Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 199

RUDA

TASAWUF

2.
BASKI
kutuphaneci - eskikitaplarim.com
GERÇEK YAYINEVI
100 SORUDA Dizisi : 14

Birinci Baskı :
Ekim 1969

ikinci Baskı :
Ocak 1985

Kapak : Salt Maden


Kapak Baskısı : Reyo Ofset

Dizgi ve Baskı :
Gül Matbaası
ABDÜ LBAKıi G Ö LPI NARLI

100 SORUDA TASAVVUF

Cağaloı)lu Yokuşu, Saadet iş Hanı. Kat 4


Istonbul
ÖNSÖZ

Aşağı yukarı hacmı muayyen bir kitaba, «100 soruda tosavvufııu,


tasavvufun kaynaklarını, ilk mümessillerin!, tasavvufun bünyeleş­
mesinl, akımını, iktidarı temsil edenlere karşı durumunu, sufilerin
tasavvuf anlayışlarına karşı, gene içlerinden fışkıran reaksiyonu, bu
reaksiyonun sonuçlarını sığıştırmanın, tasavvufun esas umdelerinl.
tasavvufu etkisi altında bırakan inançları, bugünedek gelişini ve bu­
günkü durumunu incelemenin, eleştirmenin ne kadar zor oldu(lunu,
tasavvufla ilgilenenlerin takdir edeceklerinden eminim. Gerçekten de
böyle bir kitaba ve bu kitabı tamamlayacak olan «Mezhepler ve ta·
rikatler tarihi» ne lüzum vardı. Bu lüzumu duymuyor değildim; fakat
başka işlerle uğraşmam, böyle bir eseri yazmaya vakit bırakmıyor·
du, fırsat vermiyordu bana.
«Gerçek Yayınevi». bu vakti bulmaya, bu fırsatı elde etmeye
zorladı beni. Okuyanlar, göreceklerdir ki hükümlerim, tamamlyle ta·
rafsızdır ve mesnetlidir. Ne tasavvuf dinin esasıdır dedim, ne de
dinde böyle bir zevk yoktur dedim.
Konu ağırdır; anlatılması güçtür. Kitabın ilk kısımlan, belki
okuyucuyu yoracaktır, hattô belki de bezdirecektir. Fakat elinden
atmamasını, sonadek okumasını dileyeceğim. Dini tarihi yoğuran,
şiirimizin klôsik ve halk bölümlerini ağdalaştıran, hattô insônileş.;
tiren, yüzyıllar boyunca toplumumuzu· etkisi altında bırakan, müsbet
ve menfi rolleriyle akımlar yaratan bir inançlar tümünü bilmemek,
dünü anlamamaktır. Kitabımız, bilhassa gene kuşaklara, dünden
bir perde acıyor; görülmesi, bilinmesi, anlaşılması gerçekten de ge­
rekli bir safhayı gözlerinin önüne seriyor. Şunu kesinlikle bilmek ge­
rektir ki bizim en büyük noksanımız, ileri geçinenlerimizin, dünü bil·
memeleri, düne bağlı olanlarımızın da bugünün görüşüyle dünü eleş·
tirmemeleridir. Kitabımızda da birkaç kere buna dokunduk; dünü
bilmeyen, bugünü anlayamaz; bugünü anlamayan, yarını göremez,

5
yarını inşa edemez; hattô dünden geıen hamlelerin nedenlerlnJ bile
düşünemez.
Hayat akıyor; tarih yürüyor; sebepler sonuçlarını meydana ge­
tiriyor; sonuçlar, sonuçlara sebep oluyor. Bu akışın kaynağını, bu
yürüyüşün seyrini. bu sebeplerin nedenlerini, bu sonuçların, toplum
hayatımızdaki etkilerini mutlaka bilmemiz gerek. Gönül isterdi ki, ül­
kemizde, Osmanoğullarının Hk devirlerinden bugünedek tasavvufun
seyrini de izleyelim; fakat tasavvufun esasını anlatmamıza engel ola·
cağından bunu. ikinci kitabımıza aktarmayı daha uygun bulduk.
Okuyucu, okudukça bu küçük kitabın önemini anlayacak, sona
dciğru. elinden bırakmayacak, bitince de sanırız ki dünün. en önemli
bir problemine dair fikir yürütecek. söz söyleyecek duruma gelecektir.
Kaynaklarımız, ana kaynaklardır; fakat bu kitap. yalnız okır
nanlardaiı edinilen bilgilere dayanmıyor; yaşanılan bir yaşantının
hikôye8idir de. Yazar, bütün bu inançları duymuş. görmüş. böyle bir
Çevrede büyümüş, ihtiyarlamıştır. Arapçada. <eserlerimiz. bizi an­
latırlar; bizden sonra eserlerimize bakın» meôlinde bir beyit vardır;
atasözü �eğerliliğinde olan bu sozle, önsözümüze son veriyor, tarih
yapraklarını birer birer açmaya başlıyoruz.

Abdülbôkl GÔLPINARLI

6
1. BÖLÜM

TASAWUF, SÜFİ, MUTASAWIF SÖZÜ N E­


REDEN GELİYOR? - SOFiLERİN TASAVVUF
TARİFLERİ, İ LK SÜFI VE İ LK TEKKE

Soru 1 : Tasavvuf ne demektir; bu söz Ku r'an'da


var mı dır; Peygamber buyruklarında ge·
çer mi?

K ur'an-ı Keri m ' de tasavvuf, sOfi g i b i h i ç b i r söz g eç..


mez. Hz. Peygamber' i n , «Al lahla oturup kalkmak isteyen,
sof g iyenlerle d üşüp ka l ksın» mealinde bir hadisi olduğu­
nu sOfiler söylerlers e de bu söz, uydurma hadislerdendir
(SüyOti: ol-La'ôli'l-masnOa fi'l-Ahôdis'l-mevzOa, il, M ı s ı r,
Edebiyye Mat. 1317, s. 142) ; sof giymek hakkındaki ha­
disler d e uydurma d ı r (ayn ı s. 142 - 143) .
Tasavvuf ehli de bu sözün Arapça b i r kökten ü rediği
rivayetlerini anlattı kta n sonra bütü n bunlara rağmen b u
rivayetlerin, ü reti m k u ra l larına uyma d ı ğ ı n ı söylemek zo­
runda kalm ışlard ı r.
B u rivayetleri şöylece s ı ra la ya b i l i riz:
1. Tasavvuf mesleğ i n i seçenler, mesleklerine men­
s u p olanların sof, ya n i yü n elbise g iyd i k l erinden sOfi, tut­
tukları yola tasavvuf denmiştir.
i l . Hz. Peygambe r zama n ı nda, m escid i n sofasında
yatıp kalka n yoksul sahôbeye, sofa ehli anlamına «As­
h ô b-ı Suffm> denirdi. S ufiler, bunlar g i b i yokluğu, yoksul­
l u ğ u ben i msedi klerinden bunlara n isbetle kendilerine sıl­
fi, yol larına tasavvuf adı verilmiştir.

7
111. Okun nişanda n sapması, adamın bir yana eğil·
mesi a n l amlarına gelen suvüftan gelmiştir. Tasavvuf ehli
d e d ünya d a n yüz çevirdiklerinden bu adla a n ı l mışlar, mes­
leklerine d e tasavvuf denmiştir.
ıv. Bu söz, «saf» tan gelmed ir. Kendi leri n i Tanrıya
adaya n la r. mônen, ümmetin i l k safında b u l u ndu klarından
süfi adı n ı a lmışlar, meslekleri d e «tasavvuf» d iye a n ı l-

mıştır.
V. Bunlar, safô'ya, yan i kalp temizliğine, i hlôsa sa­
hip olduklarında n kendilerin e süfi, mesleklerine tasavvuf
denir.
vı. Tertemiz anlamına safavi sözü, konuşmada dile
ağır geldiğinden süfi'ye çevrilmiştir.
Vll. K ırda , çölde biter süfône denen bir bitki vardır.
Bunlar da iyi şeyler yemedikleri nden, riyôzata devam et­
tiklerinden, çok zaman azıksız olarak çöllere g ittikleri,
otlarla geçind iklerinden bu bitkiye nisbetle s üfi ad ını a l­
mışlard ı r.
Vlll. Côhiliyye devrinde, yani, Hz. Peyga mber'den
önce Mudar boyundan Süfa oğull arı, kendilerin i Kô'be
hizmetin e vakfetmişlerdi. H a c törenini bunlar idare eder­
lerdi. Sufiler de kendileri n i Tanrı h izmetine verdiklerin­
den bu boya nisbet edilere k süfi adiyle a n ılmaya başla­
m ışlar, yollarına da tasavvuf denmiştir (Kuşeyri: Ar­
Risôlet'ül-Kuşeyriyye fi ilm'it-Tasavvuf, Bula k-1284, s.
164; Et' Taarruf l i Mezhebi Ehl'it-Tasavvuf, Mısır-1933,
s. 5; Avôrif'ul-Maôrif, İhyô hôşiyesinde, c. 1, s. 233; Ne­
fehat tercemesi, ist. 1289, s . 82 ve deva m ı ) .
Tasavvuf e h l i bütün bun ları a nlatmakla beraber, hiç
Dirinin üremesi, Arapça kura l lara uymad ığ ı için «tasav­
vuf» sözünün, bu yola b i r ad olarak verild i ğ i n i , kendile­
rine de «süfü dendiğini söylemek zoru nda kalmışlardır
(Kuşeyri, s. 165) . Ancak Nasrôbôdi (ölm. 366 H icri. 976)
tasavvufa a it yazdığı «Al-Luma' fi 't-Tasavvuf» adlı de­
ğ erli eserinde, sof giydi klerinden süfi d iye a n ıldıklarına
dair olan rivayeti terci h eder g örünmekte (Leiden - 1914,
s. 21, N icholson ·bas ımı) ve süfi adını n , sonradan uydu-

8
rulmuş bir ad olmayıp hicri 1 1 O Recebinde (728) vefat
eden Hasan-ı Bısri'nin, sOti diye a n ı l· d ığını ve ondan,
«tavaf ederken bir s Oti gördüm, ona bir şey verdim, kabul
etmedi..» d iye bir olayın rivayet edildiğini, Süfyôn-ı Sev­
ri'ni n d e (161 H. 777 ) , ben EbO-Hôşim-i Sufi'yi görme­
seydim, riyônın i ncel i kleri n i bilemezdim dediğini, Yesôr­
oğlu İshak' ı n oğlu Muhammed'den ve başkalarından, Cô­
hiliyye devrinde, uzak bir yerden , bir sOfi'nin Mekke'ye
gelip Kô'be'yi tavaf ettiğ i hakkında rivayetler na klolu n­
duğunu bildirmekte ve «bunlar doğruysa» kayd ı n ı d a ko­
yup b u adın, İslômdan önce de temiz ve üstün kişilere ve­
rilen bir ad old uğunu bildirmektedi r (s. 23). Fakat b u
rivayetler, kendinin d e , «doğruysa» diye bildirdiği g i b i
kesinleşememekte, başka ve gerçekçi kaynaklarda b u ­
l unmamaktadır. B u yüzden biz, tasavvuf ve sOfi sözleri
ha· k kında ş u kanaatte bu l und uğumuzu bel irtme k zorun­
dayız:
I X. «Tasavvuf» sözü, Yunanca «Sofos» sözünden
Arapçaya uydurulmuş, «Sufi» sözü de tasavvuf sözünden
meyd a n a gelmiştir; netekim sonradan i lô hi ve dini bir fel­
sefe hüviyetini arzeden «Kelômıı da, Yunanca « Logos»
sözün ü n tercemesinden başka bir şey değildir (Ferit Ka m:
Vahdet-i VücOd, ümmet. Mat. Amire -1 331, s. 76, Şem­
seddin Sami: Kaamüs-ı Türki, tasavvuf ve suti madde­
leri).

S oru 2 : Sufiler, «ta savvuf»u ve uSlifi»yi n asıl a n ­


latıyorlar?

Sufilerin, tasavvuf ve sOfi tarifleri, bu mesleğin


inançlarına göredir. Onlar kitaba, yan i Kur'ôn'c;:ı ve sün­
n ete, yani Hz. Peyga m ber'in sözlerine, yaptıklarına, ya­
p ı l ı rken g örüp nıenetmediklerine uya n ları üç kısma ayı­
rırlar:
1. Hadise uya n l a r, i l . Fıkıh, ya ni din hukuku b i l­
g i nleri, i l i. Sufiler (Al-Luma', s. 5 - 7) . Sufiler, on larca,

9
kendi d ilekleriyle, yoklu ğ u varlığa değişenler, hal ktan
o yrılmayı, yalnızlığı seçen l er, a ç l ı ğ ı tok luktan, azı çok­
tan üstün g örüp yüce l iğ i ve yücelik hevesini b ı ra ka n l a r,
m evkiden vaz geçenler, halkı esirgeyen, k ü çüğe, büyüğe,
g ön ü l a lca k l ı ğ iyle muamele eden, ihtiyaci olanlara varını
veren, Allôh'a dayanan, nefis d ilek lerin i yen en. iyi huy­
larla h uylanan, varl ı klarını ezeli varlr·kta, sonradan var
olanı, ya n i kendilerin i ve d ün yayı, kadim, yani evveline
bir evvel b u l u n mayan Ta n rı'da yok eden , vermeyi, ihsan
etmeyi verende, ihsan sahibinde, istemeyi, istenende
yok eden kişilerdir (ayni, s. 1 1 - 15) .
O n larca bilgi ikid ir:
a ) Zôhir bil g isi,
b) Bôtı n bilgisi.
« Görmediler mi ki g erçekten d e Allah, rômetti size
ne varsa göklerde ve ne varsa yeryüzünd e ve g örünen ve
giz l i olan n imetlerin i size yayd ı » meô l indeki ô yette
(XXX I , 20) . görünen nimetleri, zôhir bil g isi. gorun me­
yen leri bôtın bilgisi olara k te'vil ederler. « E m in o l maya,
yahut korkuya ait bir haber duysa l a r, hemen yaya rlar.
Oysa ki, Peygamber'e ve içlerinden emre salôhiyeti olan­
lara boş vursa lard ı bu haberi arayı p d uyara k yayan l a r,
el bette on l a rd a n gerçeğini öğrenirlerdi . » (iV, 83) ôye­
. .

tindeki « em re sa l ôhiyeti olanla r» da, onla rca gene bôtın


bilgil e rine sahip ola n lard ı r. Ayni zamanda bôt ı n bilgisiy­
le, gön ü l e ait ih lôs, temizlik g ibi vasıflar, zôhir bilgisiyle
de şeriat emirleri, iba detler ve m uamelôt kastedil mekte­
d ir (ayni, s. 23 - 24) .
Ta n ı n m ı ş sOfilerin baz ı larının tasavvuf v e sOfi hak­
kındaki tarif ve tavsif lerini d e burada bildirelim:
EbO-Türôb'un-Na hşebi (245 H . 859 ) : Süfiy! hiç bir
şey bulandı rmaz; fakat her şey, onunla duru l u r.
EbO-Hafs'u l-Ha·ddôd (264 H. 877) : Tasavv uf edepten
iba rettir; her va : k te a it bir edep, her hale a it bir edep, her
makama a it bir edep vard ı r. Kim, içinde bulunduğu vak­
tin edeplerine riayet ederse erler derecesin e varır; edebi

10
yitirense, yaklaşma k istese de uzaklaşır: kabul edilmeyi
d i l ese d e redded i l mişti r.
Seh l i b n i A bd u l l ô h ' ıt-Tüsteri ( 283 H. 896) : Sufi, ka­
nın ı dökülmüş g ören, m a l ın ı mübo h bilen kişid i r.
Ebü 'l-H useyn-i N u ri (295 H . 907) : Tasavvuf, n efse
ait bütün istekleri , zevkleri b ı ra kmaktır.
Amr ibni Usmôn'ul- Mekkl (296 H . 908) : Tasavvuf,
k u l u n , her vakitte, o va kte en uyg u n ve gerekli şeyle uğ­
raşmasıd ı r.
C ü neyd-i Bağdôdl (297 H . 909) : Tasavvuf, varl ı ğ ı n­
.

dan ölmen, Ta nrı ile d i ri l mend i r.


Tasavvuf iyi huydur; iyi huyların n e kada r çoğa l ı rsa
tasavvufta o kadar i l erlemiş olursu n .
son y e r yüzüne benzer; o n a h e r kötü şey atıl ı r; fa kat
onda n ancak g üzel ve temiz şeyler biter; üstünde iyi de
gezer, kötü de. Bulut g ibidir sOfi; her yere, her şeye g öl­
g e salar ; yağ m u r g i b id i r; herkesi su lar. Sufiyi, d ışı be­
zenm iş g örd ü n m ü , bil k i içi harap o l m uştu r.
Tasavvuf, g örünürd e b i r bağ l a bağ l ı olmad ı ğ ı n hal­
de A l l a h la bul unmand ı r.
Tasavvuf, yüce top l u md a , yüce 'kişiden, yüce b i r z a ­
ma nda z u h u r eden y ü c e huyla rd ı r.
Ruveym (303 H . 9 1 5 ) : Kendini, A l l a h ı n d iled i ğ i şeye
kap ı p koyuvermend i r.
S ü m n O n (Cüneyd 'l e çağdaş) : Tasavvuf, bir şeye sa­
h i p o l ma mandır. B i r şeyin de seni, kend ine kul etmeme­
sidir.
Şa ' bl (334 H . 946) : Sufi, ha l kta n ayr ı l mıştır, Ha k'­
la bera berd i r.
EbO-Sôid 'ül-A'rôbl (341 H . 952 ) : Tasavvuf, bütün
ol maz şeyleri, boş işleri b ı ra kmaktı r.
Nasrôbôdi (366 H . 976) : Tasavvufun asli, kitaba ve
s ü n nete uyma k, nefsi n dile klerinden v e sonradan meydana
gelen, d ine aykırı olan şeylerden vaz geçmek, b üyükleri
saymak, halkın özü rleri n i ka bul etmek, duaya, senôya ko­
y u l ma k, yapı lması nda suç görü l meyen şeyleri kend ince
te'v i l l eri bırakmaktır.

11
Ebu-Said Ebü'l-Ha yr (440 H. 1 049): Yedi yüz şeyh,
tasavvufun, insa n ı n va ktin i en gerekli şeyle g eçirmesidir
kan ôati n d e bi rleşmiştir (Kuşeyri: s. 164, 165, Ma'süm­
Alişô h : Ta rô ı k'ul-Ha kaayı.k, Muhammed Ca 'fer MahcOb
tashih iyle, c . 1, Tehran - 1 339 Şemsi hicri, s. 99 - 1 09).
G örü ldüğ ü g i bi bütün bu tarifler, tavsif ma hiyetin�
dedir. Burada, Sufilere, bir kısmı gezip dolaştı ğ ı , inancını
yaymaya çalıştı ğ ı , yer yurt edinmed i ğ i için garipler ve
s eyya hlar a n la m ı na «Gurebô, Seyyôhin» , az yemeyi ôdet
edindikleri, çok zaman a ç bulundu kları için açlar, açlığı
ka bul e d en l er a n lamına «Cü'iyye » , mala - m ü l ke sahip
o l mayı hoş g örmed i klerinden yoksul l a r a n l a m ı n a «Fu ka­
ırô» , çöl l e rde, mağara lard a yaşad ıkları , ev bark sahibi ol­
madıkları için mağara ehli a n l a m ı na «Şüküftiyye» g ibi
adlar d a veri l d i ğ i n i kayded e l i m (Avôrif' ü l -maôrif, I , s.
231 - 232, Et-Taarruf li Mezhebi E h l'it-Tasavvuf, s. 6
Tarô ık, s. 1 09).

Soru 3 : ikinci soruya verdiğiniz cevapta bir te'vil


sözü geçti, bu ne demektir?

Te'vil yormak, yorum a n lamına gelen Arapça bir


sözd ür. Meselô rüyada ba l , yahut süt, yahut da duman
g örmek, inançla, müslüma n l ı kla, yasla yoru l u r. Fa kat her
yorucu, rüyayı ken d i ne g öre, yahut g öre n i n h a l i n e uygun
olara k yora r. Yoru mda bir usul ve esas b u l u na maz. Kur'­
ôn-ı Kerim'cie, «Öyle bir Ta n rı d ı r ki sana kitabı i n dirdi.
Onun bi r kısmı, rnônası a çık ôyetlerd i r ve bunlar, kitabın
temel i d i r. Öbür kısmıysa çeşitli a n l a m la ra benzerlik gös­
terir ôyetlerd i r. Yüreklerinde eğrilik olanlar, fitne ç ı ka r­
m a k ve onları yorma k i ç i n a n lamları açık olmay(]n ôyet­
lere uyarlar. Oysa ki onların yoru munu a n cak Alla h bilir.
Bilg ide şüpheleri olmayacak ka.d ar kuvvetl i olanlarsa der­
'
ler ki: Biz inandık ona; hepsi c!e rabbi m izdendir; bunu
aklı tam ola n la rda n başkaları düşün m ez » meôlinde bir
ôyet vard ı r (111, 7). Anla m ı acık olan ôyetlere, h ü kümleri

12
kesi n a n l a m ına « M u h kem» , çeşitl i a nlamlara gelen l e re
«M üteşôbih» d en i r. Söz g e l imi, yirm i dokuz s ürenin baş­
ları nda k i harfler, ya h ut XX. sürenin, « Rahman arşa hô­
k i m ve m utasarrıf old u» anlamına gelen 5 . ayeti gibi a yet­
l e r m üteşa bihtir. Bunların a n lamları n ı a n ca k Hz. Res ü l-i
ekrem ve ya k ı n ları b i l ir; biz, onların tefsirlerine uyo bi­
l i riz; kendimiz, bunlara mana veremeyiz; çünkü Hz. Pey­
gam ber, « Kur'ôn hakkında, bilgisiz b i r söz söyleyen, ateş­
te yeri n i hazırlasın» ve « K ur'ôn'a dair re'yiyle söz söyle­
yen, doğru söylese bile hata eder» ( Ca m i 'us-Sag ıyr, M ıs ı r-
1321, i l , s. 1 62), «Kim K u r'an-ı , kendi re'yiyle tefsk eder­
s e a teşte yerin i hazırla s ı n » buyurmuştur ( M u navi: Kü­
n Oz'ü l-Hakaa ı k, Cô mi'us-Sagıyr hôşiyesi n d e, il. s. 175)�
Tefs i rd e bir usul vard ı r. Ayetin neden indiği, h ük­
m ü n ü n kesin olup o l mad ı ğ ı a raştı rı l ı r; fıkha da i r bir h ü k ­
m ü i htiva ed ip etmediği b u l u n u r ; o h u susta ki hadislere
baş vuru l u r. Hadiste d e vürüd sebebi, yani neden ve n e
vakit söylendiği a ra n ı r; ona g öre tefsi r ve şerh e d i l i r.
Süfilerse, yukarıdaki ôyeti bile başka türl ü · okurlar, d u ­
r a k yerini değiştirirler; «onların yoru m u n u ancak A l l a h
ve b i l g i d e şüpheleri o lmayacak kadar kuvvetli olanlar bi­
l i n> tarz ı na dökerler. Her biri de, kendinde bu g ücün b u ­
l u n d u ğ u na inan ı r, ya h ut h a l k ı i n a n d ı rır. Meselô, XVl l l.
sürede Ashab-ı Kehf'in ( Mağara dostları), pu Uara tap­
mamak için bir mağaraya çekildikleri, orada uykuya dal­
d ı kları, gören l erin uya n ı k sanaca kları b u kişileri, Allahın
sağa sola çevi rd iğ i , köpek l erinin de ön ayaklarını yere
uzatara k yatıp uyud uğu an latı lmaktadı r. (9- 23). Sufi­
l er, b u n u , va r l ı ğ ı ndan geçmiş, kutl u l u k ôlemine va rmış,
kendi lerini Allah'ın tasarrufuna terketmi ş kişiler, köpeği
d e nefisleri olara k yorumlarlar (Te'vilôt-ı A bd ürrazzaa k-ı
Kôşani, c. 1, s. 391 - 401 ).

S oru 4 : Bu te'vilde bir metodları var mıdır, bir esa­


sa daya nı rlar mı?

Hiç bir metoclları yoktur; hiç bir esasa d aya n maz -

13
l or. Her sCıti, bir şeyi, . b i r başka türlü yoru mlar. Hattô
onlar, uydurma hadisleri bile, hadis bilginleri rivayete
day·a nırlar, biz, Hz. RasCı l'ün mübarek ağzından duyduk
g ibi şaş ı lacak bir hükümle hadi,s olara k ka bul etmekten
çeki n m ez l er. Gazô li'nin (505 H. 1 1 1 1 ) , tasavvufa dair
«İhyôu U I Cı m 'id-din » adlı kitabı yalan hadislerle dolud u r.
Bu yorum, İslôma çok büyük zara rlar vermiştir.

Soru 5 : Tasa vvuftan bahsederken hep meslek cfi.


yorsunuz; tasavvuf bilgisi diye b ir bilgi yok
mudur?

Bir şeye bilgi demek icin konus u, gayesi, metodu ol­


ması gerekir. Sufiler, tasavvufu n çeşitli tarifle rinden de
a n laşılacağı gibi bunu, hale, ahlô·ka ait bir mes l ek olarak
g österiyorlar. Tasavvufa hal bilgisi, öbür bilgilere kaal
bilgisi, ya n i söz bilgisi d iyorlar. Hatta içlerinde okuma�
yı, bil meyi, insana varl ı k , ben l i k verdiği için kötü g ören­
leri b i l e var. Meselô A bd 'ü l-Kaadir Giylô ni'ye (56 1 H.
1 1 66 ) , ya hut Muııyi'd-din ibni Arabiye (638 H. 1 240}
atfed i l en «Risôle-i Gavsiyye»de, « Bilgi sôhibinin, bilgi­
siyle ba n a yol u yoktur; a n ca k bilgisini b ı raktıktan sonra
yol bula bilin> s özünü o kuyoruz (Seyyid M u htar' ı n şerhi ;
i lhô môt-ı K a a diri yy e; Prof. Hasan Reşat bası m ı ; Bom­
bay - 1 356 H. 1 938, s. 65) . Bu bakı mdan, tasavvufa i l i m
desek bile, onlar gibi a n cnk hôl ilmi diyeb i l i riz.
Tasavvufun konusu, n efsi ıslôh etmek, kötü huylar­
dan ve varl ı kta n g eçmek, Tanrı'ya u laşmak, onun va rlı­
ğ ıyle va r o l mQktır. Tasavvufu 1 ) Al lah'ı b i l m ek, 2) Al­
lah'ın odla rı n ı , sıfatla rı n ı , işlerini bilip a n lamak, 3) Nef­
si ve köt ü l ü klerini idmk etmek, 4) Vesveseleri d ü nya d ü ­
zenlerini a n layıp onlardan vaz geçmek gi bi d ört esasa da­
yandıra nlar do var ( EbCı-N uaym Ah med b. Abdullôh-ı
l sfa hôni: H ilyet'ü l-Evl iyô; Kahire-Soôd e M :::ıt . 1 35 1 - 1 357,
1 932 - 1 938; c. X, s. 20 ve deva m ı ) .
Tasavvufta, . bilgid en zi yade duyuş; g ö r ü ş v e oluş

14
esasları vard ı r. B u n u Hacı Boyrôm-ı Veli (833 H. 1 429-
1 430), bir şi irinde pek g üzel a n latm ıştı r:
Bayram özünü bildi
Bileni anda buldı
Bulan ol kendü oldı
Sen Beni bil sen seni
(A. Gölpınarlı: Melômilik ve Melômiler;
ist. Üniv. Türkiyat Enst. yayın. 1931 , s. 36)

B u yüzdendi r ki s Ofiler, bu yola girenleri, «sOfi, mu­


tosawıf, mustasvı h d iye üçe ayırıyorlar. SOfi, maksada
e ren, varl ı kta n geçen kişid i r. Mutasavvıf, kend isini s Ofi
s oya n , fakat g erçekte o m ertebeye varamamış b u l u n a n
kişidir. M ustasvıf, onla rı ta klit eden , fakat gerçekte on­
larda n olmaya nd ı r. ( Aliyy b. Osmôn-ı Gazn evi: Keşf'ül­
MahcOb, Lôhur - 1 923, s. 22 - 23) . Cômi d e (898 H . 1 492-
1 493) , «Nefahôt' ü l-Üns»te, sOfi i l e m utasavvıfı birbirin­
den ayı r ı r ( Lômi'i tere. s . 1 4- 1 5) . Bundan dolayıdır ki
Ruveym, «tasavvuf, ca n ı n ı bağışlamal<tır; bunu yapa ma­
d ı nsa süfilerin h ezeya nla riyle, sayık l a malarıyla hiç uğ­
raşma» demiştir (ayn ı , s. 1 48) .
B i r hol bilgisi, da ha doğrusu oluş yolu olarak kabul
edebileceğimiz tasavvufun metodu, tahsil ile değil, halle
maksada ulaşmaktı r diyebil'ir iz. Sufiler, bunun için d e
olgun birisine u y u p o n u n yolu nda yürümekten boşka bir
çare olmad ı ğ ın ı söyl em işlerd ir.

Soru 6 : Tasavvuf sözü hangi devirde o�aya çık·


mıştır?

Tasavvuf s öz ü , önce de söylediğimiz gibi sOfi denen


kişi l erin mesleklerine verilmiş bir a dd ı r. Bilhassa 481
hicric.�e vefat eden ve Şeyh'ul-İslôm ( 1 088) diye a n ı l a n
EbO�ismfül Abd u l lôh-ı H erevi'nin 41 2'de ( 1 021 -1 022) ve-.
fôt eden Ebü-Abdü rra hmôn-ı-Sülemi'n i n kitapla rı ndan
ve za manınadek tasavvufa dair yazılmış eserlerden
·

15
fayda lanarak yazı lan Nefa hôt'ta , i l k olara k 161 'de (777)
ölen Süfyô n-ı Sevri ile çağdaş EbQ-Hôşim-i KQfi'ye sufi
dendiği v e i l k tekken i n , bir H ristiya n beyi tarafından
Şam'a bağ l ı Remle'de ku rulduğu bild i ri lmektedi r (terce..
me, s. 86) .
Bu tekken in kuruluşu hakkında da şöyle bir rivayet
va r:
Hristiyan beyi ava çı kmış. Yolda i ki kişi n i n birbi ri­
ne rastlayıp elele tutuşarak koçuştuğunu, oturup yanla­
rmda ne va rsa ortaya koyduklarını, yiyip içtikten, kon u ­
ş u p g örüştü kten sonra ayrı ldı klarını g örmüş. B u h a l pek
hoşuna g itmiş. Orada ka l a n ı çağırıp, giden adamı, evvel­
ce ta n ıy ı p ta n ımad ı ğ ı n ı sormuş. Ta n ı mad ı ğ ı n ı a n layınca
peki d emiş, neden birbirinize sarıldınız, otu ru p yemek ye­
d iniz, konuştunuz? Ada m , nereli oldu ğ u n u b i l e bilmem,
takat bizim yo lumuz bud u r deyince, sizin buluşup toplan­
d ı ğ ı n ı z yerler var m ı d iye sormuş. Olmad ı ğ ı n ı a n layı nca
size ben bir yer yapayım da o rada buluşun demiş, ve Rem­
le'de onlara bir yer yaptı rmış (aynı sa hife).
Bu rivayete g öre s Qfi ve tasavvuf sözleri, hi creti n
ikinci yüzy ı l ı nda (Vlll) meydana çı km ışt ı r.

16
il. BÔLÜM

TEKKE, DERVİŞ, TARİKAT DER E CELERi -


ZAH İ T LİK - TASAVVUFUN KAYNAKLARI -
K UR'AN VE HADİSE VE ŞERİATA NAZARAN
TASAVVUF VE SÜFİLER

Soru 7 Tekke diye bir söz söylediniz, bu ne de­


mektir?

Asl ı tekye olan ve Farsçada daya n ma k, daya n ı l a n yer


a n l a m larına gelen bu söz, tekyegô h d iye de kulla n ı l ı r. Der­
viş denen tasavvuf ehlinin toplandıkları, zi kretUk leri,
kend ilerince teka rrü r etm iş töreyi yerine g etirdikleri ya­
pı ve m ü ştemilôtı n a denir. Tü rkçede «tekke» diye ku l la­
n ı l ı r. Hatta. «derviş d ervişi tekkede, hacı hacıyı Mekke'de
b u l un> diye bir ata sözü de vard ı r. Tekkeye, gene Farsça
olan ve huzur, büyü klerin tapısı, kapı yanı anlam ına g e­
len « dergôh» d a d e n i r. Tarlkatin , ya ni tasavvuf yolların­
dan birinin mensuplarına mahsus olan ve o tartkatin bü­
yü klerinden birinin şeyh olduğu, ya hut büyük biri n i n
yattığı tekkeye «hônkaah» d erler; bu söz de Farsça d ı r.
B i r de gelip gecen dervişleri n . birkaç g ü n konuk edil ece k­
l eri ·küçük tekkeler vard ır ki bunlara da «zôviye» a d ı ve­
rilm iştir. Bu söz, bucak a n la m ı nad ı r v e Arapçadı r.

Soru 8 � Derviş ne demektir?

Fa rsça b i r sözdü r; yoksu l a n l a m ı n a gelir. Tasavvuf


ehli, var l ı kta n g eçmeyi şiôr edindik lerinden bu adla anı-

17 F.2
lırlar; hattô bu Farsça sözden, gene Farsça kura l ı nca
«dervişôn» tarz ında çoğ u l yapıldığı gibi Arapça kura l ı na
göre «derôvişe, Derôviş» d iye de çoğ u l yap ı l ı r. Derviş ye­
rine, irade ve i htiyarını şeyhe vermiş kişi anlamına
« m ü rid» sözü de kulla n ı l ı r. Dervişlerin m a nevi yolculuk­
ta önderliğini yapa n, terbiyelerine, te kkenin d isiplinine
bakan ve bu mertebev::ı erişmiş olan kişiye de ulu, büyük,
d ilek ve istek anlamlarına gelen «şeyh» ve « m u rôd» de­
n ir. B u sözlerin ikisi d e Arapçad ır. Ası l tarikati kurana
ise Farsça ihtiyar, koca ve büyük anlam ına « pir» derler.
Bir tarikatten teferruat bakım ı ndan biraz ayrı bir şube
kuran olursa ona da ikinci pir anlamına «pir-i sôni» der.,
l er.

Soru 9 : Tarikat sözünü biraz açıklar mısınız?

Tarikat, Tarıyk, Arapçad ı r ve yol a n la m ı na gelir.


Önce de söyled iğimiz g i bi sCıfilere göre d i n i n bir d ış yüzü,
bir d e i ç yüzü vardır. Dış yüzü, I Cıgat bakım ından, ı rma­
ğın s u içil ecek yeri anlamına gelen «şeriat» tır. Terim ola­
ra k din ve şeriat, semavi emirlerin tü m ü d ü r ki bunlar da,
i nançlar, i badetler ve d ü nyaya ait işler olara k ü ç kısma
ayrı l ır. Bunla rdan birini bile inkôr etmek, küfürdür. Dinin
iç yüzü ise, bilişin, görüşün ve oluşun gerçe kleşmesi dir;
buna « h nkıykat» denir. Şeriatta n hakıykate manevi bir
yolla g i d i l i r. B u gidişe « S ü l u k » ; yani manevi yolcu l u k ,
manevi yolcuya d a «sôlik» derler. Tarikatler p e k çoktur;
bunla rı ayrı bir kitapta a n lataca ğ ı m ız için burada şu ka ­
dar söyleyelim:
Her tarlkatte, mü ride, bu manevi yolcu l u kta önder­
l i k eden şeyhe, doğru yola götü ren , i rşat eden anlamına
« m ü rşid» denir. M ü rşide bey'at edip tarikate g i ren kişi de
sôlik sayı l ı r. Şeyh, sülCıkünü bitirmiş kişid ir; «ha life»
denen bi risinden, bu mertebeye e rd iğ i ne dair icôzet al­
m ıştı r; ya n i d iplomalıd ı r. B u bakımda n , he men her tari­
katte aşağıdan yu karıya şu derece ler vard ı r :

18
a) Mürid, sô lik,
b) Şeyh,
c) Halife,
ç) Pir.
Baz ı tartkatlerde, m ü ridle şeyh a ra sında « na kıyb» de­
nen ve ôdeta şeyh vekili olan biri d e b u l u n u r ki bunun va­
z ifesi , zikir tören i n i idare etmek, m ü ri d lere rehberlik ey­
l emektir. Bu, fütüvvetten geçmed ir ki ileride bahsede­
ceğ iz.
M evlônô Celôleddin (672 H. 1 273) , « Mesnevi» sinin
V. cildinin önsözünde der ıki:
"Şeriat muma benzer; yol g österir; ele m u m a l m adan
yol a l ı n maz. Yoldan geldin mi, b u gidişin, bu yürüyüşü n ,
tarlkattir. Ulaştı n m ı , g ideceğin yere vard ın, makoodı n a
erişti n m i , bu da hakıykattir. B u n u n i ç i n d emişlerd i r k i :
G erçekler meydana ç ı ktı m ı yollar biter. Netekim bakır
altın olur, yahut a sl ı nda a ltındır do ona ki mya bilgisi ne,
bakırı a ltın yapmak ilm ine, kend i sini kimyaya sürmeye
i htiyaç yoktur ( *) . Kimya şerlattir; ki mya ile a ltın ol­
mak ta rıkattir, hani varı laca k yere ulaştı ktan sonra
kılôvuz a ra mak, abes bir iştir; fa kat u laşmadan kı lövuzu
bırakm a k da kötüd ü r demişlerd i r ya. Hösı l ı şeriat, us­
tadan , yahut kitapta n kimya öğrenmektir; tarikat, ilôç­
ları k u l lanma,k, bakırı ki mya i l e ovmaktır; hakıykatse
b a k ı r ı n a ltın olması d ı r. K imya bilenler, biz bu bilgiyi bi­
l iyoruz diye sevinirler. K imyayı kullana nlar, yapa n l a r,
böy l e bir iş yapmadayız d iye sevinç içinded irler. Fa kat
h a k ıy kati bulanlar, biz a ltın ol duk, kimya bilgisinden de
kurtuldu k , ki mya yapma ktan da d iye sevi n medelerdi r. Biz
Allah'ın, azat ed ilmiş kullarıyız derler; « her bölük, ken­
d i sinde bu lunana razı olup g itmişti r. » ( Kur'cm; XXX,
32) yahut d a şeriat, tıp bilgisini öğrenmeye benzer; tari-

{*) Kimya, bakır, gümüş vesair madenleri altın yapma bilgisi­


ne verilen ad olduğu gibi bu madenlerin altın haline gelmeslno se­
bep olan ve iksir denen nesneye de denir.

19
kat, tıp h ü km ü nce peh riz etmek, ilôc kulla nmak, ebedi
o la ra k s a ğ l ı ğ ı , esen liği elde etmek, sonra i kisinden d e vaz
geçmek, ikisini de başlamaktır. i nsan, ş u yaşayıştan geç­
ti, ölüp g itti m i , ondan şeriat da kes i l i r tarikat de; fa­
kat h akıykat ka l ı r. Ha kıykate sahipse <<ne olurdu, kav­
mim de b i lseydi ne yüzden rabbimin beni bağ ışladı ğ ı n ı»
d iye nôra ata r (XXXV I , 26 27) . Ama sahip değilse « keş­
-

ki verilmeseyd i kit. a bı m ve keşki bilmeseydi m , nedir hesa­


b ı m ; keş ki ölümle olup bitseydi her işim; b i r fayda ver­
med i bana m a l larım; helök olup g i tti g ü c ü m kuvveti m »
d i ye ba ğ ı r ı r ( LXIX, 2 5- 29). Şeriat bilgidir; tarikat i ş
g ü ç , i<ul l uk ; hakıykatse Allôh'a ulaşmaktır. «Artık rabbiy­
le b u l u şmayı uman, iyi işl erde bulunsun ve ra bbi nin kul­
luğunda h i ç bir kimseyi e ş tutmasın." (XVl l l , 1 1 0) . (R.
A. Nicholson basımı, Leiden - 1 933; s. 1 2).
-

B ütün bu n lardan sonra şunu da söylememiz g erek:


Yukarıda.k i sözlere bakıp da hak ıykate ulaşanların,
tam bir hürriyete kavuşaca k l arını, a rtı k k u l luğa l üzum
ka lmadığ ı n ı sanma·k ya n l ı ştı r; son sözler, böyle bir dü­
şünce doğ u rabilir. Fakat hak ıykate ulaşan, biliş ve g örüş
d e recelerini aşmış, oluş derecesine va rm ı ştır; onun ·kul­
l u ğ u , oluş d erecesine ulaşanları n k u l l u ğu d u r. Amelde b i r
fark yoktur, a n layı şında, d uyuşunda, kendi n i kulluğa ve­
rince kendinden geçişinde fark vard ı r; h a k ı ykate ulaşan,
şeri(Jtla ha kıykati bi rleştiremezse ta m olg u n l u ğa va rmış
sayılamaz. B u birleşti rmeye «ma'rifet» derler ve bu d u ­
rak. en yüce dura ktır. H a k ıykatte kalan, kendisinde de­
ğ i ld ir; Ta nrı varl ığ ında yok olmuştur. O rada ka l ı rsa zev­
ki, ancak kendisine a ittir. Oradan döner de tekra r şeriat
d u rağına gelirse olgunluğa u laşı r ve tattığı zevki, başka­
ları na do tattırır.

20
leğin a leyhinde sözleri d e vard ı r (ayn ı , s . 56) . İ m ô m
A l iyy' ü r-Rızô (Vl l l . i mam. 203 H. 8 1 8) , kaba zôhit­
l i ğ i öven ve g erekl i olduğunu söyleyen sufilere,
Yusuf, Peygamber olduğu halde g üzel e l bise g iyer, taht­
ta otu ru rd u ; irn ôma gerekli olan ada l ettir; adaletle
h ü km ettikten sonra bunl ardan bir şey çı k maz. Allah, ye­
yimi, giyimi haram etmemiştir demiş ve «de ki Allah'ın,
kulları için meydana g etirdiği süsleni lecek, bezen ilecek
şeylerle rızk olara k verd i klerinin içinde tertemiz olanları
kim haram etmişti r ki? De ki: Bunlar, d ü nyada inanan
kişilerindir; a hrette ise yalnız onlara aittir. Del il leri, bi­
lenlere b u çeşit açıklam adayız» ôyeti ni o k u mu ştur (56-57.
Ayni s. V l l , 32). Gene aynı İ môm, «Kimin ya n ında s ufiler
an ı l ı r da onları d i liyle, gönlüyle inkô r etmezse, bizd en de­
ğ i ldir o kişi; inka r ederse, RasQl'ullôh'ın safı nda savaş­
m ı ş g ibid ir» der (s. 57) . i m a m Ca'fer'üs-Sadık'a, bu za­
manda safiler denen bir toplum belird i , h aklarında n e
dersiniz d iye sorul unca, onlar dem iştir, biz i m d üşman la­
rımızd ı r; kim onla ra m eylederse, o da onlardandır; on­
larla haşredi l i r. Bir bölük toplum bel irir ki on lar, bizi sev­
d i k leri n i iddia ederler; fakat sOfilere de meylederler; on­
lara benzetirler kendileri n i ; onları n a n ı l d ı ğ ı g i bi a n ı l ı r­
lar; on lar ı n sözlerini yoru m larla r. Bilin ki onlara mey­
ledenler, bizden değild i rl er; biz onlard a n uza.k ız; onları
i n kô r ede n , reddeden, RasOl'ullôh'ın huzurunda d üşman­
larıyle savaş m ı ş gi bid ir. imam Hasan'ü l-As kerl'nin, « İ n­
sanlar öyle bir zamana yetişir ki o zama n halkının yüz­
leri g ü leçtir; gönül leri kararmış. Onlarca s ü n net (Hz.
Peyg a m ber'in yaptığ ı , emretti ği, yap ı l ı rken g orup men
etmed i ğ i şey). bid'at (dinde yokken sonradan dine katı­
lan kötü şey). bid'atse sünnettir; inanan, o n la rca aşağı­
d ı r, kötül ü kte bulunan, üstü n; beyleri za limdir; bilgin­
leri, zal i m lerin kapılarını a şındırır; zengin leri, yoksulla­
rın nafakalarını çalar; küçü kleri, büyü kleri n · önüne g e­
çer; bütün bilgisizler, onla rca her şeyden haberdard ı r;
bütün düzenci ler, on larca yoksuldu r. Özü temiz olanlarla
d üzenbazları a yı ra mazlar, koyu n u kurttan tefrıyk ede-

22
ili. BÖLÜM

i LK SUFiLER - TASAWUF HAKKINDAKİ


H Ü KÜML E R KABA ZA H İTLİK
-

Soru 10 : EbO-Hôşim-i Ku fi hakkında bilgimiz var


mı?

Pek az. KOfel i olan bu zat. Süfyan-ı Sevri ile çağdaş­


tır; Şa m'da yurt ed i n miştir. Süfya n, EbO-Haş i m olma­
say d ı ben, riyadaki i n celikleri bilemezd i m ; onu g örme­
yince süfi ne demektir, bi lmiyordum; ondan önce zôhit­
li kte, Tanrıya dayançta büyü k kişiler vard ı ; sevgi yolu n­
da g üzel muamelelerd e bu lunurla rd ı ; fakat sOfi. ancak
EbO -H ôşim'di; onda n başkasına bu od verilmemişt i de­
m iştir. Şam'a gel meden önce Bağdat'ta oturd u ğ u do a n­
laşıl ıyor ( Nefehat tere. s. 86 - 87) .
E h libeyt i mamlarından olan ve Oniki imôm ta nıyan­
larca ( İsna-aşer11er - Ca'feriler) , Onbirinci �môm kabul
edi l e n H a san-ü l -Askeri'ye (260 H . 874), Ebü-Hôşim-1 Ku­
fi n a sı l ada md ı d iye sorulu nca, beşinci ceddi İmôm Ca'­
fer'us-Sôd ı k'ın ( 1 48 H. 765) , gerçekten de tno ncı bozuk­
tu; tasavvuf denen kötü inançları toplamış bir yol icat
etti; bu mezhebe, birçok kötü inançlı kişiler uydular v e
bôtıl inançları na b u yolu ka l ka n ed indiler ded i ğini riva­
yet etmiştir ( H ôc Şeyh Abbôs-ı Kummi: Sefinet'ül-Bı h ôr
ve Medinet' ü l-hikemi ve'l-ôsar; N ecef - 1 355, taşbosm o­
sı, il, s. 57) . İmam Ca 'fer'ü s-Sôd ı k'ın, Süfyôn-ı Sevri
ve diğer süfilerle tasavvuf hakkında ve bu mes-

21
mezler. Bilgin leri, yeryüzünde Allah'ın yarattıkları n ın e n
kötü l eridir; ç ü n kü on lar, felsefeye, tasavvufa meyleder­
ler . . . » sözleriyl e tasavvufu hoş g örmed i ğ i n i belirtmiş, ba­
bası İmöm Al iyy'ün-Nakıy de ( 1 54 H. 868) bir g ü n mes­
c itte zikreden sOflleri , ya n ı ndaki lere, «Bu adam ka nd ıra n
kişilere yanaşmayı n ; ç ü n k ü onla r, şeytan ı n hal ifelerid i r;
d i n i n temelleri n i yıkanlard ır; bedenleri rahatlaşsı n diye
zöhitli k sata rlar; hayva nları avlamak için gece namazı kı­
larlar . . . » gibi sözlerl e an latm ıştı r (ayn ı s. 57 - 58) .
E h l i Sün net bilgin lerinin çoğ u da onları, raksettik­
leri, ça l g ı ça ldı kları, zôhitl i kte ileri gidip kimisinin has­
tal a n ı n ca tedavi edilmed i ğ i n i, kimisinin yalnız başına i ba­
d eti tercih edip cemaati, cu mayı terkettiğini, kimisi n i n
evlenmediğini, çöl lere azı ksız girip perişan oldukları n ı ,
yorumda il eri gitti klerini, a kla v e şeriata uymayan söz­
ler söyledikl erin i bildirere k a leyhlerinde bulun muşla rd ır.
·

(Meselô 597 de; 1 200; vefat eden Cemöleddln Ebi'l-Fe­


rec A bd ü rrahmön i bn' il-Cevzf'nin «Tel blsu İ blis» i n i n X.
babına b. M ıs ı r 1 928, s. 1 60-377).
-

Soru 11 : Kaba zahitlik ve zahitlik nedir; böyle bir


şey İslamda var mıdır?

Zöhitli k , d i ni emirl ere tamamiyle uyma k, bundan


başka da şüpheli şeylerden çekinmek, ruhsat yol u n u d e­
ğ i l , azi met yol u n u , ya n i haram ve suç olduğu bilin meyen ,
fakat şüphe edilen şeyleri yapma ktan kaç ı n mak, farzlar­
d a n başka sünnetlere, nôfilelere devam etmek, az yemek,
. az uyumak, her hususta Ta n rı buyru klarını koruma ya ça­
l ışmaktır. İslömda bu, va rd ı r, fakat aşırı deği ldir. Mese­
l ô , « bi l i n ki d ü nya yaşayışı, ancak b i r o yundur, bir eğ­
lencedir, b i r bezentid ir ve a ra n ızda b i r övü n med ir ve bir
m a l ve evlat çokluğu gayretidir ancak v e bun lardan iba­
retti r d e; oysa ki d ü nya yaşayışı b i r yağmura benzer;
bitird i ğ i nebatlar, ekincileri şaşırtı r, sevindiri r. Sonra
k u ruyuveri r d e baka rsı n , sapsarı olmuş, sararıp solmuş,

23
sonra d a u n ufak olmuş, dağ ı l ı p g itmiş ve a h retteyse çe­
tin bir azap var ve A l l a h 'tan bağ ışla nma ve rôz ı l ı k va r;
ve d ü nya yaşa yışı, ancak b i r aldanış mata ı ndan i baret»
g ibi d ü nyayı, d ü nya yaşayışı n ı yeren ôyetler yok değildir
�LV l l , 20); fakat bun lar, d ü nyaya, mala m ü lke tapma...
y ı , yaşayışı a ncak ferdi bir görüşle mütalôa etmeyi kına­
yan ôyetlerd i r. Aynı s u rede, «Rôhipliği on lara biz farz
etmedi ysek de onla r, a nca k Allah rızôs ı n ı kaza nmak için
icat ettiler; derken onun ha kkınd a d a g ereği gibi riayet
edemed iler; d erken onlardan inananlara , m ü kôfatların ı
verd i k ve onları n çoğ uysa buyruktan cıkmış ola nlard ı r»
ôyeti nde (27} , rôhipliğin, evlen memen in, d ü nyada n çe­
kinip, h a l ktan kesi lip kendisini ibadete vermenin Allah
tarafında n farzed ilmediği bildiril mekte, ayni zama nda
b u n u n , insa n ı n yaratı l ış ı ba,k ı mından da m ü m k ü n olma­
d ı ğ ı belirtilmekted ir. K u l ôzad etmek, yoks u l u d oyurmak,
yetime bakmak, insa n l a ra fayda l ı olmak hakkı ndaki ôyet­
ler sayılamayacak kadar çoktur. Hele birç ok ôyetlerde
na mazla beraber a n ı l a n zekôt hakkındaki ôyetleri, çal ı ş�
mayı e mreden buyru kları yazmaya, bildirmeye ka l k­
sak ayrı b i r kitap ol ur. Bütün bunlar, a nca k ça lışmakla
elde edilebilen, çal ışmakla yapılabilecek olan hayırlar ve
i bôdetlerd i r. «Ve g erçekten d e insa n , ancak çal ıştı ğ ı n ı el­
de eder ve şüphe yok ki ça l ıştığ ın ı n karş:l ı ğ ı d a g österi­
l i r ona» ô yetleri ( L l l l , 39
- 40), d ü nya ve a hret için ça­
l ışmayı emreden ôyetlerdir. «Yüzlerinizi doğuya , batıya
ç evirip d urmanız , hayır sayilmaz ki. Hayır ve tôat sa ­
h ipleri, Alla h'a, son g ü ne, meleklere, kitaba, peyga m­
berlere inanan, Allah sevg isiyle ya k ı n lara , yeti mlere, yok­
sullo ra , yolda ka l m ışlara , isteyenlere, esirlere ma l veren,
n a maz kılan, zekôt veren, a hdetti k leri zo man a hitlerine
vefa ede n , sı kıntı ve şiddet vakitlerinde sabreden kişi­
lerdir. Onlard ı r özleri doğru olan lar, onlard ı r sa kı nanlar»
ôyetiyle ( i l , 1 77), «Al la h ' ı n sana verdiği şeylerle a h ret
yurd u n u ekle etmeye ba k ve d ü nyadaki na s i bini de u n ut·
ma ve Alla h sana nasıl ihsa n ettiyse sen de i hsan et ve
yeryüzünde bozgunculuk etmeye kalkışma ; şüphe yok l<i

24
All a h bozguncuları sevmez» ôyeti (XXV l l l , 77) d ü nya
i l e a h ret dengesi ni pek g üzel a nlatır.
Hz. M u ha mmed, g e rçekten d e pek zôh itçe yaşamak­
tay d ı ; fa kat dünya işlerinde n c!e hiç birini i hmal etmiyor­
d u . İ nanmayanları d i ne ça ğ ı rıyor, i na n a n l a ra d i n hüküm­
lerini bildiriyor, karşı d u ra nlarla savaşıyor, zekôt topla­
tıyor, yoksu l ları görüp gözetiyor, sosyal b i r k u rumun te­
mellerini atmaya uğra şıyord u. İslômdaki zôhitlik, bağım­
sızl ı ğ ı esas bilen, savaşı emreden, ya rdı m la şmayı , birleş­
meyi, sevişmeyi öven müslümanlığa hiç b i r suretl e aykırı
ve dinden aşırı değildi, bi r savaşta, kad ı n i htiya c ı n ı d u­
yan l a r, kendilerini had ı m ettirmeyi d ü ş ü n m üşler, fakat
Hz. Peygamber bunu nehyetmişti (Tecrld'üs-Sarlh li
Ahôdls'i l-Cômi'is-Sa hlh , M ı s ı r - 1 323, s. i l . 101 ) . Sa hô­
ben i n zôhitl erinden Osmôn b. Maz'Gn ca buna niyet­
lenm işti ; fa kat kend isine izin verilmemişti (ayn ı , s .
1 33) . Sel ma n ' la Ebü'd-Derdô, birbiriyle k a rdeş ed i l miş­
ti . Kardeşliğini ziya rete g iden Selma n, onun, oruç
ayında b u lu n madı ğ ı halde oruçlu olduğunu a n layın­
ca kendisine ç ı ka r ı l a n yemeği, o yemed ikçe yememiş ,
gece l eyin namaz k ı l ma k isteyen :kardeşliğine engel olmuş,
sabah leyin onu ka l d ı rı p n amaz va kti geldiğini söylem iş,
namaz k ı l ı nd ı ktan sonra, sende Ta nrının hakkı olduğu
gibi nefsinin de, aya l i n i n de hakkı var; h er hak k ı sahi­
bi n e vermek gerek, d iye öğüt vermişti. Ebü 'd-Derd ô , bun u
Hz. Peyga m ber'e a n latınca Hz. Peyga m ber, Sel man'a h a k
verm i şti (ayn ı, s. 1 34). Peygamber'in zôhitliğini duya n ,
g ören sahôben i n b i r kısmı, g eceleri sabahadek na maz k ı l ­
maya, b i r böl ü ğ ü boyuna oruç tutmaya, bir böl ü ğ ü d e ka ­
d ı n la ra ya klaşma maya, evlen memeye kara r vermişken
Peyga mber, ben buyurmuştu, Ta nndan en fazla korka­
n ı n ız old uğum halde oruç tutuyorum, fa kat yiyorum da ;
n amaz k ı l ıyorum, fa: k at yatıp uyuyorum d a ; kad ı n larla
der evleniyorum. ,İ şled i ğ i m i işlemeyen , benden değ i l d i r
(ayn ı , i l , s. 1 33). Bi r g ü n ü n orucunu öbü r g ü n e ulama­
mayı buyu rmuş (Cômi', 1, s. 97), d i ni kolay olara k teşri'
ettiğ i n i bildirmiş (ayn ı sayfa) «iyi ve temiz mal, iyi ve
temiz kişiye ne de g üzeld i r» demişti (Künüz, i l , s. 1 84).
Mevlôna, Mesnevi' nin 1 . c i ldinde, «bu d ü nya zindandır,
biz de zında ndakileriz. Zı nda n ı del, kend i n i k u rtar. Dü nya
nedir? Allah'ta n gaflet etmek; yoksa kumaş, g ü müş, oöu l ,
kad ı n d ü nya değildir. Ma l ı , d i n için yü kleni rsen, peygam­
ber, b u n u n hakkında, temiz mal, temiz kişiye ne de güzel­
d i r dem iştir. Gemiye dolan s u gemiyi batırır; fakat al­
tında ki s u , onu yüzd ürür . . . » beyitleriyle bu hadisi anla­
tır; bir testide der, s u o l u rsa denize batar, ama i çind e
su ol mazsa, denizin üstünde yüzer ( N icholson basım ı , Lei­
den 1 925, s. 61 - 62, beyit 982 - 991 ) .
-

Kur'ô n ' ı n ve onu b i ld iren, d uyuran İslam Peyg ambe­


rinin b u orta ve dengeli g örüşünü, hiç bir zaman gerçek
h ü rriyeti , tam yokl ukta bulan Budha diniy le, ya hut ma l ı
v e m ü l kü tama miyle terketmeyi söyleyip kuşların, yiye­
ceklerini b u l uşları n ı , ovadaki zamba:k ların g iyime kavuş­
tuklarını örnek veren ( Matyus, VI, 24 - 28) . Kayser'e a it
olanın Kayser'e veril mesi gerektiğini emreden İncille
(ayn ı , XXl l , 15 - 22) k ıyaslaya mayız. Fa kat buna rağmen
müslü manlk , sınırını genişl ettikçe bir yanda n Rom o - Bi­
zans bir yandan da H i n t - İra n medeniyetiyle ve bu me­
deniyetleri yoğura n d i n lerle temasa gel miş, bun ların te­
siri a ltı nda kalmış. b i r yandan do aşırı zen g i n l i k, yüksek
ve mü reffeh bir zümreni n türeyişi, Emevilerin daha i l :k
devri nde, Hz. Ömer'in dediği gibi Arap Kisrô s ı olan M u­
ôviye'n i n kapıcı l ı , perdeciıi , hadımlı, ta htlı saray kuruşu,
buna karşı d uyulan içli ve derin nefret ( kayna klarıyla
fazla bilgi edinmek için Avl unya l ı Sü reyya 'nın « Fetret'ül­
İslômıı adlı eseri ne ba k ı n ız ; üst. 1 325, s . 3 1 9 - 327 ) , aynı
zama nda iç kargaşal ı kların verdiği bezinti, İslamda aşırı
ve ka ba zahitl iğe yol açm ıştı.
B u kaba zahitler Tanrı 'ya dayanmada i leri gid iyor­
lar, ya l n ız başlarına, ya nları na azık a l madan çöllere da­
l ıyorlar, evlenmiyorlar, tedavi ed ilmiyorla r, uyku uyu ma­
maya, boyuna ibadete, Tanrı'yı zikre koy u l uyorlar, ruh
hasta l ı k larına tutu l uyorlar, bilg iye düşman kesil iyorlar,

26
herkese bi r gözle bakmayı buyurd u kları halde kendi le­
rinden olmayanları o şa ğ ı görüyor lard ı . Buna karşı l ı k şe­
riatçılar da, hangi mezhepten olurlarsa olsunlar, h a k l ı
olara k bunları hoş görmüyorlar, kına ma kta n, tuttukları
yol u n bôt ı l olduğunu söylemekte n çekinm iyorlard ı . B u ra­
da, « her ü mmetin bir siyôhatı vor ; benim ü mmetimin si­
yôhati de Tanrı yol u nd a savaş. Her ü m metin bir ra hipliği
vo r; benim ümmeti m i n ra hipliği de d üşman karşısınd a
nöbet beklemek» ( C ô m i ' , 1 , s. 8 0 ) , « S a k ı n ı n d i nd e, yeni­
den yeniye uydurulan şeyl erden; gerçekten de her sonra­
d a n ico t ed ilen şey uyd u r madır, her uydu rma da sa p ı k l ı k»
(s. 86 - 87) , «halktan kesilip yapaya l nız bir yerde otu­
ra n kişi bizden değ ildir» (KünOz, i l , s. 1 67 ) , «gerçekten
de Allah size ça l ışmayı b uyurd u ; çalışın>> (aynı , s. 60) ,
« U l u Allah, kuluna verd iği ni metin eserini, onda görmek
ister» (aynı , s. 63) gibi hadislerle evlenmemeyi, birini
hod ı m etmeyi nehyeden hadisleri yazarsak (aynı , i l , s.
1 76 ve 1 88) şeriat bilginl erini n bu kaba zôhitl ere nede n
karşı d u rd u k la rı do ha ziyade belirir sanırız.

27
iV. BÖLÜM

TASAVVU FUN İ L K M Ü M ESSİ LLERİ - İSlAMA


YABAN CI TESİRLER - TAÇ, HI RKA V E ZİKİR

Soru 1 2 : B u mesleğin i l k mümessilleri kimlerdir?

Sufiler, Hz. Muhammed'den itibaren bütü n din u l u la­


rını, o cümleden olara k E h l i beyt ,İ mamların ı hep bu mes­
lekten gösterirler (Meselô Kitôb'üt-Taarruf, Hancı K.
Mısır - 1 352 - 1 933, s . 10 - 1 1 ) . Fa kat b i l hassa Ehlibeyt'i n ,
tasavvuf ve sufiler ha kkı ndaki görüşlerini yazmıştık.
İlk s ufi adını o lan Ebu-Hôşim-i Kufi olduğuna g öre
i l k tasavvuf m ü messil leri de hicri i l . yüzy ı l ı n sonları nda
ve 111. yüzyıl ı n başlarında yaşayan lard ı r (Vl l l - IX). Bun ­
lardan İbrôhlm ibni Ed hem'i ( 1 61 H . 777) , Dôvud-ı Tôl'yi
( 165 H. 781 ) , Şa k ıyk-ı Belhl 'yi ( 1 74 H. 790 ) , Fudayl b.
İyôd'ı ( 1 81 H. 797) , Ma'rO f-ı Kerhl'yi (200 H. 8 1 5 ) , Bişr-i
H ôfl'yi (227 H. 841 ) , A h med b. H ı draveyh' i (240 H. 8!54),
Hôris b. Esed'ül-Muhôsibl'yi (243 H. 857), Ebu - Türô b- ı
·

N ahşebi'yi ( 245 H . 859 ) . Zün-NOn'u (245 H . 859) , Ya h­


ya b. M u ôz ' ı (258 H . 871 ) ve ni hôyet Ebü-Yezid-l B:stô­
ml ' yi (261 H. 874) sayabiliriz.
Gelişmeye, b ünyeleşmeye başlayan tasavvuf, ayn ı
zamanda yerleşmeye, derg ô hlar kuru l maya başlamış, m ü ­
messillerin i n içlerinden b i l g i n ler, riyôzatı iki n ci plôna at­
m ışlar, aşk ve irfan yol u n u tutmuşlar, bun lara mensup
ola n la r, bir kuvvet haline gelmiş, töreler, ödetler bel i r­
m iş, hus usi kisveler, g iyim tarzları, mensuplar arasın da
m ertebe ve dereceler, esas bir olmakla bera ber bazı özel-

29
l i kler yüzü nden z ü m reler peyda hlanm ıştı. H ô ris b. Esed ' ü l ­
M uhôsi bi'ye mensup olanlara «Muhôsibiyye » , Ebü-Yezid'e
mensup ola n lam «Toyfüriyye» , Sehl b. Abdullôh'a (283
H . 896) mensup olanlara « Seh liyye» , Hamdun-ı Kassôr'a
(271 H . 884) mensup olan lara « Kassôriyye» g i bi adlar
verilmeye ve ilk tarikotler meydana gel meye başlad ı . Hô­
k i m z ü m re, hal k ı n b u n l a ra yönel mesi, önem vermesi, say­
g ı göstermesi karşısı n da , halkı tutmak için onla ra tekkeler
k u rmaya , te kkelere vakıflar bağla maya , bu suretle de
mensupları, ken d i l er i n e taraftar ed i n me gayreti n e d üştü .

Soru 13 : Tasavvufun Hint - İ rem, Roma - Bizans


tesirinde kaldığını söylediniz: ilk tasavvuf
cereyanını n muhitleri, bu tesire müsait
midir?

Evet. Süfiler, b i l hassa Horasan , Ira k, Suriye ve Mı­


sı r'da merkezleşti ler. Hattô bu yerler yüzünden H orasa­
n iler, trô k ıyler d iye de a nılmaya başla d ı l a r. Tasavvu f
k e n d i kend ini yoğurup b i r meslek, b i r mistik felsefe sis­
tem i haline geldikten sonra tasavvufu şu üc ba:k ımdan
i nceleyebiliriz:
1. Nazari tasavvuf. Bu , d oğrudan doğruya ahlôk ve
m uamelat kısmıd ı r; ya n i moral bi r tasavvuftur ve zôhit­
l i k temeline daya n ı r.
i l . Teessü ri-rühi tasavvuf. Bu, aşk ve cezbe tem e-­
li n e dayanmaktadır; süfi, tasavvufun bu cephesinde, i n a n­
cı n ı heyeca niyle yaşatır.
ili. Ayin ve erkôn ba kımında n ayrılı şlar. Bu kısım,
b i r ta rikatin öbürlerinden ayrılması nda en önemli amil­
d i r. Her tarikatte, m ü rşid, m ü rid vesaire g i bi dereceler,
bu kısımda vücut b u l u r.

Soru 14 : Tarikatler, giyim - kuşam özellikleriyle ay­


rılır demiştiniz: bunu b iraz oçıklar mısınız?

Tarikatlere da ir, nasip olursa, yazaooğımız kitapta

29
b u n ları da ha etraflı a n lataca ğ ız; b u ra da şu kadar s öyle·
yel i m :
Tarikatlerde başa g i y i l en serpuşa «tac» v e «fa h i r».
sırta g iyilen ve çok defa yü nden dokunmuş yakasız, uzu n
ve önü acık, gen işçe g iys iye d e « h ı rka» d erler. Taçlar, her
tarikatte ayrı biçimdedir ve o tarlkati n ayırım o lômetidir.
Hz. Peygamber'in yün serpuş giyd i kleri, sarık sarınd ı k­
l arı had i s lerle sabitti r ( Cô m i', 1, s. 37; i l, 86, 1 00). An­
ca k birisine, dua ve senô i l e, tekbir geti rerek külôh g iy­
dirdi kleri hakkında hiç bir haber yoktur. Hendek sava­
şında Hz. A li'ye kendi imômelerini ya n i sarı k l ı serpuş­
l a r ı n ı g iydirmeleri. bir i ltifattan i ba rettir. Süfilerse, Ade m
peygamberin, cennette t a ç giydiğini, yeryüzü n e in in ce d e
Cebrô i l 'i n , başı n ı tıraş ed ip o n a taç giydirdiğini (Müsta­
kimzade Sadettin Sü leyma n ; Tôc-Nôme, bizdeki y azma, s .
3 ) . öbür peyga mberlere d e g ökten t a ç i n d i ğ i n i iddia et­
mişler, taçları n ş eki l le ri , bunların delôlet etti ğ i anlamlar
hakkı nda kitaplar yazm ışlard ı r k i bu kitaplara «Tac-Nôme»
denir; fakat b ütün bu rivayetler, sonradan uydurulm uştur.
Hz. Peygamber' i n , Ali'ye hırka giydirdiği, bir h ırka­
s ı n ı Üveys'ü l -Kara nl'ye gönderd i ğ i hakkındaki hadisler d e
uydurmad ı r; Hasan-ı Bısrl'ye ve Kümeyi b . Ziyôd'a Hz. Ali'­
n i n h ı rka g iydird iği ha :k kında k i rivayetler de böyledir
(Al iyy'ül-Kacrl: Mavzüôtu K ebir; ·İst. Mat. A mira - 1 289, s.
62 63) . Hason-ı B ısri, h icretin 1 1 0. yı l ı Recebi nde (728).
-

seksen d okuz yaşında ölm üştür. Hz. Ali Basra'ya g ittiğ i va­
kit Hasa n , ancak on beş yaşlarındayd ı . All'nin, Basra cô­
m i inde ha l ka h i kôyeler söyleye n, uydurma d estanlar a n la­
tan kişileri vaazdan men ettiği ha lde ona izin verdiği hak­
kında k i rivayete. i n a n m a k mümkün değildir. Ka ldı ki Ha­
san-ı Bısrl, Ali'ye cephe a l mış, Cemel ve S ıffin savaşları­
na katıimomış, All'nin hareketin i kınam ış, katı l m a k iste­
yenlere engel olmaya ça l ışn� ış, Hz. Ali, onu b i r g ü n abdest
a l ı rken faz la su sarfetti ğ i n i g örüp ihtar edince Ali'ye, sen
de müsl ü manların kanları n ı çok döktün demiş bir adamd ı r.
Ha .l <kında çeşitli rivayetler b u l una n , son u nda Ali'ye dost
olup eski haline nadim olduğu bild irilen b u zatı n Ali'ye n is-

30
beti pe k şüphelid i r ( H ô c Şeyh Abd ul l ô h-ı Mama kaoni:
Tan k :yh'u l-mokaal fi Ahvô l ' i r - Ricô l ; 1, Necef - 1349, s.
269 - 270; Ta rôı k'ul-Hakaa ı k , Hasan-ı B ısrl'yi i ltizam et­
mekle beraber ho kkındaki rivayetleri, kaynaklarıyle a n ma k
b a k ı m ı n da n önemlidir; i l , s. 5 7 - 75) .
Hz. Peyga mber'i n , Hz. All'ye g özlerini yumdurup ba­
ş ı n ı sağa sola doğru çevi rtip « Lô i lô h e i ll a ' l lôh» d ed i rte­
rek zikir telkin ettiği h a kkındaki rivayet d e bir esasa da­
ya nma ma ktad ı r (Ahmet Rifat: M i r'ôt'ü l-ma kaasıd fi d ef'
i l-mefôsi r; ist. Vez irha n ı , İ brahim Mat. Taş basması 1 293,-

s. 45 ve d eva m ı ) . Bu ba k:mdan süfllerin kend i leri ni, ceh­


ri, hafi zikir ehli. yani Ta n rı adl a r ı n ı sesle, yahut i çten
a n a n la r d iye i kiye ayı rma ları, Hz. Peyga m ber'in, ses l i
z i kri Ali'ye, g iz l i zikri Ebü-Bekr'e tel1kin ettiğ i n i söyle­
meleri de sonradan u ydurulan rivoyetlerin tekrarından
başka bir şey değildir.

