbütün yitip gidiyor ya da -en çok kar­
şılaşılan da buydu- ben açgözlülüğümle vaktinden önce deneye son
vererek besini tutup gövdeme indiriyordum. Yine de mutluydum
o vakitler, çevremde bir fısıldaşma eksik olmuyordu, bir tedirgin­
lik ve uyanıklık almıştı herkesi; bildiklerim, tanıdıklarım sorularıma
eskisi gibi kapalı değildi; kendi bakışlanmın sadece bir yansısı da
sayılsa, gözlerinde yardım aranan bir ışıltı görüyordum, başka da
bir istediğim yoktu, memnundum.1'17

Besinin ayartı olduğu düşünüldüğünde, köpek için be­


sini ona temin edenin yerine, besini ona veriş şeklinin önem
kazandığı muhakkaktır. Köpeğin perhiz yapmaya karar ver­
meden önce besinin kendisine yukandan düz ve eğik atılma­
sıyla ilgili görüşleri de dikkate değerdir:

Derken öğrendim ki -ötekiler de benimle birlikte öğrendi­


ler-, söz konusu deney bilim tarafından çoktan ele alınmış, be­
nimkinden çok daha üstün bir başanyla gerçekleştirilmişti; ama
kendi kendine söz geçirmenin zorluğu yüzünden çoktandır uy­
gulandığı yoktu ve sözde bilimsel önemsizliği nedeniyle bir daha
yinelenmemesi gerekiyordu. Benim deney yalnızca önceden bili­
nen bir şeyi kanıtlamıştı, bu da toprağın besini yukandan sadece

147 A.g.e., s.258

242
düz değil, aynı zamanda eğik, hatta helezon biçiminde almasıy­
dı. Kalakalmıştun ortada, ama cesaretim kırılmamıştı, henüz pek
gençtim; olup bitenler, hayatımın belki de bu en büyük eserini ger­
çekleştirmem için beni şevke getirmişti. Deneyimin bilim tarafın­
dan değersiz kalındığına inanmıyordum, ama inanıp inanmamak
ne işe yarardı ki! İşe yarayacak olan ancak kanıttı ve ben de bu yolu
izlemek istiyor, dolayısıyla gerçekte bu biraz sapa deneyi aydınlı­
ğın tam içine, araştırmanın tam ortasına yerleştirmek istiyordum.
Besinin önünden geriye kaçarsam, toprağın onu eğik olarak kendi­
sine doğru çekip almadığım, besini benim ardım sıra sürüklediği­
mi kanıtlamak istiyordum.148

Başkahraman bir karşı duruş geliştirir. Her varlığın besi­


ne muhtaç olduğu düşünüldüğünde, dünyada besinsiz yapa­
mayacağı düşünüldüğünde, canlı olanın besine gelmek yeri­
ne besinin canlı olanı bulması sağlanmaya çalışılır. Bunun için
de beden besinden geri çekilerek besinin bir kayra, Tanrı'nın
bir lütfü olarak, canlı olamn kendisine gelmesi sağlanmaya
çalışılır:

Ne var ki bu deneyi geliştiremedim; yiyeceği önünde görüp


de bilimsel denemelere girişmek uzun süre katlanılamayacak bir
şeydi. Ama ben bir başka türlü davranmak, dayanabildiğim süre
kendimi büsbütün perhize çekmek istiyordum; kuşkusuz, bu
arada besinin yüzünü hiç görmeyecek, her türlü ayartıdan kaça­
caktım. Kendimi geriye çekip gözlerim yumuk yatakalsam, gece
gündüz yatakalsam böyle, besini yerden kaldırmayı, havada ya­
kalamayı kendime iş edinmesem ve besin, benim öyledir demeyi
göze alamayıp öyle olduğunu içten içe umduğum gibi, toprağın
yalnızca o verimli denemeyecek zorunlu sulanması, ezgilerin ve
sihirli sözlerin sessizce söylenmesi üzerine (kendimi güçsüz dü­
şürmemek için dansı işe karıştırmamak istiyordum), diğer bütün
önlemlere gerek kalmadan yukarıdan inip toprağı umursamaksı­
zın dişlerimi tıklatarak içeri koyverilmesini rica etse, böyle bir şey
gerçekleşse, bilimin söylediği çürütülmezdi gerçi; çünkü istisna
oluşturan durumlar ve bir kezliğine olaylar için yeterince esnekli­
ği vardır bilimin, ama Allahtan ki o kadar esneklik gösteremeyen

148 A.g.e., s.258-59

243
halk ne derdi buna? Çünkü bu, tarihsel geleneklerle bize iletildiği
gibi, bir istisna oluşturmayacaktı nihayet; tarihin bize ilettiğine
göre, örneğin bir köpek bir hastalık nedeniyle ya da melankoli
yüzünden besini hazırlamaya, aramaya, gövdesine indirmeye ya­
naşmazsa, köpekler bir araya gelip sihirli sözler söylerler, besin de
normal yolundan saparak gelir, hastanın ağzına girer. Ama benim
gücümde ve sağlığımda ne bir eksiklik, ne de bozukluk vardı; iş­
tahım öylesine yerindeydi ki, günlerce kendisinden başka bir şey
düşünmemi engelliyordu; ister inanılsın, ister inanılmasın, perhi­
ze gönüllü olarak başvurmuştum, besinin yukarıdan inip gelmesi­
ni kendim sağlayacak durumdaydım ve böyle de yapmak istiyor,
köpeklerin herhangi bir yardımına gereksinim duymuyordum,
hatta böyle bir yardımı kabullenmeyi kesinlikle yasaklamıştım
kendime.149

Böylece köpek uzun soluklu, belki de kendi ölümüne va­


racak uzun bir açlık deneyinin içine girer. Son kez kamını do­
yuracak, insanlarm yemeği bir ayin gibi yemediği yerlerden
uzakta, bir inzivaya çekilip, kendi açlığının sınırlarım yokla­
maya çalışacaktır:

Issız sapa bir çalılıkta yemek üzerine konuşmaları, yemek


yerken dil şaklatmalarını ve kemik çıtırtılarını işitmeyeceğim uy­
gun bir yer seçtim kendime, son bir kez tıka basa kamımı doyurup
oracığa uzandım. Başarabilirsem bütün zamanı gözlerim kapalı geçi­
recektim; bir yiyecek gelmediği süre benim için hep gece sayılacaktı:
Ama deney günler ve haftalarca sürecekmiş, sürsündü. Kuşkusuz
-bu da hayli güçleştiriyordu işi- az bir uyku uyumam ya da en iyisi
hiç uyumamam gerekiyordu; çünkü besini sihirli sözlerle havadan
yere indirmekle kalmayacak, uyuyakalıp besinin geldiğinden ha­
bersiz bulunmamak için tetikte bekleyecektim; beri yandan uyku
arayıp da ele geçmeyecek bir şeydi benim için; çünkü uyuyarak,
uyanıkkenkinden daha uzun süre açlığa katlanabilecektim; söz ko­
nusu nedenlerden ötürü zamanı dikkatle parçalara ayırıp sık sık,
ama hep pek kısa bir süre uyumaya karar verdim. Bunun için de
uyurken başımı güçsüz bir dala yasladım; dal çok geçmeden çıtır­
tıyla bükülüyor ve beni uyandırıyordu. Böylece yattım, uyudum,
uyanık bekledim, düşler gördüm ya da kendi kendime sessiz ezgiler

149 A.g.e., s.259-60

244
söyledim, ilk zaman bir şey olmadan geçip gitti; belki henüz besinin
yollandığı yerde, benim olayların alışılmış akışına karşı direttiği­
min nasılsa farkına varılmamıştı, dolayısıyla, her şey bir sessizlik
içinde kaldı. Köpeklerin yokluğumu sezerek çok geçmeden beni
arayıp bulacaktan ve bana karşı bir eyleme girişebilecekleri tasa­
sı çabalanmı biraz sekteye uğrattı diyebilirim. İkinci bir tasa da,
toprağın yalnızca sulama sonucu, bilimsel açıdan verimsizliğine
karşın besin denen şeyi buyurup vereceği ve bunun kokusunun da
beni baştan çıkaracağıydı. Ama henüz buna benzer bir şey gerçek­
leşmedi ve ben de aç kalmayı sürdürebildim. Söz konusu tasalar
bir yana, sakindim ilkin; şimdiye kadar böylesine sakin olduğumu
hiç görmemiştim.150

Açlığın tuhaf etkisi köpeğin bedenini o kadar sarar ki, kö­


peğin bedeni yeni iklimlere açılır. Daha önce yaşamadığı hal,
duygu ve beden durumlarıdır bu durumlar:

Gerçekte bilimin söylediklerini çürütmek amacıyla çalışı­


yordum, öyleyken içimi bilimin hizmetinde çalışan bir kimsenin
hazzı ve adeta atasözüne dönüşmüş serinkanlılığı doldurmuştu.
Kendimi kaptırdığım düşlerde bilim beni bağışlıyordu: Benim
araştırmalarımın da bilimde bir yeri vardı; araştırmalarım ne denli
başanh nitelik taşırsa taşısın, hatta en çok bu başarılı niteliklerin­
den ötürü köpeklerin dünyası için asla kaybolmuş sayılamayaca­
ğım sözleri, zengin bir avuntu gibi kulaklarımda yankılanıyordu.
Bilim dostça bir yakınlık gösteriyordu bana, vardığım sonuçların
değerlendirilmesini kendisi üzerine “alacaktı, bu sözleri bile dene­
yimin bir çeşit gerçekleşmesi anlamına gelmeliydi; şimdiye kadar
kendimi içten içe toplumdan dışlanmış hissedip, kudurmuş biri
gibi ulusumun surlarına saldıran bana büyük bir saygınlıkla kucak
açılacak, bir araya toplanmış köpek vücutlarının özlenen sıcaklığı
bir sel gibi beni saracak, zorla kaldırıp ulusumun omuzlan üzerine
alınacak, orada sağa sola yalpalayacaktım. Açlığın tuhaf etkisi işte.
Derken yaptığım iş bana o denli büyük göründü ki, duygulandım
ve kendi kendime andığımdan orada, çalılıkta bile sessizce ağla­
maya koyuldum. Kuşkusuz pek anlaşılır şey değildi davranışım;
öyle ya, hak edilmiş bir ödülü beklemem gerektiğine göre, neden
ağlıyordum? Sanırım sadece rahatlıktandı. Kendimi ne zaman ra­

150 A.g.e., s.260-61

245
hat hissetmişsem, ki seyrek olmuştu bu, ağlamıştım hep. Sonradan
kuşkusuz çok sürmedi, geçti hepsi. O güzel görüntüler, açlığın
ciddi boyutlara ulaşmasıyla yavaş yavaş uçup gitti; çok geçmeden
bütün hayallere ve duygusallıklara çarçabuk veda edip mide ve
bağırsaklarındaki o kemirici açlıkla düpedüz yalnız buldum ken­
dimi.151

Köpeğin birinci açlık dönemini oluşturan bu açlık girişi­


mi, bir köpeğin gönüllü olarak üstlendiği açlık eylemi olması
nedeniyle de önem taşımaktadır. Bunun zorluğu ve güçlüğü
hiç aç kalmayı denememiş ve buna hiç başvurmamış köpek
ulusu açısından düşünülmeyecek bir durumdur:

O vakitler sayısız defa: "Açlık bu!" diye geçirdim içimden;


sanki açlıkla benim hâlâ iki ayn şey sayılacağımıza ve benim onu
baş ağntıcı bir âşık gibi silkip üzerimden atabileceğime kendimi
inandırmak ister gibiydim; oysa gerçekte bir tek şeydik ikimiz, bu
da enikonu tatsız bir durumdu. "Açlık bu!" diye kendi kendime
açıklamalarda bulunan ben değil, gerçekte açlıktı, dolayısıyla be­
nimle eğleniyordu. Kötü, kötü bir zamandı işte. Bu zamanı dü­
şündükçe tüylerim diken diken oluyor; yalnızca o vakitler enine
boyuna çektiğim acıdan değil kuşkusuz; o vakitler bunun üstesin­
den gelemediğim için, bir şey elde etmek istiyorsam, bu aayı bir
kez daha enine boyuna yaşamam gerektiği için; çünkü aç kalma­
ya bugün de araştırmalarda başvurulacak en son ve en güçlü bir
yöntem diye bakıyorum. Açlık içinden yol alıyor dünya; en yüce
şeye erişmek, en yüce bir iş görerek sağlanabilir ancak; bu en yüce
iş de, biz köpek dünyasında gönüllü üstlenilen açlıktır. Yani o
zamanlar ayrıntılarıyla aklıma geldi mi -ve yaşadıkça da bunlan
kurcalamaktan zevk alacağım- ileride beni gözleyen kötü günleri
de düşünmeden duramıyorum. Öyle görünüyor ki, böyle bir de­
neyden sonra kendime gelebilmek için adeta bir ömrün geçmesini
beklemek gerekmekte; o zamanki açlıkla şimdi aramda bütün bir
yetişkinlik çağı bulunuyor, öyleyken henüz kendime gelmiş deği­
lim.152

151 A.g.e., s.261-62


152 A.g.e., s.262

246
Köpek ulusunda açlığın ne anlama geldiği ve aç kalma­
nın yasaklanmasının ciddiyeti üzerine bilginlerin ve yasako-
yuculannın ne denli önemli yasalar koydukları da unutulma­
malıdır. Başkahraman köpeğin bireysel olarak açlık eylemine
katılması ile kendinden önce bu eylemi gerçekleştirecek olan­
lar nasıl bir köpek yasasıyla karşılaşacaklarını bilmelidirler:

Ama şimdi açlıkla kıvnlarak, biraz zihin bulanıklığı içinde


kurtuluşu sürekli arka bacaklanmda arayıp, onları umutsuzlukla
çiğner ya da emerken, ta kıçıma kadar bunları yaparken söz konu­
su konuşmanın genellikle yorumu bana temelden yanlış göründü,
yorumbilime lanetler savurdum, bu bilime kapılıp yanlış yollara
saptığım için kendi kendime ilendim; bir çocuğun bile anlayacağı
gibi, söz konusu konuşmada elbet açlık yasağından fazla bir şey
vardı; birinci bilge açlığı yasaklamak istemiş ve istediği de hemen
yapılmış, yani açlık yasaklanmıştı; ikinci bilge ona hak vermekle
kalmamış, hatta aç kalmayı akıl almayacak bir şey görmüş, yani ilk
yasağın üzerine bir İkincisini, köpek yaradılışının yasağını bindir-
mişti; birinci bilge, bunu kabul edip kesin bir yasağı dile getirmek­
ten kendini alıkoymuş, yani köpeklere bütün bunları anlatarak
durumu kavramaya çalışmalarını ve aç kalmayı kendi kendilerine
yasaklamayı buyurmuştu. Yani, normal bir yasak yerine üçlü bir
yasak vardı ortada, ben de bu yasağı çiğnemiştim.153

Köpekler için yasakoyucu bilginlerin tartıştıkları yasa kö­


peğin önünde dururken ve aç kalmanın bu ulustaki zorluğu
da açık bir şekilde görülürken, artık açlıkla bedeni apayrı bir
ayartı iklimine giren köpek gizli manevi besinin, bir anlamda
hülyanın ve serabın iklimine girer. Açlığın, köpeğin bedenin­
deki bu manevi değişimi, bu açlık serabı daha doğrusu be­
denin manevi duyargalarının açılması ile köken besini arama
güdüsü gün yüzüne çıkar:

Evet ama, hiç değilse gecikmiş de olsam şimdi boyun eğebi­


lir, açlığa son verebilirdim; ama acılar arasında açlığı sürdürmem
için bir ayartı varlığımda sesini duyurmuş, ben de yabancı bir

153 A.g.e., s.264

247
köpeğin ardına düşer gibi şehvani bir duyguyla hemen ayartı­
nın peşine takılmıştım. Açlığa son veremiyordum, ayağa kalkıp
şenlikli yerlere koşarak kendimi kurtarmaya gücüm yetmeyecek
kadar zayıf düşmüştüm. Ormandaki iğne yapraklar üzerinde
sağa sola yuvarlanıp duruyordum, uyku yüzü gördüğüm yoktu
artık, dört bir yanda sesler işitiyordum, yaşamımın şimdiye ka-
darki bölümünde dünya uyumuş da sanki şimdi uyanıyordu. Bir
daha birşey yiyemeyecekmişim gibi bir duygu belirmişti içimde,
çünkü yemek yiyerek, başıboş bırakılmış, gürültü patırtı içinde­
ki dünyayı yeniden susturmam gerekiyordu; işte bunu gerçek­
leştiremeyecektim, en büyük gürültünün karnımdan geldiğini
kuşkusuz işitiyordum, ikide bir karnıma dayıyordum kulağımı,
sanırım her defasında gözlerim dehşetle açılıyor, çünkü işittiği­
me pek inanamıyordum. Derken durum iyiden iyiye kötüleşti
ve birden baş dönmesine benzer bir şey gelip çullandı üzerime,
bünyem saçma kurtuluş girişimlerinde bulundu, yemek kokuları
gelmeye başladı burnuma, hanidir yemediğim seçkin yemekler,
çocukluğumun haz kaynakları; hatta annemin memelerinden
yükselen o canım kokuyu duyuyordum; kokulara karşı diret­
mek için verdiğim kararı unutmuştum, daha doğrusu bu kararla,
şimdiki davranışım da bu kararın bir parçasıymış gibi dört bir
yana sürüklenmeye başlamıştım; hep birkaç adım atıyor, yiyeceği
yalnızca kendimi korumak için ele geçirmeyi diliyormuşum gibi
orayı burayı kokluyordum. Bir şey bulamayışım düş kırıklığına
uğratmıyordu beni; yemekler vardı, ama hep benden birkaç adım
ötede kalıyor, ben daha yanlarına varmadan bacaklarım bükülü
bükülüveriyordu. Ama aynı zamanda biliyordum ki, varolan bir
şey de yoktu; o küçük devinimleri bir daha çekip gidemeyeceğim
bir yerde yığılıp kalarak bundan böyle doğrulamayacağımdan
korktuğum için yapıyordum. Son umutlar, son ayartılar silinip
gitmişti, sefalet içinde mahvolacaktım burada; araştırmalarımın,
çocuksu mutlu zamanlardaki bu çocuksu denemelerin bana ne
yararı dokunabilirdi ki? Şimdi, burada iş ciddiydi, araştırmaların
değerini kanıtlaması gerekiyordu şimdi, ama neredeydi araştır­
malar! Ortada çaresizlik içinde ağzını boşluğa açmış bir köpek
vardı yalnız; hâlâ farkına varmaksızın, telaşlı bir çabuklukla
aralıksız toprağı suluyor, ama belleğindeki bütün o sihirli söz­
ler kalabalığı arasından bir tekini bile anım-sayamıyordu artık,
yeni doğanların annelerinin altına büzülüp sinmelerini sağlayan
o şiirciği bile anımsayamıyordu. Bana öyle geliyordu ki, burada
kardeşlerimden bir koşu uzaklıkta değil de, herkeslerden alabil­

248
diğine uzak bir yerdeydim; doğrusu ölümüm hiç de açlıktan de­
ğil, öksüzlüğümden olacaktı.154

Köpeğin bedeni, aradığı bu gizli besini kendi bedeninden


yola çıkarak ararken köpek ulusunun ve onların yasakoyucu-
ların çizgisini ve sınırlarını çoktan aşmıştır. Açlık aşamasında
öyle bir duruma gelmiştir ki bu köpek ulusu bunu akimdan
(daha doğrusu içgüdüsünden) bile geçiremezler. Açlığın do­
ruk noktasına vardığı anda köpek kan kusar. Bu kan kusma
eyleminin hikâyedeki gerçekliği, gerçek yaşamda Kafka'nın
kan kusuşuna da işaret etmektedir. Aynen bu hikâyedeki kö­
pek gibi, Kafka da gerçek yaşamda açlığını ve perhizini nihai
aşamaya getirdiğinde, hayatını aç kalarak ve bildiği gibi kötü
beslenerek geçirdiğinde, bedenini hor kullanıp gece yanlarım
uzatarak bedenini hasta kıldığında; bunun üzerine uykusuz­
luğu ekleyerek, bedeni iştahsızlığa, hazımsızlığa, baş ağnlan-
na ittiğinde yine bir gece yansı kan kusar. Bu açıdan buradaki
köpekle Kaflca arasmda, en azından "kan kusma" bağlamın­
da bir koşutluk söz konusudur:

Ne var ki, sinirli bir köpeğin sandığı gibi öyle çabuk ölün­
müyor. Bayılmıştım, o kadar; yeniden ayılıp da gözlerimi açtığım
zaman, karşımda yabana bir köpek dikiliyordu. Açlık duyduğum
yoktu, kendimi pek güçlü hissediyordum, eklem yerlerimde bir esnek­
lik algılar gibiydim, ama doğrulmaya çalışmıyor, bu yolda bir de­
nemeye bile girişmiyordum. Her zamankinden çok bir şey yoktu
gördüğüm; güzel, ama pek de fazla olağanüstülüğü içermeyen bir
köpek karşımda dikiliyordu, işte buydu, başka şey değildi gördü­
ğüm; öyleyken daha fazla bir şeyler görür gibiydim. Altımda kan
vardı, ilk anda yiyecek diye düşünmüştüm; ama hemen anladım ki
benim kustuğum kandı.155

Kafka bir gece yansı kan kusunca, bunu bedeninin iflası


olarak görüp etrafındakilere anlatır. Bunun üzerine Kafka'yı

154 A.g.e., s.265-66


155 A.g.e., s.266

249
bir an önce sanatoryuma yatırmak için ikna çabalan başlar.
Max Brod, Kafka'nın ailesi, başta kız kardeşleri onun sana­
toryuma gitmesi için yalvarırlar. Bu hikâyede de köpeğin kan
kustuktan sonra "buradan çekip gitmesi" (s.266) için onu ikna
etmeye çalışan köpekler vardır. Köpek bunu kabul etmez.
Ricaları artar, fakat köpeği ikna edemezler:

Yüzümü kandan çevirip yabana köpeğe döndüm. Cılız, uzun


bacaklı, koyu kumral bir şeydi; yer yer beyaz benekleri, tatlı, kes­
kin, araştıran bakıştan vardı. "Ne yapıyorsun burada?" diye sor­
du. "Buradan çekip gitmelisin!" diye ekledi. "Şu anda gidemem,"
dedim, başka bir açıklamada da bulunmadım; çünkü ona her şeyi
nasıl açıklayabilirdim, üstelik acele bir iş var gibiydi. "Rica ederim
git!" diye üsteledi o ve sinirli sinirli bir bacağını kaldmp bir baca­
ğını indirdi. "Bırak beni!" dedim. "Yoluna git, ilgilenme benimle,
zaten ötekiler de ilgilenmiyor." - "Senin iyiliğin için rica ediyo­
rum," dedi. - "Ne için rica edersen et!" dedim. "İstesem bile gide­
mem." - "Neden bu değil," dedi gülümseyerek. "Gidebilirsin. Bak,
halinden güçsüzlüğün anlaşılıyor, yavaş yavaş buradan gitsen iyi
edersin, şimdi gitmekte duraksarsan, sonra koşmam gerekir." -
"Bu, benim bileceğim iş!" dedim. "Ama benim de!" diye yanıtladı
o, dikbaşlılığıma canı sıkılmış gibiydi. Şimdilik beni burada bı­
rakmaya razı olmuştu anlaşılan; ama fırsattan yararlanıp sevgiyle
bana sokulmak istiyordu. Başka vakit bu güzel köpeğin sevgisine
gönülden katlanırdım, ama o zaman aklım almadı nasıl olduğunu,
bir dehşet duydum.156

Açlığının yine son kertelerinde, bedeni çökmüş ve ar­


tık apayrı bir iklime girmişken bir avcı köpekle karşılaşır.
Ava köpek onun bulunduğu yerden gitmesini ister. Burası
onun avlanma yeridir ve kendisi de avlanmak zorundadır.
Aralarında geçen, birbirlerini uzun ikna çabalarından sonra
tam da yorgun, halsiz başkahraman köpek gitmeye hazırla­
nırken ava köpeğin şarkı söylemeye hazırlandığım fark eder.
Köpek bu durumu içinde yeni bir yaşamm, içinde "dehşetin
yol açtığı yeni bir yaşamm" (s.268) açıldığı şekliyle izah eder:

156 A.g.e., s.266-67

250
Açlığın bileyip keskinleştirdiği duygularımla onda bir şeyler
görüyor, bir şeyler işitiyordum; henüz başlangıç durumunday­
dı bu, ama giderek büyüyor, yaklaşıyordu; anlamıştım ki, artık
doğrulup kalkacağımı aklım almasa bile, bu köpekte yine de beni
buradan kovup uzaklaştırma gücü vardı. Dolayısıyla, benim kaba
sözlerim üzerine usulcacık başını sallamakla yetinen yabana köpe­
ği giderek daha büyük bir şehvetle süzmeye başlamıştım. "Kimsin
sen!" diye sordum. "Bir ava!" dedi. "Peki, ne diye benim burada
kalmamı istemiyorsun?" dedim. "Bana engel oluyorsun," diye ya­
nıtladı, "Sen buradayken avlanamam." - "Bir dene bakalım. Belki
avlanabilirsin." - "Hayır!" dedi. "Üzgünüm ama, buradan gitmen
gerekiyor." - "Sen de bırakıver bugün avlanmayı!" dedim rica yol­
lu. "Olmaz!" diye yanıtladı. "Avlanmam gerekiyor." - "Benim git­
mem gerekiyor, senin avlanman gerekiyor. Neden bu gerekmeler,
anlıyor musun?" - "Yo!" dedi. "Ama bunda anlaşılmayacak bir ta­
raf da yok; kendiliğinden anlaşılan doğal şeyler!" - "Pek öyle de de­
ğil!" diye yanıtladım. "Baksana beni buradan kovup uzaklaştırman
seni üzüyor, öyleyken yapıyorsun bunu." - "Evet," dedi. "Evet,"
diye yineledim ben öfkeyle. "Cevap mı bu da yani. Hangisinden
vazgeçmek senin için daha kolay, avlanmaktan mı, yoksa beni bu­
radan kovmaktan mı?" - "Avlanmaktan," dedi duraksamaksızın.
"Gördün mü bak!" dedim. "Bir çelişki var işte ortada." - "Nasıl bir
çelişkiymiş?" diye sordu. "A canım küçük köpekçiğim, böyle dav­
ranmamın gerektiğine akıl erdiremiyor musun gerçekten? Böyle
kendiliğinden anlaşılan bir şeyi anlamıyor musun?" Artık bir şey
demedim, çünkü fark etmiştim ki - beri yandan yeni bir yaşam,
dehşetin yol açtığı o yeni yaşam ansızın uyanıvermişti içimde -,
benden başka kimsenin seçemeyeceği o akıl almaz ayrıntılardan
fark etmiştim ki, küçük köpek, göğsünün tüm derinliğiyle şarkı
söylemeye hazırlanıyordu.157

Avcı köpeğin ezgisi, köpeği öyle bir iklime çekip götürür


ki, köpek yeni bir varlık alanına açılır. Bu etki hikâyede şu
şekilde anlatılır:

Normal koşullar altında ağır hasta yatmam, kımıldayacak


gücü bulamamam gerekirdi; ama işte yabana köpeğin çok geç­
meden kendi ezgisi diye sahip çıkar göründüğü ezgiye karşı du­

157 A.g.e., s.267-68

251
ramadım. Güçlendikçe güçlendi ezgi, büyümesinin belki de sının
yoktu ve şimdiden kulaktanım adeta paralar gibiydi. Ama en kö­
tüsü, sanki yalnızca benim için vardı, yüceliği karşısında ormanın
suskunluğa gömüldüğü bu ses, yalnızca benim için vardı; hâlâ bu­
rada kalmayı göze alabilen, ses önünde kendi pisliği ve kendi kanı
içinde yan gelmiş yatan ben kimdim? Zangır zangır titreyerek doğ­
ruldum, yukandan aşağı kendimi şöyle bir süzdüm, bu.durumda
biri nasıl koşabilir diye geçirdim içimden, ama der demez ezgi beni
önüne kattı, şahane sıçrayıp zıplamalarla uçup gitmeye başladım.
Dostlanma hiçbir şey anlatmadım, yanlarına geldiğimde belki bü­
tün olup bitenleri hemen anlatabilirdim ama, pek dermansızdım;
sonradan ise bir şey anlatmamam bana yerinde bir davranış görün­
dü. Kendimi tutamayıp çıtlattığım sözlere gelince, bunlar da konuş­
malar arasında bir iz bırakmadan yitip gitti. Şunu da söyleyeyim
ki, bedensel bakımdan bir iki saatte kendimi toparlamıştım, oysa
ruhça bugün bile ansını çekiyorum olanların.158

Hikâye, müzikbilim ve besinbilimin birbirini nasıl da ta­


mamladıklarını, topyekûn besinin ortaya çıkması için müzik­
bilim ve besinbilimin birlikte bir araya getirilmesi gerektiğini
dillendirir. Besinbilim ve müzikbilimin birbirlerine etkisi ne
olursa olsun, köpek ulusunda bu iki unsurun vazgeçilmez ol­
dukları; gıda ve besin temin etme yolunda ikisinin de önemli
etkenler olduğu dillendirilir. Besinbilim ve müzikbilimin her
ikisi de varoluş için şarttır. Müzikbilim için bir anlamda be­
sinbilim şarttır. Hatta müzikbilim için besinbilim tek başma
yeterli olmayabilir. Toprağı eşmek, işlemek ve sonra da mü-
zikbilimden faydalanmak, bir ritüel olarak şarkı söylemek,
devinimler yapmak, oyunlar geliştirmek, danslar gerçekleş­
tirmek besinin gökten inmesinin temel şartı olarak görülmek­
tedir. Uzun bir alıntı da olsa hikâyenin sonu olması nedeniyle
ve çok da önemli olduğundan bizler Kafka'nın epilogunu bu­
raya taşımak istiyoruz:

Ancak, araştırmalarımı genişletip köpeklerin müziğiyle ilgilen­


meye başlamıştım. Bilim, kuşkusuz burada da eli boş durmamıştı;

158 A.g.e, s.269

252
müzikbilim, yanlış öğrenmemişsem, belki de besinbilimden çok
daha kapsamlıydı, en azından daha sağlam temellere dayanıyor­
du. Nedeni de, bu alanda besin alanındakinden daha serinkan­
lı çalışılabilmesi ve daha çok gözlemler yapılıp gözlemlerin belli
sistemler içerisine yerleştirilmesi, besin alanında ise her şeyden
önce pratik sonuçlar çıkarmaya önem verilmesiydi. Dolayısıyla, mü-
zikbilime karşı duyulan saygı, besinbilime karşı duyulan saygıdan
daha büyüktü; buna karşılık, birinci İkincisi kadar halkın içine de­
rinliğine yerleşmiş değildi. Ormandaki sesi işitmeden önce müzik-
bilime yabancı olduğum kadar başka bir bilime yabana değildim.
Müzisyen köpeklerle ilgili yaşantım, dikkatimi söz konusu bilim
üzerine çekmemiş değildi, ama daha pek toydum o zamanlar. Beri
yandan, bu bilimin yanma sokulabilmek kolay değildi; müzikbili-
me pek çetin bir bilim diye bakılır ve bu bilim fazla kalabalığa kar­
şı, kibar ve soylu, kapalı tutar kendini. Sonra, o köpeklerde müzik
ilkin benim en çok dikkatimi çeken şey olmuştu, ama sonra suskun
köpek varlıklarını müzikten daha önemli bulmuştum, başka yerde
onların korkunç müziklerine benzeyen hiçbir şey seçemiyordum,
dolayısıyla bunu umursayabilirdim, ama onların varlıkları o zaman­
dan beri dört bir yandaki köpeklerin hepsinde karşıma çıkıyordu.
Köpeklerin varlığım kavramada da besin araştırmalan bana, he­
defe götüren en elverişli ve dolambaçsız yol görünüyordu. Her
iki bilim arasındaki sınır bölge elbet daha o zamanlar kuşkumu
uyandırmıştı, besini yukandan aşağı çağıran şarkı bilimiydi bu da.
Hani müzikbilim içine de asla gerektiği gibi giremeyişim ve bu ba­
kımdan bilimin her vakit özellikle aşağıladığı yan bilginler arasında
bile yer alamayışım, burada yine beni pek rahatsız eden bir şey.
Bu her zaman anımsatacak bana kendini. Bir bilgin önünde en ko­
layından bir bilimsel sınava çekilsem, başarı şansım - ne yazık ki
elimde kanıtlar var bunu gösteren - hiç yok gibidir. Kuşkusuz bunun
da nedenleri, daha önce sözü edilen yaşam koşullan bir yana, özel­
likle bilimsel yetersizliğim, belleğimin güçsüzlüğü, ama en çok bilim­
sel amacı göz önünde tutacak durumda bulunamayışımdır. Bütün
bunlan da açıkça, hatta bir çeşit kıvanç duyarak itiraf ediyorum
kendi kendime; çünkü bilimsel yetersizliğimin derinlerde yatan ne- •
deni bana bir içgüdü gibi görünüyor, hem de kötü bir içgüdü değil.
Yüksekten atsam diyebilirdim ki, işte bu içgüdü bilimsel yetenekle­
rimi mahvetti; öyle ya, yaşamda en basit şeyler sayılamayacağı kuşku
götürmeyen alışılmış günlük işlerde enikonu zekâ eseri gösteren, her
şeyden önce, vardığım sonuçlara bakarak da anlaşılabileceği gibi, bi­
limi olmasa da bilginleri pek iyi anlayan benim gibi birinin, pençesini

253
kaldınp bilimin yalnız ilk basamağına koymaya daha baştan gücü­
nün yetmeyişi, en azından pek tuhaf bir şey kaçardı sanırım. İşte
bir içgüdüdür ki, doğruca bilimin, ama bugün üzerine eğilmenden
bir başka bilimin, bilimlerin en sonuncusunun hatırı için özgürlü­
ğü her şeyden üstün tutmama yol açtı. Özgürlük! Doğrusu; bugün­
kü durumuyla alız ve kuru bir bitki. Ama ne de olsa özgürlük, ne
de olsa elde bir varlık.159

3.2. Kafka'nın Romanlannda Anorexia

"Sıradan bir gündü; bana dişlerini gösterdi; beni


de tutmuş bırakmıyordu dişleri, ellerinden bir türlü
kurtulamıyordum. Beni nasıl tuttuklarına akıl sır
erdirememiştim doğrusu, çünkü birbiri üzerine bas­
tırılmış değillerdi; ayrıca alt ve üst iki sıradan oluş­
muyor, orada birkaç tane, burada birkaç tane diş göze
çarpıyordu. Dişlere tutunup üzerlerinden atlayarak
geçmek istedimse de başaramadım. "(Franz Kafka)

