Salahinin Tasavvufi Şerhleri

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 490

T.C.

MARMARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI

TASAVVUF BİLİM DALI

SALÂHÎ’NİN TASAVVUFÎ ŞİİR ŞERHLERİ

Yüksek Lisans Tezi

Resul ARICI

İstanbul, 2006

1
T.C.

MARMARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI

TASAVVUF BİLİM DALI

SALÂHÎ’NİN TASAVVUFÎ ŞİİR ŞERHLERİ

Yüksek Lisans Tezi

Resul ARICI

Danışman: Prof. Dr. M. Erol KILIÇ

İstanbul, 2006

2
İÇİNDEKİLER

Sayfa No.
İÇİNDEKİLER…………………………………………………………….. II
KISALTMALAR…………………………………………………………… VI
TRANSKRİPSİYON İŞARETLERİ……………………………………… VII
ÖNSÖZ……………………………………………………………………… VIII
GİRİŞ………………………………………………………………………… 1

BİRİNCİ BÖLÜM

I- ŞERH VE ŞİİR ŞERHLERİ……………………………………………….. 4


II- TÜRK TASAVVUF ŞİİRİ………………………………………………... 6
III- TASAVVUFÎ ŞİİR ŞERHLERİ………………………………………….. 9

İKİNCİ BÖLÜM
ABDULLAH SALÂHADDÎN UŞŞÂKÎ’NİN VE ŞERH ETTİĞİ
ŞİİRLERİ YAZAN ŞÂİRLERİN HAYATLARI

I- ABDULLAH SALÂHADDÎN UŞŞÂKÎ………………………………...… 12


II- ABDULLAH SALÂHADDÎN UŞŞÂKÎ’NİN ŞERH ETTİĞİ ŞİİRLERİ
YAZAN ŞÂİRLERİN HAYATLARI……………………………………...… 18
A- EBÛ SAÎD FAZLULLAH BİN EBİ’L-HAYR…………………… 18
B- ÖMER BİN ALİ İBNİ’L-FÂRIZ MISRÎ………………………..... 20
C- ÂŞIK ÖMER…………………...…………………...……………... 22
D- NİYÂZÎ MISRÎ…………………...…………………...…………... 23
E- MUHAMMED NASÛHÎ…………………...…………………....... 24
F- İSMAİL HAKKÎ BURSEVÎ…………………...……………..…… 25
G- EŞREFOĞLU RÛMÎ…………………...………………………… 28
H- MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN RÛMÎ …………………....………… 30

3
I- HOCA NASREDDİN ZARÎFE…………………...……………….. 33
İ- ALİ BİN EBÎ TÂLİB MEKKÎ……………...……………………... 34
K- EMİR HÜSREV DİHLEVÎ…………………...………………...... 36
L- CEMÂLEDDÎN UŞŞÂKÎ…………………...…………………… 37
M- ŞEVKET BUHÂRÎ...…………………...……………………….. 38
N- ENVERÎ…………………...…………………………………...... 39
O- HAKÂNÎ…………………...……………………………………. 40

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ABDULLAH SALÂHADDÎN UŞŞÂKÎ’NİN TASAVVUFÎ
ŞİİR ŞERHLERİ

I- ŞERH METİNLERİNİ İNCELEMEDE TÂKİB EDİLEN USÛL………. 41


II- ŞERH METİNLERİNİN KÜTÜPHÂNE KAYITLARI HAKKINDA
YAPILAN DEĞERLENDİRME….………………………………………. 43
III- METOD VE MUHTEVÂ YÖNÜNDEN ABDULLAH
SALÂHADDÎN UŞŞÂKÎ’NİN ŞERHLERİ…...…………………………... 65
IV- ŞERHLERDE GEÇEN BAZI TASAVVUFÎ KAVRAMLAR………… 95

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ABDULLAH SALÂHADDÎN UŞŞÂKÎ’NİN ŞERH METİNLERİ

I- “EŞREFOĞLU RÛMÎ’NİN GAZEL-İ ŞERİFLERİ’NİN ŞERHİ”.………… 114


A- EŞREFOĞLU RÛMÎ’NİN GAZELİ……………………………… 114
B- ŞERH-İ GAZEL-İ EŞREFOĞLU RÛMÎ…………………………. 115
II- ÂŞIK ÖMER’İN İKİ ŞİİRİNİN ŞERHİ………………………………….. 125
A- “GÜFTE-İ ÂŞIK ÖMER, ŞERH-İ SALÂHÎ EFENDİ”……………. 125
B- “LÜGÂZ-İ ÂŞIK ÖMER, ŞERH-İ SALÂHÎ EFENDİ”…………….. 130
III- “İSMAİL HAKKI BURSEVÎ’NİN NUTK-İ ŞERÎFİ’NİN ŞERHİ” ……… 137
A- GAZEL-İ İSMAİL HAKKÎ, MANZUM TERCÜME-İ SALÂHÎ… 137
B- ŞERH-İ SALÂHÎ…………………………………………………. 138
IV- MUHAMMED NASÛHÎ’NİN BİR ŞİİRİNİN ŞERHİ………………….. 156

4
A- “NUTK-I HAZRET-İ NASÛHΔ ………………………………... 156
B- “ŞERH-İ SALÂHÎ EFENDİ” ……………………………………. 156
V- ÖMER BİN ALİ İBNÜ’L-FÂRIZ’IN ŞİİRİNİN ŞERHİ………………….. 163
A- “KASÎDE-İ HAMRİYYE-İ FÂRİZİYYE” ……………….…………. 163
B- MANZÛM KASÎDE-İ HAMRİYYE TERCÜMESİ………………. 165
C- “ŞERH-İ KASÎDE-İ HAMRİYYE-İ FÂRİZİYYE” ………………… 167
VI- EBÛ SAÎD BİN EBİ’L-HAYR’IN RUBÂÎSİ’NİN ŞERHİ…………..… 223
A- “RUBÂİYYE-İ EBÎ SAÎD, MANZÛM TERCÜME” …………….. 223
B- ŞERH-İ RUBÂİYYE-İ EBÛ SAÎD İBNİ EBİ’L-HAYR………... 223
VII- MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN RÛMÎ’NİN İKİ ŞİİRİNİN ŞERHİ……… 254
A- GAZEL-İ HAZRET-İ MEVLÂNÂ……………………………….. 254
B- MANZÛM TERCÜME-İ SALÂHÎ……………………………….. 255
C- ŞERH-İ GAZEL-İ HAZRET-İ MEVLÂNÂ………………………. 256
D- “KASÎDE-İ HAZRET-İ MEVLÂN” ……………………………… 275
E- MANZÛM TERCÜME-İ SALÂHÎ ……………………..………… 276
F- “ŞERHÜ’S-SALÂHÎ Bİ-İMDÂDİ’L-FEYZİ’L-İLÂHΔ…………….. 277
VIII- NİYÂZÎ MISRÎ’NİN ÜÇ ŞİİRİNİN ŞERHİ………...………………… 307
A- “KELÂM-I MISRÎ KUDDİSE SİRRUH” ………………………… 307
B- “ŞERH-İ SALÂHÎ ABDÎ EFENDİ” ………………………………. 308
C- “DİĞER NUTK-İ ŞERİFLERİ” ………………………………….. 318
D- “ŞERH-İ SALÂHÎ ABDÎ EFENDİ” ………………………………. 319
E- “NUTK-İ ŞERÎF-İ HAZRET-İ MISRΔ…………………………... 330
F- “ŞERH-İ SALÂHÎ ABDÎ EFENDİ” …………………………......... 331
IX- SALÂHÎ’NİN İKİ MUAMMÂSI VE ŞERHİ………………………........ 367
A- MUAMMÂ-İ SALÂHÎ, “ŞERH-İ MUAMMÂ MUHTASARCA” .. 367
B- SALÂHÎ’NİN DİĞER MANZÛMESİ…………………............... 370
C- “ŞERHU’R-RUMÛZ FÎ SIRRI’L-LÜGÛZ” …………….............. 372
X- HAZRET-İ ALİ’NİN BİR RUBÂÎ VE ŞİİRİNİN ŞERHİ………............. 376
A- “KELÂM-I HAZRET-İ ALİ” …….............…….............……......... 376
B- “ŞERH-İ SALÂHADDÎN EFENDİ” .........…….............……......... 377
C- “TERCÜME VE KIT’A-İ SALÂHÎ ABDÎ EFENDİ” .......……........ 380
D- “MUAMMÂ-İ HAZRET-İ ALİ” ......……........................................ 385

5
E- ŞERH-İ MUAMMÂ-İ HAZRET-İ ALİ.......................................... 386
XI- LÜGÂZ-İ CEMÂLEDDİN UŞŞÂKÎ ŞERH-İ SALÂHÎ.......................... 389
“MİFTÂHU’R-RUMÛZİ’L-ESRÂRİ’L-KÜNÛZ” .............................. 389
XII- “ŞERH-İ BEYT-İ MİR HÜSREV” .......................................................... 422
XIII- “ŞERH-İ NUTK-İ NASREDDİN EFENDİ” .......................................... 429
XIV- “KIT’A-İ EBÛ TÂLİB İSFEHÂNÎ, ŞERH-İ SALÂHΔ .......................... 433
XV- FARSÇA BEYİT ŞERHLERİ................................................................ 436
A- “BEYT-İ ŞEVKET, ŞERH-İ SALÂHΔ .......................................... 436
B- “BEYT-İ HAKÂNÎ, ŞERH-İ SALÂHΔ .......................................... 440
C- “BEYT-İ ENVERÎ, ŞERH-İ SALÂHΔ ........................................... 442
D- “LETÂİFÜ’L-HAYÂL BEYİTLERİNDEN, ŞERH-İ SALÂHΔ ..... 444
E- DİĞER FARSÇA BEYİTLERİN ŞERHLERİ.............................. 446

I- NETÎCE………………………….……………………………………… 462
II- EKLER………………………….……………………………………… 464
III- KAYNAKÇA………………………….………………………………. 490

6
KISALTMALAR
as. : aleyhi’s-selâm
age. : adı geçen eser
agn. : adı geçen nüsha
b. : ibn, bin
bk. : bakınız
bl. : bölümü
c. : cilt
DİA. : Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
h. : hicrî
haz. : Hazırlayan
Hz. : Hazret-i
İA. : İslâm Ansiklopedisi
ilh. : ilâ âhirihî (sonuna kadar)
İst. : İstanbul
İ.Ü. : İstanbul Üniversitesi
Ktp. : Kütüphânesi
M : müstensih
M.Ü. : Marmara Üniversitesi
MEB. : Millî Eğitim Bakanlığı
nr. : numara
nşr. : neşreden
(ra) : (radıyallâhu anh)
s. : sayfa
(sav) : (sallâllâhu aleyhi ve sellem)
SBE. : Sosyal Bilimler Enstitüsü
TDK. : Türk Dil Kurumu
trc. : tercüme eden
ts. : tarihsiz
vr. : varak

7
TRANSKRİPSİYON İŞARETLERİ

‫ء‬ : ’

‫ت‬ : T

‫ح‬ : H

‫ز‬ : Z

‫س‬ : S

‫ص‬ : S

‫ض‬ : Ż

‫ط‬ : T

‫ظ‬ : Z

‫ع‬ : ‘

‫غ‬ : Ġ

‫ق‬ : K

‫ك‬ : K

‫ه‬ : H

8
ÖNSÖZ

İlâhî kaynaklı hikmetin aktarılması geleneği olarak tarif edebileceğimiz tasavvuf; akıl
ve nakille beraber ilham, keşf ve sezgiye dayalı bir bilgi kaynağının ürünüdür. Nazârî
yönünden ziyâde amelî tarafı ön planda olan tasavvuf, meselelerinin güçlü bir şekilde ortaya
çıkmasıyla birlikte sanat ve fikir alanında geniş bir ilham kaynağı olmuştur. Klasik
edebiyatımızda da mühim bir yere sahiptir. Kullandığı sembol ve remizlerle edebiyatımızı
etkilemiş ve bediî yönüyle şâirlere ilham kaynağı olmuştur. Tekke edebiyâtımızda en güzel
örneklerine rastladığımız tasavvufî şiirler, tarîkatlara mensûb şâirlerin akîdelerini ortaya
koymak, tarîkatlerin âdâb ve erkânını bildirmek vb. muhtevâsının yanında önemli bir kısmı
da ilâhî bir neş’e içinde yaşanan mânevî hâlleri ifâde eden lirik ve şathiyye tarzında
yazılmışlardır.
Şiiri, ulaşmak istediği hedefe götüren önemli bir araç olarak gören tasavvuf erbâbı,
şekle fazla takılmadan bediî zevki aksettiren şiirler ortaya koymuşlardır. Kendisi de bir şeyh
olan Abdullâh Salâhaddin Uşşâkî’nin eserleri de bu manada önemlidir. Salâhî, tezimizde
incelediğimiz şathiyyâne ifâdelerin yoğun olduğu şiirleri şerh ederken yalnız erbâbının
anlayabileceği, tasavvufun enginliğini anlatan kendisinden ve başka üstadlardan şiirlere sık
sık yer vermiştir.
Bu tez ferdî bir çalışmanın ürünü değildir. Bu çalışma sırasında bir çok değerli insanın
emeğinden ve bilgilerinden istifâde edilmiştir.
Öncelikle beni bugünlere kadar getiren, maddî ve mânevî desteklerini hiçbir zaman
esirgemeyen muhterem anne ve babama teşekkür ederim. Çünkü bana olan güven ve
anlayışlarını her zaman yanımda hissettim.
Özellikle, tez danışmanım olan değerli hocam, kıymetli insan Prof. Dr. M. Erol Kılıç
Bey’e teşekkür ederim. Çünkü bir taraftan çalışma alanının belirlenmesinde, kaynakların
incelenmesinde, tezin gidişâtının kontrol edilmesinde sürekli bana destek olurken, diğer

9
taraftan aksamalar ve problemler karşısında muhteşem anlayışını sonuna kadar gösterdi.
Ayrıca bu tezin hazırlanmasında eşsiz bilgi ve tecrübesini hiçbir zaman esirgemedi.
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Bölümündeki hocalarım, Prof. Dr.
Mustafa Tahralı, Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz, Doc. Dr. Nejdet Tosun, Dr. Süleyman
Derin ve Dr. Safi Arpağuş Beyler’e teşekkürü bir borç bilirim. Çünkü günleri, haftalara,
haftaları aylara, ayları yıllara sığdırarak, tasavvuf ilmini zihnimize, sevgisini kalbimize ilmek
ilmek dokudular.
Ayrıca bu çalışmanın hazırlanmasında emeği geçen kıymetli A. Hamdi Yıldırım, Dr.
Ali Namlı, Doc. Dr. Mustafa Çiçekler ve N. Nurullah Aras Beyler’e şükranlarımı sunarken
çalışmam esnasında bana gerekli desteği vererek büyük sabır örneği gösteren kıymetli eşime
de teşekkür ederim.

Resul ARICI
Üsküdar 2006

GİRİŞ

Yüksek lisans tezi olarak hazırladığımız bu çalışma, 18. yüzyılda yaşamış olan
‘Abdullâh Salâhaddîn Uşşâkî’nin tasavvufî şiir şerhleri üzerinedir. Çalışma sırasında gerek
şiir şerhlerinin daha iyi anlaşılması ve gerekse daha sonraki araştırmacılara katkıda bulunmak
amacıyla ana konumuzun yanında onu destekleyen mevzûlar hakkında bilgiler sunulmuştur.
Bu bakımdan Salâhî’nin şiir şerhleri değerlendirilirken şerh, tasavvufî şiir, şiir şerhleri,

10
lügâz-muammâ-ebced, şatahât vb. konular hakkında bilgiler verildikten sonra Salâhî’nin
şerhleri metod ve muhtevâ yönünden incelemeye tabî tutulmuştur.
İki divân sâhibi, Arapça, Farsça ve Türkçe te’lif, tercüme ve şerh bir çok eseri bulunan
Salâhî, yaptığı şiir şerhleri bakımından da velûd sayılabilecek bir şâir olarak dikkat
çekmektedir. İncelediğimiz şiir şerhlerinden anlaşıldığı üzere zâhirî ve bâtınî ilimlerde
kendisini çok iyi yetiştirmiş olan Salâhî’nin şiir şerhleri üzerinde yaptığımız mütevâzî bir
çalışmanın ürünü olan tezimiz, Salâhî’nin şerhlerinin incelenmesi üzerine bir giriş niteliğinde
sayılabilir.
Bu çalışmamızı yaparken öncelikle kütüphânelerde bulunan yazma nüshaları tesbit
ettik. Bu yazmalardan en eski ve okunaklı olanlardan üçer nüsha esas alarak metin
çalışmasına başladık. Araştırmamızda kullandığımız yazmaları aslına sâdık kalarak transkribe
etmeye çalıştık. Bütün dikkatlerimizi vererek hazırlamaya çalıştığımız tez metninin son hâle
getirilmesinde gerekli titizliği göstermeye çalıştık. Seçtiğimiz nüshalar arasındaki farklılıkları
da göstermeye gayret sarf ettik. “Salâhî’nin Tasavvufî Şiir Şerhleri” adlı tezimiz giriş
kısmının ardından şu şekilde oluşmuştur:
BİRİNCİ BÖLÜMDE;
I- Umûmî mânâda İslam Medeniyeti içerisinde birçok ilim alanında ortaya
çıkan şerh geleneği ve de husûsî mânâda şiir şerhleri hakkında bilgiler
verildi.
II- Türkler arasında tasavvufun sevilmesindeki en büyük vesîlelerden biri olan
tasavvufî şiir ve Türk tasavvuf şiiri hakkında inceleme yapıldı.
III- Daha sonra da, tasavvufun öğretilmesinde ve tasavvuf içi eğitimde önemli bir
araç olan tasavvufî şiir şerhleri hakkında bilgi verilmiştir.
İKİNCİ BÖLÜMDE; “Abdullah Salâhaddîn Uşşâkî’nin ve şerh ettiği şiirleri yazan
şâirlerin hayatları” başlığı altında,
I- Abdullah Salâhaddîn Uşşâkî’nin hayatı ve eserleri ana hatlarıyla
kaynaklardan istifâde edilerek yapılan çalışmalar da gözden geçirilerek ortaya
konmuştur.
II- Abdullah Salâhaddîn Uşşâkî’nin şerh ettiği şiirleri yazan şâirlerin hayatları
çalışmanın hacmi göz önünde bulundurularak kısa bir şekilde yazılmıştır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜMDE; “Abdullah Salâhaddîn Uşşâkî’nin tasavvufî şiir şerhleri”
başlığı altında,

11
I- Şerh metinlerini incelemede takib ettiğimiz usûl hakkında bilgiler verilmiştir.
Tezimize esas aldığımız yazma nüshaları karşılaştırmalı olarak günümüz
harfleriyle ortaya koymaya çalışılmış ve metin farklılıkları rumûzlar
kullanılarak; eksiklikler için nüsha belirtilerek (-), fazlalıklar için nüsha
belirtilerek (+) işaretiyle dipnotta gösterilmiştir. Metninlerin günümüz
harflerine çevrilmesinde o zamânın Türkçe’siyle günümüz Türkçe’si arasında
bir orta yol tutulmuştur. Metinde geçen Arapça ve Farsça ibâreler aslına uygun
olarak yazıldıktan sonra dipnotta tercümeleri verilmiştir. Şerh edilen şiirlerin
şâirlere âidiyeti hakkında araştırma yapılıp gerekli malûmat dipnotlarda
gösterilmiştir. Şiirleri ararken zikredilen şâirlerin divanlarına bakılmıştır.

Farsça beyitler “٢ ‫”ﺩﺭﺝ‬ programı kullanılarak kaynağı tesbit edilmeye

çalışılmıştır. Arapça şiirler de “‫ﺍﻟﻌﺮﰉ‬ ‫ ”ﻣﻜﺘﺒﺔ ﺍﻟﺸﻌﺮ‬programıdan ve internetten


araştırma yapılarak kaynağı hakkında bilgiler verilmiştir.
II- İstanbul’daki kütüphânelerde bulunan Salâhî’ye âit şerh nüshalarının tamamı
incelenmiştir. Tavsif edilen şerh metinlerinin kütüphâne kayıtları hakkında
yapılan değerlendirmeler bulunmaktadır.
III- Abdullah Salâhaddîn Uşşâkî’nin tasavvufî şiir şerhleri metod ve muhtevâ
yönünden incelenmiştir.
IV- Bu bölümde son olarak, Abdullah Salâhaddîn Uşşâkî’nin tasavvufî şiir
şerhlerinde geçen bazı tasavvufî kavramlar ele alınmıştır.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜMDE; “Abdullah Salâhaddîn Uşşâkî’nin şerh metinleri”
başlığı altında şerh metinlerinin transkribe edilmiş halleri bulunmaktadır.
Tezimiz; netîce, ekler ve kaynakça bölümleri ile nihâyete ermektedir.
Bu tez çalışması Salâhî ve onun eserleri üzerinde yapılmış çalışmaların ilki değildir.
Tezin hazırlanması sırasında Salâhî hakkında daha önce yapılan bütün çalışmalar gözden
geçirilmiş ve özellikle tasavvufî şiir şerhleri konusundaki çalışmalar incelenmiştir.
Bu çalışma neticesinde daha da iyi anlaşılmıştır ki, kütüphânelerimizin tozlu rafları
arasında bulunan, kültür ve medeniyetimizin birikimi olan el değmemiş yüzlerce önemli eser
mahîr ellerin kendisine uzanmasını beklemektedir. Medeniyet ve kültürümüzün önemli
malzemeleri olan çok kıymetli bu eserlerin incelenmesi adına yapılan çalışmalar
geleceğimizin inşâsında önemli adımlar olarak tarihe geçecektir.

12
BİRİNCİ BÖLÜM

I- ŞERH VE ŞİİR ŞERHLERİ


Sözlüklerde şerh; “kesmek, dilmek, kesip yarmak, açmak, net görebilecek hâle
koymak, açıklamak, îzâh etmek, ayırma, yarma; bir kitabın ibâresini yine o lisânla veya
başka bir lisânla tafsîl ve îzâh ederek müşkilâtını açma; bir kitabın ibâresini kelime kelime
açıp îzâh ederek yazılan kitap; îzâh, tafsîl, açık anlatım” gibi mânâlara gelir.1

1
Şemseddin Samî, Kâmus-i Türkî, s. 773; Nâci, Lügat-i Nâci, s. 497; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe

13
İslâm Medeniyeti’nin hüküm sürdüğü Arap, İran ve Türk edebiyatlarında başta ha-
dis ve fıkıh kitapları olmak üzere pek çok meşhur kitap, risâle ve şiire şerh yazılmıştır.
Şerh geleneğinin ortaya çıkışında şerh; farklı bilgi düzeylerinde yazılmış metnin, başkaları
tarafından anlaşılmasına, sebepleri unutulan veya ihmâl edilen kapalı kısımların açılmasına
ve te’vil içeren lafızların ayrıntılı olarak dile getirilmesine hizmet eder.2
“Genişletmek” anlamında Kur’ân-ı Kerim’de3, “göğsü genişletmek” anlamında
hadislerde4 geçen şerh kelimesi, genişleterek anlatma, herhangi bir ilim ve edebiyat
metninin anlaşılmasını kolaylaştırmak için aynı veya başka bir dilde îzâh ve tafsîl etmek,
zor kısımlarını açıklamak, feth, ta‘lik, tefsir etmek anlamlarına gelmektedir.5 Genellikle
yazılı metin biçiminde olmakla beraber sözlü uygulamalarına da rastlanır. Tasavvufî
muhtevâlı eserleri ve manzûmeleri açıklamak için kaleme alınan şerh metinlerinin önemli
bir kısmı da medreselerde okutulan ders kitaplarını açıklamak için kaleme alınmıştır.6
Manzûme şerhleri, herkesçe anlaşılmasının zor olduğu düşünülen bir şiirin, en
azından başkalarından iyi anladığı kanâatinde olan bir yazar tarafından yapılan
açıklamasıdır.7 Şerhin bir diğer anlamı da; muhtelif ilim dallarında incelenen bir esere
yazılan açıklamadır. Hâşiye, hâmiş, ta‘lîk, telhîs, tahlîl, tefsîr, analiz gibi kelimeler de
anlam olarak şerhe yakın kelimelerdir.
Her devrin bilgi, inanç ve anlayış özelliklerine dayanan bir sanat, tabiat ve evren
görüşü vardır. O devrin eserlerinde bunların izleri görülür. Eski Türk edebiyatında
mazmûnlar hep bu esaslara dayanarak yapılmıştır. Metin şerhleri, eski eserlerdeki bu gibi
mazmûnları anlamak ve onların yazıldığı devri bütün özellikleriyle tanımak için
yolumuzu aydınlatacaktır.8
Şark şiirinin temel özelliklerinden birisi olarak teksîfî bir karakter arz etmesi gösterilir.
Yani şiirde asıl olan, az sayıda kelime ile çok mânâ yakalayabilmektir. Kelimeler, yine aynı
ihtiyaca binaen geliştirilmiş birçok edebî sanata uygun olarak öyle sihirli bir silsilede bir araya
getirilirler ki, her okur kendi derinliği ve zevkine göre onda ayrı bir mânâ ve güzellik bulabilir.9

Ansiklopedik Lügat, s. 990


2
Dursun Hazer, “Şeyhzâde’nin Kavâ‘idu’l-i‘râb’ Şerhi Penceresinden Osmanlı Arapça Şerh Çalışmalarına
Bakış” s. 212
3
En-Nahl, 16/106; ez-Zümer, 39/22; el-İnşirah, 94/1; el-En‘am, 6/125; Tâhâ, 20/25
4
Buhârî, Tefsir, 9/20; Tirmizi, Tefsir, 9/18, Ahmed b. Hanbel, I, 13; V, 189
5
İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, s. 178
6
İbrahim Erşahin, Halk Kültürü ve Edebiyat Sözlüğü, s. 253
7
Ömür Ceylan, Böyle Buyurdu Sûfî, s. 111
8
Agah Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, TTK yay. s.12-14
9
Ceylan, age, s. 113

14
Bu nedenle şerhlerde yapılanlar yalnız kelimelerin lügat mânâlarının verilerek şiirin
açıklanması değildir. Klasik şerhler günümüzde metin tesbiti, metin şerhi, metin îzâhı
metin tahlîli vb. terimlerle ifade edilen incelemelerin tamamını kendi şartları içinde ihtivâ
etmektedir.10
Bir çok metinde ve ilim dalında bazı sebeplerden dolayı şerhe ihtiyaç
duyulmaktadır. Yazarın fevkalâde bir mahârette olması neticesinde eserinde ince mânâları
veciz bir şekilde ortaya koyması ve bunu erbâbının dışındakilerin anlamakta zorlanmaları,
lafızların bir çok mânâya ihtimalli olması ve mecâzî lafızların kullanılmış olması vb.
sebeplerden dolayı şârih tarafından maksadın açıklanmasına ihtiyaç duyulur. Netîcede
yazarın seviyesi, takip edilen metod ve dil husûsiyetleri dolayısıyla şerh ihtiyacının
kaynaklandığı söylenebilir.11

II- TÜRK TASAVVUF ŞİİRİ


Türkler arasında 13. yüzyıldan itibaren Moğol istilasının sebep olduğu kargaşa
döneminde tasavvufî düşünce hızla yayılmıştır. Türkler arasında tasavvufun sevilmesindeki
en büyük vesîlelerden biri, Ahmed Yesevî ile başlayan tasavvufî Türk şiiri geleneğinin önemli
şahsiyetleri Yunus Emre, Mevlânâ vb mutasavvıfların şiirleridir. Bunlar vâsıtasıyla
tasavvuf geniş halk kitlelerine ulaşırken tasavvufî şiir de, halk zevkinde asırlar boyu terk
etmeyeceği sağlam bir yer edinmiştir.12 İnancını halka yaymak, bildiği bir hakîkati
anlatmak, halkı doğru bildiği yola yöneltmek, gaflettekileri uyandırmak vb. gâyelerle
mutasavvıflar, halkı irşâd ederken büyük bir telkin yeteneği ile büyük çoğunluğu manzûm
çeşitli eserler yazmışlardır.13
İslâmiyet’in derûnî bir yorumu olarak doğuşundan itibaren coğrafya, ırk, renk gibi
hiçbir ayırım yapmadan insanları etkileyen bir anlayış ve sistem olan tasavvufun Türkler
arasında kalıcı olmasında kalbten doğan ve kalbe hitap eden, sanatlı, ölçülü, çabuk ezberlenen
ve akılda kolay kalan tasavvufî şiirler etkili olmuştur. İlk büyük Türk sûfisi Ahmet
Yesevî’den itibaren tasavvuf büyüklerinin büyük bir bölümü, şiiri bir tebliğ ve irşâd vâsıtası
olarak kullanmışlar ve şiirlerini divan ve divançe adı verilen eserlerde toplamışlardır.14

10
Ömür Ceylan, Tasavvufî Şiir Şerhleri, s. 20
11
Çakan, age, s. 180
12
Ömür Ceylan, age, s. 42
13
A. Azmi Bilgin, “Osmanlı Şiir Geleneğinde Türk Tasavvuf Şiirinin Yeri”, 17-23
14
Mustafa ÖZÇELİK, “Tasavvuf'ta Bir Anlatım Aracı Olarak Şiir”, s. 51-53

15
Türk tasavvuf şiirinin husûsiyetlerinin başında telkînî ve didaktik amaçla yazılmış
olmaları gelmektedir. Ayrıca sûfî şâirler günlük dilin sığ ve dar imkânları yanında aktarmak
istedikleri yüce mânâya şiirsel dilin daha fazla imkân sağlamasından dolayı tercihen şiire
yönelmişlerdir. Şâirlerin en çok dikkat ettiği hususlardan birisi olan vezin tutturma konusu
mutasavvıf şahsiyetlerde ikinci derecede önemi haizdir.15 Sanat endişesi ve estetik
gâilelerden uzak, bir an evvel halka ulaşma ve anlatma hedefine yönelik hareket eden Sûfî
şâirler estetik olgu ve bir sanat eseri olarak şiirin teknik donanımına özel bir önem vermek,
konu üzerinde düşünmek ve çalışma ihtiyacı hissetmemişlerdir. Mutasavvıfların öncelikli
amacı, insanlığın bediî birikimine katkıda bulunmak değildir. Onlar, inandıkları düşünce
sistemini insanlara anlatmak ve yaymak gâyesi yolunda, şiirin insan rûhuna ve zihnine
ulaşmadaki sür’ati ve etkisinden yararlanırken, onlarda ne divan şâirlerinde görülen edebî
taassup ve mükemmeliyetçilik, ne de bazı saz şâirlerinde rastlanan etkilenme ve öykünme
bulunmaz.16 Şiirin dış özellikleri onlar için ayrıntıdan ibârettir. Aslolan şiirin muhtevâsı ve
anlattıklarıdır. Bununla birlikte bediî gâileler ön planda tutulmasa da bu şiirlerde sayısız
edebî san’atlar bulunmaktadır.17 Hiçbir mutasavvıfın şâir olmak gibi bir derdi yoktur. Hatta
şiiri, sadece sanat bağlamında ele almak onların tarzı hiç değildir. Tasavvuftaki gâye bu
egoyu tatmin etmek değil terbiye etmektir. Hatta benliği yok etmektir. Bu yüzden şiir,
tasavvufî anlayışta her zaman için bir vâsıta hükmünde olmuştur. Tasavvuf şiiri, ruhtan
kopan şuûr dışı bir feryat değil, ince düşüncelerle belirli bir sistem hâline sokulmuş sûfî
ahlâkını bize yansıtır. Özellikle tasavvuf’un girift meseleleri, şiir diliyle lafız olarak
çözülemese bile ma‘na yönüyle insan rûhunda karşılığını kolay bulur.18
Hak âşığı olan bu şâirler; his ve fikirlerini açıklamak için mecâzî bir üslûp tercih
etmişler, şiir diline özel bir edâ vermişlerdir. Şâirin mizacında hislerin veya aklın
galebesine göre ilhâmın cilvesi başkalaşarak şiire yansıyabilmiştir. Sûfî şiirlerin bir
kısmında aşkın cezbesi pek şiddetlidir. Türk tasavvuf şiirinde muhteva yoğunluğu dikkati
çekmektedir.19 Divân ve halk edebiyatlarının bir sentezi durumundaki tekke edebiyatı20
Doğu şiirinin vazgeçilmez kelime kadrosunu değiştirmese bile kendine mahsus bir
anlayışla erbâbının anlayacağı bir şiir dili oluşturmuştur. Mutasavvıf şâirler mevcut şiir

15
M. Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir, 70-71
16
Ceylan, age, 50
17
Bilgin, age, 19
18
Özçelik, age, 52-53
19
Bilgin, age, 22
20
Kılıç, age, 43

16
terimlerine tasavvufî bir anlam yüklemişlerdir. Ayrıca divân ve halk edebiyatının edebî
türlerini kullanan mutasavvıf şâirler nutûk, makâl, güfte, devriye ve şathiyye gibi özgün
nazım türleri de meydana getirmişlerdir.21
Mutasavvıf şâirler didaktik mahiyette söyledikleri şiirler arasında bazen olağanüstü
örneklere de rastlanır. Salâhî tarafından şiirleri şerh edilen Eşrefoğlu Rumî, Nasûhî,
Mevlânâ, Niyâzî Mısrî gibi şâirlerin şiirlerinde bu tür beyitlere rastlıyoruz. Özgün bir
edebî atmosfere sâhip olan tasavvuf şiiri, herkesin ulaşamayacağı anlam kapılarına
sahiptir. Bu tasavvufun hayatı anlamlandırmadaki yaklaşımı dolayısıyladır. İlâhî keşf
mahsûlü tasavvufî şiirler remizler kullanılarak oluşturulmuştur. Bazen bu şiirler baştan
sona remizli olabilir. Böyle şiirlere şathiyye adı verilmektedir.22
İşte kendine özgü anlam haritaları olan tasavvufî şiirler anlaşılması için erbabınca
yorumlanarak açıklanmıştır ki, bunlara “tasavvufî şiir şerhleri” denmektedir.

21
Ceylan, age, 45-54
22
Ceylan, age, 94-95

17
III- TASAVVUFÎ ŞİİR ŞERHLERİ
Gerek nesir ve gerekse şiire yazılan şerhlerin büyük bir bölümünün tasavvufî
içerikli olduğu edebiyatımızda; Klasik edebiyat ürünlerimizin çokluğuna rağmen, şerhin
daha çok dinî ve tasavvufî eserlere yönelik olması, bu metinlerin açıklanmasına duyulan
ihtiyaçtan dolayı olsa gerektir. Osmanlı şiir geleneğinde birtakım manzûmeler üzerinde
bazı mutasavvıf şârihler tarafından şerh çalışmaları yapılmış olması da edebiyat tarihimiz
içerisinde “metinler şerhi” denilen bir dalın ortaya çıkmasında yine mutasavvıf
şahsiyetlerin oynadığı öncü rolü ortaya koymaktadır.23
Şiir; sözü kısa tutma (icmâl), rumûz kullanma (remz), bilmece yapma (lügâz) ve
başka mânâ kasdetme (tevriye) sanatıdır. Nitekim tasavvufî eserlerin dili, klâsik dile
nazaran daha girift, mecâz ve sembol kullanımı bakımından da daha yoğundur. Bu durum
tasavvufun kendi yapısı ve anlayışından kaynaklanır. Tasavvuf her şeyden önce “kâl”
değil “hâl” ilmi olarak görülmüştür. Mutasavvıfların bu hâl içerisinde yaşadıkları mistik
tecrübelerinin dile getirilmesi ve anlaşılır hâle konması, normal metinlerden daha fazla
mecâz ve sembol kullanmayı gerekli kılmıştır.24
Tasavvufî geleneğe göre mutasavvıfların tam bir vecd ve cezbe hâlinde söylediği bu
tür sözler ancak erbabınca anlaşılabilmektedir. Bu şiirler zâhirde saçma gibi görünse de,
amaç önemli tasavvufî hakikatlerin ehil olmayanlardan gizlenmesidir. Klasik dönem
Türkçe şiirleri şerh etme geleneğine dönüp baktığımızda, şathiyelerin yoğunluğu ile
karşılaşmaktayız.25
Tasavvufî şiirlerin, estetik gayelerden ziyâde didaktik endişelerle yazıldığı daha
önce belirtmiştik. Bu durum şiir şerhlerinde de geçerlidir. Tasavvufî şiir şerhlerinde, şâirin

23
Ceylan, age, s. 25, M. Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir “Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası”, s 143
24
Kılıç, age, s. 52
25
Kılıç, age, s. 122-123

18
vermek istediği mesajı her seviyeden okuyucuya ulaştırabilmek için âyet ve hadislerden,
atasözleri ve deyimlere, peygamberler ve eski sûfîlerden efsane kahramanlarına, tarihî
olaylardan fıkralara kadar pek çok enstrümanla birlikte örneklendirme metodu da sık sık
kullanılır.26
Mutasavvıf, seyr ü sülûk ile bâtınî âlemdeki öz bilgiyi ortaya koymaya çalışır.
Ortaya konan bu mistik tecrübeye dayalı sırrî bilgi, dünyevî kelimelere yüklenen mânâlarla
açıklanmak durumundadır. Bununla birlikte mutasavvıflar da, mecazlardan örülü ayrı bir
dil oluşturduklarını ve herkesin bunu anlamaması gerektiğini, anlayamayacağını ifâde
ederler. İşte bu ayrı dili konuşan mutasavvıfların anlatmak istediklerini değişik amaçlarla
çözümlemek, tasavvufî şerhi doğurmuştur. Tasavvufî şiirlerin önemli iki unsuru mazmûn
ve remiz, kelime yada kelimelerde gizlenmiş mânâyı karşılayan terimlerdir. Genellikle, remiz
tekke şiirinde, mazmûn ise divan şiirinde kullanılır. Mazmûn için kaynakların verdiği
birbirine benzer târiflerin ortak noktası, “nükteli, sanatlı, özgün ve gizli anlam” olmasıdır.
Târifteki nükte, sanat ve özgünlük klasik şiir anlayışının temel prensiplerinden olup eski
şâirlerimizin hemen hepsinin az veya çok başardıkları üslûp kriterleridir.27
Bir diğer husus da, dünyevî unsurlarla semavî âlemin sembolize edildiği dinî-
tasavvufî metinler, tüm tasavvufî öğretinin de merkezinde bulunan keşf/sezgi dâiresinde
kaleme alındıklarından dolayı şerh edilme ihtiyacı hissettirirler. Tasavvufî şiir şerhleri,
genellikle mutasavvıfların şiirlerine yine aynı geleneğin takipçisi olan sûfîler tarafından ya-
zılmışlardır.28 Sûfî edebîyatın önemli bir bölümünü oluşturan bu şerhler, Arapça-Farsça bilen
ve yaşadıkları zamanın popüler ilimleri durumundaki dinî ilimlerin hemen her dalında az
yada çok söz sahibi olan kalemlere aittir. İslâm hukûku, kelâm, felsefe, tıp ve hatta astronomi,
kimya, simya, rüya tâbiri, ebcet, lügâz, muammâ vb. pek çok bilgi sahasına dağılmış bu zengin
birikimi, zâhiri ve bâtınî ilimleri elde etmiş olan Salâhî’nin şerhlerinde de görmekteyiz.
Tasavvufî şiir şerhlerinde karşımıza çıkan diğer bir husus da şiirin şiirle
açıklanmasıdır. Arapça-Farsça şiirlere Türkçe ve düzyazı ile yazılmış eski şerhlerde, beytin
hayâl dünyasına kapı aralayan, gizli anlamına erişmede yardımcı olan benzer beyitlerin
anılması, beyitte gizlendiğini düşündüğü anlamların ipuçlarını barındıran başka şiir parçaları
bol bol kullanılır. Açıklanan şiirler Türkçe olmakla birlikte, alıntılanan şiirler Türkçe, Arapça

26
Ömür Ceylan, Tasavvufî Şiir Şerhleri, s. 20
27
Neclâ Pekolcay ve diğerleri, İslâmî Türk Edebiyatı’nda Şekil ve Nevilere Giriş, 90-103
28
Ömür Ceylan, age, s. 96

19
ya da Farsça olabilmektedir.29 Aynı zamanda birer şâir olan tasavvufi şiir şârihleri,
şâirliklerini yalnız bu geleneğin devam ettirilmesinde değil ele aldıkları şiirin açıklanması
sırasında da kullanmışlardır. Nitekim şârihimiz Salâhaddin Uşşâkî, şerh metinlerinde
kendisine ait elliyi mütecâviz müstakil manzûme ve beyitlerle şerhlerini desteklemiştir.30

29
Ceylan, age, s. 393
30
Daha geniş bilgi için bk: M. Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir “Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası”; Ömür Ceylan,
“Tasavvufî Şiir Şerhleri”, “Böyle Buyurdu Sûfî”

20
İKİNCİ BÖLÜM
ABDULLAH SALÂHADDÎN UŞŞÂKÎ’NİN VE ŞERH ETTİĞİ ŞİİRLERİ YAZAN
ŞÂİRLERİN HAYATLARI

I- ABDULLAH SALÂHADDÎN UŞŞÂKÎ


Asıl ismi Abdullah, lâkabı Salâhaddîn, mahlası Salâhî’dir. Eserlerinde ve
şerhlerini incelediğimiz metinlerde adı şu şekillerde kayd edilmiştir: “Abdullah
Salâhaddin”31, “Abdullah Salâhî”32, “Salâhî Efendi”33, “Salâhaddin”34, “Salâhî”35,
“Salâhî Abdî Efendi”36. Cemâleddin Uşşâkî’ye müntesip olduğu için de, Salâhaddîn
Uşşâkî37 şeklinde geçmektedir. Şiirlerinde Salâhî mahlasını kullanmaktadır.38
Kendisiyle bizzat görüşmüş Sa‘dullah Enverî’nin kaydına göre 1117/1705 yılında39,
bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan Kesriye (Kastorya)’da doğmuştur.
Pederlerinin ismi Muhammed Abdülaziz’dir.40 Son devir kaynakları çoğunlukla onun
Balıkesir’de41 doğduğunu kaydetmişlerdir. Salâhî’nin zamanına yakın kaynaklarda ise,
doğum yeri Gölükesre, Gölükesri, Gölükesriye ve Kesriye olarak gösterildiği kesin
olduğundan dolayı bu izâfet yanlıştır.42 İlk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra 20
yaşında İstanbul’a geldi. Sarf-nahiv okudu.43 Salâhî, İstanbul’da tahsilini ikmâl ederken
tahvil kaleminde devlet hizmetine başlamıştır. Kısa zamanda mektupçuluk vazifesine
terfi ettikten sonra uzun yıllar Hekimoğlu Ali Paşa maiyetinde dîvân efendiliği
vazifesiyle bir çok bölgeleri dolaşmıştır.44

31
Salâhî, Şerh-i Gazel-i Eşrefoğlu Rûmî, İ.Belediye: O.E No. 58, Vr. 84b
32
Salâhî, Şerh-i Gazel-i Mevlânâ, Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111, Vr. 113b
33
Salâhî, Şerh-i Kelâm-ı Hz. Ali Sül. Ktp. Tahir Ağa Tekke 503, Vr. 25b
34
Salâhî, Şerh-i Kelâm-ı Hz. Ali, Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684, Vr. 35b
35
Salâhî, Şerh-i Gazel-i Mevlânâ, Sül. Ktp. Pertev Paşa No. 633, Vr. 13b
36
Salâhî, Şerh-i Muammâ-i Ali, Sül. Ktp. Usaki Tekkesi 300, vr. 100a
37
Salâhî, Şerh-i Beyt-i Mir Hüsrev, Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684, Vr. 42b
38
Salâhî, Şerh-i Gazel-i Mevlânâ, Sül. Ktp. Atıf Efendi Ktp. No. 2153, Vr. 38a
39
Sa‘dullah Enverî, Târih-i Enverî, vr. 176b
40
Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliyâ, IV, s. 430
41
Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 196
42
Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî, III, s. 444, Enverî, a.g.e, vr. 179b, Vassaf, age, IV, s. 429-444
43
Süreyya, age, 444, Enverî, a.g.e, vr. 176b; Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, Cilt. II, S. 144
44
Bursalı, age, I, 197, Süreyya, age, 444, Vassaf, age, IV, s. 430

21
Zâhirî ilimlerin yanında manevî ilimleri de tahsil etmiştir. Kâhire’ye giderek
Şeyh Şemseddin Muhammed el-Hafnî ile sohbet etmiş ve Şeyh Hasan
Demenhûrî’den cifir ve vefk gibi bir takım ulûm-ı garîbe tahsil etmiştir. Bu arada
Arapça’sını da hayli ilerletmiştir.45
İstanbul’a döndükten sonra Eğrikapı dergâhının şeyhi olan Cemâledin
Uşşâkî’nin sohbet halkasına devam etmiştir.46 Hekimoğlu Ali Paşa’nın maiyyetinde bir
çok yeri dolaşırken sayısız ulemâ ve meşâyıh ile tanışma fırsatı bulmuştur. Şeyhi olan
Cemâleddin Uşşâkî ile de Edirne’ye uğradıkları sırada tanışmıştır. Seyahatleri
sırasında görüştüğü ve sohbetinde bulunduğu bir çok Celvetî, Bektâşî, Bayramî, Sa‘dî,
Kadirî, Nakşibendî, Mevlevî ve Gülşenî meşâyıhtan istifâde etmiş ve bunların bazılarına
intisap etmiştir. Bir beytiyle buna işâret etmektedir:
Celvetî, Bayrâmî ve Sâdî, Kâdirî
Nakşibendî, Mevlevî ve Gülşenî, Uşşâkîyiz47
Muhyiddin İbnü’l-Arabî ile mânâ âleminde görüşmüş ve görüşme neticesinde
maddî-mânevî pekçok kalbî füyûzât ve vâridâta mazhar olarak keşfinin açıldığı ve
müteâkiben yüzü mütecâviz eser kaleme aldığı zikredilmektedir.48 Özellikle Salâhî’nin
İbnü’l-Arabî Hazretlerinin eserlerine yazdığı şerhler göz önüne alındığında yukarıdaki
ifadeler doğrulanmaktadır.49
Uzun yıllar İstanbul’da Cemâleddin Uşşâkî’nin sohbetine devam etmiştir. 1750
tarihinde şeyhi ve kayınpederi Cemâleddin Uşşâkî’nin vefatı üzerine aynı dergâhta
postnişîn olmuştur. 1764 senesine kadar bu dergâhta bu târihten itibaren de Tâhir Ağa
Tekkesi’nde şeyhlik makamında bulunmuştur. Tahir Ağa Tekkesi 1781’de yanınca
tekrar Eğrikapı’ya dönmüştür. 1782’de seksen yaşlarında iken vefat eden Salâhî’nin
kabri, uzun yıllar şeyhlik yaptığı Tahir Ağa Tekkesi’ne defnedilmiştir.50
Hz Salâhî, Şeyhi Cemâleddîn Uşşâkî’nin kerîmesi ile evlenmiştir. Muhyiddîn
ve Ziyâeddîn isminde iki mahdûmu vardır. Salâhî’nin nesebi Ziyâeddin Efendi’nin
mahdûmu Şeyh Muhammed Tevfik Efendi’ye kadar devam etmiştir.51

45
Vassaf, age, IV, s. 430, Sadık Vicdanî, Tomar-ı Turuk…, s. 109
46
Bursalı, age, I, 197
47
Bursalı, age, I, 197, Vassaf, age, IV, s. 432
48
Süreyya, age, 444, Vassaf, age, IV, s. 431
49
Mehmed Akkuş, Abdullah Salahaddîn-i Uşşâkî’nin Hayatı ve Eserleri, s. 105, 108, 111
50
Bursalı, age, I, 197, Vassaf, a.g.e. s. 429-444, Süreyya, age, 444
51
Akkuş, age, 21-24

22
ESERLERİ: Muhtelif kaynaklarda Salâhî’nin kırkı mütecâviz eseri olduğu
nakledilmektedir. Vefâtından sonra eserleri elden ele dolaşmıştır.52 Bunun en büyük delili
bugün Süleymaniye başta olmak üzere Dünya’nın bir çok kütüphanesinde Salâhî’ye âit
birçok yazma nüshanın bulunmasıdır. Hüseyin Vassaf Sefîne-i Evliyâ’da 210’dan ziyâde
eserinin bulunduğunu kendisinin de kitabına dercettiği 96 eserini tahkik ettiğini söyler ki,
bunların bir kısmı farklı isimlerle kaydedilmiş aynı eserdir. Bursalı da eserine Salâhî’nin
yüksek eserleri diyerek 50’yi mütecâviz isim kaydetmiştir. Hâlihazırda kütüphânelerde tesbit
edilebilen ve bizim üzerinde çalıştığımız ve listesini daha sonra vereceğimiz şiir şerhleri
dışında Salâhî’nin şerh, tercüme ve te’lif ettiği eserleri53 şunlardır:
ŞERH ETTİĞİ ESERLER:
1. “Riyâzu’l-Kavâ‘id Hıyâzu’l-Fevâid”: 559/1163’de vefat eden İran ediplerinden
Hamîdüddin Ebû Bekr b. Ömer b. Mahmud el-Belhî’nin edebiyata dair Farsça bir eserinin şerhidir.
Şerhin bir çok yazma nüshası bulunmaktadır; Müellif Nüshası: Sül. Ktp. P. Paşa, No. 432-433, c. I-II, Sül.
Ktp. Es’ad Efendi No. 2818, İ.Ü. Ktp., T.Y. No. 83, 1483, 1556, 1663, 2986, 5612, 5613, 5614, T.S.M.
Ktp., E.H. No. 1495, 497.
2. “Tavâli‘u Menâfi‘u’l-‘Ulûm Min Matâli‘ı Mevâkı‘ı’n-Nücûm”: Muhyiddin İbnü’l-
Arabî’nin “Mevâkı‘ı’n-Nücûm” adlı eserinin Arapça olarak yapılmış şerhidir. Nüshaları; İ.Ü. Ktp. A. Y.
No. 3344, İ. Bel. O. E. No: 266
3. “Miftâhu’l-Vücûdi’l-Eşher fî Tevcihi’l-Kelâmi’ş-Şeyhi’l-Ekber”: İbnü’l-Arabî’nin
sözlerinden birinin Arapça olarak şerhidir. Semih Ceyhan tarafından “Abdullah Salâhî Uşşâkî’nin
Vücûd Risâleleri” adıyla yüksek lisans tezi olarak hazırlanmıştır.
4. “Zeylü’l-Kitâb bi-Ahseni’l-Hıtâb”: “Miftâhu’l-Vücûd” risâlesinin zeylidir. Dili Arapçadır.
Üçüncü maddedeki Yüksek lisans tezi konusuna dâhil edilmiştir.
5. “Risâle-i Kudsiye Tercüme Ve Şerhi”: Nakşibendî tarikatının büyüklerinden 822/1419’da
vefat eden Muhammed Parsa’nın eseridir. Salâhî bu eseri, hem tercüme hem de şerh etmiştir. Bu eser,
“Risâle-i Kudsiyye Tercümesi” adıyla Ahmed İhsan Matbaası, İstanbul 1323’de yayınlanmıştır.
Daha sonra Ahmed Oğuz ve M. Sadık Aydın sadeleştirmiş, İslâmî Neşriyat tarafından da 1969’da
Konya’da bastırılmıştır.
6. “Muhtasaru’l-Menâr Şerhi”: Nesefî (ö. 710/1 310)’nin Fıkıh Usûlüne dair yazmış olduġu
“Menâru’l-Envâr” adlı meşhur eserinin muhtasarının Türkçe tercüme ve şerhidir. Nüshası, Sül. Ktp. P.
Paşa 443,
7. “Elli Dört Farz Şerhi”: Salâhî’nin matbu eserlerinden biridir. Müteaddit defâlar basılmıştır.

52
Vassaf, age, IV, s. 433
53
Vassaf, a.g.e. s. 440-443, Bursalı, age, I, 197-199, Akkuş, age, 93-186

23
Eserin aslı Hasan b. Ebi’l-Hasan el-Basrî’ye atfedilmektedir.
8. “Şâfiye Şerhi”: Arap diliyle ilgili İbn Hâcib’in yazdığı Şâfiye adlı gramer kitabının şerhidir.
Nüshaları; Beyazıd Dev. Ktp. No: 6598, Sül. Ktp. Yahya Tevfik No; 1701
9. “Risâle-i Mes’ele-i ‘Acz fi-Ma‘rifetillâh”: Ma‘rifetullâh’ın nasıl elde edileceği anlatıldığı
Gazzâlî’nin eserinin bir bölümünün şerhidir. Yazma Nüshaları; Sül. Ktp. P. Paşa, No. 630, 633, Millî
Ktp. No. (A) 1914
10. “Muzhır-ı Kavâ‘id-i İ‘râb Şerhi”: İbn Hişâm’ın, “Kavâ‘idü’l-i‘râb” adlı eserinin Türkçe
tercüme ve şerhidir. Nüshası, T.S.M. Ktp. E.H. 1908
TERCÜME ETTİĞİ ESERLER:
1- “Havzu’l-Hayât Tercümesi”: İbnü’l-Arabî tarafından Arapça’ya çevrilen bir eserin Türkçe
tercümesinden ‘ibârettir. Kalbin ma‘rifeti, riyâziyât, nefsin keyfiyet ve hâlleri vb. konular işlenmiştir. Sül.
Ktp. Hacı Mahmud Ef. 3214, 3098; Millî Ktp. (A) 2145
2- “Usûl-i Hadîs Şerhi Tercümesi”: Celâleddin ‘abdurrahman b. Ebi Bekr es-Suyûtî (ö.
911/1505)’nin, 14 ilmin muhtasarı olan “en-Nikâye” adlı eserinden Usûl-i Hadis kısmımın Türkçe’ye
tercümesidir. Nüshası, Sül. Ktp. P. Paşa No. 433 vr. 745a-757a
3- “Risâle-i Gavsiyye Tercümesi”: İbnü’l-Arabî’ye atfedilen “Gavsiyye” adlı eserin
tercümesidir. Eserde İbnü’l-Arabî’nin Cenâb-ı Hak’la olan konuşmaları bulunmaktadır. Nüshası,
Millî Ktp. (A) 392
4- “Risâle-i Vücûd Tercümesi”: Nakşıbendiyye Şeyhlerinden Muhammed Parsa’nın kelime-i
tevhid’in mânâsını anlattığı “Risâle-i Vücüd” adlı Farsça eserinin tercümesidir. Nüshaları, Sül. Ktp. P.
Paşa, No. 630, Millî Ktp . No. (A) 1914
5- “Tercüme-i Arûz-ı Tebrîzi”: İran ediplerinden Vâhid Tebrîzî’nin, “İlm-i ‘Arûz ve Kâfiye” adlı
risâlesinin tercümesidir. Nüshaları, Sül. Ktp. H.M.Ef., No. 6201, Sül. Ktp. P. Paşa no, 433 vr. 994b-1018b
6- “Dîvân-ı Hz. Ali Tercümesi”: Hz. Ali’nin şiirlerinin bir araya getirildiği Divân’ının Salâhî
tarafından yapılmış nazmen tercümesidir. Nüshaları, Sül. Ktp. Uşş. Tek., No. 333, İ.Ü.Ktp. No. 3885,
vr. lb-27a, K.M.M. Ktp. No. 2661, İ.Belediye: O.E No. 247 / 1. Kütüphânede bulunan yazma nüshada
tercümenin sayfa kenarlarında notlar da bulunmaktadır.
7- “Risâle-i Ahadiye Tercümesi”: İbnü’l-Arabî’nin, “Risâle-i Ahadiye” isimli kitabının ter-
cümesidir. Nüshaları; İÜ, Ktp. T.Y. No. 2309
8-“Bazı Arapça Gazellerin Tahmis Ve Tercümeleri”: “Kasīde-i Bürde”, Hassan b. Sâbit’in
kasīdesi ve “Kasīde-i Münferice”nin tahmîs ve tercümeleridir. Nüshaları, Sül. Ktp. Uşş. Tk.
No. 272, D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok, 11/7, vr. 62b-88a

TE’LİF ETTİĞİ ESERLER:


1. “Gül-i Sad-Berg-i Evrâd Berâ-yı Tuhfe-i ‘ubbâd”: Esmâ-i Hüsna ile Esma-i Nebi konuları

24
Arapça ve Türkçe, mensur ve manzum olarak çeşitli bölümler halinde detaylı olarak anlatılmıştır.
Nüshaları, Sül. Ktp. Yazma Bağışlar 002365/8, D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok II/7, vr. 74b-107b
2. “Mir‘âtü’l-‘Alâm Ve Mişkâtü’l-Ahlâm”: Hz. Peygamber’in isminin ebced karşılığı olan
92’ye muvafık gelen diğer isimler ve terkipler zikredilerek başlanan eser de ayrıca Esmâ-i Hüsnâ’nın
başına “‘abd” kelimesi getirilerek (‘abdu’s-Selâm, ‘abdu’l-Mü’min, ‘abdu’l-Müheymin... v.s) meydana
gelen “abâdile”den ebced değerleriyle çeşitli mânâlar çıkarılmaktadır. Bunlardan sonra ise, ebced
harflerinin ne mânâ ifade ettikleri anlatılmıştır. Salâhî’nin bu eseri Ömer Dilmen tarafından
“Mir‘atü'l-A‘lam ve Mişkatü’l-Ahlam, ‘Abdullah Salâhî Uşşakî” Marmara Üniversitesi 2003
(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) adıyla hazırlanmıştır.
3. “Mir’at-ı Esma”: Seyr ü sulûk esnâsında hangi mertebede zikrin ne olacağı hakkında
yazılmış bir risâledir. Nüshaları; İ.Ü. Ktp., T.Y. No. 932, vr. lb-14a; Sül. Ktp.: İbrahim Ef., No. 210, vr. 1-
5; H.M.Ef., No. 2668 (vr. 32-42); Tahir Ağa, No. 334 (vr. 94-97); Uşş. Tek., No. 99 (vr. 31a-37b), No.
300 (vr. 120b-129a)
4. “Cevâhir-i Tâc-ı Hilâfet”: Tasavvufî edebe dâir kaleme aldığı bir eserdir. Nüshaları; Sül.
Ktp. P. Paşa, No. 433 (vr. 169a-180b)’ H M. Ef. No. 39n (vr 55b-63a), H.M. Ef., No. 2848, Düğümlü
Baba No. 264 (Vr. lb-9a), Hafid Ef., No. 459 (vr. 162a-173b); İ. Ü. Ktp., T.Y. No. 932 (vr. 14b-28a);
D.T.C.F. Ktp., Muzaffer Ozok, No. II/7, (vr. 164b-171B)
5. “Üsûl-i Evrâd-ı Uşşâkiye”: Uşşâkî tarîkatı evrâd ve usûllerinin anlatıldığı bir eserdir.
Nüshaları; Millet Ktp., Seriye No. 789, Sül. Ktp. Tahir Ağa, No. 503 (vr. 50b-54a), D.T.C.F. Ktp., M.
Ozok II/7, vr. 21b-25a.
6. “Mecma‘-ı Fenn-i Zerâfet”: Eser Farsça gramer kâidelerinin anlatılığı bir teliftir. Nüshaları;
Sül. Ktp. H.M.Ef., No.6135, Millet Ktp. Kavaid No. 164; Sül. Ktp., H.M.Ef. No. 6127; Sül. Ktp. Es’ad
Ef., No. 3721 (vr. 98b-125a); T.S.M.Ktp., No. E.H. 1908 (vr. 135 -169a)
7. “İzhâr-ı Esrâr-ı Nihân Ez Envâr-ı Hatm-i Hâcegân”: Nakşibendiyye târikâtında bulunan
hatm-i hâcegân usullerinin anlatıldığı bir eserdir. Bu eser A.Ü. İlah. Fak.’de A.Kadir Tellioğlu tarafından
“İzhâr-ı Esrâr-ı Nihân Ez Envâr-ı Hatm-i Hâcegân (Transkribe ve Edisyonkritiği)”, adıyla lisans tezi
olarak yapılmıştır.
8. “Tuhfetü’l-Uşşâkiye”: Âdâb-ı Tarîkat-ı Uşşâkiye hakkında Arapça yazılmış bir risâledir.
Türkçeye tercümesi de yapılmıştır. Salâhî’nin bu eseri M. Erol Kılıç tarafından “Uşşâkî Sâliklerin
Âdâbı-Tuhfetü’l-Uşşâkıyye” adıyla yayınlanmıştır. İstanbul 1998
9. “Bazı Ayetlerin Tefsiri”: Ahzab Sûresi 72. âyet, Rûm Sûresi 1-5. ayetleri, Kamer Sûresi 1, 2,
8, 45. âyetlerinin tefsirinin bulunduğu eserlerdir.
10. “Mektupları”: Nazilli ve İzmir’de bulunan iki halîfesine yazdığı mektuplar. Nüshaları: Sül.
Ktp. Uşş. Tek., No. 84 (vr. 64b-66b), D.T.C.F. Ktp., M. Ozok II/7 (vr. 52b-54a)
11. “Risâle-i Regâibiyye”: Üç dilde yazdığı bu eserinde Hz. Peygamber’in Regâib gecesinde

25
ana rahmine düştüğü rivâyetine dayanılarak konu işlenmektedir. Hz. Peygamber’in bazı mu‘cizeleri
manzûm olarak anlatılmaktadır.
12. “Hilye-i Haseneyni’l-Ahseneyn”: Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i konu alarak yazdığı hilyedir.
Nüshaları; Millî Ktp. (A) 215, D.T.C.F. Ktp., M. Ozok, No. 1/116
13. “Atvâr-ı Seb‘a”: Nefsin mertebeleri manzum olarak 63 beyit hâlinde anlatılmıştır. Nüshalrı;
D.T.C.F. Ktp., M. Ozok, No. II/7, vr. 27b-29a; Sül. Ktp. T. Ağa, No. 503/2
14. Divanları:
A- “Divân-ı Nuût-ı Salâhî”: Hz. Peygamber’e yazdığı naatları ihtiva etmektedir. Bu
divânında Arapça, Farsça ve Türkçe naatlar bulunmaktadır. Bu eser Mehmet Akkuş tarafından
yayınlanmıştır; “Hz. Peygamber’e Naatlar” (Divân-ı Nu‘ût-i Salâhî), Kariyer Matbaası,
Ankara 1999. B- “Divân”: Gazel, kasīde ve müfredlerini ihtiva eden divânıdır.
15. “Esâmî-i Hulefâ”: Hz. Peygamber’den itibaren kendi zamanına kadar gelen Halîfelerin
isimlerini devir devir manzûm olarak anlatmıştır.
16. “Mevlid Ve Mi‘raciye”: Mevlid’de velâdet ve mi‘râciye bölümlerinin bulunmaktadır.

Nüshası Tespit Edilemeyen Eserleri:


Muhtelif kaynaklarda Salâhî’ye âit olarak gösterilen bu eserlerin nüshaları tesbit
edilememiştir: 1-“Teshîlü’l-Mübtedî” 2- “Mesnevî Tercümesi” 3- İmâm Gazzalî’nin “Faysalü’t-Tefrika
Beyne’l-İslâm ve’z-Zendeka” adlı eserinin tercümesi. 4- “Ulûmu’l-Maznûn” 5- “Tevfîku’l-Avni Fî
Hakkı’l-Îman” 6- “Gülşen-i Tevhid Tercümesi” 7- “Mustalahât-ı Sûfiye Tercümesi” 8- “Mir‘âtü’l-
Muhakkıkîn” 9- “Esrârü’l-Mülûk Tercümesi” 10- “Vâhibü’l-Mevâhib fi Beyâni’l-Makāmât ve’l-Merâtib
Tercümesi” 11- “Lafz-ı Tarîkat Risâlesi” 12- “Nakşıbendiyye Risâlesi” 13- “Muğnî Şerhi” 14- “Nakşî
Akkırmânî’nin Nutku Şerhi” 15- “Mektûbât ve İnşâ Risâleleri” 16- “Şerh-i Hall-i Me‘âkıdı’r-Rumûz”
17- “Risâle-i Menâzil-i Kamer” 18- “Harîda-i Nasîhat”

II- ‘ABDULLAH SALÂHADDÎN UŞŞÂKÎ’NİN ŞERH ETTİĞİ ŞİİRLERİ


YAZAN ŞÂİRLERİN HAYATLARI

26
A- EBÛ SAÎD FAZLULLAH BİN EBİ’L-HAYR
Fazlullah İbn Ahmed b. Muhammed b. İbrahim Mihenî (H. Muharrem 357
Şa’ban 440; M. Aralık 967/Ocak 1059), bugün Türkmenistan’ın güneydoğusunda,
Serahs ile Kaka arasında bulunan Mihene (Mehana) kasabasında doğdu.54 Ebû Saîd’in
esas adı Fazlullah olmakla beraber, Ebû Said Ebu’1-Hayr şeklinde ünlenmişti.
Küçük yaşta öğrenime başlayan Ebû Saîd, babasının tavsiyesine uyarak o
çevredeki tanınmış edebiyatçılardan müftü Ebû Saîd Anazî’den lisan ve edebiyat
dersleri aldı ve Kur’an öğrendi. Küçük yaşlardan itibaren Ebu’l-Kasım Bişr Yasin55
ilgisini çekti; küçük yaştayken onun tasavvufî görüşlerinden ve hallerinden etkilendi;
kendi ifadesiyle müslümanlığı ondan öğrendi.56 380/990 tarihinde vefat eden Bişr
Yâsin’in57 Mihene’deki kabrini zaman zaman ziyâret eden Ebû Saîd,58 17 yaşına kadar
Mihene’de kaldı. Dînî-tasavvufî bilgisini ilerletti. Arap edebiyatı hakkında geniş
bilgiler edindi. Cahiliye dönemine ait otuz bin beyit ezberlediğini kendisi ifade eder.59
Fıkıh öğrenmek için Mihene’den ayrılan Ebû Saîd, Merv’e giderek Şafiî fıkıh
âlimi Ebû ‘Abdullah Muhammed b. Ahmed Hazrî’den (ölm. 373/983 ile 390/1000
arasında) beş sene fıkıh dersleri aldı.60
Hazrî vefat ettikten sonra Mervli ünlü fıkıh âlimi Ebû Bekr ‘Abdullah b.
Ahmed el-Kaffal’ın (ölm. 417/1026) derslerine devam etti. Ebû Muhammed Cüveynî,
Ebû Ali Senci ve Nâsır Mervazî gibi ünlülerle aynı hadis ve fıkıh hocalarından dersler
aldı. Ayrıca Ebû Ali Muhammed Şebuyî gibi hadis hocalarından hadis dersleri aldığı
ve Buharî’yi dinlediği rivayet edilir.61
Ebû Saîd otuz yaşlarındayken, Ebû Ali Zahir bin Ahmed’den (ölm. 389/999)
fıkıh dersleri almak üzere Serahs’a gitti.62 Fıkıhtan başka ondan tefsir, hadis ve üsûl
dersleri de aldı. Serahs’ın Tasavvufî havasından ve Lokman Serahsî ve Ebu’1-Fadl Hasan
Serahsî (ölm. 387/997) gibi Serahs’ın büyük pirlerinden etkilenmiş ve Ebu’1-Fadl
Serahsî’nin hankahına yönelmişti. Lokman Serahsî’yi tanıması, Ebu’l-Fadl Serahsî ile
görüşmesi, bir geceyi onun hankahında geçirmesi ve Allah ismi konusundaki açıklamalarını
54
Nicholson, “Ebû Saîd”, İ.A, c. IV, s. 46
55
Cami, Nefahâtû’l-Üns, s. 591
56
Muhammed b. Münevver, Esrâru’t-Tevhid, s. 17.
57
Cami, a.g.e.,s. 591.
58
Münevver, age, s. 19.
59
Münevver, a.g.e., s. 20, Tahsin Yazıcı, “Ebû Said Ebü’l-Hayr”, DİA, c. X s. 220
60
Yazıcı, age, s. 220
61
Cami, a.g.e., s. 589
62
Subkî, et-Tabakatu’ş-Şafiyye, V, 306

27
dinlemiş olması gönlünü Serahslı pire kaptırmasına sebep olmuştu.63 Bişr Yâsin’den sonra,
Kassab Amulî’den önce onu en fazla Pîr Ebu’l-Fadl etkilemişti. Bundan dolayı onu Pîr diye
anmış, kabrini ziyaret etmeyi hac gibi görmüştü.64
Ebû Saîd 40 yaşında mücâhedesini ve sülûkunu tamamladı.65 Anne ve babasını
kaybettikten sonra Baverd, Serahs, Mihene ve Merv sahralarında yedi sene halvet hayatı
yaşadı. Manevî bir problemi çıkınca Ebu’l-Fadl’ın yanına giderdi. Onun vefâtından sonra
üzerinde çok etkisi olan Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed Kassab’ın yanında kaldı ve
ondan hırka giydi.66 Kassab’ın ölümünden sonra onun işâreti üzerine Mihene’ye döndü ve
orada sohbet meclisi kurarak irşâda başladı. Daha sonra Nişabur’a gitti. Uzun yıllar burada
irşada devam ettikten sonra tekrar Mihene’ye döndü. Ebû Saîd’in hankahı şöhret bulmuş ve
Horasan, Maverâünnehir gibi bölgelerden irfan ehli ve Nişabur’da kalmış bazı müridleri
ziyaret eder olmuştu. Ebû Saîd son sohbet meclisini hicrî 440 senesinde kurdu ve bir hafta
sonra 82 yaşında iken vefat etti.67
Ebû Saîd’in silsilesi Ebu’l-Fazl, Ebû Nasr es-Serrâc ve Ebû Muhammed
Murtaiş vâsıtasıyla Cüneyd Bağdâdî’ye ulaşır.68
ESERLERİ
Rivâyete göre, tasavvufa yöneldikten sonra kitaplarını toprağa gömen ve: “Bu
işin başı hokkaları kırmak, defterleri yırtmak ve ilimleri unutmak olarak göründü”
diyen69 Ebû Saîd’in hiç eser yazmamıştır dense yanlış olmaz. Ebû Saîd daha çok şâir
olarak görülmüştür. Çeşitli kaynaklar Ebû Saîd’den bir çok şiir nakleder ki, en meşhuru

ve üzerine pek çok şerhin yapıldığı ve Salâhî’nin de şerh ettiği, “ ‫ﺣﻮﺭﺍ ﺑﻨﻈﺎﺭﻩﺀ ﻧﻜﺎﺭﻡ ﺻﻒ‬

‫ ”ﺯﺩ‬rubâîsidir.70 Ebû Saîd’e nisbet edilen rubâileri Saîd Nefisi, “Sühânân-ı Manzûm-ı
Ebû Said-i Ebû’l-hayr”71 adıyla yayınlamıştır. Ayrıca Ebû Saîd mektuplar yazmıştır.
İbn Münevver “Esrârü’t-tevhîd”de bunları nakleder.72 “Çihil Makam veya Makāmât-

63
Muhammed b. Münevver, A.g.e., s. 25.
64
Cami, Nefahâtü’l-Üns, s. 591, Muhammed b. Münevver, A.g.e., s. 52;
65
Muhammed b. Münevver, A.g.e., s. 50.
66
Cami, a.g.e., s. 599
67
Yazıcı, age, s. 221
68
Yazıcı, age, s. 220
69
Muhammed b. Münevver, Age, s. 49
70
Cami, age, s. 564
71
“Sohenan-ı manzûm-ı Ebu Said Ebü’l-Hayr, Ebu Said Ebü’l-Hayr” ts. Said Nefisi. Tahran: Kitabhane-i Şems,
1334
72
Muhammed b. Münevver, Age, s. 339-366

28
ı Erbâin” isimli bir eser de nisbet edilmektedir. Kendisine nisbet edilen bazı eserler
olsa da ona âidiyeti kesin değildir. Onun eseri diyebileceğimiz sözleri, halleri,
hareketleri torunu İbn Münevver tarafından derlenmiş ve “Esrârü’t-tevhîd fi
Makāmâtı’ş-Şeyh Ebî Saîd” adıyla menâkıbnâme şeklinde düzenlenmiştir.73
Fransızca’ya, Arapça’ya, İngilizce’ye çevrilmiş olan bu eser Süleyman Uludağ
tarafından Türkçe’ye de tercüme edilmiştir.

B- ÖMER BİN ALİ İBNİ’L-FÂRIZ MISRÎ


Asıl adı Ebu’1-Hafs ve Ebu’l-Kâsım, Ömer b. Ebi’l Hasan Ali b. el-Mürşid b.
Ali’dir.74 İbnu’l-Fârız, Şerafuddîn ve Sultânu’l-Aşıkîn diye de bilinir. 576/1181’de
Kâhire’de doğmuştur.75 Çocukluğu Babasının koruması ve gözetimi altında düzenli bir şekilde
geçmiştir. Babası Hamâ’dan gelip Mısır’a yerleşmiştir. Erkekler üzerindeki kadınlar lehine
olan farzları ispata çalıştığı için kendisine Fârız lâkabı verilmiştir.76 Kendisinden sonra sürekli
ve derin nitelikli tesirler bırakan çok önemli ilim adamlarının yetiştiği bir dönemde
yaşamıştır. Tasavvuf muhitlerinde temel eserlerden kabul edilen “Avârifü’l-Ma‘ârif” isimli
eseri ortaya koyan Şihâbeddin Sühreverdî (ö. 632/1234) ile kendisinin hadis ilmini aldığı
meşhur hadis âlimi el-Münzirî (ö. 606/1208) bu önemli şahsiyetlerdendir.77
Gençlik çağına gelince Şafiî fıkhıyla uğraşmış ve İbn Asâkîr (600/1203)’den hadis
okumuştur. Daha sonra yalnızlığa ve tasavufa meyletmiştir. Bu sıralarda babasından izin alıp
Mukattam dağına çekilerek ibadet ve zühde dalmıştır. Ancak arzu ettiği manevî seviyeye ve
keşfe ulaşamadığı için bir dostunun tavsiyesine uyarak Mekke’ye gitmiştir. 613-628 (1216-31)
yılları arasında Mekke’de kalan İbnü’l-Fârız’ın, Sühreverdî ile görüşmeleri de bu müddet
içerisinde olmuştur.
Orada onbeş sene kadar kaldıktan sonra 628/1230’da tekrar Mısır’a dönmüş ve
632/1235’te Mısır’da vefat etmiştir.78 Mısır’a dönüşünde halk kendisini coşkuyla
karşılamıştır. Eyyubî idarecileri de ona iltifat etmişler, zaman zaman ziyaretinde

73
Uludağ, Esrârü’t-tevhid, Sunuş, 34
74
İbn Hallikân, Vefayâtu’l-A’yân, I, 383,
75
Clement Huart, Arap ve İslam Edebiyatı Tarihi, s. 120
76
İbnu’l-İ‘mâd, Şezerâtu’z-Zeheb, Beyrut tz. c. V, 149-150
77
İbnu’l-İ‘mâd, age, V, 149
78
İbnu’l-İ‘mâd, age, V, 149-150

29
bulunmuşlardır.79 Bunda İbnü’l-Fârız’ın sıcak kanlı ve hoş sohbet bir kimse oluşunun etkisi
büyük olsa gerektir. 80
İbnü’l-Fârız’ın Mısır şâirleri arasında eşsiz bir yere sahip ve Arap edebiyatında
tasavvufu şiirlerinde en güzel işleyen kişi81 olduġu söylenmiştir. Kaynaklar onu giyimi kuşamı
güzel, kendisi güzel, sohbeti güzel, eli açık, kibar ve nazik birisi olarak nitelemekte, tabiatin
çekiciliğine, Nil’in yükselişine, geceleyin denizi seyretmeye meftûn olduġunu
söylemektedir.82
ESERLERİ
İbnü’l-Fârız’ın, şiirlerini toplandığı bir “Dîvân”ı vardır.83 Pek büyük olmayan bu
Dîvân gerek yerli gerek Avrupalı âlimler tarafından çok takdir edilmiş, üzerinde tedkikler
yapılmış ve şerhler yazılmıştır. Bunların önemlileri Bedreddin Hasen el-Bîrûnî (ö.
1024/1615) ile ‘abdülgâni en-Nablûsî’nin (ö. 1143/1731) yapmış oldukları şerhlerdir.84
Onun şöhretini sürekli kılan divanı değil Tâiyye ve Mimiyye kasideleridir. 17. yy. başlarından
itibaren onun şiirleri birçok dile çevrilmiştir. Bugün bile Mısır’da İbnü’l-Fârız’ın şiirleri
sûfîler tarafından ezbere bilinir.85
Klasik İslâm edebiyatında şâirler tabiattaki motiflerden bir soyutlama yaparak,
insan psikolojisinin en yüce hâli olan aşka ulaşır ki86, İbnü’1-Fârız da şiirlerinde ilâhî
aşkı remizler kullanarak ifâde etmiştir. Burada söz konusu olan ilâhî aşktır ki, şâirin bütün
hayatını kaplamış olan ilâhî aşk ve bu aşk yolunda çektiği çilenin tasviri ve terennümü
şeklindedir.87

C- ÂŞIK ÖMER
XVII. Yüzyıl’da yaşayan ve 1707’de vefat eden Âşık Ömer, 80 yıl kadar ömür
sürmüştür. Saz şiirinin en önde gelen isimlerinden biri olarak zikredilen şâirin doğum
yeri ve tarihi hususunda kaynaklarda farklı rivâyetler vardır. Bursalı Mehmed Tahir’in

79
İbnu’l-İ‘mâd, age, V, 149-150
80
İbn Hallikân, age, III, 455
81
Zeki Mübarek, et-Tasavvufu’l-îslâmî I, 215; Ramazan Şeşen, Salahaddin Eyyübi ve Devri, s. 322
82
İbnu’l-İ‘mâd, age, V, 150
83
Ömer İbnü’l-Fârız, Divânü’l-Fârız, el-Matbaatü’l-Edebiyye; Ömer R. Kehhâle, Mu‘cemül-Müellifîn, 301
84
Şerhu divân-ı ibni'l-fârız, Ebü'l-Kasım Şerefeddin Ömer b. Ali b. Mürşid İbnü'l-Farız, 632/1234; Abdülgani
b. İsmail Nablusi; şrh. Bedreddin Has Burini, El-Matbaatü'l-Kasteliyye, Kahire 1862, Cilailü'l-gamiz fi şerhi
divani'l-Fariz, Emin Huri, Beyrut: Mektebetü'l-Camia, 1888. 226 s.
85
Yekta Saraç, age. s. 446-448; A. J. Arberry, “İbnü’l-Fârid”, İ.A, V, 854, İst. 1967; İbnü’l-Fâriz'in Avrupa
dillerine çevirileri için bk. Mustafa Hilmi, İbnü'l-Fâriz. ve'l-Hubbü’l-İlâhi, Kahire, s. 105, 1985
86
İbn Arabi, Arzuların Tercümanı, (Çevirenin girişi), s. 67
87
Belal-Abdelmaksud, İbnü’l-Fârız ve İsmail Ankaravî’nin Kasîde-i Hamriyye şerhi, s 27

30
Konya’da88 doğduğunu yazdığı Âşık Ömer’in Aydın, Kırım veya Konyalı olabileceği
tahmin edilmektedir. Bazı şiirlerinde Adlî mahlasını da kullanan Âşık Ömer, medresede
Arapça, Farsça, sarf-nahiv, mantık ve maânî tahsil etmesine rağmen düzenli bir medrese
tahsili görmemiştir.89 Başta Fuzûlî olmak üzere büyük Türk şâirleri ile Hâfız ve Sadî’yi
okumuştur.90 XVII. yüzyılda Türk saz şiirinin önde gelen simaları arasında yer alan
Âşık Ömer halk tarafından kabul görmüş ve daha sonraki şâirler ona nazīrler
yazmışlardır. Geride bıraktığı 2000’den fazla şiirde, halk şiiri motiflerinin yanı sıra
Dîvân edebiyatı mazmun ve hayallerine de sıkça rastlanır.91 Hem halk, hem de dîvân
şâirlerine nazīreler yazan Âşık Ömer kendinden önceki şâirlerden farklı olarak klasik
Türk edebiyatından büyük ölçüde etkilenmiştir.92 Sûfiyâne manzumeleri de tekke
çevrelerince benimsenmiş ve okunmuştur.
Sayısız şiiri bulunan Âşık Ömer’in şiirlerinin bir bölümü Divân’ındadır. Dîvân’ı
birkaç kez yayınlanmakla birlikte, bilinen iki nüshasına dayanarak oluşturulmuş en
geniş metin, etraflı bir incelemeyle birlikte Saadettin Nüzhet Ergun tarafından 1936
yılında neşredilmiştir.
Mevlevî olduġu bir şiirine dayanılarak ifâde edilen Âşık Ömer’in iki şiirini
Salâhî şerh etmiştir. Nüzhet, Salâhî’nin tasavvufî tevillerle şerh ettiği bu şiirlerde Âşık
Ömer’in kâmil insan mefhumlarını ve bir şeyhe intisabın lüzûmunu anlatmak istediğini
ifâde etmektedir.93

D- NİYÂZÎ MISRÎ
Asıl adı Mehmed olan Niyâzî Mısrî 1618 yılında Malatya’nın Soğanlı Köyü’nde
doğdu. Diyarbakır (1639), Mardin (1640) ve Mısır’da (1640-1644) tahsil görmüştür.94
Mısır’da bulunduğu sıralarda Şâhuniyye’de bir Kâdirî şeyhine intisab etmiştir.
Mısır’dayken gördüğü bir rüya üzerine tekrar Anadolu’ya dönmüştür. Uzunca bir süre
Mısır’da kaldığından dolayı Mısrî diye anılmıştır. Bir süre Anadolu’da dolaştıktan sonra
İstanbul’a gelmiş ve Mehmed Paşa Tekkesi’nde halvete çekilmiştir. İstanbul’dan

88
Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, s. 312
89
Abdülkâdir Karahan, Âşık Ömer, DİA, c. 4, s. 1
90
Şükrü Elçin, Âşık Ömer, s. 4
91
Saadeddin Nüzhet Ergün, Âşık Ömer, Hayatı ve Şiirleri, s. 65
92
Karahan, age, c. 4, s. 1
93
Ergün, age, s. 78
94
Gölpınarlı, “Niyâzî” İ.A, c. IX, s. 305-307

31
Bursa’ya geçmiş, buradan da Uşak’a gitmiştir.95 Uşak’da 1647 yılında Şeyh Ümmî
Sinan’a intisâb etmiştir. Hilâfet alarak Elmalı, Çal, Uşak ve Kütahya’da vaazlarda
bulunmuştur. Şeyhi’nin vefatı üzerine Bursa’ya yerleşmiştir.96 1665’teki zikir ve deveran
yasağına uymadığı için türlü eziyetlere duçar olmuştur. 1672’de Sadrâzam Köprülü Fâzıl
Ahmed Paşa’nın daveti üzerine Edirne’ye gitti ve dönüşünde İstanbul’da verdiği bir vaazla
tekkeler üzerindeki yasağın kalkmasını sağladı. Bursa’daki dergâh inşaatının
tamamlanmasından sonra yine resmî davet üzerine gittiği Edirne’de, Eski Câmî’de devlet
adamlarının yolsuzluk ve ilgisizliklerini konu edinen vaazı sebebiyle Rodos Adası’na
sürgün edildi. Bir yıl sonra Pâdişâh’ın iradesiyle affedilmesine rağmen 1677’de cifirle ilgisi
bahane edilerek bu sefer Limni Adası’na sürgüne gönderildi.97 İki yıl sonra affedilmesine
rağmen on iki yıl daha Limni’den ayrılmadı ve adada tasavvufî faaliyetlerine devam etti.
1691’de Köprülüzâde Mustafa Paşa’nın emriyle Bursa’ya döndü. Yaklaşık on altı ay
sonra Avusturya seferine çıkacak olan ordunun maneviyâtını güçlendirmek için Edirne’ye
davet edildi. Yanında iki yüz kadar müridiyle birlikte savaşa katılmak üzere Edirne’ye
vardı; fakat hakkında çıkarılan dedikodu ve iftiralar sonucu gizlice tekrar Limni’ye
sürgün edildi. 1694’te Limni’de vefat etti.98 Divân’ının yanı sıra Arapça ve Türkçe çok
sayıda risalesi vardır. Divân’ı, nüshalarının mukayesesi ile birlikte yeni harflere
çevrilmiştir.
ESERLERİ
1- “Mevâidü’l-irfan ve Avâidü’l-ihsan”99 2- “Tefsîr-i Fâtiha-i Şerîfe” 3- “Devre-
i Arşiyye” 4- “Tesbî‘-i Kasīde-i Bürde” 5- “Risâletü’t-tevhîd” 6- “Şerh-i Esmâi’l-
Hüsnâ”100 7- “Tefsîr-i Sûre-i Yusuf” 8- “Esile ve ecvibe-i mutasavvıfâne” 9- “Şerh-i
Nutk-i Yunus Emre”101 10- “Divân-ı İlâhiyât” 11- “Risâlet-i Eşrât-ı Saât” 12-
“Tabirnâme” 13- “Risâle-i Hasaneyn” 14- “Mektûbât.” Bu eserlerinden bir kısmı
basılmıştır.102

95
Kadir Atlansoy, Bursa Şairleri, s. 290
96
Bursalı Mehmed Tâhir, “Osmanlı Müellifleri”, c. I, s. 162
97
Kadir Atlansoy, age, s. 291
98
Muallim Nâci, Osmanlı Şairleri, s. 294
99
Süleyman Ateş tarafından “İrfan Sofraları” adıyla tercüme edilmiştir. Ankara 1971
100
Mustafa Tatçı, “Niyâzî Misrî’nin tasavvufî bir risâlesi: Şerh-i Esmâ isnâ-aşere”, Türk Yurdu, c. 8, sayı.
12, s. 28, 1988
101
Tatçı, “Nutk-i Şerîf-i Hz. Yunus Emre ve Şerh-i Hz. Mısrî”, Türk Kültürü, sayı 330, s. 613 1990
102
Bursalı, “age”, c. I, s. 162-163, Kenan Erdoğan, “Niyâzî-i Mısrî Hayatı Edebî Kişiliği Eserleri ve
Dîvânının Tenkitli Metni” s. 15

32
E- MUHAMMED NASÛHÎ
Asıl adı Muhammed olan Nasûhî 1060/1652 yılında Üsküdar Toygar Tepesinde
doğmuştur.103 Babası Sipahi sınıfından Nasûhî Bey, annesi Afîfe Hanımdır. Neseb
silsilesinin Hz. Ali’ye kadar ulaştığı söylenir. Muhammed Nasûhî 3 yaşında iken
annesini kaybetmiştir. Çocukluğu ve tahsîl hayatı Üsküdar’da geçmiştir. Eğitim döneminde
aynı zamanda Halvetî Karabaş Velî’den feyż almıştır.104 Mürşidinin emriyle Mudurnu’ya
giderek Sun‘ullâh Efendi zâviyesinde ders okumuş, mânevî terbiye ve telkinle meşgul
olmuştur. Şeyh Nasûhî 27 yaşında on iki senede seyr ü sülûkunu tamamlayarak hizmetten
sonra hilâfete getirilmiştir.105 Daha sonra Üsküdar’a dönen Nasûhî, Süleyman Paşa
camiinde ders okutmuş ve irşadla ilgilenmiştir. Şeyhi Limni’de iken ziyaret ve hizmet
amacıyla yanına gitmiş ve bu sırada orada bulunan Mısrî ile de burada görüşüp istifâde
etmiştir.106 Mürşidi Karabaş Velî’nin tavsiyesine uyarak bugünkü Nasûhî camiinin arsasına
bir dergâh yaptırmıştır. Mensûb olduġu Halvetî târikâtı içinde bulunan Şabaniyye şubesinin
Nasûhiyye kolunu tesis etmiştir.107 İstanbul, Tunus, Cezayir ve Trablusgarp’ta
yaygınlaşmış ve birçok talebe yetiştirmiş olan Nasûhiyye şubesinin kurucusu ve pîridir.
Bir ara Eyüp Camii’nde de görev yapan Nasûhî, 1714-1716 yılları arasında Kastamonu’ya
gönderilmiştir.108 Üsküdar’a döndükten bir yıl sonra da 17 Ramazan 1130/15 Ağustos 1717
tarihinde vefât etmiştir.109 Mehmet Nermi Haskan, Nasûhî’nin Kastamonu’da kalış
süresini bir yıl ve vefat tarihini de 14 Ağustos 1718 olarak gösterir.110
ESERLERİ
Küçük bir dîvânından başka, “Dîvân-ı Nasûhî”111 ilmî ve tasavvufî, çoğu Türkçe
ona yakın eseri vardır.112 Bunlardan bir kısmı, Mü’min, Nûr, Furkân, Şuarâ, Nahl, Kasas,
Ankebût, Yâsin, Saffât, Sâd, Zümer sûrelerinin ve birçok âyetin tefsîridir. Tefsirler
dışında113; “Rüşdiyye fî Tarîkat-i Muhammediyye”, “Rüşdiyye fi Tarîkat-i Ahmediyye”,

103
Pakalın, age, c. II, s. 663
104
Kerâmeddin Efendi, Muhammed Nasûhî Hayatı, Eserleri, Divânı ve Mektupları, s. 12-13
105
Vassaf, Sefîne, c. IV, s. 31
106
Mustafa Tatçı, Muhammed Nasûhî ve Divançe-i İlâhiyat, s. 14
107
Kerâmeddin Efendi, age, s. 12
108
Tatçı, age, s. 26
109
Kerâmeddin Efendi, age, s. 12-20, Tatçı, age, s. 37
110
Mehmet Mermi Haskan, Yüzyıllar Boyunca Üsküdar, C. I, s. 293
111
Süleymâniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi 3826, Hâşim Paşa 76/5
112
M. Serhan Tayşi, “Şeyh Ebu’1-A’lâ Muhammed Nasûhî el-Halvetî”, Sahabeden Günümüze Allah
Dostları, C. 8, s. 291-295
113
Kerâmeddin Efendi, age, s. 20-24

33
“Cem‘u’l-Ehâdis”, “Şu‘âbü’l-Îmân”, “Mükâşefât-ı Vâkıât” risâleleri ile “Şerh-i Kasīde-i
Niyâzî”, “Mürâselât” ve “Dîvân-ı ilahiyât”114 adlı eserleri vardır.

F- İSMAİL HAKKÎ BURSEVÎ


İsmail Hakkî Bursevî, 1063 (1653) Zilkade ayı başlarında bugün Doğu
Bulgaristan sınırları içinde bulunan Aydos kasabasında dünyaya gelmiştir.115 Aslen
İstanbullu olan babası Mustafa Efendi, h. 1062 yılında çıkan yangında Aksaray’daki
evini, eşyalarıyla birlikte kaybetmiş ve bundan sonra Aydos’a yerleşmiştir. Aydos’a
gittikten sonra ise Celvetiyye şeyhi Osman Fazlı Efendi’nin meclislerinde
bulunmuştur.116 Yedi yaşında annesini kaybeden İsmail Hakkî Bursevî tahsil hayatına
başlayıncaya kadar babaannesinin yanında kalır. Bu sırada Kur’an-ı Kerim okumayı
öğrenmiş, hat ile uğraşmış ve sarf ilimleriyle uğraşmış ve ilâhî kitaplar okumuştur.
İsmail Hakkî Bursevî hocası Şeyh Ahmet’in yanında kaldığı beş sene boyunca Türk ve
Arap dillerini öğrenir ve okuma yazmayı başarır.117
İsmail Hakkî Bursevî on bir yaşına tahsil için Edirne’ye gider ve yedi sene
kalır. ‘abdülbâkî Efendi’den sarf, nahiv okumuş; İbn Hâcib’in (ö. 646/1245) Kafiye
adlı eserini ezberlemiş; mantık, kelam, ilm-i âdab, maânî, beyan ve tefsire dair bazı
kitapları okumuştur. Bu dönemde İsmail Hakkî Bursevî Arapça ve Farsça öğrenmiş,
zahiri ilimlerle ilgilenmiştir.118 İsmail Hakkî Bursevî, Edirne’de geçirdiği 7 yılın
ardından icâzet alarak tahsiline devam etmek için h. 1083 Rabiülevvel ayı ortalarında
Osman Fazlı’nın Fatih Atpazarı’ndaki hankahına gelir.119 Osman Fazlı’nın talebeleri
arasına katılan İsmail Hakkî Bursevî, şeyhinden Celvetî Tarîkatı’nın âdab ve erkânını
öğrenir. İsmail Hakkî Bursevî Atpazarı’ndaki hankâhda Osman Fazlı’nın talimatıyla
halvet ve riyazâta girer. Zikir ve ibadetle geçirdiği üç ayın sonunda şeyhi tarafından
onun rûhi tekâmülünü tamamladığı kabul edilir.120 Osman Fazlı’nın halifesi sıfatıyla
Üsküp’e gönderildi.

114
Tatçı, “Muhammed Nasuhî ve Divançe-i İlâhiyatı”, Kaknüs Yay. İstanbul 2004
115
Ali Namlı, “İsmail Hakkı Bursevi; Hayatı, Eserleri, Tarikat Anlayışı”, s. 34
116
Yıldız, Sâkıp, Türk Müfessiri İsmail Hakkı’nın Hayatı, İslami İlimler Dergisi, sy.1, s. 104
117
Namlı, a.g.e, s. 35-56
118
Yıldız, a.g.e, s. 106
119
Aynî, M. Ali, Türk Azizleri I, İsmail Hakkı Bursevî, s. 14
120
Yıldız, a.g.e, s. 107, 108

34
İsmail Hakkî Bursevî bu sıralar 23 yaşındadır. H. 1087 (1676) yılında Şeyh
Mustafa Uşşâkî Hazretleri’nin kızı Âişe hanımla ilk evliliğini gerçekleştirir.121 6 yıl
süren Üsküp vazifesinin ardından çıkan anlaşmazlıklardan dolayı burada rahat
edemeyeceğini anlayan İsmail Hakkî Bursevî, Osman Fazlı tarafından Köprülü’ye
gönderilir.122 H. 1092/1681 yılında geldiği Köprülüde 14 ay vazife yapmış ve h. 1093
yılında Usturumca halkının yoğun ricası sonucu, Ustrumca’ya tayin edilmiştir.123
İsmail Hakkî Bursevî, Ustrumca’da ikametinin otuzuncu ayında (1095/1684) Osman
Fazlı tarafından Edirne’ye çağrılır. Orada üç ay kalır ve şeyhi ile bazı eserleri mûtâlaa
ederler. Bu sırada Osman Fazlı Celvetiyye Tarîkatı’nın Bursa halifesi olarak İsmail
Hakkî Bursevî’yi görevlendirir. İsmail Hakkî Bursevî 1096/1685 senesi mayıs ayı
ortalarında bir Cumartesi günü Bursa’ya gelir. Ulu Camii’de halka vaazlar verir. Bu
vaazlardan birinde kendisine gelen işaret ile 1096/1685 senesi Şaban ayında Kur’an-ı
Kerîm’i tefsir etmeye başlar.124
Osman Fazlı’nın vefaatıyla Celvetiyye tarikatının şeyhliği kendisine geçmiştir.
İsmail Hakkî Bursevî tarikatın intişar ve inkişafıyla meşgul olmuş, terbiyesine giren
Hikmetî Mehmed Efendi’nin sülûkunu tamamlamasıyla vazifesini ona bırakarak bir
süre âşikâne irşadda bulunmuştur.125
İsmail Hakkî Bursevî Hazretleri daha sonra 1129/1717 senesinde tekrar
Bursa’ya döner.126 İsmail Hakkî Bursevî 9 Zilkâde 1137/ 20 Temmuz 1725 Perşembe
günü akşama doğru vefat eder. vefat ettiğinde 75 yaşındadır. İsmail Hakkî Bursevî
Hazretleri, Tuzcupınar’da yaptırdığı camiinin kıble tarafına defnedilir.
ESERLERİ
İlim ve gayret sāhibi bir Celvetî şeyhi olan İsmail Hakkî Bursevî’nin dîn ve
tasavvuf sahalarında manzum ve mensur 100’ün üzerinde eseri vardır. Bursalı Mehmed
Tâhir, altmış tânesi Türkçe, diğerleri Arapça ve Farsça olmak üzere 105 kadar ilmî ve edebî
eseri olduġunu söyler.127 Bursevî’nin Dîvân’ı ve Mîrâciyye’si olmasına rağmen asıl şöhreti
şiir sahasında değil, şerhlerinde ve tasavvufî tefsîrindedir.128

121
Aynî, a.g.e, s. 15-16
122
Yıldız, a.g.e, s. 110
123
Namlı, a.g.e, s.48
124
Namlı, a.g.e, s. 53-54
125
Namlı, a.g.e, s. 91
126
Aynî, a.g.e, s.73
127
Bursalı, age. c. 1 s. 121-122.
128
F. Kadri Timurtaş, Târih İçinde Türk Edebiyâtı, s. 328.

35
Çok velûd bir müellif olan Bursevî’nin ifâdelerinde sık sık istidratlara rastlanır. Yer
yer itnabı andıran bir üslûbu olduġu bile söylenebilir. Fakat bu durum, onun eserlerinden
istifâdeyi engellemez.129
En mühim eserleri, “Rûhu’l-Beyân tefsîri” ile, Mevlânâ’nın “Mesnevî”sine, Attar’ın
“Pendnâme”sine, Yûnus Emre’nin şiirlerine ve Yazıcıoğlu Mehmed’in
“Muhammediyye”sine yaptığı şerhleridir.130

G- EŞREFOĞLU RÛMÎ
Asıl adı ‘Abdullah, babası Ahmet Eşref’e izafeten Eşrefoğlu131, doğduğu yere
izafeten İznikî, o zamanlarda Anadolu’ya Rum diyarı denmesi sebebiyle Rûmî, Kadiriye
tarikatını Anadolu’da yayması132 ve yenilikler getirmesi sebebiyle de Pîr-i Sânî133 diye
anılmaktadır.
Eşrefoğlu ‘Abdullah Rûmî tarih ve menâkıp kitaplarında 754/1359 da İznik’te
doğduğu rivayet edilmektedir. Mısır’dan Suriye’nin Hama kasabasına daha sonra
Anadolu’ya göç edip önce Manisa’ya ardından da İznik’e yerleşen aslen Mekkeli ve Hz.
Peygamber soyundan geldiği rivâyet edilen âlim ve şeyhler yetiştirmiş bir ailenin
çocuğudur.134 Menâkıp kitaplarında soyunun Hz. Hüseyin’e dayandığı rivâyet
olunmaktadır.135 Kaynaklarda künyesi, ‘Abdullah Rûmî b. Seyyid Ahmed Eşref b. Seyyid
Muhammet Suyûfî (Mısrî) olarak geçmektedir.136
Eşrefoğlu’nun çocukluğu ve gençlik yılları İznik’te ailesinin yanında geçti.
Eşrefoğlu Rûmî gayet ciddi bir tahsil görmüştür. İlk tahsilini İznik’te tamamladıktan sonra
şer’i ilimler tahsil etmek üzere babası tarafından Bursa’ya; Çelebi Sultan Medresesi’ne
gönderildi.137 Kırk yıl zahiri ilimleri tahsil ederek devrin büyük âlimlerinden “Kara Hoca”
namıyla şöhret bulan Alaaddin Tûsî’ye asistan olur.138 Yani talebe olarak girdiği bu
medreseden müderris yardımcısı olarak çıkmıştır. Eşrefoğlu talebelikten hocalığa yükselmiş
ve belli bir müddet medreselerde bu görevi yapmıştır.

129
Bursalı, age, c. I, s. 124.
130
Bak. Eserleri hakkında detaylı bilgi: Namlı, age, s. 161-213
131
Nâci, age, s. 285
132
Bursalı, age, I, 94
133
Asaf Hâlet Çelebi, Eşrefoğlu Dîvânı, s. 42
134
Çelebi, age, s. 14-15
135
Nejla Pekolcay, Abdullah Uçman, “Eşrefoğlu Rûmî” DİA c.11 s. 480
136
Pekolcay, Uçman, age, s. 480
137
Çelebi, age, 17
138
Pekolcay, Uçman, age, s.181

36
Dedesinin ve babasının mutasavvıf olmasından dolayı aileden gelen bir sevgi ve
muhabbetle tasavvufa karşı içinde büyük bir sevgi ve alaka oluşur. Öğrencilik ve asistanlık
yıllarında birçok tasavvufi eserler okumuş ve sohbetlere katılmıştır. Rivayetlere göre
Eşreoğlu gördüğü bir rüya üzerine medreseyi ve ilim yolunu terk eder.139 Medreseyi ve ilim
yolunu terk etmesinde meczupların sultanı olarak tanınan ‘abdal Mehmet’le tanışmasının
büyük etkisi olmuştur.140 O devirde Bursa’da Yıldırım Bâyezid’in damadı aynı zamanda
Halvetiye Tarikatı’na mensup olan ve şöhreti birçok yere yayılmış bir tasavvuf ehli Emir
Sultan’a başvurur.141 Emir Sultan da Hacı Bayram Velî hazretlerine gönderir. Tam bir
teslimiyetle şeyhin huzûruna çıkar ve isteklerini söyler. Hacı Bayram Velî ondaki teslimiyet
ve isteği görür ve onu müritliğe kabul eder. Bu süre içerisinde Eşrefoğlu türlü riyâzât ve nefis
mücadelesi geçirmiştir. Şeyhine on bir yıl sadakatle hizmet ederek güzide müritlerden biri
olan Eşrefoğlu şeyhine bu süre içerisinde sadece bir defa laf ettiğini söyler. Aldığı cevap ise
şudur. “Meşayih katında çok söz söylemek küstahlıktır. Çok laf etme.” Bu söz üzerine
şeyhinin huzurunda bir daha kelam etmediğini söyler.142
Hacı Bayram Velî kabiliyetli dervişin belli bir merhaleyi aşmış olduġuna kanaat
getirdikten sonra onu önce dergaha imam, sonra da biricik kızı Hayrünnisa ile evlendirerek
kendisine damat yapar.143 Bayramiyye tarikatını temsil etmek üzere İznik’e halife tayin eder.
Halifeliğin alametleri olan seccade ve sancağı da beraberinde götürür. Bir rivayete göre
sohbet esnasında Hacı Bayram Velî’ye: “Seyrü sülûkün tamamı şimdiki makamımız mıdır,
yoksa daha var mıdır?” diye sorunca, Hacı Bayram Velî: “Bir velînin bin sene ömrü olsa,
envâ-ı mücâhedât ve riyâzet eylese bir nebînin kademi vardığı yere velînin başı varmak
muhaldir,” cevabını verir.144 Bunun üzerine Eşrefoğlu henüz kendisini tamam hissetmediğini
söyleyerek bulunduğu makamdan daha yüksek yerlere ulaşmak istediğini arzeder. Hacı
Bayram Velî damadını dinledikten sonra onu seyrü sülûkte daha ileri bir merhaleye
ulaştırması için Suriye’nin Hama Kasabası’nda oturan ‘abdülkâdir Geylânî’nin beşinci
göbekten torunu olan Şeyh Hüseyin el-Hamevî’ye göndereceğini ve onun yanında daha
yüksek makamlara ulaşabileceğini söyler.145 Hama’da erbainini tamamlayarak Kâdirî

139
Pekolcay, Uçman, age, s.181
140
Çelebi, age, 18
141
Çelebi, age, 19
142
Bursalı Mehmed Veliyyüddin Efendi, “Eşrefoğlu Rumi, hayatı-menkîbeleri-şiirleri”; s. 4
143
Bursalı, age, I, 94
144
Veliyyüddin Efendi, age, s. 4
145
Pekolcay, Uçman, age, s. 481

37
hilâfetnâmesi ile birlikte İznik’e döner ve inşâ ettirdiği dergahında müessisi olduġu
Kâdiriyye’ye bağlı Eşrefiyye Tarikatı usulünce irşâda başlar.146
Eşrefoğlu 874/1469 yılında muhtemelen 100 yaşlarında İznik’te vefat eder.147
Tekkenin yanında inşa edilen türbeye defnedilir. İznik’de bulunan bu cami kendi adıyla
anılmaktadır. Vefatından sonra vasiyeti üzerine yerine, küçük yaştan beri yanında bulunan ve
kızı Züleyha ile evlenen halifesi ‘abdurrahim Tırsî postnişin oldu.148
Kâdirîler arasında ‘abdulkâdir Geylânî’den sonra tarikatın ikinci pîri sayılan
Eşrefoğlu Rûmî daha hayatta iken büyük bir veli kabul edilmiştir. Hattâ Eşrefoğlu’nun
İznik’e döndükten sonra padişahın onun arkasından tebdîl-i kıyafetle gelerek kendisini
dervişliğe kabul etmesi için ısrar ettiği, Eşrefoğlu’nun ise uzun nasihatlerden sonra padişahı
İstanbul’a geri dönmeye razı edebildiği rivayeti de yer almaktadır.149
ESERLERİ: 1- “Dîvân”150 2- “Müzekki’n-Nüfûs” 3- “Tarîkatnâme”: Tarikat âdabı ve
ehl-i beyt sevgisinden bahseden bir eserdir. 4- “Delâilü’n-Nübüvve” 5- “Fütüvvetnâme” 6-
“İbretnâme” 7- “Ma‘zeretnâme” 8- “Elestnâme” 9- “Nasihatnâme” 10- “Hayretnâme” 11-
“Münâcâtnâme” 12- “Esrârü’t-Tâlibîn”151 13- “Tâcnâme”

H- MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN RÛMÎ


Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Afganistan’da bulunan Belh şehrinde 1207 tarihinde
doğar.152 Babası Sultânu’l Ulema lakabıyla anılan Bahâeddin Veled’dir.153 Mevlânâ’nın asıl
adı Muhammed Celâleddin’dir. Hudâvendigâr, Mevlânâ, Rûmî gibi lakapları, kendisine
sonradan verilmiştir. Hudânvendigâr lakabını, zāhiri ve bâtınî ilimlerdeki saltanatına işaretle
babası vermiştir. Mevlânâ lakabı ise; Konya’da henüz ders vermekle meşgul olduġu, çok
genç yaşlarda iken kendisine verilmiş, “efendimiz” veya “hazret” mânâlarına gelen, ilim
adamları için bir unvan gibi kullanılan bu hitap zamanla yalnız ona has ve en meşhur ismi
olmuştur. Rûmî lakabı da, Mevlânâ’nın geçmişte Diyâr-ı Rûm adıyla anılan Anadolu’ya
yerleşmesi ve hayatının büyük kısmını Anadolu’nun mümtaz şehri Konya’da geçirmesi
hasebiyle kullanılır.154

146
Çelebi, age s. 35
147
Veliyyuddin Efendi, age, s. 85, Çelebi, age s. 45-46
148
Eşrefoğlu, İA. c l.4 s. 397
149
Pekolcay, Uçman, age, s. 481
150
Çelebi Asaf Hâlet, “Eşrefoğlu Dîvânı”, Hece Yay. Ankara 2002
151
Çelebi, age, s. 47, 53, 57, Pekolcay, Uçman, age, s. 482
152
Asaf Halet Çelebi, Mevlânâ’nın Rubâileri, s. 14
153
Şefik Can, Mevlânâ: Hayâtı-Şahsiyeti-Fikirleri, 31
154
Emine Yeniterzi, Mevlâna Celaleddin Rumî, s. 1.

38
Moğol istilası endişesiyle babası ve ailesi, Belh’den göç ederler. Şam, Hicaz,
Malatya, Erzincan ve Akşehir’i ziyaret eden Mevlânâ ailesi ilkin Karaman’a yerleşir.
Yaklaşık yedi yıl kadar Karaman da kalmışlar ve burada, Mevlânâ, Şerafeddin
Semerkandî’nin kızı Gevher Hatun ile evlenir.155
Bahâeddin Veled’in Karaman’da bulunduğunu öğrenen Sultan I. Alaadin
Keykubat onu Konya’ya davet eder. 3 Mayıs 1228’de Bahâeddin Veled ailesi ve dostlarıyla
birlikte Selçuklular’ın başşehri olan Konya’ya gelir. Bütün ömrünü halkı irşad ile geçiren
gönüller sultanı Bahâeddin Veled 1231’de vefat eder.156 Mevlânâ, dokuz sene babasının
müridi Seyyid Burhaneddin’in müridi olarak sohbetinde bulunmuştur.157
1244’de Konya’ya her haliyle garip bir zat olan Şemseddin Tebrizî gelir.
Mevlânâ’nın normal yaşamını birden değiştiren, ona coşkulu ve kabına sığmaz bir ruh hali
aşılayan Şems-i Tebrizî, çok keskin görüşlü, zeki bir bilgin ve bir hakikat âşığı, mürşidlik
mertebesine erişmiş ârif bir yol göstericidir.158
Bir gün Mevlânâ, yanında öğrencileriyle Şekerciler Hanı’nın önünden geçiyordu.
Onları gören Şems, Mevlânâ’nın bineğinin dizginini tuttu ve ona bir soru sordu: “Ey dünya
ve mânâ bilgilerinin sarrafı, söyle! Muhammed Hazretleri mi yoksa Bâyezid mi daha
büyüktür?” Mevlânâ: “Hz. Muhammed, bütün peygamber ve velilerin reisidir. Büyüklük
onundur” dedi. Onun üzerine Şems: “Hz. Muhammed, ‘Ya Rabbi seni tesbih ederim, biz
seni lâyık olduġun gibi bilemedik’ dedi, oysa Bâyezid: “Ben kendimi tesbih ederim, şanım ne
kadar yücedir” buyuruyor” dedi. Mevlânâ cevaben: “Bâyezid’in susuzluğu bir yudumla dindi
ve suya kandı. Halbuki Hz. Muhammed susuzluktan yanıyor, bir yudumla doymuyordu.
Bâyezid, Hakk’ın tecellisiyle kendini nura garkolmuş gördü; daha fazlasına bakmadı. Hz.
Muhammed ise, Cenâb-ı Hakk’ı her gün daha çok görüyor, daha çok yaklaşıyordu. Allah’ın
kudret ve yüceliğini günden güne artarak müşahede ettiği için; “Biz seni lâyıkıyla bilemedik,
buyurdu” der.159
Şems aldığı cevaplarla o kadar heyecana düşmüştür ki, dayanamayıp düşüp bayılır.
Mevlânâ, Şems’le bu şekilde karşılaştıktan sonra, onu yerden kaldırmış, yıllardan beri
birbirini tanıyan, birbirini arayan iki dost gibi, hasret ve heyecanla kucaklaşmışlar, birlikte

155
İsmail Yakıt, Batı Düşüncesi ve Mevlâna, s. 11.
156
Şefik Can, age, s. 75.
157
Yakıt, age, s. 12.
158
Ahmet Kabaklı, Mevlânâ, 37
159
Yeniterzi, age, s. 7-8.

39
Mevlânâ’nın medresesine gitmişlerdir. Gidiş o gidiş olmuş, Mevlânâ ve Şems, artık mânâ
aleminin sırlanmış hücresinde, aylar sürecek sohbetlere başlamışlardır.160
İki dost başbaşa Cenâb-ı Hakk’ın nurlarına, ilahi sohbetlere gömülürler. Ancak halk
Mevlânâ’nın kendileriyle ilgisini kesmesine tahammül edemez, kıskançlıkla Şems aleyhinde
dedikodulara başlarlar. Bunun neticesinde Şems 1246 yılının Mart ayında Konya’dan ayrılır
ve Şam’a gider.161 Şems’in gidişi, Mevlânâ’yı bütünüyle sessizleştirmiş, yalnızlık köşesine
çekilerek hiç kimseyle görüşmez bir duruma getirmişti. Sultan Veled Şam’a gider ve
beraberinde 1247 yılının Mayısında Şems ile birlikte Konya’ya gelirler.162 Mevlânâ bu sefer
Şems’i, Konya’da devamlı alıkoymak kararındaydı. Kimya Hatun isimli, yanında büyümüş,
terbiye almış, bir evlatlığı ile evlendirerek medresenin bir köşesini Şems’e tahsis eder.163
Fakat bir müddet sonra Şems aleyhine feveranlar tekrar başlar ve çevreden son derece
rahatsız olan Şems, “öldü”, “öldürüldü” gibi şayialar arasında ebediyen ortadan kaybolur.164
Mevlânâ, Şems’i kaybettikten sonra bu ayrılığın kederiyle gönülleri yakan hasretli
şiirler söyler. “Divan-ı Kebir”deki Şems mahlaslı şiirlerin büyük kısmı bu dönemin
mahsûlüdür. Bu arada Mevlânâ, Şems’i aramak için Şam’a giderse de, onu maddi gözle
bulamamış, ancak Şems’in mânâsı Mevlânâ’ya aksetmiş, Mevlânâ da onu gönlünde
yaşatarak aramaktan vazgeçmiştir.165
Mevlânâ, Şems’den sonra tasavvufî dostluğunu Selâhaddin Zerkubî ile sürdürür.
Birbirlerinin gönül aynasında îlahi sırları keşfetme gayesiyle kurulan bu gönül dostluğu
Zerkubî’nin ölüm yılı olan 1263 yılına kadar devam eder. Selâhaddin’in vefatından sonra
gönül dostu artık Çelebi Hüsameddin’dir. Zîrâ dünyanın en ünlü eserlerinden olan ve
Mevlânâ’nın baş eseri “Mesnevî”nin yazılması hep onun ısrarıyla olmuş ve katipliğini
yapmıştır. Gerçekten “Mesnevî”nin ilk on sekiz beyti Mevlânâ’nın kendi el yazısıyla
yazılmıştır. Geriye kalan on binlerce beyti Hüsameddin’e dikte ettirmiştir.166
Nihayet 17 Aralık 1273 günü Mevlânâ Hakk’a ve sevgili peygamberine kavuşur.
Mevlânâ’nın ölüm gecesine ayrılık gecesi denilmez, dostuna kavuştuğunu ve ebedi vuslata
erdiğini belirtmek için düğün gecesi anlamında “şeb-i arûs” denilir.167

160
Kabaklı, age, 34-35
161
Can, age, s. 53
162
Yüksel Kanar, Mevlâna Celaleddin Rûmî, s. 8.
163
Mehmet Önder, Mevlâna’dan Güldeste, s. 6.
164
Yakıt, age, s. 12.
165
Yeniterzi, age, s. 10.
166
Yakıt, age, s. 12.
167
Yeniterzi, age, s. 13.

40
ESERLERİ
1. “Mesnevî”: “50.000” mısradan oluşan, Doğu ve Batı’da aşkla okunan devasa bir
eserdir.
2. “Divân-ı Kebir”: Yedi büyük cilt halinde olan bu Farsça manzum eser,
Mevlânâ’nın lirik şiirlerinin bir araya gelmesinden teşekkül etmiştir.168
3. “Fîhi Mafih”: Mevlânâ’nın dersleri ve sohbetleri sırasında oğlu Sultan Veled veya
müritlerinden biri tarafından tutulan notları içerir.169
4. “Mektûbât”: Mevlânâ’nın Selçuklu sultanlarına, vezirlerine, hekimlere, ahîlere ve
dostlarına yazdığı, dönemin, Selçuklu tarihi açısından önemli bilgiler ihtiva eden
mektuplarıdır.
5. “Mevâ‘iz-i Mecâlis-i Seb’a”: Mevlânâ’nın yedi oturumluk vaazlarını ve öğütlerini
ihtiva eden bir eseridir.170
6. “Rubaîler”: Dîvân-ı Kebir arasında serpiştirilmiş rubailerin sonradan bir araya
getirilmiş şeklidir.171

I- HOCA NASREDDİN ZARÎFE


Hoca Nasreddin 605’de Sivrihisar yakınlarında Hortu köyünde doğmuştur. Babası
‘Abdullah Efendi köy imamı idi. Çocukken dahi kıvrak zekası ve hazır cevaplılığı ile dikkat
çeken Nasreddin memleketinde medreseye devam ederek ilk eğitimi aldı. Babası onun
okuyup âlim olmasını istiyordu. Önce Sivrihisar’a ardından da Konya’ya gitti. Uzun süre
Konya medreselerinde tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf ilmilerini tahsil etmiştir. medreseden
mezun olduktan sonra Kadı’nın yanında, Gölge Kadılığı görevini aldı ki, bu yaklaşık iki yıl
sürmüştür.172
Hoca Nasreddin Konya Selçukluları’nın çöküntü döneminde yetişmiş, doğudan
gelen Moğol istilalarının tarumar ettiği cemiyetin acılarını, elemlerini tebessüm buketleri
hâlinde sunduğu nükteleriyle, şen fıkralarıyla dindirmeye çalışmıştır. Evliyâ Çelebi de
Nasreddin Hoca’nın Akşehirli olduġunu söylemiş ve fazîleti bâhire sahibi olup hazırcevap
ashâb-ı kerâmetten, hakîm, emr-i dîn ü dünyâda müstakîm ve mu‘tedil bir ulu cân idi,
demektedir. Evliyâ Çelebi ve birçok tarihçinin Nasreddin Hoca’yı Murad Hüdâvendigâr

168
Can, age, s. 383
169
Abdülbâkî Gölpınarlı, “FÎHİ MÂ-FÎH”, Konya 2001
170
Yakıt, age, s. 14.
171
Çelebi, Mevlânâ’nın Rubâîleri, Hece Yay. Ankara 2002
172
Mehmet Önder, Nareddin Hoca Hayatı ve Fıkraları, s. 15-17

41
ve Yıldırım Bayezid ile Aksak Timur’un muâsırı göstermelerine karşın Nasreddin
Hoca’nın türbesinde bulunan bir yazıda Yıldırım’ın Sipahilerinden Mehmed isminde birisi
taradından tamiratının yaptırıldığı yazmaktadır. Şemseddin Sâmî de Nasreddin Hoca’nın
Selçuklular döneminde yaşadığını “Kâmûsu’l-‘Alâm”ında zikretmektedir.
Velhâsıl tarihî kaynaklar, Nasreddin Hoca’nın yaşadığı dönem ve yer hakkında farklı
bilgilerle doludur. Nasreddin Hoca’nın fıkraları o kadar yayılmıştır ki, dünyanın dört bir
tarafında onlarca dile çevrilmiştir. Nasreddin Hoca, 683 (1284) yılında ölmüş ve Akşehir’e
defnedilmiştir. Daha sonraları Nasreddin Hoca’nın kabri türbe yapılmıştır. Ve günümüze
kadar müteaddin defalar onarılmış ve eklemeler yapılmıştır.173

İ- ALİ BİN EBÎ TÂLİB MEKKÎ


Hicretten yaklaşık yirmi iki yıl önce, bi’setten on yıl önce Mekke’de doğdu.
Babası Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib, annesi de Fâtıma binti Esed b. Hâşim’dir.
Ebû Tâlib’in en küçük oğludur. Mekke’de baş gösteren kıtlık üzerine Hz. Peygamber
amcası Ebû Tâlib’in yükünü hafifletmek için onu himayesine almış, Hz. Ali beş yaşından
itibaren hicrete kadar onun yanında büyümüştür. Hz. Muhammed’in peygamberliğine ilk
iman edenlerdendir. Bu sırada yaşının dokuz, on veya on bir olduġu rivayet edilir.174
Hicretin beşinci ayında muhacirler ile ensar arasında yakınlık ve dayanışma sağlamak
amacıyla kurulan muâhât sırasında Hz. Peygamber Ali’yi kendisine kardeş olarak seçmiş,
hicretin 2. yılının son ayında da onu kızı Fâtıma ile evlendirmiştir. Bu evlilikten Hasan,
Hüseyin ve ölü doğan Muhsin adlı erkek çocukları ile Zeyneb ve Ümmü Gülsûm adlı kız
çocukları olmuştur.175
Hz. Ali Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber başta olmak üzere hemen hemen bütün
gazve ve seriyyelere katılmış, bu savaşlarda Resûl-i Ekrem’in sancaktarlığını yapmış ve
daha sonraları menkıbevî bir üslûpla rivayet edilen büyük kahramanlıklar göstermiştir.
Hz. Ali, Hz. Peygamber’e kâtiplik ve vahiy kâtipliği yapmış. Hudeybiye
Antlaşması’nı da o yazmıştır. Hz. Peygamber vefat ettiğinde cenazenin yıkanması ve
benzeri hizmetleri, vasiyeti üzerine Hz. Ali ile Resûlullah’ın yakın akrabasından Abbas.
oğulları Fazl ve Kuşem ile Usâme b. Zeyd yapmışlardır. Hz. Ali ilk üç halife döneminde
ne bir idarî görevde bulunmuş, ne de yapılan savaşlara katılmıştır.

173
Önder, age, s. 58
174
H. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, c. I, 341
175
Mustafa Fayda ve Diğerleri, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. II, 262-263

42
Hz. Osman’dan sonra halife olmuştur. Fakat Hz. Osman’ın öldürülmesinin
üzerindeki gölge ve Muâviye’nin biat etmemesi neticesinde İslâm tarihinin Cemel, Sıffîn,
Nehrevan gibi talihsiz vak’aları meydana gelmiştir. Küfe'de, intikām arzusu ile yanıp
tutuşan hâricî ‘abdurrahman b. Mülcem tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında
yaralanmış, aldığı yaranın tesiriyle iki gün sonra 661’de vefat etmiş ve Kûfe'ye (bugünkü
Necef) defnedilmiştir.176
Hz. Ali ashâb-ı kiram arasında Kur'an, hadis ve özellikle fıkıh alanındaki bilgileriyle
kendini kabul ettirmiş bir otoritedir. Hilâfeti zamanında, hadislerin dikkatle rivayet
edilmesini temin maksadıyla, Hz. Peygamber’e âidiyetini kesin olarak bilmediği hadisleri
nakledenlere, onları Resûl-i Ekrem’den duyduklarına dair yemin ettirmiştir. (Tirmizî, Tefsir, 4)
Fesâhati ve üstün hitâbeti ile de tanınan Hz. Ali’nin güzel ve hikmetli sözleri kaynaklarda
nakledilegelmiştir.177 Güvenilir hiçbir kaynakta Hz. Ali’nin herhangi bir eserinden söz
edilmemektedir. Hazret-i Ali’nin kendisine nisbet edilen bir divânı178 ve şâir ve edip Şerif
er-Radî tarafından bir araya getirilen hitabe ve mektuplarından oluşan “Nehcü’l-Belâga”
adlı eseri vardır.179

K- EMİR HÜSREV DİHLEVÎ


Hindistanın büyük şâiri, mutasavvıfı, edibi, tarihçisi ve dilcisi Yemin ed-din, Ebu’l-
Hasan180 Emir Hüsrev Dihlevî Delh’nin kuzeyinde Eyta vilâyetinin Muminpur
kasabasında 651/1253’de dünyaya gelmiştir.181
Küçük yaşta tahsile başlayan Emir Hüsrev medresede sarf, nahiv, Kur’an tefsiri,
fıkıh, mantık, şiir sanatı, fars dili ve edebiyatı gibi dersleri okumuştur. Emir Hüsrev 7
yaşında iken babası bir savaşta şehit düşmüştür. Dedesi İmâdü’l-Mülk himayesine almış ve
tahsile devamını sağlamıştır. İçinde bulunduğu ilim ve sohbet meclisleri sayesinde on iki

176
Hasan, age, c. I, 330, Fayda, age, c. II, 264
177
Fayda, age, c. II, 264
178
Bu divân Müstakimzâde Süleyman Efendi tarafından Türkçe’ye de tercüme edilmiştir. “Divan-ı Hazret-i Ali,
Neş: Müstakimzade Süleyman Sa'deddin Efendi”
179
Ethem Ruhi Fığlalı, Yaşar Kandemir, Ali, DİA, c. II, s. 371-378
180
Ahmed Ateş, Farsça eserler, s.233
181
Erkan Türkmen, Emir Hüsrev’in Hayatı, s. 1

43
yaşında geldiğinde şâir olarak belli bir seviyeye ulaşmıştı. On dokuz yaşında ilk divânı
“Tuhfetü’s-sıgar”ı tertip etti.182
Hayatı boyunca ilim, sanat ve tasavvufla iç içe yaşayan Emir Hüsrev bir çok Emir ve
Sultanın yanında hizmette bulunmuştur. Keşli Han, Buğra Han, Multanlı Prens
Muhammed, Sultan Balaban Han ve Sultan Alaeddin Halacî bunlardan bazılarıdır.
Nizâmeddin Evliyâ’ya intisap etmiştir.183 Sultan Gıyâseddin Tuğluk zamanında Bengal
seferine katıldıktan sonra Şeyhi Nizameddin Evliyâ’nın vefât haberini alınca Delhi’ye
dönerek mezarının başında inzivaya çekildi. Kısa bir süre sonra da vefat etti.184
Emir Hüsrev’in Türkçe, Arapça ve Farsça’nın yanı sıra Hint dili ve edebiyatını da
çok iyi bilmesi şöhretini daha da yaygınlaştırmıştır. Fars edebiyatının bütün gelişmiş şiir
türlerinde eser veren Emir Hüsrev, Hindistan’da o zamana kadar az kullanılan gazel
türünün gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Tarihi olayları mesnevî tarzında kaleme alması
onun en önemli özelliklerinden biridir. Emir Hüsrev’in bir özelliği de Hint-müslüman
mûsikî geleneğinin kurucusu olmasıdır. Türk divan şâirleri büyük üstadlardan biri olarak
kabul ettikleri Emir Hüsrev’in tesiri altında kalmışlardır.
ESERLERİ
Büyük bir şâir, sanatkar olan Emir Hüsrev ‘in eserleri hakkında çeşitli fikirler ileri
sürülmüştür. Câmi’ye göre doksan dokuz kitap yazmış olan Hüsrev beş yüz bin ilâ dört yüz
bin arasında şiir yazmıştır.185 Emir Hüsrev’in günümüze ulaşmış eserleri göz önüne
alındığında çok velûd bir yazar olduġu anlaşılmaktadır.186 Sağlığında eserlerini derleyip
toparlayan ender şahsiyetlerden biridir.187 Eserleri şunlardır188:
A- Manzum Eseleri: 1- Divanları:
a) “Tuhfetü’s-sıgar”: On altı-on dokuz yaşlarında yazdığı şiirler
b) “Vasatü’l-hayât”: Yirm-otuz üç yaşları arasında yazdığı şiirler
c) “Gurratü’l-kemâl”: Otuz dört yaşından sonra yazdığı şiirler
d) “Bakıyye-i nakiyye”: Kırk üç-altmış altı yaşları arasında yazdığı şiirler
e) “Niyâhetü’l-kemâl”: Hayatının son günlerinde yazdığı şiirler

182
Rıza Kurtuluş, Emir Hüsrev-i Dihlevî, DİA, c. 11 s. 135
183
Türkmen, age, s. 14
184
Kurtuluş, age, s. 135
185
Câmi, Nefahâtü’l-üns, s. 610
186
Türkmen, age, s. 29
187
Kurtuluş, age, s. 136
188
Bkz. Kâtip Çelebi, Keşfü’z-zünûn, 1, 423, 704, 727, 787; Şemseddin Sami, Kamûsü’l-Alâm, 111, 2045,
Türkmen, age, s. 30-31, Kurtuluş, age, s. 136

44
2- Tarihî Mesnevîler:
a) “Kıranü’s-saadeyn” b) “Miftâhü’l-fütûh” c) “‘Aşîka” d) “Nüh Sipihr” e)
“Tuğluknâme”
3- Hamse: “Matla‘u’l-envâr”, “Şîrîn ü Hüsrev”, “Mecnûn u Leylî”, “Heşr Bihişt”,
“Âyine-i İskenderî” adlı mesnevîlerden meydana gelmektedir.
B- Mensur Eseleri:
1- “İ‘câz-ı Hüsrevî”: Beş risale bulunan eserin dört risalesi; dil, üslûb, kitâbet ve
muzik konularını işlerken beşinci risale Emir Hüsrev’in gençliğinde yazdığı tarihi ve sosyal
olaylara temas eden mektuplarını içerir.
2- “Efżalü’l-fevâid”: Mürşidi Nizameddin Evliyâ’nın sohbetinde tuttuğu notlar.
3- “Hazâinü’l-fütûh”: Sultan Alâaddin Hallacî dönemini anlatan bir eserdir.

L- CEMÂLEDDÎN UŞŞÂKÎ
Edirne’de doğdu asıl adı Mehmed Cemâleddin, künyesi Ebû Nizâmeddin’dir.
Gençliğinde Edirne’de Uşşâkî şeyhlerinden Mehmed Hamdi Efendi’ye intisab etti.189 Daha
sonra Hasan Sezâî Gülşenî’nin halkasına katıldı. Onun vefâtından sonra Edirne’de dört yıl
irşad görevinde bulundu. 1155’de mânevî bir işâret üzerine İstanbul’a giderek Eğrikapı
savaklardaki Hırâmî Ahmed Paşa tarafından kurulan mescid-zâviyenin şeyhi oldu. Ölümüne
kadar bu dergahta irşad faaliyetlerinde bulunan Cemâleddin Efendi vefât edince dergahın
haziresine defnedildi. Türbesi bugün Hırâmî Ahmed Paşa adıyla anılan caminin yanında olup
ziyaret edilmektedir. Halîfesi Salâhaddin Uşşâkî ölümüne, “Cemâlullâh’a döndü cemâl-i aşk ile
pîrim Cemâleddin” mısraını tarih düşürmüştür.
Cemâleddin Uşşâkî’nin silsilesi tarîkatın kurucusu Hüsâmeddin Uşşâkî’ye şu şekilde
ulaşır: Mehmed Hamdi, Edirneli Osman Sıdkı, Gümülcineli ‘abdülkerim ve Halil, Bolayırlı
Sinan, Gelibolulu Ömer Karîbî ve Saruhanlı Memî Can… Cemâleddin Uşşâkî Halvetiyye,
Gülşeniyye, Sünbüliyye, Şâbâniyye şubeleriyle Nakşibendiyye tarikatına da mensub olup
kendisinde bu tarîkatları birleştirmiştir.190
Cemâleddin Uşşâkî, dönemine zayıflama durumunda olan Uşşâkîye tarîkatını yeniden
canlandırdığı için Uşşâkîlerce tarîkatın ikinci kurucusu sayılır.191 Cemâleddin Uşşâkî’nin çok

189
M. Erol Kılıç, Cemâleddin Uşşâkî, DİA, c. VII, s. 314
190
Sādık Vicdânî, Tomar-ı Halvetiyye, s. 108
191
Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ, c. IV, s. 243

45
sayıda halîfesi bulunmaktadır ki, en tanınmış olanlarından birisi Cemâliyye’nin Salâhiyye
kolunun kurucusu, şiir şerhleri üzerinde çalıştığımız Şeyh Salâhaddin Uşşâkî’dir. Cemâleddin
Uşşâkî’nin vefâtından sonra yerine oğlu Nizâmeddin Efendi geçmiştir. Türbesi Hırâmî Ahmed
Paşa Cami’nin bitişiğinde bulunmaktadır.
Cemâleddin Uşşâkî’nin yegâne eseri olan “Dîvân”ı Süleymaniye Kütüphanesi Uşşâkî
Tekkesi 92 numarada kayıtlıdır. Mehmet Ergin tarafından, “Cemaleddin Uşşâkî’nin hayâtı,
eserleri ve Divanı’nın edisyon kritiği” adıyda yüksek lisans tezi hazırlanmıştır.

M- ŞEVKET BUHÂRÎ
Adı Muhammed ve künyesi Ebû İshak olan Şevket Buhârî, Buhara’da 1037/1627
senesinde dünyaya gelmiştir.192 Şevket’in yaşadığı dönem, Astarhanlar Devleti’nin huzur ve
sükûn dolu yönetimine rastlamaktadır. Sarraf olan babasının vefatı üzerine ilk tahsiline ara
vermek zorunda kalmış ve baba mesleği olan sarraflığa başlamıştır. Yaşadığı dönemde
Buhâra’da Molla Attar, Molla Enver, Badi‘-i Semerkandî gibi ünlü şâirlerin olması zaten
kendisinde bulunan şiire karşı kabiliyet ve ilginin artarak bu sahadaki bilgilerini küçük yaşta
artırmaya vesîle olmuştur. Şevket Buhârî 20 yaşlarında Buhâra’dan ayrılarak Horasan’a
gitmiştir.193 Horasan’ın meşhur şehirlerinden biri olan Meşhed’e yerleşmiştir. Üç-dört yıl
burada kaldıktan sonra Herat’a gitmiş ve Vezir Mirza Sa‘deddin sarayında bulunmuştur.
Şevket bu dönemde Hint mektebinin kurucularından Örfî, Sâ‘ib ve Nazīri’nin şiirlerini
okuyarak kendini geliştirmiştir. Şevket bu dönemde vezirin sarayında yüksek makama
ulaşmış ve bu yüzden de Şevket mahlasını almıştır.
Şevket yaklaşık 40 yaşlarında tasavvufa intisab ile riyâzât hayatına başlamıştır. Böyle
bir tercihten sonra Saraydan ayrılmış ve Horasan’ı sırtında bir aba ile yalın ayak terk
etmiştir. Ömrünün son 34 yılını sofiyâne bir hayat sürerek geçirmiştir. Hint üslûbunu
benimsemiş biri olarak Hinsistan’a gitmemiş her ne kadar bunu arzu etmişse de vazgeçerek
İsfahan’a gitmiş ve ömrünün sonuna kadar burada yaşamıştır. İsfahan’da 20 yıl kadar büyük
sûfiler tarafından terbiye görmüş ve bazı edebî toplantılara katılmıştır. Şevket’in önemli sûfî
mürebbîlerinden biri şeyh Celilullâh Tâlikânî’dir. Uzun dönem tasavvufî terbiye gördükten
sonra hayatının son zamanları olan 1111’e kadar tamamıyla yüksek bir ‘irfânî huzûr ve sükûn
içinde yaşamıştır. Ve bu hâl üzere de vefât etmiştir.

192
Ali Milânî, Şevket-i Buhârî Hayatı ve Divanı’ndan Seçmeler, s. 1
193
Milânî, age, s. 5

46
Şevket’in eserleri şiirleridir. Ali Milânî’nin tesbitine göre Şevket’in Kütüphanelerdeki
“Divân”ının yazma adedi 58’dir ki, bu nüshalar birbirinden farklılık göstermektedir.194

N- ENVERÎ
Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmeyen Evhadüddin Muhammed
Horasan’ın Ebiverd İlçesinin Bedene Köyünde doğduğu rivâyet edilmektedir.195 Çok iyi bir
öğrenim gören Enverî, felsefe, kelam, mantık, riyâzat, edebiyat, astronomi gibi alanlarda
geniş bilgi sahibi olduġu şiirlerinden anlaşılmaktadır. Gençliğinden itibaren etkili şiirler
yazmaya başlayan şâir yazdığı bir şiiri Sultan Sencer’e sunmuş ve Sencer tarafından çok
beğenilmiştir. Nücûm ilmi sayesinde yaptığı yorumların doğru çıkmaması neticesinde Belh’e
kaçmak zorunda kalan Enverî buradada kendisine isnad edilen bir şiir yüzünden zor durumda
kalmıştır. Belh’ten de kaçan Enverî’nin bu kaçıştan sonra 585’te vefat etmiş olacağı ifade
edilmektedir. ‘abdurrahman Câmî tarafından üç önemli şâirden biri olarak kabul edilen
Enverî yazdığı kasîdelerle şöhret bulmuştur. İran edebiyatının en büyük kasîde şâiri kabul
edilen şâirin Türk şâirler üzerinde de etkisi olmuştur. “Dîvân”ı muhtelif zaman ve
mekanlarda yayınlanmıştır.196

O- HAKÂNÎ
520 yılında Gence’de doğan Hakânî’nin tam adı Efżalüddin Bedil İbrahim b.
Ali’dir.197 Amcası tarafından himaye edilmiş ve amcasının bizzat ilgilenmesi ile eğitimine
başlamıştır. Amcası Arapçayı ve arap edebiyatının tanımış eserlerini okutmuştur. Keskin
zekâsı ve geniş hayal gücü sâyesine şiire yenilikler getiren Hâkânî İran edebiyatının en
büyük şâiri kabul edilir. Derin etkiler bırakmıştır. Daha hayatta iken şiirlerin İslam
dünyâsında büyük bir ün kazanmıştır. “Mektupları” ve “Tuhfetü’l-Irakeyn” adlı eserinin
önsözünün dışında mensur bir eseri olmayan Hakânî’nin 17.500 beyiti bulan “Divân”ı ve
“Tuhfetü’l-Irakeyn”i günümüze ulaşmıştır. “Divan”ı sayısız defalar basılmış, çeşitli dillere
çevrilmiş ve üzerine şerhler yazılmıştır.198

194
Milânî, age, s. 17
195
Abdülkadir Karahan, “Enverî, Evhadüddin” DİA, c. XI, s. 267-268
196
Karahan, age, s. 267-268
197
Tahsin Yazıcı, “Hâkânî-i Şirvânî” DİA, c. XV, s. 168
198
Yazıcı, age, s. 169

47
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
‘ABDULLAH SALÂHADDÎN UŞŞÂKÎ’NİN TASAVVUFÎ
ŞİİR ŞERHLERİ

I- ŞERH METİNLERİNİ İNCELEMEDE TÂKİB EDİLEN USÛL


I- İlk olarak kütüphâne taramaları yapılan şerh nüshalarından ulaşabildiğimiz istinsah
kaydı en eski ve okunaklı olan üçer adet şerh nüshası seçilmiş ve çalışmada bunlar
kullanılmıştır. Kullanılan yazmaların kütüphâne kayıtları hakkında takib edilen usûlden sonra

48
bilgi verilecektir. Seçilen bu yazma nüshaları karşılaştırmalı olarak günümüz harfleriyle
ortaya koymaya çalıştık.
II- Metin farklılıkları rumûzlar kullanılarak dipnotta gösterilmiştir.
III- Nüshada ortaya çıkan eksiklikler için kelime veya cümlenin başına nüsha
belirtilerek (-) işareti konulmuştur.
IV- Nüshada ortaya çıkan fazlalıklar için kelime veya cümlenin başına nüsha
belirtilerek (+) işareti konulmuştur.
V- Metinde geçen âyetler harekeli ve koyu yazıyla yazılmış ve geçtiği sûre ve âyet
numarasıyla birlikte ma‘nâsı verilmiştir.
VI- Metinde geçen hadislerin kaynakları, ulaşabildiğimiz kadarıyla verilmeye
çalışılmıştır.
VII- Tahkikte esas alınan nüshanın varak numaraları köşeli parantez içinde ve koyu
olarak metnin içinde gösterilmiştir.
VIII- Metinlerin günümüz harflerine çevrilmesinde o zamânın Türkçe’siyle günümüz
Türkçe’si arasında bir orta yol tutuldu. Çalışmamız, eserin diliyle alâkalı olmadığı için
transkripsiyon harfleri kullanılmadı. Ancak meczûm “ayın” harfleri ters apostrofla ve
meczûm hemzeler düz apostrofla gösterildi. Özellikle Türkçe kelime ve eklerdeki vokal ve
konsonant uyumlarında günümüz dil kurullarına yakın bir metod izlendi. Ancak eski
kelimelerin âit oldukları devrin söyleyiş husûsiyetlerine fazla müdâhale edilmedi.
IX- Metinde geçen Arapça ve Farsça ibâreler orijinal şekliyle dizildikten sonra
dipnotta tercümeleri verildi.
X- Bazen şerh nüshasının başında bulunan bazen de bulunmayan Salâhî’nin manzum
şiir tercümeleri de şerhlerin başında verildi.
XI- Salâhî şerh ettiği şiirler dışında “li-muharririhî, nazm, beyt” diyerek kendisine âit
birçok şiiri de şerhe eklemiştir. Bunların dışında özellikle Mevlânâ, Yûnus, Câmî, İbnü’l-
Arabî, Hüdâyî gibi meşhûr zevâtın şiirlerini de iktibas etmiştir. Şerh edilen şiirlerin diğer
şiirlerle karışmasını önlemek için bu şiirler ile manzum tercümeleri italik yazıldı.
XII- Metinde geçen şahıs isimleri ve eser isimleri koyu, eser isimleri italik olarak
yazıldı.
XIII- Şerh edilen şiirlerin şâirlere âit olup olmadığı hakkında araştırma yapıldı ve

gerekli bilgiler dipnotlarda verildi. Bunun için şâirlerin divanlarına. Farsça beyitler “٢ ‫”ﺩﺭﺝ‬
programı kullanılarak kaynağı tesbit edilmeye çalışılmış ve internetten Farsça şiir sitelerinden

49
bakılmıştır. Arapça şiirler de “‫ﺍﻟﻌﺮﰉ‬ ‫”ﻣﻜﺘﺒﺔ ﺍﻟﺸﻌﺮ‬ programıdan ve internetten araştırma

yapılarak kaynağı tesbit edilmeye çalışılmıştır.


XIV- Şerhlerin tamamına yakınında sık sık kullanılan Mevlânâ’nın “Mesnevî”sinden
beyitler; Nicholson’un “Keşfü’l-ebyât”ından istifâde edilerek cilt ve numaraları ile birlikte
tercümeleri dipnotta gösterilmiştir.

II- ŞERH METİNLERİNİN KÜTÜPHÂNE KAYITLARI HAKKINDA


YAPILAN DEĞERLENDİRME

1- “ŞERH-İ RUBÂİYYE-İ EBÛ SAÎD”


Tezimizde incelediğimiz “Şerh-i Rubâiye-i Ebî Saîd”, İran mutasavvıf şâirlerinden Ebû
Saîd Fazlullah b. Ebi’l-Hayr’ın bir rubâîsinin şerhidir. Salâhî bu rubâîyi, çeşitli yönlerden ele
alarak şerh etmektedir. Rubâî’de geçen bütün kelime ve ibâreleri izah ederek şerhe başlayan
Salâhî, i‘râb-ı rubaiye-i kudsiyye diyerek rubâî’nin i‘râbını da yapmıştır. Rubâinin vezni
hakkında bilgi verdikten sonra manzum olarak tercüme etmiştir. Daha sonra “Pes imdi tevcîh-i
evvel” diyerek rubâîyi tasavvufî açıdan şerhe başlamıştır. Salâhî şerh boyunca uzun Arapça ve

50
Farsça iktibaslar yapmakta özellikle İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini serdetmektedir. Bu rubâî
hakkında çok şerhler yazıldığı söyleyen Salâhî, Hace Ebû Bekir’in bu rübâîyi yazıp Ebû
Sâlih’e götürdüğünü ve boynuna astığını netice derhal Ebû Sâlih’in o gün iyileşerek kalktığını
zikretmektedir. Bu rubâîyi beş ayrı yönden şerh eden Salâhî’nin üzerinde durduğu bazı tasavvufî
ıstılâhları şöyle sıralayabiliriz; “‘abdâl”, “hakīkat-i Muhammediyye”, “rûh-ı Muhammedî”,
“zât-ı ahadiyyet”, “vücûd”, “sıfat-ı Celâl ve Cemâl”, “insân-ı kâmil”, “ledünnî ilim”, “akl-ı
evvel”, “nefs-i küllî”, “rûh-i küllî”, “Erkân-ı Erba‘a”, “fenâ-i küllî”, “fakr”, “fakr-ı hakîkî”,
“Ġayb”, “ta‘ayyün-i sânî”, “‘âlem-i lâhût”, “akl-ı kül”…
Salâhî bu rubâînin birçok hastalığa şifâ kaynağı olduġunu da Şeyh Kuddise sirruh’tan
rivâyetle şöyle ifâde eder; “Bu rubâî-yi şerîf eserde gelen duâlardan ve büyük isimlerdendir.
Hasta için okursa hasta sıhhatına kavuşur. Allâh ona şifâ verir. Bu ezelî hikmete uygundur.
Çünkü hastalık vücûdun daralmasından, bozulmasından, hareketinin azalmasından, neş’esinin
olmamasından ‘ibâretdir. Ve kıllet harekete ve ibtihâca ve behcet beşâşete, ‘adem-i dıhke ve
neşâta ve za’af ve tekessür-i inhirâfa delâlet eder. Kendisinde hem dert ve devâ bulunan
kimsenin bütün vücûdunun parçalarına uygun bir şifâ ve müvâfık bir tedavî olur.” Zikredilen bu
rubâî’de hayâtın sebepleri için gereken şeyin mevcut olduġunu belirterek rubâîde geçen her bir
harfin bir mânânın remzi olduġunu ifâde eder; “Havrâ”daki hâ’dan maksat “hâ-i hayât”tır.
Vâv’ından maksat “vâvü’l-vuslat”, râ’sından maksat “râu’r-rahmet”, elif’i “elif-i inkişâf”,
hemzes’i “hemze-i müsammâ”, “Be-Nazzāra”daki ba, “bâü’l-bekā”; nûn, “nûni’n-nûr ve’n-
nübüvvet”; zâ, “zâ-i zılli’l-vücûd”; kâf, “kâfü’l-kenz ve’l-kevser”; mim, “mîm-i medde’z-zıl”;
sâd, “sâdü’s-safâ”; “fâ, “fâü’l-ferah”; zâ, “zâü’z-zînet ve’z-ziyâde ve zamanü’d-dehr”; dâl,
“dâlü’d-devâ ve’d-dünüvv ve’d-devâm”; dâd, “dâdü’z-diyâ ve’z-zamân”; tâ, “tâü’t-tevvâb ve’t-
tâc ve’t-türâb”; ayn, “ayn-ı mâ-i havzi’l-kevser ve’l-ahd ve’l-ulüvv”; cim, “cîmü’l-cinân ve’l-
cenân ve cîmü’l-cemâl ve’l-celâl”; hâ, “hâü’l-haber ve’l-hayr ve’l-hulle”; lâm, “lâmü’l-livâ”; sin,
“sînü’s-selâm ve’s-selâmet ve’s-seâdet”; yâ, “yemîn ve yed”; he, “heü’l-hidâyet ve’l-hüviyyet”;
tâ, “tâü’t-tavâsîn ve’t-tâhâ ve’t-tûr ve’t-tufûl ve’t-tayr” Bu zikredilenler herhangi bir şeyin her
ihtiyâcı için tesiri olan harflerin özelliklerindendir. Hastalık ve illetli bir hastanın üzerine
okunduğu zaman onlarda şifâ umulur.” Metin kısmında verdiğimiz şerhin tesbit ettiğimiz tek
yazma nüshası üzerinde çalıştık.
Kullandığımız Nüsha:
İ.Ü. Ktp. T.Y. No. 2330; Bu şerhin tesbit edilen tek nüshasıdır.

51
Miklepli, şirazesiz olup kahverengi meşin ciltlidir. 18x13 (13x65) ebadındadır. Nesih
yazıyla 13 satır halinde yazılmış olup 33 varaktır. Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.

2- “ŞERH-İ KASĪDE-İ HAMRİYYE-İ FÂRİZİYYE”


Tezimizde incelediğimiz Salâhî tarafından şerh edilen “Kasīde-i Hamriyye” Ömer
b. Ali İbnü’l-Farız Mısrî (577-632/1182-1235)’nin en meşhur iki kasidesinden biri olan
“Hamriye” adlı Kasidesinin şerhidir. Bu şerh Süleyman Deliktaş tarafından Yüksek Lisans
Tezi olarak hazırlanmıştır. İçkiye övgü olarak tanınan Fârız’ın bu şiirinde içki tasavvufî
mânâda kullanılarak ilâhî aşk konusu işlenmektedir. Allâh’a duyulan muhabbet ve sevgiyi
aşk olarak alan tasavvuf erbâbı aşk ile şarâb arasında bir ilgi kurarak mânâ aktarması
yapmış ve teşbihle ilâhî aşkı anlatmaya çalışmıştır. Nasıl şarap içene sarhoşluk veriyor ise
ilâhî aşk da sâlikin kalbine gelen vâridin etkisiyle kendinden geçmesine yani sekre yol
açmaktadır. Bütün kâinâtın kendisiyle vâr olduġu ilâhî sevgiyi “Kasīde-i Hamriyye”de
yoğun olarak işlediği görülmektedir. Kırkbir beyit olan “Kasīde-i hamriyye”nin otuz üç
beyti Salâhî tarafından şerh edilmiştir. Her beyit Türkçe bir beyit ile nazmen tercüme
edilmiştir. Kasîdenin her beytinden sonra beyitte geçen kelime ve ibâreler izah edildikten
sonra manzum tercüme verilmiştir. Daha sonra da yani diyerek metne uygun bir tercüme
yapılmıştır. Şerh sırasında Mollâ Câmî’nin şerhinden beyitle ilgili Farsça beyitler
nakledilmiştir. Salâhî şerhe başlamadan erbâb-ı hakīkat beyninde meşhur olan kasîde’nin
bir çok şârih tarafından şerh edildiğini ve kendisinin de Mollâ Câmî’nin şerhinden istifâde
ettiğini ve Câmî’nin rubâilerini naklettiğini ifâde etmektedir. Çeşitli dillere tercemeleri
yapılmış olan kasîde mim kafiyeli olduġu için “Kasīde-i Mîmiyye” olarak da bilinir.
Mutasavvıflar arasında oldukça meşhur olan bu gazelin birçok şerhi yapılmıştır.199
Salâhî bu kasîdeyi manzum olarak tercüme etmiş ve sonra da mensur olarak şerhetmiştir.
Şerhte işlenen tasavvufî konulara baktığımızda ilk önce “Kasīde-i Hamriyye”nin temasına
uygun olarak “‘aşk”, “muhabbet”, “sevgi”nin yanında bazı tasavvufî ıstılahları şöyle
sıralayabiliriz; “tecellî”, “müşâhede-i Cemâl”, “insân-ı kâmil”, “mi‘râc-i rûhânî”, “hakīkat-i
Muhammediyye”, “fenâ fillâh”, “hakâyık-ı muhabbet”, “cem‘”, “fenâ”, “mürşid-i kâmil”,
“nûr-i tevhîd”, “muhabbet-i zâtiye”, “tahalluk ve tahakkuk”, “Muhabbet-i esmâ ve sıfât”…

199
Yekta Saraç, “Tasavvuf Edebiyatına Aid Temel Bir Metin ve Türk Edebiyatına Tesirleri”, c. XXX s.
453-455

52
Manzum tercüme Salâhî’nin “Dîvân”ında Arapçasıyla birlikte bulunmaktadır. Metin
kısmında verdiğimiz şerh, elde ettiğimiz üç yazma nüshası karşılaştırılarak meydana
getirilmiştir.
Kullandığımız Nüshalar:
İÜ. Ktp. T.Y. No. 1644; 24 vr. Nesih yazıyla 27 satır halinde yazılmış, miklepli şirâzesiz
olup siyah meşin ciltlidir. İstinsah tarihi, 1234 (1819) Müstensih: Seyyid Hâfız Muhammed Ali
eş-Şerefî.
Sül. Ktp. H.M.Ef, No. 3734; 71-96 vr, Nesih yazıyla 19 satır halinde yazılmış, 201x135,
136x90, Müstensih, Mustafa el-Kizbî, İstinsah tarihi, 1277 (1861)
İÜ. Ktp. T.Y. No. 3347; 25 vr. Mukavva bez ciltli içi ebrulu siyah kapak, Nesih yazıyla
25 satır halinde yazılmış, Müstensih ve İstinsah tarihi belli değildir.
Diğer Nüshalar:
Sül. Ktp. Nafiz Paşa, No. 553, 31 vr. 24x18 (19x14) ebadında ta‘lik yazıyla 19 satır
hâlinde yazılmış, sırtı eskimiş meşin, üstü bezle kaplı mukavva, şirazesiz ve miklapsız bir cilt
içindedir. Müstensih ve istinsah târihi belli değildir. (Terceme-i Şerh-i kasîde-i mîmiyye li-
İbni’l-Fârız radıyallâhu anh li-Salâhî ‘Abdullah Efendi)
Sül. Ktp. H.M.Ef, No. 2684, vr. 131b-157b. Ta‘lik hatla yazmanın başı 25 sonu 21 satır
halinde yazılmış, 206x125 mm ebadında, kahverengi meşin ciltli kapak içinde, Müstensih
Derviş Mustafa Sâkin, istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Tahir Ef. No. 536; 27 vr. Mukavva ciltli kapak içi ebrulu nesih yazıyla 20 satır
hâlinde yazılıştır. 250x170, 160x100 mm ebadında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Yazmanın sonunda 26b-27b varaklarında Salâhî’nin terceme-i hâli vardır. Salâhî’nın hayatı ve
eserleri hakkında kısa malûmat vardır.
Sül. Ktp. Halet Ef. No. 730; 27a-52a vr. Her sayfada 21 satır, Ta‘lik, üstü ebrulu meşin
cilt içindedir. 229x151, 158x79 mm ebadında, müstensih, Derviş Mustafa Mevlevî, İstinsah
tarihi belli değildir.
İ.Belediye: O.E No. 826 / 1; 1-29 vr, Rik'a hatla her sayfada 17 satır hâlinde yazılmış,
200x160-165x125 mm ebâdında, Müstensih, Raşid Aşki İstambolî, istinsah târihi, 1294(1877)
Türk Dil Kurumu Kütüphanesi Türkçe Yazmaları, 8 varak, Her sayfada 15 satır,
210x143-155x85 mm, Nesih
D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok II/7; 122b-157b vr. Rik‘a hatla her sayfada 23 satır
halinde yazılmış

53
3- “EŞREFOĞLU RÛMÎ’NİN ĠAZEL-İ ŞERİFLERİ’NİN ŞERHİ”
Salâhî tarafından şerh edilen Eşrefoğlu Rûmî’nin bu şiiri “Divânı”nda bulunmaktadır.
Salâhî bu şiiri şerh etmesinin sebebini şerhin başında; Bazı ihvanın şiiri anlamakta güçlük
çektiğini ve şer‘a tatbîk noktasından Eşrefoğlu’nun sözlerinin te’vile ihtiyacı olduġunu ifâde
etmiştir. Dolayısıyla kendisine mürâcaat edildiğini ve Şathiyyâne ifâdelerle örülü bu şiiri
Eşrefoğlu’nun mest u lâ-ya‘kul oldukları hâlde iken söylediği için âkillere tefhim ettirmenin güç
olduġunu ifade ettikten sonra Salâhî tasavvuf erbâbının bunu anlamakta zorluk çekmeyeceğini;
Bunlar sırr remzidir deryâya sıġmaz
‘Ulûm-ı zāhir ile Hak bulunmaz
Diyerek şerhe başlamıştır. Te’vili zor gibi görünen imân ve İslam açısından problemli
ifadeler içeren Eşrefoğlu’nun bu şathiyesini Salâhî gayet veciz bir şekilde te’vil ederek şerh
etmiştir. Ayrıca Salâhî, Eşrefoğlu Rûmî’nin ulaştığı makamların ve kendisine lütfedilen sırların
ifâdesi olan bu sözlerini ancak bu mertebelere ulaşanların anlayacağını ifâde etmektedir. Şerhte
işlenen bazı tasavvufî ıstılahları şöyle sıralayabiliriz; “Tecellî”, “ilm-i ledünnî”, “Seyr-i
cismânî”, “seyr-i rûhânî”, “‘âlem-i nâsût”, “‘âlem-i ceberût”, “‘âlem-i lâhût”, “Kutbu’l-
aktâb”, “ilm-i bâtın”, “‘âlem-i melekût”, “kutbu’l-efrâd”, “nefs-i emmâre”, “sülûk”,
“rıżā”... Metin kısmında verdiğimiz şerh, elde ettiğimiz üç yazma nüshası karşılaştırılarak
meydana getirilmiştir.
Kullandığımız Nüshalar:
İ.Belediye: O.E No. 58; 84b-87a vr. arasında Rik'a hatla her sayfada 23 satır hâlinde
yazılmış, 300x175-190x110 mm ebadında, Müstensih, Mehmed Emin Tevfikî. İstinsah tarihi
belli değil.
İ.Belediye: O.E No. 997/1; 2b-6a vr. Nesih hatla her sayfada 21 satır hâlinde yazılmış,
210x140-145x65 mm ebadında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Uşşakiye Tekkesi, No. 108; 51b-54b vr. Nüsha, sırt, meşin, üstü ebrulu
mukavva, şirazesiz ve miklepsiz bir cilt içindedir. 24x18 (16x11) ebadında, nesih kırmasıyla 21
satır olarak yazılmıştır. İstinsah tarihi ve müstensihi belli değildir.
Diğer Nüshalar:
Sül. Ktp. Uşşakiye tek. 300; 91b-95a vr. Rik‘a hatla her sayfada 19 satır halinde
yazılmış, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.

54
İ.Belediye: O.E No. 832; 1b-6a vr arası, Nesih hatla her sayfada 17 satır hâlinde
yazılmış, 210x150-150x90 mm ebâdında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Gaziantep İl Halk Kütüphanesi, 27 Hk 355 / 15; 181b-186a, Her sayfada 21 satır,
210x130-155x80 mm, Kırma Talik
Ankara Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi, 06 Hk 4327 / 2; 13a-17a arası,
192x135-160x90 mm, Her sayfada 17 satır, Nesih

4- NİYÂZÎ MISRÎ’NİN ÜÇ ŞİİRİNİN ŞERHİ


Salâhî, Niyâzî Mısrî’nin üç şiirini şerh etmiştir. Bu şiirlerin tamamı da Niyâzî Mısrî’nin
“Divânı”nda mevcuttur. Salâhî Niyâzî Mısrî’nin gazellerini şerh ederken kendisine âit
şiirlerden en fazla dercettiği şerh olarak dikkat çekmektedir. Bir manzûmenin şerhi yapılırken
manzum tercüme ve şiiri şiir ile açıklama Salâhî’nin şerhlerinde gördüğümüz önemli bir özellik
olarak ortaya çıkmaktadır. Bu mânâda Niyâzî Mısrî’nin şiirlerini şerh ederken Salâhî’nin
ziyâdesiyle cömert davrandığını söyleyebiliriz.
Şerhlerde işlenen bazı tasavvufî ıstılahları şöyle sıralayabiliriz; “‘âlem-i lâhût”,
“ta‘ayyün-i evvel”, “‘âlem-i melekût”, “müşâhede”, “halvet”, “tezkiye-i nefs”, “fenâfillâh” ve
“makām-ı cem‘”, “‘âlem-i nâsût”, “rûh-i Muhammedî”, “hakīkat-ı muhammediyye”, “mürşid-i
kâmil”, “mi‘râc-ı rûhânî”, “Zât-ı ahadiyyet”, “hakīkatü’l-hakâyık”, “hażret-i cem‘”, “vücûd
ile ‘adem”, “‘ilme’l-yakîn ve ‘ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn”, “mi‘râc-ı mânevî”, “insân-ı
kâmil”, “üns ve mahv”, “seyr ü sülûk”, “kenz-i mahfî”, “nefs-i mülhime”, “‘ilm-i ledünnî”,
“havâs-ı hams-i zāhire”, “akl-ı ma‘âş”, “kelâm-ı ma‘âd”, “makām-ı cem‘”, “mücâhedât ve
riyâzât”, “makām-ı fark ba‘de’l-cem‘ ve cem‘u’l-cem‘” ve “fark-ı sânî”… Metin kısmında
verdiğimiz şerh, elde ettiğimiz üç yazma nüshası karşılaştırılarak meydana getirilmiştir.
Kullandığımız Nüshalar:
Sül. Ktp. Hafid Efendi 459; 116a-159b vr. Nesih hatla 19 satır halinde yazılmış,
300x130, 130x60 mm ebadında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. P. Paşa No. 633; 123a-165b vr. Nesih yazıyla 17 satır halinde yazılmış,
240x170,165x80mm ebadında, Müstensih, Muhammed Esad, istinsah tarihi 1243
Sül. Ktp. H M Efendi 2770, 1b-36a, Nesih hatla her sayfada 17 satır halinde yazılmış,
213x155, 170x112 mm ebadında, İstinsah tarihi 1227(1812), Müstensih; Seyyid Derviş Zâkir
İsmail
Diğer Nüshalar:

55
Sül. Ktp. H. M. Ef. No. 3917; 15b-39b vr. 1301 Nesih hatla her sayfada 25 satır halinde
yazılmış, 208x158, 153x92 mm ebadında, Müstensih Muhammed Sadullah Halvetî, istinsah
tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. H. M. Ef. No. 2684; 55b-62b, 65b-71b vr. Ta‘lik hatla yazmanın başı 25 sonu
21 satır halinde yazılmış, 206x125 mm ebadında, kahverengi meşin ciltli kapak içinde,
Müstensih Derviş Mustafa Sâkin, istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2702; 13-20 vr. Rik’a hatla yazılmış, 221x156 mm
ebadında, istinsah tarihi, 1251, müstensih belli değildir.
Sül. Ktp. M. Arif-M. Murad 5; 77-107 vr. Nesih hatla her sayfada 15 satır halinde
yazılmış, mukavva cilt içinde 213x154, 146x85 mm ebadında, müstensih ve istinsah tarihi
belli değildir.
Sül. Ktp. Tahir Ağa 503; 34-39, 43b-48a vr. Nesih hatla her sayfada 22 satır halinde
yazılmış, meşin cilt içinde 230x175, 160x110 mm ebadında, Müstensih ve istinsah tarihi belli
değildir.
Sül. Ktp. Yazma Bağışlar 4310/1-3; 39-56 vr. Nesih hatla her sayfada 25 satır
halinde yazılmış, 160x80, 192x115 mm ebadında, müstensih Derviş İsmail, istinsah tarihi
1246
Sül. Ktp. İzmir 790/2; 51-56 vr. Nesih hatla her sayfada 21 satır hâlinde yazılmış,
mukavva cilt içinde, 220x160,180x130 mm ebadına, müstensih ve istinsah tarihi belli
değildir.
Sül. Ktp. Mihrişah Sultan 206; 183-226 vr. Nesih hatla her sayfada 19 satır hâlinde
yazılmış, mukavva cilt içinde, 230x150,170x90 mm ebadına, müstensih Hacı ‘Abdullah
Nazif, istinsah tarihi 1237
Sül. Ktp. İzmir 622; Nesih hatla her sayfada 23 satır hâlinde yazılmış, deri cilt
içinde, 225x135,200x105 mm ebadına, İstinsah tarihi 1254, müstensih Hüseyin Yaver
Sül. Ktp. Tercüman Gazetesi Kütüphanesi Türkçe Yazmaları, Y-210 / 6; Ciltli
mukavva ebrûlu kapak içinde Nesih hatla her sayfada 15 satır hâlinde yazılmış, 207x180
mm ebadına, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
İ.Belediye: Osman Ergin Yzm 145; 15b-22b vr. 30a-36a vr. Nesih hatla her sayfada 17
satır hâlinde yazılmış, 220x145-145x85 mm ebadında, Müstensih Mehmed Emin Tevfikî,
İstinsah tarihi belli değil.

56
İ.Belediye: Osman Ergin Yzm 58; 69b-84a vr, Rik'a hatla her sayfada 23 satır
halinde yazılmış, 300x175-190x110 mm ebadında, Müstensih; Mehmed Emin Tevfikî
İstinsah tarihi belli değil.
İ.Belediye: O.E No. 363; 14b-23b, 27a-32a vr. Arası Nesih hatla her sayfada 19 satır
hâlinde yazılmış, siyah meşin cilt kapak içinde, müstensih Mehmed Aziz, istinsah tarihi belli
değil.
İ.Belediye: Osman Ergin Yzm 893; 49b-75a 75b-84a, 84b-91b arası, Rik'a hatla her
sayfada 21 satır halinde yazılmış, 200x130-150x75 mm ebadında, müstensih ve istinsah tarihi
belli değildir.
İ.Belediye: Osman Ergin Yzm 1551 / 2; 5a-20b, Rik'a hatla her sayfada 19 satır
halinde yazılmış, 205x160-165x140 mm ebadında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
İ.Belediye: Osman Ergin Yzm 317; 58b-66a arası, Rik’a hatla her sayfada 25 satır
halinde yazılmış, 225x170-180x110 mm ebadında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Millî Ktp. (A) 1914; 128b -174b vr. Ta‘lik hatla her sayfada 17 satır, miklepli, siyah
meşin bir cilt içinde, 205x135 mm ebadında, müstensih Mehmed Arif b. Ankaravî
Millî Ktp. (A) 1960; 98b-102a vr.

5- “GÜFTE VE LÜGÂZ -İ ÂŞIK ÖMER, ŞERH-İ SALÂHÎ EFENDİ”


Salâhî, Âşık Ömer’in iki şiirini şerhetmiştir. Bu iki şiir de Âşık Ömer’in “Divânı”nda
mevcuttur. Kısa ve veciz bir şekilde ortaya konan bu şerhler iki-üç varak tutmaktadır. Âşık
Ömer’in şathiyye ifadelerle örülü bu iki şiiri de lügâz-muammâ türüne örnek gösterilecek
mâhiyettedir. Şerhte işlenen bazı tasavvufî ıstılahları şöyle sıralayabiliriz;; “ilm-i ledünnî”,
“sıfât-ı cemâl ve celâl”, “nefs-i zâkiye”, “akl-ı me‘âd”, “Tezkiye-i nefs”, “Tasfiye-i kalb”,
“rûh-i kudsî”, “mâsivallah”, “insân-ı kâmil”, “‘âlem-i nâsût”, “ilme’l-yakîn”, “‘ayne’l-
yakîn”, “‘âlem-i ceberût”, “cem‘ etmek”, “vücûd-i Muhammed”, “hakīkat-i Muhammediyye”,
“mürşid-i kâmil”, “ma‘rifetullâh”… Metin kısmında verdiğimiz şerh, elde ettiğimiz üç
yazma nüshası karşılaştırılarak meydana getirilmiştir.
Kullandığımız Nüshalar:
Sül. Ktp. H M Efendi 3917; 53b-55a vr. “Gûşunu benden yana tut, sözlerim femden
çıkar.” Nesih hatla her sayfada 25 satır halinde yazılmış, 208x158, 153x92 mm ebadında,
Müstensih Muhammed Sadullah Halvetî, istinsah tarihi belli değildir.

57
Sül. Ktp. Halet Efendi 730; 57b-59b vr. “Sînemin bağında bitmiş bir ağaçta iki dal.”
Ta‘lik hatla her sayfada 21 satır halinde yazılmış, üstü ebrulu meşin cilt içinde olup 229x151,
158x79 mm ebadında, müstensih, Derviş Mustafa Mevlevî, İstinsah tarihi belli değildir.
İ.Belediye: O.E No. 58; 88b-90a vr. Rik'a hatla her sayfada 23 satır hâlinde yazılmış,
300x175-190x110 mm ebadında, Müstensih; Mehmed Emin Tevfikî. “Sînemin bağında
bitmiş bir ağaçta iki dal.” İstinsah tarihi belli değil.
İ.Belediye: O.E No. 145; 13a-15b, 26b-29b vr. Nesih hatla her sayfada 17 satır hâlinde
yazılmış, 220x145-145x85 mm ebadında, Müstensih; Mehmed Emin Tevfikî. İstinsah târihi
belli değil.
Sül. Ktp. Tahir Ağa, No. 503; 38-43 vr. İki şiiri de mevcut. Nesih hatla her sayfada 22
satır halinde yazılmış, meşin cilt içinde 230x175, 160x110 mm ebadında, Müstensih ve istinsah
tarihi belli değildir.
Diğer Nüshalar:
Sül. Ktp. H. M. Ef, No. 2684; 60b-65a vr. Ta‘lik hatla yazmanın başı 25 sonu 21 satır
halinde yazılmış, 206x125 mm ebadında, kahverengi meşin ciltli kapak içinde, Müstensih
Derviş Mustafa Sâkin, istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111; 161b-165a vr. Ta‘lik hatla her sayfada 23 satır olarak
yazılmış, Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
İ.Belediye: O.E No. 1105; 47b-50a vrr arası Nesih hatla her sayfada 21 satır hâlinde
yazılmış, Karton kapak, 195x120-130x65 mm ebâdında, müstensih, Dervîş Mehmed Emîn
istinsah tarihi belli değil.
İ.Belediye: O.E No. 363; 12a-14a, 24a-27a vr. Arası Nesih hatla her sayfada 19 satır
hâlinde yazılmış, siyah meşin cilt kapak içinde, müstensih Mehmed Aziz, istinsah tarihi belli
değil.
D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok II/7; 149b-153a vr. Rik‘a hatla her sayfada 23 satır
halinde yazılmış,
Millî Ktp. (A), 392; 161b-164a vr.

6- “KASĪDE VE ĠAZEL-İ HAŻRET-İ MEVLÂNÂ, ŞERHÜ’S-SALÂHΔ


Salâhî, Mevlânâ’nın 11 ve 16 beyitten oluşan iki şiirinin her beytini Türkçe bir beyit
ile nazmen tercüme ederek şerh etmiştir. Kasîdenin her beytinden sonra beyitte geçen
kelime ve ibâreler izah edildikten sonra manzûm tercüme verilmiştir. daha sonra da şerh

58
yapılmıştır. Salâhî bu şerhler dışında Mevlânâ’nın bir çok şiirini de nazmen tercüme etmiştir.
Salâhî’nin şerh ettiği Mevlânâ’nın bu iki şiiri Süleymâniye Kütüphânesi Ayasofya 3889
numarada kayıtlı olan “Dîvân-ı Mevlânâ Celâleddin Rûmî”de bulunmaktadır. Şerhlerde işlenen
bazı tasavvufî ıstılahları şöyle sıralayabiliriz; “mertebe-i vâhidiyyet”, “a‘yân-ı sâbite”, “mürşid-
i kâmil”, “rûh-i izâfî”, “rûh-i sultānî”, “fenâ”, “rûh-i kudsî”, “hakīkat-i muhammediyye”,
“‘âlem-i nâsut”, “mücâhedât ve riyâzât”, “hakâyık-i ‘ilmiye ve ervâh-ı kevniyyye”, “rûh-i
Muhammed”, “nefs-i külliye”, “ma‘ârif-i ilâhiye”, “marifetullâh”, “müşâhede”, “tecellî-i
rahmânî”, “ġaybu’l-ġuyûb”, “Ta‘ayyün-i evvel”, “‘âlem-i ceberût”, “tezkiye-i nefs ve tasfiye-i
kalbe”, “kümmel ve aktâb”, “mücâhedât”, “aktâb”, “havâs-ı hams-ı bâtına”, “havâss-ı hams-ı
zāhire”, “fenâ fillâh”, “nefs-i mutma‘ine”, “nefs-i emâre”, “hakīkat-i muhammediyye”,
“mi‘râc-ı rûhânî”, “mürâkabe”, “kenz-i mahfî”, “seyr u sülûk”, “nefs-i emmâre mutma‘inne”,
“kutbu’l-aktâb”, “‘âlem-i ceberut”… Metin kısmında verdiğimiz birinci şiirin şerhi elde
ettiğimiz iki yazma nüsha; ikinci şiirin şerhi de üç yazma nüshası karşılaştırılarak meydana
getirilmiştir.
Kullandığımız Nüshalar:

I. ŞİİR: “‫ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫”ﻛﻮﻫﻰ ﺍﻧﺪﺭ ﭘﻨﺒﻪ ﺩﺍﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ‬
Sül. Ktp. Esad Efendi 1546; 24-37 vr. Ta‘lik hatla 21 satır olarak yazılmış, 210x140,
145x70 mm ebadında, İstinsah tarihi 1197(1782) Müstensih, Mehmed Saffet İbn Yusuf
Topkapı S. M. Ktp, E.H. 1457; 1b-13a vr. Ta‘lik hatla 21 satır olarak yazılmış, İstinsah
tarihi 1198(1783), Müstensih Mehmed Safvet’dir.

II. ŞİİR: “‫ﭼﺮﺥ ﭘﺎﻳﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫”ﺩﻭﺵ ﻭﻗﺖ ﺻﺒﺤﺪﻡ ﺩﺭ‬


Sül. Ktp. Atıf Efendi Ktp. No. 2153; lb-38a vr. Nesih yazıyla her sayfada 15 satır
halinde yazılmış, istinsah tarihi 1197(1783), müstensih, Derviş Mustafa Âtıf Mevlevî
İ.Belediye: O.E No. 58; 48b-62b vr. Rik'a hatla her sayfada 23 satır hâlinde yazılmış,
300x175-190x110 mm ebadında, Müstensih; Mehmed Emin Tevfikî. İstinsah tarihi belli
değil.
Topkapı S. M. Ktp, E.H. 1457; 19b-40a vr. Ta‘lik hatla 21 satır olarak yazılmış,
İstinsah tarihi 1198(1783), Müstensih Mehmed Safvet’dir.
Diğer Nüshalar:
Sül. Ktp. Pertev Paşa No. 633; 13b-37a. vr. Nesih yazıyla 17 satır halinde yazılmış,
240x170,165x80mm ebadında, Müstensih, Muhammed Esad, istinsah tarihi 1243

59
Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111; 113b-131a vr. Ta‘lik hatla her sayfada 23 satır olarak
yazılmış, Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. H.M. Ef. No. 3917; 1a-15a vr. Nesih hatla her sayfada 25 satır halinde
yazılmış, 208x158, 153x92 mm ebadında, Müstensih Muhammed Sadullah Halvetî, istinsah
tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Hafid Efendi 459; 1-27 vr. Nesih hatla 19 satır halinde yazılmış, 300x130,
130x60 mm ebadında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684; 113b-130a vr. Ta‘lik hatla yazmanın başı 25 sonu
21 satır halinde yazılmış, 206x125 mm ebadında, kahverengi meşin ciltli kapak içinde,
Müstensih Derviş Mustafa Sâkin, istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Halet Efendi 730; 11-27 vr. Her sayfada 21 satır, Ta‘lik, üstü ebrulu meşin
cilt içindedir. 229x151, 158x79 mm ebadında, müstensih, Derviş Mustafa Mevlevî, İstinsah
tarihi belli değildir.
İ.Ü. Mrkz. Türkçe 2171; Nesih hatla 23 satır hâlinde yazılmıştır. 17 varak olan
yazmanın Müstensihi, Seyyid Ahmed Arif, istinsah tarihi 1248
İ.Belediye: O.E No. 407 / 3; 45b-74a vr. Arası Rik'a hatla her sayfada 17 satır
halinde yazılmış, 215x160-175x90 mm ebâdında müstensih ve istinsah tarihi belli değil.
Millî Ktp. (A) 1914; 12b-36b vr. 205x135 mm varak, Müstensih, Mehmed Arif b.
Ankaravî
D.T.C.F, Ktp. Muzaffer Ozok II/7; 108b-121b vr. Rik‘a hatla her sayfada 23 satır
halinde yazılmış
Almanya Milli kütüphanesi Türkçe Yazmaları, (Şerh-i Mesnevî) Ms.or.quart.1520,
173b-183b vr.
Misır Milli Kütüphanesi Türkçe Yazmaları, ez-Zekiyye 56; 1-54, 56-83 vr, Her
sayfada 19 satır
Mısır Milli Kütüphanesi Türkçe Yazmaları, Talat 6; 2-7 vr. Her sayfada 17 satır
İngiltere Milli Kütüphanesi Türkçe Yazmaları, Or. 6295 / 2;

7- NUTK-I HAŻRET-İ NASÛHÎ, ŞERH-İ SALÂHÎ EFENDİ”


Salâhî, Nasûhî’nin “Ol nedir kim eylese ikrâr anı müşrik olur” mısrasıyla başlayan
gazelini şerh etmiştir. Bu şiir Nasûhî’nin “Divânı”nda da bulunmaktadır. Bilmece üslûbu

60
taşıyan Nasûhî Efendi’nin bu şiiri lügâz-muammâ türüne örnek olacak mâhiyettedir.
Tasavvufî harf telakkîlerine rastlanan ve remzli ifâdelerin yoğunluğuyla dikkat çeken bu
şiiri Salâhî iki-üç varak olarak şerh etmiştir. Şerhlerde işlenen bazı tasavvufî ıstılahları şöyle
sıralayabiliriz; “vâcibu’l-vücûd”, “mümkin”, “a‘yân-ı sâbite”, “fark”, “cem‘”, “ceberrut
‘âlemi”, “nûr-ı Hakk”, “ilmullâh”, “nûr-ı Muhammedî”, “rûh-ı a‘zâm”, “sūret-i Hak”,
“insan-ı kâmil”, “ârif-i billâh”, “velî”, “hakīkat-ı Muhammediyye”, “fânî”… Metin
kısmında verdiğimiz şerh, elde ettiğimiz üç yazma nüshası karşılaştırılarak meydana
getirilmiştir.
Kullandığımız Nüshalar:
Sül. Ktp. Halet Efendi 730; 54b-57b vr. Her sayfada 21 satır, Ta‘lik, üstü ebrulu meşin
cilt içindedir. 229x151, 158x79 mm ebadında, müstensih, Derviş Mustafa Mevlevî, İstinsah
tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684; 46a-48b vr. Ta‘lik hatla yazmanın başı 25 sonu 21
satır halinde yazılmış, 206x125 mm ebadında, kahverengi meşin ciltli kapak içinde, Müstensih
Derviş Mustafa Sâkin, istinsah tarihi belli değildir.
D.T.C.F Ktp. Muzaffer Ozok II-7; 161b-164a vr. Rik‘a hatla her sayfada 23 satır
halinde yazılmış
Diğer Nüshalar:
Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111; 172b-175a vr. Ta‘lik hatla her sayfada 23 satır olarak
yazılmış, Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Yazma Bag, 3376; 137a-142a vr. Rik‘a hatla 15 satır olarak yazılmış,
mukavva cilt içinde 140x80, 203x145 mm ebadında, Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.

8- “İSMAİL HAKKI BURSEVÎ’NİN NUTK-İ ŞERÎFİ’NİN ŞERHİ”


Salâhî tarafından şerhedilen bu şiir Hakkî mahlaslı bir şâire âittir. Hakkî mahlasını
kullanan şâirlerden biri olan Bursevî’ye âit olabilme ihtimali yüksek olan şiir, Bursevî’nin
“Divanı”nda bulunmamakdatır. Çok velûd bir şâir olan Bursevî’nin şiirlerinin cüzî bir kısmının
divânında bulunduğu göz önüne alınırsa bu şiirin yüzlerce kitabından birinde olma ihtimali
yüksektir. Kaynaklarda “risâle-i suâl ve cevâb” olarak da geçen bu şerh; Bursevî’nin soru
üslûbuyla kaleme aldığı şiire Salâhî tarafından manzum olarak verilen cevapla başlamaktadır.
Şerhlerde işlenen bazı tasavvufî ıstılahları şöyle sıralayabiliriz; “mârifetullâh”, “makām-ı
müşâhede”, “zikr”, “Nefs-i emâre”, “kutbu’l-aktâb”, “insân-ı kâmil”, “a‘yân-ı sâbite”, “kenz-

61
i mahfî”, “teayyün-i evvel”, “havâs-ı hamse”, “hakīkat-i muhammediyye”, “ta‘allük”,
“tahallük”, “tahakkuk”, “merâtıb-ı külliye”, “‘âlem-i lâhût ve ‘âlem-i ceberrût ve ‘âlem-i
melekû”t ve ‘âlem-i nâsût”, “‘âlem-i misâl”, “‘âlem-i lâ-ta‘ayyün”, “kutb-ı ezelî”, “akl-ı evvel
ve rûh-i küllî”… Metin kısmında verdiğimiz şerh, elde ettiğimiz üç yazma nüshası
karşılaştırılarak meydana getirilmiştir.
Kullandığımız Nüshalar:
Sül. Ktp. Uşşakiye tek. 108; 54b-61b vr. Nüsha, sırt, meşin, üstü ebrulu mukavva,
şirazesiz ve miklepsiz bir cilt içindedir. 24x18 (16x11) ebadında, rik‘a 21 satır olarak yazılmıştır.
İstinsah tarihi ve müstensihi belli değildir.
Sül. Ktp. Uşşakiye tek. 300; 82b-91b vr. Rik‘a hatla her sayfada 19 satır halinde
yazılmış, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Atıf Efendi Ktp, 2122; 13 vr. Rik‘a hatla 15 satır hâlinde yazılmış, siyah bez karton
kapak, Müstensih Mustafa Hafız, istinsah tarihi 1283(1867). Yazmanın başında Mevlâna’ya
âit bir şiire Salâhî tarafından yazılan zeyl vardır.
Diğer Nüshalar:
Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111; 154a-160a vr. Ta‘lik hatla her sayfada 23 satır olarak
yazılmış, Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Almanya Milli kütüphanesi Türkçe Yazmaları, Ms.or.oct. 1520; Staatsbibliothek,
Berlin, 236a-259a

9- “KELÂM VE MUAMMÂ -I HAŻRET-İ ALİ, ŞERH-İ SALÂHÎ EFENDİ”


Salâhî Hazret-i Ali’ye nisbet edilen “Divân”ı nazmen tercüme etmiştir.200 Bunun
yanında “Divânı”nda bulunmayan iki şiirini de şerh etmiştir. İlk şiir olan kıt’ayı Salâhî Arapça
olarak şerh etmiş daha sonra tercüme etmiştir. Bu ilk şiirinin Arapçasını ve tercümesini tezimize
ekledik. İkinci şiiri olan muammâyı ise Arapça olarak şerh etmiştir ki, Arapçasını dizdikden
sonra tercümesini yaptık. Bu iki şiirden biri, http://www.ahl-u bait.org adlı sitedeki “Hażret-i Ali

Divanı”nda ufak değişikliklerle bulumaktadır. Diğer şiir ise yine ufak değişikliklerle “ ‫ﻣﻜﺘﺒﺔ ﺍﻟﺸﻌﺮ‬

‫”ﺍﻟﻌﺮﰉ‬ programıdan Şâzelî’ye nisbet edilmektedir. Şerhlerde işlenen bazı tasavvufî ıstılahları

şöyle sıralayabiliriz; “İlme’l-yakîn”, “Ayne’l-yakîn”, “Sekr”, “Ġaybet”, “Hakīkat-ı tevhîd”,


“tecrîd ve tefrîd”, “‘ayn-ı sâbite”, “Hâkîkat-i Muhammediyye”, “lâhût ve ceberût ve melekût
200
İ.Belediye: O.E No. 247 / 1; 101 vr.

62
ve nâsût”, “ukûl-i aşere”, “hazârât-ı hamse”… Metin kısmında verdiğimiz şerh, elde
ettiğimiz üç yazma nüshası karşılaştırılarak meydana getirilmiştir.
Kullandığımız Nüshalar:
Sül. Ktp. Tahir Ağa Tekke 503; 25b-27a vr. Nesih hatla her sayfada 22 satır halinde
yazılmış, meşin cilt içinde 230x175, 160x110 mm ebadında, Müstensih ve istinsah tarihi belli
değildir.
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684; 35b-39b vr. Ta‘lik hatla yazmanın başı 25 sonu 21
satır halinde yazılmış, 206x125 mm ebadında, kahverengi meşin ciltli kapak içinde, Müstensih
Derviş Mustafa Sâkin, istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111; 61b-65b vr. Ta‘lik hatla her sayfada 23 satır olarak
yazılmış, Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Usaki Tekkesi 300; 99a-100a vr. Rik‘a hatla her sayfada 19 satır halinde
yazılmış, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
D.T.C.F Ktp Muzaffer Ozok II-7; 58b-62b vr. Rik‘a hatla her sayfada 23 satır
halinde yazılmış, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Diğer Nüshalar:
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2736/5; 73b-74a vr. Nesih hatla her sayfada 17 satır
halinde yazılmış, 206x122, 150x75 mm ebadında, Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
İ.Belediye: O.E No. 247 / 1; 101 vr. Talik hatla her sayfada 23 satır halinde yazılmış,
240x165-190x100 mm ebadında olup müstensih ve istinsah tarihi belli değildir. Kayıtlara “Şerh-
i Dîvân-ı Hz. Ali” olarak geçen yazma nüsha, Hz. Ali’nin “Dîvânı”nın tercümesidir. Bazı sayfa
kenarlarında notlar mevcuttur.
İ.Belediye: O.E No. 851; 93b-98b vr. Arasında Nesih hatla 17 satır hâlinde yazılmış,
karton kapak içinde, müstensih Hüseyin Mehmed, istinsah tarihi belli değildir.

10- FARSÇA BEYİT ŞERHLERİ


Salâhî şerh ettiği Türkçe şiirlerin yanında Arapça ve Farsça birçok şiiri de şerh etmiştir.
Şevket Buhârî, Hakânî, Enverî gibi şâirlerin beyitlerinin yanında kime ait olduġu belli

olmayan birçok Farsça beyti şerh ettiği görülmektedir. Farsça beyitler öncelikle “٢ ‫”ﺩﺭﺝ‬
programından bakılmıştır. Daha sonra şâirlerin dîvânları gözden geçirilmiş ve bulunan
beyitler dipnotlarda gösterilmiştir. Genelde kısa olan bu beyit şerhlerinin bir kısmı bir-iki varak

63
bir kısmı da üç dört varakı geçmemektedir. Şerhlerde işlenen bazı tasavvufî ıstılahları şöyle
sıralayabiliriz; “a‘yân-ı sâbite”, “insân-ı kâmil” ve “mürşid-i mükemmil”, “tecellî”, “‘aşk-ı
ilâhî”, “muhabbet-i ilâhiye”, “sekr”, “vücûd-i mutlak”, “tecrîd”, “tecellî-i zât”, “makām-ı
fark”, “makām-ı cem‘”, “cem‘u’l-cem‘”, “tecelliyât-ı zâtiye”, “vücûd”, “hâb-ı gaflet”,
“cevâhir-i ‘irfân”, “esrâr-ı hakīkat”, “fenâ fillâh”, “ma‘rifet”, “havâss-ı bâtına”, “insân-ı
kâmil”, “hakīkat-i Muhammediyye”, “merâtib-i Erbaa”, “lâhût”, “ceberût”, “melekût”,
“nâsût”… Metin kısmında verdiğimiz şerh, elde ettiğimiz aşağıda tavsif edilen yazma
nüshaları karşılaştırılarak meydana getirilmiştir.
A- “BEYT-İ ŞEVKET, ŞERH-İ SALÂHΔ
D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok II-7; 155b-157a vr. Rik‘a hatla her sayfada 23 satır
halinde yazılmış, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
İ.Belediye: O.E No. 832, vr. 47b-50a arası, Nesih hatla her sayfada 17 satır hâlinde
yazılmış, 210x150-150x90 mm ebâdında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111, 166a-169b vr. Ta‘lik hatla her sayfada 23 satır olarak
yazılmış, Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
B- “BEYT-İ HAKÂNÎ, ŞERH-İ SALÂHΔ
İ.Belediye: O.E No. 832, vr. 45b-47a arası Nesih hatla her sayfada 17 satır hâlinde
yazılmış, 210x150-150x90 mm ebâdında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
C- “BEYT-İ ENVERÎ, ŞERH-İ SALÂHΔ
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684; 53a-53b vr. Ta‘lik hatla yazmanın başı 25 sonu 21
satır halinde yazılmış, 206x125 mm ebadında, kahverengi meşin ciltli kapak içinde, Müstensih
Derviş Mustafa Sâkin, istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111; 165b-166a vr. Ta‘lik hatla her sayfada 23 satır olarak
yazılmış, Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Tahir Ağa, No. 503; 32a-33b vr. Nesih hatla her sayfada 22 satır halinde
yazılmış, meşin cilt içinde 230x175, 160x110 mm ebadında, Müstensih ve istinsah tarihi belli
değildir.
D- Diğer Farsça Beyit Şerhleri
Sül. Ktp. Tahir Ağa, No. 503; 31b-32a, 32a-33b, 48a-50b vr. Nesih hatla her sayfada 22
satır halinde yazılmış, meşin cilt içinde 230x175, 160x110 mm ebadında, Müstensih ve istinsah
tarihi belli değildir.

64
Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111; 66b-67b, 165b-166a, 167a-169b vr. Ta‘lik hatla her
sayfada 23 satır olarak yazılmış, Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684; 49a-52b vr. 53a-53b, 53b-54b vr. Ta‘lik hatla
yazmanın başı 25 sonu 21 satır halinde yazılmış, 206x125 mm ebadında, kahverengi meşin ciltli
kapak içinde, Müstensih Derviş Mustafa Sâkin, istinsah tarihi belli değildir.
D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok II-7; 154b-155b vr. Rik‘a hatla her sayfada 23 satır
halinde yazılmış, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
İ.Belediye: O.E No. 832; 50b-53a, 57b-59a arası, Nesih hatla her sayfada 17 satır
hâlinde yazılmış, 210x150-150x90 mm ebâdında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
İ.Belediye: O.E No. 1824 / 2; 7a-8b vr. Rik’a hatla her sayfada 20 satır hâlinde
yazılmış, 280x200-200x160 mm ebadında, Müstensih ve istinsah târihi belli değildir.

11. “ŞERH-İ NUTK-İ NASREDDİN EFENDİ”


Nasreddin Hoca’ya âidiyeti kesin olan bir beytin birkaç varak olarak Salâhî tarafından
şerhini yapmıştır. Nasreddin Hoca’nın hikmet dolu ibârelerini şerh ettiğini ifâde eden Salâhî bu
şerhe Hoca’nın rûhâniyetinden istimdâd ederek başlar. Şerhde işlenen bazı tasavvufî ıstılahları
şöyle sıralayabiliriz; “mertebe-i sır”, “makāmât ve ahvâl”, “mertebe-i sadr”, “mertebe-i
kalb”, “mahall-i fuâd”, “ruh”, “makām-ı ihsân” ve “mahall-i müşâhede”, “mertebe-i hafâ”,
“mertebe-i vahdet”, “müstağrak ve ifnâ”... Metin kısmında verdiğimiz şerh, elde ettiğimiz
üç yazma nüshası karşılaştırılarak meydana getirilmiştir.
Kullandığımız Nüshalar:
Sül. Ktp. Yazma Bagışlar 3376; 135b-137a vr. Rik‘a hatla 15 satır olarak yazılmış,
mukavva cilt içinde 140x80, 203x145 mm ebadında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111; 171a-172a vr. Ta‘lik hatla her sayfada 23 satır olarak
yazılmış, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. H M Efendi 2736; 87b-89b vr. Nesih hatla her sayfada 17 satır halinde
yazılmış, 206x122, 150x75 mm ebadında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Diğer Nüshalar:
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684; 33b-34a vr. Ta‘lik hatla yazmanın başı 25 sonu 21
satır halinde yazılmış, 206x125 mm ebadında, kahverengi meşin ciltli kapak içinde, müstensih
Derviş Mustafa Sâkin, istinsah tarihi belli değildir.

65
Sül. Ktp. Tahir Ağa Tekke 503; 24b-25a vr. Nesih hatla her sayfada 22 satır halinde
yazılmış, meşin cilt içinde 230x175, 160x110 mm ebadında, müstensih ve istinsah tarihi belli
değildir.
Sül. Ktp. İzmir 806; 4ba-5b vr. Deri cilt içerisinde Ta‘lik hatla her sayfada 17 satır
hâlinde yazılmış olup, 220x140, 170x120 ebadında müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.

12- “KIT’A-İ EBÛ TÂLİB İSFEHÂNÎ, ŞERH-İ SALÂHΔ


Salâhî’nin, “Bu kıt’a-i latīfeyi Ebû Tâlib İsfihânî cünûnî hâlinde söyledi ki, kıta-i bî-
ma’nâdır demişler. Nice bî-ma‘nâ belki hazâin-i bedâyi-i meânî ve defîne-i esrâr-ı nihânîdir.”
ifâdesinden de anlaşıldığı üzere Ebû Tâlib İsfehânî’ye âit olan bu kıtayı Salâhî iki varak olarak
şerh etmiştir. Şerhde işlenen bazı tasavvufî ıstılahları şöyle sıralayabiliriz; “nefs-i külliye”, “akl-
ı evvel”, “akl-ı meâd”, “ahadiyyet”, “rûh-i Muhammedî”, “mürşid-i kâmil”… Metin
kısmında verdiğimiz şerh, elde ettiğimiz üç yazma nüshası karşılaştırılarak meydana
getirilmiştir.
Kullandığımız Nüshalar:
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684; 40b-42a vr. Ta‘lik hatla yazmanın başı 25 sonu 21
satır halinde yazılmış, 206x125 mm ebadında, kahverengi meşin ciltli kapak içinde, müstensih
Derviş Mustafa Sâkin, istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111; 169b-171a vr. Ta‘lik hatla her sayfada 23 satır olarak
yazılmış, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok II-7; 57b-59a vr. Rik‘a hatla her sayfada 23 satır
halinde yazılmış, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Diğer Nüshalar:
Sül. Ktp. Tahir Ağa Tekke 503; 30a-31a vr. Nesih hatla her sayfada 22 satır halinde
yazılmış, meşin cilt içinde 230x175, 160x110 mm ebadında, Müstensih ve istinsah tarihi belli
değildir.
Almanya Milli Kütüphanesi Türkçe Yazmaları; Ms.or.oct.1980, 15a-17b vr. arası
Nesih hatla her sayfada 17 satır hâlinde yazılmış, 200x105-130x65 mm ebadında müstensih ve
istinsah tarihi belli değildir.

13- “ŞERH-İ BEYT-İ MİR HÜSREV”

66
Yazma nüshalarda Emir Hüsrev Dihlevî’ye âit bir beytin şerhi olduġu belirtilen şerh üç

varaktan meydana gelmektedir. Emir Hüsrev’in beyti öncelikle “٢ ‫”ﺩﺭﺝ‬ programından

bakılmıştır. Ayrıca Emir Hüsrev’in Dîvân’ına da müracâat edilmiştir. Şerhde işlenen bazı
tasavvufî ıstılahları şöyle sıralayabiliriz; “Hakīkat”, “Ma‘rifet”, “vücûd-ı vâcib”,
“mümkinât”, “mertebe-i külliyye-i ilâhiye”, “ehassü’l-havâs”, “mertebe-i tevhîd”… Metin
kısmında verdiğimiz şerh, elde ettiğimiz iki yazma nüshası karşılaştırılarak meydana
getirilmiştir.
Kullandığımız Nüshalar:
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684; 42b-45b vr. Ta‘lik hatla yazmanın başı 25 sonu 21
satır halinde yazılmış, 206x125 mm ebadında, kahverengi meşin ciltli kapak içinde, Müstensih
Derviş Mustafa Sâkin, istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. H M Efendi 3917; 50b-53a vr. Arası Nesih hatla her sayfada 25 satır halinde
yazılmış, 208x158, 153x92 mm ebadında, Müstensih Muhammed Sadullah Halvetî, istinsah
tarihi belli değildir.
Diğer Nüshalar:
İ.Belediye: O.E No. 1824 / 1; 1b-5b vr, arasında Rik’a hatla her sayfada 20 satır
hâlinde yazılmış olup 280x200-200x160 mm ebâdında kapaksız çizgili bir kağıt üzerine yazılı
bulunan ve yeni bir tarihte yazıldığı anlaşılan yazmanın Müstensih ve istinsah târihi belli
değildir.

14- “ŞERH-İ MUAMMÂ VE ŞERHU’R-RUMÛZ FÎ SIRRI’L-LÜGÛZ”


İlk muammâ’nın son beytindeki Salâhî mahlasından anlaşıldığı üzere Salâhî tarafından
yazılan bu şiir yine Salâhî tarafından şerh edilmiştir. İkinci Arapça şiirin şerhinin sonunda
yazdığı manzumesinden anlaşıldığı üzere bu şiiri de kendisine âittir.
Salâhî kendi remzin remz ile hal eyledin ammâ
Bu remzinde ukûl ermez muammâ-yı acîb oldu
Salâhî’nin bu iki muammâ şerhi ikişer varaktır. Muammâ kâidelerince bu iki şiirinin
izâhını yapmaktadır. Şerhlerde işlenen bazı tasavvufî ıstılahları şöyle sıralayabiliriz; “erbâb-ı
kemâl”, “ehl-i dil”, “mertebe-i ehadiyyet”, “makām-ı vâhidiyyet”, “keşf”, “ahadiyyet-i zât”,
“merâtib-i külliye” “merâtib-i lâhût ve ceberût ve melekût ve nâsût”, “ta‘ayyün-i evvel”,
“ta‘ayyün-i sânî”, “a‘yân-ı sâbite”, “‘âlem-i ceberut”… Metin kısmında verdiğimiz

67
şerhler, elde ettiğimiz aşağıda tavsifi yapılan yazma nüshalar karşılaştırılarak meydana
getirilmiştir.
A- “ŞERH-İ MUAMMÂ MUHTASARCA”
Kullandığımız Nüshalar:
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2736/4; 71a-76a vr. Nesih hatla her sayfada 17 satır
halinde yazılmış, 206x122, 150x75 mm ebadında, Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111; 57b-59a vr. Ta‘lik hatla her sayfada 23 satır olarak
yazılmış, Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
D.T.C.F Ktp. Muzaffer Ozok II-7, 54b-56a vr. Rik‘a hatla her sayfada 23 satır
halinde yazılmış, Müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Diğer Nüshalar:
Sül. Ktp. Uşşaki Tekkesi 300; vr. 97a-98b Rik‘a hatla her sayfada 19 satır halinde
yazılmış, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
İ.Belediye: O.E No. 832; 9b-12a vr arası, Nesih hatla her sayfada 17 satır hâlinde
yazılmış, 210x150-150x90 mm ebâdında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
B- “ŞERHU’R-RUMÛZ FÎ SIRRI’L-LÜGÛZ”
Kullanılan Nüsha:
Sül. Ktp. İzmir 806; 5b-7b vr. Ta‘lik hatla her sayfada 17 satır hâlinde yazılmış,
deri cilt içerisinde 220x140, 170x110 mm ebadında, Müstensih ve istinsah tarihi belli
değildir.

16- “MİFTÂHU’R-RUMÛZİ’L-ESRÂRİ’L-KÜNÛZ”
Salâhî’nin şeyhi Cemâleddin Uşşâkî bir sohbet esnâsında sâliklerini imtihan
etmek üzere lügâze benzer şekilde bir manzume irad etmişler. Salâhî, Şeyhinin vefâtından
sonra bir gece ‘âlem-i ma’nâda sohbet meclisinde birlikte olduktan sonra ruhâniyetlerinden
istimdad ile bu şerhi meydana getirmiştir. Şerhlerde işlenen bazı tasavvufî ıstılahları şöyle
sıralayabiliriz; “hakīkat-i Muhammediyye”, “a‘yân-ı sâbite”, “adem”, “vücûd”, “ta‘ayyün-i
evvel”, “akl-ı evvel”, “‘âlem-i ceberût”, “‘âlem-i nâsût”, “tecellî”, “‘âlem-i nâsût”, “fenâ
fillâh”, “Fenâ”, “bekā”, “maârif-i ilâhiyye”, “terk-i Dünya”, “mürşid-i kâmil”, “‘aşk-ı
ilâhî” Metin kısmında verdiğimiz şerh, elde ettiğimiz iki yazma nüshası karşılaştırılarak
meydana getirilmiştir.
Kullandığımız Nüshalar:

68
İ.Belediye: O.E No. 136; 109b-120b vr. Arasında Nesih hatla her sayfada 21 satır
hâinde yazılış, üstü ebrûlu karton kapak, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
İ.Belediye: O.E No. 832; 25b-45a vr arası, Nesih hatla her sayfada 17 satır hâlinde
yazılmış, 210x150-150x90 mm ebâdında, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir.
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 3917; 39-50 vr. Nesih hatla her sayfada 25 satır halinde
yazılmış, 208x158, 153x92 mm ebadında, Müstensih Muhammed Sadullah Halvetî, istinsah
tarihi belli değildir.
Diğer Nüshalar:
İ.Belediye: O.E No. 887; 1b-21b vr. arası Nesih hatla her sayfada 17 satır hâlinde
yazılmış, kırmızı meşin kapak, müstensih ve istinsah tarihi belli değildir. (Kapağın üstünde,
“Cemâlî Efendi Gazeli Şerhi” yazılıdır.)
İÜ. Ktp. No: 6423; miklepsiz, şirâzesiz, kahverengi meşin ciltli olup tamamı 29 varaktır.
Her sayfada 17 satır hâlinde mavi renki bir kağıt üzerine hareksiz olarak nesih hatla yazılmıştır.
Müstensih Hüseyin b. El-Hac, el-Hâfız el-Balâtî

17- KÜTÜPHÂNE KAYITLARI YANLIŞ TESBİT EDİLEN ŞERH


NÜSHALARI:

A- “ŞERH-İ KASÂİD-İ ÖRFΔ


Sül. Ktp. Tercüman 42; 50b-100b vr.
“Âçsın der isen bâb-ı atâyı fâtih Olsun der isen feyż-i ilâhi sânih
Meşrûh ola der isen dil-i sohan-ı ‘abdî İhlasla ol na’t-ı Nebîyi şârih” şeklinde bir
dörtlükle başlayan şerh, ‘abdî mahlaslı bir şârih tarafından şerh edilmiştir. Ta‘lik hatla her
sayfada 21 satır olarak yazılmıştır. ‘abdî mahlası ‘Abdullah Salâhaddin Uşşâkî’nin kabul
edilerek kayıtlara Salâhî’ye âit bir şerh olarak geçmiştir. Yalnız ‘abdî mahlaslı şâir ve
şârih bir tane değildir. Salâhî şiirlerinde genelde Salâhî mahlasını kullanmıştır. Yaptığı
şiir şerhlerinde ise Salâhî ‘abdî201 şekilde tavsif edildiği de görülmektedir. Fakat bu şerh

201
Salâhî, Şerh-i Muammâ-i Ali, Sül. Ktp. Usaki Tekkesi 300, vr. 100a

69
nüshasında Salâhî’nin âdeti olduġu üzere yaptığı şerhin sonuna düşülmüş ne bir tarih
kaydı ne de başka bir emâre vardır.
Necip Fazıl DURU tarafından, “Şîraz’dan Hindistan’a Örfî’nin Sergüzeşti ve
Klâsik Türk Şiirinde Örfî-i Şîrâzî” adlı makâlede; Guftî tarafından “Şârih-i Örfi, hoş
terâne-i Rûm” olarak tanıtılan Vak’anüvîs ‘abdurrahman ‘abdî Paşa’nın “şerh-i Kasaid-i
Örfî” isimli bir eserinin bulunduğunu Bursalı Mehmed Tâhir’e isnaden nakletmektedir.
Nitekim Bursalı Mehmed Tahir, “Osmanlı Müellifleri”202 adlı eserinde Vak’anüvis
‘abdurrahman ‘abdî Paşa’nın hayatı hakkında bilgi verdikten sonra eserleri arasında
Örfî’nin bir kasîdesine yaptığı şerhi bulunduğunu bildirmektedir ki, kanaatimizce kayıtlara
Salâhî’ye nisbetle “şerh-i kasâid-i Örfî” diye geçen bu şerh Vak’anüvis ‘abdurrahman
‘abdî Paşa’ya âiddir.

B- “ŞERH-İ YUNUS EMRE”


Sül. Ktp. İzmir 806; 4ba-5b vr. “Min Makâlât-ı Hazret-i Yunus Emre kuddise
sirruh:
Reftem be-cây-ı sivriler gördüm dokuz kurd âmedî
Bir kaçını yatırladım bir kaçı tarla mîrevî”
şeklinde başlayan beyit şerhi, kayıtlara Yunus Emre’nin beytinin Salâhî tarafından
yapılan şerhi olarak geçmiştir. Ta‘lik hatla her sayfada 18 satır hâlinde yazılmış, deri cilt
içerisinde, 220x140, 170x110 mm ebadında olan buradaki beyit Yunus Emre’ye değil
Hoca Nasreddin Efendi’ye âiddir.
Fikret Türkmen tarafından yayına hazırlanan, “Letâif-i Nasreddin Hoca” adlı
eserin 30. sayfasında; “Bir gün Hoca’ya birkaç efendi gelip, “Sen okuyup yazarsın, amma
Fârisî bilmezsin” derler. Hoca “Nice bilmem?” der. “Eğer bilirsen bir beyit söyle” derler.
Hoca bu beyti okur:
Reftem becâyi serviler, gördüm dokuz hur amedend
Bir kaçını yağırladım bir kaçı tarla mirevend.
dedikte mollalar, “Eyvah deyip kalkıp gittiler.”

202
Bursalı Mehmed Tâhir, “Osmanlı Müellifleri”, c. III, s. 22

70
“Yalnız Arap ilimlerinden kalmayıp diğer fenleri özellikle Farsça kitapları çokça
okuyun, zîrâ Farsça ilimlerde tasavvuf çoktur ve bunlar tasavvufludur. Maddî-manevî çok
yarar sağlarsınız.” demeyi îmâ ve işâret buyurur.203
İncelediğimiz bu şerh nüshasındaki “min makâlât-ı hazret-i Yunus Emre” kaydının
sonradan eklendiği dikkati çekmektedir.

III- METOD VE MUHTEVÂ YÖNÜNDEN ABDULLAH SALÂHADDÎN


UŞŞÂKÎ’NİN ŞERHLERİ
Tezimize dâhil ettiğimiz Salâhî tarafında şerh edildiği kayıtlara geçen ve tespit
edebildiğimiz kadarıyla çoğunluğu nisbet edildiği şâirlere âidiyeti kesin olan 26 adet manzûme,
incelediğimiz yazma nüshalarda mesnevî, kasîde, gazel, nutuk, güfte, nazm, makâl, makâle,
kelimât, lügâz, muammâ ve beyit gibi ibârelerle tavsif edildiği görülmektedir. Büyük bir kısmı
vezinleri, kâfiye düzenleri ve beyit sayıları ile nazım şekli olarak tanımlanmakta güçlük arz
etmemektedirler. Âşık Ömer’den 1 gazel 1 murabba, İsmail Hakkî Bursevî’den 1 gazel,
Eşrefoğlu Rûmî’den 1 gazel, Salâhî’nin kendisine âit 1 türkçe 1 arapça gazel, Nasûhî’den 1
gazel, Niyâzî Misrî’den 3 gazel, Nasreddin Hoca’dan 1 beyit, Ebû Tâlib İsfehânî’den 1 kıt’a,
Hazret-i Ali’den 1 rubâî, 1 gazel, Ebû Said’den 1 rubâî, Hazret-i Mevlânâ’dan 2 gazel,

203
Fikret Türkmen, Letâif-i Nasreddin Hoca, s. 30

71
İbnü’l-Fârız’dan 1 kasîde, Emir Hüsrev’den 1 beyit ve muhtelif Farsça beyitler Salâhî
tarafından şerh edilmiştir.
Tezimizde incelediğimiz, Şerhleri yapılan şiirlerin, Salâhî tarafından bu şiirlere
yapılan manzûm tercümelerinin ve şerh esnâsında nakledilen Salâhî’ye veya başka şâirlere
âit şiirlerin vezin dağılımları şöyledir:
Mefâîlün/mefâîlün/mefâîlün/mefâîlün
Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ feûlün
Mefâilün/feilâtün/mefâilün/feûlün
Mefâîlün/feilâtün/mefâîlün/feilün
Mef‘ûlü/fâilâtü/mefâîlü/fâilün
Mefâîlün/mefâîlün/feûlün
Mef‘ûlü/mefâîlün/mef‘ûlü/mefâ‘îlün
Mef‘ûlü/mefâîlü/mefâîlü/feûlün
Mef‘ûlü/mefâîlün
Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün
Fâilâtün/fâilâtün//fâilün
Feilâtün(Fâilâtün)/feilâtün/feilâtün/feilün(fa‘lün)
Feilâtün/feilâtün/feilün
Müstef‘ilün/müstef‘ilün/müstef‘ilün/müstef‘ilün
Müstef‘ilün/feûlün/müstef‘ilün/feûlün
İki Divân sâhibi en velûd şârihler arasında sayılan Salâhî’nin204 şerh ettiği manzûmeler
ve şerhlerinin genel bir incelenmesi neticesinde ortaya çıkan hususları şöyle sıralayabiliriz:
I- Şerhedilen bu şiirlerde hem hece hem aruz vezni kullanıldığı görülmektedir.
Salâhî’nin şerh ettiği bu şiirlerin tamamı tasavvufî muhtevâlıdır. Salâhî’nin bu şiirleri seçerken
nazım şekli, birimi, beyit sayısı ve vezin ayırımı gözetmediği anlaşılmaktadır.
II- Salâhî, bir ayırım yapmadan; Türkçe, Arapça ve Farsça manzumelere şerh yapmıştır.
Fakat müstakil olarak Farsça birçok beyite şerh yazarken Türkçe beyit ve kıt’a şerhinden daha
ziyâde Türkçe manzûmelerin tamamına şerh yapmıştır. Yaptığı bu şerhler içerisinde tamamını
şerh etmediği İbnü’l-Fârız’ın arapça “Kasīde-i Hamriyye” olarak bilinen şiiridir ki, Salâhî, kırk
bir beyitlik bu şiirin otuz üç beytini şerh etmiştir.

