Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 7

‫الر ِحيم‬ ِ ‫بِس ِم‬

َّ ‫اهلل الرَّمْح ِن‬ ْ


‫ب لِلّ ِه اَحْلَ ْم ُد‬
ِّ ‫ني َر‬ ِ
َ ‫الصالَةُ الْ َعالَم‬
َّ ‫السالَ ُم َو‬
َّ ‫لى َو‬َ ‫ع‬
َ ‫ا‬
َ ‫ن‬ ِ ِّ‫َأمْج عِني وصحبِ ِه وآلِِه حُم َّم ٍد سي‬
‫د‬ َ َ َ َْ ََ َ
Manevi fetih GÖNÜLLLERİN FETHİ (İstanbul'un Fethi 29 mayıs Cumartesi)
İstanbul’un fethi, bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılması olarak kabul edilecek kadar mühim bir
vakıadır.

Manevi temelini, Şeyh Edebali (k.s)’nin, zahiri yapı taşını Osman Gazi’nin attığı ve gelecekte
dünyanın dört bir tarafında İslam’ın hizmetkârlığına soyunacak olan Osmanlı İmparatorluğuna fetih ruhu
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den miras kalmıştır. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), önce insanların
gönüllerini, sonra da bağrında Beytullah’ı barındıran Mekke şehrini fethetti…

Savaşların, yıkımların, istilaların ve soykırımların gündemden düşmediği günümüz dünyasında, İslam


fethinin farkının ne olduğu iyi anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. Tarih sayfalarımızı dolduran olayların
muhasebesini yapabilmek için fetih ruhunu anlamak zorundayız. Ancak bu şekilde bunalımını yaşadığımız
kimlik sorunumuzu aşabilir, tarihimizle yeniden barışabiliriz.

Fethi nasıl anlamalıyız? Fetih, Allah’ın mülkünde Allah’ın adının yüceltilmesi (İlâ-yı Kelimetullah),
kalplerin ve ülkelerin Allah’ın rahmetine ve adaletine açılması davasıdır. Bu tarif aslında Hz. Peygamber’in
(sallallâhu aleyhi ve sellem) örnek hayatının ve vazifesinin bir yansımasıdır.

Gerçekte fetih ruhu müminlere Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) miras kalmıştır. O,
önce insanların gönüllerini fethetti sonra bağrında Beytullahı barındıran Mekke şehrini…

Her iki fetih de aynı amaç için yapılmıştı. İnsanın içinde ve Mekke şehrindeki Beytullah’ı, yani
Allah’ın evini Allah’tan gayrı olanlardan temizlemek. Böylece fethi manevi ve maddi diye ayırsak da,
amacın Allah için olması esastır.

Eğer fetih Allah için olmaz ise o mücadele Allah katında boş bir dava olmaktan öte gidemez. Buna
fetih de denemez. Bunun adı artık fetih değil, belki bir “nasiplenme” dir. Yani pay alma, işgal etme, üstün
olma ve sömürü davasıdır. İşte fethi diğer mücadelelerden ayıran temel fark da budur.

Fetih denilince hiç şüphesiz ilk akla gelen, Rabbimizin Habibine müjdesini vahiyle bildirdiği Mekke-i
Mükerreme’nin fethidir. Yani “Feth-i Mübin” dir. Bu fetih fetihlerin en büyüğü ve anlamlısıdır. Zira
Mekke-i Mükkereme görünürde bir yeryüzü parçası, hakikatte ise kainatın kalbi hükmündedir. Bu sebeple
bu şehrin fethinde zahiri ve batıni pek çok hikmetler ve dersler vardır.

Mekke-i Mükerreme, Beytullah’ı bağrında taşır. Beytullah ise Allahu Tealâ’nın vahdaniyetinin
simgesi ve kıblesidir. Allahu Tealâ, Kabe’ye yönelmeyi Allah’a yönelmekle bir tutmuştur. Bu sebeple
Kabe’nin putlardan temizlenmesi ve asıl kimliğine kavuşması gerekiyordu. Belki bütün yeryüzü fetholunup
yalnız Mekke-i Mükerreme kalsaydı, fetihler temsil ettikleri manaya eremeyecek ve tevhid yeryüzünde
ikame edilmiş olmayacaktı. Bu fetih, hakkın hakimiyeti ve batılın zevalinin de bir göstergesidir.

