Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 3

İran İzlenimleri

www.sde.org.tr /tr/authordetail/iran-izlenimleri/4477

İç ve dış politika alanlarında yazıp çizen birisi olarak İran’ı hep yakinen takip etmeye ve fırsat buldukça da İran tarihi,
siyaseti ve toplumu hakkında farklı kitaplar okumaya çalışırım. Bununla birlikte şimdiye kadara İran’ı ziyaret etmek
için pek fırsat çıkmadı; ya da çıksa da ben ilgilenmedim. Ancak bu kez bir yandan İran’ın Batı dünyası ile ilişkilerini
normalleştirdiği; diğer yandan ise bölgede S. Arabistan ve İran gerginliğinin tırmandığı bir konjonktürde kendimi
Tahran’da buluverdim. ORSAM öncülüğünde düzenlenen bir çalışma ziyareti kapsamında Türkiye’den bir grup
akademisyen ve düşünce kuruluşları temsilcileri ile birlikte görüşmeler yapmak üzere İran’a giden heyete katıldım.
İyi de oldu. Zira bir ülkeye gidip coğrafyasıyla, kültürüyle, insanlarıyla, cadde ve sokağıyla yakından tanımadan
yorum yapmak çok sağlıklı olmuyor. Saha bilgisi önemli. Bir ülkenin tüm sosyal ve siyasi kodlarını birkaç günde
çözmek mümkün değil elbette, ama yine de bu kritik dönemde bazı gözlemlerimi birkaç bölümlük yazı dizisi şeklinde
paylaşmak istiyorum.

Devrimin Başkenti Değişiyor

Öncelikle başkent Tahran devasa bir şehir. İmam Humeyni uluslararası Havaalanı ise bizim Ankara ve İstanbul
ölçütlerine göre oldukça küçük kalıyor. Sabaha karşı indiğimiz havaalanından şehre doğru giderken sağ tarafta dört
minareli ve oldukça ışıklı bir cami dikkat çekiyor. Sorduğumuzda burasının Humeyni’nin türbesi olduğunu
öğreniyoruz. Fakat Tahran şehir olarak o kadar ışıklı ve cazibeli görünmüyor. Diplomatik ve siyasi olarak son aylarda
Tahran ciddi bir şekilde hareketlenmiş olsa da, dış turizm henüz canlanmış değil. Cadde ve sokaklarda pek fazla
yabancı yok. İranlılar ise canlı, dinamik ve hareketli görünüyorlar; ancak şehre gri ve mat renkler hâkim. Dışarıdan
gelen birisi açısından insanlarının konuşma, jest, mimik ve hareketliliği dışında insanı cezbedici bir yönü yok. Etrafı
dağlarla çevrili bir şehir olduğu için hava kirliliği rekorları kırdığı söyleniyor.

Öte yandan “Tahran trafiği gibi” sözünün anlamını şehirde bir yerden bir yere ulaşmaya çalışırken daha iyi idrak
ediyorsunuz. Tahran’da Şiraz ve İsfahan’da olduğu gibi tarihsel miras da yok. Şehrin simgesi olarak sayılabilecek
olan 1970’lerde inşa edilen Azadi Meydanı’ndaki boyu 48 metreyi bulan anıt; modern kapitalist tüketim kültürüne
hitap eden 300 metre yüksekliğindeki Milad Tower ve yeni tamamlanan ve kullanılan peyzaj malzemeleri ve
ışıklandırmasıyla özellikle geceleyin görmeye değer Tabiat Köprüsü yer alıyor. Bir de Kaçar ve Pehlevi
hanedanlıklarının kültürel-siyasi mirasını yansıtan Saadabat Sarayını unutmamak gerekiyor.