204
Ömür Ceylan, Tasavvufî Şiir Şerhleri, s. 35

72
III- Genel kütüphane taramasına göre Salâhî’nin şerhlerini yaptığı manzûmelerin bir
kaçı hâriç büyük bir kısmının sadece Salâhî tarafından şerh edilmiş olduġu görülmektedir.
IV- Salâhî yaptığı bu şerhlerin bir çoğunda öncelikle şâirin ruhaniyetinden istimdad
ettiğini berlirtmiştir:
“İş bu beyt-i şerîfin sırrı budur ki, Hoca Nasreddin Zarîf kuddise sırruhu’l-latīf
hażretlerinin kelimât-ı hikmet-i gâyât ve ‘ibârât-nekât âyetlerinin her birinde bir gûne bir pend-i
dilpesend ve ibret u nasîhat hoşmend olub bu kelâm-ı hikmet-irtisamlar dahî oranla kabîlinden
bir remz-i mücmel ve nice ma‘ânîyî muhtemel olmak mulâhazasıyla halli emrinde istimdâd-ı
rûhâniyyetlerinden sonra hâtır-ı fâtıra şu ma‘ânî-i sâtıra hutûr etti ki”(Tez metni, s. 424)
“Oldum idi, olmadım idi. Bildim idi, bilmedim idi
Elfâzıyla ziver-i zebân-ı makâl edib lisân-ı hâl ile bunların dahî derece-i tezâddan
görünen ukde-i işkâllerinin halli ihâle-i enâmil endîşe-i ‘abd-i [110a] fakîr pür-taksīr kılınmakla
‘ibâret-i mezkûreden;
Ölmek ölmemek, bilmek bilmemek. Bulmak bulmamak, olmak olmamak
Nedir suâli ve îrâd olmağın kelimât-ı sâbika ve lâhıkalarının ma‘ânî-i fâikaları
istimdâd-ı rûhâniyetleriyle âverde-i kilk-i imlâ kılınıb “miftâhu’r-rumûz li-esrâri’l-künûz” diye
tesmiye olundu.” (Tez metni, 391)
V- Salâhî yaptığı şerhlerin tamamına yakınında şerh yaparken aralara kendi
manzûmelerini de serpiştirmiştir. Bu manzûmeler beyitler ve kıtalarla birlikte elliyi
mütecâvizdir.
VI- Arapça ve Farsça şiirlerin şerhini yaparken genelinde manzûm olarak şiirleri tercüme
etmiştir. Türkçe şiirlerin bir kısmını şerh ederken manzûme yazarak şerhe başlamıştır.
VII- Şerhlerde yoğun olarak Âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerifler nakleden Salâhî, genelde
âyet ve hadislerin ma‘nâlarını zikretmemiştir. Bazen de ayet ve hadislerin sadece ma‘nâlarını
vermiştir.
VIII- Şerh yaparken yeri geldikçe konu ile alakalı muhtelif kıssa ve menkîbeler
nakletmiştir.
“Nitekim mazhar-ı celâl-i sırf olan şeytân, Âdem’e secdeden imtina‘ eyledikde “ ‫ﺎ‬‫ﻣ‬

‫ﲔ‬
 ‫ﺎﻟ‬‫ﻦ ﺍﹾﻟﻌ‬ ‫ﺖ ِﻣ‬
 ‫ﻨ‬‫ﻡ ﻛﹸ‬ ‫ﺕ ﹶﺍ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﺒ‬‫ﺘ ﹾﻜ‬‫ﺳ‬ ‫ﻯ ﹶﺍ‬
 ‫ﺪ‬ ‫ﻴ‬‫ ِﺑ‬‫ﺧﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬ ‫ﺎ‬‫ﺪ ِﻟﻤ‬ ‫ﺴﺠ‬
 ‫ﺗ‬ ‫ﻚ ﹶﺍ ﹾﻥ‬
 ‫ﻌ‬ ‫ﻨ‬‫ﻣ‬ ” [“...iki elimle yarattığıma secde etmekten

seni men’ eden nedir? Böbürledin mi, yoksa yücelerden mi oldun? ...” (Sâd 38/75)] hitâbıyla
muhâtab olduġu Hażret-i Âdem aleyhisselâm celâl ve cemâli câmi‘ olduġunu mübeyyendir.”
(Tez Metni, s. 332)
“Ya‘nî hil‘at-ı fâhire-i niyâbet-i hilâfet-i muhammediyye kâmet-i istî‘dâd-ı Hażret-i
Âdem’e hediyye olmaklığa ta‘alluk irâdet-i ezeliyye-i samediyye buyurulduğu sürûşân-ı arzeyn

73
ve emlâk-i semâvât-ı berreyne i‘lâm zımnında “ً ‫ﻠﻴﻔﹶﺔ‬‫ﺽ ﺧ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ﺎ ِﻋ ﹲﻞ ﻓِﻲ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﻲ ﺟ‬‫…“[ ” ِﺍﻧ‬Ben yeryüzünde

bir halîfe (bana muhâtap bir mahlûk, Âdem) yaratacağım…” (el-Bakara 2/30)] kavl-i şerîfi
yâhûd mefhûm-i münîfi mesâmi‘-i emlâke205 ilkâ ve ilhâm olundukda “ ‫ﺎ‬‫ ﻓﻴﻬ‬‫ﺴﺪ‬
ِ ‫ ﹾﻔ‬‫ﻦ ﻳ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻌﻞﹸ ﻓﻴﻬ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﺗ‬‫ﹶﺍ‬

‫ﻚ‬
 ‫ ﹶﻟ‬‫ﺱ‬‫ ﹶﻘﺪ‬‫ﻭﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﻤ ِﺪ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﺢ ِﺑ‬ ‫ﺴﺒ‬
 ‫ﻧ‬ ‫ﺤﻦ‬
 ‫ﻧ‬‫ﻭ‬ ‫ﻣۤﺎ َﺀ‬ ‫ﺪ‬ ‫ ﺍﻟ‬‫ﺴ ِﻔﻚ‬
 ‫ﻳ‬‫ﻭ‬ ” [“...bizler hamdinle seni tesbîh ve seni takdîs edip

dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insan mı halîfe kılıyorsun...” (el-
Bakara 2/30)] mefhûmuyla zımnen ref‘-i livâ-i niza‘ etmeleriyle seyf-i kâtı‘ “‫ﻥ‬
‫ﻮ ﹶ‬‫ﻌﹶﻠﻤ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﺎ ﻟﹶﺎ‬‫ ﻣ‬‫ﻋﹶﻠﻢ‬ ‫ﻧ ۤﻲ ﹶﺍ‬‫ِﺍ‬

” [“…sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim...” (el-Bakara 2/30)] ile ser-rişte-i niza‘ları
fasl u indifâ‘larından sonra onları ilzâm vechiyle isti‘dâd-ı âdemi beyân ve hakīkat-i merâtib-i
vücûdu ta‘lîm ve îkan emrinde “‫ﺎ‬‫ﻛﱠﻠﻬ‬
‫ﻤۤﺎ َﺀ ﹸ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﻡ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻢ ٰﺍ‬ ‫ﻋﻠﱠ‬ ‫ﻭ‬ ” [“Allâh Âdem’e bütün isimleri, (eşyânın

adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti.” (el-Bakara 2/31)] ile terfi‘-i şân eyledi….. cemî‘-i
ervâh mazhar oldukları esmâya hażret-i Âdem’in isti‘dâd-ı mazhariyyetini kendüye tayakkün
ettirip melâikeye rütbe-i isti‘dâd-ı ma‘rifetlerini beyân için “‫ﲔ‬
 ‫ﺎﺩِﻗ‬‫ﻢ ﺻ‬ ‫ﺘ‬‫ﻨ‬‫ﹶﻟۤﺎ ِﺀ ِﺍ ﹾﻥ ﹸﻛ‬‫ﻤۤﺎ ِﺀ ٰۤﻫﺆ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﱐ ِﺑﹶﺎ‬‫ﻧِﺒﺆ‬‫” ﹶﺍ‬

[“...Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin...” (el-Bakara 2/31)]
mażmûnu ile cemî‘-i ervâh müşarün-ileyhim esmâları istinbâ olundukda “ ‫ﺎ‬‫ﻨۤﺎ ِﺍﻟﱠﺎ ﻣ‬‫ﻢ ﹶﻟ‬ ‫ﻚ ﻟﹶﺎ ِﻋ ﹾﻠ‬
 ‫ﻧ‬‫ﺎ‬‫ﺒﺤ‬‫ﺳ‬

‫ﻜﻴﻢ‬‫ ﺍﹾﻟﺤ‬‫ﻠﻴﻢ‬‫ﺖ ﺍﹾﻟﻌ‬


 ‫ﻧ‬‫ﻚ ﹶﺍ‬
 ‫ﻧ‬‫ﺎ ِﺍ‬‫ﺘﻨ‬‫ﻤ‬ ‫ﻋﱠﻠ‬ ” [“Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize

öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur; şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin...” (el-
Bakara 2/32)] mefhûmu ile ser-i hevâ-darları resîde-i hâk-i i‘tizâr olmağın
Hażret-i Âdem’in merteb-i hilâfetine liyâkat ve isti‘dâdını îzân ve melâikeyi ilzâm ve iz‘ân için
[141a] “ ‫ﻥ‬
‫ﻭ ﹶ‬‫ﺒﺪ‬‫ﺗ‬ ‫ﺎ‬‫ ﻣ‬‫ﻋﹶﻠﻢ‬ ‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﺽ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺕ ﻭ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺴ ٰﻤﻮ‬
 ‫ﺐ ﺍﻟ‬
 ‫ﻴ‬‫ ﹶﻏ‬‫ﻋﹶﻠﻢ‬ ‫ﻧ ۤﻲ ﹶﺍ‬‫ﻢ ِﺍ‬ ‫ﻢ ﹶﺍﹸﻗ ﹾﻞ ﹶﻟ ﹸﻜ‬ ‫ﻢ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﹶﺍﹶﻟ‬ ‫ﻤۤﺎِﺋ ِﻬ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﻢ ِﺑﹶﺎ‬ ‫ﺒﹶﺎﻫ‬‫ﻧ‬‫ﻤۤﺎ ﹶﺍ‬ ‫ﻢ ﹶﻓﹶﻠ‬ ‫ﻤۤﺎِﺋ ِﻬ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﻢ ِﺑﹶﺎ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻧِﺒﹾﺌ‬‫ ﹶﺍ‬‫ﺩﻡ‬ ‫ﻳۤﺎ ٰﺍ‬

‫ﻮ ﹶﻥ‬‫ﺘﻤ‬‫ﺗ ﹾﻜ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺘ‬‫ﻨ‬‫ﺎ ﹸﻛ‬‫ﻭﻣ‬ ” [“(Bunun üzerine) “Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat” dedi. Âdem

onların isimlerini onlara anlatınca, “Ben size muhakkak semâvât ve arzda görünmeyenleri
(oradaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, de-
memiş miydim?” dedi.” (el-Bakara 2/33)] kelâm-ı mû‘ciz-nizâmıyla emlâki iskât ü ifhâm
eyledi.” (Tez Metni, s. 328-329)
“Pes Hak Sübhâne ve Teâla, Hażret-i İbrâhîm aleyhisselâm’a oğlunun zebhini rü’yâda
gösterdi ki; onun ve oğlunun tekmîllerinden ve ibtilâlarından ötürüdür. Vaktâ ki oğlunun
zebhine kasd ve oğlu dahî inkıyâd-ı tâmm ile nefsini teslîm eylediyse fenâ-yı matlûb hâsıl olup
ahd-i evvelîye vefâ bulunduğundan gâyet-i teslîm ü inkıyâdda olan zebh-i azîmi onlara fedâ
eyledi.” (Tez Metni, s. 311)
“Hıżr hakkında akâvîl-i kesîre ma‘lûmdur. Ezcümle rivâyet-i meşhûr üzre Zülkarneyn
‘ayn-ı hayâtı taleb için zulmete dâhil oldukda Hażret-i Hıżr onun mukaddime-i ceyşinde
bulunmağla ‘ayn-ı hayâta rast gelip ondan şirbi sebebiyle el-ân hayâtdadır. Ve bir arz-ı

205
“Sâmi‘-i emlâke”

74
yâbisede cülûs eylese derhâl ravza-i hazrâ olur. El-ân ba‘żılarına irşâd için zuhûr eylediği
cesed-i ‘unsurîsidir ki; ol içtiği âb-ı hayât sebebiyle haydır, derler. Ve ba‘żıları zuhûr eyleyen
Hıżr’ın misâl-i rûhiyyesinin tecessüdüdür demişler. Ve ba‘żıları Hıżr sūretinde zuhûr eyleyen
kişinin sıfât-ı gâlibesiyle kendi rûhunun temessülüdür. [158a] Yâhûd rûhu’l-kudüsdür demişler.
Ve Sadreddîn Konevî kuddise sırruhû hażretleri demiş ki; Hıżr, ‘âlem-i misâldedir. Ve
ıstılâhât-ı sûfiyyede Hıżr bastdan kinâyedir ve İlyâs kabzdan kinâyedir demişler.
Ve Seyyid Ali ibni Muhammed Vefâ kuddise sırruhümâ demiş ki; nefs şol şeydir ki;
onun için idrâk hâsıldır. Ve rûh ol şeydir ki; onunla idrâk olunur. Bundandır ki; Kur’ân’a ruh
tesmiye olunur. Ve Cibrîl maânî-i cemâliyyede rûh-i vahy-i nebevî-i rusulîden kinâyetdir. Ve
Mîkâîl merâtib-i celâliyyede rûh-i vahy-i nebevî-i rusulîden kinâyetdir. Ve Hıżr maânî-i
cemâliyyede rûh-i ilhâm-ı velâyetdir. Ve İlyas merâtib-i celâliyyede rûh-i ilhâm-ı velâyetdir.
Ve Hıżr ve İlyâs her birinin görmesi kendi hâl ve makāmı hasebincedir. Ve Hıżr ve İlyâs
cemâ‘at-i müteferrikaya emâkin-i müte‘addide ve mütebâ‘idede hey’ât-ı muhtelife üzre
görünürler, ve ikisi ma‘an zuhûr eylemezler.
Meğer şol kimesnenin rûhuna kemâl-i celâl ü cemâl sāhibi ola, ona ikisi ma‘an
görünürler.” (Tez Metni, s. 351-352)
“Ve “Ye’cûc ve Me’cûc”den murâd kuvvâ-yı aklı ifsâd eden kuvvâ-yı şeytâniyye ve
efkâr-ı fâside ola. Ve “beynlerinde olan sedd-i İskender”den murâd kuvvâ-yı şeytâniyye ve
efkâr-ı fâsideden kuvvâ-yı ‘aklı muhâfaza için hadd-i şer‘î ola.”
“Bu takdirce âyât-ı kerîme işârâtından enfüsde ahzolunan ma‘nâ “ ‫ﺽ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ ِﻓﻲ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺎ ﹶﻟﻪ‬‫ﻣ ﱠﻜﻨ‬ ‫ﺎ‬‫ِﺍﻧ‬

‫ﺎ‬‫ﺒﺒ‬‫ﺳ‬ ‫ﻲ ٍﺀ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻦ ﹸﻛﻞﱢ‬ ‫ﻩ ِﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻴﻨ‬‫ﺗ‬‫ﻭٰﺍ‬ ” [“Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kuvvvet sāhibi kıldık, ona

(muhtaç olduġu) her şey için bir sebep (bir vâsıta ve yol) verdik.” (el-Kehf 18/84)] ya‘nî Allâh
Zü’l-celâl buyurur ki: Tahkīkan bir nefs-i nâtıkadan kinâye olan Zülkarneyn’i ekâlîm-i ten ve
emâkin-i beden-i arzda miknet ü mekânet ile mütemekkin kıldık. Ve ona her şeyden maksûduna
erişmeğe bir sebeb ya‘nî bir vesîle ve bir tarîk i‘tâ eyledik… ya‘nî kuvvâ-yı ‘aklı ma‘âşdan
‘ibâret olan kavim lisân-ı hâlleri ile Zülkarneyn’e dediler ki: “kuvvâ-yı şeytâniyye [163a] ve
efkâr-ı fâsideden ‘ibâret olan Ye’cûc ve Me’cûc bu arz-ı bedende müfsidlerdir. Bizi ifsâd
ederler. Sana bir ecr ta‘yîn eylesek onların beynlerine bizim beynimizde bir sedd-i müstedîm
ya‘nî bir hadd-i şer‘-i kavîm vaz‘ edesin.” Bu makāma, makām-ı fark ba‘de’l-cem‘ ve cem‘u’l-
cem‘ ve fark-ı sânî dahî derler ki; makām-ı hidâyet ve irşâddır…. Bil ki; seddeyn iki kâş-ı
İskender ortasındadır.” kavl-i şerîfinin ma‘nâsı bu mufassalın mücmelidir. Ya‘nî “seddeyn”den
murâd iki kaştır, “iki kaş”tan murâd rûhâniyyet ve beşeriyyetin hadleridir. Zîrâ birbirinin
ahkâmını icrâya birbirine hâcet ve mâni‘lerdir. Ve “iki kaşın ortasında olan İskender”den
murâd nefsi nâtıka-i müdebbiredir. Ve rûhâniyyet ile beşeriyyet beyninde olan kuvvâ-yı ‘akl-ı
ma‘âşı, hayâlât-ı şeytâniyye ve efkâr-ı fâsideden muhâfaza için beynlerinde bir sedd-i şedîd-i
müstedîm ya‘nî bir hadd-i metîn-i şer‘-i kavîm vaz‘ eyle ki; ser-tâ-ser ekâlîm-i ten ve memâlik-i
bedene mâlik ve tarîk-i hidâyet ve irşâda sâlik olasın.” (Tez Metni, s. 356-359)
“Hażret-i Râbia’ya suâl olundu ki:

75
“Allâh’ı sever misin?” “Ne‘am” diye cevap verdi. “Allâh düşmanına ‘adâvat eder
misin?” dediler. Cevap verdi ki, “Etmem.” “Ya niçin etmezsin dediklerinde?” Buyurdular ki,
“Allâh muhabbetiyle gönlüm mâl-â-mâl olmuşdur. Bir kimsenin muhabbet ve adâvetine yer
kalmamışdır.” diye cevap verdiler.” (Tez Metni, s. 112)
“İmâm-ı Azam radıyallâhu anh Hażretleri’ne: “Âkil kimdir?” diye suâl olundukta.
“Âkil odur ki, hayr u şerrin beynini fark u temyiz ede.” diye buyurmuşlar. Ve İmâm-ı Cafer-i
Sādık radıyallâhu anh Hażretleri’ne: “Âkil kimdir?” diye suâl olundukta “Âkil oldur ki, hayr u
şerrin beynini fark u temyîz ede ve şerden ictinâb ede. Hayrı iktisâb ede.” (Tez Metni, s. 454)
IX- Salâhî, ma‘nâsı yalnız erbâbına ma‘lûm olan ledünnî remizler kullanılarak yazılan
bu tasavvufî manzûmeleri şerh ederken bir çok tasavvufî ıstılâhı da açıklamaktadır ki, bunlar
bazen tafsili bazen de kısa açıklamalar olarak karşımıza çıkmaktadır:
Cem‘-fark: Ve ıstılâhât-ı sûfiyyede fark ve cem‘in ta‘rîfî : “ ‫ﻊ‬‫ﺠﻤ‬
 ‫ﺍﹾﻟ‬‫ﻚ ﻭ‬
 ‫ﻴ‬‫ ِﺍﹶﻟ‬‫ﺴﺐ‬
ِ ‫ﻧ‬‫ﻕ ﻣﹶﺎ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﹶﺍﹾﻟ ﹶﻔ‬

‫ﻚ‬
 ‫ﻨ‬‫ﻋ‬ ‫ِﻠﺐ‬‫[ ” ﻣﹶﺎﺳ‬Sana verilene fark, senden alınana cem‘ denir.] denilmiş ve ma‘nâ-yı latīfi

İkâmet-i vezâyif-i ‘ubûdiyyetden ve ahvâl-i beşeriyyete lâyık olan şeyden herne şey ki; ‘abdin
kesbi ola fark oldur. Ve her şey ki; kıbel-i Rahmân’dan ibdâ’-i ma‘ânî ve ibtidâ-i lütf u ihsânî
ola cem‘ oldur. Pes ‘abde bu ikisi dahî lâ-büddür. Zîrâ farkı olmayanın ‘ubûdiyyeti olmaz ve
cem‘i olmayanın ma‘rifeti olmaz. Beyt:
Şunun ki cem‘i yok ‘irfânı yokdur.
Şunun ki farkı yok ilhâdı çokdur.
[Mefâîlün/mefâîlün/ feûlün]
Pes ‘abdin “‫ﺪ‬‫ﻌﺒ‬ ‫ﻧ‬ ‫ﻙ‬
 ‫ﺎ‬‫(“[ ” ِﺍﻳ‬Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz.” (el-Fâtiha 1/5)] kavli

isbât-ı ‘ubûdiyyet-i teferrukayı isbâtdır. “‫ﲔ‬


 ‫ﻌ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭِﺍﻳ‬ ” [“...ve yalnız senden medet umarız.” (el-

Fâtiha 1/5)] kavli taleb-i cem‘dir. Teferruka bidâyet-i irâdetdir. Cem‘ ise onun nihâyetidir. Ve
cem‘u’l-cem‘, cem‘den etemm ve a‘lâ makām-ı âhirdir. Zîrâ cem‘ eşyâyı Hak’la şuhûddan
‘ibâretdir. Ve cem‘u’l-cem‘ eşyanın bi’l-külliyye istihlâk ü fenâsından ‘ibâretdir, denilmiş. Ve
ba‘żıları târifi aks edip cem‘ Hakk’ı bilâ-halk şuhûddan ‘ibâretdir. Ve cem‘u’l-cem‘ halkı
Hak’la kâim şuhûddan ‘ibâretdir, demişler. Ta‘rîf-i evvel ma‘nâ vechiyle ensebdir. Ve ta‘rîf-i
sânî isti‘mâl vechiyle eşherdir. (Tez Metni, s. 359-360)
“Fark rü’yet-i halk bilâ Hakk’a işâretdir. Ve fark-ı evvel ‘abdin ahkâm-ı halkıyye ile
bekāsından ‘ibâretdir. Ve cem‘-i ru’yet-i Hak bilâ halka işâretdir. Ve fark-ı sânî cem’ü’l-
cem’den ‘ibâretdir ki, kesreti vahdetde ve vahdeti kesretde ru’yetden ‘ibâretdir. Kesreti
vahdetde şuhûd, a‘yân-ı sâbiteyi ‘ilm-i Hak’da meşhûddan ‘ibâretdir. Çekirdekde şeceri ve
ağsân u evrâk ve ezhâr u esmârını şuhûd gibi. Ve vahdeti kesretde şuhûd feyż-i vücûd u vahdeti
vücûdât-ı mefrûza ve mukadderede şuhûddan ‘ibâretdir. Esmârın her birinde âsl olan çekirdeğin
feyżini şuhûd gibi ki, esmârın kesret ü taaddüdü ve çekirdeğin kesret ü ta‘dîdini mukteżî
değildir.” (Tez Metni, s. 152)

76
Erbain, çile: “Ve “erbaîn” Dört halvetden ‘ibâretdir ki; dört aded, on adedi müstelzim

olduġundan “‫ﺮ ﹲﺓ ﻛﹶﺎ ِﻣﹶﻠ ﹲﺔ‬ ‫ﺸ‬


 ‫ﻋ‬ ‫ﻚ‬
 ‫“[ ”ِﺗ ﹾﻠ‬... hepsi tam on gündür...” (el-Bakara 2/196)] hesâbınca her

halveti on gün olur. Zîrâ dört adedi üç ve iki ve bir adedlerini câmidir ki; mecmûu on adede
bâliğ olup zât-ı Hakk’ı hudûd-i aşereden tenzîh ve takdîse remz ve işâretdir. Ve hudûd-i aşere
dediğimiz cihât-ı sitte ve kabl ve ba‘d ve ba‘z ve [125a] külden ‘ibâretdir. Pes halvetin biri
tezkiye-i nefs içindir ki, neticesi tevhîd-i âsârdır. Ve ikincisi tehzîb-i ahlâk ile tasfiye-i kalb
içindir ki, neticesi tevhîd-i ef‘âldir. Ve üçüncüsü takdîs-i rûh içindir ki, neticesi tevhid-i sıfatdır.
Ve dördüncüsü mâsivâdan tenzîh sırrı içindir ki, netîcesi iskât-ı izâfât ile tevhîd-i zâtdır. Bu
menzile fenâfillâh ve makām-ı cem‘ ta‘bir olunur ki; katre-i vücûd-i imkânı, bahr-ı vahdetde
mahv ü müstağrak olmakdan ‘ibâretdir.” (Tez Metni, s. 306)
Fenâ: Tâife-i celîle fenâyı birkaç mertebe üzere i‘tibâr etmişlerdir. Ve biri şehvetden
fenâ ve biri fenâ-i Râgıb ve biri fenâ-i gıbta ve biri fenâ-i mühakkık bi’l-hak ve biri fenâ-i ehl-i
vecd ve biri fenâ-i sāhibe’ş-şuhûd ve biri fenâü’l-fenâ ve biri fenâü’l-vücûd fi’l-vücûddur ki,
buna fenâü’ş-şuhûd fi’ş-şuhûd dahî derler. Ve ittisali’l-vücûd dahî derler. ‫ﻭ ﻣﻌﻨﺎﻩ ﻓﻨﺎ ﺭﺳﻢ ﺍﳌﻮﺟﻮﺩ ﰱ‬

‫[ ﻭﺟﻮﺩ ﺍﳊﻖ ﻓﻴﻔﲎ ﻣﻦ ﱂ ﻳﻜﻦ ﻭﻳﺒﻘﻰ ﻣﻦ ﱂ ﻳﺰﻝ‬Fenâ’nın ma‘nâsı, vücûd-i Hak’da mevcûdun resmi fânî

olmakla ‘abd fânî ve Hak bakî olur.]


Ya‘nî mevcûdun resmi vücûd-i Hak’da fânî olmakla ‘abd fânî ve Hak bakî ola. Pes
“‫ﺎ ﻛﺸﺘﻪ ﺧﺎﻙ‬‫”ﻣﺮﺩﻩﺀ ﭘﻮﺳﻴﺪﻩ ﺩﻳﺪﻩ ﻡ ﺍﺳﺘﺨﻮﺍ‬, buyurdukları vücûd-i mefrûz u mukadder olan rûh-i izâfî-i

kudsîsi vücûd-i mutlak-ı Hak’ta mahv-i vücûd ile fânî ve ism-i resmi muzmahil ve mütelâşî ve

vücûd-i Hak’la bâkī olduġuna işâretdir. Ol ecilden “‫ ”ﻫﺮﺯﻣﺎﻥ ﺯﺩ ﺗﺎﺯﻩ ﺟﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬buyurmuşlar. Zîrâ

fenâ sıfat-ı izafetiyyedir ki, bekā mükâbelesinde isti‘mâl olunur. Ve fânîler fenâda tefâvüt
üzeredir ve fenânın a‘lâ mertebesi fenâ-i mutlaktır ki, seyr ilallâh’da tedriciyle hâsıl olur. Ve bu
fenâ-i mutlaka fenâ-i küllî dahî derler. Ammâ fenâ-i cüz’î izâfî oldur ki, cehlinden fânî olan
‘ilmiyle bâkī kalır. Ve şehvetinden fânî olan inâbetiyle bâkī kalır. Ve murâdından fânî olan
irâdet-i Hak’la bâkī kalır. Vesâir sıfât dahî kezâliktir. Pes ‘abd sıfatının küllîsinden fânî olduġu
vakitte fenâsının ru’yetinden fânî olur ki, Nâzımın bu kavli ona işârettir. (Tez Metni, s. 258)
İstikâmet: “Istılâhât-ı sûfiyyede istikâmet: Tevbenin ahdine vefâ ve hükmü üzerine
sebâtdan ‘ibâretdir. Ve kezâlik Allâh Teâlâ’ya teveccüh üzerine istihkâmda ve tarîk-i sünnet
üzre sebat ile seyr-i ilallâh üzerine istihkâmda ve huzûz-i dâreyne ‘adem-i iltifât üzerine
istihkâmda ve mülâzemet-i sırât-ı müstakîm üzerine istihkâmda isti‘mâl olunur ki; istikâmet
fenâdan sonra bekāda hâsıldır.” (Tez Metni, s. 328)
Kalb: “Kalb ruhla nefsin izdivâcından tevellüd eder. Bu ‘âlem-i nâsuta gelmeden
kalbin tevellüdü zuhûr eylemez. Ve kalb ilkâbından biri beytu’l-hikmetdir. Likavlihî
Aleyhisselâm: “ ‫ﺴﺎِﻧ ِﻪ‬
 ‫ﻋﻠﹶﻰ ِﻟ‬ ‫ﻦ ﹶﻗ ﹾﻠِﺒ ِﻪ‬ ‫ﻤ ِﺔ ِﻣ‬ ‫ﺤ ﹾﻜ‬
ِ ‫ﻊ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻳﻨﹶﺎِﺑﻴ‬ ‫ﺕ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺒﺎﺣﹰﺎ ﹶﻇ‬‫ﺻ‬
 ‫ﻦ‬ ‫ﺑﻌِﻴ‬‫ﺭ‬ ‫ﺺ ﺍﱠﻟﻠﻪ ﹶﺍ‬
 ‫ﺧﹶﻠ‬ ‫ﻦ ﹶﺍ‬ ‫ﻣ‬ “ [“Kim Allâh’a kırk

sabahı hâlis kılarsa, hikmet menbâları kalbinden lisânına çıkar.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 224,

77
n. 2361; Suyutî, Cami’u’s-Sagîr, II, 137)] Ve biri dahî beyt-i muharremdir. Beyt-i muharrem
şol insân-ı hakīkatin kalbidir ki, Hak’dan gayrının onda tasarrufu haram ola. Likavlihî Teâlâ:
“‫ﻮ ِﺩ‬‫ﺴﺠ‬
 ‫ﺮ ﱠﻛ ِﻊ ﺍﻟ‬ ‫ﺍﻟ‬‫ﲔ ﻭ‬
 ‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘۤﺎﺋِﻤ‬‫ﲔ ﻭ‬
 ‫ﻲ ﻟِﻠ ﱠﻄۤﺎﺋِﻔ‬ ‫ﻴِﺘ‬‫ﺑ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻭ ﹶﻃ‬ ” [“…Tavaf edenler, orada (kıyama) duranlar, ruku

edenler ve secdeye varanlar için evimi tertemiz et.” (Hac, 22/26)] Pes bâb-ı işâret-i beytîden
murâd şol kalbdir ki, Hakk’ı vâsı‘ ola. Kemâ verade fi’l-hadîsi’l-kudsî: “ ‫ﻣﺎﻭﺳﻌﲎ ﺍﺭﺿﻰ ﻭﻻﲰﺎﺋﻰ‬

‫[ ”ﻭﻭﺳﻌﲎ ﻗﻠﺐ ﻋﺒﺪ ﺍﳌﺆﻣﻦ ﺍﻟﺘﻘﻰ ﺍﻟﻨﻘﻰ‬Göğe yere sığmadım, fakat mü’min kulumun kalbine sığdım.

(Aclunî, Keşfü’l-hafâ, II, 195 n.2256)] Ya‘nî evvel kalb ancak Hakk’ın zâtının ve cemî‘-i esmâ
ve sıfâtının müstevâsı olur. Ya‘nî zât u esmâ vü sıfâtının mazhar-ı tâmı olur.” (Tez Metni, s.
261-262)
“İnsân-ı kâmilin kalbi ‘ulviyyat ve sufliyyâtın hudûd ve gâyesini muhîtdir. Ve bu ihâta
dahî ya ‘ilme’l-yakîn ya ayne’l-yakîn yahûd hakka’l-yakîn iledir.” (Tez Metni, s. 273)
“Basīret kalbe mahsūs bir kuvvet-i bâtınadan ‘ibâretdir, ‘ayn-ı sırr gibi. Ve denilmiş
ki, “basīret ‘ayn-ı kalbden ‘ibâretdir”. Hicâbı münkeşif olduġu vakitte bevâtın-ı umûru mü-
şâhede eder.” (Tez Metni, s. 153)
“Basīret kalbin ‘aynı mesâbesindedir ki, bahr-i hakīkat-i tevhîddir ki, vahdette kesreti
şuhûd sebebiyle ol bahr-i hakīkatin şuhûdu hâsıl olur.” (Tez Metni, s. 252)
“Ve Hażret-i Şeyh-i Ekber kaddesenallahu bi-sırrihi’l-enver buyurmuşlar ki:
“Kalb-i insânda iki ‘ayn vardır ki, birine ‘ayn-ı basīret derler ki, ‘ilm-i yakînden
kinâyettir. Ve Cenâb-ı Bârî’nin: “‫ﻥ ﺑﻪ‬
‫ﻮ ﹶ‬‫ﻤﺸ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﺍ‬‫ﻮﺭ‬‫ﻢ ﻧ‬ ‫ﻌ ﹾﻞ ﹶﻟ ﹸﻜ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﻳ‬‫ﻭ‬ ” [“…sizin için ışığında yürüyeceğiniz

bir nur yaratsın…” (Hadid, 57/28)] kavl-i şerîfi’nde vâkı‘ olan nûr bu ilme’l-yakînden
kinâyetdir. Ve kalbde olan ikinci ‘ayne ayne’l-yakîn derler ki, nûr-i yakîne nâzırdır. Ve Cenâb-ı

Bârî’nin: “ُ‫ﺸۤﺎﺀ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻮ ِﺭﻩ‬‫ﻪ ِﻟﻨ‬ ‫ﻬﺪِﻱ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬ ‫ﻳ‬” [“…Allah dilediği kimseyi nûruyla hidayete iletir...” (Nûr,

24/35)] kavl-i şerîfi’nde vâkı‘ olan nûr bu ‘ayen’l-yakînden kinâyetdir. Pes ‘ayn-ı basīret ‘ayn-ı
yakîne nâzır olup ve ona muttasıl olduġu vakitde melekût ve arzı müşâhede edip sırr-ı kadere
[38a] vâkıf olurlar ki, Cenâb-ı Bârînin: “‫ﻮ ٍﺭ‬‫ﻋﻠٰﻰ ﻧ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﻮ‬‫…“[ ”ﻧ‬Bu ışık nur üstüne nurdur…” (Nûr,

42/35)] kavl-i şerîfi oldur.” (Tez Metni, s. 376-377)


Nefs: “Ve nefs akılda bir sūretdir ve akl sırda bir sūretdir ve sır ilimde bir sūretdir ve
‘ilm-i bâtın vahdetten zuhûr [11a] eyleyen sūrettir.” (Tez Metni, s. 268)
“Pes imdi nefs-i tabî‘iyye bir kuvvetden ‘ibâretdir ki; ol kuvvet eczâ-yı cismi hıfz eder
tâ ki birbirinden münfekk ve mütelâşî olmaya. Ve nefs-i [160a] tabi‘înin iki hizmetkârı vardır
ki; birine hıffet ve birine sekal derler. Ve hıffet bir kuvvetden ‘ibâretdir ki; muhîta yâni ‘ulvîye
mâildir. Ve sekal onun ‘aksidir ki; merkeze ya‘nî süflîye mâildir. Ve nefs-i nebâtiyye bir
kuvvetden ‘ibâretdir ki; cismi, tûl ve arz ve ‘umka çeker ve büyük eyler. Ve nefs-i tabî‘iyye
nefs-i nebâtiyyenin hâdimidir ve nefs-i nebâtiyyenin ondan gayrı sekiz hâdimi dahî vardır ki;
kuvvâ-yı câzibe ve mâsike ve hâzıme ve mümeyyize ve musavvire ve dâfi‘a ve müvellide ve

78
münmiye derler. Ve nefs-i tabî‘iyye ve nebâtiyye cemî‘-i kuvvâlar ile nefs-i hayvâniyyenin
hâdimleridir. Ve nefs-i hayvâniyye bir kuvvetden ‘ibâretdir ki; cisim onunla hareket eder ve
idrâk eylediği şeyleri hiss ile anlar. Ve nefs-i hayvâniyyenin zikr olunan hâdimlerinden gayrı on
iki hâdimi dahî vardır ki; beşi havâs-ı hams-i zāhiredir. Ya‘nî sem‘ ve basar ve zevk ve şemm
ve lemsdir. Ve beşi dahî havâss-ı hamse-i bâtınadır ki; hiss-i müşterek ve hayâl ve vehm ve zikr
ve hıfzdır. Ve ikisi kuvvet-i gazabiyye ve kuvvet-i şeheviyyedir. Ve zikr olunan havâss ve
kuvvânın cümlesi nefs-i insâniyyenin hâdimleridir.Ve bundan gayrı nefs-i insâniyyenin iki
hâsıyyeti dahî vardır ki; biri ‘akl-ı nazarî ve biri ‘akl-ı amelîdir.” (Tez Metni, s. 354-355)
Merâtib-i nefs: “Lakin “bir zaî‘f altı kavîyye keşt-gîr olmak neden?” Kavl-i
şerîflerinden murâdları hakīkat-i insâniyye ve merâtib-i nefsâniyyeyi beyândır. Likâvlihî Teâlâ:

“‫ﺿﻌﻴﻔﹰﺎ‬
 ‫ﺎ ﹸﻥ‬‫ﻧﺴ‬‫ﻖ ﺍﹾﻟِﺎ‬ ‫ِﻠ‬‫ﻭﺧ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻨ ﹸﻜ‬‫ﻋ‬ ‫ﻒ‬
 ‫ﺨ ﱢﻔ‬
 ‫ﻪ ﹶﺍ ﹾﻥ ﻳ‬ ‫ﺪ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬ ‫ﺮﻳ‬‫“[ ”ﻳ‬Allah, din hususundaki ağır teklifleri sizden

hafifletmek istiyor. Çünkü insan sabır ve tahammül bakımından zayıf yaratılmıştır.” (Nisa,
4/28)] velhâsıl bir za‘îfden murâd rûh-i kudsi-i insânî ve altı kavîden murâd nefsin altı
mertebede zuhûruna işâretdir ki, biri emmâredir. Likavlihî Teâlâ: “ ‫ﺭ ﹲﺓ‬ ‫ﺎ‬‫ﺲ ﹶﻟﹶﺎﻣ‬
 ‫ﻨ ﹾﻔ‬‫ﻧﻔﹾﺴﻲ ِﺍﻥﱠ ﺍﻟ‬ ‫ﺉ‬
 ‫ﺑﺮ‬‫ﻣۤﺎ ﹸﺍ‬ ‫ﻭ‬

‫ﺴ ۤﻮ ِﺀ‬
 ‫“[ ”ﺑِﺎﻟ‬Ben yine de nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis şiddetle kötülüğü emreder…”

(Yusuf, 12/53)] ikinci rütbesi levvâmedir. Likavlihî Teâlâ: “‫ﻣ ِﺔ‬ ‫ﺍ‬‫ﺲ ﺍﻟﱠﻠﻮ‬
ِ ‫ﻨ ﹾﻔ‬‫ ﺑِﺎﻟ‬‫ﺴﻢ‬
ِ ‫ﻭﹶﻟۤﺎ ﺍﹸ ﹾﻗ‬ ” [“Yine hayır,

yemin ederim o sürekli kendini kınayan nefse.” (Kıyâme, 75/2)] üçüncü rütbesi mülhimedir.

Likavlihî Teâlâ: “‫ﺎ‬‫ﺳٰﻴﻬ‬


 ‫ﺩ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺏ‬
 ‫ﺎ‬‫ﺪ ﺧ‬ ‫ﻭﹶﻗ‬ ﴾9﴿ ‫ﺎ‬‫ﺯ ﹼﻛٰﻴﻬ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺢ‬ ‫ﺪ ﹶﺍ ﹾﻓﹶﻠ‬ ‫﴾ ﹶﻗ‬8﴿ ‫ﺎ‬‫ﺗ ﹾﻘﻮٰﻳﻬ‬‫ﻭ‬ ‫ﺎ‬‫ﺭﻫ‬ ‫ﻮ‬‫ﺎ ﹸﻓﺠ‬‫ﻤﻬ‬ ‫ﻬ‬ ‫“[ ”ﹶﻓﹶﺎﹾﻟ‬Sonra da

ona kötülük ve takva kabiliyetini verene yemin olsun ki, Elbette nefsini temizleyip parlatan
kurtulmuştur. Onu kirletip gömen de ziyan etmiştir.” (Şems, 91/8-10)] dördüncü rütbesi
mutmeinne. [8a] Beşinci rütbesi râdıyye. Altıncı rutbesi merdıyyedir. Likavlihî Teâlâ: “ ‫ﺎ‬‫ﺘﻬ‬‫ﻳ‬‫ﻳۤﺎ ﹶﺍ‬

‫ﱵ‬‫ﺟﻨ‬ ‫ﻠﻲ‬‫ﺩﺧ‬ ‫ﺍ‬‫ﺎﺩﻱ ﻭ‬‫ﻠﻲ ﰲ ِﻋﺒ‬‫ﺩﺧ‬ ‫ﻴ ﹰﺔ ﻓﹶﺎ‬‫ﺿ‬


ِ ‫ﺮ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻴ ﹰﺔ‬‫ﺿ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﻚ ﺭ‬
ِ ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﺭﺟِﻌ ۤﻲ ِﺍﻟٰﻰ‬ ‫ﻨﺔﹸ ِﺍ‬‫ﻤِﺌ‬ ‫ ﹾﻄ‬‫ﺲ ﺍﹾﻟﻤ‬
 ‫ ﹾﻔ‬‫“[ ”ﺍﻟﻨ‬Ey, Rabbine, itaat edip

huzura eren nefis! Hem hoşnut edici, hem de hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön. Kullarımın
arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30)] Bu dahî bir vechile mukaddem olan tafsīlin

tahtına dâhil olur. Zîrâ neticesi “‫ﻚ‬


ِ ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﺭﺟِﻌ ۤﻲ ِﺍﻟٰﻰ‬ ‫“[ ”ِﺍ‬Rabbine dön.” (Fecr, 89/28)] mefhûm-i

şerîfleri Hakk’a rucûu‘ musted‘îdir. Ve bu tekellüf ża‘îf lafzına itirâzı def‘ içindir. Ya‘nî rûh-i
kudsî-i ża‘îf insanı altı mertebede nüfûs-i kaviyye ile görüşmesi ve gâlib olması ancak tevfîk ve
‘inâyet ve hidâyet ve i‘ânet-i Cenâb-ı Rabbi’l-izzet ile olur.” (Tez Metni, s. 142-143)
Cevher: “Bunda dört cevherden murâd biri, cevher-i rûh-i A‘zamdır ki, hakīkat-i
Muhammediyye’den ‘ibâretdir. Ve ikincisi, cevher-i akl-ı külldür. Ve üçüncüsü cevher-i nefs-i
külliyyedir. Dördüncüsü cevher-i cism-i küllîdir. “Üçünü kılsam beyan” dediği cevher-i akl-ı
küll ve cevher-i nefs-i külliyye ve cevher-i cism-i küllîdir. “Bu üçün her birisi mimden çıkar”
dediği mîm-i Muhammed aleyhi salavâtu’llâhi’l-ebed’e işâretdir ki, hakīkat-i
Muhammediyye’den kinâyetdir. Ya‘nî cemî‘-i eşyanın varlığı zikri sebkat eden cevher-

79
lerdendir. Ve bu cevherlerin dahî menba‘ ve menşei hakīkat-i Muhammediyye’dir.” (Tez
Metni, s. 126)
Rûh: “Ve erbâb-ı hakīkatin “rûh”dan muradları rûh-ı insânî-i kudsî-i sâfîdir ki, ona
“rûh-i izâfî” derler. Bu rûh-i mesûd husūl-i mizâc ve tesviye-i eşbâhdan mukaddem mevcûd
olduġu hadîs-i nebevî ile mesbût ve meşhûddur: Kemâ kāle Aleyhi’s-selavâtü’l-vedûd; ‫ﺡ‬
 ‫ﺍ‬‫ﺭﻭ‬ ‫ﹶﺍﹾﻟﹶﺎ‬

‫ﻒ‬
 ‫ﺘﹶﻠ‬‫ﺧ‬ ‫ﻬﹶﺎ ِﺍ‬‫ﺮ ِﻣﻨ‬ ‫ﻨﹶﺎ ﹶﻛ‬‫ﻣﹶﺎﺗ‬‫ﻒ ﻭ‬
 ‫ﺘﹶﻠ‬‫ﻬﹶﺎ ِﺍﹾﺋ‬‫ﻑ ِﻣﻨ‬
 ‫ﺭ‬ ‫ﻌﹶﺎ‬‫ﺪ ﹲﺓ ﻓﹶﻤﹶﺎﺗ‬ ‫ﻨ‬‫ﺠ‬
 ‫ﺩ ﻣ‬ ‫ﻮ‬‫ﺟﻨ‬ [“Ruhlar toplanmış ordulardır. Onlardan

tanışanlar uyuşur (toplanıp muvâfakat eder); onlardan düşman olan ihtilâf eder.” (Buhârî,
Enbiyâ, 3; Müslim, el-Birr, 159, 160; Ebû Dâvud, Edeb, 16; İbn Hanbel, III, 295, 527, 537;
Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 111, n. 315)] Ya‘nî ervâh-ı mücerrede ‘âlem-i ervâhda ya‘nî ‘âlem-i
ceberûtta cünûd-i mücennededir. Onlardan evvel ‘âlemde birbiriyle müteârif olan bu ‘âlem-i
nâsûtta birbiriyle i‘tilâf eyledi. Ve ol ‘âlemde birbiriyle mütenâkir olan bu ‘âlemde birbiriyle
ihtilâf eyledi. Ve rûh-i izâfî eşbâhdan [4a] mukaddem olup eşbâha taallüku husūl-i mizâc ve

tesviye-i eşbâhdan sonra ettiğine âyet-i kerîme: “…‫ﻭﺣﻲ‬‫ﻦ ﺭ‬


 ‫ ﻓﻴ ِﻪ ِﻣ‬‫ﺨﺖ‬
 ‫ﻧ ﹶﻔ‬‫ﻭ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺘ‬‫ﻳ‬‫ﺳﻮ‬ ‫“[ ” ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬Ben, onun

yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman” (Hicr 15/29, Sâd 38/72)] Şâhid-i
âdil-i besdir ve rûh-i hayavânî rûh-i lâtîf-i sultānî ile beden-i kesîf-i insânî beyninde hadd-ı fâsıl
gibi cânın tene ta‘aşşukuna vâsıta ve rûhun bedene ta‘allukuna râbıta olup rûh-ı ulviyyenin
matiyye-i kaviyyesidir. Zîrâ letāfet ve kesâfeti câmi‘dir. Letāfeti hasebiyle rûh-i sultānîye ve
kesâfeti sebebiyle beden-i insânîye münâsebeti olup rûh-i izâfî rûh-i hayvânî vâsıtasıyla beden-i
insâna taalluk edip sâha-i fuâde ifâza-i nûr akl-ı maâd ile bâ‘is marifet râh-ı sedâd ve mûcib-i
vuslat-ı Rabb-ı ‘ibâd olur ki, bu rûh-i mensûs kümmel-i havâs-ı insâna mahsūsdur. Ve eczâ-i
‘âlemden her cüz’e esmâ-i ilâhiyyeden bir ismin mazhar-ı cemî‘-i esmâ-i celîlidir. Ve hakīkat-i
insâniye-i kemâliyye ber tarîk-i cem‘iyyet ve icmâl mazhar-ı ahadiyyet-i cem‘ cemî‘-i esmâ-i
zü’l-celâl ve’l-cemâldir.” (Tez Metni, s. 166-167)
Tecellî: “Ma‘lûm ola ki, tecellî; merd-i sâlik-i müttakīnin ‘âlem-i ġaybdan kalbine
tulû‘ eden nûrdur ve sırr-ı ene’l-hak sırr-ı hilâfetdir. Müstahlif ile müstahlef hükümde birdir.
Mevlânâ’nın kavline tevkīr ve terkîmdir. [85a] Tecellî nûrunun ve tecellînin zuhûrunda olan
hayretden elezz bir şey yoktur. Havf-ı Cahîm için ‘ibâdet edenler ‘abd-i serîr ve na‘îm-i cennet
için ‘ibâdet edenler ‘abd-i ecîrdir. ‘abd-i hâs olanlar nûr-i tecellînin zuhûrunda mest u hayrân
olanlardır.” (Tez Metni, s. 111-112)
“Tecellî ġuyûb-ı sıfât-ı beşeriyyenin ġaybetiyle şems-i hakīkat-i Hak münkeşif ve
müncelî olmakdan ‘ibâretdir. Ve istitâr sıfât-ı beşeriyenin zuhûru ve zülumâtının terâkümü ile
nûr-i hakīkat muhtecib olmakdan kinâyetdir. Ve denilmiş ki, “ ‫ﺍﻟﺘﺠﻠﻰ ﺭﻓﻊ ﺣﺠﺐ ﺍﻟﺒﺸﺮﻳﺘﻪ ﻻﺍﻥ ﻳﺘﻠﻮﻥ‬

‫ ”ﺫﺍﺕ ﺍﳊﻖ ﻋﺰ ﻭﻋﻼ ﻭﺍﻻﺳﺘﺘﺎﺭ ﺍﻥ ﺗﻜﻮﻥ ﺍﻟﺒﺸﺮﻳﺘﻪ ﺣﺎﺋﻠﺔ ﺑﻴﻨﻚ ﻭﺑﲔ ﺷﻬﻮﺩ ﺍﻟﻐﻴﺐ‬ya‘nî tecellî beşeriyyet

hicâblarının ref‘idir. Zann olunmaya ki, tecellî televvün-i zât-ı Hak celle ve alâ ola ve istitâr
şuhûd-i ġayb ile senin beyninde beşeriyyet hicâbını hâyil olmakdan ‘ibârettir ki, tecellî merâtib-

80
i tevhîd üzere üç kısımdır. Birine tecellî-i tevhîd-i ef‘âl ve birine tecellî-i tevhîd-i sıfât ve birine
tecellî-i tevhîd-i zât derler.” (Tez Metni, s. 395)
Tecrîd: “Tecrîd ıstılâh-ı kavimde sevâd-ı kevni sırdan ve kalbinden izâle etmek
ma‘nâsınadır. Tecrîd fi‘ilî merâtib tecrîdin ednâ mertebesidir ki, ef‘âl-i mâsivâllâhdan bir
haysiyyet ile tecrîddir ki, kevinde fiil ü te’sîri ancak Hak için göre ki, buna tecellî-i fi‘lî dahî
derler. Ve tecrîd-i sıfâtî tecellî-i sıfâtîden ‘ibâretdir ki, kuvvâ-i sıfâtı Hakk’a iżāfet ile halka
nisbetden tecrîd ma‘nâsınadır. Ve tecrîd-i zâtî tecellî-i zâttan ‘ibârettir ki, ona tecellî-i evvel
dahî derler. Zâtın zâtına tecellîsinden ‘ibâret olduġundan ötürü merâtib-i tecellî ve tecrîdin a‘lâ
mertebesidir ve çâkdan murâd mertebe-i fark-i evveldir.” (Tez Metni, s. 452)
“fark-ı evvel ‘abdin ahkâm-ı halkıyyet ile bekāsından ‘ibâretdir. Ve cemî‘-i ru’yet-i
Hak bilâ halka işâretdir. Ve fark-ı sânî cem‘u’l-cem’den ‘ibâretdir ki, kesreti vahdetde ve
vahdeti kesretde ru’yetden ‘ibâretdir. Velhasıl tecrîd fiil ile efâlini fiil-i Hak’dan mahv eyle ve
tecrîd-i sıfât ile sıfâtını sıfât-ı Hak’dan mahv eyle ve tecrîd-i zât ile zâtını zât-ı Hak’da mahv
eyle demektir. Ol ecilden ki, “‫ ”ﺍﻳﻦ ﻛﺎﻻﺷﻮﺩ ﺳﺮﻣﻪ ﻛﻠﻮﻯ ﻛﺎﺯ ﺩﻋﻮﻯ ﺭﺍ‬dediği mısra‘-ı evvele cümle-i

ta‘lîliyyede ya‘nî makām-ı fark-ı evvelden makām-ı cem‘a ve makām-ı cem’den fark-ı sânîye
cem‘u’l-cem‘a eriş. Zîrâ bu kumâş vücûd-ı mefrûz u mukadder mikrâsla boğazında sürme hebâ
olur” (Tez Metni, s. 452)
Tevhîd: “Ol ecilden ıstılâh-ı sûfiyyede merâtib-i tevhîd dört olup birine tevhîd-i âsâr
ve birine tevhîd-i ef‘âl ve birine tevhîd-i sıfât ve birine tevhîd-i zât derler.” (Tez Metni, s. 306)
“Tevhîd ta‘rîfinde akâvîl-i kesîre vardır. Lâkin cümlesi mütekâribetü’l-ma‘nâ
müttehidetün limâ-sadaktır. Ba‘żıları demiş ki; tevhîd lügatda bir şeyi vâhid olduġunu bilmek
ve hükm etmektir. Ve ıstılâh-ı hakīkatde zât-ı ilâhiyyeyi ifhâmda tasavvur ve ezhân ve evhâmda
tahayyül olunan her şeyden tecrîd etmektir. Ve ba‘żıları demiş ki; tevhîd ta‘addüdü vehm
olunan yâhûd bilinen yâhûd hiss olunan şeyi vâhid kılmakdır. Yâhûd vehm olunan yâhûd
bilinen yâhûd hiss olunan müteaddidi vahdetle bilmektir. Bu bilmek ise sıfâtda ve zâtda olur.
Ve ba‘żıları demiş ki; tevhîd lügatda bir şeyi vâhid kılmakdır. Ve ‘ibâret-i ‘ulemâda Allâh
Teâlâ’nın vahdâniyyetini i‘tikâd etmekdir ve sûfiyye ‘indinde tevhîd Allâh Teâlâ’nın
vahdâniyyetini bilmektir. Ve ba‘żıları demiş, Asl-ı tevhîd, isbât-ı mâ-lem-yezel ve iskât-ı mâ-
lem yekûndur. Ve ba‘żıları demiş ki: Tevhîd, hadîsi kadîmden temyiz ve hudûsdan i‘râz ve
kıdeme ikbâldir ki; muvahhid gayrinden fazla kendi nefsini dahî müşâhede etmeye. Zîrâ Hakk’ı
tevhîdi hâlinde nefsini müşâhede ederse kendi vücûdunu müsbit olur. Muvahhid olmaz.” (Tez
Metni, s. 340)
Takvâ: “Ve takvâ-yı ‘avâm Cenâb-ı Hakk’ın emr u nehy eylediği şeyde kulun
tâ‘atıdır. Ve takvâ-yı havâs Cenâb-ı Hakk’ın kazâ vü kadrinde kulun muvâfakatıdır. Ve takvâ-
yı hassatü’l-hassa sana mahsūs olan şeyi ve Hakk’a mahsūs olan şeyi bilmekdir. Ve ni‘metden

sana hâsıl olan şeyi ancak Hakk’a iżāfe etmekdir. Ve ileyhi’l-işâreti bi-kavlihî Teâlâ: “ ‫ﻢ‬ ‫ﻣﻜﹸ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﻛ‬
‫ِﺍﻥﱠ ﹶﺍ ﹾ‬

‫ﻢ‬ ‫ﺗﻘٰﻴ ﹸﻜ‬‫ﺪ ﺍﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ ﹶﺍ‬ ‫ﻨ‬‫…“[ ” ِﻋ‬Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok

81
korkanınızdır…” (Hucurât, 49/13)] ve takvâdan takvâ takvâ-yı nefsine iżāfe etmekden
mütehalli‘ olmaktır.” (Tez Metni, s. 448)
X- Salâhî bazen şerhlerde bu şerhi yazma sebebini de açıklıyor; meselâ Eşrefzâde’nin
cezbe hâlinde söylediği “Tecellî şevk-ı dîdârın beni mest eyledi hayrân” manzûmesini şerhe
başlarken bu durumu şöyle beyân ediyor:
“Bu hakîr Salâhî derd-mende ihvân-ı safâdan bir ‘azîz gelip ricâ tarîki ile Hażret-i
Eşrefzâde kuddise sirruh hażretlerinin; “Tecellî şevk-ı dîdârın beni mest eyledi hayrân”
kasīdesi, “nasara-yensuru” bâbına muvâfık olmayıp i‘râb ve binâ kâidesine gayr-ı mutābık
olmağla hâlâ ba‘żı ihvân hayli mutevehhim olub şer‘-i şerîfe muhâlifdir diye çok goft u gûy
eylemişlerdir. Bu kasīdenin şer‘a tatbîk vechi üzerine Eşrefzâde Hażretlerinin kelâmının
te’vîlin ricâ ederim.” dedikde her ne kadar râh-ı taallüle zâhib oldum ise çâre olmadı.” (Tez
Metni, s. 111)
Bu durum Ebu Tâlib İsfehânî’nin kıtasına yazdığı şerhte de söz konusudur:
“Bu kıtayı bu kadar erbâb-ı ma‘ârif hal edemeyib vezni var ve lâkin ma‘nâsı yokdur,
demişler.” (Tez Metni, s. 426)
XI- Salâhî şerhlerde farklı metodlar uygulamıştır: Bazen kelimelerin tek tek anlamlarını
verir ve sonra tasavvuf ıstılâhındaki mânâlarını sıralar. Arapça ve Farsça manzûme şerhlerinin
genelinde uyguladığı metod budur. Bazen de bütünden parçaya doğru bir yol takib eder. Bunu da
Türkçe manzûme şerhlerinin genelinde uygulamaktadır. Bazen de şerh’in özelliklerinden
bahsetmektedir:
“Ba‘dehû kasīde-i hamriyye-i fârızıyye mey-i mehabbet ve bâde-i hakīkat ile memlû
bir kâse-i pür neşve-i âriziyye olub erbâb-ı hakīkat beyninde meşhûr ve mu‘teber bir nazm-ı
pür-dürr-i güher olduġundan nice şurrâh şerh ve tefsiriyle resîde-i derece-i inşirâh olmuşlar.
Husūsan sâkı-i şerâb-ı mehabbet ve mülâki-i cemâl-i hakīkat olan Hażret-i Molla Câmî kuddise
sırruh lisân-ı fârisi üzere şerhine ihtimam ve her beytine münâsib rübâiyyât-ı fârisiyye keşîde-i
silk-i nazm edib ahsen-i ta‘bîr ve eblağ-ı te’vîl u tefsîr ile revnakde hüsn-i intizām ve ihtitâm
bulmağın nef‘-i âmm olsun için ekser mezâmîn ta‘bîr-i dil-pezîrleri yâd, husūsan rubâiyyât-ı bî-
nazīrleri istişhâd olunarak her beyt-i kasīdeye bir beyt-i türkî îrâd ve lisân-i türkî üzere şerh ve
tahrîrine ictihâd olundu. Mutâlaa eden ihvân-ı hulûs-nihâddan mültemesdir ki, bu ahkar-i ‘ibâd
olan Salâhî-i nâ-şâdı bir duâ-yı hayr ile yâd buyuralar.” (Tez Metni, s. 162)
XII- Şerhleri yaparken sahip olduğu ilmî birikimi kullanan Salâhî; tefsir, hikmet, kelam,
fıkıh vb. ilimlerden nakiller de yapmıştır.
“Nitekim ba‘żı müfessirîn demişler ki; nûndan murâd ‘ilm-i zâtîden müsteâr olan
devât-ı feyż-i akdesden kinâyetdir. Ahadiyyet ‘ayn-ı cem‘den ‘ibâretdir.” (Tez Metni, s. 307)
“Ve sûfiyye ‘indinde müttefekun-aleyhdir ki; Allâh Teâlâ’nın sıfât-ı kadîmesi vardır
ki; hakīkat üzre onunla mevsûfdur. [147a] Halbuki Kitap ve Sünnetde vâriddir. Pes Allâh
Teâlâ’ya lâyık olan vech üzre ol sıfata îmân getirmek vâcibdir. Halbuki her tâife belki efrâd-ı

82
nasdan herbiri meblâğ-ı ilm ve müntehâ-yı isti‘dâdına göre sıfât-ı Bârî’de tekellüm eyledi. Pes
Eşâ‘ire zâhib oldu ki; Allâh Teâlâ’nın sıfat-ı mevcûde-i kadîmesi vardır ki; zât üzerine zâiddir.
Ya‘nî ‘ilim ile ‘Âlimdir ve kudret ile Kâdirdir ve irâdet ile Mürîddir. Vesâir sıfat dahî bu kıyâs
üzredir. Ve derler ki; sıfat, zâtın ‘aynı değil gayrı dahî değildir. Ve sıfat zât üzerine zâid olmak
i‘tibârî sıfat tasavvur olunmaksızın zihinde zât mülâhaza olduġundan ötürüdür. Yoksa
hakīkatde sıfat zât üzerine bir emr-i zâid olup zât onunla mürekkeb olmak tasavvuruyla değil.
“‫( ”ﺗﻌﺎﱃ ﺍﷲ ﻋﻦ ﺫﻟﻚ ﻋﻠﻮﺍ ﻛﺒﲑﺍ‬Allâh Teâlâ bundan yüce ve büyüktür.) Ve hukemâ ve Mu’tezile zâhib

oldu ki; sıfat zâtın ‘aynıdır. Ya‘nî Zâtıyla ‘Âlimdir ve Zâtıyla Kâdirdir ve Zâtıyla Mürîddir ki;
sıfat hakīkatde müttehide ve mefhûm i‘tibâriyle muğâyiredir deyib sıfât-ı ilâhiyyeye ahkâm-ı
zatî diye ta‘rîf ederler. Amma sûfiyye zâhib olmuş ki; Allâh Teâlâ’nın sıfatı bi-hasebi’l-vücûd
‘aynıdır ve bi-hasebi’l-‘akl aynı değildir ki; zât da ma‘ânî-i ma‘kûleden ‘ibâretdir. Pes
sûfiyyenin mezhebi Allâh Teâlâ’ya isbât-ı esmâ ve sıfatda ehl-i sünnetden olan mütekellimînin
mezhebine muvâfıkdır. İllâ bu kadar vardır ki; sûfiyyenin kelâmları zevk ve vicdan ve keşf ve
‘iyân ile olmakdan nâşî edakk ve a‘lâdır.” (Tez Metni, s. 337)
“Eğer mücerred zât üzerine delâlet eder ise Allâh ve Hû isimleri birşeyden müştak
olmamaları ‘inde’l-muhakkikîn sahîh olduġu i‘tibâriyle ol ecilden ism-i a‘zam denilmişdir. Zîrâ
zâtda olan ma‘ânîden bir ma‘nâ ile yâhûd ahkâm-ı zâtdan bir hüküm ile mukayyed değildir.
Ancak bu isimlerin delâleti ‘ayn-ı zât üzerinedir. İsm-i Kâdir’in hilâfınca zîrâ ism-i Kadir zâtda
olan bir ma‘nâ üzerine delâlet eder ki; ona kudret tesmiye olunur. Yâhûd sıfatı nefy edenin
mezhebinde ahkâm-ı zâtdan bir hüküm üzerine delâlet eder. Amma nu‘ûtun esmâ ve sıfât
beyninde farkı oldur ki; nu‘ût bir elfâzdır ki; men‘ût olan zât ile kâimdir. Lâkin bir ma‘nâ
üzerine delâlet eylemez ve esmâ dahî değillerdir. Zîrâ esmâ müsemmânın bir ismidir ki; onunla
bilinir. Ve nu‘ût bir elfâzdır ki; iżāfet haysiyyetinden zât üzerine delâlet eder. Evvel ve Âhir ve
Ezel ve Ebed ve Kıdem ve Bekā gibi. Zîrâ zâtdan evveliyyeti nefy eylemek vâcib ve lâ-büddür.
Pes zât-ı Bârî’yi ezeliyyet ile in‘ât eylediğimiz vakitde a‘yânımızın vücûdundan lâ-büddür. Ve
kıdem dahî bizim hudûsümüz mukâbilesindedir. Zîrâ zât-ı Bârî bir vücûd-ı mutlakdır ki; evveli
ve âhiri yoktur. Hakīkat üzre Hû’dur. Ezel ile na‘tı dahî kezâlikdir. Ya‘nî hakkımızda olan
zaman ecelindendir. Ve imtidâd-ı tevehhümümüz “‫ﺊ‬
‫ﻴ ﹲ‬‫ﺷ‬ ‫ﻌﻪ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻳ ﹸﻜ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻭﹶﻟ‬ ‫“[ ”ﻛﹶﺎ ﹶﻥ ﺍﻟﱠﻠﻪ‬Onunla beraber hiç

bir şey yokken Allâh var idi” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 130. n.2011)] mertebesinde fıkdân-ı
a‘yânımız sebebiyledir.” “Ve âhir ve bakâ dahî kezâlik elfâz-ı nu‘ûtdandır. Pes imdi bu makûle
isimlere ‘inde’l-muhakkikîn nu‘ût tesmiye olunur. Esmâ ve evsâf denilmez ve ‘âkil bu na‘atda
bir ma‘nâ tevehhüm eder ki; na‘atdan mâhiyyete râci‘ bir emr ola. Zîrâ eğer mâhiyyet ol emri
i‘tâ etmese bu na‘at câiz olmazdı. Ol ecilden ‘inde’l-muhakkikîn na‘at, sıfatdan ekmeldir. Zîrâ
sıfât, mevsûfun mâhiyyetini i‘tâ eylemez. Na‘at ise mâhiyyetden beyân eder. Ve bu na‘at
isimden dahî [149a] erfa‘dır. Esmâ farkında takrîr olunduğu üzre. Ve lafz-ı esmâ mutlaka
esmâya ve nu‘ûta ve sıfâta şâmildir. Lâkin esmâ evvledir. Zîrâ ‘ayn için mahsūsdur,
mâhiyyetinden bir şeye ve mâhiyyet ile kâim olan ma‘ânîden bir ma‘nâya delâlet etmez. Ve
na‘at isimden sonradır. Zîrâ bir vechile mâhiyyet üzerine delâlet eder. Ve sıfât na‘âtdan

83
sonradır. Zîrâ sıfat Bârî Teâlâ’yı isbât edenlerin ‘indinde zâtda bir ma‘nâ üzerine delâlet eder.
Ve sıfatı nefy edenlerin ‘indinde zâtda bir hüküm üzerine delâlet eder. (Tez Metni, s. 338-339)
“ilm-i hikmetde cevâhir-i hams akl ve nefs ve heyûlâ ve sūret ve cisimden ‘ibâret olup
beş addolunduğu Nâzımın kelâmını muhill olmaz. Zîrâ erbâb-ı hakīkat rûha aklın fevkinde
mertebe ta‘yinleri i‘tibârı ile ol dahî bir rütbe olur. Ve heyûlâ ve sūretin vücûdu cevher-i ferd
olan rûh ve akl ve nefs gibi mücerred tasavvur olunmayıp belki heyûlâ ve sūret ancak cism ile
tasavvur olunduğundan üçünü bir cevher i‘tibârı ile cevâhiri dört mertebe i‘tibâr etmiş. Bu
i‘tibâr ile onların i‘tibarlarını bilmemek iktiżā eylemez. Bu muhtasar ânın mahall-i tafsīli
olmadığından bu kadar ile iktifâ olundu.” (Tez Metni, s. 131)
“ilm-i kelâm ve hikmette müdevven olan kütübden cevâhir ve a‘râz bahsi ile hakīkat-i
ma‘rifetullâh’a rehyâb olmak ba‘îdü’l-ihtimâldir.” (Tez Metni, s. 130)
XIII- Salâhî, gerekli gördüğü yerlerde, sarf-nahiv bakımından tahlil yapmış, vezni
hakkında bilgi vermiş, ma‘nânın anlaşılmasına katkı sağlaması için edebî sanatları açıklamıştır.
Üç dile de hâkim olan Salâhî bazen de manzûmede geçen cümle ve kelimeleri hemen beyitten
sonra semantik ve etimolojik diye adlandırılan tahlillerini de yapmıştır. Arapça ve Farsça
manzûmelerin şerhlerinde kelimelerin hem lügavî hem de o manzûmenin içerisinde veya
tasavvufî metinlerde kazandığı ma‘nâları verirken Türkçe manzûmelerin şerhinde daha ziyâde o
manzûmenin içerisinde veya tasavvufî metinlerde kazandığı ma‘nâları üzerinde durmaktadır.
“‫“ ”ﺣﻮﺭﺍ‬Havra” mübtedâ “‫“ ”ﺑﻨﻈﺎﺭﻩ‬Be-Nazzāra”de “ba” ta‘lîliyyedir. “‫“ ”ﻧﻈﺎﺭﻩ‬Nazzāra”

Muahhir “‫“ ”ﺻﻒ ﺯﺩ‬Saf zed” kelimesine muteallikdir ve hemze-i tevessül icrâ-yı kesre-i iżāfet

içindir ki, “‫“ ”ﻧﻈﺎﺭﻩﺀ ﻧﻜﺎﺭﻡ‬Nazzāra-i nikârem” lafzına muzâfdır. “‫“ ”ﻧﻜﺎﺭ‬Nigâr” dahî mîm-i

mütekellime muzâfdır. “‫“ ”ﺻﻒ ﺯﺩ‬Saf zed” mâzı-i mürekkebdir. Fâili tahtında müstetir zamir-i o

râci’dir “‫“ ”ﺣﻮﺭﺍ‬Havrâ” kelimesine alem-i cins olmak itibariyle. Zîrâ şahs-ı vâhidin kıyâmına

saff ıtlâk olunmaz. Bu takdirce “Havrâ” cem’îi olan “Hûr” mânâsına olur. “Saf-zed” cümlesi
haberidir. Mübteda onun takdiri “Havrâ saf-zed berâ-yı Nazzāra-i nikâr-ı men” [Hûriler
mahbûbumu temaşa için saf oldular] olur. Ve “Nazzāra” tahfifi zaruret içindir. “Rıdvân”
mübtedâ “‫ ”ﺯ ﺗﻌﺠﺐ ﻛﻒ ﺧﻮﺩ ﺑﺮ ﻛﻒ‬muahhir “Zed” kelimesine müteallikdir. Taaccübden elini

kendi eli üzere demek olur ki, “‫”ﻣﻦ“ ”ﺯ‬, “‫ ”ﻋﻠﻰ“ ”ﺑﺮ‬ma‘nâsınadır. “‫“ ”ﺯﺩ‬zed” urdu mânâsına

mâzidir. Fâil zamir-i o râci’dir. Rıdvan cümlesi haberidir. Mübtedânın “‫“ ”ﺍﻥ“ ”ﺍﻥ ﺧﺎﻝ ﺳﻲﻩ‬Ân”

ism-i işâretdir. Baîd için ol mânâsına hâl müşârü’n-ileyhdir. “‫“ ”ﺳﻴﻪ‬Siyeh” sıfatıdır hâlin. “‫ﺑﺮﺍﻥ‬

‫ ”ﺭﺧﺎﻥ ﻣﻄﺮﻑ‬mütealliktir muahhar zed kelimesine fâili tahtında zamir-i o râci’dir “‫“ ”ﺧﺎﻝ ﺳﻴﻪ‬Hal-

84
i siyyeh” kelimesine ki, “‫ ”ﻋﻠﻰ“ ”ﺑﺮ‬mânâsına “Ân” ism-i işârettir. “Ruhân” müşârü’n-ileyhdir.

Mutraf sıfatıdır “Ruhân” kelimesinin. “‫‘“ ”ﺍﺑﺪﺍﻝ‬abdâl” mübtedâ “‫”ﺯﺑﻴﻢ ﭼﻨﻚ ﺩﺭﻣﺼﺤﻒ‬

Müteallikdir muahhir “Red” kelimesine zamiri “‘abdâl”a râci’dir. Ve rubâiye ve rubâî mevsuf
mukadderin sıfatı olur. Kıta-i rubâiyye ve nazm-ı rubâî takdîrindedir. Rubâiyye mensûb demek
olur ki, dört mısradan ‘ibâret olan kıtaya ıtlâk olunur. Bu vezn-i rubâî: “Bahr-i hezec, ahrab,
mekfûf, ebter”dir ki, vezn-i aslîsi her mısraı dört mefâîlün idi. Cüz-i evveline harb vâkı‘
olmağla mefâîlün evvelinde mîm ve âhirinde nûn sâkıt olup fâil kaldıkta mefûl onun yerine
vaz’ olunur. Ve cüz-i sânîsine kef vâkı’ olmakla mefâîlün nûnunu iskât ile mefâilü kalır ve cüz-
i sâlisi sâlimdir. Ve cüz-i râbii ki, mefâîlündür. Zihâfdan heşm ile sebeb-i uhrâ olan “‫“ ”ﻟﻦ‬Lün”

sâkıt olukta mefâî kalır ve zihâfdan beter ile aynı dahî düşüp fâ kaldıkda “‫“ ”ﻓﻊ‬Fa‘’” onun

yerine vaz’ olunur. Bu vech üzere vezn-i bahr:


«Mefûlü/mefâîlü/mefâîlün/fa’» olur.” (Tez Metni, s. 218-220)
“Bu takdirce “Zikr”in “Habîb”e iżāfeti masdarın fâiline iżāfeti kabilindendir…. Bu
takdirce “zikr”in “Habîb”e iżāfeti masdarın mef‘ûlune iżāfeti kabîlinden olur… Ve bu takdirce
zamîr-i cem‘ ircâî ma‘nâ i‘tibârıyla olur. Zîrâ cinsdir. Lâm-ı ta‘rîf gerek cins için olsun gerekse
istiğrâk için olsun efrâd-ı bisyârı şâmildir.” (Tez Metni, s. 164-165)
“Bu takdirce ta‘rîf-i sânî leff ü neşr ü müretteb ve ta‘rîf-i evvel neşr ü müşevveş olmuş
olur.” (Tez Metni, s. 360)
“Kimden çıkar” dediği istifhamdır. Ya‘nî cevâhir-i selâsenin menba‘ı onlar olıcak
onların menşei kimdir diye suâl eylemiş. Pes Hakīkat-i Muhammediyye aleyhi efżalü’s-
salavâti’s-samediyye’nin menşei Zât-ı Bârî olduġu “‫ﲎ‬
 ‫ﻮ ﹶﻥ ِﻣ‬ ‫ﺆﻣِﻨ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﺍﹾﻟ‬‫ﻦ ﺍﻟﱠﻠ ِﻪ ﻭ‬ ‫“[ ”ﺍﹶﻧﹶﺎ ِﻣ‬Ben Allah’danım,

mü’minler de bendendir.” (Aclûnî, Keşfu’l hafâ, I, 237, Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 22)] Hadîs-i
şerîfinin mażmûn-ı hakīkat-makrûnu delîl-i kâfidir. “Ve kimden çıkar” ta‘bîri istiâre
kabîlindendir.” (Tez Metni, s. 129)
“Kaş” lafzı ekser isti‘mâlde “kavs” lafzı ile teşbîh ve temsîl olunduğundan
müşebbehün bih vaz‘ında müşebbih îrâdı kabîlinden bir sıfat bir mevsûfda isti‘mâl-i kesîr
oldukda sıfat, mevsûf makāmına kâim olduġu gibi meselâ lafz-ı la‘l, leb lafzına sıfat olmada
isti‘mâl-i kesîr olduġundan ekseriyyâ la‘l zikr, olunub leb murâd olunduğu gibi.” (Tez Metni, s.
327)
Ve “isim” vaz‘ ile yâhud tağlib ile müsemmânın ‘alâmeti olan şeye derler. Ve bazı
meşâyih ‘indinde isim melfûz ve mektûb olan şey’ değildir. Belki isimden murâd ‘ayn-ı
müsemmâdır. (Tez Metni, s. 338)
“‫ ”ﻛﻮﻩ‬cebel ma‘nâsına “‫ ”ﻳﺎ‬vahdet içindir. “‫ ”ﺍﻧﺪﺭ‬zarfiyyet ma‘nâsına. “‫ ”ﭘﻨﺒﻪ ﺩﺍﻥ‬penbe

kozalağı ma‘nâsına “‫ ”ﻳﺎ‬vahdet içindir. “‫ ”ﻳﺎﻓﺘﻢ‬buldum ma‘nâsına nefs-i mütekellim vahdedir.

85
“‫ ”ﺩﺍﱏ‬siyâk-ı istifhâmda muzari‘ muhât’abdır. “‫ ”ﻛﻪ‬râbıtadır. “Bilir misin ki?”, ma‘nâsına.

“‫ ”ﭼﻴﺴﺖ‬ne şeydir. “‫”ﻛﻮﻩ‬den murâd mutlakan kesrettir ve “‫”ﭘﻨﺒﻪ دان‬den murâd rütbe-i

ahadiyyetdir.” (Tez Metni, s. 251)


XIV- Salâhî’nin şerhlerinin tamamında gördüğümüz bir diğer husus da, kelimelerin
lügat ma‘nâlarının ötesinde ancak erbâbınca anlaşılabilen ve artık tasavvufî birer remiz olan bazı
ifâdelerin açıklamalarıdır. Şerhlerin tamamına yakınında baştan sona bunlara rastlamak
mümkündür:
“âb-ı hayât”dan murâd ‘ilm-i ledünnî olduġu ecilden” (Tez Metni, s. 352)
“Bunda dört cevherden murâd biri, cevher-i rûh-i A‘zamdır ki, hakīkat-i
Muhammediyye’den ‘ibâretdir. Ve ikincisi, cevher-i akl-ı külldür. Ve üçüncüsü cevher-i nefs-i
külliyyedir. Dördüncüsü cevher-i cism-i küllîdir.” (Tez Metni, s. 126)
“Pes bu beyitde “Müdâme”den murâd-ı Nâzım Kaddese sırruhu “Muhabbet-i
zâtıyyedir”. Ve “Şirb-i müdâme”den murâd mertebe-i â‘yân-ı sâbitede isti‘dâdât u kâbiliyyât,
muhabbet-i zâtiyyeyi kabûlden kinâyetdir. Ve “Zikr-i Habîb”den murâd a‘yân-ı sâbite mazhar-ı

tecellî-i ġaybî olduklarıdır ki, “‫ﻑ‬


 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﻖ ِﻟﺎﹸ‬ ‫ﺨ ﹾﻠ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺨﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬
 ‫ﻑ ﹶﻓ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ ﹶﺍ ﹾﻥ ﺍﹸ‬‫ﺒﺖ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﺎ ﹶﻓﹶﺎ‬‫ﺨﻔِﻴ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﺰﹰﺍ‬‫ﺖ ﹶﻛﻨ‬
 ‫ﻨ‬‫“[ ” ﹸﻛ‬Ben gizli bir

hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim; bilineyim diye mahlûkātı yarattım” (Aclûnî, Keşfu’l
hafâ, II, 132, No: 2016)] Bu muhabbet-i zâtiyyeye işâretdir.” (Tez Metni, s. 164)
“Nigâr”dan murâd Nâzımın kendi hakīkati ‘anî ilmullahda mevcûd olan ‘ayn-ı sâbitesi
ola. Ve “Havra”dan murâd ol makāmda isti‘dâd ve Cemâl ve Cemâl ola. Ve ol makāmda
“Rıdvân”dan murâd ta‘ayyün-i rûhaniyyeti ola ve mucib-i ta‘accübü kendi hakīkatinde zıddını
şuhûdudur.” (Tez Metni, s. 231)
“vakt-i subhdan murâd ta‘ayyün-i evvel ve ġayb-ı izâfîdir ki, ona ‘âlem-i ceberrüt ve
‘âlem-i ervâh dahî derler. Yâni a‘yân-ı sâbitenin ‘âlem-i lâ-teayyünden hareket ve ta‘ayyün-i
evvelde mertebe-i rûhâniyyete tenezzüllerinde ta‘ayyün-i rûhiyye ve temeyyüz-i ‘akliye ile
birbirlerinden mümtâz ve müteayyin oldukları münzeldir.” (Tez Metni, s. 276)
“Zîrâ enfüs-i nâtıkanın maksûdu hâsıl ve kâmil olmaz ilâ ol nefs-i hayvâniyye ile olur
ve asâ-yı Mûsâ’dan murâd sūret-i nefs-i emmâredir ki, sü‘bâna munkalib olduġu vakitte hayât-ı
mevhûmât u mutehayyilâtı nefy u mahv edici sūret nefs-i mutma‘ine olur.” “rûh-i bedenden
murâd rûh-i izâfîdir.” (Tez Metni, s. 287)
“Ve zülfden murâd perde-i Celâl-i kesret ve ruh’dan murâd nûr-i cemâl-i vahdetdir.”
(Tez Metni, s. 431)
“Basīret kalbe mahsūs bir kuvvet-i bâtınadan ‘ibâretdir, ‘ayn-ı sırr gibi. Ve denilmiş
ki, “basīret ‘ayn-ı kalbden ‘ibâretdir” ( Tez Metni, s. 153)
“Hâ’dan murâd hayât ve ‘Ayn’dan murâd ‘ilm yâhud ‘ilmu’llâhda mevcûd olan ‘ayn-ı
sâbitedir. Ve Nûn’dan murâd ‘âlem-i icmâlîdir. “‫ﻥ‬
‫ﻭ ﹶ‬‫ﺴ ﹸﻄﺮ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﹶﻠ ِﻢ‬‫ﱃ ۤﻥ ﻭ‬
‫ﻌﹶﺎ ﹶ‬‫ﻪ ﺗ‬ ‫ﺎ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﺍﻟﱠﻠ‬‫“[ ” ﹶﻛﻤ‬Nun,

Kaleme ve yazdıklarına and olsun ki” (Kalem, 68/1)] Pes nûndan murâd hażret-i icmâl u

86
kalemden murâd, hażret-i tafsīldir. Yâhud Nûn’dan murâd nûrdur ki, mestûru kâşif olan şey’in
hakīkatinden ‘ibâretdir. Ve dahî kalbden kevni tard edip her vârid-i ilâhî’ye nûr ıtlâk olunur.”
(Tez Metni, s. 154)
“Ve elma ve hurma ve sükker ve bal mukteżā-yı cemâl ve celâlden müsmire olan
şerî‘at ve tarîkat ve ma‘rifet ve hakīkate işaretdir. elma tarîkate ve hurma şerî‘ate ve sükker
hakīkate ve bal ma‘rifete işaretdir.” (Tez Metni, s. 121)
“dörde taksîm eylediler” dediği yine zikri sebkat eden cevâhir-i erbaadır. Zîrâ
mecmû‘-i ‘âlem-i kevn ü fesâd bu dört cevherden mürekkebdir ki, ‘avâlim-i hejdeh [28a]
hezârın vücûdu cevâhir-i mezkûreye mütevakkıfdır. “Üçü belli şeydir” dediği cism-i küllî ve
nefs-i külliye ve akl-ı küllün mahreci bellidir ki, hakīkat-i Muhammediyye aleyhissalâtu ve’s-
selâm’dır.” (Tez Metni, s. 129)
“dört tekbîri bir kıldık, demek olur ki; tekbîrin biri kurbân-ı nefs için ve biri harâb-ı
kalb için ve biri fedâ-yı akl u rûh için ve biri ifnâ-yı sırr içindir. Ya‘nî makām-ı sırr, merâtib-i
rûh u akl ü kalb u nefsi cami‘ olmak itibariyle makām-ı sırra erib onda dört tekbîri bir kıldık,
demek olur.” (Tez Metni, s. 318)
“Ve üçyüz sene üç mertebeden ‘ibârettir ki, ümm-i eşyâ olan mertebe-i hakīkat-i
Muhammediyyeden mertebe-i ervâh-ı mücerredeye ve ondan mertebe-i nüfûs-i mücerredeye ve
ondan mertebe-i nâsutiyyeye eriştiğine remz ve işâretdir.” (Tez Metni, s. 260)
XV- Lügâz-Muammâ ve Ebced; Salâhî Lügâz ve Muammâ türü içerisinde sayılan bir
çok şiiri de şerh etmiştir. Salâhî, Arap alfabesinin ebced tertibine dayanan rakamlar ve hesap
sistemini kullanarak ve ebced değerlerinden yola çıkarak şiirlerin şerhini de yapmakta ve
muammâ kâidelerince izahını yapmaktadır. Salâhî muammâ-lügâz türü ifadelerde asıl maksadın
bazı hakīkatlerin anlaşılmasını sağlamak olduġunu yoksa maksadın derinliği olmayan bilmece
veya boş sözlerle uğraşmak olmadığını ifâde etmektedir. Salâhî’nin şerh ettiği manzumelerden
Âşık Ömer’in206 Lügâz diye adlandırılan, “Gûşunu benden yana tut sözlerim femden çıkar”
diye başlayan murabbâsının yanında; Bursevî’nin207, “Katre-i hûn-ı ciger deryâ-yı şir olmak
neden” gazeli; Nasûhî’nin208, “Ol nedir kim eylese ikrâr ânı müşrik olur” gazeli;

Mevlânâ’nın209, “‫ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫“ ”ﻛﻮﻫﻰ ﺍﻧﺪﺭ ﭘﻨﺒﻪ ﺩﺍﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ‬Çist” redifli kasîdesi; Salâhî210’nin

kendi yazdığı ve şerh ettiği muammâları, “Bahs-i âdâb etmeğe bir yere geldi üç edib”, “ ‫ﻳﺎﺍﻳﻬﺎ‬

206
Lügaz-i Âşık Ömer Şerh-i Salâhî Efendi, İ.Belediye: O.E No. 145, vr. 26b-29b
207
Gazel-i İsmail Hakkı Bursevî Şerh-i Salâhî, Sül. Ktp. Uşşakiye tek. 108, 104b-111a vr
208
Nutk-ı Hazret-i Nasûhî Şerh-i Salâhî Efendi, DTCF Ktp. Muzaffer Ozok, II/7; 161b-164a
209
Kaside-i Hazret-i Mevlana Şerh-i Salahî, Sül. Ktp. Esad Efendi 1546, 24-37 vr
210
Şerh-i Muammâ Muhtasarca, Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2736, l c. 71a-76a vr.; Şerhu’r-Rumuz fî Sırrı’l-
Lugûz, Sül. Ktp. İzmir 806, 5b-7b vr; Kelâm-ı Mısrî kuddise sirruh Şerh-i Salâhî, Sül. Ktp. P. Paşa No. 633 vr.
123a -165b

87
‫ ”ﺍﻟﻌﺮﻓﺎﺀ ﺑﺎﷲ ﺍﳋﺒﲑ ﺍﺧﱪﻭﱏ ﻋﻤﺎ ﺍﺳﺄﻟﻜﻢ ﺑﺎﳋﲑ ﺍﳉﺪﻳﺪ‬ve şerhlerinin aralarına serpiştirdiği, “Çünkü
âdem-zâdesin bil Âdem-i mânâ nedir?” ve “Ey dil sivâ-yı yarla kârın nedir senin?”

manzûmeleri; Hz. Ali’nin211 “‫ﻣﺮﺗﲔ‬ ‫ ”ﺍﻳﺎ ﺧﺬ ﻭﻋﺪ ﻣﻮﺳﻰ‬ile başlayan muammâsı ve diğer Farsça
beyitlerin bir kısmı da lügâz ve muammâ kabul edilebilecek manzûmelerdendir.
A- Lügâz: Sözlüklerde “Meyletmek, çöl faresinin, saklandığı yerin, bulunmaması için
yuvasını labirent gibi eğri büğrü kazması; eğri çapraşık yol, saptırmak, sözün maksadını
gizlemek, şaşırtmalı söz söylemek” anlamlarına gelen lügâz; Lafız veya mahiyet özellikleri
belirtilerek bir nesnenin adının bulunması istenen, Arap, Fars (ki, Fars edebiyatında genellikle
yerini muammâya bırakmış ve muammâ lügâzdan daha çok gelişme göstermiştir.) ve Türk
edebiyatlarında bir belâgat terimi, genellikle manzum bir söz sanatıdır.212 Derin sır, bilmece,
zekâ oyunu ma‘nâlarında Arap edebiyatında daha çok luğz terimi kullanılır. Eski Arap
belagat ve edebiyat âlimleri lügâzla eş veya yakın anlamlı “muhâcât, uhciyye, ehâcî,
huceyyâ, muammâ, mugâlata” gibi terimler de kullanmışlardır.213

Lügâzların çoğu manzumdur ve bir düşünceyi mecazdan daha kapalı biçimde dile
getiren bir anlatım tarzı olmasıyla beyan ilmi kapsamında bir disiplindir. Türk edebiyatına
XV. yüzyıldan itibaren girmeye başlamış ve lügâz ve muammâ XVIII. yüzyılda en verimli
devresini yaşamıştır. Manzum olanları aruzun çeşitli kalıplarıyla yazılmakla beraber daha çok
“fâilâtün/fâilâtün/fâilün” kalıbıyla yazılmıştır. Lügâzları Halk edebyatındaki bilmecelerden
ayıran en önemli en önemli fark yazarının imzasını taşıması ve çoğunlukla yazıldığı için
değişmeyen bir şekil kazanmasıdır.214

Lügâz lafız ve mâna lügâzları olarak iki temel kategoriye ayrılır. Lafız lügâzlarının
birden çok mânaya sahip kelimenin uzak veya karşıt anlamını kastetmek (fevriye lahn,
melâhin, mugalata ma’neviyye), kelimeyi anlamlı sözcüklere bölüp verilen müterâdifleriyle
bilinmesini istemek, iki kelimeyi bitişik yazmak, bir kelimeyi parçalayıp yazmak,
hemzeliyi yumuşatmak (teshîl), nokta değişikliği yapmak (tashîf), tersinden okumak (kalb) ve
başka bir dile nakletmek gibi birçok çeşidi vardır.215

211
Muammâ-i İmâm Ali -radıyallâhu anh- Şerh-i Salâhî, Sül. Ktp. Hacı Uşşâkî Tekkesi 300, 99a-100a vr.
212
Tahirü’l-Mevlevî, Edebiyat Lügati, s.93, Mehmed Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü, 370, Cem Dilcin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, 489-490
213
İsmail Durmuş, “Lügaz” DİA, c. 26 s. 221-223
214
Fikret Türkmen, “Lügaz”, TDEA, VI, 102-103, İbrahim Erşahin, Halk Kültürü ve Edebiyat Sözlüğü, s. 176
215
Durmuş, c. 26 s. 221-223

88
Lügâz ve muammâların zor anlamları çözme alışkanlığı kazanmak, boş zamanları
değerlendirmek ve eğlenmek gibi amaçlarla eski filozoflardan biri tarafından icat
edildiği ileri sürülmektedir. Tevrat’ta lügâz, muammâ ve remiz terimleriyle Hz.
Süleyman, Sebe Melikesi Belkıs, Sur Kralı Hîram ve Şimşon’a (Şemşon) nisbet edilen
çeşitli lügâz örnekleri geçmektedir.216

Bir hadiste “Hz. Peygamber’in çevresindeki sahabeye ağaçlar içinde


yapraklarını dökmeyen ve müslümana benzeyen ağacın hangisi olduġunu sorması ve
kimsenin bilememesi üzerine onun hurma ağacı olduġunu söylemesi” (Buhârî, İlim, 5, 50)
dikkat çekme, zekâ ve kavrayış düzeyini sınama gibi yararları sebebiyle lügâz üslûbunun
Resûl-i Ekrem tarafından kullanıldığı. İslâm ulemâsının buna dayanarak çeşitli ilim
dallarında lügâz üslûbu ile öğretmeyi amaçlayan çeşitli eserler kaleme aldığı ifade edilir.217

“Söz söyleyenin, maksadını gizleyerek bir eşyanın veya anlatmak istediği şeyin alâmet ve
sıfatlarını zikredip ne olduġunu sormasıdır” şeklinde tanımlanan Lügâz Divân Edebiyatında her
şey hakkında kullanılmıştır. Lügâzların konusu her türlü eşya ve olaylar olabilir.218 Bir takım
teşbihler, ihyamlar ve harflerin ebcet hesâbındaki sayıları ile her bir şeyi anlatırlardı. Birbirine
yakın özellikler gösteren muammâ ile lügâz arasındaki en belirgin fark muammânın sadece
esmâ-i hüsnâ, esmâ-i nebî ve diğer özel isimlere dayanması, lügâzın ise bunun dışındaki her
türlü varlığın özelliklerinin anlatılarak isimlerinin bilinmesi ve genellikle soru cümlesiyle
başlamasıdır. 219

Lügâzlar üslûb bakımından “Nedir ol, nedir ol kim, ol ne isim, ne acep isim, bir acâyip nesne
gördüm” gibi ifâdelerle başlar.220 Farsça lügâzlar “çîst, çîst ân ki, çîstân” gibi sorularla başlar.221

Türk edebiyatında lügâzlara “lügâz-gûne” denilen ve kıta, rubâî, bir veya birkaç beyit
şeklinde kaleme alınan manzumeleri de dahil etmek gerekir. Divan edebiyatında lügâz
yazmak, bunlara cevap beklemek, dolayısıyla manzum cevaplar tertip etmek, halk

216
Durmuş, c. 26 s. 221-223
217
Durmuş, c. 26 s. 221-223
218
Fikret Türkmen, “Lügaz”, TDEA, VI, 102-103
219
Mehmed Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 370, Mustafa Uzun, “Lügaz”
DİA, c. 26 s. 221-223,
220
Türkmen, VI, 102-103
221
Uzun, c. 26 s. 221-223, Cürcânî, Ta’rifât, 195

89
edebiyatında olduġu gibi cevabı bilen yahut bulanlara mükâfat vaad etmek gibi bir gelenek de
bulunmaktadır.222

Muammâdan iki yönüyle farklıdır: Muammâ Allâh’ın isimleri ile insan isimleri için
düzenlenir, lügâz diğer varlıklar içindir. Muammâ’da çözüme yarayacak açıklama pek belli
değildir, lügâz’da ise açıklama dâimâ bulunur ve lügâzların söyleyeni bellidir.223

B- Muammâ; Sözlükte “gizlemek, örtülü ve kapalı olmak” anlamındaki âmâ kökünden


türeyen ve ta‘miye (sözü gizli ve örtülü söylemek, anlaşılmaz hale getirmek) masdarından ism-i
mef‘ûl olan muammâ bu nitelikteki sözler için kullanılır.224

Genellikle şiirde görülen, şâirlerin lafız temelinde bazı ipuçları vererek isimleri
gizledikleri edebî muammâ türünün Arap edebiyatında ilk örnekleri Kâdî el-Fâzıl, İmâdüddin
el-İsfahânî, Salâhaddin es-Safedî gibi şâir ve ediplerde görülür. Bununla birlikte İran şâirleri
muammâ’ya daha çok ehemmiyet vermişler ve usullerini tesbit etmişlerdir.225

Muammânın gerek tertibinde gerekse çözümünde tahsîl, tekmîl, teshil ve tezyîl


olarak anılan dört işlemle bunların kısımlarına dair teorik bilgiler, bu eserlerin yanı sıra Fars ve
Türk edebiyatlarında da genellikle benzer şekillerde ele alınmıştır.226

Bir edebiyat terimi olarak muammâ “şiirde remiz, ima veya işaret yoluyla dolaylı
şekilde belirli kurallara uyarak bir isme delâlet eden söz, bilmece” diye tanımlanmaktadır.227
Sevgilinin isminin veya başka bir şeyi şiirin beyti içine, ya tashîf veya kalb veya hisâb ya da
bundan başkasıyla koymaktır.228 Lügâzlar hemen her şey hakkında düzenlenirken
muammâlarda Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri ve insan ismi esas alınır.229

Şiirde bir ismi lafzını örtülü biçimde tarif ederek gizlemeye ta’miye, gizlenen isme
muammâ, muammâyı söyleyene muammâ-gûy, çözene de muammâ-küşâ denir.230

222
Türkmen, VI, 102-103, Uzun, c. 26 s. 221-223
223
İsa Kocakaplan, Açıklamalı Edebî Sanatlar, 129
224
İsmail Durmuş, “Muammâ” DİA, c. 26 s. 320-323, Tahirü’l-Mevlevî, Edebiyat Lügati, s.100
225
Ali Nihad Tarlan, Divan Edebiyatında Muammâ, 3, Durmuş, c. 26 s. 320-323
226
Tarlan, s. 9
227
Ağah Sırrı Levend, Divan Edebiyatı, s. 563-564; Cem Dilcin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, 489-490,
Tarlan, age, s. 7
228
Cürcânî, Ta’rifat, 216
229
Mehmed Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 551, Fikret Türkmen,
“Muammâ”, TDEA, VI, 407, Kocakaplan, 138
230
M. A. Yekta Saraç, “Muammâ” DİA, c. 26 s. 320-323

90
Muammâ Arap edebiyatında ortaya çıkmış, Fars kültürüne geçtikten sonra
müstakil bir ilim şeklinde ele alınıp kaideleri tesbit edilmiştir. Bir kısım İran kaynaklarında
ilk defa muammâ söyleyenin Hz. Ali olduġu ileri sürülmüştür.

Genellikle muammâ bir beyitle yazılır ve gizlenen isim daha çok ikinci mısrada
bulunur. Bir beyitte çoğunlukla bir isim gizlenmekle birlikte birden fazla kelimenin
gizlendiği de görülmüştür. Ayrıca muammâ tek bir kelimede olabileceği gibi birden fazla
kelimede uygulanarak tek bir isim de elde edilebilir. Birden fazla beyitle, kıta ve rubâî
şekliyle yazılan muammâlar da vardır.231

Muammâ yazmak veya çözmek için Arapça ve Farsça bilmenin yanı sıra ebced
hesabı, İslâm kültürü, çeşitli inançlar, dil bilgisi, klasik edebiyat alanında da bilgi sahibi
olmak gerekir. Ayrıca bir ismin kelimeler arasına gizlenmesinin edebî zevke ters
düşmemesi ve gizlenen ismi güçlükle de olsa bulmanın mümkün olması lâzımdır.232

Muammâ yazma geleneği XVI. yüzyıldan sonra önemini kaybetmişse de Tanzimat


dönemine kadar bir edebî maharet kabul edilmiştir. Cem Sultan, Lâmiî Çelebi, Bakî,
Fuzûlî, Âlî Mustafa Efendi. Nâbî, Nahifi, Fıtnat Hanım, Sünbülzâde Vehbî muammâ
söyleyen şâirlerden bazılarıdır.233

Zekâ ve maharet gerektiren muammâlar teşbih ve mecaz ‘unsurları açısından zengin


malzeme taşıdığı için sanat bakımından ihmal edilemeyecek değerlere sahiptir. Bu sebeple
divanların sonunda bu tür manzumelere “muammeyât” başlığı altında yer verilmiş234,
beğenilenleri mecmualar şeklinde derlenerek bir telif türü oluşturulmuştur.

Âşık edebiyatında da muammâ türü şiirler bulunmaktadır. Bunlar klasik


edebiyattakinden farklı olarak “içinde bir kimsenin veya varlığın isminin gizlendiği ve
çözüldüğü şiirler” diye tarif edilebilirdi. Bunda iki tür muammâ görülmektedir. Biri en az
üç bent tutarında olup bir nesneyi anlatmak için kullanılan diğeri aşıkların birbirlerine
karşı söyledikleri biçimlerdi ki buna deyişmeli bağlama da denir.235

Muammânın ne şekilde düzenleneceği ve çözüleceği “a‘mâl” adı verilen dört usûlle


bilinir. Gizlenen ismin harflerini veren usûle “a‘mâl-i tahsîlî”, gizlenen isme delâlet etmek

231
Fikret Türkmen, “Muammâ”, TDEA, VI, 407
232
Tarlan, age, s. 9
233
Saraç, age, c. 26 s. 320-323
234
Türkmen, age, VI, s. 407, İbrahim Erşahin, Halk Kültürü ve Edebiyat Sözlüğü, s. 199-200
235
Türkmen, age, VI, s. 408

91
üzere bulunan harf ve hecelerin nasıl yan yana getirileceğiyle bunların kaldırılması veya
yer değiştirmesini gösteren usûle “a‘mal-i tekmilî”, muammânın hallini kolaylaştıracak
usûle “a‘mal-i teshîlî”, gizlenen isme hareke, sükûn, şedde verme yollarına da “a‘mal-i
tezyîlî” denir.

Muammâ isme vasıtayla ve vasıtasız delalet etmesi yönüyle iki kısımdır. Fars ve
Türk edebiyatlarında muammâları esmâ-i hüsnâ, esmâ-i nebî ve şahıs isimleri üzerine
kurulu olanlar şeklinde üç grupta toplamak mümkündür.

Edebiyatta kullanılan bu iki terim bilmece nevilerinden kabul edersek aralarındaki


farkı da lügâz’ın her şeye muammâ’nın ise sadece insan ismine delalet ettiğini, ortak bazı
usûllerle yapılmaları yanında bu iki nev’in bazı kullanılış ve gelişme husûsiyetleri
bakımından farklılaştığını söyleyebiliriz.

“İkibin yüzyetmişbeş”den murâd-ı şerîfleri ‘aded-i hisâbî üzre kuyûd-ı ġaybi’l-ġayb


yâhûd bir i‘tibar ile kayd-i ġaybi’l-ġuyûb ola. Ya‘nî kayd-ı ta‘ayyün rûhu ve kayd-ı temeyyüz
‘aklî ve kayd-ı temessül nefsî ve kayd-ı vücûd hissî i‘tibâriyle kuyûd-i ġaybi’l-ġayb ola ve
kuyûd-i mâ‘kûliyyeye i‘tibar olunmaksızın kayd-ı hissî i‘tibâriyle kayd-ı ġaybi’l-ġuyûb ola ki;
ikisinin dahî aded-i hisâbîleri ikibin yüzyetmişbeş olur.” (Tez Metni, s. 309)
“Bu beyt-i şerîfleri ve tahtında olanlar tafsīl ba‘de’l-icmâldir. Cenâb-ı Bârî’nin “ ‫ﺎ‬‫ﺩﻧ‬ ‫ﹸﺛﻢ‬

‫ﺩﻧٰﻰ‬ ‫ﻭ ﹶﺍ‬ ‫ﻴ ِﻦ ﹶﺍ‬‫ﺳ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﺏ ﹶﻗ‬


 ‫ﺪﹼﻟٰﻰ ﹶﻓﻜﹶﺎ ﹶﻥ ﻗﹶﺎ‬ ‫ﺘ‬‫…“[ ” ﹶﻓ‬sonra (Muhammed’e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O

kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar hattâ daha da yakın oldu.” (en-Necm 53/8-9)] kavl-i
şerîfinin mefhûmunu kavâ‘id-i mu‘ammâiyyeden aded-i hisâbî üzre remz buyururlar. “Kâb”
lafzı kavsın makbazı ile başlarının mabeynine ıtlak olunur. Her kavsda iki kâb vardır. Ol
ecilden ba‘żıları demişler ki; “kâbe kavseyn”, “kâbey kavsin” ma‘nâsınadır. Bu takdirce kavs-ı
vâhidiyyet murâd olunur ki; kâbe eymeni, vücûb ve kâb eyseri, imkândan ‘ibâretdir. Pes
üçyüzelli olması kâbe kavseynden murâd kavs-i vâcib-i imkândır ki; aded-i hisâbîsi üçyüzdür.

“‫ﻰ‬‫ﺩﻧ‬ ‫ﻭ ﹶﺍ‬ ‫”ﹶﺍ‬den murâd [126a] “‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﻠﹶﻢ‬‫“[ ”ﻥ ﻭ‬Nûn. Kaleme andolsun ki...” (el-Kalem 68/l)]de olun

“nûn” dur ki; ‘aded-i hisâbîsi ellidir.” “Pes bu i‘tibâr ile kâbe kavseyn ve ev-ednâ, üçyüzelli
‘aded olur. Yâhud her birisi ‘aded-i hisâbîde üçyüzellidir demek murâd buyururlar. “Kâbe
kavseyn”den murâd kurb-i Mâcid’dir ki; ‘aded-i hisâbîsi üçyüzelli olur. Ve ev-ednâdan murâd
mahv-ı sûrdur ki; ‘aded-i hisâbîsi üçyüzelli olur”. (Tez Metni, s. 307)
“Ya‘nî kalem lâfzının muammâ-gûne lûgazını ki, “iki nokta üç hurûf ol dört kitab
andan çıkar” mısra’ıdır. Bir kimse andan suâl eylemiş ol dahî remzile cevâb olmak üzre ol üç
harfin biri yüzdür. Yâ‘ni yüz adedinin medlûlü olan kafdır ve biri otuzdur ya‘nî otuz adedinin
medlûlü olan lamdır ve biri kırktır ya‘nî kırk adedinin medlûlü olan mimdir. Pes kaf, lam, mim
mürekkeb olıcak kalem olduġu zāhirdir.” “biri yüzdür biri otuz biri kırk mimden çıkar”

92
dediğimin şerhi Altı nokta beş hurûfdur ki, evveli yüzdür ki, anda iki sıfır vardır. Altı noktanın
ikisi oldur. Ve ikinci harfi otuzdur ki, ânın rakamında dahî bir nokta-i sıfır vardır. Üçüncü
noktası oldur. Ve üçüncü harf kırkdır ki, anda dahî bir nokta-i sıfır vardır. Dördüncü noktası
oldur. Ve beşinci ve altıncı noktaları “kaf”da olan noktalardır ki, mecmû‘u altı nokta olur. Ve
beş harf olması ta‘miye yollu maksûdunu gizlemek için taglît kabîlinden dörtten hâsıl olan
“dâl” ve elliden hâsıl olan [29a] “nûn”dur. Bu takdirce mısrâ‘-ı âhir, “altı nokta beş hurûf yüz
evveli lâmdan çıkar” demek olur. “Ya‘nî evvel-i kafın adedi olan yüz olunca vasat ve âhirini
lamdan çıkar ya‘nî lâm lâfzının evveli kaf olıcak ondan kalem lûgazı istihrâc olunur”
demekdir.” (Tez Metni, s. 130-131)
“bin dörtyüz”den murâd on dört mertebedir ki; ‘âlem-i nâsût ‘anâsır-ı erba‘adan
‘ibâret olduġundan dört mertebe ve ‘âlem-i melekût nüh felek ile nefs-i külliyyeden kinâyet
olduġundan on mertebe i‘tibâriyle on dört mertebe olup her birinden urûca esmâ-i hüsnâ
‘adedince yüz kanat açıb ya‘nî mazhar-ı envâr-ı esmâ-i hüsnâ ve i‘ânet-i sıfât-ı ‘ulyâ ile bin
dörtyüz kanat açıb nefs-i külliyyeye ‘urûc ve ondan delâlet-i ‘akl-ı kül ile altıyüz kanad dahî
koşup ikibin kanad ile ‘âlem-i ceberûta vülûc eyledim. Ondan dahî envâr-ı esmâ-i hüsnâ ile yüz
kanat açıb ‘âlem-i lâhûta eriştikde ikibin yüz ‘aded olup yetmişbeş ‘aded dahî ki; ‘aded-i
künhden ‘ibâretdir; ona zamm ile ikibin yüzyetmibeş olur. Ya‘nî [128a] ‘âlem-i lâhûtda künh-i
esrâra erişip zılâl-i esmâ-i ilâhiyye olduġunu tayakkün eyledim demek olur ki; lafz-ı künh,
gâyet ve nihâyet ma‘nâsınadır. Kangı i‘tibâr ile olur ise olsun cümlesi bir ma‘nâya râci‘dir. Zîrâ
‘âlem-i lâhûta bir i‘tibâr ile ġaybu’l-ġuyûb ve bir i‘tibâr ile ġaybu’1-ġayb ve ġayb-ı mutlak dahî
derler. ‘âlem-i ceberûta ve ‘âlem-i melekûta ġayb-i izafî ve ‘âlem-i nâsûta şahâdet-i mutlaka,
dedikleri gibi ya‘nî sırr-ı ġaybi’l-ġuyûba mazhariyyet i‘tibâriyle kayd olan nefsim sūret-i
inkıyâd ve teslîmden ‘ibâret olan koç sūretinde kurbân olub benlik kaydından âzâd ve ıtlâk-i
kurb-i akdesde ber-murâd oldum, demek olur.” (Tez Metni, s. 309-310)
XVI- Şerhlerde görülen diğer bir husus da harf telakkîleri üzerine yapılan yorumlardır.
Tasavvufî edebiyatta kullanılan harfî yorumlar dîvân edebiyatındaki basit muammâ
denilebilecek mahiyetten ziyâde daha çok ıstılâhî boyutta ele alınmıştır.236 Salâhî’nin
şerhlerinde de bunlara fazlasıyla rastlamak mümkündür.
“Elif ile Zât-ı ahadiyyete işâret olunur. Ve elif ile Zât-ı ahadiyyete işâret olunması
cemî‘-i hurûf-i lafziyye ve kitâbiyyeye elifin Salâhiyeti mulâhazasıyladır ki; hurûf-i lafzıyye ve
kitâbiyyenin mecmûu elifden mütekevvenedir.” (Tez Metni, s. 328)
“Zāhir ve bâtın itibârıyla evveliyâtın evveli eliftir. Ve ıstılâhât-ı sûfiyyede elif ile
Ahadiyyet-i Zât’a işâret olunur.” (Tez Metni, s. 368)
“Seyidimiz Muhyiddin kaddesenallâhu bi-sirrihi’l-mu‘în’in dediği gibi:
“Nokta hattın başıdır. Ve her şeyin mebdeidir. İlk önce başlangıçta bâ’nın oluşması
için, bâ için konulur. Ve en aşağıda kılınır. Çünkü kevnin sudûru bâ’dandır. Muhakkak yâ

236
Ceylan, “Böyle Buyurdu Sûfî” s. 210

93
makamının altında zuhur eder. Nokta yâ beyninde ve kevn beyninde olur. Ve nokta “aynü’t-
tevhid”dir.” (Tez Metni, s. 383)
“Ve iki dal ilm-i ledünnîden tevellüd eyleyen sıfât-ı cemâl ve celâlden ‘ibâretdir.”
(Tez Metni, s. 121)
“Cîmden murâd cem‘dir ve fâ’dan murâd farkdır ki, fark rü’yet-i halk bilâ Hakk’a
işâretdir. Ve fark-ı evvel ‘abdin ahkâm-ı halkıyye ile bekāsından ‘ibâretdir. Ve cem‘-i ru’yet-i
Hak bilâ halka işâretdir. Ve fark-ı sânî cem’ü’l-cem’den ‘ibâretdir ki, kesreti vahdetde ve
vahdeti kesretde ru’yetden ‘ibâretdir. Kesreti vahdetde şuhûd, a‘yân-ı sâbiteyi ‘ilm-i Hak’da
meşhûddan ‘ibâretdir.” (Tez Metni, s. 152)
“Hâ’dan murâd hayât ve ‘Ayn’dan murâd ‘ilm yâhud ‘ilmu’llâhda mevcûd olan ‘ayn-ı
sâbitedir. Ve Nûn’dan murâd ‘âlem-i icmâlîdir.” (Tez Metni, s. 154)
“Zikredilen bu rubâi’de hayâtın sebepleri için gerektirdiği şey mevcutdur. “Havrâ”daki
hâ’dan maksat “hâ-i hayât”tır. Vâv’ından maksat “vâvü’l-vuslat”, râ’sından maksat “râu’r-
rahmet”, elif’i “elif-i inkişâf”, hemzes’i “hemze-i müsammâ”, “Be-Nazzāra”daki ba, “bâü’l-
bekā”; nûn, “nûni’n-nûr ve’n-nübüvvet”; zâ, “zâ-i zılli’l-vücûd”; kâf, “kâfü’l-kenz ve’l-kevser”;
mim, “mîm-i medde’z-zıl”; sâd, “sâdü’s-safâ”; “fâ, “fâü’l-ferah”; zâ, “zâü’z-zînet ve’z-ziyâde
ve zamanü’d-dehr”; dâl, “dâlü’d-devâ ve’d-dünüvv ve’d-devâm”; dâd, “dâdü’z-diyâ ve’z-
zamân”; tâ, “tâü’t-tevvâb ve’t-tâc ve’t-türâb”; ayn, “ayn-ı mâ-i havzi’l-kevser ve’l-ahd ve’l-
ulüvv”; cim, “cîmü’l-cinân ve’l-cenân ve cîmü’l-cemâl ve’l-celâl”; hâ, “hâü’l-haber ve’l-hayr
ve’l-hulle”; lâm, “lâmü’l-livâ”; sin, “sînü’s-selâm ve’s-selâmet ve’s-seâdet”; yâ, “yemîn ve
yed”; he, “heü’l-hidâyet ve’l-hüviyyet”; tâ, “tâü’t-tavâsîn ve’t-tâhâ ve’t-tûr ve’t-tufûl ve’t-tayr”
“Bu zikredilenler herhangi bir şeyin her ihtiyâcı için tesiri olan harflerin özelliklerindendir.
Hastalık ve illetli bir hastanın üzerine okunduğu zaman onlarda şifâ umulur. Aynı şekilde
“Rıdvan” hayat verir ve onu hissetdirir. Onu vehmetdiririr. “Elleri vurmak” hayat sırrıdır.
Hayatın kendisidir. Yine onlar hayatın sırrıdır. Hayatın tamamıdır. Hayatın şanıdır, hayattan
istifade etmektir. Hayatın mahremidir. Ebedî hayatın şaşkınlığıdır. Hayatın mushafıdır.
Diğerleri için hayatın taksimidir. Şimdi bunlar anlaşıldıysa illetli hastanın şifası ortaya çıkar.
Bu rubai bunun üzerinedir.]” (Tez Metni, s. 243)
XVII- Manzum iktibaslar: A- Kendisine ait: Salâhî şerhlerde kendisine ait beyit ve gazel
iktibaslarında bulunmuştur. Ma‘nâyı daha da anlaşılır kılmak ve kuvvetlendirmek için iktibas
yapan Salâhî şerhlerin sonunda da hüsn-i hâtime ve telif tarihini de belirttiği beyitlerle şerhi
bitirmiştir.
B- Başka şâirlere ait: Türkçe, Arapça, Farsça manzum iktibaslar yapan Salâhî Arapça ve
farsça iktibasların bir kısmını da nazmen tercüme etmiştir. Genelde yaptığı Arapça ve Farsça
iktibasları manzum olarak tercüme eden Salâhî, “Kasīde-i hamriyye” şerhinde elliyi mütecâviz
rübâî iktibas ettiği Molla Câmî’nin bu rübâîlerini nazmen tercüme etmemiştir. İbnü’l-Arabî,

94
Mevlânâ, Molla Câmî, Muhammed el-Bûsirî, Hazret-i Ali manzum iktibaslar yaptığı
şâirlerdendir.
XVIII- Şerhlerde nakledilen arb-ı mesel, kelâm-ı Sûfiyye, kelâm-ı kibâr, mefhûm vb.
cümleler vardır ki, bunlar mânânın daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamaktadırlar:
“ ‫[ ” ﺍﻟﻌﻠﻢ ﺻﻴﺪ ﻭﺍﻟﻜﺘﺎﺑﺔ ﻗﻴﺪ‬İlim avlamak, kitâbet de onu bağlamaktır.] (Tez Metni, s. 124)

“‫[ ”ﻣﻦ ﱂ ﻳﺬﻕ ﱂ ﻳﻌﺮﻑ‬Tatmayan bilmez.] (Tez Metni, s. 117)

“ ‫ﺲ ﰱ ﺍﻟﺪﺍﺭ ﻏﲑﻩ ﺩﻳﺎﺭ‬


 ‫ﻴ‬‫[ ” ﹶﻟ‬Evin içindeki ev sahibinden başkası değildir.] (Tez Metni, s.

346)

‫[ ﺍﻟﻮﺍﺣﺪ ﻭﺍﻟﺒﺴﻴﻂ ﻻﻳﺪﺭﻛﻪ ﺍﻻ ﺍﻟﻮﺍﺣﺪ ﻭﺍﻟﺒﺴﻴﻂ‬Vâhid ve basîti ancak vâhid ve basît idrak eder.]

(Tez Metni, s. 199)

“‫[ ”ﳏﺎﺳﻦ ﻋﻠﻰ ﻏﲑ ﺍﻟﻘﻴﺎﺱ‬Güzellikler kıyas kabul etmez] (Tez Metni, s. 200)

“‫[ ”ﺍﻟﻀﺪﺍﻥ ﻻ ﳚﺘﻤﻌﺎﻥ ﰱ ﻣﻘﺎﻡ ﻭﺍﺣﺪ ﻭﺍﻥ ﻭﺍﺣﺪ‬İki zıt aynı anda ve aynı makamda toplanmaz]

(Tez Metni, s. 221)


“‫[ ”ﺍﻟﻨﺎﺩﺭ ﻛﺎﳌﻌﺪﻭﻡ‬Nâdir olan yok gibidir. ] (Tez Metni, s. 285)

“‫[ ”ﻛﻞ ﺷﺊ ﻳﺮﺟﻊ ﺍﱃ ﺍﺻﻠﻪ‬Her şey aslına rücû‘ eder.] (Tez Metni, s. 289)

“‫“[ ”ﻫﻮ ﺍﷲ ﺍﳌﻮﻓﻖ ﻭﺍﳌﺮﺷﺪ‬Allâh (Muvaffık) muvaffakiyet veren ve (Mürşid) irşâd

edendir.”] (Tez Metni, s. 131)


“‫[ ”ﺫﻧﺐ ﻻﻳﻘﺎﺱ ﻋﻠﻴﻪ ﺫﻧﺐ ﺍﺧﺮ‬Günah başka bir günahla kıyaslanmaz.] (Tez Metni, s. 411,

420)
“‫[ ”ﻛﻤﺎ ﻳﻘﺎﻝ ﻗﻠﺐ ﺍﻟﺶﺀ ﺧﻼﺻﺘﻪ ﻭﺯﺑﺪﺗﻪ‬Nitekim şöyle denir: Bir şeyin kalbi, onun hulâsası ve

özüdür.] (Tez Metni, s. 411)


“‫ﺭﺍﹶﻙ‬‫ﺭ ِﻙ ﹾﺍ ِﻻﺩ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﺰ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﻌ‬ ‫[ ” ﹶﺍﹾﻟ‬Akıl erdirmekten, anlamaktan âciz olmak asıl idraktir.] (Tez

Metni, s. 320)
XIX- Şerhlerde rastladığımız bir husus da; Konuları işlerken kaynaklara (bu kendi
eserleri olduġu gibi muhtelif eserler de olmaktadır) göndermeler yapmakta ve âlimlerin sözlerini
nakletmektir:
A- Salâhî muhtelif izâhâtda bulunduktan sonra;
“Tafsīli Miftâhu’l-vücûd nâm ris’âlemizde müstevfâ zikr olunmuştur…” (Tez Metni,
s. 266)

95
“Tafsili Mevâkı‘u’n-nücûm şerhimizde müteveffâ zikr olunmuşdur…” (Tez Metni, s.
268)
“Mirâtü’l-a’lâm” nâm ris’âlemizde müstevfâ zikr olunmuştur…” (Tez Metni, s. 370)
diyerek kendi eserlerine mürâcaat edilmesini istemiştir.
B- Salâhî başkalarına ait eserlere de göndermeler yapmıştır: Bazen eser zikretmeden bir
âlimin görüşünü oraya dercederken bazen de eser zikretmiştir: En fazla sözlerini naklettiği
İbnü’l-Arabî dışında, Hüseyin Meybedî, Câfer Tûsî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Cürcânî,
Sadreddin Konevî, Fergânî, ‘abdurrahman Câmî, Şeyh Hâce Ubeydullah, Dâvud Kayserî,
Kâdî Beyzâvî, Şeyh ‘abdulganî, Muhammed Pârsâ’nın eserlerinden nakiller yapmıştır.
Netice Salâhî yaptığı şerhlerde, Âyet ve hadislerden sonra en fazla mutasavvıfların görüşlerine
mürâcaât ettiği görülmektedir.
XX- Bir de okuyucudan gelmesi muhtemel soruları “Buna suâl vârid olur ki, Bunda dahî
bir i‘tirâz vâki‘ olursa” diye başlayan cümlelerle açıklamıştır:
“Bunda suâl vârid olur ki; kalb-i Âdem, mazhar-ı hakīkat-i muhammediyye olduġu
cihetden arşullâh olub ve külliyyât ve cüz‘iyyâtın bi’l-vâsıta müfîdi olmak iktiżā eder. Halbuki
arş ve kürsî vesâir eflâk ve ‘âlem-i ‘anâsır ve emlâkin vücûdu Âdem’in vücûdundan mukad-

demdir. Pes onlara ifâza ne vechile tasavvur olunur? Cevap verilir ki; “ ‫ﻝ‬‫ﻝ ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺭﻭﺣﻰ ﻭﺍﻭ‬‫ﺍﻭ‬

‫ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺍﻟﻘﻠﻢ ﻭﺍﻭﻝ ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺍﻟﻌﻘﻞ ﻓﻘﺎﻝ ﻟﻪ ﺍﻗﺒﻞ ﻓﺎﻗﺒﻞ ﰒ ﻗﺎﻝ ﻟﻪ ﺍﺩﺑﺮ ﻓﺎﺩﺑﺮ ﰒ ﻗﺎﻝ ﻭﻋﺰﺗﻰ ﻭﺟﻼﱃ ﻣﺎﺧﻠﻘﺖ ﺧﻠﻘﺎ ﺍﻛﺮﻡ‬

‫“[ ”ﻋﻠﻰ ﻣﻨﻚ ﺑﻚ ﺍﺧﺬ ﻭﺑﻚ ﺍﻋﻄﻰ ﻭﺑﻚ ﺍﺛﻴﺐ ﻭﺑﻚ ﺍﻋﺎﻗﺐ‬Allâh, ilk önce benim rûhumu yarattı ve ilk önce

kalemi yarattı ve ilk önce aklı yarattı. Ona gel, dedi, geldi. Sonra ona, git, dedi; gitti. Sonra
“izzetime ve celâlime yemîn olsun ki, bana senden daha kıymetli olan bir mahlûk yaratmadım.
Seninle alıp seninle vereyim, seninle sevap verip seninle cezalandırayım.” dedi.” (Ebû Dâvûd,
34/Sünnet, 16 (II, 637-38 h.no: 4700); Tirmizî, 33/Kader, 17 (IV, 398, h.no:2155), Aclûnî,
Keşfu’l-hafâ, I, 263, n. 823-824), Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 21] Kelâm-ı hakīkat-encâmı i‘tibârât-ı
müte‘addide ile hakīkat-i muhammediyyenin ta‘rîfi idi ki; erbâb-ı hakīkat ‘indinde müttefekun-
aleyhdir.” (Tez Metni, s. 333)
“Bunda bir suâl vârid olur ki, çünkü ‘aklı sâhil-i bahr-i bî-pâyân-ı hakīkatde hayrân
ve sergerdân ola. Cevâhir-i esrâr bahr-ı hakīkati beyân nice mütasevverdir. Hâlbuki erbâb-ı
hakīkatden niceleri esrâr-ı hakīkatden nice esrâr-ı ‘acîbe kâla götürmüşlerdir. Cevâb esrâr-ı
hakīkatin kāle kelimesinin sırr-ı hikmeti oldur ki, vatkâ ki, sâlik fenâ fillâh’da vücûd-ı
mevhûmundan fenâ olduysa rûh-ı kudsîden ‘ibâret olan vücûd-i mevhûb-i hakkânî ile serîr-i
hilâfetde şâbân olub ‘akl-ı evvel rûh-i kudsî-i sultānînin vezîri olmağla halvet-i hâss-ı hakīkat
ihtisāssına duhûle fırsat-yâb oldukça zāhire hurûcu mukteżā olan emr-i pâdişâhı her ne ise
evvel onda levh-i cevher akla müntakiş olur...” (Tez Metni, s. 285)

96
“Bunda dahî bir i‘tirâz vâki‘ olursa ki; kelâm-ı ehl-i hakīkati, kelâm-ı ehl-i hikmetle
şerh eylemek mukteżā-yı hakīkat midir? Halbuki hükemânın kelâmından kat‘-ı nazar
mütekellimînin kelâmına dahî erbâb-ı hakīkat ba‘żı mes’ele hakīkatinde muhâlefet eder. [145a]
Cevap verilir ki; mütekellimînin kelâmı delâil-i ‘akliyye ve nakliyyeye teşebbüs ve eserden
müessire nazar ve istidlâl ile tevhîd-i âsarda tevhîd-i ahadî-i lafzîyi ‘ilme’l-yakîn ile isbât için
kîl ü kâldir ki; gâyeti ‘akâyid-i ehl-i sünneti akâyid-i ehl-i bid‘ât ve dalâlden temyîz ü
muhâfazadır…” (Tez Metni, s. 335)
XXI- Ayrıca Salâhî şerh ettiği manzumeyi değişik açılardan da şerh etmektedir. Ebû
Saîd’in rubâisine yazdığı şerhte manzum tercüme yaptıktan sonra beş ayrı şekilde şerh etmiştir.
Bu tarz bir yaklaşım diğer şerhlerinde de mevcuttur:
“Bu beyt birkaç vecihle tevcîh kâbildir. Evvel, neheng-i nilgûn’dan murâd havâs-ı
hamseden hâsse-i şem murâd olunur. Ve tevcîh-i sânî neheng-i nîlgûn’den murâd hayâldir ve
etrafını mâhîler alması hiss-i müşterek ve müfekkire ve zâkire ve hâfıza etraf hayâlde olmadan
‘ibâretdir. Ve tevcîh-i sâlis neheng-i nîlgûn’dan murâd insân-ı kâmildir. Ve etrafında olan
mâhîlerden murâd merâtib-i erbaadır ki, lâhût, ceberût, melekût, nâsûtdur ki, insân-ı kâmil ile
mecmû‘una hazerât ta‘bîr olunur ki, beş deryâ ondan ‘ibârettir ki, Cenâb-ı Hallâk’ın kabza-i
kudret ve tasarrufundan bir katre âb mesâbesindedir, demek olur. Ve tevcîh-i râbi‘ neheng-i
nîlgûn’den murâd hakīkat-i Muhammediyyedir. Ve Nîlgûn olması mertebe-i ‘amâda olduġuna
işâretdir ki, lügatte ‘amâ sehâb-ı rakîk ma‘nâsınadır.” (Tez Metni, s. 438)
“Bu beyt-i muğlak nasâyıha ehakk birbirinden edakk ve elyak birkaç vech beyninde
mutlakdır. Vech-i evvel, Hurşîd lafzının murâd-ı fî olan ‘ayn lafzında tevriye-i müreşşaha
vardır ki, ma‘nâ-yı ba‘îdi olan çeşm murâd olunur ki, çeşme-i ‘ayndan murâd göz bî-kârıdır….
Ve vech-i sânisi hurşid yani şems-i rûhâniyet sıfatıdır. Kamer kalb sıfatı olduġu gibi bu
takdirce çeşme-i hurşidden murâd rûhun kalbde menba‘-ı feyżinden ‘ibâretdir…. Ve vech-i
sâlis oldur ki, hurşidden [52a] murâd şems-i hakīkatdir ve çeşme-i hurşidden murâd cevher-i
akldır. Zîrâ feyż ‘ulûm-i hakâyık-i ilâhiyye menba‘-ı akıldan sudûr etmedikçe ya‘nî levh-i akla
müntakış olmadıkça mevrid-i ilhâm-ı Rabbânî olan kalbe vârid olmaz….” (Tez Metni, s. 443)
XXII- Salâhî’nin, şerh ettiği şiirler arasında Şathiye ve şathiyeye yakın manzûmeler
dikkat çekmektedir.
“Tecellî şevk-ı dîdârın beni mest eyledi hayrân
Ene’l-hak sırrını cânım anınçün kılmadı pinhân” beytiyle başlayan Eşrefoğlu
Rûmî’nin şathiyesine şerh yazan Salâhî’nin şerh ettiği diğer manzûmeler içerisinde de
şathiyâne ifâdeler mevcuttur.

97
Şathiyye: Sarsılma, köpürme, kımıldama, hareket etme vs. mânâları ihtiva eden bu
kelime (ş.t.h.), zamanla “hezeliyât” ve buna bağlı olarak da “latife, şaka, eğlence, maskaralık
etme” gibi mânâlarda da kullanılmıştır.237
Tasavvuf penceresinden bakıldığında Şatahât türü ifadeler, vecd ve istiğrak hâlinin
etkisiyle, ilahî feyż ve güçlü tecelliler altında, kendinden geçip coşan sûfîlerin kendi
iradeleri dışında, mânâsını düşünmeden söyledikleri, içinde bir iddia bulunan ve dıştan
bakıldığında da akla ve şeriata muhalif gibi görünen sözlerdir.238 Kabul veya
reddedilemediği gibi, onu söyleyen de bundan dolayı muâheze edilemez. Çünkü şath, bir
arbede yahut kurbiyyet makāmında bulunan sûfînin Allah’a nazıdır.239 Cürcânî’ye göre,
vecd ve cezbe hâlinde söylenen, üzerinde benlik ve dâva kokusu bulunan bu sözler,
muhakkik sûfîlerin zellelerindendir. Çünkü bunlar, ilâhî bir izin olmaksızın ârifin dile
getirdiği iddialar olup ârif, bu durumu ancak, sahv hâline ulaştığı zaman idrak edebilir.240
Tasavvuf ehli arasında şathiyâtı; bidâyet hâli veya manevî yolculuktaki en yüksek
mertebenin tezahürleri olarak kabul edenlerin yanında yorumlayıp açıklama cihetine
gidenler de vardır. Vahdet-i vücûd düşüncesini sistemli hale getiren Muhyiddin İbnü’l-
Arabî, (ö.638/1240), şathiyeler konusunda özellikle “et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye” isimli
eserinde ayrıntılı açıklama yapar. Vecd halindeki sûfînin ağlayıp inlemesini, sayhalar
atmasını ve dilinden anlaşılması güç bazı ifadelerin sudûr etmesini insanın ve yaşadığı
vecd hâlinin tabiatına bağlı olarak izah etmeye çalışır.241
Manevî miracına paralel olarak bir takım mertebelerden geçen sûfî nihaî olarak
Allah’ın dışındaki bütün mahlûkattan, onları müşahede etmekten ve kendi şuurundan fani
olma hâlini yaşar. Bu makamda ilk olarak Hakk ona tecellî eder ve sûfî bu esnada
müşâhede ettiği şeylere tahammül gösteremez. Rü’yetin vermiş olduġu ateşle kendinden
geçer, şiddetli bir vecd hâliyle bağırmaya başlar. Kendisine tevdî edilen emâneti içinde
taşımaya, saklamaya, eritmeye güç yetiremez ve lisânı yaşadığı bu hâlden tercüman olur
ve Hakk’ın diliyle konuşmaya başlar.242
Sûfîler, bu ifadeleri, yaşadıkları derunî hâlin etkisi ve şiddetiyle kendi iradelerinin
dışında, icbârî olarak düşünmeden söylerler. Bu hal geçtikten sonra da herhangi bir nefsanî

237
Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, s. 778, 1508; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü, c. III, s. 310-311.
238
Pakalın, age, c. III, s. 310
239
Cemal Kurnaz - Mustafa Tatçı, Türk Edebiyatında Şathiyye, Akçağ Yay., Ankara 2001, s. 4.
240
Cürcânî, et-Ta‘rîfât, s. 130
241
Konuk, Ahmed Avni, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s. 420.
242
Ethem Cebecioğlu, “Şatahat İfadelerin Anlaşılmasına Doğru” s. 7-21

98
benlik davasında bulunmaktan Allah’a sığınırlar. Şathiyâne ifâdeler tasavvufî bütün
hakikatlerin özü ve mihveri, nihaî noktası konumunda değildir. Kısacası şathiyâne
ifadeler, tasavvufî tecrübenin husûsî birer ifade şekilleridir. Paradoksal yapıya sahip bu
ifâdelerin bazı aklî ve mantıkî tahlillerle izahında bir takım sıkıntılar olabilmektedir.243
Tasavvuf rumûzuna lâyıkıyla âşinâ olanlarca onların pek sarih bir mânâsı vardır.244

243
Ethem Cebecioğlu, age, s. 27, Uludağ, age, 445
244
Fuad Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 297

99
IV- ŞERHLERDE GEÇEN BAZI TASAVVUFÎ KAVRAMLAR
Şiir, şerh edilirken kullanılan ıstılâhlar, mevzûların açıklanmasında istinâd edilen
âyet-hadîsler ve yapılan iktibaslar şârihdeki hâkim düşünce ‘unsurlarını verme, dünyâ
görüşünü anlama ve özellikle tasavvufî bakış açısını yakalama noktasında bize yardım eden
hususlardır. Bu noktada şerhin ilerleme safhası şiirin muhtevâ ve temasıyla bağlantılıdır.
Belki şiiri yazan şâirin hiç aklına gelmeyen bazı mevzûlar onu şerh eden tarafından ortaya
konabilir. Hiç şüphesiz bu durum ona imkan veren şiirin yapısından da
kaynaklanabilmektedir. Nitekim Salâhî tarafından Âşık Ömer’in şiirine yapılan şerh
hakkında S. Nüzhet: “Âşık Ömer’in şiirini şerh ederken Salâhî’nin yaptığı tevcih ve te’viller
pek zorakidir. Âşık Ömer, şerhte gördüğümüz fikirlerin ekserisini hiç şüphe yok ki, aklına
bile getirmemiştir.”245 demektedir. Netice, bir metnin daha iyi anlaşılması noktasında yapılan
şerh çalışmaları hakkında temelde bazı anlayış farklılıkları olduġu zaten ma‘lûm olan bir
husustur.
Çalışmamıza dâhil ettiğimiz şerh çalışmalarının tamamına yakınında görülen husus
Salâhî’nin müntesibi olduġu düşünce mektebinin izleridir. Şerhlerin tamamında görülen bazı
tasavvufî ıstılâhları şöyle sıralayabiliriz; “Vücûd”, “Hakīkat-i Muhammediyye”, “Rûh-i
Muhammedî”, “‘aşk”, “Muhabbet”, “Kenz-i mahfî”, “Halvet”, “Fenâ”, “Bekā”, “Ġayb”,
“Riyâzet”, “Lâ ta‘ayyün”, “Ta‘ayyün-i Evvel”, “Ene’l-hak”, “İlm-i ledünnî”, “‘âlem-i nâsût”,
“‘âlem-i Ceberût”, “Sülûk”, “Rıżā”, “Tezkiye”, “Tasfiye”, “İnsân-ı kâmil”, “‘Adem”,
“Mürşid-i kâmil”, “Ma‘rifetullâh”, “Müşâhede”, “‘âlem-i melekût”, “‘âlem-i nâsût”, “Fark”,
“Cem‘”, “Heybet”, “Mertebe-i Vâhidiyyet”, “İlme’l-yakîn”, “Hakka’l-yakîn”, “Mücâhedât”,
“Fenâfillâh”, “Seyr u sülûk”, “Halvet”, “Mi‘râc-ı rûhânî”, “A‘yân-ı sâbite”, “Cem‘u’l-
cem‘”, “Tecellî”

A- VÜCÛD, MERÂTİB-İ VÜCÛD VE HAKĪKAT-İ MUHAMMEDİYYE

245
Bak; Ergün, age, s. 78

100
Mutasavvıfların, âyet ve hadîsleri yorumlamalarından, kendi mânevî tecrübe ve
bilgilerinden hareketle ortaya koydukları varlık (vücud) bilgisi tasavvuf düşüncesinde insanın
kendisini idrak etme ve tanıma bilgisidir. ‘âlem’i yaratan, her şeye var oluşunda istihkakını
veren, peygamberler gönderen, isim ve sıfatları zāhir olup bu zuhûru insân-ı kamilde kemâle
eren en Yüce Varlık’ın tenezzülü söz konusu olan tek Vücûd’un mertebelerini mutasavvıflar
daha iyi anlamak ve anlatabilmek için çeşitli tasnifler altında incelenmektedir.246 Tasavvuf
düşüncesinde mühim bir yeri olan bu hususlar kâmil manâda İbnü’l-Arabî tarafından ortaya
konmuştur. Yaşadığı devirde İbnü’l-Arabî ekolünün temsilcilerinden biri olarak kabul
edebileceğimiz ‘Abdullah Salâhaddin Uşşâkî, incelediğimiz şiir şerhlerinde bu mânâda en
fazla İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini serdetmekte ve şiir şerhlerinin tamamına yakınında bu
konulara değinmektedir.
Vahdet-i vücûd gibi pek temel tasavvufî mes’elelerin daha iyi anlaşılması için bu
mertebelerin bilinmesine ihtiyaç vardır. Vahdet-i vücûd görüşünü savunan mutasavvıflar
Allâh-’âlem münâsebetini îzâha çalışırken, mükevvenâtın nasıl yaratıldığına dâir kendi
anlayışlarına uygun bir târif getirmişlerdir. Buna göre zât-ı ahadiyyet, kendi cemâlini, sıfat,
isim ve fiillerini görmeyi murâd ediyordu. Fiil sıfatına bürünerek bâtından zāhire, gaybdan
şehâdete, vahdetten kesrete tecellî etti.
“Pes Zât-ı Hak zâtıyla zâtına tecellî eyledikde zâtından cemî‘-i sıfâtını müşâhede
eyledi. Pes irâde-i ezeliyyesi şol vechile ta‘allük eyledi ki, sıfâtını bir hakīkatde ya‘nî bir mazhar-ı
tâmda müşâhede eyleye. Pes Hakīkat-i Muhammediyyeyi Hażret-i ilmiyyede îcâd eyledi. Ve
hakâyık ‘âlemin küllîsini ânın vücûdu sebebiyle vücûd-i icmâli ile mevcûd oldu. Ondan sonra
hakāyık-ı Hakīkat-ı Muhammediyyede vücûd-i tafsīli-i ilmî ile icâd eyledi ve ‘ayân-ı sâbite oldu.”
(Tez Metni, s. 146)

Böylece kendi cemâlini bir aynada seyreder gibi farklı sûretlerde sıfat, isim ve
fiillerini müşâhede etti. Buradaki tecellî edip açığa çıkma keyfiyeti başka bir varlığın yardımı
ve desteği ile değildir. İsteyen de, tecellî edip açığa çıkan da, sonunda müşahede eden de yine
kendisidir. Bu bir ihtiyacın veya zorunluluğun netîcesi de değildir. Zîrâ her şey kendisine ait
olup, mülkünde tek hâkim yine kendisidir. Zîrâ Yüce Allâh’ın iki tecellîsi vardır:
“Pes vâsıta-i mir‘ât-ı zât ve râbıta-i âyîne-i esmâ vü sıfât-ı zât bî-çûn u bî-hemtânın iki
tecellîsi vârdır. Birine tecellî-i ilm-i ġaybî derler ki, Hażret-i ilm-i zâtîde suver-i a‘yân-ı sâbite ve
kâbiliyyât ve isti‘dâdâtıyla vücûd-i Hak Celle ve Alâ kendiye zuhûrundan ‘ibârettir. Bu tecellîde
a‘yân-ı sâbite vücûd-i aynî ile muttasıf değillerdir. Ve ilm u ma‘rifet ve ‘aşk u muhabbet emsâli
kemâlâtları kendi hakīkatlerinde pinhân ve nâ-peydâdır.” “İkinci tecellîye tecellî-i vücûd-i şehâdî

246
İsmâil Fennî Ertuğrul, Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddîn-i Arabî, (haz. Mustafa Kara), 45-46

101
derler. Rûhen ve misâlen ve hissen a‘yânın isti‘dâd u kābiliyetleri hasebiyle Cenâb-ı Hakk’ın
vücûdunun zuhûrundan ‘ibâretdir. Ve bu ikinci tecellî tecellî-i evvel üzerine müterettibdir. Her
kemâlât ki, tecellî-i evvelde â‘yânın isti‘dâdât ve kābiliyetlerinde münderic idi. (Tez Metni, s. 164)
Vücûd mertebeleri konusunda en temel düşünce, vücûdun birliği, fakat
mertebelerinin çokluğudur. Yalnız bir Vücûd vardır, o da Hakk’ın vücûdudur. Vücûd’un her
mertebesinde zâhir, bâtın ve sârî olan Hakk’ın vücûdudur. Bu Vücûd bütün mevcudların
hakīkati ve bâtınıdır. Bütün kâinat, hatta bir zerre bile bu “vücûd”dan hâriç değildir.
I- VÜCÛD
“Vücûd” kelimesi, lügatlerde; “varlık, var olma” ve bunun yanında “beden” ve
“cisim” gibi mânâlarla ifade edilmektedir.247 İnsanî tecrübe açısından vücûd, “bulmak”
mânâsına gelirken ilâhî tezâhür açısından bakıldığında “olmak” anlamındadır.248
“Vücûd”a, “vecd” kavramıyla birlikte değerlendirip mânâ verilmiştir. Bu durumda
“vücûd”, “varlık” anlamıyla birlikte en yüksek ve mükemmel seviyede bir vecd ile sağlanan
kalbî bir “buluş” hâlidir.249 Bu buluş, Hakk’ı vecdde bulmaktır ve sâlikin benlikten eser
kalmayıncaya kadar beşeriyyetinden tam olarak fânî olunca, hakîkat sultânının tecellîsine
yâni tasavvufî mânâda Hakk’ı bulup, O’na ermeye mazhar olmasıdır.250 Salâhî hakîkat-i
tevhîdi izah ederken;
“Her kim ki; O’nu tevhîd eyledi kendi vücûdunu câhiddir. Nitekim bir hânede iki kimse

olsa ve biri ol birine “ ‫[ ” ﻟﻴﺲ ﰱ ﺍﻟﺪﺍﺭ ﺭﻏﲑﻙ ﺩﻳﺎﺭ‬Evde senden başka kimse yok.] dese kendi vücûdunu

inkâr etmiş olur. A‘nî sâlikin kendi vücûd-i mevhûmu fânî olmadan Hakk’ı tevhîd ettiği vakitde
kendinde vücûdunu câhid olmuş olur.” (Tez Metni, s. 346)

Büyük mutasavvıf Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bu mânâda şunları söyler:


“Gönlümün içi de, dışı da O’dur. Bedenim de, can da, damar da, kan da O’dur. Böyle
bir yere küfürle îmân nasıl sığar? Varlığım vasıfsız hale geldi. Bütün varlığım O oldu. O’nsuz
‘âlemi, hakikati gören akıl almıyor. Can gözü ile görülen dünya hep O’ndan ‘ibârettir. ‘âlem
O’nda değil, O’dur, O’nun tâ kendisidir. Nereye başımı koysam, secde edilen O’dur. Altı
tarafta ve altı tarafın dışında mâbud ancak O’dur. Bağ, gül, bülbül, semâ ve sevgili hep birer
bahane, bunların hepsinden maksat O’dur.”251

247
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, s.1152
248
Hüseyin Kurt, “Mehmet Elif Efendi'nin, el-Kelimetü'l-mücmele fi şerhi't-tuhfeti'l-mürsele, adlı eserine
göre Vahdet-i Vücûd Anlayışı” s. 328
249
Cürcânî, Ta’rifât, 244
250
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.320
251
Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, VI, 2973

102
Bu telakkî doğrultusunda gerçek varlık, Hakk’ın varlığıdır ve insanın kendisinde bir
varlık vehmetmesi kibirdir. Gerçek, sırf, hâlis ve mutlak varlık, yalnız Allâh’a mahsūstur.252
Vahdet-i vücud’u benimseyen âlimler ‘âlemin Allâh’dan ayrılamayacağını kabul
ederler. «Allâh’dan başka birşey yoktur ve olamaz, varlık Allâh’dan ‘ibârettir.» derler.253
Allâh’ın varlığını ta‘ayyünâtın arkasına gizlenen realite ile birleştirdiler. Onlara göre ‘âlemin
kendisi Allâh’dan başka birşey değildir. Biz yalnız ta‘ayyünâtı görüyoruz. Onun arkasında
gizlenen Allâh’ı farketmiyoruz. Vücûd bir, lâkin elbiseler (zahir olanlar, yani mahlûkat)
muhtelif ve müteaddiddir. Bu vücûd bütün varlıkların hakîkati ve bâtınıdır (aslı, özüdür).
Bütün Kâinat, hatta zerre bile bu vücûddan boş (hâlî) değildir. Nasıl bir cismin gölgesinin,
gölgesi olduġu cismin varlığından ayrı bir varlığı yoksa, varlıkların da Hakk’ın vücudundan
başka bir vücudu yoktur.254
“Zîrâ hakīkatde Vücûd Vâcib’indir. Ya‘nî varlık Hakk’ındır ki, mümkinât ü vücûd
Vâcib’in vücûdundan bir pertev ya‘nî şems vücûddan bir zerre mesâbesindedir.
Beyt:
Zerrenin var mı vücûdu şemse nisbetle hemân?
Küllü mevcûdun varlığı bundan Salâhî anla var
Pes cemî‘-i mevcûdât vâcibü’l-vücûdun kayyûmiyyetiyle kâim ve ‘avâlim-i külliyye ve
cüz’iyyede mevcûd olan ve vücûdât-ı mevhûme vücûd-ı Hakk’ın eseri olup Hak’dan gayrı bu şeyin
mustakillen vücûdu olmamakla kalb-i kâmilde “lâ mevcûd illâ hu” ma‘nâsı sâbit olur.” (Tez
Metni, s. 418-419)
Hakikî vücûd kadîmdir ve bir başlangıcı yoktur. Beşerî hiçbir söz ve ifâde onu
lâyıkıyla târif edemez. Bu itibarla halk için O’nu kâmil mânâda idrak edebilmek imkansızdır.
O’nun künhünü hâdis (sonradan olan) ve kadîm ilim kuşatamaz. Çünkü akıl sınırlı
olduġundan, idrâki de sınırlıdır. Sınırlının, sınırsızı ihâtâsı ise mümkün değildir. Bu sebeple
Mutlak Vücûd’a dâir ezel ve ebed anlayışları da aklın alabildiğinin ötesindedir. Beşerî idrâk
ise herşeye bir başlangıç vehmetme temâyülündedir.
‘Âlemde var olan şeylerin görünüşleri değil de bunların yokluk karşısındaki durumları
Yunan’dan itibaren felsefenin konusu olmuştur. Her şeyin arkasındaki Mutlak olan bir varlık
aranmıştır. Bugüne kadar yokluğun karşıtı olan Mutlak Varlığın yapısı hakkında çok şey
söylenmiştir. Yalnız Rıza Tevfik’in şu beyti hep hakikat olarak kalmıştır.255
“Yokluk ukule rehzen, varlık nedir bilinmez,

252
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 524-525
253
F. Kam, M. A. Aynî, İbn-i Arabi’de Varlık Düşüncesi, 77
254
M. Erol Kılıç, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri, 216-217
255
Nurettin Topçu, Mevlânâ ve Tasavvuf, 44

103
Bir şüphe var ki Rûşen, bilmekle hiç silinmez.”
Mutasavvıflar, “vücud”a filozoflardan tamamen farklı bir anlam yüklemişlerdir. Hak
Sübhânehû ve Tealâ Vücûd-ı Mutlak’tır.
“Zîrâ Zât’dan evveliyyeti nefy eylemek vâcib ve lâ-büddür. Pes Zât-ı Bârî’yi ezeliyyet
ile in‘ât eylediğimiz vakitde a‘yânımızın vücûdundan lâ-büddür. Ve kıdem dahî bizim hudûsümüz
mukâbilesindedir. Zîrâ zât-ı Bârî bir Vücûd-ı Mutlak’dır ki; evveli ve âhiri yoktur. Hakīkat üzre
Hû’dur. Ezel ile nu‘utu dahî kezâlikdir. Ya‘nî hakkımızda olan zaman ecelindendir. Ve imtidâd-ı
tevehhümümüz “‫ﺊ‬
‫ﻴ ﹲ‬‫ﺷ‬ ‫ﻌﻪ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻳ ﹸﻜ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻭﹶﻟ‬ ‫“[ ”ﻛﹶﺎ ﹶﻥ ﺍﻟﱠﻠﻪ‬Onunla beraber hiç bir şey yokken Allâh var idi” (Aclûnî,

Keşfü’l-Hafâ, II, 130. n.2011)] mertebesinde fıkdân-ı a‘yânımız sebebiyledir.” (Tez Metni, s. 338)

Bu vücûdun şekil ve haddi yoktur. (Yani bir şeyle hudutlanmış ve mahsur değildir.)
Bununla beraber o şekil ve had ile açık (zahir) ve her şeyde tecellî etmiştir. Ve lâkin şekilsiz
ve hadsiz olması haysiyeti ile tağayyür (başkalaşma) etmemiştir. Şimdi de ezelde olduġu gi-
bidir.256
Vucûd var olmak, varlık fikri anlamına geldiği gibi, mevcûd yâni var olan anlamına da
gelir. Bu durumda Allâh ile mâsivânın varlığını ayırmak maksadıyla Allâh için “Mevcûd-i
Hakîkî”, diğer varlıklara sadece mevcud veya mevcûdat tâbir olunur.
Vücûd’dan maksat, vücûdu kendi zâtı ile ve diğer varlıklar da onunla kâim ve ondan
başkasının hariçte vücûdunun bulunmadığı vücûd-i hakikîdir. Bu vücûd, künhü ve hakikati
itibariyle hiç kimseye münkeşif olamaz. Onu ne akıl ne vehim ne de havas (beş duyu) idrak
etmez. O kıyasa dahi gelmez. Çünkü bunların hepsi muhdesattır (sonradan yaratılmışlardır).
Muhdesin şânı ancak muhdesi (yâni kendi gibi sonradan yaratılan şeyi) bütünü ile idrak
etmektir. Cenâb-ı Allâh’ın zat ve sıfatı hudûsdan (sonradan yaratılmışlık) münezzeh ve
müteâldir (yücedir). O’nu bu yüzden bilmeyi isteyip, bu hususta çalışan kimse vaktini zayi‘
etmiş olur.
Bu çerçevede ortaya çıkan “Vücûd-i Küllî”, “Vahdet-i Vücûd”, “Vücûd-i Hakîkî”
mefhumları hep Hakk’ın mutlak varlığına işâret eder.
Vücud, vücud sahibi olan mevcuddan ‘ibârettir. Vücûd’dan murâd, varlığı kendi
zâtıyla kâim olan mevcuttur. O’ndan gayrı bütün varlıklar, Hakk’ın mutlak varlığının tecellîsi
ile hâsıl olan “mukayyed varlık”lardır. O tecellî olmadığı veya kesildiği anda o varlıkların var
olabilme veya varlıklarını sürdürebilmeleri muhaldir.

256
İsmail Fennî Ertuğrul, Materyalizmin İflası ve İslam, 211-220

104
Allâh Teâlâ’yı zâtının mâhiyetiyle bilip idrâk etmek mümkün değildir. O’nu ancak
mahlûkatta görünen sıfatlarıyla nasip ve istîdâdımız nispetinde anlayabiliriz. Şu hâlde mevcut
olan bütün varlıklar, tasavvuf ehline göre hakikat, ya‘nî vücûd itibariyle Hakk’ın aynı,
ta‘ayyün itibariyle gayridir. Cenâb-ı Hakk’ın zâtı vâcibu’l-vücûddur. Sıfatları ise
mümkinü’l-vücûd/sıfatlar ‘âlemidir. “Mümkin”ler ‘âlemi, hissî mevcûdlar ‘âlemidir.
Mümkinât ‘âlemi, ‘âlemde mevcûd olan muşahhas ve ferdî şeyleri karşılar. Hakîkatleri ve
dayanakları da a‘yân-ı sâbite sûretleridir. Ete kemiğe bürünen/sıfatlarda kendini gösteren
yaratılmışların tek başına varlığını kabul etmek şirk ‘âlemetidir. Çünkü ona göre eşyânın
tek başına varlığı yoktur. Hakk’ın zâtı olmasa sıfatları ve tecelîsi de olmayacaktır. Hakk’ın
Zâtı, varlığını gerekli kılıp tek başına vücûdu olsaydı vücûda ihtiyacı kalmaz, kendi
zâtında gerekli olurdu. Nitekim, ete kemiğe bürünen varlık, mutlak varlıktan beslenmiş
ancak yaratılma, zuhûra gelme ve bağlılık yönleriyle mutlak varlıktan ayrılmıştır. Bu
hâliyle zâtın aynı değildir. Salâhî, Nasûhî’nin şiirine yaptığı şerhte bu mânâda şunları
söyler:
“Hakīkatde mümkinin müstakillen vücûdu yoktur. Zîrâ mümkin vâcib ile mümteni‘
beyninde bir ma‘nâdan ‘ibâretdir ki, zâtı vücûdunu ve ‘ademini mukteżā değil, eğer zâtı
vücûdunu mukteżā olup müstakillen vücûdu olaydı mevcûda ihtiyâcı kalmayıp zâtında
vâcib olurdu. Bu hod ma‘lûmdur ki, mümkin vâcibü’z-zât değil vâcib bi’l-gayrdır. Velhâsıl
mümkine müstakillen vücûd isbât iden müşrik olur. Ve bu bir ‘Aceb sırr-ı garîbdir ki, her
kim ol vücûd mefrûz u mukadder mümkini inkâr etse mülhid olur. Zîrâ vücûd vâcib-i
mutlakdan mufâz olan vücûd-ı mefrûz u mukadder mümkin, derece-i imkânda mevcûddur
ki, hudûs u ta‘ayyün ve takayyüdü cihetiyle gayriyet kesb eylemişdir ki, teklif ol gayriyet
i‘tibârına terettüb eder.” (Tez Metni, s. 152)
“Vücûd” kavramından hareketle ortaya çıkan kavramların ekseriyetle mutlak ve
mukayyed vücûd ana fikri etrâfında toplandığı görülür. Vücûd-ı mutlak, var olabilmek ve
varlığını sürdürebilmek için hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan mutlak varlık mânâsına gelir.
Mukayyed vücûd varlığı ancak mutlak vücûd ile kâim olan vücûddur. Buna vücûd-ı zıllî
(gölge varlık), vücûd-ı mufâz (feyze mazhar olmuş varlık) da tâbir olunmaktadır.257
“Zāhiriyye-i Hakk-ı mutlak sūret-i kevn izasında ıtlak olunur. Ve gâhîce zıll-ı
sūret-i hażret-i ilâhiyeden ‘ibâret olan tafsīl sūret-i insâniye-i hakîkıyye murâd olunur ki, âna
vücûd-ı izafî ve zāhirü’l-vücûd dahî tesmiye olunur. Ve zuhûr ile halk ile Hakk’a ve butûn
ile Hakk bilâ Hakk’a işâretdir. Bâtın olsa halk olur. Hakk zāhir olsa Hak olur halk. Ya‘nî
halkın zuhûru butûn indinde Hakk’la bile vucûdu yoktur demek olur. Velhâsıl tafsīl

257
Cebecioğlu, age, 761

105
olunduğu üzere zāhir ü mazhar ve zuhûru [164a] fehm eden ârif-i bi’llâh kelâmını anlar.
Zikr-i sebkat eylediği üzere, “Yokluğu bulan Nasūhī ârif ü dânâ olur.” Ya‘nî mümkinin
adem-i aslîsi makāmını tahakkuk ile fânî fi’llâh olan ‘ârif-i bi’llâh ve vücûd-ı mevhûbî-i
hakkânî ile bâkī bi’llâh olan dânâ ve âgâh olur.” (Tez Metni, s. 157-158)

Allâh Teâlâ bütün varlıkları, hem ilmiyle ve hem de vücuduyla kuşatmıştır. Bu itibarla
mevcudâttan hiçbirinin kendi başına bir varlığından söz edilemez. Zîrâ O’nun vücûdundan
başka bir vücûdun kendi başına var olabileceğini düşünmek, O’nun vücûduna bir sınır tâyin
etmek anlamına gelir ki bu da Allâh Teâlâ’nın mutlak ve sonsuz vücûd sāhibi olduġu ilkesiyle
tezad teşkîl eder. Zîrâ onun hâricinde, yâni O’nun vücudunun kuşatmamış olduġu herhangi
bir müstakil varlık yoktur.

Allâh, mutlak varlık durumundaki nûru zulmet üzerine akıtmak suretiyle ‘âlemi
yaratmıştır. Ona göre, zatı itibariyle yokluk karakterine sahip bulunan ‘âlem, Allâh’ın
iradesiyle varlık kazanmıştır. İbnü’l-Arabî ‘âlemi, varlığı Allâh’ın yaratmasına bağlı olduġu
için kendine nisbetle yok, Allâh’ın ilminde mevcut olmasına nisbetle ise var kabul eder ve
yaratılmadan önceki haline âyân-ı sabite adını verir.258 Bu meyânda Salâhî İbnü’l-Arabî’den
nakille:
“Eşyânın ilmî ve dış ‘âlemde hâricî olmak üzere iki varlığı vardır. Allâh’ın ilminde olan
varlık, Allâh’ın ilminde sâbit olan varlıktır. Âyân-ı sabite olarak isimlendirilen şeylerdir. Onlar
Allâh Teâlâ’nın kadîm, ezelî olan ilminde sabittir. Hâricî varlık ise sonradan yaratılmıştır. Allâh
Teâlâ’nın gizli olması ezelde sâdır olan âyâna göredir. Çünkü âyân-ı sâbite Allâh Teâlâ ile berâber
olan varlığındandır, sonradan olmamıştır. Mahlûk değildir. Fakat âyân-ı sâbitenin Allâh hakkında
bilgisi yoktur. Bu âyân-ı sâbiteye nisbetle Allâh gizlidir. Allâh Teâlâ âyân-ı sâbitenin kendisini
tanımasını isteyince işte bu âyân-ı sâbiteyi Allâh’ı tanıması için vücûd-i ilmî’den vücûd-i hâricîye
çıkardı. Allâh Teâlâ ancak hâricî vücut ile tanınır.” (Tez Metni, s. 238)
“Mısra‘-ı evvel tetâbu‘-i iżāfet ve tenâfür-i ma‘ânî‘-i kelimât ve ednâ mülâbese-i
ba‘îde ile isti‘ârât kabîlindendir. Pes bunda ma‘nâdan murâd a‘yân-ı sâbitedir. İlmullâh’da sâbit
olan hakâyıkdan ‘ibâretdir ki, hükemâ ona mâhiyyât ve mütekellimîn hakâyık-ı eşya ve
ma‘dûm u mevcûd derler. Ve ehlullâh a‘yân-ı sâbite derler ki, ol hażrete ‘âlem-i ma‘ânî ve
letāfetden kinâyetdir.” (Tez Metni, s. 447)
“Pes ıstılâh-ı kavimde gıdâ-yı vücûd ‘ayân-ı sâbitedir. Zîrâ âsâr-ı vücûd ‘ayân-ı sâbite
ile müte‘ayyen olur ve ‘ayân-ı sâbite âsâr-ı esmâ-i ilâhiyyeyi izhâr edip bi’l-fiil ahkâm-ı esmâyı
ibkâ eyler. Zîrâ esmânın devam ve bekāsına sebeb mezāhir-i kevniyyedir.” ( Tez Metni, s. 137)
Neticede; Allâh Teâlâ kendi zâtıyla kâim (var olmak için başkasına muhtaç olmayan)
kadîm, vâcib, değişme-parçalanma ve eksilmeden münezzeh, bâkî ve tektir. Vücûdu yâni

258
İbnü’l-Arabî, el-Futhatü’l-Mekkiyye, I. 212, II. 24, 138, IV. 79,170

106
varlığı O’nunla kâim olan eşyâ ise kendi zâtıyla ma‘dum (ademe yâni yokluğa mahkûm),
hâdis (sonradan olma) mümkün, değişen, parçalanıp eksilebilen, fânî, çeşitli ve çoktur.
Eşyâya nisbet edilen bu vücûd, gerçek vücûd olmayıp, O’nun esmâ ve sıfâtının tecellîlerinin
çeşitli sûretlerdeki görüntüsünden ‘ibârettir. Kadîm ve ebedî olan, ayrıca varlığı ve ilmi bütün
herşeyi kuşatmış olan vücûdun dışında var olarak onu tahdîd edebilecek, onun kapsamı
dışında kalabilecek hiçbir şeyin kendi kendisiyle kâim bir varlığından söz edilemez. Aynı
zamanda her şeyi kuşatmış olan O’nu idrak de mümkün değildir. Salâhî, künh-i zâtı idrâk
acziyetini ifade ettikten sonra erbâb-ı kulûbün menzil-i âhirinin hayret olduġunu beyan buyurur:
“Künh-i zâta idrâk muhal olduġundan mütehayyir olduk. Nitekim Hażret-i Şeyh-i Ekber,
Fütûhât’da buyurur: “‫ﻪ‬‫ﻘِﻴ ﹶﻘﺘ‬‫ ﻭﺣ‬‫ﻪ‬‫ﺘ‬‫ ِﻮﻳ‬‫ﻭﻫ‬ ‫ﻬﺪ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﻮ ﹶﻻﻳ‬ ‫ﻴﺚﹸ ﹾﺍ ﹶﳍ‬‫ﺣ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻖ ِﻣ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﺪﹰﺍ ﻓﹶﺎﹾﻟ‬‫ﻮﹶﺍ ﹶﺍﺑ‬‫ ﺍﹾﻟﻬ‬‫ﻬﺮ‬ ‫ﻳ ﹾﻈ‬‫ﺍ ﹶﻓﻠﹶﺎ‬‫ﻬﻮ‬ ‫ﺐ ﹶﻓﻠﹶﻬﹶﺎ ﺍﹾﻟ‬
 ‫ﻴ‬‫ﺭ ﹶﻏ‬ ‫ﺮﹶﺍ‬‫” ﹶﺍﹾﻟﹶﺎﺳ‬

Ya‘nî esrâr, ġaybdır. Ve hüviyyet esrâr içindir ki; ebeden zuhûr ve şuhûdu mümkün değildir. Pes
Hakk’ı ve hüviyyeti ya‘nî hakīkati haysiyyetinden müşâhede ve ru’yet mutasavver değildir. “ ‫ﺰ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﻌ‬ ‫ﹶﺍﹾﻟ‬

‫ﺭﺍﹶﻙ‬‫ﺭ ِﻙ ﹾﺍ ِﻻﺩ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻋ‬ ” [Akıl erdirmekten, anlamaktan âciz olmak asıl idraktir.] mukteżāsınca künh-i zâtı

idrâk ancak zât-ı pâke [135a] muhtass idi ki; meczûm-i ‘akl-ı derrâkdir. Ya‘nî casûs-i hayâl nâm-
dâr-ı havâlî-i sırr-ı hadd-i zâta ermek muhal-ender-muhal ve talîa‘-i efkâr-ı sebûk-bâr, dâire-i künh-
i zâta girmek ba‘îdü’l-ihtimâldir. “‫ﲑ‬
 ‫ﺒ‬‫ﻒ ﺍﹾﻟﺨ‬
 ‫ﻮ ﺍﻟﻠﱠﻄﻴ‬ ‫ﻭﻫ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﺎ‬‫ﺑﺼ‬‫ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺪ ِﺭﻙ‬ ‫ﻮ ﻳ‬ ‫ﻭﻫ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﺎ‬‫ﺑﺼ‬‫ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺪ ِﺭﻛﹸﻪ‬ ‫“[ ”ﻟﹶﺎ ﺗ‬Gözler O’nu

görmez, halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” (el-
En’âm, 6/103)] bu fehvâ-yı letāfet-ihtivâyı iş‘âr edip “ ‫ﺕ ﺍﻟﻠﱠ ِﻪ‬
ِ ‫ﰱ ﺫﹶﺍ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺘ ﹶﻔﻜﱠﺮﻭ‬‫ﺗ‬ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬ ‫ﰱ ﹶﺍ ﹶﻻ ِﺀ ﺍﻟﻠﱠ ِﻪ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺗ ﹶﻔﻜﱠﺮﻭ‬”

[“Allâh’ın nimetlerini düşünün, zâtını düşünmeyin.” (Suyûtî, Cami’u’s-Sağîr, l, 114; Aclûnî, Keşfu’l-
Hafâ, l, 311, 1005)] mefhûmunca:
Bahr-i efkâra düşüp çekme emek
Nükte-i çûn ü çırâdan el çek
Künh-i zâtına erişmez evhâm
Mütehayyir burada hâsıla ‘âm” (Tez Metni, s. 320)
“Zât-ı Bârî bir vücûd-ı mutlakdır ki; evveli ve âhiri yoktur. Hakīkat üzre Hû’dur. Ezel ile
nu‘utu dahî kezâlikdir. Ya‘nî hakkımızda olan zaman ecelindendir. Ve imtidâd-ı tevehhümümüz
“‫ﺊ‬
‫ﻴ ﹲ‬‫ﺷ‬ ‫ﻌﻪ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻳ ﹸﻜ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻭﹶﻟ‬ ‫“[ ”ﻛﹶﺎ ﹶﻥ ﺍﻟﱠﻠﻪ‬Onunla beraber hiç bir şey yokken Allâh var idi” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ,

II, 130. n.2011)] mertebesinde fıkdân-ı a‘yânımız sebebiyledir.” (Tez Metni, s. 339)

Bütün mertebelerde zuhûr eden, Hakk’ın bir olan vücûdudur. Mevcud varlıkların
“hakîkat” ve “bâtın”ı bu vücûddur. Varlık sahasına çıkmış her mevcudda, hatta bir zerrede

107
bile bu vücûd sârîdir. Bütün mevcûdat bir olan mutlak vücûdun mertebe mertebe tenezzülü
neticesinde zuhûra gelmiştir.259
Salâhî bu ma‘nâyı mübeyyin bir şiirinde şöyle ifâde eder:

Mesnevî:
Ol Cenâb-ı Pâdişâh-ı lem-yezel Tâcdâr-ı taht-ı iklîm-i ezel
Zât-ı Ferdiyyet ile mevcûd iken Ya‘nî reng-i mâsivâ nâbûd iken
Bahr-ı vahdet ‘aşkla mevc urmadan Bu zemîn u âsumânı kurmadan
Kenz-i mahfî idi devât-ı ilm-i zât Reşhâ-bâr olmazdı aklâm-ı sıfât
İlm-i zâtın feyżi kıldı iktiżā K’ola envâr-ı sıfâtı rû-nümâ
Zâtına kıldı tecellî çünkü zât Cûşa geldi bahr-ı esmâ vü sıfât
İktizâ etti murâd-ı zü’l-minen Kim sıfatı seyr ide âyîneden
Oldu mevcûd ‘ayn-ı Fahr-i Kâinât Eyledi ol zât-ı Hak mirât-ı zât
Pertev endâz oldu esmâ-i Hüdâ Cümle â‘yân oldu Anda rû-nümâ (Tez
Metni, s. 164-165)
II- MERÂTİB-İ VÜCÛD
Vücûd mertebelerini mutasavvıflar değişik şekillerde tasnif etmiştir. Ancak genel
olarak dört, beş, altı veya yedi mertebe olarak anlatıldığını görürüz.260 Bunlar içinde ilk
olarak yedili tasnifi derli toplu ortaya çıkaran mutasavvıf, “et-Tuhfetu’l-Mürsele” müellifi
Fazlullah el-Hindî (v.1029/1619) olduġu zannedilmektedir.261 ‘abdülkerîm Cîlî ise
“Merâtibü’l-Vücûd” adlı risâlesinde kırk mertebe vermiştir.
Dörtlü tasnife göre vücûd mertebleri: 1- Lâhût: Zât. 2- Ceberût: Sıfatlar ve ilâhî
isimler. 3- Melekût: Ruhlar ve misâl ‘âlemleri. 4- Nâsût ve şehâdet ‘âlemleri.
Bir başka tasnif de şöyledir: 1- Mutlak gayb hazreti: A‘yân-ı sâbite. 2- Mutlak şehâdet
hazreti: Mülk ‘âlemi. 3- İzâfi gayb hazreti: Bu da iki kısımdır. a) Mutlak gaybe yakın olan
kısmı. Buna ruhlar ‘âlemi, mücerred nefsler ve akıllar ‘âlemi adı verilir. b) Mutlak şehâdet
‘âlemine yakın olan kısmı. Buna misâl ‘âlemi, melekût ‘âlemi denir. 4- Dört ‘âlemi içeren
hazret: İnsan ‘âlemi.
“Hazarât-ı hamse” (beş hazret) de denilen beşli tasnif: 1- Zât-ı sırf, lâ-ta‘ayyün,
ahadiyyet. 2- Vâhidiyyet 3- Ervâh 4- Misâl 5- Şehâdet ve insân-ı kâmil.
Bu beş hazrete “tenezzülât-ı hams” diye de tâbir olunur.

259
Kam ve Aynî, age, 87-88
260
Kılıç, age, 201
261
Ertuğrul, age, s.211

108
Merâtib-i külliye yâni umumi mertebeler, varlığın külli mertebeleri bir tasnife
göre de altıdır: 1- Zât-ı ehadiyyet 2-Hazret-i vâhidiyet 3- Mücerred ruhlar 4- Nefsler 5-
Mülk ‘âlemi 6- Kevn-i Câmî. Yâni insân-ı kâmil.262
Bu tasnifteki nefsler, misâl ve melekût ‘âlemlerini karşılamaktadır. Yine bu tasnîfe
göre beş tecellîgah, altı mertebe vardır. Zîrâ alttaki mertebe bir üstteki mertebenin
tecellîgâhıdır.
Mülk ‘âlemi, melekût ‘âleminin mazharı ve tecelligâhı, melekût ‘âlemi ceberût
‘âleminin mazharı ve tecelligâhı, ceberût a‘yan-ı sâbite ‘âleminin mazharı ve tecelligâhı, bu
da ilâhî isimlerin ve vahdaniyet hazretinin tecelligâhıdır.
En üstteki mertebe tecelligâh değildir. Çünkü Zât-ı ehaddiyyete, ondan daha üst bir
mertebe bulunmadığı için yansıyan bir şey yoktur. O’na hiç bir şey yansımaz, ancak her şey
O’ndan yansır. Ehadiyyet ile birlikte hazret ve ‘âlem sayısı yedi olur. 263
Yedili tasnifte ise hazarât-ı hamsenin ikinci mertebesi olan “vâhidiyyet” mertebesi,
“vahdet” ve “vâhidiyyet” diye iki ayrı mertebe; beşinci hazret de “şehâdet” ve “insan-ı kâmil”
diye iki ayrı mertebe olarak sayılmış, böylelikle mertebe sayısı yedi olmuştur.
Buna göre vücûd mertebeleri; Tenezzülât-ı seb‘a: 1- Ahadiyyet, lâ-ta‘ayyün, zât-ı
sırf, vücûd-ı mutlak. 2- Vahdet, hakîkat-i Muhammediyye. 3- Vâhidiyyet, hakîkat-i insâniyye,
âyân-ı sâbite.4- Rûhlar. 5- Misâl. 6- Şehâdet ‘âlemi. 7- İnsan-ı Kâmil264
Salâhî de şerhlerinde tasavvufun temel meselelerinden biri olan vücud ve merâtib-i
vücûd konuları hakkında geniş ma‘lumatlarda bulumaktadır. Bir yerde vücûd mertebelerinin
tasnîfi hakkında şu bilgileri verir:
“Pes imdi vücûd-i mutlak için merâtıb-ı külliyye inde’l-ba‘z dört mertebedir ki, ‘âlem-i
lâhût ve ‘âlem-i ceberrût ve ‘âlem-i melekût ve ‘âlem-i nâsûtdur. İnde’l-ba‘z beş mertebedir ki, ona
hazerât-ı hams dahî ta‘bîr olunur. Beşinci mertebe şol insân-ı kâmil mertebesidir ki, hazerât-ı
Erbaa-i mezkûreyi câmi‘ ola. Ve inde’l-ba‘z altı mertebedir ki, mertebe-i ûlâ mertebe-i zât-ı
ahadiyyetdir. Ve mertebe-i sâniye, mertebe-i ilâhiyedir ve mertebe-i sâlise mertebe-i ervâh-ı
mücerrededir. Ve mertebe-i râbia ‘âlem-i misâldir ki, ona ‘âlem-i melekût ve ‘âlemi’n-nüfûsu’l-
âmile dahî derler. Ve mertebe-i hâmise ‘âlem-i mülkdür ki, ‘âlem-i nâsût ve ‘âlem-i şehâdet dahî
derler. Ve mertebe-i sâdise bu merâtibi câmi‘ olan insân-ı kâmildir. Ve inde’l-ba‘z yedi mertebedir
ki, mertebe-i ûlâ mertebe-i zât-ı ahadiyyetdir ki, ‘âlem-i lâ-ta‘ayyün dahî derler. Ve mertebe-i
sâniye mertebe-i esmâ ve sıfâtdır ki, ona ta‘ayyün-i evvel ‘âlemi dahî derler. Ve bu mertebe-i sâlise
mertebe-i a‘yân-ı sâbitedir ki, mütekellimîn ona hakâyık ta‘bîr ederler. Ve Hükemâ mâhiyyât

262
Uludağ, age, s.327
263
Ertuğrul, age, s.212-213
264
Kılıç, age, s.201

109
tesmiyye ederler. Ta‘ayyün-i sânî ‘âlemi dahî derler. Ve bu üç mertebeye dahî bazıları ‘âlem-i
lâhût ve ‘âlem-i lâ ta‘ayyün demişler. Onda ta‘ayyün-i kevnî olmadığından ötürü ve mertebe-i
râbia ‘âlem-i ervâh-ı mücerrededir ki, ona ‘âlem-i ta‘ayyün-i evvel-i kevnî dahî denilir. Likavlihî

Aleyhisselâm: “‫“[ ”ﺍﻭﻝ ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺭﻭﺣﻰ‬Allâh, ilk önce benim rûhumu yarattı” (Ebû Dâvûd, 34/Sunnet,

16 (II, 637-38 h.no: 4700); Tirmizî, 33/Kader, 17 (IV, 398, h.no:2155), Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 21] ‫ﻭﻋﻨﺪ ﺍﰊ‬

‫ﻃﺎﻟﺐ ﺍﳌﻜﻰ ﻗﺪﺱ ﺳﺮﻩ ﺍﳉﱪﻭﺕ ﻋﺎﱂ ﺍﻟﻌﻈﻤﺔ ﻳﺮﻳﺪ ﺑﻪ ﻋﺎﱂ ﺍﻟﺴﻤﺎﺀ ﻭﺍﻟﺼﻔﺎﺕ ﻭﻋﻨﺪ ﺍﻻﻛﺜﺮﻳﻦ ﺍﳉﱪﻭﺕ ﻋﺎﱂ ﺍﻻﻭﺳﻂ ﻭﻫﻮ ﺍﻟﱪﺯﺡ‬

‫[ ﺍﶈﻴﻂ ﺑﺎﻻﻣﺮﻳﺎﺕ ﺍﳉﻤﻪ‬Ebû Tâlib el-Mekkî kuddise sirruh’a göre, Ceberût azamet ‘âlemidir. Bununla

semâ ve sıfât ‘âlemini murâd etmektedir. Çoğunluğa göre ceberût, ‘âlem-i evsatdır. Ve o
kendisinde emirlerin toplandığı berzahdır.] Ya‘nî ‘âlemü’l-ervâh ve mertebe-i hâmise ‘âlem-i
nüfûs-i mücerrededir ki, ona ‘âlem-i melekût dahî derler. ‫ﻭﻋﻠﻰ ﻗﻮﻝ ﺍﰊ ﻃﺎﻟﺐ ﺍﳌﻜﻰ ﻗﺪﺱ ﺳﺮﻩ ﺍﳌﻠﻜﻮﺕ ﻋﺎﱂ‬

‫[ ﺍﻟﻐﻴﺐ ﺍﶈﺘﺺ ﺑﺎﻻﺭﻭﺍﺡ ﻭﺍﻟﻨﻔﻮﺱ ﻭﻟﺬﺍﻟﻚ ﻗﻴﻞ ﻋﺎﱂ ﺍﻟﻨﻔﻮﺱ ﻭﻋﺎﱂ ﺍﳌﺜﺎﻝ ﺍﳌﻄﻠﻖ‬Ebû Tâlib el-Mekkî kuddise

sirruh’un sözüne göre, Melekût ruhlara ve nefislere tahsis edilmiş ‘âlem-i ġaybtır. Bu yüzden
‘âlem-i nüfûs ve mutlak ‘âlem-i misâl denilir.] Ve mertebe-i sâdise ‘âlem-i şehâdet-i mutlakadır.
‫[ ﻭﻫﻰ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﺮﺵ ﺍﱃ ﺍﻟﻔﺮﺵ ﻭﻣﺎﻓﻴﻬﺎ ﻣﻦ ﺻﻮﺭ ﺍﻻﺟﻨﺎﺱ ﻭﺍﻻﻧﻮﺍﻉ ﻭﺍﻻﺷﺨﺎﺱ ﻭﻳﻘﺎﻝ ﳍﺎ ﻋﺎﱂ ﺍﳊﺲ ﻭﻋﺎﱂ ﺍﳌﻠﻚ‬O arştan ferşe

ve orada bulunan cins nev’i ve şahısların sūretlerine kadardır. Ve ona his ve mülk ‘âlemi denir.] Ve
mertebe-i sâbia şol insan-ı kâmil mertebesidir ki, bu merâtib-i mezkûreyi câmi‘ ola.” (Tez Metni,
s. 145-146)

III- HAKÎKAT-İ MUHAMMEDİYYE


Zât-ı ilâhiyye’nin bütün sıfatlarıyla ta‘ayyün ederek zuhûr ettiği varlık olan insan Hz.
Peygamber’in ifâdesiyle Yüce Allâh’ın kendi sûreti üzere yarattığı yüce bir varlıktır.265 Yüce
bir varlık olan insanın da zirvesi olan ve Kâinâtın yaratılış sebebi Hz. Peygamber’in hakîkati,
O’nun yüce rûhu ise Âdem var olmadan önce mevcuttu.266 Yüce Allâh’ın Mutlak irâdesiyle
ta‘ayyünü ruhî Muhammedî ile başlamış ve bütün insanlar da O’nun vâsıtasıyla yaratılmıştır.
Böylece Vücûd-ı Mutlak’ın ta‘ayyün ettiği ilk mertebeye hakikat-i muhammediyye adı
verilmiştir. “Vücûd-ı Mutlak”ın ahadiyyetini vâhidiyyete dönüştürmek suretiyle ta‘ayyünün
başladığı yer burası olmaktadır. Salâhî şerhlerinde en fazla rûhî Muhammedî ve Hakîkat-i
Muhammed kavramlarına atıfta bulunmaktadır.

265
Afîfî, Fusûs Okumaları İçin Anahtar, s. 60
266
“Âdem toprak ile su arasında iken ben Peygamber idim.” (Aclûnî, II, 121) “Allâh’ın yarattığı ilk şey benim
nûrumdur.” (Aclûnî, I, 265), “Sen olmasaydın dünyaları yaratmazdım” (Aclûnî, II, 104) vb. hadisler bu
hakîkatleri ifâde etmektedir.

110
“Pes Zât-ı Hak zâtıyla zâtına tecellî eyledikde zâtından cemî‘-i sıfâtını müşâhede
eyledi. Pes irâde-i ezeliyyesi şol vechile ta‘allük eyledi ki, sıfâtını bir hakīkatde ya‘nî bir mazhar-ı
tâmda müşâhede eyleye. Pes Hakīkat-i Muhammediyyeyi Hażret-i ilmiyyede îcâd eyledi. Ve
hakâyık ‘âlemin küllîsini ânın vücûdu sebebiyle vücûd-i icmâli ile mevcûd oldu. Ondan sonra
hakāyık-ı Hakīkat-ı Muhammediyyede vücûd-i tafsīli-i ilmî ile icâd eyledi ve ‘ayân-ı sâbite oldu.”
(Tez Metni, s. 147)
“Bunda dört cevherden murâd biri, cevher-i rûh-i A‘zamdır ki, hakīkat-i
Muhammediyye’den ‘ibâretdir. Ve ikincisi, cevher-i akl-ı külldür. Ve üçüncüsü cevher-i nefs-i
külliyyedir. Dördüncüsü cevher-i cism-i küllîdir. “Üçünü kılsam beyan” dediği cevher-i akl-ı küll
ve cevher-i nefs-i külliyye ve cevher-i cism-i küllîdir. “Bu üçün her birisi mimden çıkar” dediği
mîm-i Muhammed aleyhi salavâtu’llâhi’l-ebed’e işâretdir ki, hakīkat-i Muhammediyye’den
kinâyetdir. Ya‘nî cemî‘-i eşyanın varlığı zikri sebkat eden cevherlerdendir. Ve bu cevherlerin dahî
menba‘ ve menşei hakīkat-i Muhammediyye’dir. Zîrâ devât-ı ilm-i zâtîden ma‘lûmâtı levh-i
mahfûz-i tafsīle ya‘nî nefs-i külliyyeye çıkarmağa hakīkat-i Muhammediyye vâsıta olmuşdur.”
(Tez Metni, s. 127)
“Zîrâ hakīkat-ı Muhammediyyeye mertebe-i vâhidiyyet dahî tesmiye olunur ki,
mecmû‘-ı sıfât-ı Celâliyye ve Cemâliyye-i İlâhiyye’nin mir’ât-ı hakīkat-ı Muhammediyyede
aksinden ‘ibâretdir.” (Tez Metni, s. 221)
Hz. Muhammed bu ‘âleme mazhar olduġundan ilk olarak O’nun rûhu yaratılmış,
kâinat O’nun için halk edilmiştir.267 Tasavvuf ehline göre O manevî bir varlık, bir nur, bir
hakikat veya bir cevher olup her şeyden önce o yaratıldığı, diğer mümtaz ruhlar da ondan
çıktığı, Allah katında en sevgili ve değerli bir varlık olduğu, bütün yaratıkların ondan feyz
aldığı kabul edilmiştir. Varoluş sürecinin başlangıcı, Mutlak Vücûd açısından ilk ta‘ayyün
mertebesi olurken mevcûdât açısından ise gerçek yaratma fiili ancak hakîkat-i
Muhammediyye mertebesinden sonra başlar ve bütün mahlûkāt ondan yaratılır.268 Yaratılışın
sebebi olan Hakîkat-i Muhammediyye’nin bi’l-asâle sâhibi Hz. Muhammed’dir.269
“Pes hakīkat-i muhammediyyeye cevheriyyeti i‘tibâriyle nefs-i vâhide ve nûrâniyyeti
i‘tibâriyle ve mahall-i nukûş-i ‘ulûm-i ilâhiyye ve müdrik-i esrâr-i nâ-mütenâhiyye olduġu
i‘tibâriyle ‘akl-ı evvel tesmiye olunub onların mahall-i tafsīline nefs-i külliyye ve ‘akl-ı kül tesmiye
olundu. Ve nefs-i külliyye ve ‘akl-ı kül pertevinden dahî vâsıta-i tabî‘at-ı külliyye [144a] ile cism-i
küllîden ‘ibâret olan arş vücûda gelip mazhariyyeti i‘tibâriyle onda nefs-i sâniye ve akl-ı sânî
mevcûd oldu.” (Tez Metni, s. 334)
“Üçü belli şeydir” dediği cism-i küllî ve nefs-i külliye ve akl-ı küllün mahreci bellidir
ki, hakīkat-i Muhammediyye aleyhissalâtu ve’s-selâm’dır. Zikri sebkat eylediği vech üzere.

267
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 202
268
M. Erol Kılıç, Sufi ve Şiir, s. 100, 177
269
Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s 86, 96

111
“Ammâ birisi kimden çıkar” dediğinden murâd Rûhu hayri’l-beriyye ya‘nî hakīkat-i
Muhammediyye aleyhi ezkâ’t-tahiyyâti’l-ebediyye’dir. “Kimden çıkar” dediği istifhamdır. Ya‘nî
cevâhir-i selâsenin menba‘ı onlar olıcak onların menşei kimdir diye suâl eylemiş. Pes Hakīkat-i

Muhammediyye aleyhi efżalü’s-salavâti’s-samediyye’nin menşei Zât-ı Bârî olduġu “ ‫ﻦ ﺍﻟﱠﻠ ِﻪ‬


 ‫ﺍﹶﻧﹶﺎ ِﻣ‬

‫ﲎ‬
 ‫ ﹶﻥ ِﻣ‬‫ﺆﻣِﻨﻮ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﺍﹾﻟ‬‫“[ ”ﻭ‬Ben Allah’danım, mü’minler de bendendir.” (Aclûnî, Keşfu’l hafâ, I, 237, Geylânî,

Sırrü’l-Esrâr, 22)] Hadîs-i şerîfinin mażmûn-ı hakīkat-makrûnu delîl-i kâfidir. “Ve kimden çıkar”
ta‘bîri istiâre kabîlindendir. Zarf mazruf mülâhazası ile iktiżā eylemez. Belki bundan bir ma‘nâ
hâsıl olur ki, Hażret-i Hak Celle ve A‘lâ’nın vücûdundan ya‘nî varlığından Hakīkat-i
Muhammediyye aleyhi eşrefi’t-tahiyye ve onlardan hakayık-ı berıyye zuhûra gelir demek olur ki,
bu semt ile hakīkat-i tevhîde yol bulunur.” (Tez Metni, s. 130)
Hz. Muhammed’in mânevî şahsiyetini ifâde etmek için kullanılan Hakîkat-i
Muhammediyye en güzel biçimde Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve ‘abdülkerîm el-Cîlî
tarafından açıklanmıştır. Vücûd-ı mutlak açısından bakıldığında bu mertebe var oluşun
başlangıcıdır. Mevcûdat açısından bakıldığında ise gerçek yaratma (halk) fiili, vücûd-ı
mutlakın hakîkat-i Muhammediyye mertebesine tenezzülünden sonra olmuş ve her şey ondan
yaratılmıştır. Bu durumda hakîkat-i Muhammediyye Zât-ı Mutlak’ın lâ ta‘ayyün mer-
tebesinden, yani kendi zâtındaki istiğrak hâlinden kendindeki özellikleri bilme mertebesine
tenezzülünü ifade eder.270 Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i
Muhammediyye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halkedilmiştir.
‘âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakîkattir. Tasavvufta sık sık kullanılan ve
kudsî hadis olarak da rivâyet edilen, “Sen olmasaydın ben kâinat yaratmazdım” (Aclûnî, II, 164;
Hâkim, el-Müstedrek, II, 615) ifadesiyle bu husus anlatılır.271 Nebhânî, el-Envâru’l-
Muhammediyye adlı eserinde şöyle söyler: “Allah mahlûkatı yaratmak murad edince
hakikat-ı Muhammediyye O’nun ruhundan ortaya çıktı. Sonra Allah ulvî ve süflî ne kadar
‘âlem varsa o hakikatten çıkardı. O’na nübüvvetini bildirdi. Bu sırada hadiste belirtildiği gibi
Âdem ruh ile cesed arasında değildi. Hakikat-ı Muhammediyye’den ruhların özleri meydana
geldi.272 Bu mertebeye bir çok meslek ve mezheb değişik isimler vermişlerse de hakîkat aynı
hakîkattir. Mukayyed olarak var kılınan ilk mevcûd “Akl-ı evvel”dir. Buna “Rûh-i küllî”,
“Kalem”, “Arş”, “Adl”, “Hakîkat-i Muhammediyye” vb ifâdeler aynı hakîkate yaklaşım
şekline göre değişen isimler olarak dikkat çeker.273

270
Afîfî, age, s. 470
271
Selçuk Eraydın, age, s. 96
272
Nebhânî, el-Envâru’l-Muhammediyye, s. 9
273
Kılıç, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri, s. 228

112
“Velhasıl Rasûlullâh Sallalahu aleyhi ve sellem Hażretleri nokta-i dâire-i vücûdiyye-i
imkâniyyenin cemî‘-i merâtib-i külliyede aslı olduġundan ötürü ‘akl-ı evvel ve rûh-i küllî ve
rûhu’l-ervâh ve kalem-i â‘lâ ve arş ve adl ve “‫[ ”ﻭﳊﻖ ﺍﳌﺨﻠﻮﻕ ﺍﻟﺬﻯ ﻗﺎﻣﺖ ﺑﻪ ﺍﻟﺴﻤﻮﺍﺕ‬Ve semâvatın yerine

getirdiği yaratılmış hakkı için.] ve bunlardan gayrı isimler ile dahî tesmiye olundu.” (Tez Metni, s.
149)
“Ol ecilden hakīkat-i Muhammediyye’ye kalem-i a‘lâ ıtlak olundu. Zîrâ hudûsa kıdemin

taallûkuna vâsıta ve vücûd ile ‘adem beyninde râbıtadır. “‫ﻥ‬


‫ﻭ ﹶ‬‫ﺴ ﹸﻄﺮ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﹶﻠ ِﻢ‬‫“[ ” ۤﻥ ﻭ‬Nûn, Kaleme ve

yazdıklarına andolsun.” (Nûn, 68/1)] buna delîl-i kâtı‘ “ ‫ﻝ ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺍﻟﻘﻠﻢ ﻭﺍﻭﻝ‬‫ﻝ ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺭﻭﺣﻰ ﻭﺍﻭ‬‫ﺍﻭ‬

‫ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺍﻟﻌﻘﻞ ﻓﻘﺎﻝ ﻟﻪ ﺍﻗﺒﻞ ﻓﺎﻗﺒﻞ ﰒ ﻗﺎﻝ ﻟﻪ ﺍﺩﺑﺮ ﻓﺎﺩﺑﺮ ﰒ ﻗﺎﻝ ﻭﻋﺰﺗﻰ ﻭﺟﻼﱃ ﻣﺎﺧﻠﻘﺖ ﺧﻠﻘﺎ ﺍﻛﺮﻡ ﻋﻠﻰ ﻣﻨﻚ ﺑﻚ ﺍﺧﺬ ﻭﺑﻚ‬

‫“[ ”ﺍﻋﻄﻰ ﻭﺑﻚ ﺍﺛﻴﺐ ﻭﺑﻚ ﺍﻋﺎﻗﺐ‬Allâh, ilk önce benim rûhumu yarattı ve ilk önce kalemi yarattı ve ilk

önce aklı yarattı. Ona gel, dedi, geldi. Sonra ona, git, dedi; gitti. Sonra “İzzetime ve Celâlime
yemîn olsun ki, bana senden daha kıymetli olan bir mahlûk yaratmadım. Seninle alıp seninle
vereyim, seninle sevap verip seninle cezalandırayım.” dedi.” (Ebû Dâvûd, 34/Sünnet, 16 (II, 637-38 h.no:

4700); Tirmizî, 33/Kader, 17 (IV, 398, h.no:2155), Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 263, n. 823-824, Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 21)]

[27a] Hadîs-i şerîfi burhân-ı kâfidir. “…‫ﻭﺣﻲ‬‫ﻦ ﺭ‬


 ‫ ﻓﻴ ِﻪ ِﻣ‬‫ﺨﺖ‬
 ‫ﻧ ﹶﻔ‬‫ﻭ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺘ‬‫ﻳ‬‫ﺳﻮ‬ ‫“[ ” ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬Ben, onun yaratılışını

tamamladığım ve ona rûhumdan üflediğim zaman” (Hicr, 15/29)] âyet-i kerîmesinde muhakkikînin
tahkīk ve tedkîkleri üzere rûh-ı izafîden murâd hakīkat-i Muhâmmediyye’dir. Ol ecilden ebu’l-
ervâh derler. Zîrâ “‫ﻝ ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺭﻭﺣﻰ‬‫ [ ” ﺍﻭ‬Allâh’ın ilk yarattığı şey benim rûhumdur. (Ebû Dâvûd,

34/Sünnet, 16 (II, 637-38 h.no: 4700); Tirmizî, 33/Kader, 17 (IV, 398, h.no:2155)] müeddâsınca hakīkat-i
Muhammediyye bâkûre-i şecere-i vücûd olduġundan Cenâb-ı Bârî iżāfet-i teşrîfiyye ile nefsine
iżāfe edip “ ‫[ ” ﻣﻦ ﺭﻭﺣﻰ‬Benim rûhumdan]dedi. Pes bundan ma‘lûm oldu ki, zikri sebkat eden

cevâhir-i selâse hakīkat-i Muhammediyye aleyhi ekmelü’t-tahiyyâti’s-sermediyye’den ‘âlem-i


şühûda çıkar.
Salâhî:
Yemminde olmayan imkâne çıkmaz yâ Resûlallâh
Deminden dûr olan insâne çıkmaz yâ Resûlallâh
Senin feyżinden ayrı olsa farzâ cevher-i eşyâ
Nebât ü ma‘den ü hayvâne çıkmaz yâ Resûlallâh
Senin feyżinle ser-tâ-ser vücûde geldi her ‘âlem
Yem-i Feyżin senin pâyâne çıkmaz yâ Resûlallâh
Nuût-i sırr-i zâtın çünkü gelmez kayd-ı ta‘rîfe
Hakīkatce leb-i ‘irfâne çıkmaz yâ Resûlallâh
Senin zâtın muallâdır sığışmaz hadd-i imkâne
Kuyûd-i kevn ile ezmâne çıkmaz yâ Resûlallâh

113
Ta‘ayyün cilvesin eyler ise ıtlâk mezāhirden
Kemâlin hasr ile noksâne çıkmaz yâ Resûlallâh
Salâhî bâl-i himmetle ne denlu çıksa ıtlâka
Kemâl-i rütbe-i îkane çıkmaz yâ Resûlallâh
* * *
Senin zâtın çü ervâha pederdir yâ Resûlallâh
Şühûda çıkmağa imkâna derdir yâ Resûlallâh
O derden girdi erbâb-ı hakīkat meclis-i vasla
O bâbı bulmayanlar derbederdir yâ Resûlallâh
Devât-ı ilme zâtın bir kalemdir levh-i mahfûza
Vücûdun nüsha-i sırr-ı kaderdir yâ Resûlallâh
Safâ-yı sırr-ı zâtından ‘ibârettir senin zâtın
O safvetle gönüller bî-kederdir yâ Resûlallâh
Yem-i hayret-fezâdır sırr-ı zâtı akl-i derrâkin
Anı idrâkte kârı sederdir Yâ Resûlallâh
Cebîninden ziyâ-bahşende olan lü’lüü ervâh
Değil dürr-i adn-ı rahşende dürrdür yâ Resûlallâh
O derden her kişi bir cevher-i safvet-nümâdır lîk
Salâhî’nin dili seng ü mederdir yâ Resûlallâh” (Tez Metni, s. 127-129)
Vücûd-ı Mutlak’ın kendisindeki isim ve sıfatları mücmelen bildiği bu mertebede
isim ve sıfatlar zâtının aynı olduġundan bu ilim kendi zâtına olan ilimden ‘ibârettir.
Hakîkat-i Muhammediyye mertebesinin üzerinde lâ ta‘ayyün (ahadiyyet) mertebesinden
başka hiçbir şey yoktur. La ta‘ayyünün, ta‘ayyün sûretiyle zuhûr ettiği ilk tenezzül
mertebesi olan bu mertebe lâ ta‘ayyünün zāhiri, lâ ta‘ayyün ise hakîkat-i
Muhammediyye’nin bâtınıdır. Dolayısıyla lâ ta‘ayyün ve hakîkat-i Muhammediyye aynı
hakikatin ön ve arka yüzleri olmaktadır.274
Ehl-i keşf, hakîkat-i Muhammediyye mertebesini ifade edebilmek için “ulûhiyyet,
lâhût, vâhidiyyet, vahdet-i sırf, vahdet-i hakîkî, ‘âlem-i vahdet, el-hak mahlûkun bin,
ahadiyyetü’l-cem’, levh-i mahfûz, ümmü’l-kitâb, levh-i kaza, asl-ı ‘âlem, adl, berzah,
velâyet-i mutlaka, felek-i sâbitât, tecellî-i evvel, mahlûk-ı evvel, zıllullah, ikâb, vücûd-i evvel,
madde-i evvel, akl-ı kül, nûr-i Muhammedî, hakīkat-ı âdem, insân-ı ezelî, mertebe-i insân-ı
kâmil, halîfe, ebü’l-ervâh, rûhü’l-kuds, rûh-ı a‘zam, arşullah, kalem, kitap, akl-ı evvel, kâbe
kavseyn” gibi terimler kullanmışlardır.275 Bu ıstılahların bir çoğu şerhlerde geçmektedir.
İbnü’l-Arabî, bütün bu terimlerin aynı hakikati çeşitli yönleriyle ifade ettiğini söyler. İlk
274
Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye” DİA, c. 15, s. 180
275
Ertuğrul, Vahdet-i vücûd ve İbn-i Arabî, s. 22, Kılıç, age, s. 227

114
ilâhî tecelli olması sebebiyle “ta‘ayyün-i evvel”, sevgi tarzında tecelli olması dolayısıyla
“ta‘ayyün-i hubbî” adı da verilen nûr-ı Muhammedî zuhûr ettikten sonra her şey ondan ve
onun için yaratılmıştır.276
Bütün hakikatleri kuşatan ve -küllînin cüzlerine sirâyet etmesi gibi- küllîliği sayesinde
bütün cüzlerine sirâyet eden hakîkattir. Bunun nedeni hakîkatü’l-Muhammediyye’nin orta-
berzah ve itidal alanında sâbit olmasıdır. Hiçbir isim veya sıfat kendisine baskın gelmez. Orta
berzahlık Hz. Peygamber’in “Allâh’ın yarattığı ilk şey benim nûrumdur.” hadîsinde işâret edilen
Ahmedî nûrdur. Burada yaratmanın anlamı, sözlük anlamına göre takdir etti demektir. Şu halde
o nûr Allâh’ın yarattığı ilk şeydir. Nûr-i Muhammedî, nûrların nûru ve Resûl-i Ekrem’in rûhu ve
nûru bütün insanlardan, peygamberlerde hatta meleklerden önce var olduġundan ruhların babası
(ebü’l-ervâh), beşeriyetin babası (ebü’l-beşer) diye isimlendirilmiştir.277 “Allah ilk defa benim
nûrumu yarattı”; “Âdem toprakla su arasında iken ben peygamber idim”278 mealindeki
hadislerle bu hususa işaret edilmiştir.
“Ve nûr-ı vücûd-ı zāhiri Cenâb-ı Hakk’ın a‘yân-ı kâinat ve sûr-ı hakâyık-ı mevcûdâtda
zāhir ismiyle tecellîsinden ‘ibâretdir. Ve nûr-ı vücûd-ı bâtını ‘ayn-ı sâbiteden ‘ibâret olan hakâyık-ı
mümkinenin bâtınından kinâyetdir. Ve nûr-ı Muhammedî rûh-ı a‘zâmdan ‘ibâretdir. Ve nûr-ı
Ahmedî tecellî-i Vâhid-i Ahadd’dan ya‘nî Zât’ın ‘ayn-ı vâhidiyyetde zâtına zuhûrundan ‘ibâretdir.
Pes ta‘ayyünâtın evveli olduġu ecilden. [163a] ‫ﻝ ﻣﺎﻗﺪﺭ ﻋﻠﻰ ﺍﺻﻞ‬‫ﻝ ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﻧﻮﺭﻯ ﺍﻯ ﺍﻭ‬‫ﻗﺎﻝ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺍﻭ‬

‫“[ ﺍﻟﻮﺿﻌﻰ ﺍﻟﻠﻐﻮﻯ‬Allâh’ın ilk yarattığı benim nûrumdur.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 265-266, n. 827) Ya‘nî

dil açısından aslı takdir ettiği ilk şey anlamındadır.] Pes bu tecellî-i evvel asl-ı cemî‘-i esmâ olduġu
ecilden Hażret-i Fahr-i kâinat ‘aleyhi efżalu’s-salavât ebu’l-ervâh oldu. Ve nûru’l-envâr dahî ol
nûr-ı Ahmedî’den ‘ibâretdir. Zîrâ tecellî-i evvel asl-ı cemî-i envârdır.” (Tez Metni, s. 155)

Hz. Âdem’de tecellî edip daha sonra öbür peygamberlere intikal eden, Hz.
Muhammed beden olarak dünyaya gelince ona intikal edip onda karar kılan nûr ölümünden
sonra da devam etmekte ve kâinat varlığını sürdürebilmektedir. Bu nûr ölümsüz ve ebedî
olduġundan mutasavvıflar Hz. Peygamber için “öldü” ifadesini kullanmazlar.
“Pes hakīkat-i muhammediyye tevassut-i ‘ilm-i zâtî ile hakâyık-ı ervâhın ‘âlem-i lâ
ta‘ayyünden ta‘ayyün-i evvele huruçlarına vâsıta olduġu ve rûh-i izafî hakīkat-i muhammediyye-
den ‘ibâret olduġu i‘tibâriyle ebu’l-ervâh ve Hażret-i Âdem’e ebu’l-beşer olmağın ‘ulûm-i evvelîn
ve âhirin onlardan irsle enbiyâ ve evliyâya intikâl etmişdir, demek olur ki;

276
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 202
277
Kâşanî, Tasavvuf Sözlüğü, s.218
278
Tirmizî, “Menâkıb”, 1; Müsned, IV, 66; V, 379; Aclûnî, age, I, 265; Abdülkerîm el-Cîlî, age, II, 37

115
ٌ‫ﻳ ِﻢ‬‫ﺪ‬ ‫ﻘﹰﺎ ﻣِﻦ ﺍﻟ‬‫ﺭﺷ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺤ ِﺮ ﹶﺍ‬
 ‫ﺒ‬‫ﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻓﹰﺎ ِﻣ‬‫ﹶﻏﺮ‬ ‫ﺲ‬
 ‫ﺘ ِﻤ‬‫ ﹾﻠ‬‫ ِﻞ ﺍﻟﻠﱠ ِﻪ ﻣ‬‫ﺭﺳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻢ ِﻣ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻭ ﹸﻛﻠﱡ‬

‫ﻢ‬ ‫ﻮ ِﺭ ِﻩ ِﺑ ِﻬ‬‫ﻦ ﻧ‬ ‫ﺖ ِﻣ‬


 ‫ﺼﹶﻠ‬
 ‫ﺗ‬‫ﻤﹶﺎ ِﺍ‬‫ﹶﻓِﺎﻧ‬ ‫ﺮ ِﻡ ﺑِﻬﹶﺎ‬ ‫ﺳ ﹸﻞ ﺍﹾﻟ ِﻜ‬ ‫ﻯ ﺍﺗﻰ ﺍﻟﺮ‬
ِ ‫ﻭ ﹸﻛﻞﱡ ﹶﺍ‬

(Bilcümle peygamberân O’ndan iltimas ister. Umânından bir avuç, bârânından yudumu.
Gelen her Peygamberin âyâtı, mu‘cizâtı. Ulaşmıştır onlara hep nûr-i Muhammedî)
Mażmûn-i hakīkat-makrûnu buna güvâh-ı ‘âdildir. Ya‘nî cemî‘-i enbiyâ ve mürselîn ve
evliyâ-i kâmilin ifâde-i ‘ulûm-i ilâhiyyeyi gâye ve ifâza-i fuyûz-i nâ-mütenâhiyye için hakīkat-ı
muhammediyyenin nâib, menâb ve kâim-makāmlarıdır, demek olur.” (Tez Metni, s. 340)
İbnü’l-Arabî, hakîkat-i Muhammediyye’yi “vücûd-ı mutlak”ın yaratılış sahasındaki
ilk ve en mükemmel mazharı (meclâ) olarak görür. Onun her isminin bir mazharı vardır. En
kapsamlı isim olan ve bundan dolayı ism-i a’zam denilen Allah isminin mazharı hakîkat-i
Muhammediyye’dir. Vücûd-ı mutlak en yüksek seviyede ve bu mazharda tecellî ettiğinden
ona “insân-ı kâmil” de denir. İbnü’l-Arabî’ye göre hakîkat-i Muhammediyye nûr olması
bakımından ‘âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Varlık şeklinde zāhir olan ilâhî tecellinin ilk
mertebesidir. O, “heba” adı da verilen hakîkatü’l-hakîkatten vücuda gelmiştir. Hak ve halkın
bütün mâkul (aklî) mahiyetlerini özünde toplamış olan hakîkatü’l-hakâik hakîkat-i Muham-
mediyye’nin maddesi, hakîkat-i Muhammediyye de onun sûretidir.279
“Yâhud câm-ı şarâb-ı hoş-güvâr olan bedr-i tâb-dârdan murâd-ı şerîfleri mutlakan âyine-i
hakīkat-i Muhammediyye ola. Zîrâ cemî‘-i esmâ u sıfâta mazhariyeti i‘tibârıyla şems-i ahadiyyet-i
zâta mukâbil bir bedr-i kâmil ve mükemmildir ki, vücûd-i şerîfleri vücûd ile adem beyninde vâsıta
ve hudûs ile kıdem taallukuna râbıta olub zevât ayn-ı cem’den istifâza ve levh-i mahfûzdan ‘ibâret
olan nefs-i külliyeye ifâzada kalem mesâbesindedir. Ol ecilden “kalem-i a‘lâ” ıtlâk olundu. Pes
târîk-i nişînân-ı zülümât-ı imkân olan cemî‘-i hakâyık-ı a‘yân istifâza-i mezkûrda ona muhtâc
olduġu mustağnin ani’l-beyândır. Pes ol feyż-i şems-i ezelî ve muhabbet-i zât-ı lem-yezelî bedr-i
hakīkat-i Muhammediyye’de mütecellî olub yenbû‘-i zülâl-i meveddet ve ‘ayn-ı nevâl-i mahabbet
olan mir‘ât-ı hakīkat-i Muhammediyyeden cemî‘-i hakâyık-ı kesrete pertev-endâz-ı hidâyet olduġu
için bedri ol hakīkate istiâre eylemişdir.” (Tez Metni, s. 170)

İbnü’l-Arabî, insanla ilgisini dikkate alarak hakîkat-i Muhammediyye’ye insân-ı


kâmil adını verir. Çünkü insân-ı kâmil varlığın bütün hakikatlerini kendinde toplar ve bu
özelliğiyle Allah isminin mazharıdır. Hz. Peygamber’in İnsan-ı kâmil oluşu ilâhî
tecellîlerin onda mevcut oluşu demektir.280 Bilgi ve ilham bakımından ele alınınca hakîkat-

279
Afîfî, age, s. 471-472
280
Kara, Dervişin Hayatı Sûfinin Kelâmı, s. 209

116
i Muhammediyye bütün peygamberlerin ve velîlerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları
kaynaktır.281
“Pes Hakīkat-ı Muhammediyye mertebe-i ilâhiyyede dâire-i vücûd-ı mutlaka merkez
oldu. Ya‘nî hakâyık-ı ilmiyeyi müştemil mazhar-ı tâm oldu. Ondan sonra zuhûr-ı sūret kemâlinden
ötürü rûh-i Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem Hażretlerini evvelâ ya‘nî cümleden evvel halk
eyledi. Kemâ kāle Aleyhisselâm: “‫“[ ”ﺍﻭﻝ ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺭﻭﺣﻰ‬Allâh, ilk önce benim rûhumu yarattı” (Ebû

Dâvûd, 34/Sunnet, 16 (II, 637-38 h.no: 4700); Tirmizî, 33/Kader, 17 (IV, 398, h.no:2155), Geylânî, Sırrü’l-
Esrâr, 21] (Tez Metni, s. 147, 264)

“Pes rûh-i pür-fütûhları mertebe-i rûhâniyyetde merkez dâire-i vücûd oldu. Ya‘nî
hakâyık-ı ‘ilmiye ve ervâh-ı kevniyyeyi müştemil mazhar-ı tâm oldu. Ondan sonra nefs-i
mücerrede-i muhammediyyeyi rûhâniyyetinin cenbi’l-yeserinde îcâd eyledi ki, nefs-i külliyye ve
levh-i mahfûz ondan kinâyetdir. Pes rûhaniyetlerinde olan şuûn-i icmâlîyi akl-ı evvelden nefs-i
külliyyeye ya‘nî kalem-i a‘lâdan levh-i mahfûza inzâl eyledi. Pes nefs-i mücerrede-i
Muhammediyyede sâir nüfûs-i mücerrede mevcûd oldu. Pes nefs-i mücerrede-i Muhammed ol
hażrette merkez dâire-i vücûd oldu. Ya‘nî hakâyık-ı ‘ilmiyye ve ervâh-ı hâlkıyye ve nüfûs-i
kevniyyeyi müştemil mazhar-ı tâm oldu. Ondan sonra Cenâb-ı Hak ‘akl-ı evvel ile nefs-i
külliyyeden ecrâm-ı ‘ulviyyâtı ve besâit ve mürekkebâtını îcâd eyledi. Ya‘nî akl-ı evvelden akl-ı
sânî ve sânîden sâlis âşire varınca ve nefs-i külliyyeden nefs-i sâniyyeye ve sâniyyeden sâlise
âşıraya varınca ve bu ‘ukûlun her biri kendi felekinin dâire-i vücûdunda niyâbete an Rasûlillah
sallallahu aleyhi ve sellem merkez oldu. Ondan sonra besâit ve mürekkebât ve müvellidâtdan olan
ecrâm-ı süfliyyâtı îcâd eyledi. Ve Âdem Aleyhisselâmı halk eyledi. Ve tesviye ‘indinde ruh-i
Muhammed sallallahu aleyhi ve selem’den Âdem’e nefh-i rûh eyledi. Zîrâ şecere-i vücûddan

semere-i bâkûre rûh-i Muhammedîdir. [11a] Likavlihî Aleyhisselâm: “‫“[ ”ﺍﻭﻝ ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺭﻭﺣﻰ‬Allâh,

ilk önce benim rûhumu yarattı” (Ebû Dâvûd, 34/Sunnet, 16 (II, 637-38 h.no: 4700); Tirmizî,
33/Kader, 17 (IV, 398, h.no:2155), Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 21] (Tez Metni, s. 147)

“Pes rûh-i Muhammed sallallahu aleyhi ve selemi iżāfet-i teşrîfiyye ile nefsine iżāfe

eyledi. Zîrâ câmi‘iyyet-i esmâ-i ilâhiye ile sūret kemâlinin zuhûrudur. Fekāle Teâlâ: “… ‫ﻪ‬ ‫ﺘ‬‫ﻳ‬‫ﺳﻮ‬
 ‫ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬

‫ﻭﺣﻲ‬‫ﻦ ﺭ‬ ‫ ﻓﻴ ِﻪ ِﻣ‬‫ﺨﺖ‬


 ‫ﻧ ﹶﻔ‬‫ﻭ‬ ” [“Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman”

(Hicr 15/29, Sâd 38/72)] Ya‘nî Âdem Aleyhisselâm’ı mazhar-ı şân-ı Muhammedî kıldı Sallallahu
aleyhi ve sellem. Ol ecilden “‫ﺎ‬‫ﻛﱠﻠﻬ‬
‫ﻤۤﺎ َﺀ ﹸ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﻡ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻢ ٰﺍ‬ ‫ﻋﻠﱠ‬ ‫ﻭ‬ ” [“Allâh Âdem’e bütün isimleri, (eşyânın adlarını

ve ne işe yaradıklarını) öğretti.” (Bakara 2/31)] şânında vârid oldu.” (Tez Metni, s. 148)

281
İbn-i Arabî, Fusûs, s. 19, 63, el-Fütûhât, I, 118

117
Hakîkat-i Muhammediyye’nin özlü ifadeleri olan; “Sen olmasaydın ben kâinatı
yaratmazdım”, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bunun için ‘âlemi yarattım.”,
“Âdem toprak ile su arasında iken ben Peygamber idim.”, “Allâh’ın yarattığı ilk şey benim
nûrumdur.” gibi hadîs-i şerifler Tasavvuf edebiyatında yoğun olarak kullanılmıştır.
Salâhî’nin şerhlerinde de bu hadîs-i şerifler müteaddid defalar geçmektedir. Ayrıca hakîkat-i
Muhammediyye fikri, yaratılışı sevgi ve aşk ‘unsuruna bağladığı için tasavvuf edebiyatının
gelişmesine önemli katkılar sağlamış ve birçok şâire ilham kaynağı olmuştur.282

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
‘ABDULLAH SALÂHADDÎN UŞŞÂKÎ’NİN ŞERH METİNLERİ

I- “EŞREFOĞLU RÛMÎ’NİN ĠAZEL-İ ŞERÎFLERİ’NİN ŞERHİ”283

A- EŞREFOĞLU RÛMÎ’NİN GAZELİ284

Tecellî şevk-ı dîdârın beni mest eyledi hayrân


Ene’l-hak sırrını cânım anınçün kılmadı pinhân

‘Aceb hayrân u mestim ki285 beleşden bilmezem yâri


Gözüm her kande kim baksa görünen sūret-i Rahmân

Benem her derdlü dermânı benem her ma‘denin kânı


Benem ol dürr-i bî-hemtâ benem ol bahr-ı bî-pâyân

Semâda seyr eder sırrım cihânı tutdu envârım

282
Eraydın, age, s. 131
283
Şerh-i kasîde-i Eşrefoğlu Rûmî. Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde
çalıştık: İ.Belediye O.E No. 58, (A) İ.Belediye O.E No. 997/1 (B) ve Sül. Ktp. Uşşakiye Tekkesi, No. 108 (C),
Metin içindeki varak numaraları İ.Belediye O.E No. 58 nüshasına âittir.
284
Dîvân-ı Eşrefoğlu, Dersâadet 1301, s. 72-73, Asaf Halet Çelebi, Eşrefoğlu Divânı, 125-126
285
“Kim”, Dîvân-ı Eşrefoğlu, age, s. 72-73

118
Mukaddesler dahî cümle benim sırrımda ser-gerdân286

Bu ay u gün bu yıldızlar bu geceler bu gündüzler


Bu yaz u kışlar u güzler benim emrimdedir yeksân

Çürümüş tenlere bir kez eğer dersem bi-iznî “kum!”