Soru 15 : Kur'an'da ve hadislerde zikre dair sözler


yok mudur?

O l maz olur m u ? Fakat bu Arapça söz (zi kr) , a n ma k ,


hatı rlo mak, unutulma d ı ğ ı halde, yahut u n utulduktan son­
ra akla getirmek a n l a m ları ndad ı r. Meselô i l . sürenin 1 48-
1 50. ôyetlerinde herkes i n yöneleceği b i r yerin bulundu ğ u ,
m ü s l ü ma nların d a n e rede bulunu rlarsa bul unsunlar, na­
m azda Kô' be'ye yönelmeleri, buna itiraz eden lere a l d ı r­
mamaları, onlardan değil, Allah'tan korkmaları, Alla h ' ı n
d a , içlerinden b i r peygamber g önderd i ğ i , o n u n , Alla h
ôyetl eri n i oku makta m ü s l ü ma n l a ra kita b ı ve h i kmeti öğ­
retmekte, onları bilgi sahibi etme kte olduğu bild irildik­
ten sonra 1 52. ôyette, «artık siz de a n ı n beni , a n ı n da ben
de a nayım sizi; nan körl ü ğ ü bırak ı n d a şü kredi n bana» bu­
yurulmaktadır. Acı kça a n laş· lmaktadı r k i buradaki a n ma k ,
Kô' be'ye yönelerek n a m a z kılma ktır. M üfessirl er, «bana
ita a t etmek, dua etmek, şükretmek suretiyle anın beni
d e ben d e sizi ra h m etimle, duanızı kabul ederek, n i meti-

31
mi çoğaltara k a nayım sızı» tarzında môna verm işlerdir
( Meselô Şeyh Ebü'l-Fadl b. Hasan'ıt-Tabrasi'nin Mecma'
u l-Beyôn ' ı na b. 1, Tehra n - Ofset basım, 1 379 Hicri, 1 339
Şemsi hicri, s. 234) . 111. sürenin 1 90. ôyetinde, Allah'ı a yak­
ta, oturarak, yatarken a n m a k da, a ya kta namaz kılabile­
cek kişinin ayakta , ayakta duramaya n ı n oturarak, b una
d a g ü c ü yetmeyenin yatarken, fakat mutla ka namazı nı
1kı l masına d a i r emird i r (aynı, i l , s. 556) ; n etekim i l . sürenin
1 98. ve 200. ôyetlerindeki zikir de, hac törenindeki şükür,
tekbir ve d uadır. iV. sürenin 1 03. ayetindeki zikir de na­
mazdır. v. sürenin 1 1 0. ayetinde, XIX. s ürenin 1 6, 41 , 51 ,
54 ve 56. ôyetlerinde, xxı. sürenin 36., xxvı. sürenin 227.
ayetlerinde, anmak, hatı rlamak a n lomlarınadır. V l l . sürenin
205. ôyetinde dua, xxıı. sürenin 28. ve 34. ôyetlerinde, hay­
van keserken besmele çekmek, 35. ôyetinde, Allah'ın adı n ı
anmak, XVl l . sürenin 46. ôyetinde Hz. Peygam ber'in, Allah'
ı n bir olduğunu söylemesi, XVl l l . sürenin 24. ve 67. ôyetle­
rinde hatırlamak, xxxııı. s ü renin 41 . ôyetinde unutmamak,
a n ma k ve na mazdan son ra tesbih çekmek, LXXll. sürenin
8. ôyetiyle LXXVI . sürenin 24. ve 25. ôyetlerinde namaz,
LXXXVl l . sürenin 1 5. ôyetinde namaza tekbirle durmak ve
namaz a n lamlarına geli r. X l l l. sürenin 28. ôyetindeki zikir,
Tanrı nimetlerini anmak ve ona ina nmaktır. XXIX. sürenin
45. ôyetinde d e namazın , Alla h'ı anmak olduğu ve bu an­
manın da pek büyük bir şey olduğu bildirilmektedir. Kur'
ôn-ı Kerlm'de namaz, birçok sürelerde «Zikir» diye a n ıl­
makta d ı r. Hôsıl ı Kur'ôn 'do , halka halinde oturup, yahut
ayakta sa llanarak Ta nrı adlarından biri n i, sayı lı , yahut sa­
yısız boyuna tekrarlamak a n lamına bir zikir yoktu r (Rô_g ıb-ı
l sfahônl'nin, Tehran 'da Mu rtazavviyye K. tarafından bastı­
rılan « El-M üfredat fi Garib'il-Kur'ôn» ı na da b.s. 1 79-1 80) .
Hz. Peygamber'in cennet bahçeleri dediği zikir hal ­
ka larından maksadı, Ta nrı'nın, Tanrı kudretin i n a nıldığı
toplantılardır (Cômi', 1 , s. 29) . Netekim ilim meclislerine,
mescitlere d e cennet ba hçeleri buyu rmuş (aynı sayfa ) ,
ora lara, mecôz1 a nlamda, otlu k, s u l u k , b ol l u k yerler de­
miş, oral a rda eğleşmeyi emretmiş, nas ıl eğleşelim d iye

32
soru l unca da, «Sübhôn'Allah ve'I hamdü li'llôh ve l ô i lôhe
illô'llahu vallôhu ekbern d emeyi, tabii a n lam ı nı da düşüne­
rek Tanrıyı noksan sıfatlardan tenzih etmenin, ona ham­
d etmenin, birliğini, u l uluğunu tasd ıyk etmen in ora l a rda
eğleşmek olduğunu bildirmiştir (aynı sayfa ) .
Hadis lerde, Allah'ı a nmak üzere toplanan bir top l u­
l u ğ u n suçlarının bağı ş lanaca ğ ı, bir topluluğun, A l la h'ı
a n m a.d a n ve Peygamber'e salôvat vermeden dağ ılmas ı n ı n
hayırlı olmayacağı va rsa d a b u , top l u l u kta Allah'ın a n ı l­
mas ı n ı ôrnird ir, süfilerin zikirleri değil (Cômi', i l , s. 1 1 9) .
Süyuti, zikir v e d ua h a kkında ki uydurma had islerin bir
kısmını, « E l-Leôli'l-Masnua fi'I Ahôdls'il-Mavzua»sınd a top­
lamıştır ( Mısır, Edebiyye Mat. 1 31 7, i l , s. 1 82 - 1 91 ).

«Alla h'ı an; o anış, d i l ediğin şeyi elde etmene bir yard ı m­
d ı r» , «Allah'ı öylesin e a n ı n ki münafıklar, gösteriş ya­
pıyorsu nuz desinler» , «Allah'ı gizl i a n ı n » ( Cômi', 1, s. 30),
«Allah'ı her taş ı n , her ağacın yan ında a n ı mı gibi ha­
d islerin ( Kün üz, 1, s. 31 , Cômi', il, s. 1 5) , a n lamla rı ndan
d a a n laçı lacağı gibi, bir yere toplanıp okunan i lôhlye
uyup tempo tuta rak özel bir tarzda, bir sesle ve g ittikçe
ne söylediği anlaşılmayaca k, görenleri- şaşırtacak kadar
h ızlanara k yapılan zikirle hiç bir i lgisi yoktur.

Soru 16 : Sufilerde zikir nasıl yapılır; hangi adla


anılır?

Sufiler, tasavvufun bünyeleştiği s ı ra la rda, « Lô ilôhe


illa'llôh (Al kı h'tan başka yoktur tapaca k) , Alla h, Hu»
a d larının zi kredild i ğ i ni, b u ad ları n 700 hicride ( 1 301 } ve­
fôt eden ve Halvetiyye tarikatin in kurucusu sayılan
Ö mer-i Ha lveti tarafından yediye ç ı k a rıld ığ ı nı söylerler
( Mevlevi Adôb ve Erkôn ı ; İ st. 'İ nk ılôp K . 1 963, s. 1 21 ) .
.

Fa kat ondan çok önce kuru lan Kaad iri ve Rıffü tarikat­
leriyle başka tarikatlerd e de yed i ad zikred i l ir; bu bakım­
d a n , bu tarlkatlere yedi adın sonradan, Halvetll erin te­
s i riyle girdiğini, yah ut H a lvetil i kten sonra yedi adla z i k­
rin kabul ed ildiğini söylememize i mkôn yoktur; Bu yedi

- 33 F. 3
ad, « Lô ilôhe i l la'llôh, Allah, Hü, Hakk, Hayy, Kayyum,
Kahhô r» d ı r; an lamları , « A lla h'tan başka yoktur tapacak,
bütün kemal sıfatla rın ı hôiz, noksa n sıfatlardan münez­
zeh, k ü nhü nü id rakte a kı lların hayrete, a cze d üştüğ ü ma­
but, O, Gerçek var, dôiml Diri, Her cm tedbir ve tasarruf
sah ibi, Her şeyi kahreden» d i r.
SôHk, yan i bir m ü rşide uymuş, gerçek yolcul uğ una
çıkmış kişi, önce m ü rşid inden i l k z ikri, m uayyen b ir sa ­
yıda a l ı r; sabah namaz ı ndan sonra, yahut geceleyin, o adı,
k i mseni n görmeyeceği, kendisini oyal amayacağı bir yer­
de, temiz el biseyle k ı bl eye karşı oturup m u rô ka ba ile, ya­
ni g özleri n i yumup şeyh in in yüzün ü hatı rına getiı-erek,
d ü nya işlerini gönl ünden ç ı karmaya gayret ederek zikret­
m eye koyulur. Zikir s ı rasında, yahut rüyada gördüğü şey­
leri , sonrada n şeyhine a n latır. Şeyhi, ona gereken öğüt­
lerde b u l u n u r, zikrini a rttırır; zikir, yüzlerden binlere çı­
kar, hatta geçer. Görd ü ğ ü hayaller, rüyal a r, şeyhince,
onun d erocesinin yükseldiğine delôlet eders� şeyhi, onu
ikinci ada geçirir ve bu, böylece yedi nci ada kadar çıko r.
Bu yedi ad, onlarca n efsin yedi makamına işarettir ki on- ·

lar da şunlard ı r :
ı . Nefs-i Emmôre - Fazlasiyle kötü l ü ğ ü buyuran ne­
fis, i l. Nefs-i Levvôme - Kötül ük yap ı l ı nca sahibini faz­
las i yle k ı nayan nefis, 11 1 . Nefs-i M ü lhime - Sa hibine iyi­
liği i l h a m eden nefis, iV. Nefs-i Mutma inne - İ manda,
hayır i�l emekte hiç bir şüphesi kaimamış nefis, V. Nefs-i
Rôdıyye -- Tan rıda n gelen her şeye razı olan nefis, V I .
Nefs-i Mardıyye - Tan rı razilığını kaza n m ' ş nefis, V l l .
Nefs-i Sôfiyye, yahut Zekiyye - H e r t ü r l ü köt u lü kten arın­
m ış, tertemiz olmuş n efis.
Bu yedi nefiste, s ırasiyle, yuka rıda söylediği miz ye­
d i ad zi kredil i r.

Soru 17 : Bu terimler, nereden ve nasıl almmıştır;


Kur'an'da böyle yedi nefis var mıdır?

Nefs-i Emmôr, Kur'ôn-ı Kerlm'de X l l . süre ola n Y u suf

34
s u resinin 53. ôyetinde geçer. Zelihô'n ı n Yusuf peygam­
bere kendisini cırzettiği a n latılırken Y usuf, « Ben nefsimi,
yan i kendimi temize çıka rmam, nefis, gerçekten d e faz­
lasiyle kötülü ğü buyu rur; ancak Ra b bim acırsa kötü l ü k
yapmam; şüphe yok k i Rabbim suçla rı örter, rahimd i r»
d er. LXXV. s üre, «Andolsun kıyamet g ü n ü n e ve a n d ol­
sun kendini k ı nay ı p duran netse» d iye bo şlar · (1 2} ; -

N efs-i Levvôme, bu sürenin 2 . ôyetinden a l ı n mıştı r. CI.


.

sürede «andolsun nefse ve ôzası n ı d üzüp koşana, d erken


ona kötülüğünü de, çekinmesini de ilham etmiştir» bu-:­
y u r u l makta d ı r (7 - 8) . Nefs-i Mülh ime, bu sürenin 8. ô ye­
tinden a l ı n ı p uydur u l m u ş bir addır. LXXXIX. s ure n i n son
ôyetleri olan 27 - 30. ôyetleri, «ey iyide n iyiye inanm ı ş,
şupheden kurtu l muş can, · dön Ro bbine, ondan razı olarak
ve razı lığ:nı kazanmış bulunarak, a rtık katıl kullarımın
a rasına ve gir cennetime» meô lindedir. Bu ôyetlerden d e
Mutmain ne, Rôd ıyye ve Mardıyye a d ları u yd u rulmuş­
tur. XCI. surede, 9. ôyet, «Ve a ndolsun ki kim Özünü iyice
tem izl emi şse kurtu l muştur, m u radına ermiştir» meôlinde­
d i r; aynı za manda X V ll l . süreni n 74. ôyetinde, öldürüld üğ ü
a n l atılan çocuk hakkı nda « tertemiz» den mekted ir. N efs-i
Zekiyye de bu ôyet l e rde n a l ınm ıştır. Kur'ôn-ı Kerim'de b öy ­

le s ırayla yedi netis yok tu r , hele bunlara uyan yed i oddan,


bu m ü n ase b etl e hi ç bahsedilmemektedir. Esasen l<ur'a n-ı
KGrlm'de nef'is, kişin i n kendisi, beden l e bera ber can, ins a n
a n ia m larına gelmektedir.
Türkçede nefis, «nefsim çekti, n efsimi alt edemedim,
n efsime uyd um, n eair bu nefsin elinden çektiğim, nefs i n i
ı s l ô h et» g ibi örneklerd en de a n laşı l a cağı g ibi insanın iyi
v e bilhassa kötü şeylere meyil ve inhimôki anlamlarına
g e l i r. Y u nus Enıre'nin,
Dartmış kudret kıltcın çalmış 71ef8Ün boynını
Nefsini dapelem'iş eUeri kan içinde
(Yunus Emre, Risôlat al-Nushiyya ve Dlvoll;
hazırlayan: A. Gölpınarlı; Eskişehi r Turizm ve
Tan ıtma Derneği yayı nı, ist. 1965; fotokopi, s.
327-328, Metin , s. 1 19, CXLVl ll. şiir, beyit 5]
beytinde an lattığı nefis d e budur.
35
İ slôm filozoflarınca n efis, yaşayış, d uyuş. d ileyerek
hareket ed iş kuvvetine sahip olan l ôtif, yani görülmez, tu­
tu lmaz bir nesnedir. Hayvôni n efis, uykud a , bedenin zôhi­
rinden a yrıl ı r; ölümdeyse bedenden tamamiyle kesilir.
Doğuş. büyüyüş, besleniş sıfatlarına nefs-i ne bôti, p_arca
bu çuk şeyleri (teferruôtı, cüz'iyyôtı) an layış ve dileğiyle
hare ket ediş ve d uyuş sıfatlarına nefs-i hayvôni, tüm şey­
leri a nlayış ve d ü ş ü n üş s ıfatlarına nefs-i i nsôni derler. Bir
de işlediği işler bakım ı ndan bedenle olan, fa kat zôtı itiba­
riyle maddeden ayrı b u l u n a n nefs-i nôtı ka vard ı r ki b u
yedi nefis, nefs-i nôtı kan ın dereceleridir. ( Seyyid Şerif-i
Cürcöni: Ta'rifôt; İ st. 1 300, s. 1 64 - 1 65 ) . Eskilere g öre
nefs-i n ôtı·kanın merkezi «ka l b» dir. Emmôre mertebesinde
kalbe, «sa d r-göğüs» denir. Levvôme'de, kötüden iyiye dö­
nüş anlam ı n ı veren «kal b» adıyle a n ı l ı r. M ü l hi me'de art ı k
Tanrı i l h a m ına mazhar olduğu için «sımı a d ı n ı a l ı r. Mutma­
inne'de, gizli a n lamına «hafi» , öbür mertebelerd eyse en
g izli a n l a mı na «ahfôı> denir ki bu beş d ereceye, « beş l ôtif
şey» a nl a m ına « Letôif-i Hams» derler.
Nefsin yedi mertebesine sOtller, yed i mertebe, yedi
derece a nlamına «atvôr-ı seb'0» a d ı n ı verirler. Latô'if-i
Hams yerine «sadr, kalb, şegaf -çok sevgi, fu'ôd- gön ü l ,
h •bbet' ü l-ka l b -sevgiye u laşmış, süvekdô'- sırl ara ermiş ,
m ühcet'ül-kalb-gön ü l kanı, gönlün özü adları yl e gön l ü n
yed i h a l i n i a nanlar d a vard ı r ( Ma'sOm Alişôh: Tara 'ı k ' u l ­
H a ka ' ı k, 1, Tehran - 1 339 Şemsi hicri; M uh a mmed Ca'fer
MahcOb bas ı m ı , s. 498 - 500) .

Soru 18 : Sôlik elediğiniz gerçek yolcularını n her biri,


ayn i derecede olmoclığ ı na göre toplu zikir­
de hangi ad anılır ve toplu bir halde zikir
nasıl yapılır?

Arzettiğimiz zikir, tasavvuf yol una g i rmiş kişinin ken­


disine a it bir ödevidir. Toplu bir ha lde zikirse, tekke­
de, muayyen g ü n lerle i hyô g eceleri denen m ü ba rek gece-

36
lerde ( kandiller, kadir ve bayram geceleri) yapılır. Şeyh,
« mukaabele-hône» yahut «tevhid-hône» denen geniş ve
m i hraplı bir odada, m ihra bın ö n ü n e otu ru r. Bu odanın,
harem d airesind en merdivenle çıkılan ve tevhid-hôneye
ba ka n kafesli bir kısmı do vardır ki kad ınım, mukaa be­
l eyi oradan seyrederler. M üridler, ş eyhin sağ ve sol ya­
n ından itibaren, tarikate g i riş sırasına g öre d iz çöküp otu­
ra rak bir halka teşkil ederler. İ lôhi okuyanlar, mazha r (zil.;
siz tef) ve hallle (çal pa ra) çalanla r, halkanın ortasına, kar­
şı l ı k l ı bi rer sı ra olup otururlar. İ lôhideki tempoyu idare
eden ve zikri yürüten kişiye «zôkirboşı» deni r. Ö nce « Lô
ilôhe i l la ' llôh» zi kred i l i r. Ziki r, ilôhi temposuna göre h ız­
l a n d ıkoa h ızlanır. Sonunda şeyh, g ü r bir sesle «illal lôh»
d e r ve tevhid kelimesinin zi kri biter; «Al la h » zikrine baş­
l a n ı r ve ayağa kal k ı l ır. Tekkede Mevlevi dervişi, kon u k
olarak gelmişse zikre karışmaz; fakat «Allah» zikrinde a ya­
ğ a k a lkar ve semô'a başlar. Mevlevileri n «Süfi d ervişleri»
dedi k l eri tasavvuf ve esmô, ya n i Tan rı adı n ı zikir temeline
daya nan tarikat ehli, M evlevilerin, tekkelerine gelip semô'
etmelerinden pek mem n u n olurlar; ç ü n k ü semô', zi kre baş­
ka bir neşe ve coşku n lu k verir. Allah zikri a ya kta biter.
Yal n ız i lôhl okuyanlar, mazhar ve halile çala n l a r, ayağa
kalkmazlar. Sonunda gene ayakta, d a ha az süren «HÜ»
z ikriyle muka a bele biter. M u kaabele, Arapça karşılaşma
a n l a m ı n a gelir. Karşı ka rş ıya zi kredild iğ inden bu söz, te­
rim olmuştur. Bu ü ç adda n başka a d l a rın zikredildiği d a
o l u r.
Z i k i r esnası nda ağ laya n , bağ ı ra n, üstün ü başını yır­
ta n , bayılan kişil er d e çı·kar k i buna «Vecd» d erler. Lü­
g atte anlamı, bulmak olan bu Arapça sözü, Ta 'rifôt, şöyle
a n latıyor: « Ka l be, insa n ın kendi d ileğiyle ve yapmacık oı..
m a m ak üzere gelen h eyecandır; çakıp geçen şimşeklere
benzer.» (s. 1 69)
Sufiler, vecdden önce «tevôcüd » , sonra do «vücüd>
ad ını verdikleri iki höl da ha kabul ederler. Tevôcüd, is­
teyerek, bilerek vecde gelmiş görün me·k, bağ ı rı p ç a ğ ı r­
mak, a ğ l amaya çalışma ktır. Bir kısmı bunu kabul etmez,

37
fakat bir kısmı, «ağlaya m ı yorsanız ağlar goru n u n>> hadi­
sine dayanara k b u n u hoş g örmüştür (aynı , s. 48) . «Vü­
cCıd » , k u l u n , beşeri sıfatlardan tamamiyle yok olup Tan rı
varlığına bü rü n mesidi r. Ebül-Huseyn N u ri (295 H . 907),
«Ben yirmi yıldır, vecitle yokluk ara s ı ndayım; rabbimi
b u l unca gönlü m ü yitird i m » d emiştir k i bu, Cüneyd 'in
(297 H . 909) , «tevhid bilgisi, o biiginin o l uş hôline gel­
mesine engeldir; tevh ide ermekse tevhid bilgisine aykırı­
d ı r. levtıid, başlang ıçtı r; vücudsa son. Tevô cüd, bu ikisi
a rasında bir vasıtadı r» sözüne uyar (aynı , s . 1 69).
Zikirde, « Lô i lôhe i l l a ' llôh»da, i l k « Lô i lôhe» d e baş,
göğ üsten sağa doğru kaldırı l ır; «ina ' l lôh» denirken sola,
kalbe doğru indirili r; sonra gene kaldı rılara k i kin c'i «ke­
li me-i tevhid» de birincisi gibi söylenir. Başı göbeğe doğ- .
ru indiri rken «LÔ», yukarı, sağa doğru kaldırırken « i lô­
he» , sola doğru çeviri rken «illa'» . kalbe doğru indirirken
«l lôh» d endiği, bu suretle zi kredildiği de vard ı r ki bu çeşit
z i k re, dört vuruş anlam ı na «chôr darb» derler.
Z ikirde tevhid kel i mesini sözden ziyade sesle çıkar­
mak, « Lô i lô he» derken vücudu ve başı sağa doğru kal­
d ı rmak, « i l lô'llôh» d erken sola doğru ve aşağıya ş1ddetle
eğmek ve ôdeta bir testere sesi belirtmek d e vard ı r ki bu­
na, testere z i kri a n lamına «Zikr-i erre» d enir. 678 hicride
(1 276) Fas'ın Tanta kasabasında vefôt eden Seyyid Ah­
med'ül-Bedevi'nin kurd u ğ u Bedeviyye tarikatinin BeyyO­
miyye kolundaysa tevhid kelim esi, içten gelen kesik ses­
lerle zikre d i l i r; bu zikirde s öz, hemen yok gibidir; bu z i k­
re de BeyyCımi zikri deni r.
Zikir h ızland ı kça içten gelen b ir sesten başka bir şey
d uyulmaz; bu yüzden sufilere karşı ola n la r, onların zi­
k irlerine « h önkü rmek» demişlerd ir.
Hafi, ya ni gizli zikirdeyse ses yoktur; b unu bil hassa
N akş-bendiler ve Nakş-bendl kolları yapar. Zi kreden, k ı b­
leye karşı oturur. sağ e l i n i n baş parmağ ıyla öbür parmak­
l a rı a rasına ald ı ğ ı tesbihi sallayıp içinden zikreder.
Zikird e umumiyetle gözler kapa nır. Kı yamı, yani
o ya·kta yap ılan zi kirde, z ik redenler, sağa, sola, vücutla-

38
rın ı döndürü p eğile kal ka muntazam h a re ketler yaparlar.
Sufiler, zikrin sonucu olara k kalbin, daimi bir suret­
te zikredeceğine inan ırlar; d i l d udak oyna mo ksızın kal b,
tevhid kelimesini, yahut Allah ism-i celôlini zikreder on­
larca. Bu hôle gelişe ka l b çocuğu a nlamına «veled-i ka l b»
doğması denir.

Soru 1 9 : Hal sozunun bildiğimiz anlamdan başka


bir anlcmı var mıdır?

Hôl, IOgatte, geçmiş zamanın sonu , gelecek zamo n ı n


ilkidir; yani içinde b u l u nduğumuz zamandır. Tasavvufta,
terim olarak , sôlike, bir neş'e, bir sıkıntı yahut zikir, ya­
hut d a g üze_! bir ses, bir nağme yüzünden meydana manevi
bir zevk ge lmesi anlamına d ır; fakat bu isteyerek, dileye­
rek ol maz, kendi l iğind e n olur ve bu zevk, neşe, sıkıntı, cez­
be hôlinde sôlike, sOfilere göre bazı sırlar açılır. Hôl, gelip
geçer; sôlike mal olur, s ô l i k o hôli kendisine mal ederse
« mokoam» adını a l ı r.

39
V. BÖLÜM

VAH DET- İ V Ü C U D (VARLIK Bİ RLIGI) - TEVHİD


M ERTEBELER İ - PANTE İ ZMLE BU İ NANCIN
İ
FARKLAR! - VAH DET NANC I N I N KAYNAKLA­
R! - VAHD ET- İ M EVCUD VE VAHDET- İ ŞU H Ü D -
SORU M LU LUK, CEBİ R VE İ HT.iYAR ­
YAKIYN D ERECELER İ

Soru 20 : Tevhid ve vcıhdet inancını a·çıklar mısınız?

Tevhid, lügatte bir b i l mek, birlemek, şeriatta, Tan­


rı nın var l ı ğ ı n ı, birliğini, kemôl s ıfatla riyle m uttasıf old u­
ğunu, noksan sıfatlardan ôri bul u nduğunu, eşi, benzeri,
ortağı bulunmadığını bilmek ve buna inanmaktır. Hz. Mu­
hammed'in peygamber olduğunu ve son peygamber bulun­
duğunu, ôlemlere rahmet o l a rak gönderi ldiğini bilip inan­
mak da bu tevhidin i kinci rüknüdür ve b i rinci inancı ta­
mamlar. Bu bakımd an , şeriatta tevhid kelimesi, « Lô ilôhe
illô'llôh M uhammed'ür RasOl'ullôh» yani, «Allah'tan baş­
ka yoktur tapacak; M u hammed onun elçisidir» sözüdür.
Sufilere g öreyse tevhld, Alla htan başka bir var bil­
memek, tan ımamak ve bütün varlı kları, onun varlığında
yok bilip onun va rlığıyle var olmaktır. Bu da, önce bilgi,
sonrcı görüş, sonra da oluşla gerçekleşir ki sül ukte, bu
biliş, görüş ve oluşa ulaşmak için aş•lan manevi yoid ur.
Tevhidi n üç mertebesi, üç merhalesi vardır:
Tevhid-i ef'ôl , Tevhid-i sıfôt, Tevhid-i zôt.
Tevhid-i ef'ôl , her yapılan işi, Tanrı işi bilmek, bum:,
görüş ve ol uş haline getirmektir. Tevhid-i sıfôt, bütün s ı-

40
tatları, Tanrı sıfatları bilmek , bu bilgiyi g örüş ve oluş ha­
l ine ulaştırmaktır; çünkü onlarca işler, s ıfatla rın bir. so­
n ucuaur, bir zu hurdur. Meselô l ütfetmek, d iriltmek, öldür­
mek, l ütuf sahibi, diri ltici, öldürücü oluş s ıfatların ı n te­
c e l l isid ir; o sıfatlar olmasaydı, b u işler zuhur edemezdi .
Tevhld-i zatsa, h e r şeyin, izatl bir varlıkla var olduğunu,
gerçek varlığın, ancak Ta nrı varl ı ğ ı b u l u nd uğunu ve bü­
t ü n var olanların, onun varlığından z u h u r ettiğini bilmek,
g örmek ve bu bilgiyi, bu g örüşü, oluşla gerçekleştirmek­
t i r.

Soru 21 : Bu, panteizm olmuyor mu ?

Panteizm, «VücGdiyye» sözüyle Arapçaya çevrilmiş­


tir. Her şeyi, Allah tan ımak, var l ı ğ ı , ancuk ona vermektir.
B un u , sonsuzluk, sonu olan varlı k ; Tanrı, ta biat olara k
belirmiştir d iye tarif edenler olm uştur. B u vahdet-i vü­
cGd, yôni Varlık birliği değil, Vahdet-i mevcGd, yôni var­
l ıkla rın, tabiatin birliği inancına varır ve tablatin Tanrı
oluşuna, tabiattan başka bir varl ı k, b i r Tanrı, bir gerçek
b u lunmayışına inanmaktır ki Atehizm'den , Allah ta n ı­
mamakta n başka bir şey değildi r. Fakat sonsuzluk, Tanr.ı,
sonu olan varl ı klar ôlemini izhar etmiştir; var olanlar,
O'nun tecellisidir, fakat bu tecelli, tecelli edenin aynı d e­
ğ i ld i r; g üneşin ışığı, g üneş olmasa meyda na gelmez, ama
o ı ş ı k, g üneşin kendisi olamaz; kendisinden ayrı da değil­
dir d e n i rse o vakit b u inanç, Allah'ı ta nımama ktan kur­
t u l u r; İ spinoza 'nın inancı da budur. Ona göre yaratıcı
kudret, sonsuzluk, ebedilik, ezelili k vasıfl a rı n ı hôizdir;
b u vasıflar, sonu ola n çok l u k ôlemini meydana çıkarmış­
t ı r. F a kat yaratıcı k ud ret ve o kudretin sa hibi, hem son­
s u z l u kta n münezzehtir, hem de sonu olan, oyrı ayrı mü­
ta lôa edilirse bir çoklu k ôlemi olan ve sonu bulunan bu
ô lemden münezzehtir. Fakat bu doktrin , gerçekten de bi­
raz oynaktır. Çünkü sonsuz l u k vastiyle g örü n en tek ya­
ratıc ı , sonu olan bu çokluk alemi hôlinde tecelli ed iyorsa
ya bu ô lem gerçektir, o hôlde Ta nrı, bu ô lemi n özü d ü r,

41
mônasıd ı r; yahut da o, vard ı r, bu ôlem bir hayalden iba­
·
rettir; va r olan ancak yaratıcı kudret sahibidir.
Bu d üş ü nüş, H i ndistan'da d a vard ı . Veda mezhebinde
ta biat yoktur, var olan, a ncak yaratıcı kudrettir. Sanhiya
mezlıebindeyse var olan, a ncak maddedi r. Maddeden i l k
tecel l i eden a kıl.dır, yan i Budha 'd ı r. N itek im deniz sudan
ibarettir; d a lga, köp ü k, da mla, hep denizin görünüşleri­
d i r; g üneş birdir; takat suya vurunca yayı l ı r, çok görü­
n ür.
Eski Yunan felsefesi n d e de eşya, bir tüm olarak mü­
ta lôa edilir, takat da ima oluş hal ind e bulunduğu söyle­
n i rdi. Heraklit, insan bir ırma kta iki kere yıkanamaz sö­
züyle bu değ işme, bu oluş inancını belirtmişti. Ona g ör e
kôinotın aslı , hayat v e hayôtiyet kaynağ ı o l a n ateşti. T ü m
a kı l a d ı n ı verdiği b u esas u nsur, kôinatı ve kôi nattaki de­
ğ işmeyi meydana getirmedeyd i . Tabiatı esas itti hôz et­
m ekten başka bir şey olmayan bu meslek, Parmenid ve
Zenon'la d a ha hayôll b i r ta rza g i rmiş, kôinatı, tabiatı,
tü m bir varlık, bütün var olanları da bu va rlığın birer uz­
vu kabul etm işlerd i .
i skenderiye med resesi , vahdetin, yan i birliğin, kes­
rete, ya ni çokluğa meyli olduğunu, bu meyl in aklı, aklın
d a ruhu meydana getirdiğini, bütün ô l emi n , bu üç aslın
şekillere bürünerek görü nüşünden ibaret olduğunu kabul
eylemişti. Bu meslek erbôbı, insan ı, a kl ıyla insan b iliyor,
insanın kendinden geçmesiyle, aşkla, g erçek varlığa
u laşaca ğ ı n a inan ıyord u. Avrupa'daki mistik felsefe, bu
mesleklerden d oğm uştu. Eflatunsa, b u ôlemi, i d e ô lemi­
nin bir hayô li kabul et!'Tlekte, gerçek varl ı ğ ı o ôleme ver­
mekteyd i. Eflôtun'un nazariyesını, her şeyin fikirden
doğd uğu tarzında izah edenlerin d e b u lund u ğ u n u söy­
leyelim.
M ısır ve Suriye'de, İ skenderiye mektebi nin tesi riyle
meydana gelen yeni Eflatu ncular da ide nazariyesi n i ka­
bul ediyorlar ve insa n ın gerçeğe, ancak aşkla ulaşacağını
söyl üyorlard ı . Nihayet Hristiyanlıkta , İ sa 'nın, kelôm sı­
fatı nın tecessi.idü olara k kabul edi ldiğini, inananlara, «Al-

42
lah evlôdı» gibi mecazi bir sözle ilôhi b i r vasıf verildiğini.
M usevi l i kte Kabbal felsefesinde de VücOd iyye kanaati n i n
izleri b u lunduğunu söyleci ikten sonra tasavvuftaki «Vah­
det-i V ücud - Varlı k birliği» inancına geçebiliriz.
K u r'ôn-ı Kerim'de Allôh'ın adları, «tek, b i r, dôimi
diri» ( Ferd, Vôhid, Ahad, Hayy) gibi zôtına, «duya n, bi­
len, g ören, gücü yeten üstün olan,» (Semi, Alim, Basir,
Kadir, Aziz) gibi s ıfatlarına «d i r i lten, öldüren, bağışla­
yan, a cıyan, ka hreden. l ütfeden, rızık verem> ( M uhyi, Mü­
m it, Afüvv, Rahmôn, Rahim, Ka hhôr, Razzaak) g ib i fiil­
lerine, yôni yarattıklarına yaptığ ı işlere a i t olma k üzere
üçe ayrı l ır. Bu adl a r a ra sında <<Vücüd» a d ı yoktur. Allô­
h ı n adları, İ slôm d i n in de, tevkıyfiyyedi r, yani Kur'a n'da
hangi a d l a rla an ı l m ışsa, ancak o a d l a r la a nabiliriz. Süfl­
l erse Allôh'a, mutlak, yôn i her çeşit kayıttan münezzeh
var l ı k a n l amına «Vücüd-ı Mutlakı> d iyorlar. Oysa Allöh,
mevcCıd , yôni vücud bul muş olmadığı g i bi vücQ.d, yôn i
varlık da değ i ld i r. Ona varlık demek, onu. var olan şeyler
a rasına katma ktı r. Fakat süfiler, b u n u biz d e biliyoruz;
her şey ondan zuhur eder, onunla vardır; fakat an layışa
yak loştırmak, an lata b i l mek için ona vücüd demekten baş­
ka b i r çare bul a mad ı·k ; bu yüzden ona « M utlak Varl ı k»
d ed i k ; vücud, yani varlı k , bizce Allah'ta n iba rettir ve on­
dan başka; zôtiyle ka·a im olan, kendiliğinden var olan
yoktur. Hatta ona «mutlak» vasfı nı verme k de côiz ola­
maz; çünkü o, hiç b i r şeyle mukayyed olmadığı gibi m ut­
lak ol uşta n da mü nezzehti r. O. ne çoğalır, n e böl ünür; her
var ola n , onunla vard ı r: varlık, onun s ıfatı değild ir, zatı­
d ı r; v ücut sözüyle, var olan şeyleri n , kendisiyle v a r ol­
duğunu, gerçek ve mutlak va rl ığıyle varl ı k ô leminde te­
cell i ettiğ i n i a n la tmak istiyoruz d iyorla r. Sufilere g öre
ô lemin varlığ ı izôfidi r; yani Allah'ın varlığına nisbetle
ôlem, yoktan, yok lukta n ibarettir; fa kat onun sıfatları­
nın tecel lisi olması , her şeyde onun kud reti nin, hi kmeti­
n i n , sun'unun, eserinin görün mesi dolayısiyle var denebi­
l i r. Yoksa kôi nat. h i ç b i r va kit, o değ i l d i r, olamaz; b una
i mkôn olmadığı g i bi o da kôi nat su retinde görü nemez.

43
M ü mkin ve hôdis, yan i var olması d a , yok olması da im­
kcm dahilinde bulunan ve sonradan, yokken var olan şey,
vôcib, yan i olmamasına i m kôn bul unmaya n bir var l ı k ola­
mayacağı gibi vôcib de m ü mkin ve hôdis olamaz. Güneşin
ışığı, g üneş olmasa var olamaz, fakat g ü neşin ışığı, güneş
değildir, g ü neşin bir tecel l isidir.
Mevlôna Celôleddin, bun u an latırken der k i :
cEy b izim canımıza can olan, biz kim olıtyoruz ki seninle beraber
ort·aya çıkabile lim. ?
Biz yoklarız, bizim varlıklarımız, fani şekiller göste1·en (kudretini
o fani şekillerle ızhıir eden) sen, ·mutlak varlıksın.
Biz arslanlarız, ama bayraklardaki arslan/arız; soluktan soluğa
onların yeldendir saldırısı.
Saldırıları göriimmektedir de yel görünmemektedir. O görünmeyen
yok nıu, o yok olmasın bizden.
Bizim yelimiz de ihsanındandır, varlığımız da; bütün varlıklarımız,
senin icadınla meydana gel:miştir.
yoka varlık tadını tattırdın ; yoku kendine aşık ettin.
Verdiğ·in nimetin tadını aZ.ma; mezeni, şarabını, kadehini alma.
A lırsan kim arayıp tarayabilir? Resim, ressamiyle nasıl savaşabilfr?
Bize bakma, kendine, kendi kerem·ine, ihsanına, cömertliğine bak.
Biz de yoktuk, dileğimiz, isteğimiz de yoktu; fakat lutfun,
bizim söylenmemiş sözleri1nizi duyuyordu.
Resim ressanıın, kalemin önünde, ana karnındaki çocuk gibi acizdir ;
bir şey yapamaz, söyleyemez

Kur'an'daki şu ayetin tefsfrini okıı; Alla.h, 'Attığın


vakit sen at madın' buyurdu.»
(Mesnevi, ı. Nicholson bas ı m ı , s. 38-39, beyit 601 -615)

Soru 22 Kur'an'ck;ki o ôyet, hangi suredecir ve ne


denmek isteniyor?

Bu ôyet, V l l I . surenin 1 7. ôyetidir. M e ôl i şudur: «On­


ları siz öld ürme-Oiniz, fakat Allah öldürdü ve attığ ı n za­
man, sen atmadın, fakat Allah attı ve böylece d e kendi

44
kotından, inananlara g üzel bir n i met vermek, onları de­
n emek isted i ; şüphe yok ki Allah, her şeyi duya n d ı r, bi­
lendir.» Be·di r savaşında, m üşrikleren öldü rülenleri öl­
d ü renlerin , Allah kudretiyle öld ü rd ü kleri n i , bu bakı mda n ,
g erçe kte Allah'ın öld ü rd ü ğ ü n ü bildirmektedir. Savaşta n
önce Hz. Peygambe r, b i r avuç kum v e ça k ı l a l mış, yüzle­
ri kara olsun buyu rarak müşriklere atm ıştı. Bu kum v e
ç a k ı l , m ü şrikleri n yüzlerine, gözleri ne isabet etm işti . B u
hus usta Kur'an-ı Kerim'de, b u n u sen atmadın, Allah attı;
yôni on u n kudretiyle a ttın, sen bir vasıtayd ı n- gerçekte;
ata n , sana o kud reti verendi buyurulmaktad ı r ( M ecm'a'
u l-Beyan, iV, s. 530 v e bütün tefs i rler) .
Sufiler, bu ayeti , vahdet-i vücuda b i r delil saya rl a r.
O n la r, «Al lah demişti k i : Ben sizi nleyim» (V, 1 2) , « Kork­
mayın ded i , gerçekten de benim sizinle; d uyarım ben ve
görürüm» (XX, 46) . «0, sizi n l edir n erde olursa nız» ( LV l l ,
4 ) g i bi ôyetleri de Vahdet-i Vücüd'a del.il g österirler. « Be­
n i m b i r dostumla düşmanlığa g irişene, savaşa izin veririm
ben i mle. Kul, ona farzettiğim şeylere riayetle bana yak­
laşır; bundan daha sevd iğim şey yoktur ben im. Kul u m,
nôfilelere, ona farzetmediğim ibadetlere devam ettikçe d e
b oyuna bana ya k ı n la ş ı r d a severim on u , sevd i m mi d e ,
duyd u ğ u kulağ ı , görd ü ğ ü gözü, tuttuğu eli, y ü r ü d ü ğ ü aya­
ğ ı mesabesinde olurum; benden bir şey isterse veri rim,
bir şeyden korumamı d ilerse koru rum o n u . . . » meôlindeki
kudsi hadis d e (Ta n rı i l hômiyle Hz. Muham med'i n , Allah
dedi ki diye -naklettiği, fakat va h i y yoluyla, melekle gel­
meyen ve Kur'a n 'dan olm ayan Allah b uyruğu) onlarca
Va hdet-i Vücüd'a delildir ( Muhammed'ü l-Medeni: Al-İt­
hôfôt'üs-Seniyye fi' l-Ahôdis'il-Kudsiyye, Haydarôbôd -

1 323, Buhôri'den naklen, s . 82).

Soru 23 : İs!ômC:a Vahdet-i VücQd inancı var mıdır


sizce?

Bu i na n ç, her şeyde Tan rı n ı n kudretini, kuvvetin i,


I Otfun u , tek sözle varl ı ğ ı n ı , birliğini, sıfatlarının tecelli-

45
s i n i g örmek, her şeyin, o n u n va rl ığ ıyle kaaim olduğ u n u,
fakat bütü n va r l ı kların , o n u n ezeli ve e bedi va rlığına na­
z a ra n bir gölgeden, bir sera ptan başka b ir şey olmad ı ğ ı n ı
kabul etmek su retiyle benimsen i rse sor u n uza m üsbet ce­
vap verebili riz. Fakat, «Allah vard ı, o n u n la hiç bir şey
yoktu» hadisine eklenen « hôlô da, nasılsa öyledir» s özü ­
n ü de takriri hadis saymak, yôni Hz. Peygamber'in huzu­
runda b u söz s öylenince susa ra·k doğru l u ğ u n u ka bul etti­
ğ i n i söylemek ( Mavzüôtu Kebir, s. 59) ya hut Gayb'i Sun'­
u l lôh'ın ( 1 072 H. 1 661 'deıı sonra ) « Keşf'ül-G ıtôı> a d ı n ı
verd i ğ i k a s id esi nde,
Bir vücuddur cümle eşya ayn-ı eşyadır Huda
Hep hüviy11etdir görünen yok Hııda'dan ma'da
Leyk vardır ol vücıtdun zcihiri vü batını
Pes hü·viyyetden denilür evvel ü ahır anı:i
i'tib rirıdir vü cuda evvel il a hır dimek
Bir viiı:Udun ayn ıd ır ol ibtida vıı intiha
Evııel a.hır fa1·z idersen böyledir ol yohsa kim
}btidr.1 sız intilıasız bir Hudc1dır sermııda

tarzında her ş ey i , kôinatı, bütün varl ı kl a rı , var ola nları ,

tüm b i r va rl ı k sayip o varlığın ayn ı n ı Alla h ta n ı ma k , kô­


inatta n m ü n ezzeh bir môbud tanıma ma k, «Va hdet-i Vü­
cüdııdan ziyade «Vahdet-i M evcud» , y a n i bütün varlı kla­
rın , tek bir v a r l ı ğ ı n çeşitli suretleri olduğu i nonc : na yol
a car k i Allah, bu inancto kai natın özü, g erçeği olur; d a h a
doğrusu bu i n a n ç , kôinotsız, maddesiz Allah ı n varl ı ğ ı n ı
kabul etm e mek sonucunu meydana ç ı ka rı r; b u d a mad­
deci l i'kten başka bir şey o lo rn az. Yuka rıdaki beyitlere na­
z a ra n Gaybi va r l ı ğ ı n bir �örünüş yön ü , b i r de g örü n m e ­

yen yön ü oiduğunu, va rl ı�a ön ve son demenin itibôri bu­


lumluğunu bildi rme kted i r ( bizdeki yazma , 7, a . Gayb1
diva n ı ; ist. Büyük Matbaa 1 963, s. 7 ) .
-

İslam dini, orta b i r d indir. Kur'ôn-ı Ke rim, Muha m- -


med ü m m etine, « ümmeti vasatıı demektedir ( i l . ·t43) . İ s­
lôm d i n i nd e d ünyayı b ı rakı p i badete koyu lmak, a h i ret için
yaşa mak, ya hut ô hıreti hiç düşün meyip d ün yaya dalmak

46
olmad ı ğ ı gibi, tam bir tenzih, yani A l l ah'ı kôi natta n ayrı
saymak, ya hut tam bir teşbih, yani Allah'ı, kainat olara k
1kabul etmek, b i r insa n ı Ta nrılaştırmak gibi ifrat ve tefrit
de yoktur ki bu n l arı önceden de a ç ı kl a mıştı k. Vahdet-i
Vücudu, 'kainatın her zerresinde, Allah'ı n eserini, yaratı­
c ı l ı ğ ı n ı , kudret ve h i kmeti n i görmek, h e r şeyi onun var­
l ı ğ ına, birliğine delil saymak, her varl ı kta onun sıfatla­
rının tecellisini görmek, fa kat tecelliyi, tecelli eden kabul
etm emek tarzında kabul, İslôma aykırı değildir; fakat kô­
i natı Allah olarak, yahut Allah'ı kôinat şeklinde zuhur
etm iş kabul ederek böyle bir inanca bağlanmak, islô m : n
ruhuna, temeline aykırıdır; Sufilerin Vahd et-i Vücud'do
orta yolu tutanları da böyle bir inanca ta rafta r olmamış­
l a rd ır; çünkü bu i na n çta, yaratmak ve yaradılış bile yok
o l u r g ider; ç ü n k ü bu inancın sonucu, ya radılışı z u h u r
kabul etmek, yaradılmışı, yaratan bilmektir.
Yunan felsefesini İslômlleştiren ve kendilerine « H u ­
kemôı> a d ı n ı takan fi lozoflar, «birden a n cak bir çıkarı>
esas ını beni mseyerek yaratıcı kudretten fa 'ôl, yani a ktif
bir kuvvetin doğd u ğ u n u kabul etm işler ve buna tüm a k ı l
a n l a m ı n a «Akl-ı l<ü l l» demiş lerdi r. Akl-ı Küll, m ü nfa i l
(pasif) b i r kuvvet meydana g etirmiş, b u i k i kuvvetten,
gökler ve göklerin cirimleri ola n yedi yıldız meydana gel­
miştir. Göklerin v e g öklerle bera b e r yı ldızların dönüşleri,
olgunluğa olan özl emlerinden meydana g e l i r. Her yıldızın
d a bir a k tif, bir d e pasif kuvveti va rd ı r. Bu dönüş, dört
basit unsuru, yan i h avayı , suyu, ateşi, toprağ ı meydana
g etirir. Vedi yıldızın bu lunc!uğu yedi gök, yedinci göğü
kapla ya n ve sôbitelerin bulunduğu Burçla r göğü ve bu
göğü kaplayan, içinde h i ç bir şey bulun mayan Atlas göğü
döndü kçe d ört unsuru meydana g etird iği gibi dokuz g ök­
l e ·dört unsurun birleşmesinden d e üç çocu k, ya ni ca ns:z­
lar, bitkiler ve ca n l ı l a r meydana gelir. Görül üyor ki ya­
ratıcı kudret, ya lnız tüm a k l ı izha r etmiştir ; tüm akı ldan
pasif b i r kudret, Nefs-i K ü l l meydana gel miştir. B u i kisi
gökleri, göklerin d ö n ü ş ü , dört unsuru, d okuz gökle d ört
unsurun bi rleşmes i, cansızları, bitki l eri, ca n l ı ları ya rat-

47
m ıştı r. C a n l ı ların içinde en olg un varl ık, insand ı r. Bu fel­
sefe teoris inde, yaradış yoktur, «sudur - çı kış» vard ı r. Ay­
n ı zamanda tüm a k ı l , ya ratıcı kudretten muayyen bir za­
mand a zuhur etmez; bu z u hur, o kud reti n d a imi bir s ıfa­
tıd ı r. Bu ba kımdan ôlem, yaratıcı kud rete n is betle hôdis
ise de, onunla var olduğundan kadimdir, yani önüne ön
yoktur; el imizdeki sopayı sallasak, sopa, eli mizle beraber
sa l l a n ı r; fakat elimizin, sopaya nisbetle zôti bir önceliğJ
vard ı r. H u kemö, « Heykel-i Cılem hödis-i kadimdir» , yani
bütü n ôlemin ma·d desi , önüne ön bulun maya n , fakat yara­
tıcı kud rete naza ran sonradan olmuş sayıla n bir va r l ı kt ı r
sözüyle bunu form ü l e etmişlerd ir. Bu teoriye göre ô h ı ret,
l ügat a n lamına göre her zuhuru n sonud u r. A lem, maddesi
ba kımından dü nya, mônası bakımı ndan ô h ı ret olduğu g i bi
bütün kainat, her an, yaratı ldığından, içinde bulun u la n an
d ü nya, o anda n sonra ki an, Cıhı reWr ve bu, böylece sürer
g i d er.
S ı mavna kadısı oğlu Bedreddin'in (823 H . 1 420) ,
m u htelif zamanlarda, m u htelif kon u la ra a it s özleri nin, so­
r u lara verdiği cevapların toplanmasından meyd a n a gelen
«Vöridôt» ında, varl ı k birl i ğ i bu tarzdad ı r ve ona g öre
kainat Allah 'tır, önü ve sonu yoktur. Kıya metse ölüm­
den i ba rettir (Gölpınarl ı : Sımavna kadısı oğlu Şeyh Bed­
reddin, İst. Eti yayı n 1 966, s. 31 - 33. VCıridôt tercemesi,
s. 55 - 66 ve 75).
Bu i nanç, İslö m ı n temeline hiç uymaz; ç ü n kü İslôm
d i n i n d e her şeyi yarata n Alla h'tır; ô lem, sonradan yora­
t ı l m ıştır. Alla h'sa her şeyden münezzehtir.
Sufiler içinde Vahdet-i Vücüd'u, g örüşte b i r değişim
olarak kabul edenler d e vard ır; bun lara g öre sölik, s ü l ü k­
te öyle bir mertebeye g e l i r ki, bütün varl ı ğ ı Tanrı görür.
B u mertebe, olg u n l u k mertebesi değ i ld i r. Bu m ertebeyi
a ştı ktan sema anla r ki va rlı klar, sonradan yaratılmıştı r;
yoktan var ed il mişti r ve vücudda çok l u k vard ı r. Bu inan­
ca «Vahdet-i Şühüd » , yani görüş birliği den i r. Nakşben­
dllerde « M ü ceddid-i el if-i sôni - İ kinci bin yılda İ slôm di­
nini yenileyen» denen ve i mam Rabböni d iye a n ı lan Ahmed

48
FôrCı kıyy-i Serhindi'n i n ( 1 034 H. 1 624) vahdetteki mez­
hebi budur.

Soru 24 : Tevhid mertebelerini anlatırken «tevhid-f


ef'al, tevhid-i sıfat, tevhid-i zôt» diye üc
mertebe saymıştınız; tevhid-i ef'ôl'de, her
yapılan şeyi, gerçekte yapan Allah'tır de·
miştiniz; bu takdirde, her şeyi o yapıyor­
sa, irade ve ihtiyôr ortadan kalkmıyor
mu? Sorumluluğun, sevap ve günahın,
cennet ve cehennemin b u inanca göre or­
tadan kalkması g erekmez mi?

Sufileri n , Vahdet-i Vücud'o inana n ları, bu mertebe­


de neş'elerine, yaratı lışlarına, yetişmeleri ne, istidatları na,
bilgi lerine ve a n layışları na göre değişik ha ller a l ı rl a r.
M evlônô, «M esnevi» dibacesi nde, kitabını « ulaşma ve ya­
kıyn s ı rl a rı n ı açmada, d i n i n asıl ları n ı n asıllarını n asıl­
ları . . . » gibi vasıflarla övdükten son ra o n u , Mısır'daki Nil
suyuna benzetir ve «Sabredenlere i ç i l ecek sudur, F ı ravun
s oyuna ve kôfi rlere ise hasret; netekim Allah da on u n la,
çokl a rı n ı şaşırtıp azd ı r ı r, çoklarını da doğ ru yola götürür
d e miştir» der ( Nichoison bas ı m ı , 1, s. 1 . Ayet, i l , 26) .
Va rl ık, Tanrı sıfatla r ı n ı n ma-ıharları, sıfatlar da za­
t ı n z u huru kabul e d i l i rse, elbette i rôde ve i htiyôr d üş ü n ü­
lemez . Hayır ve şerre, iyilik ve kötü lüğe gelince:
S ufiler, bunları itibari v e nTsbi kabul ederler. Esas
olarak yap ı l a n iş vard ı r ve o iş, mazha rına, yan i yapana
g öre yerli yeri ndedir, doğrudur. Söz gelimi, demirden k ı l ı c
yap ı l ı r, a ğaçtan masa. Aya kkabı aya ğ a g iyilir, şapka ba­
şa. H ı rsızın h ırsızl ı k etmesi , zôhidin na maz k ı l ması ye­
r i n d edir. Hiç bir va rlık, istidôdında n dışarı bir iş işleye­
mez; istidatsa mazha riyettir; mazharın a g öre her iş doğ­
rud u r. Hayır, şer, iyi, kötli, izôfid l r ve n i sbetten d oğ a r.
Birine g öre hayır ola n , ötekine göre şer olabi l i r. K ı l ı c ı n
kes mesinden, suyun boğmasında n , ateşin yakmas ı n d a n
d a h a tabii ve yerinde bir şey olamaz v e Mutlak Var l ı k,

49 F.: 4
mazharın istidadına göre iş işler. Hattô hayır, şerle, iyi,
kötüyle an laşı l ı r. Soğ u k o lmasayd ı sıcağı b i l emezd i k. Ö l ü m
olmasayd ı d i rim b i l i n mezd i .
Bu böyle kabul ed i l i n ce, a rtık sOfin i n tabiati, gel iş­
mesi , zevki ve neş'esi işe g i r iŞir. B u rada, her iş onund u r,
g e rçekte her şeyi ya pan odur d eyip z ev k e dalan, ahireti
d ünyada görüp ô h ı rette te klif yoktur d iyerek ibô haya ka­
yan, ya n i her şeyi mübah g ören , böylece d i n i , dinin emi r­
lerini, ô l em i n d üzen i i ç i n konm uş saya n vard ı r. Şunu da
söyieyel i m k i biz, bu söz leri, a k l ı m 'zdan, yahut ya lnız bil­
ginin sonuçlar ı n ı düşün mek yönünden söylem iyoruz; bu
ina n çta olan ları da g ö rd ü k, onlardan da duyduk bu söz­
leri biz.
İçlerinde şeriata bağ l ı olanlarıysa, her mazhara gö­
re, o mazhardan zuhur eden işi doğru b u l a n , fa kat olgun
kişi n i n , bütün bunlardan arınmış olacağına inanan, d i ni
emi rleri, bambaşka ve içten gelen bir zevkle yapan, şeri­
attan zerre kada r ayrı l mayan kişiler vard ı r. B u nlar, ade­
ta bir m erdiveni n en üst basa mağına çıkm ışlard ı r. Öbür
basa makların her biri, o basama kta b u l u n a n ların d u ra k­
larıdır, hepsi de yerl i yeri nded i r: hiç biri aykırı bir · işde
değ i l d i r; faka t onlar bun ları seyrederler: kend i l eriyse bü­
tün bu kayıtlarda n kurtu l m uşlard ı r.
Sorum l u l u k meseles i n e g e lince:
Mesela bir adam, birisini öl·ci ü rür: bu. istidadına gö­
re yaptı ğ ı bir iştir; fakat sorum l u l u k kal kmaz; çünkü o
öldüreni tutan , onu yarg ı layan, hakkında kısas hükmün ü
veren ve onu, h ükme göre öldürten ve öldü ren de, istldô­
d ına g öre, mazhariyetine g öre iş yapma ktadır. Bu ba kım­
dan ne kısôs kal kar, n e soru m l u l u k ve bu inanç b i r anarşi­
ye yol a çmaz.
B u nda , dini inancın da tesiri vardır. E h l i Sünnete g ö­
re kulda cüz'i bir i rade ve i htiyôr va rdır. K u l , cüz'i i rô­
desiyle iyi l i ğ i , kötü l ü ğ ü yapma k ister, Allah da onu halk
eder. M u'tezile'ye, ya n i lslôm inancında n a k l i , a kla uy­
du ran lara göreyse kul, i rade ve i htiyôr sa h ibid i r. Aklı
vard ı r ve akıl, iyiyi, k ötüyü bilecek b i r kaabil iyetted i r.

50
Allah, herkes i n ne yapo ca ğ ı n ı bil i r; fakat bilgisi <cm ü c­
b i r-i fi'I» deği ldir, ya n i ona o iyil iği, o kötü l ü ğ ü zorla ya p­
tırmaz. i mam Ca'fer'us-Sôdık'ın buyu rd u ğ u gi bi" « Cebr
ve toMz yoktu r; iş, ikisinin arasındadır.» Yôni Allah
kula zorla iyili:k ve kötü l ü k yaptırmaz; a ma kul, kendi ba­
şına da bıra kı l m ı ş değildir. Kul, d i lediği işi, gene Allah
g ü cüyle yapa r; a ncak aklı, iyiyi, kötüyü b i l i r, anlar; ay­
nca Allah , peygamber yollamış, kitap i nd i rmiş, iyiyi, kö­
tüyü a n latmıştır. Artı k kul, iyiliği, kötü l ü ğ ü , kend i i ra­
desiyle yapmış olur; ka rşı l ı ğında da Allah ona adôletiyla
m u a mele eder, mü kafat ve mücazatta bulun u r. Bun u n a ksi
d ü ş ü n ü l ü rse, kula a kı l vermesi, peyga mber yol laması, ki­
tap indi rmesi a bes, m ü kôfat ve mücazatta bulunması z u­
l ü m olur (Hôc Şeyh A bbôs-ı Ku mmi: Sefinet' ül-Bıhôr v e
M edlnet' ü l-Hikemi ve'l-A sôr, 1 , Necef - 1 352, C e b r mad.
v e Bıhör'ü l-Envôr} .
M evlônô, b u hususta d e r ki:
«Ok ata rsa k o atış bizden değildir; biz yayız, oku
atansa Allah'tır. Bu cebir d eğ i l d i r, cebbarlığın a n lamı­
d ı r; cebbarlığı a nış d a a ğ layışı a n latma k içindi r.
Ağlayıp inlememiz, cebre, o İŞİ zorla , · kendi mizde ol­
m a ksızı n , nefsimize uyup yaptı ğ ı m ıza delilse d e uta ncı.-.
mız, ihtiyôrımız old uğuna delildir.
«İhtiyanmı;ı,irademiz yoksa b·ıı utanç nedir? Bu hayıflanma, bu
utanrııa, bu edepli, terbiyeli olmaya uğraşma nedir?
Hocaların talebeye çık1şmaları, talebenin uğraşmaları nedir?
Neden hatırınıız, tedbirlere dÖ1ıiip durnıada '!
Sen, onun cebrinden gaflettesüı de ondan; Tanrının a.yı,
onun bulutunun altında gizlenmiş dersin ama.
Buna güzel bir cevap var; duyar, dinlersen küfürden geçer,
dine yapışırsın.
Yanıp yakılma, ağlayıp inlem.e, hastalık çcığındadıı·; hastalık çalfı,
tümden uyanış çağıdır.
Hasta oldıığun za.nuın suçtan tövbe eder, suç işlemekten
istiğfar eykr11in.
Suç-un çirkinliği, kötüWğii, o zaman belirir sana ; artık yola gelc11im
der, buna niyetlenirstn.

51
Bun.dan 1>öyle kulluktan başka bir şey seçmeyeyim diye ahdeder,
and içersin.
Demek apaydın anla§ıldı ki bu hastalık, sana bir alct.I, fikir,
bir ıtyanıkl'lk vermede.
Şu, }ı,e:ılde ey asıl arayan, şu aslı bil: Kimde derd ·varsa,
odur koku almış kişi.•
(1, s. 39, beyit. 2 1 6 - 227)
«Sonin cebre inanma.ıı, yolda y atııp uyurnandır; o kapıyı,
o yapıyı görmedikçe uyuma.
Ey deiiM'riz cebri, o '11U!y veli ağacın a.ıtmdan başka bir yerde uyuma,
kendine gel.
Uyuma da. her solukta yel, uyuyanın başına meyveler,
azıklar döksün.
Cebre tna.nmak, yol kesicilerin ya,nında uyumaktır; va,kitsı.'.z öt� �.
nasıl olur da, aman bulur?ıt

(Aynı, s. 58 - 59, beyit 940-948).

M evlônô, ayn ı ciltte, maiyetin , yôni A l lah'la bile ol­


manın, cebir olmôdığ ı n ı , bu makamın, h erkesin sand ı ğ ı
cebir bulunmad ığını, on u n , kend i faydası n ı g özeten, kö­
tülük leri buyuran nefisten doğma ceb irden a payrı oldu­
ğ u n u , g erçek cebrin , ya n i i htiyôrı n ı Ta nrıya verişin bam­
başka bir şey olup bu d u rağa varmayan ların i htiyôrda n,
c e bi rden ba hsetmeleri n i n b i r hayalden ibaret bulunduğu­
n u söyler ve Adem Peyga mber' in, sucu ken d i n efsine iza­
fe etti ğ i n i , İ blls'inse A l lah'a isnat eyled i ğ i n i a n lotır (s.
90 92) ; e l i titreyen ada m la e l i n i titreten ada m ı n hare­
-

ketleri n i n Ta nrıdan olduğ u n u , fakat bu titreyişle titret­


men i n k ı yaslanamayacağı n ı söyler (beyit: 1 494 - 1 499).

Soru 25 : Bundan önceki sorulara verdiğiniz cevap­


larda· «biliş, görüş, oluş» sözleri geçti;
bunları biraz açıklar mısınız?

SOfilerce tevhid in her ü ç m ertebes i nde, yôn i tevhld - i


ef'ôl, tevhld-i sıfôt v e tevhid-i zôt m ertebelerinde, bu ü ç
merhalen i n aşılması gere kt i r. H e r üç mertebeye d e tenô ,

52
yan i yokluk mertebeleri d en i r. Tevhid-i ef'ôl'de sôl i k, bü­
tün i ş l eri, Ta nrı işlerinde yok eder; her işi, onun işi bil i r.
g örü r v e bu bilgiyi, bu g örg üyü oluş haline g etirir. Tev­
hld- i s ıfôt'ta , işlerin, sıfatlardan doğduğunu, sıfatların
tü m ü n ü n d e Tanrı s ıfatları olduğunu a n lar; gözünden,
varl ıklara , yaratı klora a it sıfatlar yok o lu r. Tevhld-i zôt'­
ta, her şeyin mecôzl ve izôfi va rlıkla var olduğunu, s ıfat­
ların, Ta n rı zôtın ı n tece l l isi olduğunu bilir, g örür ve her
şey g özünden s i l i n i r; Tan r ıdan başka bir va rlık göremez
ve bu bilgi ve g örg üyü oluş ha l i ne u laştı rır. Bi liş, görüş
ve oluşa, tasavvuf terimi olarak, « İ l m 'e l-ya kıyn, Ayn 'el­
ya kıyn, Hakk'a l -ya kıyn» derler.
Arapça bir söz ola n ya kıyn'in, lügatte a nlamı, ş üphe­
s i z bilgidir. Terim o la ra k , bir şeyi, başka türlü olmasına
i m kô n bu l unmad ı ğ ı na i nanarak old u ğ u gibi bilmektir
(Ta ' rlfôt, s. 1 75) . Bilgi yoluyla bir şeyin bu çeşit bilinme­
s i n e « il m'el-ya·k ıyn » , keşif ve g örüşle bili n mesine cayn'el­
yakıyn» denir {a y n ı , s. 1 04, 1 07) . Hak k'a l-yakıyn, kulun
Hak'ta yok olması ve Ha k varlığıyla varl ı ğ a ulaşma s ı d ı r.
İ l nı'el-yak ·yn , şeriatın zahiri, a yn'el-ya kıyn, emirleri ih­
lôsla yapmak, hakk'a l-ya k ıyn , k u l l u k ederken ôdeta,
H o kk'ı g ör mektir d e d emişlerdir (aynı, s. 62. Risfüet'ü l­
Kuşayriyye'ye de b. s. 57) .
Hacı Bayrôm-ı Veli {833 H. 1 429 1 430) . bir şiirinde,
-

bu ü c mertebeyi, i l k olara k «bi l meK, bulmak, o l ma k» tar­


zında Tü rkçeleştirmiştir:
Bayram özüni bildi bileni anda buldı
Bulan ol kendii oldı sen seni bil sen sene

( Gölpınarl ı: Melômilik ve Melômiler, lst. Onıv.


Türkiyat Enst. Devlet Mat. 1931, s. 36)

Hacı Bayrôm�ı Veli'den sonra , ayn ı stlsileden gelen


ve Kayg usuz mahlôsiyle şiirler yazan Vizeli Aloeddin
, {970
H. 1 562 - 1 563) , bir ş iirinde,
Hv.lm.(Jk degül imtş olrıw,k bilmek degül imiş bulmak
Evltydya gönül ııirmek rengine bo11ı:ınmak imiş

53
beytiyle, «bi lmek, bulmak, olmak» s öz leri n i , Hacı Bay­
rôm'a uyup bu üç m ertebe hakkında kullanmıştır (Göl­
pınarlı: Kaygusuz Vizel i A lôedd in, ,ist. Remzi K. 1 932, s.
66) .
Ha tvetiyye torikatin i n Şa'bôniyye kol u ndan olan ve
hem g i yi mde, hem de n eş'ede melômet yolunu seçen Kuş­
adalı İbrôh i m de ( 1 264 H. 1 848) . mektupla rı n ı n çoğ una,
«Bil meleri, bulmaları, olma ları daavôtiyle inhô olunur
ki» d iye boşlar ( Mektup la rı, bizdeki yaz.).

soru 26 : Bu terimler, Kur'ôn-ı Kerim'de var mıdır?

« İ l m 'el-ya kıyn» , Kur'ôn-ı Kerim'in C l l . s u resinde g e­


çer; «ayn'el-ya kıyn>> d e aynı sürededi r; bu süren i n 5 - 8.
ôyetleri n i n meô l l eri şud u r: «İş öyle d eğ i l , şüphesiz ola­
ra k iyiden iyiye (ilm 'el-yak ıy n i le) bir bilseniz. Andolsun
k i o koca cehen nemi göreceks in iz. Sonra da andolsun ki
g özlerinizle (ayn'el-ya kıyn ile) göreceks i n iz : sonra da
andolsun k i o g ü n nimetlerden sorg uya çekileceksi niz.ıt
«Hakk'el-yakıyn>> de, LV I. s u renin 95. ôyeti nde, ondan
önceki ôyetlerde, Tanrı d i n i n i yalanlayanların cehenneme
atılaca kl a rı bil·d irildikten sonra , «Şüphe yok ki bu gerçe­
ğ i n ta kendisidir.» diye g eçtiği g i bi LXIX. suren i n 50.
ôyetinde, K u r'ôn'ı n, kôfirfore ôdeta bir hasret olduğu bil­
d i ri ldikten sonra 51 . ôyetinde, «ve şüphe yok k i o, elootte
gerçeğin ta kend isidir» ta rzında geçer. Bu teriml er, arz
ettiğ i miz ôyetlerden a l ı n mış, düzül müştür; fa kat görü lü­
yor ki ô yetlerd ek i sözler, terim değild i r ve sOfil eri n, ya­
kıyn derecel eri dedikleri izah ettiğimiz a n la m la rla bu söz­
lerin hiç bir i lgisi yoktur. Esasen tevhid i n ü ç mertebesi
ola n fenô mertebeleri , dön üşteki üç tane ba kaa m ertebe­
si, hatta bakaa ve fenô sözleri de Kur'ôn'da ve hadis lerde
yoktur. Evet, «yerde ne varsa fônid i r ve ancak u l uluk ve
kerem sahibi rabbi n i n zôtı d ı r kalan» ôyeti vard ı r ( LV,
26 27) ; fakat bu ôyetteki fônili k, bôkıyl i k, sufilerin izah­
-

ları g i bi değildir.

54
Soru 27 : Sorumuza cevap verirken, dönüşteki ü ç
mertebe decliniz; tevhidin, fenô mertebe­
lerinden sonra üç m9rtebesl daha mı var?

