Professional Documents
Culture Documents
İsmet İnönü Dönemi Türk Dış Politikası
İsmet İnönü Dönemi Türk Dış Politikası
İsmet İnönü Dönemi Türk Dış Politikası
(1830-1989)
ARALIK 2017
I
Bu kitabın tüm hakları yazarına ve yayıncısına aittir.
ISBN: 978-605-2030-42-4
Editörler
Dr. Serkan KEKEVİ
Dr. Yunus Emre TEKİNSOY
Doç. Dr. İsmet TÜRKMEN
Grafik-Tasarım
Hakan ONAT
Kapak Tasarım
Mehmet Edip ARSLAN
Açıklama: Dış kapakta sol kısımda yer alan bayrak Osmanlı Devleti’nin son dönem bayrağı, sağ
tarafta yer alan bayrak ise Türkiye Cumhuriyeti bayrağı temel alınarak hazırlanmıştır.
BERİKAN YAYINEVİ
Kültür Mahallesi Kızılırmak Caddesi No: 61/6
Kızılay/ANKARA
Tel: (0312) 232 62 18 Faks: (0312) 232 14 99
II
TÜRK DIŞ POLİTİKASI
Bölüm Yazarları
(Soyadına Göre Alfabetik Sıra ile)
Kenan Arıbaş
Necati Çavdar
Mustafa Çolak
Muhittin Demiray
Erol Karcı
Serkan Kekevi
Ömer Kurtbağ
İsmail Özer
Kübra Mamak
Ozan Şahin
Sevil Şahin
Yunus Emre Tekinsoy
İsmet Türkmen
Serhat Yılmaz
Eren Yürüdür
III
KISALTMALAR
a.e Aynı eser
AT Avrupa Topluluğu
Bkz. Bakınız
BM Birleşmiş Milletler
C. Cilt
(çev.) Çeviren
DA Diyanet Arşivi
dn. Dipnot
IV
(ed.) Editör
Ens. Enstitü-Enstitüsü
Gen.Kur. Genelkurmay
Haz. Hazırlayan
MC Milletler Cemiyeti
s. Sayfa
S. Sayı
Ünv. Üniversite
vd. ve devamı
Yay. Yayınları
V
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ................................................................................................................................................ 1
VI
SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ DIŞ SİYASÎ GELİŞMELERİ (1861-1876) .................. 111
Yrd. Doç. Dr. Erol KARCI
Giriş.................................................................................................................................................................. 112
1. Karadağ İsyanı........................................................................................................................... 113
2. Eflak ve Boğdan Olayları ....................................................................................................... 117
3. Sırbistan Olayları ve Avrupalı Devletlerin Politikaları (1862-1867) ............... 125
4. Girit İsyanı ................................................................................................................................... 131
5. Sultan Abdülaziz Döneminde Mısır Politikası ............................................................. 139
6. Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati .............................................................................. 144
7. 1856 Paris Antlaşması’nın Karadeniz’le İlgili Hükümlerinin
Değiştirilmesi (1856-1871) ................................................................................................ 148
8. Hersek İsyanı (1875-1876) ................................................................................................. 154
9. Bulgar İsyanı (1848-1876) .................................................................................................. 161
10. Selanik Hadisesi ........................................................................................................................ 165
11. Berlin Memorandumu ........................................................................................................... 166
Sonuç ............................................................................................................................................. 168
Kaynakça...................................................................................................................................... 170
VII
İTTİHAT VE TERAKKİ HÜKÛMETLERİNİN TÜRKÇÜ
DIŞ POLİTİKALARI VE KAFKASYA (1913-1918) ............................................................ 319
Prof. Dr. Mustafa ÇOLAK
Giriş.................................................................................................................................................................. 320
1. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Türkçü Politikalar Yönelmesi ............................ 321
2. Birinci Dünya Harbi ................................................................................................................ 324
3. İttihatçıların Gürcü Politikaları ......................................................................................... 334
4. İttihatçıların Kafkasya Hayallerinin Geçici Olarak Gerçekleşmesi .................... 339
Sonuç ............................................................................................................................................ 356
Kaynakça...................................................................................................................................... 358
VIII
İSMET İNÖNÜ DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI (1939-1950) .................................... 469
Yrd. Doç. Dr. İsmail ÖZER
X
ÖNSÖZ
Dış Politika devletlerin ortaya çıkmasından beri devlet ile birlikte gelişen bir
kavram ve yapı olagelmiştir. Modern devletin ortaya çıkması ve dünya sathına
yayılması ile beraber dış politika da daha “özellikli” ve “girift” bir alan haline dö-
nüşmüştür. Dış politikanın altında özel bir alanı teşkil eden, “……devleti dış politi-
kası” ifadesinde anlamını bulan bir devletin tarihsel bağlamdan gelen dış politika
yapım sürecinin incelenmesi o devletin dış politik tavrındaki değişmeleri, gelişme-
leri, benzerlik ve farklılıkları ele almaktadır.
Elinizdeki bu çalışma üç cilt olması planlanan bir kitap dizisinin ilk kısmıdır.
Eser, editörlerin zaman içinde gerçekleştirdiği tartışma ve fikir alışverişlerinin
sonucunda şekillenmeye başlamış ve bölüm yazarlarının da çalışmaya dâhil olması
ile birlikte kuvveden fiile geçmiştir. Eseri ortaya çıkaran ekip tarih, coğrafya ve
uluslararası ilişkiler gibi farklı disiplinlerden gelse de hepsinin çalışmaları açısın-
dan Türk Dış Politikası (TDP) genel kesişme noktasını teşkil etmektedir.
TDP’yi günümüze kadar inceleyen genel referans türünden çalışmalar Türk
akademiyasında genç sayılabilecek bir geçmişe sahiptir. Konu ile ilk çalışma mer-
1
hum Prof. Dr. Mehmet Gönlübol hocanın uhdesinde hazırlanan “Olaylarla Türk Dış
Politikası” adlı eserdir. Söz konusu eser Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
meslek memurlarının eğitiminde kullanılmak üzere materyal ihtiyacı çerçevesinde
doğmuştur. Ardından 1990’lı yılların ortasında Prof. Dr. Faruk Sönmezoğlu editör-
lüğünde hazırlanan (2000’li yılların başında güncel baskısı yapılan) “Türk Dış Poli-
tikası’nın Analizi” adlı eser TDP çalışmalarında önemli bir boşluğu doldurmuştur.
Şüphesiz ki Prof. Dr. Baskın Oran editörlüğünde kalabalık ve değerli bir akademis-
yen grubunun hazırladığı “Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgu-
lar, Belgeler, Yorumlar” (I-II-III) seti alanda çalışanlar, alanın öğrencileri ve ilgilile-
ri açısından temel referans haline gelmiştir. Ayrıca Prof. Dr. Faruk Sönmezoğlu;
“İki Savaş Sırası ve Arasında Türk Dış Politikası”, “İkinci Dünya Savaşından Günü-
müze Türk Dış Politikası” ve “Son Onyıllarda Türk Dış Politikası” adlı telif eserle-
riyle alana güçlü eserler kazandırmıştır. Bu meyanda çalışmamız da Türk Dış Poli-
tikası alanında ilgilileri için yeni bir başvuru kitabı olmak amacını taşımaktadır.
Elinizdeki eserin bir diğer özelliği de Anadolu (çevre) üniversitelerinde görev ya-
pan akademisyenlerinin ortak ürünü olmasıdır. Bu meyanda, TDP alanında aka-
demik merkez dışında ilk defa bu hacimde bir eser oluşturulduğu da ifade edilebi-
lir.
Eser on dört başlıktan oluşmaktadır. İlk üç başlık Türk Dış Politikasının çer-
çevesinin çizilebilmesi amacıyla kurgulanmıştır. Kübra Mamak, “Osmanlı Hariciye
Nezareti’nin Kurulması”; Doç. Dr. Muhittin Demiray, “Türkiye Cumhuriyeti Dış
Politikası’nın Genel İlkeleri, Yapımı ve Dışişleri Bürokrasisinin Yapısı”; Prof. Dr.
Eren Yürüdür ve Prof. Dr. Kenan Arıbaş, “Türkiye Jeopolitiği ve Dış Politikası” adlı
eserleri ile TDP’nin dayandığı genel bağlamı ortaya koymuşlardır. Ardından
1830’dan 1990’a kadar Osmanlı kökenlerinden itibaren Türk dış politikası dönem-
ler halinde incelenmiştir. Sırasıyla; Yrd. Doç. Dr. Erol Karcı, “Abdülaziz Dönemi Dış
Siyasi Gelişmeleri (1861-1876)”; Yrd. Doç. Dr. Necati Çavdar, “II. Abdülhamid Dev-
ri Osmanlı Dış Politikası (1876-1909)”; Dr. Yunus Emre Tekinsoy, “II. Meşrutiyet
ve İttihat Terakki Dönemi Dış Politika”; Prof. Dr. Mustafa Çolak, “İttihat Ve Terakki
Hükûmetleri’nin Türkçü Dış Politikaları ve Kafkasya (1913-1918)”; Doç. Dr. İsmet
Türkmen, “Milli Mücadele Döneminde Dış Politika”; Prof. Dr. Mehmet Serhat Yıl-
maz, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1923-1938)”; Yrd. Doç. Dr. İsmail Özer,
“İsmet İnönü Dönemi Türk Dış Politikası (1939-1950)”; Doç. Dr. İsmet Türkmen,
“1950’li Yıllarda Türk Dış Politikası”; Yrd. Doç. Dr. Ozan Şahin, “1960’lı Yıllarda
Türk Dış Politikası”; Yrd. Doç. Dr. Sevil Şahin, “1970’li Yıllarda Türk Dış Politikası”
ve son olarak Doç. Dr. Ömer Kurtbağ ve Dr. Serkan Kekevi, “1980’li Yıllarda Türk
Dış Politikası” konularını incelemişlerdir.
Çalışmada yazarların ifade tarzı ve dil kullanımına müdahaleden uzak du-
rulmuştur. Ayrıca, dil bir ifade aracı olarak düşünüldüğünden Türkçe kelime da-
2
ğarcığı içindeki eski-yeni kelimeler bir arada kullanılmıştır bu konuda bir tercih
yapılmamıştır.
Doğal olarak bu eserin ortaya çıkması ile ilgili olarak pek çok kişiye teşekkür
etmeliyiz. Yazarlara katkılarından dolayı teşekkürü borç bilirken eserin oluşma
sürecinde sıkıntılı zamanlarında moral motivasyonumuzu yükselten kıymetli dos-
tumuz Doç. Dr. İlhan Eroğlu’na müteşekkiriz. Eserin ortaya çıkmasında gerek ma-
teryal gerekse de çalışma ortamı sağlanmasındaki yardımlarından dolayı Gazi-
osmanpaşa Üniversitesi Merkezi Kütüphanesi'nin çalışanlarına ayrıca teşekkür
ediyoruz.
Eserin okuyucunun eline ulaşmasındaki fevkalade gayretlerinden dolayı Be-
rikan Yayınevi genel yayın yönetmeni Cuma Ağca bey ve çalışma arkadaşlarına
minnettarız.
Tabii ki ailelerimize özel bir teşekkür etmemiz gerekiyor. Bu eser onlardan
çalınan zamanın ürünüdür.
Uzun ve meşakkatli bir çalışmanın sonucu ortaya çıkan bu eserin akademi-
ye, öğrencilere ve konuya ilgi duyanlara katkı sağlaması dileklerimizle…
Editörler
Tokat-Aralık 2017
3
Bu eser, ASALA terörü sonucu şehit olan Dışişleri Bakanlığı mensuplarına,
PKK terörü sonucu şehit olan güvenlik güçlerimize ve öğretmenlerimize
ithaf olunmuştur.
4
Kitapta yayınlanan çalışmaların bilim, etik ve dil bakımından
sorumluluğu yazarlarına aittir.
5
OSMANLI HARİCİYE NEZARETİ’NİN
KURULMASI
Kübra Mamak
7
GİRİŞ
XIX. asrın başlarından XX. asrın ilk dönemlerine kadar geçen tarihi serüven
yalnızca dünya tarihinin değil Türk tarihinin de dönüşüm sancılarının yaşandığı
bir evre olmuştur. Bu süreç Osmanlı Devleti’nin siyasal ve iktisadi çöküşünü hız-
landıran olayları da içinde barındırmıştır. Tanzimat ve I. Meşrutiyet gibi iki önemli
dönüm noktasını içinde barındıran bu dönemde Osmanlı Devleti diplomatik an-
lamda da yoğun bir dönem yaşamıştır. Osmanlı Devleti geç girdiği bu sistem için
kısa sürede ihtiyacı karşılamak amacıyla çeşitli kurumlar tesis etmiştir. Tanzimat
Dönemi ve sonrasının en ehemmiyetli, en etkin kurumlarından olan Hariciye Ne-
zareti’nin kurumsallaşması uzun bir süreç almıştır. Bu serüven Ad hoc (geçici)
diplomasi ile başlamıştır. III. Selim Dönemi’nde, 1793 yılında ikamet elçiliklerinin
kurulması ile modern diplomasi ile tanışma gerçekleşmiştir. 1821 yılında Rum
İsyanıyla diplomasiyi elinde tutan Rumlara olan güvensizlik ve buna bir çözüm
bulma gerekliliği iki farklı sonuç doğurmuştur. Biri Babıâli Tercüme Odası’nın
kurulması ve dil bilen Müslüman personelin yetiştirilmesi diğeri ise ikamet elçilik-
lerinin kaldırılması ve onların yerlerine maslahatgüzarların tayin edilmiş olmasıy-
dı. 1836 yılında II. Mahmud’un yaptığı reformlar çerçevesinde son Reîsülküttâb
Mehmed Akif Paşa’nın Hariciye Nazırlığına atanması ile yeni bir adım atılmıştır.
Bundan sonra Tercüme Odasından yetişen Âli1, Fuad, Vefik Efendiler, Tanzimat
döneminin Hariciye Nazırları ve Sadrazamları, aynı zamanda da yenileşme süreci-
nin reformcu elit grubunun önde gelen temsilcileri olmuşlardır. Bununla birlikte
modernleşmeye giden bir süreç izlenmiştir. Hariciye Nazırlığı, II. Abdülhamid dö-
neminde ününü muhafaza etse de eski gücünü koruyamamış ve ciddi bir durgun-
luğa girmiştir. II. Meşrutiyet’ten sonra yapılan çalışmalarla birlikte 1914’te ilk
genel Hariciye Nizamnamesi neşredilmiştir. Yapılan düzenlemelerle birlikte İmpa-
ratorluktan Cumhuriyete geçişte Hariciye Nezareti’nin değişim ve gelişim odaklı
bir süreçten geçtiği söylenebilir.
Tarih, bir araştırma alanı olarak insan kayıtlarına, yazılı ve sözlü kaynaklara
dayanmaktadır. Uluslararası ilişkiler çalışmaları ise, geleneksel olarak “savaş” ve
1 Devlet Sâlnâmelerine göre 1847 yılında Hariciye Nazırı Müşir Âli Paşa, Müsteşar Sarım Efendi,
Hariciye Kâtibi Tevfik Paşa ve bu görevde uzun seneler kalacak olan Hariciye Teşrifatçısı Kâmil
Bey’dir. Bkz: Sâlnâme-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, Cilt: I, 1847, s. 29–50.
8
“barış”, “anarşi” ve “düzen” ikilemleriyle ilgilenmektedir2. Diplomasi de insanlar ve
topluluklar var olduğu sürece son derece önemli olmuş ve tarih boyunca insanla-
rın etkileşimiyle işlerlik kazanmıştır. Bunun yanı sıra tarihi hadiselerin içerisinde
ferdin tartışmasız bir yere ve öneme sahip olduğu aşikârdır. İyi bir siyasî, iktisadi
ve diplomatik müessese tarihinin yazılabilmesi için kurumları ve olayları şekillen-
diren şahsiyetlerin metin içinde anlamlı bir yerde konumlandırılmaları gerekir3.
Hariciye Nezareti’nin kuruluşu4nu ele alacağımız bu çalışmada geçirilen aşamaları
2 Torbjon L. Knutsen, Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi, Açılım Kitap, (Çev. Mehmet Özay),
İstanbul 2006, s. 14-15.
3 Feyzullah Uyanık, “Biyografi Araştırmalarına Kaynak Olarak Musavver Medeniyet Gazetesi ve
Türk Basın Tarihindeki Yeri”, Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 6,
Edirne, 2013, s. 65–66.
4 Osmanlı Devleti’nin diplomatik ilişkileri konusunda yapılacak çalışmalarda başvurulması gereken
kaynaklardan kısaca bahsetmek gerekir. Bu kaynakların başında Osmanlı Devleti Sâlnâmeleri
gelmektedir. Osmanlı Devleti Sâlnâmeleri, 1847 yılından 1918 yılına kadar neşredilmiştir. 1847
ve 1918 arasındaki sâlnâmeler 100 sayfa ile 1000 sayfa arasında değişmektedir. Bu kaynakta Ha-
riciye Nezareti’nin kalem memurlarını, elçilerini, şehbenderlerini, tercümanlarını, müsteşarlarını
ve kâtiplerini tespit etmek mümkündür. Bunun yanı sıra 1885, 1889, 1900 ve 1902 yıllarında dört
defa Hariciye Sâlnâmeleri neşredilmiştir. Hariciye’de görev alan memurlara ilaveten yabancı dev-
letlerin hükümdarlarının isimleri, doğum tarihleri, hükümdar oldukları tarihler, mensup oldukları
hanedanlar burada belirtilmiştir. Reîsülküttabların memuriyet tarihleri ve tercüme-i halleri veril-
miştir. Hariciye Nazırlarının tercüme-i hallerine dair bazı izahatlara da buradan ulaşmak müm-
kündür. 1834 yılından itibaren Düvel-i Ecnebiye nezdine gönderilen Devlet-i Aliyye sefirlerinin
isimlerini, memuriyet tarihlerini, elkab-ı resmiyelerini, Saltanat-ı Seniyye nişanlarının isimlerini
de tespit etmek mümkün olmaktadır. Düvel-i Ecnebiyye’nin armaları, Osmanlı Devleti’nin Düvel-
i Ecnebiyye ile yaptığı ahitnâmeler gibi çok sayıda bilgiye de ulaşmak mümkündür Bkz.
Sâlnâme-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye (1847-1877); Sâlnâme-i Nezaret-i Hariciyye (1885).;
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Düvel-i Ecnebiye Defterlerinde yer alan ahitnâmeler, Divân-ı Hüma-
yun’a bağlı kalemlerden olan Amedî Kalemi’ne bağlı olarak kaleme alınmıştır. Bu defterlerde;
Amerika, Belçika, Dubrovnik, Fransa, İngiltere, İspanya, Romanya, Rusya, Avusturya gibi devlet-
lerle ilgili konular yer almıştır. Bu defterlerde konsolos, yabancı tüccarlar ve yabancı elçilerden
gelen her türlü yazışmalar ile yabancı gemilere verilen izinler görülür. Bunların dışında Düvel-i
Ecnebiyye Defterleri’nde menzil ve yol hükümleri, tüccar beratları ile bazı nizamnâmelerin kayıt-
ları da bulunmaktadır. Başbakanlık Osmanlı arşivinde iki seri halinde yer alan bu defterlerin birin-
cisi 980 numaralı “Bâb-ı Âsafî Defterleri Katoloğu”nda A. DVN. DVE. kodlu 17 adet Düvel-i Ec-
nebiyye Defteri parçası bulunmaktadır. İkincisi ise 989 numaralı “Divân-ı Hümayûn Defterleri
Kataloğu”nda yer alan Düvel-i Ecnebiyye Defterleri’dir. Bu defterlerde H. 975-1332/M. 1567-
1913 yıllarını kapsayan 122 tane defter bulunmaktadır. En erken tarihlisi H. 975/M. 1567 yılına ait
Nemçe (Avusturya) defteri, en geç tarihli defter ise H. 1328-1332/M. 1910-1913 tarihlerini içeren
Prusya Konsolosluk Defteri’dir. İkinci olarak, Padişah mektupları Osmanlı Diplomasi tarihinin en
mühim kaynaklarındandır. Padişah tarafından Müslüman ve Hıristiyan devlet hükümdarlarına ve
devlete bağlı Kırım hanları, Mekke şerifleri, Dağıstan ve Gürcistan hâkimleri, Erdel kralları, Eflâk
ve Boğdan voyvodaları gibi ayrıcalıklı yerlerin idarecilerine; Fas hâkimlerine ve Özbek hanlarına
gönderilen mektuplar nâme-i hümayun olarak adlandırılmıştır. Osmanlı hükümdarlarının tahta cü-
luslarında yeni padişahın hükümdarlığını bildirmek için dost ve civar ülkelere elçi gönderildiği gi-
bi, sefir gitmeyen devletlerin sefirlerine de hükümdarın tuğrasıyla nâme-i hümayun ita edilir ve bu
sefirlerde mektupları kendi hükümdarlarına ulaştırırlardı. Aynı önemi haiz olan diğer belgeler ise
sefaretnâmelerdir. Osmanlı Devleti’nin yabancı ülkelere gönderdikleri sefirlere ve bunların ince-
lemeleri ile vazifelerini nasıl ifa ettiklerine dair kaleme aldıkları raporlardır. Bu sefaretnâmeler
9
görmek ve teşkilât çalışmalarına katkıda bulunmak hedefimizdir. “Hariciye” kav-
ramı, dış siyaset işleri ve dışişleri anlamlarında kullanılmıştır5.
Hariciye ile yakından ilgili olan diplomasi kavramı ise Grekçe asıllı bir keli-
me olup ikiye katlanmış kâğıt anlamında kullanılmıştır. Bu kavram, Eski Yunan’da
iki levha arasına yazılmış hukuk akdi manasına da gelmektedir. Latincede anlam-
landırılması ise, tavsiyenâme veya salâhiyet kâğıdı’dır. Fransızcada diplomatique,
şehâdetnâme, berat, imtiyaz anlamlarını taşımakta olup aynı kökten gelen diplo-
matik ise şehâdetnâme, imtiyaznâme, eski ahid ve kanunlarla berat vb. şeyleri hal-
letme fenni olarak belirtilmiştir. Diplomatika adıyla da bilinen diplomatik ilminin
çalışma alanı, çeşitli belgelerin yazılış şartları, dokümanların nerelerde kullanıldı-
ğı, belgenin içerdiği konular ve bu belgeler üzerinde zaman içerisinde meydana
gelen değişikliklerdir. Diplomatik kısaca belge bilimi olarak ifade edilebilir6. Eski
Yunan’da fiil olarak kullanılan “Di Ploma”, özel anlamıyla mesaj götürmek ve elçi-
lerin kimliklerini gösterir belgeleri ifade etmek için kullanılmıştır. Roma’da ise her
türlü pasaport, mürur izinleri, nakliye senetleri ve askerlere imtiyaz veren bu bel-
geler bir çift bronz levha üzerine mühürlenip, katlanarak dikildikleri için “di plo-
ma” adını almıştır7.
Tarihte diplomasinin ilk uygulanmasında kullanılan yöntem, Ad hoc siste-
midir. Bu sistem, tek taraflı ve geçici bir diplomasiyi ifade etmektedir. Devletler,
belirli bir görevi yerine getirmeleri amacıyla muvakkat olarak başka bir ülkeye
temsilcilerini göndermişlerdir. Bu memurlar görevlerini ifa ettikten sonra ülkele-
bizzat sefirler tarafından kaleme alındığı gibi, sefirlerin maiyetindeki herhangi biri tarafından da
yazılmışlardır. Sefaretnâmeler iki şekilde oluşturulmuşlardır. Bunlardan ilki edebî tür olarak seya-
hat günlüğü, hatırat ve içerikleri sadece politik yazılardan oluşanlar olmak üzere iki şekilde oluştu-
rulmuşlardır. İçerikleri politik yazılardan oluşan sefaretnâmeler daha ziyade gönderildikleri ülke-
nin sosyal, iktisadî ve askeri yapısı hakkında bilgi vermişlerdir. Bunun dışında hatırat ve seyahat
günlüğü formunda yazılan sefaretnamelerde ise, Osmanlı elçilerinin atanmaları, gidecekleri ülke-
nin hükümdarına teslim edecekleri hediyeler ve mektupların teslim alınışı, İstanbul’dan ayrılışla-
rından dönünceye kadar ki yolculukları ile gittikleri ülkede yaptıkları ziyaretler, görüşmeler ve
edindikleri intibalar ayrıntılı bir şekilde aktarılır. Bu yüzden ikinci tür sefaretnâmeler kültür ve
diplomasi tarihi açısından daha zengin bilgiye sahiptirler. Bir diğer önemli kaynak ise sınır tahdit
raporlarıdır. Bunlar, elçilerin sefaret raporlarını bütünleyici bir mahiyet arz eden sınır tahdit ko-
misyonlarının kaleme aldıkları raporlardır. Bu raporlar gerek diplomasi tarihine ışık tutması ve ge-
rekse de yapılan barış antlaşmalarını ve bunları takriben sefaretlerin oluşturulması açısından önem
arz ederler. Bu sebepten dolayı Osmanlı elçilerinin ve sınır tahdit edenlerin raporları, belgesel ma-
teryaller olmalarının yanı sıra Osmanlı Devleti ile yabancı devletlerarasındaki diplomatik ilişkile-
rin önemli tarihi kaynaklarını meydana getirirler. Bkz: Uğur Kurtaran, “Osmanlı Diplomasi Tari-
hinin Yazımında Kullanılan Başlıca Kaynaklar ile Bu Kaynakların İncelenmesindeki Metodolojik
ve Diplomatik Yöntemler Üzerine Bir Değerlendirme”, OTAM, 38/ Güz 2015, s. 118-129.;
5 Ferit Devellioğlu, “Hâriciyye” Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitapevi Yayın-
ları, Ankara, 2010, s. 381.
6 Mübahat S. Kütükoğlu, “Diplomatik”, TDVİA, Cilt: IX, İstanbul, 1994, s. 360.
7 Türkan Polatçı, Osmanlı Devletinde Sefaret Tercümanları, Ondokuzmayıs Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Samsun 2009, s. 15.
10
rine dönmüşlerdir8. Osmanlı Devleti, Ad hoc yani geçici diplomasi adı verilen bu
yöntemi en geç terk eden devletlerdendir. XV. ve XVI. yüzyıllarda, Avrupalı devlet-
lerin birçoğu Daimi Diplomasi yöntemini benimserken, Osmanlı Devleti XVIII. yüz-
yılın sonlarına kadar Ad hoc geçici diplomasi uygulamasını sürdürmüştür9.
Osmanlı Devleti, II. Mehmed döneminden itibaren bu yöntemi kullanmış ve
çağının en başarılı dış politikalarından birisini bu tek yanlı ve geçici diplomatik
sistemle elde etmiştir. Diğer kurumlardaki gerilemelerle birlikte bu sistemin işler-
liğini kaybetmesi ve zamanın gereklerine göre yapılandırılamamış olması Osmanlı
Devleti’ni daimi diplomasiye sevk etmiştir10. Bundan hareketle Hariciye teşkilâtı-
nın kuruluşu ve gelişimini, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumdan farklı
düşünemeyiz. Ülkelerin askeri, ekonomik, kültürel ve siyasî gücü diplomatik başa-
rıları da beraberinde getirmiştir. Osmanlı Devleti’nin daimi elçiliklerinin kurulma-
sından önceki diplomasisi Avrupalı Hristiyan Devletlerin hiç birisini eşit haklarla
muhatap kabul etmeme anlayışına dayanır. Osmanlı Devleti’nin daimi elçiliklerinin
kurulmamasının en önemli sebebi, hiçbir devletin meşruiyetini tanımak isteme-
mesi üzerine temellendirdiği diplomatik tavrının ürünüydü11. Fakat bunu sadece
bir üstünlük duygusuyla açıklamak sığ kalır. İlber Ortaylı, Osmanlı tüccar grupları
ve dinî kurumlarının dış ülkelerde yaygın faaliyette bulunmamasının bu kapalılık-
ta payı olduğunu ifade etmiş ve hâkimiyet kurulamayan ülkelerin darü’l-harb ola-
rak görüldüğünü bu nedenle daimi elçilik kurumunun yerleşmediğini dile getir-
miştir12. Bunun dışında Osmanlı Devleti’nin dış politikasındaki en önemli amaçla-
rından biri de İslam dinini yaymak olmuştur. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin dip-
lomatik ilişkilerinde belirleyici bir rol oynamıştır. Bu anlayış, Osmanlı Devleti’ni
yalnızlık politikası gütmeye mecbur bırakmıştır. Bunun temelinde bir İslam Devle-
tinin Hristiyan bir devletle eşit sayılamayacağı ve eşit esaslar içinde anlaşma için-
de bulunamayacağı savı vardır13.
Aslında bu düşünceyle Osmanlı Devleti’nin modern diplomasinin gerekleri-
ne henüz yabancı olduğu ve darü’l-harb olarak görülen yerlerle daimi barış yap-
manın kendisi ve karşısındaki Avrupalı devletler için aldatıcı bir durum olacağın-
dan buna gerek duymadığı söylenebilir. Bununla birlikte devletin sınırlarının bir
hayli genişlemesi sonucu oluşan haklı bir üstünlük duygusu meydana gelmiştir.
Osmanlı Sultanlarının devletler sistemi içinde kendilerini hâkim güç olarak addet-
31 Sezai Balcı, Babıâli Tercüme Odası, Libra Yayınevi, İstanbul, 2013, s. 71–72.
32 Balcı, a.e., s. 69.
33 Birden çok ülkede tercüman ve elçi olarak görev almış olan Testa ailesinden bahsetmekte fayda
vardır. Testa ailesinin üyeleri yüzyıllarca Galata ve Pera’da yaşamışlardır. Bu aile önde gelen Ka-
tolik “Magnifica Communita di Pera” olarak adlandırılan İstanbul’da bulunan Latin aristokrasisin-
den gelmiştir. Testa ailesi XIII. yüzyıldan beri ticaret ve noterlik işleri yaptıkları Cenova’dan gele-
rek, o zamanlar Cenova Galata’sı denen Galata’ya yerleşmişlerdir. Kıdemli oluşları Latin toplu-
munun arşivini tutma onurunun onlara verilmesini sağlamıştır. Bu arşivde Galata’ya ait kapitülas-
yonların orijinalleri yer almıştır. Burada Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u almasının ardından
Cenova kentine tanıdığı avantajlar da bulunmuştur. Testa ailesi evlilik aracılığıyla kapsamlı bir
tercümanlık ağına sahip olmuştur. Aile bağları arasında Fornetti, Fonton, Fleurat, Marini ve Von
17
Chabert gibi dragoman hanedanları da yer almıştır. Bunların çoğu Roma Katolik
mezhebine bağlı Latin kökenli ailelerdir. Bu ailelerden Pisani ailesi 1761’den beri
aralıksız olarak 11 İngiliz elçisine hizmet etmiştir. İngiltere dışında bu aileden
görevliler Fransa, Rusya, Polonya ve Avusturya devletlerinin diplomatik hizmetin-
de bulunmuşlardır. Elçilik tercümanları, iş bitirici yani gözlemi kuvvetli ve insanla-
rı iyi algılama yeteneği olan kişilerden seçilmekteydi. Ortaya çıkan önemli olaylar-
da hem ilgili makamların hem de Müslüman ve Hristiyan halkın fikirlerini anlamak
için çaba sarf etmeleri, ülkenin hukukunu, dillerini, geleneklerini bilmeleri bakı-
mından önemli bilgilere sahiptirler34. Pisani ailesi, Devlet Sâlnâmelerine göre İn-
giltere ve Rusya’ya hizmet etmiştir. Testa ailesinin üyeleri ise Avusturya, Almanya,
Hollanda ve İtalya’da tercüman olarak görev almışlardır. Belçika’nın Anvers şeh-
rinde Pol Testa Osmanlı Devleti’ni temsil etmiştir. Tercümanlığın bir meslek ola-
rak görüldüğü ve Millîyetin dışında bir seyir takip ettiği buradan çıkaracağımız bir
sonuçtur. Manas ailesi Paris, Viyana ve Brüksel’de tercüman ve ataşe olarak görev
almıştır. Fransa’nın Osmanlı Devleti topraklarındaki konsolosluklarını ağırlıklı
olarak Mısır ve çevresinde tesis ettiği de anlaşılmaktadır.
Felemenk ve İngiltere Akdeniz’in geleneksel ticaret merkezleri olan Halep,
Kıbrıs, Kahire ve Suriye’nin diğer limanlarında konsolosluklarını yoğunlaştırmış-
lardır. Osmanlı Devleti’nde bu iki devletin yaptığı yatırımlar dikkat çekici olmuş-
tur. XIX. yüzyılda Mock adlı Hollandalı bir asilzadenin İzmir’de ilk sinemayı açması
buna bir örnektir. Belçika’nın Osmanlı Devleti’nde küçük elçilik seviyesinden tem-
silinde dahi maiyet görevlisi beş kişiden oluşmuştur. Osmanlı Devleti’nin Brüksel
Orta Elçisi Kerkhove maiyetinde görevli olmadan tayin edilmiştir. İngiltere sefare-
tinde bir kanun kâtibi görev almıştır. En geniş konsolosluk ağına ve maiyet kâtibi-
ne sahip olan ülkelerin başında İngiltere gelmektedir. Ayrıca sefaret içinde diğer
bir görevli olan hastahane hekimleri dikkat çekmiştir. Osmanlı Devleti’ne gelen
elçilik heyetlerinde ihtiyaç hâsıl olacak her türlü memur görevlendirilmiştir. Os-
manlı Devleti ise maiyet konusunda genel olarak daha mütevazı bir teşkilât olarak
kalmayı tercih etmiştir35.
Stürmer gibi tercüman aileleri vardır. Osmanlı Devleti’nde sahip oldukları özel statü ve itibarları,
Testa gibi ailelerin fertlerine, XVI. ve XVII. yüzyılda birçok Batı Avrupa elçiliklerinde görev al-
ma imkânı sağlamıştır. XVIII. yüzyılda Testa’lar Hollanda, Fransa, Venedik, Avusturya, Polonya,
İsveç, Rusya ve Prusya elçiliklerinde tercümanlık görevi yapmışlardır. Testa’ların tercümanlık
“hanedanı”nın Hollanda ağı, Giacomo Jacques Testa ile başlamıştır. Bu şahıs 1747’den itibaren
ikinci tercüman olarak elçilikte görev almıştır. Oğulları Gaspard ve François, babaları tarafından
tercüman olarak yetiştirilmişlerdir. François kariyerine, Cumhuriyet’e eğitimini geliştirmek için
gönderildiği 1766 yılında başlamıştır. Elçi Willem G. Dedel’den verilen kadronun yanı sıra kendi-
sine elli aslanlı para harçlık verilmiştir. Dedel, Hollanda’ya yaptırdığı bu gezi ile Cumhuriyet’in
tercümanlarının Hollandaca bilmemeleri kusurunu örtmek istemiştir (Marlies Hoenkamp-Mazgon,
İstanbul’da Hollanda Sarayı 1612’den Günümüze Elçilik Binası ve Sakinleri, Boom, Amster-
dam, 2002, s. 88).
34 Balcı, a.e., s. 31.
35 Sâlnâme-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, Cilt: I-XXXII, 1847-1877.
18
1821’de Yunan İsyanı’nın başlamasıyla birlikte Rum Tercümanlara müphe-
miyetle bakılmaya başlanmıştır. Bunun üzerine Divan-ı Hümayun Tercümanı
Constantine Mourouzi’nin işine son verilmiş ve isyanla ilişkisi olduğundan dolayı
idamına karar verilmiştir. Yerini dolduracak bir Müslüman bulunmadığı için yeri-
ne ehven-î şer’ bir Rum olan Stavraki Aristarchi vekâleten atanmıştır ama bir yıllık
görevi sonunda Aristarchi de sürgün edilmiştir. Onun peşinden ise Rum Ortodoks-
luğundan Müslümanlığa geçmiş olan Mühendishane öğretmeni Bulgarzade Yahya
Nâci Efendi tercümanlığa getirilmiştir. Yahya Nâci Efendi’ye yardımcı olarak da
yine Mühendishaneden Zenob Manasseh atanmıştır. Bu atamalarda bir mecburiyet
hâsıl olmuştur çünkü henüz yabancı dil bilen aynı zamanda vasıflı Müslüman bü-
rokratlar yoktur. Yabancı devletlerle münasebetler neredeyse tümüyle yabancı
gayrimüslim bürokratlara bırakılmıştır. Buna bir çözüm getirmek için Müslüman
bürokratların dil öğrenmelerine izin çıkmıştır36. Buradan, Osmanlı Devleti’nde
bürokratik görevlere getirilmekte sadece dil bilmek kâfiydi gibi bir sonuç çıkarıl-
mamalıdır. Osmanlı Devleti’nin, diplomasi alanında Yahudi ve Rumları tercih et-
mesi sadece bu sebepten kaynaklanmamıştır. Bu milletlerin Avrupa’da saygı gör-
mesinin yanı sıra haber toplama, bilgi edinme ve güçlü iletişim bağları vardı. Fakat
bu hegemonyaları Rum isyanına kadar sürmüştür. Rumlara olan güvensizlik Ba-
bıâli Tercüme Odası’nın kurulmasında önemli bir etken olmuştur. Bu odanın ku-
rulmasıyla birlikte diplomatik hizmetlerde Ermeniler de yer almaya başlamıştır37.
1823’ten sonra Tercüme Odası öğrenci adedi, iş hacmi, kalitesi gibi yönlerde
ilerleme kaydetmiştir. Bu dönemde “Tercüme Odası ve Lisan Odası” olmak üzere
iki ayrı oda tesis edilmiştir. Babıâli bürosu gibi çalışan Tercüme Odasında bürok-
rasiye ait tercüme işleri görülmüş, Lisan Odasında ise Babıâli’nin çeşitli büroların-
dan gelen gençlere dil öğretilmiştir38. II. Mahmud döneminde artan siyasî gelişme-
ler üzerine Tercüme Odası’nın önemi artmış ve yeni düzenlemeler yapılmıştır. Dil
bilen personelin yetiştirilmesi maksadıyla bir yönetmelik çıkarılmıştır. Tercüme
Odası elemanlarından Tecelli Mehmed Efendi’ye divan hocalığı lakabı verilerek
Divan-ı Hümayun Mühimme Odasından ehliyetli gençler Tercüme Odası’na alın-
mıştır. Bunlardan önemli isimler Âli, Safvet, Nedim ve Halis Efendiler ile ikinci
aşamada onlara katılan Fuad ve Vefik Efendiler’dir. Bunlardan Âli, Fuad, Safvet ve
Vefik Efendiler Tanzimat döneminin nazır ve sadrazamları olarak yenilikçi elit
grubun önde gelen temsilcileri olmuşlardır39.
40 Carter V Findley, “Osmanlı Hariciye Nezareti’nin Kuruluşu: III. Selim ve II. Mahmud Döneminde
Bürokratik Reformun Başlangıcı”, Çev. Sezai Balcı, History Studies, Volume 5/4, 2013, s. 323.
41 Bilim, a.e., s. 40-42.
42 Kılıç, a.e., s. 2.
43 Ersoy, a.e., s. 268.
20
2. OSMANLI HARİCİYE NEZARETİ’NİN KURULUŞU VE GELİŞİMİ
III. Selim döneminde Reîsülküttâblığa bağlı odaların iyileştirilmesi ve
ikâmet elçiliklerinin kurulması gibi diplomasi alanında etraflı bir reform süreci
başlatılmıştı. III. Selim ilk reform hareketlerinin girişimcisi olmuştu. Nitekim
1790’da ilk defa olmak üzere Hristiyan bir devletle yani Prusya ile ittifak antlaş-
ması yapılmış; ardından 1793’de Londra’ya ve 1797’de Paris Viyana ve Berlin’e
daimi elçiler gönderilmiştir. Birçok yere de Şehbenderler atanmıştır. Bu gelişmele-
re paralel olarak merkezde Reîsülküttab’a bağlı bölümlerde dış ilişkileri de ilgilen-
diren kalemlerde genişleme ve bazı yenilikler meydana getirilmişti. Bununla bir-
likte Osmanlı Devleti yalnızlık politikasından uzaklaşmak ve Avrupa’da güçler
dengesi içinde yerini alma yolunu benimsemişti. Evvelden yalnızca Osmanlı Devle-
ti’nin misafiri hüviyetinde olan yabancı Büyükelçilere düzenlenecek protokol ve
kolaylıklarda karşılık kuralı uygulanacak ve çok sürmeden, savaş halinde yabancı
elçilerin esir addedilmesinden vazgeçilecek ve Batıda oluşan devletler hukuku
kurallarına uyum sağlanacaktı44.
Sultan II. Mahmud ise devletin yapılanmasında kapsamlı değişikliklere gi-
rişmek için yeniçeriliğin ilgasını beklemek zorunda kalmıştır45. 1836 yılında II.
Mahmud tarafından devletin merkez teşkilâtında yapılan reformlar Osmanlı mo-
dernleşme tarihi açısından mühim bir yere sahiptir. Bu reformların amacı Batı
karşısında gerileyen devleti yine Batı’daki devlet yapılanması örnek alınarak yeni-
den canlandırmaktı. Ancak Babıâli çalışanlarının unvanlarını, görevlilerin kıyafet-
lerini ve devlet dairelerinin görüntüsünü bir günde değiştirmek modern bir devlet
yapılanması için kesinlikle yeterli sayılamazdı. 1808 yılında Padişah olan II. Mah-
mud’un son 18 yılı (1821-39) uluslararası alanda sorunlar içinde geçmişti: 1821-
29 Yunan isyanı ve bağımsızlığı, 1830’da Fransa’nın Cezayir’i zaptı, ardından
1821’de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanı meydana gelmişti. Bilhassa bu son
durum Osmanlı Devleti için hayati bir tehlike meydana getirmiştir; soruna büyük
devletlerinde müdahalesi sonunda Babıâli Rusya ile 1833 Temmuzunda Hünkâr
İskelesi İttifak antlaşmasını yaparak tehlikeyi uzaklaştırabilmişti. Böylesi bir or-
tam Babıâli’nin hem hareketli hem de tedbirli olarak diplomasi etkinliği yürütme-
sini zorunlu kılmıştır46.
II. Mahmud 1834’de sırasıyla; Paris, Londra ve Viyana’ya Büyükelçiler gön-
dermiştir. Bunları takip eden süreçte 1849’da Tahran’a Saniye rütbeli Namık
Efendi Maslahatgüzar olarak atanmıştır. 1851’de Paris ve Brüksel’e Ûlâ rütbesiyle
Orta elçi Kalimaki Bey görevlendirilmiştir. 1855’te Lahey’e Orta elçi Karaca Bey
44 İsmail Soysal, “Umûr-ı Hariciye Nezâretinin Kurulması (1836)” Çağdaş Türk Diplomasisi: 200
Yıllık Süreç, Sempozyuma Sunulan Tebliğler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, s.
71.
45 Musa Kılıç, Osmanlı Hariciyesinde Gayrimüslimler (1836-1876), Ankara, Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2009, s. 40.
46 Soysal, a.e., s. 72.
21
tayin edilmiştir. 1858’de Petersburg’a Orta elçi olarak Ûlâ Sınıf-ı Evvel rütbesiyle
Rıza Bey görevlendirilmiştir. 1867’de Washington’a Orta Elçi olarak Ûlâ Sınıf-ı Sâni
rütbesiyle Blak Bey atanmıştır47. Bunları, 1878’de Bükreş, 1879’da Belgrad,
1898’de Stokholm, 1909’da Sofya ve 1917’de Kopenhag takip edecekti. Buna ilave-
ten eskiye nazaran çok daha fazla konsolosluk tesis edilmiştir. Bu gelişmeler neti-
cesinde Sultan II. Mahmud, 11 Mart 1836’da Hariciye Nezaretini kurmuştur.48.
Hariciye Nezareti’ni kuran Hatt-ı Hümâyûn’da bu kararın sebepleri ifade
edilmeksizin, yalnızca Reisülküttaplığın Umûr-ı Hariciye Nezâreti ve Sadaret Ket-
hüdalığının Umûr-ı Mülkiye Nezareti (ertesi yıl Mülkiye adı Dâhiliye olacaktır)
adını alacağı, bunların başına geçen kişilerin unvanları (Paşa olmaksızın Vezirlik
47 Kübra Mamak, Devlet Sâlnâmelerine Göre Osmanlı Hariciye Teşkilâtı (1847-1877), Gaziosman-
paşa Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Tokat 2017, s. 139-
302.
48 Umûr-ı Hariciye Nezâretinin Kuruluşuna İlişkin Hatt-ı Hümâyûn (23 Zilkade 1251 Cuma/11 Mart
1836)
“Reisü’l-küttab unvanının Hariciye Nezâret-i celilesine tahviline dair Cennetmekân Sultan Mah-
mud Han-ı sâni hazretleri cânibi eşrefinden ol vakit mesned-i celil-i vekâlet-i kübrâda bulunan
(Sadrâzam) Mehmed Emin Rauf Paşa’ya hitâben şeref-sâdır olan Hatt-ı Hümâyûn: 23 Zilkade
1251, Cuma
Benim Vezirim,
Çünkü Rütbe-i ûlâda bulunanlar Devlet-i Aliyyemizin en büyük hizmet ve maslahatlarına memur
olduklarından zât-ı memuriyetleri îtibâriyle lâzım gelen nüfûz ve haysiyetleri için fimâba’d müşir-
lik ve vezâret rütbe-i celîleri sıralarında add-u îtibâr olunmaları husûsu geçende tıpkı irâde-i
şâhânem üzere icrâ olunmuş idi. Bundan maksûd-u hümâyûnumuz yalnız icrâ-yı rüsûm ve teşrîfât
mahallerindeki takdim ve tehire münhasır olmayıp belki kâffe-i ahval ve îtibâratda hükm-i tesiri
câri olmak üzere, bunlar bi-aynihi ve bi’l-fi’il vezâret rütbesini hâiz olarak, fakat merâtib-i seyfiy-
ye unvânı olan Paşa lâfzı tefevvuhuna hâcet olmamak ve bir de işbu hidemât-ı erbaadan umûr-u
mâliye memûriyetleri için Defterdarlık ünvânı yerinde ise de, Kethüdalık tâbiri fi’l-asl hizmet-i
mezkûrenin sûret-i âhârı olmasından ve Reisülküttablık tâbiri dahi hîn-i şâhânemde Devlet’i Aliy-
yemizin gün-be-gün terakki îtibâratiyle elhaletu hâzihi ikisinin dahi hizmet ve memûriyetleri iler-
leyip bi’l-cümle umûr-ı mülkiye ve mesâlih-i hâriciye ve dâhiliyeyi câmi olduğuna binâen
fimâba’d eski tâbirlerden sarf-ı nazar ile Kethüdâlık hizmeti için Umûr-ı Mülkiye Nâzırlığı ve
Riyâset için sarf-ı nazar ile Kethüdâlık hizmeti için Umûr-ı Mülkiye Nâzırlığı ve Riyâset için
Umûr-ı Hâriciye Nezâreti unvânı ıtlak olunmak ve bundan böyle tevcih ve ibkâların vüzerâ misillü
harvanîler (onun giysisiyle) iksâ ve rütbe-i vezâret misillü her birine menşûr-ı hümâyûnum îtâ ve-
sair bi’l-cümle muâmelât-ı îtibârları dahi ona göre icrâ kılınmak ve kaldı ki, cümle vüzerâ ve vü-
kelâ-yı îtibârları dahi ona göre icrâ kılınmak ve kaldı ki, cümle vüzerâ ve vükelâ-yı Devlet-i Aliy-
yemizin işbu îtibârât ve haysiyetlerinin asıl tesirâtı memur bulundukları hidemât-ı celîle ve
mesâlih-i mu’tenây-ı Saltanat-ı seniyyemize âid ve bu kaziyyede ise cümle asdıkâ-i bendegân-ı
Devlet-i Aliyyemiz müttefik-ü müttehid olmak îcâb eylediğinden inşaallâhu te’âlâ ona göre cüm-
lemiz tarafından her bir husûsa elbirliği ile ve can hakkıyla yapışılmak husûsları ahass-ı murad-ı
şâhânem olmağla müşârün-ileyhimin işbu irtifâ-i unvân ve rütbe-i mahsûsaları için bir vakt-i muh-
târ intihabiyle harvanîler (onur giysiyle) iksâ ve birer kıta menşûr-ı hümâyûnu ısdâr ve îtâ ve key-
fiyet cânib-i teşrifâta kayd ve Takvîm-i Vekâyi’e dahi böylece derc-ü ilân olunsun ve bir de nâzır-ı
müşârün-ileyhümâya ve vâridât-ı kadîmelerinden başka müceddeden müstevfi maaşlar tahsis kı-
lınsın, Hak te’âlâ hazretleri cümle tabakât-ı memûrîn ve bendegândan, din-ü Devlet-i Aliyyemize
ve zât-ı hümâyûnuma sıdk-u istikamet üzere, hizmeti iltizâm edinenleri dâima muvaffak ve
dâreynde azîz-ü muhterem eyleye, âmin.” Bkz: Soysal, a.e., s. 72-75.
22
ve Müşirlik) ifade edilmiştir. Ancak bu değişikliğin temelinde artık Batı modeline
uygun usullerle işleyecek bir diplomasi mekanizması tesis edilmesi gereğinin yat-
tığı şüphesizdir. II. Mahmud taşrada egemen olan adem-i merkeziyetçi güçlerin
direncini kırdıktan sonra merkezi otoritesini tehdit eden sadarete karşı da müca-
dele başlatmıştır. Veziriazamlık makamı son iki yüz yıldır yönetim merkezini Sa-
ray’dan Babıâli’ye kaydırarak yürütmenin gerçek başı haline gelmiştir. Makamını
tek güç ve yetki merkezi yapmak isteyen II. Mahmud, sadrazama karşı bir denge
unsuru oluşturmak ve aynı zamanda Hariciye Nezareti’nin kuruluşuna zemin ha-
zırlayan, iki ana eksende yeniliklere girişmiştir. İlk adım olarak geleneksel kâtipler
sınıfını modern anlamda sivil bürokrasiye dönüştürmeye çalışmıştır. İkinci aşa-
mada ise sadaretin yetkisi yeni müesseseler kurularak azaltılmak istenmiştir. Bu
kapsamda yeni nezaretler kurulmuştur. Daha önceki dönemde Veziriazamın göl-
gesinde kalan Reîsülküttâblık makamının Hariciye Nezareti’ne dönüştürülmesi de
sadaretin dış politikadaki etkinliğini ortadan kaldırma çabasının bir yansıması-
dır49.
XIX. yüzyılda yönetici sınıfın gazilik fikriyle en çok ilişkilendirilen kesimle-
rinden olan dini ve askeri bölümlerinde genel bir itibar kaybı yaşanmıştır. Bunun
yanı sıra devletin kendini koruma çabalarında daha pozitif roller üstlenen kesim-
lerinin yani saray görevlilerinin bilhassa kalemiyenin saygınlığı artmıştır. Devlet
artık güçten ziyade pazarlıklara başvurmak zorunda kaldığından, kalemiye men-
supları dış ilişkilerle gittikçe daha fazla ilgilenmeye başladılar. Yabancı devletlerin
karşısında güçsüz kalmaları ve onların bu güçlerinin sırrına vakıf olma arzuları
Avrupa’yla aralarında bir sevgi-nefret bağının oluşmasına sebep olmuştur. Bu
ilişki içerisinde batı hakkında en fazla bilgiye vakıf olanlar ilk başta kalemiye men-
subu diplomatlar batılılaşmanın öncüleri haline gelmişlerdir. Bu yüzyılda kalemiye
mensupları merkezi Hükûmet gücünün sağlamlaştırılmasından büyük oranda
kazanç edinmişlerdir. Bu süreç içerisinde eski kalem efendileri mülkiye memurla-
rına dönüşmüşlerdir50.
XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren Hükûmetin yeniden güçlendirilmesi ve
merkezileşme, askeri alan hariç neredeyse tüm yeni sistemleri kâtiplerin ya da
mülkiye memurlarının doldurması anlamına gelmiştir. Sefaret ve konsolosluk bi-
rimleriyle Hariciye Nezareti’nin yükselişi, bunun örneklerinden biriydi. II. Mah-
mud, 1830’larda, personel politikasının temellerini atarak ilk nezaretleri en azın-
dan ismen kurmuş, memur rütbelerine yeni bir hiyerarşi getirmiştir. Tüm eski
yüksek görevlere yıllık tevcihat uygulamasını kaldırarak eski tahsisat sisteminin
yerine maaş sistemini getirmiştir.51 Yönetimin güçlendirilmesi için yapılan çalış-
29
AKYILDIZ, Ali, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilâtında Reform (1836-
1856), Eren Yayıncılık, İstanbul, 1993.
BALCI, Sezai, Bâbıâli Tercüme Odası, Libra Yayınevi, İstanbul, 2013.
BİLİM, Cahit, “Tercüme Odası”, OTAM, S.1, Ankara, 1990, ss. 29-43.
BİLİM, Cahit, “Tercüme Odası”, OTAM, S.1, Ankara, 1990, ss. 29-43.
BOZKURT, Nebi, “Tercüman”, TDVİA, C. 40, İstanbul, 2011, s. 490.
ÇAVDAR, Necati, Üç Devrin Mazisi Son Osmanlı Sadrazamı Ahmet Tevfik Paşa,
Berikan Yayınevi, Ankara, 2016.
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitapevi
Yayınları, Ankara, 2010.
DÖNMEZ, Ahmet, “Karşılıklı Diplomasiye Geçiş Sürecinde Osmanlı Daimî Elçilikle-
rinin Avrupa’da Yeniden Tesisi 1832-1841”, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bi-
limler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2006.
ERSOY, HAMİT, “Batılılaşma Girişimleri ve Osmanlı Hariciye Nezareti’nin Kurulu-
şu” Osmanlı Ansiklopedisi, C. 6, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, ss.
264-270.
FINDLEY, Carter V., “Osmanlı Hariciye Nezareti’nin Kuruluşu: III. Selim ve II.
FINDLEY, Carter V., Kalemiyeden Mülkiyeye Osmanlı Memurlarının Toplum-
sal Tarihi, Çev. Gül Çağalı Güven, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2011.
FINDLEY, Carter V., “Hariciye Nezareti” TDVİA, C. 16, İstanbul 1997, ss. 178-180.
GİRGİN, Kemal, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemleri Hariciye Tarihimiz (Teş-
kilât ve Protokol), TTK Yayınları, Ankara, 1994.
GÜLTEPE, Necati, “Osmanlılarda Bürokrasi: Merkezin Yönetimi”, Osmanlı Ansik-
lopedisi, C. VI, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, ss. 241-255.
TUNCER, Hüner, Osmanlı Diplomasisi ve Sefaretnameler, Kaynak Yayınları, 3.
Baskı, İstanbul, 2010.
KAYAOĞLU, Taceddin, Osmanlı Hariciyesinde Gayr-i Müslimler (1852-1925),
TTK Yayınları, Ankara, 2013.
KILIÇ, Musa, “Osmanlı Hariciyesinde Gayrimüslimler (1836-1876)”, Ankara Üni-
versitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 2009.
KILIÇ, Musa, “Osmanlı Hariciyesinin Ermeni Elçi ve Maslahatgüzarları”, Yeni Tür-
kiye: Ermeni Meselesi Özel Sayısı, Yeni Türkiye Yayınları, C. 60, Ankara,
2014, ss. 687-696.
KUNERALP, Sinan, “Tanzimat Sonrası Osmanlı Sefirleri”, Çağdaş Türk Diplomasi-
si: 200 Yıllık Süreç 15-17 Ekim 1997 Sempozyuma Sunulan Tebliğler,
TTK Yayınları, Ankara, 1999, ss. 113-126.
KUNERALP, Sinan, Son Dönem Osmanlı Erkân ve Ricali (1839-1922), İsis Ya-
yınları, İstanbul, 1999.
30
Kuran Ercüment, “1793-1811 Döneminde İlk Osmanlı Mukim Elçilerinin Diploma-
tik Faaliyetleri” Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç 15-17 Ekim
1997 Sempozyuma Sunulan Tebliğler, TTK Yayınları, Ankara, 1999, ss.
55-59.
KURAN, Ercüment, Avrupa’da Osmanlı İkamet Elçiliklerinin Kuruluşu ve İlk
Elçilerin Siyasî Faaliyetleri 1793–1821, Türk Kültürü Araştırma Enstitü-
sü Yayınları, Ankara, 1988.
KURTARAN, Uğur, “Osmanlı Diplomasi Tarihinin Yazımında Kullanılan Başlıca
Kaynaklar İle Bu Kaynakların İncelenmesindeki Metodolojik ve Diplomatik
Yöntemler Üzerine Bir Değerlendirme”, OTAM, 38/ Güz 2015, ss. 107-139.
KÜTÜKOĞLU, Mübahat S., “Diplomatik”, TDVİA, C. 9, İstanbul, 1994, ss. 360-366.
MAMAK Kübra, Devlet Sâlnâmelerine Göre Osmanlı Hâriciye Teşkilâtı (1847-
1877), Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Tokat 2017.
MAZGON, Marlies Hoenkamp, İstanbul’da Hollanda Sarayı 1612’den Günümüze
Elçilik Binası ve Sakinleri, BOOM, Amsterdam 2002.
ORTAYLI, İlber, “Osmanlı Diplomasisi ve Dışişleri Örgütü”, Tanzimat’tan Cumhu-
riyete Türkiye Ansiklopedisi, C. I, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, ss.
278-281.
POLATÇI, Türkan, “Osmanlı Devletinde Sefaret Tercümanları”, Ondokuzmayıs Üni-
versitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Samsun 2009.
REYCHMAN, Jan; Zajaczkowski, Ananiasz, Osmanlı-Türk Diplomatikası El Kita-
bı, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, İstanbul, 1993.
SALİH MÜNİR PAŞA, Diplomasi “Malumat-ı Esasiye”, C. I, Tevsi-i Tıbaat Matbaası,
H. 1328 (1910), İstanbul, ss. 1-318.
SAVAŞ, Ali İbrahim, Osmanlı Diplomasisi, 3F Yayınevi, İstanbul, 2007.
SOYSAL, İsmail, “Umûr-ı Hariciye Nezâretinin Kurulması (1836)” Çağdaş Türk
Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Sempozyuma Sunulan Tebliğler, TTK Ya-
yınları, Ankara, 1999, s. 71.
ŞAKİROĞLU, MahmudH., “Tercüman”, TDVİA, C. 40, İstanbul 2011, s. 492.
UNAT, Faik Reşit, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, TTK Yayınları, Ankara,
1992.
UYANIK, Feyzullah, “Biyografi Araştırmalarına Kaynak Olarak Musavver Medeni-
yet Gazetesi ve Türk Basın Tarihindeki Yeri”, Trakya Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Dergisi, C. 3, S. 6, Edirne 2013, ss. 65-84.
31
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
DIŞ POLİTİKASI’NIN
GENEL İLKELERİ, YAPIMI VE
DIŞİŞLERİ BÜROKRASİSİ’NİN
YAPISI
33
GİRİŞ
Sosyal bilimlerde teori “veri almak, soru sormak ve karmaşık bir dünyadan
bir anlam çıkarabilmek için kullanılan bir araçtır.”1 Bir olay ve olguyu bir araya
getirerek onları kategorize ederek, olay ve olgulardan yola çıkarak genellemeler
yapılmaya başlandığında bir teori oluşturmaya başlanmış demektir. Siyaset bili-
minin temelini ampirik teori oluşturur.2
Sosyal bilimlerin en belirgin sorunlarının başında teori – pratik uyuşmazlığı
gelmektedir3. Nasreddin Hocanın pazarda satmak istediği hindisinin konuşan pa-
pağan karşısındaki yeteneğini soranlara, onun “düşünen bir hindi olduğu” şeklin-
deki cevabı, uluslararası ilişkilerin de içinde bulunduğu sosyal bilimlerin olay,
olgu ve davranışlar hakkında akıl yürütme konusunda fikir vermektedir. (Nasred-
din Hoca NS Teorisi). Hindinin duruşunun gerçek anlamda hindi açısından neyi
ifade ettiğini öğrenme imkânımız olmadığına göre - çünkü hindi ile bu tür bir ileti-
şime geçmek mümkün değildir - sosyal bilimlerde özellikle de siyaset bilimi ve
uluslararası ilişkilerde aktörlerin ve sistemin bir olay ve olguya karşı tepkilerinin
tam olarak ne olduğunu ve bu tepkilerin hangi motivasyonlardan kaynaklandığını
hangi dinamikleri harekete geçirdiğini an itibarı ile tam olarak makro ve mikro
düzeyde tüm varyantları ile açıklayabilmemiz mümkün olmamaktadır. Olay ve
olgular karşısında sadece -hindinin duruşundan hareketle -Nasreddin Hoca’nın
hindinin düşündüğünü iddia ettiği gibi - bazı tahminlerde bulunuyor ve hindinin
duruş şeklinden onun düşündüğünü yorumladığımız gibi sosyal bilimlerde ve özel-
likle uluslararası anarşik sistem içerisindeki aktörlerin davranışlarını anlayabil-
mek için onları harekete geçiren nedenleri, temel dinamikleri ve motivasyonları
belli ilkeler temelinde oluşan teoriler çerçevesinde anlamaya ve anlamlandırmaya
çalışmaktayız.
Uluslararası alanda gelişen olay ve olguları mevcut ilkeleri temelinde açık-
lamakta zorlanan teorisyenler “neo” veya “post” ön eki taktıkları eski teorileri
1 Micahel G Roskin; Nicholas O. Berry: “Uluslararası İlişkiler”, Uİ’nin Yeni Dünyası, çev.:
Özlem Şimşek, Adres Yayınları, Liberte yayın Grubu, Ankara, 2012, s.47
2 Roskin; Berry, a.e. s.47
3 M. Cengiz Yıldız; Cahit Aydemir; “Sosyal Bilimlerde / Sosyolojide Sosyal Kuram-Sosyal Pratik
İlişkisi ve Uygulamalı Araştırma Bulgularının Yorumlanmasına İlişkin Bazı Problemler”, Dicle
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt:6, Sayı:10, 2016, ss.1-15
34
uluslararası alanda gerçekleşen yeni durumlara adapte edip yeniden yorumlaya-
rak, uluslararası sistemi, uluslararası sistemin yapısını, temel dinamiklerini, aktör-
lerini, motivasyonlarını anlamlandırmaya çalışarak gelecekle ilgili muhtemel dav-
ranışları hakkında mevcut veriler çerçevesinde akıl yürütmektedirler.
Uluslararası ilişkilerin araştırma alanını ihtiva eden tüm olay ve olguları an-
lamaya ve anlamlandırmaya çalışmak, yukarıda ifade edilen metafordan farklı bir
yaklaşım tarzı değildir. Nitekim dış politika çalışmalarının birinci neslini oluşturan
akademisyenlerden Rosenau dış politikanın nasıl anlaşılması gerek(me)diğini şu
şekilde ifade etmektedir:
“Aktörleri tespit etmek onların etkisini incelemek anlamına gelmemektedir.
Dış davranışı etkileyen süreçleri anlamak, onların nasıl ve niçin belli koşullarda etkin
olduğunu, başka koşullarda ise etkin olmadığını açıklamak demek değildir. Dış poli-
tikanın iç ve dış faktörler tarafından şekillendirildiğini kabul etmek de bu ikisinin
nasıl birbirine karıştığını anlamak ya da birinin diğerine hangi durumlarda üstün
geldiğini göstermek anlamı taşımamaktadır…. Dış politika analizi kapsamlı test
edilebilir genellemeler sistemlerine sahip değildir…. Dış politika analizi genel teori-
den mahrumdur.”4
Dış politikada karar verici bir aktör eylem itibarıyla hemen hemen aynı re-
zonansa sahip iki farklı devlete karşı farklı yaklaşım gösterebilmektedirler. Dış
politikadaki bu farklı yaklaşım tarzının tarihsel, kültürel, siyasi, ekonomik, askeri
veya konjonktürel nedenleri olabildiği gibi, karar verme sürecinde görev alan ak-
törlerin bireysel değer yargıları, tarihsel hafızaları çerçevesinde olay ve olguları
değerlendirmeleri ve algılama biçimleri önemli bir rol oynamaktadır. Dış politika-
nın analizi ve açıklanmasında veri olarak kabul edilen faktör ve değişkenlerin çok
olması, olay ve olgunun bütün yönleri ile anlaşılmasını ve belli ilkeler temelinde
açıklanmasını zorlaştıran ektenler olmaktadır.
Bu itibarla bu çalışmada5 Türkiye’nin dış politikasının ve bürokratik yapısı-
nın genel bir değerlendirilmesi yapılarak, beş yıl sonra yüzüncü kuruluş yılını kut-
layacağımız Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık dış politikasının dayandığı temel
ilkeler ve geçirdiği dönüşüm ve değişim, iç ve dış dinamikleri çerçevesinde analiz
edilmeye çalışılacaktır.
4 Rosenau, James, (1966: 98-99) Aktaran: M. Valerie Hudson,; “Dış Politika Analizinın Tarihi ve
Evrimi”, (ed.) Steve Smith; Amelia Hadfield; Tim Dunne Dış Politika, Teoriler, Aktörler, Ör-
nek Olaylar, (çev.) Nasuh Uslu, Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi, 2016, s. 16
5 Bu çalışma kitabın genel tarih çizgisinin ötesinde yakın dönemi de içermektedir. Böyle bir tercihte
bulunmasının ana nedeni Türk Dış Politikası’nın 1990–2002; 2002–2017 dönemlerinin incelen-
mesine bir hazırlık yapmaktır.
35
1. DIŞ POLİTİKA YAPIMI VE ANALİZİ
Dış Politikaya yönelik olarak hükümetlerin veya karar vericilerin tercih ettik-
leri kararları neye göre belirlediklerine ilişkin çalışmalar Dış Politika Analizinin
(DPA) temel hareket noktasını oluşturmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
yapılan dış politika analizine yönelik çalışmalar üç dönemde değerlendirilmektedir.
Klasik Dış Politika Analizi 1954- 1993 yıllarını kapsamaktadır. Birincisi, 1954- 1973
yılları arasındaki veri toplama ve kavramsallaştırma konusunda çalışmaların ön
plana çıktığı ilk nesil DPA; “küçük gruplar”, “örgütsel süreç ve bürokratik politika”,
“karşılaştırmalı dış politika”, “dış politika karar verme süreci üzerinde psikolojik etki-
ler” ve toplumsal çerçeve, dış politikanın analizinde ana başlıklar şeklinde belirlenen
kavramlar çerçevesinde “ulusların “özelliklerinin” dış politika tercihlerin-
de/davranışlarında nasıl değişikliklere neden olduğunu incelemiş ve bu anlamda en
azından genelleştirebilir ve değişik uluslara uygulanabilir nitelikte olan önermeler
ortaya konmuştur. İkincisi, 70’li yıllardaki DPA bir tür “iç muhasebeye” dönüşmüş ve
Karşılaştırmalı Dış Politika (KDP) yöntemsel tartışmalardan dolayı iç eleştirel bakış-
tan en fazla etkilenen alan olmuştur. Üçüncüsü ise, 80’li yıllardan itibaren neo-realist
teorinin uluslararası ilişkilerde dominant bir rol oynaması ve on yıl sürecinde Sov-
yetler Birliği ve çevresinde yaşanan değişimler sonrası iki kutuplu sistemin çökmesi,
DPA araştırmalarına yeni bir ivme kazandırmıştır. Bu bağlamda DPA “çoklu analiz
düzeylerini içeren çok nedenli açıklamalar, sosyal bilim içindeki teorilerden bu veriler-
den faydalanma”, dış politikada karar verme sürecini, sürecin çıktıları kadar önemli
sayma gibi, yeni açılımları ve araştırma alanlarını beraberinde getirmiştir.6
Küreselleşme paradigmasının dominant bir faktör olduğu günümüzde dış po-
litikanın ne olduğu ve kimler tarafından yapıldığına ilişkin tanımlara bakıldığında,
dış politikanın salt bir “devlet” politikası mı veya “devlet” politikasının ötesinde
başka aktörlerinde etkin olduğu bir eylem mi” olduğu tartışılmaktadır. Her ne kadar
dış politika tanımlarında devlet dışı aktörlerin yani gayri resmi aktörlerin katılımına
işaret edilse de, dış politika terazisinde devletin resmi politikası tartışma götürmez
bir ağırlığa sahiptir. Bu yönü ile dış politika “ulusal hükümetlerin dış varlıklarla ilişki-
lerindeki amaçlara ulaşmak için seçtikleri strateji veya yaklaşım” olarak tanımlan-
maktadır.7 Her bir devletin veya temsilcisinin “dışarıya” yönelik politikası/eylemi o
devletin dış politikası olarak ifade edilmektedir. Uluslararası politika ise bir orkest-
rada tüm enstrümanlardan çıkan melodinin ortak sesi gibi tüm dış politikaların üze-
rinde bulunmaktadır.8 Haliyle bir orkestrada çıkan melodinin senkronize edilmiş
ahengini bir ülkenin dış politikasında veya uluslararası politikada yakalamak müm-
kün değildir.
6 Steve Smith,; Amelia Hadfield; Tim Dunne; Dış Politika, Teoriler, Aktörler, Örnek Olaylar,
(çev) Nasuh Uslu, Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi, Röle Akademik Yayıncılık, İstanbul, 2016,
s.19-31
7 A.e, s. 14
8 List, Martin, Internationale Politik studieren. Eine Einführung, Grundwissenpolitik, Band 39,
VS Verlag für Sozialwissenschften,1. Auflage, Wiesbaden 2006, s. 14
36
Walter Carlsnaes’ göre dış politika “açıkça belirtilmiş hedefler, taahhütler
ve/veya emirler şeklinde ifade edilen eylemlerin etkide bulunmak istenen ve toprak
temelli meşruiyetlerin ötesinde yer alan hedeflere, koşullara ve aktörlere – devlet ve
devlet dışı- yöneltilmesi”9 anlamına gelmektedir. Carlsneas, dış politika tanımında
“devlet veya devlet dışı” ifadesini kullanarak küreselleşme temelinde global düzeyde
etkin devlet dışı aktörlerin resmi olmayan sınır ötesi eylemlerini dış politika tanı-
mına dahil etmektedir.
Dış politikanın analizi temelinde dış politikanın tanımlanması aktör olarak
sadece devlet ve onun takip ettiği ulusal çıkarı çerçevesinde değerlendirilmektedir.
Bu bağlamda “Dış politika analizi, bir ulus devletin kendisi dışındaki dünyaya dair
tercihleri, hedefleri ve aynı zamanda bu dünyadan, yani uluslararası sistemden kendi-
sine yönelik olarak uygulanan politikalar hakkında tutum ve davranışları içerir.”10
Dolayısıyla “Dış Politika, ulus-devletin “ulusal çıkar” şeklinde tanımlanan hedef ve
ideallerini korumak ve geliştirmek amacıyla kendi dışındaki dünyaya, yani “ulusla-
rarası sisteme” dönük olarak sahip olduğu “politikadır”.11
Dış politika kavramı egemen ulus devlet içinde örgütlenmiş toplumun eko-
nomik, siyasi, askeri ve kültürel, çevresel vs. çıkarlarının ulusal sınırlarının dışında
gerçekleştirilmesi şeklinde tanımlanmaktadır.12 Dış politikanın oluşumu/meydana
gelmesi teker teker eylemlerin değil, bütünsel bir stratejiye dayanan uluslararası,
uluslar üstü, bölgesel ve ulusal düzeyde gerçekleşen belli ilişkiler ağı üzerinden yapı-
lanmaktadır.13 Toplumun dış politikada etkin olması demokratik bir yönetim şekli-
ne işaret etmektedir. Bu şekliyle dış politikanın temel hedeflerinin tespit edilmesin-
de toplumun genel değer yargılarının ve sınır ötesi dünyaya bakış açısının devletin
kurumları tarafından belli kurallar çerçevesinde formüle edilmiş şekli anlamına
gelmektedir. Ne var ki demokratik bir siyasal sistemde homojen bir toplum yapısın-
dan bahsetmek mümkün değildir. Çoğulcu bir siyasal sistemde toplumun siyasi ve
sınıfsal katmanlarının çıkarları tabii olarak farklılık göstermektedir. Buna bağlı ola-
rak farklı sınıfsal, sosyal ve çıkar gruplarının dış politikaya yönelik talepleri ve önce-
likleri birbirlerinden ayrıdır. Bu noktada, iç politika üzerinden dış politikaya yönelik
olarak karar vericilere seslerini duyurabilmek veya sosyal baskı gruplarını harekete
geçirerek karar vericilerin karar alma süreçlerini etkilemek için kamuoyu oluşturma
yöntemine başvurulmaktadır. Bu itibarla dış politikayı iç politikanın dinamiklerin-
den ve iç politikayı dış politikanın girdilerinden ve çıktılarından ayırmak mümkün
olmamaktadır.
22 Henry A. Kissinger, Die Vernunft der Nationen über das Wesen der Aussenpolitik, Siedler
Verlag, 1994, Berlin, s. 663
23 Kenneth Waltz, Frieden, Stabilitaet und das Gleichgewicht, Wolfgang Heisenberg/Dieter S.
Lutz (Hrsg.) “Sicherheitspolitik Kontrovers, Band I, Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn,
1990, s. 120
24 Ahmet Davutoğlu, “Medeniyetlerin Ben-İdraki”, Divan, 1997/1, s. 2
41
olarak aktörlerin esas motivasyonlarının, zorunluluklarının hangi oranda etkin
olduğunun belirlenmesidir. Baskın Oran, Türkiye’nin Dışişleri Bakanlığı’nın uygu-
lamalarını anlattığı bölümde Cumhuriyet Gazetesinde Ali Ulvi tarafından çizilmiş
bir karikatüre yer vermiştir.25 Bu karikatürün sağ köşesinde üzerinde AB ve altın-
da ok işareti olan istikamete doğru yürüyen, Türk dış politikasının batılı, devletçi,
modern yüzünü temsil eden, üzerinde “dışişleri” yazan bir dışişleri bürokratı;
O’nun gerisinde hareketsiz duran, elinde kalkanı ve kılıcı, başında sarığı, ayağında
şalvarı ve burma bıyıkları ile üzerinde “içişleri” yazan “Osmanlı” askeri durmakta-
dır. İkisinin tek ortak noktası ise bunları birbirine ayaklarından bağlayan zincirdir.
Bu zincirin Osmanlı veya gelenekseli temsil eden tarafı, AB yönünde ilerlemek
isteyen modern Türkiye’nin ayağına vurulmuş bir pranga olarak nitelendirilmek-
tedir. Bu karikatür Türkiye’nin 2000’li yıllara kadar sahip olduğu, sürekli tartışma
konusu yapılan ve Huntington’un deyimiyle medeniyetler düzleminde “parçalan-
mış ülke” (torn country) nitelemesine neden olan iki farklı insan prototipinde
sembolleşen iki farklı kimliğe işaret etmektedir: “Devlet kimliği” ve “millet kimli-
ği”.
Focault, tarihsel çözümlemelerde, “problem gelenek ve iz probleme değil, fa-
kat kopma ve sınır problemidir; problem artık sürüp giden temel problemi değil,
temel ve temellerin yenilenmesi olarak değer kazanan dönüşümlerin problemidir”
derken tarihsel çözümlemelerde yeni bir problem alanı olarak ”süreksizliği” (eşik,
kopma, kırılma, değişme ve dönüşme) yeni bir problem alanı olarak ifade eder.26
Focault’un yukarıdaki sözünde ifadesini bulan “süreksizlik” sarmalı 80 yıllık
Türk dış politikasının analizinde aşılması zor olan sorunların başında gelmektedir.
Türkiye, Osmanlı devlet geleneğinin 21. yüzyıla yansıyan bir izdüşümü mü? Yoksa
yukarıda ifadelendirilen karikatürde anlatılmaya çalışıldığı gibi Osmanlı gelenek-
sel toplumsal yapısı Türkiye’nin batılılaşmasında yol almasını engelleyen bir yük
müdür? Kuruluşundan bugüne kadar Türkiye’nin devlet zihniyeti ve toplumsal
yapısında değişim ve dönüşüme uğraması kaçınılmaz bir durumdur. Soru ve sorun
Türkiye’nin değişimini hangi istikamette ve nasıl gerçekleştireceği konusundadır.
Türkiye’nin kuruluşundan itibaren dış politikasının temel ilkelerinin değişip
değişmediği ve dış politika uygulamalarının hangi kavramlarla ifade edildiği tartı-
şılmaktadır. Bir defa Türkiye’nin dış politikasını değerlendiren hemen hemen bü-
tün kaynaklar tarafından, Türkiye’yi kuran iradenin yani Mustafa Kemal Atatürk
ve arkadaşlarının belirlediği “Statükoculuk”, Batılılaşma”, Yurtta Sulh Cihanda
Sulh” gibi temel prensiplere değinilmektedir.27 Bu temel prensiler oluşturulurken
25 Oran, a.e. s. 64
26 Michel Focault, Bilginin Arkeolojisi, (çev.) Veli Urhan, Birey yayıncılık, İstanbul, 1999, s.16
27 Baskın Oran, (ed.) Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yo-
rumlar, Cilt 1 1919-1980, İletişim yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 2003, s. 46-53; Gözen, a.e. 2009,
s. 35-54
42
dönemin dış ve iç şartları elbette ki önemli bir rol oynamıştır. Türkiye toplumu-
nun sosyolojik yapısı, tarihsel ve kültürel olarak Osmanlı Devleti’nin ana unsurunu
oluşturması dolayısıyla Osmanlı mirası ve geçmişi; Türkiye Cumhuriyeti’nin “ulus-
devlet” olarak inşası ve dönemin büyük güçlerin dış politik hedefleri ve uluslarara-
sı sistemi dış politikanın temel ilkelerinin tespitinde etkin faktörler olarak değer-
lendirmek mümkündür.28 Bu faktörler Türk dış politikasının uygulanmasında fark-
lı boyutlarda fakat sürekli olarak gündeme gelmiş ve hala tartışma konusu olmak-
tadır. Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sevr
dayatması ile karşı karşıya kalması ve “Sevr sendromunun” yönetici elitleri üze-
rindeki olumsuz etkisi ve jeopolitik konumu, Türkiye’nin dış politikada güvenlik
merkezli29 bir anlayışa sahip olmasına da neden olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “Batılılaşmış ulus devlet”30 olarak kurulması ve
“muasır medeniyet seviyesine erişme” vizyonu, mirasçısı olduğu tarih sahnesinden
çekilmiş olan Osmanlı Devleti’nin kurumsal/toplumsal yapıları ve misyonu ile bir
hesaplaşma içine girmesini kaçınılmaz kıldı. Aslında bu hesaplaşmanın kökleri
Osmanlı döneminde batıya karşı direnebilmek için modernleşme ve devleti ayakta
tutma arayışlarının bir sonucuydu. Mondros Mütarekesi ile ülke işgal edilmiş, Sevr
Antlaşması ile beraber Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silinme tehdidi ile karşı
karşıya kalmıştı. Bu çerçevede son Osmanlı Mebusan Meclisi, Sevr’i onaylanmak
yerine Misak-ı Milli’yi kabul ederek yeni devletin esaslarını belirlemiş oluyordu.
Bu meyanda Milli Mücadele sonunda kurulan Türkiye, kuruluşunda kendini Os-
manlı Devleti’nin veya Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan akımların miras-
çısı olarak görmedi. Örneğin Atatürk 1923 yılında bu meseleyi şu şekilde ifade
etmektedir:
“Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyase-
timiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla uyumlu olacaktır. Bizim için ne İtti-
had-ı İslam, ne Turanizm mantıki bir siyaset yolu olamaz. Artık yeni Türkiye’nin
devlet siyaseti, milli sınırları dâhilinde, egemenliğine dayanarak bağımsız yaşamak-
tır. Hareket kuralımız budur.”31
Bu bağlamda elde kalan politik strateji Batıcılık idi ve yeni devletin rotası
belli olmuştu. Öte yandan bu bir dış politik zorunluluktu. İslamcılık İngiltere’nin,
32 Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, (çev.) Yavuz Alagon; Sarmal Yayınevi, İstanbul,
1995, s.10.
33 Gözen, a.e., 2009, s.46
34 Hale a.e, s. 49-50.
35 Oral Sander,, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara, 1998, s. 70.
44
rilmektedir. Yani devlet kimliği ile halk kimliği arasında bir ayırım söz konusudur.
Devlet kimliği “bir devletin kendini özleştirdiği, nitelendirdiği veya tanımladığı bir
dizi düşünceler, ilkeler ve eylemler bütünüdür”.36 1950’deki serbest seçimler sonra-
sında iktidara gelen Demokrat Parti oy aldığı seçmenlerin genel eğilimleri doğrul-
tusunda iç politikada bazı değişiklikleri (ezanın yeniden asılına uygun bir şekilde
okutulması gibi) yaptı. Bu seçmene dayalı yaşamın liberalleştirilmesi politikası
Kemalist devlet kimliğinden sapma/taviz olarak nitelendirildi ve 27 Mayıs 1960
ihtilali ile ordu içindeki subaylardan bir grup yönetimi sivil askeri bürokrasi adına
ele geçirdi. Bu şekilde Demirel’in ifadesi ile “halkın elinden devleti alma hareketi”37
olan 27 Mayıs “Atatürk devrimimin hala tamamlanmadığını ve ülkenin ekonomik ve
toplumsal sorunlarının ancak muhafazakâr bir köylü seçmene hesap vermeyecek
radikal bir rejimle çözülebileceğini”38, savunan “Türk tipi Bonapartizm”39 yöneti-
mini Milli Güvenlik Kurulu üzerinden Anayasal kurum haline dönüştürerek Türk
dış politikasının asıl karar alma organı haline getirdi. Bu bağlamda kendilerini
devlet kimliğinin ana taşıyıcısı sıfatıyla Kemalist ilkeleri korumakla mükellef sayan
asker - sivil bürokrasi ile seçkinci elitler, ara ara etkisini kaybetse de 2000’li yıllara
kadar Türk dış politika yapımında başat rolü oynamıştır. Bundan dolayıdır ki Tür-
kiye’nin dışişleri bakanlığının bürokratik yapısında “devlete sadakat”, dolayısıyla
devlet kimliğine sadık kalmak, “hükümete hizmet”40 yani seçmenin oyu ile iktidara
gelen siyasi hükümetle beraber çalışmak oluşturmaktadır.
Türkiye’nin kuruluş felsefesindeki Batı eksenli dış politikası İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesi sonucunda Batı ile ilişki-
leri kurumsal bir nitelik kazandı. Türkiye, jeopolitik konumu itibarıyla Sovyetler
Birliği’nin olası saldırısı durumunda Ortadoğu’nun petrol bölgelerini korumak
üzere Kuzey Atlantik İttifakı’nın güney kanadının savunmasında stratejik bir rolü
ve Sovyetlerin gözetlenmesine ve dinlenmesi için yerleştirilen radarlar ile ileri
karakol vazifesini üstlendi.41 Avrupa Birliği’ne tam üyeliği gerçekleştirerek Türki-
ye’nin “Yeni Kızıl Elması” hedefine ulaşmak için 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Ant-
laşması ile başlattığı süreç son zamanlarda AB ile Türkiye arasındaki gerilim ve
soğuyan ilişkilere rağmen Türkiye’nin dış politikasının önemli hedeflerinden birini
oluşturmaktadır.
36 Çalış, H. Şaban, “Ulus, Devlet ve Kimlik Labirentinde Türk Dış Politikası”, Şaban H. Çalış; Ihsan
D. Dağı; Ramazan Gözen (ed.) Türkiye’nin Dış Politika Gündemi, Kimlik, Demokrasi, Gü-
venlik, Liberte Yayınları, Ankara, 2001, s.16
37 Hikmet Özdemir, “Türkiye Cumhuriyeti”, Tüm Eserleri 6, İz Yayıncılık, İstanbul, 1995, s. 238
38 William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset 1789’dan Günümüze, (çev.) Ahmet Fethi, Hil Ya-
yın, İstanbul, 1996, s.99
39 Özdemir, a.e., s. 241
40 Oran, a.e, s. 62
41 Bu konuda bkz.: Güvenç Serhat, “NATO’da 60 Yıl, Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe
Katkıları”, (ed.) Mustafa Aydın, İstanbul Aydın üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2013
45
Türkiye’nin dış politikasındaki Batı yönelimine karşı kırılmalar yaşanması
başlangıçta bilinçli tercih olmaktan çok, uluslararası ilişkilerde yaşanan çıkar ça-
tışmaları ile Türkiye’nin çıkarlarındaki uyum sorunundan kaynaklandı. 1964’de
Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri çıkarma yapmak istemesi üzerine zamanın ABD Başka-
nı Johnson’un Türkiye’yi uyarmaya yönelik mektubu sonrası Time dergisine verdi-
ği demeçte zamanın başbakanı İsmet İnönü tarafından “İttifak yıkılır. Yeni şartlar-
da yeni bir dünya kurulur. Türkiye de bu dünyada yerini alır”42 ifadesi Türkiye’nin
dış politikada Batı dışında taktiksel düzeydeki yeni arayışlarının işaret fişeğini
oluşturdu. NATO üyeliğinden bu tarafa Türkiye ilk defa Kıbrıs örneğinde NA-
TO’nun bölgeye yönelik çıkarları ile kendi ulusal çıkarları arasında bir uyumlulu-
ğun olmayacağının farkına vardı. Amerika’nın Türkiye’ye karşı 1974 Kıbrıs Barış
Harekâtı sonrası süreçte 5 Şubat 1975’de silah ambargosu koyması ve buna mu-
kabil Türkiye’nin 1969’da imzalanan Savunma İşbirliği Anlaşması dâhil olmak
üzere bir dizi karşı yaptırımları uygulamaya koyması, ulusal çıkar ilişkilerinde
Batılı müttefikleri ile giderek makasın açılmasını berberinde getirdi.
1960’lara kadar hükümetlerin uyguladığı dış politik kararlar “milli devlet”
politikası olarak görülen ve kamuoyunda fazla tartışılmayan konular olarak değer-
lendirilmiştir. 1965’den sonra Türkiye’nin iç siyasi yapısındaki çeşitlilik dış politi-
kaya yönelik kararların “sol”, “İslamcı” ve “milliyetçi” siyasi görüşler arasında ka-
muoyunda da tartışılmasına neden oldu. 1960 darbesi sonrası giderek etkinliğini
artıran sol gençlik hareketlerinin anti-emperyalist bir tavır ile ABD ve NATO’ya
karşı politik bir söylem geliştirmesi ve İstanbul’a gelen 6. Filo’nun gençlik hareket-
leri tarafından şiddetli bir şekilde protesto edilmesi, dış politikanın kamuoyundan
bağımsız olarak artık sadece devletin milli politikası olması gerektiği anlayışının
sorgulanmasını da beraberinde getirdi. Aynı şekilde, Prof. Dr. Necmettin Erbakan
tarafından kurulan “Milli Görüş Hareketi”nin Türkiye’nin dış politik tercihlerine
yönelik sert eleştirileri, dış politikada devlet tekelinin kırılmasında önemli göster-
gelerdendi. Türkiye’nin Batı politikasına karşı İslam birliğini savunan, Avrupa
Ekonomik Topluluğu’na üye olma çabalarına karşın “Onlar ortak biz Pazar olaca-
ğız” sözü ile karşı çıkan Erbakan, Müslüman ülkeler arasında bir ortak pazar ku-
rulmasını savunmakta ve Türkiye’nin Batı eksenli dış politikasını eleştirmektey-
di.43 Ayrıca, 1960’larda kurumsallaşan ve partileşen “Milliyetçi Hareket” ise Sov-
yetlere karşı farklı bir söylem geliştirerek ilk defa Sovyet (Rus) baskısı altındaki
“Esir Türklerden” bahsederek kamuoyunu bu mesele ile tanıştırmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu tarafa dış politikasındaki hedeflerin
belirlenmesi ve dış politikaya yönelik söylemlerde Osmanlı mirası iç ve dış politi-
kada sürekli tartışma konusu oldu ve olmaktadır. Türkiye dış politikasının Batıya
42 Milliyet, 16.04.1964.
43 Prof. Dr. Necmettin Erbakan, “Ortak Pazar ve Türkiye, Elazığ, 1987, http://www. necmettiner-
bakan.net/page.php?act=haberGoster&haberID=991&name=ortak-pazar-ve-turkiye
46
yönelmesi ile birlikte Osmanlı tarihsel mirasını reddetmesi, Türkiye Cumhuriye-
ti’nin tarihten kaynaklanan sorunların çözüldüğü anlamına gelmemektedir. Örne-
ğin Musul’un Milletler Cemiyeti’nin 16 Aralık 1925 tarihli oturumunda Irak’a bı-
rakma kararı alması ve Türkiye, İngiltere ve Irak arasında varılan 5 Haziran 1926
tarihli “Türk-Irak Sınırı ve İyi Komşuluk Anlaşması” ile belirlenen yeni sınırı kabul
etmesine rağmen 44 “Musul Meselesi” Osmanlı mirası olarak değerlendirilen diğer
sorunlar gibi Soğuk Savaş sonrası bölgedeki gelişmeler çerçevesinde Türkiye’nin
kamuoyunda ve Türk dış politikasında tartışılmaya devam etti ve hala etmekte-
dir.45 Özellikle Soğuk Savaşı döneminin sona ermesi ile birlikte Balkanlar’dan
Ortadoğu’ya kadar uzanan Osmanlı bakiyesi coğrafyada ve Türk Dünyası’nda ger-
çekleşen ve devletlerin sınırlarını değiştiren siyasi, askeri ve toplumsal değişimler
Türkiye’nin “klasik” batı politikasının aynı düzlemde devam edemeyeceğini gös-
termiştir. Bosna Savaşı esnasında Taksim’de toplanan kalabalığı hitap eden Cum-
hurbaşkanı Turgut Özal’ın Bosna’nın ikinci bir Endülüs olmasına müsaade etme-
yeceğini ifade etmesi46 Türkiye’nin dış politika söylemlerinden yeni bir boyutu
göstermekteydi. Aynı şekilde zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’in “Adriyatik
Denizinden Çin Seddine” ifadesi Türkiye’nin dış politikasının yeni açılımlarına işa-
ret etmekteydi.
51 Barlas,a.e., s. 66
52 Barlas, a.e,. s. 73
49
kiye’nin 20. yüzyılın başında terk ettiği Osmanlı ruhu 21. yüzyılın eşiğinde Türki-
ye’nin iç ve dış politikasında arz endam eyleyerek unutmak istediği geçmişi Neo-
Osmanlı kavramı ile Türkiye’nin bir gerçekliği olarak geri geldi.
57
Gencer Özcan, “Doksanlarda Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politikasında Askeri Yapının
Artan Etkisi”, (ed.) Gencer Özcan; Şule Kut, En Uzun On Yıl Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve
Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar, Büke Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 2000, s.75
58 Adalet ve Kalkınma Partisi, Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyumu, AK
Parti Siyasi Hukuki İşler Başkanlığı Yayınları, Giriş Sayfası, Ankara, 2004
59 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyu-
mu”ndaki Konuşması, AK Parti Siyasi Hukuki İşler Başkanlığı Yayınları, Ankara, tarihsiz, ss. 7-
17.
51
akabinde Dışişleri Bakanı (2009-2014) ve nihayetinde Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasından sonra AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan
(2014-2015) olarak Türkiye’nin dış politikasının şekillenmesi ve uygulanmasında
etkin bir rol oynamıştır.
Davutoğlu’nun Türkiye’nin iç ve dış politikasında tasavvur ettiği ilkelerin
temel çıkış noktasını 1997’de yazdığı “Medeniyetlerin Ben-İdraki” başlıklı makale-
sinde ortaya koydu. Medeniyetlerin kurulmasının, yükselmesinin ve diğer mede-
niyetlerin tahakkümüne karşı direnebilmesindeki ana unsurun “medeniyet proto-
tipinin tebarüz etmesini sağlayan ben-idraki” olduğunu savunan Davutoğlu, ben
idrakinin oluşmasını sağlayan “nihai etkenin de kurumsal ve formel alan değil, bir
bireyin varlık sorunsalını anlamlı bir çerçeveye oturtan dünya görüşü” olduğunu
ifade etmektedir. Bu nedenledir ki, Davutoğlu’na göre başka medeniyetlerden ger-
çekleştirilen yani ithal edilen kurumsal ve biçimsel yapılar şekil olarak değişimlere
yol açsa da, ben idrakini oluşturan medeniyetin merkezi zihinsel kodlarına etki
etmediği sürece değiştirilmek istenen medeniyet havzasının ruhunu yok etmesi
mümkün değildir. Bir uygarlığın topyekûn direncinin gücünün medeniyet “proto-
tipinin” ben idraki direncinde ortaya çıktığını söyleyen Davutoğlu, kurumsal yapı-
ların bir medeniyet havzasına transfer edilmesi ile bir medeniyetin ben idrakinin
dönüştürülmesinin mümkün olmadığını, bu bakımdan Batı düşünülerinin İslam
medeniyetindeki Batıya karşı olan direnci açıklamakta zorluk çektiklerini belirt-
mektedir. Bu itibarla Davutoğlu, Batı medeniyetinin batı –dışı toplumlara transfer
edilmesinin başarısızlıkla sonuçlandığını; örneğin Sovyet kimliğinin Ortodoks Rus
kimliği karşısında tutunamamasını, batılı-seküler Türk kimliğinin İslam medeniye-
tinin unsurlarını taşıyan ben idrakini devlet otoritesinin ve resmi propagandanın
gücüne rağmen tasfiye edememesini, medeniyetin ben idrakinin siyaset yoluyla
tayin edilmesinin imkânsızlığı olarak değerlendirmektedir.60 Bu çerçevede İslam
medeniyetinin tarihsel hafızasının mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin strate-
jik zihniyetini dünya üzerindeki jeopolitik konumu, coğrafi derinliği ve tarihi mira-
sı oluşturmaktadır.
“Türkiye’nin dünya anakıtasının ektileşim alanlarını barındıran merkezi bir
coğrafyaya sahip olması kadar tarihin kırılma ve dönüşme noktalarının tesirlerini
yoğun bir şekilde yaşamış bir insan unsurunu barındırması ile de ilgilidir. Türki-
ye’nin coğrafi derinliğini kavramaya çalışmak bir çok kara ve deniz havzasını doğ-
rudan ilgilendiren kapsamlı bir stratejik alan üzerinde analiz yapabilmeyi ve kore-
lasyonları görebilmeyi gerektirmektedir.”61
Türkiye toplumunun tarihsel derinliğini kavrayabilmek ve tarihsel tecrübe-
lerden neşet eden siyasi, kültürel ve sosyal yapılarını anlamak, “medeniyet-eksenli
70
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM’nin 69. Genel Kurulu’unda Konuşması, 24.09.2014 ,
(12.12.2017, çevrimiçi), https://tccb.gov.tr/haberler/410/1373/dunya-5ten-buyuktur-bm-kuresel-
ve-bolgesel-sorunlara-agirligini-koymalidir.html.
71 Al Jazeera Türk, (12.12.2017, çevrimiçi), http://www.aljazeera.com.tr/haber/erdoganin-misrata-
ve-bingazide-gece-mitingleri
72 12. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Cumhurbaşkanlığı Balkon Konuşması‘Nın Tam Metni,
https://www.akparti.org.tr/site/haberler/12.-cumhurbaskani-erdoganin-cumhurbaskanligi-balkon-
konusmasinin-tam-metni/66015#1
55
le işbirliğinin geliştirmeyi dış politikasının öncelikleri arasına aldı. Türkiye 2005
yılını Afrika Yılı ilan etmiş, 2008 yılında gerçekleştirilen “Türkiye-Afrika İşbirliği
Zirvesi’nin” düzenlenmesiyle Afrika ülkeleri ile ilişkilerde yeniden yapılanma dö-
nemine girilmiştir. Bunu “sürdürülebilir bir kalkınmanın ve bütünleşmenin güçlen-
dirilmesi için yeni bir ortaklık modeli” hedefine yönelik olarak 2014 yılında yapılan
II: Türkiye Afrika Ortaklık Zirvesi izledi. 2009 yılı itibarıyla 7 olan Afrika ülkele-
rindeki büyükelçilik sayısının 39’a yükselmesi AK Parti’nin Afrika açılımının bo-
yutlarını ortaya koymaktadır.
Türkiye ile Amerika arasında genel olarak NATO çerçevesinde güvenlik te-
melinde gerçekleşen ilişkiler, AK Parti döneminde de farklılık göstermemiş ve
Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin mahiyetini güvenlik ve askeri konular belir-
lemiştir. Türkiye’yi Nisan 2009’da ziyaret eden ABD Başkanı Barack Hüseyin
Obama’nın Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin düzeyini “stratejik ortaklık” kav-
ramının ötesinde bir anlam yükleyerek örnek veya “model ortaklık”73 kavramı ile
nitelendirmesine rağmen ABD ile ilişkilerde istenilen düzey yakalanamamıştır.
ABD ile ittifak ilişkisinin çatırdaması aslında Soğuk Savaş sonrası dönemde
başlamıştır. ABD’nin özellikle Ortadoğu’ya yönelik rejim ve sınır değişikliği politi-
kaları Türkiye’yi de doğrudan etkileyebilecek sonuçlar yaratmıştır. Bu çerçevede
Irak meselesi iki ülke arasındaki ilişkilerin kırılganlığı göstermiştir. 2003’de Irak
işgali etmek üzere ABD askerlerinin Türkiye üzerinden geçişine izin vermek için
hükümet tarafından Meclis’e sunulan 1 Mart Tezkeresi olarak bilinen kararın
TBMM’de reddedilmesi, ABD’yi hayal kırıklığına uğratmıştır. ABD bu karara örtülü
bir tepki olarak 4 Temmuz 2003’de Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentinde karargâh
kuran 11 Türk askerini tutuklayarak başlarına çuval geçirmiş. Dönemin Genel
Kurmay Başkanı Hilmi Özkök bu olaydan sonra Türk ABD ilişkilerini “Türk ABD
ilişkileri açısından en büyük kriz” olarak nitelendirmiştir.74 Akabinde, Arap Baharı
olarak adlandırılan ve 2010’da Tunus’ta başlayarak Ortadoğu ülkelerin yayılan
toplumsal isyanların Suriye’ye sıçraması, Türkiye ile ABD’yi karşı karşıya getirdi.
ABD, Suriye’de PKK’nın Suriye kolu olan PYD’yi, DEAŞ ile mücadelesinde kara gücü
olarak kullanmakta ve büyük miktarda silah yardımı yapmaktadır. ABD, PYD’nin
Türkiye’nin sınır boyunda Akdeniz’e uzanan bir koridor oluşturmasına destek
vermektedir. Türkiye ise PKK’nın bir kolu olan PYD’nin Suriye’de Türkiye’nin gü-
ney sınırında güvenliği tehdit eden bir terör örgütü olarak görmektedir. Türki-
ye’nin ülkesel bütünlüğünü tehdit eden ve Türkiye’nin güvenliği için ciddi bir teh-
dit oluşturan PKK/PYD’ye bakış açışı ile ABD’nin İsrail’in güvenliğini sağlamak ve
Ortadoğu’da yeni bir düzen oluşturmaya yönelik çıkarları arasındaki çatışma ka-
patılamayacak mesafeye doğru hızla yol almaktadır.
73 Cengiz Çandar,, “Barack Husesin Obama; Dürüst, Duyarlı, Dost”, Radikal, 07.04.2009
74 İnat/Duran, a.g.e., s. 53
56
AK parti dönemi, dış politika yapımında ve diplomatik ilişkilerin gerçekleş-
tirilmesinde yürütme erkinin daha fazla ön plana çıktığı dönemdir. Recep Tayyip
Erdoğan başbakanlığı sırasında, 2003 -2014 yılları arasında, 5 kıtada 93 farklı
ülkeye toplam 305 ziyaret gerçekleştirmiştir.75 Ahmet Davutoğlu, Dışişleri bakan-
lığının birinci yılında 83 defa yurt dışına seyahat etmiş, 100 ülke ziyaret gerçekleş-
tirmiştir. Yurt dışında bir yıl içinde ikili görüşmelerin sayısı 520; Türkiye’de görüş-
tüğü heyet sayısı ise 443’dür. Bu seyahatlerinin 46’sı Avrupa ülkelerine, 18’i Bal-
kanlara, İran dâhil Ortadoğu ülkelerine 27 defa, ABD’ye sekiz defa giderek resmi
temaslarda bulundu.76 Gerçekleştirilen bu ziyaretler Türkiye’nin AK Parti döne-
minde çok yönlü dış politikasında işbirliğini geliştirme isteğinin ve uluslararası
alanda barış, istikrara katkı sağlama azminin ve küresel düzeyde aktör olma çaba-
sının bir göstergesidir.
AK Parti döneminde Türkiye’nin uluslararası örgütler düzeyinde de aktif bir
politika izlemeye çalıştığı söylenebilir. Türkiye’nin 2008’de BM Genel Kurul’da
yapılan oylamada 191 üye ülkenin 151’inin oyunu alarak BM Güvenlik Konseyi
geçici üyeliğine seçilmesi buna örnek gösterilebilir. Ayrıca, Türkiye ABD ile İran
arasında yaşanan nükleer santral krizinin aşılması için BM zemininde çeşitli giri-
şimlerde bulunmuştur.17 Mayıs 2010 tarihinde Türkiye, Brezilya ve İran Dışişleri
Bakanlarının Tahran’da imzaladıkları Dışişleri Bakanları Ortak Deklarasyonu, ile
uluslararası bir sorunun süper güçler dışlanarak gerçekleştirilmesi açısından em-
sal teşkil edecek bir anlaşmadır.77 Ne var ki bu anlaşma ile bölgesel güçlerin dünya
barışına alternatif katkı üretme çabaları, BM Güvenlik Konseyi üyelerinin özellikle
ABD’nin küresel düzenin tanzim edicilerine karşı bir meydan okuma olarak değer-
lendirildiği için kabul tasvip edilmedi.78
AK Parti döneminde dış politikada birbirinden farklı çıkar ve politikaları ay-
nı anda yürütebilmeye çalışılmaktadır. Çünkü, klasik ittifak anlayışlarının dağıldığı
dünyada daha durumsal ve esnek politika üretme bir zorunluluk haline gelmiştir.
Bu meyanda dış politika karar alıcıları da buna adapte olmaya çalışmıştır. AB ile
tam üyelik müzakerelerini yürütürken İslam dünyası ile ilişkilerini kurumsal dü-
zeyde geliştirmekte Hamas ve El-Fetih ile görüşebilmektedir. Türkiye, Rusya’nın
Kırım’ı Ukrayna’dan ilhak etmesine karşı çıkmaktadır. Rusya Suriye’de Esat’a açık
destek vermekte; buna karşılık Türkiye ise açık bir şekilde Esat rejimine karşı
mücadele veren Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) destek vermektedir. Fakat Türkiye,
bu açık ve net olan çıkar çatışmalarına rağmen ekonomik ve siyasi ilişkilerini geliş-
79 Baskın Oran, TDP’nin Uygulanması,(Ed.) Baskın Oran, Türk Dış Politikası Cilt: I 1919-1980,
11. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s.55.
58
teydi. Ancak Reis-ül Küttap aynı zamanda devlet yazışmalarını yapmak ve Devletin
ana kayıtlarını tutmak gibi başka görevler de üstlenmiştir.80 Uluslararası sistemde
yaşanan gelişmeler doğrultusunda II. Mahmut döneminde önce Tercüme Odası
kurulmuştur. 1836 yılında ise harici işlerin artması ve diplomasinin önem kazan-
ması nedeniyle, Reis-ül Küttaplık makam nezaret seviyesine yükseltmiştir.81
Milli Mücadele esnasında Türk Dış Politikasının ana ekseni orta çıkarken dı-
şişleri bakanlığı da oluşmaya başlamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılma-
sıyla birlikte “Büyük Millet Meclisi İcra Vekilleri’nin Sureti İntihabına Dair Kanun”
ile Hariciye Vekâleti kurulmuştur. Amasya Vekili Bekir Sami Bey bu göreve geti-
rilmiştir.82 Hariciye Vekaleti’nin kurulması yalnızca bir bürokratik gereklilik ola-
rak düşünülmemiş, Milli Mücadele’nin diplomatik tarafının sistematik bir biçimde
yürütülmesi hedeflenmiştir. Zaten 1920’de meclisin açılmasını müteakip Ankara
Hükümeti’nin dış ilişkileri de başlamıştı. Bununla beraber yeterli düzeyde yetişmiş
eleman bulmakta güçlükle karşılaşılmıştır. Milli Mücadele’ye katılmak üzere Anka-
ra’ya gelen bazı eski Bab-ı Ali bürokratlarının Hariciye Vekâleti içinde istihdam
edildiği edilmesi ile Osmanlı hariciye geleneğinin de Hariciye Vekâletine transfer
edildiği görülmektedir.83
TBMM Hükümetinin dış ilişkileri yoğunlaştıkça Hariciye Vekâleti’nin daha
profesyonel biçimde teşkilatlanmaya başlamıştır. Hariciye Vekâleti içinde siyasi
işler, konsolosluk işleri, hukuk müşavirliği, şifre ve evrak, muhtelif hukuk işleri
gibi şubeler tesis edilmişti.84 Milli Mücadele yürütülürken Avrupa devletleri İstan-
bul’daki Bab-ı Ali hariciye nezaretini muhatap almaktaydılar. Ancak, Sovyetler
Birliği’nden, Buhara’dan, Afganistan’dan, Azerbaycan ve Gürcistan’dan temsilciler
ise Ankara’da bulunmaktaydılar. Dolayısıyla 1920-22 arasında Ankara’da küçükte
olsa bir yabancı diplomatik varlığından söz edilebilir.85
29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra yeni Türkiye Cumhuriyeti
devleti Avrupalı devletlere diplomatik misyonlarını Ankara’ya taşımaları konu-
sunda çağrıda bulunmuş, ancak Avrupalılar buna bir hayli direnmişlerdir. Bu dö-
nemde Ankara, İstanbul’daki diplomatik misyonlar ile ilişkilerini yürütmek için
İstanbul’a bir şube açmıştır. 1927 yılına gelindiğinde ise yabancı misyonların An-
kara’ya daha çok yerleştikleri görülmektedir.
80
T.C. Dışişleri Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Tarihçesi, (07.12.2017,
çevrimiçi), http://www.mfa.gov.tr/turkiye-cumhuriyeti-disisleri-bakanligi-tarihcesi.tr.mfa,
81 A.e.
82 Kemal Girgin, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Hariciye Tarihimiz (Teşkilat ve Protokol),
Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1994, s.117.
83 A.e., s.118.
84 A.e., s.120.
85 A.e., s.121.
59
Tablo 1: 1925 İtibariyle İstanbul’da Yerleşik Diplomatik Misyonlar
Büyükelçilik Elçilik veya Mümessillik
İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa, İtalya, Lehistan, Yunanistan, Belçika, Yugos-
ABD, Japonya, Almanya, İran lavya, Çekoslovakya, Avusturya, Maca-
ristan, Bulgaristan, Afganistan, İspan-
ya, İsveç, Danimarka, Felemenk
Kaynak: Girgin, 1994
86 Temuçin Faik Ertan, “Lozan Konferansı’nda Türkiye’yi Temsil Sorunu” Ankara Üniversitesi
Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı),
2013, s. 67; ss. 61-76
87 A.e., s.68.
88 A.e., s.69. 1922’de Saltanatın kaldırılması ile temsiliyet sorunu kökünden çözülmüştür.
89 Girgin, a.e., s.123-124.
61
1955’ten itibaren Kıbrıs meselesinin karmaşıklaşması Türkiye açısından
Kıbrıs’ı daha fazla dikkat edilmesi ve önem verilmesi gereken bir meseleye dönüş-
tü. Kıbrıs konusunun Türkiye’nin dış politikasının önceliklerinden biri olmaya
başlamasıyla Türk dışişleri Kıbrıs konusunda uzmanlaşmaya çalışacaktır.
Soğuk Savaşsın sona ermesi ile başlayan süreçte Sovyetler Birliği’nin ve Yu-
goslavya’nın dağılması ile Balkanlar’da Orta Avrupa’da ve Orta Asya’daki Türk
Cumhuriyetleri Dışişleri Bakanlığı’nın çalışma alanını genişletmiştir. Artık mevcut
uğraşıların ötesinde Dışişleri Bakanlığının önünde Demirel’in deyimi ile “Adriyatik
Denizinden Çin Seddine” kadar uzanan geniş hareket alanı açılmıştır. Ayrıca Soğuk
Savaş sonrası dönemde bir yandan küreselleşme diğer yandan bölgesel alt-
sistemlerin önem kazanması gerçekliği karşısında Dışişleri Bakanlığı’nın Bölgesel
İşbirliği, Sahra-altı Afrika, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika gibi yeni sayılacak
mecralarda çalışma gerekliliği doğmuştur.
63
temas ve müzakerelerin dış politikaya uygun olarak yürütülmesini gözetmek, gere-
kirse bunlara katılmak
k) Türkiye Cumhuriyetinin Devlet ve dışişleri protokolünü düzenlemek ve yü-
rütmek.
1) Diplomasi ve konsolosluk ilişkilerinin yürütülmesi ile bağlantılı olarak ulus-
lararası andlaşmalardan kaynaklanan iş ve görevleri yerine getirmek.
m) Uluslararası kuruluşlarla işbirliğini geliştirmek.
n) Kanunlarla verilen diğer görevleri yapmak”tır.
İlgili kanuna göre bakanlık merkez ve yurtdışı teşkilatlarından oluşan bir
bütündür. Merkez teşkilat yapılanması ana hizmet, danışma ve denetim birimleri
ile yardımcı hizmet birimlerinden oluşmaktadır.
Ana Hizmet Birimleri; 7 Müsteşar Yardımcılığı, 21 Genel Müdürlük, 46 Genel
Müdür Yardımcılığı ve 6 Müstakil Daire Başkanlığı’ndan meydana gelmektedir.
Danışma ve Denetim birimleri ise, Dış Politika Danışma Kurulu, Teftiş Kurulu Baş-
kanlığı, Strateji Geliştirme Başkanlığı, Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanlığı,
Hukuk Müşavirliği ve Bakanlık Müşavirlikleridir.
Yardımcı Birimler; İnsan Kaynakları Dairesi Başkanlığı, Diplomasi Akademi-
si Başkanlığı, İdari ve Mali İşler Dairesi Başkanlığı, Bilişim Teknolojileri Dairesi
Başkanlığı, Diplomatik Arşiv Dairesi Başkanlığı, Tercüme Dairesi Başkanlığı, Özel
Kalem Müdürlüğü, Özel Müşavirlikler ve Bakanlık Komisyonundan oluşmaktadır.
Bunlara ilaveten İstanbul, Edirne, İzmir, Antalya ve Gaziantep’te birer irtibat büro-
su bulunmaktadır.92
Dışişleri Bakanlığı yurtdışı teşkilatı ise; büyükelçilikler, daimi temsilcilikler,
başkonsolosluklar, büyükelçilik konsolosluk şubeleri, konsolosluk ajanlığı ile fahri
başkonsolosluk ve fahri konsolosluklardan meydana gelmektedir.93
92 T.C. Dışişleri Bakanlığı, “2016 Yılı İdare Faaliyet Raporu”, s.6., (08.12.2017, çevrimiçi),
http://www.mfa.gov.tr/data/BAKANLIK/2016-yili-idare-faaliyet-raporu.pdf
93 A.e..
64
Tablo 4: Türkiye Cumhuriyeti Dış Temsilciliklerinin Coğrafi Dağılımı (2016)
Temsilcilik Türü Avrupa Asya Afrika Amerika Okyanusya Toplam
Büyükelçilik 40 39 39 15 2 135
Daimi Temsilcilik 42 27 4 10 2 85
Başkonsolosluk 10 1 0 2 0 13
Ticaret Ofisi 0 1 0 0 0 1
Konsolosluk
0 1 0 0 0 1
Ajanlığı
Toplam 92 69 43 27 4 235
Kaynak: TC Dışişleri Bakanlığı 2016 Yılı İdare Faaliyet Raporu
2016 yılı itibariyle Dışişleri Bakanlığı bünyesinde toplam 6287 personel bu-
lunmaktadır.94 Bakanlığın faaliyet alanları dikkate alındığında mütevazı sayılabile-
cek kadroya sahip olduğu ifade edilmelidir.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bugüne Dışişleri Bakanlığı personel
kalitesini daima üst düzeyde tutmak ve geliştirmek için çabalamıştır. Dışişleri per-
sonelinin devletin diğer kurumlarıyla kıyaslandığında en kaliteli nosyona sahip
olduğu ifade edilebilir.95 Liyakatli ve kaliteli personel daha en baştan seçim aşa-
masında itibaren zorlu bir sınav süreci sonrasında kurum bünyesine dâhil edil-
mektedir. Öncelikle adaylardan ÖSYM tarafından düzenlenen yabancı dil sınavın-
dan, sınava girilen birinci yabancı dilde (İngilizce, Fransızca veya Almanca) en az
100 üzerinden en az 85 puan almış olmaları gerekmektedir. Bu şartı sağlayan ilgili
bölüm mezunları yazılı sınava tabi tutulmaktadır. Sınavda; Türkçe kompozisyon,
yabancı dilde kompozisyon, yabancı dilden Türkçe’ye çeviri, Türkçe’den yabancı
dile çeviri bölümleri bulunmaktadır. Yazılı sınavda geçer not, her bir bölüm için
100 üzerinden 70 olarak belirlenmiştir. Yazılı sınavda başarılı olan adaylar sözlü
sınavda alan bilgisi, muhakeme, kavrayış, temsil görevine ilişkin nitelikleri ve ye-
terliliği, genel kültür düzeyi, Türkçe ve yabancı dilde ifade yeteneği ile genel dav-
ranış ve tepkilerinin meslek gereklerine uygunluğu açısından öncelikle değerlen-
dirilmektedir. Ayrıca sınavda, güncel uluslararası konular hakkında da adaylara
sorular yöneltilmektedir. Sözlü sınavda da geçer not 100 üzerinden 70’tir.96 Sınava
girenler arasında başarı sırasında notların toplamı belirlemektedir.
101 T.C. Dışişleri Bakanlığı, “Dışişleri Bakanları Listesi”, (07.12.2017, çevrimiçi), http://www
.mfa.gov.tr/_disisleri-bakanlari-listesi.tr.mfa
68
Prof. Turan Güneş 25.01.1974 07.11.1974
Melih Esenbel 13.11.1974 30.03.1975
İhsan Sabri Çağlayangil 31.10.1975 21.06.1977
İhsan Sabri Çağlayangil 21.06.1977 05.01.1978
Prof. Gündüz Ökçün 21.06.1977 21.07.1977
Prof. Gündüz Ökçün 05.01.1978 12.11.1979
Hayrettin Erkmen 12.11.1979 05.09.1980
İlter Türkmen 21.09.1980 24.11.1983
Vahit Melih Halefoğlu 13.12.1983 21.12.1987
Mesut Yılmaz 22.12.1987 20.02.1990
Prof. Dr. Ali Bozer 22.02.1990 12.10.1990
Ahmet Kurtcebe Alptemoçin 12.10.1990 23.06.1991
İ.Safa Giray 23.06.1991 21.11.1991
Hikmet Çetin 21.11.1991 27.07.1994
Mümtaz Soysal 27.07.1994 28.11.1994
Murat Karayalçın 12.12.1994 27.03.1995
Erdal İnönü 27.03.1995 06.10.1995
A. Coşkun Kırca 06.10.1995 31.10.1995
Deniz Baykal 31.10.1995 06.03.1996
Prof. Emre Gönensay 06.03.1996 28.06.1996
Prof. Dr. Tansu Çiller 28.06.1996 20.06.1997
İsmail Cem 30.06.1997 18.04.1999
İsmail Cem 18.04.1999 11.07.2002
Prof. Dr. Şükrü Sina Gürel 12.07.2002 19.11.2002
Yaşar Yakış 19.11.2002 14.03.2003
Abdullah Gül 14.03.2003 28.08.2007
Ali Babacan 29.08.2007 02.05.2009
Ahmet Davutoğlu 02.05.2009 28.08.2014
Mevlüt Çavuşoğlu 29.08.2014 30.08.2015
Feridun Hadi Sinirlioğlu 30.08.2015 24.11.2015
Mevlüt Çavuşoğlu 24.11.2015 --
Kaynak: T.C. Dışişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanları Listesi
69
KAYNAKÇA
70
ERBAKAN, Necmettin, “Ortak Pazar ve Türkiye, Elazığ, 1987, http://www. necmet-
tinerbakan.net/page.php?act=haberGoster&haberID=991&name=ortak-
pazar-ve-turkiye (Erişim tarihi 11.12.2017).
ERDOĞAN, Recep Tayyip, Uluslararası Muhafazakarlık ve Demokrasi Sempozyu-
mu’ndaki Konuşması, AK Parti Siyasi Hukuki İşler Başkanlığı Yayınları, An-
kara, tarihsiz.
“Erdoğan’ın Misrata ve Bingazi’de Gece Mitingleri”, Al Jazeera Türk, http://
www.aljazeera.com.tr/haber/erdoganin-misrata-ve-bingazide-gece-
mitingleri 20.09.2011, (11.12.2017, çevrimiçi).
ERTAN, Temuçin Faik, “Lozan Konferansı’nda Türkiye’yi Temsil Sorunu”, Ankara
Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı:
53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013.
FOCAULT, Michel, Bilginin Arkeolojisi, (çev.) Veli Urhan, Birey yayıncılık, İstan-
bul, 1999
GÜVENÇ Serhat, “NATO’da 60 Yıl, Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları”,
(ed.) Mustafa Aydın, İstanbul Aydın üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2013.
GİRGİN, Kemal, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemleri Hariciye Tarihimiz (Teşki-
lat ve Protokol), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1994.
GÖZEN, Ramazan, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe Türkiye’nin Dış Politi-
kası, Palme Yayıncılık, Ankara, 2009
HALE, Wilhelm, Türkiye’de Ordu ve Siyaset 1789’dan Günümüze, (çev.) Ahmet
Fethi, Hil Yayın, İstanbul, 1996
HEFFTER, Heinrich; Vom Primat der Aussenpolitik, Historische Zeitschrift, Bd.
171, H.1 (1951), Oldenbourg Wissenschaftsverlag GmbH (and its subsidiary
Akademie VerlagGmbH) (and its subsidary {akadverlag}) Stable URL:
http://www.jstor.org/stable/27610233, (15.09.2017, çevrimiçi).
İNAT, Kemal; Duran Burhanettin, “AKP Dış Politikası: Teori ve Uygulama”, (der.)
Zeynep Dağı, Doğu’dan Batı’ya Dış Politika AK Partili Yıllar, Orion Yayın-
ları, Ankara, 2006
KISSINGER, Henry A., Die Vernunft der Nationen über das Wesen der Aussen-
politik, Siedler Verlag, Berlin, 1994.
KOCATÜRK, Utkan, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Semih Ofset, Ankara, 1999.
KÜÇÜKCAN, Talip “Türkiye Bölgede Düzen Kurucu Bir Rol Üstleniyor”, Sabah,
22Ocak 2011.
LIST, Martin, Internationale Politik studieren. Eine Einführung, Grundwis-
senpolitik, Band 39, VS Verlag für Sozialwissenschften,1. Auflage, Wiesba-
den, 2006
MARQUART, Maria, “Neue Sanktionen gegen Iran. Volle Haerte gegen die Hardli-
ner”, Spiegel, 20 Mai. 2010.
71
Milliyet Gazetesi, 16.04.1964, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/, (11.12.2017,
çevrimiçi).
ORAN, Baskın, “TDP’nin Uygulanması”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Politikası Cilt:
I 1919-1980, 11. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005.
ORAN, Baskın, (ed.) Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular,
Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980, İletişim yayınları, 7. Baskı, İstanbul,
2003
ÖZDEMİR, Hacı Ahmet; “TBMM Musul’la Tarihî Bağlarımıza İlişkin Gündem Ko-
nuşması”, 02.11.2016,
https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/genel_kurul.cl_getir?pEid=53022
(Erişim tarihi 11.12.2017)
ÖZAL, Turgut, “Cumhurbaşkanı Özal’ın TBMM Açılış Konuşması”, On Sekizinci Dö-
nem, Beşinci Yasama Yılı, 1 Eylül 1990, Hasan Yılmaz (ed.) Tarihe Düşülen
Notlar Yasama Yılı Açılışlarında Cumhurbaşkanlarının Konuşmaları,
Cilt 2: Eylül 1990-1 Eylül 2011, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı
Yayınları.
ÖZCAN, Gencer, “Doksanlarda Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politikasında
Askeri Yapının Artan Etkisi”, (ed.) Gencer Özcan; Şule Kut, En Uzun On Yıl
Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıl-
lar, Büke Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 2000
ÖZDEMİR; Hikmet, “Türkiye Cumhuriyeti”, Tüm Eserleri 6, İz yayıncılık, İstanbul,
1995
ROSKIN, Micahel G; Berry, Nicholas O., Uluslararası İlişkiler: Uİ’nin Yeni Dünya-
sı, (çev.) Özlem Şimşek, Adres Yayınları, Ankara, 2012
Sabah Gazetesi, 12.12.1999, http://arsiv.sabah.com.tr/1999/12/12/(11.12.
2017, çevrimiçi).
SANDER, Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge kitabevi, 1. Baskı, Ankara, 1998.
SEZAL, İhsan, “Bir Toplumsal Barış Mimarı ve Yarım Kalmış Devrim”, (ed.) İhsan
Sezal; İhsan Dağı, Kim Bu Özal, Siyaset, İktisat, Zihniyet, Boyut Kitapları,
2. Baskı, İstanbul, 2003
SETA 2011 Yıllığı.
SMITH, Steve; HADFIELD, Amelia; DUNNE, Tim: Dış Politika, Teoriler, Aktörler,
Örnek Olaylar, (çev.) Nasuh Uslu, Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi, Röle
Akademik Yayıncılık, İstanbul, 2016.
TAHİNCİOĞLU, Göçer, “Kenya’dan İmralı’ya 14 Yılın Hikâyesi”, Milliyet, 15 Şubat
2013, http://www.milliyet.com.tr/kenya-dan-imrali-ya-14-yilin-oykusu-
gundem-1669010/, (12.12.2017, çevrimiçi).
T.C. BAŞBAKANLIK KAMU DİPLOMASİSİ KOORDİNATÖRLÜĞÜ, “11 Yılda 93 Ülke-
ye 305 Ziyaret” https://kdk.gov.tr/haber/11-yilda-93-ulkeye-305-ziyaret/
420 (13.12.2017, çevrimiçi).
72
T.C. CUMHURBAŞKANLIĞI, “Dünya Beşten Büyüktür; BM Küresel ve Bölgesel So-
runlara Ağırlığını Koymalıdır”, https://tccb.gov.tr/haberler/410/1373/
dunya-5ten-buyuktur-bm-kuresel-ve-bolgesel-sorunlara-agirligini-
koymalidir.html, 24.09.2014 (11.12.2017, çevrimiçi).
T.C. DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI, “Medeniyetler İttifakı Girişimi”, http://
www.mfa.gov.tr/medeniyetler-ittifaki-girisimi.tr.mfa, (12.12.2017, çevrimi-
çi).
T.C. DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI, “17 Mayıs 2010 Tarihli Türkiye, İran ve Brezilya Dışiş-
leri Bakanları Ortak Deklarasyonu”, http://www.mfa.gov.tr/17-mayis-
2010-tarihli-turkiye_-iran-brezilya-disisleri-bakanlari-ortak-
deklarasyonu.tr.mfa (11.12.2017, çevrimiçi).
T.C. DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI, “Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Tarihçesi”,
http://www.mfa.gov.tr/turkiye-cumhuriyeti-disisleri-bakanligi-
tarihcesi.tr.mfa (07.12.2017, çevrimiçi).
T.C. DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI, “Dışişleri Bakanlığı’nın Kuruluş ve Görevleri Hakkında
Kanun”, Resmi Gazete, 13.10.2010, Sayı:27640, Düstur, Tertip:5, Cilt:49,
http://www.mfa.gov.tr/data/BAKANLIK/Mevzuat/2-kanun.pdf,
(12.12.2017, çevrimiçi).
T.C. DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI, “2016 Yılı İdare Faaliyet Raporu”, http://www.
mfa.gov.tr/data/BAKANLIK/2016-yili-idare-faaliyet-raporu.pdf,
(08.12.2017, çevrimiçi).
T.C. DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI, “T.C. Dışişleri Bakanlığı Aday Meslek Memurluğu Giriş
Sınavı Duyurusu”, 10.10.2017, http://www.mfa.gov.tr/t_c_-disisleri-
bakanligi-aday-meslek-memurlugu-giris-sinavi-duyurusu-10-ekim-
2017.tr.mfa (08.12.2017, çevrimiçi)
T.C. DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI DİPLOMASİ AKADEMİSİ, “Hakkımızda”, http://
diab.mfa.gov.tr/tr/hakkimizda/hakkimizda/ (Erişim tarihi 08.12.2017)
T.C. DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI DİPLOMASİ AKADEMİSİ, “Hazırlayıcı Eğitim Programı”,
http://diab.mfa.gov.tr/tr/egitim-programlari/diplomasi-calismalari-
programi/hazirlayici-egitim-programi/ (Erişim tarihi 08.12.2017)
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ, “Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun
TBMM’deki Konuşması”, 26 Nisan 2010, http://www.tbmm.gov.tr/tutanak
/dönem23/yil4/ham/b0950lhtm (11.12.2017, çevrimiçi).
VON RANKE, Leopold, Die grossen Maechte, Friedrich Meinecke (Herausge-
ber), Im Insel Verlag zu Leipzig, 2016
WOYKE, Wichard, (ed.), Handwörterbuch Internationale Politik, 8. Aktualisier-
te Auflage, Schriftenreihe Band 404, Bundeszentrale für politische Bildung,
Bonn, 2000.
73
WALTZ, N. Kenneth, “Frieden, Stabilitaet und das Gleichgewicht”, (ed.) Wolfgang
Heisenberg; Dieter , S. Lutz (Hrsg.) Sicherheitspolitik Kontrovers, Band I,
Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 1990
YILDIZ, M. Cengiz; Aydemir, Cahit; “Sosyal Bilimlerde / Sosyolojide Sosyal Kuram-
Sosyal Pratik İlişkisi ve Uygulamalı Araştırma Bulgularının Yorumlanmasına
İlişkin Bazı Problemler”, Dicle Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fa-
kültesi Dergisi, Cilt:6, Sayı:10, 2016.
ZANGL, Bernard; Zürn, Michael, Frieden und Krieg, Suhrkamp Verlag, Frankfurt
am Main, 1. Auflage, 2003.
RITBERGER, Volker; Kruck, Andreas; Romud, Anne, Grundzüge der Weltpolitik
Theorie und Empirie des Weltregierens, Verlag für Sozialwissenschaften,
Wiesbaden, 2010.
ZENGİN, H. Salih, “Asker Direnmeseydi Özal Musul’a Girecekti”, Sabah Gazetesi,
27.10.2016.
74
TÜRKİYE JEOPOLİTİĞİ
VE
DIŞ POLİTİKASI
75
GİRİŞ
76
lamıştır. Bu alan “yaşam alanı yani lebensraum”‘dur. Bu fikir Almanya’da çok ilgi
görmüş, uzun süre sömürgecilikte istediğini elde edemeyen bu ülke, Hitlerin da-
nışmanı Karl Haushofer tarafından dillendirilen, Almanya’nın gelişmesinin yaşam
alanını büyütmeye bağlı olduğu görüşünü benimsemiştir. II. Dünya Savaşında Hit-
ler bu perspektif içinde topraklarını geliştirmeye çalışmış ama başaramamıştır.
Jeopolitik kelimesi ilk olarak İsveçli Rudolf Kjellen tarafından ifade edilmiş-
tir. Kjellen 1916 yılında bu kavramı kullanarak, Ratzel’in düşüncelerini destekle-
yen yorumlarda bulunmuştur.
Türkiye’nin Jeopolitiği, kuşkusuz dünyanın en kritik, en hassas coğrafi ko-
numlarından birinde yer alması nedeni ile ayrı bir öneme sahiptir. Bu çalışmada
jeopolitik teorileri, Türkiye ekseninde ele alınıp, güç merkezleri ile olan ilişkileri
dönemsel olarak incelecektir.
1 Nurdan Keser-Ali Özel, “Geo-Political Position and Importance of Turkey in the Crime Traffic-
king Between the Continents Asia, Europe and Africa”, International Journal of Environmental
& Science Education, 2008, 3(2), s.75 – 81.
77
Türkiye aynı zamanda kültürlerin kavşak noktasındadır. Hıristiyan Batı Av-
rupa Kültür alanı, İslam kültürü ile Türkiye üzerinde karşılaşır. Yani başka bir
ifade ile İslam ile Avrupa arasındaki fay hattı Türkiye’den geçer. Türkiye’nin bu
konumu üzerinde yaşayan insanları etkilemiş, hatta tarihini yapan başlıca faktör-
lerden biri olmuştur2.
Öte yandan petrol ve doğal gaz gibi iki önemli enerji kaynağının dünyadaki
en zengin rezerv bölgeleri Türkiye’nin hinterlandında yer alır. Türkiye çeşitli boru
hatlarıyla bir enerji pazarına dönüşmüş durumdadır. Türkiye’nin bu konumu bir
coğrafya klasiğidir ve özellikle bir petrol, doğalgaz ve petro-kimyasal üssü olması
için avantaj sağlar3. Coğrafi konum bu avantajları sağlasa bile, izafi(göreceli) ko-
num insanların eseridir ve değişebilir. İdrak edilemeyen coğrafi konum, zayıf ve
gerçekçi olmayan jeopolitik planlar ve iyi yönetilmeyen bir dış politika Türkiyein
konum avantajlarını aşındıracak gibi görünmektedir4.
Türkiye’nin batısında Avrupa Birliğine üye Yunanistan ve Bulgaristan bu-
lunmaktadır. Bu ülkeler demokrasi ile yönetilmekte ve uluslararası hukuk çerçe-
vesinde Türkiye ile ilişkilerini sürdürmektedirler. Yunanistan ile Ege denizi, kıta
sahanlığı sorunu, adalar ve Kıbrıs’ın geleceği hakkında anlaşmazlıklar bulunmak-
tadır.
Türkiye’nin güneyinde Irak ve Suriye gibi toprak bütünlüğü tartışılan, em-
peryalist devletlerin, stratejik hamle ve oyunlarının oynandığı ülkeler bulunmak-
tadır. Bu ülkelerde etnik ve mezhep eksenli yoğun çatışmalar yaşanmaktadır. Tür-
kiye bu çatışmalardan olumsuz etkilenmekte, bu ülkeler yeniden şekillendirilirken
çıkarlarını korumaya çalışmaktadır.
Türkiye, doğu’da İran, Ermenistan, Gürcistan ve Nahçıvan Özerk Cumhuri-
yeti ile komşudur. İran İslam Cumhuriyeti Şii doktrine göre yönetilmekte, Ortado-
ğu, Pakistan ve Afganistan ile Türk Cumhuriyetlerindeki Şii nüfusu kontrol etme
çabasındadır. Bölgede zaman zaman çıkarları için uyguladığı politikalar ile hem
Türkiye hem de küresel güç merkezleri ile çatışma yaşamaktadır. Ermenistan,
Gürcistan ve Azerbaycan’a bağlı olan Nahçıvan özerk cumhuriyeti eski Sovyet Sos-
yalist Cumhuriyetler birliğinden ayrılmış, demokratik evrimini henüz tamamla-
mamış ülkelerdir. Rusya’nın kontrolü altında bulunsalar da, Batı ülkeleri ile iyi
ilişkiler kurmaya çalışmaktadırlar. Ermenistan 1915 olaylarını bahane ederek,
batılı ülkeler nezdinde bu olayların soy kırım olduğu kabul edilmesi için girişimde
2
Kamil Günel, Coğrafyanın Siyasal Gücü, (İlaveli 2. Baskı), Çantay Kitabevi, 1997, İstanbul,
s.219.
3 Bkz: John Roberts, “Turkey as a Regional Energy Hub”, Insight Turkey, Vol.12, No.2, 2010,
ss.39–48.
4 Sharon Udasin, “Israel, European States Advance Plans for World’s Longest Underwater Gas
Pipeline”, The Jerusalem Post, 10 September 2017, (20.09.2017, çevrimiçi), http://www
.jpost.com/Business-and-Innovation/Energy-ministers-eye-2025-for-completion-of-Israel-Europe-
gas-pipeline-485953.
78
bulunmakta ve büyük bir kısmında da başarılı olmuştur/olmaktadır. Keza, Erme-
nistan ile Azerbaycan arasında yaşanan Dağlık Karabağ sorunu, Türkiye açısından
önem arz etmektedir. Türkiye her ne kadar sorununun Minsk grubu tarafından
çözümlenmesini istese de, bu konuda Azerbaycan’ın yanında bulunmaktadır.
Türkiye’nin üç tarafının denizler ile çevrili olması, ticaret açısından nakliye
kolaylığı sağladığı gibi, balıkçılık ve turizm gibi sektörlerde de ülke ekonomisinin
gelişiminde katkı sağlar. Çanakkale ve İstanbul boğazları, Karadeniz ülkeleri açı-
sından stratejik konuma sahiptir. Keza Türkiye’nin Süveyş Kanalı ile Hint ve Büyük
Okyanus’a, CebelitarıkBoğazı ile de Atlantik Okyanusu’na açılması deniz ulaşımın-
da avantajlı bir konumda olmasını sağlar.
5 Ramazan Özey, Dünya ve Türkiye Ölçeğinde Siyasî Coğrafya, Aktif Yayınevi, İstanbul, 2004,
s.121.
79
vansiyonel savaşlarda büyük bir savunma avantajı sağlar. Daha önce de belirtildiği
gibi tatlı su kaynakları, ormanlar, otlaklar açısından da dağlar Türkiye’in yaşam
kaynaklarındandır.
Türkiye çeşitli iklimlerin yaşandığı bir mekândır. Akdeniz iklimi, Karadeniz
iklimi, kendi içinde farklı tipleri olan karasal iklim Türkiyede yaşanan iklimlerdir.
Yükselti, bakı, denizden uzaklık gibi faktörlerle bu iklimlerin özellikleri memleke-
timizin her köşesinde farklılaşan bir karakterle karşımıza çıkar. Bu durum doğal
ve kültürel açıdan büyük bir çeşitlilik ortaya çıkmasına katkı sağlar. Binlerce farklı
tür sebze, meyve, diğer ürünler Türkiyede yetişir.
Türkiye doğal bitki örtüsü çeşitliliği açısından da zengin durumdadır. Or-
man varlığımız başta Karadeniz kıyısı olmak üzere kıyı bölgelerimizde, iç kısım-
lardaki dağlık alanlarda toplanmıştır. Hali hazırda Türkiye arazisinin %27,6’sı
orman arazisi olarak tasnif edilmektedir6. Ancak gerçek, korunmuş orman varlı-
ğımız daha azdır. Bir ülkenin doğal bitki örtüsü varlığı ve bunun korunması çok
önemlidir. Çünkü doğal bitki örtüsü ekonomik faydalanmanın yanı sıra, su kaynak-
ları, hava, sağlık vb. açılardan da önem taşır.
Su zengini sayılamayacak olan Türkiye akarsuları, kısa boylu ve akımlarında
yıl içinde önemli farklar görülen su kaynaklarıdır. Fırat, Dicle, Çoruh, Aras nehirle-
ri yurdumuzdan kaynaklanıp, başka ülkelerde denize dökülürler. Asi ve Meriç
nehirleri ise yurt dışından kaynaklanıp, Türkiye’de denize dökülürler. Bunun dı-
şında Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya, Bakırçay, Gediz, B.Menderes, K. Menderes,
Göksu, Seyhan, Ceyhan gibi önemli nehirlerimiz bulunmaktadır. Bazıları tatlı su
kaynağı durumunda 200 doğal göl, 856 baraj gölü ve 1000 civarında gölet bulun-
maktadır. Yer altı sularıyla beraber Türkiye’nin tüketilebilir su varlığı 112 milyar
m3/Yıl olarak verilmektedir7.
Su, yaşamın temel maddesidir. Şehir, sanayi ve tarımsal planlama yanlışla-
rıyla dünyadaki ve Türkiyedeki kullanılabilir su kaynakları hızla tükenmektedir.
Binlerce yıl önce oluşmuş, artık yeterli şekilde yenilenemeyen fosil su yatakları
hızla tüketilmektedir (Konya Ovası). Tarımda kimyasal gübreler ve tarım ilaçları
sulama ile yer altı suyu rezarvuarlarını zehirlemektedir. Gelecekte insanlar yeterli
sağlıklı kullanma suyu bulmakta zorlanacaklardır. Su, 21. Yüzyıl jeopolitiğindeki
en önemli aktörlerden birisi olacaktır. Nitekim su kaynaklarının kullanımı ile ilgili
olarak önemli bölgesel çatışmalar yaşanmakta, jeopolitik planlamalar yapılmakta-
dır. İsrail’in Suriye’nin Golan Tepelerini işgali su kaynaklarıyla yakından ilgilidir.
Sınır aşan sular sorunu birçok ülkeyi meşgul etmektedir. Nil’in kullanımıyla ilgili
6 Orman ve Su İşleri Bakanlığı Orman İşleri Genel Müdürlüğü, Orman Atlası, (20.09.2017, çevri-
miçi), https://www.ogm.gov.tr/ekutuphane/Yayinlar/Orman%20Atlasi.pdf
7 Devlet Su İşleri, Barajlar Albümü, (20.09.2017, çevrimiçi), http://www2.dsi.gov.tr
/barajlar_albumu/files/assets/basic-html/index.html#21
80
Mısır ve Yukarı Nil havzası ülkeleri adeta düşman olmuşlardır. Fırat ve Dicle nehir-
lerinin sularıyla ilgili Suriye ile tartışmalar halen gündemdedir.
Türkiye, toprakları açısından da zengin bir ülkedir. Ancak, yanlış arazi kul-
lanımı(tarıma uygun alanların yapılaşmada kullanılması gibi), erozyon vb. neden-
lerle verimli topraklar hızla tahrip edilmektedir.
8 Die 12 größten Länder der Welt 1950 – 2000 – 2050, (20.09.2017, çevrimiçi), http://www.
pdwb.de/groess12.htm.
81
Harita 2 . 2014 ve 2050 yılları arasında kıtaların tahmini nüfus karşılaştırması
Kaynak: https://www.missio.at/missiothek/themen/mythos-ueberbevoelkerung.html
82
Tablo 1. Farklı doğurganlık senaryolarına göre Türkiye nüfusu.
Kaynak: BM,2012’den aktaran, Eryurt, M.A., Canbolat, Ş. B,, Koç,İ., Türkiye’de Nü-
fus ve Nüfus Politikaları: Öngörüler ve Öneriler, Amme İdaresi Dergisi,
Cilt,64,S.4,Ankara,s.140
Tablo 1. de dört farklı senaryo dikkate sunulmaktadır. Orta düzey doğurgan-
lık senaryosunda 2010 yılında 2.15 olan doğurganlığın 2050 yılı tahminlerine göre
1,69’a ineceği, nüfusun ise 75 milyondan, 91 milyona çıkacağı anlaşılmaktadır. Bu
nüfusun, Türkiye’nin alt yapı hizmetlerine, eğitim ve istihdam yapısına baskı yapa-
cağı aşikârdır. 15 yaş altı nüfus %26’dan 2050 yılında %16’ya inecektir. Burada
dikkat edilmesi gerekli olan durum, genç nüfus 18 milyondan, 14 milyona inerken,
yaşlı nüfusun 2010 yılında %6 iken 2050 yılında, tahminen, %20’ye çıkacak olma-
sıdır. Nüfus yaşlanma eğilimdedir. Yaşlı nüfusun emeklilik bütçesine olumsuz yan-
sıyacağı ve sağlık hizmetlerine yönelik maliyetin artacağı anlaşılır. Nitekim günü-
müz Avrupa ülkelerinde, Japonya’da yaşlılık sorunu ortaya çıkmıştır. Yaşlı nüfusun
sosyal fonlar üzerine baskısı belirginleşmiş, sosyal devlet politikaları eleştirilmeye
başlanmıştır.
Türkiye’de yüksek doğurganlık olur ise 2010 yılındaki 72,8 milyonluk nüfus
2050 yılında 105 milyonu aşacaktır. Aynı yıl Avrupa’nın nüfusunun 710 milyon
olacağı düşünülürse, Avrupa’da yaşayan nüfus içinde her yedi kişiden birisi Türk
olacaktır.
Bunun yanı sıra, Avrupa’da yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki payının
artmasının bir sonucu olarak, genel itibariyle 65 yaş ve üzeri nüfusun, 15-64 ça-
83
lışma yaşındaki nüfusa yüzdesel oranı esas alınarak tanımlanan yaşlı nüfus bağım-
lılık oranı da gün geçtikçe artmaktadır. 1990 yılında bu oran %20,6 iken 2010
yılında 25,9’a çıkmıştır ki bu durum toplam nüfusta 65 yaş ve üzerindeki bir birey
için çalışma çağında yaklaşık dört birey düştüğünü göstermektedir. 2060 yılında
ise bu oranın %52,55’e çıkacağı tahmin edilmektedir. Böylece AB ülkeleri genel
itibariyle çalışma çağı nüfusunun yarısı kadar yaşlı nüfusa sahip olacaktır9.
AB nüfusunun yaşlanması, iş gücü açığı ortaya çıkaracaktır. Türkiye çok sa-
yıda üniversitesi, eğitimli nüfusu ile rahatça bu açığı kapatabilecektir. Afrika ülke-
leri orta vadede AB’nin istediği nitelikli iş gücünü karşılama kapasitesinden uzak-
tır. Bu gerçekliğe paralel olarak, Avrupa’da yaşayan Türk nüfusun varlığı da dikka-
te alındığında 2050-2060 yıllarında Avrupa’da Türk nüfusu etkili bir siyasal güç
olacaktır.
Jeopolitik ve nüfus ilişkisinde dikkati çeken bir başka özellik, eğitim ve ka-
dın başına düşen çocuk sayısıdır. Türkiye’de 2015 yılında nüfusun ortalama
%3,78’i okuma yazma bilmemektedir. Bu oran erkeklerde %1,29 ve kadınlarda ise
%6,28’dir. Kadınlardaki eğitimsiz nüfusun fazlalığı aile içi ilişkilerde sorun mey-
dana getirebilir. Türkiye’de Doğu ve Güney Doğu’da kadın başına düşen çocuk
sayısı 3 çocuktan fazladır (2016 yılında 4,33 çocuk ile Şanlıurfa ilk sıradadır. Bu ili
3,69 çocuk ile Ağrı, 3,46 çocuk ile Siirt ve 3,45 çocuk ile Şırnak izler).
Nüfusun din ve etnik yapısı jeopolitik incelemelerde hassas bir konudur.
İlerleyen satırlarda değinilecek olan Medeniyetler Çatışması Teorisi’nde bu özellik
sıklıkla karşımıza çıkar. Dünyanın birçok bölgesinde etnik ve dini çatışmalar can
ve ekonomik kayıplara yol açmaktadır. Özellikle eğitimsiz nüfusun hâkim olduğu,
kadın başına düşen çocuk sayısının fazla olduğu yerlerde, radikalizm yüksek oran-
larda olmaktadır. Suriye, Irak, Afganistan bu sorunlara örnektir.
9 Mehmet Turgay Erol, “Avrupa Birliği’nde Nüfusun Yaşlanması ve Sağlık Harcamalarına Etkisi”,
Sosyal Güvence Dergisi, Yıl:1, Sayı:1, 2012, s.45.
84
Türkiye’nin istikrarlı büyümesi, iç ekonomik aktivitelerin harekete geçirme-
si, dış kaynakları ülkeye çekme becerisi ile alakalıdır. Küresel ekonominin bütün
yatırım kaynaklarını kullanma kabiliyetine sahip olan Türkiye, artan nüfusu ile iyi
bir yatırım alanı konumundadır.
Tablo 2. Türkiye’nin Gayrisafi Yurtiçi Hâsılası (2007-2016 / milyon dolar).
Yıllar 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015 2016
GSYİH 675.01 764.64 644.47 772.29 832.5 873.7 950.33 934.07 859.04 857.43
Kaynak: https://de.statista.com/statistik/daten/studie/14416/umfrage/ brutto-
inlandsprodukt-in-der-tuerkei
Türkiye ekonomisi küresel dünyanın gerçeklerine adapte olurken, güç mer-
kezlerinin tehdidi altındadır. Türkiye’nin Türk ve İslam ülkesi olması, bölgesinde
etkili bir güç olma potansiyeli ve arzusu yerel işbirlikçilerinin yardımıyla bölge
kaynaklarını sömüren emperyalist devletleri rahatsız etmekte, çeşitli senaryolar
ile Türkiye’nin daha hızlı büyümesini geciktirmeye çalışmaktadırlar. Türkiye’ye
yönelik tehditler iç ve dış mizanpaj ile karşımıza çıkmaktadır. Ülke içinde PKK,
DHKP-C, FETÖ ve DEAŞ vb. terör grupları, dışta ise bu güçleri besleyen yapı söz
konusudur. Bu tehdit varlığına, Suriye ve Irak’taki olayları eklediğimizde, ekono-
mik gücümüzü korumada, serbest piyasa koşulları yanı sıra, terör ile de mücadele
etmemiz gerekmektedir.
2016 yılında Almanya 3 trilyon 494 milyar dolar, İngiltere, 2 trilyon 649
milyar dolar, Çin 11 trilyon 391 milyar dolar, Rusya, 1 trilyon 267 milyar dolar,
Hindistan, 2 trilyon 250 milyar dolar, ABD 18 trilyon 561 milyar dolar ve Japonya
4 trilyon 730 milyar dolarlık GSYİH’e sahiptir (Tablo 3).
Tablo 3. Seçilmiş bazı ülkelerde 2030 ve 2050 tarihlerinde muhtemel GSYİH.
85
Türkiye’de GSYİH büyümesi, kişi başına düşen millî gelire de yansımıştır.
Buna göre 2007 yılında 9562 dolar olan kişi başına düşen Millî gelir 2013 yılında
12.395 dolara yükselmiştir. 2016 yılında ise 10742 dolara gerilemiştir. Dünya
ekonomisinin 2007-2008 yıllarında ekonomik krizde olması nedeni ile bu olumsuz
tablo 2009 yılında Türkiye ekonomisine negatif yansıyarak 8881 dolarlık kişi ba-
şına düşen Millî gelir oluşmuştur. Terör, Türkiye’ye yönelik dış tavırlar ve 15
Temmuz FETÖ darbe girişimi sonucu ülke ekonomisi çıkışı durağan hal almış,
2014,2015 ve 2016 yıllarında Millî gelir düşmüştür (Tablo 4).
Türkiye’de işsizlik süreci de, Ülke ekonomisinin gelişim süreci ile paralel ha-
reket etmektedir. En düşük işsizlik verisi 2012 yılında %8,43 ile gerçekleşmiştir.
En yüksek oran ise yine 2007–2008 küresel ekonomik krizin Türkiye’ye yansıma
biçimi olarak %13,05 ile 2009’da oluşmuştur. 2016 yılında 3 milyon 330 bin kişilik
işsizlik sayısı ile %10,79 rakamı, Türkiye’nin önemli bir işsizlik sorunu ile karşı
karşıya olduğunu gösterir. Çünkü aynı yıl işsizlik dünya ortalaması
%5,75’dir(Tablo-5).
Tablo 4. Türkiye’de kişi başına düşen Millî gelir (2007-2016 / bin dolar).
Yıllar 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015 2016
Kişi Başına
Düşen Millî 9.562 10.691 8.881 10.465 11.140 11.552 12,395 12,022 10.909 10.742
Gelir
Kaynak: https://de.statista.com/statistik/daten/studie/14452/umfrage/ brutto-
inlandsprodukt-pro-kopf-in-der-tuerkei/
86
Tablo 6. Türkiye’de enflasyon oranları. (2007-2016 / %)
Yıllar 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015 2016
Oran% 8,76 10,44 6,25 8,87 6,47 8,89 7,49 8,86 7,67 7,78
Kaynak: https://de.statista.com/statistik/daten/studie/216056/umfrage/ infla-
tionsrate-in-der-tuerkei/
Yıllar 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015 2016
Oran% 5,03 0,85 -4,7 8,49 11,11 4,79 8,49 5,17 6,06 2,88
Kaynak: https://de.statista.com/statistik/daten/studie/14556/umfrage/
wachstum-des-bruttoinlandsprodukts-in-der-tuerkei/
Dünya’da askeri harcamaların ortalaması %2,2 iken bu oran 2016 yılı itiba-
riyle, Suudi Arabistan’da %10 (63,7 milyar dolar), İsrail %5,8 (18 milyar dolar),
Birleşik Arap Emirlikleri %5,7 (22,8 milyar dolar), Rusya(69,2 milyar dolar) %5,3
Amerika Birleşik Devletleri %3,3( 611 milyar dolar) Fransa %2,3 (55,7 milyar
dolar) ve Çin %1,9 (215 milyar dolar) olarak gerçekleşmiştir.
Türkiye askeri harcamalarda dünyada 17. sıradadır (2016). 2001 yılında 15
milyar 950 milyonluk askeri harcama gerçekleşirken, 2016 yılında 14 milyar 970
milyon dolara inmiştir.2002 yılında,16.98 milyon dolar ile en yüksek harcama
gerçekleşmişken, 2005 yılında ise en düşük askeri maliyet olmuştur (Şekil 1).
87
Şekil 1. Türkiye’nin askeri harcamaları (2001-2016)
Kaynak: https://de.statista.com/statistik/daten/studie/322739/umfrage/
entwicklung-der-militaerausgaben-von-der-tuerkei/
10 “ABD’den YPG’ye Silah Desteği 900 Tır’ı Geçti”, Hürriyet, 31 Temmuz 2017, (20.09.2017,
çevrimiçi), http://www.hurriyet.com.tr/abdden-ypgye-silah-destegi-900-tiri-gecti-40536539
88
Rusya’nın sahadaki en önemli iş ortağıdır) ülkelerine ilgisi artmaktadır. Özellikle
Rusya ve İran ile Suriye konusunda öncelik almış, Rusya ile S-400 füzelerinin satın
alınması antlaşması imzalanarak, ABD, AB ve NATO’ya olan güvensizlik bu şekilde
beyan edilmiştir.
Öte yandan, özellikle ileri teknolojili savaş araç gereçlerinin temininde müt-
tefiklerimizin çelişkili tutumları ve yüksek maliyetler Türkiyein kendi araçlarını
üretmek için girişimde bulunmasına neden olmuştur. Bu bağlamda askeri araç
gereçlerle ilgili olarak AR-GE harcamaları artmış, bazı araçlar üretilip TSK envan-
terine girmiş, bazılarında önemli bir yol kat edilmiştir. Örneğin büyük paralar
ödenmesine rağmen bin bir güçlükle ABD ve İsrail’den alınan, sonrasında yazılım-
ları ve tamiratlar ile iş ve para kaybedilen İHA(İnsansız Hava Aracı) artık Türki-
ye’de üretilmektedir. Türkiye müttefiklerinden hiç alamadığı SİHA (Silahlı İnsansız
Hava Aracı) üreterek terörle mücadele kapsamında kullanmaktadır.
Türkiye yurt dışı ithalat ihracat dengesi sürekli açık veren bir ülkedir. Üre-
tim ve ihtiyaç dengesi arasında sürekli fark vardır. Türkiye’nin enerji ihtiyacının
büyük bölümünü ithal etmesi, teknolojik ihtiyaçların (cep telefonu gibi) yurt dı-
şından karşılanması, nüfusun lüks mallara olan talebi, dış ticaret dengesinin ithalat
lehine olmasını sağlayan faktörler arasındadır.
Türkiye 2000 yıllında 27 milyar dolarlık ihracat, 54 milyar dolarlık ithalat
yaparak 82 milyar dolarlık dış ticaret hacmine sahiptir. 2010 yılında, 299 milyar
dolarlık dış ticaret hacmine ulaşılmış, bunun 113 milyar doları ihracat, 185 milyar
doları ithalattır. 2009 yılındaki küçük bir dış ticaret hacmi azalması dışında nere-
deyse her yıl performans korunmuş ve 2016 yılında 341 milyar dolarlık değer
oluşmuştur (Tablo 8).
89
Tablo 8. Türkiye’nin yıllar içinde ithalat ve ihracat durumu (2000-2016)
İhracatın
ithalatı
Dış ticaret Dış ticaret
İhracat İthalat karşılama
dengesi hacmi
Oranı
(%)
Değişim Değişim
Değer Değer Değer Değer
(%) (%)
2000 27 774 906 4,5 54 502 821 34,0 -26 727 914 82 277 727 51,0
2001 31 334 216 12,8 41 399 083 -24,0 -10 064 867 72 733 299 75,7
2002 36 059 089 15,1 51 553 797 24,5 -15 494 708 87 612 886 69,9
2003 47 252 836 31,0 69 339 692 34,5 -22 086 856 116 592 528 68,1
2004 63 167 153 33,7 97 539 766 40,7 -34 372 613 160 706 919 64,8
2005 73 476 408 16,3 116 774 151 19,7 -43 297 743 190 250 559 62,9
2006 85 534 676 16,4 139 576 174 19,5 -54 041 498 225 110 850 61,3
2007 107 271 750 25,4 170 062 715 21,8 -62 790 965 277 334 464 63,1
2008 132 027 196 23,1 201 963 574 18,8 -69 936 378 333 990 770 65,4
2009 102 142 613 -22,6 140 928 421 -30,2 -38 785 809 243 071 034 72,5
2010 113 883 219 11,5 185 544 332 31,7 -71 661 113 299 427 551 61,4
-105 934
2011 134 906 869 18,5 240 841 676 29,8 375 748 545 56,0
807
2012 152 461 737 13,0 236 545 141 -1,8 -84 083 404 389 006 877 64,5
2013 151 802 637 -0,4 251 661 250 6,4 -99 858 613 403 463 887 60,3
2014 157 610 158 3,8 242 177 117 -3,8 -84 566 959 399 787 275 65,1
2015 143 838 871 -8,7 207 234 359 -14,4 -63 395 487 351 073 230 69,4
2016 142 529 584 -0,9 198 618 235 -4,2 -56 088 651 341 147 819 71,8
Türkiye 2016 yılında en fazla ihracatı 13 milyar dolar ile Almanya’ya ger-
çekleştirmiştir. Bu ülkeyi sırayla, İngiltere (10 milyar dolar), Irak (8,5 milyar do-
lar), İtalya (7 milyar dolar) ve ABD (6 milyar dolar) takip eder.
İthalatta 2015 rakamları ile Çin 25 milyar dolar ile ilk sıradadır. Almanya 21
milyar dolar ile ikinci, Rusya federasyonu 20 milyar dolar ile üçüncüdür. ABD (11
milyar dolar) ve İtalya (10 milyar dolar) bu ülkeleri takip eder.
Görüldüğü üzere genelde Almanya özelde Avrupa Birliği ülkeleri ile Türki-
ye’nin dış ticareti güçlü seyir izlemektedir. AB ile 2015 yılında 143 milyar dolarlık
dış ticaret hacmi gerçekleşmiş AB lehine 15 milyar dolarlık kazanç sağlanmıştır.
90
Bu rakamlar ile Türkiye AB’nin beşinci büyük partneridir. Türkiye’deki nitelikli iş
gücü, inovasyona verilen önem, AB’ye coğrafi yakınlığı, dış ticaret hukukunda ya-
şanan uyum, AB ile olan ilişkileri kuvvetlendirmektedir. AB ile son yıllarda yaşa-
nan siyasal anlaşmazlıklar ekonomik ilişkilere yansımamıştır. Türkiye’nin ekono-
mik potansiyeli ve nüfusu, Avrupa açısından iyi bir pazar olduğunu göstermekte-
dir.
Keohane ve Nye’nin ortaya koyduğu “Karşılıklı Bağımlılık Teorisi” ulusların
özellikle ekonomik faktörler ve çok uluslu şirketlerin lokomotifinde birbirine bağlı
oldukları ortaya koyar11. 2017 yılı ikinci çeyreğinde Çin’in döviz varlığı 3 trilyon
dolar idi. Bu yüksek meblağ, aynı zamanda ABD’ye bağlı olduğunu, dolarda mey-
dana gelecek ani değer kayıplarının, Çin’e maliyetinin yüksek olacağını göstermek-
tedir. Keza bu ülke dünyada en fazla doğrudan yabancı yatırım alan ülkedir. Çin’de
meydana gelecek olan ekonomik sorunların buraya yatırım yapan firmaları da
olumsuz etkileyeceği anlamına gelir.
Benzer durum Türkiye-AB ilişkileri içinde geçerlidir. Örneğin, Türkiye’ye
yapılan doğrudan yabancı yatırımların %60’ı Avrupa’dan gelmektedir. Avrupa’dan
Türkiye’ye yönelik ciddi bir ithalat bilançosunun da varlığı, Türkiye ekonomisinin
düşük performans sergilemesi, AB ülkelerinin ticaret rakamlarını da olumsuz etki-
leyecektir. Burada AB’deki siyasetçiler ile şirketler arasında Türkiye’ye bakış tar-
zında farklılıklar veya çatışmalar yaşanabilir. Karşılıklı bağımlılık teorisinin ulus-
ları bir birine bağlayan, yasal bir zemini olmayan, ciddi bir teori olarak, küresel
dünyayı anlamada yol gösterici rolü vardır.
93
Dünyadaki stratejik adalar ve boğazlar çoğunlukla ABD veya İngiliz deneti-
minde bulunur. Arjantin’in güneydoğusunda yer alan Falkland adaları, Kıbrıs, Sri
Lanka, Madagaskar adasından İngilizler sorumludur. Çin’in güneyinde Tayvan,
doğuda Japonya ise ABD’nin önemli ortaklarıdır ve Amerikan askeri güçlerini ba-
rındırır. Böylece her ada neredeyse bir kıtanın kontrolünde İngiltere ve ABD’ye
katkı sağlamaktadır.
Boğazlar ve kanallarda benzer bir paylaşımı aksettirir. Örneğin, Süveyş Ka-
nalı, Cebelitarık ve Malakka boğazları İngiltere denetimindedir. Panama Kanalı ise
ABD’nin kontrol alanında yer almaktadır.
Üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Asya
Avrupa geçişi ve Karadeniz’e komşu olan ülkelerin Akdeniz’e geçişini kontrol et-
mektedir.
Atatürk döneminde 1 Temmuz 1926 tarihinde kabotaj ilanı ile Türk denizci-
liğinin temeli atılmıştır. Bu dönemde Montrö Sözleşmesi ile Boğazların uluslarara-
sı hukuktaki yeri belirlenmiştir.
12 Murat Aktaş, “Avrupa’da Yükselen İslamofobi ve Medeniyetler Çatışması Tezi”, Ankara Avru-
pa Çalışmaları Dergisi, Cilt:13, Sayı:1, 2014, s.32.
94
Slav, Batı, Afrika ve İslam gibi medeniyet bölgelerine göre genel ayrım yapmasına
rağmen, daha çok İslam üzerinde durmuş ve İslam’ın dünyaya nasıl sorun oluştu-
racağını, hangi çatışma bölge ve biçimlerinin olabileceğini vurgulamıştır13.
Genelde etnik ve dini çatışmayı ön plana çıkartan Huntington’u haklı çıkarır
şekilde! Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra çorap söküğü gibi, Saddam Hü-
seyin Kuveyt’e girerek (2 Agustos 1990), Irak’ın hali hazırdaki kötü durumunu
hazırlamıştır. Daha sonra Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesini, Ermenistan
işgal etmiştir (8 Mayıs 1992). Balkanlarda dünya tarihinin en önemli soy kırımla-
rından birisi 1 Mart 1992’de başlayıp, 14 Aralık 1995 yılına kadar sürmüş, Sırpla-
rın Bosna nüfusunu katletme süreci yaşanmıştır. 11 Eylül’de ABD’de ikiz kuleler ve
Pentagon’un vurulmasıyla, dünya Müslümanları üzerinde sürek avı başlamış, Af-
ganistan darmadağın edilmiş, 17 Aralık 2010 yılında Tunus’ta Arap Baharı ile baş-
layan, halkın yönetimde demokratik değişim talebi, Mısır, Libya, Yemen ve Suri-
ye’ye sıçramıştır. Libya’da Muammer Kaddafi dönemi sona ermiş, ancak ülke etnik
ve siyasal parçalara ayrılmıştır. Keza Yemen Şii ve Sünni gruplar tarafından ikiye
bölünerek, hastalık ve iç savaştan binlerce Müslüman ölmüştür.15 Mart 2011 tari-
hinde Arap Baharı en şiddetli biçimde Suriye’ye sıçramış, binlerce kişinin öldüğü,
milyonlarca kişinin göç ettiği kaotik bir hal almıştır. Rusya, İran, Türkiye ve ABD
sahada aktif oyuncu olarak yer almakla birlikte, sorunun nasıl çözüleceği tam ola-
rak bilinmemektedir.
Irak ve Suriye’de bu tablo içinde, her iki bölgenin kuzeyinde yer alan Kürt
nüfus, ABD tarafından DEAŞ’la mücadele adı altında kullanılmaktadır. Amerika için
çarpışmanın/ ya da ABD’nin emirlerini yerine getirmenin ödülü bağımsız Kürdis-
tan olarak belirlenmiş görünmektedir. DEAŞ’tan boşalan alanlar hızla/kolayca
Kürt milisler ve PKK’lı teröristlerce ele geçirilmekte ve tapu, nüfus kayıtları yok
edilmektedir. Kerkük böyle bir oldubittiyle Barzani kuvvetlerince ele geçirilmiş,
tapu ve nüfus kayıtları yok edilmiş, şehre Kürt göçmenler yerleştirilerek demogra-
fik yapı manipüle edilmiştir14. ABD, hem Suriye ve hem de Irak’ta mezhep çekiş-
meleri yanına güçlü bir etnik çapa koyarak, bölgenin en az 50 yıllık sorun dağarcı-
ğını oluşturmakla meşguldür.
Huntington’un bu teorisi yakın dönemde Türk dış politikasının seyrinde
güçlü bir değişim yaşanmasına da yol açmaktadır. Türkiye 1990 yılında ipi kopan
Irak iç huzurunun olumsuz yansımalarını derinden hissetmiş, benzer olayların
Suriye’de yaşanması, oradaki düzensizliğin Türkiye’ye ekonomik sorun, askeri
96
sınırlı kapasitede jeostratejik oyunculardır. A.B.D. doğru hamleler yapmazsa, Av-
rasya’daki avantajını diğer oyunculara kaptırabilir15.
Çin, Doğu Asya’nın siyasal, ekonomik ve askeri açıdan çapası pozisyonunda-
dır. Çevresindeki ülkeler Çin’in uygulayacağı politikalara göre, kendi konumlarını
belirlemelidir. ABD açısından ise Çin, önce demokratik kalitesini yükseltmeli ve
sonra Avrasya’daki uluslararası davranışlarda ABD lehine hareket etmelidir. Teo-
rinin öngörüsü, bu perspektifte şimdilik başarısız görülmektedir. Çünkü Ekonomik
açıdan Çin, bırakın bölgeyi, dünyayı malları ile istila etmiştir. Aynı zamanda Çin-
ABD ekonomik ilişkisinde Çin lehine gidişat hâkimdir.
Avrupa Birliği’nin, ABD politikalarına hizmet edecek şekilde, birleşik ve güç-
lü pozisyonu korunması gerektiği vurgulanmıştır. Görülüyor ki bu çıkarım da işler-
liğini yitirme eğilimindedir. İngiltere’nin Bretix ile AB’den çıkmasının referandum
ile kabul edilmesi sonucu, AB önemli bir üyesini kaybetmiştir. İngiltere politikala-
rında artık nispeten bağımsız ve ABD eksenli politik, askeri ve ekonomik davranış-
larının kuvvetleneceği söylenebilir.
Teori Rusya’nın SSCB’nin dağılmasından sonra, Bağımsız Devletler Toplulu-
ğu olarak, gücünü kaybettiğini ve eski gücüne kavuşamayacağını söyler. Tespit
kısmen doğrudur. Çünkü Sovyetlerin yörüngesinde hareket eden, Romanya, Maca-
ristan, Polonya gibi devletler, AB üyesi olmuş, NATO güvencesi içindedir. Türk
Cumhuriyetler kısmen ekonomik ve sosyal bocalama yaşasa da kısa sürede topar-
lanmışlardır. Bu süreçte, ABD, Türk cumhuriyetlere, sızmaya çalışsa da başarılı
olamamıştır. Bu ülkeler tabii ki uluslararası anlamda ABD ile ilişkilerini sürdürse
de, Rusya ile hareket etmektedirler. Ayrıca Türkiye bu devletler ile ilişkilerini kuv-
vetlendirmiş, Rusya’dan sonra ikinci önemli ülke haline gelmiştir. Türk dış politi-
kasının en değerli unsurlarından birisi olmuşlardır. Bunun yanı sıra Türk cumhu-
riyetlerde Çin’in ekonomik etkisi görülmektedir. İran Şiilik eksenli, başta Tacikis-
tan olmak üzere, diğer ülkeler ile ilişkilerini kuvvetlendirmiştir.
Brzezinski’nin de belirttiği gibi Avrasya dünya enerjisinin dörtte üçüne sa-
hiptir. Bu enerjinin Avrupa’ya taşınmasında Türkiye merkezi konumdadır. Ancak
Rusya’nın doğalgazı Avrupa’ya ulaştırmada Türkiye’yi bypass eden projelerinin de
yürürlükte olduğu bilinmektedir16. Türkiye’ye Rusya’dan iki boru hattı ile doğalgaz
gelmektedir. İlki Mavi akım diğeri de Batı boru hattıdır. Azerbaycan’dan bir başka
boru hattı bulunur. Bu hat İran’dan gelen Doğu Boru hattı ile birleşir. Ayrıca
Irak’tan gelen petrol boru hattı da bulunmaktadır. Gelen doğal gaz ve petrolün bir
kısmını Türkiye kullanır, geri kalanı da diğer ülkelere gönderilir.
15 Zbigniev Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, (Çev.Yelda Türedi), İnkılap Kitapevi, İstanbul,
2005, s.65.
16 İlhan Oğuz Akdemir; “Veysel Kuşçu, Küresel Enerji Eksenleri ve Türkiye’nin Coğrafi Konumu”,
Marmara Coğrafya Dergisi, Sayı: 26, Temmuz, 2012, s. 82–107.
97
Harita 2. Bölge ülkelerinden Türkiye’ye ulaşan boru hatları
Kaynak: http://www.voxeurop.eu/en/content/article/106641-all-pipelines-lead-
ankara
Bunun yanı sıra İsrail yeni keşfedilen doğal gazı Türkiye üzerinden Avru-
pa’ya göndermeyi planlamaktadır. Bu boru hattı İsrail’den Avrupa’ya uzanacak
ikinci boru hattı durumundadır17.
Bu teori çerçevesinde Türkiye’nin durumunu yorumlamamız gerekirse,
Türkiye’nin bölgede Jeostratejik oyuncu olma potansiyelini kullanmaya çalıştığını
rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak, devrin başbakanı ve günümüzün cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanına karşı One Minute çıkışı, YTB
(Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı) vasıtasıyla İslam Dünyasında,
Afrika, İç Asya ve Balkanlarda halkın sempatisini kazanacak çeşitli etkinlikler vb.
girişimlerle Türkiyein güven ve sempati kazandığı, jeostratejik hareket alanının
genişlediği, ticari kapasitenin arttığı görülmektedir. Ancak gerek ABD ve Avrupa,
gerekse Rusya ve İran bu durumun farkına çok kolay varmış, Türkiye’nin etkinli-
ğini kısıtlayacak hamleler yapmışlardır. ABD Mısır’da askeri darbeyi destekleyerek
Türkiye’nin en önemli ortaklarından birini tasfiye etmiş, aynı zamanda bir rakibe
dönüştürmüştür. Uçak düşürülmesi olayını kullanarak Rusya Türkiye’nin Suri-
ye’deki etkinliğini engellemiş, böylece bizim tarafımızdan kontrol edilen gruplar
elden çıkmış, Suriye Türkmenleri sahipsiz, yersiz, yurtsuz kalmıştır. Yine bu boş-
lukta ABD, PYD’yi adeta yardıma boğmuş düzenli bir orduya dönüştürmüş, geriye
sadece bağımsızlık ilanı kalmıştır. Irak’ta Türkiye, tarihi mirasımız/emanetimiz
Kerkük ve Musul’a sahip çıkamamaktadır. Bu satırlar yazıldığı sırada Barzani’nin
bağımsız Kürdistan referandumundan vazgeçmesi için iknaya çalışılıyordu.
17 “İsrail Enerji Bakanı, Türkiye’ye Uzanacak Doğalgaz Boru Hattı İnşası için Tarih Verdi”, Sput-
nik Türkiye, (20.09.2017, çevrimiçi), https://tr.sputniknews.com/ekonomi/201707121029248853-
israil-turkiye-dogalgaz-boru-hatti/
98
2.5. Tarihin Sonu ve Son İnsan Teorisi
Fukuyama’nın liberalizmin soğuk savaş sonrası zaferinin tarihin sonu oldu-
ğuna ilişkin ilanı ve bu ilana dayanak oluşturan tarih kuramı içsel gerilimleri ve
ontolojik karakteri üzerinden ele alınmıştır. Fukuyama’nın tarihin sonu tezi, libe-
ralizmin Marksizme karşı elde ettiği tarihsel zaferi kalıcı bir zafer olarak sunmak-
ta, böylece tarihsel olaylar sonrasında reel sosyalist rejimlerin mevcut olduğu ül-
kelerde gerekse batıda büyük bir güç kaybeden Marksizme öldürücü darbeler
vurarak düşman ideolojinin moralsiz temsilcilerinin teslim alınmasını hedeflemek-
tedir. Fukuyama’ya göre Sovyetlerin dağılmasından, Marksizmin çöküşünden,
sonra evrensellik iddiasına sahip tek bir model kalmıştır; liberal demokrasi, bire-
yin özgürlüğü ve halk egemenliği doktrini18. Aynı zamanda dünyanın geri kalan
bölümünün sermayenin sosyal evrenine eklemlenmesini içeren yeni dünya düzeni,
küreselleşme gibi emperyal projelerin entelektüel temellerinin ve moral altyapısı-
nın oluşturulmasına yönelik bir işleve sahiptir. Bu yanıyla Fukuyama’nın tezi, tarih
kuramlarının egemenler için araçsallığının önemli bir örneğini oluşturmakta, kapi-
talist gerçekliği çarpıtıp küresel saldırganlığa verdiği destekle önemli bir ideolojik
işlev taşımaktadır19.
Fukuyama’nın belirttiği küresel ekonomik sistemin temelini oluşturan libe-
ralizmin önemli aktörlerinden birisi de Türkiye’dir. Türkiye, ekonomik sistemi,
demokratik, laik devlet modeli ile Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Ortadoğu’da
örnek bir modeldir. Tez, önemli ölçüde Marksizm eleştirisi yapsa da, İslam coğraf-
yasının liberalizm açısından tehdit teşkil ettiğini de sıklıkla vurgular.
Teori, dünyanın tekil ekonomik yapısı, küresel iletişim ağı, doğrudan yaban-
cı yatırımlar, borsaların özgür ve özerk pozisyonu ile milyonlarca kişinin, ülkeleri
aşan ekonomik bir devleti bulunduğunu iddia etmektedir. Bu anlamda sınırlar
buharlaştığını, para ve yatırım oyuncularının egemen olduğu, siyasal aktörlerin
sadece kanun koyucu, vergi alan ve güvenliği sağlayan bir mertebeye indiğini de
belirtmektedir. Bütün devletler liberal ekonomiye ayak uyduran, hızlı, yenilenebi-
lir ve takibi güçlü olan kurumsal yapılanma sağlamalıdır.
Bu teori şunu açıkça ortaya koymaktadır ki, liberal ekonomi çok uzun süre
devam edecektir, bu ekonominin kuralları içinde, ülke ekonomilerinin güçlenmesi
birbirleri ile iyi ilişkiler kurmalarına bağlıdır.
18 Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, (Çev. Zülfü Dicleli), Gün Yayıncılık,1999,
İstanbul, s.57.
19 Bkz: Bülent Turan, “Fukayama’nın Tarihin Sonu Tezi”, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi,
Yıl: 3, Sayı: 21, Aralık 2015, ss. 485–502.
99
lerde Avrasya doğu ve batının güç mücadelesi yaptığı bir jeopolitik alan olarak
önem kazanmıştır. Daha önce açıklanan jeopolitik teorilerde de Avrasya dünya
adasının kalbini barındırmakta, hegemonya savaşının büyük ödülünü, kısaca dün-
yanın en önemli hâkimiyet mücadele alanını oluşturmaktadır. Bugünkü Avrasya
terimi coğrafi olarak ifade edilenden farklı bir alanı ifade etmektedir. Jeopolitik
olarak bu terim Doğu Avrupa’nın bir kısmı ve Kafkasları kapsayacak şekilde Asya
topraklarını içermektedir20. Dünya nüfusunun %60’ı burada yaşamaktadır. Avras-
ya’ya hâkim olacak gücün dünyanın en önemli üç ekonomik bölgesinden ikisini
kontrol edeceği düşünülmektedir21.
Avrasyacılık hareketinin temelleri 1917 devriminden sonra batıya göç eden
bir kısım Rus entelektüel tarafından atılmıştır.22. Bu ilk Avrasyacılar ulus devlet
fikrine karşı çıkmakta, Avrasya’da tarihten gelen ortak kültürün birleştiri-
ci/bütünleştirici rolüne dikkat çekmekteydiler. Buna göre Avrasya kültür bölgesi-
nin temelinde Rus/Slav kültürü değil, daha genel ve kapsayıcı olan Avrasya kültü-
rü vardır23. Avrasya doğası ile birlikte orada yaşayan halkların bütünleştiği bam-
başka bir yaşam alanı olarak görülüyordu. Bu kültür bölgesi Slav, Türk, Moğol,
Tatar değil Avrasya olarak tanımlanmalıydı. Rusya kendinden önceki hâkim toplu-
lukların mirasıydı24. Ortak kültüre vurgu yapılmasına rağmen Avrasyacılıkta Rus
eksenli bir bakış açısı egemendi. Başka bir ifade ile Avrasya denilen yer Rusya idi.
Ancak, S.S.C.B döneminde resmi politika ile uyuşmadığı için Avrasyacılık uygula-
maya konulmadı. Ünlü Rus tarihçi Gumilev’in eserlerinde Avrasyacılık fikrini ya-
şattığı ve 1990’ların Avrasyacılarına aktardığı kabul edilmektedir25.
SSCB’nin 1991 yılında dağılmasıyla beraber, Avrasyacılık düşüncesi Yeni
Avrasyacılık olarak tekrar canlandı. Ancak Yeni Avrasyacılık düşüncesi-
nin(birbirinden farklılaşan fikirlerden oluşmakla beraber), Klasik Avrasyacılığın
ortak kültürel mirası önceleyen daha hümanist görüşlerini de öteleyerek, Rus çı-
karlarını ve jeopolitiğini öncelediğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Yeni Avrasyacılar Sovyet sonrası dönemde oluşan jeopolitik ve jeoekonomik
boşluğun batı tarafından doldurulmaya çalışılmasını, A.B.D.’nin askeri ve teknolo-
jik vasıtalarla siyasî ve kültürel hegemonya oluşturmasını büyük bir tehdit olarak
görmektedir. Bu bağlamda Avrasya’nın kültürel, siyasî ve ekonomik alanda strate-
20 Adem Özder, “Avrasya Kavramı ve Önemi”, Avrasya İncelemeleri Dergisi(AVID), II/2 (2013),
ss.65-88
21 Salih Yılmaz, “Yeni Avrasyacılık ve Rusya”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırmaları Dergisi, ,
Sayı: 34, Bahar 2015, ss.111–120.
22 Bkz: Bürkan Serbest, Tarihsel Süreçte Rus Avrasyacılığı: Klasik Avrasyacılıktan Neo-
Avrasyacılığa, MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt:6, Sayı:3, 2017, ss.285–307.
23 Bkz: Muhittin Tolga Özsağlam, “Geçmişten Günümüze Avrasyacılık”, Kıbrıs Yazıları, Sayı: 3,
Yaz-Güz 2006, ss.114–122.
24 Vügar İmanov, “Avrasyacılık: Alternatif Bir Dünya Düzenine Doğru mu?”, Modernite ve Dünya
Düzen(ler)i, (ed.Mesut Özcan; Muzaffer Şenel), Klasik Yayınları, İstanbul, 2010, s.225.
25 A.e., s.228
100
jik olarak entegre olması gerektiğine vurgu yapmaktadırlar. Ayrıca, Rus ulusal
çıkarlarının korunmasının, uluslar arası sistemde Rusya’nın konumunun yeniden
tanımlanmasına, siyasal ve askeri gücünün geliştirilmesine bağlı olduğunu savun-
maktadırlar. Bu bağlamda jeopolitik unsurları ön plana çıkararak, jeopolitiğin si-
yasal güç ve büyük devlet olmak için gerekliliğine dikkat çekmekte ve Rusya’yı
Avrasya’nın kalbi olarak görmektedirler. Dolayısıyla Rusya’nın dış politikası bu
eksende şekillenmelidir26.
Özellikle Dugin’in Yeni-Avrasyacılık doktrini çerçevesindeki görüşleri Rusya
dış politikasında etkili olmuş görünmektedir. Aleksandr Dugin romantik Klasik
Avrasyacıların aksine, koyu bir Rus Millîyetçisi görünümü sunmaktadır ve Rus
yayılmacılığı savunucusudur. Dugin’nin görüşleri Rus yönetimi tarafından dikkate
alınmaktadır. Aleksandr Dugin Balkanlar’da Sırbistan-Bulgaristan-Yunanistan,
eksenli bir entegrasyon önererek Türkiye’yi sınırlandırmayı, Ukrayna’nın tasfiye-
sini(Kırım’ın ilhakı, Ukrayna doğusundaki Rus kökenlilerin isyan hareketleri bu
pencereden incelenmelidir), Rus jeopolitik mekanının en kırılgan noktası olan
Kafkasya’nın mutlaka kontrol altında tutulmasını (Rusya’nın Gürcistan’a askeri
müdahalesini ve Gürcistan içindeki otonom bölgelerin bağımsızlığını destekleme-
sini, Azerbaycan-Ermenistan arasındaki Karabağ savaşında ve işgalinde Ermenis-
tan yanlı politikalarını hatırlayalım) şiddetle önermektedir. Dugin’e göre Ermenis-
tan Türkiye için hem bir tampon vazifesi görmekte hem de Kürtlerle olan dilsel ve
ırksal bağı nedeniyle(?) Türkiye dâhilindeki jeopolitik sarsıntıları tahrik etme po-
tansiyeli taşımaktadır. Ermenistan, İran ile de etnik ve tarihi yakınlığı nedeniyle
önem taşımaktadır. Rusya’nın İran’a doğru genişlemesinde önemli bir halkadır. Bu
durum Moskova-Erivan-Tahran ekseninin kurulmasına zemin sağlamaktadır. Şiili-
ği, etnik akrabalığı ve tarihi bağları vurgulayarak Azebaycan’ı İran’a bağlamak
gerekmektedir. Bu durum da Moskova-Bakü-Tahran ekseninin kurulmasını sağla-
yacaktır. Dugin, Azerbaycan-Türkiye yakınlığı kurulmasının engellenmesine özel-
likle vurgu yapmaktadır27.
Rusya’nın son dönemdeki dış politikasında gerçekleşen gelişmeler Dugin’in
görüşlerinin Rus yönetimince kabul gördüğünü ve uygulandığını göstermektedir.
Türkiye ile konfedaratif bir birleşme arzulayan Ebulfez Elçibey’in Azerbaycan dev-
let başkanlığından düşürülmesi ve tecrit altında ölüme terk edilmesi, Karabağ
savaşında Müslüman Şii İran’ın Müslüman Şii Azerbaycan yerine Ermenistan’a
arka çıkması, Rusya’nın İran ekseni vasıtası ile Irak ve Suriye’de söz sahibi olması,
yeni üsler elde etmesi, Rusya’nın Kürt silahlı örgütlerini desteklemesi vb. birçok
gelişme bu bağlamda okunmalıdır.
26 Sadi Bilgiç, “Rus Jeopolitiği: Avrasyacı Yaklaşım ve Türkiye’ye Etkileri”, BİLGESAM Ana-
liz/Rusya, No:1317, 4 Mayıs 2016, s.3.
27 A.e., s.5
101
Orta Asya Türk toplulukları ile ilişkilerde Türkiye’nin sınırlandırılması, Tür-
kiye’nin Türk toplukları ile entegrasyonunu sağlayacak her türlü enlemsel geniş-
lemesinin engellenmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu bağlamda Rusya, diğer bir-
çok hedefinin yanı sıra, Türkiye’nin kuşatılmasını ve kontrolünü kolaylaştıracak
boylamsal yayılma stratejileri izlemelidir.
Dugin’in jeopolik görüşlerinin tamamını ayrıntılı bir şekilde buraya sığdır-
mak mümkün değildir. Ancak, Avrasya’ya bakışının Rus hegemonyasın sağlanması,
tahkim edilmesi açısından olduğu rahatlıkla söylenebilir. “Kendine özgü bir
millîyetçilik anlayışına sahip olan Dugin, Rusya’yı tarihin ekseni olarak değerlen-
dirmiş ve tüm uygarlıkların bu eksen etrafında döndüğünü söylemiştir”28. Dugin’e
göre “Rusya, ya büyük Avrasyacı kıtasal imparatorluk olacak, ya da hiç varolmaya-
caktır”29.
Daha önce de belirtildiği gibi Avrasyacılığı farklı açılardan kabul eden ve sa-
vunanlar da bulunmaktadır. Kazakistan Devlet Başkanı Nur Sultan Nazarbayev’de
Avrasyacılar arasında en başta gelenlerden birisidir. Tecrübeli devlet adamı Av-
rasyacılığı devletini yaşatabilmek için tek yol olarak görmüş, Kazakistan’da bu
akım devlet politikasına dönüşmüştür. Şüphesiz ki, Nazarbayev’in Avrasyacılığı
Dugin’in görüşlerinden farklıdır. Esasen Kazakistan’ın çok kültürlü nüfus yapısı,
Kazakların nüfus içindeki payının %50’den az, Rus nüfusun oranının Kazak nüfusa
yakın oluşu, kazak elitlerinin neredeyse tamamen asimile edilmiş olması, Rusya’ya
olan ekonomik, kültürel, askeri, ulaşımsal vb. bağımlılık Nazarbayev için fazla bir
seçenek bırakmamıştı30.
Sonuç olarak, Yeni Avrasyacılık yaklaşımı daha makul fikirleri dile getiren
taraftarlara da sahip olmakla beraber, son zamanlardaki en etkili kişi Aleksandr
Dugin olarak görünmektedir. Dugin ise Rus hegemonyasının nasıl oluşturulabile-
ceğine ve tahkim edileceğine kafa yoruyor gibidir.
28 Ali Hasanov, Jeopolitik (Çev. Azad Ağaoğlu, Fuad Şammedov), Babıâli Kültür Yayıncılığı,
İstanbul, 2012, s.171.
29 Aleksandr Dugin, Rus Jeopolitiği, Avrasyacı Yaklaşım (Çev. Vügar İmanov), Küre Yayınları,
2010, İstanbul, s.XVI.
30 Dinmukhammed Ametbek, Locating Turkey in Kazakhstan’s Eurasian Identity, Yayımlanmamış
Doktora Tezi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2015, s.33.
102
SONUÇ
4 Ali Kurumahmut, “Ege Sorunları Paneli”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 33–34, Mayıs-Kasım 2004, s. 182.
5 Ed Vuillamy, “Israel seeks pipeline for Iraqi Oil” TheGuardian, 20 April 2003, (20.09.2017, çev-
rimiçi), https://www.theguardian.com/world/2003/apr/20/israelandthepalestinians.oil
6 Nejat Tarakçı, Devlet Adamlığı Bilimi: Jeopolitik ve Jeostrateji, Çantay Kitabevi, 2003, İstan-
bul, s.149.
104
Batı ile sorunlu ilişkiler neticesinde Türkiye Rusya ile yakınlaşmaktadır.
Uzun süredir. Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü ile diyalogları, Rusya’dan S-400
füzeleri almaya çalışması ve ticarette (zaman zaman krizler olsa da) derinleşme
büyüme eğiliminde olması Türkiye’nin Orta Asya Türk devletleri ile ilişkilerinde
Rusya’yı dikkate alarak politika yapması bunun bir sonucu gibi görünmektedir.
Fakat unutulmamalıdır ki Büyük Petro’dan miras kalan Rus dış politikasının ilke-
leri yerli yerindedir7. Bütün olumsuzluklara rağmen, ABD ve Avrupa Birliği ile
ilişkiler de sürdürülmeye çalışılmaktadır. Fakat bu çaba istenilen sonuçları verdiği
meselesi net değildir.
Özetle, Türkiye’nin dış politikasında önemli sorunlar bulunmaktadır. Bu
bağlamda Türkiye’nin jeopolitik potansiyeli dış politikasında kullanabileceği bir
araçtır. Ancak, bu potansiyelin gerçekleştirilmesi içimn Türkiye’nin kırılganlık
yaratan bazı sorunları ivedilikle çözmesi gerektiği ortadadır. Örneğin toplumsal
bölünmüşlük giderilmelidir. Ayrıca teknolojik gelişmişliğin yakalanarak ekonomik
kalkınma sağlanmalıdır. Öte yandan Türk Dünyası ve İslam coğrafyasına yönelik
romantizmden uzak akılcı politikalar geliştirilmelidir. Hulasa, Atatürk’ün temel
çerçevesini çizdiği Türk dış politikası çağın gereklerine göre teçhiz edilmelidir.
7 Erol Mütercimler, 21. Yüzyıl ve Türkiye “Yüksek Strateji”, Erciyaş Yayınları, 1997, İstanbul,
s.278
105
KAYNAKÇA
106
https://data.oecd.org/gdp/gdp-long-term-forecast.htm#indicator-chart,
(20.09.2017, çevrimiçi).
http://www.haushaltssteuerung.de/staatsverschuldung-tuerkei.html,
(20.09.2017, çevrimiçi).
https://www.ogm.gov.tr/ekutuphane/Yayinlar/Orman%20Atlasi.pdf,
(20.09.2017, çevrimiçi).
http://www2.dsi.gov.tr/barajlar_albumu/files/assets/basic-html/index.html#21,
(20.09.2017, çevrimiçi).
https://de.statista.com/statistik/daten/studie/14416/umfrage/bruttoinlandspro
dukt-in-der-tuerkei/, (20.09.2017, çevrimiçi).
https://de.statista.com/statistik/daten/studie/14452/umfrage/bruttoinlandspro
dukt-pro-kopf-in-der-tuerkei/, (20.09.2017, çevrimiçi).
https://de.statista.com/statistik/daten/studie/17330/umfrage/arbeitslosenquot
e-in-der-tuerkei/, (20.09.2017, çevrimiçi).
https://de.statista.com/statistik/daten/studie/14556/umfrage/wachstum-des
bruttoinlandsprodukts-in-der-tuerkei/, (20.09.2017, çevrimiçi).
https://de.statista.com/statistik/daten/studie/322739/umfrage/entwicklung-
der-militaerausgaben-von-der-tuerkei/, (20.09.2017, çevrimiçi).
https://de.statista.com/statistik/daten/studie/216056/umfrage/inflationsrate-
in-der-tuerkei/, (20.09.2017, çevrimiçi).
http://statisticstimes.com/economy/projected-world-gdp-ranking.php,
(20.09.2017, çevrimiçi).
http://www.jpost.com/Business-and-Innovation/Energy-ministers-eye-2025-for-
completion-of-Israel-Europe-gas-pipeline-485953, (20.09.2017, çevrimiçi).
http://www.voxeurop.eu/en/content/article/106641-all-pipelines-lead-ankara,
(20.09.2017, çevrimiçi).
https://www.missio.at/missiothek/themen/mythos-ueberbevoelkerung.html,
(20.09.2017, çevrimiçi).
https://data.oecd.org/gdp/gdp-long-term-forecast.htm#indicator-chart,
(20.09.2017, çevrimiçi)
http://www.pdwb.de/groess12.htm, (20.09.2017, çevrimiçi).
http://www.voxeurop.eu/en/content/article/106641-all-pipelines-lead-ankara,
(20.09.2017, çevrimiçi).
https://www.ogm.gov.tr/ekutuphane/Yayinlar/Orman%20Atlasi.pdf,
(20.09.2017, çevrimiçi).
http://www2.dsi.gov.tr/barajlar_albumu/files/assets/basic-html/index.html#21,
(20.09.2017, çevrimiçi).
107
https://tr.sputniknews.com/ekonomi/201707121029248853-israil-turkiye-
dogalgaz-boru-hatti/, (20.09.2017, çevrimiçi).
Hürriyet Gazetesi, 31 Temmuz 2017, http://www.hurriyet.com.tr/abdden-ypgye-
silah-destegi-900-tiri-gecti-40536539, (20.09.2017, çevrimiçi).
İMANOV, Vügar, “Avrasyacılık:Alternatif Bir Dünya Düzenine Doğru
mu?,Modernite ve Dünya Düzen(ler)i” (Derleyen:Mesut Özcan, Muzaffer Şe-
nel), Klasik Yayınları, İstanbul, 2010.
KEKEVİ, Serkan, “Kerkük Barzani’nin Eline Geçti Sıra Musulda mı?, 21. Yüzyıl
Türkiye Enstitüsü, http://www.21yyte.org/tr/arastirma/irak/2014/
06/13/7650/kerkuk-barzaninin-eline-gecti-sira-musulda-mi, (20.09.2017,
çevrimiçi).
KESER, Nurdan; Özel, Ali, “Geo-Political Position and Importance of Turkey in the
Crime Trafficking Between the Continents Asia, Europe and Africa”, Inter-
national Journal of Environmental & Science Education, 2008, 3(2), 75 –
81
KURUMAHMUT, Ali, Ege Sorunları Paneli, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Ta-
rihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 33-34, Mayıs-Kasım 2004, ss.
167-215.