Franz Kafka, romancı bir kişiliğe sahiptir. Roman yaz­


mayı ve hayat enerjisini romana kanalize etmesini ömrü bo­
yunca sürdürmüş bir yazardır. Edebiyat merakının ve yazıyı
bir varoluş biçimi olarak görmenin başladığı sıralarda roman
yazma düşüncesi kısa hikâye ve mektup yazma süreciyle ko­
şut seyretmiştir. Bilinçli bir entelektüel olduğundan kendisini
babasının sıkıcı işleriyle veya avukatlık mesleğinin sıkıcı işi
olan getir-götür işleriyle uğraşmaktansa, yalnızlık sevgisi ile
kendini edebiyata vermek ve edebiyatla çoğalmak ona daha
mantıklı görünmüştür. Gündelik olayların bir tutanağını

159 A.g.e., s.269-71

254
oluşturan günce tutma geleneğini, ya da yazma eylemini bir
vazife bilmiştir. Bu eylemi bir ödev saymış, her gün yazılması
gereken bir yekûn zorunluluğu koymuştur kendine. Bu di­
siplinli çalışma ister istemez günce yazmayı, onunla birlikte
kısa hikâye ve roman yazmayı da beraberinde getirmiştir.
Sayılı kısa hikâyeleri Max Brod ve arkadaş çevresi tarafından
beğenilince, kendini yazma edimine vermiş, roman yazmayı
denemiş, elimize fragman haline geçen "Dava"yı, "Şato"yu,
"Kayıp"ı ("Amerika") yazmıştır. Bu romanların arasmda da
yine yılmamış, "Değişim" gibi uzun hikâyelerin yarımda sa­
yısız mektup, kısa hikâyeler çıkarmasını bilmiştir. Yazı içinde
yazı ya da yazı içinde yazı içinde yazı şeklinde de görülebilen
Kafka'nın yazım tarzı parçalanmayan, bölünmeyen, anında
akla gelen yeni projeler ve yazılarla bir süreliğine demlenen
yazı disiplinine sahiptir. Belki de Kafka yaratma sürecinde
proje içinde proje ya da proje içinde proje içinde projelerin sık
sık görülmesi onun eserlerinin çoğunun fragman kalmasını
sağlamıştır.
Biz bu başlıkta Kafka'nın Max Brod'a bıraktığı üç roman­
dan (Şato, Amerika, Dava) figürlerin açlık bilinçleri ve ano-
rexik davranışlarını incelemeyi amaç edindik. Her ne kadar
roman başlığı kapsamlı bir çalışmayı, ayrıntılı bir anlatımı ve
çoğul veri kaynağını müjdelese de, Kafka'nın romanlarında
açlık bilinci ve kültürü ile ilgili bilgi ve kaynağın bu alanın
kült metinleri olan "Bir Açlık Şampiyonu", "Değişim", "Bir
Köpeğin Araştırmaları" kadar yoğunluk taşımadığı dillendi-
rilebilir. Roman olarak genişlik ve sayfa zenginliği bakımın­
dan en kapsamlı, dolayısıyla Kafka'nın anlatım şeklinin açıl­
dığı bu türde dikkatli aradığımız izlek olan "açlık" ve "ano-
rexik" izleğine düğümlendik. Kafka'nın romanlarında açlık
ve anorexia izleklerinden çok farklı sorgulamalar peşinde
koşmayı kendine amaç edinmiştir. "Dava" ve "Şato"da hat­
ta "Kayıp"ta da bürokrasi, hukuk, yasa ve modern zamanın
gelişmişliğinin ferdi içine çektiği kaos ve karmaşa, yitmişlik
temel bir izlek olarak görülebilir. Kafka'nın bu bağlamda "Bir

255
Açlık Şampiyonu", "Bir Köpeğin Araştırmaları" adlı hikâ­
yelerde dikkatini çektiği ve açımladığı bu açlık olgusunun,
romanlarda gerekli şekilde dile getirilmediği gözlemlenir.
Açlığın ve anorexianın bir büyük sorgulama ve laytmotif ola­
rak değil de, koskoca bir romanda karakterlerin zorunlu olarak
gittiği mutfaklarda yedikleri yemek ve içtikleri içecek, yemek
şeklinde (çorba mesela) kısa yemek sahneleri yer alır. Açlığın
ve yemeğin poetikası ve felsefesi üzerine derinlemesine kazı­
lar yapılmaz. Koskoca üç romanda, üçü de toplandığında bini
aşkın sayfada elbette yemek kelimesi, mutfak kelimesi, içecek
kelimesi geçecektir. Geçmiyor dense zaten bunda bir yanlış­
lık var demektir. Fakat daha önce de dillendirdiğimiz gibi
meselemizi oluşturan, başlığımızın da temel motifi sayılan,
Kafka'nın açlık bilinci ve kültürünü açımlayan, figürlerin ano-
rexiaya eğilimlerini yansıtan derinlikli ve sorgulayıcı yazılar
romanda yer almamaktadır. Biz yine de "Dava" dan başlamak
üzere Kafka'nın romanlarında yemeğin ve açlığın ipuçlarını
verecek birtakım yerleri ortaya çıkarmayı uygun gördük.
"Dava" da Joseph K., "bir sabah durup dururken tutuk­
lanınca"160 (s.5), kendisine binlerinin iftira atmış olacağını
düşünür. İşler o gün yolunda gitmemektedir ve "her sabah
saat sekize doğru kahvaltısını getiren pansiyon sahibi Bayan
Grubach'ın hizmetçisi, o sabah ortalıkta görünmemekte-
dir"(s.5). Romanın başkahramanı Joseph K. yatağında biraz
daha bekledikten sonra kendisini karşı pencereden gözleyen
yaşlı kadım fark eder ve bu ara açlık duygusu hisseder:

K. biraz daha bekledi; başı yastıkta, yattığı yerden karşı ev­


deki yaşlı kadını izledi; olağanüstü bir merakla kendisini gözetli­
yordu kadm. Ama derken bir açlık ve tedirginlik duygusuyla zile
bastı.161

160 Bundan sonra metnimiz içinde Kafka'nın "Dava" adlı eserindeki alıntılar
için bkz. Franz Kafka, Dava, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul
2005, s.344.
161 A.g.e., s.5

256
Romanın başlangıcında bir iftiraya maruz kaldığı ve bu
yüzden suçsuz bir şekilde tutuklandığı okurlara duyurulan
Joseph K.'nın neden tutuklandığına dair romanın ilerleyen
bölümlerinde ipuçları verilir. Joseph K., Bayan Grubach'la bu
tutuklanışını ve tutuklamada da garip olan serbest kalışını,
hem tutuklu olma ve hem de istediği zaman özgürlüğüne
kavuşabilme durumunu tartışırken, bu tutuklamaya ilişkin
bir ipucu verir. Tutuklanışın normal tutuklamalar gibi değil
de "bilgiççe bir tutuklama" olduğunu dillendirir. Bilmenin
lanetlenme olduğu varsayılacaksa, K.'nın hiçbir şey yapma­
dığı gibi gözüken ve okurlara suçsuzmuş intihamı uyandıran
prologdaki tutuklanma sahnesi, aslında daha ontolojik bir
tutuklanmayı beraberinde getirmektedir. K. bir şeyler bildiği
için, varlığın ayrımında olduğu için, davayı ve yasayı teşkil
eden silsilenin içinde o silsilenin ayrımında olduğu için bir
nevi tutuklanmıştır. İlkin metinden hareketle bu bilgiççe tu­
tuklanmanın alıntısını verelim. Bayan Grubach Joseph K.'yla
tutuklama kararının evinde, yatak odasında K.'ya verilmesin­
den sonra ona şöyle demektedir:

Madem benimle böyle teklifsiz konuşuyorsunuz, size çe­


kinmeden itiraf edeyim, ben kapı arkasından biraz kulak kabart­
tım konuşulanlara. Sonra iki görevli de bana kimi şeyler çıtlattı.
Anlaşılan ortada dönen sizin mutluluğunuz, ki bu da benim doğ­
rusu can ve yürekten istediğim bir şey. Hani belki isteğin bu ka-
dan fazla, çünkü ben nihayet sizin sadece ev sahibinizim. Sözün
kısası, kimi şeyler çalınmadı değil kulağıma; ancak diyemem ki,
işittiklerim öyle pek kötü şeylerdir. Hayır! Tutuklandınız, doğru;
ama öyle bir hırsız gibi değil. İnsanın bir hırsız gibi tutuklanması
kötü şey. Ama sizinki... Bana kalırsa, bilgiççe bir şey bu. Saçma
bir söz söylersem özür dilerim, bana bilgiççe bir şey gibi görünü­
yor, gerçi anladığım yok, ama ille anlamak gerekmez ki.162

Joseph K. ise olanlara soğukkanlı bakmakta ve bu duru­


mu "gafil avlanma" olarak değerlendirmektedir. Suçunu ya­

162 A.g.e., s.23

257
taktan geç kalkmaya, insanın yataktan kalkış süresini gecik­
tirmeye ve yatakta oyalanmaya yormaktadır. Suç ve davanın
kökeni yatak tandanslı bir eylemdir ve yasanın K.'yı suçladığı
temel veri kaynağını yataktan almaktadır:

Söyledikleriniz asla saçma değil, Bayan Grubach. En azından


ben de biraz sizin gibi düşünüyorum, ama benim olup bitenler
üzerindeki yargım sizinkinden biraz daha sert. Doğrusu olanlara
öyle bilgiççe bir şey gözüyle baktığım yok, tersine hiçbir önem ta­
şımayan şeyler hepsi. Gafil avlandım, o kadar. Uyanır uyanmaz,
Anna'nın ortalarda görünmeyişine bakmayarak hemen yataktan
kalksaydım da, kimsenin yoluma durmasına aldırmayıp size gel­
seydim, bugünkü kahvaltımı her günkünden ayn bir yerde, diye­
lim mutfakta yapar, giysilerimi de sizi yollayıp odadan aldırtırdım.
Sözün kısası, akıllıca davransaydım, olanlar olmaz, olacakların da
vaktiyken önüne geçilirdi. Ne var ki, boş bulunuyor insan.163

Joseph K. daha sonra serbest bırakılır. Yargı sürecinde


fazla sıkıştırılmadan sadece hafta sonları yıkık dökük bir yere
çağrılır ve burada davasının görüleceği hususunda bilgilen­
dirilir. Bir hafta sonu kendisine bilgi gelmeyince, bu yere bir
keşif gezisi düzenler. Buranın garip bir yer olduğunu görür.
Binanın içinde hizmetliler, burada konaklayan ve çamaşırları­
nı asan kadınlar vardır ve yargı yeri adeta bir mahalle yaşan­
tısını anımsatmaktadır. İçine girildikçe bir labirenti andıran
bu mahkeme binası romanda geçen herkesin birbiriyle bir
bağının olduğu, her insanın da bir şekilde davayla, mahke­
meyle, yasayla içli dışlı olduğu bir şebeke görünümündedir.
Bu büyük ağ, bu makro örgü zaten dava edilenin başka bir
yere gidemeyeceği garantisi olduğundan kendine ve işleyişi­
ne güvenmektedir. Joseph K. tutuklandığında ve dava edildi­
ğinde neden bir yerlere götürülmediği ve özgür bırakıldığı­
nı anlamaz. Dava müessesi, bu yasa şebekesinin başlangıçta
geniş işleyişinin aynmmda değildir. Sonradan içine girince
herkesin matrix ağı ile birbirine bağlı olduğunu, asıl olanın

163 A.g.e., s.24

258
yasa ve adalet, dava olduğunu, burada yaşayan insanların ise
teferruat olduklarını anlar. "Kanun Önünde" adlı hikâyede
Taşralı Adamın kanun kapışma gelip içeri giremediği durum
bu kitapta ters teper; Joseph K, yasarım labirentlerinden dışa-
n çıkamaz. Adaletin, davarım ve yasarım binasından, yapısın­
dan çıksa da bu yapının ve binanın dışmda bu süreç devam
ettiğinden, K. bir yere ayrılamaz. Bir rüya hızıyla aranan ele­
manlar bulunur. Görevliler metnin içinde kalan (suçlu) kişile­
rin yolunu ve izini korkunç bir hızda bulurlar. Bu bağlamda
yasa sadece davanın vücut bulduğu, sürdürüldüğü binalarda
değil, hemen hemen romanın bütün auralannda, yerlerinde,
sahnelerinde soluğunu hissettirir.
Joseph K. bir hafta sonu kendisine haber gelmediğin­
den yasarım kalbine girmeye, yasanın gerçekleştirildiği yere
bir keşif gezisi yapmaya çalışmış ve bu labirenti gözleriyle
görmeyi denemiştir. İçerde gezdikçe yasa ağının büyüklüğü
ve korkunçluğu görülmekte; "İlahi Komedya"da Dante'nin
bahsettiği Infemo sahnesinden eksik sahneler içermemekte­
dir. Orada da kendisine zulmedilen günahkârlara, cehennem
sakinlerinin çektirdiği azap görülebilmektedir. Joseph K. bir
odacığa girdiğinde, metnin "Dayakçı" bölümünde 'dayakçı'
denilen zatın Willem'e ve arkadaşına dayak attığı görülür.
Yasa bunu istemektedir ve bunları kurtarmanın yolu yoktur.
Willem, her ne kadar suçsuz olduğunu dillendirse ve bunu da
inandırıcı bir şekilde dile getirse de dayakçının insafı yoktur.
Joseph K. onları dayakçının elinden kurtaramaz. Dayak yiye­
cek olan VVillem şöyle der:

".. .Üstelik şimdi yiyeceğimiz sopalar da cabası. Bir de acıtıyor


ki meret" "Sahi, o kadar acıtıyor mu?" diye sordu K. Dayakçının
elinde sallayıp durduğu sopayı gözden geçirerek. "Ama biz çırılçıp­
lak soyunacağız!" dedi VVillem. "Ya öyle mi?" dedi K. ve Dayakçıyı
daha bir dikkatle süzmeye koyuldu: Diri ve yabansı bir yüzü vardı;
bir tayfa gibi yanmış, derisi esmerleşmişti. "Bu adamları dayaktan
kurtarmanın bir yolu yok mu?" diye sordu. "Yok" dedi Dayakçı
ve gülümseyerek başını salladı. "Soyunun haydi!" diye emretti gö­
revlilere. Sonra K.'ya döndü: "Sen onların her dediklerine inanma.

259
Dayak korkusundan biraz beyinleri sulanmış." VVillem'i gösterip:
"Örneğin şunun", dedi "mesleğim, istikbalim diye söyledikleri dü­
pedüz gülünç şeyler. Baksana, yağ tulumu mübarek! Yiyeceği ilk
sopalardan bir şey anlamayacaktır. Neden böyle semiriyor, onu da
biliyor musun? Adam huy edinmiş, kimi tutuklanırsa kahvaltısını
indiriyor gövdeye. Senin kahvaltını da öyle yapmadı mı? Dedim
ya, yapar. Böyle göbekli biri de asla Dayakçı olamaz."164.

Franz Kafka'nın "Dava" adlı fragman romanının bel­


ki de özü sayılabilecek ve içinde kitabın bütün tematiğinin
saklı bulunduğu "Kanun Kapısı"nda meseli, felsefi ve edebi
spekülasyonlara açık olması hasebiyle dikkat çekmektedir.
Romanın sonuna doğru Joseph K.'nın iftiraya kurban gidi­
şinin ve hukukun/yasanın labirentinde kayboluşunun bir
meselle sunulmasıdır bu. Yasa kapışma varan kişi yasanın
içine alınır ya da alınmaz, alınmadığı vakit bunda bir sorun
yoktur (Kanun Kapısı) fakat alındığı vakit bile yasa içine alın­
mamış muamelesi görebilir (Dava). "Dava", büsbütün bunun
hikâyesidir. Romanın anlatıcısının bakış açısıyla bakıldığın­
da izlerçevreye romanın anlatımıyla verilmeye çalışılan kanı
Joseph K.'nm bir iftiraya uğramış olmasıdır. "Biri iftira atmış
olacaktı Joseph K.'ya; çünkü bir sabah durup dururken tu­
tuklandı".165 Joseph K. tutuklanışını geç uyanmasına, o gün
işine geciktiği için suçluluk duygusuna bağlamaktadır.
* "De­
ğişim" de anlatısına yatakta, yataktan kalkamama sorunuyla
başlamaktadır. Gerçek hayatta kaderin ya da filmlerde senar­
yonun küçük bir değişmesiyle topyekûn değişen oyun konu­
su ve akışını bu metinde de görmek mümkündür. Joseph K.
suçluluğunu ve davayı başlatan süreci bir anlamda yataktan

164 A.g.e., s.80


165 Franz Kafka, Dava, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul 2005, s.5
* Bu edim "Değişim" adlı uzun hikâyede Gregor Samsa için de geçerlidir.
İşine gecikmenin, modem dönemde bireysel iş sorumluluğunu yerine getireme­
menin bir neticesidir böceğe dönüşüm. İşe neden geciktiğini sorgulayan memu­
run korkunç bir hızda olay yerine gelişi de bunun göstergesidir. Metin, çalışılan
iş makinelerinin dişlisinde yıpranan ve ezilen insanlann bir baş kaldırışıdır.

260
zamanında kalkamamasına ve evine, yatak odasına kadar so­
kulan sorgulayıcı memurları gaflet hali içinde karşılamasına
bağlar. Joseph K.'ya göre yataktan erken kalksa, elbisesini
giyse, işler yolunda gider, belki şimdi suçlandığı bu davanın
esamisi bile okunmayacaktır. Joseph K. yatağmda gafil avlan­
mıştır:

Doğrusu olanlara öyle bilgiççe bir şey gözüyle baktığım yok,


tersine hiçbir önem taşımayan şeyler hepsi. Gafil avlandım, o ka­
dar.166

Bu eylem de metnin içinde hele de yazım aşamasmda ko­


nunun içeriği ve temasmın en küçük olaylara bağlı olduğunu
ve bu konu değişkenliğinin roman kahramanlarının en küçük
hareketleriyle doğrudan ilintili olduğunu ortaya koymakta­
dır. "Şayet şöyle olmasaydı, şöyle olurdu" önermesi her ne
kadar Joseph K.'nın dava sürecinde kendi spekülasyonu sa­
yılsa da, romanın dışında anlatıcının kendi fikirlerini Joseph
K.'nın ağzından dillendirmesi bakımından da görmezden
gelinmemelidir. Kafka'nın üç önemli metninin proloğunda
suçun yatak eksenli bir durum arz etmesi, bu eylemi cinsel
yöne doğru çekmekte, suçun cinsel bir sürecini de gün yü­
züne çıkarmaktadır. "Değişim" de uzun yolculuklar yapan ve
yalnız yaşayan, kendisini yalnız hisseden, cinselliğini doğru
dürüst bir kadınla gerçekleştiremeyen, kendisini ailesine ada­
yan, onların sorumluluğunu üstlenen, onlar için kendi cin­
selliğinden, sağlıklı cinsel yaşamından feragat eden Gregor
Samsa'nm böceğe dönüşümden bir gün önce bir mankenin
fotoğrafını kesip onu çerçeveletmiş, böylece (Kürklü Kadm)
libidinal açlığını bu şekilde dile getirmiştir. Bu kürklü kadm
fotoğrafını kendi oyduğu çerçeve içine koymuş ve onu evin
en sevdiği köşesine asmıştır. "Kürklü Kadm" fotoğrafı Gregor
Samsa için erişilmesi, fethedilmesi gereken, belki üzerine çı­

166 A.g.e., s.24

261
kılması, cinsel ilişki kurulması gereken bir ideal kadın tipidir.
Gündelik hayatta onu bulması zordur ama fantazmagorya-
sında, hayal âleminde onu yakalamıştır ve sabah bir böcek
olarak kalktığında, yatağında bir böceğe dönüştüğünde, ya­
tağından bir türlü kalkamadığından böcek bedeninde küçük
beyaz noktalar görür. Bunlar dünden kalma "Kürklü Kadın"
fantazmalarıyla yatmış ve orgazm olmuş bir böcek bedeninin
durumunu açıklar bize.
Yataktan çıkamama, yatağın içinde hapis kalma bağla­
mında yatak suçun kökeni olması hasebiyle "Değişim"in çok
önemli bir yeridir. Hatta böceğin dönüşümünün kökensel
mekânı (Urplatz) yataktır. Suçun kaynak yeri olarak yatak,
böceğe dönüşen tekilin ıstırabını ve psikolojik durumunu
veren önemli bir yerdir. Bu yatakta günah işleyen (örneğin
Kürklü Kadın fotoğrafına bakıp mastürbasyon yaparken
yakalanan Gregor Samsa'nın) kişinin utancı ya da aşırı yo­
rumlar doğrultusunda yine tekili aşağılanma duygusuna
itecek her türlü eylem yatak ve yatakta işlenen suçu önemli
kılmaktadır. Suçun ulu ve vazgeçilmez bir mekânı olan yatak
"Değişim"de ailenin kapı arkasmda onu oradan çıkarmak
istedikleri yer, "Dava"da da yine görevlilerin onu oradan
çıkarmak istedikleri yerdir. "Değişim"de suçlu olduğun­
dan dolayı yatağından bir türlü kalkamayan, suç mahallin­
den bir türlü aynlamayan, suçun bedenine yapıştığı Gregor
Samsa'nın kapısına çalıştığı firmanın bir görevlisi gelir. Bir
rüya hızıdır bu, ansızın kapıda beliriverir. "Değişim"de yal­
nızca bir örnek olan bu görevli ve onun kurum bağlantısı,
"Dava"da birçok kişiyi kapsar. Aile efradı bu işin dışma itilir
ve yatarak yataktan istenen vakitten kalkamama, "gafil av­
lanma" (Dava s.24) eylemi doğrultusunda yatak odası bir
mahkemeye döner. Bir "yataklı mahkeme" insana ne kadar
garip kaçsa da "Dava"nın konusu budur ve burada da su­
çun yatak endeksli olduğu ortaya çıkar. Yasa, yatağı yargılar
ve yataktan geç kalkan, bu yüzden de gafil avlanan Joseph
K. suçlu bulunur. Gregor Samsa'nın yalnızlığı, çapkın olma­

262
yışı, introvert bir kişilik olması, her şeyden çok ailesini dü­
şünmesi, ailesi için kendi hayatmı feda etmesi onun cinsel
yaşamında bazı eksiklikler oluşturmuş, hatta dışanda cinsel
yaşamını doğru dürüst sürdüremediğinden yalnızlığım ve
cinsel iştahım aile içinde kendi kız kardeşine (Grete) çevir­
mesine neden olmuştur. "Dava"daki Joseph K.'nın çapkın­
lığı göz önüne alındığında onun, Bayan Bürstner'le, müba­
şirin karısıyla, avukatın hizmetçisi Leni'yle çok rahat ilişki
kurduğu, hatta onun bir Kazanova, aşırı çapkın biri olduğu
söylenebilir. Cinselliğe düşkün, isterik bir tip olan Joseph K.
önüne gelen bütün kadınları bir anlamda tavlamaya, onlarla
ilişkiyi kotarabildiği kadar kotarmaya çalışan biridir. Onun
bu çapkınlığı hatta sadece beraber aym yerde kaldıkları ve
dostu olan Bayan Bürstner'le sürüp gitmemektedir, cinsellik­
te Joseph K. o kadar açgözlü ve carpe diemci'dir ki kendi da­
vasının sürdürülmesinde en büyük yetkilerden birine sahip
olan yaşlı ve yatalak avukatın evine gittiklerinde, yaşlı avu­
katın hizmetinde olan ve ondan sorumlu hizmetçi kız Leni'yi
de daha yeni görmesine rağmen baştan çıkarmaya çalışır. Bu
işbilmezliği, sadakatsizliği, açgözlülüğü, uçkuruna düşkün­
lüğü yani cinsel açlığı değil mi ki zaten onun suçunun bir
bölümünü oluşturur. Yataktan kalkmama, ansızın yatakta
görevliler tarafından yakalanma, yatakta gafil avlanma yine
yatak çevresinde geçen bir yorumdur ve "Dava"mn da bir
anlamda kodudur. "Kayıp" (Amerika) da gariptir aynı te­
mayla başlar. Bu sefer "Değişim" ve "Dava"mn olgun erkek
modeli olan başkahramanı gitmiş yerine on altı yaşlarının so­
nunda, on yedi yaşlarının başında genç bir Alman olan Kari
Rossmann gelmiştir ve onun da suçu roman başlangıcında
belirtildiği üzere bir hizmetçi kızı (yatakta) hamile bırakma­
sı, ondan bir çocuk peydahlamasıdır"'

* Franz Kafka, Kayıp (Amerika), Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi)


İstanbul 2003, s.5; "Bir hizmetçi tarafından baştan çıkarılıp kendisinden bir çocuk
peydahladığı için yoksul ailesinin Amerika'ya yolladığı on altı yaşındaki Kari
Rossmann,..."

263
Her ne kadar anlatıcı biz okurlara Kari Rossmann'ın "bir
hizmetçi tarafından baştan çıkarıldığını" (K.s.5) dillendirse
de; sonuçta bu eylem cinsel bir eylemdir ve romanın prolo­
gunda suçun yatak tandansh bir suç olduğunu da yok say­
maz. Kari Rossmann'ın cinsel suç yüzünden sürgün yaşantısı,
Amerika'da çektiği çileler, sıkıntılar, maceraları hep bu yatak
ekseni etrafında geçen cinsel suçtur.
"Dava"nın bir anlamda özeti sayılacak "Kanun Önünde"
meselimize geri dönecek olursak, Kafka "Dava" adlı roman­
da yasanın kendisini suçlu bulduğu Joseph K.'yı kendi labi­
renti ve dişlileri arasında yiyip yuttuğu bir durumda, okura
bir çıkış yolu olarak sunar "Kanun Önünde" meselini. Elbette
Joseph K.'yla Taşralı Adam birbirine benzemektedir. Bu aşa­
mada Kapıcı (Türsteher) ve Rahip de birbirine benzer. Rahip,
Joseph K.'nın yasanın içine sokulduğunu sandığı anda onun
bu eylemlerini boşa çıkaracak; sokulduğunu sanırken bile so-
kulamadığını anlayacak bir duruma iter onu. Taşralı Adam
uzun bir yolculuktan sonra yasemin kapışma gelmiş ve açık
duran, başında da kaplanın beklediği yasanın kapısından
içeri bir türlü girememiştir. Bu kapı üstelik kendisi için tahsis
edilmiş olmasına rağmen ömrü boyunca buradan içeri gire­
memiş ve açık duran kapının önünde insanken, böcek, sonra
da taşlaşarak bir "şey" haline gelmiştir. Kendisini büyük bir
insan sanan, yasanın kapısına bir hışımla ve özgüvenle gelen
ve fakat yasanın kapısında uzun bekleyişlerle, uzun sabır ge­
rektiren edimlerle dersini alan, bu aşamada da küçüldükçe
küçülen, ontolojik değişikliklere uğrayan bir insandır söz ko­
nusu olan.
"Bir Açlık Şampiyonu"nda ve "Değişim"de daha önce de
zikredildiği gibi kahramanlar nasıl bilinçli bir süreç ve suçun
ağırlığıyla insandan hayvana, hayvandan da şeye (Ding) dö­
nüşürlerse; değerlerini yitirir, tasavvufi bağlamda "insandan
bile sefil ve aşağılık bir duruma" (esfelisafiliyn, belhümadal)
dönüşürlerse, "Kanun Önünde" isimli meselde de sosyal sı­
nıf statüsünde en aşağıda olan Taşralı Adam yasa önüne gel­

264
diğinde yine yasa kapısında dışarıdaki son kapıda bekleyen
ve en aşağı sınıfı temsil eden kapıcının hışmına uğrar. Yasa
kapısı açık olmasma, yasanın her insana her vakit açık olma­
sına rağmen zamanı gelmediği sürece kapıcı tarafından içeri
alınmayan, zamanın ne zaman geldiğinin de kolay kolay bi­
linmediği bir yıkım sürecidir bu süreç. Ta ki Taşralı Adam'ın
yasayla yüzleşmek için beklentisini ve umudunu bir ömür
boyu korusun, belki de yasayla yüzleşmesini içinde bulun­
duğu hal içinde, o tasavvufi hal içinde gerçekleştirebilsin.
Yasa kapısı bir kayradır, soyut dünyaya açılışı, bir şefaati,
bir şefkati, bir mağfireti ve affedilişi müjdeler ve kapının her
zaman açıklığıyla da tanımın insanı her zaman affedeceğini
öngörür. Suçun her zaman affa dönebileceği umudunu için­
de taşımaktadır, insanın tövbe ettiği dönemlerde af ve mağfi­
retinin şiddetinin açık kapı temsiliyle her zaman var olduğu
gösterilir; ancak bunun için de suçun işlendiği bedenin nedim
bir tövbeyle titremesi, korku ve titremenin eşzamanlı olması
ve tövbenin sadece dilsel düzeyde değil dilsel ve bedensel,
gönülsel düzeyde de olması gerekmektedir. İnsanm bu aşa­
mada artık bedeninin olmadığı, bedeni aştığı, bedeni geride
bıraktığı, suçun büyüklüğü karşısında nedim tövbenin ve af­
fedilme arayışını insanm bedenini bile başka bir merhaleye
geçirdiği gözlemlenir. Bu da hikâyede "bedensel küçülme"
ile verilmiştir ve "pirelerle konuşma" aşamasma gelen Taşralı
Adam'm artık kendi durumunu kapıcıya dillendirmek için
pirelerden bile medet umduğu temsiliyle verilir. Bedensel kü­
çülme ile ruhsal büyüme arasmda bir koşutluk vardır. İstenen
affa ve mağfirete ulaşmasının yasa tarafından onaylanışı an­
cak kendi bedeninden sıyrılarak ve küçülerek mümkündür.
"İnsan-Taşrah Adam"dan "pire-Taşralı Adam"a, ondan sonra
da "taşlaşmış-Taşrah Adam"a döner. Bu durum yasa karşı­
sında farklı bedensel durumlar ve değişiklikler sergileyerek
gerçek mutluluğa ulaşılabileceğini anlatır okurlara; yasa kar­
şısında ancak bu şekilde bir dönüşümle, bir ışık-oluşlukla,
ışık ile yekvücut oluşla, nur-oluşla, nurla birleşmeyle gerçek­

265
leşebilir. Bedenin içinde hapis olan ruhun, yani ışığın (nurun)
tekrar özgürlüğe kavuşabilmesi için, onun bedensel sıkletinin
atılması gerekmektedir. O yüzden Taşralı Adam anorexik bir
küçülme geçirir. İnsandan böceğe (pire), ondan sonra da yasa
kapısmda bekleme sürecinde bir taşa (taşlaşmış bedene) dö­
nüşür. Beden katılaşırken, taşlaşırken ruh da ağır ağır "uç­
mağa varmaktadır". Ölüm ile yasa kapısındaki mutlak ışıkla
ancak yekvücut olmanın mümkün olacağı; yasa kapısından
içeriye corpusuyla giremeyeceği, ancak ruhuyla girebileceği;
bedenin değil de ruhun yasanın temel taşı olan suç unsuru
(element of erime) olduğuna vurgu yapılır. Ruha giydirilmiş
bedenin eritilmesi, inceltilmesi, zayıflatılması durumu ile ru­
hun salt ortaya çıkışı sağlanır ve o da çıplak bir şekilde yasa
kapısından dışarı fışkıran ışığın bir laytmotifi olarak kökensel
kaynağa erişir. Yasa kapısının maddi bir kapıdan öte manevi
bir kapı olduğu, somut bir kapıdan çok soyut bir kapı oldu­
ğuna dikkat çekilecek olursa, insan bedeniyle/teniyle soyut
âlemleri temsil eden ve kapıdan ışığın fışkırdığı da göz önü­
ne alınacak olursa, soyut bir evreni ve felekler sistematiğini
temsil eden bir kapı izleğinin önümüzde olduğu açıkça görü­
lür. Yasanın kendisinin metafiziki bir yasa, ilahi bir yasa/ada-
let ve o kapıcılar sistematiğinin evreni, kozmosu dillendiren
bir sistematik olduğu; her kapının önünde o kapıyı bekleyen
bir meleğin olduğu ve kapılar arası geçişin ancak ve ancak
hal ve kal arası değişim geçirilerek gerçekleştirilebileceği or­
taya çıkar. Tann'nın kayrası "açık kapı" izleğiyle verilirken,
yasarım kapısının, herkese açık oluşu, bu hikâyede ise o ka­
pının sadece Taşralı Adam'a tahsis edilişi, tanrının kayrasının
o anda o insana vurduğu şekilde yorumlanabilir. Kayranın
kaçırılmaması için ya da yasa kapısından içeri girebilmek için
bu kapının şartlarını yerine getirmek gerektiği de göz önü­
ne alınmalıdır. Bu kapıdan suçlu tenle, günaha bulaşan tenle
ve bedenle girilemeyeceği, ancak sabırla ve yıllarca olgunlaş­
makla, uzun beklemekle, insan oluştuktan çıkmak ve ilkin bö-
cekleşmek sonra şeyleşmekle; lanetli ve ilk günahı yüklenmiş

266
insanın suçlu bedeninden arınmakla, bir nur ve ışık olmak­
la ancak o kapıdan içeri girilebileceği vurgulanır. Kafka'nın
"Bir Açlık Şampiyonu"nda da açlık şampiyonunun sanatını
icra ettiği kendi kafesinden çıkması, ancak kendi beden ka­
fesinden çıkmakla doğrudan ilintili hale getirilir. Bir kafese
girmiş ve sanatı "açlık şampiyonluğu" olan kişi kırk gün be­
denini aç bırakabilmekte ve bununla da yetinmek istemeyip
bu eylemi daha fazla güne çekmek istemektedir. Öyle bir fır­
satı bulduğunda, eline öyle bir fırsat geçtiğinde, bir ahırda
kafese kapatıldığında (hayvanlaştığında) açlık sınırını kırk
günden fazla bir evreye çeker. Açlık şampiyonu, aç kaldığı
günleri artırdıkça oluşum çarkında insanlıktan gerilere düşer,
aslmda ontolojik olarak da yükselir. Çünkü insan epistemik
bakımdan hayvanlara ve bitkilere üstün görünse de, tasav­
vufta hayvanlar ve bitkiler (hayvanat ve nebatat) oluş ve biliş
yükünü, varoluşu kabul etmedikleri, varoluş emanetini yük­
lenmedikleri için insandan daha uyanık ve erdemli sayılır.
Suskuları ve cansızlıkları, bir hikmet olarak görülür. Varoluş
yükünü kaldıramayacakları ve Tanrı'nın adını dünyada iyi
temsil edememe durumunu derinlikli düşünüldüğünden ve
bu sorumluluk altına girmek istemediklerinden dolayı tınma-
mışlardır. insanoğlunun cesareti her şeyi boşvermesi ve sav­
saklaması, her şeye atılması, sıkılganlığı ve aceleciliği aptal­
lığından sayılmış, semavi metinler, özellikle de Kur'an buna
sık sık değinmiştir.
"Bir Açlık Şampiyonu" da aşın açlıkla insanlıktan hay­
vana dönmüş, bu yüzden diğer hayvanların yanma ahıra
konmuştur. Açlık şampiyonluğunda aşırıya gittiği ve bedeni
başka bir boyuta soktuğu, bedensel açlığı, perhizi aşırılaşü-
rarak insansı özelliklerini yitirdiği ve bitkileşmeyle birlikte
gözlerinde insansı ışığı yitirdiği için, o yiten ışığın bizatihi
bir varlık olarak ortaya çıkışını sağlamıştır. Kanun kapısının
sonunda geçen "ışık" izleği önemlidir, çünkü insan bedeni­
nin iflası ve ölümüyle ruhun bir ışık ve nur olarak ortaya çık­
ması, bedenin yeni bir şekil kazanması söz konusudur bura­