Evet, Vahdet-i Vücud'a inananlar, s ü l ü k ü , ya n i ma­


nevi yolcu luğu bir d a i re fa rzederler. Çıkış kavsinde, a n ­
lattığımız fenô mertebeleri vard ı r. Fa kat bu mertebelere
u laşan lar, olgunluğa e rişemezler. O lg u n l u ğ a erişmek i ç i n
bakaa mertebeleriyle seyrü s ü l uke başlad ı ğ ı yere dönme­
si şa rttır. Cüneyd 'den , son n ed i r d iye sord u kları va k it,
başlang ıca dönmekti r, d iye cevap vermişti r (Avôrif'ül­
Ma ôrif'ten naklen Tarô ı k'u l-Ha kamk, i l , s. 41 2 ) .
Ma nevi yolcu, tevhid-i zôt'tan son ra , her şeyi n , Ta n rı
va r l ığ ıyle var olduğ u n u , varlıkların, Ta n rı zôtı n ı n mazha r­
ları bulunduğunu a nl a r; ke ndisini de Tanrı zôtiyle kaa i m
görür. İ kinci mertebede Tanrı sıfatlarını mazlıarlarda,
ya n i kôin atta, var akı n şeylerde görür, kendi sıfatl a rı n ı n
d a Tan rı sıfatları n ı n zuhuru olduğunu idrak eder. Üçün­
c ü mertebede, her işin, s ıfatla rın mu ktazôsı oldu ğ u n u
a n l a r, kendi işleri n i n d e Tanrı işleri olduğunu bilir. Çı­
karken işleri, sıfatla rı, her şeyi yok etmişti ; böyle b i r
zevke u laşmıştı. İniş kavsi ndeyse h e r şeyin Al lah'ın zô­
tıyle, her sıfatın, Allah s ıfatlarıyle, her işin, Allah işle­
riyle kaa im olduğunu zevk ederek va rl ı k ôlemine döner.
·
İ l k başlang ıçta , her işi, her sıfatı Ta nrıda n ayrı bilir, her
şeyin bir varl ı ğ ı o l d u ğ u n u sanırken son dönüşte her şey i n
Tanrı zôtıyle va r olduğunu, h e r sıfatı n , Tanrı sıfatlar ı n ı n
tecellisi v e her i ş i n , o sıfatların zuhuru bulunduğunu zevk
ederek Allah'la var oluş zevkine ulaşır. Dön üşteki ilk mer­
tebeye «cem '», i ki n cisine «cem'ul-cem' » , ü çüncüsüne
«farkla berôber olan cem'» yah ut « i kinci fark» derler.

Soru 28 : Bu terimleri bircız doho açıklayabilir misiniz?

Fark, I Qgatte ayı rma k, ceın', toplamak a n la mı na d ı r.


Terim olara k halkı, Ha k'ta n , Tanrı'dan ayrı bilmeye «fark»

55
ve «tefrı ka» d erler. İnsan, fa rk ôleminde varl ı kları , ô lemi
görür; onlard a k i sıfatla rı , onları n san ır, işlerin i , onlard a n
bilir. S ü l üke başlayınca, ö n c e işlerin, h e p T a n r ı i ş i oldu­
ğunu, sonra bunların, Tanrı s ı fatların ı n zuhuru bulundu­
ğunu, sonra da her varlı ğ ı n , Tanrı varl ı ğ ı n ı n mazharı, ôde­
ta aynası olduğunu an l a r ve her şey g özü nden s i l i n i r, ken­
d isi de yok l u k ôlemine varı r. Geri d önerken önce her şe­
yin Hak'la kaa im bulunduğunu, sonra her şeydeki sıfat­
la rın Ta nrı s ıfatları, her s ıfattan zuhur eden işin de Tanrı
işi old uğunu, ispat yol l u a n lar. Gid işte nefiy, yô n i yokluk
yoluyle anla mıştı; dönerken ı sbôt, yôni var l ı k yoluyle zevk
eder. B i lişinden, g örüşünden, oluşundan kaybolan var­
lıklar, s ıfatl a r, işler, ôdeta bu sefer yerli yeri ne gelir. Ar­
tık sôlik, hem halkı görür, hem Ha kk'ı. İ l k fa rk ôleminde
halkı g örüyord u ; Ha k'sa, önce halktan ayrıyd ı . İk inci fark
ô lemindeyse halk, önce Hakk'ın mazharl arıdı r, onların sı­
fatları, o sıf.atların muktazôsı olan iş ler, Hakk'ı ndır; ger­
çek varl ı k, ancak Hak varl ı ğ ı d ı r; çünkü her şey H a k ' l a
kaaimdir; her şeyden z ô h i r olan sıfat, H a kk'ın sıfatıd ı r;
h er iş de, bir sıfatın zuhurudur.
Bu, bilişte, görüşte, ol uşta bir d eğ işmedir. İkinci far­
ka gelebilen kişi, her şeyi yerli yerinde görür; h i çbir şeyi
a bes saymaz; fakat her şeyle, herkes le mua melesi, onun
mertebesine g öredi r. İşte sülük, yôni ma nevi yolculuk bu­
d u r süfilerce.

Soru 29 : Bununla sülOk bitiyor mu?

SCıfiler, bu manevi yolculuğa seyr ü s ü l ü k d erler. An­


c a k Hakk'ın tecel lilerine son o l ma d ı ğ ı için sülük, yôn i yol­
culuk biter; fa kat seyrin, yôni tecel llleri görüşün sonu yok­
tur; çünkü tece l lilerin sonu olamaz. Bu bakımdan da yol
a lış, yüceliş b itmez; onun sonu olamaz.

56
VI. BÖLÜM

TASAVVUFTA D Ü NYA GÖRÜŞÜ - İ NSAN -


YARATl LIŞ, DA İ Mİ B İ R OLUŞTUR - ZAMAN
VE M EKAN - TASAVVU FTA ESK,İ İ NANCLARIN
İZLERİ - GAVS ERENLERİ - TASAVVU F VE
FELSEFE - AŞK V E CEZBE

Soru 30 : Vahdet-i Vücüd inancmda her şey, Hakk'ın


mazharı olunca, her şeyde Hakk'ın sıfatları
görünüp o sıfatlara göre işler zuhur edin­
ce, ciünya görüşü, adeta kalkıyor gibi bir
şey. Bu mistik inançta dünyanın önemi,
köinatın önemi yok mudur; Sufilerin dünya
görüşleri nasıldır?

Vahdet-i VücCıtcu larca mutlak var l ı k olan Tanrının za ­


ti b i r i ktizôsı vardır. Su nasıl boğar, ateş nasıl ya kar, ya­
l ı m nasıl aydın latırsa ve boğma k, yakmak, ayd ı n latma k sı­
fatlar ı , nasıl suyun, ateş i n , yalımın zôt• nda mevcutsa , on­
larda n bu vasıfları ayı rmak nasıl m ü m k ü n değil se, Mutl a k
Vcı r l ı k'ı n zôti i ktizôsı o l a n zuhur etme k vasfını da ondan
ayı rmaya imkan yoktur; zôtı her şeyden m ü nezzehtir; fa kat
her şey, onu n zôtındadır ve zôtı , da i ma sıfatlariyle zuhur
ede·r. İ l.k zuhuru, bütün ô le m i n mücmel olarak, :iminde ta­
hakkuk etmesidir. Her şey m ücmel olara k i l minde sabit
olur. Bu sübut, görd ü ğ ü m üz a lemi izhar eder. Zatına M ut­
l a k Var l ı k , Mutla k Gayb, yôni g izlilik, LôhOt ve Ahad iyyet,
ya n i birl ik, kitabın, yôn i kaderin as�ı anlamına Ü mm'ü l-ki­
tôb, g iz l i l i kler gizlisi a n lamına Gayb'ü l-g uyOb, ya ğmur yağ-

57
d ı ran ve yoğ u n olan bulut a n lamına Amô', taoyyünsüz l ü k,
maddi varl ı k bulunmayan ôlem anlam ında Lô-taayyü n ôlemi
g i bi adlar verilmişti r. Ahadiyyet aleminden sonra, Tanrı
bilgisinde, bilgi su retleri olara k sôbit ola n ve eşya n ı n i l k
taayyü n ü sayılan ôl eme, daha doğrusu, her şeyin Ta n rı
i l m i ndeki sü butu na, «Ayôn-ı sôbite» denir ki b u ôlemden
Tanrı a d la rı ve sıfatları zuhur eder ve bunlar, mü cerret ruh­
lar ve nefisler ôlem i ola n M eleküt ôlemini meydana geti rir;
b u ôleme, kuvvetler ôlemi de d iyebi l i riz. K uvvetl erin madde
hôl inde zuhuruysa M ü l k ôlemi denen ôlemimizi izha r eder.
M ü l k ôlemi ne, d uyu lan, görülen, duygu v e görg ü ôlemi
a n lamına Şehôdet ve H is ôlemi de d e n i r. Bütün b u ôlem­
ler, insanda toplanmıştır; bu bak'mdan kevn ü fesôd , yô­
ni oluş ve bozuluş ôlemi dediğimiz şu madde ô l emind e
insa n , cesed i , bedeni ba k ı m ı ndan bu ô leme, M ü l k v e şe­
hôdet ôlem i ne, ruhu ba k ı m ı ndan Meleküt ôlemine, Me­
l ekOt ô lemiyle LôhOt ôlemi a rasında bir g eçit, bir berzah
olan sıfatlar ôlemine ve n i hayet Ta n rı n ı n zôti i ktizôsı na
mazhar ola n tek yaratıktı r. Ancak bütün b u n la r, Tan r ı
sıfatla rı n ı n ve sıfatlara g öre Tanrı adları n ı n zuhurund a n
başka b i r şey değ i l d i r; zôtiyse bütün b u n larda n m ü nez­
zehtir.
Bir de şunu söylemek gerek:
B u oluş, za man ba k ı m ı ndan mütalôa edilemez; yô n i
bir zama n Tanr ı dan başka b i r şey yoktu ; sonra i l minde,
her şey sabit oldu; sonra bu sü but, mücerretler ô l e m i n i
meydana g etird i ; o ô l e m i n madde h ô l i n d e z u h u ru da kô­
i natı izhar etti g i bi düşünüle rr:ı ez. Mutlak Varl ı k , her a n ,
bütü n ôlemden mü nezzehti r; bütün kayıtlard a n m utla ktır
ve her an, zati i ktizôsı , z u h u ra olan meyli, bütün varl ı kla­
rın, bilg isinde sübutunu meyda na getirir. İ l m i n deki bilgi
su retleri şeklindeki varl ı klar, her a n kuvvet hôlinde var
olup durmaktad ı r ve kuvvet de her an yoğ u nlaşıp madde
şekl ine bürün me kted ir. Alla h ' ı n evveline bir evvel d üş ü n ü ­
lemiyeceği g ibi son una da bir son düşünü lemez; o ezeli v e
ebedid ir. Fa kat ezel v e ebed , önsüzl ü k ve sonsuz l u k a n la­
m ı na gelir ve bu sonsuzl u kta yaratış ve ya ratıl ış , dah a ·

58
doğ rusu , zuhur ediş, dôimid i r. Bütü n ôlem, tümden, her a n ,
M utlak Varlık'ın tecel lisi olara k zuhur etmekte, g e n e h e r
a n , tümden yok l u k ôlemine geçip g itmekted ir. Sufiler, b u ­
n u , « i l k yaratışta ô c i z m i kaldık ki? Hayır; ama on lar, yeni
b i r yaratışta şüphe içi ndele r» ôyetindeki ( L, 1 5) şüphe a n ­
l a m ı n a gelen cd ebs» s öz ü n ü libas, g iyim a n lamına a lara k,
«Onlar yeni bir ya ratıştan g iyimdelerd i nı g ib i pek uza k ve
aykırı b i r te'vil, bir yorum yol u tutarlar; kôi natın her a n ,
yeniden yen iye yaratı lmakta v e h emen d e y o k olma kta ,
son ra gene zuhur etme kte olduğunu, böylece de her a n ,
t ü m kôinatın gaybden ayne g e l i p a y n d a n gaybe g ittiğ i n i ,
yô n i Mutlak Varlı k' ı n sıfatla rın ı n h e r o n z u h u r etmekte o l ­
·
d u ğ u n u , tecellide de tekerrü r b uıunmad ı ğ ı n ı söylerler. Esa­
sen onlarca geçmiş za man yoktur, çünk ü a n ca k zihinded i r.
G elecek zamana h i ç b i r va kit u laşa m ayız; çünkü ta nyeri
gibi biz gitti kçe o da g ider. İçinde b u l u n d uğumuz zaman­
sa d urmaz. Şu halde zama n , olayların zihi ndeki n isbetin­
den doğan müce rret bir mefh umdur; zama n ı n gerçeği , a n ­
ca k böl ü n ü lemiyece k k a d a r oz o l a n « ô n » d ı r ve « Ö n » da
boyuna yenilenmektedi r. Biz bu yenilen meyi hemen göre­
meyiz; ucu yana n bir sopoyı hızlı hızlı sağa sola sallasa k
d ü z bir ateş çizgisi g ör ü n ü r gözüm üze; oysa k i sopa, h i ç
b i r z a m a n d u rma mnktad ı r. N e h i r akıp g itmekted i r; akan s u
geriye dönmemekted i r. Gelen su, d a i m a yenidir; ama biz,
on lara bir ad verm işizd ir; boyuna o adla a na rız onları
( Mesnevi, I , s. 70 - 71 , beyit. 1 1 35 - 1 1 49 ) .
M evlônô, bu d ô i mi yaratı lışı, bu daimi oluşu a n latı r­
ken , «cihan, başka bir cihan doğurur; bu mahşer, başka
bir m a h şer meydana ç ı karır. K ıya mete dek bu kıyameti a n­
latsam gene bitmez» der ( M esnevi, i l , s. 31 1 , beyit. 1 1 87 -
1 1 88) ; bütün ôlemi, yeyen ve yenen olara k vasfeder; top­
rağ ı n suyu içtiğini, otl a r bitird i ğ i n i , otları hayvanların ye­
d i ğ i n i , hayvan ı n insana g ıda old u ğ u n u , insa n ı , gene top­
ra ğ ı n yed i ğ i n i , bu ôlemin, boyuna değişip d u rduğunu anla­
tır ( N ichol son bası m ı ; i l i , 1 929, s. 4 5, beyit. 22 36) ; kôi­
- -

natı n bir savaş ô l emi old uğunu, her zerre n i n ; öbür zerrey­
le savaştığını, bu zıtl a r ôleminde savaşın sürüp g itti ğ i n i

59
söyler (aynı basım, VI, 1 933, s. 272-273; beyit. 36-54). Ge­
çenlerin g eçip g ittiği n i, bu yüzden , f i k i r ba k ı m ı ndan da her
g ü n bir konağa kon u p g öçmen i n , a ka r su g ib i a karak do­
n u p kalmama nı n gerektiğ i n i s öyler ve « D ü n de geçti, düne
dair söz de d ü n g i b i geçip g itti ; bug ü n yepye n i bir söz söy­
lemek g erek» hükmüne varır (Veled C e lebi i zbudak basımı,
Rubôiyyôt-ı Hazret-i M evlônô İstan bul; Ahter Mat. - 1312, s.
293; Abd ü l bôki Gölpınarlı: Rübôiler, M evlônô'nın bütü n
rubôHerinin tercemesi, i st. Remzi Kitabevi 1 964, <(N» har­
-

fi, s. 1 79, rubfü. 1 03). M evlana, bu yen i l i k aşkı nı Divan'­


ında da g österir; bir beyti nde, «es k i sata n ların zama n ı
g eçti ; b iz yeniler satmadayızi b u pazar, bizim pazarı m ız»
der ( M evlcmô Celaleddi n , i l i . basım İst. İ n k ı lôp K. 1959, s.
1 77; not. 1 2. Gölpı narl ı : iV, Divôn-ı Ke bir tere. ist. Remzi
K. "1959, s. 1 60, gazel. XXl l . , 2. beyit ) .
·
Za man ha kkında sOfiler, bu görüşü , b u a nlayışı be­
nimsed i klerinden, onlarca «sCıfi. va ktin o ğ l u du r» ; yemi geç­
mişi, geleceğ i değil, içinde bulunduğ u ô n ı d üşünür, o ônın
icap ettird iği gibi hare ket eder; o a n d a k i Ta n r ı tasarrufu­
na uyar; fakat şeriat buyruklarınd a n d a ç ı kmaz. «Va kit,
keskin bir k ı l ıçtır» sözü de s Ofil er a ra s ı nda atasözü olara k
söylenir; b u sözle, her ô n , Tanrı tasa rrufuna uymak ge­
rektiği belirti lir ( Ku şeyri: Risôle s. 40 - 4 1 , Tahsin Ya zıc ı
tere. M i l li Eğitim B. Şark -İslam K l ô s i k leri : 40, ist. M i l li
Eğiti m Basımevi - 1 966, s. 1 36 - 1 38; Mesnevi, 1, s. 1 0,
beyit, 1 32 - 1 34).
Sufiler, «Al lah katında, ay ışığı olan g eceyle aydın
g ündüze eşit g ü ndüz yoktur» meô l i n de k i hadisi va kit hak­
k : ndakl telô kkıyleri ne bir delil olara k serdederler (Cômi',
il, s. 1 1 4) ve bu hususta uydurma ha d is l e r d e zikretti k­
leri olur.

Soru 31 : Mekan hakkındaki görüşleri, anlayışları


nedir?

SOfilerce mekôn , kevne, yôni var o l uşa, var olana tô­


bkflr. Zaman, nasıl olaylar ı n kıyaslanma sından doğan mü-

60
c erret b i r mefhumsa, mekan da var olan şeyden doğan
bir m ü cerret mefhumdur. Var olan bir şey olmasa, onun
m e ka n ı da olmaz.

Soru 32 insan hakkındaki görüşleri, anlayıştan


nedir?

i nsan, sufilerce ô le m i n özüdür, özetid i r; Ta n rı maz­


harları n ı n en üstü n üd ü r; en olgunudur. Kainatın gaayesi ,
yaratı l ış ı n sebebi, insand ı r. Varl ı kları n h e r b i ri , Ta n r ı n ı n
bir a d ı n ı n , b i r sıfatın ı n mazharıdı r; i nsa n , bütün va rlı k la­
rı n sonudur; Tan rı sıfatlarının t ü m ü n ü n tecellisine maz­
h a r o l a n ıd ı r. Kainat ô deta bir cesettir, insan onun ca n ı d ı r.
Kôi nat bir beden d i r, i nsan onun g özüd ü r.
Sufiler, ruhu, yaşayış kaobil iyeti o l a ra k kabul ederler
ve dört kısma ayı rırlar: Cansızlarda bu kaab i l iyet, şek l i n i ,
var l ı ğ ı n ı korumak suretiyle gör ü n ü r; buna «rü h-ı cemadi -
ca nsızlara ôit ruh» d erler. B itkilerde, öz l ü ğ ü n ü koruma
ıkaa b i l iyetine, b i r d e cinsini · ü retme ve büyüyüp yetişme
kaa b i l iyeti katı l ı r ki b u n a «rüh-ı n ebôti - b itki lere ôit ruh>
d e n i r. Hayvandaki bu i k i kaabil iyete, d uymak ve hareket
etmek kaobiliyeti de eklenir. Buna d a «ruh-ı hayvônl -
ca n l ı lara öit ruh» den ir. i nsanda, bu ü ç kaa bil iyetten baş­
ka, a n l a mak, söylemek, hayrı - şerri idrak etmek kaab i l i­
yeti de va rdır. i şte asıl insa n l ı k , bu kaabil iyetle olur ve
b u na «rüh-ı i nsônl - i nsana ôit ruh» a d ı ver i lir. İ nsa ndaki
öbür ü ç ruh, cesetle vard ı r. i nsan ölünce onlar da a s ı l l a­
rına g ider; yôni ceset ç ü r ü r, da ğ ı l ı r g ider; onlar da cesetle
bera ber dağ ı l ı r ve ceset, ôdeta yeniden yaratı lış potasına
g i re r.
i nsa n ı n bu sü rete, ceset bakımından gelişi, zaten b i r
devirled i r. ö nce i nsandan başlarsak b u n u daha g üzel a n­
latmış o l uruz:
i ns a n , ana ve ba banın menilerinden meydana gelmiş­
tir. Ana ve baba, bunu, yed ikleri, i çti kleri şeylerden mey-

61
dana getirmiştir. Yen e n , içi len şeylerse hayvan, bitki ve
cansızlard ır. Şu halde insan ı n cesedi , bu sOrete bürün­
meden önce ô lemde d a ğ ı n ı k b i r ha lde, ca nsız!orda, bitki­
l erde, cansızlardaydı . Onla rdan önce, d ört u nsu rda ve dört
tabiatteyd i ; yôni hava, s u , ateş ve toprakta, soğ ukluk, yaş­
l ı k, s ı ca k l ı k ve kuru l u ktaydı . Bu dört u nsur ve dört ta­
biat, göklerin dönmesinden meydana g e l mektedir, bu b<:ı­
kımdan dokuz gök, insana nisbetle ôdeta babad ır. H ü ke­
mô, bunlara , yüce ba ba l a r anlamına «ôbô-i ulviyye» de­
mişlerd ir. Dört unsursa ana mahiyetindedir; bu yüzden
de dört u nsura, aşa ğ ı a nalar anlamına, « ü mmehôt-ı süf­
liyye» d e n i r.
Dokuz göğ ü n yedisinde, yer yüzün de n iti baren Ay,
Utôrid, Zühre, Gü neş, M i rrih, Müşteri ve Zuhal yı ldızları,
sekizi nci kat g ökte sôbiteler ( bu rçlar) vard ı r. Dokuzuncu
kat olan Atlas g öğ ü nde h iç bir şey yokt u r v e ôlem, bu
g ökle biter. Göklerle unsurları n birleşmesi nden « Mevôlid-i
selôse - Üç çocuk» denen cans ızla r ( maden l er) . bitki ler ve
hayva n l a r doğm uştur. Şu halde i n sa n , u nsurlar ôlemine
gel meden önce göklerde, ondan önce kuvvet ôlem i nde, on­
d evirle bu ô leme geld i . safiler, eti yenecek hayvan ı n,
kesil meden ölmes i , topra kta kine dağ ı l ması, yah ut hay­
vanlar tarafından yen mes i , ya hut da baba belindeyken
a na rahmine düş me·d en yitmesi g i bi bir dura k lama (ta'vıyk)
olmad ı ğ ı ta kdirde Ta n rı bilgisinden insan sOreti n e gelin­
ceyedek, orta lama ola ra k e l l i bin yıl geçeceğ i n i de, « me­
leklerle ruh, kendi lerine em red i len yere ç ı karla r bir günde
ki m i kta rı e l l i ' bi n yıldım meôli ndeki ôyete daya n a ra k söy­
lemişlerd i r ( LXX, 4) ; fakat bu ôyetin bu tarzda yorumlan­
masına i m kôn yoktur; ka l d ı k i ôyet, inişten d eğ i l , ç ı kıştan
bahsetmekted ir; ama sOfiler, in iş, çıkış, izôfl ve itibfüid i r
d iye buna da bir kulp ta karla r.
SOfiler, bu i n işe «dev i r» d erler. Da ha fazla Bektaşi­
lerde, buna dair heceyle yazıl mış nefeslere de «devriye»
a d ı veri l i r. Ayrıca, peygamberlerin, eren lerin s ı rlarına,
mazhariyetlerine, sahip ol uştan , onlardan m ô n ev iyetle-

62
ri nden feyza l :ştan bahseden şiirlere d e bu ad veri l miştir.
A na ra hminde, çocuk, i nsônl ruha kaa biliyet kazanın­
ca, ona rO h-1 insôni ba ğ ışlanır. Ö l ü mden son ra kalaca k
olan v e kıyamette, ceset tekra r top l a n ı nca ona girecek
ola n ruh, bu insônf ru htu r.

Soru 33 : Bu cınlatışa göre Mutlak Vaırlık'ın sıfatla•


rı cesede bürünüyor gibi b ir şey geliyor ak­
la; buna ne dersiniz?

Böyle bir şey yoktur; çünki.i kôinat, Tan rı sıfatları n ı n ,


Tanrı a d l a rın ı n tecelli ô l emid ir; fa kat tece l li, tecel l i eden i n
aynı olamaz. Şeriatta n ayrı l ma yan, m addeciliğe kaymaya n
s ufilerce Tanrı n ı n zôtiyse zaten bun la rdan münezzehtir.
B u n u söylemiştik; fakat bir daha tekrar edel im; g ü neşin ışı­
ğ ı g üneş değildir; aynada görünen, aynaya bakan değ i l­
d i r; fakat g üneş olmasa ı ş ı ğ ı olmaz; aynaya bakılmasa ,
bo ko n , onda görü n mez. Ama Vahdet-i Vücüd'u, Vahdet-i
M evcud tarzı nda kabul eden, hattô ru hu, cesedi n mônası
bilen, ôlemin da ima Adem, Adem ' i n de ô l em olduğunu ve
k ô i natın hôdis-i kadim olduğunu, önü, sonu b u l u n mad ı ğ ı n ı
i nanç edinen süfiler d e vard ı r.

Soru 34 : Tasavvufun insan görüşü bundan ibaret


midir?

Hay ı r, daha bitmed i . Sufilere göre insan, yüce ôlem­


den, u nsurlardan, üç çocu kta n süz ü l ü p gelmiştir. Görü­
n üşte ô lem, i nsana g öre çok büyüktür; fa kat insan, ô l em­
den küçük olmakla beraber büyük ôlem, ç ekirdeğ i n mey­
vada, meyva n ı n ağaçta b u l u n ması g i b i in�a nda dürülmüş­
tür. Tan rı n ı n bütün s ıfatları na mazhar olan inso n , yeryü­
zünde Tanrı hal ifesi d i r. Fakat bu makaama sahip olmak
için insanın, insa n l ı ğ ı n ı bilmesi , insan olması gere kti r.
Kendi izôfl varl ığ ı ndan geçip Ta nrı varl ı ğ ıyla var olan i n-

63
sanın i rô desi. Ta nrı i radesi olur. o. kendisi lcin yaşamaz
a rtık; varl ı ğ ı , ôlemlere ra h met olur. Bu olgunluk merte­
besine eren de a nca k b i r kişidir ki o da Hz. M u hammed­
d ir. Ondan öncek iler de onun mô neviyetinden feyiz a l m ış­
lardır. ondan sonra kilerd e Hz. Muhammed, Tanrının zôti
i ktizôsı n a mazha r olan tek varl ı ktır; ô lemler, i nsana nis­
betle nas ı l bir cesetse ve tnsan, o cesed i n co nıysa. Hz.
Muhammed de, insanla rın canıdır. insanlar ona nisbetle
bir cesettir.
Hz. Ali. bir şiiri nde,
«Derman sende, fakat senin haberin yok; derdin senden fakat
sen görmüyorsun.
l(endini küçücük bir beden sanıyorsun; oysa ki koskoca tilem,
dürülmüş, içinde sımin.
Öylesine apaçık, apaydın bir kltapsın ki, gizli şeyler, onun
harfleriyle meydana çıkmada.
Dışarıya bir ihtiyacın yok senin; gönlünde yazılmış yazılar,
her şeyden haber verir sana•

beyitleriyle bu g örüşü b i raz okşar (Gölpınarlı: İmôm All


Buyru ğ u ; Nehc-ü l-Belôga ve Dlvan'dan seçmeler; Ank a­
ra - Emek bası_ m yayım evi, s. 240 - 241 ) .
Oğlanlar şeyhi İ brô h i m ( 1 065 H . 1 655) , b i r kaside­
s inde.
Beden fi:Jrzola illem ciln-ı alem vech-i ademdir
2Jemin Ü cismilnın nurı ademden kinayetdir
Muradım vech-i ademden benim nur-ı Mukammed'dir
Oku sen rahmeten Zil alemin'i gör ne · ayetdir
O lupdur vech-i adem nutk ile kalb ile mustesna
Ciha1t kı.'.Jr olsa liib adem nutuk Hak.'dan inayetdir
Yüzüne karşı tutmuşdur yüzüni cümle 1nevciıdat
Ne izzetdir ne devletdir ne hikmet ne seddetd·ir

beyitleriyle aynı şeyi anlatır (Bizdeki yazma. 1 6. a . ) . Ha­


lifesi Gaybi de, bir ilôhisi nde, «Ağaç - meyve» temsil i n i
şöyle d i l e g eti rmiştir:

64
Bir ağaçdır bu alem meyve8i olmı!1 a dem
Maksud olan meyvedir sanma ki ağaç ola
Bu adem meyvesinin çekirdeği sözündür
Sözsüz bu adem alem bir ande tarac ola

(Bizdeki yaz. 67. a. Basmada, birçok şiirler


gibi bu da yanlışlarla d ol ud ur; s. 48).

Kur'ôn-ı Kerim 'de insan, hem za'fı , hem yücel iği ba­
k ı m ı ndan a n lat ı l ı r. M eselö iV. süre n i n 28. ôyetinde, in­
san ı n zait olduğu b i l d i r i l ir. X. s üre n i n 1 2. ôyetinde, insa­
n : n zarara u ğ rayınca d uaya, yalvarmaya koyu lduğu, dert­
ten, zararda n kurtu l d u m u , b u n u u n utup g ittiğ i a n latılı r.
xı. süre n i n 1 0- 1 9. öyetlerinde, insan ı n el i ndeki n i met g i ­
d in ce yeise düştüğü, u m utsuzluğa kapı l d ı ğ ı , n i mete u la­
şınca da övü nmeye koyu lduğu beyan edi l i r. XIV. süren i n
34. ayetinde insa n ı n p e k zal i m, pek n a n kör, xvı ı . süre n i n
1 1 . öyeti nde p e k aceleci, XV l l l . süre n i n 54. ôyetinde sa­
vaşkan ve i natçı, olduğu bi ldiri l i r. B u n la ra karş ı l ı k XV l l.
süren i n 70. ôyeti n i n meali şud ur: «Andolsun ki biz, A dem­
o ğ u l larını üst ü n ettik; karada, den izde ta ş·d ı k onları, t e r­
temiz şeylerle rızıklandırd ı k onları ve yarattıklarımızın ço­
ğ u n d a n üstü n ettik o n ları.» xxxı ı ı . s ü re n i n 72. ayetinde.
« Şüphe yok k i biz arzett i k emaneti göklere ve yeryü z ü n e
ve da ğ lara; derken onlar, o n u yüklenme kten çek indi ler ve
ondan korktular ve o n u yü kledik insana; şüphe yok ki çok
z a l i m oldu, çok bilgisiz bir hôle geldi» den mekted ir. il.
s ü re n i n 30. ôyetinde, Adem'in, yeryüzünde « halife» , ya n i
T a n rı vahyine mazhar, Tanrı buyru ğ u n u yerine g eti rece k,
onun buyruklarına g öre h ü kümde b u l u nacak bir yara t ı k
o l a r a k halk edildiği bild iril mekte, xxxv ı ı ı . sürenin 2 6 . ôye­
tinde Davud Peyg amber'e, Tan r ı n ı n , « Biz seni yeryüzünde
h a l ife kald ı k ; insa n fa r a rasında ada letle h ü kmet» buyur­
d u ğ u a n latı l maktad ı r. v ı . sürenin 1 65. ôyetinde, insanla­
rın, «yervüzünde ha lifelerıı oldukları, yôni hüküm sa h i bi
b u l u ndukları, s ·nanmala rı için bir k ı s m ı n ı n , bir kısmından
üstün edildiği anlatılmakta, X. surenin 1 4. ôyetinde insan­
lar, gene «yeryüzünde ha lifeler» d iye a n ı l ma kta, 73. öye-

65 F.: 5
tinde, N u h Peyga mber'e i n ananları n kurtul u p, «yeryuzun­
de ha life» oldukları beya n edilmekte, XXXV. sürenin 39.
ôyetinde insan lar, gene aynı tarzda a n ı lmaktad ı r.
SOf' l ere gelince: Bütün bu ôyetleri ve Ebu-H üreyre'­
den rivayet ed i len, «Allah Adem'i, kendi su reti üzere ya­
rattı» hadis i n i (Cömi'. il, s. 4) pek aşırı yoru mlarlar. Bu
hadis d oğ ruysa , şüphe yok k i Adem'in ve soyu n u n , ya n i
insan ları n , a k ı l , fikir, a n l ayış, konuşma, h ü kü m , teklife
kaa biliyet g i b i sıfatlarla s ıfatlandırıldığı bildirilme ktedir;
yoksa Allah'ın sureti ve bu bakımda n d a cismi olmasını
kabul etmek, İslôm inancına taban tabana z ıttır. Sanıyo­
ruz ki bu söz. «Ahd-i Atıyk»ın «Tekvin» böl ü m ü ndeki i ki
cü m leden uyd u rulmuştur (26 - 27) . Sufiler, insanı kutsal
saymada pek i leri g iderler. Onlarca «Olg u n insa nıı la Tan­
rı a rasında h emen hiç bir fark ka lmaz. Hatta batını ina nç­
ları beni mseyen leri . gerçekte, secdenin i nsana olduğunu
söylemekten bile çekin mezler. Mesela Gaybl Sun'ullah ta­
rafı n dan, şeyhi Oğlanla r şeyh i . ya hut Oğlanşeyh İ bröhi m ' i n
sözleri n i n yaz ı l masından meydana gelen «Sohbet-Name»
de, «Suret-i ödem, sera p a lafzat'ullöh n ü mudarı olduğu
g i b i ba'zı eczös ındo d a h i n ü m u ne-i ism-i zat mevcudd u r;
netekim destini m ü rekkebe koyub kôğ ıd üstüne koysan
ism-i zat sureti m üşahede olunur ki Lafzat'ullah budum
dend i ğ i n i söylemekte, «Ve dahi hakıykat-i ôdem, i nd'et'
ta hkıyk neden i bôret i d ü ğ i n tah k ıykı nda Fazl-ı Yezdôn'ın
bu beyt-i ra'naıarı n ı okurla rd ı :
uMcı Hodri-yı alem adem yiiftinı
İnçünin adem veli kem yaftım»
demektedi r (*)

Soru 35 : Dokuz gök, yedi yıldız hakkıncla ne düşü­


nüyorsunuz?

Dokuz g ök, yedi yıldız, d oğ rudan doğruya eski Yu-

(•) Biz, ôlemin Tanrısı nı, ôdem olarak bulduk; ama bu çeşit in­
sanı da az bulduk, az elde ettik.

66
nan felsefesinden, i l mi n den, hattô eski i ra n 'dan, sonro da
Roma'dan geçmişti r.
Eski H i nt - İ ra n inancında bu yedi yıldız, baz ı kere
melek, baz ı kere tabiate a it kuvvetler şeklinde temsil edil­
m iştir. Meselô Môh, ya n i ay, Behram. yani Mi rrlh, gök
ve g öğ ü n g özü olan Yam, ya n i g ü n eş, Nahid - Zü hre, H i nt­
i ra n i nancında da vard ı r. Hatta Yam. son radan Cem ve
Cemşid şeklind e İra n ' ı n mitoloj i k ta rihine d e geçm işt i r.
Yunanlı l a rda Artemis ( D iyana - Ay) . E rmis, Hermis
( Utôrici), Afrodit (Ve n ü s - Z ü hre) . Mitera (Apo l l o - g ü neş ) ,
Ares ( M irrih) , Z e ü s ( M ü şteri) . Kronos (Zühal), b i re r i lôh­
t ı r ; Yunan mitoloj isinde bunların ol uşları, doğuşları, iş­
·
leri h a k k ı nda çeşitli h i kayeler vard ı r. Roma 'da Hermis;
M e rk ü r; Afrodit, Ven üs; Apol lo, Febüs; Ares, Mars; Zeüs,
J ü piter olm uştur; bütün bu mitoloji, Roma'ya geçm işti r.
H i nt - İ ra n , Yunan - Roma'<.!an da İslôm alemine geçen
b u yed i y ı ld ız ve dokuz göğe ç eşitli tesirler atfed i l miş,
«tencim ıı , ya hut « n ücüm» denen, müsbet bilg ide işe ya­
rayan , i na n ç bakımından, g elecek zam a nd a olaca k l a rı
b i l d i rd i ğ i tddiô ed ilen bir bilgi meydana · ç ı kmıştır ( Dr. M u ­
h ammed Muin'in « Mazdayasnô v e te'sir-i o n da r Ada ­
b iyyôt-ı Pôrisi» a d l ı k ita bından, Muhammo d ' ü r-Razi'nin
« Şarh'u l-Mektüm» undan, ra hmetl i ü stôd ı m Ferid Kam'ın
«Şerh-i M ütün» notla rından, Kari Kereny i ' n i n « D i e Mytho­
l og i e Der Griechen» ından ve d iğer ka ynaklardan nakl\3n
D'fvön-ı Kebir tercememiz, 1 , Açı lama, s. 401 - 403, 406 -
407, 41 2, 421 - 423, 427 - 428 ve 436 - 437) .
K u r' an-ı Kerim'de de yed i gökten ba hsed i l i r ( i l, 29,
xvı ı . 44, xx ı ı ı ; 1 7 , 86, XLI, 1 2, LXV, 12, LXV l l , 3, LXXI, 1 5,
LXXV l l l, 1 2) . XXXVI. süreni n 38 - 40. ôyetlerinde g üne­
şin, kenc'isine ôit yolda a kı p g itti ğ i , ayın, kona klardan
geçerek kuru, e ğ ri h u rma d a l ı hôl ine geldiği, gökteki ci­
rimlerin hepsi nin de felekte yüzd ü ğ ü b i l d i ri l i r. LXXD( sü­
renin 3. ôyetinde «Yüze yüze gidenler» den, y ı ldızları n
kasted ildiği rivôyet edi lmiştir (Gölpınarlı: Kur'ôn-ı Kerim
ve Meô l i . l st . Remzi K. 1 958, i l, Açı lama, s. CXV l l ) . Oysa ld
o çağla rda yıld ızlar, g öklere mıh g i b i yapışı k san ı l ı r, g ök-

67
l eri n d öndüğüne i na n ı l ı rdı. Kur'ôndaki yedi kat yerin, ad­
ları n ı a n d ı ğ ı m ız yedi yıldız, yedi göğün de, onları kapla­
ya n hava taba kaları olduğu a n laşılmaktadır ki bun a göre,
süfilerin telôkkıyleri çok eski ve çok geri ka l ı r (Seyyid
H i bet'üd-din-i Şehristôni'nin «Al-H ay'atu ve'l-İslômıı a d l ı
eseri n i n , İsmfül Fardovs-ı Farôhôni ta rafından farsçaya
çevirisine b. Seyyid H ôdi Hosrovşôhi notlariyle; Tebriz­
Kitôb-furOşi-i Sôbiri yan ı n ı , 1 383 H. 1 342 Şemsi. hi cri; s.
1 52 - 1 62 ve 274 - 287 ) .
Sufilerin gök ler, unsurlar ve üç mevl O d hakkındaki
fikirleri, teorileri, d oğruda n doğ ruya eski Yunandan, « İ h­
vôn' us-Saffü> dan, H u kemô felsetesinden gel mededir ( İs­
lôm ansi klopedisi, İhvôn' us-Safô maddesine ba kınız ; cüz.
50, ist. 1 951 , s. 946 - 947) .

Soru 36 : Devir dediğiniz nazariyeyle tenôsuh ara­


sında bir ilişki var mıdır; yaratılış ve kı­
yamet hakkında sOfilerin fikirlerini biraz
daha açıklar mısınız?

Devir, bundan önceki soruya verdiğimiz cevapta d a


açıklad ı ğ ı m ız gibi ô l e m i n i nsan olması inancıdır. R u h u ,
cesedi n bir a nlamı, b i r kaa biliyeti soyanlara göreyse
ölümden sonra ya bu a n l a m , cesetle bera ber yok olur gi­
der, dağ : l ı r. Neşir, yôni d a ğ ı lma ôleminden gelen, haşro­
lan, yôni zerre zerre kai natta n süzülüp son u nda i nsan su­
reti n i kaza na n ma dde, gene neşre uğrar; zerre zerre da­
ğ ı �: r; o zerreler, yen iden potaya girer adeta ve yeni bir
i nsan var l ı ğ ı n ı n zerreleri olur; fakat yeniden haşredilen,
yeniden kôinattan süzü l ü p gelen insan, öbür insa n de­
ğildir artık; o. yok olup gitmiştir. Hayatında bir şey yap­
tıysa . bir iyi eser bıraktıysa, onunla, a n ılabildiği kadar v e
a n ılabi leceği müddetçe a n ı l •r. B u , tamamiyle maddeci
bir inan ıştı r ve ruhu in kôrda n başka bir şey değildir.
İnsôni ruhun yok ol mayacağ ı na inananlarsa, ölüm­
den sonra iki inancı beni mserler:

68
İnsan, bu ô lemde tam olgunluğa e rm işse ruh. MelekOt
ô leminde kal ı r; ermemişse hangi mertebeye varm ışsa , o
merteben i n mazha r ı a lo n bir cesede g i rer. Ya tekrar in­
sa n olarak gelir, yahut hayva ndan aşağıysa , maden ler
ô lemine redded i li r; y ı l l a rca devred i p son u nda tekrar in­
san sureti n i bulur. Bitki mertebesi ndeyse b itki hôline d ü ­
şer, bitki o l u p bi�er. Hayva n mertebesi ndeyse, kendisin­
de hangi hayva n ı n huyu üstünse o hayva n ı n cesedine bü­
r ü n ü r; dünyaya o suretle gelir. Böylece öle d irile, g ide­
gele kemale ulaş�r. İ nsanın. gene i n sa n olarak g eleceği­
ne, hayvan, bitki, maden ô lemlerine redded i leceğ i n e,
i n a n m a n ı n ayrı ayrı a d ları olma kla bera ber hep birden b u
i n a n ca «tenôs uh» d en i r. Kökü , eski M ısı r'a v e H i nd'e kadar
daya n ı r bu inancın.
İ k inci inançsa ruhun, tekrar bu ô leme gel meyeceğ i
i n a n c ı d ı r . B u inancı ben imseyenleri d e i kiye ayı rmamız
gerektir. Bir k ı smı, şeriatçılard ı r. Bunlar, ölümden son ra
r u h u n , keyfiyeti n i b i lmediğimiz berza h ôleminde, b u d ü n ­
y a d a k i ameline göre m ü kôfat veya m ücôzat görece ğ i n e,
k ıya met kopunca. eski cesed i n i n tekrar haşred ileceğ i n e
ve r u h u n o cesede g i rerek soruda n , hesaptan sonra cen­
n ete, yahut cehenneme g ideceğine, cehen neme g iden ler,
i m a n sahibi iseler, g ü n a h ları kadar azap görüp sonunda
cen n ete a l ı naca kla rına, yahut cehe n neme g itmed e n , h e r­
hangi bir vesileyle, ya Allah tarafından ba ğışlanaca klarına,
yahut şefaate nöil olacakları na, bu suretle cen nete g i­
deceklerine inanırl a r.
Şeriattan ayrılmamayı şiôr edi nen sOfilerse, iman
ehlinin, berzahta kemale ereceğine, cehen neme g iden le­
rin de, e bedi olarak orada ka lmayaca k la rı na inan ı rlar. B i r
k ı s m ı , ôhıreti sıfatlar ôlemi olarak kabul eder, berza h
ô l e m i ndeki ve o ôlemdeki cesed i, d ü nyada yapılan a mel­
lerin môneviyeti nden meydana gelen misôli bir ceset ola­
ra k d üş ü n ü r ve haşredilen cesedin d ü nyadaki ceset ol­
m a d ı ğ ı n ı söyler. İ ç lerinde İ b n i Arabi g i bi ce hennemin
e bedi o l mad ı ğ ı n ı söyleyenler d e olm uştur. B ütü n bu i n a n ç-

69
tarı, şeriat e h l i, « i l hôd» yanı dinde olmadığı halde son­
radan d i n e sokulan uydu rma inançlar olarak n iteler.
Has ı l ı tenôsu h , d evirden tamanıiyle ayrı d ı r. Dev i r,
insana g e l i n ceyede k . maddenin, cansızlar, b itki ler, hay­
vanlar ôlem i nden süzü l erek insan sureti n i bulduğu i na n­
c ı d ı r; bu inançta ru h , ana ra hmindeki çocuğun cesedine
nefhed i le n b i r « lattfe-i ra bbôniyye� d i r. 1 042 h icrlde
( 1 615} vefôt eden ve Ha mzavilerce zama n ı n ı n kutbu sa­
yı lan İd ris-i M uhteti, meşhur şathiyesinde;
İşbu deme erince üç kez doğdum aneden
Nice yavru uçurdum nice aşiyaneden

Dört doğurdum anamı hamil oldum babadan


Babam dokuz ayaklı a.n[ama efsaneden

beyitleriyle, ca nsızlard a n , bitkilerden, hayv a n lardan gel­


d i ğ i n i , dört unsurun kendisine a na old u ğ u n u , dokuz g ö­
ğ ü n d e b a ba mesabesinde bulunduğunu, yôni d evri a nla­
tır ( Melômll i k ve Melômiler, s. 725).

Soru 37 : Cansızlar, b itkiler, canlılar dlye üçlü bir


tasnif yaptınız; tasavvuf ehlince bitkiler,
cansızlarla, canlılar arasında bir yaratık
oluyor; onlarca bitkilerde can yok mudur?

Bu sorunun ceva bını daha önce vermişti k ; fakat bi­


raz daha a çı klaya l ı m :
SCıfilerce h e r şeyin can ı vard ı r; cansız sandığımız
şeylerde can, uzun zaman varl ı klarını koruma larıdır. Fakat
bu koruma da za man la y ı p ra n ı r, aşı n ı r, ô l eme ka rışır g i ­
d e r. O nd a da c a n vard ı r. B i t k i n i n ca n ı , büyümesi, ü reme­
sidir. Can l ı lardaysa duygu, ses ve hareket l e kend i n i gös­
teri r bu oa n . İnsan, a n lamakla, söylemekle, hattô bazı­
larınca g ü l mekle, ağlama kla, akıl etme kle, d üşünmekle
öbür ca n l ı l a rdan ayrı l ı r. Bütün varl ı k . ôlemi, d u rmad a n
değişir; her an yenilen i r. Biz, bu değişmeyi, zamanla a n -

70
laya b i l i riz; oysa ôlemde b i r a n bile s ü k u n ve karar yok­
tur. Güneşin ışığı her an, aynı ışı k d eğ i ld i r; denizin d a l­
g a l a rı , hiç bir zaman, daha önceki dalgaların aynı ola­
maz; ô lem d e aynı ô lem deği ld i r.
S ufiler, her şeyin ca n l ı old uğuna i nandı k la rı için her
şeye karşı merhametle, esirgemeyle muamele ederler. Na­
maza duracakları va k it, secde yer i n i öperler. Namaz bi­
tince gene secde yeri n i öpüp ka lkarlar. Bir oraya geld i k­
l eri za man, yeri öperek şükür secdesini yeri n e geti rirl e r.
Yürürken bile yere h ız l ı basmazlar; yer, a yakla r a ltına d ö­
şenmiştir, herkesi baş ı n : n üstünde taşı ma ktad ı r, herkese
h iz met etmekted i r. Bu y üzden onlar da, bastıkları yeri in­
citmekten çekin irler. Su i çecekleri vakit barda ğ ı hafifçe
öperler. Kaşığı, çata l ı e l leri ne a l ı nca sapı n ı öperler. Sof­
ray ı öpüp otururlar; yemek bitince öpüp kal karlar. Bu
öpmeye «görüşmek» d erler. Yatarlarken yastı ğı, üstleri­
ne a l ı rlarken yorganı öperler ve gene yorgan ve yastıkla
g örüşerek kalkarlar. Hatta mendil gibi öpü lemeyecek şeyi
bile a l ı rlarken onu öper g ibi yap ı p parma k uçları n ı öper­
l er. Bütün bunlar, tarikat edepleri d i r ve her şeyi ca n l ı
kabu l etti klerindendir.

Soru 38 : Tasawuf, ilk insanın yaratılışı hakkında ne


fikir yürütür?

İ l k s ufil e rd e böy l e b i r şey yoksa da sonra ki ler, i l k


i n sa n ı n , tekamülle meydana geldiği inancını gütmüşle r­
d ir. Onlara göre ca ns·zlar, teka m ü l ede ede merca na gel­
miştir. Mercan , katı l ı kta taş gibidir, fakat zerre zerredi r,
den izde b iter, ü rer, çoğ a l ır, denizden boy atı nca kurur,
taş kes i l ir. Merca n ca n sızlardan bitki lere bir doğuş ye­
r i d i r ôdeta. Bitki tek a m ü l ede ede h urmaya gelmiştir. Bit­
k i l er l e canlılar aras ı nda geçit d e hu rmad ı r. H u rma n ı n
başı kesilirse kurur, çiftleşmekle ürer. H a yva nlar da te­
k ô m ü l edince i nsan meydana gelmiştir. Hayvanların en
müte kô m i l i , bazı larına g öre attı r, bazı larına göre may-

71
m u n l a insan a rasında b i r yaratık olan « nesna » d ı r; hatta
insan söz ü n ü n bile bu nesnö sözünden meyd a na geldığ i n i
söyleyen leri ol muştur (Hôşim Baba, ö l ü m ü 1 1 97 H. 1 783:
Divan , Ta şbas mas ı ; s. 1 1 5, 1 1 7; Erzurumlu İbra h i m Hakkı:
Ma'rilet-Nô me, i st. 1 294, s. 26 - 27) .

B u tekô m ü l ü n , i l k insan mey·d ana gelirken mi olduğu,


yoksa hôlô m ı olmakta bulunduğu hakkı nda a ç ı k bir ifade
olmamakla beraber, i l k insa n ı n meyda n a gelişine ait o l­
ması kanaatindeyiz. Şerlatte, A dem Peyg a m berin i l k in­
san ve i l k peygamber oluşu inancı n a karşı d a , Ade m'den
önce n ice ôdemler va rdı d eyip A dem Peyg a mberin, insan­
l ı ğ ı n ı idrôk eden ve va hye mazhar olacak kaabil iyeti ka­
zanan i l k insan olduğun u söylemişlerdir. Ancak burada,
A dem Peyga mberi n, şimd i ki insan soyu n u n atası olduğu­
na, ondan önce de i n sa n l a r bulunup soyları t ü kend i ğ i n e
d a i r ha berlerin bulunduğun u söyleyeli m (Seyyid H i bet'üd­
dlr-i Şehristônl: Al-Hay'atü ve'l- İslôm, Necef - Adab Mat.
1 328, s. 257, 290 - 291 ; Bıhôr'u l- Envôr Hısôl ve FütO hôt'­
ta n naklen).

Soru 39 Bundan önceki sorulara verdiğiniz cevapta


kemal mertebesine yalnız Hz. Muham­
ıned'in eriştiğini söylemiştiniz ve ondan
öncekilerin de, sonrakilerin de ondan feyiz
ald:klarını bildirmiştiniz. Bu, pek anlaşıl­
madı; araya sorular, cevaplar, konular
girdi. Lütfen bunu daha belirli, daha et­
raflı anlatır mısınız?

Mutlak Varl ı k ' ı n her şeyden mü nezzeh olan zôtı, ev­


velce de a n la ttığ � m ız g i b i Akl-ı K ü l l'ü (tüm Akl'ı) izha r
etmiştir. SCıfller. bu i l k tecelliye «Vôhid iyyet - Birlik» de­
mişler, « H a k ıykat-i Muham med iyye - M u hammed'in ger­
çek ma kaamrn o l a ra k bu i l k tecel liyi ka bul etmişlerd i r.
Mutlak Varl ı k' l a ôlem arasında bir berza h, bir g eçit o l a n
bu makaama h e r zama n, t e k bir k i ş i mazhard ır. Hz. M u ­
hammed'den evve! gelip g eçen peygamberler, hep bu

72
maka a mdan feyiz a l m ışlardır; ondan sonraki erenler de b u
makaamdan feyiz almaktad ı rlar. Bu mokaama h e r zama n ,
tek b i r kişi mazha r olabi l i r. O n a « Kutb'u l-Aktôb - Kutub­
lar Kutbuı> den ir. Kutb, değ irmen taş ı n ı n m i l i a n lam ı na
gelen Arapça bir sözd ür. Değirmen taşı , nas : I o m i l i n
çevresi n d e döner v e n a s ı l o koca taşı m i l çevirir, dön­
dürürse bütün ôlem d e kutb'un iradesiyle d öner; herkes
ona, o da Tanrı iradesine tôbicJir.
İ môm iyye mezhebinde Hz. Peyga mber, Allah'ın e m­
riyle Ali' n i n vas ıy ve i mô m olduğunu ü m mete bildirm iştir.
Hz. Peygamber'den sonra imômet, All' n i n ve soyundan
gelen onbir imôm' ı ndır. O n i kinci İmôm, Mehdl'd ir; sağ­
d ı r ; zuhur edecek, z u l ü m l e dolmuş olan ôlemi, adôletle
doldu racaktır. Bu mezhebi ka bul eden süfilere göre Kutb,
o n i k i n c i imômdır; ondan başka Kutb yoktur; ona en ya­
kın ola n eren' i n vi lôyeti d e ancak ond a n n iyôbet yoluy­
ledir ( M ehdi hadisler i n i n E h l i Sün net . k itaplarında bulu­
nanları için Seyyid M u rtaza'l-Flrüzôbôdi' n i n , « Fadôi l ' ü l­
Hcımse m i n Sıhôh'ıs-Sitte» a d l ı k ita bına bakınız; c, ili,
N ecef 1 348 H. s. 324 - 343).
-

Kutbda n sonra manevi ba kımdan ona en yakın i ki


k işi vard ı r ki bun lara i k i imôm anlamına « İ mômeyn» de­
nir ve biri, Kutb' u n sağı nda, öbürü solu nda farzed i l i r.
Kalb solda old uğu için Kutb'u n tasarrufuna vôris olaca k
eren, sol yanda kid i r. Kutb ölünce, s ol yanında fa rzed i le n
eren, yer ine geçer. İ mô meyn ve İ m ô m ô n d e n e n bu i k i
erenden sonra dört e r e n vard ı r; bunla ra d irekler a n l a­
m : na « Evtôd» denir. B u n lardan sonra yed i eren vardır,
b u n l a ra da «Abdö l » adı verilir. Bu ad, kötü huylarını iyi .
huya tebdll ettikleri nden, yahut d i ledi kleri vakit, d i le­
d ikleri yerlerde kendilerine bedel gösterebi ld i klerinden,
yan i bir a nda, birçok yerlerde göründü klerinden, ya h ut
Kutb' u n öl lı rnü üzerine sol yc:ndaki kutb eren ölü nce. o n u n
yerine evtôddan b i r i , evtôddan boşal a n yere de a bdôlden
biri g eçtiğ inden bu adla a n ı l d ı kları söylenegelmiştir. Ab­
d ô l ' i n dokuz, yahut kırk kişi olduğunu, daha fazla bulun­
d uğ u n u söyleyenler de va rd ı r. Abdôl'den sonra yetmiş,

73
yahut yetmişten fazl a e re n g e l i r ki onlara da özü , soyu te­
miz kişiler anlamına « N ü cebôı> derler. Nücebô'dan sonra
· ü ç yüz a ltmış tan e temiz kişi vard ı r. Kutb ölünce aşağı
ta bakalardan birer kişi, daha üst taba kaya g eçiri l i r. Ü ç
y ü z altm·ş erende n b i ri, Nücebô'ya kat ı l ır, halktan biri
de üç yüz altmış erenden açık kala n yere a l ı n ı r ve böy­
lece sayı tamamlan ı r. Halk, kutubla i k i imôma « ü clern ,
abdôl'e «yedi ler, kırklar>> der. Bunları n h e r bireri, b i r işi
ted b i r ederler. Hepsine b i rden « Ricôl'ul-Gayb - Bayb e r­
l eri, g iz l i erenler» a d ı verilir ( Nefehat tere. s. 26 ve de­
vômı; Sefinet'ü l-Bıhôr, il, s. 438 - 439, Cômi', ı. s. 1 02 ;
Tarô ı k' u l -Hakaa ı k , 1 , s. 503 - 533) .
Oğlanşeyh İbrôhim, « V e dahi kutb-ı z a m a n meşrebi
üzere ü ç kimse bulunursa Üçler, yedi bulunursa Yedi­
l e r, kırk bulun ursa K ı rklar deyCı ta'blr o l u n u r» sözleriyle
bütün b u nları, kend i n e g ör e yorumlama ktad ı r (Sohbet­
Nôme) .
Aliyy'ü l�Kaari, e re nlerden abdôl'in b u l u n d u ğ u ha k k ı n ­
daki hadislerin, çeşitl i tarzlarda rivôyet e d i l d i ğ i n i , ta kat
hepsin i n d e zaif old u ğ u n u , a n cak bazı doğru hadislerin
de b u l u n d u ğ u n u bild i r i r ( M avzCıôt, s. 17 - 1 8) . imam Ca'­
fer'us-Sôc:lık'ın ( 1 48 H. 765), Ali' n i n oğlu İ mô m Hasa n ' ı n
oğlu Hasan'ül- Musen n ô ' n ı n o ğ l u DôvCıd'un a n a s ı Ha bibe'­
ye, oğl u n u n hapisten k u rtulması için, Recebin on beşinci
g ü n ü o k u ması n ı bel letti ğ i d uada, «Al la h ı m , vasıylere, sa­
idlere, şehitlere , h idôyet i mômlarına rah met et; a bdôl'e,
evtôd'a; siyôhet edenlere, i bôdette bulunan lara , özü doğ­
ru olanlara, zôhitlere, din yol u nda ça l ışa nlara rahmet et»
cü mlesindeki (Cemôl ' üd din Ahmed b. Ali b. H useyn b.
Ali b. M u hennô; vefôtı 828 H. 1 424 - 1 425 : U m det' ut-Tô l i b
fi Ensôbı A l i Ebi-Tôl i b ; Necef - 1 337 H . 1 91 8, s. 87; Hôc
Şeyh A bbôs-ı Kummi: M efôtih'u l-Ci n ô n , Tehran - 1 359, s .
1 44 - 1 48; bu cümle 1 54. s. ded i r) «abdô l » i n , İmôm!ar ol­
duğunu, vasıylerin, yeryüzünde, Tanrı tarafından peygam­
berlere bedel k ı l ı n d ı ğ ı n ı İmôm Al iyy'ür-Rızô (203 H. 81 8)
bildirmiş, duada te' kid için a yrı olara k a n ı lması i htima l i n i
d e söylemiştir (Sefinet' ü l-Bıhôr, 1, s. 64) . Kutb'un İmô-

74
miyye'ye g öre Mehdi o l u p öbürleri n i n de, İmôm'a ya k ı n
kişiler b u l u nduğu d a rivôyetler a rası ndad ı r (aynı, i l , s .
438 - 439).
Üçler, yediler, kırklar da, yôni b u sayıların kutlu sa­
y ı lmasında Fisôgor11erin tesirlerin i g örmeme de i m k ô n
yoktur. Esasen H ü kemôd a n tasavvufa g eçen bu inanç­
lar, H ü kernô mesleğ i n e de eski H i n d - İ ra n , Asur, hatta
M ı s ı r inan çları ndan, Sôbiil i kten ve Yunan felsefesinden
geçmiştir (Göl p ı na rl ı : Simavna kadısı o ğ l u Şeyh Bedred­
d i n ; Eti yayınevi - 1 966, Bôtınll i k böl ü m ü ; s. 1 2 - 29) .

Soru 40 : Mehdi inancı hakkınclı:ıki fikriniz nedir, bu


inançta eski dinlerin tesirleri var mıdır?

Di.n ler tari h i n i i n celerse k g örürüz ki her peyga m be r,


kendisinden sonra gelecek bir peygamberi m ü jdelem iştir.
Diye b i l i riz ki bu, o peygamberin, i leri ça ğ ı , o çağ ı n g e­
rektird iği şeyleri g örmes i nden meydana gelmiştir. Hz.
M u h a m med, peygamberli k d evri n i n bitt i ğ i n i , i l ôhi va h ı y­
l e b i l d i ren son peyga mberdir. Kur'ôn-ı Kerim' i n XXX l l l .
süres i n i n 40. ôyeti nde Hz. Muha mmed'in, şeriat sa h i b i
peygam ber olduğu v e Tanrıdan haber get i renlerin ( Ne bi­
leri n ) son u ncusu b u l u n d u ğ u açı kça bildiri l mektedi r. Ne­
bi, yôni Tanrı elçis i , Tan ndan haber getiren sözü , umüm1
bir sözd ü r; nebilerin, şeriat sa hibi ola n la rına «rasül » den­
m iştir; h er rasül, Ta n rıdan haber getimesi bakım ından ne­
bid i r, fakat her nebi, rasaı değ i l d i r. Bu ôyete nazara n
hem rasül ola n , hem d e Tanrı elçisi b u l u n a n Hz. Muham­
med, şeriat sahibi olan ların da, ol maya nların da son u n ­
cusud u r.
Kendisi de, kendisinden sonra artık b i r peygamber
gel meyeceğ i n i açı kça s öyler (Cômi', 1, s. 90, Fadô i l ' ü l ­
H a mse. I , Necef 1 383, s. 4 9 - 5 0 ; Buhôri, M üslim ve Müs­
-

n ed 'den na klen ) . Fakat Hz. Muhammed, kendi soyundan


gelecek b i r Mehdl'yi, z u l ü m l e dolmuş olan ôlemi n , b u n u n
tarafından adôlet l e doldurulaca ğ ı n ı m ü jdele miştir. An-

75
cak bu Mehdi, peyga mber değildir, Hz. Muha mmed' i n şe­
riati n i d i ri ltecek bir zôttı r. Bu hususta b irçok hadisler
va rd ı r ( M üslim, Tirm izl. Ebu-Dôvud, İbni Môce, Müsned,
a yrıca o n hadis kita bından naklen Fadô i l 'ü l-Hamse, i l i ,
N ecef-1 384, s. 324-343) .
Burada şunu d a söylemek g erekiyor:
M ü steşriklerin, M ehdi hakk ndaki fikirleri, a r::ı ştır­
maları, vard ı kları sonuçlar, bütün İslami bilgil erde ol­
d u ğ u g i b i . önce veri l m iş kasitli h ü kü m lere, kasitl i ya kış­
tırmalara daya nmakta d ı r v e bu yüzden g üveni lecek şey­
ler değ i l d i r (İslam Ansi kloped isi. D.B. Macdona ld'ın yaz­
dığı « M ehdi» maddesi, cüz. 74, ist. 1 956, s. 474 - 479) .
Sa h i h hadisl erde b u l u na n Mehdi, b i rçok kişilerin Meh­
dil i k d ôvosiyle ortaya çıkmasına sebep olmuş, bu yüzden
İslômda, bu hususta çeşitli telakkıyler t ü remiş, hatta bu
ina n çtan faydalanılarak h ü k u metler kuru l m uştur (Simav­
n a kad sı oğlu şeyh Be-d red d i n adlı kita b ımızın « Batınil i k»
böl ü m ü n e bakınız) .

Soru 41 : Sôbillik nedir?

Sôbil, İbra n ice, d a l d ı rmak, batı rma k a n l a m ı na gelen


«Sab'» sözü nden türemiş, kök sözdeki «ayn» harfi, Arap­
çada d üşm üştür. Kur' ö n-ı Kerim'de, M usevller ve H risti­
ya n larla beraber a n ı l m ı şt ı r ( i l , 62, v. 69) . xxı ı . suren i n 1 7.
ôyeti nde, bunlara « Mecus» , yöni Zertüşt d i n inde ola n l J r
da kotı l m ıştır. Sôbillere, «H u nefô » d e n d i ğ i de rivôyet edil­
miş ve bun ların İbrô h i m Peygamber'in d i n in e uya n kişi­
ler oldukları söyl enm iştir. H u nefô, «Ha nif» sözü n ü n ço­
ğuludur. Ha nif, sap ı k l ı ktan doğru yola yönelen a n l ::ı m ı n a
g e l i r ( El-M üfredôt f i Garib' il-Kur'ôn, s. 1 33 - 1 34). Kur'ôn-ı
Kerim'de, i l . surenin 1 35., i l i. surenin 67. ve 95., ıv. suren i n
1 25., v ı . sure n i n 79. v e 1 6 1 . , X. surenin 1 05. , xvı . sure n i n
1 20. ve1 23., xxı ı suren i n 31 . , XXX. s u re n i n 3 0 . ve xcv ı ı ı .
s u re n i n 5 . ayetlerinde « H a nif» v a « H u n effö> sözleri, İbrô­
h i m peygamberi n d i n i , fıtret, yôni ya rat ı l ış, yaratılışta k i

76
selô rnet d i n i olan İslôrn d i n i , gerçek ve doğru din adam­
larından geçer. En cycloped ia Britanica'ya göre Ba bül'de,
ya r ı Hristiyan bir mezhebe uyanlara Sôbil denm işti r. Bun­
la r , Yahyô peygambere uyan lara benzerlerd i . Habib-i Nec­
côr, sahôbeden Ebü-Zerr, Selman ve bôzı kişiler, İslöm­
d a n önce bu mezhepten say ı l m : şl :::ı r d ı r. Şeh ristôni, « El­
M i l e l u ve'n-N ı hal» d e bu fırkayı, Sôbie ve H u netô d iye
ikiye ayı r ı r. Ona g öre Sôbie, cismani bir mutavassıtla,
yôni peygamberle d eğ i l de rühônilerle Tanrı ya u loşılaca ­
ğına, H u n efö ise peygamber vasıtasiyle gerçeğe erişile­
ceğine inananlardır. Sôbie'ye g öre yed i yıld z ı n , a ktif ve
pasif kudretleri, yôni a kı l ve nefisleri vard ır; bunlar, kut­
sal baba lard ı r. Bunların d evri, unsurları m eydana g etirir;
b u n l a rdan C:a cansızlar, bitkiler ve can l ı la r doğar. Yı ld ız­
lar, her türlü vas ıftan yüce ve m ü nezzeh olan yarat1 c ı n ı n
katında şefaatç idi rler. Bu inancı g üden Sôbie, y ı l d ız l a rı
takd ıs ed er lerdi ( Beyrut, taşbasrna sı, s. 1 36 - 1 37) .
Sôbie, va r l ı k ôlemine mebd e' olarak Ta nrı, a k ı l , ne­
fis, mekôn ve halô, yôni boşluktan i baret beş cevher ka­
b u l ederler, insa n ı n , unsurlarda n m eydana gelen cesede
b ü r ü n mekle aslından a yr ı ld ı ğ ı n a , bu ôlemde, g üze l h uy­
lara sahip olup iyi l i k etmekle de rühôniler ôlemine u l a şa­
b i leceği ne inan ırdı (aynı, s. 1 51 ve d evô m ı ) . B u n lara,
« Mandeens» de den i rd i . B u ad, ilim ve i rfan anlamına g e­
l e n Yunan ca Gnosis kelimesi n i n m üfred i olan M a nda sö­
z ü n d e n geli r. Zamahşeri, bunları k itap ehl inden sayar.
Ya h u d i l i kten döndükleri, melekleri kutlad ı kları rivöyet
ed i l i r. Hanefiyye' n i n imômı Nu'môn b. Sôbit'e isna t , edi­
len bir rivöyete göre b u n la r, Hristiya n l a r ı n bir fı rkas ı d ı r ;
Zeb u r okur lar. İslö m ı n i l k çağlarında merkezleri, Urfa ' n ı n
g ü neyindeki eski Ha rra n şehriydi. Ginaz denen mu kaddes
kita pları va rd ı ; vaftizi kabul ederl erd i . l\ıl a n i h a izmin ku­
rucusu Mani de, önce bu mezheptendi (M. Şemsedd i n :
Ka b l ' e l-İslöm Araplar v e Tedeyyü n leri; Dôr' ül-Fünun, İlö­
h iyôt Fakü ltesi Mecmuas ı , 1 . sene; sayı: 3, i st. Evkaf Mat.
1 926. s. 1 1 3 1 76; Sôbie hakkındaki izöhôt, s. 1 64 - 1 66) .
-

B u höri, K u r eyş' in, E b u Zerr-i Gıföri'ye, Sôbii d ed i ğ i n i

77
bildiriyor ( H useyn b. M u bôrek'iz-Zebidi: Kitôb'üt-Tecrid- is­
Sarih l i Ahôdis' il-Cômi'us-Sa hih; Mısır, Hayriyye Mat. 1 322;
i l , s. 48) . İ ki n ci halife Ö mer, Avfoğlu Abd ürrahmôn, Hz.
M uhammed ' in, Yemen'deki Mecusllerden, yôni Zertôşt di­
n i n e uya n lardan cizye ( * ) aldığına ta n ı k l ı k edi nceyede k
o n l a rd a n c izye a lmam ıştı (aynı, Kitôbu Bed ' i l-halk, s . 39) .
Rôg ı b- ı isfahônl, Sôbie'yi Nuh Peygamber'in din i n­
den sayar ( El-M üfredôt, s. 274) .
H i cri iV. yüzyılda (X) , H i n t - İran, hattô M ı s ı r d i n l e­
rinden v e b i l hassa Yunan felsefesinden yoğ rulan inançla­
ra sa h i p olan ve kendil erine, « İ hvôn' us-Sata ve H u l iôn'
ul-Vefô» yôni tem iz ka rdeşler ve vefa l ı dostlar adını ve­
ren felsefi ve gizli kurum ve bunları n y azd ı kları risa leler
( Resôi l u İ hvô' is-Safô ) . bütün bu inançları, bu teori leri,
fslôm a rası n da yaymış ve tasavvuf, felsefeyi reddetmek­
l e bera ber bu ina nçlarl a sistemleşmiştir ('İslôm Ansiklo­
pedisi, cüz. 50, İ st. 1 95 1 , « İ hvôn'us-SafÔ>> maddesi, s. 946-
947; cüz. 1 00, ist. 1 964, Sôbiiler, s. 9 - 1 0; Tarô ı k ' u l-Ha­
kaaık, I , s. 296 - 309} .

Soru 42 : Tasawuf neden felsefeyi inkar eder?