MÜRTERCİMLER, Erol: 21. Yüzyıl ve Türkiye “Yüksek Strateji, Erciyaş Yayınları,
İstanbul, 1997.
ÖZDER, Adem: “Avrasya Kavramı ve Önemi”, Avrasya İncelemeleri Dergi-
si(AVID), II/2, 2013, ss.65-88.
ÖZEY, Ramazan, Dünya ve Türkiye Ölçeğinde Siyasî Coğrafya, Aktif Yayıevi,
İstanbul, 2004.
ÖZSAĞLAM, Muhittin Tolga; Geçmişten Günümüze Avrasyacılık, Kıbrıs Yazıları,
Sayı:3, Yaz-Güz 2006, ss.114–122.
ROBERTS, John, “Turkey as a Regional Energy Hub”, Insight Turkey, Vol.12, No.2,
2010, ss.39–48.
SERBEST, Bürkan, “Tarihsel Süreçte Rus Avrasyacılığı: Klasik Avrasyacılıktan Neo-
Avrasyacılığa”, MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt:6,Sayı:3, 2017,
ss.285–307.
TARAKÇI, Nejat, Devlet Adamlığı Bilimi: Jeopolitik ve Jeostrateji, Çantay Kita-
bevi, 2003, İstanbul.
TURAN, Bülent, “Fukuyama’nın Tarihin Sonu Tezi”, Akademik Sosyal Araştırma-
lar Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 21, 2015, ss. 485–502.
TÜİK, www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1046, (20.09.2017, çevrimiçi).
108
TÜRKMEN, İlter, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası,
http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-22-20140717111.pdf,
(20.09.2017, çevrimiçi).
UDASIN, Sharon, Israel, European States Advance Plans for World’s Longest Un-
derwater Gas Pipeline”, The Jerusalem Post, 10 September 2017,
http://www.jpost.com/Business-and-Innovation/Energy-ministers-eye-
2025-for-completion-of-Israel-Europe-gas-pipeline-485953, (20.09.2017,
çevrimiçi).
VUILLAMY, Ed, Israel seeks pipeline for Iraqi oil, The Guardian, 20 April 2003,
https://www.theguardian.com/world/2003/apr/20/israelandthepalestinia
ns.oil, (20.09.2017, çevrimiçi).
YILMAZ, Salih, “Yeni Avrasyacılık ve Rusya”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştır-
maları Dergisi, Sayı 34, Bahar 2015, ss.111–120.
109
SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ
DIŞ SİYASÎ GELİŞMELERİ
(1861-1876)
111
GİRİŞ
1861-1876 yılları arasını kapsayan Sultan Abdülaziz dönemi on beş yıllık bir
barış dönemidir. Bu dönemin başlıca olayları;
Barışın devamı,
Eyaletlerdeki ayaklanmalar ve isyanlar,
Islahat hareketleri ve Avrupalı devletlerin ıslahatlara müdahalesi,
Hürriyet ve meşrutiyet hareketleri şeklinde özetlenebilir1.
Çalışmamızın amacı Avrupa devletleriyle bir savaşın yapılmadığı bu dö-
nemde Osmanlı Devleti’nin iç meselelerinden kaynaklanan sorunların çözümünde
Avrupa devletlerinin müdahalelerini ve Osmanlı Devleti’nin bu müdahaleler karşı-
sında takip ettiği politikaları ortaya koymaya çalışmaktır.
Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda takip etmiş olduğu dış politikayı üç döneme
ayırmak mümkündür. Bu dönemlerden ilki 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşma-
sı’yla başlayıp 1856’da imzalanan Paris Antlaşması’na kadar devam etmektedir.
Bu ilk dönemin Karlofça Antlaşması ile başlamasının temel sebebi 1699’dan sonra
Osmanlı Devleti’nin “Allaha verdiği tek taraflı ahid” yerine bu tarihte karşılıklı bir
antlaşmayı gerçekleştirmiş olmasıdır. Ayrıca yine bu dönemde Osmanlı Devleti,
rakipsiz bir güç olmaktan da çıkmıştır. 19. yüzyıl Osmanlı dış politikasındaki ikinci
dönem konumuzu da içerisine alan 1856-1878 yılları arasındaki dönemdir. Bu
dönemin Paris Antlaşması ile başlatılmasının sebebi ilk kez bu antlaşma ile Os-
manlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün ve bağımsızlığının Avrupa devletlerinin
garantisi altına alınmasıdır. Bu dönemin 1878’de bitirilmesinin sebebi ise bu tarih-
te uluslararası siyasetin en güçlü devleti olan İngiltere’nin, Osmanlı Devleti’nin
toprak bütünlüğünü koruma politikasından vazgeçmesidir. Konumuzun dışında da
olsa 1878-1908 yılları arasında Osmanlı dış politikasının temel ilkesi ise “devletin
kendi haline kalması” olarak belirtilebilir 2.
1
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Islahat Fermanı Devri (1861-1876), Cilt: 7, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara, 1995, s. 340.
2 Teyfur Erdoğdu, “1856 Paris Kongresi -1878 Berlin Kongresi Arasında Osmanlı Dış Politikası”,
Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, 15-17 Ekim 1997, Sempozyuma Sunulan Tebliğ-
ler, Ankara, Yay. Haz. İsmail Soysal, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1999, s. 149–150;
Bilindiği üzere İngiltere, 1791’den 1878’e kadar Rusya’nın Avrupa’nın en büyük devleti olmasını
engellemek için Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikası izlemiştir. Ancak
1878’den sonra Osmanlı Devleti’nin iyice zayıflaması üzerine bu politikasını değiştirmiş ve Os-
112
Sultan Abdülaziz’in saltanat yıllarını da içerisine alan 1856-1878 dönemin-
de Osmanlı dış politikasının en temel ilkesi “toprak bütünlüğünü ülke içindeki ayrı-
lıkçı hareketlere karşı korumak” dır3. Çünkü Sultan Abdülaziz’in tahta geçtiği sırada
Osmanlı Devleti iki önemli sıkıntıyla mücadele içerisindeydi. Bunlardan ilki devle-
tin ekonomik durumuydu. İkincisi ise Avrupalı devletlerin müdahalelerinin artma-
sına yol açan iç ayaklanmalardı. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile kendilerine
tanınmış olan haklardan memnun olmayan Hristiyan tebaanın ayrılıkçı faaliyetleri
gittikçe artmaktaydı. Avrupalı devletler ise Osmanlı Devleti üzerindeki emellerine
ulaşabilmek için bu isyanları bir fırsat olarak görüyorlardı4.
1. KARADAĞ İSYANI
1.1. Hersek İsyanı ve Karadağ’ın Tutumu
Fetih hareketleri II. Mehmed döneminde tamamlanan ve 1583 yılında eyalet
haline getirilen Bosna-Hersek, bir Osmanlı eyaleti olma özelliğini devam ettirme-
sine karşılık 19. yüzyılın ortalarına kadar merkezi otoritenin baskısını duymaya-
cak kadar kenarda kalmıştı. II. Mahmud döneminde yeniçeriliğin kaldırılması ve
merkezi otoritenin kurulmaya çalışılması ile bölgede Babıâli’ye karşı son derece
kanlı bir mücadele süreci başladı5. 1861 yılına gelindiğinde ise Hersek Hristiyanla-
rı, Beylerin kendilerine yaptıkları zulümleri ileri sürerek Osmanlı Devleti’ne karşı
isyan ettiler. Hersek’in iyi yönetilmediği bilinen bir gerçek olmakla birlikte bölge
Hristiyanlarını isyana teşvik eden başka nedenler de bulunmaktaydı6. Sırbistan ile
Eflak ve Boğdan’ın özerklik haklarını genişletmeleri, Rusya’nın Slavları tahrik et-
mesi, Avusturya’nın asileri himaye etmesi ve Karadağlıların Hersek asileri ile işbir-
liği yapmaları bu isyanın belli başlı nedenleri arasındadır7.
Çetin topoğrafyası ve ilkel kabile yapısı nedeniyle Osmanlı Devleti’ne karşı
belli dönlerde başına buyruk hareket etmiş olan Karadağ, Rusya’nın Slavcı kış-
kırtmalarına da her zaman açık olmuştur8. Karadağ Prensi Danilo’nun, 11 Ağustos
manlı Devleti’ni kendi eliyle yıkıp onun toprakları üzerinde kendisine yakın ve İngiltere’nin çıkar-
larını gözetebilecek küçük devletler kurulmasını sağlama politikası izlemeye başlamıştır. Bu
amaçla 1878’de Kıbrıs’a yerleşen İngiltere, 1882’de ise Mısır’ı işgal etmiştir. Ayrıca Anadolu top-
raklarında Ermeni ve Kürt devletleri kurulması için de çalışmıştır. Bkz. Mehmet Temel, “Ulusal
Çıkar Politikası Açısından İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne ve Milli Mücadele’ye Bakışı”, Balı-
kesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Ocak 1998, s. 120.
3 Erdoğdu, a.e., s. 150.
4 Cevdet Küçük, “Abdülaziz”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 1, İstanbul,
1988, s. 179-180.
5 Erkan Tural, “1861 Hersek İsyanı, 1863 Eyalet Teftişleri ve 1864 Vilayet Nizamnamesi”, Çağdaş
Yerel Yönetimler, Sayı: 13/2, Nisan 2004, s. 94-95.
6 Karal, a.e., s. 3.
7 Turgut Subaşı, “Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz”, TÜRKLER, Cilt: 12, (ed.) Hasan
Celal Güzel vd., Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 765.
8 Sina Akşin, “Siyasal Tarih (1789-1908)”, Türkiye Tarihi III, Osmanlı Devleti 1600-1908, (Yay.
Yön. Sina Akşin), Cem Yayınevi, İstanbul, 1997, s.139; Karadağlıların menşei ve Osmanlı-
113
1860’da Cattaro’da daha önce Karadağ’dan kovmuş olduğu bir şahıs tarafından
öldürülmesi üzerine tahta geçen Nikola Petroviç9,Osmanlı Devleti’ne bağlılığını
bildirmiş ve “Karadağ Prensliği Nişanı” hazırlatmıştır. Ancak Nikola’nın bu sadaka-
ti çok sürmemiş ve Karadağ askerlerinin, İşboz’a zahire götüren Osmanlı askerle-
rine saldırmasıyla sona ermiştir. Osmanlı Devleti’nin sorun değeri yüksek bir böl-
ge olarak gördüğü Karadağ’dan istediği tek şey rahat durmasıydı. Ancak Kara-
dağ’ın yeni prensi Hersek İsyanı’nı destekleyerek Osmanlı Devleti’ni rahatsız et-
meye devam etti. Hersek’te sıklaşan isyanlarda Karadağ’ın belirgin bir etkisi bu-
lunduğu bilinen bir gerçektir. Bu durumun nedenlerinden ilki Hersek’in Karadağlı-
lar için adeta zor durumda sığınılacak bir yer olmasıdır. İkincisi isyancıların istek-
lerinin yerine getirilmesini sağlamak için yine Karadağ’a sığınmalarıdır. Avrupalı
devletler karşısında Osmanlı Devleti’nin saygınlığının zedelenmesine neden olan
bu durum özellikle 1856 Paris Antlaşması’nda imzası olan bir devlet için kabul
edilemez bir durumdu. Üçüncü bir neden ise Karadağ prensinin şahsi faaliyetle-
riydi. Öyle ki Karadağ prensi isyanı uluslararası zemine çekerek Avrupa devletle-
rini olaylara müdahil etmek istiyordu10.
Karadağ’ın bu bölgeye olan ilgisini anlamak çok da güç değildir. Hersek Slav-
ları Rusya’nın kışkırtmaları, Avusturya’nın asileri koruması ve silah yardımları
nedeniyle Osmanlı Devleti’nden bazı isteklerde bulunmuşlardır. Bu isteklerin ret
edilmesi neticesinde isyan çıkaran Hersekli Slavların en büyük destekçisi ise Ka-
radağ olmuştur. Çıkış noktası Hersek olan bu isyan aslında Karadağ’ın Osmanlı
Devleti’ne karşı direkt olarak karşı gelemeyip, Hersekli Slavları desteklemesinden
ibarettir11. Karadağ prensi bu ayaklanmada tarafsız olduğunu ileri sürmekle birlik-
te halkının çeteler halinde Herseklilere katılmasına göz yummuştur. Karadağ’ın bu
tutumu ise Hersek İsyanı’nın kesin bir şekilde bastırılmasına engel olmuştur12.
Karadağ ilişkilerinin tarihi gelişimi hakkında bkz. Uğur Özcan, II. Abdülhamid Dönemi Osman-
lı-Karadağ Siyasî İlişkileri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2012, s. 1-26.
9 Karal, a.e., s. 4.
10 Özcan, a.e., s. 27.
11 A. e. , s. 28.
12 Karal, a.e., s. 4.
13 Subaşı, a.e., s.766.
114
tir. Nikola ise ayrıca Hersekli asilerin sorunlarının çözülmesi talebinde de bulun-
muştur. Serdar Ömer Paşa, 12 Kasım 1861’de Kolağası Hafız Ahmet Efendi ile Çe-
tine’de bulunan Karadağ Prensi Nikola’ya bir nota göndermiştir. Bu notada, Prens
Nikola’dan isyancılara karışmaması ve güçlerini derhal geri çekmesi istenilmiştir.
Ancak Prens Nikola bu notayı ret ederek savaşta ısrarcı olmayı tercih etmiştir14.
Bunun üzerine Ömer Paşa, Hersek asilerinin Karadağ’dan yardım almalarını
önlemek için Karadağ sınırı üzerinde gözetleme postaları kurmuştur. Bu sırada
Babıâli, Avrupalı devletlerin İstanbul’daki elçilerine birer nota vererek Hersek’te
asayişin temin edilmesi ve Karadağlıların cezalandırılması için gerekli tedbirlerin
alınacağını bildirmiştir15. Avrupalı devletlerin olaya müdahalesi ise gecikmemiştir.
Paris Antlaşması’nın 7. maddesi gereğince İngiltere, Rusya, Fransa, Prusya ve
Avusturya konsolosları bir araya gelerek Osmanlı Devleti ile asiler arasında arabu-
luculuk yapmak istemişlerdir. Bu durum Karadağ üzerine yapılacak seferin ger-
çekleşmesini engellemiştir. Bu olayın bir iç mesele olarak algılanmaması gerekti-
ğini ve isyanın büyümesi durumunda Avusturya’ya da sıçrayabileceğini söyleyen
konsoloslar, Avrupa devletlerinin bu müdahalesinin doğal olduğuna vurgu yap-
mışlardır. Kraina’yı kuşatan Karadağlılara başıbozuklarla (düzensiz birliklerle)
karşı konulmaya çalışılsa da başarılı olunamamış ve yüz İşkodralı ölmüş bir kısmı
da esir olmuştur. Avrupa devletlerinin desteği nedeniyle gittikçe şımaran Karadağ-
lıların “ettiklerinin yanına kalmamasını” isteyen Osmanlı Devleti, Karadağlılara
karşı ciddi bir harekâta girişmiştir. Gerilla taktiği ile direnen isyancılara karşı nasıl
mücadele edileceği hakkında çeşitli çalışmalar yapılmış ve raporlar sunulmuştur.
Bu raporlardan birisi de Ahmed Cevdet Paşa’nın 1861 yılında dönemin sadrazamı
Fuat Paşa’ya sunmuş olduğu rapordur. Bu raporda Karadağlılarla mücadele yön-
temlerine yer verilmiştir. İşkodra’nın bir haritasını çıkarttıran Cevdet Paşa, Kara-
dağlıların uyguladıkları taktikleri ve durumlarını göz önüne alarak karşı birliklerin
kurulmasını, bunların da Müslüman-Hristiyan ayrımı yapılmaksızın bölgeyi ve
bölgenin kültürünü iyi tanıyan yöre halkından oluşturulmasını teklif etmiştir. An-
cak bu teklif Fuad Paşa’nın meşguliyeti nedeniyle askıya alınmıştır. Bir süre sonra
Karadağ’ı gündemine alan Fuad Paşa, Serdar Ömer Paşa’nın kumandasında Abdi
Paşa’yı İşkodra’ya, Derviş Paşa’yı Hersek’e ve Hüseyin Avni Paşa’yı da Gosine ta-
raflarına göndermiştir16.
Bu sırada Hersekli isyancılar Piva mevkiinde toplanmışlardı. 21 Kasım
1861’deki savaşta Ömer Paşa isyancıları ağır ve kesin bir yenilgiye uğrattı17. Yine
Derviş Paşa aynı gün muhtemel bir Grahova bozgununu son anda önleyip galip
20 A. e. , s. 7.
21
Sertoğlu, a.e., s. 3120; Panslavizm, 19. yüzyıl başlarında Rusya dışındaki Slavlar arasında edebi-
kültürel bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Aynı kökten gelen Slav halkların kültürel ve siyasal
birliğini ifade eden bu hareket 19. yüzyılın ortalarından itibaren giderek siyasî bir mahiyet kazan-
mıştır. 1870’lerde ise Avrupa kamuoyunda “bütün Slavların Rusya’nın öncülüğünde birleşmesi”
olarak algılanmıştır. Bkz. Mithat Aydın, “Bosna-Hersek Ayaklanması (1875)’nda Panslavizm’in
Etkisi ve Sırbistan ve Karadağ’ın Rolü”, BELLETEN, C. LXIX, S. 256, Aralık 2005, s. 913.
22 Kemal Karpat, “Eflak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 10, İstanbul, 1994, s.
466.
117
kaynaklarında bu iki yer için “Memleketeyn” ifadesi de kullanılmıştır23. Eflak ve
Boğdan, coğrafi konumları nedeniyle Osmanlı Devleti’nin hem kuzey komşusu
Rusya ile hem de batıdaki komşusu Avusturya-Macaristan ile sınırını oluşturmak-
taydı. Ayrıca bu bölgeler bereketli toprakları sayesinde Osmanlı Devleti’nin tahıl
ambarı sayılabilecek özel bir ayrıcalığa da sahiplerdi. İşte bu stratejik konumunun
doğal bir sonucu olarak Eflak ve Boğdan, Osmanlı Devleti’nin Rusya ve Avusturya
ile yapmış olduğu savaşlardan etkilenmiştir24.
Eflak ve Boğdan Beylikleriyle ilgili bilinmesi gereken üç temel gerçek bu-
lunmaktadır. Bunlardan ilki Eflak ve Boğdan Beylikleri, Osmanlı egemenliğine
girdikleri 14. ve 15. yüzyıllardan itibaren “ayrıcalıklı beylik” statüsüne sahip olma-
ları nedeniyle kendi iç yönetimlerinde daima serbest kalmışlardır. Bu nedenle
Osmanlı Devleti’nin buralardaki otoritesi bir hayli zayıf olmuştur. İkinci olarak
Rusya, Karadeniz kıyılarında genişlemeye başlaması ile birlikte bu iki beyliği birer
basamak olarak görmüş ve 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile birlikte bu iki
beyliğin yönetimine el atmaya başlamıştır. Üçüncü olarak aynı ırktan gelen, aynı
dili konuşan ve aynı mezhebe (Katoliklik) bağlı bu beyliklerin halkı Rusya’dan
nefret etmekteydi25.
Eflak ve Boğdan Beylikleri ile Osmanlı Devleti arasında 19. yüzyılın ortaları-
na kadar önemli bir sürtüşme olmamıştır. Ancak Osmanlı Devleti’nin sınırlarında
tampon bölge konumunda bulunan bu topraklar zaman zaman Osmanlı Devleti ile
Rusya arasında savaş alanı olmuştur26. Öyle ki Rusya, 19. yüzyılda 1806, 1828,
1849 ve 1853 yıllarında olmak üzere dört defa Eflak ve Boğdan topraklarını işgal
etmiş27 ve bu sayede bölge üzerinde belli bir nüfuz elde etmiştir28.
22 Mayıs 1858’de Paris’te başlayan ve Osmanlı Devleti’ni Hariciye Nazırı
Fuad Paşa’nın temsil ettiği Paris Konvansiyonu neticesinde 19 Ağustos 1858 tarih-
li mukavele imzalanmıştır. Bu mukavele ile Eflak ve Boğdan Beylikleri birleştiril-
miştir. Birleşik Eflak-Boğdan Prensliği’nin kurulmasından sonra ise sıra tek bir
voyvodanın seçilmesine gelmiştir. Tıpkı birleşik prensliğin kurulması sürecinde
olduğu gibi tek bir voyvodanın seçilmesi sürecinde de ilk adım Boğdan’dan gelmiş
ve Boğdan Meclisi 17 Ocak 1859’da Alexandru Ioan Couza’yı voyvoda olarak seç-
miştir. 5 Şubat 1859’da ise Eflak Meclisi aynı karara imza atmış ve Couza’yı kendi-
lerine voyvoda olarak seçmiştir29.
23 Cafer Çiftçi, “Bâb-ı Âli’nin Avrupa’ya Çevrilmiş İki Gözü: Eflak ve Boğdan’da Fenerli Voyvoda-
lar (1711-1821)”, Uluslararası İlişkiler, Cilt: 7, Sayı: 26, 2010, s. 28.
24 Cezmi Karasu, “XIX. Yüzyılda Eflak ve Boğdan’daki Rus İşgalleri”, TÜRKLER, Cilt 12, (ed.)
Hasan Celal Güzel vd. ,Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 741.
25 Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1879-1914), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
2003, s. 260.
26 Uçarol, a.e., İstanbul, Filiz Kitabevi, 1985, s. 145.
27 Karasu, “XIX. Yüzyılda Eflak ve Boğdan’daki Rus İşgalleri”, s. 741.
28 Uçarol, a.e., s. 145.
29 Togay Seçkin Birbudak, Romanya’nın Bağımsızlığını Kazanması, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilim-
ler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2014, s. 88–95.
118
Osmanlı Devleti ise Eflak ve Boğdan’daki bu durumu kabule mecbur kalarak
Couza’ya Eflak ve Boğdan Beylikleri30 voyvodalığına31 tayinini bildiren iki ayrı
ferman göndermiştir. Bu sayede Romanya birliğine ve bağımsızlığına doğru önem-
li bir adım atılmakla birlikte bölgedeki heyecan yatışmamıştır. Eflak ve Boğdan
kamuoyu hala kaynaşma halindeydi. Bu kaynaşmanın nedeni ise halkın Romanya
birliğinin fiilen gerçekleşmesi için acele etmesiydi. Ancak Osmanlı Devleti, Cou-
za’yı Memleketeyn Prensi olarak değil Eflak ve Boğdan’ın ayrı ayrı voyvodası ola-
rak tanıyor, Eflak meselelerinde Eflak Beyi, Boğdan meselelerinde ise Boğdan Beyi
olarak kabul ediyor ve kendisine de o şekilde hitapta bulunuyordu. Aslında Prens
Couza, Eflak ve Boğdan Beyliklerinin meclislerini birleştirmek için en uygun za-
manı seçmişti. Çünkü Paris Antlaşması’nı imzalayan devletlerarasında eski birlik
özellikle de Rusya ve Rus emperyalizmi tehlikesine karşı birlik kalmamıştı. Fransa,
Osmanlı Devleti’nin hükümranlığından çıktıktan sonra bu toprakların hangi devle-
tin nüfuzu altına gireceğini ve bunun muhtemel sonuçlarının neler olabileceğini
hiç düşünmeden Eflak ve Boğdanlı’ları birleşmeye ve bağımsızlıklarını elde etme-
ye teşvik ediyordu. İngiltere, Avrupa olaylarıyla ilgisini azaltarak bir nevi inziva
politikası izlemeye başlamıştı. Avusturya ise küçük milletlerin ve bağlı prenslikle-
rin istiklallerine prensip olarak taraftar olmamakla birlikte karşıya karşıya oldu-
ğu32 Prusya33 tehlikesi nedeniyle bu meseleyle uğraşacak durumda değildi. Çünkü
genç Prusya devleti Cermen milletlerinin liderliğini onun elinden almak istiyordu.
Bu nedenlerden dolayı toprak bütünlüğü hakkında verilmiş olan teminata ve Av-
rupa devletleri genel hukukundan yararlanma imkânlarını kazanmış olmasına
rağmen böyle bir meselede hiçbir devletin Osmanlı Devleti’nin tarafını tutmasına
imkân yoktu. Osmanlı Devleti’nin bu hareketi zor kullanarak durdurmaya çalışma-
sı durumunda ise Rusya ve Fransa başta olmak üzere diğer bazı Avrupa devletleri-
ni karşısında bulacağı da muhakkaktı. İşte bu sebeplerden dolayı Osmanlı Devleti,
Couza’nın bu oldubittisini kabul etmek zorunda kaldı34.
35
Karal, a.e., s. 8.
36 Zaman zaman referandum kavramı ile eş anlamlı olarak kullanılan plebisit kelimesi farklı çağrı-
şımlara sahip bir kavramdır. Referandumdan daha eski bir kavram olan plebisit kelimesi M.Ö. 4.
yüzyıldaki eski Roma pleblerinden gelmektedir. Fransa’da 1793’ten beri halkoyuna başvurma an-
lamında kullanılan plebisitin demokrasi karşıtı çağrışımlar içeren bir anlamı da vardır. Bu anlamda
plebisit, totoliter ve otoriter yönetimlerin ellerinde tuttukları bir araç olup anti-demokratik bir halk
oylamasıdır. Plebisitin referandumdan farkını ortaya koymak için bazı ölçütler ileri sürülmektedir.
Örneğin referandum demokrasiyi güçlendirme yönünde kullanılan bir yöntem iken; plebisit de-
mokrasiyi otoriter bir rejime dönüştürme amacıyla yapılan bir halk oylamasıdır. Ayrıca referan-
dumda bir metin, bir değişiklik, kurumlara ilişkin bir oylama vardır. Plebisitte ise bir isim veya
onun şahsi politikası oylanır. Otoriter bir devlet başkanının veya hükûmetin belli bir sorunu hal-
koyuna götürdüğü zaman plebisitten bahsetmek mümkündür. Bkz. Bir Doğrudan Demokrasi
Aracı Olarak Referandum Uygulama Örnekleri, Türkiye-ABD-Avrupa Ülkeleri, Yay. Haz.
Ercan Durdular-Mehmet Solak-Hüdai Şencan, TBMM Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara,
2010, s. 65-66.
37 Karal, a.e., s. 8.
38 A. e., s. 8.
39
Osmanlı Devleti’ne sadrazamlık da dâhil olmak üzere birçok görevde hizmet etmiş olan Mehmed
Emin Âli Paşa (1814-1871), İstanbul’da doğmuştur. 1830’da Divan-ı Hümayun Kalemi’ne giren
Âli Paşa, 1833’de Tercüme Kalemi’nde görev almaya başlamıştır. 1835’te ikinci başkâtip olarak
gittiği Viyana’da bir buçuk yıl kalmıştır. Bu süre içerisinde Fransızcasını ilerlettiği gibi diplomasi
mesleğinin inceliklerini de öğrenmiştir. 1837’de Petersburg’a gönderilen Âli Paşa, buradan dönü-
şünde Divan-ı Hümayun tercümanlığına tayin edilmiştir. 1838’de ise Londra elçisi olan Mustafa
Reşit Paşa ile birlikte elçilik müsteşarı sıfatıyla Londra’ya gitmiştir. Reşid Paşa’nın maiyetine
girmesi ve onun takdirini kazanması süratle yükselmesine etki etmiştir. 1840’ta Hariciye Nezareti
120
edilmiş olan kanunlarını kaldırmak veya değiştirmek hakkına sahip bulunmadığını
ve bu tarz hareketlerin tanınmayacağını bildirdi. Bu arada Fransa, Prens Couza’ya,
Babıâli ile anlaşmasını teklif etti. Bunun üzerine Couza, İstanbul’a geldi. Yapılan
görüşmeler neticesinde Babıâli, Eflak ve Boğdan’ın idari statüsünün değiştirilme-
sine onay verdi40. Ayrıca bölgedeki istikrarın uluslararası bir teminat altına alın-
ması için sorunun bir konferansla çözülmesini uygun buldu. Bu nedenle Fransa,
İngiltere, Avusturya, Prusya, Rusya ve İtalya delegelerinin katılımıyla İstanbul’da
bir konferans toplandı. Yapılan görüşmeler neticesinde ise yirmi maddelik bir
protokol imzalandı ( 28 Haziran 1864). Bu protokolün önemli maddeleri şunlardı:
1. Birleşik Eflak ve Boğdan Beyliği, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında ka-
lacaktır.
2. Osmanlı Devleti’nin imzalamış olduğu antlaşmalar, Memleketeyn için de
geçerli olacaktır.
3. Eflak ve Boğdan, bir prens, bir Millî meclis ve bir senato tarafından idare
edilecektir.
Eflak ve Boğdan Beylikleri’nin resmen birleşmesine imkân tanıyan41bu yeni
belgenin Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren en önemli hükmü bu memleketlerin, iç
idarelerinde, Osmanlı hükûmetine danışmadan istedikleri düzeni kurabilmelerini
müsteşarlığına getirilen Âli Paşa, 1841’de ise Londra büyükelçiliğine tayin edilmiştir. Reşid Pa-
şa’nın 1846’da sadrazam olması üzerine önce Hariciye Nazırı, bir süre sonra da vezaret rütbesiyle
paşa olmuştur (1848). Âli Paşa 1852’de ise Reşid Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirilmiştir. Âli
Paşa, Hariciye Nezareti’ne ise arkadaşı Fuad Efendi’yi tayin ettirerek bir ekip oluşturmuştur. Bun-
dan sonraki süreçte Reşid Paşa’dan uzaklaşmaya başlamıştır. Kısa bir süre İzmir ve Hüdavendigar
Vilayetleri’nde vali olarak da hizmet veren Âli Paşa, Kırım Savaşı sırasında üçüncü defa Hariciye
Nazırı olmuştur. 1855 yılı Mayısında ikinci defa sadrazamlık görevine getirilen Âli Paşa, savaş
sonrasında toplanan Paris Barış Konferansı’nda Osmanlı Devleti’ni temsil etmiş ve Paris Antlaş-
ması’nı imzalamıştır. Gerek bu münasebetle ilan edilen Islahat Fermanı sebebiyle gerekse de kon-
feransta devletin menfaatlerini yeteri kadar koruyamadığı gerekçesiyle özellikle Reşid Paşa tara-
fında ağır şekilde eleştirilmiş ve neticede görevinden azledilmiştir. 1857’de Hariciye Nazırlığı gö-
revine yeniden getirilen Âli Paşa, Reşid Paşa’nın ölümü üzerine 11 Ocak 1858’de üçüncü defa
sadrazam olmuş ancak bir yıl sonra azledilmiştir. 1861’de Sultan Abdülaziz’in tahta çıkmasından
sonra ise dördüncü defa sadrazam olmuş ancak çok geçmeden yine azledilmiştir. Yerine tayin edi-
len Fuad Paşa’nın sadrazamlığı Âli Paşa’nın Hariciye Nazırlığı’na getirilmesi şartıyla kabul etme-
si nedeniyle yedinci defa Hariciye Nazırlığı’na getirilmiş ve altı yıl bu görevde kalmıştır. Şubat
1867’de ise beşinci defa sadrazam olmuştur. Mesai arkadaşı Fuad Paşa’nın 1869’da ölümü üzerine
Hariciye Nazırlığı görevini de üzerine alan Âli Paşa bu tarihten sonra tek söz sahibi olarak devlet
idaresini ölünceye kadar sıkı bir şekilde elinde tutmuştur. Son derece tecrübeli bir devlet adamı
olan Âli Paşa, özellikle Paris Antlaşması’ndan sonra III. Napolyon’un milliyetçi akımları destek-
leyen politikasını, İngiltere’nin politikasındaki değişme durumunu, Rusya’nın Paris Antlaşmasının
hükümlerinden kurtulmak için fırsat kolladığını, Avrupa’nın siyasî bünyesindeki değişiklikleri
sezmekte ve devletin içerisinde bulunduğu zayıflığı da yakından bilmekteydi. Bu nedenle dış poli-
tikada uzlaşmacı bir politika takip edilmesi gerektiğine inanıyordu. Bkz. Kemal Beydilli, “Âli Pa-
şa, Mehmed Emin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 2, İstanbul, 1989, s. 425-
426.
40 Karal, a.e., s. 8-9.
41 Sertoğlu, a.e., s. 3129.
121
sağlamasıdır. Böylece, Osmanlı Devleti, Eflak ve Boğdan üzerindeki tarihi hakla-
rından önemli bir kısmını daha kaybetmiştir. Ayrıca bu başarısından dolayı Bük-
reş’te parlamento, Prens Couza’yı Romanya’nın kurucusu ve ıslahatçısı olarak se-
lamlamıştır42.
42 Karal, a.e., s. 9.
43 A. e., s. 9-10.
44 Matthew Smith Anderson, Doğu Sorunu (1774-1923), Uluslararası İlişkiler Üzerine Bir İnce-
leme, Çev. İdil Eser, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001, s. 171.
122
nu bildirdi. Yani ortak meclis dağıtılacak, Eflak ve Boğdan’da 1858’den önce oldu-
ğu gibi ayrı ayrı divanlar ve voyvodalar seçilecekti. Osmanlı Devleti, ayrıca Bük-
reş’e bir Türk komiseri ile kefil devletlerden birer delegenin oluşturacağı bir ko-
misyonun gönderilmesini de teklif etti. Fransa bir taraftan Romenleri birliğe ve
bağımsızlığa teşvik etmekle birlikte seçmiş oldukları prensi beğenmemişti45.
Fransız dış işleri Eflak ve Boğdan’daki olayları bir oldubitti gibi kabul ede-
rek ortaya çıkan yeni durumun Paris’te bir konferansta görüşülmesini teklif etti.
İngiltere, Prusya ve46 Piyemonte47 bu teklifi desteklediler. Rusya istemeyerek de
olsa aynı fikre katıldı. Ancak esas itibariyle Rus hükûmeti Eflak ve Boğdan’ın Millî
ve bağımsız bir devlet haline gelmesine karşıydı. Çünkü böyle bir durumda bu
devletin iç işlerine müdahale edemeyeceği gibi Balkanlar üzerindeki ihtiraslarını
da gerçekleştiremeyecekti. Bu nedenle Rus dış işleri yabancı ülkelerdeki diplomat-
larına göndermiş olduğu talimatta, Eflak ve Boğdan meselesinde mevcut antlaşma-
ların ruhuna göre hareket edilmesi gerektiğini, aksi takdirde Romenlerin durumla-
rını ıslah etmek için antlaşmalarda tadilat yapılacak ise Osmanlı Devleti’ndeki
bütün Hristiyanların durumlarının da göz önünde bulundurulması gerekeceğini
bildirdi. Avusturya ise müstakbel bir Romanya birliğini kendi coğrafyasındaki
milletler için kötü bir örnek olarak kabul etmekte ve bu nedenle Eflak ve Boğdan’a
yabancı bir prensin getirilmesine karşı çıkmaktaydı48.
Tarih, İlkçağlardan 1918’e, İmge Yayınları, Ankara, 2001, s. 219-220; Coşkun Üçok, Siyasal
Tarih (1789-1960), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1975, s. 127-132.
48 Karal, a.e., s. 10-11.
49 A.e., s. 11.
123
III. Napolyon’un da kuzeniydi. Yakın Fransız ve Prusya bağlantılarıyla Romen tahtı
için iyi bir adaydı. Prens, Fransa ve Prusya’nın onayıyla teklifi kabul etti. Geçici
Hükûmet tam kontrollü bir seçim örneği gösterdi ve seçim onaylandı50. Birinci
Karol (Carol) adını alan yeni prens tabiyet ve sadakatini Osmanlı Devleti’ne bildir-
di51. Ancak bu samimi bir tavır değildi. Çünkü bir Osmanlı vassalı olmak istemeyen
yeni prens tahta çıktıktan sonra Osmanlı Devleti ile halen devam eden az sayıdaki
bağın zayıflamasını sağlayacak her türlü tedbiri destekliyordu52.
Bu oldu-bitti karşısında Paris Konferansı; “Yabancı bir prensin birleşik mem-
leketler tahtına seçilmesi 1858 Antlaşması’na aykırıdır. Birleşik memleketlerde top-
lanacak yeni mecliste Eflak ve Boğdan delegeleri ayrı ayrı rey vermek suretiyle birli-
ğin devam edip etmeyeceğini kararlaştıracaklar ve bu mesele halledildikten sonra
ancak birliğin devamı halinde meclis yukarıda işaret edilen antlaşma hükümlerine
göre yerli bir prensi voyvodalığa seçecektir” şeklinde bir karar aldı. Bu karar Avru-
palı kefil devletlerin Prens Şarl’ın Romanya tahtına seçilmesini kabul etmedikleri-
ni gösteriyordu. Osmanlı Devleti de başlangıçta Prens Şarl’ı tanımak istemedi. An-
cak Fransa ikiyüzlü bir siyaset takip ediyor ve yeni prense her türlü manevi yar-
dımı gizli olarak veriyordu. Osmanlı Devleti bir ara Tuna boylarında askeri hazırlık
yapmak suretiyle Eflak ve Boğdan’ı işgal edeceği izlenimini verdi. Ancak kefil dev-
letler bu duruma izin vermeyeceklerini bildirdikleri için yeni durumu kabul etme-
nin şartlarını aramaya başladı. Bu esnada yeni prens Sultan Abdülaziz’e saygılarını
sunmak için İstanbul’a geldi. İstanbul’a gelmesinden önce Âli Paşa ile Prens Şarl
arasında yapılan mektuplaşma ile Eflak ve Boğdan’ın Osmanlı Devleti’ndeki yeni
durumu ile prensin hakları tespit edilmişti. Voyvodalık fermanı da bu anlaşmaya
göre hazırlanmıştı. Fermanda Eflak ve Boğdan birliği zaman bakımından şartsız
olarak kabul edildiği gibi prensin Romanya tahtı üzerindeki veraset hakları da
kabul edilmişti. Buna karşılık prens de 1851 Paris Antlaşması ile tespit edildiği
şekilde Osmanlı Devleti’nin Romanya üzerindeki hükümranlığını tanımayı, 30.000
kişilik kuvvetten fazla bir ordu bulundurmamayı, Babıâli ile yabancı devletlerara-
sında imzalanmış olan antlaşmaları Romanya için de geçerli saymayı, Romanya’nın
Osmanlı Devleti’ne ödemekte olduğu vergiyi arttırmayı ve Romanya’da Osmanlı
Devleti’nin diğer eyaletlerinin huzur ve emniyetini bozacak hareketlere engel ol-
mayı taahhüt ediyordu53.
Romanya’nın özerkliğine kefil olan devletler bu fermanın hükümleri çerçe-
vesinde Romanya’nın yeni durumunu tanımakta gecikmediler. Bu suretle Roman-
ya, on yıl içinde Osmanlı Devleti’ne olan bağlılığını gevşetmiş ve Millî, yarı müsta-
kil, ırsi bir prenslik haline gelmiştir54.
50 Barbara Jelavich, Balkan Tarihi, 18. ve 19. Yüzyıllar, Cilt: 1, Çev. İhsan Durdu-Haşim Koç-
Gülçin Koç, Küre Yayınları, İstanbul, 2009, s. 323.
51 Sertoğlu, a.e., s. 3130.
52 Jelavich, a.e., s. 323.
53 Karal, a.e., s. 11-13; Sertoğlu, a.e., s. 3130-3131.
54 Karal, a.e., s. 13.
124
3. SIRBİSTAN OLAYLARI VE AVRUPALI DEVLETLERİN POLİTİKALARI
(1862-1867)
19. yüzyıl boyunca güneyli Slav akımının en dikkat çekici ve güçlü savunu-
cusu Sırbistan’dı55. Osmanlı Devleti, 19. yüzyılın başlarına gelindiğinde önemli iç
ve dış sorunları nedeniyle Sırbistan ile ilgilenememişti. Bu da bölgede daha önce
kurulmuş olan düzenli yönetimin bozulmasına neden olmuştu. Bölgedeki Müslü-
man halk belli ve büyük kalelere toplanmıştı. Ancak bu kalelerde muhafızlık görevi
yapan yeniçeriler hem Müslüman hem de Hristiyan halka kötü davranıyorlardı.
“Dayı” ünvanlı yeniçeri ileri gelenleri zaman içerisinde valilerin nüfuzlarını dahi
ellerinden almış ve Sırbistan’da keyfi bir yönetim kurmuşlardı. Bununla birlikte
yabancı devletlerin bölgede uzun bir süredir yapmakta oldukları propaganda ve
kışkırtma hareketleri de yoğunlaşmıştı56.
Bu gibi nedenlerden ötürü Sırplar 1804 yılında Kara Yorgi liderliğinde Os-
manlı Devleti’ne karşı ayaklandılar57. Önceleri yeniçerilere karşı bir tepki şeklinde
başlayan isyan gittikçe Millîyetçi bir karakter kazanmış ve Sırplar özerklik talep
etmeye başlamışlardır. Belgrad’ı ele geçiren Sırp birlikleri şehirdeki Müslümanlara
karşı büyük bir katliama girişmişlerdir. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda
imzalanan Bükreş Antlaşması ile Osmanlı Devleti, Sırbistan’a kısmi bir özerklik
verilmesini kabul etmek zorunda kalmıştır. Bununla birlikte daha geniş bir özerk-
lik talep eden Sırpların isyanı 1813 yılında tamamen bastırılarak Belgrat ele geçi-
rilmiştir. İkinci Sırp isyanı Miloş Obrenoviç liderliğinde 1815 yılında başlamıştır.
İsyan aynı yıl bastırıldıysa da bu tarihten sonra Sırplara tanınan ayrıcalıklar geniş-
letilmeye başlanmıştır. Öyle ki 1826’da Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzala-
nan Akkirman Antlaşması ile Osmanlı Devleti, Sırplara tanınacak hakların genişle-
tileceğini garanti etmiştir. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan
Edirne Antlaşması ile de Osmanlı Devleti, Sırplara yeni ayrıcalıklar tanımıştır. Ni-
hayet 17 Ekim 1830’da verilen bir imtiyaz fermanı ile Sırplar özerk bir idare elde
etmişlerdir. Bu ferman Miloş’u başknez olarak tanıtırken Sırpların bir meclis tara-
fından yönetileceği ve kale muhafızları dışında Sırp topraklarında hiçbir Türk’ün
oturmayacağı gibi şartları da içeriyordu58.
62 Olayların ayrıntıları için bkz. Özkan, “Müslümanların Sırbistan’dan Çıkarılmasının İlk Adımı …”
, s. 176-180.
63 A. e. , s. 180-182.
64 Karal, a.e., s. 14.
65 Özkan, “Müslümanların Sırbistan’dan Çıkarılmasının İlk Adımı …” , s. 182.
127
letlerin Sırbistan işini görüşmeleri için İstanbul’da bir konferans toplanması da
kabul edilmiştir66.
73 Cemal Tukin, “Girit”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 4, İstanbul, 1996, s. 85.
74
Zekeriya Türkmen, “Girit Adasını Osmanlı İdaresinden Ayırma Çabaları: Yunan İsyanını Takip
Eden Dönemdeki Gelişmeler (1821-1869)”, OTAM (Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araş-
tırma ve Uygulama Merkezi Dergisi), Sayı: 12, 2001, s. 219.
75 Ayşe Nükhet Adıyeke, Osmanlı İmparatorluğu ve Girit Bunalımı (1896-1908), Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara, 2000, s. 7.
76 Karal, a.e., s. 18.
77 Metin Hülagü, Osmanlı-Yunan Savaşı Abdülhamid’in Zaferi, Yitik Hazine Yayınları, İzmir,
2008, s. 17-18.
131
mişlerdir78. Girit’te asıl önemli problemler ise 1821 yılından itibaren başlamıştır.
Osmanlı Devleti, Tepedelenli Ali Paşa İsyanı ile meşgul iken Mora ve çevresinde
başlayan isyana Temmuz 1821’de İsfakya ve Hanya Rumları da katılmış böylece
Girit’teki Osmanlı hâkimiyetine karşı ilk isyan patlak vermiştir. Böyle bir olayın
ortaya çıkmasında ve adada yaşayan Rumların bundan sonraki tarihlerde sık sık
isyana teşebbüs etmelerinde bazı faktörler etkili olmuştur. Her şeyden önce Os-
manlı toprakları üzerinde emelleri bulunan Rusya’nın tahrikleri, Fransız İhtilali
sonrasında etkili olan Millîyetçilik akımı ve bu akımın Napolyon tarafından Bal-
kanlarda Osmanlı hâkimiyeti altında yaşayan milletlere karşı propaganda edilmesi
bu faktörler arasındadır. Bunların yanı sıra Osmanlı Devleti’nin idari yapısındaki
bozulma ile Filiki Eterya Cemiyeti’nin çalışmaları da Girit’te isyanların çıkmasına
etki eden diğer nedenler arasındadır79.
Babıâli, Girit’teki ilk isyanın bastırılmasını ve asayişin yeniden tesis edilme-
sini Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’ya havale etmişti80. İsyan Osmanlı ve Mısır do-
nanmalarını komutasına alan İbrahim Paşa tarafından bastırıldı. Ancak Mehmet
Ali Paşa’nın bu isyanı bastırmasından ve nüfuzunu genişletmesinden rahatsız olan
İngiltere, Fransa ve Rusya’nın olaya müdahale etmeleri konunun uluslararası bir
mesele olmasına sebep oldu. İşte bu noktada Yunanistan tarafından tahrik edilen
Giritli Rumlar isyana teşebbüs etmeye başladılar. Hatta Girit’in Yunanistan’a ilhak
edilmesini ortak bir amaç haline getirdiler. 1830’da imzalanan Londra Protoko-
lü’nün Girit’i Yunanistan sınırları dışında bırakmasını bahane eden Rumlar, adada
yeni bir isyan başlattılar. Bu isyanın bastırılması görevi de Mısır Valisi Mehmed Ali
Paşa’ya verildi. Mehmed Ali Paşa’nın göstermiş olduğu başarıya karşılık olarak da
adanın yönetimi 1831 yılında on yıl süreyle kendisine devredildi. Mehmed Ali Pa-
şa’nın buradaki idaresi Londra Antlaşması’nın 15 Temmuz 1840 tarihinde imza-
lanmasına kadar devam etti. Bu tarihten sonra Girit’in idaresi kayd-ı hayat (yaşa-
dığı müddetçe) şartıyla Mustafa Nâili Paşa’ya bırakıldı81.
Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yapılan 1828-1829 savaşı sonrasında
imzalanan Edirne Antlaşması ile bağımsız bir Yunanistan Devletinin kurulması
Osmanlı Devleti’nin toprak kayıplarını hızlandıran bir sürecin başlamasına da etki
etmiştir. Bağımsız Yunanistan’ın sınırları 3 Şubat 1830’da Londra Antlaşması ile
çizilirken Rumların yaşadığı birçok bölge gibi Girit’te bu sınırların dışında bırakıl-
82
Adıyeke, a.e., s.17.
83 A. e. , s. 20-21.
84 Necati Çavdar, “Muhbir Gazetesi’nin Bir Toplumsal Sorumluluk Projesi: Girit İsyanı’nda Zarar
Gören Müslümanlar İçin Yardım Kampanyası”, Sultan Abdülaziz Dönemi Sempozyumu, 12-13
Aralık 2013, Ankara, Ordu ve Siyaset, Bildiriler, Cilt: 4, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Anka-
ra, 2014, s. 106.
85 Karal, a.e., s. 21; Armaoğlu, a.e., s. 281.
86 Türkmen, a.e., s. 228.
133
İngiltere’nin Girit politikası Fransa’ya karşı duyduğu şüphe, Rusya’nın bo-
ğazlara sahip olması konusunda duyduğu korku ve doğudaki çıkarları için Osmanlı
Devleti’nin parçalanmaması üzerine kurulmuştu. Büyük Yunanistan’ın kurulması
halinde bu devletin Rusya’nın yanında yer alacağı az çok belliydi. Bu nedenle İngil-
tere, Girit İsyanı’nda Babıâli’nin yanında yer almayı kendi çıkarlarına uygun bul-
maktaydı. Ayrıca İngiltere’nin Akdeniz siyaseti Millîyet esaslarına göre değil ülke-
sinin Millî menfaatlerine göre ayarlanmıştı. İngiltere, küçük bir Yunanistan’ın ku-
rulmasını kabul etmişti ancak Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü muhafaza
etmesini büyük bir Yunan Devletinin kurulmasına tercih etmekteydi. Rusya, İngil-
tere’nin Osmanlı politikasını genel hatlarını bilmekle birlikte Girit İsyanı’ndaki
kararlılığını ölçmek istedi. Bu amaçla Rus Baronu Brunnow, İngiliz devlet adamı
Lord Stanley’i 19 Ocak 1867’de ziyaret etti. Bu ziyarette Lord Stanley, İngiltere’nin
Girit’in Osmanlı Devleti’nden kopmasına asla izin vermeyeceğini belirtti. Lord
Stanley, Rusya’nın işbirliği teklifini de ret ettiği gibi ülkesindeki bir ayaklanmayı
silah kuvvetiyle bastırma hakkının Babıâli’ye tanınması gerektiğini de söyleyerek
“Asilerin davasına sempati anlamına gelebilecek bir itidal tavsiyesinde bulunmak
için henüz vakit gelmemiştir” de dedi. İngiltere bu tutumuyla “mevcut konjonktürde
böyle bir ilhaka asla izin vermem ama ileride zaten olacak” demeye çalışıyordu.
Lord Stanley’e ait olan “ Hiçbir Hristiyan ulus Osmanlı içindeki Hristiyanlara sempa-
ti duymamazlık edemez. Fakat politik çıkarlar sempatinin önündedir” cümleleri de
İngiltere’nin Girit hakkındaki politikasını net şekilde ortaya koymaktaydı87.
Bu isyan sırasında Giritli asilerin en önemli destekçisinin Rusya olduğu gö-
rülmektedir. Rusya, Osmanlı Devleti’ne zararlı olan her olayda olduğu gibi Girit
İsyanı’nda da asilerin tarafını tutmuştur. Zaten Rum davası uzun bir süreden beri
bir Rus davası olmuştu. Bizans İmparatorluğu’nu yeniden diriltmek Ruslar tara-
fından ortaya atılmış bir düşünceydi. Yunanlıların büyük ülküsü (Megali İdea) de
bu düşünceden alınan ilhamla ortaya çıkmıştı. Bununla birlikte Rusya küçük veya
büyük Yunanistan’ın kendisinden başka bir devletin etkisi altında olmasını da
istemiyordu. Girit İsyanı öncesinde İngiltere’nin desteği ile Yunanistan tahtına
oturmuş olan Kral Yorgi’yi bu etkiden kurtarmak ve kendi yanına çekmek Rus-
ya’nın başlıca uğraşlarından biriydi. Nihayet Kral Yorgi’nin Rus Çarının yeğeni ile
evlenmesi sayesinde yakın bir bağ tesis edilmişti. Hatta Rus Çarının bu evliliğin bir
hediyesi olarak Girit’in Yunanistan’a verilmesi için çalışacağı Yunanlılar ile Girit’li
Rumlar arasında konuşulmaktaydı. Özellikle Giritli isyancılar için bu söylenti mo-
rallerini yükselten bir gerçek hükmündeydi. Girit İsyanı’ndan birkaç ay sonra
Prens Gorchakov’un Osmanlı elçisine söylemiş olduğu; “Girit Adası sizin için kay-
bolmuştur. Altı aylık bu kadar şiddetli bir mücadeleden sonra artık tam bir anlaşma
mümkün değildir. Padişahın otoritesini tekrar kurmaya muvaffak olduğunuz farz
87 Bilal Karabulut, “Osmanlı’nın Zor Sınavı: Fransa’nın Tutarsız Politikaları Ekseninde Girit İsyanı
(1866-1869)”, Karadeniz Araştırmaları, Sayı:16, Kış 2008, s. 82.
134
edilse bile bir sürü harabeler ve bir yığın cesetler üzerine kurulmuş olacaktır. Muha-
faza edemeyeceğiniz bu Girit adasını Yunanlılara bırakınız. Zaten önceden de Girit’i
Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’ya vermekten çekinmemiştiniz” sözleri Girit İsyanı
karşısında Rusya’nın takip edeceği siyaseti açıkça göstermekteydi88.
Girit İsyanı karşısında İngiltere ve Rusya’nın bu belirli politikalarına karşılık
Fransa genel itibariyle belirsiz bir politika izlemiştir. Öyle ki Fransa İmparatoru III.
Napolyon, Girit’in ilhakı konusunda bazen Yunanistan’ın karşısına dikilmiş bazen
de Rusya ile Babıâli’ye baskı yaparak Yunanistan’a karşı daha güler yüzlü davran-
mıştır. Fransa’nın bu değişken politikasının genel sebepleri batıdaki Alman tehli-
kesi ile doğudaki Rus ve İngiliz nüfuzlarıyla rekabet içerisinde olmasıdır. Fransa,
özellikle de Alman (Prusya) tehlikesini hissettiği an Girit’teki isyanı büyütmek
isteyen Yunanistan’ı engellemeye çalışmıştır. Alman tehlikesinin azaldığı ve Rus,
İngiliz gücünü dengede tuttuğu zamanlarda ise Fransa, Yunanistan’ı desteklemek-
ten geri kalmamıştır. Fransa böyle bir politika takip ederek hem Yunanistan’a ve
Rusya’ya sempatik görünmeye çalışmış hem de İngiltere’yi ve Osmanlı Devleti’ni
tam anlamıyla karşısına almamaya çalışmıştır. Fransa’nın bu tutarsız politikası
Osmanlı Devleti’nin lehine gibi görünse de Osmanlı Devleti, içerisinde bulunduğu
olumsuz konjonktürün de etkisiyle bunu fark edememiş ve bu nedenle lehine çevi-
rememiştir89.
Yunanistan’da doğal olarak Girit İsyanı’nı desteklemiştir. Çünkü hangi par-
tiden olursa olsun bütün Yunanlılar, Girit’in Yunanistan’a katılmasını istiyorlardı.
Bununla birlikte Yunan hükûmeti Girit için Osmanlı Devleti’ne karşı bir savaşı göze
alamamıştır. Ancak halk ve hükûmet, Babıâli ile Yunanistan arasında savaş hali
olmaksızın Giritli isyancılara her türlü yardımda bulunmuşlardır. Merkezi Atina’da
olan Eterya Cemiyeti, Girit’e para, silah ve gönüllü göndermiştir. Osmanlı Devle-
ti’ndeki Yunan konsolosları da para ve eşya göndermek suretiyle isyana destek
vermişlerdir. İstanbul Rumları da isyana büyük bağışlarda bulunmuşlardır. Topla-
nan paralarla ayda elli kuruş karşılığında gönüllüler kaydedilmiştir. Bunların yanı
sıra Yunan basını, Avrupa kamuoyunu tahrik edici yazılar yayınlayarak tıpkı 1821
isyanında olduğu gibi para ve insan yardımı sağlamaya çalışmıştır. Bu çalışmalar
neticesinde farklı milletlere mensup insanlar Girit’e gelerek isyancılara katılmıştır.
Yunan başbakanı Cumondoros, isyancılara mümkün olan bütün yardımları yap-
97 Karal, a.e., s. 27; Arkadi isimli Yunan vapurunun batırılması, Giritli isyancılar üzerinde derin bir
manevi etki yaratmıştır. Arkadi ismi bu olaydan itibaren adada ortaya çıkan her ayaklanmanın
bayrağı olmuştur. Bkz. Adıyeke, a.e., s. 22.
98 Subaşı, a.e., s. 768.
99 Karal, a.e., s. 36.
138
Osmanlı Devleti’nin istekleri haklı görüldü ve bunlar bir deklarasyon ile Yunan
hükûmetine bildirildi. Böylece Girit İsyanı ile bu isyanın yol açtığı Osmanlı-Yunan
anlaşmazlığı sona erdi100.
107 Sevda Özkaya Özer, Osmanlı Devleti İdaresinde Mısır (1839-1882), Fırat Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Elazığ, 2007, s. 159.
108 Sinan Kaya, Sultan Abdülaziz’in 1863 Mısır Seyahati, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2015, s.
91.
109 Özer, a.e., s. 159.
110 Ferdinand de Lesseps, Süveyş kanalının inşasını üstlenen Fransız devlet adamıdır. Lesseps’in
teşebbüsü ile 1859 yılında inşa edilmeye başlanılan kanal 10 senelik bir çalışma sonrasında 1869
yılında açılmıştır. Bkz. J. Walker, “Süveyş”, İslam Ansiklopedisi, Cilt: 11, Milli Eğitim Bakanlı-
ğı Yayınları, Eskişehir, 1997, s. 256.
111 Özer, a.e., s. 159.
112 Subaşı, a.e., s. 769.
113 Özer, a.e., s. 160.
114 Subaşı, a.e., s. 769.
115 Kaya, a.e., s. 91-92.
140
5.2. Mısır’ın Muhtariyet Haklarının Genişletilmesi
Tıpkı dedesi Mehmed Ali Paşa gibi Mısır için büyük planları olan İsmail Pa-
şa, her şeyden önce Mısır’ı Osmanlı hâkimiyetinden kurtarmak veya hiç olmazsa
daha geniş muhtariyet hakları elde etmek istiyordu. Ancak dedesinin yaptığı gibi
isyancı usullerle bunu başaramayacağını anlamıştı. Bu nedenle hedefine ulaşmak
için iki yol seçti. Birincisi, Osmanlı Devlet adamlarına çeşitli menfaatler sağlayarak
imtiyaz fermanının sınırlarını genişletmek, ikincisi de Avrupalılara hoş görünerek
onların desteğini sağlamaktı116.
Bu arada meydana gelen bazı olaylar da İsmail Paşa’nın işini kolaylaştırdı.
Bunlardan ilki İsmail Paşa’nın 1864-1865’de Hicaz’da çıkan bir isyanı bastırmak
için Babıâli’ye 4.500 kişilik bir kuvvetle yardım etmesiydi. İsmail Paşa, 1866’da
Eflak ve Boğdan olayları başlayınca padişahın emrine 8.000 kişilik bir kuvvet daha
gönderdi. Paşa bunlardan başka ileri gelen Osmanlı devlet adamlarına devamlı
olarak para dağıtıyordu. Bu hediyeleri kaybetmek istemeyen devlet adamları da
İsmail Paşa’nın isteklerini dikkate alıyorlardı. Sultan Abdülaziz ve Sadrazam Fuat
Paşa da İsmail Paşa’dan memnundular117.
Sultan Abdülaziz’in Maliye Nazırı ve Mısır Valiliği’nin varisi Mustafa Fazıl
Paşa’nın Sadrazam Fuad Paşa’nın teşvikiyle 1867 yılında Avrupa’ya sürülmesini
fırsat olarak gören İsmail Paşa bu durumdan faydalanarak Mısır’ın veraset ferma-
nında bir değişiklik yapılmasını istedi118. Babıâli zaten Sırbistan, Eflak ve Boğdan
116
Çetin, a.e., s. 117.
117 Karal, a.e., s. 41.
118 Subaşı, a.e., s. 769; Mustafa Fazıl Paşa, 20 Şubat 1830’da Kahire’de dünyaya gelmiştir. Mısır
Valisi İbrahim Paşa’nın üçüncü oğlu ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunudur. Öğrenimini
Kahire’de özel ders alarak tamamlayan Mustafa Fazıl Paşa, 1845’de İstanbul’a giderek Sadaret
Mektubi Kalemi’nde göreve başladı. Bürokrasinin çeşitli kademelerinde görev aldıktan sonra 18
Kasım 1862’de Maarif-i Umumiye Nâzırlığı’na tayin edildi. 11 Ocak 1863’te ise Maliye Nazırı
oldu. Amcası Said Paşa’nın ölümü üzerine ağabeyi İsmail’in Mısır Valiliği’ne tayiniyle veliaht ol-
du. Mustafa Fazıl Paşa, 26 Mart 1864’te tedaviye muhtaç olduğu gerekçesi ile Meclis-i Âliye’ye
tayin edildi. Ancak kamuoyunda dile getirilen sebep Sadrazam Fuad Paşa ile yönetimde ters düş-
mesiydi. Mustafa Fazıl Paşa, 1865 yılı Haziranından itibaren gizlice bir araya gelen ve 1867’de
“Yeni Osmanlılar Cemiyeti” adını alacak olan hükûmet muhaliflerinin önde gelen isimlerinden
Ziya Bey (Paşa), Ali Suâvi ve Namık Kemal ile temaslarını arttırdı. Mustafa Fazıl Paşa’nın evi
Sadrazam Fuad ve Âli Paşaların tahakkümündeki hükûmete karşı olanların toplantı merkezi gibi
kullanılmaktaydı. Bu arada Fazıl Paşa, padişaha Sadrazam Fuad Paşa’nın mali politikaları hakkın-
da şikâyette bulundu. Sadrazam bu durumdan haberdar olunca 18 Şubat 1866’da görevinden azle-
dildi. Azledilmesi kararında, muhalif tavırlarının yanı sıra gücünü sınırlandırmak isteyen ağabeyi
İsmail Paşa’nın Sadrazam Fuad Paşa ile iyi ilişkiler içerisinde bulunmasının da etkisi vardır. Mus-
tafa Fazıl Paşa, bundan sonra önce Kahire’ye gitmek istedi. Ancak Mısır yönetiminde rakipsiz
kalmak isteyen ağabeyi İsmail Paşa’nın izin vermemesi üzerine Nisan 1866’da İstanbul’dan Napo-
li’ye oradan da Paris’e gitti. Paşa, burada maddi imkânlarını kullanarak bazı Avrupa ülkelerinin
muhalif grupları ve matbuat mensupları da dâhil olmak üzere geniş bir çevre edindi. Bu kesimler
alınan kararların haksızlığı hakkında yayınlar yaparak onun muhalefetine destek verdiler. Ocak
1867 sonlarında Mustafa Fazıl Paşa’dan İstanbul’daki Jön Türk grubunun lideri olarak bahsedil-
meye başlandı. Paşa, aynı yılın Mayıs ayında ise İstanbul’da baskılara maruz kalan Namık Kemal,
141
beylerinin fermanlarında hiçbir menfaati bulunmadığı halde ve yabancı devletle-
rin baskısı ile bu gibi değişiklikler yapmıştı. Şimdi ise istenilen şey sadakat göste-
ren bir valinin lehinde değişiklik yapmaktı119. Neticede 28 Mayıs 1866 tarihli fer-
manla Mısır verasetinde ailenin en büyüğünü esas alan “ekberiyet” kuralına son
verilerek İsmail Paşa’dan itibaren babadan oğula intikal esası kabul edildi. Sudan
Vilayeti zımnen (dolaylı olarak)120, Musavva121 ve Sevâkin122 kazaları da açık ola-
rak Mısır idaresine bırakıldı. Bu sayede toprakları genişleyen Mısır Vilayeti’nin her
yıl Babıâli’ye ödeyeceği vergi 80.000’den 150.000 keseye 18.000 kişiden oluşan
Mısır ordusu da 30.000 kişiye çıkarıldı123. Ancak bu sırada meydana gelen bazı
olaylar İsmail Paşa’nın yeni imtiyazlar elde etmesine de yardım etti. Öyle ki 1866
yılında başlayan Girit İsyanı’nda İsmail Paşa, hemen yardım teklifinde bulunmuş-
tu. Paşa’nın bu teklifi kabul edilmiş ve Girit’e 18.000 Mısır askeri çıkarılmıştı. İs-
mail Paşa’nın bu yardıma karşı istemeyi düşündüğü ödül ise Girit valiliğinin kendi-
sine verilmesiydi. Ancak İngiltere ve Fransa böyle bir hareketi kabul etmeyecekle-
rini İsmail Paşa’ya bildirdiler. Bunun üzerine İsmail Paşa, hizmetinin karşılığını
başka bir şekilde almak için dış işleri müşaviri Nubar Paşa’yı İstanbul’a göndere-
rek kendisine “Azizi Mısır” unvanının verilmesini istedi. Zor durumda olan Osmanlı
Devlet’i İsmail Paşa’nın desteğini kaybetmek ve yeni bir sıkıntı ile karşılaşmak
istemiyordu. Bu nedenle bir orta yol bularak İsmail Paşa’nın istediği “Azizi Mısır”
unvanı yerine “Hidiv” unvanını kabul etmeye onu ikna etti124.
Ziya Bey ve Ali Suavi’nin de Paris’e ulaşmalarını sağladı. Netice itibariyle Mustafa Fazıl Paşa,
Yeni Osmanlılar hareketinin güçlenmesine maddi ve fikri destek sağlamış önemli bir devlet ada-
mıdır. Bkz. Şit Tufan Buzpınar, “Mustafa Fazıl Paşa (1830-1875)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, Cilt: 31, İstanbul, 2006, s. 300-301.
119 Karal, a.e., s. 41-42.
120 Çetin, a.e., s. 118.
121 Musavva (Masavva), Eritre’nin en büyük liman şehridir. 2 Nisan 1557’de Özdemir Paşa tarafın-
dan Osmanlı topraklarına katılmıştır. 1846 yılında Sultan Abdülmecid tarafından Mısır Hidivi
Mehmed Ali Paşa’ya Sevakin ile birlikte salyane olarak verilen Musavva bölgede nüfuz mücade-
lesi yapan Mısır, İngiltere, İtalya ve Habeşistan’ın politikalarında önemli bir unsur haline gelmiş-
tir. 1849’da Mehmed Ali Paşa’nın ölümü üzerine Hicaz Valisinin kontrolüne geçen ada, Hidiv İs-
mail Paşa zamanında Mısır emlakine dâhil edilerek kaymakamlık statüsünde teşkilatlandırılmış-
tır(1865). Böylece Musavva’da Osmanlı hâkimiyeti fiilen sona ermiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz.
Casim Avcı, “Musavva’ ”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 28, İstanbul, 2003,
s. 73-74.
122 Sevakin (Savakin), Kızıldeniz’in batı sahillerinde bir ada üzerinde bulunan liman şehridir. Yavuz
Sultan Selim zamanında Osmanlı hâkimiyetine giren Sevakin, Cidde Paşa’sının idaresine veril-
miştir. Paşalar da burayı bir ağanın idaresine bırakıyorlardı. Bu durum Osmanlı Devleti’nin burayı
1865 yılında Mısır’a bırakmasına kadar devam etmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Adolf Grohmann,
“Sevakin”, İslam Ansiklopedisi, Cilt: 10, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Eskişehir, 1997, s.
523.
123 Çetin, a.e., s. 118.
124 Karal, a.e., s. 42; Hidiv (Hıdiv), Farsça, kavmin en büyüğü, emir anlamlarına gelmektedir. Bkz.
Hilal Görgün, “Mısır (Tarih/Fransız İşgali ve Sonrası)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklo-
pedisi, Cilt: 29, İstanbul, 2004, s. 570.
142
Hidiv İsmail Paşa, 8 Haziran 1867 tarihli fermanla Mısır’ın imtiyazlarını da-
ha da genişletti. Paşa, Mısır’ın iç idaresiyle ilgili düzenlemeler yapma hakkına sa-
hip olduğu gibi yabancı devletlerle gümrük ve posta işlerine ait gayr-ı siyasî an-
laşmalar imzalama yetkisini de elde etti. İsmail Paşa, padişah tarafından her an
sıradan bir vali gibi azledilebileceğini bildiği halde müstakil bir hükümdar gibi
davranıyor125Avrupalı devletler nezdinde de bağımsız bir devlet başkanı muame-
lesi görüyordu126.
Hidiv İsmail Paşa, 1869 yılında Avrupa’ya yapmış olduğu bir seyahatte yine
müstakil bir hükümdar gibi hareket etti. Bu esnada Avrupa basınında da Mısır’ın
ayrı bir ülke olduğu yolunda yazılar yayımlanıyordu. Fransa ve İngiltere, İsmail
Paşa’yı bağımsız hükümdarlara mahsus törenlerle karşıladılar. Millîyetçi fikirleri
desteklemesiyle tanınan Fransa hükümdarı III. Napolyon, İsmail Paşa’yı daha önce
Sultan Abdülaziz’i misafir ettiği dairede ağırladı. İsmail Paşa’da uğradığı Avrupa
başkentlerinde hükümdarları Süveyş Kanalı’nın açılışına davet etti. Osmanlı Devle-
ti, İsmail Paşa’nın bu seyahatini büyük bir tepkiyle karşıladı. Sadrazam Âli Paşa
hıdive haddini bildirmek için bir ihtar gönderdi. Bu ihtarla hıdive Avrupa hüküm-
darlarını kendi adına davet etmekle yetkilerini aştığı ve Mısır’ın Osmanlı toprağı
olduğu hatırlatıldı. Hıdivin Osmanlı Devleti erkânından sayıldığı için Avrupa’da
hükümdarlarla yapacağı temaslarda yanlarında Türk elçilerinin bulunması gere-
kirken buna uyulmadığı ve Nubar Paşa’nın dış işleri bakanı tayin edilerek yabancı
ülkelerle anlaşma yapılmak istenmesinin de mevcut ferman hükümlerine aykırı
olduğunu belirtildi. Âli Paşa, ayrıca dış temsilciliklere de Mısır’ın Osmanlı Devleti
bünyesindeki statüsünün ilgili devletlere anlatılması talimatını verdi. Hıdivin gön-
dermiş olduğu cevaptan tatmin olmayan Âli Paşa ikinci bir ihtar daha gönderdi ve
bunlara uymadığı takdirde valilikten azledileceğini bildirdi. Yeni bir Mısır mesele-
sinin çıkmasını istemeyen İngiltere ve Fransa taraflara itidal tavsiye ettiler. Âli
Paşa, 29 Kasım 1869 tarihli bir fermanla hıdivin imtiyazlarına kısıtlama getirdi.
İsmail Paşa, birkaç günlük bir tereddütten sonra ferman hükümlerine uyacağını
bildirdi. Ancak mücadelesini de devam ettirdi. Temsilcisi İbrahim Paşa’yı İstan-
bul’a göndererek bazı devlet adamlarını maddi vaatlerle elde etmeye çalıştı. Âli
Paşa’nın vefatı ise bu çalışmalarını kolaylaştırdı. 1872’de İstanbul’a gelen İsmail
Paşa, Osmanlı devlet adamlarına dağıttığı hediyeler ve paralar karşısında iki imti-
yaz fermanı daha aldı. 28 Eylül 1872 tarihli fermanla 1869’da Âli Paşa’nın gayret-
leriyle getirilen kısıtlamalar kaldırıldı. Ayrıca hıdive Avrupa devletleriyle dış borç
anlaşması imzalama yetkisi de verildi. 10 Haziran 1873 tarihli ikinci fermanla da
1841 yılından beri Mısır için çıkarılmış olan fermanların hepsi onaylanmış oldu.
İsmail Paşa bu fermandaki imtiyazlarla Mısır’ı, idare hususunda olduğu gibi haklar
yönünden de bağımsız denebilecek bir duruma getirmeyi başardı. Ancak bu iş için
132 Nejdet Gök, “Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati’nin Sonuçları ve Yansımaları”, Sultan Abdü-
laziz Dönemi Sempozyumu, 12-13 Aralık 2013, Ankara, Ordu ve Siyaset, Bildiriler, Cilt: 4,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014, s.128; Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatinin dik-
kat çeken dört önemli nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki Kırım Savaşı’nı takip eden on yıl içe-
risinde, siyasî dengelerin değiştiği yeni Avrupa’da Rusya’ya karşı oluşturulmaya başlanan ortak
cephede etkili bir rol alabilme isteğidir. İkincisi; Girit ve Şark meselelerinde Fransa’nın desteğini
sağlama düşüncesidir. Üçüncüsü bu seyahatten kısa bir süre önce Rus Çarının Avrupa ziyareti
sonrası Osmanlı Devleti aleyhine oluşan olumsuz havanın dağıtılmak istenilmesidir. Nitekim ziya-
ret sonrasında gerek Fransız gerekse de İngiliz basınında “hem İslam halifesi olup hem de batıyla
iyi ilişkiler kurabilecek yetenekte bir sultan” şeklinde şaşkınlık ve hayranlık ifade eden bir dizi
haberin çıkması Osmanlı Devleti hakkında olumsuz fikirlerin en azından bir kısmının değişebile-
ceğini göstermiştir. Hiç şüphe yok ki Sultan Abdülaziz’in bu politikası, Rusya’nın Balkan politi-
kasına bir sınır çizmek isteyen İngiltere ve Fransa’nın da işine geliyordu. Yukarıda ifade ettiğimiz
üç neden haricindeki dördüncü bir neden ise Fransa’nın 1867 yılı başlarında azınlıkların hakları
konusunda Osmanlı Devleti’ne vermiş olduğu muhtıra olarak gösterilmektedir. Bkz. A. e. , s. 131;
Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatinin nedenleri hakkında ayrıca bkz. Hüseyin Dikme, “Osman-
lı’da Halkla İlişkiler: Sultan Abdülaziz Dönemi Örneği”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Der-
gisi, Cilt: 5, Sayı: 21, Bahar 2012, s. 298.
133 Aziz Tekdemir, “1867 Paris Sergisi ve Sultan Abdülaziz’in Sergiyi Ziyareti”, Trakya Üniversite-
si Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 6, Temmuz 2013, s. 9.
145
ikameti 10 gün sürmüştür. Bu on günlük süre içerisinde serginin açılışına katılan
Sultan Abdülaziz ayrıca Paris’te bulunan Rus Çarı II. Aleksandr’la olan görüşmesi
de dâhil olmak üzere bazı temaslarda bulunmuştur. III. Napoleon tarafından 10
Temmuz’da Paris’ten uğurlanan Sultan Abdülaziz, seyahatinin ikinci durağı olan
İngiltere’ye hareket etmiş ve maiyetiyle birlikte Boulogne’de yeniden gemiye bine-
rek İngiltere’nin Dover Limanı’nda karaya çıkmıştır. Burada Gal Prensi Edward
tarafından karşılanan Sultan, trenle Londra’ya ulaşmış ve Kraliçe Victoria ile gö-
rüşmüştür. Daha sonra ikametine ayrılan Buckingham sarayına yerleşen Sultan
Abdülaziz, Londra’daki 11 günlük ikameti süresince bazı resmi davetlerde ve ka-
bullerde bulunduğu gibi Avam Kamarası’nda milletvekillerinin müzakerelerine de
katılmıştır. Sultan ayrıca Kraliçeyle birlikte İngiliz donanmasının bir tatbikatını
izlemiş, bazı tersaneleri gezmiş, belediye sarayında Londra fahri hemşeriliğini
kabul etmiş ve iki yıl önce vefat eden Başvekil Palmerston’un evine giderek ailesini
ziyaret etmiştir. Halk tarafından da büyük ilgi gören Sultan’a Kraliçe tarafından
İngiltere’nin meşhur dizbağı nişanı verilmiştir134.
23 Temmuz 1867’de Londra’dan ayrılan Sultan Abdülaziz trenle tekrar Do-
ver’e buradan da vapurla Fransa’nın Calais Limanına gelmiş ve özel bir trenle Bel-
çika ve Prusya üzerinden Viyana’ya hareket etmiştir. Brüksel istasyonunda Belçika
Kralı II. Leopold tarafından karşılanan Sultan, şerefine verilen öğle yemeğine ka-
tılmıştır. Öğleden sonra ise seyahatine devam ederek 25 Temmuzda Ren üzerinde
Koblenz’e ulaşmıştır. Bir Prusya şehri olan Koblenz’de Prusya Kralı I. Wilhelm ve
kraliçe tarafından törenle karşılanmış ve geceyi burada geçirip ertesi gün Rhein
nehri üzerinde bir gezintiye katıldıktan sonra buradan ayrılmıştır. Bavyera üze-
rinden yolculuğuna devam eden Sultan Abdülaziz 28 Temmuz 1867’de Viyana’ya
ulaşmıştır. Avusturya-Macaristan İmparatoru Fronçois-Joseph tarafından istas-
yonda karşılanan Sultan, ikametine ayrılan Scehoenbrunn Sarayı’nda üç gün misa-
fir olmuştur. Bu süre içerisinde birtakım incelemelerde bulunan Sultan Abdülaziz
daha sonra vapurla Tuna üzerinden seyahatine devam etmiş ve 31 Temmuzda
Peşte’ye gelmiştir. Burada Macar ileri gelenleriyle birlikte Tuna Valisi Mithat Paşa
tarafından karşılanan Sultan, geceyi burada geçirdikten sonra ertesi gün Macar
devlet erkânıyla görüşmüş ve seyahatine devam ederek 3 Ağustos 1867’de Orsova
üzerinden Vidin’e ulaşmıştır. Gece burada konaklayan Sultan ertesi günü Tuna
Vilayeti’nin merkezi Rusçuk’a gelmiştir. Burada Sadrazam Âli ve serasker Müter-
cim Rüştü Paşalar tarafından karşılanmıştır. Romanya beyi Şarl (Charles) burada
Sultan Abdülaziz’in huzuruna çıkmıştır. 6 Ağustosta Rusçuk’tan trenle Varna’ya
hareket eden Sultan Abdülaziz, Varna’da birkaç saat istirahatten sonra kendisini
Fransa’ya götüren Sultaniye yatına geçmiş ve yolculuğuna devam ederek 7 Ağus-
tos 1867’de İstanbul’a dönmüştür135.
134 Osman Köksal, “Sultan Aziz’in Avrupa Seyahati Dönüşü Münasebetiyle Yapılan Kutlamalar ve
Bir Manzum Tarihçe”, Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 1, Haziran
2003, s. 120-121.
135 A. e. , s. 121-122.
146
6.1. Sultan Abdülaziz’in Seyahatinin Avrupa’daki Yankıları
Sultan Abdülaziz, İngiltere’den ayrıldıktan sonra seyahatinin yankıları uzun
bir süre devam etmiştir. İngiltere Başbakanı Lord Derby, parlamentoda yapmış
olduğu konuşmada böyle önemli bir ziyareti organize eden devlet adamlarına te-
şekkür ettikten sonra bu ziyaretin iki ülke arasındaki dostluk bağlarını güçlendire-
ceğini, bir hürriyet ve eşitlik ortamında her geçen gün gelişen İngiltere’nin geliş-
mişlik durumunun padişahı olumlu yönde etkileyeceğine ve model oluşturacağına
inandığını belirtmiştir. Meclis konuşmaları dışında The Morning Post, Daily News,
Weekly Dispatch, The Daily Telegraf gazeteleri başta olmak üzere İngiliz basını da
seyahate büyük önem vermiş, Osmanlı Devleti ve Sultan Abdülaziz hakkında olum-
lu haberler ve yorumlar yayınlamıştır. Bu yorumların ortak noktası ise “Müslüman-
ların sultanı ve lideri, yani halifesi olan bir padişahın dinine bağlı kalarak, gayr-ı
müslim halk ve devletlerle de pekala güzel ilişkiler kurabileceği, uzuvları felce uğra-
mış bir imparatorluğu tekrar canlandıracak mucizeyi Sultan Abdülaziz’in gerçekleş-
tirebileceği…” şeklindeydi136.
Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati ve sonuçları Rus İmparatoru II. Alek-
sandr’ı ise kaygılandırmıştır. İmparator, Sultan Abdülaziz’i ülkesine davet etmiştir.
Rusya’nın bu daveti sultan daha İstanbul’a dönmeden kendisini Varna’da karşıla-
yan Sadrazam Âli Paşa ve Hariciye Nazırı Fuad Paşa tarafından padişaha iletilmiş-
tir. Bu daveti tebessümle karşılayan Sultan Abdülaziz ise “ Moskoflarla gerçek dost-
luk eğerçi bizim ziyaretimizle mümkün ise Çar’la yılda birkaç ay yekdiğerimize misa-
fir kalalım” şeklinde esprili bir cevap vermiştir137.
Gazete Moscua’nın 19 Temmuz 1867 tarihli sayısında yayınlanan bir makale
ise Osmanlı siyasetinin başarılı olması nedeniyle Rus hükûmetinin düştüğü telaşı
göstermektedir. Bir ölçüde Rus hükûmetinin görüşlerini yansıtan makalede şunla-
ra yer verilmiştir: “Sultanın Paris ve Londra seyahati çok önemlidir. Padişah bu se-
yahati imparatorluğunun varlığının söz konusu olduğu çok kritik bir zamanda ger-
çekleştirmiştir. Hiç kuşku yok ki, halife bu seyahate çıktığı sırada bunun ne tür plan-
lara zemin hazırladığını ihtimal ki bilmiyordu. Bu seyahatin en önemli amacı padi-
şahın nüfuzunu ve kaybetmiş olduğu prestijini, kendisini Avrupa devletlerine bağla-
yan ilişkileri, dayanışma içerisinde bir arada olduklarını Hristiyan tebaasına gös-
termekti. Bundan başka Şark meselesinde Rusya ile sürekli zıt fikirde olan bu güçler
içinde destek aramaktır. Şark meselesinde batı güçlerinin, özellikle Fransa’nın tutu-
mu çok dikkat çekicidir. Fransa siyaseti; bir taraftan Rusya ile her türlü uyuşmazlık-
ları bertaraf etmeye çalışmakta ve hatta bazı konularda ona ödün vermekte, diğer
yandan ise Rus çıkarlarına aykırı olarak Babıâli ile –geçmişte de yaptıkları gibi- el
138 Nihat Karaer, “Sultan Abdülaziz’in Paris Seyahati”, Sultan Abdülaziz Dönemi Sempozyumu,
12-13 Aralık 2013, Ankara, Ordu ve Siyaset, Bildiriler, Cilt: 4, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 2014, s. 196 ; Şark Meselesi, Avrupa tarihi içerisinde çok önemli bir yer tutan ve kısaca
“Türkler’in Avrupa’dan atılması” şeklinde tanımlanabilen bir kavramdır. Bu kavram yabancı dil-
lerde “Die Orientalische Frage, Vostoényj vopros, La question d’orient, The Eastern Question”
şekillerinde yerleşmiş bir terim olarak geniş çağrışımlar uyandırmaktadır. Ancak bunun genelde
yapıldığı gibi bütün devirleri kapsayan tek bir tarif içerisine sıkıştırılması doğru değildir. Şark me-
selesi kavramının, “XIX. yüzyıldaki Osmanlı zayıflamasının neticesinde topraklarının paylaşılma-
sı” anlamında bir miras kavgası şeklinde algılanması ise en doğru yaklaşım sayılmakla birlikte
genelde bunun kapsamının Türklerin 1071 yılında Anadolu’ya girişine kadar götürülmesi söz ko-
nusu olmaktadır. Bkz. Kemal Beydilli, “Şark Meselesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklo-
pedisi, Cilt: 38, İstanbul, 2010, s. 352–353.
139 Karaer, a.e., s. 197.
140 Subaşı, a.e., s. 771.
141 İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt: 4, Türkiye Yayınevi, İstanbul,
1955, s. 233.
148
Antlaşması’nın da birkaç defa değiştirildiği ifade edilmiş ve sonunda da Rusya’nın
bu antlaşmada kendisini ilgilendiren hükümler hakkında aşağıdaki kararları aldığı
belirtilmiştir:
1. Rusya, Karadeniz’de hükümranlık haklarını hasr ve tahdit eden hüküm ve
kararlara artık kendini bağlı saymamaktadır.
2. Rusya, Karadeniz’de Rusya’nın ve Türkiye’nin bulunduracakları gemilerin
sayılarını ve büyüklüklerini tayin eden Paris Antlaşması’na bağlı antlaşma
senedinin hükümsüzlüğünü padişaha bildirmeyi kendisi için hak ve vecibe
bilmektedir.
3. Rusya, bu cihetleri Paris Antlaşması’nı imzalamış olan devletlere doğrudan
doğruya bildirmektedir.
4. Rusya, Karadeniz’de sahip olduğu bütün hakları geri almakta ve Osmanlı
İmparatorluğu’na da bütün haklarını geri vermektedir142.
144 A. e. , s. 61.
145 Kemal Beydilli, “Boğazlar Meselesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 6,
İstanbul, 1992, s. 267.
146 Karal, a.e., s. 63.
147 Subaşı, a.e., s. 771.
148 Karal, a.e., s. 64.
150
cinde Londra’da Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren başka meseleler gündeme gelme-
miş ve Avrupalı devletler barış antlaşmasının değişikliğe uğramayan maddelerini
tasdik etmişlerdi. Bütün bu noktalar Osmanlı Devleti’nin korktuğunun başına gel-
memiş olmasının bir ifadesiydi. Ancak şurası bir gerçek ki artık Osmanlı Devle-
ti’nin Karadeniz’deki güvenliği zayıflamış oluyordu149. Çünkü bu antlaşma sonra-
sında Rusya, Karadeniz’de tersane ve gemi yapımına hız vermeye başlamıştır150 ve
bu durum Osmanlı Devleti için önemli bir tehdit oluşturmuştur151.
Londra Antlaşması sayesinde İngiltere, mevcut antlaşmaların tek taraflı ola-
rak değiştirilmesi prensibinin önüne geçmiş olmakla övünme hakkını kazanmıştır.
İngiltere bundan başka Paris Antlaşması’nın diğer hükümlerinin yeniden tasdik
edilmesi sayesinde Avrupa’daki uluslararası uyumun devam ettirildiğini de dü-
şünmekteydi. Avrupa’nın diğer önemli güçlerinden Fransa, Almanya ve İtalya ise
bu sıralarda Şark Meselesi nedeniyle sadece Rusya’nın işine yarayabilecek bir sa-
vaşı önlediği için Londra Antlaşması’nı memnuniyetle karşılamaktaydılar. Şurası
bir gerçektir ki Londra Antlaşması’nı imzalayan devletlerden her biri kendisine
göre bir memnuniyet payına sahiptir. Bu antlaşma ile Avrupa’nın büyük devletleri
yeni bir denge sistemine doğru kaymışlardır. Rusya, Paris Antlaşması’nın sınırlan-
dırıcı hükümleri dışında emelleri bulunmadığını hem Londra’da hem de İstan-
bul’da garanti etmişti. Ancak Rusya’nın bu antlaşmanın bütününe düşman olduğu
ve onu yırtarak kendi isteği doğrultusunda yeni bir antlaşma imzalamak isteğinde
bulunduğu Londra Antlaşması sonrasındaki gelişmelerden anlaşılmaktadır152.
153 A. e. , s. 65-66.
154 A. e. , s. 66-67.
155 İngiliz diplomat Henry Elliot’un eserinde “Yalanın Babası”, Rus kaynaklarında “Balkan Çarı”,
Osmanlı basınında ise “Biçareler babası” olarak ünlenmiş olan Nikolay Pavloviç İgnatyev, 17
Ocak 1832’de Petersburg’da dünyaya gelmiştir. 17 yaşında askeri okula kabul edilen İgnatyev bu-
radaki eğitimini tamamladıktan sonra 1851’de başladığı Nikolay Askeri Akademisi’nden 1853 yı-
lında mezun olmuştur. Akademi’de ilgi duymaya başladığı Türkçe’yi iyi derecede öğrenen İgnat-
yev, 1855’de Baltık Denizi’ndeki Rus ordusunun başına getirilmiştir. Kırım Savaş’ının en şiddetli
günlerine denk gelen bu görev onun siyasî kariyerinin de başlangıcı olmuştur. İgnatyev’in savaş
sonrasında imzalanmış olan Paris Antlaşması’nın müzakerelerine katılması ise diplomasideki ilk
büyük tecrübesidir. 3 Haziran 1856’da Londra’ya askeri ateşe olarak atanan İgnatyev, burada gö-
revliyken Rusya’nın Balkanlarda yayılmasının bir zorunluluk olduğunu anlamış ve 1857 yılında
Avrupa’daki Osmanlı topraklarını keşfe çıkmıştır. 28 Mayıs 1858’de Doğu Sibirya ve Asya işleri-
ne bakmakla görevlendirilen İgnatyev, Rusya’yı Türkistan’daki hedeflerine ulaştıracak planları
sunmasından sonra Çar II. Aleksandr’ın en güvendiği adamlarından biri haline gelmiştir. 1859’da
Pekin’de görevlendirilen İgnatyev, 1860 Kasımında Çin ile Rus tüccarlarına büyük avantajlar sağ-
layan bir ticari anlaşma imzalamıştır. Çarlık Rusya’nın Türkistan’daki iktisadi çıkarlarını teminat
altına alan İgnatyev, Petersburg’a döndükten sonra Osmanlı Devleti üzerindeki Rus nüfuzunu art-
tırmaya gayret göstermiştir. 1861 yılında stratejilerini oluşturması için Şark Masası Müdürlüğü’ne
getirilen İgnatyev bu görevini 1864 yılına kadar sürdürmüştür. 1864 yılında ise Orta elçi sıfatıyla
İstanbul’a tayin edilmiştir. Bu tayin ona projelerini gerçekleştirmesi için aradığı fırsatı vermiştir.
152
nüfuzunun arttırılması gerekiyordu. Bunun için de iki yol mevcuttu. Bunlardan ilki
ani bir şekilde kuvvet yoluyla Babıâli’yi korkutmak ikincisi ise Türklere yavaş ya-
vaş ve sürekli olarak bazı gerçekleri telkin ederek onları kazanmaktı. 1870 yılına
gelindiğinde mevcut siyasî şartlar ikinci yolun takip edilmesi için gayet uygundu.
Rus Çar’ı da İgnatyev’le aynı fikirdeydi. Bu nedenle Âli Paşa’ya Rusya’ya düşmanla-
rı tarafından atfedilen düşmanca tasavvurların uygulanabilmesi için uygun bir
zamanda bulunulmasına rağmen Rusya’nın Osmanlı Devleti aleyhinde hiçbir men-
faati olmadığını bildirdi. Ayrıca iki devlet arasında sağlam bir dostluğun kurulması
için Paris Antlaşması’nın Karadeniz’le ilgili hükümlerinin kaldırılması gerektiğini
de ifade etti. Sadrazam Âli Paşa artık Fransa’dan gelebilecek bir yardıma güven-
mediği için Rus teklifini ret edebilecek bir durumda değildi. Bir süre sonra Rus
Çarı, Ortodoks tebaaya adil şekilde davranıldığı ve Babıâli’nin Rusya’nın iyi niyet-
lerinden şüphe etmediği takdirde sağlam bir Osmanlı-Rus dostluğu kurulabilece-
ğini ifade etti. Diğer taraftan Rus dış işleri de çeşitli fırsatlardan yararlanarak, Pa-
ris Antlaşması’nın Karadeniz ile ilgili hükümlerinin değiştirilmesinin Şark meselesi
ile ilgili olmadığını aksine bu değişiklik sayesinde Osmanlı-Rus dostluğunun kuv-
vetlendirilmek istenildiğini dünyaya ilan etti. Sadrazam Âli Paşa verilen bu temi-
natlar karşısında Osmanlı Devleti’ni Rusya’ya yaklaştırdı. Sadrazam Paris Antlaş-
ması’nda yapılacak değişiklikler için toplanan Londra Konferansı sırasında da
Rusya ile gelişen dostane ilişkileri devam ettirdi. Ancak Âli Paşa bu dostluğun geli-
şimine önem vermekle birlikte devletin bağımsızlığına ve haysiyetine de önem
veriyordu. Âli Paşa’nın 7 Eylül 1871’de ölümü üzerine sadrazamlık makamına
Mahmud Nedim Paşa tayin edildi. Otoriter bir hükümdar olan Sultan Abdülaziz
için Mahmud Nedim Paşa müstakil fikirli bir devlet adamı değil kendi isteklerini
uygulayabilecek bir alet niteliğindeydi156. Nitekim Mahmud Nedim Paşa’nın sadra-
zamlığı II. Mahmud’un ölümünden itibaren Babıâli ile sivil bürokrasi lehine gelişen
güç merkezinin Saray lehine dönmesinin başlangıç emarelerindendir. Bu durum II.
Abdülhamid’in saltanat yıllarında güçlenmiştir157.
Mahmud Nedim Paşa158, Âli Paşa’nın Rus dostluğu politikasını iyi anlaya-
mamıştır. Âli Paşa, iç işlerine müdahale etmeyen bir Rusya ile dostluk yaparken
Ayrıntılı bilgi için bkz. Hasan Demiroğlu-Feyzullah Uyanık, “Osmanlı ve Rus Kaynaklarına Göre
General İgnatyev’in Sultan Abdülaziz Dönemi Faaliyetleri (1864-1876)”, Sultan Abdülaziz ve
Dönemi Sempozyumu, 12-13 Aralık 2013, Ankara, Ordu ve Siyaset, Bildiriler, Cilt: 3, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2014, s. 183-187.
156
Karal, a.e., s. 66-69.
157 Gökhan Kaya, “Bürokratik Nüfuza Karşı Monarşik Egemenliği Yeniden Kurgulamak Üzerine Bir
Girişim: Mahmud Nedim Paşa’nın Görüşlerinde Ahlâk ve Devlet İdaresi”, OTAM, Sayı: 38, Güz
2015, s. 63.
158 Mahmud Nedim Paşa, 1818 yılında İstanbul’da doğmuştur. Eğitimini tamamladıktan sonra Sada-
ret Mektubi Kalemi’ne giren Mahmud Nedim Paşa, Şubat 1841’de Âmedî Kalemine geçmiştir.
Dönemin önemli devlet adamlarından Mustafa Reşit Paşa’nın dikkatini çeken Mahmud Nedim Pa-
şa bundan sonra çeşitli bürokratik görevlerde bulunmuştur. Âli Paşa’nın ölümü üzerine padişahla
153
hiçbir zaman Avrupa’nın büyük devletlerini bir tarafa bırakmayı düşünmemişti.
Oysa Mahmud Nedim Paşa, İngiltere ve Fransa’dan tamamen ayrılarak Osmanlı
Devleti’ni Rus nüfuzuna terk etmekteydi159. Osmanlı Devleti’ndeki Rus etkisi o
derece artmıştı ki İgnatyev’e “Sultan İgnatyev”, Mahmud Nedim Paşa’ya ise “Nedi-
mov” denilmeye başlanmıştı160.
Osmanlı Devleti her işini İgnatyev’e danışmaya başlamıştı. Bu nedenle dev-
let hem halkın gözünde hem de Avrupa devletleri nezdinde itibar kaybediyordu.
Ancak bu durum bir süre sonra Osmanlı kamuoyunun Mahmud Nedim Paşa’nın
aleyhine dönmesine yol açtı. Bu durum karşısında Sultan Abdülaziz, Mahmud Ne-
dim Paşa’yı azlederek yerine Mithat Paşa’yı sadrazamlığa tayin etti161.
kurduğu irtibat sayesinde 8 Eylül 1871’de sadrazam olmuştur. Âli Paşa’nın aksine padişahın istek-
lerine uygun davranmış ve iktidara gelir gelmez merkez ve taşra bürokrasisinde büyük bir operas-
yon başlatmıştır. Mahmud Nedim Paşa, Tanzimatçı devlet adamlarını görevden uzaklaştırmış, Âli
Paşa’nın adamları olan Şirvanizade Mehmed Rüştü Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Mabeyn
Başkâtibi Emin Bey ve diğer rakiplerini ülkenin değişik bölgelerine sürmüştür. Bazı vilayetleri
küçülterek yeni vilayetler oluşturmuştur. Ayrıca tahsisatları azaltmıştır. Maliyeyi düzeltmek adına
devlet dairelerini tasarruf ve ıslah amacıyla Babıâli Tenkisat ve Tasarrufat Komisyonu’nu kurmuş
ve pek çok görevliyi açığa almıştır. Vilayetlerdeki zaptiyelerin nizamında ve tersanede de bazı dü-
zenlemeler yapmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ali Akyıldız, “Mahmud Nedim Paşa”, Türkiye Di-
yanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 27, İstanbul, 2003, s. 374–375.
159 Subaşı, a.e., s. 772.
160 Kaya, a.e., s. 66.
161 Subaşı, a.e., s. 772.
162 Zafer Gölen, “Osmanlı İdaresinde Bosna-Hersek”, Balkanlar El Kitabı, Cilt: 1, Tarih, (ed.)
Osman Karatay-Bilgehan A. Gökdağ, Karam&Vadi Yayınları, Çorum/Ankara, 2006, s. 380-381.
154
geçmiştir. Uzun süredir böyle bir fırsatı bekleyen Karadağ Prensi Nikola’da olayla-
rı kendi lehine kullanmak için çalışmaya başlamıştır. Prens Nikola sığınmacıların
yol açtığı meseleleri uluslararası alana taşımakta gecikmemiştir. Öncelikle mülteci-
leri samimi şekilde karşılamış ve şikâyetlerini bizzat dinlemiştir. Kendisine iletilen
şikâyetleri İstanbul’a bildireceği ve konuyu araştırması için bir Osmanlı memuru-
nun bölgeye gönderilmesini sağlayacağını vaat etmiş ve asileri geri göndermeye
çalışmıştır. Ancak bunda başarılı olamamıştır. Olayları kendi lehine kullanmak
isteyen Nikola diğer taraftan da Osmanlı Devleti ile silahlı bir mücadeleyi göze
alamadığından uluslararası gelişmelere göre kendi politikasını şekillendirmiştir.
Ancak gizlice asilere yardım etmeye de devam etmiştir. Bu sırada İstanbul’da bu-
lunan İngiliz konsolosu Sir Henry Elliot, Karadağ’daki pozisyonunu içeren bir ra-
poru Osmanlı hükûmetine iletmiştir. Babıâli’ye ulaşan bu rapordan kısa bir süre
sonra Karadağ Prensi Nikola İstanbul’un itibarını kazanmak ve mültecilerin kasa-
balarına dönmelerini sağlayarak onları beslemek külfetinden kurtulmak amacıyla
Rus elçisi İgnatiyev’den yardım istemiştir. İgnatiyev durumu Babıâli’ye bildirerek
mültecilerin cezalandırılmadan Nevesin’e dönmelerine izin verilmesini rica etmiş-
tir. Sadrazam Esad Paşa, Rusya’yı memnun etmek için bu isteği kabul etmiştir.
Ayrıca Bosna Valisi Derviş Paşa’dan da Rusya’nın iddia ettiği şikâyetleri inceleme-
sini istemiştir163.
Mülteciler Karadağ’da bulundukları süre içerisinde Rus konsolosluğu, Pans-
lavist örgütler ve Sırp ajanlarıyla temas halinde olmuşlardı. Nevesin’e döndükle-
rinde akıllarında bambaşka düşünceler vardı. Onlar daha Hersek’e dönmeden
Panslavist propaganda sayesinde birer efsaneye dönüşmüşlerdi. Bu nedenle Kara-
dağ’dan dönen mültecilerin tamamı kahramanlar gibi karşılandılar. İstanbul’un
affedici siyaseti bölgede devletin zafiyeti olarak kabul edildi. Karadağ’dan dönen-
lerin etkisiyle Nevesinliler mültezimlerin baskıları, ödedikleri vergilerin ağırlığı ve
yeni tapu senetleri için alınan harçların yüksekliğini gerekçe göstererek ayaklandı-
lar164.
Asiler önce kaza müdürünü kaçmaya mecbur ettiler. Sonra da isyanı önle-
meye çalışan zaptiye erlerini öldürdüler. Önlerine çıkan Müslüman halkı da öldü-
ren ve her şeyi yağmalayan asiler isyanı genişletip kısa sürede Nevesin bölgesinde
Loukavach, Sovidol, Belgrad ve Terrousine’ye hâkim oldular. Hâkim oldukları yer-
lerdeki hoşnutsuz halkı kendilerine katılmaya zorlayan isyancılar bunların çoğunu
ikna etmeyi de başardılar. Katılma yönünde isteksiz olanlara ise gözdağı vererek
birleşmeye zorladılar. Bu sayede sayılarını gittikçe arttıran isyancılar, Osmanlı
Devleti’ni diplomatik alanda zorlamak ve Avusturya ile arasının açılmasını sağla-
mak için de işgal ettikleri yerlere Avusturya bayrağını diktiler165.
163 Zafer Gölen, Tanzimat Dönemi Bosna İsyanları (1839-1878), Alter Yayınları, Ankara, 2009, s.
145-146.
164 Gölen, a.e., s. 146.
165 Mithat Aydın, Balkanlar’da İsyan, Osmanlı-İngiliz Rekabeti, Bosna-Hersek ve Bulgaris-
tan’daki Ayaklanmalar (1875-1876), Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2005, s. 51.
155
Ayaklanma haberini aldıktan sonra isyancılara karşı koymaktan çok Müs-
lümanları korumak amacıyla bölgeye 3 taburluk bir kuvvet gönderen Bosna Valisi
Derviş Paşa, soruna çok fazla önem vermeme fikrindeydi166. Ancak Derviş Paşa’nın
asıl önemli hatası isyan karşısında hemen harekete geçeceği yerde Babıâli’den
görüş sorması oldu. Bu durum isyanın gelişmesi için ilk sebebi yarattı. Sadrazam
Esad Paşa ise isyanın siyasî bir amacı olmadığını mahalli ve idari bir nitelik taşıdı-
ğını zannetmekteydi. Bu nedenle hem Karadağ’ı tahrik etmemek hem de Rusya’ya
müdahale fırsatı vermemek için isyancılara karşı nasihatçiler gönderilmesini Der-
viş Paşa’ya emretti. Bununla birlikte isyan Meclis-i Vükela’da da gündeme geldi.
Ancak ciddiye alınmadı. Böylece Osmanlı Devleti’nin tavrı da isyanın genişlemesi-
ne etki etti167.
Babıâli’nin bundan önceki isyanlarda olduğu gibi “Avrupa ne der” korkusuy-
la hareket etmesi isyancıların amaçlarına hizmet etti. Osmanlı devlet adamları
1870’den sonra Avrupa’daki gelişmeleri ve Almanya’nın yeni bir güç olarak ortaya
çıkmasının sonuçlarını yeterince kavrayamamış ve ısrarla 1856’dan sonra oluşan
dengeyi korumaya çalışmışlardır. İdeolojik olarak çok iyi örgütlenmiş olan isyancı-
lar ise ne yaptıklarının bilincinde olarak hareket etmişlerdir. Osmanlı idaresinden
kurtulmanın yolunun uluslararası bir müdahaleden geçtiğini bilen isyancılar168
Osmanlı Devleti’nin kendilerine karşı bir türlü kuvvet kullanmamasını ise Rusya
ve Avusturya gibi koruyucu devletlerin etkisine bağlamışlar ve “Devlet bizi vura-
mayacak” propagandasını yayarak isyan sahalarını genişletmişlerdir. Nevesin İs-
yanı Temmuz ayında bütün Hersek’e ve Bosna’nın bazı bölgelerine yayılmıştır.
İsyan bölgesindeki Müslüman halk da can ve mal güvenlikleri için silaha sarılmış-
tır. Babıâli vaziyetin gittikçe kötüleşmesi üzerine isyancılara karşı kuvvet kullan-
maya karar vermiştir169.
Bu arada isyanın büyümesiyle birlikte İstanbul’daki elçiler Babıâli’yi sıkış-
tırmaya ve gerekli tedbirleri almasını istemeye başlamışlardır. Babıâli, her biri
farklı farklı ancak tamamı isyancıların işine yarayan ıslahat önerileri karşısında
şaşırıp kalmıştır. Bilinmesi gereken önemli bir nokta Hersek İsyanı’nın sadece
silahlı bir mücadele olarak ortaya çıkmadığıdır. Bu isyan nedeniyle hem askeri
hem de siyasî alanda çetin mücadeleler yaşanmıştır. Başlangıçta küçük bir köylü
memnuniyetsizliği olarak ortaya çıkan olaylar kısa bir süre sonra büyümüş ve
sistemli bir silahlı direnişe dönüşmüştür. Askeri sahada nispeten başarılı olunma-
sına rağmen özellikle komşu ülkelere yapılan ilticalar nedeniyle konu uluslararası
diplomasinin gündemine oturmuştur. Bu isyan her ne kadar silahlı bir mücadele
166 A. e. , s. 51.
167 Karal, a.e., s. 75.
168 Gölen, a.e., s. 148.
169 Karal, a.e., s. 75.
156
olsa da başarısını Avrupa’nın diplomatik müdahalesine borçludur. Maalesef Her-
sek İsyanı karşısında Osmanlı dış işleri kötü bir sınav vermiştir170.
176 A. e. , s. 150.
177 Karal, a.e., s. 79-80.
178 Gölen, a.e., s. 151; Fermanın maddeleri için bkz: A.e. , s. 151.
179 Karal, a.e., s. 81.
159
8.3. Andrassy Notası
İsyanın başından beri konuyu uluslararası alana çekmek isteyen isyancılar
Osmanlı Devleti’nin ıslahat programıyla fazla ilgilenmemişlerdir. Uzun bir süredir
Bosna-Hersek’e müdahale etmek için fırsat kollayan Kont Andrassy, Paris Antlaş-
ması’na katılan İngiltere, Fransa ve İtalya’ya müracaat ederek, Osmanlı Devleti’nin
söz verdiği ıslahatları yapmadığını ve mutlaka bir şeyler yapılması gerektiğini
vurgulamıştır. Andrassy, Avrupa devletleriyle yaptığı fikir alışverişinden sonra 30
Aralık 1875’te hazırladığı metni Avrupalı devletlerin başkentlerine iletmiştir. Bü-
yük devletlerin başkentlerinde yaklaşık 1 ay tartışılan ve nihayet üzerinde uzlaşı-
lan bu metin 31 Ocak 1876’da Babıâli’ye gönderilmiştir180.
Notanın başlıca maddeleri arasında Hristiyan halk için din ve mezhep ser-
bestliği, iltizam usulünün kaldırılması, çiftçilerin topraklarına sahip olmaları için
gerekli tedbirlerin alınması, vergilerin mahalli ihtiyaçlar için harcanması ve bu
ıslahatların uygulanmasına nezaret etmek için Müslüman ve Hristiyan halkın tem-
silcilerinden oluşan bir komisyonun kurulması bulunmaktaydı. Nota, Meclis-i Vü-
kela’da detaylı şekilde ele alındı. Hariciye Nazırı Raşid Paşa, isyancıların Avustur-
ya’da merkezi bulunan Slav cemiyetleri tarafından desteklendiğini ve bunların
tahriklerini bölgenin sakin yerlerine hatta Müslüman halk arasına bile götürmekte
olduklarını belirtti. Notanın ret edilmesi halinde Karadağ ve Sırbistan’ın da isyan-
cılar lehinde müdahalelerde bulunabileceklerini ve barışın bir an önce tesis edil-
mesini isteyen Avrupa kamuoyunun Osmanlı Devleti’ni mesul tutacağını da ifade
ederek notanın kabulünü teklif etti. Notada belirtilen maddelerden üçü zaten ada-
let fermanında vardı. Osmanlı Devleti bu durumu da göz önünde bulundurarak
sadece vergilerin mahallinde harcanması maddesini değiştirerek 11 Şubat 1876’da
notayı kabul etti. Bu durum isyancıların liderlerine de bildirildi. Ancak asiler nota-
yı ret ederek daha köklü ıslahatlar yapılmasını istediler. Asilerin istekleri içerisin-
de altı yer hariç Bosna-Hersek’in Osmanlı kuvvetleri tarafından boşaltılması ve
yapılacak ıslahatlara nezaret etmek üzere Avrupalı devletlerin temsilcilerinden
oluşacak karma bir komisyonun kurulması da vardı. Asilerin kabulü mümkün ol-
mayan bu teklifleri Hersek İsyanı’nın bastırılması hususundaki son teşebbüsü de
suya düşürdü. Bu teşebbüsün Osmanlı Devleti açısından tek olumlu tarafı barışın
kurulmasının önündeki engelin Türkler olmadığının dünya kamuoyuna gösteril-
mesi olmuştur. Osmanlı Devleti’ne düşman olanlar ise isyancıların Andrassy Nota-
sı’nı reddetmelerini heyecanla karşıladılar. Kont Andrassy, baharla birlikte Bulgar-
ların ve Giritlilerin de isyan edeceğine inanıyordu. Hersekli isyancılar Rusya gibi
Sırbistan ve Karadağ tarafından da destekleneceklerine inandıkları için yeniden
silaha sarılmakta gecikmediler. Bir süre sonra ise beklenen Bulgar İsyanı başla-
dı181.
182 Yusuf Halaçoğlu, “Bulgaristan (Tarih/Osmanlı Dönemi)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansik-
lopedisi, Cilt: 6, İstanbul, 1996, s. 397.
183 Taha Niyazi Karaca, “1876 Bulgar Ayaklanmasının Avrupa Kamuoyuna Takdiminde Willian
Ewart Gladstone ve Edwin Pears”, Uluslararası Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Türk-Bulgar
İlişkileri Sempozyumu, 11-13 Mayıs 2005, Eskişehir-Türkiye, İstanbul, Odunpazarı Belediyesi
Yayınları, 2005, s. 373-374.
184 Halaçoğlu, a.e., s. 397.
161
bulunan Baserabya’da Bulgar komitelerini teşkilatlandırarak sevk ve idare eden
merkezler vardı. İşte bunların yardımları sayesinde hazırlanan çeteler 1867 yılı
Haziranında Tuna’yı geçerek Ziştovi yakınlarına geldiler ve Bulgarları büyük bir
isyana teşvik etmeye başladılar185.
Liderliğini Hacı Dimitri’nin yaptığı isyancılar talimli, üniformalı ve iyi silah-
lara sahiptiler. Yağma hareketine girişmeyen isyancılar iyi bir idare için silaha
sarıldıklarını iddia ediyorlardı. Halka dağıttıkları beyannamelerde “Balkan Muvak-
kat Hükûmeti” tabirini kullanıyorlardı. Bu beyannameye göre isyanın başlıca hede-
fi Bulgaristan’ın bağımsızlığı veya özerkliğiydi. Tuna Valisi Mehmed Sabri Paşa
isyanı bastırmada gerekli sürati gösteremeyince yerine olağanüstü memuriyetle
Mithat Paşa gönderildi. Mithat Paşa kısa süre içerisinde isyanı bastırdı. Yakalanan
isyancılar Rusçuk’ta ve Tırnova’da yargılanarak idam edildiler. Mithat Paşa, isyan-
la ilgili olarak hazırlamış olduğu raporda Bulgaristan’da gelişmiş olan Millîyet
propagandası üzerinde durarak alınması gereken tedbirleri sıralamıştır186.
1867’deki bu isyan teşebbüsünün Rusya tarafında açıkça teşvik edildiği bi-
linmektedir. Eflak’tan Tuna’ya çeteler gönderildiği sırada Filibe’deki Rus konsolo-
su Nayden Gerov, Bükreş’te bulunuyordu. Gerov, Panslavist Rus Büyükelçisi İgnat-
yev’in talimatı üzerine gizli Bulgar ihtilal komitesi ile temas halindeydi. Bu çete
harekâtında Panslavistlerin özellikle de İgnatyev ile Gerov’un tahrik edici rolleri
olmuştur. Mithat Paşa’nın yerinde tedbirleri ile çetelerin dağıtılması ise Pansla-
vizm davası açısından olumlu bir olay olarak yorumlanmıştır. Gerov’un Filibe’deki
Avusturya konsolosuna “O (Mithat Paşa), Bulgarlara vatan için ölmeyi öğretiyor
demiştir”187.
1867 yılındaki çete harekâtından bir sonuç alınamaması ve çetelerin dağı-
tılması üzerine Rus diplomasisi taktik değiştirmeye başlamıştır. Rusya Dışişleri
Başkanlığı Asya İşleri Dairesi direktörü Stremouhov imzasıyla Gerov’a gönderilen
30 Ocak 1868 tarihli talimatta Bulgarların vakitsiz ve mahalli ayaklanma teşebbü-
sünde bulunmalarının tehlikeli olabileceği ve bundan şimdilik kaçınmaları gerek-
tiği tenbih edilmiştir. Çünkü politik şartlar henüz elverişli değildir. Başka bir ifa-
deyle de Rusya, Bulgarları kurtarmak için henüz savaşa girebilecek durumda bu-
lunmamaktaydı. Ancak bu taktik değişikliğine rağmen 1868 yılında son bir çete
harekâtına daha girişildi. 1862 yılından beri Bulgar çetecilik harekâtının organiza-
törlüğünü üstlenmiş olan Rakovski’nin 1867’de Bükreş’te ölmesi üzerine arkadaş-
ları 1868 yılı Haziranı’nda Bükreş’te Bulgar Cemiyeti adı altında bir ihtilal derneği
kurdular ve Bulgaristan’ın bağımsızlığı için yeni planlar yapmaya başladılar188.
194 A. e. , s. 375.
195 A. e. , s. 375.
196 Mithat Aydın, “İstanbul Konferansı (1876)’na Giden Yolda İngiltere’nin Doğu Politikası”, Pa-
mukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 17, 2005(1), s. 62.
165
duğunu ve konsolosun Selanik’te bulunmaması nedeniyle hemen getirilemeyece-
ğini belirtmişlerdir. Ancak konsoloslar galeyana gelen kalabalık tarafından öldü-
rülmüşlerdir. Bu olay Avrupa kamuoyunda geniş yankılar uyandırmıştır. Başta
Fransa ve Almanya olmak üzere Rusya, Avusturya ve İtalya, Selanik limanına savaş
gemilerini göndermişler ve Osmanlı Devleti’nden bu olaya neden olanları şiddetle
cezalandırmasını istemişlerdir. Bunun üzerine Babıâli zaman kaybetmeden Sela-
nik limanına savaş gemileriyle asker göndermiş, valiyi değiştirmiş ve konsolosları
öldürenleri idam ettirmiştir. Ancak kızı kaçırmış olan Amerikan konsolosu ile
adamlarına bir şey yapılamamıştır197.
166
4. Hristiyanlar da Müslümanlar gibi silah taşıyabilecektir.
5. Devletlerin konsolos veya delegeleri genel olarak reformların uygulanma-
sını ve özellikle asi ve mültecilerin yerlerine dönüşlerine ait olaylar üzerin-
de denetimde bulunacaklardır.
6. Büyük devletlerin yardımı ile bu esaslar üzerinde bir anlaşma akdedilecek-
tir. Bununla beraber eğer bu 2 aylık ateşkes süresi içinde devletlerin çaba-
ları arzu edilen sonuca ulaşamazsa, 3 imparatorluk hükûmeti, bu diploma-
tik aksiyonlarına gerekli ciddi önlemlerin ilave edilmesi kanısındadırlar201.
Bu maddeleri içeren Berlin memorandumu, Bosna-Hersek’te Avusturya ile
Rusya’nın himayesinde bir ıslahat programının uygulanmasını amaçlamaktadır.
Berlin memorandumu Babıâli’ye gönderilmeden önce Paris Antlaşması’nı imzala-
mış olan devletlerin onayına da sunulmuştu. Bu devletlerden İtalya ve Fransa me-
morandumu kabul etmişlerdir. Ancak İngiltere 19 Mayıs 1876’da ret cevabı ver-
miştir. İngiltere’nin ret cevabı vermesinde kendisinin Berlin müzakereleri dışında
bırakılması, memorandumun bir ültimatom şeklinde tebliğ edilmesi ve Paris Ant-
laşması’nda Osmanlı Devleti’ne askeri bir müdahale yapılacağına dair bir kaydın
bulunmaması etkili olmuştur. İngiltere memorandumu ret ettiği gibi her ihtimale
karşı Akdeniz filosunu da Çanakkale önlerine göndermiştir. İngiltere’nin bu ham-
lesi Osmanlı Devleti’nin İngiltere tarafından desteklendiği yönündeki izlenimi
kuvvetlendirdiği gibi Rus düşmanlığının da şiddetlenmesine neden olmuştur202.
Berlin memorandumu Osmanlı Devleti’nde ise büyük bir üzüntü hatta hayal
kırıklığı yaratmıştır. Memorandumun Ahmet Muhtar Paşa’nın Hersek’teki askeri
başarılarından sonra yapılmış olması dikkat çekicidir. Öyle ki isyancılar Duga ge-
çitlerinde mağlup edilmiş ve büyük kayıplara uğrayarak dağlara sığınmışlardı.
Binlerce mülteci de evlerine dönmeye başlamıştı. Ancak Berlin memorandumu ile
her şey yeniden başlatılmak istenilmiştir. Kararlar mültecilerin dönüşünü durdu-
racak, cesareti kırılmış olan isyancılarda ümit uyandıracak ve onları karşı koyma-
ya davet ederek hükûmetin yatıştırma çabalarını önleyecekti. Bu nedenle Babıâli,
memorandumu daha resmen sunulmadan önce ret kararı almış ve bu kararını 21
Mayıs 1876’da Avrupa başkentlerine bildirmiştir. Bu sırada Almanya, Rusya, Avus-
turya, Fransa ve İtalya’nın İstanbul’daki büyükelçileri Berlin memorandumu doğ-
rultusunda hazırlanan notanın metni üzerinde işbirliği yapmışlardır. 29 Mayıs
akşamı son şekli verilen belgenin ertesi gün öğle vakti Babıâli’ye tebliğ edilmesi
kararlaştırılmıştır. Ancak gece yarısında Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi
notanın verilmesini imkânsız hale getirmiştir. Daha sonra gelişen olaylar netice-
sinde ise Fransa ve İtalya da notaya verdikleri desteği çekmişler203 ve neticede bu
müthiş müdahale hiçbir zaman uygulanamamıştır204.
167
SONUÇ
169
KAYNAKÇA
Kitaplar
ADIYEKE, Ayşe Nükhet, Osmanlı İmparatorluğu ve Girit Bunalımı (1896-
1908), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2000.
AKŞİN, Sina, “Siyasal Tarih (1789-1908)”, Türkiye Tarihi III, Osmanlı Devleti
1600-1908, Yay. Yön. Sina Akşin, İstanbul, Cem Yayınevi, 1997.
ANDERSON, Matthew Smith, Doğu Sorunu (1774-1923), Uluslararası İlişkiler
Üzerine Bir İnceleme, Çev. İdil Eser, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001.
ARMAOĞLU, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1879-1914), Ankara, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, 2003.
AYDIN, Mithat, Balkanlar’da İsyan, Osmanlı-İngiliz Rekabeti, Bosna-Hersek ve
Bulgaristan’daki Ayaklanmalar (1875-1876), İstanbul, Yeditepe Yayınla-
rı, 2005.
Bir Doğrudan Demokrasi Aracı Olarak Referandum Uygulama Örnekleri,
Türkiye-ABD-Avrupa Ülkeleri, Yay. Haz. Ercan Durdular-Mehmet Solak-
Hüdai Şencan, Ankara, TBMM Araştırma Merkezi Yayınları, 2010.
DANİŞMEND, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 4, İstanbul, Tür-
kiye Yayınevi, 1955.
GÖLEN, Zafer, Tanzimat Dönemi Bosna İsyanları (1839-1878), Ankara, Alter
Yayınları, 2009.
HÜLAGÜ, Metin, Osmanlı-Yunan Savaşı Abdülhamid’in Zaferi, İzmir, Yitik Hazi-
ne Yayınları, 2008.
İRTEM, Süleyman Kani, Osmanlı Devleti’nin Mısır Yemen Hicaz Meselesi, Haz.
Osman Selim Kocahanoğlu, İstanbul, Temel Yayınları, 1999.
JELAVICH, Barbara, Balkan Tarihi, 18. ve 19. Yüzyıllar, C. 1, Çev. İhsan Durdu-
Haşim KOÇ, Gülçin, İstanbul, Küre Yayınları, 2009.
KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Islahat Fermanı Devri (1861-1876), C. 7,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995.
MARRİOT, J.A.R., The Eastern Question, An Historical Study in European Dip-
lomacy, Oxford, At The Clarendon Press, 1918.
ÖZCAN, Uğur, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı-Karadağ Siyasî İlişkileri, Anka-
ra, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2012.
PAKALIN, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. 3,
İstanbul, Millî Eğitim Basımevi, 1983.
RAGIP RAİF-RAUF AHMED, Mısır Meselesi, İstanbul, Babıâli Hariciye Nezareti,
Matbaa-ı Âmire, 1334.
SANDER, Oral, Siyasî Tarih, İlkçağlardan 1918’e, Ankara, İmge Yayınları, 2001.
170
SERTOĞLU, Midhat, Mufassal Osmanlı Tarihi, Resimli-Haritalı, C. 6, Ankara,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2011.
ŞENTÜRK, Hüdai, Osmanlı Devleti’nde Bulgar Meselesi (1850-1875), Ankara,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992
UÇAROL, Rıfat, Siyasî Tarih, İstanbul, Filiz Kitabevi, 1985.
ÜÇOK, Coşkun, Siyasal Tarih (1789-1960), Ankara, Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Yayınları, 1975.
Makaleler
AYDIN, Mithat, “Bosna-Hersek Ayaklanması (1875)’nda Panslavizm’in Etkisi ve
Sırbistan ve Karadağ’ın Rolü”, BELLETEN, C. LXIX, S. 256, Aralık 2005, ss.
913-935.
AYDIN, Mithat, “İstanbul Konferansı (1876)’na Giden Yolda İngiltere’nin Doğu
Politikası”, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 17,
2005(1), ss. 59-66.
BAĞÇECİ, Yahya, “İngiltere Parlomento Tutanaklarında 1876 Bulgar İsyanı”, The
Journal of Academic Social Science Studies (JASSS), Number:24, Spring
2014, ss. 211-235.
ÇİFTÇİ, Cafer, “Bâb-ı Âli’nin Avrupa’ya Çevrilmiş İki Gözü: Eflak ve Boğdan’da Fe-
nerli Voyvodalar (1711-1821)”, Uluslararası İlişkiler, C. 7, S. 26, 2010, ss.
27-48.
DİKME, Hüseyin, “Osmanlı’da Halkla İlişkiler: Sultan Abdülaziz Dönemi Örneği”,
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C. 5, S. 21, Bahar 2012, ss. 293-
305.
GÖLEN, Zafer, “Osmanlı İdaresinde Bosna-Hersek”, BalkanlarEl Kitabı, C. 1, Tarih,
Derleyenler: Osman Karatay-Bilgehan A. Gökdağ, Çorum/Ankara, Ka-
ram&Vadi Yayınları, 2006, ss. 371-383.
KARABULUT, Bilal, “Osmanlı’nın Zor Sınavı: Fransa’nın Tutarsız Politikaları Ekse-
ninde Girit İsyanı (1866-1869)”, Karadeniz Araştırmaları, S. 16, Kış 2008,
ss. 77-99.
KARASU, Cezmi, “XIX. Yüzyılda Eflak ve Boğdan’daki Rus İşgalleri”, TÜRKLER, C.
12, Ed. Hasan Celal Güzel vd. ,Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, ss. 741-
749.
KAYA, Gökhan, “Bürokratik Nüfuza Karşı Monarşik Egemenliği Yeniden Kurgula-
mak Üzerine Bir Girişim: Mahmud Nedim Paşa’nın Görüşlerinde Ahlâk ve
Devlet İdaresi”, OTAM, S. 38, Güz 2015, ss. 55-94.
KÖKSAL, Osman, “Sultan Aziz’in Avrupa Seyahati Dönüşü Münasebetiyle Yapılan
Kutlamalar ve Bir Manzum Tarihçe”, Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bi-
limler Dergisi, C. 4, S. 1, Haziran 2003, ss. 117-136.
171
ÖZKAN, Ayşe, “Kanlıca Konferansı Sonrasında Müslümanların Sırbistan’dan Çıka-
rılmaları ve Osmanlı Devleti’nin Sırbistan’dan Çekilişi (1862-1867), Gazi
Akademik Bakış, C. 5, S. 9, Kış 2011, ss. 123-138.
ÖZKAN, Ayşe, “Müslümanların Sırbistan’dan Çıkarılmasının İlk Adımı: 1862 Belg-
rad Olayları ve Belgrad’ın Bombalanması”, Ankara Üniversitesi Tarih
Araştırmaları Dergisi, C. 30, S. 50, 2011, ss. 171-196.
SUBAŞI, Turgut, “Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz”, TÜRKLER, C. 12, Ed.
Hasan Celal Güzel vd. , Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, ss. 753-781.
ŞENER, Bülent, “Türk Boğazları’nın Geçiş Rejiminin Tarihi Gelişimi ve Hukuki Sta-
tüsü”, Tarih Okulu Dergisi (TOD), Y. 7, S. 17, Mart 2014, ss. 467-493.
TEKDEMİR, Aziz, “1867 Paris Sergisi ve Sultan Abdülaziz’in Sergiyi Ziyareti”,
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C. 3, S. 6, Temmuz 2013,
ss. 1-19.
TEMEL, Mehmet, “Ulusal Çıkar Politikası Açısından İngiltere’nin Osmanlı Devle-
ti’ne ve Millî Mücadele’ye Bakışı”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, C. 1, S. 1, Ocak 1998, ss. 120-134.
TOPRAK, Serap, “Osmanlı-Avrupa İlişkileri Çerçevesinde Sırbistan’ın Bağımsızlığı”,
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C. 6, S. 24, Kış 2013, ss. 348-
353.
TURAL, Erkan, “1861 Hersek İsyanı, 1863 Eyalet Teftişleri ve 1864 Vilayet Nizam-
namesi”, Çağdaş Yerel Yönetimler, S. 13/2, Nisan 2004, ss. 93-123.
TÜRKMEN, Zekeriya, “Girit Adasını Osmanlı İdaresinden Ayırma Çabaları: Yunan
İsyanını Takip Eden Dönemdeki Gelişmeler (1821-1869)”, OTAM (Ankara
Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi),
S. 12, 2001, ss. 219-244.
Ansiklopedi Maddeleri
AKYILDIZ, Ali, “Mahmud Nedim Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklope-
disi, C. 27, İstanbul, 2003, ss. 374-376.
AVCI, Casim, “Musavva’ “, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 28,
İstanbul, 2003, ss. 73-74.
BEYDİLLİ, Kemal, “Âli Paşa, Mehmed Emin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansik-
lopedisi, C. 2, İstanbul, 1989, ss. 425-426.
BEYDİLLİ, Kemal, “Boğazlar Meselesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklope-
disi, C. 6, İstanbul, 1992, ss. 266-269.
BEYDİLLİ, Kemal, “Prusya”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 34,
İstanbul, 2007, ss. 354-358.
BEYDİLLİ, Kemal, “Şark Meselesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C. 38, İstanbul 2010, ss. 352-357.
172
BUZPINAR, Şit Tufan, “Mustafa Fazıl Paşa (1830-1875)”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi, C. 31, İstanbul, 2006, ss. 300-301.
ÇETİN, Atilla, “İsmâil Paşa, Hidiv (1830-1895)”,Türkiye Diyanet Vakfı İslam An-
siklopedisi, C. 23, İstanbul 2001, ss. 117-119.
GÖRGÜN, Hilal, “Mısır (Tarih/Fransız İşgali ve Sonrası)”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi, C. 29, İstanbul, 2004, ss. 569-575.
GROHMANN, Adolf, “Sevakin”, İslam Ansiklopedisi, C. 10, Millî Eğitim Bakanlığı
Yayınları, Eskişehir, 1997, ss. 523-524.
HACISALİHOĞLU, Mehmet, “Sırbistan (Tarih ve Ülkede İslamiyet)”, Türkiye Diya-
net Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 37, İstanbul, 2009, ss. 121-126.
HALAÇOĞLU, Yusuf, “Bulgaristan (Tarih/Osmanlı Dönemi)”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 6, İstanbul, 1996, ss. 396-399.
KARPAT, Kemal, “Eflak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 10, İs-
tanbul, 1994, ss. 466-469.
KÜÇÜK, Cevdet, “Abdülaziz”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 1,
İstanbul, 1988, ss. 179-185.
MAXIM, Mihai, “Voyvoda”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 43,
İstanbul, 2013, ss. 127-129.
ÖZVAR, Erol, “Voyvoda”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 43, İs-
tanbul, 2013, ss. 129-131.
TUKİN, Cemal, “Girit”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 4, İstanbul,
1996, ss. 791-804.
WALKER, J., “Süveyş”, İslam Ansiklopedisi, C. 11, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları,
Eskişehir, 1997, ss. 255-257.
Bildiriler
ÇAVDAR, Necati, “Muhbir Gazetesi’nin Bir Toplumsal Sorumluluk Projesi: Girit
İsyanı’nda Zarar Gören Müslümanlar İçin Yardım Kampanyası”, Sultan Ab-
dülaziz Dönemi Sempozyumu, 12-13 Aralık 2013, Ankara, Ordu ve Si-
yaset, Bildiriler, C. 4, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014, ss. 99-
126.
DEMİROĞLU, Hasan-Uyanık, Feyzullah, “Osmanlı ve Rus Kaynaklarına Göre Gene-
ral İgnatyev’in Sultan Abdülaziz Dönemi Faaliyetleri (1864-1876)”, Sultan
Abdülaziz ve Dönemi Sempozyumu, 12-13 Aralık 2013, Ankara, Ordu
ve Siyaset, Bildiriler, C. 3, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2014, ss.
183-204.
ERDOĞDU, Teyfur, “1856 Paris Kongresi -1878 Berlin Kongresi Arasında Osmanlı
Dış Politikası”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Ankara 15-17
Ekim 1997, Sempozyuma Sunulan Tebliğler, Yay. Haz. İsmail Soysal, An-
kara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1999, ss. 149-172.
173
GÖK, Nejdet, “Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati’nin Sonuçları ve Yansımaları”,
Sultan Abdülaziz Dönemi Sempozyumu, 12-13 Aralık 2013, Ankara,
Ordu ve Siyaset, Bildiriler, C. 4, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
2014, ss.127-138.
KARACA, Taha Niyazi, “1876 Bulgar Ayaklanmasının Avrupa Kamuoyuna Takdi-
minde Willian Ewart Gladstone ve Edwin Pears”, Uluslararası Osmanlı ve
Cumhuriyet Dönemi Türk-Bulgar İlişkileri Sempozyumu, 11-13 Mayıs
2005, Eskişehir-Türkiye, İstanbul, Odunpazarı Belediyesi Yayınları, 2005, ss.
373-385.
KARAER, Nihat, “Sultan Abdülaziz’in Paris Seyahati”, Sultan Abdülaziz Dönemi
Sempozyumu, 12-13 Aralık 2013, Ankara, Ordu ve Siyaset, Bildiriler, C.
4, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014, ss. 139-199.
Tezler
BİRBUDAK, Togay Seçkin, Romanya’nın Bağımsızlığını Kazanması, Gazi Üniver-
sitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Doktora
Tezi, Ankara, 2014.
GÜMÜŞ, Musa, Sultan II. Abdülhamid’in Mısır Politikası, Selçuk Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, Ya-
yınlanmamış Doktora Tezi, Konya, 2013.
KAYA, Sinan, Sultan Abdülaziz’in 1863 Mısır Seyahati, İstanbul 29 Mayıs Üni-
versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yük-
sek Lisans Tezi, İstanbul, 2015.
ÖZER, Sevda Özkaya, Osmanlı Devleti İdaresinde Mısır (1839-1882), Fırat Üni-
versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Dok-
tora Tezi, Elazığ, 2007.
174
II. ABDÜLHAMİD DEVRİ
OSMANLI DIŞ POLİTİKASI
(1876-1909)
175
GİRİŞ
Tarihin akışı üzerinde insanın etkisi konusu tarih yazıcılığının en kadim tü-
rü olan ferdin tarihini ortaya çıkarmıştır. Thomas Carlyle “dünya tarihi bu dünyada
insanın başardığı işlerin tarihi, aslında burada çalışıp çabalamış olan büyük adam-
ların tarihidir”1 ifadesiyle ferdin iradesi ile tarihin akışı arasındaki yakın ilişkiyi
dile getirmiştir. Bu da tarih yazıcılığının cazip türünü teşkil eden ferdin tarihinin2
maziden getirdiği ününü geleceğe taşıyacağının göstergesi durumundadır. Osmanlı
Devleti bağlamında Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar yaşanan süreç düşünüldü-
ğünde, içtimai şartların dışında eğer şahısların tarihin akışı üzerinde hükmedici
rolüne bir emsal gösterilebilecekse bu konuda II. Abdülhamid en kayda değer şah-
siyet olurdu3. Tanzimat dönemi, Osmanlı Devleti için hukuktan sosyal hayata, yö-
netimden eğitime, ekonomik hayattan diplomasiye kadar çok geniş bir yelpazede
ele alınacak olan köklü bir değişimi vaat ve idealize etmiştir. Tanzimat devrinde
Osmanlı diplomasisinin genel karakteristiği diyebileceğimiz Rus nüfuzunu etkisiz
kılmak için batılı devletler nezdinde kamuoyu oluşturmak ve dış destek sağlamak
maksadıyla sürekli diplomasiye geçiş4 metodunun en önemli sonucu, Kırım Sava-
şı’nda Rusya baskısının bir süreliğine bertaraf edilmesi olmuştur. Avrupa devletle-
rinin desteğini kazanmış olan Osmanlı Devleti’nin bundan sonra özellikle dış poli-
tikasında bir rahatlık dönemi beklenirken 1856 Islahat Fermanı ile birlikte devle-
tin dış problemleri azalmak yerine daha karmaşık bir sürece girmiştir. Aslında
devletin iç problemi durumunda olan konular büyük devletlerin müdahalesi neti-
cesinde birer dış sorun haline dönüşmeye başlamıştır. Eflâk-Boğdan (Romanya)
sorunu, Suriye ayaklanması, Cidde olayları, Sırbistan olayları, Karadağ ayaklanma-
sı ve Girit ayaklanması sözü edilen problemler silsilesinin başında yer almıştır5.
Osmanlı Devleti, bu dönemde iş başında bulunan Tanzimat’ın önemli devlet adam-
1 Ali Birinci, Tarihin Hududunda Hatırat Kitapları: Matbuat Yasakları ve Arşiv Meseleleri,
Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012, s. 111.
2
Ali Birinci, Tarihin Gölgesinde, Dergâh Yayınları, İstanbul 2001, s. 5.
3 İlber Ortaylı, “Osmanoğulları ve Aydınların Anlatımıyla İmparatorluğun Yüzük Taşı II. Abdül-
hamid”, (haz.): Mehmet Tosun, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2009, s. 177.
4 Muhammed Hanefi Kutluoğlu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Dış Politikası ve Diplomasisi”, Çağ-
daş Türk Diplomasisi:200 Yıllık Süreç Sempozyumu, Tebliğler Kitabı, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara, 1999, s. 93.
5 Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
1997, s. 486.
176
ları olan Âli ve Fuad Paşalarının izlediği dönemsel dış politikalar ve taktikler saye-
sinde bu olaylar silsilesini daha hafif atlatabilmiştir. 1868’de Fuad Paşa’nın
1871’de ise Âli Paşa’nın ölümünden sonra devletin icra makamında görülen istik-
rarsızlığın iç ve dış politikaya da yansıdığı göze çarpmaktadır. Bir yandan, 1871’de
sadarete getirilen MahmudNedim Paşa başta olmak üzere, çıkar çatışmaları neti-
cesinde Sultan Abdülaziz devri sonuna kadar çok sayıda sadrazamın adeta geçit
töreni6 yaşanırken diğer yandan Rumeli’deki isyanlar devletin varlığına karşı bü-
yük bir tehlike oluşturmaya başlamıştır.
1870 yılından itibaren Avrupa’da meydana gelen siyasal gelişmeler Osmanlı
dış politikasını ve dolayısıyla diplomasisini yeni bir sürece doğru yönlendirmeye
başlamıştır. 1870’te Prusya’ya mağlup olan Fransa’nın stratejisi Osmanlı Devle-
ti’ne tehdit oluşturabilecek noktalardan uzaklaşarak Prusya ile olan mücadelesine
yoğunlaşmıştır. 1871’de siyasal birliğini kuran Almanya, mesaisini Fransa’yı siya-
seten Avrupa’da yalnız bırakma düşüncesi üzerinde yoğunlaştırmıştır. İngilte-
re’nin stratejisi ise bir çeşit politik inziva olarak adlandırılabilecek olan “Avrupa
dengesi bozulmadıkça Avrupa’dan uzak dur” düşüncesine meyilliydi. Rusya’ya ge-
lince; 1871 yılında sadarete getirilen ve dış politikada izlediği Rus taraftarlığı ne-
deniyle kamuoyunda “Moskof Nedim” olarak tanınan Mahmud Nedim Paşa’nın
tutumu ve büyük devletlerin yukarıda zikredilen tutumları sayesinde Osmanlı
Devleti üzerindeki faaliyetleri konusunda avantajlı bir konum elde etmiştir7.
Abdülaziz devri sonuna gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin siyasî manzarası,
içte ve dışta yaşanan siyasî istikrarsızlık, yeniden kaynamaya başlamış olan Bal-
kanlar kazanı, “Ramazan Kararnamesi”8nin yayınlanması ve 1875’te moratoryum9
ilan edilmesi ile ifadesini bulmuş olan dış borçların ödenemeyecek hale gelmiş
olmasından ibaretti. Sultan Abdülaziz’in hallinden sonra kısa süre Osmanlı tahtın-
da bulunmuş olan Sultan 5. Murad devrinde Osmanlı dış politikasında büyük ve
köklü değişiklikler meydana gelmemiştir. 5. Murad’ın halledilmesi üzerine 31
Ağustos 1876 tarihinde10 tahta oturan Sultan II. Abdülhamid devrine gelindiğinde,
6 1871-1876 yılları arasında Sultan Abdülaziz’in sadarete getirdiği devlet adamları sırasıyla şu
kişilerdir: MahmudNedim Paşa, Midhat Paşa, Mehmet Rüştü Paşa, Ahmet Esat Paşa, Şirvanizade
Rüştü Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Ahmet Esat Paşa, MahmudNedim Paşa, Mehmet Rüştü Paşa.
Bkz: Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt: VII, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1995, s.
136.
7 Armaoğlu, a.e., s. 487-489.
8
Sultan Abdülmecid devrinde 1854 yılında başlayan Osmanlı dış borçlanma geleneği Sultan Abdü-
laziz döneminde de devam etmiştir. Büyük meblağlara ulaşan dış borçların ödenemez hale gelmesi
üzerine devlet 6 Ekim 1875 tarihinde çıkardığı “Ramazan Kararnamesi” ile iflasını açıklamıştır.
Bkz: Karal, a.e., Cilt: VII, s. 239.
9 Latincede “geciktirme” anlamına gelen “moratorius” sözcüğünden alınmış olan terim, borçlunun,
borcunu ödeyemeyecek durumda olduğunu bildirerek alacaklıya ödeme planı önermesi anlamında
kullanılmaktadır (23.07.2017, çevrimiçi), http://www.iktisatsozlugu.com.
10 Cevdet Küçük, “Abdülhamid II”, TDV. İslâm Ansiklopedisi, Cilt: I, İstanbul 1988, s. 217.
177
Sultan Abdülaziz devrinden intikal eden iç ve dış istikrarsızlığın yanında Osmanlı
dış borçlarının da arasında yer aldığı bir sorunlar yumağı çözüm beklemekteydi.
Elbette bu sorunların halledilebilmesi ciddi bir mesai, teknik altyapı ve diplomasi
trafiğini zorunlu kılacaktı.
Osmanlı tarihi içerisinde II. Abdülhamid devri birçok boyutuyla tartışılmak-
ta olan mühim bir konudur. Bu dönem her boyutuyla üzerinde çalışılan çok geniş
bir mevzu olup bu konuda geniş bir akademik ve popüler literatür mevcuttur. Do-
layısıyla bu çalışma II. Abdülhamid devri dış politikasını bütün boyutlarıyla ortaya
koyabilme iddiasında değildir. Zira bu dönemde dış politika aracı olarak kullanıl-
mış olan her bir argüman ve o dönemde siyasî mücadele içinde olunmuş büyük
devletlerle olan ilişkilerin her birisi ayrı birer çalışma konusudur. Bu çalışmada II.
Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren her siyasî gelişme kronolo-
jik olarak ve ayrı ayrı ele alınıp incelenmekten ziyade devletin içinde bulunduğu
durumu ortaya koyabilecek mahiyetteki gelişmeler yalnızca dış politika boyutuyla
ele alınarak II. Abdülhamid’in dış politika anlayışını tesis eden temel gelişmeler ve
örnek uygulamalar değerlendirilecektir.
11 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt: VIII, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1995, s.
182.
12 Azmi Özcan, “Sultan II. Abdülhamid, Muhalefet ve Din”, Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi,
(ed.) Coşkun Yılmaz, Sultanbeyli Belediyesi Yayınları, İstanbul 2012, s. 33.
178
Sultan II. Abdülhamid devrinde Sadaret ve Hariciye Nezareti’nin icra gücünde be-
lirgin bir düşüş görülmüştür13.
Kuruluşundan 1871’e kadar Sadrazamdan sonra ikinci önemli kişi olan Ha-
riciye Nezareti’nin önem kaybı padişahlık kurumunun gücünü yeniden tesis ettiği
II. Abdülhamid döneminde de devam etmiştir. Sultan Abdülhamid, haricî bir konu-
yu Osmanlı Hariciye Nazırı ve yurt dışındaki Osmanlı elçilerinden ziyade Saray’a
gelen yabancı elçilerle doğrudan müzakere suretiyle yürütmeyi tercih etmiştir14.
Sultan, aslında uzun yıllar devam edecek olan bir dış politika zemini oluşturmaya
teşebbüs etmiş ancak geçmişten beri büyük devletlerin Osmanlı devlet adamlarını
elde etmek suretiyle Osmanlı üzerinde kendi politikalarını dikte ettikleri gerçeği
onu daha tedbirli ve şüpheci olmaya sevk etmiştir15. Bu gerçeğin II. Abdülhamid’in
şahsî karakterine yansıması, geçmiş dönemde sivil bürokrasiden yana olan idari
dengeyi ve inisiyatifi kendi döneminde Saray lehine bozarak kapalı sistem saray
modeli ve dar bir idari kadro ile devleti idare etme şeklinde tezahür etmiştir. II.
Abdülhamid’in iktidarı tekrar Saray’a taşıma hamlelerinin ilk uygulama örneği
Meclis-i Mebusan’ın kapatılması olmuştur16. Böylece Midhad Paşa’yı devre dışı
bırakan Sultan, başta sadrazamlık olmak üzere irili ufaklı, önemli önemsiz çok
sayıda kurumu kendisi yönlendirmeye başlamıştır17. Sultan Abdülhamid iç ve dış
gelişmelerle ilgili her detaydan haberdar olmakla işleri tekeline alıp devleti şah-
sında merkezileştirmiş, bir bakıma Başkanlık Sistemi uygulamıştır18. Bu durum
Avrupa devletleri tarafından da yakından takip edilmiştir. Nitekim Arminius Vam-
bery19, İngiltere’ye gönderdiği 6 Temmuz 1889 tarihli bir yazıda Abdülhamid ger-
13 Feroz Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, (ed.) Marian Kent, Osmanlı İmparatorlu-
ğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Alfa Yayınları, İstanbul 2013, s. 22.
14 Carter V. Findley, Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform, (çev.: Latif Boyacı-İzzet Akyol), İz
Yayıncılık, İstanbul 1994, s. 195.
15 Küçük, a.e., s. 219.
16 Sultan Abdülhamid, Kanun-i Esasi’nin kendine tanıdığı yetkiye dayanarak 13 Şubat 1878’de
Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak tatil etmiş fakat Meşrutiyet’ten ve Kanun-i Esasi’den vazgeçti-
ğine dair hiçbir beyanda bulunmamıştır. Aksine dönemin Devlet Salnameleri’nde bu kurumların
varlığı vurgulanmıştır. Meclis’in kapatılmasıyla meşrutî devlet şekli itibarî olarak kullanılmakla
beraber devlet idaresi kademeli olarak Padişah’ın nezdinde toplanmaya başlamıştır. Bkz: Küçük,
a.e., s. 218.
17 Necmettin Alkan, Avrupa Karikatürlerinde II. Abdülhamid ve Osmanlı İmajı, Selis yayınları,
İstanbul 2006, s. 21.
18 Vahdettin Engin, II. Abdülhamid ve Dış Politika, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2005, s. 24.
19 Tarihimizde Macar müsteşrik/oryantalist olarak tanınan Musevi asıllı Arminius Vambery, Peş-
te’de 1832 yılında doğmuştur (Mim Kemal Öke, Saraydaki Casus: Gizli Belgelerle Abdülha-
mid Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery, Hikmet Neşriyat, İstanbul 1991, s. 8). Bir ayağı
sakat olduğundan Topal Vambery olarak bilinen şahıs, genç yaşında İstanbul’a gelmiştir. Avus-
turya-Macaristan’da önemli kişilerden aldığı referanslar sayesinde İstanbul’da paşaların konakla-
rında Fransızca ve Almanca öğretmenliği yapmaya başlamış olan Vambery Türkçe-Almanca bir
sözlük de hazırlamıştır. Fuad ve Âli Paşaları da tanımış olan Türkolog Vambery uzun yıllar Orta
Asya’da araştırmalar yapmıştır. Bkz: Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, (haz.): Ahmet
Kuyaş, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2011, s. 301. İngiltere adına ajanlık yapmakla birlikte Sul-
179
çeğini bütün açıklığı ile şu sözlerle ortaya koymuştur: “Sultan Abdülmecid ve Sultan
Abdülaziz’in günlerinde elçiler işlerini kolaylıkla yürütebiliyorlardı. Çünkü bu hü-
kümdarlar sadece saltanat sürüyorlar fakat ülkeye, ülkenin kaderine hükmetmiyor-
lardı. Şimdi durum bütünüyle değişiktir. Sultan Abdülhamid her şeyi kendi kişiliğinde
birleştirmekte, her şeyle ilgilenmektedir. Onunla bizatihi görüşmeksizin günün haya-
ti meselelerinden hiçbirinin sonuca ulaştırılamayacağını anlamalıyız”20. Vam-
bery’nin 7 Mayıs 1894 tarihli raporunda da buna benzer ifadelerin yer alması,
aradan geçen beş yılda Bâbıâli’nin gücünün giderek azalmasına karşın Sultan Ab-
dülhamid’in merkezi otoritesinin arttığını göstermektedir. Bu rapora göre, “Sadra-
zam, Padişah’ın elinde bir kukladan ibaret olup tüm devlet işleri; ordu, donanma,
kamu yönetimi, dış politika yani her şey Padişahın tekelindedir”21. Bu yüzden Padi-
şah’ın sık sık sağlığı bozulmuştur. Yoğun çalışmak ve stresten kaynaklanan yor-
gunluk ve uykusuzluk onu sinirli yapmıştır. Vambery’nin ifadesiyle, daha elli dokuz
yaşında kambur hale gelmiş olduğundan dışarı çıktığında bu durumu kamufle etme-
ye çalışmaktadır. Kendisinin vefatı durumunda devlet idaresinin çoğu alanında
zafiyet yaşanacağını beyan eden Vambery’ye Sultan Abdülhamid, bu tekelci tutu-
mun gerekçelerini şu ifadelerle savunmuştur. “Güveneceğim adamları bulamıyor-
sam ne yapayım. Etrafım amansız insanlarla çevrili. Genç nesil arasından yetenekli,
tan Abdülhamid’in de yakın dostluğunu kazanmıştır. Padişahla sıkça görüşerek ona gayri resmi bir
elçi gibi bilgi aktarmıştır. İngiltere ve Osmanlı Devleti arasında getirip götürdüğü gayri resmi me-
sajlarla arabuluculuk yapmıştır. Bkz: Vahdettin Engin, Bir Devrin Son Sultanı II. Abdülhamid,
Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2017, s. 357; Arminius Vambery’nin İngiltere ve Osmanlı Devleti
adına yaptığı casusluğun II. Abdülhamid’in oğlunun dilinden aktarımı ile ilgili belgesel roman bir
çalışma için Bkz: Mim Kemal Öke, Yaşanmamış Anılar, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1993.
20 Öke, Saraydaki Casus, s. 56.
21 A.e., s. 125. Hükümdar’ın diplomaside bizzat aktif rol oynaması Avrupa diplomasisinin çok eski
bir aracıydı. Yurt dışı ziyaretlerde bulunma, resepsiyonlara katılma, elçilere kibar notlar yazma,
akşam yemeklerine iştirak etme, balolara katılma Batının önemli diplomasi araçları arasındaydı.
Avrupalı hükümdarlar, İran Şahı, Mısır Hıdivi bu araçlara sık sık başvuruyorlardı. Osmanlı Devle-
ti’nde bu diplomasi araçlarına başvurmanın gereği Tanzimat dönemiyle anlaşılmaya başlanmıştır.
Sultan Abdülmecid’in 1855 yılında Fransız elçisi Stratford Canning’in balosuna katılması bunun
ilk örneklerindendir. Bkz: Necmettin Alkan, “Osmanlı Devleti’nin Batı Politikası: Tanzimat’tan
II. Meşrutiyet’e 1839-1908”, Türk Dış Politikası-Osmanlı Dönemi, Cilt: 2, (ed.) Alaeddin Yal-
çınkaya; Mustafa Bıyıklı, Gökkubbe Yayınevi, İstanbul 2008, s. 493. 1867’de Sultan Abdülaziz’in
uzun süreli Avrupa ziyareti, Avrupa kamuoyunun ve politikacıların Osmanlı Devleti’ne karşı olan
bakışına olumlu yönde etki etmiştir. Nitekim bu ziyaretten kısa süre önce Rusya, Girit Meselesi
konusunda Fransa ile anlaşmaya çalışarak Fransa’nın bu konuda Rusya’yı serbest bırakmasını ta-
lep etmişti. Padişahın Fransa’yı ziyareti ile başlayan Osmanlı-Fransız iyi ilişkilerinden dolayı
Fransa Rusya’nın bu teklifini kabul etmemiştir. Sultan Abdülhamid ise hem takip ettiği yeni dış
politika ilkeleri hem de can güvenliği açısından riskli gördüğü için yurt dışı ziyaretlerde bulun-
mamış, bunun yerine bizzat devlet başkanlarına yazdığı mektuplar aracılığı ile aktif diplomasi içe-
risinde yer alma yolunu tercih etmiştir. Bkz: Teyfur Erdoğdu, “1856 Paris Kongresi-1878 Berlin
Kongresi Arasında Osmanlı Dış Politikası”, Çağdaş Türk Diplomasisi:200 Yıllık Süreç Sem-
pozyumu, Tebliğler Kitabı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, s. 163. Sultan Abdül-
hamid’in tercih ettiği bu yeni dış politika icra metodu, Avrupa devletleri tarafından Sultan’ın uzla-
şıya kapalı bir hükümdar karakteri olduğu şeklinde yorumlanmıştır.
180
dürüst ve vatanperver adamlar yetişene kadar, sağlığım için tehlikeli olsa dahi, yal-
nız başıma çalışmaya mecburum”22.
II. Abdülhamid devrinin iç ve dış politikadaki asıl karakterini 1877-1878
Osmanlı Rus Harbi (93 Harbi) sonunda imzalanan Berlin Antlaşması’ndan itibaren
daha net olarak görmek mümkündür. Onun hükümdarlığının ilk iki yılı, önceki
dönem politikalarının bir devamı ve ivmesi olarak kabul edilebilir. Sultan Abdül-
hamid de “93 Harbi ile bunun getirdiği sonuçlardan ben ne şahıs olarak ne de ma-
kam olarak sorumluyum”23 ifadesiyle kendisinin bu harpte iddia edilen rolünü
reddetmiştir. Bu yönüyle, 93 Harbi’nden sonra her alanda olduğu gibi dış politika-
da da Sultan Abdülhamid’in şahsında anlamını bulan yeni bir dönem başlamıştır.
93 Harbi hem Sultan Abdülhamid’in şahsi yaşantısında ve düşünce dünyasında
hem de Hamidiye Sistemi24 diyebileceğimiz özel bir sürecin meydana gelmesinde
önemli bir rol oynamıştır. İngiltere’nin Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma poli-
tikasından vazgeçmesinin ortaya çıkardığı gerçekler üzerine inşa edilecek olan bu
köklü dönüşüm Sultan Abdülhamid’i dış politikada yeni stratejiler geliştirme ve
devletin güvenliğini sağlama noktasında yeni arayışlara sevk etmiştir. II. Abdül-
hamid’in öncelikle devletin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını sağlamaya dayalı
dış politika uygulamaları25 incelendiğinde bu uygulamaların diğer devletlere karşı
barışçı bir tutum içinde olma, politik tarafsızlığını koruma, denge siyaseti izleme
ve İttihad-ı İslâm (Pan-İslâmizm) anlayışları üzerinden yürütüldüğü görülmekte-
dir. Devrin dış politikasına damgasını vuran bu temel anlayışları ayrı başlıklar
altında incelemek uygun olacaktır.
27 Cezmi Eraslan, II. Abdülhamid ve İslâm Birliği, Ötüken Yayınları, İstanbul 1992, s. 181.
28 Cezmi Eraslan, “II. Abdülhamid Devri Politikalarında Din ve Devlet Anlayışına Genel Bir Bakış”,
Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi, (ed.) Coşkun Yılmaz, Sultanbeyli Belediyesi Yayınları, İs-
tanbul 2012, s. 77.
29 Çetinsaya, a.e., s. 93.
30 Öke, a.e., s. 121.
182
dâhil olmanın her halükârda kayıp anlamına geldiğinin idrakindeydi. Kaldı ki ba-
rışçı ve tarafsız politika gütmek dahi devlete ekonomik bir yük getiriyordu. Çünkü
tarafsızlık politikası takip etmek için caydırıcı güç olmak üzere orduyu güçlendir-
mek, normal sayıdan fazla ve harbe hazır birlikler bulundurmak da bir külfetti.
Nitekim 22 Eylül 1889 tarihli bir padişah iradesinde, “Devletin tarafsızlık politika-
sından kaynaklanmak üzere fevkalade olarak silahaltında bulundurulmakta olan
ihtiyat kuvvetlerinin masrafının hazinenin tahammül edemeyeceği bir raddeye gel-
diği, bu durumu çözmek için iki yolun bulunduğu” dile getirilmişti. İrade’de, varidat-
tan bir kısmının daha Düyun-ı Umumiye İdaresi’ne verilerek dış borç alınması ya
da şimdiye kadar takip edilen tarafsızlık mesleğinden ayrılıp iki gruptan oluşan
Avrupa devletlerinden bir tarafın ittifakına dayanılması31 bile tavsiye edilmişti.
Sultan Abdülhamid de devletin her alanda güçlenebilmesi için zaman ka-
zanması gerektiğini, dolayısıyla devleti yıpratacak dış maceralardan uzak durması
gerektiğini düşünüyordu. Fakat kaçınılmaz olduğunda ve devlet için bir kazanç
fırsatı görüldüğünde de barışçı tutumu bir tarafa bırakarak askerî güç kullanımına
müsaade etmiştir. Bu tutumun nadir örnekleri arasında 1897 Osmanlı-Yunan Har-
bi ve 1905’te İran ile olan sınır mücadelesi sayılabilir32. Bahsi geçen Yunan Harbi
ile ilgili olarak Sultan Abdülhamid’in “Yunanlıların hareketlerine susmak kabil de-
ğildi. Fakat bu harbi mutlak kazanacağımıza olan inancımızla açtık ve Atina kapıla-
rına kadar dayandık. Yunanlılara biraz müsamahakâr davranmakla evvela Alman-
ya’yı kazanmış sonra da bu dostluktan kuşkulanan ve telaşa düşen İngilizleri bizimle
anlaşmaya sevk etmiştik”33 ifadelerini kullanmıştır. Bütün bu uygulamalara bakıl-
dığında, II. Abdülhamid’in dış politikasının pısırıklık ve teslimiyetçilik olarak algı-
lanmasının kolay bir yaklaşım olduğu, devletin zaten kısıtlı olan imkânlarını tasar-
ruflu ve ergonomik kullanarak askerî ve ekonomik kaynakların muhafazasına yö-
nelik olduğu, dış müdahaleleri en aza indirgemeyi hedeflediği yaklaşımının daha
makul olacağı ortadadır. Yani bu pasif bir direniş değil, planlı ve hesaplı bir dış
politika stratejisiydi34.
II. Abdülhamid’in en başarılı yönünün, temel amacı devletin barış içinde ya-
şamasını sağlamak olan dış politikası olduğu kabul edilse de bu dış politika teoride
kolay ancak pratikte zor bir durum arz ediyordu. Zira büyük güçlerin Osmanlı
üzerindeki çıkarları düşünüldüğünde bu ideali tesis etmek oldukça güçtü. II. Ab-
dülhamid, barışçı politikasını sürdürebilmek için dünyadaki gelişmeleri en ince
detayına kadar yakından takip etmek gerektiğini düşündüğünden bir tür bilgi
31 BOA. Y. EE. 4/48; BOA. Y. EE. 4/41; Mehmed Hocaoğlu, II. Abdülhamid’in Muhtıraları,
Kamer Yayınevi, İstanbul 1998, s. 121.
32 Çetinsaya, a.e., s. 93.
33 Samih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2011, s. 51.
34 Azmi Özcan, “Tarafsızlıktan İttihad-ı İslâm’a Dış Politika”, Derin Tarih: Sultan Abdülhamid
Özel Sayısı, Temmuz 2015, s. 23.
183
merkezi kurmuş35, bu sayede dış temsilciliklerden gelen raporlar değerlendirilip
gerektiğinde yerli ve yabancı dış politika uzmanlarının görüşleri de alınarak bu
bilgiler dış politika icrasında anahtar olarak kullanılmıştır.
44 Sultan II. Abdülhamid Han: Devlet ve Memleket Görüşlerim-2, (Yay. Haz.) Atilla Çetin,
Çamlıca Yayınevi, İstanbul 2011, s. 203-204; Hocaoğlu, a.e., s. 134.
45 Öke, a.e., s. 57.
46 Sultan II. Abdülhamid Han: Devlet ve Memleket Görüşlerim-1, (Yay. Haz.): Atilla Çetin,
Çamlıca Yayınevi, İstanbul 2011, s. 136; Hocaoğlu, a.e., s. 133.
47 Öke, a.e., s. 44.
186
ve surların onarıldığını, kesin tarafsızlığın bir göstergesi olarak hem Çanakkale
hem de Karadeniz Boğazı’nın aynı ölçüde tahkim edildiğini söylemiştir. Ancak
İngiliz Hükûmeti buna inanmayarak Padişah’ın İngiltere’yi aldattığını iddia etmiş-
tir48.
Bu gelişmeden anlaşılacağı üzere, İngilizler, Abdülhamid’in İngiltere aleyhi-
ne, Rusya lehine olabilecek her davranışını etkilemeye çalışarak kendisinin dost,
Rusya’nın ise tehlikeli bir hasım olduğu algısını pekiştirmeye çalışmıştır. Aslında
Boğazlar yoluyla İstanbul’a yapılabilecek bir saldırıyı bertaraf etmek amacıyla
boğazları tahkim etmek niyetinde olan II. Abdülhamid başta Rusya’nın işkillenme-
sini onlara karşı bir koz olarak kullanabileceğini fark etmiştir. 1889’da İngilte-
re’nin de Rusya ile aynı hisleri beslediğini gördüğünde bu kozu İngiltere ve Rusya
arasındaki çıkar çatışmalarından beslenen denge siyasetinin sağlam bir unsuru
olarak ajandasına eklemiştir. Nitekim bu politika sayesinde, İngiltere ve Rusya
devletleri arasındaki Osmanlı Devleti’yle ilişkilerde üstün rolde bulunma mücade-
lesinin daha da kızışmış olduğu görülmektedir.
İngiltere, II. Abdülhamid’in kararlı tarafsızlık politikasını kendi lehine tahvil
etmek için sürekli bir gayret içinde bulunmuştur. 28 Ağustos 1892 tarihli bir ra-
porda, tarafsızlık politikasının uzun vadede Osmanlı Devleti’nin aleyhine olacağını
savunmuştur. Raporda, “barış hüküm sürdükçe Türkiye tüm devletlerle dostluk ve
yakınlık lüksünü tadabilir fakat bir anda beliriveren karışıklıkta verilecek ani bir
karar Osmanlı açısından ölümcül olmayacak mıdır? Padişah bu önemli sorun üze-
rine hiç kafa yormamıştır. O, bütün şarklılar gibi, gelecek kaygısı olmadan, saltana-
tının ürünlerinden tatmin olmuş bir şekilde yaşamaktadır”49 ifadeleri yer almıştır.
7 Mayıs 1894 tarihli bir raporda da II. Abdülhamid’in İngiltere’ye karşı tutumunda
önemli bir değişiklik olmadığı, iki yıl öncesine göre “ne daha dost ne de daha düş-
man” olduğu ifade edildikten sonra Sultan’ın Avrupa ilişkilerinde kesin tarafsızlık
siyasetini izlemekle başka sorunlardan uzak kalacağına inandığı esefle vurgulan-
mıştır50.
Tarafsızlık politikasının Sultan Abdülhamid’in temel dış politikası olduğu bi-
linmekle beraber bu politikanın devletin çıkarları söz konusu olduğunda esnetile-
bildiği ve zaman zaman delinerek karşı tarafın bakış açısını değiştirmek maksadıy-
la bir blöf olarak kullanılabildiği anlaşılmaktadır. Mesela Almanya, Avusturya ve
İtalya arasında imzalanan “Üç Taraflı İttifak” anlaşması 1887’de yapılan bir toplan-
tıda 1892 yılına kadar uzatılmış ve Osmanlı statükosuna dair bazı hükümler de
eklenmişti. Bu sayede Sultan Abdülhamid, İngiltere’nin Osmanlı’nın tutumuna
uygun bir dış politika izlememesi halinde Londra’nın rakiplerine yanaşabileceği
mesajını vermiş, bu gelişmeyi tehditle karışık bir tavır ile Mısır Meselesi’nde İngil-
48 A.e., s. 61.
49 A.e., s. 104.
50 A.e., s. 124.
187
tere’nin Osmanlı şartlarını kabullenmesi noktasında avantaja çevirmeye çalışmış-
tır51. 1890’da Padişah, Mısır Meselesi’nin Osmanlı’nın istediği biçimde çözümü
halinde Londra ile uyuşabileceğini, yani kesin tarafsızlığını İngiltere lehine bozabi-
leceğini vurgulayarak aksi halde Rusya’ya yanaşacağı blöfünde bulunmuştur. An-
cak Londra’nın Abdülhamid’in İngiltere’den tamamen vazgeçerek Rusya’ya ya-
naşma gibi bir diplomasi çılgınlığı yapamayacağını iyi tahlil etmiş olması Padi-
şah’ın bu hamlesini boşa çıkarmış, tarafsızlığını İngiltere lehinde bozabileceği vaa-
di İngiltere nezdinde itibar görmemiştir52. Benzer bir örnek teşebbüs de 3 Ekim
1897’de yaşanmıştır. Sultan Abdülhamid, son derece mahrem tutulmak ve İngiliz
Kraliçesi hariç hiç kimsenin haberi olmamak kaydıyla İngiltere Sefaret Tercümanı
Block’a verdiği talimatta, bazı İngiliz tavizleri karşılığında tarafsızlık politikasını
bozabileceğini bildirmiştir. Abdülhamid, İngiltere ile olan kadim siyasî dostluğun
yeniden tesis edilmesine taraftar olduğunu ancak bu dostluğun tesis edilebilmesi
için İngilizlerin Mısır Meselesi, Ermeni Meselesi, Bağdat ve Basra taraflarındaki
İngiliz politikası, Kızıldeniz ve Hicaz bölgesindeki İngiliz politikası ve Girit Mesele-
sindeki politikasını değiştirmesi gerektiğini ifade etmiştir53. Bu örnekler, Sultan
Abdülhamid’in tarafsızlık politikasını bazen devletler arası mücadelede koz olarak
kullandığını bazen de devletin siyasî gailelerini sona erdirmek noktasında gerçek-
ten ondan vazgeçmeye niyet etmiş olduğunu göstermektedir.
Buradan çıkarılabilecek netice, Abdülhamid’in zaman zaman tarafsızlıktan
sapma eğilimi göstermiş olması, tarafsız kalma politikasının aslında fırsatları da
değerlendirmek anlamına geldiğini ortaya koymaktadır. Padişah bir iradesinde bu
konuya şöyle açıklık getirmiştir. “Tarafsızlık sayesinde müdahalât ve tazyikat-ı
ecnebiyenin önü alınıp devlet kendi haline bırakılınca dâhilen muhtaç olduğu ıslaha-
tı icra edecek, bu ıslahatın semeresi olarak kesb-i servet ve kuvvet eyleyecek ve o
zaman kendisiyle ittifak etmeyi diğer devletler canlarına minnet bileceklerinden o
zamanın iktiza edeceği surette istenilen devletle ittifak edilebilecektir54. Nitekim
uluslararası sistemin gittikçe esnekliğini kaybetmesi neticesinde Üçlü İttifak ve
Üçlü İtilaf şeklinde kutuplaşmaların oluşması üzerine Sultan Abdülhamid, tarafsız
bir devletin manevra alanının daralacağını görerek kesin tarafsız politikasının
yürütülemeyeceğini anlamıştır. 1900’lerin gelmesiyle II. Abdülhamid, başta Bağdat
demiryolu projesi olmak üzere ekonomik ayrıcalıklar tanımak yoluyla Almanya’ya
açıktan yanaşmak zorunda kalmıştır55.
Kesin tarafsızlık ve Avrupa siyasetinden tamamıyla uzak durma politikası-
nın Osmanlı Devleti içerisindeki yansımalarının da olumlu tesir yaptığı söylenebi-
51 A.e., s. 59.
52 A.e., s. 84.
53 Sultan II. Abdülhamid Han: Devlet ve Memleket Görüşlerim-2, s. 120.
54 BOA. Y. EE. 3/18.
55 Mim Kemal Öke, “Şark Meselesi ve II. Abdülhamid’in Garp Politikaları (1876-1909)”, Osmanlı
Araştırmaları Dergisi, Cilt: 3, İstanbul 1982, s. 267.
188
lir. Nitekim 6 Temmuz 1889 tarihli bir İngiliz raporuna göre; Türkiye’nin üst taba-
kasını oluşturan kişilerin büyük çoğunluğu Sultan Abdülhamid’in barışçı ve taraf-
sız dış politika yönetiminden hiç de şikâyetçi değillerdi. Memnuniyetin kanıtı ola-
rak gösterilen ismi verilmemiş bir Osmanlı vezirinin “hiçbir Avrupa gücüne düş-
manlığımız yoktur. Hepsiyle barış ve dostluk içinde yaşamak istiyoruz, diğerlerini bir
ittifakın dışında bırakacak şekilde herhangi bir devletle bağlı olmak istemiyoruz.
Hareket serbestisi Osmanlının fikrî ve fiziki ilerlemesini sağlayacak tek yöntemdir”
sözleri tarafsızlık politikasının amaç ve metodunu çok iyi özetlemiştir. Aynı İngiliz
raporuna göre, Türkiye’nin alt tabakasını oluşturan kişilerin kesin tarafsızlık ko-
nusundaki fikri de üst tabakanın düşüncesine yakındır. Halk Abdülmecid döne-
minde Rusya’ya karşı zafer kazanılmasına (Kırım Harbi) rağmen Avrupa’ya daha
bağımlı hale gelindiğine, şimdi ise Rusya’ya acı bir şekilde mağlup olunmasına (93
Harbi) rağmen tamamıyla bağımsız olup müttefiklerin velayetinden kurtulmuş
olunduğuna ve devletin kendi kaderinin hâkimi olduğuna inanmaktaydı56.
Netice itibariyle II. Abdülhamid, Devletinin gücünü dikkate alarak büyük
devletlearasındaki rekabeti sürekli körüklemek suretiyle zaman kazanmış, taraf-
sız, bağlantısız bir dış politika stratejisi sayesinde Osmanlı Devleti’nin bir büyük
devletin ya da güç grubunun peyki olmasına müsaade etmeden yaşayabilmesini
temin etmiştir.
74 A.e., s. 205.
75 Hocaoğlu, a.e., s. 125-126.
194
dâhilinde taviz vermeye hazır olduğunu, Mısır’ın İngilizler tarafından idare edilme-
sini kabul ettiğini fakat prestijini kurtarmak için Nil’de iki bin Osmanlı askerinin
bulunacağı bir garnizona izin verilmesini istiyor. Şimdi İngiliz çıkarlarının aşırı sa-
vunucu kesilmeden onun zihnine damla damla İngiliz politikasını şırıngalamalı-
yım”76. Yine aynı dönemde Padişah, İngiltere’ye sadece maddeleştirerek sıraladığı
şartların kabullenilmesi ve Mısır Meselesinin istediği biçimde çözümü halinde
Londra ile uyuşabileceğini, yani kesin tarafsızlığını İngiltere lehine bozabileceğini
vurgulamıştır77. Uzun yıllar Mabeyn Başkâtipliği yapıp en yakınında bulunmasıyla
Sultan Abdülhamid’in hareket tarzına vâkıf olan Tahsin Paşa’nın, “Padişah bilhassa
İngiltere ve Rusya’dan çekinirdi. Rus donanmasının Boğaziçi’ne gelip İstanbul mese-
lesinin halledilmesi Rus siyasetinin ana hatlarından idi. İngiltere ise Mısır ve Hindis-
tan dolayısıyla Türkiye’nin zayıf, her an meşgul, daima gailelerle çevrili olmasını
isterdi. Padişah İngiltere’yi daha tehlikeli görürdü. Sultan Hamid bu vaziyet karşı-
sında Almanya’yla anlaşmaktan başka çare kalmadığına hükmetmişti. Almanların
muaveneti ile askerliğimizin ilerletilebileceğini düşündü”78 ifadeleri de Osmanlı dış
politika anlayışındaki değişimlerin büyük bir kısmının 1890’ların başlarına kadar
İngiltere mihverinde şekillenmiş olduğunu göstermektedir.
İngilizler Osmanlı için vazgeçilmez tek sığınak noktası olmadıklarını Osman-
lı-Alman yakınlaşmasının başlamasıyla görmeye başlamışlardır. 1889’da Sultan
Abdülhamid’in Çanakkale Boğazını tahkim ettirmesi, aynı yıl Üçlü İttifak grubunun
Osmanlıyı kendi alanları içinde görme teşebbüsleri ve Alman İmparatoru’nun Tür-
kiye’yi ziyaret edecek olması İngilizlerde büyük bir endişeye neden olmuştu. Sul-
tan Abdülhamid İngilizlerin endişesini 22 Ekim 1889’da şu cevabı ile izale etmeye
çalışmıştır. “Herhangi bir devletle ittifak ancak ufukta bir tehlike göründüğünde
haklı gösterilebilir. Bu kritik zaman gelmedikçe bir ittifakta bulunmayı anlamsız ve
tehlikeli bulurum. Bu davranış bize boş yere düşman kazandırır. Alman İmparato-
ru’nu burada ağırlamak benim için mutluluk olur. Aramızda politika konuşacağımızı
zannetmiyorum. Almanya’nın bize karşı siyaseti dostlukla çizilmiştir. Diğer devletle-
rin de Almanya kadar tarafsız ve dostane davranmalarını dilerim”79. Sultan Abdül-
hamid bu cevabıyla dengeyi korumaya ve ona olan güveninin devam ettiğini vur-
gulayarak İngiltere’yi darıltmamaya çalışırken aynı zamanda Almanya ile ilişkile-
rin geliştirilmesi için zaman kazanmayı hedeflemiştir. Nitekim Sultan’ın Almanya
ile yakınlaşmak suretiyle İngilizlere vermiş olduğu bu teorik tehdit mesajı, 19 Ha-
ziran 1890 tarihli bir İngiliz raporuna aslında Abdülhamid’in İngilizleri aldattığı
şeklinde yansımıştır. Rapora göre: “Alman İmparatoru’nun ziyareti padişahın cesa-
retini artırmıştır. Padişah kesin tarafsızlık siyaseti ile övünmekte ancak yabancılara
80 A.e., s. 75-76.
81 BOA. Y. EE.3/18.
82 Eraslan, Doğruları ve Yanlışlarıyla Sultan II. Abdülhamid, s. 60.
83 Tahsin Paşa, a.e., s. 85.
196
büyük güçleri birbirinden ayırmaya yönelik bu politik tutumuyla Osmanlının var-
lığı için en tehlikeli gördüğü İngiltere’ye karşı Almanya’ya yanaşmayı uygun bu-
lurken, Mısır konusunda İngiltere’nin karşına Fransa’yı çıkararak İngiltere’nin
etkisini kırmayı amaçlamıştır84. Sultan Abdülhamid’in Avrupa dışındaki devletlere
yönelik dış politika stratejisine gelince; Amerika, Sultan Abdülhamid tarafından
fazla dikkate alınmamıştır ancak Padişah bu devletin “Büyük devletler” sınıfına
girmesini istememiştir. İran ile ilişkiler mesafeli tutulmuş, sınır tecavüzlerine taviz
verilmemiştir. Güneydoğu Asya devletleri ve Japonya ise daima iyi geçinilmesi ve
dost olunması gereken devletler olarak görülmüştür85.
1878’den XX. yüzyıl başına kadar hiçbir devletle daimi anlaşmaya yanaşma-
yan Abdülhamid’in Almanya’nın devreye girmesiyle diğer bütün denge unsurları-
na karşı bu devlete dayanmak şeklindeki denge anlayışı, başka mahzurları içeri-
sinde barındırmakla beraber, XX. yüzyılın ilk yıllarına kadar günü kurtarmaya
yeterli olmuştur. Sultan Abdülhamid, uzun soluklu denge siyasetini devam ettir-
mek için ne kadar hassas hareket ettiğini şu sözlerle ifade etmiştir. “Ben Alman
politikasına çok ehemmiyet vermekle beraber öteki büyük devletleri de gözden
kaçırmaktan ve gücendirmekten daima sakındım. Politikamı daima terazi ile tart-
tım86. Almanya’nın yeni denge unsuru olarak kabul edildiği dönemde Sultan Ab-
dülhamid’in manevra alanı bir süreliğine genişlemiş olsa da Padişah’ın denge stra-
tejisinin kalıcı olarak başarılı olması büyük güçler arasındaki çıkar çatışmalarının
devam etmesine bağlıydı. Dolayısıyla, Boğazlar konusunda İngiliz-Rus, Balkanlar-
da Rus-Avusturya, Ortadoğu’da İngiliz-Fransız çıkar mücadelesi devam ettiği süre-
ce 1890’ların sonuna kadar Osmanlı denge politikasının başarıyla uygulanabildiği-
ni söylemek mümkündür. 1897’den itibaren bu rekabetlerden elde edilen avantaj-
ların ortadan kalkmaya başlamasıyla Abdülhamid’in manevra kabiliyeti de azal-
maya başlamıştır. Rusya ile Avusturya’nın Balkanlar konusunda uzlaşmasıyla bir-
likte özellikle asırlık İngiliz-Rus çatışmasını bitiren Reval görüşmeleri Abdülha-
mid’in denge siyasetinin uygulama zeminini tamamen ortadan kaldırmıştır87. İn-
giltere Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola’nın 1908 yılı Haziran ayında Re-
val’de görüşmeleri, her ne kadar Şark Meselesi’nde rakip olsalar da bu iki büyük
gücün Osmanlıyı parçalamak için her an birleşebilecekleri gerçeğini bir defa daha
hatırlatmıştır88.
Netice olarak, II. Abdülhamid’in, Metternich’ten daha ustaca götürdüğü den-
ge siyaseti ve Osmanlıyı mümkün olduğu kadar ayakta tutma gayreti XX. yüzyılın
ilk on yılına kadar devam etmiş ancak dış güçlerin Osmanlı aleyhinde ittifak yap-
89 Mim Kemal Öke, “Osmanoğulları ve Aydınların Anlatımıyla İmparatorluğun Yüzük Taşı II.
Abdülhamid”, (haz.) Mehmet Tosun, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2009, s. 289.
90 Tansu, a.e.., s. 50.
198
2.1. II. Abdülhamid’in İngiltere Politikası
II. Abdülhamid’in denge politikasını ifade eden büyük güçler arasındaki aya-
rın en önemli ayağını İngiltere ile olan siyasal ilişkiler oluşturmuştur. III. Selim’den
beri mevcut olan Osmanlı-İngiliz dostluk ilişkilerinin II. Abdülhamid döneminde
sürekli bir düşüş gösterdiği malumdur. Sultan Abdülhamid’in 1875-1878 sürecin-
de fark ettiği ve 1878-1882 sürecinde kanaat ettiği temel düşünce, İngiltere’nin
artık Osmanlı toprak bütünlüğü aleyhine döndüğü idi91. II. Abdülhamid, Osmanlı
Devleti için en büyük tehlike olarak İngiltere’yi görmüştür. 1877-1878 Osmanlı-
Rus Harbi’nde Osmanlıyı Rusya karşısında yalnız bırakmış olması İngiltere açısın-
dan keskin bir dönüş olup artık Osmanlı toprak bütünlüğünü savunma politikasını
bıraktığı anlamına geliyordu92. İngiltere’nin bu dönemden sonra benimsediği poli-
tika, Osmanlının stratejik noktalarını işgal etmek suretiyle Yakındoğu’daki İngiliz
menfaatlerini korumak olmuştur93.
Osmanlı nezdinde İngiliz itibarının azalmaya başlaması 1880’de Gladsto-
ne’un iktidara gelmesi ve 1882’de İngilizlerin Mısırı işgal etmesinin ardından iki
devlet arasında başlayan yabancılaşma dönemine rastlamıştır. Osmanlı Devleti’ne
karşı Avrupa’da, özellikle İngiltere’de geliştirilen “Osmanlının bünyesinde bulun-
durduğu Hristiyanlara kötü davrandığı” propagandası, İngiltere kamuoyunda
önemli bir yankı bulmuştur. Gladstone, İslâm ve Türk karşıtı propagandası saye-
sinde parlamento seçimlerini zorlanmadan kazandıktan sonra Osmanlı toprak
bütünlüğünün korunması gerektiğine inanan İstanbul’daki İngiliz elçisi Henry
Layard’ı derhal geri çağırmıştır94. Gladstone’un başı çektiği liberallerin, Türk sem-
patizanı olarak suçladıkları muhafazakâr başbakan Benjamin Disraeli’yi devirerek
iktidara gelmeleriyle İslâm ve Türk karşıtı propaganda hız kazanmıştır95. Gladsto-
ne’un, “Ermenilere hizmet etmek medeniyete hizmet etmektir”96 sözüyle Ermeniler
cesaretlendirilmiştir. Gladstone’un iktidarı döneminde adeta İngiltere’nin Millî
stratejisi haline gelmiş olan Ermeni Meselesi’ne açık desteği de Osmanlı-İngiltere
ilişkilerindeki negatif ivmenin hızlanmasına neden olmuştur97. Vambery’nin ifade-
siyle, “Abdülhamid’in gözünde Mr. Gladstone şeytanın ta kendisi idi”98. Gladstone
105 Ercüment Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınla-
rı, Ankara 1997, s. 91-92.
106 Bu komite ve faaliyetleri hakkında geniş bilgi için bkz.: Ahmet Kısa, Cleanthi Scalieri ve Aziz
Bey Komitesi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Ankara, 2012.
107 Hocaoğlu, a.e., s. 164.
108 A.e., s. 165.
201
sarılır anlayışıyla huzura çağrılan İngiliz Elçisi Layard109, Ayastefanos Antlaşma-
sı’nın Osmanlı için yıkım olacağından, İngiltere’nin bu konuda Osmanlıya yardım
etmek istediğinden bahsetmiştir. Layard, yardım için gerekli donanma ve teçhiza-
tın Malta veya Londra’dan getirilmesinin zaman alacağı için, idaresine halel gel-
memek üzere, Kıbrıs Adası’nın mühimmat ve donanmaya bir depo olarak İngilte-
re’ye verilmesini talep etmiştir. Osmanlıya herhangi bir Rus saldırısına hemen
müdahale edebilmek için İngiliz donanmasının Kıbrıs’ta bulunmasının gerekli
olduğunu savunan Layard, Rusya’nın Batum’u Osmanlıya vermesi halinde İngilte-
re’nin Kıbrıs’tan çekileceğini vaat etmiştir110. İngiliz Elçisi Sir Henry Layard’ın
teklifi şöyleydi: “Rusya Kars, Ardahan ve Batum’u işgal etmekle Anadolu, Suriye ve
Irak halkını tahrik ederek Osmanlı ordusuna karşı kışkırtabilir. Böyle bir tahrik kar-
şısında bu toplumlar kendilerine başka bir idare arayacaklardır. Bu ise Osmanlı Dev-
leti’nin sonu olur. Osmanlı Devleti’nin devamı için bir şart vardır o da muhtemel bir
Rus saldırısını önlemeye muktedir bir devletle ittifakıdır. İngiltere böyle bir kefalet
vermeyi iki şarta bağlı olarak kabul eder. Birincisi, bünyesinde bulunan Hristiyan
tebaanın halini ıslah için Osmanlı Devleti’nin teminat vermesidir. İkincisi, İngilte-
re’nin kefalet taahhüdünü yerine getirebilmesi için Osmanlı Devleti’nin, Suriye veya
Anadolu sahillerine yakın bir yeri İngiltere’ye vermesidir. İngiltere bu maksat için
Kıbrıs Adasını uygun görmektedir. Rusya, Kars, Ardahan ve Batum’u iade ettiğinde
İngiltere de Kıbrıs’tan çıkacaktır”111.
Bu İngiliz teklifi II. Abdülhamid ve çevresini bir ikilemle ile yüz yüze getir-
miştir. Ayastefanos’un şartlarına razı olmak mı yoksa geçici olduğuna inanmakta
güçlük çekilse de, İngiliz taleplerini kabul etmek mi daha az zararlıydı. Sultan Ab-
dülhamid ikincisini ehven-i şer olarak görmüştür. Padişah konunun Meclis-i Vüke-
lâ’da müzakeresini istemiş, müzakereden olumlu sonuç çıkmış ancak Sultan Ab-
dülhamid bu mukavelenin faydalı esaslara dayanmayıp adeta devletin mahvı an-
lamına geldiği gerekçesiyle başta reddetmiştir. Padişah daha sonra İngilizlerin,
“hukuk-ı hükümdâri-i hümâyunlarına halel gelmemek şartıyla” yazılı bir senet ver-
meleri durumda mukaveleyi tasdik edeceğini beyan etmiştir. İngiliz elçisi La-
109 Diplomat, gezgin, arkeolog, sanat tarihçisi ve yazar olan Sir Austen Henry Layard, bkz: İlber
Ortaylı, “Osmanlı Lehine Çalışan Büyükelçi”, Milliyet, 25 Ocak 2010. Protestan bir aileye men-
suptur. 1839 yılında Avrupa’yı, Anadolu’yu ve Asya’yı gezmiştir. İstanbul’da Arapça ve Farsça
öğrenmiştir. 1845 yılında Sir Stratford Canning ile Girit harabelerini gezerek antik eserleri kayda
geçirmiştir. 1849’da İngiltere’nin İstanbul Sefaretine memur olarak tayin edilmiştir. Bkz: Musav-
ver Medeniyet, 22 Mart 1876/H. 25 Safer 1293, nr. 7). Henry Layard 1878-1880 yılları arasında
İstanbul’da Fevkalade Murahhas İngiltere Büyükelçisi olarak görev yapmıştır. Bkz: Salname-i
Devlet-i Aliyye-i Osmaniye, Maarif Matbaası, 1295 (1878), s. 447. 1881 yılında Osmanlı ordusu-
nun ıslahını gerçekleştirmek amacıyla kurulan ve Seraskerlikte toplanan Alman ve İngiliz subayla-
rının istihdam edildiği komisyonda İngiliz Büyükelçisi Henry Layard da İngiliz subayları ile bir-
likte önemli çalışmalar yapmıştır. Bkz:Hülagü, Gazi Osman Paşa, s. 304).
110 BOA. Y. EE. 3/8; BOA. Y. EE. 3/19; BOA. Y. EE. 4/29.
111 BOA. Y. EE. 3/19; Engin, Dış Politika, s. 21-23.
202
yard’dan gerekli teminatı ihtiva eden senet alınmış112, ve 4 Haziran 1878’de Kıb-
rıs’ın idaresini İngiltere’ye bırakan Kıbrıs İttifak Sözleşmesi imzalanmıştır.
Osmanlının Kıbrıs tavizi karşılığında İngiltere’nin girişimleriyle toplanan
Berlin Kongresi’nin 13 Temmuz 1878’de Berlin Antlaşması’nı imzalamasıyla Ayas-
tefanos Antlaşması’nın şartları kısmen hafifletilmiş, İngiltere yeni bir kongre top-
lanmasını sağlamak ve Osmanlı haklarını savunmak konusundaki vaatlerini yerine
getirmiştir113. Ancak Berlin Antlaşması’nın etkileri Osmanlı Devleti açısından daha
vahim olmuştur. Çünkü bu antlaşmayla Osmanlı Devleti yarı miktarı Müslüman
olan yaklaşık beş milyon nüfus ile topraklarının üçte birine yakın bir kısmını terk
etmeye zorlanmıştır114. Bunun yanında büyük güçlerin Osmanlı iç işlerine müda-
halesine ortam hazırlamak, malî ıslahat yapması için baskı yapmak, Bosna ve Er-
menistan meseleleri115 ile mücadele etmek gibi çok sayıda gaileyle de yüz yüze
bırakılmıştır. Üstelik Batum Rusya’da kaldığına göre Kıbrıs da İngiltere’de kalmış
oluyordu. İşte İngiltere’nin bu dış politika oyunu II. Abdülhamid’in tekelinde top-
layacağı Osmanlı dış politika anlayışının temel sebeplerden birisi olmuştur.
II. Abdülhamid devri Osmanlı-İngiliz siyasî ilişkilerinin ve diplomasi trafiği-
nin önemli bir kısmı da Mısır Meselesi üzerinde yoğunlaşmıştır. 1878 Berlin Ant-
laşması ile birlikte Osmanlı Devleti’ne karşı yürüttüğü dış politikasını keskin bir
şekilde değiştiren İngiltere, Akdeniz’de mutlak üstünlüğü ele geçirmek için 1882
yılında Mısır’ı işgal etmiştir. İskenderiye’ye asker çıkaran İngiliz ordusu içerisinde
Fransız askerlerin de bulunması İngilizlerin Ortadoğu’daki en büyük rakipleri olan
Fransa’nın işgale karşı çıkmasını önlemeye yönelikti. İngiltere, işgali meşrulaştır-
mak için diğer Avrupa devletlerine telgraf göndererek, Mısır’a hâkim olmanın bü-
tün Avrupalı devletlerin çıkarları için gerekli olduğunu, asayiş sağlanır sağlanmaz
donanmanın bölgeden ayrılacağını bildirilmiştir116. Ancak Mısır’ın işgalindeki ba-
hane de Kıbrıs ele geçirilmesindeki bahaneden farklı değildi. Egemenlik haklarını
korumaya çalışan Abdülhamid, Mısır sorununu çözerken askerî müdahalede bu-
lunma tercihinden hep uzak durmuştur. Bir İngiliz raporu, Mısır’ın işgali karşısın-
da Padişah’ın tutumunu şöyle özetlemiştir. “Sultan Abdülhamid, Mısır’ın işgal edil-
mesinden dolayı İngiltere’ye oldukça tepkilidir. İngiltere’nin, bunu yapmakla Halife-
nin İslâm dünyası üzerindeki nüfuzunu yaraladığını ifade etmiştir. Abdülhamid, Mı-
sır Meselesi hakkındaki endişelerini giderecek şekilde bir sonuca ulaştırılmadığı
müddetçe İngiltere ile dostane ilişkilere girmekten, bilhassa yakın siyaset izlemekten
geri duracaktır”117.
118 Süleyman Kızıltoprak, “II. Abdülhamid ve Mısır’ın İngiliz İşgaline Karşı Bağımsızlık Mücadele-
si”, Devr-i Hamid, Cilt: 5, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri 2011, s. 70.
119 Bayram Kodaman, “İngiltere ve Ermeniler”, Prof. Dr. Nejat Göyünç Armağanı, Cumhuriyet
Üniversitesi Yayınları, Sivas 2016, s. 49.
120 Kızıltoprak, a.e.., s. 78.
121 Öke, a.e., s. 50-51.
204
konusundaki Osmanlı teşebbüsünü sonuçsuz bırakmıştır122. İngilizleri Mısır Mese-
lesinde köşeye sıkıştırmak için attığı adımlardan netice alamayan Sultan Abdül-
hamid, İstanbul’daki sadaret değişimini dahi Mısır Meselesi konusunda İngilte-
re’ye karşı bir caydırıcı mesaj olarak kullanmaya gayret etmiştir. Abdülhamid’i
yakından takip eden İstanbul’daki İngiliz görevlileri de İstanbul’daki en ufak bir iç
ve dış gelişmenin raporlarını ülkelerine göndererek İstanbul’un Mısır sorununu
çözme konusunda atacağı dış politika adımlarına Londra’nın tedbir almasını kolay-
laştırmışlardır. 5 Eylül 1891’de İstanbul’dan Londra’ya gönderilen bir İngiliz rapo-
runda, İstanbul’daki sadaret değişimi Abdülhamid’in Londra’yı tehdidi olarak yo-
rumlanmıştır. Çünkü İngiliz taraftarlığı ile bilinen Mehmed Kâmil Paşa sadaretten
alınarak yerine Ahmed Cevad Paşa sadarete getirilmişti123. Raporda, Abdülha-
mid’in bu tehdidin devamının geleceği, Fransız ve Rus elçilerinin sadaret değişikli-
ğini Osmanlının Rusya’ya ve Fransa’ya yaklaşması olarak görerek bunu büyük bir
başarı saydıkları, fakat İngilizlerin bu değişikliğe farklı bir penceren bakması ge-
rektiği şöyle izah edilmiştir: “Entrika sevdalısı Abdülhamid onları olduğu gibi tüm
diplomatları kandırmıştır. Çünkü onun bu geçici Hükûmet değişikliği Rusya ve Fran-
sa’ya yakınlaşmak için değil İngilizleri Mısır konusunda korkutmak için yapılmıştır.
Padişah, bana bakın tarafsızlık politikamı değiştiriyorum, Mısır sorununda istekle-
rimi kabul etmezseniz kendimi Fransa ve Rusya’nın kollarına atarım. O zaman Mısır
için savaşmanız gerekir demeye çalışıyor. Fakat İngiltere’nin tedirgin olmasına ge-
rek yoktur”124. Bir başka İngiliz raporunda ise “Abdülhamid sanıldığının aksine Rus-
lara yanaşmaktan çok uzaktır. Hâlâ İngiltere’yi güvenliğinin yegâne sığınağı, adeta
bir hayat arkadaşı gibi görmektedir. Onun yalancıktan küsme numaraları karakte-
rinin iç yüzünü bilmeyenleri yanıltmaktadır”125 ifadeleri yer almıştır. Bu raporların
ifade ettiği gerçek, Sultan Abdülhamid’in hem dengeyi bozmama hem de Mısır
sorununu çözme yolunda taviz elde etmek taktiğinin hiç değişmediğinin İngilizler
tarafından yakinen bilindiğidir.