Tahran’da dikkat çeken bir şey de trafikte, alışveriş merkezlerinde ve kafelerde kadınların aktif olarak hayatın içinde
yer alması. Bizdeki tesettür anlayışıyla onlarınki çok farklı. Kadınların saçlarını ön tarafı mutlaka açık. Türkiye’deki
insanların kafasındaki tepeden tırnağa siyahlara bürünmüş İran’lı kadın imgesi gerçeklikle pek örtüşmüyor. Evet,
siyah çarşaflı bayanlar da yok değil, ancak bunlar hâkim kadın grubunu oluşturmuyorlar. Özellikle Kuzey Tahran
bizdeki Ankara’nın Çankaya’sı gibi. Müstakil ve gösterişli malikâneleri, ara sokaklardaki üst-sınıfa hitap eden kafe ve
restoranları ile dikkat çekiyor. Ana caddelerde Batı’daki tüm markaların mağazalarını görmek mümkün. Türkiye’de
de birkaç marka görmek bizi memnun etti. Henüz belki Starbucks, McDonalds ve Burger King gibi ABD’nin simgesi
olan fast-food marklarına ait kafeler ve restoranlar açılmamış. Ancak nüfusun oldukça genç olduğu İran’da artan
tüketim kültürünün baskısıyla ambargoların kalkması sonrasında muhtemelen bunların açılması da gündeme
gelecektir. Zira sokaklarda dolaşan ve üniversite öğrencileriyle konuşan herkesin gençlikteki bastırılmış tüketim
açlığını fark etmemesi mümkün değil. “Muhafazakârlar nerede?” diye sorduğumuzda, onlar Güney Tahran’da
diyorlar. Devrimin ruhuna bağlı olanlar belki de daha çok fakir kesimler. Cuma namazına gelenler içinde üst düzey
askeri görevliler ile askeri öğrenciler dışındaki kalabalığın giyimine kuşamına baktığınız zaman bu iddialar daha
fazla anlam kazanıyor.

Derin Bir Rekabet Var

İran’daki temel siyasi ayrışmanın ise daha çok statükocular ile değişimi savunanlar arasında olduğu söyleniyor.
1/3
Siyasi elitlerle konuştuğunuzda “Bizde siyasi partiler yok, ama iki ana akım var; muhafazakârlar ve reformcular”
şeklinde cevap veriyorlar. Dini lider Hamaney birincilerin, Rafsancani ise ikincilerin temsilcisi olarak görünüyor.
Özellikle gençler İran’ın sınırlı ölçüde rekabete izin veren siyasi sistemi içinde değişimi ve dışa açılmayı savunan
reformcuları destekliyor. Ülkede alttan alta muhafazakârlar ve reformcular arasında derin bir rekabet ve gerilim
yaşanıyor. Önümüzdeki ay seçimler var ve bu tartışmalar artmış durumda. Ruhani’nin bu iki kesim arasında bir
tampon işlevi gördüğü söylenebilir. Ruhani ve Zarif ikilisi, diplomasi yoluyla ülkenin dış dünya ile ilişkilerini
normalleştirerek alttan gelen toplumsal basıncı azaltmaya çalışıyor. Bu arada kontrollü ve tedrici değişim yolu ile
rejimi muhafaza ettiklerini söyleyerek Hamaney gibi muhafazakârların onayını ve desteğini de alıyorlar. Arap
Baharı’nın bölgede estirdiği sert değişim dalgalarına karşı, rejimin sahipleri de bir anlamda devrimi ancak değişerek
koruyabileceklerinin farkında.