Mekke-i Mükerreme’nin fethi sonraki bütün fetihlerin anası olacak ve her fetih mesajını ve ruhunu
bu fetihten alacaktı. Tarih boyunca bütün aklı selim sahipleri, kan dökülmeden en büyük fethin nasıl
gerçekleştiğini idrak edecek, böylece en büyük Fatih olan Habib-i Kibriya (sallallâhu aleyhi ve sellem) ’nın nasıl
gönüllere hükmettiğini de anlayacaklardı.

Bu mukaddes fetih şu mesajı vermektedir: Fetihlerde asıl olan kalplerin fethidir. Ülkelerin fethi
ise bu asıl fethin tabii sonucudur.  Bu sebeple tarih boyunca fetihlerin kalıcı olduğunu, ancak zulüm
ifadesi olan işgallerin ise kısa ömürlü olduğunu görürüz. Çünkü işgaller, fıtrata aykırı olarak gönüllere
baskı uygularken, fetih ise insan fıtratını okşar.

Fethin çağrıştırdığı en önemli mana şudur: Yeryüzünün kalbi hükmündeki Kabe’nin putlardan
temizlenmesi insanlığın kurtuluşu için nasıl hayati bir önem taşıyorsa, beden ülkesinin merkezi olan insan
kalbinin de, her türlü putlardan ve masivadan temizlenmesi de aynı şekilde hayati önem taşımaktadır.
Mekke-i Mükerreme’de nasıl Kabe Beytullah ise kalbimiz de Beytullah’tır. Unutulmamalıdır ki
bedenimizdeki Beytullah’ın yıkılması Mekke-i Mükerreme’de bulunan Beytullah’ın yıkılmasından daha
büyük bir cürümdür. Çünkü Beytullah, Allah’ın evi olarak vasf edilmekle beraber insan eliyle inşa
edilmiştir. Oysa insan kalbi bizzat Rabbimizin yaratmasıyladır. Dolayısıyla yaratıcısına binaen kalbin
fethi daha hayati bir önem taşımaktadır. 1

Kalplerin Fethi

Bütün peygamberlerin temel görevi, kalpleri Allah’a çevirmektir. Bütün ilahi kitaplar, insanları
zulmetten nura, batıldan hakka, kötülükten hayra, hayvaniyetten insanlığa çıkarmak için gönderilmiştir.

 Dinin hedefi insandır. İnsandaki hedef nokta kalptir. Kalbin en mühim vazifesi iman ve sevgidir.
Sevginin sonu, teslimiyet ve taattır. Yakinen inanmayan kimsenin sevgisi yalan, teslimiyeti riya, taatı
taklittir.

Asıl mesele, harbi değil, kalbi kazanmaktır; kaleye değil, kalbe girmektir. İslam’ın istediği, kelle
değil, kalptir. Kalbini kazanamadığımız insan bizden değildir. Onun gülmesi, kızmasından daha tehlikelidir.

Allahu Tealâ’nın bütün cihad emirleri, kalbi fethetmek için verilmiştir. İlk fethedilecek yer kendi
kalbimizdir. İlk teslim alınacak kimse, kendi nefsimizdir. Kalbi gaflet ile ölü olan bir kimse, başkasına
hayat sebebi olamaz. Eşyaya köle, şehvetine esir olan bir nefis, gerçek hürriyetin tadını alamaz ve
başkasına tattıramaz.

Gerçek mü’minin bütün derdi Allah’ın rızasıdır. Biricik hedefi O’nun tanınmasıdır, tek beklentisi
O’nun sevilmesidir. Çünkü gerçek sevgiye ve övgüye sadece O layıktır. Kalbin huzuru ancak bu sevgi ile
mümkündür. İmansız paslı yürek, sinede yüktür; onun derdi dünyalardan büyüktür. Kalbin ilacı ilahi
sevgidir. İnsan ancak bu sevgi ile insandır. Bu sevginin kalplere ulaşması için ne yapılsa azdır.

