Professional Documents
Culture Documents
Abdülbâki Gölpınarlı - 100 Soruda Tasavvuf (Gerçek 1985)
Abdülbâki Gölpınarlı - 100 Soruda Tasavvuf (Gerçek 1985)
TASAWUF
2.
BASKI
kutuphaneci - eskikitaplarim.com
GERÇEK YAYINEVI
100 SORUDA Dizisi : 14
Birinci Baskı :
Ekim 1969
ikinci Baskı :
Ocak 1985
Dizgi ve Baskı :
Gül Matbaası
ABDÜ LBAKıi G Ö LPI NARLI
5
yarını inşa edemez; hattô dünden geıen hamlelerin nedenlerlnJ bile
düşünemez.
Hayat akıyor; tarih yürüyor; sebepler sonuçlarını meydana ge
tiriyor; sonuçlar, sonuçlara sebep oluyor. Bu akışın kaynağını, bu
yürüyüşün seyrini. bu sebeplerin nedenlerini, bu sonuçların, toplum
hayatımızdaki etkilerini mutlaka bilmemiz gerek. Gönül isterdi ki, ül
kemizde, Osmanoğullarının Hk devirlerinden bugünedek tasavvufun
seyrini de izleyelim; fakat tasavvufun esasını anlatmamıza engel ola·
cağından bunu. ikinci kitabımıza aktarmayı daha uygun bulduk.
Okuyucu, okudukça bu küçük kitabın önemini anlayacak, sona
dciğru. elinden bırakmayacak, bitince de sanırız ki dünün. en önemli
bir problemine dair fikir yürütecek. söz söyleyecek duruma gelecektir.
Kaynaklarımız, ana kaynaklardır; fakat bu kitap. yalnız okır
nanlardaiı edinilen bilgilere dayanmıyor; yaşanılan bir yaşantının
hikôye8idir de. Yazar, bütün bu inançları duymuş. görmüş. böyle bir
Çevrede büyümüş, ihtiyarlamıştır. Arapçada. <eserlerimiz. bizi an
latırlar; bizden sonra eserlerimize bakın» meôlinde bir beyit vardır;
atasözü �eğerliliğinde olan bu sozle, önsözümüze son veriyor, tarih
yapraklarını birer birer açmaya başlıyoruz.
Abdülbôkl GÔLPINARLI
6
1. BÖLÜM
7
111. Okun nişanda n sapması, adamın bir yana eğil·
mesi a n l amlarına gelen suvüftan gelmiştir. Tasavvuf ehli
d e d ünya d a n yüz çevirdiklerinden bu adla a n ı l mışlar, mes
leklerine d e tasavvuf denmiştir.
ıv. Bu söz, «saf» tan gelmed ir. Kendi leri n i Tanrıya
adaya n la r. mônen, ümmetin i l k safında b u l u ndu klarından
süfi adı n ı a lmışlar, meslekleri d e «tasavvuf» d iye a n ı l-
�
mıştır.
V. Bunlar, safô'ya, yan i kalp temizliğine, i hlôsa sa
hip olduklarında n kendilerin e süfi, mesleklerine tasavvuf
denir.
vı. Tertemiz anlamına safavi sözü, konuşmada dile
ağır geldiğinden süfi'ye çevrilmiştir.
Vll. K ırda , çölde biter süfône denen bir bitki vardır.
Bunlar da iyi şeyler yemedikleri nden, riyôzata devam et
tiklerinden, çok zaman azıksız olarak çöllere g ittikleri,
otlarla geçind iklerinden bu bitkiye nisbetle s üfi ad ını a l
mışlard ı r.
Vlll. Côhiliyye devrinde, yani, Hz. Peyga mber'den
önce Mudar boyundan Süfa oğull arı, kendilerin i Kô'be
hizmetin e vakfetmişlerdi. H a c törenini bunlar idare eder
lerdi. Sufiler de kendileri n i Tanrı h izmetine verdiklerin
den bu boya nisbet edilere k süfi adiyle a n ılmaya başla
m ışlar, yollarına da tasavvuf denmiştir (Kuşeyri: Ar
Risôlet'ül-Kuşeyriyye fi ilm'it-Tasavvuf, Bula k-1284, s.
164; Et' Taarruf l i Mezhebi Ehl'it-Tasavvuf, Mısır-1933,
s. 5; Avôrif'ul-Maôrif, İhyô hôşiyesinde, c. 1, s. 233; Ne
fehat tercemesi, ist. 1289, s . 82 ve deva m ı ) .
Tasavvuf e h l i bütün bun ları a nlatmakla beraber, hiç
Dirinin üremesi, Arapça kura l lara uymad ığ ı için «tasav
vuf» sözünün, bu yola b i r ad olarak verild i ğ i n i , kendile
rine de «süfü dendiğini söylemek zoru nda kalmışlardır
(Kuşeyri, s. 165) . Ancak Nasrôbôdi (ölm. 366 H icri. 976)
tasavvufa a it yazdığı «Al-Luma' fi 't-Tasavvuf» adlı de
ğ erli eserinde, sof giydi klerinden süfi d iye a n ıldıklarına
dair olan rivayeti terci h eder g örünmekte (Leiden - 1914,
s. 21, N icholson ·bas ımı) ve süfi adını n , sonradan uydu-
8
rulmuş bir ad olmayıp hicri 1 1 O Recebinde (728) vefat
eden Hasan-ı Bısri'nin, sOti diye a n ı l· d ığını ve ondan,
«tavaf ederken bir s Oti gördüm, ona bir şey verdim, kabul
etmedi..» d iye bir olayın rivayet edildiğini, Süfyôn-ı Sev
ri'ni n d e (161 H. 777 ) , ben EbO-Hôşim-i Sufi'yi görme
seydim, riyônın i ncel i kleri n i bilemezdim dediğini, Yesôr
oğlu İshak' ı n oğlu Muhammed'den ve başkalarından, Cô
hiliyye devrinde, uzak bir yerden , bir sOfi'nin Mekke'ye
gelip Kô'be'yi tavaf ettiğ i hakkında rivayetler na klolu n
duğunu bildirmekte ve «bunlar doğruysa» kayd ı n ı d a ko
yup b u adın, İslômdan önce de temiz ve üstün kişilere ve
rilen bir ad old uğunu bildirmektedi r (s. 23). Fakat b u
rivayetler, kendinin d e , «doğruysa» diye bildirdiği g i b i
kesinleşememekte, başka ve gerçekçi kaynaklarda b u
l unmamaktadır. B u yüzden biz, tasavvuf ve sOfi sözleri
ha· k kında ş u kanaatte bu l und uğumuzu bel irtme k zorun
dayız:
I X. «Tasavvuf» sözü, Yunanca «Sofos» sözünden
Arapçaya uydurulmuş, «Sufi» sözü de tasavvuf sözünden
meyd a n a gelmiştir; netekim sonradan i lô hi ve dini bir fel
sefe hüviyetini arzeden «Kelômıı da, Yunanca « Logos»
sözün ü n tercemesinden başka bir şey değildir (Ferit Ka m:
Vahdet-i VücOd, ümmet. Mat. Amire -1 331, s. 76, Şem
seddin Sami: Kaamüs-ı Türki, tasavvuf ve suti madde
leri).
9
kendi d ilekleriyle, yoklu ğ u varlığa değişenler, hal ktan
o yrılmayı, yalnızlığı seçen l er, a ç l ı ğ ı tok luktan, azı çok
tan üstün g örüp yüce l iğ i ve yücelik hevesini b ı ra ka n l a r,
m evkiden vaz geçenler, halkı esirgeyen, k ü çüğe, büyüğe,
g ön ü l a lca k l ı ğ iyle muamele eden, ihtiyaci olanlara varını
veren, Allôh'a dayanan, nefis d ilek lerin i yen en. iyi huy
larla h uylanan, varl ı klarını ezeli varlr·kta, sonradan var
olanı, ya n i kendilerin i ve d ün yayı, kadim, yani evveline
bir evvel b u l u n mayan Ta n rı'da yok eden , vermeyi, ihsan
etmeyi verende, ihsan sahibinde, istemeyi, istenende
yok eden kişilerdir (ayni, s. 1 1 - 15) .
O n larca bilgi ikid ir:
a ) Zôhir bil g isi,
b) Bôtı n bilgisi.
« Görmediler mi ki g erçekten d e Allah, rômetti size
ne varsa göklerde ve ne varsa yeryüzünd e ve g örünen ve
giz l i olan n imetlerin i size yayd ı » meô l indeki ô yette
(XXX I , 20) . görünen nimetleri, zôhir bil g isi. gorun me
yen leri bôtın bilgisi olara k te'vil ederler. « E m in o l maya,
yahut korkuya ait bir haber duysa l a r, hemen yaya rlar.
Oysa ki, Peygamber'e ve içlerinden emre salôhiyeti olan
lara boş vursa lard ı bu haberi arayı p d uyara k yayan l a r,
el bette on l a rd a n gerçeğini öğrenirlerdi . » (iV, 83) ôye
. .
10
yitirense, yaklaşma k istese de uzaklaşır: kabul edilmeyi
d i l ese d e redded i l mişti r.
Seh l i b n i A bd u l l ô h ' ıt-Tüsteri ( 283 H. 896) : Sufi, ka
nın ı dökülmüş g ören, m a l ın ı mübo h bilen kişid i r.
Ebü 'l-H useyn-i N u ri (295 H . 907) : Tasavvuf, n efse
ait bütün istekleri , zevkleri b ı ra kmaktır.
Amr ibni Usmôn'ul- Mekkl (296 H . 908) : Tasavvuf,
k u l u n , her vakitte, o va kte en uyg u n ve gerekli şeyle uğ
raşmasıd ı r.
C ü neyd-i Bağdôdl (297 H . 909) : Tasavvuf, varl ı ğ ı n
.
11
Ebu-Said Ebü'l-Ha yr (440 H. 1 049): Yedi yüz şeyh,
tasavvufun, insa n ı n va ktin i en gerekli şeyle g eçirmesidir
kan ôati n d e bi rleşmiştir (Kuşeyri: s. 164, 165, Ma'süm
Alişô h : Ta rô ı k'ul-Ha kaayı.k, Muhammed Ca 'fer MahcOb
tashih iyle, c . 1, Tehran - 1 339 Şemsi hicri, s. 99 - 1 09).
G örü ldüğ ü g i bi bütün bu tarifler, tavsif ma hiyetin�
dedir. Burada, Sufilere, bir kısmı gezip dolaştı ğ ı , inancını
yaymaya çalıştı ğ ı , yer yurt edinmed i ğ i için garipler ve
s eyya hlar a n la m ı na «Gurebô, Seyyôhin» , az yemeyi ôdet
edindikleri, çok zaman a ç bulundu kları için açlar, açlığı
ka bul e d en l er a n lamına «Cü'iyye » , mala - m ü l ke sahip
o l mayı hoş g örmed i klerinden yoksul l a r a n l a m ı n a «Fu ka
ırô» , çöl l e rde, mağara lard a yaşad ıkları , ev bark sahibi ol
madıkları için mağara ehli a n l a m ı na «Şüküftiyye» g ibi
adlar d a veri l d i ğ i n i kayded e l i m (Avôrif' ü l -maôrif, I , s.
231 - 232, Et-Taarruf li Mezhebi E h l'it-Tasavvuf, s. 6
Tarô ık, s. 1 09).
12
kesi n a n l a m ına « M u h kem» , çeşitl i a nlamlara gelen l e re
«M üteşôbih» d en i r. Söz g e l imi, yirm i dokuz s ürenin baş
ları nda k i harfler, ya h ut XX. sürenin, « Rahman arşa hô
k i m ve m utasarrıf old u» anlamına gelen 5 . ayeti gibi a yet
l e r m üteşa bihtir. Bunların a n lamları n ı a n ca k Hz. Res ü l-i
ekrem ve ya k ı n ları b i l ir; biz, onların tefsirlerine uyo bi
l i riz; kendimiz, bunlara mana veremeyiz; çünkü Hz. Pey
gam ber, « Kur'ôn hakkında, bilgisiz b i r söz söyleyen, ateş
te yeri n i hazırlasın» ve « K ur'ôn'a dair re'yiyle söz söyle
yen, doğru söylese bile hata eder» ( Ca m i 'us-Sag ıyr, M ıs ı r-
1321, i l , s. 1 62), «Kim K u r'an-ı , kendi re'yiyle tefsk eder
s e a teşte yerin i hazırla s ı n » buyurmuştur ( M u navi: Kü
n Oz'ü l-Hakaa ı k, Cô mi'us-Sagıyr hôşiyesi n d e, il. s. 175)�
Tefs i rd e bir usul vard ı r. Ayetin neden indiği, h ük
m ü n ü n kesin olup o l mad ı ğ ı a raştı rı l ı r; fıkha da i r bir h ü k
m ü i htiva ed ip etmediği b u l u n u r ; o h u susta ki hadislere
baş vuru l u r. Hadiste d e vürüd sebebi, yani neden ve n e
vakit söylendiği a ra n ı r; ona g öre tefsi r ve şerh e d i l i r.
Süfilerse, yukarıdaki ôyeti bile başka türl ü · okurlar, d u
r a k yerini değiştirirler; «onların yoru m u n u ancak A l l a h
ve b i l g i d e şüpheleri o lmayacak kadar kuvvetli olanlar bi
l i n> tarz ı na dökerler. Her biri de, kendinde bu g ücün b u
l u n d u ğ u na inan ı r, ya h ut h a l k ı i n a n d ı rır. Meselô, XVl l l.
sürede Ashab-ı Kehf'in ( Mağara dostları), pu Uara tap
mamak için bir mağaraya çekildikleri, orada uykuya dal
d ı kları, gören l erin uya n ı k sanaca kları b u kişileri, Allahın
sağa sola çevi rd iğ i , köpek l erinin de ön ayaklarını yere
uzatara k yatıp uyud uğu an latı lmaktadı r. (9- 23). Sufi
l er, b u n u , va r l ı ğ ı ndan geçmiş, kutl u l u k ôlemine va rmış,
kendi lerini Allah'ın tasarrufuna terketmi ş kişiler, köpeği
d e nefisleri olara k yorumlarlar (Te'vilôt-ı A bd ürrazzaa k-ı
Kôşani, c. 1, s. 391 - 401 ).
13
l or. Her sCıti, bir şeyi, . b i r başka türlü yoru mlar. Hattô
onlar, uydurma hadisleri bile, hadis bilginleri rivayete
day·a nırlar, biz, Hz. RasCı l'ün mübarek ağzından duyduk
g ibi şaş ı lacak bir hükümle hadi,s olara k ka bul etmekten
çeki n m ez l er. Gazô li'nin (505 H. 1 1 1 1 ) , tasavvufa dair
«İhyôu U I Cı m 'id-din » adlı kitabı yalan hadislerle dolud u r.
Bu yorum, İslôma çok büyük zara rlar vermiştir.
14
esasları vard ı r. B u n u Hacı Boyrôm-ı Veli (833 H. 1 429-
1 430), bir şi irinde pek g üzel a n latm ıştı r:
Bayram özünü bildi
Bileni anda buldı
Bulan ol kendü oldı
Sen Beni bil sen seni
(A. Gölpınarlı: Melômilik ve Melômiler;
ist. Üniv. Türkiyat Enst. yayın. 1931 , s. 36)
15
fayda lanarak yazı lan Nefa hôt'ta , i l k olara k 161 'de (777)
ölen Süfyô n-ı Sevri ile çağdaş EbQ-Hôşim-i KQfi'ye sufi
dendiği v e i l k tekken i n , bir H ristiya n beyi tarafından
Şam'a bağ l ı Remle'de ku rulduğu bild i ri lmektedi r (terce..
me, s. 86) .
Bu tekken in kuruluşu hakkında da şöyle bir rivayet
va r:
Hristiyan beyi ava çı kmış. Yolda i ki kişi n i n birbi ri
ne rastlayıp elele tutuşarak koçuştuğunu, oturup yanla
rmda ne va rsa ortaya koyduklarını, yiyip içtikten, kon u
ş u p g örüştü kten sonra ayrı ldı klarını g örmüş. B u h a l pek
hoşuna g itmiş. Orada ka l a n ı çağırıp, giden adamı, evvel
ce ta n ıy ı p ta n ımad ı ğ ı n ı sormuş. Ta n ı mad ı ğ ı n ı a n layınca
peki d emiş, neden birbirinize sarıldınız, otu ru p yemek ye
d iniz, konuştunuz? Ada m , nereli oldu ğ u n u b i l e bilmem,
takat bizim yo lumuz bud u r deyince, sizin buluşup toplan
d ı ğ ı n ı z yerler var m ı d iye sormuş. Olmad ı ğ ı n ı a n layı nca
size ben bir yer yapayım da o rada buluşun demiş, ve Rem
le'de onlara bir yer yaptı rmış (aynı sa hife).
Bu rivayete g öre s Qfi ve tasavvuf sözleri, hi creti n
ikinci yüzy ı l ı nda (Vlll) meydana çı km ışt ı r.
16
il. BÔLÜM
17 F.2
lırlar; hattô bu Farsça sözden, gene Farsça kura l ı nca
«dervişôn» tarz ında çoğ u l yapıldığı gibi Arapça kura l ı na
göre «derôvişe, Derôviş» d iye de çoğ u l yap ı l ı r. Derviş ye
rine, irade ve i htiyarını şeyhe vermiş kişi anlamına
« m ü rid» sözü de kulla n ı l ı r. Dervişlerin m a nevi yolculuk
ta önderliğini yapa n, terbiyelerine, te kkenin d isiplinine
bakan ve bu mertebev::ı erişmiş olan kişiye de ulu, büyük,
d ilek ve istek anlamlarına gelen «şeyh» ve « m u rôd» de
n ir. B u sözlerin ikisi d e Arapçad ır. Ası l tarikati kurana
ise Farsça ihtiyar, koca ve büyük anlam ına « pir» derler.
Bir tarikatten teferruat bakım ı ndan biraz ayrı bir şube
kuran olursa ona da ikinci pir anlamına «pir-i sôni» der.,
l er.
18
a) Mürid, sô lik,
b) Şeyh,
c) Halife,
ç) Pir.
Baz ı tartkatlerde, m ü ridle şeyh a ra sında « na kıyb» de
nen ve ôdeta şeyh vekili olan biri d e b u l u n u r ki bunun va
z ifesi , zikir tören i n i idare etmek, m ü ri d lere rehberlik ey
l emektir. Bu, fütüvvetten geçmed ir ki ileride bahsede
ceğ iz.
M evlônô Celôleddin (672 H. 1 273) , « Mesnevi» sinin
V. cildinin önsözünde der ıki:
"Şeriat muma benzer; yol g österir; ele m u m a l m adan
yol a l ı n maz. Yoldan geldin mi, b u gidişin, bu yürüyüşü n ,
tarlkattir. Ulaştı n m ı , g ideceğin yere vard ın, makoodı n a
erişti n m i , bu da hakıykattir. B u n u n i ç i n d emişlerd i r k i :
G erçekler meydana ç ı ktı m ı yollar biter. Netekim bakır
altın olur, yahut a sl ı nda a ltındır do ona ki mya bilgisi ne,
bakırı a ltın yapmak ilm ine, kend i sini kimyaya sürmeye
i htiyaç yoktur ( *) . Kimya şerlattir; ki mya ile a ltın ol
mak ta rıkattir, hani varı laca k yere ulaştı ktan sonra
kılôvuz a ra mak, abes bir iştir; fa kat u laşmadan kı lövuzu
bırakm a k da kötüd ü r demişlerd i r ya. Hösı l ı şeriat, us
tadan , yahut kitapta n kimya öğrenmektir; tarikat, ilôç
ları k u l lanma,k, bakırı ki mya i l e ovmaktır; hakıykatse
b a k ı r ı n a ltın olması d ı r. K imya bilenler, biz bu bilgiyi bi
l iyoruz diye sevinirler. K imyayı kullana nlar, yapa n l a r,
böy l e bir iş yapmadayız d iye sevinç içinded irler. Fa kat
h a k ıy kati bulanlar, biz a ltın ol duk, kimya bilgisinden de
kurtuldu k , ki mya yapma ktan da d iye sevi n medelerdi r. Biz
Allah'ın, azat ed ilmiş kullarıyız derler; « her bölük, ken
d i sinde bu lunana razı olup g itmişti r. » ( Kur'cm; XXX,
32) yahut d a şeriat, tıp bilgisini öğrenmeye benzer; tari-
19
kat, tıp h ü km ü nce peh riz etmek, ilôc kulla nmak, ebedi
o la ra k s a ğ l ı ğ ı , esen liği elde etmek, sonra i kisinden d e vaz
geçmek, ikisini de başlamaktır. i nsan, ş u yaşayıştan geç
ti, ölüp g itti m i , ondan şeriat da kes i l i r tarikat de; fa
kat h akıykat ka l ı r. Ha kıykate sahipse <<ne olurdu, kav
mim de b i lseydi ne yüzden rabbimin beni bağ ışladı ğ ı n ı»
d iye nôra ata r (XXXV I , 26 27) . Ama sahip değilse « keş
-
20
leğin a leyhinde sözleri d e vard ı r (ayn ı , s . 56) . İ m ô m
A l iyy' ü r-Rızô (Vl l l . i mam. 203 H. 8 1 8) , kaba zôhit
l i ğ i öven ve g erekl i olduğunu söyleyen sufilere,
Yusuf, Peygamber olduğu halde g üzel e l bise g iyer, taht
ta otu ru rd u ; irn ôma gerekli olan ada l ettir; adaletle
h ü km ettikten sonra bunl ardan bir şey çı k maz. Allah, ye
yimi, giyimi haram etmemiştir demiş ve «de ki Allah'ın,
kulları için meydana g etirdiği süsleni lecek, bezen ilecek
şeylerle rızk olara k verd i klerinin içinde tertemiz olanları
kim haram etmişti r ki? De ki: Bunlar, d ü nyada inanan
kişilerindir; a hrette ise yalnız onlara aittir. Del il leri, bi
lenlere b u çeşit açıklam adayız» ôyeti ni o k u mu ştur (56-57.
Ayni s. V l l , 32). Gene aynı İ môm, «Kimin ya n ında s ufiler
an ı l ı r da onları d i liyle, gönlüyle inkô r etmezse, bizd en de
ğ i ldir o kişi; inka r ederse, RasQl'ullôh'ın safı nda savaş
m ı ş g ibid ir» der (s. 57) . i m a m Ca'fer'üs-Sadık'a, bu za
manda safiler denen bir toplum belird i , h aklarında n e
dersiniz d iye sorul unca, onlar dem iştir, biz i m d üşman la
rımızd ı r; kim onla ra m eylederse, o da onlardandır; on
larla haşredi l i r. Bir bölük toplum bel irir ki on lar, bizi sev
d i k leri n i iddia ederler; fakat sOfilere de meylederler; on
lara benzetirler kendileri n i ; onları n a n ı l d ı ğ ı g i bi a n ı l ı r
lar; on lar ı n sözlerini yoru m larla r. Bilin ki onlara mey
ledenler, bizden değild i rl er; biz onlard a n uza.k ız; onları
i n kô r ede n , reddeden, RasOl'ullôh'ın huzurunda d üşman
larıyle savaş m ı ş gi bid ir. imam Hasan'ü l-As kerl'nin, « İ n
sanlar öyle bir zamana yetişir ki o zama n halkının yüz
leri g ü leçtir; gönül leri kararmış. Onlarca s ü n net (Hz.
Peyg a m ber'in yaptığ ı , emretti ği, yap ı l ı rken g orup men
etmed i ğ i şey). bid'at (dinde yokken sonradan dine katı
lan kötü şey). bid'atse sünnettir; inanan, o n la rca aşağı
d ı r, kötül ü kte bulunan, üstü n; beyleri za limdir; bilgin
leri, zal i m lerin kapılarını a şındırır; zengin leri, yoksulla
rın nafakalarını çalar; küçü kleri, büyü kleri n · önüne g e
çer; bütün bilgisizler, onla rca her şeyden haberdard ı r;
bütün düzenci ler, on larca yoksuldu r. Özü temiz olanlarla
d üzenbazları a yı ra mazlar, koyu n u kurttan tefrıyk ede-
22
ili. BÖLÜM
21
mezler. Bilgin leri, yeryüzünde Allah'ın yarattıkları n ın e n
kötü l eridir; ç ü n kü on lar, felsefeye, tasavvufa meyleder
ler . . . » sözleriyl e tasavvufu hoş g örmed i ğ i n i belirtmiş, ba
bası İmöm Al iyy'ün-Nakıy de ( 1 54 H. 868) bir g ü n mes
c itte zikreden sOflleri , ya n ı ndaki lere, «Bu adam ka nd ıra n
kişilere yanaşmayı n ; ç ü n k ü onla r, şeytan ı n hal ifelerid i r;
d i n i n temelleri n i yıkanlard ır; bedenleri rahatlaşsı n diye
zöhitli k sata rlar; hayva nları avlamak için gece namazı kı
larlar . . . » gibi sözlerl e an latm ıştı r (ayn ı s. 57 - 58) .
E h l i Sün net bilgin lerinin çoğ u da onları, raksettik
leri, ça l g ı ça ldı kları, zôhitl i kte ileri gidip kimisinin has
tal a n ı n ca tedavi edilmed i ğ i n i, kimisinin yalnız başına i ba
d eti tercih edip cemaati, cu mayı terkettiğini, kimisi n i n
evlenmediğini, çöl lere azı ksız girip perişan oldukları n ı ,
yorumda il eri gitti klerini, a kla v e şeriata uymayan söz
ler söyledikl erin i bildirere k a leyhlerinde bulun muşla rd ır.
·
23
sonra d a u n ufak olmuş, dağ ı l ı p g itmiş ve a h retteyse çe
tin bir azap var ve A l l a h 'tan bağ ışla nma ve rôz ı l ı k va r;
ve d ü nya yaşa yışı, ancak b i r aldanış mata ı ndan i baret»
g ibi d ü nyayı, d ü nya yaşayışı n ı yeren ôyetler yok değildir
�LV l l , 20); fakat bun lar, d ü nyaya, mala m ü lke tapma...
y ı , yaşayışı a ncak ferdi bir görüşle mütalôa etmeyi kına
yan ôyetlerd i r. Aynı s u rede, «Rôhipliği on lara biz farz
etmedi ysek de onla r, a nca k Allah rızôs ı n ı kaza nmak için
icat ettiler; derken onun ha kkınd a d a g ereği gibi riayet
edemed iler; d erken onlardan inananlara , m ü kôfatların ı
verd i k ve onları n çoğ uysa buyruktan cıkmış ola nlard ı r»
ôyeti nde (27} , rôhipliğin, evlen memen in, d ü nyada n çe
kinip, h a l ktan kesi lip kendisini ibadete vermenin Allah
tarafında n farzed ilmediği bildiril mekte, ayni zama nda
b u n u n , insa n ı n yaratı l ış ı ba,k ı mından da m ü m k ü n olma
d ı ğ ı belirtilmekted ir. K u l ôzad etmek, yoks u l u d oyurmak,
yetime bakmak, insa n l a ra fayda l ı olmak hakkı ndaki ôyet
ler sayılamayacak kadar çoktur. Hele birç ok ôyetlerde
na mazla beraber a n ı l a n zekôt hakkındaki ôyetleri, çal ı ş�
mayı e mreden buyru kları yazmaya, bildirmeye ka l k
sak ayrı b i r kitap ol ur. Bütün bunlar, a nca k ça lışmakla
elde edilebilen, çal ışmakla yapılabilecek olan hayırlar ve
i bôdetlerd i r. «Ve g erçekten d e insa n , ancak çal ıştı ğ ı n ı el
de eder ve şüphe yok ki ça l ıştığ ın ı n karş:l ı ğ ı d a g österi
l i r ona» ô yetleri ( L l l l , 39
- 40), d ü nya ve a hret için ça
l ışmayı emreden ôyetlerdir. «Yüzlerinizi doğuya , batıya
ç evirip d urmanız , hayır sayilmaz ki. Hayır ve tôat sa
h ipleri, Alla h'a, son g ü ne, meleklere, kitaba, peyga m
berlere inanan, Allah sevg isiyle ya k ı n lara , yeti mlere, yok
sullo ra , yolda ka l m ışlara , isteyenlere, esirlere ma l veren,
n a maz kılan, zekôt veren, a hdetti k leri zo man a hitlerine
vefa ede n , sı kıntı ve şiddet vakitlerinde sabreden kişi
lerdir. Onlard ı r özleri doğru olan lar, onlard ı r sa kı nanlar»
ôyetiyle ( i l , 1 77), «Al la h ' ı n sana verdiği şeylerle a h ret
yurd u n u ekle etmeye ba k ve d ü nyadaki na s i bini de u n ut·
ma ve Alla h sana nasıl ihsa n ettiyse sen de i hsan et ve
yeryüzünde bozgunculuk etmeye kalkışma ; şüphe yok l<i
24
All a h bozguncuları sevmez» ôyeti (XXV l l l , 77) d ü nya
i l e a h ret dengesi ni pek g üzel a nlatır.
Hz. M u ha mmed, g e rçekten d e pek zôh itçe yaşamak
tay d ı ; fa kat dünya işlerinde n c!e hiç birini i hmal etmiyor
d u . İ nanmayanları d i ne ça ğ ı rıyor, i na n a n l a ra d i n hüküm
lerini bildiriyor, karşı d u ra nlarla savaşıyor, zekôt topla
tıyor, yoksu l ları görüp gözetiyor, sosyal b i r k u rumun te
mellerini atmaya uğra şıyord u. İslômdaki zôhitlik, bağım
sızl ı ğ ı esas bilen, savaşı emreden, ya rdı m la şmayı , birleş
meyi, sevişmeyi öven müslümanlığa hiç b i r suretl e aykırı
ve dinden aşırı değildi, bi r savaşta, kad ı n i htiya c ı n ı d u
yan l a r, kendilerini had ı m ettirmeyi d ü ş ü n m üşler, fakat
Hz. Peygamber bunu nehyetmişti (Tecrld'üs-Sarlh li
Ahôdls'i l-Cômi'is-Sa hlh , M ı s ı r - 1 323, s. i l . 101 ) . Sa hô
ben i n zôhitl erinden Osmôn b. Maz'Gn ca buna niyet
lenm işti ; fa kat kend isine izin verilmemişti (ayn ı , s .
1 33) . Sel ma n ' la Ebü'd-Derdô, birbiriyle k a rdeş ed i l miş
ti . Kardeşliğini ziya rete g iden Selma n, onun, oruç
ayında b u lu n madı ğ ı halde oruçlu olduğunu a n layın
ca kendisine ç ı ka r ı l a n yemeği, o yemed ikçe yememiş ,
gece l eyin namaz k ı l ma k isteyen :kardeşliğine engel olmuş,
sabah leyin onu ka l d ı rı p n amaz va kti geldiğini söylem iş,
namaz k ı l ı nd ı ktan sonra, sende Ta nrının hakkı olduğu
gibi nefsinin de, aya l i n i n de hakkı var; h er hak k ı sahi
bi n e vermek gerek, d iye öğüt vermişti. Ebü 'd-Derd ô , bun u
Hz. Peyga m ber'e a n latınca Hz. Peyga m ber, Sel man'a h a k
verm i şti (ayn ı, s. 1 34). Peygamber'in zôhitliğini duya n ,
g ören sahôben i n b i r kısmı, g eceleri sabahadek na maz k ı l
maya, b i r böl ü ğ ü boyuna oruç tutmaya, bir böl ü ğ ü d e ka
d ı n la ra ya klaşma maya, evlen memeye kara r vermişken
Peyga mber, ben buyurmuştu, Ta nndan en fazla korka
n ı n ız old uğum halde oruç tutuyorum, fa kat yiyorum da ;
n amaz k ı l ıyorum, fa: k at yatıp uyuyorum d a ; kad ı n larla
der evleniyorum. ,İ şled i ğ i m i işlemeyen , benden değ i l d i r
(ayn ı , i l , s. 1 33). Bi r g ü n ü n orucunu öbü r g ü n e ulama
mayı buyu rmuş (Cômi', 1, s. 97), d i ni kolay olara k teşri'
ettiğ i n i bildirmiş (ayn ı sayfa) «iyi ve temiz mal, iyi ve
temiz kişiye ne de g üzeld i r» demişti (Künüz, i l , s. 1 84).
Mevlôna, Mesnevi' nin 1 . c i ldinde, «bu d ü nya zindandır,
biz de zında ndakileriz. Zı nda n ı del, kend i n i k u rtar. Dü nya
nedir? Allah'ta n gaflet etmek; yoksa kumaş, g ü müş, oöu l ,
kad ı n d ü nya değildir. Ma l ı , d i n için yü kleni rsen, peygam
ber, b u n u n hakkında, temiz mal, temiz kişiye ne de güzel
d i r dem iştir. Gemiye dolan s u gemiyi batırır; fakat al
tında ki s u , onu yüzd ürür . . . » beyitleriyle bu hadisi anla
tır; bir testide der, s u o l u rsa denize batar, ama i çind e
su ol mazsa, denizin üstünde yüzer ( N icholson basım ı , Lei
den 1 925, s. 61 - 62, beyit 982 - 991 ) .
-
26
herkese bi r gözle bakmayı buyurd u kları halde kendi le
rinden olmayanları o şa ğ ı görüyor lard ı . Buna karşı l ı k şe
riatçılar da, hangi mezhepten olurlarsa olsunlar, h a k l ı
olara k bunları hoş görmüyorlar, kına ma kta n, tuttukları
yol u n bôt ı l olduğunu söylemekte n çekinm iyorlard ı . B u ra
da, « her ü mmetin bir siyôhatı vor ; benim ü mmetimin si
yôhati de Tanrı yol u nd a savaş. Her ü m metin bir ra hipliği
vo r; benim ümmeti m i n ra hipliği de d üşman karşısınd a
nöbet beklemek» ( C ô m i ' , 1 , s. 8 0 ) , « S a k ı n ı n d i nd e, yeni
den yeniye uydurulan şeyl erden; gerçekten de her sonra
d a n ico t ed ilen şey uyd u r madır, her uydu rma da sa p ı k l ı k»
(s. 86 - 87) , «halktan kesilip yapaya l nız bir yerde otu
ra n kişi bizden değ ildir» (KünOz, i l , s. 1 67 ) , «gerçekten
de Allah size ça l ışmayı b uyurd u ; çalışın>> (aynı , s. 60) ,
« U l u Allah, kuluna verd iği ni metin eserini, onda görmek
ister» (aynı , s. 63) gibi hadislerle evlenmemeyi, birini
hod ı m etmeyi nehyeden hadisleri yazarsak (aynı , i l , s.
1 76 ve 1 88) şeriat bilginl erini n bu kaba zôhitl ere nede n
karşı d u rd u k la rı do ha ziyade belirir sanırız.
27
iV. BÖLÜM
29
l i kler yüzü nden z ü m reler peyda hlanm ıştı. H ô ris b. Esed ' ü l
M uhôsi bi'ye mensup olanlara «Muhôsibiyye » , Ebü-Yezid'e
mensup ola n lam «Toyfüriyye» , Sehl b. Abdullôh'a (283
H . 896) mensup olanlara « Seh liyye» , Hamdun-ı Kassôr'a
(271 H . 884) mensup olan lara « Kassôriyye» g i bi adlar
verilmeye ve ilk tarikotler meydana gel meye başlad ı . Hô
k i m z ü m re, hal k ı n b u n l a ra yönel mesi, önem vermesi, say
g ı göstermesi karşısı n da , halkı tutmak için onla ra tekkeler
k u rmaya , te kkelere vakıflar bağla maya , bu suretle de
mensupları, ken d i l er i n e taraftar ed i n me gayreti n e d üştü .
29
b u n ları da ha etraflı a n lataca ğ ız; b u ra da şu kadar s öyle·
yel i m :
Tarikatlerde başa g i y i l en serpuşa «tac» v e «fa h i r».
sırta g iyilen ve çok defa yü nden dokunmuş yakasız, uzu n
ve önü acık, gen işçe g iys iye d e « h ı rka» d erler. Taçlar, her
tarikatte ayrı biçimdedir ve o tarlkati n ayırım o lômetidir.
Hz. Peygamber'in yün serpuş giyd i kleri, sarık sarınd ı k
l arı had i s lerle sabitti r ( Cô m i', 1, s. 37; i l, 86, 1 00). An
ca k birisine, dua ve senô i l e, tekbir geti rerek külôh g iy
dirdi kleri hakkında hiç bir haber yoktur. Hendek sava
şında Hz. A li'ye kendi imômelerini ya n i sarı k l ı serpuş
l a r ı n ı g iydirmeleri. bir i ltifattan i ba rettir. Süfilerse, Ade m
peygamberin, cennette t a ç giydiğini, yeryüzü n e in in ce d e
Cebrô i l 'i n , başı n ı tıraş ed ip o n a taç giydirdiğini (Müsta
kimzade Sadettin Sü leyma n ; Tôc-Nôme, bizdeki y azma, s .