267
da. "Bir Köpeğin Araştırması" adh hikâyede de aynı şey söz
konusudur. Tann'nın besin kaynağının köpeklere inişini bir
köpek gözüyle anlatan Kafka bu hikâyede besin kaynağının
kökenine inmek ve yukandan (gaybdan) gelişini araştırmak
için kendi köpek bedenini bir denek beden olarak kullanır.
Açlığın sınırlarını zorlayarak, yukandan yağan beşinin ge­
lişini reddederek bu eylemin sonuna kadar gitmeyi, başka
bir boyuta geçmeyi dener. "Bir Açlık Şampiyonu" gibi de­
neyini ve araştırmalarını aşınlaştırdığında bir ışık huzmesi,
bir ışık kaynağı görür. Bu ışık kaynağı dünyevi besini yiyen,
bundan nemalanan insanın soyut bir hali bilememesi nede­
niyle en azından kendi bedeniyle gözlemleyemeyeceği bir
ışık kaynağıdır. Ancak dünyevi nimetlerden uzaklaştırıldı­
ğında, açlık bağlamında kendi dibine vurduğunda, açlık in­
sanı kendi içinde başka bir hale sürüklediğinde ulaşılacak
bir durumdur. Bu ışıkla birlikte yeni bir besin modundan da
bahsedilir "Bir Köpeğin Araştırmalan"nda. Bu ışık bedensel
açlığı, dünyevi besini reddeden üstün-köpeğin kendi köpek
bedeninin dirayetiyle, perhiziyle, nefsini yenmesiyle, egosu­
nu şişirmesiyle, sabrıyla ve inadıyla vardığı nihai bir nokta­
dır. Taşralı Adam'ın da küçülmesi, insanken hayvan sonra da
nesne haline gelmesi, bedeninin taşlaşması, onun metamor­
foz olduğunun, bedenini taşlaşmış bir kabuk gibi geride bı­
rakarak kelebek gibi bu kabuktan çıkıp yasa kapışma farklı
bir boyutta girdiğinin işaretidir. Taşralı Adam'ın ölümünün
onun kurtuluşu olduğu, yasa kapısmdan ancak ölerek (me­
tamorfoz olarak) içeri sızabileceği, yasa kapısmdan şiddetli
yansıyan parıltı kümesine bir ruh olarak ancak katılabileceği
dillendirilebilir.
Joseph K.'nın yasa içinde oluşu, adalet mekanizmasının
içine kadar sızması ama bir rüyada oluş bilinciyle "içinde ol­
makla birlikte yerinde saymak" ilkesince çabalarının bir yere
varmayışı ile Taşralı Adam'ın çilesi onun yasa kapısının dı­
şında olması fakat bu kapıdan içeri girememesi ile koşut gö­
zükür. "Dava"da yasanın içine sızan Joseph K.'nın yasanın

268
içinde olmasına rağmen davasında pek bir gelişme sağlaya­
madığı, yasanm başmı hiçbir zaman görme imkânı bulamadı­
ğı, yasanın labirentlerinde yitip gittiği, tanıştığı ve konuştuğu
herkesin bir matrix ağıyla yasaya bağlı birer eleman oldukla­
rı; uzaktan yakından roman içindeki her figürün yasanm bir
uzvu olduğu görülür. "Yasanm içinde olup da yasanın dışın­
da olmak" denir buna. "Kanun Önünde" adlı mesele göre en
azından yasanm içine girmiş bulunan ve bu bakımdan ondan
daha çok yol almış gibi gözüken Joseph K.'mn bütün eylem­
leri boşa çıkacak ve romanm sonunda Taşralı Adam'dan bile
geriye düşecektir. Taşralı Adam yasa kapısı önünde can ver­
mesine ve ruhuyla yasa olarak değerlendirilecek kolektif ışığa
kavuşmasına rağmen; Joseph K., Taşralı Adam'm yolculuğu­
nun başladığı yer olan taşraya koşa koşa gidecek ve iki acı­
masız görevli tarafından insafsızca bıçaklanıp öldürülecektir.
"Kanun Önünde" adlı meselde, yasa kapısı açık olma­
sına rağmen onu aşamamış ve yasanın içi hakkmda sadece
onun kapıcılığım yapan adamdan bilgi alabilen Taşralı Adam
vardır. Kendisine bu girilmesi zor, bir sır olan yasa kapısının
içinde katman katman kapıların olduğu ve bu kapılar başında
kapıcıların beklediği, üçüncü kapıcıyı dışarıda duran kapıcı­
nın bile görmekten ürktüğü bilgisi verilir. Kapı büyüdükçe
kapıcıların acımasızlaştıkları, insafsızlaştıklan, korkunçlaş­
tıkları bilgisi verilir bize.
Yasanm genel içeriği hakkmda bu bilgiden başka bilgimiz
olmaz. Sadece kapının açık olduğu, kapının Taşralı Adam için
açık olduğu, bu kapınm ona tahsis edildiği ama onun içeri
girebilmesi için de bunun bir zamanının olduğu, belli bir za­
man sonra ancak içeri çağnlabildiği ve fakat çağrılma süre­
sinin de şimdilik belirsiz olduğu gözlemlenir. Kapının açık
olduğu yer bir geçiş noktası olduğundan içimizin zamanı ile
duanın müddeti bir olmadığmdan, içerisi ile dışarısı arasmda
her açıdan farklılıklar olduğundan Taşralı Adam'm ölmesi ge­
rekmektedir. Yasa koyucunun zamanı ile (Tannmn), insanın
zamanı bir olmadığmdan bu iki varlık (makro-mikro) birbiri­

269
ne uyuşmadığından, yaratıcı ile kulunun her şeyi birbirinden
ayrı olduğundan bir anlaşmazlıktır bu. Tann için az bir zama­
nın insan için ebediyete denk düşmesidir bu durum. Kapıda
bekleye bekleye ölmek, çaresizce ölmek bunun kefaretidir.
Kanun kapısmda kalan ve içeri adım atamayarak ölen
Taşralı Adam'ın yanı sıra bir sabah bir iftira yüzünden ken­
di odasında tutuklanan Joseph K.'nın olayının yasa içinde
geçtiği dikkat çeker. Aslında Joseph K.'nm tutuklandığı yer
bile yasarım içindedir. Yasa bir ağ gibi, bir matrix gibi her şeyi
ve her yeri kuşatmıştır. Joseph K.'nm yatağı, odası; çalıştığı,
varlığını idame ettirdiği yer yasanın aurası içindedir. O yüz­
den tutuklanmaz ve gidişi gelişi serbesttir. Bu oyun içinden
çıkamaz, zaten bizatihi ağ içinde hapistir. Bizatihi ağ içinde
hapis olduğundan ekstra bir kapatılma hareketine uğramaz.
Joseph K. anlatı içinde bunu "nasıl bir tutuklanma bu?" diye
soruşturur ve anlamazken, ağı topyekûn görme şansına sahip
okurlar onun bu yasa ağında sıkışıp kaldığını görürler. Her
şeyin ve her kişinin bir şekilde yasarım aktörü ve yasanın bir
dişlisi olduğu, Joseph K.'nm da yasa içinde "gafil avlanan"
figür olduğu gözlemlenir. Topyekûn yasarım insana ve ki­
şilere dayattığı şeylerin dışma çıkmak, matrix ağını delmek,
bilinçlenmek ve varlığın ayrımına varmak suç olarak nite­
lendirilir. Yasanın içinde olarak yasanın bilincinde olmak,
bir balık gibi deryanın içinde yer alarak deryayı bilmek an­
lamına gelir ki bu varoluş olarak bilmeyi, bilinçliliği, farkına
varmayı, oluşluğu, oluşluğun ayrımına varmayı müjdeler. Bu
sırn çözdüğümüzde, bu makro çarkın şifresi çözülmüş olur
ve sizin yeriniz artık bunu çözmeyenlerin yeri değildir. Başka
bir yere taşınırsınız. Beyaz civcivlerin arasmda bir kara civciv
gibi sırıtır ve bu oluşluğun, bilişliğin ayrımında biri olarak
lanetlenirsiniz. Adomo'nun "bilmek lanetlerunektir"167 sözü
burada anlam kazanmaktadır. Bilenin epistemik durumu, bil­

167 Theodor W. Adomo, Minima Moralia, Metis yayınlan, (Orhan Koçak,


Ahmet Doğukan çevirisi), İstanbul 1998, s.46

270
meyenin epistemik durumuyla koşut değildir. Bilen biri oku­
dukça, deneyimledikçe, kendi kısıtlı algı kapılan ile oynar.
Onu genişletir. Algı kapılan gelişen insanm duyarlılığı ve
hissedişi de bu durumda gelişir. Dünyayı kavrayış, felekler
sistematiğine bakış, bilmekle başlayan, algı kapılan genişle­
yen, farkındalığı meta düzeye getiren insanda çok daha fazla
olur. Bakıp görmesi, kavraması, hissetmesi, duygu ve düşün­
cesi, olaylar karşısındaki duyarlılığı artar. Nihayetinde bilme­
yenler gibi meseleye bakmazlar. Daha derin bakışlan olur. Bu
bilgi ve durum ile fırlatıldığınız dünyaya baktığınızda çoğu
insanm göremeyeceği durumlan görme şansınız olur.
Bedeni bir öğütme aparatı olarak değil de; dünyadaki be­
sinleri öğüterek "bilen" ve onlan adlandıran bir durumda de­
ğil de, özünde bu öğütme durumu olan çarkı işlevsiz kılarak,
onu aç bırakarak, perhiz yaparak yeni bir açlık bilgi kaynağı
arayışına girer. Açlığı geliştirerek, algı kapılarını genişleten
ve bu kapılan erdemli bir insan oluşluk için kullanan; açlığı
geliştirerek somut alanda değil de soyut alanda algı kapıla­
rını zorlayan, farkındalığı geliştiren, duyarlılığı çoğaltan bir
durum olarak da okunabilir bu aç kalma edimi. Obez olup
bedenin istediği her lokmayı, besini yiyerek bedenin tinsel
derinliğinde dibe vurmasından öte onun derisini incelterek
algı kapılarını, farkındalığı ve duyarlılığı kendi içinde ya da
ölme yoluyla kendi dışında yeni evrelerin keşfi susuzluğudur
bu durum.
Franz Kafka'nm "Kayıp" (Amerika) adlı eserinde de aç­
lık tematiğine rastlanır. "Bir hizmetçi tarafından baştan çıka­
rılıp kendisinden bir çocuk peydahladığı için yoksul ailesinin
Amerika'ya yolladığı on altı yaşındaki Kari Rossmann"168 (s.5)
Amerika'ya vardığmda bavulunu kaybeder. Bavulunun için­
de annesinin kendisine koyduğu erzak arasmda gıda madde­
leri de bulunur:

168 Bundan sonra metnimiz içinde Kafka'nın "Kayıp" (Amerika) adlı eserindeki
alıntılar için bkz. Franz Kafka, Kayıp (Amerika), Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal
çevirisi), İstanbul 2003, s.323.

271
Derken aklına geldi: Bavulda ayrıca bir parça verona salamı
vardı, annesi fazladan onu da yerleştirmişti bavula. Ama yolda iş­
tahı büsbütün kapanmış, ara güvertede yolculara dağıttıkları çorba
bol bol yetmişti kendisine, salamın ancak pek azmi yiyebilmişti.
Oysa, şimdi salam elinin altında bulunsa ne iyi olur, ateşçiye ikram
ederdi.16’

Kari Rossmann, gemide tesadüfen tanışacağı dayısıyla


bir anda Amerika'da zengin çevreye girecektir. Bu tesadüf,
dayısının Amerika'da ömrü boyu sürmüş çabalarla geldiği
iyi bir yerin de işaretidir. Yazlık evde Kari Rossmann, Bay
Pollunder, Klara, Bay Green bir yemek salonunda yemek yer­
ler. Zengin bir sofradır önlerindeki ve mönü olarak da sofra
iştah kabartıcıdır. Herkes iştahla yemek yerken, Rossmann
sofradaki insanları gözler. Yemekleri nasıl da iştahlı yedik­
lerini olumsuz bir bakış açısıyla anlatır. Anorexik hastalarm
yemek sofrasına ve o yemekleri yiyenlere karşı nefretsi bakış­
larım Rossmann'm gözleminde görmek mümkündür:

"Doğru, sadakat denen şey dünya yüzünden silinmemiş he­


nüz" diye cevapladı Bay Green, yeni bir lokmayı ağzına götürür­
ken. Karl'ın o anda dikkatini çekti, lokmayı bir çırpıda kavrayı-
vermişti Bay Green'in dili. Karl'ın midesi bulanır gibi olup ayağı
kalktı; Bay Pollunderle Klara, ikisi hemen Kari'm ellerine sanldı-
lar.170

Kari Rossmann'm sadece uzun yol yolculuğundan kay­


naklanmayan, zaten özünde var olan zayıflığı ve iştahsızlığı
konu edilir. Sofrada insanlara bir şekilde gösterdiği bu iştah­
sızlığı Bay Green'in gözünden kaçmayacaktır:

Bay Green, sanki kendisinin yol açacağı mide bulantıların­


da Karl'ı yatıştırmak görevi doğal olarak Bay Pollunder'le Bayan
Klara'ya düşüyormuş gibi, hiç istifini bozmayarak önündeki ye-169

169 A.g.e., s. 11
170 A.g.e., s.63
mekle ilgilenmişti. Yapılan her yeni servisi bıkıp usanmaksızın
kabul ediyorsa da, gelen yemekleri yemede gösterdiği kılı kırk ya­
rarlıktan uzadıkça uzuyordu yemek; doğrusu Bay Green, kocamış
kâhya kadından gördüğü kötü hizmetin acısını burada çıkarmak
ister gibiydi. Zaman zaman Klara'nın evi çekip çevirişindeki be­
ceriyi övüyor, bu da, öyle görülüyor ki, Klara'nın koltuklarını ka­
bartıyordu; oysa Kari, sanki Bay Green övücü sözleriyle Klara'nın
üzerine saldınyormuş gibi onu geri püskürtmek isteğini duyuyor­
du içinde. Ama Bay Green bu yaptığıyla da yetinmiyor, Karl'ın
dikkati çeken iştahsızlığından ötürü ikide bir tabağından başım
kaldırmaksızın üzüntüsünü belirtiyordu. Ev sahibi olarak Bay
Pollunder'in, Karl'ı yiyip içmeye teşvik etmesi gerekirken, iştah­
sızlığında arka çıkıyordu ona. Ve gerçekten Kari, bütün yemek bo­
yunca duyduğu sıkıntı yüzünden öylesine alıngan durumdaydı ki,
Bay Pollunder'in kendisini savunan sözlerini gerçekte öyle olmadı­
ğım biliyorken bile nezaketsizlik diye yorumladı, bazen büsbütün
uygunsuz davranıp aceleyle bol bol atıştırdı yemeklerden; bazen
de uzun bir zaman çatalı, kaşığı elinden bırakarak sofra başındaki
topluluğun en durgun kişisi, servisi yapan uşağın çok vakit karşı­
sında şaşırıp kaldığı bir kimse gibi davrandı.171

Bay Green, Rossmann'ın dayısı olan senatöre,


Rossmann'ın sofradaki bu iştahsız davranışlarını dillendire­
ceğini söyler ve Rossmann'ın sofradaki iştahsız davranışları­
nın Klara'yı bile üzdüğünü dillendirir:

"Yemek yememekle Bayan Klara'yı nasıl gücendirdiğinizi


yarından tezi yok sayın senatöre anlatacağım", dedi Bay Green;
ama bu sözleri latife için söylediğini çatal, kaşık ve bıçağı kullanış
biçimiyle açığa vurdu ve daha ileri gitmedi. "Baksanıza, kızcağız
ne kadar üzgün", diye ekledi ardından, elini Klara'nın çenesinde
uzattı,..."172

Kari Rossmann, romanın ilerleyen bölümlerinde


Butterford'a yapacağı yolculukta erzak tedariki yapmak du­
rumunda kalır. Yarımdaki iki arkadaşı için de erzak almak

171 A.g.e., s.63-64


172 A.g.e., s.64

273
durumunda kalmca, tombul bir kadınla erzak deposu olan
kilere inerler. Bu bölümde de yemek ve gıda maddelerinin
geçtiği görülür. Uzun yolculuk için et, somun ve bira tedariki
yapılır:

"Bilmem ama, bunlar mahkûmların yiyeceği şeyler", dedi ka­


dın ve anlaşılan Karl'ın daha başka istekler öne sürmemesini bek­
ledi. Kari, bütün istediklerini kadirim ona bağışlayıp karşılığında
para almayacağmdan korkuyor, bu yüzden susup sesini çıkarmı­
yordu. "Şimdi hazırlanır hepsi", dedi kadın ve tombulluğuna göre
hayran kalınacak bir çeviklikle oracıktaki bir masaya doğru yürü­
dü, testere gibi ince ağızlı ve uzun bir bıçakla bir yığın et de içeren
domuz yağından iri bir dilim kesti; rafların birinden bir somun in­
dirip yerden üç şişe bira aldı ve hepsi hasır bir sepete yerleştirerek
Karl'a uzattı sepeti.173

Daha sonra Otel Occidental'da asansörcü olarak görev


yapmaya başladığında da, metinden anladığımız kadarıy­
la, yemekten çok meyve yeme alışkanlığını görürüz Kari
Rossmann'da:

Saat dörtten sonra ortalık biraz sessizleşti, ama Karl'ın bu


sessizliğe de bir an önce ihtiyacı vardı doğrusu. Asansörün yanı
başındaki korkuluğa olanca ağırlığıyla yaslandı ve daha ilk ısırı­
şında çevreye keskin bir koku saçan elmayı yavaş yavaş yemeye
koyuldu,...174

Bir ara yer sıkıntısı çektiklerinden arkadaşı Robinsonla


aynı yerde sefil bir yaşantı süren Rossmann, bu sırada
Robinson'dan bir şeyler öğrenir. Robinson çalıştığı yerden gı­
dasını eve getirmekte ve onu sofanın altında daha kötü gün­
ler olur korkusuyla stok etmektedir. Rossmann'ın şimdilerde
yattığı yerin altında olan bu stoktan Rossmann, Robinson an­
cak acıktığında haberdar olabilir:

173 A.g.e., s.122


174 A.g.e., s.163
"Amma da uyurmuşsun, Rossmann", dedi. "Gençlik n'ola-
cak! Dert tasa yok! Daha ne kadar uyuyacaksın bakalım? Hani bı­
rakayım uyuyasın isterdim ama, bu taşların üzeri benim için pek
rahat değil, üstelik fena halde acıktım. Lütfen biraz kalkar mısın!
Koltuğun altında yiyecek bir şeyler saklamıştım, onu alayım. Sana
da veririm birazını." Ayağa kalkan Kari, Robinson'un yerinden
doğrulmaksızın kamının üzerinde sürünerek yaklaştığını ve elle­
rini uzatarak koltuğun alfandan kartvizit saklanan tepsilere ben­
zer gümüş kaplama bir tepsi çıkardığını gördü. Tepside kapkara
bir yarım sucukla ince uzun birkaç sigara, açılmış olmasına karşın
henüz ağzına kadar dolu ve yağ içinde yüzen bir sardalya kutu­
suyla çoğu ezilip tortop olmuş bir yığın bonbon duruyordu. Sonra
büyük bir parça ekmekle bir çeşit kolonya şişesi çıktı ortaya; ama
şişede kolonya değil de bir başka şey var gibiydi; çünkü Robinson,
büyük bir kıvançla şişeyi gösterip Karl'a bakarak dilini şapırdattı."
Görüyor musun, Rossmann!" dedi; bir yandan da sardalyalan arka
arkaya yutuyor ve arada bir ellerini Brunelda'nın besbelli balkon­
da unuttuğu bir havluya siliyordu. "Görüyor musun, Rossmann,
açlıktan ölmek istemiyorsan, yiyeceğini benim gibi bir kenarda
saklayacaksın."175

"Kayıp (Amerika)" adlı romanın sonu da, yine bir yemek


sahnesiyle biter. Kari, Robinson ve Brunelda sabah kalktıkla­
rında bir kahvaltı gereksinimi içindedirler ve Brunelda'ya bir
sürpriz hazırlamaya çalışırlar. Karl'ın ve Robinson'un hazır­
ladıktan kahvaltı ve bu sahnenin anlatımı ile roman nihayet-
lenir:

Alçak bir Japon sehpasını bulunduğu köşeden çıkardı, bir örtü


yayıp getirdikleri yiyecekleri dizdi üzerine. Ancak ne çok zahmetle
ele geçirilebildiklerini bilen biri bu yiyeceklerden memnun kalabi­
lir, yoksa onlara, Karl'ın kendi kendine söylemeden duramadığı
gibi bazı kusurlar bulabilirdi. Neyse ki Brunelda'nın kamı acıkmış­
tı, kahvaltı için bütün hazırlıklan yapan, Karl'a doğru hoşnutluk­
la başını sallıyor, her şeyi mümkünse hemen esip ufalamaya can
atan yumuşak ve yağlı eliyle vaktinden önce tepsiden şu ya da bu
yiyeceği almak isteyerek Karl'ın çalışmasını engelliyordu. Bir ara

175 A.g.e., s.234

275
dilini şapırdatarak “Bu işi güzel becerdi seninki" dedi ve saçlannı
sonradan yine taramak üzre tarağı saçından bırakan Delamarche'ı
çekip yanı başındaki bir sandalyeye oturttu. Kahvaltıyı gören
Delamarche'ın da yüzü güldü, ikisi de pek acıkmıştı, elleri seh­
panın üzerinde dört bir yana gidip geliyordu. Kari, Brunelda'yla
Delamarche'ı memnun etmek için elden geldiği kadar çok yiyecek
alıp getirmek gerektiğini anlamıştı; işe yarar daha bir sürü yiyeceği
mutfağın döşemesinin üzerinde olduğu gibi bıraktığını düşündü.
"Bu ilk defasında kahvaltıyı nasıl hazırlayacağımı bilemedim",
dedi. "Gelecek sefer daha iyi üstesinden gelirim" Ama henüz
konuşmasını bitirmeden, bu sözleri kime söylediğini anımsadı;
kahvaltı hazırlama işine pek kaptırmıştı kendini. Delamarche'dan
yana memnunlukla başını sallayan Brunelda, Karl'ı ödüllendirmek
üzere ona bir avuç kek alıp uzattı.176

"Şato" adlı romanda da, "Bir Açlık Şampiyonu" ve "Bir


Köpeğin Araştırmalan"nda olduğu gibi sadece açlık ve ano-
rexia konusuna dikkat çekilen ve açlığın bir anlamda kazısı
yapılan derin çözümlemeler görülmez. Karakterlerin gün­
delik besin ihtiyaçlarını gidermeleri için yedikleri yemekler,
içtikleri bira yüzeysel bir şekilde anlatılmış ve hızlı bir şekil­
de geçilmiştir. Kafka'nın dikkati romanlarda daha önce de
değindiğimiz gibi yasaya, davaya, hukuka, bürokrasinin ka­
ranlık dehlizlerine ve çıkmazlarına yoğunlaştığı için "Şato",
"Dava", "Kayıp" (Amerika) gibi romanlarında bu arayışlara
gitmiş, laytmotif olarak açlık ve anorexik karakterler ön pla­
na çıkmamıştır. Sadece "Kayıp"ta diğer romanlarına nazaran
Kari Rossmann'm figür olarak anorexia eğilimi, iştahsız oldu­
ğunu görme imkânımız vardır. Bunun da Kıta Avrupası'ndan
ta Amerika'ya yapılan yolculukla doğrudan bağlantısı oldu­
ğu görülebilir. Kari Rossmann'm Amerika'daki iştahsızlığı ve
yeme ediminden iğrenmesi, yiyenlere sofralarda bakamama­
sı ve sofralardan kaçması, diğer romanlara göre bu romanı
biraz daha açlık konusunu ve anorexia kavramını ön plana
çıkarması açısından önemli kılmaktadır.

176 A.g.e., s.290

276
Sonuç olarak şu söylenebilir; bu başlığın giriş yazısın­
da dile getirdiğimiz gibi Kafka'nın romanlarında açlığın ve
anorexianm bir büyük sorgulama ve laytmotif olarak değil
de, koskoca bir romanda karakterlerin zorunlu olarak gittiği
mutfaklarda yedikleri yemek ve içtikleri bira, içilen çorba şek­
linde kısa yemek sahneleri halinde gün yüzüne çıkar. Açlığın
ve yemenin derinlikli kazısı ve felsefesi yapılmaz. Koskoca
üç romanda, üçü de toplandığında bini aşkın sayfada elbet­
te yemek kelimesi, mutfak kelimesi, içecek kelimesi geçecek­
tir. Geçmiyor dense, zaten bunda bir yanlışlık var demektir.
Meselemizi oluşturan, başlığımızın da temel motifi sayılan,
Kafka'nın açlık bilinci ve kültürünü açımlayan, figürlerin
anorexiaya eğilimlerini yansıtan derinlikli ve sorgulayıcı ya­
zılar -"Kayıp" (Amerika) adlı romanda buna ilişkin biraz ipu­
cu verilmesine rağmen- romanlarında pek yer almamaktadır.

3.3. Kafka'nın Mektuplarında Anorexia

"Diyeceğim hastalığa içten içe hiç de tüberküloz


gözüyle baktığım yok, tersine benim topyekûn iflasım
olarak görüyorum bunu."
(Franz Kafka)

Kafka eserleri arasmda mektupların büyük bir önemi


vardır. Mektuplar hacim bakımmdan nerdeyse Kafka roman­
larıyla baş başa gider. Dönemin ruhu itibarıyla mektubun ve
kartpostalın en önemli iletişim kaynağı oluşu, Kafka'nın da
mektup yazmayı çok sevişi nedeniyle ömrü boyunca dostları­
na, sevdiklerine yazdığı mektuplar hele de Kafka'nm ölümün­
den sonra bir araya getirildiğinde bu bayağı bir hacim tutar.

277
Kafka'nın mektupları "Babama Mektup", "Grete'ye
Mektuplar", "Ottla'ya ve Ailesine Mektuplar", "Milena'ya
Mektuplar" ve 1986 yılında Dlazdena Ulice'de bir sahaf­
ta bulunmuş ve hızlı bir şekilde basılmış "Yeni Bulunmuş
Mektuplar" olmak üzere sıralanabilirler. Yine Kâmuran
Şipal'in çevirileriyle "Felice'ye Mektuplar" ve "Bir Dostluk"
adıyla Max Brod'a mektupları da yayımlanmıuştır.
Bu mektuplar Kafka'nın ailevi yaşantısını, mahremiyetini
yansıtmak yanmda, yazarlık çabalarının gelişimini, gündelik
hayata karşı takındıkları tavırları, sevgilileriyle diyalogunu,
kız kardeşine ricalarını içerirler. Hele de hastalandığı dönem­
lerde, kendi işlerinin takibi ve ihtiyaçlarının karşılanması için
Ottla'ya ve anne babasına ihtiyaçlarını dillendirir.
Çalışmamız Kafka'nın açlık bilinci ve kültürü olduğun­
dan, onun mektuplarında da besin ihtiyacım, beslenmesini,
besinlere ve yemeklere karşı Kafka'nın aldığı tavrı, açlık ve
anorexik görüşlerini görebiliriz. Mektupları, hatta Kafka'nın
açlık ve besin üzerine görüşlerini yazdığı çoğu diğer eserle­
rinden daha fazla görüşler içermektedir.
Biz Kafka'nın kült metni sayılan ve psikiyatrik okuma­
lara da alan açan, babasına yazdığı ve onunla bir anlamda
hesaplaşmasını içeren "Babama Mektup" adlı mektubuyla
çözümlememize başlamak istiyoruz.
"Babama Mektup" üzerine bugün hâlâ tartışmalar bit­
miş değildir. Bunun, Kafka'nın babasına yazdığı ve onun
karşısmda özgürce görüşlerini söyleyemediği, ondan kork­
tuğu için onunla gizli bir hesaplaşmasını içeren babaya ulaş­
tırılması gereken bir mektup mu yoksa Kafka'nın psikiyatrik
akımın yenilerde şekil bulduğu ve Freud'un görüşlerinin
rağbet gördüğü bir zamanda babaya yazılmış ve bir türlü de
ulaştırılmak istenmemiş kurmaca bir eser mi olduğu üzerine
görüşler vardır. Bu ikinci tezi destekleyen temel argüman­
sa eserin yani mektupların çoğu kişi tarafından okunması
ve fakat asıl varması ve okunması gereken kişi tarafından
da bir türlü okunamamasıdır. Kafka'nın, Milena'ya yazdı­

278
ğı bir mektupta da mektupları okuması ricasının yanında,
Milena'nın bunları okurken mesleği avukat olan ve huku­
kun, avukatlığın bütün hilelerini bilen birisi tarafından kale­
me alınmış olması tuzağını da unutmaması rica edilir. Şayet
metin babaya yazılmış ve içten gelmiş Kafka'yla babası ara­
sında ikisini ilgilendiren, gerçekleri içeren bir mektup değil
de, Kafka'nın birkaç gerçek veriden hareketle onları kurma­
ca gerçekliğin bütün süslemeleri ve makyajıyla süsleyip bu
yazılanlardan hareketle kötü baba imajını gerçek hayattaki
Hermann Kafka'ya işmal edebileceğimiz bir duruma çekecek
argümanlar oluşturulmuşsa, bu Hermann Kafka'ya ciddi bir
haksızlığın yapıldığım gösterir. Hermann Kafka'nın gerçek­
ten de sert ve disipliner biri olduğu, mesleğinden taviz ver­
mediği ve Yahudi olduğundan dolayı da kötü, çileli bir haya­
tı olduğu için çocuklarına belki günümüzün şefkatli babaları
kadar iyi davranmadığı söylenebilir. Bu o dönemin ruhuyla
bağlantılı bir şeydir. Fakat babanm yaptıklarını abartıyla an­
latıp, onu süsleyip Oedipus kompleksini ve baba nefretini ele
aldığı için psikiyatrik bir kült metin olarak önümüze sürü­
lürse, Kafka'nın yazarlık yönünün ağırlığı ve eklemelerinin
dozajı nedeniyle, bunun diğer aile efradına gönderilen mek­
tuplarla aynı dokuyu taşıyıp taşımadığı tartışmalı bir hal
ahr. Kurmacaysa, gerçeklik payını az içeriyorsa, "Değişim"
ve romanları gibi kurmaca eserleri bölümüne; gerçekse ve
çok az kurmaca katkı varsa, o zaman mektuplar bölümüne
alınmalıdır. Şimdi Kafka'nın "Babama Mektup" adlı eserin­
de açlığın ve besinin, daha doğrusu anorexia hastalığının izi­
ni sürelim.
Hermann Kafka, hayatında çektiği sıkıntılarla zenginliği
yakalamış ve yaşamm zorluğunu, bu yaşamla mücadele et­
mek gerektiğini, bunun için hayatta güçlü olmak gerektiği­
ni, kendisinin bu zenginliği elde etmek için hayatta ne çileler
çektiğini sofrada yemek yerken çocuklarına sık sık anlatır.
Bunu çocuklarına durmadan yineler ve onlara bir nevi baskı
oluşturur. Kafka, baba eleştirisine ilkin bu noktadan başlar:

279
"Senin için aşağı yukarı şöyle bir durum sözkonusuydu:
Ömür boyu canını dişine takıp çalışmış neyi varsa çocuklarının,
ama en çok benim uğruma feda etmiş, ben de böylelikle "beyler"
gibi rahat bir yaşam sürmüş, dilediğim öğrenimi yapma konusun­
da katıksız bir özgürlüğü elde bulundurmuş, yiyecek içecek sıkın­
tısı çekmemiş, yani kısaca tasa kaygı nedir bilmemiştim."177

Kafka, kendi bedeninden her zaman mutsuzluk duy­


muştur. Babasının dev vücudu ve kendi zayıf vücudu her
zaman eserlerinde tekrarlanır durur. Babasından bir gece
haylaz tavırlarla su istedikten sonra başına gelenleri şu şe­
kilde anlatır:

"İlk yıllara ilişkin doğrudan anımsayabildiğim bir tek olay


var; belki sen de anımsayacaksın: Bir gece hep su diye mızmızlanıp
durmuştum, susamışlığımdan değil hani; sanırım biraz sizi kız­
dırmak, biraz kendim eğlenmek için yapmıştım bunu. Birkaç kez
gözümü iyice korkuttun; ama baktın ki korkutmalar para etmiyor,
beni alıp pavlatşe'ye çıkardın, kapıyı üzerime kilitleyerek orada
kısa bir süre gecelikle dikilmeye zorladın. Bunun doğru bir dav­
ranış sayılmayacağını söylemek istemiyorum, belki o zaman gece
uykunuzu haram etmekten beni alıkoymak için gerçekten başka
yol yoktu; niyetim, beni eğitmede başvurduğun çarelerle bunla­
rın üzerimdeki etkisini belirtmektir yalnız. Söz konusu olaydan
sonra gerçi uslanmıştım; ama bu, içimde bir yıkıma yol açmıştı.
Anlamsız su isteyişlerimin benim için taşıdığı doğallıkla, yataktan
alınıp dışan çıkarılmamdaki olağanüstü korkunçluk arasında ya­
radılışım gereği asla doğru dürüst bir ilişki kuramıyordum. Yıllar
sonrası bile dev gibi bir adamm, yani babamın, gözümde en güçlü
bu otoritenin adeta nedensiz çıkagelerek beni gece vakti yataktan
alıp pavlatşe'ye götürebileceği düşüncesinin, yani ba- bam karşı­
sında böylesine bir hiç olduğum gibi kahredici duygunun altında
ezilip durdum hep."178

177 Franz Kafka, Babama Mektup, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi),
İstanbul 2007, s.9-10
178 A.g.e., s.16

280
Kafka, küçüklüğünde babasının dev vücudunu ve kendi
zayıf vücudunu yan yana getirir, bunları karşılaştırma imkâ­
nı bulur, kendi zayıf vücudu yüzünden insanlardan utanır.
Yüzme havuzuna gittiklerinde babanın iri vücudu yanında,
Kafka'nın iskelet yığını gibi vücudu onu utandırır:

"O zamanlar, evet o zamanlar her bakımdan yüreklendirilme-


ye gereksinim duyuyordum. Çünkü sadece vücut yapın, moralimi
çökertmeye yetmişti. Sık sık plajda bir kabinde yan yana soyundu­
ğumuzu anımsıyorum. Ben sıska, zayıf, ince bir oğlandım; sense iri
yan, uzun boylu, geniş bedenliydin. Daha bu kabindeki soyunma-
lanmızda kendime içler acısı biri gözüyle bakmıştım, hem yalnız­
ca senin karşında değil, bütün dünya önünde. Çünkü benim için
her şeyin ölçüsü şendin. Ama kabinden çı- kıp plajdaki insanlar
araşma karıştık mı, senin elinden tutan ve küçük bir iskeletten ka­
lır yeri olmayan ben, güvensizlik içinde ve yalmayak, tramplenler
üzerinde dikildim de, sudan korkup senin bana iyi niyetle göste­
rip durduğun, ama gerçekte beni utancımdan yerin dibine geçiren
yüzme devinimlerine öykünemeyerek yerimde kalakaldım mı,
o zaman düpedüz umutsuzluğa kaptınyordum kendimi; çeşitli
durumlardaki tüm kötü yaşantılarım böylesi anlarda nasıl da bir­
birlerini destekliyordu. Beni en rahatlatan şey, senin bazen daha
önce soyunup kabinden aynlarak benim kabinde yalnız kalmam
ve insanların içine çıkma zamanını, sonunda sen gelip beni kabin­
den dışarı atana kadar geciktirebilmemdi. Bana sıkıntı veren şeyi
anlamaz göründüğünden sana minnettarlık duyuyor, ayrıca sen
babamın vücut yapısıyla gururlanıyordum. Zaten aramızdaki bu
farklı durum, şimdi de benzer biçimde sürdürüyor varlığını.17’

Kafka, babasının sofrada yemek yerken sofra adabı ola­


rak çocuklarına öğrettiklerini ve onlardan istediklerini baba
olarak kendisinin gerçekleştirmediğini ve bu adaba riayet et­
mediğini dillendirir:

"Çocukken en çok yemekte seninle biraraya geldiğim için,


bana öğrettiklerin, sofrada nasıl davranmak gerektiği konusunu
kapsıyordu. Bir kez sofraya çıkarılan her yemek yenecek, lezzet-*

179 A.g.e, s.18-19

281
li olmuş, lezzetsiz olmuş gibi bir şey konuşulmayacaktı. Ama sen
çokluk, ağza konacak gibi olmadığını söyleyebiliyordun bir yeme­
ğin; onu "tam hayvanlara göre" diye niteleyebiliyor, "hayvan (aşçı)
berbat etmiş yemeği" diyebiliyordun. Açlığının büyüklüğünden ve
önüne sevdiğin yemeklerin çıkarılmasından ötürüne olursa çabuk
çabuk, sıcaklığına falan bakmaksızın iri iri lokmalar halinde yuttu­
ğun için, çocuğunun yemek yerken elini çabuk tutmasını isti- yor­
dun; kasvetli bir sessizlik sofrada egemenliğini sürdürüyor, ancak
arada bir tarafıma yöneltilen kimi uyarmalarla kesiliyordu: "Önce
yemeğini ye, sonra konuş!" ya da: "Çabuk ye, çabuk, çabuk!" veya:
"Baksana, ben yemeğimi bitireli ne kadar zaman oldu!" Kemikler
üzerindeki eti sıyırmak doğru değildi; oysa sen bunu yapabiliyor­
dun. Salatanın suyunu höpürdete höpürdete kaşıklamak ayıptı,
ama sen kaşıklayabiliyordun. Ekmeği düzgün kesmek hepsinden
önemliydi; ama sen bunu, üzerinden yemeğin suyu damlayan bir
bıçakla yapıyormuşsun, umursamıyordun hiç. Yemek yerken yere
bir şey dökmemeye dikkat etmek gerekiyordu; ama sonunda bakı­
yorduk, en çok kırıntı, döküntü senin oturduğun yerdeydi. Yemek
yerken, yemekten başka şeyle uğraşılmazdı; ama sen tırnaklarını
kesip törpülüyor, kalemler yontuyor, kürdanla kulaklarını temiz­
leyebiliyordun.
Lütfen baba, beni yanlış anlama, gerçekte büsbütün önemsiz
ayrıntılardı hepsi; benim için eza verici nitelik taşımışlarsa, bu,
bana zorla benimsettiğin yükümlülüklere senin, son derece önemli
biri gözüyle baktığım sen insanın uymayışından kaynaklanıyor­
du.180

Kafka'nın ciddi bir şekilde kendi bedenine güvensizliği


söz konusudur. Kendi bedenine güvensizliği nerdeyse hasta­
lık hastalığına kadar varmakta, bedenine güvensizliği ruhun­
da da kötü oluşumlara neden olmaktadır:

Örneğin, sağlığımı kendime dert ediniyordum; hafiften baş­


lıyordu; sindirim, saç dökülmesi, omurga eğriliği vb. konusunda
yer yer ufak bir endişe derken yoğunlaşıyor, sayıya gelmeyecek
basamaklar oluşturuyor, sonunda gerçek bir hastalığa gelip daya­
nıyordu. Ama hiçbir şeye güvenemediğim, her geçen andan varo­
luş biçimimi yeniden doğrulamasını beklediğim, hiçbir şeyi ger­

180 A.g.e., s.23-24

282
çekten, kuşkuya yer bırakmayacak gibi tek başıma mülkiyetimde
bulundurmadığım, bu mülkiyeti kesinlikle kendim belirleyemedi-
ğim ve gerçekte tıpkı hakkından yoksun bırakılmış bir oğula ben­
zediğim için, bana en yakın bulunan kendi vücudum konusunda
da kuşkusuz bir güven duyamıyordum."181

Kafka'nın durumunun gitgide kötüleşmesi ve hastalık


hastalığının da günden güne bedeninde boy vermesi, sıkıntı­
sını içe atması ve aşın yorulması ile akciğerlerinden kan gelir.
Bakımz Kafka ciğerlerinden kanın gelmesinin nedenini nasıl
izah eder:

"Boyum uzayıp duruyor, ama bu uzama karşısında ne yapa­


cağımı bilemiyordum; üzerimdeki yük fazla ağırdı, kamburlaştırı­
yordu sırtımı; hareket etmeyi, hele jimnastik yapmayı pek göze ala­
mıyordum, bu da güçsüzlük çekmeme yol açıyordu. Henüz elim­
deki nesneleri, adeta bir mucizeymiş gibi şaşkın şaşkın süzüyor­
dum. Örneğin, sindirim durumum söz konusu nesnelerden biriydi
ve davranış biçimim onlan elden çıkarmama yetiyordu. Böylelikle
önümde her türlü hastalık hastalığının yolu açıldı, sonunda da işe
evlenme girişimimdeki insanüstü çabanın sonucu olarak (bu konu­
ya ilerde değineceğim) ciğerimden kan geldi."182

Hermann Kafka, açlık dönemlerinden, kendini yırtarca-


sına ve ölümüne çalışarak zenginliğe giden yolu bulmasında
ve çocuklarına sunduğu dünyada çocuklarının bu zenginli­
ğin değerini anlamamalarına üzülür. Kafka'yı ve yeri geldi­
ğinde kız kardeşlerini (Ottla) "kadirbilmez" olarak suçlar.
Hermann Kafka'nın bu çileli yolculuktan sonra zengin oluşu
ve bunu durmadan çocuklarına hatırlatması Kafka'yı rahatsız
eder. Kız kardeşi Ottla'ya bu hususta şunları yazar:

"Kafka'nın gençlik yıllarında sık sık açlık çeken babası, dişini


tırnağına takıp çalışarak ailenin ekonomik durumunda sağladığı

181 A.g.e, s.70


182 A.g.e, s.70

283
düzelme sayesinde rahat bir yaşam sürdürdüklerine ikide bir ço­
cuklarının dikkatini çeker. Kafka, kız kardeşi Ottla'ya yazdığı bir
mektupta babasınm bu konuya ilişkin üstü kapalı suçlamalarına
değinerek şöyle der: "Ancak, bir noktada bizi suçlamakta gerçek­
ten haklı babam; o da (ister kendi başarısından, ister hatasından
kaynaklansın) bizim pek rahat bir yaşam sürmemiz; insanları sı­
namak için açlık, para sıkıntısı ve belki hastalıktan başka ölçüt yok
elinde. Bizim kuşkusuz zor sayılacak ilk iki konudaki sınavı he­
nüz veremediğimizi görüyor, buradan da bizi her türlü özgürce
konuşmaktan alıkoyma hakkını çıkanyor kendisi için. Böyle dav­
ranması da bir gerçeklik taşıyor, gerçek olduğu için de iyi bir şey.
Açlığımızı ve para sıkıntımızı gidermede elimizden yardımına sı­
ğınmaktan başka şey gelmediği sürece kendisine karşı tutumumuz
bir ürkekliği içerecektir, görünürde her ne kadar böyle davranma­
sak da ister istemez ona boyun eğeceğiz."183

Babanın dev vücudu karşısında Kafka'nın zayıflığı husu­


sunda "Babama Mektup" adlı kitabm açıklamalar bölümün­
de Kâmuran Şipal'in tespitleri de dikkate değerdir. Kafka'nın
babasını fizik bakımından ömür boyu kendisinden üstün
gördüğü ve cılız bedeniyle, zayıf cüssesiyle bu durumunun
eserlerine bile yansıdığı görülebilir:

Kafka, babasını fizik bakımdan da ömür boyu kendisinden


üstün görmüştür. Babası Hermann Kafka uzun boylu olmakla kal­
mayıp, ayru zamanda güçlü kuvvetli, iri yapılı bir adamdı. 'Yargı'
öyküsünde yaşlı babasının odasına giren oğul, onun hâlâ dev gibi
vücuduyla karşısında dikildiğini görür. Daha sonra metinde ba­
banın o çökkün haline karşın her bakımdan oğula üstün, bir baş­
ka deyişle ondan güçlü olduğu anlaşılır: "Üstümü örtmek istedin,
biliyorum hayırsız oğulcuğum, biliyorum, ama henüz örtülmüş
değilim. Şu an ne kadar güçsüz olursam olayım, gene de gücüm
seninle başa çıkmama yeter, yeter de artar bile!" Kafka'nın kaleme
aldığı birden çok metinde saldırganlık dürtüsünün fizik büyüklük­
le birarada görüldüğü baba figürlerine rastlarız. Kent Dünyası'nda
yaşlıca üniversite öğrencisi Oskar ile etli yüzü sinekkaydı traşlı ba­
bası arasında geçen tartışanın bir yerinde şu sözler yer alır: "Daha

183 A.g.e, s.112

284
ayağını odadan içeri atar atmaz, 'Hele şükür gelebildin!' dedi baba­
sı. 'Rica ederim, olduğun yerde kal, Oskar! Sana karşı şu an içimde
öylesine büyük bir öfke var ki, bakarsın kendime hâkim olamam.'
- 'Ama baba!' dedi Oskar. Ancak şimdi, konuşmaya başlaymca, eve
gelirken yolda nasıl koşturmuş olduğunu fark etti. - 'Sus, sus!' diye
bağırarak ayağa kalktı babası, vücuduyla bir pencerenin önünü ka­
padı." (Günlükler, 1; s. 151).184

Yine "Babama Mektup" adlı eserin açıklamalar bölümün­


de Kafka ile babasının Moldau (günümüzdeki adıyla Vltava)
ırmağı kıyısına yüzme için gittikleri ve orada Kafka'nın yaşa-
dıklannı Dora Dyamant'a anlattıklarına da bakmakta fayda
vardır. Kafka'nın bedeninin inceliği ve babasının iri yan vü­
cudu karşısında utana ona açıkça anlatılır:

"Babasıyla Moldav ırmağı kıyısındaki yüzme okuluna gidiş­


lerini Kafka'nın en son hayat arkadaşı Dora Dyamant'a ayrıntılı
olarak anlattığını belirtir Brod:
"Küçük bir çocuktum, yüzmesini bilmiyordum henüz, kendi­
si de yüzemeyen babamla bazen kalkıp yüzme okulunun yüzme
bilmeyenlere aynlmış bölümüne giderdik. Giysilerimizi soyunup
her birimizin elinde bir sosis ve yanm litre bira büfenin yanı ba­
şında otururduk. Yüzme okulunda çok pahalı olduğu için sosisleri
yanında getirirdi babam. İyice canlandır gözünün önünde lütfen,
küçük bir kemik çıkınını elinden tutmuş dev gibi bir adam, dar
bir kabinin karanlığında soyunuyoruz, ben utanıp sıkılıyor, ka­
binden dışarı çıkmak istemiyorum; babam beni çekip alıyor dışa­
rı, ardından kendi sözde yüzücülüğünü bana öğretmeye kalkıyor
ve daha buna benzer şeyler. Ama sonra içtiğimiz bira!" (FK 180)
Ölümünden bir gün önce anne ve babasına yazdığı mektupta ço­
cukluğundaki bu olayları bir kez daha anımsar Kafka: "Şu sıra
ateşlendiğim zamanlar aklıma geliyor sık sık, bir zaman babamla
hep bira içip dururduk, yıllar önce, babam beni yanma alıp yüzme
okuluna götürürdü." (2 Haziran 1924; BE 80)185

184 A.g.e, s.151 (Açıklamalar Bölümü Notlan)


185 A.g.e., s.122-23 (Açıklamalar Bölümü Notlan)

285
Kafka'nın aşın iştahlı ve obur insanlan kıskandığı, kendi
hazımsızlığı ve iştahsızlığı da göz önüne almacak olursa on-
lan hatta kıskanarak izlediği fakat söz konusu iştahın babada
olursa bunun ardıl çözümlenmesinin hayvani bir oburluk ol­
duğu ve bunlardan da hayatta kaçındığı görülür:

"Çok yemek yiyen, aşın iştahlı bir kişi imajı Kafka'da baba
imajıyla kopanlıp alınamayacak gibi kaynaşmıştı. İştahlılık, Kafka
için canlılığın, dinamizmin, aynca cinsel gücün bir simgesiydi.
Kafka'nın yapıtlannda sık sık adeta hayvani bir oburlukla tıkman
kişilere rastlar, bunların karşısında da toplumdışılıklan sürekli iş-
tahsızlıklanyla da kendini açığa vuran kişilerin yer aldığını görü­
rüz."186

Kafka tüberküloza yakalandığında, Ağustos 1917 tarihli


özyaşamsal notu olarak şunları yazar:

"(Çok yakında ölüp gittim ya da yaşama gücümü tümüyle


yitirdim mi -bu olasılık da büyük, son iki gece ağzımdan öksü­
rükle epey kan geldi çünkü- kendimi paralayıp didik didik et­
tiğimi söyleyebilirim rahatlıkla. Babam eskiden hoyrat, ama boş
tehditler savurur, seni bir balık gibi parçalar, didik didik ederim
derdi hep -ama gerçekte bana bir fiske bile vurmadı. Babamın
bir zamanki tehdidi şimdi ondan bağımsız olarak gerçekleşiyor.
Dünya -Felice onun temsilcisi yalnızca- ve kendi ben'im, uzlaş­
maz bir çatışma içinde vücudumu paralayıp didik didik ediyor­
lar."187

Kafka'nın hayatında radikal bir karar alıp, kasabın oğlu


olan ve evde et yemeyi de çok seven babasma inat biraz
da kendi sağlığı nedeniyle vejetaryenizmi seçişi Kâmuran
Şipal'in çevirdiği "Babama Mektup" adlı kitabın açıklamalar
bölümünde izah edilir:

186 A.g.e., s.124


187 A.g.e, s.126

286
"Hartmund Binder bu sözlerle Franklin'in amcası arasında
ilişki kurar: "Aşağı yukarı on altı yaşımdaydım, Tryon'un bir ki­
tabı geçti elime, kitapta bitkisel yiyeceklerle beslenilmesi tavsiye
ediliyordu. Ben de kendi beslenmemde bu tavsiyeye uymayı ka­
fama koydum. [...] Ama evdekiler et yemekten kaçınmamı doğru
görmediler, garip buldukları davranışımdan ötürü paylayıp azar­
ladılar beni" (Binder 444). Kafka daha erken yaşta et yemeyi bı­
rakıp bitkisel yiyeceklerle beslenmeye koyulmuştu. Bu tutumuyla
yemekte etlerin kemiklerini çatır çutur kırıp yiyen, bir kasabın oğlu
olan güçlü kuvvetli babasını tahrik ettiğinin, babasını kendisine
yaşam gücünden yoksun zayıf biri gözüyle bakmaya zorladığının
bilincindeydi.
Max Brod 22 Kasım 1922'de Felice Bauer'e yazdığı bir mek­
tupta Kafka'nın bu özelliğine değinerek şöyle der: "Franz yıllar yılı
süren bir denemenin ardından sonunda kendisine yararlı biricik
beslenme yöntemini buldu; bitkisel yiyeceklerle beslenmeydi bu.
Yıllarca mide rahatsızlığından kurtulamamıştı, oysa şimdilerde
kendisini tanıdığımdan bu yana her zamankinden sağlıklı ve zinde
bir yaşam sürüyor. Ne var ki, anne ve babası o ruhsuz sevgileriyle
işe karışıyor, onu eskisi gibi et yemeye zorlayıp yeniden hastalığın
kucağına atmak istiyorlar" (F 15).188

Kafka'nın kendi hastalığının farkına varması, kendi be­


denini iyi tanımasından da kaynaklanır. İştahsızlığı, hazım­
sızlığı, bedenindeki kaşıntılar, ağızla boğaz arasmda solunum
ve beslenme boruları arasmda bir bozukluk şüphesini hasta­
lığından çok önce fark eder ve bunlan güncesine kaydeder:

"Kafka'nın daha gençliğinde sağlığıyla ilgili kaygı ve tasalar


içinde yaşadığını gösteren çok sayıda belge bulunuyor elimizde.
Bir hayli günlük notu var ki, Kafka'nın kendi vücuduna ve onun
işlevlerindeki sözde ya da gerçek bozukluklarına aynlmıştır.
Örneğin, 1911 Ekim'inde Günlük'üne şöyle bir not düşer:
"Kim bilir, belki de hastayım; dünden beri vücudumun dört
bir yaranda bir kaşıntı. Öğleden sonra yüzüm öylesine sıcak ve de­
ğişik renkteydi ki, berberde saçlarımı kestirirken beni ve aynadaki
hayalimi sürekli görebilen kalfanın bende ağır bir hastalığın varlı­

188 A.g.e, s.135-36

287
ğını sezebileceğinden korktum. Ağızla mideyi birbirine bağlayan
kanalda da bir bozukluk var; bir gulden iriliğinde bir kapak bir
yukarı çıkıp bir aşağı iniyor, bazen bir süre kalıyor aşağıda, geniş­
leyip göğsün üst yüzeyini örten ve bu yüzeye hafiften bastıran ışın­
larını yukarılara yolluyor." Başağnlan ve uykusuzlukla ilgili şikâ­
yetler adeta bir laytmotif gibi Günlük'te yinelenip durur."189

Kafka, güncelerinde yer yer hastalığını bedensel değil de


onun bir uzantısı yani ruhsal bir hastalık olarak değerlendirir.
Beyinle akciğer arasındaki gizli oyunlarda ve anlaşmalarda
Kafka mağdur taraftır ve bu iki organının ihanetine uğramıştır:

"Felice Bauerle birkaç kez planlanıp gerçekleşmeden kalan


evlilik kastedilmekte. Kafka'nın hastalığını kendisine ilk açıkladığı
kişi olan Max Brod, günlüğüne şu notu düşer: "Kafka'nın hastalığı
dolayısıyla alman önlemler. Kafka hastalığına ruhsal gözüyle bakı­
yor. Kendisini evlenmekten kurtaracak bir çare olarak görüyor, ke­
sin bir yenilgi olarak niteliyor onu. Ama hastalandıktan sonra uy­
kuları düzelmiş durumda." Milena Jesenska'ya yazdığı Nisan 1920
tarihli mektupta da, Kafka, hastalığının yine ruhsal sorunlardan
kaynaklandığını belirtir: "Öyle ki, beyin omuzlarına yüklenen tasa
ve acılan kaldıramaz oldu. Benden paso artık dedi. Bütünün ayak­
ta tutulmasının kendisi için biraz önem taşıdığı biri varsa, buyurup
üzerimdeki yükün birazını alsın lütfen. O zaman kısa bir süre için
işler yeniden yoluna girer. Bunun üzerine akciğer ben varım diye
yükseltti sesini, nasıl olsa kaybedecek fazla bir şeyi yoktu. Beyinle
akciğer arasında benden habersiz gerçeklesen pazarlıklar sanınm
korkunç olmalı." (M 7)190

Yine "Babama Mektup" adh metnin açıklamalar bölü­


münde Kafka, kendisi de ciğerlerinden muzdarip Milena'ya
kendi başından geçenleri ve kan kusuşunu anlatır. Bu bölüm
Kafka'nın hastalığının belirmesi ve onun bu hastalık karşısın­
da nasıl bir tavır takındığım biz okuyuculara sergilemesi ba­
kımından çok çok önemlidir:

189 A.g.e., s.136-37


190 A.g.e, s.139

288
Milena Jesenska'ya 1920 Nisan'ında yazdığı bir mektupta 1917
Ağustos'unun 12'sini 13'üne bağlayan geceden söz eder Kafka. O
gece öksürükle ağzından kan gelmiştir. 1917 Mart'ında anne ve ba­
basının yarımdan ayrılarak Prag'ın Kleinseite semtinde Hradschin
tepesinin eteğinde bulunan Schönbom Palais'te kendine küçük bir
daire kiralamıştır. "Yaklaşık üç yıl önce gece yansı ağzımdan kan
gelmesiyle başladı. Her yeni olay karşısında insanm yaptığı gibi
ayağa kalkıp dikildim (oysa daha sonra öğrendim ki, böylesi du­
rumlarda yatıp kalkmamak gerekiyormuş), doğal olarak korkmuş­
tum biraz, pencereye yaklaşıp dışan sarktım, ardmdan lavaboya
yöneldim, odada dolanıp durdum bir süre, derken yatağın üzerine
çöktüm. Ağzımdan gelen kan kesilmişti, ama kendimi hiç de mut­
suz hissetmiyordum doğrusu, çünkü belli bir nedenden yavaş ya­
vaş şunu öğrenmiştim ki, kan durdu mu nerdeyse uykusuz geçen
üç, dört yıldan sonra ilk kez rahat bir uyku uyuyacaktım. Kanama
kesilmişti gerçekten, o gün bugün de bir daha görünmedi), gecenin
kalan bölümünü uyuyarak geçirdim. Sabah oldu derken, hizmet­
çi geldi (o zamanlar Schönbom Palais'te küçük bir dairede oturu­
yordum), iyi kalpli, nerdeyse fedakâr, ama son derece açık sözlü
bir kızdı; kanı görünce, "Sayın Doktor", dedi, 'bu gidişle fazla
yaşamazsınız!' O böyle söyledi ama, ben her zamankinden daha
iyi hissediyordum kendimi, kalkıp büroya gittim, ancak öğleden
sonra doktora göründüm." (M 6). Hastalığı tüberküloz olarak teş­
his edilen Kafka (doktor ilkin bronşit teşhisi koymuştu) İsçi-Kaza
Sigortası'na emeklilik başvurusunda bulundu. Ne var ki, başvuru­
su kabul edilmedi; Kafka, dinlenmesi için verilen uzunca bir izni
Zürau'da, kız kardeşi Ottla'nın yanında geçirdi.191

Kafka, hiç şüphesiz üç kız kardeşinden en fazla kendine


benzeyeni ve belki de zayıf olmayan, etine dolgun olan bu
yüzden de ömrü boyunca savunması gerektiği her şeyde ba­
basının karşısmda durabilen Ottla'yı sevmiştir. Elli ve Valli
de elbette sevilen kız kardeşlerdendir, fakat Ottla, insanm sır­
rını paylaşabileceği, görev varsa ve yapılacaklar çoğalmışsa
bunların ifa edilmesini rica edilebileceği tek kız kardeştir. Bu
yüzden de üç kız kardeşlerinden en fazla mektubu Ottla'ya
yazmıştır. "Ottla ve Ailesine Mektuplar" bu mektupları oluş­

191 A.g.e., s.139-40

289
turur. Bu mektuplarda da Kafka kız kardeşinin hal ve hatırını
sorduktan, kız kardeşi ve ailesinin gündelik işlerinin seyrini
sorduktan sonra derdini, tasasını, sevincini, yazdıklarını, be­
deniyle ve açlığıyla ilgili durumlarını Ottla'ya anlatır. Ottla'ya
gönderdiği kartpostallardan birinde Kafka dana pirzolası yi­
yişi ve etten tiksintisini şöyle kaleme alır:

Kartpostal: (Kratzau, Pazar Meydanı) Damga: Kratzau-25.


11.11

Merak edeceğini bildiğim için, Ottla'çığım, sana söylemeden


duramayacağım: Kartın öbür yüzündeki Hotel zum Ross'da bir
dana pirzolası yedim, yanında garnitür olarak patates ve yaban
mersini vardı, derken bir omlet söyledim, onun üzerine de bir şişe
elma şarabı içtim. Bildiğin gibi doğru dürüst çiğneyemediğim için
o bir sürü etin birazıyla bir kediyi doyurdum, birazıyla da yeri pis­
lettim yalnız.192

Kafka, biraz sağlığı için biraz da yazmak için gezdiği yer­


lerden biri olan Ostarsbad/Marielyst'ten Ottla'ya gönderdiği
kartpostalda kaldığı yerde sürekli et yemeği getirildiğinden
şikâyet eder:

Kartpostal: (Ostersbad Marielyst) Damga: Vaggerlose-21.


Vu.14

Canım Ottla! Bütün yüreğimle selamlar. İyice sayılırım. Her


gün aynı güzel hava, aynı güzelim kıyıda aynı plaj. Ne var ki, sü­
rekli et yemeği tiksinti veriyor. Kalan şeyleri pazartesi anlatırım
sana."193

Yine Radeovvitz'e gittiği bir tatil esnasında Kafka kız kar­


deşine ciğerlerinden gelen kanı ve o gün yaşadıklarını bütün
kaygı ve korkulanyla uzun uzun şöyle anlatır:

192 Franz Kafka, Ottla'ya ve Ailesine Mektuplar, (Kâmuran Şipal çevirisi), Cem
Yayınevi, İstanbul 2001, s.13
193 A.g.e., s.19
Radeovvitz güzel bir orman, yemekleri de zararsız, gel gör ki
gereğinden çok bildiğim bir yer, yabana pek bir şey yok, fazla­
sıyla rahat; Landskron, tümüyle yabana, söylendiğine göre gü­
zel, yemekleri de iyi, ama şefimin bana arka çıkmasına bakıyor
burası, üstelik tatsız bir idari işlemin yerine getirilmesini gerek­
tiriyor; Zürau, yabana bir yer sayılmaz, aslında güzel de değil,
buna karşılık yanımda sen olacaksın, belki süt olacak. Doğrusu
izin de almış değilim henüz, Budapeşte'ye giderken bana çıkardı­
ğı güçlüklerden sonra müdüre vanp bu konuyu görüşmek isteğini
duymuyorum: ancak bir izin başvurusu için çok ciddi bir neden
var elimde:
Aşağı yukarı üç hafta önce ciğerimden kan geldi; sabahın
dördüydü yaklaşık, ansızın uyandım, baktım şaşılacak kadar çok
balgam var ağzımda, tükürdüm hepsini, ama sonra dayanamayıp
ışığı yaktım, tuhaf şey, balgam içinde bir kan lekesi. Ve başladı
böylece. Chrleni, bilmem, doğru mu yazdım, ama boğazımdaki
bu kaynak için uygun bir deyim. Sandım ki, hiç kesilmeyecek ar­
kası. Kaynağın ağzını nasıl tıkayabilirdim, onu ben açmamıştım
ki! Yataktan kalkıp odada gezinmeye koyuldum; pencereye yü­
rüdüm bir ara, dışarılara baktım, sonra geri döndüm -bir türlü
sonu gelmiyordu kanamanın, nihayet durdu, ben de uyudum,
hanidir böyle iyi uyumamışüm. Ertesi gün büroya gittiğimde Dr.
Mühlstein'a göründüm. Bronşitmiş; bir ilaç yazdı, üç şişe içilecek;
bir ay sonra tekrar gideceğim; ama arada yine kan gelirse, hemen
arayacağım kendisini. Ertesi gece baktım yine kan geldi, bu defa
biraz daha az. Yeniden Dr. Mühlstein'a çıktım, doğrusu bir gün
önce hoşlanmamıştım kendisinden. Ayrıntıları geçiyorum, yoksa
çok uzayacak. Sonuç: üç olasılık söz konusu. Birincisi: akut bir
soğuk algınlığı; doktor böyle bir şeyi ileri sürdüyse de ben buna
ihtimal vermedim; ağustosta mı kalkıp üşüteceğim kendimi?
Üşütmeyecek biri varsa, o da benim nihayet. Çok çok evin duru­
mu, hastalığın oluşumuna katkıda bulunmuştur; soğuk, havasız
pis kokan bir yer çünkü. İkinci olasılık: verem. Doktor şimdilik
bu olasılığı kabule yanaşmıyor. Zaten görecekmişiz bakalım; hem
büyük kentlerde yaşayanların hepsi tüberkülozluymuş, akciğer
apeks nezlesi (öyle bir deyim ki, bir kimse için akimdan domuz
sözcüğünü geçirirsin de, yüzüne karşı domuz yavrusu dersin,
onun gibi tıpkı) pek de korkulacak bir şey değilmiş, tüberkülin
enjekte edilir, çözümlenirmiş iş. Üçüncü olasılık: bu olasılığın
henüz sözünü etmeye kalmadan, doktor hemen karşı çıktı. Ama
kendisi istediği kadar karşı çıksın, bence akla yakın tek olasılık

291
bu ve İkincisiyle de güzel bağdaşıyor. Son zamanlar yine o eski
kuruntu korkunç biçimde yakama yapıştı, zaten bu beş yıllık
dertten en çok geçen kış baş alabilmiştim biraz. Omuzlanma yük­
lenen, daha doğrusu bana emanet edilen en büyük savaş bu; bir
zafer (örneğin böyle bir zafer, bir evlenmeyle geçirilebilirdi ele;
F. de, belki bu savaşta olumlu ilkenin temsilcisidir yalnız), diye­
ceğim az buçuk katlanılır bir kan kaybıyla elde edilebilecek bir
zafer benim kişisel dünya tarihimde Napolyonca bir hava içerirdi.
Ama anlaşılan böyle giderse savaşı kaybedeceğim. Ve gerçekten,
sanki savaşmaktan el çekmişim gibi, o gece saat dörtten beri çok
daha iyi denemese de eskisinden iyi uyuyorum, her şeyden önce
beni çaresiz bırakan önceki baş ağrılarından eser kalmadı. Eski
durumumun ciğerlerimden kan gelmesine katkısını şöyle düşü­
nüyorum ben: Bir türlü sona ermeyen uykusuzluklar baş ağrıla­
rı, ateşlenmeler, ruhsal gerilimler beni öylesine güçsüz düşürdü
ki, vücudum tüberküloz denilen nesne için duyarlık kazandı. Ne
rastlantıysa, o geceden beri F.'ye' de yazmaktan beni alıkoyan
bir neden bulunuyordu: Bir tanesi pek hoş görülmeyecek, ner­
deyse çirkin bir yeri içeren iki uzun mektubuma şimdiye kadar
bir yanıt alamadım. Tüberküloz denen bu hastalığın ruhsal yönü
böyle işte. Unutmadan söyleyeyim, dün yine doktora göründüm.
Ciğerlerimi dinledi (o geceden bu yana öksürüyorum), sesleri
daha iyi buldu, tüberküloz olasılığını eskisinden de kesinlikle
yadsıyor; söylediğine göre, tüberküloza yakalanacağım yaşları
geride bırakmışım. Ama bu konuda bir açıklığa kavuşmak istedi­
ğimden (ancak yapacağı şeyin de tam bir açıklık sağlayacağı ile­
ri sürülemez kuşkusuz) bu hafta ciğerlerimin filmini çekecek ve
balgam muayenesinde bulunacak. Palais'deki evden çıkacağımı
bildirdim ev sahibine, Michlova da bizim evden çıkmamızı istedi,
böylece bir şey kalmadı elimde. Ama daha iyi, belki o rutubetli
küçük yerde mahvolup gidecektim. Ciğerlerimden kan geldiğini
bir tek Irma'ya anlattım, duruma pek üzüldüğünü bildiğim için
avutmak istedim kendisini. Irma'dan başka evde kimsenin haberi
yok. Doktorun dediğine göre, şimdilik hastalığı başkalarına bu­
laştırma bakımından en ufak bir tehlike söz konusu değil. Ne di­
yorsun, geleyim mi bu durumda? Yarın perşembe, belki ondan bir
hafta sonra? 8-10 gün için?194

194 A.g.e, s.35-38

292
Kafka, Meran'da kaldığı yıllarda Ottla'ya gönderdiği
mektubunda buranm mönülerini, iklimini, hastalığıyla ilgili
durumunu, iştahını ve limonata içişini uzun uzun anlatır. Biz
de anlatı akışım kesmemek için Kafka'nın Ottla'ya yazdığı
mektubu aynen vermekte sakınca görmedik:

[Meran, 17 Nisan 1920]

Canım Ottla'cığım, Sana dertler, tasalar diye yazdımsa, kuş­


kusuz o kadar ciddi düşünmedim bunu; sağlam bir kafada dert,
tasa ne arasm; ama kafa bozuk oldu mu, dertten, tasadan asla
kurtaramaz yakayı; insan da uzaktaysa evle arasmda ayn bir iliş­
ki doğuyor; ayrıntıları, yani özellikle tehlikeleri bundan böyle se­
çilemeyen uzak nesnelere karşı kendini gayet güçlü ve açık seçik
düşünen biri gibi hissediyor; diyelim senin bir derdin var, benim
buradan şöyle üzerine çekilecek bir çizgiyle ortadan kalkacağına
inanıyor bunun. İşte ben de tasalarını bana yazmanı istedimse,
sende tasa olduğu için değil, benim tasalar karşısında kendimde
varlığım düşlediğim güçten yaptım bunu. İyi ki, dert ve tasa diye
bir şey tanımıyorsun, yoksa üzerlerine çekeceğim çizgi sanırım
gerçekte pek güçlü nitelik taşımazdı. (Su anda dışarıdaki bahçeler­
de «Hey!» diye bağırıyor biri; ses Max'ın sessine öyle benziyor ki,
şaşılacak şey!)
Babamın nasıl ikinci kez kartımı okuduğunu mektubunda,
açık seçik anlatıyorsun; oyundan sonra masanın üzerinde dola­
şan yazılı bir şeye rasgele el atıp kartımı ele geçirişi ve onu ikinci
kez okuyuşu, ilkinden çok önemli çünkü. İnsan mektup yazarken
her zaman sorumluluğunun bilincine varsa! Sanki ben babamdan
sözlü olarak bana şeker yollamasını isteyebilirmişim gibi. Ama
yazmaya gelince, hiç duraksamadan bunu yapmak gibi bir saç­
malığa kalkabiliyor insan. «Al işte efendi oğlun senin! Nasıl bir
batakhaneye düşmüş gör! Şeker bile bulunmayan bir yer.» Bu ve
benzeri sözler. Bir akşam önce, Bayan Fröhlich kendisinin sık sık
Prag'dan şeker getirttiğini söylemeseydi ve bana da hemen ertesi
sabah o iğrenç sakarini vermeselerdi, şeker için babama yazmak
aklıma gelmezdi doğrusu. Diyeceğim darda kaldığımdan değil,
bir rastlantı sonucu düşüncesizliğimden yazdım. Aynca, pansiyo­
na yerleştiğim ilk günlerdeydi: limonata içmeye doyamıyordum,
limonataları da pansiyoncu kadınla kocası kendi şekerlerinden
hazırlıyordu. Bu konuda eksik bir yer kalmaması için şunu da ek-

293
leyeyün ki, otelde yeterince şeker vardı; ama işin kötü yanı, otele
götürü usulle şeker veriliyordu; oysa pansiyonun hakkı kesinlikle
belirlenmişti ve pansiyonda şeker un yemekleri için kullanılıyor­
du. Avrupa'nın hiçbir ülkesinde Bohemya'daki kadar şeker yoktur
nihayet, işte sana şekerin uzun öyküsü. Ama dediğim gibi, şekere
de artık gerek duymuyorum, bal onun yerini tutuyor pekala; haf­
talardır içe içe limonataya da doydum.
Bunun dışında, pansiyon eşi bulunmaz bir yer; şu anda otur­
duğum masadan başımı kaldırıp ardına kadar açık balkon kapı­
sından bahçeye baktım mı, hemen parmaklığın kenarına ilişiyor
gözüm; çiçeklerle donanmış ağaç gibi çalılardan geçilmiyor bura­
sı; daha ötelerden ise kulağıma büyük bahçelerin hışırtısı geliyor
(abartıyorum, tren geçerken duyulan ses yalnız); bir tiyatro sahne­
sinde bile (elektrik ışığıyla şimdi tiyatro sahnesi gibi aydınlatılıyor
bahçe) buna benzer bir manzarayla karşılaşbğımı anımsamıyo­
rum; meğerki sahnede bir prensin ya da çok yüce bir kişinin evi­
nin sergilendiği izlenimi seyircide uyandırılmak istensin. Yemeğe
gelince: bana bol bol yetiyor da artıyor. Dün anneme yazdığım
mektupta değindiğim akşam yemeği, son gecenin bütün uyku­
sunu alıp götürdü sanki ve daha başka sıkıcı durumlara yol açtı;
çünkü dışardan kimsenin dikkatini çek- meyecek gibi, ama iğrenç
biçimde içimden çıkardım yediklerimi. Hani yanlış anlaşılmasın,
bugün yine kamımı tıka basa doyurdum. İnsan bir başkasının mi­
desine inanmıyor da, akciğerine karşı duraksamadan gösteriyor
bu inancı; oysa her ikisi de aynı nesnellikle saptanabiliyor. Kimse
demiyor, «Beni birazcık seviyorsan kes şu öksürmeyi», diye. Öte
yandan, pek ince ve güvenilir bir duygu, örneğin vejetaryen usulü
beslenen kimsede (yabancı gözlerle vejetaryenizm kolaycacık bir
meslek havasına bürünüyor; meslekten vejetaryen) bir yalnızlaş­
manın, bir cinnete akrabalığın kokusunu alıyor; ancak korkunç bir
yüzeyselliğe kaçılarak, vejetaryenizmin bu konuda masum bir be­
lirti oluşturduğu, derinlerde saklı nedenlerden kaynaklanan ufak
bir belirti niteliği taşıdığı, yani aslında bu derinlerde gizlenmiş,
belki yanma ulaşılamayan nedenlere yönelmek gerektiği unutula­
cak kadar korkunç bir yüzeyselliğe kaçılıyor.
Bu kadar gevezelik etmem, son mektubum seni eğlendirecek-
ken, annemi tasalandırdığı için; hem başkaca durumum nasıl, fazla
bir şey söylemiş değilim bu konuda. Bir sonraki mektupta anlatı­
rım. Geçen gün düşümde Selbshvehr'de bir yazını okudum. «Bir
Mektup» başlığım taşıyor, dört uzun sütunu dolduruyordu, çok
yaman bir dili vardı. Marta Löwy' ye yazılmış bir mektuptu, Max

294
Lövvy'nin hastalığı dolayısıyla kendisini avutmayı amaçlıyordu.
Böyle bir yazının neden Selbstvvehr'de çıktığına akıl erdiremedim
doğrusu; ama ne yalan söyleyeyim, çok sevindim. Hoşça kal!