İşte bütün Peygamberler, alimler, veliler, mücahidler, cömertler, şehitler hep bu uğurda mal ve can
vermişlerdir. Yani, Yüce Mevla’nın adını duyurmak, kalplere O’nu tanıtmak, sevdirmek ve insanları hiç
bitmeyen bir sevgiye erdirmek için çırpınmışlardır. Birilerini öldürmek için değil, diriltmek için hesap
yapmışlardır. İntikam için değil, ihya için yola çıkmışlardır. Çünkü, bu ümmetin Peygamberi Hz.
Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle yapmıştır ve böyle emretmiştir. Allahu Tealâ’nın muradı
budur. Şu örneği iyi düşünelim:

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) , Mekke’de iken Allah’ın adını duyurmak ve yüce daveti yaymak için
Tâif’e gitti. Sevgi ve merhametle halkı hak dine davet etti. Onlar iman etmedikleri gibi, edepsizce
karşılık verdiler. Şehrin ayak takımını ayarttılar; taşlı sopalı üzerine saldılar, saadetli ayaklarını
kanattılar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisini bir bağa zor attı. Cenab-ı Hak, Habibinin sabır ve
aşkını göstermek için, düşmanlarına imkan veriyordu. Cebrail (A.S.) manzaraya dayanamadı, imdada
yetişti. Yanında dağların meleği de vardı. Efendimize meleği gösterdi; “emir ver şu dağı bu edebsizlerin
üzerlerine kapatsın, hepsi helak olsunlar” dedi. Rahmet Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) , Yüce Rabbin
aşkına acısını unuttu, intikam hislerini yuttu ve “Hayır, hayatta kalsınlar. Bunlar bana böyle davrandı,
fakat ben bunların zürriyetlerinden ‘lâ ilâhe illallah’ diyecek bir neslin geleceğini ümid ediyorum”
buyurdu.

1
Hayat Dengemiz, Peygamber’den (s.a.v.) Bir Miras: Fetih Ruhu, S. Muhammed Saki Erol
Ölçü ve hedef budur. Eğer münkir ve mücrimlerin helak edilmesi istenseydi, Allahu Tealâ hiç
kimseye danışmadan bir anda hepsini helak eder, köklerini kazırdı. Mesele helak etmek değil, hayat
vermektir. Hedef, yok etmek değil, var oluşun manasını öğretmektir. Bunun için sabır, sevgi ve kontrol
gücü gerektir. Hz. Mevlâna’nın (k.s) Mesnevisinde zikrettiği şu olay da bunlardan birisiydi:

Menkıbe

Hudeybiye dönüşü, fitne yatağı Kurayza ve Nadiroğulları üzerine gidilmiş, birçokları esir edilmişti.
Görevliler esirleri bağlayıp Medine’ye doğru sürüyorlardı. Rahmet Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara
bakıp güldü ve “Ne tuhaf! Şunların ellerini bağlayıp zorla Cennet’e götürüyorlar; onlar ise gitmemek
için asılıyorlar?” buyurdu. Onun uzaktan tebessümünü gören esirler, durumlarıyla alay ediliyor
zannettiler. Kendi aralarında:

“Şu peygambere bakın. Onun alemlere rahmet olduğunu söylüyorlar. Geldi bizim kalemize
girdi, evlerimizi yıktı, ateşlerimizi söndürdü, ellerimizi bağladı. Bir de karşımıza geçmiş gülüyor”
dediler. Onların bu gizli konuşmalarını Cenab-ı Hak, Rasulüne bildirdi. Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem)
esirlerin yanına çıkıp:

“Ben sizi öldürmek için değil, kurtarmak için ordumu harakete geçirdim. Sizin kalenize değil,
kalplerinize girmek için geldim. Siz, inkar ve küfür içinde Cehennemin üzerine ev kurmuştunuz, ben
o evi yıkıp size Cennette köşk yapmak için uğraşıyorum. Ben sizin elinizi tutup Cennet’e çekiyorum,
siz elimden kurtulup ateşe gitmek için çırpınıyorsunuz. Sizin bu halinize gülüyorum.” buyurdu.

Allah’ın Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlığın önündeki durumunu ve onların kendisine karşı tutumunu
şu misalle anlatmıştır: “Benimle sizin durumunuz şu adamın haline benziyor. Adam ısınmak ve
aydınlanmak için bir ateş yaktı. Bu arada bazı hayvanlar ve kelebekler ateşe atlamaya başladılar.
Adam onları kovmaya çalışıyor, onlar da durmadan ateşe hücum ediyorlar. Aynen bunun gibi, ben
sizin eteklerinizden tutup Cehennem ateşinden kurtarmaya çalışıyorum; ateşten bu yana gelin,
ateşten bu yana gelin diye sesleniyorum. Siz ise, elimden kurtulup ona düşmek için
çırpınıyorsunuz.”2

İslam’a göre hiç bir şahıs veya ülkeye, para, toprak, petrol, bağ-bahçe, şehvet ve şöhret için cihad
ilan edilemez. Dinimizin istediği tek şey, Cenab-ı Hakk’ın kullara tanıtılması, kalplere sevdirilmesi ve dinin
her türlü şirkten temizlenerek sırf Allah için yaşanmasıdır. İşte ölçü:

Bir şahıs Allah Rasûlüne (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek: “Yâ Rasulallah! Bir adam ganimet için savaşıyor;
bir başkası adının duyulması için savaşıyor, bir diğeri yiğitliğini göstermek için savaşıyor, bir başkası
kavim ve kabilesini savunmak için savaşıyor, birisi de karşı tarafa kızdığı için savaşıyor, bunların hangisi
Allah yolundadır?” diye sordu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) : “Kim Allah’ın adını duyurmak ve dinini
yaymak için savaşırsa, o Allah yolundadır; diğerleri değil.” buyurdu.3, 4

Sevgili Peygamberimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) ; “Kostantiniyye mutlaka fethedilecektir. Onu


fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden ordu ne güzel ordudur” hadis-i şerifinden
işaret alan Müslümanlar, Ashab-ı Kiramdan itibaren İstanbul’u fethetmek istemişlerdir. İstanbul’un
manevi Sultanı Ebu Eyyûb el-Ensarî hazretleri de bu gaye uğruna şehid olan mücahitlerden biridir. İbn-i
Ömer, İbn-i Abbas, İbn-i Zübeyr ve daha niceleri bu orduda yer almıştı. Ancak, Efendimizin (sallallâhü aleyhi
ve sellem) müjdelediği bu şeref Osmanlı’nın genç padişahı Sultan Fatih’e nasip olmuştur.

Fatih Sultan Mehmet Han, On üç yaşında ilk taht tecrübesi edinmiş, on altı yaşında II. Kosova
zaferinde mücahid bir şehzade ve cephe komutanı. On dokuz yaşında genç bir padişah. Yirmi bir yaşında
“Fatih” unvanını kazanmış, tarihçilerin “Sultanül Guzâti vel Mücahidin” (Gazilerin ve Mücahidlerin

2
Buhari, Müslim
3
Buhari, Müslim, Ebû Davud
4
Semerkand Dergisi, Kalplerin Fethi, Muhammed Emin Gül, Mayıs 1999
Sultanı) ve “Hakanü’l Berreyn ve’l Bahreyn” (Karaların ve Denizlerin Hakanı) diye andığı II. Mehmed,
matematik, felsefe ve mühendislikte alim. Balistik, mekanik ve dinamik dallarında kâşif. Devlet
yönetiminde “Kanunname” sahibi. Edebiyatta “Avnî” müstear ismiyle şair... Arapça, Farsça, Yunanca,
Latince, Sırpça, İtalyanca, İbranice dilleri ile Uygur-Çağatay lehçelerini bilen, mütefekkir, devlet adamı
ve kumandan. Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarı.

30 Mart 1432’de Edirne’de dünyaya geldi. Daha çocukluğundan itibaren emin ellerde talim ve
terbiyesine itina gösterilerek yetiştirildi. Hocaları arasında devrin meşhur âlimlerinden Molla Güranî,
Akşemseddin, Molla Hayreddin gibi isimlerin yanında, yabancılardan Ankonalı Griaco ve Giovanni Maria
bulunuyordu.

Büyük dedesi Osman Gazi’nin kulağına söylenen “İstanbul’u aç, gülzar yap” sözleri ona da
söylenmişti. Gözü, Doğu Roma’nın son kalıntısı ve başkenti “Konstantiniyye”de idi. Bu şehir çocukluğundan
beri rüyalarına giriyordu. Kulaklarında yankılanan “Konstaniyye elbette fetholunacaktır. Onu
fetheden, ne güzel kumandan ve o asker ne güzel askerdir” hadis-i şerifinde geçen “güzel kumandan”
muştusuna erişmek için yanıp tutuşuyordu. Peygamber övgüsüne mazhar olmaktan yüce daha ne olabilirdi?
Bu sevda onda adeta aşka dönüşmüştü.

Devrin Mürşid-i Kâmili Akşmseddin (k.s) hazretlerinin bir numaralı müridi, madde ve manada fatih
olmaya aday. Tahta oturduğunda hemen yanı başında Çandarlızade Halil Paşa ile İshak, Sarıca, Zağanos,
Şehabeddin Paşalar gibi engin devlet tecrübesine sahip gazi devlet erkânı bulunuyordu.