3 ) . öbür peyga mberlere d e g ökten t a ç i n d i ğ i n i iddia et
mişler, taçları n ş eki l le ri , bunların delôlet etti ğ i anlamlar
hakkı nda kitaplar yazm ışlard ı r k i bu kitaplara «Tac-Nôme»
denir; fakat b ütün bu rivayetler, sonradan uydurulm uştur.
Hz. Peygamber' i n , Ali'ye hırka giydirdiği, bir h ırka
s ı n ı Üveys'ü l -Kara nl'ye gönderd i ğ i hakkındaki hadisler d e
uydurmad ı r; Hasan-ı Bısrl'ye ve Kümeyi b . Ziyôd'a Hz. Ali'
n i n h ı rka g iydird iği ha :k kında k i rivayetler de böyledir
(Al iyy'ül-Kacrl: Mavzüôtu K ebir; ·İst. Mat. A mira - 1 289, s.
62 63) . Hason-ı B ısri, h icretin 1 1 0. yı l ı Recebi nde (728).
-
seksen d okuz yaşında ölm üştür. Hz. Ali Basra'ya g ittiğ i va
kit Hasa n , ancak on beş yaşlarındayd ı . All'nin, Basra cô
m i inde ha l ka h i kôyeler söyleye n, uydurma d estanlar a n la
tan kişileri vaazdan men ettiği ha lde ona izin verdiği hak
kında k i rivayete. i n a n m a k mümkün değildir. Ka ldı ki Ha
san-ı Bısrl, Ali'ye cephe a l mış, Cemel ve S ıffin savaşları
na katıimomış, All'nin hareketin i kınam ış, katı l m a k iste
yenlere engel olmaya ça l ışn� ış, Hz. Ali, onu b i r g ü n abdest
a l ı rken faz la su sarfetti ğ i n i g örüp ihtar edince Ali'ye, sen
de müsl ü manların kanları n ı çok döktün demiş bir adamd ı r.
Ha .l <kında çeşitli rivayetler b u l una n , son u nda Ali'ye dost
olup eski haline nadim olduğu bild irilen b u zatı n Ali'ye n is-
30
beti pe k şüphelid i r ( H ô c Şeyh Abd ul l ô h-ı Mama kaoni:
Tan k :yh'u l-mokaal fi Ahvô l ' i r - Ricô l ; 1, Necef - 1349, s.
269 - 270; Ta rôı k'ul-Hakaa ı k , Hasan-ı B ısrl'yi i ltizam et
mekle beraber ho kkındaki rivayetleri, kaynaklarıyle a n ma k
b a k ı m ı n da n önemlidir; i l , s. 5 7 - 75) .
Hz. Peyga mber'i n , Hz. All'ye g özlerini yumdurup ba
ş ı n ı sağa sola doğru çevi rtip « Lô i lô h e i ll a ' l lôh» d ed i rte
rek zikir telkin ettiği h a kkındaki rivayet d e bir esasa da
ya nma ma ktad ı r (Ahmet Rifat: M i r'ôt'ü l-ma kaasıd fi d ef'
i l-mefôsi r; ist. Vez irha n ı , İ brahim Mat. Taş basması 1 293,-
31
mi çoğaltara k a nayım sızı» tarzında môna verm işlerdir
( Meselô Şeyh Ebü'l-Fadl b. Hasan'ıt-Tabrasi'nin Mecma'
u l-Beyôn ' ı na b. 1, Tehra n - Ofset basım, 1 379 Hicri, 1 339
Şemsi hicri, s. 234) . 111. sürenin 1 90. ôyetinde, Allah'ı a yak
ta, oturarak, yatarken a n m a k da, a ya kta namaz kılabile
cek kişinin ayakta , ayakta duramaya n ı n oturarak, b una
d a g ü c ü yetmeyenin yatarken, fakat mutla ka namazı nı
1kı l masına d a i r emird i r (aynı, i l , s. 556) ; n etekim i l . sürenin
1 98. ve 200. ôyetlerindeki zikir de, hac törenindeki şükür,
tekbir ve d uadır. iV. sürenin 1 03. ayetindeki zikir de na
mazdır. v. sürenin 1 1 0. ayetinde, XIX. s ürenin 1 6, 41 , 51 ,
54 ve 56. ôyetlerinde, xxı. sürenin 36., xxvı. sürenin 227.
ayetlerinde, anmak, hatı rlamak a n lomlarınadır. V l l . sürenin
205. ôyetinde dua, xxıı. sürenin 28. ve 34. ôyetlerinde, hay
van keserken besmele çekmek, 35. ôyetinde, Allah'ın adı n ı
anmak, XVl l . sürenin 46. ôyetinde Hz. Peygam ber'in, Allah'
ı n bir olduğunu söylemesi, XVl l l . sürenin 24. ve 67. ôyetle
rinde hatırlamak, xxxııı. s ü renin 41 . ôyetinde unutmamak,
a n ma k ve na mazdan son ra tesbih çekmek, LXXll. sürenin
8. ôyetiyle LXXVI . sürenin 24. ve 25. ôyetlerinde namaz,
LXXXVl l . sürenin 1 5. ôyetinde namaza tekbirle durmak ve
namaz a n lamlarına geli r. X l l l. sürenin 28. ôyetindeki zikir,
Tanrı nimetlerini anmak ve ona ina nmaktır. XXIX. sürenin
45. ôyetinde d e namazın , Alla h'ı anmak olduğu ve bu an
manın da pek büyük bir şey olduğu bildirilmektedir. Kur'
ôn-ı Kerlm'de namaz, birçok sürelerde «Zikir» diye a n ıl
makta d ı r. Hôsıl ı Kur'ôn 'do , halka halinde oturup, yahut
ayakta sa llanarak Ta nrı adlarından biri n i, sayı lı , yahut sa
yısız boyuna tekrarlamak a n lamına bir zikir yoktu r (Rô_g ıb-ı
l sfahônl'nin, Tehran 'da Mu rtazavviyye K. tarafından bastı
rılan « El-M üfredat fi Garib'il-Kur'ôn» ı na da b.s. 1 79-1 80) .
Hz. Peygamber'in cennet bahçeleri dediği zikir hal
ka larından maksadı, Ta nrı'nın, Tanrı kudretin i n a nıldığı
toplantılardır (Cômi', 1 , s. 29) . Netekim ilim meclislerine,
mescitlere d e cennet ba hçeleri buyu rmuş (aynı sayfa ) ,
ora lara, mecôz1 a nlamda, otlu k, s u l u k , b ol l u k yerler de
miş, oral a rda eğleşmeyi emretmiş, nas ıl eğleşelim d iye
32
soru l unca da, «Sübhôn'Allah ve'I hamdü li'llôh ve l ô i lôhe
illô'llahu vallôhu ekbern d emeyi, tabii a n lam ı nı da düşüne
rek Tanrıyı noksan sıfatlardan tenzih etmenin, ona ham
d etmenin, birliğini, u l uluğunu tasd ıyk etmen in ora l a rda
eğleşmek olduğunu bildirmiştir (aynı sayfa ) .
Hadis lerde, Allah'ı a nmak üzere toplanan bir top l u
l u ğ u n suçlarının bağı ş lanaca ğ ı, bir topluluğun, A l la h'ı
a n m a.d a n ve Peygamber'e salôvat vermeden dağ ılmas ı n ı n
hayırlı olmayacağı va rsa d a b u , top l u l u kta Allah'ın a n ı l
mas ı n ı ôrnird ir, süfilerin zikirleri değil (Cômi', i l , s. 1 1 9) .
Süyuti, zikir v e d ua h a kkında ki uydurma had islerin bir
kısmını, « E l-Leôli'l-Masnua fi'I Ahôdls'il-Mavzua»sınd a top
lamıştır ( Mısır, Edebiyye Mat. 1 31 7, i l , s. 1 82 - 1 91 ).
«Alla h'ı an; o anış, d i l ediğin şeyi elde etmene bir yard ı m
d ı r» , «Allah'ı öylesin e a n ı n ki münafıklar, gösteriş ya
pıyorsu nuz desinler» , «Allah'ı gizl i a n ı n » ( Cômi', 1, s. 30),
«Allah'ı her taş ı n , her ağacın yan ında a n ı mı gibi ha
d islerin ( Kün üz, 1, s. 31 , Cômi', il, s. 1 5) , a n lamla rı ndan
d a a n laçı lacağı gibi, bir yere toplanıp okunan i lôhlye
uyup tempo tuta rak özel bir tarzda, bir sesle ve g ittikçe
ne söylediği anlaşılmayaca k, görenleri- şaşırtacak kadar
h ızlanara k yapılan zikirle hiç bir i lgisi yoktur.
Fa kat ondan çok önce kuru lan Kaad iri ve Rıffü tarikat
leriyle başka tarikatlerd e de yed i ad zikred i l ir; bu bakım
d a n , bu tarlkatlere yedi adın sonradan, Halvetll erin te
s i riyle girdiğini, yah ut H a lvetil i kten sonra yedi adla z i k
rin kabul ed ildiğini söylememize i mkôn yoktur; Bu yedi
- 33 F. 3
ad, « Lô ilôhe i l la'llôh, Allah, Hü, Hakk, Hayy, Kayyum,
Kahhô r» d ı r; an lamları , « A lla h'tan başka yoktur tapacak,
bütün kemal sıfatla rın ı hôiz, noksa n sıfatlardan münez
zeh, k ü nhü nü id rakte a kı lların hayrete, a cze d üştüğ ü ma
but, O, Gerçek var, dôiml Diri, Her cm tedbir ve tasarruf
sah ibi, Her şeyi kahreden» d i r.
SôHk, yan i bir m ü rşide uymuş, gerçek yolcul uğ una
çıkmış kişi, önce m ü rşid inden i l k z ikri, m uayyen b ir sa
yıda a l ı r; sabah namaz ı ndan sonra, yahut geceleyin, o adı,
k i mseni n görmeyeceği, kendisini oyal amayacağı bir yer
de, temiz el biseyle k ı bl eye karşı oturup m u rô ka ba ile, ya
ni g özleri n i yumup şeyh in in yüzün ü hatı rına getiı-erek,
d ü nya işlerini gönl ünden ç ı karmaya gayret ederek zikret
m eye koyulur. Zikir s ı rasında, yahut rüyada gördüğü şey
leri , sonrada n şeyhine a n latır. Şeyhi, ona gereken öğüt
lerde b u l u n u r, zikrini a rttırır; zikir, yüzlerden binlere çı
kar, hatta geçer. Görd ü ğ ü hayaller, rüyal a r, şeyhince,
onun d erocesinin yükseldiğine delôlet eders� şeyhi, onu
ikinci ada geçirir ve bu, böylece yedi nci ada kadar çıko r.
Bu yedi ad, onlarca n efsin yedi makamına işarettir ki on- ·
lar da şunlard ı r :
ı . Nefs-i Emmôre - Fazlasiyle kötü l ü ğ ü buyuran ne
fis, i l. Nefs-i Levvôme - Kötül ük yap ı l ı nca sahibini faz
las i yle k ı nayan nefis, 11 1 . Nefs-i M ü lhime - Sa hibine iyi
liği i l h a m eden nefis, iV. Nefs-i Mutma inne - İ manda,
hayır i�l emekte hiç bir şüphesi kaimamış nefis, V. Nefs-i
Rôdıyye -- Tan rıda n gelen her şeye razı olan nefis, V I .
Nefs-i Mardıyye - Tan rı razilığını kaza n m ' ş nefis, V l l .
Nefs-i Sôfiyye, yahut Zekiyye - H e r t ü r l ü köt u lü kten arın
m ış, tertemiz olmuş n efis.
Bu yedi nefiste, s ırasiyle, yuka rıda söylediği miz ye
d i ad zi kredil i r.
34
s u resinin 53. ôyetinde geçer. Zelihô'n ı n Yusuf peygam
bere kendisini cırzettiği a n latılırken Y usuf, « Ben nefsimi,
yan i kendimi temize çıka rmam, nefis, gerçekten d e faz
lasiyle kötülü ğü buyu rur; ancak Ra b bim acırsa kötü l ü k
yapmam; şüphe yok k i Rabbim suçla rı örter, rahimd i r»
d er. LXXV. s üre, «Andolsun kıyamet g ü n ü n e ve a n d ol
sun kendini k ı nay ı p duran netse» d iye bo şlar · (1 2} ; -
36
lerde ( kandiller, kadir ve bayram geceleri) yapılır. Şeyh,
« mukaabele-hône» yahut «tevhid-hône» denen geniş ve
m i hraplı bir odada, m ihra bın ö n ü n e otu ru r. Bu odanın,
harem d airesind en merdivenle çıkılan ve tevhid-hôneye
ba ka n kafesli bir kısmı do vardır ki kad ınım, mukaa be
l eyi oradan seyrederler. M üridler, ş eyhin sağ ve sol ya
n ından itibaren, tarikate g i riş sırasına g öre d iz çöküp otu
ra rak bir halka teşkil ederler. İ lôhi okuyanlar, mazha r (zil.;
siz tef) ve hallle (çal pa ra) çalanla r, halkanın ortasına, kar
şı l ı k l ı bi rer sı ra olup otururlar. İ lôhideki tempoyu idare
eden ve zikri yürüten kişiye «zôkirboşı» deni r. Ö nce « Lô
ilôhe i l la ' llôh» zi kred i l i r. Ziki r, ilôhi temposuna göre h ız
l a n d ıkoa h ızlanır. Sonunda şeyh, g ü r bir sesle «illal lôh»
d e r ve tevhid kelimesinin zi kri biter; «Al la h » zikrine baş
l a n ı r ve ayağa kal k ı l ır. Tekkede Mevlevi dervişi, kon u k
olarak gelmişse zikre karışmaz; fakat «Allah» zikrinde a ya
ğ a k a lkar ve semô'a başlar. Mevlevileri n «Süfi d ervişleri»
dedi k l eri tasavvuf ve esmô, ya n i Tan rı adı n ı zikir temeline
daya nan tarikat ehli, M evlevilerin, tekkelerine gelip semô'
etmelerinden pek mem n u n olurlar; ç ü n k ü semô', zi kre baş
ka bir neşe ve coşku n lu k verir. Allah zikri a ya kta biter.
Yal n ız i lôhl okuyanlar, mazhar ve halile çala n l a r, ayağa
kalkmazlar. Sonunda gene ayakta, d a ha az süren «HÜ»
z ikriyle muka a bele biter. M u kaabele, Arapça karşılaşma
a n l a m ı n a gelir. Karşı ka rş ıya zi kredild iğ inden bu söz, te
rim olmuştur. Bu ü ç adda n başka a d l a rın zikredildiği d a
o l u r.
Z i k i r esnası nda ağ laya n , bağ ı ra n, üstün ü başını yır
ta n , bayılan kişil er d e çı·kar k i buna «Vecd» d erler. Lü
g atte anlamı, bulmak olan bu Arapça sözü, Ta 'rifôt, şöyle
a n latıyor: « Ka l be, insa n ın kendi d ileğiyle ve yapmacık oı..
m a m ak üzere gelen h eyecandır; çakıp geçen şimşeklere
benzer.» (s. 1 69)
Sufiler, vecdden önce «tevôcüd » , sonra do «vücüd>
ad ını verdikleri iki höl da ha kabul ederler. Tevôcüd, is
teyerek, bilerek vecde gelmiş görün me·k, bağ ı rı p ç a ğ ı r
mak, a ğ l amaya çalışma ktır. Bir kısmı bunu kabul etmez,
37
fakat bir kısmı, «ağlaya m ı yorsanız ağlar goru n u n>> hadi
sine dayanara k b u n u hoş g örmüştür (aynı , s. 48) . «Vü
cCıd » , k u l u n , beşeri sıfatlardan tamamiyle yok olup Tan rı
varlığına bü rü n mesidi r. Ebül-Huseyn N u ri (295 H . 907),
«Ben yirmi yıldır, vecitle yokluk ara s ı ndayım; rabbimi
b u l unca gönlü m ü yitird i m » d emiştir k i bu, Cüneyd 'in
(297 H . 909) , «tevhid bilgisi, o biiginin o l uş hôline gel
mesine engeldir; tevh ide ermekse tevhid bilgisine aykırı
d ı r. levtıid, başlang ıçtı r; vücudsa son. Tevô cüd, bu ikisi
a rasında bir vasıtadı r» sözüne uyar (aynı , s . 1 69).
Zikirde, « Lô i lôhe i l l a ' llôh»da, i l k « Lô i lôhe» d e baş,
göğ üsten sağa doğru kaldırı l ır; «ina ' l lôh» denirken sola,
kalbe doğru indirili r; sonra gene kaldı rılara k i kin c'i «ke
li me-i tevhid» de birincisi gibi söylenir. Başı göbeğe doğ- .
ru indiri rken «LÔ», yukarı, sağa doğru kaldırırken « i lô
he» , sola doğru çeviri rken «illa'» . kalbe doğru indirirken
«l lôh» d endiği, bu suretle zi kredildiği de vard ı r ki bu çeşit
z i k re, dört vuruş anlam ı na «chôr darb» derler.
Z ikirde tevhid kel i mesini sözden ziyade sesle çıkar
mak, « Lô i lô he» derken vücudu ve başı sağa doğru kal
d ı rmak, « i l lô'llôh» d erken sola doğru ve aşağıya ş1ddetle
eğmek ve ôdeta bir testere sesi belirtmek d e vard ı r ki bu
na, testere z i kri a n lamına «Zikr-i erre» d enir. 678 hicride
(1 276) Fas'ın Tanta kasabasında vefôt eden Seyyid Ah
med'ül-Bedevi'nin kurd u ğ u Bedeviyye tarikatinin BeyyO
miyye kolundaysa tevhid kelim esi, içten gelen kesik ses
lerle zikre d i l i r; bu zikirde s öz, hemen yok gibidir; bu z i k
re de BeyyCımi zikri deni r.
Zikir h ızland ı kça içten gelen b ir sesten başka bir şey
d uyulmaz; bu yüzden sufilere karşı ola n la r, onların zi
k irlerine « h önkü rmek» demişlerd ir.
Hafi, ya ni gizli zikirdeyse ses yoktur; b unu bil hassa
N akş-bendiler ve Nakş-bendl kolları yapar. Zi kreden, k ı b
leye karşı oturur. sağ e l i n i n baş parmağ ıyla öbür parmak
l a rı a rasına ald ı ğ ı tesbihi sallayıp içinden zikreder.
Zikird e umumiyetle gözler kapa nır. Kı yamı, yani
o ya·kta yap ılan zi kirde, z ik redenler, sağa, sola, vücutla-
38
rın ı döndürü p eğile kal ka muntazam h a re ketler yaparlar.
Sufiler, zikrin sonucu olara k kalbin, daimi bir suret
te zikredeceğine inan ırlar; d i l d udak oyna mo ksızın kal b,
tevhid kelimesini, yahut Allah ism-i celôlini zikreder on
larca. Bu hôle gelişe ka l b çocuğu a nlamına «veled-i ka l b»
doğması denir.
39
V. BÖLÜM
40
tatları, Tanrı sıfatları bilmek , bu bilgiyi g örüş ve oluş ha
l ine ulaştırmaktır; çünkü onlarca işler, s ıfatla rın bir. so
n ucuaur, bir zu hurdur. Meselô l ütfetmek, d iriltmek, öldür
mek, l ütuf sahibi, diri ltici, öldürücü oluş s ıfatların ı n te
c e l l isid ir; o sıfatlar olmasaydı, b u işler zuhur edemezdi .
Tevhld-i zatsa, h e r şeyin, izatl bir varlıkla var olduğunu,
gerçek varlığın, ancak Ta nrı varl ı ğ ı b u l u nd uğunu ve bü
t ü n var olanların, onun varlığından z u h u r ettiğini bilmek,
g örmek ve bu bilgiyi, bu g örüşü, oluşla gerçekleştirmek
t i r.
41
mônasıd ı r; yahut da o, vard ı r, bu ôlem bir hayalden iba
·
rettir; va r olan ancak yaratıcı kudret sahibidir.
Bu d üş ü nüş, H i ndistan'da d a vard ı . Veda mezhebinde
ta biat yoktur, var olan, a ncak yaratıcı kudrettir. Sanhiya
mezlıebindeyse var olan, a ncak maddedi r. Maddeden i l k
tecel l i eden a kıl.dır, yan i Budha 'd ı r. N itek im deniz sudan
ibarettir; d a lga, köp ü k, da mla, hep denizin görünüşleri
d i r; g üneş birdir; takat suya vurunca yayı l ı r, çok görü
n ür.
Eski Yunan felsefesi n d e de eşya, bir tüm olarak mü
ta lôa edilir, takat da ima oluş hal ind e bulunduğu söyle
n i rdi. Heraklit, insan bir ırma kta iki kere yıkanamaz sö
züyle bu değ işme, bu oluş inancını belirtmişti. Ona g ör e
kôinotın aslı , hayat v e hayôtiyet kaynağ ı o l a n ateşti. T ü m
a kı l a d ı n ı verdiği b u esas u nsur, kôinatı ve kôi nattaki de
ğ işmeyi meydana getirmedeyd i . Tabiatı esas itti hôz et
m ekten başka bir şey olmayan bu meslek, Parmenid ve
Zenon'la d a ha hayôll b i r ta rza g i rmiş, kôinatı, tabiatı,
tü m bir varlık, bütün var olanları da bu va rlığın birer uz
vu kabul etm işlerd i .
i skenderiye med resesi , vahdetin, yan i birliğin, kes
rete, ya ni çokluğa meyli olduğunu, bu meyl in aklı, aklın
d a ruhu meydana getirdiğini, bütün ô l emi n , bu üç aslın
şekillere bürünerek görü nüşünden ibaret olduğunu kabul
eylemişti. Bu meslek erbôbı, insan ı, a kl ıyla insan b iliyor,
insanın kendinden geçmesiyle, aşkla, g erçek varlığa
u laşaca ğ ı n a inan ıyord u. Avrupa'daki mistik felsefe, bu
mesleklerden d oğm uştu. Eflatunsa, b u ôlemi, i d e ô lemi
nin bir hayô li kabul et!'Tlekte, gerçek varl ı ğ ı o ôleme ver
mekteyd i. Eflôtun'un nazariyesını, her şeyin fikirden
doğd uğu tarzında izah edenlerin d e b u lund u ğ u n u söy
leyelim.
M ısır ve Suriye'de, İ skenderiye mektebi nin tesi riyle
meydana gelen yeni Eflatu ncular da ide nazariyesi n i ka
bul ediyorlar ve insa n ın gerçeğe, ancak aşkla ulaşacağını
söyl üyorlard ı . Nihayet Hristiyanlıkta , İ sa 'nın, kelôm sı
fatı nın tecessi.idü olara k kabul edi ldiğini, inananlara, «Al-
42
lah evlôdı» gibi mecazi bir sözle ilôhi b i r vasıf verildiğini.
M usevi l i kte Kabbal felsefesinde de VücOd iyye kanaati n i n
izleri b u lunduğunu söyleci ikten sonra tasavvuftaki «Vah
det-i V ücud - Varlı k birliği» inancına geçebiliriz.
K u r'ôn-ı Kerim'de Allôh'ın adları, «tek, b i r, dôimi
diri» ( Ferd, Vôhid, Ahad, Hayy) gibi zôtına, «duya n, bi
len, g ören, gücü yeten üstün olan,» (Semi, Alim, Basir,
Kadir, Aziz) gibi s ıfatlarına «d i r i lten, öldüren, bağışla
yan, a cıyan, ka hreden. l ütfeden, rızık verem> ( M uhyi, Mü
m it, Afüvv, Rahmôn, Rahim, Ka hhôr, Razzaak) g ib i fiil
lerine, yôni yarattıklarına yaptığ ı işlere a i t olma k üzere
üçe ayrı l ır. Bu adl a r a ra sında <<Vücüd» a d ı yoktur. Allô
h ı n adları, İ slôm d i n in de, tevkıyfiyyedi r, yani Kur'a n'da
hangi a d l a rla an ı l m ışsa, ancak o a d l a r la a nabiliriz. Süfl
l erse Allôh'a, mutlak, yôn i her çeşit kayıttan münezzeh
var l ı k a n l amına «Vücüd-ı Mutlakı> d iyorlar. Oysa Allöh,
mevcCıd , yôni vücud bul muş olmadığı g i bi vücQ.d, yôn i
varlık da değ i ld i r. Ona varlık demek, onu. var olan şeyler
a rasına katma ktı r. Fakat süfiler, b u n u biz d e biliyoruz;
her şey ondan zuhur eder, onunla vardır; fakat an layışa
yak loştırmak, an lata b i l mek için ona vücüd demekten baş
ka b i r çare bul a mad ı·k ; bu yüzden ona « M utlak Varl ı k»
d ed i k ; vücud, yani varlı k , bizce Allah'ta n iba rettir ve on
dan başka; zôtiyle ka·a im olan, kendiliğinden var olan
yoktur. Hatta ona «mutlak» vasfı nı verme k de côiz ola
maz; çünkü o, hiç b i r şeyle mukayyed olmadığı gibi m ut
lak ol uşta n da mü nezzehti r. O. ne çoğalır, n e böl ünür; her
var ola n , onunla vard ı r: varlık, onun s ıfatı değild ir, zatı
d ı r; v ücut sözüyle, var olan şeyleri n , kendisiyle v a r ol
duğunu, gerçek ve mutlak va rl ığıyle varl ı k ô leminde te
cell i ettiğ i n i a n la tmak istiyoruz d iyorla r. Sufilere g öre
ô lemin varlığ ı izôfidi r; yani Allah'ın varlığına nisbetle
ôlem, yoktan, yok lukta n ibarettir; fa kat onun sıfatları
nın tecel lisi olması , her şeyde onun kud reti nin, hi kmeti
n i n , sun'unun, eserinin görün mesi dolayısiyle var denebi
l i r. Yoksa kôi nat. h i ç b i r va kit, o değ i l d i r, olamaz; b una
i mkôn olmadığı g i bi o da kôi nat su retinde görü nemez.
43
M ü mkin ve hôdis, yan i var olması d a , yok olması da im
kcm dahilinde bulunan ve sonradan, yokken var olan şey,
vôcib, yan i olmamasına i m kôn bul unmaya n bir var l ı k ola
mayacağı gibi vôcib de m ü mkin ve hôdis olamaz. Güneşin
ışığı, g üneş olmasa var olamaz, fakat g ü neşin ışığı, güneş
değildir, g ü neşin bir tecel l isidir.
Mevlôna Celôleddin, bun u an latırken der k i :
cEy b izim canımıza can olan, biz kim olıtyoruz ki seninle beraber
ort·aya çıkabile lim. ?
Biz yoklarız, bizim varlıklarımız, fani şekiller göste1·en (kudretini
o fani şekillerle ızhıir eden) sen, ·mutlak varlıksın.
Biz arslanlarız, ama bayraklardaki arslan/arız; soluktan soluğa
onların yeldendir saldırısı.
Saldırıları göriimmektedir de yel görünmemektedir. O görünmeyen
yok nıu, o yok olmasın bizden.
Bizim yelimiz de ihsanındandır, varlığımız da; bütün varlıklarımız,
senin icadınla meydana gel:miştir.
yoka varlık tadını tattırdın ; yoku kendine aşık ettin.
Verdiğ·in nimetin tadını aZ.ma; mezeni, şarabını, kadehini alma.
A lırsan kim arayıp tarayabilir? Resim, ressamiyle nasıl savaşabilfr?
Bize bakma, kendine, kendi kerem·ine, ihsanına, cömertliğine bak.
Biz de yoktuk, dileğimiz, isteğimiz de yoktu; fakat lutfun,
bizim söylenmemiş sözleri1nizi duyuyordu.
Resim ressanıın, kalemin önünde, ana karnındaki çocuk gibi acizdir ;
bir şey yapamaz, söyleyemez
44
kotından, inananlara g üzel bir n i met vermek, onları de
n emek isted i ; şüphe yok ki Allah, her şeyi duya n d ı r, bi
lendir.» Be·di r savaşında, m üşrikleren öldü rülenleri öl
d ü renlerin , Allah kudretiyle öld ü rd ü kleri n i , bu bakı mda n ,
g erçe kte Allah'ın öld ü rd ü ğ ü n ü bildirmektedir. Savaşta n
önce Hz. Peygambe r, b i r avuç kum v e ça k ı l a l mış, yüzle
ri kara olsun buyu rarak müşriklere atm ıştı. Bu kum v e
ç a k ı l , m ü şrikleri n yüzlerine, gözleri ne isabet etm işti . B u
hus usta Kur'an-ı Kerim'de, b u n u sen atmadın, Allah attı;
yôni on u n kudretiyle a ttın, sen bir vasıtayd ı n- gerçekte;
ata n , sana o kud reti verendi buyurulmaktad ı r ( M ecm'a'
u l-Beyan, iV, s. 530 v e bütün tefs i rler) .
Sufiler, bu ayeti , vahdet-i vücuda b i r delil saya rl a r.
O n la r, «Al lah demişti k i : Ben sizi nleyim» (V, 1 2) , « Kork
mayın ded i , gerçekten de benim sizinle; d uyarım ben ve
görürüm» (XX, 46) . «0, sizi n l edir n erde olursa nız» ( LV l l ,
4 ) g i bi ôyetleri de Vahdet-i Vücüd'a del.il g österirler. « Be
n i m b i r dostumla düşmanlığa g irişene, savaşa izin veririm
ben i mle. Kul, ona farzettiğim şeylere riayetle bana yak
laşır; bundan daha sevd iğim şey yoktur ben im. Kul u m,
nôfilelere, ona farzetmediğim ibadetlere devam ettikçe d e
b oyuna bana ya k ı n la ş ı r d a severim on u , sevd i m mi d e ,
duyd u ğ u kulağ ı , görd ü ğ ü gözü, tuttuğu eli, y ü r ü d ü ğ ü aya
ğ ı mesabesinde olurum; benden bir şey isterse veri rim,
bir şeyden korumamı d ilerse koru rum o n u . . . » meôlindeki
kudsi hadis d e (Ta n rı i l hômiyle Hz. Muham med'i n , Allah
dedi ki diye -naklettiği, fakat va h i y yoluyla, melekle gel
meyen ve Kur'a n 'dan olm ayan Allah b uyruğu) onlarca
Va hdet-i Vücüd'a delildir ( Muhammed'ü l-Medeni: Al-İt
hôfôt'üs-Seniyye fi' l-Ahôdis'il-Kudsiyye, Haydarôbôd -
45
s i n i g örmek, her şeyin, o n u n va rl ığ ıyle kaaim olduğ u n u,
fakat bütü n va r l ı kların , o n u n ezeli ve e bedi va rlığına na
z a ra n bir gölgeden, bir sera ptan başka b ir şey olmad ı ğ ı n ı
kabul etmek su retiyle benimsen i rse sor u n uza m üsbet ce
vap verebili riz. Fakat, «Allah vard ı, o n u n la hiç bir şey
yoktu» hadisine eklenen « hôlô da, nasılsa öyledir» s özü
n ü de takriri hadis saymak, yôni Hz. Peygamber'in huzu
runda b u söz s öylenince susa ra·k doğru l u ğ u n u ka bul etti
ğ i n i söylemek ( Mavzüôtu Kebir, s. 59) ya hut Gayb'i Sun'
u l lôh'ın ( 1 072 H. 1 661 'deıı sonra ) « Keşf'ül-G ıtôı> a d ı n ı
verd i ğ i k a s id esi nde,
Bir vücuddur cümle eşya ayn-ı eşyadır Huda
Hep hüviy11etdir görünen yok Hııda'dan ma'da
Leyk vardır ol vücıtdun zcihiri vü batını
Pes hü·viyyetden denilür evvel ü ahır anı:i
i'tib rirıdir vü cuda evvel il a hır dimek
Bir viiı:Udun ayn ıd ır ol ibtida vıı intiha
Evııel a.hır fa1·z idersen böyledir ol yohsa kim
}btidr.1 sız intilıasız bir Hudc1dır sermııda
46
olmad ı ğ ı gibi, tam bir tenzih, yani A l l ah'ı kôi natta n ayrı
saymak, ya hut tam bir teşbih, yani Allah'ı, kainat olara k
1kabul etmek, b i r insa n ı Ta nrılaştırmak gibi ifrat ve tefrit
de yoktur ki bu n l arı önceden de a ç ı kl a mıştı k. Vahdet-i
Vücudu, 'kainatın her zerresinde, Allah'ı n eserini, yaratı
c ı l ı ğ ı n ı , kudret ve h i kmeti n i görmek, h e r şeyi onun var
l ı ğ ına, birliğine delil saymak, her varl ı kta onun sıfatla
rının tecellisini görmek, fa kat tecelliyi, tecelli eden kabul
etm emek tarzında kabul, İslôma aykırı değildir; fakat kô
i natı Allah olarak, yahut Allah'ı kôinat şeklinde zuhur
etm iş kabul ederek böyle bir inanca bağlanmak, islô m : n
ruhuna, temeline aykırıdır; Sufilerin Vahd et-i Vücud'do
orta yolu tutanları da böyle bir inanca ta rafta r olmamış
l a rd ır; çünkü bu i na n çta, yaratmak ve yaradılış bile yok
o l u r g ider; ç ü n k ü bu inancın sonucu, ya radılışı z u h u r
kabul etmek, yaradılmışı, yaratan bilmektir.
Yunan felsefesini İslômlleştiren ve kendilerine « H u
kemôı> a d ı n ı takan fi lozoflar, «birden a n cak bir çıkarı>
esas ını beni mseyerek yaratıcı kudretten fa 'ôl, yani a ktif
bir kuvvetin doğd u ğ u n u kabul etm işler ve buna tüm a k ı l
a n l a m ı n a «Akl-ı l<ü l l» demiş lerdi r. Akl-ı Küll, m ü nfa i l
(pasif) b i r kuvvet meydana g etirmiş, b u i k i kuvvetten,
gökler ve göklerin cirimleri ola n yedi yıldız meydana gel
miştir. Göklerin v e g öklerle bera b e r yı ldızların dönüşleri,
olgunluğa olan özl emlerinden meydana g e l i r. Her yıldızın
d a bir a k tif, bir d e pasif kuvveti va rd ı r. Bu dönüş, dört
basit unsuru, yan i h avayı , suyu, ateşi, toprağ ı meydana
g etirir. Vedi yıldızın bu lunc!uğu yedi gök, yedinci göğü
kapla ya n ve sôbitelerin bulunduğu Burçla r göğü ve bu
göğü kaplayan, içinde h i ç bir şey bulun mayan Atlas göğü
döndü kçe d ört unsuru meydana g etird iği gibi dokuz g ök
l e ·dört unsurun birleşmesinden d e üç çocu k, ya ni ca ns:z
lar, bitkiler ve ca n l ı l a r meydana gelir. Görül üyor ki ya
ratıcı kudret, ya lnız tüm a k l ı izha r etmiştir ; tüm akı ldan
pasif b i r kudret, Nefs-i K ü l l meydana gel miştir. B u i kisi
gökleri, göklerin d ö n ü ş ü , dört unsuru, d okuz gökle d ört
unsurun bi rleşmes i, cansızları, bitki l eri, ca n l ı ları ya rat-
47
m ıştı r. C a n l ı ların içinde en olg un varl ık, insand ı r. Bu fel
sefe teoris inde, yaradış yoktur, «sudur - çı kış» vard ı r. Ay
n ı zamanda tüm a k ı l , ya ratıcı kudretten muayyen bir za
mand a zuhur etmez; bu z u hur, o kud reti n d a imi bir s ıfa
tıd ı r. Bu ba kımdan ôlem, yaratıcı kud rete n is betle hôdis
ise de, onunla var olduğundan kadimdir, yani önüne ön
yoktur; el imizdeki sopayı sallasak, sopa, eli mizle beraber
sa l l a n ı r; fakat elimizin, sopaya nisbetle zôti bir önceliğJ
vard ı r. H u kemö, « Heykel-i Cılem hödis-i kadimdir» , yani
bütü n ôlemin ma·d desi , önüne ön bulun maya n , fakat yara
tıcı kud rete naza ran sonradan olmuş sayıla n bir va r l ı kt ı r
sözüyle bunu form ü l e etmişlerd ir. Bu teoriye göre ô h ı ret,
l ügat a n lamına göre her zuhuru n sonud u r. A lem, maddesi
ba kımından dü nya, mônası bakımı ndan ô h ı ret olduğu g i bi
bütün kainat, her an, yaratı ldığından, içinde bulun u la n an
d ü nya, o anda n sonra ki an, Cıhı reWr ve bu, böylece sürer
g i d er.