Başı açık, yalın ayak duralar cümlesi287 üryân

Benin ‘ilm-i ledünnümde hezâran Hıżr olur âciz


Benim her bir tecellîmden nice bin Musa’lar hayrân

Cihan tılısmının bendi benim elimdedir şimdi


Benim bugün bu meydanda benimdir topla çevgân

Benim şâhı bu meydânın benim kutbu288 bu devrânın


Benim cânı bu cânânın benimle diridir her cân

Benim Mansûr’u dâr eden benim ağyârı yâr eden


Benim her vârı vâr eden benim her giden ü duran

Değilim oddan u sudan ya topraktan yâhud yelden289


Ben erken vâr idim varken henüz yok idi bu ezmân

Zamansız bî-zamânım ben nişansız bî-nişânım ben


Dü-’âlemde hümâyım ben benim her gösteren290, gören

Görürsün sūretâ Âdem, benim emrimdedir ‘âlem


Meleklerle felekler hep bana mahkûmdur ins ü cân

Sanırlar Eşrefoğlu’yam ne Rumî’yem ne İznikî291


Benim ol dâimü’l-bâkī göründüm sūretâ insan.

[Mefâîlün/mefâîlün/mefâîlün/mefâîlün]

B- ŞERH-İ GAZEL-İ EŞREFOĞLU RÛMÎ

286
B: + “Mukaddesler cemî’isi benim sırrımda ser-gerdân.”
287
“Kâmûsu”, Dîvân-ı Eşrefoğlu, age, s. 72-73
288
“Devri”, Dîvân-ı Eşrefoğlu, age, s. 72-73
289
B: + Dilden.
290
“Görünen”, Dîvân-ı Eşrefoğlu, Dersâadet 1301, s. 72-73
291
B: + Sanırsın Eşrefoğluyum ya Rûmîyim ya iznîkî.

119
Kutbu’l-‘ârifîn, Ġavsü’l-vâsilîn eş-Şeyh ‘Abdullâh Salâhaddin Uşşâkī kuddise
sirruhu’l-bâkī Efendimiz Eşref Rûmî kuddise sirruhu’l-‘azîz hażretlerinin “Benem ol
dâimü’l-bâkī göründüm sūretâ insan” ġazel-i şerîflerini şerhidir.292 [84b]

‫ﺑﺴﻢ ﺍﷲ ﺍﻟﺮﲪﻦ ﺍﻟﺮﺣﻴﻢ ﺍﳊﻤﺪ ﷲ ﺭﺏ ﺍﻟﻌﺎﳌﲔ ﻭﺍﻟﺼﻠﻮﺓ ﻭﺍﻟﺴﻼﻡ ﻋﻠﻰ ﺭﺳﻮﻟﻨﺎ ﳏﻤﺪ ﻭﺍﻟﻪ ﻭﺻﺤﺒﻪ ﺍﲨﻌﲔ‬
Beyt:

293
‫ﺍﻛﺮ ﺧﻮﺍﻫﻰ ﺳﻼﻣﺖ ﺩﺭ ﻛﻨﺎﺭﺳﺖ‬ ‫ﺑﺪﺭﻳﺎﺩﺭ ﻣﻨﺎﻓﻊ ﺑﻴﺸﻤﺎﺭﺳﺖ‬
Mısdakınca bu hakîr Salâhî derd-mende294 ihvân-ı safâdan bir ‘azîz gelip ricâ tarîkı
ile hazret-i Eşrefzâde kuddise sirruh hazretlerinin; “Tecellî şevk-ı dîdârın beni mest eyledi
hayrân” kasîdesi, “nasara-yensuru” bâbına muvâfık olmayıp i‘râb ve binâ kā‘idesine ġayr-ı
mutābık olmaġla hâlâ ba‘żı ihvân hayli mütevehhim olub şer‘-i şerîfe muhâlifdir diye çok
güft u gûy eylemişlerdir.295 Bu kasīdenin şer‘a tatbîk vechi üzerine296 Eşrefzâde
Hażretlerinin kelâmının te’vîlin ricâ ederim.” dedikde her ne kadar râh-ı ta‘allüle zâhib oldum
ise çâre olmadı.

Bu vechile ilhâh ve ikdâm edip ve “‫ﺮ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻨ‬‫ﺗ‬ ‫ﺴۤﺎِﺋ ﹶﻞ ﹶﻓﻠﹶﺎ‬


 ‫ﺎ ﺍﻟ‬‫ﻭﹶﺍﻣ‬ ” [“Dilenciyi de azarlama.”
(Duhâ, 93/10)] mefhûmunca hezâr dil-nüvâzlık edip Hażret-i ‘Azîz’in kelimât-ı dehşet-âmîzin

şer‘a tatbîkde keşf-i râz lâzım gelmez. Belki ecr-i cezîl lâzım gelir dedikde Hażret-i ‘Azîz’in
‘ankā-yı huviyyet meyhânesinde ‘aşkla mest u lâ-ya‘kul oldukları hâlde etdikleri naġmâtı ve
bu vecihle297 olan evżā‘ u hâlâtı ‘ukalâya tefhîm etdirmek müşküldür. Lâkin ehl-i insâfa göre
bu âsândır.

Beyt:

Bunlar sırr remzidir deryâya sıġmaz

292
B, C: - “Kutbu’l-ârifîn, Gavsü’l-vâsılîn Şeyh ‘Abdullâh Salahaddin Uşşâkî kuddise sirruhu’l-bâkî Efendimiz
Eşref Rûmî kuddise sirruhu’l-azîz hazretlerinin “Benem ol dâimü’l-bâkî göründüm sûretâ insan” gazel-i şeriflerini
şerhidir.”
293
“Denizde sayısız menfaat ve güzellikler vardır. Lakin selâmet ve rahatlık istersen o da kenardadır.”
294
B: + “ferîd tekye-nişîn iken” B: - “bu hakîr Salâhî derd-mende” , C: - “derd-mende”
295
B, C: + “Olmuşdur.”
296
B, C: + “Tatbîk olsun.”
297
B: + “na‘mâyı meczûb-i evza‘-ı hâlâtını.”

120
‘Ulûm-ı zāhir ile Hak bulunmaz298

[Mefâîlün/mefâîlün/feûlün]

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

Tecellî şevk-ı dîdârın beni mest eyledi hayrân


Ene’l-Hak sırrını cânım anınçün kılmadı pinhân

Ma‘lûm ola ki, tecellî; merd-i sâlik-i299 müttakīnin ‘âlem-i ġaybdan kalbine tulû‘
eden nûrdur ve sırr-ı ene’l-Hak sırr-ı hilâfetdir. Müstahlif ile müstahlef hükümde birdir.
Mevlâ’nın kavline tevkīr ve tekrîmidir. [85a] Tecellî nûrunun300 ve tecellînin zuhûrunda olan
hayretden elezz bir şey’ yoktur. Havf-ı cahîm için ‘ibâdet edenler ‘abd-i serîr ve na‘îm-i
cennet için ‘ibâdet edenler ‘abd-i ecîrdir. ‘abd-i hâs olanlar nûr-i tecellînin zuhûrunda mest u
hayrân olanlardır. Bu devleti Mevlâ her isteyene vermez ancak dilediğine verir.

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

‘Aceb hayrân u mestim ki beleşden bilmezem yâri


Gözüm her kande kim baksa görünen sūret-i Rahmân
Hażret-i Rahmân sūretten münezzehdir. Ya‘nî sūret-i rahmet-i Rahmânı müşâhede
ederim. Hattâ muvahhidînin nâr-ı cahîm ile terbiye olması cennete lâyık olması içindir. Ve
muvahhidînin ihrâk bi’n-nâr olması sūret-i rahmetdir. Kâfirlerin ihrâk olması gibi değildir.301
Zîrâ kâfirlerin ihrâk olması intikām içindir ki, sūret-i ‘azâbdır. Nûr-i tecellîyi müşâhede eden
lâ-büdd mest u hayrân olur.

Mısır hâtunları Hażret-i Yusuf ‘aleyhissalâtu ve’s-selâmı müşâhede mahallinde


hayrân olub yedlerini şak edib ve acısın dahî duymadılar. Hażret-i Râbia’ya suâl olundu ki:

“Allâh’ı sever misin?” “Ne‘am” diye cevap verdi. “Allâh düşmanına ‘adâvat eder
misin?” dediler. Cevap verdi ki, “Etmem.” “Ya niçin etmezsin dediklerinde?” Buyurdular ki,
“Allâh muhabbetiyle gönlüm mâl-â-mâl olmuşdur. Bir kimsenin muhabbet ve ‘adâvetine yer

298
B: + “Ki, her söz zâhir ile hak bulunmaz”
299
B: - “Ma‘lûm ola ki, sâlik”
300
B: + “Tecellî nûrunun zuhûrunda”
301
B: - “Kâfirlerin ihrâk olması gibi değildir.”

121
kalmamışdır.” diye cevap verdiler. Hażret-i ‘Azîz’in bu mertebeden haber verip dahî, “‘Aceb
hayrân u mestim ki, beleşden bilmezem yâri” buyurkukları bu mertebeye işâretdir.

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

Benem her derdlü dermânı benem her ma‘denin kânı


Benem ol dürr-i bî-hemtâ benem ol bahr-ı bî-pâyân

Ya‘nî tabîb-i kâmil olduġum ecilden gönül emrâzına devâ ederim. “‫ﺍﻟﻨﺎﺱ‬ ‫ﻛﻤﻌﺎﺩﻥ‬

‫ﻀﺔ‬
 ‫”ﺍﻟ ﹼﺬﻫﺐ ﻭﺍﻟﻔ‬302 mısdâkınca lütf-i Hakk’a mazhar olub sırr-ı ekbere mâlik oldum303,

demekdir. İmdi meşâyihin ‘ilmi ‘ilm-i ledünnîdir ki, ona hadd ü pâyân yokdur.

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

Semâda seyr eder sırrım cihânı tutdu envârım


Mukaddesler dahî cümle benim sırrımda ser-gerdân304
Seyr-i cismânî cümleye câiz değildir. Ammâ seyr-i rûhânî câizdir. Zîrâ rûh-i
cismânînin seyri ‘âlem-i nâsûtdadır. Ve rûh-i seyrânînin seyri ‘âlem-i melekûtdedir.305 Rûh-i
sultānînin seyri ‘âlem-i ceberûtdadır. Rûh-i kudsînin seyri ‘âlem-i lâhûtdadır. Bu ‘avâlim-i
Erbâya feyżi ‘âlem-i ġayb ve a‘mâdan alırlar. Rûh-i kudsî sāhibleri ‘âlem-i ebdânda iken mâ
fevka’l-‘ala vemâ tahte’s-serâ’nın seyri kendilere münkeşif olub ġuyûbât ve mahfiyyât
kendilerine ‘ayân u beyân olur. Bu hâlin zuhûru kesâfet-i ‘unsurîleri letāfet-i nûrâniyyeye
tebdîl olduġu içindir.

Beyt:

‫ﻛﺮﺩﻭﻯ ﭘﺎﻙ ﻭﲡﺮﺩ ﭼﻮﻣﺴﻴﺤﺎ ﺑﻔﻠﻚ ﺍﺯ ﭼﺮﺍﻍ ﻧﻮﺭ ﲞﻮﺭ ﺳﻴﺪ ﺭﺳﺪﺻﺪ ﭘﺮﺗﻮ‬

“‫ﺽ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﻭ‬ ‫ﺕ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺴ ٰﻤﻮ‬
 ‫ﺭ ﺍﻟ‬ ‫ﻮ‬‫ ﻧ‬‫”ﺍﹶﻟ ٰﹼﻠﻪ‬ [“Allâh göklerin ve yerin nûrudur.” (Nûr, 24/35)] kavl-i

şerîfi306 üzere Hażret-i Allâh gökleri şems ve kamer nûru ile münevver eyledi. Ve yerleri

302
“İnsan, altın ve gümüş ma’deni gibidir.”
303
B: + “Vâsıl oldum.”
304
B: + “Mukaddesler cemî’isi benim sırrımda ser-gerdân.”
305
B: - “Ve rûh-i seyrânînin seyri âlem-i melekûttedir.”
306
B: + “Mażmûn-i şerîfi.”

122
enbiyâ ve evliyâ ve ‘ulemâ ve sulehâ nûru ile münevver eyledi. Ya‘nî Hażret-i ‘Azîz
buyururlar ki, bana olan eltāf u kerem ez kimseye olmuşdur.307 Asrımda olan rûh-i kuds
sāhibleri benim sırrımda sergerdân u hayrân kalmışlardır. Nitekim Hak Sübhâne ve Teâlâ

buyurur: “‫ﻢ‬
 ‫ﻠﻴ‬‫ﻋ‬ ‫ﻕ ﹸﻛﻞﱢ ﺫﻱ ِﻋ ﹾﻠ ٍﻢ‬
 ‫ﻮ‬ ‫ﻭﹶﻓ‬ ” [“Ve her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır.”

(Yusuf, 12/76)] İmdî ‘âlim-i ilâhî


308
olan kimse hakkında bu tevkīrinden lâyıkdır, diyenin “ ‫ﻟﹶﺎ‬

‫ـﻠﹸﻮ ﹶﻥ‬‫ﺴ‬‫ﻢ ﻳ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻌﻞﹸ‬ ‫ﻳ ﹾﻔ‬ ‫ﺎ‬‫ﻋﻤ‬ ‫ﺴﺌ ﹸﻞ‬
 ‫ﻳ‬” [“O, yaptığından sorumlu olmaz, onlar ise sorumlu

tutulacaklardır.” (Enbiyâ, 21/23)] sikkîni ile dilin keserler.

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

Bu ay u gün, bu yıldızlar, bu geceler, bu gündüzler


Bu yaz u kışlar u güzler benim emrimdedir yeksan

Leyl ü nehârın ve yaz ve kışın devri ile erzâk-ı mahlûkāt hâsıl olur. Hażret-i Allâh
mahlûkātın rızkına Mikâil’i ta‘yîn buyurmuşdur. Kezâlik yeryüzünde bir kulunu Mîkâil
mazhar-ı tam etmişdir.309 Hażret-i ‘Azîz’in bu ebyâtdan murâdı mukassem erzâkım demeye
işâretdir. Ya‘nî makām-ı kutbiyyeti remzdir.310

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

Çürümüş tenlere bir kez eğer dersem bi-iznî “kum!”


Başı açık, yalın ayak duralar cümlesi üryan

Ya‘nî enbiyâdan mu‘cizeten sâdır olan evliyâdan kerâmeten sâdır olur. Ehl-i
istidrâcdan311 istidrâcen sâdır olur. Hażret-i ‘Azîz buyurur ki, “Eğer izhâr-ı kerâmet murâd

eylesem Rabbim ihsân eder.” “‫ﻻﺑﺮﻩ‬ ‫…“[ ”ﺍﻥ ﺍﷲ ﻋﺒﺎﺩﺍ ﻟﻮ ﻗﺴﻢ ﻋﻠﻰ ﺷﻴﺊ‬.Allah Teâlâ’nın öyle
kulları vardır ki yemin etseler Allah onların yeminlerinin gereğini yapar….” (Buhârî, Eymân, 9;

307
B: + “Olmamışdır.”
308
B: + “Âlim-i sûfiyyûn bu tevkîre neden lâyıkdır.”
309
A, C: + “Kezâlik bir yüzünde bir kulunu Mîkâil mazhar-ı tam etmiştir.”
310
B: - “Ya’nî makām-ı kutbiyyeti remzdir.”
311
B: + “Evliyâdan kerâmet sâdır olan ehl-i istidrâcdan.”

123
Müslim, Cennet, 47 ; Tirmizî, Menâkıb, 54)] mażmûn-ı şerîfi üzere yâhud “‫ﺍﷲ‬ ‫”ﻟﻘﻨﻮﺍ ﻣﻮﺗﺎ ﻛﻢ ﻻﺍﻟﻪ ﺍﻻ‬312
mażmûn-ı şerîfi üzere mürde olan gönülleri telkîn-i tevhîd ile ihyâ ederim313 demeyi murâd
ederler.

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

Benin ‘ilm-i ledünnümde hezâran Hıżr olur âciz


Benim her bir tecellimden nice bin Musa’ları hayrân

Ya‘nî Hażret-i Hıżr-veş ‘ilm-i ledünde kâmil ve Hażret-i Mûsâ-veş tecellî-i Hakk’a
vâsıl olan kimseler benim ‘ilminde âciz u hayrân olmuşlardır. Tecellînin zerre ve şemmesini
görmeyen bu esrâr-ı ilâhîdir. Nice idrâk edip “kün” harfini ne vechile anlasın. ‘İlm-i
ledünnînin fenni bilâ harf velâ savt okunur. Onunçün bu fende meşhurlar âciz u hayrândır.

Zîrâ bu; “‫ﺍﻟﻐﻴﻮﺏ‬ ‫ﺘﺠﹼﻠﻰ ﻣﺎﻳﻨﻜﺸﻒ ﺍﻟﻘﻠﻮﺏ ﻣﻦ ﺍﻧﻮﺍﺭ‬‫”ﺍﻟ‬314 dur. Ya‘nî benim kalbime zuhûr eden

envârın her birisi mütecellî oldukta Hażret-i Mûsâ-veş sultanlar hayrân ve seger-dân olurlar.

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

Cihan tılısmının bendi benim elimdedir şimdi[86a]


Benim bugün bu meydanda benimdir top ile çevgan

Hak Sübhâne ve Teâlâ rû-yi zemîni Hażret-i Mikâil’in mazharı tâmmı olan bir velî
kulundan hâlî etmez. Ol velîyi tasarruf-i kevniyyeye sebeb etmişdir. Bulutu yağmura ve
yağmuru arzda olan hayvânâtın zuhûruna315 sebeb ettiği gibi Hażret-i ‘Azîz bu beytle

Kutbu’l-aktâb olduġuna işâret buyurur. Bu mertebe lâ-teşbîh defterdâr mesâbesindedir. “ ‫ﻗﺎﻝ‬

‫ﺮﲪﺔ ﻻﺟﻠﻬﻢ ﻭﳝﻨﻊ ﺍﻟﻌﺬﺍﺏ ﻣﻦ ﻗﺒﻠﻬﻢ ﺷﻮﻗﹰﺎ‬ ‫ﻢ ﻭﻳ ﹼﱰﻝ ﺍﻟ‬ ‫ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺍﻥ ﰱ ﺍﻣﱴ ﺭﺟﺎﻻ ﳛﻔﻆ ﺍﷲ ﺍﻫﻞ ﺍﻟﻔﺴﺎﺩ‬

‫ﻧﻬﻢ ﺍﺑﺪﺍﻝ‬‫ﻨﺎﺱ ﻋﻨﺪﻫﻢ ﳎﺎﻧﲔ ﻭﻣﺎﻓﻴﻬﻢ ﻣﻦ ﺍﳉﻨﻮﻥ ﺷﻴﺊ ﺍ ﹼﻻ ﺍ‬‫ﺮ ﺍﻟﻨﺎﺱ ﻋﻨﻬﻢ ﻭﺗﻌﺠﺒﻮ ﺍﻟ‬ ‫ﻨﺎﺱ ﻓﻔ‬‫“[ ”ﺍﻟﻴﻬﻢ ﻣﻦ ﺍﻟ‬Allâh
Teâlâ’nın fesâd ehlinden koruduğu bazı kulları vardır ki, onlar vasıtasıyla rahmet indirir.

312
“Ölülerinize “Lâ ilâhe illallâh”ı telkin ediniz.”
313
B: + “Demek olur ki, ma’lûm ola.”
314
“Tecellî, gayb nurlarından kalblere zâhir olan (görünen) şeydir.”
315
B: + “Ve yağmuru arzda olan hayvânâtın zuhûruna.”

124
Allâh’ın kendilerine olan muhabbetinden dolayı onlar vasıtasıyla İnsanlara Azabın gelmesini
engeller. İnsanlar onlardan kaçarlar. Onlar insanları severler. İnsanlara göre onlar delidir veya
onlarda delilik vardır. Halbuki onlar ‘abdâldır.” (Bu şekilde gelen çok değişik rivâyetler vardır: “Allâh
Teâlâ, yer yüzünü Hz. İbrahim misâli kırk kişiden ayrı bırakmaz. Onların vâsıtasıyla rahmet indirir. Düşmanları
üzerine muzaffer kılar. İçlerinden biri öldüğünde bir diğeri onun yerine geçer.” Aclûnî, I, 21 n.35)]

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

Benim şâhı bu meydânın benim kutbu bu devrânın


Benim cânı bu cânânın benimle diridir her cân

Hażret-i ‘Azîz bu beytle bunu remz eder ki, asırlarında kutbu’l-irşâd olmuşlar
kutbu’l-efrâd dahî olmuşlar. Zîrâ kutbu’l-efrâd lâ teşbih defterdâra benzer ve kutbu’l-irşâd
sāhib-i mühre benzer. Ervâh-ı sâlikîni râh-ı vuslata delâlet eder ve ‘ilm-i ledünnînin envâı‘nı
tâlib-i Hakk’a ta‘lîm eder. ‘İlm-i zāhir envâ‘ olduġu gibi kezâlik ‘ilm-i bâtın dahî envâ‘dır.

Kālellâhu Teâlâ fi’l-hadîs-i Kudsî: ‫ﻯ ﺍﺟﻌﻠﻪ ﰱ ﻗﻠﺐ ﻋﺒﺪﻯ ﻭﻻ ﻳﻘﻒ ﻋﻠﻴﻪ‬‫ﺮ ﻣﻦ ﺳﺮ‬ ‫ﺍ ﹼﻥ ﻋﻠﻢ ﺍﻟﺒﺎﻃﻦ ﻫﻮ ﺳ‬

‫“[ ﺍﺣﺪ ﻣﻦ ﻏﲑﻯ‬Muhakkak bâtın ‘ilmi, O benim sırrımdan bir sırdır, onu kulumun kalbine
yerleştiririm. Yaratıklarımdan hiç biri buna vâkıf olmaz.” (Suyûtî, el-Câmi‘u’s-sağîr, II, 160, no:
5473)]

Ya‘nî ‘ilm-i bâtın bir sırdır ki, bilâ harf velâ savt kırâat olunur. ‫ﱃ‬
‫ﻗﺎﻝ ﳛﲕ ﺑﻦ ﻣﻌﺎﺫ ﺍﻟﻮ ﹼ‬

‫ﺪﻳﻘﻮﻥ‬‫ﻪ ﺍ ﹼﻻ ﺍﻟﺼ‬‫ﺭﳛﺎﻥ ﺍﷲ ﻻ ﻳﺸﻤ‬ [Yahya bin Mu‘âz’dan rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir:

“Velî Yeryüzünde, Allah’ın reyhan çiçeğidir. Onları sıddık zümresi koklayabilir.” (Geylânî,
Sırru’l-Esrâr, 39)]

Evliyâullâhın kelâmını tasdîk etmek sa‘âdetdir. Tekzîb etmek şekâvetdir.

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

Benim Mansûr’u dâr eden benim ağyârı yâr eden


Benim her vârı vâr eden benim her giden ü duran

125
Ya‘nî Hażret-i Mansûr’u berdâr eden ehl-i şer‘ idi. Ben dahî ehl-i şer‘im nefs-i
emmârem bana düşman olduġu hâlde ruhsat-ı şerî‘at ile ziyâfet şiddet-i tarîkat ile siyâset edip
nefs-i emmâre-i yâr ve onun nusretiyle mertebe-i kerâmete nâil olup emr-i Hak’la, “Var ol”
dediğim, var oldu “yok ol” dediğim yok oldu. Hażret-i Mansûr’un “Ene’l-Hak” iddiasından
murâdı mertebe-i kurbiyyete işâretdir. Zîrâ bir demiri âteşe ilkâ etsen zamân-ı galîlde ‘azîm
harâret kesb edib “Ene’n-nâr” diye da‘vâ eder. Husūsan da‘vâsını dahî isbât eder. Ammâ
hakîkatte nâr değil demirdir.316 Hakīkate muvâfık olmayan da‘vâdan fârı‘ olmak evlâdır.
‘Aşkın demini hazm etmek kemâldir.

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

Değilim oddan u sudan ya topraktan yâhud yelden317


Ben erken vâr idim varken henüz yok idi bu ezmân

Ya‘nî ‘anâsır-ı Erbaa ve mevâlid-i selâse halk olunmazdan evvel ‘âlem-i lâhût ve
‘âlem-i ceberrût ve ‘âlem-i melekût var idi. ‘âlem-i ervâhda rûhum mahlûk iken zemin ve
semâvât yok idi. Ya‘nî rûhâniyyetim cismâniyyetime gâlib olmakla ahkâm-ı tabî‘at bende
kalmamıştır.318 Nefs ise tabîatın mahkûmudur.

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

Zamansız bî-zamânım ben nişansız bî-nişânım ben


Dü-‘âlemde hümâyım ben benim her gösteren, gören

Ya‘nî erbâb-ı sülûke ‘âlem-i ġaybdan bir nûr mütecellî oldukda ona: ‫ﻊ ﺍﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺪﻉ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬

‫ﻮ ﹶﻥ‬‫ﺟﻌ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻴ ِﻪ‬‫ﻭِﺍﹶﻟ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺤ ﹾﻜ‬


 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ ﹶﻟﻪ‬‫ﻬﻪ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻚ ِﺍﻟﱠﺎ‬
 ‫ﺎِﻟ‬‫ﻲ ٍﺀ ﻫ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻮ ﹸﻛﻞﱡ‬ ‫ﻪ ِﺍﻟﱠﺎ ﻫ‬ ‫ﺮ ﹶﻟۤﺎ ِﺍ ٰﻟ‬ ‫ﺧ‬ ‫ﺎ ٰﺍ‬‫ِﺍ ٰﻟﻬ‬ [“Allah ile birlikte başka bir

tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka tanrı yoktur. O’nun zatından başka her şey helak
olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/88)] sırrının
hâli zuhûr eder. Ve bir ‘âlem açılır ki, ol ‘âlemde zaman ve mekân ve leyl ve nehâr i‘tibâr
olunmaz. Kişi kendi vücûdunu bile bulamaz bu mertebeye vâsıl olanın himmeti iki cihânda

316
B: - “Ammâ hakîkatte nâr değil demirdir.”
317
B: + “Dilden.”
318
B: - “olmakla ahkâm-ı tabîat bende kalmamıştır.”

126
dahî bâlâdır. Bu ‘âlemde gören nedir? Ve gösteren görüneni ne gösterir ve ne görür? Bu

mertebeye vâsıl olmayan bunu bilemez.319 Zîrâ “‫ﻳﻌﺮﻑ‬ ‫”ﻣﻦ ﱂ ﻳﺬﻕ ﱂ‬320 dir.

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

Görürsün sūretâ Âdem, benim emrimdedir ‘âlem


Meleklerle felekler hep bana mahkûmdur ins ü cân

Hak Subhâne ve Teâlâ’nın bendeleri bendelikte sādık olmakla kerem-i Hakk’a lâyık

olurlar. Ya‘nî sıfat-ı beşeriyet kuldan zâil olup, “‫ﺍﷲ‬ ‫“[ ”ﲣﻠﻘﻮﺍ ﺑﺎﺧﻼﻕ ﺍﷲ ﻭﺍﺗﺼﻔﻮﺍ ﺑﺼﻔﺎﺕ‬Allah
Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanınız. Allâh’ın sıfatlarıyla sıfatlanın” (Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr s. 123)]

sırrına mazhar olurlar. “‫ﺧﻠﻴ ﹶﻔ ﹰﺔ‬


 ‫ﺽ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ﺎ ِﻋ ﹲﻞ ﻓِﻲ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫“[ ”ِﺍﱏ ﺟ‬Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım”

(Bakara, 2/30)] devletine nâil olurlar. “ ‫ﺍﻟﻮﻟﺪ ﺳﺮ ﺍﺑﻴﻪ‬ “ [“Oğul, babasının sırrıdır.”321 (Aclûnî,

Keşfü’l-Hafâ, II, 338 n. 2911)] mısdâkınca ibn-i Âdem olur. Hak Teâlâ hadîs-i kudsîsinde buyurur:

‫ ِﺑ ِﻪ ﻭﻳﺪﻩ‬‫ﺼﺮ‬
ِ ‫ﻴ‬‫ﻯ ﻳ‬
ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﺮﻩ‬ ‫ﺼ‬
 ‫ﺑ‬‫ﻭ‬ ‫ ِﺑ ِﻪ‬‫ﻤﻊ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬
ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﻪ‬‫ﻤﻌ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﺖ‬
 ‫ﻨ‬‫ ﻛﹸ‬‫ﻪ‬‫ﺒﺘ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﻪ ﹶﻓﺎِﺫﹶﺍ ﹶﺍ‬ ‫ﱴ ﹸﺍ ِﺣﺒ‬
 ‫ﺣ‬ ‫ﻮﹶﺍِﻓ ِﻞ‬‫ﻰ ﺑِﺎﻟﻨ‬ ‫ﺏ ِﺍﹶﻟ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﺘ ﹶﻘ‬‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬
ِ ‫ﺪ‬‫ﻋﺒ‬ ‫ﻣﺎﹶﺯﹶﺍ ﹶﻝ‬

‫ﺎ‬ ‫“[ ﺍﹼﻟﺬﻯ ﻳﺒﻄﺶ ﰉ ﻭﺑﺮﺟﻠﻪ ﺍﹼﻟﺬﻯ ﳝﺸﻰ‬Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir
şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana devamlı nâfile ibadetleri ile yaklaşır, bunun
sonucunda ben onu severim. Bir kere onu sevdim mi, ben onun işiten kulağı, gören gözü,
tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.” (Buhârî, Rikâk, 38 (VII, 190), Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 256)]
ya‘nî muhabbet rıżādan ‘ibârettir. Hażret-i Mevlâ râżı olduġu kulunun yüzünden kudretini
ıżhâr eder. Mazhar-ı kudret olanlara ins ü cin ve melek ve felek mahkûm olsalar ba‘îd olmaz.

Kāle Eşrefzâde kuddise sirruh:

Sanırlar Eşrefoğlu’yam ne Rûmî’yem ne İznikî322


Benim ol dâimü’l-bâkī göründüm sūretâ insan.

319
B: - “Bu mertebeye vâsıl olmayan bunu bilemez.”
320
“Tatmayan bilmez.”
321
B: - ‫ﺍﻟﻮﻟﺪ ﺳﺮ ﺍﺑﻴﻪ‬ “Oğul, babasının sırrıdır.”
322
B: + “Sanırsın Eşrefoğluyum ya Rûmîyim ya iznîkî.”

127
Ya‘nî neş’e-i insân iki kısma münkasımdır. Biri cisimdir, biri rûhdur. Cisim ‘unsuru
fenâ bulur [87a] ve hâk olur. Ammâ rûhun neş’esi bekā üzeredir, fenâ bulmaz. Bu sebepden
Hażret-i ‘Azîz kuddise sirruh buyurur ki, “sūret-i insânda göründüm.” Eğer sūret-i

hayvanda görüneydim “‫ﻡ‬ ‫ﺳﻠﹶﺎ‬


 ‫ﻭ‬ ‫ﺍ‬‫ﺮﺩ‬ ‫ﺑ‬ ‫“[ ”ﻛﹸﻮﱐ‬Biz: “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve zararsız
ol” dedik.” (Enbiyâ, 21/69)] emrine muhâtab olurdum. Eyyühe’l-ihvân ve’l-yârân Hak Sübhâne

ve Teâlâ hadîs-i kudsîsinde buyurur ki: “‫ﺮﻩ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﺮﻯ ﻭﺍﻧﺎ‬ ‫“[ ”ﺍﻻﻧﺴﺎﻥ ﺳ‬İnsan benim sırrımdır. Ben
de insanın” (Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 36)] Hak Subhâne ve Teâlâ ile insân-ı kâmil beyninde bir sır

vardır ki, biz ol sırra mahrem olmadık. Yine Allâh Teâlâ buyurur: “ ‫ﺴ ِﻦ‬
 ‫ﺣ‬ ‫ﰲ ﹶﺍ‬
ۤ ‫ﺎ ﹶﻥ‬‫ﻧﺴ‬‫ﺎ ﺍﹾﻟِﺎ‬‫ﺧﹶﻠ ﹾﻘﻨ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﹶﻟ ﹶﻘ‬

‫ﺗﻘﹾﻮ ٍﱘ‬” [“Şüphesiz insanı en güzel bir sûrette yarattık” (Tin, 95/4)] sa‘âdetine nâil olmadık.323

Ammâ “‫ﲔ‬
 ‫ﺎﻓِﻠ‬‫ﺳ ﹶﻔ ﹶﻞ ﺳ‬ ‫ﻩ ﹶﺍ‬ ‫ﺎ‬‫ﺩﻧ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﺭ‬ ‫”ﹸﺛﻢ‬ [“Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına attık.” (Tin, 95/5)]

berzahında halâs bulmadık ve dahî, “‫ﺕ‬


ِ ‫ﺎ‬‫ﺎِﻟﺤ‬‫ﺍﻟﺼ‬ ‫ﻋ ِﻤﻠﹸﻮﺍ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻮﺍ‬‫ﻣﻨ‬ ‫ﻦ ٰﺍ‬ ‫“[ ”ِﺍﻟﱠﺎ ﺍﻟﱠﺬﻳ‬Ancak imân edenler ve

Sâlih amel işleyenler müstesnâ” (Tin, 95/6)] bendi ile mütenebbih olmadık. “‫ﻢ‬
 ‫ﺑﻜﹸ‬‫ﺮ‬ ‫ِﺑ‬ ‫ﺴﺖ‬
 ‫”ﹶﺍﹶﻟ‬
[“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Arâf, 7/172)] ‘âleminde olan ahde vefâ edemedik.

Kesâfet-i ‘unsuriyye ve kelimât-ı nefsâniyye ile şeb-i hayrette kaldık. “‫ﻡ‬ ‫ﺩ‬ ‫ٰﺍ‬ ‫ﲏ‬
ۤ ‫ﺑ‬ ‫ﺎ‬‫ﻣﻨ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﺪ ﹶﻛ‬ ‫ﻭﹶﻟ ﹶﻘ‬ ”
[“Andolsun ki biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık.” (İsrâ, 17/70)] ikrâmında kusūr

etdik. “‫ﻠﻴ ﹶﻔ ﹰﺔ‬‫ﺧ‬ ‫ﺽ‬


ِ ‫ﺭ‬ ‫ﺎ ِﻋ ﹲﻞ ﻓِﻲ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﻲ ﺟ‬‫”ِﺍﻧ‬ [“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara, 2/30)]

devleti talebinde tekâsül etdik. Ancak Allâh’ı ve Rasûlünü severiz. “‫ﺍﻟﻴﻪ‬ ‫ﺐ‬
 ‫”ﺍﳌﺮﺀ ﻣﻊ ﻣﻦ ﺍﺣ‬
[“Kişi sevdiği ile beraberdir” (Tirmizî, 37/Zuhd, 50 (IV, 514, h. no: 2386)] sa‘âdet-i sermedî ve
‘izzet-i ebediyyeye Yâ Rabb cümlemizi lâyık eyle!
Âmin sümme âmin. Temmet

323
B: + “Sa‘âdetine vâsıl olduk.”

128
II- ÂŞIK ÖMER’İN İKİ ŞİİRİNİN ŞERHİ

A- “GÜFTE-İ ÂŞIK ÖMER, ŞERH-İ SALÂHÎ EFENDİ”324

Sînemin bâğında bitmiş bir ağaçta iki dal325


Biri elma biri hurma biri sükker biri bal

Ol iki dal üzre biten iki ay ey müslüman


Biri yeşil biri kızıl biri sarı biri al

Ol iki ay dediğimiz iki kuştur ey nigâr


Biri hûrî biri tūtī biri kumru biri pâl

Ol iki kuşu tutıcak ideyim ki ben de bend


Birisine bak birisin gör birin alma birin al

Birinin ağzında mim var birinin gözlice hâ


Birinin ağzında cim var birinin dal ile zâl

Pes bu sırrı bilmeğe arif gerekdir ey Ömer


Biri zat-ı Mustafâ’dır biri Hayy-i Zülcelâl

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

I. Beyt:

Sînemin bâğında bitmiş bir ağaçta iki dal[13a]


Biri elma biri hurma biri sükker biri bal

324
Gofte-i Âşık Ömer Şerh-i Salâhî Efendi. Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası
üzerinde çalıştık: O.E No. 145, vr. 13b-16a (A), Sül. Ktp. Halet Efendi 730 vr. 57b-59b (B), İ.Belediye: O.E No.
58, vr. 88b-90a (C), Her sayfada 23 satır. Metin içindeki varak numaraları O.E No. 145 nüshasına âittir. Bu
şerhler daha önce yayınlanmıştır. Bk. Saadettin Nüzhet Ergun, Âşık Ömer, Hayatı ve Şiirleri, Semih Lütfi
Matb, (Basım yeri ve tarihi yok)
325
Ergun Sadettin Nüzhet, Aşık Ömer, Hayatı ve Şiirleri, s. 100

129
Bu beytte sîneden murâd kalbdir ki, zikr-i mahal irâde-i hâl kabîlindendir. Zîrâ sîne
kalbde mazharı olan lahm-i sanevberînin zarfıdır. Ve kalbde biten ağaçtan murâd veled-i kalbdir
ki, ‘ilm-i ledünnîden kinâyetdir. Ve iki dal ‘ilm-i ledünnîden tevellüd eyleyen sıfât-ı cemâl ve
celâlden ‘ibâretdir. Ve elma ve hurma ve sükker ve bal mukteżā-yı cemâl ve celâlden müsmire
olan şerî‘at ve tarîkat ve ma‘rifet ve hakīkate işaretdir ki, elma tarîkate ve hurma şerî‘ate ve
sükker hakīkate ve bal ma‘rifete işaretdir. Zîrâ hurma şerî‘at ‘ilminin semeresidir ki, kışrı ten
gıdasıdır. Ahkâm-ı şer‘iyye ‘ilm-i zāhire menût olduġu gibi. Ve elma tarîkat ‘ilminin semeresidir
ki, kışrından mâ-‘adâsı belki kışrı dahî eğerçi nefs-i zâkiye gıdasıdır. Ve lâkin derûnunda riyâ
çekirdeği mużmerdir. Tezkiye-i nefs a‘mâl-i sâlihaya mütevakkıf olduġu gibi. Ve bal ma‘rifet
‘ilminin semeresidir ki, ‘akl-ı me‘âd gıdasıdır. Eğerçi ânın kat‘an atılacak bir nesnesi yokdur.
Lâkin henüz ta‘ayyününden eseri bâkīdir. Tasfiye-i kalb mıskala-i zikr ü tilâvete muhtaç olduġu
gibi. Ve sükker hakīkat ‘ilminin semeresidir ki, rûh-i kudsî gıdasıdır.326 Kat‘an atılacak bir
nesnesi yoktur.327 Gayri suya ilkâ eylesen eriyerek mahv-i vücûd edip kendi ta‘ayyününden eser
kalmayıp tebdîl-i sıfat eyler. Kalbden nefy-i mâsivallah ihlâs ile hâsıl olduġu gibi. Ve veled-i

kalb şecereye teşbih Cenâb-ı Bârî’nin: “ ‫ﺎ‬‫ﺻﹸﻠﻬ‬


 ‫ﺒ ٍﺔ ﹶﺍ‬‫ﻴ‬‫ﺮ ٍﺓ ﹶﻃ‬ ‫ﺠ‬
‫ﺸ‬
 ‫ﺒ ﹰﺔ ﹶﻛ‬‫ﻴ‬‫ﻤ ﹰﺔ ﹶﻃ‬ ‫ﻣﹶﺜﻠﹰﺎ ﹶﻛِﻠ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺏ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﺿ‬
 ‫ﻒ‬
 ‫ﻴ‬‫ﺮ ﹶﻛ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﹶﺍﹶﻟ‬

‫ﺎ‬‫ﺑﻬ‬‫ﺭ‬ ‫ﲔ ِﺑِﺎ ﹾﺫ ِﻥ‬


ٍ ‫ﺎ ﹸﻛ ﱠﻞ ﺣ‬‫ﰐ ﹸﺍ ﹸﻛﹶﻠﻬ‬
ۤ ‫ﺆ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻤۤﺎ ِﺀ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﺎ ﻓِﻲ ﺍﻟ‬‫ﻋﻬ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﻭﹶﻓ‬ ‫ﺖ‬
 ‫“[ ” ﺛﹶﺎِﺑ‬Görmedin mi? Allah nasıl bir misal

verdi. Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç)
Rabbinin izniyle her zaman meyve verir.” (İbrahim, 14/24)] kelâm-ı mu‘cizâtından328 ma‘nen
iktibâsdır.329 Ve bu ma‘nâ erbâb-ı hakīkatin:
“Şecere-i tayyibeden murâd şarkıyye-i vücûbiyye ve garbiyye-i imkâniyye beyninde
mutevassit olub müdebbir-i heykel-i cism-i küllî olan insân-ı kâmildir.” kavillerini münâfî
değildir. Zîrâ sāhib-i kalb olmayan insân-ı kâmil olmak mutasavver değildir. Ve bunda kalbden
muradı ne idüği erbâbına ma‘lûmdur. Halkın anladığı savâb330 değildir.

II. Beyt:

Ol iki dal üzre biten iki ay ey müslüman

326
B: + “Rûh-i kudsîdir.”
327
B, C: + “Olmadığından.”
328
B: + “Mu’ciz nizâmından.”
329
B: + “İktizâsıdır.”
330
C: + “Gibi”

130
Biri yeşil biri kızıl biri sarı biri al

Ya‘nî ef‘âl-i şerî‘at ve tarîkatden ve ahvâl-i hakīkat ve ma‘rifetden hâsıl olan pertev-i
tāât ve ezkâr ve eşi‘a-i tevhîd ve efkâr ile envâr-ı sıfât-ı cemâl ve celâl mütelevvin olub
cemâlden yeşil ve sarı ve celâlden kızıl ve al levni pertev-endâz olmaktan ‘ibâretdir. Yâhud iki

aydan murâd Feyyâz-ı Mutlak’ın kalb-i insâna ifâza eylediği iki nûrundan ‘ibâretdir ki: “ ‫ﻌ ﹾﻞ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﻳ‬‫ﻭ‬

‫ﻮ ﹶﻥ ﺑِﻪ‬‫ﻤﺸ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﺍ‬‫ﻮﺭ‬‫ﻢ ﻧ‬ ‫…“[ ” ﹶﻟ ﹸﻜ‬Sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nûr yaratsın…” (Hadîd, 57/28)]

mâ-sadakınca ol nûrun biri ile insâna hidâyet ider. “ُ‫ﺸۤﺎﺀ‬


 ‫ﻳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻮ ِﺭﻩ‬‫ﻪ ِﻟﻨ‬ ‫ﻬﺪِﻱ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬ ‫ﻳ‬ ” [“…Allah dilediği
kimseyi nûruyla hidâyete iletir.” (en-Nûr, 24/35)] mefhûmunca dilediği kulunu ol nûr-i sânîye
irişmeğe hidâyet eder. Şeyh-i Ekber kuddise sırrühü’l-ezher hażretleri buyururlar ki:
“Kalb-i insanda [14a] iki ‘ayn vardır. Birine ‘ayn-ı basīret derler ki, ‘ilme’l-yakînden
kinâyetdir ve ikincisine ‘ayne’l-yakîn derler ki, nûr-ı yakîne nâzırdır. Pes ‘ayn-ı basîret ol nûr-ı
evvel ile nazar eder. Ve ‘ayne’l-yakîn ol sânî331 ile nazar eder. Vaktâ ki; nûr-i evvel, nûr-i sânîye
muttasıl olsa insan melekût-i arz ve semâvâtı görüb sırr-ı kadere vâkıf olur. Cenâb-ı Hakk’ın

“‫ﻮ ٍﺭ‬‫ﻧ‬ ‫ﻋﻠٰﻰ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﻮ‬‫…“[ ”ﻧ‬Nûr üstüne nûrdur…” (en-Nûr, 24/35)] buyurdukları332 nûreyn-i mezkûreynin
ittisāline işâretdir.”

Ve Hażret-i Mevlânâ kaddesenallâhu bi-sırrihi’l-a‘lâ Mesnevî-i Şerîf’inde:

Beyt:

333
‫ﺍﻧﻜﻬﻰ ﺟﺎﻥ ﺳﻮﻯ ﺣﻖ ﺭﺍﻏﺐ ﺷﻮﺩ‬ ‫ﺲ ﺭﺍﻛﺐ ﺷﻮﺩ‬
 ‫ﻧﻮﺭ ﺣﻖ ﺑﺮﻧﻮﺭ ﺣ‬

‫ﺷﺎﻩ ﺑﺎﻳﺪ ﺗﺎﺑﺪﺍﻧﺪ ﺷﺎﻩ ﺭﺍﻩ‬ ‫ﺍﺳﺐ ﰉ ﺭﺍﻛﺐ ﭼﻪ ﺩﺍﻧﺪ ﺭﺳﻢ ﺭﺍﻩ‬
334
‫ﻣﻌﻨﺊ ﻧﻮﺭ ﻋﻠﻰ ﻧﻮﺭ ﺍﻳﻦ ﺑﻮﺩ‬ ‫ﺲ ﺍﻳﲔ ﺑﻮﺩ‬
 ‫ﻧﻮﺭ ﺣﻖ ﺑﺮ ﻧﻮﺭ ﺣ‬

331
B, C: + “Nûr-i sânî,”
332
B: + “Kavl-i şerîfleri,”
333
B: + İlk iki beyit. C: + Sadece tek beyit
334
Terceme-i Salâhî:
Nûr-i hisse nûr-i hak râkip olur
Sivâ-yı Hakk’a sonra cân râgıb olur
Sebebi râkib ne bilsin resm-i râh

131
Buyurdukları dahî bir veçhile bu ma‘nâyı mübeyyindir. Ya‘nî ef‘âl-i şerî‘at ve tarîkat
sebebiyle nûr-i Hâdî’ye ve ahvâl-i hakīkat ve ma‘rifet sebebiyle nûr-i Mehdî’ye erişilir ki; elvân-
ı mezkûreyi mukteżî olan sıfât-ı cemâl ve celâl mazhariyyetine isti‘dâd hâsıl olur, demekdir.

III. Beyt:

Ol iki ay dediğimiz iki kuştur ey nigâr


Biri hûrî biri tūtī biri kumru biri pâl

Bu beytde nûreyni kuşlara temsîl etmesi nûreyn-i mezkûreyn sebebiyle ma‘rifet-i nefs
ve ma‘rifet-i Hak vârid olduġundan kinâyetdir. Zîrâ kuş, kanadı ile ‘âlem-i nâsûtta tayerân
eylediği gibi insan dahî bâl-i himmeti ile ‘âlem-i melekûta ve ecniha-i ma‘ârif-i İlâhiyye ile
‘âlem-i ceberûta pervâz edip fezâ-yı lâhûtda cevelân eyler. Pes nûr-i evvel ile ma‘rifet-i
melekûtiyyeden kinâye olan hûrî-i ra‘nâ ve kumru-i hoş-nevâ murâd edip;

“Bugünkü cennet-i ‘irfâna dâhil olsalar uşşâk


Yarınki va‘dolan hûrî vü gılmânı neylerler”

[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

mâ-sadakınca esfel-i tabîatten bâl-i himmet ile kalkıp evc-i melekûta vâsıl ve cennet-i
‘irfâna dâhil olup cem‘iyyet-i ebkâr ma‘ânî-i ma‘rifet-i nefs ile telezzüz hâsıldır, demek olur. Ve
nûr-i sânî ile hakīkat-i rûhiyye-i ceberûtiyyeden ‘ibâret olan tūtī-i bülend-âvâz ve kebûter-i bâlâ-
pervâz edip335 nihâl-i melekûtiyyeden pervâz ve âşiyân-ı kudse âgâz edip sohbet-i üns ile hem-
râz olmak mutasavverdir, demek olur.

IV. Beyt:

Ol iki kuşu tutıcak ideyim ki ben de bend

Şeh gerekdir tâ ki, bile şâh-ı râh


Nûr-i hisde nûr-i hak eder zuhûr
Ma’nâ-yı nûr alâ nûr iş bu nûr. (Tez metni, Şerh-i Kıt’a-i Hazret-i Ali)
[Allâh’ın hidâyet nûru, gözdeki duygu nûrunu aydınlatınca, can Hakk’a doğru yönelir. Binicisi olmayınca, at yol
almayı ne bilir? Anayolu, hidâyet yolunu bulabilmek için pâdişâh gerektir. Ey Hak âşıkı sen Hakk’ın nûrunu
aydınlattığı sağ duyuya yönel, o güzelim nûr gerçek duygunun dostudur.] Şefik Can, Mesnevî tercümesi, II. Cilt,
s, 359 (2-1290-1293)
335
B, C: + “Murâd edib”

132
Birisine336 bak birisin gör birin alma birin al

Çünkü ol kuşlara elim irişe onları sayd edip canıma bend eyleyim. Ya‘nî çünkü ol

ma‘rifet-i nefs ile ma‘rifet-i Hakk’a isti‘dâd hâsıl ola. “‫ﻗﻴﺪ‬ ‫”ﺍﻟﻌﻠﻢ ﺻﻴﺪ ﻭﺍﻟﻜﺘﺎﺑﺔ‬337 fehvâsınca levha-
i derûnuna bir vechile kayd ideyim ki, bir türlü tezelzül-i ıztırâba mahal kalmaya. Birine bak
birisin gör, dediği nefsine bak Hakk’ı gör. Birin alma birin al, dediği nefsi alma Hakk’ı al

demekdir. Ya‘nî; “‫ﻪ‬‫ﺭﺑ‬ ‫“[ ”ﻣﻦ ﻋﺮﻑ ﻧﻔﺴﻪ ﻓﻘﺪ ﻋﺮﻑ‬Nefsini bilen Rabbini bilir.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ,
II, 262, n. 2532)] mâ-sadakınca; “Nefsini bil Rabb’ine er, nefsini terk eyle [15a] ya‘nî Hak’ta ifnâ

eyle Hak ile dâim ol” demekdir. Nitekim Şeyh-i Ekber kuddise sirruhu Hażretleri bu ma‘nâyı

mübeyyin: “‫ﻧﻔﺴﻪ‬ ‫” ﻣﻦ ﻋﺮﻑ ﻧﻔﺴﻪ ﻋﺮﻑ ﺍﷲ ﻭﻣﻦ ﻋﺮﻑ ﺍﷲ ﱂ ﻳﻌﺮﻑ‬338 buyurmuştur. Pes ma‘lûm
oldu ki, nefsini bilmek Rabbisini bilmeği müntic olduġu gibi Allah’ı bilmek nefsini bilmemeği
mukteżî olur. Zîrâ hakīkat üzre bilmek irtifâ‘-ı isneyniyyeti mûcibdir. Yâhud çünkü ol sıfât-ı
cemâl ve celâli makām-ı kalbde cem‘ eylemeğe isti‘dâd hâsıl ola. Onları hırz-ı can edib sâideyn-
i canıma bâzû-bend eyleyim. “Ve birine bak birisin gör birisin alma birin al” dediği Celâl’e
bak, Cemâl’i gör; Cemâl’i al, Celâl’i makam-ı kalbde terkeyle demekdir. Ya‘nî, kemâlât-i
insâniyye sıfât-ı cemâl ve celâli makām-ı kalbde cem‘ etmekle hâsıldır. Ma‘ahâzâ makām-ı
nefsde mazhar-ı celâl olmak iktiżā eylemez, demek ister.

V. Beyt:

Birinin aġzında mim var birinin gözlice hâ


Birinin aġzında cim var birinin dâl ile zâl

“Birinin aġzında mim var” dediği sıfât-ı cemâldir ki, nûr-i mîm-i Muhammed
Salavâtullâhi aleyhi’l-ebed, yâhud nûr-ı mîm-i Mustafâ aleyhi’s-salavâti’l-evfâ ol sıfâtdan berk
urur. Ya‘nî envâr-ı sıfât-ı cemâliyye vücûd-i Muhammed339 aleyhi’s-salevâtü’s-sermedî’den
leme‘ân eylediğine işâretdir. “Ve birinin aġzında gözlice ha var” dediği sıfât-ı celâldir ki,
envâr-ı hây-ı hüviyyet ol sıfâtdan berk urur ki, hüviyyet-i sâriyye cemî‘-i mazhar-ı cemâl ve
celâl olan eşyanın küllîsini muhît olmaktan ‘ibâretdir. “Birinin aġzında cim var” dediği

336
C: + “Birine”
337
“İlim avlamak, kitâbet de onu bağlamaktır.”
338
“Nefsini bilen Allâh’ı bilir. Allâh’ı bilen nefsini bilmez.”
339
B, C: + “Vücûd-i Muhammedî,”

133
aġzında mim olanıdır ki, cîm Cemâl’e işâretdir. “Ve birinin aġzında dâl ile zâl var” dediği
aġzında ha olandır ki, dâl dehre ve zâl Zü’l-celâl’e işâretdir.

VI. Beyt:

Pes bu sırrı bilmeğe ârif gerektir ey Ömer


Biri zat-ı Mustafâ’dır biri Hayy-i Zülcelâl

Bu beyt ebyât-ı sâlifeyi müfessirdir ki; husūsan mazhar-ı cemâl-i tam olan Fahr-i
Kâinat aleyhi efżalü’s-salavât Efendimiz Hażretleri’dir. Ve umûmen Zü’l-celâli ve’l-ikram olan
Cenâb-ı Hudâvend-i bî-vezîr celle ani’ş-şebîh ve’n-nazīr hażretleridir.

Temmet.

C- “LÜĠÂZ-İ ÂŞIK ÖMER, ŞERH-İ SALÂHÎ EFENDİ “340

Gûşunu benden yana tut sözlerim femden çıkar341


Başına aklın yâr ise gönlünü kemden çıkar
Ârif-i billâh ğerektir bilmeğe dört cevheri
Üçünü kılsam beyan her birisi mimden çıkar

Dört kitâbı fehm idenler anda ma‘nâ buldular


Ol Hudâ’nın birliğine çok şükürler kıldılar
Ol maânî taksim edip dördü beyan kıldılar
Üçü belli şeydir ammâ birisi kimden çıkar

Pes gönül deryâ misâli çağlar akar bir yana

340
Lügaz-i Âşık Ömer Şerh-i Salâhî Efendi; Araştırmamızda metnini verdiğimiz üç yazma nüshası üzerinde
çalıştık: İ.Belediye: O.E No. 145, vr. 26b-29b, Sül. Ktp. H M Efendi 3917 vr. 53b-55a, Sül. Ktp. Tahir Ağa, No.
503 vr 38-43. Metin içindeki varak numaraları O.E No. 145 nüshasına âittir.
341
Ergun, Sadettin Nüzhet, Aşık Ömer, Hayatı ve Şiirleri, 323-324

134
Bu cevâbım işitenler kalır elbette tana
İki nokta üç hurûfun suâlin ettin bana
Biri yüz birisi otuz biri kırk mimden çıkar

Sende kâmil âşık isen bahr-i ‘aşka giregör


Âkılâne sözlerini ara yerden süregör
Der ki Ömer bu cevâbın ma‘nisini vire gör
Altı nokta beş huruf yüz evveli lâmdan çıkar

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

D- “ŞERH-İ SALÂHÎ EFENDİ”

I. Kıt’a:
Gûşunu benden yana tut sözlerim femden çıkar [26b]
Başına aklın yâr ise gönlünü kemden çıkar
Ârif-i billâh gerektir bilmeğe dört cevheri
Üçünü kılsam beyan her birisi mimden çıkar
Bunda dört cevherden murâd biri, cevher-i rûh-i A‘zamdır ki, hakīkat-i
Muhammediyye’den ‘ibâretdir. Ve ikincisi, cevher-i ‘akl-ı külldür. Ve üçüncüsü cevher-i nefs-i
külliyyedir. Dördüncüsü cevher-i cism-i küllîdir. “Üçünü kılsam beyan” dediği cevher-i akl-ı
küll ve cevher-i nefs-i külliyye ve cevher-i cism-i küllîdir. “Bu üçün her birisi mimden çıkar”
dediği mîm-i Muhammed aleyhi salavâtu’llâhi’l-ebed’e işâretdir ki, hakīkat-i
Muhammediyye’den kinâyetdir. Ya‘nî cemî‘-i eşyanın varlığı zikri sebkat eden cevherlerdendir.
Ve bu cevherlerin dahî menba‘ ve menşei hakīkat-i Muhammediyye’dir. Zîrâ devât-ı ‘ilm-i
zâtîden ma‘lûmâtı levh-i mahfûz-i tafsīle ya‘nî nefs-i külliyyeye çıkarmağa hakīkat-i
Muhammediyye vâsıta olmuşdur. Ol ecilden hakīkat-i Muhammediyye’ye kalem-i a‘lâ ıtlak

olundu. Zîrâ hudûsa kıdemin ta‘allûkuna vâsıta ve vücûd ile ‘adem beyninde râbıtadır. “ ‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﹶﻠ ِﻢ‬‫ۤﻥ ﻭ‬

‫ﻭ ﹶﻥ‬‫ﺴ ﹸﻄﺮ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ” [“Nûn, Kaleme ve yazdıklarına andolsun.” (Nûn, 68/1)] buna delîl-i kâtı‘ “ ‫ﻭﻝ ﻣﺎ‬ ‫ﺍ‬

‫ﻝ ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺍﻟﻘﻠﻢ ﻭﺍﻭﻝ ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺍﻟﻌﻘﻞ ﻓﻘﺎﻝ ﻟﻪ ﺍﻗﺒﻞ ﻓﺎﻗﺒﻞ ﰒ ﻗﺎﻝ ﻟﻪ ﺍﺩﺑﺮ ﻓﺎﺩﺑﺮ ﰒ ﻗﺎﻝ‬‫ﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺭﻭﺣﻰ ﻭﺍﻭ‬

135
‫“[ “ ﻭﻋﺰﺗﻰ ﻭﺟﻼﱃ ﻣﺎﺧﻠﻘﺖ ﺧﻠﻘﺎ ﺍﻛﺮﻡ ﻋﻠﻰ ﻣﻨﻚ ﺑﻚ ﺍﺧﺬ ﻭﺑﻚ ﺍﻋﻄﻰ ﻭﺑﻚ ﺍﺛﻴﺐ ﻭﺑﻚ ﺍﻋﺎﻗﺐ‬Allâh, ilk
önce benim rûhumu yarattı ve ilk önce kalemi yarattı ve ilk önce aklı yarattı. Ona gel, dedi,
geldi. Sonra ona, git, dedi; gitti. Sonra “İzzetime ve Celâlime yemîn olsun ki, bana senden daha
kıymetli olan bir mahlûk yaratmadım. Seninle alıp seninle vereyim, seninle sevap verip seninle
cezalandırayım.” dedi.” (Ebû Dâvûd, 34/Sünnet, 16 (II, 637-38 h.no: 4700); Tirmizî, 33/Kader, 17 (IV,
398, h.no:2155), Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 263, n. 823-824, Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 21)] [27a] Hadîs-i şerîfi

burhân-ı kâfidir. “…‫ﻭﺣﻲ‬‫ﺭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ ﻓﻴ ِﻪ ِﻣ‬‫ﺨﺖ‬


 ‫ﻧ ﹶﻔ‬‫ﻭ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺘ‬‫ﻳ‬‫ﺳﻮ‬ ‫“[ ” ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬Ben, onun yaratılışını tamamladığım
ve ona rûhumdan üflediğim zaman” (Hicr, 15/29)] âyet-i kerîmesinde muhakkikînin tahkīk ve
tedkîkleri üzere rûh-ı izafîden murâd hakīkat-i Muhâmmediyye’dir. Ol ecilden ebu’l-ervâh

derler. Zîrâ “‫ﺭﻭﺣﻰ‬ ‫ﻝ ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﷲ‬‫“ [ ” ﺍﻭ‬Allâh’ın ilk yarattığı şey benim rûhumdur.” (Ebû Dâvûd,
34/Sünnet, 16 (II, 637-38 h.no: 4700); Tirmizî, 33/Kader, 17 (IV, 398, h.no:2155)] müeddâsınca hakīkat-i

Muhammediyye bâkûre-i şecere-i vücûd olduġundan Cenâb-ı Bârî iżāfet-i teşrîfiyye ile nefsine

iżāfe edip “ ‫” ﻣﻦ ﺭﻭﺣﻰ‬342 dedi. Pes bundan ma‘lûm oldu ki, zikri sebkat eden cevâhir-i selâse
hakīkat-i Muhammediyye aleyhi ekmelü’t-tahiyyâti’s-sermediyye’den ‘âlem-i şühûda çıkar.

Salâhî:

Yemminde olmayan imkâne çıkmaz yâ Resûlallâh


Deminden dûr olan insâne çıkmaz yâ Resûlallâh

Senin feyżinden ayrı olsa farzâ cevher-i eşyâ


Nebât ü ma‘den ü hayvâne çıkmaz yâ Resûlallâh

Senin feyżinle ser-tâ-ser vücûde geldi her ‘âlem


Yem-i Feyżin senin pâyâne çıkmaz yâ Resûlallâh

Nuût-i sırr-i zâtın çünkü gelmez kayd-ı ta‘rîfe


Hakīkatce leb-i ‘irfâne çıkmaz yâ Resûlallâh

342
“Benim rûhumdan”

136
Senin zâtın muallâdır sığışmaz hadd-i imkâne
Kuyûd-i kevn ile ezmâne çıkmaz yâ Resûlallâh

Ta‘ayyün cilvesin eyler ise ıtlâk mezāhirden


Kemâlin hasr ile noksâne çıkmaz yâ Resûlallâh

Salâhî bâl-i himmetle ne denlu çıksa ıtlâka


Kemâl-i rütbe-i îkane çıkmaz yâ Resûlallâh
[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

* * *
Senin zâtın çü ervâha pederdir yâ Resûlallâh
Şühûda çıkmağa imkâna derdir yâ Resûlallâh

O derden girdi erbâb-ı hakīkat meclis-i vasla


O bâbı bulmayanlar derbederdir yâ Resûlallâh

Devât-ı ‘ilme zâtın bir kalemdir levh-i mahfûza


Vücûdun nüsha-i sırr-ı kaderdir yâ Resûlallâh

Safâ-yı sırr-ı zâtından ‘ibârettir senin zâtın


O safvetle gönüller bî-kederdir yâ Resûlallâh

Yem-i hayret-fezâdır sırr-ı zâtı akl-i derrâkin


Anı idrâkte kârı sederdir Yâ Resûlallâh

Cebîninden ziyâ-bahşende olan lü’lüü ervâh


Değil dürr-i adn-ı rahşende dürrdür yâ Resûlallâh

O derden her kişi bir cevher-i safvet-nümâdır lîk


Salâhî’nin dili seng ü mederdir yâ Resûlallâh

137
[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

II. Kıt’a:
Dört kitâbı fehm idenler anda ma‘nâ buldular
Ol Hüdâ’nın birliğine çok şükürler kıldılar
Ol maânî taksim edip dördü beyân kıldılar
Üçü belli şeydir ammâ birisi kimden çıkar
Ya‘nî dört kitabın ma‘nâsını fehm idenler eserden müessire istidlâl kabîlince ol cevâhir-
i erbaa Cenâb-ı Hakk’ın vahdâniyyetine dâll olmağla Hüdâ birliğin bilip bu bilmek ni‘metine

çok şükürler kıldılar. Zîrâ “‫ﻥ‬


ِ ‫ﻭ‬‫ﺒﺪ‬‫ﻌ‬ ‫ﻴ‬‫ﺲ ِﺍﻟﱠﺎ ِﻟ‬
 ‫ﻧ‬‫ﺍﹾﻟِﺎ‬‫ﻭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺠ‬
ِ ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺧﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ” [“İnsanları ve cinleri ancak bana

ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriat, 51/56)] “ ‫ﺪﻭﱏ‬‫ﻟﻴﻮﺣ‬ ‫ﱏﻭ‬


ِ ‫ﻌ ِﺮﻓﹸﻮ‬ ‫ﻴ‬‫” ِﻟ‬343 mukteżāsınca hilkat-i ins
ü cinden murâd ancak Cenâb-ı Hakk’ı bilip hakīkat-i tevhîd ile birlemekdir. “Ve ol ma‘nâ-yı
mefhûmu ya‘nî Cenâb-ı Hakk’ın vahdâniyetine dâll olan ma‘nâyı dörde taksîm eylediler” dediği
yine zikri sebkat eden cevâhir-i erbaadır. Zîrâ mecmû‘-i ‘âlem-i kevn ü fesâd bu dört cevherden
mürekkebdir ki, ‘avâlim-i hejdeh [28a] hezârın vücûdu cevâhir-i mezkûreye mütevakkıfdır.
“Üçü belli şeydir” dediği cism-i küllî ve nefs-i külliye ve akl-ı küllün mahreci bellidir ki,
hakīkat-i Muhammediyye aleyhissalâtu ve’s-selâm’dır. Zikri sebkat eylediği vech üzere.
“Ammâ birisi kimden çıkar” dediğinden murâd Rûhu hayri’l-beriyye ya‘nî hakīkat-i
Muhammediyye aleyhi ezkâ’t-tahiyyâti’l-ebediyye’dir. “Kimden çıkar” dediği istifhamdır.
Ya‘nî cevâhir-i selâsenin menba‘ı onlar olıcak onların menşei kimdir diye suâl eylemiş. Pes

Hakīkat-i Muhammediyye aleyhi efżalü’s-salavâti’s-samediyye’nin menşei Zât-ı Bârî olduġu “ ‫ﺍﹶﻧﹶﺎ‬

‫ﲎ‬
 ‫ ﹶﻥ ِﻣ‬‫ﺆﻣِﻨﻮ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﺍﹾﻟ‬‫ﻦ ﺍﻟﱠﻠ ِﻪ ﻭ‬ ‫“[ ” ِﻣ‬Ben Allah’danım, mü’minler de bendendir.” (Aclûnî, Keşfu’l hafâ, I, 237,
Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 22)] Hadîs-i şerîfinin mażmûn-ı hakīkat-makrûnu delîl-i kâfidir. “Ve kimden

çıkar” ta‘bîri istiâre kabîlindendir. Zarf mazruf mülâhazası ile iktiżā eylemez. Belki bundan bir
ma‘nâ hâsıl olur ki, Hażret-i Hak Celle ve A‘lâ’nın vücûdundan ya‘nî varlığından Hakīkat-i
Muhammediyye aleyhi eşrefi’t-tahiyye ve onlardan hakâyık-ı beriyye zuhûra gelir demek olur
ki, bu semt ile hakīkat-i tevhîde yol bulunur.
III. Kıt’a:

343
“Tanımaları ve birlemeleri için”

138
Pes gönül deryâ misâli çağlar akar her yana
Bu cevâbım işitenler kalır elbette tâna
İki nokta üç hurûf suâlin ettin bana
Biri yüz biri otuz biri kırk mimden çıkar
Ya‘nî kalem lâfzının muammâ-gûne lügâzını ki, “iki nokta üç hurûf ol dört kitab
andan çıkar” mısra’ıdır. Bir kimse andan suâl eylemiş ol dahî remzile cevâb olmak üzre ol üç
harfin biri yüzdür. Yâ‘ni yüz adedinin medlûlü olan kafdır ve biri otuzdur ya‘nî otuz adedinin
medlûlü olan lamdır ve biri kırktır ya‘nî kırk adedinin medlûlü olan mimdir. Pes kaf, lam, mim
mürekkeb olıcak kalem olduġu zāhirdir.

IV. Kıt’a:
Sen de kâmil âşık isen bahr-i ‘aşka giregör
Âkılâne sözlerini ara yerden süregör
Der ki Ömer bu cevâbın ma‘nîsini vire gör
Altı nokta beş hurûf yüz evveli lâmdan çıkar
Ya‘nî remz-i müşkili ondan müşkil işâret ile remz edip der ki, “biri yüzdür biri otuz
biri kırk mimden çıkar” dediğimin şerhi Altı nokta beş hurûfdur ki, evveli yüzdür ki, anda iki
sıfır vardır. Altı noktanın ikisi oldur. Ve ikinci harfi otuzdur ki, ânın rakamında dahî bir nokta-i
sıfır vardır. Üçüncü noktası oldur. Ve üçüncü harf kırkdır ki, anda dahî bir nokta-i sıfır vardır.
Dördüncü noktası oldur. Ve beşinci ve altıncı noktaları “kaf”da olan noktalardır ki, mecmû‘u altı
nokta olur. Ve beş harf olması ta‘miye yollu maksûdunu gizlemek için taġlît kabîlinden dörtten
hâsıl olan “dâl” ve elliden hâsıl olan [29a] “nûn”dur. Bu takdirce mısrâ‘-ı âhir, “altı nokta beş
hurûf yüz evveli lâmdan çıkar” demek olur. “Ya‘nî evvel-i kafın adedi olan yüz olunca vasat
ve âhirini lamdan çıkar ya‘nî lâm lâfzının evveli kaf olıcak ondan kalem lügâzı istihrâc olunur”
demekdir. Pes Nâzımın mukaddime-i ġazelde olan rümûzâtı sâile tevbîh ve tenbîh-gûne cevâbdır
ki, sen bana kalem lâfzının lügâzını istifhâm vechî ile “iki nokta üç harf ol dört kitab andan
çıkar nedir?” diye suâl eyledin. Ben sana kalem ve dört kitab mukâbili kalem-i a‘lâdan ve
cevâhir-i erba‘adan haber vereyim ki, bu ‘âleme gelmeden murâd ânı bilmekdir. Yoksa yalnız
kalem lûğazını bilmede ne fazîlet vardır. Eğer gerçek kâmil âşık isen ‘aşk deryâsına dal ve kendi
aklın ile cem‘ eylediğin kîl ü kâlini terk edip bir mürşid-i kâmile var ki, ol cevâhir-i erbaanın ve
kalem-i a‘lânın hakīkatini bildire. Tâ ki, Hakk’ı bilip bu ‘âleme ne için geldiğini anlayasın.
Halbuki ‘ilm-i kelâm ve hikmette müdevven olan kütübden cevâhir ve a‘râz bahsi ile hakīkat-i

139
ma‘rifetullâh’a rehyâb olmak ba‘îdü’l-ihtimâldir. Zîrâ “‫ﻪ‬‫ﺭﺑ‬ ‫“[ ”ﻣﻦ ﻋﺮﻑ ﻧﻔﺴﻪ ﻓﻘﺪ ﻋﺮﻑ‬Nefsini
bilen Rabbini bilir.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II, 262, n.2532)] mukteżāsınca344 kişi Rabbisini bilmek
nefsini bilmeğe tevakkuf eder. Ve nefsini bilmek mürşid-i kâmili bulup dâmen-i irâdetine
teşebbüs kıldıkdan sonra telkin ve terbiyesi üzre râh-ı Hak’da sülûke muhtacdır. Hakīkat-i hâl kîl

ü kâlden ahz olunmak emr-i muhâldir. “‫ﻭﺍﳌﺮﺷﺪ‬ ‫”ﻫﻮ ﺍﷲ ﺍﳌﻮﻓﻖ‬345 Kaldı ki, ‘ilm-i hikmetde cevâhir-
i hams akl ve nefs ve heyûlâ ve sūret ve cisimden ‘ibâret olup beş addolunduğu Nâzımın
kelâmını muhill olmaz. Zîrâ erbâb-ı hakīkat rûha aklın fevkinde mertebe ta‘yinleri i‘tibârı ile ol
dahî bir rütbe olur. Ve heyûlâ ve sūretin vücûdu cevher-i ferd olan rûh ve akl ve nefs gibi
mücerred tasavvur olunmayıp belki heyûlâ ve sūret ancak cism ile tasavvur olunduġundan üçünü
bir cevher i‘tibârı ile cevâhiri dört mertebe i‘tibâr etmiş. Bu i‘tibâr ile onların i‘tibarlarını
bilmemek iktiżā eylemez. Bu muhtasar ânın mahall-i tafsīli olmadığından bu kadar ile iktifâ
olundu.

Çün cevâhir ser-te-ser ‘aşk ile ol mimden çıkar


Cevher-i Şerh-i Salâhî dahî ol yemmden çıkar

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Temmet

III- “İSMAİL HAKKI BURSEVÎ’NİN NUTK-İ ŞERÎFİ’NİN ŞERHİ”


A- GAZEL-İ İSMAİL HAKKÎ, MANZUM TERCÜME-İ SALÂHÎ 346
Katre-i hûn-ı ciger deryâ-yı şîr olmak nedir?

344
B: + “Mısdâkınca”
345
“Allâh (Muvaffık) muvaffakiyet veren ve (Mürşid) irşâd edendir.”
346
Gazel-i İsmail Hakkı Bursevî, Bursevî’nin Divân’ında bulamadığımız bu şiirini Bursevî’nin birçok eserine
mürâcaât ederek araştırdık. Şu ana kadar baktığımız kaynaklarda rastlayamadık.

140
Āb-ı okyânûsdan katre kesir olmak nedir?
Bir serîr-i zer zer üzre bulurken mikneti
Şol Süleyman mûr-ı nâçize esir olmak nedir?
Âdem-i mânâ gıdâ-yı kâinat olmuş iken
Sa‘ve-i bî-havsala mânend-i şîr olmak nedir?
“Küntü Kenz”in mahzeninden bulmuş iken bunca mal
Sâil-i dergâh olub her dem fakir olmak nedir?
Çâr tab‘-ı âdemîden âb u hâk oldı murâd
Yâ müsennâ yâ müselles bemm ü zîr olmak nedir?
Nokta vü şeş kâbeteyn içre mukabil kıldı bak
Bir ża‘îf altı kavîye geşt-gîr olmak nedir?
Halk bilmez Hakkıyâ bin bir suâle bir cevâb
Şol elifbâda ‘Acebdir nokta bir olmak nedir?
[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]
İsmail Hakkı Bursevî’nin binbir suâle bir cevap nutk-ı şerîfini Salâhaddin Uşşâkī
kuddise sirruh şerh buyurmuştur. 347

Katre-i dil Hakk’a irse bahr-ı şîr olur hemân


Hem o katre bahr-ı ‘âlemden kesir olur hemân
Rûh-i Kudsî ‘âlem-i ıtlâk’da sultān iken
Kayd-ı bend-i hırs-ı nefsiyle esîr olur hemân
Âdem-i mânâ ile kâim iken bu kâinât
Nefs-i emmâre ona mânend-i şîr olur hemân
Bunca esrâr ahz iderken kenz-i mahfîden yine
Sâil-i dergâh olub herdem fakîr olur hemân
Âb u hâk ‘ılm u tevâzu‘dur tabîat içre pes
Nâr u bâde ülfetiyle bemm ü zîr olur hemân
Yek şeşe oldu mukâbil ka‘beteyn içre velî
Bir latīf altı kesîfe keşt-gîr olur hemân
Bin suâle nokta-i bâ’dır Salâhî bir cevâb

347
Gazel-i İsmail Hakkı Bursevî Şerh-i Salâhî. Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası
üzerinde çalıştık: Atıf Efendi Ktp, 2122, 13vr (A), Sül. Ktp. Uşşakiye tek. 108, 104b-111a vr (B), Sül. Ktp.
Uşşakiye tek. 300, 82b-91b vr (C). Metin içindeki varak numaraları Sül. Ktp. Atıf Efendi Ktp, 2122 nüshasına
âittir.

141
Çün muhîtin merkezinde nokta bir olur hemân.
[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

B- ŞERH-İ SALÂHÎ

I. Beyt

Bursevî:

Katre-i hûn-ı ciger deryâ-yı şir olmak nedir?[2a]


Âb-ı okyânûsdan katre kesir olmak nedir?

Salâhî:

Katre-i dil Hakk’a irse bahr-ı şîr olur hemân


Hem o katre bahr-ı ‘âlemden kesir olur hemân

“Katre-i hûn-ı ciğer” süveydâ-yı kalbden kinâyetdir ki, mustalâhât-ı sûfiyyede ona
“hacerü’l-büht” tesmiye olunmuş ki, mahalli bahr-i zulmâtdır. Derûn-i kalbde bir nokta-i
zâibedir. Mahall-i ru’yet olan insan ‘ayn ya‘nî merdûmün çeşm gibi ki, makām-ı müşâhede
oldur ve kalb üzerinde rân ya‘nî hicâb olsa ol hacer-i bühtün vücûdu zāhir olmaz. Ve insanda
olan ervâhın ve kuvâ ve havâssın cemî‘i ol nokta müşâhedesine müterakkıbdır. Eğer kalb
murâkabe vü zikr ü tilâvet ile musaykal olursa ol nokta zāhir olur ve zāhir olduġu vakitde
Hażret-i Zât-ı Hak’dan gayrı bir nesne ona mukâbil olmaz. Ve ol hacerden bir nûr tecellî
zevâyâ-yı cisme münteşir olmağla akl vesâir havâs ve kuvâ mebhût olur. Ol ecilden ona
hacerü’l-büht tesmiye olundu. Pes Allâh u Azîmü’ş-şân ol ‘abdin ibkâsını murâd eylediği
vakitde ol nokta ile kalbin beyninde hâil olacak bir sahâbe irsâl eder ve ol noktaya mün‘akis
olub ervâh u cevârih ifâkat bulur. Pes ‘abd ol sahâbenin verâsında müşâhid olduġu hâlde bâkī
kalır. Bekā resminden ötürü ve tecellî dâimâ bâkī kalıb ebedî ol hicrden zâil olmaz. Ol ecilden

denilmiş ki, “‫”ﺍﻥ ﺍﷲ ﻣﺎﲡﻠﻰ ﻟﺸﺊ ﻗﻂ ﰒ ﺍﳓﺠﺐ ﻋﻨﻪ‬348 “Ve deryâ-yı şîr olmak” bahr-ı

ma‘rifetullâh’da mahv u müstaġrak ve müstehlek olmakdan kinâyetdir. Zîrâ şîr ‘ilim ile ta‘bîr

olunur. ‫ﻟﻘﻮﻟﻪ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺍﻭﺗﻴﺖ ﻗﺪﺣﺎ ﻣﻦ ﺍﻟﻠﱭ ﻓﺸﺮﺑﺖ ﺣﱴ ﺧﺮﺝ ﺍﻟﺮﻯ ﻣﻦ ﺍﻇﺎﻓﲑﻯ ﻭﺍﻋﻄﻴﺖ ﻓﻀﻠﻪ ﻋﻤﺮ‬

348
[Allâh bir şeye tecellî ettikten sonra tecellîsini çekmiş değildir.]

142
‫ﻓﻘﻴﻞ ﻣﺎﺍﻭﻟﺘﻪ ﻳﺎﺭﺳﻮﻝ ﺍﷲ ﻓﻘﺎﻝ ﺻﻞ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﺍﻭﻟﺘﻪ ﺑﺎﻟﻌﻠﻢ‬ [“Bana bir kadeh leben verildi. Ben ol

kadar nûş eyledim ki, rey yani kanmak tırnaklarımdan hurûç eyledi. Ve fazlasını ömre
verdim.” Demişler ki; “Lebeni ne ile te’vîl buyurdunuz?” Buyurmuşlar ki; “İlm ile te’vîl
eyledim.” (Buhârî, Ta‘bir, 34)]
Bu takdirce bahr-ı ma‘rifetullâh’da müstehlek olan katre bahr-i muhît-i ‘âlemden
ekser olduġu mahall-i iştibâh değildir. Zîrâ bahr-ı ‘âlem-i mütenâhî349 ve bahr-ı mârifetullâh
gayr-ı mütenâhîdir. Beyt:

Oldu çün bahr-ı hakīkatde vücûdum nâbud


Sūretâ katre iken ma‘nîde ummân oldum

[Feilâtün(fâilâtün)/feilâtün/feilâtün/feilün(fa‘lün)]

II. Beyt

Bursevî:

Bir serîr-i zer zer üzre bulurken mikneti


Şol Süleyman mûr-i nâçize esir olmak nedir?

Salâhî:

Rûh-i Kudsî ‘âlem-i ıtlâk’da sultān iken


Kayd-ı bend-i hırs-ı nefsiyle esîr olur hemân

Serîr, taht ma‘nâsına ve kâh olur ki, mülkden ve ni‘metden dahî serîr [3a] ile ta‘bîr
ederler ve zer ve ra’nın tahfîfiyle ve teşdîdiyle fârisîde altın ma‘nâsınadır. Bu takdîrce zerr-i zer
zerrândır. Zer ma‘nâsına olur ki, kemâl-i zînet ile vasıfdan kinâye olur ve miknet, kudret ve
kuvvet ma‘nâsınadır. Ve Süleymân Sultān’dan kinâyetdir. Ve mûr kemâl-i hırsla mevsûf
olmağın mûr ile harîs-i nefs murâd olunur. Nitekim bu mażmûn Mesnevî-i Şerîf’de vâkı‘
olmuşdur.

Beyt:

350
‫ﻠﻮﻯ ﺍﻻ ﺧﺎﻧﻪ ﻛﲑ ﺍﻳﻦ ﻋﺠﺒﻜﻪ ﻫﻢ ﺍﻣﲑ ﻭﻫﻢ ﺍﺳﲑ‬ ‫ﻻ ﺷﺪﻯ‬

349
B: + “Zîrâ âb-ı hor âlem-i mütenâhî.”
350
[Sen “lâ” (ya’ni bende fânî) oldun. Artık “illâ” makāmında karar et. Ya’ni benimle bâkî ol. Şaşılacak şu ki, sen

143
III. Beyt

Bursevî:

‘Âdem-i ma‘nâ gıdâ-yı kâinat olmuş iken


Sa‘ve-i bî-havsala mânend-i şîr olmak nedir?

Salâhî:

‘Âdem-i ma‘nâ ile kâim iken bu kâinât


Nefs-i emmâre ona mânend-i şîr olur hemân

“Âdem-i ma‘nâ”dan murâd şol insân-ı kâmildir ki, ona “kutb-i ‘âlem” ve “kutbu’l-
aktâb” ve “gavs-ı a‘zâm” dahî derler. Şol bir zâtdan ‘ibâretdir ki, Allâh Teâlâ’nın ‘âlemde351
mevdı‘ nazarı ol bir zâtdır ki, müekkel erzâk-ı ma‘neviyye olan İsrafil aleyhisselâm’ın kalbi

üzerinedir. Likavlihi Teâlâ: “‫ﻥ‬


‫ﻭ ﹶ‬‫ﻨ ﹸﻈﺮ‬‫ﻳ‬ ‫ﻡ‬ ‫ﺎ‬‫ﻢ ِﻗﻴ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﺧﺮٰﻯ ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬ ‫ﺦ ﻓﻴ ِﻪ ﹸﺍ‬ ‫ ِﻔ‬‫ ﻧ‬‫”ﹸﺛﻢ‬ [“…Sonra ona bir daha

üflenmiştir. Bu defa da hep onlar kalkmışlar bakıyorlardır.” (Zümer, 39/68)] Tafsīli Hażret-i
Mevlânâ kaddesenallâhu bi-sırrahu’l‘alâ’nın “Yaftem” ġazelinin şerhinde müstevfâ zikr
olunmuşdur. Hażret-i Mikâil müekkel erzâk-ı sūriyye olduġu gibi ol ecilden “gıdâ-yı kâinât
olmuş” diye buyururdu.
Ve gıda bir şeyin kıyâm ve devâmına sebeb olan şeye derler. Zîrâ onlar semâvâtın

derinleridir. Likavlihi Teâlâ: “‫ﺎ‬‫ﻧﻬ‬‫ﻭ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻤ ٍﺪ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﻴ ِﺮ‬‫ﻐ‬ ‫ﺕ ِﺑ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺴ ٰﻤﻮ‬
 ‫ﻊ ﺍﻟ‬ ‫ﺭﹶﻓ‬ ‫”ﺍﻟﱠﺬﻱ‬ [“Allah O'dur ki, gökleri

direksiz yükseltti, onu görüyorsunuz…” (Rad, 13/2)] “ ‫ﺎ ﻭﻫﻮ‬‫ﻓﺎﺍﻻﺷﺎﺭﺓ ﺍﱃ ﺍﻧﻪ ﺭﻓﻌﻬﺎ ﺑﻌﻤﺪ ﻟﻜﻦ ﻻﺗﺮﻭ‬

‫”ﺭﻭﺡ ﻭﺍﻟﻌﺎﱂ ﻭﻗﻠﺒﻪ‬352

Likavlihî Aleyhisselâm: “‫ﺍﷲ‬ ‫“[ ”ﻻﺗﻘﻮﻡ ﺍﻟﺴﺎﻋﺔ ﻋﻠﻰ ﻭﺟﻪ ﺍﻻﺭﺽ ﻣﻦ ﻳﻘﻮﻝ‬Yeryüzünde Allah
Allah denildikçe kıyamet kopmayacaktır” (Müslim, l/İmân, 234 (I, 131); Tirmizî, 34/Fiten, 35 (IV, 426-
27, h. no: 2207)] “sa‘ve”, serçeye benzer bir küçük kuşun ismidir. Ondan nefs-i harîs murâd

olunur. “Havsala” kuş kursağı ma‘nâsına “mânend-i şîr” sîn-i mühmele ile seyr-i gıda
karînesiyle duyar gibi demek olur ki, hakīkatte duymaz demek olur ki353, ‘adem-i kanâ‘atden

hem esîr, hem de emîrsin.] Şefik Can, Mesnevî tercümesi, IV. Cilt, s, 593 (4-2948)
351
B, C: - “âlemde”
352
“Göklerin direkle yükseldiğine işârettir. Fakat o görünmez. O ruh, âlem ve onun merkezidir.”
353
B, C: - “hakîkatte duymaz demek olur ki”

144
kinâyetdir. Ve şîn-i mu‘ceme ile mânend-i şîr arslan gibi demek olur ki, sa‘ve ile münâsebet-i
ma‘neviyyesi ya‘nî sa‘ve hükmünde olan “nefs-i emmâre” muhâlefetde ve ‘adem-i itāâtde

mânend-i şîr olur. Likavlihî Teâlâ: “‫ﺴ ۤﻮ ِﺀ‬


 ‫ﺑِﺎﻟ‬ ‫ﺭﹲﺓ‬ ‫ﺎ‬‫ﺲ ﹶﻟﹶﺎﻣ‬
 ‫ﻨ ﹾﻔ‬‫ﻧﻔﹾﺴﻲ ِﺍﻥﱠ ﺍﻟ‬ ‫ﺉ‬
 ‫ﺑﺮ‬‫ﻣۤﺎ ﹸﺍ‬ ‫ﻭ‬ ” [“Ben yine de nefsimi
temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis şiddetle kötülüğü emreder…” (Yusuf, 12/53)]

Beyt:

‫ﻰ ﺑﺎﺭﺵ ﺑﻜﻮﻳﺪ ﻃﺎﺋﺮﻡ ﻭﺭﺑﭙﺮ ﻛﻮﻳﺶ ﺑﻜﻮﱘ ﺍﺷﺘﺮﻡ‬‫ﻛﺮ‬


Yâhud sa‘ve-i bî-havsaladan murad354 gıda karînesiyle haberde vârid olan ervâh-ı
mü’minîn cennette havâsıl-ı tuyûr sebzde olduġunu muş‘ir ola. [4a] Pes tuyûr sebzden murâd
esmâ-i ilâhiyedir ki, ervâhın zevâtıdır. Zîrâ ruh zât ile kâim olduġu gibi zât dahî ruh ile kâimdir
ki, birbirinin devâm ve bekāsını mûcib olmakla gıda menzilesindedir. Nitekim Mevlânâ
kaddesenellâhu bi-sırrıhi’l-‘alâ hażretlerinin “Yaftem dânî ki, çist” kasīdelerinde bu mazmun
vakı‘ olmuşdur.

Beyt:

‫ﰊ ﺷﻜﻢ ﺑﺴﻴﺎﺭ ﺧﻮﺍﺭﻯ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﻳﺮ ﻃﺮﻓﻪ ﺗﺮ‬


355
‫ﰉ ﺳﺮﻭﺭﻭﻯ ﻭﺩﺑﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬
Pes ıstılâh-ı kavimde gıdâ-yı vücûd ‘ayân-ı sâbitedir. Zîrâ âsâr-ı vücûd ‘ayân-ı sâbite ile
müte‘ayyen olur ve ‘ayân-ı sâbite âsâr-ı esmâ-i ilâhiyyeyi izhâr edip bi’l-fiil ahkâm-ı esmâyı
ibkâ eyler. Zîrâ esmânın devam ve bekāsına sebeb mezāhir-i kevniyyedir. Nitekim ol kasīde-i
şerîfelerinde olan şerhimizde müstevfâ zikr olunmuştur. Hüseyin Meybedî rahmetullah
mukaddime-i divan-ı Hażret-i Ali kerremallahu vecheh ve radıyallâh anh’da fâtiha-i hâmisede
der ki:
“Cesedimiz ruh olmak mümkün değildir. Çün beden-i ‘unsurîden cüdâ ola. Ânın için
‘âlem-i berzahda cesed misâli ebedî olur ki, ona beden-i mükteseb derler.

354
B, C: - “murâd”
355
“Bî-şikem çok yiyici tarafa ter buldum ânı. Bî-sırr u hem bî-dehân buldum bilir misin nedir?”

145
“‫ﻌﺜﹸﻮ ﹶﻥ‬ ‫ﺒ‬‫ﻳ‬ ‫ﻮ ِﻡ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﺥ ِﺍﻟٰﻰ‬
 ‫ﺯ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﺑ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺭۤﺍِﺋ ِﻬ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻭ ِﻣ‬ ” [“…Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar

(süren) bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 23/100)] “ ‫ﺬﻳﺐ ﺍﺣﻜﺎﻡ ﺍﺯ ﻳﻮﻧﺲ ﺑﻦ‬ ‫ﻭ ﺍﺑﻮ ﺟﻌﻔﺮ ﻃﻮﺳﻰ ﺩﺭ‬

‫ ﭘﻴﺶ ﺍﻣﺎﻡ ﺣﺴﲔ ﺭﺿﻰ ﺍﷲ ﻋﻨﻪ ﺑﻮﺩﻡ ﻓﺮﻣﻮﺩ ﻣﺎ ﻳﻘﻮﻝ ﺍﻟﻨﺎﺱ ﰱ ﺍﺭﻭﺍﺡ ﺍﳌﺆﻣﻨﲔ ﮔﻔﺘﻢ ﺩﺭ ﺣﻮﺍﺻﻞ‬:‫ﻃﺒﻴﺎﻥ ﻧﻘﻞ ﻛﻨﺪ‬

‫ ﺳﺒﺤﺎﻥ ﺍﷲ! ﺍﳌﺆﻣﻦ ﺍﻛﺮﻡ ﻋﻠﻰ ﺍﷲ ﻣﻦ ﺍﻥ ﳚﻌﻞ ﺭﻭﺣﻪ ﻣﻦ ﺣﻮﺻﻠﺔ‬:‫ﻣﺮﻏﺎﻥ ﺳﺒﺰ ﺑﺎﺷﻨﺪ ﺩﺭ ﻗﻨﺪﻳﻞ ﺯﻳﺮﻋﺮﺵ ﻓﺮﻣﻮﺩ‬

‫ﻃﺎﺋﺮ ﺍﺣﻀﺮ ﻳﺎ ﻳﻮﻧﺲ ﺍﳌﺆﻣﻦ ﺍﺫﺍ ﻗﺒﻀﻪ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﺻﲑ ﺭﻭﺣﻪ ﰱ ﻗﺎﻟﺐ ﻛﻘﺎﻟﺒﻪ ﰱ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ ﻓﻴﺌﺎﻛﻠﻮﻥ ﻭﻳﺸﺮﺑﻮﻥ ﻓﺎﺫﺍ ﻗﺪﻡ‬

‫ ﺍﻧﺘﻬﻰ‬.‫”ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﻘﺎﺩﻡ ﻋﺮﻓﻪ ﺑﺘﻠﻚ ﺍﻟﺼﻮﺭﺓ ﻛﺎﻧﺖ ﰱ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ‬356

Ya‘nî haber-i meşhurîn zāhirine haml olunmaz isti‘ârât kabilinden müvelleddir. ‘Alâka-
i şibh tâirîn-i ulvî olmasıdır. Ya‘nî hakīkat-i esmâ-ı ilâhiyye ile kâim ve dâimdir. Esmâ-ı ilâhiyye
mezāhir ile kâim olduġu gibi bu takdirce min vech birbirinin gıdası olur. Ol ecilden mahall-i
gıdâ olan havsalada olduġuna îmâ ve işâret olunmuşdur.

IV. Beyt

Bursevî:

Küntü Kenz”in mahzeninden olmuş iken bunca mal


Sâil-i dergâh olub her dem fakir olmak nedir?

Salâhî:

Bunca esrâr ahz iderken kenz-i mahfîden yine


Sâil-i dergâh olub herdem fakîr olur hemân

“Küntü kenzin mahzinden” ahz olunan maldan murad cevâhir-i esrâr-ı ma‘rifetullahdır.

[5a] Kemâ verade fi’l-hadîsi’l-kudsî: “‫ﻑ‬


 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ِﻟﺎﹸ‬ ‫ﻖ‬ ‫ﺨ ﹾﻠ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺨﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬
 ‫ﻑ ﹶﻓ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ ﹶﺍ ﹾﻥ ﺍﹸ‬‫ﺒﺖ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﺎ ﹶﻓﹶﺎ‬‫ﺨﻔِﻴ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﺰﹰﺍ‬‫ﺖ ﹶﻛﻨ‬
 ‫ﻨ‬‫” ﹸﻛ‬

[“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim; bilineyim diye mahlûkātı yarattım”

356
“Ebû Câfer Tûsî, “Tehzîb-i Ahkâm” isimli eserinde Yunus b. Tıbbıyyûn’dan nakleder ki, İmâm Hüseyin’in
huzûrunda idim. Buyurdu ki, “İnsanlar, müminlerin ruhları hakkında ne diyor?” Dedim ki, “Müminlerin ruhları arşın
altındaki yeşil kuşların kursaklarındadır.” Subhânallâh mü’minlerin rûhunun Allâh katında olması yeşil kuşların
kursağında olmasından daha değerlidir. Mü’min Allâh onun rûhunu kabzettiği zaman onun rûhunu dünyadaki bedeni
gibi bir beden içine koyar. O bedenle yer, içer. Kendisine birisi yaklaştığında dünyadaki vücut yapısından dolayı onu
tanır.”

146
(Aclûnî, Keşfu’l hafâ, II, 132, No: 2016)] Ve bunca mal ahz etmiş iken kanâ‘at etmeyip herdem dergâh-

ı Hak’da sâil-i fakîr olması “‫ﻢ‬


 ‫ﻠﻴ‬‫ﻋ‬ ‫ﻕ ﹸﻛﻞﱢ ﺫﻱ ِﻋ ﹾﻠ ٍﻢ‬
 ‫ﻮ‬ ‫ﻭﹶﻓ‬ ” [“…Ve her bilgi sahibinin üstünde bir
başka bilen vardır.” (Yusuf, 12/76)] mefhûm-ı mu‘ciz-i melzûmunca ma‘rifetullâhı lâ yetenâhî

olup “‫ﺎ‬‫ِﻋ ﹾﻠﻤ‬ ‫ﱐ‬‫ﺏ ِﺯﺩ‬


 ‫ﺭ‬ ‫ﻭﹸﻗ ﹾﻞ‬ ” [“…Rabbim! benim ilmimi artır, de.” (Tâhâ, 20/114)] emrince dergâh-
ı Allâm’da her vakit ve hengâmda arz-ı ihtiyâc ve iftikâr ile suâl ve iftihar eyler, demek olur ki,

“‫“[ ”ﺍﻟﻔﻘﺮ ﻓﺨﺮﻯ‬Fakirlik benim iftiharımdır.” (Aclûnî, Keşfu’l hafâ, II, 87, no: 1835)] diye iftihar bu
ma‘nâyâ nâzırdır. Nitekim Hażret-i Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz dahî bu mefhûmu iş‘âr eyler.

Beyt:

Benim ‘ilmim katında müctehidler âciz olmuşdur.


Velî ‘ilm-i ilâhînin deli dîvânesiyim ben

[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

V. Beyt

Bursevî:

Çâr-tab âdemîden âb u hâk oldu murâd


Ya musennâ ya müselles bemm ü zîr olmak nedir?

Salâhî:

Âb u hâk ‘ılm u tevâzu’dur tabîat içre pes


Nâr u bâde ülfetiyle bemm ü zîr olur hemân

“Çâr tab‘a”dan murâd ‘anâsır-ı erbaadır. Tabâyı‘-ı anâsırîn ruh-ı menzilesinde


olduġundan ve adem-i müsâ‘ade-i vezinden ötürü çâr-ı ‘unsurîrine çâr-tab‘ götürmüşler.
Âdemîde çâr ‘unsurdan maksud bi’z-zât âb u hâkdır ki, âb-ı ‘ilm sırr-ı hayatdan ‘ibâretdir.

Likavlihi Teâlâ: “‫ﺣﻲﱟ‬ ‫ﻲ ٍﺀ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻤۤﺎ ِﺀ ﹸﻛ ﱠﻞ‬ ‫ﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺎ ِﻣ‬‫ﻌ ﹾﻠﻨ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ” [“…Hayatı olan her şeyi sudan yarattık…”
(Enbiyâ, 21/30)] Ve mustalahât-ı sûfiyyede mâü’l-kuds tesmiye olunur ve mâü’l-kuds ile şol şuhûd

murâd olunur ki, hâdisi ifnâ ve kadîmi ibkâ eyleye. Zîrâ sıfat-ı hades necisdir. Ve ol necisi tathir
eyleyen tecellîye mâ-i kuds tesmiye olunur. Ve ba‘żı kere mâ-i kuds’den şol ‘ulûm murâd olunur
ki, sâlik nefsini rezîle-i cehilden ‘ulum-i ilâhiyye ve tedbîrât-ı halkıyye ile tathirde ol ‘ulûme

147
muhtâc ola. Ve hâk’den murad tevazu‘dur ki, uluvv357-i mustelzimdir. “‫ﺍﷲ‬ ‫”ﻣﻦ ﺗﻮﺿﻊ ﺭﻓﻌﻪ‬358

Likavlihi Teâlâ: “‫ﱘ‬


ٍ ‫ﺗﻘﹾﻮ‬ ‫ﺴ ِﻦ‬
 ‫ﺣ‬ ‫ﰲ ﹶﺍ‬
ۤ ‫ﺎ ﹶﻥ‬‫ﻧﺴ‬‫ﺎ ﺍﹾﻟِﺎ‬‫ﺧﹶﻠ ﹾﻘﻨ‬ ‫ﺪ‬ ‫“[ ”ﹶﻟ ﹶﻘ‬Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin,
95/4)] Zîrâ Ahsen-i takvimden ‘alâ olmaz. Velhâsıl şecere-i kelime-i tayyibeyi arz-ı tevazu‘ ve

hamûlde gars ve bârân-ı ma‘rifetullah ile seyr-âb olursa, müsmir-i semâr-ı sa‘âdet olur. Likavlihî

Teâlâ: “ ‫ﺎ‬‫ﺑﻬ‬‫ﺭ‬ ‫ﲔ ِﺑِﺎ ﹾﺫ ِﻥ‬


ٍ ‫ﺎ ﹸﻛ ﱠﻞ ﺣ‬‫ﰐ ﹸﺍ ﹸﻛﹶﻠﻬ‬
ۤ ‫ﺆ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻤۤﺎ ِﺀ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﺎ ﻓِﻲ ﺍﻟ‬‫ﻋﻬ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﻭﹶﻓ‬ ‫ﺖ‬
 ‫ﺎ ﺛﹶﺎِﺑ‬‫ﺻﹸﻠﻬ‬
 ‫ﺒ ٍﺔ ﹶﺍ‬‫ﻴ‬‫ﺮ ٍﺓ ﹶﻃ‬ ‫ﺠ‬
‫ﺸ‬
 ‫ﺒ ﹰﺔ ﹶﻛ‬‫ﻴ‬‫ﻤ ﹰﺔ ﹶﻃ‬ ‫ﹶﻛِﻠ‬ ”

[“…Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç)
Rabbinin izniyle her zaman meyve verir.” (İbrahim 14/24)]
Ve anâsırdan âb u hâki zikr edip ve âdemîde maksud bi’z-zat bunlardır. Dedikden sonra
“ya müsennâ ya müselles” dedi ki, bakiyye-i anâsır olan nâr u bâd ile müsennâ ve müselles
ma‘nâsını murad eder. Ya‘nî sâlik nâr-ı gazab ile müsennâ [6a] olursa yâhud nâr-ı gazab ve
hevâ-yı nefs ile müselles olursa “bem” vezir olur. Lügatde “bem” bir kimesnenin başına yâhud
sarığına el ile urmak ma‘nâsına ve tanbur vesair sazın kalın ve yoğun kılı ki, kaba seslidir zîr ü
bam derler. Velhasıl sâlik nâr-ı gazab ve hevâ-yı nefs ile müselles olursa ya‘nî onlar ile hemdem

ve ülfet olursa rezîl u sefîl ü pest u mest olur. “‫ﲔ‬


 ‫ﺎﻓِﻠ‬‫ﺳ ﹶﻔ ﹶﻞ ﺳ‬ ‫ﻩ ﹶﺍ‬ ‫ﺎ‬‫ﺩﻧ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﺭ‬ ‫”ﹸﺛﻢ‬ [“Sonra da çevirdik

aşağıların aşağısına attık.” (Tin, 95/5)] Pes bundan esfel olmaz. Beyt:

Bezl u sa‘y ile bulasın tâ makām-ı ekmeli


Dü-cihânda olmayasın sâfilînin esfeli

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

VI. BEYİT

Bursevî:

Nokta vü şeş kâbeteyn içre mukabil geldi bak


Bir za‘îf altı kavîye geşt-gîr olmak nedir?

Salâhî:

Yek şeşe oldu mukâbil ka’beteyn içre velî

357
B, C: + “ulûm”
358
“Tevâzu’ göstereni Allah yükseltir.”

148
Bir latīf altı kesîfe keşt-gîr olur hemân

Bunda nerd ıstılâhına telmîh buyurmuşlar. Tafsīli bundan akdem “Gül-i Sad-Berg”
nâm eserimizde müstevfâ zikr olunmuşdur.

Nazm:

Müşâhid der bu şeşdir, de ki çâr


Yeki pinhân eder penc u dû se çâr
Erişdi çâr çâra oldular eş
Göründü ka‘beteynimde şeş u beş
Gayırmazdı şümârı kesretin tek
Olaydı ka‘beteynin birisi yek
Hayâl-i zıll-ı kesret girdi beyne
Düşürdü nokta-i mevhûmu ‘ayna
Cemâlinle yine sen ref‘-bîn et
Gider ol nokta-i bu gaynı ‘ayn et

[Mefâîlün/mefâîlün/ feûlün]

Pes şeşdir ve şeş-dire tavla dedikleridir ki, Nerd dahî derler. Dört kısımdır: her kısmı
altışar hâneye taksîm olunmağın şeşdir derler. Altı kapı demek olur. Ve ka‘be müka‘ab ya‘nî
murebba‘ olan şeye derler. Ve nerd oyununda attıkları iki murebba‘ şeş satıh taşlara ka‘beteyn
derler ki, sathın birinde bir nokta ve birinde iki ve birinde üç ve birinde dört ve birinde beş ve
birinde altı nokta olur ki, yek şeş mukâbilinde vâkı‘ olur. Ya‘nî şeş zāhir olunca yek bâtın olur.
Ve beytde şeşdirden murâd şeş cihâtdır. Ve yekden murâd ahadiyyet-i zât-ı yektâdır. Ve dûdan
murâd şe’niyyetdir ki, ta‘ayyün-i evveldir. Ve Se’den murad cism-i latīf ve kesîfdir. Ve çâr’dan
murâd tabâyı-ı Erbaa ve anâsır-ı erbaadır. Ve penç’den murâd havâs-ı hamse-i zāhire ve
bâtınadır. Ve çâr u penç merâtıb-i kulliyye ve hazarât-ı hamse dahî mutābıkdır. Ya‘nî evvel
nerdîn ka‘beteyninde derse çâr u penç şeş zuhûrunda yek nihân olduġu gibi bu merâtib kesretde
dahî zât-ı yektâ sırr u pinhân oldu demek olur. “Erişdi çâr çâre oldular eş” Ya‘nî tabâyı-ı Erbaa,
[7a] anâsır-ı Erbaa ile imtizâcından ‘ibâretdir ki, müntic-i mevâlid-i selâsedir. Ya‘nî çünkü
imtizâc-ı tabâyı‘ ve anâsır vâsıtasıyla netâyic-i mevâlid-i selâse ile mertebe-i insâniyeye erişdim.
“Ka‘beteynimde şeş u beş zāhir oldu.” Ka‘beteynimden murâd kıble-i ten ve ka‘be-i kalbdir ki,

149
kalbü’l-mü’min beytullahdır. Ve şeş ve beş zuhûru ibtidâ cihât-ı sitte ile havâss-ı hamsdır. Ya‘nî
bu şeş cihâtda mevcûd olan mahsūsât kesreti havas-ı hamse ile idrâk eylediğimde kalbimin
sāhibi olan Zât-ı Yektâ’yı yitirdim.

Gayırmazdı, şümâr-ı kesretin tek


Olaydı ka‘beteynin birisi yek

[Mefâîlün/mefâîlün/ feûlün]

Ya‘nî kesret halel vermez idi. Ka‘beteynimin biri yek olaydı. Ya‘nî ka‘be-i kalbimde

meşhûdum nokta-i yek olaydı. “‫ﺍﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ‬ ‫ﺟﻪ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻮﻟﱡﻮﺍ ﹶﻓﹶﺜ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﺎ‬‫ﻨﻤ‬‫ﻳ‬‫”ﹶﻓﹶﺎ‬ [“Artık nereye dönerseniz dönün,

orası Allah'a çıkar.” (Bakara, 2/115)] mâ-sadakınca her cihette bî cihet359-i cemâl sırr-ı vahdeti
merâyâ-yı kesretten müşâhede ile şuhûduma halel vermezdi demek olur. Lâkin zıll-ı hayâl-i
kesret beyne ya‘nî aralığa tahallül etmekle perde-i mevhûmu ayna devşirib çeşmimizi ahvâl
eyledi. Verâ-i perdeden zılâl-ı suverden zāhir olan cünbüş-i suverden zan ile zîr perdede nihân
olan muharrik-i hakîkîden gâfil olduk. Cemâlinle yine sen ref‘-i beyn et ya‘nî vuslat sebebiyle

firkati ref‘ eyle. Ve nokta-i mevhûm ile gayn olan ‘aynı ref‘-i nokta ile yine ‘ayn et: “ ‫ﺎ‬‫ﺸ ﹾﻔﻨ‬
 ‫ﹶﻓ ﹶﻜ‬

‫ﺪ‬ ‫ﺪﻳ‬‫ﻡ ﺣ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻴ‬‫ﻙ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺼﺮ‬


 ‫ﺒ‬‫ﻙ ﹶﻓ‬ ‫ﻚ ِﻏ ﹶﻄۤﺎ َﺀ‬
 ‫ﻨ‬‫ﻋ‬ ” [“Şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün

keskindir.” der.” (Kaf, 50/22)] sırrına mahrem “‫ﺎ‬‫ﻴِﺘﻬ‬‫ﺻ‬


ِ ‫ﺎ‬‫ﻮ ٰﺍ ِﺧ ﹲﺬ ِﺑﻨ‬ ‫ﺑ ٍﺔ ِﺍﻟﱠﺎ ﻫ‬‫ﺩۤﺍ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺎ ِﻣ‬‫”ﻣ‬ [“Yeryüzünde

hiçbir canlı yoktur ki, idaresi ve yönetimi O'nun elinde olmasın.” (Hûd, 11/56)] vefkınca sırât-

ı mustakīm üzere sâbit-kadem ve: “‫ﻥ‬


‫ﻤﻠﹸﻮ ﹶ‬ ‫ﻌ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺧﹶﻠ ﹶﻘﻜﹸ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫“[ ”ﻭ‬Halbuki sizi de yaptıklarınızı da
Allah yaratmıştır.” (Saffât, 37/96)] hakīkatde Râsih-dem eyle demek olur ki, bu tafsīlât “bir latīf
altı kesîfe keşt-gîr olur hemân” mefhûm-i işârât melzûmuna mutābıkdır ki, ekserîn isti‘mâli bu
mefhûmdadır. Lakin “bir zaî‘f altı kavîyye keşt-gîr olmak nedir?” Kavl-i şerîflerinden murâdları

hakīkat-i insâniyye ve merâtib-i nefsâniyyeyi beyândır. Likâvlihî Teâlâ: “ ‫ﻢ‬


 ‫ﻨ ﹸﻜ‬‫ﻋ‬ ‫ﻒ‬
 ‫ﺨ ﱢﻔ‬
 ‫ﻪ ﹶﺍ ﹾﻥ ﻳ‬ ‫ﺪ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬ ‫ﺮﻳ‬‫ﻳ‬

‫ﻌﻴﻔﹰﺎ‬‫ﺎ ﹸﻥ ﺿ‬‫ﻧﺴ‬‫ﻖ ﺍﹾﻟِﺎ‬ ‫ِﻠ‬‫ﻭﺧ‬ ” [“Allah, din hususundaki ağır teklifleri sizden hafifletmek istiyor.

Çünkü insan sabır ve tahammül bakımından zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 4/28)] velhâsıl bir

359
B: + “Cem’iyyet”

150
za‘îfden murâd rûh-i kudsi-i insânî ve altı kavîden murâd nefsin altı mertebede zuhûruna

işâretdir ki, biri emmâredir. Likavlihî Teâlâ: “‫ﺴ ۤﻮ ِﺀ‬


 ‫ﺑِﺎﻟ‬ ‫ﺭ ﹲﺓ‬ ‫ﺎ‬‫ﺲ ﹶﻟﹶﺎﻣ‬
 ‫ﻨ ﹾﻔ‬‫ﻧﻔﹾﺴﻲ ِﺍﻥﱠ ﺍﻟ‬ ‫ﺉ‬
 ‫ﺑﺮ‬‫ﻣۤﺎ ﹸﺍ‬ ‫ﻭ‬ ” [“Ben yine
de nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis şiddetle kötülüğü emreder…” (Yusuf, 12/53)]

ikinci rütbesi levvâmedir. Likavlihî Teâlâ: “‫ﻣ ِﺔ‬ ‫ﺍ‬‫ﺍﻟﱠﻠﻮ‬ ‫ﺲ‬


ِ ‫ﻨ ﹾﻔ‬‫ ﺑِﺎﻟ‬‫ﺴﻢ‬
ِ ‫ﻭﹶﻟۤﺎ ﺍﹸ ﹾﻗ‬ ” [“Yine hayır, yemin ederim
o sürekli kendini kınayan nefse.” (Kıyâme, 75/2)] üçüncü rütbesi mülhimedir. Likavlihî Teâlâ:

“‫ﺎ‬‫ﺳٰﻴﻬ‬
 ‫ﺩ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺏ‬
 ‫ﺎ‬‫ﺪ ﺧ‬ ‫ﻭﹶﻗ‬ ﴾9﴿ ‫ﺎ‬‫ﺯ ﹼﻛٰﻴﻬ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺢ‬ ‫ﺪ ﹶﺍ ﹾﻓﹶﻠ‬ ‫﴾ ﹶﻗ‬8﴿ ‫ﺎ‬‫ﺗ ﹾﻘﻮٰﻳﻬ‬‫ﻭ‬ ‫ﺎ‬‫ﺭﻫ‬ ‫ﻮ‬‫ﺎ ﹸﻓﺠ‬‫ﻤﻬ‬ ‫ﻬ‬ ‫”ﹶﻓﹶﺎﹾﻟ‬ [“Sonra da ona

kötülük ve takva kabiliyetini verene yemin olsun ki, Elbette nefsini temizleyip parlatan
kurtulmuştur. Onu kirletip gömen de ziyan etmiştir.” (Şems, 91/8-10)] dördüncü rütbesi

mutmeinne. [8a] Beşinci rütbesi râdıyye. Altıncı rutbesi merdıyyedir. Likavlihî Teâlâ: “ ‫ﺎ‬‫ﺘﻬ‬‫ﻳ‬‫ﻳۤﺎ ﹶﺍ‬

‫ﱵ‬‫ﺟﻨ‬ ‫ﻠﻲ‬‫ﺩﺧ‬ ‫ﺍ‬‫ﺎﺩﻱ ﻭ‬‫ﻠﻲ ﰲ ِﻋﺒ‬‫ﺩﺧ‬ ‫ﻴ ﹰﺔ ﻓﹶﺎ‬‫ﺿ‬


ِ ‫ﺮ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻴ ﹰﺔ‬‫ﺿ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﻚ ﺭ‬
ِ ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﺭﺟِﻌ ۤﻲ ِﺍﻟٰﻰ‬ ‫ﻨﺔﹸ ِﺍ‬‫ﻤِﺌ‬ ‫ ﹾﻄ‬‫ﺲ ﺍﹾﻟﻤ‬
 ‫ ﹾﻔ‬‫“[ ”ﺍﻟﻨ‬Ey, Rabbine, itaat
edip huzura eren nefis! Hem hoşnut edici, hem de hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön.
Kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30)] Bu dahî bir vechile mukaddem olan

tafsīlin tahtına dâhil olur. Zîrâ neticesi “‫ﻚ‬


ِ ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﺭﺟِﻌ ۤﻲ ِﺍﻟٰﻰ‬ ‫“[ ”ِﺍ‬Rabbine dön.” (Fecr, 89/28)] mefhûm-i
şerîfleri Hakk’a rucûu‘ musted‘îdir. Ve bu tekellüf ża‘îf lafzına itirâzı def‘ içindir. Ya‘nî rûh-i
kudsî-i ża‘îf insanı altı mertebede nüfûs-i kaviyye ile görüşmesi ve gâlib olması ancak tevfîk ve
‘inâyet ve hidâyet ve i‘ânet-i Cenâb-ı Rabbi’l-‘izzet ile olur. Ol vaktde nokta-i yek zāhir olup şeş
u beş basīret-i kalbden nihân olur.

VII. BEYİT

Bursevî:

Halk bilmez Hakkıyâ bin bir suâle bir cevâb


Şol elif-bâ’da ‘Acebdir nokta bir olmak nedir?

Salâhî:

Bin suâle nokta-i bâ’dır Salâhî bir cevâb


Çün muhîtin merkezinde nokta bir olur hemân.

151
Hażret-i Emîru’l-mü’minîn esedullâhi’l-gâlib Ali ibn-i Ebî Tâlib radıyallâhu anhden
rivâyet olunur ki: “Kütüb-i menzilede her ne mevcûd ise Kur’ân’da mevcûddur ve Kur’ân’da
mevcûd olan Fâtiha’da mevcûddur ve Fâtiha’da mevcûd olan Besmele’de mevcûddur ve
Besmele’de mevcûd olan bâ’da mevcûddur ve bâ’da mevcûd olan taht-i bâ’da olan noktada
mevcûddur. Ve taht-ı bâ’da olan nokta benim.” diye buyurmuşlar. Ve Eş-Şeyhü’l-Ekber
kaddesenallâhu sırrahu’n-nûr Hażretleri Kitâbu’l-bâ360 tesmiye buyurdukları kitâbında
buyurmuşlar ki:

“Erbâb-ı ma‘rifet ve ashâb-ı hakīkat bâ ile vücûddan mertebe-i sâniyede vâkı‘ olan
evvel mevcûdâta işâret buyururlar. Evvel ise mertebe-i hakīkat-i muhammediyyedir ki, semâvât-
ı arz ve mâ-beynehumâ onunla kâimlerdir. Ol ecilden Cenâb-ı Hak cemî‘-i suver-i Kurâniyyeyi
“Bismillah” ile iftitâh buyurmuşdur. Hattâ “Berâe” sûresi bilâ-besmele iken bâ ile iftitâh
buyurmuşdur. Tafsīlini murâd eden ona murâcaat eder.

Emîru’l-mü’minîn radıyallâhu anh hażretlerinin evvel nokta benim buyurdukları

mazhar-ı hakīkat-i Muhammediyye ve masdar-ı ihsâ-i esmâ-ı ilâhiyye olduġuna işâretdir. ‫ﻟﻘﻮﻟﻪ‬

‫“[ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺍﻥ ﺍﷲ ﺗﺴﻌﺔ ﻭﺗﺴﻌﲔ ﺍﲰﺎ ﻣﻦ ﺍﺣﺼﺎﻫﺎ ﺩﺧﻞ ﺍﳉﻨﺔ‬Muhakkak Allâh’ın doksan dokuz ismi
vardır. Kim bunlardan birini söylerse cennete girer.” (Buhârî, Kitabu’ş-Şurût 18, 981(2585), Geylânî,
Sırrü’l-Esrâr, 47]

Ve ma‘nâ-yı ihsâda akvâl-i ehl-i ilim ihtilâf üzeredir. Bazılar demişler ki, ihsâ’nın
ma‘nâsı ma‘ânîsini bilmekdir. Ve ba‘żı demiş ki, ma‘nâsı Cenâb-ı Hak evvel Esmâ ile
tesmiyesini i‘tikâd etmekdir. Ve ba‘żı demiş ki, ma‘a i’tikâd ve mûcibiyle amel etmekdir.361 Ve
bu ihsâ üç kısma munkasım olmuş ki, [9a] biri ta‘alluk ve biri tahalluk ve biri tahakkukdur. Ve
şol kimesne ki, bu aksâm-ı selâsenin biriyle ihsâ eylese cennete dâhil olur. Ya‘nî ta‘allukan ihsâ
eden cennetü’l-a‘mâle dâhil olur. Ve tahallukan ihsâ eden cennetü’l-mîrâsa dâhil olur. Ve
tahakkukan ihsâ eden cennetü’l-imtinâna dâhil olur. Tafasîlini murâd eden mustalahât-ı
sûfiyyeye murâcaata muhtâcdır.

Ve’l-hâsıl hakīkat-ı muhammediyye ve esmâ-i ilâhiyyenin ta‘alluk, tahalluk, tahakkuk


vechiyle mazhar-ı tâmı olan zât-ı şerîf cemî‘-i mevcûdâtın hakâyıkını cem‘ edib imâm-ı mübîn

360
B, C: - “Kitâb”
361
B, C: - “Ve ba’zı demiş ki, ma’a i’tikâd ve mûcibiyle amel etmektir.”

152
ve kitâb-ı mübîn olur. Zîrâ esmâ-i ilâhiyyeden hâric bir hakīkatin vücûdu olmaz. Ol ecilden

Cenâb-ı Hak: “ٍ‫ﺒﲔ‬‫ﺎ ٍﻡ ﻣ‬‫ﰲ ِﺍﻣ‬


ۤ ‫ﻩ‬ ‫ﺎ‬‫ﻴﻨ‬‫ﺼ‬
 ‫ﺣ‬ ‫ﻲ ٍﺀ ﹶﺍ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻭﻛﹸﻞﱠ‬ ” [“Zaten biz her şeyi açık bir kütükte, bir

“imam-ı mübin”de (ana kitapta, yani Levh-i mahfûzda) sayıp tesbit etmişizdir.” (Yasin,

36/12)] “ٍ‫ﺒﲔ‬‫ﻣ‬ ‫ﺏ‬


ٍ ‫ﺎ‬‫ﺲ ِﺍﻟﱠﺎ ﰲ ِﻛﺘ‬
ٍ ‫ﺎِﺑ‬‫ﻭﻟﹶﺎ ﻳ‬ ‫ﺐ‬
ٍ ‫ﺭ ﹾﻃ‬ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬ ” [“Ne de kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki, o herşeyi
açıklayan Kitap'ta bulunmasın.” (Enâm, 6/59)] buyurmuştur. Pes ol nokta-i dâire-i vücûdun
mazharı ya‘nî kâim-i makāmı ve nâib-i menâbı olan zât-ı şerîf bir kelâm-ı câmi‘ ile bin suâle bir
cevâb vermek emr-i ba‘îd değildir. Ve noktadan murâd adl’dir ki, her suâle adl ile cevâb verilir.
Zîrâ hâkîkatde ol nokta merâtib-i külliyyenin her birinde merkez dâire-i vücûddan kinâyetdir ki,
bi’l-asâle hakīkat-i Muhammediyyeden ‘ibâretdir.

Pes imdi vücûd-i mutlak için merâtıb-ı külliyye inde’l-ba‘z dört mertebedir ki, ‘âlem-i
lâhût ve ‘âlem-i ceberrût ve ‘âlem-i melekût ve ‘âlem-i nâsûtdur. İnde’l-ba‘z beş mertebedir ki,
ona hazerât-ı hams dahî ta‘bîr olunur. Beşinci mertebe şol insân-ı kâmil mertebesidir ki, hazerât-
ı Erbaa-i mezkûreyi câmi‘ ola. Ve inde’l-ba‘z altı mertebedir ki, mertebe-i ûlâ mertebe-i zât-ı
ahadiyyetdir. Ve mertebe-i sâniye, mertebe-i ilâhiyedir ve mertebe-i sâlise mertebe-i ervâh-ı
mücerrededir. Ve mertebe-i râbia ‘âlem-i misâldir ki, ona ‘âlem-i melekût ve ‘âlemi’n-nüfûsu’l-
âmile dahî derler. Ve mertebe-i hâmise ‘âlem-i mülkdür ki, ‘âlem-i nâsût ve ‘âlem-i şehâdet dahî
derler. Ve mertebe-i sâdise bu merâtibi câmi‘ olan insân-ı kâmildir. Ve inde’l-ba‘z yedi
mertebedir ki, mertebe-i ûlâ mertebe-i zât-ı ahadiyyetdir ki, ‘âlem-i lâ-ta‘ayyün dahî derler. Ve
mertebe-i sâniye mertebe-i esmâ ve sıfâtdır ki, ona ta‘ayyün-i evvel ‘âlemi dahî derler. Ve bu
mertebe-i sâlise mertebe-i a‘yân-ı sâbitedir ki, mütekellimîn ona hakâyık ta‘bîr ederler. Ve
Hükemâ mâhiyyât tesmiyye ederler. Ta‘ayyün-i sânî ‘âlemi dahî derler. Ve bu üç mertebeye
dahî bazıları ‘âlem-i lâhût ve ‘âlem-i lâ ta‘ayyün demişler. Onda ta‘ayyün-i kevnî olmadığından
ötürü ve mertebe-i râbia ‘âlem-i ervâh-ı mücerrededir ki, ona ‘âlem-i ta‘ayyün-i evvel-i kevnî

dahî denilir. Likavlihî Aleyhisselâm: “‫“[ ”ﺍﻭﻝ ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺭﻭﺣﻰ‬Allâh, ilk önce benim rûhumu
yarattı” (Ebû Dâvûd, 34/Sunnet, 16 (II, 637-38 h.no: 4700); Tirmizî, 33/Kader, 17 (IV, 398, h.no:2155), Geylânî,

153
Sırrü’l-Esrâr, 21] “ ‫ﻭﻋﻨﺪ ﺍﰊ ﻃﺎﻟﺐ ﺍﳌﻜﻰ ﻗﺪﺱ ﺳﺮﻩ ﺍﳉﱪﻭﺕ ﻋﺎﱂ ﺍﻟﻌﻈﻤﺔ ﻳﺮﻳﺪ ﺑﻪ ﻋﺎﱂ ﺍﻟﺴﻤﺎﺀ ﻭﺍﻟﺼﻔﺎﺕ ﺍﻻﳍﻴﺔ‬

‫”ﻭﻋﻨﺪ ﺍﻻﻛﺜﺮﻳﻦ ﺍﳉﱪﻭﺕ ﻋﺎﱂ ﺍﻻﻭﺳﻂ ﻭﻫﻮ ﺍﻟﱪﺯﺡ ﺍﶈﻴﻂ ﺑﺎﻻﻣﺮﻳﺎﺕ ﺍﳉﻤﻪ‬362

Ya‘nî ‘âlemü’l-ervâh ve mertebe-i hâmise ‘âlem-i nüfûs-i mücerrededir ki, ona ‘âlem-i

melekût dahî derler. “ ‫ﻭﻋﻠﻰ ﻗﻮﻝ ﺍﰊ ﻃﺎﻟﺐ ﺍﳌﻜﻰ ﻗﺪﺱ ﺳﺮﻩ ﺍﳌﻠﻜﻮﺕ ﻋﺎﱂ ﺍﻟﻐﻴﺐ ﺍﶈﺘﺺ ﺑﺎﻻﺭﻭﺍﺡ ﻭﺍﻟﻨﻔﻮﺱ‬

‫”ﻭﻟﺬﺍﻟﻚ ﻗﻴﻞ ﻋﺎﱂ ﺍﻟﻨﻔﻮﺱ ﻭﻋﺎﱂ ﺍﳌﺜﺎﻝ ﺍﳌﻄﻠﻖ‬363

Ve mertebe-i sâdise ‘âlem-i şehâdet-i mutlakadır. “ ‫ا شا ا شو‬ ‫و‬

‫ا‬ ‫و‬ ‫ا‬ ‫سو ل‬ ‫س وا اع وا‬ ‫را‬ ”364 Ve mertebe-i sâbia şol

insan-ı kâmil mertebesidir ki, bu merâtib-i mezkûreyi câmi‘ ola.

Pes imdi bu zikri sebkat eden merâtib-i külliyye ma‘lûm olduysa ma‘lûm ola ki, dâire-i
vücûd-i mutlak için bu merâtib-i mezkûrede bir merkezden ya‘nî hakâyık-ı ‘ilmiye ve
kevniyyeyi müştemil bir mazhar-ı tâmdan lâbuddür. Pes Zât-ı Hak zâtıyla zâtına tecellî
eyledikde zâtından cemî‘-i sıfâtını müşâhede eyledi. Pes irâde-i ezeliyyesi şol vechile ta‘allük
eyledi ki, sıfâtını bir hakīkatde ya‘nî bir mazhar-ı tâmda müşâhede eyleye. Pes Hakīkat-i
Muhammediyyeyi Hażret-i ‘ilmiyyede îcâd eyledi. Ve hakâyık ‘âlemin küllîsini ânın vücûdu
sebebiyle vücûd-i icmâli ile mevcûd oldu. Ondan sonra hakāyıkı Hakīkat-ı Muhammediyyede
vücûd-i tafsīli-i ‘ilmî ile icâd eyledi ve ‘ayân-ı sâbite oldu.

Pes Hakīkat-ı Muhammediyye mertebe-i ilâhiyyede dâire-i vücûd-ı mutlaka merkez


oldu. Ya‘nî hakâyık-ı ‘ilmiyeyi müştemil mazhar-ı tâm oldu. Ondan sonra zuhûr-ı sūret
kemâlinden ötürü rûh-i Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem Hażretlerini evvelâ ya‘nî

cümleden evvel halk eyledi. Kemâ Kāle Aleyhisselâm: “‫ﺭﻭﺣﻰ‬ ‫“[ ”ﺍﻭﻝ ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﷲ‬Allâh, ilk önce

362
“Ebû Tâlib el-Mekkî kuddise sirruh’a göre, Ceberût azamet âlemidir. O, bununla ilâhî isimler ve sıfatlar âlemini
kastetmektedir. Çoğunluğa göre ceberût, âlem-i evsatdır. Ve o kendisinde emirlerin toplandığı berzahdır.”
363
“Ebû Tâlib el-Mekkî kuddise sirruh’un sözüne göre, Melekût ruhlara ve nefislere tahsis edilmiş âlem-i gaybtır.
Bu yüzden âlem-i nüfûs ve mutlak âlem-i misâl denilir.”
364
“O arştan ferşe ve orada bulunan cins nev’i ve şahısların sûretlerine kadardır. Ve ona his ve mülk âlemi denir.”

154
benim rûhumu yarattı” (Ebû Dâvûd, 34/Sunnet, 16 (II, 637-38 h.no: 4700); Tirmizî, 33/Kader, 17 (IV,
398, h.no:2155), Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 21]

Pes rûh-i pür-fütûhları mertebe-i rûhâniyyetde merkez dâire-i vücûd oldu. Ya‘nî
hakâyık-ı ‘ilmiye ve ervâh-ı kevniyyeyi müştemil mazhar-ı tâm oldu. Ondan sonra nefs-i
mücerrede-i muhammediyyeyi rûhâniyyetinin cenbi’l-yeserinde îcâd eyledi ki, nefs-i külliyye ve
levh-i mahfûz ondan kinâyetdir.

Pes rûhâniyetlerinde olan şuûn-i icmâlîyi akl-ı evvelden nefs-i külliyyeye ya‘nî kalem-i
a‘lâdan levh-i mahfûza inzâl eyledi. Pes nefs-i mücerrede-i Muhammediyyede sâir nüfûs-i
mücerrede mevcûd oldu. Pes nefs-i mücerrede-i Muhammed ol hażrette merkez dâire-i vücûd
oldu. Ya‘nî hakâyık-ı ‘ilmiyye ve ervâh-ı hâlkıyye ve nüfûs-i kevniyyeyi müştemil mazhar-ı tâm
oldu. Ondan sonra Cenâb-ı Hak ‘akl-ı evvel ile nefs-i külliyyeden ecrâm-ı ‘ulviyyâtı ve besâit ve
mürekkebâtını îcâd eyledi. Ya‘nî akl-ı evvelden akl-ı sânî ve sânîden sâlis âşire varınca ve nefs-i
külliyyeden nefs-i sâniyyeye ve sâniyyeden sâlise âşıraya varınca ve bu ‘ukûlun her biri kendi
felekinin dâire-i vücûdunda niyâbete an Rasûlillah sallallahu aleyhi ve sellem merkez oldu.
Ondan sonra besâit ve mürekkebât ve müvellidâtdan olan ecrâm-ı süfliyyâtı îcâd eyledi. Ve
Âdem Aleyhisselâmı halk eyledi. Ve tesviye ‘indinde rûh-i Muhammed sallallâhu aleyhi ve
sellem’den Âdem’e nefh-i rûh eyledi. Zîrâ şecere-i vücûddan semere-i bâkûre rûh-i

Muhammedîdir. [11a] Likavlihî Aleyhisselâm: “‫ﺭﻭﺣﻰ‬ ‫“[ ”ﺍﻭﻝ ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﷲ‬Allâh, ilk önce benim
rûhumu yarattı” (Ebû Dâvûd, 34/Sunnet, 16 (II, 637-38 h.no: 4700); Tirmizî, 33/Kader, 17 (IV, 398,
h.no:2155), Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 21]

Pes rûh-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i iżāfet-i teşrîfiyye ile nefsine iżāfe

eyledi. Zîrâ câmi‘iyyet-i esmâ-i ilâhiye ile sūret kemâlinin zuhûrudur. Fekāle Teâlâ: “… ‫ﻪ‬ ‫ﺘ‬‫ﻳ‬‫ﺳﻮ‬
 ‫ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬

‫ﻭﺣﻲ‬‫ﻦ ﺭ‬ ‫ ﻓﻴ ِﻪ ِﻣ‬‫ﺨﺖ‬


 ‫ﻧ ﹶﻔ‬‫ﻭ‬ ” [“Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim
zaman” (Hicr 15/29, Sâd 38/72)] Ya‘nî Âdem Aleyhisselâm’ı mazhar-ı şân-ı Muhammedî kıldı

Sallallahu aleyhi ve sellem. Ol ecilden “‫ﺎ‬‫ﻛﱠﻠﻬ‬


‫ﹸ‬ ‫ﻤۤﺎ َﺀ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﻡ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻢ ٰﺍ‬ ‫ﻋﻠﱠ‬ ‫ﻭ‬ ” [“Allâh Âdem’e bütün isimleri,
(eşyânın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti.” (Bakara 2/31)] şânında vârid oldu.

155
Pes Hażret-i Âdem Aleyhisselâm arzda Halîfe olup niyâbete an Rasûlillâh Sallallahu
aleyhi ve sellem mertebe-i nâsûtiyyede merkez dâire-i vücûd oldu. Ya‘nî mazhar-ı Hakīkat-ı
Muhammediyye oldu. Ve Hażret-i Âdem’den sonra enbiyâ ve evliyânın kâmillerinden vâhiden
ba‘de vâhid merkez dâire-i vücûd ya‘nî mazhar-ı hakīkat-i Muhammediyye oldular. Ba‘s-i
Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’e erince vaktâ ki, ol kutb-ı ezelî ve ebedî nâsûta ba‘s
olundu. Bi’l-asâle merkez dâire-i vücûd oldu. Ve dâr-ı bekāya intikallerinden sonra evliyâ-yı
kümmelînden zâtlar vâhiden ba‘de vâhidin merkez dâire-i vücûd ya‘nî mazhar-ı hakīkat-i
Muhammediyye oldular. Ve ilâ intihâi’z-zamân ve inkirâzi’d-deverân vâhiden ba‘de vâhidin
merkez dâire-i vücûd ya‘nî mazhar-ı hakīkat-ı Muhammediyye olurlar. Pes kümmelînin evveli
ve âhiri vemâ-beynehümâda olanlar nevvâb-ı Rasûlullâh sallalahu aleyhi ve sellem olurlar.

Kemâ kāle Muhammed Bûsirî:

365
‫ﻳ ِﻢ‬‫ﺪ‬ ‫ﻘﹰﺎ ﻣِﻦ ﺍﻟ‬‫ﺭﺷ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺤ ِﺮ ﹶﺍ‬
 ‫ﺒ‬‫ﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻓﹰﺎ ِﻣ‬‫ﹶﻏﺮ‬ ‫ﺲ‬
 ‫ﺘ ِﻤ‬‫ ﹾﻠ‬‫ ِﻞ ﺍﻟﻠﱠ ِﻪ ﻣ‬‫ﺭﺳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻢ ِﻣ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻭ ﹸﻛﻠﱡ‬
366
‫ﻢ‬ ‫ﻮ ِﺭ ِﻩ ِﺑ ِﻬ‬‫ﻦ ﻧ‬ ‫ﺖ ِﻣ‬
 ‫ﺼﹶﻠ‬
 ‫ﺗ‬‫ﻤﹶﺎ ِﺍ‬‫ﹶﻓِﺎﻧ‬ ‫ﺮ ِﻡ ﺑِﻬﹶﺎ‬ ‫ﺳ ﹸﻞ ﺍﹾﻟ ِﻜ‬ ‫ﻯ ﺍﺗﻰ ﺍﻟﺮ‬
ِ ‫ﻭ ﹸﻛﻞﱡ ﹶﺍ‬
Velhasıl nokta-i dâireden ya‘nî merkez dâire-i vücûddan murâd mahall-i i‘tidâldir. Zîrâ
her hutût-ı müstakîme ki, noktadan muhîta hâric ola cümlesi mütesâviyedir. Mesela bir halka-i
mahâmide bir nemle ilkâ olunsa ol nemle her cânibden tecennüb edib vasat-ı halkada mustakırr
olur. Zîrâ harârât her cânibden ihrâk eder. Vasatı mahall-i i‘tidâldir. Pes bunun üzerine kıyâs olur

ki, eğer ol nokta-i i‘tidâlden muhît-i dalâle hurûc edersin nâr-ı Celâl bizi ihrâk eder. “ ‫ﻧﻌﻮﺫ ﺑﺎﷲ‬

‫”ﺍﳌﻠﻚ ﺍﳌﺘﻌﺎﻝ ﻣﻦ ﺍﻥ ﳜﺮﺟﻨﺎ ﻣﻦ ﻣﺮﻛﺰ ﺍﻟﺴﻌﺎﺩﺓ ﺍﱃ ﺩﺍﺋﺮﺓ ﺍﻟﺸﻘﺎﻭﺓ‬367

Velhasıl Rasûlullâh Sallalahu aleyhi ve sellem Hażretleri nokta-i dâire-i vücûdiyye-i


imkâniyyenin cemî‘-i merâtib-i külliyede aslı olduġundan ötürü ‘akl-ı evvel ve rûh-i küllî ve

365
“Bilcümle peygamberân O’ndan iltimas ister. Umânından bir avuç, bârânından yudumu…” Kaside-i Bürde, 39.
beyit.
366
Gelen her Peygamberin âyâtı, mu’cizâtı. Ulaşmıştır onlara hep nûr-i Muhammedî” Kaside-i Bürde, 52. beyit
367
“Sa‘âdet merkezinden şekavet dairesine çıkarmasından Allah’a sığınırız.”

156
rûhu’l-ervâh ve kalem-i â‘lâ ve arş ve adl368 ve “‫ﺍﻟﺴﻤﻮﺍﺕ‬ ‫”ﻭﳊﻖ ﺍﳌﺨﻠﻮﻕ ﺍﻟﺬﻯ ﻗﺎﻣﺖ ﺑﻪ‬369 ve

bunlardan gayrı isimler ile dahî tesmiye olundu.

Ve adl ifrât ve tefrît beyninde mutavassıt olan emirden ‘ibâretdir. Ve denilmiş ki, ‘adl
‘adâlet ma‘nâsına masdardır ki, i‘tidâl ve istikâmetdir. Bu ise Hakk’a meyletmekden ‘ibâretdir.
Ya‘nî şol sırât-ı mustakīmden ‘ibâretdir ki, her bir hak sāhibine hakkını vermek iktiżā eder ki, bu
adl-i menba‘-ı şerâyı‘dır.

Ol ecilden kütüb-i menzilede mevcûd olan bâ’nın noktasında mevcûddur diye


buyurdu.370 [12a] Zîrâ şu‘ûn-ı ilâhiyye-i mütekâbile ve mütezaddedir. Her biri kendi hükmünün
infâzını ve eserini iktiżā eder. Ve gayrısının ya‘nî mukâbilinin ahkâmının ibtâlini iktiżā eder. Pes
hikmet-i ilâhiyye bir mazhar-ı tâm ve kâmil ve cemî‘-i şuûnu şâmil iktiżā eylediğinden Hażret-i
Allâh Zü’l-Celâl evvelen Hakīkat-i Muhammediyyeyi îcâd eyledi. Ve onu muzāhirîn-i etemm ve
ekmeli kıldı. Ondan sonra mezāhir-i Hakīkat-i Muhammediyyeyi îcâd eyledi. Mukaddimece
tafsīl ve beyân olunduğu üzere nitekim Hüseyin Beybedî rahmetullâhi aleyh İmâm Ali
Kerremallâhu vecheh ve radıyallâhu anh hażretlerinin dîvân-ı şerîfleri şerhinin mukaddimesinde

bu ma‘nâyı te’yîd eder. “ ‫ ﻣﻴﺎﻥ ﺍﲰﺎﺀ ﺣﻖ ﺗﻌﺎﱃ ﺗﻀﺎﺩ ﻭﺗﻘﺎﺑﻞ ﺍﺳﺖ ﻣﻴﺨﻮﺍﻫﺪﻛﻪ ﻏﺎﻟﺐ‬:‫ﻴﻪ ﮔﻮﻳﻨﺪ‬‫ﺻﻮﻓ‬

‫ﻭﻇﺎﻫﺮ ﺑﺎﺷﺪ ﻭﻣﻘﺎﺑﻞ ﺍﻭ ﻣﻐﻠﻮﺏ ﻭﳐﻔﻰ ﻭﺍﻳﻦ ﺗﻀﺎﺩ ﻭﺗﻘﺎﺑﻞ ﺍﺳﺖ ﻛﺴﺮﺍﻳﺖ ﺩﺭﻣﻈﺎﻫﺮ ﻛﺮﺩﻩ ﭘﺲ ﺣﺎﻛﻤﻰ ﻋﺪﻝ‬

‫ﻣﻰ ﺑﺎﻳﺪ ﻫﻢ ﺩﺭﻣﻴﺎﻥ ﺍﲰﺎ ﻭﻫﻢ ﺩﺭﻣﻴﺎﻥ ﻣﻈﺎﻫﺮ ﺗﺎﻫﺮ ﻳﻚ ﺑﻜﻤﺎﻝ ﺧﻮﺩ ﺭﺳﻨﺪ ﻭﺳﻠﺴﻠﺌﻪ ﻋﺎﱂ ﻣﻨﺘﻀﻢ ﺑﺎﺷﺪ ﻭﺁﻥ‬

‫ﺣﺎﻛﻢ ﻋﺪﻝ ﺣﻘﻴﻘﺔ ﳏﻤﺪﻳﻪ ﺍﺳﺖ ﻛﻪ ﻧﱮ ﺣﻘﻴﻘﻰ ﻭﻗﻄﺐ ﺍﺯﱃ ﻭﺍﺑﺪﻯ ﺍﺳﺖ ﻛﻨﺖ ﻧﺒﻴﺎ ﻭﺁﺩﻡ ﺑﲔ ﺍﳌﺎﺀ ﻭﺍﻟﻄﲔ‬

‫”ﺍﻧﺘﻬﻰ‬371

368
“adem” diğer nüshalarda
369
“Ve semâvatın yerine getirdiği yaratılmış hakkı için.”
370
B, C: - “Ol ecilden kütüb-i menzilede mevcûd olan bâ’nın noktasında mevcûddur diye buyurdu.”
371
“Sûfîler derler ki, Hak Teâlâ’nın isimleri arasında zıdlık ve karşı olma durumu vardır. Gâlip ve zâhir (ortaya
çıkma) olmasını ister. Karşısındaki esmanın da gizli kalmasını ister. Bu tezad ve karşı olma âlemdeki
mazharlara(eşyaya) sirayet etmiştir. Bu sebeble hem ilâhî isimler hem de onların mazharları arasında adâletli bir
hâkim gerekir. Tâ ki, her biri kendi kemâline ulaşabilsin. Âlemdeki silsile -düzen- intizama girsin. O âdil hâkim de
hakîkat-i Muhammediyyedir ki, nebiyy-i hakîkî ve kutb-i ezelî ve ebedîdir.”

157
“ ‫ﻭﻓﻘﻨﺎ ﺍﷲ ﻟﺮﻋﺎﻳﺔ ﺍﺣﻜﺎﻡ ﺍﻟﺸﺮﻳﻌﺔ ﺍﻟﺴﻨﻴﻪ ﻭﺍﻣﺪﻧﺎ ﲝﻤﺎﻳﺔ ﺭﺳﻮﻡ ﺍﻟﻄﺮﻳﻘﺔ ﺍﻟﻌﻠﻴﻪ ﻭﺍﺭﺷﺪﻧﺎ ﺍﱃ ﻏﺎﻳﺔ ﺍﺣﻮﺍﻝ‬

‫ﺣﻘﻴﻘﺔ ﺍﳋﻔﻴﺔ ﺣﱴ ﺗﻘﻴﻢ ﰱ ﻧﻘﻄﺔ ﺍﻟﺴﻌﺎﺩﺓ ﺍﻻﺑﺪﻳﻪ ﻭﻻﳜﺮﺟﻨﺎ ﺍﱃ ﺩﺍﺋﺮﺓ ﺍﻟﺸﻘﺎﻭﺓ ﺍﻟﺴﺮﻣﺪﻳﻪ ﺍﻣﲔ ﲝﺮﻣﺔ ﻃﻪ ﻭﻳﺲ ﻭﺻﻠﻰ‬

‫ﺍﷲ ﻋﻠﻰ ﺳﻴﺪﻧﺎ ﳏﻤﺪ ﺳﻴﺪ ﺍﻻﻭﻟﲔ ﻭﺍﻻﺧﺮﻳﻦ ﻭﻋﻠﻰ ﺳﺎﺋﺮ ﺍﻻﻧﺒﻴﺎﺀ ﻭﺍﳌﺮﺳﻠﲔ ﻭﺍﳍﻢ ﺍﲨﻌﲔ ﻭﺳﻠﻢ ﺗﺴﻠﻴﻤﺎ ﻛﺜﺴﺮﺍ‬

‫”ﻭﺍﳊﻤﺪ ﷲ ﺭﺏ ﺍﻟﻌﺎﳌﲔ‬372

Salâhî:

Hakīkat bahrine gavvâs olanlar sırra mahremdir


Erer mi dürre onlar kim mukîm sâhil-i yemdir

Nola remz ile cevher-bâş-ı esrâr olsam uşşâka


Bana miftâh-ı kenz-i sırr-ı uşşâkı müsellemdir.

Dilim gencîne-i esrâr-ı ġayb-ı mutlak olmuşdur.


Nukûş-i hey’etim resm-i tılısım kenz-i mübhemdir.

Derûnum kâf-ı ‘ankā-yı huviyetdir ta‘ayyünde


Hudûsum cilve-ger olduysa aynım sırr-ı akdemdir.

Kemâle ermeğe lâbüddür elbet sohbet-i ‘irfân


Velî güftâr-ı ilhâde dolaşma sükkeri semdir

Kelâm-ı ehl-i hakka nefha-i rûhu’l-kudüs dersem


Sezâ kim akl-ı küll-i Cibrîl olur kalbîde Meryem’dir373

‘Aceb mi feyż-bâr olsa zebân-ı hâme-i nazmım


Salâhî feyż-i Hak’dan bu maânî bana mülhemdir.

[Mefâîlün/mefâîlün/mefâîlün/mefâîlün]

Temmet

372
“Allah, Şerîat-ı seniyye ahkâmına riâyet etmeye muvaffak kılsın. Tarîkat-ı ‘aliyye âlâmetlerini himâye etmeyi
nasip etsin. Gizli hakîkat hallerinin nihâyetine ulaştırsın. Tâ ki, ebedî sa‘âdet merkezinde ikâmet edelim. Emîn, Tâhâ
ve Yâsin hürmetine ebedî şekâvet dâiresine çıkarmasın. İlklerin ve sonuncuların Seyyidi Muhammed Sallallâhu
aleyhi ve selem’e vesâir peygamberlere ve onların tamamına sonsuz selamlar. Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur.”
373
B: + “…Cibrîl kalbide Meryem’dir.”

158
IV- MUHAMMED NASŪHĪ’NİN BİR ŞİİRİNİN ŞERHİ

A- “NUTK-I HAŻRET-İ NASŪHĪ”374

Ol nedir kim eylese ikrâr ânı müşrik olur375


Bu ‘Aceb kim etse inkâr şübhe yok mülhid olur

Cîmde fâ’yı fâ’da cîmi bulmayan ahvel nigâh


Hak’da kalır hâsılı ol şübhesiz cebrî olur
374
Nutk-ı Hazret-i Nasûhî Şerh-i Salâhî Efendi Kaddese Sırrahu; Karşılaştırmalı metnini verdiğimiz şerhin
şu üç nüshası üzerinde çalıştık: DTCF Ktp. Muzaffer Ozok, II/7; 161b-164a (A); Sül. Ktp. H. M. Efendi
2684 46a-48b (B); Sül. Ktp. H. E., 730 54b-57b (C). Metin içinde yer alan varak numaraları DTCF
nüshasına aittir. Bu şerh çalışması daha önce Üsküdar Sempozyumu’nda tebliğ olarak sunulmuştur. Bk.
Yaşar Aydemir, Salâhî’nin Nasûhî Efendi’nin Bir Gazelini Şerhi, Üsküdar Sempozyumu C. II. Üsküdar Belediye
yay.
375
Tatçı, age, s.189

159
Bî-basīret hep görenler bî-basardır gözleyen
Ey ‘amâlıkdan kaçan kör olmayan a‘mâ olur

Hâ vü ‘ayn u nûn u sâd’dan anlayan eğri nazar


Pes ne ma‘nâdan bilirsen cümle şey’ îcâd olur

Zāhir u mazhar zuhûrun fehm eden anlar kelâm


Yokluğu bulan Nasūhī, ‘ârif ü dânâ olur

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

B- “ŞERH-İ SALÂHÎ EFENDİ”


I. Beyt:
Ol nedir kim eylese ikrâr ânı müşrik olur
Bu ‘Aceb kim etse inkâr şübhe yok mülhid olur
Müstefhem anhüden murâd vücûd mefrûz u mukadder mümkindir. “Ânı ikrâr
eyleyen müşrik olur” dediği oldur ki, hakīkatde mümkinin müstakillen vücûdu yoktur.
Zîrâ mümkin vâcib ile mümteni‘ beyninde bir ma‘nâdan ‘ibâretdir ki, zâtı vücûdunu ve
‘ademini mukteżā değil, eğer zâtı vücûdunu mukteżā olup müstakillen vücûdu olaydı
mevcûda ihtiyâcı kalmayıp zâtında vâcib olurdu. Bu hod ma‘lûmdur ki, mümkin vâcibü’z-
zât değil vâcib bi’l-gayrdır. Velhâsıl mümkine müstakillen vücûd isbât iden müşrik olur.
Ve bu bir ‘Aceb sırr-ı garîbdir ki, her kim ol vücûd mefrûz u mukadder mümkini inkâr etse
mülhid olur. Zîrâ vücûd vâcib-i mutlakdan mufâz olan vücûd-ı mefrûz u mukadder
mümkin, derece-i imkânda mevcûddur ki, hudûs u ta‘ayyün ve takayyüdü cihetiyle gayriyet
kesb eylemişdir ki, teklif ol gayriyet i‘tibârına terettüb eder. Pes ol gayriyyet i‘tibârını inkâr
eden mülhid olup ref‘-i teklîf ol gayriyyet i‘tibâriyledir ki, mısrâ‘-ı evvel farka ve mısra‘-ı
sânî cem‘e işâretdir. Nitekim beyt-i sânî onu te’yîd eder.

II. Beyt:
Cîmde fâ’yı fâ’da cîmi bulmayan ahvel nigâh
Hak’da kalır hâsılı ol şübhesiz cebrî olur
Cîmden murâd cem‘dir ve fâ’dan murâd farkdır ki, fark rü’yet-i halk bilâ Hakk’a
işâretdir. Ve fark-ı evvel ‘abdin ahkâm-ı halkıyye ile bekāsından ‘ibâretdir. Ve cem‘-i ru’yet-i
Hak bilâ halka işâretdir. Ve fark-ı sânî cem’ü’l-cem’den ‘ibâretdir ki, kesreti vahdetde ve

160
vahdeti kesretde ru’yetden ‘ibâretdir. Kesreti vahdetde şuhûd, a‘yân-ı sâbiteyi ‘ilm-i Hak’da
meşhûddan ‘ibâretdir. [162a] Çekirdekde şeceri ve ağsân u evrâk ve ezhâr u esmârını şuhûd
gibi. Ve vahdeti kesretde şuhûd feyż-i vücûd u vahdeti vücûdât-ı mefrûza ve mukadderede
şuhûddan ‘ibâretdir. Esmârın her birinde âsl olan çekirdeğin feyżini şuhûd gibi ki, esmârın
kesret ü taaddüdü ve çekirdeğin kesret ü ta‘dîdini mukteżî değildir. Velhâsıl cem‘i fark’da ve
fark’ı cemde bulmayan ya‘nî Hakk’ı halkta ve halkı Hak’da müşâhede eylemeyen şübhesiz
cebrî olur demektir. Nitekim Hüdâyî kuddise sirruh hażretleri buyurmuşlar:

Beyt:
Şunun ki cem‘i yok ‘irfânı yokdur
Şunun ki farkı yok ilhâdı çokdur

[Mefâîlün/mefâîlün/ feûlün]

Zîrâ fark’da olup cem‘i olmayan Hak’dan gâfildir.376 Halk’dan gafleti mûcib selb-i
irâdet olmağla cebr-i mahza düşer. Pes fark’da olanın Hak’dan gafleti sebebiyle noksanı
zāhirdir. Ve Cem’de olan zât-ı Hak’da mahv u müstehlek olmağla kemâl-i ma‘rifet-i
Hak’dan gâfil olduġu ecilden noksanı zāhirdir. Zîrâ kemâl-i ma‘rifet-i Hak esmâ ve
sıfatıyla mutasavverdir. Ve esmâ ve sıfatı âsârıyla zāhirdir. Pes mahlûk u merzûk ve Hayy
ü meyyit olmasa Cenâb-ı Hakk’ın Hâlık u Râzık ve Muhyî ve Mümît olduġu ma‘lûm
olmazdı. Ol ecilden ya‘nî makām-ı Cem‘de kalıp fark-ı sânîye ya‘nî Cem‘ü’l-Cem’e
erişmediği ecilden Hak’da kalır halka gelmez. Hâsılı cebrî olur, dedi.

III. Beyt:
Bî-basīret hep görenler bî-basardır gözleyen
Ey ‘amâlıkdan kaçan kör olmayan a‘mâ olur
Basīret kalbe mahsūs bir kuvvet-i bâtınadan ‘ibâretdir, ‘ayn-ı ser gibi. Ve denilmiş
ki, “basīret ‘ayn-ı kalbden ‘ibâretdir”. Hicâbı münkeşif olduġu vakitte bevâtın-ı umûru
müşâhede eder. ‘Ayn-ı ser ile zevâhir-i umûru müşâhede eylediği gibi. Ve besâir-i i‘tibâr
zāhirden bâtına ve bâtından zāhire bir haysiyyet ile ‘ubûrdan ‘ibâretdir ki, Zât-ı akdesi her
şeyde zāhir göre. Merâtib-i kevniyyeden mahlûkāt-ı zāhireyi gördüğü gibi. Ve her şeyde
bâtın göre. Esmâ vü hakâyık-ı ilâhiyye vü kevniyye gibi. Pes her şeyin zāhirinden bâtınına

376
C: + “Ve cem’i olup farkda olmayan halkdan gâfildir.”

161
ubûr ‘indinde vahdeti ‘ayn-ı kesretde ve mücmeli ‘ayn-ı mufassalda görür. Ve her şeyin
bâtınında zāhirine ‘ubûr ‘indinde ‘aksi üzre görür. Ya‘nî kesreti vahdetde ve mufassalı
mücmelde görür. Mücellî ve mütecellâ fîhin bi’l-ayn377 vahdeti birle ne kadar ta‘ayyün ile

ihtilâf vâki‘ olursa dahî. Velhâsıl basīretsiz görenler hep bî-basardır. “ ‫ﺪ‬ ‫ﻭﹶﻟ ﹶﻘ‬ ‫ﱃ‬
‫ﻌﹶﺎ ﹶ‬‫ﻪ ﺗ‬ ‫ﺎ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﺍﻟﱠﻠ‬‫ﹶﻛﻤ‬

‫ﻢ ٰﺍﺫﹶﺍ ﹲﻥ ﻟﹶﺎ‬ ‫ﻭﹶﻟﻬ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭ ﹶﻥ ِﺑﻬ‬‫ﺼﺮ‬


ِ ‫ﺒ‬‫ﻳ‬ ‫ﻦ ﻟﹶﺎ‬ ‫ﻴ‬‫ﻋ‬ ‫ﻢ ﹶﺍ‬ ‫ﻭﹶﻟﻬ‬ ‫ﺎ‬‫ﻮ ﹶﻥ ِﺑﻬ‬‫ﻳ ﹾﻔ ﹶﻘﻬ‬ ‫ﺏ ﻟﹶﺎ‬
 ‫ﻢ ﹸﻗﻠﹸﻮ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺲ ﹶﻟ‬
ِ ‫ﻧ‬‫ﺍﹾﻟِﺎ‬‫ﻦ ﻭ‬ ‫ﺠ‬
ِ ‫ﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺍ ِﻣ‬‫ﻢ ﻛﹶﺜﲑ‬ ‫ﻨ‬‫ﻬ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﺎ ِﻟ‬‫ﺭﹾﺍﻧ‬ ‫ﹶﺫ‬

‫ﺎِﻓﻠﹸﻮ ﹶﻥ‬‫ﻢ ﺍﹾﻟﻐ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﻚ‬


 ‫ﺿﻞﱡ ﺍﹸﻭٰۤﻟِﺌ‬
 ‫ﻢ ﹶﺍ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﺑ ﹾﻞ‬ ‫ﺎ ِﻡ‬‫ﻧﻌ‬‫ﻚ ﻛﹶﺎﹾﻟﹶﺎ‬
 ‫ﺎ ﺍﹸﻭٰۤﻟِﺌ‬‫ﻮ ﹶﻥ ِﺑﻬ‬‫ﻤﻌ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﻳ‬ ” [“Andolsun biz cinler ve insanlardan
birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar;
gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler, işte onlar hayvan-
lar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar, işte asıl gâfiller onlardır.” (Araf, 7 /179)] Zîrâ basar-ı

basīret ile gören Hakk ile görür, Hakk ile işidir. [56a] ‫ﻯ‬
ِ ‫ﺪ‬‫ﻋﺒ‬ ‫ﻛﻤﺎ ﻭﺭﺩ ﰱ ﺍﳊﺪﻳﺚ ﺍﻟﻘﺪﺳﻰ ﻣﺎﹶﺯﹶﺍ ﹶﻝ‬

‫ﻨ ِﻄﻖ‬‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬


ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﻧﻪ‬‫ﻭﻟِﺴﹶﺎ‬ ‫ ِﺑ ِﻪ‬‫ﺼﺮ‬
ِ ‫ﻴ‬‫ﻯ ﻳ‬
ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﺮﻩ‬ ‫ﺼ‬
 ‫ﺑ‬‫ﻭ‬ ‫ ِﺑ ِﻪ‬‫ﻤﻊ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬
ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﻪ‬‫ﻤﻌ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﺖ‬
 ‫ﻨ‬‫ ﻛﹸ‬‫ﻪ‬‫ﺒﺘ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﻪ ﹶﻓﺎِﺫﹶﺍ ﹶﺍ‬ ‫ﱴ ﹸﺍ ِﺣﺒ‬
 ‫ﺣ‬ ‫ﻮﹶﺍِﻓ ِﻞ‬‫ﻰ ﺑِﺎﻟﻨ‬ ‫ ِﺍﹶﻟ‬‫ﺮﺏ‬ ‫ﺘ ﹶﻘ‬‫ﻳ‬

‫ِﺑ ِﻪ‬ [Bir hadîs-i kudsî’de şu şekilde buyurulur: “Kulum ben onu sevene kadar bana nâfile

ibadetlerle yaklaşmaya devam eder. Ben onu sevdiğimde onun işiten kulağı ve gören gözü,
konuşan dili olurum.” (Buhârî, Rıkâk, 38 (VII, 190), Ahmed b. Hanbel, Musned, VI, 256)]

Ve a‘mâlıkdan kör olmayan kaçan a‘mâ olur dediği Cenâb-ı Bârî’nin “ ‫ﻦ ﻛﹶﺎ ﹶﻥ ﰲ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻭ‬

‫ﺒﻴﻠﹰﺎ‬‫ﺿﻞﱡ ﺳ‬
 ‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﻋﻤٰﻰ‬ ‫ﺮ ِﺓ ﹶﺍ‬ ‫ﻮ ﻓِﻲ ﺍﹾﻟ ٰﺎ ِﺧ‬ ‫ﻋﻤٰﻰ ﹶﻓﻬ‬ ‫ٰﻫﺬِﻩ ﹶﺍ‬ ” [“Bu dünyada kör olan âhirette de kördür.

Üstelik iyice yolunu şaşırmıştır” (İsrâ 17/72)] kavl-i şerîfinin mefhûm-ı mu‘ciz-
mersûmundan iktibâsdır. Ya‘nî dünyâda a‘mâ olmayan âhiretde kaçan olur. Velhâsıl
dünyâda basar-ı basīreti nûr-ı Hakk ile münevver olmayıp zevâhir-i umûrdan bevâtınına
ve bevâtınından zevâhirine ‘ubûr etmeyen âhiretde dahî a‘mâ olur demek ister.

IV. Beyt:
Hâ vü ‘ayn u nûn u sâd’dan anlayan eğri nazar
Pes ne ma‘nâdan bilirsen cümle şey’ îcâd olur

377
“Tecellî ettiren ve tecellî edeni onda görür.”

162
Hâ’dan murâd hayât ve ‘Ayn’dan murâd ‘ilm yâhud ‘ilmu’llâhda mevcûd olan

‘ayn-ı sâbitedir. Ve Nûn’dan murâd ‘âlem-i icmâlîdir. “‫ﻥ‬


‫ﻭ ﹶ‬‫ﺴ ﹸﻄﺮ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﹶﻠ ِﻢ‬‫ﱃ ۤﻥ ﻭ‬
‫ﻌﹶﺎ ﹶ‬‫ﻪ ﺗ‬ ‫ﺎ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﺍﻟﱠﻠ‬‫ﹶﻛﻤ‬
” [“Nun, Kaleme ve yazdıklarına and olsun ki” (Kalem, 68/1)] Pes nûndan murâd hażret-i
icmâl ve kalemden murâd hażret-i tafsīldir. Yâhud Nûn’dan murâd nûrdur ki, mestûru
kâşif olan şey’in hakīkatinden ‘ibâretdir. Ve dahî kalbden kevni tard edip her vârid-i
ilâhî’ye nûr ıtlâk olunur. Ve nûr-ı vücûd-ı zāhiri Cenâb-ı Hakk’ın a‘yân-ı kâinat ve sûr-ı
hakâyık-ı mevcûdâtda zāhir ismiyle tecellîsinden ‘ibâretdir. Ve nûr-ı vücûd-ı bâtını ‘ayn-ı
sâbiteden ‘ibâret olan hakâyık-ı mümkinenin bâtınından kinâyetdir. Ve nûr-ı Muhammedî
rûh-ı a‘zâmdan ‘ibâretdir. Ve nûr-ı Ahmedî tecellî-i Vâhid-i Ahadd’dan ya‘nî Zât’ın ‘ayn-ı
vâhidiyyetde zâtına zuhûrundan ‘ibâretdir. Pes ta‘ayyünâtın evveli olduġu ecilden. [163a]

‫ﻝ ﻣﺎﻗﺪﺭ ﻋﻠﻰ ﺍﺻﻞ ﺍﻟﻮﺿﻌﻰ ﺍﻟﻠﻐﻮﻯ‬‫ﻝ ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﻧﻮﺭﻯ ﺍﻯ ﺍﻭ‬‫“[ ﻗﺎﻝ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺍﻭ‬Allâh’ın ilk yarattığı
benim nûrumdur.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 265-266, n. 827) Ya‘nî dil açısından aslı takdir ettiği
ilk şey anlamındadır.]
Pes bu tecellî-i evvel asl-ı cemî‘-i esmâ olduġu ecilden Hażret-i Fahr-i kâinat
‘aleyhi efżalu’s-salavât ebu’l-ervâh oldu. Ve nûru’l-envâr dahî ol nûr-ı Ahmedî’den
‘ibâretdir. Zîrâ tecellî-i evvel asl-ı cemî-i envârdır. Ve Sâd’dan murâd sūretdir. Şekil

ma‘nâsına ve nev‘ ü sıfât ma‘nâsına dahî isti‘mâl olunur. “ ‫ﻗﺎﻝ ﰱ ﺍﻟﺘﻌﺮﻳﻔﺎﺕ ﺻﻮﺭﺕ ﺍﻟﺸﺊ‬

‫ﻣﺎﻳﺆﺧﺬ ﻣﻨﻪ ﻋﻨﺪ ﺣﺬﻑ ﺍﳌﺸﺨﺼﺎﺕ ﻭﻳﻘﺎﻝ ﺻﻮﺭﺓ ﺍﻟﺸﺊ ﻣﺎﺑﻪ ﳛﺼﻞ ﺍﻟﺸﺊ ﺑﺎﻟﻔﻌﻞ ﺍﻟﺼﻮﺭﺓ ﺍﳊﺴﻴﺔ ﺟﻮﻫﺮ ﻣﺘﺼﻞ‬

‫ﺑﺴﻴﻂ ﻻﻭﺟﻮﺩ ﶈﻠﻪ ﺩﻭﻧﻪ ﻗﺎﺑﻞ ﻟﻼﺑﻌﺎﺩ ﺍﻟﺜﻠﺜﺔ ﺍﳌﺪﺭﻛﺔ ﻣﻦ ﺍﳉﺴﻢ ﰱ ﺑﺎﺩﻯ ﺍﻟﻨﻈﺮ ﺍﻟﺼﻮﺭﺓ ﺍﻟﻨﻮﻋﻴﺔ ﺟﻮﻫﺮ ﺑﺴﻴﻂ‬

‫”ﻻﻳﺘﻢ ﻭﺟﻮﺩﻩ ﻣﺎﺣﻞ ﻓﻴﻪ‬378


Ya‘nî bir kişinin379 sūreti müşahhasât hazfi ‘indinde ol şeyden ahz olunan şeydir ve
denilmiş ki, bir şeyin sūreti sol şeydir ki, ol şey bi’l-fi‘l onunla hâsıl olur. Ve sūret-i
hissiyye bir cevher-i muttasıl-ı basîtdir ki, kendinden gayrı mahallinin vücûdu yoktur.

Eb‘ad-ı selâseyi kâbildir. Ve bâdî-i nazarda cismden müdriktir. “ ‫ﺻﻮﺭﺓ ﺍﳊﻖ ﻫﻮ ﳏﻤﺪ ﺻﻞ ﺍﷲ‬

378
“Tâ’rifât’da denilmiştir ki: Bir şeyin sûreti, kendisinden somut olanlar çıktıktan sonra geriye kalandır. Ve
denilir ki: bir şeyin sûreti kendisiyle fiil hâsıl olan şeydir. Hissedilen sûret varlığı olmayan kesintisiz bir
cevherdir. Bedenin algılanabilen üç boyutuna kabildir ya’ni kabul etmeye yeteneklidir. İlk bakışta nev’e/türe
âit sûret diğerinin varlığı olmaksızın var olamayacak basit bir cevherdir.”
379
C: + “şeyin”

163
‫ﻋﻠﻴﻪ ﻭ ﺳﻠﻢ ﻟﺘﺤﻘﻘﻪ ﺑﺎﳊﻘﻴﻘﺔ ﺍﻻﺣﺪﻳﺔ ﻭﺍﻟﻮﺍﺣﺪﻳﺔ ﻭﻳﻐﲑ ﻋﻨﻪ ﺑﺼﺎﺩ ﻛﻤﺎ ﻟﻮﺡ ﺍﻟﺒﺼﺮ ﺍﺑﻦ ﻋﺒﺎﺱ ﺭﺿﻰ ﺍﷲ ﻋﻨﻬﻤﺎ‬

‫”ﺣﲔ ﺳﺌﻞ ﻋﻦ ﺻﺎﺩ ﻓﻘﺎﻝ ﺟﺒﻞ ﲟﻜﺔ ﻛﺎﻥ ﻋﻠﻴﻪ ﻋﺮﺵ ﺍﻟﺮﲪﺎﻥ ﻣﻦ ﺗﻌﺮﻳﻔﺎﺕ‬380

Ve sūret-i nev‘iyye bir cevher-i basîtdir ki, vücûdu hulûl ettiği şeyin vücûdıyla
temam olur. Ve ıstılâhât-ı sûfiyyede sūret-i Hak bahr-i vücûb ve imkânı cami‘ olan hakīkat-ı
Muhammediyeden kinâyetdir ve sūretullâh insân-ı kâmilden ‘ibâretdir ve sūretü’r-rahmân

dahî andan kinâyetdir. “‫ﺍﻟﺮﲪﻦ‬ ‫”ﻟﻘﻮﻟﻪ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺍﻥ ﺍﷲ ﺧﻠﻖ ﺍﺩﻡ ﻋﻠﻰ ﺻﻮﺭﺗﻪ ﻭﻳﺮﻭﻯ ﻋﻠﻰ ﺻﻮﺭﺓ‬
[Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Allah Âdemi kendi sûretinde yarattı.” bir rivâyete
göre de “Rahmân’ın sûretinde yarattı.” buyurmuştur. (Buhârî, isti’zân, 1; Müslim, Birr; 115, Aclûnî,
Keşfü’l-Hafâ, I, 379, n. 1215)]

Gâhîce sūret-i hakâyık-ı esmâ-ı ilâhiyye ile tefsîr ederler. Zîrâ hażret-i ilâhiyye
olur ve gâhîce sūret ile ‘âlemi murâd ederler. Pes insân-ı hakîki şol insân-ı kâmildir ki,
iki sūret üzerine mahlûk ola. Ya‘nî sūret-i hakâyık esmâ-ı ilâhiyye ve sūret-i ‘âlem üzerine
mahlûk ola. Ve insân-ı nâkıs hayvânî fakat sūret-i ‘âlem üzere mahlûkdur. [57a] Velhâsıl
ma‘ânî-i mezkûreden mermûz olan hâ ve ‘ayn ve nûn ve saddan eğri nazar ile yanlış fehm
eden ya‘nî hayât u ‘ilm ü ‘ayn u nûr-ı vücûd ve sūret-i hakâyık-ı ilâhiyyeden münba‘is
ve Muhammed iken hadd-i zâtında mümkinin olmak üzre kesr-i nazar ve kesr-i fehm eden
eğer hakīkat-hâl senin nazar u idrâkin gibi ise. Pes ne ma‘nâdan bilirsin cümle şey îcâd
olur. Pes mümkinin hadd-i zâtında müstakilen vucûdu yok iken bir şey’i îcâd ya‘nî i‘tâ-yı
vücûd etmek nice mutasavverdir, demek olur. Belki vücûd-ı vâcib-i Hak ifâza-i feyż-i
vücûd-ı mutlakdan cemî‘-i mümkinâtı îcâd ve ifâza-i feyż-i hayât-ı ezeliyyesinden kâinâtı
ihyâ ve âbâd eder. Mülkünde vechen mine’l-vucûh (Yüzlerden bir yüz (hiçbir şekilde/
hiçbir sūrette) şerîki yok Vâhid ve Ahad’dir.

V. Beyt:
Zāhir u mazhar zuhûrun fehm eden anlar kelâm
Yokluğu bulan Nasūhī, ‘ârif ü dânâ olur

380
“Ehadiyet ve vâhidiyet hakîkati kendisinde gerçekleştiği için, Hakk’ın sûreti Muhammed -sallallâhu aleyhi ve
selem-’nin zâtıdır. Göz onu uzaktan gördüğü gibi ondan sâd diye bahsedilir. Ta’rifât’dan nakledildiğine göre,
İbni Abbas -radıyallâhu anh-’a sâd’ın anlamı sorulduğunda “üzerinde Rahman’ın arşının bulunduğu
Mekke’deki bir dağ” diye cevap verir.”

164
‫”ﺍﻟﻈﺎﻫﺮ ﺿﺪ ﺍﻟﺒﺎﻃﻦ ﻭﻇﻬﺮ ﺍﻟﺸﺊ ﺗﺒﲔ ﻭﰱ ﺍﻻﺻﻮﻝ ﺍﻟﻈﺎﻫﺮ ﻫﻮ ﻣﺎﺍﻧﻜﺸﻒ ﻭﺍﻟﻔﺘﺢ ﻣﻌﻨﺎﻩ ﻟﺴﺎﻣﻊ ﻣﻦ ﻏﲑ ﺗﺄﻭﻳﻞ‬

‫ﻭﺗﻔﻜﺮ ﻭﺿﺪﻩ ﺍﳋﻔﻰ ﻭﰱ ﺍﳌﺼﻄﻠﺤﺎﺕ ﺍﻟﺼﻮﻓﻴﺔ ﻇﺎﻫﺮﻳﺔ ﺍﳊﻖ ﺗﻄﻠﻖ ﺑﺎﺯﺍﺀ ﻣﻄﻠﻖ ﺻﻮﺭﺓ ﺍﻟﻜﻮﻥ ﻭﺗﺎﺭﺓ ﻳﺮﺍﺩ ﺑﺬﺍﻟﻚ‬

‫ﺎ‬‫ﺗﻔﺼﻴﻞ ﺍﻟﺼﻮﺭﺓ ﺍﻻﻧﺴﺎﻧﻴﺔ ﺍﳊﻘﻴﻘﺔ ﺍﻟﱴ ﻇﻞ ﺻﻮﺭﺓ ﺍﳊﻀﺮﺓ ﺍﻻﳍﻴﺔ ﻭﻇﺎﻫﺮ ﺍﳌﻤﻜﻨﺎﺕ ﻫﻮ ﲡﻠﻰ ﺍﳊﻖ ﺑﺼﻮﺭ ﺍﻋﻴﺎ‬

‫ﺎ ﻭﻫﻮ ﺍﳌﺴﻤﻰ ﺑﺎﻟﻮﺟﻮﺩ ﺍﻻﺿﺎﰱ ﻭﻗﺪ ﻳﻄﻠﻖ ﻋﻠﻴﻪ ﻇﺎﻫﺮ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﻭﺍﻟﻈﻬﻮﺭ ﻳﺜﲑ ﺑﻪ ﺍﻟﻘﻮﻡ ﺍﱃ ﺣﻖ ﲞﻠﻖ‬‫ﻭﺻﻔﺎ‬

:‫ﻭﺍﻟﺒﻄﻮﻥ ﻳﺜﲑﻭﻥ ﺑﻪ ﺍﱃ ﺣﻖ ﺑﻼ ﺧﻠﻖ ﺑﻴﺖ‬

‫ﺍﻥ ﺑﻄﻦ ﺍﳋﻠﻖ ﻓﻬﻮ ﺣﻖ ﺍﻭ ﻇﻬﺮ ﺍﳊﻖ ﻓﻬﻮ ﺧﻠﻖ‬

‫”ﺍﻯ ﻟﻴﺲ ﻟﻠﺨﻠﻖ ﻭﺟﻮﺩ ﻣﻊ ﺍﳊﻖ ﻋﻨﺪ ﺍﻟﺒﻄﻮﻥ ﻭﺍﻟﻈﻬﻮﺭ‬381

Ya‘nî zāhiriyye-i Hakk-ı mutlak sūret-i kevn izasında ıtlak olunur. Ve gâhîce zıll-ı
sūret-i hażret-i ilâhiyeden ‘ibâret olan tafsīl sūret-i insâniye-i hakîkıyye murâd olunur ki,
âna vücûd-ı izafî ve zāhirü’l-vücûd dahî tesmiye olunur. Ve zuhûr ile halk ile Hakk’a ve
butûn ile Hakk bilâ Hakk’a işâretdir. Bâtın olsa halk olur. Hakk zāhir olsa Hak olur halk.
Ya‘nî halkın zuhûru butûn indinde Hakk’la bile vucûdu yoktur demek olur. Velhâsıl tafsīl
olunduğu üzere zāhir ü mazhar ve zuhûru [164a] fehm eden ârif-i bi’llâh kelâmını anlar.
Zikr-i sebkat eylediği üzere, “Yokluğu bulan Nasūhī ârif ü dânâ olur.” Ya‘nî mümkinin
adem-i aslîsi makāmını tahakkuk ile fânî fi’llâh olan ‘ârif-i bi’llâh ve vücûd-ı mevhûbî-i
hakkânî ile bâkī bi’llâh olan dânâ ve âgâh olur.

Temmet

381
[Zâhir, bâtının zıddıdır. Bir şeyin zuhûru onun görünür olmasıdır. Zâhir, usulcülere göre, dinleyenin tevil ve
düşünmesini gerektirmeyecek olan anlamı keşfetmemizdir. Onun da zıddı hafîdir. Sûfî terminolojisine göre
Hakk’ın zâhir olması, mutlak karşılığınadır. Bazen de zâhir kâinatın görünen yüzü anlamındadır. Bununla
kastedilen ilâhi varlığın görüntüsüne bürünen, insanın hakîkî sûretinin bir açılımıdır/açıklamasıdır. Mümkinâtın
varlık âleminin zuhûru, çeşitli görüntü ve sıfatlarıyla Hakk’ın tecellîsidir. İzafî varlık şeklinde isimlendirilir.
Varlığın zâhiri olarak da ifâde edilebilir. Çoğunluğa göre zuhur, halksız Hakk’a işâret eder. Beyt:
Halkın iç yüzü Hak. Hakk’ın iç yüzü ise halktır.
Ya’ni halkın varlığı bâtında ve zâhirde Hak’la beraber değildir.”

165
‫‪V- ÖMER BİN ALİ İBNÜ’L-FÂRIZ’IN ŞİİRİNİN ŞERHİ382‬‬

‫‪A- “KASĪDE-İ HAMRİYYE-İ FÂRİZİYYE”383‬‬

‫ﺳﻜﺮﻧﺎ ‪‬ﺎ ﻣﻦ ﻗﺒﻞ ﺍﻥ ﳜﻠﻖ ﺍﻟﻜﺮﻡ‬ ‫ﺷﺮﺑﻨﺎ ﻋﻠﻰ ﺫﻛﺮ ﺍﳊﺒﻴﺐ ﻣﺪﺍﻣﺔ‬
‫ﻫﻼﻝ ﻭﻛﻢ ﻳﺒﺪﻭ ﺍﺫﺍ ﻣﺰﺟﺖ ﳒﻢ‬ ‫ﳍﺎ ﺍﻟﺒﺪﺭ ﻛﺄﺱ ﻭﻫﻰ ﴰﺲ ﻳﺪﻳﺮﻫﺎ‬
‫ﻭﻟﻮﻻ ﺳﻨﺎﻫﺎ ﻣﺎﺗﺼﻮﺭﻫﺎ ﺍﻟﻮﻫﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮﻻ ﺷﺬﺍﻫﺎ ﻣﺎ ﺍﻫﺘﺪﻳﺖ ﳋﺎ‪‬ﺎ‬
‫ﻛﺎﻥ ﺧﻔﺎﻫﺎ ﰱ ﺻﺪﻭﺭ ﺍﻟﻨﻬﻰ ﻛﺘﻢ‬ ‫ﻭﱂ ﻳﺒﻖ ﻣﻨﻬﺎ ﺍﻟﺪﻫﺮ ﻏﲑ ﺣﺸﺎﺷﺔ‬
‫ﻭﱂ ﻳﺒﻖ ﻣﻨﻬﺎ ﰱ ﺍﳊﻘﻴﻘﺔ ﺍﻻﺍﺳﻢ‬ ‫ﻭﻣﻦ ﺑﲔ ﺍﻻﺧﺸﺎﺀ ﺍﻟﺪﻧﺎﻥ ﺗﺼﺎﻋﺪﺕ‬
‫ﻧﺸﺎﻭﻯ ﻭﻻﻋﺎﺭ ﻋﻠﻴﻬﻢ ﻭﻻﺍﰒ‬ ‫ﻭﺍﻥ ﺫﻛﺮﺕ ﰱ ﺍﳊﻰ ﺍﺻﺒﺢ ﺍﻫﻠﻪ‬
‫ﺍﻗﺎﻣﺖ ﺑﻪ ﺍﻻﻓﺮﺍﺡ ﻭﺍﺭﲢﻞ ﺍﳍﻢ‬ ‫ﻭﺍﻥ ﺧﻄﺮﺕ ﻳﻮﻣﺎ ﻋﻠﻰ ﺧﺎﻃﺮ ﺍﻣﺮﺀ‬
‫ﻻﺳﻜﺮﻫﻢ ﻣﻦ ﺩﻭ‪‬ﺎ ﺫﻟﻚ ﺍﳋﺘﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﻧﻈﺮ ﺍﻟﻨﺪﻣﺎﻥ ﺧﺘﻢ ﺍﻧﺎ‪‬ﺎ‬
‫ﻟﻌﺎﺩﺕ ﺍﻟﻴﻪ ﺍﻟﺮﻭﺡ ﻭﺍﻧﺘﻐﺶ ﺍﳉﺴﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﻧﻀﺤﻮﺍ ﻣﻨﻬﺎ ﺛﺮﻯ ﻗﱪ ﻣﻴﺖ‬
‫ﻋﻠﻴﻼ ﻟﻘﺪﺓ ﺍﺷﻔﻰ ﻟﻔﺎﺭﻗﺘﻪ ﺍﻟﺴﻘﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﻃﺮﺣﻮﺍ ﰱ ﻓﺊ ﺣﺎﻳﻂ ﻛﺮﻣﻬﺎ‬
‫ﻭﻳﻨﻄﻖ ﻣﻦ ﺫﻛﺮﻯ ﻣﺬﺍﻗﺘﻬﺎ ﺍﻟﺒﻜﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮﻗﺮ‪‬ﺑﻮﺍ ﻣﻦ ﺧﺎ‪‬ﺎ ﻣﻘﻌﺪﺍ ﻣﺸﻰ‬
‫ﻭﰱ ﺍﻟﻐﺮﺏ ﻣﺰﻛﻮﻡ ﻟﻌﺎﺩ ﻟﻪ ﺍﻟﺸﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﻋﺒﻘﺖ ﰱ ﺍﻟﺸﺮﻕ ﺍﻧﻔﺎﺱ ﻃﻴﺒﻬﺎ‬
‫‪382‬‬
‫‪Şerh-i Kasîde-i Hamriyye-i Fâriziyye. Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde‬‬
‫‪çalıştık: İÜ. Ktp. T.Y. No. 1644, 1-24 vr (A); Sül. Ktp. H.M.Ef., No. 3734 vr. 71-96 (B); İÜ. Ktp. T.Y. No. 3347‬‬
‫‪(C). Metin içindeki varak numaraları İÜ. Ktp. T.Y. No. 1644 nüshasına âittir. Salâhî’nin yaptığı bu şerh daha‬‬
‫‪önce tez olarak hazırlanmıştır. Bk. Süleyman Deliktaş, “Salâhâddin Uşşâkî ve Kasîde-i Hamriyye Şerhi”,‬‬
‫‪(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 1990‬‬
‫‪383‬‬
‫‪Divânü’l-fârız, s. 79-81, el-Matbaatü’l-Edebiyye, Beyrut 1894.‬‬

‫‪166‬‬
‫ﳌﺎ ﺿﻞ ﰱ ﻟﻴﻞ ﻭﰱ ﻳﺪﻩ ﺍﻟﻨﺠﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﺧﻀﺒﺖ ﻣﻦ ﻛﺄﺳﻬﺎ ﻛﻒ ﺍﻻﻣﺲ‬
‫ﺑﺼﲑﺍ ﻭﻣﻦ ﺭﺍﻭﻭﻗﻬﺎ ﻳﺴﻤﻊ ﺍﻟﺼﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﺟﻠﻴﺖ ﺳﺮﺍ ﻋﻠﻰ ﺍﻛﻤﻪ ﻏﺪﺍ‬
‫ﻭﰱ ﺍﻟﺮﻛﺐ ﻣﻠﺴﻮﻉ ﳌﺎ ﺿﺮﻩ ﺍﻟﺴﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﺍﻥ ﺭﻛﺒﺎ ﳝﻤﻮﺍ ﺗﺮﺏ ﺍﺭﺿﻬﺎ‬
‫ﺟﺒﲔ ﻣﺼﺎﺏ ﺟﻦ ﺍﺑﺮﺃﻩ ﺍﻟﺮﺳﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﺭﺳﻢ ﺍﻟﺮﺍﻗﻰ ﺣﺮﻭﻕ ﺍﲰﻬﺎ ﻋﻠﻰ‬
‫ﻻﺳﻜﺮ ﻣﻦ ﲢﺖ ﺍﻟﻠﻮﺍ ﺫﻟﻚ ﺍﻟﺮﻗﻢ‬ ‫ﻭﻓﻮﻕ ﻟﻮﺍﺀ ﺍﳉﻴﺶ ﻟﻮﺭﻗﻢ ﺍﲰﻬﺎ‬
‫‪‬ﺎ ﻟﻄﺮﻳﻖ ﺍﻟﻌﺰﻡ ﻣﻦ ﻻﻟﻪ ﻋﺰﻡ‬ ‫‪‬ﺬﺏ ﺍﺧﻼﻕ ﺍﻟﻨﺪﺍﻣﻰ ﻓﻴﻬﺘﺪﻯ‬
‫ﻭﻳﻌﻠﻢ ﻋﻨﺪ ﺍﻟﻐﻴﻆ ﻣﻦ ﻻﻟﻪ ﺣﻠﻢ‬ ‫ﻭﻳﻜﺮﻡ ﻣﻦ ﻻﻳﻌﺮﻑ ﺍﳉﻮﺩ ﻛﻔﻪ‬
‫ﻻﻛﺴﺒﻪ ﻣﻌﲎ ﴰﺎﺋﻠﻬﺎ ﺍﻟﻠﺜﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﻧﺎﻝ ﻓﺪﻡ ﺍﻟﻘﻮﻡ ﻟﺜﻢ ﻓﺪﺍﻣﻬﺎ‬
‫ﺧﺒﲑ ﺍﺟﻞ ﻋﻨﺪﻯ ﺑﺎﻭﺻﺎﻓﻬﺎ ﻋﻠﻢ‬ ‫ﻳﻘﻮﻟﻮﻥ ﱃ ﺻﻔﻬﺎ ﻭﺍﻧﺖ ﺑﻮﺻﻔﻬﺎ‬
‫ﻭﻧﻮﺭ ﻭﻻﻧﺎﺭ ﻭﺭﻭﺡ ﻭﻻﺟﺴﻢ‬ ‫ﺻﻔﺄ ﻭﻻﻣﺎﺀ ﻭﻟﻄﻒ ﻭﻻﻫﻮﻯ‬
‫ﻓﻴﺤﺴﻦ ﻓﻴﻬﺎ ﻣﻨﻬﻢ ﺍﻟﻨﺜﺮ ﻭﺍﻟﻨﻈﻢ‬ ‫ﳏﺎﺳﻦ ‪‬ﺪﻯ ﺍﻟﻮﺍﺻﻔﲔ ﻟﻮﺻﻔﻬﺎ‬
‫ﻛﻤﺸﺘﺎﻕ ﻧﻌﻢ ﻛﻠﻤﺎ ﺫﻛﺮﺕ ﻧﻌﻢ‬ ‫ﻭﻳﻄﺮﺏ ﻣﻦ ﱂ ﻳﺪﺭﻫﺎ ﻋﻨﺪ ﺫﻛﺮﻫﺎ‬
‫ﺷﺮﺑﺖ ﺍﻟﱴ ﰱ ﺗﺮﻛﻬﺎ ﻋﻨﺪﻯ ﺍﻻﰒ‬ ‫ﻭﻗﺎﻟﻮﺍ ﺷﺮﺑﺖ ﺍﻻﰒ ﻛﻼ ﻭﺍﳕﺎ‬
‫ﻭﻣﺎﺷﺮﺑﻮﺍ ﻣﻨﻬﺎ ﻭﻟﻜﻨﻬﻢ ﳘﻮﺍ‬ ‫ﻫﻨﻴﺌﺎ ﻻﻫﻞ ﺍﻟﺪﻳﺮ ﻛﻢ ﺳﻜﺮﻭﺍ ‪‬ﺎ‬
‫ﻣﻌﻰ ﺍﺑﺪﺍ ﺗﺒﻘﻰ ﻭﺍﻥ ﺑﻠﻰ ﺍﻟﻌﻈﻢ‬ ‫ﻭﻋﻨﺪﻯ ﻣﻨﻬﺎ ﻧﺸﻮﺓ ﻗﺒﻞ ﻧﺸﺄﺗﻰ‬
‫ﻓﻌﺪﻟﻚ ﻋﻦ ﻃﻠﻢ ﺍﳊﺒﻴﺐ ﻫﻮ ﺍﻟﻈﻠﻢ‬ ‫ﻋﻠﻴﻚ ‪‬ﺎ ﺻﺮﻓﺎ ﻭﺍﻥ ﺷﺌﺖ ﻣﺰﺟﻬﺎ‬
‫ﻋﻠﻰ ﻧﻐﻢ ﺍﻻﳊﺎﻥ ﻓﻬﻰ ‪‬ﺎ ﻏﻨﻢ‬ ‫ﻭﺩﻭﻧﻜﻬﺎ ﰱ ﺍﳊﺎﻥ ﻭﺍﺳﺘﺠﻠﻬﺎ ﺑﻪ‬
‫ﻛﺬﻟﻚ ﱂ ﻳﺴﻜﻦ ﻣﻊ ﺍﻟﻨﻐﻢ ﺍﻟﻐﻢ‬ ‫ﻓﻤﺎﺳﻜﻨﺖ ﻭﺍﳍﻢ ﻳﻮﻣﺎ ﲟﻮﺿﻊ‬
‫ﺗﺮﻯ ﺍﻟﺪﻫﺮ ﻋﺒﺪﺍ ﻃﺎﻳﻌﺎ ﻭﻟﻚ ﺍﳊﻜﻢ‬ ‫ﻭﰱ ﺳﻜﺮﺓ ﻣﻨﻬﺎ ﻭﻟﻮ ﻋﻤﺮ ﺳﺎﻋﺔ‬
‫ﻭﻣﻦ ﱂ ﳝﺖ ﺳﻜﺮﺍ ‪‬ﺎ ﻓﺎﺗﻪ ﺍﳋﻤﺮ‬ ‫ﻓﻼﻋﻴﺶ ﰱ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ ﳌﻦ ﻋﺎﺵ ﺻﺎﺣﺒﺎ‬
‫ﻭﻟﻴﺲ ﻟﻪ ﻓﻴﻬﺎ ﻧﺼﻴﺐ ﻭﻻﺳﻬﻢ‬ ‫ﻋﻠﻰ ﻧﻔﺴﻪ ﻓﻠﻴﺒﻚ ﻣﻦ ﺿﺎﻉ ﻋﻤﺮﻩ‬

‫‪167‬‬
B- MANZÛM KASĪDE-İ HAMRİYYE TERCÜMESİ

Nûş edip yâdını yârin olmuşuz mest-i müdâm.


Bulmadan bu bâğ-ı ‘âlem tâk-i engurle nizâm

Ol ne mey mihr-i münîr ve kâsesi bedr-i dücâ


Sâkisi meh-i nev eğer mezc olsa pür-necm ola câm.

Nükhet-i mey olmasa rehber bulunmaz meygede


Olmasaydı berk-i peymâne hayâl etmezdi kâm

Bir ramak-i bâkī komuş ondan zamâne gûyiyâ


Ol dahî olmuş sudûr-i âkilînde iktitâm

Hey meded humlar derûnundan suûd etti o mey


Kalmadı ondan hakīkatten eser illâ ki nâm

Müste‘id bir kavme zikr olunsa ol mey-i subh-dem


Terk-i kayd-ı ism ü âr edib olur mest-i müdâm

Bir kesin ger hâtırına ol mey ederse hutûr


Gam-gîde oldum ferah kalbinde ola ber-devâm

Ger nedîmân-ı mahabbet görse zarf-ı mührünü


Mest ederdi bâdesiz ol hatmi miskiyyü’l-hitâm

Saçsalar ger hâk-i kabr-i meyyite bir reşhasın


Rûhu cisme avdet eylerdi kılardı hoş hırâm

Atsalar ger sâye-i dîvar-ı tâkinde onun


Muhtazır bir hastayı anda bula sıhhat tamâm

168
Mak‘adi hânına takrîb etseler reftâr eder
Bî-zebâne çâşni-i zikri bahş eyler kelâm

Cânib-i şarka erişse rîh-i hoş-bûyi onun


Garbda mezkûm olandan gider elbette zükâm

Aks-i câmı lâmisin keffin ederse ger hizâb


Yol yanılmaz gece necm-i dest eder ref-i zalâm

Zāhir olsa sırrı nâ-bînâya ol bînâ olur


Sem‘-i nâ-şinevâdan eyler reşhası def‘-i sımâm

Hâk-pûs arzına kasd eylese bir kârbân


İçlerinde mâr-ı güzîde olsa bula bi‘r-i tâm

Cebhe-i mecnûna râkî ger hurûf-i ismini


Yazsa cinnetten halâs olub ola akla makām

Safha-i levh-i ‘alem üzre yazılsa ism-i mey


Sâye-i nahl-i ‘alemde mest olur ceyş-i ızâm

Eyler ahlâk-ı nedîmânı mühezzeb yol bulur


Râh-ı azmi bilmeyen bâ-cehd eder azm-i merâm

Hem sehâ bilmez kişi anın ile olur kerîm


Hem halîm olur anın ile gazâb olan li‘âm

Ger sürâhî süzgüsün bûs etse bir bedhû-yı gabî


Kesb eder hulk-ı hasen bulur onunla ihtirâm

Sen habîrsin dediler vasf et bize ol bâdeyi


Ben dedim gerçek onun vasfını ettim iltizâm

Âbı yok sâfî safâdır hem latīfdir bî-hevâ


Nârı yok bir nûrdur bî-cism rûh-i müstedâm

Hüsnü ânın vâsıfînin vasfına yol gösterir


Vâsıfın nazmı ve nesri hûb olur bâ-intizām

Bilmeyenler zikri ile şâd olub hiffet bulur


Nite mahbûb zikr olunsa âşık olur şâd-kâm

169
Dediler nûş eyledin ismi dedim hâşâ ki ben
İçtiğimin terki indimde isimdir ey niyâm

Ehl-i deyre hazm ola kânın ile mest oldular


İçmediler gerçi sarfın ettiler lîk ihtimâm

Hilkatimden akdem onun bende vardır neşvesi


Bâkīdir cânım ile ger mahv olursa ızâm

Sarfın ilzâm et eğer mezcin murad eyler isen


Ağzı yârın kat habîbin gayrısın katmak haram

Bâdeyi meyhâneden al cilvesine tâlib ol


Nağme-i elhân ile peymâneyi kıl iğtinâm

Hüzn-bâde eylemez ber-câ-yı mesken bir zaman


Nitekim gam u nâ,am bir yerde olmaz ey hümâm

Ol meyin bir sekresinde bir saat olursa da


Dehre olursun hükm ol sana ‘abd-i müstehâm.

Sahv ile ömrü geçen kes hay değildir ma‘nîde


Mevte sekrân ermiyenden fevt olur hurrem-i kirâm

Ağlasın nefsine şol kim ömrünü zâyi‘ edip


Olmadı ol badeden bir sehm kaldı der-menâm

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

C- “ŞERH-İ KASĪDE-İ HAMRİYYE-İ FÂRİZİYYE”

‫ﺑﺴﻢ ﺍﷲ ﺍﻟﺮﲪﻦ ﺍﻟﺮﺣﻴﻢ‬


Hamd-i bî-gâyet ol pâdişâh-ı serâ perde-i vahdet cenâbına ola. Ve şükr-i bî-nihâyet ol
tâc-dâr-ı taht-ı ahadiyyet meâbına ahrâdır ki; câm-ı mühabbet âsâr u ef‘âliyle kâffe-i enâmı ser-
mest ve sahbâ-yı meveddet, sıfât u zâtıyla havâss-ı kümmelîni mey-perest edip cezbe-i keyfiyet-i
bâde-i ‘aşk ile makām-ı nistî ve ihlâsda îsâl-i derece-i ihtisās u girân-bâr-ı hestî ve sıklet-i edbâr-
ı hod-perestîden halâs eyledi.

170
Ve efżal-i salavât ve ekmel-i tahiyyât ol peymâne-i mey-i hakīkat-zât u humhâne-i
şarâb-ı muhabbet-sıfât hażretlerine sezâdır ki, cur‘a-i câm-ı muhabbet ile havâss-ı kümmelîni
îsâl bezm-i kurbet ve idhâl-i encümen-i vuslat eyledi. Ve eşref-i teslîmât ashâb-ı zevi’n-necâta
mütemennâdır384 ki, her biri revnak-bahşâ-yı meclis-i muhabbet ve zînet-efzâ-yı nişîmen-i
meveddetdir.

Ba‘dehû kasīde-i hamriyye-i fârızıyye mey-i mehabbet ve bâde-i hakīkat ile memlû bir
kâse-i pür neşve-i ‘âriziyye olub erbâb-ı hakīkat beyninde meşhûr ve mu‘teber bir nazm-ı pür-
dürr-i güher olduġundan nice şurrâh şerh ve tefsiriyle resîde-i derece-i inşirâh olmuşlar. Husūsan
sâkı-i şerâb-ı mehabbet ve mülâki-i cemâl-i hakīkat olan Hażret-i Molla Câmî kuddise sırruh
lisân-ı fârisi üzere şerhine ihtimam ve her beytine münâsib rübâiyyât-ı fârisiyye keşîde-i silk-i
nazm edib ahsen-i ta‘bîr ve eblağ-ı te’vîl u tefsîr ile revnakde hüsn-i intizām ve ihtitâm bulmağın
nef‘-i âmm olsun için ekser meżâmîn ta‘bîr-i dil-pezîrleri yâd, husūsan rubâiyyât-ı bî-nazīrleri
istişhâd olunarak her beyt-i kasīdeye bir beyt-i türkî îrâd ve lisân-i türkî üzere şerh ve tahrîrine
ictihâd olundu. Mutāla‘a eden ihvân-ı hulûs-nihâddan mültemesdir ki, bu ahkar-i ‘ibâd olan
Salâhî-i nâ-şâdı bir duâ-yı hayr ile yâd buyuralar:

‫ﻗﺎﻝ ﺍﻟﺸﻴﺦ ﺍﻟﻌﺎﱂ ﺍﻟﻌﺎﻣﻞ ﻭﺍﻟﻌﺎﺭﻑ ﺍﻟﻔﺎﺿﻞ ﺷﺮﻑ ﺍﻟﺪﻳﻦ ﺍﺑﻮ ﺣﻔﺾ ﻋﻤﺮ ﺑﻦ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺴﻌﺪﻯ ﺍﳌﻌﺮﻭﻑ ﺑﺎﺑﻦ ﺍﻟﻔﺎﺭﺽ‬

‫ﺍﳌﺼﺮﻯ ﻗﺪﺱ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﺳﺮﻩ ﻭﺍﻋﻼ ﰱ ﺍﳌﻼﺀ ﺍﻻﻋﻠﻰ‬


I. Beyt:

385
‫ﺎ ﻣﻦ ﻗﺒﻞ ﺍﻥ ﳜﻠﻖ ﺍﻟﻜﺮﻡ‬ ‫ﺳﻜﺮﻧﺎ‬ ‫ﺷﺮﺑﻨﺎ ﻋﻠﻰ ﺫﻛﺮ ﺍﳊﺒﻴﺐ ﻣﺪﺍﻣﺔ‬

“‫”ﺷﺮﺏ‬, harekât-ı selâse ile mutlak “içmek” ma‘nâsınadır. Su olsun gayrı olsun. Ve

“‫”ﺫﻛﺮ‬, anmak ma‘nâsına ve “‫”ﺣﺒﻴﺐ‬, bi-ma‘nâ mahbûbdur ve “‫”ﻣﺪﺍﻣﻪ‬, hamr ma‘nâsınadır. Şu

i‘tibâr ile ki, şâribi ona müdâvemet göstere ve “‫ ”ﺳﻜﺮ‬mest olmak ma‘nâsına. Ve “‫”ﻛﺮﻡ‬, asma

çubuğudur. Fârisî’de “‫ ”ﺗﺎﻙ‬derler ve “‫“ ”ﺷﺮﺑﻨﺎ‬Şeribnâ” fiil ve fâildir. “‫ﺍﳊﺒﻴﺐ‬ ‫”ﻋﻠﻰ ﺫﻛﺮ‬,

384
B: + “Müsemmâ”
385
“Sevgiliyi anarak şarap içtik. Onunla daha asma yaradılmazdan önce sarhoş olduk.”

171
müta‘allıkdır “‫”ﺷﺮﺑﻨﺎ‬ya “‫”ﻣﺪﺍﻣﺔ‬, mef‘ûlüdür. “‫ﺎ‬ ‫ ”ﺳﻜﺮﻧﺎ‬cümlesi sıfatıdır “‫”ﻣﺪﺍﻣﻪ‬nin ve “ ‫ﻣﻦ ﻗﺒﻞ‬

‫”ﺍﻥ ﳜﻠﻖ ﺍﻟﻜﺮﻡ‬de cârr ve mecrûr “‫”ﺷﺮﺑﻨﺎ‬ya müteallik olmak ensebdir.

Tercüme-i beyt:

Nûş edip yâdını yârin olmuşuz mest-i müdâm.

Bulmadan bu bâğ-ı ‘âlem tâk-i engurle nizâm

Ya‘nî Hażret-i dostun zikri üzerine bir bâde nûş edib onunla sarhoş, belki mest u
medhûş olduk ki, mâdde-i şarâb-ı meşhûr-ı pür şerr ü şûr olan dıraht-ı engûr henüz halk
olunmamıştı.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻭﺍﻣﻴﺰﺵ ﻭ ﺍﺏ ﻭ ﺍﺗﺶ ﻭﺧﺎﻙ ﻧﺒﻮﺩ‬ ‫ﺭﻭﺯﻯ ﻛﻪ ﻣﺪﺍﺭ ﭼﺮﺥ ﺍﻓﻼﻙ ﻧﺒﻮﺩ‬


386
‫ﻫﺮﭼﻨﺪ ﻧﺸﺎﻥ ﺍﻥ ﺑﺎﺩﻩ ﻭ ﺍﺯﺗﺎﻙ ﻧﺒﻮﺩ‬ ‫ﺑﺮ ﻳﺎﺩ ﺗﻮﺳﺖ ﺑﻮﺩﻡ ﺑﺎﺩﻩ ﭘﺮﺳﺖ‬
Mesnevî:

Ol Cenâb-ı Pâdişâh-ı lem-yezel

Tâcdâr-ı taht-ı iklîm-i ezel

Zât-ı Ferdiyyet ile mevcûd iken

Ya‘nî reng-i mâsivâ nâbûd iken

Bahr-ı vahdet ‘aşkla mevc urmadan

Bu zemîn u âsumânı kurmadan

Kenz-i mahfî idi devât-ı ‘ilm-i zât

Reşhâ-bâr olmazdı aklâm-ı sıfât [2a]

İlm-i zâtın feyżi kıldı iktiżā

K’ola envâr-ı sıfâtı rû-nümâ

386
“Öyle bir gün ki, dönen âlemler ve gökler yoktu; su ateş ve toprak birbirine karışmamışdı; ben senin yâdınla
mest olmuş şarab içiyordum. O zaman ne şarabdan, ne de asmandan nişan vardı.”

172
Zâtına kıldı tecellî çünkü zât

Cûşa geldi bahr-ı esmâ vü sıfât

İktizâ etti murâd-ı zü’l-minen

Kim sıfatı seyr ide âyîneden

Oldu mevcûd ‘ayn-ı Fahr-i Kâinât

Eyledi ol zât-ı Hak mirât-ı zât

Pertev endâz oldu esmâ-i Hüdâ

Cümle â‘yân oldu Anda rû-nümâ

[Fâilâtün/fâilâtün//fâilün]

Pes vâsıta-i mir‘ât-ı zât ve râbıta-i âyîne-i esmâ vü sıfât-ı zât bî-çûn u bî-hemtânın iki
tecellîsi vârdır. Birine tecellî-i ‘ilm-i ġaybî derler ki, Hażret-i ‘ilm-i zâtîde suver-i a‘yân-ı sâbite
ve kâbiliyyât ve isti‘dâdâtıyla vücûd-i Hak Celle ve ‘Alâ kendiye zuhûrundan ‘ibârettir. Bu
tecellîde a‘yân-ı sâbite vücûd-i aynî ile muttasıf değillerdir. Ve ‘ilm u ma‘rifet ve ‘aşk u
muhabbet emsâli kemâlâtları kendi hakīkatlerinde pinhân ve nâ-peydâdır.