Fetih için hazırlıklar başladı. Bu hazırlık içinde çağı aşan çalışmalar vardı. Metalurji alanında o güne
kadar görülmeyen imalat ile yeni toplar dökülmeye, roketler ve havan topları icad edilmeye başladı.

Diğer taraftan 1452’de dedesi Yıldırım Bayezid Han’ın yaptırdığı Güzelce (Anadolu) Hisarı’nın
karşısına, Boğazın Rumeli yakasında “Boğazkesen (Rumeli) Hisarının temellerini attı.

Hisarın planı, “Muhammed” isminin karaya atılmış bir imzası şeklinde çizilmişti. Planları, mimar
Muslihiddin tarafından çizilen bu kalenin inşaatına Padişah ve vezirler bizzat nezaret etmişti.

Hisarın yapılmasından rahatsız olan Bizans İmparatoru Konstantin Dragazes, Sultan’a elçi
göndererek, inşaattan vazgeçilmesini isteyince Sultan Mehmed’in cevabı şöyle oldu:

“İmparatorunuz Macarlar’la birleşip de babamın Rumeli’ye geçmesini engelledikleri zaman ne kadar


güç bir durumda kaldığımızı unuttunuz mu? Kadırgalarınız Boğaz’ı kapadı. Babam Sultan Murad,
Cenevizliler’den yardım istemek mecburiyetinde bırakıldı. Ben o zamanlar henüz pek genç olarak
Edirne’de idim. Müslümanlar da, o zamanlar dehşetten titriyorlardı. Siz, onların musibetlerine karşı
hakaretlerde bulunuyordunuz. Babam, Rumeli yakasında bir hisar yapmaya, daha Varna Savaşı’nda and
içmişti. O andı şimdi ben yerine getiriyorum. Kendi topraklarım üzerinde gönlümün istediği şeyi yapmama
karşı gelmek için elinizde ne hak, ne de güç vardır. İki yaka da benimdir. Anadolu sahili benimdir, çünkü
siz savunmasını bilmiyorsunuz. Gidiniz, efendinize söyleyiniz ki, şimdiki Osmanlı Padişahı kendinden
öncekilere hiç benzemez. Şimdi benim iktidarımın eriştiği yerlere, İmparatorunuzun hayalleri bile
yetişemez.”

Kuşatma planı bizzat Sultan tarafından çizilip, uygulamaya konulmuştu. Şehrin haritasını eline alan
Fatih, topların ve kuşatma araçlarının nerelere konulacağını, nerelerden lağım açılarak, yerin altından
şehre hücum edileceğini, hendeklerin nerelerine merdiven dayanacağını, kara ve deniz birliklerinin
yerlerini bizzat tespit edip, harekatı başlattı.

Maddi hazırlıkları bu şekilde tamamladıktan sonra, sıra manâ Sultanı Mürşidi’nin kapısını çalmaya
geldi. Bizansı tir tir titreten Sultan Mehmed, Akşemseddin’in huzurunda edep tutuyordu. Ak Şemseddin
Hazretleri, Kâmil bir insandı. Müridini, Padişah olmasına bakmadan terbiye sisteminde bir gevşeme, bir
iltimas, bir hatır-gönüle yer vermeyecek kıvamda yetiştirmişti. Mürid de o mürid idi ki, hükümdar olması,
mürşidin varlığında tecelli eden Rabbanî işaretleri fani bir kul olarak kabullenmesine engel değildi. Tarihe
“çadır gecesi” olarak geçen o vuslat gecesinde Ak Şemseddin, müridini olması gereken makamlara
ulaştırmış, gönlünü aşk iksiriyle yıkamış, kalbini ateşlemiş ve “Cihada var!. Ben de seninle bileyim…”
diyerek gazâ meydanına salmıştı.

Medine’nin İstanbul’daki misafiri Hz. Peygamber (A.S.)’ın ev sahibi Eyyüb el-Ensari’nin (R.A.) kabri
şerifinin yeri tespit edilerek, Konstantiniyye’nin İstanbul olması için son hazırlık da tamamlanmıştı. 5

İstanbul’un muhasarası şiddetle devam ediyor, kanlar dökülüyor, henüz zafer nişanesi
görülemiyordu. Bu sırada kurulan Divan-ı Hümayun’da Bizanslılara hariçten yardım gelmekte olduğu da
söyleniyordu. Kuşatmanın anlaşma sonucu barışla sona ereceğini düşünenler de olmuştur. Fakat bu
kuşatmada âlimlerden ve evliyaullahtan olduğuna inanılan yetmiş kadar zat vardı. Akşemseddin, Sivaslı
Kara Şemseddin, Emir Buhari, Molla Fenari, Molla Gürani, Ensar Dede, Hatipzade, Molla Hace Hayreddin,
Molla Siraceddin, Mehmed Çelebi gibi yüksek simalar bunlar arasındadır.