S ı mavna kadısı oğlu Bedreddin'in (823 H . 1 420) ,
m u htelif zamanlarda, m u htelif kon u la ra a it s özleri nin, so
r u lara verdiği cevapların toplanmasından meyd a n a gelen
«Vöridôt» ında, varl ı k birl i ğ i bu tarzdad ı r ve ona g öre
kainat Allah 'tır, önü ve sonu yoktur. Kıya metse ölüm
den i ba rettir (Gölpınarl ı : Sımavna kadısı oğlu Şeyh Bed
reddin, İst. Eti yayı n 1 966, s. 31 - 33. VCıridôt tercemesi,
s. 55 - 66 ve 75).
Bu i nanç, İslö m ı n temeline hiç uymaz; ç ü n kü İslôm
d i n i n d e her şeyi yarata n Alla h'tır; ô lem, sonradan yora
t ı l m ıştır. Alla h'sa her şeyden münezzehtir.
Sufiler içinde Vahdet-i Vücüd'u, g örüşte b i r değişim
olarak kabul edenler d e vard ır; bun lara g öre sölik, s ü l ü k
te öyle bir mertebeye g e l i r ki, bütün varl ı ğ ı Tanrı görür.
B u mertebe, olg u n l u k mertebesi değ i ld i r. Bu m ertebeyi
a ştı ktan sema anla r ki va rlı klar, sonradan yaratılmıştı r;
yoktan var ed il mişti r ve vücudda çok l u k vard ı r. Bu inan
ca «Vahdet-i Şühüd » , yani görüş birliği den i r. Nakşben
dllerde « M ü ceddid-i el if-i sôni - İ kinci bin yılda İ slôm di
nini yenileyen» denen ve i mam Rabböni d iye a n ı lan Ahmed
48
FôrCı kıyy-i Serhindi'n i n ( 1 034 H. 1 624) vahdetteki mez
hebi budur.
49 F.: 4
mazharın istidadına göre iş işler. Hattô hayır, şerle, iyi,
kötüyle an laşı l ı r. Soğ u k o lmasayd ı sıcağı b i l emezd i k. Ö l ü m
olmasayd ı d i rim b i l i n mezd i .
Bu böyle kabul ed i l i n ce, a rtık sOfin i n tabiati, gel iş
mesi , zevki ve neş'esi işe g i r iŞir. B u rada, her iş onund u r,
g e rçekte her şeyi ya pan odur d eyip z ev k e dalan, ahireti
d ünyada görüp ô h ı rette te klif yoktur d iyerek ibô haya ka
yan, ya n i her şeyi mübah g ören , böylece d i n i , dinin emi r
lerini, ô l em i n d üzen i i ç i n konm uş saya n vard ı r. Şunu da
söyieyel i m k i biz, bu söz leri, a k l ı m 'zdan, yahut ya lnız bil
ginin sonuçlar ı n ı düşün mek yönünden söylem iyoruz; bu
ina n çta olan ları da g ö rd ü k, onlardan da duyduk bu söz
leri biz.
İçlerinde şeriata bağ l ı olanlarıysa, her mazhara gö
re, o mazhardan zuhur eden işi doğru b u l a n , fa kat olgun
kişi n i n , bütün bunlardan arınmış olacağına inanan, d i ni
emi rleri, bambaşka ve içten gelen bir zevkle yapan, şeri
attan zerre kada r ayrı l mayan kişiler vard ı r. B u nlar, ade
ta bir m erdiveni n en üst basa mağına çıkm ışlard ı r. Öbür
basa makların her biri, o basama kta b u l u n a n ların d u ra k
larıdır, hepsi de yerl i yeri nded i r: hiç biri aykırı bir · işde
değ i l d i r; faka t onlar bun ları seyrederler: kend i l eriyse bü
tün bu kayıtlarda n kurtu l m uşlard ı r.
Sorum l u l u k meseles i n e g e lince:
Mesela bir adam, birisini öl·ci ü rür: bu. istidadına gö
re yaptı ğ ı bir iştir; fakat sorum l u l u k kal kmaz; çünkü o
öldüreni tutan , onu yarg ı layan, hakkında kısas hükmün ü
veren ve onu, h ükme göre öldürten ve öldü ren de, istldô
d ına g öre, mazhariyetine g öre iş yapma ktadır. Bu ba kım
dan ne kısôs kal kar, n e soru m l u l u k ve bu inanç b i r anarşi
ye yol a çmaz.
B u nda , dini inancın da tesiri vardır. E h l i Sünnete g ö
re kulda cüz'i bir i rade ve i htiyôr va rdır. K u l , cüz'i i rô
desiyle iyi l i ğ i , kötü l ü ğ ü yapma k ister, Allah da onu halk
eder. M u'tezile'ye, ya n i lslôm inancında n a k l i , a kla uy
du ran lara göreyse kul, i rade ve i htiyôr sa h ibid i r. Aklı
vard ı r ve akıl, iyiyi, k ötüyü bilecek b i r kaabil iyetted i r.
50
Allah, herkes i n ne yapo ca ğ ı n ı bil i r; fakat bilgisi <cm ü c
b i r-i fi'I» deği ldir, ya n i ona o iyil iği, o kötü l ü ğ ü zorla ya p
tırmaz. i mam Ca'fer'us-Sôdık'ın buyu rd u ğ u gi bi" « Cebr
ve toMz yoktu r; iş, ikisinin arasındadır.» Yôni Allah
kula zorla iyili:k ve kötü l ü k yaptırmaz; a ma kul, kendi ba
şına da bıra kı l m ı ş değildir. Kul, d i lediği işi, gene Allah
g ü cüyle yapa r; a ncak aklı, iyiyi, kötüyü b i l i r, anlar; ay
nca Allah , peygamber yollamış, kitap i nd i rmiş, iyiyi, kö
tüyü a n latmıştır. Artı k kul, iyiliği, kötü l ü ğ ü , kend i i ra
desiyle yapmış olur; ka rşı l ı ğında da Allah ona adôletiyla
m u a mele eder, mü kafat ve mücazatta bulun u r. Bun u n a ksi
d ü ş ü n ü l ü rse, kula a kı l vermesi, peyga mber yol laması, ki
tap indi rmesi a bes, m ü kôfat ve mücazatta bulunması z u
l ü m olur (Hôc Şeyh A bbôs-ı Ku mmi: Sefinet' ül-Bıhôr v e
M edlnet' ü l-Hikemi ve'l-A sôr, 1 , Necef - 1 352, C e b r mad.
v e Bıhör'ü l-Envôr} .
M evlônô, b u hususta d e r ki:
«Ok ata rsa k o atış bizden değildir; biz yayız, oku
atansa Allah'tır. Bu cebir d eğ i l d i r, cebbarlığın a n lamı
d ı r; cebbarlığı a nış d a a ğ layışı a n latma k içindi r.
Ağlayıp inlememiz, cebre, o İŞİ zorla , · kendi mizde ol
m a ksızı n , nefsimize uyup yaptı ğ ı m ıza delilse d e uta ncı.-.
mız, ihtiyôrımız old uğuna delildir.
«İhtiyanmı;ı,irademiz yoksa b·ıı utanç nedir? Bu hayıflanma, bu
utanrııa, bu edepli, terbiyeli olmaya uğraşma nedir?
Hocaların talebeye çık1şmaları, talebenin uğraşmaları nedir?
Neden hatırınıız, tedbirlere dÖ1ıiip durnıada '!
Sen, onun cebrinden gaflettesüı de ondan; Tanrının a.yı,
onun bulutunun altında gizlenmiş dersin ama.
Buna güzel bir cevap var; duyar, dinlersen küfürden geçer,
dine yapışırsın.
Yanıp yakılma, ağlayıp inlem.e, hastalık çcığındadıı·; hastalık çalfı,
tümden uyanış çağıdır.
Hasta oldıığun za.nuın suçtan tövbe eder, suç işlemekten
istiğfar eykr11in.
Suç-un çirkinliği, kötüWğii, o zaman belirir sana ; artık yola gelc11im
der, buna niyetlenirstn.
51
Bun.dan 1>öyle kulluktan başka bir şey seçmeyeyim diye ahdeder,
and içersin.
Demek apaydın anla§ıldı ki bu hastalık, sana bir alct.I, fikir,
bir ıtyanıkl'lk vermede.
Şu, }ı,e:ılde ey asıl arayan, şu aslı bil: Kimde derd ·varsa,
odur koku almış kişi.•
(1, s. 39, beyit. 2 1 6 - 227)
«Sonin cebre inanma.ıı, yolda y atııp uyurnandır; o kapıyı,
o yapıyı görmedikçe uyuma.
Ey deiiM'riz cebri, o '11U!y veli ağacın a.ıtmdan başka bir yerde uyuma,
kendine gel.
Uyuma da. her solukta yel, uyuyanın başına meyveler,
azıklar döksün.
Cebre tna.nmak, yol kesicilerin ya,nında uyumaktır; va,kitsı.'.z öt� �.
nasıl olur da, aman bulur?ıt
52
yan i yokluk mertebeleri d en i r. Tevhid-i ef'ôl'de sôl i k, bü
tün i ş l eri, Ta nrı işlerinde yok eder; her işi, onun işi bil i r.
g örü r v e bu bilgiyi, bu g örg üyü oluş haline g etirir. Tev
hld- i s ıfôt'ta , işlerin, sıfatlardan doğduğunu, sıfatların
tü m ü n ü n d e Tanrı s ıfatları olduğunu a n lar; gözünden,
varl ıklara , yaratı klora a it sıfatlar yok o lu r. Tevhld-i zôt'
ta, her şeyin mecôzl ve izôfi va rlıkla var olduğunu, s ıfat
ların, Ta n rı zôtın ı n tece l l isi olduğunu bilir, g örür ve her
şey g özünden s i l i n i r; Tan r ıdan başka bir va rlık göremez
ve bu bilgi ve g örg üyü oluş ha l i ne u laştı rır. Bi liş, görüş
ve oluşa, tasavvuf terimi olarak, « İ l m 'e l-ya kıyn, Ayn 'el
ya kıyn, Hakk'a l -ya kıyn» derler.
Arapça bir söz ola n ya kıyn'in, lügatte a nlamı, ş üphe
s i z bilgidir. Terim o la ra k , bir şeyi, başka türlü olmasına
i m kô n bu l unmad ı ğ ı na i nanarak old u ğ u gibi bilmektir
(Ta ' rlfôt, s. 1 75) . Bilgi yoluyla bir şeyin bu çeşit bilinme
s i n e « il m'el-ya·k ıyn » , keşif ve g örüşle bili n mesine cayn'el
yakıyn» denir {a y n ı , s. 1 04, 1 07) . Hak k'a l-yakıyn, kulun
Hak'ta yok olması ve Ha k varlığıyla varl ı ğ a ulaşma s ı d ı r.
İ l nı'el-yak ·yn , şeriatın zahiri, a yn'el-ya kıyn, emirleri ih
lôsla yapmak, hakk'a l-ya k ıyn , k u l l u k ederken ôdeta,
H o kk'ı g ör mektir d e d emişlerdir (aynı, s. 62. Risfüet'ü l
Kuşayriyye'ye de b. s. 57) .
Hacı Bayrôm-ı Veli {833 H. 1 429 1 430) . bir şiirinde,
-
53
beytiyle, «bi lmek, bulmak, olmak» s öz leri n i , Hacı Bay
rôm'a uyup bu üç m ertebe hakkında kullanmıştır (Göl
pınarlı: Kaygusuz Vizel i A lôedd in, ,ist. Remzi K. 1 932, s.
66) .
Ha tvetiyye torikatin i n Şa'bôniyye kol u ndan olan ve
hem g i yi mde, hem de n eş'ede melômet yolunu seçen Kuş
adalı İbrôh i m de ( 1 264 H. 1 848) . mektupla rı n ı n çoğ una,
«Bil meleri, bulmaları, olma ları daavôtiyle inhô olunur
ki» d iye boşlar ( Mektup la rı, bizdeki yaz.).
ları g i bi değildir.
54
Soru 27 : Sorumuza cevap verirken, dönüşteki ü ç
mertebe decliniz; tevhidin, fenô mertebe
lerinden sonra üç m9rtebesl daha mı var?
55
ve «tefrı ka» d erler. İnsan, fa rk ôleminde varl ı kları , ô lemi
görür; onlard a k i sıfatla rı , onları n san ır, işlerin i , onlard a n
bilir. S ü l üke başlayınca, ö n c e işlerin, h e p T a n r ı i ş i oldu
ğunu, sonra bunların, Tanrı s ı fatların ı n zuhuru bulundu
ğunu, sonra da her varlı ğ ı n , Tanrı varl ı ğ ı n ı n mazharı, ôde
ta aynası olduğunu an l a r ve her şey g özü nden s i l i n i r, ken
d isi de yok l u k ôlemine varı r. Geri d önerken önce her şe
yin Hak'la kaa im bulunduğunu, sonra her şeydeki sıfat
la rın Ta nrı s ıfatları, her s ıfattan zuhur eden işin de Tanrı
işi old uğunu, ispat yol l u a n lar. Gid işte nefiy, yô n i yokluk
yoluyle anla mıştı; dönerken ı sbôt, yôni var l ı k yoluyle zevk
eder. B i lişinden, g örüşünden, oluşundan kaybolan var
lıklar, s ıfatl a r, işler, ôdeta bu sefer yerli yeri ne gelir. Ar
tık sôlik, hem halkı görür, hem Ha kk'ı. İ l k fa rk ôleminde
halkı g örüyord u ; Ha k'sa, önce halktan ayrıyd ı . İk inci fark
ô lemindeyse halk, önce Hakk'ın mazharl arıdı r, onların sı
fatları, o sıf.atların muktazôsı olan iş ler, Hakk'ı ndır; ger
çek varl ı k, ancak Hak varl ı ğ ı d ı r; çünkü her şey H a k ' l a
kaaimdir; her şeyden z ô h i r olan sıfat, H a kk'ın sıfatıd ı r;
h er iş de, bir sıfatın zuhurudur.
Bu, bilişte, görüşte, ol uşta bir d eğ işmedir. İkinci far
ka gelebilen kişi, her şeyi yerli yerinde görür; h i çbir şeyi
a bes saymaz; fakat her şeyle, herkes le mua melesi, onun
mertebesine g öredi r. İşte sülük, yôni ma nevi yolculuk bu
d u r süfilerce.
56
VI. BÖLÜM
57
d ı ran ve yoğ u n olan bulut a n lamına Amô', taoyyünsüz l ü k,
maddi varl ı k bulunmayan ôlem anlam ında Lô-taayyü n ôlemi
g i bi adlar verilmişti r. Ahadiyyet aleminden sonra, Tanrı
bilgisinde, bilgi su retleri olara k sôbit ola n ve eşya n ı n i l k
taayyü n ü sayılan ôl eme, daha doğrusu, her şeyin Ta n rı
i l m i ndeki sü butu na, «Ayôn-ı sôbite» denir ki b u ôlemden
Tanrı a d la rı ve sıfatları zuhur eder ve bunlar, mü cerret ruh
lar ve nefisler ôlem i ola n M eleküt ôlemini meydana geti rir;
b u ôleme, kuvvetler ôlemi de d iyebi l i riz. K uvvetl erin madde
hôl inde zuhuruysa M ü l k ôlemi denen ôlemimizi izha r eder.
M ü l k ôlemi ne, d uyu lan, görülen, duygu v e görg ü ôlemi
a n lamına Şehôdet ve H is ôlemi de d e n i r. Bütün b u ôlem
ler, insanda toplanmıştır; bu bak'mdan kevn ü fesôd , yô
ni oluş ve bozuluş ôlemi dediğimiz şu madde ô l emind e
insa n , cesed i , bedeni ba k ı m ı ndan bu ô leme, M ü l k v e şe
hôdet ôlem i ne, ruhu ba k ı m ı ndan Meleküt ôlemine, Me
l ekOt ô lemiyle LôhOt ôlemi a rasında bir g eçit, bir berzah
olan sıfatlar ôlemine ve n i hayet Ta n rı n ı n zôti i ktizôsı na
mazhar ola n tek yaratıktı r. Ancak bütün b u n la r, Tan r ı
sıfatla rı n ı n ve sıfatlara g öre Tanrı adları n ı n zuhurund a n
başka b i r şey değ i l d i r; zôtiyse bütün b u n larda n m ü nez
zehtir.
Bir de şunu söylemek gerek:
B u oluş, za man ba k ı m ı ndan mütalôa edilemez; yô n i
bir zama n Tanr ı dan başka b i r şey yoktu ; sonra i l minde,
her şey sabit oldu; sonra bu sü but, mücerretler ô l e m i n i
meydana g etird i ; o ô l e m i n madde h ô l i n d e z u h u ru da kô
i natı izhar etti g i bi düşünüle rr:ı ez. Mutlak Varl ı k , her a n ,
bütü n ôlemden mü nezzehti r; bütün kayıtlard a n m utla ktır
ve her an, zati i ktizôsı , z u h u ra olan meyli, bütün varl ı kla
rın, bilg isinde sübutunu meyda na getirir. İ l m i n deki bilgi
su retleri şeklindeki varl ı klar, her a n kuvvet hôlinde var
olup durmaktad ı r ve kuvvet de her an yoğ u nlaşıp madde
şekl ine bürün me kted ir. Alla h ' ı n evveline bir evvel d üş ü n ü
lemiyeceği g ibi son una da bir son düşünü lemez; o ezeli v e
ebedid ir. Fa kat ezel v e ebed , önsüzl ü k ve sonsuz l u k a n la
m ı na gelir ve bu sonsuzl u kta yaratış ve ya ratıl ış , dah a ·
58
doğ rusu , zuhur ediş, dôimid i r. Bütü n ôlem, tümden, her a n ,
M utlak Varlık'ın tecel lisi olara k zuhur etmekte, g e n e h e r
a n , tümden yok l u k ôlemine geçip g itmekted ir. Sufiler, b u
n u , « i l k yaratışta ô c i z m i kaldık ki? Hayır; ama on lar, yeni
b i r yaratışta şüphe içi ndele r» ôyetindeki ( L, 1 5) şüphe a n
l a m ı n a gelen cd ebs» s öz ü n ü libas, g iyim a n lamına a lara k,
«Onlar yeni bir ya ratıştan g iyimdelerd i nı g ib i pek uza k ve
aykırı b i r te'vil, bir yorum yol u tutarlar; kôi natın her a n ,
yeniden yen iye yaratı lmakta v e h emen d e y o k olma kta ,
son ra gene zuhur etme kte olduğunu, böylece de her a n ,
t ü m kôinatın gaybden ayne g e l i p a y n d a n gaybe g ittiğ i n i ,
yô n i Mutlak Varlı k' ı n sıfatla rın ı n h e r o n z u h u r etmekte o l
·
d u ğ u n u , tecellide de tekerrü r b uıunmad ı ğ ı n ı söylerler. Esa
sen onlarca geçmiş za man yoktur, çünk ü a n ca k zihinded i r.
G elecek zamana h i ç b i r va kit u laşa m ayız; çünkü ta nyeri
gibi biz gitti kçe o da g ider. İçinde b u l u n d uğumuz zaman
sa d urmaz. Şu halde zama n , olayların zihi ndeki n isbetin
den doğan müce rret bir mefh umdur; zama n ı n gerçeği , a n
ca k böl ü n ü lemiyece k k a d a r oz o l a n « ô n » d ı r ve « Ö n » da
boyuna yenilenmektedi r. Biz bu yenilen meyi hemen göre
meyiz; ucu yana n bir sopoyı hızlı hızlı sağa sola sallasa k
d ü z bir ateş çizgisi g ör ü n ü r gözüm üze; oysa k i sopa, h i ç
b i r z a m a n d u rma mnktad ı r. N e h i r akıp g itmekted i r; akan s u
geriye dönmemekted i r. Gelen su, d a i m a yenidir; ama biz,
on lara bir ad verm işizd ir; boyuna o adla a na rız onları
( Mesnevi, I , s. 70 - 71 , beyit. 1 1 35 - 1 1 49 ) .
M evlônô, bu d ô i mi yaratı lışı, bu daimi oluşu a n latı r
ken , «cihan, başka bir cihan doğurur; bu mahşer, başka
bir m a h şer meydana ç ı karır. K ıya mete dek bu kıyameti a n
latsam gene bitmez» der ( M esnevi, i l , s. 31 1 , beyit. 1 1 87 -
1 1 88) ; bütün ôlemi, yeyen ve yenen olara k vasfeder; top
rağ ı n suyu içtiğini, otl a r bitird i ğ i n i , otları hayvanların ye
d i ğ i n i , hayvan ı n insana g ıda old u ğ u n u , insa n ı , gene top
ra ğ ı n yed i ğ i n i , bu ôlemin, boyuna değişip d u rduğunu anla
tır ( N ichol son bası m ı ; i l i , 1 929, s. 4 5, beyit. 22 36) ; kôi
- -
natı n bir savaş ô l emi old uğunu, her zerre n i n ; öbür zerrey
le savaştığını, bu zıtl a r ôleminde savaşın sürüp g itti ğ i n i
59
söyler (aynı basım, VI, 1 933, s. 272-273; beyit. 36-54). Ge
çenlerin g eçip g ittiği n i, bu yüzden , f i k i r ba k ı m ı ndan da her
g ü n bir konağa kon u p g öçmen i n , a ka r su g ib i a karak do
n u p kalmama nı n gerektiğ i n i s öyler ve « D ü n de geçti, düne
dair söz de d ü n g i b i geçip g itti ; bug ü n yepye n i bir söz söy
lemek g erek» hükmüne varır (Veled C e lebi i zbudak basımı,
Rubôiyyôt-ı Hazret-i M evlônô İstan bul; Ahter Mat. - 1312, s.
293; Abd ü l bôki Gölpınarlı: Rübôiler, M evlônô'nın bütü n
rubôHerinin tercemesi, i st. Remzi Kitabevi 1 964, <(N» har
-
60
c erret b i r mefhumsa, mekan da var olan şeyden doğan
bir m ü cerret mefhumdur. Var olan bir şey olmasa, onun
m e ka n ı da olmaz.
61
dana getirmiştir. Yen e n , içi len şeylerse hayvan, bitki ve
cansızlard ır. Şu halde insan ı n cesedi , bu sOrete bürün
meden önce ô lemde d a ğ ı n ı k b i r ha lde, ca nsız!orda, bitki
l erde, cansızlardaydı . Onla rdan önce, d ört u nsu rda ve dört
tabiatteyd i ; yôni hava, s u , ateş ve toprakta, soğ ukluk, yaş
l ı k, s ı ca k l ı k ve kuru l u ktaydı . Bu dört u nsur ve dört ta
biat, göklerin dönmesinden meydana g e l mektedir, bu b<:ı
kımdan dokuz gök, insana nisbetle ôdeta babad ır. H ü ke
mô, bunlara , yüce ba ba l a r anlamına «ôbô-i ulviyye» de
mişlerd ir. Dört unsursa ana mahiyetindedir; bu yüzden
de dört u nsura, aşa ğ ı a nalar anlamına, « ü mmehôt-ı süf
liyye» d e n i r.
Dokuz göğ ü n yedisinde, yer yüzün de n iti baren Ay,
Utôrid, Zühre, Gü neş, M i rrih, Müşteri ve Zuhal yı ldızları,
sekizi nci kat g ökte sôbiteler ( bu rçlar) vard ı r. Dokuzuncu
kat olan Atlas g öğ ü nde h iç bir şey yokt u r v e ôlem, bu
g ökle biter. Göklerle unsurları n birleşmesi nden « Mevôlid-i
selôse - Üç çocuk» denen cans ızla r ( maden l er) . bitki ler ve
hayva n l a r doğm uştur. Şu halde i n sa n , u nsurlar ôlemine
gel meden önce göklerde, ondan önce kuvvet ôlem i nde, on
d evirle bu ô leme geld i . safiler, eti yenecek hayvan ı n,
kesil meden ölmes i , topra kta kine dağ ı l ması, yah ut hay
vanlar tarafından yen mes i , ya hut da baba belindeyken
a na rahmine düş me·d en yitmesi g i bi bir dura k lama (ta'vıyk)
olmad ı ğ ı ta kdirde Ta n rı bilgisinden insan sOreti n e gelin
ceyedek, orta lama ola ra k e l l i bin yıl geçeceğ i n i de, « me
leklerle ruh, kendi lerine em red i len yere ç ı karla r bir günde
ki m i kta rı e l l i ' bi n yıldım meôli ndeki ôyete daya n a ra k söy
lemişlerd i r ( LXX, 4) ; fakat bu ôyetin bu tarzda yorumlan
masına i m kôn yoktur; ka l d ı k i ôyet, inişten d eğ i l , ç ı kıştan
bahsetmekted ir; ama sOfiler, in iş, çıkış, izôfl ve itibfüid i r
d iye buna da bir kulp ta karla r.
SOfiler, bu i n işe «dev i r» d erler. Da ha fazla Bektaşi
lerde, buna dair heceyle yazıl mış nefeslere de «devriye»
a d ı veri l i r. Ayrıca, peygamberlerin, eren lerin s ı rlarına,
mazhariyetlerine, sahip ol uştan , onlardan m ô n ev iyetle-
62
ri nden feyza l :ştan bahseden şiirlere d e bu ad veri l miştir.
A na ra hminde, çocuk, i nsônl ruha kaa biliyet kazanın
ca, ona rO h-1 insôni ba ğ ışlanır. Ö l ü mden son ra kalaca k
olan v e kıyamette, ceset tekra r top l a n ı nca ona girecek
ola n ruh, bu insônf ru htu r.
63
sanın i rô desi. Ta nrı i radesi olur. o. kendisi lcin yaşamaz
a rtık; varl ı ğ ı , ôlemlere ra h met olur. Bu olgunluk merte
besine eren de a nca k b i r kişidir ki o da Hz. M u hammed
d ir. Ondan öncek iler de onun mô neviyetinden feyiz a l m ış
lardır. ondan sonra kilerd e Hz. Muhammed, Tanrının zôti
i ktizôsı n a mazha r olan tek varl ı ktır; ô lemler, i nsana nis
betle nas ı l bir cesetse ve tnsan, o cesed i n co nıysa. Hz.
Muhammed de, insanla rın canıdır. insanlar ona nisbetle
bir cesettir.
Hz. Ali. bir şiiri nde,
«Derman sende, fakat senin haberin yok; derdin senden fakat
sen görmüyorsun.
l(endini küçücük bir beden sanıyorsun; oysa ki koskoca tilem,
dürülmüş, içinde sımin.
Öylesine apaçık, apaydın bir kltapsın ki, gizli şeyler, onun
harfleriyle meydana çıkmada.
Dışarıya bir ihtiyacın yok senin; gönlünde yazılmış yazılar,
her şeyden haber verir sana•
64
Bir ağaçdır bu alem meyve8i olmı!1 a dem
Maksud olan meyvedir sanma ki ağaç ola
Bu adem meyvesinin çekirdeği sözündür
Sözsüz bu adem alem bir ande tarac ola
Kur'ôn-ı Kerim 'de insan, hem za'fı , hem yücel iği ba
k ı m ı ndan a n lat ı l ı r. M eselö iV. süre n i n 28. ôyetinde, in
san ı n zait olduğu b i l d i r i l ir. X. s üre n i n 1 2. ôyetinde, insa
n : n zarara u ğ rayınca d uaya, yalvarmaya koyu lduğu, dert
ten, zararda n kurtu l d u m u , b u n u u n utup g ittiğ i a n latılı r.
xı. süre n i n 1 0- 1 9. öyetlerinde, insan ı n el i ndeki n i met g i
d in ce yeise düştüğü, u m utsuzluğa kapı l d ı ğ ı , n i mete u la
şınca da övü nmeye koyu lduğu beyan edi l i r. XIV. süren i n
34. ayetinde insa n ı n p e k zal i m, pek n a n kör, xvı ı . süre n i n
1 1 . öyeti nde p e k aceleci, XV l l l . süre n i n 54. ôyetinde sa
vaşkan ve i natçı, olduğu bi ldiri l i r. B u n la ra karş ı l ı k XV l l.
süren i n 70. ôyeti n i n meali şud ur: «Andolsun ki biz, A dem
o ğ u l larını üst ü n ettik; karada, den izde ta ş·d ı k onları, t e r
temiz şeylerle rızıklandırd ı k onları ve yarattıklarımızın ço
ğ u n d a n üstü n ettik o n ları.» xxxı ı ı . s ü re n i n 72. ayetinde.
« Şüphe yok k i biz arzett i k emaneti göklere ve yeryü z ü n e
ve da ğ lara; derken onlar, o n u yüklenme kten çek indi ler ve
ondan korktular ve o n u yü kledik insana; şüphe yok ki çok
z a l i m oldu, çok bilgisiz bir hôle geldi» den mekted ir. il.
s ü re n i n 30. ôyetinde, Adem'in, yeryüzünde « halife» , ya n i
T a n rı vahyine mazhar, Tanrı buyru ğ u n u yerine g eti rece k,
onun buyruklarına g öre h ü kümde b u l u nacak bir yara t ı k
o l a r a k halk edildiği bild iril mekte, xxxv ı ı ı . sürenin 2 6 . ôye
tinde Davud Peyg amber'e, Tan r ı n ı n , « Biz seni yeryüzünde
h a l ife kald ı k ; insa n fa r a rasında ada letle h ü kmet» buyur
d u ğ u a n latı l maktad ı r. v ı . sürenin 1 65. ôyetinde, insanla
rın, «yervüzünde ha lifelerıı oldukları, yôni hüküm sa h i bi
b u l u ndukları, s ·nanmala rı için bir k ı s m ı n ı n , bir kısmından
üstün edildiği anlatılmakta, X. surenin 1 4. ôyetinde insan
lar, gene «yeryüzünde ha lifeler» d iye a n ı l ma kta, 73. öye-
65 F.: 5
tinde, N u h Peyga mber'e i n ananları n kurtul u p, «yeryuzun
de ha life» oldukları beya n edilmekte, XXXV. sürenin 39.
ôyetinde insan lar, gene aynı tarzda a n ı lmaktad ı r.
SOf' l ere gelince: Bütün bu ôyetleri ve Ebu-H üreyre'
den rivayet ed i len, «Allah Adem'i, kendi su reti üzere ya
rattı» hadis i n i (Cömi'. il, s. 4) pek aşırı yoru mlarlar. Bu
hadis d oğ ruysa , şüphe yok k i Adem'in ve soyu n u n , ya n i
insan ları n , a k ı l , fikir, a n l ayış, konuşma, h ü kü m , teklife
kaa biliyet g i b i sıfatlarla s ıfatlandırıldığı bildirilme ktedir;
yoksa Allah'ın sureti ve bu bakımda n d a cismi olmasını
kabul etmek, İslôm inancına taban tabana z ıttır. Sanıyo
ruz ki bu söz. «Ahd-i Atıyk»ın «Tekvin» böl ü m ü ndeki i ki
cü m leden uyd u rulmuştur (26 - 27) . Sufiler, insanı kutsal
saymada pek i leri g iderler. Onlarca «Olg u n insa nıı la Tan
rı a rasında h emen hiç bir fark ka lmaz. Hatta batını ina nç
ları beni mseyen leri . gerçekte, secdenin i nsana olduğunu
söylemekten bile çekin mezler. Mesela Gaybl Sun'ullah ta
rafı n dan, şeyhi Oğlanla r şeyh i . ya hut Oğlanşeyh İ bröhi m ' i n
sözleri n i n yaz ı l masından meydana gelen «Sohbet-Name»
de, «Suret-i ödem, sera p a lafzat'ullöh n ü mudarı olduğu
g i b i ba'zı eczös ındo d a h i n ü m u ne-i ism-i zat mevcudd u r;
netekim destini m ü rekkebe koyub kôğ ıd üstüne koysan
ism-i zat sureti m üşahede olunur ki Lafzat'ullah budum
dend i ğ i n i söylemekte, «Ve dahi hakıykat-i ôdem, i nd'et'
ta hkıyk neden i bôret i d ü ğ i n tah k ıykı nda Fazl-ı Yezdôn'ın
bu beyt-i ra'naıarı n ı okurla rd ı :
uMcı Hodri-yı alem adem yiiftinı
İnçünin adem veli kem yaftım»
demektedi r (*)
(•) Biz, ôlemin Tanrısı nı, ôdem olarak bulduk; ama bu çeşit in
sanı da az bulduk, az elde ettik.
66
nan felsefesinden, i l mi n den, hattô eski i ra n 'dan, sonro da
Roma'dan geçmişti r.
Eski H i nt - İ ra n inancında bu yedi yıldız, baz ı kere
melek, baz ı kere tabiate a it kuvvetler şeklinde temsil edil
m iştir. Meselô Môh, ya n i ay, Behram. yani Mi rrlh, gök
ve g öğ ü n g özü olan Yam, ya n i g ü n eş, Nahid - Zü hre, H i nt
i ra n i nancında da vard ı r. Hatta Yam. son radan Cem ve
Cemşid şeklind e İra n ' ı n mitoloj i k ta rihine d e geçm işt i r.
Yunanlı l a rda Artemis ( D iyana - Ay) . E rmis, Hermis
( Utôrici), Afrodit (Ve n ü s - Z ü hre) . Mitera (Apo l l o - g ü neş ) ,
Ares ( M irrih) , Z e ü s ( M ü şteri) . Kronos (Zühal), b i re r i lôh
t ı r ; Yunan mitoloj isinde bunların ol uşları, doğuşları, iş
·
leri h a k k ı nda çeşitli h i kayeler vard ı r. Roma 'da Hermis;
M e rk ü r; Afrodit, Ven üs; Apol lo, Febüs; Ares, Mars; Zeüs,
J ü piter olm uştur; bütün bu mitoloji, Roma'ya geçm işti r.
H i nt - İ ra n , Yunan - Roma'<.!an da İslôm alemine geçen
b u yed i y ı ld ız ve dokuz göğe ç eşitli tesirler atfed i l miş,
«tencim ıı , ya hut « n ücüm» denen, müsbet bilg ide işe ya
rayan , i na n ç bakımından, g elecek zam a nd a olaca k l a rı
b i l d i rd i ğ i tddiô ed ilen bir bilgi meydana · ç ı kmıştır ( Dr. M u
h ammed Muin'in « Mazdayasnô v e te'sir-i o n da r Ada
b iyyôt-ı Pôrisi» a d l ı k ita bından, Muhammo d ' ü r-Razi'nin
« Şarh'u l-Mektüm» undan, ra hmetl i ü stôd ı m Ferid Kam'ın
«Şerh-i M ütün» notla rından, Kari Kereny i ' n i n « D i e Mytho
l og i e Der Griechen» ından ve d iğer ka ynaklardan nakl\3n
D'fvön-ı Kebir tercememiz, 1 , Açı lama, s. 401 - 403, 406 -
407, 41 2, 421 - 423, 427 - 428 ve 436 - 437) .
K u r' an-ı Kerim'de de yed i gökten ba hsed i l i r ( i l, 29,
xvı ı . 44, xx ı ı ı ; 1 7 , 86, XLI, 1 2, LXV, 12, LXV l l , 3, LXXI, 1 5,
LXXV l l l, 1 2) . XXXVI. süreni n 38 - 40. ôyetlerinde g üne
şin, kenc'isine ôit yolda a kı p g itti ğ i , ayın, kona klardan
geçerek kuru, e ğ ri h u rma d a l ı hôl ine geldiği, gökteki ci
rimlerin hepsi nin de felekte yüzd ü ğ ü b i l d i ri l i r. LXXD( sü
renin 3. ôyetinde «Yüze yüze gidenler» den, y ı ldızları n
kasted ildiği rivôyet edi lmiştir (Gölpınarlı: Kur'ôn-ı Kerim
ve Meô l i . l st . Remzi K. 1 958, i l, Açı lama, s. CXV l l ) . Oysa ld
o çağla rda yıld ızlar, g öklere mıh g i b i yapışı k san ı l ı r, g ök-
67
l eri n d öndüğüne i na n ı l ı rdı. Kur'ôndaki yedi kat yerin, ad
ları n ı a n d ı ğ ı m ız yedi yıldız, yedi göğün de, onları kapla
ya n hava taba kaları olduğu a n laşılmaktadır ki bun a göre,
süfilerin telôkkıyleri çok eski ve çok geri ka l ı r (Seyyid
H i bet'üd-din-i Şehristôni'nin «Al-H ay'atu ve'l-İslômıı a d l ı
eseri n i n , İsmfül Fardovs-ı Farôhôni ta rafından farsçaya
çevirisine b. Seyyid H ôdi Hosrovşôhi notlariyle; Tebriz
Kitôb-furOşi-i Sôbiri yan ı n ı , 1 383 H. 1 342 Şemsi. hi cri; s.
1 52 - 1 62 ve 274 - 287 ) .
Sufilerin gök ler, unsurlar ve üç mevl O d hakkındaki
fikirleri, teorileri, d oğruda n doğ ruya eski Yunandan, « İ h
vôn' us-Saffü> dan, H u kemô felsetesinden gel mededir ( İs
lôm ansi klopedisi, İhvôn' us-Safô maddesine ba kınız ; cüz.