II. Abdülhamid devri dış politikalarına yön veren esaslardan birisi de Hilafe-
tin gücünü Müslüman kolonisi bulunan sömürgeci devletlere karşı tehdit unsuru
olarak kullanmaktı. Bu ilkenin Mısır sorununda da belirleyici rol oynadığı görül-
müştür. II. Abdülhamid’in Mısır sorununun çözümü noktasında 1904-1909 arasın-
da başvurduğu yol, mücadelenin iç dinamiklere dayanarak halledilmesi düşüncesi
olmuştur. Bu dönem, Mısırlı Millîyetçilere destek verilmesiyle Mısır’ın tahliyesini
sağlama uygulamalarına sahne olmuştur. Mısırlıların umut bağladığı bir lider olan
Mustafa Kâmil’in bağımsızlık için çıkış yolları arayışları İngiliz ilhak düşüncesini
yavaşlatmıştır. Böylece İngiltere’nin Mısır’ı sömürgeleri arasına katma düşüncesi I.
133 Armaoğlu, a.e., s. 326; Basiret, 29 Şevval 1287/22 Ocak 1871, nu. 267.
134 Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye, 1288 (1871), s. 178, 188.
135 İlber Ortaylı, “Drang Nach Osten”, s. 215; Ruhi Turfan, M. Şevki Yazman, Tarihte Türk- Alman
Dostluk İlişkileri, İstanbul 1969, s. 52.
136 Necmettin Alkan, “Osmanlı Diplomasisi”, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir 2012, s. 190.
137 Karal, a.e., Cilt: VIII, s. 71; Mim Kemal Öke, Ermeni Meselesi, Aydınlar Ocağı Yayınları, İstan-
bul 1986, s. 36.
138 Nurşen Mazıcı, Uluslararası Rekabette Ermeni Sorunu’nun Kökeni, Gümüş Basımevi, İstan-
bul 1987, s. 26-27; Mustafa Gencer, Jöntürk Modernizmi ve Alman Ruhu, İletişim Yayınları,
İstanbul 2003, s. 273.
139 Ortaylı, “Drang Nach Osten”, s. 215.
208
Osmanlı-Almanya yakınlaşması öncelikle 1880 yılında askerî eğitim alanın-
da başlamış, Osmanlı Devleti eğitim görmek ve staj yapmak üzere genç subayları
Almanya’ya göndermiştir. Daha sonra Sultan Abdülhamid’in talebiyle, Bismarck
Osmanlı ordusunda incelemelerde bulunmak için Otto von Kähler’in başkanlığında
21 Haziran 1882 tarihinde140 bir askeri heyeti İstanbul’a göndermiştir141. İncele-
melerde bulunan bu askeri heyetin ardından, uzun yıllar Osmanlı ordusunda görev
yapacak olan Colmar Von der Goltz başkanlığında bir askeri heyet daha İstanbul’a
gönderilmiştir. Bu heyet 1883-1895 yılları arasında Osmanlı ordusunun ıslahı için
çalışmalar yapmıştır142. Askerî alanda başlayan bu münasebet sayesinde İmpara-
tor II. Wilhelm İngilizlerin Osmanlı nezdindeki itibarını gölgelemek için muntazam
bir politika vasıtası elde etmiştir143. Osmanlı Devleti Almanya ile olan ilişkilerinin
büyük bir kısmını İstanbul’daki Alman askerî bürokrasisi üzerinden yürütmeye
başlamıştır144.
Goltz Paşa, Türk-Alman ilişkilerinin artmasında ve genç Türk subaylarının
eğitiminde önemli bir rol üstlenmiştir. 1883-1895 yılları arasında 12 yıllık ilk ça-
lışma döneminde Harbiye Mektebi’nde ders kitabı olarak okutulmak üzere 4 bin
sayfadan fazla broşür ve ders kitabı yayınlamıştır145. Goltz Paşa’nın Osmanlı ordu-
sunda reform konusunda kaleme aldığı çok sayıda layiha Sultan II. Abdülhamid
tarafından kabul edilmiştir. Bu layihalar Almanya’ya büyük bir ekonomik katkı
sağlamış ve Alman harp endüstrisi mamulleri Türkiye’ye akmaya başlamıştır.
Goltz’un kontratı 1895 yılına kadar üç defa yenilenmiştir. Berlin Büyükelçisi Tevfik
Paşa 2 Ağustos 1893’te bizzat Alman İmparatoru ile görüşerek Goltz Paşa’nın gö-
rev süresinin 5 yıl daha uzatılmasını istemiştir. Ancak İmparator ve Alman askerî
kurmayları Almanya’nın Goltz Paşa’ya ihtiyacının olduğunu, Goltz Paşa’nın artık
Almanya’ya dönmesi gerektiği düşüncesindeydiler. Tevfik Paşa’nın Alman İmpara-
toru ile ikinci defa görüşüp Sultan Abdülhamid’in ricasını iletmesi üzerine İmpara-
tor Wilhelm, Goltz Paşa’nın Osmanlı ordusundaki görevinin devam etmesi konu-
sunda izin vermiştir146.
147 Kipert Osmanlı Devleti’nin sınırlarını bütünüyle içine alan detaylı bir haritasını çizmiştir. Ki-
pert’in meşhur haritası daha sonraları Mekteb-i Fünun-ı Harbiye-i Şâhane Matbaası ressamların-
dan piyade Kolağası Osman Enver ve yüzbaşılarından Bekir Sıtkı Efendiler tarafından resmedil-
miştir. Askerî coğrafya muallimi Süvari Kolağası Ahmet Cemal Efendi tarafından Türkçeye ter-
cüme edilen harita 1899 yılında Pangaltı Mekteb-i Harbiye-i Şâhane Matbaasında “Umumi Mema-
lik-i Mahruse-i Şâhane Haritası” adıyla basılmıştır. Bkz: Umumi Memalik-i Mahruse-i Şâhane
Haritası, Pangaltı Mekteb-i Harbiye-i Şâhane Matbaası, 1317/1899.
148 Karal, a.e., C. VIII, s. 175.
149 Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda…, s. 95.
150 BOA. Y. PRK. BŞK. 18/87.
151 Tevfik Paşa hakkında geniş bilgi için bkz.: Necati Çavdar, Son Osmanlı Sadrazamı Ahmet
Tevfik Paşa, Berikan Yayınevi, Ankara 2016.
152 BOA. Y. PRK. EŞA. 18/96.
153 Ortaylı, “Drang Nach Osten”, s. 216.
210
Büyükelçisi Tevfik Paşa ile Fransa büyükelçisinin çok samimi dost olmalarından II.
Wilhelm Osmanlı’nın Almanya’ya karşı siyasetinin değişmekte olduğu zannıyla
endişelenmiş, bu sebeple Osmanlı-Alman ilişkilerinde bazı devlet bilgilerini büyü-
kelçiye vermeye tereddüt etmiştir. Bunun üzerine Sultan Abdülhamid, İmparator
Wilhelm’e bir telgraf göndererek Ahmet Tevfik’in en güvendiği memurlarından
olduğunu, bu güvene binaen kendisine vezirlik rütbesinin verildiğini ve Hariciye
Nazırlığına aday bir diplomat olduğunu bildirerek şüpheye gerek olmadığını söy-
lemiştir154. Tevfik Paşa, kendisine duyulan bu güvensizliğe içerleyerek görevden
alınmasını istemiş ancak Sultan Abdülhamid “Berlin’in ahvaline en vâkıf olan sen-
sin”155 diyerek Tevfik Paşa’nın görevine devam etmesini sağlamıştır. Nitekim on yıl
Berlin Büyükelçiliği görevinin ardından Almanya’yı yakından tanıyan Tevfik Pa-
şa’nın 1895-1908 arasında aralıksız on üç yıl sürecek olan Osmanlı Hariciye Nazır-
lığına getirilmesi156 de Padişah’ın Almanya merkezli dış politika anlayışının bir
semeresi olsa gerektir.
İki ülke arasında giderek artan ilişkilerin bir sekteye uğramasının Osmanlı
üzerindeki siyasal, ekonomik ve askeri projelerini uygulama imkânını ortadan
kaldıracağından endişelenen II. Wilhelm, Sultan Abdülhamid’in hassasiyetlerine
karşı çok duyarlı davranmıştır. Abdülhamid’in dostluğunu kaybetmemek için ülke-
sinde Osmanlı Devleti aleyhinde yayın yapan basın organlarına karşı zaman zaman
sert bir tutum izleyerek Alman kamuoyunda Abdülhamid lehine suni de olsa bir
havanın oluşmasına çalışmıştır. Hatta Berlin Büyükelçisi Tevfik Paşa’nın Almanya
gazetelerinin Osmanlı lehinde bir yayın çizgisi takip etmeleri noktasındaki bazı
girişimlerini de görmezden gelmiştir. 93 Harbi’nden sonra Avrupa devletlerinin
Osmanlı Devleti aleyhinde kamuoyunu yanıltıcı yayınlarını artırmalarıyla diplo-
maside yeni bir mücadele alanı açılmıştı. Bu sebeple Osmanlı Devleti, Avrupa’ya
göndereceği elçilerin gidecekleri devletin dilini çok iyi bilmelerine önem vermiştir.
Elçilere gittikleri ülkede Osmanlı aleyhinde yayın yapan gazeteleri takip edip ge-
rekli raporları hazırlayarak Bâbıâli’ye sunmak, o ülke basınında çıkan asılsız ha-
berleri tekzip etmek, Osmanlı lehinde yayın yapan gazeteleri taltif edip aleyhte
yayın yapan gazetelerin çizgilerini değiştirmeleri noktasında bazılarını maddi
yönden desteklemek görevi de verilmiştir. Bu maksada binaen Sultan Abdülhamid,
yabancı gazetelerin incelenmesi için 1884’te Matbuat-ı Ecnebiye Müdüriyeti adıyla
bir daire de kurdurmuştu157. II. Abdülhamid Batı’da yayınlanan; Le Temps, Le
154
BOA. Y. PRK. EŞA. 18/96.
155 BOA. Y. PRK. EŞA. 20/45.
156 BOA. DH. SAİD.-d 2/1008.
157 Matbuat-ı Ecnebiye Müdüriyeti hakkında geniş bilgi için bkz.: Zekeriya Kurşun, “II. Abdülhamid
Döneminde Batı Basınında İmaj Düzeltme Çabaları: Matbuat-ı Ecnebiye Müdiriyeti’nin Kurulma-
sı ve Faaliyetleri”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, Sayı: 1, İstanbul 1999, s. 105-118; Sezai
Balcı, “Sultan II. Abdülhamid Döneminde Yabancı Basın”, Devr-i Hamid, Cilt: 5, Erciyes Üni-
versitesi Yayınları, Kayseri 2011, s. 47.
211
Figaro, The Times, Tribune, Neue Freie Presse, Standart ve Kölnische Zeitung gaze-
telerinin yayınlarına çok önem vermiştir158.
Avrupa’nın bazı ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da da Osmanlı karşıtı ya-
yın yapan gazete ve dergiler bulunmaktaydı. Bu basın organları genellikle Sultan
II. Abdülhamid’in şahsını aşağılayıcı, Osmanlı Devleti’ni karalayıcı, Berlin Antlaş-
ması’na göre Anadolu’da Osmanlı Devleti’nin yapmayı taahhüt ettiği ıslahat için
Ermeniler lehine baskı oluşturucu haberler yayınlamışlardır. Almanların bütün
olarak Ermeniler lehinde bir siyaset takip ettiğini söylemek doğru değildir. Bazı
Alman diplomatlar, Ermeniler lehine müdahale eden diğer Avrupalı meslektaşları
ile aynı tavrı gösterseler de bunlar kişisel plânda kalmış, Almanların resmî tavrı
tarafsız kalma ilkesi olmuştur159. Sultan Abdülhamid’in en hassas olduğu konular-
dan birisi Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi ile Avrupa siyasî literatürüne yerleş-
miş olan Ermeni sorunuydu. Büyük devletlerin bu konudaki baskısı karşısında da
II. Abdülhamid’in Almanların desteğini alma girişimleri olmuştur. Çünkü Alman
kamuoyunda ve basınında en fazla yer alan konu Ermeni sorunu idi. Sultan Abdül-
hamid, aralarındaki dostluk ve ittifaka yaklaşan resmî ilişkiler gereği, büyük dev-
letlerin Ermeni meselesi ile ilgili teşebbüste bulunmaları durumunda II. Wil-
helm’in bunlara destek vermemesini istemiştir. Bunun üzerine Alman resmî ma-
kamları imparatorun sultana karşı şahsî dostluk beslediğini, Almanya’nın hiçbir
şark meselesinde doğrudan inisiyatifi ele almayacağını ve Türkiye’nin lehine bir
siyaset izlediğini bildirmiştir160. Nitekim bir Padişah muhtırasına yansıyan “Al-
manya ile yakınlaşmanın bir neticesi de, Anadolu’da bir Ermenistan teşkili maksa-
dıyla İngiltere ve Rusya tarafından ıslahat namıyla talep olunan maddelerin yok
hükmünde tutulmasıdır. Bu yakınlaşma sayesinde İngiltere ve Rusya bu konuda ısra-
ra cesaret göstermemektedirler. İngiliz ve Fransızların Mısır’da hareket-i teca-
vüzkârâneleri devam ederken Osmanlının Almanya ile yakınlaşması neticesinde Mı-
sır kıtasında sükûn ve rahatın bekası açıkça görülmüştür”161 ifadeleri de II. Wil-
helm’in Padişah’ın taleplerine duyarsız kalmadığını göstermektedir.
Alman basınında çıkan Sultan Abdülhamid aleyhinde, Ermeniler lehindeki
yazı ve resimler ağırlıklı olarak Allgemeine Zeitung, Berliner Zeitung, Germania,
Kölnische Zeitung, Gazette de Cologne, Gazette General de Münih, Gazette de Vos
ve Der Arme Konrad162 gibi gazete ve dergilerde yer almıştır. Berlin Büyükelçisi
Tevfik Paşa bu basın organlarının üzerine gidilmesi konusunda Alman Hükûmet
158
Engin, Bir Devrin Son Sultanı, s. 173.
159 Bayram Soy, “Alman Dışişleri Bakanlığı Arşivine Göre II. Wilhelm Döneminde Almanya’nın
Osmanlı Ermenilerine Yaklaşımı (1914’e Kadar)”, Karadeniz Araştırmaları Dergisi, S: 19, Güz
2008, s. 115.
160 Soy, a.e., s. 119.
161 BOA. Y. EE. 3/18.
162 BOA. HR. SYS. 25/72; BOA. Y. A. HUS. 259/100, 259/1001, 317/94; BOA. Y. PRK. EŞA.
21/75.
212
makamlarıyla, hatta başbakan ile irtibata geçmiştir. Osmanlı Devleti’nin hassasiye-
tini çok iyi etüt etmiş olan II. Wilhelm bu gazete ve dergileri çoğunlukla uyarmış
veya resmi girişimlerde bulunarak yayınlarını toplatmıştır. Buna somut bir örnek
göstermek gerekirse, Almanya’da sosyalist yayın organı Der Arme Konrad adlı
derginin II. Abdülhamid’in özel giderlerinin miktarını eleştirerek “bu devlet sömü-
rücüsü nasıl yaşıyor” başlıklı bir makale yayınlaması üzerine Tevfik Paşa dergiyi
şikâyet etmiş ve başbakanın emri ile Alman İçişleri Bakanlığı dergiyi toplatmış-
tır163. Büyükelçi, Osmanlı aleyhinde yayın yapan, Türkiye’ye girmesi mahzurlu ve
yasak olan Avrupa gazetelerinin adlarını, numaralarını ve tercümelerini şifreli
telgraflarla sürekli İstanbul’a bildirmiştir. Büyükelçi bazen de Osmanlı Devleti
hakkında olumlu yayın yapan basın organlarını ziyaret ederek taltif etmiştir. Me-
sela Osmanlı Devleti lehinde yaptıkları yayınlara teşekkür mahiyetinde 1894 yı-
lında Kölnische Zeitung ve Gazette de Cologne gazetelerinin yirmişer nüshasına
Berlin Büyükelçiliği adına bir yıllık abone olunmuştur164. Bu tür desteklerin bazen
suiistimale uğradığı da görülmüştür. Bazı gazeteler Osmanlı lehine yaptıkları her
haber için büyükelçiden para koparmaya çalışmışlar, Tevfik Paşa bu gazetelere
karşı nasıl hareket edeceğini sorduğu İstanbul’dan sadece çok ciddi yayınların
desteklenmesi gerektiği cevabını almıştır165.
Berlin Büyükelçisi Tevfik Paşa, 1885-1895 yılları arasında bu vazifede bu-
lunduğu esnada Alman basınının Osmanlı aleyhtarı yayın politikasını değiştirmesi
bağlamında yaptığı özel ve resmî girişimlerinin neticesini İstanbul’a göndermiş
olduğu bir yazıda şöyle ifade etmiştir: “Alman matbuatı Ermeni komitacıların faali-
yetlerini desteklememekte ve Osmanlı Devleti aleyhine yapılan yayınlara da itibar
etmemektedir”166. Sultan Abdülhamid’in Berlin Büyükelçisi Tevfik Paşa vasıtasıyla
Alman matbuatı üzerinde oluşturmaya çalıştığı bu tesir iki devlet arasında bir çeşit
mütekabiliyete dayanmaktaydı. Sultan Abdülhamid’in bu konuda takip ettiği siya-
set; Alman gazetelerinin yayın politikalarını Osmanlı lehine çevirmek, Avrupa’dan
İstanbul’a seyahat eden Alman devlet adamlarına ve gezginlerine ihsanda buluna-
rak onların kendisi hakkında hüsn-i zanda bulunmalarını sağlamak ve onların
şahsi menfaatlerini okşayarak Osmanlı ülkesinden istifadelerini temin etmek nok-
tasında vaatlerde bulunmak esaslarına dayanmıştır167.
Almanların Osmanlı Devleti ile dostluk ilişkilerini artırma adına sergilemiş
oldukları tutuma Bâbıâli de ilgisiz kalmamış, neticede iki devletin politika saha-
sında avantaj elde etmeye dayanan danışıklı gösterileri iki devletin liderlerinin
şahsî ilişkilerine de imkân sağlamıştır. 1889 yılı Ekim ayında Alman İmparatoru II.
Şark Seyahati”, Osmanlı Araştırmaları, Cilt: XXXI, İstanbul 2008, s. 18; Davut Dursun, “Al-
manya”, TDVİA., Cilt: II, s. 515. Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Türkiye’yi üçüncü ziyareti ise
Sultan Mehmet Reşad döneminde, I. Dünya Harbi esnasında, 1917 yılı Eylül ayında gerçekleşmiş-
tir.
171 Neave, a.e., s. 30.
172 Neave, a.e., s. 30-31.
214
giltere’de önemli yankılar uyandırmış, bazı meclis üyeleri Abdülhamid’e karşı ol-
manın İngiltere’yi 1857’de Hindistan’da düştüğü durumdan daha fena bir hale
koyacağı endişesiyle Osmanlıya karşı dikkatli bir politika takip etmesi noktasında
Hükûmeti uyarmışlardır173. Sultan Abdülhamid’in dış politikasında Avrupalı dev-
letler karşısındaki nadir aldanmalarından birisi Kuveyt konusunda Almanya’nın
dolduruşuna gelmesi olmuştur. II. Wilhelm, Sultan Abdülhamid’i sadece Basra
üzerinde değil Kuveyt üzerinde de hâkimiyetini pekiştirmesi konusunda destekle-
yerek Osmanlıya bir İngiliz müdahalesine karşı sözde destek garantisi vermiş,
1898 tarihli İstanbul ziyaretinde Abdülhamid’e “Siz İngilizlere bakmayın, Kuveyt
sizin ecdat mirasınız, saldırıverin” demiştir. Bunun üzerine, İngiltere’den “Kuveyt’e
ne Almanya, ne Rusya ne de Osmanlı Devleti hat çekebilir” açıklaması gelmiştir. Fa-
kat buna rağmen Sultan Abdülhamid Kasım 1899 tarihinde “demiryolunun Körfezin
sonuna kadar uzatılması”na karar vermiştir. 1900 yılında bu konuda çalışmalar
başlatılmış ancak gelişmeler Kayzer’in ve Sultan’ın hayalleri değil İngilizlerin gücü
doğrultusunda şekillenmiş, İngilizlerin körfeze yerleşmesini çabuklaştıracak şart-
ları ortaya çıkarmıştır. Körfez’in sonuna kadar uzatılması planlanan demiryolu
hattının güvenliğini sağlamak ve bölgede hâkimiyetini pekiştirmek isteyen Sultan
Abdülhamid, Osmanlıya tâbi Necid Emiri İbn-i Raşid’i, bölgedeki İngiliz yanlısı
Sabah ailesi üzerine göndermiş, İbn-i Raşid, Sabah ailesinden Şeyh Mübarek es-
Sabah ile çatışmıştır. İngilizlerin Sabah ailesine destek vermesiyle İbn-i Raşid’in
mağlup olması üzerine İngiltere, Kuveyt üzerindeki Osmanlı hâkimiyetini tanıma-
dığını açıklamıştır. Sonunda İbn-i Raşid de 1901’de İngiliz himayesini kabul etmiş-
tir. Alman diplomasisinin yönlendirmesiyle meydana gelen Abdülhamid’in bu poli-
tik yanılgısı Kuveyt’in tamamen Osmanlıdan kopmasına neden olmuştur. Osmanlı-
nın Kuveyt hâkimiyeti konusunda yaşanan bu gelişme Alman güdümünün ve des-
teğinin çok da güvenilir olmadığını göstermiştir. Pahalı bedel ödeyen II. Abdülha-
mid, ileride İttihatçıların aksine Almanya’ya kayıtsız şartsız bir güven içerisinde
olmamış, sadece Alman askeri yardımını dış dünyaya abartılmış bir ittifak olarak
göstermeye çalışmıştır174.
Avrupa devletlerinin güç grupları haline gelmesi üzerine Sultan Abdülha-
mid, tarafsız bir Osmanlının manevra alanının daralacağını görerek kesin tarafsız-
lık politikasının artık çürümüş olduğuna inanmaya başlamış, 1900’lerin gelmesiyle
de başta Berlin-Bağdat demiryolu projesi olmak üzere, ekonomik ayrıcalıklar ta-
nımak yoluyla Almanya’ya açıktan yanaşmak zorunda kalmıştır175. “İngilizleri iste-
diğim ittifaka sürüklemek için Bağdat Demiryolu hattını Almanlara verdim176 sözle-
riyle Padişah yeni dış politika teşebbüsünün mahiyetini açıklamıştır. Almanya-
182
Hocaoğlu, a.e., s.126; Tahsin Paşa, a.e., s. 70.
183 BOA. Y. EE. 4/18.
184 Öke, Saraydaki Casus, s. 75-76.
185 Tahsin Paşa, a.e., s. 85.
186 Ahmet Davutoğlu, “Osmanoğulları ve Aydınların Anlatımıyla İmparatorluğun Yüzük Taşı II.
Abdülhamid”, Haz.: Mehmet Tosun, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2009, s. 42.
187 Tansu, a.e., s. 51.
188 Bozdağ, a.e., s. 41.
217
iddia ederek bunu halka da duyurdu. İngiltere ise harp esnasında Osmanlı Devletine
muavenet ve harbe iştirak olunacağını duyurmuştu ancak harbe iştirak etmediği gibi
Osmanlı Devleti’nin daha zor bir duruma düşmesi için fırsat kollamıştır189. Rusya
ile Harp ettik, mağlup olduk ve Rusları İstanbul kapılarına kadar getirerek devleti-
mizi müşkül duruma soktuk. Fakat bu bana bir ders oldu. Ondan sonra daima harp-
ten sakındım”190.
II. Abdülhamid’i Rusya karşısında her an uyanık olmaya zorlayan tutumların
başında Rusya’nın uzun süreli dış politika hedefi olan Boğazlara yerleşme anlayışı
yer almıştır. Padişah, Rusya’nın bu emeline mani olmak ve onu tecrit etmek için
boğazların güvenliğine çok önem vermiş, Rusların Boğazlar ve İstanbul’u tehdit
edebilecek her türlü askerî ve siyasî manevralarını yakından takip etmiştir. Padi-
şah’ın bir İngiliz temsilcisine ifade ettiği “Eğer Rusya’nın Boğaziçi’ne çıkarma yap-
ması gibi bir gelişme karşısında gereken dikkati vermezsem bu mevkiyi işgal etme-
yeyim daha iyi, ben değil Rusya’nın Karadeniz’deki savaş filosunu, kaynaklarının
kuvvet sayısını dahi bilirim”191 sözleri O’nun Rusya’dan ne kadar çekindiğini gös-
termektedir. Sultan Abdülhamid, saltanatının ilk yıllarından itibaren Boğazların
tahkim edilmesini gündeme getirmiştir. Karadeniz Boğazı’nın istihkâmı Fran-
sa’dan iki zırhlı kruvazör ve Almanya’dan iki büyük torpido alınması, Boğazlarda
bulunan kale ve istihkâmların inşaat eksikliklerinin giderilmesiyle oralara sabit
torpidolar konulması kararlaştırılmıştır192. Alınan bu savunma tedbiri Rusya’nın
hoşuna gitmediğinden 1885 Nisan ayında Osmanlı Büyükelçisine, Çanakkale’den
ziyade Karadeniz Boğazı’nın tahkim edilmeye çalışılmasının Rusya’da, Osmanlının
İngiltere’ye meyilli olması olarak anlaşıldığı söylenmiştir193. 1889 yılında yapılan
tahkimat çalışmalarında Karadeniz Boğazı’nın her iki yakasındaki kalelerin ve
surların onarılmaya başlanmıştır194 fakat Osmanlının her tahkimat girişimini ken-
disine güvensizlik olarak göstererek bu tahkimatı engellemeye çalışan Rusya’ya
karşı Abdülhamid de kendi kozunu oynayarak tahkimatı durdurma, bu sayede
dostluk göstergesi sergileme yoluna başvurmuştur. Bu nedenle Karadeniz Boğazı
1905’e kadar tam olarak tahkim edilememiştir. 1905’te Çarlığa karşı meydana
gelen isyanda195 isyancıların Potemkin zırhlısı ile İstanbul’a gelme tehlikesine
karşı toplar tabyalara yerleştirilmiştir196.
197
Özcan, Pan-İslâmizm, s. 61.
198 Yuluğ Tekin Kurat, a.e., s. 177.
199 Kuran, a.e., s. 94.
200 Süleyman Kocabaş, Sultan II. Abdülhamid. Şahsiyeti ve Politikası, Vatan Yayınları, İstanbul
1995, s. 217.
201 Ömer Turan, “II. Meşrutiyet ve Balkan Savaşları Döneminde Osmanlı Diplomasisi”, Çağdaş
Türk Diplomasisi:200 Yıllık Süreç, Tebliğler Kitabı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
1999, s. 242.
219
1870’te Prusya’ya mağlup olan Fransa’nın yeni stratejisi Osmanlı Devleti’ne
tehdit oluşturabilecek noktalardan uzaklaşarak Prusya ile olan mücadelesine yo-
ğunlaşmıştı. Bunun gerekçesi birliğini kurmuş olan Almanya’nın bütün mesaisini
Fransa’yı siyaseten Avrupa’da yalnız bırakma düşüncesi üzerinde yoğunlaştırma-
sıydı202. Fakat Avrupa’daki çıkar mücadelesinde geride kalmak istemeyen Fransa
1881 yılı Mayıs ayında Osmanlıya bağlı Tunus’a asker çıkartıp burayı himayesi
altına aldığını ilan etmiştir203. İngiltere Kıbrıs’a yerleşince Fransa’nın tepkisini
önlemek için ona Tunus’u göstermişti. Almanya ise Fransa’dan 1870’te aldığı Alsa-
ce Lorraine’nin Fransa’da oluşturduğu intikam hislerini biraz olsun hafifletmek
için Fransa’nın Mısır’ı işgal etmesine ses çıkarmamıştır204. II. Abdülhamid devrin-
de yıllarca devam eden Osmanlı-Fransız mücadelesinin temel nedenlerinden birisi
Fransa’nın Tunus’un işgali olmuştur.
Sultan Abdülhamid, Mısır sorunu konusunda İngiltere’nin karşına Fransa’yı
çıkarmaya çalışarak avantaj elde ederek bu denge siyaseti sayesinde İngiltere’nin
etkisini kırmayı amaçlamıştır205. Fransa ise buna taraftarmış gibi görünerek bu
konuda bazı taahhütler verse de verdiği taahhütlere uymayarak işi sürüncemede
bırakmıştır206.
Sultan Abdülhamid, İngiltere ve Rusya’ya olduğu gibi Fransa’ya karşı da Hi-
lafetin gücünü bir tehdit olarak kullanmıştır. Çünkü Fransız sömürgelerinde de
milyonlarca Müslüman yaşıyordu207. Sultan Abdülhamid “İslâmiyet’in birliği devam
ettiği müddetçe İngiltere, Rusya, Fransa elimizde sayılır” propagandasını Fransa’ya
karşı da sık sık kullanmıştır. Aslında halifeliğin gücünü göstermek adına Sultan
Abdülaziz devrinde bazı adımlar atılmıştı. 1870’te Cezayir’de Fransa’ya karşı çıkan
isyanda Cezayirli Millîyetçilerin talebi doğrultusunda silah ve mühimmat yardımı
yapılması gündeme gelmiş ama Âli Paşa’nın ölmesiyle bu gerçekleştirilememiş-
ti208. 1881’de Tunus’un işgal edilmesi üzerine de bu konuda bazı adımlar atılmıştır.
Fransa Tunus’u işgalden sonra Afrika ortalarına doğru yayılmak için Trablusgarp’ı
ele geçirmeyi planlamıştı. Bunun üzerine Sultan Abdülhamid Tunus’tan Trablus-
garp’a göç eden Millîyetçi ve anti-emperyalist bir grupla Fransız yayılmasına karşı
Trablusgarp’ta bir direniş cephesi kurmayı planlamıştır209. Sultan Abdülhamid,
215
Kocabaş, a.e., s. 218-219.
216 Öke, Saraydaki Casus, s. 125.
217 Tahsin Paşa, a.e., s. 85.
218 BOA. Y. EE. 3/18.
219 Çetinsaya, a.e., s. 95.
220 Turan, a.e., s. 241.
221 Kocabaş, a.e., s. 221.
222 Hocaoğlu, a.e., s. 125.
222
ğunu ifade ederek bu dostluğa büyük önem vermiştir223. “Fransızların Tunus’u
işgaline gücenmiş bulunarak Osmanlıya temayül eden İtalya devletine karşı müfid
politika takip etmeli”224, sözü Sultan Abdülhamid’in İtalya’ya bakışını göstermek-
tedir.
227 Metin Hülagü, Pan-İslâmizm: Osmanlının Son Umudu, Yitik Hazine Yayınları, İzmir 2006, s.
13.
228 Karpat, a.e., s. 1348.
229 Bu çalışmada Pan-İslâmizm yerine İttihad-ı İslam kavramı kullanılacaktır.
230 Hülagü, Osmanlının Son Umudu, s. 17.
231 Karpat, a.e., s. 53.
232 Eraslan, “Din ve Devlet Anlayışı”, s. 76.
224
bir işlev görmüştür. Uygulamaya yönelik bir tasavvur olmaktan ziyade Osmanlı
Devleti’ne nefes alma fırsatı ağlamak için bir vasıta olmuştur233.
Bilindiği kadarıyla Osmanlı kamuoyunda İttihad-ı İslâm kavramı ilk defa
1869’da Pan-İslâmizm kavramı ise ilk defa 1875’te kullanılmıştır. İttihad-ı İslâm
teriminin “Pan-İslâm” olarak İngilizceye tercümesi ise ilk defa 1882 yılında The
Times gazetesindeki bir makalede yer almıştır234. Pan-İslâmizm’in Osmanlıca kar-
şılığı sayılabilecek olan “İttihad-ı İslâm” kavramının Batılıların ileri sürdüğü tarih-
ten çok öncesinden beri Osmanlı Devleti ile Hindistan, Endonezya ve Orta As-
ya’daki Müslüman sultanlıklar arasındaki yazışmalarda kullanılageldiği bilinmek-
tedir235.
İttihad-ı İslâm’ın köklerinin 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar gittiği iddia
edilmektedir. Kırım’ın Halifeye bağlı olduğu 1774 Küçük Kaynarca antlaşmasına
dâhil edilmesinden sonra Osmanlı Padişahları İslâm âlemiyle münasebetlerinde
halifelik sıfatından faydalanmaya çalışmışlardır. Mesela Sultan Abdülaziz devrin-
de, Kaşgar Emiri Yakup Han Çinlilerle giriştiği harbin sonunda Doğu Türkistan’da
1867’de bir bağımsız devlet kurarak 1873’te Halife/Padişah’a başvurarak hem
yardım hem de hilafet beratı istemiştir. Osmanlı bunu kabul etmiş, 1874’te bir
miktar askeri yardım ve Kaşgar ordusunu eğitmek üzere sekiz subay göndermiş-
tir236. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hollanda tehdidine maruz kalan Müs-
lüman prensliklerin Halife/Padişah’tan yardım isteklerinin etkileri sık sık görül-
meye başlanmıştır237. Sumatra, Cava, Komoro Adalarına hâkim Müslüman hüküm-
darlar İstanbul’a uzun mektuplar yazıp Sultan’ın Halife sıfatına işaret ederek İslâm
adına birleşmek ve müşterek bir cephe kurmak teklifinde bulunmuşlardır238.
1870’te Cezayir’de Fransa’ya karşı çıkan isyanda Cezayirli Millîyetçilerin talebi
doğrultusunda silah ve mühimmat yardımı yapılması gündeme gelmiş ama Âli
Paşa’nın ölmesiyle bu gerçekleştirilememiştir239. Bu gelişmeler Batıda, “Pan-
İslâmizm” iddialarının ortaya çıkmasına neden olmuştur240.
Bu gelişmeler neticesinde Sultan Abdülaziz devri sonlarından itibaren Os-
manlı dış siyasetinde İttihad-ı İslâm düşüncesinin izleri daha belirgin hale gelmeye
başlamıştır. Ancak bu izler genellikle sosyal, kültürel ve dinî izlerden ibarettir241.
İttihad-ı İslam ideolojisi yeni bir keşif olmayıp yüzyıllar boyu İslâm dünyasında
gelişen siyasî eğilimler ve duyguların yeniden formüle edilmesiydi. Tanzimatçıla-
257
Mete Tunçay, “Osmanoğulları ve Aydınların Anlatımıyla İmparatorluğun Yüzük Taşı II. Abdül-
hamid”, Haz.: Mehmet Tosun, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2009, s. 277.
258 İbrahim Yılmazçelik, “XIX. ve XX. Yüzyıllarda Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti Devle-
tinin Kafkasya Politikaları”, Yeni Türkiye Dergisi Kafkaslar Özel Sayısı- I, Sayı: 71, 2015, s.
522.
259 Özcan, a.e., s. 61.
260 Yuluğ Tekin Kurat, a.e., s. 177.
261 Özcan, a.e., s. 77.
228
“Pan-İslâmcı” hareket Cemaleddin Afganî’nin 1892’de İstanbul’a yerleşme-
siyle en üst noktaya ulaşmıştır. 1881’den itibaren gittiği birçok ülkede Batı’nın
sömürge ve istilasına karşı İslâm âleminin mezhep farkı gözetmeksizin Osmanlı Sul-
tanı ve İslâm Halifesi etrafında birleşmesini öneren262 Afganî için Batı dünyasında
“Pan-İslâmizm’in peygamberi”263 denilecek kadar ileri gidilmesi İslam Birliği anla-
yışının adeta yeni bir din gibi algılandığının göstergesiydi. 1890 öncesi Afganî’nin
Abdülhamid’in İslam Birliği düşüncesi üzerinde bir tesiri olmuşsa da bunun sınırlı
olduğu kabul edilirken 1892’de onun İstanbul’a gelişi ve 1897’de ölümüne kadar
Abdülhamid’in onu İstanbul’da tutuşu, Padişah’ın Afganî’nin İslâm dünyasındaki
nüfuzundan faydalanmak istediği şeklinde değerlendirilebilir264. Fakat şunu net-
leştirmek gerekir ki Cemaleddin Afganî’nin savunduğu siyasî anlamda İslâm Birli-
ği/Pan-İslâmizm ile II. Abdülhamid’in güttüğü İslâm Birliği/İttihad-ı İslâm anlayışı
hem nitelik hem de coğrafî kapsam bakımından birbirinden çok farklıdır. Abdül-
hamid’in İttihad-ı İslâm cereyanını; belirli toprak sınırları içinde yaşayan, devletin
bir uzvu haline gelmiş bir millet ortaya çıkarmak için ideoloji olarak kullanma iste-
ğine karşılık, Afganî, Müslüman hükümdarlar ve ülkeler arasında anti-emperyalist
bir cephe birliği yaratma gayesini gütmüştür. Sultanın ve Afganî’nin görüşleri ara-
sında 1890’larda bir yakınlaşma olmuşsa da bu yakınlaşma hiçbir zaman görüş
birliğine varmamıştır265. Bu bakımdan belki de Abdülhamid’in görüşünü İttihad-ı
İslâmcı düşünce, Afganî’nin görüşünü ise Pan-İslâmcı hareket olarak ayırmak doğru
bir yaklaşım olacaktır266.
Sultan Abdülhamid’in, Batı’daki algılanış biçimiyle “Pan-İslâmizm”i nadir
olarak hatta ilk defa uygulamaya teşebbüs ettiği olayın 1877-1878 Osmanlı-Rus
Harbi olduğu söylenebilir. 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi başlayınca Sultan, ileri
gelen devlet adamlarının desteği ve İngilizlerin teşviki ile Kafkasya, Afganistan ve
Orta Asya Müslümanlarını harekete geçirmek için heyetler göndermiştir267. 1877
yazında Afgan Emiri nezdine Kâbil’e gönderilmiş olan heyetin görevi Emir’in İngil-
tere ile anlaşıp onu Rusya’ya karşı harbe teşvik etmesini sağlamaktı. Rusya’yı iki
cephede harbe zorlayacak bu teşebbüs II. Abdülhamid’in teklifi ve İngiltere’nin
teşviki ile gerçekleşmiştir. Afgan Emiri’nin Rusya’ya karşı harbe yanaşmaması
üzerine bu teşebbüs akim kalmış, heyet Afganistan ve Hindistan’da Halife lehine
propaganda faaliyetinde bulunmuştur268. Akim kalan bu teşebbüse rağmen II. Ab-
dülhamid 93 Harbi’nden itibaren bu konuya hassasiyetle eğilmiştir. O’nun sürekli
gündemde tuttuğu İslâm Birliği ve Halifeliğe bağlılık fikrinin Balkanlar, Türkistan,
275 Metin Hülagü, Gazi Osman Paşa, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993, s. 465.
276 Öke, Saraydaki Casus, s. 225-227.
277 Eraslan, a.e., s. 163.
231
mektedir. Fransa’nın Tunus’u işgalden sonra Afrika ortalarına doğru yayılmak için
Trablusgarp’ı ele geçirmeyi planlaması üzerine Sultan Abdülhamid Tunus’tan
Trablusgarp’a göç eden Millîyetçi ve anti-emperyalist bir grupla Fransız yayılma-
sına karşı Trablusgarp’ta bir direniş cephesi kurmayı planlamıştır. Bu esnada İs-
tanbul’da Cemaleddin Afganî’nin fikirleri rağbet görmeye başlamış, bazı siyasî
yazarlar ve din adamları İttihad-ı İslâm fikrini savunmaya başlamışlarsa da Cema-
leddin Afganî’nin fikirleri hiçbir zaman II. Abdülhamid’in politikası olmamıştır278.
1890’lara gelindiğinde, daha önce İngiltere’nin yaptığı gibi şimdi de Almanlar Hali-
feliğin nüfuzunu kullanmaya çalışarak Halife’nin Avrupa’daki Papa vâri bir konu-
ma gelmesine çalışmışlar, Almanya’nın bu tutumu II. Abdülhamid’in halline kadar
devam etmiştir279. Alman İmparatoru II. Wilhelm’in 1889 ve 1898 yıllarında İstan-
bul’u ziyaretleri esnasında Kudüs’e kadar seyahat edip orada Almanya’nın bütün
İslâm dünyasının dostu ve hâmisi olduğunu ilan etmesi bu kabilden gelişmelerin
başında yer almaktadır. Hatta Padişah, Alman İmparatoru’nun teşvik ve ısrarıyla,
Halife’nin Çin Müslümanları tarafından da itibar gördüğünü dünyaya göstermek
için Çin’e bir misyon göndermiştir. Aslında Padişah bu projeyi biraz da denge siya-
seti icabı Alman İmparatoru’nu memnun etmek için yapmıştır280.
Sultan Abdülhamid sömürgeci devletlere karşı tatbik etmeye çalıştığı İtti-
had-ı İslâm siyasetinin Müslüman dünyada yankı bulması noktasında, sömürü
altındaki İslâm coğrafyasında yaşayan siyasî ve dinî önderlerin konumlarından
faydalanma yoluna başvurduğu gibi Arap vilayetlerinden nüfuzlu din adamlarını
ve tarikat şeyhlerini de İstanbul’a davet ederek onlara ve ailelerine ihsanda bu-
lunmuştur. Bunun yanında Sultan Abdülhamid diğer ülkelerdeki tanınmış Müslü-
manları da çevresinde toplamıştır. Ruslara karşı Tatar, Moğol, Gürcü ve Çerkez
göçmenlerini kullanmış, Hokand, Hive ve Buhara’dan gelen hacılara ihsanda bulu-
narak kendine bağlamıştır. İngiltere’ye karşı büyük Arap bilgini Şeyh Ebü’l-
Hüda’dan281, Darfur ve Sudan Şeyhlerinden, Fransa’ya karşı ise Trablusgarp’taki
Medeniye tarikatı şeyhi Muhammed Zâfir’den282 faydalanmıştır283. Sultan Abdül-
dim Paşa’nın Trablusgarp valiliği esnasında İstanbul’a getirilmiş olan şeyh, daha şehzadeliği esna-
sında Abdülhamid ile tanışarak onunla yakın ilişkiler kurmuştur. Sultan Abdülhamid tarafından
kendisine Yıldız Sarayı’na yakın bir yerde konak ve tekke tahsis edilmiştir. Yazdığı kitapta Os-
manlı Devleti’nin “Dâr-i Hilâfet-i İslâmiyye” olduğunu vurgulamıştır. Kuzey Afrika’da etkili olan
Şeyh Zâfir, Tunuslu Hayreddin Paşa’yı Sultan Abdülhamid’e tavsiye eden kişidir. Sultan’ın İtti-
had-ı İslâm politikasında Şeyh Zâfir’in de Ebü’l-Hüda gibi bir vazifesinin olduğu anlaşılmaktadır.
Bkz: Varol, a.e., s. 47).
283 Kuran, a.e., s. 94-95.
284 Osmanoğlu, a.e., s. 25-26.
285 Özcan, a.e., s. 66.
286 Eraslan, a.e., s. 33-34.
233
ları ve aşiret olaylarının çözümü için de fırsat doğurmuştur. 1881 yılında İttihad-ı
İslâm konusunda Osmanlı-İran arasında yeni bir hareketlilik görülmüştür. O yıl
Tunus’u Fransa’ya kaptıran II. Abdülhamid bu yalnızlığın etkisiyle İran’a yeşil ışık
yakmıştır. İran Şahı da en büyük emelinin bu birlik ve beraberliği en ileri seviyeye
çıkarmak olduğunu ifade etmiştir287. İran Şahı Muzaffereddin Şah 1900 yılı sonba-
harında İstanbul’u ziyarete ederek bir hafta kadar kalmış, Padişah ile uzun süren
görüşmeler yapmıştır. Şah, Sultan Abdülhamid’e “Sizin gibi bir Padişaha, bir Halife-
ye ancak Kur’an-ı Kerim hediye edebilirim”288 diyerek hediyesini sunmuştur. Os-
manlı-İran arasında İslâm Birliği konusunda Abdülhamid döneminin başlarında
atılan karşılıklı adımlar uzun vadeli bir projeye dönüşememiştir. Sultan Abdülha-
mid bu akameti Osmanlı ve İran devletlerinin mezhep farklılıklarına ve İran’ın
Osmanlı üzerindeki siyasî çıkarlarına bağlamıştır.
Sultan Abdülhamid devrinde İttihad-ı İslâm kavramının İran Devletini ilgi-
lendiren bir kullanımı daha mevcuttur ki o da Sünnî-Şiî yakınlaşması anlamındaki
kullanımıdır. Bu tanım 1890’larda gündeme gelmiştir. 1890’ların başında Osmanlı
açısından, İran kaynaklı iki önemli tehlike ortaya çıkmıştı. Bunlardan birisi Erme-
nilerin İran sınırını kullanarak Osmanlı topraklarında eylemler yapmalarıydı. Er-
meni terör örgütleri İstanbul dâhil bütün Osmanlı topraklarına yayılan ve 1894-
1896 arasında en yoğun halini yaşayan olaylarda İran’daki Ermenilerle işbirliği
yapmış, İran sınırını yoğun olarak kullanmışlardı289. Aynı dönemde Osmanlı açı-
sından, İran kaynaklı bir diğer tehlike ise Irakta Şiî nüfusunun hızla artmasıydı. Bu
durum Osmanlı Devleti için dinî, askerî ve siyasî anlamda risk oluşturuyordu. Dinî
anlamdaki sakıncası, Hilafetin ve İttihad-ı İslâm’ın bu kadar güçlü olarak vurgu-
landığı bir dönemde teorik olarak Sünnî otoriteyi tanımayan bir çoğunluğun Irak
toplumsal yapısına hâkim olmasıydı. Askerî ve siyasî mahzuru ise bu Şiî nüfusun
İran tarafından Osmanlıya karşı kolayca isyana teşvik edilebilme ve bir savaşta
kullanılabilme ihtimaliydi. Sultan Abdülhamid 1890’ların başından itibaren bu
soruna çözüm yolları bulmaya çalışmıştır. Bölgeye inceleme heyetleri göndermek,
o bölgede çalışmış ya da çalışmakta olan eski ve yeni devlet adamlarına rapor ha-
zırlatmak, bölgedeki Sünnî ulema ve medreseleri güçlendirmek, bazı Şiî çocukları-
nı Sünnî anlayışla yetiştirmek için İstanbul’da bir mektep açmak bu konuda başvu-
rulan bazı çözüm vasıtaları olmuştur. Bu çocukların mezun olduktan sonra bölge-
lerine dönerek oradaki insanların inançlarını düzeltecekleri umulmuş ancak top-
lanan çocukların eğitimi, iki kişi hariç, çeşitli sebeplerle tamamlanamamıştır290.
Bu tedbirlerin işe yaramadığının anlaşıldığı esnada, 1893’te Sultan Abdül-
hamid ve çevresinin Sünnî-Şiî yakınlaşması veya birliğini sağlayarak iki taraf ara-
311 A.e.
312 Uras, a.e., s. 326-333.
313 BOA. Y. PRK. EŞA. 21/75.
314 Münir Süreyya Bey, a.e., s. 58.
315 Hürriyet, 2 Eylül 1895, nr. 26.
316 Hürriyet, 20 Eylül 1895, nr. 28.
239
temişlerdir317. Yani 1915’e yirmi yıl kala boğazlara filo gönderme fikri İngiliz Bah-
riyesinin seyir defterinde yerini almış ancak Avusturya ve Fransa’nın muhalefeti
nedeniyle İngilizlerin bu teşebbüsü akim kalmıştır. Islahat konusunda Osmanlı
Devleti’ne gözdağı vermek isteyen büyük devletler buna benzer bir tehdidi aynı
yılın ortalarında da yaparak Osmanlı karasularına filo göndermişlerdir. 27 gemi-
den oluşan İngiliz donanması Haziran ayında Beyrut ve Trablusşam sahillerinden
İskenderun limanına gelmiş, bu gelişme karşısında Fransa ve Rus donanmaları da
herhangi bir gelişmeye hazırlıklı olmak için teyakkuza geçmiştir. Fransa Suri-
ye’deki otoritesini korumak için Suriye’ye savaş gemileri gönderilmesine karar
vermiş, Rusya ise Odesa’da bulunan yirminci fırkanın Batum’a ve oradan Kars’a
gönderilmesini kararlaştırarak muhtemel bir İngiliz ve Fransız taarruzu karşısında
avantaj sağlamak için hazırlanmıştır318.
Sultan Abdülhamid, Avrupa devletlerinin verdiği notalara cevap verme ve
Avrupa devletlerini ikna etme hususunda Hariciye Nazırı Tevfik Paşa vasıtasıyla
sefirler ve basın ile sürekli bir diyalog içerisinde olmuştur. İngiltere, Fransa, Rusya
ve Avusturya Sefirleri ile hemen hemen her gün görüşmek suretiyle ıslahat konu-
sunda gerekli tedbirlerin alınmakta olduğu beyan edilmiş, gazeteler aracılığı ile sık
sık beyanatta bulunulmuştur319. İngiliz Sefiri Curie, ıslahat konusunda Osmanlı
Devleti’nin hiçbir şey yapmadığını ve Avrupa’yı oyalamaya çalıştığını ileri sürerek
ıslahat çalışmalarını tenkit etmiş, Sultan Abdülhamid ise ıslahat maddelerinin har-
fiyen uygulanmasını sağlamak için Hükûmete defalarca ferman buyurduğunu,
ıslahat maddelerinin müzakere edildiğini, durum ve zamanın izin verdiği ölçüde
aşamalı olarak uygulanacağını bildirmiştir. Padişah, Ermeni komitelerinin İngiliz
kamuoyunda itibar kazanmasının ve İngiliz basınının Ermenileri desteklemesinin
devam etmesi halinde ıslahat uygulamasının çıkmaza gireceğini, bundan Osmanlı-
İngiliz ilişkilerinin de zarar göreceğini ifade etmiştir320. Ancak İngiliz Sefiri, İngil-
tere’de hürriyet serbestîsi olduğu, Hükûmetin bu komitelere müdahale etmesinin
mümkün olmadığı, bu komitelerin engellenmesinin tek yolunun ıslahatın eksiksiz
uygulanması olduğu, aksi halde bir iki ay içinde Osmanlı Devleti’nin birçok yerinde
büyük olaylar çıkacağı tehdidinde bulunmuştur321.
Gerçekten de İngiliz sefirinin fikriyatının kısa süre sonra fiiliyata geçmesi
Ermeni Meselesi konusunda İngilizlerin nasıl bir rol oynadığını göstermiştir. 26
Ağustos 1896’da İstanbul’da Osmanlı Bankası baskını olarak bilinen Ermeni şiddet
olayı meydana gelmiştir. Sultan Abdülhamid, İstanbul’daki büyük devletlerin sefir-
lerine bu olayların önlenmesinde yeterince katkı yapmadıklarını söylemiştir. Ayrı-
331 A.e.
332
İkdam, 26 Şubat 1921, nr. 7919.
333 Hürriyet, 9 Ekim 1895, nr. 31.
334 İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt: 4. Türkiye Yayınları, İstanbul
1972, s. 335.
335 Hürriyet, 9 Ekim 1895, nr. 31.
336 BOA. Y. PRK. HR. 21/34.
337 BOA. HR. SYS. 65/30.
338 BOA. HR. SYS. 65/49.
243
tün bunlara Osmanlı halkı sessiz kaldı. Fakat bir Ermeni sorunu yaratmakla bağır-
saklarımızı deşmek istiyorsunuz. İşte buna dayanamayız. Kendimizi savunmak zo-
rundayız ve savunacağız”339
Bâbıâli, Osmanlı memleketlerinin tamamında emniyet ve asayişin sağlana-
cağını ifade ederek sefaretlere gelmekte olan haberlerin gerçeği yansıtmadığını,
bunun da konsolosluklarda sadece Ermeni tercüman bulunması ve Ermeni muha-
cirlerden gelen yalan haberlerden kaynaklandığını söylemiştir. Bu yanıltma haber-
lere Avrupa devletlerinin temkinli yaklaşmalarını tavsiye eden Bâbıâli, ıslahatın
şartlarını hazırlamak için Doğu vilayetlerinde bulunan Şakir Paşa’dan gelen telgra-
fı İngiliz elçisine okuyarak Bitlis’te asayişin berkemal olup herkesin işinde gücün-
de olduğunu bildirmiştir340. 1896 yılı başından itibaren Amerika Basınında da
Ermeni olayları ile ilgili yayınlar yapılmaya başlamıştır. Washington’daki Osmanlı
Sefiri Mavroyani Bey, 16 Ocak 1896’da Amerika’daki Osmanlı aleyhtarı yayınlar-
dan Osmanlı idaresini haberdar etmiş, Bâbıâli Mavroyani Bey’e çektiği telgrafta
Amerika gazetelerinde çıkan bu haberleri tekzip etmesini söylemiştir341. 25 Nisan
1896’da Amerika Dış İşleri Bakanlığı’na sunulmak üzere Washington Sefiri Mavro-
yani Bey’e gönderilen diğer bir telgrafta ise Amerika Birleşik Devletleri’nde Os-
manlı aleyhinde oluşan kamuoyuna Türkiye’de yaşayan Amerikan misyonerlerinin
Ermeni Meselesi ile ilgili olarak hazırladıkları raporların neden olduğu ifade edil-
miştir342.
Batı kamuoyunun desteğinden cesaret alan Ermeni komiteleri 1896 yılında
da şiddet olaylarına devam etmişlerdir. 1896 yılının Batı kamuoyunda en çok ses
getiren olayı, İstanbul’da Osmanlı Bankası baskını olmuştur. Osmanlı Bankası bas-
kını, Avrupa’daki Ermeni komitacılar tarafından tasarlanıp Patrik İzmirliyan’ın
onayı ile meydana gelmiş bir tedhiş olayıdır. Avrupa devletlerini müdahaleye
mecbur bırakmak için, yabancı sermayeyi temsil eden Osmanlı Bankası’na yapılan
bu baskın Rus pasaportlarıyla ülkeye giren komitacılar tarafından gerçekleştiril-
miştir343. Avrupa’dan gelen idareci komitacılar ile yerli komitacılardan oluşan
yaklaşık 20 kişilik silahlı Ermeni grubu, 26 Ağustos 1896’da Osmanlı Bankası’na
hücum edip aynı zamanda sokaktan geçen insanların üzerine bomba atmaya baş-
lamışlardır344. Hükûmet olay yerine polis ve asker sevk ederek bankayı kuşatıp
asileri ele geçirmiş ancak Fransız, Rus ve İngiliz sefirleri olaya müdahale ederek
asileri kurtarmaya çalışmışlardır. Banka genel müdürü Sir Edgar Vincent ile Rus
sefareti baş tercümanı Maximof, II. Abdülhamid ile görüşüp arabuluculuk yapmış-
lar, bu görüşmeden sonra Sultan Abdülhamid 17 kişinin yurtdışına çıkarılmasına
345
İsmet Binark, Asılsız Ermeni İddiaları ve Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim, A.T.O.
Yayınları, Ankara 2001, s. 41.
346 BOA. HR. SYS. 37/54.
347 BOA. HR. SYS. 2749/25; BOA. HR. SYS. 2802/4.
348 Osmanlı Belgelerinde Ermeni Fransız İlişkileri, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları,
Ankara 2002, s. 96-97.
349 BOA. Y. A. HUS. 361/30.
350 Kanun-i Esasi Mecmuası, 17 Ocak 1898.
245
1897’de Ermeni terör faaliyetlerinin gittikçe azaldığı görülür. Bu durum Av-
rupa devletleri ve kamuoyu olmadan Ermenilerin hareket etmediklerini ve Ermeni
Meselesinin Avrupa devletlerinin çıkarlarıyla ne kadar bağlantılı olduğunu gös-
termektedir. 1898 yılında Türkiye’de kayda değer Ermeni şiddet olayı yaşanmaz-
ken Fransa’da çıkan gazeteler Ermenilere Türkiye’de katliam yapıldığını yazmaya
devam etmişler, Fransa’daki Osmanlı temsilcisi MahmudNedim Bey de bu gazete-
lerde neşredilen haberleri sürekli tekzip etmek durumunda kalmıştır351. 1897
yılından itibaren Avrupa kamuoyunun gündeminde Girit meselesinin arkasında
kalmış görünen Ermeni Meselesi, 1900’lerin başından itibaren tekrar canlanmış ve
1905 yılında Osmanlı Devleti’ni her bakımdan yok etmek amacına yönelik olan
Sultan II. Abdülhamid’e suikast girişimine kadar uzanmıştır352.
Ermeni ihtilal komitelerinin Osmanlı idaresine karşı çıkardıkları isyan ve gi-
riştikleri terör faaliyetleri arasında en önemlisi, devletin kalbine yapılan saldırı ile
devleti yok etmek amacına yönelik olan 21 Temmuz 1905 tarihli Sultan Abdülha-
mid’e suikast girişimidir. Yıldız Suikastı olarak bilinen bu olay Yıldız Sarayı yakı-
nındaki cami önünde cereyan etmiştir. Cuma selamlığı töreni esnasında gerçekleş-
tirilen bu olayda çok sayıda Ermeni komitacının parmağı ve arkalarında da çok
sayıda devletin desteği yer almıştır. Cuma namazı çıkışı, Yıldız Camii etrafında,
Padişah muhafızlarının bulunduğu yerin arkasında, ziyaretçi arabalarının durduğu
yerde, camiye yaklaşık yüz metre uzaklıkta bir patlama meydana gelmiştir. Sultan
Abdülhamid’e yönelik olarak tertip edilmiş olan bu suikast girişimi akim kalmış, o
kaos ortamında Padişah metanet göstererek, yerli ve yabancı ziyaretçilerin ve
davetlisi olan Avusturya büyükelçisinin alkışları arasında arabasıyla saraya ulaş-
mıştır353.
Patlamada yirmi dört kişi hayatını kaybederken elli sekiz kişi de ağır yara-
lanmıştır354. Yabancı devlet temsilcileri İstanbul’daki Avrupalı sefirler Saray’a gi-
derek Sultan Abdülhamid’i ziyaret ederek olaydan duydukları üzüntüleri dile ge-
tirmişlerdir. Çok sayıda devlet başkanı da Saray’a geçmiş olsun telgrafları gön-
dermişlerdir. İstanbul ve Avrupa basını günlerce bu olay üzerine yazılar yayınla-
mışlardır. İstanbul’daki Ermenice ve Rumca gazeteler, Sultan Abdülhamid’in olay
esnasındaki soğukkanlılık ve metanetine övgüler yağdırmışlar, Padişah’ın “ben
iyiyim, ahaliden ve askerden kimseye zarar gelip gelmediğini araştırınız, telaş edil-
mesin, kimse ezilmesin”355 sözlerine yer vermişlerdir. Sultan Abdülhamid, olayın
ertesi günü Hamidiye Etfal, Yıldız ve Gümüşsuyu Hastanelerinde tedavi gören va-
tandaşları ziyaret ederek ailelerine ihsanda bulunmuştur.
376
BOA. Y. MTV. 159/22.
377 BOA. Y. PRK. HR. 25/65.
378 BOA. Y. PRK. HR. 25/65.
379 BOA. Y. MTV. 159/194.
380 BOA. Y. PRK. PT. 13/124.
381 BOA. Y. MTV. 160/21.
382 BOA. Y. A. HUS. 373/56.
383 BOA. Y. PRK. TKM. 39/10.
251
maya başlanmıştır384. Konferans Temmuz ayı başına kadar on bir defa toplanarak
Tesalya sınırı, harp tazminatı ve kapitülasyonlar konusunda çalışmalar yapmasına
rağmen geride kalan yaklaşık bir aylık sürede ön protokol şartlarını belirleyeme-
miştir. Bunun en önemli nedeni, Sultan Abdülhamid’in isteği doğrultusunda Os-
manlı baş müzakerecisi Tevfik Paşa’nın Tesalya hakkındaki iddiasından taviz ver-
memesi ve altı devlet elçisinin de Tesalya’nın Osmanlı Devleti’ne verilmesinin
mümkün olmadığını beyan etmeleridir385. Alman Elçisi neredeyse Osmanlı istekle-
rini açıktan açığa savunurken İngiliz, Fransız ve Rus Elçileri Osmanlı isteklerine
şiddetle karşı çıkmışlardır. İngiliz elçisinin, “Türkiye’den alınmış olan herhangi bir
toprağın bir tek karışı bile geri verilemez” diyerek masaya vurmasına kadar giden
sert tartışmalar cereyan etmiştir. Müzakerelerde yol alınamaması üzerine elçilerin
en kıdemlisi olan Avusturya elçisi Baron Calice, 2 Temmuz 1897 Cuma günü konu-
yu bizzat Padişah’la görüşerek “Avrupa’nın sulh şartları hakkında fikir birliği içinde
olup bu fikirlerinden vazgeçmeyeceklerini”386 ifade etmiştir. Bu görüşme II. Abdül-
hamid nezdinde tesirli olmuş olmalı ki Tesalya konusunda önceki toplantılarda
tavizsiz davranan Tevfik Paşa, bu görüşmeden bir gün sonra, 3 Temmuz’da yapılan
toplantıda Tesalya konusunda yeni bir açılım sunmuştur. Paşa, Tesalya’nın ilhakı
veya sınırların belirlenmesi konusuna girmeden önce harp tazminatının tamamen
ödenmesine kadar Osmanlı askerinin Tesalya’da kalmasına karar verilmesini
önermiştir. Paşa’nın bu önerisine Fransa, Rusya ve İngiltere Elçileri derhal karşı
çıkarken Almanya Elçisi Osmanlı iddialarının tamamen haklı bulduğunu ifade et-
miştir387.
Konferans’ın Tesalya konusunda çıkmaza girmesi ve taraflar arasındaki ger-
ginlik üzerine Tevfik Paşa 3 Temmuz’da konferans toplantılarının geçici olarak
askıya alındığını duyurmuştur388. Konferansın askıya alınması Avrupa’da geniş
yankı bulmuş harbin yeniden başlayacağına dair bir hava oluşmuştur. Elçiler bir
müddet sonra toplantıların tekrar başlaması için harekete geçerek 17 Temmuz’da,
Tophane Kasrı yerine Beyoğlu’ndaki Avusturya Elçiliği’nde kendi aralarında top-
lanarak Osmanlı Hariciye Nazırı ve konferanstaki Osmanlı temsilcisi Tevfik Paşa’yı
da davet etmişler, Paşa’nın da katılımı ile görüşmeler tekrar başlamıştır389. Konfe-
ransın askıya alınması sulh görüşmelerinin kırılma noktası olmuştur. Çünkü Avru-
pa kamuoyu ve elçiler Osmanlı Devleti’ne “savaşı kazanan devlet” gözüyle değil
sanda bulunmuştur. Hariciye Nazırı Tevfik Paşa’ya da 40 bin lira vermiş ancak Tevfik Paşa bunu
kabul etmediğinden II. Abdülhamid Ayaspaşa’daki hariciye nazırlarına tahsis edilmiş olan konağı
Tevfik Paşa’ya hediye etmiştir(BOA. DVN. MKL. 40/14)
411 Karal, a.e.., C. VIII, s. 118.
412 Münevver Ayaşlı, Osmanlı İmparatorluğunun Yüz Yıllık Hikâyesi Teşrinisani ve Ötesi, Ti-
maş Yayınları, İstanbul 2002, s. 199.
256
SONUÇ
Arşiv Belgeleri
BOA. DH. SAİD.-d 2/1008.
BOA. DVN. MKL. 40/14.
BOA. HR. SYS. 65/30.
BOA. HR. SYS. 65/49.
BOA. HR. SYS. 25/72.
BOA. HR. SYS. 194/12.
BOA. HR. SYS. 2749/25.
BOA. HR. SYS. 2802/4.
BOA. Y. A. HUS. 259/100, 259/1001, 317/94, 361/30, 373/56.
BOA. Y. EE. 3/8.
BOA. Y. EE. 3/11.
BOA. Y. EE.3/18.
BOA. Y. EE. 3/19.
BOA. Y. EE. 4/18.
BOA. Y. EE. 4/29.
BOA. Y. EE. 4/48.
BOA. Y. EE. 4/41.
BOA. Y. EE. 114/13.
BOA. Y. MTV. 139/69.
BOA. Y. MTV. 158/66.
BOA. Y. MTV. 160/21.
BOA. Y. MTV. 163/117.
BOA. Y. MTV. 167/44.
BOA. Y. MTV. 167/100.
BOA. Y. PRK. BŞK. 18/87.
BOA. Y. PRK. EŞA. 18/47.
BOA. Y. PRK. EŞA. 18/96.
BOA. Y. PRK. EŞA. 21/75.
BOA. Y. PRK. EŞA. 34/15.
BOA. Y. PRK. HR. 21/34.
BOA. Y. PRK. HR. 21/64.
BOA. Y. PRK. HR. 22/32.
BOA. Y. PRK. HR. 22/37.
BOA. Y. PRK. HR. 25/65.
BOA. Y. PRK. HR. 125/5.
BOA. Y. PRK. PT. 13/124.
259
BOA. Y. PRK. PT. 14/21.
BOA. Y. PRK. PT. 14/44.
BOA. Y. PRK. PT. 15/30.
BOA. Y. PRK. PT. 15/37.
BOA. Y. PRK. TKM. 39/10.
BOA. Y. PRK. TKM. 39/16.
Süreli Yayınlar-Haritalar
Basiret gazetesi, 1871.
Hürriyet gazetesi, 1895.
İkdam gazetesi, 1921.
Kanun-i Esasi Mecmuası, 1898.
Manzume-i Efkâr gazetesi, 1909.
Meşveret gazetesi, 1896.
Millîyet gazetesi, 2010.
Musavver Medeniyet gazetesi, 1876.
Osmanlı gazetesi, 1909.
Sabah gazetesi, 1890.
Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye, 1288 (1871).
Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye, 1295 (1878).
Salname-i Nezaret-i Hariciye, 1898.
Tercüman-ı Hakikat gazetesi, 1878.
Umumi Memalik-i Mahruse-i Şâhane Haritası, Pangaltı Mekteb-i Harbiye-i Şâhane
Matbaası, 1317 (1899).
Vakit gazetesi, 1878.
Kitaplar
AHMET SAİB, Tarih-i Meşrutiyyet ve Şark Mesele-i Hâzırası, Yay. Haz.: Şennur
Şenel, Berikan Yayınları, Ankara, 2010.
ALKAN, Necmettin, Avrupa Karikatürlerinde II. Abdülhamid ve Osmanlı İmajı,
Selis Yayınları, İstanbul, 2006.
ARMAOĞLU, Fahir, XIX. Yüzyıl Siyasî Tarihi, TTK. Yayınları, Ankara 1997.
AYAŞLI, Münevver, Osmanlı İmparatorluğunun Yüz Yıllık Hikâyesi Teşrinisani
ve Ötesi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2002.
BAŞAK, Tolga, İngiltere’nin Ermeni Politikası, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstan-
bul, 2008.
BAYUR, Yusuf Hikmet, Türk İnkılâbı Tarihi, C. 1, Kısım 1, Ankara, 1983.
BERKES, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Haz.: Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi Yayın-
ları, İstanbul, 2011.
BIYIKLI, Mustafa, Türk Dış Politikası-Osmanlı Dönemi, C. 1, 2, Gökkubbe Yayın-
ları, İstanbul, 2008.
260
BİNARK, İsmet, Asılsız Ermeni İddiaları ve Ermenilerin Türklere Yaptıkları
Mezalim, A.T.O. Yayınları, Ankara, 2001.
BİRİNCİ, Ali, Tarihin Hududunda Hatırat Kitapları: Matbuat Yasakları ve Ar-
şiv Meseleleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012.
BİRİNCİ, Ali, Tarihin Gölgesinde, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2001.
BOZDAĞ, İsmet, Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri, Pınar Yayınları, İstanbul,
1992.
ÇAVDAR, Necati, Son Osmanlı Sadrazamı Ahmet Tevfik Paşa, Berikan Yayınevi,
Ankara, 2016.
DANİŞMEND, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 4. Türkiye Ya-
yınları, İstanbul, 1972.
ENGİN, Vahdettin, II. Abdülhamid ve Dış Politika, Yeditepe Yayınları, İstanbul,
2005.
ENGİN, Vahdettin, Bir Devrin Son Sultanı II. Abdülhamid, Yeditepe Yayınları,
İstanbul, 2017.
ERASLAN, Cezmi, II. Abdülhamid ve İslâm Birliği, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1992.
ERASLAN, Cezmi, Doğruları ve Yanlışlarıyla Sultan II. Abdülhamid, Nesil Yayın-
ları, İstanbul, 1996.
FİNDLEY, Carter V., Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform, Çev.: Latif Boyacı-
İzzet Akyol, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994.
Geçmişten Bugüne Türk-Ermeni İlişkileri, Genelkurmay ATASE Yayınları, An-
kara, 1989.
GENCER, Mustafa, Jöntürk Modernizmi ve Alman Ruhu, İletişim Yayınları, İstan-
bul 2003.
HOCAOĞLU, Mehmed, II. Abdülhamid’in Muhtıraları, Kamer Yayınları, İstanbul
1998.
HÜLAGÜ, Metin, Gazi Osman Paşa, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1993.
HÜLAGÜ, Metin, Pan-İslâmizm: Osmanlının Son Umudu, Yitik Hazine Yayınları,
İzmir 2006.
HÜLAGÜ, Metin, Osmanlı-Yunan Savaşı: Abdülhamid’in Zaferi, Yitik Hazine
Yayınları, İzmir 2008.
KARACA, Taha Niyazi, Büyük Oyun: İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osman-
lıyı Yıkma Planı, Timaş Yayınları, İstanbul, 2015.
KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, C. VII, TTK. Yayınları, Ankara, 1995.
KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, C. VIII, TTK. Yayınları, Ankara, 1995.
KARCI, Erol, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fransa’nın Tunus’un İşgali, Gazi Üni-
versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, An-
kara, 2007.
KARPAT, Kemal H. Türk Dış Politikası Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012.
KISA, Ahmet, Cleanthi Scalieri ve Aziz Bey Komitesi, Hacettepe Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2012.
261
KISSINGER, Henry, Diplomasi, Çev.: İbrahim H. Kurt, Türkiye İş Bankası Yayınları,
İstanbul, 2006.
KOCABAŞ, Süleyman, Sultan II. Abdülhamid. Şahsiyeti ve Politikası, Vatan Ya-
yınları, İstanbul, 1995.
KODAMAN, Bayram, 1897 Türk-Yunan Savaşı, TTK. Yayınları, Ankara 1993.
KODAMAN, Bayram, II. Abdülhamit Devri Doğu Anadolu Politikası, T.K.A.E.
Yayınları, Ankara, 1987.
KUNERALP, Sinan, Son Dönem Osmanlı Erkân ve Ricali, İsis Yayınları, İstanbul,
1999.
KURAN, Ercüment, Türkiye’nin Batılılaşması ve Millî Meseleler, Türkiye Diya-
net Vakfı Yayınları, Ankara, 1997.
KÜÇÜK, Cevdet, Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Mes’elesinin Ortaya Çıkışı,
İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1984.
MAZICI, Nurşen, Uluslararası Rekabette Ermeni Sorunu’nun Kökeni, Gümüş
Basımevi, İstanbul 1987.
MÜNİR SÜREYYA BEY, Ermeni Meselesinin Siyasî Tarihçesi (1877-1914), T.C.
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2001.
NEAVE, Dorina L., Sultan Abdülhamit Devrinde İstanbul’da Gördüklerim,
Dergâh Yayınları, İstanbul 2008.
ORTAYLI, İlber, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Kaynak Yayınları,
İstanbul, 1983.
Osmanlı Belgelerinde Ermeni Fransız İlişkileri, Devlet Arşivleri Genel Müdür-
lüğü Yayınları, Ankara, 2002.
OSMANOĞLU, Ayşe, Babam Sultan Abdülhamid, Selis Yayınları, İstanbul, 2008.
ÖKE, Mim Kemal, Ermeni Meselesi, Aydınlar Ocağı Yayınları, İstanbul, 1986.
ÖKE, Mim Kemal, Saraydaki Casus: Gizli Belgelerle Abdülhamid Devri ve İngi-
liz Ajanı Yahudi Vambery, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1991.
ÖKE, Mim Kemal, Yaşanmamış Anılar, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1993.
ÖZCAN, Azmi, Pan-İslâmizm: Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları ve
İngiltere, (1877-1924), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1997.
ÖZTUNA, Yılmaz, II. Abdülhamid ve Zamanı, Kubbealtı Yayınları, İstanbul 2008.
SAYGILI, Hasip, 1905 Rus Devrimi ve Sultan Abdülhamid, Ötüken Neşriyat, İs-
tanbul, 2016.
Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi, Ed.: Coşkun Yılmaz, Sultanbeyli Belediyesi
Yayınları, İstanbul, 2012.
Sultan II. Abdülhamid Han: Devlet ve Memleket Görüşlerim 1-2, Yay. Haz.:
Atilla Çetin, Çamlıca Yayınevi, İstanbul, 2011.
ŞİMŞİR, Bilal N., Osmanlı Ermenileri, Çev.: Şinasi Orel, Bilgi Yayınları, Ankara,
1986.
TAHSİN PAŞA, Sultan Abdülhamid: Yıldız Hatıraları, Boğaziçi Yayınları, İstan-
bul, 1990.
262
TANSU, Samih Nafiz, İki Devrin Perde Arkası, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstan-
bul, 2011.
TÜRKGELDİ, A. Fuat, Mesâil-i Mühime-i Siyasîye, (Haz: Bekir Sıtkı Baykal) C. I,
TTK. Yayınları, Ankara, 1987.
TURFAN, Ruhi-M. Şevki Yazman, Tarihte Türk- Alman Dostluk İlişkileri, İstan-
bul, 1969.
URAS, Esat, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Mes’elesi, Belge Yayınları, İstanbul,
1987.
Makaleler
AHMAD, Feroz, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler”, Ed.: Marian
Kent, Alfa Yayınları, İstanbul 2013.
AKGÜN, Seçil, “Ermeni Sorunu”, Çağdaş Türk Diplomasisi:200 Yıllık Süreç, Teb-
liğler Kitabı, TTK. Yayınları, Ankara, 1999, s. 203-213.
AKGÜNDÜZ, Ahmet, “Osmanoğulları ve Aydınların Anlatımıyla İmparatorluğun
Yüzük Taşı II. Abdülhamid”, Haz.: Mehmet Tosun, Yeditepe Yayınevi, İstan-
bul, 2009, s. 22-25.
AKYILDIZ, Ali, “II. Abdülhamid’in Yönetim Anlayışı”, Sultan II. Abdülhamid ve
Dönemi, Ed.: Coşkun Yılmaz, Sultanbeyli Belediyesi Yayınları, İstanbul,
2012, s. 61-74.
ALKAN, Necmettin, “Dış Siyasetin Bir Aracı Olarak Hükümdar Gezileri: Kaiser II.
Wilhelm’in 1898 Şark Seyahati”, Osmanlı Araştırmaları Dergisi, C. XXXI, İs-
tanbul, 2008.
ALKAN, Necmettin, “Osmanlı Diplomasisi”, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eski-
şehir 2012.
ALKAN, Necmettin “Osmanlı Devleti’nin Batı Politikası: Tanzimat’tan II. Meşruti-
yet’e 1839-1908”, Türk Dış Politikası-Osmanlı Dönemi, C. 2, Ed.: Alaeddin
Yalçınkaya- Mustafa Bıyıklı, Gökkubbe Yayınevi, İstanbul, 2008, s. 465-523.
BALCI Sezai, “Sultan II. Abdülhamid Döneminde Yabancı Basın”, Devr-i Hamid, C.
5, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri 2011, s. 43-67.
ÇETİNSAYA, Gökhan, “İsmi Olup da Cismi Olmayan Kuvvet: II. Abdülhamid’in Pan-
İslamizm Politikası Üzerine Bir Deneme”, Osmanlı Ansiklopedisi, C. 2: Si-
yaset, Türkiye Yayınları, Ankara 1999, s. 80-88.
ÇETİNSAYA, Gökhan “Dış Politika”, Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi, Ed.: Coş-
kun Yılmaz, Sultanbeyli Belediyesi Yayınları, İstanbul 2012, s. 91-100.
ÇOLAK, Mustafa, “Doğuşundan Birinci Dünya Savaşı Sonuna Kadar Ermeni Mesele-
si ve Almanya”, Prof. Dr. Nejat Göyünç Armağanı, Cumhuriyet Üniversitesi
Yayınları, Sivas 2016, s. 78-95.
DAVUTOĞLU, Ahmet, “Osmanoğulları ve Aydınların Anlatımıyla İmparatorluğun
Yüzük Taşı II. Abdülhamid”, Haz.: Mehmet Tosun, Yeditepe Yayınevi, İstanbul
2009, s. 41-43.
263
DURSUN, Davut, “Almanya”, T.D.V.İ.A., C. II, s. 515.
ERASLAN, Cezmi “II. Abdülhamid Devri Politikalarında Din ve Devlet Anlayışına
Genel Bir Bakış”, Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi, Ed.: Coşkun Yılmaz,
Sultanbeyli Belediyesi Yayınları, İstanbul, 2012, s. 75-90.
ERDOĞDU, Teyfur, “1856 Paris Kongresi-1878 Berlin Kongresi Arasında Osmanlı
Dış Politikası”, Çağdaş Türk Diplomasisi:200 Yıllık Süreç Sempozyumu,
15-17 Ekim 1997, Tebliğler Kitabı, TTK. Yayınları, Ankara, 1999, s. 149-
172.
KARACA, Taha Niyazi, “William Ewart Gladstone ve Ermeni Sorunu”, Osmanlı
Siyasal ve Sosyal Hayatında Ermeniler, Ed.: İbrahim Erdal-Ahmet Karaça-
vuş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2009, s. 9-41.
KARPAT, Kemal H., “Pan-İslâmizm ve İkinci Abdülhamid, Yanlış Bir Görüşün Dü-
zeltilmesi”, X. Türk Tarih Kongresi, 22-26 Eylül 1986, C. IV, Ankara, 1986,
s. 1331-1360.
KIRMIZI, Abdülhamit, “Sultan II. Abdülhamid’in Kişiliğinde Süreklilik ve Kopuş”,
Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi, Ed.: Coşkun Yılmaz, Sultanbeyli Beledi-
yesi Yayınları, İstanbul 2012, s. 17-30.
KIZILTOPRAK, Süleyman, “II. Abdülhamid ve MısırHata! Yer işareti tanımlan-
mamış.’ın İngiliz İşgaline Karşı Bağımsızlık Mücadelesi”, Devr-i Hamid, C.
5, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri 2011, s. 69-94.
KODAMAN, Bayram “İngiltere ve Ermeniler”, Prof. Dr. Nejat Göyünç Armağanı,
Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları, Sivas 2016, s.47-52.
KURAT, Yuluğ Tekin, “XIX. Yüzyılda Rusya’nın Balkanlardaki Panslavizm ve Panor-
todoks Politikası Karşısında Osmanlı Diplomasisi”, Çağdaş Türk Diploma-
sisi:200 Yıllık Süreç Sempozyumu, 15-17 Ekim 1997, Tebliğler Kitabı,
TTK. Yayınları, Ankara, 1999, s. 173-179.
KURŞUN, Zekeriya “II. Abdülhamid Döneminde Batı Basınında İmaj Düzeltme Ça-
baları: Matbuat-ı Ecnebiye Müdiriyeti’nin Kurulması ve Faaliyetleri”, Türk
Kültürü İncelemeleri Dergisi, S. 1, İstanbul, 1999, s. 105-118.
KUTLUOĞLU, Muhammed Hanefi, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Dış Politikası ve
Diplomasisi”, Çağdaş Türk Diplomasisi:200 Yıllık Süreç Sempozyumu,
15-17 Ekim 1997, Tebliğler Kitabı, TTK. Yayınları, Ankara, 1999, s. 79-94.
KÜÇÜK, Cevdet “Abdülhamid II”, TDV. İslâm Ansiklopedisi, C. I, İstanbul, 1988, s.
216-224.
ORTAYLI, İlber, “Osmanlı İmparatorluğu ve Alman Diplomasisi: Drang Nach Os-
ten”, Çağdaş Türk Diplomasisi:200 Yıllık Süreç Sempozyumu, 15-17
Ekim 1997, Tebliğler Kitabı, TTK. Yayınları, Ankara, 1999, s. 215-221.
ORTAYLI, İlber, “Osmanoğulları ve Aydınların Anlatımıyla İmparatorluğun Yüzük
Taşı II. Abdülhamid”, Haz.: Mehmet Tosun, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2009.
ORTAYLI, İlber, “Osmanlı Lehine Çalışan Büyükelçi”, Millîyet, 25 Ocak 2010.
264
ÖKE, Mim Kemal “Şark Meselesi ve II. Abdülhamid’in Garp Politikaları (1876-
1909)”, Osmanlı Araştırmaları Dergisi, C. 3, İstanbul, 1982, s. 247-276.
ÖKE, Mim Kemal, “Osmanoğulları ve Aydınların Anlatımıyla İmparatorluğun Yüzük
Taşı II. Abdülhamid”, Haz.: Mehmet Tosun, Yeditepe Yayınevi, İstanbul,
2009, s. 285-291.
ÖKE, Mim Kemal “Bir Hamid Var Hamid’den İçeri”, Derin Tarih Dergisi, Sultan
Abdülhamid Özel Sayısı, Temmuz 2015, s. 12-21.
ÖZCAN, Azmi, “Sultan II. Abdülhamid, Muhalefet ve Din”, Sultan II. Abdülhamid
ve Dönemi, Ed.: Coşkun Yılmaz, Sultanbeyli Belediyesi Yayınları, İstanbul
2012, s. 31-38.
ÖZCAN, Azmi “Fransa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 13, s. 180.
ÖZCAN, Azmi “Tarafsızlıktan İttihad-ı İslâm’a Dış Politika”, Derin Tarih Dergisi
Sultan Abdülhamid Özel Sayısı, Temmuz 2015, s. 22-30.
SHAW, Stanford J., “Osmanoğulları ve Aydınların Anlatımıyla İmparatorluğun Yü-
zük Taşı II. Abdülhamid”, Haz.: Mehmet Tosun, Yeditepe Yayınevi, İstanbul
2009, s. 442-445.
SOY, Bayram, “Alman Dışişleri Bakanlığı Arşivine Göre II. Wilhelm Döneminde
Almanya’nın Osmanlı Ermenilerine Yaklaşımı (1914’e Kadar)”, Karadeniz
Araştırmaları Dergisi, S: 19, Güz 2008, s. 115-128.
TOKAY, Gül, “Ayastefanos’tan Berlin Antlaşmasına Doğu Sorunu”, Çağdaş Türk
Diplomasisi:200 Yıllık Süreç Sempozyumu, 15-17 Ekim 1997, Tebliğler
Kitabı, TTK. Yayınları, Ankara, 1999, s. 189-202.
TUNÇAY, Mete, “Osmanoğulları ve Aydınların Anlatımıyla İmparatorluğun Yüzük
Taşı II. Abdülhamid”, Haz.: Mehmet Tosun, Yeditepe Yayınevi, İstanbul,
2009, s. 275-278.
TURAN, Ömer, “II. Meşrutiyet ve Balkan Savaşları Döneminde Osmanlı Diplomasi-
si”, Çağdaş Türk Diplomasisi:200 Yıllık Süreç Sempozyumu, 15-17 Ekim
1997, Tebliğler Kitabı, TTK. Yayınları, Ankara, 1999, s. 241-253.
VAROL, Muharrem “Abdülhamid’in Hilafetin Hizmetine Koştuğu Şeyhler”, Derin
Tarih Dergisi Sultan Abdülhamid Özel Sayısı, Temmuz 2015, s. 40-48.
YILMAZÇELİK, İbrahim, “XIX. ve XX. Yüzyıllarda Osmanlı Devleti ile Türkiye Cum-
huriyeti Devletinin Kafkasya Politikaları”, Yeni Türkiye Dergisi, Kafkaslar
Özel Sayısı-I, S. 71, 2015, s. 515-549.
Elektronik Kaynaklar
http://francoprussianwar.com/war.htm.
http://www.iktisatsozlugu.com
265
II. MEŞRUTİYET
İTTİHAT VE TERAKKİ DÖNEMLERİ
DIŞ POLİTİKA
Bu çalışma; Yunus Emre Tekinsoy, Balkan Harpleri Esnasında Osmanlı Kamuoyu (1912-
1913), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara 2015
üzerinden geliştirilerek üretilmiştir.
267
GİRİŞ
1 II. Abdülhamid döneminde takip edilen dış politikayı Tokay, “pasif yalnızlık” olarak nitelendir-
mektedir. Bkz. A. Gül Tokay, “II. Meşrutiyet Dönemi Dış İlişkileri: 1908-1914”, Türk Dış Poli-
tikasının Analizi, (ed.) Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul 2004, s. 35.
2 Bu türden olaylar savaşlar esnasında sıradan hale gelmiştir. Örnek oluşturması açısından Balkan
Savaşları esnasında gerçekleşen katliamlarla ilgili bkz. İsmet Türkmen, “Carnegie Vakfı Uluslara-
rası Komisyon Raporu’na Göre Balkan Savaşları”, Uluslararası Balkan Sempozyumu Bildirile-
ri 5-7 Ekim 2012, (ed.). Süleyman Seydi vd, Isparta 2012, s. 15-32.
268
Geniş bir coğrafyada faklı etnik kökenlerden gelen, farklı inanç ve mezhep-
lere mensup insan topluluklarını yönetmek durumunda olan Osmanlı Devleti’nin
mevcut konumu doğal olarak devleti dış müdahaleye de açık hale gelmiştir.
Osmanlı Devleti’nin içerisine düştüğü bu kötü şartlar içerisinde Osmanlı ay-
dın zümreleri II. Abdülhamid iktidarını sona erdirmek için bir dizi faaliyet içerisi-
ne girmiştir. Aşağıda değerlendirileceği üzere II. Meşrutiyet’in ilanı Osmanlı Devle-
ti açısından yepyeni bir dönemin başlangıcını ifade eder. Bu dönem, bünyesinde
kendisinden önceki dönemin şartlarını taşımasına rağmen, “hürriyet, müsavat,
uhuvvet ve adalet”3 kavramları ile sistemleştirilmiş, toplum ve devlet hayatı açı-
sından yepyeni bir paradigmayı4 da ortaya koyma iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
3 II. Meşrutiyeti ilan eden kadrolar tarafından seslendirilen bu dört kavram, Fransız İhtilalini hazır-
layan Jakobenler tarafından “Liberté, égalité, fraternité” (Özgürlük, eşitlik, kardeşlik) sloganıyla
sistemleştirilen söylemin benzeri olarak kabul edilebilir. Bu bakımdan II. Meşrutiyet’in ilan edil-
mesi en azından devrin aydınları açısından Fransız İhtilaline bir nazire niteliği taşımakta ve yep-
yeni bir dönemin habercisi olarak görülmektedir. Fransız İhtilali’nde Jakobenlerin tutumu ile ilgili
bkz. Michael G. Roskin, Çağdaş Devlet Sistemleri Siyaset Coğrafya Kültür, Çev. Bahattin Se-
çilmişoğlu, Adres Yayınları, Ankara 2009, s. 112.
4 Bu kavramlar ve ortaya koyduğu paradigma Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip eden Osman-
lı aydınları açısından yeni olmamasına rağmen, toplumun geneli için pek de bilinmeyen kavramlar
olarak kabul edilmelidir. “Yepyeni bir paradigma” ifadesi bu bakımdan değerlendirilmelidir.
5 Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (çev.) Yasemin Saner, İletişim Yayınları,
İstanbul 2008, s. 145.
269
fertlerin Osmanlı üst kimliğinde birleştirilmesi, reformların yapılması, kapitülas-
yonların kaldırılması, düşman tecavüzünün ve müdahalesinin önlenmesi.
Osmanlı aydınlarının II. Meşrutiyet idaresini istemelerinin temelinde; Mec-
lis-i Mebusan’ın kapatılması ve Kanun-ı Esasi’nin rafa kaldırılması ile II. Abdülha-
mit’in istibdada dayalı bir rejim korkusu ve yetkinin tamamen Padişahın ve Sa-
ray’ın eline geçme endişesi yatmaktadır. II. Meşrutiyet’in ilanını hızlandıran ve II.
Abdülhamit’in karşısında geniş bir muhalefetin doğmasını sağlayan ana sebepler-
den bir diğeri de, Türkler dışında diğer etnik ve millî grupların, Osmanlı’nın yıkıla-
cağına dair inançları ve kendi millî hedeflerini gerçekleştirmek için Meşrutiyet
rejiminin müsait (siyasi-sosyal-kültürel) zemini hazırlayacağına dair inançlarıdır6.
“Hürriyeti ilan ve herkese müsâvât (eşitlik) ve adâlet vermek”7 amacıyla 2
Haziran 1889 tarihinde birkaç askerî tıbbiye talebesi tarafından “İttihat-ı Osmani”
adında bir cemiyet kurulmuştur, daha sonra da adını İttihat ve Terakki olarak de-
ğiştirmiştir8. Bütün gayelerini hürriyeti tesis edip, “istibdat” idaresini ortadan kal-
dırmak üzerine inşa etmişlerdir. Cemiyet üyelerinin varlığından haberdar olan II.
Abdülhamit, İttihatçıları sıkı takibe almıştır. Bu takip sonunda baskılara dayana-
mayan Cemiyet üyelerinin büyük çoğunluğu Avrupa’ya kaçarak faaliyetlerini bu-
rada devam ettirmişlerdir9. İttihat ve Terakki mensupları Fransa’da bir kongre
tertip etmelerine rağmen fikrî birliktelik sağlanamamıştır10. Bu arada Selanik’te
meşrutiyetin ilanını hazırlayan ve hızlandıran bir gelişme meydana gelmiştir. Se-
lanik’te Bursalı Tahir, Talat, İsmail Canbolat, Mithat Şükrü tarafından kurulan Os-
manlı Hürriyet Cemiyeti ile Jön Türklerin Paris şubesinin özellikle Ahmet Rıza
grubunun 1907’de birleşmesidir. Bu birleşme ile Sultan II. Abdülhamit rejiminin
muhalifleri arasına silahlı gücü elinde bulunduran Osmanlı ordusunun liberal,
meşrutiyetçi, milliyetçi, hürriyetçi Türk subayları da katılmıştır. Bu yolla askerî ve
sivil kanat ortak çalışacak ve hareket edeceklerdir11.
Meşrutî bir idarenin tesis edilmesi için Balkanlarda özellikle genç subaylar
hareketlilik içine girmişlerdir. O sıralarda meşrutiyet hareketini tetikleyen bir olay
meydana gelmiştir. Avrupa’da yapılan gizli bir toplantı, İttihat ve Terakki Cemiyeti
mensuplarının harekete geçmesinde önemli bir rol oynamıştır. Rumeli’deki özel-
likle Makedonya’daki Türk varlığı için tehlike çanları çalmaya başlamıştır. Bu vazi-
6 Yusuf Çağlar, “Kanun-i Esasi Hakkında”, Kanun-i Esasi’den Askerî Müdahaleye II. Meşruti-
yet, Haz.: Yusuf Çağlar, İstanbul 2008, s. 27-28.
7
Selim Kohen, Malûmât-ı Etfâl, Artin Asaduryan Matbaası, İstanbul 1328, s. 43.
8 Rıza Tahsin, Mirât-ı Mekteb-i Tıbbiye, Cilt II, Kader Matbaası, İstanbul 1328, s. 113.
9 Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, Çev.: Sedat Cem Karadeli, 2. Baskı, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2007, s. 62.
10 Ernest Edmondson Ramsaur, Jön Türkler ve 1908 İhtilali, Çev. Nuran Ülken, Sander Yayınları,
İstanbul 1972, s. 35.
11 M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük
(1889- 1902), Cilt I, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1966.
270
yet Türkleri, Jön Türk mensuplarını, İttihat ve Terakki’nin yönetici kadrolarını ve
Üçüncü Ordu subaylarını endişelendirmiştir. 9-10 Haziran 1908’de İngiliz Kralı III.
Edward ile Rus Çarı II. Nikola’nın Reval görüşmeleri gerçekleşmiştir. Reval görüş-
mesinin hemen arkasından, Rusya ile İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ni paylaşma ve
parçalama12 konusunda anlaştıkları, dolayısıyla Rumeli’de Osmanlı’nın sonunun
geldiği şeklinde yorumlar ortaya çıkmıştır13.
Bu durum, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki topraklarında Türk hâkimiyeti-
ne son verilmesi manasına gelmektedir14. Reval’de Türk milletinin hükümranlık
haklarını hiçe sayan maddelerinin kabul edilmesi, genç Türk subaylarını harekete
geçirmiştir. Zira onlar bu görüşme neticesinde alınan kararları Türk Milleti’ne
hakaret saymışlardır15.
İşte bu tehlike ve çözümsüz durum, Osmanlı İttihat ve Terakki yöneticilerini
ve Türk subaylarını harekete geçirmiştir. Onlara göre en hızlı ve kestirme çözüm
meşrutiyeti ilan etmek ve Kanun-ı Esasi’yi yeniden yürürlüğe koymaktır. Bu çö-
züm şeklinin İngiltere’yi Rusya ile iş birliğinden vazgeçirebileceğini ve Osmanlı
Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumaya yeniden sevk edebileceğini, Avrupa
kamuoyunun Osmanlı Devleti’nin lehine şekilleneceğini düşünmüşlerdir.
Bütün bu gelişmeler üzerine 3 Temmuz 1908 (20 Haziran 1324) Cuma günü
Kolağası Resneli Niyazi Bey, cemiyetten izin alarak, dağa çıkmak ve açıkça müca-
dele etme kararını almıştır16. Resneli Niyazi tabur sandığını ve depoyu açıp bir
miktar para ve silah alarak, beraberinde 200 asker ve 200 sivil ile birlikte ve bol
miktarda mühimmat ile hürriyet için dağa çıkmıştır17.
23 Temmuz 1908’de Padişaha çekilen telgrafta, Kanun-ı Esasî’nin derhal yü-
rürlüğe konulması ve meclisin açılması talep edilmiştir. Bu istekler yerine getiril-
mediği takdirde, daha kötü hadiselerin yaşanacağı da bildirilmiştir. İlk defa Manas-
tır’da “istibdat” döneminin sona erdiği, meşrutiyetin başladığı ilan edilmiştir. Aynı
gün 21 pare top atılarak, Manastır’da İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından meş-
rutiyet ilan edilmiştir. Yine aynı gün, İttihat ve Terakki, Rumeli’nin birçok merke-
zinde meşrutiyeti törenlerle ilan etmiş ve durum bir telgraf yağmuru halinde Yıl-
12 Orhan Koloğlu, “Reval’de Osmanlı Gerçekten Paylaşıldı mı?”, Tarih ve Toplum, S. 24, Aralık
1985, s. 16-19; Reval görüşmeleri, Avrupa’da devrimi başlatan olay olmak üzere yorumlanmıştır.
Bunun nedeni, Avrupa’da ve hatta Makedonya’da çok az sayıda insanın imparatorluk içindeki giz-
li cemiyetlerin faaliyetlerinden haberi olmasıydı. Bkz. Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki 1908-
1914, Çev.: Nuran Yavuz, Kaynak Yayınları, İstanbul 1999, s. 17.
13 Rıfat Uçarol, Siyasî Tarih, Der Yayınları, İstanbul 2010, s. 494.
14 Ramsuar, Jön Türkler, s. 153.
15 Tarık Z. Tunaya, Türkiye’de Siyasî Partiler, Cilt 1, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1988, s.
23.
16 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “1908 yılında Meşrutiyetin Ne Suretle İlan Edildiğine Dair Vesikalar”,
Belleten, C. 20, S. 77, Ocak 1956, s. 108.
17 Uzunçarşılı, a.g.ma, s. 108.
271
dız Sarayı’na duyurulmuş18, Hükümetin de buna uyması istenmiştir. 23 Temmuz
günü İttihat ve Terakki Cemiyeti Manastır Merkezi doğrudan doğruya Abdülha-
mit’e bir telgraf çekmiştir19. Abdülhamit baskılara boyun eğmek zorunda kalmış ve
23/24 Temmuz 1908 gecesi meşrutiyetin ilan edildiği bütün vilayetlere duyu-
rulmuştur20. 24 Temmuz’da da meşrutiyetin ilan edildiği gazetelerde yayınlanmış
ve böylece Türk tarihinde yeni bir dönem başlamıştır21. Ayrıca bu durum İttihat ve
Terakki’nin büyük bir başarısı olarak değerlendirilmiştir. Bunun yanında, padişa-
hın direnmekten vazgeçip teslim olmaya karar vermesi, gerek Osmanlı ülkesinin,
gerekse bürokrat kadronun kargaşaya sürüklenmesine yol açmıştır22.
24 Temmuz 1908 sabahı İstanbul’da gazeteler, Meclis-i Mebusan’ı yeniden
toplantıya davet eden resmi tebliği23 yayımlayarak meşrutiyetin resmen ilan edil-
diğini duyurmuştur. Meşrutiyetin ilanı Osmanlı sınırları içinde bayram havasında
kutlanmıştır24. Ali Canip Bey, Manastır ve Selanik’te hürriyetin ilanının kutlamala-
rını şu cümlelerle anlatmıştır; “Manastır ve Selanik’le Rumeli’nin birçok yerlerinde
toplar atılmış, hürriyet ilan edilmiş, halk sokaklara, meydanlara dökülmüş, hoca-
lar, papazlar, hahamlar sarmaş dolaş olmuş, nutuklar söylenmeye başlanmıştı.
Hürriyet uğruna silahlanarak dağa çıkan genç zabitlerden Enver ve Niyazi Beyler
birer timsal gibi anılıyor; her ağızda: -Yaşasın Enver, Niyazi...”25 deniyordu.
II. Meşrutiyetin ilanından sonra seçimler yapılarak Meclis-i Mebusan büyük
bir törenle açılmıştır. Anayasada yapılan değişikliklerle Padişahın yetkileri sınır-
landırılmıştır. Toplantı yapma, dernek kurma, basına sansür konulmaması gibi
26 Hüseyin Cahit Yalçın, Talat Paşa, Yedigün Neşriyat, İstanbul 1943, s. 14; 34.
27 Ali Birinci, Hürriyet ve İtilâf Fırkası (II. Meşrutiyet Devrinde İttihat ve Terakki’ye Karşı
Çıkanlar), Dergâh Yayınları, İstanbul 1990, s. 15-16.
28 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yayınları Haz.: Ahmet Kuyaş, YKY Yayınları, İstan-
bul 2008, s. 401-405.
273
İttihat ve Terakki liderliğindeki bu grup bu kötü durumdan en iyi sonucu çıkarma-
ya kararlıydı. Bu grup imparatorluğu 1918 ateşkesine dek yönetmiştir.”29
II. Meşrutiyetin getirdiği hürriyet havası ile siyaset hemen herkesçe yapıl-
makla birlikte, eğitim kurumlarına kadar uzanmıştır. Siyasetten bahsetmek rutin
hale gelmiş30, öğrencilerin siyaset yapmaları bölünmelere yol açmıştır31. II. Meşru-
tiyet’in ilanı ile birlikte Osmanlı Devleti’nin iç politikada aldığı bu hal, dış politika-
da da birçok sorunu beraberinde getirmiştir.
29 Feroz Ahmad, “1914-1918 Savaşı Sırasında Jön Türk Politikasının İkilemleri”, (Yayınları Haz.:
Mehmet Ö. Alkan), Tarık Zafer Tunaya Anısına Yadigâr-ı Meşrutiyet, İstanbul Bilgi Üniversi-
tesi Yayınları, İstanbul 2010, s. 37-38.
30 Ahmet İhsan, Matbuat Hatıralarım, 1888- 1923, C. 1, İhsan Matbaası, İstanbul 1931, s. 49.
31 M. Zeki Mesut Alsan, Mustafa’nın Romanı-Hürriyet Pervanesi, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul
1943, s. 122.
32 Tokay büyük devletlerin ve bölgesel güçlerin resmi politikaları gereğince hoşnut görünmelerine
rağmen ortaya çıkan durumla ilgili çıkarları gereği endişe de duyduklarını belirtmektedir. Bkz.
Tokay, agma, s. 36; Erol Ulubelen de eserinde II. Meşrutiyet’in ilanının bazı ülkelerin basınına
nasıl yansıdığı ile alakalı şu bilgileri vermektedir. “İngiliz Gazeteler: Yeni hükümetin muvaffak
olmasına imkân yoktur. Türkler için parlamenter hayat gülünç bir şeydir. Alman Basını: Türki-
ye’de anayasa uygulanırsa Mısır ve Hindistan da birer anayasa isteyecektir. Avusturya basını:
Türkiye’nin kuvvetlenmesi Avusturya menfaatine aykırıdır. Bilhassa sarayın ticari meselelerdeki
hissi hareketini tercih ediyorlar. Rusya’da: Oldukça sempatik karşılandı. Bilhassa Balkanlar’daki
kritik durumdan çok memnunlar. Büyükelçileriyse bu işin yürümeyeceğinden emin. Bulgaris-
tan’da: İyi karşılandı zira İngiltere’nin İstanbul’a daha çok nüfuz etme imkânı bulup kendisine da-
ha fazla yardım edeceğinden emin görünüyor. Yunanistan’da: Halk ve basın çok neşeliydi bu ha-
dise Helen ırkının Türklere üstünlüğünü göstermişti.” Bkz. Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgele-
rinde Türkiye, Aykaç Kitabevi, İstanbul 1967, s. 65.
33 Bu iddiayı destekler nitelikte bir görüş Ernest Ramsaur’a aittir. Ramsaur eserinde, “... Abdülha-
mit’i devirmek şerefine aday olanlar arasında İngiltere’yi seçmenin en mantıki tutum olacağıdır.
Zira İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğundaki mevcut düzenin sarsılmasından kaybedeceği hiçbir
şey kalmamıştı” demektedir. Bkz. Ernest Ramsaur, a.e., s. 163.
274
nuçlar doğurma ihtimaline karşın, olumlu karşılanmıştır34. Nitekim II. Meşruti-
yet’in ilanı sonrasında İngiltere’nin yeni elçi tayin edip, İstanbul’a gelen Sir Lauter
aracılığıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti ile iyi ilişkiler tesis etmesi35 bunun açık bir
göstergesi sayılabilir.
Osmanlı Devleti ile II. Abdülhamid döneminde oldukça iyi ilişkiler geliştiren
Almanya ise II. Meşrutiyet’in ilanının ilk günlerinde gelişmelere şüpheyle bakmış-
tır36. Almanya’nın böyle bir tutum geliştirmesinde elde ettiği ayrıcalıkları kaybet-
me endişesinin etkili olduğu söylenebilir. Almanya’da, II. Meşrutiyet’in ilanı ile
alakalı olarak, bunun İngiliz entrikalarının bir sonucu olduğuna kanaati hâkimdir.
Bir süre sonra Alman gazetelerinde İstanbul’daki Alman elçiliğinin nüfuz kaybetti-
ğine dair yazıların yer alması ve gazetelerin kapitülasyonların hemen kaldırılması
önerisiyle Osmanlı Devleti’ni himaye politikasına devam edilmesini istemeleri
bunun açık bir göstergesidir. Bununla beraber, Alman diplomasisi, Sultana ve onun
danışma grubuna güven duymaya devam etmiştir. Alman İmparatoru, her şeye
rağmen, Türkiye’deki anayasal sistemin “doğu ülkelerinde” kapsamlı sonuçlar
doğuracağını ve özellikle de Mısır ve Hindistan gibi ülkelere anayasal bir model
oluşturmasının İngiltere açısından ciddi sıkıntılar oluşturacağı37 düşüncesi Al-
manya’nın Meşrutiyet taraftarı bir politikayı benimsemesinde etkili olduğu söyle-
nebilir.
II. Meşrutiyet’in ilanı meselesi ile yakından ilgilenen devletlerden birisi ise
Rusya olmuştur. Osmanlı Devleti’nin topraklarını uzun süredir kendisine genişle-
me alanı olarak gören Rusya açısından, yeni durum olumlu görülmemiştir. II. Ab-
dülhamid nezdinde oldukça yüksek bir itibara sahip olan Rus Çarı III.Aleksander
ile Sultan arasında kurulan iyi ilişkilerden doğan fiili durumun sona ereceği endi-
şesi, Rusya’nın tavrı üzerinde etkili olmuştur. Ayrıca Jön Türklerin herkesçe ma-
lum olan Rus aleyhtarlığı da Rusya’nın tutumunun belirlenmesinde etili olmuştur.
Yine İngiltere örneğinde olduğu gibi Rusya Müslümanlarının meşruti rejimden
etkilenmeleri ihtimalini akıllara getirmiştir. Bu bakımdan düşünüldüğünde Meşru-
tiyet’in ilanından en fazla etkilenecek devletlerden birisi Rusya olacaktır38.
34 Mithat Aydın, “II. Meşrutiyet’in İlanı ve İngiltere, Belgi Dergisi, S. 1, Kış 2011/1, s. 25; İngilte-
re’nin Meşrutiyet’in ilanından hoşnut kaldığını belirten Tokay, ihtilalin kendi topraklarında yaşa-
yan Müslümanları da etkileyebileceğinden endişe duyduğunu da belirtmektedir. Bkz. Tokay,
a.g.ma, s. 36.
35
Bünyamin Ayhan, “İttihat ve Terakki’nin İslam Dünyasına Yönelik Genel Dış Politikası”, Türk
Dış Politikası - Osmanlı Dönemi – I, (ed.) Mustafa Bıyıklı, Gökkubbe Yayınları, İstanbul 2008,
s. 273.
36 Mithat Aydın Almanya’nın bu kanaatin tam aksine Almanya’nın II. Meşrutiyet’in ilanının “tam
olarak memnuniyetle karşılamıştır” ifadesinde de görüleceği gibi memnuniyet verici bir gelişme
olarak nitelendirdiğini belirtmiştir. Bkz. Aydın, a.e., s. 20.
37 Aydın, a.e., s. 20.
38 Ramsaur, a.e., s. 162; Aydın, a.e., s. 21.
275
Avusturya – Macaristan İmparatorluğu Meşrutiyet’in ilanını sonrasında
olumsuz bir tutum sergilemiştir. Güçlü bir Osmanlı Devleti’ni kendi çıkarları açı-
sından zararlı gören Avusturya, benzer iç sorunlar yaşayan bir devlette meydana
gelen gelişmelerin kendisini de etkileyeceği endişesini taşımıştır. Bu bakımdan
Avusturya’nın II. Meşrutiyet’in ilanından kısa süre sonra Bosna-Hersek’i ilhak et-
mesi Jön Türklerin II. Abdülhamid’den daha güçlü bir pozisyona gelmelerinden,
dolayısıyla bu eyaletleri kendi topraklarına katmanın zorlaşacağından korktuğunu
gösterir39.
Fransa ise Jön Türklerin büyük bölümünün Fransız kültürünü benimseme-
lerinden dolayı II. Meşrutiyet’in ilanını olumlu karşılamıştır. Bu vesileyle nüfuzu-
nun artacağını ve ekonomik çıkarlarının genişleyeceğini düşünmüştür40. İtalya ise
Osmanlı Devleti’nin kuzey Afrika’daki topraklarıyla ilgilenmekle beraber, impara-
torluğun dağılma sürecine girişinden önce menfaatleri açısından statükonun de-
vamından taraf olmuştur41. Meşrutiyet’in ilan edilişi Balkan Devletleri tarafından
da ilgiyle takip edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarıyla alakalı planları
olan bu devletler, öncelikle ihtiyatlı bir yaklaşım sergilemişlerdir. Osmanlı Devle-
ti’nin Balkan toprakları ile yakından ilgilenen Bulgaristan’da partilerin siyasi tu-
tumları II. Meşrutiyet’in ilanına bakış açılarını da belirlemiştir. Bulgar “Den” gaze-
tesinde yer alan bir yorumda anayasanın yeniden yürürlüğe konmasının İngiliz-
Rus reform planının bizzat Sultan tarafından engellenmesi girişimi olduğu42 yo-
rumuna yer verilmiştir. Ancak bu olumsuz kanaat zamanla Bulgarlar arasında
meşruti yönetimin Makedonya’da son yıllarda Yunan ve Sırp komitecileri tarafın-
dan ele geçirilen köylerin patrikhaneye bırakılmasına neden olabileceği ümidini
doğurmuştur43.
Büyük devletler ve bölgedeki güçler açısından II. Meşrutiyet’in ilanı öncelik-
le şüpheyle karşılanmış ancak daha sonra olumlu bir kanaat oluşmuştur. Hükü-
metlerin bu tarz bir tutum takınmasında, II. Abdülhamid’in “istibdad” yönetimine
son verilmesinden ziyade politik ve ekonomik çıkarlarını daha kolay elde edebile-
cekleri kanaatine sahip olmaları etkili olmuştur. Nitekim William Hale, büyük dev-
letlerin II. Meşrutiyet’in ilanını Osmanlı Devleti’nin geleceği için önemli bir geliş-
44 William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset 1789’dan Günümüze, Çev. Ahmet Fethi, Hil Yayın-
ları, İstanbul 1996, s. 44.
45 Karal II. Meşrutiyet’in olumsuz etkileri olarak Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi ve Bosna
Hersek’in işgalini gösterir. Bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, TTK Yayınları, Anka-
ra 1999, s. 213.
46 6 Ekim 1908’de Girit Meclisi Yunanistan’a ilhakını ilan etmiştir. Bkz. Ayşe Nükhet Adıyeke,
“Türk Basınında Girit’in Yunanistan’a Katılması (1908-1913), Çağdaş Türk Tarihi Araştırma-
ları Dergisi, S. 1, Y. 1991, s. 52.
47 Ahmet Halaçoğlu, “Balkan Savaşları (1912-1913), Türkler Ansiklopedisi, C. 13, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara 2002, s. 11; Bosna – Hersek’in işgali 5 Ekim 1908’de gerçekleşmiştir. Bkz.
Balkan Harbi (1912-1913), C. I, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1993, s.44.
48 Mehmet Yılmazata, Savaşa Giden Yol 1908 Bosna-Hersek İlhakı, Doğu Kütüphanesi, İstanbul
2012, s. 73.
Berlin Antlaşması’nın 25. maddesine göre Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna Bosna-Hersek’i
işgal etme hakkı tanınmıştır. Ayrıca bu anlaşmaya göre Yenipazar Sancağı, Osmanlı Devleti’nin
277
Berlin Antlaşması’na dayanarak 1879 yılında Bosna-Hersek’i geçici olarak işgal
etmiştir. Gerçek amacı ise hukuki yönden Osmanlı Devleti’ne bağlı kalan bölgeyi
doğrudan kendisine bağlamaktır. 20. Yüzyıl başlarına kadar bu fırsatı bulamayan
Avusturya Macaristan İmparatorluğu, II. Meşrutiyet’in getirdiği uygun şartlardan
yararlanarak bunu gerçekleştirme yoluna gitmiştir49.
Aslında II. Meşrutiyet’in ilan edildiği günlerde Bosna-Hersek Osmanlı Devle-
ti’nin gündeminde yer alan bir konu değildir. İttihat ve Terakki’nin programında
bu bölge ile alakalı özel bir görüş olmadığı gibi Said Halim Paşa ve Kamil Paşa ka-
binelerinde de Bosna-Hersek konusunda herhangi bir davranış belirleme ihtiyacı
hissedilmemiştir. Ancak, Mebusan Meclisi için yapılacak seçimlerde Bosna-
Hersek’ten de mebus yer alması gerektiğine dair kanaatin ortaya çıkması Avustur-
ya-Macaristan İmparatorluğunu harekete geçirmiştir50. Diğer taraftan Avustur-
ya’nın Bosna-Hersek’i ilhakının arka planında Sırbistan’ın bölgeyi kendi toprakla-
rına katma isteğinden duyduğu endişe de etkili olmuştur. Çünkü Avusturya’nın
Doğu politikasında Bosna-Hersek önemli bir yere sahiptir. Avusturya, Slavların
koruyucusu olarak geçinen Rusya’nın da rızasını alarak ve ona İstanbul ve Çanak-
kale Boğazları’nın geçiş statüsünde ödün vererek, Bosna-Hersek’i ilhak etmek
istemiştir. Ayrıca izlediği Doğu politikası gereğince fırsat bulursa Belgrat üzerin-
den Selanik’e ulaşarak Akdeniz’e ulaşmayı planlamıştır. Avusturya bu amaçlarına
ulaşabilmek, Osmanlı Devleti ve Sırbistan başta olmak üzere diğer devletlerin bu
duruma karşı koymasını engelleyebilmek için Rusya ile işbirliği yapması gerektiği
kanaatine sahiptir. Aynı dönemde Rusya’da kendi çıkarları açısından bu duruma
hevesli görünmektedir. Ancak Rusya’nın boğazlardan geçişi meselesi uluslararası
anlaşmalarla belirlenmiş kurallara tabidir. Bu durumda Rusya’nın büyük devletle-
rin desteğine ihtiyacı vardır. II. Meşrutiyet’in ilan edilişinden kısa süre sonra Avus-
turya ve Rus Dışişleri bakanları 15-16 Eylül 1908’de Bohemya’da buluşmuşlardır.
Bu görüşmede, Avusturya Boğazların Rus gemilerine açılışını kabul ederken, Rus-
ya’da Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından ilhakını prensip olarak kabul etmiş-
tir51.
Ekim ayı içerisinde Avusturya-Macaristan İmparatoru François Joseph Bos-
na-Hersek’in Avusturya topraklarına ilhak edildiğini ilan etmiştir. Avusturya hü-
kümeti bu olayı Osmanlı Hükümetine bir nota vererek şöyle açıklamıştır: “Avus-
turya Hükümeti Berlin Antlaşması ile yönetimi kendisine bırakılmış olan Bosna-
idaresinde kalacaktır. Ancak Avusturya’ya sancak dahlinde asker bulundurma ve serbestçe ticaret
yapabilme hakları tanınmıştır. Bkz. Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, s. 213.
49 Uçarol, a.e., s. 498.
50 Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, s. 218; Uçarol bu durumu şöyle değerlendirmektedir: “ İkinci
Meşrutiyet ilan edilince, Viyana hükümeti, Bosna-Hersek’in Osmanlı Devleti ile olan bağlarının
güçleneceğinden endişelenmeye başladı.” Bkz. Uçarol, a.g.e., s. 499.
51 Uçarol, a.e., s. 499-500.
278
Hersek’e, Osmanlı Devletinin de çıkarına uygun olarak yönelmiştir. Bu memleket-
lerde düzen sağlamış, reform yapmış ve halkı memnun etmiştir. Böylece Osmanlı
İmparatorluğuna karşı çıkabilecek tehlikeleri de önlemiştir. Avusturya Hükümeti
Bosna-Hersek halkına bir meşrutiyet idaresinin getirebileceği hakları da sağlamayı
kararlaştırmıştır. Avusturya Hükümeti kendi topraklarına Bosna-Hersek’i katmak-
la beraber Osmanlı Devleti hakkındaki iyi niyetlerinin bir kanıtı olarak 1879 Ant-
laşması ile asker bulundurmakta olduğu Yenipazar Sancağı’ndan askerini çekmeyi
de uygun bulmuştur.52”
Bu oldu-bitti karşısında Osmanlı Devleti büyük bir tepki göstermiştir. Öyle
ki ülkede Avusturya’ya karşı savaş havası esmeye başlamıştır. Diğer taraftan Sır-
bistan gibi Bosna-Hersek’le alakalı planları olan devletlerin yanında İngiltere,
Fransa ve Rusya’da durumdan rahatsızlık duymuştur. Büyük devletler ortaya çı-
kan bu fiili durumun Avusturya’nın Doğu’ya doğru yayılmacı politikasının bir ge-
reği olduğunu düşünmüşlerdir. Almanya ise Avusturya’nın yanında yer almıştır.
Hatta İngiltere Bosna-Hersek’in Avusturya’ya ilhakını Osmanlı Devleti’nin bu ko-
nudaki kararı belirmedikçe ve rızası olmadıkça onaylamaktan kaçındığını, Ba-
bıâli’nin de bu sorunlardan dolayı savaşa meydan vermemesinin uygun olacağı ve
protosto etmesi gerektiğine yönelik tutumu Osmanlı Hükümeti’nin tavrının belir-
lenmesinde etkili olmuştur53. Fransa’nın da aynı kanaati paylaşması üzerine mese-
lenin uluslararası bir konferansta görüşülmesi kanaati ortaya çıkmıştır. Bu durum
karşısında Avusturya, Osmanlı Devleti ile anlaşmak üzere harekete geçmiş, Os-
manlı Devleti de bu konuda yalnız kaldığını görerek anlaşmaya gitmeyi uygun
bulmuştur. İstanbul’da başlayan görüşmeler 26 Şubat 1909’da nihayete erişmiştir.
İki devlet arasında yapılan ve on üç maddeden müteşekkil beyanname gereğince
Bosna-Hersek Avusturya’ya bırakılmıştır. İki buçuk milyon altın karlığında Bosna-
Hersek’teki haklarından vazgeçen Osmanlı Devleti, Bosna-Hersek İslam halkına
önceden olduğu gibi din, mezhep ve ibadet özgürlüğü ile diğer dinlerde ki halkın
sahip olduğu sosyal, siyasal ve ekonomik hakların aynısının tanınması şartını koy-
durmuştur. Ayrıca camilerde hutbeler padişah adına okunacaktır54.
55 Karal bu destekten bahisle Bulgaristan’ın bağımsızlığına giden yolu şöyle aktarmaktadır: “Avus-
turya’nın kendisini desteklediğine güvenen Bulgaristan, bağımsızlığını duyurmak için Kamil Paşa
Hükümeti’nin sebep olduğu basit bir protokol olayından faydalanmak yoluna girdi. 13 Eylül’de
Hariciye Nazırı Tevfik Paşa İstanbul’da yabancı elçilere verdiği bir ziyafete Bulgaristan’ı temsil
etmekte olan Kapu Kethüdası Geshof’u davet etmemek gafletinde bulundu. Meşrutiyet’ten önce
bu gibi ziyafetlere Bulgar temsilcisi de çağrıldığı halde, bu defa çağrılmamış olmasının nedenini
öğrenmek isteyen Geshof’a Sadrazam Kamil Paşa’nın verdiği cevap şöyledir: “Evet siz davet
edilmeyeceksiniz. Sebebini pekala tahmin edebilirsiniz. Bulgaristan Türkiye’ye bağlı bir eyalettir.
Halbuki ziyafet yabancı elçiler şerefine veriliyor.” Ancak Karal ziyafete katılacak olanların liste-
sinde Bulgar temsilcisinin bulunmamasının bu listeyi o dönemde İstanbul’da bulunan elçilerin en
kıdemlisi olan Avusturya Elçisi Perlanici tarafından oluşturulmuş olmasından ileri geldiğini be-
lirtmektedir. Bkz . Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, s. 226-227.
56 Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, s. 228; Uçarol, age, s. 505.
57 Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, s. 228-229.
58 Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, s. 229.
280
tan’ın Rusya’dan bağımsız bir dış politika geliştirememesi, Osmanlı Devleti’nin ise
İngiltere’ye dış politikada bağımlılığı ittifakı başarısız kılmıştır. Bundan sonra önce
İngiltere’nin öncülüğünde görüşmeler yeniden başlamış fakat yine tazminat mese-
lesinden dolayı sonuçsuz kalmıştır. Hatta iki tarafta bu kez sınıra asker yığmaya
başlamışlardır. Nihayet Rusya’nın Ocak 1909’da getirdiği bir öneri, görüşmelerin
yeniden başlamasını sağlamıştır. Bu öneriye göre Rusya 1877-1878 Osmanlı-Rus
Harbi sonrası Osmanlı Devleti’nin kendisine ödemesi gereken tazminattan kalan
125 milyon franklık alacağından vazgeçtiğini, buna karşılık Osmanlı Devletinin
Bulgaristan’ın bağımsızlığını tanımasını istemiştir. 16 Mart 1909’da Sen-
Petersburg’da Osmanlı-Rus anlaşması imzalanmış, bu anlaşmayı 19 Nisan 1909’da
İstanbul’da Bulgaristan ile yapılan iki antlaşma takip etmiştir. Bu antlaşmalardan
birincisine göre; Bulgaristan’da ve Doğu Rumeli’deki Müslüman halkın hakları,
müftü seçebilmeleri ve vakıflarla ilgilidir. İkinci antlaşmaya göre ise Bulgaristan’ın
bağımsızlığı tanınmıştır59.
II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinin olumsuz sonuçlarından birisi ise Bulgaris-
tan’ın bağımsızlığını ilan etmesidir60. Aslında Berlin Antlaşması’ndan bu yana ba-
ğımsız bir devlet gibi hareket eden Bulgaristan uygun şartlardan yararlanarak
bağımsızlığını ilan etmiştir61. Muhtariyet kazandıktan sonra komiteleri aracılığıyla
durmadan genişleme politikaları güden Bulgaristan, bağımsızlığını kazandıktan
sonra yeni bir sürece girmiş ve I. Balkan Savaş’ında Osmanlı Devleti karşısındaki
en önemli gücü oluşturmuştur.
63 Girit’in Yunanistan’a ilhakı ile ilgili bkz. Ayşe Nükhet Adıyeke, Osmanlı İmparatorluğu ve Girit
Bunalımı (1896-1908), TTK Yayınları, Ankara 2000, s. 288; Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, s.
231-232.
64 Girit’in 1908’de ilhakı sonrasında Ada’nın kesin olarak Yunanistan’a katılması için çalışmalar
yapılmıştır. Bu süreçte Girit’te gerçekleşen kadı tayini ve mecliste Rumca yemin gibi meseleler
Rumların bu süreci tamamlamaktaki ısrarını ortaya koymaktadır. Bkz. Melek Öksüz, “Girit Mese-
lesi’nin Belirsizlik Yılları (1908-1913)”, KARAM, S. 25, Ocak 2010, s. 99;107.
65 Vahit Cemil Urhan, 1908-1913 Tarihlerinde Girit Olayları, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2006, s. 71.
66 Urhan Büyük Devletlerin takındığı tutumu şu şekilde aktarmaktadır: “Avrupa devletlerinin ilhakı
reddetmesi, Theotokis Hükümeti’nin aksine İstanbul’daki yeni Meşrutiyet Hükümeti’ne dış politi-
kada duyulan güveni arttırdı. Hükümet, Bosna-Hersek ve Bulgaristan sorunlarıyla daha rahat ilgi-
lenme imkanı buldu. Girit’i kontrolünde bulunduran devletlerin ilhakı reddetmesi, Osmanlı Devle-
ti’nin dış politikasında İngiliz yanlılarının güçlenmesinde de etkili oldu. İttihat ve Terakki Cemi-
yeti mensuplarından Doktor Nazım ve Ali Rıza Paşa, Sultan II. Abdülhamit’in idaresinde bozulan
Türk-İngiliz ilişkilerini düzeltmek amacıyla, Kasım ayında İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward
Grey ile görüşmek için Londra’ya gitti”. Bkz. Urhan, a.g.t., s. 74.
67 Uçarol, a.e., s. 507-508.
282
3.4. İtalya’nın Trablusgarp’ı İşgali
Osmanlı Devleti’nin bu tür hadiselerle uğraştığı bir dönemde daha büyük bir
gaile ise İtalya’nın Trablusgarp’la ilgilenmeye başlamasıdır. O günlerde Osman-
lı’nın Kuzey Afrika’da kalan son toprak parçası Trablusgarp ve Bingazi sancakları
üzerinde İtalyanların emperyalist emellerinin hayata geçirilmek için harekete
geçtiği görülmektedir. 1870’de birliğini kurduktan sonra Avrupa siyasetinde etkin
bir rol üslenmek isteyen İtalya, bunun yolunun sömürge elde etmekten geçtiğini68
fark etmiştir. İngiltere’nin Mısır’a ve Fransa’nın Tunus’a yerleşmesi üzerine, Akde-
niz’de iki mühim üssü, İngiltere ve Fransa’ya kaptırdığını gören İtalya, bu dönem-
den sonra, Osmanlı tarafından bir vilayet olarak idare edilen Trablusgarp ve Bin-
gazi’nin mutlaka ele geçirilmesi gerektiği üzerine bir politika geliştirmiştir. Emel-
lerine ulaşabilmek için de ilk iş olarak Avrupalı devletlerle, kendisine hareket ser-
bestliği tanıyacak gizli anlaşmalar yapmıştır69. 1911’de Fas krizinin baş göstermesi
İtalya’yı cesaretlendirmiştir70. Nihayet 28 Eylül 1911’de İtalya Osmanlı Devleti’ne
bir nota göndererek; Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp ve Bingazi’nin ilerlemesi
için hiçbir şey yapmadığı, bu bölgenin İtalya kıyılarına yakınlığı nedeniyle kendisi
için hayati önem taşıdığı, bölgeye medeniyet götürülmesinin zorunlu olduğu, fakat
Osmanlı Devleti’nin İtalya’nın görüş ve fikirlerine değer vermediğinden dolayı
işgalin kaçınılmaz hale geldiğini belirtmiştir71.
Osmanlı Devleti’nin bu oldu-bittiyi kabul etmeyeceğini bildirmesine rağmen
İtalya, 29 Eylül 1911’de Osmanlı Devletine savaş ilan etmiştir. Osmanlı Devleti
savaşa kötü şatlar altında girmiştir. Öncelikle İtalya’nın Trablusgarp’a bir askeri
harekât yapacağına ihtimal verilmediğinden hazırlık yapılmamıştır. Bunun yanın-
da o günlerde Osmanlı Devleti’nin Arnavutluk, Makedonya ve Yemen gibi bölge-
lerde isyanlarla uğraşması ve bu bölgelere asker gönderme mecburiyeti, bölgeye
asker göndermek şöyle dursun Trablusgarp’ta bulunan bir kısım birliklerin de
başka bölgelere kaydırılmasına neden olmuştur. Nitekim işgalden birkaç ay önce-
sinde bile Trablusgarp’tan birlikler başka bölgelere gönderilmiştir72. Oysa II. Ab-
68 Garassi bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Niçin Trablusgarp? Sorusunun cevabı çok basit olabi-
lir. İtalya sömürgelere sahip olmak istiyordu ve Trablusgarp’da Afrika’da hala fethedilebilecek
çok az topraktan biriydi.” Bkz. Fabio L. Grassi, “Niçin Trablusgarp? İtalyan Çıkarması Ardındaki
Siyaset ve Kültür”, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları
Bildiriler(16-18 Mayıs 2011), Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi I. Uluslararası Tarih Sempoz-
yumu, Haz. Mehmet Ersan – Nuri Karakaş, TTK Yayınları, Ankara 2013, s. 37.
69 Hale Şıvgın, “Trablusgarp Savaşı”, Türkler Ansiklopedisi, C. 13, Yeni Türkiye Yayınları, Anka-
ra, 2002, s. 492-493.
70 Grassi, a.g.ma, s. 39.
71 Şıvgın, a.g.ma, s. 498; Ayrıca Trablusgarp Savaşı kronolojisi ve savaşta bulunan komutanlarla
ilgili bkz. Trablusgarp Savaşı ve Türk Subayları, Haz. Orhan Koloğlu, Basın Yayın Genel Mü-
dürlüğü, Ankara 1979.
72 Rifat Uçarol, Siyasi Tarih (1789-2001), Der Yayınları, İstanbul, 2008, s. 499; Bölgedeki birlikle-
rin Seyyid İdris ve İmam Yahya isyanlarını bastırmak için Yemen’e kaydırılmasında Almanya’nın
İtalya ile olan gizli anlaşmaları etkili olmuştur. Nitekim Almanlar, İtalyanlara söz verdikleri yar-
283
dülhamid 20. yüzyılın başlarından itibaren İtalya’nın bölgeye olan ilgisini fark
etmiş, Trablusgarp’a dirayetli subaylar göndermenin ve silahlandırmanın yanında,
Bingazi ve iç kesimlerde güçlü bir pozisyona sahip olan Senûsîleri73 de silahlan-
dırmıştır. Ancak, II. Abdülhamid’in iktidarı sonrasında Osmanlı yöneticilerinin,
bütün uyarılara rağmen bölgede bulunan birlikleri Yemen’e kaydırmaları, silah ve
mühimmatın İstanbul’a getirilmesi bölge savunmasını önemli ölçüde zaafa uğrat-
mıştır74. Osmanlı Devleti’nin işgale karşı İngiltere’nin Mısır yolunu kapatması,
İtalya’nın ise Ege Denizi’ni ablukaya almasından dolayı karadan ve denizden yar-
dım gönderilememiştir. Nitekim İtalyanlara karşı bölgeye gönderilen yardım, Mısır
ve Tunus üzerinden gizli olarak gönderilen bir kısım silah ve askerden ibaret kal-
mıştır. Bölgeye gizli olarak giden bir kısım genç Osmanlı Subayları ile bölge hal-
kından oluşturulan milis kuvvetler (özellikle Senusîlerin önemli katkıları olmuş-
tur) İtalyanlara karşı direnişi gerçekleştiren yegâne kuvvetler olmuştur. İtalyanlar
bölgeyi kısa sürede ele geçirebileceklerini düşünürlerken Derne, Tobruk, Bingazi
gibi kıyı şehirlerini ele geçirmekten öte bir başarı sağlayamamışlardır. İtalya, Os-
manlı Devleti’ni barışa mecbur bırakmak için bu kez Büyük Devletleri araya soka-
rak Osmanlı üzerinde baskı oluşturmak, Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’u
ulaşmak gibi yöntemlerden sonuç alamayınca75, nihayet 1912 yılının Nisan ve
dımı şu şekilde yerine getirmişlerdir. Yemen isyanında bölgeye yeni birliklerin sevk edilmesi ge-
reği ortaya çıkınca Türk Ordusu’nun ıslahı için görevlendirilen Alman askeri uzmanlar bölgeye
Trablusgarp’ta bulunan 42. fırkanın birliklerinin bir kısmının gönderilmesi tavsiyesinde bulunarak
işgali kolaylaştırmıştır. Bkz. İsrafil Kurtcephe, Türk-İtalyan İlişkileri (1911-1916), TTK Yayın-
ları, Ankara 1995, s. 258; Aynı kanaati paylaşan Öztuna; “Buradaki tümeni Yemen’e sevk eden ve
Libya’ya yeni bir umumi vali tayin etmeyen hükümet, gaflet ve ihanetin birbirine çok yaklaştığı
durumda idi” demektedir. Bkz. Yılmaz Öztuna, Avrupa Türkiyesi’ni Kaybımız Rumelinin El-
den Çıkışı, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul 2006, s. 73; Kurşun, Osmanlı yöneticilerinin as-
lında bölgenin İtalyan tehdidi altında olduğunu bildiklerini, 1911 yılının başından itibaren bir ta-
rafta Arnavutluk, diğer tarafta Yemen isyanlarıyla boğuşan Osmanlı Devleti’nin yaklaşan tehdidi
engelleyebilmek için geri çekilen birliklerin yerine ek bir askeri birliğin oluşturulmasına ve bölge-
ye cephane sevk edilmesine karar verdiğini söylemektedir. Hatta aynı yılın Eylül ayı içerisinde
Derne vapuru ile Trablusgarp’a mavzer tipi tüfek ve askeri mühimmat ulaştırıldığı bilgisini ver-
mektedir. Bu ulaşan silahların yerine ulaştığı ve halka dağıtıldığından bahseder. Bkz. Zekeriya
Kurşun, “Trablusgarp Savaşı’nın Osmanlı Devleti’nin Mukadderatındaki Yeri”, Osmanlı Devle-
ti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşlarının Yeri (16-18 Mayıs
2011/İzmir), TTK Yayınları, Ankara 2013, s. 9.
73 Trablusgarp Savaşı’nda Senûsîlerin faaliyetleri ile ilgili bkz. Ahmet Kavas, “Trablusgarp Savaşı:
Osmanlı Senûsiye Hareketi İle Müşterek Savaş”, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trab-
lusgarp ve Balkan Savaşları Bildiriler(16-18 Mayıs 2011), Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
I. Uluslararası Tarih Sempozyumu, Haz. Mehmet Ersan – Nuri Karakaş, TTK Yayınları, Ankara
2013, s. 49-75.
74 Dursun Yalçın, Azmi Süslü vd., Türkiye Cumhuriyeti Tarihi - I, Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları, Ankara 200, s. 54.
75 İtalya’nın Osmanlı Devleti’ni barışa mecbur bırakmak için uyguladığı yöntemler arasında Osmanlı
Devleti’nin sahil şeridinde bulunan kentleri bombardımana tabi tutmak da yer almaktadır. Nitekim
İtalya Trablusgarp’ta istediği başarıya ulaşamayınca muharebeyi Ege Adaları ve Anadolu sahille-
rine kaydırmaya çalışmıştır. Bu konuda ayrıntılı bir çalışma için bkz. Günver Güneş; Aysun Sarı-
284
Mayıs aylarında Oniki Adayı işgal etmiştir. İşgale karşı Osmanlı Devleti, toprakla-
rında bulunan bütün İtalyan’ları sınır dışı etmiştir. Avusturya ise İtalya’nın daha
önce aralarında yaptıkları Üçlü İttifak’a aykırı davranmasından dolayı bu işgale
şiddetle karşı çıkmıştır. İtalyanların bütün girişimlerine rağmen Trablusgarp ve
Bingazi’de bir türlü işgali tam olarak gerçekleştirememiştir. Fakat buna rağmen
Osmanlı Devleti’nin içte İttihatçı-İtilafçı kavgası, dışta Rusya’nın Boğazların açıl-
masına yönelik baskıları, İtalyan saldırılarını fırsat bilen Balkan Devletleri’nin
Osmanlı Devleti’ne karşı birleşmeleri, İtalya ile anlaşma masasına oturmayı mec-
bur kılmıştır76.
Nihayet Osmanlı Devleti ile İtalya arasında anlaşma, 18 Ekim 1912’de İsviç-
re’de Uşi (Ouchy) de imzalanmıştır. Bu anlaşma bir esas barış antlaşması ile bazı
gizli maddelerden oluşmuştur. Anlaşmaya göre Osmanlı Devleti Trablusgarp’ı İtal-
ya’ya bırakmıştır. Böylece Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’daki son toprak parça-
sı da elinden çıkmıştır. Oniki Ada ise Balkan Savaşı patlak verdiğinden dolayı Yu-
nanistan’ın işgal tehdidine karşı, geçici olarak İtalya’ya bırakılmak zorunda kalın-
mıştır. Antlaşmanın en ilgi çeken maddelerinden birisi de, Osmanlı Padişahı’nın
aynı zamanda İslam Halifesi olduğundan “Naib’üs-Sultan” ünvanı taşıyan bir tem-
silcisinin Trablusgarp’ta bulunacağı ve dini yetkileri dışında siyasi yetkilerinin
bulunmayacağıdır. Bu maddeden anlaşıldığı kadarıyla Osmanlı Devleti bölgeden
siyasi olarak çekilmiş olsa dahi, bölge ile olan bağlarını devam ettirmek istemekte-
dir. Antlaşmada yer alan ilginç maddelerden birisi de, İtalya’nın kapitülasyonların
kaldırılması konusunda Osmanlı Devletine yardım edeceğini vaat etmesidir77.
Ancak Osmanlı Devleti’nin kayıpları Tarablusgarp ve Bingazi’den ibaret
kalmayacak, aynı günlerde bu kez devletin başka bir coğrafyası, Balkan Savaşla-
rında paylaşılacaktır.
78 Osmanlı Devletine karşı Balkan Devletlerinin oluşturduğu ilk ittifak 1866-1868 yılları arasında
gerçekleşmiştir. Bu ittifakta Osmanlıya bağlı durumda olmasına rağmen muhtariyetlerini elde et-
miş olan Sırbistan, Karadağ ve Romanya ile bağımsız tek Balkan devleti durumunda olan Yuna-
nistan’ın ittifakı söz konusudur. Ayrıca bu dönemde bir devlet teşekkülüne sahip olmamalarına
rağmen Bulgarlar, Sırbistan ile Bulgar Gizli Merkezi Komitesi aracılığıyla ittifaka gitmişlerdir. Bu
konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Selim Aslantaş, “Birinci Balkan İttifakı 1866-1868”, Anka-
ra Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, C. 52, S. 2, Y. 2012, s.181-198.
79 Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, s. 289-290.
80 Sina Akşin Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşları arasındaki ilişkiye değindiği makalesinde,
“Trablusgarp Savaşı olmasaydı Rusya ne kadar uğraşsa da o sırada belki de bir Balkan ittifakı sağ-
layamazdı. Balkan savaşları da olmazdı. Osmanlı Devleti’nin İtalya ile savaşta olması, olağanüstü
bir fırsatı ve bu fırsat uğruna Rusya’nın da itelemesiyle Balkan devletleri arasındaki geçimsizlik
ve negreti bir süre için kenara koymayı kabul ettiler.” denektedir. O halde Balkanlarda Osmanlıya
karşı bir ittifakın ortaya çıkmasında Trablusgarp Savaşının etkisi vardır. Bkz. Sina Akşin’den ak-
taran Necdet Hayta; Togay Seçkin Birbudak, Balkan Savaşlarında Edirne, Genekurmay Bası-
mevi, Ankara 2010, s. 5, dipnot 17.
81
“Hariciye Nazırı Rıfat Paşa Osmanlı Devleti’nin Balkan Birliğine katılımı konusuna mesafeli ve
biraz da kibirli yaklaşıyordu. Ona göre, Küçük Balkan devletleri Babıâli’yle ittifak yapmak isti-
yorlarsa, öneri getirmeleri halinde bunları gözden geçirebilirlerdi. Ama bir büyük gücün konumu-
na yakışmayacağı için kendileri böyle bir girişimde bulunamazlardı. Babıâli Balkanlarda sadece,
Büyük Bulgaristan hayaline karşı çıkan Romanya ile güvenli ilişkiler kurmak isterdi.”. Bkz. Sacit
Kutlu, “Balkan Savaşları Öncesi Büyük Güçlerin ve Bölge Devletlerinin İttifak Hesapları”, 100.
Yılında Balkan Savaşları (1912-1913) İhtilaflı Duruşlar, C. I, TTK Yayınları, Ankara 2014, s.
189.
286
çevreleyecek bir kuvvet meydana getirilecektir82. Bu açıdan Rus politikaları Bal-
kan ittifakını bizzat inşa etmiştir.
Rusya’nın bu çabaları kısa sürede meyvesini vermiştir. Henüz Trablusgarp
Savaşı’nın başlamasından birkaç gün sonra, 2 Ekim 1911’de, Rusya’nın Sofya elçisi
Nekliudov, Neratov’a göndermiş olduğu telgrafta, Bulgar Hükümeti’nin, Balkanla-
rın paylaşılmasında Sırbistan’la anlaşma arzusunda olduğunu, böyle bir anlaşma-
nın arkasından bir savaşı getirebileceğinden, Rus Dışişleri’nin görüşünü sormuş-
tur. Rusya’nın Belgrat elçisi Panslavist Hartwing ise böyle bir anlaşmanın zuhu-
runda Sırbistan’ın Rusya’nın kontrolü dışında hareket edemeyeceğini belirtmiştir.
Daha sonra yapılan Bulgar – Sırp görüşmelerinin yöneticisi olan, Hartwing’e göre
Slavlar birleşip Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarını paylaşmalı ve Rusya ise
Boğazları ele geçirmelidir. Rusya’nın doğrudan müdahale ettiği bu ilk ittifak giri-
şimi 11 Ekim 1911’de Bulgaristan Başbakanı Geşof ile Sırbistan Başbakanı Milova-
noviç’in görüşmeleriyle resmi bir hüviyet kazanmaya başlamıştır. Nitekim yapılan
görüşme sonrasında oluşması planlanan Sırp-Bulgar ittifakının esasları belirlen-
miştir. Buna göre Bulgaristan ve Sırbistan’a karşı yapılacak herhangi bir saldırı
durumunda ortak savunma yapacaklardır. Herhangi bir devletin eski Sırbistan ve
Makedonya bölgelerini ele geçirme teşebbüslerine karşı koyma ve Makedonya ve
Eski Sırbistan bölgelerini kurtarmak için ise gerektiğinde Osmanlı Devletine karşı
82 Balkan Harbi (1912-1913), C. I. S. 44-45; Bu dönemde Rusya üç çeşit politika izlemiştir. Bun-
lardan birincisi Boğazları Rus savaş gemilerine açtırmak, ikincisi Osmanlı Devleti ile Sırbistan ve
Bulgaristan arasındaki sorunları hallederek, Slav devletleri ile Osmanlı birleştirmek ve bu sayede
bütün Balkanları Rusya’nın nüfuzu altına sokmak. Üçüncüsü ise Balkan devletleri arasında bir itti-
fak tanzim ederek Rusya’nın kanatları altında Osmanlı Devletine karşı birleştirmek olmuştur. İlk
ikisi akamete uğrasa da üçüncüsü hayata geçirilebilmiştir. Bkz. Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî
Tarihi (1789-1914), 2. Baskı, TTK Yayınları, Ankara 1999, s. 654; Balkan devletleri arasında ku-
rulan ittifakın Rusya’nın ürünü olduğunu ifade eden ve Rusya’nın bu ittifaklar aracılığıyla Balkan
devletlerini kendisine bağlı kıldığını söyleyen Henry Nivet, “Fakat bu günkü savaş Rusya’nın bağ-
lısı kıldı; çünkü bu savaşı çıkaran Rusya’nın kendisiydi. Savaş ilan edildiğinde Avrupa’nın önemli
gazeteleri ve özellikle Tan gazetesi: Rusya tarafından hazırlanan ve mühürlenen Balkan hükümeti
ittifakının 1912 Mayıs’ından itibaren bir emrivaki olduğunu itiraf etmekten sakınmadılar. Ünü
dünyaca bilinen Rus diplomatı İzoveîski’nin gözetimi altında olarak, Balkan delegeleri müzakere-
lerde bulundular ve hatta Rumeli’nin paylaşılması konusunda da uyuştular. Artık o dönemden baş-
layarak savaş kararlaştırılmış olduğundan, Devlet-i Aliyye, isterse Müttefiklerin isteklerinden bü-
yük bölümünü yerine getirmiş olsaydı bile, yine bu savaş kesin olarak ortaya çıkacaktı.” demekte-
dir. O halde balkan ittifakının kurulmasında en önemli rolü Rusya üstlenmiştir. Bkz. Henry Nivet,
Balkan Haçlı Seferlerinde Avrupa Siyaseti ve Türklerin Felaketi, Özgü Yayınları, İstanbul
2011, s. 17-18; Balkan ittifakının Rusya’nın marifeti olduğuna dair bir başka değerlendirmede
şöyledir: ““Bulgarların Müslümanlara karşı ezeli bir düşmanlığı vardı. Yalnız başına ne yapacak-
tı? İttifak lazımdı. Fakat Sırpların Bulgarlarla savaşması nedeniyle aralarında zıtlaşma mevcutken,
bunlar nasıl birleşerek anlaşacaklardı? Rumlarla Bulgarların da ulusal mücadelesi her saat yoğun-
laştığı halde nasfi birlikte hareket edecek ve yardımlaşacaklardı? İslamiyet'in ve Osmanlı İmpara-
torluğunun mahvı için son derece gayretle çalışan ve Slavların tek koruyucusu olan Ruslar, bu
amacın Oncusu oldu. Bu lanetli ittifakı vücuda getirdi.” Bkz. H. Cemal, Tekrar Başımıza Gelen-
ler, Çev. Murat Çulcu, Kastaş AŞ Yayınlar, İstanbul 1991, s. 13.
287
koyma esasları belirlenmiştir. Bu esaslar çerçevesinde bir ittifak anlaşmasının
oluşturulabilmesi için görüşmeler birkaç ay sürmüştür. Naratov, Nekliudov ve
Hartwing aktif olarak görüşmelere katılmışlar ve taraflar arasında uzlaşıyı sağla-
maya çalışmışlardır83. Bu arada Rusya’nın girişimleri gelecekte gerçekleşecek olan
Balkan ittifakının da habercisi gibidir. Veliaht Boris’in reşit olmasını kutlamak
üzere, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ’ın veliahtları, ülkelerinin önde gelen siya-
setçilerinin refakatinde, 2 Şubat 1912’de Sofya’da toplanmışlardır84. Bulgaristan
ve Sırbistan arasında yapılan görüşmelerin en önemli maddesi Makedonya’nın
durumunun ne olacağıdır. Bulgaristan, Makedonya’nın özerkliğini savunurken
(daha sonra tamamını alabilmek için), Sırbistan iki tarafa düşecek payların hemen
belirlenmesi gerektiğini savunmuştur. Sonuçta Sırbistan’ın görüşü kabul edilmiş-
tir85. 13 Mart 1912’de86 imzalanan bu anlaşma hem Avusturya-Macaristan İmpara-
torluğu hem de Osmanlı Devletine karşı askeri işbirliğini ve Makedonya’nın iki
devlet arasında paylaşılmasını ön görmektedir. Bu anlaşmayla Sırbistan Bulgaris-
tan’ın Trakya’daki çıkarlarını tanırken, Bulgaristan’da Sırbistan’ın Kosova ve Ar-
navutluk’taki çıkarlarını tanımıştır87. Bulgaristan ile Sırbistan arasında yapılan
İttifak anlaşması Rusya’nın desteğiyle yeni ittifak anlaşmalarının yapılmasına da
zemin oluşturmuştur.
Sırbistan ile Bulgaristan arasında henüz anlaşmaya varılmadan bu kez 16
Ekim 1911’de Yunanistan ve Bulgaristan arasında görüşmeler başlamıştır88. Bul-
garistan ve Yunanistan arasındaki ittifak girişimleri ise Venizelos’un isteği üzerine
1910’da başlamış fakat bir sonuç elde edilememiştir. Trablusgarp Savaşı’nın baş-
laması üzerine başlayan ittifak görüşmeleri Makedonya üzerinde bir anlaşmaya
varılmadığından sürüncemede kalmış89, Ancak Rus Çar’ının önerisi üzerine yeni-
den başlayan görüşmeler 29 Mayıs 1912’de Sofya’da yapılan anlaşmayla sonuç-
90
Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, s. 293-294; Armaoğlu, a.e., s. 659; Hall, a.e., s. 16-17. Hayta;
Birbudak, a.e., s. 6-7.
91 Kutlu, a.e., s. 196; Richard C. Hall Karadağlıların Bulgarlarla Ağustos 1912’de, Sırplarla ise 27
Eylül 1912’de anlaşma yaptığını belirtmektedir. Bkz. Hall, a.e., s. 17.
92 Balkan Devletlerinin aralarında yapmış oldukları ittifak anlaşmalarının tam metinleri için bkz.
Balkan Harbi (1912-1913), C. I, s.261-273.
93 Halaçoğlu, a.e., s. 534.
94 Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, s. 296.
289
Trablusgarp’ta İtalyanlarla mücadelenin devam ettiği, Balkanlarda ise Os-
manlı devletine karşı ittifak hazırlıklarının yapıldığı bu dönemde, Hürriyet ve İtilaf
Fırkası’nın kurulması ve İttihat Terakki muhaliflerini aynı çatı altında toplaması,
Osmanlı Devleti’nin zaten zor olan şartlarını daha da zorlaştırmıştır95. Bu kez de
bütün sorunlar yetmezmiş gibi fırkacılık sorunu ortaya çıkmıştır. İttihat ve Terak-
ki’nin orduyu siyasete bulaştırdığı iddiasıyla ortaya çıkan Halaskarân-ı Zabitan ise
siyasetin merkezinde yer almıştır96. Henüz Hürriyet ve İtilaf Fırkası kurulmadan,
İtalya’nın Osmanlı Devletine savaş ilanı, Osmanlı kamuoyunda büyük bir infial
yaratmış; İtalya’ya karşı izlediği politikadan dolayı ağır eleştirilere hedef olan
Hakkı Paşa Kabinesi istifa etmiş, yerine Said Paşa kabinesi kurulmuştur97. Said
Paşa kabinesinin kurulduğu günlerde Balkanlarda Osmanlıya karşı oluşmaya baş-
layan ittifaktan bîhaber İtilafçılar, Osmanlıcılık düşüncesinin bir tezahürü olarak
kuracakları yeni parti içinde azınlıklara98 görevler vermeye çalışmaktadırlar. Oysa
Balkan Devletleri ile ünsiyet bağları olan azınlıklar (Rum ve Bulgarlar) bu konuda
pekte hevesli olmamışlardır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın kurulması ile birlikte
İttihatçılar ile İtilafçılar arasındaki çatışma o raddeye gelmiştir ki, devletin bir
savaşın içerisinde bile olması siyasi rekabete engel olamamıştır. Halil Menteşe o
günlerde İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf arasındaki münasebetleri şöyle
95 İttihat ve Terakki Fırkasına karşı en güçlü muhalefet partisi Hürriyet ve İtilaf Fırkası olmuştur.
Fırka Osmanlı Devleti açısından son derece sıkıntılı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Fırka’nın kuru-
luşu İtalyan’ların Trablusgarp’a saldırmasından on gün önce kurulmuştu. İttihat ve Terakki muha-
liflerinin içinde örgütlendiği Fırka resmi olarak 21 Kasım 1911’de kuruldu. Bkz. Tunaya, Türki-
ye’de Siyasal Partiler, C.1, s. 368; Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın kuruluş süreci ile ilgili bkz. Rıza
Nur, Hürriyet ve İtilâf Fırkası Nasıl Doğdu? Nasıl Öldü?, Kitabevi, İstanbul 1996, s. 19-25.
96 Said Halim Paşa Buhranlarımız adlı eserde Balkan Harbi öncesindeki durumu şu şekilde aktar-
maktadır: “Bulgar, Yunan, Sırp ve Karadağ devletlerinin birleşerek bizden toprak almak hırsı ile
giriştikleri savaş. Bu sırada Trablusgarp Harbi ile meşguldük ve dâhili vaziyet karışıktı. Partiler
birbirine düşmüş, ordu siyasete bulaşmıştı.” Bkz. Said Halim Paşa, Buhranlarımız, Bas. Haz.
Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, s. 244.
97 II. Abdülhamid döneminde yedi defa sadrazamlık yapan Meclis-i a’yân başkanı Said Paşa (Kü-
çük) sekizinci defa sadarete getirilmiştir. Bkz. Cevdet Küçük, “Mehmed V”, DİA, İstanbul 2013,
s. 419; İsrafil Kurtcephe, “Osmanlı Parlamentosu ve Türk-İtalyan Savaşı (1911-1912), OTAM, S.
4, Y. 1993, s. 235-236.
98 Rıza Nur Rumların tutumunu şu şekilde anlatmaktadır: “Hürriyet ve İtilaf Fırkasının ‘Rum Meşru-
tiyet Kulübü” ile münasebeti vardı. Bu kulüp fırkanın mesaisine iştirak ediyordu. B,z bu kulübü,
ismini dahi kaldırarak tamamiyle fırkaya kalb etmek fikrinde idik. Rumlar, intidâları bu fikrimize
mümâşaat etmiş iken ve biz de onlarla yaptığımız îtilafnâme şartları mucibince, inanarak fırkanın
merkez-i umumî azalarından iki yer boş bırakıp oraya, onlardan iki aza koyacak iken bilâhare
gelmeyip çekilmişlerdi. Rumlar mesaimizde bize yardım ediyorlardı. Fakat ne kendi teşkilatlarını
bozuyor ve ne tamamiyle bize karışıyorlardı. Bir çok intizârdan sonra gelmeyecekleri anlaşılmış
ve yerlerine iki Müslüman aza tayinine teşebbüs edilmiştir.” Bu ifadeler Balkanlarda ittifak
rüzgârlarının estiği bir dönemde bunun farkına varamayan Osmanlı münevverinin bir kanıtıdır.
Bkz. Rıza Nur, Hürriyet ve İtilâf Fırkası Nasıl Doğdu? Nasıl Öldü?, s. 39; Halil Menteşe Hür-
riyet ve İtilafçıları bu tutumlarından dolayı eleştirmektedir. Bkz. Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi
Halil Menteşe’nin Anıları, Yayın Kurulu: Orhan Birgit; Ferit Edgü vd., Giriş İsmail Arar, Hürri-
yet Vakfı Yayınları, İstanbul 1986, s. 145.
290
aktarmaktadır: “İhtiras, Meclis-i Meb’usan sahnesini o derece istila etmişti ki, İtal-
yanlar payitahtın kapısını topa tutarken muhalifler ekseriyet fırkasile hükümet
sandalyalarını taksim ile meşgul idiler. Ekseriyet zaaf gösterdikçe onların hücumu
artıyordu.”99
Balkan Harbi öncesinde sık sık yaşanan hükümet bunalımları, Halaskarân-ı
Zabitân hareketi, İttihatçı – İtilafçı çatışması hükümetlerin kurulup yıkılmasına
neden olmuştur. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın önemli simalarından Rıza Nur, yaşa-
nan hadiseleri anılarında şu şekilde aktarmaktadır: “Nazır Paşa’yı ben 31 Martta
denemiş öğrenmiştim. Ondan pek hayır beklediğim yoktu. Kamil Paşa’nın da ne
ahmak turşu olduğunu iş üstünde görmüştüm. Gazi Muhtar kabine reisi idi.
…meğerse onun dimağı da turşulaşmış. Sebahattin önce ‘Bu bunaklar olmaz. Yeri-
ne biz geçmeliyiz’ diyor, bana Dâhiliye Nazırlığını veriyordu. …Kamil Paşa ne yaptı,
Gazi’nin altına manivela koyup kaydırdı, yerine geçti. Bu sefer Nazım Paşa, Kamil
Paşa’yı atıp yerine geçmeye çalışmaya başladı.”100 Rıza Nur’un da aktardığı şekilde,
sonu gelmez ihtiraslar, entrikalar ve siyasi mücadelelerin devam ettiği bir dönem
yaşanmaktadır. Osmanlı siyasetçileri, bir taraftan Trablusgarp’ta savaş devam
ederken, diğer tarafta Osmanlı Devletine karşı oluşan Balkan ittifakının, kendi
aralarındaki çekişmeden dolayı, farkına bile varamamışlardır. İstanbul’da siyasi
çatışmalar bu hava içinde sürüp giderken Osmanlı Devleti’nin birçok bölgesinde
ayaklanmalarda birbirini takip etmiştir. Katolik Arnavutlar Avusturya’nın teşvikiy-
le isyan ederken, Yemen’de, Havran’da isyanlar vardır. Makedonya’da ise çeteler
yeniden harekete geçmiş101 Osmanlı Devleti birçok sorunla aynı anda uğraşmak
zorunda kalmıştır.
Bütün bu karmaşa içerisinde Osmanlı idarecileri yaklaşan tehlikenin farkına
varamamışlardır. Bitmek tükenmek bilmeyen siyasi tartışmalar içinde Balkanlarda
oluşan ittifakı fark edememişlerdir. Bu dönemde Osmanlı siyasetçisinin yaklaşan
tehdidi fark edemeyişine iki örnek verilebilir. Said Paşa sadarette bulunduğu dö-
nemde Temmuz başlarında mecliste yaptığı bir konuşmada şöyle demektedir:
“Mösyö Venizelos memleketi tehlikeye sokmamaya, tersine olarak Yunanistan’ı
barışın devamından faydalandırmaya çalışmaktadır. Avusturya ve Balkan memle-
ketlerine gelince her biri ile ilişkilerimiz, suret-i halisane de cereyan etmekte-
dir”102 Said Paşa’nın bu ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla açık bir şekilde İttifak-
tan habersizdir. Aynı kabinenin Hariciye Nazırı, Osmanlı’nın dış politikasının ba-
şında bulunan kişi olan Asım Bey ise, Meclis konuşmasında, Osmanlı Devleti’nin
Balkan hükümetleri ile olan münasebetini şu şekilde izah eder: “Şu Trablusgarp
Savaşı esnasında dahi Balkan hükümetleriyle olan münasebetimiz pek samimidir.
103 Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, s. 297; Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler,
Kaynak Yayınları, İstanbul 200, s. 382.
104
“Sırb Bulgar Münasebetleri”, Tanin, 19 Haziran 1911 (6 Haziran 1327), Nu. 1005-29, s. 4.
105 Babanzâde İsmail Hakkı, “Romanya ve Biz”, Tanin, 28 Temmuz 1911 (15 Temmuz 1327), Nu.
1043, s. 1.
106 Osmanlı Belgelerinde Balkan Savaşları – I, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, İstanbul 2013, s.
50.
107 Rıfat Uçarol, “Balkan Savaşı Öncesinde Terhis Olayı ve Seferberlik İlanı Sorunu”, Dördüncü
Askeri Tarih Semineri Bildiriler, Genelkurmay Basım Evi, Ankara 1989, s. 259.
108 Birinci, a.e., s. 78.
292
leri de Osmanlı Devleti’ne karşı savaş hazırlığına girişmişlerdir. Arnavutluk isyanı
yeniden alevlendiği bu dönemde, isyanı bastırmakla görevli ordu içindeki bir grup
subay vaktiyle İttihatçıların yaptığı gibi silahlarıyla dağa çıkarak isyan etmiştir.
Kendilerine “Halaskar Zabitan” adını veren bu grup İstanbul'daki temsilcileri vası-
tasıyla hükümete bir muhtıra vermiş, meclisin feshi ve Kamil Paşa başkanlığında
tarafsız bir hükümetin kurulmasını, aksi takdirde yönetime el konulacağını ifade
etmişlerdir. Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa 9 Temmuz’da hemen istifa etmiş,
onu diğer nazırlar takip edince Said Paşa meclisten güvenoyu almasına rağmen 16
Temmuz 1912’de istifa etmiştir109. Said Paşa kabinesinin istifası meclisteki tansi-
yonun yükselmesine ve bir bunalımın ortaya çıkmasına neden olmuştur110. Sultan
Reşad önce Sadârete Ahmed Tevfik Paşa’yı111 getirmeyi düşündüyse de Ahmed
Tevfik Paşa, mevcut meclis feshedilmeden görevi kabul edemeyeceğini bildirmiş-
tir. Bu sırada bazı askeri şura üyeleri padişahı ziyaret ederek askerde disiplin kal-
madığını, Arnavutluk isyanının giderek büyüdüğünü, Halaskâran meselesinin ciddi
boyutlara ulaştığını bildirip acele tedbir alınmasını istemişler, Padişah da ertesi
gün orduya hitaben bir beyanname112 yayımlamıştır. Burada tecrübeli ve tarafsız
kişilerden yeni bir hükümet kurulacağını açıklamıştır. Anayasaya ve saltanat hu-
kukuna aykırı taleplerde bulunan bazı subayların politika ile uğraşmaktan vaz-
geçmeleri gerektiğini, askerlikle bağdaşmayan bu gibi davranışların ihanet sayıla-
cağını belirtmiştir. Padişah, ilk defa parlamenter sisteme uygun olarak hükümet
bunalımını çözmek için ilgili kişilerle görüşmelere başlamış, Kamil Paşa ile Gazi
Ahmed Muhtar Paşa’nın isimleri ortaya çıkmış, daha çok Kamil Paşa üzerinde du-
rulmaktayken çeşitli kimselerin fikri alınarak nihayet asker üzerindeki nüfuzun-
109 Küçük, a.g.ma, s. 420; Uçarol, a.e., s. 260-261; Uçarol, a.e., s. 533-534; Andonyan, Said Paşa
Hükümeti’nin 4 Temmuzda istifa ettiğini söylemektedir. Bkz. Aram Andonyan, Balkan Savaşı,
Çev. Zaven Biberyan, Aras Yayıncılık, İstanbul 2002, s. 189; Said Paşa’nın Sadrazamlıktan istifa-
sı ile ilgili bir hatırasını paylaşan Ali Fuad Türkgeldi, “Said Paşa sadaretten istifasından birkaç
gün sonra Zât-ı şâhâneyi ziyarete gelip Padişah kendisine ‘Paşa, size emniyetleri vardır; niçin isti-
fa ettiniz?’ diye sorması üzerine başını önüne eğerek bir müddet düşündükten sonra ‘Onların bana
emniyetleri var ama benim onlara emniyetim yoktu’ demiş olduğunu avdetinden sonra Sultan Re-
şad bana hikâye eyledi.” bu dönemde meclisteki durumu ortaya koymaktadır. Bkz. Türkgeldi, a.e.,
s. 55.
110 Tanin gazetesinin başmakalesinde Said Paşa kabinesinin istifası sonrasında ortaya çıkan buhran
tehlikeli görülmekte ve biran evvel yeni bir kabinenin kurulması gerektiği belirtilmekteydi. Bkz.
“Buhrân-ı Hazıranın Zararları”, Tanîn, 21 Temmuz 1912 (8 Temmuz 1328), N. 1399, s. 1.
111 O dönemde Londra Sefiri vazifesinde olan Tevfik Paşa’ya Hariciye Nezareti tarafından İstanbul’a
gelmesi için haber gönderilmiş, bizzat Padişah tarafından kendisine Sadrazamlık teklif edilmesine
rağmen bunu kabul etmemiştir. Bunun üzerine Meclis-i Ayân Reisi Ahmed Muhtar Paşa kabineyi
kurmakla görevlendirilmiştir. Bkz. “Yeni Kabine”, İktihâm, 22 Temmuz 1912 (9 Temmuz 1328),
N. 148, s. 1.
112 Sultan Mehmed Reşad’ın ismiyle yayınlanan beyanname Selamlık resm-i âlisinde hazır bulunan
yüz elli kadar ümerâ ve zabitân merasim-i mahsusa ile mezkur beyannâme istima’edilmiştir. bkz.
“Beyannâme-i Hümayûn”, Tanîn, 20 Temmuz 1912 (7 Temmuz 1328), N. 1398, s. 1; “Be-
yannâme-i Hümayûn”, İktihâm, 20 Temmuz 1912 (7 Temmuz 1328), N. 146, s. 1.
293
dan dolayı orduya bir düzen verebileceği ümidiyle Gazi Ahmed Muhtar Paşa sâda-
rete getirilmiştir113. Ahmed Muhtar Paşa kabinesi 21 Temmuz 1912’de kurulmuş-
tur. Bu kurulan yeni kabinede Ahmet Muhtar Paşa ve Oğlu Mahmut Muhtar Pa-
şa’lar birlikte yer aldıklarından “Baba-Oğul Kabinesi”, ya da üç eski sadrazamın
görev almasından dolayı “Büyük Kabine” olarak anılmıştır114.
Ahmed Muhtar Paşa kabinesinin kurulduktan sonra yaptığı ilk icraatlardan
birisi 29 Temmuz 1912’de Sait Paşa Kabinesinin de almayı düşündüğü, fakat mu-
vaffak olamadığı bir kararı hayata geçirmek olmuştur. Hariciye Nazırı Gabriel No-
radunkyan Efendi’nin meclise, Rusya’nın Balkanlar’da sulh için kesin garanti ver-
diği yönünde ki teminatı da dikkate alınarak115 Balkanlarda bir harp çıksa dahi
Balkan topraklarında ki statükonun değiştirilmeyeceği yönündeki inançları ve yeni
uzlaşmacı politikalarının iyi niyet göstergesi olarak, her an savaşa girmeye hazır
iki ordudan 1908 girişli nizami erlerin terhisine ve bir kısım redif askerinin de
izinli olarak gönderilmesine karar verilmiştir116. Birçok eserde Osmanlı Devleti’nin
113 Küçük, a.g.ma, s. 420; Yeni kuralan kabinenin üyeleri için bkz. “Yeni Kabine”, İktihâm, 23
Temmuz 1912 (10 Temmuz 1328), N. 149, s. 1; Zekâ Mecmuası’nda Ahmed Muhtar Paşa kabine-
si “Yeni ve Büyük Kabinemiz” olarak tanıtılmıştır. Kabine üyeleri, 11Nazım Paşa, Cemaleddin
Efendi, Kamil Paşa, Mahmud Muhtar Paşa, Gazi Muhtar Paşa, Hüseyin Hami Paşa, Narodankyan
Efendi, Ziya Paşa, Damat Şerif Paşalardan oluşmaktadır. Bkz. Türkiye’nin Yeni Büyük Kabîne-
si”, Zekâ, 23 Temmuz 1328 (21 Şaban 1330) , Birinci Sene, N. 11; Bkz. Ek: 5.
114 Ahmad, İttihat ve Terakki, s. 137; Dönemin gazetelerinde yeni kurulan kabine için “Muhtar Paşa
- Kamil Paşa Kabinesi” ifadesi de kullanılıyordu. Bkz. “Muhtar Paşa – Kamil Paşa Kabînesi”, İk-
tihâm, 22 Temmuz 1912 (9 Temmuz 1328), N. 148, s. 1; Kabine kurma vazifesinin ilk olarak
Tevfik Paşa’ya verilmiş olmasına rağmen bunda bir muvaffaka ulaşılamaması nedeniyle Padişah
tarafından 21 Temmuz 1912’de Ahmed Muhtar Paşa’ya bu vazife verilmiştir. Bkz. “Buhran’ın
Nihayeti”, Tanin, Tanîn, 21 Temmuz 1912 (8 Temmuz 1328), N. 1399, s. 1.
115 Halaçoğlu, a.e., s. 14; Bekir Fikri, Noradunkyan’ın Balkan Harbi öncesinde kurulan kabinede
Hariciye Nazırı olmasını eleştirir. “Rusların besledikleri Taşnak ve Hınçak komitaları TÜRK-Rus
ilişkilerinin ayrı bir kundaklayısı idi. Bu adam, Ruslardan teminat aldığını belirterek, hükümetteki
gafil adamları aldatarak yetişmiş, eğitim görmüş yüz yirmi taburumuzu terhis etmiştir.” Bkz. Be-
kir Fikri, Balkanlarda Tedhiş ve Gerilla Grebene, Belge Yayınları, İstanbul 1976, s. XVI-XVII.
116 Ercan Uyanık; İrfan Davut Çam, Balkan Savaşlar’ında Osmanlı Devleti’nin Yenilgisinin Sebeple-
ri: Neden Münhezim Olduk”, 100. Yılında Balkan Savaşları (1912-1913) İhtilaflı Duruşlar, C.
I, TTK Yayınları, Ankara 2014, s. 593; Hayta; Birbudak, age, s. 10; Uçarol, agm, s. 266-267; Nu-
ri Yavuz, Türk Arşiv Belgelerine Göre Birinci Balkan Harbi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yay. Doktora Tezi, Ankara 1989, s. 58; Uçarol, Siyasi Tarih isimli kitabında bu sayıyı
65.000 olarak vermektedir. Bkz. Uçarol, age, s. 535; Balkan Savaşı öncesinde ordunun terhis
edilmesini değerlendiren Pier Loti; “Fransa dahi, düşmanlığın başlangıcında, onların toprak bütün-
lüklerini resmen teminat altına alan ve buna benzer sahte vaatlerle askeri hazırlıklarını sekteye uğ-
ratarak felaketlerini hazırlayan devletler arasındaydı. Herkesçe biliniyor ki Türkiye bu aldatıcı va-
atlere kanarak harbin ilanından az önce bütün bir askeri sınıfı terhis etmeye yanaşmıştı.” Osmanlı
ordusunun terhisini buna başlamaktadır. Bkz. Pier Loti, Can Çekişen Türkiye, Kesit Tanıtım, İs-
tanbul 2004, s. 54; Devrin şahitlerinden Tüccarzâze İbrahim Hilmi ise olayı şu şekilde değerlen-
dirmektedir: “Siyasi durumda bir tehlike görmüyor ve İtalya Harbi bahanesiyle toplanmış olan 60-
70 bin kişinin ve bilhassa 1908 ve 1909 tertip muvazzaf askerlerin bir anda terhisine karar veriyor.
Ne büyük bir gaflet!.. İtalyan Harbi münasebetiyle 1908 tertip askerler, 1911 senesinde terhis
edilmeyerek bir seneden beri silah altında tutulmaktaydı. 1912 senesi Eylül’ünde 1909 tertip as-
294
Balkan savaşlarında yenilgisinin en önemli sebeplerinden birisi olarak gösterilen
ordunun terhisi meselesi farklı bir açıdan bakmak gerektiği kanaatindeyiz. Nite-
kim Salim Aydın’ın da ifade ettiği gibi arşiv belgelerine yeteri kadar bakılmadan
yalnızca, hatıratlara bağlı kalarak, terhis olayının açıklandığı görülmektedir. Terhi-
sin savaş zamanlarında rutin bir uygulama olarak dahi yapıldığı unutulmuş, bu
konu, savaşın kaybedilme nedenlerinden birisi olarak birçok araştırma eserinde
yer almıştır117. Umumiyetle Trablusgarp harbinin zuhûru nedeniyle silâhaltına
alınmış olan birliklerin durumlarının kötülüğü, devlete ciddi bir maddi külfet ge-
tirmesi, sık sık isyana tevessül etmeleri gibi nedenlerin bölgede bulunan birliklerin
terhisine neden olduğu söylenebilir. Örnek oluşturması açısından Antalya havali-
sinden oluşturulup ve Yanya’ya gönderilmiş olan Antalya redif fırkasının durumu
gözden geçirilebilir. 3. Ordu Kumandanlığından, Osmanlı hükümetine gönderilen
tezkirede Yanya görevlendirilmiş olan Antalya redif fırkasında bulunan askerlerin
kötü şartlar altında yaşadıkları, hanlarda ve çadırlarda dağınık bir şekilde iskân
edildikleri ve gerekli askeri yardımlarında gelmemesi gibi nedenlerden dolayı
gerekli tedbirlerin alınması gerektiği iletilmiştir. Bir müddet sonra kötü şartların
bir neticesi olarak Yanya’da bulunan Fırka isyan etmiştir. Daha sonra Üçüncü Ordu
Komutanlığı tarafından Manastır’daki nizamiye fırkası taburlarının, Yunanistan
hududuna indirilmesinin mümkün olmasından, dolayı Yanya’daki Antalya Fırka-
sı’nın silâhaltında tutulmasının gerekli olmadığı ifade edilmiştir. Nitekim 08 Ocak
1912 tarihli bir irade çıkarılarak Antalya redif fırkasının terhisine karar verilmiş-
tir118. Balkan Savaşı öncesinde ordu birliklerinin terhisi konusu sadece devrin
siyasilerinin tasarrufu değildir119. Nitekim bu örnekte de görüldüğü gibi komutan-
ların istekleri dikkate alınmıştır. Osmanlı Devleti açısından şartların gayet kötü
olduğu böyle bir dönemde Balkanlarda savaş sesleri de gelmeye başlamıştır.
kerlerin terhis zamanı gelmişti.” Bkz. Tüccarzâde İbrahim Hilmi, Balkan Harbi’ni Niçin Kay-
bettik, Yayına haz. Mecit Yıldız; Hamdi Akyol, İz Yayıncılık, İstanbul 2012, s. 60.
117 Salim Aydın, “Balkan Savaşlarıyla ilgili Doğru Bilinen Yanlışlar”, 100. Yılında Balkan Savaşla-
rı (1912-1913) İhtilaflı Duruşlar, C. I, TTK Yayınları, Ankara 2014, s. 628.
118 Salim Aydın, Osmanlı Basınında Balkan Savaşları, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yay. Doktora Tezi, İstanbul 2012, s. 50-51.
119 Bu dönemde birliklerin terhisi meselesi ve sebepleri ile ilgili olarak ayrıntılı bilgi için bkz. Aydın,
agm, s. 627-633; Aydın, agt, s. 47-59.
120 Sabah, 9 Temmuz 1912 (26 Haziran 1328), N. 8192, s. 2.
295
Nabi Bey tarafından Bulgaristan Hariciye Nazırı Keşof adına bir ziyafet verilmiştir.
Bu ziyafete Sofya’da bulunan büyük devletlerin bazı yetkilileri de katılmıştır121. Bu
durum Osmanlı Devleti’nin bakış açısını göstermesi ve barıştan yana olması açı-
sından önemlidir. Bulgaristan’ın harp ilan edeceğine dair çıkan haberler İktiham
Gazetesinde, “bu yazının Peropovoç Gazetesi’nde yayınlanmış olması, Sofya’da iki
rakip fırkaya mensup gazeteler arasında vuku bulan alay etme meselesi” olarak
değerlendirilmiştir. İktiham yine, “Peropovoç Gazetesi iktidarda bulunan Keşof
kabinesinin sulh taraftarı olmasını tenkit etmek için hiçbir fırsatı kaçırmaz. Keşof
kabinesinin gazetesi olan Mir Gazetesi dahi, “bu kabinenin muharebeye katlanacak
vatanperverlik nerede?” diye bir takım sözler sarf etmiştir”122 diyerek savaş ha-
berlerinin inandırıcı olmadığını vurgulamaya çalışmıştır. Bulgaristan Hüküme-
ti’nin resmi yayın organı olan Mir Gazetesi dahi harp olması yönünde kabineye
telkinde bulunurken, İktiham Gazetesi tarafından bu çıkan haberlerin, Sofya’daki
iki farklı gazete tarafından şaka olarak değerlendirilmesi ilginçtir. Osmanlı Devle-
ti’nde bazı basın yayın organlarının da harp istememesi açısından bu örnek önem-
lidir.
121 “Ziyafete katılanlar: Hariciye Nazın Keşof, Maliye Nazın Tuderof, Nafıa Nazın Mösyö Frankiyev
ve karısı, Avusturya sefiri, Rusya sefiri ve Karısı, Kral Ferdinan’ın yaveri Cezai Edemarkof ve ka-
rısı, kâtip-i hususiyesi Mösyö Tubalçikof, Kraliçenin dam (kadın) dünürü, Matmazel Markof,
Fransa ümera-i askeriyesinden miralay Mösyö Bunan, Belçika sefiri maslahatgüzarı, Avusturya
konsolosu ve kansı hazır bulunmuşlardır. Yemekten sonra büyük Bir müsamere tertip olunmuş ve
rical hazır bulunmuştur.” Bkz. Sabah, 9 Temmuz 1912 (26 Haziran 1328), N. 8192, s. 2.
122 İktihâm, 10 Temmuz 1912 (28 Temmuz 1328),N. 136-10, s. 2.
123 Üsküp Vilayetinden gönderilen takrirde bölgede Bulgar ve Makedon çetelerinin faaliyetlerinin
arttığından dolayı çetelerin faaliyetlerini engelleyebilmek için gerekli olan tahsisât-ı mestûre’nin
biran evvel gönderilmesi isteniyor, ayrıca Viyana’da çıkan Enformasyon Gazetesinde yer alan bir
haber gereğinde, tahrib edilen evlerin yeniden inşası ve maarifin neşr ve tamîmi konusunda hükü-
metin verdiği sözleri yerine getirmediği gerekçesiyle Arnavutların bir isyana tevessül edecekleri
bildiriliyor, bunun için tedbirler alınması isteniyordu. Bkz. BOA, A. MKT.MHM, (Mühimme Ka-
lemi Evrakı), 608/7. (29 Zilkâde 1329 – 21 Kasım 1911); 1912 Mayısında Bulgar - Yunan ittifa-
kının yapıldığı sırada Arnavutlukta bir ayaklanma çıkmıştır. Başta Karadağ olmak üzere bütün
Balkan Devletleri Arnavutları kışkırtmıştır. Bkz
124 Clyde Sinclair Ford Koçana’da gerçekleşen olayların müsebbibi olarak Bulgar komitelerini gös-
terdiği eserinde bombalama olayı ile ilgili şu bilgilere yer vermektedir: “Makedonya’daki Küçük
Koçina kasabasında komitacılar bazı Müslüman hükümet dairelerinde bomba patlattılar ve Türkler
buna köyün Bulgar ve diğer Hıristiyan sakinlerinden hatırı sayılır bir kısmını öldürerek hemen ce-
296
Pazar yerinde patlatılan bomba 11 kişinin ölümüne ve birçok kişinin yaralanması-
na neden olmuş, Hükümet kuvvetlerinin komitecileri yakalama hareketi direnişle
karşılaşınca ölü ve yaralı sayısı artmıştır125. Kosova vilayetinden gönderilen tezki-
rede Koçana vak’asında, patlayan bombadan dolayı ölen ve yaralananlar olduğu,
Bulgarların bu hadiseleri bahane ile mitingler düzenleyerek hadiseleri Müslüman-
lara isnad ettikleri bildirilmiştir. Ayrıca aynı belgede Bulgar göstericilerin bu ba-
haneyle Bulgar Hükümeti’ni harbe teşvik ettikleri, bu hadiselerin Avrupa’da da
kötü bir etkiye neden olduğundan126 bahsedilmektedir. Koçana olaylarına bir de
Berane sorunu eklenince, bu olaylar yüzlerce kişinin hayatına mal olmakla kal-
mamış Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan’da tansiyonu yükseltip durumu daha da
vahimleştirmiştir127. İkdam Gazetesi ise 1912 yılı Ağustos ayının ortalarına gelin-
diğinde Bulgar Nasyonalistlerinin, Koçana olayından dolayı hassas olduklarını
ifade etmiştir. Nasyonalistlerin amacının fırkacılık manevrasından başka bir şey
olmadığı zikredilen gazete tarafından belirtilmiştir. İkdam Gazetesinde, “Bulgaris-
tan’ın savaş ilan etmesi, bu ülkeyi iktisaden zayıflatır. Bulgaristan iflas eder. Bulga-
ristan’ın bağımsızlığı ve siyaseti Balkanlarda başkalarının eline geçer. Savaş açılsa
bile Osmanlı insanı vâkârını koruyarak gerekli görevini yerine getirir”128 denilmiş-
tir. Ağustos ayının ortalarında artık basında savaş olacağına dair haberler oldukça
fazla yer almaya başlamasına rağmen daha hükümette bir ayını tamamlayan Gazi
Ahmet Muhtar Paşa kabinesi savaş olma ihtimalini düşünememiş büyük devletle-
rin savaşı engelleyeceği düşüncesine kapılmıştır.
Bulgaristan’da ise Koçana olaylarından dolayı Sofya’da 30.000 kişiden fazla
insan miting yapmış ve savaş istemişlerdir129. 12 Ağustos’ta yapılan bu mitingde
eski Binbaşı Protegerof, İştip ve Koçana olaylarından bahsedip şöyle demiştir:
“400.000 asker ve binlerce topla bu zillete katlanmak ayıptır bizim için…” Birçok
konuşmacı kral ve hükümete çatmış, hatta onları tehdit etmiştir. Halk sokaklarda
şöyle bağırıyordu; “Eğer kral kendini millet için feda etmezse, millet onu feda
eder.”130 Bu olaylar karşısında Sabah Gazetesi, “Çevremizde meydana gelen geliş-
vap verdiler.” Bkz. Clyde Sinclair Ford, The Balkan Wars, Press of the Army Service Schools,
Kansas 1915, s. s. 85; Hervert Adams Gibbons ise Koçana olaylarının Balkan ittifakının kurulma-
sındaki etkisini eserinde şu şekilde izah etmektedir: “Makedonya’da muhacirler ve Arnavut Müs-
lüman göçmenler Balkan İttifakının doğmasına sebep olan 1912’de İştip ve Koçana gibi yerlerdeki
katliamların devamından sorumluydular.” Aynı eserde Koçana olaylarının Bulgarlar açısından
“bardağı taşıran son damla” olduğuğu ifade edilmiştir. Bkz. Hervert Adams Gibbons, The New
Map of Europe (1911-1914), London : Duckworth & Co. Henrıetta Street, Covent Garden, 1915,
s. 196; 248.
125 Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, s. 299.
126 BOA, BEO (Bab-ı Alî Evrak Odası), 4074/305528 (6 Ramazan 1330 – 19 Ağustos 1912).
127 Andonyan, age, s. 178.
128 “Savaş Yaygaraları”, İkdâm, 14 Ağustos 1912 (1 Ağustos 1328),N. 5561, s. 1.
129 “Savaş Yaygaraları”, İkdâm, 14 Ağustos 1912 (1 Ağustos 1328),N. 5561, s. 1.
130 Andonyan, a.e., s. 191.
297
melerden habersiz kalamayız. Selanik’te ve Rumeli’de patlayan bombaların bir
maksadı olduğu bilinmektedir. Bulgarlar Makedonya konusunda zamanın geldiğini
ve bu fırsatın kaçırılmaması gerektiğini söylüyorlar.”131 ifadesiyle İstanbul Hükü-
metinin bu konuda bir şeyler yapması gerektiğini dile getirmiştir.
131
“Rumeli Vilâyeti Bulgaristan Avusturya”, Sabah, 18 Ağustos 1912 (5 Ağustos 1328),N. 8231, s. 1.
132 İktihâm, 8 Ağustos 1912 (26 Temmuz 1328), N. 164, s. 2.
133 “Balkanlarda”, Senîn, 7 Eylül 1912 (25 Ağustos 1328), N. 1435, s. 3.
134 “Karadağ’da”, Senîn, 7 Eylül 1912 (25 Ağustos 1328), N. 1435, s. 3; Karadağ Kralı’nın verdiği
bir mülakatta ise “Kral Nikola Balkanlardaki hal ve mevkii’nin pek fena olduğunu ve tehlikenin
Malisörlarin yeniden kıyamıyla daha vehim bir şekl almakta bulunduğunu beyan eylemiştir.” Bkz.
“Karadağ Kralının Beyânatı”, 7 Eylül 1912 (25 Ağustos 1328), N. 1435, s. 3
135 “Bulgarlar Harb İstiyor”, Tanîn, 27 Ağustos 1912 (14 Ağustos 1328), N. 1435, s. 3.
298
Bulgaristan için bunları kullanmanın gerekliliği ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin artık
yaşamasının mümkün olmadığım belirtip “Balkan, Balkan Milletlerinindir”136 diye-
rek kürsüden inmiştir. Bervetegrof un konuşmasında Adana olaylarını da dillen-
dirmesi Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu kargaşa durumunu anlatmak iste-
mesi ve Bulgaristan’daki Ermenilerin desteğini almak için söylenmiş olduğu muh-
temeldir. Diğer konuşmacılardan biri olan Çar Ferdinand “Makedonya’nın ıslah
edilmesi gerektiğini, ancak şimdiye kadar Osmanlı Devleti tarafından bir şey ya-
pılmadığını” söylemiştir. Mitinge katılanlar; “Çar, çar unvanına layık olabilmek için
Türkiye ile muharebe etmelidir” ifadesini kullanmışlar, her taraftan “muharebe
muharebe” nidaları arasında konuşmalar yapılmıştır. On iki vilayetten gelen üye-
ler ayrı ayrı konuşma yapmışlardır. Konuşmacılar arasında Osmanlı vatandaşı
Lüleburgazlı bir kişi de konuşma yapmıştır. Konuşmasında; “Bizim mitingden
amacımız, Makedonya muhtariyeti için, Hariciye Nezareti bir şey yapmayacaksa bu
işi Harbiye Nezaretine terk etsin. Artık demir siyasetini takip etme zamanı gelmiş-
tir. Biz bundan sonra Makedonya meselesinin diplomasi ile halledileceğine emin
değiliz. Bu mesele ancak sahip olduğumuz 400.000 silahla halledilecektir. Bugün
kışlalarında oturmaya mecbur olan askerler, Makedonya’nın muhtariyetini ka-
zanmak için asker olmuşlardır”137 şeklinde savaş isteklerini dile getirmiştir. Ben-
zer mitingler daha önce Sırbistan’da da gerçekleşmiştir. Le Temps Gazetesi Belgrat
muhabirine göre; Bir Sırplı yetkilinin Senice’de bir Arnavut tarafından öldürülmesi
Belgrat, Berane ve Yeni Pazar sancağında bulunan Sırplılar arasında şiddetli bir
heyecana sebep olmuştur. Bu bölgeden firar edenler Sırp hududuna iltica etmiş-
lerdi. Sırplıların bir kısmı Sırbistan Hükümetinden seferberlik ilan etmesini iste-
mişlerdir. 29 Ağustos’ta Belgrat’ta öğleden sonra 5.000 kişinin katılımıyla bir mi-
ting düzenlenmiştir. Göstericiler saray ve kralın önüne giderek Türkiye’ye savaş
açılmasını istemişlerdir. Senice’de Sırpların katledildiği için mitingler düzenlen-
miştir138.
Savaşın emarelerinin görülmeye başladığı günlerde bazı Osmanlı aydınları
savaşın Osmanlı Devleti açısından olumsuz sonuçlarının doğabileceğine dair uyarı-
larda bulunmuşlardır. Ali Kemal, “Bulgarlara karşı hududumuzda mikdar-ı kâfi
askerimiz yok… Bulgaristan’ın bütün teheyyücleri esasen bu sahikâ iledir”139 diye-
rek Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki durumuna dikkat çekmiştir. Ancak bu görüş
çok fazla dikkate alınmamıştır.
Tanin Gazetesinin, 7 Eylül 1912 tarihli sayısında Yunan subayların ülkeleri-
ne geri çağrıldığı140 ve Avrupalı ajanslarının ise Sofya’ya savaş muhabirlerini gön-
136 “Bulgarlar Harb İsitiyor”, Tanîn, 27 Ağustos 1912 (14 Ağustos 1328), N. 1435, s. 3.
137 “Bulgarlar Harb İsitiyor”, Tanîn, 27 Ağustos 1912 (14 Ağustos 1328), N. 1435, s. 3.
138 “Balkanlarda”, Tanîn, 28Ağustos 1912 (15 Ağustos 1328), N. 1426, n. 1436, s. 4.
139 Ali Kemal, “Ahval-i Hariciyemiz”, İkdâm, 30 Ağustos 1912 (17 Ağustos 1328), N. 5577, s. 1.
140 “Yunan Subaylarının Daveti”, Tanîn, 7 Eylül 1912 (25 Ağustos 1328), N. 1435, s. 3.
299
dermeleri141 hem Balkan Devletleri, hem de Büyük Devletler açısından böyle bir
beklentinin ortaya çıktığını göstermektedir. Eylül ayının ortalarına doğru basında
yer alan haberlere göre Sırbistan hududu hareketlenmeye başlamış, sınır karakol-
larını askerler devralarak silah talimlerine ve sınır denetimlerine142 başlamışlar-
dır. Bu durumda göstermektedir ki, Balkan Devletleri savaş hazırlıklarına başla-
mıştır.
Balkan Devletlerinin Osmanlı Devleti’ne karşı savaş hazırlıklarına başladığı
bu dönemde Bulgarların Osmanlı Devleti’ne büyük devletler aracılığıyla bir nota
vereceğine dair haberler verilmiştir. Fakat bir taraftan yabancı matbuattan yapılan
iktibaslar, diğer taraftan Osmanlı Ajansına143 dayandırılan haberlerde böyle bir
durumun olmadığı bildirilmiştir. Fakat bir gün sonra Senin Gazetesinde Bulgaris-
tan’ın istekleri şu şekilde sıralanmıştır: Makedonya ıslahatı tatbik olunacağı hava-
liyi ihtiva edecektir. Bu havalinin bir milli meclisi olacaktır. Başında büyük devlet-
lerin muvafakatiyle tayin edilmiş bir vali bulunacaktır. Genel isteğe göre umumi
mâliyeye muvafık olan bu proje büyük devletler nezdinde hüsnü kabule mazhar
olursa buhran derhal sona erecektir. Her ne olursa olsun Avrupa kabineleri Bulga-
ristan’ın isteğini reddettikleri takdirde, Bulgaristan derhal umumi bir seferberliğe
gidecektir144.
Ortaya çıkan bu fiili durum karşısında büyük devletler kısa sürede harekete
geçmiştir. Ancak bu fiili durum, bölge ile ilgili farklı politikaları olan büyük devlet-
lerin meselenin nasıl halledileceği konusunda aralarında anlaşmalarını güçleştir-
miştir. Avusturya, Sırbistan’ın toprak kazanmasına kaşı çıkarken, Almanya her-
hangi bir müdahaleye katılmakla Osmanlı Devleti’ni gücendireceğini düşünmüştür.
İngiltere, Rusya ve Fransa ise Avusturya’nın Balkanlarda güçlenmesinde ve Alman-
ların Osmanlı Devleti üzerindeki nüfuzundan rahatsız145 olduğundan bu durum
karşısında nasıl bir tutum takınacakları konusunda kesin bir karara varamamış-
lardır.
Bu gelişmeler yaşanırken, Balkanlarda bir savaşın başlayacağı düşüncesi
Avrupa basınında hâkim olmuştur. Sabah Gazetesinde yer alan habere göre, Bulga-
ristan, Sırbistan ve Yunanistan146 arasında bir ittifakın oluşturulduğu bildirilmiş,
141 Bulgaristan’da harb olacağına dair genel bir kanaatin olduğu, resmi ağızlardan bu duyulmamış
olmasına rağmen Avrupa ajanslarından muhabirlerin Sofya’ya gönderildiğine dair haber için bkz.
“Bulgarlar Harb İstiyor”, Tanîn, 7 Eylül 1912 (25 Ağustos 1328), N. 1435, s. 3.
142
“Sırbistan Hudûdunda”, Senîn, 12 Eylül 1912 (30 Ağustos 1328), N. 1440-47, s. 3.
143 “Balkanlarda”, Hak, 13 Eylül 1912 (31 Ağustos 1328), N. 1441-149, s. 3.
144 “Balkanlarda”, Senîn, 14 Eylül 1912 (29 Ağustos 1328), N. 1439-46, s. 4; “Balkan Mesâili”,
Sabah, 18 Eylül 1912 (5 Eylül 1328), N. 8260, s. 2.
145 Karal, Osmanlı Tarihi, C. IX, s. 300.
146 Gazete haberi alman basınına dayandırmaktadır. Bkz. “Balkan Mesâili”, Sabah, 20 Eylül 1912 (7
Eylül 1328), N. 8263, s. 2; Aslıda aynı gazetenin bir gün önceki sayısında Bulgaristan ve Osmanlı
Devleti arasında gerçekleşecek bir savaş durumunda Sırbistan ve Yunanistan’ın Bulgaristan’ı des-
300
Osmanlı Ajansı’nın Paris’ten aktardığı bir haberde ise Sırbistan, Karadağ ve Bulga-
ristan’ın ittifak halinde olduklarını, en geç bahar mevsiminde bir savaşın baş gös-
tereceği, şimdilik Büyük Devletlerin devreye girmesiyle harbin engellenebildiği
bildirilmektedir147.