Bu mübarek zatlar, İstanbul’un Müslümanlar tarafından mutlaka fethedileceğini, İstanbul’un


fetholunacağına dair hadis-i şerife dayanarak söylüyor, bu şerefe Fatih Sultan Mehmed’in erişmesini
diliyorlardı. Hatta Akşemseddin Hazretleri Kur’an’daki “beldetün tayyibetün” 6 ifadesinin bu fethe tarih
düşeceğini haber veriyordu. (Kur’an’daki “beldetün tayyibetün“ ifadesi, İstanbul’un fethine tarih düşüp
ebced hesabıyla hicri 857 yılını göstermektedir.)

İstanbul’un fethine yakın gökyüzünde parlak semavi bir alametin yükseldiği görülmüştü. Bu hayırlı
bir işaret sayılmış, ertesi gün denizden ve karadan tertibat alınmıştı. Büyük hücum 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a
bağlayan gecenin saat biriyle ikisi veya ikisiyle üçü arasında başlamıştır. Padişah kalkıp iki rekât namaz
kılmış, sonrada kılıcını kuşanarak atına binmiş ve bütün devlet erkânı ve ümerasıyla birlikte hücum
mevkiindeki yerini almıştır. Mehter seslerine tekbir nidalarının karıştığı, topların gümbür gümbür
gürlediği sırada sancak-ı şerif de herkesin görebileceği bir noktaya dikilmişti.

İstanbul’un surları en çok Edirnekapı’yla Topkapı arasındaki eski adıyla Likus, bugünkü adıyla
Bayrampaşa deresinden şiddetli hücuma maruz kalmıştı. İmparator da bütün devlet erkânıyla birlikte
Topkapı surları üzerinden savaşa katılıyordu. Bir süre sonra Konstantin Dragazes, aldığı yaraların
tesiriyle düşecek, Topkapı tarafından ve daha kuzeydeki gediklerden girmeyi başaran Osmanlı
kuvvetlerinin önünden adeta birbirini çiğneyerek kaçanların ayakları altında son nefesini verecektir.

Bu sıralarda, ilk kez, Ulubatlı Hasan adlı kahraman Türk neferi surların üstüne kadar çıkmayı
başarmıştır. Ne yazık ki düşman tarafından atılan bir büyük taşın isabetiyle aşağıya yuvarlanmış, yaralı
vücuduyla tekrar sura tırmanmak isterken kaleden atılan başka taşın kendisine çarpmasıyla şehid
olmuştur. Artık İstanbul’un fethi an meselesidir.

Bizanslılar malik oldukları pek kuvvetli surlar sayesinde kendi varlıklarını öteden beri müdafaa ve
muhafaza ede gelmişlerdi. Şimdi ise Müslüman Türk kahramanları Bizans’ın bu surlarını tahrip etmiş,
buralarda büyük gedikler açmışlardı. Nihayet bu kahramanlar açılan bu gediklerden şehre hücum edip
“ALLAH!, ALLAH!” ulvi sedasıyla İstanbul’un ufuklarını fütühat nurları içinde bıraktılar. Artık bu büyük
zafer bayramını binlerce iman ehli tebrik edip kutluyor, binlerce muvahhidin lisanından tekbir ve LA
İLAHE İLLALLAH sesleri semalara yükseliyordu.

Doğrusu Şanlı Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) İstanbul’un Müslümanlar tarafından böyle tekbir
ve tehlil (la ilahe illallah) sedalarıyla bir gün mutlaka fethedileceğini apaçık bir mucize olmak üzere şu
hadis-i şerifle haber vermişti: “Hak Teâlâ hazretleri mümin kullarına Roma’nın merkezi olan
İstanbul’un tekbir ve tesbih ile fethini nasip buyurmadıkça kıyamet kopmayacaktır.” 7

5
Semerkand Dergisi, Fatih ve Fetih, Muzaffer Taşyürek, Mayıs 1999
6
Sebe 34/15
7
El-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, Deylemi, Firdevsü’l Ahbar
İşte bu peygamber müjdesi bugün gerçekleşmişti. İslam ordusunun her askeri lisanını tesbih ve
tekbir ile süslüyor, bu ulvi kelimelerin sedası göklere kadar yükseliyor, bütün kalplere incelik, ferahlık,
hayret ve vakar veriyordu.