50, ist. 1 951 , s. 946 - 947) .
68
İnsan, bu ô lemde tam olgunluğa e rm işse ruh. MelekOt
ô leminde kal ı r; ermemişse hangi mertebeye varm ışsa , o
merteben i n mazha r ı a lo n bir cesede g i rer. Ya tekrar in
sa n olarak gelir, yahut hayva ndan aşağıysa , maden ler
ô lemine redded i li r; y ı l l a rca devred i p son u nda tekrar in
san sureti n i bulur. Bitki mertebesi ndeyse b itki hôline d ü
şer, bitki o l u p bi�er. Hayva n mertebesi ndeyse, kendisin
de hangi hayva n ı n huyu üstünse o hayva n ı n cesedine bü
r ü n ü r; dünyaya o suretle gelir. Böylece öle d irile, g ide
gele kemale ulaş�r. İ nsanın. gene i n sa n olarak g eleceği
ne, hayvan, bitki, maden ô lemlerine redded i leceğ i n e,
i n a n m a n ı n ayrı ayrı a d ları olma kla bera ber hep birden b u
i n a n ca «tenôs uh» d en i r. Kökü , eski M ısı r'a v e H i nd'e kadar
daya n ı r bu inancın.
İ k inci inançsa ruhun, tekrar bu ô leme gel meyeceğ i
i n a n c ı d ı r . B u inancı ben imseyenleri d e i kiye ayı rmamız
gerektir. Bir k ı smı, şeriatçılard ı r. Bunlar, ölümden son ra
r u h u n , keyfiyeti n i b i lmediğimiz berza h ôleminde, b u d ü n
y a d a k i ameline göre m ü kôfat veya m ücôzat görece ğ i n e,
k ıya met kopunca. eski cesed i n i n tekrar haşred ileceğ i n e
ve r u h u n o cesede g i rerek soruda n , hesaptan sonra cen
n ete, yahut cehenneme g ideceğine, cehen neme g iden ler,
i m a n sahibi iseler, g ü n a h ları kadar azap görüp sonunda
cen n ete a l ı naca kla rına, yahut cehe n neme g itmed e n , h e r
hangi bir vesileyle, ya Allah tarafından ba ğışlanaca klarına,
yahut şefaate nöil olacakları na, bu suretle cen nete g i
deceklerine inanırl a r.
Şeriattan ayrılmamayı şiôr edi nen sOfilerse, iman
ehlinin, berzahta kemale ereceğine, cehen neme g iden le
rin de, e bedi olarak orada ka lmayaca k la rı na inan ı rlar. B i r
k ı s m ı , ôhıreti sıfatlar ôlemi olarak kabul eder, berza h
ô l e m i ndeki ve o ôlemdeki cesed i, d ü nyada yapılan a mel
lerin môneviyeti nden meydana gelen misôli bir ceset ola
ra k d üş ü n ü r ve haşredilen cesedin d ü nyadaki ceset ol
m a d ı ğ ı n ı söyler. İ ç lerinde İ b n i Arabi g i bi ce hennemin
e bedi o l mad ı ğ ı n ı söyleyenler d e olm uştur. B ütü n bu i n a n ç-
69
tarı, şeriat e h l i, « i l hôd» yanı dinde olmadığı halde son
radan d i n e sokulan uydu rma inançlar olarak n iteler.
Has ı l ı tenôsu h , d evirden tamanıiyle ayrı d ı r. Dev i r,
insana g e l i n ceyede k . maddenin, cansızlar, b itki ler, hay
vanlar ôlem i nden süzü l erek insan sureti n i bulduğu i na n
c ı d ı r; bu inançta ru h , ana ra hmindeki çocuğun cesedine
nefhed i le n b i r « lattfe-i ra bbôniyye� d i r. 1 042 h icrlde
( 1 615} vefôt eden ve Ha mzavilerce zama n ı n ı n kutbu sa
yı lan İd ris-i M uhteti, meşhur şathiyesinde;
İşbu deme erince üç kez doğdum aneden
Nice yavru uçurdum nice aşiyaneden
70
laya b i l i riz; oysa ôlemde b i r a n bile s ü k u n ve karar yok
tur. Güneşin ışığı her an, aynı ışı k d eğ i ld i r; denizin d a l
g a l a rı , hiç bir zaman, daha önceki dalgaların aynı ola
maz; ô lem d e aynı ô lem deği ld i r.
S ufiler, her şeyin ca n l ı old uğuna i nandı k la rı için her
şeye karşı merhametle, esirgemeyle muamele ederler. Na
maza duracakları va k it, secde yer i n i öperler. Namaz bi
tince gene secde yeri n i öpüp ka lkarlar. Bir oraya geld i k
l eri za man, yeri öperek şükür secdesini yeri n e geti rirl e r.
Yürürken bile yere h ız l ı basmazlar; yer, a yakla r a ltına d ö
şenmiştir, herkesi baş ı n : n üstünde taşı ma ktad ı r, herkese
h iz met etmekted i r. Bu y üzden onlar da, bastıkları yeri in
citmekten çekin irler. Su i çecekleri vakit barda ğ ı hafifçe
öperler. Kaşığı, çata l ı e l leri ne a l ı nca sapı n ı öperler. Sof
ray ı öpüp otururlar; yemek bitince öpüp kal karlar. Bu
öpmeye «görüşmek» d erler. Yatarlarken yastı ğı, üstleri
ne a l ı rlarken yorganı öperler ve gene yorgan ve yastıkla
g örüşerek kalkarlar. Hatta mendil gibi öpü lemeyecek şeyi
bile a l ı rlarken onu öper g ibi yap ı p parma k uçları n ı öper
l er. Bütün bunlar, tarikat edepleri d i r ve her şeyi ca n l ı
kabu l etti klerindendir.
71
m u n l a insan a rasında b i r yaratık olan « nesna » d ı r; hatta
insan söz ü n ü n bile bu nesnö sözünden meyd a na geldığ i n i
söyleyen leri ol muştur (Hôşim Baba, ö l ü m ü 1 1 97 H. 1 783:
Divan , Ta şbas mas ı ; s. 1 1 5, 1 1 7; Erzurumlu İbra h i m Hakkı:
Ma'rilet-Nô me, i st. 1 294, s. 26 - 27) .
72
maka a mdan feyiz a l m ışlardır; ondan sonraki erenler de b u
makaamdan feyiz almaktad ı rlar. Bu mokaama h e r zama n ,
tek b i r kişi mazha r olabi l i r. O n a « Kutb'u l-Aktôb - Kutub
lar Kutbuı> den ir. Kutb, değ irmen taş ı n ı n m i l i a n lam ı na
gelen Arapça bir sözd ür. Değirmen taşı , nas : I o m i l i n
çevresi n d e döner v e n a s ı l o koca taşı m i l çevirir, dön
dürürse bütün ôlem d e kutb'un iradesiyle d öner; herkes
ona, o da Tanrı iradesine tôbicJir.
İ môm iyye mezhebinde Hz. Peyga mber, Allah'ın e m
riyle Ali' n i n vas ıy ve i mô m olduğunu ü m mete bildirm iştir.
Hz. Peygamber'den sonra imômet, All' n i n ve soyundan
gelen onbir imôm' ı ndır. O n i kinci İmôm, Mehdl'd ir; sağ
d ı r ; zuhur edecek, z u l ü m l e dolmuş olan ôlemi, adôletle
doldu racaktır. Bu mezhebi ka bul eden süfilere göre Kutb,
o n i k i n c i imômdır; ondan başka Kutb yoktur; ona en ya
kın ola n eren' i n vi lôyeti d e ancak ond a n n iyôbet yoluy
ledir ( M ehdi hadisler i n i n E h l i Sün net . k itaplarında bulu
nanları için Seyyid M u rtaza'l-Flrüzôbôdi' n i n , « Fadôi l ' ü l
Hcımse m i n Sıhôh'ıs-Sitte» a d l ı k ita bına bakınız; c, ili,
N ecef 1 348 H. s. 324 - 343).
-
73
yahut yetmişten fazl a e re n g e l i r ki onlara da özü , soyu te
miz kişiler anlamına « N ü cebôı> derler. Nücebô'dan sonra
· ü ç yüz a ltmış tan e temiz kişi vard ı r. Kutb ölünce aşağı
ta bakalardan birer kişi, daha üst taba kaya g eçiri l i r. Ü ç
y ü z altm·ş erende n b i ri, Nücebô'ya kat ı l ır, halktan biri
de üç yüz altmış erenden açık kala n yere a l ı n ı r ve böy
lece sayı tamamlan ı r. Halk, kutubla i k i imôma « ü clern ,
abdôl'e «yedi ler, kırklar>> der. Bunları n h e r bireri, b i r işi
ted b i r ederler. Hepsine b i rden « Ricôl'ul-Gayb - Bayb e r
l eri, g iz l i erenler» a d ı verilir ( Nefehat tere. s. 26 ve de
vômı; Sefinet'ü l-Bıhôr, il, s. 438 - 439, Cômi', ı. s. 1 02 ;
Tarô ı k' u l -Hakaa ı k , 1 , s. 503 - 533) .
Oğlanşeyh İbrôhim, « V e dahi kutb-ı z a m a n meşrebi
üzere ü ç kimse bulunursa Üçler, yedi bulunursa Yedi
l e r, kırk bulun ursa K ı rklar deyCı ta'blr o l u n u r» sözleriyle
bütün b u nları, kend i n e g ör e yorumlama ktad ı r (Sohbet
Nôme) .
Aliyy'ü l�Kaari, e re nlerden abdôl'in b u l u n d u ğ u ha k k ı n
daki hadislerin, çeşitl i tarzlarda rivôyet e d i l d i ğ i n i , ta kat
hepsin i n d e zaif old u ğ u n u , a n cak bazı doğru hadislerin
de b u l u n d u ğ u n u bild i r i r ( M avzCıôt, s. 17 - 1 8) . imam Ca'
fer'us-Sôc:lık'ın ( 1 48 H. 765), Ali' n i n oğlu İ mô m Hasa n ' ı n
oğlu Hasan'ül- Musen n ô ' n ı n o ğ l u DôvCıd'un a n a s ı Ha bibe'
ye, oğl u n u n hapisten k u rtulması için, Recebin on beşinci
g ü n ü o k u ması n ı bel letti ğ i d uada, «Al la h ı m , vasıylere, sa
idlere, şehitlere , h idôyet i mômlarına rah met et; a bdôl'e,
evtôd'a; siyôhet edenlere, i bôdette bulunan lara , özü doğ
ru olanlara, zôhitlere, din yol u nda ça l ışa nlara rahmet et»
cü mlesindeki (Cemôl ' üd din Ahmed b. Ali b. H useyn b.
Ali b. M u hennô; vefôtı 828 H. 1 424 - 1 425 : U m det' ut-Tô l i b
fi Ensôbı A l i Ebi-Tôl i b ; Necef - 1 337 H . 1 91 8, s. 87; Hôc
Şeyh A bbôs-ı Kummi: M efôtih'u l-Ci n ô n , Tehran - 1 359, s .
1 44 - 1 48; bu cümle 1 54. s. ded i r) «abdô l » i n , İmôm!ar ol
duğunu, vasıylerin, yeryüzünde, Tanrı tarafından peygam
berlere bedel k ı l ı n d ı ğ ı n ı İmôm Al iyy'ür-Rızô (203 H. 81 8)
bildirmiş, duada te' kid için a yrı olara k a n ı lması i htima l i n i
d e söylemiştir (Sefinet' ü l-Bıhôr, 1, s. 64) . Kutb'un İmô-
74
miyye'ye g öre Mehdi o l u p öbürleri n i n de, İmôm'a ya k ı n
kişiler b u l u nduğu d a rivôyetler a rası ndad ı r (aynı, i l , s .
438 - 439).
Üçler, yediler, kırklar da, yôni b u sayıların kutlu sa
y ı lmasında Fisôgor11erin tesirlerin i g örmeme de i m k ô n
yoktur. Esasen H ü kemôd a n tasavvufa g eçen bu inanç
lar, H ü kernô mesleğ i n e de eski H i n d - İ ra n , Asur, hatta
M ı s ı r inan çları ndan, Sôbiil i kten ve Yunan felsefesinden
geçmiştir (Göl p ı na rl ı : Simavna kadısı o ğ l u Şeyh Bedred
d i n ; Eti yayınevi - 1 966, Bôtınll i k böl ü m ü ; s. 1 2 - 29) .
75
cak bu Mehdi, peyga mber değildir, Hz. Muha mmed' i n şe
riati n i d i ri ltecek bir zôttı r. Bu hususta b irçok hadisler
va rd ı r ( M üslim, Tirm izl. Ebu-Dôvud, İbni Môce, Müsned,
a yrıca o n hadis kita bından naklen Fadô i l 'ü l-Hamse, i l i ,
N ecef-1 384, s. 324-343) .
Burada şunu d a söylemek g erekiyor:
M ü steşriklerin, M ehdi hakk ndaki fikirleri, a r::ı ştır
maları, vard ı kları sonuçlar, bütün İslami bilgil erde ol
d u ğ u g i b i . önce veri l m iş kasitli h ü kü m lere, kasitl i ya kış
tırmalara daya nmakta d ı r v e bu yüzden g üveni lecek şey
ler değ i l d i r (İslam Ansi kloped isi. D.B. Macdona ld'ın yaz
dığı « M ehdi» maddesi, cüz. 74, ist. 1 956, s. 474 - 479) .
Sa h i h hadisl erde b u l u na n Mehdi, b i rçok kişilerin Meh
dil i k d ôvosiyle ortaya çıkmasına sebep olmuş, bu yüzden
İslômda, bu hususta çeşitli telakkıyler t ü remiş, hatta bu
ina n çtan faydalanılarak h ü k u metler kuru l m uştur (Simav
n a kad sı oğlu şeyh Be-d red d i n adlı kita b ımızın « Batınil i k»
böl ü m ü n e bakınız) .
76
selô rnet d i n i olan İslôrn d i n i , gerçek ve doğru din adam
larından geçer. En cycloped ia Britanica'ya göre Ba bül'de,
ya r ı Hristiyan bir mezhebe uyanlara Sôbil denm işti r. Bun
la r , Yahyô peygambere uyan lara benzerlerd i . Habib-i Nec
côr, sahôbeden Ebü-Zerr, Selman ve bôzı kişiler, İslöm
d a n önce bu mezhepten say ı l m : şl :::ı r d ı r. Şeh ristôni, « El
M i l e l u ve'n-N ı hal» d e bu fırkayı, Sôbie ve H u netô d iye
ikiye ayı r ı r. Ona g öre Sôbie, cismani bir mutavassıtla,
yôni peygamberle d eğ i l de rühônilerle Tanrı ya u loşılaca
ğına, H u n efö ise peygamber vasıtasiyle gerçeğe erişile
ceğine inananlardır. Sôbie'ye g öre yed i yıld z ı n , a ktif ve
pasif kudretleri, yôni a kı l ve nefisleri vard ır; bunlar, kut
sal baba lard ı r. Bunların d evri, unsurları m eydana g etirir;
b u n l a rdan C:a cansızlar, bitkiler ve can l ı la r doğar. Yı ld ız
lar, her türlü vas ıftan yüce ve m ü nezzeh olan yarat1 c ı n ı n
katında şefaatç idi rler. Bu inancı g üden Sôbie, y ı l d ız l a rı
takd ıs ed er lerdi ( Beyrut, taşbasrna sı, s. 1 36 - 1 37) .
Sôbie, va r l ı k ôlemine mebd e' olarak Ta nrı, a k ı l , ne
fis, mekôn ve halô, yôni boşluktan i baret beş cevher ka
b u l ederler, insa n ı n , unsurlarda n m eydana gelen cesede
b ü r ü n mekle aslından a yr ı ld ı ğ ı n a , bu ôlemde, g üze l h uy
lara sahip olup iyi l i k etmekle de rühôniler ôlemine u l a şa
b i leceği ne inan ırdı (aynı, s. 1 51 ve d evô m ı ) . B u n lara,
« Mandeens» de den i rd i . B u ad, ilim ve i rfan anlamına g e
l e n Yunan ca Gnosis kelimesi n i n m üfred i olan M a nda sö
z ü n d e n geli r. Zamahşeri, bunları k itap ehl inden sayar.
Ya h u d i l i kten döndükleri, melekleri kutlad ı kları rivöyet
ed i l i r. Hanefiyye' n i n imômı Nu'môn b. Sôbit'e isna t , edi
len bir rivöyete göre b u n la r, Hristiya n l a r ı n bir fı rkas ı d ı r ;
Zeb u r okur lar. İslö m ı n i l k çağlarında merkezleri, Urfa ' n ı n
g ü neyindeki eski Ha rra n şehriydi. Ginaz denen mu kaddes
kita pları va rd ı ; vaftizi kabul ederl erd i . l\ıl a n i h a izmin ku
rucusu Mani de, önce bu mezheptendi (M. Şemsedd i n :
Ka b l ' e l-İslöm Araplar v e Tedeyyü n leri; Dôr' ül-Fünun, İlö
h iyôt Fakü ltesi Mecmuas ı , 1 . sene; sayı: 3, i st. Evkaf Mat.
1 926. s. 1 1 3 1 76; Sôbie hakkındaki izöhôt, s. 1 64 - 1 66) .
-
77
bildiriyor ( H useyn b. M u bôrek'iz-Zebidi: Kitôb'üt-Tecrid- is
Sarih l i Ahôdis' il-Cômi'us-Sa hih; Mısır, Hayriyye Mat. 1 322;
i l , s. 48) . İ ki n ci halife Ö mer, Avfoğlu Abd ürrahmôn, Hz.
M uhammed ' in, Yemen'deki Mecusllerden, yôni Zertôşt di
n i n e uya n lardan cizye ( * ) aldığına ta n ı k l ı k edi nceyede k
o n l a rd a n c izye a lmam ıştı (aynı, Kitôbu Bed ' i l-halk, s . 39) .
Rôg ı b- ı isfahônl, Sôbie'yi Nuh Peygamber'in din i n
den sayar ( El-M üfredôt, s. 274) .
H i cri iV. yüzyılda (X) , H i n t - İran, hattô M ı s ı r d i n l e
rinden v e b i l hassa Yunan felsefesinden yoğ rulan inançla
ra sa h i p olan ve kendil erine, « İ hvôn' us-Sata ve H u l iôn'
ul-Vefô» yôni tem iz ka rdeşler ve vefa l ı dostlar adını ve
ren felsefi ve gizli kurum ve bunları n y azd ı kları risa leler
( Resôi l u İ hvô' is-Safô ) . bütün bu inançları, bu teori leri,
fslôm a rası n da yaymış ve tasavvuf, felsefeyi reddetmek
l e bera ber bu ina nçlarl a sistemleşmiştir ('İslôm Ansiklo
pedisi, cüz. 50, İ st. 1 95 1 , « İ hvôn'us-SafÔ>> maddesi, s. 946-
947; cüz. 1 00, ist. 1 964, Sôbiiler, s. 9 - 1 0; Tarô ı k ' u l-Ha
kaaık, I , s. 296 - 309} .
78
Soru 43 : Aşk ve cezbe nedir, ne demektir?
79
besled i k leri sevgiye aşk den mesi hoş görülmemişti r (Se
finet'ul-Bıhôr, i l , s. 1 97 - 1 98). Kur'ôn'da d a aşk sbzü geç
mez; 83 yerd e «h ubb-sevmek» sözü , m üsbet, m enfi, çeşitli
sig a lariyle ç eşitli a n l a m larda geçer. Mesela, 111. süren i n
3 1 . ôyetinde, <i De k i : Allah'ı seviyorsa n ı z bana uyun d a
A l l a h d a sizi sevsin» d e n mekte, ayn ı sürenin 92. ôyetinde,
i n a na n ların, sevdikleri şeylerden yoks u l la ra vermed i kçe
i hsa n sahibi ve hayırlı kişiler olamayaca kları bild i r i l m ek
ted i r ( M u h a mmed Fuad A bd'ü l -Bôkıy: El- Mu 'cem 'ul-Mu
fehres l i Alfôz'i l-Kur'ôn'i l-Kerim, Kahire 1 364, s. 1 91 -1 93).
-
80
s ı n a , kôğıdına g öre d evrine ait nüsha; 31 .b. 32 a ) . . Gene
aynı kitapta ,
aFJrbilb-ı hakıykat, dşık ana dirler ki cezbe ve ı5. ka iri§üb,
Fe keennema lıamrun ve ld _kadehu b-irlik hasıl itimi5 ola»
81 F.: 6
yokluk mertebeleri n e u l a ş ı r; fakat cezbeden sonra sülük
g örmediği, vard ı ğ ı mertebeleri b i l mediği, y a hut o me rte
belerden birinde ·ka l d ı ğ ı için noksa n d ı r; hatta bazı kere,
irade ve i htiyôrı da yoktur; bu yüzden de tekl iften kur
tu lmuştur; şerlatte, ona ceza ver i lemez. B u çeşit kişi, hiç
b i r kimseyi irşat edemez.
Sôl i k-i gayr-i meczüb, sülük mertebelerini bilgi yo
luyle öğren miş, fakat cezbeye mazhar ola m a d ı ğ ı nda n bil
gisini g örüş ve oluşa u laştıra mamıştır; bu da kimseyi i r
şat edemez.
Sôlik-i meczüb ve Meczüb-ı sôlik, hem s ü l ük g ördüğü,
hem cezbeyle, s ülük mertebelerin i biliş dura ğ ınd a n görüş
ve oluş durağına u laştırd ı ğ ı için irşcıt vazifes ini g örebi l i r.
Ancak bu i kisinden , Meczüb-ı sôlik, daha üstü ndür. Cün
kü o. öbürü g ib i zamanla sülük g örmemiş, cezbeyle yok
l u k ve va r l ı k d u ra klarını birden aşmış, sonra da b i r mür
şide uyup a ştığı dura k l a rı , vardığı mertebeleri b i l g iyle an
la m ıştı r. Bu bakımdan, yolda eğlenmediği, d u ra klardan bi,
rinin z evkine kapılmad ı ğ ı için sôliki de yolda eğlendir
m ez ; cezbey l e gereken duraklara u la ştırır (Sa r ı Abd u l l a h :
Semeröt' ü l- Fuôd fi'l-Mebde'i ve'l-Ma'ôd, ist. M at. A mire -
1 288, s. 42 - 49) .
82
makla r d iyebi l iriz. Bizim a n la ttığ ı m ız dört böl ü kten yal
n ız Meczüb-ı g ayr-i sôlik, biraz bunlara uya r. Meczüb-ı
sôl i k ve Sali k-i meczüb, biri önce «mahv» ôlemine v a r
mış, m ürşide uyu nca «sa hv» h a l i n e gel m iş, öbürü ö n ce
m ü rşide uymuş, sonra cezbeyle « ma hv» ôlemino varmış,
m ü rşid i n i n irşa d iyle bu ô leınde kal mayıp «sa hvıı hôline
u laşmıştı r.
83
peyga m berler, onun kıyı sındaydı» ( N efôhat tere. s. 1 5) .
« Cehennem dediğin ned i r ki? O nu görürsem, h ı rkamın
ucuyla sönd ü rüveri rim; n oksa n sıfatlardan tenzih ed erim
kend i m i ; ne de büyü k bir z u h u rum var» (Cemôl-üd-dln
Ebi'l-Fer ec Abd ü r- Rahmôn ibn'i l-Cevzi: Telbisu İ blis; M ı
sır - 1 928, s. 342) , « Ona u laşmadan Kô'be ' n i n çevresini
dönerd i m ; ulaşınca g örd ü m ki Kô'be, benim çevremde d ö
n ü yor» , « i l k haccımda evi (Kô'beyi ) , ikincisinde ev sahi
bini g örd ü m ; üçü ncüsünde ne Kô'be'yi görd ü m , ne sahi
b i n i » , «Ben i m Levh-i MahfUz» (s. 345) , .« ben i m bayrağ ı m ,
M u h ::ı rn m ed 'i n bayrağından daha büyü ktür» (aynı s.) , «Al
lôhım, halk ı ndan b irisini azaplandırmak, bilgi nde sa bit ol
duysa , bunu ta kd i r ettiysen, ben i o kadar büyüt ki ce
henneme benden başka k i mse sığmasın» (ayn ı s. 346) g i
bi s özleri, ş ath örnekleridir (aynı kitabın Şath ve dôvôlar
babına bakınız, s. 341 - 349).
Türk edebiyatı ndan da buna benzer örnekler veri le
b i l i r. M esela Eş refoğlu Abdullôh-ı Rüml'nin (874 H. 1 469-
1 470),
Çürümüş tenlere bir dem eğer dfrsem bi izni kum
Yalın ılyag u baş açık dururlar cümlesi uryan
Sanurlar Eşrefoğlu'yatn ne Rumi'yem ne İznikıy
Benem ol dıli?n'ül-Bakıy göründüm sureta insan
84
çekten de büyük b i r cür'ettir. Hz. Peyga mber, b i r haöısin..
de, peyga mberl iği bir d uvara benzetmiş, d uvarda bir ker..
picin eksik o ld u ğ u n u , kend isinin peyg a m berl iğiyle o ker..
picin de yerine kondu ğ u n u ve kendisiyle peygamberliğin
tama m l a nd ı ğ ı n ı b i l d i rmes i n e karşı l ı k ·İ b n i Arabi, rüyasın
d a , bir taşı a ltın, bir taşı gümüş b i r d uvar görd üğünü,
a ltınları n erenl er, g ü m üşlerin peyg a mberler olduğı:n u ,
kencı is i n i n d e b i r a ltın kerpi ç olara k o duva rda k i e ks i k
yere g ird iğini, böylece d uvarın ta mam l a n d ı ğ ı n ı söylemiş,
v i lôyeti n übüvvetten ü stün saym ıştı r. Bütü n bunlar, şath
say; labil i r, yalnız hüsn-i zanna sahip olma k şartiyle ( Mev
l ô n ô Celöleddin a d l ı eserim ize ba k ı n ız, 111 . bas ı m , ist. i n..
k ı lôp K. 1 959 s . 234. İ bni Arabl'nin bu çeşit dôvô lan ve
Şems'le tartışma ları için de ayn ı eserin 52-53. sayfa la r ı n a
bakınız).
B i r d e, bilhassa tasavvufi ha l k edebiyatım ızda, a nla
tış b a k ı mından «şath iye» denen şiirler vard ı r ki b u n l a rı n
hemen hepsi heceyle yazı l m ıştır. Ayrıca seci'l i, kesik, hat
tô devrik cüm lelerden m eydana gelen mensur şathiyeler
de va rd ır. Biz, bunlarda , iptidfö d i n l e rde, mesela Şa ma
n izmde, basit ve gürü ltü ç ı ka ran m üzik ô l etleriyle yapılan
ccşkun, adaın ı ken d i nd e n geçiren rakıslar esnasında ş a..
m a n ı n , kamın, tören d e önem l i yeri b u l u n a n rü hôn1nin, ken..
d inden geçerek, çoğu a nl a msız, şiiri a nd ı rı r sözler söy ..
lemesini, bu çeşit şathiyelerin Hk örnekleri kab u l ed iyoruz.
Elimizde, Hacı Be ktaş'a (669 H. 1 270) . Mevlônô ha
lifesi Seyyid Mahmüd-ı Hayrôni (667 H. 1 268) Sa ltuk Ba
ba n ı n halifesi v e Y u n us Emre'nin şeyhi Taptu k'un m ür..
şidi Bara k ba baya (707 H. 1 307 - 1 308) a it böyle birer
şath �ye var (Yu n us Emre ve Tasavvuf a d l ı eseri m iz e b.
l st. Remzi K. 1 96"1 ; K utb'u l-Alevl'nin el yazısı şerh i n i n fo
tokopisi, s. 455 - 472; Tü rkçe tercememiz, s. 255 - 279.)
Bu n lar, sonradan i n a n a n l a r tarafından çeşitl i a n l a m l a r
veri lerek zoraki ve uydurma yorumlarla şerhedilm iştir.
Ayrıca bu çeşit şathiyeler örnek tutu l a ra k, vez i n l i , ka
fiye l i ve heceyl e yaz ı la n , söy len mesi gereken şey, bam
başka, bi raz da a laylı şekilde, fakat a n l a ma uyg u n ta r.z-
85
da söylemek su retiyle m eydana g etirilmiş şathiyeler var
o ı r ki Yun us Emre'ye (720 H. 1 320) atfedilen,
Çıkdım erile dalına anda yedim üzümi
Bostan ıssı kalcıyub dir ne yersin kozumı
86
Vll. BÖLÜM
87
Bôtı nile r, h emen her ôyeti, her hadisi, h e r buyruğu,
kendi i n ançlarına g öre yorum larlar; yoru m la m a la rı nda ke
sin bir m etod da yoktur.
88
mekted i r. 1İ şin d i kkati çekmesi g ereken tarafı şud u r ki,
Bôtı nileri n , yoru m lariyle temize çıkard ı kları kişiler ve top
l u m, daima peyga mberleri inkôr edenlerdir, Alla h'a karşı
d u ra n lard ır, Kur'ônda kmana n l ard ı r; İ bni Ara bl'ye g öre Fi
ravun b i l e ta m ve kômil bir m ü'mind i r. E h l i beyte düşman
l ığıyle meşhur olan, Abbas oğullarından M ütevekkil bile,
Kutubd u r (Sefinet'ü l-B ı h ô r, 1. s. 31 1 - 3 1 2 ) .
4 1 2 h i cr�de ( 1 021 ) vefôt eden E bü-Abd ' ü r-Rahmôn
Sülemi'n i n tefsiri, yalan hadislerle ve bu çeşit yoru mlarla
dopdolu bi r kitaptır ( Şezerôt'üz-Zeheb'den naklen Esed
Hayder' i n « El- İ mômus-Sôd ı k ı ve'l-Mezôhib» i; i l i , Necef-
1 363 H . s. 1 70, 1 96).
Batınilik, önce i m ô m hakkında g u l üvv, yôni aşırı i na n ç
beslemeye başla mış, b u yüzden fırka la rına aşırı gidenler
a n la m ı n a « Gaaliyye-Gôlller» , o fırka mensuplarına da aşı
rılar a n l a mı na «Gulôt» d e n miştir. Hz. Alin i n oğ l u Muha m
m ed b. Hanefiyye'yi (81 H . 700) imôm ta n :ya n lardan bô
zıları , onun ölmed i ğ i n i , bôzıla rıysa tan r ı l ı ğ ı n ı iddiô et
mişler, bôzıları da o n u n peygamber olduğunu söylem iş
l e r d i . ,i s nô-aşerilerce (Oniki İ môm ta n ıyanlar) beşinci
i m c m olan Muhammed ' ü l-Bôkır'la ( 1 1 4 . H . 733) oğlu ve
altı ncı İmôm Ca'fe r' üs-Sôd ık ( 1 48 H. 765), bunla ra lônet
etmişlerd i r. Said ve Beyôn, ya hut Benôn ad l ı iki kişi, b u
ina ncı yürütmeye çalışmış, iki ncisi, 1 1 9 hicrlde (737) .
İ m ô m Ca'fer, bunları n , « h a be r vereyim mi size, kime iner
şeyta nlar? Onlar, bütü n yalancı ve suçlulara i nerler»
meôllerir.deki ôyetlerde (XXVI, 221 - 222) bild irilen kişiler
den old u kla rını söylem işti. Kerbelô'nın öcün ü alan v e
d örd ü n c ü İ môm Zeyn ' ü l -A bidin Al iyy b . H useyn'i n ( 9 4 H .
7 1 2) d uôsını kazanan M u htôr b. Ebü-U beydet'üs-Sa kafl'yi
de (67 H: 686) kendilerinden saya n gaall bir fı rka türemiş
ti. Esasen Batı nilerin b i r ta ktikle ri vardı ki hôlô da aynı
yol u n yolcusu olan Bektôşller, Aleviler, . hattô Bo hfüler,
bu ta ktiği bırakmam ışlard ı r; herkes tarafı ndan sevilen ,
say ı l a n , bilgin ta n ı n a n kişileri, h a l ka , kendilerinden g ös
teri rler. B öyle tanıtırlar.
Batıni i na nçları beni mseyen , ôyetleri d i lediği gibi yo-
89
r u mlaya n , g erçeğe ulaşandan i ba detlerin ka l kacağ ı n ı söy
leyen, şer'latin, a t e m i n d üzeni n i sağ l a m a k için kondu
ğ u n a i n a na n, sonunda her şeyi i n kö r eden ve maddec i l i k
te kara r kılan top l u l u k l a r içi nden çeşitli m ezhepler ç ı K
m ıştı r. İ çl erinde, görün üşte İ möm iyyeden olanlar bulun
d u ğ u g i b i m esela İbni Arabi g i bi M ö l i ki, Bedreddin g ibi
H a nefi olduğunu idd i ô eden ler d e va rd ır. Bu ba k ı md a n
Batı nil iği, t e k b i r mezhebe, İsmôilll i ğ e bağ la maya imkôn
yoktu r. Ancak 'İ smfülller, H ukema mesleğ i n i hayôta tat
bıyk y o l u n u buld u klarından, Batıni bir sistem meydana
geti rd i k l erinden Bôtı nilik, onlara izôte ed i l miştir (Si
mavna kadısı oğ l u Şeyh Bedred d i n a d l ı eseri mize ba k ı n ız,
s . 1 2 - 29) .
90
H u l u l , bir şeyin bir şeye g i rmesi, İtti had, i k i şeyin
b i rleşmesi anlamın a gelen iki Arapça sözdü r. Teri m ola
ra k Al lah' ı n , i lô h! kudreti n , tüm olara k b i r kişi n i n mad
di, ma nevi va rl ı ğ ı na g i rmesine «Hu l u l » , kulun maddi var
l ı ğ ı bulunduğu ha l d e i lôhl kudreti n , o varl ı kla birleşme
s i n e, ku ldaki maddi varl ı ğ ı n , ilôhi varl ı k hôlin e gelmesi
ne « İ ttihödıı den i r. İ slôm d i n inde hiç bir yaratık, hiç b i r
k u l . Alla h'la birleşemez; çünkü Allah, böyle şeylerden ta
mamiyle m ü nezzehtir. Fa ka t bôtıni i na nc ı benimseyen
lerce k u l , Allah'ın varl ı ğ ı nda ta ma m iy l e yok o l un ca, onun
varl ı ğ ıyle va r o l u r; arada perde kalmaz. B u inanç, ta
savvufun fenô ve bakaa inancına benzerse de aynı değ i l
d i r; çünkü fenô d urağ ı nda manevi yolcu, izôfi va rl ı ğ ı n ı
yok b i l i r, yok görür, böyles i ne b i r yokluğa erer; ba ka a
d ura ğ ı n daysa izôti varl ı ğ ı n ı , Ta nrı i l e kaa i m b i l i r, bu çe
şit bir görüşe v e o l uşa sahip olur; fa kat kul, hiç bir za
m a n Ta nrı olainaz; buna i m kôn yoktu r. Gaybi,
O l bir ile bir olan cümle aleme dolan,
Eöyle sultanlık bulan kulluk kılası değil
91
m üştü r. Es k i l erden H useyn i b n i Ma nsGr'il-Hal lôc, bun
l a rı n tipik bir örneği o l d u ğ u g ibi ye nilerd en de, önceleri
ken d i n i « Bôb» , yô n i İ môm'ın kapısı, vek i l i ta n ıta n , son ra
Mehdi olduğunu söyl eyen, daha sonra yeni bir d i n le, yeni
b i r kitapla geldiği n i iddiô eden, son und a d a Allah oldu
ğunu söyleyip tutulunca bütü n dôvô lanndo n vaz geçtiği
n i, M ü s l ü m a n old uğunu bir yazıyle tesbit eden ve 1 266 hic
ride (1 850) kurşu n la narak öldürü l en B a bll iğin ku rucusu
Ali Muhammed-i Şirôzl'yi, onun m ü jdelediği yen i d in sahi
b i olduğunu söyleyip kend isini Allah ta nıtan, ta n ıya n ları·
n a da «agnôm - koyu n l a r» adını takma kta n çekinmeyen,
uta n mayan, a ma kendine Ba hô'ullôh ded irten H useyn All'
yi ( 1 309 H . 1 892) b u n l a r a rasında anabiliriz. B i l hassa bu
sonuncuda, yô n i Bahföl i ğ i n kurucusunda ve Bahföli kte,
önce çar Rusyasının, sonra İ ngi ltere'n i n ve n i hayet Ame
rika ' n ı n kışkırtı c ı l ı ğ ı n ı g örmemek için d üşü n ceden e l yu
mak, gerçekten agnôma katılmak g e rekt i r ( Ba k ı n ız. D r.
M . H .T: M u h ô keme ve berresi der tôrih u a ka a id-i a h kôm-ı
Bab u Behô; T ehran - 1 338 Şemsi hicri) .