Bütün bu gelişmelerin yaşandığı günlerde Bulgaristan’ın Avrupalı devletler
nezdinde girişimi ve Rumeli ıslahatı konusunu gündeme taşımıştır148. 25 Eylül
1912 itibariyle Balkan Harbi’nin de çıkış nedeni olarak kabul edilecek olan ve Ru-
meli ıslahatını öngören 23. Madde meselesi konuşulmaya başlamıştır. Mir Gazete-
sinde yer alan bir haberde Osmanlı Devleti’nin Berlin Muahedesinde yer alan 23.
maddeyi149 uygulamamasının “beynelmilel rezalet” olduğu belirtilmektedir150. 23.
madde meselesinin gündeme geldiği günler aynı zamanda savaşında habercisi
gibidir. O günlerde Osmanlı Devleti ile Balkan devletleri arasındaki sınır mesele-
sinde sorunlar yaşanmaya151 başlamış, küçük çaplı olsa da ilk sınır çatışmaları
ortaya çıkmıştır.
Sınır çatışmaları, Bulgaristan’ın istekleri gibi meseleler bu kez büyük devlet-
lerin doğrudan meseleye müdahil olmasına neden olmuştur. İlk olarak 6 Ekim’de
Fransa ve Rus Sefirleri, Osmanlı Hariciye Nazırı Noradunkyan Efendi’ye Osmanlı
tekleyeceğine dair Bulgar Gazetelerine dayandırılan bir haber yer almaktadır. Bkz. “Balkan
Mesâili”, Sabah, 19 Eylül 1912 (6 Eylül 1328), N. 8262, s. 2.
147 Tanîn, 18 Eylül 1912 (5 Eylül 1328), N. 1444, s. 3.
148 Cenîn, 14 Eylül 1912 (14 Ağustos 1328), N. 1442, s. 3
149
1878 Berlin Antlaşması’nda Osmanlı Devleti’nin Girit ve Makedonya bölgelerinde ıslahat yapma-
yı taahhüt ettiği maddedir. Bu madde gereğince Osmanlı Devleti, bölgeyle ilgili düzenlemeler ya-
pacak, bu tür düzenlemeleri çoğunluğu bölge ahalisinden oluşturulmuş komisyonlar aracılığıyla
gerçekleştirecekti. Antlaşmada 23. madde şu şekilde geçmektedir: “Yirmiüçüncü Bend: Devlet-i
Aliye Girid ceziresinin bin sekizyüz altmışsekiz senesi nizamname-i dâhilîsini haklı görinicek ta-
dilâtı idhal ederek tamamile icra itmekliği teahhüd ider. Bu muahede kenduleriçün teşkilat-ı mah-
susa tayin olınmamış olan sair Rumeli eyâlet-i şahanesinde dahi Girid’e virguce ita olınan muafi-
yet müstesna olmak üzre ana mümasil ve ihtiyacat-ı mahalliyeye muvafık nizamat yapılacakdır.
Bâb-ı Âli her eyalette işbu nizamatı-ı cedidenin teferruatını bilmüzakere tertib itmek ve ekseri
azası yerlu ehaliden mürekkeb olmak üzre mahsus komisyonlar teşkil idecekdir.” Berlin Antlaş-
ması 23. madde için bkz. Erim, a.e., s. 413; Balkan ittifakının istedikleri Girit için hazırlanmış
olan nizamname benzeri bir düzenlemeydi. Bkz. Mustafa Turan, “Balkan Harbi Öncesinde Rumeli
Islahatı Talepleri ve Gençliğin Tepkisi: Da’rül-Fünûn Nümayişi”, Türk Yurdu, C. 32, S. 303,
Kasım 2012, s. 169, dipnot: 6.
150 Mir Gazetesinde çıkan haber şu şekildedir:“Türkiye’nin Berlin Muahedesinin yirmi üçüncü mad-
desini tanımak istememesi beynelmilel bir rezalettir. Bunda bir tarafdan Türkiye’nin gayr-ı kâbil
ıslah olduğu, diğer tarafdan da devletler beynindeki hudbinî ve rekabetin vesâyine muhtac bir hü-
kümetin mevcuiyetine müsamaha etmekle kalmayarak mezkûr hükümete Berlin Muahedesinin
yirmi üçüncü maddesi ile tanzim edilmiş olan vaz’ ve mevkii bil-intica beynelmilel kavanini ihlal
etmesine müsaadeye kadar varolduğunu isbat ediyor.” Bu yazıdan dolayı Sabah Gazetesi daha ön-
ceki yazılarında komşu ülkelerle ilgili mutedil tutum takınan Mir gazetesini bu yazısından dolayı
kınamıştır. Bkz. “Balkan Mesâili”, Sabah, 25 Eylül 1912 (12 Eylül 1328), N. 8260, s. 2.
151 Osmanlı – Bulgar sınırında bulunan Karatepe’de Osmanlı askerleri ile Bulgar askerleri arasında
çatışma çıkmış, Bulgar askerinden iki kişi ölmüş bir kişi yaralanmıştır. Bkz. “Bulgar Hudûdu”,
Sabah, 24 Eylül 1912 (12 Eylül1328), N. 8266, s. 1.
301
Devleti’nin Balkan topraklarında ıslahat yapması için teklif götürmüşlerdir152.
Ahmet Muhtar Paşa kabinesi bu durumu Heyet-i Vükela’da görüşmüş ve 1880
Nizamnamesi’ne göre böyle bir ıslahatın yapılması kararını almıştır153. Ancak he-
nüz bu kararın alınmasından hemen sonra 8 Ekim günü, Karadağ Osmanlı Devle-
ti’ne savaş ilan etmiştir. Savaşın ilan edildiği günü Tanin gazetesi şu şekilde ak-
tarmaktadır: “Dün saat on buçuğa doğru Beyoğlu’nda Karadağ Sefareti’nin arması
indirilerek içeriye alındı. Bunu görenler derhal harb ilan edildiği hükmünü ver-
mekte tereddüd göstermemişlerdi. Beyoğlu’nun her tarafında büyük heyecanlar
hüküm ferma oldu. Harbin ilanı olan bu arma meselesinin neticesi çok sürmeyerek
anlaşıldı. Karadağ maslahatgüzarı saat on bir buçukta Hariciye Nezareti’ne geldi ve
Hariciye Nazırı Gabriel Noradunkyan Efendi’nin Meclis-i Vükelada bulunduğunu
öğrenerek makam-ı sadarete azimetle Hariciye Nazırına metni tebliğ etti. İlan-ı
harbin bu suretle vuku bulacağını hiçte intizar edilmediği için bu hareket birden
bire hayretle telkin edilmiştir.”154
Büyük devletlerin savaşı engellemek için girişimleri olduysa da155 bundan
da bir sonuç elde edilemeyince, nihayet Balkan Devletleri 17 Ekim 1912’de156 Os-
manlı Devletine karşı harp ilan etmişlerdir.
152 “Islahat Teklifi”, Tanîn, 7 Teşrin-i evvel 1912 (24 Eylül 1328), N. 1463, s. 1.
153 “Hükümetin Rumeli’de Yapacağı”, Tanîn, 7 Teşrin-i evvel 1912 (24 Eylül 1328), N. 1463, s. 1.
154 “Muharebe Başladı – Evvela Karadağ”, Tanîn, 9 Teşrin-i evvel 1912 (26 Eylül 1328), N. 1465, s.
1.
155 “Rumeli Islahatı”, İkdâm, 12 Teşrin-i evvel 1912 (29 Eylül 1328), N. 5617, s. 1.
156
“Yaşasın Harb – Pasaportlar Verildi”, Tanîn, 18 Teşrin-i evvel 1912 (5 Teşrin-i evvel 1328), N.
1474, s. 1.
157 Mitinglerle ilgili geniş bilgi için bkz. Yunus Emre Tekinsoy, Balkan Harpleri Esnasında Osmanlı
Kamuoyu (1912-1913), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Te-
zi, Ankara 2015, s. 165-195; Balkan Devletleri’nin Osmanlı Devleti’ne karşı takındıkları düşman-
ca tutum karşısında mitingler düzenlenirken, bir kısım halk ise gönüllü olarak orduya kaydolmaya
başlamıştır. Bkz. Nasrullah Uzman, “Balkan Savaşlarında Gönüllü Birlikler”, Türk Yurdu, Ka-
sım 2012, C. 32, S. 303, s. 170-175.
302
bozguna uğramıştır. Filibe’de alınan ilk yenilgi sonrasında 22-23 Ekim 1912’de
Kırkkilise (Kırklareli) Muharebesi’nin158 de kaybedilmesiyle ordu Lüleburgaz’a
çekilmiştir. Mağlubiyetler bununla da sınırlı kalmamış, Doğu Ordusu 28 Ekim
1912’de burada yaptığı ikinci bir muharebeyi de kaybederek Çatalca hattına kadar
geri çekilmek zorunda kamıştır. Doğu Ordusu ancak Çatalca’da savunma hatları
oluşturmak sureyle Bulgarları durdurabilmiştir. Bulgarların bir hafta gibi kısa bir
süre içerisinde İstanbul yakınlarına kadar sokulmuş olmaları bir dizi önlemin
alınmasını da mecbur kılmıştır. Bu önlemler gereğince İstanbul’un etrafında bir
müdâfaa hattı tesis edilirken ve Boğazlar da takviye edilmiştir. Hatta Çatalca, İs-
tanbul için en son müdâfaa hattı olduğundan, civarının Şüpheli unsurlardan arın-
dırılması hususunda devletçe bir karar dahi alınmıştır159.
Doğu Ordusunun aldığı ağır yenilgiler sonrasında Çatalca’ya kadar çekilme-
si, Batı Ordusu ve Makedonya ile aralarındaki irtibatın kesilmesine neden olmuş-
tur. Bu arada Ege Denizinde Yunan Donanması Osmanlı donanmasına karşı üstün-
lük elde etmiştir. Aynen Doğu Ordusu’nda olduğu gibi Batı Ordusu da, 23-24
Ekim’de Kumanova’da160 giriştiği savaşta Sırplara yenilmiş ve Manastır’a çekilmek
zorunda kalmıştır. Bunun üzerine Sırplar eski Sırbistan’ın başşehri olan Üsküp’e
girmişlerdir. Orduların Balkan Devletleri karşısında aldıkları ağır hezimet kısa
sürede Makedonya’nın işgal edilmesine neden olmuştur. Diğer taraftan Yunanis-
tan, 8 Kasım’da Selânik’i ele geçirdikten sonra, donanmalarıyla Bozcaada, Limni ve
Taşoz adalarını hiçbir mukavemetle karşılaşmadan işgal etmiştir. Yalnız Yunanlı-
lara görünmeden Ege Denizi’ne çıkmayı başarabilen olan Rauf Bey (Orbay), Hami-
diye kruvazörüyle Yunanlılarla tek başına savaşmıştır. Ancak bu karşı koyma sa-
vaşın genel durumunu etkileyememiştir161. Böylece Osmanlı ordusunun denizde
ve karada aldığı bu yenilgiler, Makedonya ile olan bağlantının kesilmesine sebep
olmuştur. Öte yandan bu sırada Karadağlılar da İşkodra’yı muhasaraya başlamış-
lardır. Sonuçta Osmanlı Devletinin askeri durumu birkaç hafta içinde ancak fecaat
olarak nitelendirilebilecek bir hâle gelmiş, bu suretle Balkan ittifakına dâhil dev-
letler, savaşın başlamasından kısa bir süre sonra bütün Rumeli’yi ellerine geçir-
158 22-24 Ekim tarihlerinde Kırklareli ve Edirne arasında doğu yönünde uzanan yaklaşık 65 kilometre
uzunluğunda bir cephe üzerinde yapılmıştır. Osmanlı’lar sol kanatlarını Edirne Kalesine bağlaya-
rak tertiplenmişlerdir. Osmanlı süvari tümeni Edirne ile 4. Kolordu arasındaki büyük bir boşluğu
örterken, bundan sonra da sırasıyala 1. Kolırdu, 2. Kolordu, sağ kanadı tutan 3. Kolordu ile Kırk-
lareli Kasesi bulunmaktadır. Bkz. Hall, a.e., s. 35.
159 Balkan Savaşı’nda Çatalca’da yapılan muharebeler için bknz. Mahmut Beliğ, Uzdil, Balkan
Savaşı’nda Çatalca ve Sağ Kanat Ordularının Harekatı Savaşın Siyasi ve Psikolojik İncele-
meleri, C. I-II-III, ATASE Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006.
160 Kumanova Muharebesi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Hall, a.e., s. 63-66.
161 Balkan Savaşı esnasında Osmanlı Donanmasının gerçekleştirdiği mücadele için bknz. “Osmanlı
Deniz Harekâtı 1912-1913”, Balkan Harbi, C. VII., ATASE Başkanlığı Yayınları, Ankara 1993.
303
mişlerdir. Türkler, tarihinin hiçbir döneminde bu derece ağır bir hezimete uğra-
mamışlardır162.
Balkan devletlerinin elde etmiş olduğu bu kolay zafer ve Osmanlı Devleti’nin
birkaç hafta içinde geri çekilmesiyle Balkanlar’da bıraktığı boşluk, yeniden millet-
lerarası bir buhran ortaya çıkarmıştır. Sırbistan’ın birdenbire genişleyip, Arnavut-
luk’u işgal etmesi ve Adriyatik’e inmesi Avusturya ve İtalya’yı korkutmuştur. Bul-
garların İstanbul kapılarına kadar gelmiş olmaları, Rusya’nın Bulgaristan’a karşı
aleyhte bir politika takip etmesine yol açmış, ayrıca Ege Denizi’ndeki adaların Yu-
nanistan tarafından işgali, Rusya açısından, Çanakkale Boğazı’nı da tehlikeye sok-
muştur.
Balkan buhranı bu şekilde gelişmeler gösterirken, 12 Kasım 1912’de Bulgar-
lar Çatalca hattındaki Osmanlı savunmasına karşı son bir taarruza girişmişlerdir.
Bu taarruzda Bulgarların başarı gösterememesi üzerine, Bulgaristan, Osmanlı Dev-
leti’nin daha önce teklif ettiği mütarekeyi kabul etmiş, 3 Aralık 1912’de ateşkes
imzalanmıştır.
Londra Konferansı163 17 Aralık 1912’de toplantılarına başlamıştır. Osmanlı
Devleti ile Balkan devletleri arasındaki barış görüşmeleri, Arnavutluk meselesini
inceleyecek olan ve “Büyükelçiler Konferansı” denen milletlerarası konferansın
başladığı gün ve adı geçen bu konferansın aracılığında ilk toplantısını yapmıştır.
Barış Konferansı çok uzun süre devam etmesine rağmen, Arnavutluk, Ege
Adaları ve Edirne’nin bırakılmak istenmemesi yüzünden dağılmıştır. Bu arada
Rusya, yeni bir savaşta kayıtsız kalamayacağını ve Kafkaslardan ilerleyeceğini
bildirmiştir. Almanya da Rusya’yı tehdit edince, bu defa Rusya geri çekilmiş ve
durum biraz sakinleşmiştir.
Konferansın dağılması üzerine Büyük Devletler, savaşın yeniden başlama-
ması için 17 Ocak 1913’te Osmanlı Devleti’ne ortak bir nota vererek, Edirne’nin
Balkanlılara verilmesini, Ege adalarının geleceğinin tayin edilmesinin kendilerine
bırakılmasını istemişlerdir. Aksi halde savaşın devam etmesi halinde Osmanlı Dev-
letinin daha da zor duruma düşeceğini bildirmekten de geri durmamışlardır. Gö-
rüldüğü üzere, Balkan savaşının başlangıcında, savaş sonrasında Balkanlar’da sta-
tükonun değişmeyeceği garantisini veren Büyük Devletler, bu sözlerini unutmuş-
lar, Balkan devletlerini desteklediklerini ve sınır değişikliğini kabul ettiklerini
göstermişlerdir.
Bu sırada savaşan devletlerin murahhasları, yapılacak barışın esaslarını tes-
pit ettikleri anda İstanbul’da bir hükümet darbesi meydana gelmiştir. Balkanlar’da
alınan yenilgiler ve mütârekede aleyhimize verilen kararlar, bilhassa ordunun
164 Edirne’de düşmana karşı verilen mücadele hakkından geniş bilgi için bknz. Ali Remzi Yiğitgüden,
Balkan Savaşları’nda Edirne Kale Muharebeleri, C. I-II, ATASE Başkanlığı Yayınları, Ankara
2006.
165 Halaçoğlu, a.e.,, s. 17-19; I. Balkan Savaşı’nda yer almayan Romanya 5 Temmuz 1913’de Bu-
garistan’a karşı seferberlik ilan etmiştir. 14-15 Temmuz 1913 gecesi, Veliaht Pren Ferdinand ko-
mutasındaki 250.000 kişilik Rumen Tuna Ordusu, Tuna Nehri’ni geçmiş, Bulgarlar Rumenlere
karşı savaşmaya karar vermişlerdir. Bkz. Hall, a.e., s. 155-156.
305
düşmüşlerdir. Bulgaristan’ın fazla toprak elde ettiği gerekçesiyle, daha önce müt-
tefiki olan Devletler Bulgaristan’a karşı ittifak etmişler, bu kez Romanya’nın katı-
lımıyla II. Balkan Savaşı başlamıştır166.
Ortaya çıkan bu yeni durum karşısında Osmanlı Devleti de fırsattan istifade
ile Türk menfaatlerini korumak istemiştir. Fakat bu girişim Alman ve İngiliz hü-
kümetleri de dâhil olmak üzere Büyük Devletlerin muhalefeti ile karşılaşmıştır. Bu
devletler Osmanlı Devleti’ne, Londra Antlaşması’nı geçersiz sayacak ve Midye-
Enez hattının batısına geçecek bir oldu-bittiye karşı baskı yapmaya başlamışlar ve
30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması’nın değiştirilmeyeceğini bildirmişlerdir.
Büyük Devletlerin böyle bir tutum sergilemesi üzerine Osmanlı Hükümeti ilk başta
Midye-Enez hattını geçmekte tereddütte kapılmıştır. Hatta bu durumla ilgili nasıl
davranması gerektiği konusunda 2 Temmuz 1913’te yabancı devletlerdeki büyü-
kelçilerine düşüncelerini sormak ihtiyacını hissetmiştir. Bütün bunlara rağmen,
sonunda Talat, Enver ve Cemâl Beylerin ısrarlarıyla Bâbıalî Meriç nehrine kadar
Doğu Trakya’yı geri almak üzere Osmanlı ordusunun Midye-Enez hattını geçmesi-
ne karar vermiştir. Bu sırada hazinede sadece 100 bin lira bulunduğundan, ordu-
nun ihtiyacı için reji idaresinden %6 faizle 1.600.000 lira borç para alınmıştır.
Edirne’nin Bulgar işgalinden kurtarılması kararı alındıktan sonra, Çatal-
ca’daki Hurşit Paşa ve Süleyman Şefik Paşaların kumandasındaki kolordular, Edir-
ne’ye doğru 20 Temmuz’da harekete geçmişlerdir. Bulgarlar Mayıs ayında Çatalca
hattında büyük bir kuvvet bulundurmasına rağmen, Londra Barışı’ndan sonra
durumun aleyhlerine gelişmesi üzerine buradaki ordusunun büyük kısmını eski
müttefiklerine karşı kullanmak üzere geri çekmiştir. Nitekim Hurşit Paşa Kolordu-
su’na bağlı akıncı müfrezesi ile bu kolordunun kurmay başkanı Enver Bey (Paşa)
ve İbrahim Bey emrindeki süvari tugayı, müfrezenin başında Enver Bey olduğu
halde, bir baskın hareketiyle Edirne’ye girmiştir. Böylece şehir harap olmadan, 23
Temmuz 1913’te Bulgarların elinden kurtarılmıştır.
Bâbıalî, Osmanlı Ordusu’nun Edirne üzerine yürüyüşü sırasında dış devlet-
lere yayınlamış olduğu beyanname ile Meriç’in batısına geçilmeyeceğini açık bir
şekilde ifade etmiştir. Osmanlı ordusu, Bâbıalî’ce verilen bu talimata bağlı kalmış,
Edirne’yi aldıktan sonra, Meriç’in batısına geçmemiştir. Sadece Bulgar birliklerinin
geri çekilirken yapmaya çalışacakları tahribatı ve mezâlimi önlemek için, Edir-
ne’nin alınmasından sonra bir süre ileri harekâta devam edilmiştir. Balkan Sava-
şı’ndan önce Türklere ait olan bu topraklara karşı yapılan bu harekât, Bulgaristan’ı
gerek Büyük Devletler nezdinde, gerekse doğrudan doğruya Bâbıalî nezdinde
şikâyete sevk etmişse de, sonuçta kınamaktan öte bir tepkiyle karşılaşılmamıştır.
Böylece II. Balkan Savaşı, Bulgaristan’ın yenilgisiyle neticelenmiştir167.
172 Büyük Devletler Ermeni meselesini Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahale için sık sık kullan-
mışlardır. Örnek bir çalışma için bkz. Necati Çavdar, “Ermeni Meselesinde 1895-1896’lı Yıllar ve
Avrupa Baskısı Karşısında Osmanlı Hariciyesi”, Ekev Akademi Dergisi, Y. 15, S. 47, Bahar
2011, s. 53-64.
173 Sarınay makalesinde bu durumu şöyle aktarmaktadır: “Rusya 26 ve 27 Mayıs 1913’de Fransa ve
İngiltere’ye bir nota ile başvurarak Doğu Anadolu’da yapılması düşünülen ıslahat işinin İstan-
bul’daki üç büyükelçi arasında görüşülmesini istedi. Bu durumu öğrenen Almanya, 4 ve 5 Hazi-
ran’da Fransa ve İngiltere’ye başvurup Osmanlı ülkesinde veya Doğu ve Kuzey Anadolu’da yapı-
lacak olan ıslahatın bir kaç büyük devletin değil bütün büyük devletlerin işi olduğunu ileri sürdü.
Nihayet 9 Haziran’da İstanbul’daki Rus Büyükelçisi Giers, Fransız ve İngiliz büyükelçileriyle bir
toplantı yaptı. Bu toplantıda Rus büyükelçilik tercümanı Mandelstam tarafından hazırlanan bir ıs-
lahat tasarısının görüşülmesi düşünüldü. Daha sonra bu tasarı İstanbul’daki büyükelçiliklere bir
Rus tasarısı olarak sunuldu. Büyükelçilikler, Rus ön tasarısının altı büyükelçilik tercümanlarından
kurulmuş bir komisyonda incelenmesine karar verildi.” Bkz. Sarınay, a.e., s. 87-88.
174 Tokay, a.g.ma, s. 51; Uygulanması düşünülen ıslahat programıyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz.
Erdem Karaca, “Hüseyin Cahit Yalçın’ın Kaleminden Şarki Anadolu Islahatı (1913-1914)”, Gazi
Akademik Bakış Dergisi, C. IV, S. 7, Kış 2010, s. 165-175.
175 Tokay, a.g.ma, s. 51; Yeniköy Konferansı ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Nejla Günay, “Yenköy
Anlaşması’nın Ermeniler Üzerindeki Etkileri ve Birinci Dünya Savaşı’nda Rus-Ermeni İşbirliği”,
Gazi Akademik Bakış Dergisi, C. VIII, S. 16, Yaz 2015, s. 63-93.
308
Osmanlı Devleti’ne hizmet verecek ve I. Ordu’nun da komutanlığını yapacaktır176.
Liman von Sanders’in I. Ordunun başına geçmesi en çok Rusya’yı rahatsız etmiştir.
Çünkü, Rusya İstanbul ve Boğazların Almanların kontrolüne geçeceğinden çekin-
mektedirler. Fransa’nın da Rusya’yı desteklediği bu dönemde İngilizler Osmanlı
donanmasının ıslahını üzerlerine aldıklarından fazla ses çıkarmamışlar ve bu ger-
ginliğin kendilerini etkilemesinden çekinmişlerdir. Alman yönetimi Liman von
Sanders’in rütbesini yükselterek I. Ordu kumandanlığından almışlar, yalnızca As-
keri Misyon’un başında kalmasına karar vermişler, böylece kriz aşılabilmiştir177.
Osmanlı Devleti 1914 yılının başlarından itibaren siyasi yalnızlıktan kur-
tulmak için Büyük Devletler nezdinde ittifak arayışlarına hız vermiştir. Osmanlı
Devleti’nin ilk ittifak girişimi Trablusgarp Savaşı’nın devam ettiği günlerde ve Rus-
ların bu fırsattan yararlanarak Boğazlardan gemi geçirmek istedikleri bir dönemde
gerçekleşmiştir. İkinci ittifak girişiminde de yine İngiltere başvurulmuştur. Doğu
Anadolu’da yapılacak ıslahatla ilgili Osmanlı Devleti’ne Rusya’nın baskı yaptığı bir
dönemde İngiltere’ye ittifak teklifinde bulunulmuş fakat her iki girişim de olumsuz
sonuçlanmıştır. Ayrıca Dâhiliye Nazırı Talat Bey, Rus Çarı II. Nikola ile 10 Mayıs
1914’te Kırım-Litvanya’da görüşmüş ancak Rus Dışişleri Bakanı Sazanof, İngiltere
ve Fransa’nın onayı olmadan bir anlaşmanın mümkün olmayacağını belirtmiştir.
Diğer bir ittifak girişimi de Cemal Paşa nezdinde Fransızlarla gerçekleştirilmiş
ancak bundan da bir netice elde edilememiştir178.
Osmanlı Devleti’nin gerçekleştirdiği ittifak girişimlerinin başarısızlıkla so-
nuçlanması üzerine Almanya’ya ile ittifak yoluna gitmiştir. Özellikle Enver Paşa’da
hâkim olan Almanya’nın en güçlü kara ordusuna sahip olduğu ve olası bir savaş
durumunda Almanya’nın savaşı kazanacağına olan inanç bu ittifakın Osmanlı açı-
sından desteklenmesine neden olmuştur. Ayrıca Osmanlı Devleti’nde hâkim olan
Rus korkusu da bu ittifakın kurulmasında etkili olacaktır. Almanya açısından ba-
kıldığında Osmanlı gibi zayıf bir devletin müttefik olarak alınmasının sakıncaları
da göze çarpmaktadır. Hatta I. Dünya Savaşı arifesinde Osmanlı Devleti ile yapıla-
cak bir ittifakın zararları konusunda Alman devlet adamlarının uyarıları da söz
konusu olmuştur. Ancak, Çolak’ın aktardığına göre, Wangenheim ve Liman von
Sanders’in karşı çıkmalarına rağmen, Kayser II. Wilhelm 24 Temmuz 1914’de
“oportünist nedenlerden” dolayı Osmanlı Devleti ile ittifak yapılması gerektiği
kanaatini ortaya koymuştur179.
176
Tokay, a.g.ma, s. 51–52, Mustafa Çolak, “Sevk ve İskan Kararı’nın Uygulanmasına Almanya’nın
Tepkisi”, Geçmişten Günümüze Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 14-15 Mayıs 2015, Er-
zurum 2016, s.31.
177 Tokay, a.g.ma, s. 52.
178 Ali Kaşıyuğun, “Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na Girmeden Önceki İttifak Arayışları”,
History Studies, Volume 1/1, 2009, s. 320-321.
179 Mustafa Çolak, Alman İmparatorluğu’nun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya Politikası
(1914-1918), TTK Yayınları, Ankara 2006, s. 50.
309
Bu şartlar içerisinde, 2 Ağustos 1914’de Osmanlı Devleti ile Alman İmpara-
torluğu arasında bir ittifak anlaşması yapılmıştır. Osmanlı Devleti adına Sait Halim
Paşa’nın, Almanya adına İstanbul Büyükelçisi Wangenhaim’in imzaladığı anlaşma,
Talat Paşa, Enver Paşa ve Halil Paşa dışında diğer kabine üyelerinden bile gizlen-
miştir. Yapılan antlaşma karşısında şaşkınlığını dile getiren Maliye Nazırı Cavit
Bey’e, Talat Paşa şu cevabı vermiştir: “Bu iş oldu, bitti. Sadrazam imza etti. Ne ya-
palım, mukadderat.”180
Sekiz maddeden oluşan anlaşma ile Osmanlı Devleti Sırbistan ile Avusturya-
Macaristan arasında gerçekleşen savaşta tarafsız kalacaktır. Rusya, Avusturya-
Macaristan’a savaş açar ve Almanya’da savaşa giderecek olursa Osmanlı Devleti de
savaşa girecektir. Almanya savaş halinde askeri heyetini Türkiye’nin emrine ver-
meyi taahhüt etmiştir. Ayrıca Almanya tehdit halinde Osmanlı topraklarını silahlı
kuvvetleri aracılığıyla korumayı taahhüt etmiştir181. Osmanlı Devleti ile Almanya
arasında yapılan İttifak Antlaşması’ndan sonra 2 Ağustos 1914’de seferberlik182
ilan edilecektir. Seferberlik ilanı sonrasında Osmanlı Devleti hızla I. Dünya Sava-
şı’na doğru sürüklenecektir.
312
KAYNAKÇA
Arşiv Belgeleri
Başbakanlık Osmanlı Arşivi
BOA, A. MKT.MHM, (Mühimme Kalemi Evrakı), 608/7.
BOA, BEO (Bab-ı Alî Evrak Odası), 4074/305528
Gazete ve Mecmualar
İkdâm
İktihâm
Musavver Muhit
Sabah
Senîn
Tanîn
Zekâ
318
İTTİHAT VE TERAKKİ HÜKÛMETLERİNİN
TÜRKÇÜ DIŞ POLİTİKALARI
VE KAFKASYA (1913-1918)
Bu çalışma, Mustafa Çolak, Alman İmparatorluğu’nun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya
Politikası (1914-1918), Türk Tarih Kurumu, Ankara 2006; Mustafa Çolak, Enver Paşa Osmanlı-
Alman İttifakı, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2008 isimli eserlerden üretilmiştir.
319
GİRİŞ
1 Doğrudan İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilgili olan çalışmalar için bkz., Feroz, Ahmad, İttihat ve
Terakki 1908-1914 (Çevr. Nuran Yavuz), Kaynak Yayınları, Üçüncü Baskı, İstanbul 1986. Yusuf
Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C. I Kısım I-III, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara
1991. Enver Paşa’nın Anıları (Yayına Hazırlayan: Halil Erdoğan Cengiz), İletişim yayınları, Bi-
rinci Baskı, İstanbul 1991. Ahmet Eyicil, “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti”, Türkler, C. 13,
Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 228–244. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak
Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889–1902), C. I, İletişim Yayınları, İs-
tanbul 1989. Kâzım Karabekir, (Yayınlayan: Faruk Özerengin-Emel Özerenden), İttihat ve Te-
rakki Cemiyeti 1896–1909, Türdav Ofset, İstanbul 1982. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin
Doğuşu (Çev. Metin Kıratlı), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1984. Şerif Mardin, Jön
Türklerin Siyasî Fikirleri 1895–1908, İletişim Yayınları, İstanbul 1989. E. E Ramsaur, Jön
Türkler ve 1908 İhtilâli, (Çevr. Nuran Yavuz), Sander Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul 1982.
Talat Paşa’nın Anıları (Yayına Hazırlayan: Mehmet Kasım), Say Yayınları, İstanbul 1986. İbra-
him Temo, İttihat ve Terakki Anıları, Arba Araştırma Basın Yayın, İstanbul 1987. Tarık Z Tuna-
ya, “Türkiye’nin Siyasî Gelişme Seyri İçinde İkinci ‘jön Türk’ Hareketinin Fikri Esasları”, Prof.
Tahir Taner’e Armağan, İstanbul 1956. Hasan Ünal, “İttihat Terakki ve Dış Politika”, Türkler,
C. 13, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 212-227.
320
askeri ve sosyolojik temelleri üzerinde kısaca durulduktan sonra, Cemiyetin, Bi-
rinci Dünya Savaşı’ndaki Kafkasya politikası değerlendirilecektir; ancak İttihatçıla-
rın Ermeni politikaları ayrı bir çalışmayı gerektirdiğinden burada ele alınmayacak-
tır.
Bu çalışmamızda ana kaynak olarak Berlin’de bulunan üç arşivdeki belgeler
değerlendirmeye tabi tutulacaktır: Bu arşivler, Alman Dışişleri Bakanlığı Politik
Arşivi (Politisches Archiv des Auswärtigen Amts), Alman Eyalet Arşivi (Bunde-
sarchiv) ve Prusya Devlet Gizli Arşivi’(Geheimes Staatsarchiv preussischer Kultur-
besitz) dir. Aslında bu arşiv belgelerine dayanarak, daha önce bu alanda çalışmalar
yapmıştık2; ancak burada konu yeniden ele alınıp değerlendirilecektir.
2 Bkz. bkz. Çolak, Mustafa, Alman İmparatorluğu’nun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya
Politikası (1914-1918), Türk Tarih Kurumu, Ankara 2006; Mustafa Çolak, Enver Paşa Osmanlı-
Alman İttifakı, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2008.
3 II. Abdülhamit yönetimine karşı özellikle 1880’lerden itibaren örgütlenen Osmanlı iç muhalif
hareketi “jön Türk” veya “Genç Türkler” ismiyle özdeşleştirildi. Bu ismin menşei 1789, 1830 ve
1848’lerdeki Fransız İhtilali’nin öğretilerine kadar uzanmaktaydı. Almanların 1848’de “Jung-
Deutschland (Genç Almanya veya İtalyanların “Giovanne Italia” (Genç İtalya gibi sözlerinden
esinlenerek, bu hareketin yöneticileri de kendilerine “Jön Türkler” (Genç Türkler) adını verdiler.
Bkz., Heinrich Zimmerer, Die Neue Türkei in ihrer Entwicklung von 1908 bis 1915, Leipzig
1915, s. 7’den nakleden Mustafa Gencer, Jöntürk Modernizmi ve “Alman Ruhu, İletişim Ya-
yınları, İstanbul 2003, s.45.
4 İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’nin ilk kurucuları şunlardır: İbrahim Temo (1865–1939), Abdullah
Cevdet (1869–1932), İshak Sukûtî (1868–1903) ve Mehmet Reşit (1872–1919). Geniş bilgi için
bkz., İbrahim Temo’nun İttihad ve Terakki Anıları, s. 13 vd.; Ramsaur, E. E., Jön Türkler ve
1908 İhtilâli, (Çevr. Nuran Yavuz), Sander yayınları, İkinci Baskı, İstanbul 1982, s. 31 vd.
5 Gencer, a.e., s. 47.
321
eğitim gören okullarda taraftar bularak, daha sonraları İttihat ve Terakki Cemiyeti
olarak bilinecektir. Cemiyetin asıl adı Terakki ve İttihad Cemiyeti idi. Bu adı Fran-
sız pozitivistlerinin etkisinde kalmış olan Ahmet Rıza Bey vermişti. Cemiyet baş-
langıçta homojen bir yapı arz etmiyordu. Bir tarafta başını Ahmet Rıza Bey’in çek-
tiği ve içlerinde Millîyetçilerin, pozitivistlerin, sosyal-darvinistlerin bulunduğu bir
grup, diğer tarafta ise Prens Sabahaddin etrafında toplanmış liberal-federalist
grupları kapsıyordu. Prens Sabahaddin’in 1902 yılında cemiyetten ayrılmasıyla
liberal kanadın cemiyet içerisindeki etkisi giderek zayıflamıştı6.
Cemiyetin temel amacı; Kanun-i Esasi’yi geri getirmek ve Osmanlı sınırları
içerisinde yaşayan tüm unsurları padişah ve halifenin yüksek şahsiyeti etrafında,
“Osmanlıcılık” fikri çerçevesinde birleştirmekti7. Böylece terakki, anayasacılık ve
Osmanlıcılık gibi çağa uygun düşen fikirler ile devleti içine düştüğü zevalden kur-
tarmaktı. Ancak cemiyet üyelerinin derin bir teori, özgün bir siyasî formül veya
zihinleri devamlı olarak uğraştırmış bir ideoloji ortaya koyamadıklarını görmekte-
yiz. Bu nedenle de “…fikir boşluklarını iki şekilde kapatmaya çalışmışlardır. Bir yan-
da kendi devirlerinde Avrupa’da tartışılmakta olan fikirlerin “popülarize” edilmiş
şekillerinin etkisi altında kalmışlar ve büyük teorisyenlerle halk arasında aracı rolü-
nü oynayan ikinci derecede düşünürlerin görüşlerini kendi fikirlerine intikal ettir-
mişlerdir. Öte yandan Jön Türkler uzun zaman fikirsizlikten kendileri de şikâyet et-
tikten sonra Abdülhamit devrinde ihtilalci çevrelerin dışında geliştirilmiş bazı siyasî
ve sosyal dünya görüşlerini kabul etmek zorunda kalmışlardır. Jön Türklerde rastla-
dığımız Türkçülük başlangıçları bunun tipik bir örneğini verir”8.
Dolayısıyla başlangıçta, “Osmanlıcı” bir politika takip etme isteği ile II. Ab-
dülhamid iktidarına karşı tepki olarak doğmuş olan İttihat ve Terakki Cemiye-
ti’nin, kısa süre sonra kendilerinin dışında geliştirilmiş olan “Türkçü” düşüncenin
etkisi altında kaldığını görmekteyiz. Türkçü düşüncenin bir sonucu olarak da İtti-
hat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen isimleri Kafkasya ile ilgilenmeye başlaya-
caklardı. Zira Turan’a giden yol Kafkasya’dan geçmekteydi.
Öte yandan “zamanın ruhu” ve Osmanlı Devleti’ndeki siyasî ve askeri geliş-
meler de “Osmanlıcılık” fikrinin iflasına ve “Türkçülüğün” ön plana çıkmasına kat-
kıda bulunmuştur. Şöyle ki; Osmanlı Devleti, Trablusgarp Savaşı’nda Afrika’daki
son toprak parçasını ve Balkan Savaşları sonunda da Balkanlar’da önemli miktar-
da toprağını kaybederek, coğrafi olarak bir Asya devleti hüviyeti kazanmaya baş-
lamıştır. Bu durum İttihatçıların “Türkçülük” düşünce akımına yönelmelerinin
önemli nedenlerinden biri olmuştur. Avusturya-Macaristan’ın Bosna-Hersek’i il-
6 Bkz., Hanioğlu, M. Şükrü, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad…, s. 88 vd.
7 Cemiyetin Nizamnamesi içn bkz., Birinci, Ali, “İttihat ve Terakki Cemiyeti Kuruluşu ve İlk Ni-
zamnamesi”, Tarih ve Toplum, S. 52 (1988), s. 209-215; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siya-
sal Partiler, C. I, İkinci Baskı, İstanbul 1984, s. 39-44’lerden nakleden Sarınay, a.e., s. 77-78.
8 Bkz. Mardin, Jön Türklerin…., s. 24.
322
hakı, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi ve Balkan devletleri ile yapılan sa-
vaşlar sonundaki toprak kayıpları, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki varlığını
iyice zayıflatmıştı. “Bu kayıplar hiçbir abartıya gerek duyulmayacak kadar önemli-
dir. Yalnızca alan ve nüfus olarak hesaba vurulduğunda Türklerin 3 000 000 kilo-
metrekarelik bir alanın 1 100 000 kilometrekaresini ve 24 milyonluk nüfusun 5 mil-
yonunu yitirdikleri görülür. Kendi başlarına yeterince büyük olan bu kayıplar, Rume-
li’yi de içine aldıklarından daha da önemli olmaktadırlar. Rumeli uzun yıllardan beri
imparatorluğun kalbi olmuştu; en ileri verimli eyaletler Rumeli’deydi. İmparatorlu-
ğun zenginliklerine büyük katkıda bulunan bu eyaletler aynı zamanda orduya asker,
bürokrasiye eleman yetiştiren başlıca kaynaktı. İmparatorluğa çok uluslu niteliğini
kazandıran Rumeli deki topraklardı ve kaybedilmelerinin Jön Türklerin ideolojisi
üzerindeki etkisi, ağırlık merkezinin Anadolu’ya kayması olmuştur”9.
Birinci Dünya Harbi esnasındaki gelişmeler ve özellikle Arap isyanları “Os-
manlıcılık” ve “İslamcılık” düşüncelerinin siyasal alanda gerçekleşmesinin müm-
kün olamayacağını bir kez daha ortaya koymuştur. Savaş ilerledikçe Arapların
İngilizlere ve Ermenilerin Ruslara daha fazla yanaşmaları, İttihatçıların Türkçü
kanadının önem kazanmasına, Osmanlı Devleti’nin ilgisinin Kafkasya ve Orta Asya
üzerinde iyice yoğunlaşmasına ve siyasette de “Turancı” politikalar takip etmele-
rine neden olmuştur. Dolayısıyla İttihatçıların Türkçü politikalar takip etmeleri
adeta zorunlu hale gelmişti.
Siyasî anlamdaki Türkçülüğün önemli amaçlarından biri esaret altında bu-
lunan "Rusya’daki kardeş Türklerin" kurtarılması ve onlarla “dilde, fikirde, işte”
birlik sağlamaktı. Osmanlı Devleti’nde bu yöndeki düşüncelere başta "Türk Gazete-
si"nde olmak üzere pek çok edebi gazete ve dergide yayınlanan yazılarda rastla-
mak mümkündü10. Bu yazılarda Türkçülük yüceltiliyor ve Turan ülküsü ön plana
çıkartılıyordu; ancak bu yayınlara karşı Ahmet Ferit, Türkçüleri uyarırcasına:
"Türkçülük, özellikle dış ilişkilerinde aşırı bir şekilde muhafazakâr olmalı ve kendini
herhangi bir maceradan uzak tutmalıdır. Turancılık bugün sadece bir hayal bile
olsa, Rusya’yı korkutmaktadır. Uygun olmayan bir zamanda sınır ötesi Türklerle
ilgilenmek, bomba ile oynamak anlamına gelir. Güçlü silahları kullanmak için önce
güçlü bir bünye gerekmektedir. Atılgan insanların düşündüğü gibi politika, cesurca
ölmek değil, tam tersine akıllıca yaşamaktır. Bizim bugün tek vazifemiz vardır: O da
Osmanlı Devleti’ni ekonomik, sosyal ve psikolojik olarak sağlam bir bünyeye kavuş-
turmaktır"11 şeklinde düşüncelerini özetleyerek, bir nevi Türkçü düşünceyi ger-
çekleştirmek için gerekli olan şartları ortaya koymaktaydı.
12 Zafer Toprak, “Bir Hayal Ürünü: İttihatçıların Türkleştirme Politikası”, Toplumsal Tarih, 146
(Şubat 2006), s. 17. Aynı makalenin devamında, İttihaçıların eğitim alanındaki Türkleştirme poli-
tikalarını inceleyen Zafer Toprak’a göre: “İttihatçıların milli eğitime yönelik politikaları Osmanlı
topraklarında yaşayan unsurları ya da milletleri baskı altına almaya yönelik bir politika olmamış;
onları Türkleştirme kaygısı gütmemiştir. İttihatçıların maarif politikaları milli kaygılarla, her tür-
lü yabancı yönlendirmesinden uzak, öğrencilere Osmanlılık kimliği aşılamaya yönelik, eğitimi tek
bir çatı altında birleştirme girişimidir. Bu anayasal vatandaşlık anlayışı üzerine kurulu bir Os-
manlı yurttaşı inşa sürecinin bir parçasıdır”. Bkz., Toprak, Zafer, a.e., s. 22.
13 Şubat 1914’teki Londra Antlaşması’nın beşinci maddesine göre, Ege Adalarının Yunanistan’a
verilmesi Büyük Devletler tarafından kabul edilmişti. Fakat bunu bir türlü kabullenemeyen Os-
manlı Devleti, hiç olmazsa bu adaların bir kısmına, ya Büyük Devletlerin yardımıyla diplomatik
yollardan Yunanistan’la anlaşarak ya da son çözüm olarak savaş yoluyla tekrar sahip olmak isti-
yordu. Bu sebeple Yunanistan ile yapılacak herhangi bir savaş durumunda, tekrar bir Balkan blo-
ğuyla karşılaşmamak için, Bulgaristan ile bir saldırmazlık antlaşması imzalamıştı. İttihatçılar Bul-
garistan ile yapılan saldırmazlık antlaşmasına önem veriyorlardı. Bkz. Djemal Pascha, Erinne-
rungen Eines Türkischen Staatsmannes, 2. Baskı, Drei Masken Verlag, München 1922, s. 55.
14 Jäscke, "Der Turanismus....", sf 9. Osmanlı Devleti ile Rusya arasında, Ermeniler konusunda
imzalanan 8 Şubat tarihli bu antlaşmanın tam metni için bkz. Djemal Pascha, Erinnerungen...., s.
349 - 351.
324
Osmanlı Devleti bir taraftan, Rusya ile antlaşmanın yollarını ararken, diğer
taraftan da Almanya ile ilişkilerini sıkılaştırıyordu. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin
yer alacağı ittifak gurubuna göre dış politikası yeniden şekillenecekti. Neticede 2
Ağustos 1914 Osmanlı-Alman ittifak antlaşması imzalandı ve Osmanlı Devleti’nin
dış politikası buna göre şekillendi. Almanya Balkanlar’da, savaşta kendi yanında
yer alacak bir Osmanlı, Bulgaristan, Romanya ve Yunanistan ittifakı arzu etmek-
teydi. Osmanlı Devleti’nin Ege Adaları üzerinde hak iddia etmesi, böyle bir ittifakın
önünde engel teşkil ettiğinden, Osmanlı Devleti’nin bu politikasından vazgeçmesi
veya en azından bunu ertelemesi gerekmekteydi. Dolayısıyla Osmanlı Devleti, aynı
ittifak içerisinde yer alması muhtemel olan Balkan ülkelerinden toprak alamaya-
cağını ve Ege Adaları’ndan da hak iddia edemeyeceğini anlayınca, Almanya’nın da
teşvikiyle bütün dikkatini Doğu’ya, Kafkasya’ya çevirdi.
İstanbul’daki Alman Büyükelçisi Baron Hans Frhr. von Wangenheim, Sadra-
zam Said Halim Paşa’ya, Osmanlı-Alman ittifak antlaşması imzalandıktan dört gün
sonra, 6 Ağustos 1914’te: "Eğer Almanya, savaştan galip çıkıp, düşmanlarına barış
antlaşmasını dikte ettirecek olursa, Türkiye’nin Rusya’daki Müslümanlarla ilişki
kurması için, doğu sınırında düzenlemeler yapmasına yardımcı olacağını taahhüt
etmektedir"15 garantisini veriyordu. Böylece Almanya, bir taraftan, başta Cavit Bey
ve Sait Halim Paşa olmak üzere, Almanya ile ittifaka karşı çıkan kabine üyelerinin
yatışmasını sağlamış, diğer taraftan da dış politikada Osmanlı Devleti’nin dikkatini
Balkanlar yerine Kafkasya’ya çevirtmişti.
Almanya’nın, daha Osmanlı Devleti fiilen savaşa girmeden, savaş kazanıldığı
takdirde, Osmanlı Devleti lehine Doğu sınırında düzenlemeler yapılabileceğini
kabul etmiş olması İttihatçıların bir kısmının bu savaştaki beklentileriyle örtüş-
mekteydi. Zira 1915 yılında Türkçü düşünceleriyle tanınan Tekin Alp şöyle yaz-
maktaydı: "Biz, bu savaşa sadece bizi tehdit eden düşmanlarımızdan kendimizi ko-
rumak için girmedik. Savaş ile birlikte daha büyük bir hedefe yaklaşmak niyetinde-
yiz: Millî idealimizi gerçekleştirmek. Halkımızın Millî ideali, bir taraftan düşmanımız
olan Moskof’u yok etmek ve böylece de imparatorluğumuzun tabii sınırlarına ulaşa-
rak, bütün Türk halklarıyla birleşmek, diğer taraftan da, dinî hassasiyetimizden do-
layı, İslam dünyasını dinsizlerin egemenliğinden kurtarmak ve onların bağımsızlığını
vermektir..."16 Yine Ağustos 1915’te Enver Paşa, "40 Milyon Türk’ü tek bir impara-
torluk içerisinde görmek" istiyordu. Başka bir İttihatçı olan Dr. Nazım, Rusya’nın
Balkan Slavları arasında başarı ile yürütmüş olduğu politikaların aynısını, Osmanlı
Devleti’nin Rusya Türkleri arasında yürütmesi gerektiğini belirtiyordu17.
15 Jächke, “Der Turanismus....”, s. 11. Krş. Jehuda L.Wallach, Bir Askeri Yardımın Anatomisi
(Çevr. Fahri Çeliker), Genelkurmay Basımevi, Ankara 1977, s. 141-142.
16 Tekin Alp Osmanlı Devleti’nin bu hedeflerine ulaşmak için er veya geç bu savaşa katılmak zorun-
da olduğunu belirtmekte idi. Bkz. Tekin Alp, Türkismus und Pantürkismus, Verlag Gustav
Kiepenheuer, Weimar 1915, s. 53.
17 Wolfdieter Bihl, Die Kaukasus-Politik der Mittelmächte. Ihre Basis in der Orient-Politik und
Ihre Aktionen 1914-1917, C. I, Hermann Böhlaus Nachf., Wien-Köln-Graz 1975 , s. 242.
325
İttihatçıların Türkçü kanadına göre, İmparatorluğun "Millî hedefi" olan "tabii
sınırlarına" ulaşması, "40 Milyon Türkün tek bir imparatorluk içerisinde" yaşaması
ve Rusya’daki Türk halklarıyla irtibat kurulabilmesinin yolu Kafkasya’dan geçi-
yordu. Onun içindir ki Osmanlı ordusu fiilen savaşa girer girmez, Aralık 1914’te
Kafkasya Cephesi’nde ileri harekâta geçmiş; ancak Ocak 1915’de Sarıkamış Ku-
şatması ile bu cephede ağır bir yenilgi almıştı18. Osmanlı Devleti Kafkasya’da ileri
harekâta giriştiğinde iki önemli hedefe ulaşmak istiyordu: Birincisi Kafkas Müslü-
manlarına yardımcı olarak onların Rusya’ya karşı isyan etmelerini sağlamak, ikin-
cisi ise Orta Asya’da bulunan Türk halklarını Rus boyunduruğundan kurtararak
onların bağımsızlıklarını kazanmalarını sağlamaktı; ancak Sarıkamış felaketi ile bu
her iki girişimde sonuçsuz kalmıştır.
Kafkasya’ya yönelik Osmanlı düzenli ordusunun harekâtları dışında, Enver
Paşa’nın girişimleri ile Osmanlı Harbiye Nezareti bünyesinde, Kafkasya, Türkme-
nistan, Afganistan ve Hindistan’da etkili olmak üzere kuvve-i seferiyeler teşkil
edilmekteydi. Kasım 1914 sonlarında Başkumandan Vekili Enver Paşa Karargâh-ı
Umumi İstihbarat Şubesi Müdürü Kâzım Karabekir’i çağırarak ondan bir İran hari-
tası istemiş ve bu harita üzerinde kendisine hülasa olarak: "Bir fırka askerle en kısa
yoldan Tahranı işgal etmeli. İran’ı bu suretle Rus nüfuzundan kurtardıktan sonra,
İran’da olduğu gibi, Türkistan, Afgan ve Hindistan’da dahi İngilizlerle Ruslar aleyhi-
ne hareketler yaptırmalı! Diğer bir fırka ile Tebriz üzerinden Dağıstan’a yürüyerek
Kafkas İslam memleketlerini Ruslar aleyhine harekete geçirmeli ve bu suretle şark-
taki ordumuzun karşısında bulunan Rus ordusunu geriden vurmalı. Bu fırkaya bizim
Halil’i münasip görüyorum. Bu fırka bir dereceye kadar orduya yakındır. Elde de-
mektir. Fakat Tahran’a gidip Hindistan, Afgan ve Türkistan’la meşgul olacak fırkaya
kimi tayin edelim" diye önce sormuş, sonra sözü dolaştırıp Kazım Karabekir’e ge-
tirmiş ve bu göreve onu tayin ettiğini ve hazırlanması gerektiğini, kuvve-i seferi-
yenin teşkili için icap eden emirleri vereceğini söylemişti19.
Kafkasya, Türkmenistan, Afgan ve Hindistan’daki Müslüman halkları Rusya
ve İngiltere aleyhine ayaklandırmak yeni bir düşünce değildi. Bu düşünce 1896-
1910 yılları arasında Alman İmparatorluğu’nun Kahire’deki konsolosluğunda ata-
şe sıfatı ile görevli olan Max Freiherr von Oppenheim’a (1860-1946) aitti. Oppen-
heim, İngiltere ve Rusya’nın sömürgesi altında olan Müslümanların ayaklanmala-
rına ve bu sömürgeci ülkelere karşı panislamist politikaların desteklenmesinin
Alman menfaatleri açısından gerekli olduğunu, düzenli olarak Kahire’den gönder-
diği raporlarla Kayser II. Wilhelm’e bildiriyordu20. Fakat Enver Paşa’nın yukarıda-
18 Sarıkamış kuşatması hakkında detaylı bilgi için bkz. Mustafa Çolak, Enver Paşa Osmanlı-Alman
İttifakı, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2008, s. 25-43.
19 Sâbis, Ali İhsan, Birinci Dünya Harbi, C. II, Nehir Yayınları, İstanbul, 1990, s. 250.
20 Max Freiherr von Oppenheim’in faaliyetleri ve Kayser II. Wilhelm’e yazdığı raporlar hakkında
bkz., Mustafa Çolak, Alman İmparatorluğu’nun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya Politi-
kası (1914-1918), Türk Tarih Kurumu, Ankara 2006, s. 29 vd.
326
ki düşüncesinde dikkati çeken nokta, onun, daha Sarıkamış felaketi yaşanmadan
önce, yani daha Osmanlı Kafkas Ordusu (III. Ordu) bütün gücüyle ayaktayken bile,
Kafkasya, Türkistan, Afganistan ve Hindistan’daki Müslümanlarla irtibat kurulması
işini, III. Ordu haricinde, emirlerini direkt başkumandan vekilinden alan ve başla-
rında Halil Bey, Kâzım Karabekir ve Ömer Naci gibi, güvendiği ve kendi fikirlerine
yakın gördüğü subayların komutasındaki kuvve-i seferiyeler ve bunlara paralel
çalışan İttihat ve Terakki Komitesi üyelerinin emrinde bulunan Teşkilât- ı Mahsusa
aracılığı ile yapmayı düşünmesidir. Zira Halil Bey’in: "Lanet olası çölü (Mezopo-
tamya) İngilizlere bırakalım! Türkistan’a gidelim! Orada küçük Cihangir’im (oğlu)
için yeni bir imparatorluk kurmak istiyorum"21 şeklindeki sözleri hayal ürünü bile
olsa, İttihatçıların Türkçü isteklerinin ifadesidir.
Yarbay Halil Bey22 kumandasındaki Birinci Kuvve-i seferiye23 11 Aralık
1914’te Haydarpaşa’dan kademe kademe trenle harekete başladı. Aynı gün Baş-
kumandan Vekili Enver Paşa Köprüköy’den Halil Bey’e gönderdiği telgrafta, vazi-
fesini şu sözlerle detaylı olarak açıklıyordu: "Vazifeniz, fırkanızla İran’da Tebriz
üzerinden Dağıstan’a yürüyerek orada umumi bir isyana esas olmak, yürüyüş esna-
sında Rus şimendifer ve telgraf hatlarını, hassaten Bakû-Tiflis hattını tahrip eylemek,
Rusları Bahrihazer garbından geri sürmek; yoldaki aşairi, Ruslar aleyhine muhare-
beye teşvik ve sevk eylemektir."24
Ocak ayı başlarında Halil Bey Diyarbakır’a ulaştı. Kendisine Enver Paşa tara-
fından Musul üzerinden Tebriz’e hareket etmesi ve Rusları oradan tekrar defetme-
si emri verildi. Halil Bey Mart başında Musul’a girdi, sonra Revandiz Urmiye üzeri-
ne yürüdü. Fakat 1 Mayıs günü Dilman’da Ruslar tarafından mağlup edildi25. Böy-
lece, Rus engeline takılmış olan Birinci Kuvve-i seferiye için, Azerbaycan üzerinden
ilerleyerek Dağıstan’ı ele geçirip, Rusların gerilerinde isyan etmeye hazır bulunan
26 Dilam Muharebesi ve Halil Bey’in bu muharebede sevk ve idarede yaptığı hatalar, Birinci kuvve-i
seferiye’nin faaliyetleri hakkında geniş bilgi için bkz. Sâbis, Birinci...., C. II, s. 247-261 vd.
27 Sâbis, Birinci...., C. II., s. 257.
28 Jäschke, "Der Turanismus....", s. 16.
29 Politisches Archiv des Auswärtigen Amts (PA-AA), Der Weltkrieg, Nr. 11d secr...., Bd. 9. Der
Verbindungsoffizier für den Kaukasus Nr. 6., Erserum, den 28 November 1915.
328
Erzurum’da gönüllü birlikleri ile Ruslara karşı savaşan ve Enver Paşa tarafından
kendisine Türk-Azeri irtibatını kurma görevi verilmiş olan, İttihat ve Terakki’nin
komite üyelerinden olan Ömer Naci30 ortaya çıktı.
Kuzey İran üzerinden Azerilerle irtibat kurmak isteyen Ömer Naci, İstan-
bul’daki İttihat ve Terakki Merkez Komitesi aracılığıyla III. Ordu’dan kendisine ve
Scheubner’e düzenli bir birlik verilmesini sağladı. Ömer Naci ve Scheubner’in he-
defleri aynı olduğu için ikisi birleşerek beraber hareket etmeye karar verdiler.
Ömer Naci’nin birliğinde, iyi eğitilmiş ve genç 500 atlı ile bir dağ topu, Scheub-
ner’in birliğinde ise 100 atlı, bir dağ topu ve 30 gönüllü, ayrıca da beş Alman suba-
yı bulunuyordu. Scheubner’in birliğinin masrafları, Erzurum’daki Alman İrtibat
Subaylığı’nın kasasından ödenmekte idi31.
Ömer Naci ve Scheubner, Eylül 1915 sonlarına doğru Bitlis ve Başkale üze-
rinden Musul’a ulaşmak üzere yola çıktılar. Başkale’ye geldiklerinde, buradan Ur-
miye yönüne hareket etmek istedilerse de, Van Gölü’nün güneyinde güçlü bir Rus
direnişiyle karşılaştıklarından Musul yönüne harekete devam ettiler32.
Cizre’ye geldiklerinde, Scheubner karargâh kurma hazırlıklarını ileri süre-
rek, Musul’a doğru hareket etti. Bu arada Cizre yakınlarında, bazı Arap grupları ile
Ermeniler, Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmışlardı. Cizre’de kalmış olan ve
Scheubner’in birliğine de kumanda eden, Ömer Naci, VI. Ordu Komutanı Goltz Paşa
tarafından bu ayaklanmaları bastırılmakla görevlendirildi. Scheubner kendi birli-
ğindeki Alman subayların, Osmanlı Devleti’nin bir iç meselesi olan ayaklanmalarda
kullanılmasını istemiyordu. Bu nedenle Cizre’de bırakmış olduğu birliğindeki Al-
man subayları Musul’a çağırdı33.
Scheubner, o sıralar Musul’da bulunan 51. Fırka Kumandanı Halil Bey’le te-
masa geçerek, Goltz Paşa’nın da tasvibiyle, 51. Tümenden bir tabur asker almayı
başardı34. Şubat 1916 yılı ortalarına doğru da, Ömer Naci Bey’in emriyle, Ruslara
karşı savaşan, bölgedeki bazı Kürt aşiretleri de Scheubner’in taburuna katıldılar.
Ancak Scheubner, bu Kürt aşiretlerinin disiplinsiz olduklarını ve askeri eğitim
30 Çerkez kökenli bir aileden gelen Ömer Naci, aynı zamanda İttihat ve Terakki Komitesi üyesiydi.
1906 yılı ihtilali esnasında İran’da bulundu. Azerbaycan’ı iyi tanıdığı için Enver Paşa tarafından
Türk - Azeri irtibatını kurmakla görevlendirilmişti. Meşrutiyet’in ilanından önce, Selanik’te Mus-
tafa Kemal’in kurmuş olduğu "Vatan ve Hürriyet" derneğinde faaliyet gösterdi. Ağustos 1914’te
Erzurum’da Ermeni temsilcileri ile görüşerek, onların Türk planlarını desteklemeleri için iknaya
çalıştı. 8 Ocak 1915’te beraberindeki birliklerle, kısa bir süre için de olsa Tebriz’i işgal etti ve
Azerbaycan halkını yer yer Ruslara karşı ayaklandırdı. Bkz. PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d
secr...., Bd. 9. Der Verbindungsoffizier für den Kaukasus Nr. 6, Erserum, den 28 November 1915.
Ve PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11 d Geheim...., Bd. 13 . Expedition v. Scheubner, Bericht Nr.
33, Mossul, den 11 Mai 1916.
31 PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d secr...., Bd. 9. Der Verbindunsoffizier für den Kaukasus Nr. 6.
Erserum, den 28 November 1915. Krş. Jäschke, "Der Turanismus....", s. 16.
32 Aynı belge.
33 Aynı belge.
34 Aynı belge.
329
almadıklarını, bu sebeple askeri yönden bir kıymeti olmadıklarını belirtmektey-
di35. Şubat 1916’dan Mayıs 1916’ya kadar İran topraklarında Ruslar ile Scheub-
ner’in taburu arasında çatışmalar olur. Ancak Scheubner, Rus birliklerini aşıp Gü-
ney Kafkasya’ya ulaşmaya muvaffak olamadı. Ruslarla yapılan bu çarpışmalar es-
nasında silah ve cephane eksikliği had safhaya ulaşmıştı. Ayrıca Scheubner’in bir-
liğinde tifo hastalığı baş göstermiş ve ölüm vakaları meydana gelmişti. Bu sıra da
Rusların kuvvetli bir birlik ile Süleymaniye’ye saldıracakları haberi alınınca, bura-
daki zayıf Türk birliklerine yardımcı olmak amacıyla Scheubner geri çekilmek
zorunda kaldı36. Zaten bu arada da Almanlar da Emir Aslan’ın, Ömer Naci’nin etki-
sinde kalarak, Türkçülerin isteği doğrultusunda hareket ettiği şüphesi uyanmıştı37.
Böylece Ömer Naci ve Scheubner’in beraber başlatmış oldukları Emir Aslan’ın
Difai örgütüne yardım hareketi de sonuçsuz kalmış oldu.
İttihatçıların Kafkasya ve İran’daki askerî faaliyetlerinin temelinde, İslâmcı
ve Türkçü politikaların yattığını yukarıdaki açıklamaların ışığında söylemek müm-
kündür. Ancak Osmanlı Devleti savaşın içerisinde iken Arapların İtilaf Devletleri
lehine Osmanlı’ya karşı isyan etmeleri, artık bu iki seçenekten İslâm birliğinin de
mümkün olamayacağı gerçeğini ortaya koyunca, 1916 yılı başlarından itibaren,
İttihat ve Terakki çevrelerinde Türkçülük iyice hâkim olmaya başladı. Fakat Rus
ordusunun Sarıkamış felaketinden sonra, Osmanlı Devleti’nin Van’dan Trabzon’a
kadar uzanan Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz şeridindeki topraklarını işgal et-
mesi ve Osmanlı Devleti’nin Çanakkale hariç diğer cephelerde umduğunu bula-
maması, Osmanlı Devleti’ni bir taraftan kendi bağımsızlığını ve imparatorluğun
arta kalan topraklarını kurtarma gayreti içine sokmuş diğer taraftan da Osmanlı
Devleti’nin coğrafi sınırlarının Kafkasya’dan Anadolu içlerine doğru çekilmesine
neden olmuştur. Bu durum İttihatçıların uygulamaya koymak istedikleri Kafkasya
politikasını uygulanamaz hale getirmişti.
35 PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d geheim...., Bd. 13. Expedition v. Scheubner, Bericht Nr. 33,
Mossul, den 11 Mai 1916..
36 Aynı belge.
37 Jäschke, “Der Turanismus....”, s. 16.
330
Bir Osmanlı mareşali olan Fuat Paşa38, Enver Paşa’nın istek ve desteği ile İs-
tanbul’da "Kafkas Komitesi" adı altında bir dernek kurmuştu. Komitenin amacı,
Kafkasya halklarının başlatmış olduğu bağımsızlık mücadelesini Osmanlı himayesi
altında birleştirmeye çalışmaktı. "Kafkasya Komitesi"ne, Kuzey ve Güney Kafkasya
halkları dâhildi. Bu komitenin başkanı Mareşal ve senatör Fuat Paşa idi. Üyeleri ise
İstanbul’da ziraat profesörü ve Çerkez asıllı olan Aziz Mekker, Osmanlı ordusunda
sağlık müfettişi olan Dağıstan asıllı Dr. İsa Kotseki, Hıristiyan Gürcü Georg Ma-
çabelli ve Azeri kökenli Selim Bebutov gibi tanınmışlardan oluşuyordu39.
Söz konusu edilen bu komitenin hedefleri şunlardı: 1) Kafkasya halklarını si-
lahlı bir ayaklanmaya hazırlamak. 2) Her devletin kendi içerisinde "otonom" bir
yapıya sahip olacağı bir Kafkasya Federasyonu kurmak. 3) Türkiye ile askerî ittifa-
kı sağlayacak bir antlaşma imzalamak. 4) İran, Türkistan, Afganistan, Hindistan ve
Rusya içlerinde ayaklanmalar çıkartarak, Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın
Kafkasya’ya yardımlarını sağlamak40.
Fuat Paşa başkanlığındaki "Kafkasya Komitesi", bu hedeflerine ulaşmak için
Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın desteğini almaya çalışıyordu. Bu maksatla ve
propaganda faaliyetlerinde bulunmak için, Enver Paşa’nın da isteği ile bütün mas-
rafları Osmanlı Devleti tarafından karşılanmak üzere, yukarıda belirttiğimiz komi-
te üyelerinden oluşan bir heyet önce Viyana sonra da Berlin’de temaslarda bulun-
dular41 Ancak her iki ülke de Kafkasya’daki ayaklanmalara destek verdiklerini ve
bağımsız bir Kafkasya Devleti’nin kurulması taraftarı olduklarını belirtmekle ye-
tindiler42. Resmi herhangi bir adım atmadılar. Bunun üzerine hedeflerine ulaşa-
mayan “Kafkasya Komitesi” 1916 yılı içerinde dağıldı43.
Bu arada Akçuraoğlu Yusuf tarafından kaleme alınan ve İngiltere, Fransa,
İtalya gibi Rusya haricindeki İtilaf Devletleri de dâhil olmak üzere, İttifak ve taraf-
sız devletlere hitap eden "Rusya’daki Müslüman Türk-Tatar Halkları Haklarının
Korunması İçin Komitenin Muhtırası" adlı yazı 1915 yılı sonlarında, Budapeşte’de
38 Mareşal Fuat Paşa, Çerkez asıllı bir Osmanlı subayı idi. Çanakkale’deki başarılarından dolayı II.
derecede Osmanlı madalyası ile taltif edilmişti. Daha Ağustos 1914’ten itibaren, bir başka Çerkez
ileri geleni olan ve İstanbul’da ziraat profesörlüğü yapan Aziz Mekker ile beraber, Çerkezlerin
Ruslara karşı ayaklanmaları için çalışmalar yapmıştı. 21 Aralık 1915’te, önce 10 bin, daha sonra-
ları da 50 bin kişilik bir Çerkez grubunu Trabzon’da toplayıp, Ruslara karşı savaşmaya hazır hale
getirebileceklerini Aziz Mekker, Alman Dışişleri Bakanlığı’na bildirmişti. Bkz. PA-AA, Der
Weltkrieg, Nr. 11d secr...., Bd. 9. Aziz Mekker an Wesendonk. 21. 12. 1915.
39 PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d secr...., Bd. 8. Kaiserlich Deutsche Botschaft an Seiner Exzel-
lenz dem Reichskanzler Herrn von Bethmann Hollweg, Pera, den 17 November 1915.
40 Jäschke, "Der Turanismus....", s. 17; Bihl, Die Kaukasus..., C. I, s. 239.
41 Aynı Belge
42 PA-AA, Georgien, Nr. 1...., Bd. 1. Zusammenstellung der deutschen Erklärungen an Georgien, A
21 908. 24. 05. 1918.
43 Bihl, Die Kaukasus.., C. I, s. 240.
331
yayınlandı44 Akçuraoğlu ve arkadaşları45 bu muhtırada, Rusya Çarlığı egemenliği
altındaki Müslüman-Türk halklarının yaratmış olduğu medeniyetin, Ruslar tara-
fından yok edildiği, Rus Çarlığı’nın hâkim olduğu bölgelerde medeniyetin geriledi-
ği vurgulanıyor, dünya devletlerinin dikkati buralardaki Müslüman-Türk halkları-
na çekmeye çalışıyorlardı. Neticede, ister İtilaf Devletler grubuna, isterse İttifak
Devletler grubuna dâhil veya tarafsız olsun her medeni devletten, bu Müslüman-
Türk halklarının bağımsızlık mücadelesine yardımcı olmalarını, Kırım, Buhara ve
Semerkant gibi Türk Hanlıkları’nın tekrar kurularak Osmanlı Devleti himayesine
verilmesinin desteklenmesini istiyorlardı46.
Ancak Rusya Türkleri’nin bağımsızlıkları için diğer devletlerin dikkatlerini
buraya çekme çabaları sadece bu muhtıra ile sınırlı kalmamıştır. 9 Ocak 1916
tarihinde yine Akçura’nın "Die gegenwärtige Lage der mohammedanischen Turko-
Tataren Russlands und ihre Bestrebungen" (Rusya’daki Müslüman Tatar Türkleri-
nin Bugünkü Durumu ve Hedefleri) adı altında Alman Dışişlerine gönderdiği ya-
zı47, Ağaoğlu Ahmet ve Hüseyinzade’nin 18 Mayıs 1916’da "Türk, Tatar ve Kırgız-
lar" adına Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’a gönderdikleri telegram48
ve 27-29 Haziran Lozan’da düzenlenen "Millîyetler Kongresi"nde (Nationalitaeten-
kongres) Hıristiyan ve Müslüman Gürcülerin yanı sıra, Aziz Mekker’le beraber
Çerkezlerin ve Hüseyinzade ile beraber Azerilerin yer alması49, hep diğer devletle-
rin dikkat ve yardımını Kafkasya ve Rusya himayesindeki Türkler üzerinde yoğun-
laştırma gayretlerinin bir sonucudur.
Kafkasya’daki Türk halklarının bağımsızlık konusundaki uluslararası destek
arayışları noktasında, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki müttefiki
Almanya’nın konumuna gelince: İttihatçıların Kafkasya politikası bir taraftan Al-
man İmparatorluğu’ndan destek görürken diğer taraftan olumsuz etki yapıyordu.
İttihatçıların Kafkas halklarıyla birlikte Rusya’ya karşı mücadele etmeleri Alman
politikalarına uygundu ve Almanya bu bağlamda destek vermekteydi; ancak İtti-
hatçıların Kafkasya’da Türkçü politikalar takip etmeleri, Almanya’nın Kafkas-
ya’daki çıkarlarına ters düşmekteydi. Nitekim Almanya’nın Kafkasya Ajanı Lois
Mosel, 3 Mart 1915 tarihli raporunda, İttihatçıların kendi elemanlarını, işgal altın-
44 Bu muhtıra 1915 yılı sonlarına doğru, Druckerei des Pester Lloyd’da basılır ve "Die Welt des
Islams", C. IV, 1916, Sayı 1/2, s. 33-43’te yayınlanır. Krş. Mende, Der Nationale Kampf...., s.
131; Jäschke, Der Turanismus...., s. 17-18.
45 Akçuraoğlu ile birlikte bu muhtıraya komite adına üç kişi daha imza koydu: İstanbul Üniversite-
si’nde profesör ve aynı zamanda "Fuyuzat" dergisini çıkartmakta olan Azerbaycanlı Ali Hüseyin-
zade ilahiyat profesörü Mehmet Esat Çelebizade ve Mukimeddin Beycan.
46 Bkz. “Denkschrift des Komitees zum Schutze der Rechte der Mohammedanischen Türkisch-
Tatarischen Völker Russlands”, Die Welt des Islams, C. IV, 1916, Sayı 1/2, s. 41-43.
47 GStA, Gesandschaft in Hamburg, Nr. 370, s. 112-118, Aktschura Oglu Jussuf, Die gegenwärtige
Lage der Mohammedanischen Turko-Tataren Russlands und ihre Bestrebungen. (09. 01. 1916).
48 Bihl, Die Kaukasus..., C. I, s. 240.
49 Aynı yer.
332
daki bölgelere kaymakam veya müdür sıfatı ile göndererek, bu bölgelerde propa-
ganda yaptığını ve askerî faaliyetlerde bulunduğunu, ancak çoğu yeteneksiz olan
bu kişilerin etraflarına topladıkları gönüllü birlikler ile yağma yaptıklarını ve halka
kötü muamele ettiklerini belirterek, komitenin bütün Kafkasya’yı Osmanlı Devleti
himayesine almak istediğinden şüphesi olmadığını söylüyordu. Osmanlı himayesi-
ne girmeye sadece Hıristiyan Gürcülerin değil, Müslüman Gürcü ve Tatarların da
karşı olduğunu, silah eksikliğine rağmen Gürcü ve Tatarların ayaklanmak için
organize olduklarını, ancak Türklere güvenmedikleri için ayaklanmaların başla-
madığını yazıyordu. Mosel’e göre, zengin bir ülke olan Kafkasya, Almanya için
önemliydi ve Türklere bırakılmamalıydı. Bunun için de Osmanlı Devleti’nin Kaf-
kasya’daki bütün askerî faaliyetleri Almanya’nın idaresinde yapılmalıydı50.
Yine Mosel, 22 Mart 191551 ve 23 Mart 191552 tarihli raporlarında, Kafkas-
ya’daki Müslümanların ve Gürcülerin Türklere güvenmediklerini ve bu yüzden
bölgede faaliyet gösteren İttihatçıların tamamen çekilerek, Kafkasya’daki ayak-
lanmaların Almanlar tarafından organize edilmesini istemekteydi.
Türk komitacılarının Kafkasya’ya yönelik faaliyetlerinden rahatsız olan sa-
dece Mosel değildi. Alman Genelkurmayından, Alman Dışişleri Bankalığına Na-
dolny imzası ile gönderilen 5 Nisan 1915 tarihli telgrafta, Kafkasya’daki gönüllü
birliklerin başlangıçta İttihatçıların askeri harekâtlarına yardımcı olduklarını, fa-
kat İttihatçıların, Kafkasya’yı kendi topraklarına katmayı istemeleri ve geçici ola-
rak alınan bölgelerdeki kötü yönetimlerinden dolayı bu halkların Türklerden so-
ğuduklarını yazdıktan sonra: "Gerçi bunların Alman yönetiminde ayaklanmaya
hazır oldukların, ancak Türklerle çalışmak istemediklerini" ifade etmekteydi53.
Almanya, bölgede bulunan subaylarının yukarıda belirttiğimiz şikâyetlerini
bertaraf etmek ve Kafkasya’daki ayaklanmaları yeniden, Almanya’nın menfaatleri
doğrultusunda organize etmek için, Erzurum’da "Alman İrtibat Subaylığı" kurdu ve
bu göreve 15 Mayıs 1915’te Friedrich Werner Gf. v. d. Schulenburg’u atadı. Ancak
kısa bir süre sonra Schulenburg da, İttihatçıların kendilerine yardım etmediklerini,
zorluk çıkardıklarını ve Kafkasya’yı fethetmeyi "özel hedefleri" arasında gördükle-
rini, Berlin’e yazmış olduğu raporlarda defalarca belirtmiştir54. Böylece savaşın
hemen ilk aylarından itibaren Kafkasya üzerinde başlamış olan Türk-Alman an-
laşmazlığı, savaş ilerledikçe artarak devam edecektir.
50 PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d secr...., Bd. 4. Bericht. Konstantinopel, 3 März 1915.
51
PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d secr...., Bd. 4. Die Organisation im Kaukasus, 22 März 1915.
52 PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11.d secr..., Bd. 4. Die an die Türkische Regierung zu stellenden
Forderungen, 23 März 1915.
53 PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d secr...., Bd. 5. Stellvertretender Generalstab der Armee, Abtei-
lung III b., An das Auswärtige Amt, Berlin den 5 April 1915.
54 Mesela bu raporlardan ikisi için bkz. PA-AA, Weltkrieg, Nr 11d secr...., Bd. 11. Der Verbindung-
soffizier für den Kaukasus No. 9, Trapezunt, 15 Januar 1916. Ve PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d
secr...., Bd. 11. Der Verbindungsoffizier für den Kaukasus No. 10, Trapezunt, 20 Januar 1916.
333
3. İTTİHATÇILARIN GÜRCÜ POLİTİKALARI
İttihatçıların Türkçü kanadının, Kafkasya ve Orta Asya’daki Türkleri Rusya
Çarlığı’na karşı ayaklandırmak ve Rusya himayesindeki Türklerin bağımsızlıklarını
kazanmalarını sağlamak için takip etmiş oldukları politikalarının önünde Kafkas-
ya’da iki önemli toplum engel teşkil ediyordu: Gürcüler ve Ermeniler. Bu her iki
toplumda Anadolu’da bulunan İttihatçıların ulaşmak istedikleri Orta Asya yolu
üzerinde, Güney Kafkasya’da bulunuyorlardı. Bu açıdan İttihatçılar açısından
önem arz ediyorlardı. İttihatçıların Ermenilere yönelik politikalarını biz bu çalışma
çerçevesinde ele alamayacağız. Zira İttihatçıların Ermeni politikaları müstakil bir
çalışmanın konusunu oluşturacak kadar geniştir ve bu konuda çok sayıda müstakil
çalışma da mevcuttur. Ama İttihatçıların Gürcü politikalarını bu çalışma çerçeve-
sinde ele alacağız55.
İstanbul’daki Alman Büyükelçisi Wangenheim’ın girişimleriyle, Eylül 1914
yılı başlarında, Gürcistan’ın geleceğini konuşmak için, bir Gürcü komitacı olan ve
bağımsız Gürcistan fikrini savunan Leo Keresselidse, Talat ve Enver Paşaları bir
araya gelmişlerdi56. Yaklaşık bir ay sonra, 10 Ekim’de de İstanbul’daki Avusturya-
Macaristan Büyükelçiliği "Türkiye’nin savaşa girmesi ve İttifak Devletleri’nin muzaf-
fer olmaları durumunda, Türkiye’nin Gürcistan için otonomi isteyeceğini" Viyana’ya
yazıyordu57. Buna karşılık Alman Büyükelçisi Wangenheim, 28 Kasım 1914’de
İttihatçıların çoğunluğunun Keresseldse’nin tam bağımsız Gürcistan fikrine karşı
çıktıklarını ancak Talat Paşa’nın bu konuya ılımlı yaklaştığını ve "Halkının çoğun-
luğu Hıristiyan olan bir ülkenin.... Müslüman bir ülkenin himayesine girmesinin an-
lamsız olacağı" fikrinde olduğunu ifade ediyordu58.
Sarıkamış önlerinde Osmanlı - Rus çatışmalarının en yoğun olduğu sıralar-
da, Aralık 1914 sonlarına doğru, Osmanlı-Gürcü görüşmeleri geçici bir antlaşmayla
sona erdi. Bu antlaşmaya göre, Osmanlı Devleti, Gürcistan Devleti’nin bağımsızlı-
ğını tanıyor ve Osmanlı toprakları üzerinde “Gürcü Lejyonu” adıyla bir Gürcü ordu-
sunun kurulmasını kabul ediyordu. Ancak bu bağımsızlık Gürcistan’ın dışişlerine
sınırlama getiriyordu. Bağımsız Gürcü Devleti içişlerinde tamamen bağımsız (me-
selâ kanun yapabilecek, yönetimini ve mahkemelerini kendisi belirleyebilecek);
ancak dışişlerinde Osmanlı Devleti ile beraber hareket edecekti. Gürcü Komitacı
55 İttihatçıların Gürcü politikaları hakkında geniş bilgi için bkz. Çolak, Mustafa. “Alman Belgelerin-
de Birinci Dünya Savaşı’nda Trabzon’da Gürcü Lejyonunun Kurulması ve Faaliyetleri”, Ulusla-
rarası Tarih-Dil-Edebiyat Sempozyumu 3-5 Mayıs 2002, Trabzon 2002. s. 507-521.
56 Egmont, Zehlin, “Friedensbestrebungen und Revoluti-onerungsversuche. Deutsche Bemühungen
zur Ausschaltung Rußlands im Ersten Weltkrieg”, Aus Politik und Zeitgeschichte, Beilage zur
Wochenzeitung: Das Parlement, B. 25/61 (21. 6.1961), s. 354.
57 Bihl, Die Kaukasus..., C. I, s. 235.
58 PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d.... Bd. 2. Kaiserlich Deutsche Botschaft an Auswärtiges Amt,
Pera, den 28 November 1914.
334
Keresselidse, bu duruma ileride yapılacak genel barış antlaşmasında düzeltilir
gerekçesiyle ses çıkarmıyordu59.
Osmanlı Devleti ve Gürcü Hükûmetinin hak ve görevlerini detaylı olarak be-
lirten bu antlaşmaya, Gürcü Komitesi adına Keresselidse imza koyarken, Osmanlı
Devleti adına Dâhiliye Nezareti’nden yetkili bir memur imza koymuştur. Antlaş-
mayı bizzat Dâhiliye Nazırı değil de nezaretten bir memurun imzalamış olması,
Gürcü tarafında, savaş başarıyla bittiğinde Osmanlı Devleti’nin bu antlaşma ile
verdiği sözleri yerine getirmeyeceği ve Kafkasya’yı egemenliğine alacağı şüphesini
pekiştiriyordu. Dolayısıyla antlaşma yapılmış olmasına rağmen Gürcüler Osmanlı
Devleti’ne güvenmiyorlardı. Gürcülerin Osmanlı Devleti’ne güvenmediğini gören,
ama onların Almanya yanında yer almasını isteyen Alman Büyükelçisi Wangen-
heim, Gürcüleri ikna etmeye çalışıyordu. Wangenheim, Gürcistan’ın geleceğinin
sadece Osmanlı Devleti’ne bağlı olmadığını, savaş sonunda, Hıristiyan bir halk olan
Gürcülerin geleceğinde Avrupa devletlerinin söz sahibi olacaklarını, böyle bir du-
rumda, meselâ Almanya’nın, Kafkasya’nın Osmanlı himayesine girmesine müsaade
etmeyeceğini, Gürcü Komitesi ileri gelenlerine anlatıyordu60.
Öte yandan Wangenheim, bir taraftan Gürcülerin bu konudaki endişelerini
gidermeye çalışırken, diğer taraftan kendisi de İttihatçılara güvenmiyordu. Savaş
sonunda, İttihatçılar’ın mümkün olduğu kadar Kafkasya’da, Gürcülere az toprak
bırakmaya çalışacaklarını, Batum ve Tiflis’ten vazgeçmeyeceklerini belirten Wan-
genheim, Batum ve hatta Tiflis’in kendilerine ait olduğunu İttihatçıların iç politi-
kada sık sık dile getirdiklerini yazmaktaydı61. Gürcülerin İttihatçılara güvenmeme-
lerinin nedeni sadece bağımsızlık konusundan kaynaklanmıyordu. Türk-Rus sını-
rında Gürcü Komitesi ile ittihatçı yerel yöneticilerin Ruslara karşı beraber müca-
dele etmek zorunda olmalarına rağmen sürekli birbirlerine engel oldukları belge-
lerden ortaya çıkmaktadır.
Gürcülerin İttihatçılara karşı olan güvensizliği arttıkça, Osmanlı-Alman itti-
fakının Kafkasya’da beklediği başarı gecikiyordu. Bir taraftan Almanya diğer taraf-
tan da Gürcistan Osmanlı Devleti üzerinde baskı kurarak bu bunalımı atlatmaya
çalışıyorlardı. Almanya’nın Kafkasya özel ajanı Mosel tarafından 23 Mart 1915’te
hazırlanan bir raporda, Osmanlı Devleti ile Gürcüler arasındaki güven bunalımının
giderilmesi için Osmanlı Devleti’nden yerine getirilmesi istenilen şartlar şu şekilde
sıralanıyordu: Osmanlı-Gürcü Antlaşması sorumlu bakan veya sadrazam tarafın-
dan imzalanmalı, İttihatçılar elini Kafkasya işlerinden tamamen çekmeli ve bura-
daki organizasyonu Almanlara bırakmalı, Osmanlı Devleti, kendi toprakları üze-
rinde Kafkasya’ya yönelik yapılacak olan bütün faaliyetlerin hazırlıklarına yardım-
62 PA-AA, der Weltkrieg, Nr. 11d secr.... Bd. 4. Die an die Türkische Regierung zu stellenden For-
derungen, 23 März 1915. Bu isteklerin aynısı daha sonraları, Keresselidse tarafından İstanbul’da
Schulenburg’a bildirilmiş, Schulenburg da Türk tarafının bu istekleri yerine getirmesi için giri-
şimlerde bulunmuştur. Bkz. PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d secr...., Bd. 6. Schulenburg. Absch-
rift für Herrn von Wesendonk, Pera, den 18 Juni 1915.
63 PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d secr...., Bd. 8. Ministére de la Guerre. Bureau de la Correspon-
dance Etrangere, Constantinople le 3/16 Septembre 1915.
64 PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d secr...., Bd. 8. Ministére de la Guerre. Bureau de la Correspon-
dance Etrangere, Constantinople le 3/16 September 1915. Krş. Jäschke, “Der Turanismus....”, s.
13.
336
olacaktı. İkinci bölümde, Osmanlı Devleti’nin Gürcistan üzerindeki haklarının çer-
çevesi çizilmekte ve savaş boyunca Osmanlı Devleti’nin Gürcistan’daki demiryolla-
rını, iletişim araçlarını kullanabileceği, geçici Gürcü Hükûmetinin izni ile ordusuna
gerekli olan malzemeye el koyabileceği ve askerî konularda yargı yetkisi maddele-
ri yer alıyordu. Üçüncü bölümde ise "Millî Gürcü Komitesi"nin görevleri belirtilmiş-
tir. Buna göre: Komite savaş boyunca Türk ordusuna her konuda yardım edecek,
Türkiye lehine, Rusya aleyhine Gürcistan topraklarında propaganda yapacak ve
bütün imkânlarını seferber ederek, Gürcistan’da Rusya’ya karşı ayaklanmaların
başlaması için gerekli organizasyonu sağlayacaktır65.
Bu antlaşmanın imzalanmasıyla beraber Osmanlı Devleti, kendi toprakları
üzerinde bir “Gürcü Lejyonu”nun kurulmasını kabul ediyordu. “Gürcü Lejyonu”
kuruluşundan lağv edilmesine kadar Osmanlı- Gürcü ve Osmanlı-Alman ilişkile-
rinde sıkıntı yaratmış, problem olmuştur66. Onun için burada “Gürcü Lejyonu” na
kısaca değinmek yerinde olacaktır.
Osmanlı Devleti ile Almanya Birinci Dünya Savaşı sürecinde, Osmanlı top-
rakları üzerinde kurulacak ve Rusya’ya karşı Osmanlı ordusu yanında savaşacak
bir “Gürcü Lejyonu” kurulmasını öngörmüşlerdi. Ancak “Gürcü Lejyonu” daha ku-
ruluş aşamasında iken, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Trabzon’daki yerel yöneti-
cileri tarafından düşmanca bir tavır takınıldığını, 30 Ekim 1915’te İstanbul’daki
Alman Askerî Ataşesi Lossow, Alman Dışişleri Bakanlığı’na bildiriyordu67. Erzu-
rum’daki Alman İrtibat Subayı Schulenburg ise Trabzon’da yetkili hiçbir ittihatçı-
nın Gürcü faaliyetlerini tasvip etmemekle beraber, İstanbul’dan gelen baskı ve
emirler neticesinde Gürcü isteklerini yerine getirdiklerini, ancak bunun İttihatçıla-
rın Gürcülere karşı duyduğu antipati gerçeğini değiştiremeyeceğini bildiriyordu.
Schulenburg’a göre, İttihat ve Terakki’ye yakın yöneticilerin, Transkafkasya’nın
fethini kendilerine "özel hedef" olarak seçmişlerdi. İttihatçılara göre, Transkafkas-
ya Osmanlı Devleti’nin tabi sınırını oluşturmaktaydı. Osmanlı Devleti güvenliğini
sağlayabilmesi için sınırlarına Güney Kafkasya’yı dâhil etmesi gerekiyordu. Yine
Schulenburg, yarı bilgili bu insanların, isteklerinin yerine getirilmesinin Osmanlı
Devleti’ne büyük politik zorluklar getireceğini ve bu isteklerin ne tarihî ne de et-
nografik haklılığının bulunduğunu anlamadıklarını yazıyordu. Schulenburg, İtti-
hatçıların Kafkasya ile ilgili bu isteklerine ulaşmak için Gürcüleri kendilerine engel
olarak gördüklerini, bu nedenle her fırsatta onların çalışmalarına mani olduklarını
da raporuna eklemekteydi68.
65 Aynı belge.
66
“Gürcü Lejyonu” hakkında geniş bilgi için bkz. Mustafa Çolak, “Alman Belgelerinde Birinci
Dünya Savaşı’nda Trabzon’da Gürcü Lejyonunun Kurulması ve Faaliyetleri”, Uluslararası Ta-
rih-Dil-Edebiyat Sempozyumu 3-5 Mayıs 2002, Trabzon 2002. s. 507-521.
67 PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d secr...., Bd. 8. Der K. Botschaftrat an Auswärtiges Amt, Pera,
den 30 Oktober 1915.
68 Türk yerel makamlarının Gürcü çalışmalarını nasıl engellediklerini bir örnekle açıklayan Schulen-
burg “Gürcü Lejyonu” na lejyoner bulmak ve propaganda yapmak için görevlendirilmiş olan Mo-
sel’in Amasya’daki çalışmalarının engellendiğini, lejyoner olarak kayıt ettiği kişilerin kaçmaya
337
Schulenburg, Trabzon valisinin, Gürcülerin başarılı olacağına inanmadığını,
zaten valinin Trabzon’daki İttihat ve Terakki’nin üyeleri ile arasının iyi olmadığını,
onun için de Gürcülere fazla ilgi göstererek, İttihatçıların dikkatini üzerine çekmek
istemediğini ifade etmekteydi. Trabzon’daki askerî kumandan Avni Paşa hakkın-
daki fikrini de Schulenburg şöyle dile getirmekteydi: “…O, bir Osmanlı Gürcüsü
olmasına rağmen, İttihat ve Terakki’ye üye olmadığından, İttihatçıların gazabına
uğramamak için, kendi Türkçülüğünü her fırsatta dile getirmeye çaba harcıyor,
buna yönelik çalışıyor, onun için de Gürcülere yardımcı olmaktan kaçınıyordu”69.
Hatta Avni Paşa, Türkçülüğünü ispatlamak için, İttihat ve Terakki çevrelerine
"Gürcü Lejyonu" nu Türkleştirmeyi öneriyordu. Lejyondaki emirlerin Gürcüce ye-
rine Türkçe verilmesini isteyen Avni Paşa, bu maksatla sadece Türkçe bilen birkaç
astsubayı da lejyonun eğitimi ile görevlendirmişti. Ancak lejyon subaylarından
kimse Türkçe bilmediği için, Gürcülerin isteği ile Schulenburg, Avni Paşa’dan bu
isteklerinden vazgeçmesini istemiştir. Bunun üzerine, lejyonda sadece Türkçe
bilen astsubayların yerine Gürcüce bilenler atanmıştır70.
Schulenburg, Kafkas Cephesi’ndeki yerel Türk yöneticiler ile Gürcüler ara-
sındaki problemlerin tek sorumlusu olarak İttihatçıları görmüyordu. Bu konuda
Gürcü Komitesi yetkililerini de suçlamaktaydı. Komite üyelerinin, çalışmalarıyla
Türkleri etkileyemediklerini, işlerini düzenli, disiplinli ve sağlam yapmadıklarını
belirtiyor ve örnekler veriyordu. Lejyon Kumandanı Keresselidse’nin yeteneksiz
olduğunu ve askeri işlerden hiç anlamadığını, onun yardımcısı Magaloff’un yete-
nekli olmasına rağmen, sürekli Keresselidse’ye bağımlı kaldığını ve onun tembelli-
ğinden etkilendiğini yazıyordu. Ayrıca Magaloff’un, Ermenilerin sevk ve iskânı
esnasında sadece güzelliğinden dolayı bir Ermeni kızıyla evlenebilmek için, din
değiştirerek Müslüman olduğunu ve bunun Türk yöneticileri tarafından bir zaaf
olarak algılandığını, komitenin bir diğer üyesi ve Abhaza’nın ileri gelen prensle-
rinden Sia Bey’in ise ortalıkta çok az göründüğünü belirtmekteydi71.
Gürcü lejyonu kuruluşundan lağvına dek, hep Gürcüler ile İttihatçılar ara-
sında ortaya çıkan problemlerde önemli bir yer tutmuştur. Almanya’nın Trabzon
Konsolosu Bergfeld, 1916 yılı Temmuz ayı sonlarına doğru, III. Ordu Kumandanı
Vehib Paşa’nın lejyonun taşınması için söz verdiğini; ancak taşınmak için gerekli
olan araçları vermediğini yazıyordu. Bergfeld’e göre, lejyondan çok sayıda asker
kaçıyordu. Kaçan askerlerin yakalanmasına çalışan Gürcü lejyonerlere ise Türk
jandarma birlikleri engel oluyordu. Hatta bölgedeki İttihatçıların Gürcülere karşı
tavırları gün geçtikçe sertleşiyordu. Lejyonun Sivas’a taşınması halinde, Türklerin
zorlandığını ve Mosel’in bu propaganda işinden vazgeçmesi istenildiğini yazmakta idi. Bkz. PA-
AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d secr...., Bd. 11. Graf Schulenburg, der Verbindungsoffizier für den
Kaukasus an Generalstab, Sekt. III b. Pol., Trapezunt, den 15 Januar 1916.
69 A.e.
70 A.e.
71 A.e.
338
bu cephaneyi göndermemek için elinden geleni yapacaklarını, Bergfeld dile getir-
mekteydi72.
İstanbul’daki Alman Askeri Ataşesi de 21 Eylül 1916’da, lejyonun Gürcü sı-
nırından artık iyice uzaklaştığını, şu anda tamamen Türk toprakları üzerinde bu-
lunduğunu ve lejyonerlerin "Türkler için savaşmak istemeyerek" firar ettiklerini
yazmaktaydı73. Ayrıca Schulenburg, 27 Eylül 1916’da yine Trabzon valisinin ve III.
Ordu Kumandanı’nın, lejyonun iaşesi ve bu iaşesinin taşınması işinde gerekli olan
yardımı sağlamamalarından şikâyetçi olmaktaydı74.
Osmanlı-Gürcü anlaşmazlıkları Birinci Dünya Harbi sonuna kadar sürmüş-
tür. Gürcü Komitesi her fırsatta İttihatçılara güvenmediğini bildiriyor, Osmanlı
Devleti’nden, ancak Almanların yardımı sayesinde bazı haklar elde ettiklerini her
fırsatta bildirmekten çekinmiyordu75. Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi’nden sonra,
Batum ve bağımsız Gürcistan Devleti’nin sınırları meselesi daha da alevlenecek ve
hatta İttihatçılar ile Almanları Kafkas Cephesi’nde karşı karşıya getirecektir. Şimdi-
lik bu konuyu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Trabzon Konsolosu olan
Dr. Ernst v. Kwiatkowski’nin tek cümlesiyle bitirmek istiyoruz : "...Almanya, Gürcis-
tan ve Türkiye, Gürcistan sorununda birbirlerine karşı samimi, fakat aynı zamanda
engel olmak için uğraşıyorlardı..."76
72 PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d. Geheim...., Bd. 13. Bergfeld an Botschaft Konstantinopel,
Samsun, den 27 Juli 1916.
73 PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d. Geheim...., Bd. 14. MIlitärbevollmächtigter Pera an Generals-
tab Sektion Politik Berlin, Pera, den 21 September 1916.
74
PA-AA, Der Weltkrieg, Nr. 11d. Geheim...., Bd. 15. Schulenburg, Der Verbindungsoffizier für
den Kaukasus an Sektion Politik Berlin des Generalstabes, Tirebolu, 27 September 1916.
75 PA-AA, Weltkrieg, Nr. 11d. Geheim...., Bd. 14. Mitglieder des Georgischen Komitees in Berlin,
Berlin, den 22 September 1916.
76 Bihl, Aynı eser, s. 81. “Deutsche, Georgier und Türken stehen sich in der georgischen Angelegen-
heit...geradezu hemmend gegenüber”.
77 Brest-Litovsk antlaşmasından sonra İttihat ve Treakki Cemiyeti’nin Kafkasya politikalarından
dolayı Almanya ile düştüğü itilaf hakkında geniş bilgi için bkz. Mustafa Çolak, “Almaniyanın
339
Rusya’nın bu isteği üzerine İttifak Devletleri ile 15 Aralık 1917’de Brest-
Litovsk’da barış görüşmeleri başladı78. Brest-Litovsk barış görüşmelerinde Trans-
kafkasya’yı ilgilendiren iki önemli husus vardı: Biri “Elviye-i Selâse” 79 meselesi,
diğeri ise Kafkas Müslümanları’nın bağımsızlığı meselesiydi.
Qafqaz Siyasәti”, Azәrbaycan Xalq Cümhuriyyәti vә Qafqaz İslam Ordusu (Ed. Mehmet Rıh-
tım, Mehman Süleymanov), Qafqaz Universiteti Qafqaz Araşdırmaları İnstitutu Nәşriyyatı, Bakı
2008, s. 134-165.
78 Brest-Litovsk müzakereleri ve barışı için hakkında geniş bilgi için bkz. Selami Kılıç, Türk-Sovyet
İlişkilerinin Doğuşu, Dergâh Yayınları 1998.
79 Elviye-i selâse kavramını Osmanlı Devleti Kars, Ardahan ve Batum vilayetleri için kullanmıştır.
Bu üç vilayet 1877–1878 Osmanlı Rus harbi sonunda savaş tazminatı karşılığı olarak Osmanlı
Devleti tarafımdan Rusya’ya bırakılmıştır. Brest-Litovsk barış görüşmelerinde ise Alman delegas-
yonunun desteği ile tekrar Osmanlıya bırakılmış ve Osmanlı Kafkas Ordusunun 25 Mart 1918’de
başlatmış olduğu ileri harekât ile 14 Nisan 1918’de Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı
Dâhiliye Nezareti 11 Eylül 1918’de bu bölgenin idari yapısını düzenleyerek Kars ve Batum livala-
rından oluşan Batum Vilayeti’ni teşkil etmiştir. Bkz. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), MV,
249/65.
80 PA-AA, R 11041, Konstantinopel, 12 Dezember 1917.
340
ancak bu konuda bağlayıcı herhangi bir söz vermemeleri gerektiğini bildiriyor-
du81. Kühlmann, 26 Şubat’ta Bükreş’ten çektiği telgrafla da Osmanlı Devleti’nin
sadece Kars, Ardahan ve Batum’un kendisine verilmesini değil; Kafkas Müslüman-
ları’nın tamamının bağımsız olmalarını istediğini de belirtiyordu. Müttefik Osmanlı
Devleti’nin bu isteklerinin, özellikle Batum’un kendilerine verilmesinin yerine
getirilmesinin zor olduğunu belirten Kühlmann, bunun Osmanlı Devleti ile Rus-
ya’nın karşı karşıya gelmesi anlamına geleceğini düşünüyor; ancak şu aşamada
Osmanlı Devleti’nin isteklerine karşı çıkmanın da anlamsız olduğunu belirtiyor-
du82. Dolayısıyla Alman İmparatorluğu bir taraftan Rusya’yı karşısına almamaya
çalışırken diğer taraftan da Osmanlı isteklerini yerine getirmeye gayret gösteri-
yordu.
Alman Orduları Yüksek İdaresi83 Komutanı General Ludendorff da Brest-
Litovsk görüşmelerinin yeniden başladığı sırada bu iki Osmanlı isteğinin destek-
lenmesini Alman Dışişleri’nden istiyordu. Bu istekleri Ludendorff’tan da Enver
Paşa istemişti84. Enver Paşa’ya göre, Osmanlı Devleti’nin istediği Kars, Ardahan ve
Batum’un nüfusunun çoğunluğu Müslüman olduğu gibi bu sancaklar, Rusya’ya
1878 Berlin Antlaşması ile savaş tazminatı olarak bırakılmıştı. Ayrıca Rus ordusu-
nun dağılıp geri çekilmesiyle, bu yerlerde devlet otoritesi yok olmuş ve yönetim
boşluğu doğmuştu. Bu nedenle Rusların işgal etmiş olduğu eski Osmanlı toprakla-
rında, bir an önce sivil Osmanlı yönetiminin kurulması ve güvenliğinin tesis edil-
mesi gerekiyordu. Görüldüğü gibi Enver Paşa, Rus ordusunun çekildiği bölgelerde
Osmanlı yönetiminin ve jandarmasının bir an önce düzeni sağlamasını istemek-
teydi. Zira dağılan Rus ordusunun silahlarına sahip olmuş olan Ermeniler, bölge-
deki Müslüman halkı katletmeye başlamışlardı.
Bolşevik Rusya’nın karşı çıkmasına rağmen Alman Hükûmetinin desteği ile
3 Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk Anatlaşması’nın asıl metninin dördüncü
maddesinde söz konusu ettiğimiz Osmanlı istekleri şöyle yer alır: “Rusya Devleti
Doğu Anadolu Vilayetleri’nin boşaltılması ve Osmanlı Devleti’ne muntazam bir şekil-
de geri verilmesini sağlamak için gayret gösterecektir.
Ardahan, Kars ve Batum sancakları dahi derhal Rus askerleri tarafından tah-
liye edilecektir. Rusya devleti iş bu sancakların hukuk-ı umumiye ve düvel-i hukuk
nokta-i nazarından iktisab edecekleri yeni duruma karışmayacak ve ayrıca bunların
85 Bkz. Selami Kılıç, Türk-Sovyet İlişkilerinin Doğuşu, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1998, s. 378.
86 PA-AA, R 11043, Berlin, 21 März 1918.
87 PA-AA, R 11043, Berlin, 21 März 1918.
88 PA-AA, R 11043, Berlin, 21 März 1918.
89 PA-AA, R 11043, Constantinopel, 22. März 1918
342
Maçabelli ve Cereteli, Batum’un Osmanlı topraklarına katılması ile Osmanlı
Devleti önünde Transkafkasya yolunun açılmasından endişeleniyorlardı. Gürcüler
ve Ermeniler, Transkafkasya’da güçlü bir Osmanlı Devleti’ni, kendi bağımsız dev-
letlerinin teşekkülü önünde engel olarak görüyorlardı. Azeriler ise üzerlerindeki
Rus ve Ermeni baskısını kaldıracağından, Osmanlı Devleti’nin Transkafkaya’daki
kazanımlarına destek veriyorlardı. Almanya ise Transkafkafya’daki çıkarlarını
Gürcülerin desteklenmesinde gördüğünden, onları mağdur etmek istemiyordu.
Onun için de Almanya, Brest-Litovsk Antlaşması’ndan kısa bir süre sonra Osmanlı
Devleti’nin Transkafkasya’daki nüfuz alanını daraltma yoluna gidecekti. Bu bağ-
lamda, Brest-Litovsk Antlaşması, Almanya ile Osmanlı Devleti’nin Kafkasya politi-
kaları nedeniyle anlaşmazlığa düştükleri başlangıç noktası olmuştur.
95 Desiderius Brandner, 1916 yılında Rus esaretine düşmüş bir teğmendi. Samara’daki esir kampın-
dan kurtulduktan sonra Bakü’ye gelmiş ve bağımsızlık taraftarı Bakülü Müslümanların kurmuş
olduğu komite ile beraber çalışmıştır. Bakü’deki yer altı zenginlikleri ve Azerbaycanlı Müslüman-
ların bağımsızlık hareketleri hakkında Alman ve Avusturya-Macaristan Dışişlerine raporlar yaz-
mıştır. Alman Dışişleri Bakanlığı tarafından 13 Şubat 1918’de Brandner Azerbaycan, Maçabelli
ise Gürcistan’daki bağımsızlık hareketlerinden Alman Dışişleri Bakanlığı’nı bilgilendirmek ve
Alman propagandası yapmak üzere görevlendirilmişlerdir. Brandner ve Maçabelli görevleri gere-
ği, Transkafkasya’nın durumu ve Osmanlı Devleti’nin Transkafkasya’daki faaliyetleri hakkında
Alman Dışişlerine sürekli raporlar yazmışlardır. Brandner Kafkasya’daki Alman ve Avusturya-
Macaristan esirlerinin kurtarılması için de çaba sarf etmiştir. Haziran 1918’de Bradner bilinmeyen
bir nedenden Bakü yakınlarında ölü bulunmuştur. Bkz. Wolfdieter Bihl, Die Kaukasus-Politik der
Mittelmächte, Böhlau Verlag, C.II, Viyana-Köln-Weimar 1992, s. 154 vd.
345
olmasına rağmen emekli olmuyor. Bahsedilen kurmay başkanı (Nazım Bey) onu çok
iyi tanıyor. Nazım Bey’in söylediğine göre Hasan, Kafkasya’ya zengin olmak için gidi-
yordu. Bu harekâtın faydalı olup olmayacağı konusu onu pek ilgilendirmiyordu”96.
Bütün bunlar bize, Kafkasya Müslümanları’nın bağımsızlığı konusunda,
Osmanlı Devleti’nin diplomatik girişimlerinin yanı sıra yeni askeri girişimlerde
bulunmayı da planladığını göstermektedir. Bu askeri girişimlerin ise hem Kafkas
Cephesindeki mevcut Osmanlı askerleri ile hem de Nuri Paşa’nın oluşturacağı yeni
bir ordu ile yürütüleceği ortaya çıkmaktadır. Ancak Nuri Paşa’nın Azerbaycan’da
yapacağı askeri operasyonlarda başarı şansının da yüksek olamayacağını görmek-
teyiz. Zira bu operasyonlara onay vermeyen Almanya, kuruluş aşamasında olan
Nuri Paşa ordusunun ihtiyaç duyduğu silah, cephane ve teknik malzemenin naklini
engellemeye çalışıyordu. Dolayısıyla bu ordu misyonunu yerine getirmek için ye-
teri donanımdan yoksundu ve bu durum Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar de-
vam etmiştir.
İttihatçılar, Nisan-Mayıs 1918 döneminde, bir taraftan Batum’da Almanya ve
Trasnkafkasya Hükûmeti ile anlaşma zemini ararken97 diğer taraftan da Transkaf-
kasya Hükûmetini barışa zorlamak için askeri operasyonlarına devam ediyordu.
Mayıs ayı sonlarına doğru Gence ve diğer bazı Azeri yerleşim birimlerinde Osmanlı
bayrağı dalgalanmaya başlamıştı. Iğdır tekrar Osmanlı himayesine alınmış ve Türk
birlikleri Erivan önlerine kadar gelmişti. Tiflis’te panik havası hâkimdi. Azeri ve
Ermenilerin Transkafkasya Konfederasyonu’ndan kopmalarıyla konfederasyon
dağılmış ve Transkafkasya’da Osmanlı Devleti ile anlaşma yapabilecek hukuki bir
organizasyon kalmamıştı.
Osmanlı ordularının Kafkasya’da ilerlemeleri Almanya’yı da endişelendiri-
yordu. Almanya’nın Gürcistan temsilcisi General Lossow, Almanya’nın Kafkasya’da
tutunabileceği bir yer elde etmesini ve Osmanlı Devleti’nin Gürcistan’a girmesinin
engellenmesi gerektiğini belirtiyordu. Lossow’a göre, İstanbul’daki yeni Türk İm-
paratorluğunun hedefi tüm Kafkasya’yı fethetmekti ve Türkler bu amaçlarına
ulaşmak için İran’a asker sevkıyatını bahane olarak kullanmaktaydılar98.
İstanbul’daki Alman Büyükelçisi Bernstorff’da, Transkafkasya’daki Osmanlı
ordusunun operasyonlarının tamamının Osmanlı Genel Kurmay Başkanı olan Ge-
neral Seeckt tarafından planlandığını ve Alman Ordular Yüksek İdaresi tarafından
onaylandığını yazmaktaydı. Bernstorff, Transkafkasya konusunda daha önce yap-
mış olduğu öneriyi burada tekrarlıyordu. Buna göre, Önce Almanya kendi içinde
Transkafkasya konusunda fikir birliği sağlamalıydı. Sonra da Alman İmparatorlu-
101 Bu telgraf için bkz. PA-AA, R 11047, Hauptquartier, den 10 Juni 1918.
348
savaşın başından beri bizimle Ruslara karşı savaştılar. Müttefikimiz Almanya’nın
şimdi bunları silahsızlandırması haksızlıktır. Bundan dolayı ortak çıkarlarımızın
zarar görmemesi için siz ekselansları Ludendorff’tan, Sochum’da önlemler alınması
konusunda emirlerinizi vermenizi rica ediyorum.
Bizim Gürcistan’a çok fazla ilgimiz yok. Ama Ermeniler bizimle Doğu da bulu-
nan Müslümanlar arasında bulunuyorlar. Onun için ekselansları Ludendorff, bu ko-
nudaki düşüncelerinizi acilen ve zamanında bildirmenizi istiyorum.
Kardeşim Nuri Paşa tarafından Müslümanların bulunduğu Gence (Elizavet-
pol) ve Dağıstan’da önlemler alındı. Bu önlemler ve 3. ordunun gerçekleştirdiği or-
ganizasyonlar sayesinde epey mesafe aldık. Onun için Gürcistan’daki Alman taburu-
nun güneye ve doğuya gönderilerek harcanması taraftarı değilim. 3. Ordu da Bolşe-
viklere karşı Müslümanları korumak için Gence’ye bir tümen yolladı.
İster Alman Büyükelçiliği aracılığıyla, ister direkt genel karargâhınızdaki Zeki
Paşa aracılığıyla, isterse başka bir yolla yukarıda belirttiğim konularda ekselansları
Ludendorff’un orada aldıkları kararları, zamanında bize bildirmelerini tekrar rica
ediyorum”
Böylece Enver Paşa hem Transkafkasya konusunda Alman Orduları Yüksek
İdaresi ile organizeli bir şekilde çalışmak istediğini ifade ediyor hem de kardeşi
Nuri Paşa’nın Transkafkasya’da İttifak Devletleri için önemli çalışmalar yaptığını
bildiriyordu. Enver Paşa Osmanlı Devleti’nin Gürcistan ile ilgisi olmadığını, Trans-
kafkasya’daki Müslümanlar ile bağlantı kurmaya çalıştığını, Ermenilerin, Osmanlı
Devleti ile Transkafkasya Müslümanları arasında yer aldıkları için ilgi alanlarına
girdiklerini belirtiyordu.
Enver Paşa’nın telgrafından anlaşılacağı üzere Osmanlı ile Almanya arasında
Transkafkasya meselesinin çözümü geciktikçe Osmanlı-Alman ilişkilerinin tamamı
zarar görmeye başlamıştı. Osmanlı-Alman ilişkilerinin bütünü söz konusu oldu-
ğunda Almanya’da iki tür eğilimin ortaya çıktığını yukarıda görmüştük. Bunlardan
birincisi özellikle Alman Hükûmet çevrelerinde, başta Dışişleri Bakanı Kühlmann
olmak üzere, destek gören görüştü ki bunlar savaştan sonra da Osmanlı Devleti ile
ittifakın devam etmesini istiyorlardı. İkinci eğilim ise, Alman Orduları Yüksek İda-
resi tarafından desteklenen ve savaştan sonra Osmanlı ile ittifakın sona ermesini
isteyenlerdi. Savaştan sonra da Osmanlı Devleti ile ittifakın devamını isteyen Şan-
sölye Hertling, 9 Nisan 1918’de General Ludendorff’a çektiği telgrafta, Osmanlı
Devleti’nin ayakta kalabilmesi için gerekli olan önlemlerin alınması konusunun
görüşüleceği bir toplantının yapılmasını istiyordu102.
Hertling’in, bu toplantıda özellikle Osmanlı Devleti’nin doğu sınırlarının ve
dolayısıyla Kafkas sınırının belirlenmesini istiyordu. Bunun üzerine İstanbul’da bir
Kafkasya Konferansının düzenlenmesi için çalışmalar başladı. Alman Orduları
102 BA- AA, R 43, Nr. 2458/9, Hauptquartier, den 9 April 1918.
349
Yüksek İdaresi Konferans’ın hazırlıklarını yapmak üzere General Lossow’u görev-
lendirdi. Lossow, ilk girişim olarak İstanbul’da yapılması düşünülen konferansın
yerinin Berlin olması için çalışmalarda bulundu. Böylece Osmanlı Devleti’nin mü-
zakereleri uzatma ihtimaline izin verilmemiş olunacaktı103.
Ayrıca bu konferansın hazırlıklarını görüşmek üzere 27 Haziran 1918’de
Halil Bey, Bernstorff’a iki saatlik bir ziyarette bulundu. Bernstorf’un bildirdiğine
göre104, Osmanlı Devleti kamuoyuna açık bir konferansta Almanya tarafından kü-
çük düşürülmek istemediği için konferanstan önce Almanya ile anlaşmak ve kon-
feransta sadece Kafkasya’daki devletlerin sınırlarını belirlemek istiyordu. Kendi
sınırlarını ise Almanya’nın yardımlarıyla İttifak Devletleri’ne kabul ettirmek niye-
tindeydi. Bernstorff, konferans için henüz direktif almadığını, Halil Bey’e geçiştirici
bir cevap verdiğini ve Kafkasya’da kalıcı bir barış için Brest-Litovsk barışının te-
mel alınarak sınırların etnik yapıya göre belirlenmesinin gereği üzerinde durdu-
ğunu da bu telgrafıla bildirmiştir.
Kafkasya’daki sınırların belirlenmesi ile ilgili bir konferansın hazırlıklarının
devam ettiği sırada General Kress de Tiflis’e ulaşmıştı. 18 Haziran 1918’de Tif-
lis’ten çektiği telgrafta105, Gence’yi ziyareti sırasında Nuri Paşa’nın Azerbay-
can’daki operasyonlarında, Azeri halk tarafından destek gördüğünü, geri çağrılma-
sı durumunda hem Osmanlı Devleti’nin imajının zedeleneceğini hem de Azerilerin
Almanya’ya düşman olacaklarını belirtmekteydi106. Kress’in bildirdiğine göre, Aze-
ri halkını, Bolşeviklere ve Ermenilere karşı Nuri Paşa korumaktaydı. Onun için
eğer Almanya, Osmanlı Devleti’ni orada istemiyorsa Azerbaycan’ın korunmasını
üstelenecek bir tümen Alman askerini bölgeye göndermek zorundaydı. Fakat her
halükarda Osmanlı Devleti’nin Azerbaycan’da küçük ve geçici işgal birlikleri bu-
lundurulmasına Almanya’nın müsaade etmesi gerekiyordu. Buna karşılık olarak da
Osmanlı Devleti’nden, Gürcü haklarını tanıması, Transkafkaya’daki Alman ekono-
mik çıkarlarını garanti etmesi, özellikle demiryollarını Alman kontrolüne vermesi
355
SONUÇ
357
KAYNAKÇA
Arşivler
Politisches Archiv des Auswärtigen Amts-Berlin (PA-AA)
-Der Weltkrieg, Nr. 11d secr..., Bd. 4-15.
-Georgien, Nr. 1..., Bd. 1.
-Rusland97a, Bd. 10-16.
-Türkei, Nr. 159 Nr. 2, Bd. 16.
Bundesarchiv-Berlin (BA-AA)
-R 43, 2458/9.
Geheimes Staatsarchiv preussischer Kulturbesitz-Berlin(GStA)
-Gesandschaft in Hamburg, Nr. 370.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi-İstanbul (BOA)
- MV, 249/65.
Yayınlanmış Eserler
AHMAD, Feroz, İttihat ve Terakki 1908-1914 (Çevr. Nuran Yavuz), Kaynak Ya-
yınları, Üçüncü Baskı, İstanbul, 1986.
BAYUR, Yusuf Hikmet, Türk İnkılâbı Tarihi, C. I Kısım I-III, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1991.
BİHL, Wolfdieter, Die Kaukasus-Politik der Mittelmächte, Böhlau Verlag, C.II,
Viyana-Köln-Weimar 1992.
BİHL, Wolfdieter, Die Kaukasus-Politik der Mittelmächte. Ihre Basis in der
Orient-Politik und Ihre Aktionen 1914-1917, C. I, Hermann Böhlaus
Nachf., Viyana-Köln-Graz 1975.
Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi Kafkas Cephesi 3 ncü Ordu Harekâtı, C. II,
Genelkurmay Basımevi, Ankara 1993.
BİRİNCİ, Ali, “İttihat ve Terakki Cemiyeti Kuruluşu ve İlk Nizamnamesi”, Tarih ve
Toplum, S. 52 (1988), s. 209-215.
ÇOLAK, Mustafa, “Almaniyanın Qafqaz Siyasәti”, Azәrbaycan Xalq Cümhuriyyәti
vә Qafqaz İslam Ordusu (Ed. Mehmet Rıhtım, Mehman Süleymanov),
Qafqaz Universiteti Qafqaz Araşdırmaları İnstitutu Nәşriyyatı, Bakı 2008, s.
134-165.
ÇOLAK, Mustafa, Alman İmparatorluğu’nun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kaf-
kasya Politikası (1914-1918), Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2006.
ÇOLAK, Mustafa, Enver Paşa Osmanlı-Alman İttifakı, Yeditepe Yayınevi, İstan-
bul, 2008.
358
ÇOLAK, Mustafa. “Alman Belgelerinde Birinci Dünya Savaşı’nda Trabzon’da Gürcü
Lejyonunun Kurulması ve Faaliyetleri”, Uluslararası Tarih-Dil-Edebiyat
Sempozyumu 3-5 Mayıs 2002, Trabzon 2002. s. 507-521.
Djemal Pascha, Erinnerungen Eines Türkischen Staatsmannes, 2. Baskı, Drei
Masken Verlag, München 1922.
Enver Paşa’nın Anıları (Yayına Hazırlayan: Halil Erdoğan Cengiz), İletişim yayın-
ları, Birinci Baskı, İstanbul 1991.
EYİCİL, Ahmet, “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti”, Türkler, C. 13, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara 2002, s. 228–244.
GENCER, Mustafa, Jöntürk Modernizmi ve “Alman Ruhu”, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2003.
GUSE, Felix, Die Kaukasusfront im Weltkrieg bis zum Frieden von Brest, Koeh-
ler & Amelang, Leipzig 1940.
HANİOĞLU, M. Şükrü, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Ce-
miyeti ve Jön Türklük (1889–1902), C. I, İletişim Yayınları, İstanbul, 1989.
KARABEKİR, Kâzım (Yayınlayan: Faruk Özerengin-Emel Özerenden), İttihat ve
Terakki Cemiyeti 1896–1909, Türdav Ofset, İstanbul 1982.
İbrahim Temo, İttihat ve Terakki Anıları, Arba Araştırma Basın Yayın, İstanbul
1987.
JÄSCKE, Gotthard, “Der Turanismus der Jungtürken zur osmanischen Aussenpoli-
tik im Weltkrieg”, Die Welt des Islams, Bd. 23, C. 23, Sayı 1/2, Leipzig 1941.
KILIÇ, Selami, Türk-Sovyet İlişkilerinin Doğuşu, Dergâh Yayınları, İstanbul,
1998.
LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu (Çev. Metin Kıratlı), Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara, 1984.
MARDİN, Şerif, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri 1895–1908, İletişim Yayınları, İstanbul,
1989.
POMİANKOWİSKİ, Joseph (Çevr. Kemal Turan), Osmanlı İmparatorluğu’nun
Çöküşü. 1914-1918 Birinci Dünya Harbi, Kayıhan Yayınları, İstanbul,
1990.
RAMSAUR, E. E, Jön Türkler ve 1908 İhtilâli, (Çevr. Nuran Yavuz), Sander yayın-
ları, İkinci Baskı, İstanbul, 1982.
SÂBİS, Ali İhsan, Birinci Dünya Harbi, C. II, Nehir Yayınları, İstanbul, 1990.
ŞAHİN, Enis, Trabzon ve Batum Konferansları ve Antlaşmaları (1917-1918),
Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2002.
Talat Paşa’nın Anıları (Yayına Hazırlayan: Mehmet Kasım), Say Yayınları, İstan-
bul, 1986.
TEKİN ALP, Türkismus und Pantürkismus, Verlag Gustav Kiepenheuer, Weimar
1915.
359
TOPRAK, Zafer, “Bir Hayal Ürünü: İttihatçıların Türkleştirme Politikası”, Toplum-
sal Tarih, 146 (Şubat 2006).
TUNAYA, Tarık Z., “Türkiye’nin Siyasî Gelişme Seyri İçinde İkinci ‘jön Türk’ Hare-
ketinin Fikri Esasları”, Prof. Tahir Taner’e Armağan, İstanbul, 1956.
ÜNAL, Hasan, “İttihat Terakki ve Dış Politika”, Türkler, C. 13, Yeni Türkiye Yayın-
ları, Ankara, 2002, s. 212-227.
WALLACH, Jehuda L. Bir Askeri Yardımın Anatomisi (Çevr. Fahri Çeliker), Ge-
nelkurmay Basımevi, Ankara, 1977.
ZEHLİN, Egmont, "Friedensbestrebungen und Revoluti-onerungsversuche. De-
utsche Bemühungen zur Ausschaltung Rußlands im Ersten Weltkrieg", Aus
Politik und Zeitgeschichte, Beilage zur Wochenzeitung: Das Parlement,
B. 25/61 (21. 6.1961).
ZÜRER, Werner, Kaukasien 1918-1921. Der Kampf der Großmächte um die
Landbrücke zchwischen Schwarzem und Kaspischem Meer, Droste Ver-
lag, Düsseldof 1978.
360
MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİNDE
DIŞ POLİTİKA
361
1. MÜTAREKE DÖNEMİ (EKİM 1918-EYLÜL 1919)
Birinci Dünya Savaşı’nın seyri 1917 yılında önemli ölçüde değişmiştir.
ABD’nin savaşa girişi dengeleri sarsmış, Osmanlı Devleti ve müttefikleri için savaşı
kazanmak artık bir ümit olmaktan çıkmıştır. Bulgaristan’ın teslim olduğu gün,
Almanya’da barış teşebbüsünde bulunmaktan başka çare kalmadığını düşünerek
Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti ile bu hususta yazışmalara girişmiştir1.
Bulgar cephesinin çökmesi ve Filistin, Irak cephelerinde ki yenilgiler üzerine Talat
Paşa hükümeti Ekim ayında istifa etmiştir. 14 Ekim 1918’de kurulan İzzet Paşa
Hükümetinin,19 Ekim günü Osmanlı Mebusan Meclisinde okunan hükümet prog-
ramı ana hatlarıyla içte ve dışta istikrarın sağlanması, Wilson Prensipleri’ne uygun
bir barış anlaşmasının yapılması, gibi konuları içermekteydi. Bu doğrultuda bir
barış anlaşması yapmak üzere harekete geçilmiştir.
746; Fahri Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1983, s. 11-
13; İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, (1920-1945), Cilt I, TTK Yay., Ankara
1989, s.12-16.; Nihat Erim, Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları, Ankara 1953, s. 519.
363
14- Memleketin ihtiyacı sağlandıktan sonra kalan kömür, akaryakıt ve deniz
levazımının Türkiye kaynaklarından satın alınması için kolaylık gösterilecek.
Mezkûr maddelerden hiçbiri ihraç olunmayacaktır.
15- Bütün demir yollarına İtilaf murakabe subayları memur edilecektir.
Bunların arasında bugün Osmanlı Devleti’nin murakabesi altında bulunan güney
Kafkasya demir yolları serbest ve tam olarak İtilaf memurlarının idaresi altına
konacaktır. Ahalinin ihtiyacı dikkate alınacaktır. İşbu maddeye Batum’un işgali
dâhildir. Osmanlı Devleti Bakü’nün işgaline itiraz etmeyecektir.
16- Hicaz, Asir ve Yemen’de, Suriye ve Irak’ta bulunan birlikler en yakın İti-
laf komutanına teslim olunacaktır ve Kilikya’daki kuvvetlerin muhafazası için lü-
zumlu olandan maadası beşinci maddedeki şartlara göre geri çekileceklerdir.
17- Trablus’ta ve Bingazi’de bulunan Osmanlı subayları en yakın İtalyan bir-
liklerine teslim olunacaklardır. Teslim olmadıkları takdirde Osmanlı Hükûmeti
muhabere ve yardımı kesmeyi taahhüt edecektir.
18- Mısrata dâhil olduğu hâlde Trablus ve Bingazi’de işgal edilen limanlar en
yakın İtilaf muhafaza birliğine teslim edilecektir.
19- Alman, Avusturya deniz, kara subayları ve sivil memurları ve tebaası bir
ay içinde uzak olanlar bir aydan sonra mümkün olan en kısa bir zamanda Osmanlı
memleketini terk edecektir.
20- Terhis edilecek Osmanlı kuvvetlerine ait teçhizat, silah, cephane ve nakil
vasıtalarının kullanma tarzına ait verilecek talimata riayet olunacaktır.
21- Müttefiklerin menfaatlerini korumak için İaşe Nezareti yanında İtilaf
mümessilleri bulunacak ve kendilerine bu konuda lüzum görülecek bütün bilgiler
verilecektir.
22- Osmanlı harp esirleri İtilaf Devletleri yanında muhafaza edilecek. Sivil
harp esirleri ile askerlik çağı dışında olanların terhisleri dikkate alınacaktır.
23- Osmanlı Devleti, merkezî hükûmetlerle bütün ilişkilerini kesecektir.
24- Vilayat-ı sitte’de (Altı ilde: Erzurum, Van, Harput, Diyarbakır, Sivas, Bit-
lis) karışıklık zuhurunda bu vilayetlerin herhangi bir kısmını işgal hakkını İtilaf
Devletleri muhafaza edecektir.
25- Müttefiklerle Osmanlı Devleti arasındaki savaş 1918 yılı Ekim ayının 31.
günü mahallî saat ile öğle vakti sona erecektir.
Mondros Mütarekesi’nde Türk delegasyonu maddeler üzerinde hassasiyet
gösterememiş, üstüne üstlük ustaca yürütülen İngiliz siyâseti sonucu vahim bir
mütareke tablosu ortaya çıkmıştır. Türk kamuoyundaki endişelere rağmen bu
mütareke, tehlikeli ve korkulacak bir mahiyetten uzak olarak değerlendirilmiş
hatta Müttefiklerin Osmanlı Devleti’ne karşı müsâit bir davranışı ve bir başarısı
olarak addedilmiştir. İsmet Paşa'nın belirttiği gibi, “gerçekten mütareke metni
okunduğu zaman açık ifade ile göze batacak mahzurlar taşımadığı intibâı uyandı-
rıyordu. İleride Mütareke’nin tatbikâtı esnasında ülkenin canını yakmış olan esaslı
364
maddeler çok kapalı ve aynı zamanda her türlü tefsire müsâit bir şekilde kaleme
alınmıştı”5.
Mondros Mütarekesi görüşmeleri sonrasında Osmanlı delegasyonu Başkanı
Rauf (Orbay) Bey’in girişimleri, İngiliz tarafının müdahalesi ile sonuçsuz bırakıl-
mıştır. Bunun üzerine mütarekenin imzasından hemen bir gün sonra Anadolu
başta olmak üzere işgaller de başlamıştır. Bilindiği üzere, yapılan işgallere ilişkin
mütarekenin 7. maddesi gerekçe gösterilmiştir. Milli Mücadele’nin önder kadrosu
içinde yer alan Ali Fuat (Cebesoy) Bey’in tespitleri şu şekildedir: “Mütarekenin
tatbikatı esnasında memleketin canını yakmış olan esaslı maddeler çok kapalı ve
aynı zamanda her türlü tefsire müsait bir şekilde kaleme alınmıştı…galip devletler
âdeta ‘bir kin ve intikam politikası güdüyorlardı”6.
Mütârekenâme imzalandığı sırada Amiral Calthorpe’un, “Mütarekenâme’ye
imza atmakla, yıllardan beri insan kanı akıtılıp gidilişine nihayet vereceğimizi ümit
ediyoruz” sözlerine karşılık Türk Delegasyonu Başkanı Rauf (Orbay) Bey’in “Müta-
rekenâme’nin şartları ağırdır. Bununla beraber onları yerine getirmeğe sadâkatle
çalışacağız. İngiliz devlet ve milletinin imzalarına sâdık, vaatlerine vefâkâr olduk-
larına itimadımız vardır. Bu inanç üzerimize düşen ağır vazifeyi yapmakta bize
cesaret verdi. Büyük İngiliz milleti ile müttefiklerinin taahhütlerine ve vaatlerine
sadâkatle riâyet edeceklerine olan itimadımızda hatamız yoktur zannındayız” söz-
leri7 dikkat çekicidir. Ayrıca Rauf Bey’in Tawnshend’e “Mütareke’de ağır şartlar
var. Bunlara razı oluşumuzun başlıca sebebi, İngilizlerin durumu kavrayarak millî
izzet-i nefsimizi incitmekten çekineceklerine dâir Calthorpe’un centilmence ve
askerce verdiği teminattır” demesi Rauf Beyin mütareke şartlarının uygulanması-
na dair duyduğu şüpheleri ortaya koymaktadır. Ali Fuat (Cebesoy) Paşa'nın “2
Kasım 1918’de Mütareke şartları ordulara tebliğ edilmişti. Müttefiklerimize dikte
ettirilen şartlar nazar-ı itibara alınırsa daha mûtedil sayılabilirdi. Bulgarlar kayıt-
sız şartsız teslim olmuşlardı. Ancak galip devletler ahde vefa gösterebilecekler
miydi? Yoksa bir kin ve intikam politikası mı güdeceklerdi?”8 şeklindeki sözleri de
mütarekenin ardından ortaya çıkan belirsizliği ve endişeleri açık bir şekilde dile
getirmektedir. İngilizler tarafından verilen bütün bütün bu teminat ve vaatlere
rağmen mütareke sonrası ortaya çıkan bütün bu gelişmeler İngilizlerin asıl niyet-
lerinin farklı olduğunu vahim bir şekilde göstermiştir.
25 maddelik bu mütareke maddeleri bir yana kelime manası ile de bir “ateş-
kes” olmaktan çok uzak, tam anlamıyla bir işgal ve paylaşım anlaşmasıdır. Mütare-
kenin en çok tartışılan maddeleri 7 ve 24. maddeler olmuştur. 7. madde anlaşmaya
“şartsız teslim “karakteri verirken müttefiklerin istedikleri stratejik bölgeleri işgal
5 İsmet İnönü, Hatıralar, (Haz. Sabahattin Selek), Cilt I, İstanbul 1985, s. l64.
6 Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul 1953, s. 27.
7 Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni, Siyasî Hatıralarım, Cilt I, İstanbul 1993, s. l46.
8 Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücâdele Hatıraları, İstanbul 1953, s. 27.
365
hakkına sahip olmaları ise oldukça endişe vericidir9. 24. madde’de yer alan Vila-
yet-i Sitteden kasıt ise Doğu Anadolu’da bulunan altı vilayettir. Mütarekede Erme-
nistan’a aidiyeti hakkında açıkça bir hüküm mevcut değilse de İtilaf devletleri tara-
fından altı Ermeni vilayeti olarak düşünülmektedir. Ateşkesin İngilizce metninde
bu altı vilayetten, altı Ermeni vilayeti şeklinde bahsedilmesi, Osmanlı Devleti’nin
toprakları üzerinde bir Ermeni devleti kurulması hususunda İtilaf devletlerinin
kesin kararlı olduğunu göstermektedir.
Mondros Mütarekesinin tatbikatına dair Mustafa Kemal Paşa tespitlerine
Nutuk’ta özetle şu ifadeleri ile yer vermiştir:
“Harbin son devresinde Amerika reis-i cumhuru Wilson, 14 maddeden ibaret
bir programla ortaya çıktı. Bu program, milletlerin kendi mukadderatını hâkimiye-
tini temin ediyordu. Programın 12. maddesi ise münhasıran Türkiye’ye devletimize
ve milletimize aittir. Wilson bu madde ile Türkiye’nin milletimizin hâkimiyet-i tam-
meye malik olması lüzumunu dermeyan ettikten sonra buna bir iki kayıt da ilave
etmiştir.
O kuyud şunlardır: Aramızda yaşayan anasır-ı gayri müslimenin emniyetlerini
ve serbesti-i inkişaflarını temin etmek ... bir de Boğazlar’ın küşade bulundurulması-
dır. Umum İtilaf Devletleri Wilson’un prensiplerini kendi menfaatleri için muvafık
gördükleri gibi bizim devletimiz de bu 12. maddeyi kabul de hiçbir beis görmedi ve
kabul etti. Hakikaten kabul edilecek bir prensiptir. Çünkü Mr. Wilson’un istediği
anasır-ı gayri müslimenin emniyet-i can ve malları ve her türlü hukuk ve esbab-ı
inkişafları için icab eden her şeye zaten öteden beri devletimiz ve milletimiz tarafın-
dan riayet etmiş idi. Filhakika anasır-ı gayri müslimenin Osmanlı Devleti ve milleti
aguşunda mazhar oldukları imtiyazat üç asrı mütecaviz bir zamandan beri ziyade-
siyle mevcuttur. Binaenaleyh bu kayıt bizim için yeni bir şey değildir.
Boğazlar’ın serbestisi meselesine gelince; Bu güzergâhta payitahtımız,
kalbgâh-ı devletimiz vardır bunun emniyetini badelistihsal umum ticarete amade
olarak küşat edilmesi de lâzimeden görülür. İşte devletimiz ancak bu esasat daire-
sinde muharebeden çıkmak ve mütareke yapmak kararını verdi. Bunun neticesi ola-
rak İtilaf Devletleri’yle 30 Teşrinievvel 1918’de mütareke akdetti..... Tabii cümleniz
bunun muhteviyatını bilirsiniz. Muhteviyatı ile tatbikatı arasında ne kadar azim
farklar olduğunu bir daha umumun nazarı dikkatine vaz’etmek isterim. Mütareke-
namenin bazı mühim maddelerini hatırlatacağım:
Meselâ beşinci maddeye nazaran hudutların muhafazası ve asayiş-i dâhiliye-
nin idamesi için lüzum görülecek kuva-yı askeriyeden maadası terhis olunacak ...
İşbu kuvvetlerin miktar ve vaziyetleri tarafeynin müzakeresiyle takarrür ettirilecek
idi. Pek mühim olan yedinci madde “İtilaf Devletleri’nin herhangi sevkülceyş noktası-
nı işgal hakkını haiz olmalarını, Müttefiklerin emniyetlerini tehdit edecek vaziyet
9 Paul Dumont, Mustafa Kemal, (Çev. Zeki Çelikkol), Ankara 1994, s.10.
366
zuhurunda” şart-ı sarihiyle tayin etmiştir. Onuncu madde yalnız “Toros Tünellerinin
Müttefikler tarafından işgaline” ... munhasırdır. Onikinci madde “hükûmet muhabe-
ratı müstesna olmak üzere telsiz telgraf ve kabloların murakabesini ...” tecviz ediyor.
On beşinci maddede, “memalik-i Osmaniye dâhilindeki hudut-ı hadidiyenin” yalnız ve
ancak murakabesi mevzu-i bahstir. On altıncı maddede “Kilikya’daki ordularımızdan
mahallinin inzıbatı için iktiza eden kuvvetin orda terki ve mütebakini beşinci mad-
deye tevfikan terhisi” pek sarih olarak mezkurdur. Ve bundan başka hiçbir kayıt ve
şart yoktur. Yirmi dördüncü madde “vilâyat-ı sittenin herhangi bir kısmının işgali
hakkını İtilaf Devletleri’ne muhafaza ettiren sebep, bu vilayetlerde iğtişaşa zuhuru
hali olacağı sarihtir.”10.
Gerek işgaller sırasında gerekse sonrasında özellikle Mustafa Kemal Paşa,
Mondros Mütarekesi hükümlerinin doğurabileceği sonuçlar konusunda Sadrazam
Ahmet İzzet Paşa'ya itirazlarını bildiriyor, mütareke şartları dışına çıkan uygula-
maları şiddetle protesto ediyor ve mütareke şartlarının uygulanması konusunda
emri altında bulunan birliklere uyarılarda bulunarak gerekli tedbirleri almaya
çalışıyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın tenkit ve sert ikazları karşısında İstanbul
Hükûmeti, kendisinden kurtulmak için Yıldırım Orduları Grubu ile Yedinci Ordu
Karargâhı’nı kaldırmış ve Mustafa Kemal Paşa’yı da Harbiye Nezâreti’nin emrine
almıştır. Ancak, çok kısa bir süre sonra Mustafa Kemal Paşa’nın dediği çıkacak ve
ülke baştan sona sistematik bir şekilde işgallere maruz kalacaktır11.
13 Papers Relating to the Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference 1919,
Vol.XIII, Washington 1947, p.3.
14 Oral Sander, Siyasi Tarih, (İlkçağlardan -1918’e), Cilt I, İstanbul 1992, s. 292.
15 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, (1914-1980), Ankara 1993, s.151.
368
Paris Konferansı sonrasında imzalanmış olan anlaşmalar üç büyük devletin
daha doğrusu üç devlet adamının eseridir: İngiliz Başbakanı Lloyd George, Fransız
Başbakanı George Clémenceau ve ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson. Wil-
son’un Konferansta en çok üzerinde durduğu konular; demokrasi ilkeleri, ulusal
“self determinasyon” ve bundan sonra savaşın çıkmasını engelleyeceğini düşündü-
ğü uluslararası bir örgütün “Milletler Cemiyeti”nin kurulmasıydı. Wilson’un idea-
lizmine karşılık Lloyd George ve Clémenceau ise klasik Avrupa diplomasisini tem-
sil ediyorlardı. Fransa’nın temel amacı kıta üzerinde Almanya’nın güçsüzleştiril-
mesini sağlamaktı. Toprak olarak ise Suriye, Kilikya, Lübnan ve Filistin’in peşin-
deydi. İngiltere’nin temel amacı ise Alman donanmasını ortadan kaldırmak ve
dengeyi bozmasını önlemek, Fransa’nın rekabetçi konumunu azaltarak yakın do-
ğuda olabildiğince büyük bir İngiliz üstünlüğünü sağlamaktı. Konferansta Japonya
pasif bir rol oynamış, İtalya ise sürekli dışlanarak adeta üvey evlat muamelesi
görmüştür. Wilson “Milletler Cemiyeti” konusunu sık sık gündeme getirirken,
Fransa ve İngiltere barıştan ziyade barış düzeninde kendi menfaatlerini en iyi şe-
kilde gerçekleştirecek yolu arama endişesindeydiler. Avrupa meseleleri ile fazla
ilgilenmeyen Japonya’nın ise en çok üzerinde durduğu konu Milletler Cemiyeti
Anlaşmasında “ırksal eşitlik maddesi” olarak adlandırılan maddeyi kabul ettire-
bilmek olmuş ancak bu maddeye en büyük itirazlar İngiltere heyetinden gelmiştir.
Japonya’nın bütün çabalarına rağmen “ırki eşitlik maddesi”, Milletler Cemiyeti
anlaşmasına girememiştir 16.
Özellikle İngiltere ve ABD tarafından himaye edilen Yunanlar ise bütün dev-
letlere tercih edilmiş, Osmanlı Devleti arazisinden verilecek topraklar meselesi
gündemi uzun süre meşgul etmiştir. Yunan devlet adamı Elefthenos Venizelos,
İngiliz yöneticilerinde büyük güven ve takdir uyandırmıştı. İngiliz kamuoyunda
Yunan kültürüne duyulan hayranlık ve sempatiye bir de artık kronikleşmiş olan
Türk düşmanlığı eklenmişti. Yunanların istedikleri topraklar daha önce İtalyanlar
ve Bulgarlar arasında paylaşım konusu olmasına rağmen İngilizler Batı Anado-
lu’nun İtalyanlar yerine Yunanlar tarafından işgal edilmesini tercih ettiklerini açık
açık belirtmişlerdir17. Yunanların kuvvetlenmesini kendileri için tehlikeli gören
İtalyanlar Konferansta Bulgarların tarafını tutmuş, buna karşılık Fransızlar Yunan-
ları desteklemiştir. Ancak ülkenin esas sahibi olan Türkleri hiç kimse hesaba kat-
mamıştır.18 Paris Barış Konferansı İtalyanların bütün itirazlarına rağmen Lloyd
George’un planlarına alet olmuştur. Wilson ise Batı Anadolu hakkında verilen yan-
lış bilgilere dayanarak bu toprakların Yunanistan’a bağlanması kanaatini taşımak-
tadır. Konferansta kararlaştırıldığı üzere 15 Mayıs 1919 da İngiltere, Fransa, ABD
16 Margaret Macmillan, Paris 1919-1919 Paris Barış Konferansı ve Dünyayı Değiştiren Altı Ayın
Hikayesi, (Çev. Belkıs Dişbudak), Ankara 2004, s.315.
17 Mehmet Gönlübol-Cem Sar, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1990), Ankara 1993, s. 6.
18 Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadoluda, Ankara 1959, s. 114.
369
savaş gemileriyle korunan bir Yunan ordusu İzmir’i işgal etti. Yunan ordusu şehri
ve civar bölgeleri sistematik bir şekilde işgal ettikten sonra doğuya doğru ilerle-
miştir19.
İzmir’in işgalinden kısa bir süre önce ise bir Ermeni heyeti, Ermeni devleti
kurulmasını isteyen bir programla Paris’e gelmiş ve Kafkasya hududundan, İsken-
derun körfezini içine almak üzere çok geniş bir toprak talebinde bulunmuştur.
Ermeni devletinin kurulması hususunda Lloyd George ve Wilson büyük çaba gös-
terirken diğer devletler tarafından da destek görmüşlerdir. Konferansta başlangıç-
ta iki Ermeni delegasyonu yer alırken bunlara ek olarak çeşitli uluslardan kırk
kadar bağımsız Ermeni delegasyonu da yoğun lobi faaliyeti yürütüyorlardı. Ancak
Ermenilerin hiçbir yerde belirgin çoğunluk oluşturmaması, büyük bir sorun teşkil
ediyordu. Bu durum bilinmesine rağmen delegasyon bunun suçunu Türklere yük-
lerken, Ermenilere yönelik sözde soykırım iddiaları gündeme getiriliyordu. Mütte-
fikler bir Ermeni devleti kurulmasında hemfikir olmakla beraber bu sorunla ilgili
bir taahhütte bulunmakta ise son derece isteksiz davranıyorlardı. Sınırları ne olur-
sa olsun kurulması düşünülen Ermenistan’ın siyasi, askerî ve ekonomik desteğe
ihtiyaç duyması ve Ortadoğu’daki dengelerin hassasiyeti müttefiklerin çekingen
davranmalarına neden oluyordu. Bu yüzden Ermeni mandasının sorumluluğunu
yüklenecek bir Amerikan taahhüdünün peşine düşmüşlerdi.
Paris’te başlayan görüşmeler devam ederken ağırlıklı olarak Ermeni mese-
lesi görüşülmüştü. Ancak bir süre sonra üzerinde daha önce görüşülmemiş yeni
bir konu ortaya çıktı. O da “Kürdistan” meselesiydi. Kürdistan adlı bir devletin
kurulması, Türkiye’yi bölme çabaları ve emperyalist güçlerin Ortadoğu’ya yerleş-
me planlarının önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Kurulması planlanan bu
devletin toprak sınırları Ermenistan’ınkinden bile daha belirsiz ve İtilaf devletleri-
nin keyfince çizilecektir. Nasıl ki, Ermenistan konusunda ABD başkanının hakemli-
ğine başvurulması öngörüldü ise Kürdistan konusunda da İngiltere başrolü kimse-
ye bırakmayacaktır20. İngiltere bütün petrol alanlarını kontrol etme ve Ortado-
ğu’daki gerekli çıkış kapılarını tutarak kendine sağlam bir yer edinmeye çalışıyor-
du21. Kürtlerin asıl isteğinin bölgede bir İngiliz hamiliği olduğunu öne süren İngi-
lizler Bağdat’ın kuzeyinde ve Suriye’de İngiliz işgal kuvvetlerinin çok yakınında
bulunan stratejik bölgedeki kabileleri bir devlet yönetimi altında toplamak istiyor-
lardı. İngilizler ilerisi için büyük emeller besledikleri Irak petrol bölgesini emin bir
bekçiye emanet edeceklerini ümit ediyorlardı. Kürt aşiretlerini ayaklanmaya teş-
vik eden ve bu amaçla Anadolu’ya birçok görevli gönderen İngilizler Milli Mücade-
le hareketini baltalamaya çalışmışlardı. Ancak Erzurum ve Sivas kongrelerinin
19 Bernard Lewis, Modern Türkiyenin Doğuşu, (Çev. Metin Kıratlı), Ankara 1988, s.241.
20 Osman Olcay, Sevr Andlaşmasına Doğru (çeşitli konferans ve toplantıların tutanakları ve
bunlara ilişkin belgeler), Ankara 1981, s.77-79.
21 Kemal Mazhar Ahmed, I. Dünya Savaşında Kürdistan, (Çev. M. Hüseyin), İstanbul 1996, s.293.
370
kazandığı başarı ve Doğu ahalisinin Milli Mücadele hareketi içinde ve Mustafa Ke-
mal’in etrafında kenetlenmesi itilaf devletlerini oldukça rahatsız etmiştir22.
Paris Konferansı’na çektikleri telgraflarla Müslüman olarak halifeye bağlılık-
larını ve Türk kardeşleriyle birlikte yaşama isteklerini belirten Kürtlerin, Kürt
meselesini “Hıristiyan-Müslüman” çekişmesi olarak göstermesi müttefik devletleri
hiç de hoşnut etmemiştir. İtilaf devletlerinin Kürt meselesi konusunda belirsiz
davranmalarının en önemli sebebi ise Erzurum ve Sivas kongreleri sonrasında,
Mustafa Kemal ile ortaya çıkan gelişmelerin ciddi olarak değerlendirilmesidir.
İngilizlerin Kürtlere verdikleri bütün vaatlere rağmen otonom Kürdistan’ın belir-
sizliği ve bölgenin Hıristiyanlaştırılması tehlikesi Kürtleri büyük bir çoğunlukla
İngilizlerden uzaklaştırmıştır. Bu iki yüzlü İngiliz politikası doğu aşiretlerini Mus-
tafa Kemal’in yanına itmiş ve Kürtçülük düşüncesi Milli Mücadele hareketi içeri-
sinde erimiştir23.
Batılı devletlerin Ortadoğu’ya yönelik faaliyetlerinde petrol itici bir güç ola-
rak önemli bir rol oynamıştır. Konferansta ağırlıklı olarak Ermeni meselesi üze-
rinde görüşülmüş ABD delegasyonu ve Wilson ağırlıklı olarak Yunanların ve özel-
likle Ermenilerin hamiliğini yapmışlar Kürtçülük meselesiyle fazla ilgilenmemiş-
lerdir. Boğazların statüsünün tespit edilmesi sorunu da üzerinde en fazla durulan
konulardan birisi olmuştur. Konferansta, Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu toprakla-
rının paylaşılması meselesi çok tartışılmış ve “manda” kavramı gündeme getiril-
miştir.24
Paris Barış Konferansı sırasında müttefikler aralarında birçok konuda pü-
rüzler ve görüş ayrılıkları çıkmasına rağmen Türkleri Anadolu’dan atmak ve top-
raklarını paylaşmak konusunda fikir birliği içerisindeydiler. 20. yüzyılın başların-
da güç dengeleri tesis edilirken özellikle İngiltere ve ABD kamuoyunda belirgin bir
şekilde Türk düşmanlığı hâkimdir ve bu görüşler devlet başkanları nezdinde Kon-
ferans görüşmelerine ve kararlarına da açıkça yansımıştır. Özellikle dünyaya barış
getirmek, insan haklarını teslim etmek gibi kulağa oldukça cazip gelen idealleri
savunan Wilson, Türklere yönelik iki yüzlü tutumuyla kendi prensipleri ile çelişki-
ye düşmüştür. Şüphesiz ki İzmir’in haksız işgalinin baş sorumlularından birisi de
Wilson’dur. Görüldüğü üzere büyük idealler ve ümitlerle dünya güçler dengesini
tesis etmek üzere toplanan Paris Konferansı, iddia edildiği üzere hak ve adaletle
22 İngilizler Ortadoğu’daki hedefleri doğrultusunda Edward Noel adındaki bir binbaşıyı 1919 yazın-
da Güneydoğu Anadolu’ya göndermişlerdi. Kürdistan’ın Lawrence’ı olarak adlandırılan Noel bu
bölgedeki aşiretler üzerinde faaliyetler göstermiş ve buradaki durumu inceleyerek üslerine rapor
vermiştir. Konu ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz.(Mim Kemal Öke, İngiltere’nin Güneydoğu
Anadolu Siyaseti ve Binbaşı E.W.C. Noel’in Faaliyetleri, Ankara,1988.; Mim Kemal Öke, İngi-
liz Ajanı Binbaşı E.W.C. Noel’in Kürdistan Misyonu, İstanbul 1989).
23 Hasan Yıldız, Fransız Belgeleriyle Sevr, Lozan, Musul Üçgeninde Kürdistan, İstanbul 1991,s.
77-78.
24 İsmet Türkmen, Doğu Kalkınması (1923-1946)…, s.23.
371
değil hırs ve intikam duyguları ile hareket etmiş Osmanlı Devletine karşı duyulan
düşmanlık açıkça su yüzüne çıkmış, Almanya ise son derece ağır bir anlaşma olan
Versailles’i imzalamak zorunda kalmıştır. Sykes-Picot gizli anlaşması ile başlayan
Ortadoğu’yu şekillendirme ve ayrıştırma projesi ise Paris Barış Konferansı ile
önemli mesafe kat etmiş, 10 Ağustos 1920 Sevr anlaşması ile de vücut bulmuştur.
Birinci Dünya Harbi sonunda meydana gelen durumu görüşmek ve barışı
imzalamak üzere savaşın galipleri 18 Ocak 1919’da Paris‘te toplandılar. Paris top-
lantılarına otuz iki devlet katılmakla birlikte, asıl söz sahibi olanlar İngiltere, Fran-
sa, İtalya, ABD ve Japonya‘nın cumhurbaşkanları ve başbakanlarından oluşan “On-
lar Komitesi”dir. Barış Konferansında, sırasıyla Almanya (Versailles), Avusturya
(St. Saint), Bulgaristan (Neuilly) ve Macaristan (Trianon) ile antlaşmalar imzalan-
mış, Osmanlı Devleti ile yapılacak antlaşma en sona kalmıştı. Osmanlı Devleti mi-
rasının büyüklüğü, pek çok ihtirası üzerine çekiyor ve bu yüzden büyük çekişmeler
meydana geliyordu25.
Konferansta, Japonya pasif bir rol oynamış; İtalya ise üvey evlat muamelesi
görmüştür. Clémenceau ve Lloyd George, Wilson‘un Amerika’ya dönmesiyle onun
konferans kararları üzerindeki etkisini ortadan kaldırmış oluyorlardı. Bu suretle
Clémenceau ve Lloyd George kendi ülkelerinin menfaatlerini gerçekleştirmek için
tamamen serbest kalmış oldu26.
Barış Konferansında Asya’da yeni kurulacak bir Türk devleti ve ayrı ayrı or-
taya çıkacak Ermeni, Kürt, Mezopotamya, Suriye ve Hicaz devletleri meseleleri
görüşülecekti. Barış Konferansı, bir taraftan Türkiye’yi, Fransa, İngiltere, Rusya ve
İtalya arasında bölen gizli antlaşmalar, diğer taraftan da İngilizlerin Araplara ver-
diği taahhütlerle karşı karşıyaydı. Paris Barış Konferansı toplandığı zaman Rusya
hariç, bütün devletler Türkiye’nin parçalanmasında hemfikirdirler. Boğazlar ulus-
lararası bir yapıya kavuşturulacak, Ermenistan, Suriye, Filistin ve Mezopotamya
Osmanlı Devleti’nden ayrılacaktı27.
25
Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi I, İmparatorluğun Çöküşünden Ulusal Direnişe, Anka-
ra 1991, s.94.; Tuncer Baykara, Türk İnkılâp Tarihi ve Atatürk İlkeleri, İzmir 1993, s. 78.
26 Fahir Armaoğlu, Siyasi Tarih 1789-1960, Ankara l964, s. 463.
27 Suat Akgül, “Paris Konferansı’ndan Sevr’e Türkiye’nin Paylaşılması Meselesi”, Atatürk Araş-
tırma Merkezi Dergisi, Cilt VIII, Sayı 23 (Mart 1992), s. 382.
28 Bu başlık altında yer alan veriler için bkz. ( İsmet Türkmen, Doğu Kalkınması (1923-1946) -
Doğu İllerini Kalkındırmaya Yönelik Kamu Harcamaları ve Yatırımlar-, Kömen Yay., Kon-
ya 2013).
372
ve Kürtler kışkırtılmıştır. Bunun sonrasında, Osmanlı Devleti döneminde 12, Cum-
huriyetin ilk yıllarında 25 toplu olayın meydana geldiği Türkiye-İran-Irak üçgeni
içinde bir mesele haline getirilmeye çalışılmış ve bu saha, Avrupalı emperyalist
güçlerin ilgilerini giderek üzerinde toplamıştır. Bölge üzerindeki çıkarları dahilin-
de emperyalist güçlerin, Kürt diyerek ayırmak istedikleri Türk aşiretlerini, men-
faat sahaları dahilinde yönlendirme çabaları, günümüzde de devam ederek Kürtçü-
lük meselesini ortaya çıkarmıştır29. Anlaşılacağı üzere, Cumhuriyetin döneminde
çıkan isyanlar kökenleri çerçevesinde Osmanlı Devleti’nin dağılması süreciyle de
doğrudan ilgilidirler.
“Kürtçülük ideolojisi”, birtakım aşiret ve oymaklara Kürt oldukları empoze
edilerek, Türk’ten ayrı bir halk oldukları bilincinin verilmesi ve Türkiye, İran ve
Irak topraklarında müstakil bir Kürdistan devleti kurulması esasına dayanmakta-
dır. Anlaşılacağı üzere, bölücülük anlamındaki Kürtçülük, Avrupa‘dan kaynaklan-
mıştır. Kürtçülüğün öncüleri Avrupa’dan (ve Amerika‘dan) kalkıp ülkemize gelen
misyonerler, gezginler (seyyahlar) ve konsoloslardır30. Bu görevliler Kürdistan ve
Kürt isimlerini Avrupa’ya Amerika’ya taşımış dış dünyaya duyurmuşlardır. İlk
bölücü Kürtçüler yabancılar arasından çıkmış31, yerli Kürtçüler çok sonradan on-
lara katılmışlardır.
Anlaşılacağı üzere, Avrupa‘nın kendi lehine takip ettiği istikrarlı politika so-
nucu doğu bölgesinde yaşayan ve kendilerine Kürt denilmesi istenilen halkın da
Türk kimliğinin dışına çıkarılması sağlanmaya çalışılacaktır. Bu kimlikler arasında
köken açısından Kürtlerin Karduk, Med (İran), Arap, Hint-Avrupa, Gürcü-Ermeni,
Sümer-Asur kökenli oldukları gibi görüşler ileri sürmüşlerdir ki bu düşüncelerin
savunucuları genel itibariyle Batılılardır32. Bu fikirlerin yanı sıra Kürtlerin Turan
(Türk) soyundan oldukları da birçok yabancı ve Türk bilim adamları tarafından
gündeme getirilerek, savunulmuş ve kanıtlanmıştır33. Kürtlerin, kökeni meselesi
ile ilgili olarak İsmet İnönü Lozan görüşmelerinde şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Kürt halkının İran kökenli olduğu öne sürülmüştür; oysa, bu iddiayı, Kürtlerin
Turan kökenli olduğunu kabul eden, Encydopaedia Britannica yalanlamaktadır.
Zaten Anadolu‘yu tanıyanlar bilirler ki, gerek töre, gerek gelenek ve görenek bakı-
34 Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar- Belgeler, (Çev. Seha L. Meray), Cilt 1, Kitap 1, 3. Baskı,
Yapı Kredi Yay., İstanbul 2001, s. 347.; Enccyclopedia Britannica’da yer verilen “Kürdistan”
maddesi H. C. Rawlinson’un tarafından hazırlanmıştır. Ansiklopedinin dokuzuncu edisyonunda
1875-1889 yılları arasında Kürtlerin Turan soyundan oldukları belirtilmiştir. Kürt dili ve Kürtlerin
kökeni konusunda Rawlinson’un görüşleri ansiklopedinin on birinci baskısına kadar (1910-1911)
korumuştur. Bkz. (ŞİMŞİR, Kürtçülük (1787-1923)…, s. 61).
35 Orhan Türkdoğan, Kürtler’in Kimliği ve Gelişmeleri, Boğaziçi İlmi Araştırmalar Serisi 5, İstan-
bul 1992, s. 62.
36 Güneydoğu Kimliği, 2. Baskı, Alfa Yay., İstanbul, 1998, s. 62.
37 Abdülhaluk Çay, Her Yönüyle Kürt Dosyası, 4. Baskı, Ankara, 1996. s. 154.
374
farklar göze çarpmaktadır. Örneğin Sivas ve çevresinde konuşulan dil Diyarba-
kır‘da anlaşılamamaktadır. Hatta iki komşu köy arasında dahi konuşulan ağız ara-
sında büyük farklar gözlenmektedir. Aynı bölge de iki alt grup olabilmekte ve her
iki grup arasında anlaşılabilirlik olmamaktadır. Bu haliyle Kürtçe denebilecek eği-
tim ve edebî özelliklere sahip bir dilin varlığını iddia ve ispat etmek mümkün gö-
rünmemektedir38.
Abdulhaluk Çay, bir batılı yazar olan Bruinessen‘in Bir Kürt milliyeti olup
olmayacağı sorusu hakkındaki görüşünü şu şekilde aktarmaktadır:
“Önceleri Kürtlük oldukça çelişkili bir kavramdı. Konuşulan yere ve konuşulan
kişiye bağlı olarak değişik gruplar, aşiret mensupları için kullanılıyor ve bu onları
Hıristiyan çiftçilerden ayırmak için bu terim kullanılıyordu.Kürt terimi, Zaza şivesini
veya güney şivelerini kullananların aksine, yalnızca Kurmanç ağzını konuşanları
belirtmek için kullanılıyordu...Kürt çiftçilerini ağalarından ve Osmanlı idarecilerin-
den farklı olarak düşündürmek istenildiği zaman kullanılıyordu.. Aynı dili konuşan
ve ‘şeytana tapanlar’ diye bilinen Yezidîler, Müslüman Kürtlerce Kürt kabul edilmi-
yorlardı... Öte yandan bir çok aşiret reisi ve bazen bütün aşiret, gerçek ve uydurma
olarak kendilerinin Arap kökenli olduklarını ileri sürmektedirler. Devlet hizmetinde
olanlarla şehirliler kendilerini Osmanlı yani Türk kabul ediyorlardı. Onlar için Kürt
adı, aynen Türk teriminde olduğu gibi (bir zamanlar Osmanlı zihniyetinde olduğu
gibi) geri kalmışlığın ve barbarlığın simgesi idi” 39
Bölücü unsurların etnik bir mana vermek istedikleri “Kürt” sözü yani yara-
tılmak istenilen sunî bir millete ad olarak verilmekteydi. Oysa ki, Kürt aşiretleri
olarak iddia edilen Kurmanç, Gûran/ Zaza, Lûr ve Kalhur ağızlarında bu terimin
bulunmaması gerçekte böyle bir kavmin olmadığının ispatıdır40. Anlaşıldığı üzere
bölge de Türk milli bütünlüğünün dışına çıkabilecek farklılaşabilecek ne etnik ne
sosyolojik ne de dil ve folklor açısından kesin farklar yoktur. Ancak bölgede “milli
zemin üzerinde işlenmemiş, dolayısıyla ebedileşmemiş, felsefeleşmemiş ve tabiatın
kucağına terk edilmiş ham bir folklor ve halk kültürü” vardır41. Bölgenin jeopolitik
önemi tüm tarihi ve ilmi gerçeklere rağmen emperyalist güçlerin Ortadoğu‘ya ha-
kim olma yolunda güçlü, milli birliği tam, istikrarlı bir Türkiye’nin engellenmesini
gerektirmektedir. Bugün de bu çabaların devam ettiğini söylemek yanlış olmaya-
caktır.
38 Ahmet Buran, Doğu ve Güneydoğu Üzerine Araştırmalar II (Ağızlar), Boğaziçi İlmi Araştır-
malar Serisi 8, Ankara 1992, s. 3 vd.
39 ÇAY, Her Yönüyle Kürt Dosyası, s. 73-74.
40 ÖGEL, Bahattin vd, Türk Milli Bütünlüğü İçerisinde…, s. 59-60.
41 KODAMAN, “Tarihçi Gözüyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu”, Doğu ve Güneydoğu Anadolu
Sempozyumu Bildirileri, Erciyes Üniversitesi Yay: 6, Kayseri, 1990, s. 115.
375
İngiltere Faktörü
İngiltere, Doğu illerinde 19. Yüzyılın başlarından itibaren bölgeye gönderdi-
ği misyonerler vasıtasıyla etnik esasa dayalı ayrılıkçı eylemleri, kendi çıkarları
doğrultusunda kullanma yoluna gitmiştir. Bu doğrultuda ilk olarak “East India
Campany” Doğu Hindistan Şirketi‘nin Bağdat‘ta bir şubesinin açılmasıyla, 1806
yılında bölgedeki faaliyetlerini hızlandırmış ve 1815 yılında Van-Beyazid bölge-
sinde meydana gelen karışıklarda Türk aşiretlerinin ve Ermenilerin kışkırtılmala-
rında etkili olmuşlardır. 1820 yıllarında Türkiye’de açılmaya başlayan misyoner
okulları, oldukça geniş bir kadro ile faaliyet göstermişlerdir42 Bu nedenle, bölücü-
lük anlamındaki Kürtçülüğün öncülerinin Ortadoğu coğrafyası üzerinde emellerine
ulaşmak isteyen emperyalist devletlerin hizmetindeki misyonerler, gezginler ve
konsoloslar olduğu söylenebilir.
İngiltere, 1821 yılından itibaren İran ve Irak‘ta bulunan ve Anadolu‘daki aşi-
retlerin uzantısı olan Türk aşiretleri ile de ilgilenmiş, Fraziler adlı istihbarat ele-
manı İran’a gönderilirken, bir grup İngiliz subayı da Süleymaniye’deki aşiretlere
farklı mülkiyet bilinci vermek üzere eğitime başlamıştır43. Ortadoğu‘da 1828 ve
1832 yılları arasında bölgeyi tetkik eden Rodon Cıssıni, 1835 yılındaki seyahatinde
bir heyetle Dicle-Fırat arasındaki bölgede yeraltı kaynaklarını tespit etmek için
faaliyet göstermiştir. Ayrıca 1877–1978 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında İngiltere
bölgedeki çıkarlarını korumak üzere bazı subaylarını Anadolu’ya göndermiştir.
Bu esnada, bölge aşiretleri gerek İngilizlerin bu girişimleri gerekse savaşın
yaratmış olduğu otorite boşluğu sebebiyle birbirleriyle mücadeleye girişmişler ve
mahalli organlara itaatsizlik göstermeye başlamışlardır44. İngiltere‘den destek
alarak, Hakkari sahasındaki aşiretlerin reisi Şeyh Ubeydullah 1878’de, İran‘la Os-
manlı sınırı arasında bağımsız hareket etmeye başlamıştır45. Bölgedeki diğer aşi-
retlerde de benzer bir hareketlenmenin olabileceği endişesinden hareketle II. Ab-
dülmahit aşiret reislerine silah ve malzeme gibi armağanların yanında aşiret as-
kerlerinin eğitimi için 26 kişilik emekli subay göndermiştir. Bu girişimleri netice-
sinde bölgedeki diğer aşiret reisleri kontrol altına alınırken, Şeyh Ubeydullah da
kontrol altına alınmıştır. Bu gelişmelere karşılık başta İngiltere olmak üzere Os-
manlı’nın bu politikası diğer Avrupalı devletlerce eleştirilmiştir46. İngiltere, aşiret-
lerin bu örgütlenişini, kendi gözetiminde Ermenilere yapılacak reformlar için bir
engel olarak görmemiştir. Bu esnada Rusya ile iyi geçinerek bölgedeki güç denge-
sini kendi lehine kullanma yoluna gitmiştir.
50 Mesud (Bilgili) Fâni, Kürtler ve Sosyal Gelişmeleri, (Çev. Azmi Süslü), Tanmak Yay., Ankara
1993, s. 62.
51 Selahattin Tansel, Mondros'tan Mudanya'ya Kadar, Cilt I, MEB Yay., İstanbul 1991, s. 128.
52 R. Salâhi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Cilt I, Ankara 1987, s. 27.
53 Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi1 Erzurum Kongresi, Türkiye İş Bankası Kültür Yay.,
İstanbul 2008, s. 13-14.
54 Mustafa Kemal Sivas’a geldiğinde, İngiliz ajanı Noel bölgesindeki aşiret reislerini kışkırtarak,
onları kongreye karşı harekete geçirmeye çalışmıştır. Nutuk’ta Noel ‘in yanında 15 atlıyla birlikte
Malatya’ya geldiği ve orada Harput Valisi Ali Galip ile Malatya Mutasarrıfı Halil Rahmi’nin de
katıldığı bir toplantı yaptığı bu toplantıda Sivas Kongresi’nin engellenmesi kararı alındığı belirtil-
dikten sonra, Heyet-i Temsiliye’nin çalışmaları haber alarak bu kişileri izlediği ve sonuçta da hiç-
bir başarı sağlayamayarak bölgeden kaçtıkları anlatılmaktadır.Noel’in aşiretleri kışkırttığını göste-
rir 20 kadar rapor Nutuk’ta yayınlanmıştır. Bkz. (ATATÜRK, Mustafa Kemal, Nutuk-Söylev,
(Yay. Haz.: İsmail Arar, Uluğ İğdemir, Sami N. Özerdim), Cilt 2, 4. Baskı, TTK Yay. Ankara
1999, s. 398-421).
378
bağımsızlığına yeni kavuşmuş Kürdistan’ın sosyo-ekonomik açıdan çöküşü olacak-
tır… Mezopotamya’nın ekonomik ve stratejik çıkarlarını garanti altına alacak şekil-
de Kürt davasına arka çıkmaktır. Bunun da yolu Kürtlerle Ermenileri uzlaştırıp, ba-
rıştırmaktan geçmektedir.”55 Buradan hareketle, Noel, İngiltere‘nin Mezopotam-
ya’daki ekonomik ve stratejik çıkarlarının garantilenmesini Kürtlere sahip çıkmak-
tan geçtiğini ortaya koymaktadır56. İngilizlerin bu planlarını 1919 yılı başlarında
uygulamaya koymak amacıyla İngiliz ajanları ile yerli işbirlikçileri Kürt grupların
yerleşim sahalarına yayılarak bağımsız bir Kürdistan idaresi için yoğun propagan-
da çalışmaları yapmışlardır57. Noel’in Güneydoğu Anadolu Bölgesi‘nde yaptığı
kuşkulu gezinin ardından, 13 Haziran 1919 tarihinde Bağdat‘ta bulunan İngiliz
Komiseri Albay Wilson, Kürtleri kendi yanlarına çekmek için, İngiliz idaresinde
“özerk bölge” veya “devlet” şeklinde bir idari yapının kurulması hususunu İngilte-
re’ye önermiştir58. Wilson’un önerisine göre bu idari bölge; İmadiye dahil fakat
Zaho hariç ve Mardin‘in güneyinden, 37. enlem boyunca Birecik‘e kadar uzanan bir
güney sınırı ile Fırat boyunca ve Mamuraülaziz (Elazığ), Bitlis, Van illerinin kuzey
sınırlarıyla belirlenen bir bölgeyi içermeliydi. Fakat bu bölgede kurulması öngörü-
len bu idari yapının sınırı yine bölgede kurulması öngörülen Ermenistan sınırı ile
çatışmıştır. Noel, Kürtler ve Ermeniler arasında yaşanabilecek olası bir karışıklığın
önlenmesi için doğu illerini manda idaresi altına almayı esas alan, bir tasarı hazır-
lamıştır. Hazırlanan tasarıya göre, kuzey sahasında Ermeniler, güneyde ise Kürtle-
rin yer alacağı bir idari yapı oluşturulması planlanırken bu iki sahayı birbirinden
ayıran bir karma bölge yaşanabilecek çatışmaların önüne geçecekti59.
Paris Barış Konferansı arifesinde İtilaf Devletleri‘nden Kürtler özellikle yo-
ğun olduklarını iddia ettikleri Erzurum, Van, Bitlis, Harput, Diyarbakır ve Musul‘da
özerklik istemekteydiler. Bu meseleye ilişkin ilk somut adım Paris Barış Konferan-
sı’nda 18 Ocak 1919 tarihinde başlayan görüşmeler devam ederken atılmıştır60.
Müttefikler, Türkiye’den alınacak topraklar konusunda anlaşarak, Türk devletin-
den Ermenistan, Suriye, Mezopotamya, Kürdistan, Filistin ve Arabistan‘ın tama-
55 M. Kemal Öke, İngiltere’nin Güneydoğu Anadolu Siyaseti ve Binbaşı E.W.C. Noel’in Faali-
yetleri, Ankara 1998, s. 54-55.
56 Bağdat’ın kuzeyinde ve Suriye’de İngiliz işgal kuvvetlerinin çok yakınında bulunan bu stratejik
bölgedeki kabileleri bir devlet yönetimi altında toplamakla İngilizler, gelecekte büyük emeller
besledikleri Irak petrol bölgesini emin bir bekçiye emanet edeceklerini umuyorlardı. Bu amaçla
E.W.C. Noel adında bir binbaşıyı 1919 yazında bölge halkını ayaklandırmak üzere Güneydoğu
Anadolu’ya gönderdiler (Taner Baytok, İngiliz Kaynaklarında Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara
1990, s.92).
57 Kamil Erdaha, Milli Mücadelede Vilayetler ve Valiler, Remzi Kitabevi, İstanbul 1975, s. 146-
147.
58 Kemal H. Karpat, “Kurds”, The International History Review, Vol. 20, No. 4, (December
1998), s. 963).
59 Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, Cem Yay., İstanbul 1976, s. 535-536..
60 Kurat, Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması, s 80.
379
men ayrılması konusunda görüş birliğine varmışlardır. İngiltere, Kürtlerin manda-
terliğini, üzerine almak suretiyle, onları Mezopotamya ve İran‘da Ruslara, Türklere
hatta Araplara ve İran’a karşı kullanmak düşüncesindeydi. Böylece İngiltere, kendi
gözetiminde bağımsız bir Kürt devleti kurdurmak suretiyle Türkiye’nin Ermenis-
tan ve Mezopotamya arasındaki bölgeyi kontrol etmesini önlemiş olacak, bu saye-
de bölgede kurulacak Kürdistan ve Ermenistan devletleri ile Musul petrol sahasına
kuzeyden gelebilecek tehlikelere karşı önlem oluşturabilecekti.
Görüldüğü gibi Kürtler, mütareke döneminde başta İngiltere olmak üzere
İtilaf Devletleri‘nin politika ve çıkarlarına alet edilmiştir. Bu esnada İngilizlerin
hazırlamış olduğu raporda, Kürtlerin millet oluşturmalarına karşılık, liderden yok-
sun olduklarına ve kendilerini bu yüzden idare edemeyeceklerine temas edilmiş-
tir61. Buradan da anlaşıldığı üzere, dış güçlerin amacı ilerleyen süreçte bölgede
oluşturmak istedikleri manda yönetimine meşruiyet kazandırmaktır62. İngilizlerin
diğer bir hedefi, Milli Mücadele sırasında Ankara‘da kurulmakta olan yeni Türk
Devleti’nin hakimiyetinin önlemesi halinde yaşanması muhtemel bu otorite boşlu-
ğunda statülerini devam ettirmektir.
Bu sırada “Milli İttifak” yerli ve yabancı belgelerde farklı şekiller de değer-
lendirilmiştir. İngiliz belgelerinde, temelde Kürt ve Türklerin, genelde tüm Anado-
lu halkının sağladığı milli birlikten endişe ile söz edilmektedir. Calthorpe, 29
Temmuz 1919 tarihli, İngiliz Dişişleri Bakanlığı‘na gönderdiği raporda milli birliğe
karşı endişelerini, “Büyük Ermenistan söylentileri Türkiye’de Kürt ve Türk halkının
birleşmesine ve milliyetçilerin alevlenmesine neden oldu” diyerek belirtmiştir63.
Bu gibi İngiliz belgelerinin birçoğunda, bütün güçlerini seferber ettikleri
halde Kürt-Türk birliğini önleyemediklerinden yakınılmaktadır. Sivas Kongresi‘nin
gerçekleşmesinin sonrasında Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Ana-
dolu‘da incelemeler yapmak üzere bulunan General Harboard başkanlığındaki
Amerikan heyetine, İngilizlerin Türk milletini sömürgeleştirmek için Türklerle
Kürtleri birbirlerine düşürmeye çalıştıklarına işaret eden şu ifadelere yer vermiş-
tir:
“İmparatorluğu bölmek ve Türklerle Kürtler arasında bir kardeş harbine se-
bebiyet vermek için, Kürtleri İngiliz himayesi altında müstakil bir Kürdistan kurma
planına iştirak etmek üzere tahrik ettiler. İleri sürdükleri tez, İmparatorluğun nasıl
olsa dağılmaya mahkûm olduğudur. Bu teşebbüslerini tahakkuk ettirmek için büyük
paralar harcadılar, her türlü casusluğa başvurdular, hatta hafiyeler gönderdiler…Bu
şahıslar mahalli kuvvetleri küçümsemelerinin tabii bir neticesi olan perişanlıkla
64 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay., Ankara
1964, s. 79-80.
65 H. Ömer Budak, Sevr Paylaşımı, Ankara 2001, s. 95-96.
66 Robert Olson, “The Kurdish Ouestion in the Aftermath of the Gulf War: Geopolitical and Geostra-
tegic Changes in the Middle East”, Third World Quarterly, Vol. 13, No, 3, 1992, s. 475.
67 TBMM Zabıt Ceridesi, D. I, C. 9, s . 141.
68 Yalçın, Atatürk’ün Milli Dış Siyaseti, s. 50.
381
memiştir69. Lozan görüşmelerinin devam ettiği bu dönemde TBMM‘nin de günde-
mine gelen azınlıklar meselesiyle ilgili tartışmalarda, Kürt kökenli milletvekilleri
ayrılığı şiddetle reddederek Lozan’daki Türk Heyetinin görüşlerini desteklemiş-
lerdir. Erzurum milletvekili Süleyman Necati Bey; “ Orada ne Kürt Türksüz ne de
Türk Kürtsüz yaşayabilir”70 derken, Şefik Bey (Bayazıd) şu ifadeleriyle:
“…Paris‘te Bogos Nobar Paşa ve Şerif Paşa ittifak ediyorlar ve aralarında bir
itilafname tanzim ve teati ediyorlar. Bu itilafnamelerinde Kürt kavm-i necibinin Er-
meni ile müşterek bir kavm ve cinsten olduklarından bahisle Kürdün Ermenilerle
beraber taabiyeti Osmaniyeden ayrılarak bir hükümet teşkiline karar veriyorlar.
Bunların imzası tahtında bulunan mukavele ve taahütnamelerini gazeteler aynen
neşr ve ilan etti. İşte bu kararnameler ki ekrad-ı aşairin istihbar eylemesi üzerine
bugün Erzincan livası ona bir rüesa-yı aşairden ve aynı surette Diyarbekir vilayeti
aşairinden iki telgrafname manzur-ı alileri oldu. Bu haber memur ederim ki: mema-
lik-i ve Kürt ile meskun mahallerin herhangi tarafına sirayet etse ve henüz memalik-i
baidenin bir kısmına vasıl olmamış oluyor…Salabet-i diniye ve şecaat-ı fıriyesiyle
maruf ve mümtaz olan o kavm-ı necib ekrad Devlet-i Aliye’yi Osmaniye’nin teşekkü-
lünden itibaren bütün mevcuduyetiyle saltanatı Osmaniye’nin bir rüknü rekini ola-
rak Türk kardeşleri ile el ele vermiş ve bugüne kadar yekdiğerinden katiyen ayrıl-
mamak suretiyle yaşamışlardır…Mümessil vekilleri olduğum Bayazıd sancağında
meskun bulunan Celali, Adamanlı, Zilanlı, Sipkanlı, Haydaranlı, Atmanlı, Serahlı,
Cemadanlı aşairi ve bunlara mensub olan binlerce kabail ve yüzbinlerce ekradın
mümessili sıfatıla söylüyorum ki: Şerif Paşa’nın bu kararını kabul edecek hiçbir Kürt
yoktur.” 71
diyerek, TBMM milletvekillerinin Mudafaa-yı Hukuk Ruhuna verdikleri
önemi yansıtmaktadır. Benzer şekilde Lord Curzon‘un Lozan Konferansı’ndaki
beyanatını protesto için Rişvan ve Ciran aşiretleri tarafından gönderilen telgrafta;
“Vatan haini din düşmanı şerifnam şahsın Bogos Nobar ile teşrik-i mesai ederek
Kürtlerin mukadderatı atiyesi hakkında beyanı mütalaa ettiğini istihbar ettik Kürt-
lük ve Türklük birliktir. Yekdiğerinin öz kardeşi ve din kardeşidir. Her iki millet için
Rusya Faktörü
Rusya’nın Doğu ve Güneydoğu Anadolu‘daki Türk aşiretleriyle ilk temasla-
rının 1805 yılına kadar indiği kaynaklarda dikkati çekmektedir. Bu maksatla Rus-
ya’nın Doğu illerinde görevlendirdiği konsoloslar, çalışmaları bir yandan ilmi bo-
yutta sürdürürken diğer yandan da ayrılıkçı faaliyetler için zemin hazırlamışlardır.
Rus görevlileri arasında Diyarbakır Konsolosu Bonafiyd, 1853 Kırım Savaşı sıra-
sında Binbaşı Loris Malakof ile General Babatov, 1856 yılında Erzurum Konsolosu
81 Aydın Taneri, Türkistanlı Bir Türk Boyu Kürtler, Ankara 1983, s. 155.
82 Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi…, s. 517.
83 Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi…, s. 526.
84 Şükrü Nuri Eden, “Şark Meselesinin Dış Boyutu”, s. 4-5.
385
manlı Devleti‘ni güçlendirme gayesinden uzak olmakla birlikte, daha çok bölgede
Ermeni nüfuzunu güçlendirmeye yöneliktir. Berlin Antlaşmasının ilgili maddesinin
Anadolu toplumunu ırklara göre, Ermeni, Kürt, Çerkez denilmek suretiyle bölmeye
çalışmakla birlikte, Anadolu’daki farklı etnik unsurların sırtından bir Ermeni soru-
nu yaratma amacında olduğu sonucuna varılabilir. Çünkü bu antlaşmayı takip
eden dönemde resmi olarak Anadolu’da Kürdistan adında vilayet veya sancak ya
da bir kaza yerleşkesi olmamasına rağmen İngiliz resmi yazışmalarında Kürdistan
adının sıkça kullanılmış olması bölücü faaliyetlere giderek meşruiyet kazandırma
niyetinde olduğunu ispat etmektedir.
1890 ve 1900 yılları arasında Hakkâri’de Osmanlı idaresi ve Müslüman halk
aleyhine Nesturiler nezdinde gerçekleştirilmiş olan kışkırtmaların bölgenin sosyal,
ekonomik ve etnik durumunun istismar edilmesi şeklinde düşünülebilir. Ruslar,
bu hedeflerini gerçekleştirmek amacıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu‘da yaşayan
Ermeni ve Kürtleri birleştirerek, kuvvetli bir saldırı gücü haline getirmek için uzun
yıllar uğraşarak bir zemin oluşturmaya çalışmışlardır.
20. Yüzyılın başlarına gelindiğinde Rusya, bölgenin sosyo-ekonomik yapısını
incelemeye yönelik faaliyetlerini artırma gayesiyle Osmanlı topraklarında Anadolu
ve diğer sahalarda yapılması planlanan demiryollarından imtiyaz sağlamak mak-
satlı girişimlerde bulunmuştur. Zira Anadolu’nun doğusunda yapılacak veya bura-
dan geçecek demiryollarını başka bir devlete kaptırmak istememiştir. 29 Ekim
1913 tarihli Osmanlı-Rus Antlaşmasıyla garanti altına aldığı imtiyaza göre; Osman-
lı Hükümeti, Trabzon-Pekeriç (Erzincan sahası)- Harput-Diyarbakır çizgisinin do-
ğusunda Rus ve İran sınırlarına doğru yapılacak herhangi bir demiryolunun yapı-
mını ve işletmesini Rus sermayedarlara vermiştir85.
İktisadi nüfuzunu, ilmî yolları kullanarak güçlendirmek amacıyla 1924 yı-
lında Rus politikacısı Wladimir Minorsky, “Kürtler” adıyla bir eser yayınlamıştır.
Aynı tarihlerde Minrsky’nin girişimleriyle Erivan Üniversitesi‘nde bir Kürt Ensti-
tüsü, Revandiz‘de de bir Kürt Koleji kurulmuştur86. Rusya’nın bölgede yoğunlaş-
tırdığı politik amaçlı kültürel faaliyetlerine verdiği desteğin yanında, bölgedeki
isyan hareketlerinde de etkili olmuştur. 1956 yılında Bazil Nikitin “Les Kurdes” adlı
eserini yayınlamıştır. Bu çalışmaların tamamında gözetilen amaç, bilimsel gerçek-
likten ziyade bölgede Rus menfaatlerinin devamını sağlamaktır87. Rusya, Osmanlı
Devleti‘ni parçalayarak, sıcak denizlere inme hedefini, bölgede kurulacak bir Kürt
Devleti ile sağlamaya çalışmıştır. Rusya’nın bu koridoru oluşturma girişimi esna-
sında İngiltere ile çıkarları doğrultusunda çoğunlukla ortak hareket etmiş, Ermeni
ve Kürt ayrılıkçı faaliyetlere destek vermiştir.
85 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâp Tarihi, C. II, Kısım: III, s. 439.
86 Ayrıntılı bilgi için bkz., V. Minorsky (1997). “Kürtler”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, s. 1089-1114.
87 Aydın Taneri, Türkistanlı Bir Türk Boyu Kürtler, s. 155.
386
Fransa Faktörü
Fransa bölge üzerinde sözde Kürt meselesini destekleyerek kendi nüfuzunu
sağlama yoluna gitmiştir. Fransa bu amacını gerçekleştirirken İngiltere ve Rus-
ya’dan farklı olarak 1893-1897 yıllarında hazırlattığı kitapta bölge insanı hakkında
bilgi toplama yoluna gitmiştir. Fransız politikası, Ermeniler ile Turani bir unsur
olan bölgedeki Türk aşiretlerinin arî ırktan oldukları ve köklerinin bir olduğu iddi-
asına dayanmaktadır88. Ancak, Fransa yönetimi bölgede İngiliz ve Rus politikaları-
nın yoğunluğu karşısında çok fazla etkinlik gösterememiştir.
Ancak 1910 yılından itibaren Osmanlı Devleti‘nin Alman nüfuzunun altına
girmesi ve kısa süre sonra da I. Dünya Savaşı’nın çıkması Fransızların Güneydoğu
Anadolu sahasında faaliyetlerini kesintiye uğratmıştır. Fransa yönetimi, Osmanlı
Devleti ve müttefiklerinin savaştan yenik çıkması üzerine, tekrar bölgeye yerleşe-
cektir. Bu girişimleri sırasında, Fransa siyasî ve dini mefhumları çıkarlarına alet
ederek ekonomik sebeplerle Osmanlı Devleti’ne yönelik politikalarını canlı tutmuş
ve bunu tatbik etmeye çalışmıştır. Bu durum Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında
da gözlenmiştir. Türk hükûmetinin kısa süre içinde toparlanarak Doğu illerinin
demiryolu ağını geliştirmesinden ilk olarak Fransız yönetimi rahatsızlık duymuş-
tur. Bu durumu İsmet İnönü, 21 Ağustos 1935 tarihinde hazırlayarak, Mustafa
Kemal Atatürk‘e sunduğu raporunda şu ifadelerle dile getirmiştir: “Çöl şimendiferi,
Şark vilayetlerimizle başlıca iktisadi, idari ve askeri irtibatımızı teşkil eden çöl şi-
mendiferi bütün rolünü bize taalluku (ilgi, ilinti) itibari ile kaybetmek üzeredir. Urfa,
Antep, Malatya şimendiferi bir taraftan Urfa, Viranşehir, Mardin mıntıkası ile Diyar-
bakır hattı, diğer taraftan yollarla bağlanırsa bizim mıntıkamızın Fransız mıntıkası-
na irtibat bakımından muhtaçlığı esasından kalkmış olacaktır…Fransız durumunda
ikinci mücadele mevzuu iktisadidir. Bu mevzu evvela kaçakçılık şeklinde tebarüz
ediyor (beliriyor). İskenderun‘dan Cizre‘ye kadar Suriye hududu hemen hudud üze-
rinde bulunan birçok kaçakçı merkezleri ile bezenmiştir. Kaçakçılığın bize verdiği
zararları saymaya lüzum yoktur. Fransız hududunda kaçakçılık Fransız nüfuzunun
ve siyasî kudretinin yayılma vasıtası olmak itibari ile ayrıca önemlidir.”89 Türk
hükûmeti bir taraftan ülkenin imarı için mücadele verirken diğer yandan da böl-
gede yeni tehditlerin oluşmasının önüne geçmeye çalışmıştır.
ABD Faktörü
Bölgede 1810 yılından itibaren daha çok misyoner faaliyetleri şeklinde gö-
rülen ABD‘nin faaliyetleri, “American Board” müessesesi tarafından desteklenmiş-
tir. Amerikan misyonerleri, bölgede Rus ve İngilizler‘e yardımcı olarak faaliyet
göstermişlerdir. Bu bağlamda misyonerler vasıtasıyla ABD yönetimi, 1880 yılında
çıkan Şeyh Ubeydullah olayında Ruslar‘a 1887 yılında da İngiliz Lash’ın Musul
Rum İstekleri
Ege kıyılarından başlamak üzere, Yunan mezaliminin amacı öncelikle, Mega-
li İdea (Büyük İdeal), Yunanistan’ın ve Anadolu’da yaşayan Rumların hayata ge-
çirmeye çalıştıkları hayalleri olmuştur. Yunanistan yönetimi öncelikle İzmir, İstan-
bul, Kıbrıs, Epir, Oniki Adalar, Trakya ve Küçük Asya üzerinde hak iddia etmiştir94.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan
Mondros Mütarekesi ülkeyi işgallere açık hale getirdiği gibi içeride yaşayan azın-
lıklar da kendi gayeleri doğrultusunda faaliyetlere girişmişlerdir. Tıpkı Ermeniler
gibi Rumlar da Karadeniz Bölgesi’nde bir “Pontus Rum Devleti”95 kurmak için çeşit-
samaktadır. Bkz: Nuri Yazıcı, Milli Mücadele’de (Canik Sancağı’nda) Pontus’çu Faaliyetler
1918–1922, Ankara 1989, s.114.
96 Mehmet Okur, “Milli Mücadele Döneminde Fener Rum Patrikhanesi’nin ve Metropolitlerin Pon-
tus Rum Devleti Kurulmasına Yönelik Girişimleri”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi
Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S.29–30, Mayıs-Kasım 2002, s.101.
97 Umut Erbaş, Milli Mücadele Döneminde Pontus-Rum Faaliyetleri, Ankara Üniversitesi Türk
İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2006, s.7.
98 Pontus Çetelerinin Karadeniz Bölgesi’nde gerçekleştirmiş olduğu yağma, katliam ve sindirme
faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Pontus Meselesi, Yayına Hazırlayan: Yılmaz Kurt,
TBMM Basımevi, Ankara 1995.
99
Zekayi Güner, “Milli Mücadele Başlarken Samsun ve Havalisinde Pontus Faaliyetleri”, Geçmiş-
ten Geleceğe Samsun, Yay. Haz. Cevdet Yılmaz, Samsun 2006, s.147.
100 Sonyel,...Dış Politika, Cilt I, s.35.; Oysa söz konusu bölgelerdeki nüfusun ezici çoğunluğu
Türk’tü. 1892 sayımına dayanan Türk istatistiklerine göre, Aydın ilindeki nüfus dağılımı şöyle
idi: Müslüman 1.093.334, Rum 208.283, Ermeni 15.105, diğer unsurlar 19.755 ve toplam nüfus
1.336.477 iken 1905’te Türklerce yapılan sayıma göre İzmir ilinin nüfus dağılımı şöyle idi: Müs-
lüman 100.356, Rum 73.636, Ermeni 11.127, diğer unsurlar 25.854 olup toplam 210.973 idi.
(SONYEL, ...Dış Politika, Cilt I, s.37).
389
luk hareketine önemli bir darbe indirmiştir. Merkez Ordusu’nun kayıtlarına göre
63.844 Rum bulundukları yerlerden başka yerlere sevk edilmiş ve Pontus hareketi
kontrol altına alınmıştır. Merkez Ordusu’nun Pontus harekâtı sırasında 11.188
Rum çeteci öldürülmüştür.
Osmanlı Devleti’ne karşı bu tip toprak talepleri ileri sürüldüğü dönemde
birbiri ardına değişen İstanbul Hükûmetleri, İtilaf Devletleri’ne karşı sağlam te-
mellere dayanan bir dış politika gerçekleştirme hususunda fevkalade zayıf kalı-
yordu. İtilaf Devletleri’nin uygulamaları sebebiyle azınlıkların toprak talepleri
artarak devam edecektir.
101 Erol Kaya,” Misak-ı Millinin Sınırları”, Türkler, C.16, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002,
s.71.
102
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, T.İ.T. Enstitüsü yayını, Ankara, 1961, s.308.