İkinci tecellîye tecellî-i vücûd-i şehâdî derler. Rûhen ve misâlen ve hissen a‘yânın
isti‘dâd u kābiliyetleri hasebiyle Cenâb-ı Hakk’ın vücûdunun zuhûrundan ‘ibâretdir. Ve bu ikinci
tecellî tecellî-i evvel üzerine müterettibdir. Her kemâlât ki, tecellî-i evvelde â‘yânın isti‘dâdât ve
kābiliyetlerinde münderic idi. Onun mazharı olur.

Pes bu beytde “Müdâme”den murâd-ı Nâzım kaddese sırruhu “Muhabbet-i Zâtıyyedir”.


Ve “Şirb-i müdâme”den murâd mertebe-i â‘yân-ı sâbitede isti‘dâdât u kâbiliyyât, muhabbet-i
zâtiyyeyi kabûlden kinâyetdir. Ve “Zikr-i Habîb”den murâd a‘yân-ı sâbite mazhar-ı tecellî-i

ġaybî olduklarıdır ki, “‫ﻑ‬


 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ِﻟﺎﹸ‬ ‫ﻖ‬ ‫ﺨ ﹾﻠ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺨﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬
 ‫ﻑ ﹶﻓ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ ﹶﺍ ﹾﻥ ﺍﹸ‬‫ﺒﺖ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﺎ ﹶﻓﹶﺎ‬‫ﺨﻔِﻴ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﺰﹰﺍ‬‫ﺖ ﹶﻛﻨ‬
 ‫ﻨ‬‫“[ ” ﹸﻛ‬Ben gizli bir

hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim; bilineyim diye mahlûkātı yarattım” (Aclûnî, Keşfu’l hafâ,
II, 132, No: 2016)] Bu muhabbet-i zâtiyyeye işâretdir. Bu takdirce “Zikr”in “Habîb”e iżāfeti

masdarın fâiline iżāfeti kabilindendir. Ve bu mertebede “sekr”den murâd isti‘dâd-ı sekrdir. Ve


“Germ”den murâd kesret-i vücûd-i aynîdir. Ya‘nî tecellî-i ‘ilm-i ġaybîde â‘yân-ı sâbitemiz
şarâb-ı sıfat-ı muhabbet-i zâtiyyeye kâbil ve müste‘id olub sebeb-i isti‘dâd-ı sekrimiz oldu ki, bu
kabûl ve isti‘dâd zuhûr-ı kesret, vücûd-i aynîden akdemdir.

173
‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﱏ ﺭﺍﺣﺖ ﺭﻭﺡ ﺩﻳﺪﻩ ﱏ ﺯﲪﺖ ﺗﻦ‬ ‫ﺧﻮﺵ ﺁﻧﻜﻪ ﺑﺮﻭﻥ ﺯﻋﺎﻡ ﺳﺮﻭﻋﻠﻦ‬
387
‫ﻣﻦ ﺑﻮﺩﻡ ﻭﻋﺸﻖ ﺗﻮ ﻭﻋﺸﻖ ﺗﻮ ﻭﻣﻦ‬ ‫ﺩﺭ ﺯﺍﻭﻳﻪﺀ ﻛﺘﻢ ﻋﺪﻡ ﻛﺮﺩﻩ ﻭﻃﻦ‬
Yâhud “şirb-i müdâme”den murâd-ı Nâzım ‘âlem-i ervâhda sıfat-ı muhabbet-i zâtıyye
ile mütehakkık olmak ihtimâli vardır. Bu takdirce “zikr”in “Habîb”e iżāfeti masdarın mef‘ûlune
iżāfeti kabîlinden olur. Ve “sekr” hakīkat-i sekr olur ki, müşâhede-i Cemâl ve Celâl-i Hak’da
ervâh-ı kümmelînin heyemân ve hayretinden kinâyetdir. Ya‘nî cânın tene ta‘aşşukundan ve
rûhun bedene ta‘allükundan akdem dostun yâdı üzerine şarâb-ı muhabbeti nûş eyledik ki,
müşâhede-i Cemâl ve Celâl’de ervâhımızın mest u hayrânlığı ol şarâbın keyfiyetinden idi.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺯﺍﻥ ﭘﻴﺶ ﻛﻪ ﺣﻀﺮ ﺟﺎﻥ ﻓﺘﺪ ﺩﺭ ﻇﻠﻤﺎﺕ ﺩﺭﭼﺸﻤﻪﺀ ﺟﺎﻥ ﺭﻭﺍﻥ ﺷﻮﺩ ﺁﺏ ﺣﻴﺎﺕ‬
388
‫ﰉ ﻛﺎﻡ ﻭﺩﻫﺎﻥ ﺯﺟﺎﻡ ﺍﲰﺎﻭﺻﻔﺎﺕ‬ ‫ﺧﻮﺭﺩﱘ ﻣﻰ ﻋﺸﻖ ﺯﲬﺨﺎﻧﻪ ﺫﺍﺕ‬
Mollâ Câmî kuddise sırruh Hażretleri buyurmuşlar:

“Eğer denilirse ki, bu tevcîh vücûd-ı ervâh, eşbâhdan akdem olmağa mevkuftur. Bu ise
mezheb-i hükemâda müsellem değildir. Zîrâ onların indinde vücûd-i ervâh husūl-i mizâc ve
tesviye-i eşbâhdan sonradır. Ve İmâm-ı Huccetü’l-İslâm aleyhi rahmetü’l-allâm Hażretleri dahi

bu emirde onlara müvâfakat eylemişdir. Ve ol haber-i meşhurdur ki: “ ‫ﺍﻥ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﺧﻠﻖ ﺍﻻﺭﻭﺍﺡ ﻗﺒﻞ‬

‫“[ ”ﺍﻻﺟﺴﺎﺩ ﺑﺎﻟﻔﻰ ﻋﺎﻡ‬Şüphesiz Allah ruhları bedenleri yaratmadan bin yıl evvel yaratmıştır”
(Deylemî, El-Firdevs, II, s. 187, n. 2937)] Böyle haml eylemişler ki, ervâhdan murâd mebâdi-i silsile-i

vücûd olan ervâh-ı mülkiyyedir ki, hükemâ, ‘ukūl ve nüfûs ta‘bîr ederler. Ve “ecsâd”dan murâd
ecsâd-ı ‘âlemdir ki, arş ve kürsî ve eflâk ve encüm ve ‘anâsırdır.
Cevâb verilir ki, Şeyh-i kâmil ve muhakkık Sadreddin Konevî Hażretleri ba‘żı
resâilinde tahkīk u tafsīl buyurmuşlar ki, umûm-i âdemiyânın vücûd-i nüfûs-i cüz’iyye-i

387
“Sır alenî âleminin dışında olmak hoştur. Ne ruh rahatı görmüş, ne de bedenin zahmetini gizleme zâviyesinde
yokluğu vatan edinmiş. Ben vardım ve senin aşkın vardı. Aşkın ve ben vardım.”
388
“Bundan evvel ruh denilen Hızır karanlıklara düşmüşdü. Can çeşmesinden hayat suyu akıyordu. Bir zar
meyhanesinde, isim ve sıfatların kadehinden, emelsiz ve ağzımızın yardımı olmadan aşk şarabı içiyorduk”

174
insaniyyesi husūl-i mizâcdan sonradır. Ammâ kümmel ve havâssın vücûd-i nüfûs-i külliyye-i
insâniyyesi husūl-i mizâcden akdemdir. Ve “nüfûs-i külliye”den murâd ol nüfûs-i cüz’iyyedir ki,
mertebe-i cüz’iyyeden külliyeye terakkīye onlarda isti‘dâd ola. Ve sıfât-ı takyîdiyye-i
‘arżıyyeden bir haysiyet ile münselih ola ki, kendi külliyyâtına avdet edip ona muttasıl ola. Zîrâ
zevât-ı nüfûs-i cüz’iyye cüz’iyyetleri[3a] haysiyetinden mebde’-i evveli müşâhede muhaldir.
Ehl-i şuhûd ‘indinde müttefekun aleyhdir ki, nüfûs-i cüz’iyye cüz’iyyeti haysiyyetinden
külliyeyi müşâhede edemezler ki, ona ‘avdet edip muttasıl olalar.

Ve mertebe-i cüz’iyyeden külliyeye terakkīye isti‘dâdı olanlar mi‘râc-i rûhânîde


tabakaten ba‘de tabakatin külliyyâta muttasıl olduklarında her ittisālde isti‘dâden ve vücûden ve
nûren ve basīreten istifâde ve ‘akl-i evvele intihâ ve ittisāllerinde müşâhede-i mebde-i evvele
müsta‘id olurlar.

Bu hakîr kem-biżāa ve pür taksīrin ‘akl-ı kasīrına nisbet ile bu maddede ashâb-ı hikmet
ile erbâb-ı hakīkatin beynleri min vechin Tevfîk ve bu gûne tahkīk olunur ki, hükemânın
“rûh”dan murâdları rûh-i hayvânîdir. Bu ise elbette husūl-i mizâc ve tesviye-i eşbâhdan sonra
mevcûd olur. Zîrâ rûh-i hayvânî dedikleri hülâsa-i gıdâ ki, dem-i rakîk ve müsaffâdır. Cevf-i
kalbde müctemi‘ olup harâret-i aziziye ile ondan bir buhâr-ı latīf hâsıl ve mecârî-i a‘sâb ve uruka
cârî ve cemî‘-i aktâr-ı ten ve zevâyâ-yı bedene sârî ve mütevâsıl olub asl-ı usûl-i kuvvâyı
mu‘cibeti’l-intiâş ve mâdde-i havâss-ı zāhir-şinâs belki cevher-i akl-ı maâş olur ki, ehl-i
hikmetin rûh-i ıtlâk eyledikleri bu buhâr-ı latifden ‘ibâretdir. Bu rûh-i mukavvim ve kâimde
cins-i hayvânîden behâyim ve en‘âm ve efrâd-ı insâniyyeden havâss ve avâmı müşârik ve
müsâhimdir.

Ve erbâb-ı hakīkatin “rûh”dan muradları rûh-ı insânî-i kudsî-i sâfîdir ki, ona “rûh-i
izâfî” derler. Bu rûh-i mesûd husūl-i mizâc ve tesviye-i eşbâhdan mukaddem mevcûd olduġu

hadîs-i nebevî ile mesbût ve meşhûddur: Kemâ kāle Aleyhi’s-selavâtü’l-vedûd; ‫ﺩ‬ ‫ﻮ‬‫ﺟﻨ‬ ‫ﺡ‬
 ‫ﺍ‬‫ﺭﻭ‬ ‫ﹶﺍﹾﻟﹶﺎ‬

‫ﻒ‬
 ‫ﺘﹶﻠ‬‫ﺧ‬ ‫ﻬﹶﺎ ِﺍ‬‫ﺮ ِﻣﻨ‬ ‫ﻨﹶﺎ ﹶﻛ‬‫ﻣﹶﺎﺗ‬‫ﻒ ﻭ‬
 ‫ﺘﹶﻠ‬‫ﻬﹶﺎ ِﺍﹾﺋ‬‫ﻑ ِﻣﻨ‬
 ‫ﺭ‬ ‫ﻌﹶﺎ‬‫ﺪ ﹲﺓ ﻓﹶﻤﹶﺎﺗ‬ ‫ﻨ‬‫ﺠ‬
 ‫ﻣ‬ [“Ruhlar toplanmış ordulardır. Onlardan

tanışanlar uyuşur (toplanıp muvâfakat eder); onlardan düşman olan ihtilâf eder.” (Buhârî, Enbiyâ,
3; Müslim, el-Birr, 159, 160; Ebû Dâvud, Edeb, 16; İbn Hanbel, III, 295, 527, 537; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 111,
n. 315)] Ya‘nî ervâh-ı mücerrede ‘âlem-i ervâhda ya‘nî ‘âlem-i ceberûtta cünûd-i mücennededir.

Onlardan evvel ‘âlemde birbiriyle müteârif olan bu ‘âlem-i nâsûtta birbiriyle i‘tilâf eyledi. Ve ol
‘âlemde birbiriyle mütenâkir olan bu ‘âlemde birbiriyle ihtilâf eyledi. Ve rûh-i izâfî eşbâhdan

175
[4a] mukaddem olup eşbâha ta‘allüku husūl-i mizâc ve tesviye-i eşbâhdan sonra ettiğine âyet-i

kerîme: “…‫ﻭﺣﻲ‬‫ﺭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ ﻓﻴ ِﻪ ِﻣ‬‫ﺨﺖ‬


 ‫ﻧ ﹶﻔ‬‫ﻭ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺘ‬‫ﻳ‬‫ﺳﻮ‬ ‫“[ ” ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona
ruhumdan üflediğim zaman” (Hicr 15/29, Sâd 38/72)] Şâhid-i âdil-i besdir ve rûh-i hayavânî rûh-i
latīf-i sultānî ile beden-i kesîf-i insânî beyninde hadd-ı fâsıl gibi cânın tene ta‘aşşukuna vâsıta ve
rûhun bedene ta‘allukuna râbıta olup rûh-ı ulviyyenin matıyye-i kaviyyesidir. Zîrâ letāfet ve
kesâfeti câmi‘dir. Letāfeti hasebiyle rûh-i sultānîye ve kesâfeti sebebiyle beden-i insânîye
münâsebeti olup rûh-i izâfî rûh-i hayvânî vâsıtasıyla beden-i insâna taalluk edip sâha-i fuâde
ifâza-i nûr akl-ı maâd ile bâ‘is marifet râh-ı sedâd ve mûcib-i vuslat-ı Rabb-ı ‘ibâd olur ki, bu
rûh-i mensûs kümmel-i havâs-ı insâna mahsūsdur. Ve eczâ-i ‘âlemden her cüz’e esmâ-i
ilâhiyyeden bir ismin389 mazhar-ı cemî‘-i esmâ-i celîlidir. Ve hakīkat-i insâniye-i kemâliyye ber
tarîk-i cem‘iyyet ve icmâl mazhar-ı ahadiyyet-i cem‘ cemî‘-i esmâ-i zü’l-celâl ve’l-cemâldir.
Pes eczâ-i ‘âlemden bir cüz’ yokdur ki, insân-ı kâmilde ânın numûnesi olmaya ve

“‫ﺳﻜﺮﻧﺎ‬ ‫”ﺷﺮﺑﻨﺎ ﻭ‬ kelimelerinden zamîr-i mütekellim ma‘a’l-gayr olduġu bu cem‘iyyete işâret

olmak ihtimâli vardır ki, “şirb” ve “sekr”de müşârik olmaları mülâhaza olunmaya. Yâhud
müşâreket mulâhazası üzere binâ olunmuş ola. Zîrâ ervâh-ı kümmel efrâd u aktâbda a‘yân bu
şarâbın şirb u sekrinde Şeyh Nâzım ile müşârik ve müsâhimdir.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺗﻨﻬﺎﻧﻪ ﻣﻨﻢ ﺯﻋﺸﻖ ﺗﻮ ﺑﺎﺩﻩ ﭘﺮﺳﺖ ﺁﻥ ﻛﻴﺴﺖ ﺗﻮ ﺧﻮﺩ ﺑﮕﺮ ﻛﺰﻳﻦ ﺑﺎﺩﻩ ﺑﺮﺳﺖ‬
390
‫ﺑﻮﺩﻧﺪ ﺣﺮﻳﻒ ﻣﻦ ﻣﻰ ﭘﺮﺳﺘﺎﻥ ﺍﻟﺴﺖ‬ ‫ﺁﻥ ﺭﻭﺯﻛﻪ ﻣﻦ ﮔﺮﻓﺘﻢ ﺍﻳﻦ ﺑﺎﺩﻩ ﺑﺪﺳﺖ‬
II. Beyt

391
‫ﻫﻼﻝ ﻭﻛﻢ ﻳﺒﺪﻭ ﺍﺫﺍ ﻣﺰﺟﺖ ﳒﻢ‬ ‫ﳍﺎ ﺍﻟﺒﺪﺭ ﻛﺄﺱ ﻭﻫﻰ ﴰﺲ ﻳﺪﻳﺮﻫﺎ‬
“Bedr” “mâh-i tamâm”a derler. Ve kâseye “ke’s” ıtlâkı içinde şarâb olduġu hâldedir.

Ve “‫ ”ﴰﺲ‬güneşin cirmine ve zav‘ına ıtlâk olunur. Ve “‫”ﻫﻼﻝ‬, “meh-i nev”dir. Ve “‫ ”ﺑﺪﻭ‬zāhir

389
C: + “İsmin mazharıdır. Ve mecmû-i âlem ber sebîl-i tefrikâ ve tafsîl…”
390
“Senin aşkından kadehe tapıcı olan sadece ben değilim. Bu kadehten kurtulan kimdir? Sen söyle! Bu kadehi
elime aldığım gün Elest’in şarap tapıcıları mevcud idi.”
391
“Dolunay onun bardağı, kendisi ise hilâlin çevrelediği güneş. Karıştırıldığında nice yıldızlar görünür.”

176
olmak. Ve “‫ ”ﻣﺰﺝ‬karıştırmak. Ve “‫ ”ﳒﻢ‬yıldız ma‘nâsınadır. Ve “‫ ”ﳍﺎ‬ve “‫ ”ﻭﻫﻰ‬ve “‫”ﻳﺪﻳﺮﻫﺎ‬de

olan zamâir “mudâme”ye râci’dir. Ve “‫” ﻭﻫﻰ‬de olan “vâv” âtıfe ve hâliyye olmak ihtimâl vardır.

Ve mümeyyiz “‫ ”ﻛﻢ‬haberi mahzûfdur. Takdîri “‫ﳒﻢ‬ ‫ ”ﻛﻢ ﻣﺮﺓ ﻳﺒﺪﻭ‬dir.


Pes câm-ı müdâmî istidâretde ve emr-i sâfî-i kesîrü’l-feyżânî iştimâlde mâh-i temâma
ve müdâmeyi safâ-yı nûriyyet ve feyezânda şems-i pür leme‘âna ve engüştân-ı sâkî-i küll-i
cemâli ahz-ı ke’s ‘indinde şekl-i hilâle ve heyet-i habâbî istidâret ve nûraniyyetde vasfı hacimde
necm-i pür-tâbe teşbîh-i dilpezîr ve temsîl-i bî-nazīr buyurmuşlar.

Tercüme-i beyt:

Ol ne mey mihr-i münîr ve kâsesi bedr-i dücâ

Sâkisi meh-i nev eğer mezc olsa pür-necm ola câm.

Ya‘nî ol şerâb-ı ale’d-devâmın câm-ı sâfâ-encâmı mâh-ı tâmamdır. Halbuki ol şarâb-


nâb leme‘ân ve feyezânda kendisi âftâb-ı ‘âlem-tâbdır. Ve engüştân-ı sâkî-i saîd gûyâ ki, mâh-ı
cedîd belki bir hilâl-i ‘ıyddir. Ve hengâm-âmizeş âbde hâsıl olan her bir habâb bir necm-i
rahşende ve pür-tâbdır.

Pes câm-ı safâ-yı hamr-ı ledün olan “bedir”den ya‘nî mâh-ı tamâmdan murâd-ı şerîfleri
sâlik-i rûşen-dile nisbetle kalb-i mürşid-i kâmil ve mükemmildir. Ve ol bedri devr ettiren

“hilâl”den murâd-ı şerîfleri “‫ﺍﻟﺮﲪﻦ‬ ‫“[ ”ﻗﻠﺐ ﺍﳌﺆﻣﻦ ﺑﲔ ﺍﺻﺒﻌﲔ ﻣﻦ ﺍﺻﺎﺑﻊ‬Mü’minin kalbi Rahmân’ın
parmaklarından iki parmak arasındadır.” (Keşfü’l-hafâ, II, 390, No: 3215)] me‘âlince sıfât-ı celâl ve
cemâldir. Ve ol şarâb-ı sırfın mezci indinde necm-i habâb zuhûrundan murâd-ı şerîfleri şerâb-ı
zencebîle-i cezb-i muhabbet zülâl-i selsebîle-i ‘ilm u ma‘rifet ile imtizâc buldukta bisyâr habâb
nücûm-i âsâr ve kevâkib-i ma‘arif ve esrâr bedîdâr olub fürûmân-degân-ı zülmet beyâbân-ı dalâl
ve hayret de her biri bir necm-i hidâyyetdir demek olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻓﺎﺭﻍ ﺷﺪﻩ ﺍﺯ ﺍﻧﺪﻳﺸﻪﺀ ﺍﺣﻮﺍﻝ ﻭ ﻋﻠﻮﻡ‬ ‫ﺍﻳﻦ ﻃﺎﺋﻔﻪ ﻣﻄﻠﻖ ﺍﻧﺪ ﺍﺯ ﻗﻴﺪ ﺭﺳﻮﻡ‬

177
392
‫ﻟﻠﺪﻳﻦ ﳒﻮﻡ ﻟﻠﺸﻴﺎﻃﲔ ﺭﺟﻮﻡ‬ ‫ﺑﺮ ﻇﺎﻫﺮ ﺷﺎﻥ ﻟﻮﺍﻣﻊ ﻧﻮﺭ ﻫﺪﻯ‬
Zîrâ âyine-i kalb mürşid-i kâmil u mükemmil şems-i hakīkat-i Muhammediyyeye
mukâbil ve bedr-i tâm gibi istifâza ve ifâzaya kâbildir. Teveccüh-i tâm ile mir‘ât-i kalb-i mürşide
mukâbil olan sâlike elbetde ol feyż-i mukaddes [5a] mün‘akis olub ol câm-ı safâdan neşve-yâb
ve şarâb-ı ‘aşk-ı ilâhîden mest u harâb olur.

Yâhud câm-ı şarâb-ı hoş-güvâr olan bedr-i tâb-dârdan murâd-ı şerîfleri mutlakan âyine-
i hakīkat-i Muhammediyye ola. Zîrâ cemî‘-i esmâ u sıfâta mazhariyeti i‘tibârıyla şems-i
ahadiyyet-i zâta mukâbil bir bedr-i kâmil ve mükemmildir ki, vücûd-i şerîfleri vücûd ile adem
beyninde vâsıta ve hudûs ile kıdem taallukuna râbıta olub zevât ayn-ı cem’den istifâza ve levh-i
mahfûzdan ‘ibâret olan nefs-i külliyeye ifâzada kalem mesâbesindedir. Ol ecilden “kalem-i a‘lâ”
ıtlâk olundu. Pes târîk-i nişînân-ı zülümât-ı imkân olan cemî‘-i hakâyık-ı a‘yân istifâza-i
mezkûrda ona muhtâc olduġu mustağnin ani’l-beyândır.

Pes ol feyż-i şems-i ezelî ve muhabbet-i zât-ı lem-yezelî bedr-i hakīkat-i


Muhammediyye’de mütecellî olub yenbû‘-i zülâl-i meveddet ve ‘ayn-ı nevâl-i mahabbet olan
mir‘ât-ı hakīkat-i Muhammediyyeden cemî‘-i hakâyık-ı kesrete pertev-endâz-ı hidâyet olduġu
için bedri ol hakīkate istiâre eylemişdir.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻫﻢ ﺟﺎﱏ ﻭﻫﻢ ﺩﻝ ﺑﻜﺪﺍﻣﺖ ﺧﻮﺍﱎ‬ ‫ﺍﻯ ﺟﺎﻥ ﻭ ﺩﻝ ﺁﺧﺮﺑﭽﻪ ﻧﺎﻣﺖ ﺧﻮﺍﱎ‬
393
‫ﻣﻌﺬﻭﺭﻡ ﺍﮔﺮ ﻣﺎﻩ ﲤﺎﻣﺖ ﺧﻮﺍﱎ‬ ‫ﭼﻮﻥ ﻳﺎﻓﺖ ﺷﺐ ﲤﺎﻡ ﻋﺎﱂ ﺯﺗﻮ ﻧﻮﺭ‬
III. Beyt:

394
‫ﻭﻟﻮﻻ ﺳﻨﺎﻫﺎ ﻣﺎﺗﺼﻮﺭﻫﺎ ﺍﻟﻮﻫﻢ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻟﻮﻻ ﺷﺬﺍﻫﺎ ﻣﺎ ﺍﻫﺘﺪﻳﺖ ﳋﺎ‬

392
“Bu tarikat(usul, yol) şekil(gelenek, merasim) kaydından uzaktır. Hâller ve ilimlerin düşünce ve kaygısından
kurtulmuştur. Onların zâhirleri üzerinde hidâyet nûrunun parıltıları vardır. Din için yıldızlar şeytanlar için ise
atılan taşlardır.”
393
“Ey can ve gönül artık seni hangi isimle çağırayım. Hem cansın hem de gönül, seni hangisiyle çağırayım.
Mâdem ki, bütün âlemin gecesi ışığı senden almıştır. Sana tümüyle “ay” desem, mâzurum.”
394
“Kokusu olmasaydı meyhânesine yol bulamazdım. Parlaklığı olmasa zihin de onu tasavvur edemezdi.”

178
“‫“ ”ﺷﺬﺍ‬râyiha-i Tayyibe” ma‘nâsına ve “‫“ ”ﺍﻫﺘﺪﺍﻯ‬doğru yol” ma‘nâsına ve “‫”ﺧﺎﻥ‬

“hâne”nin cemî’idir. Ve “‫ ”ﺳﻨﺎ‬kasr ile “berk” ma‘nâsınadır. Ve zâmâir-i gâibin küllîsi “‫”ﻣﺪﺍﻣﻪ‬ye

âittir.
Tercüme-i beyt:

Nükhet-i mey olmasa rehber bulunmaz meygede

Olmasaydı berk-i peymâne hayâl etmezdi kâm

Ya‘nî eğer ol bâde-i bî-gışşın bûy-i hoş ve şemîm-i dilkeşi, meşâmm-ı cânıma reh-
nümûn olmasa savb-ı meyhâneye râh-ı savabı bulamazdım. Ve lem‘a-i nûr u pertev zuhûru
basar-ı basīretime ifâza-i nûr etmeye remed-i gaflet ile dîde-i vehmim kör olub müşâhede-i
cemâl-i hakīkatden mahrûm olurdu.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻣﺸﻜﻞ ﺑﺮﺩﻯ ﻛﺴﻰ ﺳﻮﻯ ﻣﻴﻜﺪﻩ ﭘﻰ‬ ‫ﮔﺮ ﺭﻫﱪ ﻣﺴﺘﺎﻥ ﻧﺸﺪﻯ ﻧﻜﻬﺖ ﻣﻰ‬
395
‫ﻛﻰ ﺩﺭﻛﻪ ﺣﻘﻴﻘﺘﺶ ﻧﻮﺍﻧﺴﱴ ﻛﻰ‬ ‫ﺩﺭ ﭼﺸﻢ ﺧﺮﺩ ﻧﻴﺎﻓﱴ ﻧﻮﺭ ﺍﺯﻭﻯ‬
Ya‘nî ‘aşk-ı mecâzîye müteallık olan Cemâl-i âsârı ve muhabbet-i hakîkîye muteallik
olan cemâl-i zâtînin zıll u furûu olduġu gibi ‘aşk-ı mecâzî dahî muhabbet-i hakîkînin zıll u furûu

olub; “‫ﺍﳊﻘﻴﻘﺔ‬ ‫ﺎﺯ ﻗﻨﻄﺮﺓ‬‫”ﺍ‬396 hükmünce mecâz hakīkatin tarîk-i husūlü ve vesîle-i vüsûludur.
Pes bi-haseb-i fıtrat aslî bir mukbil-i pâk-tıynetin ki, zât-ı cemîl-i âle’l-ıtlâk
muhabbetine kābiliyeti olub vâsıta-i terâküm hücub-i zülmâniyye-i tabî‘iyye ile pes mande-i
hayyiz-i hafâ ola. Nâgâh ol cemâl-i bâ-kemâlin nûrundan bir pertev perde-i âb u kilden bir sūreti
dilber-i ra‘nâyı mütenâsibü’l-a‘za ve çehre-i zîbâ-yı mütemâsili’l-eczâda hüveydâ olsa elbette ol
mukbilin murg-i dili ol cemâle ikbâl ve hevâ-yı muhabbetinden perr ü bâl açıp cûyende-i dâne-i
hâl ve giriftâr-ı dâm-ı zülf-i perîşan hâli olur.

Pes âteş-i ‘aşk ve şu‘le-i şevk, dil-i mihnet-zedesinde berk urub hücub-ı kesîfeyi hark
ya‘nî levha-i dilde müntakiş olan suver-i kevniyyeyi selb ile gışâve-i gafleti basar-ı basīretinden

395
“Şarabın kokusu sarhoşlara rehber olmasaydı. Kişinin meyhane tarafını bulması zor olurdu. Eğer akıl gözü
O’ndan bir nur almasaydı O’nun hakîkatini nasıl anlayabilirdi?”
396
“Mecaz, hakikate uzanan bir köprüdür.”

179
izâle edib âyine-i hakīkat gubâr-ı kesretten pâk ve bî-pâs ve dîde-i gamdîdesi tîz-bîn397 ve dil-i
felâket-zedesi hakīkat-şinâs olur. Mahall-i naks ve ihtilâl olan hüsn-i serîyyü’z-zevâli ve bekā-yı
hüsn-i cemâl bâ-kemâl zî’l-celâli idrâk edib mecâzdan hakīkate ‘ubûr eyler.

Ol demde sâbika-i ‘inâyet ona istikbâl edib evvelâ cemâl-i vahdeti efâl-i ref‘ nutuk işkâl
eyler. Çün muhâzara-i ef‘âlde mütemekkin ola. Cemâl-i sıfât münkeşif olur. Ve mükâşefe-i
sıfâtta Râsih-dem oldukta mazhar-ı tecellî-i cemâl-i zât olub muhabbet-i zâtiyyeyi mutehakkık
olur. Pes ebvâb-ı müşâhede ona meftûh olub vücûdu min evvelihî ilâ âhirihî bir hakīkat görür.
Ya‘nî her neye uğrasa onu bulur. Her neye baksa onu görür.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺩﺭ ﺩﻳﺪﻩ ﻋﻴﺎﻥ ﺗﻮ ﺑﻮﺩﻩﺀ ﻣﻦ ﻏﺎﻓﻞ‬ ‫ﺎﻥ ﺗﻮ ﺑﻮﺩﻩﺀ ﻣﻦ ﻏﺎﻓﻞ‬ ‫ﺩﺭ ﺳﻴﻨﻪ‬
398
‫ﺧﻮﺩ ﲨﻠﻪ ﺟﻬﺎﻥ ﺗﻮ ﺑﻮﺩﻩﺀ ﻣﻦ ﻏﺎﻓﻞ‬ ‫ﻋﻤﺮﻯ ﺯﺟﻬﺎﻥ ﺗﺮﺍ ﻧﺸﺎﻥ ﻣﻰ ﺟﺴﺘﻢ‬
[6a]Çün âşık-ı sādık bu makāma erişe bilir ki, ‘aşk-ı mecâzî şerâbhâne-i ‘aşk-ı
hakīkatden bir şemme menzilesindedir. Ve muhabbet-i âsârı, muhabbet-i zâtıyyeden bir pertev
belki bir zerre mesâbesindedir. Lâkin eğer dimâğ-ı cânı bûy-ı ‘aşk-ı mecâzîyi almasa meyhâne-i
‘aşk hakīkati bulamazdı. Ve eğer basar-ı basīreti zerre-i cemâl-i âsârı görmese cemâl-i âftâb-ı
zâta mukâbil olamazdı.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺭﻓﺖ ﺍﺯﭘﻰ ﺁﻥ ﺑﻮﻯ ﻭ ﲟﻴﺨﺎﻧﻪ ﺭﺳﻴﺪ‬ ‫ﺧﻮﺵ ﻭﻗﺖ ﻛﺴﻰ ﻛﻪ ﺑﻮﻯ ﻣﻴﺨﺎﻧﻪ ﺷﻨﻴﺪ‬
399
‫ﺩﺭ ﭘﺮﺗﻮ ﺁﻥ ﺣﺮﱘ ﻣﻴﺨﺎﻧﻪ ﺑﺪﻳﺪ‬ ‫ﺁﻣﺪ ﺑﺮﻗﻰ ﺯﻛﻮﻯ ﻣﻴﺨﺎﻧﻪ ﺑﺪﻳﺪ‬
IV. Beyt:

400
‫ﻛﺎﻥ ﺧﻔﺎﻫﺎ ﰱ ﺻﺪﻭﺭ ﺍﻟﻨﻬﻰ ﻛﺘﻢ‬ ‫ﻭﱂ ﻳﺒﻖ ﻣﻨﻬﺎ ﺍﻟﺪﻫﺮ ﻏﲑ ﺣﺸﺎﺷﺔ‬

397
B: + “Tezyîn”
398
“Göğüste(gönülde) gizli sen imişsin, ben gâfilmişim. Gözde açıkça görünen sen imişsin, ben gâfilmişim. Bir
ömür, cihandan senin nişan ve izini arardım. Oysa cihandaki bütün nişanlar sen imişsin, ben gâfilmişim.”
399
“Meyhânenin kokusunu alan kişi bahtiyardır(mutludur). O kokunun peşinden gider ve meyhaneyi bulur.
Meyhâne kökünden(mahallinden) bir şimşek zuhûr etti. O şimşeğin ışığından meyhânenin içini gördü.”
400
“Zaman ondan son bir damladan başka bir şey bırakmadı. Onun gizlenişi sanki aklın mahalline gizlenişi gibi.”

180
“‫“ ”ﺩﻫﺮ‬zaman-ı tavîl” ma‘nâsına “‫“ ”ﺣﺸﺎﺷﺔ‬bakıyye-i rûh” ma‘nâsına “ramak” dahî

derler. “‫“ ”ﺧﻔﺎ‬gizli” ve “‫“ ”ﺻﺪﻭﺭ‬sadr”ın cemî’idir. “Sîne” ma‘nâsına ve “‫ﻰ‬” “nühye”nin

cemî’idir. “Akıl” ma‘nâsına menhiyâttan nehy ettiği i‘tibâr ile akla “nühye” derler. Ve “‫”ﻛﺘﻢ‬

“‫“ ”ﻛﺘﻤﺎﻥ‬pinhân eylemek” ma‘nâsınadır. Ve bunda “‫ ”ﻛﺘﻢ‬bi-ma‘nâ “mektûm”dur. Ve zamîr-i

“‫”ﻣﺪﺍﻣﻪ“ ”ﻣﻨﻬﺎ‬ye ve zamir-i “‫”ﺣﺸﺎﺷﺔ“ ”ﺧﻔﺎﻫﺎ‬ye râci‘dir. Ve cümle-i “‫ﺧﻔﺎﻫﺎ‬ ‫”ﻛﺎﻥ‬ sıfatıdır.

“‫”ﺣﺸﺎﺷﺔ‬nin yâhud zamireyn “‫”ﻣﺪﺍﻣﻪ‬ye âid olup ve cümle-i sâniyye cümle-i ûlânın mazmununu

müekkid olur. Ve “‫”ﺻﺪﻭﺭ‬un “‫ﻰ‬”ya iżāfeti hazfi muzâfun ileyhdir. Takdîri “ ‫ﺻﺪﻭﺭ ﺫﻭﻯ‬

‫”ﺍﻟﻨﻬﻰ‬dir. Yâhud istiâre-i bi’l-kinâye kabîlinden olur ki, “‫ﻰ‬”yı ashâb-ı sudûra teşbîh ve levâzım-

ı müsebbebeden olan “‫”ﺻﺪﻭﺭ‬u ona isbât eylemiş olur.

Tercüme-i beyt:

Bir ramak-i bâkī komuş ondan zamâne gûyiyâ

Ol dahî olmuş sudûr-i âkilînde iktitâm

Ya‘nî musarrıf-ı rüzgâr ve muhavvil-i leyl ü nehâr ol bâde-i hoş-güvârdan ki, canlara
can ve canlar ona ebdân mesâbesindedir. Bir ramakdan gayrı bâkī komamış; ol dahî sudûr-i
âkilînde mektûm ve pinhândır. Pes Cenâb-ı Hüdâvend-i Celîl ve Cemîl’in esmâ-i ilâhiyyesi
mütekâbildir. Ve her birinin zuhûr-i ahkâm u âsârı hasebiyle devlet u saltanatı vardır. Çün
nevbet-i tasarruf-i devlet u saltanat ismin birine erişe onun ahkâm u âsârı zāhir olub mukâbilinde
olan ismin ahkâmı bâtın olur. Nevbet-i tasarruf mukâbilinde erişdikde emr ber-aks olur. Ya‘nî
onun ahkâmı zāhir ve mukâbilinin bâtın olur.

Ve bu Cenâb-ı Alîm ve Hakîm’in ‘ilm-i şâmil ve hikmet-i kâmilinin mukteżāsıdır.


Herbiri kendi mevkiinde gâyet-i kemâl ve nihâyet-i cemâldir. Pes zāhir u bâtın ism-i şerîfleri
esmâ-i mutekâbiledendir. Ol ecilden zuhûr u kesret ve butûn u vahdet birbirini mütelâzımlardır.
Zîrâ zuhûr-ı suver-i ta‘ayyünât ile telebbüs-i hakīkatden ‘ibâretdir. Ve butûn onun ‘ademinden
‘ibâretdir. Ve bu telebbüs ‘ayn-ı kesretdir ki, ‘ademi ‘ayn-ı vahdetdir. Ve şek yoktur ki, kesrette

181
ahkâm-ı meâbe’l-imtiyâz meâbe’l-ittihâd üzerine gâlibdir. Ve vahde aksi üzeredir. Ya‘nî ahkâm-
ı mâ-bihi’l-ittihâd mâ-bihi’l-imtiyâz üzerine gâlibdir.

Pes her gâh ki, Cemâl-i Zât-ı bî-hemtâ mir’ât-ı ism-i zāhirden hüveydâ ola. Nâçâr
ahkâm-ı mâ-bihi’l-imtiyâz ahkâm-ı mâ-bihi’l-ittihâd üzerine gâlib olur. Ve her-bâr ki, Celâl-i
Zât-ı bîçûn u çirâ âyine-i ism-i bâtından rû-nümâ ola. Bi-eyyi hâl ahkâm-ı mâ-bihi’l-ittihâd mâ-
bihi’l-imtiyâz üzerine gâlib olur. Ve erbâb-ı zevk ve hâle pûşîde değildir. İlm u ma‘rifet u
muhabbet ve emsâli kemâlât-ı ‘âlem u ma‘lûm ve ârif u ma‘rûf ve muhibb u mahbûb beyninde
ahkâm mâ-bihi’l-ittihâddandır.

Pes galebe-i ahkâm-ı mâ-bihi’l-imtiyâz indinde bu kemâlât günâ-gûn resîde-i mâkâm-ı


hafâ ve butûn ve erbâbı dahî mütevâri-i perde-i kümûn olub halkın onlardan ‘ilm u ma‘rifet
istifâdesi alâ sebîli’n-nedre olur. Şeyh Nâzım kuddise sırruh Hażretlerinin bu beytinde bir
ramak-ı bâkī kalıb ol dahî sudûr-i âkilînde mektûm oldu, buyurduğu bu hafâ ve butûn ve setr-i
kümûna işâretdir.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻣﻲ ﺧﻮﺍﺭﻩ ﺯﻣﻰ ﻧﻪ ﻧﺎﻡ ﻳﺎﺑﺪﻧﻪ ﻧﺸﺎﻥ‬ ‫ﻓﺮﻳﺎﺩ ﻭﻓﻐﺎﻥ ﻛﻪ ﺑﺎﺯ ﺩﺭﻛﻮﻯ ﻣﻐﺎﻥ‬
401
‫ﺎﻥ‬ ‫ﺎﻥ ﮔﺸﱳ ﺍﻭﻧﻴﺰ‬ ‫ﮔﺸﺘﺴﺖ‬ ‫ﺎﻥ ﮔﺸﺖ ﺩﺭ ﺧﻠﻖ ﺟﻬﺎﻥ‬ ‫[ ﺯﺍﻥ ﻛﻮﻧﻪ‬7a]
V. Beyt:

402
‫ﻭﱂ ﻳﺒﻖ ﻣﻨﻬﺎ ﰱ ﺍﳊﻘﻴﻘﺔ ﺍﻻﺍﺳﻢ‬ ‫ﻭﻣﻦ ﺑﲔ ﺍﻻﺧﺸﺎﺀ ﺍﻟﺪﻧﺎﻥ ﺗﺼﺎﻋﺪﺕ‬

“‫ ”ﺧﺸﺎ‬cevf ihâta ettiği nesneye derler. Ya‘nî içi tehî olan nesnenin içine “‫ ”ﺧﺸﺎ‬derler.

Cemî‘i “‫ ”ﺍﺧﺸﺎﺀ‬gelir. Ve “‫”ﺩﻥ‬, hum ya‘nî “küb” ma‘nâsınadır. Cemîi “‫ ”ﺩﻧﺎﻥ‬gelir ve “‫”ﺗﺼﺎﻋﺪﺕ‬

“‫ ”ﺍﺭﺗﻔﻌﺖ‬esfelden â‘lâya gitti demekdir.

Tercüme-i beyt:

401
“Majların(ateşperestler rahibi. İran mistik edebiyatında daima mürşid mânâsına kullanılır) bulunduğu yerde
sarhoş şarabın ne ismini bulur, ne de nişanını. O şarab cihan halkından öyle gizlenmiştir ki, hattâ “gizlenmiş
olması” keyfiyeti bile gizlidir.”
402
“Testilerin dibinden süzülüp çıktı. Hakîkatte ise ondan isimden başka bir şey kalmadı.”

182
Hey meded humlar derûnundan suûd etti o mey

Kalmadı ondan hakīkatten eser illâ ki nâm

Ya‘nî ol şerâb-ı kemyâb mütekâ‘id derûn-ı humlardan mütesâid ve meyl-i makāmât-ı


ulvî ile makârr-ı süflîden mütebâid oldu. Ve beyne’l-enâm ancak bir nâmı kaldı. Çünkü kemâlât-
ı Hażret-i ehadiyyetten hayât u ‘ilm u irâdet ü kudret misillüleri âhirîn-i merâtib-i mevcûdât olan
insandan göründü. Ya‘nî evc-i derecât-ı kulliyyet ve ıtlâkdan hazîz-i derekât-ı cüz’iyye-yi
takyîde tenezzül eyledi. Nazar-ı mahcûbân ol kemâlâtı mezāhir-i cüz’iyyeyi takyîdiyyeye
mensûb ve muzâf kıldı.

Ammâ vâsıta-i sıdk-ı mücâhede ile dîde-i basīret ehl-i müşâhedede bu umûrun iżāfeti
mezāhir-i cüz’iyyeden sâkıt ve nisbeti merâtib-i takyîdiyyeden zâîl oldukda ol kemâlât yine
kendi mertebe-i külliyet ve ıtlâkına avdet eder. Pes Şeyh Nâzım muhtemeldir ki, sukût-i izâfât
ve zevâl-i nisbet ve i‘tibârâtı ve mertebe-i külliyet ve ıtlâka avdeti tesâud ile ta‘bîr buyurmuş ola.

Ve “‫”ﺩﻧﺎﻥ‬dan murâd-ı şerîfleri ol şerâb-ı ‘aşk u muhabbeti ihâta ve iştimâl i‘tibârıyla nüfûs-i

kâmile evliyâullâh ola. Ve “‫”ﺗﺼﺎﻋﺪ‬dan murâd-ı şerîfleri merâtıb-i cüz’iyye-i takyîdiyyeden

inkıtâ-ı nisbet ve iżāfet-i muhabbet ve mekarr-ı aslı ve müstakar-ı ulâyâ avdet ola ki, Hażret-i
ahediyyet cemi‘dir. Zîrâ çün muhabbet-i ârif makām-ı fenâyı mutehakkık ola. Her kemâlâtın
nisbeti kendi şuhûdunda kendiden munkatı‘ olub beyne’n-nâs ancak bir nâmı kalır. Yâhud

“‫”ﺩﻧﺎﻥ‬den murâd-ı şerîfleri şarâb-ı mezkûru ihâta ve iştimâl i‘tibâr ile ebdân-ı kâmilân ola.

Yâhud istidâre ve ihâta müşâbehetiyle ecrâm-ı semâviyye ola. Ve “‫”ﺍﺧﺸﺎﺀ‬dan murâd “tabakât-ı

anâsır” ve “‫ﺍﻻﺧﺸﺎﺀ‬ ‫”ﺑﲔ‬dan “küre-i arz” ola ki, müstakarrı efrâd-ı insâniyyedir. Ve alâ külli’t-

takdîreyn “‫”ﺗﺼﺎﻋﺪ‬den murâd muhabbetdir. Ya‘nî çünkü nüfûs-i kâmilân: “‫ﺐ‬


 ‫ﺍﻟ ﱠﻄﻴ‬ ‫ ﺍﹾﻟ ﹶﻜِﻠﻢ‬‫ﻌﺪ‬ ‫ﺼ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻴ ِﻪ‬‫”ِﺍﹶﻟ‬
[“…O'na hoş kelimeler yükselir…” (Fâtır 35/10)] hükmünce bu nişîmen-i süflîden hazâyir-i
kudsîye su‘ûd eylediler. İlm u ma‘rifet ü ‘aşk u muhabbet emsâli kemâlât dahî onlara tebai‘yyet
ile suûd eyledi. Ve onların makamlarına kâim olanlardan bu kemâlât hiç zāhir olmadı. Ancak
isimleri şeyh-i kâmil ve mürşid-i mükemmil kaldı.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

183
‫ﺩﺭ ﻗﺼﻪﺀ ﻋﺸﻖ ﳏﺮﻣﻰ ﻧﺘﻮﺍﻥ ﻳﺎﻓﺖ‬ ‫ﺩﺭ ﻋﺮﺻﻪﺀ ﻛﻮﻥ ﳘﺪﻣﻰ ﻧﺘﻮﺍﻥ ﻳﺎﻓﺖ‬
403
‫ﺩﺭﲬﻜﺪﻩﺀ ﻓﻠﻚ ﳕﻰ ﺗﻮﺍﻥ ﻳﺎﻓﺖ‬ ‫ﺯﺍﻥ ﻣﻰ ﻛﻪ ﺣﺮﻳﻔﺎﻥ ﳘﻪ ﺧﻮﺭﺩﻧﺪﻭﻛﺬﺷﺖ‬
Vecheyn-i âhireyn beyt-i sâbıka münâsebetle ensebdir. Ve bu beytden maksûd ol tâife-i
kâmilenin bulunmadığına ve kemâlâtın ‘adem-i zuhûruna teessüf ve telehhüfdür. Yoksa
mertebe-i velâyeti ve ehlini nefy değildir.

VI. Beyt:

404
‫ﻧﺸﺎﻭﻯ ﻭﻻﻋﺎﺭ ﻋﻠﻴﻬﻢ ﻭﻻﺍﰒ‬ ‫ﻭﺍﻥ ﺫﻛﺮﺕ ﰱ ﺍﳊﻰ ﺍﺻﺒﺢ ﺍﻫﻠﻪ‬

“‫“ ”ﺣﻰ‬dirilik” ve “kabile” ma‘nâsınadır. Ve “‫“ ’ﻧﺸﻮﻩ‬mest olmak” ma‘nâsına “ ‫ﻧﺸﺎ ﻳﻨﺸﻮﺍ‬

‫”ﻭﻧﺸﻰ ﻳﻨﺸﻰ ﻓﻬﻮ ﻧﺸﻮﺍﻥ ﻭﻫﻰ ﻧﺸﻮﻯ ﻭﻫﻢ ﻭﻫﻦ ﻧﺸﺎﻭﻯ‬

Tercüme-i beyt:

Müste‘id bir kavme zikr olunsa ol mey-i subh-dem

Terk-i kayd-ı ism ü âr edib olur mest-i müdâm

Ya‘nî eğer ol bâde-i hâlet-fezâ-yı hayât-âbâd bir kabîle-i zinde dilân-ı pür isti‘dâda bir
gece yâd olunsa hâlet-i keyfiyeti ile mest ü harâb ve subha dek nâle vü feryâd ederler. Hâlbuki
ne ol mestlikten onlara bir âr u vebâl ve ne mey-perestlikten âyine-i hâtırlarına bir gubâr-ı infiâl
vâkı‘ olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺳﺮﺭﺷﺘﻪﺀ ﺍﺧﺘﻴﺎﺭﺵ ﺍﺯﺩﺳﺖ ﺷﻮﺩ‬ ‫ﺁﻥ ﻣﻰ ﺧﻮﺍﻫﻢ ﻛﻪ ﻋﻘﻞ ﺍﺯ ﻭﻣﺴﺖ ﺷﻮﺩ‬


405
‫ﻫﺮﺯﻧﺪﻩ ﺩﱃ ﻛﻪ ﺑﺸﻨﻮﺩ ﻣﺴﺖ ﺷﻮﺩ‬ ‫ﻣﻄﺮﺏ ﭼﻮ ﺑﻮﺻﻒ ﺁﻥ ﺳﺮﻭﺩ ﺁﻏﺎﺯﺩ‬

403
“Kainat arsasında sohbet arkadaşı bulunamaz. Aşk kıssası anlatmak için bir mahrem bulunamaz. Kainat
meyhanesinde arkadaşlar ve dostların içip bitirdikleri o şaraptan bulunamaz.”
404
“Mahallede adı anılsa, mahalle halkı sarhoş olur. Ancak onlar ne ayıp ne de günah işlemiş olurlar.”
405
“Ben öyle bir şarab isterim ki, akıl onunla sarhoş olsun ve ihtiyarının ip ucunu kaçırsın. Öyle bir şarab isterim
ki, mutrib onun vasıflarını anlatan nağmelere başlayınca, gönlü dinç olan herkes bu nağmelerle mest olsun.”

184
Pes sırr-ı hayât sâri-i cemî‘-i mevcûdât ittiği âyet-i kerîme: “ ‫ﻤﺪِﻩ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﺢ ِﺑ‬ ‫ﺴﺒ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻲ ٍﺀ ِﺍﻟﱠﺎ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻭِﺍ ﹾﻥ ِﻣ‬

‫ﻢ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺤ‬


 ‫ﺴﺒﻴ‬
 ‫ﺗ‬ ‫ﻮ ﹶﻥ‬‫ﺗ ﹾﻔ ﹶﻘﻬ‬ ‫ﻦ ﻟﹶﺎ‬ ‫ﻭ ٰﻟ ِﻜ‬ ” [“…O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz,
onların tesbihlerini iyi anlamazsınız…” (İsrâ 17/44)] Şâhid-i âdildir. Zîrâ sıfat-ı [8a] hayât ile
muttasıf olmayandan tesbîh mümteni‘dir.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺳﺎﺭﻳﺴﺖ ﺩﺭ ﺍﺟﺰﺍﻯ ﳘﻪ ﺳﺮﺣﻴﺎﺕ‬ ‫ﭼﻪ ﭼﺮﺥ ﭼﻪ ﺍﺭﻛﺎﻥ ﭼﻪ ﻣﻌﺎﺩﻥ ﭼﻪ ﻧﺒﺎﺕ‬


406
‫ﺗﺴﺒﻴﺢ ﺧﺪﺍﻭﻧﺪ ﺭﻓﻴﻊ ﺍﻟﺪﺭﺟﺎﺕ‬ ‫ﮔﻮﻳﻨﺪ ﳘﻪ ﻛﻞ ﻋﺸﻰ ﻭﻏﺪﺍﺕ‬
Ve eşyânın tesbîhi Cenâb-ı Bârî’nin nekâyısdan tenzîh ve takdîsine delâletleriyle te’vîli
ve nefyi tesbîh-i hakîkî olunmak enbiyâ u evliyâ aleyhimüsselâm’ın keşf-i sarîhlerine muhâlifdir.
Ve eşyâda sırr-ı hayâtın sereyânı vâsıta-i sereyân-ı hüvviyet sâriyye-i ilâhiyye iledir ki, eşyâda
sıfat-ı hayât ile munsifedir. Ve herbir mevcûdda kendi kâbiliyyet ve isti‘dâdına münâsib bir
hayât vardır. Levâzım-ı hayât olan ‘ilm-i vâridât ve kudret ve gayrileri dahî onun gibidir.

Pes ol mevcûdun ki, mîzâcı i‘tidâle karîb ola insân gibi onda sıfat-ı hayât cemî‘-i
levâzımatıyla yâhud ekseriyle zāhir olur. Ve eğer ol mevcûdun ki mizâcı i‘tidâlden ba‘îd ola.
Ma‘den u nebât gibi onda sıfat-ı hayât ve levâzımı pinhân olur. Pes bu beyt-i şerîflerinde

“‫”ﺣﻰ‬dan murâd ‘âlem-i kebîr olmak ihtimali vardır. Güyâ cemâd olsun hayavân olsun cemî‘-i

eczâ-yı ‘âlemde sereyân-ı hayatı iş‘ârdır. Bu takdirce “ehl-i Hay”dan murâd bir tâifedir ki,
onlarda ehliyet-i şürb-i şarâb-ı muhabbet ve kâbilliyyet kabûl-i esrâr-ı ma‘rifet ola ki, bu tâifenin
mâ‘adâsı ‘adem hükmündedir.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺩﺭﻣﻠﻚ ﻭﻓﺎﺑﺴﺮ ﻓﺮﺍﺯﻯ ﻋﻠﻤﻨﺪ‬ ‫ﺍﻧﺎﻥ ﻛﻪ ﺑﺮﺍﻩ ﻋﺸﻖ ﺛﺎﺑﺖ ﻗﺪﻣﻨﺪ‬

‫ﺑﺎﻗﻰ ﳘﻪ ﺑﺎﻭﺟﻮﺩ ﺍﻳﺸﺎﻥ ﻋﺪﻣﻨﺪ‬ ‫ﻣﻘﺼﻮﺩ ﺧﻼﺻﻪﺀ ﻭﺟﻮﺩ ﺍﻳﺸﺎﻧﻨﺪ‬

406
“Felekler, rükünler, mâdenler ve bitkiler nedir? Hayâtın sırrı bütün cüzlere sirâyet etmiştir. Var olan her şey
sabah-akşam yüksek bir seviyede Yüce Allâh’ı tesbîh ederler.”

185
Yâhud “‫”ﺣﻰ‬dan murâd kabîle-i erbâb-ı zevk ü muhabbet ve kavm-i ashâb-ı şevk u

meveddet ola. Zîrâ bu tâife-i celîle hakīkatler ile zinde ve hayât-ı hakîkîye erzendelerdir. Yâhud

“‫”ﺣﻰ‬dan murâd vücûd-i insân-ı kâmil ve ehlinden murâd rûh ve kalb ve nefs ve kuvvâ-yı rûhânî

ve cismânî ola. Zîrâ bunların her biri vücûd-i insân-ı kâmilde semâ‘ zikr-i şerâb-ı muhabbetten
mest u harâb olurlar.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺫﻛﺮ ﻣﻰ ﻋﺸﻖ ﺗﻮ ﺑﺮ ﺁﻭﺍﺯ ﺭﺑﺎﺏ‬ ‫ﻫﺮ ﺟﺎ ﻛﻪ ﻛﻨﺪ ﻣﻄﺮﺏ ﻓﺮﺧﻨﺪﻩ ﺧﻄﺎﺏ‬


407
‫ﺍﺯ ﺫﻭﻕ ﲰﺎﻉ ﺫﻛﺮﺁﻥ ﺑﺎﺩﻩﺀ ﻧﺎﺏ‬ ‫ﻋﻘﻞ ﻭﺩﻝ ﻭﺟﺎﻥ ﻣﻦ ﺷﻮﺩ ﻣﺴﺖ ﺧﺮﺍﺏ‬
VII. Beyt:

408
‫ﺍﻗﺎﻣﺖ ﺑﻪ ﺍﻻﻓﺮﺍﺡ ﻭﺍﺭﲢﻞ ﺍﳍﻢ‬ ‫ﻭﺍﻥ ﺧﻄﺮﺕ ﻳﻮﻣﺎ ﻋﻠﻰ ﺧﺎﻃﺮ ﺍﻣﺮﺀ‬

“‫“ ”ﺧﻄﺮ‬duhûl” ve “mürûr etmek”, “helecân” ma‘nâsına, “‫ﺧﻄﺮﺍ‬ ‫”ﺧﻄﺮ ﺍﻻﻣﺮ ﺑﺒﺎﻟﻪ ﻭﻋﻠﻰ ﺑﺎﻟﻪ‬

ve “‫ ”ﺧﻄﻮﺭﺍ‬bir şeyi hatırına hutûr eyledi. Ya‘nî geçti ve “‫ ”ﺧﺎﻃﺮ‬kalbe vârid olan şeye derler.

Bunda “‫”ﺧﺎﻃﺮ‬dan murâd kalbdir. İsm-i hâl ile tesmiye-i mahall kabîlinden olur. Ve “‫”ﺑﻪ‬de

zamîr-i mecrûr “‫”ﺧﺎﻃﺮ‬a âid oub “bâkī” ma‘nâsınadır. Yahut “‫”ﺧﻄﺮﺕ‬dan mefhûm olan “‫”ﺧﻄﻮﺭ‬a

râci‘ olub bâ sebebiyle olur. Ve “‫”ﻓﺮﺍﺡ“ ”ﺍﻓﺮﺍﺡ‬ın cemî‘idir. Ve “‫ ”ﻫﻢ‬hüzn ve gam ma‘nâsınadır.

Tercüme-i beyt:

Bir kesin ger hâtırına ol mey ederse hutûr

Gam-gîde oldum ferah kalbinde ola ber-devâm

407
“Şarabın zikri, senin aşkın ve rebab denen çalığının sesi şarkıcının neşeyle hitap ettiği her yerdedir. O
hâlis(saf) kadehin zikrini işitmenin zevki ile aklım, gönlüm ve ruhum mest ü harab olur.”
408
“Bir an için birisinin aklına gelse, onu sevinç kaplar ve keder terk eder.”

186
Ya‘nî eğer bir gûne ol bâde-i pür-nûrun yâdı bir kalb-i civânmerd-i âzâde hutûr ederse
müsâfirân-ı şâdî ve râhat onda kasd-ı ikâmet edib mücâvirân endûh ve elem-i azîmet vâdi-i rıhlet
ederler.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻭﻳﺮﺍﻥ ﺷﺪﻩﺀ ﺣﺎﺩﺛﻪ ﺍﺑﺎﺩ ﺷﻮﺩ‬ ‫ﺍﺯﭘﺎﺩﻩﺀ ﻋﺸﻖ ﻏﺼﻪ ﺑﺮﺑﺎﺩ ﺷﻮﺩ‬

409
‫ﺯﺍﻧﺪﻭﻩ ﻭﻏﻢ ﺯﻣﺎﻧﻪ ﺍﺯﺍﺩ ﺷﻮﺩ‬ ‫ﺑﺮﺧﺎﻃﺮ ﻏﻤﻜﲔ ﻛﺬﺭﺩ ﺷﺎﺩ ﺷﻮﺩ‬
Pes ‘ilm u şu‘ûrun umûra taalluku iki vechile mümkündür. Biri huzûr410-i zıll-i suver-i
ma‘lûmât iledir. Meselâ Zeyd ve Amr’ı görürsün zemininde bir sūret hâsıl olur ki, ol sūret ile
mâ‘adâsından mümtâz olurlar. İkinci vechi zemîn-i hâtırda huzûr-i zevât-i ma‘lûmât iledir.
Meselâ cû‘ ve şeb‘ ve şehvet ve gazab ve muhabbet ve adâvete ‘ilm u şu‘ûrun taalluku nefs onlar
ile ittisâfından sonra hâsıl olur ki, buna ilim-i zevkî ve vicdânî derler.

Pes muhabbet-i zâtiyyenin dil ve şuûra hutûru vech-i evvel ile yani bir kimseden istima‘
ile yahût bir kitâbdan okumakla yahût kendi hâtırına gelmekle müsmir-i sa‘âdet ve mûcib-i
kerâmet olmada mu‘teddün-bihâ değildir. Belki sa‘âdet-i câvidânî ve kerâmet-i dü-cihânî [9a]
oldur ki, muhabbet-i zâtiyyenin dil ve şuûra hutûru vech-i sânî ile ola. Ya‘nî mazhar-ı ihtisās
tecellî-i zâtı olub evvel tecellî-i zâtı ol mukbil-i sāhib-i sebâtı varta-i hestîden halâs ve makām-ı
nistîden resîde-i derece-i ihtisās edib mey-i muhabbet-i zâtiyyesini mezâk-ı câna işrâb ettirmekle
rûh-i kâmil bahr-i ahadiyyete vâsıl ve heybeti ünse tebdîl olub envâ‘-ı cevâhir ibtihac ve surûr
hâsıl olur.

Pertev-i rûh dahî aks-endâz-ı mir‘ât-i dil pür-fütûh olmakla kabzı mübeddel olub fâyiz
rütbe-i inbisât ile münbasit ve meşrûh olur. Aks-i kalb dahî pertev-i figen-i nefs-i bî-ġayb
olmakla endûh ve elem rû-be-râh adem olub ferah ve surûr nedîm-i bezm-i şuûr olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺑﺮﻗﻰ ﺑﺪﺭ ﺧﺸﻴﺪ ﺯﺳﺮ ﻣﱰﻝ ﻳﺎﺭ‬ ‫ﺎﺭ‬ ‫ﺷﺐ ﺑﻮﺩ ﺫﮔﺮﻳﻪ ﭼﺸﻢ ﻣﻦ ﺍﺑﺮ‬

409
“Aşk şarabını içince sıkıntı gider, vîrân olmuş gönül âbâd olur. Kederli insanın gönlünü mutlu eder, zamanın
sıkıntı ve üzüntüsünden kurtulur.”
410
B: + “Husûl”

187
411
‫ﺩﺭﺧﺮﻣﻦ ﺍﻧﺪﻭﻩ ﻭﻏﻢ ﺍﻧﺪﺍﺧﺖ ﺷﺮﺍﺏ‬ ‫ﺩﺭﺧﺎﻧﻪﺀ ﻋﻴﺶ ﻭﻃﺮﺏ ﺍﻓﺮﻭﺧﺖ ﭼﺮﺍﻍ‬
VIII. Beyt:

412
‫ﺎ ﺫﻟﻚ ﺍﳋﺘﻢ‬‫ﻻﺳﻜﺮﻫﻢ ﻣﻦ ﺩﻭ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻟﻮ ﻧﻈﺮ ﺍﻟﻨﺪﻣﺎﻥ ﺧﺘﻢ ﺍﻧﺎ‬

“‫ ”ﻧﺪﻣﺎﻥ‬zamm-ı nûn ile “‫”ﻧﺪﱘ‬in cem’îdir. “‫”ﺭﻏﻴﻒ‬in cem’i “‫ ”ﺭﻏﻔﺎﻥ‬geldiği gibi yâhud

feth-i nûn ile sîga-i müfreddir. Ve bu takdirce zamîr-i cem‘ ircâî ma‘nâ i‘tibârıyla olur. Zîrâ

cinsdir. Lâm-ı ta‘rîf gerek cins için olsun gerekse istiğrâk için olsun efrâd-ı bisyârı şâmildir. “ ‫ﺧﺘﻢ‬

‫”ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺸﻰ ﺧﺘﻤﺎ‬ “Bir şey üzerine mühr vurmak” ma‘nâsınadır. Ve bunda “‫”ﺧﺘﻢ‬den murâd

mühürdür. Ma‘nâ-yı masdarî değildir. Ve “‫ ”ﺍﻧﺎ‬zarf ma‘nâsınadır. İçinde gerek şerâb olsun gerek

gayrı olsun cemî “‫ ”ﺍﻧﻴﻪ‬gelir. “‫”ﺍﻧﻴﻪ‬nin cem’i “‫ ”ﺍﻭﺍﱏ‬gelir. “‫ﺎ‬‫ ”ﺍﻧﺎﺋﻬﺎ و ﺩﻭ‬zamirleri “‫”ﻣﺪﺍﻣﻪ‬ye âiddir.

Tercüme-i beyt:

Ger nedîmân-ı mahabbet görse zarf-ı mührünü

Mest ederdi bâdesiz ol hatmi miskiyyü’l-hitâm

Ya‘nî eğer nedîmân encümen-i muhabbet ve mukîmân-ı nişîmen-i ‘aşk u meveddet ol


bâde-i pür-keyfiyet zarfının mührünü görse bâde-nûş olmaksızın evvel hatm-ı inâ onları mest
eylerdi.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺩﺭﺍﻋﻪ ﭘﺮﻫﻴﺰﺍﻡ ﺍﺯﻭ ﺻﺪ ﭘﺎﺭﻩ‬ ‫ﻳﺎ ﺭﺏ ﭼﻪ ﻣﻰ ﺍﺳﺖ ﺍﻳﻦ ﻛﻪ ﺑﻮﺩ ﳘﻮﺍﺭﻩ‬


413
‫ﰉ ﺑﺎﺩﻩ ﺷﻮﺩ ﻣﺴﺖ ﺍﺯﺍﻥ ﻧﻈﺎﺭﻩ‬ ‫ﮔﺮﻣﻬﺮ ﲬﺶ ﺭﺍ ﻧﻜﺮﺩ ﻣﻴﺨﻮﺍﺭﻩ‬

411
“Gözüm ağlamaktan bahar bulutu gibi gece olur. Dostun evinin üstünden bir şimşek parladı. Ve eğlence ve
neş’e evinde lambayı(mumu) yaktı. Üzüntü harmanına kıvılcım attı.”
412
“Eğer dostlar onun kabının mührünü görse, bu mühür onları şarap olmaksızın sarhoş eder.”
413
“Ya Rab bu nasıl bir şaraptır ki, daima bulunur. Benim cübbem ondan yüz parça olmuştur. Güneş şarap
küpünün ışığınıdır. Eğer kadehsiz içki içen kişi ona bakarak mest olur.”

188
“‫”ﺍﻧﺎ‬dan murâd hâmil-i muahbbet-i zâtiyye olan dil-i kâmildir. Ve “‫ﺍﻧﺎ‬ ‫”ﺧﺘﻢ‬dan murâd
beden-i cismânî unsûru-i beşerdir ki, ârif ve câhil ve nâkıs ve kâmil ol heyetden berâberdir. Pes
mahcûbân bu müsâvât-ı sûriyyeye binâen onların hallerini kendi hallerine kıyas edib onların
ahvâl-i bâtınıyyelerine muttali‘ olmazlar.

Ammâ Tâlibân-ı kâbil ve mürîdân-ı rûşen-dil olanlar isti‘dâd-ı vehbî ve kābiliyet-i


gayr-i kesbî ile çün nedîmân mahfel-i kâmilân harîfân-ı meclis-i vâsılân olalar. Safhât-ı cemâl-i
bâ-kemâllerinde müşâhede-i âsâr-ı muhabbet ve nükât-ı kelimât-ı hakīkat-meâllerinden istidlâl-i
esrâr-ı ‘aşk-ı hakīkat edib ol keyfiyet-i bî-nazīr onların bâtınlarına te’sîriyle neşve-i sahbâyı
sohbet onları sermest eder. Halbuki henüz onlar ol kâmillerin ahvâl-i bâtıniyyelerini mütehakkık
belki ahlâk-ı ma‘neviyyelerini mutahallık değillerdir.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻭﺯﻧﺎﻣﻪ ﻭﭘﻴﻐﺎﻡ ﺗﻮ ﻣﻰ ﺑﺎﺭﺩ ﻋﺸﻖ‬ ‫ﺍﱏ ﺗﻮ ﻛﻪ ﺍﺯ ﻧﺎﻡ ﺗﻮ ﻣﻰ ﺑﺎﺭﺩ ﻋﺸﻖ‬


414
‫ﮔﻮﱙ ﺯﺩﺭﻭﺑﺎﻡ ﺗﻮ ﻣﻰ ﺑﺎﺭﺩ ﻋﺸﻖ‬ ‫ﻋﺎﺷﻖ ﺷﻮﺩ ﺍﻧﻜﺲ ﻛﻪ ﺑﻜﻮﻳﺖ ﮔﺬﺭﺩ‬
Ya‘nî bâ‘is-i hâlet-fezâ-yı mestî olan sahbâ-yı âsâr-ı muhabbet ile hurrem ve keyfiyet-i
esrâr-ı hakīkate mahrem değiller iken mücerred415 ol kâmilân-ı ashâb-ı himmetin peymâne-i
sohbet ve cür‘a-i ülfetleriyle hayrân u mest olurlar.

IX. Beyt:

416
‫ﻟﻌﺎﺩﺕ ﺍﻟﻴﻪ ﺍﻟﺮﻭﺡ ﻭﺍﻧﺘﻐﺶ ﺍﳉﺴﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﻧﻀﺤﻮﺍ ﻣﻨﻬﺎ ﺛﺮﻯ ﻗﱪ ﻣﻴﺖ‬

“‫”ﺭﺵ“ ”ﻧﻀﺢ‬, yani saçmak ma‘nâsınadır. Ve “‫“ ”ﺛﺮﻯ‬hâk-i nemnâk” ve “‫ ”ﺭﻭﺡ‬müzekker

ve müennes olur. Ya‘nî zât ve hakīkat i‘tibâriyle müennes ve lafz ve ma‘nîsi i‘tibâriyle
müzekkerdir.

414
“Senin isminden, senin mektubundan ve senin haberinden aşk yağar. Senin köyünden(mahallenden) geçen
kişi âşık olur. Sanki senin kapından ve çatından aşk yağar.”
415
B: + “Evliyâdan”
416
“Eğer ondan bir ölünün kabrinin toprağına dökseler, rûh ona döner ve ceset canlanırdı.”

189
Ol ecilden “‫ ”ﻟﻌﺎﺩﺕ‬tâ-i te’nîs ile vâki‘ olmuşdur. Ve “‫ ”ﺍﻧﺘﻐﺎﺵ‬ayak üzerine kalkmak

ma‘nâsınadır. “‫ﻋﺜﺮﺗﻪ‬ ‫ﺾ ﻣﻦ‬ ‫”ﺍﻧﺘﻐﺶ ﺍﻟﻌﺎﺛﺮ ﺍﻯ‬417 ve zamîr-i “‫ ”ﻧﻀﺤﻮﺍ‬hâmil-i neşve-i muhabbet olan

kâmillere yâhud nüdemâna âid ve zamîr “‫ ”ﻣﻨﻬﺎ‬müdâmeye ve “‫ ”ﺍﻟﻴﻪ‬zamiri [10a] “‫”ﻣﻴﺖ‬e râci‘dir.

Ve rûh ve cisimde olan elif lâm-ı muzâfun ileyhden ıvazdır. Takdîri “‫ﺍﳌﻴﺖ‬ ‫ ”ﻟﻌﺎﺩﺕ ﺍﱃ‬ruha ve

“‫ ”ﺍﻧﺘﻌﺶ‬cismedir.

Tercüme-i beyt:

Saçsalar ger hâk-i kabr-i meyyite bir reşhasın

Rûhu cisme avdet eylerdi kılardı hoş hırâm

Ya‘nî eğer ol hâmil-i neşve-i muhabbet-i zâtıyye olan kümmelîn-i urefâ yâhud dâhil-i
bezm sohbetleri olan nüdemâ ol şerâb-ı rûh-efzâ ile mest u şeydâ olduktan sonra ol bâde-i hayât-
bahşâdan bir hâk-ı nemnâk kabr-i meyyite reşha-bâş olsalar ol meyyitin bedeninden müfârakat
eden rûhu hayât-ı tâze ile avdet edip cisme bâis-i intiâş olurdu.

Pes hayât iki nev‘îdir. Biri hayât-ı hissî-i hayvânîdir ki, hayvân ve insanın mecmûu
onda müşterektir. Ve biri hayât-ı hakîkî-i rûhânîdir ki, havâs-ı efrâd-ı insânîye mahsūsdur. Bu
hayât-ı hakîkî-i rûhânî dahî üç kısımdır. Biri, mevt-i cehilden hayât ilimle zinde olmaktır. Kemâ

kālellâhu Teâlâ: “‫ﻩ‬ ‫ﺎ‬‫ﻴﻨ‬‫ﻴ‬‫ﺣ‬


 ‫ﹶﻓﹶﺎ‬ ‫ﺎ‬‫ﻴﺘ‬‫ﻣ‬ ‫ﻦ ﻛﹶﺎ ﹶﻥ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻭ‬ ‫”ﹶﺍ‬ [“Ölü iken hidayetle dirilttiğimiz…” (En’âm 6/122)]

“‫ﺑﺎﻟﻌﻠﻢ‬ ‫”ﻭﻗﺎﻝ ﺑﻌﻀﻬﻢ ﻣﻦ ﻛﺎﻥ ﻣﻴﺘﺎ ﺑﺎﳉﻬﻞ ﻓﺎﺣﻴﻴﻨﺎﻩ‬418 Zîrâ eşi‘a-i envâr-ı ‘ilm pesmânde-i zulmet cehl-i
imkân olan kalbe vâsıta-i ma‘rifet-i Rab ve cünbüş-i sa‘y ve talebe sebeb olur ki, ‘ilm u cünbüş
havâss-ı hayavândandır.419 Cehl u sükûn havâss-ı mevtten olduġu gibi.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﭼﺸﻤﻰ ﺑﮕﺸﺎ ﺑﭽﺸﻤﻪ ﺳﺎﺭ ﻋﻠﻤﺎ‬ ‫ﻋﻠﻢ ﺍﺳﺖ ﺣﻴﺎﺕ ﺟﺎﻭﺩﺍﱏ ﻋﻠﻤﺎ‬

417
“Tökezleyen canlandı. Yani, sendelemeden kalktı.”
418
“Onlardan bazıları dedi: Cehaletle ölmüş bir kimse ilimle hayat bulur.”
419
B: + “hayâttandır.”

190
420
‫ﺑﻮﺩ ﺍﺗﻴﻨﺎﻩ ﻣﻦ ﻟﺪﻧﺎ ﻋﻠﻤﺎ‬ ‫ﺍﻥ ﭼﺸﻤﻪ ﻛﻪ ﺧﻮﺭ ﺩ ﺣﻀﺮ ﺍﺯﺍﻥ ﺁﺏ ﺣﻴﺎﺕ‬
İkinci kısmı teveccüh-i Cenâb-ı Mevlâ’da ve kasd-ı sülûk-i râh-ı Hüdâ’da cem‘iyyet-i
himmet ile mevt tefrikadan dil-zinde olmakdır ki, bu cem‘iyet hayât-ı hakîkî-i ebedîyi
müeddîdir. Belki ‘ayn-ı hayât-ı ebedîdir. Nefsin mahbûbât-ı mütenevvi‘a ve müştehiyyât-ı gûnâ-
gûne ta‘allüku sebebiyle tefrika-i hâtır-ı mûcib-i mevti kalb-i fâtır olduġu gibi. Zîrâ mahbûbât u
müştehiyyât-ı cihân-ı mürde-gân-ı mevtdir. Pes mürde-gâna ta‘alluk ‘ayn-ı mevtdir.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻣﺮﺩﻩ ﺍﺳﺖ ﻣﺸﻮﺯ ﻋﺸﻖ ﻫﺮﻣﺮﺩﻩ ﺫﻟﻴﻞ‬ ‫ﻫﺮ ﭼﻴﺰ ﻛﻪ ﺩﺭﺟﻬﺎﻧﺴﺖ ﺟﺰ ﺣﻰ ﺟﻠﻴﻞ‬
421
‫ﺍﳉﻨﺲ ﺍﱃ ﺍﳉﻨﺲ ﻛﻤﺎ ﻗﻴﻞ ﳝﻴﻞ‬ ‫ﺎﺳﺖ ﺩﻟﻴﻞ‬‫ﺑﺮﻣﺮﺩﻛﺊ ﺗﻮ ﻣﺮﻙ ﺍ‬
Üçüncü kısmı mürde-i fakd nâ-yâb Cenâb-ı tevvâb’dan feyż-yâb-ı vücûd-i vehhâb ile
zinde olmakdır. Ya‘nî mertebe-i fenâ fillâh’da fânî ve hayât-ı Hak ile bekā billâh’da bâkī
olmaktır. Zîrâ her zindelik hakkıyla olmaya mürdelikdir. Ve her kerem ki, ondan olmaya
efsurdelikdir.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺩﺭ ﺑﻨﺪ ﺧﻮﺩﻯ ﺧﺪﺍ ﻳﺮﺍ ﺑﻨﺪﻩ ﻧﻪﺀ‬ ‫ﺗﺎﺩﻝ ﺯﻭﺟﻮﺩ ﺧﻮﻳﺶ ﺑﺮﻛﻨﺪﻩ ﻧﻪﺀ‬
422
‫ﺗﺎﺯﻧﺪﻩ ﲜﺎﻧﺎﻥ ﻧﺸﻮﻯ ﺯﻧﺪﻩ ﻧﻪ‬ ‫ﮔﲑﻡ ﻛﻪ ﺗﻮﺟﺎﱏ ﻭﺟﻬﺎﻥ ﺯﻧﺪﻩ ﺑﻪ ﺗﺴﺖ‬
Pes îsâr-ı reşha-i şarâb-ı hoş-güvârdan murâd-ı Nâzım-ı ‘âlî-tebâr budur ki, mevt-i cehl
ya mevt-i tefrika yâhud mevt-i fıkdân ile mürde olan bir şahsa âsâr-ı muhabbet-i zâtiyyeden bir
eser ve envâr-ı ‘‘aşk-ı ilâhîden bir nûr erişdirseler elbette ol şahs-ı mürdeye rûh ilim ve hikmet
ya rûh-i cem‘iyet-i himmet, yâhud rûh-i vücûd-i Cenâb-ı Rabb-i İzzet avdet edip ol rûh ile cismi
münte‘ış ve hoş-hırâm ve vezâif-i şükr-i hayâta kıyâm eylerdi.

X. BEYİT:
420
“Alimlerin hayâtı-yaşayışı ilimdir. Gözünü aç ve Hızır’ın kendisinden ab-ı hayatı içtiği çeşmeye, ilmin pınar
başına gel. Bu, “Tarafımızdan bir ilm verdik” den bir parça olur.”
421
“Bu cihanda Hay ve Celil olan Allah’dan başka her ne varsa ölüdür. O’nun arşından zelil bir ölü olma.
Onların ölü olması, “Cins cinse meyleder” denildiği gibi Senin ölü olduġuna delildir.”
422
“Gönlünü benlik kalesini (sokağını) vücûdundan ayırmadığın sürece benlik bağın (düğüm)da Allâh’ın kulu
olamazsın. Farzederim ki, sen cansın ve cihan seninle diridir. Sevgili ile diri olmadıkça canlı olamazsın, diri
olamazsın.”

191
423
‫ﻋﻠﻴﻼ ﻟﻘﺪﺓ ﺍﺷﻔﻰ ﻟﻔﺎﺭﻗﺘﻪ ﺍﻟﺴﻘﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﻃﺮﺣﻮﺍ ﰱ ﻓﺊ ﺣﺎﻳﻂ ﻛﺮﻣﻬﺎ‬

“‫“ ”ﻃﺮﺡ‬atmak” ma‘nâsına ve “‫“ ”ﻓﺊ‬zevâlden sonra olan zılle” derler. Ve “‫”ﺣﺎﺋﻂ‬

“duvar” ma‘nâsına ve “‫ ﺍﻋﺘﻞ‬: ‫ﺍﻯ ﻣﺮﺽ ﻓﻬﻮ ﻋﻠﻴﻞ ﺍﻯ ﻣﺮﻳﺾ ﻭﺍﺷﻔﻰ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺸﺊ ﺍﺷﺮﻑ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺍﺷﻔﻰ ﺍﳌﺮﻳﺾ‬

‫ ﻋﻠﻰ ﺍﳌﻮﺕ ﺍﻯ ﺍﺷﺮﻑ‬, “‫“ ”ﺍﺷﺮﻕ‬yakîn olmak” ve “yukarıdan nazar etmek” ma‘nâsınadır. Ve “‫”ﺳﻘﺎﻡ‬

maraz ma‘nâsınadır. Ve “‫ ”ﺳﻘﻢ‬dahî lugatdir.

Tercüme-i beyt:

Atsalar ger sâye-i dîvar-ı tâkinde onun

Muhtazır bir hastayı anda bula sıhhat tamâm

Ya‘nî ol şerâb-ı hikmet-nisâbın sâye-i divâr bâğ-ı sıhhat medârına üftâde-i pister helâk
olan bir bîmâr-i bî-timârı ilkâ etseler safvet-i hevâ-yı bâğ-ı letāfet ile ol sâye-i âfiyet-mâyede
üftâde-i pister i‘tilâl olan cism-i za‘îf-i bî-mecâl biey-yi hâl tahsîl-i mizâc-ı i‘tilâl eylerdi.

Pes bunda keremden murâd-ı Nâzım sāhib-i ‘irfân hadâyık-ı kulûb-i ârifân ve
kâmilândır ki, şarâb-ı muhabbet-i zâtî onların usâra-i fevâid-i ‘ulûm ve hulâsa-i semerât-ı

ma‘ârif-i424 hakīkat lüzumlarıdır. Ve “‫”ﺣﺎﻳﻂ‬dan murâd kerem-i mezkûru ihâta ve iştimâl ve

ağyârı men‘-i visâl i‘tibâriyle ol [11a] kâmillerin vücûd-i cismânî ve sūret-i heyûlâniyyeleridir.
Yani eğer sakam-ı cehâlet ve ‘illet-i batâletten isti‘dâd-ı fıtriyyesinde olan hayât-ı tayyibe-i
muhabbet-i zâtî bâtıl olmaya yaklaşmış olan bir hastayı, illîsi var sadr-ı bîmâre yek-demde şifâ.
Belki hezâr-ı mürdeye cân-bahşâ olan ârifân ve kâmilânın cây-ı himâyet ve sâye-i ‘inâyetlerine
erişdirseler, onların yümn-i sıhhat ve bereket-i mülâzemetleriyle ol bîmârdan sakam-ı cehâlet ve
illet-i batâlet zâil ve resîde-i hayyiz-şifâ-yı âcil olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺭﻩ ﺟﻮ ﲝﺮﱘ ﺑﺰﻡ ﺧﻠﺪ ﺁﺛﺎﺭﺵ‬ ‫ﭘﲑﻯ ﻛﻪ ﺑﻮﺩ ﺑﺎﺩﻩ ﻓﺮﻭﺷﻰ ﻛﺎﺭﺵ‬

423
“Asmasının duvarının gölgesine bir hasta bıraksalar şifâ bulur ve hastalık onu terk eder.”
424
C: - “ma’rifet”

192
425
‫ﺧﻮﺩ ﺭﺍ ﺑﺮﺳﺎﻥ ﺑﺴﺎﻳﻪﺀ ﺩﻳﻮﺍﺭﺵ‬ ‫ﻭﺭ ﺩﺭ ﺣﺮﻣﺶ ﺑﺎﺭ ﻧﻴﺎﰉ ﺑﺎﺭﻯ‬
XI. Beyt:

426
‫ﻭﻳﻨﻄﻖ ﻣﻦ ﺫﻛﺮﻯ ﻣﺬﺍﻗﺘﻬﺎ ﺍﻟﺒﻜﻢ‬ ‫ﺎ ﻣﻘﻌﺪﺍ ﻣﺸﻰ‬‫ﺮﺑﻮﺍ ﻣﻦ ﺧﺎ‬ ‫ﻭﻟﻮﻗ‬

“‫“ ”ﺗﻘﺮﻳﺐ‬garîb eylemek”tir. Ve “‫”ﻗﻌﺎﺩ“ ”ﻣﻘﻌﺪ‬dan ism-i mef‘uldür, “oturmuş” ma‘nâsına,

yürümeye mecâli olmayan kimesneye “‫ ”ﻣﻘﻌﺪ‬derler. Ve “‫“ ”ﻣﺸﻰ‬yürümek” ma‘nâsına ve “‫”ﻧﻄﻖ‬

“söylemek” ve “‫ ”ﺫﻛﺮ‬ve “‫“ ”ﺫﻛﺮﺍ‬yâd etmek” ma‘nâsına ve “‫ﻭﻣﺬﺍﻗﺔ‬ ‫“ ”ﺫﻭﻕ ﻭ ﺫﻭﺍﻕ ﻭﻣﺬﺍﻕ‬tatmak”

ma‘nâsına “‫”ﺍﺑﻜﻢ“ ”ﺑﻜﻢ‬in cemi‘dir “dilsiz” ma‘nâsına.

Tercüme-i beyt:

Mak‘adi hânına takrîb etseler reftâr eder

Bî-zebâne çâşni-i zikri bahş eyler kelâm

Ya‘nî ol şarâb-ı nâbın hum-hâne-i ‘âlî-cenâbına bir mak‘ad-ı bî-tâbı takrîb ettirseler
tahsîl-i isti‘dâd-ı reftâr ve çâşnî-i talâkat-bahşâsı zikrinden güng ü lâl olan tekmîl-i fesâhat güftâr
eyler.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻳﺎﺑﺪ ﻭﻫﻮﺍﻯ ﻗﺮﺏ ﺍﻭﻗﻮﺕ ﭘﺎﻯ‬ ‫ﺁﻥ ﻣﻰ ﺧﻮﺍﻫﻢ ﻛﻪ ﺳﺎﻟﻚ ﻣﺎﻧﺪﻩ ﲜﺎﻯ‬
427
‫ﮔﺮﺩﺩ ﺯﺑﺎﻥ ﺑﺴﺘﻪ ﺍﺵ ﻋﻘﺪﻩ ﮔﺸﺎﻯ‬ ‫ﻭﺭﮔﻨﮓ ﻛﻨﺪ ﲣﻴﻞ ﭼﺎﺷﻨﻴﺶ‬
Murâd-ı Şeyh Nâzım kuddise sirruh bu ola ki, bir mak‘adi ki kendi sa‘y ve gûşişi ile
pestî-i hestî ve teng-nây-ı hod-perestîden bir kadem taşra atmamış ola. Eğer kallâb-ı şevk ve
kemend-i irâdet ile harâbât-ı ‘aşk u meveddet ve meyhâne-i şevk ü muhabbet olan kâmilân ve
mükemmilânın harîm-i sohbetine takrîb ettirseler imdâd-ı terbiyyet-i pîr-i mükemmil ile sülûke

425
“İşi, içki kadehi satıcılığı olan pirin, ölümsüz eserlerinin harîmine girmek için yol ara. Eğer onun haremine
gidecek yolu bulamazsan. Bâri kendini onun duvarının gölgesine ulaştır.”
426
“Kötürümü meyhanesine götürseler yürürdü. Dilsize de onun tadından bahsedilse konuşurdu.”
427
“İsterim ki, makamında kalmış olan sâlik, ona yakınlığın arzusu ile ayağında güç kuvvet bulsun ve tekrar
yürümeye gücü yetsin. Eğer hayal onun tadını kör ederse(bozarsa). Onun bağlı olan dilinden düğüm çözülür.”

193
kuvvet ve reftâre miknet hâsıl edip pâ-nihâde-i sırr-ı dünyâ ve âhiret ve pişgâh-ı visâl ve bârigâh-
i ittisāle azîmet ve sür‘at eyler. Terâküm-i hucüb-i gaflet ve nisyân ile beyân-ı hakâyıkda dem-
beste ve keşf-i dekâyıkda zebân-şikeste olan zevk-i şarâb-ı muhabbet ve çâşnî-i sahbâ-yı
meveddet zikrinden tūtī-i nâtıkası ma‘raz-ı tekellüme âmâde ve zebân-ı hakīkat beyânı izhâr-ı
esrâr-ı ‘irfân ile küşâde olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻛﺮﺑﻮﻯ ﺧﻮﺷﺶ ﺑﻄﺮﻑ ﻛﻠﺰﺍﺭ ﺁﻳﺪ‬ ‫ﭼﻮﻥ ﻣﺴﺖ ﻣﻰ ﺍﺯﺧﺎﻧﻪﺀ ﲬﺎﺭ ﺁﻳﺪ‬
428
‫ﻫﻢ ﺳﻮﺳﻦ ﰉ ﺯﺑﺎﻥ ﺑﮕﻔﺘﺎﺭ ﺁﻳﺪ‬ ‫ﻫﻢ ﺳﺮﻭ ﲜﺎ ﻣﺎﻧﺪﻩ ﺧﺮﺍﻣﺎﻥ ﮔﺮﺩﺩ‬
XII. Beyt:

429
‫ﻭﰱ ﺍﻟﻐﺮﺏ ﻣﺰﻛﻮﻡ ﻟﻌﺎﺩ ﻟﻪ ﺍﻟﺸﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﻋﺒﻘﺖ ﰱ ﺍﻟﺸﺮﻕ ﺍﻧﻔﺎﺱ ﻃﻴﺒﻬﺎ‬

“‫ﺑﻪ‬ ‫”ﻋﺒﻖ ﺑﻪ ﺍﻟﻄﻴﺐ ﻋﺒﻘﺎ ﻭﻋﺒﺎﻗﻴﺔ ﺍﻯ ﻟﺰﻕ‬ “yapışmak” ve “ulaşmak” ma‘nâsına, “‫”ﺍﻧﻔﺎﺱ‬

“‫”ﻧﻔﺲ‬in cemî‘idir. Bunda “râyiha” ma‘nâsı murâd olunur. Ve “‫“ ”ﻃﻴﺐ‬gökçek” ma‘nâsına,

“‫“ ”ﻣﺰﻛﻮﻡ‬zekâmelenmiş” ma‘nâsına ve “‫“ ”ﺷﻢ‬kokmak” ma‘nâsına

Tercüme-i beyt:

Cânib-i şarka erişse rîh-i hoş-bûyi onun

Garbda mezkûm olandan gider elbette zükâm

Ya‘nî eğer ol râh-ı pür-felâhın râyiha-i fâyiha-i necâhı ve revh hoş-bûy-i Salâhî matla‘-ı
envâr u menşe-i zuhûr ve izhâr olan hudûd-ı şarkta münteşir olsa ve mevâtın-ı butûn ve makām-ı
hafâ u kümûn olan garbda idrâk her meşmûmdan mahrûm bir merd-i mezkûm olsa bi-eyyi hâl
âsâr-ı râyiha-i dil-pezîr ol mezkûmun dimâğına te’sîr ve fâyiha-i hoş-bûy-i mey-i bî-nazīr
meşâmm canını ta‘tîr eyler. Murâd-ı Nâzım kuddise sirruh bu ola ki, eğer revâyıh irâdet-i ezelî
ve fevâyih muhabbet-i lem-yezelî matla‘-ı akmâr ve şümûs-i ervâh ve nüfûs olan meşrık zât-ı
ahadiyyetden vezân olsa ve istitâr-ı envâr-ı şümûs ve akmâr olan mağrib-i ebdân ‘unsurî-i efrâd-ı

428
“Şaraptan sarhoş olan, şarapçının evinden çıkınca(meyhaneden çıkınca) eğer onun hoş kokusu gül bahçesine
gelirse yerinde kalan servi salınarak yürür. Hem de dilsiz zambak dile gelir.”
429
“Şarkta güzel kokusu sürünülse, garpta nezle olan yeniden koku almaya başlardı.”

194
eşhâs-ı beşeriyyede istîlâ-yı burûdet-i hevâ-yı nefs ve kesâfet-i buhâr-ı tabîat vâsıtasıyla
meşâmm-ı zevk ve idrâki râyiha-i esrâr-ı hakīkatden mahrum bir merd-i mezkûm olsa elbette
sür‘at-i sereyân [12a] revâyih-i muhabbet ve şiddet-i nüfûz fevâyıh-i hakīkat ol merd-i

mezkûmun meşâmm-i zevk ve idrâkini küşâde “‫ﺍﻟﻴﻤﻦ‬ ‫”ﻭﺍﱏ ﻻﺟﺪ ﻧﻔﺲ ﺍﻟﺮﲪﻦ ﻣﻦ ﻗﺒﻞ‬ [“Ben

Rahman’ın nefesini Yemen istikametinde buluyorum” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 217, no: 659)]
nefehâtı istişmâmına âmâde eyler.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻦ‬ ‫ﺷﺪ ﻧﺎﻓﻪ ﮔﺸﺎﻯ ﻧﺎﺯﻧﻴﻨﺎﻥ‬ ‫ﺑﺎﺩ ﺳﺤﺮﻯ ﻛﻪ ﭼﺎﻙ ﺯﺩ ﺣﺒﻴﺐ ﲰﻦ‬
430
‫ﺑﻮﱙ ﻛﻪ ﻧﱮ ﺷﻨﻴﺪ ﺍﺯﺧﺎﻙ ﳝﻦ‬ ‫ﺟﺎﻥ ﺑﺎﺩ ﻓﺪﺍﻯ ﺍﻭﻛﻪ ﺁﻭﺭﺩ ﲟﻦ‬
XIII. Beyt:

431
‫ﳌﺎ ﺿﻞ ﰱ ﻟﻴﻞ ﻭﰱ ﻳﺪﻩ ﺍﻟﻨﺠﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﺧﻀﺒﺖ ﻣﻦ ﻛﺄﺳﻬﺎ ﻛﻒ ﺍﻻﻣﺲ‬

“‫ﺿﺮﺏ‬ ‫ ”ﺍﳋﺼﺎﺏ ﻣﺎﳜﺘﻀﺐ ﺑﻪ ﻭﻗﺪ ﺧﻀﺒﻪ ﻣﻦ ﺑﺎﺏ‬Ve “‫ ”ﺧﻀﺐ‬ve “‫“ ”ﺧﻀﺎﺏ‬boyamak” ve

“boya” ma‘nâsınadır. Ve “‫“ ”ﳌﺲ‬el ile yapışmak” ma‘nâsına ve “‫ ”ﺿﻼﻝ‬ve “‫“ ”ﺿﻼﻟﺖ‬yol azmak”

ve “helâk olmak” ma‘nâsınadır.

Tercüme-i beyt:

Aks-i câmı lâmisin keffin ederse ger hizâb

Yol yanılmaz gece necm dest eder ref-i zalâm

Ya‘nî eğer aks-i câmî tâb-dâr ile keff-i lâmis-i le‘al-renk ve reng-i şarâb-ı hoş-güvâr ile
dest-i şâribi hem renk olsa elbette ol aks-i envâr-ı câm-ı muhabbet onun destinde bir necm-i
hidâyet olub ol murâd-ı âgâh hiç şeb-i zülmânî-i gamda gümrâh ve vâdî-i dalâlet-i zulmetde
endûh ve eleme hemrâh olmaz.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

430
“Yasemin çiçeğinin yakasını yırtan seher rüzgarı çimen nazlılarının kokusunu yaydı. Canım ona feda olsun
ki, Hazret-i Peygamberin yemen toprağından işittirdiği kokuyu bana getirdi.”
431
“Kadehinden tutan bir kimsenin eli renklense, geceleyin elinde bu yıldızla yolunu şaşırmazdı.”

195
‫ﮔﺮ ﺩﺭﻛﻔﺶ ﺍﺯ ﻋﻜﺲ ﻣﻰ ﻧﺎﺏ ﺧﻀﺎﺏ‬ ‫ﺪ ﺑﺪﺳﺖ ﺟﺎﻡ ﻣﻰ ﻧﺎﺏ‬ ‫ﻫﺮ ﻛﺲ ﻛﻪ‬
432
‫ﺑﻨﻬﺎﺩﻩ ﺑﻜﻒ ﻣﺸﻌﻠﻪﺀ ﻋﺎﱂ ﺗﺎﺏ‬ ‫ﺩﺭﻇﻠﻤﺖ ﺷﺐ ﮔﻢ ﻧﻜﻨﺪ ﺭﺍﻩ ﺻﻮﺍﺏ‬

“‫”ﻛﺄﺱ‬den murâd-ı Nâzım kuddise sirruh “‫ﻳﺪﻳﺮﻫﺎ‬ ‫”ﳍﺎ ﺍﻟﺒﺪﺭ ﻛﺄﺱ ﻭﻫﻰ ﴰﺲ‬433 Beytinde
tafsīl olunduğu üzere sâlikân ve müsterşidâna nisbetle kalb-i mürşid-i kâmil yâhud ‘ale’l-ıtlâk

hakīkat-i Muhammediyye ola. Ve “‫”ﻛﻒ‬den murâd “gönül”dür. Ya‘nî câm-ı mey-i esrâr-ı

hakīkat olan kalb-i mürşidden yâhud ‘ale’l-ıtlâk ke’s-i şarâb-ı muhabbet-i zâtıyye olan hakīkat-i
Muhammediyyeden iktiyâs-ı envâr-ı muhabbet ve in‘ikâs-ı esrâr-ı hakīkat ile dest-i irâdet-i
mukbil ve keff-i kifâyet-i rûşen-dil hizâb olursa. Ya‘nî râbıta-i hüsn-i ictihâd ve kuvvet-i irâdet
ve isti‘dâd ile kalb-i sâlikin mesâlik-i hakīkat-dili mürşid-i sāhib-i himmet vâsıl yâhud hakīkat-i
muhammediyyeye mütevâsıl olub mukâbele-i âyine-i dil-i mürşidden envâr-ı muhabbet-i
ilâhiyye yâhud mir‘ât-i hakīkat-ı muhammediyyeden esrâr-ı hakīkat-i nâ-mütenâhiyye dil-i
sâlike aks-endâz olur ise elbette ol envâr-ı muhabbet ve esrâr-ı hakīkat kalb-i sâlikde bir necm-i
hidâyet olub huceb-i zulmânî-i tabîat ile ihticâb-ı zulümât-ı nefsâniyetde gümrâh ve vâdî-i
zulümât-ı dalâletten kuvvâ-yı nefsâniyyeye hemrâh olmaz.

XIV. Beyt

434
‫ﺑﺼﲑﺍ ﻭﻣﻦ ﺭﺍﻭﻭﻗﻬﺎ ﻳﺴﻤﻊ ﺍﻟﺼﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﺟﻠﻴﺖ ﺳﺮﺍ ﻋﻠﻰ ﺍﻛﻤﻪ ﻏﺪﺍ‬

“‫ ”ﺟﻠﻴﺖ‬binâ-i mef‘ûl üzerine “‫ﻭﻛﺸﻔﺖ‬ ‫“ ”ﺍﻇﻬﺮﺕ‬ortaya çıkmak” ma‘nâsına ve “‫”ﺳﺮﻩ‬

“ketm olunan nesne”ye derler. “‫“ ”ﺍﻛﻤﻪ‬anadan a‘mâ doğana” derler. “‫“ ”ﺑﺼﲑ‬görücü”. Ve “‫”ﻏﺪﻭﺓ‬

“salât-ı gadât ile tulû’-i şems mâ-beynine” deler. Ve “‫ ”ﺭﺍﻭﻭﻕ‬mısfât ya‘nî sûzegî ve “‫”ﺻﻢ‬

“‫”ﺍﺻﻢ‬ın cemî‘idir. “‫“ ”ﺍﺻﻢ‬kulağında şiddet ü salâbet olana” derler. “Sağır” ma‘nâsına.

Tercüme-i beyt:

432
“Eliyle saf şarab kadehini koyan herkes (dolduran) eğer elinde saf şarabın yansımasından kına oluşursa
gecenin karanlığında âlemi aydınlatan ışıklı avucunu kullanarak doğru yolu kaybetmez.”
433
“Dolunay onun bardağı, kendisi ise hilâlin çevrelediği güneş”
434
“Â’mâ birine gizlice gösterilse görür hâe gelir, şırıltısından sağır işitmeye başlardı.”

196
Zāhir olsa sırrı nâ-bînâya ol bînâ olur

Sem‘-i nâ-şinevâdan eyler reşhası def‘-i sımâm

Ya‘nî eğer bir sırr-ı şarâb-ı zāhir pesmânde-i şeb-i zülumât olan bir çeşm-i nâ-bînâyâ
zāhir olsa nûr-i zuhûr dîde-i köre ilkâ-yı nûr u basîr olduġu hâlde îsâl-i subh-i surûr edib nâil-i
devlet-i bînây eyler.

Ve musaffâtından tereşşuh eyleyân reşahâtının sadâ-yı hikmet-encâmı gûş-i asamdan


ref‘-i illet-i sımâm edib vâsıl-i sa‘âdet-şinâyı eyler.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺻﺪ ﺩﻳﺪﻩﺀ ﻛﻮﺭ ﺭﻭﺷﻨﺎﱙ ﻳﺎﺑﺪ‬ ‫ﭼﻮﻥ ﻣﻰ ﺻﻔﺖ ﺟﻠﻮﻩ ﳕﺎﱙ ﻳﺎﺑﺪ‬
435
‫ﺩﺭﮔﻮﺵ ﻛﺮ ﺍﺯ ﻛﺮﻯ ﺭﻫﺎﱙ ﻳﺎﺑﺪ‬ ‫ﻭﺭﺯﺍﻧﻜﻪ ﺭﺳﺪ ﺻﺪﺍﻯ ﭘﺎﻟﻮﺩﻥ ﺍﻭ‬
Ve murâd-ı Nâzım kuddise sırruh bu ola ki, eğer vech-i Hak ve Cemâl-i Mutlak’tan
dîde-i şuhûdu kör olan a‘mâ-yı mâder-zâdın dîde-i nâ-bînâsına yani çeşm-i dil bî-zıyâsına tûtiyâ-

yı: “‫ﻳﺒﺼﺮ‬ ‫”ﻛﻨﺖ ﻟﻪ ﺑﺼﺮﺍ ﻓﱮ‬436 İle sırr-ı şarâb-ı muhabbet-i zâtiyyeden bir nûr-i basīret cilveger olsa
elbette ol nûr-i mutlak ile bînâ ve kesrette şuhûd-i vahdete tuvânâ olub [13a] mecâlî-i halkıyyede
vech-i Hak’dan gayrı görmez ve merâtib-i takyîdiyyede Cemâl-i Mutlak’dan gayrı müşâhede
eylemez.

Ve mâsivâ-yı Hażret-i Zât’a ta‘alluk kederinden şarâb-ı muhabbet-i zâtıyyeyi pâk u


musaffâ eyleyen mısfât-ı nevâfil u riyâzât ve râvûk-i ferâiz ve mücâhedetten tereşşuh eyleyen
reşahât mey-i nâbın sadâ-yı hikmet-nisâbı istimâ‘-ı kelâm-ı Hak’tan bî-behre olan gûşe-ger-i aslî

ve asamm-i cibillîye ilkâ-yı kuvvet-i sem‘-ı hakîkî edib, “‫ﻳﺴﻤﻊ‬ ‫ﻛﻨﺖ ﻟﻪ ﲰﻌﺎ ﻓﱮ‬ ”437 sırrına

mahrem ve istimâ‘-ı esrâr-ı maârif-i ilâhiye ile hurrem ve muhterem eyler.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻫﺮﮔﺰ ﺍﻳﻦ ﺩﺭ ﺑﺮﻭﻯ ﻛﺲ ﺑﺴﺘﻪ ﻣﺒﺎﺩ‬ ‫ﻋﺸﻖ ﺁﻣﺪﻩ ﻭﺑﺮ ﻣﻦ ﺩﺭ ﺩﻭﻟﺖ ﺑﮕﺸﺎﺩ‬
435
“Şarab cilve göstericilik sıfatını kazanınca körün yüz aded gözü, aydınlık(görücülük) kazanır. Sağırın kulağı
sağırlıktan kurulur.”
436
“Gören gözü idim”
437
“İşiten kulağı idim”

197
438
‫ﻫﻢ ﺑﺎﺻﺮﻩ ﺭﺍ ﳌﻌﻪﺀ ﰉ ﻳﺒﺼﺮ ﺩﺍﺩ‬ ‫ﻫﻢ ﺳﺎﻣﻌﻪ ﺭﺍ ﻧﻮﺑﺖ ﰉ ﻳﺴﻤﻊ ﺯﺩ‬
XV. Beyt

439
‫ﻭﰱ ﺍﻟﺮﻛﺐ ﻣﻠﺴﻮﻉ ﳌﺎ ﺿﺮﻩ ﺍﻟﺴﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﺍﻥ ﺭﻛﺒﺎ ﳝﻤﻮﺍ ﺗﺮﺏ ﺍﺭﺿﻬﺎ‬

“ ‫ﻭﰱ ﺍﻟﺼﺤﺎﺡ ﻳﻘﺎﻝ ﻣﺮ ﺑﻨﺎ ﺭﺍﻛﺐ ﺍﺫﺍ ﻛﺎﻥ ﻋﻠﻰ ﺑﻌﲑ ﺧﺎﺻﺔ ﻓﺎﺫﺍ ﻛﺎﻥ ﻋﻠﻰ ﻓﺮﺱ ﻳﻘﺎﻝ ﻓﺎﺭﺱ ﻭﺍﺫﺍ ﻛﺎﻥ‬

‫ﻋﻠﻰ ﲪﺎﺭ ﻳﻘﺎﻝ ﲪﺎﺭ ﻭﺍﻟﺮﻛﺐ ﺍﺻﺤﺎﺏ ﺍﻻﺑﻞ ﰱ ﺍﻟﺴﻔﺮ ﺩﻭﻥ ﺍﻟﺪﻭﺍﺏ ﻭﻫﻢ ﺍﻟﻌﺸﺮﺓ ﻓﻤﺎ ﻓﻮﻗﻬﺎ ﻭﺍﻟﺮﻛﺒﺎﺏ ﺍﳉﻤﺎﻋﺘﻪ‬

‫ﻣﻨﻬﻢ ﻭﳝﻤﻪ ﺍﻯ ﻗﺼﺪﻩ ﺍﻟﺘﺮﺍﺏ ﺑﻀﻢ ﺍﻟﺘﺎﺀ ﻭﺍﻟﺘﻮﺭﺍﺏ ﻭﺍﻟﺘﻮﺭﺏ ﻭﺍﻟﺘﲑﺍﺏ ﻭﺍﻟﺘﺮﺑﺎﺀ ﺑﻔﺘﺢ ﺍﻟﺘﺎﺀ ﰱ ﺍﻻﺭﺑﻌﺔ ﻭﺍﻟﺘﺮﺏ ﻭﺍﻟﺘﺮﺑﺔ‬

‫”ﺑﺎﻟﻀﻢ ﻓﻴﻬﻤﺎ ﻛﻠﻪ ﲟﻌﲎ‬440

“‫ ”ﻣﻠﺴﻮﻉ‬İsm-i mef‘uldür. “‫ﻟﺪﻋﺘﻪ‬ ‫”ﻟﺴﻌﺘﻪ ﺍﻟﻌﻘﺮﺏ ﻭﺍﳊﻴﺔ ﻣﻦ ﺑﺎﺏ ﻗﻄﻊ ﺍﻯ‬ ya’ni “‫”ﻗﻄﻊ‬

bâbından “yılan yahut akreb soktu” demek olur. “‫ﻭﻣﻀﺮﺓ‬ ‫“ ”ﺿﺮﻩ ﺿﺮﺍ‬ziyan eyledi” ma‘nâsına ve

“‫ ”ﺳﻢ‬kâtil zehr ma‘nâsınadır.

Tercüme-i beyt:

Hâk-pûs arzına kasd eylese bir kârbân

İçlerinde mâr-ı güzîde olsa bula bi‘r-i tâm

Ya‘nî ol râh-ı nişîmen-i ferâhın sâha-i ‘inâyet mesâhasında gürûh-şütur süvârândan bir
cemâat arzuyu ziyâretine kasd u azîmet edib içlerinde bir mâr-ı güzîde ve zehr-i helâhil çeşîde
olsa hâsiyyet tiryâk-ı arz-ı tâkdan çâşnî-i şerbet helâk bâtıl u mazarrât-ı semmi kâtil bilkülliyye
mundefi‘ ve âtıl olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬
438
“Aşk geldi ve bana devlet(şans, nimet) kapısını açtı. Bu kapı asla kimsenin yüzüne kapanmasın. (Bu kapının
açılmasıyla) işitene “benimle işitir” davulu çaldı, hem de görene “benimle görür” parıltısı verdi.”
439
“Onun arzının toprağına bir kervan yönelse, o kervan içindeki yılan ısırmış birine zehir zarar vermezdi.”
440
“Sıhah’da denilir; hususi bir deve üzerinde olduġu zaman binici denir. At üzerinde olduġunda süvârî denilir. Eşek
üzerinde olduġunda hammâr (eşekci) denilir. Biniciler(süvariler) seferde yürüyenlerin dışında deve ashâbıdır. Ki
onlar on kişidir. Bunun üstünde değildir. Süvârilerden bir cemaat toprağı maksat edindiler, teyemmüm aldılar. tâ’nın
dammesiyle “‫ ”ﺍﻟﺘﺮﺍﺏ‬ve “” dördünde de ta’nın fethasıyla “‫ ”ﻭﺍﻟﺘﻮﺭﺍﺏ ﻭﺍﻟﺘﻮﺭﺏ ﻭﺍﻟﺘﲑﺍﺏ ﻭﺍﻟﺘﺮﺑﺎﺀ‬ikisinde de ta’nın dammesiyle
“‫ ”ﻭﺍﻟﺘﺮﺏ ﻭﺍﻟﺘﺮﺑﺔ‬tamamı bir ma’naya gelir.”

198
‫ﺭﻭﻳﺪ ﻛﻞ ﺭﲪﺖ ﺍﺯﺧﺲ ﻭﺣﺎﺷﺎ ﻛﺶ‬ ‫ﺑﺎﻏﻰ ﻛﻪ ﺑﻘﺼﺪ ﻣﻰ ﻧﺸﺎﱏ ﺗﺎﻛﺲ‬

‫ﺁﻥ ﺧﺎﻙ ﺩﻫﺪ ﺧﺎﺻﻴﺖ ﺗﺮ ﻳﺎﻛﺶ‬ ‫ﮔﺮ ﻣﺎﺭﮔﺰﻳﺪﻩ ﺑﮕﺬﺭﺩ ﺑﺮ ﺧﺎﻛﺶ‬


Murâd-ı Nâzım kuddise sirruh bu ola ki, eğer erbâb-ı irâdet ve muâhede ve ‘ilâve-i
riyâzat ve mücâhedeyi üştür-i nefse tahmîl ve süvâr ve sâlik râh-ı gerd-i kâr olan bir cemâat
devlet mendân-ı tarîkat ol bâde-i pür keyfiyetin türâb-ı arzına kasd-ı ziyâret ya‘nî zemîn-i
istidâdı magres-i tâk bâde-i muhabbet-i zât-ı pâk olan ârif ü âgâhın pîşgâh-ı himâyet-i dest-
gâhına kasd-ı ziyâret edib ve nîş-hurde-i akreb-i nefs ü hevâ vü zehr ceşîde-i ef‘îyi hubb-i dünyâ
olan bir merd-i zehr âlûd-i mücerred dem-i mürâfakat ve kadem-i müvâfakat ile içlerinde
mevcûd olsa elbette ol ârif u kâmilin mezâyâ-yı sohbet-i hakīkat şâmili ol merd-i mecrûhun
zevâyâ-yı dil-i meşrûhuna sirâyet ile def‘-i mazarrat semm-i kâtile tiryâk-ı ekber belki ondan
nâfi‘-ter olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺗﺎﺳﺮﺩﺍﺭﻯ ﺳﺮ ﻣﻜﺶ ﺍﺯﺧﺪ ﻣﺘﺸﺎﻥ‬ ‫ﻗﻮﻣﻰ ﻛﻪ ﺣﻖ ﺍﺳﺖ ﻗﺒﻠﻪﺀ ﳘﺖ ﺷﺎﻥ‬


441
‫ﺣﺎﺻﻴﺖ ﺗﺮﻳﺎﻕ ﺩﻫﺪ ﺻﺤﺒﺖ ﺷﺎﻥ‬ ‫ﺁﻧﺮﺍ ﻛﻪ ﭼﺸﻴﺪ ﺯﻫﺮ ﺍﻓﺎﺕ ﺯﺩﻫﺮ‬
XVI. Beyt:

442
‫ﻭﻟﻮ ﺭﺳﻢ ﺍﻟﺮﺍﻗﻰ ﺣﺮﻭﻕ ﺍﲰﻬﺎ ﻋﻠﻰ ﺟﺒﲔ ﻣﺼﺎﺏ ﺟﻦ ﺍﺑﺮﺃﻩ ﺍﻟﺮﺳﻢ‬

“‫“ ”ﺭﺳﻢ‬yazmak” ma‘nâsına “‫ﺭﺍﻕ‬ ‫”ﻭﺭﻗﺎﻩ ﺭﻗﻴﺔ ﻓﻬﻮ‬, “duâ” ve “efsûn” ma‘nâsına, “‫”ﺭﺍﻗﻰ‬

“duâ ve efsun okuyucu” ma‘nâsına, “‫“ ”ﺟﺒﲔ‬cebhe” yani alın “‫“ ”ﻣﺼﺎﺏ‬isâbet olunmuş” ya‘nî

musîbet erişmiş, “‫ﺟﻨﻮﻧﺎ‬ ‫”ﺟﺒﲔ ﺍﻟﺮﺟﻞ‬ yani, “Cin tutdu” demek olur ki, musâb ve mecnûn ve

mesrû‘ ma‘nâsınadır. “‫“ ”ﺑﺮﺀ‬şifâ” ve “hasta” iyi olmak, “‫“ ”ﺍﺑﺮﺍﺀ‬hastayı iyi etmek” ma‘nâsınadır.

Tercüme-i beyt:

441
“Himmet kıbleleri Hak olan bir kavmin hizmetinden kendini uzak tutma. Zamandan âfetlerinin zehrini içen
kişiye onların sohbeti ilaç tesiri yapar.”
442
“Büyücü, adının harflerini mecnunlaşan birinin alnına yazsa, bu resim onu iyileştirirdi.”

199
Cebhe-i mecnûna râkî ger hurûf-i ismini
Yazsa cinnetten halâs olub ola akla makām

Ya‘nî ta‘viz-nüvis ve efsun-nigâr-ı hurûf-nâm bâde-i hoş-güvârı nakş-ı bî-şânî-i


mecnûn bî-karâr eylese ol resm-i pür hasıyyet kasd-ı kemend-i cinnet edib ol bî-âkil ve derd-
mendi ferzâne ve hûş-mend eyler. [14a]

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﲤﻴﻴﺰ ﻭﺧﺮﺩ ﻫﺰﺍﺭ ﺭﭼﻨﺪﺍﻥ ﻛﺮﺩﺩ‬ ‫ﺯﺍﻥ ﻣﻰ ﺩﻭﻛﺶ ﻛﻪ ﻃﺒﻊ ﺧﻨﺪﺍﻥ ﻛﺮﺩﺩ‬
443
‫ﻛﺮﻧﻘﺶ ﻛﲎ ﺯﻫﻮ ﴰﻨﺪﺍﻥ ﻛﺮﺩﺩ‬ ‫ﺑﺮﺟﺒﻬﻪﺀ ﺩﻳﻮﺍﻧﻪ ﺯﻧﺎﻣﺶ ﺣﺮﰱ‬
Murâd-ı Nâzım kuddise sirruh bu ola ki, rukye-dân-ı mecnûnân-ı nefs u hevâ ve efsûn-
hân mesrû‘ân-ı muhabbet-i dünyâ olan ârif u vâsıl ve mürşid-i kâmil tefasîl-i simât bâde-i ‘aşk-ı
ezelî ve ‘alâmât-i şerâb-ı muhabbet lem-yezelîyi kalem-i rüşd ve sedâd ya‘nî zebân-ı nasîhat ve
irşâd ile giriftâr-ı kemend-i nefs ü hevâ ve şikâr-ı dam-ı muhabbet-i dünyâ olan masrû‘ ve
mecnûnun cebîn-i derûn isti‘dâd-nümûnuna nakş ü nikâr ya‘nî sahîfe-i hayâl ve rûz-nâme
imâline tahrîr ve tekrâr eylese bi-eyyi hâl ‘illet-i cünûn nefs u hevâ ve âfet-i sarîh muhabbet-i
dünyâdan rehâ ve dâhil-i bezm-i ulü’n-nühâ olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺑﺮﺧﻮﺩ ﺩﺭﺗﺰﻭﻳﺮ ﻭﺭﻳﺎ ﺩﺭﺑﺴﺘﻨﺪ‬ ‫ﺍﻥ ﻗﻮﻡ ﻛﻪ ﺑﺎﻋﺸﻖ ﻭﻭﻻﭘﻴﻮﺳﺘﻨﺪ‬

‫ﻭﺯﻛﺸﻤﺶ ﺣﺮﺹ ﻭﻫﻮﺍ ﻭﺍﺭﺳﺘﻨﺪ‬ ‫ﺩﺭﺯﺍﻭﻳﻪﺀ ﺻﺪﻕ ﻭﺻﻔﺎ ﻧﻴﺸﺘﻨﺪ‬


XVII. Beyt:

444
‫ﻻﺳﻜﺮ ﻣﻦ ﲢﺖ ﺍﻟﻠﻮﺍ ﺫﻟﻚ ﺍﻟﺮﻗﻢ‬ ‫ﻭﻓﻮﻕ ﻟﻮﺍﺀ ﺍﳉﻴﺶ ﻟﻮﺭﻗﻢ ﺍﲰﻬﺎ‬

“‫“ ”ﻓﻮﻕ‬üst” “‫“ ”ﻟﻮﺍ‬sancâk” “‫“ ”ﺟﻴﺶ‬asker”, “‫“ ”ﺭﻗﻢ‬yazmak” “‫“ ”ﲢﺖ‬alt” ma‘nâsınadır.

Tercüme-i beyt:

443
“Öyle bir şaraptan iç ki, seni mutlu etsin. Akıl ve iz’ânı kat kat artırsın. Bir dîvânenin alnına isminden bir harf
bile yazsan, o akıllılardan olur hemen.”
444
“O’nun ismi ordunun sancağına işlense, bu nişan sancak altındakileri sarhoş ederdi.”

200
Safha-i levh-i ‘alem üzere yazılsa ism-i mey
Sâye-i nahl-i ‘alemde mest olur ceyş-i ızâm

Ya‘nî eğer ism u sıfat ol mey-i tâb-dâr-i nigâşte-i firâz ‘alem-i sipâhî-i bisyâr kılınsa
elbette ol rakam-ı hûş-rubâ sâye-nişîn-i ‘alem-i bâlâ olanları mest u şeydâ eyler.

Pes “‫”ﺟﻴﺶ‬ten murâd “gürûh-i mürîdân” ve “cemâ‘at-ı müste‘idân” ola. Ve “‫”ﻟﻮﺍ‬dan

murâd “mürşid-i kâmil” olan merd-i sāhib-dildir ki, mânend-i ‘alem uluvv-i makām-ı rüşd ve
sedâdda sâbit-kadem ve sümüvv-i rütbe-i hidâyet ve irşâdda râsih-demdir.
Pes mazhar-ı tecellî-i zâtî-i ihtisāsı olmak i‘tibârıyla eğer menşe-i takdîr-i levha-i cebîn-
i rûhâniyyesine sıfât-ı şarâb-ı muhabbet-i zâtiyyeyi tahrîr etseler elbette ol merd-i hakīkat-
mendin sâye-i himmet u zill-i terbiyyetinde olan mürîdân-ı müste‘iddân vahşet-âbâd-ı hestîden
rehâ ve makām-nistîde ser-mest ü şeydâ olurlar. Ya‘nî mazhar-ı tecellî-i zât olan âyine-i kalb-i
mürşide mukâbil ve müteveccih olan kulûb-i mürîdân u müste‘iddân in’ikâs-ı envâr-ı tecellî-i
zâtiden dirahşân ve bâde-i muhabbet-i zâtiyyeden mest u hayrân olurlar.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻳﺎﺭﻯ ﻛﻪ ﺑﺪﻳﺪﺍﺭ ﻭﻯ ﺍﺯﺩﺳﺖ ﺷﻮﻯ ﺍﻥ ﺑﻪ ﻛﻪ ﭘﺰﻳﺮ ﭘﺎﻯ ﺍﻭﭘﺴﺖ ﺷﻮﻯ‬

‫ﻛﺮﻣﻰ ﳔﻮﺭﻯ ﺯﺟﺎﻡ ﻟﻌﻠﺶ ﺑﺎﺭﻯ ﺍﺯﺷﻴﻮﻩﺀ ﭼﺸﻢ ﻣﺴﺖ ﺍﻭﻣﺴﺖ ﺷﻮﻯ‬
XVIII. Beyt:

445
‫ﺎ ﻟﻄﺮﻳﻖ ﺍﻟﻌﺰﻡ ﻣﻦ ﻻﻟﻪ ﻋﺰﻡ‬ ‫ﺬﺏ ﺍﺧﻼﻕ ﺍﻟﻨﺪﺍﻣﻰ ﻓﻴﻬﺘﺪﻯ‬
XIX. Beyt:

446
‫ﻭﻳﻌﻠﻢ ﻋﻨﺪ ﺍﻟﻐﻴﻆ ﻣﻦ ﻻﻟﻪ ﺣﻠﻢ‬ ‫ﻭﻳﻜﺮﻡ ﻣﻦ ﻻﻳﻌﺮﻑ ﺍﳉﻮﺩ ﻛﻔﻪ‬

“‫ ”ﺧﻠﻖ‬nefsde mebde-i südûr, ef‘âl-i hasene ve seyyie olan hey’et-i râsihadan ‘ibârettir.

Ve “‫ ”ﺍﺧﻼﻕ‬onun cemîidir. Ve tehzîb-i ahlâk ahlâk-ı seyyieyi ahlâk-ı haseneye tebdîlden

‘ibâretdir. Ya‘nî tehzîb-i ahlâk yaramaz huylarını iyi huylara tebdîl ve cemî-i huylarını pâk
445
“O dostların ahlakını güzelleştirir ve kararsız olanlar onunla kararlılık yolunu bulur.”
446
“Eli hiç cebine gitmeyen kimse onunla cömertleşir. Hiç yumuşak davranmayı bilmeyen kimse de öfke ânında
onunla yumuşak davranır.”

201
etmek ma‘nâsınadır. Ve “‫ ”ﻋﺰﻡ‬cemî-i kuvâ-yı zāhiriyye ve bâtınıyye ile cânib-i matlûba

teveccühden ‘ibâretdir. Ve “‫“ ”ﻛﺮﻡ‬iyilik ve ihsân” ma‘nâsına. Ve “‫“ ”ﺟﻮﺩ‬civanmerdlik, sehâ”

gibi. Ve hilm vakâr ve sükûn ve yavaşlık ve ukûbet etmek istedikte terk-i acele etmek ve “‫”ﻏﻴﻆ‬

“hışm ve gadab” ma‘nâsınadır.


Tercüme-i beyt:

Eyler ahlâk-ı nedîmânı mühezzeb yol bulur


Râh-ı azmi bilmeyen bâ-cehd eder azm-i merâm

Tercüme-i beyt:

Hem sehâ bilmez kişi ânın ile olur kerîm


Hem halîm olur ânın ile gazâb olan li‘âm

Ya‘nî ol bâde-i hidâyet pîra ‘azm-i tarîk-i menâbe merkeb-i irâdeti ıstabl-ı gaflette pâ-yı
pest ve ‘inân-ı ‘azîmeti süst ü şikest olan nedîmân mahfel-i mürşid-i kâmil ve harîfân-ı meclis-i
sāhib dillerin sıfât-ı zemîmelerin hamîdeye tebdîl ve müzekkî edip azm-i tarîk-i matlûba hâdî ve
rehnümâ olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﭘﺎﻛﻴﺰﻩ ﻛﻨﺪ ﺳﲑﺕ ﻣﻴﺨﻮﺍﺭﺍﻧﺮﺍ‬ ‫ﻣﻰ ﻧﻴﻚ ﻛﻨﺪ ﺧﻮﻯ ﺩﻝ ﺍﺯﺍﺭﺍﻧﺮﺍ‬

‫ﺩﺭ ﺟﺴﱳ ﻣﻄﻠﻮﺏ ﻃﻠﺒﻜﺎﺭ ﺍﻧﺮﺍ‬ ‫ﺭﺍﻫﻰ ﺑﻨﻤﺎﻳﺪ ﺑﺴﻮﻯ ﻋﺰﻡ ﺩﺭﺳﺖ‬
Ve dest-i himmeti âşinâ-yı cûd ve sehâ ve keff-i kifâyeti âşinâ-yı bahr-ı atâ olmayan
bahîl ve leîm ol bâde-i kerâmet-şemîm sebebiyle sahî ve kerîm olur. Ve âteş-i hışm u gazab-ı
tâm ile hânümân-ı sûz-i kulûb-i enâm olan gazûb ve bî-ârâm ol mey-i gül-fâm-ı muhabbet-i
nizâm hasebiyle beyne’l-verâ [15a] halîm ve nîk-nâm olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ ﺫﻭﻗﺎ ﻓﻴﺘﲔ‬

‫ﺍﺯﺟﻮﺩﺕ ﻣﻰ ﺟﻮﺩ ﻭﻛﺮﻡ ﺍﻣﻮﺯﺩ‬ ‫ﻣﻨﺠﻠﻰ ﻛﻪ ﺷﺐ ﻭﺭﻭﺯ ﺩﺭﻡ ﺍﻧﺪ ﻭﺯﺩ‬

202
447
‫ﻛﻰ ﻧﺎﺋﺮﻩﺀ ﻇﻠﻢ ﻭﺷﺘﻢ ﺑﻔﺮﻭﺯﺩ‬ ‫ﻭﺍﻧﺮﺍ ﻛﻪ ﻧﺸﺴﺖ ﺯﺍﺏ ﻣﻰ ﺍﺗﺶ ﺧﺸﻤﺶ‬
Pes tehzîb-i ahlâk ve tahsîn-i sıfât ya hüsn-i âdet iledir ki, vâsıta-i hüsn-i terbiyet-i ebrâr
ve mülâzemet-i sohbet-i ahyâr ile nükûş-i âsâr-ı hayr-ı sâlikînde nakş-ı nikâr ve tekerrür-i
müşâhede ile heyât-ı ahlâk-ı hasene nefsinde râsih ve eşkâr olub urûk-i sıfât-ı zemîme veren
ahlâk-ı seyyie ondan müste‘sıl ve târumâr olur.

Yahut nûr-i akl-ı beşer ki mümeyyiz-i meyân-ı hayr ve şerdir. Ahlâk-ı haseneye ihtidâ
ve dil-i sâlikte irâdeti hüveydâ olub tekrâr-ı tasavvur ile ‘amel-i mûcib-i seyyiât-ı mutasavvıraya
mümâreset hasebiyle nefisde ahlâk-ı hasene ve sıfât-ı hamîde peydâ olur. Yâhud nûr-i îmân
âhirete îmân ve i‘tikâd cihetiyle ahlâk-ı hasene râfi-i derecât sevâb ve ahlâk-ı seyyie hâfiz-i
derekât-ı ‘ikâb olduġun dil-i sâlikde nümâyân edib dil-i sâlik harîs-i hayr u şerden münzecir olub
vâsıta-i müvâzabet ile iktisâb hayr u ictinâb-ı şerden nefsde melekât-ı ahlâk-ı hamîde hâsıl ve
sıfât-ı zemîme zâil olur.

Yahut nûr-i tevhîd ki, sâlik mazhar-ı tecellî-i zât olub kendiden fânî hakkıyla bâkī
oldukda dili, arş-ı zât ve nefsi, mazhar-ı sıfât olur. Bahr-i zâttan cedâvil-i nu‘ût ve sıfât mecâri-i
sıfât-ı sâlikte cereyân edib ahlâk-ı ilâhiyye ile mutehallık ve mutehakkık olur.

Pes bu mertebeden ber-ter bir mertebe-i bâlâ-ter yoktur ki, bu menzilet bi’l-asâlat ve’l-
cem‘iyyet Cenâb-ı Mahbûb-i Rabb-i İzzet aleyhissalât vettehiyyât Hażretleri’nindir. Ol ecilden

“‫ﻢ‬
ٍ ‫ﻈﻴ‬‫ﻋ‬ ‫ﻠﹸ ٍﻖ‬‫ﻌﻠٰﻰ ﺧ‬ ‫ﻚ ﹶﻟ‬
 ‫ﻧ‬‫ﻭِﺍ‬ ” [“Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem 68/4)] hitâb-ı müstetâbıyla
muhâtab oldu. Ve ondan sonra bi’t-tebe‘iyye bi-haseb-i münâsebet, akrab-ı havâss-ı ümmet
herkes isti‘dâdınca sıfât-ı ilâhiyye ile tahalluk ve tahakkuk eder. Ve denilirse ki:
“-Bu mutehallıklar ile sâir mutehallikâtın beyninde fark nedir?”

Cevâb verilir ki:

“Ol mütehallıkân-ı sâirenin hakâyık-ı ahlâkdan nasîbi âsâr u rüsûmdan gayrı değildir.
Ve hakâyık-ı ahlâkdan bazıyla mutehallık olur. Mutehakkık olmaz. Ammâ mutehallık-ı
muvahhid cemî-‘i hakâyık-ı ahlâk ile mutehallık ve mutehakkık olur.”

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

447
“Gece gündüz direm biriktiren kişinin şarabın ve kerem âşikârdır. Kızgınlık ateşi şarapla sönmüş olan kimse
zulüm ve sitem ateşini nasıl yakabilir?”

203
‫ﻋﺸﻖ ﺗﻮﺯﺗﺎﺏ ﺷﻮﻕ ﺑﻜﺪﺍﺧﺖ ﻣﺮﺍ ﻭﺯﲨﻠﻪ ﺻﻔﺎﺕ ﻣﻦ ﺑﱪﺩﺍﺧﺖ ﻣﺮﺍ‬

‫ﭘﺲ ﺧﻠﻌﺖ ﺍﺯﺻﻔﺎﺕ ﺧﻮﺩ ﺳﺎﺧﺖ ﻣﺮﺍ ﺯﺍﻥ ﺧﻠﻌﺖ ﺩﻟﻨﻮﺍﺯ ﻧﺒﻮﺍﺧﺖ ﻣﺮﺍ‬
XX. Beyt:

448
‫ﻻﻛﺴﺒﻪ ﻣﻌﲎ ﴰﺎﺋﻠﻬﺎ ﺍﻟﻠﺜﻢ‬ ‫ﻭﻟﻮ ﻧﺎﻝ ﻓﺪﻡ ﺍﻟﻘﻮﻡ ﻟﺜﻢ ﻓﺪﺍﻣﻬﺎ‬

“‫ ”ﺍﺻﺎﺏ“ ”ﻧﺎﻝ‬ya‘nî “bulmak” ve “yetişmek” ma‘nâsına ve “‫“ ”ﻓﺪﻡ‬gabî” ve “sakîl” ve

“‫“ ”ﻟﺜﻢ‬öpmek” ma‘nâsına ve “‫“ ”ﻓﺪﺍﻡ‬ıbrık içinde olan süzülsün için ağzına koydukları süzeği”

ma‘nâsına “‫ ”ﻓﺪﺍﻡ‬dahî feth-i fâ ve teşdîd ile ol ma‘nâyadır. Ve “‫”ﴰﺎﻝ“ ”ﴰﺎﺋﻞ‬in cemîidir “hulk”

ma‘nâsına ve “‫”ﻧﺎﻝ‬nin fâili “‫ ”ﻓﺪﻡ‬mefûl-i “‫ ”ﻟﺜﻢ‬olmak da câizdir. Akside câizdir. Ve “‫”ﺍﻛﺴﺐ‬nin

fâili “‫ ”ﺍﻟﻠﺜﻢ‬ve “‫ ”ﻓﺪﺍﻡ‬zamîr-i mefûl-i evveli ve “‫ﴰﺎﺋﻠﻬﺎ‬ ‫ ”ﻣﻌﲎ‬mefûl-i sânîsidir.

Tercüme-i beyt:

Ger sürâhî süzgüsün bûs etse bir bedhû-yı gabî


Kesb eder hulk-ı hasen bulur onunla ihtirâm

Ya‘nî eğer bir kavim içinde belâdet ve nâ-dânî ve gabâvet ve girân-ı cânî ile müştehir
olan bir şahs-ı bed-hûy ve gabî ol bâde-i berîkın sarâhı ve dehen-i ıbrığında ta‘biyye olunan
süzgünün telsîm ve takbîline nâil olsa elbette ol takbîl sebebiyle ol şahısda ahlâk-ı hamîde ve
evsâf-ı pesendîde hâsıl olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻭﺯﺟﻬﻞ ﻃﺮﻳﻖ ﺗﻮﺑﻪ ﻛﺎﺭﺍﻥ ﻛﲑﺩ‬ ‫ﺍﻥ ﺳﺎﺩﻩ ﻛﻪ ﺭﺍﻩ ﻫﻮ ﺷﻴﺎﺭﺍﻥ ﻛﲑﺩ‬

‫ﺳﺮﭘﻮﺵ ﺳﺒﻮﻯ ﻣﻰ ﺍﻛﺮ ﺑﻮﺳﻪ ﺯﻧﺪ ﺣﺎﺻﻴﺖ ﺧﻮﻯ ﻣﻰ ﻛﺴﺎﺭﺍﻥ ﻛﲑﺩ‬

Pes “‫”ﻓﺪﻡ‬den murâd-ı şerîfleri bir mürîddir ki, fıtrat-ı aslîsinde isti‘dâd-ı ma‘rifet ve

kābiliyet-i muhabbet olduġu hasebiyle eğerçi kavm-i sûfiyyeye intisâb etmiş ammâ henüz ol

448
“Kavmin aptalı onun kapağını öpebilseydi, bu öpüş ona güzelliğinden bir şeyle kazandırırdı.”

204
ma‘rifet ve muhabbet kuvveden fi‘ile ve butûndan zuhûra gelmediğinden cehl-i belâdet ve siklet

ve gabâvet ile mevsûm eylemiş ve “‫” ام‬dan murâd dehân bend-i muhabbet ve ser-pûş sırr-ı

ma‘rifet olan şol ârif-i kâmil ve mürşid-i [16a] mükemmildir ki, hakâyık-ı muhabbet ve dekâyık-
ı ma‘rifetten isti‘dâdı olanlara isti‘dâdına göre bezl u atâ ve nâ-sezâ olanlardan ketm u ihfâ eyler.

Pes esrâr-ı muhabbet ve envâr-ı ma‘rifet henüz kendide zuhûr etmiyen bir tâlib-i
müste‘id ol ser-pûş-i sebû-yi ‘aşk u ma‘rifet olan ârif-i kâmilin şeref-yâbûsıyla müşerref ve
müste‘id olsa ol kâmilin yümn-i hizmet ve bereket sohbetiyle isti‘dâdından bilkuvve olan esrâr-ı
muhabbet ve envâr-ı ma‘rifet fiile gelib mükteseb-i ahlâk-ı hamîde ve münteseb-i evsâf-ı
pesendîde olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ ﺫﻭﻗﺎ ﻓﻴﺘﲔ‬

‫ﻭﺍﻛﻦ ﺯﺭﻩ ﻭﺭﺳﻢ ﻫﻮﺳﻨﺎﻛﺎﻥ ﺧﻮﻯ‬ ‫ﺍﻯ ﺩﻝ ﻛﻢ ﺯﻏﺎﻓﻼﻥ ﰉ ﭘﺎﻛﺎﻥ ﻛﻮﻯ‬

‫ﺎﺭ ﻣﺘﺎﺏ ﺍﺯﻗﺪﻡ ﭘﺎﻛﺎﻥ ﺭﻭﻯ‬‫ﺯ‬ ‫ﺧﻮﺍﻫﻰ ﻛﻪ ﺯﺍﻻﻳﺶ ﺧﻮﺩ ﭘﺎﻙ ﺷﻮﻯ‬
XXI. Beyt:

449
‫ﺧﺒﲑ ﺍﺟﻞ ﻋﻨﺪﻯ ﺑﺎﻭﺻﺎﻓﻬﺎ ﻋﻠﻢ‬ ‫ﻳﻘﻮﻟﻮﻥ ﱃ ﺻﻔﻬﺎ ﻭﺍﻧﺖ ﺑﻮﺻﻔﻬﺎ‬
XXII. Beyt:

450
‫ﻭﻧﻮﺭ ﻭﻻﻧﺎﺭ ﻭﺭﻭﺡ ﻭﻻﺟﺴﻢ‬ ‫ﺻﻔﺄ ﻭﻻﻣﺎﺀ ﻭﻟﻄﻒ ﻭﻻﻫﻮﻯ‬

“‫ ”ﺍﺟﻞ‬hurûf-ı tasdîkdendir. “‫ ”ﻧﻌﻢ‬ma‘nâsına “‫ ”ﻻﻣﺎﺀ‬ve ehavâtında olan “‫”ﻟﻴﺲ“ ”ﻻ‬ye

müşâbih olan “‫”ﻻ‬dır ki, haberleri mahzûfdur. Takdirleri “ ‫ﺍﳌﺪﺍﻣﺔ ﺻﻔﺎﺀ ﻭﻟﻴﺲ ﻫﻨﺎﻙ ﻣﺎﺀ ﻓﻼ ﻳﻜﻮﻥ ﺫﻟﻚ‬

‫ﺍﻟﺼﻔﺎ ﺻﻔﺎﺀ ﺍﳌﺎﺀ ﻭﻫﻰ ﻟﻄﻒ ﻭﻟﻴﺲ ﻫﻨﺎﻙ ﻫﻮﺍﺀ ﻓﻼﻳﻜﻮﻥ ﺫﻟﻚ ﻟﻄﻒ ﺍﳍﻮﺍﺀ ﻭﻫﻰ ﻧﻮﺭ ﻭﻟﻴﺲ ﻫﻨﺎﻙ ﻧﺎﺭ ﻓﻼ ﻳﻜﻮﻥ‬

‫”ﺫﻟﻚ ﺍﻟﻨﻮﺭ ﻧﻮﺭ ﺍﻟﻨﺎﺭ ﻭﻫﻰ ﺭﻭﺡ ﻭﻟﻴﺲ ﻫﻨﺎﻙ ﺟﺴﻢ ﻓﻼﻳﻜﻮﻥ ﺭﻭﺣﺎ ﻣﺘﻌﻠﻘﺎ ﺑﺎﳉﺴﻢ‬451

449
“Bana, bize onu anlar çünkü sen biliyorsun, diyorlar. Evet ben onun vasıfları hakkında bilgi sāhibiyim.”
450
“Saftır ama su değil, lâtiftir ama hava değil, nûrdur ama ateş değil, rûhtur ama cisim değildir.”
451
[Müdâme saf ve duru olandır. Burada su değidir. Bu safâ suyun duruluğuyla olmaz. O bir lütuftur. Ve burada
hava değildir. Bu lütuf hava olamaz. Ve o nurdur. Burada ateş değildir. Bu nûr ateşin nuruyla olmaz. Ve o ruhtur.

205
Ve “‫ ” اء‬medd iledir. Zarûret-i vezn için kasır olunmuştur.

Tercüme-i beyt:

Sen habîrsin dediler vasf et bize ol bâdeyi


Ben dedim gerçek onun vasfını ettim iltizâm

Tercüme-i beyt:

Âbı yok sâfî safâdır hem latīfdir bî-hevâ


Nârı yok bir nûrdur bî-cism rûh-i müstedâm

Ya‘nî Tâlibân-ı müste‘idân u mürîdân-ı müsterşidân ebyât-ı sâbikada havâssını şerh u


‘ıyân eylediğin bâdenin bir miktar dahî vasf-ı hâssını ve sıfat-ı ihtisāsını tahrîr ve beyân eyle ki,
teskîn-dih-i âteş-i ‘atş-ı tân-nâk ve fehmimiz resîde-i sırr-ı hadd-i idrâk ola.

Zîrâ sen ol bâde-i pür te’sîrin evsâfına “kemâ hiye” dânâ ve habîr “kemâ yenbağî” ve
tüvânâ ve kadirsin dediler. Ben dahî onları tasdîk edip gerçi ben ki, pîr-i meyhâne-i ‘aşk u velâ
ve mîr-i harâbât fakr u fenâyım ol bâde-i bî-bahânın havassına şinâsân ve evsâfına dânâ ve
gûyâyım ki, ânın vasfından gayrı pîşem ve şerh u bastından özge-endîşem yoktur dedim.

Pes ol mey ayn-ı safâdır. Ammâ safâ-yı âb gibi değildir ki, gubâr ile kudûret-gîr ve
heme-i letāfetdir. Lâkin letāfet-i hevâ gibi değildir ki, buhâr ile kesâfet pezîr ola. Kezâlik ol mey-
i pür-şu‘ûr ayn-ı nûrdur. Ammâ nûr-i âteş gibi değildir ki, zulümât-ı duhân ile âmihte ve heme-i
cândır. Lâkin cân-ı ebdân gibi değildir ki, cisme âvihte ola.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺍﻳﺶ ﻧﺘﻮﺍﻥ ﻛﻔﺖ ﻭﱃ ﲨﻠﻪ ﺻﻔﺎﺳﺖ‬ ‫ﺑﺎﻟﻄﻒ ﻫﻮﺍﺳﺖ ﻣﻰ ﻭﻟﻜﻦ ﻧﻪ ﻫﻮﺍﺳﺖ‬

‫ﺭﻭﺣﺴﺖ ﻭﱃ ﺯﻇﻠﻤﺖ ﺟﺴﻢ ﺟﺪﺍﺳﺖ‬ ‫ﺑﺎﺷﺪ ﳘﻪ ﺭﻭﺷﲎ ﻭﱃ ﺍﺗﺶ ﻧﻴﺴﺖ‬


Ya‘nî ol mey-i pür-safâ, safvet-nümâ-yı vahdetdir ki, safâ-yı âb gibi gubâr-ı kesret ile
kudûret-gîr olmaz. Ve bir lütf-i letāfet bahşâ-yı hakīkatdir ki, letāfet-i hevâ gibi buhâr-ı sivâ-yı
mecâz ile kesâfet-pezîr olmaz. Ve bir nûr-i ziyâ bahşâ-yı ma‘rifettir ki, nûr-i nâr gibi zulümât-ı

Burada cism değildir. Cisme müteallikan ruh olmaz.]

206
duhân-ı cehille âmihte olmaz. Ve bir rûh-i mücerred yani bir cevher-i ferd-i hikmetdir ki, rûh-i
ebdân gibi ihtiyâcı hayyiz imkân ile cisme âvihte olmaz.

Pes ma‘rifet-i hakâyık-ı mücerrede-i basîta tecerrüd ve besâteti i‘tibârıyla müteazzirdir.


Zîrâ bizim hakâyık-ı eşyâyı idrâkimiz yalnız ne bizim hakâyık-ı mevcûde-i basîtamız
itibarıyladır. Ve ne vücûd i‘tibârıyladır. Belki bizim hakâyıkımız vücûde ve tevâbi‘-i vücûd olan
hayât ve ‘ilm ve irâdet misillülerine ittisâf i‘tibârıyla ve müdrik ile müdrikâtın beyninde canla
tenin irtifâı itibârıyladır. Pes ol ma‘rifet-i cânib müdrikden kesretsiz mutehakkık olmaz. Zîrâ

kavâid-i mukarreredendir ki: “‫ﻭﺍﻟﺒﺴﻴﻂ‬ ‫”ﺍﻟﻮﺍﺣﺪ ﻭﺍﻟﺒﺴﻴﻂ ﻻﻳﺪﺭﻛﻪ ﺍﻻ ﺍﻟﻮﺍﺣﺪ‬452


Pes hakīkat-i insâniyye vücûd u tevâbi‘-i vücûd ile muttasıf ve mutehakkık olmayıb ve
hakâyık ile beynehumâdan mevâni‘-i hacb-i kesret murtefi‘ olmasa sırr-ı vahdet-i hakīkate yol
bulub hakâyık-ı mücerredeye ârif ve âgâh olamaz. Meğer [17a] ol hakīkatin sıfât ve avârızına
ârif ola.

Pes Şeyh Nâzım Kuddise sirruh dahî hikâyet-i suâl-i mürîdân ve müstefîdânda “ ‫ﻭﺍﻧﺖ‬

‫ ”ﺑﻮﺻﻔﻬﺎ ﺧﺒﲑ‬deyib “‫ﺎ ﺧﺒﲑ‬ ‫ ”ﻭﺍﻧﺖ‬demediği ol ecildendir. Zîrâ henüz hikem-i neseb-i kevniyye
ve sıfât-ı takyîdiyye kendilerden mürtefi‘ olmayan mürîdân ve müstefîdâna nisbetle hakâyık-ı
mücerredeyi ma‘rifet ve idrâk müteazzirdir. Ammâ hikem-i neseb-i kevniyye ve sıfât-ı
takyîdiyye kendilerden murtefi olan ârif ve âgâh nisbetle hakâyık-ı mücerredeyi idrak müteazzir

değildir. Zîrâ netice-i kurb-i nevâfilde: “‫ﻭﺑﺼﺮﻩ‬ ‫”ﻛﻨﺖ ﲰﻌﻪ‬453 makāmına vâsıl yahut netice-i kurb-i

ferâizde: “‫ﲪﺪﻩ‬ ‫”ﺍﻥ ﺍﷲ ﻗﺎﻝ ﻋﻠﻰ ﻟﺴﺎﻥ ﻋﺒﺪﻩ ﲰﻊ ﺍﷲ ﳌﻦ‬454 bezmine mutevâsıl olmuşdur. Ve hikâyet-i

cevâbda: “‫ﺎ‬ ‫ﻋﻨﺪﻯ‬ ‫”ﺍﺟﻞ‬455 demeyib “‫”ﺑﺎﻭﺻﺎﻓﻬﺎ‬456 dediği mutâbakat-ı suâl ve cevâb içindir. Yoksa
kurb-i nevâfilde Hakk Celle ve Alâ bir ‘abdin ki âlet-i idrâki ola. Yâhud kurb-i ferâizde aksi
ya‘nî ‘abd âlet-i idrâk-i Hak ola. Ol ‘abdin hakâyık-ı mücerrede-i basîtayı idrâki müteazzir ve
memnû‘ değildir.

452
“Vâhid ve basîti ancak vâhid ve basît idrak eder.”
453
“Gözü ve kulağı idim.”
454
[Allah kul lisanıyla şöyle dedi: “Hamdedeni Allah İşitti.”]
455
“Evet, yanımda”
456
“Vasıflarıyla birlikte”

207
‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻋﻠﻢ ﻭﻋﻤﻠﺖ ﺑﻮﺩ ﳘﻪ ﻧﻘﺺ ﻭﺣﻠﻞ‬ ‫ﺍﻯ ﻛﺮﺩﻩ ﲞﻮﺩ ﺍﺿﺎﻓﺖ ﻋﻠﻢ ﻭﻋﻤﻞ‬

‫ﻫﺮﻧﻜﺘﻪﺀ ﻣﺸﻜﻞ ﻛﻪ ﺑﻮﺩ ﻛﺮﺩ ﺩﺣﻞ‬ ‫ﭼﻮﻥ ﺣﻖ ﺑﺘﻮﺩ ﺍﻧﻨﺪﻩ ﺑﻮﺩ ﻳﺎﺗﻮﲝﻖ‬
XXIII. Beyt:

457
‫ﻓﻴﺤﺴﻦ ﻓﻴﻬﺎ ﻣﻨﻬﻢ ﺍﻟﻨﺜﺮ ﻭﺍﻟﻨﻈﻢ‬ ‫ﺪﻯ ﺍﻟﻮﺍﺻﻔﲔ ﻟﻮﺻﻔﻬﺎ‬ ‫ﳏﺎﺳﻦ‬

“‫ﻏﲑ ﺍﻟﻘﻴﺎﺱ‬ ‫”ﳏﺎﺳﻦ ﻋﻠﻰ‬458 “hüsn”ün cemîdir. “‫ ”ﻭﻫﺪﺍﻩ ﺍﻟﻴﻪ“ ”ﻭﻫﺪﺍﻩ ﻟﻪ“ ”ﻫﺪﺍﻩ ﺍﻟﻄﺮﻳﻖ‬küllîsi bir

ma‘nâyadır. Ya‘nî, “yol gösterdi” demek olur. “‫ﺻﻔﻬﺎ‬ ‫”ﻭﻟﻮ‬ ve “‫”ﻭﻓﻴﻬﺎ‬de olan zamir “‫”ﻣﺪﺍﻣﻪ‬ye

râci‘dir. Bazı şurrah “‫”ﳏﺎﺳﻦ‬ne âiddir demişler. Ve “‫ ”ﳏﺎﺳﻦ‬mübtedâ haberi mahzûfdur. Takdîri

“‫ﳏﺎﺳﻦ‬ ‫”ﳍﺎ‬dir.
Tercüme-i beyt:

Hüsnü ânın vâsfının vasfına yol gösterir


Vâsıfın nazmı ve nesri hûb olur bâ-intizām

Ya‘nî ol mey-bî-hemtânın hüsn-ü dilârâsı kulûb-i vâsıfına reh-nümâ olub hüsn u


letāfette resîde-i serhaddi kemâl-i şi’ir ü inşâ olurlar. Yani eşi‘a-i envâr-ı mehâsin-i muhabbet ve
lem‘a-i âsâr-ı hüsn-ü ma‘rifet metâli-i kulûb vâsfına petev-endâz nûr-i hidâyet oldukça ol bâde-i
muhabbet ve sırr-ı hakīkatin vasfına isti‘dâd-ı miknet hâsıl olub nesirleridir. Dürr-i meknûn-i
hakīkat ve nazımları lü’lü-i manzûm-i hikmet olur.

XXIV. Beyt:

459
‫ﻛﻤﺸﺘﺎﻕ ﻧﻌﻢ ﻛﻠﻤﺎ ﺫﻛﺮﺕ ﻧﻌﻢ‬ ‫ﻭﻳﻄﺮﺏ ﻣﻦ ﱂ ﻳﺪﺭﻫﺎ ﻋﻨﺪ ﺫﻛﺮﻫﺎ‬

457
“Ondaki güzellikler vasfedenleri onu anlatmaya sevkeder. Onun hakkında yazılan nesir de nazım da güzel
olur.”
458
“Güzellikler kıyas kabul etmez”
459
“Num’a tutkun olan nu’m anıldığında nasıl coşarsa onu bilmeyen kimse de o anıldığında öyle coşar.”

208
“‫“ ”ﻃﺮﺏ‬şiddet-i hüzn ve sürûrdan insana ârız olur bir hiffetten ‘ibâretdir.” “‫”ﺩﺭﺍﻳﺖ‬

“bilmek” ve “‫“ ”ﺫﻛﺮ‬akmak” ma‘nâsına. “‫ﺍﻣﺮﺍﺓ‬ ‫”ﻭﰱ ﺍﻟﺼﺤﺎﺡ ﻧﻌﻢ ﺑﻀﻢ ﺍﻟﻨﻮﻥ ﺍﺳﻢ‬460 Ve “‫ ”ﻳﻄﺮﺏ‬beyti

âtıf kıssa alel kıssa üzere beyt-i sâbık üzerine ma‘tuftur. Beyt-i âtide yani “‫ﺍﻻﺳﻢ‬ ‫”ﻭﻗﺎﻟﻮﺍ ﺷﺮﺑﺖ‬

beytinde olduġu gibi “‫ﻭﺫﻛﺮﻫﺎ‬ ‫”ﻭﻳﺪﺭﻫﺎ‬de olan zamirler “‫”ﻣﺪﺍﻣﻪ‬ye râci‘dir. Yahut “‫ ”ﻳﻄﺮﺏ‬cümlesi

“‫ﻓﻴﻬﺎ‬ ‫ ”ﳛﺴﻦ‬cümlesi üzerine yâhud “‫ﺪﻯ ﺍﻟﻮﺍﺻﻔﲔ‬” cümlesi üzerine ma‘tuftur. “‫”ﻭﻋﻠﻰ ﻛﻼ ﺍﻟﺘﻘﺪﻳﺮﻳﻦ‬

zamirler ya “‫”ﻣﺪﺍﻣﻪ‬ye râci’ olur. “‫”ﳏﺎﺳﻦ‬e âid zamir takdîriyle “‫ﺍﶈﺎﺳﻦ‬ ‫ﺎ ﺍﻯ ﺑﺘﻠﻚ‬ ‫”ﺍﻯ ﻋﻨﺪ ﺫﻛﺮﻫﺎ‬

yahut zamirler “‫”ﳏﺎﺳﻦ‬e râci‘ olur ki, zamir takdîrine hâcet kalmaz.

Tercüme-i beyt:

Bilmeyenler zikri ile şâd olub hiffet bulur


Niyette mahbûb-i zikr olunsa âşık olur şâd-kâm

Ya‘nî ol mey-i hoş-mezâkın çâşne-i idrâk-ı hakīkati ile şirin mezâk olmayan zebân-
diğerâdan istima‘-ı zikr-i nâm ve nişânı ile müstelzim taraf olan şiddet-i surûr ile dilşâd ve gussa-
i deverândan âzâd olur. Nitekim zâviye-nişîn bu‘d u firâk olan âşık-ı harâb-ı dil-müştâk-ı istimâ-ı
zikr nâm-ı mahbûbî ile mesrûr ve âbâd olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻭﺯﺑﻨﺪ ﺑﻼﻭﳏﺒﺖ ﺍﺯﺍﺩ ﺷﻮﺩ‬ ‫ﻭﻳﺮﺍﻥ ﻏﻢ ﺍﺯﺫﻛﺮﻣﻰ ﺍﺑﺎﺩ ﺷﻮﺩ‬

‫ﻧﺎﻣﺶ ﺯﲰﺎﻉ ﻧﺎﻡ ﺍﻭﺷﺎﺩ ﺷﻮﺩ‬ ‫ﻫﺮ ﭼﻨﺪﻧﺪﺍﻧﺪﺵ ﻛﺴﻰ ﭼﻮﻥ ﺷﻨﻮﺩ‬
Çün tıynet-i Âdem bidâyet-i fıtratta âb-ı muhabbet ile serrişte ve zemîn-i isti‘dâd ve
kābiliyetine tohum-ı ‘aşk u meveddet-güştedir. Hergâh ki, lisân-ı ‘ibâdet ile esrâr-ı muhabbetten
bir sırr ve zebân-ı işâret ile rumûz-i ‘aşk [18a] u meveddetten bir remz-i istimâ eyleye. Elbette ol
sırr-ı muhabbet aslı ve ma‘nâ-i meveddet-i cibillî mütezekkir olub müstelzim-i hıffet-şâd mânî
olan şiddet-i sürûr-i vicdânîye nâil olur.

460
[Sıhâh da, “Nu’am” zammenin nunuyla kadın ismidir.]

209
‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺩﻭﺷﻬﺮ ﻭﺟﻮﺩ ﻣﻦ ﺍﻓﺘﺪﺍ ﻭﺍﺯﻩ‬ ‫ﻫﺮ ﻛﻪ ﻛﻪ ﺍﺯﺍﻥ ﺣﺴﻦ ﺑﲑﻭﻥ ﺯﺍﻧﺪﺍﺯﻩ‬

‫ﺻﺪ ﺭﺍﻍ ﻛﻬﻦ ﺑﺮﺟﻜﺮ ﻣﻦ ﺗﺎﺯﻩ‬ ‫ﺻﺪ ﺩﺭﺩ ﻗﺪﱘ ﺩﺭﺩ ﱂ ﺗﻮ ﻛﺮﺩﺩ‬
XXV. Beyt:

461
‫ﺷﺮﺑﺖ ﺍﻟﱴ ﰱ ﺗﺮﻛﻬﺎ ﻋﻨﺪﻯ ﺍﻻﰒ‬ ‫ﻭﻗﺎﻟﻮﺍ ﺷﺮﺑﺖ ﺍﻻﰒ ﻛﻼ ﻭﺍﳕﺎ‬

“‫“ ”ﺍﰒ‬zenb” ma‘nâsına ve “‫”ﲬﺮ‬a dahî “ism” tesmiye olunur.

Beyt:

462
‫ﻛﺬﻟﻚ ﺍﻻﰒ ﻣﺬﻫﺐ ﺑﺎﻟﻌﻘﻮﻝ‬ ‫ﺷﺮﺑﺖ ﺍﻻﰒ ﺣﱴ ﺿﻞ ﻋﻘﻠﻰ‬

“‫ ”ﻛﻼ‬kelime-i zecr ve redi‘dir. İntehi ma‘nâsına ve gâhice “hakkan” ma‘nâsına gelir.

Tercüme-i beyt:

Dediler nûş eyledin ismi dedim hâşâ ki ben


İçtiğimin terki indimde isimdir ey niyâm

Ya‘nî zımn-ı sūrette fehm-i ma‘ânîden kâsır ve libâs-ı mecâzîde idrâk-i hakâyıktan âciz
olanlar dediler ki, sadr-ı kasīdede ve nice ebyâtında zikr u tekrâr ve şürbeti ikrâr ve havâssını

ihbâr eylediğin “‫ ”ﻣﺪﺍﻣﺔ‬hamrdır ki, lügat-i arabiyyede “ism” ve şâribine şerî‘atte âsim ta‘bîr

olunur. Ya‘nî şol şarâb-ı sûrî ve hamr-i engûrîdir ki, onun şürbi netice-i dalâl ve şâribi
müstahıkk-ı azâb ve nekâldir. Sen ânın şürbünü ikrâr ve ta‘dâd-ı mehâsin ve havassı ile iftihâr
eylersin. Pes Şeyh Nâzım onları red‘ u men‘ edib hâşâ ve kellâ dedi. Ya‘nî sizin bildiğiniz şarâbı
nûş etmem. Ancak benim nûş eylediğim şarâb-ı cam-ı muhabbettir ki, onun şürbüne müdâvemet
lâzime-i zimmet-i hakīkatimdir. Ve onun terki benim indimde vebâl ve târik-i dehr ve râh-ı
dalâldir.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

461
“Bana günah olan içtin dediler. Aslâ Benim içtiğim bence içilmemesi günah olandır.”
462
“Aklımı kaybedinceye kadar günah içtim. Böylece kötülük aklımın mezhebi oldu”

210
‫ﺟﺰﺷﺎﺭﻉ ﻣﻴﺨﺎﻧﻪ ﺳﭙﺮﺩﻥ ﻛﻨﻪ ﺍﺳﺖ‬ ‫ﺟﺰﺩﺭﺭﻩ ﻋﺸﻖ ﺭﻧﺞ ﺑﺮﺩﻥ ﻛﻨﻪ ﺍﺳﺖ‬
463
‫ﺩﺭﻣﺬﻫﺐ ﻣﺎﺑﺎﺩﻩ ﲞﻮﺭﺩﻥ ﻛﻨﻪ ﺍﺳﺖ‬ ‫ﻛﻔﱴ ﻛﻨﻬﺴﺖ ﺑﺎﺩﻩ ﺧﻮﺭﺩﻥ ﺣﺎﺷﺎ‬
XXVI. Beyt:

464
‫ﻭﻣﺎﺷﺮﺑﻮﺍ ﻣﻨﻬﺎ ﻭﻟﻜﻨﻬﻢ ﳘﻮﺍ‬ ‫ﺎ‬ ‫ﻫﻨﻴﺌﺎ ﻻﻫﻞ ﺍﻟﺪﻳﺮ ﻛﻢ ﺳﻜﺮﻭﺍ‬

“‫ﻫﻀﻢ‬ ‫ ”ﻫﻨﻮﺀ ﺍﻟﻄﻌﺎﻡ ﻳﻬﻨﻮ ﻫﻨﺎﺀ ﻭﻫﻨﺎﺀﺓ ﻭﻫﻮ ﻫﻨﻴﺊ ﺍﻯ‬Ya‘nî ta‘âm hazm oldu, sindi ve “‫”ﻫﻨﻴﺊ‬

hazm olucu ma‘nâsınadır. Ve “‫ ”ﺩﻳﺮ‬lügatde ma‘bed-i nasârâ ya‘nî Kenîsa’dır. Ve ıstılâhât-ı

sûfiyyede ‘âlem-i insânîden ‘ibâretdir. Ve hem “kasd u murâd etmek” ma‘nâsınadır. Ve “‫”ﻫﻨﻴﺌﺎ‬

masdar-ı mahzûfun sıfatıdır. Ve takdiri “‫ﳍﻢ‬ ‫ ”ﻟﻴﺸﺮﺏ ﺍﻫﻞ ﺍﻟﺪﻳﺮ ﺷﺮﺍﺑﺎ ﻫﻨﻴﺌﺎ‬dür.

Tercüme-i beyt:

Ehl-i deyre hazm ola kânın ile mest oldular


İçmediler gerçi sarfın ettiler lîk ihtimâm

Encümen deyr-i ‘âlem-i insânîde mutevassıtı’l-hâl olan mey-hârân-ı muhabbet-i


zâtiyyeye ol mey-i tâbdâr hazm ve hoş-güvâr olsun ki, ol mestlik nice hacb-i ef‘âli ve sıfâtî bî-
güşâde ve bir mikdâr sakl-i bâr-ı vücûd-i hestîden âzâde eyledi. Ve halbuki müntehân gibi ol
bâde-i muhabbet-i zâtiyyenin henüz bir cür‘a-i sarfını nûş ve külliyen kendi varlıkların ferâmûş
etmemişler ve lâkin ol bâde-i sarfın şürbünü sarf-ı himmet etmişlerdir.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻧﺎﭘﺮﺩﻩ ﺑﺒﺎﺩﻩ ﺩﺳﺖ ﺍﺯﺩﺳﺖ ﺷﺪﻧﺪ‬ ‫ﺍﻧﺎ ﻧﻜﻪ ﺑﭙﺎﻯ ﺧﻢ ﻣﻰ ﭘﺴﺖ ﺷﺪﻧﺪ‬
465
‫ﺍﻧﺪﻳﺸﻪﺀ ﻣﻰ ﺑﺮﺩ ﻟﺸﺎﻥ ﻣﺴﺖ ﺷﺪﻧﺪ‬ ‫ﻳﻚ ﺟﺮﻋﻪ ﳔﻮﺭﺩﻧﺪ ﻭﻟﻴﻜﻦ ﺟﻮﻛﺬﺷﺖ‬
XXVII. Beyt:

463
“Aşk yolunda başka yerde sıkıntı çekmek günahtır. Meyhane caddesinden başka yerde ömür tüketmek
günahtır. Sen şarap içmek, hâşâ günahtır diyorsun, bizim mezhebimizde şarap içmemek günah”
464
“Manastır ehline âfiyetler olsun. Ne kadar da sarhoş olmuşlar. Fakar onlar içmeyip sâdece heves etmişlerdir.”
465
“Şarap küpünün yanında mest olanlar, şaraba el uzatmadan sarhoş oldular. Bir yudum içmediler, ancak şarap
düşüncesi gönüllerinden geçince mest oldular.”

211
466
‫ﻣﻌﻰ ﺍﺑﺪﺍ ﺗﺒﻘﻰ ﻭﺍﻥ ﺑﻠﻰ ﺍﻟﻌﻈﻢ‬ ‫ﻭﻋﻨﺪﻯ ﻣﻨﻬﺎ ﻧﺸﻮﺓ ﻗﺒﻞ ﻧﺸﺄﺗﻰ‬

‫ﺍﻟﻨﺸﻮﺓ ﺑﺎﻟﻔﺘﺢ ﻭﻗﻴﻞ ﺑﺎﻟﺴﻜﺮ ﺍﻟﺴﻜﺮ ﻭﺍﻧﺸﺎﺀ ﺍﷲ ﺧﻠﻘﻪ ﻭﺍﻻﺳﻢ ﺍﻟﻨﺸﺌﺎﺓ ﻭﺍﻟﻨﺸﺎﺀﺓ ﺍﻳﻀﺎ ﺑﺎﳌﺪﻭ ﻧﺸﺎﺀ ﰱ ﺑﲎ ﻓﻼﻥ ﺍﻯ‬

‫“ ”ﻭﺑﻠﻰ“ ”ﺷﺐ ﻓﻴﻬﻢ‬mahv olmak” ve “belirsiz olmak” gibi “‫ ”ﺑﺎﻟﻴﻪ‬zayıf ve çürümüş nesne ve “‫”ﻋﻈﻢ‬

bi’l-feth kemik ma‘nâsına cemî “‫ ”ﻋﻈﺎﻡ‬gelir.

Tercüme-i beyt:

Hilkatimden akdem onun bende vardır neşvesi


Bâkīdir cânım ile ger mahv olursa ızâm

Ya‘nî keyfiyet ol bâde-i muhabbet-i ezelî hılkat-i unsûriyyemden akdem benim


indimde kadîmdir. Ve kıvâm-ı ten ve istihkâm-ı beden olan ızâmım remîm olursa ol mey-i ‘aşk-ı
lem-yezelî benim rûhum ile müstedîmdir.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻋﺸﻖ ﺗﻮﺷﺮﺍﺏ ﺑﻴﺨﻮﺩﻯ ﻓﺮﻣﻮﺩﻩ‬ ‫ﺑﺮﻣﻦ ﺯﻭﺟﻮﺩ ﻣﻦ ﻧﺸﺎﻥ ﻧﺎﺑﻮﺩﻩ‬


467
‫[ﺯﺍﻥ ﻣﻰ ﺑﺎﺷﻢ ﺯﺑﻮﺩ ﺧﻮﻳﺶ ﺍﺳﻮﺩﻩ ﻛﺮﺧﻮﺩ ﺷﻮﺩ ﺍﺳﺘﺨﻮﺍﻥ ﻣﻦ ﻓﺮﺳﻮﺩﻩ‬19a]
XXVIII. Beyt:

468
‫ﻓﻌﺪﻟﻚ ﻋﻦ ﻃﻠﻢ ﺍﳊﺒﻴﺐ ﻫﻮ ﺍﻟﻈﻠﻢ‬ ‫ﺎ ﺻﺮﻓﺎ ﻭﺍﻥ ﺷﺌﺖ ﻣﺰﺟﻬﺎ‬ ‫ﻋﻠﻴﻚ‬

“‫”ﻋﺪﻝ‬, ‘udûl ma‘nâsına ve “‫ ”ﻇﻠﻢ‬feth ile mâ-i esnân ve bırîk ma‘nâsına. Ve “‫”ﻇﻠﻢ‬

zamme ile “sitem” ma‘nâsınadır.

Tercüme-i beyt:

Sarfın ilzâm et eğer mezcin murad eyler isen


Ağzı yarın kat habîbin gayrısın katmak haram

466
“Bence onun coşkusu doğumumdan önce vardı. Kemiklerim çürüse bile ebediyen benimle kalacak.”
467
“Daha varlığından bir iz yok iken ortada, senin aşkın sarhoşluk şarabı içirmiş. O şarap yüzünden kendi
varlığından kemiklerim çürüyünceye dek kurtulurum.”
468
“Onu saf tut. Eğer karıştırmak istersen sevgilinin ağız suyundan yüz çevirmen zulmün tâ kendisidir.”

212
Çünkü Zü’l-celâl ve’l-cemâlin bi-hükmi: “‫ﺍﳉﻤﺎﻝ‬ ‫”ﺍﻥ ﺍﷲ ﲨﻴﻞ ﳛﺐ‬ [“Şüphesiz Allah

güzeldir, güzelliği sever.” (Müslim, l/İmân, 147 (I, 92); Tirmizî, 28/Birr, 61 (h. no: 1999, IV, 317-18)]

muhabbet-i cemâl ve kemâl sıfat-ı zâtisidir. “ ‫ﻟﻘﻮﻟﻪ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺍﻥ ﺍﷲ ﺧﻠﻖ ﺍﺩﻡ ﻋﻠﻰ ﺻﻮﺭﺗﻪ ﻭﻳﺮﻭﻯ ﻋﻠﻰ‬

‫ﺻﻮﺭﺓ ﺍﻟﺮﲪﻦ‬ “ [Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Allah Âdemi kendi sûretinde

yarattı.” bir rivâyete göre de, “Rahmân’ın sûretinde yarattı.” buyurmuştur. (Buhârî, isti’zân, 1;
Müslim, Birr; 115, Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 379, n. 1215)] mukteżāsınca Âdem’i kendi sıfâtı üzere halk

edip hil‘at-i fâhire-i sıfât-ı celâl ve cemâl ile müşerref kıldı.

Pes hüsn-i cemâl şîve-i aslîye meyl, hâtır-i zarûrî ve fazl u kemâl-i sîret-i cibillîye
incizâb-ı bâtın nâ-çârdır. Merâtib-i vücûddan her mertebedeki, nazar-ı şuhûda bir cemâl erişse
bi-eyy-i hâl ol hüsn-i cemâle dilbeste ve fazl u kemâle rişte-i ta‘alluk peyveste olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﮔﻪ ﺩﺭﺳﺮ ﺯﻟﻒ ﻣﺸﻜﺒﻮ ﺁﻭﻳﺰﻡ‬ ‫ﻛﻪ ﺩﺭ ﻫﻮﺱ ﺭﻭﻯ ﻧﻜﻮ ﺁﻭﻳﺰﻡ‬
469
‫ﺍﺯﺣﺴﻦ ﺗﻮ ﰱ ﺍﳊﺎﻝ ﺩﺭﻭ ﺁﻭﻳﺰﻡ‬ ‫ﺍﻟﻘﺼﻪ ﺯﻫﺮ ﭼﻪ ﺭﻧﮓ ﻭﺑﻮﻱ ﻳﺎﰈ‬
Ve a‘lâ-yı derecât-ı mahiyet-i muhabbet-i zâtîdir ki, mahbûb-i Hak ve matlûb-ı
mutlakın meyl u taallüku ve incizâb-ı taaşşuk-i bâtın muhabbet-i tâlibde bedîdâr ve bir vechile
kendini kenduden alır ki, def‘ u ref‘inde nâ-kâdir ve nâ-çâr olub ne ta‘yin-i niseb-i iktidârına
mecâli ve ne temyîz-i matlaba mecâl-i ihtimâli olur.

Ya‘nî bilir ki, bir âteş-i ciğer-sûz-i muhabbet ile dil-sevdâ-zedesi diğer-gûndur. Ammâ
bilmez ki, nice ve niçindir. Ve kendi de bir incizâb-ı derûn bulur. Ammâ bilmez ki, kandendir ve
kangı cânibe reh-numûndur. Ve bu muhabbet-i zâtiyyenin alâmet-i sıhhatı oldur ki, mahbûbun
va‘d u vaîd ü takrîb ü teb‘îd ü i‘zâz u izlâl ü hidâyet ü idlâl misillü sıfât-ı mütekâbilesi muhibbe
yeksân olub keşîde-i merâret-ı âsâr-ı nuût kahr u celâl çeşîde-i halâvet ahkâm-ı sıfât-ı lütf ve
cemâl gibi âsân ola.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

469
“Bazen hevesle güzel yüze asılırım(takılırım). Bazen misk kokulu zülfün ucuna asılırım. Hülâsâ, senin
güzelliğinden renk ve kokuyu her nerden alırsam hemen ona sarılırım (gönlümü bağlarım).”

213
‫ﺑﺎﻋﺸﻖ ﺗﻮﺟﺎﻥ ﻭﺧﺮﺩ ﻭﺩﻝ ﳘﻪ ﺧﻮﺵ‬ ‫ﺧﻮﰉ ﻭﺯﺗﻮ ﺷﻜﻞ ﻭﴰﺎﻳﻞ ﳘﻪ ﺧﻮﺵ‬
470
‫ﻫﺴﺖ ﺍﺯﺗﻮﺻﻔﺎﺕ ﻣﺘﻘﺎﺑﻞ ﳘﻪ ﺧﻮﺵ‬ ‫ﺧﻮﺍﻫﻰ ﺗﻮﺑﻠﻄﻒ ﻛﻮﺵ ﺧﻮﺍﻫﻰ ﺑﺴﺘﻢ‬
Ve mertebe-i muhabbet-i zâtiyyeden mâadâ olan merâtib-i muhabbet, muhabbet-i esmâ
ve sıfât ve muhabbet-i ef‘âl ve âsârı kabîlindendir. Muhabbet-i esmâ ve sıfâtı oldur ki, muhibb-i
mahbûbun efdâl u i‘nâm u i‘zâz ve ikrâm misillü bazı esmâ ve sıfâtına muhabbet edib ol sıfâtın
kenduye vusûlî ve âsârını mulâhaza etmeksizin ezdâdı üzerine îsâr u ihtiyâr eyleye. Ve
muahbbet-i ef‘âli ve âsârı oldur ki, i‘zâz u ikrâm misillü sıfâtın kenduye vüsûl âsârı
mülâhazasıyla ezdâdı üzerine îsâr u ihtiyâr eyleye.

Pes bu muhabbet-i lâ-yezâl saded-i zevâl ve ma‘raz-ı tagayyür ve intikâlde olur. Hergâh
ki mahbûb-ı sıfât-ı hamîde ve ef‘âl-i pesendîde ile ol muhibbe tecellî eylese külliyet ile kasd u
himmeti onun üzerine ikbâl gösterir ve kendi mülâyim hevâ ve muvâfık ve rıżāsı olmayan ol
sıfât-ı ef‘âlin mütekâbili ile tecellî eylese tamâm havl ve kuvveti ile mahbûbundan i‘râz eyler.

Kemâ kāle’llâhu Teâlâ: “ ‫ﺐ‬


 ‫ﻧ ﹶﻘﹶﻠ‬‫ﻨ ﹲﺔ ﺍ‬‫ﺘ‬‫ ِﻓ‬‫ﺘﻪ‬‫ﺑ‬‫ﺎ‬‫ﻭِﺍ ﹾﻥ ﹶﺍﺻ‬ ‫ﻤﹶﺎﻥﱠ ﺑِﻪ‬ ‫ﺮ ﺍ ﹾﻃ‬ ‫ﻴ‬‫ﺧ‬ ‫ﺑﻪ‬‫ﺎ‬‫ﻑ ﹶﻓِﺎ ﹾﻥ ﹶﺍﺻ‬
ٍ ‫ﺮ‬ ‫ﺣ‬ ‫ﻋﻠٰﻰ‬ ‫ﻪ‬ ‫ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﺪ‬‫ﻌﺒ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺱ‬
ِ ‫ﺎ‬‫ﻦ ﺍﻟﻨ‬ ‫ﻭ ِﻣ‬

‫ﺟﻬِﻪ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻋﻠٰﻰ‬ ” [“İnsanlardan kimi de Allah'a bir yar kenarındaymış gibi ibadet eder, eğer

kendisine bir iyilik gelirse ona gönlü yatışır ve eğer başına bir bela gelirse yüzüstü
dönüverir...” (Hac 22/11)]

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻭﺭﺗﻴﻎ ﺟﻔﺎﺯﻧﺪ ﺍﺯﻭ ﺑﮕﺮﻳﺰﻯ‬ ‫ﭼﻮﻥ ﻳﺎﺭ ﻭﻓﺎ ﻛﻨﺪ ﺩﺭﻭ ﺁﻭﻳﺰﻯ‬
471
‫ﻛﺎﺵ ﺍﺯ ﺳﺮ ﻛﻮﻯ ﻋﺎﺷﻘﻰ ﺑﺮﺧﻴﺰﻯ‬ ‫ﺍﺏ ﺍﺯ ﺭﺥ ﻋﺎﺷﻘﺎﻥ ﭼﺮﺍ ﻣﲑﻳﺰﻯ‬
Ve ednâ merâtib-i muhabbet, muhabbet-i âsârıdır ki, cemâl-i âsâre yani hüsn-i tenâsüb
müteallikdir. Ve ol cemâl-i âsârı fi’l-hâkîkat sūret-i kesrette zuhûr-i cemâl sırr-ı vahdetten
‘ibârettir. Ve ol hüsn-i tenâsüb ya ma‘nevî-i rûhânîdir. Kâmil u kümmelin tenâsüb ve adâlet
ahlâk u evsâfı gibi ki, Tâlibân u mürîdânın irâdet ve muhabbetleri ol tenâsüb ve adâlete

470
“Senin güzelliğin, şekil ve şemâilin tümüyle hoştur. Âşığına göre can, akıl ve gönül hepsi hoştur. İster
lütfunla muâmele et, ister cefâ et. Senin birbirine zıt sıfatların vardır ve hepsi hoştur.”
471
“Dost iyilik yaptığı zaman ona gönlünü bağlarsın. Cefâ kılıcını vurduğu zaman ise ondan kaçarsın. Âşıkların
yüzünden niçin suyu döküyorsun. Keşke âşıklık köyünün başından kalkıp gitsen”

214
müteallik olub kendi irâdet ve ihtiyârlarını ol kâmil ve mükemmilin irâdet ve ihtiyârına fedâ
ederler. Yahut tenâsüb-i sûriyye-i gayr-i rûhânîdir. Suver-i ‘unsurî-i insânîde ba‘z-ı eczâ ve
a‘zânın tenâsübü ve sıfât-ı hüsn u melâhat ile [20a] mevsûfu gibi.

Pes suver-i unsûriyye-i insâniyyede müşahidân-ı sıfât-ı cemâl dört tabakadır:

Tabaka-i evveli; şol rûşen-dilân ehl-i safâdır ki, nüfûs-i tayyibeleri şol şuhûttan
musaffâ ve kulûb-i tâhireleri levs-i tabîatten müberrâdır. Onlar mazāhir-i halkıyyede vech-i
Hakk’ı müşâhede ve merâyâ-yı kevniyyede cemâl-i mutlakı mutâlaâ edip ‘aşk u muhabbette
şekl-i matbû‘ ve sūret-i zîbâya mukayyed değillerdir.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﮔﻞ ﺭﺍ ﺑﻮﱘ ﺑﻮﻯ ﺗﻮﺍﻡ ﻳﺎﺩ ﺩﻫﺪ‬ ‫ﻣﻪ ﺭﺍ ﺑﻴﻨﻢ ﺭﻭﻯ ﺗﻮﺍﻡ ﻳﺎﺩ ﺩﻫﺪ‬
472
‫ﺁﺷﻔﺘﻜﺊ ﻣﻮﻯ ﺗﻮﺍﻡ ﻳﺎﺩ ﺩﻫﺪ‬ ‫ﭼﻮﻥ ﺯﻟﻒ ﺑﻨﻔﺸﻪ ﺭﺍ ﺯﻧﺪ ﺑﺮﻫﻢ ﺑﺎﺩ‬
Tabaka-i sâniye; şol pâk-bâzân-ı âşıkândır ki, nefes-i nefîseleri ‘inâyet bî-illet yâhud
vâsıta-i mücâhede ve riyâzat ile ahkâm-ı kesret u inhirâf-ı zulmet-i kudûret-i tabîatten fi’l-cümle
sâfî olup ahkâm-ı kesret ve tabîat bi’l-külliyye zâil olmadığından idrâk-ı ma‘ânî-i mücerred-

neş’e ve hallerine münâsib bir mazharsız müyeser olmayıp “‫ﻣﻈﺎﻫﺮ‬ ‫”ﻻﺟﺮﻡ ﺍﰎ‬473 olan mazhar-ı
insânî haysiyyetinden vâsıta-i ma‘nâ-i hüsn-i suverî ile âteş-i ‘aşk kalblerinde şu‘le-ver ve sûziş-i
şevk-i nihâdlarında cilveger olup bekāyâ-yı ma-bihi’l-imtiyazı sûzân ve hükm-i mâ-bihi’l-
ittihâde kuvvet ve şân veren hattâ ol meyl ve taallukları ol mazhardan terdîd ve sırr-ı cemâl-i
mutlakı suver-i hüsn-i mukayyedden tecrîd edip reng-i ‘aşk-ı mecâz-ı ârızîleri reng-i muhabbet-i
hakîkî-i aslîye mübeddel olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻭﺍﻓﺘﺎﺩ ﺯﺩﺍﻍ ﻋﺸﻖ ﺩﺭ ﺳﻮﺯ ﻭﻛﺪﺍﻥ‬ ‫ﭘﺲ ﻛﺲ ﻛﻪ ﺑﺪﻳﺪﻩ ﺭﻭﻯ ﺧﻮﺑﺎﻥ ﻃﺮﺍﺯ‬
474
‫ﻧﻮﺷﻴﺪ ﻣﻰ ﺣﻘﻴﻘﺖ ﺍﺯﺟﺎﻡ ﳎﺎﺯ‬ ‫ﺩﺭﳎﻠﺲ ﺍﻫﻞ ﺯﻭﻕ ﺷﺪ ﳏﺮﻡ ﺭﺍﺯ‬

472
“Ay’ı görürüm, senin yüzünü hatırlatır. Gülü koklarım, senin kokunu hatırlatır. Rüzgar, menekşenin zülfünü
birbirine çarptırınca. Senin saçının dağınıklığını hatırlatır bana…”
473
“Muhakkak dış görünüş(sûret) daha kâmil”
474
“Tarâz şehrinin güzellerinin yüzünü gören çoğu kimse, aşk damgası ile yanış ve eriyişe düşmüştür. Zevk

215
Tabaka-i sâlise şol giriftârân kemend-i mahbûbândır ki, sıfat-ı hüsnle mevsûf olan
sūretden meyl ve tallukları munkatı‘ olmaz. Eğer ol taalluk ve meyl-i hubbîsi bir sūretten
munkatı‘ olur ise yine hüsnle ârâste bir sūret-i diğere dil-dâde ve peyveste ve dâimâ bu
küşâkeşde dilhaste olup sūrete meyl ve ta‘allukları bâ‘ıs-i hicâb ve hırmân ve bâdî-i âfet ve
hızlân olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻭﺯ ﻣﻬﺮ ﺑﺘﺎﻥ ﻧﮕﺸﺖ ﭘﻴﻮﻧﺪ ﮔﺴﻞ‬ ‫ﺩﺭ ﻣﺎﻧﺪﻩ ﻛﺴﻰ ﻛﻪ ﺑﺴﺖ ﺩﺭ ﺧﻮﺑﺎﻥ ﺩﻝ‬
475
‫ﭘﺎﻯ ﺩﻝ ﺍﻭ ﺗﺎ ﺑﻘﻴﺎﻣﺖ ﺩﺭ ﮔﻞ‬ ‫ﺩﺭ ﺻﻮﺭﺕ ﻛﻞ ﻣﻌﻨﺊ ﺟﺎﻥ ﺩﻳﺪ ﻭ ﲟﺎﻧﺪ‬
Tabaka-i râbia; şol âlûde-gân-ı reng-i hevâdır ki, nefs-i emmâreleri mürde ve âteş-i
şehvetleri efserde olmayıp esfel-i sâfilîn tabîatde üftâde ve sicn-i sicciyyîn-i behîmiyyette raht-ı
nihâdedirler.

Pes sıfat-ı ‘aşk u muhabbet onlardan muntefî‘ ve na‘t-i rıkkat u letāfet onlardan
muhtefîdir. Mahbûb-i hakîkîyi bi’l-külliyye-i ferâmûş ve erezvî tabîatleri olan mahbûbân-ı
mecâzîyi der-âgûş ile ârâm ve hevâ-yı nefsi ‘aşkla benâm ederler.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺧﻮﺍﻧﻨﺪ ﻫﻮﺍﻯ ﻧﻔﺲ ﺭﺍ ﻋﺸﻖ ﺑﻨﺎﻡ‬ ‫ﻗﻮﻣﻰ ﻛﻪ ﻧﻴﺎﻣﺪﻧﺪ ﺩﺭ ﻋﺸﻖ ﲤﺎﻡ‬


476
‫ﺧﻮﺩ ﻫﺴﺖ ﺑﺮﺍﻳﺸﺎﻥ ﺳﺨﻦ ﻋﺸﻖ ﺣﺮﺍﻡ‬ ‫ﻛﻰ ﺷﺎﻳﺪ ﺷﺎﻥ ﺩﺭ ﺣﺮﻡ ﻋﺸﻖ ﻣﻘﺎﻡ‬
Şeyh Nâzım kuddise sirruh Hażretlerinin bu beyt-i şerîflerinde bâde-i sarf u mezc ve
zulm-i habîb-i zikr olunduğundan merâtib-i muhabbeti zikr ile tatvîl olundu. Ya‘nî ey mühibb-i
âşık ve mürîd-i sādık ilzâm eyle ki, bî-mülâhaza-i sıfât-ı cemâl ve celâl ve bî-mutâlaa-i sudûr
âsâr ve efâl-i zât refîu’d-derecât muhabbetiyle hoş-hâl olasın zîrâ her ne muhabbet ki, mahz-ı
zâtdan ângihte olmayıp şevâyib-i agrâz ile âmihte ola. Hakīkatte ol muteallık-ı zât değildir. Belki
ânın muteallikâtından bir emirdir.

ehlinin meclisinde sırra mahrem olmuş ve mecâz kadehinden hakîkat şarabını içmiştir.”
475
“Dünya güzellerine gönül veren kimseler acz içindedirler, onların sevgilerinden ayrılamazlar. Topraktan olan,
sûrette cân’ı görür, fakat orada kalırlar ve kıyâmete kadar gönüllerinin ayaklarını o çamurdan çıkaramazlar.”
476
“Tamâmen gelmeyen insanlar nefsin arzusuna “aşk” derler. Haremde onlara aşk nasıl uygun olsun ki, onlara
aşk sözü haramdır.”

216
Pes kangı gabn bundan fâhiştir. Ve kangı hasâret bundan muhişterdir ki, mahbûb-i aslî
ve matlûb-i hakîkî geçilip rû-yi irâdet mahbûbân-ı tufeylî ve metâlib-i mecâziîye müteveccih ola.
Ve eğer henüz senin isti‘dâdın zuhûr-i muhabbet-i zâtiyyeyi vâfî ve meşreb-i azâbın keder-i
taalluk-i mâsivâ-yı zâttan sâfî değil ise bâr-i muhabbet-i esmâ u sıfatı ki, min vech-i ayn zâtdır.
Ondan udûl eyleme ve bâtın ki, şâibe-i ta‘alluk-i ef’âl u âsâr ile ma‘lûm edip kendine, zülm-i
sarîh eyleme.

XXIX. Beyt:

477
‫ﺎ ﻏﻨﻢ‬ ‫ﻋﻠﻰ ﻧﻐﻢ ﺍﻻﳊﺎﻥ ﻓﻬﻰ‬ ‫ﻭﺩﻭﻧﻜﻬﺎ ﰱ ﺍﳊﺎﻥ ﻭﺍﺳﺘﺠﻠﻬﺎ ﺑﻪ‬

“‫ ”ﺧﺬﻫﺎ“ ”ﺩﻭﻧﻜﻬﺎ‬ma‘nâsına ve “‫“ ”ﺍﺳﺘﺠﻼ‬talebi’z-zuhûr ve’l-cilâ”dır. Ve “‫”ﻧﻐﻤﻪ“ ”ﻧﻐﻢ‬nin

cemîidir. Ve “‫”ﳊﻦ“ ”ﺍﳊﺎﻥ‬nin cemîidir ki, nağmelerden müterekkibdir. [21a] “ ‫ﻓﻤﻌﲎ ﻋﻠﻰ ﻧﻐﻢ ﺍﻻﳊﺎﻥ‬

‫ ”ﻋﻠﻰ ﻧﻐﻢ ﻳﺘﺮﻛﺐ ﻣﻨﻬﺎ ﺍﻻﳊﺎﻥ‬ve “‫ ”ﻏﻨﻢ‬ganîmet ma‘nâsınadır. Ve zamireyn-i mecrûreynin evveli

hâne ve sânisi “‫”ﺍﳊﺎﻥ‬a âit ve mâ‘adası “‫”ﻣﺪﺍﻣﺔ‬ye râci‘dir.

Tercüme-i beyt:

Bâdeyi meyhâneden al cilvesine tâlib ol


Nağme-i elhân eyle peymâneyi kıl iğtinâm

Ya‘nî meyhâne-i mestân ü hum-hâne-i mey-i perestândan ol mey-i rahşân yegâneyi ahz
u isticlâ ya‘nî îsâl-i cilve-gâh-ı câm u peymâne edib naġmât-ı keyfiyet-âmiz ve elhân-ı hâlet-
engîz ile lebrîz-i câm-ı fırsat ve ganîmeti nûş ve gamı dû-cihânı ferâmuş eyle

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺑﲔ ﺟﻠﻮﻩ ﻣﻰ ﺯﺳﺎﻏﺮ ﻭﭘﻴﻤﺎﻧﻪ‬ ‫ﻣﺮﺩﺍﻧﻪ ﻧﺸﲔ ﺑﻜﻮﺷﻪ ﻣﻴﺨﺎﻧﻪ‬

‫ﺑﺎﻧﻐﻤﻪﺀ ﻣﻰ ﺗﺮﺍﻧﻪﺀ ﻣﺴﺘﺎﻧﻪ‬ ‫ﻣﻰ ﺧﻮﺭﻛﻪ ﻏﻨﻴﻤﺖ ﺍﺳﺖ ﺍﻯ ﻓﺮﺯﺍﻧﻪ‬


Pes meyhaneden murâd meclis-i kâmil u mükemmil ve sohbet-i ârif-i sāhib-dildir ki,

şarâb-ı ‘aşk onda nûş ve bâde-i muhabbet onda ferâmûş olunur. Ve “‫ ”ﻧﻐﻢ‬ve “‫”ﺍﳊﺎﻥ‬dan murâd

477
“Onu meyhânede ara, orada güzel nağmeler içinde kendini göstermesini iste. Çünkü bu nağmeler ancak
onunla ganîmet olur.”

217
enfâs-ı şerîfe-i erbâb-ı kemâl ve işârât-i latīfe-i ashâb vecd u hâlden muntebih olan sema‘dan
‘ibârettir. Yahut âyât-ı beyyinât-ı Kur’ânî ve kelimât bâ-berekât-ı tenzîl-i âsumânı kırâetından
kinâyettir. Yahut ezkâr-ı gaflet-zed ve eş‘âr-ı harfet-fezâdır. Yahut naġmât-ı derd-âmiz ve
terennümât-ı şevk-engîzdir. Bu takdirce mażmûn-i beytte tenbîh vardır ki, terbbiyet-i sıfât-ı
muhabbet ve perveriş ma‘nâ-i iradet bu tâife-i celîlenin sohbetlerinden gayrîde mutasavver
değildir.

Ve devlet-i husūl ve sa‘âdet-i vüsûl ancak müşâhede-i cemâl ve istimâ-ı makâlleriyle


hâsıl olur. Pes tâlib-i sādıka vâcibdir ki, cân tende iken dâmen-i sohbetlerin elden komayıb
devlet-i hizmet ve sa‘âdet mülâzemetlerin ganîmet bile.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺍﻥ ﺑﻪ ﻛﻪ ﺑﻜﻴﺶ ﻋﺸﻖ ﺑﺎﺯﺍﻥ ﻛﺮﻭﻯ‬ ‫ﺍﻯ ﺍﻧﻜﻪ ﺑﻪ ﭘﻨﺪﺍﺭ ﻭﻛﻤﺎﻥ ﺩﺭﻛﺮﻭﻯ‬

‫ﻋﺎﺷﻖ ﭼﻪ ﺑﻮﺩ ﺑﻠﻜﻪ ﳘﻪ ﻋﺸﻖ ﺷﻮﻯ‬ ‫ﻋﺎﺷﻖ ﺷﻮﺍﻯ ﺭﺣﺪﻳﺚ ﺍﻳﺸﺎﻥ ﺷﻨﻮﻯ‬
XXX. BEYİT:

478
‫ﻛﺬﻟﻚ ﱂ ﻳﺴﻜﻦ ﻣﻊ ﺍﻟﻨﻐﻢ ﺍﻟﻐﻢ‬ ‫ﻓﻤﺎﺳﻜﻨﺖ ﻭﺍﳍﻢ ﻳﻮﻣﺎ ﲟﻮﺿﻊ‬

“‫ﺳﻮﻧﺎ‬ ‫“ ”ﺳﻜﻦ‬ârâm eyledi.” “‫“ ”ﺳﻜﻦ ﺍﻟﺪﺍﺭ ﺳﻜﻮﻧﺎ‬evde sâkin oldu.” Ve “‫“ ”ﻫﻢ‬hüzün”

ma‘nâsınadır. “‫”ﺳﻜﻨﺖ“ ”ﻫﻢ‬de müstekin olan zamîr üzerine ma‘tûf merfû’dur. Yahut mef‘ûl-i

maah olmak üzere mansubdur.

Tercüme-i beyt:

Hüzn-bâde eylemez ber-câ-yı mesken bir zaman


Nitekim gam u nâgm bir yerde olmaz ey hümâm

Ya‘nî ol sahbâ-yı hâlet-fezâyı nûş ve gam-ferdâyı ferâmûş eyle ki, zulmet-i hümûm ve

ahzân-ı nûr mey-i rahşân ile bir yerde ârâm eylemez. “‫ ”ﻧﻐﻢ‬ferah-fezâ “‫ ”ﻏﻢ‬terah-efzâ ile bir

makāmda olmadığı gibi

478
“Onun bir an bile kederli bir yerde bulunmayışı, gamın nağmeyle bir arada bulunmayışı gibidir.”

218
‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺩﺭﻣﻴﻜﺪﻩ ﻣﻰ ﻧﻮﺵ ﺑﺎﳊﺎﻥ ﻭﻧﻐﻢ‬ ‫ﺧﻮﺍﻫﻰ ﺯﻓﻠﻚ ﻧﻪ ﻏﺼﻪ ﺑﻴﲎ ﻭﻧﻪ ﻏﻢ‬
479
‫ﻢ‬ ‫ﳘﭽﻮﻥ ﻧﻐﻢ ﻭﻏﻢ ﻧﺸﻮﺩ ﲨﻊ‬ ‫ﺩﻭﺭ ﻗﺪﺡ ﻭﻗﺼﻪﺀ ﺩﻭﺭﺍﻥ ﺑﻜﺠﺎ‬
Pes her kim ki, gam ve endûh ve elem ve mekrûh isâbet eylese matlûbu fevt olmadan
iktiżā eder. Ve zikr olunduğu üzere muhabbet-i zâtiyyede sıfât-ı mütekâbile mahbûb ve ef‘âl ve
âsâr-ı mütehâlife mergûbdur. İsâet-i ayn ihsân ve izlâl-i iğrâz ile yeksândır. Yani mahbûbunun
murâdından gayrı murâdı yoktur. Ve mahbûbunun murâdına muhâlif onun için bir emr
mutesavver değildir.

Pes her ne ki, hayyiz-i vücûde gele ânın murâdına muvafık ve her ne ki, ketm-i
‘ademde kala ânın maksûduna mutābık düşer. Pes bu takdirce mest-bâde-i muhabbet-i zâtı olana
ne fevvât-ı matlûb ile isâbet mekrûh ve ne pîrâmen hâtırına gubâr-endûh vâkı‘ olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﻳﺎﺩﻭﻟﺖ ﻋﻤﺮﺟﺎﻭﺩﺍﻥ ﻣﻴﺨﻮﺍﻫﻢ‬ ‫ﺍﻥ ﻧﻴﺴﺖ ﻛﻪ ﻣﻦ ﻋﻴﺶ ﺟﻬﺎﻥ ﻣﻴﺨﻮﺍﻫﻢ‬

‫ﺟﻴﺰﻯ ﻛﻪ ﺩﻝ ﺗﻮﺧﻮﺍﻫﺪﺍﻥ ﻣﻴﺨﻮﺍﻫﻢ‬ ‫ﺍﻧﺪﻳﺸﻪﺀ ﺧﻮﺍﺳﺘﻬﺎﺯﺩﻝ ﻛﺮﺩﻡ ﭘﺎﻙ‬

XXXI. Beyt

480
‫ﺗﺮﻯ ﺍﻟﺪﻫﺮ ﻋﺒﺪﺍ ﻃﺎﻳﻌﺎ ﻭﻟﻚ ﺍﳊﻜﻢ‬ ‫ﻭﰱ ﺳﻜﺮﺓ ﻣﻨﻬﺎ ﻭﻟﻮ ﻋﻤﺮ ﺳﺎﻋﺔ‬

‫ﺍﻟﺴﻜﺮﺓ ﻣﺮﺓ ﻣﻦ ﺍﻟﺴﻜﺮ ﻋﻤﺮ ﺍﻟﺮﺟﻞ ﻣﻦ ﺑﺎﺏ ﻓﻬﻢ ﻭﻋﻤﺮﺍ ﺑﺎﻟﻀﻢ ﺍﻯ ﻋﺎﺵ ﺯﻣﺎﻧﺎ ﻃﻮﻳﻼ‬ Ve “‫”ﺳﺎﻋﺔ‬ten murâd

müddetidir. ‫ﻣﻄﻴﻊ‬ ‫“ ﻃﺎﻋﻪ ﻭﻃﺎﻉ ﻟﻪ ﻳﻄﻮﻉ ﻭﻳﻄﺎﻉ ﻃﻮﻋﺎ ﻭﻃﻮﺍﻋﻴﺔ‬münkâd” ma‘nâsına ve “ ‫ﺣﻜﻢ ﺑﲔ ﺍﻟﻘﻮﻡ‬

‫“ ”ﺣﻜﻤﺎ‬halk arasında hükm eyledi” demek olur.

Tercüme-i beyt: [22a]


479
“Felekten ne sıkıntı, ne de gam görmek istersen, nağmeler ve sesler eşliğinde şarap iç. Kadehin dönmesi ve
devranın sıkıntısı, nağme ve gam gibi bir arada bulunmaz.”
480
“Bir an bile olsa sana verdiği sarhoşluk sâyesinde dehrin sana kul, köle olduġunu, hâkimiyyetin yalnız sende
olduġunu sanırsın.”

219
Ol meyin bir sekresinde bir saat olursa da
Dehre olursun hükm ol sana ‘abd-i müstehâm.

Ya‘nî ol bâde-i hoş-güvârın mestliğinde bir saat miktarı olursa dahî görürsün ki, rüzgar
bende-i ferman bir dârın olub sen ona hüdâvendigâr olursun. Zîrâ sâlik makām-ı fenâ fillah ve
bekā billah’da vâsıta-i istîlâ-yı mestî-i şerâb-ı muhabbet ile bâr-ı hestî ve edbâr-ı hod-perestîden

halâs 481
“‫ﻓﺎﻧﺎﺩﻳﺘﻪ‬ ‫ ”ﻭﻣﻦ ﻗﺘﻠﻪ ﳏﺒﱴ‬muktezasınca şeref-i hil‘at bekā-yı ıstihlâk-ı hakîkî ile resîde-i
makām ihtisās ola. Tasarruf Hażret-i Hakkı kendiye muzâf görüb mevcûdâtı kendi tasarrufuna
mutî‘ ve munkatı‘ bulub Zîrâ tasarruf-ı fânî ‘ayn-ı tasarruf-ı Hak’da mustağrak olur. Ve tasarruf-
ı Hak tasarruf-ı kâmil ve cemî‘-i mevcûdâtı şâmildir.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺩﺭﻫﺴﺘﺊ ﺍﻭﻫﺴﺘﺊ ﻣﻦ ﻭﺍﺑﺮﺳﻴﺪ‬ ‫ﻣﻌﺸﻮﻗﻪ ﺯﺭﻭﻯ ﺧﻮﻳﺸﱳ ﭘﺮﺩﻩ ﻛﺸﻴﺪ‬


482
‫ﭼﻮﻥ ﻣﻦ ﳘﻪ ﺍﻭﺷﺪﻡ ﺩﱂ ﺍﺯﻣﻦ ﺩﻳﺪ ﻫﺮ ﻓﻌﻞ ﻭﺗﺼﺮﰱ ﻛﻪ ﺍﻭﻛﺸﺘﻪ ﺑﺪﻳﺪ‬
XXXII. Beyt:

483
‫ﺎ ﻓﺎﺗﻪ ﺍﳋﻤﺮ‬ ‫ﻭﻣﻦ ﱂ ﳝﺖ ﺳﻜﺮﺍ‬ ‫ﻓﻼﻋﻴﺶ ﰱ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ ﳌﻦ ﻋﺎﺵ ﺻﺎﺣﺒﺎ‬

“‫“ ”ﻋﻴﺶ‬hayat” ya‘nî “dirilik” ma‘nâsına ve “‫“ ”ﺻﺤﻮ‬mestlikden ayılmak” ma‘nâsına

“‫ﺍﻟﻮﻗﺖ‬ ‫“ ”ﻗﺎﺕ‬vakt geçti” demek olur. Ve “‫ ”ﺣﺰﻡ‬cemî‘ ve “zabt” ve “muhkem” “ahz etmek” ve

“kast etmek” ve “bağlamak” ma‘nâsına gelir. “‫ ”ﻋﺎﺵ“ ”ﺻﺎﺣﻴﺎ‬fâilinden hâl olmak üzere

mensûbdur. “‫ ”ﱂ ﳝﺖ“ ”ﻭﺳﻜﺮﺍ‬mefûl-i ileyhi olmak üzere mensûbdur.

Tercüme-i beyt:

Mahv ile ömrü484 geçen kes hay değildir ma‘nîde


Mevte sekrân ermiyenden fevt olur hurrem-i kirâm

481
“Kim muhabbetimi öldürdüyse ona sesleniyorum”
482
“Sevgili yüzünden perdeyi çekti, onun varlığından varlığım anlaşıldı. Ben tamamen o olunca, gönlüm onun
yaptığı her fiil ve tasarrufu kendinden bildi.”
483
“Ayık olan dünyada yaşamamış gibidir. Onunla sarhoş olmadan öken de fırsatı kaçırmış demektir.”
484
B: + “Sahv ile ömrü…”

220
Çünkü sermâye-i ‘îş-i mestliğe munhasır ve mey-perestliğe muktasırdır. Her kimse ki,
bu ‘âlemde hoşyâr olub ol bâdeden mest olmadı ‘îş-i dünyâdan behre-dâr olmadı ve şol kimse ki,
ol mestlik ile fânî olmadı. Tarîk-i akıl u ferâset ve sebîl-i cezm u kıyâseti bulmadı.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺟﺎﻡ ﻃﺮﺑﺶ ﺭﺳﻨﻚ ﺍﺩﺑﺎﺭ ﺷﻜﺴﺖ‬ ‫ﺍﻧﻜﻮﺯ ﺷﺮﺍﺏ ﻋﺸﻖ ﻫﺸﻴﺎﺭ ﻧﺸﺴﺖ‬

‫ﺩﺭ ﻋﺸﻖ ﻃﺮﻳﻖ ﺣﺰﻡ ﺭﺍ ﻛﺎﺭ ﻧﺒﺴﺖ‬ ‫ﻭﺍﻧﻜﺶ ﻛﻪ ﺍﺯﻳﻦ ﺷﺮﺍﺏ ﺳﺮ ﻣﺴﺖ ﳕﺮﺩ‬
Pes her zevk u huzûr ve ibtihâc u sürûr ki, netice-i husūl-i murâd-ı dünyevî ve vusûl-i
saâdât-i uhrevîdir. Bir mukteżā-yı muhabbet-i zâtî ayn-ı cem‘de istihlak ve bahr-i fenâda istiğrak
sebebiyle hâsıl olan esmârı tahakkuk ma‘arif-i ruhânî ve esrârı kemâlât-ı insanî indinde
müstahkır ve müstenkirdir. Pes burûdet-i hevâ-yı gaflet ve yebûset-i mukteżā-yı tabîat ile
pejmurde olup hayat-ı ebediyye zinde olmayan hakikat-i zindegânîden niyette behre-mend

kemâl-i behcet ve şâd-mâniden nice hisse-mend olabilir. Yani “ ‫ﻛﻤﺎ ﺍﺷﺎﺭ ﺍﻟﻴﻪ ﺭﺳﻮﻝ ﺍﷲ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ‬

‫[ ”ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﺑﻘﻮﻟﻪ ﻣﻮﺗﻮﺍ ﻗﺒﻞ ﺍﻥ ﲤﻮﺗﻮﺍ‬Rasûlullah’ın şu sözüyle işâret ettiği gibi: “Ölmeden evvel
ölünüz” (Aclûnî, age, II, 290 (h. no: 2669)] emrince neşve-i muhabbet-i zâtiyye ile hay olmayan ne
kadar hayât-ı hayvâniyye ile zinde ise de hakikatte mürdedir.

XXXIII. Beyt:

485
‫ﻭﻟﻴﺲ ﻟﻪ ﻓﻴﻬﺎ ﻧﺼﻴﺐ ﻭﻻﺳﻬﻢ‬ ‫ﻋﻠﻰ ﻧﻔﺴﻪ ﻓﻠﻴﺒﻚ ﻣﻦ ﺿﺎﻉ ﻋﻤﺮﻩ‬

“‫“ ”ﺑﻜﺎﺀ‬ağlamak” ma‘nâsınadır. Ve “‫ ”ﻭﺿﻴﻌﻪﺀ ﻭﺿﻴﺎﻉ‬zâyı‘ ve telef olmak ve helâk olmak

ma‘nâsınadır. Ve “‫ ”ﻧﺼﻴﺐ‬ve “‫“ ”ﺳﻬﻢ‬hazz” ve “hisse” ma‘nâsınadır.

Tercüme-i Beyt:

Ağlasın nefsine şol kim ömrünü zâyi‘ edip


Olmadı ol badeden bir sehm kaldı der-menâm

485
“Ömrünü zâyî eden kendine ağlasın. O şaraptan kendine ne bir nasip ne de pay vardır.”

221
Ya‘nî mâtem nefsi ile giryan ve ateş-i nedâmet ile sûzan olsun ol kimse ki, nakd-i hayat
ve sermâye-i evkâtın telef ve zâyi‘ edip nakt-i vaktin vesîle-i tahsîl-i cür‘a-i bâde-i muhabbet ve
zerîa-i tekmîl-i behre-i esrâr-ı ma‘rifet eylemedi. Zîrâ efzâyiş-i ‘âlemden maksûd-ı vücud benî
Âdem’dir. Ve vücud-ı benî Âdem’den matlûb-i ma‘rifet ve muhabbet-i Hak Celle ve ‘Alâ’dır ki;
devlet-i ebedî O’na menût ve sa‘âdet-i sermedî ona merbûtdur. Ve ‘azam-ı esbâb-ı iktisab-ı
ma‘rifet ve muhabbet nakd-i hayat ve sermâye-i evkâtdır. Çün tâlib-i lebîb ve mürid-i edîb nakd-

i vaktini muvâzabât-i vezâif-i tâ‘ât ve mülâzemet-i merâsim-i ‘ibâdâta masrûf ve “ ‫ﻭﻣﻊ ﺍﻟﺘﻮﺟﻪ ﺍﻟﺘﺎﻡ‬

‫”ﻭﺍﺧﻼﺹ ﺍﻟﻨﻴﺔ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺪﻭﺍﻡ ﻭﺑﺎﻟﻜﻠﻴﻪ‬486 igrâz-ı dünyeviyye belki cem‘î-i ta‘allukât-ı kevniyyeden

tefrîğ-i kalbe himmeti ma‘tuf kılsa istikbâl-i sâbika-i ‘inâyet reh-nümâ-yı seyl-i hidâyet ve kalbi
muhît-i envâr-ı [23a] ma‘rifet ve cânı mahzen-i esrâr-ı muhabbet olup hâtime-i ahvâl-i
garâmetten masûn ve ‘âkıbet-i ef‘ali hasret ve nedâmetten me’mûn olur.

Ve eğer el‘iyâz billah Teâlâ bunun hilâfınca bir şahıs ile belki bî-basar ve ekmeh-dîde-i
basīreti kühl-i hidâyet ile mükehhel ve zülmet-i cehâlet-i nûr-i dirâyete mübeddel olmaya cemî‘-i
lezzâtı temettuât-ı hissiyyeye munhasır ve heme-râhâtı şehevât-ı behîmiyyeye muktasar edip
eyyâm-ı hayâtı sermâye-i istîfâ-yı menâhi ve hâsıl-ı evkâtı istiksâ-yı melâ‘ib ve melâhî eyler.
Âhirü’l-emr nefehât-ı riyâz-ı lütf u cemâlden behre-mend ve reşahât-ı akdah-ı kurb-ı visâlden
hısse-mend olamayıp lebinde nefîr-i hasret-dilinde zefîr-i mihnet sînesinde dağ-ı hüsrân-
didesinde âb-ı hırmân bu terennüm ile zebân-ı hâli gûyân olarak râh-ı ‘ademde şitâ-bân olur.