92
ifakk'ım, çünkü ebedi olarak Ha k'layım , ondan h iç ayrıl
mad ı m » gibi gözleri (aynı, s. 52) . Arapça ş i i rlerinden m ey
da ncı gelen Dlvôn' ı nda « Ey dileyen kişin i n d i lediği, senin
yüzünden d e şaşırmışım , kendime d e şaşmaday ım. Beni
kend i n e öyles i n e yaklaştı rdı n ki sen i , ben sa n d ı m ; vecidde
öylesine kend i m i yiti rd i m ki beni, kendinde yok ettin »
(L. Massignon bas ı m ı ; Journal Asiatiq ue, Janvier - Mars ,
1 931 , s. 30), «Tenzi h ederim maddi ô l e m i izhô r ede n i ,
Ta n rı l ı ğ ı n ı b u suretle g östereni, sonra d a ha l k ı meydana
g etirip kend i n i yeyen, içen şe klinde g österen i » g ibi şerla
te uymayan sözleri (ayn ı , s. 41 ) , bazı şathiyeleri va rd ı r (s.
33) . Yaşayışı na, öldürü lüşüne d ô i r en sağlam bilgi ler,
«Ahbôr a l-Hallô i » dad ı r. ( L. Massignon basımı, Paris -
93
sOr'un d udağ ında n u rd u ; ben Alla h'ım sozuyse, Firavun•
un dudağında ya landı» d emesi ( Mesnevi. i l , s . 264, beyit.
305), « Devlet gözü mutl a k sihirler yapmada; ruh, man
sur oldu, ben Hakkım demede» buyurması (V, s. 1 63, be
yit. 2536) , ya hut Yunus E m re'nin,
Sen seni elden bırak dost yüzine sensüz bak
Mansur'layın ene'l-Hakk dahi sebükbar gerek
94
raşmayın; tasavvuf kita p la rı yazanla rı n çoğu, yoldayken
yazd ılar; neş'e ve mertebe ba k ı m ı ndan b i rbirini tutmaz
sözler o l u r, şaşırtı r sizi; ama Mevlana, g itti , dönüp gel
d i , Mesnevl'sini sonra yazd ı» dermiş. Gene bu zatı n, «Al
lah M u hyiddln'e, benden n e istersin d ese M u hyiddln , be
ni d ü nyaya yolla, bütün yazd ı klarımı toplayıp ya kayı m
da sonra geleyim derd i » sözü, pek meşhurd u r.
Rahmetli Tôhir'ül-Mev lev! (Ta h i r O l g u n , 1 952) , D i
yônet iş leri reisi ra h metli Şerefeddin Ya ltkaya 'yı ( 1 947)
pek sevmez, onun g u ru ru n u işa retle, «za n n ı nca sefine-i
vücOd, rü kObuna mahsustur» yô n i , varl ı k gemisi, ancak
kendi s i n i n binmesi için ya p ı l m ıştır sanır d e rd i . Yaltkaya
b u n u d u ymuş da demişti k i : Evet, ben hocay ı m , böyle zan
nederim; fa kat o dervişlik dôvôsı nda ; ben i m hakkı mda
böyle bir söz söylemem esi gerekird i .
B i l g i , insana b i l med i ğ i n i , bil emeyeceğ ini öğ retti kçe
acz i n i g österd i kçe işe yarar, m üsbet olur. Fa kat Yunus
Emre'nin,
Jşk ile gelen erenler içer a-ğuyı nuş ider
Topuğa çıkmayan sular deniz ile sava§ ider
95
l i nen v e bilgi. Aşkta d a seven, sevi len ve sevgi va rdı r.
A şık, sevd i ğ i n i n vasıflarına bürünürse kendisi de, sevdi
ğ i de sevgi de yok olur g i der. Bilen de, b i l i n ene ulaşır. on
da kend i n i yitirirse b i l g i de kalmaz, bilen de. Tasavvuf,
birliği amaç edinmişti r; i k i l iyi , üçl ü ğ ü değil. B u yönd e n d i r
k i b i l g i , i nsana perde olur demişlerd i r.
96
zım ' a ( 1 83 H . 799) mensüb olduğu rivôyet edilmekle be
raber (Ta rôık, 1, s. 526) , Nefehôt'a g öre «sôhi b-re'y» di;
Z üfer' i n şôkirdiyd i ; Ebü-Yusuf'la dosttu; Ebu-H anife' n i n
meclis lerinde bulun urdu ( s . 1 03) . H useyn b. MansCır'u v e
i n a n c ı n ı daha önce a n lattık. B u , s o n zo m a n l a radek böy
lece sü rüp gitmişti. B i r şeyhe m ü rid o l a n kişi, bi r z a m a n
sonra şeyhinin mezhep ve meşrebini ben i mserdi. Fa kat
u m u mi olara k filan tarikat şu mezheptend i r diye bir hü
küm verm eye imkôn yoktur.
Tarikat ehlinin m ezhep ve meşrebinde, tarikati n ya
y ı l dığı ü l kenin de büyük bir tesiri va rd ı r. M eselô Abd ü l
kaad i r Giylôni (561 H . 1 1 66) , Şia ' n ı n ş iddetle a leyhinde
olduğu halde (Sefine, il, s. 1 97) Anadolu ve Ru meli'deki
Kaadi riler, mu hitteki Alevi neş'eyi benimsemişler, ôdeta
ŞE!eşmişlerd i . Bunda Abd ü l kaadir'e, sonrada n izôfe edi
len seyyidliğin d e büyü k bir tesiri olsa g erektir ( U mdet'üt
Tôlib, Abd ü l koadir'in seyyid olmad ı ğ ı n ı, bu idd i ô n ı n , toru
nu tarafından ortaya atı ldığını bildirir, s. 1 1 7 - 1 1 8) . Rıffü
lerle Sa'diler, Anadolu'd a , Rumeli'de ve i sta n bul'da, Fü
tüvvet ehliyle kaynaşmışlar, onların ôyin ve erkô n l a n n ı
a l m ışla r. ôdeta b i r Fütüvvet kolu haline gel mişlerd i ( H o
ca-zôde Muhammed Tô hir b. A bd u l l ô h b. i smfül'in, biz
deki kendi elyazısı « M i nhôc'ü l-M ü ridin» i . Bu kitap, taın
o la ra k tek nüshad ı r; 1 50 yapra ktır. 1 221 zilhiccesinin 23.
g ü n ü yazı lması ta mamlanmıstır. « İ slôm ve Türk i ll erinde
Fütüvvet ve Kayno klam> a d l ı makalemize ba kınız; İ st.
Ü n iv. İ ktisat Fa kültesi Mecmuası , 1 1 . cilt, No. 1 4, eki m
-
97 F.: 7
namazdan iba ret. Çünkü bu tarikat, tamamiyle bôtıni
olduğu için şeriat em irlerine uymayı telkıyn etmez ve da
ha ilk geceden itibaren m ü rid, dem sofrasına oturur. İ çle
rinde şerlate uya n la r, ta m Ocı'ferll iği kabul edenler ve
Bektôşilikten ôdeta ayrıl m ış olanlard ır. Aleviliğe gelin
ce: B iz, bu yola bir ta rikat, bir mezhep değil, iptidai· bir
din demek zorundayız ( İ slôm Ansi klopedisi, yine yazdığı
m :z « Kızılbaş» maddesine bp kın ız; cüz. 64, i st. 1 954, s.
789 - 795 ) .
98
l slômda d i n telö kkıysi de bu temele dayanır. Bôtıl
d i nler, tabiat kuvvetlerine Tanrılık isnat eden, insan kur
ban etmek, insandan üstün yarı rü hôni, yarı cismôni ya
ratıklar tanımak gibi saçma inançlara , kötü geleneklere
dayanan dinlerd ir. Ası l din, ya ratıl ış d i n i olan , selômet
d i n i olan, ferdi temizliği, toplumsal ya rd ı m laşmayı esas
bilen İ slôm dinid ir; «Allah katında d i n , İ slôm dinidir a n
cak.» ( i l i, 1 9) Hz. M uh a m med de, « He r doğon çocuk, ya
ratı l ışı sôlim olara k d oğar; dili, mera m ı n ı a n latacak çoğa
geli nceyed ek böyle kalır. Sonra anası, ba bası, onu Muse
vi, H ristiya n, Mecusi yapa r» buyurmaktadı r (Cömi', i l , s.
79). Olgun bir insan olan, olgun insan olması gereken
M ü sl üman, hayırdan başka bir şey düşünmez ve « inanan
lar kardeştirler» (XLIX, 1 0) . «İmön ehl inden bir mü'min,
bir bedendeki baş mesôbesinded i r; beden, baş ağrısın
d an nasıl hasta lanırs a m ü 'min de, i man ehlinin uğrad ığ ı
d ert yüzünden hasta d üşer; elemlere u ğrar. » (Cômi', i l , s .
1 75) .
Sufiler, bu İ slômi kanaati, bu İ slômi inancı, çok ge
niş bir hoş g örürlü kle s ını rsızloştırmışlard ı r. Meselô Mev
lônô, bu hoş g örürlü�le nice Hristiyanları Müslüma n et
miş, n ice kendisine karşı kale g i bi göğüs g erenleri ıhiot
m ış , hamur gibi yoğu rm uş, istediği şekle sokmuştur ( Mev
lônô Celôleddin, s. 1 91 208) . Yunus Emre, bu hoş g örür
-
lükle ,
Cümle yaradıl1ntf}a b ir göz i le b a kmayan
Şer'i:Jı ev/.iyiisıysa hakıykatde cisıdıır
99
O, «ca n ı m bedenimde oldukça Kur'ôn-ın kuluyum; s eçil
miş M u ha m med'in yol u n u n toprağıyı m; birisi, sözlerim
den, bundan başka bir söz naklederse, o na kledenden d e
ben bezmişim, bu sözden d e bezmişim» der (Rubfüler; ter
cememiz, « M » harfinin 1 1 2. rubfüsi, s. 1 52 ) .
Hiç b i r za man Ebü-Yezid- i B ıstômi g i bi , «Ta n rı bir
l i ğ ine bü rün ünce bedeni birl i k, kanatları ö l ümsüzlük olan
b i r kuş kesildim; on yil Tanrı niteliğinin havasında, yüz
b inlerce kez uçtum; derken ezelil ik meyda n ına geldi m,
o radcı birl i k ağacını görd ü m . . . Sonra da hepsinin bi rer dü
zen olduğunu a n ladım» ( El- Luma', Şath bölü m ü , s. 384-
387) gibi sözler söylemez Mevlana. Sufilerin «fena fi'r
Rasü l- Rasü l ' u llah'ta fôni olmak» dedi kleri d ura kta, «bu
gün Ahmed ben im, dünkü Ahmed değil; bugün anka a be
nim, yemsiz kalan kuşcağız değil» beytin in bulu nduğu ter
ci'inde bi le, bu beyitten önceki terci' beytinde, «Ahmed,
sararmış yüzümü, bu çeşit 5arhoşluğumu g örürse gözümü
öper; bense ayağına kapanırım onun» d er v e bu bend i ,
. kudret d i linden, «Sus. s ı r perdelerini p ek yırtma ; çünkü
kırılanı onarmak, yırtılan ı d i kmek, bütünlemek d e bize
yaraşır, perdeleri örtme k de» beytiyle bitirir ( Konya,
M evlônô m üzesi, müze kısmı, No. 66, 2. cilt; rubailerin i l k
kısm ından sonra ki 2 . yap ra k). O , h i ç bir zaman, İ bni Ara
bl'n in oğulluğu Sadreddin ' in (637 H. 1 274) mensupları gi
b i, Hristiyanlara , biz d e i sö'nın Ta nrı oldu ğ u n u biliyoruz,
fa kat söyleyemiyoruz g ibi sözleri hoş görmemiştir ( Fihi
mô'fih tercememiz, i st. Remzi K. 1 959, s. 1 66).
SOfile�de b i r « Edeb-i M u hammedi» sözü vard ı r; bu
sözle şeriat korumayı, şeriate aykırı söz söylememeyi, şe
riata uymayan bir harekette b u lunma mayı kastederler.
Hatta bir de, «Al lah'la deli d ivane ol, fakat M u hamm ed 'le
oldun mu. edebini ta kımı meôli nde,
Rıı Hodıl dfoane bılş ıı bıi Mııham1ned bti edeb
. m ısra'ı vard ı r ki, edebe riayet eden süfiler arası nda ata
sözü haline gelmiştir. Gerçek eren ler, h i ç b ir s uretle şe
riat sınırlarını aşmazlar ve kend ilerine uya n l a ra da bu sı
n ır ı aştırmazlor.
1 00
Soru 56 : Sufil e r, tasavvuf nisbetinl Hz. Muhommed'e
kadcır nasıl götürürler?
1 02
H . 1 229 - 1 230), «Tezkiret'ü l-Evliyô» sında, EbO-Yezid'in
Cü neyd'le çağdaş g österi lmesine daya n ı lara k Eb ü -Ye
zid'in, i mam Ca'fer-üs-Sôd ı k'a değil, i mam Aliyy'ün-Na
kıy ' n in (254 H . 868) oğl u olup kardeşi i mam Hasan'ü l-As
kerl' nin vefatından sonra (260 H. 874) imamet iddiôsıno
ka l kışan ve « Kezzôb» d iye anı lan Co'fer'e mensup o l d u
ğ u n u , yahut EbO-Yezid'in atasın ın Mecusi iken Müslü
m a n olması, babasının adının Tsa, atasının Adem, onun
babasının da A l ! oğlu İ sô olması, i sa ve Ali adları n ı nso
MecOsilerde bulunma ması yüzünden, 261 'de ölen Bôyezid'
i n , Ebu-Yezid TayfOr b. Tsô b. A dem b. Sürü şôn olup ay
rıca bir de EbO-Y ezY.d TayfO r'un bulunduğunu, yôni i k i
EbO-Yezid 'in mevcudiyeti ni ispata kal kışanlar olmuştur
(Ta rô ı k, i l, s. 428-440) . Fa kat tekrar edelim ki esasen
Hz. Peygamber'in ve Hz. Ali'nin böyle bir tel kıynleri hak
kı nda hiç bir delil b ulu n mad ığ ı icin, b u n lara ulaşmak, ula
ş a n larla çağdaş ol mak, gerçek ve tara fsız görüşle hiç bir
şey ifade edemez.
1 03
tarafınd a n m ü j delendiği için s ü file r, b i r m ü rşide u laşa
mayıp onun r ü hön iyetinden feyiz olanlara Ü veysi d erler.
Mevlönô, «Mesnevi» de, EbO-Yezid'in, EbQ'l-Hasan-ı
H arra kaani'n in (425 H. 1 033) geleceğ in i m ü jdelediğini a n
latır ve bu münösebetle Ü veys'ten de bahseder ( iV, s.
384 - 392; beyit. 1 802 - 1 934; Nefahöt, s. 337 339) .
-
1 04
üzere böyle bir bey'at, bid'at, ya n i d inden olmadığı halde
sonradan konan bir şey o lma kla beraber, güzel bid'atler
d e n sayılabilir.
105
l i k (ihtiyarlık) taslayanlara, kaba k gibi baş çekip yü kseğe
çıkan lara çatar (VI, s. 344, beyit. 1 2 1 7 - 1 221 ) : davulla , bay
ra kla şey h l i k satanları kınar (s. 41 7, beyit. 2546 - 2549 ) .
Hemen bütün tasavvuf kitaplarında, bu çeşit yermeler
vardır. Fakat bir kere çığ ı r açılmıştır; va kıf, onları da i k
tidara k u l etmiştir. M evlônô gibi gerçek erlerden sonra
g elenler de çaresiz, bu bataklı ğ a saplanmışlard ır; çünkü
gerçekten d e bundan k u rtulmak, asıl keramettir.
1 06
len «Vi lôyet-Nöme Manôkı b-ı Hacı Bektôş-ı Vell>> n in «Açı
l a m0 » sına ba k ı n ız; i st. İ n k ı lôp K. 1 958, s. 1 05 - 1 20).
« Kuşeyrl Risôlesi>> nde, Nefahat'ta, b i r gemideki gen
ce h ı rsızlık isnadı üzerin e gencin dua etmesi, den izden ,
a ğızlarında birer inci bulunan ba l ı kların baş göstermesi
( K uşeyrl, s. 2 1 5; Nefa hôt tere. s. 89) . « Mesnevi» de, bir
başka tarzda İ brôhlm b. Edhem'e atfedi lerek naklolunmak
tadır ( i l , s. 427 - 429) . Bir süfiye atfedilen, birinden na klo
l u na n kera metin, birçok süfilere atfedildi ğ in i, zaman ı m ıza
dek sürd üğünü, f;kralarımızda, hikôyelerimizde olduğu g i bi
çağ değ işti kçe, yer değişti kçe, onlarda da değişikli kler ya
p ı l·d ı ğ ı n ı ve bütün bun ların, daha eski d i n l erde, gelenek
lerde bulunduğunu bild irmemiz de gerektir.
Sufiler, kerameti i k iye ayırırlar: Kerö met-i kevniyye,
Kerô met-i ilmiyye.
Kerômet-i kevniyye, örnek verdiğimiz kerômetler gi
bi bir zaman içinde olup, biten, geçip g iden kerametlerd ir.
Kerô met-i ilmiyye, i lôhl, ledünnl b ilgi yön ünden ola n ke
ramet, yazılan kitaplar, söylenen sözlerd i r ki bunlar da
imi olara k ka lır v e asıl önemli keramet d e bunlard ı r. Ku
şeyrl, « Risôlesi»nde, birisinin Ebü-Yezld-i Bıstôml'ye, bir
gecede Mekke'ye giden birisinden bahsed i l ince onun, Şey
tan , bir anda doğudan batıya g ider, a m ma Allah da ona
l ônet etm i ştir dediği, falan havada uçuyor d iyeni de, kuş
da uçar, ba l ı k da d enizde yüzer d iye susturd uğu; Sehl b.
A bd u llôh'ın (283 H. 896), « keramet, kötü huylarının iyiye
d ön mesidir» dedi ğ i kayıtlı d ır (s. 2 1 3) .
Mevlônô da, sohbetleri n i n zaptında n meydana gelen
« Fih i mô-fih» de, «birisi bir gün içinde, ya hut bir solu kta
Kôbe'ye g ider; bu, o kadar şaşılacak bir şey değildir; ke
ramet de değildir. Sam yelinde de bu keramet var; bir
g ü nde, bir solu kto d i lediğ i yere gider. Keramet ona derler
k i seni, aşa ğ ı l ı k bir ha lden yüce bir hcı le getirsin de ora
dan buraya, bilgisizli kten a kla, cansız l ı kta n canlılığa se
fer edesin» der. (s. 1 00) . Ebü-Sald Ebül-Hayr da (440 H .
1 049) , falan havada uçuyor diyene, s i n e k d e u ç a r demiş,
falan bir solukta bir şehi rden bir şehre g id iyor d iyene,
1 07
Şeytan da bir solu kta doğudan batıya varı r sözünü söyle
miş, bu çeşit işler, · gerekli, değerl i . şeyler değil; gerekli
ola n , halk içind e oturma k, a l ış verişte b u l u n ma k, ' evlen
mek, h a l ka karışmak gene d e bir soluk bile Allah'tan gaafil
olma m a ktır buyurmuştur (Nefahat tere. s. 345 ) . Sufilerin
u l u ların d a n Hace Abd u l lôh-ı Ansôrl (481 H. 1 088) . «su üs
tünde yürürsen sama n çöpü olursun; havada u ça:san si
nek kes i l i rsin; bir gönül ele al ki adam olası n» der ( Nasô
yih u M ü nôcat; İ st. 1 30 1 , s. 33) . Ahmed 1 Amiş, « Ehl'u!lôh
yanında kerômôtin ece !li ve a 'zamı tôôt ile telezzüz ey!e
mekd i r. Ha lvetde ve kesretde ve d a h i her nefesde hôzır
olub Allah' ı zi kreylemek keramôtda ndır ve dahi vôridôt
olub i nşirah hôsıl oldu kça veko a r ve seklnesi ziyôde olub
edeb ve hayô üzerine olmak kerômôtda n d ı r ve ceml'-i ah
völde Allah'dan rôzı o l m a k kerômôtdandır. Yoksa mlicer
red ha rk-ı ôde zuhur eylemek kerôm değildir; zlrô tasar
ruf ehli mahcübdur» demiştir ( Semerôt'ül-Fuôd'da, l<uşey
rl ve Nefa hôt'ta kerômete ôit yazı lanlar vardır; s. 77. Mev
lôna Celôledd ln'de 228 - 231 , s. lere de b.) Bütün bunlara
temel, «öyle erler vard ı r ki onları ne ticaret, ne alım-satım,
Allah'ı anmaktan ve n a maz kılmaktan ve zekôt vermekten
a l ı koymaz» mealindeki ôyet-i kerimedi r (XXIV, 37) .
Sufiler a rasında , keramete «hayz-ı ricôl», yan i e r kek
l erin hayız görmesi diyenler de va rdır. Ha kıykıy, « Esrôr'ül
A rifln» de, Pir Aliyy-i Aksarôyl'yi (945 H . 1 538) a nlatırken,
«Andan er olmuş yokdu r; hayz-ı ricôldir» dediğ ini yazcır
(31 . a ) .
Bütün b u n l a rdan sonra şunları da söylememiz gerek:
Sufilerin kerômete bakışları , keramete d eğer verişleri
böyledir a ma halk, kerametle avlanır. Bu bck : mdan gene
de hemen hepsinden kerômetler nakledilmiştir. İ çlerinde,
kera met g österdiğine ina nan ları vard ır; ina n mayıp inand ır
maya uğraşa n l a rı vardı r.
Bizim şeyhin keramiitı olur -nıenkuııl kend-irıden
1 08
yıklamasından kerôm et çı kara n sôf-di ller, yahut şeyh va
sıta siyle geçinen ve sôf görünen kurnazla r vard ı r. Hôsı l ı
kerô m et, g e n e de geçer a kçe olmuştur onlarca. Yalnız Me
lômet ehli önem vermez. Zaten onlar, tasavvuf ehlinin tek
ke, giyim, kuşam, zikir gibi temel i n a nçlarına, hattô bir
törenle d erviş yapma g ibi ôdetlerine de karşıdırlar.
1 09
VJll. BÖLÜM
110
sanı esma delisi eder. Sufiler, zôviye, te k ke v e derg ö h g i
bi, n is beten şeh i r dışındaki möHkönelerd e yaşama kta, g i
yimleriyle, kuşam larıyla hal ktan ayrı lmada, va kıflarla bes-..
l e n medeyd i l er. Kend i l e ri n i , Tanrıya ada m ış olan bu adam
l a r, teşki latla n m ış, şeyh o laca kları imtihan etmek, şeyh
l i k l erini tasdıyk eyle m e k icin «Böb-ı Meşlhat-i u lyöıı yö
ni Şeyhü l islöml ığa bağ l ı « Mecl is-i Meşôyih» kuru l muş,
b u m eclise şey h l erden reisler ve aza tôyin edilmiş, va
kıflar, evkaf idaresince tescil o l u nmuş, pad işa h değ iştik
çe beratların yen ilen mesi ö det olm uştu. Şerlatin i rfa n yö
n ü n ü temsil eden, hoşgörü rlükleriyle . h erkesi b i r g örd ü k
lerini söyleyen şeyh ve dervişler, g iyi m l erinden, kuşa mla
rında n başka, aralarındaki töreler ve terimlerle d e ha l k
ta n ayrı l m ışlard ı . H a l ka avam. yahut zôhid ve zöhi r di
yorlar, kendileri n i örif sayıyorlard ı . Tasavvuf ehli, ayrı
b i r z ü mre olmuş ve i ktidar, bunları eline a l m ıştı.
M e l öm et, süfilerin bu hal l erine ka rşı, tasavvuf i n a n
c ı n ı n esası na daya n a n ve tasavvuf e h l i n i n içinden fışkı
ra n bir rea ksiyondu. Melômeti kabul edenler, zöviye, tek
ke. d ergö h ve hönkaah kab u l etmiyorl a rd ı . Oc beş höl
e h l i n i n toplandığı halvet bir yer, n eresi o l u rsa olsun, on
la roo sohbet m eclisi olabil ird i. Va kıf, onlarca gaayeden
tam a m iyle ayrı l ıştı. Ayn ı zamanda h a l ktan kesilmek, hu
susi giyim ve kuşamla kendi leri n i bel i rtmekse, yok l u ğ a
değil, ta m bir varlığa bürün üştü v e tasavvufun r u h u na
aykı rıydı. Ta n rıyı zikir, o n u n kud retin i , h i kmetini seyret
m ekten , onu düşünme kten başka türlü olamazd ı . Vakıfla
değil, herkes kendi kazan cıyla yaşayacak, fa kat ayn ı za
manda yaşatacaktı d a . Va r l ı ğ ı n ı H a k k'a vermek, varı n ı
yoğ u n u h a l ka vermekten başka b i r şey olamazd ı . Diyor
lardı ki: «Şeriatta bu senin bu benim; tarikatte hem se
nin, h e m ben i m ; hakıykatteyse ne sen i n , ne ben im.» (")
Sonra Melömet ehli, kendi leri n i zöhitl ikle, i rfa n la ,
iyi l i k l e g östermeyi d e b i r kayıt, hattö bir kend i n i beğe-
.1 1 1
n iş v e beğendirme çabasına düşüş biliyorla rd ı. Onlarca,
kend i l eri n i herkesten a şa ğ ı g örmek ve göstermek, her ya
ratı ktan aşa ğ ı sayma k, bi r şiôr olm uştu. Yapılan h ayrı
g izlemek, şerriyse g izlemeye uğraşma ma k d a bir şiarla
rıyd ı. Bu şiar, g itg ide, n efs i n i aşa ğ ı latmak perdesi a ltında,
ken d i n i h a l ka kötü g östermek icin kötü ş eylerin yapılma
s ı na kad a r g itti ve bir kısım i bôhacı ların, yôni h er şeyi
m ü ba h g ören leri n , kend i l erin i Melômetle g iz l emelerin e
yol açtı .
1 12
Bu ayrı mdan sonra kendi görüş ü n ü , d a ha doğrusu sofile
rin g örüşlerin i a ç ı klayan m ü e l lif, riyôkô rlan n , kend i lerini
halka hoş göstermek, iyi bel letmek kaydı nda oldukları
g i bi M e lô met e h l i n i n de, h a l k ı n kend iler i n i kötü g örmeleri
kaydında bulund u ğ u n u , b u ba kımda n , her iki böl ü ğ ü n d e
nazarlarında h a l k o l d u ğ u n u söylemekte, bu çeşit kayıtl a r
d a n k u rtulmuş olan s Ofil erin, Melô met ehl inden üstü n ol
d u k la r ı n ı be l i rtmekte d i r. 632'de vefôt eden ( 1 234) ve Ab
basoğ u l la rı n ın Anadolu e lçiliğini yapa n Şihôbüddln-i S ü h
reverdl d e bu fikirded i r; «Avôrif' ül-Maôrifı> de ayn ı tezi s a
v u n u r ; ayrıca «İdôl et' ü l -İyan Ala'l-Burhôn» a d l ı eserinde
d e aynı fi kri g üder; hattô Fütüvvet'i bile tasavvufun bir
cüz'ü s<Jyar ( Bu kitap, M u rad Moll a kütüpha nesinde, 1. Ab
d ü l h amid kitapları a rasındad ı r; no. 1 32 a . - 1 34 b. 1 447)
Côml' « N efahôtı> ı nda, sOfilerin Hak't<J tônl oldukları n ı mu
tasavvıfa n ; n, ya ni sufi geçinenlerin, bu yolu tuttukları n ı.
fakat henüz d i l eklerine erişemed i kleri n i , M elômet e h l i n i n
s e , her türlü emre u yma kla beraber iyi l i klerini gizlemek,
kötü l ü k l eri n i izhör etmek gayretiyl e nazarlarında n h a l k ı n
s i l i n mediğini, bu ba kı mdan ihlôs s a h i b i olsa l a r do i h lasa
u laşamad ı kları n ı , ha l k kayd ından kurtulamadıklarını söy
l eyerek sOfileri Melômet e h l inden üstü n görür.
Sufilerden, Melômeti ka bul eden l ere g öreyse Melô
m et, e n yü kse k bir m ertebedir. EbO-Abd' ü r-Rahman-ı Sü
leml (41 2 H. 1 021 ) , bu fikirde olduğu g ibi İbni Arabi d e,
melômetten üstün d erecen i n a n ca k peygamberli k olduğu
n u söyler. Seyyid Şerif de «Ta'rltôt» ında aynı fi kri g üder
( Me l ô ml l i k ve Melô mller a d l ı eseri mizin iV. böl ü m ü n e ba
k ı nız; s. 1 7 - 21 ) .
Sufiler a rasında, « Melômet» i n , şeyhten şeyhe u laşan
bir yol olmayıp bir n eş'e olduğunu ka b u l edenler de v a r
d ı r. Onlara göre h e r tarlkatte M e lômet e h l i b u l u n a b i l i r.
Kend i n i hor gören ve g ö�teren bir neş'eye sahip ola n kişi,
M elômete düşmüş d em e ktir. Bazılarıysa M elômeti, m a n e
vi d u ra k ların e n yücesi saymıştır. On l a rca her türlü l ütfa
erişen sôlik, son u n d a Melô mete d ü şer, varl ı ğ ı n hiçliğini
a n la r; h erkese kul olur, herkesle haldaş kesil ir. Su g i bi
1 13 F.: 8
a rt ı k re n g i de yo ktu r o n u n , ş e k l i d e . H a n g i kaba girerse
onu n rengi n i , şekli n i a l ır; kema l i n i b i l e noksa n görür. Bu
d u rağa «ü:ilvln » , yôni renkten renge g i r iş d urağı d erle r.
Sufil erin çoğuna g öre b u d u ra k, «te m kin » , yôni d u rgun
luk, otu r a m a k l ı o l u ş d u ra ğ ı n d a n aş a ğ ı d ı r; fa kat M e l ômet
e h l i n e g öre du mklarrn en üstün üdür. To n rı, her a n , bir
başka tec e l il g österi r , tecellis i nd e tekerrü r yoktur; «o,
her gü n bir işte0ir, bir tcsarruftm> meôl i n d e k i öyet ( LV,
29) , «teMn » d u rc ğ nın y ü c el i ğ i n i gösterir; bu ma ka m a
e re n d e , bu ôyetin ha kıykatiyle ta h a kkuk eder ( İ bni Ara
b!'nin << İ st. l ô hô t» ı , « Ta ' rlfôt» : n son unda, s. 7) .
Y u n u s Enı r e ' n i n ,
114
Soru 63 Bu reaksiyon ne zaman başlamıştır: ilk
Melômat erenlerine ne vc:kit rastloınukta·
yız; Melaınst sözü ne zaman çıkmıştır?
115
Nuceyd gibi bôzı ad l a r anmada ve Muhammed b. Ahmed'
11-Melômeti g ibi «Melô meti» şöhretiyle ta n ı n a n kişil erden
ve Melômet ha kkında ki söz lerinden bahsetme kted ir. Bu
a rada, EbO-Yezid-i B ıstômi'nin a d ı da birk a ç kere geçmek
ted i r. Bütün bu nlardan a n l ı yoruz ki Melômet, tekkeler ku
rulup tasavvuf bünyeleşti kten ve sufiler, h a l ktan ayrı ldık
tan sonra hemen başla m ıştır. Risôled e adı g eçen Muha m
med b. Ahmed'il-Melômeti, Ebu-Bekr Muhamme d b. Ah
med b. Hamdun'i l-Ferrô (370 H. 980) olsa g erektir ( N efe
hôt, s. 238 - 239) ; netekim birkaç kere de M u ha mmed'ül
Ferrô d iye geçiyor ı• ı .
Nefehôt. Sufileri n g erçekten d e büyüklerinden v e ôşık
ları nda n biri olan Ebu-Said Ebü' l-Hayr' ı n şeyhi Ebü'l- Fad !'
ın vefôtı n d a n son ra Sü lemi'ye i ntisap etti ğ i n i yazma kta,.
d ı r (S. 350) .
1 16
Soru 64 Melômetiler, bu ad1 a lırlarken dayandıklon
bir şey var mıdır?
117
seye e ğ i l m eyecek, kimse, kimseni n s ı rtından geçinmeye
cek, keses i n e orta k ol mayac a kt ı r. Va kıf m a liyle dôği l, e l
emeğ iyle yaşanacaktır.
1 18
medi kçe, kardeşleri n i n g ucune tahamm ü l etmed ikçe m ü·
rüvvet tamamlanmaz» demiştir (ayn ı s . ) . i môm Has a n 'd a n
(50 H . 670) m ürüvvet soru l unca, « İ n sa n ı n d ı nine sarılma
sı, m ô l ı n ı helôlden kaza n mar- haklara riayet etmas i d i r»
ceva b : n ı verm iştir. İ m ô m M u ha mmed'ü l-Bôkır ( 1 1 0 H. 733 ) ,
« M ü rüvvet ş u d u r : Ta ma'a d üşme, a ş a ğ ı b i r hale d üşers i n ;
ç o k isteme, çoğu Cia ozı msarsın; nekes o l m a , kötü le-n ir·
sin; bilgisiz olma, bilene d üşman kesilirsin» demiştir.
Kur'ôn-ı Keri"m'de, X l l . süre n i n 30. ôyeti nde Yt.suf
peyga mbere, XVl l l . süre n i n 1 0. ve 1 8. ôyetlerind e Ashab-ı
Keht'e, XVl l l . sürenin 60. ve 62. ôyetl eri nde Müsô peyga m·
bere m kadaşl ı k eden Yüşa'a, XX I . s ü ren i n 60. ayeti nde
İ brô h i m peyga mbere bu vasıf verilmiştir. Doğrud a n doğ
ruya gene a n lamına geçtiğ i yerler d e vcı rdı r. (A. Gölpı
n a rl ı : Kur'ôn-ı Kerim ve Meôli; ist. Remzi K. 1 377-1 958;
Açı la ma, s. LXXX - LXXX I ) .
Görül üyor ki fütüvvet v e mü rüvvet, tasavvuf g i b i son·
rad o n uydurulmuş bir terim d eğ i l d i r. F ütüvvet ehline g ö
re Ashôb-ı Kehf'e, Tanrıya ina n d : kları, puta secde etme
yip mağaraya s ı ğ ı n d ı·kl a rı i çi n , Yusuf' a , köt ü l ü kte bulun
m a d ı ğ ı n d a n, Yüşa'a do, Müsô'ya uyd u ğ u ndan ı{er, yiğ it»
d e n m iştir.
Tasavvuf teri minde olduğu gibi fütüvvet ve m ü rü'!·
vet hakkında da birçok tarifler, tavsifler vard ı r. O c ü m·
l eden olarak şunu bild i re lim:
Şakıyk-ı Belhi, i mam Ca 'fer'üs-Sô d ı k'a, Fütüvvet n e·
d i r d iye soruyor. i môm, sen ne d ers i n buyuruyor. Şa kıyk.
verirse şü kreder!z, vermezse sa bred eriz deyince i mam.
Medine'nin köpekleri d e böyle yaparlar d iyor. Şakıyk, ey
Al l a h RasCı l ü n ü n k ız ı n ı n oğlu d iyor, sizce fütüvvet ned i r?
i mam, verirse d iyor, i hsan ederiz, vermezse şükrederiz
( Kuşeyrl, s. 1 3 6 - 1 37) .
M e lômet ha kkında bir risôl esi olan S ü l eml'nin, fütüv.
vet ha kkında d a bir risôlesi va rdı r ( İslôm - Türk i l lerinde
fütüvvet teşkilatı ve kaynakları a d l ı maka lem ize b a k ı nız;
i st. Ü n iv. İ ktisat Fa k ü ltesi Mecmuası, 1 1 . cilt, ekim 1 949-
Temmuz 1 950; No. 1 - 4; s. 6 - 1 1 ) . İ b n i Arabi d e « FÜtU·
119
hôtıı ında, Fütlıvvete ayrı bir bap ayı rmıştır ( Mı s ı r - 1 329,
c. 1, bôb. 42, s. 241 - 244) .
1 20
A bbasoğ u l ları. i l k zamanla rda, «Abbôsiyyeıı d enen va
Şia ' n ı n g u l ôtından, yôn i aşırı gidenlerinden olan fı rkaya
daya n a ra k halifel iği elde etti kleri halde ( Ebu-M uha mmed
Hasan b. M üsa'n-Nevban hti: Kitôbu F ı ra k'ış-Şia, Seyyid
M u ha m med Sôd ı k A ı u Bahr' i l-U l ü m ' u n tashih ve notla riy�
l e, Necef, Haydariyye M at. 1 355. 1 936, s. 30-41 ) sonradan
zaman za man Sü n ni, ya hut Şii ve M u 'tezili olmuşlard ı r.