103 Bu madde özetle şu şekilde düzenlenmiştir: “Trabzon vilayeti ve Canik Sancağıyla vilayet-i şarki-
ye adını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Memuretülaziz, Van, Bitlis vilayeti ve bu saha dahi-
lindeki müstakil livalar, hiçbir sebep ve bahane ile birbirinden ve Osmanlı topluluğundan ayrıl-
ması düşünülemeyen bir bütündür. Buralarda yaşayan Müslümanlar birbirlerine karşı bir feda-
karlık duygusu ile dolu ve birbirlerinin sosyal ve ırki durumlarına saygılı öz kardeştirler.” Ayrın-
tılı bilgi için bkz. Tansel, Mondrostan Mudanya’ya Kadar, C.I, s.55; M.Fahrettin Kuzuoğlu,
Bütünüyle Erzurum Kongresi, Ankara 1993, s.243,246.
390
sonra düzenlenen Sivas Kongresi’nde de aynen kabul edilmiştir. Kongrenin ilk
maddesinde özetle, din, kültür ve ırk birliğine dayanan “her noktası İslam ekseri-
yet-i kahiresiyle meskûn olan Memalik-i Osmaniye aksamı”nda kurulacak, yeni Türk
Devleti’nin sınırlarına temas edilmiştir104.
Rıza Nur yaşanan bu süreci; “Bu Misak-ı Milli, esasen Erzurum Kongresi’nde
başlamış, Sivas”ta nemalandırılmıştı.”105 Şeklinde ifade etmiştir. Tarihi süreçte
temelleri atılmaya başlanan Misak-ı Milli ilkelerinin nerede kimler tarafından oluş-
turulduğu ve son şekline nasıl getirildiği konusunda oldukça değişik bilgiler mev-
cuttur. Bu konudaki ilk bilgiler, Misak-ı Milli taslağının Sivas Komutanlar Toplantı-
sı’nda alınan kararlar doğrultusunda Ankara‘da gerçekleştirilen toplantılarda ha-
zırlandığıdır106.
Mustafa Kemal Paşa Misak-ı Milli‘nin hazırlık aşamasını Nutuk’ta şu şekilde
açıklamıştır:
“Dokuz aydan beri, başlayan milli intibah ve faaliyet, vaziyet ve manzarayı
değiştirdi ve daha çok değiştirecektir. Millet, hasıl olan vahdeti muhafaza ederse ve
istiklali için fedakarlıktan çekinmezse muvaffakiyet muhakkaktır. Erzurum ve Sivas
Kongreleri esasatı, milletin istihsal edeceği gayeler için düsturdur. Efendiler, şimdi,
Ankara‘ya gelen mebus efendilerle temas ve müdahale-i efkâra başlayalım: Mebus-
lar, aynı günde veya günlerde müçtenian bulunamadılar. Münferiden veya küçük
küçük gruplar halinde gelip gittiler. Bu zevatın veya heyetlerin kâfesine, ayrı ayrı
hemen aynı esas noktaları… günlerce tekrar ve yine tekrar etmek mecburiyeti hasıl
oldu. Efendiler, milletin amal ve maksadını da, kısa bir programa esas olacak surette
toplu bir tarzda ifadesi de görüşüldü. Misak-ı Milli ünvanı verilen bu programın ilk
müsveddeleri de, bir fikir vermek maksadıyla kaleme alındı. İstanbul Meclisi’nde bu
esaslar, hakikaten toplu bir surette tahrir ve tespit olunmuştur.”107
104 “Devlet-i Aliye-i Osmaniye ile Düvel-i İtilafiye arasında münakid mütarekenamenin imza olundu-
ğu 30 Teşrinievvel 334 tarihindeki hududumuz dahilinde kalan ve her noktası İslam ekseriyet-i
kahiresiyle meskun olan Memalik-i Osmaniye aksamı yekdiğerinden ve camia-i Osmaniye’den
gayr-i kabil-i tecazzi ve hiçbir sebeple iftirak etmez bir kül teşkil eder. Memalik-i mezkurede yaşa-
yan bilcümle anasır-ı İslamiyye yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedakârlık hissiyatıyla
meşhur ve hukuku ırkiye ve içtimaiyeleriyle şerait-i muhitiyelerine tamamiyle riayetkâr öz kardeş-
tirler. Bkz. Faik Reşit Unat, Tarih Vesikaları Dergisi, C.I., S.I, (Haziran 1941).
104 Erol Kaya, ”Misak-ı Milli’nin Sınırları”, Türkler, s.16, s.71.
106 Ali Fuat Paşa bu toplantının maksadını şu şekilde ifade eder: “Heyet-i Temsiliye 22 Ekim 1919’da
bazı mühim meselelerin müzakeresi ve bir karara bağlanması maksadıyla kumandanlarını Sivas’a
davet etmişti.” Bkz. Cebesoy, Milli ..., s.287-288.
107 Nutuk-Söylev, C.I, s.478-480-482. Mustafa Kemal Paşa’nın kendisi tarafından kaleme alındığını
ifade ettiği metin henüz bulunabilmiş değildir. Bu konuda, Hüsrev Gerede’nin 28 Ağustos
1958’de Tevfik Bıyıklıoğlu’na gönderdiği mektuptan anlaşıldığı üzere, “Mustafa Kemal Paşa, Si-
vas Kongresi kararlarına uygun bir metin hazırlamış, kendisinin ve temsil heyetinin imzalarını ta-
şıyan bu metni daha sonra Hüsrev Gerede vasıtasıyla 1920 yılı başlarında Milli Misakı hazırla-
makla görevli komisyona vermiştir.” Komisyon, Mustafa Kemal Paşa’nın metnini pek az bir deği-
şiklikle kabul etmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın, Hüsrev Gerede’ye verdiği metin, İstanbul Mecli-
391
Meclis’te tüm çabalara rağmen Müdafaa-i Hukuk Grubu kurulamamış ama
meclisin gerek gizli gerekse de gayr-i resmi toplantılarında Misak-ı Milli Programı
şekillendirilmiştir. Nihayet, Misak-ı Milli metni, Meclis-i Mebusan’ın 22 Ocak tarihli
gizli oturumunda ele alınmış, üzerinde çok az değişiklik yapılarak 28 Ocak 1920
tarihinde kabul edilmiştir. Gizli oturumda kabul edilen Misak-ı Milli esasları 17
Şubat 1920 tarihinde dönüp kamuoyuna ilan edilmiştir.
Daha önce bu şekilde hazırlanmış olan Misak-ı Milli, 17 Şubat tarihinde,
Damat Şeref Bey tarafından uzun bir konuşmanın ardından okunmuştur:
“Peyman-ı Milli olmak üzere bütün Meclis-i Mebusan’ı teşkil eden umum rü-
fekâ-ı muhteremenin meydana getirdikleri şu “peyman-ı Milli’yi şimdi okuyacağım ve
bunun bütün muztarib (sıkıntılı)-i beşeriyete bir yevm (gün) huzur verilmek için bu
cidal-ı mühimi meydana getiren ve nihayet galiplerin neticede insanları çiğnemek ve
esir yaşamak istemediklerini ilan eden bütün Avrupa düvel-i mütemeddinesi (mede-
ni) parlementolarına tebliğini tebliğ ediyorum:
“Ahd-ı Milli” Beyannamesi Sureti”
1- Devleti Osmaniye’nin münhasıran Arap ekseriyetiyle meskun olup 30 Ekim
1918 tarihli mütarekenin akdi sırasında muhasım orduların işgali altında kalan
aksamının (kısımlarının) mukadderatı (geleceği) ahalinin serbestçe beyan edecekleri
araya (reylere) tevfikan (uygun olarak) tayin edilmek lazım geleceğinden mezkur
(sözü geçen) hattı mütareke dahilinde dinen, ırken ve aslen müteahit, yekdiğerine
karşı hürmeti mütekabile (karşılıklı saygı) ve fedakarlık hissiyatiyle meşhur (dolu)
ve hukuku ırkiye ve içtimaiyeleriyle muhitiyelerine tamamiyle riayetkar Osmanlı
İslam ekseriyeti ile meskun bulunan aksamın heyeti mecmuası hakikaten veya hük-
men hiçbir sebeple tefrik kabul etmez bir küldür.
2- Ahalisi ilk serbest kaldıkları zamanda arayı ammelerile (genel oylarıyla)
anavatana iltihak etmiş olan Elviye-i Selase (üç sancak) için ledelicap (gerekirse)
tekrar serbestçe arayı ammeye müracaat edilmesini kabul ederiz.
3- Türkiye sulhune talik edilen Garbi Trakya vaziyeti hukukiyesinin tesbiti de,
sekenesinin (halkının) kemali hürriyetle (tam özgürlükle) beyan edecekleri araya
tebaan (oylara uygun) vaki olmalıdır.
4- Makam-ı Hilafet-i İslamiyye (İslam Hilafet Makamı) ve payitahtı saltanat-ı
seniyye ve merkez-i hükümet-i Osmaniye olan İstanbul şehri ve Marmara denizinin
emniyeti, her türlü halelden masun olmalıdır. Bu esas mahfuz kalmak şartiyle Akde-
niz ve Karadeniz boğazlarının, ticaret ve münakalaftı aleme küşadı (dünya ulaştır-
masına açılması) hakkında bizimle sair bilumum alakadar devletlerin müttefiken
verecekleri karar muteberdir.
si’nin basılacağı haber alınması üzerine, Hüseyin Rauf Bey’in kararıyla Ankara’ya gönderilmiştir.
Bkz. Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da (1919-1921), TTK yayını, Ankara, 1959, s.77.
392
5- Düvel-i İtilafiye ile muhasımları ve bazı müşrikleri (ortakları) arasında ta-
karrür eden (kararlaştırılan) esasatı ahdiye (andlaşma hükümleri) dairesinde ekal-
liyetlerin hukuku, memalik-i mütecavirdeki (civardaki) Müslüman ahalinin de aynı
hukuktan istifadeleri ümmiyesiyle (isteği ile) teyit ve temin edilecektir.
6- Milli ve iktisadi inkişafımız daire-yi imkana girmeli ve daha asri bir idare-i
muntazama şeklinde tedavir-i umura (işlerin yürütülmesine) muvaffak olabilmek
için her devlet gibi bizim de temin-i esbabı inkişafımızda, istiklal ve serbesti tama
mahzar olmamız, üssülesas-ı hayat (hayatın temel esası) ve bakamızdır. Bu sebeple
siyasi, mali inkişafımıza mani kuyuda (kayıtlara) muhalifiz. Tahakkuk edecek duyu-
natımızın (borçlarımızın) şeraiti (koşulları) bu esaslara mugayir olmayacaktır108.
Şeref Bey’in konuşmasını bitirmesinin ardından Meclis Başkanlığına vekâlet
eden Hüseyin Kazım, Misak-ı Milli‘yi meclisin oyuna sunmuş ve milletvekillerinin
“oybirliği ile” sesleri arasında kabul edilmiştir109. Misak-ı Milli metni “Ahd-i Milli
Esasları” başlığıyla Meclis matbaasında tek sayfa çoğaltılarak dağıtımı yapılmış,
gazetelerde yayımlanarak kamuoyunun bilgilendirilmesi sağlanmaya çalışılmış-
tır110. Ayrıca metin Fransızca’ya tercüme edilerek 14 Şubat’ta da Avrupa Parla-
mentolarına iletilmiştir. Misak-ı Milli’nin kabul edilerek Avrupa parlamentolarına
duyurulması Meclis-i Mebusan’ın yaptığı en önemli faaliyetlerden birini oluştur-
muş ve bu haliyle de yakın dönem Türk tarihi içindeki yerini almıştır.
Mustafa Kemal Paşa‘nın Nutuk’ta da belirttiği üzere111, Misak-ı Milli, milli
iradeyi temsil eden milletvekillerinin namüsait şartlarda otaya koyduğu bağımsız-
lık bildirgesidir. Misak-ı Milli, Türklerin var olduğu devirlerden itibaren karakte-
rinde mevcut olduğuna inandığımız İstiklal fikrinin modern manadaki ifadesi ve
tezahürüdür. Misak-ı Milli bölünmez bir Türk yurdunun sınırlarını tespit eden ve
günümüzde de iç ve dış siyasette canlılığını muhafaza eden fevkalade öneme haiz
hukuki ve siyasi bir vesikadır.
Misak-ı Milli‘nin, ulusal bağımsızlığı sağlamayı ve onu korumayı hedefledi-
ğini dile getiren Mustafa Kemal, Ocak 1922 tarihinde Misak-ı Milli’nin daha geniş
bir anlam içerdiğini şöyle ifade eder: “Misak-ı Milli, sulh akdetmek için en makul ve
asgari şeraitimizi ihtiva eder bir programdır. Sulha vasıl olmak için temerküz ettire-
ceğimiz esasatı ihtiva eder. Fakat memleket ve milleti kurtarmak için sulh yapmak
108 Meclis-i Mebusan, Zabıt Ceridesi, Devre 4, (İçtima-i Fevkalâde, 17 Şubat 1336), s.114-115.
109 T.B.M.M.Z.C, Devre 4, s.195.
110
Misak-ı Milli, dönemin başında çeşitli değerlendirilmelere tabii tutulurken, Milli Mücadeleyi
destekler anlamda başlıkların yanında Milli Mücadelenin aleyhinde değerlendirmelerde dikkati
çekmektedir. Alemdar’da “Meclis-i Mebusan’da Ruzname Harici İttihadcı Pervasızlığı” başlığına
yer verilirken Alemdar, 17 Şubat 1920), Tevhid-i Efkar’da “Mebusan Meclisinde Milli Haysiyet
Şahlanışı” başlıkları kullanılmıştır. Tasvir-i Efkar, 17 Şubat 1920; Ayrıca bkz. İkdam , “Misak-ı
Milli Programı Sureti” 18 Şubat 1920, No:8269, s.2; İleri , “Ahd-ı Milli Esasları”, 17 Şubat 1920,
No:759, s.4; Vakit, “Ahd-ı Milli Programı”, 17 Şubat 1920, No:819, s.1.
111 Nutuk-Söylev,C.I, s.480-482.
393
kafi değildir. Milletin halâs-ı hakikisi için yapılacak mesai ondan sonra başlayacak-
tır. Sulhtan sonraki mesaide muvaffak olabilmek milletin istiklalini mahfuziyetine
vabestedir. Misak-ı Milli’nin hedefi onu temindir.”112
Misak-ı Milli yeni Türk Devleti’nin sınırlarını belirleyerek, Türk Milleti için
sonuna kadar milli ülkü ve hedef olmuştur. Başka bir ifade ile bu karar, Misak-ı
Milli’nin Osmanlı Hukuku açısından tartışmalı olan varlığının tam anlamıyla yasal-
laştırmakla beraber bu sayede milli devletin temellerini de atmıştır. Misak-ı Milli
böylelikle, TBMM tarafından yürütülen Milli Mücadele’nin çerçevesini çizmiştir113.
“Efendiler bilirsiniz ki, hayat demek, mücadele ve müsademe demektir. Hayat-
ta başarı kazanmak, mutlaka mücadelede başarı kazanmaya bağlıdır. Bu maddi ve
manevi güç ve kudrete dayanır bir husustur.
Efendiler, dış siyasetin en çok ilgili bulunduğu ve dayandığı temel, devletin iç
teşkilatıdır. Dış siyasetin iç teşkilatına uyarlı olması gerekir. Batı’da ve doğuda, baş-
ka başka karaktere, kültüre ve ülküye sahip birbirinden farklı unsurları tek sınır
içinde toplayan bir devletin iç teşkilatı olamaz. Böyle bir devletin iç teşkilatı özellikle
millî olmaktan uzak olduğu gibi, siyasi ilkesi de millî olamaz. Buna göre, Osmanlı
Devleti’nin siyaseti millî değil, belirsiz bulanık ve kararsızdı.
Bizim, kendisinde açıklık ve uygulama imkânı gördüğümüz siyasi ilke, millî si-
yasettir. Dünyanın bugünkü genel şartları, yüzyılların dimağlarda ve karakterlerde
yerleştirdiği gerçekler karşısında hayalci olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin
ifadesi budur. İlmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir.
Milletimizin, güçlü, mutlu ve istikrarlı yaşayabilmesi için devletin bütünüyle
millî bir siyaset izlemesi, bu siyasetin iç teşkilatımıza tam olarak uyması ve ona da-
yanması gerekir. Millî siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve öz şudur: Millî
sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koru-
yarak, millet ve memleketin gerçek saadet ve refahını çalışmak ... Genellikle milleti
uzun emeller peşinde yorarak zarara sokmamak ... Medeni dünyadan medeni, insanî
ve karşılıklı dostluk beklemektir” 114.
Yukarıda yer alan bu ifadeler Mustafa Kemal Paşa‘nın dış siyasetten ne an-
ladığını ve temel esasların neler olması gerektiğini ortaya koyması bakımından
önemlidir. Onun tespit ettiği bu esaslar müsveddelerini bizzat kendisinin hazırla-
dığı Misak-ı Millî ile ifadesini bulacak ve önce Osmanlı Meclis-i Mebusanında daha
sonra da ilk BMM tarafından hayata geçirilecektir.
Misak-ı Millî, İstiklal Harbimiz sırasında Türk milletinin maksatlarını özetle-
yen ve Millî Mücadele’nin başından sonuna kadar değişmeyen bir programın adı-
dır. Mustafa Kemal Paşa, esaslarını Millî Mücadele’den yıllar önce tespit ettiği ve
115 Mustafa Kemal Paşa, “olağanüstü yetkiye sahip bir Meclis” ifadesini kullanma gerekçesini şu
şekilde ifade etmiştir: “Maksadım toplanacak meclisin ilk anda rejimi değiştirme yetkisine haiz
olmasını sağlamaktı. Fakat bu deyimin kullanılmasındaki maksadı gereğince açıklayamadığım ve-
ya açıklamak istemediğim için, halkın alışkın olmadığı bir deyimdir gerekçesiyle, Erzurum ve Si-
vas’tan uyarıldım. Bunun üzerine “salâhiyet-i fevkalâdeyi haiz bir meclis” deyimini kullanmakla
yetindim.” Bkz. Gazi Mustafa Kemal, Nutuk-Söylev, (Yay. Haz.: İsmail Arar, Uluğ İğdemir, Sa-
mi N. Özerdim), TTK Yay., C. I, s.562.
116 Nutuk-Söylev, C. I., s.562; Birinci Meclis. anayasa tarihinde görülmemiş bir şekilde iki seçimle, 9
Ekim 1919 ve 19 Mart 1920 seçimi ile kurulmuştur. 17 Mart 1920 tarihinde Mustafa Kemal Paşa
Heyet-i Temsiliye adına bir meclis kurulacağını telgrafla livalara bildirmiş ve 19 Mart tarihli ikin-
ci bir tamim yayınlanarak seçim sürecine girilmiştir. Bkz. Rıdvan Akın, TBMM Devleti (1920–
1923) Birinci Meclis Döneminde Devlet Erkleri ve İdare, İstanbul 2001, s.47.
395
raksamalar ve engellemeler de yaşanmıştır117. Yaşanan bu gelişmeler de Mustafa
Kemal Paşa’yı Meclisin açılması noktasında daha hızlı hareket etmeye sevk etmiş-
tir118.
Yaşanılan tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, Meclisin, 23 Nisan 1920
Cuma günü açılmasına karar verilmiştir. Meclis, 23 Nisan 1920 Cuma günü saat
13.45’te en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Mebusu Şerif Bey’in başkanlığında toplanmış-
tır. Mecliste toplam 337 mebus bulunması gerekirken ilk toplantıya 115 mebus
katılabilmiştir119.
23 Nisan 1920’de Ankara‘da ilk BMM‘nin açılmasından sonra dış politika
konuları enine boyuna tartışılmış ve Meclis oturumlarında temel konu dış politika
olmuştur. Meclis tutanakları incelendiğinde, siyasi partilerin mevcut olmadığı ilk
yıllarda Mecliste zaman zaman en sert eleştiri ve tartışmaların dış politika üzerin-
de yapıldığı görülmektedir. Ölüm kalım savaşı veren bir ülkede dış politika mese-
lelerinin temel konu olması120 ve 1920 ile 1923 yılları arasında yoğun bir şekilde
açık veya gizli sürekli toplantılar yapılması doğaldır.
İlk Meclisin dış politika meselelerinde oldukça hassas ve tavizsiz olduğunu
söylemek mümkündür. Mesela Londra Konferansını Meclis gündemine getiren
Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa ile aralarında yapılan haberleşmeyi açıkladıktan
sonra konferansa katılıp katılmama konusunda Meclisin karar vermesini istemişti.
Meclisin 30 Ocak 1921 tarihli toplantısında saltanat yanlıları Tevfik Paşa ile yapı-
lan yazışmaların meclisten geçirilmeden yapılmasını bahane ederek; hükûmete
karşı saldırıya geçmişlerdir. Hatta bu konuda verdikleri bir önergeyle hükûmetin
yeniden güvenoyu istemesine neden olmuşlardır121.
TBMM‘de sert eleştirilere neden olan anlaşmalardan birisi de Ankara İtilaf-
namesidir. Anlaşma ile ilgili olarak Milletvekilleri hükûmete “böyle bir antlaşma
117 Gelişmeleri Mustafa Kemal Paşa şu şekilde ifade etmiştir: “19 Mart 1920 tarihli talimat mucibin-
ce memleketin her tarafında intihabat, sürat ve ciddiyetle yapılmaya başlandı. Yalnız, bazı yerler-
de tereddüt ve mümanaat izhar ettiler ve bunlardan bazıları az bazıları uzunca müddet tereddüt ve
mukavemetlerinde ısrar gösterdiler. ” Bkz. Nutuk-Söylev, C.I, s.750.
118 Nutuk-Söylev, C.I, s.574.
119 TBMM’nin birinci döneminde ne kadar mebusun görev aldığı, bunların ne kadarının son Osmanlı
Mebusan Meclisi’nden geldiği, ne kadarının yeni seçimler sonucunda seçildiği kesinliğe kavuştu-
rulamamıştır. Enver Ziya Karal İstanbul’dan kaçarak Anadolu’ya gelen Mebus sayısını 78 kişi
olarak ifade ederken, Yılmaz Altuğ, yeni seçilenlerin 232, Meclis-i Mebusan'dan gelenlerin 92,
Malta’da sürgünden dönenlerin 14 olmak üzere tümünün 338 olduğunu, Sebahattin Selek ise top-
lam üye sayısının 300 kişi olduğunu ifade etmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz., Enver Ziya Karal,
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, İstanbul, 1964, s.29; Yılmaz Altuğ, Türk İnkılap Tarihi (1919-
1938), 8. Baskı, İstanbul 1997, s.39; Sebahattin Selek, Milli Mücadele, C. II, İstanbul 1970,
s.335. I. Dönem Milletvekillerinin eğitim durumu meslekleri için bkz. Suna Kili, Türk Devrim
Tarihi, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul 2001, s.105-109; Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te
Muhalefet: İkinci Grup, 3. Baskı, İletişim Yay., İstanbul 2003.
120 Kürkçüoğlu, “Dış Politika Nedir? Türkiye'deki Dünü ve Bugünü”, s.321.
121 TBMM, Zabıt Ceridesi, Devre I, Cilt 2, s. 21 vd.
396
yapmaya Türkeyi’yi siyasi, askerî, ekonomik nedenler mi zorluyordu?” şeklinde
soru yöneltmişleridir. Bu soruya cevap vermenin kendi görevi olmadığını belirten
Yusuf Kemal Bey, "bu muahede" ile düşman güçlerden birinin İtilaf Devletleri saf-
larından çekilmesinin amaçladığını, söz konusu "muahede" benimsenmeyip de
savaşa devam edilse üç ay, beş ay hatta bir yıl sonra daha iyisinin yapılıp yapıla-
mayacağının düşünülmesini istemiştir122.
122
TBMM, Gizli Celse Zabıtları, Devre I, Cilt 2, s. 290-295.
123 Yılmaz, Gümrü Antlaşması, s.106.
124 Türk İstiklal Harbi, Doğu Cephesi (1919–1921), C.III, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1995,
s.63.
125 Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, C.III, Yay. Haz: Faruk Özerengin, Emre Yayınları, İstanbul
2000, s.1502.
126 Türk İstiklal Harbi, Doğu Cephesi (1919–1921), s.214–215.
127 Türk İstiklal Harbi, Doğu Cephesi (1919–1921), s.225–226.
397
şartlarını kabul etmeyen Ermeniler, Türk köylerine saldırmaya başlamışlar, bunun
ardından Ankara Hükümeti, 12 Kasım 1920’de yeniden Ermenistan üzerine bir
harekât yapılmasına karar vermiştir128. Doğu Cephesi’nin taarruzu karşısında Er-
meniler, 12 Kasım 1920’de Iğdır’ı boşaltarak Aras’ın kuzeyine doğru çekilmek
zorunda kalmışlardır. 14 Ekim 1920 tarihinden itibaren başlayan Türk taarruzu
karşısında önemli zayiat veren Ermeniler, 17 Kasım’da mütareke şartlarını kabul
ettiklerini bildirmek zorunda kalmışlardır.
130 Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C.I, s. 20–22; Yılmaz, Gümrü Anlaşması, s. 103–107.
131 A, Şemsutdinov- Y.A. Bagirov, Bir Karagün Dostluğu Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türkiye
Sovyetler Birliği İlişkileri, Çev: A. Hasanoğlu, Bilim Yayınları, İstanbul 1979, s.31–33.
132 Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika II, s.35–36; Sonyel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde
Doğu Siyasamız, s.694–695.
399
irtibatın sağlanması lüzumundan hareketle Bolşevik İhtilali’nin kolaylaştırılmasını
savunuyordu. Böylece Kafkas seddinin arkadan yıkılması sağlanacak, doğu kapısı-
nın açılması ile Türkiye ve Rusya arasında düzenli iş birliği tesis edilmiş olacak-
tı133. Bu sebeple TBMM‘nin dış politika konusundaki ilk kararı Moskova ile tema-
sın sağlanması yönünde olmuştur.
Heyet-i Temsiliye döneminde Dr. Fuat Sabri Bey ve Halil Paşa’nın şifahi ta-
limatla Rusya’ya gönderilmesiyle başlayan ilk Türk-Sovyet ilişkileri BMM‘nin açıl-
masıyla gelişme kaydederek devam edecektir.
Mustafa Kemal Paşa, Kâzım Karabekir Paşa’ya gönderdiği 20 Haziran 1920
tarihli yazısında, Ankara‘nın bilgisi dâhilinde başlayan Türk-Sovyet ilişkilerindeki
seyri açıkça dile getirmiştir. Söz konusu yazıda, ilişkilerin Dr. Fuat Bey ile başladığı
daha sonra İbrahim Bey vasıtası ile 26 Nisan 1920 tarihinde Sovyet Rusya‘ya gön-
derilen ilk mektupla ve ayrıca Bekir Sami ve Yusuf Kemal Beylerin Moskova’ya
gönderilmeleriyle devam ettiği ifade edilmiştir134. Mustafa Kemal Paşa’nın Kara-
bekir Paşa’ya 20 Haziran 1920 tarihli yazısında Halil Paşa’dan bahsetmemiş olma-
sı, Halil Paşa’nın Rusya’ya sadece yardım alabilmek amacıyla Karabekir Paşa’nın
kontrol ve inisiyatifinde gönderilmiş olması ihtimali ile izah edilebilir. Bununla
birlikte Mustafa Kemal Paşa’nın Halil ve Nuri Paşaların o güne kadarki faaliyetleri
hakkında bilgi sahibi olmaması Halil Paşa’nın isminin zikredilmemesi için kuvvetli
bir sebep olarak gösterilebilir.
Ankara Hükümeti, Sovyetler’den istediği yardımı sağlamak ve diplomatik
ilişkileri geliştirmek için Moskova’da büyükelçilik düzeyinde temsil edilme kararı
almış ve 21 Kasım 1920 yılında Ali Fuat Cebesoy’u Moskova Büyükelçiliği’ne ata-
mıştır135. Bu arada 7 Aralık’ta toplanan Bakanlar Kurulu, Soveytlerle anlaşma mü-
zakerelerini yürütmek üzere Yusuf Kemal Bey’in başkanlığında bir temsilci heyeti
tayin etmiştir. Bu heyette Rıza Nur Bey ve Ali Fuat Paşa vardır. Sovyet ve Türk
temsilciler arasındaki görüşmelere yarı resmi bir şekilde 21 Şubat’tan itibaren
başlanmıştır. 9 Martta Stalin ile tekrar bir araya gelen Türk Heyeti, görüşülmekte
olan 12 madde üzerinde mutabık kaldılar136. Nihayet 18 Mart 1921’de Moskova
Antlaşması, Türkiye adına Yusuf Kemal, Rıza Nur ve Ali Fuat Beylerle, Sovyet Rus-
ya adına Georges Çiçerin ve Djelal Korkmassoff (Korkmazof) tarafından resmen
imza edildi137. Fakat her iki tarafın da işine geldiği için, antlaşmanın tarihi, İstan-
bul‘un İtilaf Devletleri tarafından işgalinin yıl dönümü olan “16 Mart” olarak belir-
139 Antlaşma metni için bk. KARABEKİR, Ermeni Dosyası, s.168-174.; Antlaşmanın onaylanmış
metni için bk. Düstur, Üçüncü Tertip, Cilt 3, s.24.
140 TBMM, Zabıt Ceridesi, Devre I, Cilt 18, s.250-261.
402
belgeye bağlamak arzusunda olduklarını dile getirmişlerdi141. Bu talep üzerine
Yusuf Kemal Bey Ankara‘ya gönderdiği 26 Şubat 1921 tarihli raporunda “Mosko-
va’da tam yetkili bir Afgan heyetine tesadüf ettiklerini ve bunu bir nimet bilerek
derhâl antlaşma yapmak için görüşmelere başladıklarını”142 ifade ederek TBMM‘yi
bilgilendirmiştir.
Dr. Rıza Nur‘un müsveddesini hazırladığı antlaşma Afganistan temsilcileri
tarafından hiçbir maddesi değiştirilmeden kabul edilerek 1 Mart 1921 tarihinde
Moskova’da imzalanmıştır. Afgan heyeti adına Büyükelçi Mehmet Veli Han ve Tür-
kiye adına Yusuf Kemal Bey ve Rıza Nur tarafından imzalanan Türkiye-Afganistan
Antlaşması143 on maddeden meydana gelmekteydi.
Antlaşmayla iki ülke birbirlerini resmen tanıyor, daha da ileri giderek em-
peryalist devletlere karşı bir ittifak oluşturuyordu. Afganistan açısından değerlen-
dirildiğinde; İslam halifesinin ülkesi olan Türkiye tarafından tanınmış olmak İngil-
tere karşısında Afganistan’ın manevi bir güç kazanması anlamına geliyordu. Tür-
kiye ise batı emperyalizmine karşı mücadele eden doğulu bir ülkeye kollarını aç-
mış oluyordu. Ayrıca, antlaşmanın sekizinci maddesiyle Türkiye ilk defa bir doğu
ülkesine eğitim alanında yardım yapmayı taahhüt etmiş oluyordu. Ayrıca Afganis-
tan‘ın Millî Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki bir diğer önemi de daha
antlaşmadan önce 1920 yılında BMM Hükûmetinin Kâbil‘e büyük elçi atamasıdır.
Kâbil’e gönderilen Abdurrahman Bey, Yeni Türk Devleti’nin ilk büyükelçisidir.
Afganistan 21 Nisan 1921 tarihinde Türkiye’nin bu girişimine Sultan Ahmet Han’ı
Ankara büyük elçisi olarak atayarak cevap verecektir144.
Neticede, Türk-Afgan Dostluk Antlaşması, TBMM tarafından 21 Temmuz
1921 tarihinde onaylanarak yürürlüğe girmiştir145. Afganistan ise bu antlaşmayı 4
Ekim 1922’de Kâbil‘de imzalamıştır146.
141
Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, İstanbul 1963, s.553.
142 TENGİRŞENK, Vatan Hizmetinde, s.206-207.
143 Düstur, Üçüncü Tertip, Cilt 2, s.99.
144 Gotthard Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar 30
Ekim 1918-11 Ekim 1922, TTK Yay., Ankara 1970, s. 148.; SOYSAL, Türkiye’nin Siyasal…,
s. 24.
145 TBMM, Zabıt Ceridesi, Devre I, Cilt 11, s.321.
146 Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, s. 83.
403
runze ile Yusuf Kemal Bey arasında imzalandı147. 16 maddeden meydana gelen bu
antlaşma, üç ay içinde onaylandı ve Harkov‘da teati edilmesi de kararlaştırıldı.
Ukrayna ile yapılan antlaşma hakkında TBMM‘ye bilgi veren Hariciye Vekili
Yusuf Kemal Bey148 şunları söylemiştir. “Bu antlaşmayla; Türkiye Büyük Millet
Meclisi, Ukrayna Sosyalist Şûralar Cumhuriyeti’ni hükümran ve bağımsız bir devlet
olarak tanıyor ve Moskova Antlaşmasını her iki taraf da aynen tasdik ediyor. Ant-
laşmanın diğer maddeleri ise, Moskova ve Kars Antlaşmaları hükümlerinin hemen
hemen aynısıdır”.
147 Düstur, Üçüncü Tertip, Cilt 3, s.14-23.; JAESCHKE, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, s. 171.
148 Antlaşma metni için bk. TBMM, Zabıt Ceridesi, Devre 1, Cilt 15, 922, s. 314-317.
149 Nutuk, s.421.
150 Ankara Antlaşması’nın hazırlık safhası hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Bige Yavuz, “1921 Tarih-
li Türk-Fransız Antlaşması’nın Hazırlık Aşaması”, Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası- Maka-
leler-, Yay. Haz. Berna Türkdoğan, ATAM Yay., Ankara 2000.
404
imzalanan Ankara Antlaşması’nın 8. maddesine göre güney sınırları çizilirken,
Misâk-ı Millî sınırları içerisinde olmasına karşın Sancak bölgesinin milli sınırlar
dışında kalması zaruri ve Türkiye’nin menfaatleri bakımından lüzumlu görülmüş-
tür151. 13 madde ve 10 ek mektuptan meydana gelen Ankara İtilafnamesinin 8.
maddesi ile Türkiye’nin güney sınırları, İskenderun hariç olmak üzere bugünküne
yakın bir şekilde tespit edilmiştir. Antlaşmanın 7. maddesi ile İskenderun bölgesi
için özel bir yönetim rejimi kurulması öngörülmüştür. Bu bölgenin Türk soyundan
gelen halkı kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan yararlanacak, Türk dili
bölgede resmî bir niteliğe sahip olacaktı. Görüldüğü gibi Ankara İtilafnamesinin
temel konularından birisi, Misak-ı Millî olmuştur152. Her ne kadar Misak-ı Millî,
tam olarak antlaşmaya aksettirilememiş ise de ek mektupta Fransa, “Türkiye’nin
bağımsızlığı ve egemenliğine ilişkin tüm sorunların dostça bir yaklaşımla çözümü-
ne çaba göstermek” vaadinde bulunmuştur. Buna karşılık Yusuf Kemal Bey, ant-
laşmaya eklenen mektubunda “Fransa’nın, Türkiye’nin bağımsızlığı ve hâkimiyeti
ile ilgili bütün meseleleri kalpten gelen bir dostluk anlaşmasıyla çözmeye gayret
edeceği ümidi”ni belirtmiştir. Yusuf Kemal Bey’in mektubu Paris’te Le Temps ga-
zetesinde yayımlanmış, Fransız kamuoyuna Türk görüşü anlatılmak istenmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, İtilafname sonrasında anlaşmayı şöyle değerlendirmiş-
tir: “Ankara İtilafnamesi, büyük ve kanlı Sakarya Meydan Muharebesinden otuz yedi
gün sonra, arz etmiş olduğum gibi, 20 Ekim 1921’de doğmuş olan bir belgedir. Bu
anlaşma ile, siyasi, iktisadi, askerî vb. hiçbir alanda bağımsızlığımızdan hiçbir şey
feda etmeksizin, vatan topraklarımızın değerli parçalarını işgalden kurtarmış olduk.
Bu anlaşma ile millî davamız ilk defa olarak batı devletlerinden biri tarafından onay-
lanmış ve açıklanmış oldu.”153.
151 Mehmet Gönlübol- Cem Sar, Olaylarla Türk Dış Politikası, C.1,Ankara 1987, s.127.
152 Nutuk, s.422. Afet İnan bu konu da özellikle durulduğunu kaydeder. bk.(Afet İnan, Türkiye
Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, TTK Yay., Ankara 1977, s. 88).
153 Nutuk, s.424.
405
Ankara Hükûmeti, Büyük Taarruza kadar geçen süre içinde batılı devletlerle
diplomatik ilişkiler kurmak amacıyla üç ayrı teşebbüste bulunmuştur. Bunlardan
ikisi Hariciye Vekili seviyesinde ve resmî niteliktedir. Bu teşebbüslerin ilki Harici-
ye Vekili Bekir Sami Bey’in Şubat 1921’de Londra Konferansına katılması, ikincisi
Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in Mart 1922 tarihli Avrupa seyahati ve nihayet
Ali Fethi Bey‘in Büyük Taarruz hazırlıklarını gizleme amacı taşıyan ve resmî özel-
liği olmayan Ali Fethi Bey’in, Roma ve Londra’ya yaptığı ziyaretleridir154. BMM‘nin
Batılı devletlere kısmen yakınlaşmasına ve Misak-ı Millî ilkelerinin anlatılmasına
zemin hazırlayan ilk ciddî teşebbüsü Londra Konferansına katılma kararıdır.
154 Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, (hzl. Cemal Kutay), İstanbul 1980, s.300.
155 Salahi R.Sonyel,Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış politika,Cilt, II,Ankara,1991,TTK yay s.117-118
156 Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz…, s.163.;AKŞİN, Atatürk’ün Dış Politika....., s.89. ; GÖNLÜBOL-
SAR, Atatürk ve Türkiye’nin …, s.23.
406
4. Boğazlar Komisyonunda Bahriye Nazırının başkanlığı ve bir Türk azanın
bulunması; Boğaziçi’nin tarafsızlığı ile beraber Türk askerinin burada ve İstan-
bul‘da serbest dolaşması,
5. Adli kapitülasyonların lağvı için teşekkül edecek komisyonda aza bulun-
ması,
6. Türk askerlerinin otuz bine, jandarmanın kırk beş bine, subay ve askerî
okulların o nispette tezyidi, jandarmadaki yabancı subayların o nispette tenkisi ve
deniz kuvvetlerinin artırılması,
7. İktisadi meselelerde Türk isteklerinin tatmini için önemli müsaadelerde
bulunulması; Maliye Komisyonunun Maliye Nazırlığının başkanlığına verilmesi, oy
sahibi azanın bulunması, imtiyaz verilme hakkının devlete iadesi ve Meclise karşı
komisyon salâhiyetinin hemen lağvı,
8. Yabancı postalarının lağvı nazarı itibara alınması,
9.Yabancı tabiiyetine müteallik müsaadelerden devletler hukukuna aykırı
olanların tadili esasının kabul edilmesi,
10. Kürdistan için mevcut durumun kabulü,
11. Ermenistan mevcut durumunun da kabulü ile beraber Doğu Anadolu’da
Osmanlı Ermenileri hakkında beynelmilel komisyonunun yapacağı tahkikata göre
bazı arazinin Ermenistan’a verilmesi icap ederse ona muvafakat verilmesi,
12. İzmir‘de daha fazla kan dökülmemesi için İzmir Sancağı Türk hâkimiye-
tinde bırakılmakla beraber yalnız İzmir şehrinde Yunan kuvveti bulundurulması,
ayrıca halk çoğunluğuna göre Müttefik subayların komutasında karma bir jandar-
ma teşkili ve Cemiyet-i Akvamca atanacak bir Hristiyan valinin ve seçilen bir mec-
lis ve encümenin idaresine tevdi edilmesi ve sancak namına Türkiye’ye senelik bir
vergi verilmesi ile beş sene sonra taraflardan birinin müracaatı üzerine Cemiyet-i
Akvama bu tarz düzenlemenin tekrar teklif olunabileceği.
Londra Konferansı, tarafların beklentilerine cevap vermek hususunda başa-
rısız olmuştur. Bunun yanında Milli Mücadele kadrosu bu konferansa katılmakla
gerektiğinde diplomasiye açık olduğunu, ancak bağımsızlığı konusunda kararlı
olduğunu, batılı devletlere göstermiştir. Misak-ı Milli ,bu konferansla bütün dün-
yaya duyurulmuştur. Ayrıca İtilaf Devletleri, bu konferansa, Ankara Hükümetini
‘ni davet etmekle, Ankara’nın varlığını resmen tanımıştır.
157 Anlaşma metni için bk. TBMM, Gizli Celse Zabıtları, Devre 1, Cilt 23, s.350.
158 Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi –I,s.348-349.
408
mağlubiyetinin tescil edildiği İzmir’de yapılmasını ayrıca boğazlar meselesi ile
ilgilenen Sovyetler Birliği, Ukrayna ve Gürcistan’ın da konferansa katılmasını teklif
etmiştir.159
İtilaf Devletleri’nin temsilcileri ise, güvenlik haberleşme ve altyapı eksiklik-
leri gerekçeleriyle gerçekte ise, Rumlar ve Ermenilerin, Türkler aleyhine yöneti-
mini ve halkını fazlasıyla etkiledikleri İsviçre’nin Lozan kentinde 13 Kasım
1922’de toplanmasını teklif etmişlerdir. İtilaf Devletleri temsilcileri çalışmalarına
başlamıştır. 27 Ekim 1922’de, konferansa TBMM Hükümeti ile birlikte İstanbul
Hükümeti’ni de davet etmişlerdir. Böylece Türk tarafının görüşlerini zayıflatmış
olacaklardı. Bu şekilde İstanbul Hükümeti’nin müzakerelere davet edilmiş olması
ve Sadrazam Tevfik Paşa’nın da bu konu da ısrarcı görünmesi, Ankara’nın tepkile-
rine yol açacak saltanatın kaldırılması gündeme gelecektir. Bu amaçla toplanan
TBMM,1 Kasım 1922 ‘de saltanatı kaldırarak Türk halkının gerçek temsilcisinin
TBMM Hükümeti olduğunu açıkça göstermiştir.
159 Veysi Akın,”Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923 )”Türkler,Cilt XVI,s.308.
160 Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, TTK Yay., Ankara 1977, s.111-113.
409
3- Suriye sınırı: Bu sınırın düzeltilmesi için çalışılacak ve sınır şöyle ola-
caktır: Reis İbn Hani’den başlayarak Harim, Müslimiye, Meskene, sonra
Fırat yolu, Derizor, Çöl, nihayet Musul vilayeti güney sınırına ulaşacak.
4- Adalar: Duruma göre davranılacak. Kıyılarımıza pek yakın olan adalar
ülkemize katılacak; şayet olmazsa Ankara‘dan sorulacak.
5- Trakya Sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacak.
6- Batı Trakya: Misak-ı Millî maddesi.
7- Boğazlar ve Gelibolu Yarımadası: Yabancı bir askerî kuvvet kabul edi-
lemez. Bu yüzden görüşmeleri kesmek gerekirse önceden Ankara‘ya
bilgi verilecek.
8- Kapitülasyonlar: Kabul edilemez. Bu yüzden görüşmeleri kesmek gere-
kirse, gereken yapılır.
9- Azınlıklar: Esas mübadeledir.
10- Osmanlı Borçları: Bizden ayrılan ülkelere paylaştırılacak. Yunanis-
tan’dan alınacak tamirat bedeline mahsup edilecek. Olmazsa 20 yıl er-
telenecek. Düyun-ı Umumiye İdaresi kaldırılacak. Zorluk çıkarsa (Anka-
ra‘ya) sorulacak.
11- Ordu ve donanmaya sınırlama söz konusu olamaz.
12- Yabancı Kuruluşlar: Yasalarımıza uyacaklar.
13- Bizden ayrılan ülkeler için Misak-ı Millînin ilgili maddeleri geçerlidir.
14- İslam cemaat ve vakıflarının hakları eski anlaşmalara göre sağlanacak-
tır.
Antlaşmanın Önemi
Lozan Konferansını iki önemli ölçüte göre incelemek isabetli olan bir muka-
yese şekli olacaktır. Bunlardan ilki Lozan’ı Türklerin millet olarak asgari hakları-
nın ifadesi olan Misak-ı Millîye göre diğeri ise Müttefiklerin emperyalist amaçları-
na hizmet etmesi planlanan Sevr metnine göre incelemektir. Uluslararası diploma-
si alanında fazla tecrübesi olmayan Türk Heyeti farklı yollar takip ederek görüş-
melerden en az zararla ayrılmayı planlamıştır. Türk Heyeti, Lozan’daki tartışmalı
konuları konferans gündeminden çıkarmaya çalışarak ikili görüşmeler yoluyla
halletmeye çalışmıştı. Türkiye’nin izlediği bu stratejide güttüğü amaç, konferansa
taraf olan devletlerin bir bütün olarak hareket etmesinden doğan zorluğu aşmak
ve mümkün olursa Batı bloğunun ayrışmasını sağlamaktır.
Türkiye, Lozan’da son derece hassas ve tepkili olduğu Sevr şartlarının uygu-
lanma ihtimaline karşı mücadele vermiştir. Millî Mücadelede Sevr şartlarına karşı
413
ortaya konan askerî tepki, Lozan’da siyasi tepki şekline dönüşmüş ve tam bağım-
sızlığın (istiklal-i tam) temel hareket noktasını oluşturmuştur. Türkiye, bu tepkisi-
ni ortaya koyarken üç temel azınlık grubu (Rum, Ermeni, Yahudi) dışında Anado-
lu’da yaşayan halkını birbirinden ayırmaksızın yeni devletin kurucu ve asli unsuru
olarak kabul etmiştir.
Sevr’in dayatmacı zihniyeti, imzalanmasından sonra çok geçmeden geçerli-
liğini yitirmiş olmasıyla açığa çıkmıştır. Lozan Antlaşmasında durum çok farklı
olup, genel bir kabulün ve milletlerarası mutabakatın gerçekleşmiş olduğu görül-
mektedir. Bu sebeple Lozan Barış Antlaşması hâlâ geçerliliğini yitirmemiş bir siya-
si belge niteliğindedir.
414
KAYNAKÇA
Resmî Yayınlar
Meclis-i Mebusan, Zabıt Ceridesi, Devre IV, (İçtima-î Fevkalâde,17 Şubat 1336).
TBMM, Gizli Celse Zabıtları, Devre 1, Cilt 3.; Cilt IV.; Devre 1, Cilt 23.; Devre I, Cilt
3.; Devre I, Cilt 4.
TBMM, Zabıt Ceridesi, Devre I, Cilt 2, Cilt 3, Cilt 4, Cilt 5, Cilt 6, Devre 5, Cilt 3, Cilt
4, Cilt 5, Cilt 7, Cilt 8, Cilt 10, Cilt 11, Cilt 12, Cilt 13, Cilt 14, Cilt 15, Cilt 16,
Cilt 18, Cilt 21, Cilt 24, Cilt 26.
Süreli Yayınlar
Hâkimiyet-i Milliye, 6.2.1921, 4.1.1922.; 5 Şubat 1922.; 15 Şubat 1922.; 19 Şubat
1922.; 28 Şubat 1922.; 3 Mart 1922.; 6 Mart 1922; 7 Mart 1922.; , 8 Mart
1922; 10 Mart 1922.; 12 Mart 1922.; 17 Mart 1922.; 20 Mart 1922.; 23 Mart
1922.; 26 Mart 1922.; 29 Mart 1922.; 31 Mart 1922.; 5 Nisan 1922.; 2 Nisan
1922.; 4 Nisan 1922.; 12 Nisan 1922.
Telif ve Tetkik Eserler
AKASLAN, Mediha, Millî Mücadele Dönemi Türk Dış Politikası ve Atatürk, İs-
tanbul 1995.
AKGÜN, Seçil, “Ankara Anlaşması-Hazırlanış ve Önemi”, Prof Dr. Şükrü Esmer’e
Armağan, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., Ankara 1981.
AKŞİN, Aptülahat, Atatürk‘ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasi, Cilt 2, İstanbul
1966, Ankara 1991.
AKYÜZ, Yahya, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu 1919-1920, Ankara
1988.
ALTUĞ, Yılmaz, Türk İnkılap Tarihi, İstanbul 1985.
ARAS, Tevfik Rüştü, Atatürk‘ün Dış Politikası, Kaynak Yay., İstanbul 2003.
ARMAOĞLU, Fahir, “Lozan Konferansı ve Musul Sorunu”, Misak-ı Millî ve Türk
Dış Politikasında Musul, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1998.
ARMAOĞLU, Fahir, 20 Yüzyıl Siyasi Tarihi, Ankara 1984.; Ankara 1987.; Ankara
1991.; Ankara 1992.
ATATÜRK, Mustafa Kemal, Nutuk 1919-1927, (Yay.haz. Zeynep Korkmaz), Ata-
türk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1991.; Ankara 2000.
Atatürk‘ün Millî Dış Politikası (Millî Mücadele Dönemine Ait 100 Belge)
1919-1923, Kültür Bakanlığı Atatürk Dizisi, Ankara 1992.; Ankara 1994.
BAYKAL, Bekir Sıtkı, “İzmir‘in Yunanlılar Tarafından İşgali ve Bu Olayın Doğu Ana-
dolu’daki Tepkileri”, Belleten, Cilt XXXIII, Sayı 132 (Ekim 1969).
BAYKAL, Bekir Sıtkı, Heyeti Temsiliye Kararları, Ankara 1974.; Ankara 1989.
415
BAYKARA, Tuncer, Türk İnkılâp Tarihi ve Atatürk İlkeleri, İzmir 1993.
BAYUR, Y. Hikmet, 20. Yüzyılda Türklüğün Acun Siyaseti Üzerindeki Etkileri,
Ankara 1974.
BAYUR, Y. Hikmet, Türk Devletinin Dış Siyasası, Ankara 1973.
BAYUR, Y. Hikmet, Yeni Türkiye Devleti’nin Haricî Siyaseti, İstanbul 1935.
BELEN, Fahri, Türk Kurtuluş Savaşı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara
1983.
BIYIKLIOĞLU, Tevfik, “Mondros Mütarekesi‘nde Elviye-i Selâse ile İlgili Yeni Vesi-
kalar”, Belleten, Cilt XXI, Sayı 84 (1957), s.567-580.
BIYIKLIOĞLU, Tevfik, Atatürk Anadolu’da 1919-1921, Ankara 1959.; Ankara
1981.
BİLGE, Suat, Türkiye Sovyetler Birliği İlişkileri 1920-1964, Güç Komşuluk,
Ankara 1992.
CEBESOY, Ali Fuat, Ali Fuat Cebesoy’un Siyasi Hatıraları, İstanbul 1957.
CEBESOY, Ali Fuat, Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul 1953.
CEBESOY, Ali Fuat, Moskova Hatıraları, İstanbul 1955.; Ankara 1982.
DİLAN, Hasan B., Atatürk Dönemi Türkiye’nin Dış Politikası, 1923-1939, İs-
tanbul 1998.
DUMONT, Paul, Mustafa Kemal, (çev. Zeki Çelikkol), Ankara 1993.
ERİM, Nihat, Devletlerarası Hukuk ve Siyasi Tarih Metinleri, Cilt I, Ankara
1953.
ERTÜRK, Hüsamettin, İki Devrin Perde Arkası, (Yay. hzl. Samih Nafiz Tansu),
İstanbul 1964.
ESMER, A. Şükrü, Siyasi Tarih (1919-1939), AÜSBF Yay., Ankara 1953.
EVANS, Laurence, Türkiye’nin Paylaşılması 1914-1924, (çev.Tevfik Alanay),
Milliyet Yayınları 1972.
EVSİLE, Mehmet, “Atatürk Devri Harp Sanayi (1920-1938)”, Türkler, Cilt 17.
EVSİLE, Mehmet, “Atatürk Devrinde Harp Sanayinin Kuruluşu ve Türkiye’nin Dış
Politikasına Olan Etkileri”, XII. Türk Tarih Kongresi (Ankara, 12-16 Eylül
1994), Cilt 4, Ankara 1999.
FIRAT, Melek, Türk Dış Politikası 1919-1980, (ed. Baskın Oran), Cilt 1, İstanbul
2004.
FROMKIN, David, Barışa Son Veren Barış, Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı
1914-22, (çev. Mehmet Harmancı), Epsilon Yay., İstanbul 2004.
GEORGE-GAULIS, Berthe, Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği, İstanbul
1981.
GÖNLÜBOL, Mehmet-Cem SAR, “Atatürk‘ün Dış Politikası: Amaçlar ve İlkeler”,
Atatürk Yolu, (der. Turhan Feyzioğlu), 2.Baskı, Ankara 1987.
416
GÖNLÜBOL, Mehmet-Cem SAR, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası (1919-
1938), Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1990.; Ankara 1997.
GRASSI, Fabio L., İtalya ve Türk Sorunu, 1919-1923 Kamuoyu ve Dış Politika,
(çev. Narin Özkan-Durdu Kundakçı), İstanbul 2003.
GRAVES, Philip P., İngilizler ve Türkler, (çev. Yılmaz Tezkan), Ankara 1999.
GÜRÜN, Kamuran, Ermeni Dosyası, Ankara 1983.
HALFIN, 19. Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadele, Ankara 1976.
Halide Edib, Türk’ün Ateşle İmtihanı, İstanbul l962.
HARRIS, George S., The Origins of Communism in Turkey, Stanford University
Press, Stanford, California, 1967.
HAYTA, Necdet, Ege Adaları Sorunu, 1911’den Günümüze, Ankara 2006.
HOWARD, Harry, The Partition Of Turkey, A Diplomatic History 1913-1923,
Howard Fertig, New York l966.
İNAN, Yüksek, Türk Boğazlarının Siyasal ve Hukuksal Rejimi, Ankara 1986.
JAESCHKE, Gotthard, “Mustafa Kemal General Harington İle Görüşmek İstemiş
midir?”, Belleten, Cilt 36, Sayı 142 (Nisan 1972).
JAESCHKE, Gotthard, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, (çev. Cemal Köp-
rülü), Ankara 1991.; Ankara 1971.
JAESCHKE, Gotthard, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, Mondros’tan Mudan-
ya’ya Kadar 30 Ekim 1918-11 Ekim 1922, TTK Yay., Ankara 1970.
JEASCHKE, Gotthard, İngiliz Belgelerinde Kurtuluş Savaşı, Ankara 1987.
KARABEKİR, Kâzım, İstiklâl Harbimiz, (Yay. hzl. Faruk Özerengin), Cilt I-III, İs-
tanbul 1995.
KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara 1978.
Lord Kınross, Atatürk “Bir Milletin Yeniden Doğuşu”, İstanbul 1994.
MANGO, Andrew, Atatürk, London 1999.
Nutuk 1919-1927, (Yay. hzl. Zeynep Korkmaz), Cilt II-III, Atatürk Araştırma Mer-
kezi Yay., Ankara 1995.
ÖKE, M. Kemal, Musul Meselesi Kronolojisi 1918-1926, İstanbul 1987.
ÖKE, M. Kemal, Musul ve Kürdistan Sorunu, 1918-1926, Ankara 1992.
PEHLİVANLI, Hamit-Yusuf SARINAY-Hüsamettin YILDIRIM, Türk Dış Politika-
sında Hatay, 1918-1939, ASAM Yay., Ankara 2001.
Pontus Meselesi, (Yay. hzl. Yılmaz Kurt), TBMM yayını, Ankara 1995.
SELEK, Sabahattin, Anadolu İhtilâli, İstanbul 1963.
SHAW, Stanford J. - Ezel Kural SHAW, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Tür-
kiye, (çev. Mehmet Harmancı), İstanbul 1983.
SONYEL, Salâhi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Cilt I, Ankara 1987, s.25.
417
SOYSAL, İsmail, Türk Dış Politikası İncelemeleri İçin Kılavuz (1919-1993),
İstanbul 1993.
SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları 1920-1945, Cilt I, Ankara
1983.; Ankara 1989.; Ankara 2000.
SOYSAL, İsmail,“1937 Sadabat Paktı”, X. Türk Tarih Kongresi, Ankara 1994.
SÜSLÜ, Azmi, Ruslara Göre Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim, Ankara
1987.
ŞAPOLYO, Enver Behnan, Kemal Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, İstanbul
1958.
ŞİMŞİR, Bilal N., “Atatürk‘ün Elçileri Üzerine”, Yeni Türkiye, Yıl 1, Sayı 3, (Mart-
Nisan 1993).
ŞİMŞİR, Bilal, Lozan Telgrafları I (1922-1923), Ankara 1990.; Cilt II, Ankara
1994.
TANERİ, Aydın, “60. Yılında Lozan’ın Tahlili”, A.Ü. Cumhuriyetin 60. Yılı Semine-
ri (26 Ekim 1983, Ankara), Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1984.
TOPRAK, Zafer, Türkiye’de Millî İktisat 1908-1918, Ankara 1982.
TURAN, Mustafa, Millî Mücadelede Siyasi Çözüm Arayışları, Afyon 1999.
TURAN, Mustafa, Yunan Mezalimi (İzmir, Aydın, Manisa, Denizli, 1919-1922),
Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1999.
TURAN, Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi I, İmparatorluğun Çöküşünden
Ulusal Direnişe, Ankara 1991.
Türk Dış Politikası, (ed.Baskın Oran), Ankara 2003.
ÜNAL, Tahsin, 1700’den 1958’e Kadar Türk Siyasi Tarihi, Ankara 1974.
YALÇIN, E. Semih, “Misak-ı Millî ve Lozan Barış Konferansı Belgelerinde Musul
Meselesi”, [Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası, (Yay. hzl.Berna Türkdo-
ğan)], Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 2000.
YALÇIN, E. Semih, “Mütareke Döneminde King-Crane Komisyonunun İstanbul‘daki
Faaliyetleri”, Prof.Dr. Abdulhalûk Çay Armağanı, Cilt II, Ankara 1998.
YALÇIN, E.Semih -Mustafa TURAN, Türk İnkılap Tarihi ve Atatürk İlkeleri, (Ko-
lektif eser), Siyasal Kitabevi, Ankara 2003.
YALÇIN, E.Semih, Türk İnkılap Tarihi ve Atatürk İlkeleri, (Kolektif Eser), Anka-
ra 2004.
YERASİMOS, Stefanos, Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Orta-
Doğu, (çev. Şirin Tekeli), İstanbul, 1994.
YILMAZ, Mustafa, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1919-1938)”, Türkler, Cilt
16, (ed. H. Celal Güzel vd.), Ankara 2002.
418
ATATÜRK DÖNEMİ
TÜRK DIŞ POLİTİKASI
(1923-1938)
419
GİRİŞ
1 Ergün Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayın-
ları:2, Ankara, 1988, s.285.
2 Mehmet Gönlübol-Cem Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası (1919-1938), Atatürk Araş-
tırma Merkezi Başkanlığı, Ankara, 1997, s.55.
420
Çözüm bekleyen üç konu; İngiltere ile Musul anlaşmazlığı, Fransa ile Osmanlı borç-
ları ve diğer meseleler ve Yunanistan’la ahali değişimi meselesiydi. Türkiye yedi yıl
bu meselelerle uğraşmış, uluslararası alanda istikrarlı bir düzene oturtmak amacı-
na yönelmiştir.3
Türkiye, 1930 yılına kadar problemli konuları çözüme kavuşturmuş, fakat
1931 yılından itibaren uluslararası ilişkiler buhranlı bir döneme girmiş, özellikle
Avrupa buhranı ister istemez Türkiye’yi de etkisi altına almıştır. 1931 yılından
itibaren Türkiye’nin izlediği dış politika, barış esasına ve işbirliğine dayalı, güven-
liğe önem veren anti-revizyonist bir politika olmuştur. 1935-1936 yıllarından iti-
baren İtalya’nın Doğu Akdeniz’de ortaya çıkardığı tehlike karşısında bu politikaya
devam ederek barışın korunmasında, saldırgan tutumlara karşı tedbir alınmasında
Batılı devletlerle işbirliğine önem verilmiştir.4
3 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, Alkım Yayınevi, 11. Baskı, İstanbul, (t.y.), s.321.
4 Armaoğlu, a.g.e., s.335.
5 Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, (ed). M. Derviş Kılınçkaya, Siyasal Kitabevi, Ankara,
2014, s.260-261.
421
sonraki devrede de Türk dış politikasının temelini teşkil etmiştir. Bu temel, Misâk-
ı Millî ile belirlenen amaçların gerçekleştirilmesi arzusundan ibarettir.6
Atatürk dönemi Türk dış politikasının temel ilkeleri Misak-ı Millî’ye daya-
nan, “Yurtta sulh, cihanda sulh” prensibi etrafında barışçı, gerçekçi, akılcı ve tam
bağımsızlık esasına dayalı olarak şekillenmiştir. Bu ilkeler özetle şu şekilde açıkla-
nabilir: Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele Hareketi sırasında dış politikanın te-
mel esaslarını, son Osmanlı Meclisi’nde 28 Ocak 1920’de kabul edilen Misak-ı
Millî’ye dayandırarak Millî Mücadele Hareketi’nin millî sınırlara dayalı ve tam an-
lamı ile bağımsız bir devlet olmaktan başka bir amaç taşımadığını açıkça ortaya
koymuştur.
Bu idealini gerçekleştirmeye çalışırken de Batılı devletlerarasındaki çekiş-
melerden yararlanmıştır. Ayrıca büyük devletlerin yeni bir savaşa rahatlıkla gire-
meyeceklerini görerek, Millî Mücadele Dönemi boyunca bu ve benzer durumlar-
dan büyük bir ustalıkla yararlanmıştır. Millî Mücadele ile ortaya çıkan ve önem
kazanan Misak-ı Millî prensipleri âdeta tek hedef hâlinde Cumhuriyete taşınmış,
Lozan sonrasında ise “Yurtta sulh, cihanda sulh” prensibi ile bütünleştirilerek ger-
çekçi, uygulanabilir ve pratik bir millî siyaset yaklaşımının ifadesi hâline gelmiş-
tir.7
Atatürk’ün dış politikası gerçekçi ve maceracılıktan uzak durmayı amaçla-
mış, bunun yanında millî çıkarları gerçekleştirmede kararlı olmuştur. Atatürk bu
anlayışı; “Büyük hayali işler yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden dünyanın
düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu milletin ve memleketin üzerine çektik… Biz
böyle yapmadığımız ve yapamadığımız kavramlar üzerinde koşarak düşmanlarımı-
zın sayısını ve üzerimize olan baskılarını arttırmaktan ise, tabii duruma meşru du-
ruma dönelim. Haddimizi bilelim…” şeklinde ifade etmiştir.8
Bağımsızlık ilkesi genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının korunması-
na özen gösterilmesini ifade etmektedir. Osmanlı döneminin iktisadî, siyasî ve malî
kısacası her yönden dışa bağımlı yönetimlerini görmüş olan yeni Türkiye’nin lideri
Mustafa Kemal Paşa, için kurulan devletin gerçek bağımsızlığı en önde gelen amaç-
tı. Bu bağımsızlık siyasî, iktisadî, malî, askerî ve kültürel açıdan bağımsızlıktı ve
bunlardan ödün verilemezdi. Atatürk bağımsızlıktan ne anladığını şu şekilde ifade
etmiştir: “Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî, iktisadî, adli, askerî,
kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu say-
dıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin ger-
çek manasında bütün bağımsızlığından mahrumiyet demektir.” Bu ilkeden hareket-
6 Yusuf Sarınay, “Atatürk’ten Günümüze Türk Dış Politikası Hakkında Genel Bir Değerlendirme”,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt:XVI, Sayı:48, (Kasım 2000), s.859.
7 E. Semih Yalçın, Atatürk’ün Millî Dış Siyaseti, Berikan Yayınevi, Ankara, 2009, s.405-406.
8 Mustafa Yılmaz, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1919-1938)”, Türkler, Cilt:16, Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s.1051.
422
le; gerek Millî Mücadele süresince Batılı devletlerle yapılan görüşmelerde gerekse
Lozan Barış görüşmeleri sonrasında bağımsızlık ilkesine gölge düşürülebilecek her
konuda hassas davranılmıştır.9
Millî Mücadele sonunda kurulan millî devletin, Türkiye Cumhuriyeti Devle-
ti’nin millî karakteri iç siyasette olduğu gibi dış siyasette de millî karakterini mu-
hafaza etmiştir. Millî devlet ve millî bir dış politika arasındaki ilişkiyi Mustafa Ke-
mal Atatürk şu şekilde açıklamaktadır: “Efendiler, dış siyasetin en çok ilgili bulun-
duğu ve dayandığı temel, devletin iç teşkilatıdır. Dış siyasetin iç teşkilatla uyum içeri-
sinde olması gerekir. Batıda ve doğuda, başka karaktere, kültüre ve ülküye sahip
birbirinden farklı unsurları tek sınır içinde toplayan bir devletin iç teşkilatı, elbette
temelsiz ve çürük olur. O halde, dış siyaseti de köklü ve sağlam olamaz. Böyle bir
devletin iç teşkilatı özellikle millî olmaktan uzak olduğu gibi, siyasî ilkesi de millî
olamaz. Buna göre, Osmanlı Devleti‘nin siyaseti millî değil, belirsiz, bulanık ve karar-
sızdı.”10
Atatürk dönemi dış politikasının bir başka özelliği barışın esas alınmasıdır.
Bunun en güzel örneği Millî Mücadele yıllarında verilmiştir. Savaş ortamı içerisin-
de bile görüşmeler yoluyla barışı temin için çabalar sürdürülmüştür. Bir asker
olarak savaşın ne demek olduğunu en iyi bilen kişi olarak Mustafa Kemal Paşa,
“Ben harpçi olamam. Çünkü harbin acıklı hallerini herkesten iyi bilirim.” demek-
teydi. Yine Mustafa Kemal Paşa, “Harp zaruri ve hayati olmalı… Öldüreceğiz diyen-
lere karşı, ölmeyeceğiz diye harbe girebiliriz. Lâkin millet hayatı tehlikeye uğra-
madıkça harp bir cinayettir.” demiştir. Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sözü,
onun barışı esas alan tutumuna bir örnektir.11
Atatürk’ün dış politikada titizlikle üzerinde durduğu bir diğer ilke eşitliktir.
Türkiye ile başka egemen devletlerarası ilişkilerde hukukî bakımdan mutlak eşitli-
ğin olması temeline dayanan eşitlik ve mütekabiliyet ilkesi özellikle kapitülasyon
uygulamalarının getirdiği tarihi tecrübenin ışığında gerekli görülmüştür.12
Yeni devlet bir diğer ilkesi akılcılık olmuştur. Bu ilke etrafında uluslararası
hukuka bağlı kalınmıştır. Atatürk Türkiye’sinin dış politika anlayışı ideolojik doğ-
malara, önyargılı saplantılara değil, aklı ve bilimi esas alan bir çizgi üzerine otur-
tulmuştur. Bu bağlamda uluslararası ilişkilerde, tarihi dostluk ve tarihi düşmanlık
yerine değişen şartlar ve karşılıklı çıkarlar esas alınmıştır.13
Bir diğer dış politika ilkesi Batılılık olmuştur. Büyük devletlere karşı bir mü-
cadele verilmiş olmasına rağmen yeni kurulan Cumhuriyette her fırsatta Batı ile
2.TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİ
Atatürk, Türkiye’nin dış politika esaslarını belirlerken, milletlerarası ilişki-
leri etkileyen ilkelerle, ülkenin millî çıkarlarını göz önünde bulundurmuştur. Tür-
kiye, Millî Mücadele’den sonra bağımsızlığını bu gerçekçi politika sayesinde koru-
yabilmiştir. Türkiye’de Millî Mücadele hareketi başladığı zaman Sovyetler Birliği
müstesna, diğer büyük devletlerle savaşmak zorunda kalınmıştır. Sovyetlerle si-
yasî ilişkilerin kurulması ideolojik sebeplerden ileri gelmemiştir. İki devlet arasın-
da imzalanan 1921 Antlaşması, şartların doğurduğu bir gereklilikti.16 1921 Ant-
laşması’nın imzalanması için Türk heyeti Moskova’ya hareket ettiği sırada Rus-
ya’nın dostluğu ile komünizm arasında bir bağın bulunup bulunmadığı sorusunu
Mustafa Kemal şu şekilde cevaplamıştır: “Komünizm içtimai bir meseledir. Memle-
ketimizin hali, memleketimizin içtimai şeraiti, dinî ve millî ananelerinin kuvveti Rus-
ya’daki komünizmin bizce tatbikine müsait olmadığı kanaatini teyit eder bir mahi-
yettedir. Son zamanlarda memleketimizde komünizm esasatı üzerine teşekkül eden
fırkalar da bu hakikati bit-tecrübe idrak ederek tatil-i faaliyet lüzumuna kani olmuş-
30 E. Semih Yalçın, Atatürk’ün Millî Dış Siyaseti, Berikan Yayınevi, Ankara, 2009, s.265-266.
31 Gönlübol-Sar, a.e., s.75-76.
32 Gönlübol-Sar, a.e., s.74,82.
33 Yalçın, a.g.e., s.267.
428
önemi nedeniyle toplantıya katılması gerektiğini ifade etmiştir.34 Mart 1928’de
Cenevre’ye davet edilen Türkiye, Lozan’dan sonra ilk defa katıldığı uluslararası
konferansta topyekûn silahsızlanmayı esas alan Sovyet tezini desteklemiştir. Muh-
temel bir savaşı önlemede Milletler Cemiyeti’nin yeterli olmayacağını düşünen
ABD Dışişleri Bakanı Kellogg ile Fransız Dışişleri Bakanı Briand uzun mektuplaş-
malar sonucunda 22 Ağustos 1928’de yeni bir milletlerarası doküman hazırladılar.
Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa’nın girişimleriyle 28 Ağustos 1928’de Pa-
ris‘te dokuz Batılı devlet tarafından Briand-Kellogg Paktı oluşturuldu. Tecavüzî
savaşı yasaklayan bu belge, 19 Ocak 1929 tarihinde Türkiye Büyük Millet Mecli-
si’nde onaylanmıştır.35
Türkiye, 1930 yılına doğru Birinci Dünya Savaşı galiplerinden İngiltere,
Fransa ve Yunanistan’la meselelerini çözümleyip normal ilişkiler içine girmeye
başlamıştır. Türkiye’nin bu yıllarda uygulamaya çalıştığı dış politika Batılı devlet-
ler ve Sovyetler Birliği arasında bir denge politikası gözetmesiydi. 1923-1930 yıl-
ları arasında Türk-Sovyet ilişkileri dostane devam etmekle birlikte, Sovyetler Bir-
liği Türkiye’nin dayandığı tek büyük devlet olmaktan çıkmaya başlamıştı. Türkiye,
1928 yılında İtalya ile bir dostluk ve tarafsızlık antlaşması imzalanmış, 1930 yılına
doğru ise İngiltere, Fransa ve Yunanistan ile meselelerini çözmüş bulunuyordu.
Esas itibariyle, 1919 ve 1933 yılları arasında, dünya siyaseti üzerinde Birinci Dün-
ya Savaşı sonrasında yapılan anlaşmalar mağlup devletler üzerinde hoşnutsuzluk
ortamına sebep olmuştur.36 İtalya’da, kurulu sistem ve Almanya’nın Birinci Dünya
Savaşı sonrasında Orta Avrupa’da izleyeceği politikanın belirgin olmaması nede-
niyle; Balkan ülkelerinin kendi aralarında bölgesel askerî güç olmaları, Batı’nın ve
bölgede bulunan yerleşik devletlerin de lehlerine bir durum arz etmiştir.37
Türkiye’nin Batılı devletler ile yakınlaşması Sovyetler Birliği’nde Türkiye’yi
kaybetme endişesi uyandırmıştır. Yapılan görüşmeler sonucunda, 1925 tarihli
Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması 17 Aralık 1929 tarihinde imzalanan bir proto-
kolle iki yıl süreyle uzatılmıştır. Bu durum, Türkiye’nin Batılı devletler ile iyi ilişki-
ler kurmasını engellememiştir.38
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesinden sonraki dönemde özellikle de
1933 yılının sonuna kadar zaman zaman görüş ayrılıkları ortaya çıkmasına rağ-
men gelişerek devam eden Türk-Rus ilişkileri, 1934 yılından itibaren gerilemeye
başlamıştır. Türkiye, Batılı devletlerle iş birliğine gittikçe Sovyetler Birliği’nden
belirli bir ölçüde uzaklaşmaya başlamıştır. Bu uzaklaşma özellikle Montrö (Mont-
reux) Boğazlar Sözleşmesi’nden sonra artarak devam edecektir. Sovyetlerin iste-
49 Bilindiği gibi Molotov Türkiye Büyükelçisiyle 7 Haziran tarihli görüşmesinde Kars ve Ardahan’ı
ifade eden toprak talebi ile Boğazlarda üs bulundurmak isteklerini iletmişti. Geniş bilgi için baskı-
nız. Feridun Cemal Erkin, Türk-Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Başnur Matbaası, Anka-
ra, 1968, s.257-265.
50 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Boğazların diğer ülkeler tarafından Karadeniz’e kıyısı
olan ülkeler zararına yönelik amaçlarla kullanılmasını önlemek için Boğazların savunulması konu-
sunda ortak önlemler alma önerisi hakkında geniş bilgi için bakınız. Erkin, a.e., s.294-297.
51 Armaoğlu, a.e., s.321-322.
52 Lozan Konferansı’nda Musul hakkında bkz. Durmuş Yılmaz, Musul Meselesi Tarihi, Çizgi
Kitabevi, Konya, 2003, s.75-155.
53 Oral Sander, Siyasî Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi, Kıralı Matbaası, Ankara, 1998, s.89-90.
Ayrıca Bkz. Akşin, a.e., s.126-131.
54 Armaoğlu, a.e.., s.322-323.
433
Musul, Misak-ı Millî sınırları içerisinde yer almasına rağmen Türkiye, Millet-
ler Cemiyeti Meclisi kararından sonra Musul’u kuvvet kullanarak geri alma teşeb-
büsünde bulunmamıştır. 1926 Antlaşması’na göre sınır, Milletler Cemiyeti Meclisi
tarafından Brüksel’de belirlenen hat olup, bu hatta Türkiye lehine bazı küçük deği-
şiklikler yapılabilecekti. Ayrıca Irak Hükûmeti, Musul üzerindeki haklarından vaz-
geçen Türkiye’ye 25 yıl süre ile petrolden alacağı aidatın %10’unu verecekti. Fakat
sonradan 1926 Antlaşmasına ek notalarda öngörülen esaslar dairesinde Türkiye
500.000 İngiliz lirası karşılığında petrol üzerindeki hakkından vazgeçmiştir.55
Musul Meselesi’nin 1926 yılında kesin bir şekilde çözümlenmesinden sonra
iki devlet arasındaki ilişkiler çok sıkı olmamakla birlikte normal bir seyir takip
etmiştir. Bundan sonra Türk-İngiliz ilişkileri önce İtalya’nın sonra da Almanya’nın
Ortadoğu’daki siyasî ve ekonomik nüfuzlarını artırma çabalarının etkisi altında
gelişme göstermiştir. 1934 yılından sonra beliren İtalyan tehlikesi Türkiye’yi İngil-
tere’ye yaklaştırmış, öte yandan İtalyan’ın Habeşistan’a saldırması İngiltere’yi
Doğu Akdeniz’in güçlü ve istikrarlı devleti olan Türkiye ile işbirliği yapmaya yö-
neltmiştir.56 Diğer yandan Türkiye’nin savaşı kanun dışı ilan eden Briand-Kellog
Paktı’na katılması, 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üye olması gibi önemli ge-
lişmeler Türkiye ile İngiltere’yi birbirine yakınlaştırmıştır.57
Türk-İngiliz yakınlaşması Montrö Konferansı’nda daha belirgin bir şekilde
ortaya çıkmıştır. İngiltere burada konferanstan memnun olarak ayrılmayan bir
Türkiye’nin revizyonist gruba katılması endişesini taşıyordu. 1935 yılında Türki-
ye’nin Alman ekonomik nüfuz alanına girmesini önlemek ve Türk-İngiliz ticaretini
geliştirmek amacıyla ticari ilişkilere girişilmiştir. Ayrıca 1936 yazında Kral VIII.
Edward’ın İstanbul ziyareti İngiltere’ye karşı öteden beri yerleşmiş olan aleyhtar-
lığın değiştirilmesine yardımcı olmuştur.58
1937 yılında ilişkiler devamlı bir gelişme gösterdiği halde iki devlet arasın-
daki münasebetler bir dostluk yada tarafsızlık antlaşmasına bağlanmamıştı. Aynı
yıl Türkiye tarafından bir ittifak antlaşması yapılması teklif edilmiş fakat Cham-
berlain Hükûmetince reddedilmişti. Daha sonra Alman iktisadî nüfuzunun artması
endişesi karşısında İngiltere ile 1938’de bir kredi antlaşması imzalanmıştır.59
Avrupa’daki güçler dengesine bağlı olarak sınırların değişmezliğini savunan
anti-revizyonist bir dış politika benimseyen İngiltere ve Fransa gibi devletlere
karşı Almanya, İtalya ve Japonya gibi devletler de Revizyonist bir dış politikayı
benimsemişlerdi. Türkiye’nin bu dönemde dış politikasındaki temel hedef sınırla-
rın değişmezliği ilkesi olmuş ve İngiltere gibi devletlere uygun bir dış politika iz-
60 Yaşar Akbıyık v.d., Türkiye Cumhuriyeti Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, 2004, s.264.
61 Sander, a.e., s.98-99, Gönlübol-Sar, a.e., s.124.
62 Akbıyık ve v.d., a.e., s.267-268.
63 Armaoğlu, a.e., s.419-422.
64 Patrikhane hakkında bkz. Seyfi Yıldırım-Adnan Sofuoğlu, Siyasî Faaliyetleriyle Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi, Köksav Yayınları, Ankara, 2010.
435
tır.65 Aslında Muhtelit Mübadele Komisyonu çalışmalarına Ekim 1923’te başlamış,
takip eden bir yıl içinde önemli bir engelle karşılaşmadan bir kısım Rum ve Tür-
kün mübadele işlemini gerçekleştirmişti.66 Fakat antlaşmanın 2. Maddesinde yer
alan ve mübadele dışında bırakılan “Dersaadet Run ahalisi ve Garbî Trakya Müs-
lüman ahalisinin” yaşadığı yerlerde uygulamalarla ilgili uyuşmazlıklar yaşanmıştır.
Mübadele meselesinde çıkan uyuşmazlık, Yunan Hükûmeti’nin İstanbul ve çevre-
sinde yaşayan Rum halkın mümkün olduğu kadar fazlasını mübadele dışında bı-
rakma çabasından ileri geliyordu. Ayrıca Yunanistan, Batı Trakya’daki Müslüman-
Türk halkın mallarına el koyarak gelen mübadil Rumları buraya yerleştiriyordu.67
Etabli anlaşmazlığı iki devlet arasında gerginliğe yol açınca, iki devlet bir çö-
züm yoluna gitti ve 1 Aralık 1926’da bir antlaşma imzalandı. Antlaşma ahali deği-
şiminin birçok meselesini çözüyordu. Yine de Türk-Yunan ilişkileri bu dönem ger-
gin geçmiştir. Sonuç olarak Yunan Devlet Başkanı Venizelos, Türk-Yunan ilişkile-
rindeki bu gerginliğin Yunanistan’a vereceği siyasî ve iktisadî zararları göz önüne
alarak ortamı yumuşattı. Yunanistan’ın bu tutumu Ankara tarafından da olumlu
karşılandı ve iki devlet arasında ahali değişimi meselesini yeni esaslara göre dü-
zenleyen 10 Haziran 1930 tarihli antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile yerleşme
tarihleri ve doğum yerleri neresi olursa olsun, İstanbul Rumları ve Batı Trakya
Türklerinin hepsi “etabli” kavramı kapsamı içerisine alınmış, ayrıca her iki ülkede
azınlıklara ait mallar konusunda da düzenlemeler yapılmıştır.68
1930 Antlaşması’ndan sonra Türk-Yunan ilişkileri yeni bir döneme girmiş-
tir. Venizelos Türkiye’ye davet edilmiş, Venizelos’un Türkiye ziyareti 1930 yılı
Ekim ayında gerçekleşmiştir. Bu ziyaret sırasında 30 Ekim 1930’da iki devler ara-
sında “Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakem Antlaşması”, “Deniz Kuvvetlerinin
Sınırlanması Hakkında Protokol” ve “İkamet, Ticaret ve Seyri Sefâin Sözleşmesi”
olmak üzere üç anlaşma imzalanmıştır.69
5.TÜRK-İTALYAN İLİŞKİLERİ
Türkiye-İtalya ilişkilerinin son yüzyılı, uluslararası siyasetin yansımaları ve
iç politik etkilerle inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Osmanlı Devleti’nin son döne-
minde İtalya önce Trablusgarb’ı, burada başarılı olduktan sonra da Güneybatı
Anadolu bölgesini hedef coğrafya olarak seçmişti. Birinci Dünya Savaşı’na girişin-
de de bu bölgeye hâkim olma ihtirası olan İtalya, savaşı galip bitirdi. Fakat gizli
antlaşmalarla kendisine söz verilen topraklara yerleşme konusunda İngiltere ve
73 Refik Turan v.d., Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Okutman Yayıncılık, Ankara, 2011, s.246-
247.
74 Çelebi, a.e., s.106-107.
75 Armaoğlu, a.e., s.348. Geniş bilgi için bkz. Abdurrahman Melek, Hatay Nasıl Kurtuldu, TTK
Basımevi, Ankara, 1986. Bkz. Akşin, a.e., s.302.314.
76 Yusuf Sarınay, “Atatürk’ün Hatay Politikası I (1936-1939)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergi-
si, Cilt:XII, Sayı:34, (Mart 1996), s.3.
438
Cemiyeti’nden de destek alacak olan Suriye’nin ve Hatay’ın bağımsızlığını savun-
mak ve ilhakı reddetmek, Suriye’ye bağlı olarak belirli şartlarda muhtariyet ka-
zandırıp Hatay’ın bağımsızlığı desteklenerek Suriye’den koparmaktı. Diğeri ise
Hatay’ın şartlar oluşunca Türkiye’ye ilhak edilmesi şeklindeydi. Hatay’ın ilhakında
Avrupa’daki uygun ortamın oluşması beklemiş ve Fransa’nın Avrupa’da zor du-
rumda kaldığı Avrupa siyasî yapısı üzerine İkinci Dünya Savaşı öncesinde Türki-
ye’ye bütün safhası ve şartları hukuki bir zemin üzerinde tesis edilmek üzere ilhak
olunmuştur. Atatürk başta olmak üzere Türk yetkilileri Hatay’ın durumuyla daha
Mondros Mütarekesi’nden itibaren ilgilenmeye başlamışlar, yalnız Türkiye’nin
hayati çıkarları sebebiyle meselenin çözümünü sağlayamamışlardı.77
Fransa’nın 9 Eylül 1936 Antlaşması ile Suriye’ye bağımsızlık vermesi üzeri-
ne Milletler Cemiyeti Meclisi’nin 26 Eylül 1936 tarihli toplantısında Dışişleri Baka-
nı Tevfik Revfik Rüştü Aras, bu antlaşma hakkında bilgi vererek Fransa’ya Sancak
meselesi hakkında ikili görüşme teklif etmiştir. Fransız temsilci bu teklife verdiği
cevapta Fransa’nın Suriye üzerindeki hak ve yükümlülüklerini yeni Suriye
Hükûmetine devrettiğini, bundan dolayı yapılacak bir görüşmeye Suriye Hükûmeti
temsilcisinin de katılması gerektiğini bildirmiştir.78
Türk Hükûmeti Milletler Cemiyeti Konseyi’nin toplantı sırasında Cenevre’de
Fransa ile yapılan görüşmeler sırasında uygun bir ortam bulunca 9 Ekim 1936’da
Fransa’ya bir nota vererek Suriye’ye yapıldığı gibi İskenderun Sancağına da ba-
ğımsızlık tanınmasını istedi. Fransız Hükûmeti 10 Kasımda verdiği cevapta, San-
cak’a bağımsızlık vermenin Suriye’yi parçalamak olacağı, mandater devlet olarak
buna yetkisi olmadığını ifade etti. Bu arada Fransa, meselenin Milletler Cemiye-
ti’ne havalesini teklif ve Türkiye de bu teklifi kabul edecektir.79
Türkiye ve Fransa arasında bu tartışmalar olurken Türk kamuoyunda heye-
can artmış ve bir tepki oluşmuştur. Atatürk de Ocak 1937’de Konya’ya ve oradan
Ulukışla’ya kadar bir seyahat gerçekleştirmiş, Ankara’ya döndüğü zaman Türk-
Fransız ilişkileri iyice gergin bir safhaya girmişti.80 Sancak konusunda Türkiye’den
sert bir tavır beklemeyen Fransa’nın Avrupa’da gerginleşen durum karşısında
Türkiye’yi karşısına almak istememesi üzerine Fransa durumu Milletler Cemiye-
ti’ne götürmeye karar vermiştir. Türkiye de bunu uygun bulmuş ve 14 Aralık 1936
tarihindeki olağanüstü bir toplantıda görüşülmesini talep etmiştir.81
Atatürk’ün Ankara Palas’ta 10 Aralık 1936 tarihinde Fransız Büyükelçisi M.
Pansot ile yaptığı görüşme sırasında Sancak meselesinin her iki tarafın vaziyetini
kurtaracak şekilde hallini istemesi, ilhak talep etmediğini, Sancak’ın Türkiye ve
108
Hikmet Öksüz, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Atatürk Dönemindeki Balkan Politikası
(1923-1938), İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, (Doktora Tezi), İs-
tanbul, 1996, s.182.
109 Gönlübol-Sar, a.e., s.99.
110 Öksüz, a.e., s.182.
111 Gönlübol-Sar, a.e., s.100.
112 Melek Fırat, Türk Dış Politikası 1919-1980, (Ed. Baskın Oran), Cilt 1, İstanbul, 2004, s.350.
113 Yalçın, a.e., s.305.
446
üzere, 1923 yılı sonrasında Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki dış siyasetin
önceliği milletlerarası ilişkileri düzene koyma yönündedir. Bu amaçla millî dış
siyasetin ana hedeflerini Türkiye’nin jeopolitik konumuna, tarihi çizgisine, Cum-
huriyetin kuruluş felsefesine ve dünyanın içinde bulunduğu konjonktüre uygun
esaslar teşkil etmekteydi.114
Türkiye, 1923-1930 yıllarını kapsayan devrede Arnavutluk, Bulgaristan,
Romanya ve Yugoslavya ile diplomatik temaslar kurarak ikili antlaşmalarla ilişki-
lerini güçlendirmişti. Yunanistan ile Nüfus Mübadelesi sorunu 1930 yılına kadar
sarktığı için bu ülke ile ilişkiler bu tarihten sonra olumlu bir seyir kazanmıştır. İkili
ilişkileri düzenleme dönemi olarak niteleyebileceğimiz bu dönemde Türkiye Cum-
huriyeti Devleti, sorunların çözümündeki samimi yaklaşımı, işbirliği arzusu ve
güven veren tutumuyla, 1930-1938 devresinde izleyecek olduğu aktif Balkan Poli-
tikası’nın zeminini oluşturmuştur. Bu zeminin oluşumunda Türkiye ile Yunanistan
arasında yapılan 10 Haziran 1930 tarihli Ankara Antlaşması’nın önemi büyüktür.
Çünkü Atatürk, izleyecek olduğu Balkan Politikası’nda, Yunanistan ile uzlaşmayı
ilk adım olarak görüyordu.115
Bu dönemde Türkiye, sınır komşularıyla yakın ilişkiler kurmak için çaba
göstermiştir. Atatürk, batıdaki komşularıyla iyi ilişkiler kurmanın uluslararası
alanda Türkiye’nin konumuna yapacağı katkının ötesinde Avrupa sistemi ile sıkı
bağlar oluşturacağını da düşünüyordu. 1925 yılında Bulgaristan ile bir Dostluk ve
İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. 1925 Antlaşması Türkiye ve Bulgaristan ara-
sında dostluk ve işbirliğini geliştirmek, Türkiye’deki Bulgar azınlık ile Bulgaris-
tan’daki Türklerin isteğe bağlı ve serbest göç izni ve azınlık haklarının korunması-
nı içeren özel garantiler getiriyordu. Ayrıca göç edenler mülklerini satabilecek ve
özel eşyalarını da yanlarına alabilecekti.116
Türkiye, Balkan devletleriyle ilişkilerinde bazı zorluklara karşın işbirliği
oluşturma konusunda çaba içerisinde olmuştur. Esas itibariyle Türkiye’nin Millet-
ler Cemiyeti’ne üyeliğinin öncesinde Balkan coğrafyasındaki gelişmelerin yakın-
dan takip edildiği Türk Hükûmet’inin Dışişleri Bakanlığı yazışmalarında dikkati
çekmektedir. 1929 yılının Mayıs ayında Türkiye’nin Budapeşte Elçiliği vasıtasıyla
Macaristan ve Yugoslavya idarelerinin Balkanlar’daki emniyet ve barış ortamının
sağlanması yönündeki düşünceleri belirlenmeye çalışılmıştır.117 Bu birliğin tesisi-
114
Sadet Altay vd., “Türkiye’den Balkanlara Uzanan Dost Eli: Balkan Antantı”, 5. Balkan Tıp Ta-
rihi ve Etiği Kongresi (11-15 Ekim 2011), İstanbul, 2011, s.704.
115 Öksüz, a.e., s.182-183.
116 Oral Sander, Türkiye’nin Dış Politikası, (Derleyen: Melek Fırat), İmge Kitabevi, Ankara, 2013,
s.179.
117 Bu husustaki raporda, özellikle Cemiyet-i Akvam’ın özellikle azınlıklar hususunda Balkan saha-
sında etkin bir siyaset ortaya koyamadığı, bu durumun Balkan devletlerinin kendileri arasında hal-
ledilmesi yönünde girişimleri zorunlu kıldığı işaret edilmiştir. Bkz. Başbakanlık Cumhuriyet
447
ne yönelik en önemli adım Türkiye’den gelmiştir. Türkiye’nin misak-ı millî sınırla-
rına bağlı kalmak suretiyle, Balkanlar’da kaybedilmiş olan toprakları üzerinde hak
iddia etmeyeceğini Lozan’da ve sonrasındaki dünya barışına katkı sağlamaya yö-
nelik girişimleriyle kanıtlaması, Balkan ülkeleri başta olmak üzere diğer çevre
ülkelerde de olumlu karşılanmıştır ve Antant’ın imzası öncesinde de bu durum
hızlandırıcı bir etkiye zemin hazırlamıştır.118 Afet İnan, Balkan birliğinin tesisine
ilişkin şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“Türkiye’nin komşularıyla iyi ilişkiler siyasetinin en belirgin örneği de 9 Şubat
1934’de yapılan Balkan Paktı’dır. Bu paktın imza edilmesinden önceki yıllarda Ata-
türk’ün devlet reisi olarak bu husustaki fikirlerini gerçekleştirmek için yabancı devlet
adamlarıyla temasları ve bu hususta zemini hazırlamak gayreti vardır. Bu maksatla
bilhassa Türkiye’ye gelen Yunan, Yugoslav ve Romen devlet adamlarıyla konuşmala-
rında, böyle bir paktın zaruretine onları inandırmıştır. Bunun hazırlık devri başla-
rında Balkan devletlerinin Türkiye’de bir konferans tertip etmişlerdir. (Ekim 1931).
Bunun maksadı, Balkan milletlerinin birliğini temin etmekti. Nitekim 1934’te yapılan
Balkan Paktı ile taraflar, sınırlar ve her türlü güvenlik konularında birbirlerine ga-
ranti vermişlerdir.”119
Balkan coğrafyasındaki yakınlaşmanın esas unsuru; Lokarno Antlaşması,
Kellog Paktı ve Litvinoy Protokolü gibi barışçı teşebbüslerle, Küçük Antant gibi
statükocu ittifakların ortaya çıkması ve 1930 Ekimindeki Türk-Yunan anlaşmala-
rının doğurduğu Türk-Yunan yakınlaşmasıdır. Bu anlaşma Balkan devletleri ara-
sında siyasî dayanışmanın gerçekleşmesinde fevkalade etkili olmuştur. Ayrıca
1933’te Nazi Partisi’nin Almanya’da iktidara gelmesi de işbirliği çalışmalarını hız-
landırmıştır.120
Balkan Antantı’na giden yolda ilk Balkan Konferansı Arnavutluk, Bulgaris-
tan, Romanya, Türkiye, Yugoslavya ve Yunanistan temsilcilerinin katılımıyla 5
Ekim 1930’da Atina’da toplanmıştır. Bu toplantıda Balkan devletlerinin dışişleri
bakanları seviyesinde her yıl bir araya gelmeleri, bir Balkan Paktı’nın hazırlanma-
sı, daimî bir teşkilat kurularak Balkan milletleri arasında ekonomik, sosyal, kültü-
rel ve siyasal yakınlaşmayı sağlayacak bir Balkan Birliği’nin kurulmasını kolaylaş-
tırmak konularını içeren kararlar alınmıştır. Daha sonra İkinci Balkan Konferansı
Ekim 1931’de İstanbul’da, Üçüncü Balkan Konferansı 23-26 Ekim 1932 tarihleri
arasında Bükreş’te ve Dördüncü Balkan Konferansı da 5-11 Kasım 1933 tarihinde
Arşivi, Fon Kodu:30.10, Yer No: 232.564.8, Tarih: 05.1929. (Bundan sonra arşiv ismi BCA, Fon
Kodu; FK, Yer No; YN, Tarih; T şeklinde kısaltılacaktır)
118 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre:4, Cilt:21, s.16.
119 A. Afetinan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yay., Anka-
ra, 1998, s.135.
120 Anlaşma hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları 1920-
1945, Cilt:I, Ankara, 2000, s.399-404. Armaoğlu, a.e., s.414-416.
448
Selanik’te toplanmıştır.121 Bulgaristan’ın revizyonist dış politikası ve Türkiye ile
Yunanistan arasında nüfus mübadelesi konusundaki anlaşmazlık Balkan ülkeleri
arasında yakınlaşmayı engelleyen belirgin etkenler olmuştur. Ancak 1930 yılında
Türk-Yunan yakınlaşması sonunda 1930 ve 1933’te Bulgaristan’ın da yer aldığı
Balkan konferanslarının yolu açılmıştır.122
İlk konferans öncesinde Balkan Antantı denilen bir yasal belgenin temelle-
rini, doğabilecek sorunları ele almak amacıyla özel bir komite atanmıştır. Bu du-
rum üç ya da dört gün gibi kısa bir süre içinde Balkan devlet temsilcilerinin görüş
alışverişi içinde bulunmalarının bir sonucu olarak değerlendirilmiştir. Bu durum
“Balkan milletlerinin akıllarının, kalplerinin ve ruhlarının altında yatan psikolojik ve
sosyolojik unsurlar ve düşünceler olduğu” şeklinde kabul edilebilir. Bu kararların
sonucunda 1930’un Eylül ayında Selanik’te ve aynı yıl Atina’da ilk konferansın
hazırlanması için bir toplantı yapılmıştır.123
Konferansta özetle şu kararlar alınmıştır:
1-Balkan devletleri arasında her yıl Dışişleri Bakanları seviyesinde toplantı
yapılması.
2-Devletlerarası uyuşmazlıkların barışçı yoldan çözülmesi ve bir saldırı du-
rumunda karşılıklı olarak yardımlaşma konusunda Antant hazırlanması, Antant
içinde savaşın yasaklanması, problemlerin çözümünde barışçı yollara başvurul-
ması, tahkim ve uzlaştırma yoluyla Uluslararası Lahey Adalet Mahkemesi’ne baş-
vurulması.
3-Balkan devletlerinin uzun süredir devam eden düşmanlıklarının doğasına
özgü şikâyetlerini incelemek üzere bir komite tayin etmek, antlaşmayı imzalayan
devletlerden biri ile bu devletler arasında olmayan devletler arasında savaş ilanı
durumunda, üye ülkeler arasında karşılıklı güvenlik anlaşması hazırlanması.
4-Balkan milletleri arasında kurulacak daimi teşkilat aracılığıyla Balkan ül-
keleri arasında ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasî alanda yakınlaşmanın sağlan-
ması.124
Bu maddelerden anlaşılacağı üzere, konferansta Balkan birliğinin kurulması
amacını taşıyan sürekli bir örgüt oluşturmak gibi önemli bir karar da alınmıştır.
Birinci Balkan Konferansı’nın en önemli kazanımı, Balkan milletlerinin kendi ara-
larında meselelerini görüşerek çözüme kavuşturabilecekleri kanaatine ulaşmış
olmalarıdır. Konferans sırasında özel bir komisyon tarafından da ikinci konferans-
ta sunulmak üzere bir taslak metin hazırlamıştır.
125 Konferansa katılacak olan delegelerin pasaportlarının vize işlemlerinde kolaylık sağlanması ama-
cıyla 13 Mayıs 1926 tarih ve 320 sayılı kanunun 2. maddesine bir fırka ilavesi için 18 Mart
1931’de bir kanun layihası hazırlanmıştır. Bkz. BCA, FK: 30.18.1.2, YN: 18.18.2, T: 18. 3.1931.
126 Gönlübol, a.e., s.101.
127 Galitzi, a.e., s.180-181.
128 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, Cilt:3, 26. Baskı, İstanbul, 2011, s.390.
129 Armaoğlu, a.e., s. 416.
130 Bulgar yönetimi tarafından konferans esnasında ileri sürülen azınlıklar meselesine ilişkin
2.10.1932 tarihli “Near East” gazetesinde yayınlanan makalenin Dışişleri tarafından Fransızcaya
450
düşmüştür. Konferansın diğer üyeleri aralarında ekonomik ve sosyal meseleler
üzerinde görüşmeye devam edilmiş ve Balkan devletleri arasında bir gümrük bir-
liği kurulmasına karar verilmiştir.131
Bu konferansın sonunda, Balkan Ticaret ve Sanayi Odası, Balkan Denizcilik
Bürosu, Balkan Ziraat Odası, Balkan Turist Federasyonu, Balkan Hukukçuları Ko-
misyonu, Balkan Tıp Federasyonu gibi teşekküller ortaya çıkmıştır. Üçüncü Balkan
Konferansı ilk kez bir Balkan Antantı tasarısı ortaya çıkarmıştır ki, bu suretle işbir-
liği faaliyetleri siyasî münasebetler alanına geçirilmiştir132. Konferansa katılmış
olan devletlerarasında bu fikri en fazla Türk Hükumeti desteklemiştir. Balkan bir-
liği tezine inanan Türkiye esas itibariyle; Balkan devletleri arasında iki taraflı ant-
laşmaların ötesinde bir anlam ihtiva eden kuvvetli bir güvenlik sistemi kurulması
yönündeki düşüncesini ortaya koymuştur.133
Dördüncü Balkan Konferansı 5-11 Kasım 1933’de Selanik’te toplanmıştır.
Bu sırada konferansın öncesinde Ekim 1933’te Balkan Devletleri arasında diplo-
matik girişimler başlamıştır. Esas itibariyle bu diplomatik girişimler Balkan Antan-
tı’nı kuracak olan misâkın ön hazırlık aşaması olarak değerlendirilmiştir. Bu giri-
şimler sırasında Bulgaristan’ın revizyonist emellerden vazgeçmesini ve Antant’a
katılmasını sağlamak öncelikli mesele olarak görülmüştür.134 Fakat Bulgaristan bu
birlikteliğe dahil olmaktan da öte Balkan devletlerini kendi yanına çekmeye çalış-
mıştır. Türkiye ve Yunanistan, Bulgaristan’ın bu emelinin önüne geçemeye çalış-
mış, fakat bu girişimleri sonuçsuz kalmıştır.135
Netice itibariyle, konferansa katılan devletler daha sonra Bulgaristan’a birli-
ğe girme hakkı tanımak suretiyle, açık kapı bırakarak, Bulgaristan olmaksızın yola
devam etme kararı almışlardır. Bulgaristan’ın daha sonraki tarihlerde revizyonist
bir dış politikaya yönelişi Balkan iş birliği çalışmalarından çekilmesine sebep ol-
muştur. Arnavutluk ise İtalya’nın etkisiyle çalışmalardan uzaklaşmıştır.136 Anlaşı-
lacağı üzere, Balkanlar’da siyasî işbirliğinin hayata geçirilmesi mümkün olmamış-
tır. Balkan konferanslarında Bulgaristan’ın işbirliğinde çekingen davranması ve
tercüme edilerek Başbakanlık makamına takdim edilen yazısı için bkz. BCA, FK: 030.10, YN:
226.523.32.1, T:27.2.1932.
131 Fırat, a.e., s.351. Akşin, a.e, s.264.
132 Armaoğlu, a.e., s 416.
133 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 6, Cilt: 20, s. 2. BCA, FK: 030.10, YN: 240.621.11.1, T:
30.3.1932.
134
Bulgaristan olmadan bir Balkan Birliği projesinin eksik kalacağı kanaati ile İsmet Paşa ile Tevfik
Rüştü Aras 20 Eylül 1933’te Bulgaristan’ı ziyaret etmişlerdir. Ziyaret ile 1929 tarihli Tarafsızlık,
Uzlaşma ve Hakemlik Antlaşması beş yıllığına uzatılmıştır. Bkz. Yalçın, a.e., s.280.
135 Konferansta gözlemci sıfatı ile gönderilen Atina Büyükelçisi Enis Bey, Dışişleri Bakanlığı’na
gönderdiği telgrafta konferansta barış ortamının ileriye yönelik olarak ümit vaat ettiği üzerinde
durmuştur. Bkz. BCA, FK: 030.10, YN:228.535.1, T: 14. 5.1934.
136 Tevfik Rüştü Aras hatıralarında “…biz Bulgarların Balkan birliğine iştirakini can ve gönülden
istedik” demektedir. Bkz. Aras, a.e., s.56. Yalçın, a.e., s.280.
451
Arnavutluk ile birlikte Balkan konferanslarında, revizyonist gayelerini dolaylı bir
şekilde belirterek azınlık meselelerinin de tartışmasında ısrar etmiş olmaları du-
rumu zorlaştıran temel faktörlerdir. Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Roman-
ya’nın bu duruma engel olmaya çalışmalarına rağmen, özellikle Türkiye uzlaştırıcı
bir politika izleyerek Bulgaristan’ın tam işbirliğini sağlamaya çalışmış fakat muvaf-
fak olamamıştır.137 Esas itibariyle, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Bulgaristan
azınlık meselesi ve toprak taleplerinden dolayı komşuları ile anlaşmazlık içine
düşmüştür. Bulgaristan bu tavrı ile Balkan ülkeleri arasında anlaşmayı teşvik et-
mek ve kolaylaştırmak amacı ile konferanslar sırasında toprak taleplerini daha
açık bir şekilde ortaya koyarak komşuları ile herhangi bir Balkan birliği içinde
olmayacağını göstermiştir.
Türkiye’nin ortak güvenlik örgütlenmelerine girme yolundaki önemli adım-
larının Balkan konferansları sırasında atıldığı kabul edilebilir.138 Bu konferanslar
sırasında daha önce de değinildiği üzere, İtalya’nın tesiri altında kalan Bulgaristan
ve Arnavutluk’un revisyonist doğrultudaki talepleri neticesinde bu iki devletin
Antantın tesisi öncesinde gruptan ayrılmalarına sebep olmuştur.139 Bu gelişmeler
üzerine, Türkiye’nin davetine rağmen Antantı kendisine karşı bir oluşum gibi de-
ğerlendiren Bulgaristan, Balkanlar’da statükonun korunmasını amaçlayan bir iş-
birliğine yanaşmamıştır. Diğer taraftan Türk-Yunan Anlaşması, Romanya’yı hare-
kete geçirecek ve Başbakan Titulescu’nun Ankara’yı ziyareti sırasında 17 Ekim
1933 tarihinde Türkiye ile Romanya arasında “Dostluk, Saldırmazlık, Hakem ve
Uzlaşma Anlaşması” imzalanmıştı.140 Romanya, Bulgaristan’ın revizyonist istekle-
rinden endişe duyduğu ve kendi deniz ticareti de Boğazlardaki serbest geçişe bağlı
bulunduğu için bu anlaşmayı menfaatlerine uygun bulmuştur. Türkiye’nin yaptığı
bu ikili anlaşmalar, Bulgaristan’da tepkiyle karşılanmış ve Bulgar basını Türkiye
aleyhinde bir kampanya başlatmış, Bulgaristan’ın Balkanlar’da statükonun ko-
runmasına bu denli sinirlenmesi Yugoslavya’yı endişeye sevk etmiştir. Bunun üze-
rine, Türk Dışişleri Bakanı’nın Belgrad’ı ziyareti sırasında 27 Kasım 1933 tarihinde
bir “Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması” imzalanmıştır.141
Dikkat edileceği üzere, 1933 yılı içinde taraflar arası bu gelişmelerin ortaya
çıkması diğer taraftan Almanya’da Nazi Partisi’nin iktidara gelmesi Avrupa’da
revizyonist doğrultudaki gelişmelerin yaşanmasına zemin hazırlamıştır. Bal-
kanlar’daki Alman ve İtalyan baskısının yoğunlaşarak artması neticesinde Arna-
vutluk’un da İtalya’nın kontrolü altına girmesine neden olmuştur. Bu durumda
Balkanlar’da Türkiye’nin önderliğini yaptığı statükocu devletler, aralarında yaptık-
142
Gönlübol-Sar, a.e., s.103-111.
143 Avrupa ve Akdeniz siyaseti açısından konu ile ilgilenen İngiltere, İngiliz Hükûmetinin gayriresmî
surette bilinmesinde yarar gördüğü görüşleri yazılı olarak Ankara’daki İngiliz elçisi vasıtasıyla
Türk Dışişlerine vermiştir. Bkz. Dilek Barlas, “Türkiye’nin 1930’lardaki Balkan Politikası”, Çağ-
daş Türk Diplomasisi İkiyüz Yıllık Süreç, Ankara, 1999, s.364.
144 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 4, Cilt 20, s.12-26. Akşin, a.e., s.140-141. Armaoğlu, a.e., s.338-
339. Ayın Tarihi, Sayı:3 (Mart 1934), Ankara, 1934, s.91. Üç maddeden oluşan Antanta göre; 1-
Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya tüm Balkan sınırlarının güvenliğini karşılıklı ola-
rak güvence altına alırlar. 2-Antantta imzası bulunan taraflar çıkarlarını bozabilecek gelişmeler
karşısında aralarında görüşmeler yaparak sorunları çözerler. Taraflar birbirlerine haber vermeden
Balkan ülkelerine karşı siyasî eylemde bulunamazlar ve tarafların izni olmadan siyasî bir yüküm-
lülüğü üstlenemezler. 3-Bu Antant imza tarihinden itibaren yürürlüğe girer. Her Balkan devleti
Antanta katılmaya müracaat edebilir. Fakat bu katılım talebi diğer imzası bulunan devletlerin
onaylamasından sonra geçerli olacaktır. Düstur, 3. Tertip, Cilt:15, s.185. Bkz. Armaoğlu, a.e.,
s.440.
145 Sander, a.e., s.179-180. Antantın önsözünde, mevcut Balkan topraklarının sınırlarının muhafaza-
sını korumak, Balkan barışının sağlanmasının garantisi pekiştirmek amacıyla, taraflar sınırlarını
karşılıklı olarak garanti altına alarak, birbirlerine danışmadan, herhangi bir Balkan devletiyle bir-
likte bir siyasî harekette bulunmamayı veya bir siyasî anlaşma yapmamayı taahhüt etmektedirler.
Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Balkan Antantı çerçevesinde yapılan görüşmeleri sırasında
Meclis gizli oturum konuşması sırasında özetle; herhangi bir Balkan Devleti veya devletlerinin
saldırıya uğraması halinde birlik içinde yer alan devletler bu saldırıyı “kendilerine yapılmış telakki
ederek” savaş ilan edeceğine işaret etmiştir. Bkz. TBMM Gizli Celse Zabıtları, Devre:4, Cilt:3,
s.585.
146 Sander, a.e., s.180.
453
Antantın metninin yumuşak bir ifade ile yazılmış olması ve özellikle üçüncü
maddesi dikkate alındığında, Bulgaristan’ın hassasiyetini artırmamak ve onun
Antant’a girmesini kolaylaştırmak amaçlı olduğu düşünülebilir. Antant’ta iktisadî
hükümler olmamasına rağmen imzacı devletler arasındaki ticarî ilişkileri geliştire-
ceği tahmin ediliyordu. Nitekim sonra, bir Balkan iktisadî meclisi kurulmasına
karar verilmiştir. Antantın TBMM’de tasdiki de bu vesile ile Balkanlı müttefiklere
karşı dostluk gösterilerine sebep olmuştur147. Dikkat edilirse; bu Antant Türki-
ye’nin gözünde, Balkan ülkelerinin siyasî iş birliği sonucunda, Balkanlar üzerine
yönelebilecek herhangi bir dış kaynaklı saldırıya, özellikle de bir İtalyan saldırısına
karşı önemli bir güvenlik tedbiri olarak tasarlanmıştır.148
1930-1938 döneminde Türkiye, genel barışı korumak ve sınırlarını güven-
ceye almak için aktif bir dış politika izlemiştir. 9 Şubat 1934 tarihinde Türkiye,
Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında imzalanan Balkan Paktı’na, Türki-
ye’nin iyi niyetlerine ve samimi gayretlerine rağmen revizyonist politika izlemekte
direnen Bulgaristan ve İtalya’nın kontrolünde bulunan Arnavutluk katılmamıştı.
Türkiye’nin güvenliği açısından bölgesel barışa önem veren Atatürk, bu Paktı, Bal-
kanlar’ı büyük devletlerin nüfuzuna kapama olarak gördüğü gibi aynı zamanda
onlara karşı bir denge unsuru olarak da kullanmayı düşünüyordu. Balkan Paktı’nın
oluşumundaki beklentiler, Türkiye’nin Balkan politikasının özeti olarak da yorum-
lanabilir.149 Ancak, Balkan Paktı, gerek oluşum gerekse güç ve dayanıklılık bakı-
mından Türkiye’nin hem kendisi hem de Balkanlılar için arzuladığı seviyenin al-
tında kalmıştır. Bununla birlikte, Balkan Paktı yürürlük süresince Bulgaristan’ın
yayılmacı emellerine set çekerek Ege Denizi’ne inme arzusunu engellemiştir.150
Yugoslavya kendisi gibi hassas ve çok milletli olan bir ülkeye karşı Bulgaris-
tan ile ilişkilerini normalleştirme yolunu seçmiştir. İttifakın ruhuna aykırı olarak
1937’de bir Yugoslav-Bulgar yakınlaşması gerçekleşti. İtalya’nın tutumundan ra-
hatsız olan Yunanistan, ortak bir İtalyan-Arnavut saldırısı durumunda Yugoslav-
ya’yı savunmak için isteksizdi. Türkiye, kendi adına ne kadar çaba gösterdiyse de
Balkan Antantı geliştirilememiştir.151 Siyasal dengelerin ve tercihlerin çok kolay
değişebildiği bir bölgede kurulan bu Pakt, 1937’den itibaren gevşemeye başlamış
ve 1941 yılında Türkiye hariç tüm Balkan devletlerinin İkinci Dünya Savaşı’nın
içerisine çekilmesiyle son bulmuştur. İsmet İnönü, Celal Bayar ve Tevfik Rüştü
Aras Türk devlet adamlarının 1937-1938 yıllarındaki Balkan ülkelerine yönelik
147
Antantın Meclis onayının alınması sırasında oylamaya katılan 259 milletvekilinin tamamının oyu
ile kabul edilmiştir. Bkz. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre:4, Cilt:24, s.9-11.
148 Bulgaristan ve İtalya’nın revizyonist emellerinin etkisinde kalan Arnavutluk, 9 Şubat 1934’te
imzalanan Balkan Birliğine katılmamıştır. Bkz. A. Şükrü Esmer, “Türk Diplomasisi (1920-1955)”,
Yeni Türkiye, İstanbul, 1959, s.81. Akşin, a.e., s.268.
149 Öksüz, a.e., s.183.
150 Öksüz, a.e., s.183-184.
151 Sander, a.e., s.180.
454
ziyaretleri Türkiye’nin Balkan Paktı’nı yaşatmak arzusunu ve Pakt’a yönelik sa-
mimiyetini açıkça göstermektedir.152
Türkiye, Antant imzalandıktan sonra Lozan ile silahtan arındırılmış Boğaz-
ların silahlandırılması üzerinde durmuştur. Bu arada Romanya, Türkiye ve Bulga-
ristan’ın sınırlarını genişletmek istemesi sonucunda Neuilly Antlaşması’nın bazı
hükümlerinin değiştirilmesinden rahatsızlık duymuştur. Yugoslavya ile Romanya,
Balkan Antantı’nın gelişmesi görüşünde birleşmişlerdir.153 Diğer yandan Romanya,
Fransız-Sovyet ittifakını desteklemişlerdir. Yugoslavya ise Belgrat’ta komünist Rus
etkisinin devam etmesini kabul etmek istememiştir.154 Bütün bu problemler Belg-
rat’ta Mayıs 1936’da yapılan Üçüncü Balkan Konseyi toplantısında görüşülerek,
toplantıda Yunanistan’ın İtalya hakkındaki rezervi ile Türkiye’nin Boğazları silah-
landırması kabul edilmiştir. Yunanistan ile Türkiye bu sorunların çözümünde bir-
birini sonuna kadar desteklemiştir. Ayrıca Türkiye ve Yunanistan, Bulgaristan’ın
denize çıkış talebine karşı olmuş ve Türkiye, Yunanistan’ı destekleyerek İkinci
Dünya Savaşı’na kadar Antant’ın en kuvvetli ve Balkanlar’da barışın en güvenilir
garantisi olmuştur.
1936’da Avrupa’da Almanya’nın üstünlüğünün artmasına paralel olarak,
Romanya, Bulgaristan ve Macaristan’dan fazla Almanya’dan endişe duymuş ve
Balkan Antantı ile ilgisini zayıflatmıştır. Yugoslavya ise, Berlin-Roma Mihveri kar-
şısında, İtalya ve Bulgaristan ile anlaşma yoluna gitmiştir. Bulgaristan ile Yugos-
lavya arasında 24 Ocak 1937 tarihinde bir “Dostluk Antlaşması” imzalanmıştır. Bu
anlaşmanın hemen ardından, Yugoslavya 25 Mart 1937 tarihinde İtalya ile de bir
antlaşma imzalamıştır. Antlaşmada, tarafların mevcut milletlerarası taahhütlerine
zarar vermemelerinin belirtilmesine rağmen, ikinci madde ile iki devlet, birbirle-
rini ilgilendiren ortak meselelerde birbirlerine danışma taahhüdünde bulunma-
mışlardır. Bu durumda, Balkan işbirliğinde Yugoslavya, İtalya’yı da hesaba katmak
zorunda kalacaktır. Bulgar-Yugoslav Hükumetleri arasındaki antlaşmanın imza-
sından önce Yugoslavya, diğer Balkan Antantı ortaklarının desteğini almasına kar-
şın, Balkan Antantı ilk planda Bulgaristan’a yönelmiştir. Yugoslav-Bulgar Antlaş-
ması bu birliğe aykırı olmakla birlikte, İtalya’nın giderek kuvvetlenmesi Yunanis-
tan ile İtalya arasında ilişkilerin iyileşmesine katkı sağlamıştır.155
Türkiye, Balkan devletlerinin bu siyasî girişimleri karşısında Antant’ı koru-
manın Balkanlar’da barışın korunması için önemli bir unsur oluğu kanaatindeydi.
Balkan Antantı’nı ayakta tutmak için Başbakan İsmet İnönü beraberinde Dışişleri
Bakanı Tevfik Rüştü Aras olmak üzere, 1937 yılının ilkbaharında Balkan devletle-
168 Armaoğlu, a.e., s.343. Geniş bilgi için bkz. Akşin, a.e., s.277-301.
169 Armaoğlu, a.e., s.343.
170 Semih Yalçın, a.e., s.270-271
171 Yalçın, a.e., s.271
459
tabi olacaktı. Sovyetler Birliği ile iş birliği hâlinde hazırlanan bu teklif, genel olarak
uygun bulunmuş, ancak İngiliz ve Sovyet görüşleri çatışmıştır. Sovyetler Karade-
niz’e kıyısı bulunan ülkelerin savaş gemilerinin de tehditsiz geçebilmesini istemiş,
İngilizler ise Boğazlarda aynı anda bulundurulabilecek savaş gemilerinin azami
tonaj miktarının artırılmasında ısrar etmişlerdi.172
İki ay kadar süren görüşmelerden sonra Sovyetler ile yakınlaşan Fransa’nın
da desteği üzerine İngiltere ısrarından vazgeçmiş ve Montrö (Montreux) Boğazlar
Sözleşmesi 20 Temmuz 1936’da imzalanmıştır.173 Sözleşme; Türkiye, İngiltere,
Fransa, Sovyetler Birliği, Japonya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslav-
ya arasında imzalanmıştır. İtalya ise 1938 Mayıs ayında sözleşmeye katılmıştır.
Sözleşme, Boğazlar hakkında silahsızlanma kaydını kaldırıyor, Türkiye’nin Boğaz-
lar üzerinde tam egemenliği kuruluyordu. Sözleşme, ayrıca 1923 Sözleşmesi’ne
nispeten Türkiye ve Karadeniz devletleri lehine değişiklikler getirmiştir. Özellikle
savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi meselesinde, Türkiye tarafsız ve savaş dışı
ise savaşan tarafların savaş gemileri Boğazlardan geçemeyecekti. Türkiye bir sa-
vaşa girerse veya kendisini yakın bir savaş tehlikesinde görmesi halinde, diğer
devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi kararı Türkiye’nin takdirine
bırakılmıştır. Karadeniz devletleri lehine yapılan değişikliğe gelince, Karadeniz’e
kıyısı olmayan devletlerin Karadeniz’e geçirebilecekleri savaş gemilerinin, cinsi,
büyüklüğü ve toplam tonajı sınırlandırılmıştır. Ayrıca Karadeniz’e kıyısı olan dev-
letlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi için bir hayli geniş serbestlik tanın-
mıştır. Montreux Sözleşmesi, yirmi yıl için imzalanmakla birlikte, imzacı devletler
tarafından feshedilmemiş olduğundan yürürlüktedir.174 Sözleşmenin süresi hak-
kında Türk tarafı 15 yıl, İngiltere ise 50 yıllık bir devre öngörmüştür, Türkiye, bu
görüşü ileri sürerken uluslararası hayatın değişen şartlarına uygun bir hale getir-
mek endişesi ile hareket ettiğini belirtiyordu. Sonuçta 18. yıldan itibaren iki yıl
evvel verilecek peşin bildiri ile fesih imkânı da öngörülmek üzere sözleşme 20
yıllık bir süreyle kabul edilmiştir.175
Montrö Sözleşmesi, Türk-İngiliz ve Türk-Sovyet ilişkilerinde bir dönüm nok-
tasıdır. Türk-İngiliz yakınlaşmasının bu konferansın en önemi gelişmesi olduğu
söylenebilir. Bu sözleşmeden sonra iki ülke ilişkileri giderek bozulacaktır. 1936
yılına kadar Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin dostane bir şekilde devam
etmesi yönündeki çabaları Montreux Boğazlar Konferansı ve takip eden yıllarda
Türkiye’nin İngiltere ile işbirliğine gitmesi üzerine aynı şekilde devam ettirileme-
miştir.176
Resmî Yayınlar
Ayın Tarihi, Sayı: 3 (Mart 1934), Ankara, 1934.
Düstur, 2. Tertip, Cilt 13. Düstur, 3. Tertip, Cilt 15.
TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 4, Cilt:3, 20, 21, 24. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 5,
Cilt:10. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 6, Cilt:20. Türkiye İş Bankası Yayınla-
rı, Ankara, 1985.
Kitaplar ve Makaleler
AFETİNAN, A., Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, 4. Baskı, Türk Tarih Ku-
rumu Yay., Ankara, 1998.
AKBIYIK, Yaşar v.d.: Türkiye Cumhuriyeti Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi,
2004.
AKŞİN, Aptülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, TTK Basıme-
vi, Ankara, 1991.
ALACAKAPTAN, Aydın Güngör, “Türk-Sovyet İlişkileri (1921-1945)”, Çağdaş Türk
Diplomasisi iki Yüz Yıllık Süreç, TTK Yayınları, Ankara, 1999, s.286-291.
ALTAY, Sadet vd., “Türkiye’den Balkanlara Uzanan Dost Eli: Balkan Antantı”, 5.
Balkan Tıp Tarihi ve Etiği Kongresi (11-15 Ekim 2011), İstanbul, 2011,
s.703-721.
ARAS, Tevfik Rüştü, Atatürk‘ün Dış Politikası, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2003.
ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, Alkım Yayınevi, 11. Baskı, İstanbul,
(t.y.).
Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, (Editör: M. Derviş Kılınçkaya), Siyasal
Kitabevi, Ankara, 2014.
ATATÜRK, Mustafa Kemal, Nutuk, (Hazırlayan: E. Semih Yalçın), Berikan Yayınevi,
Ankara, 2009.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.1-III, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Yayınları, Ankara, 1997.
465
AYBARS, Ergün, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Yayınları:2, Ankara, 1988.
AYDEMİR, Şevket Süreyya, Tek Adam Mustafa Kemal, Cilt: 3, 26. Baskı, İstanbul,
2011.
BARLAS, Dilek, “Türkiye’nin 1930’lardaki Balkan Politikası”, Çağdaş Türk Diplo-
masisi İkiyüz Yıllık Süreç, Ankara, 1999, s.359-370.
CALOYANNI, M. A., “The Balkan Union, the Balkan Conferences, and the Balkan
Pact”, Transactions of the Grotius Society, Vol.18, (1932), pp.97-108.
ÇELEBİ, Mevlüt, “Atatürk Dönemi ve Sonrasında Türkiye-İtalya İlişkilerini Etkile-
yen Faktörler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı:91, (Bahar 2015),
s.93-130.
DALLOT, Louis, Siyasî Tarih, İstanbul, 1966.
DEAN, Vera Micheles, “The New Balance of Power in Europe”, Annals of the Ame-
rican Academy of Political and Social Science, Vol:175, (September,
1934), pp.175-189.
DUGGAN, Stephen P., “Russia and Peace”, Proceedings of the Academy of Politi-
cal Science, Vol. 16, No. 2 (Jan. 1935), pp.104-111.
ERKİN, Feridun Cemal: Türk-Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Başnur
Matbaası, Ankara, 1968.
ESMER, A. Şükrü, “Türk Diplomasisi (1920-1955)”, Yeni Türkiye, İstanbul, 1959,
s.76-87.
FIRAT, Melek, Türk Dış Politikası 1919-1980, (Ed. Baskın Oran), Cilt 1, İstanbul,
2004.
GALİTZİ, Christine, “The Balkan Federation “, Annals of the Amrican Academy of
Social Science, Vol.168, American Policy in the Pacific (Jul., 1933), pp.178-
182.
GÖNLÜBOL, Mehmet; SAR, Cem Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası (1919-
1938), Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı, Ankara, 1997.
HATİPOĞLU, M. Murat: Yakın Tarihte Türkiye ve Yunanistan 1923-1954, Anka-
ra, 1997.
HODZA, Milan, “The Future of Central Europe”, International Affairs, Vol. 14, No.
4 (Jul.-Aug. 1935), pp.514-530.
KOÇAK, Cemil, Türk-Alman İlişkileri (1923-1939), Ankara, 1991.
Kurat, Yuluğ Tekin, “Elli Yıllık Cumhuriyetin Dış Politikası (1923-1973)”, Belleten,
Sayı:154, (1975).
MARZARİ, Frank, “Western-Soviet Rivalry in Turkey, 1939:II”, Middle Eastern
Studies, Vol. 7, No. 2 (May. 1971), pp.201-220.
466
MELEK, Abdurrahman, Hatay Nasıl Kurtuldu, TTK Basımevi, Ankara, 1986.
MILLMAN, Brock, “Turkish Foreign and Strategic Policy 1934-42”, Middle Eastern
Studies, Vol. 31, No. 3 (Jul. 1995), pp.483-508.
ÖKSÜZ, Hikmet, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Atatürk Dönemindeki Bal-
kan Politikası (1923-1938), İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkı-
lap Tarihi Enstitüsü, (Doktora Tezi), İstanbul, 1996.
ÖZGÜLDÜR, Yavuz, 1923-1945 Dönemi Türk-Alman İlişkileri, Ankara Üniversi-
tesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Doktora Tezi), Ankara, 1991.
SANDER, Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, (Derleyen: Melek Fırat), İmge Kitabevi,
Ankara, 2013.
SANDER, Oral, Siyasî Tarih 1919-1990, 2. Baskı, Ankara, 1991.
SANDER, Oral, Siyasî Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi, Kıralı Matbaası, Ankara,
1998.
SARAY, Mehmet, Atatürk’ün Sovyet Politikası, İstanbul, 1990.
SARINAY, Yusuf, “Atatürk’ün Hatay Politikası I (1936-1939)”, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, Cilt: XII, Sayı:34, (Mart 1996), s.3-65.
SARINAY, Yusuf, “Atatürk’ün Hatay Politikası-II (1938-1939)” Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, C:XII, Sayı:35 (Temmuz 1996), s.407-454.
SARINAY, Yusuf, “Atatürk’ten Günümüze Türk Dış Politikası Hakkında Genel Bir
Değerlendirme”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XVI, Sayı:48,
(Kasım 2000), s.857-886.
SOYSAL, İsmail, “Hatay Sorunu ve Türk-Fransız Siyasal İlişkileri (1936-1939)”,
Belleten, C. XLIX, Sayı:193, (Nisan 1985), s.567-568.
SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları 1920-1945, Cilt: I, Ankara,
2000.
SÖKMEN, Tayfur, Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar, TTK. Basımevi,
Ankara, 1978.
ŞENER, Bülent: “Atatürk’ün Dış Politika Anlayışında Gerçekçilik ve Pragmatizm
Olguları, Millî Mücadele Dönemi Türkiye-Sovyetler Birliği, İlişkileri Örneği”,
Askerî Tarih Araştırmaları Dergisi, 2007, Cilt:5/9, 175-185.
ŞİMŞİR, N. Bilal, “Atatürk’ün Yabancı Devlet Adamlarıyla Görüşmeleri”, Belleten,
C. XLV/1, Sayı:177, (Ocak 1981), s.157-209.
TOSUN, Ramazan: Türk-Yunan İlişkileri ve Nüfus Mübadelesi, Berikan Yayınla-
rı, Ankara, 2002.
TURAN, Refik v.d., Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Okutman Yayıncılık, Anka-
ra, 2011.
467
TÜRKMEN, İsmet, “Atatürk ve Türkiye’nin Balkan Antantı Üyeliği”, XIV Yüzyıldan
Günümüze Balkanlar ve Balkan Tarihi (On Dördüncü Askerî Tarih
Kongresi Bildirileri-II), (03-07 Aralık 2012), Genelkurmay Basımevi, An-
kara, 2014, s.715-743.
ÜNAL, Tahsin, Türk Siyasî Tarihi 1700-1958, 4. Baskı, Ankara, 1977.
YALÇIN, Durmuş v.d., Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, Atatürk Araştırma Merkezi,
Ankara, 2005.
YALÇIN, E. Semih, Atatürk’ün Millî Dış Siyaseti, Berikan Yayınevi, Ankara, 2009.
YILDIRIM, Seyfi-Sofuoğlu, Adnan: Siyasî Faaliyetleriyle Osmanlı’dan Cumhuri-
yet’e İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi, Köksav Yayınları, Ankara,
2010.
YILMAZ, Durmuş, Musul Meselesi Tarihi, Çizgi Kitabevi, Konya, 2003.
YILMAZ, Mustafa, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1919-1938)”, Türkler,
Cilt:16, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s.1044-1078.
YÜCEER, Saime, Millî Mücadele Yılarında Ankara-Moskova İlişkileri, Sentez
Yayıncılık, İstanbul, 2016.
468
İSMET İNÖNÜ DÖNEMİ
TÜRK DIŞ POLİTİKASI
(1939-1950)
469
1.II. DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA TÜRK DIŞ POLİTİKASINI ETKİLEYEN
KOŞULLAR
Mustafa Kemal Atatürk döneminde Türkiye, dış politikası vasıtası ile kendi
varlığını ve bu varlığın dayanağı olan Türk kimliğini meşrulaştırma gayreti içeri-
sinde olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk, milli kimlik ve milli devlet ilişkisini milli
dış siyasetin kaynağı yapmayı hedeflemiştir1. 1923 yılında Cumhuriyet’in kuruluşu
itibarı ile Türk dış politikası iki ana eksen etrafında dönmekteydi:
1-Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bağımsızlığının korunması ve Lozan Ant-
laşması ile oluşan statükonun devam ettirilmesi ile Sovyetlerin ideolojik ve bölgesel
yayılması karşısında güvenliğin sağlanması,
2- Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik, milli ve üniter rejiminin korunması2.
Tarih, Türkiye’yi dünyanın en stratejik ve en çok göz dikilen coğrafyasına
yerleştirerek ona son derece cömert davranmış ve bunun sonucunda da Türki-
ye’nin dünya siyasetindeki rolü, nüfusunun veya ekonomik gücünün sağlayabile-
ceğinden çok daha büyük olmuştur. Ne var ki aynı tarih onu Sovyetler Birliğinin
yanı başında ve kuzeydeki bu dev güce karşı koyabilmesine yetecek kaynaklardan
ve güçten yoksun bırakarak da Türkiye’ye son derece zalim davranmıştır. Bu coğ-
rafi durumun bilincinde olarak II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Sovyetler
Birliği ile barış halinin devam ettirilmesi Türk dış politikasının ana başlıklarından
olmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk’ün halefi olarak onun en yakın yardımcılarından İs-
met İnönü, TBMM tarafından 11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanlığına, iki hafta
sonra da CHP tarafından yaşam boyu CHP Genel Başkanlığı’na seçildi3. 1939-1945
döneminde ülke yine tek parti rejimiyle yönetilmiş ve bu yönetimde İsmet İnönü,
Milli Şef payesi ile tek adam olmuştur. İsmet İnönü döneminde Meclis ve hüküme-
tin hukuki varlıkları dışında hiçbir işlevi yoktu ve politika doğrudan İsmet İnö-
nü’nün tekelinde olduğundan Türk dış politikasının tek karar vericisi oydu. Dönem
boyunca başta Numan Menemencioğlu olmak üzere Dış İşleri Bakanları öne çıksa
da İsmet İnönü her bakımdan idareyi elinde tutmuştur4. “II. Dünya Savaşı sırasında
izlediğim dış politikayı kararlaştırırken benimsediğim temel ilke, daha başlangıçta
işlenecek bir hatanın düzeltilmesinin zor olduğunu bilmektir” diyen İsmet İnönü
hemen her gün ve her saat önemli değişiklikler gösteren uluslararası ortamdaki
gelişmeleri ve değişen dengeleri yakından takip etmiş savaş dışında kalmak açı-
sından genellikle bu bilgilere dayalı bir biçimde zaman kazanma, özellikle savaşa
sürüklenme tehlikesi içeren kararların alınmasını çeşitli gerekçelerle erteleme,
1 E.Semih Yalçın, Atatürk’ün Millî Dış Siyaseti, Berikan Yay., Ankara 2010, s. 419.
2 Kemal H. Karpat, Türk Dış Politikası Tarihi, Timaş Yay., İstanbul 2012, s.161,249.
3 Stanford J. Shaw, Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye,(Çev: Mehmet
Harmancı), C.II, E Yay, İstanbul 1983, s. 468.
4 Ali Balcı, Türkiye Dış Politikası, Etkileşim Yay., İstanbul 2015, s.58.
470
bunun da mümkün olmadığı durumlarda en kabul edilebilir ödünleri verme tü-
ründen taktikler izlemiştir5.
İfade ettiğimiz gibi stratejik bir coğrafyaya yerleşmiş olan Türkiye’nin dış
politikası çok yönlü tehditlerle uğraşmayı gerektirir, çok farklı bağlantılara girme-
ye zorlayıcıdır ve çok değişik çıkarları ilgilendirir6. İkinci Dünya Savaşı sırasında
tarafsızlık herhangi bir grubun veya bloğun yanında savaşa girmemek anlamına
gelirken savaşa girmemek için savaşan ülkelerle ittifaka girerek onları birbirlerine
karşı dengelemeye çalışmak aktif tarafsızlık olarak tanımlanmaktadır7. Bu açıdan
bakıldığında Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmadı; aktif tarafsızlık
ilkesine bağlı olarak “savaş dışı” kaldı. Türkiye’nin amaçları, dönemin başından
sonuna kadar, savaşın gidişatına göre değişiklikler gösterdi8. Savaş dışı kalma poli-
tikasının başlıca iki temel öğesi söz konusu idi. Bir kanattan gelebilecek aşırı bir
baskı neticesinde diğer tarafa kayabilecekmiş gibi görüntü veren esnek, bağımsız
bir siyasî duruş ve de kendisine herhangi bir saldırı gelmesi halinde kesinlikle
karşılık vererek savaşacağını gösteren kararlı bir tutum9. Kısaca hem müttefiklerle
ittifak halinde kalmalıydık hem mihver ile dost. Büyük emperyalist devletlerin
dünyayı bölüşmek için yaptıkları savaşlarda, sanayi itibarı ile küçük devletler,
büyük devletler için dengede kullanmak için kullandıkları ağırlıklardır. Büyük
devletler politik bloklar arasında tampon bölge olarak bırakılan küçük devletleri
kendi taraflarına çekerek dengede üstünlük kurmaya çalışırlar. Küçük devletler de
coğrafi durumları, ekonomik ilişkileri, politik güvenlikleri bakımından bu gruplar-
dan birine katılırlar. Bloklardan birinin zaferi ile galip, yenilgisi ile mağlup olur-
lar10.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde “Büyük Devlet”, sonrasında da “Süper Güç”
olarak adlandırılan devlet kategorisinin tanımı göreli olarak kolaydır: Sahip oldu-
ğu güç unsurları sayesinde (nüfus, ülke yüzölçümü, ekonomi, kaynaklar, askeri
güç, vb.) bölgesel ve evrensel dengeleri ciddi biçimde etkileyen devlet. Küçük dev-
let ise gerek bölgesel gerekse evrensel politika tarafından ciddi biçimde etkilenen
ve politikaları ve uluslararası sistemi etkileme şansı pek bulunmayan devlet olarak
tanımlanabilir. Bununla birlikte bu ikisi arasında kalan üçüncü bir devlet türü da-
ha belirlemek mümkündür. Uluslararası sisteme etkileri kısıtlı, bölgesel politikayı
özellikle küçük komşularını etkileyebilen, büyük devletlerden gelen zorlamalara
5 Faruk Sönmezoğlu, İki Savaş Sırası ve Arasında Türk Dış Politikası 1914-1945, Der Yay.,
İstanbul 2015, s.400.
6 Baskın Oran, “TDP’nin Temel İlkeleri”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne
Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, İletişim Yay., İstanbul 2009, s. 28-29.
7 Balcı, Türkiye Dış Politikası, s.55.
8 Baskın Oran, “Dönemin Bilançosu”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgu-
lar, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, İletişim Yay., İstanbul 202, s. 393.
9 Sönmezoğlu, a.e., s.406.
10 Sabiha Sertel, II. Dünya Savaşı Tarihi, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2010, s.228.
471
bir miktar dayanabilen, onlarla zaman zaman pazarlığa girişebilen ve hatta o gün-
kü konjonktürü iyi değerlendirerek onların kimi davranışlarını belli bir oranda
etkileyebilen devletler yani “orta büyüklükte devlet”.
Bu açıdan kabaca “Bölgesel Güç” olarak da adlandırılabilecek olan orta bü-
yüklükteki devlet, bu etki durumunu hiçbir zaman büyük devletlere fazla direne-
cek ve özellikle de onlarla savaşa girebilecek boyuta ulaştıramaz. Büyük devlet
tehdidi altında kaldığı zaman da çözümü dışarıda arar. Böyle bir durumda orta
büyüklükte devlet için iki temel seçenek vardır: Büyük devletler arasındaki güç
dengesine oynamak ya da bir ittifakın kanadına sığınmak.
Orta büyüklükte devlet için bu seçim hem kolay değildir hem de tamamen
kendisine bırakılmamıştır. Kolay değildir, çünkü güç dengeleri durmadan değişebi-
lir; ittifak durumunda olsa dahi müttefiki büyük devlet orta büyüklükteki devleti
uydusu durumuna indirgeyebilir. Kendisine bırakılmamıştır, çünkü bu seçim o
andaki uluslararası sistemin doğasına ve orta büyüklükteki devletin o sistem için-
deki pozisyonuna bağlıdır. Çok katı bir iki kutuplu sistemde bir orta büyüklükteki
devletin, hele jeostratejik pozisyonu bu kutup liderlerini çok yakından ilgilendiri-
yorsa, taraflardan birini seçmeye zorlanması ciddi bir olasılıktır11.
İkinci Dünya Savaşı, “stratejik” olmanın bir orta büyüklükte devletin başına
açabileceği belaları en somut biçimde gösteren bir dönemdir. Yine de Türkiye,
olağanüstü bir ortamda ortaya çıkan dengeleri ve çelişkileri ustaca kullanarak ve
“ulusal çıkar” kavramını en çıplak biçimde uygulayarak ayakta kalabilmesinin en
mümtaz örneği olmuştur. Dört yanı ateşle çevrilen Türkiye bu dönemde çeşitli
ülkelerle ilişkiler yürütmedi; deyim yerindeyse II. Dünya Savaşı ile ilişkiler yürüt-
tü. Gerek iç gerekse dış politikasını savaşın gidişatına göre, günü gününe ayarladı
ve kurtulmayı başardı12. Türkiye’nin bütün diplomatik olanakları tek bir hedefe
odaklaması kayda değerdir. Hedef savaşın dışında kalmaktır bu da bir devleti di-
ğerine karşı koz olarak kullanarak önce vakit kazanmak demektir13.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk dış politikasının hedefi, savaşa katılma-
dan Türkiye’nin toprak bütünlüğünü korumak oldu. Türk politikasının yönünü
çizenler, yabancı askerleri Türk sınırlarından uzak tutarken, Türk askerlerini de
yabancı sınırlardan uzakta tutmaya yönelmiş bir tarafsızlık siyaseti izlediler. Türk
önderleri, ne bir karış toprak vermeyi, ne de bir karış daha toprak edinmeyi düşü-
nüyordu. Türkiye’yi savaşa sürükleyecek serüvenci bir politika izlememiş Türki-
ye’nin güvenliğini sağlamayı uygun bulmuşlardır14.
15 Fahir Armaoğlu, “İkinci Dünya Harbinde Türkiye”, AÜSBFD, c.13, S.2, Ankara, 1958, s.139.
16 Önder, a.e., s.40.
473
bildirmeksizin, onun kara ya da denizden doğrudan komşusu olan devlet-
lerle siyasî anlaşmalar yapmayı amaçlayan görüşmelere girişmeme ve bu
gibi anlaşmaları ancak söz konusu tarafın mutabık kalması”yla yapma ta-
ahhüdü;
6. 5 Aralık 1932’de İran’la imzalanan Dostluk Antlaşması ile Güvenlik, Ta-
rafsızlık ve Ekonomik işbirliği Antlaşması çerçevesinde saldırmazlık ve
tarafsızlık taahhüdü;
7. 9 Şubat 1934 tarihli Balkan Paktı çerçevesinde, Pakt üyelerinin bir Bal-
kan devletinin veya bir Balkan devletiyle başka bir devletin saldırısına
uğraması halinde müdahalede bulunma taahhüdü;
8. 8 Temmuz 1937 tarihli Sadabat Paktı ile içişlerine karışmama, sınırların
dokunulmazlığına saygı ve saldırmazlık taahhüdü;
9. 12 Mayıs 1939’da İngiltere ve 23 Haziran 1939’da Fransa’yla imzalanan
bildirgeler çerçevesinde, Akdeniz’de bir savaş çıkarsa yardımlaşma taah-
hüdü ve bu maksatla bir antlaşma yapma konusundaki niyet beyanı17.
Savaş boyunca Türk liderleri Türkiye’nin kapasitesi ve olanaklarının ülke
bütünlüğünü korumaya yetmeyeceğinin bilincindeydiler. Bu nedenle, çatışan farklı
taraflarla işbirliğini sürdürerek onları ülke sınırlarından uzak tutmaya çalıştılar.
Türk devlet adamlarının Türkiye’nin durumunu gerçekçi bir yaklaşımla anlamaları
faşist Mihver, demokratik İngiltere ve komünist Sovyetler arasında ustalıkla ma-
nevra yapmalarını sağlamıştır. Ülkeyi kutuplaştıracak muhalefet, devrim, darbe
endişesi yoktu. Bu nedenle hükümet esasa ilişkin bir kez aldığı kararları, bir devle-
ti diğerine karşı koz olarak kullanmak suretiyle duraksamadan uygulamayı sürdü-
rebilmiştir18. Türkler, uzun vadede güvenlik sağlayabileceğine inandıkları Batılı
müttefiklerine ülkenin egemenliğinden ödün vermeden mümkün olduğunca yakın
durdular, ama bunu da savaş boyunca Sovyetleri karşılarına almadan yapmaya
çalıştılar. Türkiye’nin kuzeydeki büyük komşusundan duyduğu endişe, savaşın her
döneminde Demokles’in kılıcı gibi Türk liderlerin tepesinde asılı kaldı. Bu nedenle
savaş süresince Türk dış politikasının temel hedefi Sovyet karşıtı gözükmeden
Türkiye’nin güvenliğini sağlayacak Müttefik garantilerini sağlamak oldu. Öte yan-
dan Türkiye, İngiltere ve Fransa’yla ittifakı dolayısıyla sürekli Müttefik yanlısı bir
politika izlediyse de, aynı zamanda Almanya’yla da ilişkilerini mümkün olduğunca
dengede tutmaya çalıştı ve bu çerçevede Kasım 1940-Haziran 1941 dönemi hariç
Almanya’dan kendisine yönelik ciddi bir tehdit hissetmedi. Haziran 1941’den son-
ra duyulan tedirginlik ise, olası bir Alman işgalinden çok, “işgalden Sovyetler tara-
fından kurtarılma” ihtimalinden kaynaklanmaktaydı. Nitekim başarılı bir dış poli-
tika uygulamasıyla savaş dışında kalmayı başarmış olan Türkiye’yi savaşın hemen
17 Mustafa Aydın, “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye 1939-1945”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş
Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, İletişim Yay., İstanbul, 2009, s.400.
18 Önder, a.e, s.110.
474
ardından bekleyen tehlike savaş boyunca kaçınmaya çalıştığı şey olacaktır: Ortaya
çıkan uluslararası konjonktürde güçlenen ve yayılmayı hedefleyen Kuzey komşu-
suyla baş başa kalmak. Bu korku ise Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası dö-
nemdeki iç ve dış politikalarının en önemli belirleyicilerinden biri olacak, Sovyet
tavırlarından endişeye kapılan Türkiye kuzey komşusundan algıladığı tehdidi Batı-
lı güçlerin, özellikle ABD’nin, desteğini elde ederek karşılama yoluna gidecektir19.
II. Dünya Savaşı’na kadar Türk Dış Politikası’nda en yakın münasebetler ku-
rulan devlet Sovyetler Birliği olmuştur. 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması ile baş-
layan bu yakınlaşma 17 Aralık 1925 tarihli Dostluk ve Saldırmazlık Paktı ile daha
da geliştirilmiş ve bazı dalgalanmalar ile beraber 1939’a kadar Türk dış politikası-
nın en önemli unsuru olarak kalmıştır21. 1930’lu yılların sonuna doğru Avrupa
Devletleri’nin gruplaştığı bir savaş öncesi ortam Türk devlet adamlarını bölgesel
paktlarda yaklaşık olarak eşit güçteki devletlerarasında güvenlik önlemleri ara-
maya itmiş, “ast” ve “üst” ilişkisine dönüşebilecek bağlantılardan uzak durulmuş-
tur22 . Türkiye gittikçe hızlanan bir tempoda Batılı devletlere yaklaşmış, Batı ile
ilişkilerin düzelmesine ters orantılı olarak da Türk-Sovyet ilişkileri bozulmaya
başlamıştı23. Bu tercihi yaparken belirleyici unsur İtalya ve onun lideri Benito
Mussolini olmuştur. İtalya’nın Akdeniz hâkimiyeti iddiaları ve bunun Türk toprak-
larını da içine alması Türkiye ile İtalya arasında dostane ilişkilerin gelişmesini
engellemiş ve bu güvensizlik durumu Türkiye’nin dış politikasına istikamet veren
bir faktörlerden birisi olmuştur.
36 Ömer Erden, Fransa-Suriye Kıskacında Hatay, Gece Yay., Ankara 2015, s.181.
37
“Sovyetler Birliğinin zikzaklı politikasını anlamak kolaydır: Sovyetler Birliği, devletler arasında
bir ahlak siyaseti değil, bir rejim ve doktrin mücadelesi yürüten bir ülkeydi. Bu mücadelede onun
karşısında şu veya bu komşu, dost veya düşman yoktu. Tümü ile bir dünya kapitalizmi cephesi
vardı ve bu cepheyle münasebetlerinde şekli ne olursa olsun ancak fırsatlar ve menfaatler değer-
lendirilmeliydi. O devletlerarası bir siyasetler sisteminin değil, rejimler arası bir mücadelenin da-
imi savaşı içinde sayıyordu kendini. Her anı ve olayı ancak bu açıdan değerlendiriyordu. Dostluk-
lar da düşmanlıklar da…” Bkz. (Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, C.II, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 2011, s. 147-148).
479
sundaki talepleri Sovyet niyetlerinden şüphe duyulmasına neden olmuştu. Bu
şüphe savaşın sonuna kadar devam edecektir38.
Haddizatında, 24 Ağustos’ta Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı’nın imzalan-
ması ile Sovyetler’in İngiltere ve Fransa ile Almanya aleyhine bir antlaşma yapma-
sı imkânsız hale geliyordu. Türkiye’nin sürükleneceği bir savaşta muhtemel düş-
manları İtalya ve Almanya olacağından Sovyetlerin Almanya aleyhine bir antlaşma
yapması beklenemezdi39. Sovyetler Birliği ile antlaşma yapılamaması karşısında
Saraçoğlu yoldayken Türkiye 19 Ekim 1939’da Ankara’da İngiltere ve Fransa ile
ittifak antlaşması imzaladı Ankara İttifakına göre:
1- Türkiye bir Avrupa Devleti tarafından saldırıya uğraması durumunda İn-
giltere ve Fransa Türkiye’ye tüm olanakları ile yardım edecektir.
2- İngiltere ve Fransa bir Avrupa devleti tarafından Akdeniz’de savaşa yol
açan bir saldırıya uğrarsa bu kez Türkiye tüm olanakları ile İngiltere ve
Fransa’ya yardım edecektir. Fransa ve İngiltere Yunanistan ve Roman-
ya’ya verdikleri garanti nedeniyle savaşa girdikleri takdirde Türkiye tüm
olanakları ile yardım edecektir.
3- İngiltere ve Fransa antlaşma hükümleri dışında bir Avrupa devletinin
saldırısına uğrarsa Türkiye tarafsız kalacaktır.
4- Anlaşmaya ek 2. Protokole göre bu antlaşma hükümleri ile kabul edilen
yükümlülükler Türkiye’yi Sovyetler Birliği ile bir çatışma ve anlaşmazlığa
asla sürüklemeyecektir.
Türkiye bu antlaşma ile batı askeri ittifakı içinde bazı yükümlülükler altına
girmiş bir ülke konumuna girmiştir40. İttifakın imzalanmasından bir gün sonra
ittifaka ek olarak iktisadi ve mali anlaşmalar da imzalandı. Bu anlaşmalara göre
İngiltere ve Fransa savaş Türkiye’ye askeri malzeme ihtiyacını karşılamak üzere
20 yıl vadeli ve %4 faizli 25 milyon sterlinlik kredi açmayı kabul etmişlerdir41.
Türk-İngiliz ilişkilerindeki gelişme iktisadi alanda da kendisini hissettirmekteydi.
1940 yılı sonuna kadar Türkiye’nin İngiltere’den ithalatı %6,25 ten %14,02’ye
çıkarken Almanya’dan ithalat ise %50,86’dan %11,73’e inmiştir. İngiltere’ye ihra-
cat %5,73’ten %10,36’ya çıkarken Almanya’ya ihracat %37,29’dan %8,69’a geri-
lemiştir. Dış ticaretteki bu esneklik Türkiye’ye Almanya’nın ekonomik baskısından
kurtulma imkanı vermiştir42.
Türk-İngiliz-Fransız Antlaşmasındaki “Sovyet çekincesi”ne rağmen Sovyet-
lerin antlaşmaya tepkileri oldukça sert olmuş Sovyetler Birliği Türkiye’ye petrol
38 Esmer, Sander, “1939-1945 Dönemi”, s.143. ; Armaoğlu, “İkinci Dünya Harbinde Türkiye”,s.
146-148. ; Aydın, “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye, 1939-1945”,s.419-422.
39 Kâmuran Gürün, Türk Sovyet İlişkileri, TTK, Ankara, 1991, s. 191.
40 Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, s.94.
41 Esmer, Sander, “1939-1945 Dönemi”, s.143.
42 Önder, a.e.,s.50.
480
teslimatını durdurmuştur. Molotov da 30 Ekim 1939’da Türkiye’nin tarafsızlığın-
dan vazgeçtiği ve savaşan taraflar safında yer aldığı tespitinde bulunarak Saraçoğ-
lu ile Moskova’da yaptığı görüşmelerde sınır tashihi ve Montreux Antlaşmasında
değişiklik gibi konuları gündeme getirdiği iddialarını reddetmiştir43.
10 Haziran 1940’ta İtalya’nın da Almanya yanında savaşa girişi ile birlikte
Fransa ve İngiltere 19 Ekim 1939 tarihli Türk-İngiliz-Fransız antlaşması gereğince
Türkiye’nin savaşa girmesini veya hiç değilse İtalya ile olan münasebetlerini kes-
mesini, Fransa ve İngiltere’ye askeri kolaylıklar sağlayarak boğazları müttefikler
lehine kapatmasını istedi. Türkiye 1925 Dostluk ve Tarafsızlık Paktı gereğince
meseleyi Sovyetler ile paylaştığında Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov Türkiye’yi
açıkça tehdit etti. Türkiye de Sovyetler ile bir çatışmaya sürüklenmek tehlikesin-
den dolayı İngiliz ve Fransız taleplerini geri çevirdi44. 1940 Haziran ayında İtalya
savaşa girene kadar Türkiye’nin tehdit algılaması açısından henüz acil bir durum
söz konusu değildi. Bu duruma yönelik askeri hazırlıklarını sürdürürken diğer
yandan da Balkan Paktı’nın daha da etkinleştirilmesi doğrultusunda çaba sarf edi-
yordu. Türkiye ayrıca savaş ortamını fırsat bilen Bulgaristan’ın girişeceği bir aske-
ri hamleden de endişe ediyordu45. Türkiye Balkanlardan gelecek olan tehdidi ön-
leyebilmek için Balkan Antantını geliştirme çabasına girişti. Türkiye Almanya’ya
karşı Balkanlar’da kuvvetli bir birlik kurmak böylece batısında bir güvenlik alanı
meydana getirmek istiyordu46.
Türkiye, 9 Şubat 1934 tarihli Balkan Antantı’na Bulgaristan’ın da dahil ol-
masına önem vermekteydi. Sovyetler ve Almanya’yı tehdit olarak gören Romanya
da bu fikre sıcak bakmaktaydı. Ancak Bulgaristan’ın Romanya ve Yunanistan’dan
toprak talebinde bulunması uzlaşmayı mümkün kılmamaktaydı. Almanya’yı bal-
kanlarda kendisi için bir tehlike olarak gören Sovyetler de bu oluşuma sıcak bak-
maktaydı. İtalya’nın Arnavutluk’u işgalinden sonra 23 Nisan 1939 tarihinde Anka-
ra’ya gelen Potemkin Sovyetlerin Türkiye’nin balkanlardaki tutumunu olumlu
karşıladığını ve Bulgaristan ile Romanya arasındaki sorunların çözümüne yardım
43 Önder, a.e. s.40. ; Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, s. 83. ; Gotthard Jaeschke, Türkiye Kro-
nolojisi (1938-1945), (çev.) Gülayşe Koçak, ATAM, Ankara, 1990, s.19.
44 Armaoğlu,a.e., s. 150.; Gürün, a.e.,s.226.
45 Sönmezoğlu, a.e., s.424.
46 Esmer, Sander, “1939-1945 Dönemi”,s.145. ; İtalya’nın 1935 yılında Habeşistan’a saldırması ve
Milletler Cemiyetinin İtalya’ya karşı uyguladığı ekonomik zorlama tedbirlerini sonuna kadar götü-
rememesi, Güneydoğu Avrupa’nın hamisi rolündeki Fransa’nın bir saldırgan karşısında ne kadar
zayıf kaldığını göstermekle kalmamış, aynı zamanda Balkan Antantını da etkilemiştir. Çünkü Bal-
kan Antantına bağlı devletlerin İtalya’ya karşı ekonomik ambargoya samimi bir şekilde katılmala-
rı bu devletlerin İtalya ile ticaretlerini sıfıra indirmiş ve bundan yararlanan Almanya güneydoğu
Avrupa ekonomisini ele geçirmiştir. Alman ilerlemesi karşısında Antant devletlerinin dağılmaları
ve bazılarının da Almanya ile birleşmelerinin temel nedenlerinden biri de budur. Balkan ülkele-
rinde kurulan dikta rejimleri Almanların Balkanlara sızmasını kolaylaştırmıştır. Bkz. Oral Sander,
Balkan Gelişmeleri ve Türkiye (1945-1965), Sevinç Matbaası, Ankara 1969, s.12-13.
481
etmeye hazır olduğunu ifade etmiştir. Konu Türk Dış İşleri Bakanı Şükrü Saraçoğ-
lu’nun Moskova ziyareti esnasında da görüşülse de 22 Ağustos 1939 tarihinde
Alman-Sovyet Antlaşmasının imzalanması ile sonuçsuz kalmıştır.
Sovyet Büyükelçisi Terentiev’in Sovyetler’in Romanya’ya karşı belli askeri
önlemler alması halinde Türkiye’nin nasıl davranacağını sorması üzerine Bulgaris-
tan’ın Balkan Antantına dahil olması Türkiye için daha önemli hale gelir. Zira Türk
hükümeti Romanya’nın boğazlar üzerindeki ilk hedef olduğunun bilincindedir.
Türk Dış İşleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’nun Bulgar Kralı Boris ile yaptığı görüşme-
ler bir sonuç vermez ancak 13 Ocak 1940 ‘ta Türk-Bulgar Bildirisi yayımlanarak
iki ülkenin Balkanlarda barıştan yana oldukları, karşılıklı olarak tarafsızlığa saygı
gösterecekleri ifade edilir. Diğer taraftan Bulgar Başbakanı Kiosseivanov’un Alman
elçisine Bulgaristan’ın toprak talebinden vazgeçmediği, bildirinin tek amacının
Türkiye’yi müttefiklerden uzaklaştırmak olduğunu söylemesi de dikkat çekicidir.
Bulgaristan toprak taleplerini Almanya ile birlikte olduğu zaman gerçekleştirebi-
leceğini bildiğinden tutumunu Alman politikalarına göre ayarlamaktaydı. Bu yüz-
den Bulgaristan antanta girmeyi reddetmiştir. Romanya, Macaristan ve Bulgaris-
tan arasındaki toprak sorunları Almanya ve İtalya’nın girişimleri ile çözülmüştür.
Romanya Transilvanya’nın kuzeyini Macaristan’a Güney Dobrucayı da Bulgaris-
tan’a terk ederek, buna karşılık kalan toprakları için sınır garantisi alarak 23 Ka-
sım 1940’ta Mihver’e katılmıştır. Türkiye, 28 Haziran 1940 tarihinde Bulgaris-
tan’ın Güney Dobrucaya girmesi durumunda Türkiye’nin Balkan Antantından do-
ğan yükümlülüklerini yerine getirerek Bulgaristan’a savaş açacağını söylemesine
rağmen Doburca meselesinin taraflar arasında barışçı yollardan çözüldüğünü bu
yüzden de yükümlülüklerini yerine getirmeye gerek kalmadığını ifade etmiştir47.
İngiltere ve Fransa da balkan bloğu oluşturabilmenin peşindeydi. Bulgaris-
tan dışında Balkanlardaki ülkelerin Almanya ve İtalya’dan çekindikleri bir gerçek-
ti. Toplam kuvvetleri 110 tümene varan Türkiye48, Romanya, Yugoslavya ve Yuna-
nistan’ı Almanya’ya karşı savaşa çekmek Fransa açısından hayati öneme sahipti.
Almanya’nın Polonya’dan sonra Fransa’ya yönelmek yerine Balkanlara ilerlemesi
halinde Fransa hazırlık yapmak için gerekli zamanı bulacak hem de Alman ordula-
rı yıpranmış olacaktı. Almanya Balkan devletlerini ve Türkiye’yi mağlup edip top-
raklarını işgal etse bile bu Fransa’yı çok da alakadar etmeyecekti. Fransızlar sava-
şın başlaması ile birlikte savaş stratejilerine Türkiye’nin bilgisi ve onayı olmadan
daima Türkiye’yi de dahil etmişlerdir49. Örneğin Fransız Başbakanı Edouard Dala-
47
Önder, a.e., 57,59,89.
48 Savaşın başında Türk Ordusunda silah altında bulunan asker sayısı 510 bindi. Daha sonra 210 bin
yedeğinde askere alınması ile sayı bir milyona yaklaştı. Ordunun komuta kademesi büyük ölçüde
I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında ilaveten de Kurtuluş Savaşı’nda cephe tecrübesi olan gene-
rallerden oluşmaktaydı. Türk Hava Kuvvetlerinde 600 uçak, deniz kuvvetlerinde ise dört destro-
yer, dokuz denizaltı ve Yavuz Kruvazörü bulunmaktaydı. Bkz. Sönmezoğlu, a.e., s.412.
49 Kâmuran Gürün, Savaşan Dünya ve Türkiye:3 Savaş 1939-1945, Tekin Yay., İstanbul 2000,
s.103,111.
482
dier Sovyetler’in Bakü’deki petrol sahalarının bombardıman edilmesini istemiştir.
Bu proje 31 Ocak 1939’da İngiliz genelkurmayına da iletilmiş ancak destek bula-
mamıştır. Mart ayında projeden haberdar olan Sovyetler bölgeye asker kaydırma-
ya başlamışlardır. Bombardıman uçaklarının Irak ve İran’daki havaalanlarından
kalkarak Bakü’yü bombalamaları için Türk ve İran hava sahasını kullanmaları
gerekecekti. Türk Hükümeti kendisini çok zor bir duruma sokacak bu teklife haliy-
le sıcak bakmadı. Ancak Almanya’nın Fransa’yı işgalinin ardından Almanlar, Fran-
sız arşivlerinden aldıklarını iddia ettikleri kimi belgelerde Türkiye’nin Bakü Bom-
bardımanına sıcak baktıkları yönünde neşriyat yapınca Türk-Sovyet ilişkilerinde
gerginlik yaşanmıştır50.
Alman ordusu Batı Avrupa’da taarruza geçerek 10 Mayıs 1940’ta Hollanda,
Belçika ve Lüksemburg’a girdi. Fransa’ya saldıran Alman orduları 14 Haziranda
Paris’e girdiler ve 22 Haziran 1940’ta Almanlarla Fransızlar arasında Compiegne
Mütarekesi yapılarak Fransa teslim oldu51.
Türkiye İngiltere’nin arzu ettiği gibi Balkanlarda bir cephe kurulmasını ka-
bul ediyordu. Fakat bunun için öncelikli olarak ABD’nin yardımı sağlanmalıydı. Bu
noktadan hareketle Balkanlarda Sovyet-Alman rekabetinin başladığını sezen Tür-
kiye bölgenin savunulması bakımından bir plan hazırladı. Türkiye’nin Washington
Büyükelçisi Münir Ertegün’ün 9 Ekim 1940 günü ABD dış işlerine sunduğu plana
göre Sovyetler Birliği, İngiltere, Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan arasında bir
blok kurulursa ve ABD de bu bloğa yardım ederse Almanların balkanlara yerleş-
meleri ve Süveyş Kanalına sarkmaları engellenebilirdi. Ancak ABD, Sovyetler Birli-
ğine güvenemediğinden ve Türkiye’yi doğrudan savaşa sokacak bu bloğu çıkarla-
rına uygun bulmadığından plana sıcak bakmadı.
28 Ekim 1940 tarihinde İtalya’nın Yunanistan’a saldırması ve savaşın Akde-
niz’e sıçraması Türkiye’nin savaşa girmesini gerektirmekteydi. Türkiye Bulgaris-
tan Yunanistan’a saldırdığı veya İtalya Selanik’i aldığı takdirde kendisinin de sava-
şa katılacağını İngiltere ve Yunanistan’a bildirdi. Böylece Türkiye Bulgaristan’ı
hareketsizliğe mahkum ederek Yunanistan’a büyük bir yardımda bulunmuş olu-
yor52 ama diğer taraftan taahhüt ettiği üzere fiili bir yardımda bulunmaktan kaçı-
nıyordu.
Adolf Hitler 13 Aralık 1940 tarihinde Berlin’de Bulgar Elçisi Türkiye’den çe-
kindiklerini dile getirdiğinde ona Türkiye’nin kıpırdayamayacağı konusunda şöyle
güvence vermiştir: “Bugün Moskova’ya gitsem ve Stalin ile nihai bir çizgi çekerek
nüfuz bölgelerini paylaşsak Türkler ne yapabilir? O zaman Baltık ülkelerinin başına
gelenler Türkiye’nin de başına gelir. Türkler bir çatışmaya girdikleri takdirde bunun
Boğazlar üzerindeki hâkimiyetlerinin sonu demek olduğunun farkındalar. Türklerin
68 Gürün, Savaşan Dünya ve Türkiye:3 Savaş 1939-1945, Tekin Yay., İstanbul 2000, s.205. ; Arma-
oğlu, “İkinci Dünya Harbinde Türkiye”,s.159.; Glasneck, Türkiye’de Faşist Alman Propaganda-
sı,s.149.
69 Özgüldür, Türk-Alman İlişkileri (1923-1945),s.148.
70 Gürün, Savaşan Dünya ve Türkiye:3…,s.368.
71 Gürün, Türk Sovyet İlişkileri, s.238.
72 Gürün, Savaşan Dünya ve Türkiye:3…, s.367.
487
ihanet olarak yorumlayıp ödünç verme ve kiralama kanunu73 gereğince yaptığı
yardımları kesmiş; İngiltere ise Türkiye’yi yalnız bırakmanın onu Alman saflarına
iteceğini düşündüğünden kendisi için ABD’den aldığı silah yardımından bir kısmı-
nı Türkiye’ye vermeye devam ettirmiştir74.
18 Haziran 1941’de Türk-Alman Saldırmazlık Paktı’nın imzalanmasından
dört gün sonra 22 Haziran 1941 tarihinde Almanya’nın Sovyetler Birliğine saldır-
dığı haberi Türkiye’de derin bir rahatlama yaratmıştır. Almanya ile Sovyetlerin
beraberce Türkiye’ye saldırma tehlikesi de artık ortadan kalkmış ve iki ülkenin de
ilgisi boğazlardan uzaklaşmıştır75.
Alman-Sovyet savaşı başladığında Türkiye tarafsız kalacağını 25 Haziran
1941 günü Sovyet dış işlerine bildirdi. Halihazırda iki ilke arasında daha önce ya-
pılan saldırmazlık anlaşması da bunu öngörmekle birlikte Sovyetler için artık Tür-
kiye’nin tarafsız olması arzu edilen bir politika olmaktan çıkmıştı. Sovyet toprakla-
rı içerisinde Alman harekatı devam ettiği müddetçe Sovyetler Türkiye’nin Alman-
ya’ya karşı savaşa girmesini isteyecek fakat bu taleplerini hiçbir zaman doğrudan
Türkiye’ye yapmayarak araya İngiltere’yi koyacaktır.
Sovyet topraklarına Alman saldırısının başladığı gün İngiliz Başbakanı
Churchill’in radyoda yaptığı konuşmada “Hatıram yıllar arasında dolaşarak Rus
ordularının aynı düşmana karşı müttefikimiz olduğu günlere, o kadar kahramanlıkla
çarpıştıkları ve kendi kusurları olmaksızın bir payını dahi alamadıkları zaferin ka-
zanılmasına yardım ettikleri zamana gidiyor” şeklinde bir beyanda bulunması ve
İngiltere ile Sovyetler arasında imzalanan 12 Temmuz 1941 ve 1 Ağustos 1941
ABD-Sovyet anlaşmaları Türk dış işlerinde kendi üzerlerinden anlaşılabileceği
düşüncesi ile endişe uyandırdı. Türklerin endişelerinin artmasının onları Almanya
tarafına iteceğinden endişelenen Sovyetler Birliği ve İngiltere 10 Ağustos 1941
tarihinde Türk Dış İşlerine şu notayı vermişlerdir: “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği Hükümeti, Montreux sözleşmesine olan sadakatini teyid ile Boğazlar konu-
sunda saldırgan bir niyet veya talebi bulunmadığı hususunda Türk Hükümetini te-
min eder. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Hükümeti ve İngiltere Hükümeti
Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne titizlikle riayet etmeye hazırdır”76.
Türklerin boğazları müttefiklere açmaması Sovyetler açısından hayati tehli-
ke yaratmaktaydı. Sovyetler’in Almanya’ya direnmesi için özellikle ABD’den gele-
cek silah ve mühimmata ihtiyacı olduğundan yardımın ulaştırılabilmesi için Türki-
ye’nin komşusu ve Sadabad Paktı üyesi İran İngiltere ve Sovyetler Birliği tarafın-
73 Japonya’nın İtalya ve Almanya ile 27 Eylül 1940’ta ittifak anlaşması yapması üzerine Amerikan
Kongresi milli savunma menfaatleri açısından Amerika’nın savunmasında hayati olan ülkelere
yardım etmek üzere 11 Mart 1941 tarihinde Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu kabul etti. Bkz.
Fahir Armaoğlu, Belgelerle Türk Amerikan Münasebetleri, TTK, Ankara 1991, s.143.
74 Armaoğlu, “İkinci Dünya Harbinde Türkiye”,s. 159.
75 Önder, a.e., s.156.
76 Gürün, Türk Sovyet İlişkileri, s.239-241.
488
dan 25 Ağustos 1941 de işgal edildi. İran Şahının yardım beklediği Türk Hükümeti
işgali üzüntü ile karşıladığını belirtmekle yetinmiştir77. Türkiye bu işgalin kendisi
açısından tehlikeli bir örnek olabileceğini düşünmekteydi. Türkiye, İngiltere’nin
bağımsız bir ülkenin toprağına Sovyetler Birliği ile birlikte tecavüz etmesini endi-
şeyle karşılamıştı. İran Alman yanlısı bir politika izlediği bahanesi ile işgal edilmiş-
ti ki Türkiye de böyle bir bahaneyle Sovyet işgali ile karşılaşabilirdi. Türk devlet
adamlarına göre İran’ın işgali İngiltere gibi ilkelerle hareket ettiğini ülkelerin ba-
ğımsızlıklarına saygı gösterdiğini söyleyen bir devlet için dahi çıkarların tek önem-
li şey olduğunu gösteriyordu. İngiltere özgürlük uğruna Almanya ile mücadele
ettiğini belirtirken İran’ın sonu ne olacağı belli olmayan şekilde işgaline göz yum-
muştu78.
İngiltere, ABD ve Sovyetler birliği cenahına göre ise bu işgal zorunluluktan
kaynaklanmaktaydı. Türkiye boğazları kapattığından Sovyetlere yardımı aksaya-
rak da olsa yapmak için Hint Denizinden, Basra Körfezinden ve İran üzerinden yol
aranmak zorunda kalmıştı. Bu yol hem çok uzak hem de elverişsizdi. Bu elverişiz
yolu bile açık tutmak ve korumak için İngiltere ve Sovyetler sıkışık durumlarına
rağmen cephelerinden asker çekerek İran’a göndermek zorunda kalmışlardı. ABD
veya İngiltere’den Sovyetlere gönderilecek bir motorlu vasıta veya bir batarya
topun, Afrika’nın güneyinden Ümit Burnunu dolaşarak Hint Denizini geçmesi Bas-
ra Körfezine varması, İran kıyısına ulaştıktan sonra da bütün İran’ı baştanbaşa kat
ederek Hazar Kıyılarına veya Türkistan sınırlarına ulaşması buradan da Sovyet
cephelerine dağıtımı gerekiyordu. Ama ne var ki Türk Hükümeti hem de antlaşma-
lara dayalı taahhütlerinde müttefiklerin yanında savaşa girmeyi kabul etmelerine
rağmen kımıldamıyorlardı. Savaş Akdeniz’e inmekle kalmamış Akdeniz’den ve
Kuzey Afrika’dan Mısır-Süveyş önlerine bile varmıştı79. 2 Eylül 1941’de Amerikalı
Amiral Sterling Türkiye’nin Boğazları İngiltere’ye açmak zorunda olduğunu aksi
takdirde boğazlara hücum ederek zorla açılmasının gerekli olduğunu söylemiştir.
Her ne kadar ABD Büyükelçiliği bu beyanı tamamen kişisel bir görüş olarak nite-
lendirse de amiralin bu kadar önemli ve sorumluluk gerektiren bir beyanatı kendi
başına veremeyeceği açıktı 80.
9 Ekim 1941’de Türkiye’nin Almanya ile 90000 tonluk yeni bir krom ant-
laşması imzalaması ABD’yi biraz daha kızdırmıştır. Türkiye Almanya’dan silah
almaktaydı. Krom da silah imalinde kullanıldığından Almanya Türkiye’ye silah
verirken bunun karşılığı olarak krom alıyordu. Nitekim yapılan anlaşma uyarınca
Almanya Türkiye’ye 100 milyon liralık savaş malzemesi verecekti. İngiltere Türki-
ye üzerindeki Alman baskısını bildiğinden krom anlaşmasını anlayışla karşıladı.
81
Armaoğlu, “İkinci Dünya Harbinde Türkiye”,s. 161-162.
82 “Amerika ile Ödünç verme ve Kiralama Sözleşmesinin imzalanması 23 Şubat 1945 tarihindedir”
Bkz. T.B.M.M. Tutanak Dergisi, Birinci Birleşim, 1.XI.1945 Perşembe, s.4.
83 Deringil, a.e.,s.166.
84 Deringil, a.e.,s.,s.174,168.
85 Nurettin Gülmez-Ersin Demirci, “ Von Papen’in Türkiye Büyükelçiliği”, Çağdaş Türkiye Tarihi
Araştırmaları Dergisi, XIII/27,2013-Güz, s. 243.
86 Kâmuran Gürün, Dış İlişkiler ve Türk Politikası, AUSBF Yay., Ankara, 1983, s.163.
490
işbirliğinin uyandırdığı yoğun güvensizlik nedeniyle, Türk hükümetine göre zorla
savaşa sürüklendiği takdirde Türkiye kendi başının çaresine bakmak zorundadır.
Çünkü böyle bir durumda İngiltere’den yardım bekleyemeyecektir87.
Türk-Sovyet ilişkilerindeki gerginlik ve Sovyetlerin Türkiye üzerindeki
emelleri dolayısı ile Türk kamuoyunda Almanya’ya karşı oluşan sempati Almanlar
açısından ümit vericiydi. Adolf Hitler 29 Nisan 1942’de İtalyan lider Mussolini ile
yaptığı görüşmesinde Sovyetlerden korkan Türkiye’nin yavaş ama emin bir şekilde
kendilerine yaklaştığını belirtmiştir. Hitler’in Türkiye’nin Sovyetlerden çekindiği
hakkındaki mütalaası doğruydu ancak Türkiye’nin savaşa katılmaya hiç niyeti
yoktu. Başbakan Şükrü Saraçoğlu88 27 Ağustos 1942’de Von Papen ile yaptığı gö-
rüşmede bir Türk olarak Sovyetlerin yıkılmasını çok arzu ettiğini, böyle bir fırsatın
bin yılda bir defa ortaya çıkabileceğini ancak bir başbakan olarak Türkiye’nin ta-
rafsızlık politikasını takip etmesinin zaruri olduğuna inandığını ifade etmiştir.
Buna sinirlenen Alman Dış İşleri Bakanı Ribbentrop 1942 Eylülünde Von Papen’e
verdiği talimatla Kırım ve Kafkas Türkleri hakkında Türk Hükümeti ile yaptığı
görüşmeleri durdurmasını bildirmiştir89.
1942 yılı Almanlar için güçlerinin zirvelerinde olduğu bir dönemdi. Alman
orduları zaferden zafere koşmaktaydı. Kuzey Afrika’da Alman General Rommel
Mısır’a doğru ilerlerken Sovyet Ordularını yenen Almanlar Moskova’ya 50 km yak-
laşmış durumdaydılar. Böyle bir ortamda Türkiye üzerindeki Alman baskısı da
elbette ki çok fazla idi. Almanya’nın Türkiye üzerindeki baskısı bir sonuca ulaş-
mamakla birlikte 1942 sonlarından itibaren Almanların yenilmeye başlaması ile
birlikte Türkiye üzerinde İngiltere, ABD ve Sovyetlerin baskısı artmaya başladı.
Von Papen’in ifadesi ile “Almanya’nın her yenilgisi Türkiye üzerindeki müttefik bas-
kısının ağırlaşmasına sebep oluyordu” 90.
Almanya, Sovyet cephesinde nihai bir zafer kazanarak Türkiye’yi yanına
çekmenin imkansız olduğunu görerek Türkiye’nin müttefikler karşısında daha
bağımsız bir tavır takınabilmesi için askeri gücünün arttırılması gerektiğini dü-
şünmüş ve 2 Haziran 1942 tarihinde Türkiye ile Almanya arasında krom satışı
konusunda düzenleme yapılmıştır. Almanya’nın Türkiye’ye kendisinden silah
alımında kullanılmak üzere 100 milyon reichmark’lık bir kredi açması sağlan-
mıştır91.
92
Önder, a.e.,s.217.
93 T.B.M.M. Tutanak Dergisi, Birinci Birleşim, 1.XI.1945 Perşembe, s.5.
94 Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi 1789 – 1980, İmaj Yayıncılık, Ankara,
1998, s. 216.
95 Gürün, Dış İlişkiler ve Türk Politikası, s.163.
96 Armaoğlu, “İkinci Dünya Harbinde Türkiye”,s. 166.
97 Aydın, “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye, 1939-1945”, s. 450-451.
98 Gürün, Savaşan Dünya ve Türkiye:3…, s.398.
492
Churchill “ Türkiye’yi önümüzdeki baharda savaşa sokmak için en yüksek seviyede
devamlı bir çaba sarf edilmelidir” 99 düşüncesinde ısrar etmekteydi. Churchill bu
düşüncelerini 24 Kasım 1942’de Stalin’e de bildirmiş ve Stalin de cevaben “ Türki-
ye’yi 1943 baharında yanımızda savaşa sokmak için mümkün olan her şey yapılma-
lıdır100” demiştir. Bu yıl içerisinde Türkiye’nin savaşa girişi hakkında başka bir
müzakere yapılmayıp Casablanca Konferansına kadar durum sabit kalmıştır101.
1942’den itibaren İngiltere Türkiye’ye bir tür şantaj uygulamaya başlamıştır. İngil-
tere’ye göre Türkiye savaştan sonra belirecek Sovyet tehlikesine karşı ancak müt-
tefik davasına somut katkılarda bulunarak Batı’nın desteğine mazhar olabilirdi.
Türkiye’yi Sovyetler ile tehdit etme İngiltere’nin umduğundan farklı sonuçlar do-
ğurarak Türk devlet adamlarının kendilerinden başka kimseye güvenmeme eğili-
mini güçlendirmiştir102.
Savaş içerisinde ve özellikle de 1942 yılında Türk Dış Politikasının en büyük
başarılarından biri savaşan her iki taraftan da silah temin etmiş oluşudur. Türkiye
Almanya’nın saldırısına uğramaktan kendisini kurtarmakla kalmamış, Almanları
ve İngilizleri çıkarları için Türkiye’ye silah vermek zorunda oldukları noktasında
ikna etmiştir. Türkiye ne kadar güçlü olursa zorlamalara direnme ihtimali de o
ölçüde artacaktı. 1942 yazında Türkiye’ye Almanya tarafından 100 milyon reich-
mark’lık bir kredi açıldı103. Türkiye’nin 1 Haziran 1942’de imzaladığı yeni bir tica-
ret anlaşması ile silah karşılığında olmak üzere Almanya’ya 45 bin ton krom ver-
meği taahhüt etmesi müttefiklerde özellikle de Amerika’da tekrar bir kötü etki
yarattı. Bir taraftan mihver devletleri diğer tarafta ise müttefikler kendi yazışma-
larında Türk dış politikasını “ikiyüzlü”, “kurnaz” veya “ahlakdışı” buluyorlardı.
İngilizler Türkiye’nin “sigara içmesi yasaklanmış ama gene de her fırsatta içip du-
manını bacadan yukarıya üfleyen küçük bir çocuğa benzediğini” söylüyorlardı.
Türkiye’yi yalnızca kendi stratejik amaçları doğrultusunda kullanılacak bir
araç konumunda gören bir göz tarafından Türkiye’nin politikası tutarsız olarak
değerlendirilebilirdi. Türkiye’nin savaşın dışında tutulmasını birincil derecede
önemli gören ve tüm verilmiş sözleri, ittifakları, anlaşmaları bu çerçevede değer-
lendiren Türk bakış açısına göre ise hiçbir tutarsızlık yoktu104. İsmet İnönü içinde
bulundukları durumu şu şekilde ifade etmiştir “Gün geçtikçe şiddetlenen düşmanlık
havası içinde her gün biraz daha sinirlenmiş taraflar ortasında tarafsızlık politikası
yürütmek hükümet için çok yorucu olmaktadır”105.
106 Bkz. World War II Inter-Allied Conferences, Joint History Office, Washington, 2003.
107 Aydın, “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye, 1939-1945”, s.451.
108 Esmer, Sander, “1939-1945 Dönemi”, s.165.
109 Mahmut Goloğlu, Milli Şef Dönemi, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul, 2012, s. 195.
494
ransı Türk önderlerine iki şey göstermekteydi: Birincisi, Amerika’nın Türkiye’den
yavaş yavaş elini çektiği; ikincisi de, İngiltere’ye, sömürgeci bir devlet gibi dav-
ranma hakkının tanındığı. Türkler, İngilizlerin Sovyetler ile gizli bir anlaşma yap-
mış olmalarından ve Stalin’in sonuna kadar savaşmayı kabul etmesi şartıyla, Sov-
yetlere Türkiye’de rahatça at oynatma hakkını tanıdıklarından kuşkulanmaktaydı.
Eğer öyle olursa, Türkiye, Sovyetler Birliği’nin karşısında tek başına bırakılacaktı.
Üstelik kayıtsız şartsız teslim ilkesinin açıklanması da bu tahmini doğruluyordu110.
Casablanca Konferansından sonra Churchill, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na
Kıbrıs’ta buluşmayı teklif etti. Türkiye bu teklifi kabul etmekle birlikte eğer Churc-
hill Türkiye’ye gelmek isterse toplantının İsmet İnönü ile yapılabileceğini bildirin-
ce 30-31 Ocak tarihleri arasında Adana Buluşması yapılmıştır. Türk tarafında
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Şükrü Saraçoğlu, Dış İşleri Bakanı Numan
Menemencioğlu, İç İşleri Bakanı Hilmi Uran, Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi
Çakmak, Hava Tuğgeneral Şefik Çakmak ve Feridun Cemal Erkin bulunmaktaydı.
Churchill gelişi esnasında “Türkiye’ye bir istekte bulunmak için değil, silah ve mal-
zeme ihtiyaçlarınızı incelemek için geldim” demiştir. Churchill Adana’da Türki-
ye’nin savaşa girmesi için doğrudan bir talep veya zorlama yapmamış, ancak savaş
dışı kalması halinde ortaya çıkabilecek zorluklara değinerek Sovyet endişesini
bertaraf etmek için en emin politikanın savaşa girmek olacağını telkin etmiştir.
Churchill Adana’ya gelirken Türkiye’yi Almanya’ya karşı savaşa girmeye zorlamak-
tan ziyade Almanya’nın Türkiye’ye saldırmasına yol açacak bir imtiyaz sağlama
peşindeydi111. Görüşmeler sırasında Türk heyeti tarafından Churchill’e Türk ordu-
sunun acil ikmali için gerekli “Adana Listesi” diye bilinen 50 tümenlik bir ihtiyaç
listesi verildi112. Churchill Türk ordusunun savaşa katılmak için tam hazırlıklı
olmadığını kabul ederek ilk etapta Türk ordusunu teçhiz etmeyi, sonrasında müt-
tefiklerin Türkiye’nin kara ve deniz üslerinden faydalanmasını sonrasında ise Tür-
kiye’nin doğrudan savaşa girişini sağlamayı düşünüyordu113. Churchill Türkiye’nin
Sovyetler Birliğinden duyduğu endişeyi bertaraf etmeye çalışarak Molotov ve Sta-
lin’le konuştuğunu, ABD ve İngiltere’yle barışçı ve dostça ilişkiler arzuladıklarını,
Sovyetlerin gelecek on yılda yeniden kalkınma ve imar faaliyetleriyle fazlasıyla
meşgul olacağını, bunun için Müttefiklerin teknik yardımına ihtiyaçları olduğunu,
komünizmin değişime uğradığını ve sonuçta Sovyetlerin İngiltere ve ABD’yle iyi
ilişkiler kuracağına inandığını söylüyordu. İnönü ve Saraçoğlu ise Sovyetler Birli-
ğinin savaştan sonra emperyalist bir devlet haline gelebileceğine işaret ederek,
Almanya nihai olarak yenildiği zaman, bütün Avrupa’ya yayılmış olan Slav ve ko-
110 Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşın’da İnönü’nün Dış Politikası II, Cumhuriyet Yay.,
İstanbul 2000, s.18-24.
111 Gürün, Türk Sovyet İlişkileri, s.246,249. ; Gürün, Savaşan Dünya ve Türkiye:3…s.399; Feridun
Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl Anılar-Yorumlar, C.I, TTK, Ankara, 1987, s. 137.
112 Goloğlu, Milli Şef Dönemi, s.200.
113 Sönmezoğlu, a.e. s.456-457.
495
münistlerin savaşta Almanya’nın müttefiki olan devletleri Sovyetlerin yanına çe-
keceğini belirttiler. Buna karşılık Churchill, savaştan sonra barış ve güvenliği ko-
rumak için Milletler Cemiyetinden daha kuvvetli bir uluslararası örgütün kurula-
cağını, kendisinin komünizmden korkmadığını, Sovyetlerin savaştan sonra Alman-
ya gibi hareket etmesi halinde kurulacak olan yeni örgütün bütün üyeleriyle birlik-
te Sovyetlere karşı çıkacaklarını ileri sürdü114. Adana buluşması sonrası Türkiye
ihtiyatı elden bırakmayarak ortalığı yatıştırıcı bir açıklama yapmıştır. Tam bir
dostluk ve samimiyetten söz ederek, Churchill’in Türk dış politikasını övdüğünü ve
bu politikada değişiklik yapılmamasını rica ettiğini açıklamıştır. Churchill de Sta-
lin’e gönderdiği 1 Şubat 1943 tarihli mesajda Türklerin müttefikler lehinde büyük
bir istikamet kat etmiş bulunduklarını söyleyerek yapılacak şeyin Türk ordusunu
modern silahlarla donatarak savaşa girişinin sağlanması olacağını ifade etmiş-
tir115.
Türkiye’yi alakadar eden bir diğer konferans Churchill ile Roosevelt arasın-
da 11-24 Ağustos 1943 tarihleri arasında Kanada’da gerçekleştirilen Quebec Kon-
feransıdır. Bu görüşmelerde Türkiye’nin Müttefikler yanında savaşa katılması için
henüz erken olduğuna, buna karşılık Türkiye’ye silah yardımına devam edilerek
Balkanlarda açılacak yeni bir cephe için gerekli olan Türk havaalanlarının derhal
Müttefiklerin kullanımına açılmasının ve müttefik savaş gemilerinin boğazlardan
geçişine izin verilmesinin Türklerden istenilmesine karar verilmiştir116.
1943 sonbaharından itibaren Sovyetler Türkiye ile ilgili yeni bir dış politi-
kaya yönelmiştir. Doğu cephesinde Alman baskısı azalmıştı ve Sovyetler artık sa-
vaştan galip çıkacaklarından emindiler. Sovyet basınında çıkan haber ve yorum-
larda tarafsızlık politikası sürdüren Türkiye’ye neden askeri yardım yapıldığı, eğer
Almanya’ya karşı savaşa girmeyecekse Türkiye’nin bu silahları kime karşı kullana-
cağı soruluyordu117.
Sovyetler, "savaşın kısaltılması" gerekçesiyle Türkiye’nin derhal savaşa gir-
mesinde ve hava üslerini Müttefiklere açmasında ısrar ederken diğer taraftan Al-
manların endüstri bölgelerinin bombalanması için Amerikan uçaklarının Sovyet
topraklarındaki üsleri kullanması yolundaki Müttefik isteklerini de olumsuz karşı-
lamaktaydılar. Üzerlerindeki baskının azaldığı ve savaşın kaderinin Almanya’nın
aleyhine döndüğü bu ortamda Sovyetler artık var olma mücadelesinin ötesinde
savaş sonu projelerini düşünmeye başlamışlardı. Bu çerçevede, Balkanlarda ikinci
bir cephe açılarak İngiliz ve Amerikan askerlerinin bölgeye sevk edilmelerini ön-
lemeye çalışıyorlardı. Öte yandan, İngiltere de Balkanlarda yeni bir cephe açarak
121
Goloğlu, Milli Şef Dönemi, s.222; Deringil, a.e.,s.172,176,177; Gürün, Savaşan Dünya ve Türki-
ye:3…, s.414.
122 Gürün, Türk Sovyet İlişkileri, s. 258.
123 Gürün, Savaşan Dünya ve Türkiye:3…, s.417.
124 Deringil, a.e,s.212.
125 Weisband, İkinci Dünya Savaşın’da İnönü’nün Dış Politikası II,s.105.
126 Gürün, Savaşan Dünya ve Türkiye:3…, s.432
127 Weisband, İkinci Dünya Savaşın’da İnönü’nün Dış Politikası II,s.68,88.
498
başkenti Tahran’da gerçekleştirilmiştir. ABD’nin Türkiye’nin savaşa zorla sokul-
masına çok da sıcak bakmadığını bilen Churchill istediği desteği Sovyetlerden bu-
labilme ümidi ile ilgisini Stalin üzerinde yoğunlaşmıştır. Ancak Stalin İtalya ve
Türkiye’de kuvvet harcanmasını sert bir tavırla eleştirmiş ve Fransa çıkartmasına
ağırlık verilmesini istedi. Gerekçe olarak da açılacak olan bir balkan cephesinin
müttefik güçleri bölerek hazırlıkları sürdürülen Fransa üzerinden yapılacak çı-
kartma harekatını aksatacağını öne sürmüştür. Sovyetlerin Tahran Konferansın-
daki pasif tavrı bir ay önce yapılan Moskova Konferansındaki Türkiye’nin savaşa
sokulması ısrarı ile karşılaştırıldığında dikkat çekici hale gelmektedir. Sovyetler
Balkanlardaki emellerine ulaşmalarında müttefiklerce desteklenmiş bir Türki-
ye’nin ayak bağı olacağını düşünmüşlerdi128. Ayrıca bu politika ile Sovyetler barış
masasında Türkiye’ye karşı herhangi bir borçları olduğunu kabul etmeyecek ve
Türkiye’ye karşı olacak tutumunda Moskova Konferansında ABD ve İngilizler ile
birlikte hareket edeceğine dair taahhütten de kurtulacaktı129.
Fransa çıkartmasına ağırlık verilmesi noktasında Roosevelt de Stalin’i des-
tekleyince yalnız başına kalan Churchill Türkiye’nin aktif katılımından ziyade bo-
ğazların müttefiklerce kullanımı ve Türk topraklarında üs verilmesi konularında
Türkiye’nin zorlanmasını Türkiye buna yanaşmadığı takrirde de petrol sevkiyatı-
nın durdurularak barış konferansına katılmasına izin verilmemesini önermiştir.
Churchill Sovyetleri ikna edebilmek için Stalin’e İngiltere’nin Türkiye-Sovyetler
arasındaki problemlerde tarafsız bir tutum sergileyeceğini ve Türkiye’ye mesele-
lerini Sovyetler Birliği ile ikili olarak halletmelerini önereceğini söylemiştir. Elbet-
te ki Stalin de bu sözü Boğazların statüsünün değiştirilmesinin onaylanması olarak
yorumlamıştır. Churchill bununla da kalmayarak Stalin’in Türk ordusunun eksik-
likleri nedir sorusuna ayrıntılı bir şekilde cevap vermiştir130.
Roosevelt ve Churchill, daha Tahran’dan ayrılmadan, İnönü’ye, 1 Aralık gü-
nü birer telgraf göndererek, kendisini, birlikte görüşmek üzere Kahire’ye davet
ettiler. Bu davete Türkiye’nin reaksiyonu, eğer konuşmaların konusu Tahran’da
Stalin ile alınmış bir kararın tebliği olacak ise, İnönü’nün daveti kabul etmeyeceği,
eğer ortak davaya yararlı en iyi yolların eşitlik içinde ve peşin hükümler olmaksı-
zın konuşulması olacaksa daveti kabul edeceği şeklinde olmuştur. Roosevelt, gö-
rüşmelerin eşit devletler arasında özgür tartışma ortamında geçeceği konusunda
güvence vermiştir131.
4-7 Aralık 1943 tarihleri arasında gerçekleştirilen Kahire Konferansında
İsmet İnönü Adana’da Churchill tarafından vaat edilen malzemenin kısmen Türki-
ye’ye gönderildiğini ancak çoğunun eski olduğunu, hava üslerini hazırlamanın
169
Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri, s.295.; Türk Dış Politikası Çalışmaları,(Der.: Engin Berber),
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul 2012, s. 158.