Felsefe, a k ı l yoluyle gerçeğe ermeye uğraşır; tasav­


vufsa a k l ı n , gerçeğe ulaşamayacağına, g e rçeğe ancak aşk
ve cezbeyle u l aşma k m ümkü n olaca ğ ı n a i n a n ı r. Felsefe
bilgiyle yürür; tasavvufsa, bilgiyi, a nca k bir vasıta ola­
rak kabul eder; gaye olara k ta n ı n ı rsa insana ben l i k ve­
receğini söyle r. Felsefe n i n d i n l e ilg isi yoktu r; s ufilerse a s ı l
d i n i , d i n i n i ç yüzü n ü , kendilerini n bild i k lerine inanırlar.
Felsefede a h l ô k ı temizlemek, var l ı ğ ı nda n geçmek ancak
ışrô kı y teoriyi kabul ede n lerde vardı r; fakat bir m ürşide
uymak, zi kir, halvet vs. yoktur; tasavvufsa bunları esas
olarak kabul etmiştir. Sufiler, bu yüzden felsefeyi ve fi­
lozofları k ı narla r; tasavvufun bôtın ilmi o l d u ğ u n u söy­
lerler.

(*) Cizye, Kitab ehlinden a lınan vergiye denir.

78
Soru 43 : Aşk ve cezbe nedir, ne demektir?

Aşk, sevg i n i n son hadde varmasıd ır. Sufiler, aşkı i k i­


ye ayırırlar: Aşk-ı Mecôzl, Aşk-ı Hakıykıy; yôni geçici aşk,
g erçek aşk.
Geçici aşk, birisi n e duyulan sonsuz özlem ve istektir.
Eski doktorlar, aşkı, bir malihulyô, bi r sabit fikir, doğru­
cası bir hasta l ı k olara k ka bul etm işler, kesin olara k se­
vilenle b u l uşmakla ve c i nsi tatminle, bu olmadığı, ola ma­
d ı ğ ı takd i rde yeni bir aşkla, yahut siyô hatle bu hast·::ı l ı k­
tan k u rtu l m a n ı n m ü m kü n olabilece ğ i n i söylemişlerd i r. ·
Aşkın, maddi, ma nevi, b ütün bağları kırdığına, insanı a n­
cak sevg i liye hasrettiğ i n e bakara k sCıfiler, geçici aşkı da
hoş g örmüşler ve « mecôz, hakıykatin köprüsüdür» . de­
m işlerd i r.
Gerçek aşk, Ta nrıya duyulan sonsuz sevg i ve özlem­
d i r. Bunu, bug ü n ü n an layışıyle şöyle iza h edebil iriz: Ger­
çek a şk , g üzele değ i l , güzell iğe, tek kişiye değ i l , tüme,
ferdiyete değ i l, top l u ma duyu lan sevg i d i r; g üzellerde gü­
zel l i ğ i her şeyde yaratan ı n kud reti n i , h i k m eti ni, sa natı n ı ,
eseri nde görmek, ferd iyetten topl u ma yay ı l mak, kendi i ç i n
d e ğ i l , topl u m için yaşamak ve ça l ışmakt ı r. Böylesi aşk,
insanın, toplu mda n aldığı bütün kötü lü klerini yok edece­
ği g i b i top l u m u n köt ü l ü k leri n i de hoş görürlü kle karşıla­
maya, en güzel ve yeri nde ted bi rlerle on ları iyiliğe dön­
dürmeye bir güç verir insana. Bu, esasen İslôm ı n temel
emirleri ndendir. Ken d i nd e bir üstün l ü k g örmemek, soy­
boy gayreti gütmemek, herkese yard ımda bulunmak, her­
kesi sevmek, sevind irmek, gerçeği söylemek, kötü l ü ğ ü
e l iyle, d i ljyle menetmek, b u n a i mkôn bula mazsa, h i ç o l ­
mazsa gönl üyle kötü l ü ğ e razı olmamak, K u r'ôn'ın v e Pey­
g a m be r buyru kları n ı n esasıd ır; bunlara dair örnek ver­
m eye kalkışsak, ayrı ve büyük bir kitap meydana gelir
(« Hz. M u hammed ve Had isleri» adlı kita b ı m ıza b. ist. O kat
Yay ı n ev i 1 962, s. 1 3 - 27, 45 - 48) .
-

«Aşk» sözünde m ecôzl sevgi a n l a m ı da bulunduğun­


dan, Allah'ın, kullarını sevmesine, yahut k u l ların Alla h'a

79
besled i k leri sevgiye aşk den mesi hoş görülmemişti r (Se­
finet'ul-Bıhôr, i l , s. 1 97 - 1 98). Kur'ôn'da d a aşk sbzü geç­
mez; 83 yerd e «h ubb-sevmek» sözü , m üsbet, m enfi, çeşitli
sig a lariyle ç eşitli a n l a m larda geçer. Mesela, 111. süren i n
3 1 . ôyetinde, <i De k i : Allah'ı seviyorsa n ı z bana uyun d a
A l l a h d a sizi sevsin» d e n mekte, ayn ı sürenin 92. ôyetinde,
i n a na n ların, sevdikleri şeylerden yoks u l la ra vermed i kçe
i hsa n sahibi ve hayırlı kişiler olamayaca kları bild i r i l m ek­
ted i r ( M u h a mmed Fuad A bd'ü l -Bôkıy: El- Mu 'cem 'ul-Mu­
fehres l i Alfôz'i l-Kur'ôn'i l-Kerim, Kahire 1 364, s. 1 91 -1 93).
-

« Cezbe » , çekmek, çekiş anlamına gelen ve Arapça


«cezb» kökünden türeyen bir sözd ür. S ufiler, «ra h m eti
herkesi ve her şeyi kavrayan Tan r ı n ı n çekişlerinden bir
çekiş, insa n l arla cin lerin (yahut d ü nya ve ô h · ret ehlinin)
bütün i bôdetlerine den ktir» meôlindeki söz ü , hadis olarak
n a k l ederlerse de bu söz, 1 61 , ya hut 62, yahut da 66 h ic­
ride (770 - 782) Şam'da vefôt ecien İ brô h i m b. Edhenı ' i n ,
« H a k k ' : n cezbel erinden bir cezbe, insanlarl a cinlerin k u l ­
l u k l a r ı n d a n yeğd i r» meô l i ndeki söz ü nden uydurulm uştur
( M efehôt tere. s. 96) .
Sufil ere göre, zikirle, ha lvet ve m u ra k a bayla, yô n i
m ürşid i n i da ima göz önüne geti rmekle, b i r kısmına g ö­
reyse soh betl e , sôlikte cezbe meyda na g e l i nce, gözünden
m ô-sivô, yôn i To nrıdan başka her şey silinir; böylece d e
manevi yolcu, tevhid mertebelerini aşar.
Melômiyye-i Bayrôm iyyeden Ha kıykıy ( 1 050 H . 1 640) ,
« Esrôr'ü l - A rifin irşôd 'ul-A ş ı kıynı> adlı kita b ı n d a , cezbeyi
a n l atırken, H ôce Abdu l lôh-ı Ansôri'den (481 H . 1 088) ,
«Tecel li-i H a k nôgôh ôyed emmô ber d i l-i ôgôh ôyed » ,
yôni, H a k k ' ı n tecel lisi a nsızın gel i r, a m a uya n ı k gönüle
g e l i r c ü m lesi n i aldıkta n sonra,
İy h oş on cezbe-i nô.gıih resed
Zehm-i on ber dil-i clg<l/ı resed

yôni, «Ne hoştur o cezbe ki ansız ı n geli r; yarısı da, ni­


şanı d a uya n ı k g ön ü l e erişin> beytini a L r (bizdeki, yazı-

80
s ı n a , kôğıdına g öre d evrine ait nüsha; 31 .b. 32 a ) . . Gene
aynı kitapta ,
aFJrbilb-ı hakıykat, dşık ana dirler ki cezbe ve ı5. ka iri§üb,
Fe keennema lıamrun ve ld _kadehu b-irlik hasıl itimi5 ola»

denmekted i r (29 b.) ( "' ) .


Sufiler, s ü l u k i ç i n cezbeyi şart bilirler v e cezbeyi, sô­
l i ke g öre dört k ısma a y ı rırlar:
ı . Meczub-ı g ayr-i sôlik. ·

Bu, bir m ü rşide bey'at etmeden cezbeye u laşmış ki­


şidir.
il. Sôl i k-i gayr-i mecz O b.
Bu, b i r m ü rşide uym uş, manevi yolculuğa düşmüş,
fakat cezbeye mazhar olama m ış, b u yüzden d e yol . ala­
ma m ı ş kişidir.
i l i . Sôl i k-i meczOb .
Bu, önce m ü rşide bey'at etmiş, s ü l ü k mertebelerin i
bilgi yol uyla a n lamış, sonra cezbeye mazhar olup bilgiyl e
bildiği şeyl eri , görüş v e oluşla ta mamla mış, yokluk mer­
tebel erinden, Tanrı varl ığıyle dön m ü ş, sülOkünü tamam­
l a m ı ş kişidir.
iV. MeczQ b-ı Sôlik.
Bu, önce cezbeye d üşmüş, varlıkla rın izôfi old u ğ u n u,
oluş yoluyla a n l a m ı ş , kend isi n i H a k varl ığı nda yok etmiş,
T a n rı vo r l ı ğ ıyle var o l m uş, sonra bir m ürşide uyup g eç­
tiğ i n i sülük mertebeleri n i bilgiyle öğrenmiş kişidir.
M eczü b-ı gayr-i sôlik, yokluk ôleminde kalır; kend isi

(*) Bu mısra', 385 te (995) vefat eden ve AH Büveyh'ten M u'ey­


yid'üd-Devle'nin. ondan sonra da Fahr'üd-Devle'nin veziri olan Söhib
b. Abbôd'ın meşhur bir a rapça kıt'asının üçüncü mısra ı d ı r. K ıtan ı n
meô li şudur:
«Sırça da inceldi, şarap ta; ikisi bi rbi rine döndü. iş de sarpa
sardı. Sanki şarap var da kadeh yok; yahut kadeh va.r da şarap yok.:ıı
(Şemseddin Sami: Kaamüs'ül-A'tôm, iV: İst. Mihra n Matbaası 131 1 ,
-

s. 291 0 - 291 '1 ).

81 F.: 6
yokluk mertebeleri n e u l a ş ı r; fakat cezbeden sonra sülük
g örmediği, vard ı ğ ı mertebeleri b i l mediği, y a hut o me rte­
belerden birinde ·ka l d ı ğ ı için noksa n d ı r; hatta bazı kere,
irade ve i htiyôrı da yoktur; bu yüzden de tekl iften kur­
tu lmuştur; şerlatte, ona ceza ver i lemez. B u çeşit kişi, hiç
b i r kimseyi irşat edemez.
Sôl i k-i gayr-i meczüb, sülük mertebelerini bilgi yo­
luyle öğren miş, fakat cezbeye mazhar ola m a d ı ğ ı nda n bil­
gisini g örüş ve oluşa u laştıra mamıştır; bu da kimseyi i r­
şat edemez.
Sôlik-i meczüb ve Meczüb-ı sôlik, hem s ü l ük g ördüğü,
hem cezbeyle, s ülük mertebelerin i biliş dura ğ ınd a n görüş
ve oluş durağına u laştırd ı ğ ı için irşcıt vazifes ini g örebi l i r.
Ancak bu i kisinden , Meczüb-ı sôlik, daha üstü ndür. Cün­
kü o. öbürü g ib i zamanla sülük g örmemiş, cezbeyle yok­
l u k ve va r l ı k d u ra klarını birden aşmış, sonra da b i r mür­
şide uyup a ştığı dura k l a rı , vardığı mertebeleri b i l g iyle an­
la m ıştı r. Bu bakımdan, yolda eğlenmediği, d u ra klardan bi,
rinin z evkine kapılmad ı ğ ı için sôliki de yolda eğlendir­
m ez ; cezbey l e gereken duraklara u la ştırır (Sa r ı Abd u l l a h :
Semeröt' ü l- Fuôd fi'l-Mebde'i ve'l-Ma'ôd, ist. M at. A mire -

1 288, s. 42 - 49) .

Soru 44 : Halk dilinde d e meczub sözü varclır; kendi ·

halinde olan, kimseye zararı ck>kunmayan,


fakat a.kli dengesi yerinde olmayan kişi­
lere meczub derler. Anlattığınız u:Meczub»
lorla bu meczublor aynı mıdır?

Hayır, ha l k zara rsız, fa kat <ı kli melekelerden m a h ru m


kişi leri hoş g örm üş, bunl<ırd a n kera met u m m uş, söyled i k­
leri sözleri a n l a mlamaya, yaptıkkm işlerden a n la m l a r çı­
karmaya u ğ raşmış, onlard a n medet ummuştur. Bunların
sa rhoş l a rı , esrara düşkün olan la rı , hare ketleriyle a hlôk s ı­
n ı r l a r ı n ı a şa n l a rı vardır. B u n l a r, doğruda n doğruya za ra r­
sız delilerdir; bunlardan m edet uma n kıra da ça resiz a lı-

82
makla r d iyebi l iriz. Bizim a n la ttığ ı m ız dört böl ü kten yal­
n ız Meczüb-ı g ayr-i sôlik, biraz bunlara uya r. Meczüb-ı
sôl i k ve Sali k-i meczüb, biri önce «mahv» ôlemine v a r­
mış, m ürşide uyu nca «sa hv» h a l i n e gel m iş, öbürü ö n ce
m ü rşide uymuş, sonra cezbeyle « ma hv» ôlemino varmış,
m ü rşid i n i n irşa d iyle bu ô leınde kal mayıp «sa hvıı hôline
u laşmıştı r.

Soru 45 : «Sahv, mahv» ne demektir?

« Ma hv» , içkiyle sa rhoş ola n ı n , yaptığ ı n ı b i l med iği gi­


bi k u l u n , Tanrı tecellilerinden, yaptı ğ ı n ı a kı l edemeyecek,
işled i ğ i işleri , söyled i ğ i sözleri, a kl iyle tartmadan işleyip
s öy l eyecek derecede kendisini y iti rmesid i r (Ta' rlfôt, s.
1 38) . «Sahv» bu ken d i n i yitirme hôli nden duygu ô le m i n e
dönmesi, kendisini b u l masıdır (ay n ı , s. 88) . !<uşeyri,
« M a hv» a , «Sekr» , yôn i sarhoş l u k diyor ve insa n ı n ma hv'ı
ne kadar gerçek o l u rsa sa hv'a gelişi d e o kadar g erçek�
leşir h ü k m ü n ü veriyor; Müsô Peyg a m berin , tecel llye u ğ­
ray ı p kend i nd en g eçmesine, sonra kend i n e gelip tövbe
etmesine d a i r ôyeti de (Vl l , 1 43) bu a rada a n ıyor. O n a
g öre k u l , mahv ôlemind e çeşitli hôl lere d üşer; scı hv hôl�n­
d eyse bilgi ôlemine döner (s. 50) .
Mahv, cezbede o l u r ve bu h ôldeyken i nsa ndan. aklı
ve i radesi d ı şında bazı tuhaf ve şeriata uymaz sözler v e
h a re ketler d e çıkab i l i r. B u çeşit s öz l ere «şath» derler.
Şath, lügatte, hareket a n lammad ı r; terim ola rak, va rlık,
d ava ve ben l i k kokusu duyulan sözlere denir ki gerçek
e renler, bunları, olg u n <kimseler için kusur saya rlar (Tô'�
rifôt, s. 76) .

Soru 46 : Şoth dediğiniz şeyi örnekleriyle biraz daha


açıklar m�smız ?

Şath'a Bôyezld- i B ı stômi'nin (261 H . 784) sözleri a ra- ·

s ı ndo çok rastlanır. Meselô, o:Ben b i r d enize daldım ki

83
peyga m berler, onun kıyı sındaydı» ( N efôhat tere. s. 1 5) .
« Cehennem dediğin ned i r ki? O nu görürsem, h ı rkamın
ucuyla sönd ü rüveri rim; n oksa n sıfatlardan tenzih ed erim
kend i m i ; ne de büyü k bir z u h u rum var» (Cemôl-üd-dln
Ebi'l-Fer ec Abd ü r- Rahmôn ibn'i l-Cevzi: Telbisu İ blis; M ı ­
sır - 1 928, s. 342) , « Ona u laşmadan Kô'be ' n i n çevresini
dönerd i m ; ulaşınca g örd ü m ki Kô'be, benim çevremde d ö­
n ü yor» , « i l k haccımda evi (Kô'beyi ) , ikincisinde ev sahi­
bini g örd ü m ; üçü ncüsünde ne Kô'be'yi görd ü m , ne sahi­
b i n i » , «Ben i m Levh-i MahfUz» (s. 345) , .« ben i m bayrağ ı m ,
M u h ::ı rn m ed 'i n bayrağından daha büyü ktür» (aynı s.) , «Al­
lôhım, halk ı ndan b irisini azaplandırmak, bilgi nde sa bit ol­
duysa , bunu ta kd i r ettiysen, ben i o kadar büyüt ki ce­
henneme benden başka k i mse sığmasın» (ayn ı s. 346) g i­
bi s özleri, ş ath örnekleridir (aynı kitabın Şath ve dôvôlar
babına bakınız, s. 341 - 349).
Türk edebiyatı ndan da buna benzer örnekler veri le­
b i l i r. M esela Eş refoğlu Abdullôh-ı Rüml'nin (874 H. 1 469-
1 470),
Çürümüş tenlere bir dem eğer dfrsem bi izni kum
Yalın ılyag u baş açık dururlar cümlesi uryan
Sanurlar Eşrefoğlu'yatn ne Rumi'yem ne İznikıy
Benem ol dıli?n'ül-Bakıy göründüm sureta insan

( Diva n , ist. 1 286, s. 33) beyitleri, buna g üzel bir ör­


n e ktir.
M uhammed b. Aliyy'ül�Hakim'it-Ti rmizi i l e (255 H.
868 - 869) başlayan ·İ nsôn-ı Kômil ve Hatm-i Vilôyet na­
zariyyesi . İbni Arabi'de pek aşın bir hadde varm :ştır. Hz.
M u ha m med'in son peyga mber oluşuna karşı l ı k İ bni Ara­
bi, zaman itibariyle Mehdi' n i n Hôtem'ü l-Evl iya-eren leri n
son uncusu olduğunu, ta kat g ercekte, bütü n e renlerin fe­
yiz a l maları ba kımı ndan hepsini hatmetmek, hepsi n i n
mazhariyetl erini kendinde top lamak ba k ı m ı n da n kendisi­
nin Hatem olduğunu, hattô Hz. M uhamm ed'in vil ôyetine
mazhar old uğundan geç miş peygamberlerle ge l ecek eren­
lerin, hep kendisinden feyiz oldı·kları n ı iddia etmesi, g er-

84
çekten de büyük b i r cür'ettir. Hz. Peyga mber, b i r haöısin..
de, peyga mberl iği bir d uvara benzetmiş, d uvarda bir ker..
picin eksik o ld u ğ u n u , kend isinin peyg a m berl iğiyle o ker..
picin de yerine kondu ğ u n u ve kendisiyle peygamberliğin
tama m l a nd ı ğ ı n ı b i l d i rmes i n e karşı l ı k ·İ b n i Arabi, rüyasın­
d a , bir taşı a ltın, bir taşı gümüş b i r d uvar görd üğünü,
a ltınları n erenl er, g ü m üşlerin peyg a mberler olduğı:n u ,
kencı is i n i n d e b i r a ltın kerpi ç olara k o duva rda k i e ks i k
yere g ird iğini, böylece d uvarın ta mam l a n d ı ğ ı n ı söylemiş,
v i lôyeti n übüvvetten ü stün saym ıştı r. Bütü n bunlar, şath
say; labil i r, yalnız hüsn-i zanna sahip olma k şartiyle ( Mev­
l ô n ô Celöleddin a d l ı eserim ize ba k ı n ız, 111 . bas ı m , ist. i n..
k ı lôp K. 1 959 s . 234. İ bni Arabl'nin bu çeşit dôvô lan ve
Şems'le tartışma ları için de ayn ı eserin 52-53. sayfa la r ı n a
bakınız).
B i r d e, bilhassa tasavvufi ha l k edebiyatım ızda, a nla­
tış b a k ı mından «şath iye» denen şiirler vard ı r ki b u n l a rı n
hemen hepsi heceyle yazı l m ıştır. Ayrıca seci'l i, kesik, hat­
tô devrik cüm lelerden m eydana gelen mensur şathiyeler
de va rd ır. Biz, bunlarda , iptidfö d i n l e rde, mesela Şa ma­
n izmde, basit ve gürü ltü ç ı ka ran m üzik ô l etleriyle yapılan
ccşkun, adaın ı ken d i nd e n geçiren rakıslar esnasında ş a..
m a n ı n , kamın, tören d e önem l i yeri b u l u n a n rü hôn1nin, ken..
d inden geçerek, çoğu a nl a msız, şiiri a nd ı rı r sözler söy ..
lemesini, bu çeşit şathiyelerin Hk örnekleri kab u l ed iyoruz.
Elimizde, Hacı Be ktaş'a (669 H. 1 270) . Mevlônô ha­
lifesi Seyyid Mahmüd-ı Hayrôni (667 H. 1 268) Sa ltuk Ba­
ba n ı n halifesi v e Y u n us Emre'nin şeyhi Taptu k'un m ür..
şidi Bara k ba baya (707 H. 1 307 - 1 308) a it böyle birer
şath �ye var (Yu n us Emre ve Tasavvuf a d l ı eseri m iz e b.
l st. Remzi K. 1 96"1 ; K utb'u l-Alevl'nin el yazısı şerh i n i n fo­
tokopisi, s. 455 - 472; Tü rkçe tercememiz, s. 255 - 279.)
Bu n lar, sonradan i n a n a n l a r tarafından çeşitl i a n l a m l a r
veri lerek zoraki ve uydurma yorumlarla şerhedilm iştir.
Ayrıca bu çeşit şathiyeler örnek tutu l a ra k, vez i n l i , ka­
fiye l i ve heceyl e yaz ı la n , söy len mesi gereken şey, bam­
başka, bi raz da a laylı şekilde, fakat a n l a ma uyg u n ta r.z-

85
da söylemek su retiyle m eydana g etirilmiş şathiyeler var­
o ı r ki Yun us Emre'ye (720 H. 1 320) atfedilen,
Çıkdım erile dalına anda yedim üzümi
Bostan ıssı kalcıyub dir ne yersin kozumı

beytiyle başlayan şiir (Yunus Emre: D ivan v e Risa lat'al­


Nushiyya ; Eskişeh i r Turizm ve Tan ı tma Derneğ i yayını,
s. 204) v e Hacı Bayrôm-ı Veli' nin (833 H . 1 429 - 1 430),

Çalabım bfr şar 11aratmış iki cihan aresinde


Balcıcak didar görinür ol şarın kenaresiiıde

beytiyle başlayan şiiri (Türk Dili Mecmuası, Türk halk


edebiyatı özel sayı sı: say ı : 207, Ara l ık - 1 968: Hacı Bay­
ram-ı ven a d l ı maka lemize b. s. 388 - 389 ) . bunla ra pek
g üzel birer örnektir. B u son örneklerde heyecan ve ken­
d i nd en geciş değ i l , d üşünce ve sözü, a n l a ma uyd u ruş
ca bası esastı r.
Ş u n u da söyleyelim ki Bôyezid-ı Bısta mi'de n örnek­
leri n i verd i ğ i m iz, H useyn b. Mansür' il-Hallôc' ı n (309 H.
922) ş i i rlerinde ve sözlerinde de birçok örneklerini buldu­
ğ umuz 'il k kısımdaki şathlard a n , Batıni i n a n çları n izleri n i
bul ma maya imkôn yo ktur.

86
Vll. BÖLÜM

BATI N I LI K - TASAVVU F EHLİ N İ N H E PS i


BATINI DEG İ L D İ R - TASAVVU FTA M EZHEP -
TASAVVU FTA B EY'AT V E N İ SPET -
KERAMET

Soru 47 : Batınilik nedir, bunu izah eder misiniz?

H i ç şüphe yok ki anlamı d erin ve geniş bir söz , a n la­


ş ı l ması için, herkesin an layabileceği bir seviyeye i n i l erek
söylenir v e gene hiç şüphe yok ki bir sözü din leyen, ken­
d i a n l ayışı, kendi bilgisi ve duygusu kadarınca anlar. Bu
bakı mdan elbette Kur'ôn-ı Kerlm' i a n layışta, anlamı kav­
ray ışta herkes, ayn ı d e recede olamaz. Kur'ôn-ın zôhir1
a n la m ı olduğu g ibi bôtınl a n la m ı da vardır; bu, i n k a r edi­
lemez.
Batınil ik, Kur'ô n ' ı n iç anlam ına erenlerce dış a n la­
m ı n ı n l üzumsuz old u ğ u na , daha açıkçası, dini h ü k ü m le­
rin ve şeriatı n, ôlemin düzenini korum a k için ve a n layış­
ları, bu dereceye g elmemiş olanları idare yüzünden kon­
m u ş bulunduğu na i na n ma ktı r. Meselô na mazdan ma ksat,
Ta nrıya yaklaşmaktır; Tanrıya yaklaşanlarca, «Rabbi ne,
sana yakıyn geli n ceyedek k u l l u k et» ôyeti (XV, 99) bôti­
nllerce, bunu apaçık bildirmekted i r. Oysa ki bu ôyette
yakıyn, bütün müfessirlerce ölü m d ü r; şu halde ôyet
ö l ü n ceyedek k u l l u k etmeyi buyurma kta d ı r; yakıyne erin­
ce i badeti bıra kmayı e mretmemekted i r (Mecma'ul Beyôn ;
Teh ra n , Şi rket' ü l-Ma ôrif'il- İ slômiyye basım ı , c . VI, 1 379 H.
s. 346 - 347) .

87
Bôtı nile r, h emen her ôyeti, her hadisi, h e r buyruğu,
kendi i n ançlarına g öre yorum larlar; yoru m la m a la rı nda ke­
sin bir m etod da yoktur.

Soru 48 : Bunu bir örnekle açıklar mısmız?

K i m ne d e rse desin, i yice i nceleyen, a n l a r ki İ bni


Arabi, bôtınidir. «Fütühôt» ta « kôfir olanlara , yalan layan­
lara gelince: onları ister korkut, ister korkutma; bird i r.
Allah ( i n k ô rl a rı yüzünden) onları n g ön ü l leri n i , ku lakların ı
m ü h ü rl e mişti r; g özlerinde de perde vard ı r, on lara p e k bü­
yük bir azap var» ayeti n i ( l l , 6 7). «o kôfi r olan lara , yôni
-

bana olan sevgi leri, va r l ı klarını örtmüş buluna n lara gelin­


ce: onları gönderildiğin ve bild irmeye m em u r olduğun
azapla korkutsan da , korkutmasan da, onlar, senin sözü­
ne inan mazlar; çünkü on l a r, benden başka b i r varl ı ğ ı a k ı l­
larına bile g eti rmezler. Onları, yarattığım şeylerle , korku­
tursa n , onlara ne a k ı l ları erer, ne görü rler onları; iş böy­
leyken nası l inanırlar sana? Onların gönüllerini m ü h ü r­
led i m ben; benden başka b i r varl ı k g iremez g ö n ü llerine;
kulaklarını m ü h ü rled i m ben, ô lemde benden başka s ı n ı n
sözünü d u ya maz onlar; g özlerinde de, beni görmeleri yü­
zünden, aza meti mden perde var; benden başka bir var­
lığı, bir varı göremez onlar; onları bu görüş durağından,
sen i n k orkutman d urağına i n d i rdiğim için de pek büyük
bir azap va rdı r onlara; çünkü onları perde ardına atarak
benden a y ı rm ış oldum; netekim sen i de, yak laştı , yakın­
laştı, iki yay kadar kaldı a raları; hattô daha da ya kın d u­
rağ ı ndan sonra ; seni yalanlayanlara gönderd i m ; benden,
görünüşte ayırdım sen i ; ben i m hakkımda söyled i kleri,
nasıl da s ı k madı sen i . Seni , ben i m ya kı n l ı ğ ı m a eriştirdi­
ğ i m çağla bu çağ aras ı nda ne kadar fa rk var; işte ken­
d i leri nden rôzı olduğum emin kişilerim de böyledir ben im;
onlara ebedi olara k azap etmem ben» tarz ı nda yoru m la­
makta ( F ütCıhôt, 1, M ı s ı r - 1 329, s. 1 1 5) , Fusüs'ta, N u h
kavm i nin, Tan rı yı b i l i ş denizinde g arkoldu kları n ı söyle-

88
mekted i r. 1İ şin d i kkati çekmesi g ereken tarafı şud u r ki,
Bôtı nileri n , yoru m lariyle temize çıkard ı kları kişiler ve top­
l u m, daima peyga mberleri inkôr edenlerdir, Alla h'a karşı
d u ra n lard ır, Kur'ônda kmana n l ard ı r; İ bni Ara bl'ye g öre Fi­
ravun b i l e ta m ve kômil bir m ü'mind i r. E h l i beyte düşman­
l ığıyle meşhur olan, Abbas oğullarından M ütevekkil bile,
Kutubd u r (Sefinet'ü l-B ı h ô r, 1. s. 31 1 - 3 1 2 ) .
4 1 2 h i cr�de ( 1 021 ) vefôt eden E bü-Abd ' ü r-Rahmôn
Sülemi'n i n tefsiri, yalan hadislerle ve bu çeşit yoru mlarla
dopdolu bi r kitaptır ( Şezerôt'üz-Zeheb'den naklen Esed
Hayder' i n « El- İ mômus-Sôd ı k ı ve'l-Mezôhib» i; i l i , Necef-
1 363 H . s. 1 70, 1 96).
Batınilik, önce i m ô m hakkında g u l üvv, yôni aşırı i na n ç
beslemeye başla mış, b u yüzden fırka la rına aşırı gidenler
a n la m ı n a « Gaaliyye-Gôlller» , o fırka mensuplarına da aşı­
rılar a n l a mı na «Gulôt» d e n miştir. Hz. Alin i n oğ l u Muha m­
m ed b. Hanefiyye'yi (81 H . 700) imôm ta n :ya n lardan bô­
zıları , onun ölmed i ğ i n i , bôzıla rıysa tan r ı l ı ğ ı n ı iddiô et­
mişler, bôzıları da o n u n peygamber olduğunu söylem iş­
l e r d i . ,i s nô-aşerilerce (Oniki İ môm ta n ıyanlar) beşinci
i m c m olan Muhammed ' ü l-Bôkır'la ( 1 1 4 . H . 733) oğlu ve
altı ncı İmôm Ca'fe r' üs-Sôd ık ( 1 48 H. 765), bunla ra lônet
etmişlerd i r. Said ve Beyôn, ya hut Benôn ad l ı iki kişi, b u
ina ncı yürütmeye çalışmış, iki ncisi, 1 1 9 hicrlde (737) .
İ m ô m Ca'fer, bunları n , « h a be r vereyim mi size, kime iner
şeyta nlar? Onlar, bütü n yalancı ve suçlulara i nerler»
meôllerir.deki ôyetlerde (XXVI, 221 - 222) bild irilen kişiler­
den old u kla rını söylem işti. Kerbelô'nın öcün ü alan v e
d örd ü n c ü İ môm Zeyn ' ü l -A bidin Al iyy b . H useyn'i n ( 9 4 H .
7 1 2) d uôsını kazanan M u htôr b. Ebü-U beydet'üs-Sa kafl'yi
de (67 H: 686) kendilerinden saya n gaall bir fı rka türemiş­
ti. Esasen Batı nilerin b i r ta ktikle ri vardı ki hôlô da aynı
yol u n yolcusu olan Bektôşller, Aleviler, . hattô Bo hfüler,
bu ta ktiği bırakmam ışlard ı r; herkes tarafı ndan sevilen ,
say ı l a n , bilgin ta n ı n a n kişileri, h a l ka , kendilerinden g ös­
teri rler. B öyle tanıtırlar.
Batıni i na nçları beni mseyen , ôyetleri d i lediği gibi yo-

89
r u mlaya n , g erçeğe ulaşandan i ba detlerin ka l kacağ ı n ı söy­
leyen, şer'latin, a t e m i n d üzeni n i sağ l a m a k için kondu­
ğ u n a i n a na n, sonunda her şeyi i n kö r eden ve maddec i l i k­
te kara r kılan top l u l u k l a r içi nden çeşitli m ezhepler ç ı K­
m ıştı r. İ çl erinde, görün üşte İ möm iyyeden olanlar bulun­
d u ğ u g i b i m esela İbni Arabi g i bi M ö l i ki, Bedreddin g ibi
H a nefi olduğunu idd i ô eden ler d e va rd ır. Bu ba k ı md a n
Batı nil iği, t e k b i r mezhebe, İsmôilll i ğ e bağ la maya imkôn
yoktu r. Ancak 'İ smfülller, H ukema mesleğ i n i hayôta tat­
bıyk y o l u n u buld u klarından, Batıni bir sistem meydana
geti rd i k l erinden Bôtı nilik, onlara izôte ed i l miştir (Si­
mavna kadısı oğ l u Şeyh Bedred d i n a d l ı eseri mize ba k ı n ız,
s . 1 2 - 29) .

Soru 49 : Tasavvuf ehlinin hepsini Bôtıni saymamız


doğru mudur?

Böyle u m u mi bir h ü k ü m vermek, pek ya n l ı ş sonuç­


lar meyda na getire b i l i r. H i ç şüphe yok ki sOfiler içinae
şeriate, h a rfi harfine riayet edenler vard ır; fa kat içlerin­
de, bi l e rek, bil meyerek tamamiyle Batıniliği ben imsemiş
olanlar da pek çoktur. Zaten bu nla r, h e m sözlerinden,
hem hare ketlerinden derhal a n laşı l ı r. Bôtı nil i k esasına d a·
yanarak kurulmuş tarikatler d e va rd ı r. Hattô bunların
içind e, g örün üşte şeriata uyan, fa ka t herha ngi bir n okta­
da oncia n ayrı lan ve şeriat h ü k ü m lerine g öre küfre varan
yo l l a r d a yok değildir. Ay rıca Şeyhil i k gibi mezhepler,
Kaad ıyônili k, Bahôll i k g ib i t ü redi d i n l e r de, Bôtı nil i kten
ve tasavvuf umdelerinden doğmuş, b u n l a rı n türemesinde,
batı emperya l izminin de, büyük tesiri o l muştur.

Soru 50 : Doğan, yiyip içen, çoluğu çocuğu olan,


hastalanan ve ölen bir kişiyi yaratıcı tanı·
mok nasıl mümkün olabiliyor?

Bu inancı meyd a na g etiren i k i esas va rd ı r: Hulul,


i ttihat.

90
H u l u l , bir şeyin bir şeye g i rmesi, İtti had, i k i şeyin
b i rleşmesi anlamın a gelen iki Arapça sözdü r. Teri m ola­
ra k Al lah' ı n , i lô h! kudreti n , tüm olara k b i r kişi n i n mad­
di, ma nevi va rl ı ğ ı na g i rmesine «Hu l u l » , kulun maddi var­
l ı ğ ı bulunduğu ha l d e i lôhl kudreti n , o varl ı kla birleşme­
s i n e, ku ldaki maddi varl ı ğ ı n , ilôhi varl ı k hôlin e gelmesi­
ne « İ ttihödıı den i r. İ slôm d i n inde hiç bir yaratık, hiç b i r
k u l . Alla h'la birleşemez; çünkü Allah, böyle şeylerden ta­
mamiyle m ü nezzehtir. Fa ka t bôtıni i na nc ı benimseyen­
lerce k u l , Allah'ın varl ı ğ ı nda ta ma m iy l e yok o l un ca, onun
varl ı ğ ıyle va r o l u r; arada perde kalmaz. B u inanç, ta­
savvufun fenô ve bakaa inancına benzerse de aynı değ i l­
d i r; çünkü fenô d urağ ı nda manevi yolcu, izôfi va rl ı ğ ı n ı
yok b i l i r, yok görür, böyles i ne b i r yokluğa erer; ba ka a
d ura ğ ı n daysa izôti varl ı ğ ı n ı , Ta nrı i l e kaa i m b i l i r, bu çe­
şit bir görüşe v e o l uşa sahip olur; fa kat kul, hiç bir za­
m a n Ta nrı olainaz; buna i m kôn yoktu r. Gaybi,
O l bir ile bir olan cümle aleme dolan,
Eöyle sultanlık bulan kulluk kılası değil

d erken M evlônô, «Can ı m bedenimde oldukça Kur'ô n ' ı n


kuluyum; seçi lmiş Mu ham med'i n yolu n u n toprağıyım» d i ­
y o r v e « K u l , varl ı ğ ı ndan, mutla k olara k yok olmadı kça,
on un katında birlik, gerçekleşemez. B i r l i k , hulul değ i l d i r,
sen i n yok olmandır; yoksa saçma sözlerl e, ol mayacak iş­
lerle bôtı l . gerçek ol maz» rubfüsiyle h u l u l ü redded iyor
(Rubôiler; tercemem iz, D harfi, s. 83, 1 38. rubôi) . Gaybi'
n i n te lôk kıysiyl e Mevlô nô' n ı n görüşü a rası nda ne kadar
büyük bir fark var.
Bôtınlli kteki inanç, hulul ve itti hôd inancıdır. Bu inan­
cı ya gerçek olara k beni mseyen, tasavvuftaki bu incel i ğ i
a n la madan şaşı ran, a kl ı n ı yitiren, kendini üstün g ören ,
yah ut d a halkı ka nd ırmak için böy l e b i r yol tutan kişi­
lerden, kendisini. M ehdi' n i n nôibi sayc n , Mehdi olduğu­
nu iddia eden , peygamberl iği kisbl, yôni ça l ışma kla. b i l ­
g iyle e l d e ed i len bir şey sayı p peyg a m berl i k dôvôs ına ka l­
kışan, sonunda a lla h l ı ğ ı n ı i l ô n eden n ice kişiler görü l-

91
m üştü r. Es k i l erden H useyn i b n i Ma nsGr'il-Hal lôc, bun­
l a rı n tipik bir örneği o l d u ğ u g ibi ye nilerd en de, önceleri
ken d i n i « Bôb» , yô n i İ môm'ın kapısı, vek i l i ta n ıta n , son ra
Mehdi olduğunu söyl eyen, daha sonra yeni bir d i n le, yeni
b i r kitapla geldiği n i iddiô eden, son und a d a Allah oldu­
ğunu söyleyip tutulunca bütü n dôvô lanndo n vaz geçtiği­
n i, M ü s l ü m a n old uğunu bir yazıyle tesbit eden ve 1 266 hic­
ride (1 850) kurşu n la narak öldürü l en B a bll iğin ku rucusu
Ali Muhammed-i Şirôzl'yi, onun m ü jdelediği yen i d in sahi­
b i olduğunu söyleyip kend isini Allah ta nıtan, ta n ıya n ları·
n a da «agnôm - koyu n l a r» adını takma kta n çekinmeyen,
uta n mayan, a ma kendine Ba hô'ullôh ded irten H useyn All'
yi ( 1 309 H . 1 892) b u n l a r a rasında anabiliriz. B i l hassa bu
sonuncuda, yô n i Bahföl i ğ i n kurucusunda ve Bahföli kte,
önce çar Rusyasının, sonra İ ngi ltere'n i n ve n i hayet Ame­
rika ' n ı n kışkırtı c ı l ı ğ ı n ı g örmemek için d üşü n ceden e l yu­
mak, gerçekten agnôma katılmak g e rekt i r ( Ba k ı n ız. D r.
M . H .T: M u h ô keme ve berresi der tôrih u a ka a id-i a h kôm-ı
Bab u Behô; T ehran - 1 338 Şemsi hicri) .

Soru 51 : Huseyn b. Mansur'il-Hallôc hakkında bi­


raz bilgi verir misiniz?

Bu zatın , Nişobur'lu, Rey'li, Talka n ' l ı , M e rv'li oldu­


ğ u rivôyet edil mişti r. Ha l ka k endisini s üfi gösterir, i kti­
dara Şia ' d a n g örü n ü rd ü . Kendisine uya n la r, onun A l l a h
olduğuna i n a n ı rlard ı . O n i kinci İ môm'ı n b ô b ı ( kapısı, n ô ­
i b i ) old uğunu iddiô ederd i . i mam, bir yazısıyle (tevkıy')
ona l ônet etmiş, onunla hiç bir i l işiği, ilgis i olmadı ğ ı n ı
bildirm işti . « Kita b' ut-Tavôsln» a d l ı kita b ı nd a nokta l ara ,
harflere d a i r anlaşı l ması g ü ç, esası saçma şeyler b u l u n­
d uğ u g i b i, «dôvôlarda bulunmak, şeyta n �a Ahmed 'ten (Hz.
M u hammed) başkas!na d üşmez; çünkü İ blis'e, secde et
dend i , etmedi. Ahmed'e, ba k dendi, n e sağ ı na baktı. n e
soluna» g ibi İ blls'i yücelteiı sözler ( Louis M assignon ba­
sımı; Librairie Pau l Geuthner - 1 913; s. 41 - 43) , «Ben

92
ifakk'ım, çünkü ebedi olarak Ha k'layım , ondan h iç ayrıl­
mad ı m » gibi gözleri (aynı, s. 52) . Arapça ş i i rlerinden m ey­
da ncı gelen Dlvôn' ı nda « Ey dileyen kişin i n d i lediği, senin
yüzünden d e şaşırmışım , kendime d e şaşmaday ım. Beni
kend i n e öyles i n e yaklaştı rdı n ki sen i , ben sa n d ı m ; vecidde
öylesine kend i m i yiti rd i m ki beni, kendinde yok ettin »
(L. Massignon bas ı m ı ; Journal Asiatiq ue, Janvier - Mars ,
1 931 , s. 30), «Tenzi h ederim maddi ô l e m i izhô r ede n i ,
Ta n rı l ı ğ ı n ı b u suretle g östereni, sonra d a ha l k ı meydana
g etirip kend i n i yeyen, içen şe klinde g österen i » g ibi şerla­
te uymayan sözleri (ayn ı , s. 41 ) , bazı şathiyeleri va rd ı r (s.
33) . Yaşayışı na, öldürü lüşüne d ô i r en sağlam bilgi ler,
«Ahbôr a l-Hallô i » dad ı r. ( L. Massignon basımı, Paris -

1 957) . Hal lôc'a uyanları n yol larına, «Hall ôciyye» adı


veri l m işti. inançları v e sözleri yüzünden 309 zilkades i n i n
24. g ü n ü (922) Bağdad'd a öldürü l müş, cesed i yak ı l m ıştır.
(Sefinet' ü l-Bı hôr'a ; ı. Hlc mad. s. 296 - 297; İbni Nedim ' i n
« El-Fihrist» ine, M ı s ı r - 1 348, s. 296 - 272; v e Ten kıylı'ul­
Ma kaa l ' e b. 1, s. 346 - 347) .

Soru 52 : Böyle bir adamı birçok sCıfinin , bilhassa


şôir sOfilerin, hele Mevlônô gibi gerçekten
b ilgin bir zatı n tutmasına, övmesiııe ne
dersiniz?

« Nefehôt»ta, Ma n s u r hakkı nda, tasavvuf ehlinin leh­


te, a leyhte sözler söyled i kleri yaz ı l m a kta, « Ekser-i meşô­
yilı a n ı reddeylemişlerd i r, m eğer bi rkaç ki mse, EbO' l-Ab-­
bôs Atô ve Şibll ve Şeyh EbO-Abd ullôh-ı Hafif ve Şeyh
Ebü'l -Kaasım-ı Nasrôbadl gibi» den mekted i r (s. 1 99) . Fa­
kat şu d a bir gerçekti r ki H useyn b. Mansur, süfilerin da­
ha fazla deyişlerince Mansur, Hallôc, şiird e bir sembol
h ô l i n e gelmiştir. Yaşayışı, öld ü r ü l ü rken d i renişi, öld ü r ü l­
m es i , varl ı k birliği inancın ı benimseyen şôir sOfilere b i r
mecaz d ü nyası , b i r i l ham kaynağı bağ ışlam ıştı r. Bu ba­
kımdan mesela M evlônô'nın, «Ben Ha k k'ım sözü, Man-

93
sOr'un d udağ ında n u rd u ; ben Alla h'ım sozuyse, Firavun•
un dudağında ya landı» d emesi ( Mesnevi. i l , s . 264, beyit.
305), « Devlet gözü mutl a k sihirler yapmada; ruh, man­
sur oldu, ben Hakkım demede» buyurması (V, s. 1 63, be­
yit. 2536) , ya hut Yunus E m re'nin,
Sen seni elden bırak dost yüzine sensüz bak
Mansur'layın ene'l-Hakk dahi sebükbar gerek

beyti (trpkı bası m, s. 208; m etin, s. 76) , a nca k b i r cezbe­


n i n, a ş k ı n mecazi ifadeleridir. Hatta d iyebi l i riz ki Man­
s u r'da n bahseden şa i rlerin çoğu, MansCır'un eserle ri n i bi­
l e görmem iştir; hakkındaki hüküm leri bile d uymamıştır.

Soru 53 : Bundan önce 41 . soruya verdiğiniz cevap­


ta tasavvufun, bilgiyi geri plôno attığını
söyler gibi oldunuz; buna aklımız takıldı;
tasavvuf bilgiyi nasıl görür?

Tasavvuf bilg iye d üşman değ i l d i r. Hatta ya k ıyn de­


receleri n i n i l ki , bilg iye d<:ıyan ı r. Anca k b i l g i n i n vehmi art­
tıra ca ğ ı , şüpheyi uya n d ıracağı, insana b i r varlık, be n l i k
vereceği düşü ncesiyle bilg iyi bir gaaye değil, b i r vasıta
ola rak kabul eder. Burada, a k l ı m ıza gelen b i r i k i şeyi,
konuyu tam a yd ı n latması bakımından hi kaye edeceğ iz:
Son za m a n ı n kudretli s afileri nd en ve M e l ô met neş'e­
sının m ü messil l eri nden A bd ü l kaad i r-i Belhi ( 1 341 H .
1 923) « Niyôzi' n i n boğ u l d u ğ u denize g i rd i m ; suyu, topu··
ğ u m u cı şmcdı» buyurm uş. N iyazl-i Misri, M ehdll i k idd i a
etmiş, Tsô old uğunu söylemiş, peygamberlik dôvôsına kal­
kışmış, a kli m üvôzen eden yoksunluğu, kend isini ölümden
kurtarmıştır (Niyôzi hakkında etraflı b ir ma kalemiz çı­
kaca ktır; ş i m d i l i k ıİ slôm Ansi klopedisin e yazd ı ğ ımız « N i­
yazi» macdesine ba kın ız) . Fôt i h türbeda rı Ahmed Amiş
( 1 338 H . 1 920) , kendis i n e i ntisap eden lere, «Bundan
böyle tasavvuf kitapları n ı o k u ma k yasa k. Kur'an o ku­
yun, hadis okuyun, M es n evi okuyu n ; başka k ita pla uğ-

94
raşmayın; tasavvuf kita p la rı yazanla rı n çoğu, yoldayken
yazd ılar; neş'e ve mertebe ba k ı m ı ndan b i rbirini tutmaz
sözler o l u r, şaşırtı r sizi; ama Mevlana, g itti , dönüp gel­
d i , Mesnevl'sini sonra yazd ı» dermiş. Gene bu zatı n, «Al­
lah M u hyiddln'e, benden n e istersin d ese M u hyiddln , be­
ni d ü nyaya yolla, bütün yazd ı klarımı toplayıp ya kayı m
da sonra geleyim derd i » sözü, pek meşhurd u r.
Rahmetli Tôhir'ül-Mev lev! (Ta h i r O l g u n , 1 952) , D i ­
yônet iş leri reisi ra h metli Şerefeddin Ya ltkaya 'yı ( 1 947)
pek sevmez, onun g u ru ru n u işa retle, «za n n ı nca sefine-i
vücOd, rü kObuna mahsustur» yô n i , varl ı k gemisi, ancak
kendi s i n i n binmesi için ya p ı l m ıştır sanır d e rd i . Yaltkaya
b u n u d u ymuş da demişti k i : Evet, ben hocay ı m , böyle zan­
nederim; fa kat o dervişlik dôvôsı nda ; ben i m hakkı mda
böyle bir söz söylemem esi gerekird i .
B i l g i , insana b i l med i ğ i n i , bil emeyeceğ ini öğ retti kçe
acz i n i g österd i kçe işe yarar, m üsbet olur. Fa kat Yunus
Emre'nin,
Jşk ile gelen erenler içer a-ğuyı nuş ider
Topuğa çıkmayan sular deniz ile sava§ ider

dediği ( Divan , s. 1 58) .


Dostdur bizi okuyan üstümüzde şakıyan
,')imd'üç buçuk okuyan derin tanışman olur

beytinde söylediği g i bi (tıpkı basım, s. 1 75, meti n, « R»


ha rfi, X LV l l . şiir, 2. beyit, s. 63) a zıcı k bilg isine g üven ip,
4<her b i l g i sa hibinin üstünde bi len va r» ayetinden (Xl l ,
76) gaflet ederek, gek g e k geğiren kişi, bilgisizden çok
da ha beterd ir. Kend ine g üven i p doğru d iye yapaca ğı eğri
iş, bi lgisizi n yapaca ğ ı n d a n çok daha kötü son uçlar d oğu-
rur.
Tasavvuf bu yüzden bilg iyi yerer. Ama bilgiyi b i r
g aa ye değ i l d e bir vasıta sayan kişi, son unda a cze, hay­
rete düşer; bilemed i ğ i n i n s ı n ı rsızl ı ğ ı na karşı , bilmed i ğ i n i
b i l i r . B u çeşit bilg i yi yermez tasavvuf. B i r d e ş u ver:
B i l g id e, aşkta olduğu g ibi bir üçl ü vard ı r : Bilen, bi-

95
l i nen v e bilgi. Aşkta d a seven, sevi len ve sevgi va rdı r.
A şık, sevd i ğ i n i n vasıflarına bürünürse kendisi de, sevdi­
ğ i de sevgi de yok olur g i der. Bilen de, b i l i n ene ulaşır. on­
da kend i n i yitirirse b i l g i de kalmaz, bilen de. Tasavvuf,
birliği amaç edinmişti r; i k i l iyi , üçl ü ğ ü değil. B u yönd e n d i r
k i b i l g i , i nsana perde olur demişlerd i r.

Soru 54 : Tasavvuf ehli muayyen bir mezhepte mi­


dir; mesela bir tarikate giren, aynı zaman­
da o tarikatin kabul ettiği bir mezhebe d'e
girm iş olur mu?

Tasavvufta m uayyen b i r mezhep yoktu r. 1 61 hicri­


d e ölen (777) ve ,i mam Ca'fer' us-Sôd ı k'a, g iyimi y üzü n­
den itiraza yeltenen, aynı zamanda ondan rivôyet yoluyle
ya l a n hadisler uyd u ra n , bütün bunlardan dolayı da E h l i­
beyt ta rafta rları ta rafından hiç te iyi bir tarzda a n ı l ma­
ya n, f ı kıhta, ayrı b i r mezhebi olan Süfyôn-ı SevrT, acı kça
E h l i beyt i mamları n ı n ve on ların yollarının a leyh indeydi
(Tenkıyh'u-Makaal, i l , s . 36 - 38, Sefinet'ül-Bıhôr, ı. s.
631 - 632) . Cü neyd-i Bo ğ d ôdi (297 H . 909 - 9 1 0 ) , Süfyôn-ı
Sevri'n i n m ezhebi ndeyd i ve Şôfü'nin şôkird iyd i ( Nefehôt
tere. s. 1 32) . H a mdOn-ı Kassôr (271 H. 884) , S üfyôn-ı Sev­
ri m ezhebindeydi (aynı, s. 1 1 3) . Zün'- NOn-ı M ı sri (245 H .
859) , M ô l i kiydi (s. 87) ; Dôvüd-ı Tfü ( 1 65 H . 781 ) , Eb0-Ha­
n1fe'nin şôkird iydi (s. 95) ; Ebü-Yezid- i Bıstôml (261 H.
874) . Ha nefiydi (s. 1 1 0) . Bişri HôfT (227 H. 841 ) . Ahmed b.
Hanbel'i pek ul ulardı (s. 1 02) ; Xll - X l l l . yüzy! l l a rda ta ri­
kati Konya'ya kadar yayılmış olan Ebu- İ shak İbrôhlm b .
Şehriyôr-ı Kôzerüni (426 H . 1 034 - 1 035) H a n beliydi, hat­
tô Mücessime, yôn i Allôh'a cisim isnôd edenlerdendi
(Ta rô ı k , i l, s. 496 ). Ma' rOf-ı Kerhi ( 1 65 H . 781 ) , sekizinci
İ môm Aliyy' ür-Rızô' n ı n (203 H . 8 1 8) elinde müslüman ol­
muştu ; İ môm'ın kcıpıcısıydı ( Nefehôt tere. s. 93) ; Seriyy-i
Sakati (253 H. 867 ) . Ma'rOf'un ta lebesi n dend i (aynı, s.
1 06) . Şakıyk-ı Belhi' n i n ( 1 74 H. 790) . İ m ô m M üsa'l-Kô-

96
zım ' a ( 1 83 H . 799) mensüb olduğu rivôyet edilmekle be­
raber (Ta rôık, 1, s. 526) , Nefehôt'a g öre «sôhi b-re'y» di;
Z üfer' i n şôkirdiyd i ; Ebü-Yusuf'la dosttu; Ebu-H anife' n i n
meclis lerinde bulun urdu ( s . 1 03) . H useyn b. MansCır'u v e
i n a n c ı n ı daha önce a n lattık. B u , s o n zo m a n l a radek böy­
lece sü rüp gitmişti. B i r şeyhe m ü rid o l a n kişi, bi r z a m a n
sonra şeyhinin mezhep ve meşrebini ben i mserdi. Fa kat
u m u mi olara k filan tarikat şu mezheptend i r diye bir hü­
küm verm eye imkôn yoktur.
Tarikat ehlinin m ezhep ve meşrebinde, tarikati n ya­
y ı l dığı ü l kenin de büyük bir tesiri va rd ı r. M eselô Abd ü l­
kaad i r Giylôni (561 H . 1 1 66) , Şia ' n ı n ş iddetle a leyhinde
olduğu halde (Sefine, il, s. 1 97) Anadolu ve Ru meli'deki
Kaadi riler, mu hitteki Alevi neş'eyi benimsemişler, ôdeta
ŞE!eşmişlerd i . Bunda Abd ü l kaadir'e, sonrada n izôfe edi­
len seyyidliğin d e büyü k bir tesiri olsa g erektir ( U mdet'üt
Tôlib, Abd ü l koadir'in seyyid olmad ı ğ ı n ı, bu idd i ô n ı n , toru­
nu tarafından ortaya atı ldığını bildirir, s. 1 1 7 - 1 1 8) . Rıffü­
lerle Sa'diler, Anadolu'd a , Rumeli'de ve i sta n bul'da, Fü­
tüvvet ehliyle kaynaşmışlar, onların ôyin ve erkô n l a n n ı
a l m ışla r. ôdeta b i r Fütüvvet kolu haline gel mişlerd i ( H o­
ca-zôde Muhammed Tô hir b. A bd u l l ô h b. i smfül'in, biz­
deki kendi elyazısı « M i nhôc'ü l-M ü ridin» i . Bu kitap, taın
o la ra k tek nüshad ı r; 1 50 yapra ktır. 1 221 zilhiccesinin 23.
g ü n ü yazı lması ta mamlanmıstır. « İ slôm ve Türk i ll erinde
Fütüvvet ve Kayno klam> a d l ı makalemize ba kınız; İ st.
Ü n iv. İ ktisat Fa kültesi Mecmuası , 1 1 . cilt, No. 1 4, eki m
-

1 949 - Temmuz 1 950; s. 7 0 - 72) .


Ancak bu rada , bir tek tarikati n, bu kaa ideden istis­
na teşki l ettiğini söylemek gerektir:
Bektôşller, nasip a l m a töreninde, y ô n i birisi Bektôşi
olu rken yapılan töre nde, m ü ride, Ca'ferl ( İ môıni - İ snô­
aşeri) mezhebine uyg u n olara k a bdest a ldırı rla r ve baba,
tarikote g i ren kişiye, mezhebin Ca'feri olduğunu söyler:
kend isi de, mürid d a ha huzuruna geti rilmeden Ca 'feri
m ezhebi usulü nce i k i ri k'at na maz kı lar. Fa kat müridin
a ld ı ğ ı a bdest, o a pdestten ibarettir; görd üğ ü namaz do o

97 F.: 7
namazdan iba ret. Çünkü bu tarikat, tamamiyle bôtıni
olduğu için şeriat em irlerine uymayı telkıyn etmez ve da­
ha ilk geceden itibaren m ü rid, dem sofrasına oturur. İ çle­
rinde şerlate uya n la r, ta m Ocı'ferll iği kabul edenler ve
Bektôşilikten ôdeta ayrıl m ış olanlard ır. Aleviliğe gelin­
ce: B iz, bu yola bir ta rikat, bir mezhep değil, iptidai· bir
din demek zorundayız ( İ slôm Ansi klopedisi, yine yazdığı­
m :z « Kızılbaş» maddesine bp kın ız; cüz. 64, i st. 1 954, s.
789 - 795 ) .

Soru 55 İ nsa n ı , yaratışın, yaratılışın sebebi bilen


tasaıvvufta· din, ırk, soy-boy ve renk ayı­
rımı var mıdır?

Irk, soy-boy ve ren k ayrımı, asôlet d ôvôsı gibi şey­


ler, tasavvufun değil, İ slômın ka ldırdığı ası lsız dôvôlar­
d ı r. « Düşün de bak, sen kızıl , ya hut simsiyah renginden
dolayı hiç bir kimseden hayırlı değilsi n ; üstün olmak is­
tersen, hayırlı olmak istersen A l la h'ta n çekin» (Cômi'us­
Sag ıyr, ı . 71 ) , « İ nsanla r, bez dokunan tara ğ ı n d işleri gi­
bidir; birb i rinin eşid id i r ( K ü n Oz'ül-Hakamk, i l , s. 1 85 ) , « İ n­
sa nlar Ademoğu l la rıdır, Ad em'se topra kta n ya ratıldı» (Cô­
mi', i l . s. 1 75), «Hepin iz d e Adem evlôd ısınız; Ad emse top­
rakta n ya ratılmıştır; artık soyla-boyla. babayla, a tayla
övü nen top lumun d evri bits in ; yoksa Allah katında bok
böceğinden d e aşağı o l ursu n uz» (Cômi', s . 79) , «Ya ratık­
ların hepsi de Allah iyô l i (mesôbesinde ) d i r, Allah'a en
sevgi l i olanı, iyôline (halka) en faydalı olanıdır» (ayn ı , s.
1 0) meôlindeki sözler, Peygam beri m izin b uyruklarıdır.
«Ey insa nlar, şüphe yok ki biz sizi bir erkekle bir d işiden
yaratt ık ve sizi, aşiretler, kabileler (mil letler) haline getir­
dik, tan 1 ş ı n d iye; ş üphe yok k i Allah katında sevabı en
çok, derecesi en yüce olanını, en fazla çekineninizdi r;
şüphe yok ki Allah her şayi bilir, her şeyden ha berdardır»
meôlindeki ôyet de bu Peygamber bu yrukla r ı n ı n dayan..
d ı ğ ı ôyet-i kerimedir (XLIX, 1 3) .

98
l slômda d i n telö kkıysi de bu temele dayanır. Bôtıl
d i nler, tabiat kuvvetlerine Tanrılık isnat eden, insan kur­
ban etmek, insandan üstün yarı rü hôni, yarı cismôni ya­
ratıklar tanımak gibi saçma inançlara , kötü geleneklere
dayanan dinlerd ir. Ası l din, ya ratıl ış d i n i olan , selômet
d i n i olan, ferdi temizliği, toplumsal ya rd ı m laşmayı esas
bilen İ slôm dinid ir; «Allah katında d i n , İ slôm dinidir a n­
cak.» ( i l i, 1 9) Hz. M uh a m med de, « He r doğon çocuk, ya­
ratı l ışı sôlim olara k d oğar; dili, mera m ı n ı a n latacak çoğa
geli nceyed ek böyle kalır. Sonra anası, ba bası, onu Muse­
vi, H ristiya n, Mecusi yapa r» buyurmaktadı r (Cömi', i l , s.
79). Olgun bir insan olan, olgun insan olması gereken
M ü sl üman, hayırdan başka bir şey düşünmez ve « inanan­
lar kardeştirler» (XLIX, 1 0) . «İmön ehl inden bir mü'min,
bir bedendeki baş mesôbesinded i r; beden, baş ağrısın­
d an nasıl hasta lanırs a m ü 'min de, i man ehlinin uğrad ığ ı
d ert yüzünden hasta d üşer; elemlere u ğrar. » (Cômi', i l , s .
1 75) .
Sufiler, bu İ slômi kanaati, bu İ slômi inancı, çok ge­
niş bir hoş g örürlü kle s ını rsızloştırmışlard ı r. Meselô Mev­
lônô, bu hoş g örürlü�le nice Hristiyanları Müslüma n et­
miş, n ice kendisine karşı kale g i bi göğüs g erenleri ıhiot­
m ış , hamur gibi yoğu rm uş, istediği şekle sokmuştur ( Mev­
lônô Celôleddin, s. 1 91 208) . Yunus Emre, bu hoş g örür­
-

lükle ,
Cümle yaradıl1ntf}a b ir göz i le b a kmayan
Şer'i:Jı ev/.iyiisıysa hakıykatde cisıdıır

demiştir (Divan, tıpkı bosım, s. 1 36 - 1 37; metin, 4' R» har­


fi, X IX, şiir, 4. beyit) .
Ancak burada şunu da söyleye l i m ki, Mevlôn ô 'nın bu
s ı n ırsız hoşgörü rlüğü, on u hiç b ir za man şeriat sı nırında n
d ışarı çı karmamıştır; o , hiç bir zaman Vahdet-i VücOd 'o
dayan ıp İ bni Arabi g ibi, «puta tap a n d a Al lah'a tapar»
d ememiştir. Ona atfedilen bazı şiirler, en sağ lam ve eski
d iva n l a rda yoktur; esasen bu şiirler, edô bakımınd a n da
M evlô nô'ya yakışmayac a k kad a r bozuk, d üzen şiirlerd ir.

99
O, «ca n ı m bedenimde oldukça Kur'ôn-ın kuluyum; s eçil­
miş M u ha m med'in yol u n u n toprağıyı m; birisi, sözlerim­
den, bundan başka bir söz naklederse, o na kledenden d e
ben bezmişim, bu sözden d e bezmişim» der (Rubfüler; ter­
cememiz, « M » harfinin 1 1 2. rubfüsi, s. 1 52 ) .
Hiç b i r za man Ebü-Yezid- i B ıstômi g i bi , «Ta n rı bir­
l i ğ ine bü rün ünce bedeni birl i k, kanatları ö l ümsüzlük olan
b i r kuş kesildim; on yil Tanrı niteliğinin havasında, yüz
b inlerce kez uçtum; derken ezelil ik meyda n ına geldi m,
o radcı birl i k ağacını görd ü m . . . Sonra da hepsinin bi rer dü­
zen olduğunu a n ladım» ( El- Luma', Şath bölü m ü , s. 384-
387) gibi sözler söylemez Mevlana. Sufilerin «fena fi'r­
Rasü l- Rasü l ' u llah'ta fôni olmak» dedi kleri d ura kta, «bu­
gün Ahmed ben im, dünkü Ahmed değil; bugün anka a be­
nim, yemsiz kalan kuşcağız değil» beytin in bulu nduğu ter­
ci'inde bi le, bu beyitten önceki terci' beytinde, «Ahmed,
sararmış yüzümü, bu çeşit 5arhoşluğumu g örürse gözümü
öper; bense ayağına kapanırım onun» d er v e bu bend i ,
. kudret d i linden, «Sus. s ı r perdelerini p ek yırtma ; çünkü
kırılanı onarmak, yırtılan ı d i kmek, bütünlemek d e bize
yaraşır, perdeleri örtme k de» beytiyle bitirir ( Konya,
M evlônô m üzesi, müze kısmı, No. 66, 2. cilt; rubailerin i l k
kısm ından sonra ki 2 . yap ra k). O , h i ç bir zaman, İ bni Ara­
bl'n in oğulluğu Sadreddin ' in (637 H. 1 274) mensupları gi­
b i, Hristiyanlara , biz d e i sö'nın Ta nrı oldu ğ u n u biliyoruz,
fa kat söyleyemiyoruz g ibi sözleri hoş görmemiştir ( Fihi
mô'fih tercememiz, i st. Remzi K. 1 959, s. 1 66).
SOfile�de b i r « Edeb-i M u hammedi» sözü vard ı r; bu
sözle şeriat korumayı, şeriate aykırı söz söylememeyi, şe­
riata uymayan bir harekette b u lunma mayı kastederler.
Hatta bir de, «Al lah'la deli d ivane ol, fakat M u hamm ed 'le
oldun mu. edebini ta kımı meôli nde,
Rıı Hodıl dfoane bılş ıı bıi Mııham1ned bti edeb

. m ısra'ı vard ı r ki, edebe riayet eden süfiler arası nda ata­
sözü haline gelmiştir. Gerçek eren ler, h i ç b ir s uretle şe­
riat sınırlarını aşmazlar ve kend ilerine uya n l a ra da bu sı­
n ır ı aştırmazlor.
1 00
Soru 56 : Sufil e r, tasavvuf nisbetinl Hz. Muhommed'e
kadcır nasıl götürürler?

Ö nce d e söyled i ğ i m iz g i bi süfilere g öre tasavvuf n is-.


beti, şeyhten şeyhe, Hz. Muhamm ed'e kadar u laşır. Bu·
nu , «elele, el ·Hakk'a» sözüyle kısaca a n latırlar. Kur'ôn-ı
·
Kerlm'de, XLV lll. sürenin 1 0. ayetinin meô l i şud u r:
«Şüphe yok ki seninle bey'atleşenler, anca k Allah'la
bey'atleşmişlerdi r; Allahı n ( kudret) e l i , onların ellerinin
ü stündedi r. Artık kim dönerse zara rı kendi nefsinedir ve
kim Allahla bey'atleşti ğ i şeyde durursa ona, ya kında bü­
y ü k bir ecir veri lecektir.»
Hz. Peygamber, M ekke fethinden önce , umre etmek
(Arafôt'a çıkmadan hac töreni yapmak) için sahôbeyle
Mekke'ye g iderken Mekkeliler, müsaade etmedi klerinden
Hudeybiyye denen yerde, bir ağacın a ltına otu rmuş ve
ashabına, ölü nceyedek savaşacaklarına, ca nlarını, başla­
rını İ slôm uğruna vereceklerine d a i r bey'at etmelerini
buyurmuş, onla r da birer birer gelip Hz. M u hammed'in eli­
nin üstün e ellerini koymak s u retiyle kendisine bey'ot et­
m iş lerd i . Bu bey'atten sonra ayn ı süren i n , «ve ondolsun 1ki
Allah, a ğ a ç a ltında, seninle bey'atleştikleri za man, ina­
nanlardo n rôzı olmuştur da onlara s ü k u n ve huz u r ver­
m işti r ve onlara, pek yakında bir fethi m ü kôtat olara k
do vermiştir v e elde e d ecekleri bir çok ganimetler ihsan
etmiştir ve Alla h üstü nd ü r, hüküm ve hikmet sahibidir»
mealindeki 1 8 - 1 9. ôyetlerinde, bey' at eden lerden razı
olduğu bildirilmekte, «Ve andolsun ki Allah, peygamberine
gerce!< bi r rüya g östermiştir; Allah d i l erse, emin bir hal­
de başları nızı tıraş ettirerek, saçları n ızı kestirip kısalta­
ra k el bette sizi M escid-i Horôrn'a ( Me kke'ye) sokaca k ;
g erçekten de o , sizin b i lmediğinizi b i lmektedir; elerken
bu ndan başka ya·kı n bir fetih ve zafer de verecektir» me­
ôlindek i 27. ayetin d e de Mekke fethi m ü jdelenmektedir.
Ayetlerin meôllerine g öre i l k ôyete bey'at ôyeti denmiş,
bu bey'ate rôzılık bey'ati anlamına « Bey'at'ür-Rıdvônıı , o
a ğ aca da rôzı l ı k ağacı anlamına «Şeceret'ür-Rıdvôn:t den­
miştir.
1 01
S u filer, şeyhe bey'ati, yôn i tasavvuf yoluna i ntisôbı,
bu ôyetlerle ispata çal ışı rlar. Şeyhe intisap eden, tövbe
eder, n efsiyle savaşa söz verir. Bazı ta rikatlerde, bey'at
ôyeti, i l k i ntisapta o ku n u r; bazı larında ys·a sülOkünü bi­
tird iği farzed i len sôlike hilôfet veri lirken okunur.
Ayrıca sOfiler, Hazreti M u hammed'in, Ali'ye ve EbO­
Bekr'e cehri, yem i acık ve sesli, hafi, yôni sessiz, içten
zikri telkıyn ettiğ i n i de söylerler. Onlara göre Hz. Ali de,
H asan-ı Bısri'ye, Kümeyl'e tel kıyn etmiş, hırka, hattô tac
g iydirmiştir. Hasan-ı Bısrl' n i n davranışını daha önce an­
latm ıştık. K ü meyi b. Ziyöd (83 H . 702) . Hz. Ali'ye uyan­
larda ndır; fa kat bu çeşit bir telkıyn hakkında hiç bir doğ­
ru rivôyet yoktur.
Ö bür kola, yôni EbO-Bekr'den gelen g izli ve içten zi­
kir koluna gelin ce:
Gene onlarca Ebu-Bekr, Selmôn'a, o d a E bO-Bekr'in
oğlu M u hammed' in oğlu Kaası m'a, telkıyn etmişti r (Ta­
rö ı k, i l , s. 1 1 - 1 2). Halbuki Selmôn, Ebu-Bekr'e bey'at et­
meyenlerdendir; ona karşı m üsbet bir davra n ışı yoktur.
Kaasım'sa 1 02, yahut 1 1 2 h icride (720, 730} , yetmiş iki
yaşında vefôt etmişti r; Sel môn, 36 h icride (656}, Medô­
yin'de vefôt etmiştir; yôn i Kaasım'ın vefôtiyle Selmôn'ın
vefôtı a rası nda yetmiş a ltı, yahut seksen a ltı y ıl vard ı r
(Tarôık, a y n ı s. ler) .
Hôsılı, tek sözle tarikat şecerelerinde, şeyhten şeyhe
giden ni sbet, i l k sOfilere kadar ulaşır. Birçok tarikatler,
silsilelerin i Cü neyd'e u laştı rdı klarında n bu zata, sOfi top·
lumunun u l usu a n lam:na «seyyid'üt-tôife» d enmiştir. İ l k
sufilerden Hz. M u ha mmed'e u laşa n si lsileyi, a nca k so­
filer u laştı rırlar; yôni hadislerde, bu h ususa dair müsbet
hiçl:iir haber yoktu r. Hatta yukarıdaki ta rihi çelişmeler,
sofilerin de d ikkatini çekmiştir. Mesela Ebu-Yezid, 261
hicride ölmüş ken onu, 1 48'de vefat eden İ môm Ca'fer'üs­
Sôdı k'a mensup sayma k, o n la rca da, ol mayaca k bir şey
görü nmüş. bu yüzden Eb O-Yezid'in , İ môm Sdd ı k'ın rOhô­
niyetinden feyiz aldığı kabul edilmiş, üveysi olduğu söy­
lenmiştir. Son za ma n lardaysa, Ferid'üd-dini-i Attô r'ın (627

1 02
H . 1 229 - 1 230), «Tezkiret'ü l-Evliyô» sında, EbO-Yezid'in
Cü neyd'le çağdaş g österi lmesine daya n ı lara k Eb ü -Ye­
zid'in, i mam Ca'fer-üs-Sôd ı k'a değil, i mam Aliyy'ün-Na­
kıy ' n in (254 H . 868) oğl u olup kardeşi i mam Hasan'ü l-As­
kerl' nin vefatından sonra (260 H. 874) imamet iddiôsıno
ka l kışan ve « Kezzôb» d iye anı lan Co'fer'e mensup o l d u­
ğ u n u , yahut EbO-Yezid'in atasın ın Mecusi iken Müslü­
m a n olması, babasının adının Tsa, atasının Adem, onun
babasının da A l ! oğlu İ sô olması, i sa ve Ali adları n ı nso
MecOsilerde bulunma ması yüzünden, 261 'de ölen Bôyezid'
i n , Ebu-Yezid TayfOr b. Tsô b. A dem b. Sürü şôn olup ay­
rıca bir de EbO-Y ezY.d TayfO r'un bulunduğunu, yôni i k i
EbO-Yezid 'in mevcudiyeti ni ispata kal kışanlar olmuştur
(Ta rô ı k, i l, s. 428-440) . Fa kat tekrar edelim ki esasen
Hz. Peygamber'in ve Hz. Ali'nin böyle bir tel kıynleri hak­
kı nda hiç bir delil b ulu n mad ığ ı icin, b u n lara ulaşmak, ula­
ş a n larla çağdaş ol mak, gerçek ve tara fsız görüşle hiç bir
şey ifade edemez.