‫ﺭﺑﺎﻋﻴﻪ‬

‫ﺍﻓﺴﻮﺱ ﻛﻪ ﻭﻗﺖ ﻛﺎﺭ ﺍﺯ ﺩﺳﺖ ﺑﺮﻓﺖ ﺍﺳﺒﺎﺏ ﻭﺻﺎﻝ ﻳﺎﺭ ﺍﺯﺩﺳﺖ ﺑﺮﻓﺖ‬
487
‫ﺻﺪ ﺩﻭﻟﺖ ﭘﺎﻳﺪﺍﺭ ﺍﺯ ﺩﺳﺖ ﺑﺮﻓﺖ‬ ‫ﺩﺭ ﻣﻌﺮﺽ ﻳﻚ ﺩﻭﻟﺖ ﻧﺎﻳﺎ ﺑﻨﺪ‬
Ya Rabb-i Ğafûr dîde-i basīret ve şuûrumuzdan remed-i gafleti dûr ve kühl-i hidâyet ile
mücellâ ve pür-nûr edip köhne sekâl-i dil pür-melâlimizi bâde-i ‘aşkınla mâlâ-mâl ve hazîz-ı
mezellet firkatde pâyimâl olan âşüfte hâli cezbe-i ‘aşkınla bâlâ-nişîn bezm-i visâl edip erbâb-ı
fazl u kemâle nazaran noksanımız ile pür-melâl eylemeyip kendi lütfunla resîde-i ser-hadd-i
kemâl eyle.
486
“Tevcîh-i tam üzere ihlas, ale’d-devâm ve bi’l-külliyye niyettir.”
487
“Heyhât iş yapma zamanı elden çıktı. Yâre kavuşmak için gerekli sebepler ortadan kalktı. Ebedî olmayan bir
mutluluk için yüzlerce ebediyet saadeti elden gitti.”

222
Rubâiyye:
Derdin ile divâne-i ‘aşk eyle İlâhî
Lütf et dil-i peymâne-i ‘aşk eyle İlâhî
‘aşkın ile bî-nâm u nişân ola Salâhî
Ser-halka-i humhâne-i ‘aşk eyle İlâhî

[Mef‘ûlü/mefâîlü/mefâîlü/feûlün]

Berâ-yı Tesmiyye ve Târih:

Çün avn-i Hakk’la şerh-i kasīde oldu tamâm


Gerekdir ola bir isimle şân ve şöhreti tâm

Çün feyż-i ‘aşk-ı Hüdâ’dır, midâd-ı hâme-i şerh


Denildi Tercümetü’l-’aşk şerh-i tuhfeye nâm

Arz-ı duâdır eserden dahî bahâne gerek


Hatâya zeyl-i ‘atâ ve kusūra afv-ı kerem

Kelâm-ı dûr ve dırâz-ı suhen-ver ânı nider


Müfîd u muhtasar olmak gerek binâ-yı kelâm

Salâhî neşve-i vahdetle söyle târih âna


Müzeyyen eyleye bezm-i ziyâyı câm-ı müdâm

[Mefâîlün/feilâtün/mefâîlün/feilün]

Temmet. 1172

‫ﻛﺘﺒﻪ ﺍﺿﻌﻒ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﺍﻟﺴﻴﺪ ﺣﺎﻓﻆ ﳏﻤﺪ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺸﺮﰱ ﻟﺴﻨﻪ ﺍﺭﺑﻊ ﻭﺛﻠﺜﻮﻥ ﻭﻣﺎﺗﲔ ﻭﺍﻟﻒ ﻣﻦ ﻫﺠﺮﺓ ﻣﻦ ﻟﻪ ﺍﻟﻌﺰ‬

‫ﻭﺍﻟﺴﻌﺎﺩﺕ ﻭﺍﻟﺸﺮﻑ‬

223
VI- EBÛ SAÎD BİN EBİ’L-HAYR’IN RUBÂÎSİ’NİN ŞERHİ

A- “RUBÂİYYE-İ EBÎ SAÎD, MANZÛM TERCÜME” 488

‫ﺭﺿﻮﺍﻥ ﺯﺗﻌﺠﺐ ﻛﻒ ﺧﻮﺩ ﺑﺮﻛﻒ ﺯﺩ‬ ‫ﺣﻮﺭﺍ ﺑﻨﻈﺎﺭﻩﺀ ﻧﮕﺎﺭﻡ ﺻﻒ ﺯﺩ‬


489
‫ﺍﺑﺪﺍﻝ ﺯﺑﻴﻢ ﭼﻨﻚ ﺩﺭﻣﺼﺤﻒ ﺯﺩ‬ ‫ﺍﻥ ﺧﺎﻝ ﺳﻴﻪ ﺑﺮﺍﻥ ﺭﺧﺎﻥ ﻣﻄﺮﻑ ﺯﺩ‬

Tercüme-i rubâiyye lişârihihi es-Salâhî:

488
Şerh-i Rubâiyye-i Hazret-i Ebî Saîd İbn-i Ebi’l-Hayr, araştırmamızda ulaşabildiğimiz Bu şerhin tesbit edilen
tek nüshası olan İ.Ü. Ktp. T.Y. No. 2330 üzerinde çalışma yaptık.
489
Muhammed b. Münevver, Esrârü’t-tevhîd, 275, (Terceme: Uludağ, Tevhidin Sırları, 270) Terceme:
“Hûriler dilberimi temâşâ için dizildiler. Rıdvan şaşıp kaldı, elini eline vurdu. Güzel yüzüne öyle bir ben nakşetti
ki. Abdal Cenk korkusundan mushafa sarıldı.”

224
Nazzāra-i cânânıma Havrâ saffa durdu
Rıdvâna ta‘accüb erişip kef kefe urdu.
Ol hâl-i siyyeh gerd-i roh mutrafa urdu
‘abdâle çü havf erdi elin mushafa urdu

B- ŞERH-İ RUBÂİYYE-İ EBÛ SAÎD İBNİ EBİ’L-HAYR

Mukaddime-i lügât-ı ‘arabiyye ve fârisiyye-i der-ibârât-ı rubâiye-i kudsiyye “‫”ﺣﻮﺭﺍ‬

“Havrâ” şol avrata derler ki, gözünün akı ziyâde ak ve siyâhı ziyâde siyah ola. Ve cesedi

beyaz ve gözleri siyah olan avrada dahî derler. “‫“ ”ﻧﻈﺎﺭﻩﺀ‬Nazzāra” şol kavm için ıtlâk olunur

ki, cümle bir şeye nazar edeler. Manzara gibi. Kemâ fi’l-kâmûs: “ ‫ﺍﻟﻨﻈﺎﺭﺓ ﻗﻮﻡ ﻳﻨﻈﺮﻭﻥ ﺍﱃ ﺍﻟﺸﻰ‬

‫”ﻛﺎﳌﻨﻈﺮﺓ‬490 “‫“ ”ﻧﮕﺎﺭ‬Nigâr” nakş ve mahbûb ma‘nâsına, “‫“ ”ﺻﻒ‬Saf” sıra sıra dizilen

nesnelere derler. Meselâ harbde ya gayride alay bağlayıp sıra sıra dizilen kimesnelere derler.

Ve câmi’lerde cemâa’te bundandır. “‫ﺯﺩﻥ‬ – ‫”ﺯﺩ‬ “Zed- Zeden” lafızda mâzidir. Urdu

ma‘nâsına ve saf-zed saf urdu. Ya‘nî safa durdu demek olur. “‫“ ”ﺭﺿﻮﺍﻥ‬Rıdvân” râzılık ve

hoşnutluk ma‘nâsına masdardır. Ve Hâzin-i Cennet’in ismidir. “‫“ ”ﺗﻌﺠﺐ‬Ta‘accüb” isti‘râb

ma‘nâsına ve ‘Aceb ve isti‘câb dahî ol ma‘nâyadır. “‫“ ”ﻛﻒ‬Kef” el ayası ve “‫“ ”ﺧﻮﺩ‬Hod”

kendi ve “‫“ ”ﺧﺎﻝ‬Hâl” ben ma‘nâsına. “‫“ ”ﺑﺮﺍﻥ‬barân”, “‫“ ”ﺭﺧﺎﻥ‬Ruhân” ol ruhlar üzerine ruhân

cem‘-i rohdur. Yanak ma‘nâsına ekall-i cem‘i iki olmak i‘tibâriyle iki yanak murâd olunur.

“‫“ ”ﻣﻄﺮﻑ‬Mutraf” mimin dammı ve tânın sükûnu ve rânın fethiyle ve mimin kesri ile iki

taraftan alemî olan “ridâ” ma‘nâsına cem’i “metârıf” gelir. Ve Ferrâ demiş ki: “Bunda asl
mîmin zammıdır. Zîrâ etrâfdan me’huzdur. İki tarafına ‘alem kılındı ma‘nâsına lâkin damme

sakîl olmakla kesreye tebdîl ettiler.” “‫‘“ ”ﺍﺑﺪﺍﻝ‬abdâl” evliyâullahdan bir fırkanın ismidir ki,

490
[Müfekkirler öyle bir topluluktur ki, her şeye düşünerek bakarlar.]

225
onlar için kuvvet-i tebeddül-i sūret hâsıldır. ‘abdâl budelânın gayrıdır demişler. Ve Fergânî
kuddise sırruh demiş ki: “Budelâ yedi şahısdır ki, onlardan biri bir mahalde misafir olsa ol
mahalde kendi sūreti üzere bir cüsse terk eder ki, bir kimse onun evvel mahalden fıkdânını
bilmez. Ve ol bedeldir, gayrı değil ve onlar İbrahim Aleyhisselam kavmindedirler. Tafsili

Hażret-i Şeyh radıyallahu anh’ın “Hilyetü’l-’abdâl” nâm risalelerinde zikr olunmuşdur. ‫ﺑﻴﻢ‬

“” “Bîm “ havf ya‘nî korku ma‘nâsına “‫“ ”ﭼﻨﻚ‬Çeng” bunda pence-i yed ya‘nî el ma‘nâsına.

‫“ ﻣﺼﺤﻒ‬Mushaf” mimin damı ve hânın fethiyle ve mimin kesriyle ve fethiyle suhuf idhâl
olunmuş kitab ma‘nâsına. Ferrâ demiş ki: “Arab birkaç kelimede dammeyi sakîl görüb mîmi

meksûr ettiler. Biri “‫“ ”ﻣﺼﺤﻒ‬Mishaf” ve biri “‫“ ”ﳐﺪﻉ‬Mihda‘” ve biri “‫“ ”ﻣﻄﺮﻑ‬mitraf” ve

biri “‫“ ”ﻣﺴﺠﺪ‬miscid” ve biri “‫“ ”ﻣﻐﺰﻝ‬Miğzel”dir. Zîrâ “‫”ﺍﺻﺤﻔﺖ“ ”ﻣﺼﺤﻒ‬den me’huzdur ki,

“‫ﺍﻟﺼﺤﻒ‬ ‫[ ”ﲨﻌﺖ ﻓﻴﻬﺎ‬Onda sahifeler bir araya gelmiştir.] ma‘nâsınadır.

İ‘râb-ı rubâiyye-i kudsiyye:

“‫“ ”ﺣﻮﺭﺍ‬Havra” mübtedâ “‫“ ”ﺑﻨﻈﺎﺭﻩ‬Be-Nazzāra”de “ba” ta‘lîliyyedir. “‫”ﻧﻈﺎﺭﻩ‬

“Nazzāra” Muahhir “‫ﺯﺩ‬ ‫“ ”ﺻﻒ‬Saf zed” kelimesine muteallikdir ve hemze-i tevessül icrâ-yı

kesre-i iżāfet içindir ki, “‫ﻧﮕﺎﺭﻡ‬ ‫“ ”ﻧﻈﺎﺭﻩﺀ‬Nazzāra-i nikârem” lafzına muzâfdır. “‫“ ”ﻧﮕﺎﺭ‬Nigâr”

dahî mîm-i mütekellime muzâfdır. “‫ﺯﺩ‬ ‫”ﺻﻒ‬ “Saf zed” mâzı-i mürekkebdir. Fâili tahtında

müstetir zamir-i o râci’dir “‫را‬ ” “Havrâ” kelimesine alem-i cins olmak itibariyle. Zîrâ şahs-ı

vâhidin kıyâmına saff ıtlâk olunmaz. Bu takdirce “Havrâ” cem’îi olan “Hûr” mânâsına olur.
“Saf-zed” cümlesi haberidir. Mübteda onun takdiri “Havrâ saf-zed berâ-yı Nazzāra-i nikâr-ı
men” [Hûriler mahbûbumu temaşa için saf oldular] olur. Ve “Nazzāra” tahfifi zarûret içindir.

“Rıdvân” mübtedâ “‫ﻛﻒ‬ ‫”ﺯ ﺗﻌﺠﺐ ﻛﻒ ﺧﻮﺩ ﺑﺮ‬ muahhir “Zed” kelimesine müteallikdir.

226
Taaccübden elini kendi eli üzere demek olur ki, “‫”ﻣﻦ“ ”ﺯ‬, “‫ ”ﻋﻠﻰ“ ”ﺑﺮ‬ma‘nâsınadır. “‫“ ”ﺯﺩ‬zed”

urdu mânâsına mâzidir. Fâil zamir-i o râci’dir. Rıdvan cümlesi haberidir. Mübtedânın “ ‫ﺍﻥ ﺧﺎﻝ‬

‫“ ”ﺍﻥ“ ”ﺳﻴﻪ‬Ân” ism-i işâretdir. Baîd için ol ma‘nâsına hâl müşârü’n-ileyhdir. “‫“ ”ﺳﻴﻪ‬Siyeh”

sıfatıdır hâlin. “‫ﺑﺮﺍﻥ‬ ‫ ”ﺭﺧﺎﻥ ﻣﻄﺮﻑ‬mütealliktir muahhar zed kelimesine fâili tahtında zamir-i o

râci’dir “‫ﺳﻴﻪ‬ ‫”ﺧﺎﻝ‬ “Hal-i siyyeh” kelimesine ki, “‫ ”ﻋﻠﻰ“ ”ﺑﺮ‬mânâsına “Ân” ism-i işârettir.

“Ruhân” müşârü’n-ileyhdir. Mutraf sıfatıdır “Ruhân” kelimesinin. “‫‘“ ”ﺍﺑﺪﺍﻝ‬abdâl” mübtedâ

“‫ﺩﺭﻣﺼﺤﻒ‬ ‫ ”ﺯﺑﻴﻢ ﭼﻨﻚ‬Müteallikdir muahhir “Red” kelimesine zamiri “‘abdâl”a râci’dir. Ve


rubâiye ve rubâî mevsuf mukadderin sıfatı olur. Kıta-i rubâiyye ve nazm-ı rubâî takdîrindedir.
Rubâiyye mensûb demek olur ki, dört mısradan ‘ibâret olan kıtaya ıtlâk olunur. Bu vezn-i
rubâî: “Bahr-i hezec, ahrab, mekfûf, ebter”dir ki, vezn-i aslîsi her mısraı dört mefâîlün idi.
Cüz-i evveline harb vâkı‘ olmağla mefâîlün evvelinde mîm ve âhirinde nûn sâkıt olup fâil
kaldıkta mefûl onun yerine vaz‘ olunur. Ve cüz-i sânîsine kef vâkı‘ olmakla mefâîlün nûnunu
iskât ile mefâilü kalır ve cüz-i sâlisi sâlimdir. Ve cüz-i râbii ki, mefâîlündür. Zihâfdan heşm

ile sebeb-i uhrâ olan “‫“ ”ﻟﻦ‬Lün” sâkıt olukta mefâî kalır ve zihâfdan beter ile aynı dahî düşüp

fâ kaldıkda “‫“ ”ﻓﻊ‬Fa‘’” onun yerine vaz‘ olunur. Bu vech üzere vezn-i bahr:

«Mefûlü/mefâîlü/mefâîlün/fa’» olur.

Tercüme-i rubâiyye lişârihihi es-Salâhî:

Nazzāra-i cânânıma Havrâ saffa durdu


Rıdvâna taaccüb erişip kef kefe urdu.
Ol hâl-i siyyeh gerd-i roh mutrafa urdu
‘Abdâle çü havf erdi elin mushafa urdu

[Mef‘ûlü/mefâîlü/mefâîlü/feûlün]

Buna dahi “Bahr-i hezec, ahreb, mekfuf, mahzûf” derler. Cüz-i evveli ahreb ve cüz-i
sânisi ve sâlisi mekfûf ve cüz-i râbii mahzûfdur ki, vezn-i bahr:

227
“Mef’ûlü/mefâîlü(Mefâîlün)/feûlün” olur.

Agâz tevcîhât-ı zevâhir-i rumûz. Ve te’vîlât-ı cevâhir-i künûz

Pes imdi tevcîh-i evvel ve ma‘nâ-yı müevvel oldur ki, “Nigâr”dan murâd hakīkat-i
Muhammediyye ‘aleyhissalâtu’s-sermediyye’dir ki, Mahbûb-ı ezelî ve makbûl-i lem-
yezelîdir. “Havrâ”dan murâd bu makāmda sıfât-ı Celâl ve Cemâl’dir ve pîş-kâh-ı hakīkat-ı
Muhammediyyede “saf” urmaları ol makāmda hakīkat-ı Muhamediyyede muctemi‘
olduklarından kinâyetdir. Zîrâ hakīkat-ı Muhammediyyeye mertebe-i vâhidiyyet dahî tesmiye
olunur ki, mecmû‘-ı sıfât-ı Celâliyye ve Cemâliyye-i İlâhiyye’nin mir’ât-ı hakīkat-ı
Muhammediyyede aksinden ‘ibâretdir. “Rıdvân”dan murâd Rıdvân Hâzin-i Cinân olduġu gibi
akl dahî hâzin-i cinândır ki, bu makāmda akl-ı evvel i‘tibâr olunur ki, rûh-ı Muhammedî

Aleyhi efżali’ssalavâtu’s-samadî’den kinâyetdir. Kemâ Kāle Aleyhi’s-selâm: “ ‫ﻝ ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﷲ‬‫ﺍﻭ‬

‫ﻝ ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺍﻟﻘﻠﻢ ﻭﺍﻭﻝ ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺍﻟﻌﻘﻞ ﻓﻘﺎﻝ ﻟﻪ ﺍﻗﺒﻞ ﻓﺎﻗﺒﻞ ﰒ ﻗﺎﻝ ﻟﻪ ﺍﺩﺑﺮ ﻓﺎﺩﺑﺮ ﰒ ﻗﺎﻝ ﻭﻋﺰﺗﻰ‬‫ﺭﻭﺣﻰ ﻭﺍﻭ‬

‫“[ ”ﻭﺟﻼﱃ ﻣﺎﺧﻠﻘﺖ ﺧﻠﻘﺎ ﺍﻛﺮﻡ ﻋﻠﻰ ﻣﻨﻚ ﺑﻚ ﺍﺧﺬ ﻭﺑﻚ ﺍﻋﻄﻰ ﻭﺑﻚ ﺍﺛﻴﺐ ﻭﺑﻚ ﺍﻋﺎﻗﺐ‬Allâh, ilk önce
benim rûhumu yarattı ve ilk önce kalemi yarattı ve ilk önce aklı yarattı. Ona gel, dedi, geldi.
Sonra ona, git, dedi; gitti. Sonra “izzetime ve celâlime yemîn olsun ki, bana senden daha
kıymetli olan bir mahlûk yaratmadım. Seninle alıp seninle vereyim, seninle sevap verip seninle
cezalandırayım.” dedi.” (Ebû Dâvûd, 34/Sünnet, 16 (II, 637-38 h.no: 4700); Tirmizî, 33/Kader, 17 (IV,
398, h.no:2155), Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 263, n. 823-824), Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 21]

“Taaccüb”ünden murâd kendi hakīkatinde tekâbül ve tezâddan olan Celâl ve

Cemâl’in bir makāmda müctemi‘ olduklarından istiğrâbıdır. Zîrâ; “ ‫ﺍﻟﻀﺪﺍﻥ ﻻ ﳚﺘﻤﻌﺎﻥ ﰱ ﻣﻘﺎﻡ‬

‫”ﻭﺍﺣﺪ ﻭﺍﻥ ﻭﺍﺣﺪ‬491 mefhûmu meczûm-ı akl iken zıddının bir makāmda bir anda ictimâ‘ı

mû‘cib-i isti‘câbdır ve “Kef kefe” ya‘nî elini eline urması sıfât-ı Celâl ve Cemâlin iktirân ve
imtizâcından ‘ibâretdir. Zîrâ yedeyn sıfât-ı Celâl ve Cemâl ile ta‘bîr olunur. Kemâ verade fi’l-

hadîsi’l-kudsî: “‫ﺒﺎﹶﺣﹰﺎ‬‫ﺻ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻌِﻴ‬‫ﺭﺑ‬ ‫ﻯ ﹶﺍ‬


 ‫ﻴ ِﺪ‬‫ﻡ ِﺑ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻨ ﹶﺔ ﹶﺍ‬‫ﻴ‬‫ﺕ ِﻃ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﺣﻤ‬ ” [“Âdem’in çamurunu iki elimle kırk sabah

mayalandırdım, yoğurdum” (Taberî, Târih, I, 91)] “ ‫ﻯ‬


 ‫ﺪ‬ ‫ﻴ‬‫ ِﺑ‬‫ﺧﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬ ‫ﺎ‬‫ﺪ ِﻟﻤ‬ ‫ﺴﺠ‬
 ‫ﺗ‬ ‫ﻚ ﹶﺍ ﹾﻥ‬
 ‫ﻌ‬ ‫ﻨ‬‫ﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ ﻣ‬‫ﻠﻴﺲ‬‫ﻳۤﺎ ِﺍﺑ‬ ‫ﻗﹶﺎ ﹶﻝ‬
491
[İki zıt aynı anda ve aynı makamda toplanmaz]

228
‫ﲔ‬
 ‫ﺎﻟ‬‫ﻦ ﺍﹾﻟﻌ‬ ‫ﺖ ِﻣ‬
 ‫ﻨ‬‫ﻡ ﻛﹸ‬ ‫ﺕ ﹶﺍ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﺒ‬‫ﺘ ﹾﻜ‬‫ﺳ‬ ‫”ﹶﺍ‬ [“Allah: “Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde

etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde


bulunanlardan mı oldun?” dedi.” (Sâd, 38/75)]

Ve Hadîs-i kudsî’de ve Âyet-i kerîme’de yedeyn Cenâb-ı Hakk’a iżāfe olunmuş iken
bunda rûh-ı Muhammedî Aleyhisselâm’a iżāfeti iżāfet-i teşrifiyye kabîlinden olur. Kemâ kāle

teâlâ: “‫ﻢ‬
 ‫ﺪﻳ ِﻬ‬‫ﹶﺍﻳ‬ ‫ﻕ‬
 ‫ﻮ‬ ‫ ﺍﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ ﹶﻓ‬‫ﻳﺪ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﻮ ﹶﻥ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﺎِﻳﻌ‬‫ﻳﺒ‬ ‫ﺎ‬‫ﻧﻤ‬‫ﻚ ِﺍ‬
 ‫ﻧ‬‫ﻮ‬‫ﺎِﻳﻌ‬‫ﺒ‬‫ﻦ ﻳ‬ ‫”ِﺍﻥﱠ ﺍﻟﱠﺬﻳ‬ [“Herhalde sana bey'at edenler

ancak Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir…” (Fetih,

48/10)] Ve Kemâ kāle Teâlâ “‫ﻭﺣﻲ‬‫ﺭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ ﻓﻴ ِﻪ ِﻣ‬‫ﺨﺖ‬


 ‫ﻧ ﹶﻔ‬‫ﻭ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺘ‬‫ﻳ‬‫ﺳﻮ‬ ‫“[ “ ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬Ona şekil verdiğim ve ona

ruhumdan üflediğim zaman...” (el-Hicr 15/29), (Sâd 38/72)] “ ‫ﺍﻯ ﻣﻦ ﺭﻭﺡ ﳏﻤﺪ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﻻﻧﻪ ﺍﻭﻝ‬

‫”ﺑﺎﻛﻮﺭﺓ ﺷﺠﺮﺓ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ‬492

“‫ﺳﻴﻬﺪﻥ‬ ‫”ﺧﺎﻝ‬ “Hâl-i siyyeh”den murad nokta-i zât-ı ahadiyyetdir ve siyâh olması

künh-i zâtı idrâk mühâl olduġundandır. Zîrâ siyah zulmetden kinâyetdir ve zulmet cehilden

‘ibâretdir. Buna cehl-i zâtî ta‘bîr olunur. İlmu’l-ilimdir. “‫ﺍﻟﻌﻠﻢ‬ ‫”ﻫﻮ ﺍﳉﻬﻞ ﻋﻦ‬493

“‫ﺑﻴﺖ‬ ‫ﻭﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﺳﻴﺪﻧﺎ ﻋﻠﻰ ﺍﺑﻦ ﺍﰉ ﻃﺎﻟﺐ ﻛﺮﻡ ﺍﷲ ﻭﺟﻬﻪ ﻭﺭﺿﻰ ﺍﷲ ﰱ ﺩﻳﻮﺍﻥ ﺍﺷﻌﺎﺭﻩ‬

‫ﻭﺍﻟﺒﺤﺚ ﻋﻦ ﺳﺮ ﺫﺍﺕ ﺍﷲ ﺍﺷﺮﺍﻙ‬ ‫” ﺍﻟﻌﺠﺰ ﻋﻦ ﺩﺭﻙ ﺍﻻﺩﺭﻙ ﺍﺩﺭﺍﻙ‬494

diye cehl-i zâtı lisân-ı sûfiyyede, hicâb-ı izzet ile ta‘bîr olunur. “ ‫ﻭﻛﻤﺎ ﰱ ﺍﻟﺘﻌﺮﻳﻔﺎﺕ‬

‫ﺣﺠﺎﺏ ﺍﻟﻌﺰﺓ ﻭﻫﻮ ﺍﻟﻌﻤﻰ ﻭﺍﳊﲑﺓ ﺍﺫ ﻻ ﺗﺄﺛﲑ ﻟﻼﺩﺭﺍﻛﺎﺕ ﺍﻟﻜﺸﻔﻴﺔ ﰱ ﻛﻨﻪ ﺍﻟﺬﺍﺕ ﻓﻌﺪﻡ ﻧﻔﻮﺫﻫﺎ ﻓﻴﻬﺎ ﺣﺠﺎﺏ ﻻ‬

‫”ﻳﺮﺗﻔﻊ ﰱ ﺣﻖ ﺍﻟﻐﲑ ﺍﺑﺪﺍ‬495 “ ‫“ ”ﺭﺧﺎﻥ ﻣﻄﺮﻑ‬Ruhân-ı Mutraf”dan murad sıfat-ı Celâl ve Cemâldir.

492
[Ya’ni, Muhammed -sallahu aleyhi ve selem-’in rûhundan Çünkü o Vücûd agacının yetişen ilk meyvesidir.]
493
[O(Yüce Allâh), bizim için bilinememezlik içerir.]
494
[Seyidimiz Ali b. Ebî Tâlib kerremallâhu vecheh ve radıyallâh divanında buyuduğu gibi:
İdraki anlayamama noktasını acziyetin idrak etmek bir idraktir.
Allah’ın Zâtı’nın sırrını araştırma konusu yapmak bir tür şirktir.] Divan-ı Hazret-i Ali, Neş: Müstakimzade
Süleyman Sa’deddin Efendi, s. 447.
495
[Ta’rifât’ta da geçtiği üzere, Hicâbü’l-izzet(izzet perdesi): körlük ve şaşkınlıktır. Çünkü Zât’ın künhü hakkında
keşfî idraklerin hiç bir etkisi yoktur. Bunların ona nüfûz etmemesi, başkası hakkında ebediyen ortadan kalkmayan bir

229
Ve mutraf olması ya‘nî iki tarafı mu‘allem olan ridâ ile mürtedî olması ridâ-i Kibriyâ-i Celâl

ve Cemâl ile sütûr olmasından. “‫ﻭﺟﻬﻪ‬ ‫”ﺍﻧﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﻳﺘﺠﻠﻰ ﰱ ﺟﻨﺖ ﻋﺪﻥ ﻭﺭﺩﺍﺀ ﺍﻟﻜﱪﻳﺎﺀ ﰱ‬496 “ ‫ﻭ ﻗﺎﻝ‬

‫ﺍﻟﺸﻴﺦ ﺍﻻﻛﱪ ﻗﺪﺳﻨﺎﺍﷲ ﺑﺴﺮﻩ ﺍﻻﻧﻮﺭ ﺍﻋﻠﻢ ﺍﻥ ﺍﻟﻜﱪﻳﺎﺀ ﺭﺩﺍﺀ ﺍﳊﻖ ﻭﻟﻴﺲ ﺳﻮﺍﻙ ﻓﺎﻥ ﺍﳊﻖ ﺍﺣﺘﺠﺐ ﺑﻚ ﻓﻤﺎ ﲡﻠﻰ‬

‫ﻟﻚ ﺍﻻ ﺑﻚ ﻣﻦ ﻋﺮﻑ ﻧﻔﺴﻪ ﻓﻘﺪ ﻋﺮﻑ ﺭﺑﻪ ﻓﻤﻦ ﻋﺮﻑ ﺍﻟﺮﺩﺍﺀ ﻋﺮﻑ ﺍﳌﺮﺗﺪﻯ ﻭﻭﺟﻪ ﺍﻟﺸﺊ ﺫﺍﺗﻪ ﻓﺤﺎﻝ ﺍﳊﺤﺎﺏ‬

‫ﺑﻴﻨﻚ ﻭﺑﻴﻨﻪ ﻓﻠﻢ ﺗﺼﻞ ﺍﻟﻴﻪ ﺍﻟﺮﺅﻳﺔ ﻓﺼﺪﻕ ﻟﻦ ﺗﺮﺍﱏ ﻭﻟﻜﻦ ﳌﺎ ﻛﺎﻥ ﻛﱪﻳﺎﺀ ﺍﳊﻖ ﻋﻠﻰ ﻭﺟﻬﻪ ﻭﺍﳊﺠﺎﺏ ﻳﺸﻬﺪﻩ‬

‫ﺍﶈﺠﻮﺏ ﺍﺛﺒﺖ ﺍﻧﺎ ﻧﺮﺍﻩ ﻛﻤﺎ ﻭﺳﻌﻨﺎﻩ ﻓﺼﺪﻕ ﺗﺮﻭﻥ ﺭﺑﻜﻢ ﻭﻟﻠﺮﺩﺍﺀ ﻇﺎﻫﺮ ﻭﺑﺎﻃﻦ ﻓﲑﺍﻩ ﺍﻟﺮﺩﺍﺀ ﺑﺒﺎﻃﻨﻪ ﻓﺼﺪﻕ ﺗﺮﻭﻥ‬

‫ﺭﺑﻜﻢ ﻭﻻ ﻳﺮﺍﻩ ﻇﺎﻫﺮ ﺍﻟﺮﺩﺍﺀ ﻭﻳﺼﺪﻕ ﻟﻦ ﺗﺮﺍﱏ ﺍﻧﺘﻬﻰ ﻭﺍﻟﺮﺩﺍﺀ ﰱ ﺍﺻﻄﻼﺡ ﺍﳌﺸﺎﻳﺦ ﻇﻬﻮﺭ ﺍﻟﺼﻔﺎﺕ ﺍﳊﻖ ﻋﻠﻰ‬

‫ﺍﻟﻌﺒﺪ ﻳﻌﲎ ﺍﻟﻈﻬﻮﺭ ﺍﻟﺼﻔﺎﺕ ﺍﳊﻖ ﺣﻘﻴﻘﺔ ﻛﻤﺎ ﻭﺭﺩ ﰱ ﻣﻨﺎﺯﻻﺕ ﺍﰉ ﻳﺰﻳﺪ ﻗﺪﺱ ﺳﺮﻩ ﺍﻧﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﻗﺎﻝ ﻟﻪ ﺍﺧﺮﺝ ﺍﱃ‬

‫ﺍﳋﻠﻖ ﺑﺼﻔﱴ ﻓﻤﻦ ﺯﺍﻙ ﻓﻘﺪ ﺭﺍﱏ ﻭﺍﻣﺎ ﺍﻻﺷﺎﺭﺓ ﺍﱃ ﺍﻟﻈﻬﻮﺭ ﺑﺎﻟﺪﻋﻮﻯ ﻭﺍﳌﻨﺎﺯﻋﺔ ﻭﺍﻟﺘﺮﻗﺐ ﳊﺐ ﺍﻟﺮﻳﺎﺳﺔ ﻫﻮ ﻣﺎﺟﺎﺀ‬

‫”ﰱ ﺍﳊﺪﻳﺚ ﺍﻟﻘﺪﺳﻰ ﺍﻟﻜﱪﻳﺎﺀ ﺭﺩﺍﺋﻲ ﻭﺍﻟﻌﻈﻤﺔ ﺍﺯﺍﺭﻯ ﻓﻤﻦ ﻧﺎﺯﻋﲎ ﻭﺍﺣﺪﺍ ﻣﻨﻬﻤﺎ ﻗﺬﻓﺘﻪ ﰱ ﺍﻟﻨﺎﺭ‬497

Velhâsıl nokta-i zât-ı ehadiyyet mertebe-i vâhidiyyetde izâr-ı azamet-i ridâ-i Kibriyâ
ile mürtedâ olan Cemâl ve Celâl’den zāhir olacak da‘vâ ve münâzaa ile zuhûr-i ihtirâzından
‘abdâle havf ârız olur. Halbuki tecellî-i Celâl’den rûha heybet ve heybet-i ruhdan kalbe kabz
ve inkibaz-ı kalbden nefse havf ârız oluğu zāhirdir. Ve Cemâl’de dahî kezâlik. Zîrâ Celâl’de
Cemâl mużmar olduġu gibi Cemâl’de dahî Celâl mużmardır. Ve bu makāmda ‘abdâl’dan

perdedir.] es-Seyyid eş-Şerîf Cürcani, Kitâbü’t-Ta’rîfât, 84


496
[“Cenâb-ı Allâh adn cennetinde tecellî eder. Kibriyâ abası yüzünde bulunur.”]
497
[Şeyhü’l-Ekber kuddise sirruh buyurmuştur ki, Kibriyâ, azamet Hak Teâlâ’nın abasıdır. Bu senden başkası
değildir. Cenâb-ı Hak seninle örtünün ardına gizlenmiştir. Sana ancak senin sayende tecellî etmektedir. Kim
kendini tanırsa Rabbini bilir. Kim abayı bilirse o abayı giyeni tanır. Bir şeyin yüzü o şeyin zâtıdır. Seninle onun
arasına örtü engel teşkil etti. Bu yüzden onu göremedin. Şu kavl-i ilâhî doğrudur: [“Şüphesiz beni
göremezsin.” (Araf, 143)] Ne var ki, Cenâb-ı Hak’ın kibriyâsı vechinde olduġuna göre örtüyü örtünen görür.
Bundan da anlaşılıyor ki, “Biz onu işittiğimiz gibi görebiliriz de.” Rabbinizi göreceksiniz. Örtünün, abanın içi ve
dışı vardır. Abayı içiyle görür. Rabbinizi görürsünüz sözü bu bağlamda doğrudur. Ridânın zâhiri ise onu görmez.
“‫ ”ﻟﻦ ﺗﺮﺍﱏ‬bu bağlamda doğrudur.
Meşâyih ıstılâhında ridâ, Hak Teâlâ sıfatların abde zâhir olmasıdır. Yani zuhûr, Hak sıfatların gerçek anlamda
zâhir olmasıdır. Ebû Yezid’in Menâzilât’ında vakı’ olduġu gibi -Cenâb-ı Hakk’ın dediği gibi- mahlûkāta benim
sıfatımla çık. Seni gören beni görmüştür. Ancak dava ederek, çekişerek, riyâset sevgisi besleyerek zuhûra işâret
etmek hadîs-i kudsî’de geçtiği gibidir: [“Kibriyâ benim ridâm azamette izarımdır. Kim bunlardan benimle
çekişmeye kalkarsa cehennemde ona azab ederim.” (İbn Mâce, Zühd, 16, II, 1397; Keşfü’l-hafâ, II, 102 n. 1899)]

230
murâd bu makāmda “‫ﺍﷲ‬ ‫”ﲣﻠﻘﻮﺍ ﺑﺎﺧﻼﻕ ﺍﷲ ﻭﺍﺗﺼﻔﻮﺍ ﺑﺼﻔﺎﺕ‬ [“Allah Teâlâ’nın ahlâkı ile

ahlâklarımız. Allâh’ın sıfatlarıyla sıfatlanın” (Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr s. 123)] emrince sıfât-ı

halkıyyesini sıfât-ı hakkıyyeye tebdîl edenlerdir. Ve “‫“ ”ﺧﻮﻑ‬Havf” Celâl zi’l-cemâl ve’l-

celâlden elini mushafa urması Kitâbullâh’a teşebbüs ile rabt-ı kalbden ‘ibâretdir. Zîrâ el,
gönül şerhidir. Ve “Mushaf”dan murâd kitâbullahdır ki, kitâb mahv ve isbât ve kitâb-ı mübîn
ve imâm-ı mübîn ve ümmü’l-kitâb’a dahî şümûlü vardır. Ve ekseriya kitâbullah ıtlâk olunur.
Ve Kur’ân-ı Kerîm ve Ahkâm-ı Şer’iyye murâd olunur. Ve Kitâb-ı mahv levh-i mahfûz’un
tahtında olan elvâhdan ‘ibâretdir ki, aklâm-ı mahvın kitâbeti ondadır. Kazâ ve nesh-ı şerâyı‘

ondandır. “‫ﺏ‬
ِ ‫ﺎ‬‫ﺍﹾﻟ ِﻜﺘ‬ ‫ﻩ ﹸﺍﻡ‬ۤ‫ﺪ‬ ‫ﻨ‬‫ﻭ ِﻋ‬ ‫ﹾﺜِﺒﺖ‬‫ﻭﻳ‬ ُ‫ﺸۤﺎﺀ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻪ ﻣ‬ ‫ﻮﺍ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﻤﺤ‬ ‫ﻳ‬” [“Allah dilediğini imha eder, dilediğini de
yerinde bırakır. Ana kitap O'nun katındadır.” (Ra‘d, 13/39)] Denilmiş ki, ümmü’l-kitâb’dan
murâd levh-i mahfûzdur. Mahvden mahfûz olduġu için levh-i mahfûz denildi. Ve bazıları
demiş ki, ümmü’l-kitâb levh-i mahfûz’a ıtlâk olduġu gibi akl-ı külle ve kalem-i ‘âlâya ve nûr-

i muhammediyyeye ıtlâk olunur ve İmâm-ı mübîn Cenâb-ı Bârî’nin: “ ‫ﺎ ٍﻡ‬‫ﰲ ِﺍﻣ‬


ۤ ‫ﻩ‬ ‫ﺎ‬‫ﻴﻨ‬‫ﺼ‬
 ‫ﺣ‬ ‫ﻲ ٍﺀ ﹶﺍ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻭﻛﹸﻞﱠ‬

‫ﲔ‬
ٍ ‫ﺒ‬‫…“[ ”ﻣ‬Zaten biz her şeyi açık bir kütükte, bir “imam-ı mübin”de (ana kitapta, yani
Levh-i mahfûzda) sayıp tesbit etmişizdir.” (Yasin, 36/12)] kavl-i şerîfinde müşârün ileyh

olandır. Ve İmâm-ı mübîn lafzıyla gâhîce kitâbullâh murâd olunur. Li-kavlihi Teâlâ: “ ‫ﺐ‬
ٍ ‫ﺭ ﹾﻃ‬ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬

‫ﲔ‬
ٍ ‫ﺒ‬‫ﺏ ﻣ‬
ٍ ‫ﺎ‬‫ﺲ ِﺍﻟﱠﺎ ﰲ ِﻛﺘ‬
ٍ ‫ﺎِﺑ‬‫ﻭﻟﹶﺎ ﻳ‬ ” [“…ne de kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki, o herşeyi açıklayan
Kitap'ta bulunmasın.” (En‘am, 6/59)] Ve gâhîce İmâm-ı Mübîn lafzıyla insân-ı kâmil murâd
olunur. Zîrâ hakâyık-ı ilâhiyye ve hakâyık-ı kevniyyenin küllîsi insân-ı kâmilde ihsâ

olunmuştur. “ ‫ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﺍﻟﻔﺮﻏﺎﱏ ﻗﺪﺱ ﺳﺮﻩ ﰱ ﺗﻌﺮﻳﻔﺎﺗﻪ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﺍﳌﺒﲔ ﺗﺎﺭﺓ ﻳﻄﻠﻘﻮﻧﻪ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﻠﻮﺡ ﺍﶈﻔﻮﻅ ﻻﻧﻪ‬

‫ﻫﻮ ﺍﻟﺮﻭﺡ ﺍﳌﻀﺎﻑ ﺍﱃ ﺍﳊﻀﺮﺓ ﺍﻻﳍﻴﺔ ﻭﻫﻮ ﺍﻟﻨﻔﺲ ﺍﻟﻜﻠﻴﺔ ﺍﳌﺴﻤﺎﺓ ﺑﺎﻟﻠﻮﺡ ﺍﶈﻔﻮﻅ ﻣﻦ ﺍﶈﻮ ﻭﺍﻟﺘﺒﺪﻳﻞ ﻭﺑﺎﻟﻜﺘﺎﺏ‬

‫ﺍﳌﺒﲔ ﻟﻜﻮﻧﻪ ﳏﻞ ﻭﺍﻟﺘﺪﻭﻳﻦ ﻭﺑﻜﻞ ﺷﻲﺀ ﻟﺘﻀﻤﻨﻪ ﺍﻻﺷﺘﻤﺎﻝ ﻋﻠﻰ ﺻﻨﻔﻰ ﺍﻟﻜﻠﻢ ﺍﻟﻔﻌﻠﻴﺔ ﻭﺍﻟﻘﻮﻟﻴﺔ ﺍﻟﺬﻳﻦ ﳘﺎ ﻛﻞ ﺷﻴﺊ‬

‫ﻓﻠﻬﺬﺍ ﻛﺎﻥ ﺍﻟﺮﻭﺡ ﺍﳌﻀﺎﻑ ﺍﻟﺬﻯ ﻫﻮ ﺍﻟﻠﻮﺡ ﺍﶈﻔﻮﻅ ﻫﻮ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﺍﳌﺒﲔ ﺍﻟﻔﻌﻠﻰ ﺍﳌﻌﲎ ﺑﻘﻮﻟﻪ ﺗﻌﺎﱃ׃ ﻭﻻ ﺭﻃﺐ ﻭﻻ‬

‫ﻓﻤﺎ ﺑﺎﻝ ﻳﺎﺑﺲ ﺍﻻﰱ ﻛﺘﺎﺏ ﻣﺒﲔ ﻭﺍﻋﻠﻢ ﺍﻳﻀﺎ ﺍﻥ ﺍﻟﻮﺟﻪ ﰱ ﺗﺴﻤﻴﺘﻪ ﺑﺎﳌﻀﺎﻑ ﻫﻮ ﻣﺎﻭﺭﺩ ﺑﻪ ﺍﻟﺘﱰﻳﻞ ﰱ ﻗﻮﻟﻪ ﺗﻌﺎﱃ‬

231
‫ﺍﻟﻘﺮﻭﻥ ﺍﻻﻭﱃ ﻗﺎﻝ ﻋﻠﻤﻬﺎ ﻋﻨﺪ ﺭﰉ ﰱ ﻛﺘﺎﺏ ﻻ ﻳﻀﻞ ﺭﰉ ﻭﻻﻳﻨﺴﻰ ﻓﻼﺗﺼﺎﻑ ﻫﺬﺍ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﺍﱃ ﺍﳊﻀﺮﺓ‬

‫ﺍﻟﻌﻨﺪﻳﺔ ﲰﻰ ﺑﺎﻟﺮﻭﺡ ﺍﳌﻀﺎﻑ ﻭﻻﻥ ﺍﳉﺴﻤﺎﻧﻴﺔ ﻟﻴﺴﺖ ﺍﻫﻼ ﻟﺘﻠﻚ ﺍﳊﻀﺮﺍﺕ ﻭﻫﻜﺬﺍ ﻣﻦ ﺍﳌﻌﻠﻮﻡ ﺍﻧﻪ ﻟﻴﺲ ﺍﳌﺮﺍﺩ ﰱ‬

‫ﻫﺬﺍ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﻳﻜﻮﻥ ﺍﻻﺷﻴﺎﺀ ﻣﺜﺒﺘﺔ ﻛﻮ‪‬ﺎ ﻣﺴﺘﻔﺎﺩﺓ ﺍﳊﻖ ﺳﺒﺤﺎﻧﻪ ﻣﻨﻪ ﻟﻴﺼﲑ ﻫﺬﺍ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﺍﶈﻔﻮﻅ ﻣﻦ ﺍﶈﻮ ﻭﺍﻟﺘﺒﺪﻳﻞ‬

‫ﻫﻮ ﺍﻟﺬﻯ ﻻﺟﻠﻪ ﻻﻳﺼﻞ ﻋﻦ ﻋﻠﻢ ﺍﳊﻖ ﺷﻲﺀ ﻭﻻ ﻳﻐﺮﺏ ﻋﻨﻪ ﻭﻻﻳﻨﺴﻰ ﻻﺳﺘﺤﺎﻟﺘﻪ ﺍﻥ ﻳﻮﺻﻒ ﺍﻟﻮﺍﺟﺐ ﻟﺬﺍﺗﻪ‬

‫ﺑﺎﺳﺘﻔﺎﺩﺓ ﻣﻦ ﺍﳌﻤﻜﻦ ﺑﻮﺟﻪ ﺍﺫ ﺍﳌﻤﻜﻦ ﺑﺎﻓﺎﺩﺓ ﺍﻟﻮﺍﺟﺐ ﻛﺬﻟﻚ ﺑﻞ ﺍﻻﻣﺮ ﰱ ﺫﻟﻚ ﻋﻠﻰ ﻣﺎ ﻋﺮﻓﺘﻪ ﻣﻦ ﻛﻮﻧﻪ ﳌﺎ ﻛﺎﻥ‬

‫ﺍﻟﻌﻠﻢ ﺑﺎﻻﺷﻴﺎﺀ ﻭﺑﺘﻌﲔ ﲤﻴﺰﺍ‪‬ﺎ ﻣﺴﺘﺪﻋﻴﺎ ﻟﺜﺒﻮﺓ ﺍﻟﻜﺜﺮﺓ ﻭﻟﺘﻤﻴﺰﺍﺕ ﺍﻓﺮﺍﺩﻫﺎ ﻭﻟﻐﲑﻳﺘﻬﺎ ﻟﻠﻮﺍﺣﺪ ﺍﳊﻖ ﻭﺍﻥ ﺫﻟﻚ ﻭﺍﺟﺐ‬

‫ﺍﻻﺳﻘﺎﻁ ﰱ ﺍﻟﻴﻘﲔ ﺍﻻﻭﻝ ﻟﻜﻮﻧﻪ ﻫﻮ ﺣﻘﻴﻘﺔ ﺍﻟﻮﺍﺣﺪﺓ ﺍﳊﻘﻴﻘﻴﺔ ﺍﻟﱴ ﻻﻳﺼﺢ ﳎﺎﻣﻌﺘﻬﺎ ﻟﻜﺜﺮﺓ ﺍﻭ ﻏﲑﻳﺘﻪ ﺑﻮﺟﻪ ﻻﺟﺮﻡ‬

‫ﺍﺳﺘﺪﻋﺖ ﺍﳌﻌﻠﻮﻣﺎﺕ ﻻﺟﻞ ﺗﻌﺪﺍﺩﻫﺎ ﺍﳌﻘﺘﻀﻴﺔ ﻟﻠﻜﺜﺮﺓ ﻭﺍﻟﺘﻤﻴﺰ ﺍﳌﺴﺘﺤﻴﻞ ﳎﺎﻣﻌﺘﻬﺎ ﻟﻠﻮﺍﺣﺪ ﻟﺘﻨﺎﻓﻴﻬﺎ ﺍﱃ ﺍﻥ ﺗﻜﻮﻥ ﻟﻪ‬

‫ﺣﻀﺮﺓ ﻫﻰ ﳏﻞ ﺗﻔﺼﻴﻞ ﺗﻠﻚ ﺍﻟﻜﺜﺮﺓ ﻭﺍﻟﺘﻌﺪﺍﺩﺍﺕ ﻭﲤﻴﺰﺍ‪‬ﺎ ﻭﻻﺟﻞ ﻋﺜﻮﺭ ﺻﺎﺣﺐ ﺍﻟﺘﻠﻮﳛﺎﺕ ﻫﺬﻩ ﺍﳊﻀﺮﺓ ﻣﻦ‬

‫ﺑﻌﺾ ﻭﺟﻮﻫﻬﺎ ﺍﺳﺘﺪﺭﻙ ﻋﻠﻰ ﻣﺎﺫﻛﺮﻩ ﰱ ﺍﻻﺷﺎﺭﺍﺕ ﻣﻦ ﻛﻮﻧﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﺍﳕﺎ ﻳﻌﻠﻢ ﺍﻟﻜﻠﻴﺎﺕ ﲝﺼﻮﻝ ﺻﻮﺭﻫﺎ ﻓﻴﻪ ﻭﺍﻧﻪ‬

‫ﻻﻳﻌﻠﻢ ﺍﳉﺰﺋﻴﺎﺕ ﻟﺘﻐﲑﻫﺎ ﻭﺫﻟﻚ ﻻﺟﻞ ﺍﻟﺒﻴﻨﻮﻧﺔ ﺍﻟﻮﺍﻗﻌﺔ ﺑﲔ ﻓﻬﻢ ﺻﺎﺣﺐ ﺍﻟﻨﻈﺮﺍﻟﻌﻘﻠﻰ ﻣﻦ ﺍﳊﻜﻤﺎﺀ ﻭﺍﳌﺘﻜﻠﻤﲔ ﻭﺑﲔ‬

‫ﺫﻭﻕ ﺍﳌﻜﺎﺷﻒ ﰱ ﻣﻌﺮﻓﺘﻬﻤﺎ ﺍﳊﻀﺮﺓ ﻟﺮﺗﺴﺎﻡ ﺍﳌﺸﺎﺭ ﺍﻟﻴﻬﺎ ﰱ ﻋﺒﺎﺭﺍﺕ ﺍﻟﻘﻮﻡ ﺑﺎﻥ ﺍﻻﺷﻴﺎﺀ ﻣﺮﺗﺴﻤﺔ ﰱ ﻧﻔﺲ ﺍﳊﻖ‬

‫ﻓﻔﻬﻢ ﺑﻌﻀﻬﻢ ﻣﻦ ﺫﻟﻚ ﺣﺼﻮﻝ ﺻﻮﺭ ﺍﻻﺷﻴﺎﺀ ﰱ ﺫﺍﺗﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﻛﻤﺎ ﰱ ﺍﻻﺷﺎﺭﺍﺕ ﺍﻭ ﰱ ﺟﻮﺍﻫﺮ ﺍﳌﻌﺎﺭﻑ ﻛﻤﺎ ﺫﻛﺮ‬

‫ﺻﺎﺣﺐ ﺍﻟﺘﻠﻮﳛﺎﺕ ﻭﺍﻥ ﺍﳌﻌﲎ ﺑﺬﻟﻚ ﺍﻻﻣﺘﻴﺎﺯ ﺍﻟﻨﺴﺒﱴ ﺍﳊﺎﺻﻞ ﻟﻠﻤﺎﻫﻴﺎﺕ ﻛﻤﺎ ﻫﻮ ﻣﺸﻬﻮﺩ ﻻﻫﻞ ﺍﷲ ﻋﻠﻰ ﻗﺎﺋﺪﺓ‬

‫ﺍﻟﻜﺸﻒ ﺍﻟﺼﺮﻳﺢ ﻭﺍﻟﻨﻈﺮ ﺍﻟﺼﺤﻴﺢ ﻻﺳﺘﺤﺎﻟﺔ ﺍﻟﻜﺜﺮﺓ ﰱ ﺫﺍﺕ ﺍﳊﻖ ﻟﲑﺗﺴﻢ ﻓﻴﻪ ﻭﺍﺳﺘﺤﺎﻟﺔ ﺍﺳﺘﻔﺎﺩﺓ ﻣﻦ ﻏﲑﻩ ﻟﻴﻜﻮﻥ‬

‫ﻋﻠﻤﻪ ﻻﺟﻞ ﺍﺭﺗﺴﺎﻣﻬﺎ ﰱ ﻏﲑﻩ ﻓﺎﺧﺘﻠﻔﺖ ﺍﻻﺭﺍﺀﺍﰱ ﻫﺬﻩ ﺍﳌﺴﺌﻠﺔ ﲝﻴﺚ ﺗﻔﺎﻭﺕ ﺍﳌﻔﻬﻮﻡ ﰱ ﺍﳊﺼﻮﺹ ﻭﺍﻟﻌﻤﻮﻡ‬

‫ﻭﻛﺎﻥ ﺍﻟﻔﺮﻕ ﺑﲔ ﺫﻭﻕ ﺍﳌﻜﺎﺷﻒ ﻭﻏﲑﻩ ﻫﻮﺍﻥ ﻳﺸﺎﻫﺪ ﺗﻠﻚ ﺍﻟﺘﻤﻴﺰﺍﺕ ﻭﺍﻟﺘﻌﺪﺩﺍﺕ ﺍﳕﺎ ﻫﻰ ﻭﺻﻒ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﻣﻦ ﺣﻴﺚ‬

‫ﺍﻣﺘﻴﺎﺯﻩ ﺍﻟﻨﺴﱮ ﻋﻦ ﺍﻟﺬﺍﺕ ﻻﺍ‪‬ﺎ ﻭﺻﻒ ﺍﻟﺬﺍﺕ ﻣﻦ ﺣﻴﺚ ﻫﻰ ﺍﻭ ﻣﻦ ﺣﻴﺚ ﺍﻥ ﻋﻠﻤﻬﺎ ﻋﻴﻨﻬﺎ ﻛﻤﺎ ﺭﺍﻩ ﺍﻟﻔﻴﻠﺴﻮﻑ‬

‫ﻓﺎﺛﺒﺖ ﺍﻥ ﺍﳊﻖ ﳏﻞ ﺻﻮﺭﺕ ﺍﻟﻜﻠﻴﺎﺕ ﻭﻧﻔﻰ ﻋﻠﻤﻪ ﺑﺎﳉﺰﺋﻴﺎﺕ ﻭﻻ ﺍﻥ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﻏﲑﻫﺎ ﻛﻤﺎ ﻳﺮﺍﻩ ﺍﳌﺘﻜﻠﻢ ﺍﻟﺬﻯ ﺟﻌﻠﻪ‬

‫‪232‬‬
‫ﺍﻟﺘﻌﻠﻖ ﻟﻠﻌﻠﻢ ﻻﻟﻠﺬﺍﺕ ﻓﻠﻜﻮﻥ ﺻﺎﺣﺐ ﺍﻟﻜﺸﻒ ﻋﻦ ﺣﻀﺮﺓ ﺍﻻﺭﺗﺴﺎﻡ ﻳﺸﺎﻫﺪ ﻣﺎﻋﻠﻴﻪ ﺍﻻﻣﺮ ﰱ ﻧﻔﺴﻪ ﰱ ﺗﻠﻚ‬

‫ﺍﻟﺘﻤﻴﺰﺍﺕ ﻭﺍﻟﺘﻌﺪﺩﺍﺕ ﻣﻦ ﻛﻮ‪‬ﺎ ﻟﻴﺴﺖ ﺑﺸﺊ ﺯﺍﺋﺪ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺬﺍﺕ ﺍﻻ ﺑﻨﺴﺐ ﻻﻫﻰ ﻋﲔ ﺍﳊﻖ ﻭﻻﻏﲑﻩ ﱂ ﻳﺘﺤﲑ ﰱ‬

‫ﻓﻬﻢ ﻟﻜﻮﻧﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﳏﻴﻄﺎ ﺑﻜﻞ ﺷﺊ ﻋﻠﻤﺎ ﻛﻤﺎ ﺍﻧﻪ ﱂ ﻳﺜﺒﺖ ﰱ ﺫﺍﺗﻪ ﻛﺜﺮﺓ ﺻﺪﻭﺭ ﺍﻟﻜﻠﻴﺎﺕ ﻭﻻﻧﻔﻰ ﻋﻨﻪ ﺍﻟﻌﻠﻢ‬

‫ﺑﺎﳉﺰﺋﻴﺎﺕ ﻓﺘﻔﻬﻢ ﻣﺎﺗﻀﻤﻨﻪ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﻔﺎﺋﺪﺓ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﺍﻟﻠﺪﱏ ﺍﻟﺬﻯ ﺍﻧﻜﺸﻒ ﻻﻫﻞ ﺍﳌﻌﺮﻓﺔ ﻋﻨﺪ ﺣﻘﻴﻘﺔ ﻇﻔﺮﻫﻢ ﺑﻪ ﺍﻧﻪ‬

‫ﺗﻌﺎﱃ ﻋﺎﱂ ﺑﺎﻟﻜﻠﻴﺎﺕ ﻭﺍﳉﺰﺋﻴﺎﺕ ﺑﻼﺗﻜﺜﺮ ﰱ ﺫﺍﺗﻪ ﻭﻻﻏﺮﻭﺏ ﺷﺊ ﻣﻦ ﻋﻠﻤﻪ ﺍﻻﻗﺪﺱ ﻭﺗﺎﺭﺓ ﻳﻌﻨﻮﻥ ﺑﺎﻟﻜﺘﺎﺏ ﺍﳌﺒﲔ‬

‫ﺍﻟﻔﻌﻠﻰ ﻭﻫﻮ ﺍﻟﻨﺎﺯﻝ ﻣﻦ ﺍﻟﻐﻴﺐ ﺍﱃ ﺍﻟﺸﻬﺎﺩﺓ ﻧﺰﻭﻻ ﻗﻮﻟﻴﺎ ﻓﺎﻣﺎ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﺍﻟﻌﻘﻞ ﻓﻬﻮ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﺍﳌﺒﲔ ﺍﻟﻈﺎﻫﺮ ﺑﺎﻟﻘﻮﺓ‬

‫ﻭﺍﻟﻔﻌﻞ ﻭﻫﻮ ﺍﻟﻌﺎﱂ ﻓﻜﻞ ﺣﻘﻴﻘﺘﻪ ﻣﻔﺮﺩﺓ ﻛﻠﻴﺘﻬﻪ ﻣﻨﻪ ﺍﺫﺍ ﺍﻋﺘﱪﺕ ﻣﻦ ﺣﻴﺚ ﺍﻧﻔﺮﺍﺩﻫﺎ ﻋﻦ ﻟﻮﺍﺯﻣﻬﺎ ﻭﺗﻮﺍﺑﻌﻬﺎ ﻛﺎﻧﺖ‬

‫ﲟﱰﻟﺘﻪ ﺣﺮﻑ ﻭﺍﺫﺍ ﺍﻋﺘﱪﺕ ﻣﻦ ﺣﻴﺚ ﻗﺎﺑﻠﻴﺘﻬﺎ ﺍﻻﺻﻠﻴﺘﻪ ﻻﺿﺎﻓﺘﻪ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﺍﻟﻴﻬﺎﻭﻗﺒﻮﳍﺎ ﺫﻟﻚ ﺑﺎﺳﺘﻌﺪﺍﺩﻫﺎ ﻛﺎﻧﺖ‬

‫ﲟﱰﻟﺘﻪ ﺍﺳﻢ ﻭﺍﺫﺍ ﺍﻋﺘﱪﺕ ﻣﻦ ﺣﻴﺚ ﻗﺒﻮﳍﺎ ﺫﻟﻚ ﺑﺎﺛﺮ ﺍﻟﻄﻠﺐ ﺍﻻﺳﺘﻌﺪﺍﺩﻯ ﻛﺎﻧﺖ ﲟﱰﻟﺘﻪ ﻓﻌﻞ ﻭﺍﺫﺍ ﺍﻋﺘﱪﺕ ﻣﻘﺘﺮﻧﺘﻪ‬

‫ﺑﺎﻟﻮﺟﻮﺩ ﲝﻜﻢ ﺗﻠﻚ ﺍﻟﻠﻮﺍﺯﻡ ﺍﳌﺬﻛﻮﺭﺓ ﻓﺎﻓﺎﺩﺕ ﻣﻌﲎ ﺍﳋﻠﻘﻴﺔ ﻭﺍﻟﻮﺟﻮﺩﻳﺔ ﻭﺣﻜﻢ ﺍﻟﻐﲑﻳﺔ ﻛﺎﻧﺖ ﲟﱰﻟﺘﻪ ﻛﻠﻤﺘﻪ ﻭﺍﺫﺍ‬

‫ﺍﻓﺎﺩ ﺑﺬﻟﻚ ﺍﻻﺟﺘﻤﺎﻉ ﻣﻌﺎﻧﻦ ﻣﺘﻨﺎﺳﺒﺔ ﺩﻟﺘﻪ ﻋﻠﻰ ﺣﻘﻴﻘﺔ ﻭﺍﺣﺪﺓ ﻛﺎﺿﺎﻓﺘﻪ ﺍﳊﻴﻮﺓ ﻭﺍﻟﻌﻠﻢ ﻭﺍﻻﺭﺍﺩﺓ ﻭﳓﻮ ﺫﻟﻚ ﺍﱃ‬

‫ﺗﻠﻚ ﺍﳊﻘﻴﻘﺘﻪ ﻛﺎﻧﺖ ﲟﺜﺎﺑﺘﻪ ﺍﻳﺘﻪ ﻭﺍﺫﺍ ﺍﻓﺎﺩ ﺫﻟﻚ ﻣﻊ ﲨﻊ ﻣﺮﺗﺒﺔ ﻣﻦ ﺍﳌﺮﺍﺗﺐ ﺍﻻﲰﺎﺋﻴﺔ ﻭﺍﻟﻜﻮﻧﻴﺔ ﺍﻳﺎﻫﺎ ﻭﺩﺧﻮﳍﺎ ﰱ‬

‫ﺣﻜﻢ ﻣﺎﻛﺎﻧﺖ ﲟﱰﻟﺔ ﺳﻮﺭﺓ ﻭﺍﺫﺍ ﺍﻓﺎﺩﺓ ﺫﻟﻚ ﻣﻊ ﺍﻋﺘﺒﺎﺭ ﺍﺣﺎﻃﺘﻬﺎ ﲜﻤﻴﻊ ﺍﳌﺮﺍﺗﺐ ﺍﻻﲰﺎﺋﻴﺔ ﻭﺍﻟﻜﻮﻧﻴﺔ ﺍﻟﻜﻠﻴﺔ ﻭﺍﳉﺰﺋﻴﺔ‬

‫ﺍﳌﻨﺪﺭﺟﺔ ﰱ ﺍﳌﺮﺗﺒﺔ ﺍﻟﺜﺎﻧﻴﺔ ﻭﺍﻟﱪﺯﺧﻴﺔ ﺍﳌﻀﺎﻓﺔ ﺍﻟﻴﻬﺎ ﻛﺎﻥ ﻛﺘﺎﺑﺎ ﻣﺒﻴﻨﺎ ﻭﳐﺘﺼﺮﻩ ﺻﻮﺭﺓ ﺍﺩﻡ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﻭﺍﻟﻜﻤﻞ ﻣﻦ‬

‫ﺍﻭﻻﺩﻩ ﻭﺍﻣﺎ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﺍﻟﺜﺎﱏ ﺍﻟﻘﻮﻝ ﺍﶈﻜﻢ ﺑﺒﻴﺎﻥ ﺫﻟﻚ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﺍﳌﺨﺘﺼﺮ ﺍﻟﻔﻌﻠﻰ ﺍﳌﺬﻛﻮﺭ ﻭﺫﻟﻚ ﻣﻔﺼﻞ ﻣﺘﻨﻮﻉ‬

‫ﲝﺴﺐ ﻛﻞ ﺧﻠﻴﻔﺔ ﻛﺎﻣﻞ ﻓﻴﻜﻮﻥ ﻟﻪ ﻛﺘﺎﺏ ﳏﻜﻢ ﺑﻴﺎﻥ ﻛﻤﺎ ﻟﻪ ﻣﺒﲔ ﻟﻪ ﺑﻘﻄﺔ ﺍﻋﺘﺪﺍﻟﻪ ﰱ ﲨﻴﻊ ﺣﺮﻛﺎﺗﻪ ﻭﺳﻜﻨﺎﺗﻪ‬

‫ﻭﺍﻗﻮﺍﻟﻪ ﻭﺍﺣﻮﺍﻟﻪ ﻣﺘﺎﺑﻌﻴﺔ ﻭﻗﻮﻣﻪ ﻭﺍﻟﱴ ﻭﺫﻟﻚ ﳓﻮ ﺻﺤﻒ ﺷﻴﺖ ﻭﺍﺩﺭﻳﺲ ﻭﻧﻮﺡ ﻭﺍﺑﺮﺍﻫﻴﻢ ﻭﻣﻮﺳﻰ ﻭﺩﺍﻭﻭﺩ ﻋﻠﻴﻬﻢ‬

‫ﺍﻟﺴﻼﻡ ﻭﺍﻣﺎ ﺍﻟﻘﺮﺍﻥ ﻓﻬﻮ ﺍﳉﺎﻣﻊ ﻻﺣﻜﺎﻡ ﲨﻴﻊ ﺗﻠﻚ ﺍﳊﻘﺎﻳﻖ ﻭﺍﻻﲰﺎﺀ ﺍﻟﻜﻠﻴﺔ ﺍﻻﺻﻠﻴﺔ ﺍﻟﺴﺒﻌﺔ ﺍﻻﺋﻤﺔ ﺍﺣﺪﻳﺖ ﲨﻊ‬

‫ﲝﻴﺚ ﱂ ﻳﻈﻬﺮ ﺍﺛﺮ ﻣﻦ ﺷﺊ ﻭﱂ ﻳﻐﻠﺐ ﻋﻠﻰ ﺷﺊ ﻣﻨﻬﺎ ﺍﻧﺘﻬﻰ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﺍﻟﻔﻌﻠﻰ ﻗﺪ ﻋﺮﻗﺖ ﺍﻥ ﺍﳌﺮﺍﺩ ﺑﻪ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ‬

‫‪233‬‬
‫ﺍﻟﻈﺎﻫﺮ ﺑﺎﻟﻘﻮﺓ ﻭﺍﻟﻔﻌﻞ ﻭﻫﻮ ﺍﻟﻌﺎﱂ ﻛﻤﺎ ﻣﺮ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﺍﻟﻘﻮﱃ ﻗﺪ ﻋﺮﻗﺖ ﺍﻥ ﺍﳌﺮﺍﺩ ﺑﻪ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﺍﻟﻨﺎﺯﻝ ﻣﻦ ﺍﻟﻐﻴﺐ ﺍﱃ‬

‫ﺍﻟﺸﻬﺎﺩﺓ ﳏﻜﻤﺎ ﺑﺒﻴﺎﻥ ﻛﻤﺎ ﻛﻞ ﺧﻠﻴﻔﺔ ﻛﺎﻣﻞ ﻭﻣﺒﻴﻨﺎ ﻧﻘﻄﺔ ﺍﻋﺘﺪﺍﻟﻪ ﻭﻣﺎﳛﺘﺎﺝ ﺍﻟﻴﻪ ﳑﻦ ﻣﺒﺪﺍ ﻭﻣﺎﻟﻪ ﻭﻣﺎﳛﺘﺎﺝ ﺍﻟﻴﻪ‬

‫”ﻣﺘﺎﺑﻌﻮﻩ ﻭﻗﻮﻣﻪ ﻭﺍﻟﻪ ﺍﻧﺘﻬﻰ‬498

498
[Fergânî, Ta’rifât’ta dediği gibi; Kitâb-ı mübîn terkibini bazen levh-i mahfuz için kullanırlar. Zira, bu Levh-i
mahfuz, Hazret-i İlâhiyye’ye izâfe edilmiş olan ruhtur. Buna aynı zamanda Nefs-i külliye denir ve Levh-i
mahfuz diye adlandırılır. İmhâ ve tebdilden Mahfuz olunmuş levha anlamınadır. Bazen de bu Nefs-i külliyyeye
Kitâb-ı mübîn denir. Çünkü tedvin mahallidir. Fiilî ve kavlî kelimelerin her ikisine de müştemil olduġu için li-
külli şey’ diye adlandırılır. Bu fiilî ve kavlî kelimeler her şey demektir. Levh-i mahfuz demek olan izâfe edilmiş
olan ruh bu nedenle fiilî kitâb-ı mübîndir.
Cenâb-ı Allâh’ın şu kavlinde kast oluna fiilî Kitâb-ı mübîndir. [“…..Ne de kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki, o
herşeyi açıklayan Kitap’ta bulunmasın.” (Enâm, 59)] âyetinde geçen bu Kitab-ı mübîn bu Kitâb-ı mübîndir.
Muzâfla tesmiyesinde vecih şu kavl-i ilâhîde vârid olan şekliyledir: [“Firavun: "Öyleyse geçmiş asırlar(daki
insanlar)ın durumu nedir?" dedi. Musa dedi ki: "Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitapta (yazılı)dır.
Rabbim yanlış yapmaz ve unutmaz." (Tâhâ, 51-52)] Bu kitap Cenâb-ı Allâh’ın hazretine izâfe edildiği için
İzâfe edilen ruh adını almıştır. Zira o hazretlerde (düzeylerde) cismâniyyete yer yoktur. Böylece bilinmektedir
ki, bu kitaptan maksat; eşyanın orada sabit olması murad değildir. Hak Teâlâ’nın olması hasebiyle de bu kitap
değiştirilmeden ve imhadan korunmuştur. Bundan dolayıdır ki, hak dininden hiçbir şey batıl olmaz, hiçbir şey
ondan kaybolmaz ve unutulmaz. Çünkü Vâcib Teâlâ’nın vasıflanması mümkün değildir. Bir şekilde imkan
dairesinden bir şeyden istifade etmesi mümkün değildir. İmkan dairesindeki bir şey Vacib Teâlâ Hazretlerine
fayda sağlaması böylece mümkün değildir.
Benim anladığıma göre eşyayı bilmek ve ayrıcalıklarının belirlenmesiyle eşyayı bilmek ayrılmaz fertleri olduġu
halde kesretin sübûtunu çağrıştırmaktadır. Ve Hak ve Tek olan için ayrıcalıkları akla gelmektedir. İlk yakinde
bunun itibardan düşürülmesi gerekir. Hakîkî olan Vâhid’in hakîkatidir bu. Ki bu, hakîkî Tek’in hakîkati bir
kesretle ve herhangi bir başkalıkla bir şekilde birlikte olması mümkün değildir. Başkasıyla birlikteliği müstahil
olan emir sebebiyle kesreti muktezî sayılmama neticesinde ma’lûmât iktiza edebilir. Çünkü onunla arasıda zıtlık
vardır. Öyle bir mertebeye ulaşır ki, o düzey sözü edilen kesretin ve taaddüdâtın tafsil ve ayrışma mahallidir.
Telvîhat sahibi bir takım yönleriyle bu hazrete vâkıf ve muttali’ olduġu için işâretde zikrettikleri, “Cenâb-ı
Allâh sadece küllîleri bilir” şeklinde zikrettiği kaziyeye delil getirdi: O külliyâtın sûretleri zâhir olur diye
değişken oldukları için Allâh cüziyyâtı bilmez. Bunun sebebi ise mütekellim ve hükemâ’nın anlayışıyla
mükâşifin zevki arasında bir ayrıcalık vardır. Bu ehl-i tasavvufun ibârelerinde işâret edilen çizgilerden dolayı
onlar Hazret’i bilme noktasında farklı düşünürler. Şöyle ki onlar şöyle derler: “Hakk’ın kendinde eşya sûret
hâlindedir.” Bazıları bundan anlamışlar ki, o eşyanın sûretleri Cenâb-ı Hakk zâtında meydana gelmektedir.
Mesela İşârât sahibi böyle anlamış. Telvihat sahibi de böyle anlamıştır. Bununla anlatılmak istenen Ehlullâh’a
meşhûd olduġu üzere keşf-i sarîh ve nazar-ı sahîh kâidesine göre mahiyetlerde söz konusu olan nisbî ayrımdır.
Zira Zat-ı Hak’da kesret imkansızdır. Orada kesret irtisam edemez. Cenâb-ı Allâh’ın mahlûkâtdan istifade
etmesi de mümkün değildir. Eğer böyle bir şey olsa Cenâb-ı Allâh’ın ilmi başka bir yerde görünmeden
kaynaklanan bir ilim olmuş olur ki, bu farklılıktan dolayı bu meselede görüşler farklı olmuş, husûs ve umûmda
mefhum farkı doğmuştur.
Mükâşifin zevki ile diğerleri arasındaki fark şudur ki, mükâşif bu temeyyüzâtı ve ta’addüdâtı müşâhede eder.
Zâttan nisbî bir ayrılma hâlinde görülen bir sıfatı olarak değerlendirir. Zâtın sıfatı olarak görmez onu, Zâtın
kendisi olarak. Onu bilmek zâtın kendisidir. Feylezofun inandığı gibi inanamaz. Ortaya çıkıyor ki Hak,
külliyâtın sûretlerinin mahallidir. Mütekellimînin görüşü gibi Cenâb-ı Allâh’ın cüziyyâtı bildiğini nefyetmek,
ilim bundan başkadır demek, ilimle olan ta’allukünü hazretü’l-irtisamdan zâta bağlı kılmamak keşf sāhibi zâtın
üzerine zâid olmaması bakımından onlarda bulunan bu temeyyüzât ve ta’addüdâttan kendi nefsinde işin olduġu
üzere müşâhede eder. Zâid olan bu nisbetler zâtın ne aynısıdır ne de gayrısıdır. Allâh Teâlâ’nın her şeyi ilmiyle
kuşatmış olması onu anlama bakımından hayrete düşmez. Zâtında külliyâtın sâdır olduġu kesretini fark etmedi.
Ne de onun cüziyyâtı bilmesini tamamen nefyetti. Nefis ma’rifet ehline keşf olunan ledünnî ilimden Onun

234
Velhâsıl bu makamda mushafdan murâd imâm-ı mübîndir ki, kalem-i ‘alâ ve rûh-ı
Muhammedî murâd olunur ki, sıfât-ı ilâhiyye ile muttasıf olan ‘abdâl havf Celâl-ı zi’l-
celâl’den rûhâniyyet-i muhammediyye aleyhi efżalissalâtü’s-sermediyyeyi kendine melce’ ve
melâz ve me’men ve maâz eyler demek olur.

Tevcîh-i sânî ve te’vîl-i meâlî oldur ki, “Nikâr”dan murâd rûh-ı muhammediyye
aleyhi efżalissalâtissamediyye ola ki, mahbûb-ı Hak ve mergûb-ı Halk idiği, mustagnin ani’l-

beyândır. Ve bu makamda “Havrâ”dan murâd melâike-i muheyyemiyedir. “ ‫ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﺍﻟﺸﻴﺦ‬

‫ﻢ ﻛﺎﳌﻼﺋﻜﺘﻪ ﺍﳌﻬﻴﻤﺔ ﰱ ﺟﻼﻝ ﺍﷲ ﻭﲨﺎﻟﻪ‬ ‫ﻴ‬‫ﻫ‬ ‫ﺭﺿﻰ ﺍﷲ ﻋﻨﻪ ﰱ ﺍﻟﻔﺘﻮﺣﺎﺕ ﻓﻤﻨﻬﺎ ﺍﻯ ﻣﻦ ﺍﳌﻮﺟﻮﺩﺍﺕ ﺍﻟﻜﻮﻧﻴﺘﺔ ﻣﻦ‬

‫ﻓﻔﻬﻢ ﻛﺎﻟﻌﻘﻞ ﺍﻻﻭﻝ ﻭﺍﻟﻨﻔﺲ ﺍﻟﻜﻠﻴﺔ ﻭﺍﻟﺮﻭﺡ ﺍﻟﻜﻠﻰ ﻭﻫﻢ ﺍﻟﻌﺎﻟﻮﻥ ﻭﻣﻨﻬﺎ ﻣﻦ ﺣﻜﻢ ﻛﺎﻟﻄﺒﻴﻌﺔ ﻓﺘﺤﻜﻢ ﻛﺎﳌﻼﺋﻜﺔ‬

‫ﺍﳌﺆﻛﻠﺔ ﺑﺘﺪﺑﲑ ﺍﻟﻌﺎﱂ ﻓﻤﻨﻪ ﻣﺮﻣﻮﺯﺍﻯ ﻣﻘﺎﻡ ﻫﺬﻩ ﺍﻻﻣﻼﻙ ﻣﺎﻻﻳﺪﺭﻙ ﺑﺎﻟﻌﻘﻞ ﻛﺎﻟﻘﻠﻢ ﺍﻻﻋﻠﻰ ﻭﺍﻟﻠﻮﺡ ﺍﶈﻔﻮﻅ ﻭﻣﻨﻪ‬

‫ﻣﻔﻬﻮﻡ ﻛﻤﻘﺎﻡ ﺍﻻﺭﻛﺎﻥ ﺍﻻﺭﺑﻌﺔ ﻻﻥ ﻓﻌﻞ ﺍﻟﻄﺒﺎﻳﻊ ﰱ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﻣﻔﻬﻮﻡ ﳜﻠﻘﻮﻥ ﻣﺎﻳﺸﺎﺅﻥ ﻳﻌﲎ ﺍﻥ ﺍﻻﺭﻭﺍﺡ ﺍﻟﻜﻠﻴﺔ‬

‫ﺎ ﺗﺘﻜﻮﻥ ﺣﺴﺐ ﻣﺎ ﻳﻘﺘﻀﻴﻪ ﻣﻦ ﺍﻟﺼﻮﺭﻭﻛﺎﻟﻄﺒﻴﻌﺔ ﺍﺫﺍ ﲣﻠﻘﺖ ﻧﺎﺭﺍ ﺍﻭﻫﻮﺍﺀ ﺍﻭﻣﺎﺀ ﺍﻭﺗﺮﺍﺑﺎ ﻓﻬﻰ ﺍﳋﺎﻟﻘﺔ‬‫ﻛﺎﳍﻴﻮﱃ ﻓﺎ‬

‫ﺎﻫﻢ ﺍﳊﺪﺍﺩﻭﻥ ﺍﻯ ﺍﻻﺭﻭﺍﺡ ﺍﳌﻬﻴﻤﺔ ﻫﻢ ﺍﳉﺎﻋﻠﻮﻥ ﳍﻢ ﺣﺪﻭﺩﺍ ﻣﺎﺗﻘﺘﻀﻴﻪ‬‫ﻟﻨﻔﺴﻬﺎ ﺑﻘﺪﺭﺓ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﺑﻘﻮﻟﻪ ﻛﻦ ﻻﺑﺬﺍ‬

hakîkatini -ki bu Allâh’ın külliyâtı ve cüziyyâtı bilmesidir- tam olarak elde ettiklerinde ihtiva ettiği faydayı
anlar.
Bazen onlar ikinci Kitâb-ı mübîn’i kastederler ki, o da gayb âleminden şehâdet âlemine kavlî olarak inen şeydir.
Akıl kitabına gelince kuvve, fiil olarak zâhir olan şey kitâb-ı mübîndir. Küllî olan Her hakîkat, münferid olması
bakımında onun ayrılmaz parçalarından ayrı olarak dikkate alındığında varlığın izâfe edilmesi sebebiyle aslî
kâbiliyeti itibariyle isim mesâbesinde olur. Eğer istidadını taleb tesiri ile kabul etmesi bakımından dikkate
alınırsa fiil mesâbesinde olur.
Vücud ile birlikte levâzımın hükmüyle beraber dikkate alındığında yaratılmış olma ve varlık sahibi olmak
ma’nasını ifâde eder. Hak’tan başka olma hükmü eğer bununla bir hakîkate delâlet eden ma’naların bir araya
gelmesini ifade ederse -hayat, ilim ve iradeyi izafe etmek gibi- âyet mesâbesinde(mertebesinde) olur. Tertip
olunmuş bir toplulukla birlikte ifâde etse Cenâb-ı Hakk’ın isimleri ve kevnî meselelerde sûre menzilesinde
olmak hükmüne girer. Kendisine izâfe edilen berzahla ilgili olan ikinci mertebede ki, o mertebe kevnî, cüzi,
küllî, esmâî mertebelerin hepsinin dâhil olduġu hâtası itibarıyla birlikte bir ma’na verilirse o zaman kitab-ı
mübîn olur. Onun özeti Adem Aleyhisselam’dır. Ve onun oğullarından kâmil olanladır. İkinci kitap ise
zikredilen fiilî, özet işte bu kitabın beyânı ile ikinci kitap olan kavl-i muhkemdir. Bu açıklanmıştır, her kâmil
halifeye göre çeşitlidir. Onun muhkem bir kitap olması kemâlinin beyânı kendisini beyandır. Cemâlini beyan
eden muhkem bir kitap olur. Şit, İdris, Nuh, İbrâhim, Musa ve Âdem’in suhufları gibidir. Bu yedi aslî, küllî
isimleri bu hakîkatlerin hepsinin hükümleri Kur’ân-ı Kerîm kendisinde toplamıştır. Hiçbir şeyden bir eser zâhir
olmaz. Bundan hiçbir şey de hiçbir şeye gâlib olmaz. intehâ.
Anladın ki, kitâb-ı fiilî Ondan kastedilen kuvve ve fiil hâlinde zâhir olan kitaptır. Ki o da âlemdir daha önce
kavlî kitapta geçtiği gibi. Kavlî kitaptan maksat da beyân-ı muhkem olarak gayb âleminden şehâdet âlemine
nâzil olan kitaptır. Her kâmil halîfede olduġu gibi. Onun itidal noktasını açıklayıcı olarak kendisine tabi
olanların ihtiyaç duyduğu şeyleri, başlangıcı ve nihâyeti belli olanlardan kendisine ihtiyaç duyanlardır. İntehâ.]

235
‫ﻗﻮﺍﺑﻠﻬﻢ ﻓﻼﻳﺘﻌﺪﻯ ﺷﺊ ﻣﻨﻬﻢ ﻫﺬﻩ ﻟﻘﻮﻟﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﻭﻣﺎ ﻣﻨﺎﺍﻻ ﻟﻪ ﻣﻘﺎﻡ ﻣﻌﻠﻮﻡ ﻭﻣﱰﳍﻢ ﺍﻯ ﺍﳌﻼﺋﻜﺔ ﺍﻟﻮﳘﺔ ﻭﺍﳌﻼﺋﻜﺔ‬

‫”ﺍﶈﻜﻤىﺔ ﺑﲔ ﺍﷲ ﻭ ﺑﲔ ﺍﻟﻌﻠﻤﺎﺀ ﺑﺮﺯﺡ ﺍﻧﺘﻬﻰ‬499


Velhâsıl Cemâlullah’da ve Celâlullah’da şifte ve hayrân olan ervâh-ı müheyyeme ve
melâike-i âliye Nazzāra-i rûh-i Muhammedî’de durumları metâlia‘-i hüsn-i Cemâl ve
Celâlden ötürüdür ki, mazhariyetlerine göre Cemâl ve Celâlin her biri ahsendır. Zîrâ cemî‘-i
esmâ ve sıfâtı câmi‘ mazhar-ı tam rûh-ı Muhammedî aleyhissalavâtı’s-sermedîdir. Cenâb-ı

Bâri’nin, “‫ﺎ‬‫ﺻﻔ‬
 ‫ﻤٰۤﻠِﺌ ﹶﻜﺔﹸ‬ ‫ﺍﹾﻟ‬‫ﺡ ﻭ‬
 ‫ﻭ‬‫ﻡ ﺍﻟﺮ‬ ‫ﻳﻘﹸﻮ‬ ‫ﻡ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻳ‬” [“O gün Ruh ve melekler sıra sıra dururlar…” (Nebe,

78/38)] kavl-i şerîfi bu ma‘nâyı iş‘âr eyler. Ve bu makāmda ‫ ﺭﺿﻮﺍﻥ‬Rıdvân’dan murâd “akl-ı
küll”dür ki, mertebe-i akl-ı evvel tahtında nefs-i külliye ve levh-i mahfûz ile mermûz olan
rütbededir. Ve ba‘żıları akl-ı evvel ile akl-ı kül beynleri fark etmemiş. Lâkin farkı zāhirdir ki,
akl-ı evvel ve kalem-i ‘alâ rûh-i Muhammedî’den ‘ibâret olan rûh-i ‘azam-ı küllîden
‘ibâretdir. Ve levh-i Mahfûz ve nefs-i külliye-i kalem-i ‘alâ ve rûh-i ‘azâm tahtlarında ettiği
zāhirdir ki, mertebe-i nefs-i külliye-i Muhammediyyeden leme‘ân eden nûr akl-ı külden
‘ibâretdir. Ol ecilden levh-i mahfûza ‘anî nefs-i külliye-i Muhammediyyeye rûh-i muzâf ıtlâk

olundu. Kekavlihi Teâlâ: “‫ﻭﺣﻲ‬‫ﺭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ ﻓﻴ ِﻪ ِﻣ‬‫ﺨﺖ‬


 ‫ﻧ ﹶﻔ‬‫ﻭ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺘ‬‫ﻳ‬‫ﺳﻮ‬ ‫”ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬ [“Ona şekil verdiğim ve ona

ruhumdan üflediğim zaman...” (el-Hicr 15/29), (Sâd 38/72)]

Ve akl-ı külden mermûz olan “Rıdvân”ın taaccübünü tevcîh-i evvelde zikr olunduğu
üzere tekâbül tezâd kabîlinden olup mezāhir-i Celâl ve Cemâl olan ervâh-ı müheyyemenin bir
mahbûb-i mergûbun nazar-ı iştiyâkında ittifaklarından ötürüdür. Ve “El ele” urması mezāhir-i
Cemâl ve Celâl olan ervâh-ı müheyyeme ve melâike-i ‘âliyyenin iktirân ve imtizâclarından
‘ibâretdir. Tafsīli geçtiği üzere ve bu makāmda “Hâl-i siyyeh”den ihtimaldir ki, fenâ-i küllî ve

499
[Şeyhü’l-Ekber radıyallâhu anh’ın Fütûhat’ta ondan bahsederek dediği gibi; Allah’ın Cemâli’nde ve
Celâli’nde şâhid olan kevnî varlıklardan melâike-i müheyyimedir. Bundan, akl-i evvel, nefs-i küllî, rûh-i küllî
gibi olan şeyler anlaşıldı. Bunlar da mertebesi yüksek, yüce olanlardır. Bunlardan bir kısmı da tabiat gibi hâkim
olanlardır. Bu da âlemin idâresi ile görevli melekler gibi hükmeder. Onlardan bir kısmı kendilerine kalem-i a’lâ
ve levh-i mahfûz gibi akıl ile idrâk olunmayân mülklerin makāmına remz olunmuştur.
Erkân-ı Erba’a gibi onlardan anlaşılan da vardır. Varlıktaki tabiatların fiili anlaşılır. Yani Heyûlâ gibi küllî ruhlar
sûretlerini gerektirdiği şekilde dilediklerini yaratırlar. Zât’ı ile değil Allâh Teâlâ’nın “Kün” emriyle, kudretiyle
Ateş, hava, su ve toprak gibi kendi nefsi için yaratıcıdır. Kendi kâbiliyetlerinin gerektirdiği şekilde onların
sınırları vardır. Onlar bu sınırlardan öteye geçemezler. Cenâb-ı Hakk’ın âyet-i kerîmesine göre: “(Melekler):
"Bizden her birimizin belli bir makamı vardır.” (Saffât, 164) Muheyyim olan meleklerin ve hükmedici
meleklerin yeri Allâh ile ‘ulemâ arasındadır.]

236
‫‪fakr-ı hakîkî murâd oluna. Ve “Ruhân-ı Mutraf”dan vechü’ş-şey’ zâtuhu ta‘rifince zât-ı‬‬

‫ﺍﻟﺪﺍﺭﻳﻦ“ ‪kâinât ve ayn-ı mümkinât murâd oluna ki,‬‬ ‫”ﺍﻟﻔﻘﺮ ﺳﻮﺍﺩ ﺍﻟﻮﺟﻪ ﰱ‬ ‫‪[“Fakirlik, her iki‬‬

‫“ ‪dünya’da da yüz karalığıdır.” (Keşfu’l-Hafâ, II, 87, n. 1837)] mefhûmu mermûz ola.‬‬ ‫ﻗﺎﻝ ﺍﻟﻔﺮﻏﺎﱏ‬

‫ﻗﺪﺱ ﺳﺮﻩ ﺍﻟﻔﻘﺮ ﺍﻟﱪﺍﺀﺓ ﻣﻦ ﺍﳌﻠﻚ ﻫﻜﺬﺍ ﺫﻛﺮ ﺷﻴﺦ ﺍﻻﺳﻼﻡ ﺍﺑﻮ ﺍﲰﻌﻴﻞ ﻋﺒﺪ ﺍﷲ ﺍﻻﻧﺼﺎﺭﻯ ﻭﻋﲎ ﺑﻪ ﺍﳋﻠﻮ ﺍﻟﺘﺎﻡ‬

‫ﻋﻦ ﲨﻴﻊ ﺍﺣﻜﺎﻡ ﺍﻟﻐﲑ ﻭﺍﻟﻐﲑﻳﺘﻪ ﺣﱴ ﻋﻦ ﺭﺅﻳﺘﻪ ﺫﻟﻚ ﺍﳋﻠﻮ ﻭﻋﻦ ﻧﻔﻰ ﺗﻠﻚ ﺍﻟﺮﺅﻳﺘﻪ ﺍﻳﻀﺎ ﻓﺎﻥ ﺍﺷﺘﻘﺎﻕ ﺍﻟﻔﻘﺮ ﻟﻐﺘﻪ‬

‫ﻣﻦ ﺍﺭﺽ ﻗﻔﺮﺍ ﻭﻫﻰ ﺍﻟﱴ ﻻﺑﻨﺎﺕ ﻭﻻﺷﺊ ﺍﺻﻼ ﻓﻬﻮ ﻣﻦ ﺍﳌﻘﻠﻮﺏ ﻭ ﻣﻌﲎ ﻗﻮﳍﻢ ﺍﻟﻔﻘﺮ ﺳﻮﺍﺩ ﺍﻟﻮﺟﻪ ﰱ ﺍﻟﺪﺍﺭﻳﻦ ﺳﺌﻞ‬

‫ﺑﻌﻀﻬﻢ ﻋﻦ ﺍﻟﻔﻘﺮ ﻓﻘﺎﻝ ﻫﻮ ﺳﻮﺍﺩ ﺍﻟﻮﺟﻪ ﰱ ﺍﻟﺪﺍﺭﻳﻦ ﻭﺳﺌﻞ ﺑﻌﺾ ﺍﻻﻛﺎﺑﺮ ﻋﻦ ﺍﻟﺘﺼﻮﻑ ﻓﻘﺎﻝ ﻫﻮ ﺍﺳﻘﺎﻁ ﺍﳉﺎﻩ‬

‫ﻭﺳﻮﺍﺩ ﺍﻟﻮﺟﻪ ﰱ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ ﻭﺍﻻﺧﺮﺓ ﻓﻘﻴﻞ ﻣﻌﲎ ﺍﻟﺴﻮﺍﺩ ﺍﳌﺬﻛﻮﺭ ﰱ ﺍﻟﺪﺍﺭﻳﻦ ﻫﻮ ﺭﺅﻳﺔ ﺍﳌﺮﺀ ﺳﻘﻮﻁ ﻗﺪﺭﻩ ﻭﺗﻘﺎﺻﻢ ﻗﻴﻤﺘﻪ‬

‫ﻭﺣﻘﺎﺩﺓ ﻣﱰﻟﺘﻪ ﰱ ﺍﻟﺪﺍﺭﻳﻦ ﻭﺍﻻﺧﺮﺓ ﺍﻯ ﰱ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ ﻓﻬﻮ ﻻﻳﺮﻯ ﻟﻪ ﻋﻤﻼ ﻣﻨﺠﻴﺎ ﰱ ﺍﻻﺧﺮﺓ ﻭﻻ ﻋﻠﻰ ﺍﺣﺪ ﰱ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ‬

‫ﻭﺫﻟﻚ ﻟﺘﺤﻘﻘﻪ ﻓﻘﺮ ﺍﻟﺼﻮﻓﻴﻪ ﻭﻫﻮ ﺍﻻﺣﺘﺒﺎﺱ ﰱ ﺑﻴﺪﺍﺀ ﺍﻟﺘﺠﺮﻳﺪ ﺍﻟﺬﻯ ﻋﺮﻓﺖ ﺑﺎﻧﻪ ﺍﳌﻘﺎﻡ ﺍﻟﺬﻯ ﺑﻴﺪﻓﻴﻪ ﻛﻞ ﻣﺎﺳﻮﻯ‬

‫ﺍﳊﻖ ﺍﻯ ﻳﻌﺪﻡ ﻭﺣﻴﻨﺌﺬ ﻳﺮﻯ ﺳﻮﺍﺩ ﻭﺟﻬﻪ ﻭﻫﻮ ﻇﻠﻤﺔ ﻋﺪﻣﻴﺔ ﰱ ﺍﻟﺪﺍﺭﻳﻦ ﺍﻯ ﰱ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ ﻭﺍﻻﺧﺮﺓ ﻭﻗﺪ ﺳﺌﻞ‬

‫ﺻﺪﺭﺍﻟﺪﻳﻦ ﻗﺪﺱ ﺍﷲ ﺭﻭﺣﻪ ﻋﻦ ﻣﻌﲎ ﺳﻮﺍﺩ ﺍﻟﻮﺟﻪ ﰱ ﺍﻟﺪﺍﺭﻳﻦ ﻓﻘﺎﻝ ﺳﻮﺍﺩ ﻭﺟﻪ ﺍﻟﻜﺎﻣﻞ ﻟﻜﻮﻧﻪ ﻣﻮﺍﺟﻬﺎ ﳊﻀﺮﺓ‬

‫ﺍﻟﻐﻴﺐ ﻭﻫﻰ ﺗﺸﺒﻴﻪ ﺍﻟﻈﻠﻤﺔ ﻭﺫﻛﺮ ﺍﻟﺸﻴﺦ ﺭﺿﻰ ﺍﷲ ﻋﻨﻪ ﰱ ﺍﻟﻔﺘﻮﺣﺎﺕ ﺍﻧﻪ ﻗﺎﻝ ﺑﻌﻀﻬﻢ ﺍﻟﻌﺎﺭﻑ ﻣﺴﻮﺩ ﺍﻟﻮﺟﻪ ﰱ‬

‫ﺍﻟﺪﺍﺭﻳﻦ ﺍﻯ ﰱ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ ﻭ ﺍﻻﺧﺮﺓ ﻭﻫﻮ ﻣﺬﻛﻮﺭ ﰱ ﻛﺘﺎﺏ ﺍﻟﺒﻴﺎﺽ ﻭﺍﻟﺴﻮﺍﺩ ﻗﺎﻝ ﺍﻟﺸﻴﺦ ﺭﺿﻰ ﺍﷲ ﻭﺍﻟﻮﺟﻪ ﻫﻨﺎ ﻳﺮﺍﺩ ﺑﻪ‬

‫ﺣﻘﻴﻘﺔ ﺍﻟﻌﺒﺪ ﻭﺫﺍﺗﻪ ﻭﳝﻴﻨﺔ ﻭﻗﺎﻝ ﺍﻥ ﺍﳌﺮﺍﺩ ﺑﺬﻟﻚ ﺑﻘﺎﺅﻩ ﻣﻊ ﺭﺅﻳﺘﻪ ﻋﺒﻮﺩﻳﺘﻪ ﻣﺴﺘﺼﺤﺒﺎ ﺍﳊﺎﻝ ﻓﻴﻬﺎ ﲝﻴﺚ ﻻ ﻳﺮﻯ ﻟﻪ‬

‫ﺭﺑﻮﺑﻴﺘﻪ ﺑﻮﺟﻪ ﻣﻦ ﺍﻟﻮﺟﻮﻩ ﻭﻻﻧﺴﺒﺔ ﻣﻦ ﺍﻟﻨﺴﺐ ﻓﺎﺫﺍ ﻭﺻﻞ ﺍﻟﺴﺎﻟﻚ ﺍﱃ ﻫﺬﺍ ﺍﳌﻘﺎﻡ ﲣﻠﺺ ﺍﻟﺮﻭﺡ ﻣﻦ ﲨﻴﻊ ﻗﻴﻮﺩ‬

‫ﺍﻻﳓﺮﺍﻓﺎﺕ ﻭﺍﻻﻟﺘﻔﺎﺗﺎﺕ ﻓﻈﻬﺮ ﺍﺣﻜﺎﻡ ﻭﺣﺪ‪‬ﺎ ﻭﺍﺛﺎﺭﻳﺴﺎﻃﺘﻬﺎ ﻓﻴﻨﺘﻘﻞ ﺍﻟﻌﺒﺪ ﻣﻦ ﻣﻘﺎﻡ ﺍﻟﻜﻮﻥ ﻭﺍﻟﺒﻮﻥ ﺍﱃ ﺣﻀﺮﺓ‬

‫‪”500‬ﺍﻟﺼﻮﻥ ﻭﺍﻟﻌﻮﻥ ﻟﺘﺤﻘﻘﻪ ﲝﻘﻴﻘﺔ ﺍﻟﻔﻘﺮ ﺍﻟﺬﻯ ﻫﻮ ﺍﻟﺮﺟﻮﻉ ﺍﱃ ﺍﳊﻘﻴﻘﺘﻪ ﺍﻧﺘﻬﻰ‬

‫‪500‬‬
‫‪[Fergânî kuddise sirruh buyudu ki, “Fakr, mülkten berî olmaktır.” Şeyhülislam Ebû İsmail Abdullah el-‬‬
‫‪Ensârî de bu şekilde zikretmiştir. Bununla gayr ve gayriyyet hükümlerinin hepsinden tamamen boşalmayı‬‬

‫‪237‬‬
Ve bu makāmda “‘abdâl”dan murâd sıfât-ı beşeriyyesini sıfât-ı melekiyyeye tebdîl

edenler ve fenâ ve fakr-ı hakîkî zevât-ı mümkinâtda müşâhede ve, “ ‫ﻭﺍﳌﺨﻠﺼﻮﻥ ﻋﻠﻰ ﺣﻀﺮﺓ‬

‫”ﻋﻈﻴﻢ‬501 vefkınce mucib-i havf ve haşyet olmağın “‫ﺍ‬‫ﻌﹶﻠ ٰۤﻤﺆ‬ ‫ﺎ ِﺩ ِﻩ ﺍﹾﻟ‬‫ﻦ ِﻋﺒ‬ ‫ﻪ ِﻣ‬ ‫ﻰ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﺨﺸ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻧﻤ‬‫…“[ ”ِﺍ‬Kulları
içinde Allah'tan ancak âlimler korkar…” (Fâtır, 35/28)] kelâm-ı mu‘ciz nizâmınca kemâl-i
havf-ı haşyetinden nâşî mushafa el urdu. Bu makāmda “Mushaf”tan murâd levh-i mahfûz
olmak ve kitâbullâhdan istinbâ olan ahkâm-ı şeriyye olmak ihtimâli vardır ki, havf ve takva

ile ahkâm-ı şeriyyeye teşebbüsü müstelzim tezâyüd-i kerâmetdir. Kavlihî Teâlâ: “ ‫ﻢ‬ ‫ﻣﻜﹸ‬ ‫ﺮ‬ ‫ِﺍﻥﱠ ﹶﺍ ﹾﻛ‬

‫ﻢ‬ ‫ﺗﻘٰﻴ ﹸﻜ‬‫ﺪ ﺍﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ ﹶﺍ‬ ‫ﻨ‬‫ …“[ ” ِﻋ‬Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O'ndan en çok
korkanınızdır…” (Hucurât, 49/13)]

Tevcîh-i sâlis ve tenbîh-i bâhis oldur ki, “Nigâr”dan murâd Nâzımın kendi hakīkati
‘anî ‘ilmullahda mevcûd olan ‘ayn-ı sâbitesi ola. Ve “Havra”dan murâd ol makāmda isti‘dâd
u Celâl ve Cemâl ola. Ve ol makāmda “Rıdvân”dan murâd ta‘ayyün-i rûhaniyyeti ola ve
mu‘cib-i ta‘accübü kendi hakīkatinde zıddını şuhûdudur. Ve “Kefini Kefine” urması zıddının
kendiden zuhûruna kābiliyetinden ‘ibâretdir. Ve bu makāmda “Hal-i siyyeh”den ve “Ruhân-ı
mutraf”tan murâd bundan akdemce tafsīli mürûr eyleyen cehl-i zâtî ve hicâb-ı sıfatî remzine
işâretdir. Ve bu makāmda “‘abdal”dan murad sıfât-ı ilâhiyye ile ittisâfı hükmünden ‘ibâretdir.
Ve mucib-i “Havfî” tecellî-i Celâl’in mukteżāsıdır. Ve bu makāmda “Mushaf”dan murad

kastetmiştir. Hattâ bu boşalmayı, uzak olmayı görmekten bile uzak olmayı kastetmiştir. Hattâ bu kendinden
nefyetmeyi görmekten bile uzak olmayı kastetmiştir.
Lügat bakımından “fakr”ın iştikâkı, arz-ı gufrdan gelir ya’ni kendinde hiçbir nebâtâb bulunmayan yer.
[“Fakirlik, her iki dünya’da da yüz karalığıdır.” (Keşfu’l-Hafâ, II, 113, n. 1837)] ma’nasına da gelir. Tasavvuf
büyüklerine fakr’dan soruldu: Onlar da “Hem dünyâda hem ahirette yüzü kara olmayı terk etmektir.” İki
dünyada Kişinin kıymet ve kadrinin yerinin düşük olduġunu görmesidir. Dünyada kendisini kurtaracak bir ameli
olmadığını görür. Ne de dünyada kendisini kurtaracak kimse olmadığı görür. O da sufîlerin fakrının hakîkatine
erdiğinden dolayıdır. Hakk’ın dışındaki hiçbir şeyin olmadığı Tecrit sahrasında kendini hapsetmektir. O zaman
yüzünün karalığını görür. İki dünyada yüz karalığı yokluk zulmetidir.
Sadreddin kuddise sirruh’a bunun ma’nası soruldu. O da dedi ki:
“Gayb makamına onun yüzü çevrilmiş olduġundan Kâmil’in yüzünün karalığıdır. Zulmete teşbihtir.” Şeyhü’l-
Ekber Futûhât’da zikretmişdir ki, bazıları şöyle demiştir:
“Arif, iki dünyada yüzü karartılan kimsedir.” Beyâd ve sevâd kitabında zikredilmiştir. Şeyhü’l-ekber demiştir
ki: “Kulun hakîkati ve zâtı kastedilir” Yine denilmiş ki bundan kastedilen, ‘ubudiyetini görerek ru’yetle birlikte
baki olmasıdır. Bu konuda hal beraberliğinde kuluğunu görmekle birlikte bakî olmasıdır. Öyle ki, hiçbir
durumda onun rubûbiyyeti görülmez. Sâlik bu makāma eriştiğinde ruh bütün kayıtlardan başka şeylere iltifat
etmekten kurtulur. Onun vahdetinin hükümleri ve besâtetinin eserleri zâhir olur. Hakîkate dönmek demek olan
Fakr’ın hakîkatine erdiği için Savn ve avn makamına intikal eder.]
501
[Muhlisler büyük bir korku içindedir.]

238
zikri tekaddüm eden kalem-i ‘alâdır ki, rûhâniyyet-i Rasûlullâh Sallallahu aleyhi ve sellem
Hażretleri’ne teşebbüs ile rabt-ı kalbden ‘ibâret olur.

Ve “Tevcîh-i râbi‘ ve teşbîh-i tâbi‘” oldur ki, “Nigâr” mahbubdan murâd Nâzımın
kendi rûhâniyeti ola ve bu makāmda “Havrâ”dan murâd kuvâ-yı rûhâniyye ve nefsâniyesidir.
Ve bu makāmda “Rıdvân”dan murâd ‘akl-ı küllîsidir ve mûcib-i “Ta‘accübü” kuvâ-yı
rûhâniyye ve nefsâniyenin bir makāmda i‘tidâl ve imtizâcıdır. Ve “El ele” urması kuvâ-yı
rûhâniye ve nefsâniyyeyi makām-ı kalbde cem‘ etmekden kinâyetdir. Ve bu makāmda “Hâl-i
siyeh ve Ruhân-ı mutraf”dan murâd zikri tekaddüm eden sevâdü’l-vech fi’d-dâreyn remzine
işâretdir. Zîrâ mutraf ol ridâya derler ki, iki tarafı alem ola bir tarafı dünyâ ve bir tarafı ahiret
olunca sevadü’l-vech fi’d-dâreyn onun tefsîri olur. Ve bu makāmda “‘abdal”dan murâd sıfât-ı
beşeriyyesini sıfât-ı melekiyeye tebdîlinden kinâyetdir. Ve mûcib-i “Havfi” zikr-i sebkat eden
ihlâsında hatar-ı azîmden ötürüdür. Ve bu makāmda “Mushaf”dan murâd Kur’ân-ı Azîmü’ş-
şândır ve elini Mushaf’a urması icrâ-yı ahkâm-ı şeriyyeye müdâvemet ve mülâzemetinden
‘ibâretdir.

Ve “Tevcîh-i hâmis ve te’vîl-i gâmis” oldur ki, “Nigâr” mahbûb mertebe-i ilâhiyyede
Zât-ı Bî-çûn’un zuhûrundan kinâyetdir. Ve “Havrâ”dan murâd eimme-i seb’a olan Hay ve
Âlim ve Mürîd ve Kâil ve Kâdir ve Havrâ ve Muksit isimleridir ki, onlara usûl-i esmâ ve
ümmehât-ı esmâ ve hakâyık-ı seb‘a-i külliye ve esmâ-i külliyye-i asliyye dahî tesmiye olunur.
Ve “Nazâra-i mahbûb”da saf urmaları mertebe-i vâhidiyyetde ifâza-i feyż-i zâtîye muntazir
olmalarından ‘ibâretdir.

“ ‫ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﺳﻴﺪﻧﺎ ﺍﻟﺸﻴﺦ ﺍﻻﻛﱪ ﻗﺪﺳﻨﺎ ﺍﷲ ﺑﺴﺮﻩ ﺍﻻﻧﻮﺭ ﰱ ﻛﺘﺎﺑﻪ ﺍﳌﺴﻤﻰ ﺑﺎﻧﺸﺎﺀ ﺍﻟﺪﻭﺍﺋﺮ ﻭﻧﻘﻮﻝ ﺍﻥ‬

‫ﺍﺋﻤﺔ ﺍﻻﲰﺎﺀ ﻛﻠﻬﺎ ﻋﻘﻼ ﻭﺷﺮﻋﺎ ﺳﺒﻌﺔ ﻟﻴﺲ ﻏﲑﻫﺎ ﻭﻣﺎﺑﻘﻰ ﻣﻦ ﺍﻻﲰﺎﺀ ﻓﺘﺒﻊ ﳍﺎ ﻓﻬﻮ ﺍﳊﻰ ﺍﻟﻌﻠﻴﻢ ﺍﳌﺮﻳﺪ ﺍﻟﻘﺎﺋﻞ ﺍﻟﻘﺎﺩﺭ‬

‫ﺍﳉﻮﺍﺩ ﺍﳌﻘﺴﻂ ﻓﺎﳊﻰ ﺍﻣﺎﻡ ﺍﻻﺋﻤﺔ ﻭﻣﻘﺪﻣﻬﻢ ﻭﺍﳌﻘﺴﻂ ﺍﺧﺮﺍ ﻻﺋﻤﺔ ﻭﺍﻟﻘﺎﺋﻞ ﺍﺩﺧﻠﻪ ﺍﻟﺸﺮﻉ ﰱ ﺍﻻﺋﻤﺔ ﺧﺎﺻﺔ ﻭﻗﺒﻠﻪ‬

‫ﺍﳌﻘﺎﻡ ﻭﺳﺘﺮ ﺑﻪ ﻭﻣﺎﺑﻘﻰ ﻓﺎﻟﺮﻭﺡ ﺍﻟﻌﻘﻠﻰ ﺍﻗﺘﻀﺎﻩ ﺍﻣﺎﻣﺎ ﻭﺍﻧﻔﺮﺩ ﺍﻟﺮﻭﺡ ﺍﻟﻘﺪﺳﻰ ﺑﺎﻟﻘﺎﺋﻞ ﺧﺎﺻﺔ ﻭﻟﻪ ﻣﺪﺧﻞ ﰱ ﺍﳌﻘﺴﻂ‬

‫ﻣﻦ ﺟﻬﺔ ﻣﺎﻭﰱ ﺍﲰﻪ ﺍﳉﻮﺍﺩ ﻻﻏﲑ ﻓﺎﲰﻪ ﺍﳉﻮﺍﺩ ﻳﻌﻢ ﻛﻞ ﺍﺳﻢ ﺭﲪﺎﱏ ﻳﻌﻄﻰ ﺳﺮﺍﺀ ﻭﻧﻌﻤﺔ ﻓﻬﻮ ﺍﳌﻬﻴﻤﻦ ﻋﻠﻰ ﻫﺬﻩ‬

‫ﺍﻟﻘﺒﻴﻞ ﻣﻦ ﺍﻻﲰﺎﺀ ﻭﺍﳌﻘﺴﻂ ﻳﻌﻢ ﻛﻞ ﺍﺳﻢ ﻏﻀﱮ ﻳﻌﻄﻰ ﺿﺮﺍﺀ ﻭﻧﻘﻤﺔ ﻓﻬﻮ ﺍﳌﻬﻴﻤﻦ ﻋﻠﻰ ﻫﺬﺍﻟﻘﺒﻴﻞ ﻣﻦ ﺍﻻﲰﺎﺀ‬

‫ﻭﻟﻴﺲ ﰱ ﺍﻟﻌﺎﱂ ﺍﻻﻫﺆﻻﺀ ﺍﻻﺋﻤﺔ ﻭﻫﺬﺍﻥ ﺍﻟﻘﺒﻴﻼﻥ ﻣﻦ ﺍﻻﲰﺎﺀ ﻻﻏﲑ ﻭﻟﻮﻻﻇﻬﻮﺭ ﺍﻻﺣﻜﺎﻡ ﺍﻟﺸﺮﻋﻴﺔ ﻣﺎ ﺍﺣﺘﺠﻨﺎ ﺍﱃ‬

239
‫ﺍﻻﺳﻢ ﺍﳌﻘﺴﻂ ﺍﺣﺘﻴﺎﺟﺎ ﺿﺮﻭﺭﻳﺎ ﻓﺎﻟﻌﻘﺎﺏ ﻭﺍﻟﻮﻋﻴﺪ ﺍﺿﻄﺮﺍﻧﺎ ﺍﱃ ﺍﻣﺎﻣﺔ ﺍﻻﺳﻢ ﺍﳌﻘﺴﻂ ﻭﻟﻴﺲ ﺍﻳﻼﻡ ﺍﻟﺒﻬﺎﱘ ﻭﻣﺎﰱ‬

‫ﺿﻤﻦ ﺫﻟﻚ ﻣﻦ ﺣﻜﻢ ﺍﲰﻪ ﺍﳌﻘﺴﻂ ﻭ ﻟﻜﻦ ﻣﻦ ﺣﻜﻢ ﺍﲰﻪ ﺍﳌﺮﻳﺪ ﻭﻫﻮ ﻣﻦ ﺍﻻﺋﻤﺔ ﺍﳌﻘﺪﻣﲔ ﻓﺘﺤﻘﻴﻖ ﺍﻟﺸﻜﻞ ﺍﺫﺍ‬

‫ﺭﲰﻨﺎﻩ ﻟﻜﻦ ﺛﺒﺖ ﰱ ﺧﻴﺎﻟﻚ ﻓﺎﱏ ﺳﺎﻗﻴﻢ ﻟﻚ ﺩﺍﺋﺮﺓ ﺍﻟﻌﺎﱂ ﻣﻦ ﻏﲑ ﻧﻈﺮ ﺍﱃ ﺷﺮﻳﻌﺔ ﻭﻣﺎﳛﻜﻢ ﻓﻴﻪ ﻣﻦ ﻫﺆﻻﺀ ﺍﻻﺋﻤﺔ‬

‫ﻭﺳﺎﻗﻴﻢ ﻟﻚ ﺩﺍﺋﺮﺓ ﺍﻟﺴﻌﺎﺩﺓ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﺎﱂ ﻭﺩﺍﺋﺮﺓ ﺍﻟﺸﻘﺎﻭﻩ ﻭﻣﺎﳛﻜﻢ ﻓﻴﻪ ﻣﻦ ﻫﺆﻻﺀ ﺍﻻﺋﻤﺔ ﻓﺎﻧﻈﺮ ﺍﻣﺘﺪﺍﺩ ﺍﻟﺮﻗﺎﻳﻖ ﻣﻦ‬

‫ﺣﻀﺮﺍﺓ ﺍﻻﺋﻤﺔ ﺍﱃ ﺍﻟﻌﺎﱂ ﻭﻣﺮﺍﺗﺐ ﺍﻻﺋﻤﺔ ﺍﻻﻭﻝ ﻓﺎﻻﻭﻝ ﺍﻻﻋﻠﻰ ﻓﺎﻻﻋﻠﻰ ﻭﺳﺎﻗﻴﻢ ﻟﻚ ﺍﻟﻘﺒﻴﻠﲔ ﻣﻦ ﺍﻻﲰﺎﺀ ﺑﲔ ﺩﻭﺍﺋﺮ‬

‫ﺍﻟﻌﺎﱂ ﻭﺣﻀﺮﺍﺕ ﺍﻻﺋﻤﺔ ﺍﺟﻌﻞ ﳍﻢ ﺛﻼﺙ ﺩﻭﺍﺋﺮ ﺩﺍﺋﺮﺓ ﺍﻟﻘﺒﻴﻠﲔ ﰱ ﻣﻘﺎﺑﻠﺔ ﺩﺍﺋﺮﺓ ﺍﻟﻌﺎﱂ ﺍﻟﻜﱪﻯ ﺍﳌﻄﻠﻘﺔ ﻭﺩﺍﺋﺮﺗﺎﻥ ﰱ‬

‫ﻣﻘﺎﺑﻠﺔ ﻋﺎﱂ ﺍﻟﺴﻌﺎﺩﺓ ﻭﻋﺎﱂ ﺍﻟﺸﻘﺎﻭﺓ ﻓﻴﻤﻴﺰ ﺍﻟﻘﺒﻴﻠﲔ ﻓﺎﻧﻈﺮﻫﺎ ﻭﲢﻘﻘﻬﺎ ﺣﱴ ﲢﺼﻞ ﰱ ﺧﻴﺎﻟﻚ ﻭﺳﺎﺟﻌﻞ ﺍﻟﺮﻗﺎﻳﻖ ﻣﻦ‬

‫ﺍﻻﺋﻤﺔ ﲤﺘﺪ ﺍﱃ ﺍﻟﺴﺪﻧﺔ ﻣﻦ ﺍﻻﲰﺎﺀ ﻭﻣﻦ ﺍﻟﺴﺪﻧﻪ ﺍﱃ ﺍﻟﻌﺎﱂ ﻭﻗﺪﲤﺘﺪ ﺍﻟﺮﻗﻴﻘﺔ ﻣﻦ ﺑﻌﺾ ﺍﻻﺋﻤﺔ ﺍﱃ ﺑﻌﻀﻬﻢ ﻭﺣﻴﻨﺌﺬ‬

‫ﺗﱰﻝ ﻭﺗﺘﺼﻞ ﺑﺎﻟﻌﺎﱂ ﻟﻮﻗﻮﻑ ﺑﻌﺾ ﺍﻻﺋﻤﺔ ﻋﻠﻰ ﺑﻌﺾ ﻭﺍﻛﺘﺐ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺮﻗﺎﻳﻖ ﺍﺛﺮﻫﺎ ﺣﱴ ﺗﻌﻘﻞ ﻓﺎﻟﻖ ﺑﺎﻟﻚ ﻭﺍﺷﺤﺬ‬

‫ﻓﺆﺍﺩﻙ ﻭﺍﺷﻜﺮ ﺍﷲ ﺍﻟﺬﻯ ﺳﺨﺮﱏ ﻟﻚ ﺣﱴ ﻋﻠﻤﺖ ﻣﻦ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﻣﺎﻏﺎﺏ ﻋﻨﻪ ﺍﻛﺜﺮ ﺍﳋﻠﻖ ﺑﺎﻗﺮﺏ ﳏﺎﻭﻟﺔ ﻭﺍﺻﺢ ﻣﺜﺎﻝ‬

‫”ﻭﺫﻟﻚ ﲟﻦ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻭﻗﺪﺭﺗﻪ ﺍﻧﻪ ﻋﻠﻰ ﻛﻞ ﺷﺊ ﻗﺪﻳﺮ ﻫﺬﺍ ﺷﻜﻞ ﺍﻟﺪﻭﺍﺋﺮ‬502

502
[Seyidimiz Şeyhü’l-Ekber kuddise sirruh İnşâi’d-Devâir diye isimlendirilen kitâbında şöyle demiştir:
“Allah’ın isimlerinin en büyükleri(imamları) aklen ve şer’an cemî’-i esmâ-i ilâhiyye yedidir. Ve eimme-i
seb’adan mâ’adâ olan esmâlar ol imamlara tâbi’lerdir ki, onlar eimme-i seb’a “Hayy”, “Alîm”, “Mürîd”,
“Kâil”, “Kâdir”, “Cevâd”, “Muksıt”, isimleridir.
Pes “Hayy”, imamların imâmı ve cümlenin mukaddemidir. Ve “Muksıt” imamların âhiridir. Ve “Kâil” ise
şer’-i hâssa-i eimmeye idhâl eder. Ve makām onu kabûl edib setr eder. Pes Rûh-i aklî iktizâ eyledi ki, “Kâil”
imâm ola ve rûh-i kutsî “Kâil” ile hassaten münferid oldu. Ve “Kâil” isminin bir cihetten “Muksıt” isminde
medhali vardır. Ve “Cevâd” isminde dahî medhali var gayrı da değil. Ve ism-i Cevâd Rahmân’a mensub olan
herbir isimde âmdır ki, serrâ’ ve ni’met i’tâ eder ki, esmâdan bu kabîl üzerine “Cevâd” mühimdir. Ve ism-i
“Muksıt” gazaba mensub olan her bir isimde âmdır ki, derrâ ve ni’met i’tâ eder ki, esmâdan bu kabil üzerine
mühimdir. Ve âlemde ancak bu eimme-i seb’a ve esmâdan bu iki kabîl mutasarrıflardır gayrı değil.
Pes imdi eğer ahkâm-ı şer’iyye zuhûr etmese ihtiyac zuhûru ile ism-i “Muksıt” muhtâc olmaz. Pes ‘ikâb ve
va’îd ism-i “Muksıt”in imâmetine bizi muztar eyledi. Ve îlâm-ı behâyim ve onun zımmetinde olan ism-i
“Muksıt” hükmünden değildir. Belki mürîd isminin hükmündendir. Pes imdi resm eylediğimiz şekl tahakkuk ile
ve hayâlinde sâbit eyle. Pes sana dâire-i âlemi ikâmet edeyim. Şeraîte nazar etmeksizin ve ol eimme-i seb’anın
evvel dâirede ne hüküm eylediğin beyân edeyim. Ve sana âlemden bir dâire-i sa’âdet ve bir dâire-i şekâvet
ikâmet edeyim. Ve bu eimme-i seb’anın ol dâirelerde ne hükm eylediğim beyân edeyim.
Pes imdi hazarât-ı seb’adan mümted olan rakîkalara nazar eyle. Ma’lûm ola ki, tertibe olan rütbede oldur ve â’lâ
olan rütbe de a’lâdır. Ve dahî senin için devâir-i âlem ve hazarât-ı eimme beyninde esmâdan iki kabîl esmâ
ikamet edib evvel iki kabîl esmâ için üç dâire ikâmet edelim ve dâire-i kabîlini dâire-i âlem Kübrâ-i Mutlaka

240
Ve bu makāmda “Rıdvân”dan murâd hâzin-i kenz-i mahfî olan hakīkat-ı
Muhammediyyedir ki, mertebe-i vâhidiyette ta‘ayyün-i sânî ondan kinâyetdir. Zîrâ kenz-i
mahfînin hâzini ve fâtihi ve hâtimi oldur ki, ibtidâ-yı hilkat-i vücûd onun rûh-i bihbûdu İle

feth olundu. Ve emr-i risâlet onunla hatm olundu. Likavlî Teâlâ: “ ‫ ﹶﺍ ﹾﻥ‬‫ﺒﺖ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﺎ ﹶﻓﹶﺎ‬‫ﺨﻔِﻴ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﺰﹰﺍ‬‫ﺖ ﹶﻛﻨ‬
 ‫ﻨ‬‫ﹸﻛ‬

‫ﻑ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﻖ ِﻟﺎﹸ‬ ‫ﺨ ﹾﻠ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺨﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬
 ‫ﻑ ﹶﻓ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫”ﺍﹸ‬ [“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim; bilineyim

diye mahlûkātı yarattım” (Aclûnî, Keşfu’l hafâ, II, 132, No: 2016)]

mukâbelesinde ve iki dâire dahî âlem-i sa’âdet ve âlem-i şekâvet mukâbelesinde ikâmet edelim ki, kabîlini
temyîz ede. Pes imdi bu şekle mevcûd olan dâire ve rekâyıka nazar ve dikkat ile tahakkuk eyle. Tâ ki, hayâlinde
hâsıl ola. Ve rakîkalar vaz’ edeyim. Ve eimme-i seb’adan hademe-i esmâya ve hademe-i esmâdan âleme ne
vecihle mümted olur. Ve rakîkalar ba’zı eimmeden ba’zına ne vechile beyân edelim ki, ol takdirce bazı eimme
ba’zına mevkûf olduġundan ötürü rakâyık-ı tenezzül edib âleme muttasıl olur.
Ve rakâyık üzerlerine eserlerini dahî tahrîr edeyim. Hattâ ta’akkul edib kalbine ilkâ edib fevâdını teşennücün
eyle. Ve evvel Allâh Teâlâ’ya şükr eyle ki, beni sana musahhar kıldı. Tâ ki, sana vücûddan şol şeyi ta’lîm
eyledim ki, ekser halk ondan gâib ve gâfildir. Ve ta’lîm-i akrab muhâvele ve esahh-ı misâl iledir. Muhâvele
mimin zammı ve vâvın fethiyle bir nesneyi taleb etmek, bir şeyi istediğin zaman “‫ ”ﺣﺎﻭﻟﺖ ﺍﻟﺸﺊ‬denilir.]

241
242
‫“‬ ‫ﻗﺎﻝ ﺍﻟﺸﻴﺦ ﺍﻻﻛﱪ ﻗﺪﺳﻨﺎ ﺍﷲ ﺑﺴﺮﻩ ﺍﻻﻧﻮﺭ ﰱ ﺷﺮﺡ ﻫﺬﺍ ﺍﳊﺪﻳﺚ ﺍﻟﻘﺪﺳﻰ ﺍﻋﻠﻢ ﻭﻓﻘﻚ ﺍﷲ ﳌﺎﳛﺐ ﻭﻳﺮﺿﻰ ﺍﻥ‬

‫ﺑﻌﺾ ﺍﻫﻞ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﺍﻭﺭﺩ ﻋﻠﻰ ﻫﺬﺍﳊﺪﻳﺚ ﺍﻟﻘﺪﺳﻰ ﺍﺷﻜﺎﻻ ﻋﻈﻴﻤﺎ ﻭﺫﻛﺮ ﺍﻧﻪ ﻛﺜﲑ ﻣﻦ ﻋﻠﻤﺎﺀ ﺯﻣﺎﻧﻨﺎ ﻭﱂ ﻳﺬﻛﺮﻭ‬

‫ﺍﺟﻮﺍﺑﺎ ﺷﺎﻓﻴﺎ ﻓﻠﻤﺎ ﺗﺎﺀﻣﻠﺖ ﻓﻴﻤﺎﺍﻭﺭﺩ ﺍﳍﻤﲎ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﺍﺭﺑﻌﺔ ﺍﺟﻮﺑﺘﻪ ﻓﺎﺫﻛﺮ ﻣﺎﺍﻭﺭﺩﻩ ﰒ ﺍﺭﺩﻓﻪ ﺍﻻﺟﻮﺑﺘﻪ ﺍﻟﱴ ﺍﻧﻌﻢ ﺍﷲ‬

‫ﺗﻌﺎﱃ ‪‬ﺎ ﻋﻠﻰ ﻓﺎﻻﺷﻜﺎﻝ ﻭﻫﻮ ﺍﻥ ﺍﳋﻔﺎﺀ ﻣﻦ ﺍﻻﻣﻮﺭ ﺍﻟﻨﺴﺒﻴﺔ ﻻﺑﺪ ﻓﻴﻪ ﻣﻦ ﳐﻔﻰ ﻭﳏﻔﻰ ﻋﻠﻴﻪ ﻻﳚﻮﺯ ﺍﻥ ﻳﻜﻮﻥ‬

‫ﺍﳌﺨﻔﻰ ﻋﻠﻴﻪ ﻫﻮ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻻﻧﻪ ﻇﺎﻫﺮ ﺑﻨﻔﺴﻪ ﻟﻨﻔﺴﻪ ﻋﺎﱂ ﺑﺬﺍﺗﻪ ﺍﺯﻻ ﻭ ﺍﺑﺪﺍ ﻭﻻﳚﻮﺯ ﺍﻥ ﻳﻜﻮﻥ ﻫﻮ ﺍﳋﻠﻖ ﻻﻥ ﺍﳋﻠﻖ‬

‫ﱂ ﻳﻜﻮﻧﻮﺍ ﻣﻮﺟﻮﺩﻳﻦ ﰱ ﺍﻻﺯﻝ ﺣﱴ ﻳﻜﻮﻥ ﺍﷲ ﳏﻔﻴﺎ ﻋﻠﻴﻬﻢ ﻭﰱ ﺍﳊﺪﻳﺚ ﻛﺎﻥ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻭﱂ ﻳﻜﻦ ﻣﻌﻪ ﺷﺊ ﻓﺎﳋﻔﺎﺀ‬

‫ﻳﻘﺘﻀﻰ ﺍﳋﻠﻖ ﺑﺴﺒﺒﻪ ﺍﳊﻨﻔﺎﺀ ﻻﺑﺴﺒﺐ ﺍﻟﻈﻬﻮﺭ ﻓﻬﺬﺍ ﻋﻜﺲ ﻣﺎﻳﺪﻝ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﳊﺪﻳﺚ ﻓﺎﻥ ﺍﳊﺪﻳﺚ ﰱ ﻇﺎﻫﺮﻩ ﻳﺪﻝ ﻋﻠﻰ‬

‫ﺍﻧﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﰱ ﺍﻻﻭﻝ ﻛﺎﻥ ﳐﻔﻴﺎ ﻋﻨﺪ ﻋﺪﻡ ﺍﳋﻠﻖ ﻫﺬﺍ ﺗﻘﺮﻳﺮ ﺍﻟﺴﺆﺍﻝ ﻓﻘﻠﺖ ﺍﳉﻮﺍﺏ ﻋﻦ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﺴﺆﺍﻝ ﻣﻦ ﻭﺟﻮﻩ‬

‫ﺍﻻﻭﻝ ﺍﻥ ﺍﳌﺮﺍﺩ ﻣﻦ ﺍﳋﻨﻔﺎﺀ ﻋﺪﻡ ﻋﺎﺭﻑ ﺑﻪ ﺳﻮﺍﻩ ﻓﻠﻤﺎ ﺍﺭﺍﺩ ﻛﺜﺮﺓ ﺍﻟﻌﺎﺭﻓﲔ ﺑﻪ ﻓﺨﻠﻖ ﻓﻌﱪ ﻋﻦ ﻋﺪﻡ ﺍﻟﻌﺎﺭﻑ ﺑﺎﳋﻔﺎﺀ‬

‫ﻓﺎﻧﻪ ﻗﺎﻝ ﻛﻨﺖ ﻛﱰﺍ ﻋﻈﻴﻤﺎ ﻋﺰﻳﺰﺍ ﻭﺟﻮﻫﺮﺍ ﺷﺮﻳﻔﺎ ﻟﻜﻦ ﻻﻋﻠﻢ ﰉ ﻏﲑﻯ ﻭﻻﻋﺎﺭﻑ ﻭﺑﻮﺟﻮﺩﻯ ﺳﻮﺍﻯ ﻓﺎﻃﻠﻖ‬

‫ﺍﳋﻔﺎﺀ ﻭﺍﺭﺍﺩ ﻻﺯﻣﻪ ﻭﻫﻮ ﻋﺪﻡ ﺍﻟﻌﺎﺭﻓﲔ ﺑﻪ ﻓﺎﳌﻌﲎ ﻛﻨﺖ ﺭﺑﺎ ﳏﺴﻨﺎ ﻭﺍﳍﺎ ﻣﻨﻌﻤﺎ ﻣﻔﻴﺪﺍ ﻭﻻﻋﺎﱂ ﰉ ﻭﻻﻋﺎﺭﻑ ﺑﻜﻤﺎﱃ‬

‫ﻭﲨﺎﱃ ﻓﺎﺣﺒﺒﺖ ﺍﻥ ﺍﻋﺮﻳﻒ ﻓﺨﻠﻘﺖ ﺍﳋﻠﻖ ﻻﻋﺮﻑ ﻫﺬﺍ ﻣﻌﲎ ﺻﺤﻴﺢ ﻻﺍﺷﻜﺎﻝ ﻓﻴﻪ ﺍﻟﺜﺎﱏ ﺍﻥ ﻟﻼﺷﻴﺎﺀ ﻭﺟﻮﺩﻳﻦ‬

‫ﻭﺟﻮﺩ ﺍﻋﻠﻤﻴﺎ ﻭﻭﺟﻮﺩﺍ ﺧﺎﺭﺟﻴﺎ ﻓﺎﻟﻮﺟﻮﺩ ﺍﻟﻌﻠﻤﻰ ﻫﻮ ﺍﳌﺴﻤﻰ ﺑﺎﻻﻋﻴﺎﻥ ﺍﻟﺜﺎﺑﺘﺔ ﻭﻫﻰ ﺛﺎﺑﺘﺔ ﺍﺯﻟﻴﺘﻪ ﻗﺪﳝﺘﻪ ﰱ ﻋﻠﻢ ﺍﷲ‬

‫ﺗﻌﺎﱃ ﻭﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﺍﳋﺎﺭﺟﻰ ﳏﺪﺙ ﻓﺨﻔﺎﺀ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﺑﺎﻟﻨﺴﺒﺔ ﺍﱃ ﺍﻻﻋﻴﺎﻥ ﺍﻟﺜﺎﺑﺘﻴﺔ ﰱ ﺍﻻﺯﻝ ﻓﺎﻥ ﺍﻻﻋﻴﺎﻥ ﺍﻟﺜﺎﺑﺘﺔ ﻣﻦ‬

‫ﻭﺟﻮﺩﻩ ﻣﻊ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻟﻜﻦ ﻻﻋﻠﻢ ﳍﺎ ﺑﻪ ﻓﻴﻜﻮﻥ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﳐﻔﻴﺎ ﺑﺎﻟﻨﺴﺒﺘﻪ ﺍﻟﻴﻬﺎ ﻓﻠﻤﺎ ﺍﺭﺍﺩ ﺍﻥ ﺗﻌﺮﻓﻪ ﺍﻻﻋﻴﺎﻥ ﺍﻟﺜﺎﺑﺘﺔ‬

‫ﺍﺧﺮﺟﻬﺎ ﻣﻦ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﺍﻟﻌﻠﻤﻰ ﺍﱃ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﺍﳋﺎﺭﺟﻰ ﻟﻴﻌﺮﻑ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻻﻧﻪ ﻻﻳﻌﺮﻑ ﺍﻻ ﺑﺎﻟﻮﺟﻮﺩ ﺍﳋﺮﺟﻰ ﺍﻟﺜﺎﻟﺚ‬

‫ﻗﺎﻝ ﰱ ﺍﻟﺼﺤﺎﺡ ﻧﻘﻼ ﻣﻦ ﺍﻻﺻﻤﻌﻰ ﺧﻔﻴﻔﺖ ﺍﻟﺸﺊ ﲟﻌﲎ ﻛﺘﻤﺘﻪ ﻭﺧﻔﻴﻔﺘﻪ ﲟﻌﲎ ﺍﻇﻬﺮﺗﻪ ﻭﻫﻮ ﻣﻦ ﺍﻻﺿﺪﺍﺩ ﻗﻮﻟﻪ‬

‫ﻛﻨﺖ ﻛﱰﺍ ﳐﻔﻴﺎ ﳚﻮﺯ ﺍﻥ ﻳﻜﻮﻥ ﺍﳌﺮﺍﺩ ﻣﻦ ﺍﳋﻔﺎﺀ ﻣﻌﲎ ﺍﻟﻈﻬﻮﺭ ﻓﻤﻌﲎ ﺍﳊﺪﻳﺚ ﺣﻴﻨﺌﺬ ﻳﻜﻮﻥ ﻛﻨﺖ ﻛﱰﺍ ﻇﺎﻫﺮ‬

‫ﺍﻟﻨﻔﺴﻰ ﻭﱂ ﻳﻜﻦ ﰉ ﻋﺎﺭﻑ ﺳﻮﺍﻯ ﻓﺎﺣﺒﺒﺖ ﺍﻥ ﻳﻌﺮﻓﲎ ﻏﲑﻯ ﻓﺨﻠﻘﺖ ﺍﳋﻠﻖ ﺍﻟﺮﺍﺑﻊ ﳚﻮﺯ ﺍﻥ ﻳﻜﻮﻥ ﻛﻨﺖ ﻛﱰﺍ‬

‫‪243‬‬
‫ﻇﺎﻫﺮﺍ ﰱ ﻏﺎﻳﺘﻪ ﺍﻟﻈﻬﻮﺭ ﻻﻥ ﺍﻟﺸﺊ ﺍﺫﺍ ﺑﻠﻎ ﻏﺎﻳﺘﻪ ﺍﻟﻈﻬﻮﺭ ﺧﻔﻰ ﻓﻜﺎﻧﻪ ﻗﺎﻝ ﻛﺎﺩ ﻧﻔﺴﻰ ﻣﻦ ﻏﺎﻳﺘﻪ ﺍﻟﻈﻬﻮﺭ ﺍﻥ ﳜﻔﻰ‬

‫ﻋﻠﻰ ﻧﻔﺴﻰ ﻓﻀﻼ ﻋﻦ ﻏﲑﻯ ﻓﺨﻠﻘﺖ ﺍﳋﻠﻖ ﺣﺠﺎﺏ ﻇﻬﻮﺭﻯ ﻭﺳﺘﺮ ﻧﻮﺭﻯ ﺣﱴ ﳜﻔﻰ ﺷﺊ ﻣﻦ ﻇﻬﻮﺭﻯ ﻟﻴﻤﻜﻦ‬

‫ﻟﻠﺨﻠﻖ ﺍﺩﺭﺍﻛﻰ ﺍﻻﺗﺮﻯ ﺍﻥ ﻣﻦ ﺍﺭﺍﺩ ﺍﻥ ﻳﻨﻈﺮ ﺍﱃ ﻋﲔ ﺍﻟﺸﻤﺲ ﻓﻴﻜﻒ ﻳﻀﻊ ﻳﺪﻩ ﻋﻠﻰ ﺣﺎﺟﺒﺒﻴﻪ ﻭﳛﺠﺐ ﻋﻠﻰ ﻧﻮﺭ‬

‫ﻟﻴﻤﻜﻨﻪ ﺍﺩﺭﺍﻙ ﺷﺊ ﻣﻦ ﻧﻮﺭﻩ ﻓﺨﻠﻖ ﺍﳋﻠﻖ ﺣﺠﺎﺑﺎ ﻟﻨﻮﺭﻩ ﻭﺟﻌﻠﻪ ﺳﺒﺒﺎ ﻻﺩﺭﺍﻛﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﻓﺎﺣﺒﺒﺖ ﺍﻥ ﺍﻋﺮﻑ ﻓﺨﻠﻘﺖ‬

‫ﺍﳋﻠﻖ ﻓﺴﺒﺤﺎﻥ ﻣﻦ ﺟﻌﻞ ﺍﻟﻈﻬﻮﺭ ﻣﺎﻧﻌﺎ ﻟﻼﺩﺭﺍﻙ ﻭﺍﻟﺴﺮﻭﺍﳊﺠﺎﺏ ﺳﺒﺒﺎ ﻟﻠﻈﻬﻮﺭ ﻭﺍﻻﺩﺭﺍﻙ ﻭﺍﷲ ﺍﻋﻠﻢ ﺑﺎﳊﻘﺎﻳﻖ‬

‫ﺍﻧﺘﻬﻰ‬

‫ﻭﻗﺎﻝ ﻋﺒﺪﺍﻟﺮﲪﻦ ﺍﳉﺎﻣﻰ ﻗﺪﺱ ﺳﺮﻩ ﺍﻟﺴﺎﻣﻰ ﰱ ﺗﻔﺴﲑ ﻫﺬﺍ ﺍﳊﺪﻳﺚ ﺍﻟﻘﺪﺳﻰ ﻗﺎﻝ ﺳﺒﺤﺎﻧﻪ ﻭﺗﻌﺎﱃ‬

‫ﻛﻨﺖ ﻛﱰﺍ ﳐﻔﻴﺎ ﻓﺎﺣﺒﺒﺖ ﺍﻥ ﺍﻋﺮﻑ ﻓﺨﻠﻘﺖ ﺍﳋﻠﻖ ﻭﲢﺒﺒﺖ ﺍﻟﻴﻬﻢ ﺑﺎﻟﻨﻌﻢ ﻓﻌﺮﻓﻮﱏ ﻳﻌﲎ ﻣﻦ ﺣﻴﺚ ﺫﺍﺗﻰ ﺍﳌﻄﻠﻘﺘﻪ‬

‫ﺍﳌﺴﻤﺎﺓ ﺑﺎﻻﺣﺪﻳﺘﻪ ﺟﺎﻣﻌﺎ ﲜﻤﻴﻊ ﺍﳊﻘﺎﻳﻖ ﺍﻻﲰﺎﺋﻴﺔ ﻭﺍﻟﺼﻔﺎﺗﻴﺘﻪ ﺍﳌﻌﱪﺓ ﺑﺎﻟﻜﱰ ﺍﳌﺨﻔﻰ ﻓﺎﻗﺘﻀﻰ ﺍﻟﻜﻤﺎﻝ ﺍﻟﺬﺍﺗﻰ‬

‫ﻭﺍﻻﲰﺎﺋﻰ ﻇﻬﻮﺭ ﺗﻠﻚ ﺍﻟﻜﻤﺎﻻﺕ ﺍﻻﲰﺎﺋﻴﺔ ﻭﺍﻟﺼﻔﺎﺗﻴﺔ ﰱ ﻣﻈﺎﻫﺮ ﺍﳋﻠﻖ ﻭﳏﺎﱃ ﺍﻟﻌﺎﱂ ﻓﺘﺠﻠﻴﺖ ﳍﻢ ﰱ ﻣﻘﺘﻀﻰ ﺍﶈﺒﺔ‬

‫ﻢ ﺍﻟﻔﻄﺮﻳﺔ‬‫ﰱ ﻣﻼﺑﺲ ﺍﻟﻨﻌﻢ ﺍﻟﻈﺎﻫﺮﺓ ﻭﺍﻟﺒﺎﻃﻤﺔ ﺍﳌﻘﺘﻀﻴﺔ ﻟﻠﻤﻌﺮﻓﺘﻪ ﺍﻻﲨﺎﻟﻴﺔ ﻓﻌﺮﻓﻮﱏ ﻓﺘﻠﻚ ﺍﳌﻌﺮﻓﺘﻪ ﲝﺴﺐ ﺍﺳﺘﻌﺪﺍﺩﺍ‬

‫ﻫﺬﺍ ﺍﳌﺸﻬﺪ ﺍﻟﺴﲎ ﺍﻟﻌﻠﻰ ﺧﺎﻃﺐ ﺍﻟﻨﱮ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﻓﺎﻋﻠﻢ ﺍﻧﻪ ﻻﺍﻟﻪ ﺍﻻﺍﷲ ﻓﺎﻥ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﺑﺎﻻﻟﻮﻫﻴﺔ ﺍﳉﺎﻣﻌﺔ ﻟﻼﲰﺎﺀ‬

‫ﻭﺍﻟﺼﻔﺎﺕ ﻻﻳﺘﺤﺼﻞ ﺍﻻ ﳌﻦ ﲢﻘﻖ ﺑﺎﳉﻤﻌﻴﺔ ﺍﻟﻜﱪﻯ ﻭﺍﻟﱪﺯﺧﻴﺔ ﺍﻻﻭﱃ ﻭﻟﻴﺲ ﺫﻟﻚ ﺍﻻ ﻫﻮ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺼﻠﻮﺓ ﻭﺍﻟﺴﻼﻡ‬

‫”ﺍﻧﺘﻬﻰ‬503

503
Şeyhü’l-Ekber kuddise sirruh bu hadîsin şerhinde dedi ki:
“Ehl-i ilimden bazıları çok tenkitler yaptılar. Zamanın âlimlerinden çoğu bir çok karışık fikirler söylediler. Buna
karşın yeterli bir cevap da zikretmediler.” Onların söylediklerin üzerinde düşündüğümde Allâh bana ilhâm etti ki,
önce âlimlerin zikrettiği dört maddeyi zikrediyorum ve ardından Allâh’ın bana ihsan ettiği, ilham ettiği cevapları
zikrediyorum.
Buradaki karışıklık izâfî hususlardan dolayıdır. Allâh Kendisine gizlenen olması mümkün değildir. Çünkü kendisi
kendine zâhirdir. Allâh’tan bir şey gizli kalması mümkün değildir. Kendi Zâtı’nı ezelî ve ebedî olarak bilir. Gizli
kalanların mahlûkat olması da mümkün değildir. Çünkü mahlûkāt ezelde mevcud değildi. Tâ kî Allâh onlara gizli
olsun. Hadîs-i şerif’te buyurulur ki, “Allâh vardı onunla beraber hiçbir şey yoktu.” (Aclûnî, II, 119 n.2009)] Gizlilik
veya zuhur sebebiyle Gizliliğin olması için mahlûkâtın var olması gerekir. Bu hadîs-i şerîfin de delâlet ettiği husûsun
aksini gösterir. Hadîs’in zâhirine baktığımız zaman ezelde mahlûkâtın yok olduġu zaman Allâh Teâlâ’ın mahfî

244
Ve bu makāmda “Taaccübün”den murâd eimme-i seba‘-i esmâ ve sedene-i esmâ
tertîb-i acîb ile kendi zâtında mürtesem oluğundan ‘‘ibâretdir. Ve “El ele” urması esmânın
küllîsi Cemâl ve Celâl’e muntehî olmağın kableyn-i mezkûrînin ictimâ‘ ve iktirânından
kinâyetdir. Ve “Hal-i siyeh”den murâd tafsili geçtiği üzere ahadiyyet-i zâtından ‘ibâretdir ki,
ta‘ayyün-i evvel ondan kinâyetdir. Ve “Ruhân-ı mutraf”dan murâd ridâ-i Kibriyâ ile mestûr
olan Cemal ve Celal’dir. Zîrâ mutraf iki tarafı alem olan ridâdan ‘ibâret olmağın tarafını
Cemâl ve Celâl’e ve neşe-i dünyeviyye ve uhreviyyeye remz ve işâret olur. Ve “‘abdâl”dan
murad sıfât-ı beşeriyyesini sıfat-ı ilâhiyyeye tebdîl edenlerdir umûmen ve nefs-i nâtıka-i
muhammediyye aleyhi efżali’s-salâti’s-sermediyyedir husūsan. Ve bu makāmda “Havfî”

olduġunu gösterir. Takrir olunan sual budur. Bu sorunu cevabı: Bunun türlü yönleri, cevapları vardır. Gizlilikten
maksat ondan başka Âlim bulunmamasıdır. Cenâb-ı Hakk kendisini bilenlerin tanıyanların çokluğunu murad edince
mahlûkatı yarattı. Kendisinden başkasının olmamasını da hafâ diye isimlendirdi. Çünkü Allâh Teâlâ “Ben büyük bir
hazine, kıymetli bir cevher idim fakat benden başkası beni bilmiyordu. Benden başka varlığımı bilen de yoktu.”
(Aclûnî, Keşfu’l hafâ, II, 132, No: 2016) Gizli olma kelimesini söyledi ki, bunun gereği olan şeyi kastetti. Lâzımı da
kendisini bilen olmamasıdır. Şu halde ma’na: “Ben ihsan sahibi, nimet veren bir İlah’dım fakat Beni bilen ve
Kemâlim’i ve Cemalim’i tanıyan yoktu. Bilinmeyi sevdim ve mahlûkatı yarattım ki, tanınayım.” Karışıklık olmayan
sahih ma’na budur.
İkinci vecih, eşyânın ilmî ve dış âlemde hâricî olmak üzere iki varlığı vardır. Allâh’ın ilminde olan varlık, Allâh’ın
ilminde sâbit olan varlıktır. Âyân-ı sabite olarak isimlendirilen şeylerdir. Onlar Allâh Teâlâ’nın kadîm, ezelî olan
ilminde sabittir. Hâricî varlık ise sonradan yaratılmıştır. Allâh Teâlâ’nın gizli olması ezelde sâdır olan âyâna göredir.
Çünkü âyân-ı sâbite Allâh Teâlâ ile berâber olan varlığındandır, sonradan olmamıştır. Mahlûk değildir. Fakat âyân-ı
sâbitenin Allâh hakkında bilgisi yoktur. Bu âyân-ı sâbiteye nisbetle Allâh gizlidir. Allâh Teâlâ âyân-ı sâbitenin
kendisini tanımasını isteyince işte bu âyân-ı sâbiteyi Allâh’ı tanıması için vücûd-i ilmî’den vücûd-i hâricîye çıkardı.
Allâh Teâlâ ancak hâricî vücut ile tanınır.
Üçüncü vecih, Esmâî’den naklen Gevherî Sıhâh’ında demiştir ki, “hafâ” bir şeyi gizlemek ve âçığa çıkarmak gibi iki
ma’naya gelir. “Hafâ” zıt ma’nası olan kelimelerdendir. Yüce Allâh’ın sözü “Ben gizli bir hazine idim” de “hafa”
zâhir olma ma’nasına olabilir. O zaman hadisin ma’nası şöyle olur: “Kendi nefsime zâhir bir hazine idim. Fakat beni
benden başka bilen yok idi. Bilinmemi sevdim, başkası beni tanısın istedim ve mahlûkātı yarattım.”
Dördüncü vecih, zuhûrunun son haddinde(nihâyetde) olan zâhir bir hazine idim. Bir şey Zuhûrun nihâyetine vardığı
zaman gizli olur. Sanki şöyle buyurmuştur: “Nefsim zuhurda son noktada olmasından dolayı başkası bir tarafa
neredeyse kendime gizli olacaktım. Zuhûruma, nûruma perde olarak mahlûkâtı yarattım. Mahlûkât için Zuhûrumdan
bir miktar gizli olsun ki, beni idrak mümkün olsun.” Bir kimse doğrudan güneşin kendisine bakmak isterse elini
gözünün önüne getirir. Bu da güneşin ışığını perdeler, o da biraz olsun bu nurdan görebilir. Allâh mahlûkātı nûruna
perde olmak üzere yarattı. Allâh Teâlâ’yı idrak için mahlûkātı sebeb kıldı. Bilinmeyi sevdim ve mahlûkatı yarattım.
Zuhûru idrâk mâni engel kılan zât bütün noksanlardan münezzehtir. Perde ve hicab zuhûra ve anlaşılmaya sebep
kıldı. Bu işin hakîkatlerini en iyi Allâh bilir.
Abdurrahman Câmî yüce rûhunu Allâh takdis etsin, bu hadîsin tefsîrinde şöyle dedi: Allâh, “ ‫ﺒﺖ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬  ‫ﺎ ﹶﻓﹶﺎ‬‫ﺨﻔِﻴ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﺰﹰﺍ‬‫ﺖ ﹶﻛﻨ‬
 ‫ﻨ‬‫ﹸﻛ‬
‫ﻑ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﻖ ِﻟﺎﹸ‬ ‫ﺨ ﹾﻠ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺨﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬
 ‫ﻑ ﹶﻓ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫“[ ”ﹶﺍ ﹾﻥ ﺍﹸ‬Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim; bilineyim diye mahlûkātı
yarattım” (Aclûnî, Keşfu’l hafâ, II, 132, No: 2016) kenz-i mâhfî olarak ifâde edilen sıfâtî, esmâî hakîkatlerin hepsini
kendisinde toplayan ve ahadiyyet diye isimlendirilen Mutlak zâtım bakımından beni tanımaları için onlara
muhabbet duydum. Allâh’ın zâtî ve esmâî kemâlinin zuhûrunu Hakk’ın mazharlarında, âlemde gerektirdi. Onlara
muhabbet duydum onlar da beni tanıdılar. Onlara muhabbetin gereği olarak, Allâh’ı tanımayı gerektiren zâhirî ve
bâtinî ni’met elbiseleri içinde tecellî ettim. Onlar da beni tanıdılar. Bu işte ma’rifet bunların yaratılıştan gelen
istidatlarına göredir. İşte bu yüce bir görüntüdür. Peygamber Efendimiz hitâb etti ki, “Bilin ki, Allâh’tan başka
ilah yoktur.” Esmâ ve sıfatı câmiu’l-ulûhiyyet ilmi büyük cemiyet ve ilk berzahiyyet ile tahakkuku gerçekleşir. Bu
da O aleyhisselâm’dan başkası değildir. İntehâ.]

245
Cenâb-ı Bârî’nin: ‫ﺍ‬‫ﻌﹶﻠ ٰۤﻤﺆ‬ ‫ﺎ ِﺩ ِﻩ ﺍﹾﻟ‬‫ﻦ ِﻋﺒ‬ ‫ﻪ ِﻣ‬ ‫ﻰ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﺨﺸ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻧﻤ‬‫ِﺍ‬ [“…Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler

korkar…” (Fâtır, 35/28)] kavl-i şerîfinin muktezasınca kişinin meratib-i havfi, merâtib-i ‘ilmi
kadardır. Nitekim bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde Necmuddin kaddesenallahu bisırrahu’l-

mu‘în: “ ‫ﺆ ﲝﺴﺐ ﺍﺧﺘﻼﻓﻬﻢ ﰱ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﻓﻤﻨﻬﻢ ﻣﻦ ﻫﻮ ﻋﺎﱂ ﺑﺎﺣﻜﺎﻡ ﺍﷲ ﻣﻦ‬ ‫ﻌﹶﻠ ٰۤﻤ‬ ‫ﺎ ِﺩ ِﻩ ﺍﹾﻟ‬‫ﻦ ِﻋﺒ‬ ‫ﻪ ِﻣ‬ ‫ﻰ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﺨﺸ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻧﻤ‬‫ِﺍ‬

‫ﺍﻭﺍﻣﺮﻩ ﻭﻧﻮﺍﻫﻴﻪ ﻓﻴﻜﻮﻥ ﺧﻮﻓﻪ ﻣﻦ ﻓﻮﺕ ﺍﳉﻨﺎﻥ ﻭﻋﺬﺍﺏ ﺍﻟﻨﲑﺍﻥ ﻭﻣﻨﻬﻢ ﻣﻦ ﻫﻮ ﻋﺎﱂ ﺑﺼﻔﺎﺕ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻣﻦ ﺻﻔﺎﺕ‬

‫ﺍﻟﻠﻄﻒ ﻭﺍﻟﻘﻬﺮ ﻓﻴﻜﻮﻥ ﺧﻮﻓﻪ ﻣﻦ ﺍﳊﺮﻣﺎﻥ ﻋﻦ ﻣﻘﺎﻣﺎﺕ ﺍﻟﻘﺮﺏ ﻭﺍﳋﺬﻻﻥ ﺍﱃ ﺩﺭﻛﺎﺕ ﺍﻟﺒﻌﺪ ﻭﻣﻨﻬﻢ ﻣﻦ ﻫﻮ ﻋﺎﱂ‬

‫ﺑﺎﷲ ﺑﻨﻮﺭ ﺍﷲ ﻓﺨﻮﻓﻪ ﻳﻜﻮﻥ ﻫﻴﺒﺔ ﻣﻦ ﺫﺍﺗﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﻭ ﳛﺬﺭﻛﻢ ﺍﷲ ﻧﻔﺴﻪ ﻓﻴﻘﺪ ﻣﺮﺍﺗﺐ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﻳﻜﻮﻥ ﻣﺮﺍﺗﺐ‬

‫ﺍﳋﻮﻑ ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﺍﻧﺎ ﺍﻋﻠﻤﻜﻢ ﺑﺎﷲ ﻭﺍﺧﺸﺎﻛﻢ ﻣﻨﻪ ﺍﻥ ﺍﷲ ﻋﺰﻳﺰﺍﻥ ﻳﻌﺮﻓﻮﻩ ﺣﻖ ﻣﻌﺮﻓﺘﻪ ﻏﻔﻮﺭ‬

‫”ﻳﻐﻔﺮ ﻋﺠﺰ ﺍﻟﻌﺒﺎﺩ ﻭﻗﺼﻮﺭﻫﻢ ﻋﻦ ﻣﻌﺮﻓﺘﻪ‬504


[İlimdeki farklılıklarına göre “…Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler korkar…”
(Fâtır, 35/28)

Ve bu makāmda “Mushaf”dan murad zikri sebkat eden vücûh-i müteaddidenin her


birini câmi’dir. Ve vücûh-i hamse-i mezkûrede rubâiye-i kudsiyyenin kırâeti ve âb-ı safâ ile
mahv u işrâbı ve hamli hastaya şifâ ve her derde devâ olmasına illet-i müessire vücûh-i
erbaada umûmen ve vech-i hâmisde husūsan mezkûr imâmü’l-eimme olan ism-i Hay eşkâl-i
devâirede mürtesem olduġu üzere eimme-i esmâ ve sedene-i esmâ vesâtatıyla ‘âlem-i
şehâdetde bîmare ifâza-i feyż-i hayat-ı cedîd etmesidir. Ve bu ifâza sāhib-i rubâînin ol
makāmât ve merâtibi ve esmâ-i ilâhiyyeyi tahalluk ve tahakkuku ve teveccüh-i ruhâniyeti
sebebiyledir. Ve kendilerden sonra ol rütbeye nâil olmayanlardan bu rubâiyenin te’siri onların
nefes-i enfüs-i mukaddes müderrislerinden ve ruhâniyetlerine teveccühlerinden nâşîdir.
Vallahu ‘alem bilhakâyık.

504
Âlimlerinden bir kısmı vardır ki, Allâh’ın emirleri ve nehiylerinin hükümlerini bilir. Onların korkusu cennetleri
kaçırmaktır. Ya da cehennem azabından korkar. Onlardan bir kısmı da Allâh’ın kahır ve lütuf sıfatlarının âlimidir.
Onların korkusu da Allâh’a yakınlık makamlarından mahrum olmadır. Bazı âlimler de vardır ki, Allâh’ı O’nun
nûruyla bilirler. Onların korkusu da Allâh’ın zâtının heybetindendir. Nitekim Allâh şöyle buyurmuştur. “Allah sizi
kendisinden korunmanız hususunda uyarır.” (Âl-i İmrân, 3/28)
İlim mertebelerine göre korku mertebeleri vardır. Peygamberimiz’in buyurduğu gibi: “Allâh’ı en iyi bileniniz ve
O’ndan en çok korkanınız benim.” (Buhâri, Edeb, 72; Müslim, Fedâil, 127) Kulların Allâh’ı gereği gibi
bilmelerinden yücedir. Allâh kendisini tanımaları noktasında kulların acziyetini ve kusurlarını bağışlar.]

246
Ve Şurrâhın ba‘żı: “ ‫ﺍﳊﻮﺭﺍﺀ ﻋﺒﺎﺭﺓ ﻣﻦ ﺍﻻﺭﻭﺍﺡ ﺍﳌﻬﻴﻤﺘﻪ ﺍﳌﻀﻤﺤﻠﺘﻪ ﰱ ﺍﻟﺪﺭﺓ ﺍﻟﺪﻭﺭﺓ ﺍﶈﻤﺪﻳﺘﻪ‬

‫”ﺍﻻﺣﺪﻳﺔ ﺍﻟﻨﻮﻧﻴﺔ ﰱ ﺍﻟﺘﻌﻴﲔ ﺍﻻﺯﱃ ﻭﺍﻟﺘﺠﻠﻰ ﺍﻟﻼﻫﻮﺗﻰ ﺍﻟﻘﺪﺳﻰ‬505 diye tabîr eylemiş. Kâmillerin tâbirleri

elbette vardır. Lâkin tevcîhi hayli tekellüfe muhtâcdır. “ ‫ا‬ ‫را‬ ‫با‬ ‫ا‬

‫ن‬ ‫نا‬ ‫ا‬ ‫ا ى‬ ‫ا ا‬ ‫نا‬ ‫نا ا‬ ‫ها‬ ‫و‬ ‫و‬ ”506 diye

ta‘rîf eylemiş. “ ‫ﻣﻌﺮﻑ ﻣﺸﺘﻤﻞ ﳌﻌﺎﻥ ﺍﺣﺪﻫﺎ ﻳﻘﺎﻝ ﳋﺰﻥ ﺍﳉﻨﺎﻥ ﻭﺍﻣﲔ ﺍﳋﺰﺍﻥ ﻭﺍﳉﻨﺎﻥ ﺍﻟﺬﻯ ﻫﻮ ﺩﺍﺭ ﺍﻟﺴﻼﻡ‬

‫ﻭﺍﻻﻣﺎﻥ ﻟﻜﻦ ﻫﻨﺎ ﻛﻨﺎﻳﺔ ﻣﻦ ﺣﺮﻭﻑ ﺍﻟﻘﺮﺍﻥ ﻭﺍﻋﺮﺍﺏ ﺍﻟﻔﺮﻗﺎﻥ ﺍﻭ ﺍﺟﻪ ﻭﺟﻮﻩ ﺍﳊﺴﺎﻥ ﻫﻮ ﺍﻻﻧﺴﺎﻥ ﻻﻥ ﺟﻮﺍﻫﺮ‬

‫ﺍﻟﻘﺮﺍﻥ ﺍﻟﻘﺪﱘ ﻭﺍﻋﺮﺍﺑﻪ ﺍﻣﲔ ﺑﻄﻮﻥ ﻣﻌﺎﺭﻓﻪ ﻭﳏﺮﻡ ﻣﻌﺎﻧﻴﻪ ﻭﺗﻌﻴﻨﺎﺗﻪ ﺍﻟﻜﺮﱘ ﺍﻟﱴ ﻗﺎﺋﻢ ﺑﺬﺍﺗﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﻭﻟﺬﺍ ﻛﺎﻧﺖ ﺍﻟﻌﻘﻮﻝ‬

‫ﻭﺍﻻﺭﻭﺍﺡ ﻭﺍﳊﻮﺭﺍﺀ ﻭﺍﻻﻣﻼﻙ ﻭﺍﻟﻐﻠﻤﺎﻥ ﻭﺍﻟﻮﻟﺪﺍﻥ ﻭﺍﻟﺮﻳﺎﺽ ﻭﺍﳊﻴﺎﺽ ﻣﺘﻌﺠﺒﲔ ﻭ ﻣﺘﺤﲑﻳﻦ ﻟﻪ ﻻﻥ ﻫﺆﻻﺀ ﻣﻦ ﻏﺎﻳﺘﻪ‬

‫ﺗﻌﺠﺒﻬﻢ ﻭﲢﲑﻫﻢ ﻳﻀﺮﺑﻮﻥ ﻛﻔﻬﻢ ﺑﻜﻔﻬﻢ ﻭﻓﻴﻪ ﻧﻜﺘﺔ ﺍﺧﺮﻯ ﺍﻥ ﺍﻟﺮﺿﻮﺍﻥ ﻛﻨﺎﻳﺔ ﻣﻦ ﺍﳉﱪﺍﺋﻴﻞ ﻭﺍﻻﺳﺮﺍﻓﻴﻞ‬

‫”ﻭﺍﳌﻴﻜﺎﺋﻴﻞ ﻭﺍﻟﻌﺰﺭﺍﺋﻴﻞ‬507 diye tasrîf eylemiş ve: “ ‫ﺍﻥ ﺣﺎﻝ ﺳﻴﻪ ﺑﺮﺍﻥ ﺭﺧﺎﻥ ﻣﻄﺮﻑ ﺯﺩ ﻫﻨﺎ ﻛﻨﺎﻳﺎﺕ ﻏﲑ‬

‫ﻣﺘﻨﺎﻫﻴﺘﻪ ﺍﻣﺎ ﻣﻦ ﺟﻮﻟﺘﻬﺎ ﺗﻌﻠﻖ ﺍﻟﺴﻮﺍﺩ ﺍﳌﻄﻠﻖ ﺍﻟﻨﻘﻄﻰ ﺍﻟﻼﺗﻌﻴﲎ ﺍﻻﺣﺪﻯ ﺍﱃ ﺍﻟﺒﻴﺎﺽ ﺍﳌﻄﻠﻖ ﺍﻟﻨﻘﻄﻰ ﺍﳊﺮﰱ ﺍﻻﲪﺪﻯ‬

‫ﺍﻭ ﻇﻬﻮﺭ ﺍﻟﺘﻌﲔ ﺍﻻﻭﻝ ﺍﻻﻟﻔﻰ ﺑﺎﻟﺘﻌﲔ ﺍﻟﺜﺎﱏ ﺍﻟﺒﺎﱏ ﺍﺑﺪﺍﻝ ﺫﺑﻴﻢ ﺟﻨﻚ ﺩﺭ ﻣﺼﺤﻒ ﺯﺩﺍﻋﻠﻢ ﺍﻥ ﺍﻻﺑﺪﺍﻝ ﻫﻢ ﺍﻟﺮﺟﺎﻝ‬

‫ﺍﻟﺴﺒﻌﺘﻪ ﻣﻦ ﺍﻟﻮﺍﳍﲔ ﺍﳌﺘﺤﲑﻳﻦ ﰱ ﺍﷲ ﻋﻦ ﻭﻟﻪ ﺣﺮﺍﺭﺓ ﺍﻟﻌﺸﻖ ﺓﺍﻟﺬﻭﻕ ﻭﺍﻟﺸﻮﻕ ﻭﺍﳌﻄﻴﻌﲔ ﺍﳌﺘﺤﺎﺗﲔ ﻟﻮﺟﻪ ﺍﶈﺒﻮﺏ‬

‫ﻢ ﺍﻻﻗﺎﻟﻴﻢ ﺍﻟﺴﺒﻌﺔ ﻟﻜﻞ ﻭﺍﺣﺪ‬ ‫ﻭﺍﶈﻤﻮﺩ ﻣﻦ ﺍﻫﻞ ﻗﺮﺏ ﺍﻟﺒﺴﺎﻁ ﻭﺍﻟﻌﻬﺪ ﻭﺍﻟﻴﻘﲔ ﻭﺍﻟﻴﻤﲔ ﻭﺍﻟﻌﻘﺪ ﳛﺮﺱ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ‬

505
[“Havrâ”, Ezelî ta’ayyünde nûnî, ehadî, lâhûtî; kutsî tecellîde, ezelî, devr-i Muhammediyyede muzmahil,
muheyyem olan ruhlardan ibârettir demişlerdir.]
506
[Ve lafz-ı Nigârî, kendisine bakılan, hakîkî sevgili, bununla “Tâhâ” ve “Yâsin” sāhibi kastedilir. Bu ma’naların
tecellî yeri güzellerin güzeli insan-ı kâmil kâmil-i türâbî insan olur.]
507
[Ve lafz-ı “Rıdvânî”, bilinen birçok ma’naları içeren bir sözdür. Cennet bekçisine denir. Dârü’s-selâm ve
emniyet yurdu olan hazîneler ve cennetlerin sahibidir. Lâkin Kur’an harflerine, Kur’an’ın i’rabına ve güzel yüzlerin
en güzeline bir kinâye vardır. Kadîm olan Kur’an’ın cevâhiridir. Onun gizli olan ma’rifetlerinin emînidir.
Ma’nalarının mahremidir insan. Ki o da Allâh’ın zâtıyla kâimdir. Ruhlar, huriler, mülkler, çocuklar, bahçeler,
havuzların Hepsi ondan şaşkınlığa düşmüşlerdir. Çünkü bunlar şaşkınlıkların ziyadesi dolayısıyla ellerini birbirine
vururlar. Burada başka bir nükte vardır ki, Rıdvan; Cebrail, Azrail, Mikâil, İsrafil’den kinâyedir.]

247
‫ﻣﻨﻬﻢ ﺍﻗﻠﻴﻢ ﻧﺒﻮﻯ ‪١‬ﺧﻠﻴﻠﻰ ‪٢‬ﺍﻟﻮﺳﻮﻯ ‪٣‬ﻫﺎﺭﻭﱏ ‪۴‬ﺍﺩﺭﻳﺴﻰ ‪۵‬ﻳﻮﺳﻔﻰ ‪۶‬ﻋﻴﺴﻮﻯ ‪٧‬ﺍﺩﻣﻰ ﻭﳎﻤﻮﻋﻬﻢ ﳏﻤﺪﻯ ﺍﻋﻠﻢ‬

‫ﺍﻥ ﺍﳌﺘﺎﺻﻠﲔ ﺍﻟﻮﺍﺻﻠﲔ ﺍﳌﺘﺤﺎﺑﲔ ﰱ ﺍﷲ ﻣﺸﻐﻮﻟﻮﻥ ﰱ ﺗﻼﻭﺓ ﻛﺘﺎﺏ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻭﻫﻮ ﻣﺼﺤﻔﻨﺎ ﺍﻟﻘﺪﱘ ﻭﻗﺮﺍﺀﺓ ﺍﻳﺎﺕ‬

‫ﺑﻴﻨﺎﺗﻪ ﻭﺳﻮﺭ ﳏﻜﻤﺎﺗﻪ ﻭﻣﻄﺎﻟﻌﺘﻪ ﺷﻮﺍﻫﺪ ﻣﺸﺎﻫﺪ ﺣﺮﻭﻓﻪ ﻭﻛﻠﻤﺎﺗﻪ ﻭﻣﻮﺍﺟﻬﺔ ﻣﻄﺎﻟﻊ ﻗﺪﺳﻴﺎﺕ ﺍﻟﻔﺎﻇﻪ ﻭ ﻣﻌﺎﱏ‬

‫ﻣﻌﺎﺭﻑ ﻏﺎﻣﻀﺘﻪ ﺭﻭﻯ ﻋﻦ ﺍﻟﺸﻴﺢ ﻗﺪﺱ ﺳﺮﻩ ﺍﻟﻌﺰﻳﺰ ﺍﻥ ﻫﺬﺍ ﺍﻟﺮﺑﺎﻋﻰ ﺍﻟﺸﺮﻳﻒ ﻣﻦ ﺍﻻﺩﻋﻴﺘﻪ ﺍﳌﺆﺛﺮﺓ ﻭﺍﻻﲰﺎﺀ ﺍﻟﻌﻈﺎﻡ‬

‫ﻣﻦ ﻗﺮﺍﺀ ﻋﻠﻰ ﺍﳌﺮﻳﺾ ﺍﻟﺴﻘﻴﻢ ﺑﺎﻟﺪﻭﺍﻡ ﻳﺼﺢ ﻭﳛﺺ ﺍﻭ ﻳﺮﻭﺡ ﺑﺎﺫﻥ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻭﻳﺸﻔﻴﻪ ﺑﻪ ﻻﻧﻪ ﻓﻴﻪ ﻣﻨﺎﺳﺒﺔ ﻭﻣﻄﺎﺑﻘﺘﻪ‬

‫ﻟﻠﺤﻜﻤﺘﻪ ﺍﻻﺯﻟﻴﺔ ﻻﻥ ﺍﳌﺮﺽ ﻋﺒﺎﺭﺓ ﻋﻦ ﺍﻧﻘﺒﺎﺽ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﻭﺍﳓﺰﺍﻧﻪ ﻭﻗﻠﺔ ﺣﺮﻛﺎﺗﻪ ﻭﺍﺑﺘﻬﺎﺟﻪ ﻭ‪‬ﺠﺖ ﺑﺸﺎﺷﺘﻪ ﻭﻋﺪﻡ‬

‫ﺿﺤﻜﻪ ﻭﻧﺸﺎﻃﻪ ﻭﺿﻌﻒ ﻣﻬﺠﺘﻪ ﻭﺗﻜﺜﺮ ﺍﳓﺮﺍﻓﻪ ﻓﻼﺑﺪ ﳌﻦ ﻳﺘﺼﻒ ﲟﺜﻞ ﻫﺬﺍ ﺍﻟﺪﺍﺀ ﻋﻦ ﻭﺍﻭ ﺍﻟﺪﻭﺍﺀ ﻟﻴﻨﺎﺳﺐ ﻟﻪ‬

‫ﻭﻋﻼﺝ ﻳﻮﺍﻓﻖ ﻟﻪ ﻭﺷﻔﺎﺀ ﻳﻌﺎﰱ ﲜﻤﻴﻊ ﺍﻋﻀﺎﺋﻪ ﻭﺍﺟﺰﺍﺋﻪ ﻓﺤﻴﻨﺌﺬ ﻗﺪ ﻭﺟﺪ ﳍﺬﺍ ﺍﳌﻮﺟﺐ ﰱ ﺍﻟﺮﺑﺎﻋﻰ ﺍﻟﺸﺮﻳﻒ ﺍﳌﺬﻛﻮﺭ‬

‫ﻋﺎﱂ ﺍﳊﻴﻮﺓ ﻭﺍﺳﺒﺎ‪‬ﺎ ﻻﻥ ﺣﺎﺀ ﺍﳊﻮﺭﺍﺀ ﺣﺎﺀ ﺍﳊﻴﻮﺓ ﻭﻭﺍﻭﻩ ﻭﺍﻭﺍﻟﻮﺻﻠﺔ ﻭﺭﺍﻭﻩ ﺭﺍﺀ ﺍﻟﺮﲪﺔ ﻭﺍﻟﻔﻪ ﺍﻟﻒ ﺍﻧﻜﺸﺎﻑ‬

‫ﺍﺳﺘﻮﺍﺀ ﺍﻟﺬﺍﺕ ﻭﳘﺰﺗﻪ ﻣﺴﻤﺎﻩ ﻭﺑﺎﺀ ﺑﻨﻈﺎﺭﻩ ﺑﺎﺀ ﺍﻟﺒﻘﺎﺀ ﻭﻧﻮﻧﻪ ﻧﻮﻥ ﺍﻟﻨﻮﺭ ﻭﺍﻟﻨﺒﻮﺓ ﻭﻇﺎﺅﻩ ﻇﺎﺀ ﻇﻞ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﻭﺍﻟﻜﺎﻑ‬

‫ﻛﺎﻑ ﺍﻟﻜﱰ ﻭﺍﻟﻜﻮﺛﺮ ﻭﺍﳌﻴﻢ ﻣﻴﻢ ﻣﺪﺍﻟﻈﻞ ﻭﺍﻟﺼﺎﺩ ﺻﺎﺩ ﺍﻟﺼﻔﺎﺀ ﻭﺍﻟﻔﺎﺀ ﻓﺎﺀ ﺍﻟﻔﺮﺡ ﻭﺍﻟﺰﺍﺀ ﺍﻟﺰﻳﻨﺔ ﻭﺍﻟﺰﻳﺎﺩﺓ ﻭﺯﻣﺎﻥ‬

‫ﺍﻟﺪﻫﺮ ﻭﺍﻟﺪﺍﻝ ﺩﺍﻝ ﺍﻟﺪﻭﺍﺀ ﻭﺍﻟﺪﻧﻮ ﻭﺍﻟﺪﻭﺍﻡ ﻭﺍﻟﻀﺎﺩ ﺿﺎﺩ ﺍﻟﻀﻴﺎﺀ ﻭﺍﻟﻀﻤﺎﻥ ﻭﺍﻟﺘﺎﺀ ﺗﺎﺀ ﺍﻟﺘﻮﺍﺏ ﻭﺍﻟﺘﺎﺝ ﻭﺍﻟﺘﺮﺍﺏ ﻭﺍﻟﻌﲔ‬

‫ﻋﲔ ﻣﺎﺀ ﺣﻮﺽ ﺍﻟﻜﻮﺛﺮ ﻭﺍﻟﻌﻬﺪ ﻭﺍﻟﻌﻠﻮ ﻭﺍﳉﻴﻢ ﺟﻴﻢ ﺍﳉﻨﺎﻥ ﻭﺍﳉﻨﺎﻥ ﻭﺟﻴﻢ ﺍﳉﻤﺎﻝ ﻭﺍﳉﻼﻝ ﻭﺍﳋﺎﺀ ﺧﺎﺀ ﺍﳋﲑ‬

‫ﻭﺍﳋﲑ ﻭﺍﳋﻠﺔ ﻭﺍﻟﻼﻡ ﻻﻡ ﺍﻟﻠﻮﺍﻣﻴﻢ ﻭﺍﻟﺴﲔ ﺳﲔ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﻭﺍﻟﺴﻼﻣﺔ ﻭﺍﻟﺴﻌﺎﺩﺓ ﻭﺍﻟﻴﺎﺀ ﻭﺍﻟﻴﻤﲔ ﻭﺍﻟﻴﻪ ﻭﺍﳍﺎﺀ ﻫﺎﺀ ﺍﳍﺪﺍﻳﺘﻪ‬

‫ﻭﺍﳍﻮﻳﺔ ﻭﺍﻟﻄﺎﺀ ﻃﺎﺀ ﺍﻟﻄﻮﺍﺳﲔ ﻭﻃﻪ ﻭﺍﻟﻄﻮﺭ ﻭﺍﻟﻄﻔﻮﻝ ﻭﺍﻟﻄﲑ ﻭﺗﻠﻚ ﺍﳌﺬﻛﻮﺭﺍﺕ ﻣﻦ ﲨﻠﺘﻪ ﺧﻮﺍﺹ ﺍﳊﺮﻭﻑ ﺍﳌﺆﺛﺮﺓ‬

‫ﻻﻯ ﺷﺊ ﻭﺣﺎﺟﺔ ﻛﺎﻥ ﻭﺷﺎﻳﺴﺘﻌﻤﻞ ﰱ ﻛﻞ ﻣﻜﺎﻥ ﺳﻴﻤﺎ ﻭﻗﺖ ﺍﻟﻐﺮﻭﺭﺓ ﻭﺍﳌﻤﺮﺍﺿﻴﺔ ﻳﺴﺘﺸﻔﻰ ﺑﻘﺮﺍﺀﺗﻪ ﻋﻠﻴﻪ‬

‫ﳌﺼﺎﺣﻴﺘﻪ ﻭﺟﻮﻻﻧﻪ ﺑﺎﻻﺗﺴﺎﻉ ﺑﻼ ﺗﻌﲔ ﺍﻟﻌﺪﺩ ﻭﺍﳊﻮﺭﺍﺀ ﻣﻮﺟﺐ ﺍﳊﻴﻮﺓ ﻭﻧﮕﺎﺭﻡ ﻣﻮﺟﺐ ﺍﳊﻴﻮﺓ ﻭﺍﻟﺼﻒ ﻭﺍﻟﻨﻈﺎﺭﻩ‬

‫ﻛﺬﻟﻚ ﻭﺍﻟﺮﺿﻮﺍﻥ ﻣﻮﺭﺙ ﺍﳊﻴﻮﺓ ﻭﻣﺸﻌﺮﻫﺎ ﻭﺍﻟﺘﻌﺠﺐ ﻣﻮﳘﻬﺎ ﻭﺍﺿﻄﺮﺍﺏ ﺍﻟﻜﻔﲔ ﺳﺮ ﺍﳊﻴﻮﺓ ﻭﺍﳋﺎﻝ ﻋﲔ ﺍﳊﻴﻮﺓ‬

‫ﻭﺍﻟﻔﻨﺎﺀ ﻭﺍﻟﺒﻘﺎﺀ ﻭﺍﻟﺴﻮﺍﺩ ﺳﺮﺍﳊﻴﻮﺓ ﺍﻟﺴﻠﺴﺒﻴﻞ ﻭﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﻛﻞ ﺍﳊﻴﻮﺓ ﻭﻣﺎ ﻟﻚ ﺩﺍﺭ ﺍﳊﻴﻮﺍﻥ ﻭﻣﻴﺎﻫﻪ ﻭﺍﻟﻨﻄﺮﻑ ﺷﺎﻥ‬

‫‪248‬‬
‫ﺍﳊﻴﻮﺓ ﻭﺍﻟﺘﻮﻗﻊ ﲤﺘﻊ ﺍﳊﻴﻮﺓ ﻭﺍﻻﺑﺪﺍﻝ ﳏﺮﻡ ﻋﲔ ﺍﳊﻴﻮﺓ ﻭﺍﻟﻨﻐﻤﺎﻥ ﻣﻦ ﺣﻴﻮﺓ ﺍﻟﺪﺭﺟﺎﺕ ﺍﻟﻌﻠﻰ ﻭﺍﻟﻮﻟﻪ ﺣﲑﺕ ﺣﻴﺎﺕ‬

‫ﺍﻻﺑﺪﻳﺘﻪ ﻭﺍﳌﺼﺤﻒ ﻋﲔ ﺍﻟﻌﲔ ﻭﻣﺼﺤﻒ ﺍﳊﻴﻮﺓ ﻭﻟﺴﺎﺋﺮﻩ ﻳﻨﻘﺴﻢ ﺍﳊﻴﻮﺓ ﻣﻨﻪ ﻓﺎﺫﺍ ﺗﻘﺮﺭ ﻫﺬﺍ ﲢﻘﻖ ﺷﻔﺎﺀ ﺍﻟﻌﻠﻴﻞ ﺍﳌﻘﺮ‬

‫”ﻭﻋﻠﻴﻪ ﻫﺬﺍ ﺍﻟﺮﺑﺎﻋﻰ ﺍﳉﻠﻴﻞ ﺍﳉﻤﻴﻞ ﺍﻧﺘﻬﻰ‬508 Ve şurrâhın bazı: “ ‫ﺣﻮﺭﺍﺀ ﻋﺒﺎﺭﺗﺴﺖ ﺍﺯﲨﻴﻊ ﺍﺭﻭﺍﺡ ﻛﻪ ﻣﺴﺘﻌﺪ‬

‫ﺷﻬﻮﺩ ﲨﺎﻝ ﻭﺟﻼﻝ ﺣﻖ ﺍﻧﺪ ﭘﺲ ﺣﻮﺭﺍ ﺍﻳﻦ ﲨﻴﻊ ﺍﺭﻭﺍﺡ ﺭﺍ ﮔﻮﻳﻨﺪ ﻛﻪ ﲟﺘﺎﺑﻌﺖ ﺭﺳﻮﻝ ﺍﷲ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ‬

‫ﲜﻤﺎﻝ ﺣﻀﺮﺕ ﻏﻔﻮﺭ ﻣﺸﺮﻑ ﺷﺪﻧﺪ ﺭﺿﻮﺍﻥ ﺯﺗﻌﺠﺐ ﻛﻒ ﺧﺪ ﺑﺮﻛﻒ ﺯﺩ ﻋﺒﺎﺭﺗﺴﺖ ﺍﺯﻋﻘﻮﱃ ﻛﻪ ﻟﺴﺎﻥ‬

‫ﻋﺮﻓﺎﻭﻋﻠﻤﺎ ﺑﺪﺍﻥ ﻧﺎﻃﻘﺴﺖ ﺍﻥ ﺧﺎﻝ ﺳﻴﻪ ﺑﺮﺍﻥ ﺭﺧﺎﻥ ﻣﻄﺮﻑ ﺯﺩ ﺧﺎﻝ ﺳﻴﻪ ﻋﺒﺎﺭﺗﺴﺖ ﺍﺯ ﻫﺴﺘﺊ ﺳﺎﻟﻚ ﻛﻪ‬

‫ﺩﺭﲨﻊ ﺑﻌﺪ ﺍﻟﻔﺮﻕ ﺣﺎﺻﻞ ﻣﻴﺸﻮﺩ ﺍﺑﺪﺍﻝ ﺯﺑﻴﻢ ﺟﻨﮓ ﺩﺭ ﻣﺼﺤﻒ ﺯﺩ ﺍﺑﺪﺍﻝ ﺫﺍﺕ ﺳﺎﻟﻚ ﺭﺍ ﻣﻴﮕﻮﻳﻨﺪ ﻭ ﻣﺼﺤﻒ‬

‫ﺷﺮﻳﻌﺖ ﻣﺼﻄﻔﻰ ﺭﺍ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﮔﻮﻳﻨﺪ ﻳﻌﲎ ﭼﻮﻥ ﺳﺎﻟﻚ ﺍﺯﺧﻮﺩ ﺑﺮﺧﺎﺳﺘﻪ ﻭﺑﺎﻋﺪﻡ ﺩﺭ ﺳﺎﺣﺘﻪ ﻫﺴﺘﺊ‬

‫ﻭﺣﺪﺕ ﺩﺍﻣﻦ ﮔﲑﺩ ﻭﭼﻨﺎﻧﻜﻪ ﺩﺭﺑﻴﺖ ﺍﻭﻝ ﮔﻔﺘﻪ ﺷﺪ ﺧﻮﺩﺭﺍ ﻣﻰ ﺩﻳﺪ ﻭﻏﲑ ﺧﻮﺩﺵ ﺩﺭ ﻧﻈﺮ ﳕﻰ ﺍﻣﺪ ﭼﻮﻥ ﺍﺯﺁﻥ‬

508
[“Güzel yüzüne öyle bir ben nakşetti ki” Onda bir çok kinâyât vardır. Onlardan bir kısmı şudur. Nokta olan
Sevâd-ı mutlak ahmedî, nukatî, harfî ve mutlak beyâza taallük etti. Elîfî ta’ayyün-i evvelin zuhûru ta’ayyün-i sâni-i
bâî iledir. Bilesin ki “Abdâl” Allâh’ta şaşkınlığa düşen akit, yemin, yakîn, gurb-i visâl ehlinden mahbûbun vechine
itaat eden, şevk, zevk ve aşk harareti olan yedi büyük velîdir. Allâh iklimleri, yedi iklimi onlarla korur. Onların her
birinin nebevî bir iklîmi vardır ki bunlar; Halîlî, Mûsevî, Hârûnî, İsevî, İdrisî, Yûsufî Âdemî gibi. Bunların toplamı
Muhammedî’dir. Vuslata eren, Allâh için birbirlerini sevenler, Allâh Teâlâ’nın kitâbını okumakla meşgul olanlar,
Onun âyât-ı beyyinâtı ile meşgul olanlar, muhkem sûrelerini okuyanlar, onun esrârengiz ma’nalarını müşâhede
etmekle meşguldürler.
Şeyh Kuddise sirruh’tan rivâyet edilmiştir ki, bu rubâyi-i şerîf eserde gelen duâlardan ve büyük isimlerdendir. Hasta
için okursa hasta sıhhatına kavuşur. Allâh ona şifâ verir. Bu ezelî hikmete uygundur. Çünkü hastalık vücûdun
daralmasından, bozulmasından, hareketinin azalmasından, neş’esinin olmamasından ibâretdir. Ve Kıllet harekete ve
ibtihâca ve behcet beşâşete, ‘adem-i dıhke ve neşâta ve za’af ve tekessür-i inhirâfa delâlet eder. Kendisinde hem dert
ve devâ bulunan kimsenin bütün vücûdunun parçalarına uygun bir şifâ ve müvâfık bir tedavî olur. Zikredilen bu
rubâi’de hayâtın sebepleri için gerektirdiği şey mevcutdur. “Havrâ”daki hâ’dan maksat “hâ-i hayât”tır. Vâv’ından
maksat “vâvü’l-vuslat”, râ’sından maksat “râu’r-rahmet”, elif’i “elif-i inkişâf”, hemzes’i “hemze-i müsammâ”, “Be-
nazzâra”daki ba, “bâü’l-bekâ”; nûn, “nûni’n-nûr ve’n-nübüvvet”; zâ, “zâ-i zılli’l-vücûd”; kâf, “kâfü’l-kenz ve’l-
kevser”; mim, “mîm-i medde’z-zıl”; sâd, “sâdü’s-safâ”; “fâ, “fâü’l-ferah”; zâ, “zâü’z-zînet ve’z-ziyâde ve zamanü’d-
dehr”; dâl, “dâlü’d-devâ ve’d-dünüvv ve’d-devâm”; dâd, “dâdü’z-diyâ ve’z-zamân”; tâ, “tâü’t-tevvâb ve’t-tâc ve’t-
türâb”; ayn, “ayn-ı mâ-i havzi’l-kevser ve’l-ahd ve’l-ulüvv”; cim, “cîmü’l-cinân ve’l-cenân ve cîmü’l-cemâl ve’l-
celâl”; hâ, “hâü’l-haber ve’l-hayr ve’l-hulle”; lâm, “lâmü’l-livâ”; sin, “sînü’s-selâm ve’s-selâmet ve’s-seâdet”; yâ,
“yemîn ve yed”; he, “heü’l-hidâyet ve’l-hüviyyet”; tâ, “tâü’t-tavâsîn ve’t-tâhâ ve’t-tûr ve’t-tufûl ve’t-tayr”
Bu zikredilenler herhangi bir şeyin her ihtiyâcı için tesiri olan harflerin özelliklerindendir. Hastalık ve illetli bir
hastanın üzerine okunduğu zaman onlarda şifâ umulur. Aynı şekilde “Rıdvan” hayat verir ve onu hissetdirir. Onu
vehmetdiririr. “Elleri vurmak” hayat sırrıdır. Hayatın kendisidir. Yine onlar hayatın sırrıdır. Hayatın tamamıdır.
Hayatın şanıdır, hayattan istifade etmektir. Hayatın mahremidir. Ebedî hayatın şaşkınlığıdır. Hayatın mushafıdır.
Diğerleri için hayatın taksimidir. Şimdi bunlar anlaşıldıysa illetli hastanın şifası ortaya çıkar. Bu rubai bunun
üzerinedir.]

249
‫ﲞﻤﺎﺭﺵ ﺁﺭﻧﺪ ﻭﺍﺯﺁﻥ ﺧﻮﺍﺏ ﺑﻴﺪﺍﺭﺵ ﻛﻨﻨﺪ ﻫﺴﺘﻴﻬﺎﻯ ﻣﺎﺿﻰ ﻭﺧﻮﺩﭘﺮﺳﺘﻴﻬﺎﻯ ﳎﺎﺯﻯ ﺭﺍ ﺳﺪ ﺭﺍﻩ ﺧﻮﺩ ﺑﻴﻨﺪ‬

‫‪”509‬ﺩﺳﺖ ﺩﺭﺷﺮﻳﻌﺖ ﳏﻤﺪﻯ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﺯﻧﺪ ﺍﻧﺘﻬﻰ‬ ‫‪Ve şurrâhın bazı bu ibârat ile ta‘bîr‬‬

‫‪eylemiş ya‘nî:‬‬ ‫ﺣﻮﺭﺍ ﻛﻪ ﺍﺷﺎﺭﺗﺴﺖ ﺑﻘﺪﺳﻴﺎﻥ ﻻﻫﻮﺗﻰ ﻭﻗﺪﻭﺳﻴﺎﻥ ﺟﱪﻭﺗﻰ ﻭﻣﻘﺪﺳﺎﻥ ﻣﻠﻮﻛﻮﺗﻰ ﻭﺑﺰﻳﺐ ﻭ‪‬ﺎ‬

‫ﻭﲨﺎﻝ ﻭﺍﻋﺘﺪﺍﻝ ﻭﺣﺴﻦ ﻭﺩﻻﻝ ﺧﻮﺩﺭﺍ ﺍﺯ ﻋﺎﱂ ﺗﺮﻛﻴﺐ ﻭﺗﺎﺀﻟﻴﻒ ﻭﺍﻋﺘﺪﺍﻝ ﻭﺍﳓﺮﺍﻑ ﻭﺍﺧﺘﻼﻑ ﻟﺬﻟﻚ ﻭﺑﺴﺎﻃﺘﻬﻢ‬

‫ﻭﻧﺰﺍﻫﺘﻬﻢ ﻭﻛﻤﺎﻝ ﻇﻬﻮﺭﺍ‪‬ﻢ ﻓﺎﻳﻖ ﻣﻴﺪﺍﻧﻨﺪﻩ ﺑﻨﻈﺎﺭﻩ ﻧﮕﺎﺭﻡ ﻛﻪ ﻧﻘﺶ ﺑﻨﺪ ﺍﺯﱃ ﺑﺮﺻﺤﺎﻳﻒ ﺍﻟﻮﺍﺡ ﺍﺑﺪﻯ ﺑﺮﻣﺜﺎﻝ‬

‫ﻭﺍﺣﺪﻯ ﺧﻮﺩ ﲝﻜﻢ ﺍﻥ ﺍﷲ ﺧﻠﻖ ﺍﺩﻡ ﻋﻠﻰ ﺻﻮﺭﺗﻪ ﻧﮕﺎﺷﺖ ﺍﺳﺖ ﺻﻒ ﺯﺩ ﻛﻪ ﺍﻳﺎﺟﻪ ﻧﻘﺶ ﰉ ﻧﻈﲑ ﺍﺳﺖ‬

‫ﻭﺻﻮﺭﺕ ﺩﻟﺮ ﺩﻟﭙﺬﻳﺮ ﻭﭘﻴﻜﻮ ﺯﻳﺒﺎ ﻭﻫﻴﺌﺖ ﺭﻋﻨﺎﻛﻪ ﺍﻓﻼﻙ ﻭﺍﻣﻼﻙ ﺭﺍ ﺑﺮﺧﻮﻳﺸﱳ ﺩﺍﺋﺮ ﻭﺣﺎﺋﺮ ﻭﺭﺍﻛﻊ ﻭﺳﺎﺟﺪ‬

‫ﮔﺮﺩﺍﻧﻴﺪﻩ ﺍﺳﺖ ﺭﺿﻮﺍﻥ ﺯﺗﻌﺠﺐ ﻛﻒ ﺧﻮﺩ ﺑﺮﻛﻒ ﺯﺩ ﻳﻌﲎ ﺧﺎﺯﱏ ﻛﻪ ﻭﺟﻮﻩ ﺣﺴﺎﻥ ﺣﻮﺭ ﻭ ﻏﻠﻤﺎﻥ ﻭﻭﻟﺪﺍﻥ‬

‫ﺍﻭﺭﺍ ﺩﺭ ﺗﻌﺠﺐ ﻭﺣﲑﺕ ﺑﻴﻨﺪﺍﺧﱴ ﻭﻳﻚ ﻧﻔﺲ ﺍﺯ ﺍﻣﺮ ﺍﳍﻰ ﻭﻓﺮﻣﺎﻥ ﭘﺎﺩﺷﺎﻩ ﲟﻼﺣﻈﻪ ﻭﻣﺸﺎﻫﺪﻩﺀ ﲨﺎﻝ ‪‬ﺸﺘﻴﺎﻥ‬

‫ﻧﭙﺮﺩﺍﺧﻰ ﺑﺘﻌﺠﺐ ﺩﺭﻳﻦ ﻧﮕﺎﺭ ﻛﻒ ﺧﻮﺩ ﺑﺮ ﻛﻒ ﺯﺩﻛﻪ ﺯﻫﻰ ﲨﺎﻝ ﺑﺎﻛﻤﺎﻝ ﻭﻫﻴﺌﺖ ﺩﺭ ﻏﺎﻳﺖ ﺣﺴﻦ ﺍﻋﺘﺪﺍﻝ ﺁﻥ‬

‫ﺧﺎﻝ ﺳﻴﻪ ﺑﺮﺍﻥ ﺭﺧﺎﻥ ﻣﻄﺮﻑ ﺯﺩ ﻳﻌﲎ ﺭﻭﻯ ﺍﻳﻦ ﻳﺎﺭ ﺩﺭﺯﻳﺒﺎﱙ ﺍﮔﺮﭼﻪ ﺑﺲ ﳏﺒﻮﺏ ﻭﻣﻄﻠﻮﺏ ﻭﻣﻄﺒﻮﻉ ﻭﻣﺮﻏﻮﺏ‬

‫ﺑﻮﺩ ﲟﺠﺮﺩ ﺣﺴﻦ ﺯﻳﺒﺎﱙ ﺩﻝ ﻣﻰ ﺭﺑﻮﺩ ﺍﻣﺎ ﭼﻮﻥ ﺧﺎﻝ ﺳﻴﻪ ﻣﻼﺣﺖ ﻓﺰﺍﻯ ﻋﺒﻮﺩﻳﱴ ﻛﻪ ﺟﻬﺮﳕﺎﻯ ﺭﺑﻮﺑﻴﺘﺴﺖ‬

‫ﺑﺮﻏﺪﺍﺀ ﺯﻳﺒﺎﻯ ﺍﻳﻦ ﻳﺎﺭﻭﺍﻗﻊ ﺷﺪ ﻭﺍﻳﻦ ﺧﻠﻌﺖ ﺯﻳﺒﺎﻯ ﺑﺪﻳﻦ ﻃﺮﺍﺯ ﻣﻄﺮﺯ ﻭﻣﻌﻠﻢ ﮔﺸﺚ ﺍﺑﺪﺍﻝ ﺯﺑﻴﻢ ﭼﻨﻚ‬

‫ﺩﺭﻣﺼﺤﻒ ﺯﺩ ﻳﻌﲎ ﺍﺑﺪﺍﱃ ﻛﻪ ﺗﺒﺪﻳﻞ ﺧﻠﻘﻴﺖ ﲢﻘﻴﺖ ﻛﺮﺩﻩ ﺑﻮﺩ ﻭﻋﻠﻰ ﺍﻟﺪﻭﺍﻡ ﻣﻼﺣﻈﻪ ﻭﺷﺎﻫﺪ ﲨﻊ ﺑﻮﺩ‬

‫ﻭﺍﺯﺣﻀﺮﺕ ﺗﻔﺼﻴﻞ ﳎﻨﺐ ﻭﳏﺘﺮﺯ ﭼﻮﻥ ﺩﺭﻳﻦ ﻣﺮﺍﺗﺐ ﺟﺎﻣﻊ ﻭﻣﺸﻜﺎﺓ ﻻﻣﻊ ﻧﻈﺮ ﻛﺮﺩ ﻭﺣﺴﻦ ﺟﻬﺮﻩﺀ ﺭﺑﻮﺑﻴﺖ‬
‫‪509‬‬
‫‪[“Havrâ”, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz’e tâbi’ olarak Gafûr olan Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl ve Celâlini‬‬
‫‪müşâhedeye müsâid olan bütün ruhlardan ibarettir. Binâenaleyh “Havrâ” kelimesi bütün ruhlar için kullanılır.‬‬
‫‪“Rıdvan şaşkınlıktan dolayı elini eline vurdu.” Bunun ma’nası ârifler ve âlimlerin bahsettiği akıllardan‬‬
‫‪ibârettir. “Güzel yüzüne öyle bir ben nakşetti ki” Beyaz yüzler üzerinde “Siyah ben” sâlikin varlığından‬‬
‫‪ibârettir ki bu, farktan sonra cem’ hâlinde oluşur. “Abdal Cenk korkusundan mushafa sarıldı.” Abdal sâlikin‬‬
‫‪zâtına derler. Ve Mushaf da Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in şerîatına derler. Tâ ki, sâlik‬‬
‫‪kendinden yükselip geçip adem ile birleştiği zaman, vahdet varlığı sâlikin eteğine yapışır. Şöyle ki, birinci beytte‬‬
‫‪söylediği gibi kendisini görür ve kendisinden gayrısını da görmez. Uykudan uyandırdıkları zaman geçmişteki‬‬
‫‪varlıkları ve mecâzî olarak kendi nefsine tapmazlar. Kendi manevî yolunun önündeki engel olarak görür. Elini‬‬
‫])‪Muhammed Şerî’atına vurur.(onun yoluna düşer, ona sarılır.‬‬

‫‪250‬‬
‫ﻭﺍﻟﻮﻫﻴﺖ ﺭﺍﺑﺎﺣﺎﻝ ﻣﻼﺣﺖ ﻋﺒﻮﺩﻳﺖ ﳎﺘﻤﻊ ﺩﻳﺪ ﺑﺎﻋﺘﺒﺎﺭﺍﻥ ﻛﻪ ﺣﺴﻦ ﺑﺎﻣﻼﺣﺖ ﳕﺎﻳﻨﺪﻩ ﺗﺮ ﺑﻮﺩ ﻭﺩﻝ ﻭﺟﺎﻥ‬

‫ﻋﺸﺎﻗﺮﺍ ﺑﺎﻳﻨﺪﻩ ﺗﺮ ﺍﺯﺑﻴﻢ ﺁﻧﻜﻪ ﺟﺎﺫﺑﻪﺀ ﲨﺎﻝ ﻭﻣﻼﺣﺖ ﺑﺎﻛﻤﺎﻝ ﲨﻊ ﺛﺎﻧﺊ ﺍﻳﺸﺎﻧﺮﺍ ﺍﺯ ﺷﻬﻮﺩ ﲨﻊ ﺍﻭﻝ ﻣﺒﺎﺩﺍﻛﻪ‬

‫ﺑﺸﻬﻮﺩ ﺧﻮﻳﺸﱳ ﻛﺸﺪ ﻭﺧﻮﺩﺭﺍ ﻣﺸﻬﻮﺩ ﺍﻳﺸﺎﻥ ﺳﺎﺯﺩ ﺟﻨﮓ ﺍﻋﺘﺼﺎﻡ ﺭﺍ ﺩﺭ ﻣﺼﺤﻒ ﻗﺪﱘ ﺯﺩ ﻭﺧﻮﻳﺸﱳ ﺭﺍ‬

‫ﻣﻄﺎﻟﻌﻪ ﻭ ﺗﻼﻭﺕ ﻭﻗﺮﺍﺀﺕ ﻭﺷﻬﻮﺩ ﻭ ﺗﻔﻜﺮ ﻭ ﺗﺪﺑﺮ ﺁﻥ ﻣﺼﺤﻒ ﻭﺍﻳﺎﺕ ﻭﺣﺮﻭﻑ ﻭﻛﻠﻤﺎﺕ ﺍﻭ ﻣﺸﻐﻮﻝ ﻛﺮﺩﻧﺪ‬

‫ﺍﺳﺖ ﻛﻪ ﺁﻧﭽﻪ ﺩﺭﻳﻦ ﺍﺑﻨﻴﻪ ﺑﻴﺪﺍﺳﺖ ﳘﺎﻧﺴﺖ ﻛﻪ ﺩﺭﺍﻥ ﻣﺮﺗﺒﻪ ﻣﺸﻬﻮﺩ ﻭﻫﻮﻳﺪﺍﺳﺖ ﺍﻛﺮﺩﺭ “ ﺍﻥ ﺍﻟﺬﻳﻦ ﻳﺒﺎﻳﻌﻮﻧﻚ‬

‫ﺍﳕﺎ ﻳﺒﺎﻳﻌﻮﻥ ﺍﷲ” ﻭﺩﺭ “ﻣﻦ ﻳﻄﻊ ﺍﻟﺮﺳﻮﻝ ﻓﻘﺪ ﺍﻃﺎﻉ ﺍﷲ” ﻧﻈﺮ ﻛﺮﺩﻯ ﻭﺁﻳﺘﻪ “ﻫﻮ ﺍﻻﻭﻝ ﻭﺍﻻﺧﺮ ﻭﺍﻟﻈﺎﻫﺮ‬

‫ﻭﺍﻟﺒﺎﻃﻦ” ﺑﺎﺍﻳﺸﺎﻥ ﻏﻤﺰﻩ ﺯﺩﻯ ﺍﻳﻦ ﺗﻔﺎﻭﺕ ﺷﻬﻮﺩ ﻭﺗﻔﺮﻕ ﻧﻈﺮ ﻭﺭﻭﺑﺖ ﻏﲑﻳﺖ ﻭﺍﺛﻨﻴﻨﻴﺖ ﺩﺭ ﻋﲔ ﺑﺼﺮ ﺑﺼﲑﺕ‬

‫ﺍﻳﺸﺎﻥ ﳕﺎﻧﺪﻯ ﭘﺲ ﻛﺘﺎﺏ ﺍﺑﺪﻯ ﻋﲔ ﻣﺼﺤﻒ ﺍﺯﱃ ﺩﺍﻧﺴﱴ ﻭﻛﺜﺮﺕ ﺭﺍ ﻋﲔ ﻭﺣﺪﺕ ﺩﻳﺪﻯ ﻭﺷﻴﺦ ﺳﻼﻡ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ‬

‫ﺩﺭﺁﻧﻚ ﺍﻳﻦ ﺭﺑﺎﻋﻰ ﺭﺍ ﺑﺮﻣﺮﻳﺾ ﻣﻰ ﺧﻮﺍﻧﺪﻧﺪ ﻭ ﺻﺤﺖ ﻳﺎﻓﺖ ﻭﺍﷲ ﺍﻋﻠﻢ ﺳﺒﺐ ﺁﻥ ﺑﻮﺩﻛﻪ ﺑﻠﻔﻆ ﺣﻮﺭ ﻭ ﺭﺿﻮﺍﻥ‬

‫ﺍﻥ ﺧﺪﺍﻯ ﺗﻌﺎﱃ ﺑﺮﺍﻯ ﻣﺮﻳﺾ ﺭﻭﺡ ﻭﺭﺍﺣﺖ ﻭﺭﺿﺎ ﻃﻠﺐ ﻣﻰ ﻛﺮﺩ ﭼﻪ ﻣﺮﻳﺾ ﻏﺎﻟﺒﺎ ﲟﺮﺽ ﺭﺍﺿﻰ ﻧﻴﺴﺖ ﺑﻠﻜﻪ‬

‫ﺑﺼﺤﺖ ﺭﺍﺿﻴﺴﺖ ﻭﺑﻠﻔﻆ ﺍﺑﺪﺍﻝ ﺍﺯﻭﻯ ﺍﺳﺘﺪﻋﺎﻯ ﺗﺒﺪﻳﻞ ﺣﺎﻝ ﻣﺮﻳﺾ ﻛﺮﺩ ﲝﺎﻝ ﺻﺤﺖ ﭘﺲ ﺭﻭﺣﺎﻧﻴﺖ ﺗﻮﺟﻪ‬

‫ﻭﺍﺳﺘﺪﻋﺎﺀ ﺷﻴﺦ ﻗﺪﺱ ﺍﷲ ﺳﺮﻩ ﺑﺎ ﺭﻭﺣﺎﻧﻴﺖ ﺣﺮﻭﻑ ﺣﻮﺭﺍ ﻭ ﺭﺿﻮﺍﻥ ﳎﺘﻤﻊ ﻣﻰ ﮔﺸﺖ ﻭﺣﺎﺀ ﺣﻴﻮﺓ ﺣﻮﺭﺍ‬

‫ﺑﺎﺿﺎﺩ ﻭﺭﺍﺀ ﺭﺿﻮﺍﻥ ﺩﺭ ﻣﻴﺎﻥ ﺍﺑﺪﺍﻝ ﺍﻭﻟﺌﻚ ﻳﺒﺪﻝ ﺍﷲ ﺳﻴﺌﺎ‪‬ﻢ ﺣﺴﻨﺎﺕ ﺩﺭ ﻣﻘﺎﺑﻠﺌﻪ ﻣﻴﻢ ﻣﻮﺕ ﻭﺿﺎﺩ ﻭﺭﺍﺀ‬

‫ﺿﺮﻣﺮﺽ ﺩﺭﻣﻰ ﺍﻣﺪ ﺣﺎﺀ ﺣﻴﻮﺓ ﺣﻮﺭﺍ ﻣﻴﻢ ﻣﻮﺕ ﻣﺮﺽ ﺭﺍ ﳏﻮ ﻣﻰ ﻛﺮﺩ ﻭﺿﺎﺩ ﻭﺭﺍﺀ ﺭﺿﻮﺍﻥ ﺿﺎﺩ ﻭﺭﺍﺀ ﺿﺮﺍﺭ‬

‫ﺭﻓﺾ ﻭﺣﺎﺀ ﺣﻴﻮﺓ ﺣﻮﺭﺍ ﲜﺎﻯ ﻣﻴﻢ ﻣﻮﺕ ﻣﻰ ﻧﺸﺴﺖ ﻭﺻﺎﺩ ﻭﺭﺍﺀ ﺻﺤﺖ ﻭﺭﺿﺎ ﻭﺭﻭﺡ ﺭﺿﻮﺍﻧﺮﺍ ﲜﺎﻯ ﺿﺎﺩ‬

‫ﻭﺭﺍﺀ ﺿﺮ ﻣﺮﺽ ﻣﻰ ﻧﺸﺎﻧﺪ ﻭﺍﻳﻦ ﲨﻠﻪ ﻣﺴﺘﻠﺰﻡ ﻋﺎﻓﻴﺖ ﻣﺮﻳﺾ ﻣﻰ ﮔﺸﺖ ﺩﻳﮕﺮ ﺑﺎﻳﺪ ﺩﺍﻧﺴﱳ ﻛﻪ ﻣﻮﺟﺐ ﺷﻔﺎ‬

‫ﺍﺯﻣﺮﺽ ﻭﻋﻨﺎﻳﺖ ﻣﻌﻨﻴﺴﺖ ﻛﻪ ﻣﺴﺘﻔﺎﺩ ﻣﻰ ﻛﺮﺩ ﻭ ﺍﺯﻳﻦ ﺭﺑﺎﻋﻰ ﻭﺍﮔﺮﭼﻪ ﺁﻥ ﻧﻴﺰﺍﺯ ﻭﺟﻬﻰ ﺧﺎﱃ ﻧﻴﺴﺖ ﺑﻞ‬

‫ﺣﺼﻮﻝ ﺁﻥ ﺩﺭ ﻋﻠﻢ ﺍﺷﺎﺭﺕ ﻭ ﻋﻠﻢ ﺣﺮﻭﻑ ﺍﺯ ﺣﻮﺭﺍ ﻭﺭﺿﻮﺍﻥ ﻭ ﺍﺑﺪﺍﻟﺴﺖ ﺑﺎﲨﻌﻴﺖ ﻭﺗﻮﺟﻪ ﻭﻗﻮﺕ ﺭﻭﺣﺎﻧﻴﺖ‬

‫‪251‬‬
‫ﺷﻴﺦ ﻗﺪﺱ ﺍﷲ ﺳﺮﻩ ﻋﻨﺪ ﻗﺮﺍﺀﺗﻪ ﭼﻨﺎﻧﻜﻪ ﻛﻔﺘﻪ ﺷﺪ ﰎ ﻣﻦ ﺗﺼﺎﻧﻴﻒ ﺍﻟﺸﻴﺦ ﺍﻟﻌﺎﺭﻑ ﺍﻟﻜﺎﻣﻞ ﳏﻤﺪ ﺍﳌﻐﺰﱙ ﺍﳌﺸﺘﻬﺮ‬
510
‫ﲟﻮﻻﻧﺎ ﳏﻤﺪ ﺷﲑﻳﻦ ﺍﻧﺘﻬﻰ‬

Ve Şeyh Hâce Ubeydullah kaddesallahu’l-aziz bu rubâînin şerhinde demiş ki:


“Nigâr”dan murad rûh-i insânî ki, mahbûbiyetle mevsuf ve makbuliyyetle ma‘rûfdur. Ve
“Havrâ”dan murâd ya ihvân-ı safâdan ve hullân-ı vefâdan ziyâretine gelenlerdir ki, cemalleri
meserret-efzâ ve makalleri dil-küşâdır. Ve likâu’l-hayl, şifâu’l-a‘lîldir. Yâhud şol cemâat-i
hûrdur ki, mu’minînin ruhu kabz olduġu vakit istibşâr için hazır olurlar. Ve “Rıdvân” murâd-ı
akldır ki, gönül-i behiştin kapıcısıdır. Ve “Rıdvân teaccüb elini eline urdu.” dediği işâretdir
ki, rûh-ı insânî nez’ olduġu hâlde akl bir nesneye muttali‘ olur ki, nazarında müsteb‘id idi. Ve
“Hal-i siyyeh”den murad ya şol mezellet ve horluktur ki, vefât vaktinde sāhibine hâsıl olur.