170 Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasî Tarihi, Ankara 1986, s. 416.
171 Aleksandr Sotniçenko, “1945-1956 Yıllarında Türk-Sovyet Diplomatik Mücadelesi ve Sonuçları”,
Atatürk’ten Soğuk Savaş Dönemine Türk-Rus İlişkileri, ATAM, Ankara 2011, s. 326. ; Derin-
gil, Denge Oyunu, s. 254.
172 Esmer, Sander, “1939-1945 Dönemi”,s.196.
173 Önder, a.e., s.306.
507
rarlarını Türkiye’ye tebliğ ederek zorla uygulamaya kalkabilirlerdi. Bütün bunları
dikkate alan Türkiye gerek anlam ve gerekse uygulanmasında Türkiye’nin ege-
menlik ve güvenliğine hiçbir engel teşkil etmemesi ve tavsiye edilecek olan ant-
laşma şeklinin Türk-Sovyet ilişkilerinde iyileşmeye yol açarak huzursuzluğa son
vermesi şartlarıyla boğazlar üzerinde görüşme yapılmasını kabul etti174.
Postdam Konferansında yapılan tartışmalar ve bilhassa Stalin’in Boğazlarda
kara ve deniz üstlerinden söz etmesi Türkiye’de endişeye sebep olmuştur. Türki-
ye’nin bu endişesi sadece Sovyet isteklerinden doğmuyordu. Amerika ve İngilte-
re’nin bu istekler karşısında net bir tutum almaması da Türkiye’yi endişelendir-
mişti. Türkiye 20 Ağustos 1945’te Londra ve Washington’a birer nota vererek ge-
çiş serbestisine ve boğazlar bölgesinde barışın muhafazasına Amerikan garantisi-
nin de katılması ve Boğazlar için bulunacak formülün, gerek anlam itibarı ile gerek
uygulamasında Türkiye’nin egemenliğine ve güvenliğine hiçbir engel teşkil etme-
mesini talep etmiştir175.
ABD kendi görüşlerini 2 Kasım 1945 tarihinde bir nota ile bildirdi. Buna gö-
re; 1-Boğazlar her zaman bütün milletlerin ticaret gemilerine açık bulunmalıdır. 2-
Boğazlar her zaman Karadeniz’de sahili bulunan devletlerin savaş gemilerinin
transit geçişine açık olmalıdır. 3- Barış esnasında sınırlı bir tonaj dışında Karade-
niz’e sahili olmayan devletlerin savaşa gemilerine, kıyısı olan devletlerin onayı
dışında kapalı tutulmalıdır. Türkiye bu teklifin özellikle ikinci maddesini çok tehli-
keli buldu zira böyle bir durumda bütün Sovyet Donanması aynı anda İstanbul
önüne gelebilirdi. Halbuki Montreux ‘ta tonaj sınırlaması vardı.
20 Aralık 1945 günü bir Tiflis gazetesinde iki Gürcü profesörünün ortak bir
mektubu yayımlandı. Bu mektupta Giresun’a kadar olan Karadeniz sahilinin Gür-
cistan’a ait olduğu ve iadesi istenmekteydi. Bunu Sovyet Büyükelçiliğinin Sovyet
Ermenistan’ına dönmek isteyen Ermenilerin kayıt olmak için İstanbul Başkonso-
losluğuna müracaat etmeleri yolundaki ilan takip etti ve 1945 yılı bu şekilde ka-
pandı176. Savaşın sona ermesinden sonra Sovyetlerin ileri sürdüğü talepler, Türki-
ye’nin sürekli olarak Sovyetler Birliğinden korkmasının ne kadar yerinde ve Ata-
türk’ün Türkiye’yi Sovyetler ile çatışmama konusunda uyarmakta ne kadar haklı
olduğunu göstermekteydi177.
ABD başlangıçta benimsediği şekliyle Türk boğazlarının bütün uluslararası
suyolları gibi genel bir statüye sahip olması ve bütün ulusların buradan geçiş ser-
bestliğine sahip olması gerektiği şeklindeki görüşü de kısa süre sonra değişmiştir.
Çünkü Boğazlara uluslararası suyolu statüsü verilecek olursa bu yolun iki tarafın-
174 Feridun Cemal Erkin, Türk-Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Başnur Matbaası, Ankara
1968, s.270.
175 Armaoğlu, Belgelerle Türk Amerikan Münasebetleri,s.142.
176 Gürün, Türk Sovyet İlişkileri, s.300-302. ; Ömer Erden, Türkiye’nin Doğu Sınırının Oluşumu
(Antlaşmalar-Protokoller-Problemler), ATAM, Ankara 2017, s. 258.
177 Önder, a.e. s.307.
508
da geniş bir alanı silahsızlandırmak gerekeceğinden bu durum Türkiye’nin sa-
vunmasını güçleştirecekti178. 1945 yılı sürecince Sovyetlerin Türkiye’den arazi
taleplerini Türkiye ile Sovyetler arasında ikili bir konu olarak kabul eden ABD’nin
tutumu 1946’dan itibaren değişmeye başladı. 1946 yılında ABD Dış İşleri Türki-
ye’den arazi isteklerinin Türk-Sovyet ikili ilişkilerini aşarak Birleşmiş Milletler
anayasası çerçevesine girmekte olup ABD hükümetinin bunun ihlaline müsaade
etmeyeceğini bildirirken İngiliz Avam Kamarasında 20 Şubat 1946 tarihinde ko-
nuşma yapan İngiliz Dış İşleri Bakanı Ernest Bevin toprak ve üs taleplerinin karşı-
sında olduklarını söyleyerek Türkiye’nin bağımsız bir devlet olarak kalmasını des-
teklediklerini ifade etmiştir 179.
İkinci Dünya Savaşı içerisinde İngiltere ve Sovyetler Birliği İran’ı işgal ettik-
lerinde bunu İran ile bir antlaşma imzalayarak savaşın sona erdiği tarihten itiba-
ren altı ay içinde askerlerini çekmeyi taahhüt etmişlerdir180. Buna göre 2 Mart
1946’da Sovyetler Birliği yükümlülüklerine göre ordusunu İran’dan çekmeliydi
ancak Sovyetler çekilmekten ziyade yerleşiyor görüntüsü çiziyorlardı. İran duru-
mu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine götürdüyse de ABD ve İngiltere yeni
kurulmuş olan Birleşmiş Milletlerin böyle ciddi bir mesele ile itibarının sarsılma-
sını istemediklerinden İran’ı desteklemediler. Serbest kalan Moskova, Tahran’dan
daha fazla sadakat ve İran petrolleri için İngiltere’ye verilen imtiyazların aynısını
talep ederek İran Başbakanı Ahmed Kavam ile petrollerinin %51’ni Sovyetlere
bırakan bir antlaşma imza ettiler. Anlaşma uyarınca Sovyet ordusu İran’dan çekil-
miş ancak İran Meclisi antlaşmayı onaylamayınca gerginlik tekrar başlamıştır.
ABD ise 20 Eylül 1947’de yaptığı bir açıklama ile İran’ın toprak bütünlüğü konu-
sunda teminat verdiklerini ifade etmiştir181. İran konusunda gerginliğin artması ile
birlikte Sovyetler Türkiye’ye yönelik baskılarını da arttırmışlardır. Krizin başla-
rında Tebriz’deki Sovyet askerlerinin sayısı arttırılmış ve Türkiye’ye doğru tatbi-
katlar yapılmıştır. Türkiye-Ermenistan sınırında sahra hastaneleri kurulmuş, hazır
halde bekleyen birliklere yakıt ikmalleri yapılmış ve Sovyet subaylara kapalı zarf-
lar içerisinde savaş harekât planları dahi verilmişti182.
ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’ye vermeye başladığı öne-
mi Ankara’ya gösterme fırsatı 1946 Martında doğdu. Türkiye’nin 11 Kasım 1944’te
ölen ve ABD’de defnedilen Washington Büyükelçisi Münir Ertegün’ün naaşı 16 ay
sonra mezarından alınarak Amerikan donanmasının en büyük zırhlılarından Mis-
souri ile Türkiye’ye yollandı. ABD Missouri’yi Çanakkale Boğazından geçirip, 5
Nisan l946’da İstanbul’da Dolmabahçe önüne demirleterek, Sovyetler Birliğine,
183 Çağrı Erhan, “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye, 1939-1945”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Sava-
şından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, İletişim Yay., İstanbul 202, s.419.
184 Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasî Tarihi, s.428.
185 Esmer, Sander, “1939-1945 Dönemi”,s.204-206.
510
verilecek Türk cevabı konusunda ise Truman bu cevabın sert ama makul olmasını
istemiştir186. Sovyet notasına ABD 19, İngiltere 21 ve Türkiye 22 Ağustos’ta cevap
verdiler. Verilen cevaplarda Montreux üzerinde belirli bir revizyon kabul edilmek-
le birlikte dördüncü ve beşinci maddelerin uygulanamayacağı ifade edilmiştir.
Sovyetler Birliği 24 Eylül 1946’da yeni bir nota vererek Boğazlar hakkında
yapılacak konferans öncesi Türk hükümeti ile doğrudan görüşmek istediklerini
belirtse de Türk Hükümeti İngiltere ve ABD’nin desteğini alarak 18 Ekim’de Türki-
ye Cumhuriyeti Devleti hükümetinin bugüne kadar Boğazlar konusundaki görüşle-
rini açık bir şekilde dile getirdiğinden bahisle ikili görüşmeyeceğini bildirmiştir.
Sovyetler bu Türk notasına cevap vermedikleri gibi konferansın toplanmasını da
talep etmediler187.
ABD’de 9 Ekim 1946’da Sovyetlere bir nota vererek Montreux Sözleşmesi-
nin yalnız Karadeniz Devletleri tarafından değiştirilemeyeceği ve Türkiye’nin bo-
ğazların savunmasından sorumlu devlet olarak kalması görüşünde olduklarını,
boğazlar saldırıya maruz kalırsa BM Güvenlik Meclisinin harekete geçmesini ge-
rektireceğini belirtmiştir188. Boğazlar üzerine uluslararası bir konferans toplan-
madığından da Montreux Sözleşmesi geçerliliğini korumaktadır.
Churchill, 5 Mart 1946’da yaptığı konuşmada savaş sonrasında gelinen du-
rumu gayet açık olarak ortaya koyuyordu: “Çok kısa süre önce müttefik zaferleri-
nin aydınlattığı harp alanlarının üzerine gölge düşürülmüştür. Sovyetler ve komü-
nist enternasyonalin yakın gelecekte ne yapmayı düşündüğünü kümse bilmiyor.
İstilacı ve komünistleştirici eylemlerin, şayet varsa, sınırlarını kimse tayin edemi-
yor. Baltık Denizi’ndeki Stettin’den Adriyatik Denizi’ndeki Triyesete’ye kadar Av-
rupa Kıtası boyunca bir demir perde inmekte olduğu anlaşılıyor”189.
Batı Avrupa’nın geleceğinin şekillendirilmeye çalışıldığı bir dönemde, bu
bölgeye komşu Yunanistan’da iç savaş bütün hızıyla sürmekteydi. Türkiye ise üstü
kapalı tehdit içeren Sovyet istekleriyle karşı karşıyaydı. Bu iki ülkedeki gelişmele-
rin sonuçları ABD’nin batı Avrupa’nın geleceği için planladığı amaçların gerçekle-
şebilmesi açısından son derece önemliydi. İngiltere, savaş sonrasında Yunanistan’a
yaptığı büyük askeri ve ekonomik yardımı, kendi ekonomisinin karşı karşıya bu-
lunduğu kriz nedeniyle, 1947 Martından itibaren keseceğini ilan etmişti. Bu nok-
tada, 21 Şubat 1947’de ABD Dışişleri Bakanlığına Türkiye ve Yunanistan’ın durum-
larıyla ilgili birer nota veren İngiltere, kendi bırakacağı boşluğun ABD tarafından
doldurulmasını isteyerek bu iki ülkenin batı savunması için önemlerini vurgula-
mıştır190.
206 Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, ODTÜ yay., Ankara 2014, s.11-12.
207 Erhan, “ABD ve Nato’yla İlişkiler”,s.542-545.
515
KAYNAKÇA
AKŞİN, Sina, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi 1789 – 1980, İmaj Ya-
yıncılık, Ankara 1998.
ARMAOĞLU, Fahir, Belgelerle Türk Amerikan Münasebetleri, TTK, Ankara
1991.
ARMAOĞLU, Fahir, “İkinci Dünya Harbinde Türkiye”, AÜSBFD, c.13, S.2, Ankara
1958.
ARMAOĞLU, Fahir, 20.Yüzyıl Siyasî Tarihi, Ankara 1986.
ARI, Kemal, “Cumhuriyetin Sağlık Devrimcisi Dr.Refik Saydam”, Vatan ve Sıhhat,
Tıbbiyenin Yurtseverliği, İzmir 2015.
AYDEMİR, Şevket Süreyya, İkinci Adam, C.II, Remzi Kitabevi, İstanbul 2011.
AYDIN, Mustafa, “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye 1939-1945”, Türk Dış Politikası,
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, İletişim
Yay., İstanbul 2009.
BALCI, Ali, Türkiye Dış Politikası, Etkileşim Yay., İstanbul 2015.
BAĞCI, Hüseyin, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, ODTÜ yay., Ankara 2014.
DERİNGİL, Selim, Denge Oyunu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2003.
EKİNCİKLİ, Mustafa, İnönü-Bayar Dönemleri Türk Dış Siyaseti, Berikan Yay.,
Ankara, 2007.
EMİROĞLU, Hüseyin, “İkinci Dünya Savaşına Giden Süreçte Küresel ve Bölgesel
Aktör-Devlet Davranışlarının Çözümlenmesi”, Abant İzzet Baysal Üniver-
sitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.2007-1, S.14.
ERDEN, Ömer, Fransa-Suriye Kıskacında Hatay, Gece Yay., Ankara, 2015.
ERDEN, Ömer “II. Dünya Savaşı Sonrası Sovyet Rusya’nın Boğazlarla İlgili Taleple-
ri”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C.7, S.34.
ERDEN, Ömer, Türkiye’nin Doğu Sınırının Oluşumu (Antlaşmalar-
Protokoller-Problemler), ATAM, Ankara, 2017.
ERKİN, Feridun Cemal, Dışişlerinde 34 Yıl Anılar-Yorumlar, C.I, TTK, Ankara,
1987.
ERKİN, Feridun Cemal, Türk-Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Başnur
Matbaası, Ankara, 1968.
ERHAN, Çağrı, “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye, 1939-1945”, Türk Dış Politikası,
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, İletişim
Yay., İstanbul, 2002.
ESMER, Ahmet Şükrü, Sander Oral, “1939-1945 Dönemi”, Olaylarla Türk Dış Po-
litikası (1919-1995), Siyasal Kitabevi, Ankara, 1996.
516
ERHAN, Çağrı, “ABD ve Nato’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşın-
dan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, İletişim Yay., İstanbul,
2002, s.530. ;
GÜRÜN, Kâmuran, Türk Sovyet İlişkileri, TTK, Ankara, 1991.
GÜRÜN, Kâmuran, Savaşan Dünya ve Türkiye:3 Savaş 1939-1945, Tekin Yay.,
İstanbul, 2000.
GÜRÜN, Kâmuran, Dış İlişkiler ve Türk Politikası, AUSBF yay., Ankara, 1983.
GÜLMEZ,Nurettin-Demirci, Ersin, “ Von Papen’in Türkiye Büyükelçiliği”, Çağdaş
Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XIII/27,2013-Güz.
GÜLMEZ, Nurettin, Demirkollu, Ceyhun “Bir İstihbarat Savaşı: Çiçero Olayı”, CBÜ
Sosyal Bilimler Dergisi, 2013, C.11, S.2.
GOLOĞLU, Mahmut, Milli Şef Dönemi, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul, 2012.
JAESCHKE, Gotthard, Türkiye Kronolojisi (1938-1945), (Çev.: Gülayşe Koçak),
ATAM, Ankara, 1990.
KARPAT, Kemal H., Türk Dış Politikası Tarihi, Timaş Yay., İstanbul, 2012.
KOÇAK, Cemil, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, Yurt Yay, Ankara, 1986.
ORAN, Baskın, “TDP’nin Temel İlkeleri”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşın-
dan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, İletişim Yay., İstanbul
2009.
ORAN, Baskın, “Dönemin Bilançosu”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından
Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, İletişim Yay., İstanbul 2002.
ORAN, Baskın, “1945-1960: Batı Bloku Ekseninde Türkiye-1”, Türk Dış Politikası,
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, İletişim
Yay., İstanbul 2009.
ÖNDER, Zehra, II. Dünya Savaşı’nda Türk Dış Politikası, (Çev: Leyla Uslu),Bilgi
Yay., Ankara 2010.
ÖZGÜLDÜR, Yavuz, Türk-Alman İlişkileri (1923-1945), Genelkurmay Basımevi,
Ankara 1993.
SANDER, Oral, Balkan Gelişmeleri ve Türkiye (1945-1965), Sevinç Matbaası,
Ankara 1969.
SERTEL, Sabiha, II. Dünya Savaşı Tarihi, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2010.
SHAW, Stanford J., Shaw Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türki-
ye,(Çev: Mehmet Harmancı), C.II, E Yay, İstanbul 1983.
SÖNMEZOĞLU, Faruk, İki Savaş Sırası ve Arasında Türk Dış Politikası 1914-
1945, Der Yay., İstanbul 2015.
SERTEL, Savaş, “İkinci Dünya Savaşı Sırasında Türkiye’de Yürütülen Casusluk Faa-
liyetleri”, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 25, Mart
2016.
517
SOTNIÇENKO, Aleksandr, “1945-1956 Yıllarında Türk-Sovyet Diplomatik Mücade-
lesi ve Sonuçları”, Atatürk’ten Soğuk Savaş Dönemine Türk-Rus İlişkile-
ri, ATAM, Ankara 2011.
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, On Birinci İnikad, 12.V.1939 Cuma.
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Birinci inikat, 1.XI.1942 Pazar.
T.B.M.M. Tutanak Dergisi, Birinci Birleşim, 1.XI.1945 Perşembe.
T.B.M.M. Tutanak Dergisi, Birinci Birleşim, 1.XI.1945 Perşembe.
T.B.M.M. Tutanak Dergisi, Birinci Birleşim, I.XI.1945 Perşembe.
TEKELİ, İlhan; İLKİN, Selim, Dış Siyaseti ve Askeri Stratejileriyle İkinci Dünya
Savaşı Türkiyesi, C.I, İletişim Yay., İstanbul 2014.
TÜZÜN, Süleyman, İkinci Dünya Savaşı Yıllarında Türk İç Politikasında Dış Türkler
Meselesi (1939-1945), Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkı-
lap Tarihi Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 1998.
Türk Dış Politikası Çalışmaları,(Der.: Engin Berber), İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yay., İstanbul 2012, s. 158.
TURAN, Mustafa, Siyasî ve Hukuki Açıdan Milli Mücadele, Berikan Yay., Ankara
2011.
VERNADSKY, George, Rusya Tarihi, Selenge Yay., İstanbul 2011.
YALÇIN, E.Semih, Atatürk’ün Millî Dış Siyaseti, Berikan Yay., Ankara 2010.
WEISBAND, Edward, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası I, Cum-
huriyet Yay., İstanbul, 2000.
WEISBAND, Edward, İkinci Dünya Savaşın’da İnönü’nün Dış Politikası II,
Cumhuriyet Yay., İstanbul, 2000.
WEISBAND, Edward, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası III,
Cumhuriyet Yay., İstanbul, 2000
World War II Inter-Allied Conferences, Joint History Office, Washington 2003.
518
1950’Lİ YILLARDA
TÜRK DIŞ POLİTİKASI
519
1. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI TÜRKİYE’DE SİYASİ DÖNÜŞÜM
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından; Almanya, İtalya, Japonya’da faşist yöne-
timlerin yıkılması sonrasında dünya siyasî tarihinde önemli gelişmelere şahit
olunmuştur. Bu süreçte bir yandan demokrasi ve uluslararası barış, yani evrensel
idealler esas alınmaya başlanırken, diğer taraftan Amerika ve Rusya yeni güç den-
gesi olmak üzere ön saflara yerleşmişlerdir. Ayrıca bu denge değişiminin de tesiri
ile Avrupa politikası yerine uluslararası politikadan söz edilmeye de başlanmıştır.
Dünya siyasetine savaş sonunda yön verecek olan bloklar politikası ve soğuk savaş
tanımlamaları, 1945 yılı ve devamının ürünleridir. Esasında bu dönem gelişmeleri,
bloklar politikasının doğması ile kalmamış ayrıca Fransa kaynaklı cumhuriyet
yönetimine karşı İngiltere kaynaklı demokrasi oluşumuna da yol açmıştır. Ayrıca,
cumhuriyetin devletle bütünleşen yapısına karşılık, demokrasinin topluma yöne-
len çizgisi, giderek birbirinden ayrılan bir rota izlemiş ve 20. yüzyılın ortalarına
doğru tek partili ve çok partili rejimler yavaş yavaş karşı karşıya gelmeye başla-
mıştır.1
gin örnekleri, 1945 yılında bir ay ara ile karar bağlanan toprak reformu ve ormanların devletleşti-
rilmesidir. Bkz. (Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İstanbul 2014, s.18).
6 Ekmeğin karneye bağlanması, şeker yerine üzüm, incir gibi tatlandırıcılar kullanılması ve karabor-
sanın alıp yürümesi karşısında halk bütün bunların sorumlusu olarak CHP idaresini görmekteydi.
Bkz. (Kemal H. Karpat, “Political Developments in Turkey, 1950-70”, Middle Eastern Studies,
Vol. 8, No. 3 (Oct., 1972), s.349-351).
7 Teoman Gül, Türk Siyasal Hayatında Recep Peker, Ankara:1992, s.51; Türkiye’de, 1945 yılın-
dan itibaren Hükûmetin çok partili hayata geçiş ve hızla demokratikleşme yönünde adımlar atma-
sının arkasındaki itici güçlerden birisi de basındır. Savaşın gelişimi içinde Tan, Vatan, Akşam ve
Tanin gazeteleri genellikle demokratik cepheyi desteklerken, Cumhuriyet, Tasvir-i Efkâr ve öteki
bazı gazeteler Türkiye’nin Almanya ile yakın ilişkiler kurmasını savunmuşlardır. Savaşı demokra-
si cephesinin kazanacağı daha 1944 yılında belli olduğundan Tan, Vatan, Tasvir-i Efkâr gibi gaze-
teler, Hükûmet aleyhine eleştiriler yapmakta ve çok partili hayata geçiş yönünde bir kamuoyu
oluşturmuştur. Basının vermeye çalıştığı mesaj açıktır: “Basın, doğacak muhalefet partilerine
yardım ve destek vermeye hazırdır.” Bkz. (M.Ali Aybar, TİP Tarihi I, İstanbul: 1988, s. 27).
8 Orhan Koloğlu, “Cumhuriyet ve Demokrasi Deneyimimizin Çevremizdeki Toplumlara Yansıyışı”,
Cumhuriyet ya da Demokrasi, (der.Özer Ozankaya), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002,
s. 135; Savaş sonlarına doğru “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu”nun Millet Meclisi’nden çıktığı
günlerde bu vekillerden dördü parti grubuna bir önerge vermişlerdi. İzmir Milletvekili Celal Ba-
yar, Kars Milletvekili Fuat Köprülü, İçel Milletvekili Refik Koraltan, Aydın Milletvekili Adnan
Menderes 7 Haziran 1945 tarihinde “Dörtlü Takrir” adıyla tanınan önergeyi imzalamışlardır. Tak-
rirde özetle; Anayasanın, Atatürk’ün, İnönü’nün CHP’nin demokratik yönlerine vurgu yapılırken
dönem şartlarında talihsizlikler sonucunda (gericilik, savaş vs. gibi nedenler) demokrasinin uygu-
lamaya sokulamadığını, fakat halkın olgunluğu ve dünyaya egemen olmuş olan demokratik ilkeler
dolayısıyla artık buna sıra geldiği öne sürülmüştür. Ayrıca, sırasıyla Meclis denetiminin gerçek bir
biçime kavuşmasını, yurttaşların siyasal hak ve hürriyetlerini Anayasa’nın gerektirdiği genişlikte
kullanabilmelerinin sağlanmasını ve bütün parti çalışmalarının bu esaslara uygun hale gelmesini
belirtmişlerdir. Anlaşılacağı üzere önergenin özü, siyasal özgürlüklerin genişletilmesi, 1924 Ana-
yasası’nın demokratik ruhunun geri getirilerek hak ve özgürlüklerin genişletilmesi yönündedir.
Ancak önerge verildiği gün reddedilmiş ve belli yasa ve yönetmelikleri değiştirmeyi amaçladığı
için grubun yetki alanı dışında olduğu gerekçe gösterilmiştir. Bkz. (Sina Akşin, “Demokrat Parti-
nin Kurulması”, Tarih ve Toplum, C.9, S.53, İstanbul: İletişim Yayınları, 1988, s. 13).
521
bırakması 1950 yılında gerçekleşmiştir9. Bu nedenle, Türkiye’de savaşın bittiği
1945 yılı ile iktidarın el değiştirdiği 1950 yılı arasındaki gelişmelere “demokrasiye
geçiş dönüş” olarak bakılmaktadır.10 Esasında çok partili hayata geçişten, kırlardan
kentlere göç olgusuna kadar Türkiye yakın tarihinin birçok önemli gelişmesi, savaş
yılları ve sonrası toplumsal dinamiklerle ve gelişmelerle doğrudan ilişkilidir. Esa-
sında; Türkiye’de çok partili siyasî sistemde yaşanılmış olan bu dönüşümü; siyasî,
sosyal ve ekonomik iç gelişmeler ile cumhuriyetin temelinde var olan liberal fikir-
ler hazırlamıştır.11
Savaşın hemen sonrasında 1945’te Birleşmiş Milletler (BM)’e üye olan Tür-
kiye, demokratik prensiplere uygun, daha hür bir rejime geçmeyi taahhüt etmiş ve
Batıya, özellikle Amerika’ya doğru bir adım atmıştır.12 Bu aşamada dikkat çekmek-
te olan diğer bir nokta ise, Batılı devletlerin Türkiye’nin tam üye olarak kabul
edilmesi için ülkede sistemin demokratikleştirmesi gerektiğine dair bazı telkinler
yapıyor olmasıdır.13 Kanaatimizce, bunun arkasında yatmak olan sebep daha çok
CHP Hükûmeti’nin Dünya Savaşı sırasında izlemiş olduğu ve Batılı devletlerce
tepki çekmekte olan dış politikasıdır.
Melih Aktaş Türkiye’de çok partili hayata geçişte dış faktörlerin etkisinin
daha fazla önemsenmesi gerektiğini şu ifadeleri ile özetlemektedir:
“Dış faktörler bu denli etkide bulunmamış olsaydı Tek Parti yöneticileri belki
bir süre daha çok partili hayata geçmeyi düşünmeyeceklerdi. İç politikanın dış politi-
kaya uyarlanmasındaki en belirgin örnek olan bu durum, yöneticilerin birincil olarak
sorumlu oldukları vatandaşlarının taleplerini gözetme konusunda gösterdikleri di-
renci dış belirleyiciler söz konusu olduğunda gösteremediklerini ortaya çıkarması
açısından da önemlidir. Genellikle devlet yöneticileri dış siyasetlerini iç siyasete mal-
9 TBMM’de 29 Mayıs 1946 tarihinde yapılan bütçe oylamasında, 368 lehte oya karşı Celal Bayar,
Refik Koraltan, Fuat Köprülü, Adnan Menderes, Emin Sazak, Hikmet Bayur, Recep Peker aleyhte
oy kullanmıştır. Bilindiği üzere bu isimlerden ilk dördü Demokrat Parti’nin kurucusu olmuştur.
Bkz. (Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (Çev. Yasemin Saner Gönen), İletişim
Yay., İstanbul 1998, s. 299-300).
10 Nilgün Gürkan, Türkiye’de Demokrasiye Geçişte Basın (1945-1950), İstanbul: İletişim Yayınla-
rı, 1998, s. 13.; C.H. Dodd, “The Development of Turkish Democracy”, British Journal of
Middle Eastern Studies, Vol. 19, No. 1 (1992),s. 16.
11 Frank Tachau-Mary Jo D. Good, “The Anatomy of Political and Social Change: Turkish Parties,
Parliaments, and Elections”, Comparative Polititics, Vol. 5, No. 4 (Jul., 1973), pp. 552.
12
Türkiye’nin özellikle ABD’den malî yardım alabilmek için siyasî sistemini reforme ettiğine işaret
etmedir. Fakat bu yönlü bir yaklaşım İspanya ve Portekiz gibi otoriteryen siyasî sisteme sahip ül-
kelerin savaş sonrasında varlıklarını muhafaza ettikleri ve geniş ölçüde ABD yardımı aldıkları ba-
sit gerçeğini dikkate almamaktadır. Ayrıca 1946 yılında Truman’ın Türkiye’ye dair mevcut duru-
muna dair yaptığı tespitinde, ülkede siyasî sistemin değiştirilmesinin zamansız olduğunu vurgula-
maktadır. Bkz. (Coşkun Üçok, Siyasî Tarih Dersleri, 3. Baskı, Fakülteler Matbaası, İstanbul
1955, s. 364-365).
13 Çetin Yetkin, Türkiye’de Tek Parti Yönetimi, İstanbul: 1993, s. 254.
522
zeme olarak kullanma eğilimindedirler. Bu kez yaşanan tam tersidir ve Türkiye siya-
sal rejimini demokratikleştirerek dış politikasında bir koz edinmek istemiştir.”14
Bu bağlamda; Türkiye özelinde siyasî yapının çok partili bir yapı içinde ye-
niden düzenlenmesinin arka planında uluslararası faktörler arasında, Sovyetler
Birliği’nin Türkiye’yi tehdit yönündeki yaklaşımları da etkili olmuştur.15 Sovyet
yönetiminin Türk Hükûmeti’nin bağımsızlığını zedeleyecek ağır istekleri Türki-
ye’nin uluslararası arenada durumunu iyice zorlaştırmıştır. Bu açıdan Türkiye
özelinde çok partili hayata dönüşü hızlandıran etkenlerin başında şu gerekçeler
özetle sıralanabilir: Batı dünyasının dikkatini çekmek ve sempatisini kazanmak,
demokratikleşmek ve Sovyet baskısına karşı Batı’nın desteğini sağlayarak caydırı-
cılık kazanmak düşüncesi gibi hassasiyetler gelmektedir.16
Bu esaslar dâhilinde Türk siyasî hayatında son derece önemli bir yer işgal
eden DP hareketini anlamak mümkün olmakla birlikte, partinin tam anlamıyla bu
yeni düzenin bir ürünü olduğunu söylemek mümkündür.17 Çok partili hayata dö-
nüşle ilgili Amerikan basınında da Türkiye’nin rejimi tartışılmakta, rejimim libe-
ralleşmesi istenmekte ve Türkiye’ye baskı yapılmaktaydı.18 Bu dönemde Batı bası-
nında da bu tür baskıların arttığına dair yazılar yoğunluktadır.19 Batılı büyük güç-
ler tarafından Türkiye’nin iç siyasetindeki değişimin doğru anlaşılması yönünde
1945’te San Francisko’ya giden Türk delegeleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin modern
demokrasi yolunda ilerlediğini ve Türk anayasasının en ileri ülkelerin anayasala-
14
Melih Aktaş, 1950-1960 Demokrat Parti Dönemi Türk-Sovyet İlişkilerinde Amerikan Faktö-
rü, İstanbul 2006, s. 32.
15 Mustafa Sıtkı Bilgin- Steven Morewood, “Turkey’s Reliance on Britain: British Political and
Diplomatic Support for Turkey Against Soviet Demands, 1943-47”, Middle Eastern Studies,
Vol. 40, No. 2 (Mar., 2004), s. 24-57.
16 Necdet Ekinci, Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler, İstanbul: 1997, s. 352.;
Türkiye’ye yönelik Sovyet baskısına ilişkin İngiliz Büyükelçiliği raporunda, Sovyetler Birliği’nin
Türkiye’den toprak ve Boğazlarda üs konularındaki emellerinden ve bu konudaki propaganda faa-
liyetleri ve etkilerinden bahsedilmektedir. Bu konuda, Sovyetlerin Türkiye’yi zora sokmak için
yaptıkları faaliyetlere örnek olarak raporda, Ermenilerin kaybedilen topraklardaki geri isteme poli-
tikasının Sovyetlerin Türklere karşı kullandıkları silahlardan biri olarak değerlendirilmiştir. Bkz.
Mehmet Serhat Yılmaz, “İngiliz Büyükelçiliği Yıllık Raporlarında Türkiye’nin Dış İlişkileri
(1946-1949), KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt X, Sayı. 1, (Bahar 2008), s.
71.
17 Abdullah İlgazi, “İkinci DSünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası”, İstanbul Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1995, s. 223-224 (Yayınlanmamış doktora
tezi); İsmet İnönü’nün girişimlerinin önemli, olduğunu iddia eden çevrelerce, ülkenin yönetici
kadroları, çok partili düzene uymaya çalışıyorlardı. Bu doğrultuda çok yönlü bir siyasî yaklaşım
öngörülmekte idi. Bu doğrultuda; bir yandan Batılı büyük güçlere yakın bir siyaset benimsenirken
diğer yandan ülke iç siyasetinde “biçimsel bir demokrasi düzeni” öngörülmüştü. Bkz. (Cem Ero-
ğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İstanbul 2014, s.15-17).
18 Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye, İstanbul 1970, s. 275.
19 Mehmet Serhat Yılmaz, “İngiliz Büyükelçiliği Yıllık Raporlarında Türkiye’nin Dış İlişkileri
(1946-1949), KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt X, Sayı. 1, (Bahar 2008), s.
78.
523
rıyla kıyaslanabileceğini hatta bazılarından üstün bile olduğunu Reuters Ajansı
muhabirine belirtmişlerdir. Ayrıca “Türkiye’de her türlü demokratik cereyanların
gelişmesine müsaade edileceğini”de ilave etmek suretiyle, durumun geçici bir ma-
hiyet taşımadığını yenilemişlerdir.20 Görüleceği üzere, Türkiye’de liberal eğilimle-
rin ayak sesleri San Fransisko konferansı sırasında görülmekle beraber, daha ön-
cesinde bu yönde ilk resmî açıklama Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 19 Mayıs
1945 tarihli nutkunda verilmiştir. Bu bağlamda savaşın demokrasi cephesi öncüle-
rince kazanılması ve bu nedenle dünyada tek parti diktatörlük yönetimlerinin
gözden düşmesi, Türkiye’nin de kendi siyasî rejimini gözden geçirmesinde hızlan-
dırıcı bir tesir yaratmıştır.21
Bu doğrultuda demokratik eğilimler, başta Cumhurbaşkanı İnönü olmak
üzere devletin önde gelen siyasî aktörlerince de dillendirilmiştir. İnönü açıklaması
esnasında son derece ihtiyatlı olmakla birlikte, demokrasiye yönelik tavrın her
geçen gün belirginleşeceğine ve bu yönde gösterilen çabalara da destek olunacağı-
na dair emareleri ortaya koymuştur: “En büyük demokrasi müessesemiz olan Türki-
ye Büyük Millet Meclisi ilk günden itibaren idareyi ele almış ve memleketi demokrasi
yolunda mütemadiyen ilerletmiştir. Meclisin kudreti elinde olan millet iradesi, de-
mokrasi yolunda gelişmesinde devam edecektir. Siyaset ve fikir hayatımızda demok-
rasi prensiplerinin daha geniş ölçüde memleketimizde hüküm süreceğini müjdele-
rim…İleri bir insan cemiyeti kurmanın maddi şartlarını, hele manevi vasıflarını
mümkün olduğu kadar açık olarak yapmak ödevindeyiz. Memleketimizin siyasî ida-
resi Cumhuriyetle kurulan siyasî idaresinin ilerleme şartıyla gelişmeye devam ede-
cektir. Harp zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça
memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hü-
küm sürecektir, Millet iradesi, demokrasi yolundaki gelişmesinde de devam edecek-
tir”22 İfadelerden de anlaşılacağı üzere; Cumhurbaşkanı İnönü, Türk siyasî siste-
minin ilerleyen süreçte demokratik parlamento niteliğini kuvvetle vurgulamış ve
ayrıntılarıyla ele almıştır. Ayrıca Türkiye’de rejimin daha demokratik bir mahiyet
20 Records of the U.S. State Department Classified Files, Belge No (BN.), 782.00/5-2750.(http://
www.gale.com/c/democracy-in-turkey-1950-1959-records-of-the-us-state-department-classified-
files); Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi (Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller), İs-
tanbul: Afa Yayınları, 1996, s. 128.;
21 Kemal H. Karpat, “The Turkish Elections of 1957”, The Western Political Qartetly, Vol. 14,
No. 2 (Jun., 1961), s. 436.
22
Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İstanbul 2014, s.15; Hamza Eroğlu, Türk
Devrim Tarihi, Ankara: 1981, s. 209; Sina Akşin ülkede demokratik yönelimlerin bu tarihten da-
ha önce başladığına işaret etmekle buna dair 9 Aralık 1938 tarihli Kastamonu CHP Kongresini
açış konuşmasına ve 2 Mart 1939 tarihli İstanbul Üniversitesi’ndeki konuşmalarını örnek vermek-
tedir. Ayrıca 1939’da CHP’nin 5. Kurultayı’nda 30 kişilik bir müstakil grup kurma kararının ve
1943 yılı seçimlerde aday sayısının iki katı olarak saptanmasının, bu doğrultudaki davranışlar ol-
duğuna işaret etmektedir. Bkz. (Sina Akşin, “Demokrat Partinin Kurulması”, Tarih ve Toplum,
C.9, S.53, İstanbul: İletişim Yayınları, 1988, s. 13).
524
taşıması için de söz vermiştir. Fakat önlemlerin neler olduğunu veya olacağına
dair açıkça bir değerlendirme yapmamıştır.23
Liberal eğilimlerin etkisiyle de bu koşulları kendisine bir çıkış noktası ola-
rak ifade eden DP kuruluş amaçlarını özetle şu ifadelerle yansıtmıştır: “Yurttaşın
ferdî ve içtimaî bütün hak ve hürriyetlerine sahip olmasını, insanlık ana haklarının
güvenlik altına alınmasını ve bütün devlet mevzuatında bu prensibe aykırı hükümler
bulunmamasını istemektedir. Demokrat Parti iktisadî hayatta özel sermaye ve te-
şebbüsü esas kabul etmektedir. Özel teşebbüs ve sermayeye serbestlik ve güvenle
çalışma şartları, yeni iş alanları sağlamasını istemektedir. Demokrat Parti Türki-
ye’de fertlere hak ve hürriyet tanınmadığını ferdîn elinden bütün hak ve hürriyetle-
rinin alındığını iddia etmekteydi. Devletin keyfî hareket ettiğini, bu hareketlerin de
yurttaşta devlete karşı güvensizlik ve huzursuzluk uyandırdığını ifade etmişlerdir.”24
İfadelerden de hareketle DP, CHP’ye kıyasla daha liberal bir çizgide yer almak is-
tediğinin altını çizmektedir25. 1950 seçimlerine hazırlanan DP’nin kuruluşundan
iktidara gelişine kadar geçen süreçte en çok mücadele ettiği konu, demokratik bir
seçim kanununun hazırlanması olmuştur. 1950 seçimlerinin hemen öncesinde
5545 sayılı kanunun çıkarılması ile seçimler bu yasanın verdiği güvence altında
yapılmıştır26. Özetle iktidarının son döneminde kabul edilen seçim kanunu
CHP’nin aleyhine işlemiştir27. Böylece CHP iktidarı sona ermiş, on yıl sürecek olan
DP iktidarı dönemi başlamıştır28.
23 Cumhurbaşkanı İnönü, 10 Mayıs 1946 tarihinde toplanan CHP Kurultayı’na ülkenin iç ve dış
siyasî şartlarının yeni seçimleri gerektirdiğini ve seçimleri daha demokratik bir şekle sokmak ihti-
yacına işaret etmiştir. Bkz. Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (Çev. Yasemin
Saner Gönen), İletişim Yay., İstanbul 1998, s. 308-309.
24 Nuran Kılağız, Türk Siyasî Hayatında 1965 Seçimleri, Berikan Yay., Ankara 2007, s. 90.
25 Özellikle yurt çapında birçok sahada teşkilatlanma çabası içinde olan DP hızla genişlemiş etki
sahasını kısa sürede arttırmayı başarabilmiştir. DP’nin hızlı büyümesi ve muhalefeti, belediye se-
çimlerini boykot amacıyla seçime girmeyişi, bunun sonucu olarak dış dünyada oluşan kötü imajın
bir an önce yıkılmak istenmesi, Batı Devletleri ve Amerika’nın Türkiye’ye yardımının sağlanması
düşünceleri CHP’nin seçimleri yapılması gereken tarihten bir yıl önceye almasına neden olmuştur.
Bkz. Haluk Ülman, Türk Amerikan Diplomatik Münasebetleri (1939-1947), AÜSBF Yayınla-
rı, Ankara 1967, s. 104.
26 Bu dönemde, 4320 sayılı Mebus Kanunu kaldırılarak yerine 1946 tarih ve 4918 Sayılı Milletvekili
Seçimi Kanunu çıkarılmıştır. Fakat bu kanunla çok partili sistemin gerçeklerine uygun köklü se-
çim sistemi ve seçim kuralları getirilmemiş, sadece iki dereceli seçim sistemi yerine, tek dereceli
seçim esası kabul edilmiştir. Seçim bölgesi olarak vilayetlerin esas alınması kuralı değiştirilmemiş
olduğundan, liste usulüne dayalı tek turlu basit çoğunluk sistemi iyice kökleşmiştir. Bkz. (Tevfik
Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839-1950), İmge Kitabevi, Ankara, 1999, s. 416-417).
27
Türkiye genelinde 1950 seçimi sonucunda seçilen 574 milletvekilinin %81,2 gibi büyük bir ço-
ğunluğunu oluşturan 385’i 1950 yılında ilk kez milletvekili seçilenlerden oluşuyordu. 89 milletve-
kili %18,8 daha önceki meclislerden herhangi birinde veya birkaçında milletvekili olarak katılmış-
tır. Bu durum –milletvekillerindeki bu değişim- 1950 seçimi için kullanılan “Beyaz İhtilal” teri-
mini haklı çıkaracak ölçüde büyük bir değişimdir. Bkz. Ahmet Demirel, “50. Yıldönümünde 1950
Seçimleri”, Tarih ve Toplum, C. 33, Sayı: 197, (Mayıs 2000), s. 17.
28 İlk kez DP iktidarının başlangıç sürecini başlatacak olan ve katılım oranının %89,3 olduğu 14
Mayıs 1950 tarihli seçimde 8.905.743 kayıtlı seçmenin 7. 953.085’i oy kullanmıştır. Sandıktan çı-
525
Seçimden hemen sonra kabinenin başbakanı Adnan Menderes 29 Mayıs
1950 tarihinde Hükûmetin dış politikasına ilişkin açıklamasında; “Ülkeye yabancı
sermaye getirmek için ne gerekiyorsa yapılacağını” ifadelerine yer vermiştir.29
Hükûmetin etkin isimlerinden Fuat Köprülü ise Menderes’in açıklamasından sonra
Brüksel’de yaptığı konuşmasında “İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana batıya dönük
olan dış politika daha aktif bir halde aynı istikamette devam edecektir… Dış Politi-
kada hiç bir değişikliğin olmayacağını ekonomik yapının güçlendirilerek yabancı
sermayenin önünün açılacağını üretimin arttırılmasına çalışılacağını” şeklindeki
benzer bir ifade ile yeni hükûmetin politikası hakkında ipuçlarını ortaya koymuş-
tur.30
DP’nin iktidarda bulunduğu dönemde esasında İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra hâkim olan dış politika prensiplerinin de bir devamı olmakla dış siyasetteki
süreklilik geleneğini ortaya koymuştur. Bu dönemde Avrupa dengesinde meydana
kan seçim sonuçlarına göre oyların %53’üne tekabül eden 4.241.393 kişi DP’yi, oyların
%39,9’una karşılık gelen 3.176.571 kişi ise CHP’ye oy vermiştir. 1950-1965 Milletvekili ve
1961, 1964 Cumhuriyet Senatosu Üye Seçimleri Sonuçları, DİE Yayınları, Ankara, 1966, s.
VI.; 1950 seçimleri üzerine yapılan çalışmaların birçoğunda, TÜİK (DİE)’in yayınlamış olduğu
seçim sonuçlarında tutarsız noktalar olduğu dikkatimizi çekmiştir. Örneğin, Ahmet Kardam ve
Seçkin Tüzün’ün birlikte kaleme aldıkları “Türkiye’de Siyasî Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranış-
ları” adlı çalışmada şu ifadeler dikkati çekmektedir: “1950 yılındaki seçimlerin açıklanan resmi
sonuçlarında tutarsızlık vardır. Oy kullanan seçmen sayısı 7.953.085’tir. Partilerin aldıkları oyların
toplamı ise 8.051.650’dir. Görüleceği üzere partilerin aldıkları oyların toplamı, oy kullananların
toplamından fazla tespit edilecektir. Bkz. Ahmet Kardam, Seçkin Tüzün, Türkiye’de Siyasî Ku-
tuplaşmalar ve Seçmen Davranışları, Ankara 1998, s.99.; Ahmet Demirel ise başka bir yanlışlı-
ğa daha işaret etmektedir. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün her partinin illerde aldığı oyların toplan-
dığında verilen sayılardan farklı daha farklı rakamlara ulaşıldığına işaret etmektedir. Bkz. Ahmet
Demirel, “50. Yıldönümünde 1950 Seçimleri”, s. 13. DP’nin 408 milletvekiline karşı CHP ancak
69 milletvekili çıkarabilmiştir. Yüzde oranları karşılaştırıldığında iki partinin milletvekili sayısın-
daki farklılığın sebebinin uygulanan liste usulü çoğunluk sistemi olduğu hatırlatılmalıdır. Seçimle-
rin hemen öncesinde 16 Şubat 1950’de meclisten geçirilen seçim kanunu ile nispi temsil yerine
çoğunluk esasının kabul edilmesi CHP’nin Meclis’teki temsil gücünü hayli zayıflatmıştır. Mü-
semma Sabancıoğlu, “14 Mayıs 1950:Bir Seçim Böyle Geçti”, Toplumsal Tarih, Sayı: 77, Mayıs
2000, s. 4. CHP’nin aldığı oy oranına nazaran çıkardığı milletvekili sayısı uygulanan seçim siste-
minden dolayı düşük olmuştur. Seçim sistemine göre her seçim çevresinde, partiler liste halinde
adaylarını göstermekte, listesi en çok oyu alan parti o ildeki milletvekillerinin tümünü kazanmak-
tadır. Cemile Burcu Kartal, “Türk Siyasal Hayatında “Beyaz İhtilal” 1950 Seçimleri”, Atatürk
Dergisi, C. III, Sayı: 4, Temmuz 2003, s. 278.
29 Cumhuriyet, 30.05. 1950.
30 Cumhuriyet, 01.06.1950; Cezmi Eraslan, “Atatürk’ten Sonra Türkiye’nin İç Politikası”, Türkiye
Cumhuriyeti Tarihi II, Durmuş Yalçın v.d. AKDTYK, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları,
Ankara, 2004, s.549; Politikanın somut neticeleri ise ilerleyen günlerde ortaya çıkmıştır. Birleşmiş
Milletler’in çatısı altında Güney Kore’ye yapacağı yardımın niteliği ve boyutu DP ile CHP’ye ya-
kın basın organları arasında münakaşaya neden olurken, CHP taraftarları “Bizden yardım isteyen
ABD’dir. Marshall planından yaralandığımız için bu yardım bizim için mecburiyettir” demekte-
dirler. Böylece, onlara göre Türkiye’nin Marshall Planından istifade ettiği oranda olacaktır. Bkz.
(Mim Kemal Öke, Unutulan Savaşın Kronolojisi Kore 1950-53, Boğaziçi Yayınları, İstanbul,
1990, s.65).
526
gelen boşluklardan yararlanan ve bütün ağırlığı ile Türkiye üzerine de çöken Sov-
yet emperyalizmine karşı güvenliğini sağlama endişesi, Türkiye’nin dış politikası-
na hâkim olan esas mesele olmuştur. Bu doğrultuda Türkiye, NATO’ya girmekle bu
güvenliğe kavuşmuş ise de, Doğu Asya’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin ortaya çıkması
neticesinde, Kore Savaşı ile milletlerarası komünizmin dünyanın çok geniş bir
alanında tehlike yaratması karşısında, Türkiye kendi güvenlik sistemini genişlet-
me yoluna gitmiştir. Bu amaçla Balkan ve Bağdat ittifaklarının kuruluşunda aktif
bir rol oynamıştır. Bu gelişmeler Türk dış politikasını 1945-1955 arasında meşgul
ederken, 1954’de milletlerarası mahiyet kazanan Kıbrıs meselesi ise, Türk dış poli-
tikasının 1955-1960 arasındaki başlıca konusunu teşkil edecektir.
35
Kenan Olgun, “Türkiye’de Cumhuriyet’in İlanından 1950’ye Genel Seçim Uygulamaları”, Ata-
türk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XXVII, Sayı:79, Mart 2011, s. 29-30.; Seçimlerin hemen
öncesinde 16 Şubat 1950’de meclisten geçirilen seçim kanunu ile nispi temsil yerine çoğunluk
esasının kabul edilmesi CHP’nin Meclis’teki temsil gücünü hayli zayıflatmıştır. Bkz. (Müsemma
Sabancıoğlu, “14 Mayıs 1950:Bir Seçim Böyle Geçti”, Toplumsal Tarih, Sayı: 77, Mayıs 2000,
s. 4).; CHP’nin aldığı oy oranına nazaran çıkardığı milletvekili sayısı uygulanan seçim sistemin-
den dolayı düşük olmuştur. Seçim sistemine göre her seçim çevresinde, partiler liste halinde aday-
larını göstermekte, listesi en çok oyu alan parti o ildeki milletvekillerinin tümünü kazanmaktadır.
Bkz. Cemile Burcu Kartal, “Türk Siyasal Hayatında “Beyaz İhtilal” 1950 Seçimleri”, Atatürk
Dergisi, Cilt: III, Sayı: 4, Temmuz 2003, s. 278.; İlk kez DP iktidarının başlatacak olan ve katılım
oranının %89,3 olduğu 14 Mayıs 1950 tarihli seçimde 8.905.743 kayıtlı seçmenin 7. 953.085’i oy
kullanmıştır. Sandıktan çıkan seçim sonuçlarına göre oyların %53’üne tekabül eden 4.241.393 kişi
DP’yi, oyların %39,9’una karşılık gelen 3.176.571 kişi ise CHP’ye oy vermiştir. DP’nin 408 mil-
letvekiline karşı CHP ancak 69 milletvekili çıkarabilmiştir. Yüzde oranları karşılaştırıldığında iki
partinin milletvekili sayısındaki farklılığın sebebinin uygulanan liste usulü çoğunluk sistemi oldu-
ğu hatırlatılmalıdır. Türkiye genelinde 1950 seçimi sonucunda seçilen 574 milletvekilinin %81,2
gibi büyük bir çoğunluğunu oluşturan 385’i 1950 yılında ilk kez milletvekili seçilenlerden oluşu-
yordu. 89 milletvekili %18,8 daha önceki meclislerden herhangi birinde veya birkaçında milletve-
kili olarak katılmıştır. Bu durum –milletvekillerindeki bu değişim- 1950 seçimi için kullanılan
“Beyaz İhtilal” terimini haklı çıkaracak ölçüde büyük bir değişimdir. Bkz. Ahmet Demirel, “50.
Yıldönümünde 1950 Seçimleri”, Tarih ve Toplum, Cilt: 33, Sayı: 197, (Mayıs 2000), s. 17.
36 Melih Aktaş, 1950-1960 Demokrat Parti Dönemi Türk-Sovyet İlişkilerinde Amerikan Faktö-
rü, s. 41-44.
37 İsmet Türkmen, Betül Karcı, “Amasya da Milletvekili Seçimlerinin Yerel Basına Yansıması 1950
1957”, 329-349.
528
Birliği ve Birleşik Amerika güçleri öncülüğünde iki ayrı blokta toplanmaları yeni
gerilimlerin habercisi olmuştur. 1950’lerde bu güçlerden biri silahlarını asla bı-
rakmamış, diğeri tekrar hızla silahlanmaya başlamıştır. Bu nedenle bu güçler dün-
yanın çeşitli bölgelerinde önemli olay ve gelişmelerin yaşanmasına doğrudan veya
dolayı yol açmışlardır. Özellikle Sovyet yönetimi tarafından körüklenen “soğuk
savaş” geniş bir sahaya yayılmış ve karşı güçlerin mukavemet gücünü ölçmek için
mevzii çatışmalara zemin hazırlanmıştır. Sovyet politikası hemen bütün Doğu Av-
rupa’yı kendi vesayeti altına toplamış, 1949’da ise komünist idarenin Çin’de ikti-
dara gelmesi komünizmin nüfuzunun dünyada sesini daha etkin duyurmasında da
etkili olmuştur. Dünyadaki bu trajik ikiye ayrılış, bütün milletlerin uluslararası
ilişkiler düzeyinde kendini gösteren bir düzeye taşınmıştır. Esasında bağımsızlık-
larına kavuşan azgelişmiş ve herhangi bir bloğa bağlanamamış milletler iki blokun
giderek artan ağır baskıları karşısında kalmışlardır. İki blok arasındaki nüfuz, bir
ülke sınırlarını ikiye bölerken, her iki blok kendine bağlı parçayı Kore örneğinde
olduğu üzere kendi saflarına almaya çalışmıştır. Esasında İkinci Dünya Savaşı’nın
sonlarında Müttefikler arasında yapılan Yalta ve Postdam Konferanslarında, Ko-
re’den Japonları uzaklaştırma görevi, ABD ve Sovyetler Birliği’ne verilmiştir.38 Bu
süreçte, Doğu ve Batı bloklarını bir silahlı çarpışmaya getiren gelişmelerin netice-
sinde ise, Kore Savaşı patlak vermiştir. Bu sorun (diğerleriyle birlikte); blokların
oluşmasına ve bloklar arası ilişkilere olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin fiilen
savaşa katılmasına ve dış politikasının bu yönde şekillenmesinde etki yapmıştır.39
Bu nedenlerle, ana hatlarıyla da olsa, Kore Savaşı’na değinmek gerekecektir.
Japonya’nın mağlubiyeti kabul ederek teslim olmasının ardından Ruslar, Kore’nin
kuzeyini, Amerikalılar da güneyini işgal ederek, 38. enlemi ara sınır olarak ilan
etmişlerdir. Bu gelişme ise, Kore meselesinin başlangıcı olmuştur. Amerika Birle-
şik Devletleri (ABD), Eylül 1945’te Güney Kore’yi işgal ettikten sonra, burada bir
askerî bir yönetim kurmuş. Buna karşılık Sovyetler Birliği, kuzeyde kendi işgal
bölgesinde, Kuzey Kore Halk Cumhuriyeti’nin resmen kurulmasını sağlamıştır.
Neticede, Kore birdenbire Kuzey Kore ve Güney Kore olmak üzere iki ayrı devlete
ayrılmıştır. Sovyet yönetiminin bu müdahalesi Batı dünyasında kaygı uyandırır-
ken, Kore meselesi üzerine Müttefik Güçler; İngiltere, ABD, Sovyetler Birliği ve Çin
Dışişleri Bakanları Moskova’da 16-22 Aralık 1945 tarihleri arasında bir araya gel-
mişlerdir. Moskova toplantısında özetle şu neticeye ulaşılmıştır: Öncelikle bütün
Kore için bir demokratik hükûmet kurulması, bunu gerçekleştirmek üzere de Ko-
re’de Amerika ve Sovyet Rusya komutanları temsilcilerinden bir karma komisyon
38 John M. Vander Lippe, “Forgotten Brigade of the Forgotten War: Turkey’s Participation in the
Korean War”, Middle Eastern Studies, Vol. 36, No. 1 (Jan., 2000),s. 93-94.
39 Kore Savaşı üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararlan ve Türkiye’nin cevabı için
İsmail Soysal, Türkiye’nin Uluslar arası Siyasal Bağıtları (1945-1990), Cilt: 2 (Kesim A Çok
Taraflı Bağıtlar), 2. Baskı, TTK Yay., Ankara 2000, s. 84.
529
oluşturulması, Kore’nin beş yıl süreyle dört büyük devletin vesayeti altında bu-
lunması kabul edilmiştir.40 Fakat taraflar arasında, 20 Mart 1946’dan itibaren
Seul’de toplanmaya başlayan Karma Komisyon’da görüş ayrılıklarından dolayı,
Kore’nin birleştirilmesi sorununu bir çözüme ulaştırılamamıştır. Bunun üzerine
Amerika Birleşik Devletleri, sorunu BM’ye taşımıştır41. İlerleyen dönemde Kuzey
Kore’de de, 9 Eylül 1948’de Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu
devleti; Sovyetler Birliği, Polonya, Çekoslovakya derhal tanırken, 1948 yılında
Kore’de, biri Güney’de BM gözetiminde, diğeri Kuzey’de Sovyetler Birliği desteğin-
de olmak üzere, iki ayrı Hükûmet kurulmuştur. Bu gelişmeler bölgede gerginliğin
esasında giderek arttığının da işaretidir. 1948 yılı içinde Kuzey Kore’de, 1949’da
da Güney Kore’de tesis edilen iki ayrı ordu, bunalımı giderek daha da ağırlaştırmış,
bu durum bir savaş ihtimalini artırmıştır. Güney Kore ile Kuzey Kore arasında
güven ortamının kaybolduğu, karşılıklı talep ve suçlamaların arttığı dönemde, ABD
ile Güney Kore Cumhuriyeti arasında, 31 Aralık 1948 ve 26 Ocak 1950 tarihlerinde
askeri yardım ve güvenlikle ilgili iki anlaşma imzalamıştır. 42 Sovyetler Birliği de,
Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti ile 20 Mart 1949’da on yıllık bir yardım an-
laşması imzalamıştır.43 Ayrıca Sovyet idaresi Çin Halk Cumhuriyeti ile de 14 Şubat
40 Ronald R.Krebs, “Perverse Institutionalism: NATO and the Greco-Turkish Conflict”, Internatio-
nal Organization, Vol. 53, No. 2 (Spring, 1999), s. 345.
41 BM Örgütü Genel Kurulu, 17 Eylül 1947 tarihinde ilk defa Kore’nin bağımsızlığı sorununu gün-
demine almış ve 14 Kasım 1947 tarihinde, Kore konusunda bu karar altı çekimsere karşı, kırk üç
oyla kabul edilmiştir. Karara göre; öncelikle BM Geçici Kore Komisyonun oluşturulması ve bu
komisyonunun denetiminde Kore’de 31 Mart 1948’de seçimlerin yapılması ve milli bir Kore
Hükûmeti kurulması sağlanacaktır. Sonrasında doksan gün içinde işgal kuvvetlerinin ülkeden çe-
kilmeleri planlanmıştır. Sovyetler Birliği, bu karara karşı çıkmış ve 12 Ocak 1948’de Seul’de ça-
lışmaya başlayan BM Geçici Kore Komisyonu ile işbirliğine yanaşmamış ve komisyonun 38. en-
lemin kuzeyine geçmesine izin vermemiştir. Yaşananlara rağmen, Birleşmiş Milletler kararı uya-
rınca Güney Kore’de 10 Mayıs 1 948 tarihinde seçim yapılmış ve 17 Temmuz 1948 tarihinde Gü-
ney Kore Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Bunun üzerine 1948 yılı içinde yine Birleşmiş Milletler ka-
rarı gereğince, Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri, Kore’yi boşaltacaklarını açıkla-
mışlardır. Kemal H. Karpat, “Political Developments in Turkey, 1950-70”, s. 353.
42 Savaş öncesinde Güney Kore’de donatım ve eğitim bakımından yalnız polis fonksiyonu yapabile-
cek düzeyde bir ordu bulunmaktadır. 1950 Haziran’ında Güney Kore Ordusu, 6 zayıf Piyade Tü-
meni’nden teşkil edilirken, Deniz Kuvvetleri ise hafif harp ve yardımcı gemilerden meydana gel-
mektedir. Teçhizat olarak Japonlardan ele geçen silah ve malzemelerden başka Amerikalıların
Güney Kore’yi terk ederken bıraktıkları silah ve cephane ile donatılmış ise de tank, uçak ve teknik
araç bakımından Kuzey Kore’ye göre oldukça zayıftır. Güney Kore Ordusu, ancak savaşın başla-
masından sonra teşkilatlanmasını yapabilmiş, 1951’in ortalarına doğru 10 Tümenlik bir orduya sa-
hip olabilmiştir. Bkz. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 455; Henry Kissinger, Diplo-
masi, (Çev. Halil İbrahim Kurt), 2. Baskı, İş Bankası Kültür Yay., İstanbul 2000, s. 457; Turgut
Sunalp, Kore Harbi, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul 1954, s. 42; Veli Yılmaz, Yakın Dö-
nem Harp Tarihi Özetleri, Harp Akademileri Yay., İstanbul 1993, s. 54.
43 Savaşın hemen öncesinde Kuzey Kore’nin 13 piyade tümeni, 105. zırhlı tümen, 73 tanklık bir tank
alayı, 100’den fazla uçak, 32 parçadan oluşan bir deniz filosu vardır. Bkz. Ahmet Elmas, “Kore
Savaşı’nda Türk Ordusu”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 2004, s.
20-21 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi).
530
1950’de otuz yıllık bir dostluk ve karşılıklı savunma antlaşması yapmıştır. Bölgede
silahlanma sürecinin bu şekilde dış destekle sağlanmasını takip eden dönemde
Kuzey Kore, 25 Haziran 1950 tarihinde, Güney Kore silahlı kuvvetlerinin 38. enlem
boyundaki sınırı geçtiklerini ileri sürerek saldırıya geçmiş ve Güney Kore Cumhu-
riyeti’ne resmen savaş açmıştır44. Savaşın başlaması üzerine ABD, Güney Kore’ye
hemen yardım göndermeye başlamış ve BM Örgütü’ne de bilgi ulaştırmıştır. BM
Güvenlik Konseyi, 25 Haziran toplantısında, çarpışmaların hemen durdurulmasını
ve Kuzey Kore’nin 38. enleme çekilmesini, 27 Haziran 1950 tarihli aldığı diğer
kararda, Kuzey Kore’yi barışı bozmakla suçlu ilan etmiş, bu bölgede silahlı saldırıyı
geri püskürtmek ve barışı sağlamak için, Güney Kore’ye yardım yapılmasını bütün
üye devletlerden istemiştir45. Bunun üzerine Güvenlik Konseyi’nin kararlarını,
örgüte üye elli altı devletten Sovyetler Birliği, Çekoslovakya ve Polonya reddeder-
ken, Türkiye Cumhuriyeti de dâhil olduğu elli üç ülke olarak kabul etmiştir.
Bunun üzerine Türkiye, Güvenlik Konseyi’nin çağrısına uyarak, Güney Ko-
re’ye askerî yardım göndermeye başlamıştır.46 25 Haziran 1950’de patlak veren
Kore Savaşı’na Türkiye, BM emrine bir tugaylık bir kuvvet vermek suretiyle, en
geniş ve en aktif bir şekilde katılan birkaç devletten biri olmuştur. DP Hükûme-
ti’nin 25 Temmuz 1950’de aldığı asker gönderme kararı, Türk kamuoyunda uzun
süren tartışmalara neden olmuştur. Hükûmet, Bakanlar Kurulu’nun almış olduğu
kararla, Kore’ye asker gönderme kararı verdiğini bildirmiştir. Ancak, verilen bu
kararda TBMM’nin onayı alınmamıştır. Bunun üzerine asker gönderme kararının
alınması sırasında kendilerine ve TBMM’ye danışılmamış olmasını eleştiren CHP
yetkilileri, ülkeyi derinden etkileyen bir kararın, sadece TBMM yetkisi dâhilinde
olduğunu ileri sürmüştür. Bu doğrultuda, DP Hükûmeti’nin Anayasa’yı ihlal ettiğini
ve Kore’ye asker gönderilmesinin, Sovyet yönetiminin Türkiye’ye düşmanlığını
artırabileceğini ve bu durumda Türkiye’nin güvenliğinin antlaşmalarla garanti
altına alınması gerektiğini belirtmişlerdir. Ayrıca CHP yönetimi, NATO ile güvenli-
ğini garanti altına almış olan devletlerin yardım konusunda kararsız kalmalarını
44 Güvenlik Konseyi bu gelişmeler üzerine, 7 Temmuz 1950 tarihinde aldığı bir kararla; Kore’de
Birleşmiş Milletler Komutanlığı kurarak bu göreve Amerikalı General Mac Arthur’u atamıştır.
Bkz. John M. Vander Lippe, “Forgotten Brigade of the Forgotten War: Turkey’s Participation in
the Korean War”, Middle Eastern Studies, Vol. 36, No. 1 (Jan., 2000), s. 94.
45 Bu sırada ise Kuzey Kore kuvvetleri, 29 Haziran 1950’de Seul’u ele geçirmiş ve Güney Kore’nin
tamamını tehdit edecek duruma gelmiştir. Bkz. (Mim Kemal Öke, Unutulan Savaşın Kronolojisi
Kore, s. 18).
46“ Kore Savaşına 4500 Kişilik Bir Askeri Kuvvetle Katılıyoruz”, Son Posta, (28 Temmuz 1950), s.
s.1.; Yardım gönderen bu devletler şunlardı: Amerika Birleşik Devletleri, Avusturalya, Belçika,
Filipinler, Fransa, Güney Afrika Birliği, Habeşistan, Hollanda, İngiltere, Kanada, Kolombiya,
Lüksemburg, Portoriko, Tayland, Türkiye, Yeni Zelanda, Yunanistan. Ancak bu on yedi devletten
bazıları kara, deniz ve hava kuvvetleri, bazıları da üç kuvvetten ikisini veya sadece birini gönder-
miştir. Yani, her devlet yardımı değişik şekilde ve ölçüde, hatta bazıları sembolik sayıda, yapmış-
tır. Bkz. (Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl, C. II., K. I., Ankara 1986, s. 249-266).
531
ve NATO’ya üye olmayan Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesini eleştirmiştir.
İsmet İnönü dış politikada bu hassas geçişe ilişkin şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“…Şikâyet ettiğim mevzuları tekrar söylüyorum. Haber vermiyor, Meclise haber ve-
rilmiyor… Bu malûmatı alsak da dış politika meselelerinde herhangi bir vaziyetin
doğru teşhisi için Hükûmetin elinde bulunabilecek malûmata sahip olmamız lâzım-
dır. Olmuyoruz, olamayız. Ya lütfedecekler siyasî partilerin muhalif ve iktidar parti-
sinin liderlerini çağıracaklar, hususi malûmat verecekler, bu da kâfi gelmez. BM
Meclisine dış politika üzerinde müzakere fırsatını vereceklerdir. Bunları yapmazlar-
sa biz nereden malûmat alırız. Tahrikçi, sergüzeştçi politikadan, metottan şikâyetçi-
yiz.”47
Mehmetçik cephede savaştığı üç yıl süresince, savaşın hep can alıcı bölgele-
rinde görev yapmıştır. Türk askeri birliklerinin, üç yıl içinde kazandığı muharebe-
ler, savaşın kaderini ve seyrini değiştirmiştir.48 Bu destek Güney Kore’nin kurtarı-
larak, egemenliğine kavuşmasında etkili olmuştur. Kunuri Savaşı’nda Türk askeri
üzerine aldığı görevi başarıyla yapmış ve BM ordusunun imha edilmesini engelle-
miştir. Türk kuvvetleri Kore’de 1950 yılının Kasım ayı sonlarında ilk büyük sava-
şına girmiş ve Kunuri Savaşı olarak bilinen bu savaşlarda büyük bir başarı kazan-
mıştır. Bu dönemde gerek Türk kamuoyu, gerekse dünya basını, Türk askerlerinin
başarısına geniş yer ayırmıştır. Bazı gazeteler cepheye savaş muhabiri göndererek,
Türk askerinin mücadelesini yakından takip etmiş, gazeteler aracılığıyla Türk as-
kerleri ile aileleri arasında iletişim sağlanmıştır.49 Bu gelişme üzerine muhalefet,
Kore meselesine yönelik eleştirilerini yumuşatmak zorunda kalmıştır. Bu sırada
asker gönderme kararının Meclis’te oylanması, 11 Aralık 1950 tarihinde gerçek-
leştiği Kore’ye gönderilen askerî birlikler hakkında alınan kararın Anayasa’ya ve
kanunlara uygun olduğu 311 lehte oyla kabul edilmiştir.
Ayrıca Türk askerinin göstermiş olduğu bu başarılar, tüm dünyaca takdir
edilmiştir. Kunuri Savaşı’nın ertesinde gemilere binerek Kore’yi terk etme planları
yapan BM kuvvetleri, Türk askerinin “Kumyangjangni Zaferi” nden sonra, taarruza
katılarak, Kore’yi terk etmekten vazgeçmiştir. Kore’de ikinci kez savaşın kaderini
değiştiren Türk askerî birliği, bu başarısından dolayı Amerikan Kongresi tarafın-
47 Hükûmetler, Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri (22 Mayıs 1950-20 Kasım 1961), (
Yay. Haz.: İrfan Neziroğlu-Tuncer Yılmaz), Cilt. 2, TBMM Basımevi, Ankara 2013, s. 1183.
48 “Kahraman Tugayımız Seul’u Müdafaa Edecek”, Cumhuriyet, (13 Aralık 1950), s. 1.
49 Türk halkı, Türk askerinin Kore’deki savaşlarına büyük bir ilgi göstermiş ve onların başarılarını,
Türk milletine has olan kahramanlığın açık bir delili saymıştır. Ayrıca, dünya barışı için savaşma-
nın, kendi vatan ve milletinin bağımsızlığı için savaşmak kadar önemli olduğunu düşünmüştür. Bu
düşüncesini ispat etmek için birçok yerde, mitingler düzenlemiş, okullarda, camilerde ve kilisede
şehit ve gaziler için törenler yapılmıştır. Binlerce kişi, gönüllü olarak Kore’de savaşmak için, Milli
Savunma Bakanlığı’na müracaat etmiştir. Türkiye’den binlerce kilometre uzakta Kore’de savaşan
askerlerimiz için çeşitli kampanyalar düzenleyerek, onlara hediyeler gönderilmiştir. Yurda dönen
gazilerimize, şehit ailelerine büyük sevgi ve saygı gösterilmiştir. Kemal H. Karpat, “Political De-
velopments in Turkey, 1950-70”, Middle Eastern Studies, Vol. 8, No. 3 (Oct., 1972), s. 354.
532
dan Mümtaz Birlik Nişanı ile ödüllendirilmiştir. Güney Kore Cumhurbaşkanlığı
tarafından da Birlik Nişanı verilmiştir. Kore Savaşı, başlangıçta Kuzey Kore ve ona
katılan Çin Halk Cumhuriyeti gönüllü kuvvetlerinin ilerlemesiyle sürmüş olmasına
rağmen, bir süre sonra BM Ordusu, bu saldırıyı durdurmuş ve sonra da onları 38.
enleme kadar geriletmiştir. Bunun üzerine Kuzey Kore’nin isteğiyle, 10 Temmuz
1951’de BM Komutanlığı ile Kuzey Kore arasında mütareke görüşmelerine baş-
lanmıştır.50 Mütareke, Panmunjom’da 27 Temmuz 1953 tarihinde imzalanmış olan
mütarekeye göre; 38. enlem çizgisi sınır olacak, iki taraf arasında askersizleştiril-
miş bir bölge ve bir askeri mütareke komisyonu kurulacaktır.51 Böylece üç yıl sü-
ren Kore Savaşı sona ermiştir. Ancak 38. enlem sınır kabul edilerek Kore, Kuzey
Kore ve Güney Kore devletleri olmak üzere, ikiye bölünmüştür. Kore Savaşı ile
Kuzey Kore’nin, Güney Kore’yi işgal etmesi, sonrasında bölgede komünizmin ya-
yılması önlenirken, ancak savaşın sonunda, yine savaş öncesi statü kabul edilmiş-
tir. Bu durumuyla savaş, yeni oluşan Doğu ve Batı bloklarım bu bölgede fiilen karşı
karşıya getirmiştir. Bir bakıma savaş bir yandan karşılıklı güç denemesi olurken,
diğer yandan taraflar birbirlerine karşı üstünlük sağlayamadan sona ermiştir.52
1953 yılında yapılan son taarruzu da engelleyen Türk Tugayı, 23 Temmuz
1953 tarihinde savaşı sona erdiren, Panmunjom Ateşkes Antlaşması’nın imzalan-
masını sağlamıştır. Bu başarısı nedeniyle de Türk Tugayı’na ikinci kez Mümtaz
Birlik Nişanı verilmiştir. Türk askerlerinin Kore’deki başarıları, tüm dünyanın Tür-
kiye’ye bakış açısını değiştirmiştir. Özellikle Amerikan Kongresi’nin tutumunun
değişmesinde, Türk askerinin Kore’deki mücadelesi etkili olmuştur.
Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nin kararına hemen uyarak Kore Savaşı’na
asker göndermesi ve bu askerlerin savaşta gösterdiği mücadele azmi Türkiye’nin
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO)’ne kabul edilmesinde etkili olmuştur.
Esasında, Türkiye NATO’ya girmekle bu güvenliğe kavuşmuş ise de, Doğu Asya’da
Çin Halk Cumhuriyeti’nin ortaya çıkması neticesinde, Kore Savaşı ile milletlerarası
komünizmin dünyanın çok geniş bir alanında tehlike yaratması karşısında, Türki-
ye kendi güvenlik sistemini genişletme yoluna gitmiş ve Balkan ve Bağdat ittifakla-
rının kuruluşunda aktif bir rol oynamıştır. Bu gelişmeler Türk dış politikasını
1945-1955 arasında meşgul ederken, 1954 de milletlerarası mahiyet kazanan
Kıbrıs meselesi ise, Türk dış politikasının 1955-1960 arasındaki başlıca konusunu
teşkil edecektir.53
54 Malcolm Cooper, “The Legacy of Atatürk: Turkish Political Structures and Policy-Making”,
International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), Vol. 78, No.1 (Jan.,
2002), s. 124
534
kuvvet kullanmak dahil olmak üzere, gerekli göreceği harekete, tek başı-
na ya da öteki Taraflarla birlikte, hemen girişecektir. Bu durum, Birleş-
miş Milletler Güvenlik Konseyi’nin bilgisine sunulacaktır (Madde 5).
6. Taraflardan her biri, işbu Antlaşmaya aykırı herhangi bir uluslararası
yüküm üstlenmeyecektir (Madde 8).
7. Taraflar, Antlaşmanın uygulanmasına ilişkin sorunlarda yetkili olmak
üzere, içlerinde her birinin temsil olunacağı bir Konsey kuracaklardır
(Madde 9).
8. Taraflar, Kuzey Atlantik Bölgesinin güvenliğine yardım edebilecek du-
rumdaki başka bir Avrupa Devletini Antlaşmaya katılmaya oy birliği ile
davet edebilecektir. Davet edilen her devlet kendi katılma bölgesini Ame-
rika Birleşik Devletleri ‘ne sunmakla Antlaşmaya Taraf olabilecektir
(Madde 10).
9. Taraflar, Antlaşmanın onay belgelerini, Amerika Birleşik Devletleri ‘ne
olabildiğince çabuk sunacak, Antlaşma, imzacı devletlerinin çoğunluğu-
nun onay belgeleri sunulur sunulmaz onaylanan devletler arasında yü-
rürlüğe girecektir (Madde 11).
10. Antlaşma 20 yıl yürürlükte kaldıktan sonra, Taraflardan her biri, Ameri-
ka Birleşik Devletleri Hükûmeti ‘ne ona son vereceğini bildirdiği tarihten
bir yıl sonra, kendisiyle ilgili olarak, Antlaşmaya son verebilecektir (Mad-
de 13).
11. Fransızca ve İngilizce metinleri eşit şekilde geçerli olan Antlaşma, Ameri-
ka Birleşik Devletleri Arşiv Dairesine sunulacaktır. Onaylı örnekleri bu
Hükûmet tarafından öteki imzacı Devletlere verilecektir (Madde 14)55.
Maddelerden de anlaşılacağı üzere; antlaşma öncelikle saldırıyı önlemeyi
hedeflemekle birlikte herhangi bir saldırının gerçekleşmesi halinde, bir yandan
saldırıyı püskürtmeyi amaçlayan askeri bir ittifakı, diğer yandan siyasî, ekonomik
ve sosyal alanlarda da ortak ve sürekli bir işbirliğini esas almaktaydı56. NATO’nun
kurulmasından hemen sonra oluşturulan Savunma Komitesi, 1 Aralık 1949 tari-
hinde Paris’te yaptığı toplantıda, Kuzey Atlantik Bölgesi’nin birleşik savunması
için gerekli strateji kavramı, silâh ve donatım üretimi ile ikmal programını da ha-
zırlamıştır. Bu program, Konsey’in 16 Ocak 1950’deki Washington toplantısında
kabul edilmiştir. Diğer yandan İttifakın en yüksek organı olan Kuzey Atlantik Kon-
seyi’nin, 15-18 Eylül 1950 tarihinde New York toplantısında, bütün üyeler, “İtti-
fak’a dâhil bütün Avrupa ülkelerini savunabilmek için saldırıya, Doğu’da, mümkün
57 Konsey, 26 Eylül 1950’de yaptığı toplantıda da, bir ileri stratejinin, Avrupa’nın savunmasının
Alman topraklarında yapılması gerektiğini kabul ederek, Federal Almanya’nın siyasî yönden NA-
TO’ya katılmasının incelenmesine karar vermiştir. 18 Aralık 1950’de Brüksel toplantısında ise,
Almanya’nın ortak savunmaya alınmasını, Birleşmiş Avrupa Savunma Kuvveti kurulmasını ve
Yüksek Komutanlık görevinin bir Amerikalı subaya verilmesini kararlaştırmıştır. Konsey, bundan
sonra Amerika Birleşik Devletleri Başkam Truman’ın önerisi üzerine, 19 Aralık 1950’de Avrupa
Müttefik Yüksek Komutanlığı’na (SACEUR) General Dwight D. Eisenhower’i atamış ve 29 Ara-
lık 1950’de, Avrupa’da 1951 yılı başından itibaren bir genel Karargâhın kurulmasına karar veril-
miştir. İsmail Soysal, a.e., s. 409-412.
58 Sovyet emperyalizmi ve bu emperyalizmin kendisine yönelen tehdit ve tehlikeleri karşısında
Türkiye için en iyi yol, Sovyet Rusya’dan çok daha güçlü bulunan Birleşik Amerika’ya dayan-
maktı. İşte savaşın son yıllarından itibaren Türk dış politikasının yöneldiği doğrultu bu olmuştur.
Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1914-1995), s. 625.
59 Fahir Armaoğlu, a.e. s. 626.; Türkiye 3 Ağustos 1950 tarihinde pakta girmek üzere resmi kanal-
lardan müracaata bulunmuştur. Türkiye’yi başvuru sürecinde İngiltere, ABD ve İtalya destekle-
miştir. Bkz. (Hürriyet, (3 Ağustos 1950), s. 1).
536
olunmasının gereklerini şu ifadeleri ile ortaya koymuştur: “Birleşmiş Milletler idea-
line olan samimi bağlılığımızı tekrara lüzum görmüyoruz. Ananevi İngiliz ve Fransız
ittifakına ve Birleşik Amerika ile en sıkı dostluk ve işbirliğine dayanan, dostluklarına
daima sadık kalan, uzak yakın ve büyük küçük bütün milletlerin istiklâl ve toprak
bütünlüklerine her zaman hürmetkâr olan dış siyasetimizin sulhçu mahiyeti bütün
dünyaca malumdur. Bu açık ve samimi siyasetimizin coğrafi durumumuzun ehem-
miyet ve nezaketi ve milletimizin en ağır şartlar altında dahi tebarüz eden yüksek
ruhi kudreti itibariyle, demokrasi cephesi ve cihan sulhu için mühim bir amil olduğu-
na inanmaktayız.”60
Bu türden çabaların olumlu sonuç vermesi, Türkiye bakımından sıkıntılı ge-
çen birkaç yılı almıştır. 13 Ekim 1951 de, Birleşik Amerika, İngiltere, Fransa ve
Türkiye, bir Ortadoğu Müttefik Komutanlığı kurulması hususunda Mısır’a bulun-
duğu teklifte; komutanlığa Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika Birliği de
katılacak ve Süveyş Kanalı’nda bulunacak askerî kuvvetler, bu komutanlık emrin-
de olacaktır. Bu teklifi, İngiltere’nin Süveyş’ten çekilmemek için bulduğu yeni bir
fırsat olarak değerlendiren Mısır, 17 Ekim’de bu teklifi reddetmiştir. Bu aşamada
Kore’de Türk askeri Türk milletinin dünya kamuoyu nazarında yerini ispat etmesi,
Türkiye’nin NATO üyeliğine yapılan itirazları da bertaraf etmiştir. Neticede İngil-
tere, Süveyş konusundaki tasarısını gerçekleştirememiştir. Bunun üzerine NATO
Konseyi, aynı gün Londra’da imzaladığı bir protokol ile Türkiye ve Yunanistan’ın
NATO’ya katılmalarını kabul etmiştir61. Oluşan kanaat Türkiye’nin NATO’ya katıl-
ması için bir kazanç teşkil etmiştir. Bu sebeple, 1951 Eylülünde Ottovva’da topla-
nan NATO Bakanlar Konseyi, 21 Eylül 1951 tarihinde yayınladığı bildiride, Türkiye
ile Yunanistan’ı da NATO’ya katılmaya davet etmeye karar verdiğini açıklamıştır.
Fakat Türkiye’nin NATO’ya katılmasına ABD’nin itirazı olmadığı halde, NA-
TO’nun Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika gibi üyeleri ile İngiltere, duruma en
fazla itiraz edenlerin başındadır62. Sovyet tehdidine en ağır şekilde maruz bulunan
60 Hükûmetler, Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri (22 Mayıs 1950-20 Kasım 1961), s. 759.
61 Protokolün metni için bkz. Lord Ismay, NATO: ilk Beş Sene (1949-1954), (Çeviren: Suat Bilge),
Türk Tarihi Kurumu Basımevi, Ankara 1956, s. 20-21.
62 İngiltere 1947 yılından itibaren, Truman Doktrini ile Amerika’nın ilgisini Doğu Akdeniz bölgesi-
ne çekmesinin ve bölgenin güvenliğinin sağlanması konusunda Amerika yönetiminin desteği son-
rasında, Ortadoğu’daki sömürgecilik hevesine yeniden hız vermeye çalışmıştır. Bu bağlamda İn-
giltere özellikle Süveyş’ten çekilmek istememektedir. İngiltere’nin Süveyş’ten çekilmek istemeyi-
şinin diğer bir sebebi de, Ortadoğu üzerindeki Sovyet tehdididir. İngiltere bölgedeki petrol rezerv-
leri dolayısıyla, Ortadoğu’da mevcudiyetini devam ettirmek istemiştir. Bu sırada Süveyş konusun-
daki İngiliz-Mısır görüşmelerinin tartışmalı bir şekilde devam ettiği sırada, Türkiye de NATO’ya
katılmak için ısrarcı davranmıştır. Burada dikkat çeken husus öncelikle İngiltere, Türkiye’nin gü-
venlik endişeleri ile kendisinin Süveyş menfaatlerini birleştirerek, Ortadoğu’da bir savunma sis-
temi kurmak istemesi gerçeğidir. Mısır’ın da katılacağı bu savunma sistemi içinde, İngiltere, Sü-
veyş’te kalma yetkisini elde edecektir. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1914-1995), s.
626; Türkiye bakımından mühim olan, Birleşik Amerika’nın fiilî garantisini, yani Amerika’nın it-
tifakını elde etmek olmuştur. Bu sebeple, Türkiye’nin, Ortadoğu savunma sistemine katılmakla
537
Türkiye’nin NATO’ya katılması halinde, bu devletler, Sovyetlerin buna sert bir
tepki göstererek, hemen bir savaş yoluna gitmesinden korkmuşlardır. Esasında bu
güçler, NATO’yu önemli bir güvenlik noktası olarak görmüşlerdir. Bahsi geçen
devletlerin bu itirazı, Türkiye’nin NATO’ya katılmasında geciktirici bir faktör ol-
muştur.63 TBMM’de, 19 Şubat 1952 tarihinde, Türkiye’nin NATO’ya katılmasına
karar vermiştir64. Bu sayede Türkiye, Sovyet tehdidine karşı, gerek ABD’nin, ge-
rekse diğer on üç ülkenin de desteği ile bölgesel güvenliğini sağlamıştır.65 Bu yeni
gelişme ile Türkiye şimdi Birleşik Amerika’yı, güvenliğinin, bağımsızlık ve toprak
bütünlüğünün korunmasında temel bir unsur olarak almış oluyordu66. Türkiye’nin
NATO üyeliği, Sovyet lider Stalin’in ölümünden sonra da Sovyetleri rahatsız etme-
ye devam etmiştir. Sovyet yönetimi 30 Mayıs 1953 tarihli bir açıklamada, Türki-
ye’den toprak talebinde bulunmaktan ve boğazların ortak savunması hakkındaki
görüşlerinden vazgeçtiklerini ifade etmiştir. Bu bildiriden, Boğazlarda üs istekle-
rinden vazgeçip geçmedikleri de kesinlikle anlaşılamamıştır.67
Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, 1955 yılı bütçe görüşmeleri sırasında
TBMM’de yaptığı bir konuşmada, Atlantik İttifakı hakkında özetle şu ifadelere yer
vermektedir: “Lafzı ve ruhu ile tamamen tedamü-î mahiyette olan Atlantik İttifakı,
bizim için millî bir politikadır. Çünkü Birleşmiş Milletler Misakı’nda ifadelerini bul-
muş olan gaye ve prensiplere bağlılık, bütün diğer milletlerle sulh içinde yaşamak
beraber NATO üyeliği üzerinde ısrar etmesi üzerine, İngiltere, 1951 Temmuz’unda, Ortadoğu Sa-
vunma Sistemine katılması şartıyla, Türkiye’nin NATO üyeliğini desteklemeye karar vermiştir.
Bkz. Mehmet Serhat Yılmaz, “İngiliz Büyükelçiliği Yıllık Raporlarında Türkiye’nin Dış İlişkileri
(1946-1949)”, s. 76-78.
63 Bu dönemde Rus Hükûmeti tarafından Türkiye’ye verilen notada, Türkiye’nin pakta dahil olması
sebebiyle Batılı güçlere Türkiye topraklarında hava ve deniz üsleri kurma imkanı verilmesine iti-
raz edilmiştir. Bkz. “Sovyetleri Türkiye’ye Bir Muhtırası”, Ulus, 5 Kasım 1951, s.1.; Fahir Ar-
maoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1914-1995), s. 628.
64 Türkiye’nin NATO’ya katılmasına dair 19 Şubat 1952 tarih ve 5886 sayılı kanun için bkz. Düs-
tur, 3. Tertip, Cilt 33, s. 314-315.
65 Records of the U.S. State Department Classified Files, (Democracy In Turkey 1950-1959), BN,
982.61/7-1452.(http://www.gale.com/c/democracy-in-turkey-1950-1959-records-of-the-us-state-
department-classified-files).
66 Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri, 1947-1964, s. 55-85; Ferenc A. Vali, “Bridge Across the
Bosporus”, The Foreign Policy of Turkey, John Hopkins Press, Baltimore 1971, s. 115-125;
Türkiye’nin NATO’ya üye olmak için gösterdiği faaliyet, daha başlangıçtan itibaren Sovyet Rus-
ya’yı rahatsız etmiş ve bilhassa 1951 yılı sonbaharından itibaren Türkiye’nin NATO’ya katılma
kararını önlemek için her türlü çabayı harcamıştır. Türkiye ise, Sovyet Rusya’nın yapmış olduğu
bu baskılara boyun eğmemiş ve hatta NATO’ya girmek isteyişinin esas sebebinin, Sovyetlerin
Türkiye’ye yönelttiği tehditler olduğunu belirtmekten de kaçınmamıştır. Bkz. Krebs, Ronald R.,
“Perverse Institutionalism: NATO and the Greco-Turkish Conflict”, International Organization,
Vol. 53, No. 2 (Spring, 1999), s355-356.
67 Bu sebeple Sovyet yönetiminin Türkiye hakkındaki bu yeni tutumu, Türkiye’de bir güven duygu-
su yaratmaktan çok uzak kalmıştır. Türkiye’nin Sovyetlere karşı duyduğu bu güvensizlik, bundan
sonra, bilhassa Ortadoğu buhranları dolayısıyla daha da artacak ve Türk-Sovyet münasebetleri peş
peşe buhranlar ve gerginlikler içine girecektir. Bkz. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi
(1914-1995), s. 628-630.
538
arzusu, hürriyet ve toprak bütünlüğünü her ne bahasına olursa olsun korumak azmi
gibi, Türk dış siyasetinin sarsılmaz esasları, aynı zamanda NATO’nun da ana pren-
sipleridir.” Dönemin dış siyasetinin hassasiyetini ortaya koyan Cumhurbaşkanı
Celâl Bayar’ın 1956 Nisan ayındaki açılmasında benzeri ifadelere yer vermiştir:
“…Anlaşma teşebbüslerinin, dünya durumunun düzeltilmesine değil de, hür dünyanın
zayıflatılmasına, parçalanmasına matuf teşebbüsler teşkil etmesinden şüphelenilme-
sine imkân yoktur.” 68 Türkiye, NATO’ya katıldıktan sonra bütün milletlerarası
olayları bu teşkilât açısından değerlendirmek eğilimini göstermiştir. Atlantik İtti-
fakı, bu gelişmelerinin yanı sıra, önce 1952’de Türkiye ile Yunanistan’ın sonrasın-
da Almanya’nın da 1955’te dâhil olmasıyla, ilk genişleme hareketini gerçekleştir-
miştir.69 Daha sonra da, Türkiye’nin, Batının genel politikasına uygun olarak, kendi
bölgesi içinde birtakım siyasal ve askerî düzenler kurmaya çalıştığı dikkat çek-
mektedir. Nitekim bu türden çalışmalar sonunda, önce Balkan, daha sonra da
Bağdat Paktı’nın kurulması sağlanmıştır70.
73 Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), İstanbul 1996, 68-69; Joseph S.
Szyliowicz, “Political Participation and Modernization in Turkey”, The Western Political Quar-
terly, Vol. 19, No. 2 (Jun., 1966), pp. 275-276.
74 Ömer Turan, Tarihin Başladığı Nokta Ortadoğu, Step Ajans, İstanbul2002, s. 15-16.
75 Rifat Uçarol, Siyasî Tarih (1789-2001), 7. Baskı, Der Yay., İstanbul 2008, s. 944; Guy Feuer,
Çağdaş Ortadoğu Araştırma Kılavuzu, (Çev: Davut Dursun), İşaret Yayınları, İstanbul 1990, s.
85.
540
Halifeliğin 1924 Martı’nda kaldırılması, Kuzey Afrika’dan Hindistan’a kadar olan
bölgede tüm Müslümanlar arasında büyük güçler tarafından da oluşturulan olum-
suz algının tesiriyle hayal kırıklığına yol açarken Ortadoğu’da Türkiye’nin olumsuz
biçimde nitelenmesine de yol açmıştır.76
Bu algının önüne geçmek amaçlı Mustafa Kemal Atatürk, 1930’lardan sonra
da İslam ülkeleri ile çok taraflı bir iş birliğini devam ettirme gayreti içerisindeydi.
Bu iş birliğine gidişte İran’ın ve Irak’ın içinde bulunduğu şartların tesiri büyük
olmuştur. 30 Haziran 1930 tarihinde İngiltere Irak’la bir ittifak antlaşması imzala-
yarak Irak’a bağımsızlık tanımayı kabul etmiş, buna karşılık da Irak’ta askerî üsler
bulundurma, Irak ordusunu yetiştirme gibi bazı ayrıcalıklar elde etmiştir. İngilte-
re’ye tanınan bu ayrıcalıklar Irak’ta muhalefetin sert tepkisine yol açmıştır. Bunun
üzerine Irak Hükûmet yetkilileri, Türkiye ve İran ile siyasî bağlar kurabilmenin
yollarını aramaya başlamış ve 1931 yılı temmuzunda Türkiye’ye resmî bir ziyaret-
te bulunmuşlardır77. Irak, bu dönemde, sadakat sözü verdikleri İngilizleri ihmal
etmeden Türkiye ile dayanışma içerisinde bir politika uygulamaya çalışmıştır.
Dolayısıyla Irak, istikrar içerisindeki iki kuzey komşusuna yani İran ve Türkiye’ye
yaklaşma politikası uygulamaya başlamıştır. Irak başbakanı böyle bir yakınlaşma-
nın tarafsızlık, saldırmazlık ve iyi komşuluk anlaşmalarının gerçekleştirilmesiyle
mümkün olacağı bilincindeydi. Bunu gerçekleştirebilmesi için de Irak’ın İran’la
olan münasebetlerini düzeltmesi gerekmekteydi78.
Bunun üzerine Irak Hükûmeti, 1933 yılı sonbaharında İran’la arasını düzel-
tebilmek için bir tarafsızlık paktı teklif etmiştir. İran hem bölgede barış ve istikrarı
sağlamak hem de Irak’la arasındaki sınır anlaşmazlığında bazı avantajlar elde ede-
bilmek amacıyla bu teklifi iyi karşılamıştır. Türk Dışişleri Bakanlığı, 9 Aralık
1933’te Moskova Büyükelçiliği’ne bir telgraf yollayarak Sovyetler Birliği’nin görü-
şünün net bir şekilde öğrenilmesini istemiş, 20 Aralık 1933’te Sovyetler Birliği
Hükûmet yetkilileri ile yapılan görüşmelerin sonucunda Sovyetler Birliği’nin Pakta
katılacağı bildirilmiştir. Ancak İngiltere’nin Pakta katılmama kararı alması üzerine
bölgedeki devletlerarasındaki dengenin bozulabileceği düşünülerek Sovyetler
Birliği’ne bu hususla ilgili herhangi bir teklif götürülmemiş, Sovyetler Birliği de
pakta karşı çıkmamıştır. Almanya ve Fransa da etki alanlarının dışındaki bu bölge-
84 Mustafa Ekincikli, Türk Dış Siyaseti (İnönü-Bayar Dönemleri), Berikan Yay., Ankara, 2007, s.
242.
85 Hüseyin Bağcı, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, Ankara, İmge Yayınevi, 1990, s. 41.
86 Melek Fırat-Ömer Kürkçüoğlu, “1945-01960 Arap Devletleriyle İlişkiler” , Türk Dış Politikası
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olaylar, Belgeler, Yorumlar, (ed. Baskın Oran), İletişim Yayın-
ları, İstanbul, 2003, s. 618.
543
la birlikte, ABD’nin, Ortadoğu sahasını kapsayacak bir savunma sisteminin hayata
geçirilmesi tasarısını ortaya atmış olduğu bu süreçte, bir yandan İngiltere ile Mısır
arasında Süveyş anlaşmazlığı sürdürülürken diğer yanda Arap-İsrail ilişkileri ger-
ginliğini devam ettirmektedir. Ortadoğu bu durumdayken, krallıkla yönetilen ve
birçok iç sorunu bulunan Irak ile Türkiye arasında da bir yakınlaşma başlamıştır.
Bu yakınlaşmanın tesisinde ise Birleşik Amerika Dışişleri Bakanı John Foster Dul-
les’ın tasarısı etkili olmuştur. Yakın geçmişte patlak vermiş olan Kore Savaşı, Ame-
rika yönetimini ve uydularını, daha güçlü tedbirler almaya sevk ederken, Uzakdo-
ğu’da alınan tedbirlerin devamı niteliğinde Dulles, Ortadoğu coğrafyasını da bir
ittifak sistemi içinde toplamak amaçlı hareket etmişlerdir. Bu amaçla bütün Orta-
doğu ülkelerini ziyaret eden Dışişleri Bakanı Dulles, 25-27 Mayıs 1953 tarihleri
arasında Ankara’da bulunmuştur. Bu sırada İngiltere ile Mısır arasındaki Süveyş
anlaşmazlığı henüz çözümlenmemiş ve Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki münase-
betler de gerginliğini muhafaza ettirmiştir. Görüşmeleri neticesinde, Dulles, bütün
Ortadoğu’yu kapsayacak bir savunma sisteminin kurulması için müsait atmosferi
bulamamıştır87.
Ayrıca Dulles, hazırladığı raporda Arap ülkelerinin henüz bir Savunma Pak-
tı’na hazır olmadıklarını, çünkü Sovyetlerin tehditlerini Türkiye ve Pakistan dışın-
da hiçbir devletin kavrayamadığını belirtmiştir.88 Bu sırada İngiltere ile Mısır ara-
sındaki Süveyş anlaşmazlığını sona erdiren antlaşma, 19 Ekim 1954 tarihinde im-
zalanmıştır.89 Buna rağmen Türkiye, Amerika tarafından ortaya konulmuş strate-
jinin devamı konusunda uygun zeminin oluşmasını beklemiştir. Bu doğrultuda,
Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa 1954 Ekim ayı içinde Ankara’yı ziyaret etmiştir.
Yapılan görüşmeler sonunda yayınlanan bildiride, Türkiye ile Irak’ın Ortadoğu’da
bir güvenlik örgütü kurmaya karar verdikleri açıklanmıştır. Ancak bu girişim, İs-
rail’in bu örgüte alınmayacağının dolaylı olarak açıklanmasına rağmen, bu durum
Mısır ve diğer Arap devletleri tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Esasında tepkinin
arkasında yatan gerçeklik Mısır’ın, kendi liderliğinde bir Arap Birliği kurmak iste-
mesinden ve Türkiye ile Irak tarafından girişilen bu hareketi Arap birliğine indi-
rilmiş bir darbe olarak değerlendirmesinden başka bir şey değildir.90
87 Washington’a dönüşünde radyo ve televizyonlarda yaptığı bir konuşmada, Arap ülkelerinin bütün
dikkatlerini İsrail, İngiltere ve Fransa ile olan çatışmalara çevirmiş olduklarını ve bundan dolayı
Sovyet tehlikesine aldırmadıklarını söylemiştir. Bkz. Suna Kili, “Kemalism in Contemporary
Turkey”, s. 393.
88
Yaşar Canatan, Türk-Irak Münasebetleri:1926–1958, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1996,
s. 69.
89 Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1914-1995), s. 634.
90 Mısır, bir yandan kurulması planlanan bu güvenlik örgütüne katılmayacağını açıklarken, diğer
yandan Arap devletleri üzerine de bu yolda baskılar yapmıştır. Anlaşılacağı üzere, bu baskılar
Türkiye ve Irak tarafından yapılan girişimi engelleyici gelişmelerdir. Bunun üzerine Başbakan
Adnan Menderes baskıların tesirini kırmak amacıyla 1955 Ocak ayında Şam ve Beyrut’u ziyaret
etmiştir. Lübnan yönetiminin kesin bir yanıt vermekten kaçınmış olmasına rağmen, Suriye yöne-
544
Mısır Hükûmeti ise, Türkiye ile Irak arasında kurulması düşünülen Savunma
Paktı’nı Arap Birliği’ne karşı yapılan ciddi bir darbe olarak görmüş ve Mısır
Hükûmeti’nin çağrısı üzerine toplanan “Arap Başbakanları” toplantısı 25 Ocak
1954’te Kahire’de başlamıştır. Konferansa Suriye, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan
ve konferans devam ederken de Yemen ve Libya başbakanları katılmışlardır.91 Bu
dönemde bir taraftan da Menderes Hükûmeti komünist olmayan ülkelerin bulun-
duğu bölgede anahtar rolünü sürekli olarak korumak istemiştir.92 Türkiye’nin dış
politikasındaki bu değişikliği iki temel esas dâhilinde açıklamak mümkündür:
1. Bölgede çıkarları olan devletlerin Türkiye’yi aktif olarak bölgeye sokmak
istemeleri.
2. Sovyet emperyalizminin Ortadoğu’ya sızma ihtimalidir.
Esasında Sovyet blokunun Ortadoğu’ya girmek istemesi kadar İngiltere de
bölgeden çıkmak istememiştir. İngiltere, Mısır, Irak, Ürdün, Kıbrıs, Libya, Yemen
ve Filistin’deki askeri üstlerinden dolayı bölgede hatırı sayılır bir askerî güce sa-
hipti. Mısır, Irak ve Ürdün ile iki taraflı savunma antlaşmaları da vardır.93 Neticede
Türkiye, 1955 yılından itibaren, dış politikasında ağırlığı daha çok NATO’ya ve
Ortadoğu’ya vermeye başlamış ve bunun ilk fiili sonucu olarakta Bağdat Paktı’nın
kurulmasını gerçekleştirmiştir. Bu paktların kuruluşunda çeşitli dış etkilerin rolü
bulunmakla beraber, dayandığı temel felsefe, Balkanlar ve Ortadoğu’da bir barış
alanı yaratma ilkesidir94. Bu politik gelişmeler içinde Türkiye ve Irak, Bağdat’ta 24
Şubat 1955 tarihinde Bağdat Paktı’nı imzalamıştır.15 Taraflar arasında güvenlik ve
savunma konusunda işbirliği yapılmasını öngören bu paktın beşinci maddesine
göre;”…Bir Arap Ligi üyesi olması veya taraflarca tanınmış devlet olması halinde
pakta her devlet katılabilir”di.95
timi bu ziyaret sırasında kurulması planlanan pakta katılmayı reddetmiştir. Diğer Arap devletleri
de bu pakta karşı çıktıkları gibi, Irak’a olan baskılarını devam ettirmişlerdir. Bkz. Mustafa Ekin-
cikli, Türk Dış Siyaseti: İnönü-Bayar Dönemleri, s. 251-253).
91 Başbakan Menderes Nasır ile özel olarak görüşmek ve Savunma Paktı hakkındaki düşüncelerini
anlatmak ve ortak bir strateji geliştirmek istiyordu. Ancak Nasır bu görüşme isteğini reddetti. Na-
sır bir yandan Batı emperyalizmine ve İsrail’in varlığına son vermek istiyor, diğer yandan da
Arapları bir devlet altında birleştirmek istiyordu. Bu amaçla Ortadoğu’da diplomatik, siyasî, askeri
propaganda faaliyetleri yürütüyordu. Nasır, Arap milletlerinin lideri olmak istiyordu. Ramazan
Gözen, “Ortadoğu’da Güç Dengeleri”, 21.Yüzyılda Türk Dış Politikası, (ed. İdris Bal), Nobel
Yayın Dağıtım, Ankara 2004, s. 647.; Arap dünyasını kendi liderliği altında birleştirmek istiyordu.
Hâlbuki Bağdat Paktı ile bu liderlik Türkiye’ye geçmiş gibi görünmekteydi. Bağdat Paktı Nasır’ın
tasarılarını alt-üst etmişti. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1914-1995), s. 491.
92 Hüseyin Bağcı, “Demokrat Parti’nin Ortadoğu Politikası”, s.171.
93 Behçet Kemal Yeşilbursa, “Dünden Bugüne İngiltere ve Amerika’nın Ortadoğu Savunma Projele-
ri”, Türkiye Günlüğü, S.77, Ankara, Yaz, 2004, s: 75-117, s.75.
94 Records of the U.S. State Department Classified Files, (Democracy In Turkey 1950-1959), BN,
882.10/1-2755.(http://www.gale.com/c/democracy-in-turkey-1950-1959-records-of-the-us-state-
department-classified-files).
95 Fahir Armaoğlu, a.e., s. 635.
545
Pakt’a İngiltere’de, 4 Nisan 1955’te katıldığını açıklamıştır. İngiltere’nin Pak-
ta dâhil olması ile başlangıçtaki Amerikan liderliği, İngiltere’nin eline geçmiştir.
Balkan Paktı, NATO’nun güney cephesini İtalya ile birleştirmiştir. Türkiye’de kesi-
len bu cepheyi, doğuya doğru devam ettirerek, İran ve Pakistan’ı da içine alacak
yeni bir kuruluşa ihtiyaç vardı. İran, 3 Kasım 1955 tarihinde Bağdat Paktı’na ka-
tılmıştır. Sovyet tehlikesiyle karşı karşıya bulunmayan, fakat Keşmir sorunu dola-
yısıyla Batı’ya bağlanmak isteyen Pakistan, Bağdat Paktı’na katılmak istemiştir.
Esasında, 2 Nisan 1954 tarihli Türkiye ile Pakistan arasında, askerî nitelikte ol-
mamakla birlikte, yakın işbirliğini öngören bir anlaşma imzalanmış, bu nedenle iki
devlet arasında bir yakınlaşma olmuştur. Bu bakımdan, bu devletin isteği olumlu
karşılanmış ve Pakistan’da Bağdat Paktı’na 1 Temmuz 1955’de katılmıştır. Pakis-
tan’ın katılımı pakta yenilik getirmemiştir.96 Sonuçta Bağdat Paktı, böylece Arap
devletlerinin karşı koymasına rağmen, kurulmuş ve gelişmiştir.
Bu şekilde İran ve Pakistan’dan sonra Bağdat Paktı’nın büyümeye başlaması
Mısır önderliğinde pakta karşı cephe açan devletlerin endişesini arttırmıştır. Bu
durum Türkiye’nin Irak dışındaki Arap devletleri ile ilişkilerini olumsuz yönde
etkilemiştir. Bağdat Paktı’nın imzalanması, diğer Arap devletleri tarafından tepkiy-
le karşılanmış ve Arap dünyasının mutlak lideri olmak isteyen Mısır, Suriye ile
Irak’ı dışarıda bırakacak şekilde bir işbirliği yapmayı kararlaştırmıştır. Sonrasında
Suudi Arabistan da onlara katılmıştır.97 Bağdat Paktı’na Irak dışında Arap ülkesi-
nin katılmaması ve katılan Müslüman ülkelerin Arap kuşağına dâhil olmaması,
paktın Arap desteğinden mahrum olmasına neden olmuştur. Bu pakt için önemli
bir eksiklik olmakla beraber, çünkü ilk başlarda Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile
ilişkilerini arttırmak amaçlı olsa da katılımın fazla olmaması ülkelerin birbirinden
biraz daha fazla uzaklaşmasına neden olmuştur. Esasında, Menderes’te daha son-
raki yıllarda bunun hata olduğunu, bu gelişmenin bölgedeki Batı karşıtı kampı
güçlendirirken Türkiye’nin bölgede daha fazla yalnızlaşmasına yol açtığını itiraf
etmiştir. Türk Hükûmeti artık diğer Arap ülkelerinin de Pakta katılmasını Ürdün
ve Lübnan istemiştir. Irak ise Filistin sorununun çözülmesi için uğraşmış, Ameri-
ka’nın Pakta üyeliği sonucu daha kolay bir çözüme ulaşmayı ümit etmiştir. Türki-
ye’de bu hassas durumu İsmet İnönü’nün ağzından muhalefette dillendirmeye
96 İran’ın ise 3 Kasım’da Bağdat Pakt’ına katılmaları ile Cumhurbaşkanı Celal Bayar 1 Kasım
1955’te Meclisi açış konuşmasında Türkiye’nin NATO’ya, Balkan ve Bağdat Paktı’na üye olma-
sının amacının bu üç değişik yapıdaki bölgede güvenlik, istikrar ve gelişme için bir katkıda bu-
lunmak olduğunu söylüyordu. Bkz. (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 10, Cilt 8, (1 Kasım 1955), s.
6-20).
97 Mısır’da günden güne Batı’ya ve Batı emperyalizmine karşı bir tepki hareketi gelişmekteydi.
Özellikle Kral Faruk devrilip yerine Nasır’ın geçmesi ile bu kampanya ve Arap milliyetçiliği hızla
gelişme gösterdi. Aynı zamanda Bağdat Paktı, Batı emperyalizminin bir vasıtası, İsrail’e hizmet
eden bir alet olarak gösterildi. Bkz: Mustafa Ekincikli, Türk Dış Siyaseti İnönü-Bayar Dönemleri,
s. 238).
546
çalışmıştır: “Bağdat Paktının genişlemesiyle mesuliyetlerimizin genişlediğini söyle-
memizi esasa itiraz seklinde almışlardır. Yanlıştır. Ben açık olarak söyledim ki Bağ-
dat Paktının Pakistan’a kadar genişlemesinde açık kalmış bir yer vardır. Amerika’nın
bu pakta girmesi meselesi. Çünkü Irak, Bağdat Paktı üyeliğinin ardından Arap dün-
yasından tamamen dışlanmıştır.”98
Diğer taraftan Sovyetler Birliği’nin tehdidine ve yayılmasına karşı, Bağdat
Paktı’nın kurulması, Türk-Sovyet ilişkilerini biraz daha gerginleştirmiştir.99 Türki-
ye’nin Ortadoğu’da Savunma Paktı ile önemli bir role soyunması Sovyetler Birliği
ile Ortadoğu’da karşı karşıya gelmesi anlamına gelmekteydi. Bu yüzden Sovyetler,
Bağdat Paktı’nın kurulmasına ilk tepkisini 16 Nisan 1955’te yayınladığı resmi açık-
lama ile dile getirmiştir. Açıklamada, bir süre önce Yakın ve Ortadoğu’da belli bazı
Batılı güçler tarafından kurdurulan askeri gruplaşmalar reddedilmiştir. Sovyet
Rusya, İngiltere’nin Bağdat Paktı’na katılımını yeni bir askeri gruplaşma olarak
nitelendirmiştir. Şiddetle kınamıştır. Bu meseleyi Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na
götürmeyi planlamıştır.100 Diğer taraftan DP Hükûmeti’nin Batı ile olan askeri iş-
birliğini Ortadoğu’da daha da güçlendirmek için yeterli bir nedendi. Bağdat Paktı,
Mısır ve Sovyetler Birliği’nin protestolarına rağmen kısa süre içinde bir “Siyasî
Dayanışma Paktına” dönüşmüştür. Böylece Türkiye Ortadoğu’da bir siyasî faktör
olmuştur.101
Fakat Türk dış politikasının lehine görünmekte olan bu paktın etkinliği
Irak’ta, 14 Temmuz 1958 tarihinde yapılan ihtilal sonucunda krallık rejimi yıkıl-
ması ile zayıflamıştır. Bu sırada iktidarı ele geçiren General Kasım, emperyalizm ile
bağlarını kestiklerini ifade ederek pakttan çekildiklerini açıklamıştır. Sonrasında
da bu durum Irak’ın pakttaki varlığının sorgulanması sonucunu getirmiştir. Bunun
üzerine, 28-29 Temmuz 1958’de Londra’da, Irak dışında, paktın diğer üyeleri ile
ABD’nin Dışişleri Bakanları toplanarak durumu gözden geçirmişlerdir. Görüşmeler
neticesinde Irak dışında örgütü sürdürmeye, 23 Ekim 1958 tarihinde de paktın
merkezinin geçici olarak Ankara’ya taşınması kararı alınmıştır. Sonunda 21 Ağus-
tos 1959’da yapılan bir açıklama ile Bağdat Paktı Teşkilatı’nın adının Merkezi Ant-
laşma Teşkilatı (Central Treaty Organization-CENTO) olarak değiştirildiği bildiril-
miştir.
98 Hükûmetler, Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri (22 Mayıs 1950-20 Kasım 1961), s. 1183.
99
Kamuran Gürün, Dış ilişkiler ve Türk Politikası-1939’dan Günümüze Kadar, SBF Yayınları,
Ankara 1983, s.354.
100 Bu süreçte Sovyet Rusya yönetimince Türkiye’ye yönelik Karadeniz hava sahasında bazı misille-
me girişimlerinin de gerçekleştiği dikkat çekmekte idi. Bkz. Records of the U.S. State Depart-
ment Classified Files, (Democracy In Turkey 1950-1959), BN, 782.5461/9-2955.(
http://www.gale.com/c/democracy-in-turkey-1950-1959-records-of-the-us-state-department-
classified-files).;
101 Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, s. 153.
547
3.3. Türkiye ve Merkezi Anlaşma Örgütü Üyeliği (CENTO)
(19 Ağustos 1959)
Bağdat Paktı’nın 18 Ağustos 1959 tarihinde adının “Merkezi Antlaşma Örgü-
tü” şeklinde değiştirilmesine rağmen antlaşma metninin, Bağdat’ta imzalanan şek-
liyle kalması konusunda uzlaşılmıştır. CENTO’nun ilk toplantısı ise, 7-9 Ekim 1959
tarihleri arasında Washington’da gerçekleştirilmiştir. Örgüt başlangıçta olduğu
üzere savunma amaçlı kurulmuş olmasına rağmen etkinliklerini daha çok üyeler
arasındaki ekonomik, kültürel ve teknik işbirliğine yöneltmiş bunda da daha belir-
gin başarılar kazanmıştır. Yeni dönemde ABD’nin de yoğun biçimde bağlandığı ve
iktisadi, kültürel ve teknik işbirliğine daha çok hız veren CENTO üyelerinden Tür-
kiye, İran ve Pakistan, 1964 yılı içinde, alanlardaki işbirliğini daha da geliştirmek
istemişlerdir. Bunun teşebbüslerin sonucu olarakta, CENTO’nun Nisan 1964’de
Washington’da yapılan Bakanlar Konseyi toplantısında, Kalkınma İçin Bölgesel
İşbirliği (RCD-Regional Cooperation for Development) örgütü doğmuştur.102 Bu
örgütün işleyiş esasları, 20-21 Temmuz 1964 tarihleri arasında, İstanbul’da Türki-
ye, İran ve Pakistan Devlet Başkanları arasında yapılan toplantıda belirlenmiş-
tir.103 Bu sayede Türkiye, İran ve Pakistan, kendi ülkelerinin ve dolayısıyla bölge-
lerinin birlikte kalkınması amaçlı, daha sıkı bir işbirliğine girmeyi hedeflemiş ol-
malarına rağmen, bu konuda istenen gelişme sağlanamamıştır. 104
ABD, Ortadoğu’da bu politikayı izlerken, Türkiye ile yakın ilişkiler sürdü-
rülmesine rağmen, iki devlet arasındaki bu yakınlık, 1963 Kıbrıs olayları ve özel-
likle 1964 tarihli Başkan Johnson’un mektubundan sonra değişmeye başlamıştır.
ABD, Ortadoğu’da İsrail ve Yunanistan’a daima öncelik tanıması, bunların
güçlenmesi ve yayılmasına yardım eden bir tutum içinde bulunması, Ortadoğu’da
bulunan öteki devletlerin birçoğunun tarafsızlığa kaymasına veya karşı bloka daha
yakın politika izlemesine yol açmıştır. Bu nedenle ABD, Ortadoğu’da devletlerin
birçoğunu tamamen karşısına alırken, bir kısmı üzerindeki etkisini de kaybetmeye
başlamıştır. Bu durum, bölgede ABD’nin nüfuzunu giderek azaltırken, bloklar ara-
102 CENTO ile Birleşik Amerika arasında 1959 da yeni bağlantılar kuran anlaşmaların bir incelemesi
için bkz. Hamza Eroğlu, “Türkiye Amerika Birleşik Devletleri İkili İşbirliği Anlaşması”, Milletle-
rarası Münasebetler Türk Yıllığı, 1960, s. 23-64
103 Oğuz Öner, Türkiye’yi Uluslararası Ekonomik Kuruluşlara Üye Yapan Antlaşmalar, Ankara
1974, s. 351-360.
104 11 Temmuz 1960 tarihinde Millî Birlik Komitesi Başkanı ve Başbakan Cemal Gürsel’in kurduğu
Hükûmet programında dünya barışının sağlanması yönündeki önceki çalışmaları da takdir eden şu
ifadeler dikkat çekmektedir: “…Dünya barışını mümkün kılacak zemini hazırlamak maksadıyla
sarf edilmekte olan gayretleri Türkiye büyük ve yakın ilgi ile takip etmektedir. Türkiye’nin bu ga-
yelere erişmek için sarf ettiği gayretlerde dayanağı, Birleşmiş Milletler ile NATO ve CENTO itti-
faklarıdır… Türkiye, NATO’ya ve bu camiaya mensup memleketlere bağlı olduğu kadar CEN-
TO’ya ve CENTO memleketlerine de bağlıdır. CENTO, yine Birleşmiş Milletler Anayasasının uy-
gun olarak Ortadoğu’da barış, güvenlik ve ilerlemeyi sağlamak üzere meydana getirilen bir sa-
vunma teşkilatıdır.” Bkz. Hükûmetler, Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri (22 Mayıs
1950-20 Kasım 1961), s. 1308.
548
sındaki gerginliğe, baskı ve krizlere de ortam hazırlamıştır. Yirmi yıl süresince
varlığını devam ettirebilmiş olan örgüt, Mart 1979’da, üye devletler Pakistan ve
İran yönetimleri tarafından dağılmaya başlamıştır. Bu devletler tarafından bölge-
sel güvenliğin korunamadığı ve yalnız emperyalist güçlerin çıkarlarının gözetildiği
gerekçe gösterilmiştir Türkiye ise,13 Mart 1979 tarihinde bu devletlerin CEN-
TO’dan ayrılma konusunda aldıkları kararları saygıyla karşıladığını ve “CEN-
TO”nun bölgede işlevini fiilen yitirdiğini” belirterek, örgütün sona erdirilmesi için
gerekli girişimlerde bulunacağını açıklamıştır. Böylece, Bağdat Paktı’ndan sonra
onun bir devamı olan CENTO ve RCD örgütü de etkisini kaybetmiş, hukuki yönden
olmasa da, fiilen sona ermişlerdir.105
105 Behçet Kemal Yeşibursa,”The ‘Revolution’ of 27 May 1960 in Turkey: British Policy towards
Turkey”, Middle Eastern Studies, Vol. 41, No. 1 (Jan., 2005), s. 128.
106 TBMM, Zabıt Ceridesi, Devre 4, Cilt 20, s.12-26.; Hakimiyet-i Milliye, 10 Şubat 1934.
107 Balkan Antantı’nın geleceği hakkında duyulan kaygıya 9 Ocak 1940 tarihli haberinde işaret eden
The Times üyeler arasındaki gerginliğin tırmanışına dikkat çekmiştir. Bkz. “Balkan Entente In
Travail”, The Times,( Tuesday, Jan 09, 1940), s. 7.; İsmet Türkmen, “Atatürk ve Türkiye’nin
Balkan Antantı Üyeliği”, s. 738.; Uzman, Nasrullah, “Yedinci Uluslararası Atatürk Kongresi
(17-22 Kasım 2011), C. 2, Üsküp-Manastır, Makedonya), Ankara 2015, s. 1261.
108 Yugoslavya’nın 1948 yılı yazında Sovyet blokundan çıkarılması durumu değiştirmemiştir.
1948’den sonraki gelişmeler, Balkanlar’da şekillenmeye başlayan iki blok arasındaki çatışmayı
çoğaltmıştır. Bkz. (Brock Millman, “Turkish Foreign and Strategic Policy 1934-42”, Middle Eas-
tern Studies, Vol. 31, No. 3 (Jul., 1995), s. 485).
549
durum dönem şartları göz önünde bulundurulduğunda Türkiye için yeterli değil-
dir. Çünkü NATO’nun sağ kanadı Balkanların büyük bir kısmını kapsıyordu ama
büyük bir boşluğun bulunduğu da bir gerçekti. Bununla birlikte Sovyetlerin, İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra izlemiş olduğu politikanın sonucu olarak Balkan devlet-
leri yavaş yavaş Sovyet kontrolü altına girmiştir. Balkanlarda gittikçe yayılan Sov-
yet tehlikesi Türkiye ve Yunanistan’ın bağımsızlık ve toprak bütünlüklerini tehli-
keye düşürmeye yetmiştir.109 Özellikle bölgenin stratejik öneme haiz gücü Yugos-
lavya’nın, 1948 yılında Sovyet lideri Stalin’in düşüncelerine ters düşerek Sovyet
bloğu güdümünden ayrıldıktan sonra, Batı merkezli ABD’ye yönelmesi sonrasında
bu bloktan ekonomik ve askeri yardım almaya başlamıştır. Diğer yandan, bahsi
geçen saha Sovyet uydusu olan Bulgaristan, Romanya, Macaristan tarafından yay
şeklinde sarılmıştır. Bu sebeple, güvenliğini tehlike altında görmekte ve bu üç dev-
letin her an saldırıya geçmesi endişesini taşımıştır. Bu süreçte Yugoslavya’nın ta-
şıdığı endişe, ülkeyi Türkiye ve Yunanistan ile sıkı bir işbirliğine iten başlıca etken
olmuştur.
Yunanistan’ın ise bu hassasiyeti taşımasının arkasındaki tarihi gerçeklik ku-
zey komşularının desteklediği iç savaştan yeni çıkmış olmasında aranmalıdır.110
Yunanistan’ın bu dönemde Bulgaristan ile arası bozulmuş, bunda Bulgaristan’ın
Ege Denizi’ne çıkmak istemesi gibi etkenler de önemli rol oynamıştır. Ayrıca, Sov-
yetler tarafından havadan desteklenebilecek Arnavutluk da, Yunanistan için ayrı
bir tehlike kaynağı olarak görülmüş, bu nedenlerden Yunanistan yönetimi, Arna-
vutluk ve Bulgaristan’a karşı güvenliğini sağlamak için Türkiye ve Yugoslavya ile
işbirliği yapmaktan yana bir siyaset takip etmiştir.111
Bu örnekte görüleceği üzere, bir yandan Türkiye’nin NATO üyeliği ile eş za-
manlı sürdürdüğü bölgesel barış arayışları diğer yandan Sovyetler Birliği’nin ve
109 Esin Yurdusev, “1945–1989 Döneminde Türkiye Balkanlar“, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200
Yıllık Süreç, (Yay. haz. İsmail Soysal), Ankara 1999, s.374.
110 Yunanistan’ın 1941 yılında Almanlar tarafmdan işgal edilmesi üzerine, Alınanlara karşı direnişte
bulunmak üzere, yurt dışına kaçan Kral George tarafmdan Londra’da sürgünde bir Hükûmet kuru-
lurken, daha önce de belirtildiği gibi, Yunanistan’da da Komünist liderliği altında “Milli Kurtuluş
Cephesi (EAM)” ve bunun askeri kanadı olan “Milli Halk Kurtuluş Ordusu (ELAS)” ile aynı za-
manda bu örgütün en güçlü rakibi olan “Milli Cumhuriyetçi Yunanlılar Birliği (EDES)” gibi ör-
gütler kurulmuştu. Bu örgütler, bir taraftan Almanlarla mücadele ederken özellikle 1943 yılından
itibaren, ülkelerinin denetimini ele geçirmek amacıyla birbirleriyle de çatışmaya girişmişlerdi.
Cumhuriyetçi ve Komünist örgütler arasındaki bu çatışma, 1944 yılı Eylül ayında Alman askerle-
rinin Yunanistan’ı bu arada 12 Ekim 1944’te Atina’yı boşaltmasından sonra da sürmüş ve ancak,
12 Şubat 1945’te taraflar arasında varılan anlaşma ile durmuştur. Ne var ki, 1946 yılı sonlarından
itibaren bu defa Hükûmet ve orduya karşı Komünistler yeniden harekete geçmişler, bu şekilde
başlayan Yunanistan İç Savaşı da, Eylül 1949’da sona ermişti. Yunanistan’da İç Savaş sırasında,
Hükûmet taraftarlarından yaklaşık 70 bin, isyancılardan 38 bin kişi ölmüş, 700 bin de iç göç ol-
muştur. Bkz. İhsan Gürkan, “İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Kadar Balkanlar (1945-
1989)”, Balkanlar, İstanbul 1993, s. 138-147.
111 Rifat Uçarol, Siyasî Tarih (1789-2001), s. 945.
550
ona bağlı Balkan devletlerinin bölgedeki durumları; Türkiye, Yunanistan ve Yugos-
lavya’nın içinde yer aldıkları bir paktın kuruluşunun tarihi arka planını hazırlamış-
tır.112 Türkiye’nin NATO üyeliği dış politikasında aktif bir devir açmakla birlikte
Türk dış politikası, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz bölgesindeki güvenlik ve savunma
sistemlerinin daha da pekiştirilmesine yönelmiştir. Sovyetler Birliği’nin savaş son-
rası tutumu ve Balkanlar’daki mevcut durum, Türkiye’yi bu defa bölgesel bir sa-
vunma sistemim kurmaya götürmüştür. Türk Hükûmeti’nin NATO’ya katılma ka-
rarını alması üzerine Sovyetler, 13 Kasım 1951 tarihinde gönderdiği bir notada,
doğrudan doğruya kendilerine yönelmiş olan bu ittifaka Türkiye’nin katılmasının
aralarındaki ilişkilere ciddi zararlar verebileceğini bildirmişlerdir. Sovyetler Birli-
ği, Türkiye üzerinde yapmakta olduğu baskı için, Bulgaristan’ı aracı olarak kul-
lanmaktan da çekinmemiştir.113
112 Türkiye’nin NATO üyeliği dış politikasında aktif bir dönem başlatmış ve Türk dış politikası,
Ortadoğu ve Doğu Akdeniz bölgesindeki güvenlik ve savunma sistemlerinin daha da pekiştirilme-
sine yönelmiştir. Türk Hükûmeti bu avantajı iyi kullanmakla birlikte ve aldığı inisiyatifle birinci
plânda rol oynamıştır. Türkiye’nin NATO’ya katılması Sovyet yönetiminin 13 Kasım 1951 tarihli
notasından da anlaşılacağı üzere rahatsızlık oluşturmuştur: “Doğrudan doğruya kendilerine yönel-
tilmiş olan bu saldırgan bloka Türkiye’nin katılmasıyla ve emperyalist Amerika’ya topraklarında
üs vermesiyle doğacak sorumluluğun, doğrudan doğruya Türk Hükûmetine ait olacağı”nı bildir-
mişti. Türk Hükûmeti 13 Kasımda verdiği cevapta ise, Türkiye’nin daima barış taraftarı olmasına
karşılık, yıllardan beri izledikleri politikaya bakınca aynı şeyin Sovyetler için söylenemeyeceğini
belirtmiştir. Sovyet yönetimince 30 Kasımda Türk Hükûmetine verilmiş ikinci nota, “Türk
Hükûmetinin memleketini, Sovyetler Birliğine karşı yöneltilmiş bulunan Atlantik Bloku’nun sal-
dırgan plânları içine çekmiş olması, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki münasebetlere şüphe-
siz ciddî zararlar verecek ve böyle bir politikanın sonuçlarından doğan sorumluluk da tamamıyla
Türk Hükûmetine ait olacaktır.” İfadeleri Sovyetlerin Türkiye’ye karşı davranışlarını yumuşata-
cağı yerde, daha da sertleştirmekte ve Türk bir tehdit mahiyeti taşımaktaydı. Bkz. (Ayın Tarihi,
Şubat 1953, Sayı. 231, s. 286-288)
113 Bulgaristan’ın, 1950-1951 yıllarında, ülkesindeki Türkleri göç ettirme politikası Türkiye’de endişe
uyandırmış, bu durum Sovyetlerin baskı politikasının bir sonucu olarak yorumlanmıştır. Türki-
ye’nin NATO’ya katılması ise, Bulgaristan tarafından da şiddetli tepkiyle karşılanmıştır. Bu olay-
lar da iki devlet arasındaki ilişkilerin karşılıklı şüphe üzerine gelişmesine neden olmuştur.
Bkz.(Mehmet Serhat Yılmaz, “İngiliz Büyükelçiliği Yıllık Raporlarında Türkiye’nin Dış İlişkileri
(1946-1949)”, s. 82-83).
551
Bakanı’nı ziyaretleri ile cevap vermişlerdir. Yunan Kral ve Kraliçesinin 8-16 Hazi-
ran 1952 tarihleri arasındaki Türkiye ziyaretleri ve sonrasındaki Cumhurbaşkanı
Celal Bayar’ın 27 Kasım - 2 Aralık 1952 tarihli karşılıklı ziyaretler, Balkan birliği
tezini yeniden canlanmıştır. Bu dönemde Yugoslavya da ihmal edilmemiş ve bu
ülke ile de temaslara devam edilmiştir. En başta Türkiye’nin çabaları ve çalışmala-
rı 28 Şubat 1953 tarihinde Ankara’da Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya arasında
Dostluk ve İş Birliği Antlaşmasının imzalanması ile ilk meyvelerini vermeye başla-
mıştır.114 Esasında bu antlaşma ittifaka doğru atılan önemli bir adım olması açı-
sından fevkalade mühim olmakla birlikte, 14 maddeden oluşan bu antlaşmanın 6.
maddesine göre taraflar birbirlerinin aleyhine olan hiçbir ittifaka veya harekete
katılmayacaklardı. Ayrıca, antlaşmaya göre üç devlet aralarında, ekonomik ve kül-
türel işbirliğinden başka genelkurmayları vasıtasıyla ortak savunma konusunda da
işbirliği yapacaklardı.115
125 Selim Deringil, Denge Oyunu …, s. 3.; Mustafa Aydin, “Determinants of Turkish Foreign Policy:
Historical Framework and Traditional Inputs”, Middle Eastern Studies, Vol. 35, No. 4, Seventy-
Five Years of the Turkish Republic (Oct., 1999), s. 153.
126 Nasuh Uslu, “Kıbrıs sorunu” , 21.Yüzyılda Türk Dış Politikası, (ed. İdris Bal), Nobel Yayın
Dağıtım, Ankara 2004, s. 303.
127 Kudret Özersay, “KıbrısSorunu”, Yaşayan Lozan, (ed. Çağrı Erhan), Ankara 2003, s.191-192.
555
ğunu kaybedeceklerdi. Ancak Türklerin, Türkiye uyrukluğunu iki yıl içinde geçme
hakkı olmakla birlikte bu yönde tercih yapan Türkler Kıbrıs’ı terk etmek zorunda
kalacaklardı.128
İngiltere’nin Lozan Antlaşması’nı 6 Ağustos 1924 tarihinde onaylaması üze-
rine, adada Yüksek Komiserlik makamı kaldırılarak Valilik makamı oluşturulmuş-
tur. Bu dönemde İngiliz yönetiminden memnun kalmayan çok sayıda Türk aile iki
yıllık süre içinde Türkiye’ye göç etmiştir. 1878 Antlaşması sırasında Türk nüfusu
adanın dörtte biri nispetinde iken İngilizlerin 1914 ilhakından sonra 8 bin Türk
ailenin yine Lozan sonrasında çok sayıda ailenin Türkiye’ye göç etmesi demografik
yapının Rumların lehine değişmesine sebep olmuştur.129 1925 yılında adayı Taç
Kolonisine dönüştüren İngiltere 1959-1960 Kıbrıs Antlaşmalarına kadar Kıbrıs’ı
hâkimiyeti altında tutmuştur. İngiltere, Doğu Akdeniz’e egemen olabilecek bir
başka devletin stratejik pozisyon elde edebileceğini İkinci Dünya Savaşı boyunca
fark etmiş ve Kıbrıs’ın bu gücün ya da güçlerin eline geçmesi sonucu Ortadoğu
egemenliğinin el değiştireceğini anlamıştır.130
İngiltere yönetiminde panik yaratan asıl bu gerçek olmuştur. Dışişleri Baka-
nı Anthony Eden, anılarında Kıbrıs’ın İngiliz Ortadoğu stratejisi içinde kazandığı
konumla ilgili olarak şu ifadelere yer vermiştir: “Öncelikli olan adanın stratejik
değeriydi. Askeri danışmanlarımız, Basra Körfezi de dâhil, Ortadoğu’daki durumu-
muzu koruyabilmemiz için adanın en önemli varlığımız olduğunu bildiriyorlardı.
Coğrafya ve taktik düşünceler açısından Türkiye’nin, ırk ve dil açısından Yunanlıla-
rın, stratejik açıdan ise hayatımız, Basra Körfezi’nden gelen petrole bağlı olduğu
sürece, Kıbrıs ile ilgili iddiamız güçlü oluyordu”.131
Kıbrıs ile ilgili iddialı bu İngiliz yaklaşımına rağmen İkinci Dünya Savaşı yıl-
larında değişiklik iki önemli sonucun ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu
sonuçlardan ilki, Doğu Karadeniz’e sarkmak isteyen Sovyet yönetiminin Kıbrıs’ta
İngiliz varlığını, engel olarak görmesidir. Bunun üzerine Rusya’da eğitilen Rum
komünistleri Kıbrıs’a gönderilerek, Ada Rumları, Yunanistan ile birleşme için kış-
kırtılmaya başlanmıştır. Bu amaçla 1942 yılında Kıbrıs’ta “Akel” isimli bir Komü-
nist Parti de kurulmuştur. İkincisi ise şöyle özetlenebilir: 1945’te İngiltere’de ikti-
dara gelen İşçi Partisi’nin, sömürgeler konusunda çok esnek davranma yoluna
gitmesidir. Bu durum Rumların işlerini kolaylaştırmış, 1941 yılından itibaren
Rumların tüm ulusal ve dini törenleri, Yunanistan ile birleşme için gösteri yapma
aracı olmuştur. Ayrıca, Rum tarafının tüm siyasî parti temsilcileri 1947 yılında,
132 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 8, Cilt 23, (23 Ocak 1950), s. 288.
133 1951 yılında Yunanistan’ın konuyu resmen ele alması üzerine bile Köprülü, Türk- Yunan dostlu-
ğunun öneminden söz ediyor. Bu dostluğun bozulması, sürdürülen çabaların her iki ülkenin başın-
da bulunan insanların iyi görüşleri ve niyetleriyle hiç bir olumsuz etki yapamayacağından söz edi-
yordu. Bkz. Fiona B. Adamson, “Democratization and the Domestic Sources of Foreign Policy:
Turkey in the 1974 Cyprus Crisis”, Political Science Quarterly, Vol. 116, No. 2 (Summer, 2001),
s. 285-286.
557
ile birleşmek için gayri resmi bir plebisit gerçekleştirmiştir. Sadece Rumların katıl-
dığı oylama ve sonuçlarını İngiliz ve Türk Hükûmetleri reddetmişlerdir. Bir süre
sonra kilise oylamaya katılan 224.700 Rum’un 215.000’inin “katılma” yönünde oy
verdiğini duyurmuştur.134 Oylama sonrasında Başpiskoposluk koltuğuna oturmuş
olan III. Makarios oturmuş ve kilisede “ölüm pahasına da olsa ENOSİS’i gerçekleş-
tirmek için çalışacağına” yemin etmiştir.135 Bu süreçte, NATO’ya girinceye kadar
Yunan Hükûmetleri de Kıbrıs konusunda kesin bir davranış ortaya koymaktan
çekinmişlerdir. Bu durumda Yunan Hükûmeti 1950’den sonra bir ikilemle karşı
karşıya kalmıştır. Buna göre, bir yandan kamuoyunun ENOSİS doğrultusundaki
baskısını üzerinde hissetmekte, öte yandan da Batı İttifakı içinde yer almayı, başlı-
ca amacı olarak benimsemiş olduğundan, İngiltere ve Türkiye ile ilişkilerini boz-
mak istememiştir. Bu doğrultuda, 16 Şubat 1951 tarihinde Yunanistan Başbakanı
Venizelos, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Yunan
başbakanının bu söylemi ise Kıbrıs Türklerini telaşlandırmış ve bunun üzerinde
bölgedeki Türk nüfus TBMM’ye, Başbakan’a, Dışişleri Bakanı’na siyasal partilere
telgraflar çekerek, kendilerine sahip çıkılmasını istemişlerdir.
134 800 Kıbrıslı Türk’te Yunanistan ile birleşmeden yana oy kullanmıştır. Bkz. Mihalis Mihailidis,
“Kıbrıs Türk İşçi Sınıfı ve Kıbrıs İşçi Hareketi”, Kıbrıs Dün ve Bugün, (der. Masis Kürkçügil),
İthaki Yayınları, İstanbul 2003, s. 325.
135 Stephen G. Xydis, “The UN General Assembly as an Instrument of Greek Policy: Cyprus, 1954-
58”, The Journal of Conflict Resolution, Vol. 12, No. 2 (Jun., 1968), ss. 143.
136 Melek M. Fırat, 1960-1971 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu, s. 5-6.
137 Birgül Demirtaş Coşkun, “Değişen Dünya Dengelerinde Türk-Yunan İlişkileri”, 21.Yüzyılda
Türk Dış Politikası, (ed. İdris Bal), Nobel Yayın Dağıtım, Ankara 2004, s. 247; 1954 Kıbrıs Me-
selesinden itibaren ise Türkiye ile Yunanistan arasındaki anlaşmazlık Batı Trakya Türkleri, İstan-
bul Rumları, Fener Rum Patrikhanesi, kara suları sorunu, hava sahası ve Doğu Ege adalarının si-
lahlandırılması gibi meseleler yüzünden hâlâ devam etmektedir. Bkz: Şükrü Sina Gürel, Tarihsel
Boyutu ile Türk-Yunan İlişkileri, Ankara, 1992, s.130.
558
“Kıbrıs Sorunu” diye adlandırılan mücadeleyi ortaya çıkarmıştır.138 Kıbrıs uyuş-
mazlığının bu niteliğe bürünmesi, meseleyi Türk dış politikasının ana konuların-
dan birisi haline getirmiştir. Başbakan Menderes, Venizelos’a Türkiye’nin siyasî
yaklaşımını ve önceliklerini şu ifadelerle özetlemiştir: “Merak etmeyin. Bu konu
Yunan-Türk dostluğu çerçevesinde çözüme kavuşturulacaktır.” Kamuoyunda ise,
konuya gereken önem verilmekte ve Kıbrıs konusu yakından takip edilmeye çalı-
şılmıştır.139 Dışişleri Bakanı Köprülü konuya ilişkin; “…Coğrafi ehemmiyeti, oradaki
soydaşlarımızın mühim bir kütle teşkil eylemesi ve tarihi bağlarımız dolayısıyla,
Kıbrıs’ın durumunun bizi çok yakından alakadar etmesi gayet tabidir. Adanın bu
günkü hukuki vaziyetinin değişmesi için bir sebep görmemekteyiz. Fakat bu vaziyet-
te herhangi bir değişiklik ciddi surette bahis mevzuu olacak olursa, bunun bizsiz ve
haklarımıza aykırı bir şekilde yapılmasına imkân bırakmayız. Bu bakımdan oradaki
soydaşlarımızın müsterih olmaları lazımdır. Sözlerimin her hangi bir şekilde pole-
miklere vesile vermesini arzu etmediğim için, meselenin esası hakkında daha fazla
müteala beyanından içtinap edeceğim. Bu sebepledir ki, Hükûmetimiz bu mevzu
hakkındaki durumunu gereken taraflara açık ve dostane bir şekilde anlatmakla be-
raber ortada çalkalanan münakaşa ve gösterilerden ihtiyat ve temkinle uzak dur-
muştur. Biz Yunanistan ile aramızdaki dostluğun sıkı ve samimi mahiyette olmasına
büyük ehemmiyet vermekteyiz.” ifadelerine yer verdiği demecinde, Hükûmetin Kıb-
rıs konusunda yaklaşımının netlik kazanmaya başladığını görmekteyiz. Fakat bu
ilginin, henüz Hükûmet politikası veya devlet stratejisi olmadığı da dikkat çekmek-
tedir.140
138 Kıbrıs’ta yaşananların tarihsel süreci incelendiğinde Kıbrıs’ın aslında hiçbir zaman bir Yunan
adası olmadığı, oradaki Rum nüfusun Atina tarafından yapay olarak özel bir siyasetle artırıldığı
ortaya çıkan en bariz sonuç olacaktır. Dahası iki komşu ülke olan Türkiye ve Yunanistan arasında
sürekli sürtüşmeler ve savaşların tahrikçisi ve başlatıcısı her zaman Yunanistan olmuştur. Bu sür-
tüşmelerin ve savaşların temelinde yatan gerçek nedenin “Megalo İdea” olduğu ortaya çıkar. Bkz:
Fikret Alasya, Tarihte Kıbrıs, Ankara 1988, s.173.
139 Cumhuriyet, 21.12.1951; Türk kamuoyunda Kıbrıs’a ve Kıbrıs Türklerine yakın ve güçlü ilgi
bulunmakta ve 1940’lı yılların özellikle sonlasına doğru, Yunanistan’ın tutum ve davranışları ile o
arada Yunanistan Kralı’nın, ilhaktan bahsetmesi Kıbrıs sorununun doğrudan doğruya Yunanistan
ile İngiltere arasında çözümleme zamanının geldiğine inandığım açıklaması, Kıbrıs Türkleri ara-
sında ve Türkiye’de üzüntü ve tepkiyle karşılanmıştır. Bkz. (Hasene Ilgaz, Kıbrıs Notları, İstan-
bul 1949, s. 30-31. Kıbns Türklerinin Lefkoşa’da düzenlemiş oldukları mitingte İngiltere’nin Kıb-
rıs’tan çekilmesi halinde, Ada’nın sahibinin Türkiye olması gerektiği, bunun aynı zamanda Yuna-
nistan’la ortak demokrasi amacı için de çok yararlı olacağı, Ada’da Komünist kışkırtması yapıla-
mayacağı gibi Doğu Akdeniz’in ortasında ulusal ve güçlü bir üs olarak Türkiye’nin kontrolü altın-
da bulunmasının yararlarıyla ilgili düşüncelerini, ortaya koymuşlardır. Takip eden dönemde Anka-
ra’da 13 Haziran 1958 tarihinde düzenlenen mitingte ise, Kıbrıs Türklerine destek verilmiş vedü-
zenlenen toplantılarda Kıbrıs konusundaki hassasiyet ortaya konulmaya çalışılmıştır. Hürriyet, 13
Haziran 1958, s.1.
140 Fiona B. Adamson, “Democratization and the Domestic Sources of Foreign Policy: Turkey in the
1974 CyprusCrisis”, Political Science Quarterly, Vol. 116, No. 2 (Summer, 2001), s. 285.
559
Kıbrıs sorunu 1954 yılından beri DP Hükûmeti’nin dış politikasının ana ko-
nularından biri haline gelmiştir. Türk Hükûmeti’nin uyuşmazlığı başından beri
ilgili devletlerarasında yapılan müzakereler ile çözümlemek istemesi, Yunanis-
tan’ın genel olarak oldu-bitti politikası gütmesi sebebi ile mümkün olmamıştır.
Dışişleri Bakanı Köprülü, 1 Nisan 1954 tarihinde şunları söylemiştir: “Dost ve müt-
tefik Yunanistan’ın devlet adamlarıyla yapılan görüşmelerde Kıbrıs üzerinde her
hangi bir muhabere veya müzakere cereyan etmiş değildir. Bunun sebebi, Türki-
ye’nin Kıbrıs meselesi diye bir şey mevcut olmadığı mütalâasında bulunması ve Kıb-
rıs’ın hâlen İngiltere’ye ait olduğuna göre, bu ada hakkında Yunanistan’la ikili ko-
nuşmalar yapılmasının caiz olmamasıdır. Günün birinde Kıbrıs’ın İngiltere ile müza-
kereye mevzu olması haline, pek tabii, bu adada mühim bir Türk ekalliyeti bulunması
keyfiyeti bizim de söz sahibi olmamızı gerektirecektir. Kaldı ki, biz bu adanın bugün-
kü statüsünde bir değişiklik yapılması lüzumuna kani değiliz.”141. DP Hükûmeti’nin
Kıbrıs meselesi ile ilgili olarak, bu türden bir politika izlemesi ise, Sovyet yöneti-
minin bu dönem ve öncesinde Türkiye için tehdit oluşturmasına engel olmak ve
dış baskısına karşı kendi varlığının ve güvenliğinin sürekliliğini sağlamanın birinci
planda olması şeklinde düşünülebilir. Ayrıca Türkiye, NATO’ya girmekle elde edi-
len güvenliğin daha da genişletilmesi ve güçlendirilmesine yönelmiş ve Yunanis-
tan’ın, İngiltere’ye başvurarak Kıbrıs’ı resmen istemesine karşı, Türkiye’nin Yuna-
nistan ile Balkan İttifakı’nı gerçekleştirmeye öncelik vermiştir. Kıbrıs sorununda
başlangıçta pasif kalınmasının bu nedenle olduğu düşünülebilir.
Kıbrıs uyuşmazlığı ada halkının çatışması sonucu Yunanistan’da ve Türki-
ye’de “Millî bir dava” haline gelmiştir. Kıbrıs meselesinin ilk defa uluslararası bir
mahiyet kazanması sürecinde, 1954 yılında Yunanistan’ın sorunu BM’ye götürme
çabaları yoğunluk kazanmaya başladığında, Türkiye de sorunla resmen ilgilenmek
gereğini hissetmiştir. 142 Sonrasında Yunanistan tarafından bir şikâyet konusu
olarak, 16 Ağustos 1954 tarihinde BM Genel Kurulu önüne taşınan meselede, Tür-
kiye, İngiltere ve Yunanistan doğrudan taraf olmuşlardır.143 Türkiye adada yaşa-
141 Suat Bilge,”Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Türkiye-Sovyetler Birliği Münasebetleri”, Olaylarla Türk Dış
Politikası (1919-1965), (2. Baskı), Ankara, 1969, s. 363.
142 Kıbrıs Türk heyetinin talepleri özetle şu şekilde olmuştur:
Kıbrıslı Rumların Enosis taleplerinin toptan reddi.
ENOSİS’e giden ilk adım olarak görülen muhtariyete karşı çıkmak.
Yeni bir anayasa Türk çıkarlarını korumak için anayasaya garantiler dahil etmek.
Türk azınlığın Türklerin vakıf malları ve okullarının yönetimi konusunda daha etkin denetim
için harekete geçmesi. Bkz. (H.Fikret Alasya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Tarihi, Anka-
ra 1987, s.65).
143 Kıbrıs sorununda, tarafların tezi ve iddiaları açısından incelenmesi hakkında geniş bilgi için bkz.
Sevin Toluner, Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk, İstanbul 1977, s. 16 vd.; Ayrıca,
Türk tezinin dayanakları için Nihat Erim, Bildiğim Gördüğüm Ölçüler İçinde Kıbrıs, 2. Baskı,
Ankara, 1975, s. 15 vd; 1946-1954 yılları arasında, “enosis” hareketinin hızlanması ve sorunun
560
yan Türklerin can güvenliğini sağlamak üzere, kendisine tarihi bağlarla bağlı bulu-
nan ve Anadolu’ya sadece 40 mil uzaklıkta olan Kıbrıs ile yakından ilgilenmeye
başlamıştır. Kıbrıslı Türklerden oluşan bir heyetinde Eylül 1954’te Türkiye’ye
gelerek yetkili makamlara görüşlerini iletmeleri neticesinde, Türkiye’nin de talebi
doğrultusunda 14 Aralık 1954 tarihinde BM’nin Siyasî Komisyon gündemine alın-
mıştır. Bu gelişme Kıbrıs sorununun, Türk dış politikasının en önemli ko-
nularından birisi haline gelmesinde de etkili olmuştur. Bu sebeple doğrudan Türk-
Yunan ilişkileri Türk dış politikasını etkileyen başlıca faktörlerden de biri haline
gelmiştir. Türkiye, BM’de, Yunanistan’ın Kıbrıs konusuyla ilgili yaptığı önerinin
oylanması sırasında, konunun İngiltere ile Yunanistan’ı ilgilendirdiğini göstermek
amacıyla olacak, çekimser oy vermiştir. Oylamanın sonucunun belli olmasından
sonra da Başbakan Adnan Menderes, 18 Aralık 1954 tarihinde yaptığı değerlen-
dirmede; “Bu mesele tamamıyla kapandığı için artık müttefikimiz Yunanistan ile
aramızdaki dostluğun hatta gölgelenmemesine dikkat ve itina göstermek zamanı
gelmiş bulunuyor.”144 ifadelerine yer vermiştir. Fakat gelişmeler Türk tarafının
beklediği gibi olmamış, BM’nin aldığı bu karar, Kıbrıs uyuşmazlığını sona erdire-
memiştir.
Nisan 1955’te Kıbrıs’ta EOKA yeraltı örgütünü kurulması ve örgütün İngiliz-
ler ve Türklere karşı tedhiş hareketlerine başlamaları gerginliği daha da tırman-
dırmıştır.145 Bu dönemde Yunanistan’ın da açık olarak destek verdiği, Makarios’un
emirleri ile terör faaliyetleri için kurulan ve komutanlığını Grivas’ın yaptığı EOKA
(Kıbrıslı Savaşçıların Ulusal Örgütü), silahlı direniş ve tedhiş hareketi başlatmış-
tır.146 EOKA’nın dağıtmış olduğu ilk bildirisinde dikkat çeken; “İki düşmanımız
vardır. Birincisi İngilizler, İkincisi Türkler…Önce İngilizleri ele alıp onları Ada’dan
kovacağız, sonra da Türkleri imha edeceğiz. Hedefimiz ENOSİS’tir. Her ne pahasına
olursa olsun görevimiz bu hedefin gerçekleştirilmesidir.” 147 açıklama sonrasında
Londra yönetimi, Türkiye’yi de soruna taraf yaparak, Kıbrıs ile ilgili politikasını,
Yunanistan’ın taleplerini dengelemek stratejisi üzerine kurmuştur. 148 Bu nedenle
uluslararası nitelik kazanmasıyla ilgili gelişmeler için Mehmet Serhat Yılmaz, “İngiliz Büyükelçi-
liği Yıllık Raporlarında Türkiye’nin Dış İlişkileri (1946-1949)”, s. 83.
144 Kâmuran Gürün, Dış İlişkiler ve Türk Politikası, (1939’dan Günümüze Kadar), Ankara, 1983,
s. 386.
145 Mehmet Demiryürek, “Belgeler ve Sözlü Tarih Çalışmaları Işığında Fetihten Günümüze Kıbrısta
Türk Varlığı”, Toplumsal Tarih, Cilt 18, Sayı 103, (Temmuz 2002), s. 47.
146
EOKA örgütü hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. (Vehbi Zeki Serter, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Do-
ğuşu ve Yıkılış Nedenleri”, VIII. Türk Tarih Kongresi, (11-15 Ekim 1976), Ankara 1983, s.
2071; Kyriacos C. Markides, “Social Change and the Rise and Decline of Social Movements: The
Case of Cyprus”, American Ethnologist, Vol. 1, No. 2 (May, 1974),s. 309-330.
147 Aydın Akkurt, Türk Mukavemet Teşkilatı: 1957-1958 Mücadelesi, İstanbul 1999, s. 13.
148 Birgül Demirtaş Coşkun, “Değişen Dünya Dengelerinde Türk-Yunan İlişkileri”, 21.Yüzyılda
Türk Dış Politikası, (ed. İdris Bal, Nobel Yayın Dağıtım), Ankara 2004, s. 247; Yunan Hükûmeti
İngiltere ile görüşmelerden bir sonuç alamayınca İngiltere’yi Birleşmiş Milletler’e şikâyet eder.
561
Kıbrıs’ta yaşananları gerek iktidarın gerekse muhalefetin Millî bir dava olmak üze-
re atfetmesinin arkasında 1955 yılında cereyan eden bu gelişmenin ve İngiliz poli-
tikasının etkili olduğu düşünülebilir.149
İngiltere, sorunun ilgili üç devlet (Türkiye, Yunanistan, İngiltere) arasında
çözümlenmesini sağlamak maksadıyla Londra’da 30 Haziran 1955 tarihinde bir
konferans yapılacağına dair açıklama yapmış, İngiltere, Yunanistan karşısında,
Türkiye ile çıkmıştır. Bu üç devlet arasında, 29 Ağustos 1955 tarihinde Londra’da,
“Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Hakkında Üçlü Konferans” toplanmıştır. İngiltere, bu kon-
feransta, adaya özerklik vermeyi önermesi üzerine Türkiye, statükonun devamını,
eğer durumda değişiklik olacaksa adanın kendisine geri verilmesini istemiştir.
Yunanistan tarafı ise, self-determination’da, ısrar ederken adanın kendisine katıl-
masında ısrarcı olmuştur. Tarafların beklentilerindeki farklılığın neticesinde 7
Eylül 1955’te sona eren bu konferansta bir sonuç alınamamıştır.
Bu sırada 6 Eylül 1955 tarihli basında yer alan Selanik’te Atatürk’ün evinin
bombalandığı haberleri üzerine 6-7 Eylül 1955’te İstanbul, İzmir ve Ankara’da
gerilimli bir döneme girilmiştir. Yaşanan gelişmeler bazı çevrelere göre azınlıklara
karşı Hükûmetin gereğince müdahale gerçekleştiremediği şeklinde değerlendiri-
lirken, bazı çevrelere göre ise; Kıbrıs sorununda Yunanistan’a karşı Türklerin fikrî
ve fiilî tepkisi olarak yorumlanmıştır. 150 Bu dönemde olaylara basında geniş yer
verilmiştir.151 Bu süreçte muhalefette meseleyi ısrarla takip ettiğini ortaya koyar-
ken DP’ye İsmet İnönü olayda suiistimal olduğu gerekçesi ile, “Bu bahsi bir neticeye
bağlamaya mecburuz. 1954’ten sonra bu suretle bütün delilleriyle bir rejim buhranı
içinde geçmiştir. 1955 senesinde bu buhran vahim tezahürlerini 6/7 Eylül hâdisele-
rine kadar göstermiştir. Memlekette muhalefet aleyhine, vatanseverliğine kadar dil
uzatılarak, sistemli ve umumi şekilde tecavüz edilmiştir. 6/7 Eylül hâdiseleri ilk önce
muhalefete yüklenmek istendi. Sonra komünist tahriklerine verilmeye çalışıldı. Mey-
danda Hükûmetten başka mesul kalmayınca kimse hiçbir ceza görmeden hâdise
tabiatıyla kapatılmış oldu. 6/7 Eylül vukuatından vahim bir surette mesul olan Bay
Adnan Menderes’in Hükûmetin başından ayrılması lâzımdır….6/7 Eylül hâdisesin-
den, dış politikadaki icraatından doğrudan doğruya Başbakan mesuldür.” ifadeleri
ile yüklenmiştir.152
İngiliz basınında adanın Türkiye’ye verilebileceğine dair çıkan haberler Atina’da korkuya sebep
oluyordu. Bkz. Cumhuriyet, 09.07.1954.
149 Panayiotis Persianis, “The British Colonial Education ‘Lending’ Policy in Cyprus (1878-1960):
An Intriguing Example of an Elusive ‘Adapted Education’ Policy”, Comparative Education,
Vol. 32, No. 1 (Mar., 1996), s. 60-61.
150 Dilek Güven, “Türk Milliyetçiliği ve Homojenleştirme Politikası 6-7 Eylül Olayları ve Failler”,
Toplumsal Tarih, Sayı 141, (Eylül 2005), ss. 38-49.; “6-7 Eylül’e Tanıklıklar”, Toplumsal Ta-
rih, Sayı 141, (Eylül 2005), ss.52-63
151 “İstanbul ve İzmir’deki Hadiseler Üzerine Örfî İdare İlan Edildi”, Yeni İstanbul, (7 Eylül 1955).
152 Hükûmetler, Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri (22 Mayıs 1950-20 Kasım 1961), s.
1105-1106, 1181.
562
Esasında İngiltere’nin, konferans sonrasında da kendi görüşünü yürütmesi
ve 1955 yılı sonundan itibaren Kıbrıs’a özerklik vermek için hazırlıklara başlaması
üzerine, Türk basınında şiddetli bir kampanya başlatılmıştır. Türk basınında
hâkim olan yaklaşıma göre, İngiltere Kıbrıs sorununu uluslararası bir konu haline
getirerek kendi kamuoyunu etkilemek istemiş ve isteklerini zorla kabul ettirmeyi
düşünmektedir. Bu sırada Makarios ile müzakereler Türk basınında hassasiyet
uyandırmıştır. Bunun giderilmesi için Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, 24 Ocak 1956
tarihinde Anadolu Ajansı’na bir demeç vererek Hükûmetin gelişmeleri faal bir
şekilde izlediğini ve İngiliz hükûmeti ile temas halinde bulunduğunu ve Makarios
ile müzakerelere itiraz edildiğini bildirmiştir. Bu doğrultuda; İngiltere Dışişleri
Bakanı Selwyn Lloyd, 11 Mart 1956 tarihinde Ankara’yı ziyaret etmiş, ziyareti
sonunda, yayınlanan ortak bildiride açıkça Kıbrıs konusuna yer verilmemiştir.153
Yalnız Selwyn Lloyd basın toplantısında gazetecilerin sorularına karşı Makarios ile
anlaşmaya varılmadığını, adada öncelikle düzen sağlandıktan sonra ilgililerin iş-
birliği ile bir self-goverment şekli üzerinde bir anlaşmaya varılması gerektiğini
açıklamıştır. Bu gelişme DP Hükûmeti tarafından yakından takip edilmekle birlik-
te, Dışişleri Bakanı Lloyd’un ziyareti sonrası, Başbakan Adnan Menderes’in 13
Mart 1956 tarihli Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte, “Hükûmetimizin kanaatine
göre, İngiliz Hükûmeti, Başpiskopos ile yapmış olduğu müzakerelerde mümkün olan
azami tavizleri göstermek hususunda hatta çok ileri gitmiştir. Başpiskoposun bütün
gayesinin Kıbrıs’ın mukadderatı üzerinde yegâne muhatap ve sahibi selâhiyet kimse
sıfatını iktisap etmek olduğu bu müzakerelerde açıkça meydana çıkmış olduğu anla-
şılıyor.” ifadelerine yer vermiştir. Bu ifadeler üzerine İngiltere Başbakanı Eden ise,
14 Mart 1956 tarihinde Avam Kamarasında yaptığı konuşmada Kıbrıs uyuşmazlı-
ğının Türkiye’nin rızası olmadan sadece Yunanistan ile çözümlenemeyeceğini ve
Kıbrıs’ın Türkiye’nin savunması bakımından stratejik öneminin büyük olduğunu
açıklamıştır. Türk yönetimi ise Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü aracılığıyla Mart ayı
sonunda Kıbrıs için bir self-government şeklini konuşulmasından evvel tedhişin
durmasının gerektiğini bildirmiştir. Gerek Türk gerekse Rum taraflarının itirazla-
rına rağmen İngiltere yönetimi Kıbrıs’a mahallî muhtariyet verilmesi amacıyla
hazırlık çalışmalarına devam etmiştir. Bu doğrultuda, bir tasarı hazırlaması amaçlı
Lord Radcliffe’i görevlendirilmiştir. Kıbrıs’taki cemaat temsilcileri ile görüşmesi
sonrasında Lord Radcliffe’in hazırlamış olduğu tasarı, Bakan Lennox Boyd tarafın-
dan ilgili devletlere iletmek amacıyla Türkiye’ye gelerek, 6 Aralık 1956 tarihinde
İstanbul’da Başbakan Adnan Menderes tarafından kabul edilmiştir. Ardından ta-
rafların da görüşlerinin alınmasının sonrasında, 19 Aralık 1956 tarihinde resmen
açıklanmıştır. Kıbrıs’a mahallî muhtariyet verilmesi için Lord Radcliffe tarafından
153 Nasrullah Uzman, “İktidardan Muhalefete M. Fuad Köprülü’nün Siyasi Mücadelesi (1956-1966),
Gazi Akademik Bakış, Cilt 7, Sayı 13, (Kış 2013), s. 199.
563
hazırlanan tasarı, self-government şekli ile ilgili olup self-determination konusu
kapsamına almamıştır.154
Radcliffe tasarısı hakkında Türkiye’nin görüşü bizzat Başbakan Adnan Men-
deres tarafından 20 Aralık 1956 tarihli Anadolu Ajansı’na verdiği bir demeçte açık-
lanmıştır. Tasarıya ilişkin Adnan Menderes uygulanma şartına dikkati çekmiş ve
özellikle İngiltere’nin taksim vaadi üzerinde durmuştur: “Radcliffe raporu üzerinde
yaptığımız iptidai mahiyetindeki inceleme ve İngiltere Hükûmeti tarafından verilmiş
olan izahat bu raporun makul bir müzakere mevzuu teşkil edebileceği kanaatim bize
vermiştir. Teferruatlı tetkikatımızı bitince İngiltere Hükûmetine yapacağımız bazı
telkinler olabilir. Kıbrıs’ın mukadderatının ileride Kıbrıs hakları tarafından tayini
(self-determination) mevzuuna gelince, müstemlekeler nazırı Mr. Lennox-Boyd’un
Avam Kamarasında bu hususda söyledikleri şayanı dikkattir. Nazır, Kıbrıs halkının
mütecanis olmaması keyfiyetini tebarüz ettirdikten sonra, ada halkının reyine müra-
caat edildiği takdirde Kıbrıs’taki Türk cemaatinin oradaki Rumca konuşanların teş-
kil ettiği cemaatten aslâ daha az olmayan şekilde kendi mukadderatını serbestçe
kendisi tespit etmek imkânına malik bulunacağım söylemiş ve bunun adanın taksimi
hususunun muhtemel neticelerden biri olacağı manasına geldiğini tasdik eylemiştir.
Bu esaslar dairesinde İngiltere Hükûmeti ile Kıbrıs meselesine müteallik işleri gö-
rüşmeye devam edeceğiz. Başbakan Adnan Menderes, 28 Aralık 1956 tarihinde Bü-
yük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada bu demecine atıfta bulunarak…muhtariyet
idaresiyle onu ifanın nihaî olarak taayyün edecek kaderi arasında irtibat temin
edilmiştir... Biz nihaî vaziyet ne olacaktı, evvelâ onu öğrenmek istiyoruz. Bunu öğ-
rendikten sonra ki, nihaî vaziyet üzerinde tetkiklerimizi yapar, ondan sonra cevabı-
mızı veririz.” dediğini açıklamıştır.155
154 Kıbrıs halkının idaresine bırakılan alanlarda mahalli idarenin yönetimi için bir yasama meclisi,
Hükûmet ve mahkemeler kurulacaktır. Seçim ve kısmen tayinle üyeleri tespit edilecek 36 kişilik
yasama meclisinde altı üyelik Türklere ayrılmıştır. Radcliffe tasarısı kesin bir metin değildi. Kıb-
rıs’lı Rum ve Türkler ve Türkiye ve Yunanistan ile yapılacak görüşmeler ile son şeklini alacaktı.
Bu görüşmelere Türkler katılmışlar fakat ramlar tasarıyı kabul etmedikleri için bir anlaşmaya varı-
lıp müşterek tadil çalışmaları yapılamamıştır. Krebs, Ronald R., “Perverse Institutionalism: NATO
and the Greco-Turkish Conflict”, International Organization, Vol. 53, No. 2 (Spring, 1999), s.
362.
155 “Türkiye’de başta CHP olmak üzere muhalefet öncelikle statükonun değişmesi halinde adanın
Türkiye’nin egemenliği altına dönmesi istenmiştir. Muhalefetin tenkitlerine Başbakan Adnan
Menderes, TBMM’de 28 Aralık 1956 tarihli toplantıda verdiği cevapta; İngiltere, hiçbir zaman
«self determination» prensibini tatbik etmeyeceğim demedi… Zamanı gelince Selef -determination
prensibini tatbik edecek olursak onu tam mânasında tatbik edeceğiz. Yani Türk halkını, Rum halkı
gibi, kendi kaderini tâyin etmekte serbest bırakacağız, diyor. İngilizlerin, gerek Kıbrıs adası mev-
zuunda gerekse self -determination prensibinin tatbikatı etrafında böyle bir beyanat yaptığı vâki
değildir. Bu noktanın hâdisemizde yeni bir unsur olduğunu tebarüz ettirmek isterim ki, bu yeni un-
surun Lennox – Boyd’un beyanatında mündemiç olduğunu Cihad Baban bu kürsüden ifade etmiş
değildir. Şimdi arkadaşımız diyor ki, İngiltere adayı Yunanistan’a vermek için hazırlanmaktadır.
Biz bu kanaatta değiliz. Kendi kanaatlerine hürmet ederiz… Evvelâ tarih sırasiyle hâdiselere göz
attığımız takdirde, İngiltere, adayı Yunanistan’a vermeye daha ziyade hazırlanmıştır… Şimdi mü-
564
TBMM gündemine taşınan Radcliffe tasarısı hakkında öncelikle Dışişleri Ba-
kan Vekili Etem Menderes söz almış ve tasarısı hakkında bilgi vermiştir. Etem
Menderes tasarının incelenme sürecinin tamamlanmasının ardından İngiltere
Hükûmeti ile temasa geçileceğini, tasarının geçici bir dönem için olduğunu, esas
olanın Kıbrıs’ın mukadderatının kesin olarak tayin edilmesi gerektiğini, bu mak-
satla adadaki Türk halkının -kendi mukadderatını tayin hakkının- kabul edildiğini
açıklamıştır. Meclis görüşmeler sırasında söz alan Başbakan Adnan Menderes,
“...Radcliffe raporu ile Kıbrıs’a muhtariyet veriliyor. Bu muhtar idareyi biz olduğu
gibi kabul etmiş değiliz... Kıbrıs’daki Türk cemaati liderlerini davet ettik, kendileriyle
müzakere halindeyiz. Bu müzakerenin neticesinde İngiltere Hükûmetine icabında
telkinlerde bulunacağız. Bu, İngiliz teklifinin aynen kabulün tazammun etmeyen bir
ifadedir.” ifadelerine yer verirken, esasında önemli olan yönün adanın ileriki statü-
sü olduğunu belirtmiştir.156 Türkiye, 1956 yılı sonunda, İngiltere’nin özerklik dü-
şüncesinde ısrarcı yaklaşımı üzerine bu yaklaşımı kabul etmiştir. Neticede, Radclif-
fe tasarısı Rum tarafının muhalefeti sonucunda uygulanamamıştır.
saade ederseniz muhterem arkadaşlarım; tavizlerde nerelere kadar gidilecek? Sualine geleceğim.
Bu sual karşısında insan zanneder ki, Kıbrıs’ı bize sağlam, muhkem bir şekilde teslim etmişler de
biz Kıbrıs üzerinde fedakârlıklar yapıyoruz, tavizler veriyoruz. Hayır Cihad Bey. Hâdise öyle de-
ğildir… Yunanistan’ın bütün dünyada propagandalar yapmış olduğu hususunda, meşhur bir zatın
Avrupa Konseyinde ayağa kalkmak suretiyle şöyle demiş olmasından istimbatı ahkâm ederek ah-
valin son derece vahîm olduğunu söylemek istiyor. Hayır arkadaşlar, vaziyet böyle değildir. Türk
dâvası sağlamdır. Daha ileri bir iddia, bize adanın verilmesini iddiaya kalkarsak, dünyanın bu ka-
rışık zamanında Türk Devletinin meseleleri Kıbrıs Adasından ibaret değildir. Türkiye bütün maddi
mânevi potansiyeli ile bu Kıbrıs dâvasında kendisini bağlıyacak bir Devlet değildir. Her hususu
bırakalım, milletin toptan hayatlarının tehlikede olduğu zamanlar, hem kendi başımıza daha ileri
kaygılar, hem de dünyanın basma daha ileri müşküller çıkarmaktan başka, böyle bir hareket, bir
şey ifade etmeyecektir. Bir gayrimüsmir yolda yürümek; bu, Türk Devletinin şiarı olmamak lâzım
gelir. Hükûmetin düşüncesi budur.” Bkz.(TBMM Zabıt Ceridesi, Devre:10, Cilt 15, (28 Aralık
1956), s. 350-351).
156 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre:10, Cilt 15, (28 Aralık 1956), s. 352
565
nistan’ın Kıbrıs’taki tedhişçilik hareketlerine yardım etmekten vazgeçmesini iste-
miştir.
Türkiye, daimi delegesi Selim Sarper tarafından ortaya koyduğu görüşünde
Türkiye’nin Kıbrıs uyuşmazlığına yaklaşımının sebepleri sayılmıştır. Buna göre;
Yunanistan’ın self-determination prensibinin uygulanması istekleri arkasında
ilhak emellerinin bulunduğu anlatılmış, bu emellerine gerçekleştirmek için Yuna-
nistan’ın Kıbrıs’ta tedhişçiliği teşvik ettiği, teşkilâtlandırdığı ve yardımda bulun-
duğu ve Türkiye aleyhine bir propaganda kampanyasına giriştiği üzerinde durul-
muştur. Selim Sarper, BM’nin Kıbrıs uyuşmazlığının ilgili devletlerarasında barışçı
yollar ile çözümlenmesini ve bu amaçla bu devletlerin tekrar görüşmeye başlama-
larının teşvik edilmesini de istenmiştir. Bu doğrultuda; Siyasî Komisyonda yapılan
görüşmelerde Hindistan’ın Kıbrıs uyuşmazlığının BM antlaşmasına uygun olarak
ilgili taraflar arasında müzakere edilmek yolu ile çözümlenmesi şeklinde yaptığı
teklif çoğunluğun desteğini almış ve bu teklif sonradan Genel Kurul’da kabul edil-
miştir.157
Bu sırada, BM’ye giden Türk heyeti üyelerinden Fatin Rüştü Zorlu, Siyasî
Komisyonun kararından sonra, 23 Şubat 1957 tarihinde New York’ta; “Meselenin
taraflar arasında müzakere yolu ile halli arzusu tezahür etmiştir. Bu arzu dairesinde
hal çarelerinin aranması İngiltere’ye terettüp etmektedir... Kararda, sulh ve sükûnun
avdetinin müzakereler için başlıca şart olarak ileri sürülmesi Türkiye’nin baştan beri
müdafaa ettiği görüşe tamamen uygun bulunmaktadır... Fakat müzakereler esna-
sında bizi en fazla memnun eden nokta şüphesiz ENOSİS (Yunanistan’a ilhak) fikri-
nin ittifaka yakın bir şekilde bütün hatibler tarafından reddedilmesidir...” şeklindeki
verdiği demeçte; kararın Türk tezine uygunluğu hakkında değerlendirme yapmış
ve Türk tarafının memnuniyetini ifade etmiştir. Aralık ayı başında Yunanistan’ın
başvurusu üzerine BM, Kıbrıs uyuşmazlığını incelemiştir.158 Bunun üzerine Genel
Kuruldan öncesinde Siyasî Komisyonda yapılan görüşmeler sonunda self-
determination prensibinin Kıbrıs halkına uygulanmasını sağlama amacıyla görüş-
meler yapılması hakkında, Yunanistan’ın teklif ettiği tavsiye tasarısı 20’ye karşı 33
oyla kabul edilmiştir. Fakat Siyasî Komisyonun kararı Genel Kurulda gerekli 2/3
oy çoğunluğu elde edemediği için Yunanistan’ın teklifi kabul edilmemiştir. Bu oy-
lama, Türkiye tarafından self-determination prensibinin Yunanistan’ın istediği gibi
Kıbrıs’a uygulanmasının red edildiği şeklinde yorumlanmıştır. Bu karar üzerine
Türkiye’de DP Hükûmeti tarafından bir tepki gösterilmemiş, durumun Yunanis-
tan’ın lehinde olmadığı şeklinde açıklanmış. Başbakan Adnan Menderes 4 Mart
1957 tarihli Hükûmet programında Türk-Yunan dostluğunu bir kez daha yeniler-
ken şu ifadelere yer vermiştir: “Dış siyasetimizin hayati bir mevzuu olan Kıbrıs me-
157 Ronald R. Krebs, “Perverse Institutionalism: NATO and the Greco-Turkish Conflict”, , 364.
158 Naomi Rosenbaum, “Success in Foreign Policy: The British in Cyprus, 1878-1960”, s. 623-626).
566
selesine gelince; bu millî dâvamıza ait karar ve düşüncelerimiz katiyet ve sarahatle
ortaya konulmuş bulunmaktadır. Kıymet verdiğimiz Türk - Yunan dostluğunu koru-
mak ve hu ihtilâfı ortadan kaldırmak için azami hüsnüniyet göstermiş ve Kıbrıs’ın
taksimine razı olmak suretiyle yapabileceğimiz fedakârlığın hududuna varmış bulu-
nuyoruz. Türkiye’nin emniyetinin ve adadaki Türk cemaatinin istikbal ve inkişafının
korunması için aldığımız bu kararlı durumun muhafaza olunacağını bir kere daha
teyid ederiz.”159 CHP ise Yunanistan tezinin kabulünün üzücü olduğunu ve
TBMM’de genel görüşme isteyeceklerini açıklamıştır.
BM’nin bu teşebbüslerinin ardından, ilgili devletlerarasındaki görüşmeleri
başlatmak görevini NATO üzerine almak istemiştir.160 NATO Genel Sekreteri Lord
Ismay tarafından Paris’te 20 Mart 1957 tarihinde NATO tarafından resmî bir açık-
lama ile İngiltere, Türkiye ve Yunanistan temsilcilerine bir mektup gönderilerek,
Kıbrıs uyuşmazlığının ilgili devletlerarasında yapılacak görüşmelerle çözümlene-
bilmesi için arabuluculuk teklifinde bulunulduğu bildirilmiştir. Teklife İngiltere ve
Türkiye olumlu cevap verirken, Yunanistan’ın verdiği yanıtın muhtevası açıklan-
mamıştır. Aralık 1957’de Başbakan Adnan Menderes, Yunanistan Başbakanı Ka-
ramanlis ve İngiltere Dışişleri Bakanı Sehvyn Loyd arasında Kıbrıs uyuşmazlığının
görüşüldüğü ve dünya kamuoyuna duyurulmuş olan bu buluşmanın neticesinde
bir uzlaşma sağlanamamıştır. Takip eden dönemde Bakan Zorlu, 12 Haziran 1958
tarihinde verdiği demeçte, bu toplantıda Kıbrıs hakkında varılan neticeye dair
herhangi bir hususa değinmezken, NATO dayanışması üzerinde durmuş ve “Kıbrıs
meselesinin halli hususundaki taksim teklifinin de yapabilecek fedakârlığın son had-
dini teşkil ettiğini, İngiltere’nin planını aldıklarını” ve tarafların bunu anlayışla kar-
şılamaları gerektiğini ifade etmiştir.161
Gerek BM gerekse NATO nezdinde 1956 ve 1957 yıllarında yapılan resmî
beyanlar, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının taksimi gerçekleştirmeye yöneldiğini
göstermiş olmasına rağmen, Türkiye’de muhalefet öncelikle statükonun değişmesi
halinde adanın Türkiye’nin egemenliği altına dönmesi istenmiş ve sonradan bun-
dan vazgeçilmesini tenkit konusu yapmıştır.
Macmillan Plânı
1957 yılı sonlarında İngiltere adada yönetiminde bir değişikliğe gitmiş Kıb-
rıs’ta bir çeşit askeri vali statüsü taşıyan Mareşal Harding’in yerine Sir Hugh Foot’u
tayin etmiştir. Sonrasında adaya mahalli bir muhtariyet vermek amacıyla Rum ve
Türk taraflarla yeni görüşme denemelerine başlamıştır. Kıbrıs Valisi Sir Hugh Foot,
159 Hükûmetler, Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri (22 Mayıs 1950-20 Kasım 1961), s.
1209.
160 Ronald R. Krebs,, “Perverse Institutionalism: NATO and the Greco-Turkish Conflict”, s. 364.
161 Hürriyet, (13 Haziran 1958), s. 1.; Bu süreçte İngiltere’nin Kıbrıs siyaseti için bkz. ( Naomi Ro-
senbaum, “Success in Foreign Policy: The British in Cyprus, 1878-1960”, s. 623-626).
567
adadaki temasları sonrasında 1958 yılı başında Londra’ya giderek burada ilgili
bakanlıklarda Kıbrıs’a verilecek yeni yönetim şekli hakkında çalışmalar yapılmış-
tır. Çalışmaların Türk basınında tepkiler oluşturması üzerine Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu, 9 Ocak 1958 tarihinde yaptığı bir açıklamada; “Türkiye Hükûmeti,
adanın istikbali konusunda kendisi ile istişare edilmeden herhangi bir karar itihaz
edilmeyeceğine dair İngiltere Hükûmetinden teminat almış bulunmaktadır. Bu se-
beple kendi malûmatı dışında olan bu yoldaki haberlere inanmakta mazurdur. Diğer
taraftar, Türkiye Hükûmeti iki cemaat arasında mevcut ve son zamanlarda büsbü-
tün artmış olan Adada herhangi bir muhtariyet idaresinin artık mevzuu bahis olma-
yacağını ve gittikçe vehamet kesbeden bu vaziyet karşısında acilen alınması gereken
yegane kararın taksim kararından ibaret olduğunu, bunun dışında herhangi bir
kararın Türkiye tarafından kabulüne imkân bulunmadığını mütaaddit defalar açık-
lamıştır.” derken, Türkiye’nin bu kararında da ısrarcı olduğunu yenilemiştir. Tür-
kiye’nin taksim üzerinde ısrar etmesine rağmen İngiltere Kıbrıs’a verilecek statü
hakkındaki çalışmalarına 1958 Mayıs ayı başında da devam etmiştir. Türkiye’nin
taksim üzerinde ısrarı TBMM’de 16 Haziran 1958 tarihinde yapılan toplantıda bir
kere daha yenilenirken, Kıbrıs uyuşmazlığının taksimle çözümlenmesi ve bunun
dünya parlâmentolarına bildirilmesini kararlaştırmıştır.162
TBMM bu beyanının hemen ardından Kıbrıs için hazırlanan statü, Avam
Kamarası’nda Başbakan Maurice Harold Macmillan tarafından 19 Haziran 1958
tarihinde açıklanmıştır. Sonradan Macmillan Plânı adını da alacak olan bu statü bir
ortaklık rejimi olarak sunulmuştur. Plâna göre, Kıbrıs’ın geleceği kesin olarak tes-
pit yerine yedi yıl devam edecek geçici bir yönetim öngörülmekteydi. Yedi yıllık
geçici devrede İngiltere, Türkiye, Yunanistan ve Türk ve Rum cemaatleri arasında
yapılacak işbirliğine dayanan üçlü bir yönetim kurulacaktır. Ayrıca yedi yıllık dev-
renin tamamlanmasının hemen sonrasında İngiltere, adanın egemenliğini Türkiye
ve Yunanistan’ın da istemeleri halinde paylaşabileceğini ifade ediyordu. Genel
esasları ile özetlemeye çalışılan Macmillan plânını Yunanistan Hükûmeti ve Ati-
na’da bulunan Makarios tarafından reddedilmiştir.
Macmillan plânına karşı Türkiye’nin ilk tepkisi Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü
Zorlu tarafından 18 Haziran 1958 tarihinde ortaya konulmuştur. Fatin Rüştü Zorlu
açıklamasında özetle; “Türkiye Hükûmeti Kıbrıs meselesini bir şekli halle bağlaya-
cak en iyi çarenin taksim olduğu hususundaki karar ve kanaatini elbette muhafaza
etmektedir. Bu nihai hal çaresini ihtiva etmeyecek bir teklifin bilhassa Türkiye Büyük
Millet Meclisinin son kararı muvacehesinde, elbette ki kabulüne imkân yoktur.” ifa-
delerine yer verirken, Kıbrıs’ın milletlerarası statüsünün kesin olarak tespiti için
İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında yüksek seviyede bir konferansın top-
lanmasına işaret etmiştir.163 Anlaşılacağı üzere, Türkiye’nin Macmillan plânına ilk
162 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre:11, Cilt 4, (16 Haziran 1958), s. 495-497
163 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre:11, Cilt 4, (16 Haziran 1958), s. 495-497
568
tepkisi Radcliffe tasarısında da olduğu üzere Kıbrıs’ın kesin statüsü ile ilgilidir.164
Başbakan Adnan Menderes ise Macmillan plânına dair değerlendirmesinde özetle
şu hususa dikkat çemiştir. “Dr. Averofun ilk defa ortaya atıp, Mr. Lennox Boyd’un
kabul ederek İstanbul seyahatinde ileri sürdüğü taksim fikrini Türk Hükûmeti de bir
uzlaşma formülü olarak kabul etmiş ve bu surette bu mevzuda yapabileceği azami
fedakârlığın hududuna varmıştır…İngiltere ile Türkiye arasında bu mevzuda mevcud
yegâne anlaşma noktası, Türkiye tarafından yapılan bu büyük tavize müstenid bulu-
nan ve 19 Aralık 1956 tarihinde müstemlekât Nazarı Mr. Lennox Boyd tarafından
Avam Kamarasında yapılan beyanat ile bu beyana Aralık tarihinde verilmiş olan
cevap teşkil eylemektedir...”165 Gerek Başbakan Menderes gerekse Bakan Zorlu’nun
açıklamalarından çıkan neticeye göre, Macmillan plânı İngiltere ile varılan taksim
mutabakatının bir ihlâli gibi görülmüştür.
Türkiye ve Yunanistan taraflarının bu tepkilerine rağmen İngiltere Baş-
bakanı 7 Ağustos 1958 tarihinde öncelikle Atina’ya, 9 Ağustos 1958’de de Anka-
ra’ya gelerek plânı şahsen izah etmek suretiyle Türkiye ve Yunanistan Başbakanla-
rı ile bir görüş birliğine varmaya çalışmıştır. Bu görüşmenin sonrasında, Yunanis-
tan, plândan cemaatler ayrılığına dayanan esasların çıkarılmasını, taksimin reddini
ve Türkiye’nin Kıbrıs uyuşmazlığına taraf olma sıfatının tanınmamasını istemiştir.
Türkiye ise kesin hal şeklinin taksim olacağı hakkında teminat verilmesi halinde
plânı geçici bir çözüm şekli olarak görüşmeyi kabul etmiştir.166
Macmillan, ziyaretleri sonrasında plânını iki konuda değiştirmiştir: Türkiye
ve Yunanistan temsilcilerinin Vali başkanlığındaki kongreye katılmasından ve çifte
tabiiyet esasından vazgeçilmesidir. Birinci değişiklik için temsilcilerin daha ser-
best olarak görevlerini yapabilmeleri gerekçesi belirtilmiş, ikinci değişikliğin de
hukuki güçlükleri gidermek için yapıldığı söylenmiştir. Macmillan plânında yapılan
değişikliğin sonrasında Yunanistan ret yanıtını verirken, Türkiye Dışişleri Bakanı
Fatin Rüştü Zorlu’nun 25 Ağustos 1958 tarihli açıklaması ile Macmillan plânının
uygulanmasında İngiltere’yi destekleyeceğini bildirmiştir. Bunun üzerine, Türkiye
iyi niyet göstergesi olması amaçlı daha sonra plânın uygulanması için Kıbrıs’taki
başkonsolosunu temsilci olarak görevlendirmiştir. Yunanistan ve Kıbrıs Rumları-
nın işbirliğine yanaşmamaları ve aksine tedhiş faaliyetlerini arttırmaları üzerine
Macmillan plânı, 1958 Ekim ayında resmen uygulamaya başlandığı halde başarılı
bir sonuca ulaşamamıştır.
164
Naomi Rosenbaum, “Success in Foreign Policy: The British in Cyprus, 1878-1960”, Canadian
Journal of Political Science / Revue canadienne de science politique, Vol.3, No. 4 (Dec.,
1970), s. 625.
165 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre:11, Cilt 4, (18 Haziran 1958), s. 502.
166 Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 11 Ağustos 1958 tarihinde yaptığı açıklamada, İngiltere Baş-
bakanının Ankara’ya ziyaretini bilgi almak amaçlı olarak nitelemiş, taksim tezinde ısrar edileceği-
ni belirtmekle beraber taksimle İngiltere Hükûmetinin ortaklık plânının bağdaşabileceğini kendi-
sine bildiren bir muhtıra verildiğini ifade etmiştir. Bkz. Hürriyet, (12 Ağustos 1958), s. 1.
569
Kıbrıs’ta bu süreçte giderek yoğunlaşan tedhiş faaliyetleri üzerine NATO,
1958 yılı Eylül ve Ekim aylarında taraflar arasında yeniden arabuluculuk teşebbü-
sünde bulunmuştur. NATO planlanan yuvarlak masa konferansına ABD’den başka
Norveç’in de katılmasını öngörmüş olmasına rağmen bu girişim de sonuçsuz kal-
mıştır.
Neticede, Yunanistan yönetimi BM nezdinde Enosis tezine gösterilen tepki-
lerden dolayı Genel Kurul, 5 Aralık 1958 tarihinde anlaşmazlığın taraflar arasında
görüşmelerle çözümlenmesini tavsiye etmiştir. Bunun üzerine Yunanistan ve Kıb-
rıs Rum toplumu, Kıbrıs’ta bağımsız bir devletin kurulması tezine yönelmiştir. Bu
maksatla Yunanistan Dışişleri Bakam Averof ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu,
NATO toplantısı için Paris’te 17 Aralık 1958’deki toplantı sonrasında iki devlet
arasında Zürih’te bir toplantı yapılması kararlaştırılmıştır.
167
Yayınlanan ortak bildiride Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs uyuşmazlığı dolayısıyla bozulan
münasebetlerin Atatürk ve Venizelos’un çizdikleri sıkı işbirliği ve yapıcı dostluk yoluna yeniden
sokmak karşılıklı arzusu belirtilmiş, Kıbrıs meselesi hakkında uzun görüşmeler yapılmıştır. Bu
meselenin arz ettiği ehemmiyetli güçlüklere rağmen mütekabil bir anlayış zihniyeti içinde nihaî ve
uzlaştırıcı anlaşmaya varıldığı açıklanmış ve Birleşik Krallığın dostu ve müttefiki Türkiye ve Yu-
nanistan’ın, üç ilgili memleket arasında bir anlaşmanın Kıbrıs meselesini kati hal tarzına götüre-
ceğine inanmakta oldukları ifade edilmiştir. Bkz. (Mustafa Ekincikli, Türk Dış Siyaseti (İnönü-
Bayar Dönemleri), s. 313).
570
tırılmıştır. Londra Konferansı’na İngiltere Başbakanı Macmillan, Türkiye Başbaka-
nı Menderes ve Yunanistan Başbakanı Karamanlis ile Kıbrıs Türk ve Rum cemaat-
leri liderleri olarak Dr. Küçük ve Makarios katılmışlardır. Konferansın hemen ön-
cesinde Türk heyetini konferansa götüren uçağın kaza yapması üzerine Başbakan
Adnan Menderes konferansı Londra’da klinikten takip etmiştir. Öncelikle görüş-
melerin sonucunda, Zürih Antlaşması esas olmak üzere, bağımsız Kıbrıs Cumhuri-
yeti’ni ortaya çıkartan anlaşmalar ve İngiltere hakkındaki bazı hükümlerin ilâvesi
ile 19 Şubat 1959 tarihinde konferans tarafından kabul edilmiştir.
Konferansın kabul ettiği kararlar 23 Şubat 1959 tarihinde üç devlet merke-
zinde açıklanmıştır.168 Konferansta imzalanan kararlar özetle şu esasları kapsa-
maktadır:
Kıbrıs üzerindeki İngiltere egemenliğinin Kıbrıs Cumhuriyetine devrine
dair bir kurulma antlaşması,
Kıbrıs’ın bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve anayasa düzenini teminat
altına alan garanti antlaşması.
Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında yapılacak askeri itti-
fak antlaşması,
Kıbrıs Cumhuriyetinin Anayasasının temel maddeleri.169
Anlaşılacağı üzere, alınan bu kararlarla aynı zamanda Kıbrıs’ın statüsünün
değişmesine ve adanın bağımsız bir cumhuriyet haline gelmesine giden sürecin
önü açılmış oluyordu. Bu sayede ulaşılmaya çalışılan çözüm şekliyle ilgili üç devle-
tin ve iki cemaatin hak ve menfaatlerini bağdaştırılmaya çalışılmıştır. Esas itibariy-
le adada iki cemaatin ortaklığına dayanan ve Türkiye ve Yunanistan ile sıkı bir
işbirliği yapacak bağımsız bir çeşit federal bir cumhuriyetin kurulması öngörül-
müştü. Ayrıca Türk ve Rum cemaatlerinin yalnız kendi toplumlarını ilgilendiren
işleri kuracakları Cemaat Meclisleri ile yürütmeleri sağlanırken, ortak işler baş-
kanlık rejimine dayanan bir yürütme organı ile gerçekleştirilecekti. Yürütme orga-
nının başı Cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olacak ve bunlara yardım edecek,
on kişilik Bakanlar Kurulunun üç üyesi Türk olacaktı. Temsilciler Meclisi adı veri-
len 50 üyeli yasama organı gene belli oranda kendi cemaatleri tarafından ayrı ola-
168 Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ayni gün bir demeç vererek varılan kararları açıklamış ve
demecinin sonunda: “Artık Kıbrıs için yeni bir istikbal açılmıştır. İki cemaat gittikçe samimileşe-
cek bir işbirliği ile vahdete doğru giderken kendilerinin harsen bağlı oldukları Türkiye ve Yuna-
nistan ile müdafaa ve anayasalarını ziman altına alabilen tam bir ahenk içinde çalışmak ve Türki-
ye ile Yunanistan arasında bir nifak membaı olacak yerde tam bir teşrik mesainin sembolü olarak
bu iki memleket arasında her gün biraz daha kuvvetlenmesini temenni eylediğimiz ahengin tarsi-
nine yarayan bir hattı vasıl olacaktır. Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ve Kıbrıslı Türk ve Rum
cemaatleri liderlerinin bir kardeşlik havası içinde tanzim ve intacına muvaffak oldukları bu an-
laşmaların beklenen meyvelerini vermesini ve Doğu Akdeniz’de sulh ve emniyetin takviyesine ha-
dim olmasını” temenni etmemiştir. Bkz. Hürriyet, (23 Şubat 1959), s. 1.
169 Antlaşmaların metinleri için bkz. Murat Sanca, Erdoğan Teziç, Özer Eskiyurt, Kıbrıs Sorunu,
İstanbul, 1975, s. 262-278.