Franz195

İki kardeş sadece Kafka'nın hastalığı üzerine mektuplaş­


mazlar, Ottla'nm yeri gelip hasta olduğunda ağabey de kız
kardeşine geçmiş olsun mektubu yazar. Onun kendisi gibi za­
yıf olmayan vücudunun nasıl şifayı kaptığı ve hastalandığı, et
yiyen bir vücudun hastalanmaması gerektiği kamlarını şaka
yollu kız kardeşine yazar:

Damga: Meran-8.V.2O
Canım Ottla, iyileşmedin mi henüz? Hâlâ senden bir haber
alamayacak mıyım? Nasıl şey böyle? Burada et yiyenlerin, bira
içenlerin öğütlerine karşı kendimi sürekli savunmam gerekiyor,
aklıma artık bir şey gelmeyince diyorum ki: «Kuşkusuz ben dış
bakımdan, et yememenin yararını gösterecek pek güçlü bir kanıt
oluşturamam (yine de şimdiden 3 kilo 250 gr. almışım); ama benim
bir kız kardeşim var vs.» Oysa sen de hastalanıyorsun bakıyorum
ve bana bu konuda tek kelime yazmıyorsunuz. Üstelik, benim için
sağa sola koşacak birine de ihtiyacım var. Kim üstlenecek bu işi?
Bugün örneğin: Lütfen bana Kleinseite'deki Borovy'ye uğrayıp
Kmen'in 6. sayısından 20 adet alır mısın? Bir tanesinin fiyatı yal­
nızca 60 h; ilerde tükenir bakarsın, oysa fazla paradan çıkmaksı­
zın bunları sağa sola hediye edebilirim; anlayacağın içinde benim
«Ateşçi» var. Bayan Milena çevirmiş.196

Kafka bir sigorta şirketinde çalıştığı ve geçimini de ora­


dan sağladığı için hastalandığında çalıştığı şirketten emek­
liliğini talep etmiş, şirket ona emeklilik veremeyince tedavi­
si için göz yumup onu bir anlamda süresiz izne ayırmıştır.
Şirketinin bu toleranslı tavrını Kafka suüstimal etmemek için
çalıştığı kurumun müdürüne sağlık raporları ve hastalığın

195 A.g.e., s.77-79


196 A.g.e., s.85

295
seyri ile ilgili bilgiler gönderir. Bazen Almanca değil de Çekçe
mektuplar yazılması gerektiğinden, Kafka kız kardeşine ve
eniştesine bu mektupların çevrilme işini havale eder. Hatta
mektupların biraz daha süslenip, onlara hastalık havasmm da
katılması yeri geldiğinde kız kardeşten rica edilir:

Çok Sayın Müdür,


Buraya geleli dört haftayı geçiyor, artık bir ölçüde durumu
derli toplu görebiliyorum, izin verirseniz kendimle ilgili olarak
kısaca bilgi iletmek istiyorum size: Tatra adındaki bir pansiyonda
kalıyorum, rahatım yerinde, fiyatların Meran'dakinden çok yüksek
olmasına karşın, bu çevredeki koşullar dikkate alınırsa gene de
fazla sayılmaz. Hastalığım ve iyileşmem üzerinde genellikle yal­
nız kiloma, ateşlenmeme, öksürme durumuma, ayrıca soluyuşu­
ma bakarak bir karara varabiliyorum. Dış görünüşüm ve kilomda
düzelme oldu, kilo aldım; sanırım ilerde de şişmanlamaya devam
edeceğim. Giderek daha az ateşleniyorum, çokluk günlerce ateşim
olmuyor, olduğu zaman da pek az; ama tabii uzanıp dinleniyo­
rum çokluk, kendimi zora koşmanın her türlüsünden kaçıyorum.
Öksürüğüm pek azaldı denemese de hafifledi kuşkusuz, beni ar­
tık pek sarsmıyor. Nefes alıp verişimde fazla değişen bir şey yok,
düzelmesi çok zamana bakan bir konu; doktorun ileri sürdüğüne
göre, aslında burada tümüyle sağlığıma kavuşmamam için neden
yokmuş; ancak böylesi iddialı sözleri fazla önemsemek de doğru
değil.
Genellikle kendimi Meran'dakinden daha iyi hissediyor ve
oradakinden daha parlak sonuçlarla Prag'a döneceğimi umuyo­
rum. Sunu da belirteyim ki, belki sürekli kalmayacağım burada;
işittiğime göre ilkbahara doğru çok kalabalık ve gürültülü oluyor­
muş; ben de yemek ve havadan çok huzura gereksinim duyduğum
için, belki bahar gelince Novy Smokovec'teki bir başka sanatoryu­
ma taşınırım.
Saygılarımla.

Çok Saym Müdür, bana bu izni vermek lütfunda bulundu­


ğunuz için size bir kez daha teşekkür eder, yürekten selamlarımı
yollanm.
İşte mektup. Yanlış anlamaman gerekiyor. Ana hatlanyla
hepsi doğru söylenenlerin; ama bilerek kasvetli bir hava gözetil-
miştir; çünkü hastalık işiyle adamakıllı başa çıkabilmem için bura­

296
da daha uzun bir süre kalmam gerektiğini görüyorum, başka türlü
pek olacak gibi değil; yoksa Meran'dakinden biraz daha iyi döne­
rim Prag'a ama, şöyle insan gibi rahat bir nefes alma gücünü de
gösteremem. Yani mektubun bir amacı da müdürü burada uzunca
bir süre kalmama yavaş yavaş hazırlamak (ateşlenmeme gelince,
Prag'daki ateş değil; çünkü ateşimi dil altından ölçüyorum, onda
üç ile onda dört arasında daha yüksek sonuç veriyor; sonuca ba­
karsan, Prag'da ateşlenmediğim bir zaman hiç olmamış sanırsın,
oysa Prag'daki gibi asla ateşlendiğim yok burada). Smokovec ko­
nusunda da görüyorsun, inatçı değilim; ama şimdilik benim için
burası daha iyi, çeşitli raporlar da doğruluyor söylediğimi; beni
buradan kaçıracak tek şey varsa, o da gürültüdür. Nihayet mektup
bir amacı daha içeriyor kuşkusuz, görüldüğü kadar ayrıntılara ka­
çılması da bu yüzden: Müdürün karşısına çıkarken, Bay Fikart'ın
elinde şöyle oturaklı bir şey olsun. Şimdiden öğle yemeği zili mi
çalıyor! Gün ne kadar kısa; 7 kez derece alınıyor, sonuçlar kâğıt
üzerine geçirilmeye kalmadan, bakıyorsun gün sona ermiş." 1,7

Kafka, sağlığı için gezdiği ve kaldığı yerlerde önüne ge­


len mönüleri çoğu zaman beğenmez. Bir defasmda önüne ge­
len sardalya yemeği karşısında kendisini hüzünlü bir sırtlana
benzetir ve sardalyayı zorla nasıl yediğini, kurmaca bir anla­
tıyla kız kardeşine anlatır:

Sonra dün öğle vakti; öğleden sonra mektup yazamayacağım


kadar soğuktu hava; akşam fazla üzüntülüydüm, bu gün ise hava
yine çok güzeldi, güneş sıcacık ısıtıyordu. Akşamki üzüntümün
nedeni sardalya yememdi; iyi hazırlanmıştı hani, mayonez, tere­
yağı parçacıkları, patates püresi; ama sardalyaydı nihayet. Zaten
birkaç gündür et istiyordu canım, iyi bir ders oldu. Yemekten son­
ra bir sırtlan kadar mahzun dolaşıp durdum ormanlarda (yalnızca
biraz öksürük, insan olduğumu gösteriyordu), bir sırtlan kadar
mahzun geçirdim geceyi.
Gözümün önüne bir sırtlan getirdim: Bir kervandakilerin yol­
da düşürdüğü bir sardalya kutusu buluyor, üzerinde tepinerek kü­
çük teneke tabutu açıyor ve içindeki ölüleri yiyordu, insanlardan
farkı da, belki yemek istemiyor, ama yemek zorunda kalıyordu
(Ne diye mahzun olsun yoksa? Ne diye gözlerini hep yan kapa-

197 A.g.e, s.99-101

297
lı tutsun?) Bizse yemek zorunda değildik, ama yemek istiyorduk.
Sabahleyin doktor beni avutmaya çalıştı: «Ne diye üzülüyorsun?
Nihayet ben sardalyalan yedim, sardalyalar beni değil.»”8

Çoğu yazarlar Kafka'nın Filistin yolculuğunun arkasında


onun radikal Yahudilik görüşünü ya da semitizmini görür­
ler. Oysa Kafka'nın Filistin'e gitme ve orada kalma- isteğinin
başında yakalandığı verem için sıcak belde arayışı gelmekte­
dir. Çöl iklimi ve güneş banyosu Kafka'nın hastalığında temel
iyileştirici unsur olduğu için Kafka bu arzuyu ömrü boyunca
gerçekleştirmek istemiştir. Bunu da yine kız kardeşine, mü­
düre anlatması ve müdüre gidecek mektupta yer almaşım is­
tediği bilgiler olarak sunar:

"Müdüre anlatılacak şeyler şunlar:


Geçtiğimiz güz ve kış mevsiminde tüberkülozdan, mide ve
bağırsak kramplarından hastaydım, hemen hiç çıkmadım yataktan,
enikonu güçsüz düştüm. İlkbahara doğru akciğerdeki rahatsızlığı­
nım düzelmesine karşın genel sağlık durumum eskisinden de kötü­
ye gitti, çokluk hiç dayanılmayacak bir uykusuzluk yakama yapıştı,
gündüzleri ise başımın durumu işte öylesine berbattı, elimi kolumu
bağlayıp hiçbirşey yapamaz hale soktu beni, özellikle işyerime bir
gelip görünmemi engelledi. Anladım ki, bu yaşamı ilerde de sür­
dürmek istiyorsam çok köklü bir adım atmam gerekiyor; ben de
Filistin'e gitmeyi kafama koydum. Ancak bunu başaracak durumda
değildim kuşkusuz, İbranice bilgisi ve diğer bazı bakımlardan hayli
hazırlıksızdım; ama şöyle ya da böyle kendime moral vermem gere­
kiyordu. (Filistin'i seçmemde akciğerdeki rahatsızlığınım ve eş dost
yanında kalacağımdan geçim masrafının nispeten düşük olacağının
da rol oynadığını ekleyebilirsin. Ucuzluk ve masraf sözcüklerine
gerçeğe uygun olarak sık sık başvurabilirsin konuşma sırasında).
Derken kız kardeşim sayesinde Müritz imdadıma yetişti, Berlin'e
gitme umudu belirdi; bir ara istasyon, Filistin'e gitmek için bir der­
lenip toparlanma yeri olacaktı burası. Berlin'i bir deneyeyim dedim
(burada da eş dostun varlığını ve geçim masrafının azlığım söz ko­
nusu edebilirsin) ve şimdilik zararsız durumum.198 199

198 A.g.e., s. 104-105


199 A.g.e, s.143

298
Yine bir seferinde Steglitz'de kaimcik istediğine dair
Kafka'nın müdüre bizatihi yazdığı mektupta da aynı sağlık
raporlarının sunulduğu görülür. Hastalığının seyri ve ge­
lişimi müdüre rapor edilir ve ondan Steglitz'de kalması ve
Berlin'e gitmemesi hususunda kendisine izin verilmesi rica
edüir:

Çok Sayın Müdür! Bir süre Berlin-Steglitz'de kalmak istiyo­


rum, izin verirseniz nedenlerini açıklayayım: Ciğerlerimin duru­
mu geçen güz ve kışın iyi sayılmazdı; hatta ağrılı mide ve bağırsak
kramplarıyla daha da kötüleşti, krampların nerden kaynaklandığı
belli değildi, sözünü ettiğim yanyılda birkaç kez olanca gücüyle
kramplar çullandı üzerime. Akciğer rahatsızlığı ve kramplar bir­
kaç ay beni yataktan çıkarmadı, ilkbahara doğru şikâyetlerim dü­
zelir gibi oldu, ama yerlerini amansız bir uykusuzluk aldı, bu uy­
kusuzluk derdini akciğer rahatsızlığımın bir öncüsü, beri yandan
ona eşlik eden bir belirti olarak yıllardır çekiyordum; ama ancak
zaman zaman baş gösteriyor, böylesine aşırılığa varmıyor ve belli
nedenlerle ortaya çıkıyordu. Gel gelelim şimdi belli bir neden yok­
ken yakama yapıştı ve bir türlü gitmeyi bilmiyor uyku ilaçlarının
bile pek kar ettiği yok... Aylarca katlanılabilirliğin hemen sınırın­
da bir durum yaşadım, bu durum ciğerlerimi de olumsuz yönde
etkiledi. Yazın kız kardeşlerimden birinin yardımıyla -kendim ne
bir karar verecek, ne bir girişimde bulunacak güce sahiptim- Baltık
Denizi'nin kıyısındaki Müritz'e gittim, aslmda durumum burada
da hiç düzelmedi, ama güzü Steglitz'de geçirebilme olanağına ka­
vuştum; buradaki dostlarım benimle biraz ilgilenmek istemişti,
ki bu da o zamanın Berlin koşullan dikkate alınırsa benim oraya
gidebilmem için mutlaka gerekliydi; çünkü benim durumumda,
yabana bir kentte tek başına yaşayamazdım.200

Kafka, VVamsdorf'a yaptığı bir gezide doğal tedavi uzma­


nı Schnitzer'i tanır. Küçüklükten beri midesindeki hazımsız­
lık ve iştah sorunlarından şikâyet eden Kafka bu tanışmadan
sonra vejetaryenliğe sıcak bakar. Hayatının belki de en radi­
kal kararlarından biridir bu:

200 A.g.e., s.146-47

299
"VVamsdorf'a yaptığı iş gezisi, Kafka'nın doğal tedavi uzma­
nı Schnitzerle tanışmasını sağlar. 1911 yılının 4/5 Mayısı'nda Max
Brod günlüğüne şu notu düşer: «... Kafka bahçeler, parklar kenti
VVamsdorf üstüne pek hoş şeyler anlatıyor: Bir «sihirbaz», bir doğal
tedavi uzmanı, zengin bir fabrikatör olan biri kendisini muayene
etmiş, yalnızca profilden ve önden boynuna bakmış, sonra omu­
rilikte yuvalanıp nerdeyse beyne yayılan bir zehirden söz açmış,
bunun da çarpık bir yaşam biçiminden kaynaklandığını belirtmiş,
ilaç olarak salık verdiği şeye gelince; pencere açık yatmak, güneş
banyosu, bahçe işleriyle uğraşmak doğal bir tedavi demeğinde fa­
aliyet göstermek ve demeğin, daha doğrusu fabrikatörün çıkardığı
dergiye abone yazılmak. Doktorlara, ilaçlara, aşılanmalara karşı çı­
kan bir adam, Incil'i vejetaryence bir açıdan yorumluyor...» (FK 97,
krş. VVB 232, not Kafka'nın, Schnitzerle tanışması üzerine ve­
jetaryenliği seçtiği anlaşılmakta. (Krş. F 115), ayrıca bkz. F180.201

Gletschendorf'ta iznini geçirmek isteyen Kafka, 13


Tem- muz 1914'te Travenmünde'ye gider. Ama ertesi gün
Lübeck'te, Berlinli yazar Emst VVeiss'a rastlar; kendisine
Felice Bauer ile evlenmemesini kesinlikle öğütlemiş olan
dostu VVeiss ve onun hanım arkadaşı Rahel Sansara ile Baltık
Denizi'nin Danimarka şuurları içindeki Marielyst kıyı ken­
tine gelerek ayın 26'sına kadar burada kahr. Kafka, oradan
arkadaştan Max Brod ve Felix VVeltsch'e durumu açıklayan
bir mektup kaleme alır:

«... beri yandan çok iyi biliyorum ki, en iyisi bu benim için;
pek açık seçik bir zorunluluk olan bu iş, beni sanılabileceği kadar
tedirgin etmiyor... bana böyle bir nişanlanmaya mal olan görünür­
deki dik kafalılığımdan vazgeçtim, nerdeyse etten başka bir şey
yediğim yok; öyle ki, kusacak gibi oluyor ve ağzım açık geçen ber­
bat gecelerden sonra sabahleyin uyandığımda ırzına geçilmiş ve
cezalandınlmış vücudumu yabana bir pislik gibi yatakta hissedi­
yorum.» (Br. 131, krş. T 663)202
Kafka kız kardeşlerine, dostlarına ve sevgililerine yazdı­

201 A.g.e., s.156


202 A.g.e., s.159

300
ğı mektuplarda hastalığının içte nüksettiğini, bu sürecin bey­
niyle akciğerleri arasında kendisine kurulmuş bir kumpas
olduğunu dillendirir. Bu, Kafka'nın genel iflasıdır:

«Bazen bana öyle görünüyor ki, sanki beynim ve akciğerim


benden habersiz anlaşmış birbiriyle. 'Bu böyle yürümez' demiş
beynim, bundan beş yıl sonra da akciğerim kendisine yardıma ha­
zır olduğunu açıklamış.» (Br. 161, Krş. M 13)
Aynı konuyla ilgili olarak bir mektubunda Felice'ye şöyle ya­
zar Kafka: «Sen benim insan yargıcımsın. İçimde boğuşan... bu iki
kişiden biri iyi, biri kötü... İyi'nin... seni ele geçirmek için akıttığı
kan, kötü'nün işine yanyor. Kötü bundan böyle tek başına yeni bir
kötülük bulamayacak duruma düştü mü, bu yer kötülük, iyi tara­
fından kendisine buyur ediliyor. Anlayacağın hastalığıma içten içe
asla tüberküloz diye bakmıyor, benim genel iflasım gibi görüyo­
rum onu" (F756)203

Kafka'nın hastalığı iyiden iyiye arttığında ve verem, ak­


ciğerlerden gırtlak tüberkülozuna doğru evrildiğinde, Kafka
yemek yiyemez ve su içemez duruma gelişmiştir. Tanrı'nın
kendisine verdiği bir ceza gibi artık bilinçli ve iradi yemekten
elini çeken Kafka yeme isteğinde ve su, bira ve şarap içme
isteğinde olmasına rağmen bu işi boğazındaki hastalık yü­
zünden yapamaz. Doktor Kafka'nın yapay yoldan beslenmesi
gerektiği görüşünü dillendirdiğinde Kafka, meselenin ciddi­
yetini anlar. Hastalığı ölümcül bir seyir arz etmektedir:

Yaşamının son haftalarında Kierling Sanatoryumu'nda


Kafka'ya doktor olarak yardım eden Robert Klopstock, Kafka'nın
yapay yoldan beslenme zorunluğunun baş göstermesi üzerine sa­
natçının Prag'daki yakınlarına şöyle yazmıştı: «Söz konusu önlem­
den dolayı öylesine umutsuzluğa kapıldı ki, dünyada anlatamam;
ruhsal bakımdan güç bir durumdu kendisi için. Ama biliyorsunuz,
onda zaten hepsi tek şeydir; organik bir nesne hemen ruhsal bir
nesne gibi etki gösteriyor üzerinde ya da bunun tersi oluyor.»204

203 A.g.e., s.166-67


204 A.g.e., s.180

301
Ölümüne çok az gün kala, Kafka yaşamak için direnir. Az
da olsa eski iştahını özler. Susuzluğundan dolayı babasıyla
çocukken gittiği ırmak kenarlarını hatırlar; yüzme esnasmda
içtikleri birayı anımsar. Yemeklerini zar zor biranın veya şara­
bın yardımıyla yiyebilmektedir. Bu da onun için çileli bir iştir:

Kafka'nın Prag'daki yakınlarına yolladığı bir mektupla Robert


Klopstock söyle yazar: «Franz bol bol yemek yiyor, hayli besleyi­
ci yemekler; örneğin şu sıra yemeklerde bira da içiyor (sık sık da
şarap); biranın içine Dora, Franz'ın haberi olmadan somatose ka­
tıyor, Franz biranın pek tat vermediğini fark ediyor ilkin ama yine
de sonunda içiyor; tümünü Dora'ya borçlu bunların, yemekleri
hep ikinci bir işlemden geçiriyor Dora, içlerine yumurta vb. katıyor
ve Franz hepsini yiyip bitirmeden işin arkasını bırakmıyor.»
Kafka, bu konuda Dora'ya daha çok açıklamalarda bulunmuş­
tur: «Küçük bir oğlandım, yüzemiyordum henüz; kendisi de yüze­
meyen babamla bazen yüzmesini bilmeyenler bölümüne giderdik.
Sonra her birimizin elinde bir sosis ve yanm litre bira, büfenin ba­
şında otururduk... Hani gözlerinin önünde canlandırmalısın bunu,
devcileyin bir adamla onun elinde tuttuğu küçük ve ürkek bir ke­
mik çıkını. Örneğin, daracık kabinde karanlıkta nasıl soyunurdum,
sonra babam beni nasıl kabinden çekip dışan çıkanrdı! Ben utanır,
sıkılırdım çünkü. Sonra da bana sözde nasıl yüzme dersi vermeye
kalkardı vb. Ama ardından içtiğimiz o bira!» (FK 180)205

Kafka kendi yüzüyle barışık olmasa da, kulak sayvanla­


rından ve inceliğinden şikâyet etse de, onun aslmda çapkın
biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kafka, bütün tanışık­
lıklara kendini açar, hayatında karşılaştığı kızlarla en küçük
anı bile değerlendirip onlan kendi bilgisi ve ukalalığı ile
ayartmaya çalışır. Bu bir tren yolculuğunda tanıştığı kız da,
Goethe'nin evini ziyaret ederken orada gördüğü bir kız da
olabilir. İlginç olan da Kafka'nın bu gizemli ayartıcılığıdır.
Aslmda Kafka, aynaya bakıp kendisini ne kadar eleştirse de
tanıştığı kızlardan ya da tavlamaya, ayartmaya çalıştığı kız­
lardan çoğunu, nerdeyse hepsini tavlamış ve ayartmıştır.

205 A.g.e., s.194-95

302
Milena'yla tanışıklığı da, Milena'nın Çekçeye hâkim ol­
ması ve Kafka'nın hayattayken yayınladığı eserlerini Çek di­
line kazandırmaya, çevirmeye çalışmasma dayanır. Bu vesi­
leyle görüşmüşler ve birbirlerinden hoşlanmışlardır. Aslında
Milena Jesenska Pollak, entelektüel çevrelere yabana değil­
dir. Oskar Pollak'm eşidir. Fakat Kafka'nın eserlerinin Çek
diline kazandırılması projesiyle başlayan mektuplaşma daha
sonra aşka dönüşür.

Milena Jesenska

Milena da Kafka gibi akciğerlerinden kan küsmüştür.


Kaderleri bir anlamda aynıdır. Kafka, Milena'ya güçlü olma­
sı için mektuplar yazar. Ciğerlerinden kan kusan iki aşığın
mektuplaşmalarında da en başta Kafka'nın eserlerinin çeviri

303
problemleri, kelime seçimleri ve tercihleri, hastalıklar, ailevi
meseleler, aşk ve sevgi bahisleri görülür.

[Meran, Nisan 1920]

Demek akciğer. Bütün gün kafamda evirip çevirdim bunu,


başka şey düşünemedim. Hastalığınız doğrusu beni fazla korkut­
muş değil; belki, umarım -üstü kapalı açıklamalarınız da böyle ol­
duğunu gösteriyor adeta- sizde bu hastalık kendini hafif şekilde
açığa vurmuştur; bendeki gerçek hastalık bile (Avrupa'dakilerin
bir yansının ciğerleri az ya da çok sağlam değil) bana kötülükten
çok iyiliği dokunmuştur. Yaklaşık 3 yıl önceydi, bir gece yansı kan
geldi ağzımdan, hastalık da böylece başladı. Yeni bir şey karşısın­
da hep olduğu gibi heyecanlanmış, yataktan doğrulup kalkmış­
tım (sonradan öğrendim ki, böyle durumlarda kural olarak ayağa
kalkmamak gerekiyormuş), biraz ürkmemiş değildim kuşkusuz,
pencereye yürüyüp dışan sarktım, sonra yıkanma masasına yönel­
dim, odada dolaşmaya başladım, yatağın üzerine oturdum sonra,
ağzımdan hâlâ kan geliyor, ama kendimi hiç de kötü hissetmi­
yordum, çünkü nedendir bilmem yavaş yavaş şöyle düşünmeye
başlamıştım; Yeter ki dursundu kan, nerdeyse uykusuz geçen üç,
dört yılın ardından ilk kez rahat bir uyku uyuyabilecektim. Kan
da durdu derken (o günden sonra da ortada görünmedi), gece­
nin kalan bölümünde yatıp uyudum. Sabah olunca hizmetçi geldi
(o sırada Schönbom-Palais'te kalıyordum); iyi yürekli, nerdeyse
özverili, ama duyarlılıktan son derece uzak mantıksal bir kadın;
kanı görünce, "Plane doktore," dedi, "Vami to dlouho nepotrva."
(Doktor bey sonunuz yaklaşmış sizin) Oysa ben kendimi her za­
mankinden iyi hissediyordum, kalkıp bürodaki işime gittim, ancak
öğleden sonra doktora göründüm. Sonrasını anlatmamın yeri yok
burada. Söylemek istediğim yalnızca şu: Hastalığınız beni korkut­
madı (kaldı ki boyuna kafamın içini yokluyor, anılarımı gözden
geçiriyorum, bütün o narin yapınızın altındaki nerdeyse o köylü
zindeliğini görüyor ve şu sonuca varıyorum: Hayır, siz hasta de­
ğilsiniz, akciğerin size yalnızca bir uyarısı bu, ama hastalık diye
bir şeyden söz edilemez). Diyeceğim, hastalığınız korkutmuş değil
beni; beni ürküten bir şey varsa, bu tatsız olayı önceleyen düşün-
cenizdir. Bu arada mektubunuzdaki metelik kalmadı -çay ve elma
her gün 2-8 arası- gibi sözleri ilkin bir yana bırakıyorum, bunlar
benim anlayamayacağım şeyler, besbelli sözlü olarak açıklanabi­
lirler ancak. Dolayısıyla, bunları şimdi dikkate almayacağım (ama

304
yalnızca mektupta kuşkusuz, çünkü unutmak olanaksız), bir za­
man kendi hastalığım için kafamda kotardığım, benimki dışında
pek çok kişinin hastalığına da uygun düşen bir açıklamadan söz
edeceğim. Şöyle bir durum vardı ortada: Beyin, üzerine yüklenen
sıkıntı ve acılara katlanamaz duruma gelmiş "Benden bu kadar,"
deyip çıkmıştı. "Ama bütünün ayakta tutulmasının önem taşıdığı
biri varsa, buyurup üzerimdeki yükün birazını alsm, o vakit kısa
bir süre daha yürür bu iş." Bunun üzerine akciğer ben varım de­
yip atıldı oradan, nasılsa kaybedeceği çok bir şey yoktu. Benden
habersiz beyinle akciğer arasmda sürdürülen bu pazarlık doğrusu
korkunç olmalı.
Peki, ne yapacaksınız şimdi? Biraz kollanıp gözetilmeniz ge­
rekiyor, o vakit hastalığınızın bir önem taşımadığı anlaşılacaktır.
Biraz kollanıp gözetilmeniz gerektiğini de sizi seven herkes gö­
recektir, bunun yanında başka hiçbir şeyin lafı olamaz. Yani bir
kurtuluş umudu var mı ortada? Bana göre var. Şaka yapmıyorum,
hiç de şaka yapacak neşeli bir halim yok şu an, bana yaşayış bi­
çiminizi yeniden, daha sağlıklı biçimde düzenlediğinizi yazana
kadar da neşe benden uzak kalacak. Son mektubunuzdan sonra
neden Viyana'dan biraz çıkıp gitmiyorsunuz diye sormayacağım.
Nedenini anlıyorum şimdi, ama Viyana'nın hemen yakınında da
kalacağınız pek güzel yerler vardır, buralarda da çok iyi bakıla­
bilirsiniz. Bugün başka şey yazmayacağım, size iletilecek yazdık­
larımdan daha önemli bir şey bilmiyorum. Yanna kalacak diğer
şeyler; dergi için teşekkür de, beni duygulandırdı ve utandırdı,
üzdü ve sevindirdi. Ama hayır, bir şey daha var size yazacağım:
Uykunuzun bir dakikasını bile çeviri işine harcarsanız, beni lanet-
lemekten farklı bir şey yapmamış olursunuz. Çünkü günün birin­
de bir mahkeme önüne çıkarıldım mı, fazla soruşturmaya gerek
kalmaksızın kısaca uykunuzu size benim haram ettiğime karar
verilecektir. Yani çeviri işinden artık el çekmenizi rica ediyorsam,
kendi iyiliğim için yapıyorum bunu.206

Kafka bedensel zayıflığı ile ilgili bir anısını hemen hemen


herkese anlatır. Zayıf bedenini güçlendirmek için spor yaptı­
ğı, uzun yürüyüşlere çıktığı, kürek çektiği günlerden birinde
Moldau nehrinde başma gelenleri şöyle anlatır Milena'ya:

206 Franz Kafka, Milena'ya Mektuplar, (Kâmuran Şipal çevirisi), Cem


Yayınevi, İstanbul 2005, s.18-20

305
Ama yine de - sizin sevginizin bir amacı olacak, kesinlikle ina­
nıyorum buna (ancak sormaktan ve durumu tuhaf karşılamaktan
da kendimi alıkoyamayacağım) ve bu görüşümü pekiştirmek üze­
re şu an aklıma işyerindeki bir memurun bir sözü geliyor. Birkaç
yıl önce bir manas ile sık sık Moldau üzerinde dolaşırdım, kürek
çekip ırmağın yukarılarına çıkar, sonra da kürekleri elimden atıp
kayığın içine uzanır, akıntıdan aşağı sürüklenmeye bırakırdım
kendimi, köprülerin altından geçerdim. Cılız biriydim, köprüden
aşağı bakanlar için pek komik bir manzara oluşturuyordum belki.
Beni bir ara yukarıdan bakıp görmüş memur, manzaradaki komik­
liğin yeterince üzerinde durduktan sonra izlenimini şöyle özetle­
mişti: Bir manzara ki, kıyamet öncesini anımsatıyordu, sanki tabut­
ların kapaklan kalkmıştı da henüz ölüler yerlerinde kımıldamadan
yatıyorlardı (sözünü ettiğim o büyük gezinti).207