Yâhud fakr-ı hakîkî sūretidir ki, müşâhede vaktinde cemâl ruhda görünür. “ ‫ﺍﻟﻔﻘﺮ ﺳﻮﺍﺩ ﺍﻟﻮﺟﻪ ﰱ‬

‫[ ”ﺍﻟﺪﺍﺭﻳﻦ‬Fakirlik, her iki dünya’da da yüz karalığıdır. (Keşfu’l-Hafâ, II, 113, n. 1837)] ona işârettir.
Ve “‘abdal”dan murad guvâ-yı nefsâniyyedir ki, tebeddülât ve tağayyürâtın sıfât-ı

lâzimesidendir. Nitekim demişler: “‫ﺷﻮﺩ‬ ‫”ﭼﻴﺴﺖ ﺍﺑﺪﺍﻝ ﺍﻧﻜﻪ ﺍﻭ ﻣﺒﺪﻝ‬511 “Mushaf”dan murad “ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬

‫ﺏ ﻣﺒﲔ‬
ٍ ‫ﺎ‬‫ﺲ ِﺍﻟﱠﺎ ﰲ ِﻛﺘ‬
ٍ ‫ﺎِﺑ‬‫ﻭﻟﹶﺎ ﻳ‬ ‫ﺐ‬
ٍ ‫ﺭ ﹾﻃ‬ ” [“…Ne de kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki, o herşeyi

açıklayan Kitap'ta bulunmasın…” (En‘am, 6/59)] mazhar-ı ahkâm-ı ilâhîdir. ‘abdâl

510
[“Havrâ” lâhut ve ceberût âleminin kudsî varlıklarına ve melekût âleminin mukaddes varlıklarına işârettir.
Terkîb ve te’lîf (dünya) âleminin varlıklarındaki inhiraf, ihtilaf, i‘tidal’a nazaran Kutsî âlemin varlıklarında
güzellik, cemal, i‘tidal ve hüsne işârettir. Ve aynı şekilde onların düzgünlüğü ve nezâheti, zuhûrunun kemâli en
üst meydandadır. “Dilberimi temâşâ için” ki, Ezelî Nakkaş, “Allâh Âdem’i kendi sûretinde yarattı.” hükmüyle
ebedî levha sahîfeleri üzere, kendi tekliğini mîsâl üzere yazmıştır. “Safa durdu” “Rıdvan şaşıp kaldı, elini eline
vurdu.” “Güzel yüzüne öyle bir ben nakşetti ki” “Abdal Cenk korkusundan mushafa sarıldı.” Eğer “Herhalde
sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmektedirler. (Fetih, 48/10)” “Kim peygambere itaat ederse
Allah'a itaat etmiş olur. (Nisa, 4/80)” da bakarsak ve âyette, “O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır. O herşeyi
bilendir. (Hadid, 57/3)” “Hûriler dilberimi temâşâ için dizildiler. Rıdvan şaşıp kaldı, elini eline vurdu. Güzel
yüzüne öyle bir ben nakşetti ki. Abdal Cenk korkusundan mushafa sarıldı.” “…Allah onların kötülüklerini
iyiliklere çevirir….” (Furkan, 70) Mukâbelede mîm-i mevt ve dâd ve râ-i darr-i maraz hâ-i hayât-ı “Havrâ”, mîm-i
mevt-i marazı mahv eder. Ve dâd ve râ-i Rıdvân, dâd ve râ-i zarar ve hâ-i hayât-ı havrâ mîm-i mevt yerine geçer. Ve
sâd ve râ-i sıhhat ve rıżā ve rûh-i Rıdvânda dâd ve râ-i zarar-ı maraz yerine geçer. Bu cümle hastanın âfiyet
bulmasını gerektirir. Diğer taraftan bilmek gerekir ki, marazdan mûcib-i şifâ ve mûcib-i ‘inâyet bâtındır ki, bu
Rabbinden ulaşan bir istifâdedir. Ve eğerçi o aynı şekilde vechinden boş olmaz. Bilakis “Havrâ” ve “Rıdvân”dan o
ilm-i işâret ve hurûfta husûlüdür. Şeyh kuddise sirruh’un kırâatında abdal ruhâniyet kuvveti ve teveccüh ve
cem‘iyyet iledir. Şöyle ki, elini vurdu. Mevlânâ Muhammed Şîrîn diye meşhur Şeyh Arif, kâmil Muhammed Mağzî
tasnîfî tamam oldu. bitti.]
511
[Abdal nedir? O kimse ki, değiştiren olur.]

252
korkularından Mushafa yapıştıkları oldur ki, çün müşâhede âyetleridir ki, rûh tayerân eder.
Ve kendiler muattal ve bî-amel kalırlar. Felâ büdde hakīkat-ı insâniyyeye ziyâde ta‘allük
gösterdiler, demek ister.
Pes imdi bu rubâide rûhun ba‘żı ahvâline ve uluvv-i mertebesine ve ‘âlem-i lâhûta
tayarânına işâretdir. Lâ-cerem onların nihâdındaki, muhabbetullahdan eser ola. Bu rubâînin
mânâsından ol ahvâla ıttilâ‘ hâsıl edip sebeb-i şifâ olur. Hususan ki, velâyet ve kerâmet

gülzârından nefehât-ı rahmânî hubûb edip nefs dahî böyle gelmiş ola. “ ‫ﻮ‬ ‫ﻭﻫ‬ ‫ﻖ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﻳﻘﹸﻮ ﹸﻝ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﻭ‬

‫ﺒﻴ ﹶﻞ‬‫ﻬ ِﺪﻱ ﺍﻟﺴ‬ ‫ﻳ‬” [“…Allah ise hakkı söylüyor ve doğru yolu gösteriyor.” (Ahzâb, 33/4)] ‫ﻖ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﻭﺑِﺎﹾﻟ‬

‫ﺰ ﹶﻝ‬ ‫ﻧ‬ ‫ﻖ‬ ‫ﺤ‬


 ‫ﻭﺑِﺎﹾﻟ‬ ‫ﻩ‬ ‫ﺎ‬‫ﺰﹾﻟﻨ‬ ‫ﻧ‬‫“[ﹶﺍ‬Biz bu Kur'an'ı hak olarak indirdik, O, bütün hakikatleri içinde

toplayarak indi…” (İsra, 17/105)] kelimât-ı şerîfesini dahî bu rubâî ile maan yazıp hastanın
gerdanına avize edeler ve yedi gün yedi şer kere kırâat olunup dehen-i bîmâra üfleyeler ve bir
nüshasın yazıp âb-ı safî içine koyub ol âbdan hastaya işrâb ittireler, bi-izni’l-lâhi Te‘âla şifa bula
ve eğer eceli irişmiş ise îmân-ı kâmil ile hatm ola.” İntehâ.
Hâce Ebûbekir mueddeb bu rubâî-i şerîfi yazıp Ebû Sâlih’e götürmüş ve boynuna
bağladıklarında fi’l-hâl sıhhat bulup ol gün yürüyerek taşra çıkmış bu rubâînin beyânında azizler
çok şerhler yazmışlar ve bu mezkûrât dahî kâfîdir.

Nazm-ı berâ-yı târih

Vücûhile ‘inayet erdi kıldım sarf-ı himmet


Bi-tevfik-ı Hudâ, şerh-i rubâ’î buldu gayet

Cüdâ-yı kâlıb u kalbe devâ-yı mâ’nevîdir


Sezadır ger temime etse derd ehli temâmet

‘Alîl-i pister-i hicran olan ‘uşşâka nâ-çâr


Gerektir tıbb-ı rûhânî ve kimyâ-yı sa‘âdet

Bu ‘âlemde eserden bir du’âdır çünkü maksûd


Müfîd itmek gerek güftâr-ı tatvile ne hâcet

253
Salâhî âhir tâc-ı terâcim oldu târih
Devâ-cûyâna bî-minnet açıldı kenz-i hikmet512

[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ feûlün]

Temmet

VII- MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN RÛMÎ’NİN İKİ ŞİİRİNİN ŞERHİ

A- GAZEL-İ HAŻRET-İ MEVLÂNÂ 513

‫ﲝﺮﺍﻧﺪﺭﺳﺮﻣﻪ ﺩﺍﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﻛﻮﻫﻰ ﺍﻧﺪﺭ ﭘﻨﺒﻪ ﺩﺍﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬
‫ﺍﻳﻦ ﺯﻣﺎﻧﺶ ﻧﻮﺟﻮﺍﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﭘﺎﺭ ﭘﲑﻯ ﻛﻬﻨﻪ ﺩﻳﺪﻡ ﺳﺎﻝ ﻋﻤﺮﺵ ﰊ ﻋﺪﺩ‬
‫ﰉ ﺳﺮﻭﺭﻭﻱ ﻭﺩﺍﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﰊ ﺷﻜﻢ ﺑﺴﻴﺎﺭ ﺧﻮﺍﺭﻯ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﻭﻳﻦ ﻃﺮﻓﻪ ﺗﺮ‬
‫ﭼﺎﺷﺎﱏ ﺧﻮﺭ ﺷﺒﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﭘﺎﺩﺷﺎﻫﻰ ﺭﺍ ﲞﻮﺍﺭﻯ ﺍﺯﺑﻦ ﺩﻧﺪﺍﻥ ﻣﻄﻴﻊ‬
‫ﺣﻠﻘﺶ ﺍﻧﺪﺭ ﺭﺳﻴﻤﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺷﺨﻨﻪﺀ ﻛﺮﺩﻥ ﺷﻜﻦ ﺩﺭﻛﻨﺞ ﺯﻧﺪﺍﱏ ﺍﺳﲑ‬
‫ﻳﺎ ﻓﺘﻢ ﰊ ﺩﺳﺖ ﻭﭘﺎﺷﺨﺼﻰ ﻭﻫﻢ ﭼﻮﻥ ﻋﻨﻜﺒﻮﺕ ﺑﺎﺯﺵ ﺍﺯ ﻣﻮ ﺭﻳﺴﻤﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬
‫ﺎ ﻛﺸﺘﻪ ﺧﺎﻙ ﻫﺮﺯﻣﺎﻥ ﺯﺩﺗﺎﺯﻩ ﺟﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬‫ﻣﺮﺩﻩﺀ ﭘﻮﺳﻴﺪﻩ ﺩﻳﺪﻩ ﻡ ﺍﺳﺘﺨﻮﺍ‬

512
İ.Ü. Ktp., T.Y. No. 2330, vr. 33".
513
Kaside-i Hazret-i Mevlana Şerh-i Salahî. Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin ulaşabildiğimiz iki yazma
nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp. Esad Efendi 1546, 24-37 vr (B), Topkapı S. M. Ktp, E.H. 1457, 1b-13a vr
(A). Metin içindeki varak numaraları Topkapı S. M. Ktp, E.H. 1457 nüshasına âittir.
Mahmud Erol KILIÇ, Salâhî tarafından Mevlânâ’nın şiirlerine yazılan şerhler ile alakâlı olarak, Uluslarası İsa
Bey Tekkesi Sempozyumu’nda bir tebliğ sunmuştur. Bkz. "A Bosnian Origin Ottoman Sûfî Abdullah Salâhaddîn
al-Ushshâqî (1705-1782) and His Commentary on The Verses Attributed to Rûmî”, International Conference
on the Reconstruction of Isa Bey Tekia, 2-3 Şubat 2001, Sarejevo, Bosna-Hersek Cumhuriyeti.

254
‫ﻣﺪﺕ ﻋﻤﺮﺵ ﺯﻣﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺍﻧﻜﻪ ﺍﺯﻣﺎﺩﺭﺑﻪ ﺳﻴﺼﺪ ﺳﺎﻝ ﺍﻣﺪ ﺩﺭ ﻭﺟﻮﺩ‬
‫ﺯﺍﺩﺭ ﺍﻫﺶ ﻧﻴﻢ ﻧﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺣﺎﺟﻰ ﺩﻳﺪﻩ ﻡ ﺑﺮﺍﻩ ﻛﻌﺒﻪ ﭼﻨﺪﻳﻦ ﺳﺎﻝ ﺭﺍﻩ‬
‫ﺩﺭﭼﻮﺍﻝ ﺗﺮ ﻛﻤﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﻛﻢ ﺷﺪﻩ ﻧﻘﺪ ﻭ ﻗﻤﺎﺵ ﺣﻮﺭﻳﺎﻥ ﻗﺪﺱ ﺭﺍ‬
‫ﺑﺮﺳﺘﺎﺭﻩ ﺍﲰﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺑﺎﻏﻰ ﺍﻧﺪﺭ ﻓﻨﺪﻗﻰ ﺩﻳﺪﻩ ﻡ ﻋﻴﺎﻥ ﺑﺎﻍ ﺑﺰﺭﻙ‬
‫ﺩﺭﻛﻠﻮﺧﻰ ﺑﻮﺳﺘﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺳﻴﺐ ﻭ ﻧﺎﺭﻧﺞ ﻭﺧﻴﺎﺭ ﺍﺯﺷﺎﺥ ﺍﺗﺶ ﺭﺳﺘﻪ ﺑﻮﺩ‬
‫ﺩﺭﺗﻨﻮﺭﺵ ﺍﺷﻴﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺍﻯ ﻋﺠﺐ ﺳﻴﻤﺮﻍ ﺍﻧﺪﺭ ﻗﺎﻑ ﺑﺪﰊ ﺍﺧﺘﻴﺎﺭ‬
‫ﺭﻩ ﻛﺬﺍﺭ ﻛﺎﺭ ﻭﺍﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺳﺎﺭﺑﺎﻥ ﺍﺷﺘﺮ ﺑﻜﺶ ﻛﺮ ﺳﻔﺖ ﺟﺸﻢ ﺳﻮﺯﱏ‬
‫ﺣﺴﻦ ﺷﻬﺮﻱ ﺩﺭ ﺩﻛﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺎﻥ‬ ‫ﻧﻘﺪ ﺷﻬﺮﻯ ﺭﳜﺘﻪ ﺍﻧﺪﺭ ﺧﺮﻣﺪﺍﱏ‬
514
‫ﺻﺪ ﻛﻼﻡ ﺍﺯ ﰊ ﺯﺑﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﳘﭽﻮ ﻣﻮﻻ ﰉ ﲤﻨﺎ ﻛﻮﺵ ﻛﺮﺩﻡ ﻏﻴﺐ ﺭﺍ‬

B- MANZÛM TERCÜME-İ SALÂHÎ:

Penbe-dânde bir cihân buldum bilir misin nedir?


Sürme-dânde bahr-i şân buldum bilir misin nedir?

Pîr-i kâmil görmüş idim sâl-ömrü bî-aded


Bu zamanda nev-cevân buldum bilir misin nedir?

Bî-şikem çok yiyici tarafa ter buldum ânı


Bî-sırr u hem bî-dehân buldum bilir misin nedir?

Pâdişâh iken gıda-yı ser için olmuş mutı‘


Çâşını hor çoban buldum bilir misin nedir?

Şahne-i gerden şiken zindanda olmuş esîr


Gerdeninde rismân buldum bilir misin nedir?

Bulmuşum bî-dest ü pâ-şahsı hemçün ankebût


Kıldan eyler rismân buldum bilir misin nedir?

Mürde-i pûsîde gördüm istihvân âlûde hâk


Her dem ondan tâze cân buldum bilir misin nedir?

514
Dîvân-ı Mevlânâ Celâleddin Rûmî, vr. 66a-66b, Sül. Kütüphânesi Ayasofya 3889

255
Olki üçyüz sal içinde buldu mâderden vücûd
Vakt-i ömrün bir zaman buldum bilir misin nedir?

Bir nice yıl Kâ‘be yolunda seyr eder bir hacıdır.


Zâd-ı râhın nim nân buldum bilir misin nedir?

Zâyi‘ olmuşdu kumaş u nakdi ol hûrîlerin


Der çuval-ı türkmân buldum bilir misin nedir?

Fındık içre bir acep bâğ-ı kebîr gördüm ‘ıyân


Yıldız üzre âsmân buldum bilir misin nedir?

Sîb u nârinc ü hıyârı şah âteşden beter


Kerpiç içre bûstan buldum bilir misin nedir?

Kâf içinde bir ‘Aceb ‘ankā olur bî-ihtiyâr


Tennûrunda âşiyân buldum bilir misin nedir?

Çeşm-i Sûzan deldin ise sarban çek üştürü


Reh güzâr kârbân buldum bilir misin nedir?

Nakd-i şehri çantanın içinde dökmüşler nihân


Hüsn-i şehri der-dükkan buldum bilir misin nedir?

Hemçu Mevlâ’yı temennâ-gûş kıldım ġayba pes


Sad kelâm bî-zebân buldum bilir misin nedir?

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

C- ŞERH-İ GAZEL-İ HAŻRET-İ MEVLÂNÂ

I. Beyt: [1b]

‫ﲝﺮﺍﻧﺪﺭﺳﺮﻣﻪ ﺩﺍﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﻛﻮﻫﻰ ﺍﻧﺪﺭ ﭘﻨﺒﻪ ﺩﺍﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬
Tercüme:

Penbe-dânde bir cihân buldum bilir misin nedir?


Sürme-dânde bahr-i şân515 buldum bilir misin nedir?

515
B: + “bir cihân”

256
“‫ ”ﻛﻮﻩ‬cebel ma‘nâsına “‫ ”ﻳﺎ‬vahdet içindir. “‫ ”ﺍﻧﺪﺭ‬zarfiyyet ma‘nâsına. “‫ﺩﺍﻥ‬ ‫ ”ﭘﻨﺒﻪ‬penbe

kozalağı ma‘nâsına “‫ ”ﻳﺎ‬vahdet içindir. “‫ ”ﻳﺎﻓﺘﻢ‬buldum ma‘nâsına nefs-i mütekellim vahdedir.

“‫ ”ﺩﺍﱏ‬siyâk-ı istifhâmda muzari‘ muhât’abdır. “‫ ”ﻛﻪ‬râbıtadır. “Bilir misin ki?”, ma‘nâsına.

“‫ ”ﭼﻴﺴﺖ‬ne şeydir. “‫”ﻛﻮﻩ‬den murâd mutlakan kesrettir ve “‫ﺩﺍﻥ‬ ‫”ﭘﻨﺒﻪ‬den murâd rütbe-i

ahadiyyetdir516. Ve mertebe-i kesret mertebe-i vâhidiyyetin içinde olması hakâyık-ı ilâhiye ve


kevniyyeyi câmi‘ olduġudur ki, ıstılâh-ı kavimde “şuhûdu’l-mufassal fi’l-mücmel” derler.
Nitekim âkil ‘ayn-ı basīret ile bir çekirdekte yonca-i eşcâr u evrâk u esmârı müşâhede eder. [2a]
Ve şuhûd meşhûd ile huzurdan ‘ibâretdir. Ve dahî şuhûd şol idrak ma‘nâsına ıtlak olunur ki,
havâss-ı zāhire ve bâtına onda muctemi‘ olub idrakde muttehid olalar. Mısra‘-ı sânî; “Bir sürme-
dânde bir bahr buldum, bilir misin ki, nedir?” demek olur. “Sürme-dânden” murâd kalbdir. Ve
sürme kuvvet-i basīretden kinâyetdir. Basīret kalbin ‘aynı mesâbesindedir ki517, bahr-i hakīkat-i
tevhîddir ki, vahdette kesreti şuhûd sebebiyle ol bahr-i hakīkatin şuhûdu hâsıl olur. Emvâc-ı
deryâ bahrden hâric olmayıp onda telâtum eylediği gibi. Velhasıl kesreti vahdette mahv ü
müstehlek buldum. Emvâc-ı deryâ bahrde mahv ü müstehlek518 olduġu gibi.

II. Beyt:

‫ﺍﻳﻦ ﺯﻣﺎﻧﺶ ﻧﻮﺟﻮﺍﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﭘﺎﺭ ﭘﲑﻯ ﻛﻬﻨﻪ ﺩﻳﺪﻡ ﺳﺎﻝ ﻋﻤﺮﺵ ﰊ ﻋﺪﺩ‬
Tercüme:

Pîr-i kâmil görmüş idim sâl-ömrü bî-aded


Bu zamanda nev-cevân buldum bilir misin nedir?

“‫ ”ﭘﺎﺭ‬sene-i güzeşte ma‘nâsına, “‫”ﭘﲑﻯ‬de “‫ ”ﻳﺎ‬vahdet içindir. Ve “‫ ”ﭘﲑ‬müsinn ve gâyet

ihtiyâr ve mürşid-i tarîk ma‘nâsına. “‫ ”ﻛﻬﻨﻪ‬eski ya‘nî kadîm. “‫ﻡ‬ ‫”ﺩﻳﺪﻩ‬ gördüm. “‫ ”ﺳﺎﻝ‬sene,

516
B: + “vâhidiyyetdir.”
517
B: + “Ki, eşyânın hakâyıkı ve bevâtınını onunla müşâhede eder. Ve bahrden”
518
B: + “Mustağrak”

257
“‫ ”ﻋﻤﺮﺵ‬onun ömrü, “‫ﻋﺪﺩ‬ ‫”ﻭﻻﳛﺼﻰ“ ”ﰊ‬dır.519 “‫ ”ﺍﻳﻦ ﺯﻣﺎﻧﺶ‬bu zamanda. Ol “‫”ﺳﺎﱃ“ ”ﭘﲑﻯ ﻛﻬﻨﻪ‬

“‫ ”ﻧﻮﺟﻮﺍﱏ‬bir tâze ? “‫ ”ﻳﺎﻓﺘﻢ‬buldum “‫ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ ”ﺩﺍﱏ ﻛﻪ‬bilir misin nedir? “‫”ﭘﺎﺭ‬dan murâd ezel ü

kıdemdir. Ve sâl ömrü bî-aded olan, “‫ﺳﺎﻝ‬ ‫”ﻛﻬﻨﻪ‬den murâd pârî ve mürşid-i hakîkî olan Cenâb-ı
Hudâvend-i reşîddir. Ve “bu zamanda ânı nev-cevân buldum” dediği bî-aded sâl-ömrü onda nefy
içindir. Ya‘nî zamandan münezzeh olup bir vecihle zaman onun üzerine mürûr eylemediğinden
kat‘an zâtına tagayyür vâkı‘ olmaz, demek olur. Zîrâ zaman ‘âlem-i şehâdetde halka müte‘allik
olur. Hakk’a müte‘allik olmaz. Zîrâ zamandan mukaddem ezel-i âzâlde mevcûd eylediği
zamanın hâlıkı oldur. Ve onun ezel ebedde imtidâd-ı deymûmiyyetine ân ve dâim ve bâtın
zaman ıtlâk olunur ki, onda hezar sad hezar sâl tarafta el‘ayn gibidir. Kemâ kāle Allâh Tebâreke

ve Teâlâ: “ ﴾5﴿ ‫ﻤﻴﻠﹰﺎ‬‫ﺍ ﺟ‬‫ﺒﺮ‬‫ﺻ‬


 ‫ﺮ‬ ‫ﺻِﺒ‬
 ‫﴾ ﻓﹶﺎ‬4﴿ ‫ﻨ ٍﺔ‬‫ﺳ‬ ‫ﻒ‬
 ‫ﲔ ﹶﺍﹾﻟ‬
 ‫ﺴ‬‫ﺧﻤ‬ ‫ﻩ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﺍ‬‫ﻮ ٍﻡ ﻛﹶﺎ ﹶﻥ ِﻣ ﹾﻘﺪ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻴ ِﻪ ﰲ‬‫ﺡ ِﺍﹶﻟ‬
 ‫ﻭ‬‫ﺍﻟﺮ‬‫ﻤٰۤﻠِﺌ ﹶﻜﺔﹸ ﻭ‬ ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺝ‬‫ﻌﺮ‬ ‫ﺗ‬

‫ﺎ‬‫ﻪ ﻗﹶﺮﻳﺒ‬ ‫ﻧﺮٰﻳ‬‫ﻭ‬ ﴾6﴿ ‫ﺍ‬‫ﻌﻴﺪ‬‫ ﺑ‬‫ﻧﻪ‬‫ﻭ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻧ‬‫“[ ”ِﺍ‬Melekler ve Ruh miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde

ona çıkar. O halde güzel bir sabır ile sabret. Çünkü onlar onu uzak görürler. Biz ise onu

yakın görüyoruz.” (Me‘âric, 70/4-7)] ve Kāle Teâlâ: “‫ﺮﺏ‬ ‫ﹶﺍ ﹾﻗ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻭ ﻫ‬ ‫ﺼ ِﺮ ﹶﺍ‬
 ‫ﺒ‬‫ﻤ ِﺢ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻋ ِﺔ ِﺍﻟﱠﺎ ﹶﻛﹶﻠ‬ ‫ﺎ‬‫ ﺍﻟﺴ‬‫ﻣﺮ‬ ‫ﻣۤﺎ ﹶﺍ‬ ‫ﻭ‬ ”
[“…Kıyametin kopuşu yalnız bir göz kırpması veya daha az bir zamandan başkası
değildir…” (Nahl, 16/77)] Velhâsıl ol ezelî ve ebedî olan Hayy u Kayyûm u Kadîmi vechen
mine’l-vücuh kemâl-i kuvvet u kudretine za‘af ve futûr ‘ârız olmayıp kemâl-i kudretinden za‘af
u kuvâ ve metin buldum, demek olur.

III. Beyt:

‫ﰉ ﺳﺮﻭﺭﻭﻱ ﻭﺩﺍﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﰊ ﺷﻜﻢ ﺑﺴﻴﺎﺭ ﺧﻮﺍﺭﻯ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﻭﻳﻦ ﻃﺮﻓﻪ ﺗﺮ‬
Tercüme:

Bî-şikem çok yiyici tarafa ter buldum ânı


Bî-sırr u hem bî-dehân buldum bilir misin nedir?

519
B: + “‫”ﻻﻳﻌﻮﺩ ﻭﻻﳛﺼﻰ‬dır

258
“‫ﺷﻜﻢ‬ ‫ ”ﰊ‬karınsız “‫ ”ﺑﺴﻴﺎﺭ‬çok “‫”ﺧﻮﺍﺭﻯ‬de “‫ ”ﻳﺎ‬vahdet içindir. “‫ ”ﺧﻮﺍﺭ‬vasf-ı terkîbi “ ‫ﺩﺭ‬

‫ ”ﺑﺴﻴﺎﺭ ﺧﻮﺍﺭ‬çok yiyici demek olur. “‫ ”ﻭﻳﻦ ﻃﺮﻓﻪ ﺗﺮ‬bu ‘Acebtir der ki şikemi ve seri ve rûyi ve
dehânı [3a] yok iken bir bisyâr-ı hordur, demek olur. Hor’dan murad yemektir, gıdâ ma‘nâsına
dır ki, ıstılâh-ı kavim’de gıda vucûd-ı a‘yân-ı sâbitedir. Zîrâ âsâr-ı vücûd a‘yân-ı sâbite ile
müteayyin olur ve a‘yân-ı sâbite âsâr-ı esmâ-ı ilâhiyyeyi izhâr eyler ve bilfiil ahkâm-ı esmâyı

ibkâ eyler. “ ‫ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﺍﻟﺸﻴﺦ ﺍﻻﻛﱪ ﻗﺪﺱ ﺳﺮﻩ ﺍﻻﻧﻮﺭ ﰱ ﻓﺺ ﺍﻻﺑﺮﻫﻴﻤﻰ ﻓﻬﻮ ﺍﻟﻜﻮﻥ ﻛﻠﻪ ﻭﻫﻮ ﺍﻟﻮﺍﺣﺪ ﺍﻟﺬﻯ‬

‫ﺎ ﺑﺎﻟﻔﻌﻞ ﺍﳕﺎ‬‫ﻗﺎﻡ ﻛﻮﱏ ﺑﻜﻮﻧﻪ ﻭﻟﺬﺍ ﻗﻠﺖ ﻳﻐﺘﺬﻯ ﻓﻮﺟﻮﺩﻯ ﻏﺬﺍﺅﻩ ﻭﺑﻪ ﳓﻦ ﺗﻐﺘﺬﻯ ﻗﺎﻝ ﺍﺷﺎﺭﺍﻻﲰﺎﺀ ﻭﻇﻬﻮﺭﺍﻋﻴﺎ‬

‫”ﻳﻜﻮﻥ ﺑﻮﺟﻮﺩﻧﺎ ﻭﳍﺬﺍ ﻗﺎﻝ ﻓﻮﺟﻮﺩﻯ ﻏﺬﺍﺅﻩ ﻭﺑﻪ ﳓﻦ ﺗﻐﺘﺬﻯ ﺍﺫﻻ ﺑﻘﺎﺀﻟﻨﺎ ﻭﻻ ﻭﺟﻮﺩ ﻭﻻ ﲢﻘﻖ ﺍﻻﺑﻪ ﻋﺰ ﻭﺟﻞ‬520

Velhâsıl gıdâ bir şeyin devâm-ı bekāsına sebeb olan şeye derler. A‘yân-ı sâbite zuhûr-ı
esmâ-ı ilâhiyyenin âsârının devâm-ı bekāsına sebeb olmağla gıdâ ıtlak olunmuş olur. Zîrâ
esmânın devâm-ı bekāsına sebeb mezāhir-i kevniyyedir. Ve mezāhir lâ-ye‘ud velâ yuhsâ olduġu
ecilden bisyâr-ı hor ile tabîr buyurmuşlar.

IV. Beyt:

‫ﭼﺎﺷﺎﱏ ﺧﻮﺭ ﺷﺒﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﭘﺎﺩﺷﺎﻫﻰ ﺭﺍ ﲞﻮﺍﺭﻯ ﺍﺯﺑﻦ ﺩﻧﺪﺍﻥ ﻣﻄﻴﻊ‬
Tercüme:

Pâdişâh iken gıda-yı ser için olmuş mutı‘


Çâşını hor çoban buldum bilir misin nedir?

520
[Şeyh-i Ekber kuddise sirruhu’l-enver’in İbrahim Fassı’nda dediği gibi; Bütün kâinât Cenâb-ı Allâh’tır, O
vâhid olandır. Benim kevnî varlığım onun varlığıyla kâimdir. Bu nedenle O, benim varlığımın gıdasıdır. O’nun
sayesinde biz gıdalanırız. Şayet o isimlerin ve a’yânın zuhuruna işaret etmiş ise bizim varlığımızla fiil meydana
gelir. Bu nedenle demiştir ki, benim varlığım onun gıdasıdır. O’nun sayesinde biz gıdalanırız. Ya’ni bizim
bekâmız, vücudumuz ve bu hayatta var olmamız Onun sayesinde mümkündür.]

259
“‫ ”ﺑﻦ‬dediği ga‘r ma‘nâsına. “‫ ”ﺩﻧﺪﺍﻥ‬diş ma‘nâsına. “‫ﺩﻧﺪﺍﻥ‬ ‫”ﺍﺯﺑﻦ‬ diş dibinden ötürü,

demek olur. “‫ ”ﻣﻄﻴﻊ‬itāât edici ma‘nâsına. “ ‫ﻭﰱ ﺍﻟﻘﺎﻣﻮﺱ ﺍﻃﺎﻉ ﺍﻟﺸﺠﺮ ﺍﺩﺭﻙ ﲦﺮﻩ ﻭﺍﻣﻜﻦ ﺍﻥ ﳛﺒﲎ ﻭﻗﻮﻟﻪ‬

‫”ﺗﻌﺎﱃ ﻓﻄﻮﻋﺖ ﻟﻪ ﻧﻔﺴﻪ ﺗﺎﺑﻌﺘﻪ ﻭﻃﺎﻭﻋﺘﻪ ﺍﻭ ﺷﺠﻌﺘﻪ ﻭﺍﻋﺎﻧﺘﻪ ﻭﺍﺟﺎﺑﺘﻪ ﺍﻟﻴﻪ ﻭﻃﺎﻭﻉ ﻭﺍﻓﻖ‬521

“‫ ”ﭼﺎﺷﺎﱏ‬delil ve numûdâr ve meze ma‘nâsına ammâ meşhuru ta‘âmdan bir miktar âlıb

lezzetten tecrübe etmek, derler. Ve “‫ ”ﺷﺒﺎﻥ‬çoban ma‘nâsına ya‘nî bî-şikem ve bî-ser ve bî-dehân

olan bisyâr-ı hor bir pâdişâhdır ki, “‫”ﲞﻮﺍﺭﻯ‬de yâ-i masdariyyedir. Ve “‫ ”ﺧﻮﺍﺭ‬zelîl ve âsân ve şûh

ve ondan ve hıvârında ma‘nâlarına gelir. Velhasıl bî-şikem ve bî-dehân bisyâr-ı hor olan zât-ı
âlişân bir pâdişâh-ı âlîcâhdır ki, gıdâ-yı âsâr-ı esmâ vü sıfâtı olan çobanı menzilesinde bir kul ki,
tezellî ve tenezzül ile onun da‘vetine itâ‘at ve icâbet eder ve ona çâşını-hor ya‘nî lezzet-bahş ve
numûdâr olur. Zîrâ hakīkatte ol çobanı menzilesinde olan mürşid-i kâmilin lezzet-i zikr u tilâvet
ü tāât u ‘ibâdeti gıdâ-yı rûh ve sır olduġu gibi gıdâ-yı esmâ vü sıfât dahî oldur ki, esmâ vü sıfâtın
âsârının sebeb-i devâm u bekāsı olur. Beyt-i sâbıkta tafsīl olunduğu gibi.

V. Beyt:

‫ﺣﻠﻘﺶ ﺍﻧﺪﺭ ﺭﺳﻴﻤﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺷﺨﻨﻪﺀ ﻛﺮﺩﻥ ﺷﻜﻦ ﺩﺭﻛﻨﺞ ﺯﻧﺪﺍﱏ ﺍﺳﲑ‬
Tercüme:

Şahne-i gerden şiken zindanda olmuş esîr


Gerdeninde risman buldum bilir misin nedir?

[4a] “‫ ”ﺷﺨﻨﻪﺀ‬âmil ve zâbit ve nâib ma‘nâlarında müsta‘meldir. “‫ﺷﻜﻦ‬ ‫”ﻛﺮﺩﻥ‬ vasf-ı

terkîbidir. “‫ ”ﻛﺮﺩﻥ‬kırıcı ma‘nâsınadır. “‫ﺯﻧﺪﺍﱏ‬ ‫”ﻛﻨﺞ‬de “‫ ”ﻳﺎ‬vahdet içindir. Bir zindan köşesinde

esir giriftar olmak, tutulmak ma‘nâsına ve “‫ ”ﺣﻠﻖ‬hânın fethi ve lâmın sükûnuyla boğaz

521
[Kamus’ta şöyle geçmektedir: “‫”ﺍﻃﺎﻉ ﺍﻟﺸﺠﺮ‬, demek ağacın meyvesini aldı ve eğilmesini sağladı ma’nasındadır. fe-
tavva’at lehü nefsühû, âyetinde geçen tavva’at ifadesi ona tabi oldu, boyun eğdi ma’nasına veya ona cesâretlendirdi,
ona yardım etti ve ona icâbet etti ma’nasınadır. Tâve’e, muvafakat etti, ma’nasında kullanılır.]

260
ma‘nâsına, halkûm gibi. “‫ ”ﺍﻧﺪﺭ‬zarfiyyet ma‘nâsına. “‫ ”ﺭﺳﻴﻤﺎﻥ‬bükülmüş urgan ma‘nâsına ya‘nî

“‫ﺷﻜﲎ‬ ‫ ”ﺷﺨﻨﻪﺀ ﻛﺮﺩﻥ‬boğazı ipde zindân köşesinde esir buldum, demek olur. “‫”ﺷﺨﻨﻪ‬den murâd

vücûd-ı mutlakdan mukadder ve mufâz olan rûh-i izâfî-i kudsîdir. Ve “‫”ﺯﻧﺪﺍﻥ‬dan murad zindan-ı

tabiat ve mahbes-i beşeriyyetdir ve esir olması kuyûd-ı ‘anâsıra gidiftâr olmasıdır ve boğazında
rismân rik’a-i ubûdiyetdir ve inkıyâddır. Ya‘nî evvel rûh-i sultānî ‘âlem-i ıtlâkda zâbit ve âmil u
nâib-i kâmil bir emîr-i dilîr iken mahbes-i ten ve zindan-ı bedende boynu bağlı esir oldu.

Mesnevî:

522
‫ﺍﺑﻦ ﻋﺠﺒﻜﻪ ﻫﻢ ﺍﻣﲑ ﻭﻫﻢ ﺍﺳﲑ‬ ‫ﻠﻮﻯ ﺍﻻﺧﺎﻧﻪ ﻛﲑ‬ ‫ﻻﺷﺪﻱ‬
Bu mazmun-ı mutazammın Sezâyî Hażretleri’nin nutk-ı şerîflerinde vâkı‘ olmuşdur.
Beyt:

Ben şu Mecnûn’um ki, leylî bend-i zincirimdedir


Eylerim ‘aşkında ammâ cân u fedâ bilmem nedir?

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

VI. Beyt:

‫ﻳﺎ ﻓﺘﻢ ﰊ ﺩﺳﺖ ﻭﭘﺎﺷﺨﺼﻰ ﻭﻫﻢ ﭼﻮﻥ ﻋﻨﻜﺒﻮﺕ ﺑﺎﺯﺵ ﺍﺯ ﻣﻮ ﺭﻳﺴﻤﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬
Tercüme:

Bulmuşum bî-dest ü pâ-şahsı hemçün ankebût


Kıldan eyler rismân buldum bilir misin nedir?

“‫ﻭﭘﺎ‬ ‫ ”ﰊ ﺩﺳﺖ‬elsiz ayaksız bir “‫”ﺍﻟﺸﺨﺺ ﺳﻮﺍﺩ ﺍﻻﻧﺴﺎﻥ ﻭﻏﲑﻩ ﺗﺮﺍﻩ ﻣﻦ ﺑﻌﻴﺪ“ ”ﺷﺨﺼﻰ‬523 ya‘nî
mutlak karaltı ma‘nâsına ve ba‘żı kere şahs lafzıyla zât-ı mahsūs ve hakīkat-i mu‘ayyene murad

olunur ki, gayrından mümtâz ola. Bunda olduġu gibi. “‫ ”ﻋﻨﻜﺒﻮﺕ‬örümcek ma‘nâsına. “‫ ”ﺑﺎﺯ‬yine

522
“Sen “lâ” (yani bende fânî) oldun. Artık “illâ” makāmında karar et. Yani benimle bâkî ol. Şaşılacak şu ki, sen
hem esîr, hem de emîrsin.” (Şefik Can, Mesnevî tercümesi, IV. Cilt, s, 593 (4-2948))
523
[İnsan ve insan dışındaki varlıkların uzaktan görünen hâline şahıs denilir.]

261
“‫ ”ﺵ‬zamîr-i gâib râci‘dir “‫ ”ﺍﺯ ﻣﻮ“ ”ﺷﺨﺼﻪ‬kıldan “‫ ”ﺭﻳﺴﻤﺎﱏ‬bir ip ma‘nâsınadır. Velhasıl ol rûh-i

izâfî kudsî dest ü pâdan münezzeh eylediği müsteğin ‘ani’l-beyândır. Ve şahısdan murâd ol zât-ı
mahsūs ve hakīkat-i mu‘ayyenedir.

Ve “‫ ”ﻣﻮ‬ıstılâh-ı kavimde zāhir huviyyete derler ki, vücûdu herkes onun vücûdunun

ma‘rifetiyle bilir. Ve “‫ ”ﺭﻳﺴﻤﺎﻥ‬bunda rakîka ma‘nâsınadır. Ve rakîka ıstılâhda şol vâsıta-i

latīfeden ‘‘ibâretdir ki, iki şeyin beyninde ola.524 “Rakîkatu’l-imdâd” oldur ki, Hak’tan kula
onunla meded vâsıl olur. Buna “rakîkatü’n-nüzûl” dahî derler. Ve “rakîkatü’l-urûc” oldur ki,
‘abd onunla matlûbu olan merâtib-i ‘âliye ve metâlib-i seniyyesine vâsıl olur. Buna “rakîkatü’l-
irtikâ” dahî derler. Ve rakâyık ‘ulûm-i sülûkden ‘‘ibâretdir. Ve rakâyık tesmiyesi şol cihetdendir
ki, kesâfet-i ‘abdi terkîk edib onunla rütbe-i ehl-i safâya irtikâ eder.

Velhâsıl evvel bî-dest ü pâ olan zât zât-ı mahsūs ve hakīkat-i mu‘ayyenede mividen
rismân-ı ankebût varlığı ankebût-i dest ü pâ ile tesbîh-i beyt eylemeyip ağzı lü‘âbıyla tesbîh-i
beyt ettiği gibi ol ibâdât u tâ‘ât u zikr-i lisânî vü kalbî ile maktûl buldum. Ya‘nî rakîkatü’l-imdâd
ve nüzûl ile meded-i Hak ona vâsıl [5a] olur. Ve rakîka-i ‘urûc ve irtikâ ile merâtib-i ‘aliyye ve
metâlib-i seniyyeye a‘nî menâzil-i ehl-i kurba ve hażret-i Rabb’e vâsıl olur, demek olur.

VII. Beyt:

‫ﻫﺮﺯﻣﺎﻥ ﺯﺩﺗﺎﺯﻩ ﺟﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺎ ﻛﺸﺘﻪ ﺧﺎﻙ‬‫ﻣﺮﺩﻩﺀ ﭘﻮﺳﻴﺪﻩ ﺩﻳﺪﻩ ﻡ ﺍﺳﺘﺨﻮﺍ‬
Tercüme:

Mürde-i pûsîde gördüm istihvân âlûde hâk


Her dem ondan tâze cân buldum bilir misin nedir?

“‫ ”ﻣﺮﺩﻩﺀ‬ölü, “‫ ”ﭘﻮﺳﻴﺪﻩ‬çürümüş “‫ ”ﺍﺳﺘﺨﻮﺍﻥ‬kemik, “‫ ”ﻫﺎ‬edât-ı cemi‘dir. “‫ ”ﻛﺸﺘﻪ‬ölmüş,

“‫ ”ﺧﺎﻙ‬türâb. Bunda “‫”ﻣﺮﺩﻩ‬den murâd fânîdir. Vatkâ ki, zevâl ve izmihlâlden kinâyettir. Tâife-i

celîle fenâyı birkaç mertebe üzere i‘tibâr etmişlerdir. Ve biri şehvetden fenâ ve biri fenâ-i Râgıb
ve biri fenâ-i gıbta ve biri fenâ-i mühakkık bi’l-hak ve biri fenâ-i ehl-i vecd ve biri fenâ-i

524
B: + “beyninde râbıta ola”

262
sāhibe’ş-şuhûd ve biri fenâü’l-fenâ ve biri fenâü’l-vücûd fi’l-vücûddur ki, buna fenâü’ş-şuhûd

fi’ş-şuhûd dahî derler. Ve ittisali’l-vücûd dahî derler. “ ‫ﻭﻣﻌﻨﺎﻩ ﻓﻨﺎ ﺭﺳﻢ ﺍﳌﻮﺟﻮﺩ ﰱ ﻭﺟﻮﺩ ﺍﳊﻖ ﻓﻴﻔﲎ‬

‫”ﻣﻦ ﱂ ﻳﻜﻦ ﻭﻳﺒﻘﻰ ﻣﻦ ﱂ ﻳﺰﻝ‬525

Ya‘nî mevcûdun resmi vücûd-i Hak’da fânî olmakla ‘abd fânî ve Hak bakî ola. Pes

“‫ﺧﺎﻙ‬ ‫ﺎ ﻛﺸﺘﻪ‬‫”ﻣﺮﺩﻩﺀ ﭘﻮﺳﻴﺪﻩ ﺩﻳﺪﻩ ﻡ ﺍﺳﺘﺨﻮﺍ‬, buyurdukları vücûd-i mefrûz u mukadder olan rûh-i
izâfî-i kudsîsi vücûd-i mutlak-ı Hak’ta mahv-i vücûd ile fânî ve ism-i resmi muzmahil ve

mütelâşî ve vücûd-i Hak’la bâkī olduġuna işâretdir. Ol ecilden “‫ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫”ﻫﺮﺯﻣﺎﻥ ﺯﺩ ﺗﺎﺯﻩ ﺟﺎﱏ‬
buyurmuşlar. Zîrâ fenâ sıfat-ı izafetiyyedir ki, bekā mükâbelesinde isti‘mâl olunur. Ve fânîler
fenâda tefâvüt üzeredir ve fenânın a‘lâ mertebesi fenâ-i mutlaktır ki, seyr ilallâh’da tedriciyle
hâsıl olur. Ve bu fenâ-i mutlaka fenâ-i küllî dahî derler. Ammâ fenâ-i cüz’î izâfî oldur ki,
cehlinden fânî olan ‘ilmiyle bâkī kalır. Ve şehvetinden fânî olan inâbetiyle bâkī kalır. Ve
murâdından fânî olan irâdet-i Hak’la bâkī kalır. Vesâir sıfât dahî kezâliktir. Pes ‘abd sıfatının
küllîsinden fânî olduġu vakitte fenâsının ru’yetinden fânî olur ki, Nâzımın bu kavli ona işârettir.

Beyt:

‫ﻭﻗﻮﻡ ﺗﺎﻩ ﰱ ﻣﻴﺪﺍﻥ ﺣﺒﻪ‬ ‫ﻭﻗﻮﻡ ﺗﺎﻩ ﰱ ﺍﺭﺽ ﻳﻘﻔﺮ‬


526
‫ﻓﺎﻓﻨﻮﺍ ﰒ ﺍﻓﻨﻮﺍ ﰒ ﺍﻓﻨﻮﺍ ﻭﺍﺑﻘﻮﺍ ﺑﺎﻟﺒﻘﺎﺀ ﻣﻦ ﻗﺮﺏ ﺭﺑﻪ‬
Ve Fütûhat’ta fenâ-i ‘abd fi‘ilini Hakk’ın kıyâmıyla ru’yetden ‘‘ibârettir ki, bekāya
şebîhdir. Zîrâ bekā ‘aynı farkdan her şeyi üzerine Hakk’ın kıyâmının ru’yetinden ‘‘ibâretdir.
Hülâsa-i beyt vücûd-i müfâz ve muzâfdan ‘ibâret olan rûh-i kudsî vücûd-i mutlak-ı Hak’da
mahv-i vücûd ile fânî gördüm. Ve bekā-i billah’da bâkī kalmakla her zaman ondan bir taze can
buldum, demek olur.

VIII. Beyt:

525
[Fenâ’nın ma’nası, vücûd-i Hak’da mevcûdun resmi fânî olmakla abd fânî ve Hak bakî olur.]
526
[Bir kavim takip edilen bir arâzîde kayboldu. / Bir kavim sevgisinin meydanında kayboldu. / Yok ettiler, sonra
yok ettiler, sonra yok ettiler / Rablerinin yakınında olanı bâki bıraktılar]

263
‫ﻣﺪﺕ ﻋﻤﺮﺵ ﺯﻣﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺍﻧﻜﻪ ﺍﺯﻣﺎﺩﺭﺑﻪ ﺳﻴﺼﺪ ﺳﺎﻝ ﺍﻣﺪ ﺩﺭ ﻭﺟﻮﺩ‬
Tercüme:

Olki evvel üçyüz sal içinde buldu vücûd527


Vakt-i ömrün bir zaman buldum bilir misin nedir?

[6a] “‫ ”ﻣﺎﺩﺭ‬ana, vâlide ma‘nâsına Arabî’de ümm dahî derler. Asıl ma‘nâsına veledin

vâlidesi asl olduġu i‘tibar ile vâlideye ümm derler. Bunda mâderden ya‘nî ümmden murâd
mertebe-i vâhidiyyetdir ki, ona mertebe-i ilâhiyye ve hakīkat-i muhammediyye derler.

Lişârihihî kıt‘a:

Ümm-i eşyâ ceddâdımsın hakīkatde ‘ıyân


Bir semerden zâdedir elbette çün her bir şecer
Buna şâhit remz-i sohan el-âhirûn es-sâbikûn
Kim muahhır mübtedâsın kıldı çün akdem haber

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

“‫ﺳﺎﻝ‬ ‫”ﺳﻴﺼﺪ‬ üçyüz sene “‫ﻭﺟﻮﺩ‬ ‫”ﺍﻣﺪ ﺩﺭ‬ vücûde geldi. “‫ﻋﻤﺮﺵ‬ ‫”ﻣﺪﺕ‬ onun imtidâd-ı

ömrünü “‫ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ ”ﺯﻣﺎﱏ‬bir zaman buldum. Ve üçyüz sene üç mertebeden ‘ibâretdir ki, ümm-i eşyâ
olan mertebe-i hakīkat-i Muhammediyyeden mertebe-i ervâh-ı mücerredeye ve ondan mertebe-i
nüfûs-i mücerredeye ve ondan mertebe-i nâsutiyyeye eriştiğine remz ve işâretdir. Ve mevâlîd-i
selâseye sarf etmek ihtimâli yoktur. Zîrâ üçyüz senede mâderden vücûd-i unsûrîye kıldı.
Mevâlîd-i selâse ise vücûd-i unsûrîdendir ki, üçyüz sene nihâyetinde vücûda gelmek iktiżā eder.
Fefhem

Ve üç mertebe üçyüz i‘tibâri mazhar-ı esmâ-i Hüsnâ olduġu ecilden nâsûta gelince her
birinden yüzer sâl eklendiğine işâretdir. Sene dahî edvâr-ı Erbâa itibarınca birinden mütefâvıtdır
ki, edvâr-ı Erbaa devre-i ‘uzmâ ve devre-i Kübrâ ve devre-i vüstâ ve devre-i suğrâdır. Pes devre-
i ‘uzmâ bir müddetden ‘ibâretdir ki, üçyüz altmış bin senedir. Sene-i ilâhiyyeden ki, her senesi

527
B: + “mâderden vücûd”

264
üç yüz altmış gündür. Ve her günü mâdûnu olan sene-i rubûbiyyeden elli bin senedir. “ ‫ﺝ‬‫ﻌﺮ‬ ‫ﺗ‬

‫ﻨ ٍﺔ‬‫ﺳ‬ ‫ﻒ‬
 ‫ﲔ ﹶﺍﹾﻟ‬
 ‫ﺴ‬‫ﺧﻤ‬ ‫ﻩ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﺍ‬‫ﻮ ٍﻡ ﻛﹶﺎ ﹶﻥ ِﻣ ﹾﻘﺪ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻴ ِﻪ ﰲ‬‫ﺡ ِﺍﹶﻟ‬
 ‫ﻭ‬‫ﺍﻟﺮ‬‫ﻤٰۤﻠِﺌ ﹶﻜﺔﹸ ﻭ‬ ‫“[ ”ﺍﹾﻟ‬Melekler ve Ruh miktarı ellibin yıl süren
bir gün içinde ona çıkar.” (Me‘âric, 70/4)] Bu devre-i ‘uzmânın imtidâd-ı deymûmiyyetine ân-ı
dâim ü vakt-ı mutlak tesmiye olunur. Ve devre-i Kübrâ üçyüz altmış bin sâldır. Her sâli üç yüz
altmış gündür. Ve her günü devre-i vustâ olan seneyn-i berzahiyyeden bin sene mikdarıdır.

Kemâ kāle Teâlâ: “‫ﻥ‬


‫ﻭ ﹶ‬‫ﻌﺪ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﺎ‬‫ﻨ ٍﺔ ِﻣﻤ‬‫ﺳ‬ ‫ﻒ‬
ِ ‫ﻚ ﹶﻛﹶﺎﹾﻟ‬
 ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﻨ‬‫ﻣﺎ ِﻋ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻭِﺍﻥﱠ‬ ” [“…Bununla beraber Rabbinin

katında birgün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir.” (Hac, 22/47)]

Bu devre-i kübrânın imtidâd-ı deymûmiyyetine dehr tesmiye olunur. Ve devre-i vustâ


dahî üçyüz altmış bin senedir ki, senesi üçyüz altmış gündür. Ve her günü devre-i suğrâ olan

seneyn-i şemsiyyeden yüz sene mikdarıdır. Kemâ kāle Teâlâ: “ ‫ﺾ‬


 ‫ﻌ‬ ‫ﺑ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺎ ﹶﺍ‬‫ﻮﻣ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﺖ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﹶﻟِﺒﹾﺜﺖ‬
 ‫ﻢ ﹶﻟِﺒﹾﺜ‬ ‫ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﹶﻛ‬

‫ﺎ ٍﻡ‬‫ﺖ ﻣِﺎﹶﺋ ﹶﺔ ﻋ‬
 ‫ﺑ ﹾﻞ ﹶﻟِﺒﹾﺜ‬ ‫ﻮ ٍﻡ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ‬ ‫ﻳ‬” [“Ne kadar kaldın?" diye sordu. O da: "Bir gün, yahut bir günden
eksik kaldım." dedi. Allah buyurdu ki: "Hayır, yüz sene kaldın” (Bakara, 2/259)] Ve bu devre-
i vustânın imtidâd-ı deymûmiyyetine asr tesmiye olunur. Ve devre-i suğrâ dahî üçyüz altmış bin
senedir. Her senesi üçyüz altmış gündür. Ve her günü yirmi dört saatdir. Bu devre-i suğrânın
imtidâd-ı deymûmiyyetine zaman tesmiye olunur. Bunda olan üçyüz sene devre-i ‘uzmâdan
mâ‘adâ edvâr-ı selâse senelerine şümûlü vardır.
Velhasıl ümm-i eşyâ olan hakīkat-i Muhammediyyeden nâsûta gelince üçyüz sene
mürûrunda hakīkatim vücûd-i kevniyye-i unsûriyye erişdi. Halbuki müddet ömrünü bir zaman
buldum. Bunda dahî iki ihtimâl vardır ki, biri [7a] vücûd-i ‘unsurîde müddetini ekall-i kalîl
buldum, demek olur. İkinci ihtimali seyr-i sülûkumda nihâyet verdim ki, zaman ve mekandan
‘urûc ve bî-cihet olan aslıma vülûc ile vakt-ı mutlak u bâtın zamana erişdim ki, onda hezâr sâl

tarafetü’l-‘ayn gibidir beyt-i mukaddemde tafsīl olunduğu gibi. “‫ﺗﻌﺎﱃ‬ ‫”ﻓﺎﻓﻬﻢ ﻭﻭﻓﻖ ﺗﺮﺷﺪ ﺍﻥ ﺷﺎﺍﷲ‬528
IX. Beyt:

‫ﺯﺍﺩﺭ ﺍﻫﺶ ﻧﻴﻢ ﻧﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺣﺎﺟﻰ ﺩﻳﺪﻩ ﻡ ﺑﺮﺍﻩ ﻛﻌﺒﻪ ﭼﻨﺪﻳﻦ ﺳﺎﻝ ﺭﺍﻩ‬
Tercüme:

528
[İnşâallâh Teâlâ fehmet, muvaffak ol ve doğru yola dön]

265
Bir nice yıl Kâ‘be yolunda seyr eder bir hacıdır.
Zâd-ı râhın nim nân buldum bilir misin nedir?
Ya‘nî mâderden üçyüz senede vücûd-i şühûde gelen zât-ı mahsūs ve hakīkat-i
mu‘ayyeneyi güya râh-ı Ka‘be’de bir hacı gördüm ki, bu kadar sâl râhında ya‘nî üçyüz senelik
tarîkinde zâd-ı râhnını bir yarım nân buldum ya‘nî a‘lâdan esfele nüzûlünde gıdâsı ancak latīf-i
rûhânî olub gıdâ-i kesîf-i cismâni ona munzamm olduġundan cism-i kesîfe duhûlüne değin
gıdasını nısf-ı nân i‘tibâr buyurmuşlar ki, nısf-ı âhiri cisme ta‘allukundan sonra olan gıdâsı kesîf-
i cismânî olsa gerek ve bunca müddet pîç ü tâb ile seyr-i şitâb Beytullah olan dil-i âgâha kasd-ı

‘azimet içindir ki, onda Hakk’a vâsıl ola. Nitekim; “‫ﺍﷲ‬ ‫”ﻗﻠﺐ ﺍﳌﻮﻣﻦ ﺑﻴﺖ ﺍﷲ ﻭ ﻋﺮﺵ‬ [“Mü’minin

kalbi Allâh’ın beyti ve arşıdır.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II, 100, no: 1886)] ile ta‘bîr olunmuşdur. Zîrâ
kalb ruhla nefsin izdivâcından tevellüd eder. Bu ‘âlem-i nâsuta gelmeden kalbin tevellüdü zuhûr

eylemez. Ve kalb ilkâbından biri beytu’l-hikmetdir. Likavlihî Aleyhisselâm: “ ‫ﻦ‬


 ‫ﺑﻌِﻴ‬‫ﺭ‬ ‫ﺺ ﺍﱠﻟﻠﻪ ﹶﺍ‬
 ‫ﺧﹶﻠ‬ ‫ﻦ ﹶﺍ‬ ‫ﻣ‬

‫ﺴﺎِﻧ ِﻪ‬
 ‫ﻋﻠﹶﻰ ِﻟ‬ ‫ﻦ ﹶﻗ ﹾﻠِﺒ ِﻪ‬ ‫ﻤ ِﺔ ِﻣ‬ ‫ﺤ ﹾﻜ‬
ِ ‫ﻊ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻳﻨﹶﺎِﺑﻴ‬ ‫ﺕ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺒﺎﺣﹰﺎ ﹶﻇ‬‫ﺻ‬
 “ [“Kim Allâh’a kırk sabahı hâlis kılarsa, hikmet
menbâları kalbinden lisânına çıkar.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 224, n. 2361; Suyutî, Cami’u’s-Sagîr, II,
137)] Ve biri dahî beyt-i muharremdir. Beyt-i muharrem şol insân-ı hakīkatin kalbidir ki,

Hak’dan gayrının onda tasarrufu haram ola. Likavlihî Teâlâ: “ ‫ﺮﻛﱠ ِﻊ‬ ‫ﺍﻟ‬‫ﲔ ﻭ‬
 ‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘۤﺎﺋِﻤ‬‫ﲔ ﻭ‬
 ‫ﻲ ﻟِﻠ ﱠﻄۤﺎﺋِﻔ‬ ‫ﻴِﺘ‬‫ﺑ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻭ ﹶﻃ‬

‫ﻮ ِﺩ‬‫ﺴﺠ‬
 ‫…“[ ”ﺍﻟ‬Tavaf edenler, orada (kıyama) duranlar, ruku edenler ve secdeye varanlar için
evimi tertemiz et.” (Hac, 22/26)] Pes bâb-ı işâret-i beytîden murâd şol kalbdir ki, Hakk’ı vâsı‘ ola.

Kemâ verade fi’l-hadîsi’l-kudsî: “‫ﺍﻟﻨﻘﻰ‬ ‫“[ ”ﻣﺎﻭﺳﻌﲎ ﺍﺭﺿﻰ ﻭﻻﲰﺎﺋﻰ ﻭﻭﺳﻌﲎ ﻗﻠﺐ ﻋﺒﺪ ﺍﳌﺆﻣﻦ ﺍﻟﺘﻘﻰ‬Göğe
yere sığmadım, fakat mü’min kulumun kalbine sığdım.” (Aclunî, Keşfü’l-hafâ, II, 195 n.2256)] Ya‘nî
evvel kalb ancak Hakk’ın zâtının ve cemî‘-i esmâ ve sıfâtının müstevâsı olur. Ya‘nî zât u esmâ
vü sıfâtının mazhar-ı tâmı olur. Ve biri dahî beytü’l-mukaddesdir. Bu dahî beytü’l-muharremde
zikr olunandır. Zîrâ Kuddûs sâkin olmaz illâ beyt-i mukaddes olur. Ve biri dahî beytü’l-‘ızzetdir.
Bu dahî beytü’l-muharrem ve beytü’l-mukaddesin ‘aynıdır. İlla bu kadar var ki, ‘izzet ile vasf
olundu. Velhasıl bu ‘âlem-i kevn ü fesâdın vücûduna ‘ıllet-i gâibe kalb-i insân-ı âgâh beyt-i hak
ve müstevâsı Allâh olmakdır. Ve ber vech-i âhar dahî oldur ki, evvel zât-ı ‘âlî simât râh-ı
Ka‘be’de bir fakîr hacı gördüm ki, zâd-ı râhını bir yarım nân buldum. Ya‘nî menzil-i vâlâya
erişmek için envâ‘-ı mücâhedât ve riyâzât ile zillet ü meşakkati ihtiyâr etmiş, demek olur ve

266
âfâkda mazhar-i nik ‘aynı zuhûrunda dahî be‘is yoktur. Ya‘nî ol devlet u ‘izzet ekser ya sūretde
ve zillet ü meşakkat çekenlerde zuhûr eyler, demek olur. Nitekim beyt-i âtî dahî ol ma‘nâyı
te’yîd eder.

X. Beyt:

‫ﺩﺭﭼﻮﺍﻝ ﺗﺮ ﻛﻤﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﻛﻢ ﺷﺪﻩ ﻧﻘﺪ ﻭ ﻗﻤﺎﺵ ﺣﻮﺭﻳﺎﻥ ﻗﺪﺱ ﺭﺍ‬
Tercüme:

[8a] Zâyi‘ olmuşdu kumaş u nakdi ol hûrîlerin


Der çuval-ı türkmân buldum bilir misin nedir?

“‫ ”ﻛﻢ‬nâ-bedid ve zâyı‘ ma‘nâsına türkîde yitik derler. “‫ ”ﺷﺪﻩ‬ism-i mefûl sigası olduġu

hâlde “‫ﺷﺪ‬ ‫ ”ﻛﻢ‬ve nâ-bedîd ve zâyi‘ olmuş ma‘nâsına ve zaman-ı ba‘îde delâlet için mâzinin

âhirine hâ-i gayr-ı melfûz getirilir. Ve bu takdirce “‫ﺷﺪﻩ‬ ‫ ”ﻛﻢ‬ma‘nâsını hayli zamandan beri zâyi‘

oldu, demek olur. “‫ﻗﻤﺎﺵ‬ ‫”ﻧﻘﺪ ﻭ‬dan murâd vâridât u hâlâtdır. “‫ ”ﺣﻮﺭﻳﺎﻥ‬muzâfun ileyhdir. “‫”ﻗﻤﺎﺵ‬

mahbube ma‘nâsına “‫ ”ﻗﺪﺱ‬muzafun ileyhdir. Ve huriyânın ve kuds zam ile ve zammeteyn ile

tuhr ma‘nâsına isimdir ve masdardır. Cibril’e rûhu’l-kuds denildiği gibi ki, kelimât-ı
kudsiyyeden kinâyetdir.

Lişârihihî:

Kelâm-ı ehl-i Hakk’a nefha-i rûhu’l-kuds dersem


Seza kim akl-ı kül Cibrîl olur kalbinde Meryem’dir.

[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

Velhasıl vâridât u hâlâtdan münbe‘is olan kelimât-ı kudsiyye hayli müddetden beri
zâyi‘ olmuş işidilmez idi. Ol nukûd-i ma‘kûdu ve metâ‘-ı mefkûdu bir türkmenin çuvalında
ya‘nî kalb-i vâsi‘inde gizlenmiş buldum. Türkmen kaydı zāhirde ‘ilm-i ma‘rifet ile ma‘rûf
vâridât u hâlât ile mevsûf bir zât olduġuna işâretdir. Velhâsıl çünkü onun kalbinde mahfî ve
mestûr buldum deyu buyurdular. İktizâ eder ki, ârif billâh ve vâsıl ilallâh bir insân-ı kâmil ola.

267
Gerek529 kutub olsun ve gerek ifrâddan bir ferd-i kâmil ola. Rivâyet olunur ki, Yunus Hażretleri
bir Türkmen kocası hey’etinde Hażret-i Mevlânâ Kuddesenallahu biesrârihi’l-a‘lâ huzûr-i
sa‘âdetlerine teşrîf buyurmuşlar “Siz kimlersiz?” deyu suâl olundukda:

Et deri büründüm
Geldim sana göründüm
Korkmayasın deyu
Âdem-i Yunus öründüm
Deyu cevap vermişler. Ve hayli zaman sohbet etmişler. Veda‘ edip gittikten sonra
‘acayip Türkmen kocası her kangı(hangi) taşa yapışdım ise altından çıktı. “‘Aceb merd-i sāhib-i
kemâl, cevâhir-i ma‘arif-i ilâhiyye ile mâlâ-mâl bir zât bî-hemâl imiş” deyu ta‘rîf buyurmuşlar.
Bunda murâdları ol değil ise onun naziri bir merd-i kâmil ve ferd-i mükemmil olmak gerekdir.

XI. Beyt:

‫ﺑﺮﺳﺘﺎﺭﻩ ﺍﲰﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺑﺎﻏﻰ ﺍﻧﺪﺭ ﻓﻨﺪﻗﻰ ﺩﻳﺪﻩ ﻡ ﻋﻴﺎﻥ ﺑﺎﻍ ﺑﺰﺭﻙ‬
Tercüme:

Fındık içre bir acep bâğ-ı kebîr gördüm ‘ıyân


Yıldız üzre âsmân buldum bilir misin nedir?

“‫ ”ﺑﺎﻏﻰ‬ve “‫”ﻓﻨﺪﻗﻰ‬da olan “‫”ﻳﺎ‬ları vahdet ve tavsîf içindir. “‫ ”ﺳﺘﺎﺭﻩ‬yıldız “‫ ”ﺍﲰﺎﻥ‬gök

ma‘nâsına “‫”ﻳﺎ‬sı tevhîd ve tavsîf için olur. Evvelki bâğdan murâd mutlak kalbdir530 ve Kalb-i

sanevberîde bir siyâhca noktadır. Ve mahall-i tecellî ve müşâhede oldur ki, ona hacerü’l-büht

dahî derler. Ve “‫ﺑﺰﺭﻙ‬ ‫”ﺑﺎﻍ‬den murâd Hakk’ı vâsı‘ olan kalbdir ki, bundan akdem tafsili geçtiği

üzere ona beytü’l-muharrem ve beytü’l-mukaddes ve beytü’l-‘ızzet dahî derler. Ve “‫”ﺳﺘﺎﺭﻩ‬den

murâd nokta-i dâire-i vücûddur ki, merkez-i muhît ve mahall-i i‘tidâl ve mazhar-ı tâmdır ki,
hakâyık-ı ‘ilmiye ve kevniyyeyi müştemil ola. Zîrâ Hak Sübhâne ve Teâlâ zâtıyla zâtına tecellî
eyledikde cemî‘-i sıfâtını müşâhede eyledi. [9a] Pes irâdet-i ‘aliyyesi taallük eyledi ki, cemî‘-i
sıfâtını bir hakīkatde ya‘nî mazhar-ı tâmda müşâhede eyleye. Pes hakīkat-i Muhammediyye

529
B: + “Ol kimse gerek”
530
B: + “fındıkdan murâd süveydâ-yı kalbdir.”

268
Hażret-i ‘ilmîde îcâd eyledi. Pes ‘âlemin hakâyıkı onun vücûdunda vücûd-i icmâlî ile mevcûd
oldu. Ondan sonra hakâyık-ı vücûd tafsili ile îcâd eyledi ki, ona mertebe-i a‘yân-ı sâbite derler.
Pes hakīkat-i Muhammediyye mertebe-i ilâhiyyede merkez dâire-i vücûd oldu. Ya‘nî hakâyık-i
‘ilmiyeyi müştemil ve mazhar-ı tâm oldu. Ondan sonra rûh-i Muhammed sallallahu teâlâ aleyhi
ve selemi halk eyledi. Sūret-i kemâlinin evvelâ zuhûrundan ötürü. Kemâ Kāle Aleyhisselâm:

“‫ﺭﻭﺣﻰ‬ ‫“[ ”ﺍﻭﻝ ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ‬Allâh, ilk önce benim rûhumu yarattı” (Ebû Dâvûd, 34/Sunnet, 16 (II, 637-38
h.no: 4700); Tirmizî, 33/Kader, 17 (IV, 398, h.no:2155), Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 263), Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 21]

Pes rûh-i Muhammed sallallahu teâlâ ‘aleyhi ve sellem mertebe-i rûhâniyyede merkez
dâire-i vücûd oldu. Ya‘nî hakâyık-i ‘ilmiye ve ervâh-ı kevniyyyeyi müştemil mazhar-ı tâm oldu.
Ondan sonra Hażret-i Hak şol ‘âlem-i ulvî ve suflîyi şân-ı Muhammed sallallahu aleyhi ve
selem’den izhâr eyledi. Zîrâ şân-ı Muhammed cemî‘-i şuûnu şâmildir. Pes nefs-i mücerrede-i
Muhammed sallallahu aleyhi ve selemi ki, nefs-i külliyye ve levh-i mahfûz ondan ‘ibâretdir. Ve
şüûnu akl-ı evvelden ya‘nî rûh-i Muhammedîden kinâye olan kalem-i â‘lâdan levh-i mahfûza
inzâl etmekle nefs-i mücerredesinde sâir nüfûs-i mücerrede mevcûd oldu.

Pes nefs-i mücerredesi evvel hażretde merkez dâire-i vücûd oldu. Ya‘nî hakâyık-i
‘ilmiyye ve ervâh-ı halkıyye ve nüfûs-i kevniyyeyi müştemil mazhar-ı tâm oldu. Ondan sonra
akl-ı evvelden akl-ı sânî ve sânîden sâlis âşıra varınca ‘ukûl ecrâm-ı ulviyyeyi îcâd eyledi. Ve
nefs-i külliyeden sâniye ve sâniyeden sâlise ve âşıraya varınca nüfûs-i eflâkı îcâd eyledi. Bu
‘ukûl u nüfûsun her biri kendi vücûd-ı felekinde niyâbete an rasûlillah sallallahu aleyhi ve sellem
merkez oldu. Ondan sonra besâit u mürekkebât u mevâlidâttan ecrâm-ı süfliyyâtı îcâd eyledi. Ve
Âdem aleyhisselâmı halk eyledi ve tesviye-i ‘indinde rûh-i muhammedîden ona nefh eyledi. Zîrâ
şecere-i vücûddan semere-i bâkûre olur.

Ol ecilden iżāfet-i teşrîfiyye ile nefsine iżāfet eyle rûhu, dedi. Zîrâ esmâ-i ilâhiyye

câmi‘-i zuhûr-i sūret kemâlidir. Kāle Teâla: “…‫ﻭﺣﻲ‬‫ﺭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ ﻓﻴ ِﻪ ِﻣ‬‫ﺨﺖ‬


 ‫ﻧ ﹶﻔ‬‫ﻭ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺘ‬‫ﻳ‬‫ﺳﻮ‬ ‫“[ ” ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬Ben, onun
yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman” (Hicr 15/29, Sâd 38/72)] Ya‘nî

Âdem’i şân-ı Muhammedî aleyhimesselâm için mazhar kıldı. Ol ecilden şânında: “ ‫ﻡ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻢ ٰﺍ‬ ‫ﻋﻠﱠ‬ ‫ﻭ‬

‫ﺎ‬‫ﻤۤﺎ َﺀ ﹸﻛﱠﻠﻬ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ” [“Allâh Âdem’e bütün isimleri, (eşyânın adlarını ve ne işe yaradıklarını)

öğretti.” (el-Bakara 2/31)] buyurdu.

269
Pes arzda halîfe ve mertebe-i nâsûtiyyede niyâbete an rasûlillah sallallahu aleyhi ve
sellem merkeze dâire-i vücûd oldu ve Âdem’den sonra enbiyâ ve evliyâ aleyhimesselâm’dan
kâmillerin mürîdi vâhiden ba‘de vâhid merkeze dâire-i vücûd oldu. Ya‘nî mazhar-ı hakīkat-i
Muhammediyye oldu. Ba‘s Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e erince vaktâ ki, hâtemü’l-
enbiyâ ve’l-mürselîn nâsûta ba‘s olundu. Asâlete merkez dâire-i vücûd oldu. Dâr-ı bekāya
intikâlinden sonra evliyâullâhdan kâmiller vâhiden ba‘de vâhid ile intihâi’z-zaman ve inkirâzi’d-
deverân merkez dâire-i vücûd oldular ve olurlar. Pes gelmiş ve gelecek kümelînin cümlesi
nevvâb-ı Rasûlillah sallallahu aleyhi ve sellem olur.

Kemâ Kāle Muhammed Bûsurî:

531
ٌ‫ﻳ ِﻢ‬‫ﺪ‬ ‫ﻘﹰﺎ ﻣِﻦ ﺍﻟ‬‫ﺭﺷ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺤ ِﺮ ﹶﺍ‬
 ‫ﺒ‬‫ﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻓﹰﺎ ِﻣ‬‫ﹶﻏﺮ‬ ‫ﺲ‬
 ‫ﺘ ِﻤ‬‫ ﹾﻠ‬‫ ِﻞ ﺍﻟﻠﱠ ِﻪ ﻣ‬‫ﺭﺳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻢ ِﻣ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻭ ﹸﻛﻠﱡ‬
532
‫ﻢ‬ ‫ﻮ ِﺭ ِﻩ ِﺑ ِﻬ‬‫ﻦ ﻧ‬ ‫ﺖ ِﻣ‬
 ‫ﺼﹶﻠ‬
 ‫ﺗ‬‫ﻤﹶﺎ ِﺍ‬‫ﹶﻓِﺎﻧ‬ ‫ﺮ ِﻡ ﺑِﻬﹶﺎ‬ ‫ﺳ ﹸﻞ ﺍﹾﻟ ِﻜ‬ ‫ﻯ ﺍﺗﻰ ﺍﻟﺮ‬
ِ ‫ﻭ ﹸﻛﻞﱡ ﹶﺍ‬
[10a]Tafsīli Miftâhu’l-vücûd nâm ris’âlemizde müstevfâ zikr olunmuştur. Velhâsıl
süveydâ-yı kalbde kalbi gördüm. Ve Hakk’ı vâsı‘ olan kalbi muâyene eyledim. Ve onda merkez
dâire-i vücûd buldum, demek olur.

XII. Beyt:

‫ﺩﺭﻛﻠﻮﺧﻰ ﺑﻮﺳﺘﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺳﻴﺐ ﻭ ﻧﺎﺭﻧﺞ ﻭﺧﻴﺎﺭ ﺍﺯﺷﺎﺥ ﺍﺗﺶ ﺭﺳﺘﻪ ﺑﻮﺩ‬
Tercüme:

Sîb u nârinc ü hıyârı şah ateşden beter


Kerpiç içre bostan buldum bilir misin nedir?

“‫ ”ﺳﻴﺐ‬elma, “‫ ”ﻧﺎﺭﻧﺞ‬turunç, “‫ ”ﺭﺳﺘﻪ‬bitmiş, “‫ ”ﺑﻮﺩ‬idi ma‘nâsına ve “‫ ”ﻛﻠﻮﺥ‬kesek, kerpiç

ma‘nâsına “‫ ”ﺑﻮﺳﺘﺎﻥ‬ma‘lumdur. Pes sîb, nârenc ve hıyârdan murâd semerât-ı zikrullâhdır. Ve şâh

ateşten bitmiş idi. Ya‘nî ‘uluvv-i âteş-i zikrullahdan bitmiş idi, demek olur. Zîrâ semere-i
zikrullah harâret-i zikrullahdan hâsıl olur. Bir kerpiç içinde bir bostan buldum, buyurdukları

531
“Bilcümle peygamberân O’ndan iltimas ister. Umânından bir avuç, bârânından yudumu” Kaside-i Bürde, 39.
beyit
532
“Gelen her Peygamberin âyâtı, mu’cizâtı. Ulaşmıştır onlara hep nûr-i Muhammedî” Kaside-i Bürde, 52. beyit

270
kerpiçten cism-i kesîf-i zāhirdir. “‫ﺎ ِﺭ‬‫ﻛﹶﺎﹾﻟ ﹶﻔﺨ‬ ‫ﺎ ٍﻝ‬‫ﺻﹾﻠﺼ‬
 ‫ﻦ‬ ‫ﺎ ﹶﻥ ِﻣ‬‫ﻧﺴ‬‫ﻖ ﺍﹾﻟِﺎ‬ ‫ﺧﹶﻠ‬ ” [“Allah insanı, pişmiş bir
çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.” (Rahman, 55/14)] Ve fahhâr balçıktan olan kablara
derler. Ve bostandan murâd envâ‘-ı semâr ve reyyâhîn-i ma‘ârif-i ilâhiyye ile muattar olan kalb-i
vâsı‘dır. Ya‘nî cism-i kesîf ü sâğirde bir kalb-i latīf ü kebîr buldum, demek olur. Tafsilleri ebyât-
ı sâbıkda takaddüm etmişdir.

XIII. Beyt:

‫ﺩﺭﺗﻨﻮﺭﺵ ﺍﺷﻴﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺍﻯ ﻋﺠﺐ ﺳﻴﻤﺮﻍ ﺍﻧﺪﺭ ﻗﺎﻑ ﺑﺪﰊ ﺍﺧﺘﻴﺎﺭ‬
Tercüme:

Kâf içinde bir ‘Aceb ‘ankā olur bî-ihtiyâr


Tennûrunda âşiyân buldum bilir misin nedir?

“‫‘ ”ﺳﻴﻤﺮﻍ‬ankā ma‘nâsına, “‫ ”ﻗﺎﻑ‬cebel, kafdan “‫ ”ﺑﺪ‬idi. “‫ ”ﺗﻨﻮﺭ‬ateş mahalli olan şeydir.

“‫ ”ﺵ‬zamir-i gâib Simurg’a âiddir. “‫ ”ﺍﺷﻴﺎﻥ‬yuva ma‘nâsına ‘ankā ıstılâh-ı kavimde şol hebâdır ki,

Hak Subhâne ve Teâlâ ecsâd ‘âlemi onda feth eyledi. Ma‘a hezâ onun vücûdda ‘aynı yoktur. İllâ
onda feth olunan sūret ile ve ‘ankā tesmiyesi ol ecildendir ki, zikri var ve ta‘akkul olunur. Ve
‘aynda vücûdu yoktur. Velhâsıl tâife-i celîle ‘indinde heyûla bir şeyin ismidir ki, onda zāhir olan
şeye nisbet i‘tibârıyla bir haşyet ile her bâtın kendinde sūret olan zāhirin heyûlasıdır. Pes vatkâ
ki, sūret-i cimsiye-i medâr ki, azhar-ı sūret olduysa ekserinin ıstılahında heyûla ile mahall-i
sūret-i cismiyye murâd ederler. Ve ıstılâh-ı sûfiyyede heyûla ile hakâyıkü’l-hakâyık murâd
olunur ki, hakikatü’l-hakâyık ile bâtın her hakikat-i ilâhiyye ve kevniyye murâd ederler. Buna
heyûlâ ve heyûlâ el-küll ve heyûla el-hamse dahî derler. Şol i‘tibâr ile ki, cism aksâ-yı merâtib
zuhurda nefisde bir sūrettir. Ve nefs akılda bir sūretdir ve akl sırda bir sūretdir ve sır ilimde bir

sūretdir533 ve ‘ilm-i bâtın vahdetten zuhûr [11a] eyleyen sūrettir. “ ‫ﻭﺍﻟﻴﻪ ﺍﺷﺎﺭ ﺳﻴﺪﻧﺎ ﳏﻰ ﺍﻟﺪﻳﻦ ﺭﺿﻰ‬

‫ﺍﷲ ﻋﻨﻪ ﺻﻠﻮﺍﺗﻪ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭ ﺳﻠﻢ ﺑﻘﻮﻟﻪ ﺍﻟﻨﺴﺨﺔ ﺍﻟﺼﻐﺮﻯ ﺍﻟﱴ ﺗﻔﺮﻏﺖ ﻋﻨﻬﺎ ﺍﻟﻜﱪﻯ ﻭﺍﻟﺬﺭﺓ ﺍﻟﺒﻀﺎ ﺍﻟﱴ ﺗﱰﻟﺖ ﺍﱃ‬

533
B: - “ve sır ilimde bir sûrettir.”

271
‫ﺍﻟﻴﺎﻗﻮﺗﻪ ﺍﳊﻤﺮﺍﺀ ﺟﻮﻫﺮ ﺣﻮﺍﺩﺙ ﺍﻻﻣﻜﺎﻧﻴﻪ ﺍﻟﱴ ﻻﲣﻠﻮﺍ ﻋﻦ ﺍﳊﺮﻛﺔ ﻭﺍﻟﺴﻜﻮﺓ ﻭﻣﺎﺩﺓ ﺍﻟﻜﻠﻤﺘﻪ ﺍﻟﻔﻬﻮﺍﻧﻴﻪ ﺍﻟﻄﺎﻟﻌﺘﻪ ﻣﻦ ﻛﻦ‬

‫”ﻛﻦ ﺍﱃ ﺷﻬﺎﺩﺓ ﻓﻴﻜﻮﻥ ﻫﻴﻮﱃ ﺍﻟﺼﻮﺭ ﺍﻟﱴ ﻻﺗﺘﺠﻠﻰ ﺑﺎﺣﺪﻳﻬﺎ ﻣﺮﺓ ﻻﺛﻨﺘﲔ ﻭﻻﺑﺼﻮﺭﺓ ﻣﻨﻬﺎ ﻻﺣﺪ ﻣﺮﺗﲔ‬534

Tafsili Mevâkı‘u’n-nücûm şerhimizde müteveffâ zikr olunmuşdur. Velhasıl bunda


simurg’dan murad hakikatü’l-hakâyıkdır. Ve kaftan murad sūret-i vücûddur ya‘nî fetî ‘Acebdir
ki, hakīkatü’l-hakâyıkdır. Kinâye olan ‘ankā nim kûh kâf vücûdumda iken onun tenevvüründe
bir âşiyân buldum. Ya‘nî âteş-i ‘aşkıyla dâimâ sûzân olmadayım, demek olur.

XIV. Beyt:

‫ﺭﻩ ﻛﺬﺍﺭ ﻛﺎﺭ ﻭﺍﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺳﺎﺭﺑﺎﻥ ﺍﺷﺘﺮ ﺑﻜﺶ ﻛﺮ ﺳﻔﺖ ﺟﺸﻢ ﺳﻮﺯﱏ‬
Tercüme:

Çeşm-i Sûzan deldin ise sarban çek üştürü


Reh güzâr kârbân buldum bilir misin nedir?

“‫ ”ﺳﺎﺭﺑﺎﻥ‬deveci, “‫ ”ﺍﺷﺘﺮ‬deve, “‫“ ”ﺑﻜﺶ‬ger” eğer, “‫ ”ﺳﻔﺖ‬delmek ma‘nâsına “‫”ﺳﻔﱳ‬den

mazi muhât’abdır. Zarûret-i vezn için kesrile iktifâ yâ-yı hıtâb hazf olunmuşdur “‫ﺳﻔﱴ‬ ‫”ﻛﺮ‬

takdirinde eğer deldin ise, demekdir. “‫ﺳﻮﺯﻥ‬ ‫”ﺟﺸﻢ‬ iğne gözüdür ki, Arabî’de semmü’l-hıyât

derler. Ya‘nî, ey sarban eğer fikr-i dakîk ile basīretin çeşmini deldin ise ve açdın ise deveyi çek

çeşm-i sûzandan geçir. Cenâb-ı Bârî’nin: “ ‫ﺏ‬


 ‫ﺍ‬‫ﺑﻮ‬‫ﻢ ﹶﺍ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺢ ﹶﻟ‬ ‫ﺗ ﹶﻔﺘ‬ ‫ﺎ ﻟﹶﺎ‬‫ﻨﻬ‬‫ﻋ‬ ‫ﻭﺍ‬‫ﺒﺮ‬‫ﺘ ﹾﻜ‬‫ﺳ‬ ‫ﺍ‬‫ﺎ ﻭ‬‫ﺎِﺗﻨ‬‫ﻮﺍ ِﺑ ٰﺎﻳ‬‫ﻦ ﹶﻛﺬﱠﺑ‬ ‫ِﺍﻥﱠ ﺍﻟﱠﺬﻳ‬

‫ﻁ‬
ِ ‫ﺎ‬‫ﺨﻴ‬
ِ ‫ﻢ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﻤﻞﹸ ﰲ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﺞ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻳِﻠ‬ ‫ﺘٰﻰ‬‫ﺣ‬ ‫ﻨ ﹶﺔ‬‫ﺠ‬
 ‫ﺧﻠﹸﻮ ﹶﻥ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬ ‫ﻤۤﺎ ِﺀ‬ ‫ﺴ‬
 ‫“[ ”ﺍﻟ‬Bizim âyetlerimizi yalanlayan ve onlara
inanmaya tenezzül etmeyenler var ya, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve
(veya halat) iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir…” (A‘râf,
7/40)] kavl-i şerîfinde iktibas-ı kevne telmihdir. Ya‘nî kendi rişte-i varlığı evvel rütbede mahv u

terkîk eyle ki, çeşm-i sûzândan vülûc ide ki, ebvâb-ı semâdan sana küşâde ola. Ve sen ona duhûl

534
[Seyyidimiz Muhyiddin radıyallahu anh’ın sözüyle işâret ettiği üzere; Nüsha-i suğrâ’dan nüsha-i Kübrâ teferrî
etmiştir. Beyaz inci kırmızı yakuta tenezzül etmiştir. İmkan dâiresindeki hareket ve sükûn olan hâdiselerin
cevheri, şu veya bu şekilde ağızdan varlık âlemine çıkan kelimelerin maddeleri sûretlerin heyûlâsıdır. İki
kimseye biri bir kez görünmüyor. Bir kişiye de bunun bir sûreti görünmüyor.]

272
edesin ya‘nî ma‘âric-i rûhânî edesin. Zîrâ evvel çeşm-i suzen gibi tenin olan mahalli bir kervân-ı
reh-güzârı gibi vâsı‘ buldum, demek olur.

XV. Beyt:

‫ﺣﺴﻦ ﺷﻬﺮﻱ ﺩﺭ ﺩﻛﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﺎﻥ‬ ‫ﻧﻘﺪ ﺷﻬﺮﻯ ﺭﳜﺘﻪ ﺍﻧﺪﺭ ﺧﺮﻣﺪﺍﱏ‬
Tercüme:

Nakd-i şehri çantanın içinde dökmüşler nihân


Hüsn-i şehri der-dükkan buldum bilir misin nedir?

“‫ ”ﻧﻘﺪ‬hâzır ve elde olan nesne nakdine dahî derler. Nakd saymak ve vermek ma‘nâsına

ve nakden yevmiye dahî derler. “‫ﺟﻴﺪ‬ ‫”ﻳﻘﺎﻝ ﻧﻘﺪ ﺩﺭﻫﻢ ﺍﻯ ﻭﺍﺯﻥ‬535 “‫ ”ﺷﻬﺮ‬arabî’de bir ay ma‘nâsına
ve meşhur kılmak ma‘nâsına gelir. Fârisî’de ve Türkî’de şehr, arabide mısr u Medine

dedikleridir. Ve “‫ ”ﺭﳜﺘﻪ‬ender zarf içinde “‫ ”ﺧﺮﻣﺪﺍﻥ‬çanta dedikleri şeydir ki, seyyâhân ve

kalenderân yanlarında gezdirirler. “‫ ”ﺷﻬﺮﻯ‬ve “‫”ﺧﺮﻣﺪﺍﱏ‬de yâ vahdet içindir. “‫ﺎﻥ‬” gizli “ ‫ﻧﻘﺪ‬

‫”ﺷﻬﺮ‬den murâd mehâsin-i hakīkatdir. Ya‘nî hakīkat şehrinin mehâsinidir. Gizli ve çantaya

dökülmüş, çantadan murâd kalb-i insân-ı kâmildir. Ol şehr-i hakīkatin hüsnünü [12a] bir
dükkanda buldum buyurdukları dükkandan murad insan-ı kâmildir. Zîrâ hüsn-i ezelî ondan
pertev-endâz olur. Nitekim Mısrî Hażretleri bu ma‘nâya münâsib nazmında götürmüşdür.

Beyt:

Cümle ‘âlem hüsnünün şerhinde olmuş bir kitâb


Metnin istersen Niyâzî sūret-i insâna bak

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Velhasıl hüsn-i hakīkat ezelî bir merd-i kâmil ve ferd-i fâzılın derc-i kalbine rihte ve
nihân olmuşdur. Envâr-ı hüsnü vech-i cemâlinde tâbân ve der-huşân olmuş buldum, demek olur.

535
[Denilir ki, nakit dirhemdir. Yani, tam tartmaktır.]

273
XVI. Beyt:

‫ﺻﺪ ﻛﻼﻡ ﺍﺯ ﰊ ﺯﺑﺎﱏ ﻳﺎﻓﺘﻢ ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬ ‫ﳘﭽﻮ ﻣﻮﻻ ﰉ ﲤﻨﺎ ﻛﻮﺵ ﻛﺮﺩﻡ ﻏﻴﺐ ﺭﺍ‬
Tercüme:

Hemçu Mevlâ’yı temennâ-gûş kıldım ġayba pes


Sad kelâm bî-zebân buldum bilir misin nedir?

“‫ ”ﻫﻢ‬üç ma‘nâya gelir. Evvel bile ma‘nâsına ki, arabîde “‫ ”ﻣﻊ‬ma‘nâsına, sânî dahî

ma‘nâsına sâlis zîr u zemîn ma‘nâsına ve Arabî’de gam ve gussa ma‘nâsınadır. Ammâ farkları
oldur ki, gam mâziye ve hem müstakbele mahsūsdur. Lâkin Arabî’de hem mimin teşdidiyledir.

“‫ ”ﭼﻮﻧﺪﻥ“ ”ﭼﻮ‬muhaffef edat-ı teşbihdir. “‫ ”ﻣﻮﻻ‬Arabî’de mu‘tik ve mu‘tak ma‘nâsına ve ibnü’l-

‘umm ve’n-nâsır ve ikbâr ve’l-halîf ve Türkî’de okur-yazar kimseye ıtlâk olunur. Bunda Mevlâ

Hażret-i Pîr’in lakab-ı şerîfleridir ki, Mevlâ-yı rûm ve Celâleddin Rûmî dahî derler. “‫ﲤﻨﺎ‬ ‫”ﰉ‬

temennâsız “‫ ”ﻛﻮﺵ‬gördüm işittim. Ya‘nî istimâ‘ eyledim. Ġayb-râ ġaybdan işittim, dinledim.

“‫ﻛﻼﻡ‬ ‫ ”ﺻﺪ‬sad bunda yüz ma‘nâsına hasrı iktiżā etmez. Kesretten kinâyetdir. Ya‘nî fetî çok

kelam “‫ﺯﺑﺎﻥ‬ ‫ ”ﺍﺯ ﰊ‬bir bî-zebandan “‫ ”ﻳﺎﻓﺘﻢ‬buldum. “‫ ”ﺩﺍﱏ ﻛﻪ ﭼﻴﺴﺖ‬bilir misin nedir? Ya‘nî tâlib
olmaksızın mülhem-i ġaybdan nice kelimât-ı kudsiyye istima‘ eyledim, demek olur.

Nazmun lişârihihî:

Nutk-ı Mevlânâ’yı şerh itmek benim haddim değil


Ey Salâhî feyż-i imdadı meğer ide ‘ubûr

Kilk-i nazmım nây-ı Mevlana olur ol demde pes


Çün dem-i imdâdı anın dem-be-dem ide zuhûr

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

274
‫‪536‬‬
‫ﻗﺪ ﰎ ﺑﻴﺪ ﻋﺒﺪ ﺍﻟﻀﻌﻴﻒ ﳏﻤﺪ ﺻﻔﻮﺕ ﻏﻔﺮ ﺍﷲ ﺫﻧﻮﺑﻪ ﻭﺳﺘﺮ ﺍﷲ ﻋﻴﻮﺑﻪ‬

‫]‪D- “KASĪDE-İ HAŻRET-İ MEVLÂN” 537[1b‬‬

‫ﺩﺭ ﻣﻴﺎﻥ ﺩﺍﻧﻪﺀ ﺧﺸﺨﺎﺵ ﺳﻨﺪﺍﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﺩﻭﺵ ﻭﻗﺖ ﺻﺒﺤﺪﻡ ﺩﺭ ﭼﺮﺥ ﭘﺎﻳﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬

‫ﺩﺭﻣﻴﺎﻥ ﺩﻓﺘﺮ ﻣﻼ ﺳﻠﻴﻤﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﻳﻚ ﻛﻼﻫﻰ ﺩﺍﺷﺘﻢ ﺍﺯ ﻟﺒﻠﺒﻮﻛﻢ ﺷﺪﺯﻣﻦ‬

‫ﺩﺭﻛﻨﺎﺭ ﲝﺮ ﰉ ﭘﺎﻳﺎﻥ ﲜﻮﻻﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﻳﻚ ﻗﻄﺎﺭ ﺍﺷﺘﺮ ﺑﻜﻮﻩ ﻗﺎﻑ ﺑﻮﺩﺍﻧﺪﺭ ﻛﺬﺭ‬

‫ﻫﺮﺳﻴﻪ ﺭﺍﻩ ﺭﺑﻄﻦ ﻣﺎﺩﺭ ﺯﻧﺪﻩ ﰉ ﺟﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﻧﺎﻗﺎﻩﺀ ﺻﺎﱀ ﻋﺼﺎﻯ ﻣﻮﺳﻰ ﻭﺭﻭﺡ ﭘﺬﺭ‬

‫ﺍﻥ ﺧﺮﺍﻧﺪﺭ ﺭﺧﺎﻧﻪﺀ ﺳﻮﺯﻥ ﺩﺭﻛﺮﻳﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫]‪[2a‬ﺍﻥ ﺧﺮ ﻋﻴﺴﻰ ﻭﺍﻥ ﺳﻮﺯﻥ ﻛﻪ ﺑﻮﺩﺵ ﭘﺎﻯ ﻧﺒﺪ‬

‫ﭘﺨﺘﻪ ﻧﺎﱏ ﺧﻮﺭﺩﻡ ﻭﰉ ﺿﺮﺏ ﺩﻧﺪﺍﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﺩﺧﻞ ﻫﻔﺖ ﺍﻗﻠﻴﻢ ﺭﺍ ﺍﺯﻛﻨﺪﻡ ﻛﺎﻭﺭﺱ ﻭﺟﻮ‬

‫ﺩﺭ ﺗﻨﻮﺭ ﭼﺎﺭ ﻣﻐﺰ ﺟﻮﺯﺑﺮﻳﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﺳﻴﺼﺪ ﻭﺷﺼﺖ ﻭﻛﻮﻫﻰ ﺳﺮ ﻧﻜﻮﻥ ﺑﺎﺷﺎﺧﻬﺎ‬

‫ﺩﺭ ﻣﻴﺎﻥ ﺑﻴﻀﻪﺀ ﺑﻠﺒﻞ ﺑﺎﻓﻐﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﺻﺪ ﻫﺬﺍﺭﺍﻫﻮﺑﺮﻩ ﻟﺒﻬﺎ ﭘﺮﺍﻥ ﺷﲑ ﺣﻜﻢ‬

‫ﺻﻮﺭﺍﺳﺮﺍﻓﻴﻞ ﺭﺍ ﺩﺭﺧﻢ ﺑﺎﻓﻐﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﺩﻭﺵ ﻭﻗﺖ ﺻﺒﺤﺪﻡ ﺭﻓﺘﻢ ﺑﺴﻮﻯ ﻣﻴﻜﺪﻩ‬

‫ﺣﻠﻘﻪﺀ ﻛﻢ ﺷﺪﺍﺯﺍﻥ ﺩﺭﻛﻮﺵ ﺧﺎﻗﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﻧﻌﻞ ﻣﻰ ﭘﺴﺘﻨﺪﺭﻭﺯﻯ ﺍﺷﺘﺮﺍﻧﺶ ﺭﺍ ﺑﺮﻭﻡ‬


‫‪538‬‬
‫ﻣﻌﲎ ﺍﺵ ﺭﺍ ﺩﺭﻣﻴﺎﻥ ﻧﻘﻞ ﻗﺮﺍﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﺧﻮﺵ ﺑﮕﻔﺘﺴﺖ ﺍﻳﻦ ﻏﺰﻝ ﻣﻼ ﺟﻼﻝ ﺍﻟﺪﻳﻦ ﺭﻭﻡ‬

‫‪E- MANZÛM TERCÜME-İ SALÂHÎ‬‬

‫‪536‬‬
‫ﻫﺬﺍ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ ﺑﻴﺪ ﻋﺒﺪ ﺍﻟﻀﻌﻴﻒ ﳏﻤﺪ ﺻﻔﻮﺕ ﺍﺑﻦ ﻳﻮﺳﻒ ﺍﺑﻦ ﻣﲑ ﺣﺴﻦ ﻏﻔﺮ ﺍﷲ ﺯﻧﻮ‪‬ﻢ ﻭﺳﺘﺮ ﺍﷲ ﻋﻴﻮ‪‬ﻢ ﰱ ﻏﲑﻩ ﺭﺑﻴﻊ ﺍﻻﻭﻝ ﺳﻨﺔ ‪B: + ١١٩٧‬‬
‫‪537‬‬
‫‪Kasîde-i Hazret-i Mevlânâ Şerh-i Salâhî bi-imdâd-i Feyz-i İlâhî. Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç‬‬
‫‪yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp. Atıf Efendi Ktp. No. 2153 vr. lb-38a (A), Topkapı S. M. Ktp, E.H. 1457,‬‬
‫‪vr. 19b-40a (B), İ.Belediye: O.E No. 58, vr. 48b-62b (C) Metin içindeki varak numaraları Sül. Ktp. Atıf Efendi Ktp.‬‬
‫‪No. 2153 nüshasına âittir.‬‬
‫‪538‬‬
‫‪Dîvân-ı Mevlânâ Celâleddin Rûmî, vr. 181a, Süleymaniye Kütüphânesi Ayasofya 3889‬‬

‫‪275‬‬
Dün gece vakt-i seher-i çerhde pâyân buldum
Dâne-i haşhaş içinde ulusundan buldum

Bir külâhım vardı leblebiden kem oldu


Fass-ı mollada velî nakş-ı Süleyman buldum

Bir katar üştür ederlerdi sivâ kafa gezer


Devr eder sâhil-i ummânda hayrân buldum

Nâkatu’llâh ve asâ-yı Mûsâ ve rûh-ı pezir


Ana karnında evlâdı dürr-i bî-cân buldum.

Ol hâr-i sûzen ki İsâ ona pâyend oldu


Hârı evde yakada sözünü pinhân buldum.

Heft kişverde ki, buğday ve darı ve çûyi


Çekinmeksizçe yedim hâzır bir nân buldum

Üçyüz altmış sığır ve şahları baş aşağa


Cevze-çâr-ı mağzde bekā püryân buldum

Sad hezâr âhû-yı beççe şîr hükümle pür iken


Beyza-i bülbül içinde eder efgân buldum

Dün gece vakt-i seher meykedeye varmışdım


Sûr-i İsrâfil’i homda eder efgân buldum.

Üştürân na‘lin ururken biri yitti Rum’da


Gûş-i hâkanda anı halka-i iz‘ân buldum

Bî-bedel bu ġazel-i Molla Celâleddîn’in


Zımnını murtebit-i ma‘nâ-yı Kur’ân buldum.

[Feilâtün(Fâilâtün)/feilâtün/feilâtün/feilün(fâilün)]

F- “ŞERHÜ’S-SALÂHÎ Bİ-İMDÂDİ’L-FEYŻİ’L-İLÂHΔ

I. Beyt:

276
‫ﺩﺭﻣﻴﺎﻥ ﺩﺍﻧﻪﺀ ﺧﺸﺨﺎﺵ ﺳﻨﺪﺍﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﺩﻭﺵ ﻭﻗﺖ ﺻﺒﺤﺪﻡ ﺩﺭ ﭼﺮﺥ ﭘﺎﻳﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬
Tercüme:

Dün gece vakt-i seher-i çerhde pâyân buldum


Dâne-i haşhaş içinde ulusundan buldum
Dün geceden murad mümkündür ki, zulmet-i ahvâl-i tabî‘at yâhud gavâşî-i vücûd-i
beşeriyet ola ve ‘alâ külle’t-takdîrîn vakt-i subhden murâd mukaddime-i tecellî ola. Ve çerhden
murâd mümkündür ki, semâvât-ı kalbiye yâhud ecrâm-ı ulviyye ola ve iki takdîr üzere pâyân
bulması539 ecsâm-ı süfliyyât ve ecrâm-ı ulviyyâtı kalbin muhît olmasından kinâyetdir. Zîrâ bir
şeyi bir şeyin nihâyetini idrâk eylemek onu muhît olmasını mukteżîdir. Ve kalb-i mü’min

cümleden evsa‘[3a]olmasa Cenâb-ı Bârî hadîs-i kudsî’de: “ ‫ﻣﺎ ﻭﺳﻌﲎ ﺍﺭﺿﻰ ﻭﻻﲰﺎﺋﻰ ﻭﻟﻜﻦ ﻳﺴﻌﲎ‬

‫“[ ”ﻗﻠﺐ ﻋﺒﺪﻯ ﺍﳌﺆﻣﻦ ﺍﻟﺘﻘﻰ‬Göğe yere sığmadım, fakat mü’min kulumun kalbine sığdım.” (Aclunî,

Keşfü’l-hafâ, II, 195 n.2256)] buyurmazdı. Ve “ ‫ ﺍﻟﱠﻠ ِﻪ‬‫ﺮﺵ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﺆ ِﻣ ِﻦ‬ ‫ ﺍﳌﹸ‬‫”ﹶﻗ ﹾﻠﺐ‬ [“Müminin kalbi Allah’ın

arşıdır” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II, 100, no: 1886)] denilmezdi. Pes bundan ma‘lum oldu ki, insân-ı
kâmilin kalbi ‘ulviyyat ve sufliyyâtın hudûd ve gâyâtını540 muhîtdir. Ve bu ihâta dahî ya ‘ilme’l-
yakîn ya ayne’l-yakîn yahûd hakka’l-yakîn iledir. Ya‘nî bu vüs‘ üç nev‘idir ki, nev‘-i evveli
‘ilmin vüs‘udur ki, marifetullâhdan ‘ibâretdir. Zîrâ vücûdda bir şeyi yoktur ki, kemâ yenbeğî
istihkâk-ı ma‘rifet ola541. İllâ kalb. Zîrâ kalbden gayrısı rutbesini bir vecihle bilir. Bir vecihle
bilmez ki, bu vüs‘ ârifler içindir.
Ve ikinci nev‘i müşâhedenin vüs‘udur ve bu müşâhede şol keşfden ‘‘ibâretdir ki,
mehâsin-i Cemâlullâh’a ıttıla‘ ile lezzet-i esmâ vü sıfât ile zevkden kinâyetdir. Ve bu vüs‘
vâkıflar içindir. Ve nev‘-i sâlis hilâfetin vüs‘udur ki, esmâ vü sıfâtın tahakkukundan ‘‘ibâretdir
ki, mülk-i müstahlefde halîfenin tasarrufunu mukteżîdir. Bu ise muhakkıklar içindir ki, ‘ılme’l-
yakîn, ‘ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn dediğimiz budur. Zîrâ ‘ılme’l-yakîn şol ‘ilimdir ki, ‘ulûmu
‘alâ mâ huve aleyh tasavvuruyla delîl-i evvell ‘ilmi î‘tâ eder. Zîrâ yakîn şol ‘ilme derler ki, onda
şâibe-i şek olmaya ve ‘ayne’l-yakîn şol şeydir ki, müşâhede ve keşf onu î‘tâ eder. Ve hakka’l-

539
C: + “olması”
540
C: + “hadd u gâyetini”
541
B: - “marifet”

277
yakîn ‘abdin Hak’da fenâsıdır. Ve Hak’la bekāsından ‘‘ibâretdir. Meselâ her keşi542 mevti
bilmesi ‘ılme’l-yakîndir. Muâyene-i mülk ‘indinde ‘ayne’l-yakîn olur. Ve çâşnî-i mevti dattıkta
hakka’l-yakîn olur.

Mahsûl-i terkîb ya‘nî esnâ-yı sülûkde henüz zulmet-i tabiatde yâhud hicâb-ı beşeriyetde
iken ikbâl-i ‘inâyet sâbika-i ezeliyye ile mukaddime-i pertev-i543 şems-i hakīkat ufk-i kalbimden
leme‘ân ve basīret-i mudrike-i latīfe-i insâniyyeme meşâ‘ir-i havâs ve kuvâdan şa‘şa‘a-i bâr-ı
envâr-ı ‘irfân ve îkân [4a] olup latīfe-i insâniyyemi zulmet-âbâd-ı vahşetden hurrem-âbâd-ı
kudse ‘urûc fushat-sarâ-yı544 ünse vülûc ettirib teşrîf-i hâlet-i ünsü latīfe-i insâniyyeme ifâza-i
rûh-ı kudsî etmeğin ihâtat-i rûh-i kudsiyye ve vus‘at-i hâlet-i ünsiyye ile cemî‘-i ecrâm-ı ‘ulviyye

ve süfliyyenin gâyet ve nihâyetini buldum, demek olur. Ve ba‘żı nüshada “ ‫”ﺩﺭ ﭼﺮﺥ ﭘﺎﻳﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬

yerine “‫ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ ”ﺑﺮ ﻋﺮﺵ ﭘﺎﻻﻥ‬vâkı‘ olmuş bu takdirce arşdan murad mümkündür ki, ‘âlem-i kalb

ola. “ ‫ ﺍﻟﱠﻠ ِﻪ‬‫ﺮﺵ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﺆ ِﻣ ِﻦ‬ ‫ ﺍﳌﹸ‬‫“[ ”ﹶﻗ ﹾﻠﺐ‬Müminin kalbi Allah’ın arşıdır” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II, 100, no: 1886)]

denildiği gibi ve pâlândan murâd545 bâr-i emânet-i hilâfet ola. Kemâ Kālellâhu Teâlâ: “ ‫ﺎ‬‫ﺿﻨ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﺎ‬‫ِﺍﻧ‬

‫ﻮﻟﹰﺎ‬‫ﺟﻬ‬ ‫ﺎ‬‫ﻪ ﻛﹶﺎ ﹶﻥ ﹶﻇﻠﹸﻮﻣ‬ ‫ﺎ ﹸﻥ ِﺍﻧ‬‫ﻧﺴ‬‫ﺎ ﺍﹾﻟِﺎ‬‫ﻤﹶﻠﻬ‬ ‫ﺣ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺎ‬‫ﻨﻬ‬‫ﻦ ِﻣ‬ ‫ﺷ ﹶﻔ ﹾﻘ‬ ‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﺎ‬‫ﻨﻬ‬‫ﺤ ِﻤ ﹾﻠ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻦ ﹶﺍ ﹾﻥ‬ ‫ﻴ‬‫ﺑ‬‫ﺎ ِﻝ ﹶﻓﹶﺎ‬‫ﺠﺒ‬
ِ ‫ﺍﹾﻟ‬‫ﺽ ﻭ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺕ ﻭ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺴ ٰﻤﻮ‬
 ‫ﻋﻠﹶﻰ ﺍﻟ‬ ‫ﻧ ﹶﺔ‬‫ﺎ‬‫”ﺍﹾﻟﹶﺎﻣ‬
[“Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar,
ondan korktular da onu insan yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzab,
33/72)]

Ve bâr-i emânet-i esmâ-ı ilâhiyyenin kullîsini mustelzim olan rutbe-i hilâfetden olduġu
bu âyet-i kerîme şerhinde olan risâlede tafsīl olunmuştur. Bu muhtasar mahall-i tatvîl değildir.546
Yâhud arşdan murâd mümkündür ki, cism-i küllîyyeden ‘ibâret olup mazhar-ı tecellî-yi rahmânî
olan arş ola. Zîrâ mertebe-i rahmâniyyenin âsâr u ahkâmına mazhar-ı arşdır. Kemâ Kāle Allâh

Tebâreke ve Teâlâ: “‫ﺘﻮٰﻯ‬‫ﺳ‬


‫ﺍ‬ ‫ﺵ‬
ِ ‫ﺮ‬ ‫ﻌ‬ ‫ﻋﻠﹶﻰ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺣ ٰﻤ‬ ‫“[ ”ﺍﹶﻟﺮ‬O Rahmân (kudret ve hakimiyyetiyle) Arş'a
hakim oldu.” (Tâhâ, 20/5)]

542
B: + “Bir kimse”
543
C: + “pertev-i havâss-ı kuvvet-i rûhânî ile”
544
C: + “fushat-fezâ”
545
C: + “mümkündür ki,”
546
B: + “Bu mahall ihtisar olunmakla tatvîl olunmadı.”

278
Zîrâ mertebe-i rahmâniyye merâtib-i kulliyyâtı câmi‘dir. Mertebe-i ilâhiye merâtib-i
külliyât ve cüziyyâtı câmi‘ olduġu gibi ki, Rahmân’ın arşa istivâsı arş mertebe-i rahmâniyye
ahkâmının mazharı olmasından ‘ibâretdir. Ve bu takdîr üzere pâlândan murâd arşın hâmil olduġu
ahkâm-ı ilâhiyye ola. Bu vech üzere mahsûl-i terkîb leyle-i hicâbda gunûde-i pister-i ihticâb iken
şafak-ı envâr-ı şems-i tecellî-i basīret rûhuma mütecellî olup matla‘-ı envâr-ı tecellî-i ilâhî olan
arş-ı kalbim semavât u arz ve cibâlin tâb-âver olamadıkları pâlân-ı bâr-ı emânet-i hilâfeti

mütehammil, “‫ﺎ‬‫ﻛﱠﻠﻬ‬
‫ﹸ‬ ‫ﻤۤﺎ َﺀ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﻡ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻢ ٰﺍ‬ ‫ﻋﻠﱠ‬ ‫ﻭ‬ ” [“Allâh Âdem’e bütün isimleri, (eşyânın adlarını ve ne
işe yaradıklarını) öğretti.” (el-Bakara 2/31)] sırrını hâmil matiyye-i mu‘tedil buldum, demek olur.
Yâhud mukteżā-yı [5a] tecellî üzere kuyûd u kesâfetim ıtlâk ve letāfete mutebeddil olup seyr-i
ma‘neviyyemde mazhar-ı tecellî-i rahmânî olan arşa su‘ûd eyledikte mazhar-ı mertebe-i
rahmâniyye olduġu cihetden feyż-i âsâr-ı ahkâm-ı rahmâniyyemi547 hâmil bir matiyye-i kâmil
buldum demek olur.

Zîrâ bu ‘âlem-i kevn u fesâd da zāhir olan âsâr ahkâm-ı ‘adîde bir mukteżā-yı cünbüş-i
arş-ı mecîddir. Yâhud dün geceden murâd mümkündür ki, ġayb-ı mutlak olup ibtidâ-yı
âferînişden bast-ı makâl etmiş ola. Zîrâ ikinciden murâd zulmetdir ki, ‘ademden kinâyettir. Nûr
vücûddan ‘ibâret olduġu gibi pes a‘yân-ı sâbitenin evvel mertebede vücûdât-ı mümkineleri
ma‘dûm olduġuçün ona mertebe-i ‘adem derler. “Dün gece” buyurdukları beşeriyet ile rûhâniyet
mertebesinden mukaddem demek olur ki, dünkü gün rûhâniyet günü idi. Ve gecesi ġayb-ı
mutlakdan ‘ibâretdir ki, ona ‘âlem-i lâhût ve ġaybu’l-ġuyûb ve ‘âlem-i lâta‘ayyün ve ‘amâ dahî
derler. Ve bugünki gün beşeriyet günüdür. Ve yârınki gün âhiret günü olsa gerekdir. Ve bu
takdîrce vakt-i subhdan murâd ta‘ayyün-i evvel ve ġayb-ı izâfîdir ki, ona ‘âlem-i ceberrüt ve
‘âlem-i ervâh dahî derler. Yâni a‘yân-ı sâbitenin ‘âlem-i lâ ta‘ayyünden hareket ve ta‘ayyün-i
evvelde mertebe-i rûhâniyyete tenezzüllerinde ta‘ayyün-i rûhiyye ve temeyyüz-i ‘akliye ile

birbirlerinden mümtâz ve müteayyin oldukları münzeldir ki, “ ‫ﺒ ِﺢ ِﺍﺫﹶﺍ‬‫ﺼ‬


 ‫ﺍﻟ‬‫﴾ ﻭ‬17﴿ ‫ﺲ‬
 ‫ﻌ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﻋ‬ ‫ﻴ ِﻞ ِﺍﺫﹶﺍ‬‫ﺍﻟﱠ‬‫ﻭ‬

‫ﺲ‬
 ‫ﻨﻔﱠ‬‫ﺗ‬” [“Yöneldiği an geceye. Nefeslendiği (ağardığı) an sabaha ki” (Tekvîr, 81/17-18)] “ ‫ﺖ‬
ِ ‫ﺮﹶﻗ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻭﹶﺍ‬

‫ﺎ‬‫ﺑﻬ‬‫ﺭ‬ ‫ﻮ ِﺭ‬‫ﺽ ِﺑﻨ‬


 ‫ﺭ‬ ‫“[ ”ﺍﹾﻟﹶﺎ‬Yer, Rabbinin nuru ile parlamıştır…” (Zümer, 39/69)] “ ‫ﻡ ِﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻴ‬‫ﻚ ﺍﹾﻟ‬
 ‫ﻤ ﹾﻠ‬ ‫ﻤ ِﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫ِﻟ‬

‫ﺎ ِﺭ‬‫ﺍ ِﺣ ِﺪ ﺍﹾﻟ ﹶﻘﻬ‬‫“[ ” ﺍﹾﻟﻮ‬...(Allâh onlara sorar ve cevâbını verir): Bugün hükümranlık kimindir?
547
C: + “rahmâniyyeyi”

279
Kahhâr olan tek Allâh’ındır.” (el-Mümîn 40/16)] mefhûm-i hakīkat melzumlarından iktibastır.
Zîrâ tafsīl olunduğu üzere “leyl-i ‘as‘as”dan ya‘nî karânu geceden murâd ġayb-ı mutlaktır. Ve
subh-ı teneffüsden murad rûhâniyet günüdür. Ve nûr-i Hak’la arzın işrâkı insâiyyet günüdür. Ve
Vâhid ve Kahhâr’a mahsūs olan gün yarınki âhiret günüdür.
Bu vecih [6a] üzere mahsul-i terkîb budur ki, hakâyık-ı mümkinemiz ‘ilm-i Hak’da
sâbit ya‘nî zât-ı Hakk’a ma‘lûm ve vücûdât-ı imkâniyyemiz ma‘dûm iken mukaddime-i envâr-ı
şems zât-ı ufk-i esmâ ve sıfâttan zevâyâ-yı istidâdât u kâbiliyyâtta ziyâ-güster olup hakīkat-i
rûhiyyemiz mertebe-i akl-ı evvele ve ‘ale’t-tertîb ‘ukûl-i aşaraya ondan nihâyet-i besâit olan
anâsır-ı erbaaya ve mürekkebâtdan olan vesâit-i548 mevâlid-i selâseye ve nihâyet mertebe-i
insâniyyeye nüzûl edip hareket-i ma‘neviyye ile ecrâm-ı ‘ulviyyenin nihâyetini buldum, demek
olur ki, makāmât-ı ‘ulviyye-i rûhiyyeden menâzil-i sufliyye-i beşeriyyete nüzûl eyledim,
demektir. Ve vücûh-i mezkûre üzere mısrâ-ı sânîde “dâne-i haşhaş içinde sindan549 buldum”
buyurdukları keyfiyyet-i isti‘dâdın terakkīsini temsîl ve tebyîn içindir.

Zîrâ keyfiyyet bir şeyde karar edici bir hey’etden ‘‘ibâretdir ki, zâtında kısmet ve
nisbeti550 mukteza olmaya. Pes keyfiyyât dahî dört nev‘dir ki, her biri ikişer kısma munkasım
olur ki, nev‘-i evveli keyfiyyât-ı mahsūsadır. Bu dahî ya râsihadır. Aselin halâveti gibi ki, ona
fi‘liyyât derler. Yâhud gayr-ı râsihadır. Hacilin hamreti gibi ki ona infi‘âliyyât derler. Ve ikinci
nev‘i keyfiyyât-ı nefsâniyyedir. Bu dahî râsihadır. San‘at-ı kitâbetde mümareseti olanın kitâbeti
gibi ki, ona meleke derler. Yâhud gayr-ı râsihadır. San‘at-ı kitâbetde mümâreseti olmayanın
kitâbeti gibi ki, ona hâlât derler. Ve üçüncü nev‘i kemiyyâta muhtas olan keyfiyyâtdır. Bu dahî
ya kemiyyât-ı muttasılaya muhtas olur. Teslîs ve terbî‘ ve istikâmet ve inhinâ gibi. Yâhud
kemmiyyât-ı munfasılaya muhtas olur. Zevciyyet ve ferdiyyet gibi. Ve dördüncü nev‘i [7a]
keyfiyyât-ı isti‘dâdâtdır. Bu dahi ya kabul tarafına isti‘dâd olur. Leyyin gibi ki ona za‘af tesmiye
olur. Yahut lâ-kabul tarafına isti‘dâd olur. Salâbet gibi ki ona kuvvet tesmiye olunur. Pes dâne-i
haşhaş-ı mükeyyifâtdan olduġu itibarıyla keyfiyet-i za‘af-ı isti‘dadıya alâ tarîki’l-istiâre dâne-i
haşhaş ıtlak buyurmuşlar. Ve sindânda yani temur(demir)dan olan örsde şiddet ve salâbet olduġu

i‘tibarıyla keyfiyet kuvvet-i istidadiyyeye temsil buyurmuşlar. Cenâb-ı Barî’nin; “ ‫ﻢ‬


 ‫ﺧﹶﻠ ﹶﻘﻜﹸ‬ ‫ ﺍﻟﱠﺬﻱ‬‫ﺍﹶﻟ ٰﹼﻠﻪ‬

‫ ﺍﹾﻟﻘﹶﺪﻳﺮ‬‫ﻠﻴﻢ‬‫ﻮ ﺍﹾﻟﻌ‬ ‫ﻭﻫ‬ ‫ﺸۤﺎ ُﺀ‬


 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ ﻣ‬‫ﺨﻠﹸﻖ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺒ ﹰﺔ‬‫ﻴ‬‫ﺷ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻌﻔﹰﺎ‬ ‫ﺿ‬
 ‫ﻮ ٍﺓ‬ ‫ﻌ ِﺪ ﻗﹸ‬ ‫ﺑ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻌ ﹶﻞ ِﻣ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻮ ﹰﺓ ﹸﺛﻢ‬ ‫ﻒ ﻗﹸ‬
ٍ ‫ﻌ‬ ‫ﺿ‬
 ‫ﻌ ِﺪ‬ ‫ﺑ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻌ ﹶﻞ ِﻣ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻒ ﹸﺛﻢ‬
ٍ ‫ﻌ‬ ‫ﺿ‬
 ‫ﻦ‬ ‫” ِﻣ‬

548
C: + “vesâit olan”
549
C: + “ulusundan”
550
B: + “Nisbî”

280
[“Allah O'dur ki, sizi güçsüz olarak yaratır, sonra güçsüzlüğün arkasından kuvvet verir.
Sonra kuvvetin arkasından yine güçsüzlüğe ve ihtiyarlığa getirir. O dilediğini yaratır. Ve
O, her şeyi bilir, her şeye gücü yeter.” (Rûm, 30/54)] kelâm-ı mu‘ciz nizamıyla insanın kuvveti
za‘afından sonra idi ki müberhendir. Belki keyfiyet-i za‘af beden-i insanide bir keyfiyet gayr-ı
râsihadır ki, kendi mertebesinden terakkī ile mertebe-i kuvvete erişir ki, keyfiyet-i za‘af keyfiyet-
i kuvvetin aslı olur. Bu takdirce fer‘ kendi aslında bulunmak ba‘îd değildir. Mahsul-i terkib
vech-i evvele göre vatkâ ki, tecellî-i ilâhîye mazhariyyet ile çerhde nihayet buldum ise za‘af-ı
sigarda dâne-i haşhaşa mümâsil olan beden-i za‘af-ı insâniyyetimden kuvvet-i kâhire-i Kâdir-i
Mutlak’ı buldum. Ya‘nî Kadîr ismine mazhariyyet ile beniyye-i za‘îf551 ve hakîrimde bir kuvvet-
i ‘azîme buldum ki, tâkat-güdâz-ı552 beşer olan makdârâta şâmildir, demek olur. Ve vech-i
sâniye göre vaktâ ki, makāmât-ı ‘ulviyye-i rûhiyyeden menâzil-i sufliyye-i beşeriyete nüzûl
eyledim ise za‘afdan halk olunan vücûdumda bir kuvvet-i isti‘dâd buldum ki, makarr-ı süflîden
makām-ı ulvîye onunla ric‘at mümkündür. Pes kuvvet-i isti‘dâd hasebince evvelâ kîl u kâlinden
me’hûz olan ‘ulûm-i zāhire tahsîline bezl-i iktidâr ederek ser-halka-i encümen-i erbâb-ı ‘ulûm ve
bâlâ-nişîn ashâb-ı [8a] rusûm olmaktan nâşî beyne’n-nâs kemâl-ı efdâl ile şöhret-i şi‘âr olup tâc-ı
i‘tibâr u şeref sırr-ı isti‘dâdımla müşerref olmuşdu. Nitekim beyt-i sâni onu te’yîd eder:

II. Beyt:

‫ﺩﺭﻣﻴﺎﻥ ﺩﻓﺘﺮ ﻣﻼ ﺳﻠﻴﻤﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﻳﻚ ﻛﻼﻫﻰ ﺩﺍﺷﺘﻢ ﺍﺯ ﻟﺒﻠﺒﻮﻛﻢ ﺷﺪﺯﻣﻦ‬


Tercüme:

Bir külâhım vardı leblebiden kem oldu


Fass-ı mollada velî nakş-ı Süleyman buldum
Pes leblebiden olan külah kîl u kâlden ahz olunan ‘ılm-i zāhirdir ki, beyne’l-avâm sırr-ı
îtibâra tâc tamamdır. Ve leblebiye kîl u kâl itibârı söze bintü’ş-şefe ıtlâk olunduğundan ötürüdür.
Zîrâ elbete kîl u kâl lebden sudûr eder. Mahsûl-ı terkîb vaktâ ki, tahsîl-i ‘ulûm-ı zāhire ile resîde-
i ser-hadd-i kemâl olmuşdur. Sırr-ı itibârıma tâc-ı iştihâr örülmüşdü ki, ol tâc-ı pür ibtihâc
zāhirde ne kadar cevâhir-i iltifât ile mücevher ise de, hakīkatte cevâhir-i tâc-ı hilâfete nisbetle ol
tâc-ı sûrînin her bir cevheri bî-kadr ü kıymet olmada leblebi mesâbesindedir. Ol leblebi kulâhı
benden zâyı‘ oldu, buyurdukları çünkü ‘ulûm-i zāhire ile maksûd bi’z-zâta vusûl mümkün

551
C: + “za’af”
552
C: + “güzâr”

281
olmadı. Mukaddime-i ‘ulûm-i bâtına olan mücâhedât ve riyâzâtta ictihâd ve tezkiye-i nefs ve
tasfiye-i kalbe i‘tibâr ile ziyâ-i şems-i muhabbet bî-niyâz âyine-i kalbime pertev-endâz olmağın
âteş-i ‘aşk tâbdâr-ı hânumânsız nâmus u âr olub bedraka-i tevfîk kerd-kâr ve mestî-i bâde-i hoş-
güvâr ile kühistân-ı hestî ve çengelistân hod perestîden güzâr ü medâr emn u emân olan pây-ı
taht-ı şehriyâr nistîde karâr eylediğimiz takribiyle beyne’n-nâs nazar-ı itibârdan [9a] sâkıt olup
tâc-ı iltifâtımız zâyi‘ oldu. Ya‘nî ‘avâm bize i‘tibâr ve iltifât etmez oldu. Lâkin çünkü ol âteş-i
‘aşk lâyezâl bir an derûnumdan gitmek mühal553 oldu. Hâkister-i vücûd-i nâbûdumu hevâ-yı kâr-
sâz ile bahr-ı ma‘şûka îsâl ve resîde-i sâha-i visâl edip ba‘de’l-fenâ bekā billâhda hil‘at-i fâhire-i
ünsü ve tâc-ı hilâfet-i rûh-i kudsî ile ser-dûşi isti‘dâdımız şerefyâb olub ser-tâ-ser ekâlîm-i ten ve
memâlik-i bedene şâh belki kişver ma‘nâda şehen-şâh olub kendimi mâlik-i mülk-i Süleyman
buldum demek, olur ki, fass-ı mollâda velî nakş-ı Süleyman buldum, bundan kinâyetdir. Zîrâ
Hażret-i Süleyman’ın ser-tâ-ser ‘âleme pâdişâh olup ins u cinnu dîv u perîye fermân-ı fermâ
bulması nakş-ı hâteminin havassından idi. Ya‘nî fass-ı kalb Mollâ’yı rûmda nakş-ı hâtem-i
Süleymân buldum. Ve onun sebebiyle Süleymân-ı âsâ pâdişah her dü-serâ fass-ı mollâ Nâzım
kuddise sirruh Hażretlerinin kendi kalblerinde kinayetdir. Zîrâ Mollâ-yı rûm kendi sıfat-ı
meşhûreleridir ki, beynennâs onunla iştihâr bulmuşlar idi. Pâdişâh-ı her dû-serâ hażret-i muhtar-i
kâinât aleyhi efżalü’s-selavât efendimizden gayrıya ıtlakında vâkı‘ olan iltibâsdan bu hadîs-i

şerîf ile def‘-i iştibâh oldur ki, “ ‫ﻗﺎﻝ ﺭﺳﻮﻝ ﺍﷲ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﺍﺧﺮ ﻣﻦ ﳜﺮﺝ ﻣﻦ ﺍﻟﻨﺎﺭ ﻳﻌﻄﻰ ﻣﻦ ﺍﳉﻨﺔ‬

‫“[ ”ﻋﺸﺮﺓ ﺍﻣﺜﺎﻝ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ‬Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve selem buyurdu: Ateşten en son çıkan
kişiye yeryüzünün on katı büyüklüğünde cennet verilir.” (Müslim, Îmân, 308; Tirmizî, Cehennem,
10)] Pes dünyanın aşra emsâli verilen kimesne pâdişâh-ı ma‘nâ olmaz da ne olur? Ve bu atiye-i

ilâhiyye cehennemden en sonra çıkan mü’mine olduġu hâlde duhûl-i evvelîn ile cennete dâhil
olanların sultanların bundan kıyâs olunur. Nitekim Hasan-ı Basrî radıyallâhu anh hażretleri ellî

dört farzı beyânında zikrullâhın farziyyetinde Cenâb-ı Bârî’nin: “ ‫ﺍ‬‫ﻪ ِﺫ ﹾﻛﺮ‬ ‫ﻭﺍ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﻮﺍ ﺍ ﹾﺫ ﹸﻛﺮ‬‫ﻣﻨ‬ ‫ﻦ ٰﺍ‬ ‫ﺎ ﺍﻟﱠﺬﻳ‬‫ﻳﻬ‬‫ﻳۤﺎ ﹶﺍ‬

‫ﺍ‬‫“[ ”ﻛﹶﺜﲑ‬Ey iman edenler! Allah'ı çokça anın.” (Ahzab, 33/41)] kavl-i şerîfinden sonra bu hadîs-i

şerîfi Câbir radıyallâhu anh Hażretlerinden rivâyet buyurur: ‫ﻗﺎﻝ ﺭﺳﻮﻝ ﺍﷲ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﻟﻴﻠﺔ‬

‫ﻋﺮﺝ ﰉ ﺍﱃ ﺍﻟﺴﻤﺎﺀ ﺭﺍﺀﻳﺖ ﻣﺪﻳﻨﺔ ﻣﻦ ﺍﻟﻨﻮﺭ ﻣﺜﻞ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ ﺍﻟﻒ ﻣﺮﺓ ﻣﻌﻠﻘﺔ ﺑﺴﻼﺳﻞ ﻣﻦ ﺍﻟﻨﻮﺭ ﲢﺖ ﻋﺮﺵ ﺍﷲ ﻭﳍﺎ‬

553
B: + “Emr-i mühal”

282
‫ﺍﺭﺑﻌﻤﺎﺋﺔ ﺍﻟﻒ ﺑﺎﺏ ﻣﺴﺘﻘﺒﻞ ﻛﻞ ﺑﺎﺏ ﺑﺴﺘﺎﻥ ﻣﻔﺮﻭﺵ ﺑﺮﲪﺘﻪ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﰱ ﻛﻞ ﺑﺴﺘﺎﻥ ﻗﺼﺮ ﻣﻦ ﺍﻟﻨﺎﺭ ﻭﰱ ﻛﻞ ﻗﺼﺮ‬

‫ﺩﺍﺭ ﻣﻦ ﺍﻟﻨﻮﺭ ﻭﰱ ﻛﻞ ﺩﺍﺭ ﺳﺒﻌﻮﻥ ﺍﻟﻒ ﺣﺠﺮﺓ ﻣﻦ ﺍﻟﻨﻮﺭ ﻭﰱ ﻛﻞ ﺣﺠﺮﺓ ﺑﻴﺖ ﻣﻦ ﺍﻟﻨﻮﺭ ﻭﰱ ﻛﻞ ﺑﻴﺖ ﻏﺮﻓﺔ ﻣﻦ‬

‫ﺍﻟﻨﺎﺭ ﻟﻜﻞ ﻏﺮﻓﺔ ﺍﺭﺑﻌﻪ ﻣﺎﺀﺕ ﺑﺎﺏ ﻭ ﻟﻜﻞ ﺑﺎﺏ ﻣﺼﺮﺍﻋﺎﻥ ﻣﺼﺮﺍﻉ ﻣﻦ ﺫﻫﺐ ﻭ ﻣﺼﺮﺍﻉ ﻣﻦ ﻓﻀﺔ ﻣﺴﺘﻘﺒﻞ ﻛﻞ ﺑﺎﺏ‬

‫ﺳﺮﻳﺮ ﻣﻦ ﺍﻟﻨﻮﺭ ﻋﻠﻰ ﻛﻞ ﺳﺮﻳﺮ ﻓﺮﺍﺵ ﻣﻦ ﺍﻟﻨﻮﺭ ﻓﺮﻕ ﻛﻞ ﻓﺮﺍﺵ ﺟﺎﺭﻳﺔ ﻣﻦ ﺍﳊﻮﺭ ﺍﻟﻌﲔ ﺍﻭ ﺑﺪﺍﺀﺕ ﺧﻨﺼﺮﻫﺎ ﺍﱃ ﺩﺍﺭ‬

‫ﺍﻟﻐﻠﺒﺔ ﻧﻮﺭ ﺧﻨﺼﺮﻫﺎ ﺍﻟﺸﻤﺲ ﻭﺍﻟﻘﻤﺮ ﻓﻘﺎﻟﺖ ﻳﺎ ﺭﺏ ﻻﻯ ﻧﱮ ﻫﺬﺍ ﺍﻭﻻﻯ ﺻﺮﻳﻖ ﻫﺬﺍ ﻓﻘﺎﻝ ﱃ ﻋﺰ ﻭﺟﻞ ﻫﺬﺍ‬

‫ﺍﻟﻠﺬﺍﻛﺮﻳﻦ ﺍﷲ ﻛﺜﲑﺍ ﻭﺍﻟﺬﺍﻛﺮﺍﺕ ﺍﻧﺎﺀ ﺍﻟﻠﻴﻞ ﻭﺍﻟﻨﻬﺎﺭ ﻓﺎﻥ ﳍﻢ ﻋﻴﺪﻯ ﳌﺰﻳﺪﺍ ﻭﺍﻧﺎ ﺍﻭﺳﻊ ﻣﻦ ﺫﻟﻚ‬ [Rasûlullâh

Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Semaya yükseltildim ve Allah’ın arşının altında
zincirlere bağlı bir şekilde Dünyanın bin katı kadar olan nurdan bir şehir gördüm. Bu şehrin
dörtyüz kapısı ve her kapının karşısında Allâh’ın rahmetiyle tefriş edilmiş, dayalı-döşeli bir
bostan ve her bostanda nurdan bir saray ve o sarayda nurdan bir ev ve her evde nurdan
yapılmış yetmiş bin oda ve her bir odada nurdan bir geceleme yeri ve her bir geceleme
yerinde de nurdan bir iç oda ve her bir iç odada da iki kanadı altından ve gümüşten olan
dörtyüz kapı ve her bir kapının karşında nurdan yatak ve her bir yatağın üzerinde de nurdan
döşek ve her bir döşeğin üzerinde de bir cariye vardı. Ve o cariyenin serçe parmağı dünyaya
görünse onun küçük parmağının nuru ve aydınlığı güneşi ve ayı bastırırdı. “Ya Rabbi bu
hangi peygamber ve hangi sıddık içindir.” dedim. Cenâb-ı Hak; “Allâh’ı gece dündüz çokca
zikreden erkek ve kadınlar içindir. Benim katımda onlar için daha ziyadesi var. Ben bundan
daha genişim.” buyurdu.]
Pes zâkirînin vüs‘at sultanlarından ârifîn ve kümmel ve aktâbın sultanları evsa‘ olduġu
ve enbiyâ ü mürselîn alâ merâtibihim sultanları evliyâ sultanlarından evsa‘ olduġu husūsan
sultan-ı enbiyâ aleyhi efżali’t-tahâyâ efendimiz hażretlerinin ‘ala’l-ıtlâk mertebe-i sultanları
cümleden evsa‘ olduġu mahal-i iştibâh değildir. Lâkin her birinin kendi rütbelerinde kendilere
pâdişâh-ı ma‘nâ ıtlâkı sahîhdir ki, atiye-i ilâhiye olan mülküne her biri müstakillen bir pâdişâhdır
ki, âhirinin mülkünde ve taht-ı tasarrufunda olmazlar. Süleymân-ı âsâ pâdişâh her dû-serâ ve
fermân ve fermâ-yı ber eyyâm oldum. Ve molla lafzı Süleyman’ın sıfat-ı murekkibesi olmak
baîdü’l-ihtimaldir. Zîrâ molla lafzı ne kadar ehl-i ‘ilme ıtlâk olunursa dahî enbiyâya ıtlâkı
münâsib değildir. Halbuki bu ma‘nâ ile hall-i terkîbde tekellüf yoktur. Ve Hażret-i Süleyman’ın
hâteminin nakşı fass-ı kalbinde hikmet-i rahmâniyyenin nakşından kinâyettir. Nitekim kelâm-ı

283
Bâri’de: “‫ﻢ‬
ِ ‫ﺣﻴ‬‫ﺍﻟﺮ‬ ‫ﺣ ٰﻤ ِﻦ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﺴ ِﻢ ﺍﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ ﺍﻟ‬
 ‫ ِﺑ‬‫ﻧﻪ‬‫ﻭِﺍ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻴ ٰﻤ‬‫ﹶﻠ‬‫ﻦ ﺳ‬ ‫ﻪ ِﻣ‬ ‫“[ ”ِﺍﻧ‬Mektup Süleyman'dandır, Rahmân ve
Rahîm Allah'ın adıyla (başlamakta)dır.” (Neml, 27/30)] mefhûm-i hakīkat melzûmu onu teyid
eder. Ol ecilden hażret-i Şeyh-i Ekber kuddise sırrahu’n-nur Fusûs’da fass-ı rahmâniyye fî

kelimet-i süleymâniyyede bu ma‘nâyı tavzîh edip buyurur: “ ‫ﻓﺎﺗﻰ ﺳﻠﻴﻤﺎﻥ ﺑﺎﻟﺮﲪﺘﲔ ﺭﲪﺔ ﺍﻻﻣﺘﻨﺎﻥ‬

‫ﻭﺭﲪﺔ ﺍﻟﻮﺟﻮﺏ ﺍﻟﻠﺘﺎﻥ ﳘﺎ ﺍﻟﺮﲪﺎﻥ ﺍﻟﺮﺣﻴﻢ ﻓﺎﻣﱳ ﺑﺎﻟﺮﲪﻦ ﻭﺍﻭﺟﺐ ﺑﺎﻟﺮﺣﻴﻢ ﻭﻫﺬﺍ ﺍﻟﻮﺟﻮﺏ ﻣﻦ ﺍﻻﻣﺘﻨﺎﻥ ﻓﺪﺧﻞ‬

‫”ﺍﻟﺮﺣﻴﻢ ﰱ ﺍﻟﺮﲪﻦ ﺩﺧﻮﻝ ﺗﻀﻤﻦ‬554 [10a]


Şârih-i fusûs Dâvud Kayserî kaddese sırrah tafsilleri üzere rahmet sıfat-ı ilahiyyeden
bir sıfattır ki, hakīkat-i vâhidedir. Lâkin esmâ-i zât ve esmâ-i sıfât mukteżāsı üzere iki kısma
münkasım olup birine rahmet-i zâtiyye ve birine rahmet-i sıfâtiyye derler. Ve ikisi dahî âm ve

hâs olmak ‘itibârıyla mecmû‘û dört kısım olup ve onlardan teferru‘ ile yüz rahmet olur. ‫ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ‬

‫ﺎ ﻋﺒﺎﺩﻩ‬ ‫ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺍﻥ ﷲ ﻣﺎﺋﺔ ﺭﲪﺔ ﺍﻋﻄﻰ ﻭﺍﺣﺪﺓ ﻣﻨﻬﺎ ﻻﻫﻞ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ ﻛﻠﻬﺎ ﻭﺍﺩﺧﺮ ﺗﺴﻌﺔ ﻭﺗﺴﻌﲔ ﺍﱃ ﺍﻻﺧﺮﺓ ﻳﺮﺣﻢ‬
[“Cenâb-ı Hak rahmetini yüz parçaya ayırdı; bunun doksan dokuzunu kendi katında tutdu da bir
parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle yaratıklar birbirine merhamet
eder.” (Buhârî, Edeb, 19, Müslim, Tevbe, 17)]
Pes rahmet-i zâtiyyenin rahmet-i âmme ve rahmet-i hâssası besmelede vâkı‘ olan er-
rahmân er-rahîmdir ki, rahmet-i Rahmâniye âmdır. Zâtın ‘ilmen ve ‘aynen cemî‘ eşyaya şümûlü
oluğundan ötürü ve rahmet-i rahîmiyye hastır. Zîrâ rahmet-i âmmenin tafsīlidir öyle rahmet-i
âmme ki, istidâd-ı hâs ile a‘yândan her birinin ta‘yînini feyż-i akdes ile mûcibedir. Ve rahmet-i
sıfâtıyyenin rahmet-i âmme ve rahmet-i hâssası fâtihada vâkı‘ olan er-rahmân, er-rahîm’dir. Pes
bunda dahî olan rahmet-i rahmâniyyenin hükmü âmdır. Rahmet-i âmme-i zâtıyyeden vücûd-i
âmm-ı ‘ilmiyeyi ifâza eder. Rahmet üzere müterettib olduġundan ötürü ve bunda olan rahmet-i
rahîmiyye a‘yândan her birinin istidâd-ı asliyyesi hasebince ol rahmet-i âmmeyi her birine tahsîs
eder ki bu rahmân ve rahîm rahmet-i zâtiyye-i âmme ve hâssanın neticeleridir. Pes bunu
bulduksa ma‘lûmun olsun ki, Hażret-i Süleyman iki rahmet ile geldi ki, birisi rahmet-i
imtinândır. Ve birisi rahmet-i vücûbdur. Pes rahmet-i itminân ‘inâyet-i ezeliyye hasebince zâtdan

554
[Süleyman iki rahmet getirdi. Biri rahmet-i imtinan diğeri rahmet-i vücûb ki, bunlar er-rahman ve er-rahîm’dir.
Birincisiyle ihsanda bulundu ikincisi ile de bir takım hususları îcâb ettirdi. Dolayısıyla er-rahîm, er-rahmân içerisine
tazammun yoluyla dahil olmuş oldu.]

284
hâsıl olan rahmetdir ve imtinân tesmiye olunması ‘amâl-ı ‘abdden bir amel mukâbelesinde [11a]
olmayıp kul hakkında Hażret-i Allâh’dan minnet-i sâbıka olduġundan ötürüdür. Ve rahmet

vücûb-i ‘amel mukâbelesinde olan rahmetdir ve vücûb-ı ıtlâkının sebebi kelâm-ı Bârî’de: “ ‫ﺐ‬
 ‫ﺘ‬‫ﹶﻛ‬

‫ﻤ ﹶﺔ‬ ‫ﺣ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﺴ ِﻪ ﺍﻟ‬


ِ ‫ﻧ ﹾﻔ‬ ‫ﻋﻠٰﻰ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺑ ﹸﻜ‬‫ﺭ‬ ” [“…Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı...” (Enâm, 6/54)] “ ‫ﺍﻯ ﺍﻭﺟﺒﻬﺎ‬

‫”ﻋﻠﻰ ﻧﻔﺴﻪ‬555 (Ya‘nî, Kendi üzerine vacip kıldı.) vârid olduġundan ötürüdür. Pes Hak Teâlâ

hükm-i âm olan rahmân ile cemî‘-i mevcûdâtın ‘ilimde ‘aynlarının ta‘yîni ve ‘aynda

vücûdlarının îcâdı ile cümle mevcûdâta imtinân eyledi. “‫ﻲ ٍﺀ‬


 ‫ﺷ‬ ‫ﺖ ﹸﻛ ﱠﻞ‬
 ‫ﻌ‬ ‫ﻭ ِﺳ‬ ‫ﱵ‬‫ﺣﻤ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﻭ‬ ”

[“…Rahmetim her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır…” (Arâf, 7/156)] “ ‫ﻤ ﹰﺔ‬ ‫ﺣ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﻲ ٍﺀ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﺖ ﹸﻛ ﱠﻞ‬
 ‫ﻌ‬ ‫ﻭ ِﺳ‬ ‫ﺎ‬‫ﺑﻨ‬‫ﺭ‬

‫ﺎ‬‫ﻭ ِﻋﹾﻠﻤ‬ ” [“…Ey Rabbimiz! Rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır…” (Mü’minûn, 40/7)] “ ‫ﺍﻯ‬

‫ ”ﻭﺟﻮﺩﺍ ﻭﻋﻠﻤﺎ‬zîrâ rahmet-i âmme cemî‘-i eşyânın vücûd-ı ammından ‘‘ibâretdir. Ve Hak Teâlâ
‘ayândan her birini mukteżā-yı isti‘dâdına eriştirmeğe nefsi üzerine muhassıs olan rahîm ile îcâb
eyledi. Vatkâ ki, bu îcâb dahî Hak Teâlâ’dan kulları üzerine bir minnet olduysa musannıf dahî

“‫ﺍﻻﻣﺘﻨﺎﻥ‬ ‫”ﻭﻫﺬﺍ ﺍﻟﻮﺟﻮﺏ ﻣﻦ‬556 dedi. Ya‘nî bu rahmet-i vücûb dahî rahmet-i îmtinâniyyeden oldu.
Zîrâ ma‘dûmun îcâdında ma‘dûm için Hak üzerine îcâb eder bir şey olmaz. Belki mevcûd
olduġu hâlde dahî ibâdât u tāâtda kula kudret veren oldur. Pes bu takdîrce rahmet-i vücûb dahî
rahmet-i imtinâniyyeden olup rahmet-i rahîmiyye rahmet-i rahmâniyye dâhil olur. Âmm tahtında

hâs dâhil olduġu gibi; “‫ﺑﻪ‬ ‫ﺬﻩ ﺍﳌﺜﺎﺑﺔ ﻓﺎﻧﻪ ﻳﻌﻠﻢ ﻣﻦ ﻫﻮ ﺍﻟﻌﺎﻣﻞ ﻣﻨﻪ ﻭﰱ ﺑﻌﺾ ﺍﻟﻨﺴﺦ‬ ‫”ﻭﻣﻦ ﻛﺎﻥ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﺒﻴﺪ‬557
Ya‘nî kullardan şol kul ki, bu mesâbede ola ya‘nî onun rahmet için Cenâb-ı Hak nefsi
üzerine muvecceb olan kullar mesâbesinde ola. Ol kulun kalbine feyż-i Hak’tan bir nûr-i işrâk ve
kalbini münevver etmekle ol kul mahbûb-i Hak olur. Ve [12a] şol kul ki, mahbûb-i Hak ola. Hak

onun sem‘i ve basarı ve cemî‘-i kuvvâsı olur. Kemâ verade fi’l-hadîsi’l-kudsî: ‫ﺮﺏ‬ ‫ﺘ ﹶﻘ‬‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬
ِ ‫ﺪ‬‫ﻋﺒ‬ ‫ﻣﺎﹶﺯﹶﺍ ﹶﻝ‬

555
“Ya’ni, ilmen ve vücûden”
556
“Bu vücûb imtinandandır.”
557
[Kullardan bu mesâbede olan kişi, kendi yaptığı fiilleri aslında kimin yaptığını bilir. Bazı nüshalarda “minh”,
“bih” olarak geçmektedir.]

285
‫ﻖ ِﺑ ِﻪ‬ ‫ﻨ ِﻄ‬‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬
ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﻧﻪ‬‫ﻭﻟِﺴﹶﺎ‬ ‫ ِﺑ ِﻪ‬‫ﺼﺮ‬
ِ ‫ﻴ‬‫ﻯ ﻳ‬
ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﺮﻩ‬ ‫ﺼ‬
 ‫ﺑ‬‫ﻭ‬ ‫ ِﺑ ِﻪ‬‫ﻤﻊ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬
ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﻪ‬‫ﻤﻌ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﺖ‬
 ‫ﻨ‬‫ ﻛﹸ‬‫ﻪ‬‫ﺒﺘ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﻪ ﹶﻓﺎِﺫﹶﺍ ﹶﺍ‬ ‫ﱴ ﹸﺍ ِﺣﺒ‬
 ‫ﺣ‬ ‫ﻮﹶﺍِﻓ ِﻞ‬‫ﻰ ﺑِﺎﻟﻨ‬ ‫[ ِﺍﹶﻟ‬Bir
hadîs-i kudsîde şu şekilde buyurulur: “Kulum ben onu sevene kadar bana nâfile ibadetlerle
yaklaşmaya devam eder. Ben onu sevdiğimde onun işiten kulağı ve gören gözü, konuşan dili
olurum.” (Buhârî, Rıkâk, 38 (VII, 190), Ahmed b. Hanbel, Musned, VI, 256)] Pes sem‘ u basara ve cemî‘-i
kuvvâsı Hak olan kimesne nefs-i ‘abdden yâhud nesf-i ‘abd ile âmil-i hakîkî kim olduġun bilir.

Ya‘nî nefs-i kuldan âmil-i hakîkî Hak olduġun ve kul âlet gibi olduġun yakînen bilir. “ ‫ﻭﻫﺬﻩ ﻣﻌﺮﻓﺔ‬

‫ﻻﻳﻐﻴﺐ ﻋﻨﻬﺎ ﺳﻠﻴﻤﺎﻥ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺑﻞ ﻫﻰ ﻣﻦ ﺍﳌﻠﻚ ﺍﻟﺬﻯ ﻻﻳﻨﺒﻐﻰ ﻻﺣﺪ ﻣﻦ ﺑﻌﺪﻩ ﻳﻌﲎ ﺍﻟﻈﻬﻮﺭ ﺑﻪ ﰱ ﻋﺎﱂ‬

‫”ﺍﻟﺸﻬﺎﺩﺓ‬558

Ma‘rifet-i mezkûre ya‘nî nefs-i kuldan âmil-i hakîkî Hak olub ve kul âlet gibi olduġun
bilmek Süleyman’dan fevt olmaz. Zîrâ kâffe-i halâyıka ya‘nî ins u cine me‘bûs olan mürselînden
ve ra‘ıyyette mutasarrıfîn olan hulefâdandır. Ve ma‘lûmdur ki, esmâ-i ilâhiyyeye ve ma‘rifetine
mutehakkık olmak halîfeye lâbuddür ki, ‘âlemde onunla tasarruf mümkün ola ve ma‘rifeti
mülkden kılması ol ecildendir ki, mülk-i devlet-i zāhire ve saltanat-ı kâhiredir. Bu devlet-i zāhire
ise hâsıl olmaz illâ ol devlet-i zāhirenin rûhiyle olur ki ona devlet-i bâtına derler. Ve bu devlet-i
bâtınanın dahî rûhu ma‘rifetullâh ve ekvânda tasarruf eden esmâ-i ilahiyyenin ma‘rifetidir. Pes

ma‘rifet devletin rûhudur. Velâyet nübüvvetin bâtını ve rûhu oluğu gibi ‫‘“ ﻭﻳﻌﲎ ﺍﻟﻈﻬﻮﺭ ﺑﻪ‬âlem-i

şehâdette zuhûr” kavl-i şerîfi “‫ﻻﺣﺪ‬ ‫”ﻻﻳﻨﺒﻐﻰ‬559 kavl-i şerîfini tefsirdir. Ya‘nî bu mülk ile ‘âlem-i
şehâdette zuhûr, Hażret-i Süleymân’dan gayrı bir kimesneye lâyık değildir. Lâkin Hażret-i
Süleyman’dan evvel ve sonra olan aktâb ve kümmel bu makāmı mütehakkıklardır. Ancak ol
makām ile ‘âlem-i şehâdette zuhûr etmezler. [13a] Ve’l-hâsıl “fass-ı mollâda nakş-ı Süleyman
buldum” buyurdukları bu mazhar-ı rahmet-i rahmâniyyet oldukları cihetten bu makāmı
tahakkuk eden kümmel ve aktâbdan olduklarına remz ve işâretdir.

III. Beyt:

558
[Bu, Süleyman aleyhisselâm’a mechûl kalmayacak bir bilgi (ma’rifet)dir. Bilâkis bu, ondan sonra kimseye lâyık
olmayan bir mülktür. Ya’ni bu mülk ile ‘âlem-i şehâdetde zuhûrdur.]
559
“kimseye lâyık olmayan”

286
‫ﺩﺭﻛﻨﺎﺭ ﲝﺮ ﰉ ﭘﺎﻳﺎﻥ ﲜﻮﻻﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﻳﻚ ﻗﻄﺎﺭ ﺍﺷﺘﺮ ﺑﻜﻮﻩ ﻗﺎﻑ ﺑﻮﺩﺍﻧﺪﺭ ﻛﺬﺭ‬
Tercüme:

Bir katar üştür ederlerdi sivâ kafa gezer


Devr eder sâhil-i ummânda hayrân buldum
Bir katar üştürden murâd mümkündür ki, silsile-i rivâyet ve ‘an‘ane-i dirâyet ile
birbirlerine muttasıl olan kure ‘ulemâ-i zāhir ola. Ve kûh-i kâfdan murâd cebel-i vücûd-i ‘ilm
ola. Yâ‘ni ‘ilimden nefislerine ‘ârız olan varlık-ı cibillî ola. Zîrâ keşî ‘ilm-i zāhir tahsîlinde
terakkī buldukça nefsinde bir pindârlık ârız olur ki, ümmî olanlar onun ‘indinde hacer ü şecer
mesâbesinde görünmekle ona hayr minh da‘vasına tesaddî edip tavk-ı kibr u azameti kerden
isti‘dadına takar yâhud bir katar üştürden murâd mümkündür ki, rişte-i ‘akl u hikmet ile
birbirlerine peyveste olan erbâb-ı hikmet ve ashâb-ı kelâm ola. Bu takdirce kûh-i kâftan, murâd
sūret ola. Zîrâ kûh-i kâf ‘ankā’nın mahallidir. Ve ıstılahda ‘ankā ve heyûlâ ve hebâ’ şol şeye560
derler ki, Allâh Teâlâ ecsâd-ı ‘âlemi onda feth eyledi. Şunun birle ki, vücudda onun aynı yoktur.
İllâ şol sūretler ile ki, onda feth olundu. Bu mertebe-i hebâiyye tertîb-i merâtib-i vücude nazaran
dördüncü mertebedir. Ya‘nî ‘akl-ı evvel ve nefs-i [14a] kulliyye ve tabi‘at-ı külliyeden
sonradır.561 Ve ondan sonra cism-i kullî olan arşdır. Ve bu mertebe-i hebâiyye ta‘akkül olunmaz.
İllâ beyâz ve sevaddan ebyaz ve esved ta‘akkülü gibi ki, sevâd ve beyâz ma‘kûliyyet üzeredir.
His ise ebyaz ve esvede müte‘alliktir. Ya‘nî erbâb-ı hikmet ve kelâmın mezhebleri, mâhiyyât ve
hakâyıkı cevâhir ve a‘râz ile ta‘akkül etmeden ‘‘ibâret olduġundan netice-i sülûkleri sūret ve
hebâya müntehî olmasına remz ve îmâdır. Yâhud bir katar üştürden murad mümkümdür ki,
râbıta-i irâdet ve zâbıta-i inâbet ile birbirlerine silsile ve bâr-ı girân meşâk tarîki mahal olan ehl-i
tarîk ola. Ve bu takdirce kûh-i kaftan murad pindâr-ı makāmât-ı rüsûm yâhud cebel-i hestî-i
mevhûm ola. Yâhud bir katar üştürden murad kelâm-ı kerâmetnizamları câmi‘u’l-kelim olmağla

asnâf silsile-i mezkûre ola. Ve “‫ﺍﻟﺘﻘﺎﺩﻳﺮ‬ ‫”ﻭﻋﻠﻰ ﻛﻞ‬562 mısra‘-ı sânide “Onları bahr-i bî-pâyânın
kenârında cevelânda buldum.” buyurdukları bahr-i bî-pâyândan murâd bahr-ı tevhîd-i hakīkat ve
ummân bî-girân-ı ma‘rifettir ki, kenârı ya‘nî sâhili fezâ-yı hayret-fezâ-yı şerî‘at u tarîkatdir. Ve

560
B: + “‘ankā ve hebâ’ şol şeye”
561
B: - “Ya’nî ‘akl-ı evvel ve nefs-i kulliyye ve tabi’at-ı külliyeden sonradır.”
562
“bütün takdirler üzerine”

287
pâyânı olmayan bahre kenâr isbâtı “‫ﺍﻻﺳﺘﻌﺎﺭﺓ‬ ‫”ﻋﻠﻰ ﺳﺒﻴﻞ‬563dır. Ya‘nî hakīkatde Mahbûb olduġu
hâlinden ‘ibâretdir. Yoksa bahr-ı hakīkat şerî‘at ve tarîkatı dahî muhîttir. Ol ecilden bî-ka‘r u bî-
pâyândır. Mahsûl-ı terkîb-i izâf silsile-i mezkûrenin her birini bî-had ve bî-girân olan bahr-ı
hakīkatin kenârında cevelân eder buldum. Ya‘nî gorûh-i mezkûrenin biri dahî deryâ-yı hakīkate
kadem basamayıp sâhil-i mecâzda hayrân ve ser-gerdân tâb-ı tef devri ile cevelân ve âteş-i
sûzân-ı mehcûri ile büryân olup giderler. [15a] Zîrâ ‘ilm-i zāhirde eserden müessire istidlâl ile
ancak tevhîd-i âsâre yol bulunur. Ve ‘ilm-i kelâm ve hikmette devran devr belki tevhîd-i ef‘âle
bir semt bulunur ve tarîkatte mücâhedât ve riyâzât ile tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb ederek
makām-ı tengnâ-yı nesfden güzâr ve me’vâ-yi ferah-fezâ-yı kalbde karâr eder ise mahzar-ı
tecellî-i tevhîd-i ef‘âl olup irşâd-ı mürşîd ile hakīkat-ı tevhîd-i ef‘âle yakîn hâsıl olur. Ve terbiye-
i mürşid-i kâmil ile mezâlik-i akdâmdan güzâr ve me’vâ-yı kalbden serâ-yı rûh-i pür-fütûha sefer
eder ise mahzar-ı tecellî-i tevhîd-i sıfât olup irşâd-ı mürşîd ile hakīkat-ı tevhîd-i sıfâta yakîn hâsıl
olur. Ve telsiye-i mürşid-i ekmel ile terk-i da‘vâ-i istihkâk edip serâ-yı rûhdan nehzat ve hareket
ile rehyâb pâ-yı taht-ı şehr-i hakīkat olursa cemâl-i şems-i ahadiyyet zât-ı metâlı‘-i esmâ u
sıfâtdan işrâk ve hestî-i mümkinâtı külliyen ihrâk etmeğin bakiyye-i şu‘ûr-i sâlik bahr-ı
ahadiyyet-i hakīkatde müstağrak ve hâlik olur. Ehl-i tarîkın binde biri bu isti‘râk-ı bahr-i

hakīkate reh-yâb olamadıklarından “‫ﻛﺎﳌﻌﺪﻭﻡ‬ ‫”ﺍﻟﻨﺎﺩﺭ‬564 kabîlinden olup ekser üzerine hükm-i kül
vârid olduġundan ‘ale’l-‘ıtlâk onları sâhil-i bahr-i hakīkatde cevelân eder buldum, diye
buyurdular. Zîrâ bahr-i hakīkate dalmak hestî-i mümkinâtı âteş-i fenâya salmakdır. Ve sâhil-i
bahr dahî esnâf-ı mezkûrenin yakîn ve hallerine nisbetle ba‘îde b‘aîd ve karîbe karîbdir. Yâhud
bir katar üştür âfâka sarf olunduğu gibi enfüse dahî sarfı mümkündür ki, bir katar üştürden
murâd ser-rişte-i ta‘allük ile birbirlerine merbût olan havâs-ı hams-ı bâtına ve akl ola. [16a] Ve
birbirlerine râbıtaları şu vechiledir ki, mahsūsâtı hiss-i müşterek hayâle ve hayâl-i hâfızaya ve
hâfıza-i zâkireye yâhud müfekkireye zakîre dahî ‘akla yâhud müfekkire vehme erişdirir.
Ma‘kûlâtı dahî kezâlik ‘akıl yâhud vehm hâfızaya ve hâfıza-i zâkireye ve zâkire hayâle ve hayâl
hiss-i müştereke ilkâ’ eder. Ve hiss-i müşterek dahî melfûzât kabîlinden ise vâsıta tercümân-ı
lisân ile edâ yâhud mektûbât kabîlinden ise vâsıta-i kalem şîrîn-i zebân ile imlâ eder. Ve bir katar
üştür havâss-ı hams-ı zāhire ve sâir kuvvâ-yı semâniyye-i bâtınıyye ve kuvvâ-yı cismiyyeye sarfı
mümkün değildir. Zîrâ onlar birbirlerine merbût olmadıklarından gayrı ma‘kûlâtı idrâk eylemek

563
“istiâre yoluyla”
564
“Nâdir olan yok gibidir.”

288
onların şânından değildir. Zîrâ havass-ı hams-ı zāhire eğerçi mahsūsâtı idrâk eder. Lâkin
ma‘kûlâtı idrâk eylemez sâir kuvvâ-yı batınıyye ise ne mahsūsâtı ve ne ma‘kûlâtı idrâk edebilir.
Ol ecilden bir katar üştür diye ta‘bîr buyurdular ve bu takdîrce kûh kâftan murâd hayâl-i
mutlakdır. Zîrâ ‘avâlim-i melekûtiyyenin a‘zamîdir. Ve kenâr-ı bahrı bî-pâyânda onları
cevelânda buldum, diye buyurdukları ma‘kûlâtı idrâk eden zât-ı hakkı idrâkden ‘âcizdir demeden
‘ibâretdir. Ve bunda kenâr-ı bahrden murâd mertebe-i ‘akl olur ki, ona ta‘ayyün-i evvel dahî
derler. Mahsûl-i terkîb esnâ-yı seyr ü sülûkumda cem‘iyyet-i havâss-ı bâtına ve akl-ı ma‘dûmla
mertebe-i hayâl-i mutlaka erişdiğimde hiss-i müşterek ile hayâl-i mukayyedim onda kıldı ve
mertebe-i nefs-i külliyeye erişdiğimde nefs-i mutma‘ine ve hâfıza ve zâkirem onda kâldı.
Mertebe-i ‘akla erişdiğimde akl u vehmim onda kaldı. Her cünd ki, kat‘-ı menâzilde

ma‘iyyetlerini temennî eyledim ise: “ ‫ﻡ‬ ‫ﻌﻠﹸﻮ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻡ‬ ‫ﻣﻘﹶﺎ‬ ‫ﻨۤﺎ ِﺍﻟﱠﺎ ﹶﻟﻪ‬‫ﺎ ِﻣ‬‫ﻭﻣ‬ ” [“Melekler şöyle derler: Bizim
herbirimiz için, bilmen bir makam vardır.” (es-Sâffât) 37/164)] ile [17a] resîde-i iztirâb ve

âhirü’l-emr “‫ﻻﺣﺘﺮﻗﺖ‬ ‫”ﻟﻮﺩﻧﻮﺕ ﺍﻟﻨﻤﻠﺔ‬565 i‘tizârıyla cevâb verdiklerinde cümleden ‘ârî olduġum

hâlde ta‘ayyün-i evvelden murâfakat-i refref-i ‘aşk ve muvâfakat-ı cezbe-i Hak ile sırrımı ‘âlem-
i lâ ta‘ayyünde buldum. Evvel hâlde işrâk-ı şems-i ehadiyyet zât-ı hânümân sû-i hestî-i
mümkinât olub fenâ-i kullî ile sırrım bahr-i hakīkatde müstağrak ve bi’l-kulliyye varlığımdan
müstehlik oldum ki, keyfiyet-i istiğrâk ve istihlâkım ne lisânü’l-fasîhü’l-beyân ile ta‘bîr ve ne
kalem-şîve-i zebân ile tahrîr mümkündür. Ba‘dehû fenâ fillâh’da ‘atiyye-i rûh-i kudsî ile bekā
billâha erişip sâhil-i ta‘ayyüne hurûcumda ol havâss-ı bâtına ve ‘aklı onda hayrân ve sergerdân-ı
cevelân eder buldum, demek olur. Bunda bir suâl vârid olur ki, çünkü ‘aklı sâhil-i bahr-i bî-
pâyân-ı hakīkatde hayrân ve sergerdân ola. Cevâhir-i esrâr bahr-ı hakīkati beyân nice
mütasevverdir. Hâlbuki erbâb-ı hakīkatden niceleri esrâr-ı hakīkatden nice esrâr-ı ‘acîbe kâla
götürmüşlerdir. Cevâb esrâr-ı hakīkatin kāle kelimesinin sırr-ı hikmeti oldur ki, vatkâ ki, sâlik
fenâ fillâh’da vücûd-ı mevhûmundan fenâ olduysa rûh-ı kudsîden ‘‘ibâret olan vücûd-i mevhûb-i
hakkânî ile serîr-i hilâfetde şâbân olub ‘akl-ı evvel rûh-i kudsî-i sultānînin vezîri olmağla halvet-i
hâss-ı hakīkat ihtisāssına duhûle fırsat-yâb oldukça zāhire hurûcu mukteżā olan emr-i pâdişâhı
her ne ise evvel onda levh-i cevher akla müntakiş olur. Ve ‘akıldan dahî levh-i hâfızaya nakş ve
zâkire vâsıtasıyla hayâle ve hayâlden hiss-i müştereke ve hiss-i müşterekten vâsıta-i lisân ile
ta‘bîr yâhud vâsıta-i kalem ile [18a] tahrîr olunur. Ve rûh-i kudsînin cevher-i bahr-i hakīkati

565
“Eğer parmak ucunu yaklaştırırsan yanarsın.”

289
isti‘dâdı ıtlâkınca idrâk etmesi ba‘îd değildir. Zîrâ ol bahr-i hakīkatin gayrı değildir. Emvâc-ı
bahrın gayrı olmadığı gibi fefhem.

IV. Beyt:

‫ﻫﺮﺳﻴﻪ ﺭﺍﺩﺭﺑﻄﻦ ﻣﺎﺩﺭ ﺯﻧﺪﻩ ﰉ ﺟﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﻧﺎﻗﺎﻩﺀ ﺻﺎﱀ ﻋﺼﺎﻯ ﻣﻮﺳﻰ ﻭﺭﻭﺡ ﭘﺬﺭ‬
Tercüme:

Nâkatu’llâh ve asâ-yı Mûsâ ve rûh-ı pezir


Ana karnında evlâdı dürr-i bî-cân buldum.

Nâka-i sâlihden murâd sūret-i nefs-i hayvâniyyedir ki, nefs-i nâtıkanın merkebidir.
Nefs-i hayvaniyetinin mürekkebi beden olduġu gibi ve bu nefs-i hayvâniyet nefs-i bâtınanın
maksûda vusûl için matiyye-i kaviyyesidir. Zîrâ enfüs-i nâtıkanın maksûdu hâsıl ve kâmil olmaz
ilâ ol nefs-i hayvâniyye ile olur ve asâ-yı Mûsâ’dan murâd sūret-i nefs-i emmâredir ki, sü‘bâna
munkalib olduġu vakitte hayât-ı mevhûmât u mutehayyilâtı nefy u mahv edici sūret nefs-i

mutma‘ine olur. Ol ecilden hażret-i Mûsâ “‫ﺎ‬‫ﻴﻬ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ‫ﺍ‬‫ﻮ ﱠﻛﺆ‬ ‫ﺗ‬‫…“[ ”ﹶﺍ‬Ona dayanırım…” (Tâhâ, 20/18)]

dedi. Yânî seyr u sülûkumda onunla i‘ânet taleb ederim. “‫ﻤﻲ‬‫ﹶﻏﻨ‬ ‫ﻋﻠٰﻰ‬ ‫ﺎ‬‫ﺶ ِﺑﻬ‬
 ‫ﻭﹶﺍﻫ‬ ”566 [“…onunla
davarlarıma yaprak silkerim…” (Tâhâ, 20/18)] dedi. Ya‘nî taht-ı yedimde olan kuvvâ-yı

bedeniyyemi onunla gıdalandırırım. “‫ﺧﺮٰﻯ‬


 ‫ﹸﺍ‬ ‫ﻣ ٰﺎ ِﺭﺏ‬ ‫ﺎ‬‫ﻲ ﻓﻴﻬ‬ ‫ﻭِﻟ‬ ” [“…ve onda başka hacetlerim

(faydalanacağım şeyler) de var…” (Tâhâ, 20/18)] dedi. Ya‘nî kemâlât-ı müktesebeden olan
bunlardan gayrı maksûdlarım dahî vardır ki, onda hâsıl olur. Ya‘nî nefs-i emmâre mutma‘inneye

munkalib oldukta ma‘siyeti ki, seyyiedir. Ve tâ‘ata munkalib olur ki, hasenedir. “ ‫ﻪ‬ ‫ ﹸﻝ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﺒﺪ‬‫ﻳ‬

‫ﺕ‬
ٍ ‫ﺎ‬‫ﺴﻨ‬
 ‫ﺣ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻴـَﺎِﺗ ِﻬ‬‫ﺳ‬ ” [“…Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir…” (Furkan, 25/70)] [19a]

ve rûh-i bedenden murâd rûh-i izâfîdir. “…‫ﻭﺣﻲ‬‫ﺭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ ﻓﻴ ِﻪ ِﻣ‬‫ﺨﺖ‬


 ‫ﻧ ﹶﻔ‬‫ﻭ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺘ‬‫ﻳ‬‫ﺳﻮ‬ ‫ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬ ” [“Ben, onun

566
B: + “‫ﻤﻲ‬‫ﻋﻠٰﻰ ﹶﻏﻨ‬ ‫ﺎ‬‫ﺶ ِﺑﻬ‬
 ‫ﻭﹶﺍﻫ‬ ” kavl-i şerîfinin mâ’nâ-yı zâhire ve bâtınası Hazret-i Mûsâ salavâtullâhu alâ nebiyyinâ
aleyh hakkında cârîdir ki, ma’nâ-yı zâhirisi ol asâ ile koyunlar üzerine gıdâ olacak yaprak düşürdüm demek olur. Ve
Hazret-i Mevlânâ kaddesenallâhu bi-sirrihi’l-’alâ’ya ma’nâ-yı zâhirisi ma’hûd-i enfüsde ma’nâ-yı bâtınîsi ile tefsîr
olundu. Bundan bir vehm-i ârif olmaya ki, ma’nâ-yı zâhirîsi murâd değildir, demek ola. Bâtınîlerin iddiâsı gibi
ne’ûzu billâh min zâlik belki bundan mürîdân “‫ ”ﻟﻜﻞ ﻣﻦ ﺍﻳﺘﻪ ﻇﻬﺮﺍ ﻭﺑﻄﻨﺎ ﻭﻟﺒﻄﻨﻪ ﺑﻄﻦ ﺍﱃ ﲰﻴﻌﺘﻪ‬kavl-i şerîfinin mukteżāsı üzere
muhammil olan ma’nâ-yı bâtını beyandır.”

290
yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman” (Hicr 15/29, Sâd 38/72)] ve
tahkīk gorûh-i muhakkikîn üzere iżāfet-i teşrîfiyye ile muzâf li-nefse olan rûhdan murâd rûh-i
Muhammedî aleyhissalât u ve’s-selâmdır. Ol ecilden hakīkat-i muhammediyyeye ebu’l-ervâh
derler ki, bunda mâye-i muhammediyyeden ‘‘ibâretdir. Ve anadan murâd nefs-i nâtıkadır. Ve
nefs-i nâtıkadan onların cansız diri olmaları nefs-i hayvâniyye ve nefs-i mutmainneye başka
başka rûh-i hayvânî i‘tibar olunmaksızın her biri diri olduġunu ve mâye-i muhammediyye rûh-i
hayvânîden münezzeh olub hayât-ı ebediyye ile hay oluduğunu beyândır. Mahsûl-i terkîb nefs-i
hayvâniye ve nefs-i mutmainneyi ve mâye-i muhammediyyeyi rûh-i hayvanî i‘tibâr
olunmaksızın nefs-i nâtıkamda hay buldum, demek olur. Yâhud nâka-i sâlihden murâd Hażret-i
Sâlih’in sırrıdır. Zîrâ her birinin mu‘cizesi mukteżā-yı sırrının neticesidir ki, zikr-i sebeb irâde-i
müsebbeb kabîlinden olur. Ve asâ-yı Musâ’dan murâd Hażret-i Musâ’nın sırrıdır. Ve rûh-i
bedirden murâd Hażret-i fahr-i kâinât aleyh-i efżali’s-salavât efendimiz’in sırrıdır. Ve nefs-i
nâtıkadan cansız hay olmaları mertebe-i sırr-ı mertebe-i rûhun fevkinde olduġundan sırda rûh-i
ıtlâk olunmaz ve hay olmaları sıfat-ı hayât-i ebediye ile muttasıf ve nefs-i nâtıkayı cânib-i
Hakk’a muharrik olduklarından ‘ibârettir. Ve birbirinin sırrına mahrem ve mazhar olmakla
ıstılâhât-ı sûfiyyede bürûz ta‘bîr olunur ki, evvel zâtın sırrı ol bir âhir zâtta bir bürûz etmesi ol
zâtın kademinde olmakla işâretdir. Evliyâullâhdan ba‘żıları enbiyânın birinin ve ba‘żısı ikisinin
ve ba‘żısı dahî ziyâdesinin kadem-i şerîflerinde bulunmuşdur. Ve zuhûr ile bir vezin farkı [20a]
oldur ki, bir sırr kendi nefs-i nâtıkasında bulunmasına zuhûr derler. Ve âhirîn nefs-i nâtıkasında
bulunmasına bürûz derler. Min vech cansız diri buldum buyurdukları buna işâretdir. Yâ‘nî
onların sırları kendi nüfûs-i nâtıkalarından mücerred oldukları hâlde nefs-i nâtıkasında onları hay
buldum, demek olur. Yâ‘nî sırr-ı velâyet-i sâlihiyye ve sırr-ı velâyet-i Mûseviyye ve sırr-ı
velâyet-i Muhammediyye nefs-i nâtıkamdan bürûz etmekle kendimi onların kadem-i iksîr-i
tev’emlerinde buldum, demek olur. Zîrâ her bir nebînin sırrı velâyeti cihetidir.

V. Beyt:

‫ﺍﻥ ﺧﺮﺍﻧﺪﺭ ﺭﺧﺎﻧﻪﺀ ﺳﻮﺯﻥ ﺩﺭﻛﻮﻳﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﺍﻥ ﺧﺮ ﻋﻴﺴﻰ ﻭﺍﻥ ﺳﻮﺯﻥ ﻛﻪ ﺑﻮﺩﺵ ﭘﺎﻯ ﻧﺒﺪ‬
Tercüme:

Ol har-i sûzen ki İsâ ona pâyend oldu


Harı evde yakada sözünü pinhân buldum.

291
Pes har-i İsâ’dan murâd kuvvet-i şeheviyedir. Zîrâ himârın sıfat-ı gâlebesi şuhûtdur.
Ya‘nî her bir hareket ki, cezb-i menfa‘at için yâhud taleb-i lezzet için hayvanda yâhud insanda
görüle ona kuvvet-i şeheviyye derler. Ve bu kuvvet-i şeheviyye nefs-i nâtıka-i insâniyyede bir
kuvvet-i râsihadır ki, penbe-i beden fânî ve mütelâşi olduktan sonra dahî nefs-i nâtıkada sâbitdir.

“‫ﻥ‬
‫ﻭ ﹶ‬‫ﺎِﻟﺪ‬‫ﺧ‬ ‫ﺎ‬‫ﻢ ﻓﻴﻬ‬ ‫ﺘ‬‫ﻧ‬‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﻦ‬‫ﻋﻴ‬ ‫ﺗﹶﻠﺬﱡ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﻭ‬ ‫ﻧﻔﹸﺲ‬‫ﻬﻴ ِﻪ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺸﺘ‬
 ‫ﺗ‬ ‫ﺎ‬‫ﺎ ﻣ‬‫ﻓﻴﻬ‬‫”ﻭ‬ [“…Orada canların çektiği ve gözlerin

hoşlandığı herşey vardır. Siz orada ebedi olarak kalacaksınız…” (Zuhruf, 43/71)] ya‘nî
cennetde nefislerin iştihâ eyledikleri ve gözlerin telezzüz eyledikleri şey vardır. Halbuki siz
cennetde muhalled ve müebbedsiz. Pes bundan ma‘lûm oldu ki, âhiretde dahî kuvvet-i şeheviyye
nefs-i nâtıkadan zâil olmaya. Ve har-ı Hażret-i İsâ’ya nisbetden murâd kuvvet-i şeheviyeye
galebesini beyândır. Zîrâ bir şeyi bir şeyin üzerine râkib olsa üzerinde olan şey [21a] bi-eyy-i hâl
altında olan şeye gâlib olmak iktiżā eder. Zîrâ elbette râkib gâlib ve merkûb ma‘lûbdur. O
ecilden Hażret-i İsâ’ya tezevvüc vâkı‘ olmayıb tecrîd ile evkât-güzâr oldular ve sözünden murad
âlet-rişte-i ta‘alluk mürekkebât ve râbıta-i besâit-i mufredâtdır. Ol ecilden ihrâm-ı hacda iğne ile
dikilmiş sevb giymek ona harâm oldu ve avrete harâm olmadı. Zîrâ âdem ne kadar mürekkebden
halk olunduysa dahî yine besâite akr’abdır. Ve Havvâ murekkeb-i muhakkık olan Âdem’den
halk olunmakla besâitten eb‘addir. Pes avrata ihrâm-ı hacda iğne ile dikilmiş esvâb giymek câiz

olduġu “‫ﺍﺻﻠﻪ‬ ‫”ﻛﻞ ﺷﺊ ﻳﺮﺟﻊ ﺍﱃ‬567 mefhûmunca gûyâ aslı olan racul merkebe avdetine emirdir. Ve
racule ihrâm-ı hacda iğne ile dikilmiş esvâb giymek câiz olmadığı güyâ kayd-ı terkîbden ıtlâk
besâita meyl ve rücû‘una emirdir. Yâ‘nî kuyûd-i ecsâm mürekkebâttan ıtlâk besâit-i müfredâta
ve besâit-i müfredât-ı kesîdeden besâit-i ecrâm-ı latīfeye ondan cevher sūret-i hebâiyyeye568
ondan cevher-i nefse ondan cevher-i akla rücu‘ eyle ondan sonra civâr-ı kuds ve makām-ı üns
olan Beytullâh’a teveccüh eyle demeden ‘ibâretdir. Ve ihrâm-ı hacda izâr ile ridâ giymek câiz
olması iğne ile dikilmiş mürekkeb olmadığından ötürüdür. Ol ecilden ya‘nî izâr ile ridâ terkîb

bulunmadığından ötürüdür ki, Cenâb-ı Hak onunla nefsini vasf edip “‫ﺍﺯﺍﺭﻯ‬ ‫”ﺍﻟﻜﱪﻳﺎﺀ ﺭﺩﺍﺋﻰ ﻭﺍﻟﻌﻈﻤﺔ‬
[“Kibir ridâm(üst giysim), azamet izârımdır (alt giysimdir.)” (İbn Mâce, Zühd, 16, II, 1397, Keşfü’l-
hafâ, II, 102 n. 1899)] buyurdu. Zîrâ her mürekeb infisâl hükmündedir. Ya‘nî nefsini terkîb ile

ittisâfdan tenziye ile vasf eyledi. İşte bu vecihle hac edenler hacc-ı ma‘nevî-i hakîkî edenlerdir.
Bunların gayrı ev sahibini evde [22a] bulmadık denilir. Ve sözünü Hażret-i İsâ’ya nisbetden

567
“Her şey aslına rücû’ eder.”
568
B: + “güyâ kayd-ı terkîbden ıtlâk besâita ondan ecrâm-ı latîfeye ondan cevher sûret-i hebâiyyeye”.

292
murâd kuyûd rişte-i ta‘alluk mürekkebâtı terk edip ıtlâk-ı besâit569 ecrâm-ı latīfe-i ‘ulviyyeye
su‘ûd eylediklerini beyândır. Ve sözün ona pâ-bend olması ol âlet-i rişte-i te‘alluk mürekkebât
bir keyfiyyet kuvvet-i isti‘dâddan ‘‘ibârettir ki, ol kuvvet esmâ-ı sâniyeden bâlâya su‘ûduna
mâni‘ oldu ki, ol kuvvet-i isti‘dâdiyye dünyâya nüzûlünü mukteżîdir. Ve İsâ’nın harını hâneden
ve sözünü girîbânımda buldum buyurdukları ol ma‘lûb olan kuvvet-i şeheviyyeyi nefs-i
nâtıkamda ve rişte-i ta‘alluku tükenmiş sözünü girîbân-ı sadrımda buldum, demek olur. Mahsûl-i
terkîb kuvvet-i şeheviyye nüfûs-i beşeriyyede mukteżā-yı tabiate ne kadar mâil ve gâlib ise
tevfîk-i Hak ve Kâdir-i Mutlak ile ben ona galebe edib kuvvet-i şeheviyyemi cezb-i menfaatte
semt-i rıżā-yı Hakk’a ma‘tûf ve taleb-i lezzetde zevk-i müşâhede-i cemâl-i mutlaka masrûf
kıldığımdan nâşî kuyûd reste-i ta‘allük-ı mürekkebâtı terk edib âlet rişte-i ta‘allük-ı mürekkebât
olan sözün isti‘dâd-ı girîbân-ı sudûrumda pinhân kıldım. Yânî seyr ü sülûkumda kuvvet-i
şeheviyyemi mukteżā-yı tabîatten semt-i rıżā-yı Rabbü’l-izzete döndürüp nefy-i kuyûd-i mâsivâ
ile teallük mürekkebâtdan ıtlâk-ı besâit-i müfredâta ve besâit-i müfredât-ı kesîfeden besâit-i
ecrâm-ı latīfeye ondan sūret-i hebâiyyeye ve cevher-i hebâiyyeden cevher-i basît-ı nefse ve
ondan cevher-i basît-ı ‘akla ve ondan hatîra-i kudse ‘urûc ve ıtlak-ı küllî ile makām-ı ünse vülûc
edip sırr-ı Îseviyyeye mahremiyyet ile ‘âlem-i beşeriyyete nüzûl u hurûc eyledim. Ya‘nî kadem-i
Hażret-i Îsâ’yı dahî cem‘ eyledim, demek olur.

VI. Beyt: [23a]

‫ﭘﺨﺘﻪ ﻧﺎﱏ ﺧﻮﺭﺩﻡ ﻭﰉ ﺿﺮﺏ ﺩﻧﺪﺍﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﺩﺧﻞ ﻫﻔﺖ ﺍﻗﻠﻴﻢ ﺭﺍ ﺍﺯﻛﻨﺪﻡ ﻭﻛﺎﻭﺭﺱ ﻭﺟﻮ‬
Tercüme:

Heft kişverde ki, buğday ve darı ve çûyi


Çekinmeksizçe yedim hâzır bir nân buldum570
Heft kişverden murâd heft âsmândır ve buğdaydan murad arabîsi bur’dur. Bâ’nın
damıyla ki, bâ’nın kesri ile olan birrin tecnîs-i nâkısıdır. Bâ’nın kesriyle birr murad olur ki, iyilik

ve ihsan ma‘nâsınadır. Ve ihsânın ma‘nâ-yı ıstılah‘si müşâhede ve mürâkabeden kinâyettir. “ ‫ﻛﻤﺎ‬

‫”ﻗﺎﻝ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺍﻻﺣﺴﺎﻥ ﺍﻥ ﺗﻌﺒﺪ ﺍﷲ ﻛﺎﻧﻚ ﺗﺮﺍﻩ ﻭﺍﻥ ﱂ ﺗﻜﻦ ﺗﺮﺍﻩ ﻭﻫﻮ ﻳﺮﺍﻙ‬ [“İhsan, Allah’a onu

569
B: + “ıtlâk-ı besâit-ı müfredâtâ erişdim ki, sonra”
570
B: + “pohteçe”

293
görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor.”
(Buhârî, Îmân 37; Müslim, Îmân 1, 5, Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)] ve dârı’dan murad arabîsi

zürre’dir zâ’nın zammıyla ki, zâ’nın fethiyle olan zerre’nin tecnîs-i nâkısıdır. Zâ’nın fethiyle
olan zerre murad olunur ki, ziyâde küçük karıncaya şuâ‘-ı şemsden görünen ufacık nesneye
derler ki, murad-i fî hebâdır. Hebâ dahî zerre ve toz ma‘nâsında ve heyûlâ ma‘nâsında
müsta‘meldir ki, bunda heyûlâ ma‘nâsına olan hebâ murad olunur. Ve cev’den murad arabîsi
şa‘îrdir ki, münâsebet iştikâkıyye ile şu‘ûr ve şa‘r murâd olunur ki, fârisîde mûy derler. Mûyi ise
ıstılâh-ı ehl-i tasavvufta zāhir huviyette ıtlâk eylemişler. Ya‘nî herkes vücûdu onun vücûdu
ma‘rifetiyle bilir. Yâhud şa‘arden murâd kisvedir ki, ıstılâh-ı sûfiyyede tarîk-i talebe ıtlâk
eylemişler. Mahsûl-i terkîb heft esmânın müşâhededen ve keyfiyet-i hebâiyyeden ve şu‘ûr u
ma‘rifet-i vücûddan olan erzâk-ı ma‘neviyyesini pişmişce hâzır bir nân buldum. Ve [24a] âlet-i
dehân ve darb-dendân ile şekinmeksizin ekl eyledim. Ya‘nî gıdâ-yı ruh eyledim. Zîrâ rûhun
gıdâsı ya‘nî bâ‘is-i kuvvâm ve hayât-ı ebediyye ile devâmı ma‘rifetullâh’dır. Ve ba‘żıları rûhun
gıdâsı a‘mâl-i sâlihadır dedikleri bundan hâriç değildir ki, a‘mel-i müstelzim ma‘rifet-i Hüdâ-yı
lem-yezeldir. Ya‘nî beyt-i sâbıkda tafsīl olunduğu üzere. Çünkü kuyûd-i mürekkebât-ı
zulmâniyyeden ıtlâk-ı besâit-i müfredât-ı kesîfeye ve besâit-i latīfe-i nûrâniyyeye erişdim. Erzâk-
i ma‘neviyyeden olan hâlet-i şuhûda ve ma‘rifet-i hakīkat vücûda ıttılâ‘ ve şu‘ûr ile ma‘rifet-i
nefs ve ma‘rifet-i Rabbe yakîn hâsıl eyleyip havsala-i rûh pür-fütûhumda bir rütbede isti‘dâd-ı
vüs‘at buldum ki, dahl-i melekûtî bir lokma-i selîs ve nûl-i ceberrûtî bir idâm-i nefîs olup hoş-âb
feyż-i lâhûtî ile seyr-âb ve bâlâ-nişîn sadr-ı ziyâ fethâne-i âlîcenâb oldum, demek olur.

VII. Beyt:

‫ﺩﺭ ﺗﻨﻮﺭ ﭼﺎﺭ ﻣﻐﺰ ﺟﻮﺭﺑﺮﻳﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﺳﻴﺼﺪ ﻭﺷﺼﺖ ﻛﺎﻭﻛﻮﻫﻰ ﺳﺮ ﻧﻜﻮﻥ ﺑﺎﺷﺎﺧﻬﺎ‬
Tercüme:

Üçyüz altmış sığır ve şahları baş aşağa


Cevze-çâr-ı mağzde bekā püryân buldum
Üçyüz altmış kav-kûhî ya‘nî yaban sığırından murad mümkündür ki, halkdan vahşî
olan üçyüz altmış derecât felek ola ve şâhlarından murad burûcât ve kevâkib ola ve kav ıtlâkı alâ
tarîki’l-istiâ‘re fi’l u te’sîr münâsebetiyledir. Zîrâ o gözün zemini sürme cihetiyle te‘sîri olmasa
zemîn [25a] netâyic-i mahsûlden bî-behre kalırdı. Ol ecilden ya‘nî derecât u kevâkib burûcâtta
fi‘l u te’sîr olduġu cihetden zükûret i‘tibâriyle âbâ-yı ulvî ve a‘nâsır-ı erba‘ada infi‘al ve teessür

294
olduġu cihetden zükûret i‘tibariyle ümmehât-ı suflî ve mevâlîd-i selâseye netâyic ıtlâk olunur.
Ve ser-nigûn olması te’sîrlerinin ulvîden süflîye hareketlerinden kinâyetdir. Ve cevz-çar-ı
mağzden murâd mümkündür ki, anâsır-ı erbâa-i mürekkebe ola ve onda biryân olması netâyicin
kemâlinde kinâyetdir. Zîrâ netâyicden olan hubûbât ve hayvânât nâ-bihte ve ham oldukları hâlde
unla Salâhiyetleri olmaz bu takdirce mahsûl-i terkîb-i hakâyık mümkinât emr-i Hakk’la mertebe-
i hebâiyyeye nüzûlünde kesb sūret-i ma‘neviyye edip ondan cism-i küllîye nüzûl ve mukteżā-yı
derecât-ı felek üzere harekât-i burûc ve kevâkib ile besâit-i latīfe-i ulviyyeden besâit-i mufredât-ı
kesîfe-i süfliyyeye hubût ve vulûc edip mürekkebâttan olan mevâlid-i selâseden hurûc eyledikten
sonra resîde-i hadd-i kemâl olduklarında gıdâiyyet vechile mertebe-i insâniyyeye erişdiklerine
şuûrum gıdâ-yı rûh ber-fütûhum oldu demekdir. Nitekim Kâdî Beyzâvî -rahmetullâhi aleyh-

“‫ﻢ‬
 ‫ﺎ ﹸﻛ‬‫ﺣﻴ‬ ‫ﹶﻓﹶﺎ‬ ‫ﺎ‬‫ﺍﺗ‬‫ﻣﻮ‬ ‫ﻢ ﹶﺍ‬ ‫ﺘ‬‫ﻨ‬‫ﻭ ﹸﻛ‬ ‫ﻭ ﹶﻥ ﺑِﺎﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ‬‫ﺗ ﹾﻜ ﹸﻔﺮ‬ ‫ﻒ‬
 ‫ﻴ‬‫” ﹶﻛ‬ [“Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri

diriltti…” (Bakara, 2/28)] kavl-i şerîfinin: “‫ﺍﻣﻮﺍﺗﺎ‬ ‫ ”ﻭﻛﻨﺘﻢ‬tefsîrinde “ ‫ﺍﻯ ﻋﻨﺎﺻﺮ ﻭﺍﻏﺪﻳﺔ ﻭﺍﺧﻼﻃﺎ ﻭﻧﻄﻔﺎ‬

‫”ﻭﻣﻀﻐﺎ ﳐﻠﻘﺔ ﻭﻏﲑ ﳐﻠﻘﺔ ﻓﺎﺣﻴﺎﻛﻢ‬571 bi-izâfati’r-ruh ile bu ma‘nâyı beyân buyurmuşlardır. Yâhud
üçyüz altmış sığırdan murâd mümkündür ki, aklâm-i mahv u isbât ola ya‘nî elvâh-ı mahv u
isbâta tahrîr eyleyen üçyüz altmış kalem ola ve şahları ser-nigûn olması vâzıhtır ki, kalem ser-
nigûn olmasa yazı yazılmaz yâhud şâhlarından [26a] murâd üçyüz altmış derecât felek ola
nitekim Şeyh-i Ekber kuddise sırruhu’n-nûr Hażretleri aklâmın üçyüz altmış olmasını
Fütûhat’da buyurur. Hażret-i Fahr-i Kâinât aleyhi efżali’s-salavât Efendimiz Hażretleri leyle-i
mi‘râc’da semâ-i sâbi‘aya urûclarından sonra sidretü’l-müntehâya vülûclarında bir burakdan
nüzûl buyurup derhal bir melek mahfeye mesâbe bir refref-i ahdar götürüp Cebrail
aleyhisselâmın makāmı sidretü’l-müntehâ olduġundan yoldaşlığın murad buyurduklarında

“‫ﻻﺣﺘﺮﻗﺖ‬ ‫”ﻟﻮﺧﻄﻮﺕ ﺧﻄﻮﺓ‬572 “‫ﻡ‬ ‫ﻌﻠﹸﻮ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻡ‬ ‫ﻣﻘﹶﺎ‬ ‫ﻨۤﺎ ِﺍﻟﱠﺎ ﹶﻟﻪ‬‫ﺎ ِﻣ‬‫ﻭﻣ‬ ” [“Bizden her birimizin belli bir makamı
vardır.” (Saffat, 37/164)] mefhûm-i hakīkat mersûmuyla i‘tizâr ve yâ Muhammed Rabbin sana bu
mi‘râcı ihsânından murad-ı ‘âlîsi sana âyât-ı kübrâsını göstermek içindir. Gâfil olma diyerek
sohbetden geri kalmağın ânı vedâ‘ edip refref üzerinde ol melek müsâhebetiyle bir müstevâya
erişdiler ki, onda sarîf-i aklâmı işitti yânî elvâh üzerinde aklâmın kitâbetlerinin savtını işitti ve
ondan sonra Cemâl-i Celâlî’den bir nûr müessir zuhûr eyledi ki, ol melek dahî onun te’sîrine tâb-

571
[Ya’ni anâsır, eğdiye (gıdalar), ahlât, nutfeler, muzğa-i muhallaka ve gayr-i muhallaka.]
572
[Eğer bir adım atarsan kesinlikle yanarsın.]

295
âver olamayıp Efendimiz’den geri kaldığından Efendimiz tek ve tenhâ kaldı ki, “ ‫ﱃ ﻣﻊ ﺍﷲ ﻭﻗﺖ‬

‫“[ ”ﻻﻳﺴﻌﲎ ﻓﻴﻪ ﻣﻠﻚ ﻣﻘﺮﺏ ﻭﻻﻧﱮ ﻣﺮﺳﻞ‬Benim Allâh’la öyle bir vaktim var ki, o vakitte bana ne
mukarreb bir melek, ne de mürsel bir peygamber yaklaşabilir.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 173, n.
2159)] kelâm-ı ekmel ve efsah ve ecmelleri bu tafsīlin mücmeli ve da‘vet-i ihtisāsın makām-ı

ekmelîdir. Ve ol aklâma aklâm-ı elvâh mahv u isbât derler ki, kalem-i a‘lânın ve levh-i
mahfûzun rutbesinden aşağadır. Zîrâ kalem-i a‘lânın yazdığı mahv u tebdîl olmaz levh-i
mahfûza dahî mahfûz ıtlâkı mahvden mahfûz olduġu içindir ve bu aklâmın dâima yazdıkları

elvâh mahv u isbâttadır ki, Cenâb-ı Bârî’nin: “‫ﺏ‬


ِ ‫ﺎ‬‫ﺍﹾﻟ ِﻜﺘ‬ ‫ﻩ ﹸﺍﻡ‬ۤ‫ﺪ‬ ‫ﻨ‬‫ﻭ ِﻋ‬ ‫ﹾﺜِﺒﺖ‬‫ﻭﻳ‬ ُ‫ﺸۤﺎﺀ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻪ ﻣ‬ ‫ﻮﺍ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﻤﺤ‬ ‫ﻳ‬” [“Allah
dilediğini imha eder, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O'nun katındadır.” (Ra‘d,
13/39)] [27a] buyurdukları bunlara nazarandır ki, peygamberân aleyhimü’s-salât u ve’s-selâm
Hażretine şerâyı‘ ve suhûf u kütüb bu elvâhdan nâzil olur. Ol ecilden şerâyı‘a belki şer‘-i vâhide
hükümde nesh dâhil olur intihâ-i müddet hükümden ‘ibâretdir. Bedâ üzere değil. Zîrâ bedâ Allâh

Teâlâ üzerine muhaldir ki, bedâ ma‘nâsı: “‫ﻳﻜﻦ‬ ‫”ﻇﻬﻮﺭ ﺍﻟﺮﺃﻯ ﺑﻌﺪ ﺍﻥ ﱂ‬573dir. Teâlallâhu an zâlika;

“‫ﺍ‬‫ﻛﹶﺒﲑ‬ ‫ﺍ‬‫ﻋﹸﻠﻮ‬ ” [“...büyük bir yükselişle...” (İsrâ, 17/4)]


Pes Efendimiz’in tahfîf-i salavât için Mûsâ ile Cenâb-ı Hak beyninde tereddütleri bu
mahaldedir. Hattâ elli vakitten fark beş vaktini mahv ve beş vaktini ve musallîye elli vaktin
ecrini isbât eyledi. Ve bu kitâbdan eceli kazâ eder ve ecel müsemmâ onun indindedir. Ve bu
elvâhdandır ki, Cenâb-ı Hak mü’minin rûhunu kabzında tereddüt ile nefsini vasf eyledi. Halbuki

eceli onun üzerine ol kaza eyledi. ‫”ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﺭﺳﻮﻝ ﺍﷲ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﻗﺎﻝ ﺍﷲ ﺗﺒﺎﺭﻙ ﻭﺗﻌﺎﱃ ﻣﻦ‬

‫ﻋﺎﺩﻯ ﱃ ﻭﻟﻴﺎ ﻓﻘﺪ ﺍﺫﻧﺔ ﺑﺎﳊﺮﺏ ﻭﻣﺎﺗﻘﺮﺏ ﻋﻴﺪﻯ ﺍﱃ ﺑﺸﺊ ﺍﺣﺐ ﺍﱃ ﳑﺎ ﺍﻓﺘﺮﺿﺖ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﻣﺎﺯﺍﻝ ﻋﺒﺪﻯ ﻳﺘﻘﺮﺏ ﺍﱃ‬

‫ﺎ‬ ‫ﺎ ﻭﺭﺟﻠﻪ ﺍﻟﱴ ﳝﺸﻰ‬ ‫ﺑﺎﻟﻨﻮﺍﻓﻞ ﺣﱴ ﺍﺣﺒﺒﻪ ﻓﻜﻨﺖ ﲰﻌﻪ ﺍﻟﺬﻯ ﻳﺴﻤﻊ ﺑﻪ ﻭﺑﺼﺮﻩ ﺍﻟﺬﻯ ﻳﺒﺼﺮ ﺑﻪ ﻭﺳﺪﻩ ﺍﻟﱴ ﻳﺒﻄﺶ‬

‫ﻭﻟﺌﻦ ﺳﺎﺀﻟﲎ ﻻﻋﻄﻴﺘﻪ ﻭﻟﺌﻦ ﺍﺳﺘﻌﺎﺫﱏ ﻻﻋﻴﺬﻧﻪ ﻭﻣﺎﺗﺮﺩﺩﺕ ﻋﻦ ﺷﺊ ﺍﻧﺎ ﻓﺎﻋﻠﻪ ﺗﺮﺩﺩﻯ ﻋﻦ ﻗﺒﺾ ﻧﻔﺲ ﺍﳌﺆﻣﻦ ﻳﻜﺮﻩ‬

“‫“[ ﺍﳌﻮﺕ ﻭﺍﻧﺎ ﺍﻛﺮﻩ ﻣﺴﺎﺀﺗﻪ ﺍﺧﺮﺟﻪ ﺍﻟﺒﺨﺎﺭﻯ‬Her kim benim velî kullarımdan birisine düşmanlık

ederse, ben ona harp açarım. Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle

573
[Ya’ni ortada yokken bir görüşün zuhûra gelmesi.]

296
bana yaklaşmamıştır. Kulum bana devamlı nafile ibadetleri ile yaklaşır, bunun sonucunda
ben onu severim. Bir kere onu sevdim mi, ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve
yürüyen ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu
himaye ederim” (Buhârî, Rıkâk, 38 (VII, 190), Ahmed b. Hanbel, Musned, VI, 256)]

Ve bu tereddüd-i ilâhîden kinâye olan hakīkatden umûr-i kevniyyede ve hayretinde


vâkı‘ olan tereddüd-i kevnîde bir sırr vardır. Ve ol sırr oldur ki, insan kaçan bir fi‘ilin
işlemesinde ve işlememesinde bir tereddüt bulsa ve ol tereddüd hâlinden zâil olmasa hattâ iki
emrin biri vâkı‘ olsa ol vakitde [28a] tereddüdü zâil olur. Pes ol vâkı‘ olan emr-i levhde sâbit
olan emirdir. Zîrâ kâtib olan kalem levh-i mahvde işlerden bir iş yazar ki, ol şahsın kalbine hutûr
eden hâtırın zamanıdır. Ondan sonra ol kitabeti mahv eder. Evvel onda ol hâtıra ol şahısdan zâil
olur. Zîrâ ol levhden ol şahsın nefsine mümtedd olur. Onda bir rakîka574 vardır ki, ol levhde
kitâbetin hudûsuyla hâdis olur ve kitâbetin mahviyle munkatı‘ olur ve gecede ve gündüzde tahrîr
eyleyen aklâmın adedi üçyüz altmışdır. Derecât-ı felek ‘adedince pes bu aklâmdan her bir
kalemde Hażret-i Hak’dan vedî‘a olunmuş bir ‘ilim575 vardır ki, gayrılarında ol ilim bulunmaz.
Ve her bir kalemin kendiye mahsūs olan ‘ilmi derecât-ı felekden bir dereceye nüzûl eder ve ol
‘ilmin mukteżāsı üzere ol dereceye mensub olan kevkebin rûhâniyeti hareket edip vesâit ile
ma‘lûmât vücûde gelir intehâ.

Pes imdi bu takdirce câr mağzden murekkeb olan cüz’den murâd mümkündür ki,
‘anâsır-ı erba‘adan mürekkeb olan beden-i insân ola. Yâhud şerî‘at ve tarîkat ve ma‘rifet ve
hakīkati câmi‘ olan insan-ı kâmil ola. Bu tevcîh üzere mahsûl-i terkîb bu beytin fevkınde olan
beytlerde tafsīl olunduğu üzere kuyûdan ıtlâka su‘ûdum tahakkuk sırr-ı mi‘râc-ı rûhânîden
kinâyet olmağın esrâr-ı aklâm mahv u isbâtı erkân-ı erba‘adan mürekkeb cesedime müteallik
olan levhi kalbimde mestûr buldum. Yâhud şerî‘at ve tarîkat ve ma‘rifet ve hakīkati câmi‘ olan
mertebe-i insâniyemde mevcûd buldum. Esrârına vukûf ve şu‘ûr ve futûhum gıdâ-yı nefis rûhum
oldu, demek olur. [29a] Yâhud tenevvür-i cüz çâr mağzda büryân olmasından murâd âteş-i

574
‫ﺍﻟﺮﻗﻴﻘﺔ ﻭﻫﻰ ﺍﻟﻠﻄﻴﻔﺔ ﺍﻟﺮﻭﺣﺎﻧﻴﺔ ﻭﻗﺪ ﻳﻄﻠﻖ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﻮﺍﺳﻄﺔ ﺍﻟﻠﻄﻴﻔﺔ ﺍﻟﺮﺑﻄﺔ ﺑﲔ ﺍﻟﺸﻴﺌﲔ ﻛﺎﳌﺪ ﺍﻟﻮﺍﺻﻞ ﻣﻦ ﺍﳊﻖ ﺍﱃ ﺍﻟﺒﻌﺪ ﻭﻳﻘﺎﻝ ﳍﺎ ﺭﻗﻴﻘﺔ ﺍﻟﱰﻭﻝ‬
‫ﺎ ﺍﻟﻌﻴﺪ ﺍﱃ ﺍﳊﻖ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﻠﻮﻡ ﻭ ﺍﻻﻋﻤﺎﻝ ﻭﺍﻻﺧﻼﻕ ﺍﻟﺴﻨﻴﺔ ﻭﺍﳌﻘﺎﻣﺎﺕ ﺍﻟﺮﻓﻴﻌﺔ ﻭﻳﻘﺎﻝ ﳍﺎ ﺭﻗﻴﻘﺔ ﺍﻟﺮﺟﻮﻉ ﻭﺭﻗﻴﻘﺔ ﺍﻻﺭﺗﻘﺎﻉ ﻭﻳﻄﻠﻖ‬ ‫ﻭﻛﺎﻟﻮﺳﻴﻠﺔ ﺍﻟﱴ ﻳﺘﻘﺮﺏ‬
‫“ ﻋﻠﻰ ﻋﻠﻮﻡ ﺍﻟﻄﺮﻳﻘﺔ ﻭﺍﻟﺴﻠﻮﻙ‬Rakîka rûhânî bir latîfedir. Bazan iki şey arasında bağlayıcı latîf vâsıtaya denir. Hak’tan
kula ulaşan yardım gibi. Buna, Rakîkatu’n-nuzûl denir. İlimler, iyi ahlâk ve amel, yüksek makamlar gibi
kendisiyle kulun Hakk’a yaklaştığı vesîleye de, rakîkatü’r-rucu’ ve Rakîkatü’l-irtikâ denir. Tarîkat ve sülûk
ilimlerine ıtlâk olunur.” (Cürcânî, Kitâbü’t-ta’rîfât, 111)
575
B, C: + “ilm-i hâs”

297
tenevvürde te’sîr ve onlarda teessür cihetiyle aklâmın kendiye musahhar olmasına bir remzdir ki,
kutbu’l-aktâb olmasına işâretdir. Zîrâ halîfe-i Rahmân olandan cemî‘-i eşyâ-i feyż-yâb olmağa
muhtâcdır. Ve Cenâb-ı Hak’dan istifâde ve halka ifâzası şu vechiledir ki, bu ‘âlem-i kevn u
fesâd’da vücûda gelecek ma‘lûmât her ne ise ‘ilm-i Hak’da sâbit olmağın vücûdlarına irâdet-i
‘aliyyesi ta‘allukunda kudret-i kâhire-i mutlakası irâdetine tâbi‘ olub mukteżā-yı irâdet ve
kudreti üzerine ol kutb-i ‘âlem olan zâtın kalbine tecellî eder. Ve ol tecellî mukteżāsında kalbi
harekete gelir. Ve arşın hareketi onun hareket-i kalbine tâbi‘ olur. Harekât-ı eflâk dahî hareket-i
‘arşa tâbi‘ olub vesâit ile ma‘lûmât-ı vücûde gelir. Kutbun ol harekât-ı mufassalaya gerek şu‘ûru
olsun gerekse olmasın ve mi‘râc-ı rûhânî kutub olmayan sâlikin ilallâh’a vâkı‘ olmağla kutba
vukû‘u evlâ bi’t-tarîkdir. Belki mi‘râc-ı rûhânîyi tahakkuk etmeyen kutbu’l-aktâb olamaz ve
evliyâullahdan memnu‘ olan mi‘râc-ı cismânîdir ki, ol sāhib-i mi‘râc-ı rûhânî ve cismânî
mahbûb-ı Hudâ aleyhi efżalü’t-tahâyâ Efendimiz Hażretleri’ne mahsūs olan teşrîfât-ı
ihtisāsiyyedendir.

VIII. Beyt:

‫ﺩﺭ ﻣﻴﺎﻥ ﺑﻴﻀﻪﺀ ﺑﻠﺒﻞ ﺑﺎﻓﻐﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﺻﺪ ﻫﺬﺍﺭﺍﻫﻮﺑﺮﻩ ﻟﺒﻬﺎ ﭘﺮﺍﺯ ﺷﲑ ﺣﻜﻢ‬
Tercüme:

Sad hezâr âhû beççe şîr hükümle berre iken


Beyza-i bülbül içinde eder efgân buldum
Sad hezâr âhû beççe’den murâd mümkündür ki, [30a] a‘yân-ı sâbite ola ve âhû bire
ıtlâkı mertebe-i ta‘ayyünden576 vahşî ve haram-ı muhterem ġayb-ı lâ-ta‘ayyünde mahfî
olduklarına remzdir. Ve şîr hikmet ile lebrîz olmaları. Şîrden murâd ‘ilimdir. Nitekim Sāhib-i
Sa‘âdet Aleyhi Ekmeli’t-Tahiyye Efendimiz Hażretleri buyurdular ki, “Rü’yamda bir kadeh-i
süd verdiler. Ol kadar içdim ki, kanmak tırnaklarımdan hurûç eyledi ve fazlasını ömre verdim.
Te’vîlini suâl eylediklerinde südü ‘ilm ile te’vîl buyurmuşlar.” Bu takdirce Beyza-i bülbülden
murâd ‘âlem-i ‘amâdır ki, hakâyık-ı ‘ilmillâhda sâbit oldukları mertebeden ‘ibâretdir. O ecilden
şîr hikmet ile memlû buyurdular. Ve Beyza-i bülbül teşbîhi bülbül mazhar-ı ‘aşk olduġu

i‘tibârıyladır. Ve Beyzası mâdde-i asliyesinin mahallidir ki, ondan tevellüd eder. Pes “ ‫ﺰﹰﺍ‬‫ﺖ ﹶﻛﻨ‬
 ‫ﻨ‬‫ﹸﻛ‬

576
B: + “Ta’ayyün-i kevnîden”

298
‫ﻑ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﻖ ِﻟﺎﹸ‬ ‫ﺨ ﹾﻠ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺨﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬
 ‫ﻑ ﹶﻓ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ ﹶﺍ ﹾﻥ ﺍﹸ‬‫ﺒﺖ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﺎ ﹶﻓﹶﺎ‬‫ﺨﻔِﻴ‬
 ‫ﻣ‬ ” [“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet

ettim; bilineyim diye mahlûkātı yarattım” (Aclûnî, Keşfu’l hafâ, II, 132, No: 2016)] mukteżāsınca
‘âlem-i ‘amâdan ‘‘ibâret olan kenz-i mahfîden cevâhir-i hakâyıkın ta‘ayyün ve vücûde gelmesi
muhabbet ü ma‘rifet-i Hak’dan nâşî olduġundan her bir hakâyıkın vücûdu mazhar-ı ‘aşk-ı
ma‘bûdu olmağla kenz-i mahfîyi a‘nî ‘âlem-i ‘amâyı beyza-i bülbül teşbîh buyurmuşlar.

Beyt:

Mest-i subhâ-yı muhabbetdir bu ‘âlem ser-te-ser


Hep ekremiyyetle işler işleyenler hayr u şer.