Mesela M e'mün, 200 h i c ride (815) i m a m Al iyy'ü r-Rızô'yı
kendisi n e halef tôyin etm iş, ona bey'at eylem iş, Abbaso
ğ u l l a r ı n ı n kab u l ettikler i siyah reng i kal d ı rmış. Alevil erin,
yôni Ali evlôd ı n ı n rengi olan yeşi l reng i kabul etmiş, fakat
Abbasoğ u l la rı n ı n , Me'mun'un yerine İ brôhim b. Mehdi'yi
hallfe yap maya ka lkışmaları üzeri n e İ m ô m Rızô'yı, 203 te '
.1 21
babı, kendisi n i imôm k a b u l etmişti. Anadolu Selçuk h ü
k ü m d a r ı i zzeC::d i n Keykôvus'a (6'1 7 H . 1 220) fütüvvet i ca
zeti ve ş a lvariyle s a ltanat menşu ru yo l l a m ış, Alôedd i n
KEiykutad'a (635 H. 1 237) meşhur sOfl Şihôb' üd-din-i S ü h
reverdi'yi ( 62 2 -H . 1 234) hediyelerle göndermiş, birçok ki
-
1 22
ğ u n u da söyle r ki son rad a n bu külôh, yeniçe ri üs küfü ol·
muştur. Onlar da fütüvvet silsi lesini Hz. M uham med'e
u lnştı rı rlar. Ancak onlar da, tasavvufçuların bir kolunda
olduğu gibi EbO-Bek r'e daya nan silsile yoktur. Bütü n fü·
tüvvet ehli, All'yi baş saya r _ ve a hi denen fütüvvet şeyhle
ri n i n silsileleri, mutl aka Aliye ulaştı rıl ır. O n l a ra göre Ali'
n i n bel i n i , Hz. M u h a m m ed bağlamış, ona şa lva r g iyd irmiş
tir. Eel bağlamak, y ô n i şed j denen y ü n kuşa ğ ı, fütüvvet
yoluna g i ren kişi n i n bel i n e kuşatıp çözmek, ona şalvar
giydi rmek, içine tuz konmuş suyu içirmek, fütüvvet şiôrı
dır. Eu tuzlu su içmek g gleneğ i , tuzu n , ta Roma lılar, Yu
na n l ı l a r zc.:mcı n ı neian beri mukaddes sayı l ması, bereket ve
olg u n l u k sembol ü kabul edi lmesi yüzü nden olsa gerektir
(aynı makalemize bak ı n ız; s. 86).
Kuşak bağlama n ı n . ZertüştHi kten g eçti ği kanaatin
deyiz; n itekim süfüerin g iydi rdi kleri h ı rk a n ı n aslını da bu
d i n de bul uyoruz. ZertüştiHkte « K usti» denc:ın ve on i kişer
iplikten meydana gelmiş a ltı parça n ı n örül mesiyle ya pı
l ::ı n, bele ü ç kere dol a n d ı kta n sonra uçları aşağ ;ya sarka
cak kadar uzun olan kuşak, erkek çocuğa yed i yaşı nda,
kızlc.:ra altı i le dokuz yaşları a ras ında, mübid denen Zer
tüşt röhibi ta rafında n kuşatı l ı r. Beyaz b i r koyun u n , keçi
veya hut devenin yünü nden örülmüş o l a n k usti' nin, ö n ü n e
v e a rkasına i kişer dü ğ ü m v u rulur ki b u d üğ ü mler, Tanrı
n ı n v a rl ı ğ ı na, dinin gerçek l iğine. Zertüşt'ü n Tanrı ta rafı n
d a n gön deri ld iğine ve Zertüştil i ğ i n temeli olan «iyi düşün·
ce, iyi söz v e iyi iş» e işarettir. Ayn ı za manda çocuğa, kısa
kol l u bir de gömlek giyd iri l i r.
Tasavvuf ehli ndeki h ı rka , bilhassa M evlevilerdeki,
ten n u re giyildikten son rcı bele kuşatılan « e l ifi n emedıı yô
n i yünden ya pıl mış, Arap a lfabesindeki «elif»e benzeyen
kuşak, Be ktôşllerde, « e l i n tek, d ilin pek, belin berk tut»
öğüd üyle bele kuşatıla n ve o g ü n kesil miş k u rba n ' n yü
n ü nden örülmüş olan «tıyg-bend - k ı l ı ç bağı», başk_a tari
katlerdeki kemer, bu törenden geçmiş olmalıdı r (aynı ma
kale, s. 83 - 85).
Görü l üyor k i silsi l e, hatta biraz da töre ba k ı m ı nd a n
1 23
tasavvuf ehliyle fütüvvet ehlinin müşterek nokta l a rı pek
çoktu r. Fakat ded iğ imiz g i bi onları tasavvufçulardan ayı
ran nokta , zaviyede otu rup riyôzetle, zikirle, u ğ raşmayı, ,
vakıf m a l ı n ı yemeyi h oş g örmeyip herkesin, m utlaka bir
iş, b i r sa nat sahibi olması n ı , çal ışması nı, elinin emeğiyle
geçin mesini temel bilmeleri ve ihva n, yô n i kardeşler ara
sında çok g e n iş bir yard ı m laşmayı sağlamalarıd ı r.
Onlarca her iş e h l i n i n , her sanat erba b '. n ı n b i r piri
vard ır. Bu pirlerin bir kısmı, yaşa mış kişi l erdi r, u ğraşt ı k
ları, yahut u ğ raştıkları s a n ı lan iş, o iş erbôbına, o ere n i
p i r kabul ettirmiştir. B i r kısmıysa uydurma kişilerdir; fa
kat her sa nat ve h ı rfet ehlinin m utlaka bir piri v a rd ı r. Şe
h i rl erde, «ahi» denen fütüvvet şeyhlerin i n bağlı oldukla
rı, bütün teşki lôtın u m u mi reisi sayı lan a hiye, şeyhlerin
şeyhi a nl a m ı na «şeyh 'uş-şüyüh» denir ki buna çok d efa
«Ahi Türk» ve «Ahi Baba» da denir.
1 24
C u l ha lo r: Ebu-Nasr Abd u llah, Kasa plar: Ebu-Muhcin,
Ekmekçiler: Ö mer-i Berberi, Bakka l la r ve yemiş sata nlar:
Adiyy b . Abdullah, Sa kalar: Selmôn-ı Kufi, Sün netçi l er:
U b eyd-i M ı s rl, Natı rlar: M u hsin b. Abd u l l a h , Ha camatçı
lar: Mansur b. Kaasım-ı Bağdadi, Debbôğlar (topak l a r,
deri temizleyen l er) : Ahi Evren, Terziler: Davud-ı Berbe
ri, Okçu lar: Ebu-Sôid, Hafızlar: Akıyle, M u a rrifler (tören
lerde büyükleri, şöhretl eriyle tanıta n l a r) : Mansur b. Ab
d u l la h; Şai rler: Hassôn b. Sôbit, g üzel sesli ler, i lôhl v.s.
okuya n l a r: Ebu-Habib, İ ğneciler: Ebü'l-Kaasım M ü bôrek,
Nalbantlar: Ebu-Sü leyman b. Kaasım, Kuyumcu lar: Nô
s ı r b . Abdullah . . . (s. 9 1 - 94) .
Evvelce halk a rasında terzi lerin piri İdris Peygamber,
berberlerin Sel man, çiftçi lerin Adem Peyg amber, çul ha�
!arı n , yôni dokuma c ı l a r ı n Şlt Peyga m ber, demirci lerin
DôvOd Peyg amber . . . olduğu ve a ra ba c ı l ı ğ a «pirsiz S( mat»
dendiği de meşhurdur. Her d ü kkônda, d ü kkôn sahibinin
uğraşt ı ğ ı işin, · sanatı n piri n i be lirten b i r de levha bulunur
d u . M eselô berber d ü k k ô n larında, mutlaka,
Her seherde Besmeleyle ciçıhr dükkıimmız
l!azret-i Selmıin-ı Pakd:ir pirimiz sultanımız
l evhası n ı g örü rd ü k.
1 25
Her hangi b i r çıra k, kalfa, yahut u sta , f ütüvvet yo
l u n a aykırı b i r iş y<l p a rsa, b i l h assa m ü şteriyi ka ndırı r,
y a l a n s öyl erse, m a h ke meye veri l mez. Smg u s u , Ahi Baba
n ı n , ya hut o n u temsil €.den es naf şeyh i n i n b u l unduğu mah
folde, i hva n ı n huzurunda yapı lır. Ta n : kl a r d i n le n i r, ken·
d i cie- s a v u n ması n ı , ayaküstü d ura ra k yapa r. Ondan sonra
c.na bir ceza veri l i r. Ya b i r m ü ddet mahfile g i remez, sa
t;c::tta n mened i l i r; ya:ıut da ustaysa. d ü kkônı kapa n ı r. D ü k
f<ôn ı kapanacak kişi ; d ü k k ô n ı r n n ön ü n e get i r i l i r ; i hva n ı n
h uzuru n da d ü kkôn ki litl e n i r; k i l i t loncaya bakan kiç.iye tes
l i m er.' i l i r. A d a m : n da sağ aya ğ ı nC:ak1 pabu-� ç·karti l a ra k
Eıs nn'f şeyhi tarafın d a n , d ü k k ô n ı r n n d a m ı n a ati l : r. « Pabucu
d a ma e:tld ı » atasöz ü , b u [.elenektan k a l ma d ır. S u ç i ş l emiş
kişi n i n suçunu, a nca k Ah i Ba ba bağışlaya b i l i r; ta bil bu
nun için de loncaya bir m i ktar d ü nya l ı k a l ı n ı r.
Loncaya veri len ve orad a biri ken pa ra, i htiyac ı olan
l a ra , hastalcnan lara, d ü kkôn a caca klma, karşılı ksız ola�
ra k harca n ? r. Ahi, yôni fütüvvet yol u n a g i ren ve şey h l i k
mertebes ine yücelen kişi, z a m a n ı n a g öre, meselô X l l l . yüz
y ı ı :·'.a , krnd isine ö l ü m-d i ri m a kçesi olara k a n c a k on sekiz
dirher.ı g ü m ü ş ayıra b i l i r (Abd ü lbaki Göl pınarl ı : Burgaazl
ve Fütüvvet-nôrnesi, ist. Ü n iv . İ ktisat Fa k ü l tesi Mecmuası,
1 5. ci lt, ekim 1 953 Tem m uz 1 954, No. 1 -4, s . 76- 1 53. Bu
-
bahis 91 . s ayfadad ı r) .
1 26
lı .... . .ı. )
gelmiş, asıl Melômet�l i k , bu tarlkatl erin temeli do Melômet
o l ma kla beraber ta rihe m a l clm uştur.
İ l k devirlerde M e l ôm etiliğin ve fütüvvet erbab : n ın m u
ayyen b i r mezhebi yoktu; a n c a k k e n d i l e r i n ce, yol l a r . n ı n
Ali'ye dayc: r. rr.ası ve E h l i beyt sevg isi, b u n la rda tem ::o l b i r
i na nçt ı . Bu ba k ı md a n M el ô metllerle f ütüvvet erbabı nda,
Si.i n ıı'!i : ktcn ziyade Şiil i k kara kteri pek aç::< olara k g 0ı· ü n ür.
Me lômet'lli kten doğan tcrl katler ş u n l a rd•r:
Cômiyye : 536 Cia ( "1 1 41 ) vefôt eden Ahmed N ô m ı k ıyy-ı
Côrrıi'ye m en su p olanlar,
Kübreviyye: 61 8 d e ( 1 221 ) vefôt eden Necm üddln- i
Kubrô'ya mensup o l a n la r,
Haydariyya: 6 1 8 de ( 1 221 ) vefôt eden l<utbüdd in Hay
dar'a mensup olanlar,
Kalen cieriyye: 666 da ( 1 267) vefôt eden Zekeriyyô-yı
M u ltôn1 müri d i Seyyid Cel ôl-i Buhôri'ye mensup oian l a r,
Bektôş iyye: 669 d a ( 1 270) vefat eden Hacı Bektaş'a
mensup sayıla n l a r,
Mevleviyye: 672 d e ( 1 273) vefat eden M evlôna Celn
lüdcll n M u lı a m·mcd' e m e nsup olanlar.
735 t e (1 335) vefôt eden Seyyid Safıyy'üd-ciln İshak-ı
ErdobJI tmafından, Ha !vetiyye'yle Kalenderiyye ' n i n b i rleş
tiril mesiyle kurula n ErdGbil iyye (Safaviyye) tarlkati ve XI.
asra kadar (XV l l ) mensupları t:u l u n a n v e Şems'üddin M u
h a mmed-i Tebrizl'ye (645 H. 1 2471 n isbet e d i l e n , fakat M ev-
. levlliğin Alevi ve rind kolu olan Şems'. ler, Rum Abd a l l a rı
(Abdc lön-ı Rüm) denen tôife d e M el ômetHi kten ayrılm:ş
kolla r d ı r.
M elômet. 833 de ( 1 429 - 1 430) An kara'da vefat eden
Hacı Bayrôm-ı Veli tarafında n yeniden ca nland ! n l m ş v e
Melôme:tl l i l<, « M elômilik» adı n ı a l m ı ştir. Eu koldan gelen
ve X. a s ! r son la rında (XV I ) ista n bu l'da şehit e d i l en Hamza
Balı'dan sonra Harnzavi l i k diye de a n ; l'::ı n Melôm71 i k , son
za m a n l a rda, b i lhassa Seyyid .Abd ü l ka a d i r-i B'�lhl (1 34'1 H .
1 923) taraf :ndan temsil ed i lmi(.tir. B ayra mı M elômllerine,
« i kinci devre Melômlleri ı> de den miştir.
N a kş-bendiyye'd e n « Melômiyye» diye bir kol ayıra n
1 27
ve tevhid i , ilmi b i r ders. b i r tel kıyn haline g eti ren, tekke
ler kuran M u hammed N O r' ü l -Arabl'nin ( 1 305 H. 1 888) k u r
d u ğ u Melô m iyye-i Nü riyye, yahut üçüncü devre Melômiliği,
Bayramı Melômileri (H a mzaviler) tarafı ndan kabul edil me
miş ve bun lar, « M ütelômiyye» , yôni Melômileşenler d iye
a d la n d ı r ı l m ıştır.
Esnaf teşkilatı. Osmanoğullarının i l k zamanlarında,
padişa h la rı n da fütüvvet ehli olmaları ve fütüvvet ehlinin
reisi say i m a l a rı yüzünden, devletle b i r birlik hal i ndeydi .
Fakat sonra ları, medresen i n kuvvetlenmesi, Şeyhüli.slômlı
ğ ı n kuru l ması, Sünnil i ğ i n kudreti yüzünden, devl etten kop
m uş, Fôtih zamanından iti baren de ôdeta İra n'a bağ l ı bir
teşkilat haline gelmişti . Alevi ve Bektaşilerl e Melômet er
babı, Osmanoğullarının dini siyasetine ta mamiyle karşı b i r
cephe a l m :ştı ( «Alevi - Bektaşi n efesleri» ne ba k ı n ız. s .
83 - 1 08. İ s l a m ve T ü r k i l lerinde fütüvvet teşkilôtı, s. 5 7 ve
deva m ı ) . Sel im ve Süleyman d evrinde Alevilere karşı tıü
k ü meti n te n kil siyaseti, Melômileri d e a ma ç edin mişti.
Medrese, Melômi leri ve fütüvvet e h l i n i d i nd en d ışarı g ö
rüyor, onları yok etmeye u ğ raşıyordu . O n l a r da bu siya
sete karşı direndi kçe d i ren iyorlardı. 1 029 d a ( 1 6 1 9 - 1 620)
Belgra d l ı M ü nir! . ta rafmdan yazılan « N ısôb' ü l-intisôb ve
Adôb'ü l-iktisôb» adlı eser, Fütüvvet ehlinin i n a n çları, i ra n'a
bağ l ı l ı kları, gelenekleri n i n uydurma oluşu vesaire hakkın
d a ve b i l hassa Radavi' n i n « F ütüvvet-Nôme» si aleyhinde
dir. H i cri 749 yılı son ları nda verilen a l eyhteki fetva ise,
Arap ü l kelerinde de daha XIV. yüzyı lda bile bunl::ırın hoş
g örülmediğ i n i bize a n latma ktad ı r (ayn ı makalemiz, s. 63 -
66) .
Bütü n bunları d i k kate alan devlet, esnof teşki lôtı n ı
kontrol ü altına almak l üzumunu d uymuş, A h i Babala r ı n ,
esncıf şeyhlerinin devletçe tasdi k edilmes i n i şart koşmuş,
g ereğ ince bunları azletmek s a lôhiyetin i k u l l a n maya baş
l a m ıştı. Fakat gene de esnaf loncaları, b a ğ ı m sızl ı ğ ı n ı ko
ruyabilmiş, bilhassa peştemalcı esnafı , H a mzavi l iğ e inti
sap ederek i kinci meşrutiyete kada r devlet içinde bir d ev
let halinde yürüm üştü.
1 28
Fa kat d ışa rıd a n memlekete gelen fabrika malları, teş
kilötııı ra ğm ine, esnaf içine g i ren ve m üslüman ol mayan
azınliklar. el tezg ô h l a r ı n ı , el emeklerini, disipli n i yok et
meye b<ı ş l a mış, bankalara karşı lonca l a r, h i ç b i r şey ifa
de etmet bir hale g e l m iş, fütüvvet teşkilôtı, a rtık bütü n
esnafı ve sanat eh l i n i kapsaya maz ol muş, n i hayet bu i kti
sadi m üessese, ta rihe karışıp g itmiştir.
1 29 F.: 9
mış, bu kita b ında Ebü'l-Hasan Ali'nin «U mdet'Cıl-Vesôilı>
adlı Fütüvvet-Nôme'sinden d e faydala n m ı ştır ki bunun
metni , şimdiyedek elimize g eçmemiştir. Abd u l lôh-ı Ansôri
ve Şihöbüddin-i Sühreverdl'nin de bi rer Fütüvvet-Nônıesi
vard ır. B u n lardan sonra Necm üddln Ebu-Bekr M u hcı m med
Zerkub'un (71 2 H. 1 3 1 2. Said Nafisi: Tôrih-i nazm u nesr
der İ ra n ve der zebôn-ı Fôrisl tô pôyôn- karn-ı dehum-ı
hicri, c. 1, Tehra n - 1 344 Şemsi h icri, s . 1 76 - 1 77 ) , Kemôl'üd
dln Abd'ü r-Razzôk-ı Kôşô n i ' n i n (730 ya hut 735 H. 1 329,
1 335) , Alô'ü d-Devle-i S i m n ô ni' n i n (736 H. 1 335) fa rsça ve
nesirle, V l l . yüzyılda (Xl l l ) Anadolu'da yaşayan N ôs: ri'n i n
farsça ma nzum Fütüvvet-N ô meleri gelir. Tü rkçe yaz ı l m ı ş
i l k Fütüvvet-Nôme, X l l l . yüzyılda Burg a azl' n i n Fütüvvet
Nôrne'sid i r. Bunlardan sonra Şeyh Seyyid Gaybl oğ l u Şeyh
Seyyid H useyn 'in, Fôtih Su lta n Muha mmed a d ı n a ( Saltana
tı 855 - 886 H. 1 451 - 1 481 ) yazd ı ğ ı Fütüvvet- Nôme ve B u r
sa 'da Şôfü kadılığ ıyla mezhebi n i gizleyen Seyyid M u ha m
med b. Seyyid Alô'üd-din 'ü l-H useyniyy'ür-Radavi' n i n 931
seferin i n başlarında ( 1 524) yazd ı ğ ı « M iftô h'ud-dakaa ı k fi
beyôn'il-Fütüvveti ve' l-Hal<o a ı k» a d l ı Fütüvvet-N ôme'si d i r.
B u n l a rdan Tuhfe.t 'ül-Vasôyô, Necm-i ZerkCıb'un, Kô
şônl'n in, Alô'üd-Devle'n i n ve Nôsırt'nin Fütüvvet-Nômele
rin i n tıpkı bas ım la r ı n ı , tercemeleriyle yayı nladık (İslam -
Türk i l lerinde Fütüvvet teşk i l atı ve kaynakları, tıpkı basım
lar, s. 1 1 5 - 203, tercemeleri, 204 - 253) . Burg aazl' n i n ve
Seyyid H useyn'in Fütüvvet- N ômel eri de, m u htevaları. dil
öze l l i kleri vs. ha kkındaki i n celeme ve açıklama larla ta ra
fımızda n yayı nlan mıştır ( İst. Ün iv. İ ktisat Fa k. Mec. XV.
cilt, Ekim 1 953 - Temmuz 1 954, sayı: 1 -4, s. 76 - 1 53. XVl l l.
c ilt, s. 1 -4) .
1 30
yük b i r sevg i beslemeleri, Ehli beyt i m a m la rını, ııaley
h issel ô m , a leyh issa l ôtu vesselam» c ü m leleriyle a n ma l a rı,
Vidô' haccında Hz. Peyg amber'in, A li'yi, Allah emriyle va�
sıy ve imôm olarnk ü m mete bildird i ğ i n i söylemeleri, ilk üç
ha lifen i n a d larını a n m a maları . a n a rlarsa bile anca k zevô
h i ri k u rtarmak için a n d ı klarını bel l i etmeleri, «tercemomı
dedikleri çoğu manzum, farsça, yahut Türkçe ve tören sı
rasında m uayyen yerlerde okunan kıta larda, hutbe denen
dua v e senôlarda , kita plarını n başlarında Oniki İ rnô m ' ı n
a d l a rı n ı a n ıp on i kinci frnô m ı M ehdi k a b u l etmeleri ve zuhu
runu beklemeleri, d a ha birçok esas l a rd a İ m ô m iyye :nrm ç
lannı beni msemiş b u l u n maları düşü n ü l ü rse. Sünni c l rı n l a
rına i mkan ve ihtimal olmadığı a ç ı kça a n l a ş ı l ı r ve Sünni
oldu·kl a rı na da ir kalem yürütenleri n , g ön ü l lerinin isteğini
d i l e g etirip zah mete d ü şerek önceden verd i kleri h ü kmü
mesnetsiz ola ra k satıra g eçirdi kleri anlaşılır ('İslôm ve T ü rk
i l lerinde Fütüvvet teşki latı ve kayn a kları . s. 57 63; Sey-
1 31
nasiyle, i snô�aşeri - Ca'feri mezhebine, yôn l i mömiyye'ye
mensup m uyd ular; usulde ve Füru'da bu mezhebe uyuyor�
lar m ıyd ı ? Bektaşil e r de, A l evller de i m a miyye'den oldukla
r ı nı , Ga ' ferl mezh ebine uydukları n ı söyl erler. Fakat inanç
ları, gelenekleri, h i ç d e bu mezhebe uymaz; h u ra felerle
örü lmüştür. Fütüvvet ehlinin, Fütüvvet-Nômelere göre 16-
ren leri , gelenekleri , h i ç bir va kit ımômiyye i n a n çiarı na, har
f i tıo rflne uymaz; b u n la rda da uydurmalar, h u rôfeleı yer
a l mıştır; b u n la rda d a batı nllik izleri g örün m 2dedir. Son ra
Fütüvvet ehli a rası nda S ü n ni olanla r yok muyd u ; Osman
oğulları ü l kesi n d eki haf,zlar, din ada m l arı , d evlet memu
riyet i n e i ntisap edenler, İ m ô miyye m ezhebine m i ginniş
lerdi? Buna müsbet cevap veremeyiz. B u bakı mdan b iz,
gerek ı-:ütüvvet ehli, g erek Melônıller a rasında, ta m mô
n asiyle Co'teri mezhebinin usul ü n ü , fürü'unu bilenlerin,
oniara uya nları n bulund u ğ u n u bir gerçek saymakla tera
ber tam olara k bu top l umun İ mörniyye m ezhebine m ensup
olduğ u n u idd ia edemeyiz. Bunlar da, M evlevileri n Şems
kolu g ibi Rıffü ve Saidiler g i bi ve n i hayet Bektôşiler g i bi
,
1 32
IX. BÖLÜM
1 33
bulunanların, .od.lime u ğ ra d ı ktan son ra ya rdı m a mazhar
olanların b u h ü kü mden hariç olduğunu söyler {XXVI, 224 - .
227). Hz. Peygamber' i n ashôbı a rasında Ravôha oğlu Ab
d u l lôh, Möl i k o ğ l u Kô'b, Sôbit oğlu H::ıssôn g i b i şôirler d e
vard ı r. Savaşla rda, çok defô t e k m ısra'lı ve sert vezinli re
cez o k u m a k ôdeti, İslômdan son ra da sürüp g itmiştir; hat
ta Hz. Peygamber de,
Peygamber'im, yalancı değilim ben
A bdülmuttalib oğlııyum ben
1 34
hoş görülmüş, töre h ô l i n e g i rm iş, zikir ve i l ô hiler okunması,
zilsiz d efler (mazha r) çalınması, kud ü m le, yahut «ha lile»
denen v e i k i ele ta kıla ra k birbirine s ü rtülerek çalınan, ke�
narları b i rbirine s ü rü lebi lecek tarzda yapı l m ı ş môdenl ô let
le usul tutu lması bir gelenek hôline g e l m iş, vecde geleme
yen l e r i n bile tevôcüdle vecde gelmeleri n i sağ lama l a rı hoş
g örülmüş, böylece de bir din i müzik doğm uştur.
M evlevilerdeyse içten z i kred ilen ism-i Celôl'le (Allah)
sağdan sola doğru v e sol a ya ğ ı n ı g eriye doğru çekerek g�
ne sola y ü rüyüp dönmek, Mevlônö ' n ı n vecdden doğan se�
mô'ı n ı , d a ha ritm i k bir şekle sokmuş ve m evlevl mukaabe·
l esi , XV. yüzyılda, son şekl i n i almışt ı r ( Mevlevi Adôb ve
Erkô n ı , s. 63 77) .
-
1 35
filerin çoğ u, vakfu llahla geçinerek rüyalara d a lmaya. her
zuhu ru, H a k'tan bilip çeşitli hareketlere, hatta zulüm lere,
söm ü rü lere g ü l ü mseyerek ba kmaya , da ha i leri de gidip bu
ç eşit h a l l ere ka rşı d urman ı n , Ta n rı tece l lisine karşı d u r
m a k old uğuna ina n maya, bôz ı ları da her işi Ha k'tan bilip,
d ü nyay ı , kend i l eri nce bir i rfa n cenn eti sayıp zevke, ibôha
ya atıl maya başla mışlard ı r. Bütün bunlara karşı birlik g ö
rüşü, d ü n ya a nlayışı i l e tasavvufu, reel ve mora l bir refor
ma sevkeden büyü k i nsa nsa, Mevlônô Celôleddln M u ha m
med 'd i r.
Mevlônô'nın ta savvufu, irfan, ol uş, aşk ve cezbe ô le
m i nc e tekemnı ü lden ibarettir ki bunun ferdi ve sosyal te
cellisi, g e n iş ve iler i bir g örüş, insanı birliği a maç ed i nen
s ı n ı rsız bir hoşgörü rl ü k, kötü leri bile kötü l ü k leriyle bir
inanç potas·nacı e ritip iyi leştiren ahiôkıy b i r tekamüld ü r.
M ev l Cinô'da ne teri m l e r hasta lığ ı , n e rüyaya dal ış, ne
gökl ere ç;kış. haya llere kapılış va rd ı r. Onun h a l kç ı ruhu,
felsefe teori lerini bile kabul etmez. Halka, h a l kça ve ha l k
seviyes i n e i nerek, h a l k d i l iyle h ita p eder. Fa rsça , bôzı
kere Arapça, pekaz da Ru mca ve b i raz Türkçe ş i i rler söy
leyen M evlônô, a ruzla s öylemekle beraber her d i l i , hal k di
l iyl& söyler.
Kıyasın. ne kada r kötü son uçlara va ra b i leceğini a nla
yan M evlônô, lmôm Ca'fer'üs-Sôcl ı k'a uyara k k :yası kabul
etmez. G ü lya ğ ı şişelerini devi ren ve başına vurulup tüy
leri dökülen kuş, sacını, sa,ka l ı n ı . kaşla r ı n ı ve bıyı kla rını
u sturayla t ı raş ettir m i ş Kalenderi'yi g örünce, sen de ben i m
g i bi g ü lyağı şişelerini m i d öktün der (Mesnevi, 1 , s. 1 7 1 8,-
1 37
ateş çizgisi görü n ü r, oysa ki o ate$, b i r a n b i l e du rma ma k
ta; tıpkı onun g ibi işte (1, s. 70 - 7 1 , beyit. 1 1 21 - 1 1 49) .
Felsefi d üşü n ce, İslôm d ü nyasına h ô k i m olunca çö
zü lmesi g ere ken düğü mleri n biri de i rade ve i htiyô.r, kaza
ve kader d ü ğ ü m ü ol muştu. Dini ina nca g öre h er şey Ta nrı
ta kdiriyledir; Ta nrı, her şeyin ne vakit ve nasıl okıca ğ ı n ı
b i l i r, o, m u kadderdi r; zama n ı gelince, bilgisi nasılsa öyle
o l u r o iş. Fakat kulun yaptı ğ ı iyi l i k ve kötü l ü kte kulun
rol ü n ed i r ve ne dereceded ir? Cebriler, iyi, kötü, her şeyin
Ta n rı i ra desiyle olduğuna, kulda , az, ya hut tüm b i r i rade
ve i htiyô r olmad ı ğ ı na inanmı şlard ı r; bu i n a n cı g üden mez
hebe «Cebr iyye, Ceberiyye» den i r. Nakli, a kla uydura n Mu'
tez i l e ise, kulun, iyi l i ğ i , kötü l üğü, kendi i ra desiyle, kendi
ihtiyariyle yaptığ ı n a , buna karşı l ı k da Tan r ı n ı n , o kula mü
kafat veya m ü cazatta bul u nduğuna inanm ışlar, buna «adi»
demişler, adli de Ta n rı ya vacip bilmişlerd ir. B u inancı ka
bul etmiyenler, Mu 'tezi le'ye «Kaderiyye» d emişlerd i r. E h l i
Sünnet, Ceberiyye'ye meyletmiş, ku lda k i cüz'i iraden in k u l
tarafı ndan k u l l a n ı laca ğ ı n ı , b u n u n üzerine d e, kulun yapa
cağı işi, Ta n rı'n ı n yarataca ğ ı n ı söylemiştir. Şia , M u'tezile'
ye meyletmiş, ceb i r, ya n i her şeyi kula Ta n rı ' n ı n ya ptı rma
sı olmad ı ğ ı g i b i tafviz, y a n i kulun , diled i ğ i n i, kend i d i le
ğ iyle yapması gibi bir şeyin de olmad ı ğ ı n ı , kaderin, bu i ki
si a rasında bir şey b u l u n d u ğ u n u , Tanrı'nın, herkesi n yapa
cağı işi b i l mesi n i n , o Jşi yaptı rmaya kulu zorlamad ı ğ ı n ı , ,ku·
l u n , yaptı ğ ı işi, kend i i rade ve i htiyôriyle, fakat Tanrı bil
g isine uygun olarak Ta n rı kudretiyle yapt ı ğ ı n ı kabul et
miştir ( Usül'ül-Kafi, s. 74 77) .-
1 38
mazd ı k ete r (Mesnevi. 1, s. 39 - 40, beyit 7 1 8 - 634) ; Ta n rı
n i meti n e şü kretmemizin, ·k ud retimize d e l i l olduğunu, cebre
i n a nmanı nsa o n imeti i n k ô r etmekten başka bir şey olma
d ı ğ ı n ı bildirir ve cebre inan mak, yol kesicilerin a rasında,
yol üstüne yatıp uyum a k g i bidir; vakitsiz öten horoz u n d a
baş ı n ı keserler buyuru r ; i ns a n ı n , e k i n i ekti kten sonra Ta n
rı 'ya dayanması g erektiğ i n i söyler (ayn ı , s. 5 8 - 59, beyit
937 - 945.) . Der ki : B i r adamın eli titrer; böylesi ne bir i l le
te u ğ ra mıştır; öb ü rü d e d i leğiyle elini titret i r; ikisi de Ta nrı
kudretindend ir a ma, o n u n l a bunun a rası nda fark var. Elini,
d i leğiyle titreten , yaptı ğ ı na p işman olabi l i r, fakat titrek
kişi pişman olama z (aynı. s. 92, beyit. 1 496-1499) . Hôsı l ı
M evlônô, b u inançta d a Ehlibeyt yolu n u tutmuş, ta m b i r
ortama u l aşmıştır. ( M evlônô Celôleddln, 1 1 1 . böl ü m , s .
1 82 - 1 87 ) .
Mevlônô, vahdet neş'esiyle bütün kôi natı ken d i çev
resinde dönüyor, her şey, kendi varl ı ğ ı nda yol< ol uyor, her
şeyin varlığı, kendi kesiliyor gibi bir hayale dalmaya n kud
rettir. Böyle bir haya le d a l a n la r, s ı n ı rsız bir egoizme kap ı l
m ışlardır; yahut da b u tümlük, bu bütü n l ü k , bu z u h u r te
cellisi nde kend i lerini yitirmişlerd i r, Mevlônô ise, ken d i n i
ô l eme, h a l k a , insa n l ığa veren bir e rd i r ; d e r ki:
«Değil m i k i güneşin kuluyum ben, güneşten söz edeyim. Ne
geceyim ben, ne geceye tapmadayım; ne diye uykudan, rüyadan.
bahsedeyim?
Değil nıi ki güneşin elçisiyim, tercümanlık yoluyla onn sora•
1 39
culuk? Değil m i ki sen, bensin, ben d e seni m ; n iceye bir
bu sen l i k , ben l ik?
Tan rı ışığıyız, Ta nrı s ı rças ı ; ne d iye kend i m ize ka rşı
bunca i nat? N eden a yd ı n l ı k, böylesine kaçar d u rur aydın..
l ı ktan ?
Hep i m iz b i r tek o l g u n kişiyiz; neden böyle şaşı ol
m uşuz? Neden zeng i n yoksullara hor baka r ?
Sağ, neden kendi sol u n u h o r görü r? İ kisi de değ i l m i
k i senin elin, yom l u l u k n ed i r? aşo ğ ı l ı k ne?
Biz, hep i m iz de bir i nciyiz; hepimizin d e a k l ı m ı z b i r,
başı m ız b i r; a ma şu kanbur feleğ i n yüzünden iki görü r ol
muşuz.
P ı l ı n ı p ı rtın ı şu beş duygudan. altı yönden çek, birli
ğ e g öt ü r; birlik ağacı n ı n e d iye böyle eğer d u rursun?
Haydi , ka l k şu ben l i kten, ka rıl herkese, b irleş; ken
dinde oldu n m u habbesin, ama herkesle karı l d ı n , b i rleştin
mi môdene döners i n .
Erkek a rslan neylerse eyler; köpe k d e köpekliğini
yapar d u rur. Tertemiz can n e işlerse işler; beden de be
den l iğ i n i eder.
Canı b i r b i l ; bed e n d i r yüz bin lerce s a yıya sığan. Hani
bademler g i bi; hepsinde de aynı yağ var.
D ün yada n i ce d i ller var; a nlamda hepsi bir; testi leri,
kapları kırdın m ı , su bir o l u r g i der.
Sen birliğe erer de g ö n l ü n ü sözden k u rtarı rsa n can,
her görüş sa hibine, senden ha ber i leti r a rtı k . »
(Aynı, VI, 1 340 Şemsi h i cri, s. 243 - 244) .
Mevlônô, kesret (çokluk, ayrı l ı k) ô lemiyle vahdet
(birl ik.) ô l em i n i « M esnevi» si nde ş öyle a n latır:
«Şimdi k urtla rı n n öbeti, Y usuf kuyu n u n d i binde; Kı
bıt toplumu:ıun za manı, Fıravun pad işa h .
Böylece de kimseden esirgenmeye n rızı kta n ş u kö
pekler de bi rkaç g ü nceğiz h isselerini a l s ı n la r bakalım.
Ama ormanlı kta a rslanla r beklemekte; «gelin» buyru
ğ u veri ls i n de yayılalım d iyorlar.
O arslanlar ormandan çıkaca k lar; Tan r ı , perdesiz
ola ra k o n ların gelirini, g iderini gösterecek.
1 40
i n sa n l ı k, karayı da kaplayacak, deniz i de; alaca öküz
ler. o k u rban bayra m ı n d a kesi lecekler.
O korkunç kıyamet, bir k u rba n bayra m ı g ü n ü ; ina
na n l a ra bay ram, öküzl ere helôk olma g ü n ü .
B ü t ü n su kuşları , o k u rban bayra m ı nda, gemiler g i bi
deniz ü stünde yüzecekler.
Böylece d e helôk olan, apaçık del i l l e helôk olaca k;
kurtu l a n , inancında şüphe olmad ı ğ ı nda n kurtulaca k.»