Ciğerlerinden kan geldiğini görünce dostu ve kız kardeşi


sanatoryuma gitmesi için onu ikna ederler. Sanatoryum ara­
yışları başlamıştır ve bunun için de prospektüslere bakarlar,
iştahsızlığı, hastalığın seyri açısmdan şu alıntılar da dikkate
değerdir:

"Şu an prospektler yanımda. VViener VVald'da güneye bakan


balkonlu bir odanın ücreti 380 K'dan başlıyor; Grimmenstein'da
ise en pahalı oda 360 K. Her ikisi de korkunç pahalı, öyleyken de
aradaki fark hiç de az sayılmaz. Sonra, iğne mi yapılacak, para­
sını ödeyeceksin ayrıca, enjektörleri de yine sen cebinden karşıla­
yacaksın. Taşrada bir yer olsa koşa koşa giderdim. Prag'da kalıp
bir meslek öğrenmek daha çok sevindirirdi beni, hepsinden gönül­
süz gideceğim yer ise bir sanatoryum. Ne işim var benim orada?
Başhekimin dizleri arasına kıstırılıp onun karbollü elleriyle ağzım­
dan içeri tıkacağı, sonra 'boğazımdan aşağı iteleyeceği et parçaları­
nı yutkunacağım diye neden ter dökeyim.208

Kafka, kendisi vejetaryen olduktan sonra dostlan ve sev­


diklerine de vejetaryenliği aşılamıştır. Yaşadıklan şehirde nere­
de vejetaryen mutfağın bulunabileceğini dostlarına salık verir:

207 A.g.e., s.33


208 A.g.e., s.295

306
"Yaşayışınızda yapacağınız ilk ve pek hafif bir değişiklik ola­
rak acaba bir süre, benim sözümü tutup bitkisel yiyeceklerle besle-
nemez misiniz? Hani sizin de pek açıkça gördüğünüz, dolayısıyla
pek zararlı etkilerinden biraz olsun kendinizi koruyabildiğiniz bu
küçük pansiyon cehenneminde hiç sanmam ki pek iyi beslenesi­
niz. Yoksa o 'suratsız adam' pek nefis yemekler mi yapıyor? Et ye­
meklerine gelince: sizinkisi gibi öyle kahırlar, üzüntüler içindeki
aşın yorgun bir vücudu (saat onbire kadar büroda, Allah sakla­
sın) çökertmekten başka şey yapmaz; baş ağrıları da vücudun bu
yüzden sızlanmasıdır yalnızca. Oysa Hofburg Tiyatrosu yakınında
Opold Caddesi'nde sebze yemekleri yenebilen bir yer var, benim
bildiğim en iyi yer. Temiz, sevimli bir pansiyon, pek tatlı bir kan
koca işletiyor. Hatta çalıştığınız büroya belki daha yakındır şim­
diki yerinizden. Öyle sanıyorum ki, şimdi yemek vakti olunca eve
koşuyor, sonra aynı yolu gerisin geri seğirtip büroya geliyorsu­
nuz. Thalisia'nın (pansiyonun adı bu) kalmakta olduğunuz yerden
daha ucuz olduğu yüzde yüz ve ucuzluk da, ailenize para yollama­
nız gerektiğine göre (eskiden hiç düşünmemiştim bunu; öyle ya,
böyle bir şeyi sizden kim isteyebilirdi?) önemlidir sanırım. Sizin
bu pansiyonda çok daha iyi bir ağız tadıyla yemek yiyeceğinizden
(belki hemen ilk günlerde gerçekleşmez bu), genel olarak kendinizi
daha özgür ve dayanıklı hissedeceğinizden, karanlıkta ve daha iyi
uyabileceğinizden, sabahlan daha bir dinç ve inşallah başınız ağ­
rımadan uyanacağınızdan hiç kuşkum yok. Bir deneseniz." 209

Kafka, Felice'yle ilişki yaşadığı dönemlerde de iştahla ye­


mek yiyen, tıkman insanlara karşı nefretini ve hoşgörüsüzlü­
ğünü dile getirir:

"Felice resimlere, Thalia Gezisi'nde çekilmiş fotoğraflara


büyük bir ciddiyetle bakmış, ancak kendisine bir açıklamada bu­
lunulduğu ya da Kafka tarafından yeni bir resim uzatıldığında
başını kaldırmıştır; resimlere bakmaktan yemeği boşlamış, Max
yemeği hatırlatacak oldu mu, hep tıkınıp duran insanlar kadar hiç­
bir şeyden tiksinmediğini söyleyerek karşılık vermiştir. (Kafka'nın
perhizkârlığı üzerinde ilerde duracağız.) Bir ara Felice küçük bir
kızken erkek kardeşlerinden ve kuzenlerinden sık sık dayak yedi­

209 Max Brod, Kafka'da İnanç ve Umutsuzluk, (Kâmuran Şipal çevirisi), -Cem
Yayınevi, İstanbul 2000, s.33-34

307
ğini, buna karşı hiçbir şey yapamadığını açıklar. Elini sol kolunda
yukarıdan aşağı gezdirir, dayak yediği o günlerde kolunun mor
lekelerden geçilmediğini belirtir. Ama Felice'yi gözü yaşlı biri gibi
görmez Kafka, küçük bir kız da olsa bir kimsenin onu dövmeyi
nasıl göze alabildiğini anlayamaz. Kafka'nın aklı çocukluğundaki
kendi güçsüzlüğüne gider, ama Felice kendisi gibi ilerde de gözü
yaşlı biri olarak kalmamıştır. Bakışlarını Felice'nin kolunda gezdi­
rir, onun şimdiki gücüne hayranlık duyar, çocukluktaki güçsüz­
lükten hiçbir eser kalmamış gibidir."210

Felice'nin becerikliliği ve sağlıklı durumuyla Kafka'nın


kendi kararsızlığı ve güçsüzlüğü hep mektuplarında tekrar­
lanıp durur.
"Bu kılı kırk yararlık konusunda daha söylenecek bazı şey­
ler vardır: Bir kez söz konusu titizlik anlaşılmadı mı, diğer bütün
şeyleri kavrayabilmek olanaksızdır çünkü. Ne var ki, şimdilik her
ikisi arasındaki yazışmanın bu ilk döneminde kendini açığa vu­
ran arka plandaki amacı saptamakla yetineceğiz: Amaç, Felice'nin
becerikliliği ve sağlıklı durumuyla Kafka'nın kendi kararsızlığı ve
güçsüzlüğü arasmda bağlantı kurmak, bir kanal açmaktır. Prag'la
Berlin arasındaki uzaklığın gerisinden Felice'nin kararlı ve metin
karakterine tutunmak ister Kafka. Felice'ye yöneltebildiği her güç­
lü söz kat kat güçlenerek dönüp kendisine gelir. Her gün iki, üç
kez oturup mektup yazar Felice'ye. Güçsüzlüğüne ilişkin ısrarlı
sözleriyle hayli çelişen bir tutum sergileyerek Felice'den mektupla­
rına yanıt almak için yılmadan, amaçsızca savaşır. Felice -bu nok­
tada- Kafka'dan daha kaprisli biridir, onun gibi aynı baskıyı duy­
maz içinde. Ama kendi ruhundaki baskıyı Felice'ye de aşılamanın
üstesinden gelir Kafka, hiç de çok sürmez, Felice de Kafka'ya her
gün bir hatta çokluk iki mektup yazmaya başlar.211

Kafka, yazmaktan aşın zevk almaktadır. Hele sevdikle­


rine, âşık olduklanna mektup yazmak onun için sınırsız bir
arzu kaynağıdır. Felice'ye yazdığı mektupların zayıf bedeni­
ne güç anlamına geldiği, kendisini güçlendirdiği söylenebilir:

210 (Elias Canetti, Öbür Dava -Kafka'nın Felice'ye Mektuptan Üzerine-, Cem
Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul 2000, s.17
211 A.g.e, s.17

308
"Belki gözden kaçırılmayacak bir nokta varsa, ilk dönemde
Felice'ye yazılan mektuplarda sözcüğün alışılmış anlamında aşk
mektuptan gözüyle pek bakılamayacak olmasma karşın, yine de
bu mektupların özellikle sevgi kapsamına giren bazı içerikleri
kendilerinde barındırmasıdır. Felice'nin, kendisinden beklediği
bir şeyin olması önemlidir Kafka için. Pek uzun süre kendisi için
bir besin kaynağı oluşturan ve tüm girişimlerine temel yaptığı ilk
karşılaşmalarında Kafka'nın yarımda ilk kitabının manüskrisi var­
dı. Felice, o gece, daha önce kendisinden biraz bir şeyler okuduğu
bir yazarın dostu değil de, bir yazar olarak tanımıştı Kafka'yı ve
Kafka'nın Felice'den mektup beklemesi de, Felice'nin kendisini bir
yazar olarak görmesinden kaynaklanmaktaydı." 2,2

Felice'yle Kafka'nın mektuplaşmalarının, Kafka'ya bir be­


sin kaynağı oluşluğu üzerine bir görüşü daha verelim:

"Ne var ki, başka yazarlara karşı yönelttiği saldırılardaki


aslında ona yabancı bu alışılmadık eda, kahredidlik, hoyratlık
Felice'yle ilişkilerinde baş gösteren bir değişikliğin belirtileridir.
Söz konusu ilişki, yazılarına karşı Felice'nin gösterdiği anlayışsız­
lığın sonucu olarak hazin bir dönüşüm geçirir. Yazıp çizmeleri için
gücüne sürekli bir besin olarak gereksinim duyduğu Felice, kendi,
şahsı, kendi mektuplanyla kimin için bir besin kaynağı oluşturdu­
ğunu takdir edecek durumda değildir."212 213

Felice ile günde belki de iki üç defa mektuplaşır Kafka.


Bir ara Felice'nin mektup kaynağı kesilince, kendisi için ha­
yati bir öneme sahip ve varlığını mutlu eden bu besinin, bu
kaynağın azalmasının üzüntüsünü hisseder Kafka. Kaynağın
israf edilmemesi gerektiğini yazar Felice'ye. Mektup kaynak­
larını sadece kendisine harcamasını talep eder:

"Değişimin tamamlanmasından dört gün sonra Gözlem


yayınlanır. Bu ilk kitabını kendisine yollayan Kafka, 17 gün
Felice'den kitapla ilgili olarak bir şey yazmasını bekler. Günde bir­

212 A.g.e, s.20


213 A.g.e, s.27

309
kaç kez mektuplar gelip mektuplar gider, ama beklentisi boşa çıkar
Kafka'nın. Değişim yazılıp bittiği gibi, bu arada Amerika romanı­
nın büyük bir bölümü de kaleme alınmıştır. Taş olsa yürek dayan­
maz buna. İşte böyle bir durumdayken, yazmak için mutlaka ge­
reksinim duyduğu Felice'nin mektuplarındaki besinin rasgele sağa
sola bağışlandığını öğrenmiştir. Felice, söz konusu besinle kimi
besleyip doyurduğunu bilememiştir. Kafka'nın kafasında zaten
hiç eksik olmamış kuşkular aşın güçlenir böylece, iyi günlerinde
Felice'nin mektupları üzerinde güç bela ele geçirdiği tasarruf hak­
kı sağlamlığını yitirir, gerçek yaşamı sayılan yazıp çiğnemelerinde
bir duraklama görülür.214

1986 yılında, Dlazdena Ulice'deki bir sahafta, Kafka'nın


o güne dek hiç kimsenin bilmediği ve görmediği dokuz mek­
tubu, yirmi iki kartpostalı ve bir manzara kartı elde edilmiş­
tir. Kafka Vakfı'nın satan aldığı bu mektuplar, onun son iki
senesine ışık tutanaktadır. Hastalığının iyiden iyiye arttığı ve
bedensel kötüleşmenin de söz konusu olduğu, bu iki seneyi
kapsayan ve Kafka'nın ölümüyle de sonuçlanan mektup dizi­
leriyle açıklığa kavuşur. "Yeni Bulunmuş Mektuplar" olarak
adlandırılıp basılan bu mektuplarda Kafka'nın sağaltım sü­
recinde, başlarda tek kaldığı ailesinden erzak ricasında bu­
lunduğu, tereyağı, terlik, battaniye, sabun istediği görülür.
Kafka'nm parasızlıkla mücadele ettiği ve numaralandırılmış
kartonların geliş gidişinin bir dökümü olan bu mektuplarda,
onun son iki yılda çektiği çilelerin birebir şahidi olur okur.
Gençken beslenmesine dikkat etmeyen, belki de yemeyi sav­
saklayan Kafka ömrünün sonunda, hastalığının metastaz
yapmasına yakın bir zaman kala akciğerlere ve vereme iyi
geldiği söylenen tereyağı için annesine ricalarda bulunur:

Yaşadığımız koşullarda en iyisi buraya Dolar değil, Kc yol­


lamak. Neden mi? Dolar iki defa bozdurma işleminden geçiyor,
dolayısıyla bir para kaybına yol açılıyor. -10. paketten henüz haber
yok; ayın başında o tereyağı bolluğunu görüp yemeklerde marga­

214 A.g.e, s.28

310
rin yerine tereyağı kullanılmasını ister inisin, al işte! Ne diyecek­
tim, dün çok iyi bir tereyağı bulup aldım.-Burasının ilerisi için
bana bir gelecek vaat edip etmediğine ilişkin olarak yönelttiğin
soruyu, sevgili baba, yanıtlamak hayli zor."215

Annesinin gönderdiği tereyağı ve şaraplarda nasıl da


mutlu olduğu, hayatına ışık yansıdığı ve çocuklar gibi şenlen­
diğini görmek mümkündür:
11. paket geldi, 10. paket henüz geçmedi elime. Froylayn
Bugsch'un paketinde tereyağı varmış, bu çok iyi. Peki, ya graham
ekmeği? Burada çok nefis bir ekmek bulduğumu sanırım ikide bir
yazdım size. Prag'da böyle bir ekmeği boşuna arayıp durmuştum.
Yazık, hâlâ bana inanmıyor görünüyorsunuz. - Bay Gross'tan pa­
rayı bugün alıyorum, lütfen artık çek değil, yalnızca Kc yollayın.
Ottla'ya bir mektup yazıp bunu ayrıntılı olarak açıklayacağım ken­
disine. -Bakım ve hizmet yanşmda tasalanmana gerek yok, sevgili
anneciğim, senin yerini kimse kapamaz. Yine de son günler neler
yollanmadı bana! En kalitelisinden bir şişe kırmızı şarap; keyifle
koklayıp duruyorum. Sonra, evde yapılmış koca bir şişe ahududu
şurubu ve 4 tabak. Fena sayılmaz, öyle değil mi?
En candan selamlar.
Sizin. F.216

Kafka, kaldığı yerde her şeyin hesabını yapmakta, hatta


parasızlıktan sinemayı bırakın tiyatroya bile gidememekte-
dir. Hayatta harcamaları minimuma indiren ve bu hususta da
ebeveyninden yardımlara açık olan Kafka'mn besin için, gıda
için yaptığı hesaplan dikkat çekicidir:

Mektupta yazdığım gibi 10 Şubat'a kadar bana hiçbir şey


gerekli değil, ondan sonra ihtiyaç duyacağım tek şey tereyağı
olacak (Froylayn da pakettekilere biraz Linz peyniri ya da başka
bir şey eklerse, burada artık öve öve bitiremem kendisini). Başka
şey yollamanız posta ücretine değmez, isterse yumurta olsun, şu
sıra tanesi 20 Pf. burada, yani 1.70-1.80, korkunç pahalı, yine de

215 Franz Kafka, Yeni Bulunmuş Mektuplar, (Kâmuran Şipal çevirisi), Cem
Yayınevi, İstanbul 2006, s44
216 A.g.e., s.45

311
posta parası düşünülürse Prag'dakinden daha ucuza gelir, oradan
yollanacakların hepsinin de sapasağlam elime geçeceği yok kaldı
ki. Sonra, bulgur, pirinç ve un da yollamanıza kesinlikle değmez,
yalnızca tereyağı gönderin yeter. Bir başka konudan söz edeyim
şimdi: Burada çamaşır yıkatmak ateş pahası. İstediğin kadar tu­
tumlu kullanmaya çalış, 2 ayda yaklaşık 120-160 K ödemekten
kurtulamıyorsun, ütü yok sonra, kullanılan temizlik malzemesi de
pek güvenilir gibi değil? Her bir buçuk ayda bir kirli çamaşırları
Prag'a yollamak daha mı iyi acaba? Böyle giderse "ilerde açlıktan
nefesimiz kokar" diyebiliriz kuşkusuz."217

Kafka'nın son dönemlerinde içki merakı dikkat çekicidir.


Boğazı hasta olduğu için yutkunma problemleri yaşamakta,
yenilen gıdaları içkiyle yutmaya çalışmaktadır. Hastalığı ve
içki arasındaki bağlantıya bir göz atalım:

Ancak yemek yediğimde, bir zaman o sessiz sedasız meme


emerkenkinden biraz daha çok zorlanmam gerekiyor. Ama yemek
yemeyi de kolaylaştırmak için örneğin senin, sevgili babacığım,
belki hoşlanacağın bir yola başvuruyor, bira ve şaraba el atıyo­
rum. Doppelmalz-Schvvechater ve Adriaperle. Ama sonuncusunu
bırakıp Tokayer'e geçtim şu sıra. Ne kadar ve nasıl içtiğimi söyler­
sem hoşuna gitmeyecek. Benim de hoşuma gitmiyor çünkü, ancak
başka türlüsü de olacak gibi değil artık. Hem sen askerliğini bu
çevrede yapmamış miydin? Yeni üründen hazırlanan şarabın nasıl
şey olduğunu kendi yaşantılarından bilirsin. Bir ara seninle oturup
bu şarabı şöyle bir şeye benzeyen, iri iri yudumlarla içmeyi ne çok
özlüyorum bilsen! Fazla içki kaldıracak biri değilsem de, susamış­
lıkta kimseden geri kalmam. İşte böylece içkici yüreğimdekileri
döktüm ortaya. Size ve herkese en candan selamlar.
Su an paraya ihtiyacımız yok. Sonra, hayli yüksek bir para ar­
mağanı geldi kulağıma, daha ayrıntılı bilgi edinmek için sormayı
göze alamıyorum.218

Babasıyla ırmak kenarında yaşadıklarını, hele de bira


içme anlarını burada da yineler Kafka:

217 A.g.e, s.46-47


218 A.g.e., s.88-89

312
Bir ara Franzensbad'da topu topu birkaç saat. Ve sonra yazdı­
ğınız gibi "iyisinden bir bardak bira" içmek birlikte; buradan anlı­
yorum ki, babam bu yılki üründen hazırlanacak içkiyi pek tutmu­
yor, bira konusunda ben de kendisine katılıyorum. Unutmadan:
şu sıra aşın sıcak günlerde sık sık aklıma geliyor, pek çok yıl önce
babam ne zaman beni alıp yüzme havuzuna götürse, her seferinde
kendisiyle oturup bira içmiştik karşılıklı.219

Kafka, sanatoryum günlerini de kaleme almıştır. Bir sa­


natoryumdan diğerine geçerken çektiği sıkıntıları, burada
kendisinde sunulan yemeklerin iğrençliği, yeme güçlüğü çek­
mesini kaleme alır:

"Güç kararlar: Kafka bir sanatoryuma yatmasının leh ve


aleyhindeki nedenleri, Robert Klopstock'a yolladığı, Brodün
yazılış tarihi olarak 1924 Mart'ını belirlediği bir mektupta sıra­
lar: "Belki -aslında ciddi olarak düşündüğümüz bir şey bu- pek
yakında Prag'a geliriz; Viyana'da orman içinde bir sanatoryum
söz konusu oldu mu, o zaman kesin bir şey bu. Ben bir sanator­
yuma yatmaya karşı direniyorum, bir pansiyonda kalmaya da;
ama ateşi düşüremedikten sonra kaç para eder diretmem. 38 de­
recelik ateş günlük nafakama dönüştü, bütün akşam ve gecenin
bir yarısı böyle... Buradan ayrılmak hiç içimden gelmiyor, ama
sanatoryum düşüncesine de bütün bütün kapıyı kapayamam.
Öyle ya, madem ateşimden dolayı haftalardır evden dışarı ayak
atmadım; yatarken kendimi yeterince güçlü hissetmeme karşın
şöyle biraz yürüyeyim desem daha ilk adımı atmadan gözümde
korkunç: büyüyor bu, o zaman yaşarken - huzur içinde bir sana­
toryuma gömülmek düşüncesini kimi zaman hiç de tatsız bulmu­
yorum. Ama sonra önümüzdeki birkaç sıcak aylık özgürlükten
bile olacağımı düşününce, yine keyfimi kaçıran bir şey gözüyle
bakıyorum buna. Ne var ki, sabah ve akşamları saatlerce süren
öksürük nöbetleri ve hemen her gün balgamla dolan şişecikler
-sanatoryum yine ön plana çıkıyor. Ama ardından örneğin yine
sanatoryumdaki o korkunç yemek yeme zorunluğu geliyor aklı­
ma." (Br, 477- 478).220

219 A.g.e., s.90


220 A.g.e, s.l 14

313
Kafka'nın hayatını kaybettiği, Viyana yakınlarında Kierling'deki
Hoffmann Sanatoryumu.

Kafka'nın hastalığı aşamasında aldığı kürler ve ilaçlar da


önemlidir. Birçok sanatoryuma gittiğinden nerdeyse kürleri
ve alacağı ilaçlan, sağlık kontrollerinde geçirdiği evrelerin
tıbbi dilini ezber bilmektedir:

Eh, şimdi yapılacak şey bekleyip görmek ileride olacakları:


Kafka, durumu anne ve babasma olumlu bir ışık altında gös­
termeye her zaman çaba harcamıştır. Aynı gün Robert Klopstock'a
yazdığı yaklaşık aynı içerikteki, ancak biraz daha ayrıntılara yer
veren, öte yandan daha kötümser bir dille şöyle der:
"Sevgili Robert, yalnızca tıbbi açıklamalar sana, diğer şeyleri
anlatmak çok uzun sürecek; tıbbi açıklamalar -tek üstünlüğü bu
da- sevindirici. Ateşe karşı günde üç defa sıvı halinde Pyramidon
-öksürüğe karşı da demopon (ne yazık ki bir işe yaradığı yok)-
ve uyuşturucu bonbonlar: yanılmıyorsam demoponun yanı sıra
atropin de var. Asıl sorun kuşkusuz gırtlak. Ama kimsenin ağ­
zından kesin bir şey işitemiyor insan, çünkü gırtlak tüberkülozu
söz konusu olunca herkes çekingen, kaçamak, durgun bakışlar­
la bir konuşmaya sığınıyor. Söylenen sadece "arkada şişkinlik",

314
"infiltrasyon", "habis değil"; ne var ki, o pek sinsi ağrılarla bir­
likte düşünüldü mü, kuşkusuz yeter bu kadarı. Bunun dışında
odam iyi, çevre güzel, kayrılıp gözetildiğime ilişkin bir şey fark
etmedim şimdiye kadar. Pneumothorax'tan söz etmeye sıra gel­
medi; ama genel durumun olum- suzluğu karşısında (üzerimde
kışlık giysilerle 49 kg geliyorum) nasıl olsa bir önem taşımıyor.
- Sanatoryumdaki diğer hastalarla konuşup görüştüğüm yok, ya­
takta yatıyorum hep, ancak fısıltıyla konuşabiliyorum (ne kadar
da hızlı ilerledi şu hastalık, Prag'a geldiğimin yaklaşık üçüncü gü­
nüydü ki ilk kez üstü kapalı duyurdu sesini). Balkondan balkona
bir gevezeliktir almış başını gidiyor, şimdilik beni rahatsız ettiği
yok." (Br, 479- 480).221

Kafka'nın hastalığının metastaz yapması ve gırtlak tü­


berkülozuna dönüşmesi aşamasmda doktorunun buna tıbbi
açıklaması şu olmuştur:

Akciğer hastalıklarına bakan, herkesin övgüsünü kazanmış


biri: Bir olasılıkla 1919'dan beri Viyana Üniversitesi kulak burun
boğaz kliniğinde ordinaryüs profesör ve kliniğin direktörü Dr.
med. Heinrich Neumann. Bas yardımcısı Otiatrie (kulak hastalık­
tan) doçenti Dr. med. Oscar Beck idi; ilişki içinde bulunduğu Felix
Weltsch'e 3 Mayıs 1924'te yazdığı bir mektubu Max Brod alıntılar:
"Dün Froylayn Diamant Kierling'e çağırdı beni. Bay Kafka, özel­
likle öksürürken gırtlakta çok şiddetli ağnlar hissediyor, bir şey
yerken ağnlar öylesine artıyordu ki, yutkunmak neredeyse olanak­
sızlaşıyordu. Ben, gırtlakta gırtlak kapağının bir bölümünü de tut­
muş tüberkülotik bir oluşum saptadım. Böyle bir durumda cerrahi
bir girişime asta başvurulamazdı; dolayısıyla nervus laryngeus
superior'a alkol enfeksiyonu yaptım. Bugün Froylayn Diamant
bana yeniden telefon ederek iğnenin geçici süre olumlu bir etki
yaptığını, ama sonra önceki ağnlann aynı şiddetle yeniden orta­
ya çıktığını bildirdi. Ben de kendisine Bay Dr. Kafka'yı klinikten
alıp Prag'a götürmelerini salık verdim; zaten Profesör Neumann'ın
da Kafka'nın yaklaşık üç aylık ömrü kaldığı görüşünde olduğunu
açıkladım. Froylayn Diamant benim tavsiyemi kabule yanaşmadı;
böyle yapıldı mı, hastalığının ne kadar ciddi olduğunu Bay Dr.
Kafka'nın anlayacağından korkuyordu. Hastanın yakınlarını du­

221 A.g.e, s.l 16

315
rumun ciddiyeti konusunda tastamam aydınlatmamızın uygun
olacağı kanısındayım. Özverili ve insanı duygulandıracak bir
şekilde hasta üzerine titreyen Froylayn Diamant'ın bir uzman
topluluğunu Kierling'e çağırma isteğini anlayışla karşılıyorum.
Dolaysıyla, Dr. Kafka'nın gerek akciğer, gerek gırtlaktaki hastalı­
ğının artık hiçbir uzman hekimin kendisine yardım edemeyeceği
bir durumda bulunduğunu, ağrıların yalnızca pantopon ya da
morfinle giderilebileceğini ona açıklamaktan kendimi alama­
dım. (Bi, 179)222

Doktorun tespitleri gerçekten de doğrudur. Kafka'nın


veremi, gırtlak tüberkülozuna metastaz yapmış ve onu artık
kurtarılamaz bir duruma sokmuştur. Kafka akciğerlerindeki
veremden ve bu veremin de gırtlak tüberkülozuna metastaz
yapmasından dolayı 3 Haziran 1924 tarihinde hayata gözleri­
ni yummuştur.

3.4. Kafka'nın Günlüklerinde Anorexia

"Yani böyle birinin varlığı kendi kendini yok


etmeye yöneliktir; yalnız kendi eti için dişleri, yalnız
kendi dişleri için eti vardır." (Franz Kafka)

Kafka'nın günlüklerinin, diğer eserlerine göre elbette


daha büyük bir önemi vardır. Kurmaca gerçekle, gerçekli­
ğin hiçbir zaman aynı kefeye konulmayacağını edebiyatla
uğraşan herkes bilir. Kurmaca eserlerde yazarın gerçeklik­
teki durumunu metinlerde aramak mümkün olsa bile bunun
yüzdelik diliminde azalmanın olacağı muhakkaktır. Bir ya­
zar kendi güncelerinde kendinden bahsettiği için kişilik bu­

222 A.g.e., s.122-23

316
rada bir kırılmaya uğramaz. Franz Kafka gerçeklikte neyse,
kurmaca metin olarak günce de gerçekliği ihtiva eder. Fakat
günce, rapor, dilekçe gibi türlerin dışındaki bütün metinler­
de kurmaca ile gerçekliğin birebir örtüştüğünü dillendirmek
zordur. Bu eserler elbette gerçeklikle ilintili olabilirler, fakat
birebir gerçekliği yansıttıklarını söylemek bir yanılgıya düş­
mek olur.
Kafka'nın günceleri de onun birebir kendisini ilgilen­
dirdiği için çok önemlidir. Bugün romanlarına, uzun hikâ­
yelerine baktığımızda bunlarda Kafka'nın kendi hayatından
yansımaları fark ederiz, fakat bu gerçeklikle birebir örtüşme
Kafka'nın hiçbir kurmaca metinde günlükler kadar birebir
olamaz. Kafka'da yazı bir varoluş biçimi, kendini sağaltım
biçimi, ifade tarzı, katharsis olduğu için, gündelik hayatta
durmadan günlüğü bırakmaması gerektiği üzerine kendini
programlar. Bu bilince sahip olması gerektiği, bu bilinci yitir­
memesi gerektiği üzerine kendini şartlar ve kendisine baskı
uygular. Günlüklerinde de sıkça göreceğimiz gibi bir gün ya
da birkaç gün günlükle bağlantısını kopardığında buna esef­
lenir, kendini kmar. Kendini cezalandırır. Geceleri uzatarak,
günce yazmamanın cezasını, günceden kopmanın cezasını
kendine keser.
Kafka'nın günceleri223 onu çıplak bir şekilde görmenin
temel edebi yeridir. Güncelerine bakıldığında kaygılarını,
kendiyle savaşımım, ailevi sorunlarım, kültürel yaşantısının
bilançosunu, çiziktirmelerim bunlarda görme imkânı vardır.
Geceyanlan kendiyle baş başa kaldığı ve ortalığı sessizlik
kapladığında, ortam yazmaya ve düşünmeye müsait oldu­
ğunda Kafka'nın bir yazma disiplini içinde olmadığı, gün­
delik yazma ödevim tamamladıysa güncesine de o günün
envanterim çıkardığı gözlemlenir. İç hesaplaşmaları, bede­
niyle barışık olamadığı durumları, dedikoduları, beğenme-

223 Bundan sonra metnimiz içinde Kafka'nın "Günlükler" adlı eserindeki alın­
tılar için bkz. Franz Kafka, Günlükler, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi),
İstanbul 2003, s.774.