571
rak seçilecek Türk ve Rum üyelerden kurulacaktı. Türk ve Rumların taraf olduğu
davalar da karma mahkemeler tarafından karara bağlanacaktır. Cumhuriyetin
anayasa düzeninin devamı Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından garanti
edilecektir. Ayrıca Kıbrıs Cumhuriyetinin başka bir devletle birleşmesi ve taksim
edilmesi yasaklanmıştı. Türk cemaatinin haklarının korunması için çeşitli alanlar-
da hukuki teminatlar ve bir karma Anayasa Mahkemesinin kurulması düşünül-
müştü. Adanın savunması Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan tarafından Askerî İttifak
Antlaşması çerçevesi içinde ortak bir kuvvet ile sağlanacaktı.170 İkinci Londra Kon-
feransı’nda yukarda özetlenen esaslara dayanmak üzere, Kıbrıs’ın milletlerarası
statüsünü ve anayasasını hazırlayacak iki ayrı karma komisyonun kurulması da
kararlaştırılmıştır.
Varılan mutabakat neticesinde İngiltere kendisi için Kıbrıs’ta önemli olan
askeri üsleri, bunlar üzerindeki egemenlik hakları ile birlikte muhafaza etmekte
idi. Yunanistan kabul edilen antlaşmalar ile Türkiye ile aynı hakları elde etmiş ve
Türkiye ile eski dostluk ve işbirliğini ihya ederek kendi güvenliğini kuvvetlendir-
miştir. Kıbrıs Rum cemaati de kendi işlerini görmek ve Türklerin haklarına saygı
göstermek şartıyla adayı yönetmek hakkını elde ediyordu. Türkiye ise, askeri itti-
fak antlaşması gereğince Kıbrıs’ta kurulacak olan ortak karargâha 650 kişilik asker
bir kuvvetle katılırken, Türkiye bu suretle, Kıbrıs’ın ve dolayısıyla Anadolu’nun
güvenliğini sağlamak imkânını elde ediyordu. Ayrıca, garanti Antlaşması Türki-
ye’ye adadaki anayasa düzenini korumak için gerektiğinde müdahale hakkı da
veriyordu.
Zürih ve Londra anlaşmaları 4 Mart 1959 tarihinde TBMM’de görüşülmüş-
tür. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü yaptığı konuşmada özetle; Hükûmetin taksim
tezini değiştirdiği, anlaşmalarda Enosis’e karşı yeterli garantiler konmadığı ve
Türk cemaatine ekonomik yardım yapma imkânının öngörülmemesi üzerinde
durmuştur: “…Bu vesikalar, şimdiye kadar tarafların takip ettikleri tezleri terk ede-
rek yeni bir esası takip etmeleri neticesinde meydana gelmiştir... Türkiye’nin resmî
170 Yukarda belirtildiği üzere ortak işlerin yönetiminde yürütme organında Cumhurbaşkanı Muavinli-
ği ve 10 bakanlıktan üçü Türk cemaati temsilcilerine bırakılmıştı. Türk Cumhurbaşkanı muavinine
dışişleri savunma ve güvenlik işlerinde veto ve diğer konularda iade hakkı tanınmıştı. Kendisi ay-
rıca Türk cemaati aleyhine yapılacak ayır edici işlemlere karşı Anayasa Mahkemesine başvurabi-
lecekti. Bundan başka Türkler ortak yönetime ve güvenlik kuvvetlerine yüzde 30 ve orduya yüzde
40 oranında katılacaklardı. Ortak Yasama organı olan Temsilcilik Meclisine yüzde otuz oranında
Türk üye katılacaktı. Bu Meclisin seçim, belediye ve vergiler hakkında kabul edeceği kanun ve
kararlar Türk, temsilcilerinin ayrı hesap edilecek çoğunluk oylarına dayanması gerekiyordu. Türk-
lerin hukuk ve ceza davaları ayrı Türk mahkemelerinde, Rumlar ile olan davaları da eşit sayıda
Türk ve Rum hâkimlerinin katılacağı karma mahkemelerde görülecekti. Kurulacak olan Anayasa
Mahkemesi yetki uyuşmazlıklarında, ayırdedici işlemlerde ve Anayasaya aykırı kanun ve karar-
larda Türklerin haklarını korumakta ayrı bir teminat olacaktı. Türk cemaatine Türkiye’den teknik
ve mali yardım alma hakkı da tanınmıştı. Bkz. (Fiona B. Adamson, “Democratization and the
Domestic Sources of Foreign Policy: Turkey in the 1974 CyprusCrisis”, s. 288).
572
isteği... en son şu prensipte ifadesini bulmuştu: Kıbrıs’taki Türk menfaatleri ve Kıbrıs
cemaatlerinin bir arada yaşamaları imkânının kalmaması sebebiyle Kıbrıs adasının,
Türkiye ve Yunanistan arasında taksiminden başka çare yoktur denilmiştir. Bu tez,
Türk Hükûmetinin son fedakârlığı olarak Büyük Millet Meclisinde kesin karara bağ-
lanmış ve bu kararı Millet benimsemesini temin için her şey yapılmıştır... O kadar
kesin taahhütlerden ve memlekette geniş galeyanlardan sonra, Hükûmetin kendili-
ğinden prensip değiştirmesinin meclis huzurunda kaydedilmeye değer olduğunu
belirtmek isterim... Bir ENOSİS hareketine karşı Yunanistan bizimle beraber olması
az muhtemeldir. İngiltere müdahale için kati bir taahhütle bağlanmamıştır. İngilte-
re, Anayasanın ihlâl edildiğini ve -müdahale lüzumunu teslim etse bile, bu maksatla
yapılacak askerî harekâta iştirak edip etmemek kendi takdirine kalmıştır. İngiltere
bu şekilde hareket ederse, müdahale, dörtlü Antlaşmadaki gibi, beraberce kararlaştı-
rılmış olur ama müşterek olmaz. Bu halde, davasının ihlâline karşı Türkiye’nin yalnız
başına harekete geçmesi mevzuubahis olacaktır. Ayrıca unutmamalıdır ki, böyle bir
zamanda Antlaşmayı ihlâl eden Kıbrıs Cumhuriyeti Birleşmiş Milletlerin azası bulu-
nacaktır. İhtilâf, bütün Dünya Teşkilâtının ve hususiyle Güvenlik Konseyinin müşte-
rek meselesidir. Bu vaziyette, Türkiye, eğer süratle hakkını kullanarak müdahale
imkânına malik olursa, yapacağı haklı bir emrivakiyle kazanabilir. Hâlbuki şartların,
tarafımızdan süratli bir askerî hareket yapmaya müsait olduğu ve her zaman olaca-
ğı iddia edilemez. Bu sebeple, Anayasa dışı teşebbüs edilecek ENOSİS hareketini, işbu
Antlaşma hukuken bertaraf etmiş görünse de, fiilen bertaraf etmemektedir. Hâlbuki
taksim tezi hukuken olduğu gibi fiilen de bertaraf edilmiştir. İngiltere’nin kesin ta-
ahhüdü olmaması, mütecavizi teşvik edecektir. İngiltere’den böyle bir taahhüdü is-
temeyi mümkün ve haklı buluyoruz... Neticeye bağlıyorum: Yunanistan’a iltihak ka-
pısını fiilen açık bırakmakta olan antlaşmanın eksiği tamamlanmadıkça, bunu kabul
etmekte mazur olduğumuzu beyan ederiz... Gene ehemmiyeti haiz diğer bir mesele
de, Türkiye’nin adadaki Türk cemaatine iktisadi her nevi yardım yapabileceğinin
gerektiği şekilde tasrih edilmemiş olmasıdır. Anayasanın 24. maddesinde kendi ce-
maatimizin eğitim, kültür, spor ve hayır müesseselerine yardım edebileceğimiz ya-
zılmıştır. Bu kâfi değildir. Mutlak olarak, cemaatimizin malî ve iktisadi ihtiyaçlarına
koşabilmemiz temin edilmelidir. Azlıkta olan cemaatlerin yaşamaları ancak iktisadi
şartların elverişli olmasına bağlıdır. Biz, bunun, tarih boyunca çok misallerini gör-
müşüzdür. Şimdi beraber yaşama şartlarını kurarken, en esaslı bir maddeyi ihmal
etmemeliyiz. Dışişleri Bakanının, istediğimiz kadar malî ve iktisadi yardım yapabile-
ceğiniz yolunda encümendeki teminatı bir bakıma kıymetlidir. Bu ifade ile, Anayasa
maddesine mutlak surette yardım kaydının konmasına ciddî bir mâni bulunmadığını
şimdiden söylemiş olmaktadır. Durum gerçekten böyle ise, kolay tahakkuk ettirilebi-
lecek bir talepte bulunuyoruz, demektir! Ama bu kayda ihtiyaç vardır. Zamanla şifa-
hi teminat unutulur, vesikalara giren metinlerin hükümleri devam eder. İleride bir
573
güçlüğe mahal kalmamak ve bugün de geniş bir huzur sağlamak için, mutlak iktisadi
yardım hükmünün kayıt ve tasrih edilmesi, hayati bir ehemiyeti haizdir. Mâruzâtımı
çok esaslı iki noktada tesbit ediyorum.”171
Anlaşılacağı üzere, muhalefet özellikle adada Türkiye’ye bir üs sağlanmama-
sını eksiklik olarak belirtmiştir. Başta İsmet İnönü’nün olmak üzere, muhalefetin
bu tenkitlerini Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu yanıtlamıştır. Bakan Zorlu, adaya
Türkiye ve Yunanistan’ın uzaklığını karşılaştırarak üs kurulmasını Yunanistan’ın
menfaatlerine olacağını ifade etmiştir: “Sayın İnönü alakalı Hükûmetlerin Kıbrıs
meselesinde evvelce ittihaz etmiş oldukları politikalarını terk ederek yeni bir esas
üzerinde mutabakata varmış olduklarım kaydetmekle sözlerine başladı. Muayyen ve
sabit menfaatlerin korunabilmesi için elbette muhtelif usul ve çareler vardır. Düveli
ihtilâfların hallinde en mühim usul ve en iyi çare, hiç şüphesiz, muhasım olan tarafın
muvafakatini elde etmek suretiyle Millî menfaatlerin himaye edilmesinin teminidir.
Arkadaşlar, huzurunuza çıkardığımız anlaşmaların temelleri bu esaslara dayanması
bakımından Millî menfaatlerimize en uygun olanıdır... Sayın İnönü buyurdular ki,
bizim için esas ENOSİS’in, yani iltihakın bertaraf edilmemiş olmasıdır. Yunanistan
için asıl esas, taksimin bertaraf edilip edilmemiş olmasıdır... Gerek taksim, gerek
ENOSİS’in bertaraf edilmesi aynı maddelerin içinde yer almış bulunmaktadır... Şu
halde eğer teminat ENOSİS için yoksa taksim için de yoktur arkadaşlar. Binaenaleyh
her iki memleketin mukaddem iddialarına karşı aynı şekilde teminat mevcut bulun-
maktadır... Müşterek teminat mevzuunda en mühim nokta şudur: Taraflardan biri-
nin teminatı, diğerlerinin harekete geçmesini önler, müşterek garanti halinde müşte-
reken veya ferden hareket serbestisini temin etmektir. Binaenaleyh, Sayın İnönü’nün
burada zayıf olarak gösterdiği husus, hakikatte bir kuvvettir. Anayasada hayır cemi-
yetlerine, içtimai cemiyetlere, mekteplere, irfan ocaklarına, spor cemiyetlerine yar-
dım öngörülmüştür. Kendilerinden çok rica ederim, her hangi bir devlet anayasasın-
da buna mümasil bir kayıt bulurlarsa ben kendilerinin tebrik edeyim. Çünkü anaya-
salarda böyle bir kayıt yoktur. Bü yolda bir kaydın konulması Türkiye ile Yunanistan
arasındaki dostluğun bir tezahürüdür... Yapılan anlaşma ile hakikaten her üç taraf
da kendi menfaatlerini karşı tarafın haklı iddiaları ile hudutlandırmak imkânını
bulmuşlar, istikbali temin etmişler ve Kıbrıs Adasının hem daha büyük ve müreffeh
bir istikbale doğru ilerlemesini, hem de bu ilerleme esnasında kuvvetli dostluklara
istinat etmesini sağlamışlardır.”172
Müzakerelerden neticesinde TBMM, “Kıbrıs ihtilâfı mevzuunda Londra’da
imzalanan anlaşmalarda Hükûmetin takip ettiği politikanın tasvip edildiğinin kara-
ra bağlanması” teklifini 138 oya karşı 347 oy ile kabul etmiştir.
173 Hükûmetler, Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri (22 Mayıs 1950-20 Kasım 1961), s.
1308-1309.
174 16 Ağustos 1960 tarihinde Lefkoşa’da on yedi adet antlaşma imzalanmıştır. İngiltere, bunlardan
taraf olmadığı İttifak Antlaşması dışındaki on altı antlaşmayı Birleşmiş Milletlere tescil ettirmiştir.
İmza tarihinde yürürlüğe giren bu antlaşmaların metinleri T.C. Resmî Gazete’de yayınlanmamış-
tır. Ancak, Kıbrıs sorununu tartışmak üzere 4 Mart 1959 tarihinde yapılan görüşmeler sonunda
TBMM, Londra’da imzalanan Anlaşmalarda Hükûmetin takip ettiği politikanın tasvip edildiğine
575
İttifak antlaşması gereğince, aynı gün Türk ve Yunan askeri birlikleri Kıb-
rıs’a çıkarlarken, İngiliz kuvvetleri de kendilerine bırakılan üslere çekilmişlerdir.
Neticede İngiliz ve Amerika yönetimlerinin de desteğiyle Londra ve Zürih Antlaş-
malarıyla Kıbrıs’ın bir anlamda Türkiye açısından yeniden kazanılması Türk dış
politikacılarının cumhuriyet tarihi içerisinde belli başlı başarılarından biri olmuş-
tur. Osmanlı Devleti ve İngilizlerin geçmişte uyguladıkları politikalarla ve değişik
faktörlerin etkisi altında genel nüfus içindeki payları yüzde on sekizlerde kalan
Kıbrıs Türklerinin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu ortakları haline getirilmeleri ve
yönetime tam anlamıyla ortak edilmeleri gerçekten büyük başarıydı.175 Zira Kıbrıs,
tarih boyunca kaderi dışarıdan belirlenmiş bir ada; halkına danışılmaya gerek bile
duyulmadan alınan, satılan; egemenliği devredilen bir ülke olmuştu.176
dair bir karan, 138 olumsuz, 2 çekimser oya karşı 347 olumlu oyla kabul etmiştir. Bkz. (TBMM
Zabıt Ceridesi, Devre:11, Cilt 8, (4 Mart 1959), s.55-59).
175 Fiona B. Adamson, “Democratization and the Domestic Sources of Foreign Policy: Tur-
key in the 1974 Cyprus Crisis”, Political Science Quarterly, Vol. 116, No. 2 (Summer,
2001), s. 288.
176 Şükrü Sina Gürel, Kıbrıs Tarihi 1878-1960, C.1, İstanbul 1984, s.11.
576
SONUÇ
577
normale dönmesinden sonra Balkanlardaki ilişkileri de düzeltmek isteyen DP yö-
netimi, Yugoslavya ve Yunanistan bölgesel bir pakt kurma arayışına girmiştir.
Bunda kuşkusuz Başbakan Menderes’in dünyanın kesin hatlarla iki kutba ayrıldığı
ve Türkiye’nin bu düzenden ancak Batı kampında yer alarak çıkar sağlayabileceği
yolundaki inancı etkili olmuştur. Türkiye ile Yunanistan Atlantik Paktı’na alındık-
tan sonra bu iki üye ile Yugoslavya arasında 1953’te antlaşma imzalayarak Balkan
Paktı kurulmuştur.
Başbakan Menderes, Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına yeni bir anlayış ge-
tirmek amacıyla Ortadoğu politikasında önemli girişimlerde bulunmuştur. DP Batı
ile bütünleşme çabalarına harcadığı güç oranında Ortadoğu bölgesindeki politika-
larını da paralel bir şekilde devam ettirmeye çalışmıştır. Bu sayede Türkiye’nin de
katkıları ile Amerika’nın da bölgede güç dengeleri kurma çalışması sonucunda
Bağdat Paktı kurulmuştur. Pakta bütün Arap ülkelerinin katılması hedeflenirken
Mısır lideri Nasır, bölgede Millîyetçilik duygularını körükleyerek Paktın kurulma-
sına ve çalışmasına engel olmak istemiştir. Ancak Türkiye ile Irak arasındaki Sa-
vunma Paktı 24 Şubat 1955’te Bağdat’ta imzalanmıştır. 1955’de kurulan Bağdat
Paktı gibi örgütlenmelerde rol alarak Birleşik Krallık ve ABD’nin Ortadoğu politi-
kalarının hayata geçirilmesinde, Arap ülkelerini açıktan karşısına almak pahasına,
önemli bir rol oynamıştır. Paktı kısa sürede Mısır ve Sovyetlerin engellemelerine
rağmen siyasî dayanışma paktına dönüşmüş ve nihayet Irak’ta 1958’de gerçekleş-
tirilen askeri darbe sonucunda önemini kaybetmiştir. Türkiye bu dönemde takip
ettiği dış politikanın neticesinde, DP döneminde Amerika’nın çevresinde kurulan
bir güvenlik çemberinin bir halkası haline gelmiştir. Türkiye bu çemberin halkaları
olan ve Sovyetlere yönelmiş bulunan NATO, Balkan ve Bağdat Paktlarına girmiştir.
Hatta bunlara girmekle kalmamış özellikle bu son iki paktın kurulmasında öncülük
etmiştir.
DP iktidar döneminin önemli sorunlarından birisi de Kıbrıs meselesi olmuş-
tur. 1950’lerden itibaren Kıbrıslı Rumların adayı Yunan hâkimiyetine sokmak
amacıyla adada tedhiş hareketlerine başlamaları ve zamanla sorunun uluslararası
nitelik kazanması DP’nin Kıbrıs’ı yakından takip etmesinde etkili olmuştur. DP’nin
bu sorunu gündemine alması 1954 yılına dayanır. Kanaatimizce bunun temelinde
yatan en önemli etken İngiltere’nin adadan kesinlikle vazgeçmeyeceği düşüncesi-
dir. Adada Rumlar selfdeterminasyon isterken, Yunanistan adanın tamamını iste-
miştir. İngiltere ise adada askeri üs talebinde bulunmuştur. Türkiye yönetimi, İngi-
lizlerin adadan çekilmeleri halinde adanın Türkiye’ye verilmesini düşünmüştür.
Türkiye bu tezini 1957 yılına kadar savunurken, 1957 yılından itibaren bu tez
geçerliliğini kaybetmiştir. Türkiye bunun üzerine adada taksim esasını savunmuş,
Zürih’te ve Londra’da yapılan görüşmelere Türkiye’deki 6/7 Eylül 1955 tarihli
olaylar damgasını vurmuş olmasına rağmen, bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurul-
muştur. Neticede Türkiye’nin 1945’den 1960’a dış politikasında ABD’ye bağımlı
hale gelmesi iç politikadaki beklentilerle de örtüşüyordu.
578
KAYNAKÇA
Arşiv Belgeleri
Records of the U.S. State Department Classified Files, (Democracy In Turkey
1950-1959), Belge No (BN.), 782.00/5-2750.( http://www.gale.com/c/ de-
mocracy-in-turkey-1950-1959-records-of-the-us-state-department-
classified-files).; Records of the U.S. State Department Classified Files, (De-
mocracy In Turkey 1950-1959), BN, 982.61/7-1452.( http://www. ga-
le.com/c/democracy-in-turkey-1950-1959-records-of-the-us-state-
department-classified-files).;
Süreli Yayınlar
Akşam, Cumhuriyet, Hürriyet, Son Posta, The Times, Ulus, Yeni İstanbul, Zafer.
Resmî Yayınlar
Ayın Tarihi, (Şubat 1953), Sayı. 231.; (Ağustos 1954), Sayı 249.; (Mayıs 1955),
Sayı. 258,
DİE, 1950-1965 Milletvekili ve 1961, 1964 Cumhuriyet Senatosu Üye Seçim-
leri Sonuçları, DİE Yayınları, Ankara 1966.
Düstur, 3 Tertip, Cilt 15,18-19, 33, 34, 36.
Hükûmetler, Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri (22 Mayıs 1950-20
Kasım 1961), ( Yay. Haz.: İrfan Neziroğlu-Tuncer Yılmaz), Cilt. 2, TBMM Ba-
sımevi, Ankara, 2013.
TÜİK, Milletvekili Genel Seçimleri (1923-2011), Ankara, 2012.
TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 8, Cilt 23, (23 Ocak 1950); Devre: 10, Cilt 8, (1 Ka-
sım 1955).; Devre:10, Cilt 15, (28 Aralık 1956).; Devre:11, Cilt 8, (4 Mart
1959).; Devre:11, Cilt 4, (16 Haziran 1958).
Kitap ve Makaleler
“6-7 Eylül’e Tanıklıklar”, Toplumsal Tarih, Sayı 141, (Eylül 2005), ss.52-63
ADAMSON, Fiona B., “Democratization and the Domestic Sources of Foreign Policy:
Turkey in the 1974 CyprusCrisis”, Political Science Quarterly, Vol. 116, No.
2 (Summer, 2001), ss. 277-303.
AHMAD, Feroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), İstanbul 1996.
AKKURT, Aydın, Türk Mukavemet Teşkilatı: 1957-1958 Mücadelesi, İstanbul
1999.
579
AKŞİN, Sina , “Demokrat Partinin Kurulması”, Tarih ve Toplum, C.9, S.53, İstan-
bul: İletişim Yayınları, 1988.
Aktaş, Melih, 1950-1960 Demokrat Parti Dönemi Türk-Sovyet İlişkilerinde
Amerikan Faktörü, İstanbul, 2006.
ALASYA, H. Fikret, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Tarihi, Ankara, 1987.
ARI, Tayyar “Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Analizi ve
İlişkileri Belirleyen Dinamikler”, 21.Yüzyılda Türk Dış Politikası, (Ed. İdris
Bal), Nobel Yayın Dağıtım, Ankara 2004.
ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1914-1995), Alkım Yayınevi, 17.
Baskı, İstanbul, 2010.
AYDIN, Mustafa, “Determinants of Turkish Foreign Policy: Changing Patterns and
Conjunctures during the Cold War”, Middle Eastern Studies, Vol. 36, No. 1
(Jan., 2000), pp. 103-139.
AYDIN, Mustafa, “Determinants of Turkish Foreign Policy: Historical Framework
and Traditional Inputs”, Middle Eastern Studies, Vol. 35, No. 4, Seventy-
Five Years of the Turkish Republic (Oct., 1999), ss. 152-186.
BAĞCI, Hüseyin, “Demokrat Parti’nin Ortadoğu Politikası”, Türk Dış Politikasının
Analizi, (der. Faruk Sönmezoğlu), Der Yayınları, İstanbul, 2004.
BAĞCI, Hüseyin, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, Ankara, İmge Yayınevi,
1990.
BAKŞIK, Şeref, “Demokrasi, DP ve İnönü”, Tarih ve Toplum, C.9, S.53, ss. 71-78.
BERATLI, Nazım, “Sömürge Yıllarında Kıbrıs’ta Türk Ulusçuluğunun Ortaya Çıkışı”,
Toplumsal Tarih, Cilt 18, Sayı 103, (Temmuz 2002), ss. 50-53.
BİLGE, Suat, “Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Türkiye-Sovyetler Birliği Münasebetleri”,
Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1965), (2. Baskı), Ankara, 1969.
̇ ̇
BİLGİN, Mustafa Sıtkı- MOREWOOD, Steven, “Turkey’s Reliance on Britain: British
Political and Diplomatic Support for Turkey against Soviet Demands, 1943-
47”, Middle Eastern Studies, Vol. 40, No. 2 (Mar., 2004), pp. 24-57
CANATAN, Yaşar, Türk-Irak Münasebetleri:1926–1958, Kültür Bakanlığı Yayın-
ları, Ankara, 1996.
COOPER, Malcolm, “The Legacy of Atatürk: Turkish Political Structures and Policy-
Making”, International Affairs (Royal Institute of International Affairs
1944-), Vol. 78, No.1 (Jan., 2002), ss. 115-128.
COŞKUN, Birgül Demirtaş, “Değişen Dünya Dengelerinde Türk-Yunan İlişkileri”,
21.Yüzyılda Türk Dış Politikası, (ed. İdris Bal), Nobel Yayın Dağıtım, An-
kara, 2004.
ÇAVDAR, Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi(1839-1950), İmge Kitabevi,
Ankara, 1999.
580
ÇEÇEN, Anıl “Cumhuriyeti Demokrasi ile Tamamlamak”, Cumhuriyet ya da De-
mokrasi, (der. Özer Ozankaya), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002.
DEMİREL, Ahmet, “50. Yıldönümünde 1950 Seçimleri”, Tarih ve Toplum, Cilt: 33,
Sayı: 197, (Mayıs 2000).
DEMİRYÜREK, Mehmet, “Belgeler ve Sözlü Tarih Çalışmaları Işığında Fetihten
Günümüze Kıbrıs’ta Türk Varlığı”, Toplumsal Tarih, Cilt 18, Sayı 103,
(Temmuz 2002), ss. 46-51.
DERİNGİL, Selim, Denge Oyunu-İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Poli-
tikası-, 2. Baskı, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 2001.
DEVELİOĞLU, Aktay - Kürkçüoğlu, Ömer, “Ortadoğu’yla İlişkiler”, Türk Dış Politi-
kası, 1919-1980, (ed. Baskın Oran)], Cilt I, İstanbul, 2001.
DODD, C.H., “The Development of Turkish Democracy”, British Journal of Middle
Eastern Studies, Vol. 19, No. 1 (1992),s. 16-30.
DOOLOT, Louis, Siyasî Tarih, (Çeviren: Oktay Akbal), Tan Matbaası, İstanbul,
1966.
Ekinci, Necdet, Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler, İstanbul,
1997.
EKİNCİKLİ, Mustafa, Türk Dış Siyaseti (İnönü-Bayar Dönemleri), Berikan Yay.,
Ankara, 2007.
ELMAS, Ahmet, “Kore Savaşı’nda Türk Ordusu”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İzmir 2004. (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi).
ERASLAN, Cezmi, “Atatürk’ten Sonra Türkiye’nin İç Politikası”, Türkiye Cumhuri-
yeti Tarihi II, Durmuş Yalçın v.d. AKDTYK, Atatürk Araştırma Merkezi Ya-
yınları, Ankara, 2004.
ERDOĞAN, Mustafa, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, 2. baskı, Liberte Yayınları
Ankara, 1999.
ERKİN, Feridun Cemal, Dışişlerinde 34 Yıl, C. II., K. I., Ankara, 1986.
EROĞLU, Hamza, “Türkiye Amerika Birleşik Devletleri İkili İşbirliği Anlaşması”,
Milletlerarası Münasebetler Türk Yıllığı, 1960, s. 23-64.
EROĞUL, Cem, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İstanbul 2014.
FERENC, A. Vali, “Bridge Across the Bosporus”, The Foreign Policy of Turkey,
John Hopkins Press, Baltimore 1971, s. 115-125.
FEUER, Guy, Çağdaş Ortadoğu Araştırma Kılavuzu, (Çev: Davut Dursun), İşaret
Yayınları, İstanbul, 1990.
FIRAT, Melek– Kürkçüoğlu, Ömer, “1945-01960 Arap Devletleriyle İlişkiler” , Türk
Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olaylar, Belgeler, Yorumlar,
(ed. Baskın Oran), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003.
581
FIRAT, Melek M., 1960-1971 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu, Siyasal
Kitabevi, Ankara, 1997.
GÖNLÜBOL, Mehmet vd., Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1973), Sevinç
Matbaası, Genişletilmiş Üçüncü Baskı, Ankara, 1974.
GÜL, Teoman, Türk Siyasal Hayatında Recep Peker, Ankara, 1992.
GÜREL, Şükrü Sina, Kıbrıs Tarihi 1878–1960, C.1, İstanbul, 1984.
GÜREL, Şükrü Sina, Tarihsel Boyutu ile Türk-Yunan İlişkileri, Ankara, 1992.
GÜRKAN, İhsan, “İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Kadar Balkanlar (1945-
1989), Balkanlar, İstanbul, 1993, s. 138-147.
GÜRKAN, Nilgün, Türkiye’de Demokrasiye Geçişte Basın (1945-1950), İletişim
Yayınları, İstanbul, 1998.
GÜRÜN, Kâmuran, Dış İlişkiler ve Türk Politikası, (1939’dan Günümüze Ka-
dar), Ankara 1983.
GÜVEN, Dilek, “Türk Millîyetçiliği ve Homojenleştirme Politikası 6-7 Eylül Olayları
ve Failler”, Toplumsal Tarih, Sayı 141, (Eylül 2005), ss. 38-49.
ISMAY, Lord, NATO: İlk Beş Sene (1949-1954), (Çeviren: Suat Bilge), Türk Tarihi
Kurumu Basımevi, Ankara, 1956.
İLGAZİ, Abdullah, “İkinci DSünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası”, İstanbul
Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1995.
(Yayınlanmamış doktora tezi).
KARAÖMERLİOĞLU, M. Asım, “Turkey’s Return to Multi-Party Politics”, East Eu-
ropean Quaterly, Cilt 40, Sayı 1, (Nisan).
KARAÖMERLİOĞLU, M. Asım, “Türkiye’de Çok-Partili Hayata DönüşünToplumsal
Dinamikleri”, Toplum ve Bilim, No. 106, 2006, s. 174-191
KARDAM, Ahmet- Tüzün, Seçkin, Türkiye’de Siyasî Kutuplaşmalar ve Seçmen
Davranışları, Ankara 1998.
KARPAT, H. Kemal, Türk Demokrasi Tarihi (Sosyal, Ekonomik, Kültürel Te-
meller), AFA Yayınları, İstanbul, 1996.
KARPAT, Kemal H., “Political Developments in Turkey, 1950-70”, Middle Eastern
Studies, Vol. 8, No. 3 (Oct., 1972), ss. 349-375.
KARPAT, Kemal H., “The Turkish Elections of 1957”, The Western Political Qar-
tetly, Vol. 14, No. 2 (Jun., 1961), ss. 436-459.
KARTAL, Cemile Burcu, “Türk Siyasal Hayatında “Beyaz İhtilal” 1950 Seçimleri”,
Atatürk Dergisi, C.III, S.4, Temmuz 2003.
KENNEDY, Paul, Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü, (Çev. B. Karanakçı), 6.
Baskı, Ankara 1996.
KILAĞIZ, NURAN, Türk Siyasî Hayatında 1965 Seçimleri, Berikan Yay., Ankara
2007.
582
KİLİ, Suna, “Kemalism in Contemporary Turkey”, International Political Science
Review / Revue internationale de science politique, Vol. 1, No. 3, (1980),
ss. 381-404.
KISSINGER, Henry, Diplomasi, (Çev. Halil İbrahim Kurt), 2. Baskı, İş Bankası Kül-
tür Yay., İstanbul 2000.
KOLOĞLU, Orhan, “Cumhuriyet ve Demokrasi Deneyimimizin Çevremizdeki Top-
lumlara Yansıyışı”, Cumhuriyet ya da Demokrasi, (der.Özer Ozankaya),
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002.
KREBS, Ronald R., “Perverse Institutionalism: NATO and the Greco-Turkish Conf-
lict”, International Organization, Vol. 53, No. 2 (Spring, 1999), pp. 343-
377.
LİPPE, John M. Vander, “Forgotten Brigade of the Forgotten War: Turkey’s Partici-
pation in the Korean War”, Middle Eastern Studies, Vol. 36, No. 1 (Jan.,
2000), ss. 92-102.
MANGO, Andrew, “The Turkish Model”, Middle Eastern Studies, Vol. 29, No. 4
(Oct., 1993), ss. 726-757.
MARKIDES, Kyriacos C., “Social Change and the Rise and Decline of Social Move-
ments: The Case of Cyprus”, American Ethnologist, Vol. 1, No. 2 (May,
1974),ss. 309-330.
MIHAILIDIS, Mihalis, “Kıbrıs Türk İşçi Sınıfı ve Kıbrıs İşçi Hareketi”, Kıbrıs Dün ve
Bugün, (der. Masis Kürkçügil), İthaki Yayınları, İstanbul 2003.
MILLMAN, Brock, “Turkish Foreign and Strategic Policy 1934-42”, Middle Eas-
tern Studies, Vol. 31, No. 3 (Jul., 1995), ss. 483-508.
OLGUN, Kenan, “Türkiye’de Cumhuriyet’in İlanından 1950’ye Genel Seçim Uygu-
lamaları”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XXVII, S.79, Mart 2011.
ÖKE, Mim Kemal, Unutulan Savaşın Kronolojisi Kore, 1950-1953, İstanbul 1990.
ÖNER, Oğuz, Türkiye’yi Uluslararası Ekonomik Kuruluşlara Üye Yapan Ant-
laşmalar, Ankara 1974.
ÖZERSAY, Kudret, “Kıbrıs Sorunu”, Yaşayan Lozan, (ed. Çağrı Erhan), Ankara
2003.
PERSİANİS, Panayiotis, “The British Colonial Education ‘Lending’ Policy in Cyprus
(1878-1960): An Intriguing Example of an Elusive ‘Adapted Education’ Po-
licy”, Comparative Education, Vol. 32, No. 1 (Mar., 1996), pp. 45-68
ROSENBAUM, Naomi, “Success in Foreign Policy: The British in Cyprus, 1878-
1960”, Canadian Journal of Political Science / Revue canadienne de sci-
ence politique, Vol.3, No. 4 (Dec., 1970), ss. 605-627.
SABANCIOĞLU, Müsemma, “14 Mayıs 1950:Bir Seçim Böyle Geçti”, Toplumsal
Tarih, S.77, Mayıs 2000.
583
SANCA, Murat-Teziç, Erdoğan-Eskiyurt, Özer, Kıbrıs Sorunu, İstanbul, 1975.
Sander, Oral, Balkan Gelişmeleri ve Türkiye (1945-1965), Siyasal Bilgiler Yayı-
nı, Ankara, 1969.
SERTER, Vehbi Zeki, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Doğuşu ve Yıkılış Nedenleri”, VIII.
Türk Tarih Kongresi, (11-15 Ekim 1976), Ankara 1983.
SOYSAL, İsmail, “1937 Sadabat Paktı”, X. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 1994.
SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Uluslar arası Siyasal Bağıtları (1945-1990), Cilt: 2
(Kesim A Çok Taraflı Bağıtlar), 2. Baskı, TTK Yay., Ankara, 2000.
SUNALP, Turgut, Kore Harbi, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul 1954.
SZYLİOWİCZ, Joseph S., “Political Participation and Modernization in Turkey”, The
Western Political Quarterly, Vol. 19, No. 2 (Jun., 1966).
TACHAU, Frank - Good, Mary Jo D., “The Anatomy of Political and Social Change:
Turkish Parties, Parliaments, and Elections”, Comparative Polititics, Vol. 5,
No. 4 (Jul., 1973), ss. 551-573.
TAEUBER, Irene B. “Cyprus: The Demography of a Strategic Island”, Population
Index, Vol. 21, No. 1 (Jan., 1955), ss. 4-20.
TOKER, Metin, Tek Partiden Çok Partiye, İstanbul 1970.
TURAN, Ömer, Tarihin Başladığı Nokta Ortadoğu, Step Ajans, İstanbul 2002.
TÜİK, Milletvekili Genel Seçimleri (1923-2011), TÜİK Yay., Ankara, 2012.
TÜRKMEN, İsmet, “Atatürk ve Türkiye’nin Balkan Antantı Üyeliği”, XIV Yüzyıldan
Günümüze Balkanlar ve Balkan Tarihi (On Dördüncü Askerî Tarih
Kongresi Bildirileri-II), (03-07 Aralık 2012), Genelkurmay Basımevi, An-
kara 2014, ss. 715-743.
TÜRKMEN, İsmet; KARCI, Betül, “Amasya da Milletvekili Seçimlerinin Yerel Basına
Yansıması 1950 1957”, III. Uluslararası Geçmişten Günümüze Merzifon
ve Amasya Yöresi Araştırmaları Sempozyumu, 329-349.
UÇAROL, Rifat, Siyasî Tarih (1789-2001), 7. Baskı, Der Yay., İstanbul, 2008.
USLU, Nasuh “Kıbrıs sorunu” , 21.Yüzyılda Türk Dış Politikası, (ed. İdris Bal),
Nobel Yayın Dağıtım, Ankara 2004.
UZMAN, Nasrullah, “İktidardan Muhalefete M. Fuad Köprülü’nün Siyasi Mücadelesi
(1956-1966), Gazi Akademik Bakış, Cilt 7, Sayı 13, (Kış 2013), s. 185-208.
Uzman, Nasrullah, “Yedinci Uluslararası Atatürk Kongresi (17-22 Kasım
2011), C. 2, Üsküp-Manastır, Makedonya), Ankara, 2015, s. 1257-1301
ÜÇOK, Coşkun, Siyasî Tarih Dersleri, 3. Baskı, Fakülteler Matbaası, İstanbul,
1955.
ÜLMAN, Haluk, Türk Amerikan Diplomatik Münasebetleri (1939-1947),
AÜSBF Yayınları, Ankara, 1967.
584
ÜNAL, Tahsin, Türk Siyasî Tarihi (1700-1958),4. Baskı, Emel Yay., Ankara, 1977.
WEİSBAND, Edward, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası II, (çev.
M. Ali Kayabal), Çağdaş Yay., İstanbul, 2000.
XYDIS, Stephen G., “The UN General Assembly as an Instrument of Greek Policy:
Cyprus, 1954-58”, The Journal of Conflict Resolution, Vol. 12, No. 2 (Jun.,
1968), ss. 141-158
YEŞİBURSA, Behçet Kemal, “The ‘Revolution’ of 27 May 1960 in Turkey: British
Policy towards Turkey”, Middle Eastern Studies, Vol. 41, No. 1 (Jan., 2005),
ss. 121-151.
YEŞİL, Ahmet, Türkiye Cumhuriyeti’nde İlk Teşkilatlı Muhalefet Hareketi Te-
rakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Cedid Neşriyat, Ankara, 2002.
YEŞİLBURSA, Behçet Kemal, “Dünden Bugüne İngiltere ve Amerika’nın Ortadoğu
Savunma Projeleri”, Türkiye Günlüğü, S.77, Ankara, Yaz, 2004, ss. 75-117.
YETKİN, Çetin, Türkiye’de Tek Parti Yönetimi, İstanbul, 1993.
YILMAZ, Mehmet Serhat, “İngiliz Büyükelçiliği Yıllık Raporlarında Türkiye’deki İç
Politik Gelişmeler ve Türk Ekonomisi (1946-1949), KÖK Sosyal ve Strate-
jik Araştırmalar Dergisi, Cilt X, Sayı. 2, (Güz 2008), ss. 73-95.
YILMAZ, Mehmet Serhat, “İngiliz Büyükelçiliği Yıllık Raporlarında Türkiye’nin Dış
İlişkileri (1946-1949), KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt
X, Sayı. 1, (Bahar 2008), ss. 65-87.
YILMAZ, Veli, Yakın Dönem Harp Tarihi Özetleri, Harp Akademileri Yay., İstan-
bul 1993.
YURDUSEV, Esin “1945–1989 Döneminde Türkiye Balkanlar”, Çağdaş Türk Dip-
lomasisi: 200 Yıllık Süreç, (Yay. haz. İsmail Soysal), Ankara, 1999.
ZÜRCHER, Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (Çev. Yasemin Saner Gö-
nen), İletişim Yay., İstanbul, 1998.
585
1960’LI YILLARDA
TÜRK DIŞ POLİTİKASI
587
1. ULUSLARARASI ORTAM
1945 sonrası dünya Soğuk Savaş olarak adlandırılan bir döneme girmişti. Bu
dönemin en belirgin özelliği, dünyanın batı ve doğu bloğu olmak üzere ideolojik
temelli ikiye ayrılmış olmasıydı. 1960 ile 1970 arasındaki yıllar genel olarak bu
dönemin genel özelliklerini göstermekle beraber, Soğuk Savaş’ta bir “yumuşama”1
dönemine denk gelmektedir. Bu dönemin Soğuk Savaş dönemi içerisinde yumu-
şama dönemi olarak tanımlanmasının tabii ki bazı sebepleri vardı. İki taraf arasın-
da nükleer silahlanma neticesinde bir dengeye ulaşılması ve mevcut statükonun
iki taraf açısından da kabul edilebilir bir noktada olması en önemli nedenler ara-
sında sayılabilir. Özellikle, II. Dünya Savaşı ile başlayan ABD’nin SSCB karşısında
elde etmiş olduğu askeri ve teknolojik üstünlük, 1960’lı yıllara geldiğimizde artık
geçerliliğini yitirmeye başlamış ve nükleer denklik olarak tanımlanan Dehşet Den-
gesi politikaları uluslararası politikaya hâkim olmaya başlamıştı.
ABD-SSCB arasında rekabet devam etmekle beraber, bu dönemde iki ülke-
nin de çıkarlarının birleştiği alanlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ayrıca,
1960’lardan itibaren Blokların kendi içlerinde yaşanan sorunlar yumuşama dö-
nemine geçişte etkili olmuştur. Her iki blok içerisinde ABD ve SSCB’ye karşı mer-
kezkaç eğilimlerinin artması da yine bu döneme denk gelmiştir SSCB ile Çin ara-
sında devam eden ve çözülemeyen problemler, Çin’in ABD’ye daha yakın durması-
na ve bloklar arasında ilişkilerin başlamasına sebep olmuştur. Ayrıca, Yugoslavya
ve Romanya’nın SSCB’den uzaklaşmak istemesi Doğu Blokunda SSCB’nin sorgu-
lanmaya başlamasına neden olmuştur. Batı Bloku içerisinde de ABD’nin sorgulan-
maya başlaması hemen hemen aynı döneme denk gelmektedir. Fransa’nın NA-
TO’nun askerî kanadından çekilmeye karar vermesi de Batı Blokunda önemli so-
runlara sebep olmuştur.2 1965-1975 yılları arasında süren Vietnam savaşında
ABD birçok açıdan yıpranmıştır. Özellikle doların bu dönem devalüasyona uğra-
masıyla birçok ülkede ABD’ye duyulan güven azalmıştır. Avrupa’da birçok ülkenin
ABD’ye ihtiyaçları bu dönemden itibaren azalmaya başlamıştır.3 Vietnam Sava-
1 II. Dünya Savaşı sonrası uluslararası ilişkilerde “Yumuşama Dönemi”, Soğuk Savaş döneminde
Bloklar arasında artan gerginliği azaltmak amacıyla karşılıklı görüşmelerin yapılmaya başlandığı
bir dönemdir. 1960-1970 döneminde bu yönde izlenen politikalarla bloklar arasındaki gerginlik
önceki döneme göre nispeten azaltılmıştır. Yumuşama politikası, yakınlaşma, anlaşma ve işbirliği
aşamalarından oluşmaktadır. Yumuşama politikasının ortaya çıkmasında konvansiyonel silahlar-
dan nükleer silahlara geçiş, önemli bir etken olmuştur. 1960’lı yılların başında iki tarafın nükleer
silahlanma yarışı, dünyayı bir nükleer savaşın eşiğine getirmişti. Muhtemel bir nükleer savaşta her
iki tarafın da zarar görmeleri muhakkaktı. Bu sebeple çıkması muhtemel olan bir nükleer savaşın
engellenmesi zorunluydu. Bu doğrultuda ABD Başkanı John F. Kennedy ve SSCB Başkanı Kruş-
çev, 1961 yılında yumuşama sürecini başlattılar. Öncelikli olarak Bloklar, silahsızlanma ve silah-
ların sınırlandırılmasını hedeflediler.
2 Faruk Sönmezoğlu, İkinci Dünya Savaşından Günümüze Türk Dış Politikası, İstanbul, Der
Yayınları, 2006, s.205-206.
3 Mehmet Gönlübol, Ömer Kürkçüoğlu, “1965-73 Dönemi Türk Dış Politikası”, Olaylarla Türk
Dış Politikası, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1996, s. 491.
588
şı’nın ABD iç siyasetinde yarattığı olumsuz durum ve Watergate Skandalı gibi ülke
içi gelişmeler, ABD’nin Soğuk Savaş döneminde ciddi bir güç kaybetmesine sebep
olmuştur.4
1960’lı yıllardan itibaren SSCB, Ortadoğu ve Doğu Avrupa’nın bazı ülkeleri-
ne yönelik olarak başlattığı yardım programları sayesinde bu bölgelerde güç ka-
zanmıştı. Bunun yanı sıra Arap-İsrail çatışmasında da Arap ülkelerinin yanında yer
alması SSCB’nin bölgedeki etkisini arttırmasına neden olmuştur.
ABD ve SSCB’nin liderliğinde korunan bloklararası güç dengesindeki dönü-
şüm, “eski sömürge ülkelerinin üçüncü bir güç olarak uluslararası politika arena-
sına girmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu yeni öğe, hiçbir ideolojik sempati duy-
madığı Doğu Bloğunu güçlendirirken, Batı Bloğunu zayıflatmıştır”.5
2. ULUSAL ORTAM
27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen ihtilal sonrasında devrimi gerçekleşti-
ren askeri yönetimin yapmış olduğu açıklamalarda, mevcut dış politikanın uygu-
lanmaya devam edeceği belirtilmişti. Ancak, 1960 sonrası değişen uluslararası
ortamdan Türkiye’nin etkilenmesi ve Türk dış politikasında da önceki dönemlere
göre değişimlerin yaşanması ve uluslararası sistemde oluşan yeni güç dengesine
göre bir şekillenmenin başlaması da bu dönem içerisinde görülecekti.
Bu dönemde Kıbrıs’ta yaşanan olaylar, Türkiye’de gerek muhalefetin gerek-
se de kamuoyunun dış politikaya daha ilgili olması sonucunu doğurmuştur. Bu-
nunla beraber 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası gelişmeler askerlerin siyasete olan
ilgilerinin arttığı bir döneme karşılık gelmekteydi. Aynı zamanda 1961 Anayasası,
askerlerin siyasete ilişkin konumlarını güçlendirmişti. 1961 Anayasası ile beraber
Milli Güvenlik Kurulunun oluşturulması ve Genelkurmay Başkanlığının doğrudan
Başbakanlığa bağlanması bunun en açık göstergeleri olarak görülebilir.6
II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin ABD’nin liderliğindeki Batı ekse-
ninde izlemiş olduğu politika, 196o’lı yılların ortalarından itibaren “çok yönlü” bir
dış politika tercihi olarak karşımıza çıkmıştır. 1964 yılında ABD Başkanı John-
son'un Başbakan İnönü’ye gönderdiği ve Türkiye’nin Kıbrıs’a yapmak istediği mü-
dahaleyi önlemek amacını taşıyan mektubu, Türkiye’nin bu yönde bir tercih yap-
ma zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin Kıbrıs adasına yapacağı olası bir
müdahalenin Türkiye açısından çok olumsuz neticeler doğurabileceği yönündeki
tehditler, Türkiye’nin NATO’yla ve ABD’yle uzun yıllardır gerçekleştirdiği işbirliği-
nin sorgulamasına sebep olmuştur.
4 Baskın Oran, “1960-1980 Göreli Özerklik-Uluslararası Ortam ve Dinamikler”, (ed.) Baskın Oran,
Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-
1980, 5. bs., İletişim Yayıncılık, İstanbul, 2002, s.658-659.
5 A.e., s. 658-59
6 Sönmezoğlu, a.e., s.31-33.
589
3. DÖNEMİN TÜRK DIŞ POLİTİKASI
1960’lı yıllar Türkiye’nin, sadece Batı merkezli bir dış politika tercihi yerine,
çok yönlü bir dış politika arayışı içerisinde olduğu bir dönemdir. Türkiye’nin bu
yönde bir politika izlemesinde uluslararası konjonktürün önemli derecede etkisi
olmuştur. Soğuk Savaş döneminde 1960’lı yıllarda yaşanan yumuşama, karşı blok-
larda yer alan ülkelerin birbiriyle olan ilişkilerindeki artış, Türkiye’nin çok yönlü
politika tercihinde önemli rol oynamıştır. Bununla beraber Kıbrıs Sorununda
ABD’nin ortaya koymuş olduğu tutum, Türkiye’nin Batı Bloğu içerisindeki konu-
munu sorgulamasına sebep olmuştur. Son olarak, 1960’lı yıllardan itibaren iç poli-
tikada yaşanan değişimle beraber İslamcı ve sol radikal düşüncelerin ortaya çık-
ması ve bu akımların Türkiye’nin Batı eksenli dış politika tercihine yönelttiği eleş-
tiriler, bu dönemde izlenen dış politikada etkili olmuştur.
1960-1970 arası uluslararası sistemin başat güçleri olan ABD ve SSCB’nin
belli konularda uzlaşmaya varması ve uluslararası sistemi oluşturan aktörlerin güç
dağılımında birbirine benzer bir görüntü sergilemesi, sistemin çok aktörlü bir
yapıya doğru evrilmeye başlaması anlamına gelmiştir. Bu doğrultuda, Türkiye’nin
dış politikası da göreli bir özerklik7 doğrultusunda şekillenmiştir. Bu dönem Tür-
kiye’nin iç politikasında meydana gelen değişiklikler de, bu doğrultuda bir politika
izlenmesini desteklemekteydi
1960 sonrası Türkiye’nin dış politikasında etkili olan konular genellikle Kıb-
rıs Sorunu’nun etkisinde oluşmuştur. Kıbrıs Sorunu ve Türkiye’nin bu konuda
izlediği politikalar Türkiye’nin ABD, Sovyetler Birliği, Yunanistan ve Ortadoğu
ülkeleri ile ilişkilerinde de doğrudan etkili olmuştur.8
10
Çağrı Erhan, “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Kurtuluş
Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980, 10. bs., İstanbul, İletişim
Yayınları, 2004, s. 681.
11 New York Times, 31 May 1960.
12 Fahir Armaoğlu, Belgelerle Türk - Amerikan Münasebetleri, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 1991, s.261.
13 Oral Sander, Türk - Amerikan İlişkileri 1947-1964, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yayınları, 1979, s.192.
591
kiye’de İncirlik hava üssüydü. Türkiye bu uçakların İncirlik hava üssünün kullanı-
larak uçmasına izin vermiş, ancak uçuşlarla alakalı detaylı bilgiler ABD tarafından
Türkiye’ye verilmemişti.14
Türkiye’deki Adana İncirlik hava üssünden 1 Mayıs 1960 tarihinde hava-
lanan bir U–2 uçağı, istihbarat amaçlı Pakistan’ın Peşaver kenti üzerinden Sovyet-
ler Birliği hava sahasına girerek bilgi toplamaya çalışırken, Sovyetler Birliği radar-
larına yakalanınca düşürülmüştür. ABD başlangıçta bu uçağın meteorolojik bir
araştırma uçağı olduğu iddia etmiştir. Uçağı kullanan pilot Gary Power’ın Sovyetler
Birliği’nin elinde olduğunu öğrenince ABD yetkilileri doğruyu söylemek zorunda
kalmış, uçağın meteorolojik bir araştırma uçağı olmadığını, istihbarat faaliyetle-
rinde bulunan bir U-2 uçağı olduğunu itiraf etmiştir.15 Bunun üzerine Sovyetler
Birliği Devlet Başkanı Kruşçev 5 Mayıs 1960’ta parlamentoda yaptığı bir konuş-
mada, Amerikan U-2 uçağının Sovyet toprakları üzerinde düşürüldüğünü ifade
ederek Batı’ya çok sert mesajlar vermiştir.16
“1 Mayıs günü saat 5.36’da bir Amerikan uçağı hududu geçerek toprakları-
mıza girmiştir. Müstevliyi düşürmek için ateş açılması emri verilmiştir. Emir yerine
getirilmiş ve uçak düşürülmüştür. İşaretleri silinmiş olmakla beraber uçak bariz
olarak Amerikan uçağıdır. Sert bir protestoda bulunulacaktır. Onlara, memleketimi-
zi savunmak için gereken bütün tedbirleri almak hakkına sahip olduğumuzu söyle-
yeceğiz. Sulh istiyoruz. Fakat buna kavuşmak için yalvaracak, avuç açacak da deği-
liz. Bir Sovyet uçağı New York veya Chicago üzerinde dolaşsaydı, ABD’nin tepkisi ne
olurdu? Amerikalı idareciler, misilleme için atom ve hidrojen bombalarını hazır tut-
tuklarını beyan ederlerdi. Bir Sovyet uçağının Amerikan toprağına yakın bulunması
harbe başlangıç teşkil edebilir.” şeklinde bir açıklama yapmıştır.17
Kruşçev’in, 7 Mayıs 1960 tarihinde yapmış olduğu bir başka açıklamasın-
da, düşürülen Amerikan uçağı ile ilgili daha somut bilgiler vermiştir. Düşürülen
uçağın Lockheed firmasına ait bir U–2 casus uçağı olduğunu, uçağın pilotunun
paraşütle atlayarak kurtulduğunu ve sağ olarak ele geçirildiğini ifade etmiştir.18
Uçağın bir casus uçağı olduğunun ispatı olarak da, pilotun üzerinde Rusya’daki
havaalanları ve askerî üslerin resimleri bulunduğunu göstermiştir.19 Kruşçev uça-
ğın 27 Nisan’da Türkiye’deki İncirlik üssünden kalkarak Pakistan’a doğru hareket
ettiğini, daha sonra, oradan Sovyet hava sahasına girdiğini belirtmiştir. Kruşçev
hükümetinin ABD uçaklarının faaliyetlerine izin veren ülkelere uyarıda bulunaca-
ğını ifade etmiştir. Herhangi bir saldırı olduğunda güdümlü füzelerle karşılık veri-
14 Nasuh Uslu, Türk - Amerikan İlişkileri, 21. Yüzyıl Yayınları, Ankara, 2000, s.182.
15 Erhan, a.e., s. 573.
16 Vatan Gazetesi, 6 Mayıs 1960, s.1.
17 Vatan Gazetesi, 6 Mayıs 1960, s.5
18 Tercüman Gazetesi, 8 Mayıs 1960, s.5
19 Milliyet Gazetesi, 8 Mayıs 1960, s.1.
592
leceğini, önceliklerinin saldırıda kullanılan üsler olacağını belirterek Türkiye’ye
karşı da açık bir tehditte bulunmuştur.20
U–2 Olayı, II. Dünya Savaşı sonrası gerginleşen Türkiye ile Sovyetler Birliği
arasındaki gerginliğin daha da artmasına yol açmıştır. U–2 uçağının Sovyetler Bir-
liği’ne doğru Adana İncirlik Hava Üssü’nden yola çıkması, Türkiye’nin ABD’nin
istihbarat çalışmalarına aracılık yapması olarak yorumlanmış ve Türkiye’ye karşı
suçlayıcı bir ifade kullanılmıştır.21 Buna karşılık 8 Mayıs 1960 tarihinde Türk Dı-
şişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan bildiride: “Türkiye Hükümeti tarafından
hiçbir Amerikan uçağına Sovyet arazisi üzerinde keşif amaçlı ve diğer herhangi bir
maksatla uçuş müsaadesi verilmiş değildir. Böyle bir uçağın Türk hududunu aşarak
Sovyet Rusya’ya geçmediği malûmdur. Esasen Sovyet makamları da, buna aykırı bir
iddiada bulunmamıştır. Şurası muhakkaktır ki, Türkiye kendi hava sahası dışında
ancak kendi uçaklarından sorumludur. Daha önce kendi üzerinden geçmiş olsa bile,
bu geçiş Türkiye’yi hiçbir şekilde bağlamaz.” ifadesi kullanılmıştır. 22
U-2 olayı sonrasında ABD, Sovyetler Birliği üzerindeki U-2 uçuşlarını dur-
durmuş, sonrasında Karadeniz üzerinde bu uçuşları devam ettirmiştir. Türk ka-
muoyunda U-2 olayı mevcut konjonktürün de etkisiyle ciddi bir şekilde tartışma
yaşanmasına sebep olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde ABD üsle-
rinin varlığı ve bu üslerde yürütülen faaliyetlerin, Türkiye Cumhuriyeti’nin bilgisi
dâhilinde gerçekleşmediği ifade edilerek bu durumun ülkeyi savaşa dahi sürükle-
yebileceği yönündeki endişeler dile getirilmiştir.23
36 George Mc Ghee, The US –Turkish –NATO- Middle East Connection, New York, St. Martin’s
Pres, 1990, s.167.
37 Armaoğlu (2004), a.e., s.612.
38 Sander (2005), a.e., s. 326-329.
39 Erhan, a.e., s. 684-685.
40 Sönmezoğlu, a.e., s.66.
596
vansiyonel gücünün artırılması kararı vermesi Türkiye açısından bir başka sonuç
olmuştur.41
Sonuç olarak söylenebilir ki kısa dönemde Sovyetler Birliği-ABD arasında
geçen pazarlıktan haberdar olunmadığı için Jüpiter füzelerinin sökülmesi ABD-
Türkiye ilişkileri açısından çok önemli bir soruna sebep olmamıştır. ABD-Türkiye
müttefik ilişkisinin 1964 yılındaki Johnson Mektubundan sonra yoğun bir şekilde
sorgulanmaya başladığı söylenebilir. ABD tarafından tek taraflı olarak alınan Jüpi-
ter füzelerine ilişkin kaldırma kararının ABD’nin bir müttefik olarak Türkiye’yi
nasıl pazarlık konusu yaptığının ve Türkiye’nin de bu süreçte nasıl edilgen bir
konuma getirebildiğinin ilk önemli örneği olarak değerlendirilmektedir.42
41 Erhan, a.e.,s.684-685.
42 Sever, a.e., s.14.
43 H. W. J. Brands , “American Enters the Cyprus Tandle 1964”, Middle Eastern Studies, Vol
23,1987, s. 350-355.
597
nedenler BM’de SSCB ve Bağlantısızlar Grubu ülkelerinin etkin olması ve Maka-
rios’un bu ülkelerle iyi ilişkiler kurmuş olmasıdır.44
Kıbrıs Cumhuriyeti, 16 Ağustos 1960 tarihinde Kıbrıs Anayasası’nın yürür-
lüğe girmesiyle kurulmuştur.45 Anayasaya göre adada bulunan Rumlar ve Türkler
ortaklık esasına göre yaşayacaklardı. Ancak bu düzenlem adada huzuru sağlaya-
mamış ve Rumlar şiddet hareketlerine başlamışlardır. 21 Aralık 1963 tarihinde
Kıbrıs Cumhuriyeti Makarios tarafından fiilen yıkılmıştır. Makarios yönetimi baskı
ve ekonomik ambargo ile Türkler için Kıbrıs’ta yaşamayı zorlaştırmışken, aynı
zamanda Türkleri katletmekten de çekinmemiştir.
21 Aralık 1963’de “Kanlı Noel” olarak anılan ve Rumlar tarafından yapılan
saldırıdan sonra Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ABD Başkanı Lyndon Johnson’a bir
mektup göndermiştir. Mektupta, adada Rumlar tarafından yapılan katliamın dur-
durulması için ABD’den yardım isteniyordu. Johnson bu mektuba verdiği cevapta;
“Kıbrıs’ta meydana gelen olaylardan büyük endişe duyduğunu, bu çerçevede Baş-
kan Makarios ve Başkan Yardımcısı Küçük’e birer mektup gönderdiğini, üç garan-
tör devlet tarafından barışçı bir çözümü desteklemek için akılcı bir ümit veren her
türlü hareketi destekleyeceğini” belirtmiştir.46
Johnson bu sorun karşısında gerek Türkiye’nin yanında gözükmemek için,
gerekse de 1964 sonunda yapılacak olan başkanlık seçiminde ABD’deki Rum lobi-
sini kaybetmemek için hareketsiz kalmayı tercih etmiştir.47 Türkiye ABD’den bek-
lediği desteği alamamıştı. Türkiye Makarios’a bir mesaj göndererek Kıbrıs Türkle-
rine yönelik saldırıların durmasını istemiş aksi halde Kıbrıs Türk halkının can ve
mal güvenliğinin Türkiye tarafından korunacağını bildirmiştir. Türklere yapılan
saldırıların durmaması üzerine İsmet İnönü Türkiye Büyük Millet Meclisinden,
adaya gerektiğinde askerî müdahalede bulunma yetkisi almıştır. Türkiye’nin adaya
müdahale etme hazırlığı ve niyetinden haberdar olan ABD Başkanı Johnson, İnö-
nü’ye ünlü Johnson Mektubu’nu göndermiş ve bu mektup Türkiye-ABD ilişkilerin-
de çok ciddi sorunlar ortaya çıkarmıştır.
5 Haziran 1964’te Başkan Johnson, Başbakan İnönü’ye gönderdiği mektup-
ta; “Türkiye’nin 1960 garantörlük antlaşmaları uyarınca diğer garantör devletlerin
onayını almadan Kıbrıs’a müdahaleye hakkının olmadığını, ayrıca böyle bir müdaha-
le gerçekleşecek olur ise de, bunun 1947 yılı Temmuz ayında, Türkiye ile ABD arasın-
da imzalanan ve antlaşma neticesinde ABD tarafından Türkiye’ye verilen silahlarla,
ABD’nin rızası alınmaksızın yapılmasının da adı geçen antlaşmanın 4. maddesine
44 Thomas Adams and J. Arvin Cottrell, Cyprus Between East and West, Baltimore, John Hopkins
Press, 1968, s.59-60; A. Micheal Attalides; Cyprus, Nationalism and International Politics,
New York, St. Martin’s Press, 1979, s.16-17.
45 Bahadır Bumin Özarslan, Uluslararası Hukuk Açısından Kıbrıs Sorunu ve Avrupa Birliğinin
Yaklaşımı, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2007, s. 27.
46 Erhan, a.e., s. 685.
47 A.e., s. 681.
598
aykırı olduğunu açıkça ve defaten” ifade etmiştir. “Müdahalenin iki NATO üyesi ülke
olan Türkiye ve Yunanistan arasında bir çatışmaya yol açacağını böyle bir durumun
NATO tarafından kesinlikle istenmediği” belirtilmiştir. NATO şartlarında, aralarında
herhangi bir savaş durumunun olmayacağını kabul etmiş olan iki devlet, Türki-
ye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir askeri müdahaleyle aynı zamanda NATO tarafından
ortaya konulan şartlara da uymamış olacaklardır. Ayrıca, Türkiye’nin tek taraflı
müdahalesinin BM’nin sürdürdüğü arabuluculuk çalışmalarını sekteye uğratacağı
ifade edilmiştir. Johnson bununla birlikte, müdahale sonucu Sovyetler Birliği’nden
Türkiye’ye karşı herhangi bir saldırının gerçekleşmesi halinde, NATO’nun Türki-
ye’nin yardımına gelmeyeceğini de belirterek, Başbakan İnönü’yü konuyu ayrıntılı
olarak görüşmek üzere ABD’ye davet etmiştir.48
İnönü’nün 13 Haziran tarihinde Johnson’a yazmış olduğu mektubu şu cüm-
lelerle başlamıştır: “ Mesajınız gerek yazılış tarzı, gerek içeriği bakımından Amerika
ile ittifak ilişkilerine her zaman ciddi bir dikkat göstermiş bulunan Türkiye gibi bir
müttefikinize karşı hayal kırıcı olmuş, ittifak ilişkilerine değinen muhtelif konularda
önemli görüş ayrılıkları belirmiştir. Gerek bu ayrılıkların, gerek mesajın genel hava-
sının sadece çok sıkışık bir zamanda acele toplanmış görüşlere dayanarak yapılmış
iyiniyetli bir girişimin telaşından doğmuş konulardan ibaret olmasını yürekten dile-
rim” 49
Mektubun devamında, Türkiye’nin müdahale girişiminden önce ABD ile fikir
alışverişinde bulunduğu, BM gücünün oluşturulmasının gecikmesinin Rum tarafı-
nın saldırılarını artırdığını, Kıbrıs’taki mevcut durumun Kıbrıs Cumhuriyetinin
anlaşmaları iptal ederek anayasayı kaldırmasıyla ortaya çıktığını ve güvenliğin
tekrar sağlanmasının ancak Kıbrıs hükümeti üzerinde bir otoritenin işlemesiyle
mümkün olacağı ifade edilmiştir.
Johnson mektubu, Türkiye - ABD ilişkilerinde önemli bir dönüm noktası ol-
muş, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale seçeneğinin ortadan kaldırılmasında çok etkili
olmuştur. Johnson mektubu sonrası Türk Dış Politikasında da önemli gelişmeler
yaşanmış, Türkiye-ABD ilişkileri sorgulanmaya başlanmıştır. Uzun bir süre Türki-
ye ile ABD arasındaki ilişkilerin ciddi anlamda sorgulanacağı bir dönem başlamış-
tır.50 Jüpiter füze krizi sonrası ABD’ye karşı azalan güven bu mektupla beraber
daha da azalmıştır. Bu doğrultuda NATO’ya üyelik Türk kamuoyunda daha yüksek
sesle tartışılmaya başlanmıştır. Johnson Mektubunun, Türkiye açısından büyük bir
hayal kırıklığına neden olmasının sebebi ise, “Türkiye’nin ABD ile olan ortaklığına
yüklemiş olduğu anlamda” saklıdır. ABD’ye göre, “bu ortaklık bir çıkar ilişkisidir,
48 Parker T. Hart, Two NATO Allies at the Threshold of War, Cyprus: A firsthand Account of
Crisis Management 1965-1968, Duke University Press, Durham & Londra, 1990, s.163-166.
49 Armaoğlu (2004), a.g.e., s. 270-276.
50 Vefa Kurban, Giray Saynur Derman, “Türkiye’nin SSCB ve ABD ile İlişkileri 1960-1980”,
Isparta, Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Ağus-
tos, Sayı 35, 2015, s. 33-35.
599
Türkiye için ise bu ortaklık ortak değerlere bağlılık, kader birliği” olarak görülmek-
tedir.51 Türkiye bu olaydan sonra çok yönlü bir dış politika izlemeye çalışarak,
SSCB ve başka ülkelerle alternatif ilişkiler geliştirme arayışına girmiştir. Öte yan-
dan, Türkiye’nin ABD’nin her dış politika kararına destek olma konusunda bundan
sonra daha temkinli olduğu da bir gerçektir. Bundan sonraki Türk dış politikası,
daha reel politikaya dayalı ve ülkenin çıkarlarının daha ayrıntılı olarak hesaplan-
dığı bir yöntemle belirlenmeye çalışılmıştır.
Türkiye açısından çok hassas olan ve kendisini haklı hissettiği bir olayda
ABD ve dolayısıyla NATO tarafından terk edilmesi, gerek kamuoyunda ve gerekse
hükümet nezdinde büyük bir hayal kırıklığına sebep olmuştur. Bu olay, Türki-
ye’nin temel dış politika ilkelerinin, uluslararası ilişkilerinin yapısının sorgulan-
masına neden olmuştur. Türk kamuoyunda sol çevreler tarafından yürütülen anti-
Amerikanizm akımının zirve yapmasına neden olmuştur.52 Ayrıca, dış politika
konusu daha önceden bir tabu olarak görülmekteyken, bu dönemden sonra dış
politika tabu olmaktan çıkarak Türk kamuoyunda da tartışılmaya başlanmıştır.
Türkiye Kıbrıs Sorunu sebebiyle uluslararası alanda yalnız kalmıştır. Bu
yalnızlığa karşı tepkisi iki yönde gelişmiştir. Yumuşamanın imkânları çerçevesinde
Batı bloğundaki yükümlülüklerinden vazgeçmeden, başta Sovyetler Birliği olmak
üzere Doğu Bloğu ile diğer yandan tüm gelişmekte olan ülkeler ile özel olarak da
İslam dünyası ile ilişkilerin geliştirilmesi amaçlanmıştır.
70
Çağrı Erhan, Tuğrul Arat, “AET’yle İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Kurtuluş
Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt I: 1919-1980, 10. Baskı, İletişim Yayın-
ları, İstanbul, 2004, s. 832.
71 Ankara Anlaşması’nın temel amacı “Türkiye ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasını ve Türk
halkının çalışma düzeyinin ve hayat şartlarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümüyle göz
önünde bulundurarak taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak
güçlendirmeyi teşvik etmek” olarak ifade ediliyordu.
72 Sönmezoğlu, a.e., s.88-89.
606
hale dönüşmesi için Türkiye ile AET arasında bir anlaşma imzalanması kabul
edilmiştir.
Ankara Anlaşması’nın imzalanması Türkiye içinde değişik şekillerde yorum-
lanmış, genel olarak bakıldığında ise gelinen nokta olumlu olarak görülmüştür.
Bazı çevreler Topluluk ile imzalanan bu anlaşmayı Türkiye’nin üyelik sürecinde
kendisini garantiye alması olarak yorumlarken, bazı çevreler ise AET’den gelecek
ekonomik yardımların muhasebesini yapmıştır. Bazı gazetelerde yapılan yorum-
larda, Türkiye’nin imzalanan bu anlaşmayla Avrupalı mı yoksa Asyalı mı olduğu-
nun cevabının net olarak verildiği ifade edilmiştir. Dönemin Başbakan Yardımcısı
Turhan Feyzioğlu, bu anlaşmanın Türkiye’nin Avrupalı bir devlet olduğunu kanıt-
lama yolunda önemli bir başarı olduğunu açıklamıştır. Dışişleri Bakanı Feridun
Cemal Erkin ise Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir yorumunda, ortak pazarı
sadece bir gümrük birliği olarak değil ortak bir zihniyet olarak da algılamak gerek-
tiğini ifade etmiştir.73
Ankara Anlaşması ile ilgili kamuoyunda yapılan bu yorumlarda haklılık payı
olduğu gerçektir. Uluslararası sistemde ortaya çıkan yumuşama ile beraber blok
üyesi ülkelerin dış politikalarında çeşitlilik imkânı mümkün hale gelmiştir. ABD ile
1960’ların başından itibaren yaşanan sorunlar, Türkiye açısından ABD’ye bağlı bir
dış politika tercihinden kurulma isteği yaratmıştır. 1960-1970 döneminde Türki-
ye’nin ABD’den almış olduğu yardımların azalması, AET’nin yeni bir yardım kay-
nağı olarak görülmesinde etkili olmuştur.74
Kendisini Batı’nın bir parçası olarak gören ve Batı’ya yakınlaşma politikası-
nı, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren takip eden, Batı ile modernleşmeyi
birlikte tanımlayan bir yaklaşıma sahip olan Türkiye’nin Avrupalı bir ülke olduğu-
nu gösterme gayreti günümüzde hâlâ devam eden bir dış politika hedefidir. Anka-
ra Anlaşması bu algıyı harekete geçiren önemli bir aşama olmuştur. Bu olumlu
yaklaşımların bir sonucu olarak Türkiye’nin 1963 yılından sonra Topluluğa katıl-
ma konusunda büyük bir çaba içerisinde olduğu da görülmüştür. 1966 yılında beş
yıl olarak öngörülen hazırlık aşamasının Türkiye tarafından öne çekilmeye çalışıl-
ması bu yönde yapılan bir hamledir. Nihayetinde 1968 yılında Brüksel’de yapılan
AET Ortaklık Konseyi toplantısında Türkiye ile geçiş dönemi şartlarının müzakere
edilmesine karar verilmiştir. 1969 yılı içerisinde AET ile geçiş dönemi şartları mü-
zakere edilmeye başlanmış ve Katma Protokol 22 Temmuz 1970’te imzalanmıştır.
Protokolün yürürlüğe gireceği tarih olarak 1 Ocak 1973 tarihi belirlenmiştir. Kat-
ma Protokolün içeriğine baktığımızda, Türkiye’nin ekonomik açıdan gümrük birli-
ğine ve tam üyeliğe hazırlık yapması için gerekli düzenlemelerin yer aldığı görül-
mektedir. Bu doğrultuda AET bazı gümrük tarifelerini, kotaları ve bazı tarımsal
73 Mehmet Ali Birand, Türkiye’nin Avrupa Macerası, 1959-1999, Doğan Kitapçılık, 2000, İstan-
bul, s.160-161.
74 Sönmezoğlu, a.e., s.283
607
ürünlerin kendi pazarına girmesi kolaylıklarını sağlarken, Türkiye AET’den gele-
cek sanayi ürünlerinin gümrüklerini kademeli olarak (12-22 yıl içerisinde) indir-
meyi kabul etmiştir.75
1960-1970 dönemi genel olarak bakıldığında, Türkiye ile Topluluk arasın-
daki ilişkilerin ciddi bir sorunla karşılaşmadan tamamlanan bir dönem olarak gö-
rülebilir. Bu dönemde Topluluk tarafından, Türkiye’ye bazı ticari kolaylıklar sağ-
lanmış aynı zamanda ekonomik yardımlarda bulunulmuştur. 1970 yılı sonrası
döneme bakıldığında ise, gerek Türkiye’de iç siyasal istikrarsızlıkların artması
gerekse dünya çapındaki petrol krizi gibi ekonomik sorunlar sebebiyle iki taraf
arasındaki ilişkilerde sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır.
77 Oral Sander, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitabevi, Ankara, 1998, s.225-226.
78 İlter Türkmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası, s.15. (05.10.2017, çevrimiçi),
http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-22-20140717111.pdf,
79 A.e., s. 15.
609
karşı kullanılamayacağını ilan etmiştir. Türkiye sınırların güç kullanılarak değişti-
rilmesi düşüncesine karşı olduğunu belirterek Araplara desteğini ortaya koymuş-
tur. Ayrıca, savaş sırasında Arap ülkelerine yiyecek ve giyecek yardımında bulun-
muştur. Uluslararası platformlarda Araplarla daha yakın ilişki kurmak yolunda
Arap tezlerine destek vermeye ve BM çalışmalarında Araplarla ilgili konularda
onların lehine oy kullanmaya başlamıştır. Türkiye’nin bu politika değişikliği Arap
ülkeleri tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanmıştır. Türkiye’nin İsrail Filis-
tin politikasının temelini, BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı oluşturmuş-
tur. Türkiye İsrail’in varlığını meşru olarak görmekle beraber, 1967 savaşı öncesi
sınırlara geri dönülmesi konusunda ısrarcı olmuştur. Bununla beraber Filistinlile-
rin bağımsız bir devlet kurma haklarının meşru hakları olarak değerlendirilmesi
gerektiğini belirtmiştir.80
Kutsal Mescid-i Aksa, 1967 Savaşı sonrasında, İsrail işgali sırasında 21 Ağus-
tos 1969’da yakılmıştır. Bu olay, Müslüman ülkeler arasındaki büyük bir tepkiyle
karşılanmış ve aralarındaki dayanışmanın artmasında önemli bir rol oynamıştır.
Arap Dışişleri Bakanları 25 Ağustos’da Kahire’de bir araya gelerek bir Arap zirve-
sinden ziyade bir İslam Zirvesi yapılmasına karar vermiş ve bu gelişme İslam Kon-
feransı Örgütü’nün ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İslam Zirve Konferansı
Fas’ın başkenti Rabat’ta 22-25 Eylül 1969 tarihlerinde 25 ülkeden gelen temsilci-
lerle gerçekleştirilmiştir. Türkiye son dönemde Ortadoğu’ya yönelik yakınlaşma
politikasının sürdüğünü göstermek için bu toplantıya katılmıştır. Türkiye, konfe-
rans sonunda alınan kararları “Birleşmiş Milletlerin kabul veya tasvip ettiği kararla-
ra uygunluğu oranında desteklediği” şeklinde yorumlamıştır. Türkiye yine bu top-
lantıda İsrail ile ilişkilerin kesilmesi doğrultusunda alınan karara da katılmamış-
tır.81
Türkiye’nin 1970’li yıllarda yürüttüğü bir politika olarak İslam Konferansı
Örgütü’ne katılması Ortadoğu’da güttüğü “reel-politik”in bir sonucu şeklinde ifade
edilebilir. Bu süreçte yaşanan gelişmeler Türkiye’nin kendisini Müslüman bir ülke
olarak görmesi ve bu doğrultuda izlediği bir politik tercih olarak görülmemelidir.
80 Süha Bölükbaşı, “Türkiye ve İsrail: Mesafeli Yakınlıktan Stratejik Ortaklığa”, Türkiye’nin Dış
Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik, (der.) Ş. Çalış, İ. Dağı ve R. Gözen, Liberte,
Ankara, 2001, s.250-253.
81 Tayyar Arı, “2000’li Yıllarda Türkiye’nin Ortadoğu Politikası”, 21. Yüzyılın Eşiğinde Türk Dış
Politikası, Der: İdris Bal, İstanbul, Alfa Yayınları, 2001, s. 420.
82 Armaoğlu (2004), a.e., s.783.
610
1960 yılında Londra Antlaşmalarının imzalanmasıyla Kıbrıs Cumhuriyeti
kurulmuş ve o dönem için sorunun ilk aşaması çözümlenmiştir. Bundan sonra iki
garantör ülke olan Türkiye ve Yunanistan iç meselelerine yoğunlaşmaya çalışmış-
lar ve 1963’te yaşanan olaylara kadar ikili ilişkilerde bir durgunluk dönemine gi-
rilmiştir. 1963’te başlayan olaylar aslında Kıbrıs Sorununun 1974’yılına kadar
sürecek olan ikinci aşamasını başlatmıştır diyebiliriz.
1960 Anayasası ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti adadaki Türk ve Rumlar ara-
sındaki gerginliği sona erdirememiştir. Rum tarafı, ada nüfusunun yüzde yirmilik
bölümünü oluşturan Türklerle iktidarı paylaşmaktan rahatsız olmuş, sürekli ola-
rak anayasayı değiştirme isteğinde bulunmuştur. Adanın, mevcut durumunun
Enosis’e engel olduğu da Rumlar tarafından sürekli ifade edilmiştir. Türk tarafı ise
azınlığa düşme korkusuyla Rumların taleplerini kabul etmemiş, anayasada istenen
değişikliklerinin tüm anayasanın değişmesine neden olabileceğine inanmıştır. Bu
durum ise adadaki gerginliğin artmasına sebep olmuştur.83
Kıbrıs Sorunu artık sadece İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında yaşana
bir sorun olmaktan çıkarak “bağımsız ve bağlantısız bir devlet içinde yaşanan”,
Kıbrıslı Rumlar ve Türklerden başka Garantör ülkelerin antlaşmalardan doğan
hakları dolayısıyla taraf olmayı sürdürdükleri, Soğuk Savaşın blok liderleri olarak
ABD ve SSCB’nin farklı motivasyonlarla yakından ilgilendikleri, BM ve Bağlantısız-
lar’ın gündeminde de yer alan uluslararasılaşmış ve daha da karmaşıklaşmış bir
sorun haline gelmiştir.84
Bu süreçte Türkiye bütün çabalarına rağmen Rum tarafının ve Yunanistan’ın
anayasaya uymaları konusunda etkili olamamıştır. ABD ise Kıbrıs ile ilgili anlaş-
mazlıkta çekinceli bir politika izlemiş ve herhangi bir harekette bulunmamıştır.
Bunun en önemli nedenlerinin başında, iki NATO üyesi ülke olan Türkiye ile Yuna-
nistan arasında bir denge bulmaya çalışmasıdır. Bir başka neden ise, Makarios’un
adada güçlenmeye başlayan komünist parti AKEL’le bir işbirliğine gitme ihtimali
ve bunun da ada yönetimini SSCB’ye yaklaştırabileceği endişesiydi.85
1963 yılında Makarios’un tek taraflı olarak anayasayı değiştirmeye çalışma-
sı, aslında basit bir anayasa değişikliğinden çok iki toplumun eşit ortaklar olarak
kurdukları düzenin yapısını bozacak türden düzenlemeler içeriyordu. Anayasada
yapmak istediği değişikliklerle ilgili olarak Ankara’yı da ziyaret eden Makarios’un
isteklerine Türk hükümeti tarafından kesin bir dille karşı çıkılmıştır. Aynı şekilde
Kıbrıs Türk tarafı da Makarios’un isteklerini reddetmiştir. O dönemde iki toplum
arasında hali hazırda var olan gerilim 21 Aralık 1963 akşamı bir çatışmaya dönü-
87 A.e., s.725.
88 A.e., s.726.
89 Sönmezoğlu, a.e., s.75.
613
yönünde Rum tezine destek verilmiştir.90 Makarios’un Üçüncü Dünya ülkeleri ve
Sovyet Bloğu ülkelerinden almış olduğu desteğin sebepleri arasında, Rumların
Ada’da İngilizlere karşı verdiği mücadele ve Türkiye’nin NATO üyesi bir ülke ol-
ması gösterilebilir. 1964 ve 1965 yılları arasında Kıbrıs Sorununa kalıcı bir çözüm
bulunamamıştır.
1965 yılının sonlarında Türkiye ve Yunanistan’da önemli siyasal değişimler
yaşanmıştır. Türkiye’de yapılan seçimler sonucunda Adalet Partisi tek başına ikti-
dar olmuş, Yunanistan’da ise uzlaşmaz tutumuyla bilinen ve de ABD için de sorun
teşkil eden Y. Papandreau istifa etmiş, Atina’da istikrarsız koalisyonlar dönemi
başlamıştır. Bu dönemde her iki ülkenin de ortak paydada buluştuğu noktalar
mevcuttu. İkisi de ABD’den gelecek ekonomik ve askeri yardıma ihtiyaç duyuyor-
lardı. ABD’nin istediği ise NATO’nun Güneydoğu kanadında ortaya çıkan bu çatış-
manın bir an önce çözülmesi için görüşmeleri başlatmaktı.91
Makarios yönetiminin adada izlediği politikanın yavaş yavaş Yunanistan’dan
uzaklaşmaya başlaması bu dönemde Yunanistan’ı da endişelendirmiştir. Maka-
rios’a destek veren adadaki komünist AKEL Partisi’nin SSCB ile olan yakınlığı, bir
yandan Yunanistan’ı Enosisi gerçekleştirme açısından endişelendirirken, diğer
yandan da ABD’yi komünist bir tehlike noktasında endişelendirmiştir. Nitekim
Rum yönetiminin SSCB ile yakınlaşması ve Rum bandıralı bir geminin Kuzey Viet-
nam kıyılarına silah ve malzeme taşıdığı bilgisinin ortaya çıkması ABD’nin de Ma-
karios yönetimine karşı gitgide olumsuzlaşan bir tavır içine girmesine yol açmış-
tır.92
1966-67 yılları, Ankara ve Atina’nın gizli görüşmeler yaptıkları ve Kıbrıs
konusunda gerilimi azaltacak politikalar izlemeye çalıştıkları bir dönem olmuştur.
Ankara 1963 yılından beri silah altında tutulan TMT’ye bağlı öğrencilerin eğitimle-
rine devam etmek üzere Türkiye’ye dönmelerini sağlamış ve TMT’yi örgütleyen
Albay Kemal Coşkun’u geri çağırmıştı. Atina ise Makarios’un Çekoslavakya’dan
gizlice silah almasının ardından ABD ve Türkiye’nin tepkilerini dikkate alarak Lef-
koşa’ya baskı uygulayarak bu işlemi sonlandırmıştır.93
1967 Eylülünde Türkiye ve Yunanistan Başbakanları Kıbrıs Sorununun çö-
zümüne yönelik görüşmeler yapmışlar, ancak tarafların uzlaşması mümkün ol-
mamıştır. Bundan sonrası için iki ülke yetkilileri Kıbrıs’ta gerginliğe sebep olabile-
cek eylemler konusunda önlemler alınması konusunda görüş birliğine varmışlar-
dır. Ne var ki 1967 yılı Kasım ayında ortaya çıkan olaylarla yeni bir bunalım dö-
nemi başlayacak ve umutlar bir başka bahara kalacaktır.94
90 Salahi Sonyel, Cyprus, The Destruction of a Republic, British Documents 1960-1965, Hunting-
don, The Eothen Press, 1997, s. 156.
91 Fırat, Yunanistan’la İlişkiler, s. 734.
92 Sönmezoğlu, a.e., s.239.
93 Fırat, Yunanistan’la İlişkiler, s. 735.
94 A.e., s.736-738.
614
Güney Kıbrıs’ta iki Türk köyüne yapılan saldırı sonucunda 17 Kasım
1967’de Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümete yeniden adaya müdahale yetkisi
vermiş ve Yunanistan’a da sert bir nota göndermiştir. Yunanistan’a gönderilen
notada bazı taleplerde bulunulmuş, bunlar yerine getirilmediği takdirde adaya
müdahalede bulunacağını belirtmiştir. Temelde, Türkiye adada bulunan Yunan
askerlerinin geri çekilmesini, adadaki Ulusal Muhafızların dağıtılmasını, Kıbrıslı
Türklerin yaşadığı bölgelerde kendi polis ve yerel yönetim teşkilatlarını kurma
haklarının tanınmasını, Kıbrıslı Türklerin saldırılardan doğan can ve mal kayıpla-
rının tanzim edilmesini talep etmiştir. Türkiye’nin taleplerinin karşılanmaması
durumunda adaya müdahalede bulunabileceğini gören ABD, eski Savunma Bakan
yardımcısı Cyrus Vance’ı arabuluculuk yaparak krizi çözmesi için görevlendirmiş-
tir. Çalışmalarını daha çok Yunanistan ve Türkiye üzerinde yoğunlaştıran Vance,
adaya her iki taraftan da yapılacak bir müdahalede ABD yardımlarının kesileceği
baskısıyla tarafları uzlaşmaya zorlamıştır. 30 Kasım 1967’de Yunanistan, Türki-
ye’nin taleplerini kabul etmiştir. Bu taleplerin kabulünde ABD’nin Türkiye’ye daha
yakın bir pozisyonda durması etkili olmuştur.95
ABD’nin Türkiye’ye yakın duruşu hem ABD’nin daha önceki sorunlarda çe-
kimser bir tavır sergilemesini telafi etmek amacı taşırken hem de 1964 sonrasın-
daki Türkiye ile SSCB yakınlaşmasına karşı bir önlem niteliğindedir. Özellikle 1964
sonrası Türkiye ile SSCB ilişkileri gelişmeye başlamış, nihayetinde de SSCB, Kıbrıs
konusunda Türkiye’yi desteklemeye başlamıştır.
1968 yılına kadar soruna barışçı yollarla çözüm bulabilmek adına uygun bir
ortam olmamıştır, çünkü 1967 krizine kadar Kıbrıs Rum Kesimi, Kıbrıs Türkleri ile
müzakereyi reddetmişlerdir.96
1967 yılında yaşanan krizden sonra Kıbrıs sorununa barışçı bir çözüm bula-
bilmek için BM Genel Sekreter’i U Thant’ın girişimleri sonucu Haziran 1968 yılında
toplumlararası müzakereler başlamıştır97. 28 Aralık 1967’de kurulan Geçici Kıbrıs
Türk Yönetimi ile Kıbrıs Rum Yönetimi arasında 1974 Haziran ayına kadar sürdü-
rülen müzakerelere “ikili ve genişletilmiş görüşmeler dönemi” denilebilir.98
Kitap ve Makaleler
ADAMS, Thomas; COTTRELL, J. Arvin, Cyprus Between East and West, John Hop-
kins Press, Baltimore, 1968.
ARI, Tayyar, “2000’li Yıllarda Türkiye’nin Ortadoğu Politikası”, 21. Yüzyılın Eşi-
ğinde Türk Dış Politikası, Der: İdris Bal, Alfa Yayınları, İstanbul, 2001.
ARMAOĞLU, Fahir, Belgelerle Türk - Amerikan Münasebetleri, Ankara, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, 1991.
ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, (Cilt 1-2: 1914-1995) , İstanbul,
Alkım, 2004.
ATTALIDES, A. Michael, Cyprus, Nationalism and International Politics, New
York, St. Martin’s Press, 1979.
BİRAND, Mehmet Ali, Türkiye’nin Avrupa Macerası, 1959-1999, Doğan Kitapçı-
lık, İstanbul, 2000.
BÖLÜKBAŞI, Süha, “Türkiye ve İsrail: Mesafeli Yakınlıktan Stratejik Ortaklığa”,
Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik, Der: Ş.
Çalış, İ. Dağı ve R. Gözen, Liberte, Ankara, 2001, ss. 243-269.
BÖLÜKBAŞI, Süha, Barışçı Çözümsüzlük, İmge Kitabevi, Ankara, 2001.
BRANDS, H. W. J., “American Enters the Cyprus Tandle 1964”, Middle Eastern Stu-
dies, Vol 23,1987, pp. 350-355.
ÇAYHAN, Esra, Dünden Bugüne Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, Boyut Yayın-
ları, İstanbul, 1997.
ERHAN, Çağrı, “ABD ve NATO ile İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Sava-
şından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt: I:1919:1980, 5. baskı,
(ed.) Baskın Oran, İletişim Yayıncılık, İstanbul, 2002, ss. 681-715.
ERHAN, Çağrı, Ömer Kürkçüoğlu, “Ortadoğu’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası,
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-
1980, 10. Baskı, (ed.) Baskın Oran, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, ss.784-
801.
ERHAN, Çağrı, Tuğrul ARAT, “AET’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş
Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980, 10.
Baskı, (ed.) Baskın Oran, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, ss.808-853.
ERTUĞRUL, Sevil, Kıbrıs Sorunu ve BM Genel Sekreterlerinin Çözüm Önerile-
ri, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Faruk Sönmezoğlu, İs-
tanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Ana Bi-
lim Dalı, İstanbul, 2012.
616
FIRAT, Melek, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından
Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt: I:1919:1980, 5. baskı, (ed.) Bas-
kın Oran, İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2002, ss. 716-767.
GERGER, Haluk, Soğuk Savaştan Yumuşamaya, Türkiye İş Bankası Kültür Yayın-
ları, Ankara, 1980.
GÖNLÜBOL, Mehmet; KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, “1965-73 Dönemi Türk Dış Politikası”,
Olaylarla Türk Dış Politikası, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1996, ss.491-540.
GÖNLÜBOL, Mehmet; ULMAN, Haluk; BİLGE, Suat; SEZER, Duygu, “1945-65 Dö-
nemi Türk Dış Politikası”, Olaylarla Türk Dış Politikası, Siyasal Kitabevi,
Ankara, 1996.
GÜNEY, Aylin, “Anti – Americanism in Turkey: Past and Present”, Middle Eas-
tern Studies, Vol.44, No.3, Mayıs 2008, pp. 471-487.
HART, Parker T., Two NATO Allies at the Threshold of War, Cyprus: A first-
hand Account of Crisis Management 1965-1968, Duke University Press,
Durham & Londra, 1990.
KURBAN, Vefa, DERMAN, Giray Saynur: “Türkiye’nin SSCB ve ABD ile İlişkileri
1960-1980”, Isparta, Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakülte-
si, Sosyal Bilimler Dergisi, Ağustos, Sayı 35, 2015, ss.19-46.
MC GHEE, George, The US –Turkish –NATO- Middle East Connection, New York,
St. Martin’s Press, 1990.
NECATIGIL, Zaim M., The Turkish Republic Of Northern Cyprus In Perspective,
Nicosia, Northern Cyprus, Tezel Offset and Printing Co. Ltd., 1985.
ORAN, Baskın, “1960-1980 Göreli Özerklik- Dönemin Bilançosu”, Türk Dış Politi-
kası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I:
1919-1980, 5. baskı, (ed.) Baskın Oran, İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2002, ss.
655-680.
ORKUNT, Sezai, Türkiye-ABD Askeri İlişkileri, Ankara, Milliyet Yayınları, 1978.
ÖZARSLAN, Bahadır Bumin, Uluslararası Hukuk Açısından Kıbrıs Sorunu ve
Avrupa Birliğinin Yaklaşımı, İstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2007.
SANDER, Oral, Türk - Amerikan İlişkileri 1947-1964, Ankara Üniversitesi Siya-
sal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1979.
SANDER, Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitabevi, Ankara, 1998.
SANDER, Oral, Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi, Ankara, 2005.
SEVER, Ayşegül, “Yeni Bulgular Işığında 1962 Küba Krizi ve Türkiye”, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Prof. Dr. Cemal Mıhçıoğ-
lu’na Armağan, Cilt: 52, Sayı: 1-4, 1997, ss. 647-660.
SONYEL, Salahi, Cyprus, The Destruction of a Republic, British Documents
1960-1965, Huntingdon, The Eothen Press, 1997.
SÖNMEZOĞLU, Faruk, İkinci Dünya Savaşından Günümüze Türk Dış Politikası,
İstanbul, Der Yayınları, 2006.
617
TELLAL, Erel, “SSCB ile İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bu-
güne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980, (Ed.) Baskın Oran,
10. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, ss. 769-783.
Türkiye-ABD İlişkilerinin Dünü, Bugünü, Yarını, İstanbul, Harp Akademileri
Basımevi, 1994.
TÜRKMEN, İlter, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası, ss.1-37
http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-22-20140717111.pdf
USLU, Nasuh: Türk - Amerikan İlişkileri, Ankara, 21. Yüzyıl Yayınları, 2000.
Diğer
Akşam Gazetesi
Cumhuriyet Gazetesi
Milliyet Gazetesi
New York Times
Tercüman Gazetesi
Vatan Gazetesi
618
1970’Lİ YILLARDA
TÜRK DIŞ POLİTİKASI
619
GİRİŞ
12 Mart 1971’de Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zincirinin en üst ka-
demeleri Cumhurbaşkanı, Senato ve Millet Meclisi Başkanlıklarına verdikleri bir
Muhtıra ile “kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin kurulmasını, bu husus süratle
tahakkuk ettirilmediği takdirde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, kanunların kendisine
vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine geti-
rerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlı olduğunu” açıklamışlardı.1
Büyük ölçüde iç siyasi gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkan 12 Mart
muhtırası sonucu Demirel istifa etmiş, iki buçuk yıl boyunca bir ara rejim dönemi
yaşanmıştır. Bu ara rejim döneminin Türk dış politikası açısından ortaya çıkardığı
sonuç ise geleneksel çizgisinden bir sapma olmuştur. Demirel hükümetleri boyun-
ca hem ekonomik nedenlerle hem de o dönemde ülkede var olan anti-
Amerikancılığın yarattığı kamuoyu baskısıyla çok yönlü bir dış politika anlayışı
benimsenmeye başlanmıştı. Ancak 12 Mart ile birlikte yeniden Batı (ABD) yanlısı
dış politika ağırlık kazanmaya başlamıştır.2
1971’den sonra Türk Dış Politikasının “optimal denge noktası”na ulaştığı
söylenmektedir. Dışişleri Bakanı Osman Olcay’ın 17 Mayıs 1971’de yaptığı konuş-
ması da bu bağlamda okunmalıdır. “Aktif veya dinamik bir dış politika, dinamiz-
mini ulusal zorunluluk ölçülerinden aldığı, Türkiye’yi dünya’ya tanıtmak, Türk
ekonomisine yeni alanlar kazandırmak ve Türk çıkarlarını korumak ihtiyaçlarına
dayandığı oranda geçerli ve tutarlı olur. Görülebilir bir gelecekte etkisi olamayacak
faaliyetlerin, kadrosu ve olanakları sınırlı ülkeler için enerji israfı anlamına gelebi-
leceği göz önünde tutulmalıdır”.3
Soğuk Savaş döneminde, Türkiye zaman zaman sorgulansa ve ortaya çıkan
gelişmeler sonucu farklı yönelimlere girilse de genelde Batı yanlısı bir dış politika
anlayışı benimsemiştir. Türkiye’nin bu seçimi aslında Türk dış politikasının ana
çizgisine zıt değildir ne var ki zaman zaman aşırı Batı taraftarı olarak algılanan,
Amerika Birleşik Devletleri ve NATO’ya bağımlı bir dış politika izlemesi bazı so-
1 Mehmet Gönlübol, Ömer Kürkçüoğlu, “1965-1973 Dönemi Türk Dış Politikası”, Ed:Mehmet
Gönlübol, Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara, Siyasal Kitabevi, 9. bs, 1996, s. 538
2 Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran,Türk Dış Politikası: Kurtuluş Sava-
şından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980, İstanbul, İletişim Yayıncılık, 5.
bs., 2002, s.. 740
3 Gönlübol ve Kürkçüoğlu, a.e., s. 539-540
620
runlarla karşılaşmasına da yol açmıştır. Bu doğrultuda Kıbrıs Sorunu bağlamında
özellikle ABD ile yaşadığı sorunlar Türkiye’yi Batı dışındaki dünyayı da dikkate
alarak bir dış politika izlemeye sevk etmiştir. Kıbrıs Sorunu aslında Türkiye’nin
ulusal çıkarlarının ABD ve NATO çıkarları ile her zaman örtüşmeyebileceğini de
görmesine neden olmuştur. 1970-1980 Dönemi Türk Dış Politikası bağlamında
gerek Batı gerekse Doğu Bloğu ile ilişkileri büyük ölçüde Kıbrıs Sorunu ekseninde
şekillenmiştir. Bu doğrultuda çalışmamız kapsamında ele alınacak dönemde Kıbrıs
Sorununun Türk Dış Politikasına etkilerine ayrı bir başlık altında yer verilecektir.
Uluslararası ortam açısından bakıldığında 1970’lerde bir yumuşama dönemi
yaşanıyor olsa da Soğuk Savaşın iki süper gücü arasındaki mücadele varlığını ko-
rumaktadır. Henry Kissenger’ın tabiri ile bu dönem askeri açıdan iki kutuplu, siya-
sal açıdan çok kutuplu, iktisadi açıdan ise karmaşık bir yapı arz etmektedir.4 NA-
TO, Varşova Paktı ve Bağlantısızlar olarak bölünmüşlüğünü koruyan dünya petrol
fiyatlarındaki artış nedeniyle önemli bir ekonomik krizle de sarsılmıştır. Batı Blo-
ğu içinde yer alan Türkiye bu dönemde uluslararası ortamın siyasi, askeri ve eko-
nomik yapısının gereklerine göre bir dış politika belirlemeye çalışmakla birlikte,
bu dönemde gerek iç gerekse dış politikada belirleyici unsurun Kıbrıs sorunu ol-
duğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
1970’lerde Batı ile ilişkilerde Kıbrıs Sorununun körüklediği bir soğuma dö-
nemine girildiğini söyleyebiliriz. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana izlemiş
olduğu Batı’ya endeksli tek yönlü dış politikanın bir sonucu olarak uluslararası
arenada yalnız kalmıştır. Bu doğrultuda 70’li yıllar Türkiye’nin güvenilir ve dost
bir ülke olarak tekrar uluslararası arenaya dönme çabalarına da sahne olacaktır.5
1970’lerin başında “başta Fransa olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinin bi-
riktirdikleri dolarlar, Vietnam Savaşı’nın körüklediği para sürümü 1971 yılında
doların devalüe edilmesine ve Bretton Woods Sistemi’nin yıkılmasına yol açarak
ABD’ye olan güveni zedelemiştir”. Bu gelişmelerin yanı sıra Almanya ve Japon-
ya’nın güçlerini toplamış olmalarının da etkisiyle ABD’nin ekonomik üstünlüğüne
karşı bir mücadeleye girişmeleri, içeride yaşadığı Watergate Skandalı, 1979 yılında
Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve İran’da Şah’ın devrilmesi ABD’yi sarsan en önemli
gelişmelerdi.6
1970’lerde ABD’nin yukarıda açıkladığımız nedenlerle gerilemesinin aksine
Sovyetler önemli atılımlar gerçekleştirmiştir. “Bu döneme kadar adeta ABD’nin
tekelinde bulunan dış yardımı azgelişmiş ülkeleri etkileme aracı olarak devreye
4 Mehmet Gönlübol, Ömer Kürkçüoğlu, “1973-1983 Dönemi Türk Dış Politikası”, (ed.) Mehmet
Gönlübol, Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara, Siyasal Kitabevi, 9. bs., 1996, s.543.
5 Mustafa Aydın, “Determinants of Turkish Foreign Policy: Changing Patterns and Conjunctures
during the Cold War”, Middle Eastern Studies, Vol. 36, No. 1 (Jan., 2000), p.105.
6 Baskın Oran, “1960-1980 Göreli Özerklik-Uluslararası Ortam ve Dinamikler”, (ed.) Baskın Oran,
Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-
1980, İstanbul, İletişim Yayıncılık, 5. bs., 2002, s.658-659.
621
sokmuş, Ortadoğu’da askeri üsler elde etmiş, uçak gemileri yaparak Akdeniz’e
açılmış, Afganistan’ın işgali ile de Hint Okyanusu’na yaklaşmıştır”.7
Blokların karşılıklı mücadelesinin devam ettiği bu ortamdan yararlanan
Bağlantısızlık Hareketi, “eski sömürge ülkelerinin üçüncü bir güç olarak uluslara-
rası politika arenasına girmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu yeni öğe, hiçbir ideo-
lojik sempati duymadığı Doğu Bloğunu güçlendirirken, Batı Bloğunu zayıflatmış-
tır”.8
Bu dönemde Türkiye’nin Batı’dan gerek askeri gerekse siyasi açıdan bekle-
diği desteği göremediği bir dönemdir. 1973 yılında yaşanan Petrol Krizi nedeniyle
ekonomik olarak da çok sıkıntılı bir döneme giren Türkiye sürdürdüğü tek yönlü
dış politika anlayışını terk etmek zorunda kalmış ve çok yönlü bir dış politika an-
layışı benimsemeye başlamıştır. Bu bağlamda gerek Sovyetlerle gerekse Ortadoğu
ile ilişkilerini geliştirme yoluna gitmiştir.
7 A.e.,, s.659.
8 A.e., s.658-659.
9
Rauf Denktaş, The Cyprus Triangle, UK, George Allen&Unwin, 1982, p. 56. Yunanistan’da
iktidarda bulunan Cunta, Makarios’un silahları BM Barış Gücü’ne teslim etmesini istemiş ancak
Makarios tarafından reddedilmiştir; Pierre Oberling, Bellapais’e Giden Yol, Çev. Mehmet Erdo-
ğan, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1987, p.124.
10 UN Document S/11137 1 December 1973, paragraf 81.
11 Murat Sarıca, Erdoğan Teziç, Özer Eskiyurt, Kıbrıs Sorunu, İstanbul, Fakülteler Matbaası, 1975,
s.175.
12 UN Document S/11294 22 May 1974, paragraf 61-62.
622
amacından taviz vermediğini belirten açıklamaları13 EOKA-B’nin eylemleri, devam
eden siyasi gerilim ve Makarios ile Yunan cuntası arasındaki farklıklar14 da top-
lumlararası görüşmeleri negatif yönde etkilemiştir.15 Toplumlararası görüşmeler
Temmuz 1974’te tekrar başlayacaktı ancak 15 Temmuz 1974’te Makarios’a karşı
Atina’nın desteklediği ve Ulusal Muhafızlar tarafından gerçekleştirilen hükümet
darbesi sonucu bu mümkün olmamıştır. Darbeden sonra Devlet Başkanı olan EO-
KA lideri Sampson, hükümetini enosis yanlısı bakanlardan kurmuş,16 ilk basın kon-
feransında “Türk azınlık tehlikede olmadığı sürece Türkiye’nin müdahale etmesi
için bir neden göremiyorum”17 açıklamasını yapmış ve Türkiye’nin adaya müdaha-
lesini önlemeye çalışmıştı. Ancak bu ifadede dikkat çeken kendisini adanın eşit ve
ortak sahiplerinden bir olarak gören Kıbrıs Türk toplumun azınlık olarak nitelen-
dirilmesiydi.
Türkiye darbe ile ilgili olarak Yunan Hükümeti’ni Kıbrıs’a müdahale etmekle
resmen suçlamıştı. İngiltere’yi Türkiye ile birlikte askeri harekât yapmak konu-
sunda ikna etmeye çalışsa da darbenin ardından İngiltere’nin pasif bir rol oynadığı
söylenebilir. Bu dönemde İngiltere ekonomik olarak sıkıntılı bir süreçten geçiyor-
du. Bunun yanı sıra da Kuzey İrlanda sorunu ile uğraşıyordu. Kıbrıs’taki madenle-
rin bazıları da İngiliz şirketleri tarafından işletilmekteydi ve bu nedenle ekonomik
çıkarlarını tehlikeye atmak istemiyordu.18 Kıbrıs’ın bağımsızlığının korunması için
İngiltere Garanti Antlaşması’nın taraflara silahlı müdahale hakkı vermediği görü-
şünü öne sürmüştü. Makarios da İngiltere Başbakanı Wilson ve Dışişleri Bakanı
Callaghan ile görüşmeler yapmış, Kıbrıs’ta eski statüsüne kavuşmak için diploma-
tik destek ve Sampson hükümetinin tanımamasını talep etmişti.19 Makarios Yuna-
nistan’daki cuntanın darbedeki etkisini ortaya çıkarmak istiyordu ve gerekli ön-
lemleri alacağı konusunda ABD’ye güveniyordu. Ancak ABD, 15 Temmuz darbesi
13 Makarios’un açıklamaları için bakınız: Necati Münir Ertekün, The Cyprus Dispute, Nicosia: K.
Rüstem&Brother, 1984, pp. 26-27.
14 Cunta Enosis konusunda Makarios’tan daha da katıydı ve EOKA-B’yi destekliyordu. Aynı nihai
hedef doğrultusunda çabalamalarına rağmen Makarios sürecin daha yavaş ilerlemesinden yanaydı.
Adel Safty, “The Questions Of Palestine and Cyprus: Justice, Law And Politics”, Perceptions,
Journal of International Affairs, Vol. VI, No.3, (Sept.-Nov., 2001), p. 7.
15 Zaim M. Necatigil, The Turkish Republic of Northern Cyprus In Perspective, Nicosia, Nort-
hern Cyprus, Tezel Offset and Printing Co. Ltd., 1985. pp. 23-24.
16 Keesing’s Contemporary Archives, 1974, Vol. XX, p. 26662. Darbeciler radyodan yaptıkları
açıklamalarda “burası Elen Kıbrıs Cumhuriyetidir” deyimini kullanıyorlar ancak enosis’ten bah-
setmiyorlardı. Milliyet, 16 Temmuz 1974. Ne var ki, daha sonra Sampson sahneden çekildiğinde
enosis ilan etmek üzere olduğunu itiraf etmişti; Cyprus Mail, 17 July 1975. Yabancı basına göre
de darbe zamanında adada 20.000 Yunan askeri personeli bulunmaktaydı; aktaran. Necati-
gil,(1985), a.g.e., p.11.
17 Keesing’s Contemporary Archives, 1974, Vol. XX, p. 26663.
18 Ömer Kürkçüoğlu, “British Policy During 1974 Cyprus Crisis”, Dış Politika, Vol. 4, No. 2-3,
1974, p. 185.
19 Keesing’s Contemporary Archives, 1974, Vol. XX, p .26663.
623
ile ilgili olarak Yunan hükümetini açıkça suçlamamıştı ve Ioannides’i darbeden
vazgeçmesi konusunda etkileyememiş ya da etkilemek istememişti.20
Sovyetlerin darbeye tepkisi ise çok farklı olmuştur. Sovyet Hükümeti Maka-
rios dışında hiçbir hükümeti tanımayacağını belirtmiş ve darbenin bazı NATO üye-
leri ile bağlantılı olabileceğini ima etmiş aslında ABD’yi kast etmişti.21 Sovyetler
Birliği’nin Kıbrıs’ın bağımsızlığını desteklemesinin, bölünme ya da ilhaka karşı
çıkmasının temel nedeni adanın NATO’nun etki alanına girmesi ihtimalini ortadan
kaldırmaktı.22 Adanın Yunanistan tarafından ilhak edilmesi de istemediği bir du-
rumdu ve Batı yanlısı olarak değerlendirdiği darbeyi de bu yönde bir adım olarak
algılamıştı.
Soğuk Savaş’ın devam ettiği bir ortamda ABD ve SSCB’nin farklı tepkileri
dikkate alındığında, Kıbrıs’ın iki süper güç için bir mücadele alanı olduğu görül-
mektedir. Bu bağlamda da Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüm ancak ABD ve SSCB’nin adanın
bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü garanti etmesi halinde mümkün olabilir ve
uluslararası bir garanti Türklerin enosis, Rumların ise Taksim korkusunu ortadan
kaldırabilirdi.23
Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’te başlattığı Kıbrıs Barış Harekâtı ABD için
çok önemli sonuçlar doğurabilirdi. İlk olarak Doğu Akdeniz’deki başlıca müttefiki
olan Türkiye ve Yunanistan ile sorun yaşamak istemiyordu.24 ABD Türkiye’yi ha-
rekâttan vazgeçirememişti ve Bülent Ecevit, Garanti Antlaşması’nın 4. maddesine
göre müdahale hakkı doğduğu için Türk ordusuna harekât emri vermişti çünkü
adaya bir dış müdahale söz konusuydu. Türkiye’nin müdahalesi askeri darbeyi
başlatan Yunanistan’daki Ioannides rejimini ve Kıbrıs’ta bulunan hükümetin yı-
kılmasını sağlamıştı. Yunanistan’da Ioannides’in yerine, Fransa’da sürgünde bulu-
nan Konstantin Karamanlis geçmiş ve sivil hükümeti kurmuştu. Kıbrıs’ta ise Nicos
Sampson’un yerine ise ılımlı olarak kabul edilen Rum Temsilciler Meclisi Başkanı
Glafkos Klerides geçmiştir”.25
20 Bu konuda detaylı bilgi için bkz: Laurence Stern, The Wrong Horse, New York, Times Books,
1977, pp. 94-102; Christopher Hitchens, Cyprus, London, New York, Quartet Books, 1984, pp.
87-88; Michael Attalides, Cyprus: Nationalism and International Politics, New York, St. Mar-
tin’s Press,1979, p. 170; Kyriacos C. Markides, The Rise and Fall of The Cyprus Republic,
New Haven, Yale University Press, 1977, pp. 498-499 Süha Bölükbaşı, The Superpowers and
the Third World: The Turkish-American Relations and Cyprus, Lanham, University of Vir-
ginia, 1988, pp. 170-171; Sumantra Bose, Zone of Conflict, USA, Harvard University Press,
2007, p. 77.
21
Fahir Armaoğlu, “1974 Cyprus Crisis and The Soviets”, Dış Politika, Vol. 4, No. 2-3, 1974, p.
180.
22 Menter Şahinler, Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Siyaseti, İstanbul, Rumeli Kültür ve Dayanışma Der-
neği Yayınları, 1979, s. 63.
23 Kyriacos C. Markides, The Rise and Fall of The Cyprus Republic, New Haven, Yale University
Press, 1977, p. 183.
24 Oberling, a.e.,, s. 137.
25 A.e.., s.136-137
624
Harekâtın başlaması üzerine BM Güvenlik Konseyi acele toplanmış 353
(1974) sayılı kararını almıştır. 353 sayılı kararla taraflar ateşkes sağlamaya çağrı-
lıyordu. Bunun yanı sıra Ada’daki bütün yabancı kuvvetlerin çekilmesi isteniyor ve
bütün ülkeler Kıbrıs’ın egemenliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı
göstermeye davet ediliyorlardı. Yine bu karara göre soruna barışçı yollarla çözüm
bulmak için Garantör Devletler ve Kıbrıs’ta bulunan tarafların katılacağı bir konfe-
rans düzenlenecekti. Bu doğrultuda Kıbrıs Sorununa barışçıl bir çözüm bulabilmek
amacıyla Cenevre’de iki konferans yapılmıştır.
BM’nin harekât öncesi herhangi bir çabası söz konusu olmamıştı çünkü ini-
siyatif ABD’ye bırakılmıştı. Genel bir tavır olarak Güvenlik Konseyi Soğuk Savaş
döneminde çatışmalarla ilgili neredeyse gelişigüzel bir yaklaşıma sahip olmuş ve
çatışmalar ortaya çıkmadan önce onları önlemeye konsantre olmak yerine, ortaya
çıktıktan sonra tepki gösterme eğiliminde olmuş ve verdiği tepkiler de Soğuk Sa-
vaş’ın sınırlayıcı ortamı tarafından şekillendirilmiştir.
Konferanslarda ABD ve SSCB özel temsilciler aracılığı ile tarafların temsilci-
leri ile ikili temaslarda bulunmuşlardır. Bu doğrultuda iki süper gücün Kıbrıs So-
runu ile direkt ilgili olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. Sovyetlerin ada ile ilgili en
büyük korkusu ise adanın NATO toprağı haline gelmesiydi. SSCB Kıbrıs’ın Yunanis-
tan’a ilhakını da Türkiye ile Yunanistan arasında bölüşülmesini de desteklemiyor,
adanın bağımsızlığını savunuyordu.26
Cenevre’de yapılan konferanslarda bir anlaşmaya varmak mümkün olmamış
ve Türkiye Kıbrıs’ta ikinci harekâtı başlatmıştır. Türkiye’nin Kıbrıs’a ikinci ha-
rekâtı başlatmasıyla Yunanistan Batı’nın müdahaleyi önleyemeyişini protesto et-
mek için NATO’nun askeri kanadından ayrılmıştır.
Yunanistan ve Kıbrıs Rum tarafı ABD’yi Türkiye’ye baskı yapmadığı ve Kıb-
rıs konusunda Türkiye’nin yanında yer alan bir pozisyon sergilediği için eleştiri-
yordu. ABD bu sıralarda Watergate Skandalının etkileriyle meşguldü ve kararlı bir
şekilde hareket edemedi ya da etmek istemedi. Dönemin Dışişleri Bakanı Melih
Esenbel, Kissinger ile yaptığı telefon görüşmesinde geçenleri şöyle ifade ediyordu:
“Rumlar ilke olarak dahi bu öneriyi kabul etmezlerse II. Harekâtın başlayacağını
bildirdim. Kissinger, ben Türkiye’nin yalnız Kıbrıs’ta değil Ortadoğu’da da kuvvetli
olmasını istiyorum. Sizi oradan kimse çıkaramaz dedi”.27 Bu konuşma ABD’nin
tavrını tahmin etmek için yeterliydi ve ikinci harekâtın başlatılması halinde
ABD’den büyük bir baskı gelemeyecekti. Ne var ki, ABD o dönemde böyle bir tu-
tum sergilerken, daha sonra Yunan lobisinin baskısı ve Kongre’nin de etkisiyle
Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaya karar verecek ve bundan sonra silah am-
26 Andrew Borowiec, The Mediterranean Feud, New York, Praeger, 1983, pp. 137-138.
27 “Kıbrıs’ın 50 Yılı”, Belgesel, Yönetmen: Rengin Güner, Yapımcı: Mehmet Ali Birand, Gösterim
Tarihi:1999, (2007 Vcd), Prodüksiyon Şirketi, Süre: 170.
625
bargosu da Kıbrıs sorununda etkili bir faktör olarak sık sık dile getirilmeye başla-
nacaktır.
Rum bakış açısına göre Türkiye’nin adaya müdahalesi sorunun doğasını et-
kilemişti ve toplumlararası müzakerelerin sonuçsuz kalmasının en önemli neden-
lerinden biri de 1974 yazında yaşananlardı.28 Kissinger’ın eski danışmanlarından
uluslararası hukuk uzmanı Monroe Leigh’in 20 Temmuz 1990’da yaptığı ve BM’ye
de sunulan (A/44/967 ve S/21420) yasal görüşüne göre; “Türkiye’nin müdahalesi
adada bulunan iki toplumun 1960 Anayasasında belirlenmiş eşit statüsünü değiş-
tirmemiştir. 1964’ten bu yana kendi kendini yöneten ayrı toplumlar olarak var
olan Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının bu durumunun kaynağı bu müdahale de-
ğildir”.29
Rum yönetimi sorunun çözümü için sınırlı bir kapasiteye sahip olduğunu ve
çözüme varmak konusunda dış güçlerin desteğine ya da etkisine ihtiyaç olduğunu
düşünüyordu. 1968’den beri sürdürülen toplumlararası müzakerelerle de sorunun
çözümü pek mümkün görünmüyordu. Ne var ki, uluslararası toplumun ve Batının
büyük güçlerinin tepkisini çekmemek için BM’nin müzakere çağrılarına olumlu
yanıt veriliyordu. Rum tarafına göre müzakereler aslında Kıbrıs Türk toplumu ile
değil onların siyasi, ekonomik, psikolojik ve askeri açıdan bağımlı olduğu Türkiye
ile yapılıyordu. Bu nedenle Kıbrıs Türk toplumunu taviz vermeye ikna etmesi için
Türkiye’ye baskı uygulanmalıydı. Bu baskıyı da ABD, Avrupa’nın büyük güçleri ve
uluslararası toplum uygulayabilirdi.30
13 Şubat 1975 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin ilan edilmesi Kıbrıs
Rum Yönetimi ve Atina’da şok etkisi yaratmış ve yeni bir bunalım dönemi başla-
mıştı. KTFD’nin ilanından sonra Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan ile görüşerek
BM Güvenlik Konseyi’ne başvurma kararı almıştır.31
KTFD’nin ilanının ardından Güvenlik Konseyinin aldığı 12 Mart 1975’te
36732 sayılı karara göre Genel Sekreter yeni bir iyi niyet girişimi çerçevesinde ve
yeni bir prosedür altında bizzat katılacağı müzakereleri başlatacaktı.33 Genel Sek-
reter’in bu yeni görevi kapsamında yapılacak müzakereler de Viyana Görüşmeleri
olacaktır.
28 Michalis S. Michael, “The Cyprus Peace Talks: A Critical Appraisal”, Journal of Peace Rese-
arch, Vol. 44, No. 5 (Sep., 2007), p. 588. UN Document A/44/967; S/21420, 1 August 1990.
29
UN Document A/44/967; S/21420, 1 August 1990.
30 Michalis S. Michael, Resolving the Cyprus Conflict, New York, Palgrave, Macmillan, 2009, pp.
38-39.
31 Michalis S. Michael, “The Road to Vienna: Intercommunal Talks Between 1974-1977”, The
Cyprus Review, Vol.4, No.2, (Fall 1992), p. 102.
32 Güvenlik Konseyi’nde yapılan oylama sonucu 367(1975) sayılı karar 15 lehte oyla alınmıştır.
(14.04. 2011,çevrimiçi), http://www.unbisnet.un.org_ voting records
33 UN Document S/Res/ 367(1975) 12 March 1975 paragraf 6.
626
Viyana Görüşmelerinde Makarios’un memnun olacağı bir antlaşma ortaya
konması çok zordu çünkü adanın bölünmesine izin vermeyeceği vaatlerini sık sık
tekrarlıyordu ki bölünme olarak algıladıkları federasyon önerisini kabul edemezdi.
Bu nedenle görüşmelerin uzayıp gitmesinin bir sonucu olarak uluslararası toplu-
mun baskıların artması ve özellikle de ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı silah ambar-
gosunun devam etmesini sağlamak istediği bir durumdu. Denktaş ise Türkiye’den
bağımsız hareket edemiyordu, yeni Demirel hükümeti de özellikle toprak konu-
sunda taviz vermek istemiyor ve yapacağı hamlelerde dikkatli davranmaya çalışı-
yordu ki özellikle toprak konusunda taviz verilmemesi Denktaş’ı memnun edecek
bir durumdu.
Tarafları çıkmaza sokan sebeplerin başında öncelikleri konusunda anlaşma-
ya varamamalarıydı. Taraflardan biri merkezi devletin gücü ve fonksiyonlarının
öncelikle tartışılmasını, diğeri ise toprak meselesi ve mülteciler konularına öncelik
verilmesini istiyordu.34 Üçüncü tur görüşmelerde önemi bir gelişme olmuş ve ta-
raflar kapsamlı bir “nüfus antlaşması” imzalamışlardı. 1974’ten sonra imzalanan
ilk önemli antlaşma olan 1975 tarihli antlaşma nüfus değişimini yasallaştırmıştır.
Kıbrıslı Türklerin Kuzeye, Kıbrıslı Rumların güneye hareketine resmen izin veril-
miş ve bu antlaşma ile iki toplumun coğrafi ve mekânsal ayrımı tamamlanmıştır.35
Dördüncü tur görüşmeler de tarafların bilinen pozisyonlarını korumaları nedeniy-
le başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Türkiye’deki ara seçimler Türk tarafının görüşme-
lerdeki pozisyonunu bir ölçüde zorlaştırmıştı. Hükümet muhalefetin konuyu seçim
malzemesi yapmasından endişe etmiş olabilirdi ve belki de bu nedenle Türk tarafı
toprakla ilgili net bir öneri ortaya koyamamıştı.
Toplumlararası görüşmeleri canlandırmak için Türkiye ve Yunanistan Dışiş-
leri Bakanları tarafından, Brüksel’de yapılan NATO zirvesinde imzalanan 12 Aralık
1975 tarihli Brüksel Antlaşması önemli bir gelişme olarak kabul edilebilir.36 Kleri-
des’e göre, ABD ve NATO’nun Yunanistan ve Türkiye’nin toplumlararası müzake-
releri canlandırmaları konusunda baskı uygulayabilirlerdi.37 Brüksel’de imzalanan
antlaşmanın birinci maddesi toprak, federal yapı ve merkezi hükümetin yetkileri
konularında iki toplum temsilcilerini görüşmelere devam etmeye çağırıyordu.38
Önemli bir husus da görüşmeler sonuçlanana kadar tarafların içerik hakkında
açıklama yapmamaları, görüşmeleri olumsuz yönde etkileyebilecek ya da sonucu-
nu tehlikeye sokabilecek hareketlerde de bulunmamaları isteniyordu.39
40 AKEL ve onu destekleyenlerce bu istifa siyasi bir zafer olarak kabul edilmişti. “Pragmatizmin
avukatı” olarak gördükleri Klerides sahneden çekilmişti. Michael (2009) a.g.e., p. 49.
41 Rum tarafının önerilerinin tamamı için bakınız UN Document S/12093, 5 June 1976 Annex A.
42 Bu mektupların tam metinleri için bkz: UN Document S/12093, 5 June 1976, Annex C, Annex D.
43 The Times, 4 September 1976.
44 Michael (2009), a.g.e.,, p. 51; UN Document S/12323, 30 April 1977, paragraf 5.
628
hatta45 Makarios açısından bu antlaşma aslında bir taviz olarak değerlendirilebi-
lirdi.46 Antlaşmaya göre her toplumun yönetimine bırakılacak olan toprakların
ekonomik varlığını sürdürme esasına dayalı olması gerekiyordu. Şüphesiz iki top-
lumlu bir federasyon ifadesinin antlaşmada yer alması Kıbrıs Rum tarafını mem-
nun etmeyecekti.47 Makarios’un böyle bir antlaşmaya imza koymasının çeşitli ne-
denleri olabilirdi. Antlaşmada yer alan “iki toplumlu” terimi Denktaş’ın anladığı
anlamda “iki bölgelilik” demek değildi.48 Bu konuda Denktaş Waldheim’ın dikkati-
ni çektiyse de Makarios tarafından bu kavram karmaşası netleştirilmediği gibi,
Waldheim bu konu çözümlenmeden tarafların masadan kalkmaması için bir giri-
şimde bulunmamıştı. Söz konusu kavram karmaşasının netleştirilmemesi ise ileri-
de yapılacak müzakereleri de etkilemiştir.
Makarios’un taviz olarak değerlendirilebilecek bu tavrı belki de yeni ABD
Başkanını kazanmak ve Türkiye’ye yapılan baskıyı arttırması için ikna etmeye
yönelik olabilirdi. Yunan lobisinin ABD yönetimi üzerindeki etkisi ile de birleşince
Makarios istediğini elde edebilirdi.49 Yeni ABD Başkanı Carter Kıbrıs konusuna
önem veriyor gibi görünüyordu ve bu doğrultuda NATO’nun Güneydoğu kanadının
zayıflamasını önlemek ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerginliğin azaltılması
yönünde çabalıyordu. Bunun için de Türkiye’ye uygulanan silah ambargosunun
kalkması ve NATO’nun Güneydoğu kanadının güçlendirilmesi için Türkiye ve Yu-
nanistan arasındaki gerginliğin sona ermesi gerekiyordu. Bu arada Ankara’da er-
ken seçim ihtimali ortaya çıkmıştı ve seçim öncesi ambargonun kalkması çok
önemliydi.50 ABD Başkanının, Özel Temsilcisi Clifford zirve görüşmeleri öncesi
Kıbrıs, Atina ve Ankara’ya ziyaretlerde bulunmuştu.51 Ortaya çıkan sonuca göre
Türkiye ABD ile ilişkilerini geliştirmek istiyorsa Kıbrıs Sorununun çözümü için
somut bir adım atmalıydı.52
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Genel Kurul’a başvurması, uluslararası pro-
pagandaya ağırlık verilmesi, 8-15 Haziran 1977 tarihlerinde Londra’da yapılan
45 Van Coufoudakis, “Cyprus, The United States and The United Nations Since 1960”, Hellenic
Studies, , Vol.3, No.1, (Autumn 1994), p. 41.
46 Polyvios G. Polyviou, Cyprus: Conflict and Negotiations 1960-1980, London, Duckworth,
1980, p. 207.
47 Clement H. Dodd, “Confederation, Federation And Sovereignty”, Perceptions Journal of Interna-
tional Affairs, Vol. 4, No. 3, (Sept.-Nov., 1999), p. 2.
48 Mehmet Ali Birand, Diyet, Türkiye ve Kıbrıs Üzerine Pazarlıklar 1974–1979, İstanbul, Milli-
yet Yayınları, 1979, s. 222.
49 Polyviou, a.e., s. 207.
50 Brian Mandell, “The Cyprus Conflict: Explaining Resistance to Resolution”, Cyprus: A Regional
Conflict and Its’ Resolution, New York: St. Martin’s Press, 1992, p. 213.
51 “President’s Personal Emissary to Greece, Turkey, and Cyprus Designation of Clark M. Clifford”,
February 3, 1977. (http://www.presidency.ucsb.edu/ws/index.php?pid=7466#ixzz1wrfnxi00 (Eri-
şim Tarihi: 5 Ocak 2011)
52 Birand (1979), a.e.,, s. 297-300.
629
Commonwealth Konferansı’nda destek arama çabaları, Türkiye’nin 1974 müdaha-
lesi ile ilgili olarak iddialarını sunmak üzere Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna
başvurması gibi eylemler Türk tarafınca, Rumların toplumlararası diyaloğu sür-
dürmek yerine uluslararası propagandayı tercih ettiği şeklinde yorumlanmıştır ve
bu şartlar altında müzakere etmek de anlamsızdır.53
3 Ağustos 1977’de Makarios’un ardından göreve gelen Kipriyanu Kıbrıslı
Türklere karşı izlediği siyasette Makarios’tan daha da uzlaşmaz bir tavır sergile-
miş ve diğer devletleri adadan kuvvetlerini çekmesi yönünde Türkiye’ye baskı
yapmak ve Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni ekonomik olarak tecrit etmeyi amaçlayan
sert bir kampanya oluşturmaya çalışmıştı. Kipriyanu’nun gelişi ile Kıbrıs Sorunu
için coğrafi temelde bir çözüm daha da zorlaşmıştı. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıs
Sorununu uluslararasılaştırma çabaları da devam ediyordu. Bu politika ile amaç-
lanan, Kıbrıs Sorununu çeşitli uluslararası platformlarda görünür kılmak, Türki-
ye’yi kınayan kararlar alınmasını ve BM kararlarının uygulanmasını sağlamak,
BM’yi ve etkili üyelerini kendi istedikleri yönde bir çözüm bulmak için harekete
geçirmek, “Kıbrıs Hükümeti’nin” tek yasal hükümet olarak tanındığının bir kez
daha onaylatılmasıydı.
Güvenlik Konseyi’nin aldığı bir kararla hareket geçen54 Genel Sekreter
Waldheim 1978 yılının Ocak ayında Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’a yaptığı ziya-
retlerde Nisan 1977’de kesilen görüşmelerin tekrar başlayabilmesi için temaslar-
da bulunmuştur.55 13 Nisan 1978’de Türk tarafının önerileri Viyana’da Genel Sek-
retere sunulmuş,56 19 Nisan’da da Rum tarafına sunulmuştu ancak Rumlar Türk
tarafının önerilerinin felsefe ve konsept olarak tamamen kabul edilemez olduğunu
ayrıca bu önerilerin Birleşmiş Milletler’in Kıbrıs konusunda aldığı kararlara da
aykırı olduğunu ifade etmişlerdir.57
Kıbrıs Rum tarafı, önerilerin federal bir devlet yaratmayacağını ve var olan
devleti parçalayacağını düşünüyordu ayrıca “federal” kelimesinin kullanılması ile
de yasal kabul edilmeyen Kıbrıs Türk Yönetimi’nin yasallaştırılmaya çalışıldığını
düşünüyordu. Önerilen federal devlette de güç boşluğu vardı ve federal hükümet
ile vatandaşları arasında da olması gereken ilişki bağı yoktu. Ortada egemen bir
devlet yoktu ve egemenlik iki taraf arasında eşit olarak paylaşılıyor ve federal dev-
letin toprak bütünlüğü ortadan kalkıyordu.58
Türk tarafına göre, Kıbrıs Rum tarafının, Kıbrıs Türk tarafının sunduğu öne-
rileri reddetmesinin nedeni toplumlararası görüşmelerde ilerleme sağlandığı tak-
59 Zaim M. Necatigil, The Turkish Republic of Northern Cyprus In Perspective, Nicosia, Nort-
hern Cyprus, Tezel Offset and Printing Co. Ltd., 1985, p. 30.
60 Ertekün (1984), a.e., p. 55.
61 Zaim M. Necatigill, The Cyprus Question and the Turkish Position in International Law,
Oxford, Oxford University Press, 1990, p. 133.
62 The New York Times, 25 May 1978, p. 15.
63 Oberling, a.e., s.172.
64 Keesing’s Contemporary Archives, 1979, Vol. XXV, p. 29812.
65 UN Document S/13672, 1 December 1979, paragraf 53.
631
Kıbrıs Türklerinin güvenliği konusunda anlaştıkları açıktı ancak bu kavramlar hala
tartışılmaktaydı ve nedeni de daha önce açıkladığımız gibi 1977 yılında tarafların
kavram karmaşasını ortadan kaldırmadan masadan kalkmasını engelleyemeyen
Genel Sekreterdi.66
Haziran 1979’da kesilmiş olan görüşmeler 9 Ağustos 1980’de Ledra Palas’ta
yeniden başlamıştı. Sonuçsuz kalan görüşmelerden sonra tarafların uzlaşmaya
varamaması nedeniyle Genel Sekreter 1980 yılı sonlarında ve 1981 yılı başlarında
müzakerecilerin geçici bir anlaşma yapmaları konusunda ısrarcı olmuştur. Buna
göre Maraş’ın BM gözetiminde yeniden yerleşime açılması, Lefkoşa Uluslararası
Havaalanının sivil trafiğe açılması, Kuzey Kıbrıs üzerindeki ekonomik ambargola-
rın %70 oranında kaldırılması, her iki tarafın da iyi niyet ve güven ortamının yara-
tılarak normal şartlara dönülmesi konusunda gerekenleri yapması, anayasa ve
toprakla ilgili meseleler yer alacaktı. Ne var ki, bu anlaşma tarafların müzakereci-
leri tarafından reddedilmiştir.67
69 S.G. Xydis, “The Military Regime’s Foreign Policy” içinde Greece Under Military Rule, Eds: R.
Clogg ve G. Yannopoulos, Londra: Secker and Wraburg, 1972, ss. 195-196, 200, 203-204; Anreas
Papandreou, Democray and Gunpoint: the Greek Front, Londra: Andre Deutsch, 1970, ss. 219-
220, 295 aktaran Nasuh Uslu, “Türk Tarafı Açısından Kıbrıs Sorunun Boyutları”, s. 223-224, Der.
Şaban Çalış, İhsan Dağı, Ramazan Gözen, Türkiye’nin Dış Politika Gündemi, Ankara, Liberte,
2001.
70 Andrew Borowiec, The Mediterranean Feud, New York, Praeger, 1983, pp. 137-138.
71 Kemal Kirişçi, Günümüzde Türkiye’nin Dış Politikası, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınla-
rı, 2002, s. 203.
633
bağımlıydı ve bu durum haşhaş ekiminin yasaklanması için önemli bir kozdu.72
Nixon başkanlık seçimlerinde kampanyasını iki noktaya yoğunlaştırmıştı. Birisi
Vietnam Savaşı’nın sona erdirilmesi, diğeri de uyuşturucu ile mücadele önlemleri-
nin alınması.
ABD 1970’lerden itibaren haşhaş üretiminin yasaklanması konusunda Tür-
kiye üzerindeki baskısını yoğunlaştırmış, özellikle Kongre çevrelerinde, Türkiye’ye
yapılmakta olan yardımın bu konuda bir baskı aracı olarak kullanılması yönündeki
talepleri arttırmıştı. ABD Dışişleri Bakanlığına göre ise bu konuda uygulanacak
baskı NATO üyesi bir ülkenin farklı arayışlar içine girmesine hatta karşı bloktan
bir ülke ile yakınlaşmasına neden olabilirdi. ABD Dışişlerinin bu konudaki hassasi-
yeti Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki önemi ile İncirlik Hava Üssü’nün
ABD için arz ettiği önem düşünülünce anlaşılmaktadır. Ne var ki ABD Dışişleri
Bakanlığı 1971’de Türk Hükümeti ile masaya oturduklarında ABD Kongresi ile
benzer bir duruş sergilemiştir.73
Demirel, Adalet Partisinin desteğini büyük ölçüde haşhaş ekiminin yapıldığı
kırsal kesimden sağlamasından dolayı ABD’nin baskılarına direnmiştir. ABD ülke-
sine giren uyuşturucunun büyük ölçüde Türkiye kaynaklı olduğu iddiasıyla üreti-
min durdurulması konusunda ısrarını sürdürmüş hatta Türkiye’ye yapılan askeri
yardımların askıya alınabileceğini açıkça ifade etmiştir. Bu durum karşısında Ba-
kanlar Kurulu haşhaş üretim alanlarını sınırlandıran bir karar almışsa da bu
ABD’yi memnun etmeye yetmemiştir. 12 Mart 1971 tarihli askeri müdahale sonra-
sı göreve gelen Nihat Erim Hükümeti ABD’nin desteğini kaybetmeyi göze alamadı-
ğı için, üreticinin uğrayacağı zararın tazmini için gelecek 30.000.000 dolar karşılı-
ğında haşhaş üretimini durdurmayı kabul etmiştir. Ne var ki ABD söz verdiği yar-
dımın sadece üçte birini göndermiş ve pek çok köylü ailesi büyük zarara uğramış-
tır.74 Türkiye’de haşhaş coğrafi olarak geniş bir bölgede çok büyük bir öneme sa-
hipti75 ve bu nedenle de ortaya çıkan durum kamuoyunda büyük bir hassasiyet
yaratıyordu.
1974 yılında iktidara gelen Ecevit liderliğindeki koalisyon hükümeti haşhaş
ekimini tekrar serbest bırakmıştır. Bu kararın sonucunda ABD’den Türkiye’ye
verilen borçlar, askeri ve ekonomik yardımlar durdurulmuştur. Türk Silahlı Kuv-
vetleri’nin adaya ikinci müdahalesi ABD tarafından bir işgal olarak değerlendiril-
72
Çağrı Erhan, “ABD ve NATO ile İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Politikası: Kurtuluş
Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980, İstanbul, İletişim Yayıncı-
lık, 5. baskı, 2002, s.702.
73 Michael A. Turner, “The International Poltics of Narcotics: Turkey and the United States” Ph. D.
Thesis, Kent State University, 1975 aktaran Faruk Sönmezoğlu, II. Dünya Savaşı’ndan Günü-
müze Türk Dış Politikası, İstanbul, Der Yayınları, 2006, s.235-236.
74 Erhan, a.e.,, s.703.
75 Nasuh Uslu, Türk-Amerikan İlişkileri, Ankara, 21. Yüzyıl Yayınları, 2000, s.234-236.
634
miş, Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaya başlamıştır. “Vietnam ve Watergate
olayı nedeniyle yürütmeye karşı güvenini kaybetmiş olan Kongre, Türkiye’ye veri-
len silahların amaçları dışında kullanıldığı gerekçesi ile ambargo kararı almıştır”.76
1974 Kıbrıs Harekâtı sonrası Türk dış politikasının temel sorunu olan Kıbrıs mese-
lesinin en önemli sonucu ABD’nin 1975 yılından itibaren uyguladığı silah ambar-
gosu olmuş ve 4 yıl boyunca da Türkiye’nin savunma sistemini doğrudan etkile-
mekle kalmamış, pek çok alanı da dolaylı olarak etkilemiştir.77
Ambargo kararı üzerinde etkili olan faktörlerden en önemlisi Vietnam ba-
taklığına saplanmış olan ABD’de Kongre’nin yürütmeye karşı güvenini kaybetmesi
ve dış politikada kontrol sağlaması sonucu ABD Başkanının dış politikadaki etkisi-
nin azalmasıdır. Bunun yanı sıra Watergate Skandalı sebebiyle Başkan Nixon’ın
istifa etmesi de bir diğer önemli etken olmuştur. Nixon’dan sonra Başkan olan
Gerald Ford ambargonun engellenmesi hususunda çabalamış ancak Yasama ve
Yürütme arasındaki uyumsuzluk buna engel olmuştur. Yürütmenin ambargo kara-
rına karşı çıkmasının asıl nedeni Türkiye’nin stratejik öneminin bilincinde olması-
dır.78
Ambargo kararı alındığı sırada iktidarda Türkiye’de bir hükümet krizi yaşa-
nıyordu. CHP-MSP koalisyon hükümeti kendi içinde yaşadığı bazı anlaşmazlıklar
nedeniyle bir çözülme dönemindeydi ve içeride yaşanan kriz ve bunun sonucu
olan siyasi zayıflık dışarıda da güçlü olunmasını engelliyordu.79
Ambargo sonrası dönemde Türk-Amerikan ilişkileri Kıbrıs meselesine en-
dekslenmişti. Türkiye ile ABD Kongresi arasında süren mücadelede ABD Başkanı
ve Yürütme adeta Türkiye ile Kongre arasında arabulucu durumuna girmiştir.
Başkan bir yandan Kongreyi yumuşatmaya çalışmış bir yandan da Türkiye’nin
Kıbrıs konusunda bazı tavizler vermesini sağlamaya çalışmıştır. Başkan Ford’un
bu çabalarının başarılı olduğunu söylemek zordur. Gerilen ilişkilerin sonucu ola-
rak Türkiye 26 Temmuz 1975 tarihinden itibaren 1969 tarihli Savunma ve İşbirliği
Anlaşması’nı yürürlükten kaldırdığını ve Türkiye’de bulunana Amerikan üs ve
tesislerinin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin denetimi altına gireceğini 25 Temmuz ta-
rihli bir Nota ile ABD’ye bildirmişti. Türkiye’nin bu tavrı Temsilciler Meclisi’nde
3. TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ
1967 yılında yaşanan Arap İsrail savaşı sonrası Ortadoğu, iki bloğa ayrılmış
uluslararası sistemde ABD için son derece istikrarsız bir bölge haline gelmiş ve
Altıncı Filo’nun bölgedeki hareketleri de kısıtlanmıştı. Altıncı Filo’nun Türk liman-
larını ziyaret etmesi bile bir kriz yaratmaya yetecek bir olay oluyordu. ABD için
durum böyleyken 1967 sonrası SSCB’nin bölgede etkisinin arttığını söyleyebiliriz.
SSCB Suriye limanlarından yararlanıyor ve Mısır, Irak ve Güney Yemen Mosko-
va’ya yakın politikalar izliyorlardı. Bu gelişmelerin etkisiyle Türkiye ve Yunanis-
tan’ın ABD için önemi artıyordu. Ne var ki daha önce ifade edildiği gibi Türkiye ve
Yunanistan arasında Kıbrıs Sorunu nedeniyle yaşananlar NATO’nun Güneydoğu
kanadını zayıflatıyordu. Moskova’ya yakın duran Makarios’un liderliğindeki bir
Kıbrıs da NATO çıkarları açısından tehlikeli bir durum yaratıyordu. Bu bağlamda
Türkiye ve Yunanistan’ı doğrudan karşı karşıya getirmeyecek bir harekât ABD için
olumlu karşılanacaktı.89
Kıbrıs Sorunu bağlamında ikili ilişkilerde yaşananlar Kıbrıs Sorununun Türk
Dış Politikasına Etkileri başlığı altında ele alınmıştı. Bu kısımda ikili ilişkiler için
sorun teşkil eden ve Türk dış politikasını etkileyen Ege deniz alanlarına ilişkin
sorunlara ve Ege hava sahasına ilişkin sorunlara yer verilecektir.
Türk-Yunan ilişkileri bağlamında 1974 öncesi ve 1974 sonrası olarak bir ay-
rım yapmak mümkündür. 1974 öncesi ikili ilişkiler neredeyse tamamen Kıbrıs
Sorunu çerçevesinde şekillenmişken Ege Denizi bağlamında yaşanan sorunlar geri
planda kalmıştır. 1974’ten sonra ise Türk-Yunan ilişkilerinin Ege Denizinde yaşa-
nan sorunlar çerçevesinde şekillendiğini söyleyebiliriz. İki ülke arasında kıta sa-
hanlığı, karasularının genişliği ve hava kontrol sahası gibi meseleler sorun teşkil
eden alanlar olmuştur.90
87 A.e., s. 824.
88 Kirişçi, a.e., s. 205.
89 Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Sava-
şından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980, İstanbul, İletişim Yayıncılık, 5.
baskı, 2002, s. 739.
90 Armaoğlu (1999), a.e., s. 833.
638
türk ile Venizelos arasındaki yakınlaşmanın etkisi; o dönem “iki ülkenin Doğu Ak-
deniz’de İtalya’nın genişlemeci amaçlarına karşı işbirliği yapıyor olmaları ve bir
bakıma da konunun öneminin anlaşılamaması nedeniyle Türkiye bu konuda bir
girişimde bulunmamıştır. Ne var ki, Yunanistan’la ilişkilerin gerginleşemeye baş-
ladığı 15 Mayıs 1964 tarihinde çıkarılan bir kanunla Türkiye de karasularını 6 mile
çıkarmıştır”. 91 Aynı kanunun 2. Maddesine göre de karasuları daha geniş olan
devletlere karşı “karşılıklılık” ilkesinin gözetileceği belirtiliyordu.92
Uluslararası hukukta yaşanan gelişmeler karasularının 12 mile çıkarılması
doğrultusunda olunca Türkiye Yunanistan’a Ege Denizi’nin kendine has yapısı ve
özelliklerinin dikkate alınması gerektiğini ifade eden bir nota verdi. Buna göre
“Ege gibi kapalı ve yarı kapalı özellikler taşıyan denizlerde genel kapsamlı kurallar
uygulanamaz; kendi karasularının genişliğini 12 mil olarak belirleyen bir devlet,
komşu bir devletin açık denize çıkışını engelleyemez ve engellememek zorunda-
dır”.93
1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 3. maddesine göre her devletin 12
mili aşmamak kaydıyla karasularına sahip olabileceği belirtilmektedir. Buna kar-
şın Türkiye 1982 yılında çıkardığı 2674 sayılı Karasuları Kanununa göre Türk
karasularını 6 mil olarak saptadığını ancak Bakanlar Kurulu’nun belirli denizler
için o denizin özellikleri ve hakkaniyet ilkesi çerçevesinde 6 milin üzerinde kara-
suları tespit etmeye yetkili olduğunu belirtmiştir.94
1982 sonrası Yunanistan’ın Ege’de karasularını 12 mile çıkaracağı yönün-
deki ifadeleri Türkiye tarafından uluslararası hukuka aykırı bulunduğu gerekçesi
ile hiçbir zaman kabul edilmemiş hatta bunu savaş nedeni sayacağını ısrarla vur-
gulamıştır.
Yunanistan’ın karasularını 6 milden 12 mile çıkarması büyük avantaj sağla-
masına neden olacaktır. Böyle bir uygulama Türkiye açısından güvenliğe ilişkin
sorunlar yaratmasının yanı sıra, Türkiye’nin Ege Denizinden ekonomik anlamda
da daha az yararlanması anlamına gelecektir. 1973 sonrasının uluslararası iktisadi
ortamında Türkiye’nin askeri ve siyasi güvenliğinin yanı sıra sağlanacak ekonomik
kazançlar da Ege’nin önemini arttırmaktaydı.95
Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarması halinde Ege Denizinin %63,9’u
Yunan karasuları, %8,3’ü Türk karasuları ve %26,1’i uluslararası sular yani açık
deniz olacaktır. 12 millik karasuları Ege’yi bir Yunan gölü haline getirecek ve Tür-
kiye’ye bu denizde yaşam hakkı bırakmayacaktır. İşte bu nedenle Türkiye için Ege
Denizinde son derece dezavantajlı bir durum yaratacak 12 millik karasuları bir
99 A.e., s. 835.
100
Sönmezoğlu, a..e., s. 349.
101 Armaoğlu, a..e., s. 836.
102 Fırat, a.e., s. 755-756.
103 UN Document S/12167, 10 August 1976
104 Gönlübol ve Kürkçoğlu, a..e., s. 582
105 Fırat, a.e., , s. 757.
106 UN Document S/INF/32; S/Res/395, 25 August 1976, Vol:31, s.15.
107 Sönmezoğlu, a.e., s. 350-351
641
1978 yılında yapılan Ecevit-Karamanlis zirvesi de bu konuda olumlu sonuç
getirmemiştir. Bu dönemde Yeni Savunma Anlayışı’nı gündeme getiren Ecevit’in
Türkiye için temel tehdidin Yunanistan’dan geldiğini ilan etmesi iki ülke arasında-
ki ilişkilerin gerginleşmesinin yeni nedeni olmuştur.108
Kitaplar ve Makaleler
AHMAD, Feroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), (çev.) Ahmet Fet-
hi, Hil Yayınları, İstanbul, 1994.
ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, (Cilt 1-2: 1914-1995), Genişletilmiş
11. Baskı, Alkım yayınevi, İstanbul, 1999.
ARMAOĞLU, Fahir, “1974 Cyprus Crisis and The Soviets”, Dış Politika, Vol. 4, No.
2-3, 1974, pp. 178-183
ATTALIDES, Michael, Cyprus: Nationalism and International Politics, New
York, St. Martin’s Press, 1979.
AYDIN, Mustafa, “Determinants of Turkish Foreign Policy: Changing Patterns and
Conjunctures during the Cold War”, Middle Eastern Studies, Vol. 36, No. 1
(Jan., 2000), pp. 103-139
BİRAND, Mehmet Ali, Diyet, Türkiye ve Kıbrıs Üzerine Pazarlıklar 1974–1979,
Milliyet Yayınları, İstanbul,1979.
BOROWIEC, Andrew, The Mediterranean Feud, New York, Praeger, 1983.
Bose, Sumantra: Zone of Conflict, USA, Harvard University Press, 2007.
BÖLÜKBAŞI, Süha The Superpowers and the Third World: The Turkish-
American Relations and Cyprus, Lanham, University of Virginia, 1988.
CAMP, Glen D., “Cyprus Between The Powers: 1980-1989”, The Cyprus Review,
Vol. 1, No. 2, (Fall 1989), pp. 65-90.
COUFOUDAKIS, Van, “Cyprus, The United States and The United Nations Since
1960”, Hellenic Studies, Vol.3, No.1, (Autumn 1994), pp.37-57.
DENKTAŞ, Rauf, The Cyprus Triangle, UK, George Allen&Unwin, 1982.
DODD, Clement H., “Confederation, Federation And Sovereignty”, Perceptions
Journal of International Affairs, Vol. 4, No. 3, (Sept.-Nov., 1999), pp.1-8.
ERHAN, Çağrı, “ABD ve NATO ile İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Politikası:
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-
1980, İletişim Yayıncılık, 5. baskı, 2002, İstanbul, ss. 681-715.
ERTEKÜN, Necati Münir, The Cyprus Dispute, Nicosia: K. Rüstem&Brother, 1984.
ERTEKÜN, Necati M., Intercommunal Talks and the Cyprus Problem, Lefkoşa,
1977.
FIRAT, Melek, “Yunanistan’la İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Politikası:
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-
1980, İletişim Yayıncılık, 5. baskı, İstanbul, 2002, ss. 716-767.
653
GÖNLÜBOL, Mehmet; KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, “1965-1973 Dönemi Türk Dış Politi-
kası”, (ed.) Mehmet Gönlübol, Olaylarla Türk Dış Politikası, Siyasal Kita-
bevi, 9. baskı, Ankara, 1996, ss.491-540.
GÖNLÜBOL, Mehmet; KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, “1973-1983 Dönemi Türk Dış Politi-
kası”, Ed: Mehmet Gönlübol, Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara, Siyasal
Kitabevi, 9. baskı, 1996, ss. 543-608.
HITCHENS, Christopher, Cyprus, Quartet Books, London, New York, 1984.
KALODOUKAS, Angelos, “İkinci Dünya Savaşı’ndan Annan Planı’na”, Ed: Masis
Kürkçügil, Kıbrıs Dün ve Bugün, Yunancadan çev. Stefo Benlisoy, İthaki
Yayınları, İstanbul, 2003.
KİRİŞÇİ, Kemal: Günümüzde Türkiye’nin Dış Politikası, Boğaziçi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul, 2002.
KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, “British Policy During 1974 Cyprus Crisis”, Dış Politika, Vol.
4, No. 2-3, 1974, pp. 184-188.
KÜRKÇÜĞOĞLU, Ömer, “Türkiye’nin Ortadoğu Politika’sındaki Son Gelişmeler”,
Dış Politika, Vol:1, No:2, 1971, ss.23-29
MANDELL, Brian, “The Cyprus Conflict: Explaining Resistance to Resolution”, Cyp-
rus: A Regional Conflict and Its’ Resolution, New York: St. Martin’s Press,
1992, pp. 201-226.
MARKIDES, Kyriacos C., The Rise and Fall of The Cyprus Republic, New Haven,
Yale University Press, 1977.
MICHAEL, Michalis S., “The Cyprus Peace Talks: A Critical Appraisal”, Journal of
Peace Research, Vol. 44, No. 5 (Sep., 2007), pp. 587-604.
MİCHAEL, Michalis S., Resolving the Cyprus Conflict, New York, Palgrave, Mac-
millan, 2009.
MICHAEL, Michalis S., “The Road to Vienna: Intercommunal Talks Between 1974-
1977”, The Cyprus Review, Vol.4, No.2, (Fall 1992), pp.93-121.
NECATIGIL, Zaim M., The Turkish Republic of Northern Cyprus In Perspective,
Tezel Offset and Printing Co. Ltd., Nicosia, Northern Cyprus, 1985.
NECATIGIL, Zaim M., The Cyprus Question and the Turkish Position in Interna-
tional Law, Oxford, Oxford University Press, 1990.
OBERLING, Pierre, Bellapais’e Giden Yol, Çev. Mehmet Erdoğan, Genelkurmay
Basımevi, Ankara, 1987.
ORAN, Baskın, “1960-1980 Göreli Özerklik- Dönemin Bilançosu”, Ed: Baskın Oran,
Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yo-
rumlar, Cilt I: 1919-1980, 5. baskı, İletişim Yayıncılık, İstanbul, 2002, ss.
655-680.
PAPANDREOU, Andreas, Democray and Gunpoint: the Greek Front, Londra:
Andre Deutsch, 1970.
PAZARCI, Hüseyin, Uluslararası Hukuk, 4. Bası, Turhan Kitabevi, Ankara, 2006.
654
POLYVİOU, Polyvios G., Cyprus: Conflict and Negotiations 1960-1980, London,
Duckworth, 1980.
SAFTY, Adel, “The Questions Of Palestine and Cyprus: Justice, Law And Politics”,
Perceptions, Journal of International Affairs, Vol. VI, No.3, (Sept.-Nov.,
2001), pp.1-18.
SARICA, Murat; TEZİÇ, Erdoğan; ESKİYURT, Özer, Kıbrıs Sorunu, Fakülteler Mat-
baası, İstanbul, 1975.
SÖNMEZOĞLU, Faruk, II. Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk Dış Politikası,
İstanbul, Der Yayınları, 2006.
STERN, Laurence: The Wrong Horse, New York, Times Books, 1977.
ŞAHİNLER, Menter: Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Siyaseti, İstanbul, Rumeli Kültür ve
Dayanışma Derneği Yayınları, 1979.
TELLAL, Erel, “SSCB ile İlişkiler”, Ed: Baskın Oran, Türk Dış Politikası: Kurtuluş
Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980, 5.
baskı, İletişim Yayıncılık, İstanbul, 2002, ss.769-783.
TURNER, Michael A., “The International Poltics of Narcotics: Turkey and the Uni-
ted States” Ph. D. Thesis, Kent State University, 1975.
USLU, Nasuh, “Türk Tarafı Açısından Kıbrıs Sorunun Boyutları”, Der. Şaban Çalış,
İhsan Dağı, Ramazan Gözen, Türkiye’nin Dış Politika Gündemi, Liberte,
Ankara, 2001, ss. 213-242
USLU, Nasuh, Türk-Amerikan İlişkileri, 21. Yüzyıl Yayınları, Ankara, 2000.
XYDİS, Stephen G., “The Military Regime’s Foreign Policy” Eds: R. Clogg ve G. Yan-
nopoulos, Greece Under Military Rule, Londra: Secker and Wraburg, 1972.
VALİ, Ferenc Albert, Bridge Across the Bosporus, The Foreign Policy of Tur-
key, Baltimore: The John Hopkins Press, 1971.
Diğer
UN Document S/11137 1 December 1973
UN Document S/11294 22 May 1974
UN Document S/Res/353 (1974) 20 July 1974
UN Document S/Res/ 367(1975) 12 March 1975 paragraf 6.
UN Document S/12093, 5 June 1976 Annex A, Annex C, Annex D.
UN Document S/12167, 10 August 1976
UN Document S/RES/395, 25 August 1976
UN Document S/12323, 30 April 1977.
UN Document S/12463, 1 December 1977.
UN Document S/Res/422(1977) 15 December 1977
UN Document S/12715; A/33/107 23 May 1978 Annex
UN Document S/12723, 31 May 1978, Annex
655
UN Document S/13672, 1 December 1979.
UN Document A/44/967; S/21420, 1 August 1990.
Keesing’s Contemporary Archives, 1974, Vol. XX
Keesing’s Contemporary Archives, 1975, Vol. XXI
Keesing’s Contemporary Archives, 1978, Vol. XXIV
Keesing’s Contemporary Archives, 1979, Vol. XXV
Milliyet
Cyprus Mail
The Times
The New York Times
“Kıbrıs’ın 50 Yılı”, Belgesel, Yönetmen: Rengin Güner, Yapımcı: Mehmet Ali Bi-
rand, Gösterim Tarihi:1999, (2007 Vcd), Prodüksiyon Şirketi, Süre: 170.
“President's Personal Emissary to Greece, Turkey, and Cyprus Designation of Clark
M. Clifford”, February 3, 1977. (http://www.presidency.ucsb.edu/ws/ in-
dex.php?pid=7466#ixzz1wrfnxi00 (Erişim Tarihi: 5 Ocak 2011)
656
1980’Lİ YILLARDA
TÜRK DIŞ POLİTİKASI
657
1.BATI DÜNYASI İLE İLİŞKİLER
Türk dış politikasında 1980’li yıllar, askeri darbe sonrası üç yıllık askeri yö-
netim altındaki geçiş dönemi ve demokrasiye geri dönülmesi sonrasındaki Özal
yılları olarak iki alt döneme ayrılabilir. Darbe sonrası izlenen dış politikada, kuru-
lan askeri yönetim, Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemi boyunca gözlenen geleneksel
Batı (ABD ve NATO) yanlısı dış politika çizgisini takip etti. Özal dönemi dış politi-
kası ise, birçok yazar ve uzmanca, bir taraftan ekonomiye ve ticarete endeksli di-
ğer taraftan da liderler düzeyinde şahsi dostlukların geliştirilmesini önceleyen
aktif ve girişken bir dış politika dönemi olarak anılır ve çözümlenir. Bu noktada,
öncelikle ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştirilmesinin ve bunun sağladığı karşı-
lıklı bağımlılık ile güven ortamının siyasî sorunların da çözülmesine kapı aralaya-
cağı anlayışına dayanan bir bakış açısı, özellikle komşu ve yakın coğrafyadaki ülke-
lerle ilişkilerde uygulanmaya çalışılmıştır.1 Tuncer’in ifadesiyle,
“Politika ile ekonomi arasında sıkı bir bağ kuran Özal, dış politikayı ekono-
mik öğeler çerçevesinde biçimlendirmişti. Özal’ın görüşüne göre, bir ülkenin etkili
bir dış politika izleyebilmesi, ancak sağlıklı ve dinamik bir ekonomiye sahip olma-
sıyla mümkün olabilirdi. Bunun için de Türkiye, çevresinde bir barış ve istikrar
ortamı oluşturmalıydı. Özal, Türkiye’nin Doğu-Batı ve Kuzey-Güney eksenleri üze-
rinde bir serbest ticaret geçidi ve bağlantı noktası olabileceğini düşünüyordu.”2
Bu çerçevede Özal dış gezilere kalabalık bir işadamı grubunu çoğu zaman
yanında götürürken, ekonomi kurumlarının dış politikada etkisinin ve ağırlığının
da bu dönemde arttığı gözlenir. Türkiye’yi doğu ile batı arasında ve bunları birbi-
rine bağlayan bir köprü olarak gören bu anlayışın dışarıyla ilişkilere yansıması ise
çok yönlü bir dış politika arayışı olacaktır.3
Türkiye’nin yakın coğrafyası ve komşularıyla ilişkileri için geçerli olabilecek
bu ekonomi ve ticaret öncelikli liberal dış politika vizyonunun, ilişkilerin siyasî,
askeri ve güvenlik eksenli olarak kaldığı AT ve ABD/NATO ile ilişkiler bağlamında
o kadar da geçerli olmadığı ve sonuç vermediği ileri sürülebilir. Nitekim ekonomik
ve ticari ilişkilerin zaten güçlü olduğu AT’den Türkiye’ye yönelik darbe sonrası sık
sık demokrasi ve insan hakları eleştirileri gelirken ve böylece Türkiye-AT ilişkileri
iyice soğurken, askeri yönetimden pek de rahatsızlık duymayan ABD’nin yaklaşımı
ise daha pragmatiktir. Türkiye’nin ikinci Soğuk Savaş (1979-1985) döneminde
artan jeopolitik ve jeostratejik önemi üzerine, Reagan yönetimindeki Washing-
ton’ın, aşağıda çözümleneceği gibi, Türkiye’ye bölgesel güvenliğin sağlanmasında
4 Gözen, a.e., s. 74; Muhittin Ataman, “Leadership Change: Özal Leadership and Restructuring in
Turkish Foreign Policy,” Alternatives: Turkish Journal of International Relations, C. I, No. 1,
Spring 2002, s. 124.
5 Sönmezoğlu, a.e., s. 14.
6
Tuncer, a.e., s. 34; Ataman, Leadership Change…, s. 132; Hakan İnel, “Turgut Özal ve Süley-
man Demirel’in Siyasî Liderliklerinin Uluslararası Aktörlerle İlişkiler Açısından Karşılaştırılma-
sı,” Journal of Business Economics and Political Science, C. III, No. 6, December 2014, s. 105;
Sedat Laçiner, “Özalism (Neo-Ottomanism): An Alternative in Turkish Foreign Policy,” Yönetim
Bilimleri Dergisi, C. I, No. 1-2, 2003-2004, s. 161.
7 A.e.
8 Ataman, Leadership Change…, s. 128.
9 Ataman, Özalist Dış Politika…, s. 58; İnel, a.e.., s. 106.
659
1.1.ABD ve NATO ile İlişkiler
1979’da SSCB’nin Afganistan’ı işgali ve İran Devrimi gibi ikinci Soğuk Sa-
vaş’ın habercisi sayılan kritik gelişmeler üzerine, ABD başkan Carter (1977-1981)
döneminde Carter Doktrini’ni ilan etti. Doktrin, Sovyet tehdidinin Basra Körfezi’ne
kadar inmesi, İran’da artık Batı karşıtı bir İslamcı rejim kurulması ve petrolün
akışının tehlikeye girmesi ile gerekçelendirildi. Bu doktrin ile Basra Körfezi’ni
hayati çıkar alanı ilan eden Washington, bölgeye yönelik herhangi bir girişime
karşı askeri güç kullanımı da dahil her türlü adımı atacağını açıkladı. Eylül 1980’de
başlayan İran-Irak Savaşı ile birlikte ise Amerikan yönetimi, hem İran’ın üstünlük
sağlayıp bölgedeki dengeleri kendi lehine değiştirmesinden hem de SSCB’nin du-
rumu fırsat bilip İran’a da müdahale etmesinden endişeliydi.10 Bölgesel açıdan
Washington’ı kaygılandıran bir diğer şey de, NATO’nun askeri kanadından çekil-
miş olan Yunanistan’da iktidara gelen PASOK lideri Papandreu’nun ABD karşıtı
söylemleriydi. ABD’nin SSCB’ye karşı oluşturmak istediği “kuzey kuşağı” böylelikle
batıdan ve doğudan tehlike altına girmişti.11 Uluslararası ortamdaki bu gelişmeler,
söz konusu kuşağın başlıca aktörü ve SSCB’ye karşı askeri direnç noktası olan Tür-
kiye’nin stratejik öneminin ve değerinin Batı ve özellikle de ABD nezdinde iyice
artmasını sağladı.12 ABD’nin bölgeye ilişkin tasarısı ise, Carter’ın Ulusal Güvenlik
Danışmanı Brzezinski’nin ortaya attığı ve komünist SSCB ile Batı karşıtı yeni İran
rejimine karşı ılımlı, anti-komünist ve Batı yanlısı addedilen Türkiye, Suudi Arabis-
tan, Pakistan ve Mısır gibi ülkelerin desteklenmesini öngören “Yeşil Kuşak” teori-
sine dayanmaktaydı.13 ABD’nin planı, Uzgel’in deyimiyle, ““kızıl” tehlikeye karşı
“yeşil” panzehir” kullanmaktı.14
1981’de Reagan yönetiminin işbaşına gelmesiyle, Basra Körfezi’nin güvenli-
ğine yönelik olarak 1980’de Carter döneminde Brzezinski öncülüğünde oluşturu-
lan ve “Çevik Güç” diye de bilinen Acil Müdahale Gücü (Rapid Deployment Force),
1983’te Merkez Komutanlığı’na (CENTCOM) dönüştürüldü. Körfez bölgesine yöne-
lik bir Amerikan askeri müdahalesi açısından en kritik olan hususlar, müdahalenin
15 Beriş ve Gürkan, a.e., s. 8; Evriviades, a.e., s. 42-43; Burcu Bostanoğlu, Türkiye-ABD İlişkileri-
nin Politikası, 2. Baskı, Ankara, İmge Kitabevi, 2008, s. 388; Haluk Gerger, Türk Dış Politika-
sının Ekonomi Politiği: “Soğuk Savaş”tan “Yeni Dünya Düzeni”ne, İstanbul, Yordam Kitap,
2012, s. 160-161; Mehmet Akif Okur, “The American Geopolitical Interests and Turkey on the
Eve of the September 12, 1980 Coup,” Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi, C. XI, Sayı
21, Bahar 2015, s. 209.
16 Sönmezoğlu, Son Onyıllarda…, s. 15.
17 Gerger, a.e., s. 163.
18 Tuncer, a.e., s. 103-104.
661
1980 askeri darbesi öncesinde ülkedeki iç karışıklıklar ve kaos ortamı, hem
darbe yönetimi hem de darbeyi anlayışla karşılayıp destekleyen19 ABD açısından
askerin siyasete müdahalesi için geçerli bir mazeretti ve bundan dolayı ilişkiler de
darbe sonrası olumsuz etkilenmedi. Nitekim Carter yönetiminde görev alan Paul
Henze ve James Spain gibi üst düzey isimler, Türkiye’de düzen ve istikrarın yeni-
den tesis edilmesi için darbenin gerekli olduğu hususunu açıkça dile getirmişlerdi.
Yine ABD Savunma Bakanı Weinberger de, Aralık 1981’deki Ankara ziyareti sıra-
sında Türkiye’deki askeri yönetimi anlayışla karşıladıklarını açıklamakta bir sa-
kınca görmezken, Amerikan tarafından Türkiye’deki insan hakları ihlalleri ile ilgili
herhangi bir eleştiri de gelmedi.20 ABD’yi esas endişelendiren husus ise şuydu:
“Özellikle 1980 öncesinde, iç çekişmeler sonucunda ortaya çıkan istikrarsız
Hükûmetler ve anarşi ortamında, ABD’nin Türkiye’deki üslerini kullanma kapasi-
tesi zayıflarken, ABD aleyhtarı parti ya da görüşler güç kazanıyordu.”21 ABD darbe
sonrası bir an önce demokrasiye dönülmesi yönünde çağrılar yapmakla birlikte,
Amerikan bakış açısından darbenin haklılığı değişmeyen bir gerçekti. ABD’nin bu
tutumu, darbenin arkasında durmakla yetinmeyip bizzat darbede payı ve parmağı
olduğu yönünde Türk kamuoyunda güçlü bir algıya da yol açtı.22 Nitekim daha
önce İran ve Şili gibi yerlerde Hükûmetlerin devrilmesindeki ABD rolü düşünüldü-
ğünde, bu algı tümüyle temelsiz de değildi. Darbe öncesi sivil Hükûmetlerin
ABD’nin çeşitli taleplerine sıcak bakmadığı; U-2 casus uçaklarının SSCB üzerinde
uçmak için Türkiye’deki üsleri kullanmalarına izin verilmemesi, Yunanistan’ın
NATO’nun askeri kanadına dönüşünde engel çıkarılması ve İran’daki yeni rejimin
hemen tanınması gibi örneklerde görüldüğü üzere, Washington için fazlasıyla en-
dişe vericiydi. Sonuçta, “İran’da İslamî bir rejimin kurulmasının ve SSCB’nin Afga-
nistan’a girmesinin yarattığı boşluğun Türkiye’de ABD’ye yakın askerî bir yöneti-
min kurulmasıyla bir ölçüde telafi edilmesi ABD’li yetkilileri memnun etmişti.”23
Esasında ABD, Türk ordusunun, demokrasiye bağlı olmakla birlikte demok-
ratik koşulların ortadan kalktığı durumlarda mecburen siyasete müdahale etmek
zorunda olduğu görüşünü paylaşmaktaydı. Bunun gerisindeki faktörlere bakıldı-
ğında, öncelikle “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ABD ile, Kore Savaşı’ndaki silah arka-
daşlığıyla başlayan, NATO/ikili anlaşmalar bağlamında operasyonel ve eğitsel yo-
19 Bostanoğlu, a.e., s. 383; Laçiner, a.e., s. 176; Nasuh Uslu, Turkish-American Relationship
Between 1947 and 2003, New York, Nova Science Publishers, 2003, s. 254; Mustafa Aydın,
“Turkish Foreign Policy at the End of the Cold War: Roots and Dynamics,” Turkish Yearbook of
International Relations, C. XXXVI, 2005, s. 14; Yasemin Çelik, “Turkish Foreign Policy After
the Cold War,” Yayınlanmamış Doktora Tezi, The City University of New York, 1998, s.102;
William Hale, 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Çev. Ahmet Fethi, İstanbul,
Hil Yayıncılık, 1996, s. 213.
20 Bostanoğlu, a.e., s. 384.
21 Gözen, a.e., s. 149.
22 Uzgel, a.e., s. 38.
23 A.e., s. 39.
662
ğun işbirliği ile devam eden…”24 bir ilişki biçiminin varlığı dikkat çekmekteydi.
ABD açısından, taleplerine direnen sivil Hükûmetler yerine bunlara daha olumlu
bakabilecek bir askeri yönetim daha tercih edilir bir seçenekti. Ayrıca, 1980 yılına
girilirken SSCB’nin Afganistan’ı işgali gibi uluslararası konjonktürdeki gelişmeler
de, Türkiye’deki istikrarsızlığın bir an önce sona erdirilmesini Amerikan stratejisi
açısından elzem hale getirmişti. Aksi halde, bu karışık ortamdan SSCB’nin istifade
etmesi söz konusu olabilirdi ki, zaten bu ülke Türkiye’deki iç karışıklıklardan da
sorumlu tutulmaktaydı. Öte yandan, aşırı sol bir Hükûmet kadar, radikal İslamcı
bir Hükûmetin Türkiye’de işbaşına gelmesi de ABD için bir başka kaygı verici ola-
sılıktı.25 Amerikan stratejik çıkarlarına hizmet etmesi, Türkiye’nin hangi rejimle ve
nasıl yönetildiğine göre Washington için çok daha öncelikli ve önemliydi. Dolayı-
sıyla, Türkiye’nin Batı blokundan kopmaması için bu askeri müdahaleye ABD’nin
kendi jeopolitik hesapları uğruna destek vermesi şaşırtıcı olmadı. Hemen ardından
da, Türk-Amerikan ilişkilerinde, kimi yazarların nitelemesiyle, aşağıda ayrıntısıyla
ele alınacak olan bir “altın çağ”26 başlayacaktı. Ancak bu nitelemeye rağmen, aşa-
ğıda inceleneceği gibi, ilişkilerde 1970’lerden ve öncesinden kalma birçok pürüz
olduğu da bir gerçekti. Bu nedenle, Aydın’ın nitelemesiyle, “göreli sorunsuz”27 bir
dönemin başladığını söylemek daha doğru olur.
Darbe sonrasında Türkiye, Başkaya’nın ifadesiyle, “Ortadoğu’da bir kez daha
Batı çıkarlarının saldırgan jandarması”28 rolünü oynamaya artık hazırdı. Bostanoğ-
lu da buna yakın bir tespitte bulunarak, askeri yönetimin Türkiye’nin en azından
on beş yıldır yürütmeye çalıştığı çok yönlü dış politikadan koparak tümüyle
ABD’ye dayanan bir çizgiye yöneldiğini kaydeder. Bu dönemde, “Türkiye ABD tara-
fından değil diretilen, önerilen her konuya olumlu yaklaşmıştır.”29 Bunun en iyi
örneklerinden birisi de, askeri yönetimin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına
geri dönüşüne onay vermesidir.
Darbe sonrası Türkiye’nin dış politikada karşısına çıkan ilk sınav, Yunanis-
tan’ın NATO’nun askeri kanadına geri dönüşü meselesi oldu. 1974’teki Kıbrıs mü-
dahalesini ve özellikle de Türkiye’nin 14 Ağustos 1974’te ikinci harekatı başlatma-
sını önleyemediği için NATO’ya sert tepki gösteren Atina, ittifakın askeri kanadın-
dan çekilerek bu tepkisini ortaya koymuştu. Türkiye, 1970’li yıllar boyunca Yuna-
nistan’ın NATO’nun askeri kanadına geri dönmesine kategorik bir karşı duruş
sergilememekle beraber, bu durumun Ege Denizi’ndeki Türk çıkarlarını olumsuz
24
Füsun Türkmen, Kırılgan İttifaktan “Model Ortaklığa”: Türkiye-ABD İlişkileri, İstanbul,
Timaş Yayınları, 2012, s. 146.
25 Gözen, a.e., s. 150.
26 Uzgel, a.e., s. 50; Murat Ercan, “Continuity and Period of Change in Turkish Foreign Policy,” IIB
Dergisi, C. III, No. 4, 2012, s. 178.
27 Aydın, a.e., s. 32.
28 Gerger, a.e., s. 167.
29 Bostanoğlu, a. y.
663
etkilemesini de istememekteydi. Şöyle ki, Türkiye’nin NATO’ya girişi sonrasında
pek sorun etmediği Ege’deki uluslararası hava sahası ve deniz alanlarında komuta
kontrolün Yunanistan’da kaldığı statüko, bu ülkenin örgütün askeri kanadından
ayrılmasıyla değişmiş ve bu kontrol yetkisi ittifak içinde Türkiye’ye geçmişti.30
Şimdi ise, Yunanistan’ın geri dönüşünün bu alanlardaki kontrol yetkisini ortadan
kaldırmasına karşı çıkan Ankara, bunu 1978’den beri yapılan görüşmelerde bir
pazarlık unsuru olarak öne sürmüştü. ABD’deki Rum lobisinin Türkiye aleyhtarı
faaliyetleri ve Karamanlis Hükûmetinin NATO’nun askeri kanadına dönüş süreci
başarısızlığa uğrarsa Amerikan üslerinin kapatılacağı tehditleri karşısında Ameri-
kan Hükûmetinin de Ankara üzerindeki baskısı giderek arttı ve Amerikan tarafı
Türkiye’ye “evet” demesi karşılığında bol miktarda yardım vermeyi dahi önerdi.
Washington, sadece kendisi Türkiye’ye baskı uygulamakla kalmadı, aynı zamanda
bu konuda Almanya başta olmak üzere diğer ittifak üyelerine de Türkiye’ye baskı
kurmaları için telkinde bulundu.31 Zira 1970’lerin sonunda, ittifakın güneydoğu
kanadında SSCB’nin Afganistan’ı işgali ve İran Devrimi nedeniyle riskler artmıştı
ve bu kanadın yeniden güçlendirilmesi için Yunanistan’ın geri dönüşü şarttı.
Sonunda, 17 Ekim 1980’de, Evren ile NATO Avrupa Kuvvetler Komutanı Ge-
neral Rogers arasında varılan mutabakat ile Yunanistan 20 Ekim tarihinde ittifakın
askeri kanadına geri dönmeyi başardı. Görüşmeler sırasında, “Türkiye’nin iyiniyeti
karşısında Yunanistan’ın ne tür bir tavır alacağı konusunda Evren’in dile getirdiği
kuşkuya da General Rogers “asker sözü”yle karşılık”32 verdi. Bu noktada, Evren’e
ve askeri yönetime atfen Türkiye’nin çıkarlarının yeterince korunmadığı ve varılan
uzlaşıdan ülke çıkarlarının zarar gördüğü yönünde eleştiriler geldi. Örneğin, Tür-
kiye’nin meseleyi NATO penceresinden ele alıp “ittifak içinde sorun çıkmasın”
yaklaşımıyla değerlendirdiğini savunan Özcan’a göre, “…Türkiye çok önemli bir
tavizi, ileriye dönük sözlü vaatlere karşılık vermiştir.”33 Bostanoğlu ise, verilen bu
karar ile Türkiye’nin sırf ABD istiyor diye Avrupa ve Yunanistan karşısında elinde
tuttuğu önemli bir pazarlık kozundan olduğu görüşündedir.34 Aynı şekilde Uzgel
de, Türkiye’nin bu mutabakatla salt Rogers’ın “asker sözü” karşılığında önemli bir
taahhütte bulunup, baskılar karşısında o zamana kadarki tutumundan ve vetosun-
dan aniden vazgeçerek sivil Hükûmetlerin direndiği bir konuda askeri yönetimin
hemen ikna olduğuna dikkat çeker. Diğer taraftan, Türkmen ise farklı görüştedir.
Ona göre, olayın arkaplanına yakından bakıldığında, aslında görüşmelerin sadece
askerlerce gizlice yürütülen bir süreç olmayıp, aksine hem sivil otoritenin yetki
vermesiyle hem de Hükûmet ve dışişlerinin bilgisi dahilinde yürütüldüğü gözlen-
59
Çiftçi, a.e., s. 296; Oran, a.e., s. 31.
60 Türkmen, a.e., s. 154.
61 Uzgel, a.e., s. 55.
62 Beriş ve Gürkan, a.e., s. 7; Bostanoğlu, a.e., s. 386; Uslu, a.e., s. 255; Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl
Siyasî Tarihi 1914-1995, 16. Baskı, İstanbul, Alkım Yayınevi, 2007, s. 967.
63 Sönmezoğlu, II. Dünya Savaşı’ndan…, s. 395-396; Tuncer, a.e., s. 112.
64 Bostanoğlu, a.e., s. 386-387.
65 Uzgel, a.e., s. 56.
669
Türkiye lehine artırılması önerilen yardımlar Kongre tarafından 7/10 oranı gözeti-
lerek azaltıldı.66 Örneğin, 1983’te Reagan yönetimince Kongre’ye gönderilen Tür-
kiye’ye 930 milyon dolarlık askeri yardım önerisi karşısında Kongre, 7/10 oranına
uyması için Yunanistan’a yönelik 280 milyon dolarlık yardımı 500 milyon dolara
çıkarırken, Türkiye’ye verilecek olanı ise 715 milyon dolara indirdi.67
Reagan yönetiminin bir kısmı hariç karşı çıktığı Türk taleplerinden dolayı,
Ekim 1985’te başlayan SEİA görüşmeleri 1987’ye dek uzadı ve nihayetinde Anka-
ra’ya belli belirsiz kimi vaatlerde bulunan bir anlaşma ortaya çıktı. Nitekim ABD
tarafı, Türkiye’nin istediği gibi sabit yardım içeren bir “antlaşma” yapmaya ya-
naşmamış, askeri borçları silmeyi reddetmiş ve Kongre faktörü konusunda da
herhangi bir adım atmamış oluyordu. Görüşmelerin uzaması nedeniyle önce mev-
cut anlaşmanın bir yıl süreyle uzatılması gerekti ve Türk tarafı da taleplerinin bir
kısmından vazgeçmek durumunda kalarak daha çok ekonomik ve teknik konular-
daki taleplere yöneldi. Görüşmeler sırasında, Türk tarafında, savunmaya dair ko-
nulardan sorumlu askerler ile ekonomik konulardan sorumlu Hükûmet kanadın-
dan yetkililer arasındaki eşgüdüm sorunları da Türkiye’nin elini zayıflatan bir
husus oldu.68 Nihayet 16 Mart 1987’de, yeni bir anlaşma yerine iki ülke arasındaki
ek mektup teatisi ile mevcut SEİA 1990 yılına kadar beş yıl süreyle uzatıldı ve
mektuba bir de gizli protokol eşlik etti. Her iki belge de, Uslu’nun altını çizdiği üze-
re, “SEİA ile aynı koşulları içermekteydi ve hiçbir radikal değişiklik ya da ABD açı-
sından hiçbir yeni taahhüt getirmemekteydi.”69 Bu çerçevede, anlaşmayla, Ameri-
kan Hükûmetinin Kongre nezdinde Türkiye’ye yardımların artırılması için çabala-
rını artırması, hibe türü yardımların azamiye çıkarılıp askeri kredilerden kaynak-
lanan Türkiye üzerindeki borç yükünün hafifletilmesi, Türk savunma sanayiine
destek verilmesi ve tekstil başta olmak üzere ikili ticaretin geliştirilmesini içeren
bir vaatler dizisi ortaya çıkmıştı.70 Gizli protokolün içeriği ise, İncirlik’teki F-4 sa-
vaş uçaklarının F-16’lar ile değiştirilmesi, 40 adet F-4 uçağının bu değişiklik ta-
mamlanana dek Türkiye’ye hibe edilmesi, Konya’nın ABD savaş uçaklarının eğitim
uçuşlarına açılması ve 490 milyon dolarlık askeri yardımın 320 milyon dolarının
hibe şeklinde olması gibi unsurlardan oluşmaktaydı.71
Anlaşma uzatılmasına rağmen uygulamada askeri yardımlar konusunda
Kongre’nin tutumunda hiçbir değişiklik göze çarpmıyordu. Nitekim Kongre
1987’de yardım miktarını 734 milyon dolardan 485 milyon dolara kadar düşür-
müştü ve bu son beş yılın en düşük düzeyiydi.72 1988’de de, Reagan yönetiminin
94 A.e., s. 70-77.
675
sorunlu alanları olan Ermeni meselesi, Türk-Yunan ilişkileri ve Kıbrıs gibi konu
başlıkları 1980’li yıllarda da iki taraf arasında sorun yaratmaya devam etti. Türk
tarafı İsrail ile yakınlaşarak ve İsrail lobisini devreye sokarak dış yardımlar ve bu
sorun alanlarında önüne çıkan Kongre engelini aşmaya çalıştı. Fakat Türkiye’nin
Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmek istediği bir dönemde Arap-İsrail ilişki-
lerindeki gerginlik ve Arap dünyasında kuvvetli İsrail karşıtı hava, bu tür girişim-
lerin sınırını belirledi ve Türk-İsrail göreli yakınlaşmasının Türk-Amerikan ilişki-
lerindeki kaldıraç etkisi sınırlı kaldı. Bu açıdan bakıldığında, Türk-Amerikan ikili
ilişkilerinde önceki on yıla göre çok daha olumlu bir atmosfer olmakla birlikte, tam
anlamıyla bir altın çağ yaşandığını söylemek zordur. Zaten Türkiye de, bu olumlu
ortama rağmen, kimi konularda Washington’dan gelen taleplere ve baskılara di-
renç göstermekten geri durmamıştır.
95 Mehmet Uğur, Avrupa Birliği ve Türkiye: Bir Dayanak /İnandırıcılık İkilemi, İstanbul, Eve-
rest Yayınları, 2000, s. 271.
96
Deniz Vardar, “Türkiye-Avrupa Topluluğu/Avrupa Birliği İlişkileri”, Türk Dış Politikasının
Analizi, Editör: Faruk Sönmezoğlu, İstanbul, Der Yayınları, 1998, s. 220; Rıdvan Karluk, Avrupa
Birliği ve Türkiye, İstanbul, Beta Yayıncılık, 1998, s. 373.
97 Mehmet Ali Birand, Türkiye’nin Avrupa Macerası 1959-1999, İstanbul, Doğan Kitap, 2000, s.
391-394.
98 Çağrı Erhan ve Tuğrul Arat, “AT’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı’ndan
Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II, Editör: Baskın Oran, İstanbul, İletişim Yayınları,
2001, s. 84.
676
lerden kurtulup demokrasiye geçen ve art arda AT’ye üyelik için başvuran Yuna-
nistan, İspanya ve Portekiz’i içine almaya hazırlanmaktaydı. Dolayısıyla, demokra-
si, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi ilkeler konusunda hassasiyeti artık
hayli artmış olan AT’nin geçmişteki darbelere nazaran bu kez daha sert çıkması
şaşırtıcı değildi. Eralp’in ifadesiyle, “Türkiye, demokrasiye geçiş sorununu bir iç
sorun ve zamanla gerçekleşecek bir ülkü olarak görürken, Topluluk demokrasiyi
Avrupalılığın temel koşulu haline”99 getirmişti. Demokratik değerlere saygı ve
temel hakların korunması konusunda 1980’lerin başında AT standartlarının bir
hayli gerisine düşen Türkiye’ye karşı Topluluk, en kısa zamanda demokrasiye
dönme, siyasî yasakları kaldırma ve sivil idareyi yeniden tesis etme yönünde çağrı-
larda bulundu. AP ise, en kısa zamanda demokrasiye dönülmesi yönünde çağrı
yaparken askeri yönetimin attığı adımları da yakından izlemekteydi.100 Üye ülke-
ler de, aynı şekilde Türkiye’ye karşı harekete geçti ve Fransa, Almanya, Belçika ve
Hollanda ile Lüksemburg darbe sonrası Türk vatandaşlarına vize uygulaması ge-
tirdi. Türkiye, 3 Aralık 1980 tarihli darbe sonrası ilk Ortaklık Konseyi toplantısın-
da vize uygulamasına tepki gösterse de, Topluluk üyeleri kararlarından dönmedi
ve Türkiye’nin tepkisi kulak ardı edildi. Bu arada, Yunanistan’ın 1 Ocak 1981’den
itibaren Topluluğa katılması, hem benzer tarım ürünleri üreten bir ülkenin katılı-
mının Türkiye’nin AT’ye ihracatını olumsuz etkileme hem de Yunan Hükûmetinin
üyeliğin sağladığı avantajları başta Ege ve Kıbrıs meselelerinde olmak üzere Tür-
kiye aleyhine kullanma ihtimali nedeniyle askeri yönetimi endişeye sevk etti. An-
kara Yunanistan’ın gerisinde kalmamak üzere hazırlık yapmaya başladı ve demok-
rasiye geçiş sonrası tam üyelik başvurusu yapılacağı bilgisi, 5 Haziran 1981’de
Brüksel’de yapılan Ortaklık Konseyi toplantısında AT yetkililerine resmen bildiril-
di.101 Topluluk, olumsuz bir tutum almanın Türkiye’de demokrasiye geçiş sürecini
de olumsuz etkileyebileceği gerekçesiyle bu bildirime karşı bir tutum takınmamayı
tercih etti.
Bir yandan AT’ye üyelik başvurusuna niyetlenen askeri yönetim, diğer yan-
dan ise AT’den gelen demokrasiye geçiş çağrılarını göz ardı etmekteydi. Yasakçı ve
antidemokratik uygulamalar azalmak bir yana daha da artarak bir askeri vesayet
düzeninin kurulmasıyla sonuçlandı. Diğer yandan, bu askeri vesayet altında bile
Türkiye’de AT ile ilişkilerin hangi kurum tarafından yürütüleceği noktasında Dışiş-
leri Bakanlığı ile Devlet Planlama Teşkilatı arasında uzun süredir devam eden çe-
kişme yine su yüzüne çıktı ve askeri yönetim dahi buna bir son veremedi. Ayrıca,
tam üyelik başvurusu için gereken iç hukuksal düzenlemeler konusunda da askeri
99 Atila Eralp, “Soğuk Savaş’tan Günümüze Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, Türkiye ve Avrupa,
Editör: Atila Eralp, Ankara, İmge Kitabevi, 1997, s. 99-100.
100 Tuncer, a.e., s. 118.
101 A.e., s. 119; Aydın, a.e., s. 12; Erhan ve Arat, a.e., s. 86.
677
yönetimin gereken adımları atamadığı görüldü.102 Ancak iç kurumsal anlaşmazlık-
lardan daha önemlisi, askeri yönetimin sendikalar, siyasî partiler ve sivil toplum
kuruluşları üzerindeki baskısının giderek artmış olmasıydı. Türkiye’deki baskılar-
dan kaçıp Avrupa’ya sığınanların Ankara aleyhine Avrupa kamuoyunu etkilemeleri
ile Yunanistan’da Türk karşıtı tutumuyla bilinen PASOK’un seçimleri kazanması ve
Papandreu’nun işbaşına gelmesi de, Topluluğun askeri yönetime karşı ılımlı ve
yumuşak tutumunun hızla değişmesinde etkili oldu. AP içinde ise, Türkiye’deki bu
uygulamalar nedeniyle başlangıçta darbeye sert tepki vermeyen muhafazakar ve
liberal çevreler de Türkiye aleyhine dönmeye başladılar.103 Nitekim Parlamento
10 Nisan 1981 tarihli toplantısında demokratik kurumların iki ay içinde yeniden
tesis edilmemesi halinde ortaklık ilişkisinin askıya alınmasını dahi önerdi. Bunun
üzerine, Brüksel de çok geçmeden Ankara ile siyasî ilişkileri askıya alıp Ortaklık
Konseyi toplantılarına ara verdi ve 600 milyon ECU’luk 4. Mali Protokolün uygu-
lanması, hem AP’nin 4 Kasım 1981 tarihli kararının hem de Yunanistan’ın aleyhte
çabalarının etkisiyle fiilen durduruldu.104 1982 yılında ise AT, Türkiye’nin tekstil
ürünleri ihracatına yeni kotalar getirerek Ankara’ya karşı adımlarına bir yenisini
ekledi. Topluluk tarafından Türkiye’deki insan hakları ihlallerini sert şekilde eleş-
tiren raporlar ardı ardına gelmeye başladı. 1983’teki seçimler sonucu sivil otorite-
nin yeniden tesis edilmesi de, ilişkilerdeki mevcut durumu değiştirmeye yetmedi.
İşbaşına gelen Özal Hükûmeti ise, AT’nin tutumunu ve raporlarını içişlerine müda-
hale sayarak tepki gösterdi. Oysa AT açısından insan haklarının korunması ve bun-
ların ihlalinin önlenmesi artık bir ülkenin iç meselesi olarak görülmemekteydi.
Dolayısıyla Topluluk açısından zayıf insan hakları sicili ile Türkiye’ye karşı insan
hakları eleştirisi getirilmesi ve baskı uygulanması gayet doğal bir durumdu.105
Türkiye, AT ile iyice bozulan ilişkiler karşısında Batı bağlantısını darbeye
destek veren ABD ile yakınlaşma yoluyla telafi etmeye çalışsa da, 1983 sonrası
dönemde Özal Hükûmeti bu durumun sürdürülebilir olmadığı görüşündeydi. As-
lında, geçmişte Avrupa ile bütünleşmeye karşıt tutumuyla bilinen Millî Selamet
Partisi ile olan bağları ve Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerine ekonomik açılımının
mimarı olduğu düşünüldüğünde, Özal’ın yüzü AT’ye dönük bir dış politika izlemesi
beklenmemekteydi.106 Ancak pragmatik bir lider olarak Özal, “Türkiye’nin AT’ye
yakınlaşmasının Türkiye’deki demokrasinin güçlendirilmesi açısından gerekli bir
114 Birand, a.e., s. 436; Erhan ve Arat, a.e., s. 92-93; Tuncer, a.e., s. 121-122.
115 Erhan ve Arat, a.e., s. 91; Eralp, a.g.e, s. 102.
116 Dağı, a.e.., s. 25.
680
davisi”117 olarak gördüğü 1987 başvurusu ile ise Türkiye, o zamana kadarki ortak-
lık ilişkisini bir üst seviyeye çıkarmak istedi. Özal Hükûmetinin işbaşına geldikten
sonraki başlıca dış politika hedeflerinden biri olan AT ile ilişkilerin düzeltilmesi ve
yeniden rayına oturtulması bakımından başvuru kritik bir adımdı. Sönmezoğ-
lu’nun belirttiği üzere,
“Türkiye, gerek Avrupa kurumları içerisinde yer alma konusunda geleneksel
“Yunanistan’ı yalnız bırakmama” politikası gereği gerekse çeşitli askeri müdahale-
lere konu olan ülke demokrasisi için bir tür “sigorta” olarak görülmesinden dolayı,
AT üyeliği konusunu bir “ulusal politika” olarak görüyordu.”118
1987 tam üyelik başvurusu, Türkiye’nin daha önceki başvuru girişimleri-
nin aksine, ortaklık ilişkisini düzenleyen 1963 tarihli Ankara Anlaşması’nın 28.
maddesine değil, AT kurucu anlaşmalarının katılımla ilgili AKÇT 98., AET 237. ve
AAET 205. Maddelerine dayanarak yapıldı.119 Bu yolla Ankara, 28. maddeye daya-
narak AT’nin Türkiye’nin ekonomik bakımdan üyeliğe hazır olmadığı ya da ortak-
lık nedeniyle başvuru kararını yalnız başına alamayacağı gibi bahaneleri kullan-
masının önüne geçmeye çalıştı.