Kamuoyu yoklamaları İran’ın Batı dünyası ile ilişkilerini normalleştiren ve nükleer krizin aşılmasını sağlayan
antlaşmanın halkın çok büyük çoğunluğunca desteklendiğini gösteriyor. Geniş halk kitleleri ülkenin artık uluslararası
alanda normalleşmesini istiyor. Tam da bu nedenle İran’da sertlik yanlısı geleneğin temsilcisi olan dini lider
Hamaney ve güvenlik elitlerinin izlemeye çalıştığı Suriye, Irak ve Yemen gibi ülkelerde jeopolitik kazanımları
önceleyen dış politika anlayışı aslında tabanda çok anlamlı bulunmuyor. Özellikle gençlik hamasete dayalı
söylemlerden bıkmış durumda. Devrimi yaşamamış ve siyasi sosyalleşmesini 1990 sonrasında tamamlayan İran’ın
“baby-boom” jenerasyonu için önemli olan kendilerine sosyal ve ekonomik alanda daha iyi gelecek sağlayacak
fırsatlara odaklanılması. İdeolojik kavgaları savunanlar ise rejim odaklı düşünen Devrim Muhafızları ve onların
toplumdaki diğer uzantıları. Halkın çoğunluğu ambargonun kalkmasını ve ekonominin düzelmesini dört gözle
bekliyor.

Suudiler ile Kriz İstenmiyor

Tam da bu nedenle İran’ın S. Arabistan ile yaşadığı son kriz hem nükleer antlaşmayı savunan Cumhurbaşkanı
Ruhani ve Cevat Zarif gibi reformcu siyasiler, hem de muhalefet açısından çok desteklenmiyor. Tersine büyük bir
ümitle dünyaya açılmayı bekleyenler açısından bu kriz tam bir hayal kırıklığı yaratmış durumda. İngilizce yayınlanan
Tahran Times’ın başyazısında S. Arabistan büyükelçiliğine yapılan saldırılar açıktan kınanıyor ve bunu yapanların
Suud Kralı’nın tacını giymeyi hak ettiği ifade edilerek, ironik bir dille eleştiril iyor. Tahran Musalla camisinde Cuma
camazını kıldıran Ayetullah Kaşani de hutbesinde bunları yapanların İran’ın çıkarlarına zarar veren “ahmaklar”
olduğunu ifade ediyor. İmam, birkaç kez sözü idam edilen Şeyh Nimri’ye getirip Riyad’daki Kralı eleştiriyor. S.
Arabistan ve onun müttefikleri olarak nitelediği DAEŞ, El-Kaide ve Cundullah gibi grupları Irak ve Suriye’de
kendilerine karşı mücadele eden “Sufyan’ın orduları” olarak niteliyor. Cuma cemaati namaz sonrasında topluca
El-Nimri için dua ve onu idam edenler için beddua ediyor. Aslında İran’da ve özellikle Tahran’da Cuma namazı,
İslam rejiminin tabanını güçlendirmeye ve devrim bilincini ayakta tutmaya yönelik siyasi bir ritüele dönüştürülmüş
durumda. İmam, Cuma cemaatinden namaz sonrasında yapılacak olan protesto eylemine katılmalarını hassaten
rica ediyor. Gerçekten de Cuma sonrasında halk sokağa dökülüyor ve içinde S. Arabistan, ABD, İsrail ve İngiltere’nin
geçtiği lanet sloganları atarak Tahran caddelerine dağılıyor.

Şunu söylemek gerekir: İran, devrim sayesinde güçlü bir milli kimlik inşa etmiş durumda. Sokak süslemelerinde ve
alışveriş merkezlerindeki dükkânlarda Zerdüşt’e de yer verecek kadar tarihi Farisi kimliğini bugünlerde yeniden
hatırlamış durumdalar. Daha doğrusu İran’da devrim olsa da bizdeki gibi tarihle radikal bir kopuş olmamış; İslam
öncesi ve sonrası siyasi tarihe sahip çıkılıyor. Diğer bir deyişle, İranlılar tarihleriyle barışıklar. Bu anlamda 1979
devrimini öncelikle dini değil de milli bir devrim olarak niteleyen Oliver Roy gibi uzmanlar galiba haklı.

Makama Kim Oturur?