317
diği gündelik akışı her şeyi güncesine yazmayı amaç edinir.
Kafka'nın kendiyle barışık olmadığı ve her ne kadar yakışıklı
olsa da tipini ayna önünde görüp kendisini beğenmediğini
güncelerinden anlamaktayız. Kulaktan amiyane tabirle "kep­
çe" olduğundan, daha doğrusu kulak sayvanı geniş ve dışrak
olduğundan şikâyet eder. İşte günceden kendi tipiyle ve dış
görünüşüyle ilgili bir anekdot:

Elimi kulak sayvanıma değdirince, bir yaprak gibi taze, pü­


tür pütür, serin ve özsulu bir nesneye dokunmuş gibi oldum. Bu
sabrlan, hiç kuşkusuz vücudumun ve onunla birlikte geçireceğim
bir geleceğin yol açtığım utsuzluktan yazıyorum. Umutsuzluk
kendini bu kadar kesin açığa vuruyor, nedenine bu kadar bağlılık
gösteriyor ve sanki ardıçlık görevini yapıp bu uğurda canını veren
bir asker tarafından geride tutuluyorsa, gerçek umutsuzluk değil­
dir.224

Dış görünüşü Kafka'yı çok ilgilendirmektedir. Resimlerde


hep grand-toilet, hatta oldukça yakışıklı görünen Kafka dış
dünyaya böyle bir imaj verirken, kendi içinde ne fırtınalar ba­
rındırmaktadır. Kendi inceliği, kısa boyluluğu ve güçsüzlüğü
de Kafka'ya göre bir sorundur:

Dıştan benim görünüşüm de başkalannınki gibi; ayaklarım


var, gövdem ve başım var, pantolonum, ceketim ve şapkam var
aynca; adamakıllı bir beden eğitiminden geçirildim; ama yine de
hayli kısa boylu ve güçsüz kalışım böyle bir şeyin önlenemediği­
ni gösteriyor. Şunu da belirteyim ki çoklarınca beğeniliyor, genç
kızların büe hoşuna gidiyorum; hoşlarına gitmediklerim ise bana
katlanabilir gözüyle bakıyorlar.225

Kafka, her şeyden önce iştahsızdır. Perhiz yapma­


sının büyük bir nedeni de iştahsızlığından kaynaklanır.
Geceyanlannı uzattığından ve bedenine aşırı yüklendiğinden

224 A.g.e., s.10


225 A.g.e., s.21

318
dolayı kalp çarpıntısına, iştahsızlığa, sindirim sorunlarına sa­
hiptir. Günlüklerinde bunlardan da şikâyet etmektedir:

..oysa kahvede akşam vakti ne yapsam düzelmeyen bir sin­


dirimin sağa sola saldığı gazlarla kahrolarak böylesine büyük bir
yapıtın önünde haklı bir neden bulup oturabilmem gerekiyor.226
»4-4-
Sağlığın yerinde mi?
Hayır; kalp, uyku ve sindirim durumum.227

Kafka yukarıda bahsettiğimiz gibi midesinden rahat­


sızdır. Midesinden rahatsızlığı, mideye ilişkin hastalık anla­
mında değil de daha çok yenilen gıdaların midede bir türlü
hazmedilememesi durumudur. Kafka'da kah gıdaya karşı bir
hazmetme (Verdauung) sorunu vardır. Bu yüzden günlükle­
rinde mide sıkıntılarını da kaleme alır:

Ama beri yandan rahatsız midemin üzerime yüklediği açlık


duygusu ve Pazar günlerine özgü normal telaş beni öylesine uzak­
lara savurdu ki, dış nedenlerin yol açtığı bir telaşa karşı insan nasıl
kollarını sağa sola oynatmaktan başka şey yapamazsa, ben de bu­
nun gibi yazmadan duramayacağım.228
Kaç gün yine suskun geçti; bugün 29 Mayıs. Mürekkep kale­
mimi, bu tahta parçasını her gün elime almak azmini bile göstere­
miyorum. Sanınm bu azim yok bende. Kürek çekiyor, ata biniyor,
yüzüyor, güneşleniyorum. Dolayısıyla baldırlarım iyi, bacaklarım
zararsız, kamıma diyecek yok henüz; ama şimdiden göğsüm pek
harap ve eğer ense kökünden başım.. .229

Kafka, yemek yiyememesinin nedenini sadece maddi


olarak değil, ontolojik olarak da sorgulamaktadır. İyi hazım
konusunda çektiği sıkıntıları gidermek için çaba sarf etmekte­

226 A.g.e., s.99


227 A.g.e., s.312
228 A.g.e., s.179
229 A.g.e., s.14

319
dir. Fakat neden iyi hazmedemediğini, neden yemek yiyeme­
diğini de günlüklerinde sorun haline getirmektedir:

O zamanlar geride kaldı. Suçlamalara, tutup kaldırmayı bun­


dan böyle pek göze alamadığım yabancı araç ve gereçler gibi ru­
humda sağa sola saçılmış duruyor. Bu arada eski eğitimimin olum­
suz etkileri sanki giderek varlığımda yeniden duyuruyor sesini.
Anımsama hastalığı, belki ben yaştaki bekâr erkeklerde genellikle
görülen bu özellik, suçlamalarımla bozguna uğratmayı düşündü­
ğüm insanlara kalbimi yeniden açıyor, dolayısıyla, örneğin yemek
yemek gibi eskiden pek sık tekrarlanan dünkü gibi bir olay şim­
di öyle seyrek gerçekleşiyor ki, bunu not edemeden geçemeyece­
ğim.230

Franz Kafka, daha önce de dillendirdiğimiz gibi bede­


niyle ilgili ontolojik sorgulamalardan da bir netice alamadı­
ğından kendi bedeninden nefret eder. Bedenini bir "lanetli
beden" olarak görür. Dilemediği ve hor gördüğü bedenini,
bir gölge gibi taşımaktan utanmakta ve bundan bazen sıkıl­
maktadır:

İlerlememi önleyen başlıca engellerden birinin vücut du­


rumum olduğu kesin. Böyle bir vücutla bir şey elde edilemez.
Sürekli başarısızlığına çaresiz alışmak zorundayım. Adeta göz
kırpılmadan kâbuslarla geçirilen son gecelerden sonra bu sabah
işte öylesine dağınık haldeyim; alnımdan başka bir yerimin var­
lığını hissetmiyor, şimdiki durumumu ayrı buçuk katlanır bir
durumun çok uzağında görüyorum. Bir ara, ölmeye dünden ha­
zır, elimde dosyalarla, koridorun taş döşemesi üzerinde kıvrılıp
yatmayı denedim. Güçsüzlüğüne karşın fazla uzun vücudumun
verimli bir sıcaklık üretecek ve içteki ateşin korunmasını sağla­
yacak en ufak bir yağı, bir yol bütün'e zarar vermeden günlük ge­
reksinimi dışında doyurabilecek bir yağı yok. Son zamanlar beni
sık sık iğneleyen yüreğim, bu bacakların tüm uzunluğunca kanı
nasıl ileri fırlatabilsin! Bir kez dizlere kadar yapılacak bir sürü
iş var; sonra kocamış bir kimse güçsüzlüğüyle soğuk baldırlara
iletilecek. Derken yukarılarda yeniden gereksinim duyulacak

230 A.g.e., s.20

320
kendisine, aşağıda dağılıp kaybolurken yukarılarda yeniden yolu
gözlenecek. Boynumun uzunluğundan her şey gerilip söndürül­
müş durumda. Tıknaz da olsa dilediğim şeye kavuşmamı sağ­
layacak gücü belki hiç içermeyecekken, şimdiki durumunda bu
vücuttan ne beklenir.231

Franz Kafka, geceyarıları herkes uykuya çekildiğinde


ve yalnız, kendi bedeniyle baş başa kaldığında bedensel
sorgulamaları bırakmaz. İleriye dönük projelerin yanında,
sahip olduğu bedenin onu kırk yıl taşıyıp taşımayacağını
sorgular. Bedeniyle ilgili kaygıları vardır ve Kafka'nın çalış­
ma temposu göz önüne alındığında bunda da haklı olduğu
görülür:

Kırk yaşıma gelebilirsem, üst dudağının biraz açığa çıkardığı


dişleri öne fırlamış yaşlı bir kızla evleneceğime ilişkin bir duygu ya­
şıyor içimde. Paris ve Londra'da bulunmuş Frolayn Kaufmann'ın
üst ortadaki dişlerinin, diz kesimlerinden geçici süre birbiri üze­
rine ahlan bacaklar gibi üst üste binmiş bir görünümü var. Ama
kırk yaşımı zor bulacağım; örneğin, başımın sol yarımında sık sık
kendini belli eden, dokununca sanki içte bir ur varmış hissini veren
gerginlik, böyle bir şeyin pek gerçekleşmeyeceğini gösteriyor. Yol
açtığı sıkıntı ve üzüntüleri bir yana bırakıp salt ortadaki duruma
bakarsam diyebilirim ki, bende ders kitaplarında rastlanan kafata­
sı kesitleri ya da canlı vücutta başvurulmuş adeta ağrısız otopsi ki,
bıçak biraz serinleterek, sakıngan, çokluk durup tersyüz ederek,
bazen olduğu yerde devinimsiz kalarak, çalışır durumdaki beyin
loplarının hemen yanı başında bulunan zaten yaprak inceliğinde­
ki zarlan daha da ince dilimlere ayıra ayıra ilerlemesini sürdürü­
yor.232

Kafka'nın hastalığını ve hastalık sorgulamalarını abarttı­


ğı günler de olmuştur. İçine fazla dalışı ve bedeni hususun­
da da hastalıklı titizliği ile ilerleyen zamanlarda iyiden iyiye
zayıflayan bedeninin çöktüğüne ilişkin paranoyak düşünce­

231 A.g.e., s.166


232 A.g.e., s.50

321
lere sahip olmuştur. Henüz tüberküloza yakalanmadığı za­
manlarda sağlıkla hastalığa pamuk ipliğiyle bağlı Kafka, be­
deni hastalık hastalığına (hipokondri) kapılmış ve her küçük
sinyal büyük hastalıklara yorulmuştur. Bu dışarıdan kendi
hastalıklı vücuduna bakan birinin hipokondrik düşünceleri
olmasının yarımda, gelecekte tüberküloza sarkan sürecin de
önceleyici görüşleridir:

Belki de hastayım; dünden beri vücudumun dört bir yanın­


da bir kaşıntı. Öğleden sonra yüzüm öylesine sıcak ve değişik
renkteydi ki, berberde saçlanmı kestirirken, beni ve aynadaki
hayalimi sürekli görebilen kalfanın bende ağır bir hastalık seze­
ceğinden korktum. Ağızla mideyi birbirine bağlayan kanalda da
bir bozukluk var; gulden iriliğinde bir kapak bir yukan çıkıp bir
aşağı iniyor; bazen bir süre kalıyor aşağıda, genişleyip göğsün üst
yüzeyini örten ve bu yüzeye hafiften bastıran ışınlarını yukarılara
yolluyor.213

Kafka'da sadece hastalıktan kaynaklanan iştahsızlığın


yanında, karşısmda sağlıklı yemek yiyen insanları kıskanma
ve onlardan bir nevi nefret etme duygusu da olduğu görül­
mektedir. Sadece babasının masada iştahlı yiyişi, Felice'nin
altın dişleriyle besinleri yiyip yutuşu değil, Max Brod'un içti­
ği çorbada Kafka'nın bir besin maddesi olarak çorbaya bakış
açısı dikkate değerdir:

Geriye çekilerek duvar dibinde, küçük çapta bir trafiğin se­


çildiği merdiven ağzına yakm yerde bekleşiyor görünen adam­
ların araşma kanştım. Pazar sabahı köylerde erkekler nasıl top­
luca Pazar meydanmda dikilirse, öylece oracıkta dikilişiyorlardı.
Günlerden pazardı anlaşılan. Ayrıca, söz konusu yerde komik bir
sahneyle karşılaştık; Max'la haklı olarak kendisinden korkup çe­
kindiğimiz biri, kalabalıktan aynlıp gitti, sonra yine merdivenden
çıkarak yanıma geldi; MaxQa ikimize korkunç bir tehdit savuracak
kişiyi beklerken, bana gülünç denecek kadar saf bir soru yöneltti.
Derken ben oracıkta dikilmeye başladım. Max'ın hiç korkmadan*

233 A.g.e., s.65

322
döşemenin üzerine, solda bir köşeye oturup koyu bir patates çor­
basını içişini tasayla izlemeye koyuldum. Çorbanın içindeki pata­
tesler kocaman kürelere benziyordu, hele bir tanesinin küreden hiç
kalır yeri yoktu; Max da bunu kaşığıyla, sanınm iki kaşıkla habire
çorbanın içine itmeye uğraşıyor, daha doğrusu itmiyordu da sağa
sola yuvarlıyordu.234

Yukarıda da zikrettiğimiz gibi Kafka bazen karşısındaki


insanm iştahını kıskandığından dolayı, kendi hazımsızlığı
ve sindirim sıkıntısının bir anlamda zayıflığının dışavurumu
olan ötekini kıskanmalara vardırır işi. Gıdaları kötülemenin,
besinleri aşağılamanın ve onlara sırt çevirmenin yanında ba­
zen de sonsuz tıkınma isteğine, her şeyi silip süpürme isteği­
ne kapılır. Bu biraz da bulimik bir hastanın kendisini ve mi­
desini gıdalarla doldurmanın dışa vurumudur:
Midemi bir yol sağlıklı hissetsem, korkunç derece de atak
tıkınma hayalleriyle içimi doldurmak üzere duyduğum güçlü is­
tek! Hepsinden çok sucuk falan gibi yiyeceklerle bu isteğe doyum
sağlıyorum. Etiketinden bir süre beklemiş ve kurumuş bir ev su­
cuğu olduğu anlaşılan bir sucuk görsem hayalimde, bütün dişleri­
mi içine gömüyor, bir makine gibi çabuk, düzenli ve hoyrat yiyip
yutuyorum. Bu eylemin yine hayalde o saat yol açtığı umarsız so­
nuç acelemi artırıyor, olduğu gibi ağzıma attığım döş etlerinden
uzun parçalan, mide ve bağırsaklanmm içinden çekerek arka­
dan çıkanyorum. Bütün yiyecekleri silip süpürerek küçük bakkal
dükkânlarını tamtakır bıraktığım oluyor. Ringa balıklanyla, hıyar
turşulanyla, bütün o bayat ve baharatlı berbat nesnelerle kamımı
şişiriyorum. Teneke kutularından çıkan bonbonlar, dolu taneleri
gibi içime savruluyor. Böylelikle yalnız sağbklı durumumun değil,
ağnlara yol açmayıp hemen geçebilen bir rahatsızlığın da tadını
çıkanyorum.235

Kafka'nın bedensel sağlıksızlığı; onun besinleri öğüten


ve sindiren, iyi bir hazım aygıtına sahip olanları kıskanması
ile kalmaz, epistemik besinleri öğüten ve sindirenlere karşı da

234 A.g.e., s.52


235 A.g.e, s.129

323
kıskançlığını artırır. Karşısında kitap okuyan, bilgiye ait be­
sini, soyut besini zihniyle hazmetmeye çalışanı gördüğünde
morali bozulur, bu durumu çekemez:

Birkaç günden sonra ilk kez içimde yine o tedirginlik duygu­


su; hatta bu yazı karşısında bile kaybolmuyor. Odaya girip elinde
kitapla masaya oturan kız kardeşime karşı duyduğum müthiş öfke.
Bu öfkeyi açığa vurmak için ilk küçük fırsatı kollayış. Derken kız
kardeşim, zarfından çıkardığı bir kartvizitle dişlerini kurcalıyor.
Kafamın içinde yoğun bir duman bulutu bırakarak dağılıp giden
öfke; ardından hafifleme ve bir güven duygusu; yeniden yazmaya
koyuluyorum.236

Kafka sevmediği, istemediği işi yapmaktan ötürü de ruh­


sal olarak sıkıntı çeker. Onun yapısı ve varoluşu entelektüel
eylem olduğundan, kitap okumak, bir şeyler karalamak onu
mutlu eden tek şeydir. Bu işten alıkonulduğunda içinde has­
talık belirtileri başlar, bu işe geri döndüğünde mutluluktan
uçar, kendini iyi hisseder:

Huzursuzum, hiç keyfim yok. Dün uyumadan önce başı­


mın içinde, sol yukarıda çıtır çıtır sesler çıkararak yanan serin
bir alevcik hissettim. Bir gerginlik, çoktan sol gözümün üstüne
gelip yuvalanmıştı. Hani düşününce öyle sanıyorum ki, bir ay
sonra özgürlüğe kavuşacağımı söyleseler bile bürodaki çalışma­
ya daha fazla katlanamayacağını. Ama yine de görevimi yapıyo­
rum çokluk, şefimi memnun bırakacağıma güvendiğim zamanlar
pek rahatım ve durumumu hiç de korkunç bulmuyorum. Zaten
dün akşam kasten vurdumduymaz biri durumuna soktum ken­
dimi, gezmeye çıktım, Dickens'i okudum; derken kendimi biraz
daha sağlıklı hissettim ve şimdi benden biraz uzaklaşmasına
karşın benim haklı gördüğüm hüznü yaşama gücünü yitirdim;
bu ise, bana her zamankinden iyi uyuyacağım umudunu verdi.
Gerçekten biraz daha derin oldu uykum, ama yeterince uzun sür­
medi, sık sık kesintiye uğradı. Kendimi avutmak isteyerek dedim
ki: Varlığımdaki büyük çalkantıyı yine bastırdım; ama eskiden
böyle zamanlardan sonra olduğu gibi bu kez kendi üzerindeki

236 A.g.e. s,42

324
denetimi elden çıkarmayacak, şimdiye kadar hiç yapmadığım bir
şeyi yapıp çalkantının artçıl esintilerini hep aklımda tutacağım.
Böyle davranırsam, belki içimde saklı duran bir dayanma gücü
ele geçirebilirim.237

Kafka'da yazma eylemi artık her şeyden önemli bir hal


almıştır. Bir varlık durumu, bir yaşama tarzı, bir olmazsa ol­
mazdır. Yazmak Kafka'nın hayat önceliğinde en baş sırada­
dır. Evlilik, açlık, besin ve hayata dair olan diğer her şey on­
dan sonra bu basamaklarda yer ahr:

İçimde yazma eylemi üzerinde yoğunlaşan bir dikkatin var­


lığını pekâlâ görmek mümkün. Yazmanın varlığımın en verimli
yönü sayılacağı açığa çıktıktan sonra içimdeki tüm güçler o yana
üşüştü ve cinselliğin, yeme içmenin, felsefi düşüncelerin, ama her
şeyden çok müziğin hazlanna yönelik bütün öbür yeteneklerden
yüz çevirdi; söz konusu alanlarda yoksul duruma düştüm. Bu da
benim için zorunluydu; çünkü elimdeki güçler öyle azdı ki, ancak
hepsi bir araya geldiği zaman, o da yan buçuk yazma amacına hiz­
met edebilirdi.238

Kafka, bazen kendiyle baş başa kaldığında sülalesi, Kafka


ailesi ile ilgili bilgiler de sunmaktadır. Kafka'nın hastalığının
irsi olabileceği, patolojinin Kafka ailesinde eskiden beri var
olabileceği bilgisi de güncelerde yer alan bir bilgidir. Kafka
sülalesinde intihar eden, çeşitli hastalıklardan ölen ve normal
olmayan birçok insan vardır. Sülalede çokça doğan fakat ha­
yatta kalamayan aile bireyleri özellikle dikkat çekicidir:

Uzun aksakalıyla dindar ve okumuş bir adam olarak anne­


min belleğinde kalan anne tarafından dedesi gibi, benim de adım
İbranice Anschel'dir. Dedesi öldüğünde altı yaşındaymış annem;
ölmüş dedesinin ayak parmaklarına sımsıkı sanlarak dedesine
karşı işlemiş olabileceği kabahatlerden ötürü kendisinden af dile­
mek zorunda bırakıldığını anımsıyor. Sonra, dedesinin duvarları

237 A.g.e, s.40-41


238 A.g.e, s.222

325
boydan boya dolduran bir sürü kitabını da hâlâ unutmamış. Her
Allah'ın günü ırmakta yıkanırmış dedesi; kışın bile yıkanmaktan
geri kalmaz, buzda bir oyuk açar, girermiş içine. Annemin anne­
si, erken yaşta tifodan ölmüş. Bunun üzerine, büyük anneannem
karasevdaya tutulmuş, ne yemiş, ne içmiş ne de kimseyle konuş­
muş ve günün birinde, kızının ölümünden henüz arası bir yıl geç­
memişmiş, çıktığı bir gezintiden bir daha eve dönmemiş; ölüsünü
Elbe Irmağı'nda bulmuşlar. Annemin dedesinden de daha çok
okumuş biri olan büyükdedesi, ister Hıristiyan, ister Yahudi herkes
tarafından sevilip sayılırmış. Bir yangında da dindarlığı sayesinde
keramet göstermiş; çevredeki binaların tümü yanarken ateş kendi
evine dokunmayarak atlayıp geçmiş üstünden. Dört oğlu varmış
annemin büyük dedesinin; bunların biri sonradan din değiştirip
Hıristiyanlığa geçmiş ve doktor olmuş. Ötekiler çok geçmeden öl­
müşler, geride annemin dedesi kalmış yalnız. Bunun da, annemin
kaçık Nathan dayı diye tanıdığı bir oğlu bulunuyormuş; bir de kızı
varmış, yani annemin annesi.239

Kafka'nın annesi oğlunun bu inceliğinden, zayıflığından


oldukça etkilenir. Bir şeyler yemesi için ona basla uygular.
Fakat Kafka bütün o ihtarları geri püskürtür. Annesini üzme
karşılığında bu besinleri reddetme hareketini günlüklerinde,
16 Ağustos 1912 tarihinde, şöyle dillendirir Kafka:

Yemek yemediğim için akşamleyin zavallı annemin sızlanıp


yakınması.240

Anne, oğlunun normal bir yaşantısı, herkes gibi bir yu­


vasının olmasını, herkes gibi bir şeyi aşınlaştırmamasını, onu
saplantı haline getirmeden yaşamasını dilemektedir. Yazma
eylemini ve edebiyata eğilimi Kafka'nın sapkınlıklı hale getir­
diğini ve abarttığını düşünen anne, Kafka ile baş başa kaldı­
ğında ancak evliliğin ve çoluğa çocuğa karışmanın bu yaşam­
sal abartıyı normalleştirebileceğini savunur:

239 A.g.e., s.206-07


240 A.g.e, s.288

326
Bugün annemle kahvaltıda konuşuyorduk, bir ara çoluk ço­
cuktan ve evlenmeden söz açıldı. Hepsi birkaç kelime, ama anne­
min bana ilişkin görüşünün ne kadar gerçekdışı ve çocuksu nitelik
taşıdığını ilk kez açıkça bilincine vardım. Bana sapasağlam, ama
işte biraz hasta olduğu kuruntusuna kapılmış bir genç gözüyle
bakıyor. Kuruntu zamanla kaybolacaktı anneme göre; ancak bunu
hepsinden köklü biçimde kafamdan silip atmanın tek yolu evlen­
mem ve çoluk çocuğa kanşmamdı. Hem o zaman edebiyata karşı
ilgim de azalacak, aydın kimseler için gerekli ölçüyü aşmayacaktı.
Mesleğime, fabrikaya ya da uğraştığım bir başka işe ilgim doğal
boyutlanyla hiçbir engele toslamadan açığa vuracaktı kendini.
Dolayısıyla, gelecekten umudunu sürekli kesmem için ortada en
ufak bir neden yoktu. Aşın dereceye varmayan geçici umutsuzluk
nöbetlerine ise, bazen midemi bozduğumu sanmam ya da çok yazı
yazıp çizdiğim için yeterince uyuyamam yol açıyordu. Söz konusu
nöbetleri silip atacak binlerce çare vardı. İçlerinde en akla yakını
ise bir daha kendisinden kopmayacak gibi bir kıza gönlünü kap-
tırmamdı.241

Kafka evliliği, bir arada yaşama mutluluğunu bir ceza


olarak nitelemekte hatta cinsel birleşmeyi de bir arada yaşa­
ma mutluluğunun cezası olarak görmektedir. Evlense bile,
bekâr bir adam gibi evliliğinde de perhizi devam ettirmeyi
düşünmektedir:

Bir arada yaşama mutluluğunun cezası olarak cinsel birleş­


me. Elden geldiğince perhizkâr, bir bekârdan daha perhizkâr ya­
şamak; işte benim için evliliğe katlanmanın tek çıkar yolu. Peki
ama o?242

Kafka yaşı ilerlemeye başladığında, bedensel bakımdan


da çöktüğünde hem hipokondrik saplantılara, hem gençlik
hastalığına ("Genellikle on sekizinde görünen benim gibi
genç biri; s.146") yakalanmış, yeri geldiğinde normal insanm
görmediği şizofrenik sabuklamalar da görmüştür ("Dün ak­

241 A.g.e, s.196


242 A.g.e, s.360

327
şam Mana Sokağı'nda eniştemin iki kız kardeşine her iki eli­
mi de öyle bir uzatışım vardı ki, sanki ikisi de sağ elimdi ve
ben iki kişiydim.; s.67). Tüberkülozun belirtisi olan kan kus­
ma, yani akciğerlerinden kan gelme eylemiyle de hayatının
ciddi bir tehlikede olduğunu anlamıştır. Hastalığıyla yaşaya­
bilmeyi, hastalığım kabul edebilmeyi ve onu sağaltmanın yol­
larım aramayı denemiştir. Bedensel çöküşü ve tüberkülozuy­
la yaşamaya alışma sürecim de güçlü bir şekilde kabullenir ve
bunu da yine yazarak bizlere anlatır:

Çözülemeyen sorun: Belim büküldü mü? Bir çöküş duru­


munu mu yaşıyorum? Soğukluk, çevreye karşı ilgisizlik, sinir
bozukluğu, dalgınlık, bürodaki çalışmalarda yetersizlik, baş ağ­
rıları, uykusuzluk gibi tüm belirtiler böyle olduğunu doğruluyor;
bunun karşısında yer alan tek belirti, neredeyse yalnızca umut­
tur.243

Kafka'nın tüberküloza yakalandığı ve onun ailesinde bu


hastalığın kabulü de trajik bir durum içerir. Kafka yakalan­
dığı hastalıktan ötürü ne kadar güçlü görünmeye çalışsa ve
kendisine edebiyat tarihinden örnekler aramaya çıksa da, ba­
bası bu trajik duruma karşı tavrını, günlüklerden anladığımız
kadarıyla çökmüş bir halde titreyerek gösterir:

Tüberkülozlu birinin çocuk sahibi olması asla suç değil.


Flaubert'in babası tüberkülozluydu. Olasılıklar: Ya çocuğun akci­
ğeri bir flüt gibi sesler çıkaracak (işitilecek müziği pek güzel nitele­
yecek bir deyim, zaten bu müziği işitmek için hekimler kulaklarını
hastanın göğsüne dayar) ya da çocuk Flaubert olacaktır. Konu üze­
rinde bir temelden yoksun konuşmalar sürüp giderken babadaki
titreme.244

243 A.g.e, s.504


244 A.g.e, s.556

328
3.5. Kafka'nın Söyleşilerinde Anorexia

"Çok uzaklara kadar yürüdüm, yaklaşık beş saat,


yalnızlık içinde, ama yeterli sayılmayan bir yalnızlık,
bomboş ovalarda, ama yeterince boş sayılmayan ovalar."
(Franz Kafka)

Gustav Janouch, kitabı "Kafka ile Söyleşiler" inin245 giri­


şinde bu kitabın nasıl oluştuğunu açıklar. Janouch'un yirmi­
li yıllarda Kafka'yla gerçekleştirdiği bu söyleşilerde, kitabın
giriş bölümünde de denildiği gibi, "sanatçının toplumsal,
dinsel, yazınsal ve kişisel konular üzerindeki düşünce ve gö­
rüşleri yer almakta, Kafka'nın düşünsel ve ahlaksal kişiliği
karşılıklı konuşmaların somut dirimselliği içerisinde gözler
önüne serilmektedir."246
Janouch'un babası, oğlunun geceyanlannı uzatarak yazı
yazdığını fark edince; geceyarısı yazdıklarını gizlice sakladığı
piyano içinden çıkarıp, onu daktilo edip, okunur kılıp, aynı
büroda beraber çalıştıkları ve o dönemlerde "Değişim" adlı
bir başyapıtı da çıkarmış mesai arkadaşı yazar, avukat Franz
Kafka'ya götürmüş, ondan oğlunun bu çalışmalarını değer­
lendirmesini istemiştir. Kafka, amatörce yazılan bu şiirleri be­
ğenmiş ve mesai arkadaşından oğluyla, Gustavla tanışmayı
talep etmiştir. Böylece edebiyata âşık ve kitap okumayı çok
seven Gustavla Franz Kafka'nın yolu buluşmuş ve uzun bir
konuşma ve arkadaşlık sürecinin de başlangıcı olmuştur bu
tanışma.

245 Bundan sonra metnimiz içinde Kafka'nın söyleşilerini oluşturacak alınıtı


için esas alman metnin künyesi için bkz. Gustav Janouch, Kafka ile Söyleşiler,
Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul 2000,144 s.
246 Gustav Janouch, Kafka ile Söyleşiler, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevi­
risi), İstanbul 2000, s.5

329
Janouch, Kafka'yı işyerinde fazla da rahatsız etmeden,
iki haftada bazen üç haftada bir onu ziyaret ederek okudu­
ğu kitapların ve o güne ait gündelik gelişmelerin envanterini
Kafka'dan almakta, Kafka'yla kitap değiş-tokuşu yapmakta,
yazdıklarını Kafka'ya okutmakta, Kafka'nın görüşlerini din­
leyip, onlara değer verip, akşamlan da onları not almakta­
dır. Bu bakımdan Kafka'nın söyleşileri denince akla ilk ge­
len kişi olması hasebiyle Gustav Janouch'un bu çalışmasında
Kafka'nın kendi yazınsal çalışmalannm haricinde bir de söz­
lü aşamada gerçekleştirdiği konuşmalarında hastalığın, aç­
lığın, uykusuzluğun durumunu bu söyleşilerde araştırmayı
denedik. Kafka, JanDUcMa yaphğı söyleşilerinde günün siya­
sal, edebi, kültürel, dinsel, tarihsel bilançosunu çıkarır. Aynı
zamanda bu söyleşiler Gustav Janouch'un genç bir yazar
adayı olarak hayran olduğu bir ideal modelin şahsi hayatını;
sevinçlerini, üzüntülerini, mutluluğunu, kederlerini, sıkın­
tılarını görmemiz açısından da önemlidir. Kafka ile tanışma
aşamasından başlayınız, onun sanatoryuma kaldırıldığı güne
kadar onunla her alanda yapılmış konuşmaların bir anlam­
da kayıtlandır bunlar. Biz Jaouch'un bu değerli kayıtlarında
Kafka'nın iyi ve sağlıklı durumundan, sanatoryuma kadar
varacak hastalık sürecini eldeki kayıtlarla okurlara sunmaya
çalışacağız. Bu anlamda hastalığa ait ilk veri, metnin daha
başında, Janouch'la Kafka'nın tanışma anında geçmektedir.
Janouch, karşısında büyük bir yazan görünce kendinde uya­
nan ilk izlenimlerini şöyle anlatır:
Kafka'nın vücut konumunda öyle bir tuhaflık vardı ki, ade­
ta ince ve uzun boylu oluşunu adeta bu yoldan bağışlatmayı
amaçlıyordu. Bütün halinde öyle bir ifade okunuyordu ki, sanki
"Bendeniz pek, ama pek önemsiz biriyim. Görmeden geçersiniz,
hayli sevindirirsiniz beni" demek ister gibiydi.
Cılız ve buğulu bir bariton sesle konuşuyordu Kafka; sesi öy­
lesine melodikti ki, hayran kalmamak elde değildi; oysa güç ve in­
celik bakımından orta çizgiyi asla geçmeyen bir sesti.247

247 A.g.e., s.18-19

330
Kafka, Janouch'la tanışıp, arkadaşlık ilerleyen zaman­
la iyiden iyiye gelişince, bir zamanlar sevdiği meslek olan
marangozluğu sırf sağlık durumundan dolayı bırakmak du­
rumunda olduğunu itiraf eder. Zanaatkârlık, Kafka'nın çok
sevdiği bir meslektir, fakat molozlar, odun parçalan, odun
tozlan sağlıksız bir akciğere pek iyi gelmemektedir:

Kafka'yı bir dahaki görmeye gidişimde sordum:


"Karolinenthal'daki marangoza hâlâ gidiyor musunuz?
"Siz nereden biliyorsunuz bunu?
"Babam söyledi."
"Hayır, çoktandır uğradığım yok. Sağlık durumum izin ver­
miyor artık. Majesteleri sağlık durumum!"248249

Janouch, artık sadece Kafka'yı çalıştığı yerde ziyaret


etmekle kalmamakta, onunla gezilere bile çıkmaktadır. Bir
gün yine geziye çıkmak için randevulaşırlar ve Kafka ran­
devusuna gecikir. Bu gecikmeyi Kafka sağlıksız durumuna
bağlar:

Dediği saatte kararlaştınlan yere gittim, ama Kafka randevu­


suna neredeyse bir saat geç geldi.
Özür dileyerek şöyle dedi: Bir randevuya tam saatinde geldi­
ğim hiç olmamıştır. Hep geç kalırım. Zamanın tutsağı olmak iste­
mem de. Gerçekte iyi niyet sahibiyimdir, içtenlikle isterim rande­
vularıma vaktinde gelmeyi, ne var ki çevrem ya da kendi vücudum
bu niyetimi çelmeler, güçsüzlüğümü ortaya kor. Kim bilir hastalı­
ğımın kökenini de belki burada aramak gerekiyor."24’

Franz Kafka, kendi sağlığına bakan biri değildir. Çalışma


temposu gündüzüyle ve gecesiyle bir bedenin kaldıracağı ça­
lışma temposu değildir. Gündüz şirkette avukatlık işi, Kaza
Sigortası işleriyle uğraşır. Kendini her şeyiyle yazar hissetti­

248 A.g.e., s.15


249 A.g.e., s.20

331
ğinden dolayı da geceyanlannı uzatarak bir şeyler yazmaya
kendini zorlama edimi yüzünden bedenini çoğu zaman yıp­
ratır ve yorar. Kafka, çalıştığı işyerinde çoğu zaman kendini
iyi hissetmemektedir ve hastalığa yatkın bir durum arz eder:

Mola verilip de Rudolf Fuchs bir an yanımızdan uzaklaşınca


sordum:
"Kendinizi iyi hissetmiyor musunuz yoksa, Sayın Doktor?"
Kafka kaşlarını kaldırdı.
"Halimde bir başkalık mı gördünüz? Dikkati çeken bir şey mi
var?"
"Hayır ama, bir tuhafsınız?"
Kafka, birdenbire sıkıca bastınlmış ince dudaklarıyla gülüm­
sedi.
"Halimdeki rahatsızlığı, bedensel bir rahatsızlığın üzerine
yıkmak çok kolay bir şey olurdu. Ama ne çare böyle bir şey söz ko­
nusu değil. Ölesiye yorgun hissediyorum kendimi, içimde bir boş­
luk var ne zaman bir şey beni büyülese hep duyanm bu boşluğu.
Belki de hayal gücü diye bir şey yok bende. Nesneler başını almış
gidiyor. Geride kala kala o gri ve iç karartıcı hücre kalıyor."250

Garip olan şudur ki, Kafka bir taraftan da hasta vücudun


sağaltım aşamasına geçtiği durumda hayata daha bir sıkı sa­
rılacağını, hayatı daha iyi kavrayacağını, nekahet döneminde
bedenin daha diri olacağı tezine de inanmaktadır:
"Anlaşılmayacak bir şey değil", dedi. "Siz ölümle karşılaşma­
yı bir kez başarıyla atlattınız. Bu da insanı güçlendirir. Ben: "Zaten
bütün yaşam ölüme giden bir yoldur", dedim. Kafka bir an ciddi
ciddi beni süzdü, sonra gözlerini indirip masanm üzerine bakma­
ya başladı.
"Aslında sağlıklı bir insan için yaşamın taşıdığı bütün anlam,
bir gün gelip ister istemez öleceği bilincinden bilinçsizce ve kendi
kendinden saklayarak sürdürdüğü bir kaçışür. Hastalık ise bir uya­
ndır her zaman, beri yandan bir güç denemesidir. Bu yüzden de has­
talık, acı ve dert gibi şeyler dinselliğin doğup çıktığı kaynaklardır".
"Ne bakımdan?" diye sordum.

250 A.g.e., s.62

332
Kafka gülümsedi. "Yahudilik bakımından. Ben kendi aileme,
kendi soyum sopuma bağlıyımdır. Birey yok olur, oysa bunlar
sürdürür yaşamını. Ama bu da ölüm bilincinden bir kaçış dene­
mesidir yalnızca. Alt tarafı bir istektir. Ne var ki, bu yoldan da bir
bilgiye ulaşılamaz. Tersine! Söz konusu isteğiyle korkak, küçük ve
bencil ben, gerçek'i arayan ruhun önüne durur."251

Yine de bu zorlu çalışma Kafka'nın gücünü bitirmiş ve


onu bedenen de ruhsal bakımdan da yıkımın eşiğine getir­
miştir. Uykusuzluktan şikâyet ettiğini Janouch'a da bildirir.

Çektiği uykusuzlukla ilgili olarak bir ara şöyle dedi Kafka:


"Kim bilir, belki uykusuzluğun altında bir ölüm korkusu yatıyor
yalnızca. Belki de uyurken benden ayrılıp giden ruhumun bir
daha dönüp gelmeyeceğinden tasalanmaktayım. Ama bakarsınız
bu uykusuzluk apar topar bir mahkemenin önüne çıkarılabilece­
ğimden ürkerek gözünü hiç kırpmayan suçluluk bilincidir. Belki
de suç uykusuzluğun doğrudan kendisidir. Belki doğal olan bir
duruma karşı başkaldırıdır." Bunun üzerine Kafka şu yanıtı verdi:
"Her hastalığın kökeninde suç yatar, suçtan kaynaklanır hastalık.
Ölümlülüğün nedeni de budur."252

Kafka'nın bedenini yıprattığı ve kan kusup sanatoryuma


yatacağı zaman yaklaştığında, geçirdiği kötü geceleri işyerin-
deki buluşmalarda Janouch'a bildirir. Artık geceleri, geceyan-
sı Kafka'nın hastalığı ve bedensel sağlığı iyiden iyiye kötüleş­
mekte ve ona hayatı bir anlamda zehir etmektedir:
Bürosuna gittim Kafka'nın.
Yorgun, masanın başında oturuyordu. Kollan iki yana sarmış,
dudaklan sımsıkı birbirine bastırılmıştı. Gülümseyerek elini uzattı
bana.
"İnanılmayacak kadar kötü bir gece geçirdim."
"Doktora göründünüz mü?"
Kafka dudaklannı sivriltti.
"Doktor..."