Türkiye’nin bu başvuruyu yapmasının gerisinde muhtelif ekonomik ve si-
yasî sebepler bulunmaktaydı. Öncelikle, Özal ABD ile yakın ilişkilere rağmen eko-
nomik yardım anlamında bundan beklediğini bulamamıştı ve ekonomi de bütçe
açığı, enflasyon ve borç düzeyi açısından iyiye gitmiyordu. Yaşanan ekonomik so-
runlar da, Özal’ı AET ile ilişkileri düzeltip Topluluk ile ticareti artırma arayışına
itti. Birand’ın vurguladığı gibi, “1981’den itibaren denenen “Ortadoğu ülkelerine
açılma”, bekleneni vermemiştir. Ortadoğu pazarı konjonktüre göre iniş çıkışlar
göstermekte ve alış gücü “sürekli” olmamaktadır. Buna karşılık, AT pazarının alış
gücü son derece büyük, en önemlisi de sürekli ve güvenlidir.”120 Nitekim Özal
Hükûmeti başvurunun piyasalarda olumlu bir hava yaratıp ülkeye sermaye girişini
artıracağını hesaplarken, orta ve uzun vadede ise üyelikten kaynaklanabilecek
mali yardım başta olmak üzere diğer avantajlardan istifade etmek niyetindeydi.
Yunan örneğinden hareketle tam üye olmaksızın ortaklık sürecinin ve gümrük
birliğinin dezavantajlı olduğunu gören Türk Hükûmeti, böyle bir durumun önüne
geçmenin yolunun, Topluluk yardımlarını da beraberinde getirecek olan tam üye-
lik olduğu görüşündeydi. Kar ve Acar’ın ifadesiyle, “Topluluğun üçüncü ülkelerle
yaptığı antlaşmalar Türkiye’nin elde ettiği avantajları eritmiş ve Türkiye ile Toplu-
140 Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne
Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II, Editör: Baskın Oran, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s.
103; Şükrü Sina Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk-Yunan İlişkileri (1821-1993), Ankara, Ümit
Yayıncılık, 1993, s. 91.
141 Fırat, a.e., s. 104.
142 Semih Vaner, “Türkiye, Yunanistan ve Süper Güçler: Biri Diğerine, Üçü Birine Mi Karşı Yoksa
Herkes Kendisi İçin Mi?”, (ed.) Semih Vaner, Türk-Yunan Uyuşmazlığı, İstanbul, Metis Yayın-
ları, 1990, s. 180, akt. Sönmezoğlu, II. Dünya Savaşı’ndan…, s. 408.
143 Aydın, a.e., s. 32.
685
PASOK Hükûmeti yapılan anlaşmanın bir önceki Hükûmet döneminde yapıldığı
gerekçesiyle kendisini bu anlaşmayla bağlı saymaya bile yanaşmadı. Hatta Pa-
pandreu Hükûmeti, Aralık 1981’deki bir NATO toplantısında Türkiye’ye karşı itti-
faktan güvence isteyecek kadar işi ileri götürdü.144 Yunanistan için Ege’deki tek
sorun kıta sahanlığı idi ve bu da ancak Uluslararası Adalet Divanı önüne taşınarak
çözümlenebilirdi.145 Ayrıca Atina, Ege’deki egemenlik meselesini tehdit olarak
algıladığı Türkiye ile görüşmeyi ret ettiği gibi, ilgisi olmamasına rağmen görüşme-
leri Kıbrıs meselesi ile bağlantılandırmaktan ve Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilme-
sini talep etmekten de geri durmadı.146 Yunanistan’ın Kıbrıs sorununu uluslararası
platformlara taşıyarak uluslararasılaştırma ve böylece Türkiye üzerinde baskı
kurma politikasına tepki olarak 1983’te KKTC’nin ilan edilmesi ilişkilerin iyice
gerginleşmesine yol açtı.147 Yunan Hükûmetinin Topluluğu Türk-Yunan sorunları-
nın tarafı haline getirme çabaları ile Türkiye’nin AT ile ilişkilerinin normale dön-
mesine sürekli olarak çıkardığı engeller de ilişkilerin düzelmesini önledi. Yunan
Hükûmeti, düşmanca bir bakışla yaklaştığı Türkiye’nin darbe nedeniyle demokra-
tik dünyadan dışlanmasını bir fırsata dönüştürerek, Ankara’nın yeniden AT ile
ilişkilerini canlandırmasının önüne geçmeyi başardı.148 Dolayısıyla, askeri yöneti-
min sürdüğü 1983’e kadar Türk-Yunan ilişkilerinde herhangi bir olumlu gelişme
gözlenmediği gibi, Özal Hükûmetine de gergin bir ikili ilişkiler mirası kalmış oldu.
Özal Hükûmeti, ilişkilere, ekonomik alandaki ilerlemenin tarihi ve siyasî so-
runların çözülmesine katkı yapacağı anlayışıyla yaklaştı. Papandreu’nun Türki-
ye’yi yayılmacı olmakla suçladığı bir konuşmasına bile Özal, “iç politikada tribün-
lere oynamak” amaçlı olduğu için sert bir tepki vermedi.149 Ancak ilişkilerdeki
düzelmenin kolay olmadığı öncelikle NATO kapsamında yaşanan anlaşmazlıklar ve
gerginliklerle kısa sürede görüldü. Yunanistan’ın Türkiye ile ikili sorunlarını ittifak
içine taşıyarak Ankara’yı NATO içinde sıkıştırma ve zor durumda bırakma politi-
kası Özal döneminin ilk aylarında ikili ilişkilerin başlıca gündem konusu oldu. Bu
doğrultuda Yunanistan’ın Limni adasını NATO tatbikatlarına dahil ederek silah-
landırma çabasına Türkiye’nin verdiği sert tepki ve Ege’deki hava sahasının kont-
rolü konusunda yaşanan anlaşmazlıklar, iki tarafın ittifak içinde birbirlerinin lehi-
ne olabilecek neredeyse tüm kararları veto etmesine kadar vardı.150 İttifak ise
çoğu zaman bu Yunan girişimleri karşısında sessiz ve tarafsız kalmayı tercih etti.
1985 yılında, Yunan Hükûmeti Türk tehdidi gerekçesiyle Bulgar sınırındaki birlik-
151 A.e.
152 A.e., s. 410.
153 Aydın, a.e., s. 33.
154 Fırat, a.e., s. 113; Gürel, a.e., s. 93.
155 A.e., s. 111.
156 Ataman, Özalist Dış Politika…, s. 56.
157 Sönmezoğlu, II. Dünya Savaşı’ndan…, s. 411.
687
dışı kuruluşlar ve aktörlerden de faydalanılması yönünde görüş birliği oluştu. Da-
vos’ta oluşturulan komitelerin çalışmalarından bir sonuç çıkmazken Özal, berabe-
rinde işadamlarından da oluşan 170 kişilik kalabalık bir heyetle 13-15 Haziran
1988’de Atina’ya giderek, 36 yıl aradan sonra başbakan düzeyinde Yunanistan’ı
ziyaret etti.158 Ancak Yunanistan’da 1989’da Papandreu’nun iktidardan düşmesi
sonrası Davos Ruhu yavaş yavaş kayboldu. Öte yandan, Dışişleri Bakanlığı’na bile
danışmadan Yunan vatandaşlarına yönelik vize uygulamasına tek taraflı olarak
son veren Özal’ın, Yunanistan ile diyalog politikası, Türk basını, Dışişleri Bakanlığı
ve Silahlı Kuvvetler tarafından ise hoş karşılanmadı.159 Fırat’ın ifadesiyle, “Bütün
iyi niyetli girişimlere rağmen, Davos ruhu Türk-Yunan ilişkilerinde bir arzunun
ifadesi olmakla sınırlı kaldı.”160 Bunun nedeni de, Gürel’e göre, “iki devleti yöne-
tenlerin gerçekçi bir yaklaşımla iki devlet arasında gerçekten var olan sorunları
görüşmek yerine, bu sorunların üstüne gitmekten kaçındıkları bir sözde “diyalog”
başlatmış” olmalarıydı.161
158
Muhittin Ataman, “An Integrated Approach to Foreign Policy Change: Explaining Changes in
Turkish Foreign Policy in the 1980s”, PhD Dissertation, University of Kentucky, 1999, s. 193.
159 A.e., s. 194.
160 Fırat, a.e., s. 115.
161 Gürel, a.e., s. 94.
162 Sönmezoğlu, Son Onyıllarda…, s. 22.
163 Çiftçi, a.e., s. 296.
164 Sönmezoğlu, a.e., s. 15.
688
Bu yönde atılan somut adımlara bakıldığında, askeri yönetim döneminde 10
Mart 1981’de Seydişehir Alüminyum Fabrikası’nın Genişletilmesine İlişkin Söz-
leşme imzalanırken 20 Mayıs 1982’de de bir protokol ile ticari ödemelerde serbest
dövize geçilmesi ve 1977 tarihli bilimsel ve teknik işbirliği konulu anlaşmanın
yürürlüğüne dair bir program üzerinde anlaşmaya varıldı. 18 Eylül 1984’te imza-
lanan doğal gaz anlaşması ise müteahhitlik hizmetleri ve ticari işbirliği üzerine iki
taraf arasında daha sonraki işbirliğine temel oluşturdu. Anlaşma uyarınca Türkiye
1987’den itibaren 25 yıl süresince serbest dövizle karşılığını ödeyerek Sovyetler
Birliği’nden Romanya/Bulgaristan boru hattı aracılığıyla toplam 120 milyar met-
reküp doğal gaz almayı taahhüt etti. Bunun karşılığında, Sovyetler Birliği de, bu
satıştan elde ettiği gelirin %70’i ile Türkiye’den hem mal satın alacak hem de mü-
teahhitlik hizmeti alacaktı.165 Anlaşmayı takiben Türkiye’den SSCB’ye hem dışsa-
tım hem de satılan malların çeşitliliği hızla artmaya başladı. 25-27 Aralık 1984
tarihleri arasında Türkiye’ye gelen SSCB Başbakanı Nikolay Tikhanov’un ziyare-
tinden sonra varılan anlaşmalarla iki ülke arasında ortak girişimler ve projeler de
yapılmaya başlandı. 1985’te Gorbaçov’un işbaşına gelmesinden ve Başbakan
Özal’ın 28 Temmuz 1986 Moskova ziyaretinden sonra ise ilişkiler yeni bir ivme
kazandı. 1937’den beri kapalı olan Sarp sınır kapısının Eylül 1988’de yeniden
açılmasını takiben, 6 Temmuz 1989’da iki taraf arasında Sınır ve Kıyı Ticareti An-
laşması imzalanması ve bavul ticaretinin başlaması da ikili ticari ilişkilerde yeni
bir canlanma sağladı. Nitekim bu gelişmeler sonucunda ihracatta %261,4, ithalatta
ise %506,4’lük artış sağlandı.166 SSCB ile 1985 yılında 411 milyon dolar olarak
gerçekleşen ticaret hacmi de 1990’da 1,5 milyar dolara ulaşmıştı.167 Ekonomik ve
ticari ilişkilerin dışında, 1988’de SSCB yönetimi Türk askeri yetkililerini Sovyet
ordusunun askeri tatbikatlarını izlemeye davet ederken168, iki taraf arasında uzun
süredir pürüz çıkaran Karadeniz üzerindeki FIR hattı (Uçuş Bildirim Sahası) mese-
lesi de 1989’da çözüme bağlandı.169 Son olarak, Gorbaçov yönetimi Avrupa Kon-
vansiyonel Kuvvetler Antlaşması müzakerelerinde Türkiye’nin taleplerine pek
itirazda bulunmadı.170 Bu dönemde SSCB ile sorun yaratan ve çözüme bağlanama-
yan iki konudan biri, Karadeniz’deki balık avlama hakları iken, diğeri de Sovyet
yönetiminin Bulgaristan’daki Türk azınlığa yönelik baskılara ses çıkarmaması
oldu.171
689
3. ORTADOĞU İLE İLİŞKİLER
184 “Kenan Evren Saddam’ın Özel Temsilcisi ile 2 Saat Görüştü”, Cumhuriyet, 10 Aralık 1980.
185 Suriye-Irak’ın Petrol Boru Hattını Kesti”, Milliyet, 12.04.1982; “Irak, İskenderun Boru Hattının
Kapasitesini Üç Misline Çıkartıyor”, Milliyet, 30.11.1982.
186 Ulusu ve İslam Konferansı İyi Niyet Komitesi Üyeleri bugün Bağdat’a Gidiyor”, Cumhuriyet, 07
Mart 1982.
187 Henry J. Barkey, “The Silent Victor: Turkey’s Role in the Gulf War”, (ed.) Efraim Karsh, The
Iran-Iraq War: Impact and Implications, Palgrave Macmillan, New York, 1989, s.135–139.
693
Tablo 2: 1980-1989 yılları arasında Türkiye’nin İran ile İhracat ve İthalatı
Yıl İhracat Dolar İthalat Dolar
1980 84.820.742 802.502.828
1981 233.569.450 514.834.975
1982 791.065.240 747.706.840
1983 1.087.716.908 1.222.051.874
1984 751.061.530 1.565.662.140
1985 1.078.851.832 1.264.654.575
1986 564.358.899 221.343.617
1987 439.699.288 947.593.770
1988 545.600.876 659.800.843
1989 561.033.275 233.474.813
Kaynak: TÜİK, 2017
188 Seza Özuslu, “İran-Irak Savaşı Türkiye’nin Transit Ticaret Önemini Yeniden Artırdı”, Milliyet,
26 Kasım 1980.
694
Türkiye 1980’lerin sonundan itibaren İran ile Irak arasında aktif tarafsızlık
siyaseti uygulayarak arabuluculuk yapmaya çalışmıştır. Savaşın uzaması ve Kuzey
Irak’ta belirsizliğin artması Türkiye’yi çözümün sağlanmasına zorlamıştır. Türki-
ye’nin arabuluculuk girişimleri 1988’in ilk yarısına kadar sürmüş ancak sonuç
çıkmamıştır. Taraflar nihayetinde Ağustos-Eylül 1988’te 1986 yılındaki BM Güven-
lik Konseyi kararı üzerinden ateşkesi kabul etmişlerdir.
189 Kenan Ertürk, “PKK Terör Örgütünün Bitirilmesi Bakımından Bölge Olanaklarının Değerlendi-
rilmesi”, 21. Yüzyıl Dergisi, Sayı: 23, Kasım 2010, s.59-60.
190 Turan Silleli, Büyük Oyunda Türkiye-Irak İlişkileri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul,
2005, s.166.
191 Melek Fırat; Ömer Kürkçüoğlu, “Arap Devletleriyle İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Poli-
tikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt: II 1980–2001, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2003, s.131.
695
tır.192 Tabii bu durum KYB KDP ekseninde ileride yaşanacak olan Iraklı Kürtler
arasındaki Bahdinan-Soran çekişmesinin de temelini oluşturacaktır.
İran-Irak savaşı bölgesel bütün dengeleri bozduğu gibi Kürt meselesi açı-
sından yeni bir durumu da ortaya çıkartmaya başlamıştır. İran ile Irak arasındaki
savaş daha çok Irak’ın güney sınırı çevresinde geçmekteydi. Bu durumda Saddam
Hüseyin yönetimi askeri ağırlığını bu bölgeye kaydırmıştı. Dolayısıyla Kuzey’de,
Kürtlerin yaşadığı bölgede, ciddi bir otorite boşluğu oluşmuştur. Bölgede Suriye
tarafından desteklenen Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ile İran tarafından
desteklenen Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ciddi oranda güç sahibi olmuşlar-
dır. Söz konusu durumda Irak’ı içeriden zayıflatmak isteyen İran ve Arap liderliği-
ni ele geçirmek isteyen Suriye Kürt örgüt/partilerine maddi ve lojistik destek
vermeye başlamışlardır. İran-Irak savaşının başladığı ilk aylarda Şam’da KYB, Irak
Komünist Partisi ile Irak Demokratik Millî Yurtsever Birliğini; Kuzey Irak’ta KDP
ise Kürdistan Birleşik Sosyalist Partisi ile beraber Demokratik Irak Cephesini kur-
muştur.193 İran ve Suriye’nin Kürt partilerini desteklemesi Türkiye’yi de etkilemiş-
tir. Zira PKK’da söz konusu dış destekten istifade etmiş ve KDP ile KYB yardımları
ile organizasyonunu tamamlayarak silahlı eylemselliğe geçme kapasitesine ka-
vuşşmuştur.194
Suriye, İran’ın Kürt örgütlerini desteklemesi karşısında Türkiye Bağdat yö-
netimi ile yakınlaşmaya başlamıştır. Bu meyanda Irak tarafından da Türkiye’ye
yönelik yapıcı açıklamalar gelmiştir. Kürt partilerinin merkezi yönetimi devirmeye
yönelik olarak Irak’taki sol hareketlerle birliktelik kurduğu günlerde Saddam Hü-
seyin yaptığı açıklamada:
“Türkiye’nin dış ilişkilerimizde kendine özgü önemli bir yeri vardır. Türkiye
ile ortak çıkarlar olması nedeniyle iyi ilişkilerimiz sürecektir. Biz ortak çıkarları-
mıza saygı gösteriyoruz. Türkiye’de saygılı davranıyor. Türkiye ile ilişkilerimizin
gelişmesi için özel temsilciler gönderdik. Amacımız komşuluk ilişkilerinde iyi dost-
luğun sürmesidir.”195 demiştir.
Ardından Saddam Hüseyin Sanayi ve Madenler Bakanı’nı dönemin Türkiye
devlet başkanı Orgeneral Kenan Evren’e mesajını iletmesi için göndermiştir. 196
Taraflar 15 Aralık 1980’de Türk-Irak karma komisyonu adı altında bir araya gel-
miştir. Görüşmelerde Türkiye Kerkük-İskenderun boru hattı geçiş ücretlerinin
artırılmasını isterken; Irak tarafı, Kuzey Irak’ta hayata geçirmeyi planladıkları
sekiz yıllık kalkınma planı çerçevesinde sulama hedefleri dolayısıyla Türkiye’nin
192 Süha Bölükbaşı, Türkiye ve Yakınındaki Ortadoğu, Dış Politika Enstitüsü , Ankara, t.y., s. 51.
193 Fırat; Kürkçüoğlu, a.e., s.131.
194 A.e.
195 Erhan Akyıldız; Savaş Ay, “Saddam Hüseyin: Türkiye’nin Dış İlişkilerimizde Özel Yeri Var”,
Milliyet, 12 Kasım 1980.
196 Ayın Tarihi, 10 Aralık 1980.
696
daha fazla su salmasını istediklerini ifade etmiştir. Türkiye ise Fırat üzerinde ya-
pımı planlanan ve devam eden Atatürk ile Karakaya barajlarının fizibilite hesapları
yapılmaksızın ve bölgenin ekonomik kalkınma gereksinimleri ile Suriye’nin ihti-
yaçları hesaplanmadan Irak’ın sekiz yıllık planlarına şimdiden cevap veremeyece-
ğini söylemiştir. Taraflar bu meselenin çözümü için “Bölgesel Suları İnceleme Tek-
nik Komitesi” kurulmasına karar vermişlerdir.197 Taraflar toplu görüşmeler sonu-
cunda petrol konusunda anlaşmaya varmışlardır. Buna göre Ceyhan terminali
Yumurtalık-Kırıkkale hattına bağlanacak; Kerkük-İskenderun petrol boru hattı
kapasitesi yıllık 35 milyon tondan 45–50 milyon tona çıkarılacaktı. Yumurtalıkta
ise ihracata dönük üretim yapacak Petro-kimya tesisi kurulacaktı. Aynı zamanda
bilimsel teknik işbirliği sağlanması ve Türk müteahhitlerin Irak’ta ihaleye girmesi-
ne izin verilmesi konularında uzlaşmaya da varılmıştır198 Ticaret ile ilgili bu geliş-
meler olunca Irak, Federal Almanya’nın ardından Türkiye’nin ikinci büyük ticari
partneri haline gelmiştir. Ayrıca iki ülke arasında sınır güvenliği ve kaçakçılık gibi
konularda da işbirliği gelişmeye başlamıştır.199
1980’li yılların başında Türkiye’nin Suriye ile ilişkileri, Irak’ın tersine gittik-
çe kötüleşmiştir. Bilhassa 12 Eylül sonrası Suriye’ye çok sayıda Türk ve Kürdün
kaçması, bunların Ermeniler ile birlikte Suriye içinde siyasî faaliyetlerde bulunma-
sı Türkiye Suriye ilişkileri gerginleşmiştir. Ancak asıl kırılma yukarıda da değinil-
diği gibi PKK’nın Suriye’de geniş faaliyet alanı ve destek bulmasıdır. Örgüt 15–26
Temmuz 1981’de Suriye-Lübnan sınır hattında Şam yönetimi tarafından örgüte
tahsis edilen Helve kampında ilk kongresini düzenlemiştir.200 Kongrede örgütleş-
me faaliyetlerine hız verilmesi ve Irak’taki Kürt hareketi başta olmak üzere bölge-
sel güçlerin tamamı ile ilişkiye geçilmesi ve silahlı mücadelenin, eylemselliğin
(devrimci şiddet ve silahlı propaganda denilmekte) başlatılmasına karar verilmiş-
tir.201 Kongre kararlarında Sovyetler Birliği’nden alınacak desteğin öneminden
bahsedilse de örgüt en büyük yardımı Hafız Esad yönetiminden almıştır. Örgüt
yeterli desteği elde edip silahlı eylem gerçekleştirebilme alt yapısına kavuşunca
Türkiye’nin komşuları ile ilişkilerinin bilhassa Ortadoğu’dakiler ile belirleyicisi
haline gelmiştir.
15–29 Eylül 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesi PKK ve dolayısıyla Tür-
kiye açısından mühim etkiler yaratmıştır. İsrail’in işgal hareketi sırasında
PKK’lıların verdiği 12 ölü ve birçok esire rağmen İsrail ordusuna mukavemeti
197
Nilüfer Yalçın, “Irak 1981’de Türkiye’ye 8,5 Milyon Ton Petrol Verecek”, Milliyet, 27.Aralık
1980.
198 Yalçın, a.e.
199 Turhan Salman, “Ulusu: Türk Tırlarının Güvenliği için Irak Tedbir Aldı”, Cumhuriyet, 01 Ekim
1981.
200 “PKK Nasıl Kuruldu ve Güçlendi?”, Aljazeera Turk, 26 Arlık 2013, http://www. aljazee-
ra.com.tr/dosya/pkk-nasil-kuruldu-ve-guclendi, (21.07.2017, çevrimiçi).
201 “PKK I. Konferans Duyurusu”, Serxwebun, Sayı:1, Ocak 1982, s.1;18.
697
PKK’nın bölgede dikkate alınması gereken bir silahlı güç haline geldiğini göster-
miştir.202 Ayrıca örgüt, Filistin hareketinin de sempatisini kazanmış203 ve başta
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) olmak üzere Filistin güçlerinin boşalttığı yerlere
yerleşmiştir. Bu olay ile birlikte PKK, Avrupa’daki sol ve Kürt hareketleri ile ilişki
kurmaya da başlamıştır. Örgütün bundan sonraki stratejisi ise Türkiye’de eylem
gerçekleştirme aşamasına geçmek olmuştur.
PKK’nın ASALA ile birlikte Suriye devletinden sistematik bir şekilde yardım
alması ve Suriye içinde faaliyet göstermesi Türkiye’yi çok rahatsız etmekteydi.
Türkiye bu konuda Suriye’yi defaatle uyarsa da ilk başta Suriye tarafı her iki örgü-
tün eylemleri ile bir ilgisi olmadığı söylemekteydi. Bunun üzerine Türkiye, Şam
yönetimine karşı tutumunu sertleştirmiş ve gerektiği halde güç kullanabileceğini
dillendirmeye başlamıştır. Bunun üzerine Şam yönetimi geri adım atmış 1983
yılının sonunda ülkesindeki PKK ve ASALA üyelerini çıkarmış bunları Bekaa Vadi-
si, Kuzey Irak ve İran’a göndermiştir. Suriye’nin böyle davranmasında ABD ile
bozulan ilişkilerin ve Hafız Esad’ın ülke içinde yaşadığı iktidar sorunlarının ve iç
istikrarsızlıkların etkisi vardı. İşte bu durumda Şam yönetimi Mesud Barzani ile
anlaşarak PKK militanlarının bir kısmını kuzey Irak’a göndermişti. Bu ise Türkiye
açısından Irak sınırında artan güvenlik problemleri anlamına gelmekteydi. Zira
Irak sınırının doğuya doğru engebeli olması kontrol edilmesini güçleştirmekteydi.
Bu yeni durum karşısında Türkiye Şubat 1983’te Irak ile bir Sınır Güvenliği Ant-
laşması imzalamıştır. Bu antlaşmanın en önemli özelliği “taraflara birbirlerine
önceden haber vermek koşulu ile sıcak takip” hakkı tanıması idi. Antlaşma tarafla-
ra ortak sınırın 10 kilometre ötesine kadar operasyon yapma hakkı vermekteydi.
Bunun üzerine Türkiye PKK’ya karşı çeşitli kereler Irak topraklarına girerek ope-
rasyon düzenlemeye başlayacaktır. Diğer taraftan bu operasyonlarda PKK’nın
yanında KDP ve KYB kampları da zarar görmüştür. Bunun üzerine Mesud Barzani
Irak’ın İran ile mücadele ederken Türk ordusunu da ödünç olarak Kürtlere yönelik
kullandığını söylemiş ve 1983 Haziran’ından itibaren PKK ile işbirliği yapmıştır.
Bu işbirliği ise “I-KDP PKK dayanışma ilkeleri” adı altında duyurulmuştur. Söz
konusu ilkeler uyarınca; “…Kürdistan ulusal kurtuluşunun sağlanması için birlikte
Türkiye ve Irak’a karşı savaşılacak… karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği sağlana-
cak…hiçbir örgüt bir diğerinin iç işlerine ve iç yapısına karışmayacaktır…”204
1983 yılı içindeki bu gelişmelerden sonra PKK 1982 yılındaki kurduğu aske-
ri yapılanması olan Kürdistan Kurtuluş Güçleri (Hezen Rızgariye Kürdistan-HRK)
gelişmini tamamlamış ve 15 Ağustos 1984 itibariyle HRK kuruluşunu ilan etmiştir.
202 “12 Şehit, 15 Esir’e Karşılık Bir Şehitlik”, Nasname, t.y., http://www.nasname.com/a/-12-sehit--
15-esire-karsilik-bir-sehitlik, (21.07.2017, çevrimiçi).
203 “Belgelerle Kısa PKK Tarihi”, Serxwebun, Özel Sayı:2, Aralık 1982, s.18.
204 “Irak Kürdistan Demokrat Partisi ve Partiya Karkeren Kurdistan Arasında Dayanışma İlkeleri”,
Serxwebun, Sayı: 19, Temmuz 1983, s.10.
698
Örgüt 15 Ağustos’ta Siirt’in Eruh ilçesindeki bir jandarma karakoluna saldırı dü-
zenleyerek sistematik saldırı aşamasına geçmiştir. Örgüt buna 15 Ağustos atılımı
veya 15 Ağustos Direniş ve Saldırı Ruhu adını vermektedir.205
PKK’nın saldırıları karşısında Türkiye Irak ile yeniden bir sınır güvenliği
protokolü imzalanmıştır. Bu protokolde de tarafların sıcak takip hakkına vurgu
yapılmıştır.206 Protokole en ciddi tepki ise İran, KDP ve KYB’den gelmiştir. Türkiye
Irak’tan sonra ise benzer protokolü gerçekleştirmek için Şam nezdinde girişimler-
de bulunmuş ve 5 Mart 1985’te taraflar arasında Sınır Güvenliği Protokolü imza-
lanmıştır.207
1985’ten sonra PKK’nın eylemselliğinde bir artış yaşanmaya başlamıştır.
Türkiye’nin buna tepkisi ise kuzey Irak’a yeniden askeri operasyon düzenlemek
olmuştur. 12 Ağustos 1986’da PKK’nın Uludere’de 12 eri katletmesi üzerine Tür-
kiye 15 Ağustos’ta Kuzey Irak’a girmiştir. Bu operasyonlar bölgedeki Kürt örgütle-
ri arasındaki ilişkiyi de yeniden şekillendirmiştir. Operasyonlarda KDP kampları
da zarar görünce Barzani PKK’dan ya Türkiye’ye geçmesini ya da daha güneye
inmesini talep etmiştir. Aynı zamanda PKK güçlendikçe üzerinde baskı hisseden
Barzani, Celal Talabani’nin KYB’si ile de bir işbirliği anlaşması yapmıştır, Her iki
örgüt Türkiye’nin PKK dolayısıyla yürüttüğü askeri operasyonların maliyetini ar-
tık taşımak istemiyordu.
1987 yılına gelindiğinde ise PKK’nın eylemselliğinde adeta patlama yaşan-
mıştır. Örgüt askeri taktiksel anlamda bölgede alan hâkimiyetine kavuşmak ama-
cıyla kanlı eylemler gerçekleştirmeye başlamıştır. Bunun üzerine 4 Mart 1987’de
Türkiye yeni bir sınır ötesi operasyona başlamıştır.208 KDP gittikçe büyüyen Tür-
kiye baskısı sonucunda PKK ile ilişkileri koparma kararı almış ve PKK’yı terörist
ilan etmiştir. Tabii Barzani’nin bu tutumunun altındaki bir diğer etmen ise örgütün
Barzani’nin otoritesinin olduğu bölgede güçlenmesiydi. Ancak bu sefer de PKK’nın
yeni müttefiki Barzani’ye karşı elini güçlendirmek isteyen Celal Talabani’nin
KYB’si olmuş ve 1988 yılında PKK-KYB ittifakı gerçekleştirilmiştir.209
Türkiye’nin 1987’deki Kuzey Irak operasyonuna en sert tepkiyi verenlerin
başında daha önce olduğu gibi Tahran yönetimi gelmiştir. Operasyon sırasında
İran dışişleri bakanlığı “Türkiye’nin iç sorunlarının bir komşu ülkenin toprak bü-
tünlüğünü meşru göstermeyecektir”210 açıklamasını yapmıştır. İran’ın Türkiye’ye
bu denli sert olmasının sebebi o dönemde Türkiye kamuoyunda Musul-Kerkük
205 “15 Ağustos Direniş ve Saldırı Ruhunu Selamlıyoruz” Serxwebun, Sayı: 32, Ağustos 1984, s.1; 3.
206 “Irak’tan İkinci Kez İzin İstedik”, Milliyet, 16 Ekim 1984; “…Ve Doğu’da Güneş Harekatı”,
Milliyet, 17 Ekim 1984.
207 Ayın Tarihi, 05 Mart 1985.
208 “Ve Sınır Ötesi Harekât”, Cumhuriyet, 05 Mart 1987.
209 “Kürdistan’da Devrimci İttifak”, Serxwebun, Sayı: 77, Mayıs 1988, s.1.
210 “Tahran Suçladı Ankara Yanıtladı”, Cumhuriyet, 06 Mart 1987.
699
meselesinin tartışılması idi. Aslında Musul-Kerkük meselesi daha çok Türkiye’nin
bölgeye dönük olarak geçmişte gelen hakları bağlamında ele alınsa da Kerkük-
Yumurtalık boru hattının sabote edilmesinden sonra Türkiye’de karar alıcılar pet-
rol akışının bir daha kesilmemesi için de söz konusu sınır ötesi operasyonun ge-
nişletilmesi gerektiği düşünmekteydi.211 Öte yandan Türkiye açısından bölgeye
yönelik bir diğer kaygı ise Musul-Kerkük hattının İran’ın ya da Kürtlerin eline
geçmesiydi.
1980’li yıllarda Kürt meselesi üzerinden Irak ile ilişkiler Kürt örgütleri ve
sınır güvenliği üzerinden şekillenirken Suriye ilişkilerde de benzer sorunlar vardı.
Irak’tan Türkiye’ye yönelik sızmalar bölgede İran-Irak savaşının yarattığı otorite
boşluğundan dolayı yaşanmaktayken Suriye ise, 1979 bu yana PKK’ya barınma,
kamp ve lojistik imkânları sağlamaktaydı yani PKK’nın desteklenmesi Suriye’nin
devlet politikasıydı. Dönemin başbakanı Turgut Özal Temmuz 1987’de Şam’a bir
ziyaret gerçekleştirdi. Şam’a gitmeden evvel Özal kendisinin bir yıl önce Suriye’nin
güvenlik-su merkezli önerilerini reddettiğini söylemiş ve şöyle devam etmiştir:
“Anlaşmadan daha önemli olan Suriye’nin güçlü bir Türkiye’nin ve böyle bir
Türkiye ile girişeceği iktisadi işbirliğinin yararına inanmasıdır. Yoksa anlaşmayı
imzalasa ve daha sonra anlaşmaya uymasa ne olacak? Anlaşmadan daha önemli
olan karşılıklı çıkarlar konusunda bir anlayışa varmaktır.”212
Görüşmelerde Türkiye tarafı PKK ile ilgili taleplerini Hafız Esad yönetimine
iletmişti. Ancak Suriye; Öcalan ve diğer PKK’lıların siyasî mülteciler olduğunda
ısrarlıydı. Ayrıca Şam yönetimi; Türkiye’ye geçişleri sınır hattı çok uzun olduğu
için engellemenin zor olduğu yanıtını verdi. Üstüne, Türkiye’nin kendisine Fırat
sularından daha fazla bırakmasını talebini gündeme getirdi. Görüşmeler sonucun-
da biri güvenlik diğeri de su ve ekonomik ilişkiler olmak üzere iki protokol imza-
landı. Güvenlik protokolünün beşinci maddesi uyarınca:
“Her iki taraf kendi topraklarında diğer tarafın güvenlik ve istikrarına zarar
verecek tüm faaliyetleri önlemeyi ve ayrıca kendi topraklarında örgüt, grup ve
kişilerin bu çeşit faaliyetleri hakkında bilgi alışverişi dâhil olmak üzere her türlü
işbirliği içinde olmayı taahhüt ederler.”213
Bu protokoller sonucunda Suriye PKK’yı kendi topraklarının dışına ancak
fiilen kontrolünde olan Bekaa Vadisi’ne taşımıştır. Ancak örgüt militanlarının sınırı
geçerek Türkiye’ye geçmesi konusunda herhangi bir önlem almamıştır. Tabii Suri-
ye ile görünürdeki iyi ilişkiler Irak tarafında kaygı yaratmıştır. Bilhassa, Türki-
ye’nin Fırat suları konusunda kendisini dışarıda bıraktığını düşünen Irak rahatsız-
218 Konuralp Pamukçu, “Su Sorunu Çerçevesinde Türkiye Suriye ve Irak İlişkileri”, (ed.) Faruk Sön-
mezoğlu, Türk Dış Politikasının Analizi, Der Yayınları, İstanbul, 2004, s.255.
702
1960’lı yıllarda ikili ve üçlü görüşmeler gerçekleşmiştir. Ancak bu görüşmeler
serisinde, çeşitli zamanlarda, Suriye Asi nehrini; Irak ise Dicle nehrini tartışma
konusu yapmayacağını belirtince herhangi bir sonuç alınamamıştır. Ardından Irak
ile Türkiye 22–25 Aralık 1980 tarihinde İran-Irak savaşının yeni başladığı dönem-
de Ortak Ekonomik ve Teknik İşbirliği Komitesi toplantısı için bir araya geldikle-
rinde aralarındaki su meselesinin tartışmak amacıyla bir Ortak Komite kurmuşlar
ve Suriye’de bu komiteye 1983 yılında katılmıştır.219 Ortak Teknik Komitenin
amacı üç ülkenin her iki nehirden ne kadar suya ihtiyaç duyduğunun tespitine dair
hangi yol ve yöntemlerin izleneceğinin belirlenmesidir.220
1980’lerde su meselesi ilgili en önemli vaka şüphesiz 1983 yılında Türki-
ye’nin Güneydoğu Anadolu Projesi’ni (GAP) başlatması olmuştur. GAP entegre bir
proje olup hem elektrik üretimi hem de geniş ovaların sulanması amacına gütmek-
tedir. Projede 22 baraj 19 hidroelektrik santrali ve 26 sulama ünitesi yer almakta-
dır. 27 milyar Kwh elektrik enerji elde etmek 1.82 milyon hektar alanın sulanması
hedeflenmiştir.221
Taraflar arasında 1980’lerde su nedeniyle ilk anlaşmazlık GAP nedeniyle ya-
şandı. Türkiye 1983 yılında Dünya Bankası’na kredi almak için başvurmuş ancak
bu kredinin verilmesi için aşağı havza ülkelerin rızası gerekmiş Suriye ve Irak’ın
itirazları neticesinde Türkiye söz konusu krediyi alamamıştır.222 Buna rağmen
Türkiye projeyi kendi öz kaynakları ile gerçekleştirme kararı almıştır. Aslında GAP
ile Türkiye’nin daha fazla su tutacağı doğrudur, diğer taraftan ise proje Dicle ve
Fırat’ın akışını mevsimsel etkilerden koruyacak ve böylece bu coğrafyanın tama-
mını tarım yapılabilir hale getirecekti. Fakat Türkiye’nin büyük rezervuarlar yap-
ması ve suyu tamamen kesebilme ihtimali Suriye ile Irak’ı düşündürüyordu. Suri-
ye’nin 1980’lerde su meselesinde daha ön planda olduğu söylenebilir. Çünkü Irak,
İran ile savaşa yoğunlaşmıştı. Su meselesinin çözümü maksadıyla Türkiye 1984’te
“Fırat-Dicle Havzalarının Sınır Ötesi Sularına Dair Optimum, Adilane ve Uygun
Kullanım için Üç Aşamalı Bir Plan”ı sunmuştur. Plan (i) su kaynaklarının envante-
rinin derlenmesi; (ii) arazi kaynaklarının bir envanterinin derlenmesi (iii) her
ülkenin evsel, endüstriyel ve tarımsal gereksinimler için en uygun toplam su ihti-
yacını belirlenmesine dair yol haritası sunmaktaydı.223 Ancak Suriye ile Irak, Tür-
219 Ali İhsan Bağış, “Turkey’s Hydropolitics of the Euphrates-Tigris Basin”, International Journal
of Water Resources Development, Vol. 13, No: 4, s.577.
220
Ayşegül Kibaroğlu, “Fırat-Dicle Havzası Sınıraşan Su Politikalarının Evrimi: İşbirliği İçin Fırsat-
lar ve Tehditler”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 4, Sayı: 43, Temmuz 2012, s.74.
221 Devlet Planlama Teşkilatı, Sınıraşan Sular Fırat Dicle Havzası ve Güneydoğu Anadolu Proje-
si, Haziran 1997, s.37
222 Abdullah Kıran, Ortadoğu’da Su: Bir Çatışma ya da Uzlaşma Alanı, Kitap Yayınevi, İstanbul,
2005, s.17.
223 Dogan Altinbilek, “Development and Management of the Euphrates–Tigris Basins”, Internati-
onal Journal of Water Resources Development, Vol.20, No:1, 2004, s.16.
703
kiye’nin bu önerisi kabul etmediler ve Fırat ile Dicle’nin ayrı ayrı ele alınması ge-
rektiğini belirttiler.224 Kurulduğundan itibaren on altı toplantı gerçekleştiren Or-
tak Teknik Komite hedeflerine ulaşamamıştır.
Karakaya barajının tamamlanması, Atatürk barajının yapımının hızlanması
ve PKK terörünün artışı ile beraber Türkiye-Suriye ilişkileri de kötüleşmekteydi.
Sorunların çözümü amacıyla Temmuz 1987’de dönemin Türkiye başbakanı Turgut
Özal Şam’a bir ziyaret gerçekleştirdi.225 Yukarıda da değinildiği gibi Suriye ile biri
güvenlik diğeri de ekonomik işbirliği olmak üzere iki protokol imzalandı. Proto-
kolde su meselesi ile ilgili olarak Türkiye, Suriye’ye yıllık ortalama en az 500m3/sn
üzerinden su göndermeyi; 500 m3/s’nin altına düşmesi halinde, aradaki farkın
ertesi ay telafi edeceğini taahhüt etmekteydi.226 Buna karşılık Suriye terör konu-
sunda daha gevşek ifadeler ile “iyi niyet” bildirmekteydi
Bu yıllarda başbakan Turgut Özal dış politika anlayışının dayandığı “ticaret
gelişirse dış politik sorunlar da çözülür” düşüncesinden hareketle taraflar arasın-
daki meselelerin çözümüne yönelik olarak ilk kez 1986’da ortaya atılan “Barış
Suyu Projesi”ni yeniden gündeme getirmiştir. Söz konusu projeye göre Ceyhan ve
Seyhan nehirlerinin Akdeniz’e dökülen sularının bir kısmının boru hatları vasıta-
sıyla Ortadoğu’ya götürülecekti. Proje iki boru hattı öngörmekteydi. Birinci hat
Suriye-Irak-Körfez ülkeleri istikametinde; ikinci hat ise Suriye-Ürdün-Suudi Ara-
bistan-Umman aksını takip edecekti.227 Özal, proje ile Türkiye üzerindeki su baskı-
sını azaltmak hem de gelir elde etmek niyetindeydi. Ancak başta Suudi Arabistan
olmak üzere bölge ülkeleri bu projeyi reddettiler. Arapların projeye soğuk bakma-
sının bir diğer nedeni de İsrail’in de Özal’ın projesinden istifade edecek olmasıydı.
Dönemin Birleşik Arap Emirlikleri Su Bakanı projeye İsrail’in katılması ve karış-
masına müsaade etmeyeceklerini açıklamıştı.228 Türkiye’de söz konusu projeyi bir
daha gündeme getirmedi. Çünkü projenin Türkiye açısından beklenmedik bir so-
nucu ortaya çıkmaktaydı: Türkiye su zengini ülke gibi görünüyor ve bu da Irak ve
Suriye’nin Türkiye’ye daha fazla su bırakması için yaptığı baskıyı haklı çıkartıyor-
du.229
Taraflar arasında su meselesi Türkiye Atatürk barajını tamamlayıp rezervu-
arda su tutmaya başladığı 12 Ocak 1990’dan itibaren büyüyecektir.230 Türkiye su
tutmaya başlayacağını Kasım 1989’da Suriye ve Irak’a tebliğ edince Suriye ve Irak
Türkiye’yi protesto etmişlerdir. Bu gelişmelerin ardından Suriye ve Irak aralarında
224 A.e.
225 Hasan Cemal, “Şam Ziyaretinin Sonucu”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 1987.
226 Kodaman, a.e., s.94-95.
227 Devlet Planlama Teşkilatı, a.e., s.34-35
228 Cem Nar, “Barış Suyu Projesine İsrail Gölgesi”, Milliyet, 23 Eylül 1987.
229 Sönmezoğlu, a.e., s.449.
230 Baraj 1992’de işletmeye açılmıştır.
704
16 Nisan 1990’da Fırat sularının paylaşımına dair bir anlaşma imzalamışlardır.
Anlaşma uyarınca Türkiye’nin Fırat’a bıraktığı suların %42’sini Suriye, %58’ini
Irak kullanacaktı.231
1990’lara girerken tarafların su konusunda tezleri de ortaya çıkmaktaydı.
Türkiye Fırat- Dicle sularının paylaşımında “sınır aşan sular” yaklaşımını benim-
serken; Suriye ve Irak “uluslararası sular” yaklaşımını savunmaktaydı.232 Türkiye
söz konusu iki nehrin Şatt-ül Arap olarak tek bir nehir olarak denize döküldüğünü
dolayısıyla suların paylaşılamayacağını ancak hakkaniyete dayalı bir biçimde dağı-
tılabileceğini ileri sürmekteydi.233 Irak ve Suriye ise paylaşımdan yanaydılar. Tür-
kiye; Dicle ve Fırat’ın topraklarındaki kısmının kendi egemenliği ile ilgili olduğunu
suların paylaşımının üçlü bir anlaşma ile olamayacağını ayrıca Asi nehrinin de
dikkate alınması gerektiğini ve konunun bir kaynak tahsisi meselesi olduğuna
işaret etmekteydi.234
Sonuçta, Türk dış politikası açısından suyun güvenlik/terör ile ilişkilenmiş
olduğu söylenebilir. Hem Türkiye hem de komşuları suyu bir dış politika aracı
olarak kullanmak isteyecektir.
231 Law No. 14 of 1990, Ratifying the Joint Minutes Concerning the Provisional Division of the
Waters of the Euphrates River, http://www.cawater-info.net/bk/water_law/pdf/euphrates_e.pdf,
(14.07.2017, çevrimiçi).
232 Hüner Tuncer, Özal’ın Dış Politikası (1983–1989), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015, s.49.
233 Yaşar Yakış, “Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi”, Dış Politika Dergisi, Cilt:6, Sayı:1, Ankara,
1995, s.37-38.
234 Tuncer, a.e., s.49-50.
235 “Ecevit: Yeni Yönetimle İlişkileri Geliştireceğiz”, Cumhuriyet, 14 Şubat 1979.
236 “Erkmen: İran ile Aramızda Hiçbir Sorun Yok”, Cumhuriyet, 24 Şubat 1980.
705
İran ile ilişkilerin iyi devam etmesine özen göstermişti. Hatta ABD’nin İran’a ger-
çekleştireceği olası bir operasyonda İncirlik üssünü Türkiye’nin kullandırtmaya-
cağını açıklamış ve İran’a uygulanan ambargoya katılmamıştı.237
12 Eylül darbesi İran tarafından kınanmış ve Amerika’nın bir oyunu değer-
lendirilmiştir. Türkiye’nin askeri darbe ile çalkalandığı günlerde İran-Irak savaşı
patlak verdi ve Türkiye iki komşuna tarafsız kalacağını derhal bildirdi. Savaş sıra-
sında Türkiye ile İran arasında ticari ilişkiler gelişirken siyasî ilişkiler ise iyiye
gitmemekteydi. Tarafların ideolojik söylemlerinin birbirlerine yönelmesi taraflar
arasında “karşılıklı güvensizlik” hatta kriz yaratır hale geldi. Tarafların ideolojik
çatışması iki ülke basınında karşılıklı olarak “Atatürk”, “Anıtkabir”, “başörtüsü”,
“Humeyni” simgelerin eleştirilmesi üzerinden seyretmiştir.238 İran devlet adamları
çeşitli zamanlarda Türkiye’nin içişlerine yönelik açıklamalar yapmışlardır. Örne-
ğin dönemin İran dışişleri bakanı Manuçehr Muttaki Türkiye’deki başörtüsü yasağı
ile ilgi sert bir açıklama yapmıştır. İran Meclis Başkanı Haşimi Rafascani’de Türki-
ye’de İslam İnkılâbı’nın yakın olduğunu söylemiştir. Bu ve benzeri birçok açıklama
gelirken dönemin Türkiye başbakanı Turgut Özal ilişkilerin düzeltilmesi maksa-
dıyla 28 Şubat 1988’te Tahran’a ziyarette bulunmuştur.239 Yapılan görüşmeler
sonrasında ilişkiler nispeten yumuşamıştır. Ancak ilişkilerin ne ölçüde kırılgan
olduğu 1989 Martı’nda yaşanan başörtüsü krizi ile ortaya çıkmıştır.240 Türkiye,
İran’ın resmi televizyonunda yapılan ağır eleştiri sonrası İran’ın Ankara Büyükel-
çisi Manuçehr Muttakiyi dışişleri bakanlığına çağırmış ve konu ile ilgili uyarmış-
tır.241 Bunun üzerine Tahran’da Türkiye’nin Tahran Büyükelçisi Ömer Akbel, İran
Dışişleri Bakanlığı’na çağrılmış; İran’ın Türkiye’deki başörtüsü yasağından duydu-
ğu rahatsızlık iletilmiştir.242 Ayetullah Humeyni de İran radyosundaki konuşma-
sında “Dünya Müslümanları Türkiye’de başörtüsü yasağı getiren Cumhurbaşkanı
Kenan Evren”e niçin sessiz kaldılar?” diyerek dönemin yönetimini eleştirmiştir.243
Buna karşılık Türkiye’de, 4 Nisan 1989 tarihinde, Tahran Büyükelçisi Akbel’i “isti-
şarelerde bulunmak üzere” Ankara’ya çağırmış; İran da kendi büyükelçisini aynı
şekilde geri çağırmıştır.244
237 “Savunma Bakanı: ABD’ye İran’a Müdahale İçin İncirlik Üssünü Kullanma İznini Vermeyeceği-
mizi Belirttik”, Cumhuriyet, 08 Şubat 1980.
238 Atay Akdevelioğlu, Ömer Kürkçüoğlu, “İran ile İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Politika-
sı: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt: II 1980–2001, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2003, s.152–153.
239
Hakan Tartan, “Özal’ın Barış Gezisi”, Milliyet, 29 Şubat 1988.
240 “İran’dan Direnin Çağrısı”, Cumhuriyet, 13 Mart 1989; “İran’da Destek Yürüyüşü”, Cumhuri-
yet, 14 Mart 1989.
241 “İran Büyükelçisi Dışişlerine Çağrıldı”, Cumhuriyet, 15 Mart 1989.
242 “İran’dan Türban Uyarısı”, Cumhuriyet, 23 Mart 1989; “Tahran Kaşınıyor”, Milliyet, 23 Mart
1989.
243 “İran Dini Lideri Ayetullah Humeyni…”, Milliyet, 23 Mart 1989.
244 “İran’la Bunalım”, Milliyet, 04 Nisan 1989.
706
Türkiye ile İran arasındaki bir diğer sorun ise İslam İnkılâbı sonrası Türki-
ye’ye kaçan ve sayıları yaklaşık 1,5 milyona ulaşan İranlılardı. Bu kitlenin doğal
olarak büyük bölümü rejim muhaliflerinden oluşuyordu. İran ile sorun olan ise bu
mülteciler ile beraber Türkiye’ye giren İran’ın en güçlü Marksist örgütlenmesi olan
Halkın Mücahitleri militanları idi. İran, Türkiye’yi söz konusu örgüte yataklık et-
mekle ve yeterli işbirliği yapmamakla suçlamaktaydı.245 Türkiye ise İran’ın Türki-
ye’deki radikal İslamcı yapıları desteklediğini ve ülkedeki rejim yandaşı İranlılar
üzerinden İslam İnkılâbı propagandası yaptığını ileri sürmekteydi. Aynı zamanda
Türkiye içinde rejim muhalifleri ile İran gizli servisi arasında yaşanan çatışmaları
da tehlikeli bulmaktaydı.246 Bunun yanında ASALA militanlarının eylem gerçekleş-
tirebildiği tek İslam ülkesinin İran olması da Türkiye’yi rahatsız etmekteydi.247
İdeolojik kutuplaşma Ayetullah Humeyni’nin 1989’da ölmesi ile gündemden kısa
süreliğine düşse de 1990’larda çok daha şiddetli bir biçimde kriz alanı olarak iliş-
kileri meşgul edecektir.
İran-Irak savaşı başlayınca Türkiye tarafsızlığını ilan etmiş ve her iki kom-
şusu arasında dengeli bir dış politikaya oluşturmaya çalışmıştır. Savaş esnasında
İran’a uygulanan uluslararası yaptırımlara da katılmamıştır.248 İdeolojik bağlamda
taraflar arasında kriz yaşanırken ekonomik ilişkiler ise tam tersine gelişme gös-
termekteydi. Bunun altında ise tarafların birbirine olan bağımlılığı yatmaktaydı.
Türkiye 12 Eylül askeri darbesi sonrasında ekonomik sıkışmışlığını aşmak için
petrole ve dış pazara, savaş halindeki İran ise batıya çıkış yolu olarak Türkiye’ye
ihtiyaç duymuştur. Şah döneminde İran ile son derece düşük seviyede seyreden
ekonomik ilişkiler 1980’li yıllarda bütün siyasî/ideolojik/dinsel karşıtlıklara rağ-
men yükselen bir eğilim takip etmiştir.249 1982 yılı Mart ayında İran ve Türkiye
gıda karşılığında günde 60–100 bin varil petrol almak üzere 1,8 milyar dolarlık bir
takas anlaşması imzalamıştır. 1982 yılı Eylül ayında Tahran’a giden Türk ekonomi
heyeti doğalgaz anlaşması yapmıştır. Bu arada savaşan iki ülke için Batı’ya ulaşan
en güvenli transit yol olarak 1983 yılına gelindiğinde Türkiye İran ve Irak’ın en
büyük ticaret ortağı haline gelmiştir. Petrol karşılığı mal ticaretine dayalı takas
anlaşması 1985’e gelindiğinde meyvelerini vermiştir. Türkiye’nin İran ile ithalatı
ve ihracatının toplamı 2 milyar doları geçmişti. Bu meyanda Türkiye İran ile eko-
nomik ilişkileri daha kurumsal bir mecraya oturtmak istemekteydi. Kurulduğun-
254 Melek Fırat; Ömer Kürkçüoğlu, “Arap Devletleriyle İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Poli-
tikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt: II 1980–2001, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2003, s.125.
255 Fırat; Kürkçüoğlu,a.e.
256 Arif Keskin, “İran-Suudi Arabistan İlişkileri ve Şii Jeopolitiği”, Stratejik Analiz, Mayıs, 2007,
s.72.
257 Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Ortadoğu, MKM Yayınları, Bursa, 2008, s.545.
258 T.C. Dışişleri Bakanlığı, Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK), (25.7.2017, çevrimiçi),
http://www.mfa.gov.tr/korfez-arap-ulkeleri-isbirligi-konseyi.tr.mfa.
709
Savaş bütün hızı ile devam ederken konu ile ilgili gerçekleştirilen Türkiye-
Suudi Arabistan görüşmelerine “anlayış” farklılığı damga vurmuştur. Kenan Ev-
ren’in Şubat 1984’teki Suudi Arabistan gezisinde İran’a baskı yapılmasına Türki-
ye’nin karşı olduğu belirtilmişti. Çünkü Türkiye İran ile Irak arasında tarafsız kal-
mak istemekteydi. Hatta bu konuda dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Suudi Ara-
bistan gezisi sonrasında arabuluculuk yapmaya hazır olduğunu açıklamıştı.259
Çünkü Türkiye’nin petrol ithalatında ilk iki sırayı İran ve Irak almaktaydı; ayrıca
İran petrolü diğer tedarikçiler ile kıyaslandığında ucuzdu.260 İran-Irak savaşı, Baş-
bakan Turgut Özal’ın 1985 Mart’ında Suudi Arabistan’a yaptığı resmi ziyaret sıra-
sında da gündeme gelmiştir.261 Türkiye’nin İran-Irak Savaşı karşısındaki tutumu,
Başbakan Turgut Özal ile Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdülaziz’in 8 Nisan
1986 tarihinde gerçekleşen görüşmelerinde yeniden gündeme gelmiş ve Kral Fahd
Özal’dan, Türkiye’nin Irak’a destek olması ve İran’a baskı yapması talebinde bu-
lunmuştur.262 Türkiye ise buna karşılık savaş sonrasında bölgede Türkiye Suudi
Arabistan, İran ve Irak arasında ekonomik işbirliği bölgesi kurulmasını önermiş-
tir.263 Sonuç olarak bu meselede Türkiye ve Suudi Arabistan farklı tezleri savun-
muşlar ve uzlaşamamışlardır.
Bulgaristan Türkleri meselesi de Türkiye’nin bölgeye yönelik politikalarını
etkilemiştir. Türkiye bu meselede başta Suudi Arabistan olmak üzere körfez ülke-
lerinin desteğini almaya çalışmıştır. Mart 1985’teki gezisinde dönemin başbakanı
Turgut Özal Suudi Arabistan’a, Bulgaristan’daki Türk azınlığa yapılan baskıların
anlatmış ve bu konuda Suudi Arabistan’dan anlayış gördüğünü ifade etmiştir.264
Türkiye’nin Suudi Arabistan ile ilişkilerinde öne çıkan bir diğer konu ise as-
keri alanlarda işbirliği olmuştur. Kenan Evren’in 21–24 Şubat 1984’teki Suudi
Arabistan ziyaretinden sonra iki ülke arasında askeri işbirliği ivme kazanmıştır.
Taraflar arasında askeri Eğitim-Öğretim ve Geçici Görev Alanlarında Ortak İşbirliği
Anlaşması” imzalanmıştır.265 Anlaşma uyarınca, Suudi subayların Türk askeri
okullarında kursiyer olarak eğitim görmesi, Türk eğitmenlerinin geçici görevlerle
Suudi Arabistan’da bulunarak Suudi subaylara eğitim vermeleri mümkün olacaktı.
Anlaşma ayrıca Türkiye’nin Suudi Arabistan’a hafif silah, avcı botları ve askeri
gemiler ihraç etmesini de öngörmekteydi.266 Bu anlaşmanın ardından Temmuz
259 “Evren: İran-Irak Savaşı İçin Her Girişimi Yapmaya Hazırım”, Cumhuriyet, 26 Şubat 1984.
260
“Petrol İthalatının Yüzde 40’ını Ucuz İranHata! Yer işareti tanımlanmamış. Petrolü Oluşturu-
yor”, Cumhuriyet, 26 Temmuz 1984.
261 Ahmet Tan, “Özal Umutlu”, Cumhuriyet, 19 Mart 1985.
262 “Fahd İran’a Baskı İstedi”, Cumhuriyet, 09 Nisan 1986.
263 “Özal’ın Yeni Önerisi Dörtlü Ekonomik Bölge”, Milliyet, 10 Nisan 1986.
264 Ayın Tarihi, 17 Mart 1985.
265 Fırat; Kürkçüoğlu, a.e., s.126.
266 A.e.
710
1984’te Türk askeri heyeti Suudi Arabistan’a gitmiş Suudi Arabistan’a F–16 savaş
uçaklarının ortak üretimi için şirket kurulması, ortak denizaltıların Türkiye’de
üretilmesi ve askeri makine ve kimya alanlarında işbirliğine dair öneriler sunmuş-
tur.267 Ardından Eylül ayında bir Suudi askeri heyeti de Türkiye’ye gelmiştir.268
Aynı dönemde Türkiye, Kuveyt ile de askeri işbirliğine başlamıştır.269 Söz konusu
askeri işbirliği İran tarafından kendisine yönelik algılanmıştır. SSCB ise bu işbirli-
ğinin ABD güdümünde olduğunu ileri sürmekteydi.270
Taraflar arası ekonomik ilişkilerle ilgili olarak 20–22 Aralık 1983 tari-
hinde Suudi Arabistan Maliye ve Millî Ekonomi Bakanı’nın Türkiye ziyareti
sırasında taraflar arası Karma Ekonomik Komisyon toplantısında çeşitli alan-
larda işbirliği kararı alınmıştır. Buna göre; ekonomik ve kalkınma işbirliği,
teknik işbirliği ve hizmetler, ticaret ve sınaî işbirliği, ulaştırma ve haberleşme,
özel sektörler arası işbirliği çalışma komisyonları oluşturulmuştur. 271 Toplantı-
larda tarafların ekonomik ilişkilerin geçmişi ve gelecekteki işbirliği imkânları
ele alınmıştır. Ayrıca Türk müteahhitlerine Suudi Arabistan’ın kolaylık göster-
mesi ve Türkiye’den işçi akımının hızlandırılması konuları tartışılmıştır. 272
Kenan Evren’in 1984’teki gezisinde “Türk-Suudi Ortak Yatırım Şirketi” için
Hükûmet teşviki sağlanması konusunda da ilke kararına varılmıştır. 273 Ziyaret
meyvesini vermiş Türk şirketleri Suudi Arabistan’dan ihale almaya başlamış-
lardır.274 Dönemin Türkiye başbakanı Turgut Özal’ın 16 Mart 1985’teki Suudi
Arabistan ziyaretinin de ana gündemi ekonomi olmuştur. Taraflar arası görüş-
melerde düşen ticaret hacminin yükseltilmesi ve 1985 yılı sonunda bir milyar
dolar ticaret hacmine ulaşılması hedefleri tartışılmıştır. 275
267 Orhan Tokatlı, “F-16’ların Her Büyük parçası İçin Ayrı şirket Kurulacak”, Milliyet, 23 Temmuz
1984.
268 “Prens Abdülaziz: İran-Irak Savaşı Büyük Tehlikeye Gebe”, Cumhuriyet, 13 Eylül 1984.
269 Fırat; Kürkçüoğlu, a.e., s.126
270
A.e.
271 “Türkiye-Suudi Arabistan Karma Ekonomik Komisyonunun Birinci Dönem Toplantılarının Müş-
terek Zaptı”, Resmi Gazete, 29 Şubat 1984.
272 A.e.
273 Fırat; Kürkçüoğlu, a.e.,s.126.
274 “Tefken İnşaat 71 milyon dolarlık İki İhale Kazandı”, Cumhuriyet, 14 Haziran 1984; “Ermes
İnşaat S.Arabistan’da Dört İhale Kazandı”, Cumhuriyet, 23 Haziran 1984.
275 “Çölde Zirve”, Milliyet, 18 Mart 1985.
711
Tablo 4: 1980-1989 Yılları arasında Türkiye’nin Suudi Arabistan ile İhracat
ve İthalatı
Yıl İhracat (Dolar) İthalat (Dolar)
1980 43.566.531 105.830.778
1981 187.427.546 410.389.500
1982 357.887.802 494.551.201
1983 364.706.739 268.793.137
1984 378.036.995 215.759.337
1985 430.123.249 226.230.811
1986 357.630.572 175.730.671
1987 408.400.556 168.054.656
1988 359.178.537 228.659.876
1989 364.033.092 211.975.469
Kaynak: TÜİK, 2017
Türkiye’nin Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri ile gelişen
ilişkileri iç politika üzerinde de ciddi sonuçlar doğurmuştur. Gazeteci Uğur Mumcu
tarafından ortaya çıkarılan Rabıta vakası bunlar içinde en önemli olanıdır. 1982–
1984 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Batı Avrupa’da görevlendirilen
personelinin maaşlarının Suudi Arabistan menşeli El-Emanet-ül Ammeli Rabıtatil
Alem-il İslami (World Muslim League- Dünya İslam Birliği) örgütü tarafından
ödenmiştir. Konu önce başta dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından
reddedilse de dönemin başbakanı Bülend Ulusu personel maaşlarının Rabıta örgü-
tü tarafından ödenmesine izin veren bir bakanlar kurulu kararnamesinin var ol-
duğunu açıklamıştır.276 Dönemin başkanı Turgut Özal Rabıta örgütü ile anlaşma-
nın döviz kıtlığı nedeniyle yapıldığını Rabıta’nın dünyanın her tarafındaki Müslü-
manlara yardım ettiğini ifade etmiştir.277
Suudi Arabistan ile ilişkiler çerçevesinde Türkiye’nin iç politikasını etkile-
yen diğer vakalar ise yabancıların mülk edinmesine izin verilmesi ve özel finans
kuruluşlarının (şimdi katılım bankası olarak bilinen kuruluşlar) açılması konuları-
dır.278 Turgut Özal Hükûmeti güvenoyu aldıktan hemen sonra özel finans kuruluş-
larına ait kararnameyi çıkartmıştır. Söz konusu kararnamede en dikkat çekici nok-
ta bu kuruluşların tasfiye işlemlerinde Türk Ticaret Kanunu ve İcra İflas Kanu-
nu’na tabi olmamalarına izin verilmesiydi. Böyle bir hal olduğunda nasıl bir uygu-
lama tatbik edileceğine karar verecek mercii başbakanlık olacaktı. Bu sayede Suu-
287 “Kudüs’ün İsrail’in Başkenti Yapılması Kesinleştirildi”, Cumhuriyet, 31 Temmuz 1980; “Tel-
Aviv Maslahatgüzarı Geri Çağrıldı Arap Temsilciler Ecevit’i Ziyaret Etti, Cumhuriyet, 01 Ağus-
tos 1980.
288 “Lübnan Bunalımı Ağırlaşıyor”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 1980.
289 “İsrail Irak’ta Nükleer Santrali Bombaladı”, Cumhuriyet, 09 Haziran 1981.
290 “İsrail Hükûmeti Golan’ı da İlhak Etti”, Cumhuriyet, 15 Aralık 1981.
291 “İsrail Tankları Lübnan’a Girdi”, Cumhuriyet, 06 Haziran 1982.
292 “Filistin Kamplarında Katliam”, Milliyet, 19 Eylül 1982.
293 UN General Assembly, The Situation in the Occupied Arab Territories, Ninth Emergency
Special Session, 05 Şubat 1982, (çevrimiçi, 19.07.2016), http://www.un.org/en/ga/search/ vi-
ew_doc.asp?symbol=A/ES-9/PV.12.
294 Sönmezoğlu, a.e., s.449; “İsrail İşgüderi: FKÖ kamplarında Türk ve Ermeni Teröristler Yakalan-
dı”, Cumhuriyet, 16 Haziran 1982.
295 Denis Ojalvo, “Sabra ve Şatila Kamplarında Ne Oldu?”, Şalom, 28 Eylül 2016; Nezih Tavlaş,
“Türk-İsrail Güvenlik ve İstihbarat İlişkileri”, Avrasya Dosyası: İsrail Özel, Cilt:5, Sayı:1, İlk-
bahar 1999, s.87-88.
296 Ergun Balcı, “Türkiye ve Alexander Haig”, Cumhuriyet, 31 Ocak 1984; Sedat Ergin, “Türkiye
ile İsrail Yakınlaşmalı”, Cumhuriyet, 31 Mart 1984.
714
ye-İsrail ilişkilerinin de gelişmeye başladığı söylenebilir. Tabii bu düzelmenin Tür-
kiye’de baş gösteren PKK terörü ile yakından ilgisi olduğu da açıktır. Terör arttık-
ça, buna bağlı olarak, Türkiye’nin güvenlik ve istihbarat ihtiyacı da artmış; bölge-
nin en derinlikli istihbarat ağına ve modern silahlarına sahip İsrail ile ilişkiler ya-
kınlaşmıştır.297
İsrail ile ilişkilerinin “belli bir seviyede” tutulmasının altında yatan bir diğer
neden ise Ermeni ve Yunan lobilerinin ABD dış politikası üzerindeki etkileri idi.
1980’lerden itibaren iki lobiye karşı Yahudi lobisinin kullanılması Türkiye’nin
ABD’ye yönelik dış politikasının ana yaklaşımlarından biri haline gelmiştir.298
Diğer taraftan seksenlerin sonuna doğru Türkiye’nin PKK’ya verdiği destek
yüzünden ve Dicle-Fırat sularının paylaşımı nedeni ile Suriye ile ilişkileri ciddi
oranda bozulmuştu. Benzer bir şekilde su meselesi dolayısıyla Irak ile ilişkiler
iyiye gitmemekteydi. Ayrıca İran’ın rejim ihracı buna karşıt olarak Suudi Arabis-
tan’ın Sünni örgütleri desteklemesi dolayısıyla bölgede İslamcı hareketlerin yayıl-
ması Türkiye’deki laik kesimi ve Türk silahlı kuvvetlerini endişelendirmekteydi.299
Bu nedenlerle de İsrail bir denge unsuru olarak görülmeye başlanmıştı.
1980’li yıllarda Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini geliştirmesinde 1960’lı yıl-
larda benimsediği Arap yanlısı politikanın başarısızlığının da etkisi vardı. Türkiye
destek verdiği Filistin meselesine karşılık Filistinli Araplardan bir karşılık göre-
memiştir.300 Hatta tam tersine Türkiye’ye karşı faaliyet gösteren ASALA ve PKK
başta olmak üzere çeşitli silahlı örgütler FKÖ kamplarında eğitim almaktaydı. BM
zemininde Kıbrıs meselesinde Türkiye karşıtı tezler Araplar tarafından destek-
lenmekteydi.
1985 yılından itibaren Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri yakınlaşmaya başlamış-
tır. 1986 yılında İsrail, Ankara’ya maslahatgüzar atamış, buna karşılık Türkiye ise
Tel-Aviv’e genel müdür kadrosundan bir diplomat göndererek de-facto karşılık
vermiştir.301
Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini geliştiren bir diğer unsur ise 1980’li yıllarda
ABD’deki Ermeni toplumu ve lobisinin sözde “Ermeni Soykırımı”nın tanınması için
gerçekleştirdiği çabalar olmuştur. 1984 yılından itibaren ABD Temsilciler Mecli-
si’ne gelmeye başlayan sözde “Ermeni Soykırımı” tasarıları olmuştur. Türkiye bu
tasarıların ABD Temsilciler Meclisi’nden geçmemesi için Yahudi lobisi ile işbirliği
geliştirmeye başlamıştır.302
297
Gencer Özcan, “Türkiye-İsrail ilişkileri”, (ed.) Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikasının Anali-
zi, Der Yayınları, İstanbul, 2004, s.339.
298 Türel Yılmaz, Türkiye-İsrail İlişkileri: Tarihten Günümüze, Akademik Ortadoğu, Cilt 5, Sayı:1,
2010, s.15.
299 Sönmezoğlu, a.e., s.450.
300 A.e.
301 Özcan, a.e., s.339.
302 Tavlaş, a.e., s.92.
715
Aralık 1987 ise Filistin hareketi için dönüm noktası olmuştur. İsrail’in
operasyonları sonucunda Lübnan’da çıkartılan ve Tunus’tan örgütü idare eden
Yaser Arafat, İsrail işgali altındaki Batı Şeria ve Gazze Şeridi bölgelerinde “İntifa-
da” denilen ve İsrail işgalinin sona bitirilmesine yönelik halk ayaklanmasını baş-
lattığını ilan etti.303 Türkiye, İsrail’in İntifada’ya karşı sert tutumunu eleştirmiş
ve ilişkilerde bir duraklama yaşanmıştır. Öte yandan İntifada ile uluslararası
dikkati üzerine çeken Filistin meselesinde bir diğer önemli aşama ise Ürdün Kra-
lı Hüseyin’in İsrail işgali altındaki Batı Şeria ve Gazze Şeridi üzerindeki “hüküm-
ranlık” haklarını Filistin halkına devretmesi olmuştur.304 Bu gelişmenin ardından
sürgündeki Filistin Hükümeti, 15 Kasım 1988’de Filistin Devleti’nin kurulduğunu
ilan etti.305 Türkiye ise bazı Arap devletlerinden bile önce Filistin Devletini tanı-
mıştır. Tabii bu tanıma işleminde Türkiye bir bakıma ilişkilerinde var olan Arap-
İsrail ikiliğinde dengeyi sağlamış oluyordu. 306 Zira İsrail 1948’de kurulduğunda
varlığını tanıyan ilk Müslüman devlet Türkiye idi. Şimdi ise Filistin’i tanıyan ilk
NATO üyesi devlet olmuştu. Konu ile ilgili olarak dönemin Türkiye Cumhuriyeti
başbakanı Turgut Özal;
“Kardeş Filistin halkının öteden beri yegâne meşru temsilcisi olarak tanı-
dığımız Filistin Kurtuluş Örgütü’nün öncülüğünde Filistin Ulusal Konseyi’nde
izlediği gerekçe ve yapıcı turumun bir sonucu olarak değerlendirdiğimiz bu ka-
rarı, destekliyor, kurulduğu ilan edilen bağımsız Filistin Devletini tanıyor, bu
kararların Filistin davasının geleceği açısından olduğu kadar, bölgede, tüm taraf-
ların barış ve güvenlik içinde yaşamlarını mümkün kılacak adil ve kalıcı bir barı-
şın tesisi yönünden de hayırlı olmasını içtenlikle diliyoruz” açıklamasını yapmış-
tı.307
Bununla beraber Türkiye İsrail ile ilişkilerde dengeyi gözetmeye devam
etmiştir. 1989’da BM Genel Kurul’u açılışında mutad olarak gerçekleşen İsrail’in
toplantıya alınmamasına dair oylamada daima çekimser oy kullanan Türkiye bu
defa hayır oyu vermiştir.
İsrail ile 1980’ler de ekonomik ilişkilerin çok yoğun olmasa da düzenli
bir seyir takip ettiğini söylemek mümkündür. Karşılıklı ticari ilişkide Türkiye’nin
ithalatı ihracatından yüksek seyretmiştir. Türkiye’nin ihracatı tarımsal ürünler
ağırlıklı olmuş, İsrail’den ise kimyevi ve teknolojik mallar ithal etmiştir.
303 İlan Pappe, Modern Filistin Tarihi, Phoneix Yayınları, Ankara, 2007, s.329.
304 Ali Öner, Dünden Bugüne Filistin, Ekin Yayınları, İstanbul, 2006, s.109.
305 Sabetay Varol, “Filistin Tarihinde Yeni Sayfa”, Cumhuriyet, 15 Kasım 1988.
306 Sönmezoğlu, a.e., s.451.
307 “Türkiye Tanıdı”, Cumhuriyet, 15 Kasım 1988.
716
Tablo 5: 1980–1989 Yılları arasında Türkiye’nin İsrail ile Ekonomik İlişkileri
İthalat
Yıl İhracat (Dolar)
(Dolar)
1980 7.546.155 31.909.606
1981 8.897.866 14.861.511
1982 7.657.214 26.169.666
1983 10.501.646 31.737.432
1984 8.516.621 32.420.194
1985 12.443.986 33.373.500
1986 22.255.665 33.723.021
1987 21.683.505 39.684.308
1988 40.819.754 49.976.002
1989 30.798.816 60.568.853
Kaynak: TÜİK, 2017
4.1.1980–1983 Dönemi
19 Mayıs 1979’da BM Genel Sekreteri Kurt Waldheim’in gözlemciliği altında
Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) Başkanı Rauf Denktaş ve Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi Başkanı Spyros Kyprianou arasında On Nokta Anlaşması imzalanmıştı.308
Denktaş anlaşmadan sonra Rum tarafı ile aralarında ciddi yaklaşım farklılıkları
308 Necati Ertekün, The Cyprus Dispute and The Birth of the Turkish Republic of Northern
Cyprus, K.Rustem&Brother, Oxford, 1984, s.77.
717
olduğunu ve bunları toplumlararası görüşmelerde ele alacaklarını ifade etmiş-
tir.309 Anlaşma taraflar arasında şu ilkeler üzerinden bir görüşme yol haritası be-
lirlemekteydi:310
i. Toplumlararası görüşmelere 15 Haziran 1979’da başlanacaktır,
ii. Görüşmelerin temeli 12 Şubat 1977 görüşmeleri ilkeleri ve BM’nin Kıb-
rıs meselesi ile ilgili aldığı kararlar olacaktır.
iii. Cumhuriyet’in bütün yurttaşlarının insan hakları ve temel özgürlükle-
rine saygı gösterilecektir,
iv. Görüşmelerde anayasa ve toprak meseleleri ele alınacaktır.
v. Maraş’ın BM gözetiminde tekrar yerleşime açılması konusunda anlaş-
maya öncelik verilecektir. Aynı anda görüşmeciler anayasa ve toprak
meselelerini ele alacaklardır. Maraş konusunda bir anlaşmaya varıldık-
tan sonra Kıbrıs meselesinin diğer yönlerinin çözümünü beklemeksizin
bu anlaşma uygulanacaktır.
vi. Taraflar görüşmelerin sonucunu tehlikeye atabilecek herhangi bir dav-
ranıştan kaçınacaktır. Taraflar iyi niyet, karşılıklı güven ve normal ko-
şullara dönüşü sağlayacak ilk adımları atmaya özel önem vereceklerdir.
vii. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin askerden arındırılması tasarlanmıştır. Bu konu
ile ilgili meseleler müzakere edilecektir.
viii. Cumhuriyet’in bağımsızlığı, egemenliği, toprak bütünlüğü, bağlantısız-
lığı, başka bir devletle tamamen ya da kısmen birleşmeye karşı ve her-
hangi bir biçimde taksime ya da ilhaka karşı yeterli garantiye kavuştu-
rulmalıdır.
ix. Toplumlararası görüşmeler ertelemeden kaçınılarak sürekli ve kararlı-
lık içinde yürütülecektir.
x. Toplumlararası görüşmeler Lefkoşa’da gerçekleştirilecektir.
Denktaş on madde üzerinden gerçekleşecek müzakerelerde iki toplumlu, iki
kesimli Kıbrıs Cumhuriyeti tezinden vazgeçmeyeceklerini söylemiştir.311 Taraflar
arasında Haziran ayı içinde görüşmeler yeniden başlamış ancak “ayrılma hakkı” ve
“kendi kaderini tayin hakkının” toplumlar tarafından ne şekilde kullanılabileceği-
ne dair federal sistemin tesisi, Maraş kenti, anayasa ile toprak sorunları üzerinde
anlaşma sağlanamamış ve görüşmeler bir hafta sonra kesilmiştir.312 Görüşmelerin
309
İzzet Rıza Yalın, “Toplumlararası Görüşmeler Haziran’da Kıbrıs’ta Başlıyor”, Cumhuriyet, 20
Mayıs 1979;
310 Ertekün, a.e., s.360.
311 “Denktaş: Maraş İçin Kuşkulanılmamalı”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 1979.
312 “Türk Tarafı Bugün Başlayacak Toplumlararası Görüşmelerde KTFD’nin Eşit Hak Statüsünü
Savunacak”, Cumhuriyet, 15 Haziran 1979; İzzet Rıza Yalın, “Türk Tarafı Maraş İçin Anlaşma-
larla Kesinleşecek Bir geçici Statü Öngörüyor”, Cumhuriyet, 16 Haziran 1979; “Kıbrıs Rum Ta-
rafı üç Yıl Önce Kabul Ettiği İki Bölgeli Federal Çözümü Şimdi Reddediyor”, Cumhuriyet, 23
718
çıkmaza girdiği bu dönemde BM Genel Kurulu 20 Kasım 1979’da aldığı 34/30 sayı-
lı karar313 ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı, egemenliği, bağlantısızlığının
desteklendiğini vurgulamakta; Kıbrıs Cumhuriyeti’nden bütün yabancı askerlerin
çekilmesi ve toplumlararası görüşmelerin “On Nokta Anlaşması” çerçevesinde
başlatılmasını istemekteydi.314
Toplumlararası görüşmeler, Kurt Waldheim’in girişimleri sonucu 9 Ağustos
1980’de Londra’da gerçekleştiren açılış toplantısı ile yeniden başlamıştır. Taraflar
arası müzakereler ise 16 Eylül’de gerçekleştirilmiştir.315 Lefkoşa’daki görüşmeler-
de Rum tarafı iki bölgeli iki toplumlu federal devlet önerisini kesin bir şekilde red-
detmiştir. Rum tarafı Maraş ve Magosa limanı bölgelerinin kendilerine kesin ola-
rak devrini istemiştir316. Bunun yanı sıra federe devletin yetkileri hususunda da
taraflar arasında ciddi bir uyuşmazlık mevcuttu.317 Toplumlararası görüşmeler
devam ederken Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesi gerçekleşmiştir. KTFD
başkanı Rauf Denktaş Ekim ayının sonlarında Türkiye’ye bir gezi düzenlemiş; dö-
nemin Türkiye Başbakanı Bülend Ulusu, Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve
Dışişleri Bakanı İlter Türkmen ile görüşmüştür. Evren görüşmede Türkiye’nin
Kıbrıslı Türklerin yanında olduğu belirtmiş ve açıklamasında şunları ifade etmiş-
tir:318
“Anavatan daima sizlerin yanınızdadır ve evvelden beri tekrar ettiğimiz gibi
iki toplumlu, iki bölgeli, federatif bir sisteme kavuşması ve Türk toplumunun da
geleceğinin güvence altına alınması bizim için başta gelen şartlar oluyor. Bunların
tahakkuku için başlatılan bu görüşmelerin başarı ile devam etmesi ve kesin bir
sonuca ulaşması bizim de arzumuzdur. Bu konuda bizim tarafımızdan yapılacak
her türlü yardım muhakkak gerçekleştirilecektir. Bundan emin olabilirsiniz.”
Öte yandan toplumlararası görüşmelerin devam ettiği sırada Türkiye, Kıbrıs
meselesinin çözümünde mini-anlaşma yöntemi ile Maraş ve güven artırıcı önlem-
ler başlıklarının ilk elde çözülmesine yönelik bir eğilim sergilemeye başlamıştır.319
Ankara’nın bu tutumunun altında Yunanistan ile yumuşayan ilişkiler ve ABD’nin
Rogers planındaki girişimleri olduğu söylenebilir. Ancak, Türkiye’nin söz konusu
Haziran 1979; Hüner Tuncer, Özal’ın Dış Politikası (1983–1989), Kaynak Yayınları, İstanbul,
2015, s.62–63.
313 Söz konusu karar 5 aleyhte (Türkiye, Pakistan, Bangladeş, Cibuti, Suudi Arabistan); 35 çekimser
oya karşı 99 kabul oyu ile geçmiştir. Bkz: Tuncer, a.e.
314 34/30 Question of Cyprus, 20 November 1979, (çevrimiçi, 07.08.2017), http://www.
un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=A/RES/34/3.,
315 “Kıbrıs’ta Toplumlararası Görüşmeler Başladı”, Cumhuriyet, 17 Eylül 1980.
316 “Kıbrıs Rumları Magosa Dâhil Maraş Kentini Çevresi ile Birlikte İstediler”, Cumhuriyet, 18
Eylül 1980.
317 Tuncer, a.e., s.63.
318 “Kıbrıs’ta Görüşmelere Her Türlü Yardımı Esirgemeyeceğiz”, Cumhuriyet, 25 Ekim 1980.
319 Sedat Ergin, “Ankara Kıbrıs’ta Mini Anlaşmaya Gidilmesi Eğiliminde”, Cumhuriyet, 23 Kasım
1980.
719
tutumunun Kıbrıs Türk tarafının elini zayıflatacağı, Maraş olmaksızın anayasa ve
toprak pazarlıklarının Türk tarafının aleyhine gelişeceği ortaya çıkınca Türkiye bu
yaklaşımdan vazgeçmiştir. Bununla beraber toplumlararası görüşmeleri tıkayan
bir diğer mesele ise Rum-Yunan tarafının önerdiği tezlerin “Enosis” sonucu do-
ğurmasıydı.320 Bu nedenle aksayan görüşmeler KTFD’de gerçekleştirilen başkanlık
ve yasama meclisi seçimlerinin ardından yeniden başlamıştır. Türk tarafı, 5 Ağus-
tos 1981’de anayasa önerilerini bir anayasa metni taslağı ve toprak konusundaki
önerilerini de iki farklı harita üzerinden sunmuştur. Türk tarafı tartışılabilir öneri-
lerinin nihai bir anlaşmaya ulaşılması halinde geçerli olduğunu belirtmiştir.321
Kıbrıs Türk tarafının Rum tarafına önerileri topluca beş başlıkta derlenmişti. Bun-
lar a- KTDF sınırlarını gösteren haritalar; b-Maraş’a ilişkin harita; c-Anayasa tasla-
ğı; ç-Güvenlik konuları; d- Garantiler idi.322 Fakat Rum tarafı “Türk otoritelerinin
önerilerinin Kıbrıs meselesinin çözümünde bir temel teşkil etmeyeceğini” ifade
etmişti. Ayrıca iki toplumlu yapıya karşı olmamakla beraber, konfederalizme yakın
ve iki devletli çözümleri kabul etmeyeceklerini de açıklamışlardı.323 Bu görüşme-
lerde de nihai bir sonuca ulaşılması mümkün olmamıştır.
1982 yılında BM Genel Sekreterliği görevine gelen Perez de Cuellar toplum-
lararası görüşmelerin başlatılması için girişimlerde bulunmuş ancak başarılı ola-
mamıştır. Görüşmelerin çıkmaza girmesinin en önemli sebebi ise bilhassa Yuna-
nistan ve Rum tarafının Kıbrıs meselesini uluslararası platforma taşıması ve soru-
nun bu biçimde ele alınmasına yönelik stratejileridir. Kıbrıs Rum tarafının ve Yu-
nanistan’ın, Kuzey Kıbrıslı Türklerin uluslararası platforma erişim güçlüğünü ken-
dileri açısından bir avantaj olarak gördüğü de açıktı.324 Bunun yanı sıra Rum-
Yunan tarafı Türk askerinin adadan çekilmesine yönelik bir kampanya da başlat-
mıştı.325 İşte bu şartlar altında toplumlararası görüşmeler önemini kaybetmeye
başlamıştır.
Güney Kıbrıs’ta Şubat 1983’te AKEL’in desteği ile Kypriaonu’nun yeni bir
beş yıllık dönem için Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Yunanistan Başbakanı
Papandreu ile yaptığı görüşmede Kıbrıs meselesinin çözümünde uluslararası or-
tamda ağırlığın Türk askerinin adadan çekilmesine verilmesi konusunda iki taraf
anlaşmıştır. Rum-Yunan tarafı açısından Türk askeri adadan çekildiği vakit silahlı
kuvvet korumasından mahrum kalacak Kıbrıs Türk tarafı Rum tarafının istediği
çözüme “ikna” edilebilirdi. Bunun yanı sıra Rum tarafı Hindistan’ın başkenti Yeni
320
Tuncer, a.e., s.63.
321 Faruk Sönmezoğlu, II. Dünya Savaşından Günümüze Türk Dış Politikası, Der Yayınları, İs-
tanbul, 2006, s.413.
322 Tuncer, a.e., s.63.
323 “Rumlar Toprak Bütünlüğü İstiyor”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 1981.
324 Sevil Ertuğrul, Kıbrıs Sorunu ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreterlerinin Çözüm Önerileri,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2012, s.235-236.
325 A.e., s.237.
720
Delhi’de düzenlenen 7. Bağlantısız Ülkeler Zirve Konferansı’na Kıbrıs Cumhuriyeti
Hükümeti olarak katılmış ve sonuç bildirgesinin Kıbrıs ile ilgili kısmında kendi
tezlerine yakın görüşlerin yer almasını sağlamıştır.326
Kıbrıs meselesinde Rum-Yunan tarafının politikalarının meyvelerini verdiği
BM Genel Kurulu’nun 13 Mayıs 1983 tarih ve 37/253 sayılı kararı ile görülecektir.
Söz konusu karar Rum tezlerine yakın ifadeler içermekteydi. Kararda; 01 Kasım
1974 tarih ve 3212(XXIX) sayılı karar hatırlatılıyor; 12 Şubat 1977 ve 19 Mayıs
1979 yılındaki doruk toplantılarında ortaya çıkan anlaşmalara atıf yapılarak Kıb-
rıs’ın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi çağrısı yapılmaktaydı.
Adanın “işgalinin” kabul edilemez olduğu ve adanın yabancı askerden ve silahtan
tamamen arındırılması gerekliliği tekraren tasdik edilmekteydi.327 Kıbrıs Türk
tarafı ise görüşmeler sürecinde dahi BM Genel Kurulu zemininde kendisini ifade
şansı bulamamıştı.
Bu kararın ardından Türkiye söz konusu kararın tek yanlı olduğunu ve Türk
askerinin adada Kıbrıslı Türkleri Rum baskısından korumak için bulunduğunu ve
karar metninin kabul edilemez olduğu açıklamasını yapmıştır.328 Kıbrıs Türk tarafı
ise bundan sonra görüşmelere katılmayacağı deklare etmiştir.329 Bu gelişmenin
ardından Rauf Denktaş bağımsızlık ilanından söz etmeye başlamıştır. Ancak Tür-
kiye’nin araya girmesi ile kısa süreliğine tavrını yumuşatmıştır.330 Rum tarafının
Kıbrıs meselesini uluslararası platforma taşıma stratejisinde ne kadar başarılı
olduğu ise 15 Haziran 1983 tarih ve 534 sayılı BM Güvenlik konseyi kararı görül-
müştür. Söz konusu kararda Rum tarafından Kıbrıs Hükümeti olarak bahsedilmek-
teydi.331 Bu meyanda Rum tarafı uluslararası platformda Kıbrıs’ın tamamının tem-
silcisi olarak addedilme yolunda bir basamağı daha çıkmıştı. Kararın görüşmeleri
sırasında Türkiye Kıbrıslı Rumların Kıbrıs Hükümeti olarak addedilmesini şiddetle
reddettiğini belirtmiştir.332
Bu minvalde toplumlararası görüşmelerde bir gelişme olmayacağı ve ulusla-
rarası alanda Rum tezlerine verilen desteğin artmasından mütevellit Kıbrıs Türk
tarafı bir çıkar yol aramaya başlamış ve KTFD Meclisi 17 Haziran 1983’te Kıbrıs
333 Sabahattin İsmail, 150 Soruda Kıbrıs Sorunu, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 1998, s.172-175.
722
zorla mahrum bırakılması iki toplum arasında…kalıcı çözüme ulaşmayı
zorlaştırdığı meydandadır.
viii. …Kıbrıs Türk halkı hürriyet ve güvenliğini korumaya karalıdır.
Bu gerçekler altında ….meclisimiz aşağıdaki kararları alır:
…Kıbrıs Türk halkı kendi topraklarında …kendi varlığı…hak ve hürriyetle-
rini korumaya kararlıdır.
Kıbrıs Türk halkının güvenliğini tam olarak korumaya yetmeyecek, onu
eskiden uğradığı saldırılara, teröre, insanlık dışı ayrımlara ve baskılara
yeniden uğrama tehlikesine düşürebilecek herhangi bir çözüm şeklini Kıb-
rıs Türk halkı reddeder, Kıbrıs meselesine Kıbrıs Türk halkının iradesi dı-
şında hiçbir çözüm bulunamaz
Kıbrıs Türk Halkı tarafından seçilmemiş, Kıbrıs Türk halkını hiçbir şekilde
temsil etmeyen ve Kıbrıs Türk halkı adına konuşma hakkına hiçbir şekilde
sahip olmayan Rum yöneticileri, Kıbrıs Türk halkının gıyabında, hür irade-
si dışında alınmış veya alınabilecek herhangi bir kararı ona empoze ede-
mez.
Kıbrıs Türk halkı kendi kaderini bizzat kendi tayin etme hakkına sahiptir.
Bu hak hiçbir surette ortadan kaldırılamaz.
Yukarıdaki dördüncü maddedeki hakkımızı kullanmaya zorlandığımız
takdirde doğacak sonuç, Denktaş-Makarios ve Denktaş-Kypriaonu Doruk
Anlaşmalarında belirtilen esaslar çerçevesinde öngörülen ve iki ulusal top-
luma dayalı, iki kesimli, bağımsız, bağlantısız bir Cumhuriyetin eşit şart-
larda görüşmeler yoluyla gerçekleştirilmesine engel teşkil etmez.
Öte yandan BM Genel Sekreteri 1983 ortalarından itibaren toplumlararası
görüşmelerin yeniden canlandırılması amacıyla girişimlere başlamıştır. Genel Sek-
reter selefi Kurt Waldheim döneminde Kıbrıs meselesinin çözümüne dair Türk ve
Rum taraflarının sunmuş olduğu çözüm önerileri üzerinden geliştirilen “Değerlen-
dirme Çalışması”nda sonuca bağlanmayan konulara ilişkin “Yol-Göstericiler” ola-
rak bilinen çözüm önerileri getirmiştir. Genel Sekreter; yasama, yürütme ve yargı
olarak üç temel alana ait görüşlerini taraflarla paylaşmıştır. Genel Sekreter’in planı
Türk tarafından topraklarda; Rum tarafından ise anayasal mekanizmalarda taviz
almak suretiyle meselenin çözülmesiydi.334 Müteakiben Rauf Denktaş Genel Sekre-
ter’in konu ile iyi niyet çerçevesinde ilgilenmesini kabul ettiğini ve toplumlararası
görüşmelerin karşılıklılık üzere bir çerçeveden başlatılmasını benimsediklerini
ifade etmiştir.335 Rum tarafında ise Kypriaonu Perez de Cuellar’ın önerilerine karşı
ne ret ne de kabul taktiği izlemiş bu ise Rum karar alıcıların arasını açmış ve
Kypriaonu ile ters düşen Kıbrıs Rum yönetimi dışişleri bakanı Nikos Rolandis gö-
334 Zaim M. Necatigil, The Cyprus Question and the Turkish Position in International Law,
Oxford University Press, Oxford, 1989, s.169
335 Sönmezoğlu, a.e., s.414.
723
revinden istifa etmiştir. Rolandis istifa mektubunda çözümsüzlüğün getireceği
tehlikeli sorumluluğu kimin alacağını Cumhurbaşkanına sormuştur.336 Aslında
Rolandis’in kast ettiği KTFD meclisinin kendi kaderini tayin deklarasyonunda işa-
ret ettiği bağımsız devlet ilanı durumunda Kıbrıs sorunun alacağı hal idi. Rolan-
dis’in istifasının ardından Atina ile görüşen Kypriaonu 24 Eylül’de Genel Sekre-
ter’in önerilerini kabul ettiğini açıklamıştır. Ancak Rum tarafı görüşmelerde süreci
uzatma taraftarıydı. Perez de Cuellar Kıbrıs Özel temsilcisi Hugo Gobbi’yi 14 Kasım
itibariyle görüşmelere başlaması için göndermiş fakat ertesi gün -15 Kasım
1983’de- KTFD meclisi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluş ve bağımsızlık
bildirgelerini ilan etmiştir.
Bağımsızlık bildirgesinde bağımsızlığın nedenleri ve Rumların tutumlarının
Kıbrıs Türk tarafını bu yolu kullanmaya mecbur bıraktığı izah edilmekteydi. Şöyle
ki:337
Kıbrıs’ta 20 yıldan beri vuku bulan gelişmeler ve bu gelişmelerin bugün
ulaştığı nokta, bazı gerçeklerin dünya kamuoyu önünde açıkça söylenmesini zo-
runlu hale getirmiştir.
Madde 16: Kıbrıs Türk Halkı, 1975 yılından kendi kendini yönetme zorunlu-
luğu karşısında, kendi Devletini resmen kurarken, federal bir birliğin kurulmasına
öncülük etmek amacıyla, “federe devlet” adını ve statüsünü benimsemiştir. İki
toplum liderince kabul edilen 1977 Zirve Antlaşmasında, iki toplumlu iki kesimli
bir federasyon ortak amaç olarak ilan edilmiştir. Bu amaç 1979 Zirve Anlaşmasın-
da, BM Genel Sekreteri’nin 1980 tarihli Açış Beyanın da ve 1981 tarihli Değerlen-
dirme Belgesi’nde teyid olunmuştur. Bu amaca ulaşmak için, doğrudan doğruya iki
Millî toplum arasında eşit düzeyde ve BM Genel Sekreteri’nin gözetiminde görüş-
meler yapılması tek geçerli yöntem olarak kabul edilmiştir. Adil ve kalıcı bir çözü-
me ancak bu yoldan ulaşılacağı inancı ile Kıbrıs Türk Halkı ve yöneticileri bu yön-
tem çerçevesinde içtenlikle çaba sarf etmişlerdir.
Madde 17: Kıbrıs Rum Liderliği, özellikle 1981 sonlarından beri, Yunanis-
tan’dan gelen olumsuz etkiler altında müzakere sürecini baltalamak, müzakerele-
rin dayandığı temel aşama noktalarını ve müzakere çerçevesini yıkmak niyetiyle
hareket etmiştir. Büyük çabalarla ve sabırla elde edilen anlaşma noktalarının orta-
dan kalkmaması ve müzakerelerin tehlikeye düşmemesi için Kıbrıs Türk tarafının
yaptığı uyarı ve çağrıların hepsi, mağrur bir inatla, olumsuz karşılanmıştı. Toplum-
lararası görüşmelerin devam ettiği son üç yıl boyunca Kıbrıs Türk tarafı iki kesimli
federal bir çözüm için sağlam bir temel oluşturulması amacıyla müzakere sürecine
faal biçimde yapıcı katkılarda bulunmuştur. Kıbrıs Türk tarafının savunduğu temel
görüşler, 1977 ve 1979 Zirve Anlaşmalarındaki kriterleri dikkate almış ve gerek
336 R.R. Denktash, The Cyprus Triangle, The Office of The Turkish Republic of Northern Cyprus,
New York, 1988, s.279.
337 KKTC Cumhurbaşkanlığı, (09.08.2017, çevrimiçi), http://www.cm.gov.nc.tr/Bilgi/bildirge.pdf
724
1980 Açış Beyanı, gerek 1981 BM Değerlendirme Belgesi’ndeki yaklaşımın özü ile
uyum içinde olmuştur. Kıbrıs Türk tarafı sorunun bütün yönleriyle ilgili olarak
kapsamlı öneriler sunmuş, uzlaşma yolunu açabilmek için bütün yapıcı yolları ve
yaklaşımları denemiş ve bu uğurda büyük fedakârlıklarda bulunmayı göze almış-
tır. Ancak, Kıbrıs Türk tarafının tüm iyi niyetli önerileri ve uzlaşma yolunu açabile-
cek adımları karşılıksız bırakılmıştır. Kıbrıs Türk tarafının federal bir çözüm doğ-
rultusunda süratle ilerlemesi için özlü müzakerelere hazır olduğunun birçok kez
önemle belirtilmesine rağmen, önce müzakere süreci Kıbrıs Rum tarafınca yavaş-
latılıp yozlaştırılmış ve Kıbrıs Rum Liderliği Kıbrıs sorununu Kıbrıs Türk Halkı’nın
sesini duyurmasına ve haklarını savunmasına imkân olmayan forumlara götürmek
üzere müzakere masasını terk etmiştir. Kıbrıs Rum yöneticilerinin, Kıbrıs Türk
Halkı’nı federal bir devlet yapısı içinde eşit kurucu ortak statüsünde görmek iste-
medikleri açıkça anlaşılmaktadır.
Madde 22: …b) Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanı, iki eşit halkın ve
onların kurdukları yönetimlerin, gerçek bir federasyon çatısı altında yeniden bir
ortaklık kurmalarını engellemez; tam aksine bir federasyonun kurulabilmesi için
gerekli ön şartları tamamlayarak bu yoldaki samimi çabaları kolaylaştırabilir. Bu
yolda her yapıcı çabayı göstermeğe kararlı olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
başka hiç bir devletle birleşmeyecektir…”
KKTC’nin ilanı yeni bir gelişme idi. Artık mesele iki toplum arasında değil;
KKTC tanınmasa dahi iki devlet arasında çözümlenmesi gereken bir hale dönüş-
müştü. Devlet ilanı bir bakıma Kıbrıs Rum tarafının Kıbrıs’ın tamamını temsil ettiği
iddiasına bir yanıttı. Kıbrıs Türk toplumunun Rumlar ile eşit muamele görme iste-
ğini yansıtıyordu.338
KKTC’nin ilanı Türkiye açısından da yeni bir durumdu. 06 Kasım 1983’te
Türkiye’de genel seçimler olmuş ve iktidara Turgut Özal’ın Anavatan partisi gel-
mişti. KKTC’nin ilanına Özal, 12 Eylül yöneticileri ve Dışişleri Bakanlığı aslında
sıcak bakmamaktaydı.339 Ancak Türkiye’nin bu durum karşısında KKTC’yi destek-
lemekten başka bir yolu da yoktu. İlanın ardından Türkiye hemen yeni devleti
tanıdı. Dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı İlter Türkmen KKTC’ye her türlü yapıla-
cağını açıklamış 340 ve şunları kaydetmiştir: 341
“Hükümetimiz, Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin görüşlerini daha önce
açıklamıştı. Sayın Denktaş’a görüşlerimizi etraflı bir şekilde izah etmiştik. Bugünkü
aşamaya gelinmeden, toplumlararası müzakereler yoluyla adil ve sürekli bir çö-
züm şekli bulunmasını kuşkusuz tercih ederdik. Bunu yeniden vurgulamak istiyo-
ruz. Bununla beraber, dokuz yıldır müzakerelerde bir sonuca varılmamış olmasın-
352
A.e.
353 Semra Egi Ergeneli, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin İlanı ve Kamuoyundaki Yankıları,
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1985, s.96.
354 A.e., s.102.
355 Commission of the European Communities Secretariat-General, Bulletin of the European Com-
munities, No: 11, Vol.16, Brussels, 1983, s.68.
356 “KKTC’yi Tanıma Büyükelçilik Düzeyine Çıkarıldı”. Cumhuriyet, 18 Nisan 1984.
357 A.e.
728
ilgili olarak 11 Mayıs 1984 ve 550 (1984) sayılı kararı almıştır.358 Karar;
365(1974), 367 (1975), 541 (1983) ve 544 (1983) sayılı kararlara atıfla teyit et-
mektedir. KKTC ve Türkiye arasındaki büyükelçi değişimi de dâhil olmak üzere
bütün ayrılıkçı eylemlerin kınandığı ve söz konusu işlemin geri alınması gerektiği-
ni vurgulamaktadır. Ayrıca, bütün devletlere açıkça KKTC’nin tanınmaması çağrısı
yapılmıştır.359
BM Güvenlik Konseyi’nin söz konusu kararları Kıbrıs Türklerinin uluslara-
rası ortamdan daha da yalıtılması sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle KKTC, Tür-
kiye’ye daha bağımlı hale gelmiş iki devlet arasında bütünleşme daha da artmıştır.
4.2.1984–1989 Dönemi
KKTC’nin ilanı sonrasında Kıbrıs meselesi yeni bir aşamaya geçmiştir. Yuka-
rıda da değinildiği üzere uluslararası platformda KKTC’nin ilanına dair alınan ka-
rarların tamamı Rum-Yunan tezlerini desteklemekteydi ve KKTC yasadışı ilan
edilmişti.
Öte yandan BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar toplumlararası görüşmele-
rin yeniden canlandırılması maksadıyla taraflar arasında ortak zemin yakalanma-
sına dair “Çalışma Esaslarını” taraflara sunmuş ve görüşlerini istemiştir.360 Çalış-
ma Esasları kısaca şunlardı:361
i- İki kesimli, iki toplumlu federal bir cumhuriyet kurulacaktır.
ii- Federal cumhuriyette iki meclis bulunacaktır. Alt meclis 70/30 oranı, üst
meclis ise Türk ve Rumların eşit katılımı ile oluşacaktır.
iii- Türklerin 1981’de sundukları toprak önerileri esas olarak alınıp Maraş,
Yeşilırmak, Akıncılar Rumlara bırakılacak, sınır boylarında ise Rumlar
lehine düzenlemeler yapılacaktır.
iv- İki toplum arasında güven ortamının kurulması için
Lefkoşa havaalanı Türklerle Rumlar arasında ortak işletmeye açılacaktır.
Ortak bir geçici Hükûmet kurulacaktır.
Sorunun uluslararası platformda ele alınmasına son verilecektir.
Türklere ekonomik ambargo uygulanmasın durdurulacaktır.
Toplumlararası “Yakınlaşma Görüşmeleri” 10 Eylül 1984’de New York’ta
BM Genel Sekreterinin taraflar ile ayrı ayrı görüşmesi şeklinde başlamış ve 12
358
Karar görüşme ve oylamasına ABD katılmamıştır. Bkz: Yearbook of The United Nations, 1984,
Part 1, Sec.1, Chapter 8, s.244
359 Resolution 550 (1984) of 11 May 1984, (11.08.2017, çevrimiçi), http://www.un.org/en/ga/search/
view_doc.asp?symbol=S/RES/550(1984).
360 Sönmezoğlu, a.e., s.423.
361 Zehra Yalçınkaya Cerrahoğlu, Birleşmiş Milletler Gözetiminde Kıbrıs Sorunu ile İlgili Olarak
Yapılan Toplumlararası Görüşmeler (1968–1990), T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,
1998, s.82-83.
729
Aralık tarihine kadar üç tur gerçekleştirilmiştir. Üçüncü görüşme turunda Genel
Sekreter sorunun çözümüne dair bir “ön taslak” metnini taraflara sunmuştur.
Özetle, ön taslak metnine göre; Taraflar 1977 ve 1979 zirve anlaşmalarını
kabul etmiş olacaklardı. Federal Cumhuriyet bağımsız, bağlantısız ve federal ana-
yasa açısından iki toplumlu ve toprak açısından iki bölgeli olacaktı, Federal Kıbrıs
Cumhuriyeti uluslararası kişiliğe sahip olacak ve federal Hükûmet bütün Kıbrıs
topraklarında egemenliğe sahip olacaktı; federal yasalar altında tek vatandaşlık
ihdas edilecekti. Yürütme mekanizması başkanlık sistemi; başkan Rum, yardımcısı
Türk olacaktı. 7 Rum ve 3 Türk’ten oluşacak Hükûmette kararlar alınabilmesi için
en az bir Türk üyenin olumlu oy kullanması gerekmektedir. Başkan ve yardımcısı-
nın veto hakları bulunacaktı. Yasama mekanizmasında federal devletin iki meclisli
olması öngörülmüştü. Alt mecliste 70/30 oranı üst mecliste 50/50 oranı benim-
senmişti. Hassas konuların oylanmasında her iki tarafın ayrı çoğunluğu olacaktı.
Diğer konularda basit çoğunluk benimsenmişti; ancak bu çoğunluk içinde Türk
tarafı üyelerinin sayıca %30’u bulunmalıydı. Yasaları alt meclis yapacak üst meclis
ise onay mekanizması olacaktı. Ayrıca federal devletin bütçesi ve benzer hususlar-
da “özel anayasal önlemler” (Deadlock Solving Machinery) öngörülmekteydi. Üç
Özgürlükler (dolaşım, yerleşim, mal edinme) 1977 Zirve anlaşmasının esas olacağı
benimsenmekteydi. Kıbrıs’ta konuşlandırılmış yabancı askerlerin geri çekilmeleri
için bir takvim belirlenecekti. Maraş, 05 Ağustos 1981 haritası çerçevesinde BM
denetiminde olacak ve Lefkoşa havalimanı BM denetiminde her iki kesimin ortak
kullanımına açılacaktı.362
Denktaş Türk tarafının ön taslak metnini kabul ettiğini açıklamıştı. Rum ta-
rafı ise Yunanistan’ın fikrini aldıktan sonra taslakta çeşitli değişiklikler yapmaya
çalışıyordu. Rum tarafı Cumhurbaşkanı yardımcısının veto yetkisi başta olmak
üzere çeşitli noktaları değiştirmeye çalışmış ve 08 Aralık 1984’te önerilerini BM
Genel Sekreterine sunmuştur. Kypriaonu’nunda onayı ile 17 Ocak 1985’te New
York’ta taraflar arasında Zirve toplantısı gerçekleştirilmiştir. Türk tarafı vereceği
ödünleri ve geri çekilebileceği noktayı masaya koymuştur.363 Bunlar; Kıbrıs Türk-
leri’nin güvenliği sağlandığı takdirde Türkiye’ye ait askeri birliklerinin çekilmesini
kabul etmek; KKTC’nin ilgasını kabul etmek; çeşitli toprak tavizlerinde bulunmak
idi.364 Kıbrıs Türk tarafı plana çekince koymadan kabul etmiştir. Bu çerçevede
Rum tarafı ise taslağı bütünü ile kabul ettiğini açıklamaktan kaçınmıştır. Kypriao-
nu ortada bir anlaşma değil “gündem taslağı” olduğunu ifade etmiştir. Aslında Rum
tarafı zirve öncesinde üzerinde mutabakata varılan “topluluklara eşit statü”, “iki
kesimlilik” gibi temel konuları tartışmaya açmayı amaçlıyordu.365 Fakat bunlar
362 Andrew Fauld, Excerpta Cypria for Today, K.Rustem and Brother, London, 1988, s.191–194.
363 Cengiz Çandar, “Zirve Çekişmeli Başladı”, Cumhuriyet, 18 Ocak 1985.
364 Cerrahoğlu, a.e., s.87
365 Sönmezoğlu, a.e., s.425.
730
Türk tarafının tartışmayacağı başlıklardı. Sonuç olarak zirve başarısızlığa uğramış-
tır. Konu ile ilgili açıklama yapan Denktaş zirvede Türk tarafının vermeye hazır
olduğu tavizlerin bundan sonra geri alınmış olduğunu ve KKTC’nin anayasa refe-
randumu ile ilgileneceğini ifade etmiş ve görüşmelerin başarısızlığa uğraması ile
ilgili şunları kaydetmiştir: 366
“Bana Genel Sekreter anlaşma taslağının değişmeyeceğine güvence verdiği
için buraya geldim. Ama Kipriyanu’nun New York’taki tutum değişikliğinin arka-
sında Papandreu var. Çünkü Kıbrıs sorununun çözümü, Papandreu’nun işine gel-
miyor. Bu sorun çözümsüz kaldıkça, Yunan lobisi harekete geçirilerek Amerikan
Kongresi’nde Türkiye cezalandırılmak isteniyor. Papandreu, bu sorunu çözümsüz
tutarak, ABD’yi Türkiye üzerinde baskıya itmek istiyor.”
Ardından Genel Sekreter sadece Kıbrıs Rum tarafı ile görüşmüş ve “ön tas-
lak” üzerinde Rum tarafı talepleri ekseninde düzenlemeler yapmış ve 12 Nisan
1985’te taraflara sunmuştur. Yeni taslağı Kıbrıs Türk tarafı; oluşturulma aşama-
sında görüşlerinin alınmaması ve Türkiye’nin garantisi net ifadelerle bulunmadığı
için reddetmiştir.367
Kıbrıs meselesinin çözümü için Genel Sekreter 1986 yılında da çeşitli giri-
şimlere devam etmiştir. 29 Mart 1986 tarihli “Çerçeve Anlaşma Taslağı”nı tarafla-
ra sunmuştur. Söz konusu taslakta da federal bir çözüm önerilmekteydi.368 Ayrıca
belge Güvenlik Konseyi başkanına, Türkiye ve Yunanistan’a da iletilmiştir. Belge-
nin, Nisan 1985’de bir önce sunulan belgeden büyük farklılığı yoktu. Bununla be-
raber Türk tarafının endişelerini gidermek için belgenin savunma ilgili kısımda
uluslararası antlaşmalar yerine “Garanti ve İttifak Andlaşmaları” ifadesi açıkça
kullanılmıştır.369 Rum tarafı Genel Sekreter’in önerdiği metin görüşülmeye baş-
lanmadan evvel üç ana meselenin çözülmesi gerektiğini savunmuştur. Bunlar: a-
Üç Özgürlüklerin (seyahat-yerleşme- mülk edinme) sağlanması, b- Türk Silahlı
Kuvvetleri ve Türkiye’den gelen göçmenlerin adadan ayrılması, c-Etkin uluslarara-
sı garantilerin tartışılması.370 Doğal olarak bu yaklaşım Genel Sekreter’in önerile-
rinin reddi mahiyetindeydi. Zaten Genel Sekreter’in önerilerine Kypriaonu’dan
önce Atina itiraz etmişti. Yunanistan tarafından gelen açıklama da Kıbrıs meselesi-
nin kendileri için yabancı işgal kuvvetlerinin adada varlığı olduğunu açıklamış-
tır.371 Kıbrıs Türk tarafı Rum tarafının değişiklik önerisini reddetmiş ve Genel Sek-
reter’in bir çabası daha sonuçsuz kalmıştır.
21 Şubat 1988’de Kıbrıs Rum tarafında genel seçimler yapılmış, Emekçi Hal-
kın İlerici Partisi (AKEL) ve küçük grupların desteği ile bağımsız aday Yorgo Vasiliu
377 İzzet Rıza Yalın, “Denktaş’ın Barış için 4 Koşulu”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 1989.
378 Sönmezoğlu, a.e., s.433.
379 A.e., s.433; İsmail, a.e., s.205-209.
380 Kıbrıs Türk toplumunun kendi kaderini tayin “hakkı” ile ilgili Monroe Leigh tarafından hazırlanan
hukuki görüş için bkz: UN Documents, A/44/967, S/21420, 01 August 1990, (14.08.2017, çevri-
miçi),https://documents-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/N90/178/32/img/N9017832.pdf?Open
Element.
733
ni karşısında görmeye başlamıştır. Türkiye Batı’ya jest olarak Ocak 1984’te adada
asker sayısında indirim yapsa da bu girişimi Batı tarafında karşılık bulmamıştır.
381
Turgut Özal’ın liberal ekonomik anlayışı Batı ile işbirliğini gerekli kılıyordu.
Aynı zamanda dış politik düzlemde de aktif olmayı hedefleyen Özal için her iki
alanda da sorun yaratan meselelerin çözümlenmesi şarttı. Kıbrıs ise söz konusu iki
alanda da Türkiye’yi zorlamaktaydı. Yunanistan, AT ve ABD aksında ilişkiler düzel-
tilmek isteniyorsa Özal için Kıbrıs konusu muhakkak çözülmeliydi.382 Özal açısın-
dan bir çözüm gerçekleşecekse bu da ekonomik temelli olabilirdi. Ayrıca, Türkiye
kamuoyu için hassasiyet taşıyan Kıbrıs konusunda siyasal anlamda radikal adım-
lar atmak Türkiye’deki genel dengeleri de yadsımak olurdu. İşte bu düşünceler ve
şartlar altında Özal’ın Kıbrıs meselesiyle alakalı ilk denemesi KKTC’yi bir Serbest
Ticaret Bölgesine dönüştürmek olmuştur. Bu sayede resmen tanınmayan bir dev-
let olan KKTC dünya ile ticari ilişkilerini arttırdıkça ekonomik olarak güçlenecekti
bu da çözüme katkı sunacaktı. Bu yaklaşımın bir diğer tarafı ise adanın ekonomisi
güçlendikçe Denktaş ve Rum tarafının çözüme zorlanabileceği teziydi. Fakat
Özal’ın bu planı başarılı olmamıştır. Türkiye bu noktada ikinci ekonomik proje
olan KKTC ekonomisinin Türkiye’ye benzetilmesi planını devreye sokmuştur. Özal,
Türkiye’de uygulamaya koyduğu bazı ekonomik reformların aynılarının ada da
uygulanmasını KKTC yöneticilerine salık vermiştir. Bir bakıma, Özal’ın ada eko-
nomisine uyguladığı ekonomik girişimler bağımsız bir devlete, Türkiye tarafından
yapılan bir ekonomik dayatmaya dönüşmüştür.383 1986 yılının sonunda Türkiye
ile KKTC arasında ekonomik işbirliği protokolü imzalanmış ve böylece ekonomik
ilişkilerin hukuki çerçevesi de belirlenmişti.384 Türkiye’nin böyle bir adımı atması-
nın bir anlamı daha vardı. KKTC bütçesinin yaklaşık %40’lık kesimini karşılayan
Türkiye’nin kendisini ekonomik anlamda dönüştürmeye çalıştığı yerde KKTC’yi
aynı çizgiye çekmesi anlaşılabilirdi. Ancak bu proje de isteneni vermemiş zamanla
Türkiye ekonomisi bozuldukça KKTC ekonomisi de aynı akıbeti paylaşmıştır.
Ülkenin 1980’li yıllardaki ekonomik yapısına bakıldığında KKTC ekonomisi-
nin dış alımının yaklaşık yarısı Türkiye’den gerçekleşirken dış satımının yaklaşık
yüzde 15-20’lik kısmını Türkiye’ye olmuştur. Bunun yanında KKTC ekonomisi
Türkiye’ye daha bağımlı hale gelmiştir. Diğer taraftan ülke bütçe gelir gider denge-
si gider tarafına sürekli açık vermiştir. 385
381
İlhan Uzgel, Ulusal Çıkar ve Dış Politika, İmge Yayınları, Ankara, 2004, s.341.
382 A.e., s.342.
383 Mehmet Hasgüler, Kıbrısta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu, İletişim Yayınları, İstanbul,
2002, s. 137.
384 Melek Fırat, “Yunanistan ile İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Politikası Cilt II: 1980–
2001, İletişim yayınları, İstanbul, 2003, s.120-121
385 “KKTC Devlet Planlama Örgütü, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler 2015, Mayıs 2017,
/14.08.2017, çevrimiçi), http://www.devplan.org/Ecosos/EXCEL-TUR/SEG-TUR.zip
734
Tablo 1: 1980–1989 Yılları Arasında KKTC Enflasyon Oranları
Yıl Enflasyon Oranı %
1980 93,0
1981 42,8
1982 33,2
1983 33,8
1984 70,7
1985 43,0
1986 48,1
1987 43,0
1988 62,6
1989 51,8
Kaynak: KKTC Devlet Planlama Örgütü, 2017.
Belge
34/30 Question of Cyprus, 20 November 1979, http://www.un.org/en/ga/search/
view_doc.asp?symbol=A/RES/34/30, (çevrimiçi, 07.08.2017).
37/253, Ouestion of Cyprus, (08.08.2017, çevrimiçi), http://www.un.org/
en/ga/search/view_doc.asp?symbol=A/RES/37/253.
Commission of the European Communities Secretariat-General, Bulletin of the
European Communities, No: 11, Vol.16, Brussels, 1983.
Devlet Planlama Teşkilatı, Sınıraşan Sular Fırat Dicle Havzası ve Güneydoğu Ana-
dolu Projesi, Haziran 1997.
KKTC Devlet Planlama Örgütü, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler 2015, Mayıs 2017,
/14.08.2017, çevrimiçi), http://www.devplan.org/Ecosos/EXCEL-TUR/
SEG-TUR.zip.
Law No. 14 of 1990, Ratifying the Joint Minutes Concerning the Provisional Divi-
sion of the
Resolution 534 (1983) of 15 June 1983, (09.08.2017, çevrimiçi), http://www.
un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=S/RES/534(1983).
Resolution 541 (1983) of 18 November 1983, (10.08.2017, çevrimiçi),
http://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/KIBRIS/BMGuvenlikKonseyiKa
rari1983541544.pdf.
Resolution 550 (1984) of 11 May 1984, (11.08.2017, çevrimiçi), http://www.
un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=S/RES/550(1984).
T.C. Dışişleri Bakanlığı, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, http://www.
mfa.gov.tr/ekonomik-isbirligi-teskilati-_eit_.tr.mfa, (24.07.2017, çevrimiçi).
T.C. Dışişleri Bakanlığı, Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK),
http://www.mfa.gov.tr/korfez-arap-ulkeleri-isbirligi-konseyi.tr.mfa,
(25.7.2017, çevrimiçi).
UN Documents, A/44/967, S/21420, 01 August 1990, (14.08.2017, çevrimiçi),
https://documents-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/N90/178/32/img/
N9017832.pdf?OpenElement.
UN General Assembly, The Situation in the Occupied Arab Territories, Ninth Emer-
gency Special Session, 05 Şubat 1982, (çevrimiçi, 19.07.2016),
http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=A/ES-9/PV.12.
Yearbook of The United Nations,1983, Part 1, Sec.1, Chapter 8, s.247; (09.08.2017,
çevrimiçi), http://cdn.un.org/unyearbook/yun/pdf/1983/1983_261.pdf ;”
Yearbook of The United Nations,1983, Part 1, Sec.1, Chapter 8, s.251, (09.08.2017,
çevrimiçi), http://cdn.un.org/unyearbook/yun/pdf/1983/1983_265.pdf.
736
Yearbook of The United Nations,1983, Part 1, Sec.1, Chapter 8, s.250, (09.08.2017,
çevrimiçi), http://cdn.un.org/unyearbook/yun/pdf/1983/1983_264.pdf.
Kitap ve Makale
AKDEVELİOĞLU, Atay; KÜRKÇÜOĞLU, Ömer “İran ile İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran,
Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yo-
rumlar Cilt: II 1980–2001, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, ss.579-586.
BOROVALI, Ali Fuat, “Turkey and the Persian Gulf: A Regional Power in Strategic
Perspective”, The Iranian Journal of International Affairs, Vol. 2, No. 1,
Spring 1990.
ALPKAYA, Gökçen “Türkiye Cumhuriyeti, İslam Konferansı Örgütü ve Laiklik”,
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 46, No:1, 1991, ss.55-68
ALTİNBİLEK, Dogan, “Development and Management of the Euphrates–Tigris Ba-
sins”, International Journal of Water Resources Development, Vol.20,
No:1, 2004, ss.15-33.
ARI, Tayyar, Geçmişten Günümüze Ortadoğu, MKM Yayınları, Bursa, 2008.
ARMAOĞLU, Fahir: 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi 1914-1995, 16. Baskı, Alkım Yayıne-
vi, İstanbul, 2007.
ATAMAN, Muhittin, “Özalist Dış Politika: Aktif ve Rasyonel Bir Anlayış,” Bilgi, C.
VII, No. 2, 2003, ss. 49-64.
ATAMAN, Muhittin, “Leadership Change: Özal Leadership and Restructuring in
Turkish Foreign Policy,” Alternatives: Turkish Journal of International
Relations, C. I, No. 1, Spring 2002, ss. 120-153.
ATAMAN, Muhittin, “Pragmatik Bir Dış Politika: Özal’ın Batı’ya Bakışı,” Liberal
Düşünce, Kış 2003, ss. 127-136.
AYDIN, Mustafa, “Turkish Foreign Policy at the End of the Cold War: Roots and
Dynamics,” Turkish Yearbook of International Relations, C. XXXVI, 2005,
ss. 1-36.
AYKAN, MahmudBali, “Turkey and the OIC”, The Turkish Yearbook of Internati-
onal Relations, Cilt 23, ss.101-131.
BAĞIŞ, Ali İhsan, “Turkey’s Hydropolitics of the Euphrates-Tigris Basin”, Interna-
tional Journal of Water Resources Development, Vol. 13, No: 4, ss. 567-
581.
BARKEY, Henri, “Turkish-American Relations in the Post-War Era: An Alliance of
Convenience,” Orient, C. XXXIII, No. 3, ss. 447-464.
BARKEY, Henry J., “The Silent Victor: Turkey’s Role in the Gulf War”, (ed.) Efraim
Karsh, The Iran-Iraq War: Impact and Implications, Palgrave Macmillan,
New York, 1989.
BİRAND, Mehmet Ali, Türkiye’nin Avrupa Macerası 1959-1999, İstanbul, Doğan
Kitap, 2000.
737
BOSTANCI, Mustafa “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin İlanı ve Buna Yönelik
Tepkilerin Türk Kamuoyundaki Yankıları”, Tarih Araştırmaları Dergisi,
Cilt 34, Sayı 57, ss.317-355.
BOSTANOĞLU, Burcu: Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, 2. Baskı, İmge Kita-
bevi, Ankara, 2008.
BÖLÜKBAŞI, Süha, Türkiye ve Yakınındaki Ortadoğu, Dış Politika Enstitüsü, An-
kara, t.y.
ÇAKMAK, Cenap, “Türkiye-ABD İlişkilerinde Stratejik Ortaklık”, Yakın Dönem
Amerikan Dış Politikası: Teori ve Pratik, (ed.) Cenap Çakmak, Cengiz
Dinç ve Ahmet Öztürk, Ankara, Nobel Yayıncılık, 2011, ss. 279-309.
ÇİFTÇİ, Kemal, Tarih, Kimlik ve Eleştirel Kuram Bağlamında Türk Dış Politi-
kası, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2010.
DAĞI, İhsan, “Human Rights, Democratization and the European Community in
Turkish Politics: The Özal Years, 1983-1987,” Middle Eastern Studies, C.
XXXVII, No. 1, 2001, ss. 17-40.
DENKTASH, R.R., The Cyprus Triangle, The Office of The Turkish Republic of
Northern Cyprus, New York, 1988.
DJALILI, Mohammad Reza; Kellner, Thierry, İran’ın Son İki Yüzyıllık Tarihi, Bilge
Kültür Sanat Yayın, İstanbul, 2011.
ERALP, Atila, “Soğuk Savaş’tan Günümüze Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, Tür-
kiye ve Avrupa, Editör: Atila Eralp, Ankara, İmge Kitabevi, 1997, ss.86-119.
ERCAN, Murat, “Continuity and Period of Change in Turkish Foreign Policy,” IIB
Dergisi, C. III, No. 4, 2012, ss. 174-187.
ERHAN, Çağrı; Arat, Tuğrul “AT’yle İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Politika-
sı: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt: II
1980–2001, , İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, ss.83-101.
ERTEKÜN, Necati, The Cyprus Dispute and The Birth of the Turkish Republic
of Northern Cyprus, K.Rustem&Brother, Oxford, 1984.
ERTÜRK, Kenan “PKK Terör Örgütünün Bitirilmesi Bakımından Bölge Olanakları-
nın Değerlendirilmesi”, 21. Yüzyıl Dergisi, Sayı: 23, Kasım 2010, ss.59-65
EVRİVİADES, Marios L., “Turkey’s Role in United States Strategy During and After
the Cold War,” Mediterranean Quarterly, Spring 1998, ss. 30-51.
FAULD, Andrew, Excerpta Cypria for Today, K.Rustem and Brother, London,
1988.
FIRAT, Melek M. “Kıbrıs Sorununun Türk Dış Politikasına Etkisi”, (ed.) İsmail Sos-
yal, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç Sempozyumu, 15–17
Ekim 1997,Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, ss.554-557.
FIRAT, Melek, “Yunanistan’la İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Politikası:
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt: II 1980–
2001, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, ss.102-123.
738
FIRAT, Melek, “Yunanistan ile İlişkiler”, (ed.) Baskın Oran, Türk Dış Politikası
Cilt II: 1980–2001, İletişim yayınları, İstanbul, 2003, ss.440-480.
FIRAT, Melek; KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, “Arap Devletleriyle İlişkiler”, (ed.) Baskın
Oran, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belge-
ler, Yorumlar Cilt: II 1980–2001, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, ss.551-
567
GERGER, Haluk: Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği: “Soğuk Savaş”tan
“Yeni Dünya Düzeni”ne, Yordam Kitap, İstanbul, 2012.
GÖZEN, Ramazan, Amerikan Kıskacında Dış Politika: Körfez Savaşı, Dış Politi-
ka ve Turgut Özal, Liberte Yayınları, Ankara, 2000.
GÖZEN, Ramazan, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe Türkiye’nin Dış Politi-
kası, , Palme Yayıncılık, Ankara, 2009.
GÜREL, Şükrü Sina, Tarihsel Boyut İçinde Türk-Yunan İlişkileri (1821-1993),
Ümit Yayıncılık, Ankara,1993.
HALE, William, 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Çev. Ahmet
Fethi, Hil Yayıncılık, İstanbul, 1996.
HASGÜLER, Mehmet ,Kıbrısta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2002.
İNEL, Hakan, “Turgut Özal ve Süleyman Demirel’in Siyasî Liderliklerinin Uluslara-
rası Aktörlerle İlişkiler Açısından Karşılaştırılması,” Journal of Business
Economics and Political Science, C. III, No. 6, December 2014, ss.97-117.
İSMAİL, Sabahattin, 150 Soruda Kıbrıs Sorunu, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 1998.
KAR, Muhsin; ACAR, Mustafa, “Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, Avrupa Bütün-
leşmesi ve Türkiye: Ortak Politikaların Oluşumu ve Uyumlaştırılması,
(ed.) Muhsin Kar, Ekin Yayınevi, Bursa 2010, ss.55-95.
KARLUK, Rıdvan, Avrupa Birliği ve Türkiye, Beta Yayıncılık, İstanbul, 1998.
Kaynak, Muhteşem, Iraklı Sığınmacılar ve Türkiye (1988–1991), Tanmak Ya-
yınları, Ankara, 1992.
KESKİN, Arif, “İran-Suudi Arabistan İlişkileri ve Şii Jeopolitiği”, Stratejik Analiz,
Mayıs, 2007, ss.70-78
KIRAN, Abdullah, Ortadoğu’da Su: Bir Çatışma ya da Uzlaşma Alanı, Kitap Yayı-
nevi, İstanbul, 2005.
KİBAROĞLU, Ayşegül “Fırat-Dicle Havzası Sınıraşan Su Politikalarının Evrimi: İş-
birliği İçin Fırsatlar ve Tehditler”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 4, Sayı: 43, Tem-
muz 2012, ss.70-83.
KOCAOĞLU, Mehmet “Kürtçülüğün Siyasî Bir Sorun Haline Dönüştürülmesinde ve
Kürtçülük faaliyetlerinde İran’ın Rolü”, Avrasya Dosyası: İran Özel, Cilt:2,
Sayı:1, İlkbahar, 1995, ss.
KODAMAN, Timuçin, Fırat-Dicle Meselesi ve Türkiye-Suriye İlişkilerine Etkisi,
Asil Yayın Dağıtım, Ankara, 2007.
739
LAÇİNER, Sedat: “Özalism (Neo-Ottomanism): An Alternative in Turkish Foreign
Policy,” Yönetim Bilimleri Dergisi, C. I, No. 1-2, 2003-2004, ss.161-202.
MAMDANI, Mahmood, “Good Muslim, Bad Muslim: A Political Perspective on Cul-
ture and Terrorism”, American Anthropologist, Vol. 104, No, 3, September
2002, ss.766-775.
McGHEE, George: ABD-Türkiye-NATO-Ortadoğu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992.
NECATİGİL, Zaim M., The Cyprus Question and the Turkish Position in Inter-
national Law, Oxford University Press, Oxford, 1989.
OKUR, Mehmet Akif: “The American Geopolitical Interests and Turkey on the Eve
of the September 12, 1980 Coup,” Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Der-
gisi, C. XI, Sayı 21, Bahar 2015, ss.199-222.
ORAN, Baskın, “Dönemin Bilançosu”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı’ndan
Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt II, (ed.) Baskın Oran, İletişim Ya-
yınları, İstanbul, 2001, ss. 9-33.
ÖNER, Ali, Dünden Bugüne Filistin, Ekin Yayınları, İstanbul, 2006.
ÖZCAN, Gencer ,”Türkiye-İsrail ilişkileri”, (ed.) Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Poli-
tikasının Analizi, Der Yayınları, İstanbul, 2004, ss.329-378.
ÖZCAN, Gencer, “Türkiye’de Siyasal Rejim ve Dış Politika: 1983-1993”, Türk Dış
Politikasının Analizi, Editör: Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul,
1998, ss.511-534.
PAMUKÇU, Konuralp, “Su Sorunu Çerçevesinde Türkiye Suriye ve Irak İlişkileri”,
(ed.) Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikasının Analizi, Der Yayınları, İs-
tanbul, 2004, ss.253-270.
PAPPE, İlan, Modern Filistin Tarihi, Phoneix Yayınları, Ankara, 2007.
SİLLELİ, Turan, Büyük Oyunda Türkiye-Irak İlişkileri, IQ Kültür Sanat Yayıncı-
lık, İstanbul, 2005.
SÖNMEZOĞLU, Faruk: II. Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk Dış Politikası,
İstanbul, Der Yayınları, 2006.
SÖNMEZOĞLU: Faruk, Son Onyıllarda Türk Dış Politikası (1991-2015), İstan-
bul, Der Yayınları, 2016.
ŞENESEN, Gülay Günlük, “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Modernizasyon Programının
Bir Değerlendirmesi”, Türk Dış Politikasının Analizi, (ed.) Faruk Sönme-
zoğlu, Der Yayınları, İstanbul, 1998, ss. 585-599.
TAVLAŞ, Nezih, “Türk-İsrail Güvenlik ve İstihbarat İlişkileri”, Avrasya Dosyası:
İsrail Özel, Cilt:5, Sayı:1, İlkbahar 1999, ss.76-101.
TUNCER, Hüner, Özal’ın Dış Politikası (1983-1989), İstanbul, Kaynak Yayınları,
2015.
TÜRKMEN, Füsun, Kırılgan İttifaktan “Model Ortaklığa”: Türkiye-ABD İlişkile-
ri, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012.
740
UĞUR, Mehmet, Avrupa Birliği ve Türkiye: Bir Dayanak /İnandırıcılık İkilemi,
İstanbul, Everest Yayınları, 2000.
USLU, Nasuh: Turkish-American Relationship Between 1947 and 2003, New
York, Nova Science Publishers, 2003.
UZGEL, İlhan Ulusal Çıkar ve Dış Politika, İmge Yayınları, Ankara, 2004.
UZGEL, İlhan, “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Sava-
şı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt II, (ed.) Baskın Oran, İle-
tişim Yayınları, İstanbul, 2001, ss.34-82.
VANER, Semih, “Türkiye, Yunanistan ve Süper Güçler: Biri Diğerine, Üçü Birine Mi
Karşı Yoksa Herkes Kendisi İçin Mi?”, Türk-Yunan Uyuşmazlığı, (ed.) Se-
mih Vaner, Metis Yayınları, İstanbul, 1990.
VARDAR, Deniz, “Türkiye-Avrupa Topluluğu/Avrupa Birliği İlişkileri”, Türk Dış
Politikasının Analizi, Editör: Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul,
1998.
YAKIŞ, Yaşar “Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi”, Dış Politika Dergisi, Cilt:6, Sayı:1,
Ankara, 1995, (08.07.2017, çevrimiçi) http://www.yasaryakis.com.tr/TR/
belge/1-413/bsinirasan-sularinhukuki-rejimib-idis-politika-dergisi-.html
YALÇINKAYA CERRAHOĞLU, Zehra, Birleşmiş Milletler Gözetiminde Kıbrıs
Sorunu ile İlgili Olarak Yapılan Toplumlararası Görüşmeler (1968–
1990), T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1998.
YILMAZ, Türel, Türkiye-İsrail İlişkileri: Tarihten Günümüze, Akademik Ortadoğu,
Cilt 5, Sayı:1, 2010, ss.9-24.
741
BAYDAr, Yavuz, “ Papoulias: Türkiye’de Demokrasi Göstermelik”, Cumhuriyet, 12
Haziran 1986.
CEMAL, HASAN, “Şam Ziyaretinin Sonucu”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 1987.
ÇANDAR, Cengiz, “İran-Irak Tahterevallisi ve Türkiye”, Cumhuriyet, 07 Kasım
1984.
ÇANDAR, Cengiz, “Terör Kaynağının Yüzde Seksen’i İçeride”, Cumhuriyet, 16
Temmuz 1987.
ERGİN, Sedat, “Ankara Kıbrıs’ta Mini Anlaşmaya Gidilmesi Eğiliminde”, Cumhuri-
yet, 23 Kasım 1980.
ERGİN, Sedat, “Türkiye ile İsrail Yakınlaşmalı”, Cumhuriyet, 31 Mart 1984.
NAR, Cem, “Barış Suyu Projesine İsrail Gölgesi”, Millîyet, 23 Eylül 1987.
OJALVO, Denis, “Sabra ve Şatila Kamplarında Ne Oldu?”, Şalom, 28 Eylül 2016
ÖZUSLU, Seza “İran-Irak Savaşı Türkiye’nin Transit Ticaret Önemini Yeniden Ar-
tırdı”, Millîyet, 26 Kasım 1980.
SALMAN, Turhan “Ulusu: Türk Tırlarının Güvenliği için Irak Tedbir Aldı”, Cumhu-
riyet, 01 Ekim 1981.
TAN, Ahmet “Özal Umutlu”, Cumhuriyet, 19 Mart 1985.
TARTAN, Hakan “Özal’ın Barış Gezisi”, Millîyet, 29 Şubat 1988.
TOKATLI, Orhan, “F-16’ların Her Büyük parçası İçin Ayrı şirket Kurulacak”,
Millîyet, 23 Temmuz 1984.
VAROL, Sabetay “Filistin Tarihinde Yeni Sayfa”, Cumhuriyet, 15 Kasım 1988.
YALÇIN, Nilüfer, “Irak 1981’de Türkiye’ye 8,5 Milyon Ton Petrol Verecek”,
Millîyet, 27.Aralık 1980.
YALIN, İzzet Rıza, “Denktaş’ın Barış için 4 Koşulu”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 1989.
YALIN, İzzet Rıza, “Kıbrıs Düğümü”, Cumhuriyet, 12 Haziran 1986.
YALIN, İzzet Rıza, “Toplumlararası Görüşmeler Haziran’da Kıbrıs’ta Başlıyor”,
Cumhuriyet, 20 Mayıs 1979.
Tezler
ATAMAN, Muhittin, “An Integrated Approach to Foreign Policy Change: Explaining
Changes in Turkish Foreign Policy in the 1980s”, PhD Dissertation, Univer-
sity of Kentucky, 1999.
ÇELİK, Yasemin, “Turkish Foreign Policy After the Cold War,” Yayınlanmamış Dok-
tora Tezi, The City University of New York, 1998.
EGİ ERGENELİ, Semra, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin İlanı ve Kamuoyundaki
Yankıları, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1985.
ERTUĞRUL, Sevil, Kıbrıs Sorunu ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreterlerinin Çö-
züm Önerileri, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2012.
742
Diğer
BERİŞ, Yakup ve GÜRKAN, Aslı, “Türk-Amerikan İlişkilerine Bakış: Ana Temalar ve
Güncel Gelişmeler”, TÜSİAD ABD Temsilciliği Değerlendirme Raporu, Tem-
muz 2002.
DANIŞMAN, Ümit, 24 Ocak İstikrar Tedbirlerinin İhracatımızda Doğurduğu Yapısal
Değişmeler Üzerine Bir Araştırma, DPT Teşvik Uygulama Başkanlığı, Nisan
1986.
TÜRKMEN, İlter ,”Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası”, (çevrimiçi,
19.07.2017), http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-22-
20140717111.pdf.
Uluslararası Strateji ve Güvenlik Araştırmaları Merkezi, BM Güvenlik Konseyi’nin
541 ve 550 Sayılı Kararlarının Hukuken Geçersizliği, 01 Mart 2012,
(10.08.2017, çevrimiçi), http://www.usgam.com/tr/index.php?l=807&cid
=384&bolge=14&konu=28.
Waters of the Euphrates River, http://www.cawater-info.net/bk/water_law/pdf/
euphrates_e.pdf, (14.07.2017, çevrimiçi).
743
İNDEKS
AET 47, 59
Afganistan ................................ 398, 399, 538
A Afrika ........................................................ 538
Ağrı 380, 384
A. Coşkun Kırca .......................................... 67 Ahmed Cevdet Paşa ................................. 112
ABD 79, 80, 83, 86, 87, 88, 89, 91, 92, 93, Ahmet Davutoğlu .......... 39, 49, 51, 53, 67, 71
94, 95, 96, 101, 103, 117, 167, 358, Ahmet İzzet Paşa ....................................... 23
364, 365, 366, 367, 368, 383, 384, 425, Ahmet Kurtcebe Alptemoçin .................... 67
471, 479, 481, 482, 483, 484, 485, 486, Ahmet Muhtar Bey .................................... 66
487, 488, 490, 491, 493, 494, 497, 498, Ahmet Rıza ....................................... 266, 318
499, 501, 502, 503, 504, 505, 506, 507, Ahmet Rıza Bey ........................................ 318
508, 509, 510, 511, 513, 518, 522, 524, AK Parti ....... 49, 51, 52, 53, 54, 55, 65, 68, 69
525, 530, 532, 533, 539, 543, 544, 546, Akdeniz ............................................ 388, 428
561, 566, 573, 574, 583, 584, 585, 586, Albay Wilson ............................................ 375
587, 588, 589, 590, 591, 592, 593, 594, Alevi ......................................................... 474
595, 596, 597, 600, 602, 604, 606, 607, Alexandre Jaba ......................................... 381
608, 609, 610, 611, 615, 616, 618, 619,
Ali Babacan ................................................ 67
620, 621, 622, 624, 626, 627, 628, 629,
Ali Batı ...................................................... 379
630, 631, 632, 633, 634, 638, 639, 640,
Ali Bozer ..................................................... 67
641, 642, 643, 644, 646, 647, 652, 653,
Ali Canip Bey ............................................ 268
654, 655, 656, 657, 658, 659, 660, 661,
Ali Fethi Bey ............................................. 402
662, 663, 664, 665, 666, 667, 668, 669,
Âli Paşa7, 19, 117, 121, 126, 133, 135, 140,
672, 675, 676, 677, 679, 680, 682, 684,
144, 146, 150, 165, 169, 174, 217, 222
685, 692, 700, 703, 705, 708, 709, 713,
Alman ............................................... 373, 383
721, 722, 723, 725, 728, 732, 734, 735,
737 Alman Dışişleri Bakanlığı Politik Arşivi . 317
ABD Yüksek Komiseri ............................. 384 Alman Eyalet Arşivi ................................. 317
Abdi Paşa.................................................. 112 Almanya17, 75, 83, 88, 89, 91, 94, 102, 116,
Abdullah Cevdet ...................................... 317 146, 147, 148, 153, 154, 155, 156, 163,
164, 174, 180, 182, 183, 184, 185, 189,
Abdullah Gül ........................................ 51, 67
192, 193, 194, 195, 197, 198, 201, 203,
Abdurrahim Muhib Efendi ........................ 13
204, 205, 206, 207, 208, 209, 210, 211,
Abdurrahman Bey ................................... 399
212, 213, 215, 217, 218, 219, 229, 234,
Abdurrahman Şeref ................................... 14
236, 238, 242, 246, 248, 249, 251, 253,
Abdülaziz109, 110, 118, 121, 127, 130, 135,
255, 317, 321, 327, 328, 329, 331, 332,
136, 137, 138, 140, 141, 142, 143, 144,
333, 334, 335, 336, 337, 338, 339, 340,
145, 147, 150, 151, 164, 165, 168, 170,
342, 343, 344, 345, 346, 347, 348, 349,
174, 175, 177, 217, 218, 222, 223, 704
350, 352, 353, 368, 373, 423, 425, 426,
ABDÜLAZİZ ...................................... 136, 141
428, 429, 430, 431, 434, 436, 438, 444,
Ad hoc....................................................... 7, 9 448, 449, 451, 455, 457, 458, 459, 460,
Adalet ve Kalkınma Partisi.................. 49, 52 470, 472, 473, 475, 476, 477, 478, 480,
Adnan Menderes517, 518, 522, 532, 539, 481, 482, 483, 484, 485, 486, 487, 488,
540, 547, 549, 557, 558, 559, 560, 561, 489, 490, 491, 492, 493, 497, 498, 499,
562, 563, 565, 567, 571
500, 501, 502, 510, 516, 517, 532, 535, Atatürk368, 376, 377, 383, 391, 396, 402,
537, 545, 658, 670, 673, 674, 677 411, 412, 413, 414, 423, 424, 427, 441,
American Board ....................................... 383 454, 461, 464, 538
Amerika .................................................... 369 Atilla Ateş ................................................... 48
Amerika Birleşik Devletleri ...................... 38 Atlantik İttifakı......................................... 534
Amiral Bristol .......................................... 384 Avrupa ...................................... 369, 388, 389
Anadolu369, 370, 371, 372, 373, 375, 376, Avrupa Parlamentosu ............. 674, 721, 722
377, 380, 381, 382, 383, 388, 392 Avrupa Topluluğu .......90, 600, 653, 670, 735
Anavatan Partisi ...................... 661, 687, 727 Avrupa Topluluğu (AT)600, 652, 653, 659,
AnkaraV, 11, 12, 18, 26, 29, 81, 92, 100, 101, 670, 671, 672, 673, 674, 675, 676, 677,
102, 104, 109, 110, 111, 112, 115, 117, 678, 679, 680, 685, 728, 732
120, 123, 128, 130, 142, 145, 150, 151, Avusturya8, 12, 17, 110, 111, 112, 114, 115,
152, 159, 169, 170, 171, 173, 174, 175, 116, 118, 120, 124, 126, 127, 142, 143,
177, 182, 190, 197, 198, 207, 210, 216, 146, 147, 148, 151, 152, 153, 154, 155,
217, 220, 224, 233, 234, 239, 242, 246, 156, 157, 159, 163, 164, 166, 176, 184,
247, 283, 317,321, 348, 354, 355, 358, 191, 193, 194, 198, 204, 216, 219, 234,
368, 369, 371, 372, 373, 374, 375, 376, 236, 237, 243, 244, 246, 249, 250, 254,
377, 379, 380, 381, 384, 386, 387, 388, 318, 327, 330, 332,335, 341, 360, 368,
390, 391, 392, 395, 396, 397, 399, 400, 436
401, 402, 405, 406, 411, 412, 413, 414, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu .. 166,
416, 417, 418, 419, 420, 421, 422, 423, 273, 278, 284, 335
424, 426, 428, 429, 430, 431, 432, 433, Ayastefanos Antlaşması .......................... 381
434, 435, 437, 438, 440, 441, 442, 443, Ayetullah Humeyni ...642, 686, 699, 700, 701
444, 448, 449, 452, 457, 461, 462, 463, Azerbaycan ...................... 393, 397, 398, 407
464, 466, 468, 473, 474, 475, 476, 477, azınlıklar konusu ..................................... 379
481, 482, 483, 484, 486, 487, 488, 490,
493, 494, 496, 499, 500, 503, 504, 505,
506, 509, 511, 512, 513, 514, 516, 517, B
520, 521, 523, 525, 527, 528, 529, 533,
538, 540, 541, 543, 545, 546, 548, 551, Babatov .................................................... 380
555, 556, 557, 558, 559, 565, 575, 576, Babıali ...................................................... 381
578, 579, 580, 652, 656, 658, 661, 662, Babıâli7, 15, 18, 20, 22, 23, 27, 100, 110,
664, 665, 666, 668, 669, 670, 672, 673, 112, 113, 117, 121, 122, 124, 126, 127,
674, 675, 676, 680, 694, 695, 699, 700, 129, 131, 132, 134, 136, 138, 144, 148,
709, 713, 720, 723, 726, 731, 732 150, 151, 152, 153, 155, 156, 157, 163,
Ankara Hükûmeti .................... 395, 400, 402 164, 316
Ankara İtilafnamesi ................. 392, 400, 401 Babıâli Baskını ................................. 303, 316
Antep ........................................................ 383 Bağdat ............... 368, 372, 373, 375, 454, 538
antropoloji ............................................... 370 Bağdat Paktı454, 535, 536, 538, 541, 542,
Arabistan .......................................... 375, 538 543, 544, 545, 574
Arap 369, 371, 374, 377, 379, 388, 454, 474, Bakü 360
537, 538 Balkan Antantı ......................................... 428
Arap Baharı ................................................ 54 Balkan Harbi273, 277, 278, 283, 284, 285,
Araplar ..................................................... 368 286, 287, 288, 290, 297, 299, 310, 313
Artvin ....................................................... 424 Balkan Paktı426, 444, 450, 451, 453, 454,
ASALA ............................... 692, 701, 708, 709 455, 469, 470, 477, 542, 545, 548, 574
Asir 360 Balkan Savaşları ...................................... 373
Askerî Tıbbiye Mektebi ........................... 317 Balkanlar75, 91, 99, 114, 120, 123, 151, 152,
Asur 369 154, 174, 194, 205, 219, 226, 254, 318,
Asurî 374 321, 352, 423, 438, 441, 442, 443, 446,
aşiret reisleri.................................... 372, 379 447, 448, 450, 451, 452, 453, 473, 477,
541, 545, 546, 547, 548
745
Basra Körfezi ........................................... 373 Boğdan8, 12, 110, 114, 115, 116, 117, 118,
Batı Şeria.................................................. 710 119, 120, 121, 138, 149, 154, 158, 165,
Batı Trakya............................... 406, 407, 554 166, 173
Batıcılık .................................................... 317 BOĞDAN ................................................... 114
Batum ....................................... 360, 397, 424 Bolşevik .................................... 393, 396, 400
Bazil Nikitin ............................................. 382 Bonafiyd ................................................... 380
Bedirhanzade ........................................... 374 Bosna-Hersek110, 114, 151, 152, 154, 155,
Bekaa Vadisi............................. 689, 692, 694 156, 157, 164, 165, 167, 168, 198, 219,
Bekir Sami Bey ..................................... 57, 66 254, 272, 273, 274, 275, 276, 278, 285,
Belçika ...................................................... 423 307, 308, 318
Belgrad Antlaşması ................................... 12 bölücülük ......................................... 369, 372
Belgrat122, 123, 124, 125, 126, 127, 451, Brezilya ................................................ 55, 71
453, 550 Briand ............................................... 400, 425
Berlin13, 20, 25, 92, 109, 116, 133, 134, 156, Bruinessen ............................................... 371
163, 164, 166, 170, 177, 178, 181, 182, Brüksel17, 20, 143, 430, 511, 522, 532, 660,
190, 191, 195, 200, 203, 205, 206, 207, 671, 672
208, 209, 210, 212, 213, 219, 223, 233, Bulgaristan76, 99, 152, 154, 158, 159, 160,
234, 236, 247, 248, 317, 327, 329, 335, 162, 165, 179, 244, 254, 319, 320, 321,
336, 337, 346, 347, 349, 350, 351, 354, 343, 351, 368, 427, 442, 443, 444, 446,
436, 451, 452,459, 472, 479, 480, 501, 447, 448, 449, 450, 451, 452, 453, 455,
511 456, 474, 477, 478, 479, 480, 481, 482,
Berlin Antlaşması190, 200, 209, 219, 234, 499, 546, 547, 550, 681, 683, 703, 704,
264, 273, 274, 297, 303, 381 707
Berlin Kongresi ........................................ 381 Bükreş Antlaşması ........................... 122, 264
Beyazid ..................................................... 372 Bülent Ecevit ............................ 619, 631, 699
Bingazi.......................................... 53, 69, 360 Büyük Ermenistan .................................... 376
Birecik ...................................................... 375
Birinci Dünya Harbi319, 320, 323, 335, 337,
353 C
Birinci Dünya Savaşı379, 400, 402, 425, 441,
551 Calthorpe .......................................... 358, 376
Birleşik Arap Emirlikleri ................... 85, 698 Celâl Bayar ............................................... 535
Birleşik Krallık ......................................... 574 Celal Talabani .......................................... 693
Birleşmiş Milletler (BM).......... 518, 686, 711 Cemiyet-i Akvam ............................. 402, 403
Birleşmiş Milletler Teşkilatı .................... 543 Cenevre ............................................ 424, 538
Bitlis 360, 375, 386 CENTCOM ................................................. 654
BM CENTO .............................. 543, 544, 545, 684
Birleşmiş Milletler81, 90, 507, 518, 526, Ciran 378
527, 528, 529, 550, 556, 557, 561, 562, Cizre 383
563, 566, 591, 592, 593, 594, 603, 605, coğrafya .................................................... 370
606, 607, 608, 610, 617, 620, 621, 623, Cumhurbaşkanı Turgut Özal ..................... 45
625, 626, 627, 634, 636, 639, 640, 642, Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP).......... 517
643, 646, 662, 663, 673, 686, 689, 695, Cumhuriyetçi Millet Partisi ..................... 535
708, 709, 710, 711, 712, 713, 714, 715,
717, 718, 719, 720, 721, 722, 723, 724,
737 Ç
BM Güvenlik Konseyi .................... 38, 53, 55
BMM 390, 392, 396, 399, 401, 402 Çanakkale ......................................... 359, 402
Bogos Nobar Paşa .................................... 378 Çekoslovakya423, 426, 431, 433, 438, 453,
Boğazlar Sözleşmesi ........ 425, 426, 427, 456 460, 472, 526
Çerkez ............................................... 381, 382
746
Çin 79, 83, 85, 86, 88, 89, 91, 92, 94, 95, Erivan ....................................................... 395
101, 149, 227, 229, 232, 421, 440, 508, Erivan Üniversitesi .................................. 382
523, 525, 529 Ermeni359, 368, 369, 374, 378, 381, 382,
Çin Halk Cumhuriyeti .............. 523, 526, 529 385, 395, 398, 405, 410, 413, 474
çöl şimendiferi .......................................... 383 Ermeniler .......................... 368, 369, 375, 383
Ermenistan ........ 368, 375, 381, 398, 403, 407
Erzincan ........................................... 378, 382
D Erzurum360, 374, 375, 378, 380, 386, 387,
391
Danimarka ..................12, 511, 530, 533, 670 etimoloji ................................................... 370
Davos Ekonomik Platformu ...................... 52
demiryolu ................................................. 383
Demokrat Parti (DP) ............................... 517 F
Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti ...... 526
Deniz Baykal .............................................. 67 Fatin Rüştü Zorlu56, 66, 562, 564, 565, 566,
Dersim....................................................... 378 567, 570
Dicle 372 Federal Almanya ...................................... 691
Divan Tercümanları .................................. 16 Fener Rum Patrikhanesi ............................ 554
Divân-ı Hümayun.............................. 8, 14, 15 feodalizm .................................................. 370
Diyarbakır . 360, 371, 375, 380, 382, 383, 386 Feridun Cemal Erkin ................................. 66
Doğu Anadolu ................... 373, 374, 380, 381 Feridun Hadi Sinirlioğlu ............................ 67
Doğu Hindistan Şirketi ............................ 372 Fırat 372, 375
Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması .. 425, 426 Filistin38, 52, 189, 344, 368, 375, 509, 541,
542, 684, 692, 708, 709, 710, 734
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)646, 692,
E 708, 709
filoloji ....................................................... 370
East India Campany ................................. 372 Focault ........................................................ 40
Ebubekir Ratip Efendi ............................... 13 folklor ....................................................... 371
Edirne ....................................................... 403 François Joseph........................................ 274
Eflak 110, 114, 115, 116, 117, 118, 119, 120, Fransa8, 11, 12, 17, 20, 85, 89, 94, 102, 112,
121, 138, 149, 154, 158, 159, 165 113, 116, 117, 118, 120, 121, 124, 125,
EFLAK ....................................................... 114 126, 127, 128, 129, 130, 131, 132, 133,
Eflak ve Boğdan 115, 116, 118, 119, 120, 121 135, 137, 139, 140, 141, 142, 143, 144,
Ege Denizi .................128, 219, 450, 546, 657 145, 146, 148, 149, 150, 151, 155, 157,
Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO) . 684, 702 163, 164, 165, 174, 177, 179, 182, 183,
Elazığ ........................................................ 375 189, 191, 193,194, 195, 198, 200, 201,
El-Fetih ....................................................... 55 202, 204, 208, 211, 213, 214, 215, 216,
Eliava ........................................................ 398 217, 218, 219, 222, 224, 225, 227, 228,
Emin Ali .................................................... 374 229, 231, 233, 234, 235, 237, 242, 243,
emperyalist ....... 369, 371, 372, 373, 380, 381 246, 247, 249, 251, 254, 327, 352, 383,
Emre Gönensay .......................................... 67 416, 417, 423, 425, 426, 427, 429, 430,
ENOSİS ............... 554, 556, 557, 562, 569, 570 433, 434, 435, 436, 437, 438, 439, 449,
Enver Bey ......................................... 301, 302 455, 456, 457, 459, 470, 472, 474, 475,
Enver Paşa232, 268, 305, 306, 310, 316, 317, 476, 477, 478, 479, 480, 482, 488, 495,
320, 321, 322, 323, 324, 325, 327, 332, 510, 511, 512, 516, 527, 530, 533, 536,
336, 337, 338, 339, 340, 341, 344, 345, 537, 540, 670, 677
347, 348, 349, 352, 354, 355 Fransız ...................................................... 383
EOKA ................................................ 557, 716 Fraziler ..................................................... 372
Epir 384 Fuad Paşa .. 112, 115, 118, 119, 138, 144, 174
Erciyes .............................................. 371, 372 Fuat Köprülü66, 517, 518, 522, 534, 547,
Erdal İnönü ................................................ 67 548, 559
747
Fuat Paşa .................................. 112, 138, 327 Hasan Saka ........................................... 59, 66
Fuat Sabri Bey .......................................... 396 Hatay ........................................................ 413
Hatt-ı Hümâyûn ......................................... 21
Havran ...................................................... 287
G Hayrettin Erkmen ...................................... 67
Hersek110, 111, 112, 113, 151, 152, 153,
Gazi Ahmed Muhtar Paşa ........................ 289 154, 155, 156, 157, 162, 163, 164, 165,
Gazze Şeridi ............................................. 710 166, 219
Gelibolu ............................................ 402, 406 HERSEK .................................................... 151
General Harboard .................................... 376 Hersek İsyanı110, 111, 113, 151, 153, 154,
gezginler........................................... 369, 372 155, 157, 163
Girit 114, 128, 129, 130, 131, 132, 133, 134, HERSEK İSYANI ....................................... 151
135, 136, 139, 141, 142, 149, 154, 158, Heyeti Temsiliye ...................................... 376
165, 166, 167, 168, 169, 170, 173, 177, Heyet-i Temsiliye...................................... 387
185, 195, 199, 238, 243, 245, 246, 247, Heyet-i Temsiliye..................................... 391
253, 254, 273, 277, 278, 285, 297, 301, Heyet-i Temsiliye...................................... 391
307, 309, 313 Heyet-i Temsiliye..................................... 396
Girit Adası ........................................ 128, 131 Hıristiyan ................................. 368, 371, 373
Girit İsyanı114, 128, 130, 131, 132, 133, 134, Hicaz360, 368
135, 136, 139, 142, 168 Hikmet Çetin .............................................. 67
Gorchakov125, 126, 131, 145, 146, 154, 156, Hilmi Özkök ............................................... 54
163 Hindistan79, 83, 89, 94, 192, 197, 205, 212,
Gündüz Ökçün............................................ 67 220, 222, 223, 225, 226, 227, 228, 259,
Güney Kıbrıs .............610, 623, 624, 711, 714 270, 271, 322, 324, 327, 339, 340, 364,
Güney Kore ........ 522, 525, 526, 527, 528, 529 372, 483, 536, 537, 539, 562, 714
Güneydoğu Anadolu ................................. 371 Hint-Avrupa ............................................. 369
Güneydoğu Anadolu Bölgesi370, 373, 375, Hollanda12, 17, 222, 224, 227, 232, 479, 511,
380 527, 530, 533, 670
Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) 689, 697 Huntington ................................................. 40
Gürcistan .................................. 397, 398, 407 Hüseyin Avni Paşa ........... 112, 135, 151, 174
Gürcü ........................................................ 369
Güvenlik Konseyi525, 527, 529, 531, 663,
686, 689, 695, 708, 720, 721, 722, 723, I
725
I. Meşrutiyet ......................................... 7, 265
II. Abdülhamid7, 111, 136, 141, 150, 166,
H 173, 174, 175, 176, 177, 178, 179, 180,
181, 182, 183, 184, 185, 186, 187, 188,
Habeşistan ............................................... 538 189, 190, 191, 193, 194, 195, 196, 197,
Hafız Esad ................................ 691, 692, 694 199, 200, 201, 202, 203, 204, 205, 206,
Hâkimiyet-i Milliye .................................. 411 207, 208, 209, 210, 211, 213, 214, 215,
Hakkari ............................................. 372, 380 216, 217, 218, 219, 220, 221, 222, 223,
halk iradesi .............................................. 377 224, 225, 226, 227, 229, 230, 231, 232,
halk kültürü .............................................. 371 233, 235, 238, 240, 241, 243, 245, 246,
Hamas......................................................... 55 247, 249, 250, 252, 254, 255, 317, 318,
Hanetzky .................................................. 398 372
Hariciye Nezareti7, 8, 11, 19, 21, 22, 23, 24, II. Mahmud7, 18, 19, 20, 22, 110, 150, 206,
26, 29, 117, 136, 156, 176, 234 255
Hariciye Vekili Sait Paşa .......................... 374 II. Mehmed ......................................... 10, 110
Harkov ...................................................... 400 II. Meşrutiyet ................................ 7, 166, 255
Harput .............................. 360, 374, 375, 382 II. Nikola ........................................... 267, 305
Hasan Esat Işık........................................... 66 III. Selim ........................... 7, 13, 20, 196, 201
748
III.Aleksander .......................................... 271 533, 536, 537, 540, 541, 542, 543, 550,
Irak 76, 82, 83, 86, 88, 93, 94, 95, 96, 99, 551, 552, 553, 555, 556, 557, 558, 559,
101, 102, 199, 231, 232, 360, 369, 370, 560, 561, 562, 563, 564, 565, 566, 567,
372, 375, 405, 416, 429, 430, 454, 479, 568, 569, 571, 574, 663, 670, 677, 720,
482, 483, 537, 538, 540, 541, 542, 543, 721
574, 654, 686, 687, 688, 689, 690, 691, İran 47, 48, 55, 58, 71, 76, 86, 89, 93, 94,
692, 693, 694, 695, 696, 697, 698, 699, 95, 96, 99, 101, 177, 180, 194, 224,
700, 701, 702, 703, 704, 708, 709, 736 225, 230, 231, 232, 322, 323, 324, 325,
326, 327, 340, 342, 351, 359, 369, 370,
372, 376, 382, 384, 394, 407, 421, 426,
İ 454, 470, 479, 480, 482, 484, 485, 488,
494, 505, 537, 538, 542, 544, 545, 616,
İ.Safa Giray ................................................. 67 631, 632, 642, 646, 654, 655, 656, 658,
İaşe Nezareti ............................................ 360 684, 686, 687, 688, 689, 690, 692, 693,
İbrahim Afif Efendi .................................... 13 694, 695, 697, 699, 700, 701, 702, 703,
İbrahim Bey ............................................. 396 704, 705, 709, 732, 733, 736
İbrahim Temo ................................... 316, 317 İran İslam İnkılâbı ................................... 684
İhsan Sabri Çağlayangil ................. 56, 66, 67 İran Şahı ................................................... 384
İkinci Dünya Savaşı ............... 38, 43, 59, 538 İran-Irak savaşı ................ 695, 702, 703, 704
İKÖ İran-Irak Savaşı ............................... 702, 704
İslam Konferansı Örgütü ........... 90, 707, 729 İskenderun ................................ 373, 383, 401
İlter Türkmen ............................................ 67 İskenderun Körfezi .................................. 373
İmadiye .................................................... 375 İslamcılık .................................. 317, 319, 320
İngiliz Dışişleri Bakanlığı ........................ 384 İsmail Canbolat ........................................ 266
İngiliz Dişişleri Bakanlığı ........................ 376 İsmail Cem.................................................. 67
İngiliz Hükûmeti ...................................... 373 İsmail Ferruh Efendi.................................. 13
İngiliz Komiseri ....................................... 375 İsmail Kemal ............................................ 317
İngiliz mandası ........................................ 374 İsmet İnönü44, 47, 56, 66, 369, 370, 383,
İngiliz politikacıları ................................. 374 431, 450, 451, 466, 471, 480, 483, 486,
İngilizler ........................... 374, 375, 380, 383 489, 491, 495, 496, 498, 500, 501, 508,
İngiltere8, 12, 17, 83, 88, 89, 91, 92, 95, 109, 519, 520, 528, 542, 550, 558, 568, 570
112, 114, 116, 118, 120, 124, 125, 126, İsrail 38, 48, 52, 54, 78, 85, 87, 96, 102, 509,
127, 129, 130, 131, 132, 133, 135, 137, 539, 540, 541, 542, 544, 584, 604, 605,
139, 140, 141, 142, 143, 144, 146, 147, 611, 633, 639, 644, 645, 646, 660, 661,
148, 149, 151, 155, 156, 157, 160, 161, 662, 668, 670, 684, 691, 698, 707, 708,
162, 164, 165, 174, 176, 178, 179, 182, 709, 710, 711, 734, 735, 736
183, 184, 188, 189, 191, 192, 193, 194, İstanbul8, 9, 10, 12, 14, 16, 29, 75, 76, 77, 92,
195, 196, 197, 198, 199, 200, 201, 202, 93, 94, 97, 98, 100, 102, 103, 104, 106,
203, 204, 205, 209, 211, 213, 214, 215, 110, 112, 114, 115, 116, 117, 118, 119,
216, 217, 218, 219, 220, 223, 224, 225, 121, 122, 125, 126, 128, 132, 134, 135,
226, 227, 228, 229, 233, 234, 235, 236, 136, 137, 138, 139, 140, 143, 144, 145,
237, 239, 246, 247, 248, 249, 250, 251, 146, 147, 148, 149, 150, 152, 153, 158,
254, 255, 322, 327, 340, 352, 372, 373, 160, 161, 162, 163, 164, 167, 169, 170,
374, 375, 376, 379, 380, 381, 382, 383, 171, 173, 174, 175, 176, 177, 178, 179,
416, 417, 421, 423, 424, 425, 426, 427, 180, 183, 184, 185, 186, 188, 190, 192,
428, 429, 430, 432, 433, 434, 436, 439, 194, 195, 196, 198, 199, 202, 203, 204,
449, 453, 454, 455, 456, 457, 459, 470, 205, 206, 207, 208, 210, 211, 212, 213,
472, 473, 475, 476, 477, 478, 479, 480, 214, 215, 216, 220, 222, 223, 225, 226,
481, 482, 483, 484, 485, 486, 487, 488, 228, 229, 230, 231, 232, 233, 234, 235,
490, 491, 492, 493, 494, 495, 496, 497, 237, 238, 240, 241, 242, 243, 244, 245,
498, 499, 500, 502, 503, 504, 505, 506, 246, 247, 252, 253, 254, 262, 317, 321,
507, 510, 511, 516, 525, 527, 530, 532, 323, 324, 325, 327, 328, 330, 332, 333,
749
335, 336, 339, 340, 342, 345, 348, 349, kaçakçılık.................................................. 383
354, 355, 358, 359, 361, 369, 370, 373, Kafkasya99, 225, 226, 234, 316, 318, 319,
374, 375, 378, 379, 383, 384, 386, 387, 320, 321, 322, 324, 326, 327, 328, 329,
388, 391, 392, 396, 397, 399, 402, 403, 330, 331, 332, 333, 335, 336, 338, 339,
407, 411, 412, 413, 414, 417, 421, 422, 340, 341, 342, 343, 344, 345, 346, 347,
423, 429, 430, 431, 432, 441, 442, 443, 348, 351, 352, 353
444, 446, 450, 455, 461, 462, 466, 467, KAFKASYA................................................ 335
468, 478, 480, 483, 491, 492, 497, 498, Kafkasya Bölgesi ...................................... 370
501, 503, 504, 505, 506, 507, 512, 513, Kalhur ....................................................... 371
514, 516, 517, 518, 519, 520, 521, 526, Kalimaki Bey ........................................ 20, 25
531, 544, 554, 555, 557, 558, 559, 565, Kamil Paşa .................274, 276, 287, 289, 290
572, 576, 577, 578, 579, 580, 581, 652, Kanada...................79, 80, 492, 511, 527, 530
654, 679, 699, 713, 716, 732, 734, 736 Kanun-ı Esasi ........................... 265, 266, 267
isyanlar............................................. 369, 380 Kanun-i Esasi .................... 176, 242, 257, 318
İş Bankası.................................................. 374 Kanunî Sultan Süleyman ........................... 11
İşkodra ............................................. 112, 113 karadağ..................................................... 110
İtalya17, 88, 102, 118, 120, 125, 126, 127, Karadağ110, 111, 112, 113, 114, 134, 149,
128, 135, 139, 145, 147, 148, 154, 157, 151, 152, 153, 154, 155, 157, 165, 167,
163, 164, 184, 191, 193, 198, 219, 234, 168, 173, 240, 246, 264, 282, 284, 285,
247, 248, 251, 272, 278, 279, 280, 281, 286, 288, 292, 293, 294, 297, 298, 307
282, 286, 288, 290, 300, 307, 317, 327, Karadağ Prensi Nikola ..................... 112, 152
364, 365, 368, 408, 413, 416, 417, 423, Karadeniz75, 77, 78, 90, 92, 114, 115, 130,
424, 425, 426, 427, 428, 430, 432, 433, 131, 145, 146, 147, 148, 149, 150, 183,
434, 438, 446, 447, 448, 449, 450, 451, 209, 215, 326, 359, 373, 388, 397, 427,
452, 453, 454, 455, 456, 459, 462, 469, 429, 455, 456, 473, 488, 502, 503, 504,
471, 472, 473, 474, 476, 477, 478, 479, 506, 507, 543, 552, 683
480, 481, 484, 488, 493, 494, 495, 511, KARADENİZ ............................................. 145
516, 530, 532, 538, 542, 545, 549, 589, Karahan .................................................... 426
633, 659, 677 Karduk ...................................................... 369
İtilaf 359, 360, 362, 386, 393, 396, 402 Karlofça (1699).................................... 12, 16
İtilaf Devletleri ................................. 375, 376 Karpat dağları .......................................... 114
İttihad-ı Osmanî ....................................... 317 Kars 398, 400, 407, 424
İttihat ve Terakki Cemiyeti255, 316, 318, Kayseri ...................................................... 372
320, 333, 336 Kâzım Karabekir ....................... 358, 396, 398
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ ........... 317 KDP 689, 690, 692, 693
İttihat ve Terakki Hükûmetleri ........ 316, 352 Keldani ..................................................... 374
İzlanda ...................................... 511, 530, 676 Kenneth Waltz ........................................... 39
İzmir 368, 384, 385, 403, 411, 412, 414 Kerkük .............................................. 405, 407
Kıbrıs17, 38, 44, 48, 60, 76, 92, 98, 102, 110,
128, 188, 189, 190, 191, 195, 198, 199,
J 200, 203, 217, 384, 416, 491, 508, 523,
529, 541, 544, 548, 550, 551, 552, 553,
Japonya81, 83, 91, 92, 194, 216, 368, 430,
554, 555, 556, 557, 558, 559, 560, 561,
455, 456, 472, 480, 484, 486, 500, 501,
562, 563, 564, 565, 566, 567, 568, 569,
502, 516, 524, 525
570, 571, 572, 574, 577, 578, 579, 580,
jeopolitik .................................................. 371 657, 662, 663, 665, 666, 667, 668, 670,
Jön Türkler216, 266, 267, 268, 269, 288, 671, 674, 678, 679, 680, 709, 711, 712,
309, 312, 313, 316, 317, 318, 355 713, 714, 715, 716, 717, 718, 719, 720,
721, 722, 723, 724, 725, 726, 727, 728,
K 729, 732, 736
Kıbrıs meselesi523, 529, 550, 553, 556, 566,
Kâbil 399 574, 662, 679, 680, 712, 716, 723, 726
750
Kırım Savaşı ............................................. 380 233, 235, 254, 320, 377, 392, 400, 402,
Kilikya .............................................. 360, 363 426, 455, 504, 533, 543, 546, 553, 557,
King-Crane Komisyonu ........................... 414 558, 564, 566, 568, 570, 571, 572, 574,
KKTC662, 680, 707, 711, 718, 719, 720, 721, 713
722, 723, 724, 727, 728, 729 Lord Curzon ............................................. 378
klan 370 Loris Malakof ........................................... 380
Koçgiri ...................................................... 379 Lozan .........................369, 370, 377, 378, 379
Koçuşağı ................................................... 384 Lozan Barış Konferansı..................... 407, 414
konsoloslar............................... 369, 372, 380 Lûr 371
Kore Savaşı523, 524, 525, 526, 529, 540, Lübnan154, 365, 434, 436, 540, 541, 542,
573, 656 645, 661, 689, 691, 708, 710
KTFD .. 621, 711, 712, 713, 714, 715, 718, 720
Kumyangjangni Zaferi ............................. 528
Kunuri Savaşı ........................................... 528 M
Kurmanç ................................................... 371
Kuveyt ...................................................... 373 Macaristan95, 115, 143, 166, 176, 204, 216,
Kuzey Afrika230, 264, 279, 281, 307, 485, 318, 327, 330, 332, 335, 341, 368, 443,
487, 537 451, 478, 499, 546
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü . 529, 530 Macmillan Plânı ............................... 563, 564
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO Makarios554, 557, 559, 564, 567, 571, 593,
......................................................... 530 599, 606, 607, 608, 609, 617, 618, 619,
Kuzey Atlantik Konseyi ........................... 531 622, 623, 624, 625, 627, 633, 639, 640,
Kuzey Irak48, 54, 646, 689, 690, 692, 693, 642, 643, 717
702 Makedonya179, 193, 219, 246, 266, 267,
Kuzey Kore Halk Cumhuriyeti ................ 525 272, 279, 281, 283, 284, 285, 287, 292,
Küçük Asya....................................... 384, 407 294, 296, 297, 299, 301, 307, 545, 580
Küçük Kaynarca Antlaşması 12, 13, 115, 186 Malatya ..................................... 370, 374, 383
Kürdistan ......................................... 403, 413 Maliye Komisyonu ................................... 403
Kürt 368 Malta 392
Kürt aşiretleri .......................................... 371 Mamuraülaziz .......................................... 375
Kürt Enstitüsü .......................................... 382 Manastır ................................................... 268
Kürt Koleji ................................................ 382 Mardin .............................................. 375, 383
Kürt Teali Cemiyeti .................................. 374 Maurice Harold Macmillan...................... 564
Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti ............ 379 Meclis-i Mebusan176, 190, 214, 265, 266,
Kürtçülük .................................. 369, 370, 384 268, 388, 389, 390, 392, 411
Kürtler369, 370, 373, 374, 375, 376, 379, Megali İdea ............................................... 384
380, 381, 382, 384 Mehmed Akif Paşa ................................. 7, 23
KYB 689, 690, 692, 693 Mehmed Said Halet Efendi ........................ 13
Mehmet Namık Paşa .................................. 19
Mehmet Veli Han ............................. 398, 399
L Melih Esenbel............................................. 67
Memduh Şevket Bey ................................ 398
Lahey .................................................. 20, 445 memur ...................................................... 378
Le Temps .................................................. 401 Mesud Barzani ................................. 689, 692
Lerch......................................................... 381 Mesut Yılmaz.............................................. 67
Libya93, 541, 667 Meşrutiyet14, 23, 166, 176, 177, 216, 244,
Litvinof ..................................................... 424 254, 325
Lloyd George ............................................ 368 Mevlüt Çavuşoğlu ...................................... 67
Locarno .................................................... 423 Mezopotamya .......................... 368, 374, 375
Londra13, 19, 20, 25, 117, 129, 133, 134, Mısır 17, 19, 20, 79, 93, 96, 110, 129, 132,
142, 143, 144, 146, 147, 148, 149, 150, 134, 136, 137, 138, 139, 140, 141, 148,
179, 184, 192, 199, 201, 202, 203, 216, 177, 179, 182, 184, 189, 191, 194, 195,
751
200, 201, 202, 205, 209, 216, 217, 227, 639, 640, 641, 642, 643, 646, 647, 652,
228, 421, 485, 487, 533, 538, 540, 541, 653, 654, 655, 656, 657, 658, 659, 660,
542, 543, 574, 654, 662 663, 665, 666, 667, 668, 676, 677, 679,
MISIR ........................................................ 136 680, 685, 710, 734, 735
Mısrata ..................................................... 360 Necmettin Sadak ........................................ 66
Mihail Obrenoviç ..................................... 123 Neuilly ...................................... 368, 427, 455
Milletler Cemiyeti423, 424, 425, 426, 441, Nikola ........................111, 112, 152, 194, 254
537 Nizam-ı Cedid............................................. 13
Millî İktisat ............................................... 414 Norveç .......................511, 530, 533, 566, 676
Milli Mücadele374, 375, 376, 377, 379, 380, Numan Menemencioğlu ............................ 66
384 Nutuk ................. 362, 390, 400, 401, 411, 413
Millî Mücadele416, 417, 418, 419, 420, 421,
422, 424, 433, 434, 439, 454, 532
Misak-ı Milli377, 386, 387, 388, 389, 390, O
391
Misak-ı Millî390, 397, 401, 402, 405, 406, Odessa ...................................................... 424
407, 409, 411, 414, 418 Oniki Ada ...................281, 307, 384, 408, 416
misyonerler.............................. 369, 372, 383 Orta Asya ............................ 47, 48, 51, 53, 60
Mithat Şükrü ............................................ 266 Ortadoğu75, 76, 90, 91, 97, 100, 101, 104,
Molla Mustafa Barzani............................. 689 107, 188, 194, 195, 197, 200, 204, 205,
Molla Said ................................................. 374 270, 364, 366, 367, 368, 371, 372, 373,
Mondros Mütarekesi358, 361, 362, 374, 384, 412, 421, 429, 430, 441, 453, 454,
377, 412 459, 481, 483, 506, 508, 511, 533, 534,
Mora 19, 128, 142 536, 537, 538, 539, 540, 541, 542, 543,
Mudanya Mütarekesi............... 358, 403, 404 544, 547, 552, 574, 576, 577, 580, 581,
Murat Karayalçın ....................................... 67 603, 604, 617, 620, 628, 633, 653, 654,
Mustafa Kemal Paşa362, 376, 386, 387, 389, 655, 657, 660, 666, 670, 672, 675, 684,
390, 391, 392, 395, 396, 400, 401, 418 685, 686, 687, 688, 691, 698, 703, 707,
Mustafa Paşa ............................................ 374 708, 709, 721, 731, 732, 733, 734
Musul370, 374, 375, 379, 383, 405, 406, 407, Ortodoks.................................................... 474
411, 413, 414, 423, 424 Osman Olcay .............................................. 66
Musul sorunu ........................................... 370 Osmanlı ..................................................... 419
Musul-Kerkük meselesi ........................... 694 Osmanlı Borçları ...................................... 406
Muş 370 Osmanlı Devleti7, 8, 10, 11, 12, 13, 14, 15,
Mutad elçilik .............................................. 13 16, 17, 18, 19, 20, 23, 24, 25, 91, 109,
Mümtaz Soysal ........................................... 67 110, 111, 112, 113, 114, 115, 116, 117,
Müslüman ................................................ 389 118, 119, 120, 121, 122, 123, 124, 125,
Müslümanlar ............................................ 379 126, 127, 128, 129, 130, 131, 132, 133,
134, 135, 136, 137, 139, 140, 141, 142,
144, 145, 146, 147, 148,149, 151, 152,
N 153, 154, 155, 156, 157, 158, 159, 160,
161, 162, 163, 164, 165, 166, 169, 173,
Nahcivan .................................................. 397 174, 175, 176, 177, 178, 181, 182, 183,
Nasır 541, 542, 574 184, 185, 186, 190, 191, 193, 195, 196,
NATO87, 90, 95, 511, 523, 526, 527, 529, 197, 198, 200, 203, 204, 205, 206, 207,
530, 531, 532, 533, 534, 535, 539, 541, 208, 209, 210, 212, 213, 215, 216, 217,
542, 544, 545, 546, 547, 548, 550, 554, 218, 220, 221, 222, 223, 224, 225, 228,
556, 560, 561, 562, 563, 566, 573, 574, 230, 231, 232, 233, 234, 235, 236, 237,
578, 579, 583, 584, 585, 590, 591, 592, 238, 239, 240, 243, 244, 245, 246, 247,
594, 595, 596, 597, 600, 606, 607, 608, 248, 249, 250, 251, 252, 254, 316, 317,
609, 611, 615, 616, 619, 620, 622, 624, 318, 319, 320, 321, 322, 323, 325, 326,
628, 629, 631, 632, 633, 635, 636, 638, 327, 328, 330, 331, 332, 333, 335, 336,
337, 338, 339, 340, 341, 342, 343, 344,
752
345, 346, 347, 348, 349, 350, 351, 352, Recep Tayyip Erdoğan 49, 52, 53, 55, 56, 65
353, 368, 373, 374, 377, 381, 382, 383, Recko ........................................................ 384
419, 420, 432, 503, 536, 551, 572 reformlar .......................................... 372, 381
Osmanlı Hükümeti ................................... 382 Reîsülküttâb ............................... 7, 15, 16, 19
Osmanlıcılık ..................... 317, 318, 319, 320 Ren 426, 455
Osmanlılar ................................................ 374 Resneli Niyazi Bey ................................... 267
Osmanlı-Rus Harbi .................................. 264 Reuters Ajansı .......................................... 520
Osmanlı-Rus Savaşı ......................... 372, 381 Reval ................................. 194, 254, 267, 312
Revandiz................................................... 382
Rıza Nur ..... 286, 287, 379, 387, 396, 399, 405
P Rıza Şah Pehlevi ....................................... 384
Rişvan ....................................................... 378
Pakistan76, 79, 91, 539, 540, 542, 544, 545, Rodon Cıssıni ........................................... 372
654, 663, 684, 685, 722 Roma ........................................................ 402
Paris 13, 16, 17, 19, 20, 25, 109, 111, 112, Romanya8, 95, 114, 115, 116, 119, 120, 121,
115, 116, 118, 120, 121, 123, 124, 125, 143, 160, 166, 173, 321, 426, 427, 433,
126, 127, 132, 133, 134, 135, 136, 138, 443, 444, 446, 448, 449, 450, 451, 452,
142, 144, 145, 146, 147, 148, 149, 150, 453, 455, 456, 472, 476, 477, 478, 480,
155, 157, 164, 165, 177, 216, 242, 254, 499, 546, 683
363, 368, 374, 375, 378, 379, 401, 402, Rum 384, 385, 410, 474, 554
423, 425, 437, 438, 440, 479, 510, 531, Rus 372, 380, 381, 382, 383
563, 566 Rus Çarı142, 143, 150, 194, 254, 267, 271,
PARİS ........................................................ 145 305
Paris Barış Konferansı............. 363, 368, 375 Ruslar ....................................... 381, 382, 383
Paris Konferansı ...................................... 374 Rusya8, 12, 17, 20, 76, 83, 85, 86, 88, 89, 91,
Pasarofça (1718) ....................................... 12 93, 94, 95, 96, 98, 99, 100, 101, 103,
PASOK .......................636, 654, 667, 672, 679 104, 109, 110, 111, 112, 113, 114, 115,
Pehlevi ...................................................... 384 116, 118, 120, 122, 123, 124, 126, 127,
Petersburg21, 117, 133, 134, 145, 149, 348, 129, 130, 131, 132, 133, 135, 142, 144,
381 145, 146, 147, 148, 149, 150, 151, 152,
petrol 375, 376 153, 154, 155, 156, 157, 158, 159, 162,
Petrol Krizi ............................................... 617 163, 164, 165, 173, 174, 177, 179, 182,
PKK 83, 86, 93, 94, 684, 689, 690, 691, 692, 183, 184, 185, 186, 189, 191, 192, 193,
693, 694, 695, 696, 698, 702, 709, 732, 194, 195, 196, 197, 198, 199, 200, 201,
735 203, 204, 205, 209, 211, 213, 215, 216,
Polonya12, 17, 25, 95, 422, 423, 426, 428, 217, 219, 224, 225, 226, 227, 233, 234,
475, 478, 499, 526 235, 237, 240, 246, 248, 249, 251, 254,
Pontus ...................................................... 413 319, 320, 321, 322, 324, 327, 328, 330,
Portekiz .....................142, 518, 530, 671, 676 333, 335, 336, 337, 338, 339, 343, 347,
Postdam ........................................... 504, 525 348, 349, 350, 352, 353, 420, 421, 428,
Prens Couza ............................. 116, 117, 119 431, 439, 449, 473, 488, 499, 500, 514,
Prens Sabahaddin .................................... 318 516, 525, 532, 534, 536, 543, 549, 551,
Prens Şarl ................................................. 121 552
Prusya Devlet Gizli Arşivi........................ 317 Rusya’ya ................................................... 381
R S
Raçkoyan .................................................. 380 Sadabat Paktı ................... 414, 454, 537, 538
Radcliffe ........................... 559, 560, 561, 565 Saddam Hüseyin ................ 93, 686, 690, 735
Raman .............................................. 380, 384 Said Paşa ... 136, 138, 193, 240, 286, 287, 289
Rauf Denktaş...... 617, 711, 713, 715, 717, 721 Sakarya ..................................................... 401
753
Salih Münir Paşa ........................................ 14 Süleyman Necati ...................................... 378
Samsun ..................................................... 386 Süleymaniye ..................................... 405, 407
San Francisko........................................... 519 Sümer ....................................................... 369
Sancak ....................................................... 474 Sünni 537
Sason ........................................................ 384
Savunma İşbirliği Anlaşması..................... 44
Selanik ...................................................... 268 Ş
self-determination ....550, 558, 560, 561, 562
Selim R. Sarper........................................... 66 Şark Meselesi ........................................... 373
Serdar Ömer Paşa .................... 111, 112, 113 Şattu’l-Arap .............................................. 373
Sevr 368, 402, 409 Şefik Bey ................................................... 378
Sevr Antlaşması ....................................... 377 Şemdinli ................................................... 384
seyyahlar .................................................. 369 Şerefname ................................................. 381
Seyyid Ali Efendi ........................................ 13 Şerif Paşa .................................. 374, 378, 379
Sırbistan99, 110, 114, 122, 123, 124, 125, şeyh 380
126, 127, 138, 149, 151, 154, 155, 157, Şeyh Sait ........................................... 380, 384
158, 165, 169, 173, 240, 246 Şeyh Ubeydullah .............................. 372, 383
SIRBİSTAN ............................................... 122 Şii 537
Sırp 114, 122, 123, 124, 125, 126, 127, 152, Şimon Perez ............................................... 52
161, 198, 272, 283, 285, 286, 288, 295 Şükrü Kaya Bey .......................................... 66
silah 372 Şükrü Saraçoğlu ......................................... 66
Sivas 360, 371, 374, 376, 386, 387, 391 Şükrü Sina Gürel ........................................ 67
Sivas Kongresi .................................. 374, 376
Siverek Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti ........ 379
Sovyet Rusya .............393, 396, 398, 399, 400 T
Sovyetler Birliği93, 370, 412, 416, 420, 422,
423, 424, 425, 426, 427, 428, 440, 441, Tahran .......................................... 55, 59, 538
454, 455, 456, 457, 466, 471, 472, 475, Tansu Çiller ................................................ 67
476, 479, 480, 483, 484, 488, 491, 495, Tanzimat7, 15, 18, 19, 23, 24, 25, 110, 152,
500, 501, 502, 503, 505, 507, 519, 525, 165, 173, 175, 177, 182, 255
526, 530, 532, 537, 543, 546, 547, 573, Tanzimat Dönemi ........................................ 7
669, 683, 691 Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası ....... 14
SSCB 94, 95, 98, 583, 584, 585, 586, 588, TBMM377, 378, 379, 380, 390, 391, 392, 393,
589, 590, 591, 593, 595, 596, 597, 598, 396, 397, 398, 399, 400, 404, 405, 407,
599, 600, 606, 607, 609, 610, 619, 620, 411, 413, 441, 545
628, 631, 632, 633, 634, 638, 639, 640, TBMM Hükümeti ..................................... 377
641, 642, 644, 649, 654, 655, 656, 657, Tekirdağ ................................................... 403
658, 661, 665, 666, 667, 669, 677, 679, Tevfik Paşa ............................................... 392
682, 683, 684, 705, 722 Tevfik Rüştü Aras ...................................... 66
Suriye17, 76, 78, 82, 83, 86, 87, 93, 94, 96, Tırnova ............................. 159, 160, 250, 276
99, 101, 102, 132, 149, 173, 199, 205, toprak ....................................................... 380
218, 237, 360, 365, 366, 368, 370, 375, Toros Tünelleri ................................ 359, 363
383, 400, 406, 408, 416, 434, 435, 436, Trablus ..................................................... 360
437, 438, 474, 475, 482, 512, 538, 540, Trablusgarp128, 217, 219, 229, 264, 279,
541, 542, 551, 596, 633, 639, 687, 689, 280, 281, 282, 283, 284, 285, 286, 287,
690, 691, 692, 694, 696, 697, 698, 699, 288, 291, 292, 305, 307, 311, 312, 313,
709, 733, 734 318, 339
Suudi Arabistan85, 538, 541, 542, 604, 654, Trabzon ............................................ 382, 386
685, 698, 703, 704, 705, 706, 709, 733, Trabzon vilayeti ........................................ 386
735 Trakya .............................. 384, 406, 407, 554
Süleyman Demirel595, 631, 644, 653, 699, Trianon ..................................................... 368
733 Trikopis .................................................... 282
754
Tuna Nehri ............................................... 114 Wladimir Minorsky ................................. 382
Turan ................................................ 369, 370
Turan Güneş............................................... 67
Turgut Özal45, 56, 68, 653, 661, 684, 685, Y
687, 694, 695, 696, 698, 700, 702, 704,
705, 706, 710, 719, 720, 726, 727, 728, Yahudi .............................................. 410, 428
733 Yakındoğu ......... 196, 254, 433, 486, 524, 536
Türk 386, 389, 390, 391, 392 Yalta 499, 500, 525
Türk Boğazları ......................................... 413 Yanya ........................................ 291, 301, 307
Türk İşbirliği Kalkınma Ajansı .................. 53 Yaser Arafat ............................................. 710
Türkçülük .. 316, 317, 318, 319, 320, 326, 352 Yaşar Yakış ................................................. 67
Türkiye Cumhuriyeti ................................. 392 Yemen93, 136, 167, 230, 279, 281, 287, 307,
Türkiye İşçi Partisi .................................. 535 360, 538, 541, 633
Türkler ............................................. 377, 386 Yugoslavya426, 433, 442, 443, 444, 446, 448,
Türkmen................................................... 370 449, 450, 451, 452, 453, 456, 478, 481,
482, 499, 545, 546, 547, 548, 549, 550,
574
U Yunanistan76, 99, 102, 128, 129, 130, 131,
132, 133, 135, 142, 166, 191, 240, 242,
Ukrayna ............................................ 399, 400 244, 245, 246, 247, 248, 249, 250, 251,
Uluslararası Adalet Divanı .............. 636, 680 252, 254, 320, 321, 364, 365, 384, 405,
un 370, 375, 378, 379 406, 408, 409, 417, 423, 425, 431, 432,
Urfa 383 442, 443, 444, 446, 447, 448, 449, 450,
451, 452, 453, 456, 462, 472, 476, 477,
478, 479, 481, 482, 488, 499, 507, 508,
Ü 509, 527, 533, 535, 544, 545, 546, 547,
548, 550, 552, 553, 554, 555, 556, 557,
Ü. Haluk Bayülken ..................................... 66 558, 559, 560, 561, 562, 563, 564, 565,
Ürdün ............................... 541, 542, 698, 710 566, 567, 568, 569, 570, 571, 573, 574,
585, 594, 600, 603, 604, 605, 606, 607,
608, 609, 610, 615, 617, 618, 619, 620,
V 621, 622, 624, 625, 626, 627, 628, 633,
634, 635, 636, 637, 638, 639, 640, 642,
Vahdettin................................................... 376 643, 647, 653, 654, 655, 656, 657, 658,
Vahit Melih Halefoğlu ................................ 67 659, 662, 664, 666, 667, 668, 671, 672,
Van 360, 370, 372, 375, 386 673, 674, 675, 676, 677, 678, 679, 680,
Varto 372 681, 713, 714, 716, 718, 719, 720, 724,
Velyaminov Zernov ................................. 381 725, 726, 728, 732, 733, 735
Versailles .................................................. 368 Yunus Emre Vakfı ...................................... 53
Viranşehir ................................................. 383 Yurt Dışı Türkler ve Türk Akraba
Viyana12, 13, 17, 19, 20, 24, 25, 117, 133, Toplulukları Başkanlığı.................... 53
134, 143, 146, 155, 219, 327, 330, 341, Yusuf Âgâh Efendi...................................... 13
354 Yusuf Akçura ............................................ 317
Viyana bozgunu ......................................... 12 Yusuf Kemal Tengirşenk ........................... 66
W Z
Washington21, 241, 242, 479, 490, 498, 504, Zaho 375
505, 511, 514, 530, 531, 540, 544, 652, Zapatero ..................................................... 52
654, 656, 657, 658, 663, 670, 682 Zaza 371
William Charles Noel ............................... 374 Zeylan Deresi ........................................... 384
Wilson ...................................... 362, 368, 406 Zitvatoruk Antlaşması ............................... 12
755