Hatta İstanbul’un bu muhasarası esnasında şehirde bulunan Sakızlı Piskopos Leonardo yazdığı bir
tarih kitabında şöyle demiştir: ”Eğer siz de bizim gibi ‘la ilahe illallah Muhammedü’n-Resulullah’ diyen
Fatih ordusunun sedalarını duysaydınız, diliniz tutulur, kalırdı.”

Evet, bu ulvi tesbih ve tekbir sedaları, ruhlara boyun eğdiriyor, muhalif kuvvetleri hayrete, felce
uğratıyor, tevhid ehlinin karşısında direnilemeyeceğini kalplere duyuruyordu. Artık şehirde Müslüman
Türk bayrakları dalgalanıyordu. İslam hâkimiyeti yerleşmeye başlamıştı.

53 gün süren kuşatma, 28 Mayıs 1453’te fetihle neticelendi.

Müslümanların bu fethe muvaffak olmaları bir Salı gününe rastladığı için Rumlar’ca Salı günü
uğursuz sayılmaktadır. Müslümanlıkta ise hiçbir güne uğursuzluk yakıştırılamaz. 8

29 Mayıs günü Topkapı’dan merasimle şehre giren 21 yaşındaki Fatih’in yüzünde “ne güzel
kumandan” övgüsüne mazhar olmanın mutluluğu vardı. Ayasofya’ya yönelen Sultan Mehmed, bu büyük
mabede doluşmuş ve akibetlerini bekleyen ahaliye ve patrike:

“Ayağa kalk, ben Sultan Mehmed; sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden
itibaren artık hayatınız ve hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayın” dedi. Sonra ordusunun
kumandanlarına dönerek askerin halka hiç bir fenalık yapmamalarını emretmelerini ve herhangi birisi bu
emre itaat etmezse ölümle cezalandırılacağını bildirdi.

Bu esnada Akşemseddin Hazretleri askere doğru dönerek: “Ey gaziler bilin ki cümleniz hakkında
ahir zaman peygamberi, ol serveri kainat ‘Ne güzel askerdir onlar’ buyurmuştur. İnşaallah cümlemiz
mağfuruz. Fakat gazâ malını israf etmeyip, İstanbul içinde hayır ve hasenata sarf ve padişahınıza itaat
ve muhabbet ediniz.” dedi. Sonra da padişahın başına iki çatal ablak sorgucu takmış ve “Padişahım, bütün
Âl-i Osman’ın âb-ı rûyu oldun. Hemen mücahid-i fi sebilillah ol!” diyerek gülbank-ı Muhammedî çekmiştir.

İki çatal sorguç ile Şark ve Garb’a, aynı zamanda madde ve manaya işaret etmiş olduğu anlaşılan
mürşidin, her fırsatta teyid ettiği “fi sebilillah mücahid” olmak fikrini böyle bir zevk ve sürur anında bile
tekrar etmesi, prensiplerinin asli kıymetlerle ne derece aynîleşmiş olduğunu gösteriyordu.

Fatih, şehrin binalarının kendisine ait olduğunu ilan ettirerek, tahribatın önüne geçti. Verdiği bir
emirle Ayasofya’ya minber ve mahfil yapılarak Cuma namazına yetiştirilmesini istedi. Ayasofya’da ilk
cuma namazı 1 Haziran 1453’te kılındı. Mücahid gaziler büyük bir manevi coşku ile fethin sembolu
Ayasofya’yı doldurmuşlardı. Akşemseddin Hazretleri, Sultan Mehmed’in koltuğuna girip, hürmetle
minbere çıkardı. Fatih, elinde seyf-i Muhammedî ile yüksek ve heybetli bir sesle “Elhamdülillah,
Elhamdülillah” diye hutbe iradına başladığında, Ayasofya’yı dolduran mücahid gazilerde acayip haller
zuhur edip, neşe, zevk ve cezbe içinde gözlerden yaşlar dökülmeye başladı.

Hutbeden sonra minberden inen Fatih, Akşemseddin Hazretlerini imamete geçirerek, İstanbul’un
manevi fatihi arkasında İslam mücahidleriyle birlikte saf tuttu.