Soru 57 : Üveysi diye bir söz söylediniz; bu ne de­


mektir?

Ü veys'e mensup, o n u n meşrebinde demektir. Ü vey­


s ' ül-Karani, h a l k d i l i nde Veselkarani tarzında söylenir.
ü veys'in adı A mir'dir. Hz. Muhammed'i görmemiştir; fa­
kat Hz. Muhammed, onun, ashôba u laşan ların hayırlısı
old u ğ u n u , ü mmetinden, Ra bla ve Mudar boylarının koyun­
la rının tüyleri kadar çok kişiye şefaat edeceğini bild i r­
m iştir. Bu iki boy, koyunlarının çokluğuyle meşhurd u .
Ü veys , Sıtnn savaş•nda gelip ·Hz. Ali'ye, uzat elini, bey'at
eceyi nı de miş, Ali, ne üzerine bey'at edeceksin, d iye so­
runca da , sana itaat edeceğime. ölün ceyedek yolunda sa­
vaşacağıma bey'at edeceğim demiş, bey'atten sonra sa�
vaşa girip şehit olmuştur (Tan kıyh'ul-Makaal, 1, M u kad­
d i me, s . 1 96; metin, s. 1 56 - 1 57) .
Hz. Peyga mber'i g örmediği ha lde ona inan d ı ğ ı , onu n

1 03
tarafınd a n m ü j delendiği için s ü file r, b i r m ü rşide u laşa­
mayıp onun r ü hön iyetinden feyiz olanlara Ü veysi d erler.
Mevlönô, «Mesnevi» de, EbO-Yezid'in, EbQ'l-Hasan-ı
H arra kaani'n in (425 H. 1 033) geleceğ in i m ü jdelediğini a n­
latır ve bu münösebetle Ü veys'ten de bahseder ( iV, s.
384 - 392; beyit. 1 802 - 1 934; Nefahöt, s. 337 339) .
-

Soru 58 : Tasavvuf ehlinin, bey'at ôyetine dayan­


ması hakkında,ki fikriniz nedir?

Bey'at öyeti, yukarıda d a anlattı ğ ı m ız g ibi, Hudey­


biyye'de inmiştir ve bu bey'at, ta rihi bir olaydır. Mekke
fethinde de, erkeklerden sonra. Müslüman olara k gelen
k ad ınlara, hiç bir şey Alla h'a eş ve ortak ta n ımama ları,
zina etmemeleri, çocu kları n ı öldürmemeleri, koca larına.
kendi çoc uklarından baş kala rı n ı , ben doğurdum d iye ta­
nıtmamaları, onlara iftirada bulunmamala rı, Peyga mber'e,
meşru şeylerd e karşı gelmemeleri şart koşulara k bey'at
ettirilmiştir (LX, 1 2. ) . Fakat bu bey'atte, Hz. Muhammed'in
elinin üstüne hiç bir kadı n elini koymam ıştır. Bu bey'at
sözle olmuş, Buhöri'n in rivöyetine göreyse, su dolu bir
kaba önce kend i l eri elleri n i sokmuşlar, şartları söylemiş­
ler, sonra e l l erini sudan çıka rmışlar, kad ı n la r ellerini su­
ya sokmuşlar, bu suretle olmuştur ( M ecma'u l -Beyön, IX,
s. 275-277) .
SQfilerdeyse, m ü rşid, bey'at edenin s a ğ elini, e l par·
makları birbirine kavuşmak, yaln ız şeyhi n baş parmağı,
biraz yukarı gelmek üzere, baş pa rma kların içleri bi rbiri­
ne d eğecek tarzda, yahut baş parma klar, içleri birbirine
değmek üzere avuc içine doğru dura ra k tuta r. Buna, bey'­
at eli a n la m ı na «Yed-i B ey'at» den i r. Bazı tarlkatle:de
kad ınların elleri, baş örtüleriyle tutu l u r; bazı la rı ndaysa
bir havlunun bir ucunu şeyh tutar, öbür ucunu kadın. Bun ­
d a n ö n ceki soruya verdiğimiz cevaptan da a nlaşılacağı
gibi, şeriatte yapılması farz, ya hut sünnet olan böyle bir
şey y9ktur; fakat tövbe etmek, nefsiyle savaşa girişmek

1 04
üzere böyle bir bey'at, bid'at, ya n i d inden olmadığı halde
sonradan konan bir şey o lma kla beraber, güzel bid'atler­
d e n sayılabilir.

Soru 59 : Tasavvuf ehli, bir k uvvet ha.line geldikten


sonra büyüklerle, iktidarla araları nas�ldı;
iktidar, bu kuvvete de dayandı ını?

Tarlkatler kuru ld u kta n, tasavvuf e h l i , şerlatçilerin


onlara karşı durmalarına rağmen bir kuvvet haline geldik­
ten sonra iktidarı tem s i l edenler, bunları da avlamayı de­
n ed i l e r ve va kiflar yüzünden muvaffa k da oldular. Tek­
kelere, o tarlkate mensup olan zengin ler ve h ü k u metin
kud ret li kademelerinde bulunanla r, ta rla lar, hanlar, ha­
m a m l a r, d ü kkônlar va ktetti ler. Tekkelerde derviş hücre­
l eri (odaları) semô'-hône, yah ut mu kao bele-hône, tevhld­
hône denen semô' ve zi kred ilecek m i hrap lı , bazan m i n ber­
l i yer, şeyhe ôit harem d ô iresi , m üsôfirleri kon u klama k,
a ğ ı rlamak için selômlık dôiresi, matbah ve yemek yenecek
yer, şad ı rvan, mescit, türbe ve meza r lı k yapıldı; tekke­
ler, b u m üştemilôtla ôdeta birer saray yavrusu h a line
g eldi .
Bunlar, · bizzat bazı s afiler tarafından d a hoş görül- .
med i ; meselô, K uşeyrl, « Risôleıı sinde « B u tôifenin gerçek­
l erinin çoğu yok oldu. Zama n : m ızda ancak eserleri kaldı.
Çad ı r la r, onların çadırlarına benziyor a ma içlerindeki ka­
d ı n la rı n . onların kad ı n l a rı olmndığını görüyoru m. Bu yolda
fetret bel ird i ; hattô gerçekte tarikat yok oldu g itti. Ken­
d i l erine uyulu p doğru yol bulunanla r geçip g itti ler; onların
huylarına, yollarına - yordamları na uyan gençlerse azal­
d ı . » demekte, yürekle rden şeriate sayg ı n ı n g ittiğini, d i n e
. .

uyma n ı n azaldığını , hara m la helôlin ayırt ed ilmediğini, pa­


dişahla rdan elde ed ilen şeylerle geç i n i l i r olduğunu söyle­
m ektedi r (s. 2 ) .
Mavlônô d a , gerçek s afinin bind e birden d e a z oldu­
ğ u n u söyler (Mesnevi, il, s . 276, beyit. 534) ; çocukken şeyh-

105
l i k (ihtiyarlık) taslayanlara, kaba k gibi baş çekip yü kseğe
çıkan lara çatar (VI, s. 344, beyit. 1 2 1 7 - 1 221 ) : davulla , bay­
ra kla şey h l i k satanları kınar (s. 41 7, beyit. 2546 - 2549 ) .
Hemen bütün tasavvuf kitaplarında, bu çeşit yermeler
vardır. Fakat bir kere çığ ı r açılmıştır; va kıf, onları da i k­
tidara k u l etmiştir. M evlônô gibi gerçek erlerden sonra
g elenler de çaresiz, bu bataklı ğ a saplanmışlard ır; çünkü
gerçekten d e bundan k u rtulmak, asıl keramettir.

Soru 60 : Keramet dediniz de aklımıza geldi; tasav­


vufçulara göre keramet nedir ve keramet
hakkındaki fikirleri, görüşleri nasıldır?

Peyga m berlerden, peygamberl i kleri n i ispat için, isten­


meden, ya hut isteni nce z u h u r eden olağa n ü stü şeylere
«mu'cize » , yôni insa n ı acizde bırakan şey · denir. Eren ler­
den zuhur eden olağanüstü şeylereyse, ululuk, büyüklük
anlamına <e kerômet» derler. Peyg amberler, peygamber ola­
rak yaratılm·şlard ır: suç işlemezler; ma'sCımdurlar. Eren­
ler, suç işleyebilirler; fakat mahfOzdu rlar, yôni Allah on­
ları korur. Şeriata uymayan , d i nd&.1, imandan haberi bu­
l u nmayan kişilerden de olağan üstü şeyler zuhur edebi l i r;
onlara , d üzen ve yavaş yavaş azaba alış anlamlarına
« mekr» ve «istidrôc» denir.
Sufilerin birçoğ unda n , olağanüstü şeyler rivôyet edil­
m iştir. Bu rivôyetler, ôdetô müşterektir; yôni bir keramet,
birçok süfilere atfedilmiştir. M eselô Lokmôn-ı Serahsi uçar
Hacı Bektaş, güvercin şekline bürünür; Abd a l Musô bir ge­
yik olur; Budha da b i r fil şeklinde görü n ü r, b ir masal olur.
Hayva n la ra iş görd ürmek, yırtıcı b ir hayvana b inmek, EbCı­
Yezld-ı Bıstôml'ye, EbO'l-Hasan-ı Harrakaa ni'ye, Hacı Bek­
tôş'a atfed i l m işti r. Az ekmekle çok ki şiyi d oyu rma k, «Ahd-ı
Cedld» de olduğu gibi birçok erene de isnat edil mişti r.
A hmed-i Côml, Ebü'l-Hasan-ı Ha rraka-a nl, Ahmed Sôrban,
kadın derdi çekmiş erenlerd i r. Olağan üstü şeyler, masalla­
rımıza kadar girmiştir (tarafımızdan bug ü n ü n d i l i n e çevri-

1 06
len «Vi lôyet-Nöme Manôkı b-ı Hacı Bektôş-ı Vell>> n in «Açı­
l a m0 » sına ba k ı n ız; i st. İ n k ı lôp K. 1 958, s. 1 05 - 1 20).
« Kuşeyrl Risôlesi>> nde, Nefahat'ta, b i r gemideki gen­
ce h ı rsızlık isnadı üzerin e gencin dua etmesi, den izden ,
a ğızlarında birer inci bulunan ba l ı kların baş göstermesi
( K uşeyrl, s. 2 1 5; Nefa hôt tere. s. 89) . « Mesnevi» de, bir
başka tarzda İ brôhlm b. Edhem'e atfedi lerek naklolunmak­
tadır ( i l , s. 427 - 429) . Bir süfiye atfedilen, birinden na klo­
l u na n kera metin, birçok süfilere atfedildi ğ in i, zaman ı m ıza­
dek sürd üğünü, f;kralarımızda, hikôyelerimizde olduğu g i bi
çağ değ işti kçe, yer değişti kçe, onlarda da değişikli kler ya­
p ı l·d ı ğ ı n ı ve bütün bun ların, daha eski d i n l erde, gelenek­
lerde bulunduğunu bild irmemiz de gerektir.
Sufiler, kerameti i k iye ayırırlar: Kerö met-i kevniyye,
Kerô met-i ilmiyye.
Kerômet-i kevniyye, örnek verdiğimiz kerômetler gi­
bi bir zaman içinde olup, biten, geçip g iden kerametlerd ir.
Kerô met-i ilmiyye, i lôhl, ledünnl b ilgi yön ünden ola n ke­
ramet, yazılan kitaplar, söylenen sözlerd i r ki bunlar da­
imi olara k ka lır v e asıl önemli keramet d e bunlard ı r. Ku­
şeyrl, « Risôlesi»nde, birisinin Ebü-Yezld-i Bıstôml'ye, bir
gecede Mekke'ye giden birisinden bahsed i l ince onun, Şey­
tan , bir anda doğudan batıya g ider, a m ma Allah da ona
l ônet etm i ştir dediği, falan havada uçuyor d iyeni de, kuş
da uçar, ba l ı k da d enizde yüzer d iye susturd uğu; Sehl b.
A bd u llôh'ın (283 H. 896), « keramet, kötü huylarının iyiye
d ön mesidir» dedi ğ i kayıtlı d ır (s. 2 1 3) .
Mevlônô da, sohbetleri n i n zaptında n meydana gelen
« Fih i mô-fih» de, «birisi bir gün içinde, ya hut bir solu kta
Kôbe'ye g ider; bu, o kadar şaşılacak bir şey değildir; ke­
ramet de değildir. Sam yelinde de bu keramet var; bir
g ü nde, bir solu kto d i lediğ i yere gider. Keramet ona derler
k i seni, aşa ğ ı l ı k bir ha lden yüce bir hcı le getirsin de ora­
dan buraya, bilgisizli kten a kla, cansız l ı kta n canlılığa se­
fer edesin» der. (s. 1 00) . Ebü-Sald Ebül-Hayr da (440 H .
1 049) , falan havada uçuyor diyene, s i n e k d e u ç a r demiş,
falan bir solukta bir şehi rden bir şehre g id iyor d iyene,

1 07
Şeytan da bir solu kta doğudan batıya varı r sözünü söyle­
miş, bu çeşit işler, · gerekli, değerl i . şeyler değil; gerekli
ola n , halk içind e oturma k, a l ış verişte b u l u n ma k, ' evlen­
mek, h a l ka karışmak gene d e bir soluk bile Allah'tan gaafil
olma m a ktır buyurmuştur (Nefahat tere. s. 345 ) . Sufilerin
u l u ların d a n Hace Abd u l lôh-ı Ansôrl (481 H. 1 088) . «su üs­
tünde yürürsen sama n çöpü olursun; havada u ça:san si­
nek kes i l i rsin; bir gönül ele al ki adam olası n» der ( Nasô­
yih u M ü nôcat; İ st. 1 30 1 , s. 33) . Ahmed 1 Amiş, « Ehl'u!lôh
yanında kerômôtin ece !li ve a 'zamı tôôt ile telezzüz ey!e­
mekd i r. Ha lvetde ve kesretde ve d a h i her nefesde hôzır
olub Allah' ı zi kreylemek keramôtda ndır ve dahi vôridôt
olub i nşirah hôsıl oldu kça veko a r ve seklnesi ziyôde olub
edeb ve hayô üzerine olmak kerômôtda n d ı r ve ceml'-i ah­
völde Allah'dan rôzı o l m a k kerômôtdandır. Yoksa mlicer­
red ha rk-ı ôde zuhur eylemek kerôm değildir; zlrô tasar­
ruf ehli mahcübdur» demiştir ( Semerôt'ül-Fuôd'da, l<uşey­
rl ve Nefa hôt'ta kerômete ôit yazı lanlar vardır; s. 77. Mev­
lôna Celôledd ln'de 228 - 231 , s. lere de b.) Bütün bunlara
temel, «öyle erler vard ı r ki onları ne ticaret, ne alım-satım,
Allah'ı anmaktan ve n a maz kılmaktan ve zekôt vermekten
a l ı koymaz» mealindeki ôyet-i kerimedi r (XXIV, 37) .
Sufiler a rasında , keramete «hayz-ı ricôl», yan i e r kek­
l erin hayız görmesi diyenler de va rdır. Ha kıykıy, « Esrôr'ül­
A rifln» de, Pir Aliyy-i Aksarôyl'yi (945 H . 1 538) a nlatırken,
«Andan er olmuş yokdu r; hayz-ı ricôldir» dediğ ini yazcır
(31 . a ) .
Bütün b u n l a rdan sonra şunları da söylememiz gerek:
Sufilerin kerômete bakışları , keramete d eğer verişleri
böyledir a ma halk, kerametle avlanır. Bu bck : mdan gene
de hemen hepsinden kerômetler nakledilmiştir. İ çlerinde,
kera met g österdiğine ina nan ları vard ır; ina n mayıp inand ır­
maya uğraşa n l a rı vardı r.
Bizim şeyhin keramiitı olur -nıenkuııl kend-irıden

mısra'ına uyup kendi kerametlerin i uzun uzadıya an latan­


ları vard ı r. Şeyhin h er sözünden. her işinden, hattô sa-

1 08
yıklamasından kerôm et çı kara n sôf-di ller, yahut şeyh va­
sıta siyle geçinen ve sôf görünen kurnazla r vard ı r. Hôsı l ı
kerô m et, g e n e de geçer a kçe olmuştur onlarca. Yalnız Me­
lômet ehli önem vermez. Zaten onlar, tasavvuf ehlinin tek­
ke, giyim, kuşam, zikir gibi temel i n a nçlarına, hattô bir
törenle d erviş yapma g ibi ôdetlerine de karşıdırlar.

1 09
VJll. BÖLÜM

TASAVVU F İ Ç İ N D E TASAVVU FA REAKSİYO­


N E R CEPHE - M E LA M ET HA KKINDAKİ KA­
NAATLER - İ LK M E LAMETİLER - FÜTÜVVET
V E M Ü RÜVVET - SİYASETTE F ÜTÜWET -
F ÜTÜVVET-NAM ELER - BAYRA M! M ELAMi-
LE�İ VE SON M E LAMiLER -

Soru 61 : Son sözlerinizden, Melômet ehli dediğiniz


toplumun, tasavvuf içinde tasavvuf ehline
karşı reaksiyon yaratan b ir zümre olduğu
anlaşılıyor; bunu anlatır mısınız?

Evet! Melômetiler denen toplum, tasavvuf içinden ta­


savvufçulara ka rşı çıkan b i r zü mredir. Melômetlier, Tan­
rıya u laşmak için zi krin değ i l , fikri n rol oynad ıgına i na­
nırlar. Onlarca Tanr ıya anca k aşk ve cezbeyie !..l foşı l ı r. Zi­
k i r, insanı hayal lere düşürür, hattô deli edebi l i r. «De k i :
İşte bu, ben i m yolum; ben d e c a n göz ü m a c ı k olara k sizi
A l lôh'a ç a ğ ı rmadayım; bana uyanlar da o çeşit çağ ı rma·
d a ve A l l ô h ' ı tenzih ede rim ve ben müşri klerden değilim»
meôlindeki ôyetle (Xll, 1 08) «Ra bbı n ı n yol una h i kmetle
ve g üzel öğütle çağ ı r ve onlarla en g üzel bir ta rzda müna­
kaşa v e m ü bô hasede bu l u n ; şüphe yok k i Rabbin, kendi
yol u ndan sa pa nları da ha iyi b i l i r ve o, daha iyi bilir doğ­
ru yolu tutanları» meô lindeki ôyet (XV I , 1 25) , Melô rr:et
ehlinin şiôrı olmuştu r. Rüya, onlarca pek nad i r olara k
doğru, fa kat çok defa i ç ôlemin, şuur a ltındaki ho llerin
bir a ksid i r. Esmô, yô n i Ta n rı adları n ı boyuna anmak, i n-

110
sanı esma delisi eder. Sufiler, zôviye, te k ke v e derg ö h g i­
bi, n is beten şeh i r dışındaki möHkönelerd e yaşama kta, g i­
yimleriyle, kuşam larıyla hal ktan ayrı lmada, va kıflarla bes-..
l e n medeyd i l er. Kend i l e ri n i , Tanrıya ada m ış olan bu adam­
l a r, teşki latla n m ış, şeyh o laca kları imtihan etmek, şeyh­
l i k l erini tasdıyk eyle m e k icin «Böb-ı Meşlhat-i u lyöıı yö­
ni Şeyhü l islöml ığa bağ l ı « Mecl is-i Meşôyih» kuru l muş,
b u m eclise şey h l erden reisler ve aza tôyin edilmiş, va­
kıflar, evkaf idaresince tescil o l u nmuş, pad işa h değ iştik­
çe beratların yen ilen mesi ö det olm uştu. Şerlatin i rfa n yö­
n ü n ü temsil eden, hoşgörü rlükleriyle . h erkesi b i r g örd ü k­
lerini söyleyen şeyh ve dervişler, g iyi m l erinden, kuşa mla­
rında n başka, aralarındaki töreler ve terimlerle d e ha l k­
ta n ayrı l m ışlard ı . H a l ka avam. yahut zôhid ve zöhi r di­
yorlar, kendileri n i örif sayıyorlard ı . Tasavvuf ehli, ayrı
b i r z ü mre olmuş ve i ktidar, bunları eline a l m ıştı.
M e l öm et, süfilerin bu hal l erine ka rşı, tasavvuf i n a n­
c ı n ı n esası na daya n a n ve tasavvuf e h l i n i n içinden fışkı­
ra n bir rea ksiyondu. Melômeti kabul edenler, zöviye, tek­
ke. d ergö h ve hönkaah kab u l etmiyorl a rd ı . Oc beş höl
e h l i n i n toplandığı halvet bir yer, n eresi o l u rsa olsun, on­
la roo sohbet m eclisi olabil ird i. Va kıf, onlarca gaayeden
tam a m iyle ayrı l ıştı. Ayn ı zamanda h a l ktan kesilmek, hu­
susi giyim ve kuşamla kendi leri n i bel i rtmekse, yok l u ğ a
değil, ta m bir varlığa bürün üştü v e tasavvufun r u h u na
aykı rıydı. Ta n rıyı zikir, o n u n kud retin i , h i kmetini seyret­
m ekten , onu düşünme kten başka türlü olamazd ı . Vakıfla
değil, herkes kendi kazan cıyla yaşayacak, fa kat ayn ı za­
manda yaşatacaktı d a . Va r l ı ğ ı n ı H a k k'a vermek, varı n ı
yoğ u n u h a l ka vermekten başka b i r şey olamazd ı . Diyor­
lardı ki: «Şeriatta bu senin bu benim; tarikatte hem se­
nin, h e m ben i m ; hakıykatteyse ne sen i n , ne ben im.» (")
Sonra Melömet ehli, kendi leri n i zöhitl ikle, i rfa n la ,
iyi l i k l e g östermeyi d e b i r kayıt, hattö bir kend i n i beğe-

(*) Bu söz, Melômet neşesini benimseyenler a rasında söylene


gelirdi.

.1 1 1
n iş v e beğendirme çabasına düşüş biliyorla rd ı. Onlarca,
kend i l eri n i herkesten a şa ğ ı g örmek ve göstermek, her ya­
ratı ktan aşa ğ ı sayma k, bi r şiôr olm uştu. Yapılan h ayrı
g izlemek, şerriyse g izlemeye uğraşma ma k d a bir şiarla­
rıyd ı. Bu şiar, g itg ide, n efs i n i aşa ğ ı latmak perdesi a ltında,
ken d i n i h a l ka kötü g östermek icin kötü ş eylerin yapılma­
s ı na kad a r g itti ve bir kısım i bôhacı ların, yôni h er şeyi
m ü ba h g ören leri n , kend i l erin i Melômetle g iz l emelerin e
yol açtı .

Soru 62 : Melômet hakkında si.ifilerin kanaatleri ne­


dir?

« Keşf' Cı l-Mahcu b» sôhibl Al iyy b. Osm a n b. EbO-Al iy­


y'il- Gaznevi (464 H . 1 07 1 - 1 072), kitabı n ı n a ltıncı bôbı n ı
« Me l ô met» e ayırm ıştır. Tarikat u l ularının b i r kısm ı n ı n · d a
melômeti . seçtiğ i n i , sevg i n i n özleşmesi nde M e lô meti n bü­
y ü k b i r tesiri olduğ u n u , insanı, öz doğru l u ğ u n a ve sevgi­
ye, bu yol u n götürd ü ğ ü n ü söyler ve Hz. M u h a mmed'in bi­
le, peyga mber olmadan h erkes tarafından sevi l i p say ı l :J ı­
ğ ın ı , fakat peyga mber o l u p herkesi g erçeğ e çağırmaya
başlayı n ca herkes tarafından k ı na nd ı ğ ı n ı a nlatır. Melôme­
t i biraz övd ü kten sonra Meldmet ehlini, «Gerçekler, bir
maksatla Melô meti seçe n ler, şeriatten ayrı lanlar» d iye
üçe ayırır. Ona göre g erçekler, şeriate uya n l a r, n efisleriy­
le savaşa n l a r, halkın kına masına a l d ı rış etmeyenlerd i r.
Bir maksatla Melômeti seçen ler, ha l k katında bir şöhre­
te sahip olduktan sonra , ken d i l erini bu şöh retten, bu şöh­
retin vereceği ben l i kten kurtarabilmek için şeriatte apa ­
ç ı k kus u r v e suç sayılmayan, takat hal k tarafı nd a n i y i g ö­
rülmeyen bazı h a reketlerde bulu nara k o şöhretten sıyrı­
l a n l a r, h a l k ı n kınamasına u ğraya n la rd ı r. Ü ç ü ncü bölü kse,
Melômet icôbı deyip her çeşit kötü l ü ğ ü yapa n l a r, şeriat
buyrukla rına uymaya n la rd ı r. Bu ayrım, i ndi olma kla be­
raber X - X I . yüzyı llarda, s ufiler tarafından Melô met er­
babı n ı n nasıl görü l d ü ğ ü n ü a nlamak ba k ı m ı nd a n önemlidir.

1 12
Bu ayrı mdan sonra kendi görüş ü n ü , d a ha doğrusu sofile­
rin g örüşlerin i a ç ı klayan m ü e l lif, riyôkô rlan n , kend i lerini
halka hoş göstermek, iyi bel letmek kaydı nda oldukları
g i bi M e lô met e h l i n i n de, h a l k ı n kend iler i n i kötü g örmeleri
kaydında bulund u ğ u n u , b u ba kımda n , her iki böl ü ğ ü n d e
nazarlarında h a l k o l d u ğ u n u söylemekte, bu çeşit kayıtl a r­
d a n k u rtulmuş olan s Ofil erin, Melô met ehl inden üstü n ol­
d u k la r ı n ı be l i rtmekte d i r. 632'de vefôt eden ( 1 234) ve Ab­
basoğ u l la rı n ın Anadolu e lçiliğini yapa n Şihôbüddln-i S ü h­
reverdl d e bu fikirded i r; «Avôrif' ül-Maôrifı> de ayn ı tezi s a­
v u n u r ; ayrıca «İdôl et' ü l -İyan Ala'l-Burhôn» a d l ı eserinde
d e aynı fi kri g üder; hattô Fütüvvet'i bile tasavvufun bir
cüz'ü s<Jyar ( Bu kitap, M u rad Moll a kütüpha nesinde, 1. Ab­
d ü l h amid kitapları a rasındad ı r; no. 1 32 a . - 1 34 b. 1 447)
Côml' « N efahôtı> ı nda, sOfilerin Hak't<J tônl oldukları n ı mu­
tasavvıfa n ; n, ya ni sufi geçinenlerin, bu yolu tuttukları n ı.
fakat henüz d i l eklerine erişemed i kleri n i , M elômet e h l i n i n ­
s e , her türlü emre u yma kla beraber iyi l i klerini gizlemek,
kötü l ü k l eri n i izhör etmek gayretiyl e nazarlarında n h a l k ı n
s i l i n mediğini, bu ba kı mdan ihlôs s a h i b i olsa l a r do i h lasa
u laşamad ı kları n ı , ha l k kayd ından kurtulamadıklarını söy­
l eyerek sOfileri Melômet e h l inden üstü n görür.
Sufilerden, Melômeti ka bul eden l ere g öreyse Melô­
m et, e n yü kse k bir m ertebedir. EbO-Abd' ü r-Rahman-ı Sü­
leml (41 2 H. 1 021 ) , bu fikirde olduğu g ibi İbni Arabi d e,
melômetten üstün d erecen i n a n ca k peygamberli k olduğu­
n u söyler. Seyyid Şerif de «Ta'rltôt» ında aynı fi kri g üder
( Me l ô ml l i k ve Melô mller a d l ı eseri mizin iV. böl ü m ü n e ba­
k ı nız; s. 1 7 - 21 ) .
Sufiler a rasında, « Melômet» i n , şeyhten şeyhe u laşan
bir yol olmayıp bir n eş'e olduğunu ka b u l edenler de v a r­
d ı r. Onlara göre h e r tarlkatte M e lômet e h l i b u l u n a b i l i r.
Kend i n i hor gören ve g ö�teren bir neş'eye sahip ola n kişi,
M elômete düşmüş d em e ktir. Bazılarıysa M elômeti, m a n e­
vi d u ra k ların e n yücesi saymıştır. On l a rca her türlü l ütfa
erişen sôlik, son u n d a Melô mete d ü şer, varl ı ğ ı n hiçliğini
a n la r; h erkese kul olur, herkesle haldaş kesil ir. Su g i bi

1 13 F.: 8
a rt ı k re n g i de yo ktu r o n u n , ş e k l i d e . H a n g i kaba girerse
onu n rengi n i , şekli n i a l ır; kema l i n i b i l e noksa n görür. Bu
d u rağa «ü:ilvln » , yôni renkten renge g i r iş d urağı d erle r.
Sufil erin çoğuna g öre b u d u ra k, «te m kin » , yôni d u rgun­
luk, otu r a m a k l ı o l u ş d u ra ğ ı n d a n aş a ğ ı d ı r; fa kat M e l ômet
e h l i n e g öre du mklarrn en üstün üdür. To n rı, her a n , bir
başka tec e l il g österi r , tecellis i nd e tekerrü r yoktur; «o,
her gü n bir işte0ir, bir tcsarruftm> meôl i n d e k i öyet ( LV,
29) , «teMn » d u rc ğ nın y ü c el i ğ i n i gösterir; bu ma ka m a
e re n d e , bu ôyetin ha kıykatiyle ta h a kkuk eder ( İ bni Ara­
b!'nin << İ st. l ô hô t» ı , « Ta ' rlfôt» : n son unda, s. 7) .

Y u n u s Enı r e ' n i n ,

İy bana. eyü diyen bcnon ka11w.d,�n kemter


Şöy1o ?nii.cl'imımı yolda müaimler /;enden server
Bsnfrm, uibi m ücı·itn kı.ı! b·ir da hı isti;;c:bııl
Dii(,i;mde iZm ·il u.�tıl dilegiimı. dii.nııa
· sever

Dckıııc�um 5vyhiik adın kodum rıM!ıruk tıiahn


Vercl ilm. nefsiin mıırrıc!t"ı kanı Hakk'1ula b a,;; c;1·
'r.'rıı;ıld·ı Yunu.s anı su.çdur cii.rn l9 ta.at-ı
Çalabum inayeti sııçın geçiire met/M'
(Tıpkı b. s. 147 - 1 49; metin: s. 53)

İıı bana eyil diyen bcni.'m. kamu.elan 11aın1z


A bıtmı ay b il-ih'em bu gözleı·üm.i oürıdii.z
fl ,ı 1ı ii.ca:iır.ın f!eh,fnde buı;ıı!� r111ll1?,, ası;ııın yoh
Ame lüm mahallesi .�er-be ser ka.lmış ıS8UZ

[fo n m'?W nam.az ·içiin f!ii.ci içdilm es?'idibn


1'esbih scccıideı,ıiq�·in c.··i·ii l edü.nı çc:ite ko;mz
Yımus'wı. b n söz,inden ııen nın'ni an la.nscn
J.C on ya, me-rulresini 9örı:?ei7Jc. hir çuy.� ldnz
(T. b. s. 191 - 193; metin, s. 6G - 70)

şiirleri, Me!Cımeti a n lata n , ya n s ıta n ş i i rl e rd i r.

114
Soru 63 Bu reaksiyon ne zaman başlamıştır: ilk
Melômat erenlerine ne vc:kit rastloınukta·­
yız; Melaınst sözü ne zaman çıkmıştır?

Melô met erenlerine « M elômetl» , yollarına « Melô me­


tiyye::> C:enmiştir. Sufi ler, bilhass::ı ı ra k'ta coğa ldığ:ncan
b u n l a r a «lrakıylenı dendiği gibi Melômetller de Horasa n'­
da çoğalm!şla r, bu yüzden , «Horasô nller» , sonradan «Ho­
ra san Erenleri, Horasan Erleri» diye a n ı l m ışlardır. Bl! ba­
kımdan «Horasanllerd e n » , « Horasôni» ciiye a n ı lanları n
hepsini Horasa nlı sanmamak gere ktir. Mesela Hoy'lu olan
Abdal M üsô da Horasônllerden sayi l mıştır (Alevi - Bek­
tôşl Nefesleri ad l ı k ita bımıza ba k ı n ız, ist. Remzi K., 1 S63,
önsöz, s. 3 - 9 ve 23. s a yfada ki 1 . şiir) .
Sufiler -a rasında Ebü-Türôb-ı NahşebT, Hamdü n-ı Kas­
s ôr, Ahmed-ı H : d raveyh, o n u n üstadı ve Şa kıyk-ı Belhl'n i n
m ü rid i H ôtem-ı Asa m m , Ebü-Hafs'ul-Haddôd, dômôdı EbG­
Osmô n ' u l -Hıyri gibi hicri i l i . yüzyılda (IX) yaşaya n lar, Ab·
d u l lô h b. Mu nôzil gibi iV. yüzyılın i l k yarısına (X) yetişen­
ler, Kuşeyri Risalesinde, mensüb oldukları kişiler bakı m ı n­
dan o l d u ğ u gibi. mese!ô Hamd On-ı Kassôr'ın, « Melôme­
tiyye>> yi yayması, Ahmed-ı Hıdraveyh'in Fütüvvetle a n ı l­
ması, EbO-Hafs'u l-Hcıddôd' ı n Fi.itüvvet h a kkı nda sözlerin i n
b u l u n ması (s. 2 1 - 22} , Abd u l lôh b. M ü n ôzil'e (332 H . 943 -
944) , « Melômetiler ş eyhi� denmesi (s. 34) dol r::: y ısiyle d e
i l k M elömet m ümessil leridir. B u n k:ırdan Ebu-Hafs' ul-Had­
dôd'a ( 27 1 H. 884) , « N efahôt» d a «Ehl-i Melômet şeyhi»
d e n me kted i r (s. 1 1 1 ) .
Ebu-Bekr-i Şibll'n i n (334 H . 945) m ü rid i Nasrôbôdi'
ye (372 H . 982) mensOb olan ve «Ta ba kaat-ı Sufiyym> ve
tefsir yazm1ş ol a n Ebü-Abd'ür-Rahmô n-ı Süleml (41 2 H .
1 021 } . küçl." k, fakat verdiği bllgi bakım ında n çok değerli
«Ar-Ri2ô let' ül-Melômetiyye» a d l ı bir risôle y·azm ıştır. Bu
risôiede, din e h l i n i . Zôh i r bilgin leri, H avôss, yôn i Süfi­
lrır ve Melômeti l e r d iye ü çe ayıra n ve Melô meti en üstü n
de rece gösteren Sifü:. ml.. yu karıda a n ı la n lardan b a ş ka iV.
yüzy lda (X) yaşaya n l a rda n Ebü-Amr b. N uceyd, ismfül b.

115
Nuceyd gibi bôzı ad l a r anmada ve Muhammed b. Ahmed'
11-Melômeti g ibi «Melô meti» şöhretiyle ta n ı n a n kişil erden
ve Melômet ha kkında ki söz lerinden bahsetme kted ir. Bu
a rada, EbO-Yezid-i B ıstômi'nin a d ı da birk a ç kere geçmek­
ted i r. Bütün bu nlardan a n l ı yoruz ki Melômet, tekkeler ku­
rulup tasavvuf bünyeleşti kten ve sufiler, h a l ktan ayrı ldık­
tan sonra hemen başla m ıştır. Risôled e adı g eçen Muha m­
med b. Ahmed'il-Melômeti, Ebu-Bekr Muhamme d b. Ah­
med b. Hamdun'i l-Ferrô (370 H. 980) olsa g erektir ( N efe­
hôt, s. 238 - 239) ; netekim birkaç kere de M u ha mmed'ül­
Ferrô d iye geçiyor ı• ı .
Nefehôt. Sufileri n g erçekten d e büyüklerinden v e ôşık­
ları nda n biri olan Ebu-Said Ebü' l-Hayr' ı n şeyhi Ebü'l- Fad !'­
ın vefôtı n d a n son ra Sü lemi'ye i ntisap etti ğ i n i yazma kta,.
d ı r (S. 350) .

("') «Risôlet'ül-Melômetiyye» den, bildiğimize göre, önce R. Hart­


mann bahsetmiştir {Z.D.M.G. Band LXXll, P. 193 - 1 98). Hartmann'ın,
Der lsıamiche Orient'da çıkan makalesini (index-111), Köprülüzade Ah­
met Cemal, Türkçeye çevirmiştir ( Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mec­
m uası, sene: 3, sayı: 6; nisan - mayıs - 1940, ist Mat. Amire - 1 924
� 1340; s. 277 - 322). Dôr'ül-Kütüb'il-M ısrıyye'de 1 78 No.da kayıtlı bir

n üshası bulunan bu mühim eserin, d iğer bir nüshası Berlin. K.sinde


3388 No.da, bir başka nüshası da Britanya m üzesinde 7555 No,da ka­
yıtlıdır (Or. Abu'l-Alô Afifi: Al - Malômatiyyat; va's-Süfiyyati ve ahvôl'
·

al-Futuvva; M ı s ı r, 1945 - 1 364, s. 83) . Hicri 999 cumôdelôlı ı rası son­


larında {159 1 ) istinsôh ed ilmiş bir n üshası da İstanbul. Millet Kütüp­
hanesinde, Reşit Efendi kitapları a rasında 453 No.da kayıtlı mecmua­
nın 1 20 -1 24. yapraklarındadır. Dr. Abu'l-Alô Afifi, bahsettiğimiz ese­
rinde, lst. metninden faydalanmam·ş. fakat risô lenin metnini yayın­
lamış, gerekl i ve faydalı notlar d a eklemiştir (s. 86 - 1 20). Rahmetli
Ömer R•za Doğrul, Afifi'nin eserini, lüzumsuz birkaç not ekleyerek te­
lif bir eser gibi Türkçeye çevirip kendi adına bastırm ıştı r (İst. İnkılô p
Kitabevi - 1950). «Melômilik v e Melômilenl yazarken bilmed iğimiz b u
risôleden faydalanamam ıştık. Nasip o l u r da Melômet hakkında ayrı
bir eser yazarsak bundan da etraflıca faydalanacağız ve bahsedeceğiz.

1 16
Soru 64 Melômetiler, bu ad1 a lırlarken dayandıklon
bir şey var mıdır?

V. sürenin 54. ôyet-i kerimesinde, d inden d ön ü ld ü ğ ü


ta kd i rde «Allah'ı s even ve Allah tarafından sev i len, i n a­
nan lara karş ı aşa ğ ı v e alça k gön ü l l ü , kôfirlere karşı üstün
olan, Allah yol unda savaşan ve kınaya n ı n k ı nayışı nda n
korkm<:ıyan bir toplumun» , onların yerine getirilecp ğ i b i l­
d i rilmektedir. Sufi lerin törelerini, halktan ayrı lışları n ı , ida­
reci lere yamanmalarını beğenmeyip gene tasavvuf u mde­
leri n e daya nmakla bera b er, onlara ka rşı rea ksiyoner b i r
ha rekete geçen ler, Melômet v e Melômeti terim lerini b u
ôyete daya nara k a lm ışlard ı r.

Soru 65 : Melametilik, yalnız reaksiyoner bir hare­


ket olarak mı kalmıştır; bu reaksiyon, ak·
tif b ir durum yaratmamış mıdır; Melôme­
tilerin, halka dayandıklarına göre, halka
karşı clurum!oırı ne olmuştur?

Melômet b i r ideoloj i d i r; tôbir caizse bir teoridir. Her


ideoloj i n i n , her teor i n i n , hele halkta n gelm işse, mutlaka
m üsbet, yahut menfi bir sonucu g örü l ü r. Melômetl l er h a l k­
ta n ayrı lmayan, halkı kucaklayan bir i deolojiyi temsil et­
mişler, bu i deolo j i n i n halka yayılması, b i l hassa işçi ve es�
naf s ı n ıfını teş kilôtland ırmıştır. Bu teşkilôta da « Fütüwetı>
a d ı verilm işti r.
Esasen Melômetle fütüvvet aynı şeyd i r. Biri ideoloji­
y i temsil etmekte, öbürü, o ideoloj i yi hal ka yaymakta, ha l..
kı teşkilôtla ndırmaktad•r. Fütüvvetle mü rüvvet, yôni e r­
l i k, y i ğ it l i kle adam l ı k , i n sa nlık, daima bera ber a n ı l m a kta­
d ı r. Vôni onla rca Melô met ehli, aynı zamanda erd i r, yiğit­
tir ve i nsa n d ı r; Melômeti, hem nefsiyle savaşır, hem ya­
şayış savaşında m üsbettir; ça l ışır, yaşa r v e yaşatır. Bu
yolda, herkesin, bir iş, bir g üç sa h i b i olması ş.a rttır. Her­
kes e l i n i n emeğiyle, a l n ı n ı n teriyle yaşayaca,k, k imse, kim-.

117
seye e ğ i l m eyecek, kimse, kimseni n s ı rtından geçinmeye­
cek, keses i n e orta k ol mayac a kt ı r. Va kıf m a liyle dôği l, e l
emeğ iyle yaşanacaktır.

Soru 66 : Mürüvvet ve Fütüvvet'i b iraz daha a çıklar


m'.smız?

i mam Ca 'fer'us-Sôdık, « Feta. yôni yiğit, Allah'a ina­


nan, kötülü kten çek i n e n k i ş i d i r. A s h a b - ı Kehf, olgunluk
çağlarındayd ı ; inançları yüzü nden Allah onları, yiğitler di­
ye o n c:i ı >> ve «Fütüvvet, kötü l ü kle. suçla elde edilir sa n ı­
yorlar; oysa ki fütüvvet, yed irilmek için kaza n ı la n yemek­
tir; elde edileni yoks u l l a ra harca maktır; doğru yolda, ha­
y ı rda bulun maktır; ki mseyi in citmemektir; bun ların tü­
t üvvetiyse oyu n bazl ı kta n , suç işl emekten boşk·a b i r şey .

değ i l ; m ü rüvvetse, insa n ı n , yemeğ ini, kapısı n ı n eşiğine


koymasıd ı r» , yôn i herkesi , mad di, ma nevi doyu rmasıdır
demiştir ( Sefinet'ü l-B;hôr, il, s. 345) . Hz. Peyg a m ber de,
« Ben yiğidim, yiğit oğluyum, y i ğ i t ka rdeşiyim» demekle
atası •İbrôhim Peygamber'i v e kard eşi edindiği All'yi kas­
d etmiştir; U h u d savaş:nda, «Zi.i l-Fekaar'dan baş·ka k ı lıç
yok, Ali'den başka er yok» denmiştir (aynı s.). «Ne hc'ül­
Belôg a » y ı şerheden İbni Ei'l-Hodid (655 H. 1 257) . fütüv­
veti, « Başkasında görüp de kötüled iğin şeyi, iyi ve güzel
g örmemendin> tarz ında tarif etmişti r (ayn ı s . ) . Hz. Ali,
« M ürüvvet, açıkça yaptığ ı n vakit utanaca ğ ı n şeyi, kim­
s e g örmezkem de yapmamandın> buyurmuştur, bir gün m ü ­
rüvvetten ba hseden asho b ' na , « Neden Allah kita b ı na m ü ­
racaat etmiyorsunuz?» demiş, e y m ü 'm i n ler emiri, K u r'­
a n'da mü rüvvet nerde d iye sorul u n ca da, «gerçekten d e
Allah m:la lette, ihsanda b u l u n mayı , yak ı n kıra vermeyi em­
reder ve çirkin olan, kötü görü nen şeylerle h a ksızlığı neh­
yeder; öğ üt a lasınız d iye de size ö ğ ü t verm ededir» ôyeti­
ni (XVI. 90) oku muştur (Sefine, i l . s. 533). Gene Ali, « i n­
s a n , d i n i n i n h u ku ka o it emirlerini bi lmedi kçe, geçimind e
i ktisôda riayet etmedikçe, s ı kı ntı lara . belô l a ra karş ı d i ren-

1 18
medi kçe, kardeşleri n i n g ucune tahamm ü l etmed ikçe m ü·
rüvvet tamamlanmaz» demiştir (ayn ı s . ) . i môm Has a n 'd a n
(50 H . 670) m ürüvvet soru l unca, « İ n sa n ı n d ı nine sarılma­
sı, m ô l ı n ı helôlden kaza n mar- haklara riayet etmas i d i r»
ceva b : n ı verm iştir. İ m ô m M u ha mmed'ü l-Bôkır ( 1 1 0 H. 733 ) ,
« M ü rüvvet ş u d u r : Ta ma'a d üşme, a ş a ğ ı b i r hale d üşers i n ;
ç o k isteme, çoğu Cia ozı msarsın; nekes o l m a , kötü le-n ir·
sin; bilgisiz olma, bilene d üşman kesilirsin» demiştir.
Kur'ôn-ı Keri"m'de, X l l . süre n i n 30. ôyeti nde Yt.suf
peyga mbere, XVl l l . süre n i n 1 0. ve 1 8. ôyetlerind e Ashab-ı
Keht'e, XVl l l . sürenin 60. ve 62. ôyetl eri nde Müsô peyga m·
bere m kadaşl ı k eden Yüşa'a, XX I . s ü ren i n 60. ayeti nde
İ brô h i m peyga mbere bu vasıf verilmiştir. Doğrud a n doğ­
ruya gene a n lamına geçtiğ i yerler d e vcı rdı r. (A. Gölpı­
n a rl ı : Kur'ôn-ı Kerim ve Meôli; ist. Remzi K. 1 377-1 958;
Açı la ma, s. LXXX - LXXX I ) .
Görül üyor ki fütüvvet v e mü rüvvet, tasavvuf g i b i son·
rad o n uydurulmuş bir terim d eğ i l d i r. F ütüvvet ehline g ö­
re Ashôb-ı Kehf'e, Tanrıya ina n d : kları, puta secde etme­
yip mağaraya s ı ğ ı n d ı·kl a rı i çi n , Yusuf' a , köt ü l ü kte bulun­
m a d ı ğ ı n d a n, Yüşa'a do, Müsô'ya uyd u ğ u ndan ı{er, yiğ it»
d e n m iştir.
Tasavvuf teri minde olduğu gibi fütüvvet ve m ü rü'!·
vet hakkında da birçok tarifler, tavsifler vard ı r. O c ü m·
l eden olarak şunu bild i re lim:
Şakıyk-ı Belhi, i mam Ca 'fer'üs-Sô d ı k'a, Fütüvvet n e·
d i r d iye soruyor. i môm, sen ne d ers i n buyuruyor. Şa kıyk.
verirse şü kreder!z, vermezse sa bred eriz deyince i mam.
Medine'nin köpekleri d e böyle yaparlar d iyor. Şakıyk, ey
Al l a h RasCı l ü n ü n k ız ı n ı n oğlu d iyor, sizce fütüvvet ned i r?
i mam, verirse d iyor, i hsan ederiz, vermezse şükrederiz
( Kuşeyrl, s. 1 3 6 - 1 37) .
M e lômet ha kkında bir risôl esi olan S ü l eml'nin, fütüv.
vet ha kkında d a bir risôlesi va rdı r ( İslôm - Türk i l lerinde
fütüvvet teşkilatı ve kaynakları a d l ı maka lem ize b a k ı nız;
i st. Ü n iv. İ ktisat Fa k ü ltesi Mecmuası, 1 1 . cilt, ekim 1 949-
Temmuz 1 950; No. 1 - 4; s. 6 - 1 1 ) . İ b n i Arabi d e « FÜtU·

119
hôtıı ında, Fütlıvvete ayrı bir bap ayı rmıştır ( Mı s ı r - 1 329,
c. 1, bôb. 42, s. 241 - 244) .

Soru 67 : Melômet ve fütüvvet, neden Horasan'da


temerküz etmiştir?

Ü meyyeoğu l ları, Hz. Ali'ye ve evlôd ı n a , ha lifelik do­


layısiyle d üşman old ukları, onlara ellerinde n gelen z u l m ü
yaptı kları g i b i İ slôm ü l kesi n e katılan yerlerde, de Arap
ol maya n la ra karşı çok şiddetli hare ket ediyorl a r, Arap ol­
mayan lara ka rşı daima kuşkulu davra n ıyo rlard ı . Bunda,
i kinci ha life Ö mer'in, bir İ ra n l ı tarafı nda n öldürülmes inin,
öld üren i n o ğ l u n u n , s uçsuz o l a ra k ö mer'in oğlu tarafın­
dan katled i l mes inin Osma n'ı ıı , Ali'nin v e bazı sa habenin
ısrarına rağ men k ısas h ü km ü n ü yeri n e g etirmemesinin,
Ali'nin, Küfe'yi merkez ya pmas ı n ı n , l rak'ta Araptan başka
unsurların da b u l u n mas ı n ı n , Osma n ' ı , l ra k'tan ve Mısı r'"
dan gelenlerin öldürmeler i n i n büyük tesirleri vard ı .
Emevller, Arap ol maya n lara « M evôll - köleler» a d ı n ı
takmışlardı. Arap olma yan lar, müslüman olsala r bile, ki­
tap eh l i n i n verd iği vergiden kurtu lam ıyorlard ı . Mevôlfden
biri, bir Arapla karş ı laştı m ı , yaya ka l d ı rı m ı n dan inmeye,
ona yol vermeye m ecburd u . Bütü n bunlar, Arap olmaya n­
ları, Emevllerin düşman sayd ı kları Hz. Ali'ye ve Ali evl ô­
d ı na bağlam ıştı. Böylece A l i tarafta rları (Şia ) . bilhassa
l ro k ve Horasan i l l erinde çoğa lmıştı. EbO-M üslim'in, hi lô­
feti Ali M u hammed'e vermek için g i riştiği ayakl a n mada
dayand ı ğ ı kuvvet, Mevôl1' n i n ya rdı m ıydı; böylece ha life l i ğ i
elde e d e n Abbasoğ u l la r ı d a , A l i ev lôd ı n ı kendi lerine ra­
k ıyb saymada, yer yer Ali evlôd ı n ı n isya n ları, bu düşman­
l ı ğ ı arttırnıadayd ı . Bu yüzden Fütüvvet ehli, Abbasoğ u l la­
rının ilk dev i rleri nde, İ ran v e Horasa n'da temerküz etmişti.
Cü neyd'in, « Fütüvvet Şam'da , g üzel söz söylemek
l ra k'ta, doğr u l u k Horaso n 'dadın> sözüne ba k : l ı rsa, hicr1
1 1 1 . yüzyılda ( IX) fütüvvet e h l i , Su riye'de de oldukça ke.
sif bir z ü m re haline gelmiştir; netekim Fatım11erle M ısır
bölgesi d e fütüvvet e h l i n i n bir· bölgesi olm uştu.

1 20
A bbasoğ u l ları. i l k zamanla rda, «Abbôsiyyeıı d enen va
Şia ' n ı n g u l ôtından, yôn i aşırı gidenlerinden olan fı rkaya
daya n a ra k halifel iği elde etti kleri halde ( Ebu-M uha mmed
Hasan b. M üsa'n-Nevban hti: Kitôbu F ı ra k'ış-Şia, Seyyid
M u ha m med Sôd ı k A ı u Bahr' i l-U l ü m ' u n tashih ve notla riy�
l e, Necef, Haydariyye M at. 1 355. 1 936, s. 30-41 ) sonradan
zaman za man Sü n ni, ya hut Şii ve M u 'tezili olmuşlard ı r.
Mesela M e'mün, 200 h i c ride (815) i m a m Al iyy'ü r-Rızô'yı
kendisi n e halef tôyin etm iş, ona bey'at eylem iş, Abbaso­
ğ u l l a r ı n ı n kab u l ettikler i siyah reng i kal d ı rmış. Alevil erin,
yôni Ali evlôd ı n ı n rengi olan yeşi l reng i kabul etmiş, fakat
Abbasoğ u l la rı n ı n , Me'mun'un yerine İ brôhim b. Mehdi'yi
hallfe yap maya ka lkışmaları üzeri n e İ m ô m Rızô'yı, 203 te '

(81 9) zehirletip tekra r s iyah rengi ve Sünniliği kabul ey­


lemişti ; fa kat hem Me'mün, hem oğlu M u 'tasım (218 - 227
H. 833 - 841 ) ve onun yerine geçen ka rdeş i Vôsı k (227 -
232 H . 841 - 846) , M u 'tezile inançlarını benimsem işlerd i .
M ütevek k i l 'se (232 - 247 H . 846 - 861 ) Necef, Kerbe l ô z i ­
yôret l erini men'etmiş, İ môm H usey n ' i n t ü rbesini yıktı rmış,
A l i soyuna , a kl a gelmeyecek zulüm lerde bulunm uştu. Oğ­
l u M ustansır (247 - 248 H. 861 - 862) , İ môm iyye mezhe b i n i
kabul etmiş, Medine'deki Fedek hu rma l ı ğ ı n ı A l i evladına
vermiş, imômların ziyôretine m üsaade etmişti. Abbasoğ ul­
ları, h i cri iV. yüzyı l ı n i l k senelerinden iti ba ren ( X ) A l i Bu­
vey h ' i n n üfuzu a ltına g i rmişler, yaba n c ı la rd a n toplanmış
orduylo hüküm sürmeye başlamışlardı. Son za marı l a rday­
sa Selçuk oğ u lları n ı n him ayes ine s ı ğ ı n m ışlard ı . Bu zayıf­
l ı k devresinde (575 - 622 H. 1 1 79 - 1 225) Nôsı r li din'i l l ôh ,
İ m ôm iyye mezheb i n i k a b u l etmiş, a y n ı zama nda Bağdad'­
da büyük bir kuvvet olan fütüvvet e hl i n i elde etmek i ç i n
o yola d a s ü l ü k eylemiş, zama n ı ndaki fütüvvet e h l i n i n imô­
mı sayılm ıştı ( M es'üdi, c. il, Bulak 1 283, s. 1 73 - 247; bu s.
-

!erdeki notla ra da b. Makrizi, Kahire - 1 934, s. 215 - 218; ·

İ s l ô m - ve Türk i l l er i n de fütüvvet teşkilatı ve kayna k l arı,


s . 57 - 63) .
Nôsır, ·İ mô miyye mezhebini kabul etmekle Mıs ı r'da
bile ha life ta n ı n mı ş, S ur i ye ve Anadolu'daki fütüvvet e r-

.1 21
babı, kendisi n i imôm k a b u l etmişti. Anadolu Selçuk h ü ­
k ü m d a r ı i zzeC::d i n Keykôvus'a (6'1 7 H . 1 220) fütüvvet i ca­
zeti ve ş a lvariyle s a ltanat menşu ru yo l l a m ış, Alôedd i n
KEiykutad'a (635 H. 1 237) meşhur sOfl Şihôb' üd-din-i S ü h­
reverdi'yi ( 62 2 -H . 1 234) hediyelerle göndermiş, birçok ki­
-

şi, bu şeyhe intisap etm işti (İbni Bibi; M . Th. Houtsnıa


bas ı m ı ; Leiden - 1 920, s. 1 39 - 1 41 - 220 - 227 ve 360 - 37 1 ) .
Ö n celeri Horasan'da temerküz eden füWvvet erbabı,
Bağd a d 'ı merkez edinmiş, hatta Ayyar denen sivil asker­
ler d e fütüvvet yol una g i rmişle r, böylece fütüvvet Ana­
dol u'ya, Suriye'ye ve Mısı r'a yayı lmıştı . İbni BatOta Si­
yôhat - N ô mesi ' nden, Manôkıb'u l-Arifin'den, Su ltan Veled
Dlvônı'nc'an ve diğer k aynaklardan, Fütüvvet ehlinin, Ana­
dolu'da ne kadar yayg ı n old u ğ u n u a n l a m a ktayız. Osman­
oğullo rı devl eti, fütüvvet ehline dayanarak kurulduğu g i bi
i l k fütühat devrinde de, Türkler arasınd a «A lp Ernnler»
a d ı n ı a l a n ve fütüvvetin Seyfi, yôn i k ı l ı ç l ı kol u n u temsil
eden gazile!'in pek büyük b i r rol oynadı kları muhakkak·
tır { İ slôm - Ti.irk il lerinde, V. bölüm, s . 78 - 83) .

Soru 68 : Fütüvvet ehliyle tarikatçiler, yôni tasav..


vuf ehli arasındaki ayırım, yOilnız giyim­
kuşıom özelliklerini, zikri, tekkeyi kc.."'<bul et­
memeleri midir; bunlcıırın müşterek nokta­
ları yok mudur?

Fütüvvet ehliyle tasavvufçular a rasınd a k i fark, zikir,


tekk�. g iyi m-·l<uşa m öze l l i ğ i kabul etmeyiş ve h a l ktan a v­
r ı l mayıştır. Fa kat bundan daha önemli fark, fütüvvetçile­
rin, esnafı ve sanat e rbabiyle zenaat e h l i n i teşk i lôtk:ın­
d ı rma l a rı d ı r. Yo ksa, süfilerin tekkelerine karşı onların d a
«zôviye>> l e r i vard ı r. Zaviyede «mahfil» denen g e n iş oda­
lard a soh b3t ederler, fütüvvet örflerini yeri n e g etirirl er,
yerler, içerler; semô' bile ederlerd i . Hattô İ b n i Batüta , zô­
viyelerinde g iyd i kleri, ucu yukandan kıvrı l ı p a rkaya , i ki
omuz a ra sı n a yakın yere kad a r düşen bir k ü lôhları oldu-

1 22
ğ u n u da söyle r ki son rad a n bu külôh, yeniçe ri üs küfü ol·
muştur. Onlar da fütüvvet silsi lesini Hz. M uham med'e
u lnştı rı rlar. Ancak onlar da, tasavvufçuların bir kolunda
olduğu gibi EbO-Bek r'e daya nan silsile yoktur. Bütü n fü·
tüvvet ehli, All'yi baş saya r _ ve a hi denen fütüvvet şeyhle­
ri n i n silsileleri, mutl aka Aliye ulaştı rıl ır. O n l a ra göre Ali'
n i n bel i n i , Hz. M u h a m m ed bağlamış, ona şa lva r g iyd irmiş­
tir. Eel bağlamak, y ô n i şed j denen y ü n kuşa ğ ı, fütüvvet
yoluna g i ren kişi n i n bel i n e kuşatıp çözmek, ona şalvar
giydi rmek, içine tuz konmuş suyu içirmek, fütüvvet şiôrı­
dır. Eu tuzlu su içmek g gleneğ i , tuzu n , ta Roma lılar, Yu­
na n l ı l a r zc.:mcı n ı neian beri mukaddes sayı l ması, bereket ve
olg u n l u k sembol ü kabul edi lmesi yüzü nden olsa gerektir
(aynı makalemize bak ı n ız; s. 86).
Kuşak bağlama n ı n . ZertüştHi kten g eçti ği kanaatin­
deyiz; n itekim süfüerin g iydi rdi kleri h ı rk a n ı n aslını da bu
d i n de bul uyoruz. ZertüştiHkte « K usti» denc:ın ve on i kişer
iplikten meydana gelmiş a ltı parça n ı n örül mesiyle ya pı­
l ::ı n, bele ü ç kere dol a n d ı kta n sonra uçları aşağ ;ya sarka­
cak kadar uzun olan kuşak, erkek çocuğa yed i yaşı nda,
kızlc.:ra altı i le dokuz yaşları a ras ında, mübid denen Zer­
tüşt röhibi ta rafında n kuşatı l ı r. Beyaz b i r koyun u n , keçi
veya hut devenin yünü nden örülmüş o l a n k usti' nin, ö n ü n e
v e a rkasına i kişer dü ğ ü m v u rulur ki b u d üğ ü mler, Tanrı­
n ı n v a rl ı ğ ı na, dinin gerçek l iğine. Zertüşt'ü n Tanrı ta rafı n­
d a n gön deri ld iğine ve Zertüştil i ğ i n temeli olan «iyi düşün·
ce, iyi söz v e iyi iş» e işarettir. Ayn ı za manda çocuğa, kısa
kol l u bir de gömlek giyd iri l i r.
Tasavvuf ehli ndeki h ı rka , bilhassa M evlevilerdeki,
ten n u re giyildikten son rcı bele kuşatılan « e l ifi n emedıı yô­
n i yünden ya pıl mış, Arap a lfabesindeki «elif»e benzeyen
kuşak, Be ktôşllerde, « e l i n tek, d ilin pek, belin berk tut»
öğüd üyle bele kuşatıla n ve o g ü n kesil miş k u rba n ' n yü­
n ü nden örülmüş olan «tıyg-bend - k ı l ı ç bağı», başk_a tari­
katlerdeki kemer, bu törenden geçmiş olmalıdı r (aynı ma­
kale, s. 83 - 85).
Görü l üyor k i silsi l e, hatta biraz da töre ba k ı m ı nd a n

1 23
tasavvuf ehliyle fütüvvet ehlinin müşterek nokta l a rı pek
çoktu r. Fakat ded iğ imiz g i bi onları tasavvufçulardan ayı­
ran nokta , zaviyede otu rup riyôzetle, zikirle, u ğ raşmayı, ,
vakıf m a l ı n ı yemeyi h oş g örmeyip herkesin, m utlaka bir
iş, b i r sa nat sahibi olması n ı , çal ışması nı, elinin emeğiyle
geçin mesini temel bilmeleri ve ihva n, yô n i kardeşler ara­
sında çok g e n iş bir yard ı m laşmayı sağlamalarıd ı r.
Onlarca her iş e h l i n i n , her sanat erba b '. n ı n b i r piri
vard ır. Bu pirlerin bir kısmı, yaşa mış kişi l erdi r, u ğraşt ı k­
ları, yahut u ğ raştıkları s a n ı lan iş, o iş erbôbına, o ere n i
p i r kabul ettirmiştir. B i r kısmıysa uydurma kişilerdir; fa­
kat her sa nat ve h ı rfet ehlinin m utlaka bir piri v a rd ı r. Şe­
h i rl erde, «ahi» denen fütüvvet şeyhlerin i n bağlı oldukla­
rı, bütün teşki lôtın u m u mi reisi sayı lan a hiye, şeyhlerin
şeyhi a nl a m ı na «şeyh 'uş-şüyüh» denir ki buna çok d efa
«Ahi Türk» ve «Ahi Baba» da denir.

Soru 69 : Ahi n e demektir?

B u sözün, Tü rkçe cömert, eli a c ı k a n lamına «akı»


dan bozma olduğunu söyleyen l er olm uştu r; fakat fütüvvet
yol u n d a , bir yol kardeşi tutma k şarttı r. Ayn ı zamanda cö­
mert hem Melô metllerde, hem Melômetil i kten bir ta rikat
haline gelmiş olan Mevlevili kte, birisi n e, falan şeyhi n ben..
desi, ya hut d ervişi yerine «fa l a n ı n ihva n ı n do n » denir. On­
l a rca , i ntisap ec ilen zat, hem intisop ede n i n manevi ba­
b a s ı d ı r, hem de yol kardeşidir ve bütü n fütüvvet ehli, ih­
va n d ı r, ye mi ka rdeştir. B u ba kımdan biz, bu sözün, Arap­
ça « kardeşim» anlamına geldiğinde ısra r ediyoruz.

Soru 70 : Fütüvvet erbabı arasında her sanatı n bir


piri var dediniz, bunlara örnek gösterir mi­
siniz?

Gösterel im. Mesela b i r « Fütüvvet-Nômeıı de, esnaf


ve sanat erba b m ı n pirleri, şöyle s ı ra lan ıyor (İ st. Veliyüd­
din K. No. 3225} :

1 24
C u l ha lo r: Ebu-Nasr Abd u llah, Kasa plar: Ebu-Muhcin,
Ekmekçiler: Ö mer-i Berberi, Bakka l la r ve yemiş sata nlar:
Adiyy b . Abdullah, Sa kalar: Selmôn-ı Kufi, Sün netçi l er:
U b eyd-i M ı s rl, Natı rlar: M u hsin b. Abd u l l a h , Ha camatçı­
lar: Mansur b. Kaasım-ı Bağdadi, Debbôğlar (topak l a r,
deri temizleyen l er) : Ahi Evren, Terziler: Davud-ı Berbe­
ri, Okçu lar: Ebu-Sôid, Hafızlar: Akıyle, M u a rrifler (tören­
lerde büyükleri, şöhretl eriyle tanıta n l a r) : Mansur b. Ab­
d u l la h; Şai rler: Hassôn b. Sôbit, g üzel sesli ler, i lôhl v.s.
okuya n l a r: Ebu-Habib, İ ğneciler: Ebü'l-Kaasım M ü bôrek,
Nalbantlar: Ebu-Sü leyman b. Kaasım, Kuyumcu lar: Nô­
s ı r b . Abdullah . . . (s. 9 1 - 94) .
Evvelce halk a rasında terzi lerin piri İdris Peygamber,
berberlerin Sel man, çiftçi lerin Adem Peyg amber, çul ha�
!arı n , yôni dokuma c ı l a r ı n Şlt Peyga m ber, demirci lerin
DôvOd Peyg amber . . . olduğu ve a ra ba c ı l ı ğ a «pirsiz S( mat»
dendiği de meşhurdur. Her d ü kkônda, d ü kkôn sahibinin
uğraşt ı ğ ı işin, · sanatı n piri n i be lirten b i r de levha bulunur­
d u . M eselô berber d ü k k ô n larında, mutlaka,
Her seherde Besmeleyle ciçıhr dükkıimmız
l!azret-i Selmıin-ı Pakd:ir pirimiz sultanımız

l evhası n ı g örü rd ü k.

Soru 71 : Fütüvvette esnaf nasıl teşkilatlanmıştır?

Sanata g i ren, m utla·ka fütüvvet yoluna da g i rer. Her


işde bir çıra k l ı k d evresi vard ı r. Çıra ğ ı n usta olup d ü k kôn
a ça b i l mesi, kend i baş ı n a o işi yürütmesi, m uayyen dev­
reyi bitirmesine, ustas ı n ı n ve o işin şeyhi n i n müsaadesine
b a ğ l ı d ı r. Ç ı ra k l ı k müddeti n ce ustasına, işine bağlı olduğu
g i bi aldığı g ündelikten , hafta l ı kta n muayyen bir kısmını,
mutlaka loncaya yat rmak zorunda d ı r. Çıra k l ı k devresi en
uzun olan sa nat, kuyu mculuktu r. Kuyumcu ç • ra ğ ı , ç ı ra k l ı k
ve ka lfa l ı k devres inde yirmi y : l ı doldurup ehliyeti n i ispat
etmedi kçe usta olamaz ve d ü k kôn açamaz.