(VI, 1 933, s. 379 - 380; beyit. 1 87 1 - 1 878)
Görül üyor ki Mevlôn d ' n ı n d ü nya görüşü bambaşka,
zama n ı na göre çok, pek çok ileri ve yaşayışına ta m lôyı k
bir g ö rü ş . Beylere, padişahlara e ğ i lmeyen, kaside s u n
maya n , yeryüzünde d i k i l i bir ağacı, k a k ı l ı b i r evi bulun
maya n , vak ıftan ekmek yemGyen, verd iği derse, fetvôya
ka rşı l ı k aldığı az b i r parayla geçin e n , padişahlara da. ve
zirlere de en acı, en doğru sözleri söyl emekten çe kin me
yen , g ereki rse onları huzuruna ka bul etmeyen, h i ç b i r vakit
on l a rı n ihsanlarına tenezzülde bulun m aya n M ev lô n ô ' n ı n
tasavvufu da a n c a k bu olabilird i zaten ( M evlônô Celô led
d i n , i l . böl ü m, M evlô nô'rnn h ususiyetleri ; s. 218 - 231 .
Çoğdaşlarıy�e kıyaslama k için i l i . bölüme d e b. s. 232 -
246) .
1 41
eri m i ş g itmiştir. Fütüvvetin, Safavi p ropag andacısı hôline
gel mesi üzerine devlet, bu teş kilôta el atmı;ı. bundan yal
ııız Hamzaviler kendil eri n i kurtarmışlar, peştemalcılar.
1 908 y : l ınadek daya na b i l m işlerd i r. Fa ka t d ev letin birbiri
üstüne şid detli tenki lleri , imha hareketleri sonucunda sa
yısız k u r b a n verdi kleri halde kuvvetini yiti rmeyen ve Harrı
zaviler tarafırıdan tem s i l edilen Fütüvvet, sonunda, fa bri
kasyon ka rş ısında eriyip gitmişti r. Alevilerse, d a i m a köy
lerde ve g izli bir zümre hôl in de ka l mışlar, a leyh lerindeki
hare ketler, bunları yıpratama m ış, içlerine gömülü ina nç
lariyle kalabi l m işlerd i r.
M evlônô'nın çevresinde toplanan Ahiler, Fütüvvet er
babı, esnaf ve so natkôrlar, M evlônô'dan sonra . onun d ü
şüncelerini köylere kada r yaymışlar, Alevi köyleri g i bi
M evlevi köyleri meydana g e l mi ş, fa kat ası l çelebil i k ma
kaa m ı ve o maka a ma bağlı ayd ı n la r. v a k ıfla beslenen tek
kelerde toplanan elit z ü m reyi kavra mış, yüksek b i r müzik .
ve gerçekten köklü b i r bilgi ve edebiyatla beslenen b u
zü mre kud ret kaza n d ı kça M evlevilik, köylerden şehi rlere,
halktan a yd ı n z ü m reye g eçmiştir ( «Mevlônô'd a n sonra
Mevlevil i k» adlı eser i mize bakı nız, lst. İ n k ı l ô p K. 1 953;
s. 244 266) .
-
1 42
şeyle ri sattı klarından İsta n b u l 'd a , bunlara «terôzi tutmaz
lan> da denird i . Bektôşller, b u nlara «Süfya n » ve «Sofu sü
rekleri>ı derler. Ali-Alla hi adı, Hz. Ali'ye Al l a h l ı k isnat ettik
lerinden veri l miştir. Ö b ü r adları n çoğu , boy a d la r ı d ı r; fa
kat halk, bu adları çeşitl i yorumlarla mônalandırmıştır.
M eselô ha l ka göre bunlar, İmôm Huseyn'e, kendi ara la
rında « H a n Abdal » dedi kleri nden Abdal beyliler, reisleri,
o n i ki n ci imamı görd ü ğ ü n ü iddiô ettiğinden « Göra nlar» ad
ları n ı a l mışlard ı r. Ö bür a d lara do bu çeşit uydurma a n l a m
lar ver i l m iştir. Aleviler ha kkında h a l k ı n , m u m söndürd ü k
leri inancı , ta mam iyle iftiradır. B u boylar, Şah İsmô i l 'e, hü
ku met kurarken yard ı m eden baylard ı r. Şah i smôil'in ba
bası Şeyh Haydar, o n i k i dilimli kızıl tacı serpuş olarak
kabul ettiğ i nden ve bunla r d a Şeyh Haydar'a, Şah İsmô il 'e,
ondan son ra ki Safevilere uyduklarından u mu mi olarak
farsça d a «surh serô n » , Tü rkçe<:le « Kızı l başlar» d iye d e
a n ı l m ışlard ı r.
A levilik, Şia'n ı n aşırı inanç güdenlerinden Hz. Ali'ye
Allahlık isnat edenleri nden, yôni Gulôt' ı ndandır; Aleviler,
bôtıni inançları ben imsemişlerd i r. İ ro n'da kend ilerine
« Eh l-i Hak» derler. Hak, e bced hesa bında yüz sekiz sayısı
na uyar; « k» harfin i n iki noktasiyle yüz on olur; All a d ı n ı n
d a ebcedde sayısı, yüz ondur. Bu m ü n asebetle Ehl-i Hak,
Ehl-i AH demektir. i n a n çla rı hürafelere daya n ı r ve inan ç
la rında, Türk şamaniz m i n i n , Uyg u r gelenekleri n i n , diğer
d i n leri n , Fütüvvet yol u n u n süzüntülerinden bir hayli şey
ler vard ır. Şia-i İ m ômiyye, bunla rı müslüman kabu l etmez;
sün nfleri n , bunlar hakkındaki ka naatleri de ayn ıdır.
Aleviler, kendileri nden ol maya n l a ra , «Yezid, zôhid,
ya ba nc ı » derler ve o n lardan kız a lmazlar, on lma kız ver
mezler. B i r Alevi, ergen l i k çağına geli nce. aynı çağda bu
lunan bir başka Alevi ile musôhib olur v e bu suretle Ale
vil i ğ e i ntisap eder. M usôhib, ô h ı ret ve yol kardeşi a n l a m ı
na g e l i r v e bu i ntisaba « Musôhib kavline g irmek» denir.
Alevi olmayan biri, b u yola i ntisap edemez. Bu ba kımdan
'Alevil i k , usulü v e fürü'u, müslümanlığa uygun olara k ted
vin edi lmediğinden b i r mezhep o l m a d ı ğ ı gibi bir tarikat d e
143
değ i l d i r ( « islôm Ansikloped isi» ne yazd ı ğ ı mız « Kızılbaş>
maddesi n e ba k ı n ız, cüz. 64, s. 789 - 795 ) .
1 44
Fa ko t ayn ı za manda, iler ide d e bahsedeceğimiz g i b i
tasavvuf, d üşü nce v e g örüş s ı n ırları n ı genişletmiş, b u yüz
d e n taassup biraz a zo l m :ş, ri ntce g örüş, hoşg örürlük, mü
z i k, d ini rakıs, tasavvuf tesiriyle gelişmiş, bil hassa M ev.
l evi ciergôhları b irer tasavvuf edebiyat ve müzik enstitü
leri hôline gelm iştir. Edebiyat ve müzik tarihi mizde, za
m a n zo mo n eskiyi yenileyen, yeni bir tarza d öken, çağla
rı n ı aşan şairler, i l i m a la n ındaki tôrihçi ler, tezkireci ler,
şerh dolayısiyle eleştirm eci ler, müzik üstadları, medrese
d en değil, tekkelerd e n feyiz a l a ra k yetişmişle rd i r.
1 45 E: 1 0
keklerd e b i r üstü n l ü k olmazdı» d iyecek kadar i le ri g itmiş
lerd i r ( "' ) .
Mevlônô « M es n evi» si nde, bilg isiz kişilerin kad ı n ları
h orladığ ı n ı , çünkü onlarda hayva n l ı k sertl i ğ i n i n bulundu
ğ un u, a k ı l l ı la ra , gönül sah i plerineyse. kad ı n ların üst oldu
ğ u n u , sev g i n i n , inceliğin insan vasfı b u l u n u p öfkenin, şeh
vetinse hayva n l ı k sıfatlarından sayı l d ı ğ ı n ı , kadının, sevg ili
d eğ i l, Ta n rı ışığ ı , hatta ôdeta yaratı l mş değil, yarata n vas
f . n a sa h ip bulunduğunu söyler ( 1 , s. 1 50, beyit. 2430 - 2437)
ve Hz. Muham mE.d in, «Hayı rl ı n ız, ehline hayı r l ı o l a n ı n ızdır.
Een ehl i m e en hayır!ı ola n ı r nz ı m >ı , « hayırl ı n ız, kad ı n lara
hayı rl ı ola n ı n ız d ı rıı ve « hayı r l ı nız, e h l i n e hayı rl ı ola n ı n ız
d ı r, ben eh lime en hayırlı o l a n ı n ı z ı m ; kad ı n ları, ancak bü
yü k ve şerefli kişi sayar, a ğ ı rl a r; onlara ancak alçak kişi
ihanet ederıı hadislerine işaret etme kted ir (Cômi', 1 , s .
90) . M evlônô'n ı n sohbetlerinin zaptından m eyda na gelen
«Fihi mö-fih» teyse çok daha i l eri g iderek kad ı n ı örtme
n i n , onu k i mseye g östermemek gayreti n i n , kıskançlığın
çok kötıJ son uçla r meydana g ati receğini, bu ted birin m üs
bet değ i l , m enfi bir ted b i r olduğunu anlatır ( te rcememiz,
s. 74 75; Mevlônô Celôledd i n , s. 2 1 1 - 2 1 3) . « Manôkıb' ü l
-
(") Nefe·h ôt tere. s. 692. Arapçada keli moler, fransızcooa old uğu
gibi müzekker ve m ü enMeS olur. Şems, yôni g ü neş, m ü ennes t i r.
1 46
N işa burlu Fôtıma, Şeyh Ebu-Abd ullô!ı b. H afif i n a n n es i
Ü m m ü M uhammed ve d a h a adları bilinen, bilinmeyen b i r
ço k · Sufi kad ınlar v a rd ı r (Nefehôt tere. s. 692-709; Ta rôı k'
u l-Hakaaık, i l , s. 2 1 3-21 9) .
gitmiştir.
1 47
Soru 83 Tasavvuf, uyuşturucu bir rol oynamıştır di
yenleri duyuruyoruz; buna ne ciersiniz?
1 48
d e mekte (tıpkı bas ı m . s. 395; metin, s. 1 44, i l k beyit) ,
Süleyrnan zenbil ördi kendü emegin yirdi
Anun ile buldılar anlm· berhurdarlujjı
1 49
v u fk m hız a l a n ta m b i r h a l k aya klanışıyd ı . Cimr'I isyônı,
onun bir temôd isinden başka bir şey d eğ i l d i . Kara man
oğul ları beyl i ğ i n i kura n l ar, Baba' l ı l a r' ı n nüfuziyle bu işi ba
şard ılar. Osmanoğulları h ü k ü meti kurulu rken e n büyük rcl,
Fütüvvet e rb ô bındayd ı . F ütüvvet teş kilatı na bağl ı olanlar, bu
d evletin kurucularına ya rd ı m etmişlerdi. Alp Erenler, Fütüv
Iİetin seyfi k o l u yd u . A n ka ra . Ahiler ta rafından, kend iler in
den olan i . Sultan M u rad'a, savcışsiz teslim ed i l mişti . Oğ
l u Yı ldırım zama n ı nda, B u rsa çarşıs ı n ı kapayan esn a f ve
sa n a tkôrlar, i ktida ra karşı i l k g revi yapa n lard ı . i l . M urad,
bütün Fütüvvet ehlince reis ta n ı nmıştı. Yeniçerilik, Fütüv
vet ehlinin, ma hfillerde g iyd iği börkü k::ı bu l etmişti ; Gaazi
ier serd ô n t a n : n a n Hacı Bektaş. bu oca ğ a pir ta n ı n m ıştı.
Erdebiliyye, yahut Safeviyye d evleti, Safiyy'üddln İshak-ı
Erci ebiii' n i n toru n l a rı ta rafından halka, ha l k boyları na da
yanılarak teessüs etmişti. Bedreddin isyô niyle Celôll is
yanlarında, Şahkulu'nun ve Pir Sulta n ' ı n ayaklanmala rın
da, Baba l ı l a r isya n ı n ı n izlerini görmemek mümkün d e
ğ i l d i r.
Bütü n b u hareketlerde, hôkim i ktidar, bôzan müşkül
d uruma düşm üş, bu yüzden tasavvufu n , b u d i re n işlerde,
devlet b ü nyesi ba k:mından m enfi rolü olmuş; bôzı kere
de hükumetler, bu nüfuza dayanarak kurulmuş ve tasav
vufun rol ü müsbetleşmişt i r ( « M evlônô Celôledd i nı� i n «Gi
riş» böl ü m ü n e, s. 3 21 , « Mevlônô'da n sonra M evlevil i k»
-
1 50
şilere verm iş, buna ko rş ı l ı k da Mevlevilere özel bir tevec
cüh göstermeye başlam ıştı . Aklına esti kçe, mensup oldu
ğ u Yenikapı Mevlevihanesine gid er, pad işah geldiği için
d e m u kaabele yap ı l ı rd ı . Bu, şeyh Nôs:r Abdülbô ki Dede'
nin ( 1 237 H. 1 821 ) b i r hayli canını s ı kıyor, fa kat, p u n d u n a
g etirip d e bir şey d iyem iyordu . Gene b i r g ü n pad işa h gel
miş, m u ko a bele yapı l m ı ştı. Mu kaabeieden sonra şey h i n
odasına gele n pad işah, şeyh im demişti; b u g ü n öyle b i r
feyz-i rvı evlônô tecelli etti ki, ya ktın ben i ; n e di liyorsa n,
d i l e benden. Şeyh, d ed i ğimi gerçekten yapacak mısı n ı z
pad işa h ı m deyince padişah, elbette yapaca ğ ı m demiş, N ô
s ı r Abdü lbaki Dede, öyleyse padişa h ı m demişti, b i r d a h a
bu d e rgaha gelmeyi n . Padişa h bu sözü duyunca şaş ı r
mış, sonra şeyhim, beni bô b-ı Mevlô nô'dan kovuyor m u
s u n d e m işti. Dede, hayır, b u radan k i m s e kovulmaz; fakat
siz gel iyorsunuz d iye m u kaabele yap ı l ıyor; oysa mukaa be
l e bir vecd i n sonucud ur; g id erken de d ervişlere nezir, n i
yaz (para) veriyorsunuz, onları d ü nyô-perest yapıyorsu
n uz. B i r daha, Sultan M a hmud olara k gel meyi n; ama M a h
m u d Efendi olarak her vakit gelin demişti . Padişah, şey
h i n m a ksad ı n ı a n l ayıp yere niyôz ederek (yeri öperek) ey
vallah demiş, şeyhi h a k l ı bulmuştu. Fakat padişah g ittik
ten sonra şeyh öbür M evlevi şeyh leriyle de görüşüp istan
b u l ' d a ki beş mevlevihaneni n her b i r i n e b i r m u kaabele pii
n ü tôyin ettirmiş, bu n u padişaha, her g ü n pôy-ı ta htı n ız
d a m ev levi mukaabelesi vardır; hangi g ü n bir aşk zuhur
e derse o g ü n , m u ka a bele yapılan dergôha gidin diye a r
zetm işti.
1 51
z1atı mutlaka göreceninı d iye d iren mişti . O n u n d aveti n e de
i cabet etmeyen H ôce Husôm, bir g ü n saray civa rı nda n
geçerken, b i r yaver tarafından g örü lüp padişaha haber
u laştı rı lmış, pad işa h da, seni Emlr-ü l - m ü 'm i nln çağ ı rıyor,
şer'an emrine uyman g e re k diye. ha ber g öndermişti. Göz
leri ômô olan Hôce Husôm, bu buyruğ u duyunca, boyun
dan uzu n d eğ neğini yere vurarak, kendisine, ey n efis, şim
di en b üy ü k i mtiha n ı vereceksin demiş sonrıa sesin geldi
ğ i tarafa dönüp, efendinize haber veri n , ben onu Emlr' ül
mü'minln tan !m ıyorum d iye g ü rleyip yürüyüvermişti . Ab
d ü l ôziz, bu olaydan · beş g ü n sonra ta htından indirildiği
için b u n u duyanları n çoğu, tahttan indiril işini, H ôce Hu
sôm'ın kerametine vermişlerdi.
il. M a h m u d'un kızı şôire Adile Sultı::ı n , zama n ı nda çok
sev i len ve sayılan. Eyüp Nişancasındaki Şeyh M u rad der
g ô h ı şeyhi Seyyid Abd ü l kaad i r- i Belhl'yi ( 1 341 H. 1 923)
ziyaret etme k üzere ya n ı n a bir côriye, bi r isp i r a l r p saray
arabasiyle dergaha gider. Cümle . ka pısından içeriye gi
rin ce, şadı rvanda a bdest dan b i risini görü r; fa kat Seyyi d ' i
ta n ı mad ı ğ ı için o n a , maksa d ı n ı söyler. O zat, bugün gö
remezs i n iz der. Sulta n , önceden hazı rlaci ı ğ ı allas kese
içindeki ihsa n ı o zato uzatp, l ütfen bunu kendi lerine ve
riniz, h ı rka-ba hôdır ( h ı rka p a rası) der. O zat, Seyyid'in,
sizin ihsa n ı n ıza i htiyacı yoktu r; kabul etmez der. Sultan,
meyus olup döner. Son rada n kendisi m i a kletmiş, bi risi
m i uyarmış, her neyse, gene b i r g ü n , b i r ha l k kadı n ı gibi
çarşafla n ı p ya n ına da a ynı giyimde b i r saraylı a l arak ki
ra a ra basiyle yola d üşer. D e rg ô ha varmadan a rabqd a n
i n i p kirayı öder; yaya olara k dergôh::ı varır. Seyyid Abd ü l
kaad i r, oğlu Seyyid Ahmed M uhtôr' ı ( 1 352 H . 1 933) gön
d erip Adile Sulta n ı karş ı latır. S u ltan, huzura g i rince gö
rür ki Seyyid, i l k gel işte g örd ü ğ ü zatt ı r; şaşırmış bir hal
de i ken Seyyid'in şu sözleri n i d uyar:
- Ad i l e Sultan olarak gelirseniz, bu kap ı d a n g i re
mezsi niz; a m a Ad ile h a n ı m olara k geld i n iz m i , kap:dan
k a rş ı l a n ı rs ı nız.
1 52
Soru 85 : Hükumetin tarikatlerden faydalandığı, ya·
hut bunlcır aleyhine yönelciği olmuş mudur?
1 54
da, meselô Ta nzimattan sonra ve bil hassa il. Abdü lhamid
devrinde başlayan söm ü rü siyasetini a n layıp ona karşı
duraca k milli şuur d a b u l un mad ığından, tarlkatlerin b u
hususta nı üsbet, ya hut menfi rol leri olmamıştır. Anca k
ittihcıtçıların tevhid-i a nôsır siyaseti nden son ra sarı l d ı k
l a rı m i l l iyet cereyan ı kuvvetlendi kçe Türk Bektôşiler, Ar
navud Bektôşilere karşı cephe a lmışla r, Bektôş!li ğ i n , m i l li
b i r tarikat olduğu, hattô Hacı Bekta ş ' ı n , Makaalôt' ı n ı
Arapça yazdı ğ ı n ı hatıra b i le getirmede n , b i r m i l l i yetçi ol
d u ğ u , Arap ve Fa rs ha rs ı n a karşı Türk harsını koruma
g ayretini güttüğ ü gibi g e rçekten de hayôli ve g ü l ü n ç dô
valara ka l kışm:şlar d ı .
Bütün İslam ôlem i ndeyse, Kaad iyônileri n, ·H indista n
bağımsı z l : ğ ı n a karşı İngi ltere'yi tutmaları g i b i hareketle
ri, esasen bizim kon u m uz u n d ışındadır. C ü n k ü gerek, Ka
adiyô nller, gere k Bôbi l er ve Ba hôiler, kurucularını, M use
vi lerle H ristiyanlara karşı Mesih ve İsô ' n ı n , Müslüma n l a
ra karşı Mehdi'nin zuhuru gösteren, kend i leri ta rafı ndan
sa son v� asri peyga mber ve Allah'ın z u h u ru sayılan, za
man zaman şu veya bu yaba ncı d evletin koruduğu, kökü
dışarda uydurma d inlere u ya n agnômdır ( koyu n lar) ve bu
tôbir, bu uydurma d i n l eri k u ra n la r tarafından kend i lerine
verilen en uyg u n add ı r.
1 55
X. BÖLÜM
1 56
görüş, ta m i na nca eriş ve o luş» gibi felsefeden ve d in den
a l ı nan « ezel, ebed , ôn, ôn-ı dôim, i l m 'el-yakıyn, a yn'el
yak ıyn, h a kk'al-ya k ıyn» gibi terimlere de özel a n i-anı lar
veril mişti r k i bunları, evvelce, s ı rası geldikçe a nlatmıştık.
Bütün bunlardan başka bir d e tasavvufta ki sülü ke,
terbiye edi şe, hattô bir tarikat ehline a i t teri mler vard ı r;
bunların müziğe, müzik ô l etlerine, giyim ve kuşama, teş
l<i l ôta ait bulunanla r ı da m evcuttur ( Mevlevi Adôb ve Er
kônı s. 5 47) .
-
1 57
(dini h ü k ü m l eri i n kô r) : Gerçeğ i örtmek, zôtı örten sıfatla r,
rüy (yüz) : Zat, zü!f (saç) : Küfr. sıfatlar, hal (yüzdeki ben) :
Veh imden doğan izati varlı k . . .
Görü l üyor ki b u terimle r, b i r ya nda n edebiyatı, bil
hasso a n lamı ba kımından zengi nleşti rmede, bir bakı mda n
yoruma s m ı rsız b i r yol, b i r alan açmadadır.
1 58
« G ü lşen-i Rôz» b i l hôssa 1 3. sorunun cevöbından son
ra ki kısmı, tasavvufta ki edebi terimleri pek g üzel açıklar
(Terce memiz, i l . bası m , ıİ st. M .E. b. 1 968, s . 60 - 81 ) .
1 59
a hretten bahseden, peyga mberlere a it kıssa ları, d i ni men
kabeleri i �.leyen edebiyata «Zühdi edebiyat» d iyoruz. Bun
larda d a ş i ' riyet yok d e ğ i l d i r. Meselô Sü leyman Çelebi' n i n
(825 H . 1 422) « Mevlid» i , b u edebiyatı n şaheser bir örne
ğ id i r. Meh med-i Bicô n ' ı n « M uhammediyye» si de bu ede
biyatın en g üzel mahsu l lerindendir; fa kat bunda, tasav
vufun tesirleri da ha bôrizd i r ve bir çok yerde, hele Hz.
Muha mmed'e yazd ı ğ ı övg ü lerde aşk ve cezbe, ön plana ge
çiveri r. Yunus Emre'ye atfec.i ilen, oysa, ondan sonraki zô
hid Y u n us' lardan birine a it olduğ unda şüphe bul unma
ya n ve;
Şol cennetin ırmakları akar Allah deyi deyi
Çıkmış lslclm bülbü.ller·i öter A llah deyi deyi
1 60
beyti g i b i d ü nyaya, h ayata bağlı l ı ğ ı bel i rten b i r beyit,
d e ğ m e şôirin şiirinde b u l u n maz ( Divan, Fat i h nüshasında
b u l u n mayan şiirler, s. 1 57, 4. beyit) .
1 61 F. 1 1
Şehid Ali Paşayı överken 'i nancını izhôr etm iştir (Göl pı
beyti nde de g eçer (t: pkı basim, s. 399; metin, «Y)'J harfi,
s ı . 1 45, 5. beyit) . Bundan a n l ıyoruz k i « nefes» terimi X l l l .
yüzyılda d a va rd ır. Ayrıca A l evi - Bektôçl şiirinde, yedi h e
celi ve te k dö rtlü kte n meyda na gelmiş môni ler de vardır;
b u n l a r ı n bir k '. s m ı nda ş ô i r,
1 62
Hatıiyi hal çağında
Hak gönül alçağında
Yüz Ka'bed.en yiğrekdür
Bfr gönül al çağında
1 63
ve Ahrned-i Sôrbôn'la (953 H . ·1 545 - 1 546) gelişmiş, Kay
g usuz m a h lası n ı k u l l a n a n Vizeli Alôedd in'le (970 H. 1 562 -
1 563) kurul m uş, İd rls-i M u htefi ( 1 024 H. 1 61 5) . Lômekônl
Huseyn (1 034 H . 1 624 - 1 625) . M uhyi ( 1 020 H. 1 61 1 ) . Oğlan
l a rşeyhi İ brôhim ( 1 065 H . 1 635), Kütahyalı Gaybl Sun'ullah
(1 072 H. 1 661 den sonra) g i b i bir ça:k şôir yetiştirmiş, bun
lar, muzla da şiirler söyledi kl e ri halde Vunus'un yol unu
b ı ra kmamışlar, heceyle ş i i r söylemeyi, b i r töre, belki de
Yunus'a uymak ba kımınd a n bir edep saym ışlar, h a l ka, ha l i<
d i l iyle h ita p etmeyi d e daha uygun bulmuşlard ı r. Bu züm
re içinde Hacı Bayra m , Kaygusuz ve İdris- i M u htef1, en
ölmez eser bırakahlarda n d ı r.
i l i . Zü hdi hak edebiyatı.
B u edebiyatta, ne Alevi - Bektôşi edebiyatının kara k
terleri, ne Melôml - Ha mzavi edebiyatında ki i rfa n, va hdet
inancı, aşk ve cezbe vard ı r. Bu edebiyat, n a mazda n, oruç
ta n , peyga mberlerin ve Hz. Peygamber'i n hayatından, hac
dan, hac yol larından, cennet ve cehen nemden, yaşayışa
ba ğ l ılığı yönünden değ i l de d ü nyan ı n geçici o l uşu. lezzet
l eri n i n asılsız bulunduğu bakım '.ndan ve korku yüzünden
ölümden ba hseden. bu a rada bazı saha beni n , eren lerin
menkabelerinden söz eden ve zôh itl i ğ i her şeyden öne ge
ç i ren bir edebiyattır. Yunus Emre'den başka Yunus'ların
ş i irleri, b u edebiyata g i re r.
Her üç zümre edebiyatında da, te kn i k ve estetik ba
kım ında n hatasız olmamak ve az b u l u n m a k l a beraber
a ruzla yazı l m ı ş şiirler de vard ır; fa kat asli vezin hecedir.
Sü leyma n Çelebi'nin Mev l id'i, daha önce d e a rzettiğimiz
gibi b u edebiyatın eşsiz bir örneğidir. Mevli d'de tasavvuf
yoktur d i yemeyiz; fakat hôkim unsur gene de zôhid l i ktir
(bütün b u n la rı , mü messil leri v e örnekleriyle, «Türk D i l i
Derg isiıı ni n « H a l k Edebiyatı Sayıs1» nda, « h a l k edebiyatın�
da zümre edebiyatl a rı, Y u n u s Em re, Hacı Bayram-ı Veli,
Kaygusuz Abda l , Seyyid Seyfu l la h » ve « Pi r Sultan Abda l »
a d l ı makalelerimizde, etraflıca bulabilirsiniz; say ı : 207.
Ara l • k 1 968, s. 357 - 423. «Alevi - Bektôşi n efesleri» adlı
-
eserimize d e ba kınız).
164
XI. B Ö LÜM
165
tunçta n yapıl mış keşküller (*), a k i kten, mercan da n, sedef
ten, kukada n , sandal ağacından ve başka ağa çla rla ma
denlerd en çekilmiş, i mômeleri, d u ra kları e n i n ce sanatı, en
yoru lmaz g öz nurunu aksetti re n tesbih ler, Rıfô1lerin, ateş
te kızd ı rı p ya ladı kları « g ü l » denen ucu yassı i n ce şişler,
yana klarına, omuz boşlukları na soktu klo r ı z in cirli topuz
lar, tarikat c i hôzı denen şeyler, d i kişli taçlar, taçların üst
lerine diki len ve «gül» denen pa rça l a r, ü stlerindeki beze
meler l e gerçekten de gören leri şaşırta cak incel i kted i r. Ya- .
z ı sanat ı n ı n , tezhibin en usta sanatkô rları, hep tarikatler
den yetişmiş sa n atkôrla rd i r. Bütün bunlard a , Fütüvvet er
babının da büyük tes i rleri n i u n utmama k gerekir. Hele ya
zıda ve i n şôda medreseyle tekken i n o kad a r büyük bir
ayırımı vardı k i. Eğri büğrü bir yazıya, « Medrese yazısı»,
«geld i ğ i nd e n için, keenne ol muş, ne olduğundan için» g i b i
b i r sözü i htivo e d e n cüm leye «Medrese Türkçesi» denird i .
H i ç şüphe yok k i i l k olara k a laycı biri, med resenin mantık
teri m i olan « kazıyye» yi, «kazın ayağ ı » n a çevirmiş, ondan
sonra da bir işde bili n meyen, g izlenen bir sebep varsa, bü
tün halk, « kazın aya ğı öyle değil» demeye başla m ıştı. Bu
na karşı l ı k Karah isôri'den Rôkım'a, Şefik Bey'e, Hasa n
R ızô'ya , Altın bezer'e kadar en usta hattatla rım ız, tekke
d e n feyza l m ışlardı. Bu sorun u n cevabı, b i r k itap olaca k
kadar gen işleti lebi l i r.
1 66
unsurla rd ı r. Môni tarz ı nda k i şu b i lmece bilmecelerimizde
ki tasavvuf tesirlerini pek g üzel gösterir san ı r ız :
Asıllarda asıl nedir
usullerde usul nedir
Şe1·iat guslü sııyıla
Ta.rikatte gusül nedir
Ademe eş noktadır
Gördüğün düş noktadır
Ademi adem eden
Üç harfle beş noktadır
1 67
H(J, hU dervişler
.Bir fırın ekmek uemişler
Daha var mı demişler
.168
tirm iştir. Cômide yalnız m üsıkıy m a ka mlarına u yg u n ola
rak Kur'an ve Mev l id okunu rken tekkelerde bu türler mey
da na gelmiş ve «mazha r>> denen zilsiz deflerle, ha lile d e-
nen ça lparalarla ( çhôr-pöre ) , kudümle usul tutu lara k i l ô
hller okunmuştu r. İ lôhi, çeşitli makamlard a ve zi kre tem
po veren i lôhiciler tarafından okunan tasavvufi ve çoğ u
hece vezn iyle yazılmış şii rlere den ir. Şuul Araplard a n g e ç
miştir. Çeşitli makamlard a , çoğu Arapça , tiz ses le ve z i k�
ri hızlandırmak için o k u n a n şiirlerd ir. Z i kreden l er yoru l u n
ca, biraz durg u n l u k vermek için tek kişi tarafında n hafif
ve ağır nağ melerle okunan i lôhil ereyse ccdura k» denird i .
.1 69
ra k edebi l i r. B i r a ra l ı k viyolensel de denenmişti. Tü rkiye
ye i l k gelen p iya n o, İstanbu l'da , Kulekapısı Mevleviha ne
sinde, bir k ere Mevlevi mukabelesinde ço l ı n m ış, takat se
sin, öbür a letlere uymad ı ğ ı a nlaşıla ra k bıra kı l mıştı ki bu
p iya no, şimdi beled iye m üzesindedir ( « M evlônô'dan son�
ra M evlevilik» te « M ev l evi müziği» bölümüne ve bilhassa
b u böl ü m ü n sonunda ra hmetli aziz dost. büyü k, temiz ve
olgun insan Halil Dikmen'in yazısına ba kınız; s. 454-465) .
1 70
Xll. BÖLÜM
1 71
lor, hayal ôlem lerine g i re r; d ü n yayı sa nki boşlamıştır; ama
aklı m a n g ı rdadır, g ön l ü d ü nyaya bağ l ı . Fakat kerametler
satar, g aybden haber verir, dü nyayı tasarruf eder a kl ın
ca. Gene ra h m etli Ney-zen, bu rOhl h ôletleri a n latırken
demişti k i :
« B u n lar, ya g a rezdi r, y a maraz. »
Gerçekten d e öyled ir. Ya ç ı karına göre l ô t eder, iş gö
rür yobaz; ya da devr i n i a n l a mayaca k, m u h itini farket
m iyecek kadar kendini sôbit fik irlere kaptı rm :ştır, a k l ı n ı
yitirmiş b i t hastadır yobaz.
·Her i k i yobaz da top l u m için teh l i kelidir. Gerçek d i n
adamı, d ü n yayı da, ahi reti d e d engede tutan, insan şere
fini g özete n , bağ ımsızl ı ğ ı top l u m için temel saya n, bunu
sa ğ lamak için savaşı koyan , insanla rı bir gören, y ard ı m
laşmayı, sevişmeyi buyura n , a klı ön p l ô n a a l a n , i ktisôdl
d üzen i en i leri bir g örüşle a ma ç edinen, yaşayışı ta kdis
eden, bir hak b i len, hürafeleri redded i p bôt ı l bulan, h i k
meti, i n a n a n kiş inin yiti k ma l ı bilip nereden ve ki mden
o l u rsa olsun a l mayı emreyleye n , d in lerin son u n cusu ve en
m ütekômili olan İslôm d i n iyle peyga nıberlerin sonuncusu
Hz. M u hamm ed'in buyru klarına uyar anca k . Onun dini d e
e n ge rçek d i nd i r, ina ncı da , ya lan larla, dolan larla, hayal
lerle örü l m ü ş bir i nancı ola maz.
Gerçek din i nancına sahip olan şeriatcı . Hz. Peygam
ber'in nehyettiğ i muskayı yazamaz (Cômi', i l , s. 1 52 ) , üfü
rükle hasta tedavisine ka l kamaz {ayn ı , 1, s. 67) ; « Bize karşı
silôh taşı ya n bizden değ i l d i r» d iyen ( i l , s. 1 53) Peyga m
ber' i n emrine karşı gelemez; « M üslümanları ayıra n ben
den deği l d i m { i l , 1 6 1 ) buyru ğ u n u ç i ğ n eyemez.
Gerçe k din inancı na sahip ola n tasavvufçu, gayb ı n ,
a ncak A l l a h tarafından b i l indiğ i n i açıkça a n lata n l<u r'ô n-ı
Kerim' i n {V l l , 1 88, XXXI , 34) hükmüne karşı ç ı k ı p gelecek
zama nda olaca k şeyleri bilme k dôvası n a g i rişemez; cefrle
uğraşamaz, ge leceğ in, Ta n r ı ışığ ıyla ba kıp gören inanan
kişi n i n a n layış ından başka b i r şeyle bilinip a n l a ş ı l amaya
ca ğına i n a n ı r (Cômi', 1, s. 7) ; hele «inananl ar, b i r ya pı, bir
d uvar g ibidir; birbirleri n i kuvvetlendirirler» ve « Müslüman,
1 72
m üs l ü m a n ların, elinden, d i linden e m i n oldukl a rı kişidi r»
rreôllerindeki hadislere karşı ( i l , s. 1 72) birisini öld ürmek
i çin kahriye okuyamaz, «Yö Kahhar» d iye zikre koyu l u p
onun ö l ü m ü n ü isteyemez; sevd iği kişi n i n vuslôtına eriş
mek için cel biyye oku maya d il i varamaz.
Gerçek şeriatçı, olgun insand ı r; gerçek i rf.a n sô hibi,
ôlem lere rahmettir. Gerçekl er, varl ı kl a r ı n ı i nsanlığa veren,
ferd iyetlerinden geçen kişilerd i r.
1 73
zevk olmuş, ta rihi bir a raştırma konusu, b i r bilim ha l i n e
gelmiştir. Esasen i l k zama n l a rd a başta Ehli beyt İmam!an
olduğu halde şeriatı tems i l edenleri n tas ::ıvvufu kabul et
memelerinde, i l k sorularda a n lattı ğ ı mız g ibi tasavvufun
menşei, sü filerin cezbe ô l eminde oldukları n ı iddia ederek
söyled ikleri aş;rı sözler, yaptı kları aşırı h a re ketler, İsla
m ı n b ü nyesine uymayan kaba zôhid lik, n i hayet Va hdet-i vü
cOd'u, Va hdet-i Mevcud ta rzı nda kabul ed iş, büyük bir
rol oyna m : ştır.