İran köklü bir medeniyet geçmişine sahip. Bu nedenle siyasi elitler ve halk 1979 devrimiyle gurur duysa da, İran’ın
küresel sistemden izole edilmesi onlarda hayal kırıklığı yaratmış durumda. Onlar da diğer uluslar gibi saygı görmek
ve dünyanın parçası olmak istiyor. Bu nedenle eskiden ‘büyük şeytan’ olarak gördükleri Amerika ile dost olabilme
fikrini çok çabuk satın almış durumdalar. Bu hızlı normalleşmeye, rejimin bekçileri ise şüpheyle bakıyor. Dış
dünyaya güvenmiyorlar. İran’ın Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan’a kadar uzanan bölgede güç kazanarak bir Şii Hilal’i
2/3
yaratma politikasını yürütenler öncelikli olarak bu güvenlikçi şahin kesimlerden oluşuyor. Mamafih siyasi elitleri
monolitik bir bütün olarak görmek de doğru değil. Bu bağlamda İran’ın önümüzdeki dönemde nereye d oğru
evirileceği iki şeye bağlı: Bunlardan ilki Şubat ayında yapılacak olan seçimler, ikincisi ise sağlığının çok iyi olmadığı
söylenen dini lider Hamaney’in makamına kimin oturacağı. Seçimlerde değişimi önceleyen kesimin kazanması ve
Rehberlik makamına Rafsancani gibi birinin oturması durumunda İran farklı bir geleceğe doğru yelken açabilir. Bu
yazı yazıldığı sırada gelen son dakika haberleri ise özellikle dini lideri seçecek olan uzmanlar heyetinde yer almak
için seçime katılmaya çalışan reformcu adayların %99’unun Koruyucular Konseyi tarafından veto edildiği yönünde.
Demek ki rejimin sahipleri alttan gelen değişim dalgasına karşı güvenlik tedbiri alıyor. Zaten Kerrubi ve Musevi gibi
reformcu liderler ev hapsinde tutuluyor.

Özetle, İran’da durum dışarıdan göründüğü kadar net değil. Halk İran’ın bölgede ve küresel sistemde günah keçisi
olarak görülmesini istemiyor. Bu nedenle S. Arabistan ile doğrudan bir çatışma olasılığına karşı rejimin önderleri
kullanılan dili yumuşatma arayışında. İran aynı hassasiyetini Suriye konusunda da göstermeli. Aksi halde bir yandan
Arap dünyasını tamamen karşısına alacak; diğer yandan çatışma ortamının derinleşmesi bölgeye tüm ağırlığı ile
abanan Rusya ve Batılı güçler için yeni fırsatlar yaratmaktan başka bir işe yaramayacak.

Bu yazı 23 Ocak 2016 tarihinde Star Açık Görüş'te yayınlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

» “Kötü Müttefik” Yeni Paradigma


» Erdoğan’ın Washington Ziyareti
» Bu İradeyi Korkuyla Sarsamazsınız
» Suud-İran Gerilimi Mezhebi mi Siyasi mi?
» Orta Doğu Yeniden Yapılanırken Ankara, Tahran ve Riyad İlişkileri
» 1 Kasım Seçimleri ve Orta Doğu için ‘Yeni Türkiye’ Modeli
» Mülteci Krizi Değil Vicdan Krizi
» Türkiye-ABD İşbirliğinin Sonuçları
» Restorasyon Değil, Siyasi Uzlaşı!
» Türkiye Seçimleri Dünya İçin Neden Önemli?
» Partilerin Aday Profilleri ve Seçim Stratejileri
» İslam’ın Küresel Ötekileştirilmesi ve Türkiye
» Paris Saldırısı: Avrupa’da Dual-Radikalleşme Tuzağı
» 2014’ten 2015’e Dünya ve Türkiye
» Obama Döneminin Sonu Mu?
» Teopolitikten Jeopolitiğe: IŞİD, Batı Müdahalesi ve Türkiye
» Üçüncü İntifada’ya Doğru
» IŞİD’in Arkasında Stratejik Bir Akıl İşliyor
» Boko Haram: Yeni Fitne Kazanı
» Ukrayna Krizi ve Türkiye’ye Yansımaları
1234

3/3

You might also like