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]
Ve bu mertebede efganlarından murâd kâbiliyyâtı hakâyıkda bilkuvve vedî‘a olan
kemâlâtı fi‘le götürmek için lisân-ı isti‘dâdâtın Feyyâz-ı Mutlak’dan istifâde ve isti‘ânetinden
kinâyetdir. Yâhud sad-hezâr âhû-berre’den murad mümkündür ki, ervâh-ı mücerrede ola ve bu
takdirce beyza-i bülbülden murad ‘âlem-i ceberrutdur ki, ‘âlem-i ervâh ve ta‘ayyuün-i evvel577
dahî derler. Münâsebet teşbihleri sebkat eylediği vecihden zāhirdir ve bu mertebede efganları
birbirlerinden temeyyüz ve ta‘ayyünleriyle cem‘iyyet-i ezeliyyelerinden cüdâ ve vatan-ı
asliyyelerinden âvâre ve şeydâ [31a] olduklarından nâşî cem‘iyet-i ezeliyyelerin yâd u taleb
bezm-i vahdet için nâliş ü feryâdlarından ‘ibâretdir. Yâhud şîr hikmetle memlû olan âhû
beççelerinden murad mümkündür ki, kendi feyż-i ma‘nevîleriyle feyż-yâb olan uşşâk ola ve bu
takdirce beyza-i bülbülden murâd mazhar-i ‘aşk-ı Hüdâ olan kendi kalb-i pür-safâları ola. Zîrâ
kendi nutuklarından feyż-yâb olan ‘uşşâkın mâdde-i ‘aşkları onun meded-i feyż-dil dânâlarından
münbe‘is olur ve nâle vü feryâd ü figânları münâca‘ât u zikr-i cehr ve ahvâl derûnu izhârından
‘‘ibâretdir. Pes vech-i evvele göre mahsûl-i terkîb seyr-i ma‘nevî-i rûhânîde ervâh-ı mücerredeye
lohûkumda sırrım ta‘ayyünden mücerred olduġu hâlde ‘âlem-i lâhûta ‘urûc ve menba‘-ı
kadîmim olan mertebe-i lâ ta‘ayyüne vülûc edib esrâr-ı a‘yân-ı sâbiteye mahrem olup gördüm ki,
her biri kābiliyetini578 kuvveden fi‘ile götürmeğe lisân-ı isti‘dâd ile Feyyâz-i Mutlak’dan istifâde
ve istimdâd eyler ve Feyyâz-ı Mutlak bilinmesini sevdiği muhabbetden her biri feyż-yâb olarak
bu ‘âlem-i nâsûta gelir ve vech-i sânîye göre mahsûl-i terkîb seyr-i ma‘nevîde mertebe-i ervâh-ı
mücerredeye su‘ûdumda gördüm ki, her biri arzu-yı vatan-ı aslîsini ve hâhiş-i encümen-i vahdet-

577
B: + “ta’ayyün-i evvel-i kevnî”
578
B: + “kendi kemâlini”

299
i ezelîsi ile nâle vü feryâd u figân eyler ve takâzâ-yı muhabbet-i Hak ile bu ‘âlem-i kevn u fesâda
gelir ve vech-i sâlise göre mahsûl-i terkîb bizim zamânımızda ve bizden sonra nutkumuzdan
feyż-yâb olan ‘uşşâkı menba‘-ı ‘aşk-ı Hudâ olan dil-i saffet-nümâda müşâhede eyledim ki,
menba‘-ı kalbimizden cüdâ ol kulûblerine ceryân eyleyen feyż-i ‘aşk ile her biri nâle vü feryâd ü
figân ve gülzâr-ı ma‘rifet-i Hakīkatde gül cemâl-i vahdeti seyrân ederler.

IX. Beyt: [32a]

‫ﺻﻮﺭﺍﺳﺮﺍﻓﻴﻞ ﺭﺍ ﺩﺭﺧﻢ ﺑﺎﻓﻐﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﺩﻭﺵ ﻭﻗﺖ ﺻﺒﺤﺪﻡ ﺭﻓﺘﻢ ﺑﺴﻮﻯ ﻣﻴﻜﺪﻩ‬
Tercüme:

Dün gece vakt-i seher meykedeye varmışdım579


Sûr-i İsrâfil’i homda eder efgân buldum.
Dün gece vakt-i seher vücûhunun tafsīli matla‘da sebkat etmeğin bunda zikirden
müstağnîdir ve bunda mümkündür ki, ma‘nâ-yı zāhirîsi dahî murâd oluna. Meykede meyhâne
ma‘nâsınadır ki, ıstılâh-ı sûfiyyede meşrık-ı envâr-ı tecellî ve mehbit-i ‘aşk-ı lem-yezelî olan
‘âlem-i kalbe ıtlâk olunur. Ve kalbe kalb ıtlâkı birkaç münâsebetledir.580 Bir münâsbeti cemî‘-i

mahlûkātın zübdesi ve kâffe-i mevcûdâtın hülâsası olduġundan ötürüdür. “ ‫ﻛﻤﺎ ﻳﻘﺎﻝ ﻗﻠﺐ ﺍﻟﺶﺀ‬

‫”ﺧﻼﺻﺘﻪ ﻭﺯﺑﺪﺗﻪ‬581 Ve bir münâsebeti dahî esmâ-i ilâhiyyede sür‘at-i tekallübden ötürüdür. Ve bir
münâsebeti dahî mebdei olan mahall-i aslî-i ilâhîye inkilâbından ötürüdür. Ya‘nî vechi
himmetini mecazdan hakīkate münkalib kıldığından ötürüdür. Ve bir münâsebeti dahî meşhed-i
halkî iken Hakkî’ya munkalib olduġundan ötürüdür. Ve bir münâsebeti dahî hakâyık-ı vücûde
mir‘ât gibi olub vücûh hakâyık onda ‘aks eylediğinden ötürüdür. Zîrâ ‘aks-i kalb ma‘nâsınadır.
Ya‘nî kalbde zāhir olan vücûh hakâyıkın aksidir, ‘aynı değildir, demek olur. Meselâ bir şey bir
aynaya ‘aks eyledikde ol şeyin sağı sol ve solu sağ olur ki, ‘aks u kalb bu ma‘nâyadır. Vatkâ ki,
Hażret-i Allâh Zü’l-celâl cemî‘-i mahlûkatı nûr-i Muhammed sallallâhu aleyhi ve selem’den
halk ettiyse [33a] İsrâfil’i dahî onun kalbî nûrundan halk eyledi. Ol ecilden İsrâfil için melekûtda
kalb-i Muhammedî vüs‘atı ve kudreti vardır. Ya‘nî Cenâb-ı Hakk’ın sıfât-ı celâliyye ve
cemâliyyesine mazhardır. Hattâ ol kudret-i ilâhiyye ile nefha-i ulâda Kahhâr ve Müfnî ve Mümît

579
B: - “gece”
580
B: + “ma’nâ münâsebeti ile”
581
[Nitekim şöyle denir: Bir şeyin kalbi, onun hulâsası ve özüdür.]

300
esmâsına mazhariyet ile Cemî‘-i ‘âlemi makhûr ve ifnâ eyleyip “‫ﺎ ِﺭ‬‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﻬ‬ ‫ﺍ ِﺣ ِﺪ‬‫ﻡ ِﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ ﺍﹾﻟﻮ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻴ‬‫ﻚ ﺍﹾﻟ‬
 ‫ﻤﹾﻠ‬ ‫ﻤ ِﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫”ِﻟ‬
[“...(Allâh onlara sorar ve cevâbını verir): Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek
Allâh’ındır.” (el-Mümîn 40/16)] sırrı âşikâr olur. Ve nefhâ-i sâniyede Muhyî ve Mu‘îd isimlerine
mazhariyyyet ile gunûde-i bister-i fenâ olan cemî‘-i ‘âlemi îkâz ve ihyâ eyler. Ve sûr, lügatte

boynuz ma‘nâsınadır. “‫ﻮ ِﺭ‬‫ﺍﻟﺼ‬ ‫ ﻓِﻲ‬‫ﻨ ﹶﻔﺦ‬‫ﻡ ﻳ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻳ‬” [“Sûr'a üfürüleceği gün ki…” (Tâhâ, 20/102, Neml,

27/87, Nebe, 78/18)] “‫ﻣﺎﺍﻟﺼﻮﺭ‬ ‫”ﻗﺎﻝ ﺍﻟﻜﻠﱮ ﻻﺍﺩﺭﻯ‬582 ve denilmiş ki, sûr sūretin cemî‘idir. Besere’nin

cemî‘-i busur olduġu gibi ve Hasan “‫ﻮ ِﺭ‬‫ﺍﻟﺼ‬ ‫ ﻓِﻲ‬‫ﻨ ﹶﻔﺦ‬‫ﻡ ﻳ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻳ‬” [“Sûr'a üfürüleceği gün ki…” (Tâhâ,
20/102, Neml, 27/87, Nebe, 78/18)] kırâat eylemiş vâvın fethiyle ve’l-hâsıl ne vechile olursa olsun sûr

i‘dâm ü îcâdı mukteżā sıfat-ı irâdet ve meşiyyet-i ilâhiyye ve kudret-i kâhire-i celâliyye ve

cemâliyyeden ‘‘ibâretdir ki, meşiyyet mevcûdu i‘dâmâ müteallikdir. “ ‫ﻞ‬


‫ﺪ ﺍﻟﻈﱢ ﱠ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻒ‬
 ‫ﻴ‬‫ﻚ ﹶﻛ‬
 ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﺮ ِﺍﻟٰﻰ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﹶﺍﹶﻟ‬

‫ﺎ‬‫ﺎ ِﻛﻨ‬‫ﻪ ﺳ‬ ‫ﻌﹶﻠ‬ ‫ﺠ‬


 ‫ﺷۤﺎ َﺀ ﹶﻟ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻭﹶﻟ‬ ” [“Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu

elbette hareketsiz kılardı...” (el-Furkân 25/45)] ve irâdet ma‘dûmu îcâde müteallikdir. “ ‫ﻩ ِﺍ ﹶﺫۤﺍ‬ۤ‫ﺮ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻤۤﺎ ﹶﺍ‬ ‫ﻧ‬‫ِﺍ‬

‫ﻴﻜﹸﻮ ﹸﻥ‬‫ﻦ ﹶﻓ‬ ‫ ﹸﻛ‬‫ﻳﻘﹸﻮ ﹶﻝ ﹶﻟﻪ‬ ‫ﻴﺌﹰﺎ ﹶﺍ ﹾﻥ‬‫ﺷ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﺍ‬‫“[ ”ﹶﺍﺭ‬O'nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece "Ol!" demektir. O
da hemen oluverir.” (Yâsin, 36/82)] Ne kadar irâdet ve meşiyyet bir mâ‘nâya ıtlâk olunursa dahî
âyât-ı Kur’ân’da vech-i meşrûh üzere takyîdi melhûzdur. Ve sûr ıtlâkı işbâh tarafı dayyık ve
ervâh tarafı vâsı‘ olduġu münâsebet iledir. Ve nefh iki vechiledir. Biri îkâd-ı nâr-ı nefhidir.

“…‫ﻭﺣﻲ‬‫ﺭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ ﻓﻴ ِﻪ ِﻣ‬‫ﺨﺖ‬


 ‫ﻧ ﹶﻔ‬‫ﻭ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺘ‬‫ﻳ‬‫ﺳﻮ‬ ‫“[ ” ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan

üflediğim zaman” (Hicr 15/29, Sâd 38/72)]ve nefhin biri etfâ-i sirâc nefhidir. “ ‫ﻖ‬ ‫ﺼ ِﻌ‬
 ‫ﻮ ِﺭ ﹶﻓ‬‫ﺦ ﻓِﻲ ﺍﻟﺼ‬ ‫ ِﻔ‬‫ﻭﻧ‬

‫ﺽ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ﻦ ﻓِﻲ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺕ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺴ ٰﻤﻮ‬
 ‫ﻦ ﻓِﻲ ﺍﻟ‬ ‫ﻣ‬ ” [“Ve sûra üflenmiştir. Göklerde kim var, yerde kim varsa

çarpılıp yıkılmıştır…” (Zümer, 39/68)] “‫ﻥ‬


‫ﻭ ﹶ‬‫ﻨ ﹸﻈﺮ‬‫ﻳ‬ ‫ﻡ‬ ‫ﺎ‬‫ﻢ ِﻗﻴ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﺧﺮٰﻯ ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬ ‫ﺦ ﻓﻴ ِﻪ ﹸﺍ‬ ‫ ِﻔ‬‫ ﻧ‬‫”ﹸﺛﻢ‬ [“…Sonra ona bir

daha üflenmiştir. Bu defa da hep onlar kalkmışlar bakıyorlardır.” (Zümer, 39/68)] ya‘nî [34a]
nefha-i evvelîde zevi’l-ervâhın ifnâ ve i‘dâmına ta‘allük-i meşiyyet ve kudret-i rabb-i ‘izzet ile

582
[Kelbî demiştir ki; Sûrun ne olduġunu bilmem.]

301
matfa-i sirâc olan dem ile üfleyip ahâlî-i semâ ve arzı ifnâ ve nefha-i sâniyede işbâh-ı ervâhın
îcâd ve izhârına ta‘allük irâdet ve kudret-i Rabb-i ‘izzet ile mûkid-i nâr olan dem ile üfleyip
ahâli-i semâ vü arzı ihyâ ve izhâr eyler. Ve homdan murâd keyfiyet-i şerâb-ı muhabbet-i zât ile
kalbin ittisâf hâlidir. Mahsûl-i terkîb leyle-i zulmet-i tabî‘iyyenin âhirinde mukaddime-i işrâk-ı
şems-i cemâl ve vesâtatıyla meşrık envâr-i tecellî ve mehbit-i ‘aşk-ı lem-yezelî olan ‘âlem-i kalb
cihetine şitâb edip keyfiyet şerâb-ı ‘aşk-ı ezelî ve neşve-i bâde-i muhabbet lem-yezeli ile memlû
olan hom-ı kalbimde sûr-i İsrâfil’in figânını buldum. Ya‘nî i‘dâm ve îcâdı mukteżî olan sıfat-ı

kudret-i kâhire-i ilâhiyyenin onda eserin bulup nefha-i ûlâ’da nidâ-yı “‫ﻥ‬
ٍ ‫ﻓﹶﺎ‬ ‫ﺎ‬‫ﻴﻬ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫“[ ” ﹸﻛﻞﱡ‬Yer
üzerinde bulunan her şey fânidir.” (Rahman, 55/26)] ile revnak bahş-i tabakât-ı arziyye-i
bedeniyyem olan nüfûs-i nebâtiyye ve hayvâniyye ve insâniyem resîde-i derece-i fenâ ve ‘adem

olub ve nefha-i sâniyede sadâ-yı “‫ﺎ‬‫ﺍﺟ‬‫ﻥ ﹶﺍ ﹾﻓﻮ‬


‫ﻮ ﹶ‬‫ﺘ ﹾﺎﺗ‬‫ﹶﻓ‬ ‫ﻮ ِﺭ‬‫ ﻓِﻲ ﺍﻟﺼ‬‫ﻨ ﹶﻔﺦ‬‫ﻡ ﻳ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻳ‬” [“O gün Sûr'a üflenir, bölük
bölük gelirsiniz.” (Nebe, 78/18)] sem‘-i cânıma vülûc etmekle zîr-i lihâf fenâ ve nistîden bâlâ-yı

vücûd-i hestiye ‘urûc ve ‘arsa-i nâsûta hurûc eylediğimde “ ‫ﺕ‬


 ‫ﺍ‬‫ﺴ ٰﻤﻮ‬
 ‫ﺍﻟ‬‫ﺽ ﻭ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ﺮ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﻴ‬‫ﺽ ﹶﻏ‬
 ‫ﺭ‬ ‫ ﹸﻝ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺒﺪ‬‫ﺗ‬ ‫ﻡ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻳ‬

‫ﺎ ِﺭ‬‫ﺍ ِﺣ ِﺪ ﺍﹾﻟ ﹶﻘﻬ‬‫ﻭﺍ ِﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ ﺍﹾﻟﻮ‬‫ﺮﺯ‬ ‫ﺑ‬‫ﻭ‬ ” [“O gün yeryüzü bir başka yere, gökler, başka göklere çevirilecek ve
bütün varlıklar, kabirlerinden çıkıp bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah'ın huzuruna
toplanacaklardır.” (İbrahim, 14/48)] sırr-ı basar-ı basīretime âşikâr oldu. Ya‘nî vücûd-i hestî-i
mevhûmum fenâ fillahda ma‘dûm ve mefkûd ve tebeddül-i vücûd-i mevhûb-i Hakkânî ile
mevcûd583 oldum, demek olur.

X. Beyt:

‫ﺣﻠﻘﻪﺀ ﻛﻢ ﺷﺪﺍﺯﺍﻥ ﺩﺭ ﻛﻮﺵ ﺧﺎﻗﺎﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﻧﻌﻞ ﻣﻰ ﭘﺴﺘﻨﺪﺭﻭﺯﻯ ﺍﺷﺘﺮﺍﻧﺶ ﺭﺍ ﺑﺮﻭﻡ‬


Tercüme: [35a]

Üştürân na‘lin ururken biri yitti Rum’da


Gûş-i hâkânda ânı halka-i iz‘ân buldum
Üştürân tafsīli beyt-i sâlisde murûr eylemişdir. Ve nâ‘l başmak ve nâ‘leyn ve govâr
ayağına urdukları demir nâ‘le ıtlâk olunur. Ve deveye ne kadar demir nâ‘l urulmayıp nâ‘li kendi
derisinden olursa dahî bunda iştirâk vechile demir na‘l murâd olunur ki, demirde olan şiddet ve
583
B: + “mevcûd ve meşhûd”

302
salâbet münâsebetiyle keyfiyet kuvvet-i isti‘dâd murâd olunur. Ol ecilden zâyi‘ olan halka-i nâ‘li
gûş-i hâkânda buldum, diye buyurdular. Ve ayak tabi‘at şerhidir. El gönül şerhi olduġu gibi
mahsûl-i terkîb silsile-i irâdet ve cabl-i metîn muhabbet ile birbirlerine peyveste olan sâlikin
ilallâh’ın sa‘yı ve sülûklarına medâr olan tabi‘atlerine kuvvet isti‘dâdlarını fi‘le götürecek
mücâhede ve riyâzat muvâzabe ve zikr ü tilâvet ve murâkabe âletiyle pâ-yı himmetlerine
metânet ve takviyet ile sefer-i erba‘anın makāmât u menâzilin seyr etdirerek sülûklerine rûmda
netice verilirdi. Ve sūretde her biri bir kedâ-yı bî-nevâ iken şehinşâh-kişver ma‘nâ olup küftâr-ı
hakīkat nişânları küşvâre-i hâkân-ı cihân olurdu. Ya‘nî mûcibiyle ‘amel ederlerdi demek olur ki,
bu söz “kulağda küpe olsun” darb-ı meselinin mażmûnudur. Yâhud havâss-ı beşeriyyemin
kuvvâ-yı tabî‘iyyelerine vech-i meşrûh üzere kuvvet isti‘dâdiyle pây-ı himmetime bir rütbede
metânet ve istihkâm verdim ki, seyr ü sülûkümda tekmîl-i makāmât u merâtib ile kişver-i
Rûm’da bir [36a] sultan-ı cihângir-i ma‘nâ ve şehenşâh-ı kişver-güşâ olub kuvvet-i isti‘dâdım ile
hakân-ı cihân584 bende-i halka-i be-gûşem mesâbesinde her emrime itâ‘at ve iz‘ân ederek dem-
be-dem imdâd-ı rûhaniyyetimi585 cûyân ve sâ‘at-be-sâat semt-i nazar-ı himmetime nigerândır
demek olur. Afâkta olan tasarruflarını beyândır. Ve bu beyt-i şerîflerini enfüse sarfdan âfâka
sarfı ehakk ve evlâdır. Zîrâ hakīkat hâli öyledir. Zîrâ elân ma‘nâda bir pâdişâha zuhûr edib bir
emir buyursalar ol pâdişâh-ı âlî-câh bi-eyyi hâl ol emrin infâzına sarf-ı himmet edib her demde
imdâd-ı rûhanilerine muntazır olur.

XI. Beyt:

‫ﻣﻌﻨﻴﺸﺮﺍﻭﺭﻣﻴﺎﻥ ﻧﻘﻞ ﻗﺮﺍﻥ ﻳﺎﻓﺘﻢ‬ ‫ﺧﻮﺵ ﺑﻜﻔﺘﺴﺖ ﺍﻳﻦ ﻏﺰﻝ ﻣﻼ ﺟﻼﻝ ﺍﻟﺪﻳﻦ ﺭﻭﻡ‬
Tercüme:

Bî-bedel bu ġazel-i Mollâ Celâleddîn’nin


Zımnını murtebit ma‘nâ-yı Kur’ân buldum.
Ya‘nî ‘ukûl-i avâm ve mahcûbine586 nisbetle elfâz-ı mütenâfiratü’l’ma‘nâ ve ‘ibârât
mütebâ‘idetül’l-fehvâyı müştemil bu ġazel-i hakīkat ihtivânın mażmûnunu mürtebit ma‘nâ-i
Kur’ân buldum, buyurdukları her bir kelâm-ı hakīkat-encâlarının mefhûm-ı ma‘ârif melzûmunu
te’yîd eder bir yâhud dahî ziyâde âyât-ı beyyinât buldum, demek olur. Bu takdirce mümkündür

584
B: - “hakân-ı cihân”
585
B: + “imdâd-ı i’ânet-i rûhaniyetimi”
586
B: + “mahbûbîne”

303
ki, şerhde zikr u tafsīli sebkat eden tecelliyât-ı ilâhiyye ve mâ‘rifet sırr-ı esrâr-ı nâmütenâhiyeden
hâsıl olan zevk-i vicdânîsinden sonra ıtlâk-ı ma‘ânî-i [37a] âyât-ı Kur’âniyyede ol zevk-ı

vicdânîyi müş‘ir-i ma‘ânî-i âyât-ı hakīkat gâyâte muttali‘ olmuş olalar. Bu sülûk ise “ ‫ﺟﺬﺑﺔ ﻣﻦ‬

‫”ﺟﺬﺑﺎﺕ ﺍﻟﺮﲪﻦ ﺗﻮﺍﺯﻯ ﻋﻤﻞ ﺍﻟﺜﻘﻠﲔ‬587 ile müyesser588 olur ki, sâlikîn ilallâhdan az kimseye vâkı‘
olur ve bu vechile sülûkları ‘‘ibâretin mefhûmuna akreb ve ensebdir. Yâhud muhtemeldir ki, ol
tecellîyât-ı ilâhiyyeden münba‘is olan zevk-i vicdânînin hülâsa-i icmâliyle zevk-yâb oldukdan
sonra ıtlâk-ı ma‘ânî-i ba‘żı âyât-ı hakīkat gâyâtı ol zevka mutābık ve müvâfık bulmağla hâlat-i
zevk-i icmâlîlerini makām-ı tafsīl ve mertebe-i tekmîle erişdirmiş olalar. Ve ma‘ânî-i ebyât-ı
ġazel bî-bedellerine mutābık ve muvâfık olan ma‘ânî-i âyât-ı kerîmeye her bir beytin şerhinde
zikr olunanlardan gayrı nice âyât-ı kerîmeye dahî vardır ki, zikri mûcib-i tatvîldir. Munsıf u
mu‘tekid olana onlar dahî kâfîdir ve bu ġazelin ma‘ânîsi nakl-i Kur’ân’da buldum buyurdukları
erbâb-ı hacb ve ashâb-ı ta‘assubun vehm ve inkârlarını def‘ içindir. Zîrâ bir ma‘nâ ki, âyât-ı
Kur’âniyye ile istidlâl oluna. Be-her hal ona teslîmde herkes nâçârdır. Kaldı ki, âyât-ı kerîmenin
medlûlât-ı ‘ibârâtından istidlâl olunmadığı hâlde mefhûmunun mażmûnunda ‘ilmde râsih

olanların te’vîli ile istidlâl mümkündür. “ ‫ﺎ ﺑِﻪ ﹸﻛ ﱞﻞ‬‫ﻣﻨ‬ ‫ﻳﻘﹸﻮﻟﹸﻮ ﹶﻥ ٰﺍ‬ ‫ﻮ ﹶﻥ ﻓِﻲ ﺍﹾﻟ ِﻌ ﹾﻠ ِﻢ‬‫ﺍ ِﺳﺨ‬‫ﺍﻟﺮ‬‫ﻪ ﻭ‬ ‫ﻪ ِﺍﻟﱠﺎ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬ۤ ‫ﺗﺎﹾﻭﻳﹶﻠ‬ ‫ﻌﹶﻠﻢ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬

‫ﺏ‬
ِ ‫ﺎ‬‫ ِﺍﱠﻟۤﺎ ﺍﹸﻭﻟﹸﻮﺍ ﺍﹾﻟﹶﺎﹾﻟﺒ‬‫ﻳﺬﱠﻛﱠﺮ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ‫ﻨﹶﺎ‬‫ﺭﺑ‬ ‫ﻨ ِﺪ‬‫ﻦ ِﻋ‬ ‫…“[ ” ِﻣ‬Halbuki onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez.
İlimde uzman olanlar, "Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır." derler. Üstün
akıllılardan başkası da derin düşünmez.” (Âl-i İmran, 3/7)] Pes fi’l-‘ilmi kavl-i şerîfinde vakfın
mukteżāsı üzere ‘ilimde râsih olanlar dahî Kur’ân-ı azîmü’ş-şânın te’vîlini bilmek iktiżā etmeğin
benim kelâmımın ma‘nâ-yı hakîkisini Kur’ân-ı ‘Azîmüşşân’dan istidlâl edemezseniz ‘ilm-i
Hak’da ya‘nî ma‘rifetullâh’da râsih olan ‘ulemâ-i billâh’a ilticâ edin onlar ne vechile istidlâl
[38a] olunduğunu beyân edeler. Vallâhu a‘lâm bi’s-savâb.

Nazmün lişârihihî:

Nazm-ı Mevlânâ, yem-i ‘irfân-ı bî-pâyân’dır.


Ka‘rına irmez, ânın ğavvâs-ı evhâm-ı hayâl

587
[İnsan ve cinlerin amellerine eşit olan Rahman’ın cezbelerinden bir cezbedir.]
588
B: + “mübeşşir”

304
Lîk imdâd itdi bu demde Salâhî’ye demi
Her sadefden aldı bunca lü’lü-i hikmet kemâl

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Temmet589

VIII- NİYÂZÎ MISRÎ’NİN ÜÇ ŞİİRİNİN ŞERHİ

A- “KELÂM-I MISRÎ KUDDİSE SİRRUH”590 [123a]

Habs içün geldi gelür ıtlak içün ferman bana591


Evveli kahr âhiri ihsan ider sultān bana

Erbaînim çün tamam olur dahî on gün geçer,


Hatm olur menzili merâtib cân olur cânân bana.

“Kâbe kavseyn ev-ednâ” üçyüzellidir bilin


Doğdu gün mağribden açtı zulmeti Sübhan bana

Geldi Hak bâtıl firâr etti dolaştı mağribe


Zāhir oldu gizli sırlar verdi Hak burhân bana

Ol dem İsmail gibi teslîm-i cân etti hemin


İkibinyüz dahî yetmiş beşte bir kurbân bana
589
B: + “Mısra-ı târih tamam şod 1176”
590
Kelâm-ı Mısrî kuddise sirruh Şerh-i Salâhî. Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası
üzerinde çalıştık: Sül. Ktp. P. Paşa No. 633 vr. 123a -165b (A), Sül. Ktp. H M Efendi 2770, 1b-36a (B), Sül. Ktp.
Hafid Efendi 459, 116-159 vr (C). Metin içindeki varak numaraları Sül. Ktp. Sül. Ktp. P. Paşa No. 633 nüshasına
âittir. “Diğer nutk-ı şerîf-i Hazret-i Mısrî Şerh-i Salâhî Abdî Efendi Kuddise sirruhümâ” Sül. Ktp. H M Efendi
2770. Bu şerhler daha önce yayınlanmıştır. Bk. Abdullah Çaylıoğlu, Niyâzî Mısrî Şerhleri, İnsan Yayınları,
İstanbul
591
Dîvân-ı Niyâzî, Neş: Yusuf Ziyâ, Dersâadet 1326, s. 7

305
Bin dörtyüz kanat açtım, altıyüz dahî koştum,
Tâ onbeşe dek uçtum, bu hâlete erince.

Anladım zebh-i azîmi bir işârettir bu koç


Hem beşârettir gele Yahyâ ile mihmân bana

Halk-ı ‘âlem dediler Îsâ’ya Mısrî bir zamân


Dahî bundan özge mâ-evhâ dedi Kur’ân bana
[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

B- “ŞERH-İ SALÂHÎ ‘ABDÎ EFENDİ”

I. Beyt:

Habs içün geldi gelür ıtlak içün ferman bana


Evveli kahr âhiri ihsan ider sultān bana
Ya‘nî bir müddet mutevârî-i devât-ı ‘ilm-i kıdem ve târîk-nişîn-i zulmet-âbâd-ı ‘adem
olub ‘âlem-i lâhûtda kayd-ı ta‘ayyünden mu‘arrâ ve sahrâ-yı lâ-ta‘ayyünde kûşe-nişîn gencîne-i
‘amâ592 iken istîdâd-ı Hudâ-dâdımızda bi’l-kuvve olan kemâlâtı fi‘ile getürmek lisân-ı
istîdâdımız sultān-ı serâ-perde-i ezelî ve tacdâr-ı taht-i lem-yezelî hażretlerine arz-ı hâl ile
istifâza etmeğin mes’ûlümüze müsâ‘ade-i rabbânî erzânî buyurulub irâdet-i Rabb-i İzzet ile
menba‘-i kadîmimizden nehzat ve menşe-i müstedîmimizden hareket ederek ‘âlem-i ceberrûta
nüzûl ve sarây-ı ta‘ayyün-i evvele duhûl edip libâs-ı fâhire-i ruhanî ile cilve-nümâ ve kayd-ı
ta‘ayyün-i nûrânî ile serîr-i temeyyüz ve ta‘addüde revnak-efzâ olub serâ-yı cem‘iyyetimizden
cüdâ ve encümen-i vahdetimizden âvâre ve şeydâ olduk. O hâlde cem‘iyyet-i ezeliyyemizi yâd
ve derd-i iftirâk ile nâliş ü feryâd ederek bezm-i vahdeti hâstâr ve câm-ı vuslatı talebkâr
olduġumuzda Cenâb-ı Mu‘îd ve Tevvâb cân-ı bî-tâbımıza bu vech ile hitâb buyurdular ki; “Bize
vuslat belde-i mâ‘mûre-i insâniyyeye vusûlden sonra mutasavverdir. Ve ol beldeye sefer nice
‘ukubât ve şedâyidden kat‘-ı nazar ve musâbehet-i nefs-i mücerrede ile bahr-i tabî‘atden güzâr
etmekle müyesserdir. Lâkin firîfte-i dâne-i şecer-i tabi‘at olmadan be-gâyet mücânebet gerekdir.

“‫ﲔ‬
 ‫ﺍﻟﻈﱠﺎﻟِﻤ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺎ ِﻣ‬‫ﺘﻜﹸﻮﻧ‬‫ﺮ ﹶﺓ ﹶﻓ‬ ‫ﺠ‬
‫ﺸ‬
 ‫ﺎ ٰﻫ ِﺬ ِﻩ ﺍﻟ‬‫ﺮﺑ‬ ‫ﺗ ﹾﻘ‬ ‫ﻭﹶﻟﺎ‬ ” [... sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan

592
B: + “‘ulemâ”

306
yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zâlimlerden olursunuz, ... (el-Bakara 2/35)]
emrince ol çürük dâne ile aldanıp hırmen-i lütfumuzdan dûr ve hân-ı vuslatımızdan mehcûr kalıp
nefsinize zulm etmiyesiz.
Ve’l-hâsıl temhîd-i esâs-ı uhûddan sonra mertebe-i ‘âlem-i melekûta nüzûl ve zümre-i
nüfûs-i mücerredeye dühûl edip bir zaman ol füshatserâ-yı melekûtîde nefs-i mücerrede ile hem-
râz ve cennet-i letāfetde cenâh-ı ıtlak ile pervâzde iken nûrâniyyet-i şecere-i tabîatı, libâs-ı telbîs

ile teceddüd ve sūret-i iblîsi ile [124a] tecessüd edip “‫ﺒﻠٰﻰ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻚ ﻟﹶﺎ‬
ٍ ‫ ﹾﻠ‬‫ﻭﻣ‬ ‫ﺨ ﹾﻠ ِﺪ‬
 ‫ﺮ ِﺓ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﺷ‬ ‫ﻋﻠٰﻰ‬ ‫ﻚ‬
 ‫ﻟﱡ‬‫ﻫ ﹾﻞ ﹶﺍﺩ‬ ” [...
sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir saltanı göstereyim mi? (Tâhâ 20/120)] mażmûniyle
ilkâ-yı vesvese ve iğvâ ederek bi-hikmetillahi’l-meliki’l-mennân bâde-i gurûr-i garûr ve sahbâ-yı
şîve-i nefs-i pür-şürûr ile sekrân ve ‘ahd-i kadîmi endâhte-i derece-i nisyân edip hâh nâ-hâh
tenâvül-i dâne-i tabiat ile üftâde-i vâdî-i ‘isyan ve hulle-i nûrâniyyeden cismimiz ‘üryan olup

“‫ﺎ‬‫ﻤﻴﻌ‬‫ﺟ‬ ‫ﺎ‬‫ﻨﻬ‬‫ﻫِﺒﻄﹸﻮﺍ ِﻣ‬ ‫ﺎ ﺍ‬‫[ ” ﹸﻗ ﹾﻠﻨ‬Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! (el-Bakara 2/38)] emrince ıtlâk-ı
‘ulvî-i eflâkdan kuyûd-i süflî-i hâke nüzûl ve selâsil-i tabâyi‘ ve ağlâl-i ‘anâsır ile meclis-i kafes-
i ‘unsuriyye duhûl eyledik. Rişte-i ‘alâyık ile cenâh-ı ıtlâkımız bend u kende-i tabîat pây-ı
himmetimiz peyvend olub ‘âlem-i bâlâya su‘ûddan mahrum ve hazîz-i hâkde âlûde-i çirk-âb-ı

hümûm u gumûm iken “‫ﻥ‬


‫ﻮ ﹶ‬‫ﺰﻧ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻴ ِﻬ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ‫ﻑ‬
 ‫ﻮ‬ ‫ﺧ‬ ‫ﻯ ﹶﻓﻠﹶﺎ‬
 ‫ﺍ‬‫ﻫﺪ‬ ‫ﻊ‬ ‫ﺗِﺒ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﻯ ﹶﻓ‬‫ﻫﺪ‬ ‫ﻲ‬‫ﻢ ِﻣﻨ‬ ‫ﻨﻜﹸ‬‫ﻴ‬‫ﻳ ﹾﺎِﺗ‬ ‫ﻣﺎ‬ ‫[ ” ﹶﻓِﺎ‬...
Eğer benden size bir hidâyet gelir de her kim hidâyetime tabi olursa onlar için herhangi
bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler. (el-Bakara 2/38)] ‘‘ibâret-i pür-beşâretinden
kalb-i hazîne bir işaret olub çünkü habs için fermân-ı Sübhânî geldi tayakkün eyledim ki;
zindân-ı tabîatdan ıtlâk için dahî emr-i rabbânî erişib; evveli kahr, âhiri ihsân olur. “İhsân”ın
ma‘nâsı, Hakk’ı görür gibi ‘ibâdet etmekden ‘‘ibâretdir, ki müşahededen kinâyetdir.

II. Beyt:

Erbaînim çün tamam olur dahî on gün geçer,


Hatm olur menzil-i merâtib cân olur cânân bana.

Bu beyt-i şerîfleri netîce-i sülûklarını beyân eder. “‫ﺒﺎﹶﺣﹰﺎ‬‫ﺻ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻌِﻴ‬‫ﺭﺑ‬ ‫ﻯ ﹶﺍ‬
 ‫ﻴ ِﺪ‬‫ﻡ ِﺑ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻨ ﹶﺔ ﹶﺍ‬‫ﻴ‬‫ﺕ ِﻃ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﺣﻤ‬ ”
[“Âdem’in çamurunu iki elimle kırk sabah mayalandırdım, yoğurdum” (Taberî, Târih, I, 91)]
müfâdınca tıynet-i ‘âdem ya‘nî müdrike-i latīfe-i insâniyye sıfât-ı celâl ve cemâlden kinâye olan
“yedeyn” ile kırk sabah a‘nî beyne’l-cemâl ve’l-celâl tahmîr ve terbiye olunmağın bi’l-kuvve

307
olan sıfât-ı cemâl ve celâli fiile getürmekle mazhar-ı ‘ilm ü hikmet olub “ ‫ﺪ‬ ‫ﻤ ﹶﺔ ﹶﻓ ﹶﻘ‬ ‫ﺤ ﹾﻜ‬
ِ ‫ﺕ ﺍﹾﻟ‬
 ‫ﺆ‬ ‫ﻦ ﻳ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻭ‬

‫ﲑ‬ ‫ﺍ ﻛﹶﺜ‬‫ﻴﺮ‬‫ﺧ‬ ‫ﻲ‬ ‫“[ ”ﺍﹸﻭِﺗ‬Kime hikmet verilmişse bol bir hayır verilmiştir.” (el-Bakara 2/269)] sırrına

işâret zımnında “ ‫ﺴﺎِﻧ ِﻪ‬


 ‫ﻋﻠﹶﻰ ِﻟ‬ ‫ﻦ ﹶﻗ ﹾﻠِﺒ ِﻪ‬ ‫ﻤ ِﺔ ِﻣ‬ ‫ﺤ ﹾﻜ‬
ِ ‫ﻊ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻳﻨﹶﺎِﺑﻴ‬ ‫ﺕ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺒﺎﺣﹰﺎ ﹶﻇ‬‫ﺻ‬
 ‫ﻦ‬ ‫ﺑﻌِﻴ‬‫ﺭ‬ ‫ﺺ ﺍﱠﻟﻠﻪ ﹶﺍ‬
 ‫ﺧﹶﻠ‬ ‫ﻦ ﹶﺍ‬ ‫ﻣ‬ “ [“Kim

Allâh’a kırk sabahı hâlis kılarsa, hikmet menbâları kalbinden lisânına çıkar.” (Aclûnî, Keşfü’l-
Hafâ, II, 224, n. 2361; Suyutî, Cami’u’s-Sagîr, II, 137)] vârid olmuşdur. Ve “ihlâs” Bir şeyi bir şeye

katıştırmayıp hâlis kılmaktan ‘ibâret ya‘nî tahlîs-i iżāfetden kinâyetdir. Pes ihlâs, âsâr ve ef‘âl ve
sıfât ve zâtda olur. Ol ecilden ıstılâh-ı sûfiyyede merâtib-i tevhîd dört olup birine tevhîd-i âsâr ve
birine tevhîd-i ef‘âl ve birine tevhîd-i sıfât ve birine tevhîd-i zât derler. Ve “erbaîn” Dört

halvetden ‘‘ibâretdir ki; dört aded, on adedi müstelzim olduġundan “‫ﻛﹶﺎ ِﻣﹶﻠ ﹲﺔ‬ ‫ﺮ ﹲﺓ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﻋ‬ ‫ﻚ‬
 ‫“[ ”ِﺗ ﹾﻠ‬... hepsi
tam on gündür...” (el-Bakara 2/196)] hesâbınca her halveti on gün olur. Zîrâ dört adedi üç ve iki
ve bir adedlerini câmidir ki; mecmûu on adede bâliğ olup zât-ı Hakk’ı hudûd-i aşereden tenzîh
ve takdîse remz ve işâretdir. Ve hudûd-i aşere dediğimiz cihât-ı sitte ve kabl ve ba‘d ve ba‘z ve
[125a] külden ‘‘ibâretdir. Pes halvetin biri tezkiye-i nefs içindir ki, neticesi tevhîd-i âsârdır. Ve
ikincisi tehzîb-i ahlâk ile tasfiye-i kalb içindir ki, neticesi tevhîd-i ef‘âldir. Ve üçüncüsü takdîs-i
rûh içindir ki, neticesi tevhid-i sıfatdır. Ve dördüncüsü mâsivâdan tenzîh sırrı içindir ki, netîcesi
iskât-ı izâfât ile tevhîd-i zâtdır. Bu menzile fenâfillâh ve makām-ı cem‘ ta‘bir olunur ki; katre-i
vücûd-i imkânı, bahr-ı vahdetde mahv ü müstağrak olmakdan ‘‘ibâretdir. Ol ecilden “Erbaînim
çün tamam olur” buyurdular. Ya‘nî müdrike-i latīfe-i insâniyyemde vedî‘a-i rabbâniyye olan
sıfât-ı cemâl ve celâle mazhariyyet ile ihlâsım bu merâtib-i erba‘ada tamam olur. Ve halvetin
beşincisi ki; “dahî on gün geçer” buyurduklarıdır. Bu halvet mahvden sahve ve cem‘den farka
gelip cem‘i cemî‘-i esmâ ile tekmîl-i merâtib kusvâ içindir ki; vahdet kesreti ve kesret vahdeti
muhtecib olmaksızın merâyâ-yı kesretde cemâl-i sırr-ı vahdeti müşâhededen ‘‘ibâretdir. Ol
ecilden “Hatm olur menzil merâtib cân olur cânân bana” buyurdular. Ya‘nî beyt-i sâbıkta
tenezzül eylediğim merâtib ve menâzile yine ‘urûc ve menba‘-i kadîmime vülûc edib emr-i Hak
ile da‘vet için yine kesrete hurûc eyledim demek olur ki; hazerât-ı hamsi cem‘ etmekden

kinâyetdir. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın “ ‫ﲔ‬


 ‫ﻌ‬‫ﺭﺑ‬ ‫ﺭِّﺑ ۤﻪ ﹶﺍ‬ ‫ﺕ‬
 ‫ﻢ ﻣﻴﻘﹶﺎ‬ ‫ﺘ‬‫ﺸ ٍﺮ ﹶﻓ‬
 ‫ﻌ‬ ‫ﺎ ِﺑ‬‫ﺎﻫ‬‫ﻤﻨ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﺗ‬‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﻴﹶﻠ ﹰﺔ‬‫ﲔ ﹶﻟ‬
 ‫ﻮﺳٰﻰ ﹶﺛﻠٰﺜ‬‫ﺎ ﻣ‬‫ﺪﻧ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﻭ ٰﻭ‬

‫ﻴﹶﻠ ﹰﺔ‬‫(“[ ” ﹶﻟ‬Bana ibadet etmesi için) Mûsâ’ya otuz gece vâde verdik ve ona on gece daha ilâve
ettik; böylece rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu...” (el-A’raf 7/142)] kavl-i şerîfi buna

308
işaretdir. Ve onların dört halvetden ‘‘ibâret olan bir erba‘în ile tamam olmalarıyla enbiyâ-i ‘izâm
aleyhimüsselâm hazerâtının sülûkları emmâreden olmayıp mutmainneden olmağın tezkiyye-i
nefs için halvete hâcet kalmaz. Zîrâ onlar ma‘sûmlardır, bizim gibi ahlâk-ı zemîmeye masdar
olmazlar.

III. Beyt:

“Kâbe kavseyn ev-ednâ” üçyüzellidir bilin


Doğdu gün mağribden açdı zulmeti Sübhan bana

Bu beyt-i şerîfleri ve tahtında olanlar tafsīl ba‘de’l-icmâldir. Cenâb-ı Bârî’nin “ ‫ﺎ‬‫ﺩﻧ‬ ‫ﹸﺛﻢ‬

‫ﺩﻧٰﻰ‬ ‫ﻭ ﹶﺍ‬ ‫ﻴ ِﻦ ﹶﺍ‬‫ﺳ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﺏ ﹶﻗ‬


 ‫ﺪﹼﻟٰﻰ ﹶﻓﻜﹶﺎ ﹶﻥ ﻗﹶﺎ‬ ‫ﺘ‬‫…“[ ” ﹶﻓ‬sonra (Muhammed’e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı.
O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar hatta daha da yakın oldu.” (en-Necm 53/8-9)]
kavl-i şerîfinin mefhûmunu kavâ‘id-i mu‘ammâiyyeden aded-i hisâbî üzre remz buyururlar.
“Kâb” lafzı kavsın makbazı ile başlarının mabeynine ıtlak olunur. Her kavsda iki kâb vardır. Ol
ecilden ba‘żıları demişler ki; “kâbe kavseyn”, “kâbey kavsin” ma‘nâsınadır. Bu takdirce kavs-ı
vâhidiyyet murâd olunur ki; kâbe eymeni, vücûb ve kâb eyseri, imkândan ‘‘ibâretdir. Pes
üçyüzelli olması kâbe kavseynden murâd kavs-i vâcib-i imkândır ki; aded-i hisâbîsi üçyüzdür.

“‫ﻰ‬‫ﺩﻧ‬ ‫ﹶﺍ‬ ‫ﻭ‬ ‫”ﹶﺍ‬den murâd [126a] “‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﻠﹶﻢ‬‫“[ ”ﻥ ﻭ‬Nûn. Kaleme andolsun ki...” (el-Kalem 68/l)]de olun
“nûn” dur ki; ‘aded-i hisâbîsi ellidir.

Nitekim ba‘żı müfessirîn demişler ki; nûndan murâd ‘ilm-i zâtîden müsteâr olan devât-ı
feyż-i akdesden kinâyetdir. Ahadiyyet ‘ayn-ı cem‘den ‘ibâretdir. Pes bu i‘tibâr ile kâbe kavseyn
ve ev-ednâ, üçyüzelli ‘aded olur. Yâhud her birisi ‘aded-i hisâbîde üçyüzellidir demek murâd
buyururlar. “Kâbe kavseyn”den murâd kurb-i Mâcid’dir ki; ‘aded-i hisâbîsi üçyüzelli olur. Ve
ev-ednâdan murâd mahv-ı sûrdur ki; ‘aded-i hisâbîsi üçyüzelli olur.

Kangı hesaptan olur ise olsun ma‘nâdan hâriç değildir. Zîrâ kâbe kavseynin dünuvv-i
vücûd-i imkânîyi vâcibü’l-vücûdun kurbüne îsâlden ‘ibâretdir. Ev-ednâ ise imkânı, vücûbda ifnâ
ile mahv-ı sûrdan kinâyetdir. Ya‘nî kâbe kavseyn bir kurbdan ‘‘ibâretdir ki; onda isneyniyyet
i‘tibârı melhûz ola. Ve ev-ednâ bir vuslata işaretdir ki; onda isneyniyyet i‘tibârı mürtefi‘ ola. Zîrâ

309
“‫ ﹶﺍﺛﹶﺮ‬‫ﻨﻪ‬‫ِﻣ‬ ‫ﺒﻘﹶﻰ‬‫ﻳ‬‫ﺪﺙﹸ ِﺍﺫﹶﺍ ﻗﻮﺭﻥ ﺑِﺎ ﺍﹾﻟﻘﹶﺪِﻳ ِﻢ ﹶﻻ‬ ‫ﺤ‬
 ‫”ﹶﺍﹾﻟﻤ‬593 mukteżāsınca işrâk-ı şems-i cemâl-i kadîm, vücûdât-ı
mevhûme-i kevniyyeyi rûz-i rûşende ufûl eden kevâkib gibi mağlûb ve ‘adîm eyler.
Ve’l-hâsıl şems-i rûh pür-fütûh ref‘-i kuyûd-i zulmâniyye-i tab‘iyye ile ufk-i mübînden
tulû‘ ve hark-ı hucb-i nûrânîyye-i kalbiyye ile ufk-i a‘lâya su‘ûd edip ‘âlem-i bî-cihet ve bî-
hudûda şâhid ve meşhûd ve şuhûd-i i‘tibârî gayr-i ma‘dûd oldu, demek olur. Ol ecilden “Doğdu
gün mağribden” diye buyurdular. Şems-i rûhun gurûbu, cibâl-i zulümât-ı ‘unsuriyyeye
ta‘allukundan ‘‘ibâret ve sehâb-ı kesâfet-i tabî‘iyyede küsûfundan kinâyetdir. Ve tulû‘u, ref‘-i
estâr-i kuyûd-i enâ‘iyyet ile pertev-endâz ‘âlem-i ıtlâk ve hadd-i istivâda, zıll-i vücûd-i
mevhûmi, nûr-i vahdete mülhak etmeğe remz ve işaretdir. Ol ecilden “açtı zulmeti, Sübhân
bana” diye buyurdular.

IV. Beyt:

Geldi Hak bâtıl firâr etti dolaşdı mağribe


Zāhir oldu gizli sırlar verdi Hak burhân bana
Çünkü şems-i rûhum ufk-i a‘lâdan işrâk ve zulmet-i şeb-i deycûr-i nefsi izhâb ve ishâk

edip nûr-i vahdet, zalâm-ı kesreti ref‘ eyledi “ ‫ﻙ‬ ‫ﺼﺮ‬


 ‫ﺒ‬‫ﻙ ﹶﻓ‬ ‫ﻚ ِﻏ ﹶﻄۤﺎ َﺀ‬
 ‫ﻨ‬‫ﻋ‬ ‫ﺎ‬‫ﺸ ﹾﻔﻨ‬
 ‫ﻦ ٰﻫﺬﹶﺍ ﹶﻓ ﹶﻜ‬ ‫ﺖ ﰲ ﹶﻏ ﹾﻔﹶﻠ ٍﺔ ِﻣ‬
 ‫ﻨ‬‫ﺪ ﻛﹸ‬ ‫ﹶﻟ ﹶﻘ‬

‫ﺪ‬ ‫ﺪﻳ‬‫ﻡ ﺣ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻴ‬‫“[ ”ﺍﹾﻟ‬Andolsun sen bundan gaflette idin; derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün
artık gözün keskindir denir.” (Kaf 50/22)] mukteżāsınca kuhl-i nûr-i hakīkat ‘ayn-ı basīretimden
remed-i gafleti izâle ve revzene-i çeşm-i Hak-bînime nûr-i kudsi havâle ile nûr-i vücûd-i Hak
hâne-i derûnumu bir rütbe istîlâ eyledi ki; zulmet-i vücûd-i bâtıla mahal kalmayıp mağrib-i

‘ademde nâ-bûd ve nâ-peydâ olmağın “‫ﻮﻗﹰﺎ‬‫ﺯﻫ‬ ‫ﺎ ِﻃ ﹶﻞ ﻛﹶﺎ ﹶﻥ‬‫ﺎ ِﻃﻞﹸ ِﺍﻥﱠ ﺍﹾﻟﺒ‬‫ﻖ ﺍﹾﻟﺒ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﺯ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻖ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﺟۤﺎ َﺀ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻭﹸﻗ ﹾﻞ‬ ” [“Yine de
ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur” (el-İsrâ 17/81)] hakīkati
yüz gösterip [127a] delâil-i ‘akliyye-i tasdîkiyye ve hüccet-i bâliğa-i tahkīkıyye ile esrâr-ı
hafiyye-i ilâhiyye münkeşif ve nümâyân oldu demek olur.

V. Beyt:

Ol dem İsmail gibi teslîm-i cân etdi hemin


İkibinyüz594 dahî yetmiş beşde bir kurbân bana

593
[Muhdes (sonradan olan) kadîm olana yaklaştırıldığı zaman onda hiç bir eser kalmaz.]

310
Vaktâ ki nûr-i ‘ilm ü hikmet zulmet-i cehl-i tabî‘ati dûr ve pertev-i şems-i hakīkat hâne-
i kalbimi pür nûr ettiyse ‘ilm-i yakîn ile bildim ve ‘ayn-ı yakîn ile gördüm ki;

Beyt:

“Bende mahfî oldu ġaybu’l-ġuyûbun esrarı hemin


Bendedir sırr-ı emânet ona kenz-i mübhemim.”

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Mâsadakınca taht-ı dilde fermâ-nefermâ-yı ekâlîm-i vücûd ve kişver-güşâ-yı ‘avâlim-i


şuhûd olan rûh-i sultānî pây-i taht-ı beden-i ‘unsurîde bir halîfe-i sübhânî ya‘nî serîr-i sırrımda
bir vedî‘a-i rabbânîdir. Sāhibine teslîm-i emânet lâzıme-i râh-ı diyânet olmakdan nâşî Hażret-i
İsmâîl aleyhisselâm gibi Hakk’a teslîm-i cân etdim.

Derhâl ikibin yüzyetmişbeşde bana bir kurbân etti. “İkibin yüzyetmişbeş”den murâd-ı
şerîfleri ‘aded-i hisâbî üzre kuyûd-ı ġaybi’l-ġayb yâhûd bir i‘tibar ile kayd-i ġaybi’l-ġuyûb ola.
Ya‘nî kayd-ı ta‘ayyün rûhu ve kayd-ı temeyyüz ‘aklî ve kayd-ı temessül nefsî ve kayd-ı vücûd
hissî i‘tibâriyle kuyûd-i ġaybi’l-ġayb ola ve kuyûd-i mâ‘kûliyyeye i‘tibar olunmaksızın kayd-ı
hissî i‘tibâriyle kayd-ı ġaybi’l-ġuyûb ola ki; ikisinin dahî aded-i hisâbîleri ikibin yüzyetmişbeş
olur. Yâhûd

VI. Beyt:

Bin dörtyüz kanat açtım, altıyüz dahî koşdum,


Tâ onbeşe dek uçdum, bu hâlete erince.
Beyt-i şerîflerinin şerhinde bundan akdemce tafsīl ve tasrîh olunduğu gibi “bin
dörtyüz”den murâd on dört mertebedir ki; ‘âlem-i nâsût ‘anâsır-ı erba‘adan ‘‘ibâret olduġundan
dört mertebe ve ‘âlem-i melekût nüh felek ile nefs-i külliyyeden kinâyet olduġundan on mertebe
i‘tibâriyle on dört mertebe olup her birinden urûca esmâ-i hüsnâ ‘adedince yüz kanat açıb ya‘nî
mazhar-ı envâr-ı esmâ-i hüsnâ ve i‘ânet-i sıfât-ı ‘ulyâ ile bin dörtyüz kanat açıb nefs-i külliyyeye
‘urûc ve ondan delâlet-i ‘akl-ı kül ile altıyüz kanad dahî koşup ikibin kanad ile ‘âlem-i ceberûta
vülûc eyledim. Ondan dahî envâr-ı esmâ-i hüsnâ ile yüz kanat açıb ‘âlem-i lâhûta eriştikde ikibin
yüz ‘aded olup yetmişbeş ‘aded dahî ki; ‘aded-i künhden ‘ibâretdir; ona zamm ile ikibin

594
“İkiyüzbin”, Dîvân-ı Niyâzî, Neş: Yusuf Ziyâ, Dersâadet 1326, s.7

311
yüzyetmibeş olur. Ya‘nî [128a] ‘âlem-i lâhûtda künh-i esrâra erişip zılâl-i esmâ-i ilâhiyye
olduġunu tayakkün eyledim demek olur ki; lafz-ı künh, gâyet ve nihâyet ma‘nâsınadır. Kangı
i‘tibâr ile olur ise olsun cümlesi bir ma‘nâya râci‘dir. Zîrâ ‘âlem-i lâhûta bir i‘tibâr ile ġaybu’l-
ġuyûb ve bir i‘tibâr ile ġaybu’1-ġayb ve ġayb-ı mutlak dahî derler. ‘âlem-i ceberûta ve ‘âlem-i
melekûta ġayb-i izafî ve ‘âlem-i nâsûta şahâdet-i mutlaka, dedikleri gibi ya‘nî sırr-ı ġaybi’l-
ġuyûba mazhariyyet i‘tibâriyle kayd olan nefsim sūret-i inkıyâd ve teslîmden ‘‘ibâret olan koç
sūretinde kurbân olub benlik kaydından âzâd ve ıtlâk-i kurb-i akdesde ber-murâd oldum, demek
olur. Ol ecilden:

VII. Beyt:

Anladım zebh-i azîmi bir işâretdir bu koç


Hem beşâretdir gele Yahyâ ile mihmân bana
Diye buyurdular. Hażret-i İbrâhim salevâtülllâhi alâ nebiyyinâ ve aleyh kıssasında

Cenâb-ı Bârî’nin “‫ﻢ‬


ٍ ‫ﻈﻴ‬‫ﻋ‬ ‫ﺑ ٍﺢ‬‫ﻩ ِﺑ ِﺬ‬ ‫ﺎ‬‫ﻳﻨ‬‫ﺪ‬ ‫ﻭﹶﻓ‬ ” [“Biz oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik.” (es-
Sâffât 37/107)] kavl-i şerîfinin mukteżāsına mazhariyyet ile “Anladım zebh-i azîmi bir işâretdir bu

koç” buyurdular. Ya‘nî kurbân olan koçun ‘azîm sıfatıyla vasfının sebeb ve hikmetini anladım
demek olur.
Nitekim Hz. Şeyh-i Ekber nevveranallâhü bi sırrihi’l-envâr, Fusûs’unda Fass-ı
İshâkiyye’de zu‘m-i mahcûbîni nefy ve kavl-i muhakkikîni isbât için sūret-i ta‘accübde sebeb ve
ta‘zîmini remz edib buyurdu:

‫ﻭﺍﻳﻦ ﺛﻮﺍﺝ ﺍﻟﻜﺒﺶ ﻣﻦ ﻧﻮﺱ ﺍﻧﺴﺎﻥ‬ ‫ﻓﺪﺍﺀ ﻧﱮ ﺫﺑﺦ ﺫﺑﺦ ﻟﻘﺮﺑﺎﻥ‬

‫ﺑﻪ ﺍﻭ ﺑﻨﺎﱂ ﺍﺩﺭ ﻣﻦ ﺍﻯ ﻣﻴﺰﺍﻥ‬ ‫ﻭﻋﻈﻢ ﺍﷲ ﺍﻟﻌﻈﻴﻢ ﻋﻨﺎﻳﺔ‬

‫ﺷﺨﻴﺺ ﻛﺒﺶ ﻋﻦ ﺧﻠﻴﻔﺔ ﺭﲪﺎﻥ‬ ‫ﻓﻴﺎﻟﻴﺖ ﺷﻌﺮﻯ ﻛﻴﻒ ﻧﺎﺏ ﺑﺬﺍﺗﻪ‬

‫ﻭﻓﺎﺀ ﻻﺭﺑﺎﺡ ﻭﻧﻘﺺ ﳋﺴﺮﺍﻥ‬ ‫ﺍﱂ ﺗﺪﺭ ﺍﻥ ﺍﻻﻣﺮ ﻓﻴﻪ ﻣﺮﺗﺐ‬


Terceme:

Nebîye çün fedâ için ona koç oldu kurbânî


Mu‘âdil mi ‘acep savt-ı ganemle nutk-i insânî

312
‘İnayetle âna Allâh ânın şânın ‘azîm etdi
Nedir mi‘yârı bilmem ya nedir sūretde mîzânı

Nice tutdu yerin bilsem fedâda hadd-i zâtında


Şuhays-i kebş-i bî-mikdâr nebiyy-i zü’l-kadr-i rahmânî

Bilir misin ki, ânda emr-i rabbânî mürettebdir.


Vefâ ile olur erbâh olur naks ile hüsrân

[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

Ya‘nî bilmez misin ki; fedâda emr-i ilâhî müfdâ-ileyh, müfdâ-aleyh beyninde
mürettebdir. Ya‘nî şeref-i cinsiyyetde ve bâkī sıfâtda münâsebet gerekdir. Şerîfden hasîs,
hasîsden şerîf fedâ olunmaz. Ve fedâ-yı sūret-i nefsden ‘‘ibâret olan fedâyı yerine götürmek
‘ahd-i evvelîye vefâdır ki; çarsû-yı isti‘dâd-ı ticâretinde zebh içindir. Ve fedâyı yerine
getirmemek noksandır ki; zamân-ı kesbinde hüsrân içindir. Zîrâ eğer gavvâşî-i zulmâniyye ile
[129a] ihticâbından ötürü ahd-i evvelîye vefâ etmezse isti‘dâdında noksân-ı tazyî‘-i vakt
eylediğinden ötürü ömründen ‘‘ibâret olan re’s-i mâlının hüsrânıdır. Ve bu ma‘nânın sırrı ve
hakīkati oldur ki; kulun enâiyyeti bâkī iken Hakk’a vusûlü mümkün değildir. Pes enâiyyetin
ifnâsı lâbüddür. Ve Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyyetine ikrâr-ı ezelî zâten ve sıfâten ve fi‘len ancak
‘adem-i iştirâk ile tamam olur. Zîrâ sâlikin zâtı ve ona terettüb eyleyen sıfat ve ef‘âli mâdem ki
fânî olmaya ‘ahd-i evvelîye vefâ etmiş olur.

Pes Hak Sübhâne ve Teâla, Hażret-i İbrâhîm aleyhisselâm’a oğlunun zebhini rü’yâda
gösterdi ki; onun ve oğlunun tekmîllerinden ve ibtilâlarından ötürüdür. Vaktâ ki oğlunun zebhine
kasd ve oğlu dahî inkıyâd-ı tâmm ile nefsini teslîm eylediyse fenâ-yı matlûb hâsıl olup ahd-i
evvelîye vefâ bulunduğundan gâyet-i teslîm ü inkıyâdda olan zebh-i azîmi onlara fedâ eyledi.
Pes Hażret-i Şeyh cihet-i ta‘zîmini tasrîh buyurup: Şiir:

‫ﻧﺒﺎﺕ ﻋﻠﻰ ﻗﺪﺭ ﻳﻜﻮﻥ ﻭﺍﻭﺯﺍﻥ‬ ‫ﻓﻼ ﺧﻠﻖ ﺍﻋﻠﻰ ﻣﻦ ﲨﺎﺩ ﻭ ﺑﻌﺪﻩ‬

‫ﲞﻼﻗﺔ ﻛﺜﻔﺎ ﻭﺍﻳﻀﺎﺡ ﺑﺮﻫﺎﻥ‬ ‫ﻭﺫﻭﺍﳊﺲ ﺑﻌﺪ ﺍﻟﻨﺒﺖ ﻓﺎﻟﻜﻞ ﻋﺎﺭﻑ‬

‫ﺑﻌﻘﻞ ﻭ ﻓﻜﺮ ﺍﻭﻗﻼﺩﺓ ﺍﳝﺎﻥ‬ ‫ﻭﺍﻣﺎ ﺍﳌﺴﻤﻰ ﺍﺩﻣﺎ ﻓﻤﻘﻴﺪ‬


Tercüme:

313
Cemâd-ı ıtlâk ile a‘lâsı oldu cümleten halkın
Pes ondan sonra oldu hem nebâtın kadr ü evzânı

Pes ondan sonra zü’l-hissdir kamû hallâkı ‘ârifdir


Ederler hamd ile tesbîh ânı keşfi ve burhânı

Ve ammâ Âdem-i hayvân pes ânı kayd çekmişdir.


Onun ‘aklı meşûb ve fikri hem taklid-i imânı

[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

Pes kıllet-i vesâit-i vücûh-i imkâniyye ve ‘alâyık-i kuyûd-i kevniyye i‘tibâriyle


besâitden sonra mürekkebâtdan Hakk’a akrab olan cemâd ya‘nî ma‘âden ve ondan sonra nebât
ve ondan sonra zü’l-hiss olan hayvândır. Zîrâ küllîsi Hallâk’ını bilib tesbîh ve tahmîd

etmededirler. “ ....‫ﻬﻢ‬ ‫ﺤ‬


 ‫ﺒﻴ‬‫ﺗﺴ‬ ‫ﻮ ﹶﻥ‬‫ﺗ ﹾﻔ ﹶﻘﻬ‬ ‫ﻦ ﻟﹶﺎ‬ ‫ﻭ ٰﻟ ِﻜ‬ ‫ﻤﺪِﻩ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﺢ ِﺑ‬ ‫ﺴﺒ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻲ ٍﺀ ِﺍﻟﱠﺎ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻭِﺍ ﹾﻥ ِﻣ‬ .... ” [“…O'nu hamd ile

tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız…” (İsrâ
17/44)] Ve tesbîh ma‘rifetden sonra olur. Ya‘nî her bir şeyi bilir ki; nakâyıs-ı kevniyyeden

münezzeh, sıfât-ı kemâl ile muttasıf bir rabbisi vardır ki; onu terbiye eder. Pes rabbisine hamd ile
tesbîh ederler. Amma âdem tesmiye olunan insân-ı nâkıs vehm ile meşûb olan ‘akl-ı cüz‘îsiyle
mahcûb ve mukayyeddir. Ve ehl-i nazar ve istidlâlden olan insan kuvvet-i fikriyyesiyle mahcûb
ve mukayyeddir. Ve erbâb-ı taklîdden olan insân kâbil-i tagayyür ü zevâl olan îmân-ı taklîdîsi ile
mukayyeddir ki; ref‘-i kuyûdat ile resîde-i ‘âlem-i ıtlak olan insân-ı kâmil bu ta‘rîf tahtına dâhil

değildir. [130a] Pes kıllet-i vesâit-i kuyûd i‘tibâriyle “ … ‫ﺿﻞﱡ‬


 ‫ﻢ ﹶﺍ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﺑ ﹾﻞ‬ ‫ﺎ ِﻡ‬‫ﻧﻌ‬‫ﻚ ﻛﹶﺎﹾﻟﹶﺎ‬
 ‫“[ ” … ﺍﹸﻭٰۤﻟِﺌ‬... İşte
onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar...” (el-A’raf 7/179)] tahtında olan insân-ı
nâkısdan, hayvan Hakk’a akrab olduġundan sıfat-ı teslîm ve inkıyâdda müşterek olan nefsi koç

sūretinde indirib zebh-i ‘azîm ile tavsîf eyledi. Ya‘nî Hażret-i İbrâhim aleyhisselâm’ın “ ‫ﺍﻟﻮﻟﺪ ﺳﺮ‬

‫“[ ”ﺍﺑﻴﻪ‬Oğul, babasının sırrıdır.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 338 n. 2911)] mukteżāsınca ‘âlem-i hayâlde
oğlu sūretinde görülen enâiyyet-i nefsi kuvvet-i vehmiyyesiyle ‘âlem-i hisde sūret-i kebşiyyede
cilve-nümâ ve kendülere fedâ ile ahd-i sâbıka vefâ edib vuslat-ı Hak celle ve ‘âlâ ile halîl-i Hüdâ

314
oldu. “‫ﺧﻠﻴﻼ‬ ‫ﻰ ﺍﳋﻠﻴﻞ‬‫”ﻗﺪ ﲣﻠﻠﺖ ﻣﺴﻠﻚ ﺍﻟﺮﻭﺡ ﻣﲎ ﻭﺑﺬﺍ‬595 Pes Mısrî hażretleri dahî buyururlar ki;
enfüsde ol zebh-i ‘azîm bize dahî indi. Ya‘nî enâiyyet-i vücûd-i mevhumu, teslîm ve inkıyâddan
‘ibâret olan koç sūretinde fedâ edip fenâ-i küllî ile fenâfillah menziline erdikden sonra bekābillâh
menzilinde hayât-ı ebediyye ile vücûd-i hakkânî-i ruhânî, erzânî buyurulup ol hayât-ı ebediyye
mevtimi zebh ya‘nî hükmünü ibtâl ile ebedü’l-âbâd bana mevt târî olmayacağına beşâretdir. Ol
ecilden “Hem beşâretdir gelen Yahyâ ile mihmân bana” buyurdular. Nitekim haşr-ı sûrîde
ba‘de’l-hesâb mevti Hażret-i Yahya aleyhisselâm zebh edeceği mütevâtir ü meşhurdur.

VIII. Beyt:

Halk-ı ‘âlem dediler Îsâ’ya Mısrî bir zamân


Dahî bundan özge mâ-evhâ dedi Kur’ân bana
Beyt-i sâbıkta zikr olunduğu üzre çünkü hıl‘at-i vücûd-i hakkânî kâmet isti‘dâdıma
erzânî buyuruldu. Zücâce-i kalbim mazhar596-ı misbâh-ı kelime-i rûhiyye ve mişkât-ı sadrım
masdar597-ı sırr-ı velâyet-i mutlaka-i îseviyye olub sırr-ı mesîhîye mazhariyyetim i‘tibariyle
benden bürûz eden sırr-ı Hażret-i Îsâ iken sırrına mahrem olmayan halk-ı ‘âlem bana Îsâ
demeyip Mısrî dediler. Zîrâ hâtem-i velâyet-i mutlaka bi’l-ittifâk Hażret-i Îsâ aleyhisselâm’dır.
Pes bu fehvâ-yı kinâyet ihtivâ terk ve tecrîd ve üns ve tefrîdlerinden meşreb-i sa‘âdetlerine
muvâfakat ve seyr-i sülüklerinde mutâbakât takrîbiyle kadem-i muhteremlerinde bulunup rûh-i
pür-fütûhlarına hem-dem ve sırr-ı velâyetlerine mahrem olmakdan ‘ibâretdir. Ve sırrıma mahrem
olanlar kadem-i Hażret-i Îsâ’da dediğimi tayakkün eylediler.

Lâkin “Dahî ondan özge mâ-evhâ dedi Kur’ân bana” ya‘nî seyr-i sülûküm menzil-i
mahbûbiyetde kadem-i iksîr-i tev’em hażret-i mahbûb-i Hûda aleyhi efżalü’t-tahâyâ’ya erişip
verâset-i velâyet-i hâssa-i [131a] muhammedî ile kutb-i ‘âlem oldum demeye remz ve işâretdir.
Zîrâ tebeddül ve tağayyürden beri olan kutb-i ezelî ve ebedî bi’l-ittifâk rûh-i Muhammedî aleyhi
efżalü’s-salâti’s-Samedî’dir. Fütûhât’ta tasrîh buyurulduğu üzre Sāhib-i sa‘âdet aleyhi ekmelü
salavât-i rabbi’l-izzet Efendimiz hażretlerinin teşrîflerinden ilâ intihâi’d-deverân sāhib-i zamân
olan kutb-i ‘âlem ve halîfe-i habîb-i Rahmân olan kavs-i a‘zam hażretleri bi eyyi-hâlin velâyet-i
hâssa-i muhammediyyeye vâris olmaya muhtâcdır.

595
[Rûh sâliki olan benden kurtuldu, işte bu sebeple dosta dost oldu.]
596
B: - “mazhar”
597
B: + “mazhar”

315
Cenâb-ı Hüdâvend şükûr-i esrâr-i füyûziyyeleriyle sırrımızı pür-sürûr ve envâr-ı
rûhiyyeleriyle rûhumuzu pür-nûr edip âsâr-ı himmet-i fütûhiyyeleri ile kalb-i vîrânımızı ma‘mur
eyleye. Husūsan bâdî-i şerh-i metn-i metîn olan zâde-i kalb-i hazîn, a‘nî Mîr Muhammed Emîn
kulunu küdûrât-ı sûriyye ve ma‘neviyyeden emîn ve inşirâh-ı sadr ile mazhar-ı sırr-ı imâm-ı
mübîn eyleye. Âmîn bi-hurmeti seyyidi’l-enbiyâ-i ve’l-mürselîn ve sallallâhü âlâ seyyidinâ
Muhammedin ve âlihî ve sahibihî ecmaîn ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-’âlemîn.

Nazmun lişârihihi:598

Erer mi ka‘r-ı deryâ-yı kelâm-ı Mısrî’ye gavvâs


Ki esdâf-ı ma‘ârifden ala ol dürr-i bî-hemtâ
Kerem kıldı Salâhî mantıkından feyż-yâr oldu
Zebânın eyledi âb-ı hayâtı feyżine mecra
[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

Temmet.

C- “DİĞER NUTK-İ ŞERİFLERİ”

Ahvâl-i serencâmım bu saate erince599


Deyim sana icmâlin tâ gâyete erince

Biz beş er idik çıktık, bir günde yola girdik


Kırk yılda ere erdik, bu sohbete erince

Her yâneye600 çalındık, çok adları takındık


Dört tekbîri bir kıldık, tâ kâmete erince

Çün kâmet olup durduk, dîvâna el kavuşturduk.601


Vechini ı’yân gördük, bu hayrete erince

598
B: - “Kıt’a-i sāhib-i şerh”
599
Dîvân-ı Niyâzî, Neş: Yusuf Ziyâ, Dersâadet 1326, s. 68
600
“Makāma”, Dîvân-ı Niyâzî, Neş: Yusuf Ziyâ, Dersâadet 1326, s. 68
601
“Bağlı”, Dîvân-ı Niyâzî, s. 68

316
Tāât bu imiş elhak, râhat bu imiş elhak.602
İzzet bu imiş elhak, bu hizmete erince

Kesret idi bir oldu, sūret idi sır oldu.


Zulmet idi nûr oldu, bu âyete erince

Çün cân ile bir idik, ebdân ile dağıldık


Âhir bu deme erdik, bu vahdete erince

Bindörtyüz kanat açtım, altıyüz dahî koştum.


Tâ onbeşe dek uçtum, bu hâlete erince

Dünyâyı nider âşık, ukbâyı nider sādık


Mısrî olagör ayık, söz603 vuslata erince

[Mef‘ûlü/mefâ‘îlün/mef‘ûlü/mefâ‘îlün]

D- “ŞERH-İ SALÂHÎ ‘ABDÎ EFENDİ”

I. Beyt:

Ahvâl-i serencâmım bu saate erince [134b]


Deyim sana icmâlin tâ gâyete erince
Kutbü’l-‘ârifîn Ġavsü’l-vâsilîn şeyhu’ş-şuyûh menbâ‘-ı feyż u fütûh Şeyh Muhammed
Mısrî nefea‘llâhü bi-feyżîhi sadrî hażretleri neş’e-i ‘unsuriyyede vâki‘ olan ahvâl-i serencâmını
alâ-tarîki’r-remz ve’l-icmâl beyâna şurû‘ edip buyururlar;

II. Beyt:

Biz beş er idik çıktık, bir günde yola girdik


Kırk yılda ere erdik, bu sohbete erince
Ya‘nî neş’e-i hakîkiyyyemiz musâhabet-i ‘anâsır-ı erbaa ile beş olup bir günde yola
girdik. A‘nî mertebe-i anâsırdan604 libâs-ı ‘unsurî ile gah sahârâ-i nebatîden seyr ü sefer ve gah

602
“Tâat bu imiş ancak, râhat bu imiş ancak. İzzet bu imiş ancak, bu hizmete erince.” Dîvân-ı Niyâzî, s. 68
603
“Sen”, Dîvân-ı Niyâzî, s. 68

317
kasabât ü karâ-i hayvâniyyeden güzer ederek kırk yılda şehristân-ı cemâl-i insâna eriştik. Pes
belde-i ma‘mûre-i insâniyyeye duhûlünden mukaddem bazı ahvâlin [132a] remz edip
buyururlar;

III. Beyt:

Her yâneye çalındık, çok adları takındık


Dört tekbîri bir kıldık, tâ kâmete erince
Diye buyurdu. Ya‘nî gah mescid-i nebâtîde ‘ibâdet-i rabb-i rahîm için rûy-i zarâ‘atımız
fersûde-i hâk-i niyâz ile şekl-i mîm ve gah ma‘bed-i hayvânîde tâ‘ât-ı zü’l-celâl ile kaddimiz dâl
edip her mazharı seyrân ederek çok adları takındık. Her ne cânibe ki erişdik ol makāma münâsib
isim ile tesmiye olunduk. Ya‘nî sebze-zâr-ı celâlde câme-i hıżr ile hırka-pûş ve gah gülzâr-ı
cemâlde hulle-i hamrâyı ber-dûş edip gah nahlistân-ı mısr-ı kuyûdda halâvet-bahş sükker ü
hurmâ ve gah bûstân-kişver-i şuhûdda lezzet-pâş-ı ceviz ve elma ve gâh gülistân-ı cihânda
bülbül-i şeydâ gâh kafes-i imkânda tūtī-i hoş-edâ olub gâh kendim enbâr-ı cefâ gâh dakîk-i
âsiyâb-ı çerh-ı bî-bekā ve gâh mürg-zâr-ı mihnetde murg-i dâne-çîn gâh kiştzâr-ı hamûlde haml-i
hûşe-çîn olarak sūret-i gıdâiyyeden câmi‘-i rütbe-i insâniyyeye erişib resm-i istikâmet ile
kâmetimiz elif ve kalbimiz hakâyık-ı kevniyyeyi mü’telif olmakdan nâşî mevâlid-i selâseyi cem‘
ile ismimiz Âdem olub dört tekbîri bir kıldık. Ya‘nî mertebe-i insâniyye merâtib-i ma‘den ü
nebât ü hayvanı cem‘ etmek i‘tibariyle dört tekbîri bir kıldık ki; zikr u ‘ibâdâtımız ma‘âdin ü
nebât ü hayvân zikr u ibâdâtını câmi‘dir, demek olur. Zîrâ kıyâmımız rütbe-i insâniyye ve
rükû‘umuz rütbe-i hayvâniyye ve sücûdumuz mertebe-i nebâtiyye ve ku‘ûdumuz rütbe-i
ma‘deniyye zikr u ‘ibâdâtına dâldır. Nitekim mevâlid-i selâseyi Kâdî Beyzâvî rahmetüllâhi

aleyhi Cenâb-ı Bârî’nin “‫ﻥ‬


‫ﻮ ﹶ‬‫ﺟﻌ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻴ ِﻪ‬‫ ِﺍﹶﻟ‬‫ﻢ ﹸﺛﻢ‬ ‫ﻴﻴ ﹸﻜ‬‫ﻳﺤ‬ ‫ﻢ ﹸﺛﻢ‬ ‫ﺘ ﹸﻜ‬‫ﻤﻴ‬‫ ﻳ‬‫ﻢ ﹸﺛﻢ‬ ‫ﺎ ﹸﻛ‬‫ﺣﻴ‬ ‫ﺎ ﹶﻓﹶﺎ‬‫ﺍﺗ‬‫ﻣﻮ‬ ‫ﻢ ﹶﺍ‬ ‫ﺘ‬‫ﻨ‬‫ﻭ ﹸﻛ‬ ‫ﻭ ﹶﻥ ﺑِﺎﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ‬‫ﺗ ﹾﻜ ﹸﻔﺮ‬ ‫ﻒ‬
 ‫ﻴ‬‫ﹶﻛ‬
” [“Ey Kâfirler! Siz cansız iken sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allâh’ı nasıl
inkar ediyorsunuz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O’na

döndürüleceksiniz.” (el-Bakara 2/28)] kavl-i şerîfinden istinbât edib “‫ﺕ‬


 ‫ﺍ‬‫ﻣﻮ‬ ‫ﻢ ﹶﺍ‬ ‫ﺘ‬‫ﻨ‬‫ﻭ ﹸﻛ‬ ” [“...siz cansız

iken…” (el-Bakara 2/28)] tefsirinde “ ‫ﺨﻠﱠ ﹶﻘ ﹰﺔ‬


 ‫ﻔﹰﺎ ﻣ‬‫ﻣﻀ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻧﻄﹶﻘﹰﺎ‬‫ﻭ‬ ‫ﺧﻼﹶﻃﹰﺎ‬ ‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﻳ ﹰﺔ‬‫ﻭﹶﺍ ﹾﻏ ِﺪ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﺻ‬
ِ ‫ﺎ‬‫ﻋﻨ‬ ‫ﺎ‬‫ﺍ ﹶﺓ ﹶﻟﻬ‬‫ﻴﻮ‬‫ﺴﺎﹶﻣﹰﺎ ﹶﻻﺣ‬‫ﹶﺍﺟ‬

604
B: + “rütbe-i ‘anâsır”

318
‫ﻢ‬ ‫ﺎ ﹸﻛ‬‫ﺣﻴ‬ ‫ﺨﻠﱠ ﹶﻘ ٍﺔ ﹶﻓﹶﺎ‬
 ‫ﺮ ﻣ‬ ‫ﻴ‬‫ﻭ ﹶﻏ‬ ”605 diye buyurur. Ve “Kırk yılda ere erdik” buyurdukları “ ‫ﻡ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻨ ﹶﺔ ﹶﺍ‬‫ﻴ‬‫ﺕ ِﻃ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﺣﻤ‬

‫ﺒﺎﹶﺣﹰﺎ‬‫ﻦ ﺻ‬ ‫ﻌِﻴ‬‫ﺭﺑ‬ ‫ﻯ ﹶﺍ‬


 ‫ﻴ ِﺪ‬‫”ِﺑ‬ [“Âdem’in çamurunu iki elimle kırk sabah mayalandırdım, yoğurdum”

(Taberî, Târih, I, 91)] kavl-i şerîfinin mukteżāsıdır. Bunun tafsīli bu muhtasara sıġmaz. Can

kulağıyla istimâ‘ eden ‘ârife bu dahî kâfîdir.


Yâhud “biz beş er idik çıktık” kavl-i şerîfleri câmi‘u’l-kelâm606 olmağla enfüs ve âfâkı
murâd buyurub nefs ü kalb u akl ü ruh u sırr hakīkatçe ne kadar bir i‘tibâr olunsa merâtib
i‘tibârınca beş adet i‘tibâr olunup ol i‘tibâr ile “beş er idik” diye buyurdu.

“Bir günde yola girdik” buyurdukları tarîkat-ı ‘aliyyeye sülûkdan ‘‘ibâretdir ki;
menâzil-i nefisden seyr u sefer ve makāmat-ı kalbi güzer edip nihâye-i ruhta çehre-i vâhidiyyet
ve gâyet-i sırda [133a] cemâl-i ahadiyyet cilve-ger olmakdan kinâyetdir.

“Kırk yılda ere erdik bu sohbete erince” buyurdukları istî‘dâd-ı Hüdâ-dâdlarında


merkûz olan envâr-ı ma‘ârif-i ilâhiyye ve şems-i hakīkat-ı muhammediyye hadd-i erba‘îne
erişdiklerinde âyîne-i kalblerinde leme‘ân edip mahrem-i sohbet-i ‘irfân olduklarına remz ve
işâretdir. Nitekim sāhib-i sa‘âdet aleyhi efżalü’s-salevât-ı rabbi’l-izzet Efendimiz hażretlerinin
nübüvvetleri, hadd-i erba‘îne erişdiklerinde vâki‘ olmuşdur. Beytin ma‘nâ-yı zāhirîsi üzre beş
refîk olub, kırk yılda mürşîde erişmek ihtimâli emr-i ba‘îddir. Ve havâss-ı hams-i zāhiriyye ve
bâtıniyyeye sarfı dahî tekellüfdür.

Pes bu i‘tibâr ile “Her yâneye çalındık, çok adları takındık. Dört tekbîri bir kıldık, tâ
kamete erince” buyurduklarından murâd-ı şerîfleri seyr ü sülûkları mertebe-i nefs-i emmâreden
olup ‘âlem-i misâlde sıfât-ı gâlibe-i hayvâniyye zuhûr ettikçe enfüs-i ta‘bîrinin mukteżāsınca
kendi ol sıfâtın isimlerini takınıp tezkiye-i nefs ederek rütbe-i hazîz-i hayvâniyyeden hurûc ve
mertebe-i ‘âliyye-i insân-ı kâmile vülûc edib dört tekbîri bir kıldık, demek olur ki; tekbîrin biri
kurbân-ı nefs için ve biri harâb-ı kalb için ve biri fedâ-yı akl u rûh için ve biri ifnâ-yı sırr içindir.
Ya‘nî makām-ı sırr, merâtib-i rûh u akl ü kalb u nefsi cami‘ olmak itibariyle makām-ı sırra erib
onda dört tekbîri bir kıldık, demek olur. Ol ecilden cenâze namazında dört tekbîr iktiżā eder. Pes
tekbîr-i nefs, tevhîd-i âsâra ve tekbîr-i kalb, tevhîd-i ef‘âle ve tekbîr-i akl u ruh, tevhîd-i sıfâta ve

605
[Cansız cisimler iken unsurlar ve yemek, karışım, meni, bir çiğnem lokma ve yaratılmamış halde iken sizi
dirilttik.]
606
B: + “câmi’u’l-kelim”

319
tekbîr-i sırr, tevhîd-i zâta delâlet eder. ‘Akıl, rûhun nûraniyyetinden ‘‘ibâret olub vekîl-i mutlakı
olduġu için ikisi bir tekbir ile iktifâ olundu.

IV. Beyt:

Çün kâmet olub durduk, dîvâna el kavuşturduk.


Vechini ‘ıyân gördük, bu hayrete erince
Çünkü sıfât-ı zemîme-i hayvâniyyeden tezkiye-i nefs edip tehzîb-i ahlâk ile makām-ı
insân-ı kâmile erişdik. Ya‘nî tarîk-i müstakîm üzre sâbit kadem ve kûşiş-i râh-ı Hak’da râsih-
dem olub durduk. Cenâb-ı Rabb-i ‘İzzet’in dîvan-ı bî-cihetinde el kavuşturduk. “El” gönül
şerhidir ki, solu meyl-i dünyâya ve sağı meyl-i ukbâya işâretdir. Ya‘nî dünyâ ve ukbâdan el
çekip rıżā-yı sa‘âdet-i iktiżā-yı Hakk’a hasr-ı matlab ile rabt-ı kalb edip mâsivâyı selb eyledik.
Ol ecildendir ki; iftitâh-i tekbîrde kulağa değin ref‘-i yedeyn iktiżā eder.

Çünkü [134a] hicâb-ı mâsivâyı ref‘ eyledik, “vechini ‘ıyân gördük” ya‘nî nûr-i
cemâline mazhar olduk. Nitekim Hażret-i Şeyh-i Ekber kaddesenallâhü bi-sırrihi’1-ezher,

Fütûhât’da “ ‫ﺒ ِﺔ‬‫ﺗ‬‫ﰱ ﺭ‬
ِ ‫ﻯ ﺍ ﱠﻻ‬
ِ ‫ﺮ‬‫ﻦ ﹶﻻﻳ‬ ‫ﻯ ﻭﹶﻟ ِﻜ‬
ِ ‫ﺮ‬‫ﻭﻳ‬ ‫ﻬﺪ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﻮ ِﺭ ﻳ‬‫ﰱ ﺍﻟﺼ‬
ِ ‫ﻴ ِﺔ‬‫ﺠﱢﻠ‬
 ‫ﺗ‬ ‫ﻴﺚﹸ‬‫ﺣ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻭ ِﻣ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﻮ‬‫ﻖ ﻧ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﺍﹾﻟ‬‫ﺩ ﹲﺓ ﻭ‬ ‫ﻬﹶﺎ‬‫ﺭ ﺷ‬ ‫ﺍ‬‫ﻧﻮ‬‫ﹶﺍﹾﻟﹶﺎ‬

‫ﱙ‬
ِ ‫ﺮﹾﺃ‬ ‫” ﺍﻟ‬607 buyurur. Ve Kâdî Beyzâvî rahmetüllâhi aleyh “ ‫ﲔ‬
 ‫ﻌ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭِﺍﻳ‬ ‫ﺪ‬‫ﻌﺒ‬ ‫ﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫(“[ ” ِﺍﻳ‬Rabbimiz!)

Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umarız.” (el-Fâtiha, 1/5)] tefsirinde; “ ‫ﺍﻭﻝ‬

‫ﻀﹶﺎِﻳ ِﻌ ِﻪ‬‫ﺪ ﹶﻻِﻟﺒ‬ ‫ﺳِﺘ‬ ‫ﻳ ِﺔ ﻭﻟﹾﺎ‬‫ﰱ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬


ِ ‫ﻨ ﹶﻈ ِﺮ‬‫ﺍﻟ‬‫ﻤﹶﺎِﺋ ِﻪ ﻭ‬‫ﰱ ﹶﺍﺳ‬
ِ ‫ﻣ ِﻞ‬ ‫ﺄ‬‫ﻦ ﺍﻟ ﱢﺬ ﹾﻛ ِﺮ ﻭﺍﹾﻟ ِﻔ ﹾﻜ ِﺮ ﻭﺍﻟﺘ‬ ‫ﻑ ِﻣ‬
ِ ‫ﻯ ﺣﹶﺎ ِﻝ ﺍﻟﻌﹶﺎ ِﺭ‬
ِ ‫ﺒﺎﹶﺩ‬‫ﻮﻣ‬ ‫ﻰ ﻣﹶﺎﻫ‬ ‫ﻠ‬‫ﺍﻟﻜﻼﻡ ﻋ‬

‫ﻫ ِﻞ‬ ‫ﻦ ﹶﺍ‬ ‫ ِﻣ‬‫ﺼِﻴﺮ‬‫ﻭﻳ‬ ‫ ِﻝ‬‫ﺻﻮ‬‫ﺒ ﹶﺔ ﺍﹾﻟﻮ‬‫ﺤ‬


 ‫ﺽ ﺍﹾﻟ‬
 ‫ﺨﻮ‬‫ﻮ ﹶﺍ ﹾﻥ ﻳ‬ ‫ﻭﻫ‬ ‫ﻣ ِﺮ ِﻩ‬ ‫ﻰ ﹶﺍ‬ ‫ﻬ‬‫ﻨﺘ‬‫ﻣ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻰ ﺑِﻤﹶﺎ ﻫ‬ ‫ ﻗﹸ ِﻔ‬‫ﺳ ﹾﻠﻄﹶﺎِﻧ ِﻪ ﹸﺛﻢ‬ ‫ﻋ ِﻈ ِﻢ ﺷﹶﺎِﻧ ِﻪ ﻭﺑﹶﺎ ِﻫ ِﺮ‬ ‫ﻰ‬ ‫ﻠ‬‫ﻋ‬

‫ ﺷِﻔﺎﹶﻫﹶﺎ‬‫ﻴﻪ‬‫ﻨﹶﺎ ِﺟ‬‫ﻭﻳ‬ ‫ﻴﺎﹶﻧﹰﺎ‬‫ﻩ ﻋ‬ ‫ﺃ‬‫ﻴﺮ‬‫ﺪ ِﺓ ﹶﻓ‬ ‫ﻫ‬ ‫”ﺍﳌﹸﺸﹶﺎ‬608 buyurur. Ya‘nî “ ‫“[ ” ﺍﳊﻤﺪ ﷲ‬Hamd (övme ve övülme)...

Allâh’a mahsūstur.” (el-Fâtiha, 1/1)] kavli ‘ârifin mebâdî-i hâl olan zikrine ve “‫ﺍﻟﹾﻌﹶﺎﻟﹶﻤﻴِﻦ‬ ‫ﺏ‬
 ‫ﺭ‬ ”

[“...’âlemlerin Rabbi” (el-Fatiha, 1/1)] kavli fikrine ve esmâda teemmülüne ve “‫ﻢ‬


ِ ‫ﺣﻴ‬‫ﺍﻟﺮ‬ ‫ﺣ ٰﻤ ِﻦ‬ ‫ﺮ‬ ‫”ﺍﹶﻟ‬

607
[Nurlar, şâhit olmak (hazır olmak)tır. Hak sûretlerde tecellî ettiği yönden bir nûrdur. Şâhit olunur ve görülür.
Fakat o ancak mütehassıs rütbesinde görülür.]
608
“Allâh’ı tanımaya başlayanın zikri, fikri ve Allâh’ın isimleri düşünmesi, O’nun nimetlerine bakışı,
yüceliğinin büyüklüğü, onun saltanatının göz kamaştırıcılığı vesilesiyle ârifin ulaşacağı son noktada bahr-i
vuslata dalıp erbâb-ı müşâhededen olmasına ve Hakk’ı ‘iyânen görüp şifâhen münâcât etmesine karşılık olmuştur.”

320
[“O, Rahmândır ve Rahîmdir” (el-Fâtiha, 1/3)] kavli ni‘am-ı celîlesinin nazīrine ve “ ‫ﻮ ِﻡ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻚ‬
ِ ‫ﺎِﻟ‬‫ﻣ‬

‫ﻳ ِﻦ‬‫“[ ” ﺍﻟﺪ‬Cezâ gününün mâlikidir.” (el-Fâtiha, 1/4)] kavl-i ‘izam-ı şânı ve bâhir-i sultānı üzerine

sanâyi‘ıyle istidlâline mukâbil olub “‫ﲔ‬


 ‫ﻌ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭِﺍﻳ‬ ‫ﺪ‬‫ﻌﺒ‬ ‫ﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫(“[ ” ِﺍﻳ‬Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk
ederiz ve yalnız Senden medet umarız.” (el-Fâtiha, 1/5)] kavl-i ‘ârifin müntehâ-yı emri olan
bahr-i vuslata dalıp erbâb-ı müşâhededen olmasına ve Hakk’ı ‘ıyânen görüp şifâhen münâcât

etmesine mütekâbil olmuşdur. Ve “‫ﻢ‬


 ‫ﻘﻴ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﺍﹾﻟﻤ‬ ‫ﻁ‬
‫ﺍ ﹶ‬‫ﺼﺮ‬
 ‫ﺎ ﺍﻟ‬‫ﻫ ِﺪﻧ‬ ‫“[ ” ِﺍ‬Bize doğru yolu göster” (el-Fâtiha,

1/6)] tefsirinde “ ‫ﻤِﻴﻂﹸ‬‫ﻭﺗ‬ ‫ﻮﻟِﻨﹶﺎ‬‫ﺕ ﹶﺍﺣ‬


ِ ‫ﻨﱠﺎ ﹸﻇﻠﹾﻤﹶﺎ‬‫ﻮ ﻋ‬ ‫ﺤ‬‫ﺘﻤ‬‫ﻚ ﹶﻟ‬
 ‫ﻴ ِﺮ ﻓِﻴ‬‫ﺴ‬
 ‫ﻧﹶﺎ ﻃﹶﺮِﻳ ِﻖ ﺍﻟ‬‫ﺭ ِﺷﺪ‬ ‫ﲎ ِﺑ ِﻪ ﹶﺍ‬
 ‫ﻋ‬ ‫ﺻﻞﹸ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ ﺍﹾﻟﻮ‬‫ ﺍﻟﹾﻌﹶﺎ ِﺭﻑ‬‫ﻓﺎِﺫﹶﺍ ﻗﹶﺎﹶﻟﻪ‬

‫ﻮﺭِﻙ‬ ‫ﻙ ﺑِﻨ‬ ‫ﺮﹶﺍ‬‫ﻚ ﹶﻓﺘ‬


 ‫ﺪ ِﺳ‬ ‫ ِﺭ ﻗﹸ‬‫ﻀ ِﺊ ﺑِﻨﻮ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﻨ‬‫ﺪﺍﹶﻧﻨﺎ ِﻟ‬‫ﺍﺷِﻰ ﹶﺍﺑ‬‫” ﹶﻏﻮ‬609 buyurur. Ya‘nî ‘ârif-i billâh ve vâsıl-ı ilallâh olan

kes “‫ﻢ‬
 ‫ﻘﻴ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﺍﹾﻟﻤ‬ ‫ﻁ‬
‫ﺍ ﹶ‬‫ﺼﺮ‬
 ‫ﺎ ﺍﻟ‬‫ﻫ ِﺪﻧ‬ ‫“[ ”ِﺍ‬Bize doğru yolu göster.” (el-Fâtiha, 1/6)] dediği vakitde tarîk-i seyr-i
fillâhı bize irşâd eyle, zulümât-ı ahvâl ve gavâşî-i ebdânımızı izâle ve çeşm-i basīretimize nûr-i

kudsîni havâle eyle tâ ki; senin nûrunla seni görelim, demek murâd eder. “ ‫ﻦ‬ ‫ ِﻣ‬‫ﺼۤﺎِﺋﺮ‬
 ‫ﺑ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺟۤﺎ َﺀﻛﹸ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﹶﻗ‬

‫ﺎ‬‫ﻴﻬ‬‫ﻌﹶﻠ‬ ‫ﻲ ﹶﻓ‬ ‫ﻋ ِﻤ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻨ ﹾﻔﺴِﻪ‬‫ﺮ ﹶﻓِﻠ‬ ‫ﺼ‬


 ‫ﺑ‬‫ﻦ ﹶﺍ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﻢ ﹶﻓ‬ ‫ﺑ ﹸﻜ‬‫ﺭ‬ ” [“(Dosdoğru) size Rabbiniz tarafından basiîretler

(idrâk kābiliyeti) verilmiştir. Ancak kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de kör

olursa zararı kendinedir...” (el-En’âm, 6/104)] hakīkati buraya nâzırdır. Ma‘ahâzâ “ ‫ﺪ ِﺭﻛﹸﻪ‬ ‫ﻟﹶﺎ ﺗ‬

‫ﺭ‬ ‫ﺎ‬‫ﺑﺼ‬‫ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ” [“Gözler O’nu göremez...” (el-En’âm 6/103)] mefhûm-i hakīkat-melzûmunu münâfî

olmaz. Ya‘nî âsâr-ı feyż-i Hudâ mezāhir-i eşyâdan hüveydâ olduġunu çeşm-i basīret ile
müşâhede ve ru’yetden ‘ibâretdir.

Ve’l-hâsıl çünkü nûr-i cemâle mazhar ve müstağrak olduk, bahr-i hayrete daldık. Ya‘nî
künh-i zâta idrâk muhal olduġundan mütehayyir olduk. Nitekim Hażret-i Şeyh-i Ekber,

Fütûhât’da buyurur: “ ‫ﻪ‬‫ﺘ‬‫ ِﻮﻳ‬‫ﻭﻫ‬ ‫ﻬﺪ‬ ‫ﺸ‬


 ‫ﻮ ﹶﻻﻳ‬ ‫ﻴﺚﹸ ﹾﺍ ﹶﳍ‬‫ﺣ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻖ ِﻣ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﺪﹰﺍ ﻓﹶﺎﹾﻟ‬‫ﻮﹶﺍ ﹶﺍﺑ‬‫ ﺍﹾﻟﻬ‬‫ﻬﺮ‬ ‫ﻳ ﹾﻈ‬‫ﻮﺍ ﹶﻓﻠﹶﺎ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺐ ﹶﻓﻠﹶﻬﹶﺎ ﺍﹾﻟ‬
 ‫ﻴ‬‫ ﹶﻏ‬‫ﺮﹶﺍﺭ‬‫ﹶﺍﹾﻟﹶﺎﺳ‬

609
“‘Ârif-i billâh ve vâsıl-ı ilallâh olan kes “‫ﻢ‬ ‫ﻘﻴ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﻁ ﺍﹾﻟﻤ‬
‫ﺍ ﹶ‬‫ﺼﺮ‬
 ‫ﺎ ﺍﻟ‬‫ﻫ ِﺪﻧ‬ ‫“[ ”ِﺍ‬Bize doğru yolu göster.” (el-Fâtiha, 1/6)] dediği
vakitde tarîk-i seyr-i fillâhı bize irşâd eyle, zulümât-ı ahvâl ve gavâşî-i ebdânımızı izâle ve çeşm-i basîretimize nûr-i
kudsîni havâle eyle tâ ki; senin nûrunla seni görelim”

321
‫ﻪ‬‫ﻘِﻴ ﹶﻘﺘ‬‫” ﻭﺣ‬610 Ya‘nî esrâr, ġaybdır. Ve hüviyyet esrâr içindir ki; ebeden zuhûr ve şuhûdu mümkün
değildir. Pes Hakk’ı ve hüviyyeti ya‘nî hakīkati haysiyyetinden müşâhede ve ru’yet mutasavver

değildir. “‫ﺭﺍﹶﻙ‬‫ﻻﺩ‬
ِ ‫ﹾﺍ‬ ‫ﺭ ِﻙ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﺰ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﻌ‬ ‫”ﹶﺍﹾﻟ‬611 mukteżāsınca künh-i zâtı idrâk ancak zât-ı pâke [135a]

muhtass idi ki; meczûm-i ‘akl-ı derrâkdir. Ya‘nî casûs-i hayâl nâm-dâr-ı havâlî-i sırr-ı hadd-i
zâta ermek muhal-ender-muhal ve talîa‘-i efkâr-ı sebûk-bâr, dâire-i künh-i zâta girmek ba‘îdü’l-

ihtimâldir. “‫ﲑ‬
 ‫ﺒ‬‫ﺍﹾﻟﺨ‬ ‫ﻒ‬
 ‫ﻮ ﺍﻟﻠﱠﻄﻴ‬ ‫ﻭﻫ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﺎ‬‫ﺑﺼ‬‫ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺪ ِﺭﻙ‬ ‫ﻮ ﻳ‬ ‫ﻭﻫ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﺎ‬‫ﺑﺼ‬‫ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺪ ِﺭﻛﹸﻪ‬ ‫”ﻟﹶﺎ ﺗ‬ [“Gözler O’nu görmez,

halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” (el-En’âm,

6/103)] bu fehvâ-yı letāfet-ihtivâyı iş‘âr edip “ ‫ﺕ ﺍﻟﻠﱠ ِﻪ‬


ِ ‫ﰱ ﺫﹶﺍ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺘ ﹶﻔﻜﱠﺮﻭ‬‫ﺗ‬ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬ ‫ﰱ ﹶﺍ ﹶﻻ ِﺀ ﺍﻟﻠﱠ ِﻪ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺗ ﹶﻔﻜﱠﺮﻭ‬” [“Allâh’ın
nimetlerini düşünün, zâtını düşünmeyin.” (Suyûtî, Cami’u’s-Sağîr, l, 114; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, l, 311,
1005)] mefhûmunca:

Bahr-i efkâra düşüp çekme emek


Nükte-i çûn ü çırâdan el çek
Künh-i zâtına erişmez evhâm
Mütehayyir burada hâsıla ‘âm

[Feilâtün/feilâtün/feilün]

Lâkin havâssın tahayyürü ‘avâmın tahayyürü gibi kangı cânibe teveccüh edeceğin
bilmemek değildir.

Mesnevî:

612
‫ﺑﻞ ﺟﻨﲔ ﺧﲑﺍﻥ ﻭﻏﺮﻑ ﻭ ﻣﺴﺖ ﻭﺩﻭﺳﺖ‬ ‫ﱏ ﭼﻨﲔ ﺧﲑﺍﻥ ﻛﻪ ﺑﺸﻨﺶ ﺳﻮﻯ ﺍﻭﺳﺖ‬

610
“Esrâr, gaybdır. Ve hüviyyet esrâr içindir ki; ebeden zuhûr ve şuhûdu mümkün değildir. Pes Hakk’ı ve hüviyyeti
ya’ni hakîkati haysiyyetinden müşâhede ve ru’yet mutasavver değildir.”
611
[Akıl erdirmekten, anlamaktan âciz olmak asıl idraktir.]
612
[Din işindeki bu hayranlık bu işlere akıl eremediği için hakîkat kıblesine sırt çevirmek değildir. Belki dostun mest
ve mustağrakı olarak hayrete düşmektir.] Şefik Can, Mesnevî tercümesi, I. Cilt, s, 32 (1-313)

322
mefhûmunca havâssın tahayyürü bir tahayyürdür ki; müstelzim-i ‘ilmdir. “‫ﻚ‬
 ‫ﻓِﻴ‬ ‫ﺮﹰﺍ‬‫ﺤﻴ‬
 ‫ﺗ‬ ‫ﱏ‬
ِ ‫ﺩ‬ ‫ﺏ ِﺯ‬
 ‫ﺭ‬
”613 kavl-i şerîfiyle bu tahayyür irâde olunmuşdur. Zîrâ erbâb-ı kulûbün menzil-i âhiri hayretdir.

“ ‫ﻓﻴﻜﺎ‬ ‫ﺣﺬﹼ ﺑﻴﺪﻯ ﻳﺎﺩ ﻟﻴﻼ ﳌﻦ ﲢﲑ‬ ‫ﻚ‬


 ‫ﺕ ﻓِﻴ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻴ‬‫ﺤ‬
 ‫ﺗ‬ ‫ﺪ‬ ‫” ﹶﻗ‬614

V. Beyt:

Tāât bu imiş elhak, râhat bu imiş elhak.


‘İzzet bu imiş elhak, bu hizmete erince

Bu hizmete erince bildim ki; “‫ﻥ‬


ِ ‫ﻭ‬‫ﺒﺪ‬‫ﻌ‬ ‫ﻴ‬‫ِﻟ‬ ‫ﺲ ِﺍﻟﱠﺎ‬
 ‫ﻧ‬‫ﺍﹾﻟِﺎ‬‫ﻦ ﻭ‬ ‫ﺠ‬
ِ ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺧﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ” [“Ben cinleri ve

insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 51/56)] kavl-i şerîfinin
mukteżāsınca hilkat-i ins ü cinne ‘illet-i gâyete fi’l-hakīkat beyt-i sâbıkta mezkûr olan tāât imiş.
Zîrâ bu rütbenin mâdûnunda olan tâ‘at taklîddir. Yâ mânend-i nakş bu riyâdır.

Salât, ehl-i ‘irfân kıblesidir, Sümme vechullâh615


O veche kul olanlar tāât-ı noksânı neylerler.

Ya‘nî nefsim rûy-i ‘ubûdiyyeti fersûde-i hâk-i mezellet-i nâsût ve kalbin cebîn-i zarâ‘ati
nihâde-i secdegâh-i melekût edib rûhum çehre-i inkıyâd ve itâ‘ati mukâbil mihrâb-ı ceberût ve
sırrım vech-i tâ‘ati makām-ı fenâda mütekâbil kıble-i lâhût ederek makām-ı hestîden geçib rütbe-
i nistîde netîce-i kurb-i ferâiz ve nevâfile erişdim ki; hakīkatde rahat bu imiş ancak. Nitekim

hadîs-i kudsîde vârid olmuşdur. “ ‫ﻯ‬


ِ ‫ﺪ‬‫ﻋﺒ‬ ‫ﺍ ﹶﻝ‬‫ﻣﹶﺎﺯ‬‫ﻴ ِﻪ ﻭ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ‫ﻪ‬‫ﺿﺘ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﺘ‬‫ﺐ ِﺍﱃﱠ ﻣِﻤﱠﺎ ﺍ ﹾﻓ‬
 ‫ﺣ‬ ‫ﺸ ٍﺊ ﹶﺍ‬
 ‫ﺪﻯ ِﺍﱃﱠ ِﺑ‬‫ﻋﺒ‬ ‫ﺮﺏ‬ ‫ﺗ ﹶﻘ‬ ‫ﻣﹶﺎ‬‫ﻭ‬

‫ﺟﹶﻠﻪ‬ ‫ﻭ ِﺭ‬ ‫ ﺑِﻬﹶﺎ‬‫ﺒ ِﻄﺶ‬‫ﻳ‬ ‫ﱴ‬


ِ ‫ ﺍﻟﱠ‬‫ﺪﻩ‬ ‫ﻳ‬‫ﻭ‬ ‫ ِﺑ ِﻪ‬‫ﺼﺮ‬
ِ ‫ﺒ‬‫ ﺍﻟﱠﺬﻯ ﻳ‬‫ﺮﻩ‬ ‫ﺼ‬
 ‫ﺑ‬‫ﻭ‬ ‫ ِﺑ ِﻪ‬‫ﻤﻊ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬
ِ ‫ ﺍﱠﻟﺬ‬‫ﻪ‬‫ﻤﻌ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﻨﺖ‬‫ ﹶﻓﻜﹸ‬‫ﻪ‬‫ﺒﺘ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﱴ ﹶﺍ‬
 ‫ﺣ‬ ‫ﻮﹶﺍِﻓ ِﻞ‬‫ﻰ ﻟﻨ‬ ‫ ِﺍﹶﻟ‬‫ﺮﺏ‬ ‫ﺘ ﹶﻘ‬‫ﻳ‬

‫ﺸ ِﻰ ﺑِﻬﹶﺎ ﺍﳊﹶﺪﻳﺚ‬‫ﻳﻤ‬ ‫ﱴ‬


ِ ‫”ﺍﻟﱠ‬ [“Kulum bana benim ona farz kıldığım, bana sevimli olan bir şeyle

yaklaşır. Kulum bana nâfilerle yaklaşır. Tâ ki ben onu severim. Onun işittiği kulağı, gören gözü,
tutduğu eli, yürüdüğü ayağı olurum.” (Buhârî, 81 /Rıkâk, 38 (VII, 190), Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI,
256; İbn Mâce, 36/Fiten, 16 (II, 1321, h.no:3989)] Ve tarîk-i Hak’da çekilen zillet mukâbelesinde

verilen ‘izzet bu imiş demek olur.

613
[Rabbim Sana olan tahayyürümü (hayranlığımı, hayretimi) artır.]
614
[Sana hayran olan kimseye delîl olan; tut elimden! Ben Sana hayran oldum.]
615
“‫ﺍﷲ‬ ‫ ﻭﺍﺟﻪ‬‫“[ ”ﹸﺛﻢ‬...Allâh’ın yüzü (zatı) oradadır...” (el-Bakara, 2/115)]

323
VI. Beyt:

Kesret idi bir oldu, sūret idi sırr oldu.


Zulmet idi nûr oldu, bu âyete erince
[136a] Ya‘nî netîce-i kurb-i ferâiz ve nevâfile erince nûr-i cemâl-i vahdet aks-endâz-ı
merâyâ-yı kesret olub sūret gördüğüm mazhar-ı sîret ve zulmet bildiğim mübeddil-i nûr-i hikmet
oldu. Ya‘nî zulmet-i kesâfet-i ‘unsûriyye nûr-i letāfet-i ma‘neviyyeye mübeddil oldu. Yâhûd
cehl-i zulmet-i nefsiyye rûh-i hikmet-i rûhiyyeye mübeddil olub ta‘ayyünât-ı kevniyye rütbe-i lâ-

ta‘ayyünde ism-i bî-müsemmâ gibi mu‘attal ve lafz-ı bî-ma‘nâ gibi mühmel kalıb “ ‫ﻲ ٍﺀ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﹸﻛﻞﱡ‬

‫ﻮ ﹶﻥ‬‫ﺟﻌ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻴ ِﻪ‬‫ﻭِﺍﹶﻟ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺤ ﹾﻜ‬


 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ ﹶﻟﻪ‬‫ﻬﻪ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻚ ِﺍﻟﱠﺎ‬
 ‫ﺎِﻟ‬‫“[ ”ﻫ‬...O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm
O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (el-Kassas 28/88)] hakīkati yüz gösterib,

Kıt‘a

Şem‘-i vahdet yaktı fânûs-ı hayâl-i kesreti


Çeşm-i dilde zulmet-i nakş-ı suver oldu ı‘yân616
Zulmet-âbâd-ı sivânın erdi subh-i sādıkı
Şems-i vahdet berk urub her zerreden oldu ‘ıyân

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Mâsadakınca kesret dediğim ‘aks-i vahdet ve sūret gördüğüm pertev-i sîret ve zulmet
bildiğim nûr-i hikmet oldu, demek olur.

VII. Beyt:

Çün cân ile bir idik, ebdân ile dağıldık


Âhir bu deme erdik, bu vahdete erince
Çünkü bu neş’e-i ‘unsûriyyeye ermezden mukaddem ‘âlem-i ervâhda zücâce-i617
misbâh-ı vahdet ile münevver ve meşâmm-ı cânımız bûy-i tevhîd ile mu‘attar idi ki; ervâhın
ta‘ayyün ve ta‘addüdü envârının vahdetini münafî değildir. Kanâdîlin ta‘ayyün ve ta‘addüdü

616
B: + “nihân”
617
B: + “zücâce-i rûhumuz”

324
envârının vahdetini münâfî olmadığı gibi. Zîrâ “ ‫ﺮ‬ ‫ﻨﹶﺎ ﹶﻛ‬‫ﻣﹶﺎﺗ‬‫ﻒ ﻭ‬
 ‫ﺘﹶﻠ‬‫ﻬﹶﺎ ِﺍﹾﺋ‬‫ﻑ ِﻣﻨ‬
 ‫ﺭ‬ ‫ﻌﹶﺎ‬‫ﺪ ﹲﺓ ﻓﹶﻤﹶﺎﺗ‬ ‫ﻨ‬‫ﺠ‬
 ‫ﺩ ﻣ‬ ‫ﻮ‬‫ﺟﻨ‬ ‫ﺡ‬
 ‫ﺍ‬‫ﺭﻭ‬ ‫ﹶﺍﹾﻟﹶﺎ‬

‫ﻒ‬
 ‫ﺘﹶﻠ‬‫ﺧ‬ ‫ﻬﹶﺎ ِﺍ‬‫” ِﻣﻨ‬ [“Ruhlar toplanmış ordulardır. Onlardan tanışanlar uyuşur (toplanıp muvâfakat

eder); onlardan düşman olan ihtilâf eder.” (Buhârî, Enbiyâ, 3; Müslim, el-Birr, 159, 160; Ebû Dâvud,
Edeb, 16; İbn Hanbel, III, 295, 527, 537; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 111, N. 315)] hadîs-i şerîfinin

mukteżāsınca ta‘addüdleri zāhir ve ebed fenâ-pezîr değildir. Ol ecilden ‘âlem-i ceberrûta ‘âlem-i
ervâh ve ‘âlem-i ta‘ayyün-i evvel derler. Ve tevhîd-i zatîleri sırrın mazhar-ı tevhîd-i zât olduġu
i‘tibariyledir. Yâhûd envâr-ı ervâh-ı mücerrede rûh-i a‘zamdan i‘bâret olan nûr-i şems-i hakīkat-ı
muhammediyyede gündüze kalmış kevâkib gibi mağlûb ve nâ-bedîd olmakdan nâşî cemî‘-i
ervâh-ı mücerrede nûr-i hakīkat-ı muhammediyye ile münevver olup cümlemiz yek-renk idik
demek olur.

Pes istî‘dâd Hüdâ-dâdımızda bi’l-kuvve olan kemâlâtı fi‘ile getirmek için belde-i
ma‘mûre, a‘nî ‘âlem-i nâsûta seyr ü sefer iktiżā etmekle ol nûr-i vahdetden cüdâ ve âşiyân-ı
rûhumuzdan âvâre ve şeydâ olub bir zaman musâhabet-i nefs-i mücerrede ile fezâ-yı melekûtîde
cevelân ve bir zaman vesâit-i tabâyi‘ ile ecrâm-ı ‘ulvîde tayerân ederek tekâzâ-yı nefs-i kuyûd-
kâr618 ile firîfte-i dâne-i tabî‘at olub âvâre kebûter gibi dâm-i ‘anâsıra giriftâr ve ‘avâlim-i
müfredât ve mürekkebbâtı geşt ü güzâr ederek kesret-i mişkât-ı ebdân ile âşikâr ve birbirimizden
[137a] müteferrik ve perişan olub bir zaman sehâb-ı zulmet-i tabî‘atden hayrân ve ser-gerdân
kaldık.

Âhirü’l-emr bâd-ı hidâyet, kalbimizden sehâb-ı gafleti dûr ve nûr-i hakīkat, basīretimizi
pür-nûr edip mürşid-i kâmil terbiyesiyle dâm-ı tabî‘atı şikest ve nefsimizi pest edib âşiyân-ı
kadîmimize pervâz ve bezm-i vahdetde âşinây-ı ezelîmiz ile hemrâz olduk, demek olur.

Yâhûd cân sırrın, a‘nî ‘ayn-ı sâbitenin mazharı olmak i‘tibâriyle zikr-i mahal irâde-i hâl
kabîlinden olup cândan murâd-ı şerîfleri ‘ayn-ı sâbite ola ki; onda ta‘ayyün ve ta‘addüd
mutasevver değildir. Ol ecilden ona mertebe-i lâ-ta‘ayyün ve vâhidiyyet-i vücûd-i bi-şeyin derler
ki, ‘âlem-i lâhûtun pâye-i pestidir619. Meretebe-i esmâya vâhidiyyet-i vücûd-i bilâ-şeyin ve
mertebe-i zâta vahdet-i vücûd-i lâ-şeyin dedikleri gibi.

618
B: + “Şuyûh-kâr ile”
619
B: + “pesînidir”

325
Ve “Âhir ki; deme erdik, bu vahdete erince” buyurdukları dâire-i imkânı perkâr-vâr
devr ederek dem-i âhirimiz nokta-i yede hatt-ı müstedîre erişip âhiriyyetimiz ‘ayn-ı evvel oldu,
demek olur.

Beyt:

Kim tırâş eylerse hatdan nokta-i ser-besteyi


Güzelin ser-tiz-i fehmi her kılı kırk yarar

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Pes âşiyân-ı kudse ne keyfiyyet ile pervâz ve âşinâ-yı kadîme hem-râz olduġunu remz
edip buyurur:

VIII. Beyt:

Bindörtyüz kanat açdım, altıyüz dahî koşdum.


Tâ onbeşe dek uçdum, bu hâlete erince
Diye buyurdu. Bu beyt ile mi‘râc-ı rûhânîlerini îmâ buyururlar. “Bin dörtyüz kanat
açdım” buyurdukları ondört mertebeden ‘‘ibârettir ki; ‘âlem-i nâsût, ‘anâsır-ı erba‘adan
mürekkeb olduġundan dört mertebe i‘tibâr edip ve ‘âlem-i melekût nüh felek ile nefs-i
külliyyeden ‘‘ibâret olduġundan on mertebe i‘tibariyle ondört mertebe olup bu merâtibin
herbirinden ‘urûca i‘ânet-i esmâ-i hüsnâ ve imdâd-ı sıfât-ı ‘ulyâ ile yüz kanat açıb nefs-i
külliyeye erişdim ve nefs-i külliyyeden dahî delâlet-i ‘akl-ı kül ile altıyüz kanat açıb ‘âlem-i
ceberrûta erişdim, demek olur. Nitekim Cebrâil aleyhisselâm’ın makāmı, rütbe-i ‘akl-ı külde
olduġundan sāhib-i mi‘râc-ı cismânî, mâlik-i memâlik-i rûhânî, revnâk-bahş-ı serîr-i ev ednâ,
şehinşâh-ı ekâlîm-i sūret ü ma‘nâ aleyhi efżalü’t-tahâya Efendimiz hażretlerine altıyüz kanat ile
görünüp cihât-ı sitti envâr-ı esmâ-i hüsnâ ile münevver kıldılar. Pes delâlet-i akl ile ol makāma

değin erişilir ki; nihâyet-i kalbdir. “‫ﻞ‬


ٰ ‫ﻋ‬ ‫ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﻮ ﺑِﺎﹾﻟﺎﹸﻓﹸ ِﻖ‬ ‫ﻭﻫ‬ ” [“...En yüksek ufukta iken...” (en-Necm

53/7)] “ ‫ﻡ‬ ‫ﻌﻠﹸﻮ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻡ‬ ‫ﻣﻘﹶﺎ‬ ‫ﻨۤﺎ ِﺍﻟﱠﺎ ﹶﻟﻪ‬‫ﺎ ِﻣ‬‫ﻭﻣ‬ ” [“(Melekler şöyle derler:) Bizim herbirimiz için, bilmen bir

makam vardır.” (es-Sâffât) 37/164)] “ ‫ﺮ ﹾﻗﺖ‬ ‫ﺘ‬‫ﺧ‬ ‫ﻤﹶﻠ ﹶﺔ ﹶﻻ‬ ‫ ﹶﺍِﻧ‬‫ﻮﺕ‬ ‫ﻧ‬‫ﺩ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻭﹶﻟ‬ ”620 mefâhîmi bu makāma işâretdir

620
[Eğer karınca (miktarı) yaklaşsam helak olurum.]

326
ki; makām-ı Cibrîlî, ‘âlem-i ceberrûtun a‘nî ‘âlem-i ervâhın saff-ı âhirindedir. [138a] ol ecilden
‘aklın fevkinde olan, rûh ve tahtında olana, melek ıtlak olunur.

Hulâsa-i kelâm i‘ânet-i esmâ-i hüsnâ ile kesâfet-i arziyyemi türâba ve mâiyyemi âba ve
hevâiyyemi hevâya ve nâriyyemi nâra verip ref‘-i hacb-i zulmâniyye ile semâvât-ı kalbe ‘urûc ve
kesâfetim letāfete mübeddil olup ahvâl-i eflâk-i bâlâ-terîni tayakkün ve keyfiyyât-ı emlâk-i
berîn-i tahakkuk ederek nihâyet-i kalbe erişib ‘âlem-i ceberrûtda ‘akl-ı kül tahtına vülûc eyledim.
Ya‘nî mazhar-ı pertev-i ‘akl-ı kül olmağla pîr-i bâliğ oldum, demek olur. Ol ecilden “Tâ onbeşe
dek uçdum” buyurdu. Nitekim zāhirde buluğ ekseriyya onbeşe vâki‘ olagelmişdir. Pes insânın
neş’e-i unsûriyyesinin maddesi olan menî kendiden zuhûr edicek ona bâliğ dedikleri gibi insân-ı
kâmilin dahî neş’e-i hakîkiyyesinin maddesi olan ‘akl-ı kül pertevi kendiden zuhûr ettikte pîr-i
bâliğ derler. Ya‘nî tevfîk-i rabbânî refîkim ve hidâyet-i samedânî hem-tarîkim olup sa‘y ü
sülûkum ile ‘âlem-i ceberrûta erişdim. Ondan cezbe-i ‘aşk-ı ilâhî erişib rûhumu ‘âlem-i lâhûta
îsâl ve makām-ı fenâda müstağrak-ı bahr-ı visâl edib bu hâlete erişdim, demek olur.

IX. Beyt:

Dünyâyı nider âşık, ukbâyı nider sādık


Mısrî olagör ayık, söz vuslata erince
Diye buyurdu. Ya‘nî hâlet-i vuslât bir devlet-i ‘uzmâ-yı ebediyye ve saltanât-ı kibriyâ-i
sermediyyeden ‘‘ibâretdir ki; ni‘met-i ‘ukbâ ol bahr-i vuslata nisbet ile bir katre ve devlet-i
dünyâ ol şems-i hakīkate nisbet ile bir zerredir. Pes âşık olan dünyâ devletine iltifât etmez ve
sādık olan hûr u kusūra kanâ‘at etmez. Belki ‘aklını başına cem‘ edip maksûd-i aslî olan
visâlullâha sarf-ı himmet eyler ve şifte-i cemâlullâh olmağa bezl-i miknet eder.

Nazm-ı sāhib-i şerh:

Nükte-i intâk-i Hakk’a tutdun ise gûş-i cân


Sanma bu güftârı kendiden Salâhî söyledi.
Bir zamân Mısrî lisânından bu nutku nazmeden
Şimdi remzini Salâhî’den yine şerh eyledi

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

327
E- “NUTK-İ ŞERÎF-İ HAŻRET-İ MISRΔ

İki kaşın arasında çekti hatt-ı istivâ621


‘Alleme’l-esmâi ta‘lîm etti ol hatdan Hüdâ

Zât-ı ‘ilme Mustafâ esmâya Âdem’dir emîn


İkisinden zāhir olmuştur ‘ulûm-i enbiyâ

Zât-ı esmâ vü sıfât ef’âl ü âsâr cümleten


Her zamanda bir velînin vechine bunlar ziyâ

Secde eyle Âdem’e tâ kim Hakk’a kul olasın


Eden Âdem’den ibâ, Hak’dan dahî olur cüdâ

Sūretâ gördüler Allâh diyeni olmuş fakir


Sandılar Allâh fakirdir, kendilerdir ağniyâ

Kenz-i lâ-yüfnâyı bilmez kandedir illâ fakîr


Bahr-ı bî-pâyânı bulmaz etmeyen terk-i sivâ

Ravza-i hadrâyı bilmez Hıżr’a yoldaş olmayan


Âb-ı hayvânı bu zulmü görmeyenler sandı mâ

Bil ki; seddeyn iki kâş-ı İskender ortasındadır


Cem’ü cem’ü’l-cem ile feth oldu ebvâb-ı hüdâ

Kande birler Hakk’ı inkâr eyleyen bu Mısrî’yi


Zāhir olmuşken yüzünde nûr-i zât-ı kibriyâ

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

F- “ŞERH-İ SALÂHÎ ‘ABDÎ EFENDİ” [139a]

I. Beyt:

İki kaşın arasında çekti hatt-ı istivâ


Alleme’l-esmâi ta‘lîm etti ol hatdan Hüdâ
“Kaş” lafzı ekser isti‘mâlde “kavs” lafzı ile teşbîh ve temsîl olunduğundan müşebbehün
bih vaz‘ında622 müşebbih îrâdı kabîlinden623 bir sıfat bir mevsûfda isti‘mâl-i kesîr oldukda sıfat,

621
Dîvân-ı Niyâzî, Neş: Yusuf Ziyâ, Dersâadet 1326, s. 6

328
mevsûf makāmına kâim olduġu gibi meselâ lafz-ı la‘l, leb lafzına sıfat olmada isti‘mâl-i kesîr
olduġundan ekseriyyâ la‘l zikr, olunub leb murâd olunduğu gibi. Nitekim kavl-i şâir de vâki‘
olmuşdur:

‫ﺑﺘﺎﺯﻯ ﻭﺩﺭﻯ ﻭﻗﻠﺐ ﺗﺼﺤﻴﻒ‬ ‫ﺪ ﺷﺮﻗﻰ‬ ‫ﺯﻟﻌﻞ ﻳﺎﺭ ﺧﻮﺍﻫﻢ ﺿ‬


Kezâlik bunda dahî aksi üzre kaş zikr olunup kavs murâd olunur. Ve iki kavsdan murâd
kavs-ı vücûb ve kavs-ı imkândır. Ya‘nî dâire-i vücûdun ġayb-ı mutlak tarafı kavs-ı vücûb ve
ġayb-ı izâfî ve şehâdet-i mutlaka ciheti kavs-ı imkân i‘tibâr olunur. Ve beyne-hümâda hadd-i
fâsıl gibi tasavvur-i zihnî ile mutasavver olan hatt-i istivâdan murâd-ı istivâ istikrâr ve gâlib
olmak istilâ ma‘nâsına ve beraber olmak ve doğrulmak ve kasd etmek ve i‘tidâl ve istikâmetde
isti‘mal olunur.

Pes imdi ibtidâ-i âferînişden feth-i kelâm buyurduklarına göre kasd ve i‘tidâl ve
istikâmet ma‘nâları tasavvur olunur ki; maksûd olan hatt-ı mu‘tedil ve müstakîmden murâd
elifdir ki; elif ile Zât-ı ahadiyyete işâret olunur. Ve elif ile Zât-ı ahadiyyete işâret olunması
cemî‘-i hurûf-i lafziyye ve kitâbiyyeye elifin Salâhiyeti mulâhazasıyladır ki; hurûf-i lafzıyye ve
kitâbiyyenin624 mecmûu elifden mütekevvenedir. Zîrâ hurûf-i kitâbiyye hatt-ı müstakîm olan
elifin ta‘vîci ile mütekevvenedir. Ve hurûf-i lafziyye hevâ-yı sâdicin mahâric üzerine î‘timâdı
sebebiyle hâsıldır. Ol ecilden ahadiyyet-i zâta cemî‘-i hakâyıkı câmi‘ hakīkatü’l-hakâyık, derler.
Ve hażret-i cem‘ ve hażret-i vücûd dahî tesmiye olunur. Pes bunda hatt-ı müstakîmden ol zâtın
mazharı olan hakīkat-i muhammediyye murâd olunur. Zîrâ hakīkat-i muhammediyye Zât’ın
ta‘ayyün-i evveliyle esmâ-i hüsnânın küllîsini câmi‘ olduġu î‘tibârîdir ki; ism-i âzam ondan

‘‘ibâretdir. Ol ecilden Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’da “‫ﺕ‬


 ‫ﺮ‬ ‫ﺍﹸ ِﻣ‬ ‫ﻤۤﺎ‬ ‫ﻢ ﹶﻛ‬ ‫ﺘ ِﻘ‬‫ﺳ‬ ‫ﻓﹶﺎ‬ ” [“...Emrolunduğun gibi

dosdoğru ol...” (Hûd 11/112)] [140a] emrince istikâmet-i ezeliyyeye istihkâm ile me’mûr oldular.
Ve ıstılâhât-ı sûfiyyede istikâmet; Tevbenin ahdine vefâ ve hükmü üzerine sebâtdan ‘ibâretdir.
Ve kezâlik Allâh Teâlâ’ya teveccüh üzerine istihkâmda ve tarîk-i sünnet üzre sebat ile seyr-i
ilallâh üzerine istihkâmda ve huzûz-i dâreyne ‘adem-i iltifât üzerine istihkâmda ve mülâzemet-i
sırât-ı müstakîm üzerine istihkâmda isti‘mâl olunur ki; istikâmet fenâdan sonra bekāda hâsıldır.
Pes bu takdirce “İki kaşın arasında çekti hatt-ı istivâ”dan murâd esmâ-i ilâhiyyenin küllîsinin

622
B: + “Mevzu’unda”
623
B, C: + “kabîlinden olur.”
624
B: - “elifin Salâhiyeti mulâhazasıyladır ki; hurûf-i lafzıyye ve kitâbiyyenin”

329
câmi‘ ism-i zât-ı müstecmi‘ cemî‘-i sıfâtın mazharı olan hakīkat-i muhammediyyenin ‘âlem-i
ceberûtda ta‘ayyününden ‘ibâretdir ki; tebeddül ve tağayyürden berî kutbiyyet-i ezeliyye ile
halîfetüllâh olan oldur.
Ol ecilden “Alleme’l-esmâi ta‘lîm etti ol hatdan Hüdâ” diye buyurdu. Ya‘nî hil‘at-ı
fâhire-i niyâbet-i hilâfet-i muhammediyye kâmet-i istî‘dâd-ı hażret-i Âdem’e hediyye olmaklığa
ta‘alluk irâdet-i ezeliyye-i samediyye buyurulduğu sürûşân-ı arzeyn ve emlâk-i semâvât-ı

berreyne i‘lâm zımnında “ً ‫ﻠﻴﻔﹶﺔ‬‫ﺧ‬ ‫ﺽ‬


ِ ‫ﺭ‬ ‫ﺎ ِﻋ ﹲﻞ ﻓِﻲ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﻲ ﺟ‬‫…“[ ” ِﺍﻧ‬Ben yeryüzünde bir halîfe (bana
muhâtap bir mahlûk, Âdem) yaratacağım…” (el-Bakara 2/30)] kavl-i şerîfi yâhûd mefhûm-i

münîfi mesâmi‘-i emlâke625 ilkâ ve ilhâm olundukda “ ‫ﺤﻦ‬


 ‫ﻧ‬‫ﻭ‬ ‫ﻣۤﺎ َﺀ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﺍﻟ‬ ‫ﺴ ِﻔﻚ‬
 ‫ﻳ‬‫ﻭ‬ ‫ﺎ‬‫ ﻓﻴﻬ‬‫ﺴﺪ‬
ِ ‫ ﹾﻔ‬‫ﻦ ﻳ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻌﻞﹸ ﻓﻴﻬ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﺗ‬‫ﹶﺍ‬

‫ﻚ‬
 ‫ ﹶﻟ‬‫ﺱ‬‫ ﹶﻘﺪ‬‫ﻭﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﻤ ِﺪ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﺢ ِﺑ‬ ‫ﺴﺒ‬
 ‫ﻧ‬ ” [“...bizler hamdinle seni teşbîh ve seni takdîs edip dururken,

yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insan mı halîfe kılıyorsun...” (el-Bakara 2/30)]

mefhûmuyla zımnen ref‘-i livâ-i niza‘ etmeleriyle seyf-i kâtı‘ “‫ﻥ‬


‫ﻮ ﹶ‬‫ﻌﹶﻠﻤ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﺎ ﻟﹶﺎ‬‫ ﻣ‬‫ﻋﹶﻠﻢ‬ ‫ﻧ ۤﻲ ﹶﺍ‬‫…“[ ” ِﺍ‬sizin
bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim...” (el-Bakara 2/30)] ile ser-rişte-i niza‘ları fasl u
indifâ‘larından sonra onları ilzâm vechiyle isti‘dâd-ı âdemi beyân ve hakīkat-i merâtib-i vücûdu

ta‘lîm ve îkan emrinde “‫ﺎ‬‫ﻛﱠﻠﻬ‬


‫ﹸ‬ ‫ﻤۤﺎ َﺀ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﻡ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻢ ٰﺍ‬ ‫ﻋﻠﱠ‬ ‫ﻭ‬ ” [“Allâh Âdem’e bütün isimleri, (eşyânın

adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti.” (el-Bakara 2/31)] ile terfi‘-i şân eyledi. Ya‘nî hakīkat-i
şems-i rûh-i muhammmediyyeden berk-i hâtif gibi bir nûr-i câmi‘-i mûteber cemî‘-i esmâ-i
Hüdâ taht ü terbiyesinde olan ervâh-ı berâyâya ziyâ-güster olmağın,

Mesnevî:
626
‫ﺗﺎﻛﻪ ﺍﺩﻡ ﻣﻌﺮﻓﺖ ﺫﺍﻭﻧﻮﺭ ﻳﺎﻓﺖ‬ ‫ﺍﻥ ﺳﻨﺎﺑﺮﻗﻰ ﻛﻪ ﺑﺮﺍﺭﻭﺍﺡ ﺗﺎﻓﺖ‬
Mukteżāsınca cemî‘-i ervâh mazhar oldukları esmâya Hażret-i Âdem’in isti‘dâd-ı
mazhariyyetini kendüye tayakkün ettirip melâikeye rütbe-i isti‘dâd-ı ma‘rifetlerini beyân için

“‫ﲔ‬
 ‫ﺎﺩِﻗ‬‫ﺻ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺘ‬‫ﻨ‬‫ﹶﻟۤﺎ ِﺀ ِﺍ ﹾﻥ ﹸﻛ‬‫ﻤۤﺎ ِﺀ ٰۤﻫﺆ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﱐ ِﺑﹶﺎ‬‫ﻧِﺒﺆ‬‫“[ ” ﹶﺍ‬...Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini
bana bildirin...” (el-Bakara 2/31)] mażmûnu ile cemî‘-i ervâh müşarün-ileyhim esmâları istinbâ

625
B: + “Sâmi’-i emlâke”
626
[Parıl parıldayan o nûr bütün ruhlara aksetti. Bütün ruhlar üzerinde parladı. Âdem de isimleri bilme bilgisini o
nûrla elde etti.] Şefik Can, Mesnevî tercümesi, II. Cilt, s, 341(2-910)

330
olundukda “‫ﻜﻴﻢ‬‫ﺍﹾﻟﺤ‬ ‫ﻠﻴﻢ‬‫ﺖ ﺍﹾﻟﻌ‬
 ‫ﻧ‬‫ﻚ ﹶﺍ‬
 ‫ﻧ‬‫ﺎ ِﺍ‬‫ﺘﻨ‬‫ﻤ‬ ‫ﻋﻠﱠ‬ ‫ﺎ‬‫ﻨۤﺎ ِﺍﻟﱠﺎ ﻣ‬‫ﻢ ﹶﻟ‬ ‫ﻚ ﻟﹶﺎ ِﻋ ﹾﻠ‬
 ‫ﻧ‬‫ﺎ‬‫ﺒﺤ‬‫ﺳ‬ ” [“Ya Rab! Seni noksan

sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur; şüphesiz
alîm ve hakîm olan ancak sensin...” (el-Bakara 2/32)] mefhûmu ile ser-i hevâ-darları resîde-i hâk-
i i‘tizâr olmağın Hażret-i Âdem’in merteb-i hilâfetine liyâkat ve isti‘dâdını îzân ve melâikeyi

ilzâm ve iz‘ân için [141a] “ ‫ﺐ‬


 ‫ﻴ‬‫ ﹶﻏ‬‫ﻋﹶﻠﻢ‬ ‫ﻧ ۤﻲ ﹶﺍ‬‫ﻢ ِﺍ‬ ‫ﻢ ﹶﺍﹸﻗ ﹾﻞ ﹶﻟ ﹸﻜ‬ ‫ﻢ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﹶﺍﹶﻟ‬ ‫ﻤۤﺎِﺋ ِﻬ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﻢ ِﺑﹶﺎ‬ ‫ﺒﹶﺎﻫ‬‫ﻧ‬‫ﻤۤﺎ ﹶﺍ‬ ‫ﻢ ﹶﻓﹶﻠ‬ ‫ﻤۤﺎِﺋ ِﻬ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﻢ ِﺑﹶﺎ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻧِﺒﹾﺌ‬‫ ﹶﺍ‬‫ﺩﻡ‬ ‫ﻳۤﺎ ٰﺍ‬

‫ﻮ ﹶﻥ‬‫ﺘﻤ‬‫ﺗ ﹾﻜ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺘ‬‫ﻨ‬‫ﺎ ﹸﻛ‬‫ﻭﻣ‬ ‫ﻭ ﹶﻥ‬‫ﺒﺪ‬‫ﺗ‬ ‫ﺎ‬‫ ﻣ‬‫ﻋﹶﻠﻢ‬ ‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﺽ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺕ ﻭ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺴ ٰﻤﻮ‬
 ‫”ﺍﻟ‬ [“(Bunun üzerine) “Ey Âdem! Eşyanın

isimlerini meleklere anlat” dedi. Âdem onların isimlerini onlara anlatınca, “Ben size
muhakkak semâvât ve arzda görünmeyenleri (oradaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli
ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim?” dedi.” (el-Bakara 2/33)] kelâm-ı
mû‘ciz-nizâmıyla emlâki iskât ü ifhâm eyledi.
Ve’l-hâsıl kavs-ı vücûb ve imkân beyninde hadd-i fâsıl ya‘nî vücûd ile ‘adem beyninde
vâsıta ve hudûs ile kıdem ta‘allukuna râbıta olan hakīkat-i muhammediyye vâsıtasıyla Cenâb-ı

Hüdâvend-i ‘Azîm esmânın küllîsini Hażret-i Âdem’e ta‘lîm buyurdu, demek olur ki; “ ‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﹶﻠ ِﻢ‬‫ۤﻥ ﻭ‬

‫ﻭ ﹶﻥ‬‫ﺴ ﹸﻄﺮ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ” [“Nûn. Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun ki,” (el-Kalem 68/1)]
mażmûn-i hakīkat-makrûnu buna delîl ve reh-nümûndur. Ol ecilden hakīkat-ı muhammediyyeye
kalem-i a‘lâ ıtlak olundu.
Pes bu beyt-i dilârâ bir remz-i ‘ibret-nümâya îmâ eyler ki; Âdem-i ma‘nâ olan ber-

vech-i mazhariyyet esmâ-i ilâhiyyenin küllîsini câmi ola ki; “ ‫ﻰ‬ ‫ﻠ‬‫ﺭِﺗ ِﻪ ﺍﻯ ﻋ‬ ‫ﻰ ﺻﻮ‬ ‫ﻠ‬‫ﻡ ﻋ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻖ ﹶﺍ‬ ‫ﺧﹶﻠ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﻭﹶﺍﻥﱠ ﺍﻟﻠﱠ‬

‫“[ ”ﺻِﻔﹶﺎِﺗ ِﻪ‬Allâh, Âdem’i kendi sûretinde yani sıfatları üzere yarattı.” (Buhârî, isti’zân, 1; Müslim, Birr;
115, Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 379, n. 1215)] bu cem‘iyyet-i esmâya mazhariyyetden kinâyetdir. Ya‘nî

Hakk’ın muttasıf olduġu sıfât-ı sübûtiyyesi üzere halk eyledi. Zîrâ hayât ve ‘ilim ve irâdet ve
kudret627 ve sem‘ ve basar ve kelâm sıfatlarıyla muttasıf olduġu zāhir ü hüveydâdır. Ve ıstılâh-ı
sûfiyyede628 sūret-i Hak, Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den ‘‘ibâretdir. Hakīkat-i
ahadiyyet ve vâhidiyyeti tahakkukundan ötürü ki; ondan sâd ile ta‘bîr olunur. Nitekim İbn-i
Abbâs radıyallâhü anhümâ’dan ma‘nâ-i sâd suâl olundukda Efendimiz’e telvîh ve işâret

627
B: - “kudret”
628
B: + “ıstılâhât-ı sûfiyyede”

331
vechiyle: “Sâd, Mekke’de bir cebeldir ki; ‘arş-ı Rahmân onun üzerindedir.” diye bu vech üzre
Âdemî ahlâk ve evsâf-ı Muhammediyye üzre halk eyledi, demek olur.
Ve dahî dâire-i vücûd-i kavseyn vücûb-i imkân ile mutlak ve mahdûd olmağın zuhûr ve
butûn i‘tibariyle kavs-i vücûbdan kavs-ı imkâna tenezzül eden ibn-i âdeme gerektir ki; bu ‘âlem-
i imkâna ne için geldiğini tezekkür ve mebde’ ü meâdın tefekkür edip seyr ve şuhûdu ‘ilme’l-
yakîn ve ‘ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn ile kat‘-ı dâire-i vücûd tahakkukiyle evveli ayn-ı âhir ve

âhiri ayn-ı evvel olup “‫ﺎ‬‫ﻛﻨ‬


ِ ‫ﺎ‬‫ﺳ‬ ‫ﻌﹶﻠﻪ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﺷۤﺎ َﺀ ﹶﻟ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻭﹶﻟ‬ ‫ﺪ ﺍﻟﻈﱢ ﱠﻞ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻒ‬
 ‫ﻴ‬‫ﻚ ﹶﻛ‬
 ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﺮ ِﺍﻟٰﻰ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻢ‬ ‫“[ ” ﹶﺍﹶﻟ‬Rabbinin gölgeyi
nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu elbette hareketsiz kılardı...” (el-Furkân

25/45)] irâdet ve işâreti emrince zıll-i vücûd-i kevnîye irâde-i nazar-ı tedkîk edip “ ‫ﺲ‬
 ‫ﻤ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﺎ ﺍﻟ‬‫ﻌ ﹾﻠﻨ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﹸﺛﻢ‬

‫ﺍ‬‫ﺴﲑ‬‫ﺎ ﻳ‬‫ﺒﻀ‬‫ﺎ ﹶﻗ‬‫ﻴﻨ‬‫ﻩ ِﺍﹶﻟ‬ ‫ﺎ‬‫ﻀﻨ‬


 ‫ﺒ‬‫ ﹶﻗ‬‫ﻟﻴﻠﹰﺎ ﹸﺛﻢ‬‫ﻴ ِﻪ ﺩ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ” [“...Sonra biz güneşi, ona delil kıldık. Sonra onu (uzayan
gölgeyi) yavaş yavaş kendimize çektik (kısalttık).” (el-Furkân 25/45-46)] fehvâsınca zıll-i vücûd-i
imkân, şems-i vücûd-ı vâcibde tedricle mahv ve müntakıs olarak hadd-i istivâya eriştikde zıll-i
vücûd-i imkân bi’l-külliyye nûr-i şems-i vücûd-i vâcibe mübeddil olduġunu istivâ-yı şems ve
izmihlâl-i zılâlden istidlâl ile mahsūsâtdan ma‘kûlâta intikâl edip bir mürşid-i sāhib- hâlin
dâmen-i kerâmet-i iştimâline teşebbüs ile sâlik-i tarîk-i i‘tidâl ola ki; ‘inâyet-i sâbıka-i
samedâniyye ve i‘âne-i mâye-i muhammediyye ile mukteżā-yı terbiyye-i pîr-i [142a] sāhib-i
tedbîr üzre zılâl-i şems-i hakīkat olan vücûdât-ı mevhûme tedricle nûr-i şems-i hakīkate
mübeddil olarak mi‘râc-ı mânevî-i ruhanîyi tahakkuk ile esfel-i tabîatden bâlâ-yı semâ-i kalbe

i‘tilâ ve mahrem-râz-ı kâbe kavseyn ev-ednâ olub hadd-i istivâya erişe ki; “‫ﺎ‬‫ﻛﱠﻠﻬ‬
‫ﹸ‬ ‫ﻤۤﺎ َﺀ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﻡ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻢ ٰﺍ‬ ‫ﻋﻠﱠ‬ ‫ﻭ‬
” [“Allâh Âdem’e bütün isimleri, (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti.” (el-
Bakara 2/31)] sırrına mahrem ve hakīkat üzre ibn-i Âdem ola.

Nazmün li-şârihihî

Çünkü âdem-zâdesin bil Âdem-i mânâ nedir?


Âdemîsin anla sırr-ı ‘alleme’l-esmâ nedir?

Mazhar-ı esmâ-i hüsnâdır çü ‘ ‘âlem serteser


İsm-i a‘zam mazharı olan dil ü dânâ nedir?

Gel ‘urûc eyle sevâdan anla mi‘râc-ı dili


Kabe kavseyne erip bil sırr-ı ev-ednâ nedir?

332
Kalbi tathîr et sevâdan kâbil-i ilhâm ola
Bilesin hakka’l-yakînde remz-i mâ-evhâ nedir?

Teşne-leb vâdî-i firkatde gezersin sû-be-sû


Katre-i tende telâtum eyleyen deryâ nedir?

Mürşîdin ayağına düş çek dû‘ ‘âlemden eli


Bildire ummân-ı dilde dürr-i bî-hemtâ nedir?

Şöyle mest etsin Salâhî câm-ı ‘aşkı cânı kim


Ni‘met-i ‘ukbâya hâhiş kalmasın dünyâ nedir?

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Yâhud “iki kaş”dan murâd ‘arabî’de murâd-ı fî olan hâcibeyndir ki; hâcibeynden iştirâk
tarîkince mâni‘ayn ma‘nâsına intikâl ile sıfât-ı mütekâbileden celâl ve cemâl ola. Zîrâ celâl ve
cemâl mukteżā-yı şuûn ve müsted‘â-yı zuhûr ve butûn ile birbirine mütekâbil olub birbirlerinin
galebe-i ahkâmlarını mâni‘ ve mukteżā-yı âsârlarının istihkamlarını dâfi‘dir. Zîrâ sıfatdan celâl,
kahr ve gazaba müte‘allik olan sıfâtdır. Ve cemâl, rıżā ve lütfa müte‘allık olan sıfâtdır. Ve
beyne-hümâda olan hatt-ı istivâ zü’l-celâl-i ve’l-ikrâm’ın mazhar-ı tâmm-ı olan hakīkat-i
muhammediyyedir ki, ber-cevh ekmeliyyet-i zât-ı Hakk’ın sıfât-ı celâl ü cemâline mazhar ve

esmâ-i ilâhiyyenin küllîsine masdardır. “‫ﻭﺣﻲ‬‫ﺭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ ﻓﻴ ِﻪ ِﻣ‬‫ﺨﺖ‬


 ‫ﻧ ﹶﻔ‬‫ﻭ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺘ‬‫ﻳ‬‫ﺳﻮ‬ ‫“[ ” ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬Ona şekil verdiğim
ve ona ruhumdan üflediğim zaman...” (el-Hicr 15/29), (Sâd 38/72)] haber-i mu‘ciz eserince rûh-i
menfûh-i izafî mazhar-ı celâl ü cemâl olan feyż-i Muhammedî-i safî olmakla Hażret-i Âdem

feyż-i hakīkat-i muhammediyyeye mazhariyyet ile “‫ﺒﺎﹶﺣﹰﺎ‬‫ﺻ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻌِﻴ‬‫ﺭﺑ‬ ‫ﻯ ﹶﺍ‬


 ‫ﻴ ِﺪ‬‫ﻡ ِﺑ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻨ ﹶﺔ ﹶﺍ‬‫ﻴ‬‫ﺕ ِﻃ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﺣﻤ‬ ”
[“Âdem’in çamurunu iki elimle kırk sabah mayalandırdım, yoğurdum” (Taberî, Târih, I, 91)]
mukteżāsınca mazhar-ı celâl ü cemâl oldu ki “yedeyn”den murâd sıfât-ı celâl ü cemâldir. Ve
“sabah”dan murâd celâl ve cemâlin beynidir. Zîrâ gece celâl ve gündüz cemâlden kinâye olıcak
sabah vakti gece ile gündüz beyninde olmuş olur.

Nitekim mazhar-ı celâl-i sırf olan şeytân, Âdem’e secdeden imtina‘ eyledikde “ ‫ﺎ‬‫ﻣ‬

‫ﲔ‬
 ‫ﺎﻟ‬‫ﻦ ﺍﹾﻟﻌ‬ ‫ﺖ ِﻣ‬
 ‫ﻨ‬‫ﻡ ﻛﹸ‬ ‫ﺕ ﹶﺍ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﺒ‬‫ﺘ ﹾﻜ‬‫ﺳ‬ ‫ﻯ ﹶﺍ‬
 ‫ﺪ‬ ‫ﻴ‬‫ ِﺑ‬‫ﺧﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬ ‫ﺎ‬‫ﺪ ِﻟﻤ‬ ‫ﺴﺠ‬
 ‫ﺗ‬ ‫ﻚ ﹶﺍ ﹾﻥ‬
 ‫ﻌ‬ ‫ﻨ‬‫ﻣ‬ ” [“...iki elimle yarattığıma secde
etmekten seni men’ eden nedir? Böbürledin mi, yoksa yücelerden mi oldun? ...” (Sâd 38/75)]
hitâbıyla muhâtab olduġu Hażret-i Âdem aleyhisselâm celâl ve cemâli câmi‘ olduġunu

333
mübeyyendir. Ve esmânın küllîsinin merci‘î sıfât-ı celâl ü cemâl olduġu cihetden Hażret-i
Âdem vâsıta-i feyż-i hakīkat-i muhammediyye ile esmânın küllîsini müte‘allim oldu. Ya‘nî
esmânın küllîsine [143a] mazhar-ı tâmm oldu. Ol ecilden esmânın küllîsini bilmek müstelzim-i
hilâfet oldu. Zîrâ hakâyık-ı kevniyyeden herbir hakīkat mümidd ve mürebbîsi olan esmâ-i
ilâhiyyeden bir ismin yâhûd dahî ziyâdesinin taht ü terbiyyesindedir ki; onun mazharıdır. Pes
Hażret-i Âdem, esmânın küllîsine mazhar olmasa vâsıt-i feyż-i hakīkat-i muhammediyye ile
feyż-i akdesden istifâza ve esmâ-i ilâhiyyenin tahtında olan her bir hakīkate ifâzâya kâdir
olamayıp rütbe-i hilâfetden sâkıt olurdu. Zîrâ halîfe olan müstahlefün-fîh’de ra‘iyyeti
menzilesinde olanlara bi-eyyi-hâl rûhânî ifâza ve imdâda muhtâcdır. Ol ecilden melâike Âdem’e

secdeye itâ‘at ve inkıyâd ile me’mûr oldular ki; “ ‫ﺍﻟﱠﻠ ِﻪ‬ ‫ﺮﺵ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﺆ ِﻣ ِﻦ‬ ‫ ﺍﳌﹸ‬‫“[ ”ﹶﻗ ﹾﻠﺐ‬Müminin kalbi Allah’ın
arşıdır” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II, 100, no: 1886)] bu cem‘iyyet esmâya nazaran mertebe-i ilâhiyyeye

mazhariyyetinden ‘‘ibâretdir. “‫ﺘﻮٰﻯ‬‫ﺳ‬


‫ﺍ‬ ‫ﺵ‬
ِ ‫ﺮ‬ ‫ﻌ‬ ‫ﻋﻠﹶﻰ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺣ ٰﻤ‬ ‫ﺍﹶﻟﺮ‬ ” [“Rahman, Arşa istivâ etmiştir.

(Veya: “O Rahman, Arşı hükmü altına almıştır.” (Tâhâ 20/5)] mertebe-i rahmâniyyeye
mazhariyyetinden kinâyet olduġu gibi ki; cism-i küllîden ‘ibâret olan arş-ı müstevâ-yı Rahmân
ya‘nî mahall-i tecellî-i ism-i Rahmân olduġu gibi kalb-i mü’min dahî müstevallâh ya‘nî mahall-i
tecellî-i ismillâh olur. Zîrâ mertebe-i rahmâniyye merâtib-i külliyâtı câmi‘dir.
Mertebe-i ilâhiyye ise merâtib-i külliyât ü cüz’iyyâtı câmi‘dir. Bu cem‘iyyete i‘tibâran

Hażret-i Kur’ân’da “‫ﻦ‬


ٰ‫ﺴ‬
‫ﺤ‬
 ‫ﺍﹾﻟ‬ ُ‫ﻤۤﺎﺀ‬ ‫ﺳ‬ ‫ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﻮﺍ ﹶﻓﹶﻠﻪ‬‫ﺪﻋ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﺎ‬‫ﺎ ﻣ‬‫ﻦ ﹶﺍﻳ‬ ‫ﺣ ٰﻤ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﻮﺍ ﺍﻟ‬‫ﺩﻋ‬ ‫ﻪ ﹶﺍ ِﻭ ﺍ‬ ‫ﻮﺍ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﺩﻋ‬ ‫“[ ” ﻗﹸ ِﻞ ﺍ‬De ki: “İster
Allâh deyin, ister Rahmân deyin... Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na
hastır.” ... (el-İsrâ 17/110)] vârid oldu. Bunda suâl vârid olur ki; kalb-i Âdem, mazhar-ı hakīkat-i
muhammediyye olduġu cihetden arşullâh olub ve külliyyât ve cüz‘iyyâtın bi’l-vâsıta müfîdi
olmak iktiżā eder. Halbuki arş ve kürsî vesâir eflâk ve ‘âlem-i ‘anâsır ve emlâkin vücûdu
Âdem’in vücûdundan mukaddemdir. Pes onlara ifâza ne vechile tasavvur olunur? Cevap verilir

ki; “ ‫ﻝ ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺍﻟﻘﻠﻢ ﻭﺍﻭﻝ ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺍﻟﻌﻘﻞ ﻓﻘﺎﻝ ﻟﻪ ﺍﻗﺒﻞ ﻓﺎﻗﺒﻞ ﰒ ﻗﺎﻝ ﻟﻪ ﺍﺩﺑﺮ‬‫ﻝ ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺭﻭﺣﻰ ﻭﺍﻭ‬‫ﺍﻭ‬

‫”ﻓﺎﺩﺑﺮ ﰒ ﻗﺎﻝ ﻭﻋﺰﺗﻰ ﻭﺟﻼﱃ ﻣﺎﺧﻠﻘﺖ ﺧﻠﻘﺎ ﺍﻛﺮﻡ ﻋﻠﻰ ﻣﻨﻚ ﺑﻚ ﺍﺧﺬ ﻭﺑﻚ ﺍﻋﻄﻰ ﻭﺑﻚ ﺍﺛﻴﺐ ﻭﺑﻚ ﺍﻋﺎﻗﺐ‬
[“Allâh, ilk önce benim rûhumu yarattı ve ilk önce kalemi yarattı ve ilk önce aklı yarattı. Ona
gel, dedi, geldi. Sonra ona, git, dedi; gitti. Sonra “izzetime ve celâlime yemîn olsun ki, bana
senden daha kıymetli olan bir mahlûk yaratmadım. Seninle alıp seninle vereyim, seninle sevap
verip seninle cezalandırayım.” dedi.” (Ebû Dâvûd, 34/Sünnet, 16 (II, 637-38 h.no: 4700); Tirmizî,

334
33/Kader, 17 (IV, 398, h.no:2155), Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 263, n. 823-824), Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 21] Kelâm-

ı hakīkat-encâmı i‘tibârât-ı müte‘addide ile hakīkat-i muhammediyyenin ta‘rîfi idi ki; erbâb-ı
hakīkat ‘indinde müttefekun-aleyhdir.

Pes hakīkat-i muhammediyyeye cevheriyyeti i‘tibâriyle nefs-i vâhide ve nûrâniyyeti


i‘tibâriyle ve mahall-i nukûş-i ‘ulûm-i ilâhiyye ve müdrik-i esrâr-i nâ-mütenâhiyye olduġu
i‘tibâriyle ‘akl-ı evvel tesmiye olunub onların mahall-i tafsīline nefs-i külliyye ve ‘akl-ı kül
tesmiye olundu. Ve nefs-i külliyye ve ‘akl-ı kül pertevinden dahî vâsıta-i tabî‘at-ı külliyye [144a]
ile cism-i küllîden ‘ibâret olan arş vücûda gelip mazhariyyeti i‘tibâriyle onda nefs-i sâniye ve
akl-ı sânî mevcûd oldu. Bu üslûp üzre ale’t-tertîb eflâk-i tis‘a ve nüfûs ve ‘ukûl-i aşere vücûda
geldikten sonra ıstılâhda ‘akl-ı fa‘âl ta‘bîr olunan akl-ı ‘âşir ki, ‘akl-ı felek-i kamerdir ve
vâhibü’s-suver ta‘bîr olunan nefs-i ‘âşire ki, nefs-i felek-i kamerdir, onların pertevinden
müfredât-ı besâyit-i anâsır vücûda geldi. Te’sîr-i kevâkib ve te’sîr-i ‘anâsırdan nâşî imtizâc-ı
ezdâd ile terkîb-i mizac isti‘dâdan husūlünde629 vücûd-i mevâlid-i selâseyi mukteżā ma‘âdin ü
nebât ü hayavân ile insanın vücûdu derece-i imkâna erişdi. Pes ‘akl-ı evvelden sūret-i nev‘iyyede
zuhûr eyliyen şahs-ı evvel Hażret-i Âdem ve nefs-i külliyyeden sūret-i nev‘iyyede zuhûr
eyliyen şahs-ı evvel Havvâ olup ikisinin izdivâcından zürriyyâtı vücûda geldi. Pes Âdem’de
‘akıl ve nefis cüz’iyyeten mevcûd olmağla imtizac ve ittihâdından kalb tevellüd edip hakīkat-i
muhammediyyeye mazhariyyet isti‘dâdı husūlünden ifâza-i hakīkat-i muhammediyye ile esmâ-i
ilâhiyyenin küllîsine mazhar olup nâib-i hakīkat-i muhammediyye oldu. Ve Âdem’in
vücûdundan mukaddem eflâk ve emlâk ve eşyaya ifâza-i merâtib-i külliyye vâsıtasıyla yine
hakīkat-i muhammediyyeden olduġu zāhirdir.

Ve Âdem’in vücûdundan sonra ilâ-intihâi’d-deverân hakīkat-i muhammediyyenin


ifâzası her zamanda vâhiden ba‘de vâhid bir insân-ı kâmil vâsıtasıyla olduġu ‘inde’l-muhakkıkîn
müttefekun-aleyh’dir. Ya‘nî zât-ı Bârî’nin her ânda sıfat-ı celâl ve cemâli yüzünden tecellîsi
âyine-i hakīkat-i muhammediyyeye ‘aks edip ondan gavs-i a‘zam ta‘bîr olunan insân-ı kâmilin
âyîne-i kalbine mün‘akis olup, mukteżā-yı celâl ü cemâl üzre ol kâmilin kalbi müteharrik
olmağla ber-mukteżā-yı mazhariyyet arşta dahî onun hareket-i kalbine muvâfık cünbüş hâsıl
olub sâir eflâk dahî hareket-i vaz‘iyye-i tab‘iyyesi üzre onların cünbüşüne tâbi‘ olmağla
teşekkülât-ı felekiyyeden her şekle münâsib mizâc-ı hâs misâli-i tab‘î hâsıl olup vâsıta-i terkîb-i

629
B: + “İsti’dâdı husûlünden”

335
‘anâsır ile merâtib-i nüfûs mevâlîd-i selâseye erişir ve murâdullâh ne ise mezāhir-i mevâlîd-i
selâseden vücûda gelir.
Bunda dahî bir i‘tirâz vâki‘ olursa ki; kelâm-ı ehl-i hakīkati, kelâm-ı ehl-i hikmetle şerh
eylemek mukteżā-yı hakīkat midir? Halbuki hükemânın kelâmından kat‘-ı nazar mütekellimînin
kelâmına dahî erbâb-ı hakīkat ba‘żı mes’ele hakīkatinde muhâlefet eder. [145a] Cevap verilir ki;
mütekellimînin kelâmı delâil-i ‘akliyye ve nakliyyeye teşebbüs ve eserden müessire nazar ve
istidlâl ile tevhîd-i âsarda tevhîd-i ahadî-i lafzîyi ‘ilme’l-yakîn ile isbât için kîl ü kâldir ki; gâyeti
‘akâyid-i ehl-i sünneti akâyid-i ehl-i bid‘ât ve dalâlden temyîz ü muhâfazadır. Eğer ki ehl-i
hakīkat dahî ehl-i sünnetden olmağa akâyidleri ehl-i kelâmın akâyidine muvâfıkdır. Lâkin ehl-i
hakīkatin tevhîd-i zâtda tevhîd-i ferdânî-i hakîkiyyesi delîl ve burhân ile olmayıp hakka’l-
yakînde hâl yönünden keşf ü ‘iyân ile olduġundan her yerde hâli kāle muvâfık olmağla ba‘żı
ta‘riflerinde muhâlif-i lafzî gibi görünür ve mütekellimîne ‘adem-i i‘tibârları kîl ü kâl ile bahs ü
cidâllerinden ötürüdür ki; kâl ile hâle yol bulmak muhâldir.
Ol ecilden imâm Fahr-i Râzî rahimehullâh kîl ü kâl ve bahs ü cidâl ile resîde-i
mertebe-i hâl olmak baî‘dü’l-ihtimâl olmak olduġunu müş‘ir bu kıt’a-i latīfeleriyle i‘tizâr eyler:
Nazm:

‫ﻭﺍﻛﺜﺮ ﺳﻌﻰ ﺍﻟﻌﺎﳌﲔ ﺿﻼﻝ‬ ‫ﺎﻳﺔ ﺍﻗﺪﺍﻡ ﺍﻟﻌﻘﻮﻝ ﻋﻘﺎﻝ‬

630
‫ﺳﻮﻯ ﺍﻥ ﲨﻌﻨﺎ ﻓﻴﻪ ﻗﻴﻞ ﻭ ﻗﺎﻝ‬ ‫” ﻓﻠﻢ ﻧﺴﺘﻔﺪ ﻣﻦ ﲝﺜﻨﺎ ﻃﻮﻝ ﻋﻤﺮﻧﺎ‬

Kaldı ki, ‘ilm-i hikmet cerbeze ile belâhetin beyninde mutavassıta olan hey’et-i kuvvet-
i ‘akliyye-i ‘ilmiyyeden ‘ibâret olmağla şer‘-i şerîfe muhâlif olmayan kavilleri reddolunmak

iktiżā eylemez. Husūsan Cenâb-ı Bârî’nin “‫ﺽ‬


ِ ‫ﺭ‬ ‫ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﻤۤﺎ ِﺀ ِﺍﻟﹶﻰ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﻦ ﺍﻟ‬ ‫ﺮ ِﻣ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺮ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﺪﺑ‬ ‫ﻳ‬ ” [“Allâh, gökten yere

kadar her işi düzenleyip yönetir...” (es-Secde 32/5)] “‫ﺍ‬‫ﻣﺮ‬ ‫ﹶﺍ‬ ‫ﺕ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺑﺮ‬‫ﺪ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﻓﹶﺎﹾﻟ‬ ” [“...bir işi düzenle-

yenler...” (en-Nâziât, 79/5)] mefhûmları vesâit ile tedbîrât-ı ilâhiyyeyi müş‘ir olmağla tafsīl-i
mezkûr bu icmâlin tahtında münderic olup, kitâba muhâlif olmamış olur. Ve’l-hâsıl bu vech ü
vecihde dahî bir tenbîh-i nebî vardır ki; sâlik-i mesâlik renc ü ‘anâ ve zehr ü mehâlik-i günc ü
fenâ olan ‘abd-i bî-nevâ beyne’l-havfi ve’r-recâ Cenâb-ı Kafiyyi’l-mühimmâta ilticâ ile tahsîl-i
feyż-i mevrûs-i peder için bir rehber-i kâmil ü mükemmil ü mu‘teber delâletiyle makām-ı

630
[Akıllıların akıllarının ayağının sonu bağ ve âlimlerin çalışmasının çoğu dalâlettir, işimizin çoğunu bahsinden
istifâde edemedik. Bunun dışında biz ancak dedikoduyu topladık.]

336
nefsden seyr ü sefer ve mezāhir-i ağyardan izâle-i ta‘aşşuk ederek makām-ı kalbde ufk-i mübîne
güzer edip ondan sefer-i sânîye nehzat ü hareket ve ufk-i a‘lâya ‘azîmet ve ondan sefer-i sâlise
şedd-i nitâk-ı himmet ve resîde-i makām-ı kâbe kavseyne bezl-i miknet eyleye ki; kâbe kavseyn
beyne’l-esmâ tekâbül i‘tibâriyle makām-ı kurb-i esmâîden ‘ibâretdir ki; dâire-i vücûd tesmiye
olunur. Ve beyne’l-esmâ tekâbül i‘tibârı ibda’ ve i‘âde ve nüzûl ve ‘urûc ve fâ‘iliyyet ve
kâbiliyyet misillidir ki; bekā-i temyîz ü isneyniyyet ile ittihâd-ı Hak’dan ‘ibâretdir ki; ittisāl
ta‘bîr olunur. Bundan a‘lâ makām olmaz. Meğer makām-ı ev-ednâ ola ki; ahadiyyet-i ‘ayn-ı
cem‘-i zâtîden ‘ibâretdir. Bu makāmda rüsûmun [146a] küllîsinin fenâ-yı mahzı ve tams-ı küllî

sebebiyle temeyyüz ve isneyniyyet ‘itibârı mürtefi‘ olur. Kemâ kāle Teâlâ “ِ ‫ﺒﲔ‬‫ﺍﹾﻟﻤ‬ ‫ ﺑِﺎﹾﻟﺎﹸﻓﹸ ِﻖ‬‫ﺭٰﺍﻩ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﻭﹶﻟ ﹶﻘ‬
” [“Andolsun ki; onu (Cebrâil’i) apaçık ufukta görmüştür.” (et-Tekvir 81/23)] ve kāle Teâlâ:

“‫ﺩﻧٰﻰ‬ ‫ﹶﺍ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻴ ِﻦ ﹶﺍ‬‫ﺳ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﺏ ﹶﻗ‬


 ‫ﺪﹼﻟٰﻰ ﹶﻓﻜﹶﺎ ﹶﻥ ﻗﹶﺎ‬ ‫ﺘ‬‫ﺎ ﹶﻓ‬‫ﺩﻧ‬ ‫ﻋﻠٰﻰ ﹸﺛﻢ‬ ‫ﻮ ﺑِﺎﹾﻟﺎﹸﻓﹸ ِﻖ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﻭﻫ‬ ‫ﺘﻮٰﻯ‬‫ﺳ‬ ‫ﺮ ٍﺓ ﻓﹶﺎ‬ ‫ ﺍﹾﻟ ﹸﻘﻮٰﻯ ﺫﹸﻭ ِﻣ‬‫ﺪﻳﺪ‬‫ ﺷ‬‫ﻤﻪ‬ ‫ﻋﻠﱠ‬ ”

[“Çünkü onu güçlü, kuvvetli ve üstün yaradılışlı biri (Cebrâil) öğretti. Sonra en yüksek
ufukta iken asıl şekliyle doğruldu. Sonra (Muhammed’e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı.
O kadar ki; (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.” (en-Necm 53/5-9)]
ve ıstılâhât-ı sûfiyyede tedânî mukarrabînin mi‘râcından kinâyetdir. Ve bu mi‘râc onların
‘indinde ‘abdin ‘âlem-i ‘ulvîye seyrinden ‘ibâretdir ki; bu mi‘râc dahî alâ-hasebi’l-isti‘dâd ya rûh
ile yâhud cism-i mükteseb ile olur. Bazı evliyâullâhda olduġu gibi. Yâhûd nefs-i beden ile olur.
Hażret-i Fahr-i Kâinât aleyhi efżalü’s-salavât Efendimiz’e olduġu gibi. Ve “tedellâ”
mukarrabînin üns ve mahvdan ifâkât ve sahva nüzûlüne ıtlâk olunur. Ve kezâlik Hakk’ın tedân‘
‘indinde ‘abde nüzûlüne dahî ıtlâk olnur. Ve bu makāmda dahî seyr-i billâh anillâh ile sefer-i
râbi‘a misâfir ve merâyâ-yı kesret-i mezāhirde zāhir olan cemâl-i sırr-ı vahdete nâzır olub cem‘-i
cemî‘-i esmâ ile hâiz-i rütbe-i kusvâ ola ki; mertebe-i tekmîl ve irşâd bu makām-ı a‘lâ ve
esnâdan ‘ibâretdir. Bu makāmın sāhibi olan merd-i agâh bi’l-istihkâk halîfetullâh olur. Halkı
Hakk’a dâ‘vete me’mûr olur.
Bu beytin muhtasarca şerhi budur ki; mübtedîye nasîhat-ı sâfî; mütevassıta bâ‘is-i şevk-
i kâfî ve müntehîye ta‘bîrât u işârâtı mûcib zevk-i vâfî olur.

II. Beyt:
Zât-ı ‘ilme Mustafâ esmâya Âdem’dir emîn
İkisinden zāhir olmuşdur ‘ulûm-i enbiyâ

337
Pes “zât” şol mâhiyyetden ‘ibâretdir ki; kâim bi-nefsihi ola. Ve zât ve hakikât ve
hüviyyet ve mâhiyyet elfâz-ı mütekaribetü’l-ma‘nâ, müttehidetün limâ-sadaktır. Ve isim ve sıfat
zâtın maâlîmidir.631 Ve müttefekun-aleyhdir ki; beşerde bir isti‘dâd halk olunmadı ki; zât-ı
Hakk’ın künhünü ve hakīkatini idrâk eyleye. Belki erbâb-ı hakīkatin ekseri onun üzerinedir ki;
evvelen ef‘âlullâh idrâk oluna ondan sonra bi-hasebi’l-isti‘dâd sıfat ve zâtı idrâk oluna ondan
sonra hayret-ender hayretdir ki; bu dediğimiz sâlikînin tarîkidir. Ve tahkīki budur ki; künh-i zât
idrâk olunmadığı gibi ef‘âl ü esmâ ve sıfât dahî kühnü ile idrâk olunmaz. Amma efrâd-ı
mümkinâtın hakâyıkı ve mâhiyyâtı ve zevât ve hüviyyâtı künhüyle idrâkinde ihtilâf olunmuş,
ba‘żıları müte‘assir ve bazıları müteazzirdir, demiş. Ve sûfiyye ‘indinde müttefekun-aleyhdir ki;
Allâh Teâlâ’nın sıfât-ı kadîmesi vardır ki; hakīkat üzre onunla mevsûfdur. [147a] Halbuki Kitap
ve Sünnetde vâriddir. Pes Allâh Teâlâ’ya lâyık olan vech üzre ol sıfata îmân getirmek vâcibdir.
Halbuki her tâife belki efrâd-ı nasdan herbiri meblâğ-ı ‘ilm ve müntehâ-yı isti‘dâdına göre sıfât-ı
Bârî’de tekellüm eyledi. Pes Eşâ‘ire zâhib oldu ki; Allâh Teâlâ’nın sıfat-ı mevcûde-i kadîmesi
vardır ki; zât üzerine zâiddir. Ya‘nî ‘ilim ile ‘Âlimdir ve kudret ile Kâdirdir ve irâdet ile
Mürîddir. Vesâir sıfat dahî bu kıyâs üzredir. Ve derler ki; sıfat, zâtın ‘aynı değil gayrı dahî
değildir. Ve sıfat zât üzerine zâid olmak i‘tibârî sıfat tasavvur olunmaksızın zihinde zât mülâhaza
olduġundan ötürüdür. Yoksa hakīkatde sıfat zât üzerine bir emr-i zâid olup zât onunla mürekkeb

olmak tasavvuruyla değil. “‫ﻛﺒﲑﺍ‬ ‫”ﺗﻌﺎﱃ ﺍﷲ ﻋﻦ ﺫﻟﻚ ﻋﻠﻮﺍ‬632 Ve hukemâ ve Mu’tezile zâhib oldu ki;
sıfat zâtın ‘aynıdır. Ya‘nî Zâtıyla ‘Âlimdir ve Zâtıyla Kâdirdir ve Zâtıyla Mürîddir ki; sıfat
hakīkatde müttehide ve mefhûm i‘tibâriyle muğâyiredir deyib sıfât-ı ilâhiyyeye ahkâm-ı zatî
diye ta‘rîf ederler. Amma sûfiyye zâhib olmuş ki; Allâh Teâlâ’nın sıfatı633 bi-hasebi’l-vücûd
‘aynıdır ve bi-hasebi’l-‘akl aynı değildir ki; zât da ma‘ânî-i ma‘kûleden ‘ibâretdir. Pes
sûfiyyenin mezhebi Allâh Teâlâ’ya isbât-ı esmâ ve sıfatda ehl-i sünnetden olan mütekellimînin
mezhebine muvâfıkdır. İllâ bu kadar vardır ki; sûfiyyenin kelâmları zevk ve vicdan ve keşf ve
‘iyân ile olmakdan nâşî edakk ve a‘lâdır.

Ve “isim” vaz‘ ile yâhud tağlib ile müsemmânın ‘alâmeti olan şeye derler. Ve bazı
meşâyih ‘indinde isim melfûz ve mektûb olan şey’ değildir. Belki isimden murâd ‘ayn-ı
müsemmâdır. Sıfât-ı vücûdiyye i‘tibâriyle ‘alîm gibi ve sıfât-ı ‘ademiyye i‘tiâriyle kuddûs gibi.
Ve bazıları isim müsemmânın aynı ve gayrı değil demişler. Sıfat zâtın ‘aynı ve gayrı olmadığı
631
B: + “Maâlidir”
632
“Allâh Teâlâ bundan yüce ve büyüktür.”
633
B: + “sıfâtullâh Teâlâ’nın bi-hasebi’l-vücûd”

338
gibi ve zâtın bir sıfat-ı mu‘ayyene ile ta‘ayyününe isim derler. Meselâ zâtın kahr ile tecellîsine ve
ta‘ayyününe kahhâr denilir. Ve zâtın rahmet ile tecellîsine ve ta‘ayyününe rahmân denilir ki;
müsemmânın ‘aynı ve gayrı olmayan bu esmâya nazarandır. Ve esmâ-i melfûza ve mektûbeye
esmâü’l-esmâ derler.

Şeyhü’l-Ekber kuddise sırruhu’l-enver Hażretleri buyurmuş ki: Esmâullâh esmâ-i zât


ve esmâ-i sıfât ve esmâ-i ef‘âle münkasim olur. Ne kadar cümlesi esmâ-i zât ise dahî meselâ
esmâda zâtın zuhûru i‘tibâriyle esmâ-i zât tesmiye olunur. Ve sıfatın zuhûru [148a] i‘tibâriyle
esmâ-i sıfat tesmiye olunur. Ve ef‘âlin zuhûru i‘tibariyle esmâ-i ef‘âl tesmiye olunur. Ve
esmânın ekseri iki i‘tibârı ya üç i‘tibârı cem‘ eder. Ve yine kitâb-ı ezelde esrâr-ı nu‘ût ve sıfât ve
esmâ beyninde olan farkı îzâh edib buyurmuş ki; esmâ ancak şahıs üzerine delâlet için
mevzû‘dur. Ve evsâf mevsûfda mevcûd olan ma‘ânîden ‘ibâretdir ki; ona sıfât tesmiye olunur.
Meselâ ‘âlim şol zâtın ismidir ki; sıfât-ı ‘ilm onunla kâim ola ki; bu sıfât âlime vâsıfdır. Âlimin
şahsına delâlet eder, isim değildir. Ali, Ahmed, Hâlid gibi ki; isim ile sıfâtın beyninde fark
budur. Bârî Teâlâ’nın ismi dahî kezâlikdir. Eğer mücerred zât üzerine delâlet eder ise Allâh ve
Hû isimleri birşeyden müştak olmamaları ‘inde’l-muhakkikîn sahîh olduġu i‘tibâriyle ol ecilden
ism-i a‘zam denilmişdir. Zîrâ zâtda olan ma‘ânîden bir ma‘nâ ile yâhûd ahkâm-ı zâtdan bir
hüküm ile mukayyed değildir. Ancak bu isimlerin delâleti ‘ayn-ı zât üzerinedir. İsm-i Kâdir’in
hilâfınca zîrâ ism-i Kadir zâtda olan bir ma‘nâ üzerine delâlet eder ki; ona kudret tesmiye olunur.
Yâhûd sıfatı nefy edenin mezhebinde ahkâm-ı zâtdan bir hüküm üzerine delâlet eder. Amma
nu‘ûtun esmâ ve sıfât beyninde farkı oldur ki; nu‘ût bir elfâzdır ki; men‘ût olan zât ile kâimdir.
Lâkin bir ma‘nâ üzerine delâlet eylemez ve esmâ dahî değillerdir. Zîrâ esmâ müsemmânın bir
ismidir ki; onunla bilinir. Ve nu‘ût bir elfâzdır ki; iżāfet haysiyyetinden zât üzerine delâlet eder.
Evvel ve Âhir ve Ezel ve Ebed ve Kıdem ve Bekā gibi. Zîrâ Zât’dan evveliyyeti nefy eylemek
vâcib ve lâ-büddür. Pes Zât-ı Bârî’yi ezeliyyet ile in‘ât eylediğimiz vakitde a‘yânımızın
vücûdundan lâ-büddür. Ve kıdem dahî bizim hudûsümüz mukâbilesindedir. Zîrâ zât-ı Bârî bir
Vücûd-ı Mutlak’dır ki; evveli ve âhiri yoktur. Hakīkat üzre Hû’dur. Ezel ile nu‘utu dahî kezâ-

likdir. Ya‘nî hakkımızda olan zaman ecelindendir. Ve imtidâd-ı tevehhümümüz “ ‫ﻢ‬ ‫ﻭﹶﻟ‬ ‫ﻛﹶﺎ ﹶﻥ ﺍﻟﱠﻠﻪ‬

‫ﻴ ﹲﺊ‬‫ﺷ‬ ‫ﻌﻪ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻳ ﹸﻜ‬” [“Onunla beraber hiç bir şey yokken Allâh var idi” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 130.
n.2011)] mertebesinde fıkdân-ı a‘yânımız sebebiyledir.

339
Ve âhir ve bekā dahî kezâlik elfâz-ı nu‘ûtdandır. Pes imdi bu makûle isimlere ‘inde’l-
muhakkikîn nu‘ût tesmiye olunur. Esmâ ve evsâf denilmez ve ‘âkil bu na‘atda bir ma‘nâ
tevehhüm eder ki; na‘atdan mâhiyyete râci‘ bir emr ola. Zîrâ eğer mâhiyyet ol emri i‘tâ etmese
bu na‘at câiz olmazdı. Ol ecilden ‘inde’l-muhakkikîn na‘at, sıfatdan ekmeldir. Zîrâ sıfât,
mevsûfun mâhiyyetini i‘tâ eylemez. Na‘at ise mâhiyyetden beyân eder. Ve bu na‘at isimden dahî
[149a] erfa‘dır. Esmâ farkında takrîr olunduğu üzre. Ve lafz-ı esmâ mutlaka esmâya ve nu‘ûta ve
sıfâta şâmildir. Lâkin esmâ evvledir. Zîrâ ‘ayn için mahsūsdur, mâhiyyetinden bir şeye ve
mâhiyyet ile kâim olan ma‘ânîden bir ma‘nâya delâlet etmez. Ve na‘at isimden sonradır. Zîrâ bir
vechile mâhiyyet üzerine delâlet eder. Ve sıfât na‘âtdan sonradır. Zîrâ sıfat Bârî Teâlâ’yı isbât
edenlerin ‘indinde zâtda bir ma‘nâ üzerine delâlet eder. Ve sıfatı nefy edenlerin ‘indinde zâtda
bir hüküm üzerine delâlet eder. İntehâ.

Pes imdi “Zât-ı ‘ilme Mustafâ, esmâya Âdem’dir emîn” beyti, beyt-i sâbıkın tefsîr ve
tetimmesi gibidir. Ya‘nî hakīkat-ı muhammediyyeden ‘ibâret olan hatt-ı istivâdan Âdem’e
esmâyı ta‘lîm ettiğini bu beyt müfessirdir. Zîrâ vâsıta olmada kalem mesâbesinde olan hakīkat-i
muhammediyye ile zevât-ı ‘ilm-i zatî-i ‘ayn-ı cem‘de münderic olan ma‘lûmat-ı sâbiteyi nefs-i
külliyeden ‘ibâret olan levh-i mahfûza ihrac ve mertebe-i nefs-i külliyyede nefs-i mücerrede-i
Âdem’e hakâyık-ı âsâr-ı esmayı ifâza eyledi, demek olur ki;

ِ ‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﻠﹶﻢ‬‫ﺡ ﻭ‬
634
ِ ‫ﻮ‬ ‫ﻢ ﺍﻟﻠﱠ‬ ‫ﻚ ِﻋ ﹾﻠ‬
 ‫ ِﻣ‬‫ﻠﻮ‬‫ﻦ ﻋ‬ ‫ﻭ ِﻣ‬ ‫ﻬﺎ‬‫ﺮﺗ‬ ‫ﺿ‬
 ‫ﻭ‬ ‫ﻴﹶﺎ‬‫ﺪﻧ‬ ‫ﻙ ﺍﻟ‬ ‫ﻮ ِﺩ‬‫ﻦ ﺟ‬ ‫ﻭِﺍﻥﱠ ِﻣ‬
fehvâ-yı hakīkat-ihtivâsı bu mezâyâyı îmâ eyler. Bu takdirce zât-ı ‘ilmin emîni ya‘nî

“‫ﻑ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ِﻟﺎﹸ‬ ‫ﻖ‬ ‫ﺨ ﹾﻠ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺨﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬
 ‫ﻑ ﹶﻓ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ ﹶﺍ ﹾﻥ ﺍﹸ‬‫ﺒﺖ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﺎ ﹶﻓﹶﺎ‬‫ﺨﻔِﻴ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﺰﹰﺍ‬‫ﺖ ﹶﻛﻨ‬
 ‫ﻨ‬‫“[ ” ﹸﻛ‬Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye

muhabbet ettim; bilineyim diye mahlûkātı yarattım” (Aclûnî, Keşfu’l hafâ, II, 132, No: 2016)]
mukteżāsınca genc-i esrâr-ı hafiyyenin emîn ve hâtemi oldur, ‘ilm-i esmâya Âdem mazhariyyet
vechiyle emîn olduġu gibi ya‘nî hazîne-i cevâhir-i esrâr-ı ilâhiyyenin mührü menzilesinde emîni
ya‘nî hâzinidir. Ol mühür feth olmadıkça kenz-i mahfîden bir şey ihraç olunmaz. Ol ecilden
hâtemü’n-nebiyyîn ve evvel ve eşref-i mahlûkîndir. Pes hakīkat-i muhammediyye tevassut-i
‘ilm-i zâtî ile hakâyık-ı ervâhın ‘âlem-i lâ ta‘ayyünden ta‘ayyün-i evvele huruçlarına vâsıta
olduġu ve rûh-i izafî hakīkat-i muhammediyyeden ‘ibâret olduġu i‘tibâriyle ebu’l-ervâh ve
Hażret-i Âdem’e ebu’l-beşer olmağın ‘ulûm-i evvelîn ve âhirin onlardan irsle enbiyâ ve
evliyâya intikâl etmişdir, demek olur ki;
634
[Dünya ve onun çok malı senin cömertliğindendir. Levhin ve kalemin ilmi de senin ilimlerindendir.]

340
635
ٌ‫ﻳ ِﻢ‬‫ﺪ‬ ‫ﻘﹰﺎ ﻣِﻦ ﺍﻟ‬‫ﺭﺷ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺤ ِﺮ ﹶﺍ‬
 ‫ﺒ‬‫ﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻓﹰﺎ ِﻣ‬‫ﹶﻏﺮ‬ ‫ﺲ‬
 ‫ﺘ ِﻤ‬‫ ﹾﻠ‬‫ ِﻞ ﺍﻟﻠﱠ ِﻪ ﻣ‬‫ﺭﺳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻢ ِﻣ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻭ ﹸﻛﻠﱡ‬
636
‫ﻢ‬ ‫ﻮ ِﺭ ِﻩ ِﺑ ِﻬ‬‫ﻦ ﻧ‬ ‫ﺖ ِﻣ‬
 ‫ﺼﹶﻠ‬
 ‫ﺗ‬‫ﻤﹶﺎ ِﺍ‬‫ﹶﻓِﺎﻧ‬ ‫ﺮ ِﻡ ﺑِﻬﹶﺎ‬ ‫ﺳ ﹸﻞ ﺍﹾﻟ ِﻜ‬ ‫ﻯ ﺍﺗﻰ ﺍﻟﺮ‬
ِ ‫ﻭ ﹸﻛﻞﱡ ﹶﺍ‬
Mażmûn-i hakīkat-makrûnu buna güvâh-ı ‘âdildir. Ya‘nî cemî‘-i enbiyâ ve mürselîn ve
evliyâ-i kâmilin ifâde-i ‘ulûm-i ilâhiyyeyi gâye ve ifâza-i fuyûz-i nâ-mütenâhiyye için hakīkat-ı
muhammediyyenin nâib, menâb ve kâim-makāmlarıdır, demek olur. Nitekim beyt-i lâhik onu
te’yîd eder.

III. Beyt:

Zât-ı esmâ vü sıfât ef‘âl ü âsâr [150a] cümleten


Her zamanda bir velînin vechine bunlar ziyâ
Bu beyt-i şerîfleriyle merâtib-i tevhîdi beyân buyururlar. Tevhîd ta‘rîfinde akâvîl-i
kesîre vardır. Lâkin cümlesi mütekâribetü’l-ma‘nâ müttehidetün limâ-sadaktır. Ba‘żıları demiş
ki; tevhîd lügatda bir şeyi vâhid olduġunu bilmek ve hükm etmektir. Ve ıstılâh-ı hakīkatde zât-ı
ilâhiyyeyi ifhâmda tasavvur ve ezhân ve evhâmda tahayyül olunan her şeyden tecrîd etmektir.
Ve ba‘żıları demiş ki; tevhîd ta‘addüdü vehm olunan yâhûd bilinen yâhûd hiss olunan şeyi vâhid
kılmakdır. Yâhûd vehm olunan yâhûd bilinen yâhûd hiss olunan müteaddidi vahdetle bilmektir.
Bu bilmek ise sıfâtda ve zâtda olur. Ve ba‘żıları demiş ki; tevhîd lügatda bir şeyi vâhid
kılmakdır. Ve ‘ibâret-i ‘ulemâda Allâh Teâlâ’nın vahdâniyyetini i‘tikâd etmekdir ve sûfiyye
‘indinde tevhîd Allâh Teâlâ’nın vahdâniyyetini bilmektir. Ve ba‘żıları demiş, Asl-ı tevhîd, isbât-ı
mâ-lem-yezel ve iskât-ı mâ-lem yekûndur. Ve ba‘żıları demiş ki: Tevhîd, hadîsi kadîmden
temyiz ve hudûsdan i‘râz ve kıdeme ikbâldir ki; muvahhid gayrinden fazla kendi nefsini dahî
müşâhede etmeye. Zîrâ Hakk’ı tevhîdi hâlinde nefsini müşâhede ederse kendi vücûdunu müsbit
olur. Muvahhid olmaz. Ve bunlara karîb tevhîdin ta‘rîfi çokdur ki; mefhûmları min-vechin
birbirlerine karîbdir. Velhâsıl bu beytin takdîri tevhîd-i âsâr ve tevhîd-i ef‘âl ve tevhîd-i sıfât ve
tevhîd-i zâtın envâr-ı sa‘âdet-âsârı her zamanda bir veliyy-i kâmil ve mükemmilin vechinden
hüveydâ ve âşikâr olur. Ya‘nî ilâ-intihâi’d-deverân bir zaman olmaz ki; bu merâtib-i tevhid-i
tahakkuk eden bir velî ol zamanda bulunmaya ve bu merâtibi tahakkuk eden her asırda bir velî
olmak iktiżā etmez. Lâkin esmânın küllîsini ve rütbe-i hilâfeti cem‘ etmekle mazhar-ı tevhîd-i

635
[Bilcümle peygamberân O’ndan iltimas ister. Umânından bir avuç, bârânından yudumu.] Kaside-i Bürde, 39.
beyit
636
[Gelen her Peygamberin âyâtı, mu’cizâtı. Ulaşmıştır onlara hep nûr-i Muhammedî] Kaside-i Bürde, 52. beyit

341
zât olan her asırda bir olur ki; ber-vech ekmeliyyet-i verâset-i muhammediyye ile halîfetüllâh
olan kutbu’l-aktâb ve gavs-ı a‘zam dedikleri oldur. Ol ecilden “Her zamanda bir velînin vechine
bunlar ziyâ” diye buyurdu. Ve rütbe-i kutbiyetle hilâfetden kat‘-ı nazar esmânın küllîsini cem‘
etmekle mazhar-ı tevhîd-i zât olan kümmel efrâd her zamanda çok olur. Adedini Allâh bilir. Zîrâ
dâire-i kutubdan hâric olan kümmel efrâd hilâfetden ka‘t-ı nazar rütbe-i takarrüb ve yakînde
kutbu’l-aktâb’dan aşağı olmak iktiżā eylemez. Belki kutba müsâvî ve ba‘żısı yakîn cihetiyle
kutbun fevkinde olmak câizdir demişler.

Ve merâtib-i tevhidin evveli tevhîd-i âsârdır. Bu tevhîd-i âsâr dahî ya taklîd-i mahz
iledir. Yâhûd nazar ve istidlâl iledir. Ya‘nî eserden müessire istidlâl ile bu masnû‘âta idâre-i
nazar-ı tedkîk eyledikde kuvvet-i kâhire [151a] sāhibi bir hakîm sâni‘î olduġunu ‘akl-ı selîme
delîl ve hâdî olur. Zîrâ nazm-ı ‘acîb ve tertîb-i garîb üzre manzûm ve müretteb olan bu ‘âlem-i
kevn ü fesâd elbette hayy ve ‘âlim ve mürîd ve kâdir ve semî‘ ve basîr ve mütekellim bir
müdebbir hâlika muhtâcdır ki; ol, ‘âleme ve ‘âlem ona müşâbih olmaya. Pes bu takdirce ‘âlemin
sıfât-ı mezkûre ile muttasıf bir müdebbir hâlika ihtiyâcını bilen kimsenin ‘indinde halk-ı ‘âlem
bir şeyin isbâtı üzerine delâlet eder ki; halk ol şeyden sâdır ola. Zîrâ vücûdda vâcib olmak
lâbüddür. Eğer vücûdda vâcib olmasa vücûdeyn-i mümkine inhisârı lâzım gelirdi. Bu takdîrce
asla bir şey îcâd olmamak lâzım gelir. Zîrâ mümkin takdir-i müteaddid ise dahî nefsinde vücûd
ile müstakil değildir. Ve vücûd ile nefsinde müstakil olmayan gayrisini îcâdına kâdir olamaz.
Zîrâ mertebe-i îcâd mertebe-i vücûddan sonradır. Pes eğer vücûd ve îcâd olmasa bir şey zâtıyla
ve gayrıyla mevcûd olmazdı. Çünkü mümkin mevcûd oldu. Vücûd-i vâcib dahî sâbit oldu ki;
buna delîl-i ‘aklî derler. Ve vahdâniyyetine delîl-i naklî dahî ya nakl-i nazarîdir. Kemâ kale

Teâlâ “‫ﺗﺎ‬‫ﺪ‬
‫ﺴ‬
 ‫ﹶﻟ ﹶﻔ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﻬ ﹲﺔ ِﺍﻟﱠﺎ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬ ‫ﻤۤﺎ ٰﺍِﻟ‬ ‫ﻮ ﻛﹶﺎ ﹶﻥ ﻓﻴ ِﻬ‬ ‫ﹶﻟ‬ ” [“Eğer yerde ve gökte Allâh’dan başka tanrılar

bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizâmı) kesinlikle bozulup gitmişti...” (el-Enbiya 21/22)] Ve

kemâ kāle Teâlâ, hikâyeten an halîlihî aleyhi’s-selâm: “ ‫ﻤۤﹶﺎ‬


 ‫ﹶﻓﹶﻠ‬ ‫ﻲ‬‫ﺭﺑ‬ ‫ﺎ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ٰﻫﺬﹶﺍ‬‫ﻮ ﹶﻛﺒ‬ ‫ﺭٰﺍ ﹶﻛ‬ ‫ﻴ ﹸﻞ‬‫ﻴ ِﻪ ﺍﱠﻟ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﺎ‬‫ﹶﻓﹶﻠﻤ‬

‫ﻮ ِﻡ‬ ‫ﻦ ﺍﹾﻟ ﹶﻘ‬ ‫ﻦ ِﻣ‬ ‫ﻧ‬‫ﻲ ﹶﻟﹶﺎﻛﹸﻮ‬‫ﺭﺑ‬ ‫ﻬﺪِﱐ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻦ ﹶﻟ‬ ‫ﻤۤﺎ ﹶﺍﹶﻓ ﹶﻞ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﹶﻟِﺌ‬ ‫ﻲ ﹶﻓﹶﻠ‬‫ﺭﺑ‬ ‫ﺎ ِﺯﻏﹰﺎ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ٰﻫﺬﹶﺍ‬‫ﺮ ﺑ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﺭﹶﺍ ﺍﹾﻟ ﹶﻘ‬ ‫ﺎ‬‫ﲔ ﹶﻓﹶﻠﻤ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ ٰﺎﻓِﻠ‬‫ﹶﺍﹶﻓ ﹶﻞ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﹶﻟۤﺎ ﹸﺍ ِﺣﺐ‬

‫ﻲ‬‫ﺸ ِﺮﻛﹸﻮ ﹶﻥ ِﺍﻧ‬


 ‫ﺗ‬ ‫ﺎ‬‫ﻱ ٌﺀ ِﻣﻤ‬
ۤ ‫ﺮ‬‫ﻲ ﺑ‬‫ﻮ ِﻡ ِﺍﻧ‬ ‫ﺎ ﹶﻗ‬‫ﺖ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﻳ‬
 ‫ﻤۤﺎ ﹶﺍﹶﻓﹶﻠ‬ ‫ ﹶﻓﹶﻠ‬‫ﺒﺮ‬‫ﺑﻲ ٰﻫ ﹶﺬۤﺍ ﹶﺍ ﹾﻛ‬‫ﺭ‬ ‫ﺎ ِﺯ ﹶﻏ ﹰﺔ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ٰﻫﺬﹶﺍ‬‫ﺲ ﺑ‬
 ‫ﻤ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﺭﹶﺍ ﺍﻟ‬ ‫ﺎ‬‫ﲔ ﹶﻓﹶﻠﻤ‬
 ‫ﻀۤﺎﹼﻟ‬
 ‫ﺍﻟ‬

‫ﲔ‬
 ‫ﺸﺮِﻛ‬
 ‫ﻤ‬ ‫ﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺎ ِﻣ‬‫ﻣۤﺎ ﹶﺍﻧ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻨﻴﻔﹰﺎ‬‫ﺽ ﺣ‬
 ‫ﺭ‬ ‫ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺕ ﻭ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺴ ٰﻤﻮ‬
 ‫ﺮ ﺍﻟ‬ ‫ﻲ ِﻟﻠﱠﺬﻱ ﹶﻓ ﹶﻄ‬ ‫ﺟ ِﻬ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺖ‬
 ‫ﻬ‬ ‫ﻭﺟ‬ ” [“Gecenin karanlığı onu

kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi.

342
Ay’ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yolu
göstermezse, elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi. Güneşi doğarken görünce
de, Rabbim budur, zîrâ bu daha büyük, dedi. O da batınca dedi ki; “Ey kavmim! Ben sizin
(Allâh’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri
yoktan yaratan Allâh’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.” (el-En’âm 6/76-79)] Yâhûd

delîl-i naklî-i hâkimdir: “‫ﺪ‬


 ‫ﺣ‬ ‫ﹶﺍ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﻮ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬ ‫“[ ” ﹸﻗ ﹾﻞ ﻫ‬De ki; O Allâh birdir.” (İhlas 112/1)] ve “ ‫ﻪ‬ ‫ﻢ ِﺍ ٰﻟ‬ ‫ﻜﹸ‬‫ِﺍ ٰﻟﻬ‬

‫ﺪ‬ ‫ﺍ ِﺣ‬‫ﻭ‬ ” [“...İlâhınızın bir tek ilâh olduġunu...” (Fussilet 41/6)] kavl-i şerîfleri gibi. Pes insân

‘indinde asıl vâcibi isbât üzerine hüccet kâim olur ki; vâcibin vücûdunu ve vahdâniyyetini edille-
i katı‘a ile isbât etmiş olur. Ve bu bilmek vâcibin vücûdunu ya‘nî varlığını ve sıfât-ı kemâl ile
muttasıf olduġunu ve âsâr-ı ef‘âlini bilmektir. Zât-ı Hakk’ı ve hakīkat-ı sıfât-ı ef‘âli bilmek
değildir. Eğerçi berâhîn-i kat‘iyye ile tasdik olunur. Lâkin mazhar-ı tecellî-i tevhîd-i ef‘âl

olmadıkça tahakkuk-i tevhîd-i âsâr olmaz. Zîrâ tevhîd-i âsârda “‫ﻲ ٌﺀ‬
 ‫ﺷ‬ ‫ﺲ ﹶﻛ ِﻤﹾﺜﻠِﻪ‬
 ‫ﻴ‬‫ﹶﻟ‬ ” [“O’nun

benzeri hiçbir şey yoktur.” (eş-Şûrâ 42/11)] mukteżāsınca hudûd-i aşereden tenzîl ile ‘akla çehre-

i ta‘tîl yüz gösterir. “‫ﲑ‬


 ‫ﺼ‬‫ﺍﹾﻟﺒ‬ ‫ﻊ‬ ‫ﻤﻴ‬‫ﻮ ﺍﻟﺴ‬ ‫ﻭﻫ‬ ” [“O işitendir, görendir” (eş-Şûrâ, 42/11)] müfâdınca sıfât-ı
müştereke mir’ât-ı teşbîhde ‘aks-endâz olur.

Nazmün li-şârihihî

Gir bahr-ı yakîne yetişir gezme karada


‘İlim anladığın [152a] nokta değil âğ-ı karada

Tenzîh ile ta‘tîle düşür ‘akl-ı meşûbun


Teşbîh ile vehmin dolaşır çûn ü çirâda

Yok misli semi‘ ile basîr oldu sıfâtı


Tenzîh ile teşbîhini cem‘ eyle burada

Tenzîh ile teşbîhin arasında âra kıl


Tevhîd ise kasdın bulunur iş bu arada

Keyfiyyeti bî-keyf olıcak vasf-ı cemâlî


Ta‘bîre liyâkat mı var ey dil şuarâda

Ruhsat mı verir hâme-i takrîre dilâra

343
Evsâfı tamâm olmadı söz kaldı arada

Erbâb-ı nüfûsa deme esrârı Salâhî


Dil mektebine vâsıl olan cânı arada

[Mefûlü/mefâîlü/mefâîlü/feûlün]

Ve’l-hâsıl Mesnevi:

637
‫ﭘﺎﻯ ﺍﺳﺪﻻﻟﻴﺎﻥ ﭼﻮﻳﲔ ﺑﻮﺩ ﭘﺎﻯ ﭼﻮﻳﲔ ﺳﺨﺖ ﱙ ﲤﻜﲔ ﺑﻮﺩ‬
Temsîlince nazar ve istidlâl ile râh-ı hakīkat-ı tevhîdde sâlik ta‘tîl ile teşbîhin arasında
müzebzebîne beyne-zâlik kabîlinden olup delâil-i ‘akliyye ve nakliyyeye teşebbüs ile tasdîk eder
ki; sâni‘-i hakîm-i mutlak birdir. Lâkin birliği a‘dâddan olan bir gibi değildir ki; misli gibi iki
ola. Ve tasdik eder ki; mevcûddur, lâkin cevâhir ve a‘râz ve ecsâmdan olan mevcûdât gibi
değildir ki; hayyiz-i imkâna ihtiyâcı ola. Ve bu ‘ibâret ne mefhûmdan kinâyet idiğin tahkīk
edemeyip hayâlinde bir emr-i mechûl ve mec‘ûl tasavvurundan hâlî değildir. Nefsü’l-emirde bu
bilmek bilmek midir? Ve henüz hakīkat üzre varlığını ve birliğini yakîn etmeyen ef‘âl ve sıfâtını
nice tahakkuk edebilir?

Nazmun li-şârihihî638:

Kudretinle âcize verdinse cüz-i ihtiyâr


Çek ‘inân-ı ihtiyarı hayra ey perverdigâr

Dest-i kudret çün zaman ihtiyârı ahzede


İktidâr elden gider kalmaz bu diler ihtiyar

Remz-i kul küllün femin nefsik beyanın anladım


Kim edeb üzere hakīkat râhin etti âşikâr

Kudretin ba‘z alırsan şirketi lâzım gelir


Şerri isnâd eylesen ona olursun hâksâr

Vâdî-i kudretde var mı kudretin dem urmağa


Bâd-ı kahr eyler gubâr-ı iktidârı târumâr

637
[Delil ile hükme varanların ayakları tahtadandır. Tahta ayak ise zayıftır, kararsızdır.] Şefik Can, Mesnevî
tercümesi, I. Cilt, s, 152 (1-2128)
638
B: - “Nazmun li-şârihihî…… Gel vücûd varlığı bundan Salâhî anla var”

344
Maşrık-ı dilden tulu‘ etse hakīkat şemsi ger
Jâle-i hestî-i mevhûmun olur mu pâyidâr

Zerrenin var mı vücûdi şemse nisbetle hemân


Gel vücûd varlığı bundan Salâhî anla var

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]
Ol ecilden ‘ulemâ-i müdakkikîn efendilerin ekseri ihtiyâr-ı cüz’iyye tahkīkinde âciz
olmuşlardır. Eğerçi tedkîki emrinde resâil te’lîf edip mukâllid-i sırfa tesellî verirler. Amma
kendileri mütesellî değillerdir.

Ve’l-hâsıl kişi tasdîkini tahkīk ya‘nî hakīkatine erişmek kîl ü kâl ile ve kütübden ahz
olunan makâl ile mutasavver değildir. İllâ kişi bir mürşid-i kâmil bulup ve onun dâmen-i
irâdetine teşebbüs ve telkîn ve tedbîri üzre riyâzât ve mücâhedât ve teksîr-i nevâfil ve terk-i
me’lûfât ile tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb hâsıl eyleye ki; müsta‘idd-i tecellî-i tevhîd-i ef‘âl ola.
Ol vakitde tevhîd-i âsârda olan [153a] tasdîkini tahkīk edip feyż-i mürşîd-i mükemmil ile ihtiyâr-
ı cüz’iyyenin sebep ve lüzûmunu yakîn eder. Ve mezleka-i cebr-i sırftan beri ve fâzıl-ı mutlak639
ve kâdir-i ‘ale’l-ıtlâk ve fa‘âlün limâ-yürîd olan Hażret-i Hallâk idiğin yakîn ile varta-i kaderden

müteberrî olub mukîm-i sâhil-i necât olur ki; tevhîd-i ef‘âl “‫ﻥ‬
‫ﻤﻠﹸﻮ ﹶ‬ ‫ﻌ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺧﹶﻠ ﹶﻘﻜﹸ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫“[ ” ﻭ‬...sizi ve
yapmakta olduklarınızı Allâh yarattı” (es-Sâffât, 37/96)] mażmûn-i hakīkat-makrûnunca ef‘âl-i
‘ibâd halkıyyeti i‘tibâriyle kâdir-i mutlak ve müessir-i ‘ale’l-ıtlâka isnâddan ‘ibâretdir. Ol ecilden
iki kâdir beyninde bir makdûr yâhûd iki kudret beyninde bir makdûr demek câizdir, iki müessir
beyninde bir eser demek câiz değildir. Zîrâ müessir-i hakîkî, kâdir-i mutlakdır; ‘abdin kesb ve
istitâ‘atinin te’sîrde dahli yoktur.

Nazmün li-şârihihî:

Eyle esbâba teşebbüs menzil-i tedbirde


Selb-i âlât iktiżā etmez reh-i takdirde

Fi’l-mesel her emre tedbîr-i âlet-i te’sîrde


Yoska kesbin dahli olmaz kuvvet-i te’sîrde

Kudret-i fa‘âl-i Mutlakdan zuhûr eyler umûr


İ‘tirâz-ı kudret olmaz acz ile tahyîrde

639
B: + “fâ’il-i mutlak”

345
İstitâ‘at, pertev-i kudretdir aks-endâz olur
Dem-be-dem mir‘ât-ı dilden sūret-i tenkîrde

Halk u İcâd ile ancak Fâ‘il-i Mutlak odur.


İhtiyâr-i kesbini hoşgör meslek-i tecbîrde

Hall olursa‘ ukde-i tevhîd-i ef‘âli tamam


Anla tevhîd-i sıfât ü zâtı bu takrirde

Kand-i tevhîd-i mükerrerden akîde akd edip


Halka bezl ettin Salâhî tabla-i ta‘bîrde

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Ya‘nî tecellî-i tevhîd-i ef’âlde Hakk’ın eşyâda müessiriyyeti sâlikin meşhûd-i basar-ı
basīreti olmakdan nâşî ef‘âl-i ‘ibâdı ef‘âl-i Hâlık’da fânî ve hâlik müşâhedesiyle üftâde-i vâdî-i
mehâlik oldukda mürşîd-i kâmil ihtiyâr-ı cüz’iyyenin ve ef‘âli ‘ibâda iżāfenin sebeb ve
lüzûmunu sâlikin yakîni üzre îrâd ve mezleka-i cebr-i mahzdan şâh-râh-ı necâta irşâd eyler.
Varta-i mezâlikten hurûc ve dâire-i ihtiyâra vülûc eder ise ‘inâyet-i sâbıka-i refî’i’d-derecât ile
müsta‘idd tecellî-i tevhîd-i sıfât olur ki; tevhîd-i sıfât, şems-i sıfât-ı kadîme-i Hak, dil-i sâlikde
tecellî ve işrâk ve nücûm-i sıfât-ı hâdise-i halkı ufûl vechiyle izhâb ve ishâk etmekden ‘ibâretdir.
Ol tecellî hükmünün mukteżāsı sıfât-ı hâdise sâlikin çeşm-i şuhûdunda gündüze kalmış kevâkib
gibi nâbûd olmağın sıfât-ı kadîme ile mevsûf olmak semtine zâhib ve rûgerdân-ı a‘del-i mezâhib
oldukda mürşîd-i ekmel-i şefîk sıfât-ı kadîme ile sıfât-ı hâdise beynini temyiz ve tefrik ile
girdâb-ı ru‘ûnet-i inâbetten640 ihrâc ve sâhil-i ‘ubûdiyyetde dâhil-i halka-i ‘acz ü ihtiyâc eyler.
Emr-i mürşid-i mükemmil-i ‘ârif ile nakd-i vârını sârif ve râh-ı talebde resîde-i menâzil-i kusvâ-
yı ma‘ârif olur ise nesîm-i ‘inâyet-i hidâyet şemîm-i âsmân kalbinde müterâkim olan sehâb-ı
hestîyi ishâb ve ray-i nistî ederek müsta‘idd tecellî-i zât olur ki; [154a] tevhîd-i zât-ı bahr-i
ahadiyyet-i zât cedâvîl-i esmâ ve sıfâtdan hıyâz-ı a‘yân-ı mümkinâta carî ve feyż-i Mutlak-ı
Mukaddes-i Bârî, riyâz-ı e‘âlî ve esâfil-i kâinata sâri olmakdan ‘ibâretdir. Ol tecellî hükmünde

dîde-i kalb-i sâlik müşâhede-i çehre-i “‫ﻚ‬


 ‫ﺎِﻟ‬‫ﻫ‬ ‫ﻴ ٍﺊ‬‫“[ ” ﹸﻛﻞﱡ ﺷ‬...her şey helak olacaktır…” (Kasas,
641
28/88)] ile hestî-i mevhûmu mertebe-i nistîye ilkâ ve zevât-ı mümkinâtı zât-ı vâcibde imhâk ve

640
B: + “inâiyyetden”
641
“Mahk; Allâh’ın zâtında kulun varlığının yok olmasıdır. Nitekim Mahv da, kulun fiillerinin, Hakk’ın
fiillerinde yok olması, Tams ise, sıfatların, Hakk’ın sıfatlarında yok olmasıdır.” (Ta’rîfât, 205)

346
ifnâ edip “ ‫ﺩﻳﺎﺭ‬ ‫ﺲ ﰱ ﺍﻟﺪﺍﺭ ﻏﲑﻩ‬
 ‫ﻴ‬‫” ﹶﻟ‬642 zemzemesiyle eşyadan bi’l-külliyye iskât-ı i‘tibâr ve “Home
ost” nağmesiyle makām-ı fenâ-yı küllîde nâ-çâr olur ki; çeşm-i hadîd-i Hâk-bîn, sâlike vech-i
hakīkat-ı tevhîd bu menzilde cilveger ve bedîd ve mâsivâyı, nâ-bûd ve nâ-bedîd eyler. Ol ecilden
hakīkat-ı tevhîd bu menzîlin mâdûnunda ‘adîd olmaz. Bu menzîlde muvahhid ve muvahhad ve
tevhîd bir olur. Ya‘nî muvahhid tevhîdde ve tevhîd muvahhadde mahv ve müstağrak olur.
Nitekim ‘Abdullah Ensârî aleyhi rahmetü’l-Bârî hażretlerinin lisân-ı dürer-bârlarından bu
tevhîd-i zâtînin remz ve tahkīki carî olmuşdur.