1 25
Her hangi b i r çıra k, kalfa, yahut u sta , f ütüvvet yo­
l u n a aykırı b i r iş y<l p a rsa, b i l h assa m ü şteriyi ka ndırı r,
y a l a n s öyl erse, m a h ke meye veri l mez. Smg u s u , Ahi Baba­
n ı n , ya hut o n u temsil €.den es naf şeyh i n i n b u l unduğu mah­
folde, i hva n ı n huzurunda yapı lır. Ta n : kl a r d i n le n i r, ken·
d i cie- s a v u n ması n ı , ayaküstü d ura ra k yapa r. Ondan sonra
c.na bir ceza veri l i r. Ya b i r m ü ddet mahfile g i remez, sa­
t;c::tta n mened i l i r; ya:ıut da ustaysa. d ü kkônı kapa n ı r. D ü k­
f<ôn ı kapanacak kişi ; d ü k k ô n ı r n n ön ü n e get i r i l i r ; i hva n ı n
h uzuru n da d ü kkôn ki litl e n i r; k i l i t loncaya bakan kiç.iye tes­
l i m er.' i l i r. A d a m : n da sağ aya ğ ı nC:ak1 pabu-� ç·karti l a ra k
Eıs nn'f şeyhi tarafın d a n , d ü k k ô n ı r n n d a m ı n a ati l : r. « Pabucu
d a ma e:tld ı » atasöz ü , b u [.elenektan k a l ma d ır. S u ç i ş l emiş
kişi n i n suçunu, a nca k Ah i Ba ba bağışlaya b i l i r; ta bil bu­
nun için de loncaya bir m i ktar d ü nya l ı k a l ı n ı r.
Loncaya veri len ve orad a biri ken pa ra, i htiyac ı olan­
l a ra , hastalcnan lara, d ü kkôn a caca klma, karşılı ksız ola�
ra k harca n ? r. Ahi, yôni fütüvvet yol u n a g i ren ve şey h l i k
mertebes ine yücelen kişi, z a m a n ı n a g öre, meselô X l l l . yüz­
y ı ı :·'.a , krnd isine ö l ü m-d i ri m a kçesi olara k a n c a k on sekiz
dirher.ı g ü m ü ş ayıra b i l i r (Abd ü lbaki Göl pınarl ı : Burgaazl
ve Fütüvvet-nôrnesi, ist. Ü n iv . İ ktisat Fa k ü l tesi Mecmuası,
1 5. ci lt, ekim 1 953 Tem m uz 1 954, No. 1 -4, s . 76- 1 53. Bu
-

bahis 91 . s ayfadad ı r) .

Soru 72 Her Melômeti, mutlaka fi.itüvvete girmiş


miy<)l ve bu yol ne vaktecfok sün:rü? Mez­
hepl�ri neyı:ıi?

M e l ô metl! ik, fütüvvet esa s · n ı ka b u l eden, doha doğru­


su fütüvvet yol u n u kurup esnafı teşkilfüla nc! ı ra n bir esas­
tı r. Hu bcık:mdan Melônıetll i k l e fütüvveti ayı rmaya imkôn
yc ktur. Ancak her M 0 l a ınetl olcn:n tütüvvete g i rm : ş o l �
ması, her tL:tüvvet ehlinin d e Melômeti b u l u n ması düşünü­
lcmoz. Esasen Melômetil i k , hi '.:: rl VI. (X l l ) , hattô V. (XI ) yüz­
yılc.:an i t ibaren Melô met esasına daya n a n ta rlkatler h ô l i n e

1 26

lı .... . .ı. )
gelmiş, asıl Melômet�l i k , bu tarlkatl erin temeli do Melômet
o l ma kla beraber ta rihe m a l clm uştur.
İ l k devirlerde M e l ôm etiliğin ve fütüvvet erbab : n ın m u ­
ayyen b i r mezhebi yoktu; a n c a k k e n d i l e r i n ce, yol l a r . n ı n
Ali'ye dayc: r. rr.ası ve E h l i beyt sevg isi, b u n la rda tem ::o l b i r
i na nçt ı . Bu ba k ı md a n M el ô metllerle f ütüvvet erbabı nda,
Si.i n ıı'!i : ktcn ziyade Şiil i k kara kteri pek aç::< olara k g 0ı· ü n ür.
Me lômet'lli kten doğan tcrl katler ş u n l a rd•r:
Cômiyye : 536 Cia ( "1 1 41 ) vefôt eden Ahmed N ô m ı k ıyy-ı
Côrrıi'ye m en su p olanlar,
Kübreviyye: 61 8 d e ( 1 221 ) vefôt eden Necm üddln- i
Kubrô'ya mensup o l a n la r,
Haydariyya: 6 1 8 de ( 1 221 ) vefôt eden l<utbüdd in Hay­
dar'a mensup olanlar,
Kalen cieriyye: 666 da ( 1 267) vefôt eden Zekeriyyô-yı
M u ltôn1 müri d i Seyyid Cel ôl-i Buhôri'ye mensup oian l a r,
Bektôş iyye: 669 d a ( 1 270) vefat eden Hacı Bektaş'a
mensup sayıla n l a r,
Mevleviyye: 672 d e ( 1 273) vefat eden M evlôna Celn­
lüdcll n M u lı a m·mcd' e m e nsup olanlar.
735 t e (1 335) vefôt eden Seyyid Safıyy'üd-ciln İshak-ı
ErdobJI tmafından, Ha !vetiyye'yle Kalenderiyye ' n i n b i rleş­
tiril mesiyle kurula n ErdGbil iyye (Safaviyye) tarlkati ve XI.
asra kadar (XV l l ) mensupları t:u l u n a n v e Şems'üddin M u ­
h a mmed-i Tebrizl'ye (645 H. 1 2471 n isbet e d i l e n , fakat M ev-
. levlliğin Alevi ve rind kolu olan Şems'. ler, Rum Abd a l l a rı
(Abdc lön-ı Rüm) denen tôife d e M el ômetHi kten ayrılm:ş
kolla r d ı r.
M elômet. 833 de ( 1 429 - 1 430) An kara'da vefat eden
Hacı Bayrôm-ı Veli tarafında n yeniden ca nland ! n l m ş v e
Melôme:tl l i l<, « M elômilik» adı n ı a l m ı ştir. Eu koldan gelen
ve X. a s ! r son la rında (XV I ) ista n bu l'da şehit e d i l en Hamza
Balı'dan sonra Harnzavi l i k diye de a n ; l'::ı n Melôm71 i k , son
za m a n l a rda, b i lhassa Seyyid .Abd ü l ka a d i r-i B'�lhl (1 34'1 H .
1 923) taraf :ndan temsil ed i lmi(.tir. B ayra mı M elômllerine,
« i kinci devre Melômlleri ı> de den miştir.
N a kş-bendiyye'd e n « Melômiyye» diye bir kol ayıra n

1 27
ve tevhid i , ilmi b i r ders. b i r tel kıyn haline g eti ren, tekke­
ler kuran M u hammed N O r' ü l -Arabl'nin ( 1 305 H. 1 888) k u r­
d u ğ u Melô m iyye-i Nü riyye, yahut üçüncü devre Melômiliği,
Bayramı Melômileri (H a mzaviler) tarafı ndan kabul edil me­
miş ve bun lar, « M ütelômiyye» , yôni Melômileşenler d iye
a d la n d ı r ı l m ıştır.
Esnaf teşkilatı. Osmanoğullarının i l k zamanlarında,
padişa h la rı n da fütüvvet ehli olmaları ve fütüvvet ehlinin
reisi say i m a l a rı yüzünden, devletle b i r birlik hal i ndeydi .
Fakat sonra ları, medresen i n kuvvetlenmesi, Şeyhüli.slômlı­
ğ ı n kuru l ması, Sünnil i ğ i n kudreti yüzünden, devl etten kop­
m uş, Fôtih zamanından iti baren de ôdeta İra n'a bağ l ı bir
teşkilat haline gelmişti . Alevi ve Bektaşilerl e Melômet er­
babı, Osmanoğullarının dini siyasetine ta mamiyle karşı b i r
cephe a l m :ştı ( «Alevi - Bektaşi n efesleri» ne ba k ı n ız. s .
83 - 1 08. İ s l a m ve T ü r k i l lerinde fütüvvet teşkilôtı, s. 5 7 ve
deva m ı ) . Sel im ve Süleyman d evrinde Alevilere karşı tıü­
k ü meti n te n kil siyaseti, Melômileri d e a ma ç edin mişti.
Medrese, Melômi leri ve fütüvvet e h l i n i d i nd en d ışarı g ö­
rüyor, onları yok etmeye u ğ raşıyordu . O n l a r da bu siya­
sete karşı direndi kçe d i ren iyorlardı. 1 029 d a ( 1 6 1 9 - 1 620)
Belgra d l ı M ü nir! . ta rafmdan yazılan « N ısôb' ü l-intisôb ve
Adôb'ü l-iktisôb» adlı eser, Fütüvvet ehlinin i n a n çları, i ra n'a
bağ l ı l ı kları, gelenekleri n i n uydurma oluşu vesaire hakkın­
d a ve b i l hassa Radavi' n i n « F ütüvvet-Nôme» si aleyhinde­
dir. H i cri 749 yılı son ları nda verilen a l eyhteki fetva ise,
Arap ü l kelerinde de daha XIV. yüzyı lda bile bunl::ırın hoş
g örülmediğ i n i bize a n latma ktad ı r (ayn ı makalemiz, s. 63 -
66) .
Bütü n bunları d i k kate alan devlet, esnof teşki lôtı n ı
kontrol ü altına almak l üzumunu d uymuş, A h i Babala r ı n ,
esncıf şeyhlerinin devletçe tasdi k edilmes i n i şart koşmuş,
g ereğ ince bunları azletmek s a lôhiyetin i k u l l a n maya baş­
l a m ıştı. Fakat gene de esnaf loncaları, b a ğ ı m sızl ı ğ ı n ı ko­
ruyabilmiş, bilhassa peştemalcı esnafı , H a mzavi l iğ e inti­
sap ederek i kinci meşrutiyete kada r devlet içinde bir d ev­
let halinde yürüm üştü.

1 28
Fa kat d ışa rıd a n memlekete gelen fabrika malları, teş­
kilötııı ra ğm ine, esnaf içine g i ren ve m üslüman ol mayan
azınliklar. el tezg ô h l a r ı n ı , el emeklerini, disipli n i yok et­
meye b<ı ş l a mış, bankalara karşı lonca l a r, h i ç b i r şey ifa­
de etmet bir hale g e l m iş, fütüvvet teşkilôtı, a rtık bütü n
esnafı ve sanat eh l i n i kapsaya maz ol muş, n i hayet bu i kti­
sadi m üessese, ta rihe karışıp g itmiştir.

Soru 73 : Fütüvvet erbabının teşkllôtı ve lnançlan


hakkındaki bilgilerimizin kaynakları ı;e=­
lerdir?

Fütüvvet yol u , teşkilôtı, disiplin k u ra l ları, gelenekl e­


ri, erkôn ve ôdôbı hakkındaki kaynakları m ız, «Fiitüvvet­
N ô me» a d ı verilen ve çoğu, fütüvvet yol u n d a n genel olarak
bahseden , bazıları d a m u ayyen bir z ü m reye, bir s-a n at er­
babına a it olan kitaplardı r. Bunların bir kısmı m ü rüvvet v e
fütüvvet hakkında, büyü klerin sözleri n i , tarif v e tavsiflerini
i htiva eder. Bir k·smıysa hem tarif ve tavsifleri, hem erkôn ı,
h e m fütüvvet edepleri n i i htiva eder ki asıl işe yarayanlar
d a bunlardır. Önceleri Arapça, sonra la rı Farsça yazılmış,
fütüvvet, Türk i l l erinde yayıldıkta n sonra da Türkçe yazı l­
maya başlanm ıştır. Çoğu nesirle, bir k ı s m ı nazrrile yazıl m ı ş
olan b u kitapların u m umi adı « Fütüvvet-Nô me» olmakla
beraber bazı ları n ı n özel adları da vard ı r. Ayrıca fütüvvet
ve melômet, El-Lu ma', Risô let'ül-Kuşeyriyye, Keşf'ül-Mah­
cüb, Nefehôt, Tez kire-i Evliyô, Ta ba kaat g ibi tasavvuftan
ve tasavvuf erleri n i n h ô l tercemelerinden bahseden kitap­
l a rda da ayrı bir yer a l ı r, sütilerin sözleri nde d e g eçer.
Elimizde en eski Fütüvvet-Nôme, S ü l emi' n i n « Kitôb'
ü l -Fütüvve» sid i r. Bundan son ra meşhur Selçuki vez i ri
Nizôm'ül- M ü l k (485 H . 1 092) adına Aliyy ibn'il-Hasan b.
Ca'dveyh tarafından yaz ı l m ış olan « M i r'ôt' ül-Mürüvvôt» tır.
N a kkaş, yôni ressam H a rputlu Ahmed, Abbôsi ha lifesi Na­
sır l i-din ' i llôh'ın oğlu Ebü' l-Hasan Ali'n i n ( 6 1 1 H. 1 2 1 4) adı­
na «Tu hfet'ül-Vasôyô» a d l ı , Arapça bir Fütüvvet-Nôme yaz-

1 29 F.: 9
mış, bu kita b ında Ebü'l-Hasan Ali'nin «U mdet'Cıl-Vesôilı>
adlı Fütüvvet-Nôme'sinden d e faydala n m ı ştır ki bunun
metni , şimdiyedek elimize g eçmemiştir. Abd u l lôh-ı Ansôri
ve Şihöbüddin-i Sühreverdl'nin de bi rer Fütüvvet-Nônıesi
vard ır. B u n lardan sonra Necm üddln Ebu-Bekr M u hcı m med
Zerkub'un (71 2 H. 1 3 1 2. Said Nafisi: Tôrih-i nazm u nesr
der İ ra n ve der zebôn-ı Fôrisl tô pôyôn- karn-ı dehum-ı
hicri, c. 1, Tehra n - 1 344 Şemsi h icri, s . 1 76 - 1 77 ) , Kemôl'üd­
dln Abd'ü r-Razzôk-ı Kôşô n i ' n i n (730 ya hut 735 H. 1 329,
1 335) , Alô'ü d-Devle-i S i m n ô ni' n i n (736 H. 1 335) fa rsça ve
nesirle, V l l . yüzyılda (Xl l l ) Anadolu'da yaşayan N ôs: ri'n i n
farsça ma nzum Fütüvvet-N ô meleri gelir. Tü rkçe yaz ı l m ı ş
i l k Fütüvvet-Nôme, X l l l . yüzyılda Burg a azl' n i n Fütüvvet­
Nôrne'sid i r. Bunlardan sonra Şeyh Seyyid Gaybl oğ l u Şeyh
Seyyid H useyn 'in, Fôtih Su lta n Muha mmed a d ı n a ( Saltana­
tı 855 - 886 H. 1 451 - 1 481 ) yazd ı ğ ı Fütüvvet- Nôme ve B u r­
sa 'da Şôfü kadılığ ıyla mezhebi n i gizleyen Seyyid M u ha m­
med b. Seyyid Alô'üd-din 'ü l-H useyniyy'ür-Radavi' n i n 931
seferin i n başlarında ( 1 524) yazd ı ğ ı « M iftô h'ud-dakaa ı k fi
beyôn'il-Fütüvveti ve' l-Hal<o a ı k» a d l ı Fütüvvet-N ôme'si d i r.
B u n l a rdan Tuhfe.t 'ül-Vasôyô, Necm-i ZerkCıb'un, Kô­
şônl'n in, Alô'üd-Devle'n i n ve Nôsırt'nin Fütüvvet-Nômele­
rin i n tıpkı bas ım la r ı n ı , tercemeleriyle yayı nladık (İslam -
Türk i l lerinde Fütüvvet teşk i l atı ve kaynakları, tıpkı basım­
lar, s. 1 1 5 - 203, tercemeleri, 204 - 253) . Burg aazl' n i n ve
Seyyid H useyn'in Fütüvvet- N ômel eri de, m u htevaları. dil
öze l l i kleri vs. ha kkındaki i n celeme ve açıklama larla ta ra ­
fımızda n yayı nlan mıştır ( İst. Ün iv. İ ktisat Fa k. Mec. XV.
cilt, Ekim 1 953 - Temmuz 1 954, sayı: 1 -4, s. 76 - 1 53. XVl l l.
c ilt, s. 1 -4) .

Soru 74 : Fütüvvet erbabiyle Melômetiierin ve son­


raki Melômilerin mezhepleri hakkındaki fck­
riniz nedir?

Fütüvvet erba b ı n ı n, kendilerini Ali'ye mensup sayma·


Ja rı , yol ları n ı n , Ali yol u olduğuna i n a n ma la r ı , Ehli beyte bü-

1 30
yük b i r sevg i beslemeleri, Ehli beyt i m a m la rını, ııaley­
h issel ô m , a leyh issa l ôtu vesselam» c ü m leleriyle a n ma l a rı,
Vidô' haccında Hz. Peyg amber'in, A li'yi, Allah emriyle va�
sıy ve imôm olarnk ü m mete bildird i ğ i n i söylemeleri, ilk üç
ha lifen i n a d larını a n m a maları . a n a rlarsa bile anca k zevô­
h i ri k u rtarmak için a n d ı klarını bel l i etmeleri, «tercemomı
dedikleri çoğu manzum, farsça, yahut Türkçe ve tören sı­
rasında m uayyen yerlerde okunan kıta larda, hutbe denen
dua v e senôlarda , kita plarını n başlarında Oniki İ rnô m ' ı n
a d l a rı n ı a n ıp on i kinci frnô m ı M ehdi k a b u l etmeleri ve zuhu­
runu beklemeleri, d a ha birçok esas l a rd a İ m ô m iyye :nrm ç­
lannı beni msemiş b u l u n maları düşü n ü l ü rse. Sünni c l rı n l a­
rına i mkan ve ihtimal olmadığı a ç ı kça a n l a ş ı l ı r ve Sünni
oldu·kl a rı na da ir kalem yürütenleri n , g ön ü l lerinin isteğini
d i l e g etirip zah mete d ü şerek önceden verd i kleri h ü kmü
mesnetsiz ola ra k satıra g eçirdi kleri anlaşılır ('İslôm ve T ü rk
i l lerinde Fütüvvet teşki latı ve kayn a kları . s. 57 63; Sey­-

yid H üseyn ' i n Fütüvvet- Namesi, ayrı l>a s ı.m , önsöz, s.


1 25) .
-

Safeviler. tarikatlerin ve tasavvufun aleyhinde olduk­


l a rı hôlde Fütüvvet e h l i n i korumuşlar. bil hassa seyfl, yô-.
ni k ı l ı ç l ı kol u n u tutmuşlard ı . Seyfi kol , Şahın fed a ileri ola­
rak k u l la n ı l mış, bunlara «ayyar» ve « cuvo n-merd» denmiş­
ti ( İ ktisat Fakü ltes i Mecmuo s r n ı n XVl l . c i l d i n i n 1 4. sayı-.
-

s ı n d a , « F ütüvvet-Name-i Su ltanı ve Fütüvvet hakkında bô­


zı n otlanı a d l ı makalem ize b. Ayrı ba sım, s. 1 01 1 29) . -

Melô met ehlinin. bilhassa Bayrômi Melômllerinin, hele


Hacı Bayra m-ı Veli' n i n , Som uncu Baba diye a n ılan EbO­
Hônıid-i Aksarôyi'n i n ha ltfesi oluşunu. o n u n do Erdebil sCı­
filer ine, yôni Satavllere mensub bulunuşunu d ü ş ü n ü rsek,
H a mz.a vtlerin eserl eri n i i n celers ek, h ü k u meti n, bunlara
ka.rşı n e kada r z a l i m d avrand ı ğ ı n ı gözön üne a l ı rsak, onla­
r ı n da aynı inançta b u l u n d u kları son ucuna varırız ( Me lômi­
l i k v e Melômller. s. 33 - 2 1 7 ve bil hassa 1 97 - 1 99) .
Yalnız bir soru daha sorma mız gerek:
Gerçekten de hem Meldmet ehli ve on ların yerlerini
alan Bayramı Melômtleri, hem de Fütüvvet ehli, bütün mô-

1 31
nasiyle, i snô�aşeri - Ca'feri mezhebine, yôn l i mömiyye'ye
mensup m uyd ular; usulde ve Füru'da bu mezhebe uyuyor�
lar m ıyd ı ? Bektaşil e r de, A l evller de i m a miyye'den oldukla­
r ı nı , Ga ' ferl mezh ebine uydukları n ı söyl erler. Fakat inanç­
ları, gelenekleri, h i ç d e bu mezhebe uymaz; h u ra felerle
örü lmüştür. Fütüvvet ehlinin, Fütüvvet-Nômelere göre 16-
ren leri , gelenekleri , h i ç bir va kit ımômiyye i n a n çiarı na, har­
f i tıo rflne uymaz; b u n la rda da uydurmalar, h u rôfeleı yer
a l mıştır; b u n la rda d a batı nllik izleri g örün m 2dedir. Son ra
Fütüvvet ehli a rası nda S ü n ni olanla r yok muyd u ; Osman­
oğulları ü l kesi n d eki haf,zlar, din ada m l arı , d evlet memu­
riyet i n e i ntisap edenler, İ m ô miyye m ezhebine m i ginniş­
lerdi? Buna müsbet cevap veremeyiz. B u bakı mdan b iz,
gerek ı-:ütüvvet ehli, g erek Melônıller a rasında, ta m mô­
n asiyle Co'teri mezhebinin usul ü n ü , fürü'unu bilenlerin,
oniara uya nları n bulund u ğ u n u bir gerçek saymakla tera­
ber tam olara k bu top l umun İ mörniyye m ezhebine m ensup
olduğ u n u idd ia edemeyiz. Bunlar da, M evlevileri n Şems
kolu g ibi Rıffü ve Saidiler g i bi ve n i hayet Bektôşiler g i bi
,

batıni temayüllerle . yoğrulm uş, fakat esas ba kımı nJa n Şii


olm asa bile m üteşeyyi' ( Şllleşmiş) bir topl u m olduğuna, fa­
kat hic b i r va kit d e ta m S ü n ni bulunmadı klarıno inanıyoruz.
Son Melô milerdeyse, esasen M el ômet ve fütüvvet bir
sözden i barettir. G iyirn-kuşam özelliği kabul etmezlerse
de tekkeleri vard ı . Aşk ve cezbe teme l i n i ders verir g i bi
verirler, zikr-i dôim ded i kleri içten z i kri kabul ederlerdi .
Böylece ı şrô kıy gidiş, i l mi b i r kisveye bürün müştü. Son
zamanlard a bunların, m ason larla bağdaştı k l·a rı n ı da b i l i­
yoruz. B u yola, Melôm et ve bunlara Melômi demen i n i m�
kônı yoktur: Bunlar, mezhebe uymayı bir kayıt bilen, vah­
d et inancı n ı madd i leştiren, bôtıni karakterde bir toplum­
du ancak.

1 32
IX. BÖLÜM

SOSYAL ACIDA N TASAVVU F - SEMA' - TASAV­


VU FTA REFORM - BU REFOR M U N TARiHl
SEYRİ - ALEVİ Lİ K Bİ R TARİ KAT M i DiR - TA­
SAVVU FTA KADIN - TASAVV UF VE İ KTİDAR -

Soru 75 : Semô' hak.kında ne düşünüyorsunuz?

Semô' ve simô', i şitmek, g üzel ve iyi şöhreti, anılrnoyı


d uymak anlamların a gelir. Terim olara k m Osıkıy nağ me�
ieri n i d i n lemeye, dinlerken vecde g e l i p h a re k ette bulunma­
ya, kend i nden g eçmeye, oynamaya, d önmgye denmiştir.
Nağmel-ere uyup oyna ma k , insa n l ı ğ ın tarihi kad ar es­
kidi r. İnsan toplumu ilerled i kçe müzik de i k i yönden iler-
lemi ştir: .

i ptidai toplumlard a , gene iptidai ôletlerle çal ınan coş­


k u n müziğe uyup cynamak, ô letlerin daha bedii, coşkun­
luğun d a ha ritmik bir hal a l ması, raksa da daha bedii, d&ha
ritm i k bir şeki l vermeye başla mış, bir yanda n d a biraz şe-.
hevi mah iyete bürü nen ve d inle ilgisin i kesen bir müzik ve
raks meydana gelmiştir.
Müslüma n l ı kta, müzik, raks ve b u i kisine temel olan
ş i i r hakk·nd a d i n bilginlerinin tartışmaları, d iyebiliriz ki
islôm d iniyle başlam ıştır. Kur'ôn-ı Kerim Hz. Muhammed'e
şôi r dendiğini, ona şii r belletilmediğini, şi iri n de ona ya­
k ışmayacağını bildirir (XXI, 5, XXXV l l , 36, LXIX. 1 4, XXXVI,
69) . Şôirlere, a k ı lsızların, ziyan kôrların uyaca klarını, onla­
rın, her alanda s ersemce dolaştıklarını, yapmadıkları şey�
leri söylediklerini ifade eder; fakat inananların, iyi işlerde

1 33
bulunanların, .od.lime u ğ ra d ı ktan son ra ya rdı m a mazhar
olanların b u h ü kü mden hariç olduğunu söyler {XXVI, 224 - .
227). Hz. Peygamber' i n ashôbı a rasında Ravôha oğlu Ab­
d u l lôh, Möl i k o ğ l u Kô'b, Sôbit oğlu H::ıssôn g i b i şôirler d e
vard ı r. Savaşla rda, çok defô t e k m ısra'lı ve sert vezinli re­
cez o k u m a k ôdeti, İslômdan son ra da sürüp g itmiştir; hat­
ta Hz. Peygamber de,
Peygamber'im, yalancı değilim ben
A bdülmuttalib oğlııyum ben

meô!inde b i r ş i i r okumuştur (Cômi', 1. s. 89) . Bôzı şiirlerin


h i kmet sayılaca ğ : n ı buyurmuştur (aynı, s . 82) . « Ben en gü­
zel konuşa n ı n ızını ; Kureyş'te n i m ; d i l i m de Sa'doğ ulla r ı n ı n
d i l id i r» d iye övün müştü r (aynı, s. 90) . XXXV. sure n i n , «_ya­
ratı lışta n eyi di lerse çoğ a ltı r d m> meôlindeki i l k ôyetinde
çoğa ltıld ı ğ ı bild irilen şeyin, g üzel huy ve g üzel ses olduğu
kabul e d i l m iştir ( M ecma'ul-Beya n, Vlll, s. 400 - 401 ) . Her
peyga mberi n g üzel sesle gönderi ldiği (Cômi, i l , s. 1 20) ,
Kur'a n'm sesle bezen mesi gerektiği (ayn ı , s. 1 20), g üzel
sesle o k u n ması icôb ettiği hakkınd a hadisler vardır ( M üs­
l i m , ist. Mat. Amire-1 334, c. 1, s. 4) . Hôsı l ı İslômda, pek aşırı
giden şeriatçılar müstesnô, hemen her mezhepte, şehvete
a it o lm a ma k, kötü lüğü ka mçılamamak şa rtiyle g üzel ses­
le Kur'a n, naat. medhiye, mersiye okumak, insanları vecde
g etirmek hakkında mutlak s u rette men'ed ici bir h ü k ü m ol­
madığı kanaati mevcuttur ( M evlevi Adôb v e Erkô n ı adlı ki­
tab ı m ıza b. İst. İ n kılôp K. 1 963, il. bölüm, s. 48 - 77; Ta rôık'
ul-Hako a ı k, 1, s. 477 - 482)
Sufiler, Hz. Peyga m ber'i, M edlne'ye göçtüğ ü zaman,
Medineli kad ı n ların, kızla r ı n , defler çalarak, neşideler
o kuya okuya kmşı lad ! kl a rı gibi (As-Siyret'ül-Ha l ebiyye,
M ı sır, M u ha m med Ef. Mat. i l . s. 60) bôzı olaylara daya na­
ra l< bunu d a ha il eriye götürm üşler, ilk zaman lardan itiba­
ren , g üzel sesle ve devri ne g öre müzik ô letleriy!e i lôh'i ko­
n u la ra d a i r b i r şiir okunduğu zaman vecde gelmeye, ra ksa
g irmeye, h ı rkalarını atara k dönmeye başlamışla rd ı r. Tarikat
softası olan Nakş-bendllerden başka bütün tarlkatlerde bu,

1 34
hoş görülmüş, töre h ô l i n e g i rm iş, zikir ve i l ô hiler okunması,
zilsiz d efler (mazha r) çalınması, kud ü m le, yahut «ha lile»
denen v e i k i ele ta kıla ra k birbirine s ü rtülerek çalınan, ke�
narları b i rbirine s ü rü lebi lecek tarzda yapı l m ı ş môdenl ô let­
le usul tutu lması bir gelenek hôline g e l m iş, vecde geleme­
yen l e r i n bile tevôcüdle vecde gelmeleri n i sağ lama l a rı hoş
g örülmüş, böylece de bir din i müzik doğm uştur.
M evlevilerdeyse içten z i kred ilen ism-i Celôl'le (Allah)
sağdan sola doğru v e sol a ya ğ ı n ı g eriye doğru çekerek g�
ne sola y ü rüyüp dönmek, Mevlônö ' n ı n vecdden doğan se�
mô'ı n ı , d a ha ritm i k bir şekle sokmuş ve m evlevl mukaabe·
l esi , XV. yüzyılda, son şekl i n i almışt ı r ( Mevlevi Adôb ve
Erkô n ı , s. 63 77) .
-

iptidai d i n lerdeki coşkun ve g ü rü ltü l ü , çok hareketli


ra ks, tcı rlkatlerde; g itti kçe daha bed1t b i r hale gelmiş, m e­
sela Alevlierde hareketli ve reel bir kara kter a rzederken
M evlevil i kte tam esteti k bir h üviyete bürünmüştür.
M üz i k ô leti, cô m i lere girmemekle beraber klôsik m ü ­
z i k, cômilerde de, b i l hassa cemaatle k ı l ı n a n na mazlarda.
c u ma ve bayram n a mazlarında, bayra m tekbi rlerinde,
hatırı cemiyetlerinde, m evlitte, Ş1a 'da mersiyelerde, ha l k ı n
b u r u hi i htiyacına cevap vermişti r.

Soru 76 "fosaıvvufta' b ir reform olmuş mudur; olmuş.


sa kim yapmıştır bunu?

Tasavvufta i l k reform u , tekke, z i kir, g iyi m-kuşa m


ayrı m ı ve va kıf ma liyle geçinmeyi kab u l etmeyen, herke�
s i n , e l i n i n emeğiyle çalışıp yemes i n i, hattô ya l n ız kendine,
soyu na sopuna değil, bütün insa n l a ra faydalı olmasını,
kendisi için değ i l , i hvônı ve bütün insanlar ve insa n l ı k
için yaşa mas · n ı ş i ô r edinen ve bu i deoloj iyi, ta Sôsôniler
d evri nden beri, esnaf teş ki lat ı n ı kura ra k y ürüten, halkı ba·
ğ ı rlarına basa n Melöm etiler yapmıştır.
Tasavvuf, İbni Ara b1'de bazı bir bilgi sistemi , çok d e­
fa da hayôll bir idealizm şek li n d ed i r v e ondan itibaren sa ..

1 35
filerin çoğ u, vakfu llahla geçinerek rüyalara d a lmaya. her
zuhu ru, H a k'tan bilip çeşitli hareketlere, hatta zulüm lere,
söm ü rü lere g ü l ü mseyerek ba kmaya , da ha i leri de gidip bu
ç eşit h a l l ere ka rşı d urman ı n , Ta n rı tece l lisine karşı d u r­
m a k old uğuna ina n maya, bôz ı ları da her işi Ha k'tan bilip,
d ü nyay ı , kend i l eri nce bir i rfa n cenn eti sayıp zevke, ibôha­
ya atıl maya başla mışlard ı r. Bütün bunlara karşı birlik g ö­
rüşü, d ü n ya a nlayışı i l e tasavvufu, reel ve mora l bir refor­
ma sevkeden büyü k i nsa nsa, Mevlônô Celôleddln M u ha m­
med 'd i r.
Mevlônô'nın ta savvufu, irfan, ol uş, aşk ve cezbe ô le­
m i nc e tekemnı ü lden ibarettir ki bunun ferdi ve sosyal te­
cellisi, g e n iş ve iler i bir g örüş, insanı birliği a maç ed i nen
s ı n ı rsız bir hoşgörü rl ü k, kötü leri bile kötü l ü k leriyle bir
inanç potas·nacı e ritip iyi leştiren ahiôkıy b i r tekamüld ü r.
M ev l Cinô'da ne teri m l e r hasta lığ ı , n e rüyaya dal ış, ne
gökl ere ç;kış. haya llere kapılış va rd ı r. Onun h a l kç ı ruhu,
felsefe teori lerini bile kabul etmez. Halka, h a l kça ve ha l k
seviyes i n e i nerek, h a l k d i l iyle h ita p eder. Fa rsça , bôzı
kere Arapça, pekaz da Ru mca ve b i raz Türkçe ş i i rler söy­
leyen M evlônô, a ruzla s öylemekle beraber her d i l i , hal k di­
l iyl& söyler.
Kıyasın. ne kada r kötü son uçlara va ra b i leceğini a nla­
yan M evlônô, lmôm Ca'fer'üs-Sôcl ı k'a uyara k k :yası kabul
etmez. G ü lya ğ ı şişelerini devi ren ve başına vurulup tüy­
leri dökülen kuş, sacını, sa,ka l ı n ı . kaşla r ı n ı ve bıyı kla rını
u sturayla t ı raş ettir m i ş Kalenderi'yi g örünce, sen de ben i m
g i bi g ü lyağı şişelerini m i d öktün der (Mesnevi, 1 , s. 1 7 1 8,-

beyit. 246 - 265) . Sidik birik intisindeki saman çöpüne ko­


n a n si nek, sidiği ceniz, saman cöp ü n ü gem i , kend ini d e
kaptan s a n ı r (1, s . 6 7 - 68, beyit 1 082 - 1 090) . H asta ziya re­
tine giden sağ ı r, sorul a rı n a aldığı cevapları a n l a mayıp, he�
k i m geliyor mu sözüne, Azra il geliyor d iyen s i n i rl i hastaya ,
oman gelsin, ayağı pek uğurludur diyerek hasta n ı n hat ı rı n ı
elde ettiğinden memn u n olması d a b i r kıyastı r ( 1 , s . 207 -
208, beyi t 3360 - 3376) .
M ev1ô nô'ya göre bilgi de kıyasla, ma ntı kıy delillerle
hayal le r e kapılmak, b i razcık bilgiyle ken d i n i a l lôme sa n ıp
halka böbü r lenmek deği ldir; halka fayd a l ı olan bilg iye b i l g i
den i r ve he rkes b i r ş e y b i l i r, elverir k i b i l g i s i ha l ka yara­
s ı n ; hiç kimse. kendi b i l gisini b i lm iyen i küçümsemesin.
Gemiye binen g ra me r bilgini, ka pta n ı n g ramer bilme­
diğini a n layın ca , eyva h d er, g itti ö m rü n ü n ya rısı. Fakat
deniz patlayınca da kapta n. b i l g i ne, yüzme bilir misin d iye
sora r; b i l mem ceva b ı n ı a l ı nca, eyva h d e r, g itti ömrü n ü n
hepsi ( ! , s. 1 75, beyit 2835 - 2852) . V e M evla na, k ıyôsı red­
d ederken imam Ca'fer'üs-Sad ı k ' ı n . i l k k ıyôsla a melede n i n
İblis olduğuna da i r söz ü n ü , imam'ın a d ı n ı a n mada n z i k re­
der ( 1 , s. 209. 3395. beyitten sonraki baş l ı k , 3396. beyit ve
devô m ı . Muha m med b . Ya ' k u b b. İsha k ' ı l-Kü l eyn1: Usul'ül­
Kôfi; taşbas. 1 3 1 1 , s. 29 - 30) .
fl!.'0vlônô'da do dokuz g ök , dört u ns u r v.s. inancı, yan i
devri n i n doğ mati k kanaatleri vardır, fa ka t o , bun larla b i r
sistem k u rup y a l a n c ı şeyhler g i bi ken d i n i ha l ka gösterme­
ye kal kmaz; o n l a r g i bi b i r d ü k kô n a ç ı p halkı kandırmaya te­
nezz ü l etmez, aksine onları şiddetle k ı na r ( i l , s . 379 - 380;
beyit. 2362 - 2399) ; o çeşit kişileri, dervişin resmi saya r;
köpek resmine kemi k atma der; onları, ka rada yaşaya n ba­
l ı k resmine, evdeki kuşa benzetir; lokma i çi n , geçim için
kend i le ri n i Tanrı ôşıkı g österir onlar d e r v e esmôn ın, y a n i
Tanrı adların ı zi kretmeni n , i nsanda vehm i , haya l i doğu­
raca ğ ı n ı söyler {I, s. 1 69 - 1 70, beyit. 2752 - 2760) .
Mevlôna'ya göre Vahd et-i Vücud, bütün kôinatın tek
ve tüm birliğidir ve bu birl i k , her an yeniden yeniye ya­
ratı l m a ktad ı r. Bu, b i r haya l deği l , g erçektir. Ren g i ı ş ı k
gösterir; gönü lden d o ğ a n haya l reng i d e yüceli kler ışığ ıy­
la belirir. Gece ı ş ı k olmad ı ğmdan ren k g örü nmez; şu hal­
de her şey, zıddıyle beli rmededi r. S u ret, manadan doğma­
d a d ı r; ses ve söz, düşünceden meydana gelmeded i r. Su­
ret, suretsiz alemden d oğ m ada; dalga, de nizden bel i rme­
d e , son ra gene d en izde yok olmada d ı r. Ö m ü r, ı rmak g i bi
a k mada, geçen geçmede, yenisi gel m ededir. Fakat bütün
ô le m , pek tez değ işti ğ inden, g örün üşte bir d ôi mll i k g öster­
m eded i r. Ucu ya nan b i r sopayı h ız l ı hızl ı s a l loso k, düz bir

1 37
ateş çizgisi görü n ü r, oysa ki o ate$, b i r a n b i l e du rma ma k­
ta; tıpkı onun g ibi işte (1, s. 70 - 7 1 , beyit. 1 1 21 - 1 1 49) .
Felsefi d üşü n ce, İslôm d ü nyasına h ô k i m olunca çö­
zü lmesi g ere ken düğü mleri n biri de i rade ve i htiyô.r, kaza
ve kader d ü ğ ü m ü ol muştu. Dini ina nca g öre h er şey Ta nrı
ta kdiriyledir; Ta nrı, her şeyin ne vakit ve nasıl okıca ğ ı n ı
b i l i r, o, m u kadderdi r; zama n ı gelince, bilgisi nasılsa öyle
o l u r o iş. Fakat kulun yaptı ğ ı iyi l i k ve kötü l ü kte kulun
rol ü n ed i r ve ne dereceded ir? Cebriler, iyi, kötü, her şeyin
Ta n rı i ra desiyle olduğuna, kulda , az, ya hut tüm b i r i rade
ve i htiyô r olmad ı ğ ı na inanmı şlard ı r; bu i n a n cı g üden mez­
hebe «Cebr iyye, Ceberiyye» den i r. Nakli, a kla uydura n Mu'­
tez i l e ise, kulun, iyi l i ğ i , kötü l üğü, kendi i ra desiyle, kendi
ihtiyariyle yaptığ ı n a , buna karşı l ı k da Tan r ı n ı n , o kula mü­
kafat veya m ü cazatta bul u nduğuna inanm ışlar, buna «adi»
demişler, adli de Ta n rı ya vacip bilmişlerd ir. B u inancı ka­
bul etmiyenler, Mu 'tezi le'ye «Kaderiyye» d emişlerd i r. E h l i
Sünnet, Ceberiyye'ye meyletmiş, ku lda k i cüz'i iraden in k u l
tarafı ndan k u l l a n ı laca ğ ı n ı , b u n u n üzerine d e, kulun yapa­
cağı işi, Ta n rı'n ı n yarataca ğ ı n ı söylemiştir. Şia , M u'tezile'
ye meyletmiş, ceb i r, ya n i her şeyi kula Ta n rı ' n ı n ya ptı rma­
sı olmad ı ğ ı g i b i tafviz, y a n i kulun , diled i ğ i n i, kend i d i le­
ğ iyle yapması gibi bir şeyin de olmad ı ğ ı n ı , kaderin, bu i ki­
si a rasında bir şey b u l u n d u ğ u n u , Tanrı'nın, herkesi n yapa­
cağı işi b i l mesi n i n , o Jşi yaptı rmaya kulu zorlamad ı ğ ı n ı , ,ku·
l u n , yaptı ğ ı işi, kend i i rade ve i htiyôriyle, fakat Tanrı bil­
g isine uygun olarak Ta n rı kudretiyle yapt ı ğ ı n ı kabul et­
miştir ( Usül'ül-Kafi, s. 74 77) .-

M evlana, ceb i r ve i htiyôr p roblem i n d e M u 'tezile'nin


haksız olduğunu , fa kat Cebrilerin de haklı olma d ı kl a r ı n ı
söyleyip Ehl ibeyt İmamları n ı n hükmünü kabul etmektedir.
Yaptı ğ ı m ı z iş yüzü nden a ğ layıp i n lemem iz, a czimize dela­
let eder a ma uta nc ı m ız da i htiyônmıza delildir; i htiyarımız
o l masa yd ı hocaların, talebes i n i , usta l a rı n , ç ı raklarını aza r­
lamaları, hatı rı mızın, tedb i rden tedbi re dönüşü, mônGsız
olurd u : d i l ed iğimiz şeyde kudreti m izi görmezd i k, d i leme­
d iğimiz şeyde, Tanrı ta kdir etmiş demez, kendi mizi a ldat-

1 38
mazd ı k ete r (Mesnevi. 1, s. 39 - 40, beyit 7 1 8 - 634) ; Ta n rı
n i meti n e şü kretmemizin, ·k ud retimize d e l i l olduğunu, cebre
i n a nmanı nsa o n imeti i n k ô r etmekten başka bir şey olma­
d ı ğ ı n ı bildirir ve cebre inan mak, yol kesicilerin a rasında,
yol üstüne yatıp uyum a k g i bidir; vakitsiz öten horoz u n d a
baş ı n ı keserler buyuru r ; i ns a n ı n , e k i n i ekti kten sonra Ta n ­
rı 'ya dayanması g erektiğ i n i söyler (ayn ı , s. 5 8 - 59, beyit
937 - 945.) . Der ki : B i r adamın eli titrer; böylesi ne bir i l le­
te u ğ ra mıştır; öb ü rü d e d i leğiyle elini titret i r; ikisi de Ta nrı
kudretindend ir a ma, o n u n l a bunun a rası nda fark var. Elini,
d i leğiyle titreten , yaptı ğ ı na p işman olabi l i r, fakat titrek
kişi pişman olama z (aynı. s. 92, beyit. 1 496-1499) . Hôsı l ı
M evlônô, b u inançta d a Ehlibeyt yolu n u tutmuş, ta m b i r
ortama u l aşmıştır. ( M evlônô Celôleddln, 1 1 1 . böl ü m , s .
1 82 - 1 87 ) .
Mevlônô, vahdet neş'esiyle bütün kôi natı ken d i çev­
resinde dönüyor, her şey, kendi varl ı ğ ı nda yol< ol uyor, her
şeyin varlığı, kendi kesiliyor gibi bir hayale dalmaya n kud­
rettir. Böyle bir haya le d a l a n la r, s ı n ı rsız bir egoizme kap ı l ­
m ışlardır; yahut da b u tümlük, bu bütü n l ü k , bu z u h u r te­
cellisi nde kend i lerini yitirmişlerd i r, Mevlônô ise, ken d i n i
ô l eme, h a l k a , insa n l ığa veren bir e rd i r ; d e r ki:
«Değil m i k i güneşin kuluyum ben, güneşten söz edeyim. Ne
geceyim ben, ne geceye tapmadayım; ne diye uykudan, rüyadan.
bahsedeyim?
Değil nıi ki güneşin elçisiyim, tercümanlık yoluyla onn sora•

yım, size ondan cevap vereyim.


T1.pkı güneşim, öyleyse yıkık yerlere vıırayım, oraları ı�ıfoyım,
mamur yerlerden kaçayım, yıkık, klrık dökük sözler edeyirn.
Safran gibi yüzü·rııle la lenin allı güllü rengini anlatayım ,· yaş­
la.rı olu'k gibi akan gözlerimle buluttan bahsedeyim .. . »

( K ü l l iyyôt-ı Şems yô Divôn-ı Kebir; Prof. Bedi'uz-za­


m a n Firüzcın-fer bası m ı ; c . ı ı ı , Tehra n Ü niv. Yayın. 1 338
.

Şemsi hicri, s. 302 - 303)


i nsana, insa n l ı ğa şöyle seslenir M evlônd :
« Daha ya kın gel, d a ha yakın, n i ceye bir bu yol v uru-

1 39
culuk? Değil m i ki sen, bensin, ben d e seni m ; n iceye bir
bu sen l i k , ben l ik?
Tan rı ışığıyız, Ta nrı s ı rças ı ; ne d iye kend i m ize ka rşı
bunca i nat? N eden a yd ı n l ı k, böylesine kaçar d u rur aydın..
l ı ktan ?
Hep i m iz b i r tek o l g u n kişiyiz; neden böyle şaşı ol­
m uşuz? Neden zeng i n yoksullara hor baka r ?
Sağ, neden kendi sol u n u h o r görü r? İ kisi de değ i l m i
k i senin elin, yom l u l u k n ed i r? aşo ğ ı l ı k ne?
Biz, hep i m iz de bir i nciyiz; hepimizin d e a k l ı m ı z b i r,
başı m ız b i r; a ma şu kanbur feleğ i n yüzünden iki görü r ol­
muşuz.
P ı l ı n ı p ı rtın ı şu beş duygudan. altı yönden çek, birli­
ğ e g öt ü r; birlik ağacı n ı n e d iye böyle eğer d u rursun?
Haydi , ka l k şu ben l i kten, ka rıl herkese, b irleş; ken­
dinde oldu n m u habbesin, ama herkesle karı l d ı n , b i rleştin
mi môdene döners i n .
Erkek a rslan neylerse eyler; köpe k d e köpekliğini
yapar d u rur. Tertemiz can n e işlerse işler; beden de be­
den l iğ i n i eder.
Canı b i r b i l ; bed e n d i r yüz bin lerce s a yıya sığan. Hani
bademler g i bi; hepsinde de aynı yağ var.
D ün yada n i ce d i ller var; a nlamda hepsi bir; testi leri,
kapları kırdın m ı , su bir o l u r g i der.
Sen birliğe erer de g ö n l ü n ü sözden k u rtarı rsa n can,
her görüş sa hibine, senden ha ber i leti r a rtı k . »
(Aynı, VI, 1 340 Şemsi h i cri, s. 243 - 244) .
Mevlônô, kesret (çokluk, ayrı l ı k) ô lemiyle vahdet
(birl ik.) ô l em i n i « M esnevi» si nde ş öyle a n latır:
«Şimdi k urtla rı n n öbeti, Y usuf kuyu n u n d i binde; Kı­
bıt toplumu:ıun za manı, Fıravun pad işa h .
Böylece de kimseden esirgenmeye n rızı kta n ş u kö­
pekler de bi rkaç g ü nceğiz h isselerini a l s ı n la r bakalım.
Ama ormanlı kta a rslanla r beklemekte; «gelin» buyru­
ğ u veri ls i n de yayılalım d iyorlar.
O arslanlar ormandan çıkaca k lar; Tan r ı , perdesiz
ola ra k o n ların gelirini, g iderini gösterecek.

1 40
i n sa n l ı k, karayı da kaplayacak, deniz i de; alaca öküz­
ler. o k u rban bayra m ı n d a kesi lecekler.
O korkunç kıyamet, bir k u rba n bayra m ı g ü n ü ; ina­
na n l a ra bay ram, öküzl ere helôk olma g ü n ü .
B ü t ü n su kuşları , o k u rban bayra m ı nda, gemiler g i bi
deniz ü stünde yüzecekler.
Böylece d e helôk olan, apaçık del i l l e helôk olaca k;
kurtu l a n , inancında şüphe olmad ı ğ ı nda n kurtulaca k.»
(VI, 1 933, s. 379 - 380; beyit. 1 87 1 - 1 878)
Görül üyor ki Mevlôn d ' n ı n d ü nya görüşü bambaşka,
zama n ı na göre çok, pek çok ileri ve yaşayışına ta m lôyı k
bir g ö rü ş . Beylere, padişahlara e ğ i lmeyen, kaside s u n­
maya n , yeryüzünde d i k i l i bir ağacı, k a k ı l ı b i r evi bulun­
maya n , vak ıftan ekmek yemGyen, verd iği derse, fetvôya
ka rşı l ı k aldığı az b i r parayla geçin e n , padişahlara da. ve­
zirlere de en acı, en doğru sözleri söyl emekten çe kin me­
yen , g ereki rse onları huzuruna ka bul etmeyen, h i ç b i r vakit
on l a rı n ihsanlarına tenezzülde bulun m aya n M ev lô n ô ' n ı n
tasavvufu da a n c a k bu olabilird i zaten ( M evlônô Celô led­
d i n , i l . böl ü m, M evlô nô'rnn h ususiyetleri ; s. 218 - 231 .
Çoğdaşlarıy�e kıyaslama k için i l i . bölüme d e b. s. 232 -

246) .

Soru 77 Bu reform yürümüş ınücfür ve tasavvuf


ho,lka, inmiş midir; yoksa elit zümrenin bir
fantezisi mi olmuştur?

Tasavvufun, Fütüvvet ehliyle h a l ka indiği n i · a n latm ış­


tık. Alevilerle ·G e halka mal olm uştur; hatta Mevl evilerin
sofu (sQfi) dervişleri dedi kleri esmôcılar, yôni Ta nrı adla­
rın ı z i k rederek gerçeğe ulaşma yol u n u tutan la rla da halkı
kavram :ştı r. Fa kat şu n u da söylememiz gerekir ki Fütüv­
vet erba b ı nda da, Alev11erde de, esmd'c ı larda da h a l k ı n
tasavvufu. bir törenler tümüne i na n mak, gelenekl ere bağ­
la n m a k g i bi şeylere m ü nhasır ka lm ış, asıl tasavvufi esas­
lar. tasavvuf umdeleri, bu tören ve gelenek halitas ı içinds

1 41
eri m i ş g itmiştir. Fütüvvetin, Safavi p ropag andacısı hôline
gel mesi üzerine devlet, bu teş kilôta el atmı;ı. bundan yal­
ııız Hamzaviler kendil eri n i kurtarmışlar, peştemalcılar.
1 908 y : l ınadek daya na b i l m işlerd i r. Fa ka t d ev letin birbiri
üstüne şid detli tenki lleri , imha hareketleri sonucunda sa­
yısız k u r b a n verdi kleri halde kuvvetini yiti rmeyen ve Harrı­
zaviler tarafırıdan tem s i l edilen Fütüvvet, sonunda, fa bri­
kasyon ka rş ısında eriyip gitmişti r. Alevilerse, d a i m a köy­
lerde ve g izli bir zümre hôl in de ka l mışlar, a leyh lerindeki
hare ketler, bunları yıpratama m ış, içlerine gömülü ina nç­
lariyle kalabi l m işlerd i r.
M evlônô'nın çevresinde toplanan Ahiler, Fütüvvet er­
babı, esnaf ve so natkôrlar, M evlônô'dan sonra . onun d ü­
şüncelerini köylere kada r yaymışlar, Alevi köyleri g i bi
M evlevi köyleri meydana g e l mi ş, fa kat ası l çelebil i k ma­
kaa m ı ve o maka a ma bağlı ayd ı n la r. v a k ıfla beslenen tek­
kelerde toplanan elit z ü m reyi kavra mış, yüksek b i r müzik .
ve gerçekten köklü b i r bilgi ve edebiyatla beslenen b u
zü mre kud ret kaza n d ı kça M evlevilik, köylerden şehi rlere,
halktan a yd ı n z ü m reye g eçmiştir ( «Mevlônô'd a n sonra
Mevlevil i k» adlı eser i mize bakı nız, lst. İ n k ı l ô p K. 1 953;
s. 244 266) .
-

Soru 78 : Alevilik bir tarikat midir?

Alevi, lügat a n l a m iyle Ali soyu n a mensup demektir.


Ken d i lerine Alevi d iyen ve Anadolu'da, Rume!i'de ve i ra n­
da bulunan z ü m reye, Anadol u'da m uhalifleri tarafından
«mum söndürenler» , iran'da, aynı a n lama gelen « çerôg kü�
şôn» dend i ğ i g i bi gene Anadol u'da, «tavşan yemezler» ,
Ma ku'ca « Ka ra koyun lula rıı , U ru m ıya'da «Abda lbeyliler»,
Lorista n'da «Gu lfülenı , Tebriz'de «Göra nlan> , Ka radağ'da
ıcŞa m l u l a rı> , Karabağda « m i l l i lerıı , Meşhed tarafları nda
«Ali-Al lôhilenı gibi adlarla a n ı lqgelmişlerdir. Terôzide
ya nlışlık olacağı, doğ ru olmaya n terôziyle tartışta, bilmi­
yerek hak g eçeceği d ü şü ncesiyl e çoğ u, taneyle satı l a n

1 42
şeyle ri sattı klarından İsta n b u l 'd a , bunlara «terôzi tutmaz­
lan> da denird i . Bektôşller, b u nlara «Süfya n » ve «Sofu sü­
rekleri>ı derler. Ali-Alla hi adı, Hz. Ali'ye Al l a h l ı k isnat ettik­
lerinden veri l miştir. Ö b ü r adları n çoğu , boy a d la r ı d ı r; fa ­
kat halk, bu adları çeşitl i yorumlarla mônalandırmıştır.
M eselô ha l ka göre bunlar, İmôm Huseyn'e, kendi ara la­
rında « H a n Abdal » dedi kleri nden Abdal beyliler, reisleri,
o n i ki n ci imamı görd ü ğ ü n ü iddiô ettiğinden « Göra nlar» ad­
ları n ı a l mışlard ı r. Ö bür a d lara do bu çeşit uydurma a n l a m ­
lar ver i l m iştir. Aleviler ha kkında h a l k ı n , m u m söndürd ü k­
leri inancı , ta mam iyle iftiradır. B u boylar, Şah İsmô i l 'e, hü­
ku met kurarken yard ı m eden baylard ı r. Şah i smôil'in ba­
bası Şeyh Haydar, o n i k i dilimli kızıl tacı serpuş olarak
kabul ettiğ i nden ve bunla r d a Şeyh Haydar'a, Şah İsmô il 'e,
ondan son ra ki Safevilere uyduklarından u mu mi olarak
farsça d a «surh serô n » , Tü rkçe<:le « Kızı l başlar» d iye d e
a n ı l m ışlard ı r.
A levilik, Şia'n ı n aşırı inanç güdenlerinden Hz. Ali'ye
Allahlık isnat edenleri nden, yôni Gulôt' ı ndandır; Aleviler,
bôtıni inançları ben imsemişlerd i r. İ ro n'da kend ilerine
« Eh l-i Hak» derler. Hak, e bced hesa bında yüz sekiz sayısı­
na uyar; « k» harfin i n iki noktasiyle yüz on olur; All a d ı n ı n
d a ebcedde sayısı, yüz ondur. Bu m ü n asebetle Ehl-i Hak,
Ehl-i AH demektir. i n a n çla rı hürafelere daya n ı r ve inan ç­
la rında, Türk şamaniz m i n i n , Uyg u r gelenekleri n i n , diğer
d i n leri n , Fütüvvet yol u n u n süzüntülerinden bir hayli şey­
ler vard ır. Şia-i İ m ômiyye, bunla rı müslüman kabu l etmez;
sün nfleri n , bunlar hakkındaki ka naatleri de ayn ıdır.
Aleviler, kendileri nden ol maya n l a ra , «Yezid, zôhid,
ya ba nc ı » derler ve o n lardan kız a lmazlar, on lma kız ver­
mezler. B i r Alevi, ergen l i k çağına geli nce. aynı çağda bu­
lunan bir başka Alevi ile musôhib olur v e bu suretle Ale­
vil i ğ e i ntisap eder. M usôhib, ô h ı ret ve yol kardeşi a n l a m ı ­
na g e l i r v e bu i ntisaba « Musôhib kavline g irmek» denir.
Alevi olmayan biri, b u yola i ntisap edemez. Bu ba kımdan
'Alevil i k , usulü v e fürü'u, müslümanlığa uygun olara k ted­
vin edi lmediğinden b i r mezhep o l m a d ı ğ ı gibi bir tarikat d e

143
değ i l d i r ( « islôm Ansikloped isi» ne yazd ı ğ ı mız « Kızılbaş>
maddesi n e ba k ı n ız, cüz. 64, s. 789 - 795 ) .

Soru 79 : Hurufili k hakkındaki fikriniz nedir?

H ü rüfi l i k , 740 ta ( 1 339 - 1 340) doğup 788 de { 1 386) sis­


tem i n i yaymaya başlayan ve 796'da ( 1 394) Alı nca k'ta öl­
d ü rülen Şihôbüddin Fazlullah tarafından kurulmuştur. Ay­
rı tarzda namazla rı, Alınca k'ta yapılan ha c törenleri v e b ü �
tün ina n çlarıyla H urufiliğe, kökleri eski H i n d - İ ran, hatta
M ıs ı r'da bulunan bôt ı ni b i r mezhep d i yebili r iz. Fazlu llôh'ı
Mehdi ve Allah tan ıyan b u mezhep, pek az bir zaman ba ·

ğ ı msız l ı ğ ı n ı koruya bilm iş, sonradan bil hassa Alevi - Bek­


taşilere ve bi raz da d i ğ er ta rikatlere inançla r ı n ı devrede­
derek tarihe karışmışt ı r. (Neşredi l mek üzere bulunan «Hu­
rufi meti n l eri Kata loğ u » a d l ı kitabım ızda b u mezhep hak­
k ı nda b i l g i v a rdır).

Soru 80 : Tasavvufun toplum hayatındaki tesirleri ne­


lerdir ve bu tesirler ne gibi sonuçlar ver..
mi�tlr?

Şimd iyedek a n lattı klarım ız, bu h us usta yeteri kadar


bir fikir vermiştir sanırız. Tasavvuf inancı, bir ya ndan
tekkelerin kurulması na, bunlara va kıflar bağla nmasına yol
açmış, bu su retle top l u m yaşayışında yen i b i r yeyici ve tü­
ketici sınıf meydana gelm iştir. Aynı zama nda bu s ı n ıf,
inançları b a k ı m ı ndan şeriatç ı la rla çatışmaya başlamış, şe­
riatçılar, semô'ı, zikri a şırı rıyôzatı, çeşitli şekil lerdeki sOfi
taçları n ı, onların g iyim-kuşamlarını şeriata aykırı g örm üş,
bid'ot saymış, hemen daima şe riatçılarla tarikatçılar a ra ­
s ı n d a ta rtışmalar, çatışmalar, XVI - XVl l . y üzyı l l a rda Os­
manoğulları ü l kesinde olduğu gibi sOfiler a leyh ine zecri
ha reketler olmuş, bütün b u n lar, toplu m u n i kiye böl ü n m e­
siyle sonuçlanmıştır.

1 44
Fa ko t ayn ı za manda, iler ide d e bahsedeceğimiz g i b i
tasavvuf, d üşü nce v e g örüş s ı n ırları n ı genişletmiş, b u yüz­
d e n taassup biraz a zo l m :ş, ri ntce g örüş, hoşg örürlük, mü­
z i k, d ini rakıs, tasavvuf tesiriyle gelişmiş, bil hassa M ev.
l evi ciergôhları b irer tasavvuf edebiyat ve müzik enstitü­
leri hôline gelm iştir. Edebiyat ve müzik tarihi mizde, za­
m a n zo mo n eskiyi yenileyen, yeni bir tarza d öken, çağla­
rı n ı aşan şairler, i l i m a la n ındaki tôrihçi ler, tezkireci ler,
şerh dolayısiyle eleştirm eci ler, müzik üstadları, medrese­
d en değil, tekkelerd e n feyiz a l a ra k yetişmişle rd i r.

Fütüvvet ehlin inse, zamanlarında hırfet ve s a n 'at e r­


bab ı n ı teşkilatla n d ı rıp bir d isiplin kurması, yard ı mlaşmayı
en geniş bir ta rzda sağlama s ı , hiç şüphe yok k i tasa vvu·
fun m üsbet tesirlerinden biri ve. belki d e en önemlisidir.

Som 81 Tcısavvufun kaciın hakkındaki düşüncesini


cınlatır mısınız?

Tasavvuf, ka d ı nla e rkek a rasındaki farkı kaldırmaya


çalışm ıştır. Esase n i slômda harem hayatı yoktu. Côhil iyye
devrine nazaran kad ı n , İ slômda pek büyük haklar kozan­
m ıştı. Sa habe, Ayişe'den, Ümmü-Seleme'den hadisler ri­
vayet ederler, şôirler, şi i rlerini İ môm H useyn'ın kızı Se­
klne'ye a rzederler, fikirlerini a l ı rlar, e l eşti rmesine önem
verirlerd i . Harem hayatı, saray hayatiyle başladı ve med­
rese, kad ı n ı toplumdan ayırdı.

Sufil er, iV. suren i n 34. ôyctinde, kad ı n ların erkekler­


d e n üstü n oluşunu, erlik ma kaa mına eren ler, yö n i aktif
bir rol oyn aya nlar, p a sif kalanlardan ü stü n d ü r tarz ında
yoru m lcı m :�la r, k a d ı n l a rdan « ricôl-erler» derecesine eri­
şenler bulunduğunu kabul etmişlerdir. Sü leml'nin sOfi ka­
d : nlar ha kkında ayrı bir kita b ı va rd ı r. H attô bazı sOfiler.
« kad ı n l a rı n erkeklere ü stü n l ü klerini a n latsayd ı k, şems'e
{ g ü n eşe) müennes demek ayıp olurd u ; m üze kkerl ik de er-

1 45 E: 1 0
keklerd e b i r üstü n l ü k olmazdı» d iyecek kadar i le ri g itmiş­
lerd i r ( "' ) .
Mevlônô « M es n evi» si nde, bilg isiz kişilerin kad ı n ları
h orladığ ı n ı , çünkü onlarda hayva n l ı k sertl i ğ i n i n bulundu­
ğ un u, a k ı l l ı la ra , gönül sah i plerineyse. kad ı n ların üst oldu­
ğ u n u , sev g i n i n , inceliğin insan vasfı b u l u n u p öfkenin, şeh­
vetinse hayva n l ı k sıfatlarından sayı l d ı ğ ı n ı , kadının, sevg ili
d eğ i l, Ta n rı ışığ ı , hatta ôdeta yaratı l mş değil, yarata n vas­
f . n a sa h ip bulunduğunu söyler ( 1 , s. 1 50, beyit. 2430 - 2437)
ve Hz. Muham mE.d in, «Hayı rl ı n ız, ehline hayı r l ı o l a n ı n ızdır.
Een ehl i m e en hayır!ı ola n ı r nz ı m >ı , « hayırl ı n ız, kad ı n lara
hayı rl ı ola n ı n ız d ı rıı ve « hayı r l ı nız, e h l i n e hayı rl ı ola n ı n ız­
d ı r, ben eh lime en hayırlı o l a n ı n ı z ı m ; kad ı n ları, ancak bü­
yü k ve şerefli kişi sayar, a ğ ı rl a r; onlara ancak alçak kişi
ihanet ederıı hadislerine işaret etme kted ir (Cômi', 1 , s .
90) . M evlônô'n ı n sohbetlerinin zaptından m eyda na gelen
«Fihi mö-fih» teyse çok daha i l eri g iderek kad ı n ı örtme­
n i n , onu k i mseye g östermemek gayreti n i n , kıskançlığın
çok kötıJ son uçla r meydana g ati receğini, bu ted birin m üs­
bet değ i l , m enfi bir ted b i r olduğunu anlatır ( te rcememiz,
s. 74 75; Mevlônô Celôledd i n , s. 2 1 1 - 2 1 3) . « Manôkıb' ü l­
-

A riflmı , Mevlônô'nın, kad ı n l a r ı n tertip ettikleri sema· mec­


l islerine gitti ğ i n i . onlarla g örüştü ğ ü n ü nakleder (Aynı s.ler).

Soru 82 : Tasavvufta ün keu'.onmış kadmloır V at' mıdır,


kim�ertlir?

Nefehôt'ta ve sQfilerin hôl tercemelerini i htiva eden


l'< i toplarda, tasavvufu ben i msemiş, er kek süfilerle müba­
haselerd e bu l u n m uş kad ı n suHleı de ayrı bir böl ü m teşkil
eder. B u n l a rdan, 1 35 t e (752) öloo Basra l ı Rôbi<J, Ah m ed
b . H ı d rcıvey h ' in zevcesi Ü m nı li All, 203 te (818) vetat eden

(") Nefe·h ôt tere. s. 692. Arapçada keli moler, fransızcooa old uğu
gibi müzekker ve m ü enMeS olur. Şems, yôni g ü neş, m ü ennes t i r.

1 46
N işa burlu Fôtıma, Şeyh Ebu-Abd ullô!ı b. H afif i n a n n es i
Ü m m ü M uhammed ve d a h a adları bilinen, bilinmeyen b i r
ço k · Sufi kad ınlar v a rd ı r (Nefehôt tere. s. 692-709; Ta rôı k'
u l-Hakaaık, i l , s. 2 1 3-21 9) .

M evleviliğin i l k d evrelerinde, « M ::ı n ô kı b' ü l-A rifin» d e,


Mevlônô'ya soy, yahut n isbet ba k : m ı n d a n bağ l ı l ığ ı bulu­
nan birçok kad ı n l a rd a n rivôyetler va rdı r. Su ltan Veled'in
kızı Şeref Hôtu n , birçok m ü ridlere sahip bir Mevlevi h a l i­
fesid i r. Konya l ı Arife-i Hoş-l ikaa, Tokat'ta Mevlevi ha li..
feliğ i rnakaamı ndad ır; bütün büyükler, o n u n m ü rididir. Ka ..
d ın ı n , M evlevilerde, erkekler g i bi şeyh l iğe, h a l1fel iğe yük­
sel mes i , X I . yüzyı ladek (XVll) sürmüştür. Dlvône Mehmed
Celebi'nin (XVI. yüzyıl) torunu ve H ı z ı r-Şôh Celebi'nin oğiu
Şa h M ehmed Çelebi'den sonra kızı Destinô, Afyon dergô..
h ı nda şeyh lik etmiştir; destarl ı sikkeyle gezen bu ha n ı m­
dan b aşka Küçük Meh med Arif Celebi' n i n vefatı nda n son­
ra büyük kızı Güneş H a n , Mevlevi rn u k a a belesini ida re et.,
m ektedir. G ü neş H ôn-ı Sugrô da, a y n ı dergôhta şeyhl i k
makaam:nda b u l u n muştur. « Sefine - i Neflse-i M evleviyôn »
sôhibi Sôk ı b Dede'yi ( 1 1 48 H . 1 735) kendisine evlôd edine n
H ô cce Fatı ma H a n ı m da M evlevilerin büyüklerindendir;
aruzla ş i irleri de vardı r ( M evlônô'd an sonra Mevlevilik, s.
278 281 ) .
-

Alevi ve Bektôşilerdeyse kad ı n la r aynı cem (Ayin-l


Cem) denen tarikat törenine erkeklerle beraber iştirôk
ederler; mahabbet sofras ı nda. yô n i yolla rına göre d em gö­
rülen, yôn i ra kı içilen sofraya bera ber otururlar; beraber
nefes okurla r, semcl' ederler.

Tasavvufun .kad ı n hakkındaki görüşü. telôkkıysi, çağı�


na g öre kadını topl u m hayatı n a a lm ı ş, fa kat sonradan
M ev levi l er de dahil, d i ğ er tarlkatlerde, medresenin baskı..
sı. kadın d ervişleri nisbeten topl umdan ayırmış, ya l n ız
Bektôşllerle Alevilerde kad ı n , erkeklerle beraber tören�
lere iştira k etmekten geri k a l ma m ı ş ve bu, böylece sürüp
·

gitmiştir.

1 47
Soru 83 Tasavvuf, uyuşturucu bir rol oynamıştır di­
yenleri duyuruyoruz; buna ne ciersiniz?

Bu h ü kü mde pek a z bir gerçek payı vard ı r. Meşre p


bakı m ı ndan o l d u ğ u kada r bilgide der i n l i ğ e i nmemek yü­
zünden bôzı sCıfiler, hele hayrın şe rre, şerri n de hayra nis­
betle, yôni i k i işin ko rşı laştı rılmasiyle belirdiği, her işin
Ta n rı işi. her olayı n Ta n rı tecelllsi olduğu kana,ati n i n son u­
cunda, k üfrü de, zulmü d e, kötü lüğü de doğru ve yeri nde
görmüşl er, bir şeye, bir işe karşı d u rmayı, Ta n rı tecellisine
karşı d u rmak saym ışlardır. Fa kat söylemeye bile hacet
yoktur ki bu ina n ç, bu boyun b ü küş, sCıfin i n kendisine b i r
kötül ü k gel memesine bağ l : d ı r . Her şey doğruysa, yerin­
d eyse, bir işe karşı duruşun da yerinde olması, doğru bu­
l u n ması icap etmez m i ? B u i na n cı g üden l er, böyle bir çe­
lişmeye d üştü klerini bile fa rkedemeye nlerd i . Olgun sCıfiier,
hele zevk ve· şehvet yüzünden beni msenen bu ina nca,
«süm ü k l ü t asavvuf» derlerd i .
Burada, b i r h i kôye an latmamız, bu bahsi b i raz daha
açıklayaca ktı r san ıyoruz.
İstanbul, Yen i kapı Mevlev ihanesinin son şeyhi Abdül­
bôki dede ( 1 934) a n latmıştı ; va kfa dair bir iş için Ba l ı kesi r'e
g itmiş. Kendisine üçüncü devre Mel ômileri nden b i risi mu­
sa llat olm uş. Efendi, hangi a ksi işten bahsetse, erenler,
yapan, ya ptı ran Hak dermiş; a ksi bir ada m ı yerse, yaptı­
ğını kınasa, erenler, hepsi Hak'tan, g ören , gördü ren H a k
d ermiş. Abd ü lbôki efend i d e r d i k i : B i r g ü n c a n ı m a t a k d e­
d i , dayana madı m ; açtım ağzımı, yumd u m göz ü m ü . Adam,
k i m e söylüyorsun, ne diyors u n diyeceği sırada yap ı şt ı rdım:
- E renler, · s öven , sövd ü ren Hak!
Tasavvuf, bôzılarına da s ı n ı rsız bir tevek k ü l aşı lar.
Bu çeşit kişi ler a rasında, bir «zuhCırôtıı sözüdür, a l ı r yü­
rürdü. «Zuhü rôto tôbi'iz» derl er, d i ren işten, çalışmakta n
el yurlard ı ; oysa ki Yunus Emre.
Çalış kazan yi yidir bir gönül ele getür
Yüz Kd'be'den yiğrekdür bir gönül imareti

1 48
d e mekte (tıpkı bas ı m . s. 395; metin, s. 1 44, i l k beyit) ,
Süleyrnan zenbil ördi kendü emegin yirdi
Anun ile buldılar anlm· berhurdarlujjı

ö ğ ü d ü n ü vermekted i r (tıpkı bası m, s. 380; metin, «Y» har­


fi, s. 1 38, CLXXX. şiir, 4. beyit) . 8u çeşit i n a n çlara d ü ­
şenle r, sa n ıyoruz ki tasavvufun özü n ü a n lamaya n lar, s u ­
filerin hôl tercemeleri n d e n bahseden, o n l a r ı n nyôzoatl a ­
r ı n ı a n lata n kitaplara dala n lard ı r. Aynı zamanda tekke
va kıfların ı n da bv sürü haz ı r yiyen t ü rettiğ i n i u n utma m a k
gere k .
Fakat genel ola ra k tasavvufun uyuşturucu bi r rol oy­
n a d ı ğ ına inanmak i ç i n süfılerden yetişen ressa mları, hat­
tatları, m üzisyenleri, şôi rleri , hokka ta k ı m ı yapan , fildişi,
sedef işleyen , tesbih çeken yôni lıa ddeli tesblh yapan sa­
natkô r k:ı r ı , eserler yazan, i n celemelerde, eleşti rmelerde b u­
l u n a n bilg in leri. şôrihleri, hatta d i n adam l a r ı n ı , hattô ta­
s.avvufa dayanarak devlet kurmaya k a l kışa nları , b:.ı işi
başa ra nları, yahut bu yolda can vere n l eri, h atttı tasavvu­
fun verdi ğ i s ı n ırsız isti ğna i le a ğaya, beye, paşaya , padi­
şaha bile eğilmeye n leri u n utma k i ktiza ec!er.
Bayrôınl Melômilerincien Ahmed Sôrbôn'ın (953 H .
1 546) , « Dervi şlerin me:sleğ i n i b i l m e k istersen d i n le : Se­
vene kul uz, köleyiz; s evnıeyeneyse padişahız biz» d iyen
şu beyt i n i yazmadan geçemiyeceğiz:
Bilmek istersen eifer meslek-i denı tşiinı
Sevenin bendesiyüz sevmeyenin su ltcını.