251 A.g.e., s.64-65


252 A.g.e., s.98-99

333
Avuç içi yukarı gelecek gibi sağ elini kaldırdı, sonra yine aşağı
düştü eli.
"insan kendi kendisinden kaçamaz. İnsanın yazgısıdır bu.
Eldeki tek olanak, oyunu izlerken aslında bizimle oynandığını
unutmamaktır."253
Kafka, kan kusmaya başladığında, kendisi de artık iyile­
şeceğine inanmamaktadır. Her ne kadar insanın umut eden
bir yaratık olduğuna inansa ve umudun insanın tek varlığı
olduğu gözden kaçmaması gerekse de, bedenden kanın geli­
şiyle artık yaşamda katedilmiş yolun sonuna doğru yaklaşıl­
dığının bilincindedir, iyileşmeye inanmaz ve hastalığı husu­
sunda da umutsuzdur:
Tatra'daki sanatoryuma giderken Kafka'yla vedalaştığımızda:
"İyileşecek ve sağlığınıza yeniden kavuşup döneceksiniz" dedim.
"İlerde yoluna girecek yine her şey. Her şey bir başka türlü olacak."
Kafka, sağ elinin işaret parmağını göğsüne dayayarak gülüm­
sedi. "Gelecek'i şimdiden içimde taşıyorum. Değişen bir şey varsa,
gizli saklı yaraların kendilerini açığa vurmasından başka bir şey
olmayacak."
Ben sabırsızlannuştım.
"Mademki iyileşeceğinize inanmıyorsunuz, ne diye o zaman
sanatoryuma gidip yatmak istiyorsunuz?"
Kafka masanın üzerinde eğildi.
"Her sanık, hakkmda verilecek mahkûmiyet kararının ileri bir
tarihe ertelenmesine çalışır."254

Nihayetinde bir gün Janouch yine rutinleşmiş Kafka zi­


yareti yapmak istediğinde, Kafka'nın hastalandığını, ateşi­
nin yükseldiğini ve sanatoryuma yatırılacağı haberini alır.
Janouch, buna çok üzülmüştür:
Rutubetli güz havası ve şaşılacak kadar erkenden bastıran
sert kış Kafka'nın hastalığını azdırmıştı.
Bürosuna gittiğimde, masası boş ve öksüz duruyordu, ikinci
masada oturan Dr. Trmbl: "Ateşi varmış" dedi bana. "Belki kendi­

253 A.g.e., s.l 18-119


254 A.g.e., s.122

334
sini bir daha görmeyeceğiz." Üzgün, eve yollandım. Masası boş
kalmıştı Kafka'nın-haftalarca.
Ne var ki, bir gün baktım Kafka yine bürosunda oturuyor.
Benzi soluk, kamburu çıkmış, gülümseyerek.
Yorgun ve hafif bir sesle bazı dosyalan idareye teslim etmek,
aynca masasından bazı kişisel yazılan almak için geldiğini açık­
ladı. Durumu hiç de iyi değilmiş. Önümüzdeki günlerde Hohe
Tatra'ya gidecek, bir sanatoryuma yatacakmış. "İyi edersiniz", de­
dim ben. "Bir an önce yola çıkma olanağı varsa kuşkusuz."
Kafka, boynu bükük gülümsedi.
"Güç gelen ve insanı yıpratan bu zaten! Yaşamda bir sürü ola­
nak var, ama hepsinde de insanın kendi varlığının o kaçınılmaz
olanaksızlığı yansıyor."
Derken konuşması kramp tarzında kuru bir öksürükle kesil­
di, ama çarçabuk öksürüğün üstesinden geldi Kafka.
Gülümseyerek birbirimize baktık.
"Gördünüz mü" dedim ben, "her şey düzelecek yine."
"Düzeldi bile", diye karşılık verdi Kafka, hafif bir sesle. "Her
şeye evet demiş bulunuyorum. Böylece acı büyüye dönüşüyor;
ölüm ise -ölüm tatlı yaşamın yalnızca bir parçasıdır, o kadar."255

Sonuç olarak şu söylenebilir, Kafka'nın Gustav Janouchla


söyleşilerinde her ne kadar Canetti'nin "Öbür Dava" adlı ese­
rinde olduğu kadar yoğun anorexia, açlık, hastalık, zayıflık,
uykusuzluk üzerine bilgiler yer almasa da, yine de yazdığı,
hakkında yazılmış metinlerde değil de sözlü olarak gerçek­
leştirilmiş ve onun o dönem günlük olayların yanında kendi
çağdaşlarının kaleme aldıkları eserler hakkında, politik, dini,
kültürel olaylar hakkında ve kendi sağlık durumu hakkında
söylediklerinin yer alması açısından bu söyleşiler çok büyük
bir öneme sahiptir. Janouch'un birinci ağızdan Kafka'dan din­
lediklerini zihnine nakşedip, akşam defterine bunları kaydet­
mesi Kafka'yla gerçekleştirilen sözlü eylem olması açısından
önemlidir ve bunlar Kafka külliyatında da sayılı eserden biri
olarak görülebilir.

255 A.g.e., s.121-122

335
SONUÇ

"Kafkaesk Anorexia (Franz Kafka'da Açlık Bilinci ve


Kültürü)" adlı çalışmamız, adı üzerinde Kafka'nın bütün
eserlerinde açlık bilincini ve kültürünü incelemeyi amaç edin­
mektedir. Kafka'nın eserlerinde bir laytmotif olarak önümüze
çıkan açlık izleğinin bütün eserlerinde ve kendi yaşantısıyla
da bağlantılı bir şekilde araştırılmasını hedef almaktadır ken­
dine. Kafka'nın bedensel zayıflığı, vejetaryenliği, katı bir veje­
taryen olmasa da et yemeyi sevmediği, mide hazımsızlığı ne­
deniyle de yeşil besinleri ve bitkisel besinleri yaşamı boyunca
tercih ettiği, bedensel zayıflığı ve uykusuzluğu bizleri bu ça­
lışmaya sevk etmiştir. Kafka, yazmak için kendini yırtarcası-
na, varlığı son sınırlarına kadar yıpratırcasına bir çaba yüzün­
den de bedenini zorlamış; beden bu ağır ve yorucu tempoyu
kaldıramadığı ve iflas ettiği için de, ağızdan kan gelmiştir.
"Kafkaesk Anorexia" adlı çalışma, Kafka'nın kendi bede­
niyle barışık olmadığı ve bir nevi bedeninden iğrendiği, onu
beğenmediği bilgilerinden hareket etmektedir. Eserlerinde
yansıyan figürlerinin aynen gerçek hayatta Kafka'nın da yap­

336
tığı gibi açlığa, perhize, az yemeye, dayanan bir felsefe güt­
meleri ve bunu kuru kuruya bir görüşle değil de temelinde
derin bir semavi gelenek kültürü, doğu mistisizmi ve erde­
mi açısından yaptıkları da göz önüne alınmalıdır. Kafka'nın
Yahudi oluşu ve Yahudi dinini çok iyi bilmesi, bu alanda de­
rinlikli okumalar yapmış olması, onun eserlerinde açlığa ve
perhize, bir anlamda da anorexiaya kuru bir inanç ile bak­
madığı, daha derinlikli bir perspektiften baktığını da gösterir
bizlere. Açlığın maddi açlıktan süzüldüğü ve manevi boyut­
lara taşındığı; açlığın sonunda bir ışığın, nurun göründüğü;
açlığın inşam ilkin hayvana ve sonra da bitkiye (nebata) çe­
virdiği ve bir anlamda varlık katmanlarında farklı dünyalara
götürdüğü, onu arındırdığı söylenebilir. Açlığın, somut bakış
açısıyla bakıldığında günah işlemiş bireyin, belki de elmayı
yemiş, yasak meyveyi yemiş günahkâr insanın bir köken duy­
gusu olduğu ve cenneti de bu haliyle kazanabileceği, dünyevi
sıkletinden açlıkla kurtulabileceği, hafifleyebileceği, dünyaya
ait besinlerin nefis ya da egonun dayattığı ağırlıklar olduğu
ve bunları ancak bedenden uzak tutarak köken duyguya eri­
şilebileceği duygusu gün yüzüne çıkar. Kafka'da bu yüzden
açlık, önemli bir motiftir ve açlık bedeni aşmanın, kendi be­
deninden taşmanın, uzaklaşmanın, bu zindandan kopup kaç­
manın temel yoludur. Bunun da elbette mistik ve manevi bir
boyutu olacaktır. Kafka'nm Yahudi olması ve Yahudi dininin
sadece salık verdiği durum değildir bu ve tüm dinler de zaten
bir anlamda bu öğretiyi savunurlar.
Çalışmamız, Giriş kısmında "Kafkaesk Anorexia" kav­
ramının bir kazısını yaparken, bu hastalığın kökeni ve tarihi
seyri üzerine geniş bir bilgi vermeyi kendine ödev bilmiştir.
Bu kavramın kendi kavramsal sınırlarını bulmadan önce aç­
lığın, perhizin, dinlerde orucun ve gıdayı, besini bedenden
uzaklaştırma yoluyla içsel arınmanın tarihinin insanlık tarihi
kadar eskilere dayandığı ve fakat bu anorexia kavramının tıp­
taki ve psikiyatrideki kavramsal sınırlarının seyrini ayrıntılı
bir şekilde anlatmış olduk. Onu, günümüze kadar getirerek

337
Freudiyen kavram oluşluktan günümüzdeki alımlanışına ve
tanımlamasına kadar getirdik. Bu kavramın sadece bir has­
talık boyutluluğundan, yani istemsiz ve bir hastalığı andıran
tanım oluştuğundan çok, insanların savaş dönemlerinde ya
da başka durumlarda bir anlamda zorla anorexiaya itilmiş­
liğini de ele aldık. Çalışma kamplarına sürülen insanların bu
kamplarda egemen iktidarlar tarafından zorunlu bir anorexi-
aya itilmelerine de dikkat çektik. Besin bulamayıp da aç olan
ve bir anlamda istençsiz anorexiaya doğal şartlarla itilmiş
olan Afrika insanlarının yanı sıra, politik nedenlerden ötürü
bir şeyleri protesto etmek için bedenlerin bir ifade biçimi ola­
rak anorexiayı da ele aldık.
Kavram kazısından sonra Kafka'nın kendi bedenindeki
anorexik durumları tanıklıklar, hakkında yazılan biyografiler
yardımıyla inceledik. Bu bağlamda kendi yazdıkları da bizle-
re iyi bir ipucu vermiştir; nitekim bu metinlerden de fayda­
landık ve fakat günceleri edebi bir uğraşı olarak bir başlık ha­
linde daha sonra ele alınacağı için bunu fazla didiklemeden
en azından "Franz Kafka'nın Güncelerinde Anorexia" bölü­
müne bıraktık. Gerçek hayatta ve kendi bedeninde görülen
anorexik davranışların Kafka metinlerinde eserlerine birebir
yansıdığı ve "Bir Açlık Şampiyonu", "Değişim", "Bir Köpeğin
Araştırmaları" yanında birçok eserinde de fikir kırıntıları ola­
rak yansıdığım gördük.
Kafka'nm bütün eserlerinde anorexik kazının yanında te­
mel alınan üç eseri "Bir Açlık Şampiyonu", "Değişim", "Bir
Köpeğin Araştırmaları" onun anorexiayı bizatihi ve birinci
dereceden ele aldığı metinlerdir. Burada açlık ve anorxia lay­
tmotiftir ve eserin tümünü neredeyse saran, kaplayan temel
izlektir. Bu çalışmalarda anorexianın ve açlığın izini sürdük­
ten sonra açlığın, anorexianın Kafka metinlerinde nasıl da so­
mut alandan soyut alana kaydığım, aranan ve peşinde olunan
gizli besinin dünyevi besinler olmadığı ve metafiziki besinler
olduğu, somut besinlerden öte soyut besinlerin (müzikten
ötelere taşan metafiziki gerilim) olduğunu izaha çalıştık.

338
"Kafkaesk Anorexia" adlı kitabı, Kafka'nın çok önem­
li "Bir Köy Hekimi" adlı hikâyesinde, bir doktorun bir köye
çağnlması ve küçücük bir çocuğun bedenini gözden geçirdik­
ten sonra hasta taklidi yaptığı düşüncesiyle tam da onu mu­
ayene etmekten vazgeçmeyi düşünmesi ve aldığı onca yolu
da boşuna aldığını düşünmesi sırasında atların kişnemeleri
üzerine eğilip çocuğun yaraşma baktığında, o ölümcül ya­
rayı gördüğünde söyledikleriyle bitirmek istiyoruz. Çünkü
Kafka'nın yaşarken ve sağlıklıyken kaleme aldığı bu tespitler,
kendi hastalık halini nasıl da doğrulamaktadır. Hikâyede ço­
cuğun göğsünde bir güle benzetilen ölümcül yara, Kafka'da
da akciğer tüberkülozu şeklinde görülecektir. Oradaki ço­
cuk bir anlamda ilerleyen yaşlarındaki ve sağlığı kötüleşen
Kafka'nm kendisini nasıl da öncelemektedir:

"Evet oğlan hasta; sağ böğründe, kalça bölgesinde açılmış


avuç içi kadar bir yara var. Gül pembesi; ortası koyu, kenarlara
doğru açılan bir sürü pembe nüansı; hafif pütürlü bir yara; kimi
yerde az, kimi yerde çok birikmiş kan; yer üstündeki bir maden
ocağını andırıyor yara. Uzaktan böyle. Yakından bakınca, işi
zorlaştıran bir başka neden kendini açığa vuruyor. Hafif bir ıs­
lık koyvermeden kim katlanabilir? Serçe parmak kalınlığında ve
uzunluğunda kurtlar; kendi renkleri pembe; ayrıca, kana bulanmış
gövdeleri, bir uçlan yaranın içinde; beyaz başçıktan ve bir sürü
ayakçıklanyla kıvnlıp bükülerek aydınlığa çıkmaya savaşıyorlar.
Zavallı çocuk! Sana yardım edilemez artık. Senin o büyük yaranı
bulup ortaya çıkardım; böğründeki bu çiçek yüzünden mahvolup
gideceksin.256

Kafka, akciğerlerinde ve sonra da gırtlağında oluşan ya­


ralarının biricik sorumlusu olarak kendi yarasını bir doktora
gerek duymadan bir geceyansı kan tükürerek ortaya çıkardı.
Kafka'nın erken öldüğü, ölümün romantik dönemde yaşa­
yan aydınlarınki gibi bir "genç ölüm" olduğu söylenebilirdi.

256 Franz Kafka, Bir Köy Hekimi, s.75 içinde Ritchie Robertson,, Kafka, Dost
Yayınlan, (Elif Böke çevirisi), Ankara 2007, s.87

339
41 sene boyunca belki seçme imkânı olsaydı daha güzel bir
bedene baş çevirmeyeceği ruh durumuyla yaşamış, dekadan
dönemin, fin de siecle'in, insanlarm Savaşlar Dönemi'nde
çektikleri tüm zulümleri az da olsun çekmiş biri olarak yine
de yaşama isteği ve arzusuyla hayatını nihayete erdirmiştir.
Doktorlar yaranın, Kafka'nın söylemiyle gırtlağındaki "çiçe­
ğin" metastaz yapmasma ve yayılmasına rağmen, Kafka yine
de onlardan biraz iyi haber aldığında mutluluktan uçmuştur.
Kendi bedeninde doktorların ona biraz iyileşme vaat ettik­
leri ve dillendirdikleri zaman adeta bir çocuk gibi sevinmiş,
doktorların, sevdiği Dora Dyamant'm üzerine sıçramıştır. Bu
da Kafka'da yaşama sevincinin ve yaşama sımsıkı sarılma,
onu bırakmama duygusunun nasıl da güçlü, umudunu yitir­
meme noktasmda nasıl da bir azmi olduğunu gösterir. "Bir
Köy Hekimi" adlı hikâyeyi biraz değiştirip, bitimini Kafka'ya
uyarladığımızda şöyle de denebilir; Zavallı Kafka! Sana yar­
dım edilemedi bir türlü. O büyük yaram bulup kendin orta­
ya çıkardın; böğründeki ve gırtlağındaki bu çiçek yüzünden
mahvolup gittin.

340
KAYNAKÇA

Birincil Kaynaklar

Franz Kafka, Günlükler 1-2, Cem Yaymevi, (Kâmuran


Şipal çevirisi), İstanbul 1995.
Franz Kafka, Hikâyeler, Cem Yaymevi, (Kâmuran Şipal
çevirisi), İstanbul 2005.
Franz Kafka, Değişim, Cem Yaymevi, (Kâmuran Şipal çe­
virisi), İstanbul 2004.
Franz Kafka, Bir Savaşın Tasviri, Cem Yaymevi,
(Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul 2004.
Franz Kafka, Dava, Cem Yayınevi, (Kâmuran Şipal çevi­
risi), İstanbul 2005.
Franz Kafka, Kayıp (Amerika), Cem Yayınevi, (Kâmuran
Şipal çevirisi), İstanbul 2003.
Franz Kafka, Babama Mektup, Cem Yaymevi, (Kâmuran
Şipal çevirisi), İstanbul 2007.
Franz Kafka, Ottla'ya ve Ailesine Mektuplar, (Kâmuran
Şipal çevirisi), Cem Yayınevi, İstanbul 2001.
Franz Kafka, Milena'ya Mektuplar, (Kâmuran Şipal çevi­
risi), Cem Yaymevi, İstanbul 2005.
Franz Kafka, Yeni Bulunmuş Mektuplar, (Kâmuran
Şipal çevirisi), Cem Yaymevi, İstanbul 2006.
Franz Kafka, Günlükler, Cem Yaymevi, (Kâmuran Şipal
çevirisi), İstanbul 2003.

341
Franz Kafka, Taşrada Düğün Hazırlıkları, Cem Yaymevi,
(Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul 2005.
Franz Kafka, Şato, Cem Yaymevi, (Kâmuran Şipal çeviri­
si), İstanbul 2005.
Franz Kafka, Dönüşüm, Can Yayınlan, (Ahmet Cemal
çevirisi), İstanbul 2005.
Franz Kafka, Dönüşüm, Bordo Siyah Yayınlan, (Evrim
Tevfik Güney çevirisi), İstanbul 2007.
Franz Kafka, Açlık Sanatçısı, Altıkırkbeş Yayınları, (Banu
Irmak çevirisi) İstanbul 2003.

İkincil Kaynaklar:

Elias Canetti, Öbür Dava -Kafka'nın Felice'ye Mektuplan


Üzerine-, Cem Yaymevi, (Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul
2000.
Sigmund Freud, Totem und Tabu (1913) Cap IV. Die in-
fantile VViederkehr des Totemismus, § 6, in Sigmund Freuds
Gesammelte Werke, Vol. IX. Fischer Verlag, Frankfurt/M
1999.
Max Brod, Kafka'da İnanç ve Umutsuzluk, Cem Yaymevi,
(Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul 2000.
Adolf Hitler, Kavgam (Mein Kampf), Toker Yayınlan,
İstanbul 1992.
Gilles Deleuze-Felix Guattari, Kafka -Minör Bir Edebiyat
İçin-, YKY, (Özgür Uçkan-Işık Ergüden çevirisi), İstanbul
2000.

342
Mehmet Öztürk, Franz Kafka ve Sinema, Donkişot
Yayınları, İstanbul 2007.
Wolfgang Borchert, DrauŞen vor der Tür und
Ausgevvâhlte Erzâhlungen, Ro Ro Ro, Schleswig 1966.
VVolfgang Borchert, Dışarıda Kapının Önünde ve Seçme
Hikâyeler, Kültür Bakanlığı Yaymlan, (çev: Yüksel Baypınar)
Ankara 1981.
Emst Fischer, Franz Kafka, Kavram Yayınları, (Ahmet
Cemal çevirisi), İstanbul 1998.
Michael Löwy, Franz Kafka: Boyun Eğmeyen
Hayalperest, Versus Yaymlan, (Işık Ergüden çevirisi) İstanbul
2008.
Gustav Janouch, Kafka ile Söyleşiler, Cem Yayınevi,
(Kâmuran Şipal çevirisi), İstanbul 2000.
Ritchie Robertson, Kafka, Dost Yayınlan, (Elif Böke çevi­
risi), Ankara 2007.
Nursel Oral, Yeme Tutum Bozukluğu ile Kişilerarası
Şemalar, Bağlanma Stilleri, Kişilerarası İlişki Tarzlan
ve Öfke Arasındaki İlişkilerin İncelenmesi, Basılmamış
Doktora Tezi, Ankara 2006.
Patricia Bourcillier, Magersucht und Androgynie -öder
der VVunsch, die Geschlechter zu vereinen-, Steinhaeuser
Verlag, Frankfurt/M. 2001.
Engin Gençtan, Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı
Davranışlar, Remzi Kitabevi, İstanbul 1994.
Hellmuth Benesch, VVörterbuch zur Klinischen
Psychologie, dtv, Band 1, München 1981.
Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat
Yayınları, Ankara 2000.

343
Dr. Bob Palmer, Yeme Bozuklukları, (Aile Doktoru
Serisi), (Özlem Umut Akbaş çevirisi), Morpa Kültür Yayınlan,
İstanbul 2004.
Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, - Çağdaş Türkçenin
Etimolojik Sözlüğü-, Adam Yayınlan, İstanbul 2007.
Rimann Hess, Ngo van Da; Eros des Essens-Geschichten
von Kopf und Bauch aus der europâischen Literatür,
Stranhof Zürich Literaturhaus, Zürich 2004.
Prof. Dr. Yaşar Önen, Cemil Ziya Şanbey, (Baskıya
Hazırlayan: Vural Ülkü), Almanca-Türkçe Sözlük, TDK,
Ankara 1993.
Klaus VVagenbach, Franz Kafka Yaşamöyküsü, (Kâmuran
Şipal çevirisi), Cem Yaymevi, İstanbul 1997.
Roger Hermes, Franz Kafka, Eine Chronik, Verlag
Klaus VVagenbach, Berlin 1998.
Emst Fischer, Kafka, Kavram Yayınları, (Ahmet Cemal
çevirisi), İstanbul 1998.
Sadık Hidayet, Hidayetname (Peyam-ı Kafka), (Mehmet
Kanar çevirisi) YKY, İstanbul 2005.
Vladimir Nabokov, Edebiyat Dersleri, (Fatih Özgüven-
Nihal Akbulut çevirisi), Ada Yayınlan, Tarihsiz.
Roger Garaudy, Kafka, Yirmi Dört Yayınları, (Mehmet
Sert çevirisi), İstanbul 2007.
Şara Sayın, Metinlerle Söyleşi, Multilingual Yayınları,
İstanbul 1999.
VVilhelm Emrich, Franz Kafka'nın Dünyasının Tenkidi,
(Hüseyin Sesli çevirisi), Atatürk Üniversitesi Basımevi,
Erzurum 1968.

344
Roger Garaudy, Picasso, Saint-John Perse, Kafka, Payel
Yayınlan, (Mehmet H. Doğan çevirisi), İstanbul 1991.
Geoges Bataille, Edebiyat ve Kötülük, Aynntı Yayınlan,
(Ayşegül Sönmezay çevirisi), İstanbul 2004.
Politzer, Heinz, Franz Kafka, der Künstler, S. Fischer
Verlag, Frankfurt/M., 1962.
Nathalie Sarraute, Kuşku Çağı, Adam Yayınlan, (Bedia
Kösemihal çevirisi), İstanbul 1985.
Martin Heidegger, Sein und Zeit, Das Verfallen und
die Gevvorfenheit, http: www.dalanta.de/notabene/32_35_38
html.

345
DİZİN asfalt edebiyat 19
Assicurazioni Generali 16
Auschwitz 94,103,140
avangart 37

abur cubur 61,77, 78, 85,116 Babama Mektup 57,143,144,278


acıkma 9, 78, 89,115 - 117,174 - 280, 284 - 286, 288
açlık cambazı 39 - 41,157, Balzac 121
194 - 204,211 Bartleby 105
açlık şampiyonu 39, 40, 192, Bayan Duke 67, 93
193,195 - 198, 200 - 213, 267 BDT 133
Adomo 30, 270 belletristik 37
afrodizyak 119,120,122, 229 Berezin 37
Agnes von Jesus 66 Bemhardesk 35
Ahmet Haşim 13,146,151 betonarme edebiyat 19
Alfred Döblin, 19 Bettina Galvani 105
Amerika (Birleşik Devletleri) Bewuptseinsstrom 18
72,106, 264, 271, 272, 276 Biedermeier 16
Amerika / Kayıp 147, 255, 263, Bir Açlık Şampiyonu 14, 39, 41,
271, 275 - 277, 31 105,134,147,168,169,191,192,
ana rahmi 87, 88, 97, 98, 109, 194,196, 212, 213, 255, 264, 267,
111,113,125,135 268, 276, 338
anal anorexia 96 Bir Köpeğin Araştırmaları 14, 41,
analismus 96 105,121,134,157,168, 169, 214,
androjen 54, 64, 67,96 - 99,139 218, 222, 228, 255, 256, 268, 276,
Andy Warhol, 37 338
anorexia nervosa 12, 56, 59 - Bir Köy Hekimi 53, 339, 340
64, 68, 69, 73 - 77, 80 - 83, 85, Boy George 54
91, 92, 99, 104, 105, 113 - 115, Buber 31
131 -135 bulimia nervosa 12, 47, 56, 59
anorexia athletica 54 - 62, 69, 76, 77, 80, 84, 85, 105,
anorexia hysterica 68, 69 112,113,115,132-135
Arbeit macht frei 28,103 Bulyon 121
Arthur Schnitzler 18 Büchner19
arzu 8, 9, 11, 22, 25, 26, 29, 38, bürokrasi/bürokratik 29,30,36,
41, 46, 47, 51, 52, 54, 56, 59, 61, 255, 276
65, 66, 71, 74, 80, 83, 86 - 89, 91, Byronesk 35
93 -100,105,109,111,113,120,
122 - 124, 138, 141, 157, 158, carpe diem 8, 47, 52, 263
190,192,199, 298, 308,340 carpe noctem 47

346
cenin 43, 88, 89, 94, 111, 112, Elli Kafka 25, 50, 143, 153, 289,
124,129 21,44,130,139, 261
cennetsi besin 121 empresyonizm/empresyonist
Ceza Sömürgesi 49 17,18,15
Charcot 70 Engin Gençtan 74, 76
Che Guavera 37 ensest 74, 96, 98, 99,190
conditio human 130,171 epistemik besin 14,113, 323
Corpus Christi 132 Erich Fromm 30
Cyrano de Bergerac 121 Emst Fischer, 33,148,149
ç Emst Weiss 300
Çalışmak özgürleştirir 28,103 Erwing Goffman 30
D estetizm 17
Dachau 103,140 et yemekleri 107,144,167, 307
Darwin 222 etyemez/etyemezlik 11, 12, 95,
Dava 152, 162, 163, 190, 255, 150,152,191
256,260, 262 - 264, 268, 276
David Bailey 194 fallus 94, 95,119,120
David Cronenberg 37 fast-food 61
Deliler Gemisi 71 Felice Bauer 10,12, 34, 38, 150,
disconnectus erectus 215, 217, 152, 155 - 158, 163, 166, 217,
221,222 278, 286 - 288, 300, 301, 307 -
doluluk 78,95,120,194 310,322
Dora Dyamant 53, 164, 285, Felix Guattari 29,148,150,155,
302,340 156
Dostoyevski 31 fetüs 111
Değişim 14, 39, 41, 48, 105, 134, Filistin 26, 298
162, 163, 167 - 175, 186, 190, fin de siecle 15, 16, 20, 23, 36,
191, 196, 204, 209, 212 - 214, 139 -141, 340
228, 255, 260 - 264, 279, 309, Flaubert 31, 328
310,329, 338 fleisch 125
Dracula 29,150 Fontane 31,105,134
E Franz VVerfel 147,150
E.T.A. Hoffmann 218, 219 Freud 10 - 13, 28, 29, 69, 70, 94,
Edvard Munch 26,140 129, 230, 278,338
Ego, 45,46, 72, 73,128, 268,337 Friederika von Treuchtlingen
Einverleibung 10,11, 28,131 64
ekspresyonizm/ekspresyonist Friedrich Engels 16
17,18,26, 113,15,337 fütürizm/fütürist 17,18,121
Elias Canetti 10, 44, 118, 148,
151,152,155, 214, 335 Gabbard, 75

347
gafil avlanma 257, 258, 261 -
263, 270 James Joyce 18,120
Genç Almanlar 16 Jean Paul 121
Gilles Deleuze 129, 148, 150, Jugendstil 17
155,156 Jungbom 50
Gnostik 52, 61, 65
Goethe 19, 26,31105,134, 302 Kafka Çağı 35,36 •
göksel besin 121 Kafkaesk 12 -15,30,31,34 - 36,
Grillparzer 31,134,189 38, 41, 43, 51,145,169,175, 228,
Guernica 140 336, 337, 339
Gull 63, 64, 68, 69 Kâmuran Şipal 10, 11, 41, 42,
gurme 40,126, 211 53, 57, 145, 174, 192, 195, 222,
Gustav Janouch 42, 57, 329 - 256, 260, 263, 271, 278, 280, 284,
331, 333 - 335 286, 290, 305, 307, 308, 311, 317,
Günter Grass 120 329
H Kari Marx 16
Hannah Arendt 30 kasap 156, 157, 191, 192, 196,
Hans Blüher 159 197, 212, 213, 223
hazmetme 60, 319, 324 Katherina von Siena 64, 65
Heinrich Hoffmann 105, 314 Kibritçi Kız 173
Heinrich Mann 19 Kierkegaard 31
Heinz Politzer 186,187 Kleist 134,148,149
Henry Miller 51 Knut Hamsun 105,134
Herbert Marcuse 19 köpek 14, 41, 60, 105, 109, 121,
Hermann Broch 19 134, 157, 163, 168, 169, 214 -
Hermann Hesse 19 222, 224 - 238, 240 - 242, 244 -
Hermann Kafka 10, 12, 23, 24, 253, 255, 256, 268, 276, 338
43, 57, 58, 98,139,142,147,148, Kristal Gece 26, 28,101
279, 283, 284 kusma 34, 47, 60, 61, 77, 78, 80,
Hitler 21 - 23, 27,101,103 83, 112, 142, 163, 217, 249, 328,
hipotalamus 9, 114, 115, 128, 334
132 Kürklü Kadm 261, 262
homo domesticus 33, 208
Hugo von Hofmannsthal 18, Lasegue 64, 68, 69, 77, 82
134 Lenin 23
1 libido 9, 45,109, 122,123
isabetle Caro 99 Louis Sebastian Mercier 121
İ Louise Lateua 66
İlahi Komedya 259
İnfemo 259

348
Oedipus 279
Macaristanlı Margarete / Ogre 31
Margarete von Ungam 62 Oğuz Atay 222, 224
Madeleine 121 oral anorexia 96
Marcel Proust 121 oralismus 96
Marilyn Monroe 37 Orson VVelles 37
Marinetti 121 oruç 8, 9, 12, 38, 39, 45, 61, 62,
Marksizm 22, 23 64, 66, 78, 96,104,120,128,150,
Marthe Robin 66 152, 157,193, 215, 337
mastürbasyon 262 Oskar Kokoschka 26,140
Max Brod 11, 25, 147, 158, 159, Oskar Pollak 303
161,164, 217, 236, 250, 255, 278, Ottla Kafka 25, 139, 143, 144,
285, 287, 288, 300, 307,313, 315, 153,166, 278, 283, 284, 289, 290,
322 293, 295, 311
Mehmet Öztürk 30, 35, 36
melankoli 26, 68 - 70, 74, 89, östrojen 94
139,140, 244
memento mori 47, 48, 62 panoptik 29,151
Merlatti 194 Patricia Bourcillier 64, 66 - 68,
metamorfoz 43, 44, 86, 97, 167, 96,98
170,179,196, 214, 218,228, 268 Pavlov 60,109
metastaz 53, 142, 164, 310, 315, penis 91, 95,125
316, 340 perhiz 8, 9,12, 38,45,61, 66, 78,
Michael Haneke 37 96, 114, 120, 128, 144, 145, 152,
Michael Jackson 54, 98, 99 167,168,192,193, 200, 301, 206,
Milena Jesenka Pollak 37, 51, 208, 210 - 212, 215 - 217, 220,
149, 278, 279, 288, 289, 295,303, 242 - 244, 249, 267, 268, 271,
305 307, 318, 327, 337
Moloch 31 Picasso 140
Pierre Janet 69
nefs 9, 41, 45,46,109, 268 Platon 218
nervous consumption 63, 68 pornografi 51,52
Nietzsche 19,31,48,49,134,220 psikanaliz 18,51,56, 70, 95,134
Novalis 119
Nursel Oral 60, 61, 63, 69, 70, Rainer Maria Rilke 18,19,134
76,77 regression 11
Richard Morton 63, 67, 68
obez/obezite 8, 9, 41, 61, 71, 79, Ritchie Robertson 48 - 52, 147,
106,107,112, 114, 271, 7, 36, 63, 148,159, 339
96,97,103 Robert Musil 19

349
Roger Garaudy 160, 162, 213, Valerie Valere 94,105,134
214 Valli Kafka 25, 143, 153, 166,
S 289
Sadık Hidayet 153,154,161 Vandal 23,119,130
Samuel Beckett 136 vejetaryenlik 10 - 12, 34, 38, 41,
Schopenhauer 31,189 52, 57, 107, 135 - 137, 144, 147,
sembolizm/sembolist 17,18,15 152,158,167, 286,-294, 299,300,
Setti 193 306,336
Simmond 69 Verdauung 319
Simone VVeil 91, 92, 94 Vemaschen 125
Spinoza 33 Veysel Atayman 38,188,196
Stalin 23 Virginia VVoolf 94 - 96,218,219
Stanley Milgram 30 Vladimir Nabokov 51,171,190
Stefan George 18 Vormârz 16
Stimer 19,31
Struwwelpeter 105 Yahudi 22 - 29, 31, 33, 49, 56,
Succi 194 91, 98, 101, 103, 135, 136, 138 -
ş 140,143, 279,298,326,333,337
Şato 152,255, 276 yansıtma davranışı 11
şizofreni/şizofrenik 56, 72, 79, yasa 160,225,229,233,234,247,
327,49 255, 257, 258 - 260, 262, 264 -
T 266, 268 - 270, 276
Tanpınar 146 yazı besini 14
Taşralı Adam 259, 264 - 266, Yeni Mutfak 121
268 - 270 yeni romantik 17
tatbilir 40,126 Ying Yang 123
testosteron 94,120,139 Yusuf Atılgan 230
Theodor Herzl 26
Therese Neumann 66 Zeitgeist 10,140
Thomas Bemhard 12, 35, 218
Thomas Mann 19,49
tinsel besin 14,139,184
transplantasyon 28,43
travma 112,138,146
tüberküloz 53, 63, 70, 136, 142,
163,164, 277, 286, 289, 291, 292,
298,301,314 - 316,322,328,339
V
vajinal anorexia 96
vajinismus 95,96

350

You might also like