İstanbul’un fethi, başlangıçta Avrupa’da büyük bir korku uyandırdı. Osmanlılar’ın bütün Avrupa’yı
istila edeceğinden korkan Hıristiyan aleminde siyasetten sanata; günlük yaşantıdan toplum hayatına
kadar, cemiyetin ve ferdin sorgulaması yapıldı. Rönesans ve Reform hareketleri ile Avrupa’nın siyasi ve
kültürel coğrafyasında büyük değişiklikler görüldü. Bu sebeple İstanbul’un fethi, batılılar nazarında bir
çağın kapanıp, yeni bir çağın başlangıcı sayılır.

8
İstanbul ve Fatih, Ömer Nasuh Bilmen
Papalık yeni haçlı seferleri peşine düştü. Fatih Avrupa haçlı birliği bozmak için Ortodoksların
ruhani liderini Patrik’e yeni bir statü tanıyarak, İstanbul’u bir dünya başkenti haline getirmek için yeni
stratejiler geliştirdi. Pây-i taht, Edirne’den İstanbul’a taşındı. Fatih, harab olmuş, ahalisi boşalmış şehri
“İslambol” yapmak için yeni imar ve iskan politikaları uyguladı. Bir taraftan Rumeli ve Anadolu’dan beş bin
ailenin İstanbul’a naklini sağlarken, diğer taraftan fetih sonrası şehirden kaçan Rum ve Yahudileri geri
çağırarak onlara ekonomik haklar verdi.

İstanbul’a, kendi adıyla anılan Fatih Camii ve Semaniye medreselerini kurdurarak, devrin alim ve
fazıl kişileriyle ilim ve irfan meclisleri oluşturdu. İlmi tartışmalar başlatarak kendisi de “ulema sarığı” ile
bu toplantılara katıldı.

İslami bilgilerin yanı sıra, Hıristiyan kültürünü de öğrenmek isteyen Fatih, Patrik’ten bu konuda bir
risale isteyince onun bu davranışı, Avrupa’da şaşkınlık ve hayranlıkla karşılandı. Papa, Fatih’e bir mektup
yazarak “Hıristiyan olursanız, bütün Hıristiyan dünyası ve İtalya senin malındır” deme gafletine düştü.
Fatih bu küstah mektuba cevap yerine, Gedik Ahmed Paşa’yı İtalya’nın fethine memur ederek, kendisi de
gizlice İtalya seferine hazırlandı. Ama ömrü vefa etmedi.

Fatih’in 30 yıl süren hükümdarlığı 3 Mayıs 1481’de sona erdiğinde İslam dünyasında büyük bir elem
ve acı, Hıristiyan aleminde bayram vardı. Avrupa kiliseleri çanlarını şükür ayinleri için çalarak La Grande
Aguila e Morta! (Büyük Kartal öldü) diye bayram ettiler.

Hıristiyan tarihçisi Trabzonlu Georgios’un onun hakkındaki hükmü şöyleydi:

“II. Mehmed, şüphesiz Kirus’tan, Büyük İskender’den ve Sezar’dan büyüktür. Hatta bir kelimeyle
söylemek lazım gelirse, gelmiş geçmiş bütün hükümdarların üstündedir.” 9

Evet, bütün fetihler insanlara İslam nimetinin ulaştırılması projesidir. Kalpleri fethedenlerin ise iki
önemli vasfı vardır:

* İçi ve dışıyla istikamet üzere hareket etmek.


* İnsanlardan hiç bir karşılık beklemeden davetini yürütmek.

Bu vasfa sahip olanlar, insanları sadece Allah için severler. Onlara sırf Allah için kızarlar.
Sevgilerine ve hizmetlerine karşılık verilmedi diye üzülmezler. Onlar, cömert kimselerdir. Hak için
kendilerini kurban etmişlerdir.

Büyük fetihlerin işaret ettiği diğer bir önemli mana da şudur:

Fetihler kâmil rehberlerin eliyle nefsini terbiye ve tezkiye edebilmiş vasıflı müminlerin
gayretleriyle gerçekleşebilir geçmişte ve günümüzde olduğu gibi. Nefs terbiyelerini tamamlayamayanlar
ne gönülleri fethedebilir ne de ülkeleri... 10

Allah Teâlâ, Sadatların dua ve bereketiyle kalplerin fethi hususunda büyüklerin hizmetinden
ayırmasın inşallah. Âmin.

9
Semerkand Dergisi, Fatih ve fetih, Muzaffer Taşyürek, Mayıs 1999
10
Semerkand Dergisi, Kalplerin Fethi, Muhammed Emin Gül, Mayıs 1999

You might also like