Soru 84 Tariiccrtlerin, halk hcreketlerin!3e, halk dl*


renişlerinde müsbet, yahut menfi bir rolü
olmuş muC:-ur?

Top l u m i çi nde b i r s ı n :f türer, halk tarafı ndan tutu l u r,


b i r kuvvet haline gelirs e e lbette topluma tesi r edecektir.
Selçuklular devri n i n sonlarındaki Ba b a l ı l a r isyônı, tasav-

1 49
v u fk m hız a l a n ta m b i r h a l k aya klanışıyd ı . Cimr'I isyônı,
onun bir temôd isinden başka bir şey d eğ i l d i . Kara man­
oğul ları beyl i ğ i n i kura n l ar, Baba' l ı l a r' ı n nüfuziyle bu işi ba­
şard ılar. Osmanoğulları h ü k ü meti kurulu rken e n büyük rcl,
Fütüvvet e rb ô bındayd ı . F ütüvvet teş kilatı na bağl ı olanlar, bu
d evletin kurucularına ya rd ı m etmişlerdi. Alp Erenler, Fütüv­
Iİetin seyfi k o l u yd u . A n ka ra . Ahiler ta rafından, kend iler in­
den olan i . Sultan M u rad'a, savcışsiz teslim ed i l mişti . Oğ­
l u Yı ldırım zama n ı nda, B u rsa çarşıs ı n ı kapayan esn a f ve
sa n a tkôrlar, i ktida ra karşı i l k g revi yapa n lard ı . i l . M urad,
bütün Fütüvvet ehlince reis ta n ı nmıştı. Yeniçerilik, Fütüv­
vet ehlinin, ma hfillerde g iyd iği börkü k::ı bu l etmişti ; Gaazi­
ier serd ô n t a n : n a n Hacı Bektaş. bu oca ğ a pir ta n ı n m ıştı.
Erdebiliyye, yahut Safeviyye d evleti, Safiyy'üddln İshak-ı
Erci ebiii' n i n toru n l a rı ta rafından halka, ha l k boyları na da­
yanılarak teessüs etmişti. Bedreddin isyô niyle Celôll is­
yanlarında, Şahkulu'nun ve Pir Sulta n ' ı n ayaklanmala rın­
da, Baba l ı l a r isya n ı n ı n izlerini görmemek mümkün d e­
ğ i l d i r.
Bütü n b u hareketlerde, hôkim i ktidar, bôzan müşkül
d uruma düşm üş, bu yüzden tasavvufu n , b u d i re n işlerde,
devlet b ü nyesi ba k:mından m enfi rolü olmuş; bôzı kere
de hükumetler, bu nüfuza dayanarak kurulmuş ve tasav­
vufun rol ü müsbetleşmişt i r ( « M evlônô Celôledd i nı� i n «Gi­
riş» böl ü m ü n e, s. 3 21 , « Mevlônô'da n sonra M evlevil i k»
-

in ayn ı b öl ü müne, s. 3 1 3; « İslôm ve Türk i l lerinde Fü­


-

tüvvet teşkilôtı ve kayn a k la rı» adlı ma ka a l emizin V. bö­


l ü m ü ne, s. 74 83 ve «Al evi - Bektôşi Nefes l eri» n i n 83 -
-

88. sayfa l a rı n a ba kın ız) .


Tasavvufu n verdiği istiğ n ô n ı n meyda na g eti rd i ğ i fer­
di, fa kat toplumu da ilgi lendire n d i renişlere d a i r de bir­
kaç h i kôyeyle örnek vere l i m ; bunla r, yo kın ta ri hi mize
aittir:
il. M a h mud, yeni çeri l i ğ i ka ldırı rken belki eski töreyi
b üsbütü n bozmamak için, belki de içten bir ba ğ l ı l ı kla M ev­
levi olm uş, Be ktaşiliği d e şeriat bilginlerinin fetvôlariyle,
hattô tarikat şeyhlerin i n reyiyle kaldırm ı ş, tekkelerini N a k-

1 50
şilere verm iş, buna ko rş ı l ı k da Mevlevilere özel bir tevec­
cüh göstermeye başlam ıştı . Aklına esti kçe, mensup oldu­
ğ u Yenikapı Mevlevihanesine gid er, pad işah geldiği için
d e m u kaabele yap ı l ı rd ı . Bu, şeyh Nôs:r Abdülbô ki Dede'­
nin ( 1 237 H. 1 821 ) b i r hayli canını s ı kıyor, fa kat, p u n d u n a
g etirip d e bir şey d iyem iyordu . Gene b i r g ü n pad işa h gel­
miş, m u ko a bele yapı l m ı ştı. Mu kaabeieden sonra şey h i n
odasına gele n pad işah, şeyh im demişti; b u g ü n öyle b i r
feyz-i rvı evlônô tecelli etti ki, ya ktın ben i ; n e di liyorsa n,
d i l e benden. Şeyh, d ed i ğimi gerçekten yapacak mısı n ı z
pad işa h ı m deyince padişah, elbette yapaca ğ ı m demiş, N ô ­
s ı r Abdü lbaki Dede, öyleyse padişa h ı m demişti, b i r d a h a
bu d e rgaha gelmeyi n . Padişa h bu sözü duyunca şaş ı r­
mış, sonra şeyhim, beni bô b-ı Mevlô nô'dan kovuyor m u ­
s u n d e m işti. Dede, hayır, b u radan k i m s e kovulmaz; fakat
siz gel iyorsunuz d iye m u kaabele yap ı l ıyor; oysa mukaa be­
l e bir vecd i n sonucud ur; g id erken de d ervişlere nezir, n i­
yaz (para) veriyorsunuz, onları d ü nyô-perest yapıyorsu­
n uz. B i r daha, Sultan M a hmud olara k gel meyi n; ama M a h­
m u d Efendi olarak her vakit gelin demişti . Padişah, şey­
h i n m a ksad ı n ı a n l ayıp yere niyôz ederek (yeri öperek) ey­
vallah demiş, şeyhi h a k l ı bulmuştu. Fakat padişah g ittik­
ten sonra şeyh öbür M evlevi şeyh leriyle de görüşüp istan ­
b u l ' d a ki beş mevlevihaneni n her b i r i n e b i r m u kaabele pii­
n ü tôyin ettirmiş, bu n u padişaha, her g ü n pôy-ı ta htı n ız­
d a m ev levi mukaabelesi vardır; hangi g ü n bir aşk zuhur
e derse o g ü n , m u ka a bele yapılan dergôha gidin diye a r­
zetm işti.

Son zama n ı n en meşhu r Mesnevi-Hôni ( Mesnevi o k u­


ta n ı , şerhedeni) kab u l edilen Hôce Husôm'ı ( 1 281 H. 1864)
Su ltan Abd ü l mecid, çok görmek istemiş, birka ç defô ha­
ber g ön derip çağı rtmış, hattô müsaade buyururlarsa ben
g el eyi m demiş, fakat Hôoe H usôrn, her d efasında «dua la­
riyle meşg u lüz, bizi h a l i mizden a l ı koymasınlar» diye özü r
d i lemiş, bu z iya rete razı o l mam ıştı. Sulta n Abd ü lôziz (Sal­
tanatı 1 277 - 1 293 H . 1 860 - 1 876) . padişah olunca, ben bu

1 51
z1atı mutlaka göreceninı d iye d iren mişti . O n u n d aveti n e de
i cabet etmeyen H ôce Husôm, bir g ü n saray civa rı nda n
geçerken, b i r yaver tarafından g örü lüp padişaha haber
u laştı rı lmış, pad işa h da, seni Emlr-ü l - m ü 'm i nln çağ ı rıyor,
şer'an emrine uyman g e re k diye. ha ber g öndermişti. Göz­
leri ômô olan Hôce Husôm, bu buyruğ u duyunca, boyun­
dan uzu n d eğ neğini yere vurarak, kendisine, ey n efis, şim­
di en b üy ü k i mtiha n ı vereceksin demiş sonrıa sesin geldi­
ğ i tarafa dönüp, efendinize haber veri n , ben onu Emlr' ül­
mü'minln tan !m ıyorum d iye g ü rleyip yürüyüvermişti . Ab­
d ü l ôziz, bu olaydan · beş g ü n sonra ta htından indirildiği
için b u n u duyanları n çoğu, tahttan indiril işini, H ôce Hu­
sôm'ın kerametine vermişlerdi.
il. M a h m u d'un kızı şôire Adile Sultı::ı n , zama n ı nda çok
sev i len ve sayılan. Eyüp Nişancasındaki Şeyh M u rad der­
g ô h ı şeyhi Seyyid Abd ü l kaad i r- i Belhl'yi ( 1 341 H. 1 923)
ziyaret etme k üzere ya n ı n a bir côriye, bi r isp i r a l r p saray
arabasiyle dergaha gider. Cümle . ka pısından içeriye gi­
rin ce, şadı rvanda a bdest dan b i risini görü r; fa kat Seyyi d ' i
ta n ı mad ı ğ ı için o n a , maksa d ı n ı söyler. O zat, bugün gö­
remezs i n iz der. Sulta n , önceden hazı rlaci ı ğ ı allas kese
içindeki ihsa n ı o zato uzatp, l ütfen bunu kendi lerine ve­
riniz, h ı rka-ba hôdır ( h ı rka p a rası) der. O zat, Seyyid'in,
sizin ihsa n ı n ıza i htiyacı yoktu r; kabul etmez der. Sultan,
meyus olup döner. Son rada n kendisi m i a kletmiş, bi risi
m i uyarmış, her neyse, gene b i r g ü n , b i r ha l k kadı n ı gibi
çarşafla n ı p ya n ına da a ynı giyimde b i r saraylı a l arak ki­
ra a ra basiyle yola d üşer. D e rg ô ha varmadan a rabqd a n
i n i p kirayı öder; yaya olara k dergôh::ı varır. Seyyid Abd ü l­
kaad i r, oğlu Seyyid Ahmed M uhtôr' ı ( 1 352 H . 1 933) gön­
d erip Adile Sulta n ı karş ı latır. S u ltan, huzura g i rince gö­
rür ki Seyyid, i l k gel işte g örd ü ğ ü zatt ı r; şaşırmış bir hal­
de i ken Seyyid'in şu sözleri n i d uyar:
- Ad i l e Sultan olarak gelirseniz, bu kap ı d a n g i re­
mezsi niz; a m a Ad ile h a n ı m olara k geld i n iz m i , kap:dan
k a rş ı l a n ı rs ı nız.

1 52
Soru 85 : Hükumetin tarikatlerden faydalandığı, ya·
hut bunlcır aleyhine yönelciği olmuş mudur?

Ta rlkatçi ler, h ü k umeti tuttu kça h ü kumet de onla rı


tutmuş, korumuş, onları vakıflarla kend i n e bağlamıştır.
Fa kat, isterse tımar ve zeômetlerini e l den ç ı k a ran k:ıra da­
ya narak söylesin, Bed redd in, bir topra k reformu v e bu­
nunla e ş g iden dini bir reform yapmak isted iğ inden, yap­
mak istec:·iğ i devrimde h ü k u meti a m a ç e-d indiğinden, şid­
detle v e derha l ten kil e d i l miştir. Ha mzavller, h ü kumete
cephe a l d ı klarından, h ü kumet içinde ôdeta halkçı bir hü­
kumet gibi yaşad ı klarından. ayrı ca d a XV I . yüzyıl son la­
r ı nd a , Ha mza Ba l ı ta rafı ndan bir h ü k u m et ku rma teşeb­
b ü s ü n e ge-cti klerinden . A l eviler d e İran'a bağlı bulunduk­
larından, Os rnanoğ u l ları h ü kumetini, m e ş ru h ü kumet ta­
n ı m a d ı klarindan zaman zaman, çok ş iddetli takiplere uğ­
ra m ı ş l a r, birçok kurban vermişlerd i r ( « l\/lelômllik ve M e­
lômllerıı e, f:A l evi-Bektaşl Nefeslen) in e ve Ahmed Refik'in
«XVI. asın:'.a Rôfızi l i k ve Be ktôşll i kıı a d l ı maka lesine ba­
k ı n ız, ayrı b::ı sım, ist. Ah med H :::ı lid Kitabevi 1 932) .
-

Sc:faviler, Erdebll iyye � Safaviyye mensuplarına, ocak­


larına bağlı olan Boy lara daya n a ra k h ü k umetl eri n i k u r­
muşlar, Osrnanoğ u l la rı n ı n kuruluş devri nde, önce d e a rz
ettiğimiz g i bi Fütüvvet e h l i n i n büyük rol l e r i ol muştu. Fa­
kat Yen içeri oca ğ ı , d i s i p l i n i n i kaybettikten, Avrupa'nın
siiôhlarıria sa hip disip l i n l i b i r ord u kurmak l üzumu duyul­
du kta n sonra, i l i . Selim'den itibaren M evlevll iğa meyi l
a rtmış, sonunda i l . M a h mud tarafından, Ocög-i Bektôşi­
yôn, yöni Yeniçeri l i k kaldırılmış, son hor ekette, Sancôg-ı
Şerif a ltına d eğ i l de kaza n d i bine g iden Bektôşller ve Bek­
tôşi l i k d e resmen yas a k edilmişti. Fakat Bektôşller, bütün
ten k i l ve imha hareketlerine rağmen gene de gizli g iz l i
Ciyin ve t örelerini yürütm üşl er, Abd ül mecid zamanında ise,
«padişah yasağ ı üç g ü n sü ren> a tasöz ü n e uyg un olarak
tekkelerini yeniden k urmaya, giyim-kuşa mlarını g izlemek
lüzu m u n u d u ymamaya başlamışlar, bundan son ra da ciev­
rin h ü ku metleri , za ma n zaman bu tarikata de cemlleler g ös­
termişti.
1 53
İ tti hôd u Tara kkıy erkô n ı , bir yandan mason local a­
rına kayded i l miş, bir ya ndan Bektôşii iğe g i rmiş, bir ya n­
d a n da ü çüncü devre M e l ô m i i i ğ ine i ntisa p etmişti. Nere­
d e, çevresine adam top l a m ış, tanın mış, sev i l miş birini du­
yarla rsa, onu, içlerine a l ma ya u ğ raşıyo rlardı. Tolôt, En­
ver, Nesim! ve daha b i r çoğ u , Bektôşl olmuşlardı. Su lta n
M ehmed Reşad'ın ( 1 336 H . 1 91 8) Mevlevi o l ması dolayı ..
s iyle, Almanya ile müttefik o lara k g i rd i kleri d ünya sava­
şına dini b i r veche verebilmek için, çelebil i k makaamrn ı n
d a tens ibiyle b i r M evlevi a layı teşkil edilmiş, Bektaşi ç e..
l ebisi Cenı a ieddin Çelebi d e hü kümetin teşvikiyle Alevi­
lerden b i r gönü llü ordusu toplamaya l<a l k m ış, fakat son­
ra b u n d a n vaz geçilm işti.
Sultan Abdülhamid ( 1 336 H. 1 91 8) . Sun usllerin ba­
ğımsız l ı k siyasetine karşı Şôz i ll tarikatine g i ri p bu ta ri­
kati n en büyük şeyhi Zôfir'i i stanbul' a geti rtm iş, Şôzi lile­
re daya narak Sun uslleri n a ya klanmas ı n ı , bir müddet için
olsun, önlemiş, öte yandan Arnavutluk isyfüı ı n ı , Arnavud
şeyh i diye a n ı l a n Ruhi Mustafa'yı ( 1 31 1 H. 1 893) ista nbul'a
getirtmek, oğlu Sabri Kalka ndelen'i ( 1 362 H . 1943) Ser-Ki­
tôbl (Yıldız Kütüpha nesi M ü d ü rü ) h izmetine memur et­
mek suretiyle bastırm ıştı.
Hôs ı l ı i ktidar, tarikatler bir kuvvet oldu kça zaman
zaman onla ra tôvizler vererek mensuplarını kend i ta rafı­
na çekmeye, onlardan, siya setleri a leyh i n e hareketler g ör­
d ü kçe de. onları yok etmeye, hiç ol mazsa sindi rmeye uğ­
ra şmış ve bu, İ stiklôl savaşınadek böylece sürüp g itmişti.
Fakat ş u n u da söylemek gerekir ki ta rikatler, son zaman­
larda a rtı k eski disi p l i n l i kuvvetlerini yitirmişler, topl u m
içinde eri meye başlamışlardı.

Soru 86 : Tarikatlerde yabancı sömürüsüne karşı bir


direnme olmuş mudur?

Ta r1katlerin kuvvetli devi rlerinde, b u g ü n k ü a n layışı­


mızla bir yabancı sömürüsü olmadığı g i b i , son zama n la r-

1 54
da, meselô Ta nzimattan sonra ve bil hassa il. Abdü lhamid
devrinde başlayan söm ü rü siyasetini a n layıp ona karşı
duraca k milli şuur d a b u l un mad ığından, tarlkatlerin b u
hususta nı üsbet, ya hut menfi rol leri olmamıştır. Anca k
ittihcıtçıların tevhid-i a nôsır siyaseti nden son ra sarı l d ı k­
l a rı m i l l iyet cereyan ı kuvvetlendi kçe Türk Bektôşiler, Ar­
navud Bektôşilere karşı cephe a lmışla r, Bektôş!li ğ i n , m i l li
b i r tarikat olduğu, hattô Hacı Bekta ş ' ı n , Makaalôt' ı n ı
Arapça yazdı ğ ı n ı hatıra b i le getirmede n , b i r m i l l i yetçi ol­
d u ğ u , Arap ve Fa rs ha rs ı n a karşı Türk harsını koruma
g ayretini güttüğ ü gibi g e rçekten de hayôli ve g ü l ü n ç dô­
valara ka l kışm:şlar d ı .
Bütün İslam ôlem i ndeyse, Kaad iyônileri n, ·H indista n
bağımsı z l : ğ ı n a karşı İngi ltere'yi tutmaları g i b i hareketle­
ri, esasen bizim kon u m uz u n d ışındadır. C ü n k ü gerek, Ka­
adiyô nller, gere k Bôbi l er ve Ba hôiler, kurucularını, M use­
vi lerle H ristiyanlara karşı Mesih ve İsô ' n ı n , Müslüma n l a­
ra karşı Mehdi'nin zuhuru gösteren, kend i leri ta rafı ndan­
sa son v� asri peyga mber ve Allah'ın z u h u ru sayılan, za­
man zaman şu veya bu yaba ncı d evletin koruduğu, kökü
dışarda uydurma d inlere u ya n agnômdır ( koyu n lar) ve bu
tôbir, bu uydurma d i n l eri k u ra n la r tarafından kend i lerine
verilen en uyg u n add ı r.

1 55
X. BÖLÜM

EDEB İYYATTA TASAVVU F - TASAVVU F TERİ M··


LERİ - T E R İ M LERE DAİ R YAZILAN ESERLER w

DiVAN VE HALK ED6BıİYATlıN DA TASAVVUF.

Soru 87 : Tascıvvuf terimleri nelerc!ir; bunlar nascl t(i­


remiştir; bunları bölümlere ayırabilir miyiz?

Sufileri n kullan d ı kl a rı terimler, a n latıla ra k yazılsa.


m ü balôgasız söyleyelim, b u kitap g ibi belki üç kitap ol ur.
B u n la nn bir k �smı, «takva, vura', zühd, z ikr,» g i b i dini te­
rimle rd i r. Bu terimlerde, şeriatçıla rla ta rikatç ı l a r o rcısın­
dö pek o kadar büyük bir fark yoktur; zaten h3r i k i böl ü k
a rasında d a , lügatteki a n la m ımı a yn ıd ır. Anca k «zi krıı g i­
b i bazı ter i m ler, s ü l llerce başka a n lamlarda k u l l a n ı l m ış,
« cehri hafi, kıyôm1, kuüdf, z i kr-i daim», yô n i sesli, sessiz
ve içten, aya kta, oturara k y·a hut da d i l i n i damağına ya­
p :ştı rara k lıer so i u k a l ı ş ve verişte üç kere Allah demek
tarzında boyuna zi kirde b u l u n m a k gibi kısımlarn ayrıl m ı ş­
tır. Bunla rdan başka « i htiyôr ve ulu, di leyen , d i lek, doğru
yolu göste ren , yola gitme»k, yola g iden, biri n i n yerine ge­
çenıı a n l a m l a rı n a · gelen «şeyh, rn ü rld, murôd, m ürşid, sü­
l u k, sôlik, ha llfe» gibi sözler de, tarikat kurucu s u n u tem­
sil eden şeyhe iradesini vermiş olan, şeyh, m a n evi yolcu­
l u k, ma nevi yola g i den, birisini tarikate a l m a k , birisine
şeyhlik ve ha lifelik vermek sa lôhiyetin e sa h i p olan g ibi
özel a n l a m lara kullanılm ıştı r. �yrıca «zama n ı n , zihi nde
tasavvur edi len önü, yahut önsüzlüğü, s on u , yahut son­
s uzlu ğ u , zama n ı n bölün mez k ısmı, bilgiyle a n l ayış, g özle

1 56
görüş, ta m i na nca eriş ve o luş» gibi felsefeden ve d in den
a l ı nan « ezel, ebed , ôn, ôn-ı dôim, i l m 'el-yakıyn, a yn'el­
yak ıyn, h a kk'al-ya k ıyn» gibi terimlere de özel a n i-anı lar
veril mişti r k i bunları, evvelce, s ı rası geldikçe a nlatmıştık.
Bütün bunlardan başka bir d e tasavvufta ki sülü ke,
terbiye edi şe, hattô bir tarikat ehline a i t teri mler vard ı r;
bunların müziğe, müzik ô l etlerine, giyim ve kuşama, teş­
l<i l ôta ait bulunanla r ı da m evcuttur ( Mevlevi Adôb ve Er­
kônı s. 5 47) .
-

Fa kat teri mlerin ası l ori j i n a l ola n la r ı , edebiyattan a l ı­


n a n ve özel a n l a m la rd a k u l l a n ı la n larıd ı r. O n l a rda n bi rkaç
örnek vere l i m :
Mahbub (sevi len) : Ta n rı, ôşık (seve n ) : Tanrı ' n ı n ce­
môl ve celôline ka p ı l m ı ş kişi, ma'şuk (sevilen ) : Ta nrı, iş­
tiva k (özlem) : Ta n rı'yı d i l eyiş, hüsn (güzel l i k) : Olgunlul<­
la r ı n tümü, cemôl (güzel l i k) : Tanrı ' n ın olg u n l ukların ı ız­
hôr edişi, celôl (u l u l u k) : Tarı rı 'n ı n büyü klüğü, likaa (bu­
luşma k ) : Ta n r ı ' n r n s ıfatl a rı n ı izhôr edişi, melôhat ( a l ı m­
l ı l ık) : Olgunluğun sonsuz l u ğ u , kerişme (cilve, a ldatma) :
Tanrı'rnn l ütfu, tece lllsi, şekl ( kı l ı k) : Sevg i l i ' n i n , Ta n rı ' n ı n
varl ı ğ ı , z u huru, şemôil ( k ıyafet, huyh us) : Celôl ve cemôl
s ıfatla r ı, ş:.ive ( naz, edô ) : Az bir cezbe, mekr ( hlle, d üzen } :
Ta n rı 'n ı n , bôzı hôllerle, kerômeUerle kula ben l i k vermesi,
ceng (savaş) : S ı n a n m a k, h icôb (ört ü , perd e ) : Ta nrı'n ı n zô­
t ı n ı örten sıfatı.a r, a d l a r, ôlem, şerab-hdne (şara b i ç i l e n
yer) : M e l e küt, sıfatlar, kuvvetler ôlemi, mey.hône (içki
içilen yer) : Teceilller ôlerni , hum-·hône ( i çk i küpleri n i n d u r­
d u ğ u yer, meyhône) : Tecel lller yurdu, ôlem, sakıy (şamp,
içki su n a n ) : Mürşid, şeyh, çelipô (put, haç) : Tablatle r ô l e­
nıi , nôkuus (ça n) : H a l k ı n Ha k'tan ayrı olduğuna i n a nç,
büt (put, g üzel ) : Dilenen, isten en, Tanrı mazharı, Tanrı
aşkı, birlik, çeşm, leb, zülf, hat (göz, dudak, saç, saka l) :
Tcı n rı sıfatla r ı n ı n mazharı olan ôlern, şerôb, mey ( içki) :
M a ' n ô , feyz, neş'e, �em' (mu m ) : İ rfa n , tecem, Tersô (Hris­
tiycın) : Varl ı k la rdan ayrılan, kendi n i Tanrı sevgisine ve­
ren, Tersô·lbeçe (gôvur oğlanı) : Kômil m ü rşidin yüzü nde­
ki n u r, sôlike cezbe veren ba kışı, bakışındaki kudret, küfr

1 57
(dini h ü k ü m l eri i n kô r) : Gerçeğ i örtmek, zôtı örten sıfatla r,
rüy (yüz) : Zat, zü!f (saç) : Küfr. sıfatlar, hal (yüzdeki ben) :
Veh imden doğan izati varlı k . . .
Görü l üyor ki b u terimle r, b i r ya nda n edebiyatı, bil­
hasso a n lamı ba kımından zengi nleşti rmede, bir bakı mda n
yoruma s m ı rsız b i r yol, b i r alan açmadadır.

Soru 88 : Bunlar haıkkında yazılmış kitaplar var mı­


dır?

Tasavvufta n bahseden her kitapta, s ü rüyle tasavvuf


terimleri v a rdır. Bu terimlere en fazla İbni Arabi'n i n Fü­
tCıhôt' ı n da rastlan ı r. 805 h icride ( 1 402) vefôt eden Abd'ül­
Kerim-i Ceyli' nin « El - İ nsôn-ü l-kômil fi ma ' rifet'i l-Evôh ı rı
ve' l -Evô i l » i nd e tasavvuf teri mleri pek güzel v e etrafl ıca
rzôh ed i l miştir ( M ısır 1 304) . Kuşeyri, zama n ına kadar g e­
-

len tasavvuf erlerinin en önemli lerinin hôl terce meler i n­


d e n sonra « Risôle>ı s ine a l m ıştır ıs. 40 - 242; son lard a , se­
mô' kerômet, ruyô g i bi böl ümlerde de bir hayli terimler
bulunduğunda n b u bölü m leri ayrı saymıyoruz).
Bu hususta, en faydalı k itap, fıkıh ve diğer bilg ilerle
felsefeye ait terimleri d e havi o l makla beraber, tasavvufu
ö n plôna alan Seyyid Şerif-1 C ü rcôni'nin (81 6 H . 1 41 3)
�Ta ' rifôt» ad l ı k itabıd ır. B u risôlede yüz yetm i ş beş mad­
de tasavvufa a itti r. 1 300 bas ı m ı n ı n son una eklenen ve İb­
ni Arabi'nin Fütühôt' ında geçen yüz seksen sekiz teri me
a it de on sayfa l ı k bir risOle va rd ı r.
Bun l a rdan boşka A bd ü rrazzo k-ı Kôşôni'nin (736 H .
1335) . Ş-0 lı N i 'm e' u l l ô h-i Veli'nin (834 H . 1 431 ) , Dôi i la ' l l ô h
d i y e a n ı l a n Seyyid N izômüddin Mah mud'un (869 H . 1 464) ,
sufl l erin k u l l an d ıkları terim lere d ô i r farsça risôleleri ve
bu hususta, müell ifleri meçhul b i rçok risa l e l e r va rd ı r. Ab­
d ürralıim b. Şemsüddin M u ho mmed-i Aktôbi (859 H . 1 454) ,
l<.ôşô:ıln i n risôlesini şarhetrn iştir ( bu n la r için Said Nefisi'­
nin, «Taô rih-i N azm u iıesr der İ ran ve der zebôn-ı Fôrisi
tıJ pôyôn-ı karn-ı da hu m-ı h ic ri» a d l ı eserine b. Tahra n �
1 344 Şemsi H . 1, s. 1 87 1 88 i l , 758 - 759) .
- ,

1 58
« G ü lşen-i Rôz» b i l hôssa 1 3. sorunun cevöbından son­
ra ki kısmı, tasavvufta ki edebi terimleri pek g üzel açıklar
(Terce memiz, i l . bası m , ıİ st. M .E. b. 1 968, s . 60 - 81 ) .

Soru 89 : Tasavvufun edebiyata tesirleri hakkındaki


fikriniz nedir?

Şimd iyedek sorula n so r u l a ra verd i ğ imiz cevaplarda n


do a n laşılm ıştır ki esasen felsefi bir düşü nceden d oğ a n
H u kemô felsefesiyle bünyeleşen tasavvuf, d üşüncenin sı­
n : rla r ı n ı , devrine göre iyiden iyiye genişletmiş, bir yan­
da n dini terim lerle, bir yandan tasavvufi terim lerle d i l i
zen g i n leştirmiş, Ta nrı'yla kulu y ü z yüze getirmiş, kor­
kunun yerine sevg iyi, ü m i d i n yeri ne vusl atı koymuş, insa­
n ı , a l a bi lC iğine kutsi leştirmiş, d ü nyayı ve bütü n kôinatı,
Ta n r ı mazharları ta n ıta ra k zôhidlerce yerilmesi gereken
ô lemi, Ta n rı'n ı n , d u rmad a n işleyen yaratış tezgôhr gös­
termiş, her yönden , tefek küre h udutsuz bir a l a n açm ıştı r.
Hele ôşıkaane ve şehevi öz lemleri a k settiren beyitleri
bile, terimler yüzü nden yorobilmek, bu huduts uzluğu büs­
bütün g e n işletmişti r. Geçici aşkı b i l e g erçek aşka bir köp­
rü sayan tasavvuf, her çeşit söze bir yorum bulmuştu r.
Bir yandan Hind - İ ra n , Roma - Biza ns efsa neleri, bir
yand a n Kur'an ve hadisl erden a l ınan söz ler, bir ya ndan
peyga m berlerin v e eren lerin ·hayatla r:na ait menka be ler,
bir yandan tasavvufi u mdeler, Türk divôn edebiyat ı nı yo­
ğ u rm uş, bu edebiyata insôni ve fi kri b i r yön vermiştir.
Zühdi edebiyatta da ta savvufun tesiri yok değ i ld i r;
fakat b u edebiyat, daha ziyade dine daya nmaktad ır; ta­
savvuf, bu edeb i ya tta ôdeta plôn d�ş ı na itil mekted ir.

Soru 90 : Zühdi edebiyattan m:ıksadmız nedir?

Di n h ü kü m l e r ind e n , bu hüküm l ere uyanların elde e d e­


cekleri m ü kôfatta n, cennetten , cehenemden, ölL.i mden,

1 59
a hretten bahseden, peyga mberlere a it kıssa ları, d i ni men­
kabeleri i �.leyen edebiyata «Zühdi edebiyat» d iyoruz. Bun­
larda d a ş i ' riyet yok d e ğ i l d i r. Meselô Sü leyman Çelebi' n i n
(825 H . 1 422) « Mevlid» i , b u edebiyatı n şaheser bir örne­
ğ id i r. Meh med-i Bicô n ' ı n « M uhammediyye» si de bu ede­
biyatın en g üzel mahsu l lerindendir; fa kat bunda, tasav­
vufun tesirleri da ha bôrizd i r ve bir çok yerde, hele Hz.
Muha mmed'e yazd ı ğ ı övg ü lerde aşk ve cezbe, ön plana ge­
çiveri r. Yunus Emre'ye atfec.i ilen, oysa, ondan sonraki zô­
hid Y u n us' lardan birine a it olduğ unda şüphe bul unma­
ya n ve;
Şol cennetin ırmakları akar Allah deyi deyi
Çıkmış lslclm bülbü.ller·i öter A llah deyi deyi

beytiyle baş layan şi iriyle ('Gölp ı narl ı : Yunus E m re Diva­


n ı , i st. Ahmed Halid K. 1 943 ; başka Yun us'lara a it şiir l e r,
s. 477; c. i l . şiir), asıl Yunus Emre'n in,
Uçmak uçmağum d·idii}ün mü'minleri yeltedijjiin
Bir ev ile birkaç huri arzum yokdur ııç-mağiçün

Sııfilere vir sen anı bc;ına seni gerek seni


Haşa ben terkidem seni şol bir evü çardağiçü.1ı

beyitlerini hôvi şiiri (tı p k ı basım, s. 288; meti n, cxv ı ı ı .


şi i r, s. 1 04 1 05) karşı laşt ı r ı l ı rsa z ü hdi edebiyatla tasav­
-

vufi edebiyatın farkı hemen meydana çı kar. Yunus Emre'­


cie de ö l ü m temi pek kuvvetlidir; fakat o, bu temi, yaşa­
yış sevg isiyle bezemişti r; o, hayata ba ğ l ı l ı ğ ı n ı n g ü cü y ü ­
zünden ö l ü mden bahsetm işti r.
Şu cl-ü:nyede bir nesneye ya1ıar içii?n göyner öziiırı
Yiğid iken ölenlere gök ekini b içmiş gibi

beytinde, c l ü m ü n verdiği yeisten ziyade hayat bağ l ı l ı ğ ı


vard ı r (t: p k ı basım, s. 41 2, meti n , ccı ı . ş i i r, s. 1 50).
Ben ayumı yerde gördüm n e isterem gökyüzünde
Benifm yüzüm yirde gerek bana rahmet yirden yağar

1 60
beyti g i b i d ü nyaya, h ayata bağlı l ı ğ ı bel i rten b i r beyit,
d e ğ m e şôirin şiirinde b u l u n maz ( Divan, Fat i h nüshasında
b u l u n mayan şiirler, s. 1 57, 4. beyit) .

Soru 91 : Divan edebiyatından tasavvufi bir edebi·


yat ayrılabilir mi?

Divan edebiyat ı n d a , hemen her şôirde, hatta Nedim­


de b i l e tasavvufi tema y ü l l e r vard ı r. Fa kat hiç biri, Yunus
g i b i , yalnız tasavvufa d ayanma mışt ı r. Y u n us'u, Divôn şa­
i rleriyle a n d ı ğ : m ıza da şaşılmaması gere ktir. Çün kü on­
da, a rOzl.a yazdı ğ ı şiirler ba kımından bu cephe de vard ır.
Zaten Yu nus, hem d i l , hem a ruz ve h eceyi kullan ış bakı­
m ı ndan bir istihale d evri n i tems i l eder. Hem vezi n , hem
eda ba k ı m ı ndan ya l n ı z dlvôn edebiyatı n · n mcı l ı ol ::ı n şôir­
lerden Şôhidi, VOsuf-ı Sine-çôk, Vahdeti g i b i Mevlevi, Hay­
reti g i b i Bektôşl olan şô irlerin bile, Şôh i di' n i n mesnevileri
müstes na, gazellerinde daha ziyade lôdini d uyg ular var­
d ı r. Anca k o ;van şôirleri n i n dlvôn larından, tasavvuf um­
d e leri n e tam uyan, ya hut tasavvufi esaslara temas e d e n
şiirler top lanaca k olursa m ü kemmel b i r tasavvufi edebi­
yat örneği meydana gel i r. Bilhassa Şeyh Galip ve Esra r
Dede, bu hususta en i leri gelen i k i şaird i r; divôniarında,
ya l n ı z tasavvufa d,aya nan gazel ler, mesneviler, tard u re­
kipler, rübfüle r pek çoktur.

Soru 92 : Nec,1im'i biz, şuh, şen, şakrak bir dünya


şôiri biliyoruz; siz, ont.•a da tasavvufun
ıbu l unc�uğ u nu söylediniz; b unu açıklar mı­
sınız?

Neclim'i, tam sCıfi b i r şôir sayamayız; onda d i daktik


d e necek şiir bulma m ız da mümkün d e ğ i ld i r. Fa kat N e­
d i m d e, zaman ında k i açık fikirli lere b i r sığınak hôline gel­
miş o l a n , hele d evrinde, i leri ve i nsanı g örüşü temsil eden
H a mzavll iğe g irmiş, H a mzaviler ta rafı ndan kutb ta n ı n a n

1 61 F. 1 1
Şehid Ali Paşayı överken 'i nancını izhôr etm iştir (Göl pı ­

rıa r l ı : Nedim d ivcm ı , ist. İ n k ı lô p K. 1 95 1 , önsöz s. xı X l l l ) .


, -

Soru 93 : Hı:l'lk edebiyatındaki tasavvufi edebiyatı an­


latır m:sınız ?

H a l k edebiyatın ı n z ü hdi ve tosavvufi böl ü m ü n ü n , ta­


savvufi böl ü m ü ndeki z ü m re edebiyatlarının, hattô dinle
ilgisi b u l u n mayan halk şiiri n i n b i r tek kaynağı va rd:r:
Yunus Emre,
Onun ş i i rleri nde, bütü n bu böl ü m lerin karakterleri n i
bul a b i l i r iz
.

Tasavvufi ho l k e d ebiya tın ı şu zümrelere ayırmamız


gerekir:
ı. Bektô çi - Alevi z ü mre edebiyatı.
Bu ed ebiyatta , E h l i beyt sevg isi, aşırı d erecede Ali'ye
ba ğlanış, o n u Tanrı ta n ı m a k, O n i k i i mtım'ı t:::ı kdls eden,
adlo r ı n ı a n a n ve a ra ları n d a, « Düvazdeh İ rn ô m » , yôni Oniki
İ môm sözünden bozma «Düvazmanı> yahut sadece «Dü­
vazde» denen şiirler, İ rnôm ·H use.yn'e m ersiyeler, Hacı
Bektaş'ı, A l evi ve Bektôşl azizlerini öven . on l a rı n menka­
belerini yansıta n , giyim-kuşo m özel l i klerini, tören leri be­
lirten, XVI - XV l l . yüzyı l larda İ ran'a ve Erd e bil oca ğ ı n a
bağ l ı lığı. h atta Osmano ğ u l l a rı n a c üş ma n l ı ğ ı a ksettiren
neı-esl e r vard : r. Aleviler, çoğu on b i r heceyle, b i r l< :smı ye­
d i , yah t..: t sekiz hecey l e yaz ı l m ı ş olan ve dörtl üklerden
meydana g elen bu şiirlere, «ôyet, deyiş)> , Bektôşil e r, bazı
kere « n utukı> , fa kat umumi olarak « n efes)> d erler. Nefes
sözü, Yu nus'un,
Didürıı işbu nefesi ô.şıklar lıüknıiyile
Bal11llıksız er gerek bir karara durası

beyti nde de g eçer (t: pkı basim, s. 399; metin, «Y)'J harfi,
s ı . 1 45, 5. beyit) . Bundan a n l ıyoruz k i « nefes» terimi X l l l .
yüzyılda d a va rd ır. Ayrıca A l evi - Bektôçl şiirinde, yedi h e­
celi ve te k dö rtlü kte n meyda na gelmiş môni ler de vardır;
b u n l a r ı n bir k '. s m ı nda ş ô i r,

1 62
Hatıiyi hal çağında
Hak gönül alçağında
Yüz Ka'bed.en yiğrekdür
Bfr gönül al çağında

gibi ad ı n ı anar; b i r kısm ıysa , lôdini h a l k edebiyatı nda ol­


duğu g i bi môşerlcfü, şôiri bel l i değild i r.
Alevi - Bektôşl şiirinde Ehlibeyt sevg isi, tevellô ve t e­
berrô, yôn i Ehlibeyt'i sevmek, sevenleri sevmek, sevenle­
ri seven l ere dost olmak, sevmiyenleri sevmemek, onla rı
seven l eri d e sevmemek, ilk p lôndadır. Oldu kça derin ve et­
rafl ı bir b i lg iye i htiyaç gösteren Va hdet-i VücOd inancı b u
z ü m re edebiyatı nda p e k ' geri bir plôndadır. Yaratılışa a it
devriyeler, Kerbela facicı s ı na, Alev! ve Bektaşilere yapı lan
z u l ü m le r e a it desta nla r d a b u edebiyatta yer a lır; fakat
buniar pek azd ı r. Alevi ve Bektôşl nefesleri nde şfür, Al­
lah'la içli d ışlıd ı r; g örünüşte a laya, yahut a n lamı yanlarca
Allah'a kafa tutmaya benzeyen b u şiirler, g erçekte, inan­
c ı n , fa kat korkud a n ziyade s evgiye dayanan b i r inancın
ifadeleri d i r.
Alevi - Bektôşl e d ebiyat ı n ı n e n d i daktik şi irleri ni, l irik
bir ifadeyle dile getiren, Şah Hatôyl'dır (İsmfül-i Safavl. 930
H. 1 524) . En l irik ve g e rçekten de ori j i na l şôiri, XVI . yüz­
yrlda yaşayan ve bu yüzyılın sonlarında, tertiplediği isyôn
sonucunda Sıvas'ta asılan P i r Su ltan Abdal ve onun men­
supkırından Kul H i mm et'tir.
A levi - Bektôşl ş iiri, XIV •XV. yüzyılda yaşayan ve
b u ec'.ebiyatta, hem ş i i rde, hem n esird e bir ikincisi bulun­
mayan Kaygusuz Abda l ' la başla m·ş, son zamanadek sür­
müş, fa kat d evrin yen i l i ğ i karşısı nda artık özelliğini yitir­
mişti r («Alevi - Bektôşi nefesleri» n e b a k ı n ız) .
il. Melômi - Ha mzavi edebiyatı .
Bu edebiyotta da Tan rı aşkı, Ehli beyt sevg isi, ilk plôn­
da olmakla beraber Vahdet-i Vücüd i nancı, çok daha a ğ ı r
basmada v e halk edebiyat ı m ızın b u kolunda bilgi1 d a h a
büyük b i r rol oynomada d �r. Hacı Bayrôm-ı Veli i l e başla­
yan bu kol, Dukakinzôde Ahmed Bey (964 H . 1 556 - 1 557)

1 63
ve Ahrned-i Sôrbôn'la (953 H . ·1 545 - 1 546) gelişmiş, Kay­
g usuz m a h lası n ı k u l l a n a n Vizeli Alôedd in'le (970 H. 1 562 -
1 563) kurul m uş, İd rls-i M u htefi ( 1 024 H. 1 61 5) . Lômekônl
Huseyn (1 034 H . 1 624 - 1 625) . M uhyi ( 1 020 H. 1 61 1 ) . Oğlan­
l a rşeyhi İ brôhim ( 1 065 H . 1 635), Kütahyalı Gaybl Sun'ullah
(1 072 H. 1 661 den sonra) g i b i bir ça:k şôir yetiştirmiş, bun­
lar, muzla da şiirler söyledi kl e ri halde Vunus'un yol unu
b ı ra kmamışlar, heceyle ş i i r söylemeyi, b i r töre, belki de
Yunus'a uymak ba kımınd a n bir edep saym ışlar, h a l ka, ha l i<
d i l iyle h ita p etmeyi d e daha uygun bulmuşlard ı r. Bu züm­
re içinde Hacı Bayra m , Kaygusuz ve İdris- i M u htef1, en
ölmez eser bırakahlarda n d ı r.
i l i . Zü hdi hak edebiyatı.
B u edebiyatta, ne Alevi - Bektôşi edebiyatının kara k­
terleri, ne Melôml - Ha mzavi edebiyatında ki i rfa n, va hdet
inancı, aşk ve cezbe vard ı r. Bu edebiyat, n a mazda n, oruç­
ta n , peyga mberlerin ve Hz. Peygamber'i n hayatından, hac­
dan, hac yol larından, cennet ve cehen nemden, yaşayışa
ba ğ l ılığı yönünden değ i l de d ü nyan ı n geçici o l uşu. lezzet­
l eri n i n asılsız bulunduğu bakım '.ndan ve korku yüzünden
ölümden ba hseden. bu a rada bazı saha beni n , eren lerin
menkabelerinden söz eden ve zôh itl i ğ i her şeyden öne ge­
ç i ren bir edebiyattır. Yunus Emre'den başka Yunus'ların
ş i irleri, b u edebiyata g i re r.
Her üç zümre edebiyatında da, te kn i k ve estetik ba­
kım ında n hatasız olmamak ve az b u l u n m a k l a beraber
a ruzla yazı l m ı ş şiirler de vard ır; fa kat asli vezin hecedir.
Sü leyma n Çelebi'nin Mev l id'i, daha önce d e a rzettiğimiz
gibi b u edebiyatın eşsiz bir örneğidir. Mevli d'de tasavvuf
yoktur d i yemeyiz; fakat hôkim unsur gene de zôhid l i ktir
(bütün b u n la rı , mü messil leri v e örnekleriyle, «Türk D i l i
Derg isiıı ni n « H a l k Edebiyatı Sayıs1» nda, « h a l k edebiyatın�
da zümre edebiyatl a rı, Y u n u s Em re, Hacı Bayram-ı Veli,
Kaygusuz Abda l , Seyyid Seyfu l la h » ve « Pi r Sultan Abda l »
a d l ı makalelerimizde, etraflıca bulabilirsiniz; say ı : 207.
Ara l • k 1 968, s. 357 - 423. «Alevi - Bektôşi n efesleri» adlı
-

eserimize d e ba kınız).

164
XI. B Ö LÜM

TASAVVU F, SA N'AT VE Bİ LGİ - FOLKLORDA


TASAWUF - TASAVVUF VE MÜZİK -

Soru 94 : Tasavvufun, san'at ve b ilgi hayatında ne


gibi rolleri olmuştur?

Görüş ve a n layış a la n ı n ı genişleten tasavvufun, mm,


edebiyat ve musikide pek büyük ve m üs bet tes irleri o l­
m uştu r. Ana dolu'da, X l l l - X IV. yüzyı l l a rda Türk diliyle
meyd a na g el en ve gelişen klôsik edebiyatta, Mevlônô'nın,
bil hassa oğlu Su ltan Veled ' le Yunus E m re'n i n tesirleri g ü n
g i bi aşi kôrd ı r. Edebiyat tarihimizle m u s i k i ta rihimizi i nce­
l ersek H ayreti, YCısuf-ı Slne-çôk, Dlv ô n e Mehmed Çele-.
bl, N ev'i, Atayı, Nefi, Nazim, Nôi ll, Nôbl, Nahifi, N eşôtf;
Bellğ , Fasih, Şeyh Galib, Esrôr, Avni gibi bir çok şô irlerin,
Cômi'ud-Düvel sôhibi M ü neccim Ahmed Dede, Şa kaa ı k
zeyl i n i yaza n Atfü, hatta ya kın tôrlh i m izde ki Fatin g i bi
m üverrih ve tezkirecileri n , hattô c<Osma n l ı Müel lifleri>> n i
yaza n Bursalı Tôhir'i n ; XV. yüzyı lda, Köçek M ustafa De­
d e ' d en iti bô ren ıtri, H a môml i smôil Dede, M usôhib Ahmed
Ağa, Zekfü Dede, hattô Refik Bey, Ra uf Yekta, Tarıburi
Cemil, Zekfüzôde Ahmed gibi bi rçok m usı kıy üstad ların ııi
ta rikat erbabından olduğunu g örürüz; zama n ı nd a n a k ı ş
d e n e n minyatür sanatında, el sanatlarından olan kalem­
tıraş, makta . yazı ta kımı g i bi sanatlarda, medresenin değ i l ,
tekken i n ômil olduğunu a n larız. Bug ü n m üzelerimizde teş;.
h i r ed ilen tek ve çift yüzlü teberler, fildişinden, a ğaçtan,

165
tunçta n yapıl mış keşküller (*), a k i kten, mercan da n, sedef­
ten, kukada n , sandal ağacından ve başka ağa çla rla ma­
denlerd en çekilmiş, i mômeleri, d u ra kları e n i n ce sanatı, en
yoru lmaz g öz nurunu aksetti re n tesbih ler, Rıfô1lerin, ateş­
te kızd ı rı p ya ladı kları « g ü l » denen ucu yassı i n ce şişler,
yana klarına, omuz boşlukları na soktu klo r ı z in cirli topuz­
lar, tarikat c i hôzı denen şeyler, d i kişli taçlar, taçların üst­
lerine diki len ve «gül» denen pa rça l a r, ü stlerindeki beze­
meler l e gerçekten de gören leri şaşırta cak incel i kted i r. Ya- .
z ı sanat ı n ı n , tezhibin en usta sanatkô rları, hep tarikatler­
den yetişmiş sa n atkôrla rd i r. Bütün bunlard a , Fütüvvet er­
babının da büyük tes i rleri n i u n utmama k gerekir. Hele ya­
zıda ve i n şôda medreseyle tekken i n o kad a r büyük bir
ayırımı vardı k i. Eğri büğrü bir yazıya, « Medrese yazısı»,
«geld i ğ i nd e n için, keenne ol muş, ne olduğundan için» g i b i
b i r sözü i htivo e d e n cüm leye «Medrese Türkçesi» denird i .
H i ç şüphe yok k i i l k olara k a laycı biri, med resenin mantık
teri m i olan « kazıyye» yi, «kazın ayağ ı » n a çevirmiş, ondan
sonra da bir işde bili n meyen, g izlenen bir sebep varsa, bü­
tün halk, « kazın aya ğı öyle değil» demeye başla m ıştı. Bu­
na karşı l ı k Karah isôri'den Rôkım'a, Şefik Bey'e, Hasa n
R ızô'ya , Altın bezer'e kadar en usta hattatla rım ız, tekke­
d e n feyza l m ışlardı. Bu sorun u n cevabı, b i r k itap olaca k
kadar gen işleti lebi l i r.

Soru 95 : Fo,lklorda tasavvuf izleri var mıdır?

Tasavvuf. hele Al eviler ve Bektôşi lerle, dah a önce


ROm Abda lları denen zü m reyle o kadar halkı kavro m ı şt ı r
k i masa l l a rı mızda, bilmecelerimizde, atasözlerim izde bi le,
anlamları n ı u n uttuğumuz halde hôlô bunların izleri n i g ör­
m edeyiz. « Ü çler, Beşler, Yedi ler, K ı rklo r, Cöpçata n l·ar,
Erenler. dağ y ü rütenler göl sömüren ler» masa l l a rı mızı ören

(*) Nefsi aşağı latmak icin d ilencilik eden dervil?lerin, kayık


tarzında, zincirle tutulan içi boş ô letleri. Sadaka, buna atılırdı.

1 66
unsurla rd ı r. Môni tarz ı nda k i şu b i lmece bilmecelerimizde­
ki tasavvuf tesirlerini pek g üzel gösterir san ı r ız :
Asıllarda asıl nedir
usullerde usul nedir
Şe1·iat guslü sııyıla
Ta.rikatte gusül nedir

Ceva b ı g e n e bir môn iyle verilmiş:


Tarikat guslü odıla
Ma'rifet guslü badıla
Hakıykat gııslü türabdır
Bilen er oldı adıla

(Alevi - Bektôşi Nefesleri, s. 267).

Ademe eş noktadır
Gördüğün düş noktadır
Ademi adem eden
Üç harfle beş noktadır

b i l mecesinin ceva bı, üç h a rf (Arap a lfabesine göre ayın,


ş ı n, kof) ve bu üç h a rfin i k in cisindeki (şın) üç, üçü ncü-.
sündeki ( kof) iki, yôn i beş nokta, «aşk»tır.
Hayra n hayran bakanlara , «Abda l ı m sarı kaş ı k» deriz.
Abda lların kuşak la rında, iri ve tahta bir kaşık soku luymuş.
Bu k a ş ı ğ ı n yüzü, yôn i içi, anlamadan ba kanla ra benzeti­
lerek bu örf, mecôzı türemi ştir. Kepçe yavrusu büyü k ka­
ş ı klara, « k ı rk abdalı doyuru rıı denir. «Abdalın karnı do­
yunca gözü yolda d ı r» atasözü, abda lların kona göçe bo­
yuna g ezdi kleri nden meydana gel miştir. «Abdala malum
olur» atasözü, yedi kişi oldukları rivôyet edilen ve «abdôl»
denen erenlerin her şeyi bildi kleri i n a n c ı n ı ya nsıtır. Esa­
sen, b i r şey bilmeyen, a n l a maya n , g er i zekôlı kişilere «ap­
ta l» d e n mesi de abdôl ı n , kend i leri n i Ha kk'a vermiş, g örü­
n üşte, d ü nya işlerine boş verir kişi ler olmalarından doğ­
mad ı r. Faka't bugün b u örf mecazlarını, bu atasözlerini
söyleye n ler, asıl a n l a m ı n ı , m enşe i n i bilmed en söyleyip d u­
rurl a r. N i n n ilerimize bile,

1 67
H(J, hU dervişler
.Bir fırın ekmek uemişler
Daha var mı demişler

tekerle mesiyle tasavvuf, m ü h r ü n ü basmışt ı r.


«Bir lokma bir h ı rka» söz ü , tasavvuf eh l i n i n kanaat­
lerin i n , sa b ı r ve istignôları n ı n semboli k · bi r i fa d esid i r. Hat­
tô, « kanaat tü kenmez bir haznedi n> meôlindeki Arapça
söze, Bektôşln i n , gene Ara p ça «ba'del lokmati ve'I h ı rkati
ve's-s ükünôıı yôni. yeyi mden, g iyimden ve oturulacak ye�
re s ô h i b olduktan son ra sözüyle karşı l ı k verd i ğ i söylenir
durur. «Bir postum var, ata r ı m ; nerede olsa yatarım» , «bir
post, bir dost» sözleri d e tasavvufa dayan makta d ı r. «Al
külôhını, eyva l l ô h ı içinde» söz ü , bir şeye art ı k daya n ı lama­
yaca ğ ı n ı ifade eder. Eyva l l ô h söz ü de zaten tarikat erba­
b ı n ı n « i y va llah» sözünden d i l e g eçmiştir.
«Esmô yang ı n ı olmak» , «esmôyı üstü n e s ı çratmak» da
o kli dengesini yitirmek, delicesine kızmak, çı l d ırmak a n­
lamlarına gelir ve zi kirle u ğ raşan d ervişlerin , Ta nrı a d la­
rın ı çeke çeke a kli d engeleri n i yitirmeleri, h a l ka bu söz­
leri u yd u rtmuştur.
Hızır h i kôyeleri, çeşitli d evirlerde, çeşitl i ve çevreye
u yg u n farklarla söylenegele n \:}Vl iyô menka beleri , Bektôşi
fıkraları, hatta Nasred d i n H ocaya atfedilen fıkraları n
m ü h i m bir k ı s m ı , hep tasavvufun fol kloru muza tesi rlerini
gösterir. Bu d a , gerçekten b i r i nceleme kon usudur; a ra­
n ı r, ta ra n ı r, i n celenir, e leşt i r i l i rse orijinal bir k itap o l u r.

Soru 96 Tasavvufun musikiye tesirlerinden bahse­


der misiniz?

Tasavvufun, müziğimiz e çok müsbet tesi rleri va rdır.


Mevlevilerin, sofu dervişleri dedi kleri z i kri temel sayan
d ervişlerde ilôhi, şuul, d urak türleri, Mevlevilerde naat ve
ôyln ler, klôsik müziği m iz i n dini böl ümünü m eydana ge-

.168
tirm iştir. Cômide yalnız m üsıkıy m a ka mlarına u yg u n ola­
rak Kur'an ve Mev l id okunu rken tekkelerde bu türler mey­
da na gelmiş ve «mazha r>> denen zilsiz deflerle, ha lile d e-­
nen ça lparalarla ( çhôr-pöre ) , kudümle usul tutu lara k i l ô­
hller okunmuştu r. İ lôhi, çeşitli makamlard a ve zi kre tem­
po veren i lôhiciler tarafından okunan tasavvufi ve çoğ u
hece vezn iyle yazılmış şii rlere den ir. Şuul Araplard a n g e ç­
miştir. Çeşitli makamlard a , çoğu Arapça , tiz ses le ve z i k�
ri hızlandırmak için o k u n a n şiirlerd ir. Z i kreden l er yoru l u n­
ca, biraz durg u n l u k vermek için tek kişi tarafında n hafif
ve ağır nağ melerle okunan i lôhil ereyse ccdura k» denird i .

Soru 97 : Öbür tarikatlerin musikisiyle Mevlevi mu­


sikisi arasında ne fark vardır?

Esmô, yô ni Tanrı adlarını zikir esasına dayanan ta­


rlkatlerdeki müsı k ıy, z i k re tempo veren, z i kri idare ed en,
z i kreden leri coşturan , g e reğince hafifleten bir musi kidir;
zi kre daya n ı r . M evlevi mCısi kisindeyse esas, semô' ı idare­
d ir. Mevlevilerde ney ve kudüm birinci dereced e gel ir. Ku­
dümle usul tutu l u r; ha llle v e bazı kere mazhar. kudüme
yard ı mcıdır. Ney, ôyln denen ve ôyin-hanla r, yôni ôyin
okuya n l a r ta rafından i nşôd edilen ve çoğu Mevlô n ô ' n ı n
o l a n şiirlerin ôhengine uyar. Ayin-hanla rı, kuduınzenbaşı
(baş k u d ü mcü) i da re eder. Semô'dan önce okunG n ve Itri
( 1 1 24 H. 1 7 1 2) tarafından bestelenmiş olan n aat, röst ma­
kamı ndad ır. bir kişi ta rafından okunur. Bu m a ka m içinde.
naat okuya n , tasarrufla rda bulunabil ir, a n ca k , sofu ilôhi­
c i l erinde olduğu gibi gaygaycı b i r edô, n aatte hoş görül­
m ez; naat ôdeta bir i nşödd ı r.
Dört dev i rden ve ü ç selömdan meydana gelen Mevle­
vi m u k a belesinde neyzenleri idare eden de n ey-zen baş ıdır;
ôyin okuya nları da o idare eder.
M ev levi semô ı n a keman, ud, ta nb u r v e sa nturu n , b u l u­
n u rsa, -a s ı l Mevlônô'n ı n ve o ğ l u n u n ça l d ı ğ ı rebab da işti-

.1 69
ra k edebi l i r. B i r a ra l ı k viyolensel de denenmişti. Tü rkiye­
ye i l k gelen p iya n o, İstanbu l'da , Kulekapısı Mevleviha ne­
sinde, bir k ere Mevlevi mukabelesinde ço l ı n m ış, takat se­
sin, öbür a letlere uymad ı ğ ı a nlaşıla ra k bıra kı l mıştı ki bu
p iya no, şimdi beled iye m üzesindedir ( « M evlônô'dan son�
ra M evlevilik» te « M ev l evi müziği» bölümüne ve bilhassa
b u böl ü m ü n sonunda ra hmetli aziz dost. büyü k, temiz ve
olgun insan Halil Dikmen'in yazısına ba kınız; s. 454-465) .

1 70
Xll. BÖLÜM

TASAVV UFUN G Ü N Ü M ÜZDEKİ D U R U M U - ŞERİAT


VE TARiKAT YOBAZLI G I TASAVVUF TARTHİ N·İ
-

O K UTMAK, İNCELEMEK G EREK İ R M İ ? - BUGÜNKÜ


İ N SA N L I K D U R U M U NDA TASAVV U F U N G ECERLİGİ
VE YAŞAYA N Y Ö N LER VAR M i Di R?

Soru 98 : Şeriat ve ta1rikot yobaızhğı nedir?

Her i kisi de birbiri nd e n beter i k i onul maz yara, i k i


sağlaş maz hasta l ı kt ı r. Şeriat yobazı, karıncayı çiğne mek­
ten çekin i r; Kur'ôn-ı Kerim «size selôm v ererek sizi n l e bu­
luşan kişiye müslüman değilsin demeyin» buyurd u ğ u ( iV,
94) . kitap ehline bile do kunmadığı, onları din lerinde ser­
best bıra ktı ğ ı , ,Hz. Peygamber, Alla h ' ı n b i rliğine inananın
cen nete g i receğ ini bi ldird i ğ i halde, e n k ü ç ü k m üsamahayı
bile kabul etmez, din u ğ ru na, Allah aşkına adam boğazla­
mayı cihad saya r; kendi gözündeki merteği görmez, a l e­
mi n g özündeki çöpe ta k ı l ı r gözü. Tarikat yobazı. her şeyi
Tanrı tecel lisi görür, h erkese ayn ı göz l e ba kmayı söyler;
fakat kendi yoluna uymaya nları «avôm, zôhid , Yezid; ya­
bancrn sözleriyle kınar; adam yerine saymaz. Şeriat yoba­
z ı n a g öre müs!üman, yalnız kendisid i r, kendine uymaya n­
l a r d i nsizd i r. Hele baş ı n ı ustura i l e tıraş etti rmeyen, sa­
ka l ı n ı çenbervôrl bıra k maya n , başına bere giymeyen kişiyi
gôvur sayar; her yen iye, her yeniliğe d üşmandır; ra hmetl i
Ney-zen Tevfiyk'ı n dediği g ibi,
Yobazın mantıka ermez berelı!nmi:J kafası!

Tarikat yobazı , esmôya ıkaptır ı r kendi n i, rüya lara da-

1 71
lor, hayal ôlem lerine g i re r; d ü n yayı sa nki boşlamıştır; ama
aklı m a n g ı rdadır, g ön l ü d ü nyaya bağ l ı . Fakat kerametler
satar, g aybden haber verir, dü nyayı tasarruf eder a kl ın­
ca. Gene ra h m etli Ney-zen, bu rOhl h ôletleri a n latırken
demişti k i :
« B u n lar, ya g a rezdi r, y a maraz. »
Gerçekten d e öyled ir. Ya ç ı karına göre l ô t eder, iş gö­
rür yobaz; ya da devr i n i a n l a mayaca k, m u h itini farket­
m iyecek kadar kendini sôbit fik irlere kaptı rm :ştır, a k l ı n ı
yitirmiş b i t hastadır yobaz.
·Her i k i yobaz da top l u m için teh l i kelidir. Gerçek d i n
adamı, d ü n yayı da, ahi reti d e d engede tutan, insan şere­
fini g özete n , bağ ımsızl ı ğ ı top l u m için temel saya n, bunu
sa ğ lamak için savaşı koyan , insanla rı bir gören, y ard ı m ­
laşmayı, sevişmeyi buyura n , a klı ön p l ô n a a l a n , i ktisôdl
d üzen i en i leri bir g örüşle a ma ç edinen, yaşayışı ta kdis
eden, bir hak b i len, hürafeleri redded i p bôt ı l bulan, h i k­
meti, i n a n a n kiş inin yiti k ma l ı bilip nereden ve ki mden
o l u rsa olsun a l mayı emreyleye n , d in lerin son u n cusu ve en
m ütekômili olan İslôm d i n iyle peyga nıberlerin sonuncusu
Hz. M u hamm ed'in buyru klarına uyar anca k . Onun dini d e
e n ge rçek d i nd i r, ina ncı da , ya lan larla, dolan larla, hayal­
lerle örü l m ü ş bir i nancı ola maz.
Gerçek din i nancına sahip olan şeriatcı . Hz. Peygam­
ber'in nehyettiğ i muskayı yazamaz (Cômi', i l , s. 1 52 ) , üfü­
rükle hasta tedavisine ka l kamaz {ayn ı , 1, s. 67) ; « Bize karşı
silôh taşı ya n bizden değ i l d i r» d iyen ( i l , s. 1 53) Peyga m­
ber' i n emrine karşı gelemez; « M üslümanları ayıra n ben­
den deği l d i m { i l , 1 6 1 ) buyru ğ u n u ç i ğ n eyemez.
Gerçe k din inancı na sahip ola n tasavvufçu, gayb ı n ,
a ncak A l l a h tarafından b i l indiğ i n i açıkça a n lata n l<u r'ô n-ı
Kerim' i n {V l l , 1 88, XXXI , 34) hükmüne karşı ç ı k ı p gelecek
zama nda olaca k şeyleri bilme k dôvası n a g i rişemez; cefrle
uğraşamaz, ge leceğ in, Ta n r ı ışığ ıyla ba kıp gören inanan
kişi n i n a n layış ından başka b i r şeyle bilinip a n l a ş ı l amaya­
ca ğına i n a n ı r (Cômi', 1, s. 7) ; hele «inananl ar, b i r ya pı, bir
d uvar g ibidir; birbirleri n i kuvvetlendirirler» ve « Müslüman,

1 72
m üs l ü m a n ların, elinden, d i linden e m i n oldukl a rı kişidi r»
rreôllerindeki hadislere karşı ( i l , s. 1 72) birisini öld ürmek
i çin kahriye okuyamaz, «Yö Kahhar» d iye zikre koyu l u p
onun ö l ü m ü n ü isteyemez; sevd iği kişi n i n vuslôtına eriş­
mek için cel biyye oku maya d il i varamaz.
Gerçek şeriatçı, olgun insand ı r; gerçek i rf.a n sô hibi,
ôlem lere rahmettir. Gerçekl er, varl ı kl a r ı n ı i nsanlığa veren,
ferd iyetlerinden geçen kişilerd i r.

Soru 99 : Tascıwuf tarihini okutmak, incelemek gs·


rekir mi?

H e r olay, önceki olayl a rı n sonucud u r ve her sonuç,


olaylara se beptir. D ü n ü b i l meyen bug ü n ü a n layamaz; bu­
g ü n ü a n l a mayan, yarı n ı göremez, yarına hazırlana maz.
i k inci yüzyıldan (Vl l l) beri İslôm ô lenı i n i etkisi o ltına a l­
mış, yüzyı l l a r boyunca hem siyaset, hem i l i m ve sa n at
bakımından topl u ma tesir etmiş, sosya l yaşayışta müs bet
ve menfi tesir leri olmuş b i r i no n ç ve d ü ş ü n ce s istem i n i n
ve b u sistemin, meyda na g etirdiğ i zümrelerin, tarih boyu n­
ca, ç ı k ·şları, bü nyeleşmeleri, etki leri ba k ı m ından ve her
yönden, ta rafsız olara k i ncelen mesi elbette g erektir. Es k i ,
ya hut eski sayı la n müesseseler ha kkında , bir u ğ u rda n
menfi h ü k ü m verme·k, b u n ların, devi rlerindeki rollerini i n­
kör etmek, tarihin seyrini inkar etmek, olayla rın sebep­
lerine göz yummak deme kti r.
Tasavvuf tarihi, dini tari hin b i r dalıd ı r; dini tarih, sos­
ya l tar i h i n bir d a l ı d ı r ve bu dalların mutlaka bilin mesi,
öğrenil mesi, okutulması, b u n l a ra ait b i yografiler, a raştır­
malar, eleştirmeler ya pılması g erektir.

Soru 1 00 : Bugünkü insanlık durumun da tasnvvufun


geçerliği ·ve yaşaıyan yönleri var mıdır?