Mel ômet v e Fütüvvet erba b m ı n , sQfileri ve tasavvufu
kabul etmeyişlerinde, onların her hus usta halkta n ayrıl ış
ları mü essi r olma kla beraber, şanırız ki yuka r ı da özetle
diğimiz hususlar.n da tesirleri olmuştur. M el ô met erbabı,
tasavvuf içinde, tasavvufa k a rş ı bir cep h e a l m ı şlard ı . Bü
yük bir süfi olan Mevlema ' n ı n , kendisini Abd ôl'de n sayma
s ı nda, ima m l ı ğ ı n tasavvuf ve temkin e h l i n e yaraştığ ı n ı
söyleyerek Sad reddln-i Kunevi'yi ima m l ı ğa geçir mesinde
cie ômil b u d u r ( Menôkıb'ul-A rifin'den naklen Mevlana Ce
laledd i n , s. 235) .
Gerçi bu mesleğe mensup oldu kla rını iddia edenl er,
Tü rkiye'de hôla vardır; odları hôlô duyu lmakta d ı r ; gaze
telerde geçmekted i r. Fakat bun ları n çoğu, bu intis·::ı b ı , ya
b i r n üfuz sağlamak, ya d a ma nevi yoksunlukları n ı g idere
bi lmek için, belki ken di leri de bilmeden bir vasıt.a olara k
kullan ıyorlar. Bunları idare edenler, çeşitli g ayelere yö
neltmekte, taassubu körüklemekteler. Kendilerinin gayret
mihrakları, Ney-zen'in d ed i ğ i g ibi garez oluyor, mensupla
rını da m a raza atıyorl a r. S ı n ı rlarımızın d ış ın da k i tasavvuf
a k ı m ı , mesela İ n g i ltere'de, semô' eden ispirtua l istler yetiş
tiriyor, Türkiye'de, ruhlarla ilgi kurdukları n ı , o nlard a n teb�
l ıyğ a l d ı klarını iddia eden zavall ı la r zümres i n i gel iştiriyor;
ya h ut da bu zü mrelerin - başı nda bulunan l a r, k u rnazl.:ı r;
kendilerine i nanan zava l l ı ları, daha zava l l ı b i r derekeye
itiyorlar.
B i r kısım törenleri idare edenler, kendilerini tatmi n
gayesini g ü d üyorlar, yetiştirilen kişilerse a ktör mahiye
tinden başka bir vasfa m ô l i k değildir; törenler de, tabii
1 74
olara k ve a n c a k turisti k b i r m a hiyete b ü r ü n üyor, gerçek
ten d e gösteri oluyor, m ehter takı m ı n ı n g österi leri nden
farklı o l muyor; rühôn iyet, rôbıta, aşk v e n eş'e, şeklin po
tasında eriyo r, yok ol uyor.
Ca'feri .oldu kları n ı iddiô eden, fa kat bu İ slôm mezhe
b i n i n ne u s u l ü nden, ne f ü rü'u ndan haberleri ol mayan Ale
vi ve Bektôşflerden uya n a n lar, mensup old u kları n ı iddiô
etti kleri mezhebi öğre n i p hu rôfelere daya n a n i n a n çları n ı
bırakıyorla r, yahut da metafizi k inançlard a n vaz geçiyorla r.
Tasavvufu n insônl görüşü, i leri görüşü, hoşgörürl ü ğ ü ,
intikaadl h üv iyeti , mistis izmi n reel bir ifadesi o l a n şiiri ,
el bette yaşayan yön lerid i r; fa kat bizce artık bu y önleri n de
eski tören lerle yürütü l mesine i mkôn yok ; o terbiye siste
m i n i n , o edepler tüm ü n ü n bugünkü şa rtlarla y ü rütü lmesi,
a rtı !< m ü m k ü n değil.
Bizce bu inancı benimseyen leri n , büyü k i nsan ve eşsiz
mütefe k kir Mevlônô'nın buyu rdu ğ u g i b i ,
Rıizhr'i ger ref giı ro v b a k nist
Tıı binıon iy on ki çun tu pr'ik nist (*)
1 75
İ N D EKS
176
Ali b. Osmôn b. EbO-Aliyy'il· Bôyezid (-1 Bıstami. EbO Y& •
F. 12
D Ebü'd-Oerdô': 25.
Ebü'I Fad l: 1 1 6.
OôvOd-ı Berberi: 125. Ebü'l-Hasan Ali: 1 29, 130.
OôvOd-ı Tôi: 28, 96. Ebü'l-Hasan-ı Harrakaani: 104,
Dövud (Peygamber): 65, 1 25. 106.
Dôvüd b: Hasan'il-Müsennô: Ebü'l-Huseyn Nüri: 1 1 , 38.
74. Ebi."ı'l-Kaasım Mübarek: 125.
Destind: 147. Eflôtun: 42.
Olvône Metımed Celebi: 147, Ehl ibeyt: 2 1 , 89, 96, 127, 130,
1 65. 131 , 1 38, 139, 162, 163.
Ehl-i Hak (Ali-Allôhiler. Bu
mad.ye de b.) : 143.
E Ehl-1 Sünnet: 23, 50, 138.
Enıeviler (Ümeyyeoğullan ) : 26,
EbO-Abdullôh b. Hafif: 93, 1 47. 120.
EbCı-Abdürra h môn-ı Sülemi Enver Paşa: 1 54.
(Sülemi'ye de b.): 15, 89. Esrar Dede: 1 6 1 .
1 15, 1 1 6, 1 1 9. 129, 145. Eşrefoğlu (Abdullôh-ı ROrni'ye
Ebü-Amr b. Nüceyd: 1 1 5. de b.): 84.
EbCı-Bekr: 32, 1 02, 1 23.
EbCı-Bekr-i Şibli: 1 15.
F
Ebü-Habib: 1 25.
EbO-Hafs'ül-Hadddd: 1 O, 1 1.3 ,
1 1 5. Fahr'üd- Devle: 8 1 .
EbO-Hôrnid-1 Aksarôyi (Hô- Fasih Ahmed Dede: 163.
m id-i Veli. Somuncu Baba): Fôtıma Hanı m (Hôcce) : 147.
131. Fôtıma (Nişabur'l u) : 147.
EbO-Hanife: 96. Fôtih (Sultan M uhammed)
Ebü-Haşirn-i Kufi (Sufi): 9, 2 1 . 1 28. 140.
Ebü-Hüreyre: 66. Fôtımiler: 120.
Ebu-Müslim: 120. Fatin: 163.
Ebu-Muhci n : 1 25. Feridüddin Attôr: 102.
Ebu-Nasr Abdullah: 125. Firavun ( Fir'avn): 49, 89, 94,
Ebu-Said E b'ül-: iayr: 1 2, 1 01 . . 140.
1 16, 1 25. Fisagoriler: 75.
Ebu-Said'ül-A'rôbi: 1 1 . Fukarô': 12.
Ebu-Süleyman b . Kaasım: 1 25. Fütüvvet ehli. erbôbı : 97, 1 20,
Ebu-Osmôn'ül-Hıyri: 1 1 5. 121, 1 22, 131, 132, 141 , 143,
Ebu-Türôb-ı Nahşebi: 10, 28, 1 45, 1 50, 1 53.
1 15.
·
Ebü-Vezid-i Bıstômi (Bôyezid'e
de b.1: 28, 29, 100. 102, 104, G
106, 1 07, 1 1 6.
Ebu-Yusuf: 97. Galtb (Seyh): 1 6 1 , 165.
Ebu-Zerr: 77. Gazali: 14.
1 78
Gaybi Sun'ullah: 46, 64, 66, 91, Heroklit: 42.
1 64. Hızı r: 168.
Göranlar: 142, 143. Hızırşah Celebi: 147.
Gulôiler: 142. Hind-İran: 26, 29, 67, 69, 75,
Gulôt: 89, 1 43. 78, 144, 159, 1 83.
Gurebô ' : 1 2. Horasôniler, Horasan Erleri.
Güneş Han: 147. Horasan Erenleri: 29, 1 1 5.
Güneş . l-lôn-ı Sugrô: 147. Hristiyanlık, Hristiyan: 76, 99,
1 00, 1 55.
Hurufilik: 1 44.
Huseyn (b. Ali. İmôm): 143,
145.
Habibe: 74. Husoyn (Seyyid Gcıybl oğlu):
Habib-i Neccôr: 77. 1 30.
Hakıykıy: 80. Husôm ( Hôce): 1 5 1 , 152.
Hallôc (Huseyn b. Mansur. B u ı-ıuseyn b. MansCır'il-Hallôc
mad.ye de b.) : 92, 93, 94. (Hailôc mad.e de b.J : 86, 92,
Hollôciyye: 93. 93, 94, 97.
Ha lil Dikmen: 1 82.
Halvetiyye: 33, 54. 1, 1
Hamdün-ı Kossôr: 29, 96, 1 15.
Ha mza Bôli: 127, 153.
Hanızavi, (Hanızaviler, Hamza- lrôkıyler: 29, 1 15.
viyye, Hamzav11i): 70, 1 27, Itri: 1 63, .169.
1 28, 142. 1 53, 175, 177, 1 78. i blis: 92, 137.
Han Abdôl (·İ môm H useyn) : 1 55. İbni Arabi (Muhyidd in): 69,
Hanbeli: 96. 84, 88, 89, 90, 99, 100, 1 1 3,
Hanif-Hunefô': 76, 77. 1 1 9, 1 35, 1 58.
Hanefi, Hanefiyye: 77, 96. İbni BotGta: 1 22.
Hôris b. Esed ül-Muhôsibl: 28, İ brôhim (Oğlonla rşeyhi); 64,
29. 66, 1 64.
Hasan (b. Ali. İmôm) : 74, 1 1 9. lbrôhim (Peygamber): 76, 1 18,
Hasan-ı Bısri: 9, 30, 1 02. 1 1 9.
� brôhim b. Edhem: 23, 80, 1 07.
·
1 80
Muhammed b.'11-Hanefiyye: 89. Nesimi Bey: 1 54.
Muhammed Nür'ul-Arab1: 1 28. Neşôti: 1 65.
Muhommed'ül-Bôkır (İmôm): Nev'i: 1 65.
89, 1 19. Nevzen Tevfıyk: 1 71 174.
,
181
Roma-Bizans: 26, 29. 67, 1 59. Surh-seran: 143.
Ruhi Mustafa (Arnavut Sevhi ) : Su rüşan ( Ebü-Yezid-i Bıstômi'
154. ııin atası) : 1 03.
Rum Abdalları (Abdolôn-ı Süfyôn-ı Sevri: 9, 16, 21 , 96.
Rüm): 127, 1 66. Süleyman ( KaanOni. Sultan}:
Ruveym: 1 1 , 1 5. 128.
Sü leyman Celebi: 1 60, 164.
Sünni, Sünniler, Sünnilik: 1 2 1 ,
s ' 127, 1 3 1 . 1 32.
Sünüsiler: 154.
Sôbiillk. Sôbii, Sôbie: 75, 76, Sü reyyô (Avl unyalı): 26.
77, 78. Süyüti: 33.
Sabri Kalkandelen: 1 54.
Sadreddin··i Kunavi: 1 88. ş
Sa'doğulları: 134.
Sa'di (Torikati) : 132. Şa'bi: 1 1 .
Safaviyye - E rdebillyye: 127,
Şa'bôniyye: 54.
1 53.
Şafii (Muhammed) : 96.
Safavi, Safeviler: 1 3 1 , 142,
Şah Mehmed Çelebi: 1 47.
143. 1 53.
Şô hidi: 161.
Safiyyüddin lshak-ı ErdebilT:
Şahkulu: 1 50.
127, 1 50.
Şakıyk-ı Belhi: 28, 96, 1 19.
Sôhib b. Abbôd: 8 1 . Şam lular: 1 42.
Said: 89. Şôzililer: 154.
Saltuk Baba: 85.
Şefik Bey (Hattôt) : 166.
Sôkıb Dede: 147.
Şemseddin Muhammed-! Teb·
Sôsôniler: 1 35.
rizi: 127.
Sehl b. Abdullôh-ı Tüsterl: 1 1 . Şems kol u, Şemsiler: 1 27, 132.
29, 1 07.
Şeref Hôtun: 1 47.
Sehlivye: 29.
Şerafeddin Valtkaya: 95.
Sekine: 145.
Şeyhilik: 90.
Selçukoğtıllan, Selcuklular:
Şia, Şii, Şiilik: 97, 120, 1 2 1 ,
121 . 1 22, 149.
1 27, 138, 1 43.
Selnıôn (-ı Fôrisi) : 25, 77, 102,
Şihôbeddin Fazlullôh (-ı Hurü·
1 25.
fi) : 144.
Selmôn-ı KOfi: 1 25.
Şihabeddin Sühreverdi: 1 13,
Selim (Yavuz Sultan): 128.
1 2 1 , 130.
Selim (il. Sultan ) : 153. Şit (Peygamber): 1 25.
Serlyy-1 Sokoti: 96. Şüküftiyye: 1 2.
Sevvôhin: 1 2.
Seyyid Şerif-i Cürcôni: 1 13,
1 58. T
Süfaoğullorı: 8.
SOfiyan, Sofu Sürekleri: 143. Talôt raşo: 154.
Sultan VelOO : 1 22, 147, 1 65. Tôhir (Bursalı): 165.
182
Tôhir'ül-Mevlevi (Olg un): 95. z
Tapd uk Baba : 85.
tayfOr (Ebu-Yezid·i Bıstômi): Zôfir (Şeyh) : 1 54.
1 02. Zekôi Dede: 1 65.
TayfOriyye: 29. Zekeriyyô-yı Mu ltônl: 1 27.
Zelilıô: 35.
Zemahşeri: 77.
U-Ü Zenon: 42.
Zertüşt, Zertüştilik, Zertüştiler:
U beyd-l Mısri: 125. 76, 78, 1 23.
ümevveoğulları (Emevilere de Züfer: 97.
b.): 1 20. Zün-Nu n : 28, 96.
Ommü Ali: 146.
Ümmü Muhammed: 147.
ümmü Selme: 145.
Üveys'ül-Karani: 30, 1 03. MEKAN ADLAR!
v A
183
H M ısır: 29, 42, 49, 69. 75, 120,
1 22.
Harran: 77.
Hindistan: 42. 1 55. N
Horasan: 120. ·122.
Hoy: 1 1 5. Necef: 1 2 1 .
Hudeybiyye: 1 0 1 . 104. Nil: 49.
Nişabur: 92.
ı. i
R
Irak: 29, 1 1 5, 1 20.
in,.,iltere: 1 55, 174. Remle: 16.
l ran: 26, 29, 67. 75. 78, 1 W, Rey: 92.
128. 142. 143. 144, 153. Rumel i: 97. 142.
iskenderiye: 42.
İstanbul: 97, 1 43. 1 54.
S, Ş
K
Surive: 29, 42, 120, 1 2 1 . 1 22.
Şam: 16, 2 1 . 1 20.
Karabağ: 1 42.
Kerbclô: 89, 1 2 1 . 163.
Konya: 96. T
KUfo: 2 1 , 1 20.
Tanto: 38.
L Tebr1z: 1 42.
Tokat: 1 4"1.
Lorlston: 142.
u
M
Urllmıya: 142.
Makii: 142.
Medine: ·1 19. 1 2 1 . 134. y
l\0!0klrn: 9, 1 7, 101, i04.
Meşhed: 1 42. Yemen: 78.
184
B İ B LİYOGRAFYA
Kur'ô n ı Kerim
Ahd-ı Atıyk, Ahd-ı Ce<lid
Abbôs-ı Kummi (Hôc. Şeyh) Sefinet'ül-B ı h ô r ve Medinet'ül-hlke
m i ve'l-ôsôr (Nccef- 1 355) .
Abbôs-ı K u m mi (Hôc. Şeyh) Metatih'ul-C i n ô n (Tolıra n - 1359).
Abd u lJ.oh (Sarı) Semerôt'ül-fu ôd fi'l-mebdei ve'I·
Maôd (İst. Mat. Amire - 1 288).
Abd u l lôh-ı Ansôri Nasôyih M ü n ô c il t ( İ st. 1 301 ) .
u
1 85
Abdülbôkl Gölpınarlı Fütüvvet-Nôme-ı Sultôni ve Fütüv
vet hakkında bôzı notlar (aynı n üs
hada).
Abdü lbôk i Gölpınarlı Kur'ôn-ı Kerim ve Meôll (İst. Remzi
K. 1377 H. 1 958. İ k i cilt).
Abdülbôki Gölpınarlı Vilôyet-Nôme. Manôkıb-ı H. Bek-
tôş-ı Veli (ist. İ nkılôp K. 1 958).
Abdü l bôki Gölpınarlı Mevlônô Celôleddin (111. basım; lst.
· i nkılôp K. 1 959) .
Abdülbôki Gölpınarlı Fihi mô-fih tere. ( Ö nsöz ve Acıla
ma'yla. l st Remzi K. 1 959).
Abdülbôki Göloınarlı Divôn-ı Kebir tere. (1-V: lst. Remzi
K. 1 957 - 1 960).
Abdülbôki Gölpınarlı Yunus Emre ve Tasavvuf ( i st. Rem
zi K. 1961 ).
Abdülbôki Gölpınarlı Niyôzi mad. (islôm Anslklopedlsi,
cüz. 93, ist. 1 962) .
Abdülbôki Gölpınarlı Hz. Muhammed ve Had isleri ( ist
Okat Vayınevi; 1 962).
Abdülbôki Gölnınarlı Alevi-Bektôşi Nefesleri (i st. l nkılôp
K. 1 963).
Abdülbô k i Gölnınorlı Mevlevi Adôb ve Erkônı (lst. İnkılôp
K. 1963).
AbdülbÇıki Gölnı narlı Rubôiler (Mevlônô'dan tere. lst.
Remzi K. 1 964).
Abdülbôki Gölpınarlı Yunus Emre: Diva n, Risôlat'al Nus
h lyya; Tıpkıbasım ve Türk harfle·
riyle. Ö nsöz, Açılama (Eskişeh i r Tu
rizm ve Tanıtma Derneği yayın. l sı.
1 965).
Abdülbôki Gölpınorlı Simavno Kadısıoğlu Şeyh Bedred
d in (lst. Eti yayın. 1 966) .
Abdü lbô kl Gö lnınorlı Vôridôt tere. (Simavno Kadısıoğlu
Şeyh Bedreddin eserinde).
Abd ülbôki Gölpınarlı Gü!şen-i Rôz tere. ( i l . basım. M.E.
yayın. i st. 1 968).
Abd ülbôki Gölpınarlı Zümre Edebiyatları. Yunus Emre,
Hacı Bayrôm-ı Veli, Kaygusuz Ab·
dol. Seyyid Seyfullah, Pir Sultan
Abdal (Türk Dili Dergisi; Halk Ede
biyatı Sayısı; sayı: 207, Arolık-1968).
Abdülbaki Gölpınarlı İ môm Ali Buyruğu (Nehc'ül-Belôga'·
don ve Divan'dan seçmeler. Ankara
- Emek Yayım Basımevl).
1 86
Abdülbôki M uhammed Fuôd El Mu'cam'ul-Mufa h ros l'il- Kur'ôn ' i l·
Kerim ( Ka h i re-1 364 H.)
Abd ' ü l-Kerim-1 Ceyli El i nsôn'ül-Kô m i l fi mo'rifet'il-avô
hır ve'l-evôi l ( M ı s ı r- 1 304) .
Akhbar a l-Ha l l a j (Louis Massignon
basımı. Paris - 1 957) .
Ahmed Refik XVI. ası rda Rôfizi l i k ve Bektôşilik
( İst. Ahmed Halit K. 1932).
Alivv ibni Osmôn'il-Gaznevi Keşf'ül-Mahcüb (Lahur- 1 923) .
Aliyy'üi-Kaari MavzOôtu Kebir (İst. Mat. Amire -
1289).
Bedi'uz-zamôn FirOzan-fer Küll iyôt-ı Şems yô Divôn-ı Kebir
(Prof.) (Tahran Ü n iv. Yayın. 111, iV, 1 338,
1 340 Şemsi h icri).
Cemôl'üd-din Ahmed b. Umdet'üt-Tô l i b fi ansôbı Ali Ebi -
M ü hennô Tô l i b (Necef - 1 348) .
· EbCı-Bekr Muhammed b. İshak Et' Taarruf li Mezhebi Ehl'i t'TaS{JV
vuf ( M ı s ı r - 1 933) .
EbCı-N uoym Ahmed Hi lyet' ü l - Evliyô ( Kahire - 1 351 - 1 357
H. 1 932 - 1 938) .
Esed Haydar E l ' İmô m'üs-Sô d ı k ve'l-Mezôhib (111,
Necef - 1 963).
Esrefoğlu (Abd ullôh-ı ROmT) Divan ( İ st. 1 286).
Ferid Kam Vahdet-i Vücüd ılst. Mat. Amire •
1 331 ) .
Fütüvvet- Nôme (İst. Veliyed d i n K.
No. 3225) .
Gazôli M u hammed ihyôu U l üm'id-din (Mısır- 1 306)
Gaybi Sun'ullôh Divan ( B izdeki yazma; ist. Büyük
mat. 1 963).
Gaybi Sun'ullôh Sohbet-Nôme (Bizdeki yaz.).
Hakıykı y Esrôr'ül-Arifin i rşôd'ül-Aşık ıyn (Biz
deki yaz.)
Holebi A l i b. Burhôn 'üd-din Es-Siyret'ül-Ha lebiyye (M ısır-Mah-
m ud mat.)
H. M. T. (Dr.) M u hôkeme ve berresi der tôrih u
akaaid u a h kôm-ı Bôb u Behô (Tah
ran - 1 328) .
Hôşim Mustafa (Baba) Divan ( İ st. Taş bas.)
Hibet'üd-din-i Şehristôni E l Hey'etü ve'i·lsiôm · (Necef, Adôb
··
1 87
Huseyn b. MansCır'il-Hallôc Kitdb'ut-Tavôsin (l. M. basımı; Llb
rairie Paul Geuth ner-1 913).
lbni Arabi M uhyi'd-din Fütuhat (Mısır - 1329).
lbni Arabi M u hyi'd-din istı lôhôt (Ta'rifôt sonunda).
lbn'ül--Cevzi Abd'ür-Rahmôn Telbisu İblis (Mısır - 1 928).
İ bn'ün-Nedim Fih rist (Mısır - 1 348).
İbrôhim (Kuşadalı. Şeyh) Mektuplar ( Bizdeki yaz.).
İbrôhim (Oğ!anlarşeyhi) Divan (Bizdeki yaz.)
·İ brôhim Hakkı (Erzurüml) Ma'rifet-Nôme clst. 1 294).
İsiôm Ansiklopedisi «İhvôn'us-SafÔJ ve « Mehdi» mad.
(cüz. 50, 74. ist. 1951, 1956).
ismôil Fcrdovs-ı Feröhôni El Hey'etu ve'l-İslôm'ın farsçaya
tere. (Seyyid HudH Hosrovşuhi not
la riyle. Tebriz - 1 383 H. 1 342 Şemsi
h icri).
Kôşôn'i Abd'ür-Razzok Te'vilot (Tefsir-i M uhy'id-din adıyla
bası l mıştır).
Kuşeyri Abd'ül-Kerim Er-Risôlet'ül - Kuşeyrlyye fi llm'it
Tasavvuf (Bulak-1 284).
Külevni Muhammed b. Ya'kub Usül- ü i-Kôfi (Taşbos. 131 1 ).
Lômi'i Osmôn Fütüh'ul-Mücôhidin li Tervihl Ku
ICı b'il-Müşôhidin (Nefehôt tere. İst.
1 289).
Ma'süm Alişôh Tarôık'ul-Hakoaık ( Muhammed Ca'
fer Mahcub hôşiyeleriyle. Tehran -
1 339 Ş. H.)
Mes'Odi Tôrih, i l . Bulak - 1 383
Mevlônô Celôlüd- din Muham Mesnevi ( R.A. Nicholson basımı,
med Leiden - 1 925 - 1933). •
188
Nasrôbôdi El-Luma'fi't - Tasavvuf (Nictıolson
bns ı m ı , Leiden- 1914).
Nevbahtı Hasan b. MOsô Kltôbu Fı rak'iş-Şia (Seyyid M uham
med Sôd ı k A l u Kôşif' il-Gıtô hôşiye
·leriyle, Necef - 1 355) .
Rıf'at Ahmed M i r'ôt'ül-Makaasıd fi def'll-mefôsid
(İst. 1 293, taşbaş.)
Rôgı b-ı l sfahôni El-Müfredôt fi garib'll-Kur'ôn (lra n
bs.).
Said Nafisi Tôrih-i nazm u nssr der İran ve der
zebôn-ı Fôrisi tô pôyôn-ı ka rn-ı
dehum-i h icri (Tehran - 1 344 Şems1
hicri).
Sevyld $erif-i Cürcôni Ta'rifôt (İst. 1 300).
Sülemi EbO-Abd'ür-Rahmô.n Risôlet'ül-Melômetlyye (İst. M i llet
I<. Reşid Ef. Mecmüa, No. 453, V.
120 • 124).
Sürewô (Avlunya ! ı } Fetret' ü l-islôm (İst. 1325) .
Sü.vOti Celôl'üd-din Cômi' us-Sagıvr li Ahôd s'il - Besir'
in-Nezir (Mısır - 1321\.
SüyCıti Celôl'üd-din El-Leôll'I - Masnüa fi'I - Ahôdis'il -
MavzOa ( M ıs ır, Edebiyye Mat. 1 317).
Şehristani E l-Milelü ve'n-N ı h a l (BeyrOt-Taşbas).
Şems'üd-din Günaltay M. Kabl'el-lslôm Arablar ve tedeyyün
lerl (DôrülfünOn, İ lôhlyyôt Fak. Mec.
1 . sene, sayı : 3, lst. Evkaf Mat. 1926) .
Şemseddin Sôml KaamOs-ı Türki (İst. İ kdam Mat. 1317
- 1318) .
Şemseddin Sômi KaamOs'ül-A'lôm (İst. Mihran Mat.
1306 - 1 3 1 6).
Şihôb'üd·d1n ömer-1 Sühre·· Avôrif'ul-Maôrif (İlıyô hôşiyesinde).
verdi
Tabrasi Ebü'l-Fadl b. Hasan Mecma'ul-Beyôn (Tehran - 1379 H.
1339 Ş.H.)
Tôlı i r · Muhammed b. Abdullah Minhôc'ü l··Müridin (Bizdeki m üellif
yazısı).
Tahsin Yazıcı (Prof.) Kuşeyri tere. (M. E. Yayın, lst.
1966).
Veied Celebi Rubôlyyôt-ı Hazret-i Mevldnô (lst.
Ahter Mat. 1 312).
Zebidi H useyn b. Mübô rek Tecrid'us-Sarlh i l Atıôdisl Cômi'us
Sah1h ( M ı s ı r - 1 323).
1 89
iCİNDEKiLER
1. BÖLÜM
Soru 4 : Bu te'vilde bir metodları var mıdır, bir esasa daya nır-
lar m ı ? 13
. . . . . . . . . . .• . . . . . . . . . . ....•.. . . . . . . . . . . . . . . . . . .....
i l . BÖLÜM
TEKKE. DERVİŞ, TARİ KAT DERECELERi - ZAHİTLİK -
TASAVVU FUN KAYNAKLAR! - KU R'AN VE HADİSE
VE ŞERiATA NAZARAN TASAVVUF VE SÜFİLER
Soru 7 : Tekke diye bir söz söylediniz, bu ne demektir? . . . . . . 17
Soru 8 : Derviş ne demektir? .. . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . ... ... . . . . . . 17
Soru 9 : Tarikat sözünü biraz açıklar m ısı nız? . . . . . . . . . . . ... . 18
i l i . BÖLÜM
iLK S O FİLER - TASAVVU F HAKKINDAKİ H Ü KÜ MLER -
KABA zAHİTLI K
Soru 1 0 : Ebü-Haşim-1 KOfi hakkında bilgimiz var m ı ? . . . . . . . . . 21
Soru 1 1 : Kaba zahitlik ve zahitlik nedir; böyle bir şey İslômdo
va r m ı dır? . . . . . . .••...•..... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • . . . . . . . . . . . 23
1 90
iV. BÖLÜM
V. BÖL Ü M
1 91
ğun, sevap ve günahın, cennet ve cehenemin bu
inanca göre ortadan kalkması gerekmez mi? •....• 49
Soru 25 : Bundan önceki sorula ra verdiğiniz cevaplard a «bi-
liş, görüş, oluş» sözleri geçti ; bunları biraz açıklar
mısınız? ........ . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . • . . . .. . • . . . • . . .. .. . . • • . . . • 52
Soru 26 : B u teri mler, Kur'ôn-ı Kerlm'de var mıdır? . . . . . . ...... 54
Soru 27 : Sorumuza cevap verirken, dönüşteki üc mertebe de-
VI. BÖLÜ M
1 92
Soru 39 Bundan önceki sorulara verdiğiniz cevapta kemal
:
Vll. BÖLÜM
1 93 F. 13
tun, bilgiyi geri plana attıı:)ını söyler g ibi oldunuz;
buna aklımız tak ı l d ı ; tasavvuf bilgiyi nasıl görür? 94
Soru 54 : Tasavvuf ehl i m uayyen bir mezhepte m id ir; me-
sela bir tarikate giren, aynı zamanda o tarikatin ka-
bul ettiği bir mezhebe de g i rmiş olur m u? . . . . . . . . . .. • 96
Soru 55 : insanı, yaratışın, yaratılışın sebebi bilen tasavvufta
dirf, ı rk, soy-boy ve renk ayırımı var m ı d ır? . . . . . .... 98
Soru 56 : Süfiler, tasavvuf n isbetin i Hz. M u hammed'e kadar
nasıl götürürler? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..
. . ... . . . . . 10·1
Soru 57 : Üveysi d iye bi r söz söylediniz; b u ne demektir? .....• 103
Soru 58 : Tasavvuf ehlinin, bey'at ayetine dayanması hakkın-
daki fikriniz ned i r? . .. . .
......... . ... .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .... 104
Soru 59 : Tasavvuf ehli, bir k uvvet haline geldikten sonra bü
yüklerle, iktidarla ara ları nasıldı; i ktidar, bu kuvvete
de dayandı m ı ? .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . .
. .. . . . . . . . 1 05
Soru 6 0 Keramet dediniz de akım ıza ge!di; tasavvufçulara
göre keramet ned i r ve keramet hakkındaki fikirleri,
görüşleri nasıldır? .. . . . . . .......................
. . . . . . . . .. . . 1 06
V l l l . BÖLÜ M
1 94
mış mıdır; Melômetilerin, halka dayandı klarına göre,
halka karşı d urum ları ne o l m uştur? . . . . . . . . ......... . ... 1 17
Soru 66 : Mürüvvet ve Fütüvvet'i biraz daha o c ı l<lor mısınız? 118
Soru 67 : Melômet v e fütüvvet, neden Horasan'da temerküz
etmiştir? • . • . • . • . . . . • . . • • . . . .• . . . . • . . . . . . . . • . . . . . • . . . . • . . . • . . . . .1 20
Soru 68 Fütüvvet e h l iy l e tarikatciler, yani tasavvuf e h l i a ra
s ı ndaki ayırım, yalnız g iyim-kuşam özel l i k lerini, zikri,
tekkeyi kabul etmemeleri midir; bunları n müşterek
noktaları yok mudur? . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 22
Soru 69 : Ahi ne demektir? . . . . . . . . . •. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .... . . . . . .... . . . 1 24
Soru 70 : Fütüvvet erbabı orasında her sanatın bir piri va r de-
d iniz, buniara örnek gösterir m i s in iz? . ... ......... . . . .. 1 24
Soru 71 Fü tüvvette esnaf nası l teşki lôtl a ıımıştır? . . . ... . . . . . . . . . 1 25
Soru 72 Her Melômeti, m ut l a ka fütüvvete g i rm i ş miydi ve bu
yol ne vaktedek ,sürdü? Mezhepleri neydi? 1 26
Soru 73 Fütüvvet erba b ı n ı n teşkilôtı ve i narıclan hakkındaki
bilgi lerimizin kaynakları nelerdir? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... 129
Soru 74 Fütüvvet erba biyle Melômetilerin ve sonraki Me:ômi-
Jerin mezhep:eri h a k k : ndaki f ikriniz ned ir? . . . . . . . . . . . . 130
IX. BÖLÜM
1 95
Soru 83 : Tasavvuf, uyuşturucu bir rol oynamıştır diyenler! d u·
yuyoruz; burıa ne dersiniz? . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . .
... 148
Soru 84 : Tarikatlerin, halk hareketlerlnde, halk direnişlerinde
m üsbet. yahut menfi bir rol ü olmuş mud ur? 149
Soru 85 : Hükümetin tarikatlerden faydalandığı, yahut bunlar
a leyhine yöneidiği o : m uş mudur? . .. . .. . . . . . . . . . . . . . . . 153
Soru 86 : Tarikatlerde yabancı sömü rüsüne karşı bir direnme
olmuş mudur? ................................ .......
...... 1 54
X. BÖLÜM
XI. BÖLÜM
TASAVVU F VE MÜZİ K
1 96
Soru 97 : Öbür tarikatlerln m usikisiyle Mevlevi m usik!si arasın-
Xll. BÖLÜM
1 97
{ kutupyıldızı kitaplığı }
309
m ü ' n d e metinler şerh i d e o k u t t u . Pro
fesör a g reje o ı a ro k , lst a n b u l Edebi·
yat F a k ü l tesi'ne a ta n d ı , b u ra d a İ s l ô m
Türk Tasavvuf Ta rih ve Edebiyat ı
okuttu. 1 949'da kendi i steğiyle emek
l i ye ayrı l d ı . / Tü rkiyat ve İktisat Fa
k ü l tesi mecm u a l a rı nd a , islôm Ansik·
loped i s i ' nde pek cok i n c;elemeleri,
k ü l l iyat h a l inde Mevlôna yay ı n l arı
bulunan, Fuzuli, Ned i m ( 1 951 ) ve Yu
nus E m re d ivan l a r ı n ı da ö n sözler ve
notla zeng in leşti rip bas t ı rm ı ş , . Şeyh
G a l i b' i n Hüsn ü A ş.!<' ı n ı da nesre çe
v i rerek i l mi bir şek i l d e yay ı m l a m ış
olan Gö l p ı n a r l ı ' n ı n d ivan ş i i ri ve ta
savvuf kon u l a rı n d a , k ü l t ü r ve ede'bi
yat t a r i h i m ize kaza n d ı rd ı ğ ı ö b ü r eser
leri n i n baş lı caları ş u n l a rd ı r: Melami
lik ve Melamiler ( m o n o g ra f i , 1 93 1 ) .
Divan Edebiyatı Beyanındadır ( i n cele
me, 1 945) , Pir Sultan Abdal (Pertev
ö
Naili Borota v ' l a b i r l i k te, 1 943, tek ba
....
>Ol
o
ö şına 1 953) , Kaygusuz Abdal - Hayati -
ı.ı..
Kul Himmet ( 1 953). Nesimi - UGuli -
«Abd ü l bôkl Gölpı n a r l ı . G ü n ü m üz ede· Ruhi ( 1 953), Nalli-1 Kadim ( 1 953 ) , Şeyh
biyat tarihçilerinden, 12 ocak 1 900 - Galip ( 1 953), Divan Şiiri (XV. - XVI .
.25 a ğustos 1 982, doğ. ve ö l m . İstan yüzy ı l l ar, 1 954) . Divan Ş i iri (V l l . - XX.
bul. / İdôdi ( l ise) son s ı n ı fta ö ğ ren i m i yüzy ı l l a r, 4 k i ta p , ilki 1 954, 1 955)
ni yarıda b ı raktı. M ütareke'den s o n ra Nasreddln Hoca ( i nceleme ve 295 f ı k
Alaca (Corum) i lçes i n d e ilkokul öğ ra, 1 961 ) , Alevi - Bektaşi Nefesleri
retm e n l i ğ i yaptı. Düşman i ş g a l i n d en ( 1 963) , Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bed
kurtu l u nca ( 6 ekim 1 923) ista n b u l 'a reddin (i nceleme. 1966 ) , Sosyal Açı
gelerek l iseyi ve Ü n iversite Edebiyat dan İslam Tarihi ( 1 969) , 1 00 Soruda
Fakü ltesi'nl ( 1 930) b i t i rd i . Konya, Kay Tasavvuf ( 1 969) . Türkiye'de Mezhep
seri, Kastam o n u , B a l ikesir ve istan- . ler ve Tarikatler ( 1 969) . Türk Tasav
bul • Haydarpaşa l i seleri n d e edebiyat vuf Antolojisi ( 1 97 1 ) . Tasavvuftan
öğretmen l i k lerinde b u l u n d u . Sonra An· Dilimize Geç1;.n DEıyimler ve Atasöz
kara Dil ve Tarih - C o ğ rafya Fakül leri ( 1 978) vb.ıı ( B ehçet Necati g i l , Ede
tesi'nde fa rsça lektörü oldu; doktora biyatımızda İsimler Sözlüğü, 11. bas
vererek, Türk D i l i ve Edebiyatı Bölü- kı, s. 172 - 173)
KDV da hiJ
2 .200 l i ra