Tasavvuf, bu mesleği benimseyen l er, b u mesleğe b a ğ­


l a no n l a r, bağışlas ı n l a r bizi, bugün bir irfan, aşk, sohbet,

1 73
zevk olmuş, ta rihi bir a raştırma konusu, b i r bilim ha l i n e
gelmiştir. Esasen i l k zama n l a rd a başta Ehli beyt İmam!an
olduğu halde şeriatı tems i l edenleri n tas ::ıvvufu kabul et­
memelerinde, i l k sorularda a n lattı ğ ı mız g ibi tasavvufun
menşei, sü filerin cezbe ô l eminde oldukları n ı iddia ederek
söyled ikleri aş;rı sözler, yaptı kları aşırı h a re ketler, İsla­
m ı n b ü nyesine uymayan kaba zôhid lik, n i hayet Va hdet-i vü­
cOd'u, Va hdet-i Mevcud ta rzı nda kabul ed iş, büyük bir
rol oyna m : ştır.
Mel ômet v e Fütüvvet erba b m ı n , sQfileri ve tasavvufu
kabul etmeyişlerinde, onların her hus usta halkta n ayrıl ış­
ları mü essi r olma kla beraber, şanırız ki yuka r ı da özetle­
diğimiz hususlar.n da tesirleri olmuştur. M el ô met erbabı,
tasavvuf içinde, tasavvufa k a rş ı bir cep h e a l m ı şlard ı . Bü­
yük bir süfi olan Mevlema ' n ı n , kendisini Abd ôl'de n sayma­
s ı nda, ima m l ı ğ ı n tasavvuf ve temkin e h l i n e yaraştığ ı n ı
söyleyerek Sad reddln-i Kunevi'yi ima m l ı ğa geçir mesinde
cie ômil b u d u r ( Menôkıb'ul-A rifin'den naklen Mevlana Ce­
laledd i n , s. 235) .
Gerçi bu mesleğe mensup oldu kla rını iddia edenl er,
Tü rkiye'de hôla vardır; odları hôlô duyu lmakta d ı r ; gaze­
telerde geçmekted i r. Fakat bun ları n çoğu, bu intis·::ı b ı , ya
b i r n üfuz sağlamak, ya d a ma nevi yoksunlukları n ı g idere­
bi lmek için, belki ken di leri de bilmeden bir vasıt.a olara k
kullan ıyorlar. Bunları idare edenler, çeşitli g ayelere yö­
neltmekte, taassubu körüklemekteler. Kendilerinin gayret
mihrakları, Ney-zen'in d ed i ğ i g ibi garez oluyor, mensupla­
rını da m a raza atıyorl a r. S ı n ı rlarımızın d ış ın da k i tasavvuf
a k ı m ı , mesela İ n g i ltere'de, semô' eden ispirtua l istler yetiş­
tiriyor, Türkiye'de, ruhlarla ilgi kurdukları n ı , o nlard a n teb�
l ıyğ a l d ı klarını iddia eden zavall ı la r zümres i n i gel iştiriyor;
ya h ut da bu zü mrelerin - başı nda bulunan l a r, k u rnazl.:ı r;
kendilerine i nanan zava l l ı ları, daha zava l l ı b i r derekeye
itiyorlar.
B i r kısım törenleri idare edenler, kendilerini tatmi n
gayesini g ü d üyorlar, yetiştirilen kişilerse a ktör mahiye­
tinden başka bir vasfa m ô l i k değildir; törenler de, tabii

1 74
olara k ve a n c a k turisti k b i r m a hiyete b ü r ü n üyor, gerçek­
ten d e gösteri oluyor, m ehter takı m ı n ı n g österi leri nden
farklı o l muyor; rühôn iyet, rôbıta, aşk v e n eş'e, şeklin po­
tasında eriyo r, yok ol uyor.
Ca'feri .oldu kları n ı iddiô eden, fa kat bu İ slôm mezhe­
b i n i n ne u s u l ü nden, ne f ü rü'u ndan haberleri ol mayan Ale­
vi ve Bektôşflerden uya n a n lar, mensup old u kları n ı iddiô
etti kleri mezhebi öğre n i p hu rôfelere daya n a n i n a n çları n ı
bırakıyorla r, yahut da metafizi k inançlard a n vaz geçiyorla r.
Tasavvufu n insônl görüşü, i leri görüşü, hoşgörürl ü ğ ü ,
intikaadl h üv iyeti , mistis izmi n reel bir ifadesi o l a n şiiri ,
el bette yaşayan yön lerid i r; fa kat bizce artık bu y önleri n de
eski tören lerle yürütü l mesine i mkôn yok ; o terbiye siste­
m i n i n , o edepler tüm ü n ü n bugünkü şa rtlarla y ü rütü lmesi,
a rtı !< m ü m k ü n değil.
Bizce bu inancı benimseyen leri n , büyü k i nsan ve eşsiz
mütefe k kir Mevlônô'nın buyu rdu ğ u g i b i ,
Rıizhr'i ger ref giı ro v b a k nist
Tıı binıon iy on ki çun tu pr'ik nist (*)

d eyip d ü nyayı başla mamak şartıyle g ön ü l ôlemine dal­


maları g erekir, g erçek d in i n buyruğ u d a a n ca k budur;
çünkü A l l a h , gön ü l l erimizin niyetlerine baka r (Cômi', 1.
s. 62) .

('*) Gam değildir günler eylerse güzer.


Sen heman bôkıy ol ey pôkize-ter.
(Nahifi .tercemesi.)

1 75
İ N D EKS

SOY, BOY, MEZHEB V E TARİKAT ADLAR! DAHiL

A Adile Sultan: 152.


Ahi Evren: 1 25.
Abbôsiyye ( Mezhebi) : 121. Ahiler: 142, 1 50.
Aqbasoğ u l ları: 89, 1 1 3, 120, Ahmed (Hz. M uhammed S.
121. M.): 92.
Abdalbeğll ler: 142, 1 43. Ahmed (Nakkaş) : 1 29.
Abdal Musa: 106, 1 1 5. Ahmed (Zekfü-zôde) : 1135.
Abd ullah (Ravôlıaoğlu) : 1 34 Ahmed Ağa ( M usôhib) : 1 65.
Abd u llah b. Mü nôzil: 1 15. Aiımed Amiş: 94, 1 08.
Abd u l !ôh-ı Ansô ri (EbO-İsmôil. Ahmed Bedevi (Seyyid): 38.
Şeyh'ul is:ôm. Herevi): J 5, Ahmed b. Hanbel: 06.
80. 1 00, 1 30. Ahmed Bey ( Dukakin-zôde):
Abdul lôh-ı Rumi (Eşrefoğl u ) : 1 63.
84. Ahmed Dede (Müneccim): 1 6"i.
Abdül-Aziz (Sultan) : 151, 152. Ahmed FôrOkıyy-i Serhindi: 4Q
Abdülbôki Dede ( Mehmed. Ye­ Ahıned-i Hıdraveyh: 8, 1 1 5.
nikapı Mevlevi Şeyhi): 1 48. 1 46.
Abd ü l hamid ( i l . Sultan) : 154, Ahmed M uhtar (Seyyid) : 1 52
155. Ahmed Nômıkıyy-i Cômi: 1 06,
Abdülkaodir-i Belhi (Seyyid) : 1 27.
94, 1 27, 1 52. Ahmed Sfüban: 1 06, 1 49, 164.
Abdülkaadi r-i Giylôni: 1 4, 97. Akıyle: 125.
Abdülkerim-i Ceyll: 158. Ali (Emir'ü l-mü'm inin. İmôm):
Abdülmecid (1. Su!tan) : 151, 30, 31 , 64, 73. 74, 1 02. 1 03,
153. 1 1 8. 120, 1 23, 1 27, 1 3 1 , 142,
Abdü rrahim b. Şemsüddin Mu­ 143, 1 62.
hom med-i Aktôbi: 158. A lôeddin Keykubad: 1 22.
Abd ürrahmôn (Avfoğ!u ) : 78. Alô'üd-devle-i Simnôni: 1 30.
Abdürrazzôk-ı Kôşôni: 130, Ali (Ebü-Yezid'in büyük atas ı ) :
158. 1 03.
Adem (Ehü-Yezid'in atasıl : 1 02 Aliyy-i Aksarôyi (Pir) : 1 08.
Adem (Peygamber) : 30, 52, 63, Ali-Allôhi, Ali-Allôhi ler: 142i.
65, 66, 72. 98, 1 25. 143, 1 63.
Adiyy b. Abdullah: 125. Ali b. Hasan b. Ca'dveyh: 1 29.

176
Ali b. Osmôn b. EbO-Aliyy'il· Bôyezid (-1 Bıstami. EbO Y&­ •

Goznevi: 1 1 2. zid'e de b.): 83, 86.


Ali Büveyh: 81, 121. Bayram (-ı Veli. Hacıl:. 15 , 53,
Ali Evlôdı: 121. 86, 127, 131 , 163, 164.
Ali Muhammed: 120. Bayrami Melômileri (Harnzavi'­
Ali Muhommed-i Şirôzi (Bôb): ye de b.l: 131 , 1 62,
92.
Aliyy'ül-Koori: 74. Bedeviyye: 38.
Ali Paşa (Şehid) : .162. Bektaş (-ı Veli. Hocıj: 85, ·ıoo.
Aliyy'iin-Nokıy (İmôm ) : 23, 1 27, 150. 155, 1 63.
1 03. Bektôşi, Bektôşilik. Bektôşi-
Aliyy'ür-Rızô (1môm) : 22, 74, ler: 62, 89, 97, 123, 1 28, 132,
96, 121. 1<!13, 1 44, 147, 150, 153, 154,
Ali Zeyn'ül'ôbidin (İmôm) : 89. 155, 1 6 1 , 162, 163, 168.
Alo Erenler: 1 22, 150. Beliyğ: 163.
Altınbezer (İsmfül Hakkı. Hat· Beyôn: 89.
tôt) : 1 66. Beyümiyye: 38.
Aleviler (Ali soyu): 121. Bişr-i Hôfi: 28, 96.
Alevi, Aleviler, A levil ik, Alevi­ Budha: 26, 42, 105.
Bektôşi: 89, 97, 1 28, 132, Buhôri: 77, 1 04.
1 35, 141, 142, 143, 144, 147. Burgoazi: 130.
1 50, 154, 1 62. 1 63, 1 66, 175.
Amr b. Osmôn-ı Mekki: 1 1 .
Amr-ı Berberi: 1 25.
Aroblor: 1 69. c. ç
Arif Mehmed Celebi: 147.
Arife-! Hoş-l ikoo (Konyalı): Cômi: 1 5.
1 47. Co'feri (İsnô-Aşeri, lmônıiy-
Ashôb-ı Suffa : 7, 1 1 8. ye'ye de b.) 2 1 , 97, 132, 1 75.
Atô ( Eb'ül-Abbôs) : 93. Co'fer (-i Kezzôb) : 103.
Atô'yi (Nev'i-zôde) : 1 65. Ca'fer'üs-Sôdık (İmôm): 21, 22,
Avni: 1 65. 51, 74, 89, 96, 1 18, 1 19,
Ayişe: 145. 136, 137.
Cebrôil : 30.
Cebriler (Ceberiyye): 138.
B Celô l-i Buhôri: 127.
Cem , Cemşid : 67.
Bobalılar: 149, 150. Cemôl Ahmed (Köprü lü): 1 16.
Bôbilik, Bôbiler: 92, 155. Cemôleddin Celebi: 154.
Bohôi, Bohôiler: 89, 90, 92, Cemil (TonbCıri): 1 65.
155. Cimri: 1 50.
Bohô ulfoh : 92. CCı'iyye: 1 1 .
Barak Baba: 85. Cüneyd-! Bol)dôdi: 11 , 38, 65,
Bôtı ni, Bôtınilik: 86, 87, 89, 90, 1 02. 103.
91. Ceroğ-küşôn: 142.

F. 12
D Ebü'd-Oerdô': 25.
Ebü'I Fad l: 1 1 6.
OôvOd-ı Berberi: 125. Ebü'l-Hasan Ali: 1 29, 130.
OôvOd-ı Tôi: 28, 96. Ebü'l-Hasan-ı Harrakaani: 104,
Dövud (Peygamber): 65, 1 25. 106.
Dôvüd b: Hasan'il-Müsennô: Ebü'l-Huseyn Nüri: 1 1 , 38.
74. Ebi."ı'l-Kaasım Mübarek: 125.
Destind: 147. Eflôtun: 42.
Olvône Metımed Celebi: 147, Ehl ibeyt: 2 1 , 89, 96, 127, 130,
1 65. 131 , 1 38, 139, 162, 163.
Ehl-i Hak (Ali-Allôhiler. Bu
mad.ye de b.) : 143.
E Ehl-1 Sünnet: 23, 50, 138.
Enıeviler (Ümeyyeoğullan ) : 26,
EbO-Abdullôh b. Hafif: 93, 1 47. 120.
EbCı-Abdürra h môn-ı Sülemi Enver Paşa: 1 54.
(Sülemi'ye de b.): 15, 89. Esrar Dede: 1 6 1 .
1 15, 1 1 6, 1 1 9. 129, 145. Eşrefoğlu (Abdullôh-ı ROrni'ye
Ebü-Amr b. Nüceyd: 1 1 5. de b.): 84.
EbCı-Bekr: 32, 1 02, 1 23.
EbCı-Bekr-i Şibli: 1 15.
F
Ebü-Habib: 1 25.
EbO-Hafs'ül-Hadddd: 1 O, 1 1.3 ,
1 1 5. Fahr'üd- Devle: 8 1 .
EbO-Hôrnid-1 Aksarôyi (Hô- Fasih Ahmed Dede: 163.
m id-i Veli. Somuncu Baba): Fôtıma Hanı m (Hôcce) : 147.
131. Fôtıma (Nişabur'l u) : 147.
EbO-Hanife: 96. Fôtih (Sultan M uhammed)
Ebü-Haşirn-i Kufi (Sufi): 9, 2 1 . 1 28. 140.
Ebü-Hüreyre: 66. Fôtımiler: 120.
Ebu-Müslim: 120. Fatin: 163.
Ebu-Muhci n : 1 25. Feridüddin Attôr: 102.
Ebu-Nasr Abdullah: 125. Firavun ( Fir'avn): 49, 89, 94,
Ebu-Said E b'ül-: iayr: 1 2, 1 01 . . 140.
1 16, 1 25. Fisagoriler: 75.
Ebu-Said'ül-A'rôbi: 1 1 . Fukarô': 12.
Ebu-Süleyman b . Kaasım: 1 25. Fütüvvet ehli. erbôbı : 97, 1 20,
Ebu-Osmôn'ül-Hıyri: 1 1 5. 121, 1 22, 131, 132, 141 , 143,
Ebu-Türôb-ı Nahşebi: 10, 28, 1 45, 1 50, 1 53.
1 15.
·
Ebü-Vezid-i Bıstômi (Bôyezid'e
de b.1: 28, 29, 100. 102, 104, G
106, 1 07, 1 1 6.
Ebu-Yusuf: 97. Galtb (Seyh): 1 6 1 , 165.
Ebu-Zerr: 77. Gazali: 14.

1 78
Gaybi Sun'ullah: 46, 64, 66, 91, Heroklit: 42.
1 64. Hızı r: 168.
Göranlar: 142, 143. Hızırşah Celebi: 147.
Gulôiler: 142. Hind-İran: 26, 29, 67, 69, 75,
Gulôt: 89, 1 43. 78, 144, 159, 1 83.
Gurebô ' : 1 2. Horasôniler, Horasan Erleri.
Güneş Han: 147. Horasan Erenleri: 29, 1 1 5.
Güneş . l-lôn-ı Sugrô: 147. Hristiyanlık, Hristiyan: 76, 99,
1 00, 1 55.
Hurufilik: 1 44.
Huseyn (b. Ali. İmôm): 143,
145.
Habibe: 74. Husoyn (Seyyid Gcıybl oğlu):
Habib-i Neccôr: 77. 1 30.
Hakıykıy: 80. Husôm ( Hôce): 1 5 1 , 152.
Hallôc (Huseyn b. Mansur. B u ı-ıuseyn b. MansCır'il-Hallôc
mad.ye de b.) : 92, 93, 94. (Hailôc mad.e de b.J : 86, 92,
Hollôciyye: 93. 93, 94, 97.
Ha lil Dikmen: 1 82.
Halvetiyye: 33, 54. 1, 1
Hamdün-ı Kossôr: 29, 96, 1 15.
Ha mza Bôli: 127, 153.
Hanızavi, (Hanızaviler, Hamza- lrôkıyler: 29, 1 15.
viyye, Hamzav11i): 70, 1 27, Itri: 1 63, .169.
1 28, 142. 1 53, 175, 177, 1 78. i blis: 92, 137.
Han Abdôl (·İ môm H useyn) : 1 55. İbni Arabi (Muhyidd in): 69,
Hanbeli: 96. 84, 88, 89, 90, 99, 100, 1 1 3,
Hanif-Hunefô': 76, 77. 1 1 9, 1 35, 1 58.
Hanefi, Hanefiyye: 77, 96. İbni BotGta: 1 22.
Hôris b. Esed ül-Muhôsibl: 28, İ brôhim (Oğlonla rşeyhi); 64,
29. 66, 1 64.
Hasan (b. Ali. İmôm) : 74, 1 1 9. lbrôhim (Peygamber): 76, 1 18,
Hasan-ı Bısri: 9, 30, 1 02. 1 1 9.
� brôhim b. Edhem: 23, 80, 1 07.
·

Hasan R ızô (Hattôt) : 1 80.


Hasan'ü l-Askeri (İmôm) : 2 1 , lbrôhim b. Mehdi: 1 2 1 .
22, 1 03. İbrôhim b. Şehriyôr-ı Kôzeru-
Hossôn (Sôbitoğlu) : 125, 1 34. n1: 96.
Hason'ül-Müsennô: 74. İdris-i Muhtefi: 70, 164.
Hotôi (Şôh ismôiH Safavi) : lhvôn'us-Safô' ve Hullôn'ül-
1 63. Vefô': 78.
Hôtem-i Asamm: 1 1 5. imômiyye (İsnô-Aşeriyye, ca·�
Haydar (Şeyh): 143. feriyye) : 21, 73, 74, 89, 121,
Haydar Kutb'üd-din: .127. 1 22, 1 32, 143.
Hoyda riyye: 127. İmôm Rabbôni (Ah med FôrCı-
Hayreti: 1 6 1 , 1 65. kıyy-i Ser-Hindi'ye de b.):
49.
"179
lsö (Ebü-Yezid'in babası ) : 1 03. M
İsô (EbO-Vezid-ı Bıstômi'nin
babası) : 1 03. Mahmüd-ı Hayrôni (Seyyid):
fsô {Pt:ı\'gomber) : 42, 94, 1 00.
85.
i shak (Yesôroğlu) : 9.
Mahmud il. (Sultan�: 1 50, 1 5 1 ,
l stôm . Müslüman, Müslüman­
152, 1 53.
lar v s . : Bircok yerde. Môllki: 96.
l smôi! (Şô.h. Safavi. Hatôi'ye Mandeens: 77.
cıe b.) : 1 43. Mansür (Huseyn b. Hailde ve
İ s m füt b. Nüceyd: 1 1 6. Hallôc'a da b.): 93.
i smôil Deda: 1 65. Mansür b. Abdu llah: 1 25.
• spinoza: 41.. ·
Mansur b. Kaosım-ı Boğdôdi:
İttihatcıiar: 1 54, 155. 1 25.
izzeddln Keykôvus: 122. Ma'ruf-ı Kerhi: 28, 96 .
Mecus, Mecusi: 76. 78, 1 03.
K Mehdi: 73, 75, 76, 84, 91, 1 3 1 ,
144, 1 55.
Mehmed Bican : 1 60.
Kô'b {M.Jllk oğlu): 1 34.
Mehmed Reşad (Sultan ) : 154.
Kabbal felsefesi : 43.
Melômeti, Meiômet ehli, erbô-
Kaderiyve: 1 38.
bı, Melômetiler. Melômi -
Kaadıriler: 97.
Homzovi: 1 1 0, 1 14, 1 1 5,
Kaadıyôn71ik. - Kaadıyôniler: 90,
1 1 6, 1 17, 1 20, 1 24, 126, 1 27,
1 55.
1 28, 130, 1 3 1 , 1 32, 1 64, 174.
Kalenderi, Kalenderiyye: 127,
Melôm iyye (-i Nüriyye, Müte-
1 36.
. ldmiyye): 1 27, . 1 48, 154.
Karah isari (Hattôt) : 166.
Me'mün: 1 2 1 .
Karakoyunlula r: 1 42.
Mesih ( İsô Peygamber) : 1 55.
Karamanoğuiları : 1 50.
Mevôli: 12(}.
Kaasım [Ebü-Bekr oğlu Mu­
M evlilnô Celôleddin: 1 9, 26,
hammed'ln oğlu): 1 02.
Kaygusuz Vlze'li Alôeddin: 53,
44, 49, 5 1 , 52, 59, 60, 91, 93,
95, 99, 1 00, 1 04, 105, 107, 1 27,
164.
K ı bt (Kavmi ) : 1 40.
135, "136, 1 37, 1 38, 1 39, 1 40,
1 4 1 , 1 42, 1 46, 1 47, 1 5 1 , 175.
Kızılba�ar: 1 43.
Kureyş: n. 1 34.
Mevlevi, Mevlevilik, Mevlevi­
Kuşada'lı İ brô h l m : 54. ler: 37, 123, 1 27, 1 35, 1 42,
Kuşeyri: 83, 1 05, 1 1 5, 1 58. 147, 1 50, 1 5 1 , 1 53, 154, 1 61 ,
Kübrevlvye: 1 27. 1 78, 1 82.
Kümeyl b. Zlydd: 30, 1 02.
Mudar boyu: 8, 1 03.
Muhammed ( Hz. Peygamber):
Birçok yerde.
L. M u hammed b. Allyy'il-Hakim'
it-Ti rmizi: 84.
Lôrnekôni Husey n : 1 64. Muhammed b. Ahmed'il-Me-
Lokmôn-ı Serahsi: 1 06. lômeti (El-Ferrô'J: 1 16.

1 80
Muhammed b.'11-Hanefiyye: 89. Nesimi Bey: 1 54.
Muhammed Nür'ul-Arab1: 1 28. Neşôti: 1 65.
Muhommed'ül-Bôkır (İmôm): Nev'i: 1 65.
89, 1 19. Nevzen Tevfıyk: 1 71 174.
,

Muhôsibi •M uliôsibiyye: 29, Nızômüddin Mahmud lDô.i lla'


1 43. Allôh) : 1 58.
Muhsin b. Abd ul lah: 1 25. N izôm'ül-Mülk: 129.
Muhtôr b. Ebü-Ubeydet'üs-Sa­
· Ni'met'ullôh-ı Veli (Şôh) : 158.
kafi: 89. Niyôzi-i M ı sri: 94.
Muhyiddin ibni Arabi (İbn! N ü h (Peygamber) : 6tl, 78, 88.
Arabi'ye de b.): 1 4, 95. N u'ınôn b. Sôbit: 77.
M uhyi: 1 64.
M üsô (Peygamber): 83, 1 19. o - ö
M üsô'i-Kôzım (İmôm): 96.
Museviler: 43, 76, 99, 155.
Mustafa Dede (Köçek): 1 65. Ocôğ-ı Bektôşlyan : 1 53.
Mustamıır: 121. Oğlanlarşeyhi (İbrôhim'e de
Mura d (1. Sultoh): 1 50. b.) : 64, 66.
Oniki İmôm: 162.
M urad (il. · S ultan): 1 50.
Osman (111. ha life) : 120.
Mu'tosım: 1 2 1 .
M u'tezile: 50, 1 2 1 , 1 38. Osmanoğulları: 122, 1i.8, 132,
Mücessime: 96.
144, 1 50, 153, 162.
M üniri ( Belgırat'lı): 128. Osmôn b. Maz'ün: 25.
M ütevekkil: 89, 1 2 1 . Ömer (il. h aiife): 26, 78, 120.
Ömer-i Berberi: 125.
Ömer-i Halveti: 33.
N
p
Nôbi: 165.
Nfüli: 1 65. Parmonld: "2.
Nahiff: 165. Peygamber (Hz. Muham med)�
Nakş-bendi, Nakş-bendiyye. B i rçok yerde.
Nakşiler: 38, 48, 127, 134, Pir Su ltan Abdal : 1 50, :ı ocı..
'150.
Nasrôbôdi: 8, 1 1 , 93, 1 1 5.
Nôsır b. Abdu llah: 125. R
Nasreddin (Hoca): 1 68.
Nôsır Abdülbôki Dede: 1 5 1 . Rcbıa: 1 4 6.
Nôsıri: 1 30. Rabla (boyu): 1 03.
Nôsır li din'illôh: 121 , 1 29. Rôkım (Hottôt) : 166.
Nazim: 1 65. Raut Yektô: 1 65 .
Nccmeddin-1 Kübra: 127. Razavi (Soyyid M uhamrrteıtl b.
Necm-i Zer-küb: 130. Seyyid Alôeddin): 128, 130.
Nedim: 1 ô 1 . Refik Bey: 165.
Nef'i: 165. R ı t ô i , Rı taiıer: 132, 166.

181
Roma-Bizans: 26, 29. 67, 1 59. Surh-seran: 143.
Ruhi Mustafa (Arnavut Sevhi ) : Su rüşan ( Ebü-Yezid-i Bıstômi'
154. ııin atası) : 1 03.
Rum Abdalları (Abdolôn-ı Süfyôn-ı Sevri: 9, 16, 21 , 96.
Rüm): 127, 1 66. Süleyman ( KaanOni. Sultan}:
Ruveym: 1 1 , 1 5. 128.
Sü leyman Celebi: 1 60, 164.
Sünni, Sünniler, Sünnilik: 1 2 1 ,
s ' 127, 1 3 1 . 1 32.
Sünüsiler: 154.
Sôbiillk. Sôbii, Sôbie: 75, 76, Sü reyyô (Avl unyalı): 26.
77, 78. Süyüti: 33.
Sabri Kalkandelen: 1 54.
Sadreddin··i Kunavi: 1 88. ş
Sa'doğulları: 134.
Sa'di (Torikati) : 132. Şa'bi: 1 1 .
Safaviyye - E rdebillyye: 127,
Şa'bôniyye: 54.
1 53.
Şafii (Muhammed) : 96.
Safavi, Safeviler: 1 3 1 , 142,
Şah Mehmed Çelebi: 1 47.
143. 1 53.
Şô hidi: 161.
Safiyyüddin lshak-ı ErdebilT:
Şahkulu: 1 50.
127, 1 50.
Şakıyk-ı Belhi: 28, 96, 1 19.
Sôhib b. Abbôd: 8 1 . Şam lular: 1 42.
Said: 89. Şôzililer: 154.
Saltuk Baba: 85.
Şefik Bey (Hattôt) : 166.
Sôkıb Dede: 147.
Şemseddin Muhammed-! Teb·
Sôsôniler: 1 35.
rizi: 127.
Sehl b. Abdullôh-ı Tüsterl: 1 1 . Şems kol u, Şemsiler: 1 27, 132.
29, 1 07.
Şeref Hôtun: 1 47.
Sehlivye: 29.
Şerafeddin Valtkaya: 95.
Sekine: 145.
Şeyhilik: 90.
Selçukoğtıllan, Selcuklular:
Şia, Şii, Şiilik: 97, 120, 1 2 1 ,
121 . 1 22, 149.
1 27, 138, 1 43.
Selnıôn (-ı Fôrisi) : 25, 77, 102,
Şihôbeddin Fazlullôh (-ı Hurü·
1 25.
fi) : 144.
Selmôn-ı KOfi: 1 25.
Şihabeddin Sühreverdi: 1 13,
Selim (Yavuz Sultan): 128.
1 2 1 , 130.
Selim (il. Sultan ) : 153. Şit (Peygamber): 1 25.
Serlyy-1 Sokoti: 96. Şüküftiyye: 1 2.
Sevvôhin: 1 2.
Seyyid Şerif-i Cürcôni: 1 13,
1 58. T
Süfaoğullorı: 8.
SOfiyan, Sofu Sürekleri: 143. Talôt raşo: 154.
Sultan VelOO : 1 22, 147, 1 65. Tôhir (Bursalı): 165.

182
Tôhir'ül-Mevlevi (Olg un): 95. z
Tapd uk Baba : 85.
tayfOr (Ebu-Yezid·i Bıstômi): Zôfir (Şeyh) : 1 54.
1 02. Zekôi Dede: 1 65.
TayfOriyye: 29. Zekeriyyô-yı Mu ltônl: 1 27.
Zelilıô: 35.
Zemahşeri: 77.
U-Ü Zenon: 42.
Zertüşt, Zertüştilik, Zertüştiler:
U beyd-l Mısri: 125. 76, 78, 1 23.
ümevveoğulları (Emevilere de Züfer: 97.
b.): 1 20. Zün-Nu n : 28, 96.
Ommü Ali: 146.
Ümmü Muhammed: 147.
ümmü Selme: 145.
Üveys'ül-Karani: 30, 1 03. MEKAN ADLAR!

v A

Vahdeti: 1 6 1 . Afyon: 147.


Vôsık: 1 2 1 . Ankara: 150.
Veda Mezhebi: 42. A l ıncak: 144.
Vücudiyye: 41 , 43. Almanya: 1 54.
Anadolu : 97, 1 13, 1 2 1 . TJ\l, ı .!.
Ara b ü lkeleri: 128.
v Arnavutluk: 1 54.
Asur: 75.
Yahud ilik: 77.
Yahya (Peygamber) : 77.
B
Yahya b. Muôz: 28.
Yeniçeri, Yeniçeriler: 1 50, 1 53.
Yıld ı rım (Bôvezid. Sultan): 150. Bôbül: 77.
Yunan, Yunanlı lar: 9, 42, 47, Bağdod: . 2 1 . 122.
67. 68, 75, 78. Balı kesir: 148.
Yunus E m re: 35, 86, 94, 95. Basra: 30.
1 1 4, 1 48, 1 60, 162, 164, 165. Bursa : 1 50.
Yunusla r (Yunus Emre'den
başka Yunus'lar) : 1 60.
Yusuf Sine-çôk: 161, 1 65. F
Yusuf (Peygamber): 22, 34, 35.
1 1 9. Fos: 38.
Yuşa' (Peygamber) : 1 1 9. Fedek: 1 2 1 .

183
H M ısır: 29, 42, 49, 69. 75, 120,
1 22.
Harran: 77.
Hindistan: 42. 1 55. N
Horasan: 120. ·122.
Hoy: 1 1 5. Necef: 1 2 1 .
Hudeybiyye: 1 0 1 . 104. Nil: 49.
Nişabur: 92.
ı. i
R
Irak: 29, 1 1 5, 1 20.
in,.,iltere: 1 55, 174. Remle: 16.
l ran: 26, 29, 67. 75. 78, 1 W, Rey: 92.
128. 142. 143. 144, 153. Rumel i: 97. 142.
iskenderiye: 42.
İstanbul: 97, 1 43. 1 54.
S, Ş
K
Surive: 29, 42, 120, 1 2 1 . 1 22.
Şam: 16, 2 1 . 1 20.
Karabağ: 1 42.
Kerbclô: 89, 1 2 1 . 163.
Konya: 96. T
KUfo: 2 1 , 1 20.
Tanto: 38.
L Tebr1z: 1 42.
Tokat: 1 4"1.
Lorlston: 142.
u

M
Urllmıya: 142.
Makii: 142.
Medine: ·1 19. 1 2 1 . 134. y
l\0!0klrn: 9, 1 7, 101, i04.
Meşhed: 1 42. Yemen: 78.

184
B İ B LİYOGRAFYA

Kur'ô n ı Kerim
Ahd-ı Atıyk, Ahd-ı Ce<lid
Abbôs-ı Kummi (Hôc. Şeyh) Sefinet'ül-B ı h ô r ve Medinet'ül-hlke­
m i ve'l-ôsôr (Nccef- 1 355) .
Abbôs-ı K u m mi (Hôc. Şeyh) Metatih'ul-C i n ô n (Tolıra n - 1359).
Abd u lJ.oh (Sarı) Semerôt'ül-fu ôd fi'l-mebdei ve'I·
Maôd (İst. Mat. Amire - 1 288).
Abd u l lôh-ı Ansôri Nasôyih M ü n ô c il t ( İ st. 1 301 ) .
u

Abd u l lôh-ı Mam kaa.ni Tenkıyh'ul-makaal i'1 ahvô l ' i r-Ricôl


(Hôc. Şey h) (Necef - 1349).
Abd ü l baki Gölpınarlı Melômilik ve Melômller ( İ st. Ü n lv.
Türkiyat Enst. Yayın. 1 931 .)
Abdülbôki Gölpınu rlı . Kaygusuz Vizeli Alôe<ldin ( İ s!. Rem­
zi K. 1932).
Abdülbôki Gölpına rlı Y u n u s E m re Divanı (İst. Ahmed 1-lô­
l id K. 1943).
Abdülbôki Göl p ı na rl ı İslôm ve Türk i l lerinde Fütüvvet
Teşkilatı ve kaynakları (İst. Ü n iv.
İktisat Fak. Moc. 1 1 . cilt, No. 1 - 4,
Ekim 1 949-Temmuz 1950).
Abdülbôki Gölpınarlı Ned im Diva n ı ( İ st. İ n k ı lôp K . 1 951).
Abdülbôki Gö:pınarlı Mevlônô'dan sonra Mev:evil i k (İst.
l n k ı lôp K. 1 953) .
Abd ü l bô k i Gölpınarlı Kızılbaş · mad. (İ slôm Ansiklopedisi,
eliz. 64, .fst. 1 954).
Abd ü l bô k i Gö:pınorlı B u rgaazi ve Fütiiwet-Nôrnesi (İst.
Üniv. İktisat Fcık. Mec. 1 5. cilt, E k i m
1 953 • Temmuz 1 954) .
Abdü lbô k i Gôlpınartı Seyyid Gaybi o ğ l u Seyyid Hu-Heyn'·
in Fütüvvet-NônıGsi. ( İst. Üniv. İ kt i ·
sat Fak. Mec. XVll. ci lt, N. 1 ·4. Ekim
1953 - Temmuz 1954 ) .

1 85
Abdülbôkl Gölpınarlı Fütüvvet-Nôme-ı Sultôni ve Fütüv­
vet hakkında bôzı notlar (aynı n üs­
hada).
Abdü lbôk i Gölpınarlı Kur'ôn-ı Kerim ve Meôll (İst. Remzi
K. 1377 H. 1 958. İ k i cilt).
Abdülbôki Gölpınarlı Vilôyet-Nôme. Manôkıb-ı H. Bek-
tôş-ı Veli (ist. İ nkılôp K. 1 958).
Abdü l bôki Gölpınarlı Mevlônô Celôleddin (111. basım; lst.
· i nkılôp K. 1 959) .
Abdülbôki Gölpınarlı Fihi mô-fih tere. ( Ö nsöz ve Acıla­
ma'yla. l st Remzi K. 1 959).
Abdülbôki Göloınarlı Divôn-ı Kebir tere. (1-V: lst. Remzi
K. 1 957 - 1 960).
Abdülbôki Gölpınarlı Yunus Emre ve Tasavvuf ( i st. Rem­
zi K. 1961 ).
Abdülbôki Gölpınarlı Niyôzi mad. (islôm Anslklopedlsi,
cüz. 93, ist. 1 962) .
Abdülbôki Gölpınarlı Hz. Muhammed ve Had isleri ( ist
Okat Vayınevi; 1 962).
Abdülbôki Gölnınarlı Alevi-Bektôşi Nefesleri (i st. l nkılôp
K. 1 963).
Abdülbô k i Gölnınorlı Mevlevi Adôb ve Erkônı (lst. İnkılôp
K. 1963).
AbdülbÇıki Gölnı narlı Rubôiler (Mevlônô'dan tere. lst.
Remzi K. 1 964).
Abdülbôki Gölpınarlı Yunus Emre: Diva n, Risôlat'al Nus­
h lyya; Tıpkıbasım ve Türk harfle·
riyle. Ö nsöz, Açılama (Eskişeh i r Tu­
rizm ve Tanıtma Derneği yayın. l sı.
1 965).
Abdülbôki Gölpınorlı Simavno Kadısıoğlu Şeyh Bedred­
d in (lst. Eti yayın. 1 966) .
Abdü lbô kl Gö lnınorlı Vôridôt tere. (Simavno Kadısıoğlu
Şeyh Bedreddin eserinde).
Abd ülbôki Gölpınarlı Gü!şen-i Rôz tere. ( i l . basım. M.E.
yayın. i st. 1 968).
Abd ülbôki Gölpınarlı Zümre Edebiyatları. Yunus Emre,
Hacı Bayrôm-ı Veli, Kaygusuz Ab·
dol. Seyyid Seyfullah, Pir Sultan
Abdal (Türk Dili Dergisi; Halk Ede­
biyatı Sayısı; sayı: 207, Arolık-1968).
Abdülbaki Gölpınarlı İ môm Ali Buyruğu (Nehc'ül-Belôga'·
don ve Divan'dan seçmeler. Ankara
- Emek Yayım Basımevl).

1 86
Abdülbôki M uhammed Fuôd El Mu'cam'ul-Mufa h ros l'il- Kur'ôn ' i l·
Kerim ( Ka h i re-1 364 H.)
Abd ' ü l-Kerim-1 Ceyli El i nsôn'ül-Kô m i l fi mo'rifet'il-avô­
hır ve'l-evôi l ( M ı s ı r- 1 304) .
Akhbar a l-Ha l l a j (Louis Massignon
basımı. Paris - 1 957) .
Ahmed Refik XVI. ası rda Rôfizi l i k ve Bektôşilik
( İst. Ahmed Halit K. 1932).
Alivv ibni Osmôn'il-Gaznevi Keşf'ül-Mahcüb (Lahur- 1 923) .
Aliyy'üi-Kaari MavzOôtu Kebir (İst. Mat. Amire -
1289).
Bedi'uz-zamôn FirOzan-fer Küll iyôt-ı Şems yô Divôn-ı Kebir
(Prof.) (Tahran Ü n iv. Yayın. 111, iV, 1 338,
1 340 Şemsi h icri).
Cemôl'üd-din Ahmed b. Umdet'üt-Tô l i b fi ansôbı Ali Ebi -
M ü hennô Tô l i b (Necef - 1 348) .
· EbCı-Bekr Muhammed b. İshak Et' Taarruf li Mezhebi Ehl'i t'TaS{JV­
vuf ( M ı s ı r - 1 933) .
EbCı-N uoym Ahmed Hi lyet' ü l - Evliyô ( Kahire - 1 351 - 1 357
H. 1 932 - 1 938) .
Esed Haydar E l ' İmô m'üs-Sô d ı k ve'l-Mezôhib (111,
Necef - 1 963).
Esrefoğlu (Abd ullôh-ı ROmT) Divan ( İ st. 1 286).
Ferid Kam Vahdet-i Vücüd ılst. Mat. Amire •

1 331 ) .
Fütüvvet- Nôme (İst. Veliyed d i n K.
No. 3225) .
Gazôli M u hammed ihyôu U l üm'id-din (Mısır- 1 306)
Gaybi Sun'ullôh Divan ( B izdeki yazma; ist. Büyük
mat. 1 963).
Gaybi Sun'ullôh Sohbet-Nôme (Bizdeki yaz.).
Hakıykı y Esrôr'ül-Arifin i rşôd'ül-Aşık ıyn (Biz­
deki yaz.)
Holebi A l i b. Burhôn 'üd-din Es-Siyret'ül-Ha lebiyye (M ısır-Mah-
m ud mat.)
H. M. T. (Dr.) M u hôkeme ve berresi der tôrih u
akaaid u a h kôm-ı Bôb u Behô (Tah­
ran - 1 328) .
Hôşim Mustafa (Baba) Divan ( İ st. Taş bas.)
Hibet'üd-din-i Şehristôni E l Hey'etü ve'i·lsiôm · (Necef, Adôb
··

(Hôc. Şeyh. Seyyid) Mat. 1 328) .


Huseyn b. MansCır'll-Ho l lôc Divan (Louis Massignon basım ı . Jo­
umal Asiatique, Jonvier, Mars-1931)

1 87
Huseyn b. MansCır'il-Hallôc Kitdb'ut-Tavôsin (l. M. basımı; Llb­
rairie Paul Geuth ner-1 913).
lbni Arabi M uhyi'd-din Fütuhat (Mısır - 1329).
lbni Arabi M u hyi'd-din istı lôhôt (Ta'rifôt sonunda).
lbn'ül--Cevzi Abd'ür-Rahmôn Telbisu İblis (Mısır - 1 928).
İ bn'ün-Nedim Fih rist (Mısır - 1 348).
İbrôhim (Kuşadalı. Şeyh) Mektuplar ( Bizdeki yaz.).
İbrôhim (Oğ!anlarşeyhi) Divan (Bizdeki yaz.)
·İ brôhim Hakkı (Erzurüml) Ma'rifet-Nôme clst. 1 294).
İsiôm Ansiklopedisi «İhvôn'us-SafÔJ ve « Mehdi» mad.
(cüz. 50, 74. ist. 1951, 1956).
ismôil Fcrdovs-ı Feröhôni El Hey'etu ve'l-İslôm'ın farsçaya
tere. (Seyyid HudH Hosrovşuhi not­
la riyle. Tebriz - 1 383 H. 1 342 Şemsi
h icri).
Kôşôn'i Abd'ür-Razzok Te'vilot (Tefsir-i M uhy'id-din adıyla
bası l mıştır).
Kuşeyri Abd'ül-Kerim Er-Risôlet'ül - Kuşeyrlyye fi llm'it­
Tasavvuf (Bulak-1 284).
Külevni Muhammed b. Ya'kub Usül- ü i-Kôfi (Taşbos. 131 1 ).
Lômi'i Osmôn Fütüh'ul-Mücôhidin li Tervihl Ku­
ICı b'il-Müşôhidin (Nefehôt tere. İst.
1 289).
Ma'süm Alişôh Tarôık'ul-Hakoaık ( Muhammed Ca'­
fer Mahcub hôşiyeleriyle. Tehran -
1 339 Ş. H.)
Mes'Odi Tôrih, i l . Bulak - 1 383
Mevlônô Celôlüd- din Muham­ Mesnevi ( R.A. Nicholson basımı,
med Leiden - 1 925 - 1933). •

, ll Divon-ı Kebir (Konya, Mevlônô Mü­


zesi, No. 66. İki cilt).
M uhammed'ül-Medeni El-İthôfôt'üs-Sen:yye fi'I - Ahôdis'il
-Kudsiyye (Haydorô bôd - 1 323).
Muhtar Ahmed (Seyyid) i llıômat-ı Kaad ıriyye ( Risôlet'ül-Gav­
siyye şeı·h i. Farsça'ya çevirisi, Prpf.
Hasan Reşat. Bombay - 1356 H.
1 938).
Münôvi Abd'lir-Raüf KünOz'ül-Hakaaık (Cômi'us-Sagıyr
hôşiyesinde) .
Murtazô'l-FirOzôbôdi (Seyyid) Fadôil'ül-Hamse min'es-Sıhôh'is •·

Sitte (Necef - 1348).


Müslim Sahih (İst. Mat. Anıire - 1 334).
Müstakıvm-zôde Sa'd'üd - din Hic-Nôme (Bizdski yaz.)
Süleyman

188
Nasrôbôdi El-Luma'fi't - Tasavvuf (Nictıolson
bns ı m ı , Leiden- 1914).
Nevbahtı Hasan b. MOsô Kltôbu Fı rak'iş-Şia (Seyyid M uham­
med Sôd ı k A l u Kôşif' il-Gıtô hôşiye­
·leriyle, Necef - 1 355) .
Rıf'at Ahmed M i r'ôt'ül-Makaasıd fi def'll-mefôsid
(İst. 1 293, taşbaş.)
Rôgı b-ı l sfahôni El-Müfredôt fi garib'll-Kur'ôn (lra n
bs.).
Said Nafisi Tôrih-i nazm u nssr der İran ve der
zebôn-ı Fôrisi tô pôyôn-ı ka rn-ı
dehum-i h icri (Tehran - 1 344 Şems1
hicri).
Sevyld $erif-i Cürcôni Ta'rifôt (İst. 1 300).
Sülemi EbO-Abd'ür-Rahmô.n Risôlet'ül-Melômetlyye (İst. M i llet
I<. Reşid Ef. Mecmüa, No. 453, V.
120 • 124).
Sürewô (Avlunya ! ı } Fetret' ü l-islôm (İst. 1325) .
Sü.vOti Celôl'üd-din Cômi' us-Sagıvr li Ahôd s'il - Besir'
in-Nezir (Mısır - 1321\.
SüyCıti Celôl'üd-din El-Leôll'I - Masnüa fi'I - Ahôdis'il -
MavzOa ( M ıs ır, Edebiyye Mat. 1 317).
Şehristani E l-Milelü ve'n-N ı h a l (BeyrOt-Taşbas).
Şems'üd-din Günaltay M. Kabl'el-lslôm Arablar ve tedeyyün­
lerl (DôrülfünOn, İ lôhlyyôt Fak. Mec.
1 . sene, sayı : 3, lst. Evkaf Mat. 1926) .
Şemseddin Sôml KaamOs-ı Türki (İst. İ kdam Mat. 1317
- 1318) .
Şemseddin Sômi KaamOs'ül-A'lôm (İst. Mihran Mat.
1306 - 1 3 1 6).
Şihôb'üd·d1n ömer-1 Sühre·· Avôrif'ul-Maôrif (İlıyô hôşiyesinde).
verdi
Tabrasi Ebü'l-Fadl b. Hasan Mecma'ul-Beyôn (Tehran - 1379 H.
1339 Ş.H.)
Tôlı i r · Muhammed b. Abdullah Minhôc'ü l··Müridin (Bizdeki m üellif
yazısı).
Tahsin Yazıcı (Prof.) Kuşeyri tere. (M. E. Yayın, lst.
1966).
Veied Celebi Rubôlyyôt-ı Hazret-i Mevldnô (lst.
Ahter Mat. 1 312).
Zebidi H useyn b. Mübô rek Tecrid'us-Sarlh i l Atıôdisl Cômi'us­
Sah1h ( M ı s ı r - 1 323).

1 89
iCİNDEKiLER

1. BÖLÜM

TASAWU F, S O Fİ, M UTASAVVI F SÖZÜ NEREDEN GELİYOR? -


S O FİLERİN TASAVVUF TARİFLERİ. İ L K
SÜFİ VE TEKKE
Sayfa
Soru 1 : Tasavvuf ne demektir; bu söz Kur'an'da var mıdır;
Peygamber buyruklannda geçer mi? . . . . . . . . . . . . . . . . . .. 7 ..

Soru 2 : Sufiler, «tasavvuf» u ve «SOfi»yi nasıl a nlatıyorlar? 9 •..

Soru 3 : İkinci soruya verdiğiniz cevapta bir te'vil sözü geçti,


bu ne demektir? . ...... 12
• . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • . . .. . . . . • . . . . •

Soru 4 : Bu te'vilde bir metodları var mıdır, bir esasa daya nır-
lar m ı ? 13
. . . . . . . . . . .• . . . . . . . . . . ....•.. . . . . . . . . . . . . . . . . . .....

Soru 5 : Tasavvuftan bahsederken hep meslek d iyorsunuz;


tasavvuf bilgisi d iye bir bilgi yok mudur? 14 . . . . . . . . . . . •

Soru 6 : Tasavvuf sözü hangi devirde ortaya cıkm ıştır? 15

i l . BÖLÜM
TEKKE. DERVİŞ, TARİ KAT DERECELERi - ZAHİTLİK -
TASAVVU FUN KAYNAKLAR! - KU R'AN VE HADİSE
VE ŞERiATA NAZARAN TASAVVUF VE SÜFİLER
Soru 7 : Tekke diye bir söz söylediniz, bu ne demektir? . . . . . . 17
Soru 8 : Derviş ne demektir? .. . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . ... ... . . . . . . 17
Soru 9 : Tarikat sözünü biraz açıklar m ısı nız? . . . . . . . . . . . ... . 18

i l i . BÖLÜM
iLK S O FİLER - TASAVVU F HAKKINDAKİ H Ü KÜ MLER -
KABA zAHİTLI K
Soru 1 0 : Ebü-Haşim-1 KOfi hakkında bilgimiz var m ı ? . . . . . . . . . 21
Soru 1 1 : Kaba zahitlik ve zahitlik nedir; böyle bir şey İslômdo
va r m ı dır? . . . . . . .••...•..... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • . . . . . . . . . . . 23

1 90
iV. BÖLÜM

TASAWUFU N i L K M Ü M ESSİLLERi İSLAMA VABANCI •

TESİRLER - TAC. HIRKA VE ZİKİR

Soru 12 : Bu mesleği n ilk m ümessillerl kimlerdir? . . . . . . . . . . ..... 28


Soru 1 3 : Tasavvufun Hint - İran. Roma Bizans tesirinde · ·

kald ığını söyled iniz; ilk tasavvuf cereyanının m uhit-


leri. bu tesire m üsait midir? . . . ... . .
. . ..... . . . . . . . . . . . . . . . 29
Soru 14 : Tarikatler, giyim-kuşam özellikleriyle ayrı l ı r demiş-
tiniz; bunu biraz açıklar mısınız? .. . ..•........... .... 29
Soru 15 : Kur'an'da ve hadislerde zikre dair sözler yok mudLır? :31
Soru 16 : Sufilerde zikir nasıl yapı l ı r; hangi a d la anılır? . . . . .. 33
Soru 17 : B u terimler. nereden ve nas ı l a l ı nmışt ı r; Kur'an'da
böyle yedi nefis var mıdır? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
... 34
Soru 1 8 : Sô lik dediğiniz gerçek yolcuları n ı n her biri, aynı de­
recede olmadıl)ına göre toplu zikirde hangi ad anılır
ve toplu bir halde nasıl yapılır? . ... . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . 36
Soru 19 : Hôl sözü nün bildiğ i m iz anlamdan başka bir anlamı
var mıdır? . . . ..
.... ..... . ..
. .... . . . .
. ... .. ..
. . .
. . . . . . . . . .. . . . . . . 391

V. BÖL Ü M

VAHDET·İ VÜCUT (VARLIK BIRLIG'i) - TEVHİD MERTE­


BELERİ - PANTEİZMLE BU İNANCIN FARKLAR! - VAH­
DET İNANCININ KAYNAKLAR! - VAHDET-İ MEVCUD VE
VAHDET-İ ŞÜHÜD - SORUMLULUK, CEBİR VE İHTiYAR -
YAKIYN DERECELERİ

Soru 20 : Tevhid ve vahdet inancını açıklar m ı sınız? 40


Soru 21 : Bu. panteizm olmuyor mu? . .. .. . . . . . . .. ... . . . . . . . . . . . . . . . . . 41
Soru 22 : Kur'an'daki o ôyet, hangi sürededir ve ne denmek
isteniyor? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . ....... . . . . . . . . . . . 44
Soru 23 : islômda Vahdet-i VücGd inancı var m ıd ı r sizce? . . . 45
Soru 24 : Tevhid mertebelerini anlatırken «tevhid-i ef'ôl, tev-
hTd-i sıfôt, tevhid·i zôt» diye üç mertebe saymıştınız;
tevhid-i ef'ôl'de, her yapı la n şeyi, gerçekte yapan Al-
lah'tı r demiştin iz; bu takd irde, her şeyi o yapıyorsa,
lrôde ve ihtiyôr ortadan kalkm ıyor mu? Sorumlulu-

1 91
ğun, sevap ve günahın, cennet ve cehenemin bu
inanca göre ortadan kalkması gerekmez mi? •....• 49
Soru 25 : Bundan önceki sorula ra verdiğiniz cevaplard a «bi-
liş, görüş, oluş» sözleri geçti ; bunları biraz açıklar
mısınız? ........ . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . • . . . .. . • . . . • . . .. .. . . • • . . . • 52
Soru 26 : B u teri mler, Kur'ôn-ı Kerlm'de var mıdır? . . . . . . ...... 54
Soru 27 : Sorumuza cevap verirken, dönüşteki üc mertebe de-

d iniz; tevhidin, tenô mertebelerinden sonra üc mer-


tebesi daha mı var? . .. . .. ... . .... ......... . . . . ...... . . ....... 55
Soru 28 : Bu terimleri biraz daha acıklayabilir misin iz? 55
Soru 29 : Bununla süluk bitiyor mu? . . .. . .. .. .. ............ . . ...... .. 56

VI. BÖLÜ M

TASAVVU FTA DÜNYA GÖRÜŞÜ - i NSAN - VARATILIŞ,


DAİMİ B İ R OLUŞTU R - ZAMAN VE ME KAN - TASAVVUF­
TA ESKİ İ NANCLARIN iZLERİ - GAVB REN KLERi - AŞK
VE CEZBE

Soru 30 Vahdet-i VücCıd inancında her şey, Hakk'ın mazharı


:

olunca, her şeyde Hakk'ın sıfatları görCınüp o sıfat­


lara göre işler zuhur edince, dünya görüşü , ôdeta
kalkıyor g i bi bir şey. Bu mistik inançta d ü nyanın
önemi, kôlnatın önem i yok mudur; Sufilerin dünya
görüşleri nası ldır? .. . . . .
...... . . . .
. . . . ...... . ... . ...... ... .. ... 57
Soru 31 : Mekôn hakkındaki görüşleri, anlayışları nedi r? . .•.•• 60
Soru 32 : insan hakkındaki görüşleri, anlayışları n ed i r? 61
Soru 33 : B u a n latışa göre Mutlak Varıık'ın sıfatları cesede
bürünüyor gibi bir şey geliyor akla; buna ne dersiniz? 63
Soru 34 : Tasavvufun insan görüşü bundan ibaret midir? . ..... 63
Soru 35 : Dokuz gök, yedi yıldız hakkında ne d üşünüyorsunuz? 66
Soru 36 Devir dediğiniz nazariyeyle tenôsuh arasında bir iliş-
ki var mıdır; yaratılış ve kıyamet hakkında sCıfilerin
fikirlerini biraz daha a çıklar mısınz? . . . . . .............. . . 68
Soru 37 : Cansızlar, bitkiler, canlılar diye üçlü bir tasnif yaptı­
n ız; tasavvuf ehlinde bitkiler, cansızlarla canlılar a ra­
s : nda bir yaratık oluyor; onlarca bitkilerde can yok
m udur? .... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. ........ . . . . . . . . . . . . . . . . . 70
Soru 38 : Tasavvuf, ilk insanın yaratılışı hakkında ne fikir yü-
rütür? 71

1 92
Soru 39 Bundan önceki sorulara verdiğiniz cevapta kemal
:

mertebesine yaln:z Hz. Muhammed'in eriştiğini söy­


lemiştiniz ve ondan öncekilerin de, sonrak ilerin de
ondan feyiz a l d ı kları n ı bildirmiştiniz. Bu. pek a nlaşı l­
madı; araya sorular, cevaplar, konular girdi. Lütfen
bunu daha belirl i, daha etraflı anlatır rnısın:z? . . . . . . 72

Soru 40 : Mehdi inancı hakkındaki fikriniz nedir. bu inançta


eski dinlerin tesirleri var . mıdır? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 75
Soru 41 : Sôbiilik nedir? . .
. . . . . . . . . .. . .... . . . . . ..... . . . . . . . . . . . . . . . . ...... . 76
Soru 42 : Tasavvuf neden felsefeyi inkôr eder? . .. .......... ..... 78
Soru 43 : Aşk ve cezbe nedir, ne demektir? . . . . . .... . . . . . . . . .. . . . . . 79
Soru 44 : Halk di linde de meczub sözü vard ır; kend i halinde
olan, kimseye zararı dokunmayan, fa kat akli dengesi
yerinde olmayan kişilere meczub derler. Anlattığın ız
« Meczubıı larla bu meczublar aynı m ı d ı r? .. . . . ..... . . 82
Soru 45 : «Sahv, mahv» ne demektir? . . . . . . .. .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 83
Soru 46 : Şath ded iğiniz şeyi örnekleriyle biraz daha ac!klar
mısınız? 83

Vll. BÖLÜM

BATINlLİI< - TASAVVUF EHLİNİN HEPSi BATINİ DE­


GiLDİR - TASAVVUFTA MEZHEP - TASAVVU FTA BEY'AT
VE N İSPET - KERAMET

Soru 47 : Bôtınil ik nedir, bunu izah eder misin iz? . ..


. . . . . . . . . . . . 87
Soru 48 : Bunu bir örnekle aç· ki ar mısın ız? . . .
. . . . .....•... . . . . . ... 88
Soru 49 : Tasavvuf ehlinin hepsini Bôtıni saymamız doğru mu-
d u r? . . . . . . . . . ............... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 90
Soru 50 : Doğan, yiylp içen, çoluğu çocuğu olan, hastalanan
ve ölen bir kişiyi yaratıcı tanı mak nasıl m ümkün ola-
biliyor? . . . .. . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . .. . . . .
. 90
Soru 51 : H useyn b. MansOr'ıl-Hal lôc hakkında biraz bilgi verir
misiniz? . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . .
. . . .. . . . . . . . . . . . .... .. ... . .•. . 92
Sord 52 : Böyle bir adam ı birçok sOfinin, bilhassa şair sOfilerin,
hele Mevlônô gibi gerçekten · bilgin bir zatın tutma-
sına, övmesine ne dersiniz? . ..
. . . . . . . . . .
. . . . . . . ..
...... .... . 93
Soru 53 : Bundan önce 41. soruya verdiğiniz cevapta tasavvu-

1 93 F. 13
tun, bilgiyi geri plana attıı:)ını söyler g ibi oldunuz;
buna aklımız tak ı l d ı ; tasavvuf bilgiyi nasıl görür? 94
Soru 54 : Tasavvuf ehl i m uayyen bir mezhepte m id ir; me-
sela bir tarikate giren, aynı zamanda o tarikatin ka-
bul ettiği bir mezhebe de g i rmiş olur m u? . . . . . . . . . .. • 96
Soru 55 : insanı, yaratışın, yaratılışın sebebi bilen tasavvufta
dirf, ı rk, soy-boy ve renk ayırımı var m ı d ır? . . . . . .... 98
Soru 56 : Süfiler, tasavvuf n isbetin i Hz. M u hammed'e kadar
nasıl götürürler? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..
. . ... . . . . . 10·1
Soru 57 : Üveysi d iye bi r söz söylediniz; b u ne demektir? .....• 103
Soru 58 : Tasavvuf ehlinin, bey'at ayetine dayanması hakkın-
daki fikriniz ned i r? . .. . .
......... . ... .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .... 104
Soru 59 : Tasavvuf ehli, bir k uvvet haline geldikten sonra bü­
yüklerle, iktidarla ara ları nasıldı; i ktidar, bu kuvvete
de dayandı m ı ? .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . .
. .. . . . . . . . 1 05
Soru 6 0 Keramet dediniz de akım ıza ge!di; tasavvufçulara
göre keramet ned i r ve keramet hakkındaki fikirleri,
görüşleri nasıldır? .. . . . . . .......................
. . . . . . . . .. . . 1 06

V l l l . BÖLÜ M

TASAVVU F iC'.NDE TASAVVU FA REAKSİYONER CEPHE -


M ELA.MET HAKKINDAKİ KANAATLER - İLK M E LAMET­
LER - FÜTÜVVET VE MÜRÜVVET - SİYASETIE FÜTÜV-
VET - FÜTÜVV ET-NAMELER - BAYRAMİ ME­
LAMİLERİ VE MELAMİLER

Soru 61 : Son sözlerinizden, Meıamet ehli dediğiniz toplumun,


tasavvuf icindo tasavvuf ehline karşı reaksiyon yara­
tan bir zümre olduğu anlaşıl ıyor; bunu a nlatı r mı-
s:nız? 110
Soru 62 : Melômet hakk.nda sOfi!erin kanaatleri nedir? . . . . . . 112
Soru 63 : B u reaksiyon n e zaman başiamıştır; i l k M3lô met
eren lerine ne vakit rastlamaktayız; Melômet sö2ü ne
zamGn çıkmıştır? . . . .. . .
. . . . . . ..
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. 1 15
Soru 64 : Melômetiler, bu adı a l ı rlarken dayand ı kları bir şe·1
var rrı · d ; r? . . .. . . . ..... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . 117
Soru 65 Meiômetilik, yalnız reaksiyoner bir hareket olarak
m ı . kalm ıştı r; bu reaksiyon, aktif bir d u ru m yaratma-

1 94
mış mıdır; Melômetilerin, halka dayandı klarına göre,
halka karşı d urum ları ne o l m uştur? . . . . . . . . ......... . ... 1 17
Soru 66 : Mürüvvet ve Fütüvvet'i biraz daha o c ı l<lor mısınız? 118
Soru 67 : Melômet v e fütüvvet, neden Horasan'da temerküz
etmiştir? • . • . • . • . . . . • . . • • . . . .• . . . . • . . . . . . . . • . . . . . • . . . . • . . . • . . . . .1 20
Soru 68 Fütüvvet e h l iy l e tarikatciler, yani tasavvuf e h l i a ra­
s ı ndaki ayırım, yalnız g iyim-kuşam özel l i k lerini, zikri,
tekkeyi kabul etmemeleri midir; bunları n müşterek
noktaları yok mudur? . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 22
Soru 69 : Ahi ne demektir? . . . . . . . . . •. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .... . . . . . .... . . . 1 24
Soru 70 : Fütüvvet erbabı orasında her sanatın bir piri va r de-
d iniz, buniara örnek gösterir m i s in iz? . ... ......... . . . .. 1 24
Soru 71 Fü tüvvette esnaf nası l teşki lôtl a ıımıştır? . . . ... . . . . . . . . . 1 25
Soru 72 Her Melômeti, m ut l a ka fütüvvete g i rm i ş miydi ve bu
yol ne vaktedek ,sürdü? Mezhepleri neydi? 1 26
Soru 73 Fütüvvet erba b ı n ı n teşkilôtı ve i narıclan hakkındaki
bilgi lerimizin kaynakları nelerdir? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... 129
Soru 74 Fütüvvet erba biyle Melômetilerin ve sonraki Me:ômi-
Jerin mezhep:eri h a k k : ndaki f ikriniz ned ir? . . . . . . . . . . . . 130

IX. BÖLÜM

SOSYAL ACI DAN TASAVVUF - SEMA' - TASAVVU FTA


REFORM - BU R E FORM U N TARlHI SEYRİ • ALEViLİK
BİR TARİ KAT M İ Dİ R - TASAVVU FTA KADIN - TASAVVU F
VE İ KTİDAR

Soru 75 : Semô' hakkında ne düşünüyorsunuz? ..... ....... . . . 1 33


Soru 7 6 : Tasavvufta b i r reform olmuş m udur; olmuşsa kim
yapm 1 ştı r bun u ? . ..
. . . . . . . ... . .
. . . . . ..... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 35
Soru 77 : Bu reform yürümüş m üdür ve tasavvuf halka inmiş
m id i r; yoksa elit zümrenin bir fantezisi m i olmuştur? 141
S o r u 7 8 : Alevi l i k bir tarikat midir? . .. . . . . . ........ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 42
Soru 79 : Hurufi l ik' h a k k ı ndal<i fikriniz nedir? 144
Soru 80 : Tasavvufun toplum hayatındaki tesirleri nelerdir ve
bu tesirler ne g i bi sonuçl a r vermiştir? . . . . . . . . .......... 1 44
Soru 81 : Tasavvufun k ad ı n hakkındaki düşü ncesini a nlatır mı-
sı nız? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . .. . . . . . . . ..... 145
Soru 82 : Tasavvufta ün kazanmış kadınlar var m ı dır, kimler-
d i r? .... ..............,.......... ......................... 146

1 95
Soru 83 : Tasavvuf, uyuşturucu bir rol oynamıştır diyenler! d u·
yuyoruz; burıa ne dersiniz? . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . .
... 148
Soru 84 : Tarikatlerin, halk hareketlerlnde, halk direnişlerinde
m üsbet. yahut menfi bir rol ü olmuş mud ur? 149
Soru 85 : Hükümetin tarikatlerden faydalandığı, yahut bunlar
a leyhine yöneidiği o : m uş mudur? . .. . .. . . . . . . . . . . . . . . . 153
Soru 86 : Tarikatlerde yabancı sömü rüsüne karşı bir direnme
olmuş mudur? ................................ .......
...... 1 54

X. BÖLÜM

EDEBiYATTA TASAVVU F - TASAVVUF TERİ M LERİ •

TERİ MLERE DAİR YAZILAN ESERLER DİVAN VE •

HALK EDEBİYATINDA TASAVVU F

Soru 8 7 : Tasavvuf terimleri nelerdir; bunlar nasıl türemiştir;


bunla rı bölümlere ayırabilir miyiz? . . . . . . . . ...... . . . . . . . 156
Soru 88 : Bunlar hakkında yazılmış kitaplar var m ı dır? . . ... . . . . 1 58
Soru 89 : Tasavvufun edebiyata tesirleri hakkındaki fikriniz
nedir? . . . . . . .. . . . . . . . . . . ................ . . . . . . . . . . .......... 159
Soru 90 : Zühdi edebiyattan maksad ınız nedir? . . . . . . . . . . . . . . . . . . 159
Soru 91 : Divan edebiyatından tasavvufi bir edebiyat ayrılabil i r
mi? . . . . ... .. ..
. . . . . . .
. ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 161
Soru 92 : Nedim'i biz, şuh, şen, şakrak bir dünya şairi biliyoruz;
siz, onda da tasavvufun bulund uğunu söyled iniz; bu-
nu açıklar mısı nız? . ... . . . .... ................ . . . . .. . . . . . . . . . 161
Soru 93 : Halk edebiyatı ndaki tasavvufi edebiyatı anlatır mı·
sınız? 162

XI. BÖLÜM

TASAVVU F, SANAT. BİLGİ - FOLKLORDA TASAVVU F •

TASAVVU F VE MÜZİ K

Soru 94 : Tasavvufun, sanat ve bilgi hayatında ne gibi rolleri


olm uştur? .. . . . . . .
•....•..... ........ ... . . . . . .... .. . . ... ..•... .• 165
Soru 95 : Folklorda tasavvuf izleri var mıd ır? . .. ......... ... ...... 166
Soru 96 : Tasavvufun m usikiye tesirlerinden bahseder m isiniz? .1 68

1 96
Soru 97 : Öbür tarikatlerln m usikisiyle Mevlevi m usik!si arasın-

da ne fark vard ı r? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . �. t69

Xll. BÖLÜM

TASAVVUFUN GÜNÜMÜZDEKİ D U R U M U ŞERİAT VE •

TARİKAT YOBAZLIGI TASAVVU F TARİHİNi OKUTMAK.


İNCELEMEK G EREKİR Mİ BUGÜNKÜ INSANLIK DU­ •

R U MUNDA TASAVVUFUN GEÇERLİGI VE YAŞAYAN YÖN-


LERi VAR M i DiR?

Soru 98 : Şeriat ve tarikat yobazlığı nedir? . . . . . . . . . . . ............ . 171


Soru 99 : Tasavvuf tarihini okutmak. incelemek gerekir mi? 173
Soru 100 : Bugünkü insanlık d u rumunda tasavvufun geçerliği ve
yaşayan yönleri var m ı d ı r? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ...... . 1 73
İNDEKS 176
BiBLİYOGRAFYA . 1 85

1 97
{ kutupyıldızı kitaplığı }
309
m ü ' n d e metinler şerh i d e o k u t t u . Pro­
fesör a g reje o ı a ro k , lst a n b u l Edebi·
yat F a k ü l tesi'ne a ta n d ı , b u ra d a İ s l ô m ­
Türk Tasavvuf Ta rih ve Edebiyat ı
okuttu. 1 949'da kendi i steğiyle emek­
l i ye ayrı l d ı . / Tü rkiyat ve İktisat Fa­
k ü l tesi mecm u a l a rı nd a , islôm Ansik·
loped i s i ' nde pek cok i n c;elemeleri,
k ü l l iyat h a l inde Mevlôna yay ı n l arı
bulunan, Fuzuli, Ned i m ( 1 951 ) ve Yu­
nus E m re d ivan l a r ı n ı da ö n sözler ve
notla zeng in leşti rip bas t ı rm ı ş , . Şeyh
G a l i b' i n Hüsn ü A ş.!<' ı n ı da nesre çe­
v i rerek i l mi bir şek i l d e yay ı m l a m ış
olan Gö l p ı n a r l ı ' n ı n d ivan ş i i ri ve ta­
savvuf kon u l a rı n d a , k ü l t ü r ve ede'bi­
yat t a r i h i m ize kaza n d ı rd ı ğ ı ö b ü r eser­
leri n i n baş lı caları ş u n l a rd ı r: Melami­
lik ve Melamiler ( m o n o g ra f i , 1 93 1 ) .
Divan Edebiyatı Beyanındadır ( i n cele­
me, 1 945) , Pir Sultan Abdal (Pertev
ö
Naili Borota v ' l a b i r l i k te, 1 943, tek ba­
....

>Ol
o
ö şına 1 953) , Kaygusuz Abdal - Hayati -
ı.ı..
Kul Himmet ( 1 953). Nesimi - UGuli -
«Abd ü l bôkl Gölpı n a r l ı . G ü n ü m üz ede· Ruhi ( 1 953), Nalli-1 Kadim ( 1 953 ) , Şeyh
biyat tarihçilerinden, 12 ocak 1 900 - Galip ( 1 953), Divan Şiiri (XV. - XVI .
.25 a ğustos 1 982, doğ. ve ö l m . İstan­ yüzy ı l l ar, 1 954) . Divan Ş i iri (V l l . - XX.
bul. / İdôdi ( l ise) son s ı n ı fta ö ğ ren i m i ­ yüzy ı l l a r, 4 k i ta p , ilki 1 954, 1 955)
ni yarıda b ı raktı. M ütareke'den s o n ra Nasreddln Hoca ( i nceleme ve 295 f ı k ­
Alaca (Corum) i lçes i n d e ilkokul öğ­ ra, 1 961 ) , Alevi - Bektaşi Nefesleri
retm e n l i ğ i yaptı. Düşman i ş g a l i n d en ( 1 963) , Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bed­
kurtu l u nca ( 6 ekim 1 923) ista n b u l 'a reddin (i nceleme. 1966 ) , Sosyal Açı­
gelerek l iseyi ve Ü n iversite Edebiyat dan İslam Tarihi ( 1 969) , 1 00 Soruda
Fakü ltesi'nl ( 1 930) b i t i rd i . Konya, Kay­ Tasavvuf ( 1 969) . Türkiye'de Mezhep­
seri, Kastam o n u , B a l ikesir ve istan- . ler ve Tarikatler ( 1 969) . Türk Tasav­
bul • Haydarpaşa l i seleri n d e edebiyat vuf Antolojisi ( 1 97 1 ) . Tasavvuftan
öğretmen l i k lerinde b u l u n d u . Sonra An· Dilimize Geç1;.n DEıyimler ve Atasöz­
kara Dil ve Tarih - C o ğ rafya Fakül­ leri ( 1 978) vb.ıı ( B ehçet Necati g i l , Ede­
tesi'nde fa rsça lektörü oldu; doktora biyatımızda İsimler Sözlüğü, 11. bas­
vererek, Türk D i l i ve Edebiyatı Bölü- kı, s. 172 - 173)

KDV da hiJ

2 .200 l i ra

You might also like