643
‫ﺎﺣِﺪ‬‫ ﺟ‬‫ﺪﻩ‬ ‫ﺣ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ِﺍ ﹾﺫ ﹸﻛﻞﱡ‬ ‫ﻦ ﻭﹶﺍ ِﺣ ِﺪ‬ ‫ﺍ ِﺣ ِﺪ ِﻣ‬‫ﺪ ﺍﹾﻟﻮ‬ ‫ﺣ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻣﹶﺎ‬
Ya‘nî efrâd-ı âferîdeden bir ferd, vâhid-i mutlakı mertebe-i ahadiyyet-i zâtiyyesinde
tevhîd etmedi. Zîrâ her kim ki; O’nu tevhîd eyledi kendi vücûdunu câhıddir. Nitekim bir hânede

iki kimse olsa ve biri ol birine “ ‫ﺩﻳﺎﺭ‬ ‫” ﻟﻴﺲ ﰱ ﺍﻟﺪﺍﺭ ﺭﻏﲑﻙ‬644 dese kendi vücûdunu inkâr etmiş olur.
A‘nî sâlikin kendi vücûd-i mevhûmu fânî olmadan Hakk’ı tevhîd ettiği vakitde kendinde

vücûdunu câhıd olmuş olur. “‫ﺣﺪ‬


ِ ‫ﺍ‬‫ﺍﹾﻟﻮ‬ ‫ﺑ ﹶﻄﹶﻠﻪ‬‫ﺑ ﹲﺔ ﹶﺍ‬‫ﻌِﺘ ِﻪ ﻋﹶﺎ ِﺭ‬ ‫ﻦ ﻧ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﻨ ِﻄﻖ‬‫ﻳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻮ ِﺣﺪ‬ ‫ﺗ‬”645 Zîrâ vâhid-i mutlakın
na‘tinden nutk ile kimsenin tevhîdi ‘âriyetidir ki; vâhid-i mutlak onu ibtâl eder. Zîrâ Hak
vâhiddir. Ya‘nî birdir, demek bir ism-i na‘tdır. Mertebe-i ahadiyyet-i zâtiyyede ise isim ve resm
ve vasf ve na‘t olmaz. Pes ol mertebe-i ahadiyyeti zât-ı baht, muvahhidîn na‘t ve vasf cihetinden
olan tevhîd-i lafzîsini ibtâl eyler. Ol ecilden “et-Tevhîdu iskâtu’l-izâfât” ile ta‘rîf olunmuştur.

“‫ﺪ‬‫ِﻟﹶﺎﺣ‬ ‫ﺒ ِﻌﺜﹸﻪ‬‫ﻳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻌﺖ‬ ‫ﻧ‬‫ﻭ‬ ‫ﻩ‬‫ﺣِﻴﺪ‬‫ﺗﻮ‬ ‫ﻩ‬ ‫ﻩ ﺍِﻳﱠﺎ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﻮﺣِﻴ‬ ‫ﺗ‬”646 kaldı ki; vahid-i mutlakın tevhîdi hakīkatte kendi

kendini tevhîd etmesidir. Yâ‘nî mertebe-i ahadiyyetde “ ‫ﻪ‬ ‫ﱴ ﹸﺍ ِﺣﺒ‬


 ‫ﺣ‬ ‫ﻮﹶﺍِﻓ ِﻞ‬‫ﻰ ﺑِﺎﻟﻨ‬ ‫ ِﺍﹶﻟ‬‫ﺮﺏ‬ ‫ﺘ ﹶﻘ‬‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬
ِ ‫ﺪ‬‫ﻋﺒ‬ ‫ﻣﺎﹶﺯﹶﺍ ﹶﻝ‬

‫ ِﺑ ِﻪ‬‫ﻨ ِﻄﻖ‬‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬


ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﻧﻪ‬‫ﻭﻟِﺴﹶﺎ‬ ‫ ِﺑ ِﻪ‬‫ﺼﺮ‬
ِ ‫ﻴ‬‫ﻯ ﻳ‬
ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﺮﻩ‬ ‫ﺼ‬
 ‫ﺑ‬‫ﻭ‬ ‫ ِﺑ ِﻪ‬‫ﻤﻊ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬
ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﻪ‬‫ﻤﻌ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﺖ‬
 ‫ﻨ‬‫ ﻛﹸ‬‫ﻪ‬‫ﺒﺘ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫”ﹶﻓﺎِﺫﹶﺍ ﹶﺍ‬ [“Kulum bana

devamlı nafile ibadetleri ile yaklaşır, bunun sonucunda ben onu severim. Bir kere onu sev-
dim mi, ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.” (Buhârî, Rıkâk,
38 (VII, 190), Ahmed b. Hanbel, Musned, VI, 256)] mukteżāsınca ‘abd-i mahbûb-i mukarrebin lisanıyla

642
[Evin içindeki ev sahibinden başkası değildir.]
643
“Vâhid olanı hiçbir vâhid tevhid etmemiştir. Zira her kim onu tevhîd eyledi kendini inkar etmiştir.”
644
[Evde senden başka kimse yok.]
645
“Vâhid-i mutlakın na’tinden nutk ile kimsenin tevhîdi ‘âriyetidir ki; vâhid-i mutlak onu ibtâl eder.”
646
“Vâhid-i mutlakın tevhîdi hakîkatte kendi kendini tevhîd etmesidir.”

347
kendüyi tevhîd eder ki; bu mertebenin mâdûnunda onu tevhîd ile vasf eden vassâfın vasfı tevhîd-
i hakîkîden mâildir. Pes sâlik-i fânî fillâh bu menzîl-i mahva eriştikde mürşîd-i mükemmil-i dânâ
fezâ-yı [155a] hayret-fezâ mahv u fenâdan dâru’l-mülk-i sahv u bekāya reh-nümâ olub vahdet,
kesrete ve kesret, vahdete hicâb olmaksızın envâr-ı cemâl-i vahdeti, merâyâ-yı mazhar-ı kesrette
temâşâ ettirib ahvâl-i647 hakīkati tedkîk ve akvâl-i şerî‘at ve ef‘âl-i tarîkate tatbîk vechiyle
tekmîl-i merâtib-i kusvâ ve cem‘-i cemî‘-i esmâ ile halîfetullâh olub halkı Hakk’a irşada taraf-ı
Hak’dan me’mûr olur ki; hakīkat üzre hilâfet-i irşâd bu menzildedir. Bunun mâdûnunda olan
hilâfet-i meşâyih teberrük vechiyledir. İrşâda Salâhiyyeti olmaz. Zîrâ sâlikin başına ya “Hû”
kuşların üşürür, yâhûd ilhâd ile mezâlik-i ekdâma düşürür. Pes mürşîd-i kâmil ü mükemmil ol
halîfe-i rûşen-i dil olur ki; hakīkati şerî‘ate tatbîk ve esmâ-i ilâhiyyenin küllîsini tahkīk ile âdem-i
ma‘nâ ola. Ol ecilden:

IV. Beyt:

Secde eyle Âdem’e tâ kim Hakk’a kul olasın


Eden Âdem’den ibâ, Hak’dan dahî olur cüdâ
Diye buyurdu. “Secde”, ta‘zîm tevâzuâ ile itâ‘at ve inkıyâddan kinâyetdir. Ya‘nî zikri
sebkat ettiği üzre esmâ-i ilâhiyyenin küllîsine mazhar-ı tam olan âdem-i ma‘nâya secde eyle, a‘nî
itâ‘at ve inkıyâd ile serfürû eyle tâ ki; Hakk’a vâsıl648 olasın. Zîrâ ondan inâbet ve emrine
inkıyâd ve itâ‘at ile seyr ü sülûk ederek nefsini makām-ı emmâreden makām-ı sâfiyeye

erişdirmekle ‘abd-i hâlis olup, dâhil-i cennet-i ‘irfân olur. Kemâ kāle Teâlâ: “ ‫ﻚ‬
ِ ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﺭﺟِﻌ ۤﻲ ِﺍﻟٰﻰ‬ ‫ِﺍ‬

‫ﱵ‬‫ﺟﻨ‬ ‫ﻠﻲ‬‫ﺩﺧ‬ ‫ﺍ‬‫ﺎﺩﻱ ﻭ‬‫ﻠﻲ ﰲ ِﻋﺒ‬‫ﺩﺧ‬ ‫ﻴ ﹰﺔ ﻓﹶﺎ‬‫ﺿ‬


ِ ‫ﺮ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻴ ﹰﺔ‬‫ﺿ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺭ‬ ” [“Ey huzûra kavuşmuş insân! Sen O’ndan

hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rahibine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve
cennetime gir!” (el-Fecr 89/27-30)] Zîrâ ol mürşid-i kâmil olan âdem-i ma‘nâdan ibâ eden kimse
‘ârif-i billâh ve vâsıl-ı ilallâh olamaz, belki vuslat nidiğin bilemez.

Kelâm-ı Bârî’de vâki‘ “ ‫ﻔﻴﻈﹰﺎ‬‫ﺣ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻴ ِﻬ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫ﺳ ﹾﻠﻨ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﻤۤﺎ ﹶﺍ‬ ‫ﻮﹼﻟٰﻰ ﹶﻓ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﻉ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬
 ‫ﺪ ﹶﺍﻃﹶﺎ‬ ‫ﻮ ﹶﻝ ﹶﻓ ﹶﻘ‬‫ﺮﺳ‬ ‫ ِﻄ ِﻊ ﺍﻟ‬‫ﻦ ﻳ‬ ‫ﻣ‬ ”
[“Kim Rasûl’e itāât ederse Allâh’a itāât etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların
başına bekçi göndermedik!” (en-Nisa 4/80)] ıtlâkınca mürşid-i âgâh nâib-i Rasûlillâh olduġu

647
B: - “merâyâ-yı mazhar-ı kesrette temâşâ ettirib ahvâl-i”
648
B: + “kul olasın”

348
i‘tibâriyle mürşîde itâ‘at ve inkıyâd eden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hażretlerine itāât
ve inkıyâd etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hażretlerine itâ‘at ve inkıyâd eden
Hażret-i Allâh Zü’l-celâl’e itâ‘at ve inkıyâd etmiş olur. Yâhûd makāmât ve merâtibi kat‘ eden ol
âdem-i ma‘nâya inkıyâd ile serfürû eyle tâ ki; merâtib-i külliyyede Hakk’a ‘ubûdiyyet ile resîde-i
encümen-i vuslat ve dâhil-i serhalka-i ma‘rifet olasın. Zîrâ kabza-i tasarruf-ı mürşid-i kâmile
girmeyen ma‘rifet-i nefs ve mârifetullâhdan bî-behre ve nâdân ve vâdî-i firkat ü gümânda hayrân
ve ser-gerdân kalır.

Pes ol halîfe-i Hudâ ve mâlik-i mülk-i mânâ olan kâmil [156a] ü dânânın sūret-i zāhirde
fakr u ihtiyâcına nazaran nasîb-i devlet-i ma‘neviyyesinden mahrûm ve mağbûn olma demektir.
Ol ecilden

V. Beyt:

Sūretâ gördüler Allâh diyeni olmuş fakir


Sandılar Allâh fakirdir, kendilerdir ağniyâ
Diye buyurdu. Ya‘nî ol âdem-i ma‘nâya ser-fürûdan ibâ edenler sūretde Allâh diyeni
fakîr olmuş gördüler, sandılar ki; Allâh fakîr ola ve kendiler ağniyâ ola. Kemâ kâlallâhü Teâlâ,

“ُ ‫ﻴﺎۤﺀ‬‫ ﹶﺍ ﹾﻏِﻨ‬‫ﺤﻦ‬
 ‫ﻧ‬‫ﻭ‬ ‫ﲑ‬ ‫ﻪ ﹶﻓﻘ‬ ‫ﻦ ﻗﹶﺎﹸﻟﻮۤﺍ ِﺍﻥﱠ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬ ‫ﻮ ﹶﻝ ﺍﻟﱠﺬﻳ‬ ‫ﻪ ﹶﻗ‬ ‫ﻊ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬ ‫ﺳ ِﻤ‬ ‫ﺪ‬ ‫“[ ” ﹶﻟ ﹶﻘ‬Gerçekten Allâh fakîr, biz ise zenginiz.”
diyenlerin sözünü andolsun ki Allâh işitmiştir.” (Âl-i İmrân 3/181)] Nitekim kavm-i yahûd,
Allâh diyeni sūretde fakîr olmuş gördükde zan ve gümân eylediler ki; Allâh fakîr ola zîrâ Allâh’ı
zikr edenler dostları olmak iktiżā eder; kendisi ganî olsa dostlarını fakîr komaz iğnâ ederdi.
Pindâriyle ganiyyün ani’l-’âlemîn olan Allâh Teâlâ’ya fakrı ve kendilere gınâyı nisbet

eylediklerinde “‫ﻖ‬
ِ ‫ﺮﻳ‬‫ﺍﹾﻟﺤ‬ ‫ﺏ‬
 ‫ﻋﺬﹶﺍ‬ ‫ﻧﻘﹸﻮ ﹸﻝ ﺫﹸﻭﻗﹸﻮﺍ‬‫ﻭ‬ ‫ﺣ ﱟﻖ‬ ‫ﻴ ِﺮ‬‫ﻐ‬ ‫ﻴۤﺎ َﺀ ِﺑ‬‫ﻧِﺒ‬‫ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﻢ‬‫ﺘﹶﻠﻬ‬‫ﻭﹶﻗ‬ ‫ﺎ ﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ‬‫ ﻣ‬‫ﺐ‬‫ﻨ ﹾﻜﺘ‬‫ﺳ‬ ” [“...Onların (bu)
dediklerini, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız ve diyeceğiz ki;
tadın o yakıcı azâbı!” (Âl-i Îmrân, 3/181)] ile netîce-i akvâl ve ahvâlleri tahkīk olundu.

Nazmun lişârihihî649:

Serîr-i devletim revnak-fezâ-yı hâk-ı zilletdir


Emîr-i himmetim kişver-küşâ-yı mülk-i izzetdir

Nola fakr u fenâ-yı râh-ı Hak’da hâk-pâ olsam

649
B: - “Nazmun lişârihihî… Mezâyâ-yı kelâmın ârifâne dürr-i hikmetdir”

349
Gubâr-ı reh-güzârım cevher-i tâc-ı sa‘âdetdir

Ne denlü sūretim üftâde-i hâk-i mezelletse


O denlü sîretim bâlâ-nişîn-i sadr-ı rif‘atdir

Sivâdan el çekip bu kesrete dil i‘tibâr etmez


Sarâ-yı hâss-ı vahdetde nedîm-i bezm-i hażretdir

Vücûd-i zerre-i nâçize ‘ibretle nigâh etsen


Temâşâya ‘Aceb âyine-i şems-i hakīkatdir

Salâhî bahr-i hikmetden cevherler nisâr ettin


Mezâyâ-yı kelâmın ârifâne dürr-i hikmetdir

[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

Ve’l-hâsıl tarîk-i fakr u fenâ ve şâh-râh-ı hüdâda Allâh Teâlâ’yı zikr edenin “ ‫ﺰ‬ ‫ﻨ‬‫ﻋﺔﹸ ﹶﻛ‬ ‫ﹶﺍﹾﻟﻘﹶﻨﹶﺎ‬

‫ﲎ‬
 ‫ﻳ ﹾﻔ‬‫“[ ” ﹶﻻ‬Kanâat tükenmeyen bir hazînedir.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 102, n. 1900)] fehvâ-yı sa‘âdet
ihtivâsınca sūretde muhtârı olan fakrını görüb onu tahkîr edenler âyet-i kerîmede zikri sebkat
eden yahûd tâifesinin mesleğine gidenlerdir. ‘Âkıbet-i kâr u mükâfât pindârları ‘adl-i müntakim-
i cebbâr ile zevk-i ‘azâb-ı nâr olacağı âşikâr ve kanâ‘at ile bâr-ı meşâkk-ı fakr u fâkaya
mütehammil ve pâyidar olanlar cevâhîr-i esrâr-ı hazîne-i gird-gârdan behremend ve hissedârdır
demek olur. Ol ecilden.

VI. Beyt:

Kenz-i lâ-yüfnâyı bilmez kandedir illâ fakîr


Bahr-ı bî-pâyânı bulmaz etmeyen terk-i sivâ

Diye buyurdu. Yani “‫ﻑ‬


 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ِﻟﺎﹸ‬ ‫ﻖ‬ ‫ﺨ ﹾﻠ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺨﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬
 ‫ﻑ ﹶﻓ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ ﹶﺍ ﹾﻥ ﺍﹸ‬‫ﺒﺖ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﺎ ﹶﻓﹶﺎ‬‫ﺨﻔِﻴ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﺰﹰﺍ‬‫ﺖ ﹶﻛﻨ‬
 ‫ﻨ‬‫“[ ” ﹸﻛ‬Ben gizli

bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim; bilineyim diye mahlûkātı yarattım” (Aclûnî, Keşfu’l
hafâ, II, 132, No: 2016)] mâ-sadakınca esrâr-ı şuûn-i zâtiyye ve envâr-ı butûn-i sıfâtiyyeden kinâye

olan kenz-i mahfî-yi lâ-yüfnâ kande idiğini bilmez illâ fakîr bilir. Ya‘nî fakr-ı [157a] küllî ile
derece-i nîstîde fenâ-fillâh menzîline erişmeyen kenz-i lâ-yüfnâyı bilmez.

350
Nazmun lişârihihî650:

Hakīkat bahrine gavvâs olanlar sırra mahremdir


Erer mi dürr onlar kim mukîm-i sâhil-i yemdir

Nola remz ile cevher-bâş-ı esrâr olsam‘ uşşâka


Bana miftâh-ı kenz-i sırr-ı uşşâkı müsellemdir

Dilim gencîne-i esrâr-ı ġayb-ı mutlak olmuşdur


Nukûş-i hey’etim resm-i tılısm-ı kenz-i mübhemdir

Kemâle ermeye lâ-buddür elbet sohbet-i ‘irfân


Velî güftâr-ı ilhâde dolaşma sükkeri semdir

Kelâm-ı ehl-i Hakk’a nefha-i Rûhü’l-kudüs dersem


Sezâ kim‘ akl-ı kül Cibrîl olur kalbi de Meryem’dir

‘Aceb mi feyż-bâr olsa zebân-hâme-i nazmım


Salâhî feyż-i Hak’tan bu ma‘ânî bana mülhemdir

[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

Zîrâ fenâ-yı ef‘âl ü sıfât ü zât ile ahadiyyet-i zâttan ‘ibâret olan kenz-i mahfî-i lâ-

yüfnâya erişilir ki; 651


“‫ﺍﷲ‬ ‫”ﺍﺫﺍ ﹼﰎ ﺍﻟﻔﻘﺮ ﻓﻬﻮ ﺍﻟﻠﹼﻪ ﺍﻯ ﺍﺫﺍ ﰎ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﺍﻟﻜﻮﱐ ﺍﳌﺴﺘﻠﺰﻡ ﻟﻠﻔﻘﺮ ﻓﺎﳌﻮﺟﻮﺩ ﻫﻮ‬
mażmûniyle fakr-ı küllî irâde olunur. Ya‘nî fakrı müstelzim olan vücûd-ı kevnî tamâm-ı fânî ve

mefkûd oldukta mevcûd olan ancak Hak’dır, demek olur ki; “‫ﺎ ِﺭ‬‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﻬ‬ ‫ﺍ ِﺣ ِﺪ‬‫ﻡ ِﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ ﺍﹾﻟﻮ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻴ‬‫ﻚ ﺍﹾﻟ‬
 ‫ﻤ ﹾﻠ‬ ‫ﻤ ِﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫” ِﻟ‬
[“...(Allâh onlara sorar ve cevâbını verir): Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek
Allâh’ındır.” (el-Mümîn 40/16)] mefhûm-i hakīkat-melzûmu bu fakr u fenâ-yı küllî remzini iş‘âr

ve bevârik-i ufk-i nübüvvetden şa‘şa‘a-i bâr-ı hidâyet-medâr olan “‫”ﺍﻟﻔﻘﺮ ﻓﺨﺮﻯ‬ [“Fakirlik

benim iftiharımdır. Ben onunla övünürüm” (Aclûnî, Keşfu’l hafâ, II, 87, no: 1835)] itibâriyle bu sırr-ı
hakikât-medârı ulü’l-ebsâra âşikâr eyler.

Ol ecilden “Bahr-i bî-pâyânı bulmaz etmeyen terk-i sivâ” ilzâmıyla rabt-ı kelâm eyledi.
Ya‘nî terk-i masivâ-yı kesret etmeyen bahr-ı bî-pâyân-ı vahdeti bulamaz. Pes deryâ-yı muhît-i

650
B: - “Nazmun lişârihihî…. Salâhî feyz-i Hak’tan bu ma’ânî bana mülhemdir”
651
[Fakr, en son noktasına vardığında işte o Allâh’tır ya’ni; Fakrı müstelzim olan vücûd-ı kevnî tamâm mevcûd olan
ancak Hak’dır.]

351
vahdeti bulmak ve dürr-i yektâ-yı bî-hemtâya nâil olmak için mâsivâdan soyunup ka‘rına
dalmak tarîk-i ilhâm ile ‘ilm-i ledünnîye menût ve tarîk-i ilhâm ve ma‘rifet-i delâlet-i pîr-i sāhib-
i himmete merbût olduġu ecilden:

VII. Beyt:

Ravza-i hadrâyı bilmez Hıżr’a yoldaş olmayan


Âb-ı hayvânı bu zulmü görmeyenler sandı mâ
Diye buyurdu. Hıżr hakkında akâvîl-i kesîre ma‘lûmdur. Ezcümle rivâyet-i meşhûr
üzre Zülkarneyn ‘ayn-ı hayâtı taleb için zulmete dâhil oldukda Hażret-i Hıżr onun
mukaddime-i ceyşinde bulunmağla ‘ayn-ı hayâta rast gelip ondan şirbi sebebiyle el-ân
hayâtdadır. Ve bir arz-ı yâbisede cülûs eylese derhâl ravza-i hazrâ olur. El-ân ba‘żılarına irşâd
için zuhûr eylediği cesed-i ‘unsurîsidir ki; ol içtiği âb-ı hayât sebebiyle haydır, derler. Ve
ba‘żıları zuhûr eyleyen Hıżr’ın misâl-i rûhiyyesinin tecessüdüdür demişler. Ve ba‘żıları Hıżr
sūretinde zuhûr eyleyen kişinin sıfât-ı gâlibesiyle kendi rûhunun temessülüdür. [158a] Yâhûd
rûhu’l-kudüsdür demişler. Ve Sadreddîn Konevî kuddise sırruhû hażretleri demiş ki; Hıżr,
‘âlem-i misâldedir. Ve ıstılâhât-ı sûfiyyede Hıżr bastdan kinâyedir ve İlyâs kabzdan kinâyedir
demişler. Ve Seyyid Ali ibni Muhammed Vefâ kuddise sırruhümâ demiş ki; nefs şol şeydir ki;
onun için idrâk hâsıldır. Ve rûh ol şeydir ki; onunla idrâk olunur. Bundandır ki; Kur’ân’a ruh
tesmiye olunur. Ve Cibrîl maânî-i cemâliyyede rûh-i vahy-i nebevî-i rusulîden kinâyetdir. Ve
Mîkâîl merâtib-i celâliyyede rûh-i vahy-i nebevî-i rusulîden kinâyetdir. Ve Hıżr maânî-i
cemâliyyede rûh-i ilhâm-ı velâyetdir. Ve İlyas merâtib-i celâliyyede rûh-i ilhâm-ı velâyetdir. Ve
Hıżr ve İlyâs her birinin görmesi kendi hâl ve makāmı hasebincedir. Ve Hıżr ve İlyâs cemâ‘at-i
müteferrikaya emâkin-i müte‘addide ve mütebâ‘idede hey’ât-ı muhtelife üzre görünürler, ve ikisi
ma‘an zuhûr eylemezler. Meğer şol kimesnenin rûhuna kemâl-i celâl ü cemâl sāhibi ola, ona
ikisi ma‘an görünürler. İntehâ

Ve bu beytde “ravza-i hadrâ”dan murâd mertebe-i nefs-i mülhimedir. Ve “Hıżr”dan


murâd rûh-i ilhâm-ı velâyet olan mürşid-i kâmildir ki; tarîk-i râh-ı Hüdâ ve meslek-i fakr ü
fenâda ol mürşide yoldaş olmayan ravza-i hadrâyı bilmez. Ya‘nî makām-ı ilhâma erişmez. Bil ki
“zulmetdeki âb-ı hayât”dan murâd olan ilhamla ‘ilm-i ledünnî nidiğin bilmez. Ya‘nî zulmet-i
tende yâhûd zulmet-i fenâ-yı küllîde mevcûd olup rûhun hayât-ı ebediyyeye erişmesine bâ‘is
olan ilhamla ‘ilm-i ledünnî nidiğin bilmez. Ol ecilden bu zulmet-i fenâda feyż-i hayât-i
ebediyyeyi mûcib olan ilhamla ‘ilm-i ledünnîyi görmeyenler âb-ı hayâtı, mâ sandılar.

352
Pes “âb-ı hayât”dan murâd ‘ilm-i ledünnî olduġu ecilden Cenâb-ı Bârî kelâm-ı

kadîminde Hıżr hakkında “‫ﺎ‬‫ِﻋ ﹾﻠﻤ‬ ‫ﺎ‬‫ﺪﻧ‬ ‫ﻦ ﹶﻟ‬ ‫ﻩ ِﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻤﻨ‬ ‫ﻋﱠﻠ‬ ‫ﻭ‬ ” [“...Yine ona tarafımızdan bir ilim

öğretmiştik.” (el-Kehf 18/65)] diye buyurdu. Zîrâ rûhun kıvamı ve mûcib-i devâmı ‘ilm-i

ledünnîdir. Ve ‘ilm-i ledünnî bilâ-vâsıta ilhamla olduġu ecilden Hażret-i Hıżr “‫ﺮﻱ‬‫ﻦ ﹶﺍﻣ‬
 ‫ﻋ‬ ‫ﻪ‬‫ﻌ ﹾﻠﺘ‬ ‫ﺎ ﹶﻓ‬‫ﻭﻣ‬
” [“Ben bunu da kendiliğimden yapmadım...” (el-Kehf 18/82)] deyip kendinden sâdır olan ef‘âli
ilhâm-ı rabbânî ile idiğin beyân eyledi. Velhâsıl sebeb-i hayât-ı ebediyye olan ‘ilm-i ledünnî
idüğin ve ravza-i hadrâdan murâd mertebe-i ilham nidiğin bileyim dersen râh-ı muhabbetde
hem-râh-ı mürşîd-i âgâh ve meclis-i feyżâ feyżlerinde hergâh ol ki; peyvest-i dîde-i ravza-i
cinânın nîsân-ı feyż-i ‘irfânlarıyla ser-sebz ve reyyân ve dil-i pejmürdün resîde-i hayâtı câvidân
olsun demek olur.

VIII. Beyt:

Bil ki; seddeyn iki kâş-ı İskender ortasındadır


Cem‘ u cem‘ü’l-cem‘ ile feth oldu ebvâb-ı hüdâ
[159a] Bu beyt-i şerîfleri Cenâb-ı Bârî’nin âfakda İskender-i Zülkarneyn hakkında

vâki‘ olan “ ‫ﺎ‬‫ﺪﻫ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺲ‬


ِ ‫ﻤ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﺏ ﺍﻟ‬
 ‫ﻐ ِﺮ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺑﹶﻠ ﹶﻎ‬ ‫ﺘ ۤﻰ ِﺍﺫﹶﺍ‬ٰ ‫ﺣ‬ ‫ﺎ‬‫ﺒﺒ‬‫ﺳ‬ ‫ﻊ‬ ‫ﺒ‬‫ﺗ‬‫ﺎ ﹶﻓﹶﺎ‬‫ﺒﺒ‬‫ﺳ‬ ‫ﻲ ٍﺀ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻦ ﹸﻛﻞﱢ‬ ‫ﻩ ِﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻴﻨ‬‫ﺗ‬‫ﻭٰﺍ‬ ‫ﺽ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ ﻓِﻲ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺎ ﹶﻟﻪ‬‫ﻣ ﱠﻜﻨ‬ ‫ﺎ‬‫ِﺍﻧ‬

‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﺎ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﹶﺍﻣ‬‫ﺴﻨ‬


 ‫ﺣ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺨ ﹶﺬ ﻓﻴ ِﻬ‬
ِ ‫ﺘ‬‫ﺗ‬ ‫ﻣۤﺎ ﹶﺍ ﹾﻥ‬ ‫ﻭِﺍ‬ ‫ﺏ‬
 ‫ﻌ ِّﺬ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻣۤﺎ ﹶﺍ ﹾﻥ‬ ‫ﻴ ِﻦ ِﺍ‬‫ﻧ‬‫ﺮ‬ ‫ﺎ ﺫﹶﺍ ﺍﹾﻟ ﹶﻘ‬‫ﺎ ﻳ‬‫ﺎ ﹸﻗ ﹾﻠﻨ‬‫ﻮﻣ‬ ‫ﺎ ﹶﻗ‬‫ﺪﻫ‬ ‫ﻨ‬‫ﺪ ِﻋ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻭ‬ ‫ِـَ ٍﺓ‬
ٔ ‫ﺣﻤ‬ ‫ﻴ ٍﻦ‬‫ﻋ‬ ‫ ﰲ‬‫ﺏ‬‫ﻐﺮ‬ ‫ﺗ‬

‫ﻨﻘﹸﻮ ﹸﻝ‬‫ﺳ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺴﻨٰﻰ‬


‫ﺤ‬
 ‫ﺰۤﺍ ًﺀ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﺎ ﹶﻓﹶﻠﻪ‬‫ﺎِﻟﺤ‬‫ﻋ ِﻤ ﹶﻞ ﺻ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻦ ٰﺍ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﹶﺍﻣ‬ ‫ﺍ‬‫ﻧ ﹾﻜﺮ‬ ‫ﺎ‬‫ﻋﺬﹶﺍﺑ‬ ‫ﻪ‬‫ﻌﺬﱢﺑ‬ ‫ﻪ۪ ﹶﻓﻴ‬‫ﺭﺑ‬ ‫ ِﺍﻟٰﻰ‬‫ﺮﺩ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻪ ﹸﺛﻢ‬ ‫ﺑ‬‫ﻌﺬﱢ‬ ‫ﻧ‬ ‫ﻑ‬
 ‫ﻮ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﻢ ﹶﻓ‬ ‫ﹶﻇﹶﻠ‬

‫ﺎ‬‫ﻭِﻧﻬ‬‫ﻦ ﺩ‬ ‫ﻢ ِﻣ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻌ ﹾﻞ ﹶﻟ‬ ‫ﺠ‬


 ‫ﻧ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻮ ٍﻡ ﹶﻟ‬ ‫ﻋﻠٰﻰ ﹶﻗ‬ ‫ﺗ ﹾﻄﻠﹸﻊ‬ ‫ﺎ‬‫ﺪﻫ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺲ‬
ِ ‫ﻤ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﻊ ﺍﻟ‬ ‫ﻣ ﹾﻄِﻠ‬ ‫ﺑﹶﻠ ﹶﻎ‬ ‫ﺘ ۤﻰ ِﺍﺫﹶﺍ‬ٰ ‫ﺣ‬ ‫ﺎ‬‫ﺒﺒ‬‫ﺳ‬ ‫ﻊ‬ ‫ﺒ‬‫ﺗ‬‫ ﹶﺍ‬‫ﺍ ﹸﺛﻢ‬‫ﺴﺮ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻣ ِﺮﻧ‬ ‫ﻦ ﹶﺍ‬ ‫ ِﻣ‬‫ﹶﻟﻪ‬

‫ﺎ ﻟﹶﺎ‬‫ﻮﻣ‬ ‫ﺎ ﹶﻗ‬‫ﻭِﻧ ِﻬﻤ‬‫ﻦ ﺩ‬ ‫ﺪ ِﻣ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻳ ِﻦ‬‫ﺪ‬ ‫ﺴ‬


 ‫ﻦ ﺍﻟ‬ ‫ﻴ‬‫ﺑ‬ ‫ﺑﹶﻠ ﹶﻎ‬ ‫ﺘ ۤﻰ ِﺍﺫﹶﺍ‬ٰ ‫ﺣ‬ ‫ﺎ‬‫ﺒﺒ‬‫ﺳ‬ ‫ﻊ‬ ‫ﺒ‬‫ﺗ‬‫ ﹶﺍ‬‫ﺍ ﹸﺛﻢ‬‫ﺒﺮ‬‫ﺧ‬ ‫ﻳ ِﻪ‬‫ﺪ‬ ‫ﺎ ﹶﻟ‬‫ﺎ ِﺑﻤ‬‫ﺣ ﹾﻄﻨ‬ ‫ﺪ ﹶﺍ‬ ‫ﻭﹶﻗ‬ ‫ﻚ‬
 ‫ﺍ ﹶﻛ ٰﺬِﻟ‬‫ﺘﺮ‬‫ِﺳ‬

‫ﻋ ٰﻠ ۤﻰ‬ ‫ﺎ‬‫ﺮﺟ‬ ‫ﺧ‬ ‫ﻚ‬


 ‫ﻌﻞﹸ ﹶﻟ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﻧ‬ ‫ﻬ ﹾﻞ‬ ‫ﺽ ﹶﻓ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ﻭ ﹶﻥ ﻓِﻲ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺴﺪ‬
ِ ‫ﻣ ﹾﻔ‬ ‫ﺝ‬
 ‫ﻮ‬‫ﻣ ﹾﺎﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺝ‬
 ‫ﻮ‬‫ﻳ ﹾﺎﺟ‬ ‫ﻴ ِﻦ ِﺍﻥﱠ‬‫ﻧ‬‫ﺮ‬ ‫ﺎﺫﹶﺍ ﺍﹾﻟ ﹶﻘ‬‫ﻮﻟﹰﺎ ﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﻳ‬ ‫ﻮ ﹶﻥ ﹶﻗ‬‫ﻳ ﹾﻔ ﹶﻘﻬ‬ ‫ﻭ ﹶﻥ‬‫ﻳﻜﹶﺎﺩ‬

‫ﺍ‬‫ﺳﺪ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻨﻬ‬‫ﻴ‬‫ﺑ‬‫ﻭ‬ ‫ﺎ‬‫ﻨﻨ‬‫ﻴ‬‫ﺑ‬ ‫ﻌ ﹶﻞ‬ ‫ﺠ‬


 ‫ﺗ‬ ‫” ﹶﺍ ﹾﻥ‬ [“Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sāhibi kıldık,

ona (muhtaç olduġu) her şey için bir sebep (bir vâsıta ve yol) verdik. O da bir yol tutup
gitti. Nihâyet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar buldu. Onun
yanında (orada) bir kavme rastladı. Bunun üzerine biz: Ey Zülkarneyn! Onlara ya azap

353
edecek veya haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin, dedik. O şöyle dedi: Haksızlık edeni
cezalandıracağız; sonra o, Rabbine gönderilecek; sonra Allâh da ona korkunç bir azap
uygulayacak, îmân edip de iyi davranan kimseye gelince, onun için de en güzel bir karşılık
vardı. Ve buyruğumuzdan, ona kolay olanını söyleyeceğiz. Sonra yine bir yol tuttu.
Nihâyet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki; onlar
için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık, işte böylece gerçekten biz, onun yanında olan (her)
şeyi bilgimizle kuşatmıştık. Sonra yine bir yol tuttu. Nihâyet iki dağ arasına ulaştığında
onların önünde, hemen hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu. Dediler ki: Ey
Zülkarneyn! Bu memlekette Ye’cûc ve Me’cûc bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizlerle
onlar arasında bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi?” (el-Kehf 18/84-94)] kavl-i

şerîfinin “‫ﻖ‬
‫ﺤ‬ ‫ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﻢ ﹶﺍﻧ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻦ ﹶﻟ‬ ‫ﻴ‬‫ﺒ‬‫ﺘ‬‫ﻳ‬ ‫ﺘٰﻰ‬‫ﺣ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺴ ِﻬ‬
ِ ‫ﻧﻔﹸ‬‫ﰲ ﹶﺍ‬
ۤ ‫ﻭ‬ ‫ﻕ‬
ِ ‫ﺎ ﻓِﻲ ﺍﹾﻟ ٰﺎﻓﹶﺎ‬‫ﺎِﺗﻨ‬‫ﻢ ٰﺍﻳ‬ ‫ﺮﻳ ِﻬ‬‫ﺳﻨ‬ ” [“Ufuklarda ve kendi

nefislerinde insanlara âyetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur’ân)’ın gerçek olduġu, onlara iyice


belli olsun...” (Fussilet 41/53)] mâsadakınca enfüs ma‘nâsından iktibas vechiyle enfüsde olan
seddeyn ve İskender’i murâd buyururlar ki; “âfakda olan seddeyn”den murâd enfüsde iki kaştır
ki; İskender ol iki kaşın meyânındadır, dedi.
Pes imdi âyât-ı mezkûrenin ‘ibâretinden âfâkda istihrâc olunan ma‘ânî-i zāhiresi kütüb-
i tefâsîrde musarrah olduġu üzre müsellemdir. Kaldı ki; işârâtından enfüsde istinbât olunan
ma‘ânî-i batınasından bir nebze gerektir ki; Hażret-i Mısrî’nin mefhûm-i kelâm-ı hakīkat-
encâmı ona haml oluna. Pes âyât-ı mezkûrenin enfüse sarfında bu ma‘nâ tasavvur olunur ki;

Zülkarneyn’den murâd nefs-i nâtıka ola. Zîrâ “ ‫ﻉ‬


ِ ‫ﻮ‬ ‫ﰱ ﺍﹾﻟﻄﹸﻠ‬
ِ ‫ﻬﹶﺎ‬‫ﺪﺃ ِﻣﻨ‬‫ﻳﺒ‬‫ﻭﻝﹸ ﻣﹶﺎ‬ ‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﻼﻫﹶﺎ‬
‫ﻋ ﹶ‬ ‫ﺲ ﹶﺍ‬
ِ ‫ﻤ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﺮﻥﹸ ﺍﻟ‬ ‫” ﹶﻗ‬652
ma‘nâsınca nefs-i nâtıkanın iki tulûu vardır ki; biri anadan doğduğudur ve biri kalbden

doğduğudur. Ol ecilden Hażret-i Îsâ salevâtüllâhi alâ nebiyyinâ ve aleyhi hadîs-i şerîfinde: “ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬

‫ﺕ‬
ِ ‫ﻮﹶﺍ‬‫ﺴﻤ‬
 ‫ﺕ ﺍﻟ‬
 ‫ﻣﻠﹶﻜﻮ‬ ‫ﺞ‬ ‫ﻳِﻠ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻴ ِﻦ ﹶﻟ‬‫ﺗ‬‫ﺮ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﻮﹶﻟ‬ ‫ﻢ ﻳ‬ ‫”ﹶﻟ‬ [“İki defa doğmayan kimse semâvâtın melekûtuna

giremez.” (Geylânî, Sırru’l-Esrâr, 58)] ‘ibâreti vârid olmuşdur. Ve “şems”den murâd rûh-i izâfî ola
ve mağrîb-i şemsden ‘ibâret olan ‘ayn-ı hamie’den murâd nefs-i hayvâniyye yâhud nefs-i
hayvâniyyeyi hâmil olan beden-i unsûrî ola. Ve şemsin ‘ayn-ı hamie’de gurûbu rûhun bedene
ta‘allükünden ‘ibâret ola. Ve ‘ayn-ı hamie ‘indinde olan kavim’den murâd kuvvâ-yı nefs-i

652
[Karn-ı şems: Güneşden yükselen ve doğuş ânında ondan ilk çıkan şeydir.]

354
tabî‘iyye ve kuvvâ-yı nefs-i nebâtiyye ve kuvvâ-yı nefs-i hayvâniyye ve kuvvâ-yı nefs-i
insâniyye ola.
Pes imdi nefs-i tabî‘iyye bir kuvvetden ‘ibâretdir ki; ol kuvvet eczâ-yı cismi hıfz eder tâ
ki birbirinden münfekk ve mütelâşî olmaya. Ve nefs-i [160a] tabi‘înin iki hizmetkârı vardır ki;
birine hıffet ve birine sekal derler. Ve hıffet bir kuvvetden ‘ibâretdir ki; muhîta yâni ‘ulvîye
mâildir. Ve sekal onun ‘aksidir ki; merkeze ya‘nî süflîye mâildir. Ve nefs-i nebâtiyye bir
kuvvetden ‘ibâretdir ki; cismi, tûl ve arz ve ‘umka çeker ve büyük eyler. Ve nefs-i tabî‘iyye nefs-
i nebâtiyyenin hâdimidir ve nefs-i nebâtiyyenin ondan gayrı sekiz hâdimi dahî vardır ki; kuvvâ-
yı câzibe ve mâsike ve hâzıme ve mümeyyize ve musavvire ve dâfi‘a ve müvellide ve münmiye
derler. Ve nefs-i tabî‘iyye ve nebâtiyye cemî‘-i kuvvâlar ile nefs-i hayvâniyyenin hâdimleridir.
Ve nefs-i hayvâniyye bir kuvvetden ‘ibâretdir ki; cisim onunla hareket eder ve idrâk eylediği
şeyleri hiss ile anlar. Ve nefs-i hayvâniyyenin zikr olunan hâdimlerinden gayrı on iki hâdimi
dahî vardır ki; beşi havâs-ı hams-i zāhiredir. Ya‘nî sem‘ ve basar ve zevk ve şemm ve lemsdir.
Ve beşi dahî havâss-ı hamse-i bâtınadır ki; hiss-i müşterek ve hayâl ve vehm ve zikr ve hıfzdır.
Ve ikisi kuvvet-i gazabiyye ve kuvvet-i şeheviyyedir. Ve zikr olunan havâss ve kuvvânın
cümlesi nefs-i insâniyyenin hâdimleridir.Ve bundan gayrı nefs-i insâniyyenin iki hâsıyyeti dahî
vardır ki; biri ‘akl-ı nazarî ve biri ‘akl-ı amelîdir.

Yâhûd ‘ayn-ı hami’e ‘indinde mevcûd olan kavim’den murâd kuvvâ-yı hayvâniyye ve
insâniyyeden kuvvâ-yı ‘aşere-i zāhire ve bâtine ve nâtıka ve gazabiyye ve şeheviyye ‘ale’l-
‘umûm ve kuvvet-i şeheviyye-i ferciyye bi’l-husûs ve kuvvet-i yediyye ve kuvvet-i kademiyye

ve ‘akl-ı nazarî ve ‘akl-ı amelî ve ‘akl-ı ma‘âş ola. Li-kavlihî Teâlâ: “‫ﺮ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﻋ‬ ‫ﻌ ﹶﺔ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﺎ ِﺗ‬‫ﻴﻬ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ”

[“Üzerinde ondokuz (muhafız melek) vardır.” (el-Müddessir 74/30)] Zîrâ kuvvâ-yı mezkûre
devât-ı653 hayr ve şerr olmağla şerde isti‘mâl olunur ise herbiri sāhibini ilkâ-yı nâre melâike-i
gılâz u şidâd olur. Ve kuvvâ-yı mezkûreden havâss-ı hams-i zāhire ve lisân ve ferc medâr-ı emr-i

teklîfî olmağla ebvâb-ı cehennem yedi olur. Kemâ kāle Teâlâ: “ ‫ﺎ‬‫ﲔ ﹶﻟﻬ‬
 ‫ﻌ‬‫ﺟﻤ‬ ‫ﻢ ﹶﺍ‬ ‫ﻫ‬‫ﻮ ِﻋﺪ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﻢ ﹶﻟ‬ ‫ﻨ‬‫ﻬ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭِﺍﻥﱠ‬

‫ﻡ‬ ‫ﻮ‬‫ﻣ ﹾﻘﺴ‬ ‫ﺰ ٌﺀ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻨ‬‫ﺏ ِﻣ‬


ٍ ‫ﺎ‬‫ﺏ ِﻟ ﹸﻜﻞﱢ ﺑ‬
ٍ ‫ﺍ‬‫ﺑﻮ‬‫ﻌﺔﹸ ﹶﺍ‬ ‫ﺒ‬‫ﺳ‬ ” [“Muhakkak cehennem onların hepsine vaad olunan
yerdir. Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için birer gurup ayrılmıştır.”
(el-Hicr 15/43-44)] Ve eğer hayırda isti‘mâl olunurlar ise herbiri ebvâb-ı cennet-i ‘âlâ-makām ve

653
B: + “edevât”

355
huddâm-ı dârü’s-selâm olur. Ve ebvâb-ı cennet sekiz olması kalbin medâr-ı tevhîd olduġundan
ötürüdür. Zîrâ şirkin hakīkatde vücûdu yoktur ki; onun için dûzahde müstakillen bir bâb ola.

Hülâsa-i kelâm ‘ayn-ı hamie indinde bulunan kavim’den murâd kuvvâ-yı mezkûre

olduġu ecildendir ki; “‫ﺎ‬‫ﺴﻨ‬


 ‫ﺣ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺨ ﹶﺬ ﻓﻴ ِﻬ‬
ِ ‫ﺘ‬‫ﺗ‬ ‫ﻣۤﺎ ﹶﺍ ﹾﻥ‬ ‫ﻭِﺍ‬ ‫ﺏ‬
 ‫ﻌ ِّﺬ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻣۤﺎ ﹶﺍ ﹾﻥ‬ ‫“[ ” ِﺍ‬... Onlara ya azap edecek veya

haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin...” (el-Kehf 18/86)] ile tahyîr olundukda “ ‫ﻢ‬ ‫ﻦ ﹶﻇﹶﻠ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﹶﺍﻣ‬

‫ﻪ‬ ‫ﺑ‬‫ﻌﺬﱢ‬ ‫ﻧ‬ ‫ﻑ‬


 ‫ﻮ‬ ‫ﺴ‬
 ‫“[ ” ﹶﻓ‬...Haksızlık edeni cezalandıracağız...” (el-Kehf, 18/87)] “ ‫ﺎ‬‫ﺎِﻟﺤ‬‫ﻋ ِﻤ ﹶﻞ ﺻ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻦ ٰﺍ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﹶﺍﻣ‬

‫ﺴﻨٰﻰ‬
‫ﺤ‬
 ‫ﺰۤﺍ ًﺀ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺟ‬ ‫“[ ” ﹶﻓﹶﻠﻪ‬Îmân edip de iyi davranan kimseye gelince, onun için de en güzel bir
karşılık vardır...” (el-Kehf 18/88)] ile muhayyer kılındılar. Zîrâ [161a] hayr u şerde isti’mâle
isti‘dâdları vardır. Şerde bulunmaları sebeb-i ‘azâb ve hayırda bulunmaları mûcib-i sevâbdır.

Ve matla‘-ı şems’den murâd rûhun kuyûd-i zulmet-i hacb-i kesret-i unsûriyyeden


semâ-i mârifet-i ilâhiyyeye su‘ûd ve ıtlak ile meşrık-i vahdetden tulû‘una remz ve işâretdir. Ve
“matla‘-ı şems indinde bulunan kavim”den murâd sıfât-ı ilâhiyye-i lâhûtiyyenin mezāhiri olan
kuvvâ-yı rûhiyye-i ceberûtiyye ola. Ve “seddeyn”den murâd rûh-i izâfî ile nefs-i hayvâniyyenin
haddiyyeti ola. Ve “beyne-hümâda bulunan kavim”den murâd kuvvâ-yı akl-ı ma‘âş ola. Ol

ecilden “‫ﻮﻟﹰﺎ‬ ‫ﹶﻗ‬ ‫ﻮ ﹶﻥ‬‫ﻳ ﹾﻔ ﹶﻘﻬ‬ ‫ﻭ ﹶﻥ‬‫ﻳﻜﹶﺎﺩ‬ ‫ﻻ‬ ” [“...hemen hiçbir sözü anlamayan...” (el-Kehf 18/93)] ile

vasfolundular. Zîrâ akl-ı ma‘âş, kelâm-ı ma‘âdı dinlemediğinden kavl-i Hakk’ı anlamağa yaklaş-
mazlar. Ve “Ye’cûc ve Me’cûc”den murâd kuvvâ-yı aklı ifsâd eden kuvvâ-yı şeytâniyye ve
efkâr-ı fâside ola. Ve “beynlerinde olan sedd-i İskender”den murâd kuvvâ-yı şeytâniyye ve
efkâr-ı fâsideden kuvvâ-yı ‘aklı muhâfaza için hadd-i şer‘î ola.

Bu takdirce âyât-ı kerîme işârâtından enfüsde ahzolunan ma‘nâ “ ‫ﺽ‬


ِ ‫ﺭ‬ ‫ ﻓِﻲ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺎ ﹶﻟﻪ‬‫ﻣ ﱠﻜﻨ‬ ‫ﺎ‬‫ِﺍﻧ‬

‫ﺎ‬‫ﺒﺒ‬‫ﺳ‬ ‫ﻲ ٍﺀ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻦ ﹸﻛﻞﱢ‬ ‫ﻩ ِﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻴﻨ‬‫ﺗ‬‫ﻭٰﺍ‬ ” [“Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kuvvvet sāhibi kıldık,
ona (muhtaç olduġu) her şey için bir sebep (bir vâsıta ve yol) verdik.” (el-Kehf 18/84)] ya‘nî
Allâh Zü’l-celâl buyurur ki: Tahkīkan bir nefs-i nâtıkadan kinâye olan Zülkarneyn’i ekâlîm-i ten
ve emâkin-i beden-i arzda miknet ü mekânet ile mütemekkin kıldık. Ve ona her şeyden

maksûduna erişmeğe bir sebeb ya‘nî bir vesîle ve bir tarîk i‘tâ eyledik. “ ‫ﺑﹶﻠ ﹶﻎ‬ ‫ﺘ ۤﻰ ِﺍﺫﹶﺍ‬ٰ ‫ﺣ‬ ‫ﺎ‬‫ﺒﺒ‬‫ﺳ‬ ‫ﻊ‬ ‫ﺒ‬‫ﺗ‬‫ﹶﻓﹶﺎ‬

356
‫ﺣ ِﻤﺌ ٍﺔ‬ ‫ﻴ ٍﻦ‬‫ﻋ‬ ‫ ﰲ‬‫ﺏ‬‫ﻐﺮ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﺎ‬‫ﺪﻫ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺲ‬
ِ ‫ﻤ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﺏ ﺍﻟ‬
 ‫ﻐ ِﺮ‬ ‫ﻣ‬ ” [“O da bir yol tutup gitti. Nihâyet güneşin battığı
yere varınca, onu kara bir balçıkta batar buldu...” (el-Kehf 18/85-86)] Pes her şeyden
maksûduna erişmeğe bir vesîle, bir tarîk-i i‘tâ eylediğimiz sebebiyle bir sebeb-i tâbi‘ ya‘nî bir
vesîleye teşebbüs ile bir tarîka zâhib oldu ki; gâyeti beden-i ‘unsurîden ‘ibâret olan mağrib-i
şems-i rûha erişti. Ve şems-i rûhu, mağrib-i şemsden ‘ibâret olan ‘ayn-ı hamie’de gurûb eder

buldu. Zîrâ cesed-i insân hamâ-i mesnûndan halk olunmuşdur. Kemâ kāle Teâlâ: “ ‫ﺎ‬‫ﺧﹶﻠ ﹾﻘﻨ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﻭﹶﻟ ﹶﻘ‬

‫ﻮ ٍﻥ‬‫ﺴﻨ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﻤٍﺈ‬ ‫ﺣ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺎ ٍﻝ ِﻣ‬‫ﺻ ﹾﻠﺼ‬
 ‫ﻦ‬ ‫ﺎ ﹶﻥ ِﻣ‬‫ﻧﺴ‬‫ﺍﹾﻟِﺎ‬ ” [“Andolsun biz insanı, (pişmiş) kuru bir çamurdan,

şekillenmiş kara balçıktan yarattık.” (el-Hicr 15/26)] Ve şems-i rûhun tıyn-i esvedden mürekkeb

olan cesed-i ‘unsûrîde gurûbu kuyûd-i zulmet-i ‘unsûriyyeye ta‘allükünden kinâyetdir. “ ‫ﺪ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻭ‬

‫ﺎ‬‫ﻮﻣ‬ ‫ﺎ ﹶﻗ‬‫ﺪﻫ‬ ‫ﻨ‬‫ِﻋ‬ ” [“...onun yanında (orada) bir kavme rastladı...” (Kehf 18/86)] Ya‘nî beden-i

‘unsurîden ‘ibâret olan ‘ayn-ı hamie ‘indinde bir kavim buldu ki; ol kavim kuvvâ-yı hayvâniyye
ve insâniyyeden ‘ibâretdir ki; bu makāma fark-ı evvel derler. Ol ecilden mağrib-i şemse bulûğu

matla‘ına bulûğundan mukaddem vâki‘ oldu. “‫ﺎ‬‫ﺴﻨ‬


 ‫ﺣ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺨ ﹶﺬ ﻓﻴ ِﻬ‬
ِ ‫ﺘ‬‫ﺗ‬ ‫ﻣۤﺎ ﹶﺍ ﹾﻥ‬ ‫ﻭِﺍ‬ ‫ﺏ‬
 ‫ﻌ ِّﺬ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻣۤﺎ ﹶﺍ ﹾﻥ‬ ‫ﻴ ِﻦ ِﺍ‬‫ﻧ‬‫ﺮ‬ ‫ﺎ ﺫﹶﺍ ﺍﹾﻟ ﹶﻘ‬‫ﺎ ﻳ‬‫ﹸﻗ ﹾﻠﻨ‬
” [“…Bunun üzerine biz: Ey Zülkarneyn! Onlara ya azap edecek veya haklarında iyilik
etme yolunu seçeceksin, dedik.” (el-Kehf 18/86)] Biz Zülkarneyn’e tahyîr vechiyle dedik ki; Ey
Zülkarneyn! Bu kavme zulüm ve ta‘addîleri emrinde ‘azâb ile mukâbele yâhûd îmân ve ‘amel-i

sâlihleri emrinde654 hüsünle muâmele etmek senin şânındandır. [162a] “ ‫ﻑ‬


 ‫ﻮ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﻢ ﹶﻓ‬ ‫ﻦ ﹶﻇﹶﻠ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﹶﺍﻣ‬

‫ﺍ‬‫ﻧ ﹾﻜﺮ‬ ‫ﺎ‬‫ﻋﺬﹶﺍﺑ‬ ‫ﻪ‬‫ﻌﺬﱢﺑ‬ ‫ﻪ ﹶﻓﻴ‬‫ﺭﺑ‬ ‫ ِﺍﻟٰﻰ‬‫ﺮﺩ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻪ ﹸﺛﻢ‬ ‫ﺑ‬‫ﻌﺬﱢ‬ ‫ﻧ‬ ” [“O, şöyle dedi: Haksızlık edeni cezalandıracağız; sonra
o, Rabbine gönderilecek, sonra Allâh da ona korkunç bir azap uygulayacak.” (el-Kehf 18/87)]
Ya‘nî Zülkarneyn dedi ki; Mâ-hulika li-hâze bulunmak vechiyle zulüm ve ta‘addî edene bundan
sonra ‘azâb ederim. Ondan sonra ol zâlim olan Rabbisine reddolunup Rabbisi ona ‘azâb-ı nükr

ile ‘azâb eyler. Ya‘nî “‫ﻥ‬


ِ ‫ﻭ‬‫ﺒﺪ‬‫ﻌ‬ ‫ﻴ‬‫ِﻟ‬ ‫ﺲ ِﺍﻟﱠﺎ‬
 ‫ﻧ‬‫ﺍﹾﻟِﺎ‬‫ﻦ ﻭ‬ ‫ﺠ‬
ِ ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺧﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ” [“Ben cinleri ve insanları, ancak

bana kulluk etsinler diye yarattım,” (ez-Zâriyât 51/56)] “‫ﻭﻟﻴﻮﺣﺪﻭﻥ‬ ‫”ﺍﻯ ﻟﻴﻌﺮﻓﻮﻥ‬655 mukteżāsınca

654
B: + “âhirinde”
655
[ Ya’ni, bilmeniz ve birlemeniz için]

357
zulmet-i cehl ü şirkinde ve vâdî-i bu‘d ü gafletde olan, meşâkk ve mücâhedât ve riyâzât ile ‘azâb
ederim. Zulmet-i cehl ü şirkinden nûr-i ‘ilm ü vahdete ve vâdî-i bu‘d ü gafletden cennet-i kurb ü
vuslata erişmez ise ondan sonra Rabbisine reddolundukda Rabbisi ‘azâb-ı nîrân ve hızy-i hirmân

ve hicrân ile ona ‘azâb eder. “‫ﺍ‬‫ﺴﺮ‬


 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻣ ِﺮﻧ‬ ‫ﻦ ﹶﺍ‬ ‫ ِﻣ‬‫ﻨﻘﹸﻮ ﹸﻝ ﹶﻟﻪ‬‫ﺳ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺴﻨٰﻰ‬
‫ﺤ‬
 ‫ﺰۤﺍ ًﺀ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﺎ ﹶﻓﹶﻠﻪ‬‫ﺎِﻟﺤ‬‫ﻋ ِﻤ ﹶﻞ ﺻ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻦ ٰﺍ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﹶﺍﻣ‬ ”
[“Îmân edip de iyi davranan kimseye gelince, onu için de en güzel bir karşılık vardır. Ve
buyruğumuzdan ona kolay olanını söyleyeceğiz.” (el-Kehf 18/88)] ya‘nî ol kimse ki; mü’min ve
muvahhid olub rıżā-yı sa‘âdet-i iktiżā-yı hâlika muvâfık ‘amel-i sâlih işleye ona cezâ ve ihsân,
dünyâda cennet-i ‘irfân ve âhiretde kevser ü rıdvân olur. Halbuki yakında biz ona emrimizden

yüsr ile tebşîr ederiz, “ ‫ﻦ‬ ‫ﻢ ِﻣ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻌ ﹾﻞ ﹶﻟ‬ ‫ﺠ‬


 ‫ﻧ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻮ ٍﻡ ﹶﻟ‬ ‫ﻋﻠٰﻰ ﹶﻗ‬ ‫ﺗ ﹾﻄﻠﹸﻊ‬ ‫ﺎ‬‫ﺪﻫ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺲ‬
ِ ‫ﻤ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﻊ ﺍﻟ‬ ‫ﻣ ﹾﻄِﻠ‬ ‫ﺑﹶﻠ ﹶﻎ‬ ‫ﺘ ۤﻰ ِﺍﺫﹶﺍ‬ٰ ‫ﺣ‬ ‫ﺎ‬‫ﺒﺒ‬‫ﺳ‬ ‫ﻊ‬ ‫ﺒ‬‫ﺗ‬‫ ﹶﺍ‬‫ﹸﺛﻢ‬

‫ﺍ‬‫ﺘﺮ‬‫ﺎ ِﺳ‬‫ﻭِﻧﻬ‬‫“[ ” ﺩ‬Sonra yine bir yol tuttu. Nihâyet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir
kavim üzerine doğar buldu ki; onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık.” (el-Kehf 18/89-
90)] ya‘nî Zülkarneyn mağrib-i şemsden sonra bir sebebe teşebbüs ya‘nî bir tarîka sâlik oldu ki;

gâyet-i matla‘-ı şemse erişdi. Ya‘nî meşrık ve şems-i vahdet olan makām-ı rûha erişdi ki; ol
şems-i rûh yâhûd şems-i vahdeti bir kavim üzerine tulü‘ eder buldu ki; biz ol kavim için şemsden
gayri setr ve hicâb kılmadık ki; ol kavim sıfât-ı ilâhiyyenin mezāhiri olan kuvvâ-yı rûhiyye-i
nûrâniyyedir ki; bu makāma makām-ı cem‘ derler. Ol ecilden matla‘-ı şemse bulûğu mağribine

bulûğundan sonradır. “‫ﺍ‬‫ﺒﺮ‬‫ﺧ‬


 ‫ﻳ ِﻪ‬‫ﺪ‬ ‫ﺎ ﹶﻟ‬‫ﺎ ِﺑﻤ‬‫ﺣ ﹾﻄﻨ‬ ‫ﺪ ﹶﺍ‬ ‫ﻭﹶﻗ‬ ‫ﻚ‬
 ‫” ﹶﻛ ٰﺬِﻟ‬ [“İşte böylece gerçekten biz, onun

yanında olan (her) şeyi bilgimizle kuşatmıştık.” (el-Kehf 18/91)] İşte Zülkarneyn’in seyri

bunun gibidir. Halbuki onun ‘indinde olan şeyi ‘ilim ve haber yönünden biz ihâta eyledik “ ‫ﹸﺛﻢ‬

‫ﻮﻟﹰﺎ‬ ‫ﻮ ﹶﻥ ﹶﻗ‬‫ﻳ ﹾﻔ ﹶﻘﻬ‬ ‫ﻭ ﹶﻥ‬‫ﻳﻜﹶﺎﺩ‬ ‫ﺎ ﻟﹶﺎ‬‫ﻮﻣ‬ ‫ﺎ ﹶﻗ‬‫ﻭِﻧ ِﻬﻤ‬‫ﻦ ﺩ‬ ‫ﺪ ِﻣ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻳ ِﻦ‬‫ﺪ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﻦ ﺍﻟ‬ ‫ﻴ‬‫ﺑ‬ ‫ﺑﹶﻠ ﹶﻎ‬ ‫ﺘ ۤﻰ ِﺍﺫﹶﺍ‬ٰ ‫ﺣ‬ ‫ﺎ‬‫ﺒﺒ‬‫ﺳ‬ ‫ﻊ‬ ‫ﺒ‬‫ﺗ‬‫“[ ” ﹶﺍ‬Sonra yine bir yol
tuttu. Nihâyet iki dağ arasına ulaştığında onların önünde, hemen hiç bir sözü anlamayan
bir kavim buldu.” (el-Kehf 18/92-93)] ya‘nî Zülkarneyn matla‘-ı şemse bulûğundan sonra bir
vesîleye dâir ve bir mesleğe sâir oldu ki; gâyet-i mâbeyn-i seddeyne erişdi. Ya‘nî rûh-ı izâfî ile
nefs-i hayvâniyyenin haddeynine erişdi. Onda kavmeyn-i mezkûreynden ma‘adâ bir kavim dahî
buldu ki; söz anlamağa yaklaşmazlar ki; ol kavim kuvvâ-yı akl-ı ma‘âşdır. Zîrâ goftâr-ı umûr-i

ma‘âd, sem‘-i ‘akl-ı ma‘âşa girmediğinden kavl-i Hakk’ı anlamağa yaklaşmazlar. “ ‫ﺎﺫﹶﺍ‬‫ﻗﹶﺎﻟﹸﻮﺍ ﻳ‬

‫ﺍ‬‫ﺳﺪ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻨﻬ‬‫ﻴ‬‫ﺑ‬‫ﻭ‬ ‫ﺎ‬‫ﻨﻨ‬‫ﻴ‬‫ﺑ‬ ‫ﻌ ﹶﻞ‬ ‫ﺠ‬


 ‫ﺗ‬ ‫ﻋ ٰﻠ ۤﻰ ﹶﺍ ﹾﻥ‬ ‫ﺎ‬‫ﺮﺟ‬ ‫ﺧ‬ ‫ﻚ‬
 ‫ﻌﻞﹸ ﹶﻟ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﻧ‬ ‫ﻬ ﹾﻞ‬ ‫ﺽ ﹶﻓ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ﻭ ﹶﻥ ﻓِﻲ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺴﺪ‬
ِ ‫ﻣ ﹾﻔ‬ ‫ﺝ‬
 ‫ﻮ‬‫ﻣ ﹾﺎﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺝ‬
 ‫ﻮ‬‫ﻳ ﹾﺎﺟ‬ ‫ﻴ ِﻦ ِﺍﻥﱠ‬‫ﻧ‬‫ﺮ‬ ‫” ﺍﹾﻟ ﹶﻘ‬

358
[“Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Ye’cûc ve Me’cûc bozgunculuk
yapmaktadırlar. Bizimle onlar arasına bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi?” (el-
Kehf 18/94)] ya‘nî kuvvâ-yı ‘aklı ma‘âşdan ‘ibâret olan kavim lisân-ı hâlleri ile Zülkarneyn’e

dediler ki: “kuvvâ-yı şeytâniyye [163a] ve efkâr-ı fâsideden ‘ibâret olan Ye’cûc ve Me’cûc bu
arz-ı bedende müfsidlerdir. Bizi ifsâd ederler. Sana bir ecr ta‘yîn eylesek onların beynlerine
bizim beynimizde bir sedd-i müstedîm ya‘nî bir hadd-i şer‘-i kavîm vaz‘ edesin.” Bu makāma,
makām-ı fark ba‘de’l-cem‘ ve cem‘u’l-cem‘ ve fark-ı sânî dahî derler ki; makām-ı hidâyet ve
irşâddır. Ol ecilden makām-ı cem‘den sonra zikrolundu.
Pes imdi Hażret-i Nâzım’ın “Bil ki; seddeyn iki kâş-ı İskender ortasındadır.” kavl-i
şerîfinin ma‘nâsı bu mufassalın mücmelidir. Ya‘nî “seddeyn”den murâd iki kaştır, “iki kaş”tan
murâd rûhâniyyet ve beşeriyyetin hadleridir. Zîrâ birbirinin ahkâmını icrâya birbirine hâcet656 ve
mâni‘lerdir. Ve “iki kaşın ortasında olan İskender”den murâd nefsi nâtıka-i müdebbiredir. Ve
rûhâniyyet ile beşeriyyet beyninde olan kuvvâ-yı ‘akl-ı ma‘âşı, hayâlât-ı şeytâniyye ve efkâr-ı
fâsideden muhâfaza için beynlerinde bir sedd-i şedîd-i müstedîm ya‘nî bir hadd-i metîn-i şer‘-i
kavîm vaz‘ eyle ki; ser-tâ-ser ekâlîm-i ten ve memâlik-i bedene mâlik ve tarîk-i hidâyet ve irşâda
sâlik olasın.

Ol ecilden “Cem‘ u cem‘u’l-cem‘ ile feth oldu ebvâb-ı Hüdâ” mısrâ‘ıyla rabt-ı kelâm

eyledi. Ve ıstılâhât-ı sûfiyyede fark ve cem‘in ta‘rîfî : “ ‫ﻚ‬


 ‫ﻨ‬‫ﻋ‬ ‫ِﻠﺐ‬‫ﻊ ﻣﹶﺎﺳ‬‫ﺠﻤ‬
 ‫ﺍﹾﻟ‬‫ﻚ ﻭ‬
 ‫ﻴ‬‫ ِﺍﹶﻟ‬‫ﺴﺐ‬
ِ ‫ﻧ‬‫ ﻣﹶﺎ‬‫ﺮﻕ‬ ‫ﹶﺍﹾﻟ ﹶﻔ‬
”657 denilmiş ve ma‘nâ-yı latīfi İkâmet-i vezâyif-i ‘ubûdiyyetden ve ahvâl-i beşeriyyete lâyık
olan şeyden herne şey ki; ‘abdin kesbi ola fark oldur. Ve her şey ki; kıbel-i Rahmân’dan ibdâ’-i
ma‘ânî ve ibtidâ-i lütf u ihsânî ola cem‘ oldur. Pes ‘abde bu ikisi dahî lâ-büddür. Zîrâ farkı
olmayanın ‘ubûdiyyeti olmaz ve cem‘i olmayanın ma‘rifeti olmaz.

Beyt:

Şunun ki cem‘i yok ‘irfânı yokdur.


Şunun ki farkı yok ilhâdı çokdur.

[Mefâîlün/mefâîlün/ feûlün]

656
B: + “hâcib”
657
[Sana verilene fark, senden alınana cem’ denir.]

359
Pes ‘abdin “ ُ ُ ْ َ ‫(“[ ” ِا ّ َ َك‬Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz.” (el-Fâtiha 1/5)] kavli

isbât-ı ‘ubûdiyyet-i teferrukayı isbâtdır. “‫ﲔ‬


 ‫ﻌ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭِﺍﻳ‬ ” [“...ve yalnız senden medet umarız.”
(el-Fâtiha 1/5)] kavli taleb-i cem‘dir. Teferruka bidâyet-i irâdetdir. Cem‘ ise onun nihâyetidir, ve

cem‘u’l-cem‘, cem‘den etemm ve a‘lâ makām-ı âhirdir. Zîrâ cem‘ eşyâyı Hak’la şuhûddan
‘ibâretdir. Ve cem‘u’l-cem‘ eşyanın bi’l-külliyye istihlâk ü fenâsından ‘ibâretdir, denilmiş. Ve
ba‘żıları târifi aks edip cem‘ Hakk’ı bilâ-halk şuhûddan ‘ibâretdir. Ve cem‘u’l-cem‘ halkı Hak’la
kâim şuhûddan ‘ibâretdir, demişler. Ta‘rîf-i evvel ma‘nâ vechiyle ensebdir. Ve ta‘rîf-i sânî
isti‘mâl vechiyle eşherdir. Bu takdirce ta‘rîf-i sânî leff ü neşr ü müretteb ve ta‘rîf-i evvel neşr ü
müşevveş olmuş olur.

Zîrâ fark-ı evvelde sâlikin dîde-i kesret-dîdesi, halkın varlığını görür; Hakk’ın [164a]
varlığını görmez. Ve makām-ı cem‘de çeşm-i Hak-bîni ancak Hakk’ın varlığını görür; halkın
varlığı Hak varlığında mahv ü müstehlek olur. Ve ba‘de’l-cem‘ olan fark-ı sânîde basar u basīreti
halkın varlığı Hakk’ın varlığıyla kâim olduġun görür. Ol ecilden cem‘u’l-cem‘a, fark bade‘l-
cem‘ tesmiye olundu.

Ve’l-hâsıl mertebe-i fark-ı evvelden derece-i âliyye-i cem‘e erişmeğe “‫ﺳﻴﹶﻠ ﹶﺔ‬‫ﺍﹾﻟﻮ‬ ‫ﻴ ِﻪ‬‫ﻐﻮۤﺍ ِﺍﹶﻟ‬ ‫ﺘ‬‫ﺑ‬‫ﺍ‬‫ﻭ‬
” [“...O’na yaklaşmaya yol arayın...” (el-Mâide 5/35)] emrince tarîk-i Hak’da bir mürşîd-i kâmili
vesîle ittihâz eyle ki; mağrib-i zulmet-i tende gurûb eden şems-i rûhun kuyûd-i kuvvâ-yı
beşeriyyet ile mukayyed ve mahcûb olduġun bilip cemî‘-i kuvvânı semt-i rıżāya masrûf
kalmağla tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb edesin. Hattâ ol sebep ile matla‘-ı şemse erişesin, ya‘nî
rûhunu kuyûd-i evsâf-i beşeriyyetden ıtlâk ve zulmet-i hacb-i kesreti izhâk edesin ki; şems-i

hakīkat-ı vahdetin matla‘ı olduġun göresin. “ ‫”ﲣﻠﻘﻮﺍ ﺑﺎﺧﻼﻕ ﺍﷲ ﻭﺍﺗﺼﻔﻮﺍ ﺑﺼﻔﺎﺕ ﺍﷲ‬ [“Allah

Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklarımız. Allâh’ın sıfatlarıyla sıfatlanın” (Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr s. 123)]
vefkınce hicâbsız evsâf-ı ilâhiyye ile muttasıf olduġun bilip makām-ı cem‘e erişesin. Ve ondan
sonra tekmîl-i merâtib için nefs-i nâtıkanı rûhâniyyet ile beşeriyyet beyninde müdebbir-i
memleket-i ten ve hâkim-i hıtta-i beden edip kuvvâ-yı aklının tesvîlât-ı şeytâniyye ve tahayyülât-
ı nefsâniyyeden muhâfaza için beyinlerinde hadd-i şer‘-i müstakîmi sedd-i sedîd-i müstedîm
edesin ki, makām-ı cem‘u’l-cem‘a erişmekle bâb-ı hidâyet ve irşâd sana meftûh ola, demektir.

360
IX. Beyt:

Kande birler658 Hakk’ı inkâr eyleyen bu Mısrî’yi


Zāhir olmuşken yüzünde nûr-i zât-ı kibriyâ

Nûr-i zât-ı kibriyâ yüzünde zāhir olması “‫ﺎ‬‫ﻛﱠﻠﻬ‬


‫ﹸ‬ ‫ﻤۤﺎ َﺀ‬ ‫ﺳ‬ ‫ﻡ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻢ ٰﺍ‬ ‫ﻋﻠﱠ‬ ‫ﻭ‬ ” [“Allâh, Âdem’e

bütün isimler (eşyânın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti.” (el-Bakara 2/31)] enbâsınca

pertev-i nûr-i zât-ı kibriyâ vâsıta-i esmâ vü sıfât ile âyîne-i zâtında rû-nümâ “ ‫ﻰ‬
 ‫ﻠ‬‫ﻋ‬ ‫ﻡ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻖ ﹶﺍ‬ ‫ﺧﹶﻠ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﻭﹶﺍﻥﱠ ﺍﻟﻠﱠ‬

‫ﻰ ﺻِﻔﹶﺎِﺗ ِﻪ‬ ‫ﻠ‬‫ﺭِﺗ ِﻪ ﺍﻯ ﻋ‬ ‫“[ ”ﺻﻮ‬Allâh, Âdem’i kendi sûretinde yani sıfatları üzere yarattı.” (Buhârî, isti’zân,
1; Müslim, Birr; 115, Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 379, n. 1215)] inhâsınca âsâr-ı sıfât-ı hüdâ mazhariyyet

vechiyle vech-i sa‘âdet ihtivâsında hüveydâ olmaktan ‘ibâretdir. Ya‘nî Mısrî mazhar-ı âsâr-ı
sıfât-ı Hak ve mücellâ-yı envâr-ı cemâl-i mutlak olmuş iken Mısrî’nin masdar-ı hidâyet
olduġunu inkâr eden Hakk’ın birliğini kande tahkīk eder. Halbuki mertebe-i hakīkat-i tevhîde
ancak mazhar-ı tevhîd-i zât olan mürşid-i hâdî’nin delâletiyle erişilir. Pes mürşîd-i kâmil’i inkâr
eden hakīkat-ı tevhîde kande yol bulur, demek olur.
Bu beyt-i şerîfleri murâdları üzre ne kadar îzâh ve âşikâr olmadıysa yine zımnen
remizle murâdlarını iş‘âr eyler. Zîrâ mukaddemât-ı ebyât-ı sâlifelerinin netîcesidir. Ya‘nî zikri
sebkat eden merâtib-i tevhîdi [165a] tahakkuk ve hilâfetle esmânın küllîsine mazhar olduġunu
îmâ eyler. Zîrâ “Zât ü esmâ vü sıfât, ef’âl ü âsâr cümleten. Her zamanda bir velînin vechine
bunlar ziyâ” dedikden sonra “Kande birler Hakk’ı inkâr eyleyen bu Mısrî’yi. Zāhir olmuşken
yüzünde nûr-ı zât-ı kibriyâ.” Makta‘ıyla hatm-i kelâm eyledi.

Nazmün li-şârihihî:

Âdem yüzü kim âyîne-i vech-i cemîldir


İm‘ân-ı nazar et mazhar-ı esmâ-i celîldir.

Her yüzde nümâyân iken envâr-ı cemâli


Bu göz ki; onu görmeye elbette ‘alîldir.

Dikkatle eserden görünür feyż-i müessir


Erbâb-ı‘ ukûle bu dahî hoşca delîldir.

658
“Bulur.”, Dîvân-ı Niyâzî, Neş: Yusuf Ziyâ, Dersâadet 1326, s. 7

361
Dil cevher-i esrâr-ı ma‘ârifle bezenmiş
Dükkançe-i‘ ‘irfân demeniz hân-ı halîldir

Her mısr-ı dile başka halîc eylese icrâ


Havzı çü dilin bürke değil menba‘-i Nîl’dir

Dil-teşne-i ‘irfân olan ihvâna Salâhî


Vâdî-i hakīkatde sözün ‘ayn-ı sebîldir.

Kâl ehline ‘ibret mi olur remz-i hafîden


Hâl ile tahakkuk olunur ma‘nâ-ı kîldir.

[Mefûlü/mefâîlü/mefâîlü/feûlün]

Nazmun lişârihihî659:

Ey dil sivâ-yı yarla kârın nedir senin?


Mir’ât-i vechsin bu gubârın nedir senin?

Hâr-ı firâk-i yârla âzürde-dil misin?


Gülşen içinde zâr-ı hezârın nedir senin?

Dil-şâd-ı bezm-i vasl-ı dilârâ olub yine


Bilmem dahî dökünmedi zârın nedir senin?

Envâr-ı dil-furûş-i cemâli celâlle


Tâkat-güdâz dil mi bu nârın nedir senin?

Yoksun hicâb-ı hesti-i mevhûmu nâr-ı ‘aşk


Silsin gubâr-ı vârı bu bârın nedir senin?

Bir pul değer mi nerd-i hakīkatde mâsivâ


Pinhân eden yeki şeş u çârın nedir senin?

Hestî-i mümkinât serâser serâb iken


Bilsem Salâhî arada vârın nedir senin?

[Mefûlü/fâilâtü/mefâîlü/fâilün]

659
B: - “Nazmun lişârihihî…. Bilsem Salâhî arada vârın nedir senin?”

362
IX- SALÂHÎ’NİN İKİ MUAMMÂSI VE ŞERHİ

A- MUAMMÂ-İ SALÂHÎ, “ŞERH-İ MUAMMÂ MUHTASARCA”

Bahs-i âdâb etmeğe bir yere geldi üç edîb


Bir cedelden çıktı üç vechiyle bir remz-i garîb
‘Aynı ve gayrı değil ismin müsemmâ der biri
‘Aynıdır gayrı değildir der biri budur acîb
Der biri gayrı müsemmâ olmaz esmânın biri
‘Aynıda olmaz ki, zıddı var olur ona rakîb
Bir edîb arada der ki, iktiżā etmez cedel
Râh-ı Hak’ta isimle erer müsemmâya lebîb
Hem müsemmâdan erer esmâya erbâb-ı kemâl
Kesret içre Gülşen vahdette olur andelîb
Biri sır olur biri olur hakīkatte bedel
İkilik kaydından el çek ehl-i dil ol ey Habîb
Hoş muammâdan muammâ der Salâhî hâsılı
Mazhar-ı esmâ olan olur müsemmâya garîb

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Hezâ Şerh-i Muammâ Muhtasarca Li-Şeyh ‘Abdullah Salâhaddin Uşşâkī -Kuddise


660
Sirruh-

Bahs-i âdâb etmeğe bir yere geldi üç edib

Edîb adedi on yedidir. Üç ile yirmi aded olur ki, Hâdî, Vedûd adedidir. Ve üçe darb
ile onbeş aded olur ki vehm adedidir ki, [72a] ondan vehm hurûfunun isimleri murâd olunur
ki, yüz on adeddir ki, ondan Ali murad olunur.

660
Şerh-i Muammâ Muhtasarca. Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde çalıştık:
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2736, l c. 71a-76a vr (A), Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111, 57b-59a vr (B), D.T.C.F
Ktp. Muzaffer ozok II-7, 54b-56a (C), Metin içindeki varak numaraları Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2736, l c.
71a-76a vr. nüshasına âittir.

363
Bir cedelden çıktı üç vecihle bir remz-i garîb

Cedelden üç olan cîm çıkınca dal kalır ki, Bayezid adedidir. Ve üç vech adediyle on
yedidir ki, edîb adedidir. Ve cedel lafzından üç vechile muammâ remzine işâretdir ki, cedel
harflerinin esmâları murâd olunur ki, cîm, dâl, lâmdır. Pes cîm elli üç olmakla tamam Ahmed
adedidir. Ve dâl otuz beş olmakla Bayezid adedidir. Ve lâm yetmiş bir olmakla Kalb ba‘z
emel ve murâd fî amîd ve adedine muvâfık mucîb-i murâd olunur. Ve vech-i âhardan lâmın
esmâ-i hurûfu lâm, elif, mîm murâd olunur iki yüz yetmiş iki adedidir. Ve ondan adedine
muvâfık rub‘ murâd fî çâr-yek murâd661 olunur, der. Ve bir itibâr ile dört yek hesâbı yüz
yirmi adeddir ki, ondan semek murâd fî mâhiye adedine muvâfık tuvânın murâd fî cedîd
murâd olunur ki, yirmi bir adeddir. Ve ondan Tayyib murâd olunur ve bir itibâr ile çâr-yekin
birinden otuz ve mâh ve ondan adedine muvâfık velî murâd olunur.

Ve ikinci yekden elif ve adedine muvâfık Alî murâd olunur. Ve üçüncü yekden ahad
ve adedine muvâfık ya, cim harfleri ve ondan isimlerinin adedi murâd olunur ki, altmış beş
adeddir. Ve ondan seh ve sehden cim ve ism-i cim murâd olunur ki, Ahmed adedidir.
Dördüncü yekden vâhid ve adedine muvâfık ya ve tı harflerinin isimlerinin adedleri murâd
olunur ki, yirmi üç adedidir. Ve ondan tabîb ismi murad olunur ki, bu kıyâs ile katı‘ çok
vecihler bulunur. Lakin teşhiz zihne bu kadar kâfidir.

Aynı ve gayrı değil ismin müsemmâ der biri


Aynıdır gayrı değildir der biri budur acîb

[73a]Ya‘nî cedel lafzında olan hurûf-i müsemmâları ism-i müsemmânın aynı değil
ve gayrı dahî değildir. Zîrâ müsemmâlarından esmâlarına intikâl ile esmâlarının adedi esmâ-i
müsemmânın adedlerinin aynıdır. Gayrı değildir.662 Ve bu münâsebet ile bundan murâd ‘ilm-i
kelâmda “isim müsemmânın aynı mı ve gayrı mı?” bahsi olunsa gerekdir ki, ânın tafsili bu
muhtasara sıġmaz.

Der biri gayrı müsemmâ olmaz esmânın biri


Aynı da olmaz ki, zıddı var olur ona rakîb

661
C: - “murâd fî çâr-yek”
662
C: - “Zira müsemmâlarından esmâlarına intikâl ile esmâlarının adedi esmâ-i müsemmânın adedlerinin
aynıdır. Gayrı değildir.”

364
Ya‘nî ne kadar esmânın gayrı olmaz ise dahi yine müsemmânın aynı dahî olmaz.
Zîrâ her ismin mukâbilinde bir zıdd u rakîbi vardır ki, eğer esmânın biri ayn-ı müsemmâ olsa
mukâbilinin vücûdu olmamak lâzım gelirdi. Tekâbül-i esmâ ise zāhirdir.

Bir edîb irâde der ki, iktiżā etmez cedel


Râh-ı Hak’ta ismile erir müsemmâya lebîb

Ya‘nî bir edîb-i âkil ve edîb-i kâmil aralarına girib der ki:

“−Ey edîbân kışrı sohnân tâb ki, bu cedel delîl u burhân”

Mesnevî:

663
‫ﭘﺎﻯ ﭼﻮﺑﲔ ﺳﺨﺖ ﰉ ﲤﻜﲔ ﺑﻮﺩ‬ ‫ﭘﺎﻯ ﺍﺳﺘﺪﻻﻟﻴﺎﻥ ﭼﻮﭘﲔ ﺑﻮﺩ‬
Mukteżāsınca delîl u burhândan geçip keşf ü ıyân u zevk ve vicdana ermeğe baş
göze bir çâre göz yok mu? Sâlik-i lebîb olanlar râh-ı habîbde isimle müsemmâya ererler.
Ya‘nî teksîr-i tekrâr-ı esmâ-i Hüsnâ ile kuyûd-i mâsivâdan rehâ ve resîde-i ferah-fezâ-yı
‘âlem-i ıtlâk bâlâ ve vâsıl-ı Mevlâ olurlar. Seza ise ma‘rifet-i lem yezel’e cedeli bedel kılıb
ism-i müsemmânın aynı mı? Gayrı mı? Bahsini mesel kılmışsınız demek olur. Ve ismiyle erer
müsemmâya lebîb. Ya‘nî isim (yüz bir), müsemmâ (yüz kırk bir) lebîb (kırk dört) adedleri bir
yere gelince iki yüz seksen altı olur ki, fa’re adedidir. Hâzık u ziyâde [74a] mesrûr ma‘nâsına

Hem müsemmâdan erer esmâya erbâb-ı kemâl


Kesret içre Gülşen vahdette olur andelîb

Yani erbâb-ı kemâl ve ashâb-ı hâl olanlar ism ile vâsıl-ı müsemmâ olduktan sonra
tekmîl-i merâtib-i kusvâ ve cem‘-i esmâ için mertebe-i ahadiyyetden makām-ı vâhidiyyet ve
kesrete avdet ve Gülşen-i vahdette bülbül hoş-nevâ-yı hikmet olurlar. Ve erer esmâya erbâb-ı
kemâlden dahî İsmâil ismi istihrâc olunur. Zîrâ erbâb iki yüz altı adeddir ki, rev adedidir. Ve
arabîde murâd fî vech ve adedine muvâfık yed ve yeden murâd fî yemîn murâd olunur ki, yüz
on adeddir. Ondan ‘abd murâd olunur ve îl lâfzı esmâ lafzına te’lîf-i ittisālı ile İsmâil oldu.
Ve gayn zāhirdir.

663
[Delil ile hükme varanların ayakları tahtadandır. Tahta ayak ise zayıftır, kararsızdır.] Şefik Can, Mesnevî
tercümesi, I. Cilt, s, 152(1-2128)

365
Biri sır olur biri olur hakīkatte bedel
İkilik kaydından el çek ehl-i dil ol ey Habîb

Ya‘nî esmâdan ve müsemmâdan biri sırr olunca yani iskât olunca esmâdan bir
gidince yüz bir aded bâkī kalır ki, isimden fârisîde murâd fî nâm ve adedine muvâfık mâlik ve
Kâmil ismi murâd olunur. Ve müsemmâ elif ile yüz kırk bir adeddir ki, ‘âlem adedidir. Bir
iskât olunca selîm olur. İkilik kaydından el çek karînesiyle müsemmânın adedinin ikisi iskât
olunca yüz otuz dokuz kalır ki, Salâhî adedidir. Ve müsemmâya bir yedin ya‘nî ziyâde
olunca bin yüz kırk iki kalır ki, ‘Abdullâh adedidir. Ve bundan gayrı müsemmâ adedi yüz
kırk bir olmakla muvâfık lâyık ve murâd fî sezâ murâd olunur. Ve onun adedine muvâfık
Hüseyin lafzı ve onun murâd fî zamân murâd olunur. Ve onun adedine muvâfık Mahmud
ismi murad olunur.

Çeşm-i dilden nokta-i mevhûmû ref‘ et hâsılı


[75a]Gaynı ayn ile Salâhî gör muammâya garîb

Hâsılı lafzı dil karînesiyle kalb olacak. Salâhî olduġu zāhirdir. Ve gaynı ayn ile lafzı
iki vecihle isti‘mâl olunur. Vech-i evvel ayından elif ve elifden müsemmâsı âhir fî murâd
olunub ve ‘ayından müsemmâsı ‘ayın harfi murâd olunur ki, ikisinin adedi yüz yetmiş bir olur
ki, ondan lâm ve müsemmâsı lâm harfi adedine muvâfık yek ve murâd fî vâhid murâd olunur.
Ve vech-i sânî garîb lafzında isti‘mâl olunur ki, noktasının ref‘iyle gaynı ‘ayn olub garîb ve
kalb ile ba‘îr ve murâd fî cemel ve adedine muvâfık celîl murâd olunur.

Temmet.

B- SALÂHÎ’NİN DİĞER MANZÛMESİ:

‫ﻳﻬﺎ ﺍﻟﻌﺮﻓﺎﺀ ﺑﺎﷲ ﺍﳋﺒﲑ • ﺍﺧﱪﻭﱏ ﻋﻤﺎ ﺍﺳﺄﻟﻜﻢ ﺑﺎﳋﱪ ﺍﳉﺪﻳﺮ‬‫ﻳﺎﺍ‬

‫ﻭﻟﻴﺎﺕ • ﻭﻻﻳﻨﻔﻚ ﳏﻨﻪ ﺍﻟﻜﻠﻤﺎﺕ ﻭﺍﻟﻌﺒﺎﺭﺍﺕ‬ ‫ﻭﻝ ﺍﻻ‬ ‫ﻯ ﺷﺊ ﻫﻮ ﺍ‬


‫ﺍ‬

‫ﻭﻫﻮ ﺍﺳﻢ ﻭﻓﻌﻞ ﻭﺣﺮﻑ • ﻭﻟﻴﺲ ﻣﻈﺮﻭﻑ ﻭﻻﻇﺮﻑ‬

366
‫ﻟﻪ ﺍﻋﺘﺒﺎﺭﺍﺕ ﰱ ﺍﳊﺴﺎﺏ • ﻣﻌﺘﱪﺍﺕ ﻋﻨﺪ ﺍﳊﺴﺎﺏ‬

‫ﻋﺪﻭ ﺍﺻﻠﻪ ﺍﺣﺪ • ﻭﻻﻳﻄﻠﻖ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﻌﺪﺩ‬

‫ﻭﻓﺮﻋﻪ ﻣﺎﺋﺔ ﻭﺍﺣﺪ ﻋﺸﺮ • ﻭﺑﺎﻋﺘﺒﺎﺭ ﻳﺼﲑ ﺛﻠﺜﺔ ﻋﺸﺮ‬

‫ﻭﺑﺎﻋﺘﺒﺎﺭ ﺑﺼﲑ ﺗﺴﻌﺔ ﻋﺸﺮ • ﻳﺘﻌﻠﻖ ﺑﺎﳌﻼﺋﻜﺔ ﻭﺍﻟﺒﺸﺮ‬

‫ﻟﻪ ﺍﻟﻘﻴﺎﻡ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺪﻭﺍﻡ ﺑﻼﲢﺮﻙ ﻭﻻﻗﺒﻮﺭ • ﻭﻻﺭﻛﻮﻉ ﻭﻻﺳﺠﻮﺩ ﻭﻻﻗﻌﻮﺩ‬

‫ﻭﻫﻮ ﺍﺳﻢ ﻣﻦ ﺍﲰﺎﺀ ﺍﳊﻖ • ﻭﻣﻦ ﺍﲰﺎﺀ ﺷﻔﻴﻊ ﺍﳋﻠﻖ‬

‫ﻭﻓﻌﻞ ﻋﻨﺪ ﺍﻻﻳﺘﻼﻑ • ﺑﻼﻧﺰﺍﻉ ﻭﻻﺍﺧﺘﻼﻑ‬

‫ﻳﺘﺼﻒ ﺑﺼﻔﺔ ﻣﺎﺍﺋﺘﻠﻒ ﻫﻮ ﺳﻠﻒ • ﻭﻣﺎﺳﻮﺍﻩ ﺧﻠﻒ‬

‫ﻳﺘﺄﻟﻒ ﺑﺎﳊﺮﻭﻑ ﺍﳌﻜﺘﻮﺑﺎﺕ ﻭﺍﳌﻠﻔﻮﻇﺎﺕ • ﺑﺎﻟﺘﻌﻮﻳﺞ ﻭﺍﻻﺻﻮﺍﺕ ﺍﻟﺴﺎﺩﺟﺎﺕ‬

‫ﻭﻫﻮ ﰱ ﺍﳌﺮﺗﺒﺔ ﺍﻻﻭﱃ • ﻣﻔﻴﺾ ﻋﻠﻰ ﺍﳌﺮﺍﺗﺐ ﺍﻻﺧﺮﻯ‬

‫ﺗﻌﻴﻨﺖ ﻣﻨﻬﺎ ﺍﻻﺳﺎﺀ ﻭﺍﻟﺼﻔﺎﺕ • ﻭﺗﻀﺮﻋﺖ ﻣﻨﻬﺎ ﺍﳊﺮﻭﻑ ﺍﻟﻌﺎﻟﻴﺎﺕ‬

‫[ ﻭﺍﻟﻨﻔﻮﺱ • ﻭﻛﺜﺮﺕ ﻣﻨﻬﺎ ﺍﻻﺷﺒﺎﺡ ﻭﺍﻟﻘﻔﻮﺱ‬6a] ‫ﻭﺗﻜﻮﻧﺖ ﻣﻨﻬﺎ ﺍﻻﺭﻭﺍﺡ‬


664
‫ﻫﻮ ﺍﻋﻠﻰ ﻣﻦ ﻛﻞ ﺷﺊ ﻭﺍﻛﱪ ﻭﺍﻯ • ﻭﺗﻌﱪﻳﻔﻪ ﻫﻮ ﺍﺳﻢ ﺻﺎﺣﺐ ﺍﻟﻠﻐﺰ ﲤﺖ‬

C- “ŞERHU’R-RUMÛZ FÎ SIRRI’L-LÜGÛZ”665

664
“Ey Habîr olan Allâh’ı tanıyanlar, sorduklarımdan bana yeni bir haber verin. Evvellerin evveli nedir? Ondan
isim, fiil ve harf olan zarf veya mazruf olmayan kelimelerin ve ibârelerin ayrılmadığı şey nedir? Hesapta itibâr
edilir, hesapta muteberdir. Asıl sayı birdir? Onun üzerine sayı yoktur. Fer’i yüz onbirdir. Bir itibarla onüç olur.
Bir itibarla da ondokuz olur. Melâike beşerle ilişkilenir. Taharruksuz, ku’ûdsuz, kuyûdsuz, rukû’suz, sucûdsuz
kıyâmı vardır. O esmâu’l-Hak ve şefî’u’l-Halk’ın bir isimdir. İhtilaf ve nizâ’ın dışında birleşme anında fiildir.
İtilaf edilenin sıfatıyla vasıflanır. Seleftir mâsivâsı haleftir. Yazılan ve teleffuz edilen harflerden oluşur. Ki o
mertebe-i ûlâdadır ve diğer mertebelere feyiz dağıtmaktadır. O mertebeden esmâ ve sıfat taayyün etmiş ve
yüksek, âlî harfler de ondan teferru’ etmiştir. Nefisler ve ruhlar ondan tekevvün etmiştir. İşbâh ve kufûs ondan
çoğalmıştır. O her şeyden daha büyük ve daha uludur. Ve onun tarifi lugaz sahibinin ismidir.” Bitti

367
666
‫ﻳﺎﺍﻳﻬﺎ ﺍﻟﻌﺮﻓﺎﺀ ﺑﺎﷲ ﺍﳋﺒﲑ ﺍﺧﱪﻭﱏ ﻋﻤﺎ ﺍﺳﺄﻟﻜﻢ ﺑﺎﳋﲑ ﺍﳉﺪﻳﺮ‬

Bu fakir-i pür şerhden ganî ve beyândan müstağnîdir. “‫ﺎﺕ‬‫ﻟﻴ‬‫ﺍﻻﻭ‬ ‫ﻝ‬‫”ﺍﻯ ﺷﺊ ﻫﻮ ﺍﻭ‬667


Zāhir ve bâtın itibârıyla evveliyâtın evveli eliftir. Ve ıstılâhât-ı sûfiyyede elif ile ahadiyyet-i
zâta işâret olunur. Ve bu işâret gâliba elifin cemî‘-i hurûf-i lafzıyye ve kitâbiyyeye Salâhiyeti
mülâhazasıyladır. Zîrâ cemî‘-i hurûf-i lafzıyye ve kitâbiyye elifden mütekevvinedir. Hurûf-i
kitâbiyye ta‘vîc-i hatt-ı müstakîm ile olduġu zāhirdir. Ve hurûf-i lafzıyye hevâ-i sâre-i
mahârice i‘timâd eylediği zāhirdir. Nitekim Mevlânâ Câmî kuddise sirruhu’s-sami
buyurmuşdur:

‫ﻟﻴﻜﻦ ﳘﻪ ﺩﺭ ﺯﺍﺕ ﺍﻟﻒ ﻣﺆﺗﻠﻒ ﺍﻧﺪ‬ ‫ﺍﻋﻴﺎﻥ ﺧﺮﻭﻑ ﺩﺭﺻﻮﺭ ﳐﺘﻠﻒ ﺍﻧﺪ‬

‫ﻭﺯﺭﻭﻯ ﺣﻘﻴﻘﺖ ﳘﻪ ﻋﲔ ﺍﻟﻒ ﺍﻧﺪ‬ ‫ﺍﺯﺭﺍﻩ ﺗﻌﲔ ﳘﻪ ﺑﺎﻫﻢ ﻏﲑ ﺍﻧﺪ‬

‫ﺳﺎﺭﻳﺴﺖ ﺍﺣﺪ ﺩﺭﳘﻪ ﺍﺯﺍﺩ ﻋﺪﺩ‬ ‫ﺩﺭ ﻣﺬﻫﺐ ﺍﻫﻞ ﻛﺸﻒ ﻭﺍﺭﺑﺎﺏ ﺧﻮﺩ‬
668
‫ﻫﻢ ﺻﻮﺭﺕ ﻭﻫﻢ ﻣﺎﺩﻩ ﺍﺵ ﻫﺴﺖ ﺍﺣﺪ‬ ‫ﺯﻳﺮﺍ ﻛﻪ ﻋﺪﺩ ﻛﺮﭼﻪ ﺑﺮﻭﻧﺴﺖ ﺯﺣﺪ‬
Ve Şeyh ‘abdulganî kuddise sirruhu’s-senî risâlesinde buyurmuş ki:

“Elif asl-ı cemî‘-i hurûfdur. Elife harf tesmiye olunmaz, adem-i inhirâfından ötürü.
Zîrâ elif mustakīmdir. Munharif olduġu vakitte cemî‘-i hurûf olur. Pes cemî‘-i hurûfa
itlâfından ötürü elif tesmiye olundu. Ve hurûfa hurûf tesmiye olunması cihât-ı muhtelifeye

inhirâfından ötürüdür: 669


“‫ﻭﺍﻟﻌﺒﺎﺭﺍﺕ‬ ‫ ”ﻭﻻ ﻳﻨﻔﻚ ﻋﻨﻪ ﺍﻟﻜﻠﻤﺎﺕ‬henüz tafsili geçti. 670“ ‫ﻭﻫﻮ ﺍﺳﻢ ﻭ‬

‫ ”ﻓﻌﻞ ﻭﺣﺮﻑ ﻭﻟﻴﺲ ﲟﻈﺮﻭﻑ ﻭﻻﻇﺮﻑ‬Harf itlâkına vecihle ettiği zāhirdir. Ve isim ve fiil olması

isim ve fiil tafsīlinde gelir. “ ‫ﻟﻪ ﺍﻋﺘﺒﺎﺭﺍﺕ ﰱ ﺍﳊﺴﺎﺏ ﻣﻌﺘﱪﺍﺕ ﻋﻨﺪ ﺍﳊﺴﺎﺏ ﻋﺪﺩ ﺍﺻﻠﻪ ﺍﺣﺪ ﻭﻻﻳﻄﻠﻖ ﻋﻠﻴﻪ‬

665
Şerhu’r-Rumuz fî Sırrı’l-Lugûz. Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin bir yazma nüshasını tesbit
edebildik. Sül. Ktp. İzmir 806, 5b-7b vr. Metin içindeki varak numaraları bu nüshayaa âittir.
666
[Ey Habîr olan Allâh’ı tanıyanlar, sorduklarımdan bana uygun bir haber verin.]
667
[Evvellerin evveli nedir?]
668
[Sûretlerdeki a’yân-ı hurûf muhteliftir. Lâkin elif’in zâtında herkes mü’teliftir. Taayyün yolunda herkes gayrıdır.
Bütün hakîkat zirvesi ‘ayn-ı eliftir. Keşf ehlinin mezhebinde ve onun reisinde; herkesin indinde ehad âzâd-ı aded
sâridir. Zira sayı hadden beri değildir, hem sûret ve hem madde onda tek olur.]
669
[Ondan kelimeler ve ibâreler ayrılmaz?]
670
[Ki o, isim, fiil ve harf olan zarf veya mazruf olmayandır.]

368
‫” ﺍﻟﻌﺪﺩ‬671 Zîrâ aded itibâr olunduğu bir adedin mâdûnunda olan aded fevkınde olana aded ile
cem‘ olduktan sonra evvel mecmû‘un nısfı ikisinin beyninde olana aded olur. Meselâ iki
adedin mâdûnunda olana bir aded, fevkinde olana üç aded ile cemî‘ olsa dört aded olur ki,
dördün nısfı iki olur. Pes bir aded olmaz. Zîrâ mâdûnunda ondan ekall bir aded yoktur ki,
fevkinde olan iki ile cem‘ ola ve ikisinin nısfı ola. Henüz rubâîde de tafsīli geçmiştir. Ve
“ahad” lafzının murâd-ı fî, yekdir ki, otuz adeddir. Aded-i inhisârı itibarıyla “Mâh” murad
olunur ki, kırk altı aded. “Velî” adedidir. Ve Türkî’de ahad lafzının murâd-ı fî birdir ki, “Rab”
ve “Birr” adedleridir. Ve mâhünne Arabî’de murâd-ı fî “şehr”dir ki, “râşid” adedidir. Ve
Türkî’de murâd-ı fî “ây”dır ki, “huve” adedidir. Ve ahad lafzının ehadiyyetü’l-cem’ itibârıyla

bir ziyade olunsa ona dört olur ki, “Vâhib” ve “Vehhâb” adedleridir. 672“‫ﻋﺸﺮ‬ ‫”ﻭﻓﺮﻋﻪ ﻣﺎﺋﺔ ﻭﺍﺣﺪ‬
A‘nî elif adedleri yüz on bir adeddir ki, “Kutub” ve “Âlî” ve “Kâfî” ve “Sâmî” adedleridir.
Ve Kûtb-ı ezelî ve ebedî Sāhib-i sa‘âdet Sallallahu aleyhi ve sellem Hażretleri ettiği vesâir
aktâb onların kâim makāmları ve nâib-ı menâbları ettiği erbâb-ı şuhûrun meşhûrudur.
673
“‫ﻋﺸﺮ‬ ‫”ﻭﺑﺎﻋﺘﺒﺎﺭ ﺑﺼﲑ ﺛﻠﺜﺔ‬ a‘nî aded-i “ahad”, 674
“‫ﻋﺸﺮ‬ ‫ ” ﻭﺑﺎﻋﺘﺒﺎﺭ ﺑﺼﲑ ﺗﺴﻌﺔ‬a‘nî aded-i vâhid
vâhidiyyete’l-mecmû‘ itibârıyla bir ziyâde kılınsa yirmi aded olur ki, “Vedûd” ve “Hâdî”

adedleridir. 675
“‫ﻭﺍﻟﺒﺸﺮ‬ ‫”ﻳﺘﻌﻠﻖ ﺑﺎﳌﻼﺋﻜﺔ‬ zāhir ve bâtın itibarıyla emlâke ve beşere muteallik

olduġu zāhirdir. “‫ﻭﻻﻗﻌﻮﺩ‬ ‫”ﻟﻪ ﺍﻟﻘﻴﺎﻡ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺪﻭﺍﻡ ﺑﻼﲢﺮﻙ ﻭﻻﻗﻴﻮﺩ ﻭﻻﺭﻛﻮﻉ ﻭﻻﺳﺠﻮﺩ‬676 hatt-ı fen

hey’etini ve evsâfını beyandır. 677“‫ﺍﳊﻖ‬ ‫ ”ﻭﻫﻮ ﺍﺳﻢ ﻣﻦ ﺍﲰﺎﺀ‬ahad ve vâhid gibi, 678“ ‫ﻭﻣﻦ ﺍﲰﺎﺀ ﺷﻔﻴﻊ‬

‫ ”ﺍﳋﻠﻖ‬A‘nî elif yüz kırk iki aded olmağla “‘Abdullah” adedine muvâfıktır. Sāhib-i sa‘âdet
Efendimiz Hażretleri’nin eşref-i esmâları ‘Abdullah’dır. ‘İbâdla tafsīlinde denilmiş ki;
‘Abdullah şol ‘abddir ki, ‘ibâdullah’da makāmı [7a] yönünden ondan erfa‘ ve şân yönünden
ondan eşref-i ‘abd olmaz. “Mirâtü’l-a’lâm” nâm ris’âlemizde müstevfâ zikr olunmuştur.

671
[Hesapta itibâr edilir, hesapta muteberdir. Asıl sayı birdir? Onun üzerine sayı yoktur.]
672
[Fer’i yüz onbirdir.]
673
[Bir itibarla onüç olur.]
674
[Bir itibarla da ondokuz olur.]
675
[Melâike beşerle ilişkilenir.]
676
[Taharruksuz, ku’ûdsuz, kuyûdsuz, rukû’suz, sucûdsuz kıyâmı vardır.]
677
[O esmâu’l-Hakk’ın bir isimdir.]
678
[O esmâu’l-şefî’u’l-Halk’ın bir isimdir.]

369
“‫ﻭﻻﺍﺧﺘﻼﻑ‬ ‫”ﻭﻓﻌﻞ ﻋﻨﺪ ﺍﻻﻳﺘﻼﻑ ﺑﻼﻧﺰﺍﻉ‬679 meselâ elife ülfet denildiği vakitte elif fiil-i mâzi olur.

“ ‫ﻳﺘﺼﻒ ﻣﺎ ﺍﻳﺘﻠﻒ ﻭﻫﻮ ﺳﻠﻒ ﻭﻣﺎﺳﻮﺍﻩ ﺧﻠﻒ ﻳﺘﺄﻟﻒ ﺑﺎﳊﺮﻭﻑ ﺍﳌﻜﺘﻮﺑﺎﺕ ﻭﺍﳌﻠﻔﻮﻇﺎﺕ ﺑﺎﻟﺘﻌﻮﻳﺞ ﻭﺍﻻﺻﻮﺍﺕ‬

‫ﺍﻟﺴﺎﺩﺟﺎﺕ‬ ”680 mustevfâ tafsīli ibtidâda geçmiştir. 681


“ ‫ﻭﻫﻮ ﰱ ﺍﳌﺮﺗﺒﺔ ﺍﻻﻭﱃ ﻣﻔﻴﺾ ﻋﻠﻰ ﺍﳌﺮﺍﺗﺐ‬

‫”ﺍﻻﺧﺮﻯ‬ mertebe-i ûlâ ahadiyyet-i zâtdır ki, sâir merâtib-i külliyye a‘nî merâtib-i lâhût ve

ceberût ve melekût ve nâsût ve merâtib-i cüz’iyye ale’t-tertîb ve’l-vesâit mertebe-i ahadiyyet-

i zâttan istifâde ederler ki, cemî‘-i merâtibin mufîdi oldur. “ ‫ﺗﻌﻴﻨﺖ ﻣﻨﻬﺎ ﺍﻻﲰﺎﺀ ﻭﺍﻟﺼﻔﺎﺕ ﻭﺗﻔﺮﻋﺖ‬

‫”ﻣﻨﻬﺎ ﺍﳊﺮﻭﻑ ﺍﻟﻌﺎﻟﻴﺎﺕ‬682 mertebe-i ahadiyyet-i zâttan a‘nî şuûn-i zâtiden mertebe-i vahdetde
esmâ ve sıfât ta‘ayyün-i evvel ile müteayyin ve mertebe-i vâhidiyyetde ta‘ayyün-i sânî ile
müteayyin oldur ve esmâ ve sıfâtdan hurûf-i âliyyât müteferri‘ oldur demek olur. Ve ıstılâhât-
ı sûfiyyede hurûf-i âliyyât-ı ġaybi’l-ġuyûbda kâmine olan şuûn-i zâtîden ‘ibâretdir. Zevâtda
kâmine olan şecere-i kibr yani hurûf-i âliyâtdan murâd, a‘yân-ı sâbite-i kâinât, a‘lâ-yı
merâtib-i ta‘ayyünât olan mertebe-i vahdette ta‘ayyününden ‘ibârettir ki, kâinât ol mertebede
şuûn-ı zâtîden kinâyetdir ki, zâtlarında ve gayrılarında kesret-i sahîh olmaz. Mertebe-i vahdet-
i hakîkîde tekessür-i mahal olduġu için ve adem-i tekessür birle ondan zāhir olanın cemî‘ne
müştemildir ki, sebeb-i ta‘ayyünât mübdaât tesmiye olunur. Bu mertebe-i alîyyede Hażret-i
Şeyh-i Ekber kaddesenallahu bi-sirruhu’l-envâr bu ma‘nâyı mutezammın “Menâzili’l-
insâniyye” nâm kitablarında manzûmen zikr u tasrîh buyurmuşlardır.

‫ﻋﹶﻠﻰ ﹾﺍﻟ ﹶﻘﹶﻠ ﹾﻞ‬ ‫ﺭﻯ ﹶﺍ‬ ‫ﰱ ﹶﺫ‬


ِ ‫ﺕ‬
ٍ ‫ﻌﱢﻠﻘﹶﺎ‬ ‫ﺘ‬‫ﻣ‬ ‫ﻧ ﹸﻘ ﹾﻞ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺕ ﹶﻟ‬
ٍ ‫ﻋﺎِﻟﻴﹶﺎ‬ ‫ﺮﻭﻓﹰﺎ‬ ‫ﺣ‬ ‫ﹸﻛﻨﱠﺎ‬
683
‫ﺻﻞ‬
 ‫ﻭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﺴﹶﺌﻞ‬
 ‫ﻮ ﹶﻓ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﰱ‬
ِ ‫ﹶﻓﺎﹾﻟ ﹸﻜ ﱢﻞ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﻣِﺘ ِﻪ‬ ‫ﻭﹸﺍ‬ ‫ﺖ‬
 ‫ﻧ‬‫ﻦ ﹶﺍ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﻧ‬‫ﻭ‬ ‫ﺖ ِﻓﻴ ِﻪ‬
 ‫ﻧ‬‫ﻧﺎ ﹶﺍ‬‫ﹶﺍ‬
Zîrâ evvel rütbede kesret-i mahal olur. Münâfât-ı vahdet-i mûceb olduġundan ötürü.
684
“‫ﻭﺍﻟﻨﻔﻮﺱ‬ ‫ ”ﻭﺗﻜﻮﻧﺖ ﻣﻨﻬﺎ ﺍﻻﺭﻭﺍﺡ‬A‘nî a‘yân-ı sâbiteden ‘âlem-i ceberutda ervâh-ı mücerrede
679
[İhtilaf ve nizâ’ın dışında birleşme anında fiildir.]
680
[İtilaf edilenin sıfatıyla vasıflanır. Seleftir mâsivâsı haleftir. Yazılan ve teleffuz edilen harflerden oluşur.]
681
[Mertebe-i ûlâdadır ve diğer mertebelere feyiz dağıtmaktadır.]
682
[O mertebeden esmâ ve sıfat taayyün etmiş ve yüksek, âlî harfler de ondan teferru’ etmiştir.]
683
“Biz hepimiz Cenâb-ı Allah’ın yüce katında keşfedilmemiş açılmamış birer harfler(nokta) idik. Bunu biz
söylemedik. Bunlar dağların tepesinde(Arşın zirvelerinde) zirvelere asılmışlardır. Sen ve ben, O’ndayız. Biz,
Sen’iz; ben ve Sen ordayız, biz ve Sen ordayız. Onun ümmeti de O’dur. Bütün kâinât O’ndadır. O, O’dur. Sen
Allâh’a ulaşana sor.”

370
ve ‘âlem-i melekûtde nüfûs-i mücerrede tekevvün eyledi demek olur. 685“ ‫ﻭﺗﻜﺜﺮﺕ ﻣﻨﻬﺎ ﺍﻻﺷﺒﺎﺡ‬

‫ ”ﻭﺍﻟﻘﻔﻮﺱ‬A‘nî nüfûs-i mücerrededen nüfûs-i muntabı‘a ve işbâh-ı ecsâm tekessür ile kavâlibin

taaddüd ve tekessürü zāhir oldu demek olur. “‫ﻭﺍﻋﺰ‬ ‫”ﻫﻮ ﺍﻋﻠﻰ ﻣﻦ ﻛﻞ ﺷﺊ ﻭﺍﻛﱪ‬686 ganiyyün ani’t-

tibyân ve müsteğin ani’l-beyândır. “ ‫” ﻭﺑﺘﻌﺮﻳﻔﻪ ﻫﻮ ﺍﺳﻢ ﺻﺎﺣﺐ ﺍﻟﻠﻐﺰ‬687 A‘nî elif lafzı lâm ile
ta’rîf olunub elif denilen yüz kırk iki aded olmakla ‘Abdullah adedine muvâfık olur. Tafsili
mukaddimece geçmişdir.

Salâhî kendi remzin remz ile hal eyledin ammâ


Bu remzinde ukûl ermez muammâ-yı acîb oldu

[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

X- HAŻRET-İ ALİ’NİN BİR RUBÂÎ VE ŞİİRİNİN ŞERHİ

A- “KELÂM-I HAŻRET-İ ALİ”

688
‫ﻣﻦ ﻛﻼﻡ ﺣﻀﺮﺕ ﻋﻠﻰ ﺭﺿﻰ ﺍﷲ ﻋﻨﻪ ﺷﺮﺡ ﺻﻼﺡ ﺍﻟﺪﻳﻦ ﺍﻓﻨﺪﻯ‬

‫ﻟﻜ ﹼﻞ ﻋﲔ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﻴﻨﲔ ﻧﻮﻧﺎﻥ‬ ‫ﻋﻴﻨﺎﻥ ﻋﻴﻨﺎﻥ ﱂ ﻳﺄﺧﺬﳘﺎ ﺭﻣﺪ‬

684
[Nefisler ve ruhlar ondan tekevvün etmiştir.]
685
[İşbâh ve kufûs ondan çoğalmıştır.]
686
[O her şeyden daha büyük ve daha uludur.]
687
[Ve onun tarifi lugaz sahibinin ismidir.]
688
Divan-ı Hazret-i Ali Neş: Müstakimzade Süleyman Sa’deddin Efendi’de bulamadığımız bu dörtlük Nehcü’l-
Belâga’da da bulunmamaktadır. Ayrıca 2400000 Arapça beyt şiir ihtiva eden “‫ﺍﻟﻌﺮﺏ‬ ‫”ﺍﻟﺸﻌﺮ ﺩﻳﻮﺍﻥ‬ adlı cd’de
bulunmayan şiir ufak değişikliklerle Şâzelî’ye nisbet edilmektedir, Hülâsatü’l-eser, Cüz 11, s. 92. Muhibbî, Dâr-ı
Sadr Beyrut:
‫ﻟﻜ ﹼﻞ ﻋﲔ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﻴﻨﲔ ﻧﻮﻧﺎﻥ‬ ‫ﻋﻴﻨﺎﻥ ﻋﻴﻨﺎﻥ ﱂ ﺗﺮﻗﺄ ﺩﻣﻮﻋﻬﻤﺎ‬
‫ﻟﻜ ﹼﻞ ﻧﻮﻥ ﻣﻦ ﺍﻟﻨﻮﻧﲔ ﻋﻴﻨﺎﻥ‬ ‫ﻧﻮﻧﺎﻥ ﻧﻮﻧﺎﻥ ﱂ ﳜﻄﻄﻬﻤﺎ ﻗﻠﻢ‬

371
‫ﻟﻜ ﹼﻞ ﻧﻮﻥ ﻣﻦ ﺍﻟﻨﻮﻧﲔ ﻋﻴﻨﺎﻥ‬ ‫ﻧﻮﻧﺎﻥ ﻧﻮﻧﺎﻥ ﱂ ﻳﻜﺘﺒﻬﻤﺎ ﻗﻠﻢ‬

MANZUM TERCÜME-İ SALÂHÎ

Şol iki ayne nazar kıl kalmaz onlarda remed


Her birinin ikişer nûnu olur ey nüktedân
Ol iki nûndur ki, yazmadı ânı kalem
Her birinin ikişer aynı olubdur bî-kemân

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

B- “ŞERH-İ SALÂHADDÎN EFENDİ”689

‫ﻣﻦ ﻛﻼﻡ ﺣﻀﺮﺕ ﻋﻠﻰ ﺭﺿﻰ ﺍﷲ ﻋﻨﻪ ﺷﺮﺡ ﺻﻼﺡ ﺍﻟﺪﻳﻦ ﺍﻓﻨﺪﻯ‬

‫ﻟﻜ ﹼﻞ ﻋﲔ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﻴﻨﲔ ﻧﻮﻧﺎﻥ‬ ‫ﻋﻴﻨﺎﻥ ﻋﻴﻨﺎﻥ ﱂ ﻳﺄﺧﺬﳘﺎ ﺭﻣﺪ‬


690
‫ﻟﻜ ﹼﻞ ﻧﻮﻥ ﻣﻦ ﺍﻟﻨﻮﻧﲔ ﻋﻴﻨﺎﻥ‬ ‫ﻧﻮﻧﺎﻥ ﻧﻮﻧﺎﻥ ﱂ ﻳﻜﺘﺒﻬﻤﺎ ﻗﻠﻢ‬

689
Şerh-i Kıt’a-i Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Şerh-i Salahaddin Uşşâkī. Araştırmamızda metnini verdiğimiz
şerhin üç yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684, 35b-39b vr (A), Sül. Ktp. Nasuhi
Dergahi 111, vr. 61b-65b (B), D.T.C.F Ktp Muzaffer Ozok II-7 58b-62b vr (C). Metin içindeki varak
numaraları Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684 nüshasına âittir.
690
“İki ayn vardır ki; onlara çapak bulaşmamıştır, iki ayndan her ikisinde iki nun vardır. İki nun vardır ki onları
kalem yazmamıştır. İki nundan her birinde iki ayn (göz) vardır.”

372
‫ﺍﻟﻌﲔ ﺣﺎﺳﺔ ﺍﻟﺮﺅﻳﺔ ﻭﳘﺎ ﻣﺆﻧﺜﺔ ﻭﲨﻌﻬﺎ ﺍﻋﲔ ﻭﻋﻴﻮﻥ ﻭﺍﻋﻴﺎﻥ ﻭﺍﻟﻌﲔ ﺍﻳﻀﹰﺎ ﻋﲔ ﺍﳌﺎﺀ ﻭﻋﲔ ﺍﻟ ‪‬ﺮﻛﺒﺘﻪ ﻭﺍﻟﻌﲔ ﻋﲔ‬

‫ﺍﻟﺸﻤﺲ ﻭﺍﻟﻌﲔ ﺍﻟﺪﻳﻨﺎﺭ ﻭﺍﻟﻌﲔ ﺍﻟﺪﻳﺪﺍﻥ ﻭﺍﳉﺎﺳﻮﺱ ﻭﻋﲔ ﺍﻟﺸﺊ ﺧﻴﺎﺭﻩ ﻭﻋﲔ ﺍﻟﺸﺊ ﻧﻔﺴﻪ ﻭﺍﻋﻴﺎﻥ ﺍﻟﻨﻮﻡ ﺍﺷﺮﺍﻗﻬﻢ‬

‫ﻭﻋﲔ ﺍﻟﻴﻘﲔ ﻣﺎ ﺍﻋﻄﺔ ﺍﳌﺸﺎﻫﺪﺓ ﻭﺍﻟﻜﺸﻒ ﻭﺍﻟﻌﲔ ﺍﻟﺜﺎﺑﺘﺔ ﻫﻰ ﺣﻘﻴﻘﺔ ﺍﻟﺸﺊ ﰱ ﺍﳊﻀﺮﺓ ﺍﻟﻌﻠﻤﻴﺔ ﻟﻴﺴﺖ ﲟﻮﺟﻮﺩﺓ ﰱ‬

‫ﺍﳋﺎﺭﺝ ﺑﻞ ﻣﻌﺪﻭﻣﺔ ﺛﺎﺑﺘﺔ ﰱ ﻋﻠﻢ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﺍﻟﻨﻮﻥ ﺍﳊﻮﺕ ﻭﺍﳉﻤﻊ ﺍﻧﻮﺍﻥ ﻭﻧﻴﻨﺎﻥ ﻭﺍﻟﻨﻮﻥ ﺣﺮﻑ ﻣﻦ ﺣﺮﻭﻑ ﺍﳌﻌﺠﻤﻪ‬

‫ﻭﺍﻟﻨﻮﻥ ﳚﻴﺊ ﲟﻌﲎ ﺍﻟﺴﻴﻒ ﻭ ﲟﻌﲎ ﺣﻀﺮﺕ ﺍﻟﺬﻗﻦ ﻭ ﰱ ﺍﺻﻄﻼﺡ ﺍﻟﺼﻮﻓﻴﺔ ﺍﻟﻨﻮﻥ ﻫﻮ ﺍﻻﲨﺎﻝ ﲨﺎﻝ ﻳﺮﻳﺪ ﺑﻪ‬

‫ﺍﻟﺪﻭﺍﺕ ﻓﺎﻥ ﺍﳊﺮﻭﻑ ﺍﻟﱴ ﻫﻰ ﺻﻮﺭ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﻣﻮﺟﻮﺩﺓ ﰱ ﻣﺪﺍﺩﻫﺎ ﺍﲨﺎﻻ ﻭﰱ ﻗﻮﻟﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﻥ ﻭﺍﻟﻘﻠﻢ ﺍﻟﻨﻮﻥ ﻫﻮ ﺍﻟﻌﻠﻢ‬

‫ﺍﻻﲨﺎﱃ ﰱ ﺍﳊﻀﺮﺓ ﺍﻻﺣﺪﻳﺔ ﻭﺍﻟﻘﻠﻢ ﺣﻀﺮﺕ ﺍﻟﺘﻔﺼﻴﻞ ﻭﻗﺎﻝ ﺍﻟﺸﻴﺦ ﺍﻟﻜﱪ ﻗﺪﺳﻨﺎ ﺍﷲ ﺑﺴﺮﻩ ﺍﻻﻧﻮﺭ ﺍﻥ ﰱ ﻗﻠﺐ‬

‫ﺍﻻﻧﺴﺎﻥ ﻋﻴﻨﲔ ﺍﺣﺪﻳﻬﻤﺎ ﻋﲔ ﺑﺼﲑﺓ ﻭﻫﻰ ﻛﻨﺎﻳﺔ ﻋﻦ ﻋﻠﻢ ﺍﻟﻴﻘﲔ ﻭﺍﻟﺜﺎﻧﻴﺔ ﻋﲔ ﺍﻟﻴﻘﲔ ﺍﻟﱴ ﻧﺎﻇﺮﺓ ﺍﱃ ﻧﻮﺭ ﺍﻟﻴﻘﲔ‬

‫ﻭﳘﺎ ﻛﻨﺎﻳﺔ ﻋﻦ ﺍﻟﻨﻮﺭﻳﻦ ﰱ ﻗﻮﻟﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﳚﻌﻞ ﻟﻜﻢ ﻧﻮﺭﹰﺍ ﲤﺸﻮﻥ ﺑﻪ ﻭﰱ ﻗﻮﻟﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﻳﻬﺪﻯ ﺍﷲ ﻟﻨﻮﺭﻩ ﻣﻦ ﻳﺸﺎﺀ ﻓﺎﺫﺍ‬

‫ﻧﻈﺮﺕ ﻋﲔ ]‪ [36a‬ﺍﻟﺒﺼﲑﺓ ﺍﱃ ﻋﲔ ﺍﻟﻴﻘﲔ ﻭﺍﻟﺘﺼﻠﺖ ‪‬ﺎ ﺷﺎﻫﺪﺕ ﻣﻠﻜﻮﺕ ﺍﻟﺴﻤﻮﺍﺕ ﻭﺍﻻﺭﺽ ﻓﻮﻗﻔﺖ ﻋﻠﻰ ﺳﺮ‬

‫ﺍﻟﻘﺪﺭ ﻭﻫﻮ ﺍﳌﺮﺍﺩ ﻣﻦ ﻗﻮﻟﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﻧﻮﺭ ﻋﻠﻰ ﻧﻮﺭ‬

‫ﻣﺜﻨﻮﻯ‬

‫ﻭﺍﻧﻜﻬﻰ ﺟﺎﻥ ﺳﻮﻯ ﺣﻖ ﺭﺍﻏﺐ ﺷﻮﺩ‬ ‫ﻧﻮﺭ ﺣﻖ ﺑﺮ ﻧﻮﺭ ﺣﺲ ﺭﺍﻛﺐ ﺷﻮﺩ‬

‫ﺍﺳﺐ ﰉ ﺭﺍﻛﺐ ﭼﻪ ﺩﺍﻧﺪ ﺭﺳﻢ ﺭﺍﻩ ﺷﺎﻩ ﺑﺎﻳﺪ ﺗﺎﺑﺪﺍﻧﺪ ﺷﺎﻫﺮﺍﻩ‬

‫ﻣﻌﻨﺊ ﻧﻮﺭ ﻋﻠﻰ ﻧﻮﺭ ﺍﻳﻦ ﺑﻮﺩ‬ ‫ﻧﻮﺭ ﺣﻖ ﺑﺮ ﻧﻮﺭ ﺣﻖ ﺍﻳﲔ ﺑﻮﺩ‬

‫ﻓﻌﻠﻰ ﻇﺎﻫﺮ ﺍﻟﻌﺒﺎﺭﺓ ﳛﻤﻞ ﺍﻥ ﻳﻜﻮﻥ ﺍﳌﺮﺍﺩ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﻴﻨﲔ ﻣﻦ ﻋﲔ ﺍﳌﺎﺀ ﻭﻣﻦ ﺍﻟﻨﻮﻧﲔ ﺍﳊﻮﺗﲔ ﻟﻜﻞ ﺣﻮﺕ ﻋﻴﻨﺎﻥ ﺍﻳﻦ‬

‫ﺣﺎﺳﺔ ﺍﻟﺒﺼﺮ ﻭﻣﻔﻬﻮﻡ ﺍﻟﻌﺒﺎﺭﺓ ﻋﻴﻨﺎﻥ ﺍﳌﺎﺀ ﱂ ﻳﺄﺧﺬﳘﺎ ﺭﻣﺪ ﻻﻧﻪ ﻟﻴﺲ ﻣﻦ ﺷﺎ‪‬ﺎ ﻭﺍﻟﻼﻡ ﻋﻠﻰ ﻫﺬﺍ ﺍﻟﺘﻮﺟﻴﻪ ﲟﻌﲎ ﰱ‬

‫ﺍﻳﻦ ﻭﰱ ﻛﻞ ﻋﲔ ﺣﻮﺗﺎﻥ ﱂ ﻳﻜﺘﺒﻬﻤﺎ ﻗﻠﻢ ﻻﻧﻪ ﻟﻴﺲ ﻣﻦ ﺟﻨﺲ ﺍﻟﻜﺘﺎﺑﺔ ﻭﻟﻜﻞ ﺣﻮﺕ ﻋﻴﻨﺎﻥ ﺗﺒﺼﺮ‪‬ﻤﺎ ﻭﻟﻴﺴﺖ ﻣﻦ‬

‫ﻫﺬﺍ ﺍﻟﺘﻮﺟﻴﻪ ﻣﺰﻳﺔ ﻭﻋﻠﻰ ﻣﲎ ﺍﻻﺷﺎﺭﺓ ﻭﳛﺘﻤﻞ ﺍﻥ ﻳﻜﻮﻥ ﺍﳌﺮﺍﺩ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﻴﻨﲔ ﻋﻠﻢ ﺍﻟﻴﻘﲔ ﻭ ﻋﲔ ﺍﻟﻴﻘﲔ ﻛﻤﺎ ﻣﺮ ﰱ‬

‫‪373‬‬
‫ﺍﳌﻘﺪﻣﺔ ﻭﻟﻚ ﻋﲔ ﻣﻨﻬﻤﺎ ﻧﻮﻧﺎﻥ ﺍﻯ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﺍﻻﲨﺎﱃ ﻭﺑﺎﻟﻌﻠﻢ ﺍﻟﺘﻔﺼﻴﻠﻰ ﺗﻜﻮﻥ ﺍﺭﺑﻌﺔ ﻭﻫﻰ ﻧﻮﺭ ﻋﻠﻢ ﺍﻟﺸﺮﻳﻌﺔ ﻭﺍﻟﻄﺮﻳﻘﺔ‬

‫ﻭﺍﳌﻌﺮﻓﺔ ﻭﺍﳊﻘﻴﻘﺔ ﻭﺗﺜﻨﻴﺔ ﺍﻟﻨﻮﻧﲔ ﺑﺎﻋﺘﺒﺎﺭﺍﻥ ﺍﻟﺸﺮﻳﻌﺔ ﻣﻨﺪﺭﺟﺔ ﰱ ﺍﻟﻄﺮﻳﻘﺔ ﻭﺍﳌﻌﺮﻓﺔ ﻣﻨﺪﺭﺟﺔ ﰱ ﺍﳊﻘﻴﻘﺔ ﻻﺷﺘﻤﺎﳍﻤﺎ‬

‫ﻋﻠﻴﻬﻤﺎ ﺍﻯ ﻟﻜﻞ ﻣﻦ ﺍﻟﻄﺮﻳﻘﺔ ﻭﺍﳊﻘﻴﻘﺔ ﻋﻴﻨﺎﻥ ﻓﺘﻜﻮﻧﺎﻥ ﺍﺭﺑﻊ ﻋﻴﻮﻧﺎ ﰱ ﺟﻨﺎﺕ ﺍﺭﺑﻊ ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﺗﻌﺎﱃ ﻭﳌﻦ ﺧﺎﻑ ﻣﻘﺎﻡ‬

‫ﺭﺑﻪ ﺟﻨﺘﺎﻥ ﺫﻭﺍﺗﺎ ﺍﻓﻨﺎﻥ ﻓﻴﻬﻤﺎ ﻋﻴﻨﺎﻥ ﲡﺮﻳﺎﻥ ﻓﺒﺎﻯ ﺍﻻﺀﺭﺑﻜﻤﺎ ﺗﻜﺬﺑﺎﻥ ﰒ ﻗﺎﻝ ﻭﻣﻦ ﺩﻭ‪‬ﺎ ﺟﻨﺘﺎﻥ ﻣﺪﻫﺎﻣﺘﺎﻥ ﻓﻴﻬﻤﺎ‬

‫ﻋﻴﻨﺎﻥ ﻧﻀﺎﺧﺘﺎﻥ ﻓﺒﺎﻯ ﺍﻻﺀﺭﺑﻜﻤﺎ ﺗﻜﺬﺑﺎﻥ ﻭﳛﻤﻞ ﺍﻥ ﻳﻜﻮﻥ ﺍﳌﺮﺍﺩ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﻴﻮﻥ ﺍﻻﺭﺑﻌﺔ ﺍ‪‬ﺎﺭ ﺍﳉﻨﺔ ﻋﻠﻰ ﺍﻻﻃﻼﻕ‬

‫ﻟﻘﻮﻟﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﻣﺜﻞ ﺍﳉﻨﺔ ﺍﻟﱴ ﻭﻋﺪ ﺍﳌﺘﻘﻮﻥ ﻓﻴﻬﺎ ﺍ‪‬ﺎﺭ ﻣﻦ ﻣﺎﺀ ﻏﲑ ﺍﺳﻦ ﻭﺍ‪‬ﺎﺭ ﻣﻦ ﻟﱭ ﱂ ﻳﺘﻐﲑ ﻃﻌﻤﻪ ﻭﺍ‪‬ﺎﺭ ﻣﻦ ﺧﻮﺭ‬

‫ﻟﺬﺓ ﻟﻠﺸﺎﺭﺑﲔ ﻭﺍ‪‬ﺎﺭ ﻣﻦ ﻋﺴﻞ ﻣﺼﻔﻰ ﻭﺍﳌﺮﺍﺩ ﻣﻦ ﺍﳌﺎﺀ ﰱ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﻨﺸﺄﺓ ﻣﺎﺀ ﺍﻟﻘﺪﺱ ﻭﻫﻰ ﺍﻟﻨﺸﺄﺓ ﺍﻟﻌﻠﻤﻴﺔ ﺍﻟﱴ ﺗﺒﺪﺃ ﰱ‬

‫ﺍﻟﻨﻔﺲ ﻣﻦ ﻣﻮﺍﻧﺴﺔ ﺍﳋﺼﺎﺋﻞ ﺍﻟﺮﻭﺣﻴﺔ ﻓﱰﻛﻴﻬﺎ ﻋﻦ ﺍﻟﺪﻧﺲ ﺍﻟﻄﺒﻴﻌﺔ ﻭﻳﻔﻴﻀﻬﺎ ﻋﻠﻢ ﺳﺮﺍﳊﻴﻮﺍﺓ ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ‬

‫ﻭﺟﻌﻠﻨﺎ ﻣﻦ ﺍﳌﺎﺀ ﻛﻞ ﺷﺊ ﺣﻰ ﻭﺍﳌﺮﺍﺩ ﻣﻦ ﺍﻟﻠﱭ ﰱ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﻨﺸﺄﺓ ﻋﻠﻢ ﺍﻟﺸﺮﻳﻌﺔ ﻛﻤﺎ ﺍﻭﻟﻪ ﺍﻟﻨﱮ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ‬

‫ﺑﺎﻟﻌﻠﻢ ﰱ ﻗﻮﻟﻪ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺍﻭﺗﻴﺖ ﻗﺪﺣﺎ ﻣﻦ ﺍﻟﻠﱭ ﻓﺸﺮﺑﺖ ﺣﱴ ﺧﺮﺝ ﺍﻟﺮﻯ ﻣﻦ ﺍﻇﺎﻓﲑﻯ ﻭﺍﻋﻄﻴﺖ ﻓﻀﻠﺔ ﻋﻤﺮ‬

‫ﻓﻘﻴﻞ ﻣﺎﺍﻭﻟﺘﻪ ﻳﺎ ﺭﺳﻮﻝ ﺍﷲ ﻓﻘﺎﻝ ﺍﻭﻟﺘﻪ ﺑﺎﻟﻌﻠﻢ ﻭﺍﳌﺮﺍﺩ ﻣﻦ ﺍﳋﻤﺮ ﰱ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﻨﺸﺄﺓ ﻣﺎ ﻳﺴﻜﺮ ﺑﻪ ﺍﻟﺴﺎﻟﻚ ﻭﺍﻟﺴﻜﺮ ﻋﻨﺪ‬

‫ﺍﻫﻞ ﺍﳊﻖ ﻫﻮ ﻏﻴﺒﺔ ﺑﻮﺍﺭﺩ ﻗﻮﻯ ﻭﻫﻮ ﻳﻌﻄﻰ ﺍﻟﻄﺮﺏ ﻭﺍﻻﻟﺘﺬﺍﺯ ﻭﻫﻮ ﺍﻗﻮﻯ ﻣﻦ ﺍﻟﻐﻴﺒﺔ ﻭﺍﰎ ﻣﻨﻬﺎ ﻭﻫﻮ ﻧﺘﻴﺠﺔ ﻗﻮﻟﻪ‬

‫ﺗﻌﺎﱃ ﻭﺳﻘﻴﻬﻢ ﺭ‪‬ﻢ ﺷﺮﺍﺑﺎ ﻃﻬﻮﺭﺍ ﻭﺍﳌﺮﺍﺩ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﺴﻞ ﰱ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﻨﺸﺄﺓ ﻓﻴﺾ ﺳﺮﺍﻟﻮﺣﻰ ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻓﺎﻭﺣﻰ‬

‫ﺭﺑﻚ ﺍﱃ ﺍﻟﻨﺨﻞ ﺍﻥ ﺍﲣﺬﻯ ﻣﻦ ﺍﳉﺒﺎﻝ ﺑﻴﻮﺗﺎ ﻭﻣﻦ ﺍﻟﺸﺠﺮ ﻭﳑﺎﻳﻌﺮﺷﻮﻥ ﰒ ﻛﻠﻰ ﻣﻦ ﻛﻞ ﺍﻟﺜﻤﺮﺍﺕ ﻓﺎﺳﻠﻜﻰ ﺳﺒﻞ‬

‫ﺭﺑﻚ ﺯﺍﻟﻼ ﳜﺮﺝ ﻣﻦ ﺑﻄﻮ‪‬ﺎ ﺷﺮﺍﺏ ﳐﺘﻠﻒ ﺍﻟﻮﺍﻧﻪ ﻓﻴﻪ ﺷﻔﺎﺀ ﻟﻠﻨﺎﺱ ﺍﻥ ﰱ ﺫﻟﻚ ﻻﻳﺔ ﻟﻘﻮﻡ ﻳﺘﻔﻜﺮﻭﻥ ﺍﺳﺘﻨﺒﺎﻁ ﺿﻤﻦ‬

‫ﺍﻟﻌﺒﺎﺭﺓ ﻣﺎﻳﻘﺘﻀﻰ ﺍﻥ ﻳﻜﻮﻥ ﲦﺎﻧﻴﺔ ﻋﲔ ﺍﺣﺘﻤﻞ ﺍﻥ ﻳﺮﺍﺩ ﺑﻪ ﺍﻟﻌﻴﻮﻥ ﻭﺍﻻ‪‬ﺎﺭ ﺍﻟﱴ ﺳﺒﻘﺖ ﰱ ﺍﻻﻳﺎﺕ ﺍﻟﺴﺎﺑﻘﺔ ﻭﳛﺘﻤﻞ‬

‫]‪[37a‬‬ ‫ﺍﻥ ﻳﻜﻮﻥ ﺍﳌﺮﺍﺩ ﺍ‪‬ﺎﺭ ﲦﺎﱏ ﺟﻨﺎﺕ ﻋﻠﻰ ﺍﻻﻃﻼﻕ ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻭﺍﻟﺬﻳﻦ ﺍﻣﻨﻮﺍ ﻭﻋﻤﻠﻮﺍ ﺍﻟﺼﺎﳊﺎﺕ‬

‫ﺳﻨﺪﺧﻠﻬﻦ ﺟﻨﺎﺕ ﲡﺮﻯ ﻣﻦ ﲢﺘﻬﺎ ﺍﻻ‪‬ﺎﺭ ﺧﺎﻟﺪﻳﻦ ﻓﻴﻬﺎ ﺍﺑﺪﺍ ﺍﻟﺒﺴﺘﺎﻥ ﻣﻨﻪ ﺍﳉﻨﺎﺕ ﻭﺍﻟﻌﺮﺏ ﺗﺴﻤﻰ ﺍﻟﻨﺨﻴﻞ ﺟﻨﺔ‬

‫ﻭﺍﺻﻄﻼﺡ ﻣﺎﻫﻴﺎﻫﺎ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﺑﻔﻀﻠﻪ ﻭﺍﻋﺪﺍﻫﺎ ﻟﻌﺒﺎﺩﻩ ﺍﻟﺼﺎﳊﲔ ﲝﺴﺐ ﻣﺮﺍﺗﺒﻬﻢ ﻣﻦ ﺟﻨﺲ ﺍﳌﻄﺎﻋﻢ ﺍﻟﻠﺬﻳﺬﺓ‬

‫‪374‬‬
‫ﻭﺍﳌﺸﺎﺭﺏ ﺍﳍﻴﺌﺔ ﻭﺍﳌﻨﺎﻛﺢ ﺍﻟﺒﻬﻴﺔ ﻭﻏﲑﻫﺎ ﻣﺎﺗﺸﺘﻬﻰ ﺍﻫﻠﻬﺎ ﺛﻮﺍﺑﺎ ﻟﻼﻋﻤﺎﻝ ﺍﻟﺼﺎﳊﺎﺕ ﻭﺗﺴﻤﻰ ﺑﺎﻟﻨﻈﺮ ﺍﱃ ﺍﳊﻖ ﺟﻨﺔ‬

‫ﺍﻻﻋﻤﺎﻝ ﻭﺟﻨﺔ ﺍﻟﻨﻔﺲ ﻭﺑﺎﻟﻨﻈﺮ ﺍﱃ ﺍﳋﺎﻟﻖ ﺟﻨﺔ ﺍﻻﻓﻌﺎﻝ ﻭﻫﻰ ﺟﻨﺔ ﺻﻮﺭﻳﺔ ﻭﺭﺩﺕ ﰱ ﻛﻤﻴﺘﻬﺎ ﻭﻛﻴﻔﻴﺘﻬﺎ ﺍﻻﻳﺎﺕ‬

‫ﻭﺍﻻﺧﺒﺎﺭ ﻭﺍﻻﺛﺎﺭ ﻭﻋﻨﺪ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﻄﺎﺋﻔﺔ ﻭﺭﺍﺀ ﻫﺬﻩ ﺍﳉﻨﺔ ﺟﻨﺎﺕ ﺍﺣﺪﻳﻬﻤﺎ ﺗﺴﻤﻰ ﻋﻨﺪﻫﻢ ﺟﻨﺔ ﺍﻻﺧﻼﻕ ﻭﺍﻟﻮﺍﺭﺛﺔ ﻻﻧﻪ‬

‫ﺗﻮﺭﺛﻬﺎ ﻣﺘﺎﺑﻌﺔ ﺍﺧﻼﻕ ﺍﻟﻨﱮ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﻭﺍﻟﺜﺎﻧﻴﺔ ﺟﻨﺔ ﺍﻟﺼﻔﺎﺕ ﻭﻫﻰ ﺗﻮﺍﱃ ﲡﻠﻴﺎﺕ ﺍﻻﲰﺎﺀ ﻭﺍﻟﺼﻔﺎﺕ ﻋﻠﻰ‬

‫ﺍﻟﻌﺒﺪ ﻭﺗﺴﻤﻰ ﺍﻳﻀﺎ ﺟﻨﺔ ﺍﻟﻘﻠﺐ ﻭﺟﻨﺔ ﺍﻟﻨﻘﺪ ﻭﻋﻨﺪﻫﻢ ﻻﻣﺎﻧﻊ ﻣﻦ ﺍﻥ ﻳﻨﻌﻢ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﺷﺊ ﻣﻦ ﻧﻌﻢ‬

‫ﻫﺬﺍﺍﳉﻨﺘﲔ ﺍﳌﻌﻨﻮﻳﺘﲔ ﰱ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ ﺑﻌﺪ ﺍﳌﻮﺕ ﺍﻻﺭﺍﺩﻯ ﺍﻟﺬﻯ ﺍﺷﺎﺭ ﺍﻟﻴﻪ ﺭﺳﻮﻝ ﺍﷲ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﺑﻘﻮﻟﻪ ﻣﻮﺗﻮﺍ‬

‫ﻗﺒﻞ ﺍﻥ ﲤﻮﺗﻮﺍ ﻭﺍﻟﺜﺎﻟﺜﺔ ﺟﻨﺔ ﺍﻟﺬﺍﺕ ﻭﻫﻰ ﻣﻘﺎﻡ ﺍﳌﺸﺎﻫﺪﺓ ﻭﻳﻘﺎﻝ ﳍﺎ ﺟﻨﺔ ﺍﻟﺮﻭﺡ ﻭﺟﻨﺔ ﺍﻻﺧﻼﻕ ﻭﺟﻨﺔ ﺍﻟﻘﻠﺐ ﻭﺟﻨﺔ‬

‫ﺍﻟﺮﻭﺡ ﺍﻳﻀﺎ ﻣﺮﺍﺗﺐ ﲝﺴﺐ ﺍﺳﺘﻌﺪﺍﺩ ﺍﻟﻌﺒﺎﺩ ﻭﰱ ﻫﺬﺍ ﺍﻟﺘﻮﺟﻴﻪ ﻓﻀﻴﻠﺔ ﻣﻔﻴﺪﺓ ﺑﺎﻧﻮﺍﻉ ﺍﳌﺮﺍﺩ ﻭﺍﻭﺟﺰ ﺍﻟﻜﻼﻡ ﰱ ﻣﻌﺮﻓﺔ‬

‫ﺍﻟﻌﻼﻡ ﺍﻟﱴ ﻫﻰ ﻭﺳﻴﻠﺔ ﺍﻟﺘﻘﺮﺏ ﺍﱃ ﺫﻯ ﺍﳉﻼﻝ ﻭﺍﻻﻛﺮﺍﻡ ﺑﺎﻟﺘﻨﺒﻴﻪ ﻭﺍﻟﺘﻌﻠﻴﻢ ﻭﺍﻻﻫﺘﻤﺎﻡ ﻻﻥ ﻣﻔﻬﻮﻡ ﺍﻟﻌﺒﺎﺭﺓ ﻋﻠﻴﻚ ﺑﻌﻠﻢ‬

‫ﺍﻟﻴﻘﲔ ﻭﻋﲔ ﺍﻟﻴﻘﲔ ﺣﱴ ﻳﻨﺘﺞ ﻣﻦ ﺍﲨﺎﳍﺎ ﻭﺗﻔﺼﻴﻠﻬﺎ ﻋﻠﻢ ﺍﻟﺸﺮﻳﻌﺔ ﻭﺍﻟﻄﺮﻳﻘﺔ ﻭﺍﳌﻌﺮﻓﺔ ﻭﺍﳊﻘﻴﻘﺔ ﻭﻳﺘﺨﻠﺺ ﻣﻦ ﻇﻠﻤﺔ‬

‫ﺍﳉﻬﻞ ﻭﺍﻟﺪﻧﺲ ﻭﺗﺼﻞ ﺍﱃ ﻋﻴﻮﻥ ﺍﻟﻄﺒﻴﻌﺔ ﺍﳉﻨﺎﺕ ﺍﳌﻌﺎﺭﻑ ﺍﻟﺼﻤﺪﺍﻧﻴﺔ ﻭﺗﻜﻮﻥ ﻣﻦ ﺯﻣﺮﺓ ﺍﻟﻌﺎﺑﺪﻳﻦ ﺍﳌﻮﺣﺪﻳﻦ‬

‫ﺑﺎﻟﺘﻮﺣﻴﺪ ﺍﻟﻔﺮﺩﺍﻧﻴﺔ ﻻﻥ ﺳﺒﺐ ﺧﻠﻘﺔ ﺍﳉﻦ ﻭﺍﻻﻧﺲ ﺍﳕﺎ ﻫﻮ ﺍﻟﻌﺒﻮﺩﻳﺔ ﻭﺍﻟﺘﻮﺣﻴﺪ ﺍﳍﻴﺔ ﻭﺍﻻﻧﺲ ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ‬

‫ﻭﻣﺎﺧﻠﻘﺖ ﺍﳉﻦ ﻭﺍﻻﻧﺲ ﺍﻻﻟﻴﻌﺒﺪﻭﻥ ﺍﻯ ﻟﻴﻌﺮﻓﻮﻥ ﻭﻟﻴﻮﺣﺪﻭﻥ ﻭﺣﻘﻴﻘﺔ ﺍﻟﺘﻮﺣﻴﺪ ﻻﲢﺼﻞ ﺍﻻ ﺑﺎﻟﺘﺠﺮﻳﺪ ﻭﺍﻟﺘﻔﺮﻳﺪ‬

‫ﻭﳘﺎ ﻻﻳﺘﺼﻮﺭﺍﻥ ﺍﻻﲟﺘﺎﺑﻌﺔ ﺍﻟﻨﱮ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﰱ ﺍﺣﻜﺎﻡ ﺍﻟﺸﺮﻳﻌﺔ ﻭﺭﺳﻮﻡ ﺍﻟﻄﺮﻳﻘﺔ ﻭﻣﺄﻝ ﺍﳌﻌﺮﻓﺔ ﻭﺍﺣﻮﺍﻝ‬

‫ﺍﳊﻘﻴﻘﺔ ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﺳﻼﻡ ﺍﻟﺸﺮﻳﻌﺔ ﺍﻗﻮﺍﱃ ﻭﺍﻟﻄﺮﻳﻘﺔ ﺍﻓﻌﺎﱃ ﻭﺍﳊﻘﻴﻘﺔ ﺍﺣﻮﺍﱃ ﻭﺍﳌﻌﺮﻓﺔ ﺭﺃﺱ ﻣﺎﱃ ﲤﺖ‬

‫”‪C- “TERCÜME VE KIT’A-İ SALÂHÎ ‘ABDÎ EFENDİ‬‬

‫‪Şol iki ayne nazar kıl kalmaz onlarda remed‬‬


‫‪Her birinin ikişer nûnu olur ey nüktedân‬‬
‫‪Ol iki nûndur ki, yazmadı ânı kalem‬‬
‫‪Her birinin ikişer aynı olubdur bî-kemân‬‬

‫‪375‬‬
[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Ayn göz ve peyker ve altun ve gümüş ve câsus ve dîz gözü ma‘nâlarına gelir. Ve
ayne’l-yakîn şol şeydir ki, onu müşâhede ve keşf u i‘tâ eder. Ve ‘ilme’l-yakîn şol şeydir ki691,
mevrıdı alâ mâ huve aleyh tasavvur ile delîl onu i‘tâ eder. Ve ‘ayn-ı sâbite hażret-i ‘ilmiyyede
bir şeyin hakīkatinden ‘ibâretdir ki, hâriçte mevcûd değil ma‘dûmdur. Ve ‘ilmullâh’da
sâbittir.

Ve nûn lügatte balık ma‘nâsına ve ıstılâh-ı sûfiyyede nûn ‘ilm-i icmâlîden kinâyettir
ki, onunla devât murâd ederler. Zîrâ suver-i ‘ilmiyyeden ‘ibâret olan hurûf icmâlen onun

murâdında mevcuddur. Ve Cenâb-ı Bârî’nin “ ‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﹶﻠ ِﻢ‬‫ۤﻥ ﻭ‬ ” [“Nûn, Kaleme ve yazdıklarına

andolsun.” (Kalem, 68/1)] kavl-i şerîfinde Nûn, Hażret-i ahadiyyete ‘ilm-i icmâlîden kinâyetdir.
Ve kalem hażrete tafsīlden ‘ibâretdir. Ve Hażret-i Şeyh-i Ekber kaddesenallahu bi-sırrihi’l-
enver buyurmuşlar ki:
“Kalb-i insânda iki ‘ayn vardır ki, birine ‘ayn-ı basīret derler ki, ‘ilm-i yakînden

kinâyettir. Ve Cenâb-ı Bârî’nin: “‫ﺑﻪ‬ ‫ﻮ ﹶﻥ‬‫ﻤﺸ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﺍ‬‫ﻮﺭ‬‫ﻢ ﻧ‬ ‫ﻌ ﹾﻞ ﹶﻟ ﹸﻜ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﻳ‬‫ﻭ‬ ” [“…sizin için ışığında

yürüyeceğiniz bir nur yaratsın…” (Hadid, 57/28)] kavl-i şerîfi’nde vâkı‘ olan nûr bu ‘ilme’l-
yakînden kinâyetdir. Ve kalbde olan ikinci ‘ayne ayne’l-yakîn derler ki, nûr-i yakîne nâzırdır.

Ve Cenâb-ı Bârî’nin: “ُ‫ﺸۤﺎﺀ‬


 ‫ﻳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻮ ِﺭﻩ‬‫ﻪ ِﻟﻨ‬ ‫ﻬﺪِﻱ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬ ‫ﻳ‬” [“…Allah dilediği kimseyi nûruyla hidayete
iletir...” (Nûr, 24/35)] kavl-i şerîfi’nde vâkı‘ olan nûr bu ‘ayen’l-yakînden kinâyetdir. Pes ‘ayn-ı
basīret ‘ayn-ı yakîne nâzır olup ve ona muttasıl olduġu vakitde melekût ve arzı müşâhede

edip sırr-ı kadere [38a] vâkıf olurlar ki, Cenâb-ı Bârî’nin: “‫ﻮ ٍﺭ‬‫ﻧ‬ ‫ﻋﻠٰﻰ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﻮ‬‫”ﻧ‬ [“…Bu ışık nur

üstüne nurdur…” (Nûr, 42/35)] kavl-i şerîfi oldur.

Tercüme-i Mesnevî:

Nûr-i hisse nûr-i hak râkip olur


Sivâ-yı Hakk’a sonra cân râgıb olur

Sebebi râkib ne bilsin resm-i râh


Şeh gerekdir tâ ki, bile şâh-ı râh
691
B: - “onu müşâhede ve keşf u i’tâ eder. Ve ilme’l-yakîn şol şeydir ki”

376
Nûr-i hisde nûr-i hak eder zuhûr
Ma‘nâ-yı nûr alâ nûr iş bu nûr

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Pes ibârât-ı zāhire üzere iki ayndan murâd iki peyker ve her peyker de iki balık ve
her balıkta iki göz demek olur ki, bu tevcîhte bir meziyet-i ma‘nâ yoktur. Bu takdirce iki
peykerde dört balık sekiz göz olmak iktiżā eder. Ve ibârenin işâret-i bâtınası üzere iki
‘ayndan murâd mukaddimede geçtiği üzere ‘ilme’l-yakîn ve ‘ayne’l-yakîndir. Ve bu iki
‘aynın ikişer nûnu olması ‘ilm-i icmâliden ‘ibâretdir ki, tafsīli ile dört olur ki, nûr, ‘ilm-i
şerî‘at ve tarîkat ve ma‘rifet ve hakīkattir. Dört nûru tensîye sîgasıyla iki ‘itibâr ile şerî‘at,
tarîkatde, ve ma‘rifet hakīkatde münderic olub tarikât şerî‘ati ve hakīkat ma‘rifeti müştemil
olduklarından ötürüdür. Ya‘nî tarîkat ve hakīkatin ikişer aynı vardır ki, dört ayn olur. Ve bu

dört ayn dört cennette vâkı‘ olan dört ayndan ‘ibâretdir. Kemâ Kālellâhu Teâlâ: ‫ﻑ‬
 ‫ﺎ‬‫ﻦ ﺧ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﻭِﻟ‬

‫ﺎ ِﻥ‬‫ﺠ ِﺮﻳ‬
 ‫ﺗ‬ ‫ﺎ ِﻥ‬‫ﻴﻨ‬‫ﻋ‬ ‫ﺎ‬‫ﺎ ٍﻥ ﻓﻴ ِﻬﻤ‬‫ﺗۤﺎ ﹶﺍ ﹾﻓﻨ‬‫ﺍ‬‫ﺎ ِﻥ ﹶﺫﻭ‬‫ﻨﺘ‬‫ﺟ‬ ‫ﺑﻪ‬‫ﺭ‬ ‫ﻡ‬ ‫ﻣﻘﹶﺎ‬ [“Rabbinin makamından korkan kimselere iki
cennet vardır... İkisinin de çeşitli ağaçları, meyvaları vardır… İkisinde de akıp giden iki

kaynak vardır.” (Rahman, 55/46-50)] Sümme Kāle: “ ‫ﺎ ِﻥ‬‫ﻴﻨ‬‫ﻋ‬ ‫ﺎ‬‫ﺎ ِﻥ ﻓﻴ ِﻬﻤ‬‫ﻣﺘ‬ ‫ﻫۤﺎ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺎ ِﻥ‬‫ﻨﺘ‬‫ﺟ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭِﻧ ِﻬﻤ‬‫ﻦ ﺩ‬ ‫ﻭ ِﻣ‬

‫ﺎ ِﻥ‬‫ﺧﺘ‬ ‫ﺎ‬‫ﻧﻀ‬” [“Bu ikisinden başka iki cennet daha vardır… (Bu cennetler) yemyeşildirler…
İkisinde de fışkıran iki kaynak vardır.” (Rahman, 55/62-66)] yâhud uyûn-i erbaadan murâd

mümkündür. ‘Ala’l-ıtlak enhâr-ı cennet murâd ola. Likavlihî Teâlâ: ‫ﺘﻘﹸﻮ ﹶﻥ‬‫ﻤ‬ ‫ﺪ ﺍﹾﻟ‬ ‫ ِﻋ‬‫ﻨ ِﺔ ﺍﻟﱠﱴ ﻭ‬‫ﺠ‬
 ‫ﻣﹶﺜﻞﹸ ﺍﹾﻟ‬

‫ﺴ ٍﻞ‬
 ‫ﻋ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺭ ِﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻧﻬ‬‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﲔ‬
 ‫ﺎﺭِﺑ‬‫ﻤ ٍﺮ ﹶﻟﺬﱠ ٍﺓ ﻟِﻠﺸ‬ ‫ﺧ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺭ ِﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻧﻬ‬‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﻪ‬‫ﻌﻤ‬ ‫ﺮ ﹶﻃ‬ ‫ﻴ‬‫ﻐ‬ ‫ﺘ‬‫ﻳ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺒ ٍﻦ ﹶﻟ‬‫ﻦ ﹶﻟ‬ ‫ﺭ ِﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻧﻬ‬‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﻴ ِﺮ ٰﺍ ِﺳ ٍﻦ‬‫ﻣۤﺎ ٍﺀ ﹶﻏ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺭ ِﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻧﻬ‬‫ﻬۤﺎ ﹶﺍ‬ ‫ﻓﻴ‬

‫ﻰ‬‫ﺼﻔ‬
 ‫ﻣ‬ [“Kötülükten sakınanlara vaad edilen cennetin durumu şöyledir: Orada

bozulmayan temiz sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren
şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır…” (Muhammed, 47/15)]

Ve “mâ”dan murâd bu neş’e-i unsûriyyede mâ-i kudsdür692. Şol neş’e-i ‘ilmiyeden


kinâyetdir ki, nefsde müvânese-i hasâil-i rûhiyyeden ibdâ’ ve nefs-i tabîiden tathîr edip ‘ilm-i

692
C: + “Mâ-i kadr”

377
sırr-ı hayâtı ifâza eder. Kemâ Kālellâhu Teâlâ: “‫ﻲ‬
 ‫ﺣ‬ ‫ﻲ ٍﺀ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻤۤﺎ ِﺀ ﹸﻛ ﱠﻞ‬ ‫ﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺎ ِﻣ‬‫ﻌ ﹾﻠﻨ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ” [“…Hayatı olan
her şeyi sudan yarattık…” (Enbiyâ, 21/30)] Ve bu neş’ede lebenden murâd ‘ilm-i şerî‘attir.
Nitekim Hażret-i Rasûl-i Ekrem ve Nebiyyi Muhterem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz
Hażretleri buyurmuşlar:

“Bana bir kadeh leben verildi. Ben ol kadar nûş eyledim ki, rey ya‘nî kanmak
tırnaklarımdan hurûç eyledi. Ve fazlasını Ömer’e verdim.” Demişler ki; “Lebeni ne ile te’vîl
buyurdunuz?” Buyurmuşlar ki; “İlm ile te’vîl eyledim.” (Buhârî, Ta‘bir, 34)

Ve bu neş’e-i hamrdan murâd sâliki sekrân eden şeydir. Ve sekr ehl-i Hakk ‘indinde
vârid kuvâ ile bir ġaybetten kinâyetdir. Sâlike tırb-ı lezzet i‘tâ eder ki, sekr ġaybetden akvâ ve

etemdir ki, Cenâb-ı Bârî’nin: “‫ﺍ‬‫ﻮﺭ‬‫ﻃﻬ‬


‫ﹶ‬ ‫ﺎ‬‫ﺍﺑ‬‫ﺷﺮ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺳﻘٰﻴ‬ ‫ﻭ‬ ” [“…Rableri onlara temiz bir içecek
içirmiştir.” (İnsan, 76/21)] kavl-i şerîfi’nin neticesidir. Ve bu neş’ede aselden murâd feyż-i sırr-ı

vahydir. Kemâ Kālellâhu Teâlâ: ‫ﺎ‬‫ﻮﺗ‬‫ﺑﻴ‬ ‫ﺎ ِﻝ‬‫ﺠﺒ‬


ِ ‫ﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺨﺬﻯ ِﻣ‬
ِ ‫ﺗ‬‫ﺤ ِﻞ ﹶﺍ ِﻥ ﺍ‬
 ‫ﻨ‬‫ﻚ ِﺍﻟﹶﻰ ﺍﻟ‬
 ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﻭﺣٰﻰ‬ ‫ﻭﹶﺍ‬ [“Senin Rabbin
bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan
kendine evler edin.” (Nahl, 16/68)] ve zımn-ı ‘ibâretden istinbât olunan sekiz ‘ayndan murâd
muhtemeldir ki, âyât-ı sâbikte mezkûr olan uyûn-i Erbaa ve enhâr-ı Erbaa cümlesi ola. Yâhud

‘ala’l-ıtlâk heşt bihiştin ırmaklarıdır. Kemâ Kālellâhu Teâlâ: ‫ﺕ‬


ِ ‫ﺎ‬‫ﺎِﻟﺤ‬‫ﻋ ِﻤﻠﹸﻮﺍ ﺍﻟﺼ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻮﺍ‬‫ﻣﻨ‬ ‫ﻦ ٰﺍ‬ ‫ﺍﻟﱠﺬﻳ‬‫ﻭ‬

‫ﺍ‬‫ﺑﺪ‬‫ﻬۤﺎ ﹶﺍ‬ ‫ﻦ ﻓﻴ‬ ‫ﺎﻟِﺪﻳ‬‫ﺭ ﺧ‬ ‫ﺎ‬‫ﻧﻬ‬‫ﺎ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺤِﺘﻬ‬


 ‫ﺗ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺠﺮﻯ ِﻣ‬
 ‫ﺗ‬ ‫ﺕ‬
ٍ ‫ﺎ‬‫ﺟﻨ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺪ ِﺧﻠﹸﻬ‬ ‫ﺳﻨ‬ [“İman edip salih ameller işliyenleri ise,
altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Orada ebedî olarak kalacaklar…” (Nisa,
4/57)] Ve Cennet lügatde bahçe ve bostan ma‘nâsınadır. Ve inde’l-ba’z bostan içinde yemiş

ağaçları olursa “Cennet” derler. Ve eğer üzüm çubukları olursa “Firdevs” derler. “ ‫ﻳﻘﺎﻝ ﺍﳉﻨﺔ‬

‫”ﺍﻟﺒﺴﺘﺎﻥ ﻭﻣﻨﻪ ﺍﳉﻨﺎﻥ ﻭﺍﻟﻌﺮﺏ ﺗﺴﻤﻰ ﺍﻟﻨﺨﻴﻞ ﺟﻨﺔ‬693

Ve ıstılahta Cennet oldur ki, Hażret-i Allah Zü’l-celâl ve’l-ikrâm kendi fazl u
‘inâyetiyle bi-hasebi’l-merâtib Sâlih kulları için cins-i metâ‘im-i lezîze ve meşârib-i henîe ve
menâkih-i behiyyeden ve gayri iştihâ eylediği [39a] şeyden tehiyye ve hâzır eylediği şeydir ki,

693
[Cennet; bostan, bahçe ma’nasındadır. Cinân kelimesi de bu köktendir. Araplar hurmaya cennet derler.]

378
a‘mâl-i Sâliha mukâbelesinde kullarına i‘tâ eder ve halka nazaran ona cennet-i a‘mâl tesmiye
olunur.

Ve Hâlıka nazaran cennet-i ef‘âl tesmiye olunur. Şol cennet-i sûriyyedir ki, kemiyyet
ve keyfiyyetten âyât u ahbâr u âsâr vârid olmuşdur. Ve tâife-i sûfiyye ‘indinde bu cennetin
verâsında cennât dahî vardır ki, onların ‘indinde birine cennet-i ahlâk u ıtlâk694 tesmiye
olunur. Zîrâ ol cennet-i mutâbaat-i ahlâkı’n-Nebiyyi Aleyhisselâm îrâs eder. Ve ikincisine
cennet-i sıfât tesmiye olunur. ‘abd üzerine tecelliyât-ı esmâ u sıfâtın tevâlisinden ‘ibâretdir ki,
buna cennet-i kalb ve cennet-i nakd dahî tesmiye olunur. Ve onların ‘indinde bu cenneteyn-i
maneviyyîn ni‘metden695 ba‘żı ni‘am-i mevt irâdeden sonra bu dünyada ‘abd üzerine Allâh

Teâla’nın in‘âmından mâni‘ yoktur. ‫ﻛﻤﺎ ﺍﺷﺎﺭ ﺍﻟﻴﻪ ﺭﺳﻮﻝ ﺍﷲ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﺑﻘﻮﻟﻪ ﻣﻮﺗﻮﺍ ﻗﺒﻞ ﺍﻥ‬

‫“[ ﲤﻮﺗﻮﺍ‬Rasûlullâh’ın sözüyle işâret ettiği gibi; “Ölmeden evvel ölünüz” (Aclûnî, age, II, 290 (h. no:
2669)]

Ve ol cennet-i ma‘neviyyenin üçüncüsüne cennet-i zât tesmiye olunur ki, makām-ı


müşâhededen ‘ibâretdir. Ve buna cennet-i rûh tesmiye olunur. Ve bu cennet-i ahlâk ve
cennet-i kalb ve bu cennet-i rûhun dahî merâtibi bi-hasebi isti‘dâd-ı ibâddır. Velhasıl ibârenin
bu tevcihinde fazîlet-i azîm vardır ki, alâ vechi’l-elgâz tenbîh ve a‘lâm ile vesîle-i takarrüb
zî’l-celâl ve’l-ikrâm olan ma‘rifet-i ‘allâmı ve envâ-‘ı merâmı üçer kelâm ile ifâde eder. Zîrâ
mefhûm-i işâret-i ‘ibâret696 oldur ki, sen ‘ilme’l-yakîn ve ‘ayne’l-yakîn ilzâm eyle ki, icmâl
ve tafsillerinden nûr-i ‘ilm-i şerî‘at ve tarîkat ve ma‘rifet ve hakīkat müntic ola. Hattâ zulmet-
i cehl ve denes-i tabiatden halâs olub ‘uyûn-i cennât-ı maârif-i samedâniyyeye vâsıl ve yakîn
tevhîd-i ferdâniyyeye nâil olursun697 sebeb-i hılkat-i cin ve insin ancak ubûdiyyet ve tevhîd

bâ-heybet ü ünsdür. Kemâ Kālellâhu Teâlâ: “‫ﻥ‬


ِ ‫ﻭ‬‫ﺒﺪ‬‫ﻌ‬ ‫ﻴ‬‫ِﻟ‬ ‫ﺲ ِﺍﻟﱠﺎ‬
 ‫ﻧ‬‫ﺍﹾﻟِﺎ‬‫ﻦ ﻭ‬ ‫ﺠ‬
ِ ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺧﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ” [“Ben cinleri

694
B, C: + “ahlâk ve ıtlâk ve verâset”
695
C: + “Ni’amdan”
696
C: - “İbâret”
697
C: + “Olursun, zirâ”

379
ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyât, 51/56)] “ ‫ﺍﻯ ﻟﻴﻌﺮﻓﻮﻥ‬

‫”ﻭﻟﻴﻮﺣﺪﻭﻥ‬698

Ve hakīkat-ı tevhîd ancak tecrîd ve tefrîd ile hâsıldır. Ve bu tefrîd ve tecrîd dahî
ancak ahkâm-ı şerî‘at ve rusûm-i tarîkat ve mâl-ı ma‘rifet ve ahvâl-ı hakīkatde ittbâ‘-ı

Rasûlullâh sallallahu aleyhi vesellem ile tasavvur olunur. Kemâ kāle Aleyhisselâm: “ ‫ﺍﻟﺸﺮﻳﻌﺔ‬

‫“[ ”ﺍﻗﻮﺍﱃ ﻭﺍﻟﻄﺮﻳﻘﺔ ﺍﻓﻌﺎﱃ ﻭﺍﳊﻘﻴﻘﺔ ﺍﺣﻮﺍﱃ ﻭﺍﳌﻌﺮﻓﺔ ﺭﺃﺱ ﻣﺎﱃ‬Şeriat sözlerim, tarikat davranışlarım,
hakikat hallerim, ma‘rifet ise, her şeyim olan ana sermayemdir.” (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II, s. 4,
n. 1532)]

Şol iki ayne nazar kıl kalmaz onlarda remed


Her birinin ikişer nûnu olur ey nüktedân
Ol iki nûndur ki, yazmadı anı kalem
Her birinin ikişer aynı olubdur bî-kemân

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Temmet.

D- “MUAMMÂ-İ HAŻRET-İ ALİ”

İmam Ali radıyallâhu anh Hażretleri ism-i şerîf-i Muhammed aleyhisselâm için nazm
buyurdukları muammâdır.699

‫ﻭﺿﻊ ﺍﺻﻞ ﺍﻟﻄﺒﺎﻳﻊ ﲢﺖ ﺗﲔ‬ ‫ﺍﻳﺎ ﺧﺬ ﻭﻋﺪ ﻣﻮﺳﻰ ﻣﺮﺗﲔ‬


‫ﻭﺍﺩﺭﺝ ﺑﲔ ﺯﻳﻦ ﺍﳌﺪﺭﺣﲔ‬ ‫ﻭﺳﻜﺘﻪ ﺣﺎﻥ ﺷﻄﺮﻳﺦ ﻓﺨﺬﻫﺎ‬
700
‫ﻭﻗﻠﺐ ﲨﻴﻊ ﻣﻦ ﰱ ﺍﳊﺎﻓﻘﲔ‬ ‫ﻓﺬﻟﻚ ﺍﺳﻢ ﻣﻦ ﻳﻬﻮﺍ ﻩ ﻗﻠﱮ‬

698
“Yani, bilmeleri ve birlemeleri için”
699
Muammâ-i İmâm Ali -radıyallâhu anh- Şerh-i Salâhî, Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin iki yazma
nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp. Hacı Uşşâkî Tekkesi 300, 99a-100a vr (A), D.T.C.F Ktp Muzaffer Ozok
II-7 56b-57b vr (B). Metin içindeki varak numaraları Sül. Ktp. Hacı Uşşâkî Tekkesi 300 nüshasına âittir.

380
Tercüme-i Salâhî:

Va‘d-i Musâ’yı iki kez ahz u sebt eyle hemân


Hem tabâyi‘-i aslını tahtında vaz‘ eyle nihân

Nat‘-ı şatranc dahî bir saffını al ey hemân


İkinin beyninde bir derc et ola müşkil beyân

Bu benim mahbûbumun nâmıdır ol mahbûb-i kim


Veleh ve hayrân-ı hüsnüdür ânın halk-ı cihân

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

E- ŞERH-İ MUAMMÂ-İ HAŻRET-İ ALİ

‫ﻓﺎﺫﺍ ﺿﺮﺑﻨﺎ ﰱ ﺍﻟﻌﺸﺮﺓ ﻳﺼﲑ ﺣﺎﺻﻞ ﺍﳌﻀﺮﻭﺏ‬١١‫ﺍﻥ ﻋﺪﺩ ﺳﺮ ﻋﻠﻰ ﻭﻓﻴﻪ ﺍﺳﺮﺍﺭ ﺳﻴﻨﺠﻠﻰ ﻓﻤﻨﻬﺎ ﺍﻥ ﻋﺪﺩ ﻫﻮ‬
‫ﻭﻫﻮ ﻋﺪﺩ ﻋﻠﻰ ﻻﻥ ﺍﻟﻌﺸﺮﺓ ﻫﻰ ﺍﳌﺮﺗﺒﺔ ﺍﻟﺜﺎﻧﻴﺔ ﻣﻦ ﻣﺮﺍﺗﺐ ﺍﻻﻋﺪﺍﺩ ﻭﻫﻰ ﺍﻟﺒﺎﺀ ﻫﻰ ﻋﺒﺎﺭﺓ ﻋﻦ ﺍﳊﻘﻴﻘﺔ ﺍﶈﻤﺪﻳﺔ‬١١٠
‫ﺎ ﻭﺟﺪ ﰱ ﺍﳌﺮﺗﺒﺔ ﺍﻟﺜﺎﻧﻴﺔ ﻭﺍﻟﻨﻘﻄﺔ ﲢﺖ ﺍﻟﺒﺎﺀ ﺍﺷﺎﺭﺓ ﺍﱃ ﺍﺣﺪﻳﺔ ﺍﻟﺬﺍﺕ ﻭﻗﺎﻝ ﻋﻠﻰ ﻛﺮﻡ ﺍﷲ ﻭﺟﻬﻪ ﻭﺭﺿﻰ ﺍﷲ ﻋﻨﻪ‬‫ﻻ‬
‫ﺍﻧﺎ ﺍﻟﻨﻘﻄﺔ ﺍﻟﱴ ﲢﺖ ﺍﻟﺒﺎﺀ ﻳﺸﲑ ﺍﱃ ﺍﺗﺼﺎﻓﻪ ﲜﻤﻴﻊ ﺍﻻﲰﺎ ﻭﻣﻈﻬﺮﻳﺘﻪ ﺑﺎﳊﻘﻴﻘﺔ ﺍﶈﻤﺪﻳﻪ ﺑﺎﳌﺮﺗﺒﺔ ﺍﻻﺣﺪﻳﺔ ﺍﻟﻔﺮﺩﻳﺔ ﻻﻧﻪ‬
‫ﺧﺎﰎ ﺍﻟﻮﻻﻳﺔ ﺍﳋﺎﺻﻪ ﺍﶈﻤﺪﻳﻪ ﻳﻌﲎ ﳐﺘﻮﻡ ﺑﻪ ﻛﱰﺍ ﻟﻮﻻﻳﺘﻪ ﺍﳋﺎﺻﺔ ﺍﶈﻤﺪﻳﻪ ﻭﻟﺬﻟﻚ ﻗﺎﻝ ﻋﻠﺒﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺍﻧﺎ ﻣﺪﻳﻨﺔ ﺍﻟﻌﻠﻢ‬
‫ﺎ[ ﻭﻛﻮﻥ ﺍﻟﻨﻘﻂ ﲢﺖ ﺍﻟﺒﺎﺀ ﻳﺸﲑ ﺍﱃ ﺍﻥ ﺍﻟﻔﻴﺾ ﺍﻻﻗﺪﺱ‬‫]ﻭﺍﺗﻮﺍ ﺍﻟﺒﻴﻮﺕ ﻣﻦ ﺍﺑﻮﺍ‬:‫ﺎ ﻭﻗﺎﻝ ﺗﺒﺎﺭﻙ ﻭﺗﻌﺎﱃ‬‫ﻭﻋﻠﻰ ﺑﺎ‬
‫ﺍﻟﺬﺍﺗﻰ ﺑﺎﳊﻘﺎﻳﻖ ﺍﻻﳍﻴﺔ ﺍﳕﺎ ﻳﻔﻴﺾ ﺍﱃ ﺍﳊﻘﺎﻳﻖ ﺍﻟﻜﻮﻧﻴﺔ ﺑﻮﺍﺳﻄﺔ ﺍﳊﻘﻴﻘﺔ ﺍﶈﻤﺪﻳﺔ ﰱ ﺍﻟﻨﺸﺌﺔ ﺍﻻﻭﱃ ﻻﻥ ﺍﻟﻔﻴﺾ‬
‫ﺍﻟﺴﺎﺭﻯ ﰱ ﲨﻴﻊ ﺍﻟﺬﺭﺍﺭﻯ ﻫﻮ ﺍﳍﻮﻳﺔ ﺍﻟﺴﺎﺭﻳﺔ ﰱ ﺍﳊﻘﺎﻳﻖ ﺍﳉﺎﺭﻳﺔ ﻓﻠﻮ ﻛﺎﻥ ﺍﻟﻨﻘﻄﺔ ﻓﻮﻕ ﺍﻟﺒﺎﺀ ﳌﺎ ﻇﻬﺮﺓ ﺍﻻﺷﻴﺎ‬

700
“Musâ’nın va’dini iki defa al hemen kayd et. Ve derhal gizlice altına asıl yaratılışlarını koy. Satranç tahtası
dahî İkisinin beyninde derc edersen müşkil beyân olur. Bu benim mahbûbumun nâmıdır ki, başka mahbubda
yoktur. Dünya ehli onun güzelliğine hayran ve bunun şaşkınlığı içindedir.” Araştırmamızda, Divan-ı Hazret-i
Ali Neş: Müstakimzade Süleyman Sa’deddin Efendi’de bulamadığımız bu şiir Nehcü’l-Belâga’da da
bulunmamaktadır. İnternette yaptığımız araştırma neticesinde “www.ahl-u bait.org” adlı sitede Divân-ı İmam Ali,
s. 460’da ufak bir değişiklikle yer almaktadır.
‫ﺃﻻ ﺧﺬ ﻭﻋﺪ ﻣﻮﺳﻰ ﻣﺮﺗﲔ ﻭ ﺿﻊ ﺃﺻﻞ ﺍﻟﻄﺒﺎﺋﻊ ﲢﺖ ﺫﻳﻨﻮ‬
‫ﻭ ﺃﺩﺭﺝ ﺑﲔ ﺫﻳﻦ ﺍﳌﺪﺭﺟﲔ‬ ‫ﺳﻜﺔ ﺧﺎﻥ ﺷﻄﺮﻧﺞ ﻓﺨﺬﻫﺎ‬
‫ﻭ ﻗﻠﺐ ﲨﻴﻊ ﻣﻦ ﰲ ﺍﳋﺎﻓﻘﲔ‬ ‫ﻓﺬﻟﻚ ﺍﺳﻢ ﻣﻦ ﻳﻬﻮﺍﻩ ﻗﻠﱯ‬
Kanaatimize göre Salâhî’nin yaşadığı zamanda o zaman tedavülde bulunan Hazret-i Ali Divanlarında bulunan
ve bu şiirler Salâhî tarafından şerh edilmiştir:

381
‫ﻭﺍﻻﺷﻴﺎﺀ ﺍﳕﺎ ﺍﻧﺎ ﻇﻬﺮﺕ ﺑﺎﻟﺒﺎﺀ ﻛﻤﺎ ﻗﺎﻝ ﺳﻴﺪﻧﺎ ﳏﻰ ﺍﻟﺪﻳﻦ ﻗﺪﺳﻨﺎ ﺍﷲ ﺳﺮﻩ ﺍﳌﻌﲔ ﺍﻟﻨﻘﻄﺔ ﺭﺃﺱ ﺍﳋﻂ ﻭﻣﺒﺪﺃ ﻛﻞ ﺷﺊ‬
‫ﻓﺎﻋﻄﻴﺖ ﻟﻠﺒﺎﺀ ﻟﻜﻮﺍﻟﺒﺎﺀ ﻣﺒﺪﺃ ﺍﻭﻻ ﻭﺟﻌﻠﺖ ﻣﻦ ﺍﺳﻔﻞ ﻻﻥ ﺻﺪﻭﺭ ﺍﻟﻜﻮﻥ ﻣﻦ ﺍﻟﺒﺎﺀ ﺍﳕﺎ ﻳﻈﻬﺮ ﰱ ﺍﻟﺴﻔﻞ ﻣﻦ ﻣﻘﺎﻡ‬
‫ﺍﻟﻴﺎﺀ ﻓﺘﻜﻮﻥ ﺍﻟﻨﻘﻄﺔ ﺑﲔ ﺍﻟﻴﺎﺀ ﻭﺑﲔ ﺍﻟﻜﻮﻥ ﻭﺍﻟﻨﻘﻄﺔ ﻋﲔ ﺍﻟﺘﻮﺣﻴﺪ ﻻﻥ ﺭﺃﺱ ﺍﳋﻂ ﻓﻬﻮ ﺣﻘﻴﻘﺔ ﺍﳌﻮﺟﻮﺩ ﻓﻜﺎﻥ‬
‫ﺍﻟﺘﻮﺣﻴﺪ ﺑﲔ ﺍﻟﻜﻮﻥ ﻭﺑﲔ ﺍﻟﺒﺎﺀ ﺣﺎﺟﺰﺍ ﳝﻨﻊ ﺍﻟﺒﺎﺀ ﻣﻦ ﺍﻟﺪﻋﻮﻯ ﻭﳝﻨﻊ ﺍﻟﻜﻮﻥ ﻣﻦ ﺍﻟﺸﺮﻛﺔ ﻓﺒﻘﻰ ﺍﻟﺘﻮﺣﻴﺪ ﻣﻌﺼﻮﻣﺎ ﰱ‬
‫ﺍﳋﻠﻖ ﻓﺎﻻﺷﻴﺎﺀ ﻛﻠﻬﺎ ﻇﻬﺮﺕ ﺑﺎﻟﻴﺎﺀ ﻓﻤﺎ ﻣﻦ ﺷﺊ ﺍﻻﻭﺍﻟﻴﺎﺀ ﻋﻨﺪﻩ ﻓﻤﺎﻣﻦ ﺷﺊ ﺍﻻ ﻭﻧﻘﻄﺔ ﺍﻟﺒﺎﺀ ﻓﻴﻪ ﻭﳍﺬﺍ ﻗﻴﻞ ﻭﰱ ﻛﻞ‬
‫ﺷﺊ ﻟﻪ ﺍﻳﺔ ﺗﺪﻝ ﻋﻠﻰ ﺍﻧﻪ ﻭﺍﺣﺪ ﻭﻫﻮ ﺍﻟﻨﻘﻄﺔ ﺍﻟﱴ ﺗﺪﻝ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺘﻮﺣﻴﺪ ﻭﻛﺬﻟﻚ ﰱ ﺍﻟﻨﺸﺄﺓ ﺍﻻﺧﺮﻯ ﺍﺳﺮﺍﺭ ﺍﳊﻘﻴﻘﺔ‬
‫ﺍﶈﻤﺪﻳﻪ ﺍﳕﺎ ﻇﻬﺮﺕ ﺑﻨﻘﻄﻪ ﺍﻟﺒﺎﺀ ﺍﻟﱴ ﻫﻰ ﺑﺎﺏ ﻣﺪﻳﻨﺔ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﻻﻧﻪ ﺣﺼﻞ ﻣﻦ ﺿﺮﺏ ﺍﳊﻘﻴﻘﺔ ﺍﶈﻤﺪﻳﺔ ﰱ ﻋﺪﺩ ﺍﳍﻮ‬
‫ﻓﻌﻠﻰ ﻫﺬﺍ ﻳﻘﺘﻀﻰ ﺍﻥ ﻳﻮﺟﺪ ﻣﺎﺳﺮ ﻋﻠﻰ ﰱ ﲨﻴﻊ ﺍﻻﻭﻟﻴﺄ ﻭﻛﺬﺍ ﻋﺪﺍ ﻭﲰﻪ ﺑﻮﺟﻪ ﻣﺎﳚﺪ ﰱ ﺍﻋﺪﺍﺩ ﺍﻻﲰﺎﺀ ﺍﻟﻮﺭﻯ‬
‫ﻭﻣﻦ ﺍﺳﺮﺍﺭﻩ ﺍﻥ ﻋﺪﺩ ﺍﺳﻢ ﻫﻮ ﺍﻟﺒﺎﺀ ﺍﺭﺑﻌﺔ ﻳﺸﲑ ﺍﱃ ﺍﳌﺮﺍﺗﺐ ﺍﻟﻜﻠﻴﻪ ﺍﻻﺭﺑﻌﺔ ﺍﻟﱴ ﻫﻮ ﺍﻟﻼﻫﻮﺕ ﻭﺍﳉﱪﻭﺕ ﻭﺍﳌﻠﻜﻮﺕ‬
‫ﻭﺍﻟﻨﺎﺳﻮﺕ ﻭﻋﺪﺩ ﻣﺴﻤﻰ ﺍﻟﺒﺎﺀ ﺍﺛﻨﺎﻥ ﻭﻣﺮﺍﺩ ﻓﻪ ﰱ ﺍﻟﻔﺎﺭﺳﻴﺔ ﺩﻭ ﻭﻋﺪﺩﻫﺎ ﻋﺸﺮﺓ ﻳﺸﲑ ﺍﱃ ﺍﻟﻌﻘﻮﻝ ﺍﻟﻌﺸﺮﺓ ﻭﻣﺮﺍﺩ ﻓﻪ‬
‫ﺍﻟﻌﺴﺮﺓ ﰱ ﺍﻟﻔﺎﺭﺳﻴﺔ ﺩﻩ ﻭﻋﺪﺩﻫﺎ ﺗﺴﻌﺔ ﻳﺸﲑ ﺍﱃ ﺍﻻﺧﻼﻙ ﺍﻟﺘﺴﻌﺔ ﻭﻣﺮﺍﺩ ﻓﻪ ﺍﻟﺘﺴﻌﺔ ﰱ ﺍﻟﻔﺎﺭﺳﻴﺔ ﺗﻪ ﻭﻋﺪﳘﺎ ﲬﺴﺔ‬
‫ﻭﲬﺴﻮﻥ ﻭﻫﻮ ﻋﺪﺩ ﭘﻨﺞ ﻭﻣﺮﺍﺩ ﻓﻪ ﺍﻟﻌﺮﺑﻴﺔ ﲬﺴﻴﺔ ﻳﺸﲑ ﺍﱃ ﺧﻀﺮﺍﺕ ﺍﳋﻤﺲ ﻭﻛﺬﺍ ﻳﺸﲑ ﺍﱃ ﻋﺪﺩ ﺑﺎﺏ ﰱ ﻗﻮﻟﻪ‬
‫ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺍﻧﺎ ﻣﺪﻳﻨﺔ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﻭﻋﻠﻰ ﺑﺎ‪‬ﺎ ﻭﻧﻈﻤﺖ ﻟﻘﻮﺍﻋﺪ ﺍﻻﺧﺮﺍﺝ ﻗﺴﻢ ﺍﻟﻔﻴﺾ ﺍﻟﻌﻠﻰ ﻟﻠﻌﻘﻮﻝ ﺍﻟﻌﺸﺮﺓ ﺯﻳﺪﻩ ﺑﻌﻀﺎ‬
‫ﻗﻞ ﺑﻌﻀﺎ ﻣﻦ ﻛﺴﻮﺭﺍﻟﻌﺸﺮﺓ ﻓﺎﺫﺍ ﻗﺴﻤﻨﺎ ﻋﺪﺩ ﻋﻠﻰ ‪ ١١٠‬ﺍﱃ ﺍﻟﻌﺸﺮﺓ ﳛﺼﻞ ﻣﻦ ﺧﺎﺭﺝ ﺍﻟﻘﺴﻤﺔ ﺍﺣﺪ ﻋﺸﺮ ﻭﻫﻮ‬
‫ﻋﺪﺩ ﻫﻮ ‪ ١١‬ﻭﻣﻦ ﻋﺪﺩ ﺍﲰﺎﺀ ﺣﺮﻓﻴﺔ ﳛﺼﻞ ﺍﻟﻌﺸﺮﻭﻥ ﻭﻫﻮ ﻋﺪﺩ ﻭﺩﻭﺩ ﻭﻛﻞ ﻣﺎﻇﻬﺮ ﻣﻦ ﺍﻟﻮﺩﻭﺩ ﺍﻳﻀﺎ ﻳﻈﻬﺮ ﻣﻦ‬
‫ﻋﺪﺩ ﻋﻠﻰ ﻭﻛﺬﺍ ﺍﲰﻪ ﺍﷲ ﻓﻨﻈﻤﺖ ﻟﻘﻮﺍﻋﺪ ﺍﻻﺳﺘﺨﺮﺍﺝ ﻗﺪ ﺍﻓﺎﺽ ﺍﷲ ﻓﻴﻀﺎ ﰱ ﺍﳉﻬﺎﺕ ﻋﺸﺮﺓ ﺯﻳﺪ ﺑﻌﻀﺎ ﻗﻞ ﺑﻌﻀﺎ‬
‫ﻣﻦ ﻛﺴﻮﺭ ﺍﻟﻌﺸﺮﺓ ﻓﺎﺫﺍ ﻗﺴﻤﻨﺎ ﻋﺪﺩ ﺍﷲ ‪ ٦٦‬ﺍﱃ ﺳﺘﺔ ﳛﺼﻞ ﻣﻦ ﺧﺎﺭﺝ ﺍﻟﻘﺴﻤﺔ ﺍﺣﺪ ﻋﺸﺮ ﻭﻫﻮ ﻫﻮ ‪ ١١‬ﻣﻦ‬
‫ﺍﲰﺎﺀ ﺣﺮﻓﻴﺔ ﳛﺼﻞ ﺍﻟﻌﺸﺮﻭﻥ ﻭﻫﻮ ﻋﺪﺩ ﻭﺩﻭﺩ ﻭﻋﺪﺩ ﻋﻠﻰ ﻳﻈﻬﺮ ﺍﻳﻀﺎ ﻣﻦ ﻋﺪﺩ ﺍﺳﻢ ﺍﷲ‬
‫ﻣﻦ ﻛﻼﻥ ﺧﻀﺮﺕ ﺻﻼﺣﻰ ﻋﺒﺪﻯ ﺍﻓﻨﺪﻯ ﲤﺖ‬

‫‪TERCÜME-İ ŞERH-İ SALÂHÎ‬‬

‫‪Muhakkak Ali’nin sırrının adedi ve ondaki sırlar ortaya çıkacaktır. Onun adedi on‬‬
‫‪birdir. On ile çarptığımızda bu çarpma neticesinde yüz on olur. Ve o Ali’nin adedidir. Zîrâ on,‬‬
‫‪sayılan mertebelerden iki mertebedir. Ve o bâ’dır. Ve Hâkîkat-i Muhammediyye’den‬‬
‫‪‘ibârettir. Çünkü hakīkat-i Muhammediyye iki mertebede vardır. Ve bâ’nın altındaki nokta da‬‬
‫‪Zât-ı Ahadiyyete işârettir... Ve Ali kerremallâhu vecheh ve radıyallâhu anh dedi ki:‬‬
‫‪“Ben bâ’nın altındaki noktayım ki, bütün esmâ ve mazharlarının ahadiyyet-i ferdiyet‬‬
‫‪mertebesiyle hakīkat-ı muhammediyye ile vasıflanmasına işâret eder. Zîrâ O velâye-i hâssa-i‬‬
‫‪Muhammediyye’nin mührüdür. Yani onunla sonlanmıştır. Muhâmmedî husûsiyyetin velâyeti‬‬

‫‪382‬‬
için hazînedir. Bunun için Aleyhisselâm; “Ben ‘ilmin şehriyim ve Ali onun kapısıdır.” (Aclûnî,
c. 1, s. 181.(n.618)) buyurmuştur. Allâh Teâlâ buyurmuştur: [“…Evlere kapılarından gelin..”

(Bakara, 189)]

Noktanın bâ’nın altında olması hakâyık-ı ilâhiye vâsıtasıyla zât-ı akdesin feyżine
işâret eder. Muhakkak ilk doğuşunda hakīkat-i muahmmediyye vâsıtasıyla hakâyık-ı
kevniyyeye akar. Çünkü bütün nesillerde feyż akıcıdır. O cârî hakâyıkta sârî bir huviyyettir.
Eğer nokta bâ’nın üzerinde olsaydı eşyâdan ancak bir şey ortaya çıkardı. Muhakkak ben bâ ile
zāhir oldum.
Seyidimiz Muhyiddin kaddesenallâhu bi-sirrihi’l-mu‘în’in dediği gibi:
“Nokta hattın başıdır. Ve her şeyin mebdeidir. İlk önce başlangıçta bâ’nın oluşması
için, bâ için konulur. Ve en aşağıda kılınır. Çünkü kevnin sudûru bâ’dandır. Muhakkak yâ
makāmının altında zuhur eder. Nokta yâ beyninde ve kevn beyninde olur. Ve nokta “aynü’t-
tevhid”dir. Çünkü hattın başı ve mevcûdun hakīkatidir. Tevhîd kevn ve bâ beyninde
da‘vâdan bâ’yı meneden ve kevni ortaklıktan meneden olur. Ve yaratılışta saf tevhîd kalır.
Eşyânın tamamı bâ vasıtasıyla ortaya çıkar. Bir şey yok iken yanında bâ vardır. Ve onda
ancak bâ’nın noktası vardır. Bunun için denilir ki, her şeyde tek bir şey üzerine delâlet ettiği
bir âyet vardır ve o noktadır ki, tevhîde delâlet eder. Aynı şekilde tekrar dirilmede hakīkat-i
muhammedî’nin esrârı ilim şehrinin kapısı olan bâ’nın noktasıyla ortaya çıkar. O da onun on
birle çarpımından hasıl olmuştur. Neticede bütün evliyâda Ali’nin sırrının bulması gerekir. Ve
onun isminin adedi yaratılmış isimlerinde vardır. Ki bulunan yüzüyle ve onun esrârıyla ismin
sayısı bâ’dır. O da, dört küllî mertebeye işâret eden dörttür ki, onlar lâhût ve ceberût ve
melekût ve nâsût. Ve “bâ” isminin adedi ikidir ve onun fârisî’de murad edilen karşılığı “du”
ve onun adedi on ki, “ukûl-i aşereye” işâret eder. Ve fârisî’de karşılığı “deh” ve onun sayısı
dokuzdur ki, dokuz feleke işâret eder. Fârisî’de dokuzdan murad olunan “nuh”dur. Onun
sayısı beş ve ellidir. Ve o dört sayısı ve Arapçada ondan murad olunan beş hazârât-ı hamse
işâret eder. Ve bu Aleyhisselâm’ın “Ben ilmin şehriyim ve Ali onun kapısıdır.” kavlinde
bâbın sayısına işâret eder. Ali’nin sayısını ki 110 dur, ona bölersek taksimden on bir kalır. O
da “Hû”nun sayısı kadardır ki 11’dir. Harfî isimlerden “Vedûd” ismi hasıl olur ki onun sayısı
da 20’dir. Vedûd’dan zahir olanların hepsi Ali’nin sayısından da çıkar. Lafzatullâh ki, ebced
değeri 66’dır onu istihrâc kâidesi ile 6’ya böldüğümüz zaman 11 çıkar. Ve o da “Hû”dur.
Harfî isimlerden Ali ismi ve “Vedûd” isminin sayısı olan 20 hasıl olur. Aynı şekilde Allâh’ın
isminin adedinden çıkar.

383
Hażret-i Salâhî ‘abdî Efendi’nin kelâmı bitti.

XI- LÜGÂZ-İ CEMÂLEDDİN UŞŞÂKĪ ŞERH-İ SALÂHÎ

Bir bin bin olmak bin bin bir olmak


Şems zerre olmak, zerre şems olmak
Yalanı kovmak gerçeği komak
Olmağı komak, olmamağı kovmak

[Feilatün/feilatün/feilatün/feilün]

701
“MİFTÂHU’R-RUMÛZİ’L-ESRÂRİ’L-KÜNÛZ”

Kutbu’l-‘ârifîn Ġavsü’l-vâsilîn eş-Şeyh ‘Abdullâh Salâhî kuddise sirruhu’l-aziz ve


Risâle-i Miftâhi’r-Rumûz el-Esrâri’l-Kunûzi’l-Uşşâkī702

‫ﺑﺴﻢ ﺍﷲ ﺍﻟﺮﲪﻦ ﺍﻟﺮﺣﻴﻢ ﻭﺑﻪ ﻧﺴﺘﻌﲔ‬

Senâ-yı bî-aded Cenâb-ı Hudâvend-i Ahad hażretlerine ki, serâ-perde-i vâhidiyyetinde


şem‘-i vahdeti ile zîver-i fânûs-i hayâl-i kesret eyledi. Ve salât-ı lâ-ya‘ûd pîşgâh-i mahbûb-i

701
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp. Hacı Mahmud 3917
(A), İ.Belediye O.E No. 136 (B) ve İ.Belediye O.E No. 832 (C). Metin içindeki varak numaraları Sül. Ktp. Hacı
Mahmud 3917 nüshasına âittir.
702
B, C: + “Risâle-i medâr-ı mebde’ ve me’âd li-Salâhî kuddise sirruh”

384
samed hażretlerine ki, envâr-ı cemâlini rûşenâ bahşâ-yı hâne-i vahdet eyledi. Ve selâm-ı
‘abdâl u ashâb müeyyedlerine ki, her biri derûn-i pürnûrların mâsivâullâhdan halvet eyledi.
Ba‘dehû; ‘azîzimiz, mürşidimiz Kutbu’l-‘ârifîn gavsü’l-vâsılîn es-seyyid Muhammed
Cemâleddin kaddesenallâhu bi-sırrıhi’l-mu‘în hażretleri bir gün imtihân-ı ezhân-ı sâlikîn ve
imtiyâz-ı iz‘ân-ı ârifîn dâ‘ıyyesiyle mânend-i lügâz birkaç kelam-ı ma‘ârif irtisâm âverde-i
hâme-i istifhâm edip:

Bir bin bin olmak bin bin bir olmak


Şems zerre olmak, zerre şems olmak
Yalanı kovmak gerçeği komak
Olmağı komak, olmamağı kovmak

[Feilatün/feilatün/feilatün/feilün]

Nedir kelimât-ı ma‘ârif gâyâtını îrâd buyurmalarıyla evvel esnâda alâ tarîki’t-ta‘rîf
ve’l-icmâl hulâsa-i cevâbları revnak-efzâ-yı hâme-i makâl olundukda resîde-i hayyiz istihsân
olunub dâr-ı bakâya intikallerinden sonra bir gece ‘âlem-i ma‘nâda dâhil-i bezm-i sohbetleri
olduġumuzda kelimât-ı mezkûre emsâli;

Oldum idi, olmadım idi. Bildim idi, bilmedim idi


Elfâzıyla ziver-i zebân-ı makâl edib lisân-ı hâl ile bunların dahî derece-i tezâddan
görünen ukde-i işkâllerinin halli ihâle-i enâmil endîşe-i ‘abd-i [110a] fakîr pür-taksīr
kılınmakla ‘ibâret-i mezkûreden;

Ölmek ölmemek, bilmek bilmemek. Bulmak bulmamak, olmak olmamak


Nedir suâli ve îrâd olmağın kelimât-ı sâbika ve lâhıkalarının ma‘ânî-i fâikaları
istimdâd-ı rûhâniyetleriyle âverde-i kilk-i imlâ kılınıb “miftâhu’r-rumûz li-esrâri’l-künûz”703
diye tesmiye olundu.
Evvelâ “Bir bin bin olmak; vech-i ahadiyye merâyâ-yı kesretden yüz göstermekdir.”
Vech-i ahadiyyet-i esmâ u sıfât i‘tibâr olunmaksızın zât-ı Hak’dan ‘ibâretdir. Merâyâ-yı
kesret ise birkaç mertebeden [40a] i‘tibâr olunur.

Zîrâ Cenâb-ı Hak;

Kenz-i mahfî idi vasfı bî-çûn


Zâtı müstağnî-i evsâf idi çûn

703
C: + “Medâr-ı mebde’ ve ma’âd”

385
İktizâ eyledi ‘ilm-i ezelî
Ki, sıfâtı ola mir’ât-ı celî
Ya‘nî revnak de şem‘-i vahdet
Ola fânûs-i hayâl-i kesret
Etdi pes rütbe-i esmâya nüzûl
Ki, sıfâtı ola ekvâna şümûl

[Fâilâtün/fâilâtün//fâilün]

Müktezâsınca evvelen bi’z-zât zâtına tecellî eyledikde zâtında esmâ ve sıfâtını


müşâhede eyledi. Pes ma‘lûm ola ki, zâtın bir sıfat-ı mu‘ayyene ile ma‘iyyetine ve
tecelliyâtından bir tecellî i‘tibârına isim derler. Meselâ zâtın rahmetle ma‘iyyetine ve
tecellîsine Rahmân denilir. Ve kahr ile ma‘iyyetine ve tecellîsine Kahhâr denilir ki,
müsemmânın ‘aynı ve gayrı olmayan isim bu esmâyâ704 nazarandır. Yoksa esmâ-i melfûza ve
mektûbe i‘tibarıyla değildir ki, esmâ-i melfûza ve mektûbeye esmâü’l-esmâ derler. Ve
ba‘żıları sıfatına isim derler. Zîrâ zât esmâ-i mütekâsire beyninde müşterekdir. Ve esmâda

tekessür sıfâtın tekessürü sebebi iledir. Ve bu tekessür “‫ﻮ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﻬۤﺎ ِﺍﻟﱠﺎ‬ ‫ﻌﹶﻠﻤ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﺐ ﻟﹶﺎ‬
ِ ‫ﻴ‬‫ﻐ‬ ‫ﺢ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻣﻔﹶﺎِﺗ‬ ‫ﺪﻩ‬ ‫ﻨ‬‫ﻭ ِﻋ‬ ”
[“Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları O'ndan başkası bilmez…” (En‘âm, 6/59)]
mefhûmunca mefâtih ġaybdan ‘ibâret olan merâtib-i ġaybiyye705 i‘tibâriyledir. Ve mefâtih-i
ġayb vücûd-i Hak’da ma‘ânî-i ma‘kûleden i‘bâretdir ki, şuûnât-ı ilâhiyye ve tecelliyyât-ı nâ-
mütenâhiyye onunla ta‘ayyün bulur. Ve bir vecihden tekessür ‘ilm-i Zâtî’ye râci‘ olur. Zîrâ
Cenâb-ı Hak Zâtı’yla Zâtı’nı bilmesi mertebe-i ahadiyyetde kemâlât-ı Zâtî olan sıfâtını ‘ilm

îcâb etmesini mukteżîdir. Ba‘dehû “‫ﻑ‬


 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ِﻟﺎﹸ‬ ‫ﻖ‬ ‫ﺨ ﹾﻠ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺨﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬
 ‫ﻑ ﹶﻓ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ ﹶﺍ ﹾﻥ ﺍﹸ‬‫ﺒﺖ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﺎ ﹶﻓﹶﺎ‬‫ﺨﻔِﻴ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﺰﹰﺍ‬‫ﺖ ﹶﻛﻨ‬
 ‫ﻨ‬‫” ﹸﻛ‬

[“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim; bilineyim diye mahlûkātı yarattım.”
706
(Aclûnî, Keşfu’l hafâ, II, 132, No: 2016)] irâdesince muhabbet-i ilâhiyye zâtın âle’l-infirâd
ta‘ayyün-i ‘ilmiyye ve ayniyye ile her bir sıfatından zuhûrunu müstedî olmağın feyż-i akdes
kavâbil-i esmâ-i mütekâsireye feyż-bahş olub zât-ı Hak merâyâ-yı sıfât-ı müteaddidede cilve-
ger oldu. Bu ba‘diyyetden bir vehm ârız olmaya ki, sıfâtın zâtdan taahhuru sebebiyle hudûsü

704
C: + “müsemmâya”
705
C: + “gaybiyyete”
706
C: - ““‫ﻑ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﻖ ِﻟﺎﹸ‬ ‫ﺨ ﹾﻠ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺨﹶﻠ ﹾﻘﺖ‬
 ‫ﻑ ﹶﻓ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﻋ‬ ‫ ﹶﺍ ﹾﻥ ﺍﹸ‬‫ﺒﺖ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﺎ ﹶﻓﹶﺎ‬‫ﺨﻔِﻴ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﺰﹰﺍ‬‫ﺖ ﹶﻛﻨ‬
 ‫ﻨ‬‫“[ ” ﹸﻛ‬Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim;
bilineyim diye mahlûkātı yarattım.” (Aclûnî, Keşfu’l hafâ, II, 132, No: 2016)] irâdesince”

386
lâzım gelib sıfât-ı Hak hâdis zan oluna. Zîrâ merâtibin kabûliyyet707 ve ba‘diyyeti rütbe
i‘tibârıyladır, zaman i‘tibârıyla değildir ki, hudûs iktiżā eyleye zaman ve mekân ancak devre-
i708 suğrâda a‘nî709 ‘âlem-i şehâdetdedir. Merâtibde zaman ve mekân [40b] i‘tibârı mutasavver
değildir.710 Meselâ Cenâb-ı Hak bu ‘âlem-i imkânı halk etmezden mukaddem zâtında
halkıyyet sıfatıyla muttasıf idi. Pes ‘âlemin hudûsu halkıyyet sıfatının hudûsunu îcâb
eylemez. Ba‘dehû mir’ât misilli bir hakīkatde sıfâtını müşâhedeye irâdet-i ‘aliye ve
muhabbet-i lem-yezeliyyesi ta‘allük etmekden nâşî hakīkat-i Muhammediyye mevcûd olub
ânın vücûdunda mecmû‘-i esmâ tahtında bulunan hakâyık vücûd-i icmâliyle mevcûd oldu. Bu
mertebede a‘yân hakâyık-ı ‘ilmullâh’da sâbit olduġu için a‘yân-ı sâbite derler ki, esmâ-i
ilâhiyyenin zılâli menzilesindedir. Bu mertebeye ‘âlem-i lâ-ta‘ayyün ve ‘amâ ve ġaybü’l-
ġuyûb ve ġayb-ı mutlak ve ‘âlem-i lâhût derler. Pes hakâyık bu mertebede isti‘dâdların fi‘ile
götürmek için her biri lisân-ı isti‘dâdıyla Cenâb-ı feyż-i akdesden istifâza ve istimdâd

etmeleriyle Feyyâz-ı Mutlak mes’ullerine müsâede buyurub “‫ﺼ ِﺮ‬


 ‫ﺒ‬‫ﺑِﺎﹾﻟ‬ ‫ﻤ ٍﺢ‬ ‫ﺪ ﹲﺓ ﹶﻛﹶﻠ‬ ‫ﺍ ِﺣ‬‫ﻧۤﺎ ِﺍﻟﱠﺎ ﻭ‬‫ﻣﺮ‬ ‫ﻣۤﺎ ﹶﺍ‬ ‫ﻭ‬ ”
[“Buyruğumuz yalnız bir tekdir, göz açıp yumma gibidir.” (Kamer, 54/50)] emrince711 ânı
vâhide cümleye birden ifâza edib her birinin isti‘dâdlarının zuhûru gelmesine ta‘alluk irâdet-i
‘aliyyesi ‘ilm-i ezelîsine manzum olmakdan nâşî beyt edib; “Âgâzı ta‘ayyün bi’z-zât oldu

707
C: + “Pes merâtibin kabliyyet”
708
B, C: - “Beyân-ı edvâr-ı Erbaa: edvâr-ı Erbaa dörtdür ki, birine devre-i uzmâ ikincisine devre-i Kübrâ
üçüncüsüne devre-i vustâ dördüncüsüne devre-i sugrâ derler. Pes devre-i uzmâya seneyn-i ilâhiyye tesmiye
olunur. Bir müddetden ibâretdir ki, üçyüz altmış bin senedir. Sene-i ilâhiyyeden ki, her senesi üçyüz altmış
gündür ve her günü …olan sene rubûbiyyeden ellibin senedir. Kemâ kâle Teâlâ: “ ‫ﻥ‬‫ﻮ ٍﻡ ﻛﹶﺎ ﹶ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻴ ِﻪ ﰲ‬‫ﺡ ِﺍﹶﻟ‬
 ‫ﻭ‬‫ﺍﻟﺮ‬‫ﻤٰۤﻠِﺌ ﹶﻜﺔﹸ ﻭ‬ ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﺝ‬‫ﻌﺮ‬ ‫ﺗ‬
‫ﻨ ٍﺔ‬‫ﺳ‬ ‫ﻒ‬
 ‫ﲔ ﹶﺍﹾﻟ‬
 ‫ﺴ‬‫ﺧﻤ‬ ‫ﻩ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﺍ‬‫“[ ” ِﻣ ﹾﻘﺪ‬Melekler ve Ruh miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde ona çıkar.” (Maâric, 70/4)]ve
ba’zıları demişler ki, devre-i uzmâ üçyüz almış bin devredir ki, her devresi üçyüz altmış bin sendir. Ve her
senesi üçyüz altmış gündür ve her günü devre-i Kübrâ olan sene-i rubûbiyyenin elli bin senesidir. Ve bu devre-i
uzmânın imtidâd-ı deymûmiyyetine vakt-i mutlak ve ân-ı dâim tesmiye olunur. Devre-i Kübrâ dahî üç yüz
altmış bin sâldir ki, her sâli üçyüz altmış gündür. Ve her günü devre-i vursâ olan seneyn-i berzehiyyeden bin
sene mikdârıdır. Kemâ Kâle Teâlâ: “‫ﻥ‬ ‫ﻭ ﹶ‬‫ﻌﺪ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﺎ‬‫ﻨ ٍﺔ ِﻣﻤ‬‫ﺳ‬ ‫ﻒ‬
ِ ‫ﻚ ﹶﻛﹶﺎﹾﻟ‬
 ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﻨ‬‫ﺎ ِﻋ‬‫ﻮﻣ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻭِﺍﻥﱠ‬ ” [“…Bununla beraber Rabbinin
katında birgün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir.” (Hac, 22/47)]ve bu devre-i kübrânın imtidâd-ı
deymûmiyyetine dehr tesmiye olunur. Ve devre-i vustâ dahî üçyüz altmış bin senedir ki, her senesi üçyüz altmış
gündür. Ve her günü devre-i sugrâ olan seneyn tesmiyeden yüz sene mikdârı. Kemâ Kâle Teâlâ: “ ‫ﻝ‬ ‫ﺖ ﻗﹶﺎ ﹶ‬
 ‫ﻢ ﹶﻟِﺒﹾﺜ‬ ‫ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﹶﻛ‬
‫ﺎ ٍﻡ‬‫ﺖ ﻣِﺎﹶﺋ ﹶﺔ ﻋ‬
 ‫ﺑ ﹾﻞ ﹶﻟِﺒﹾﺜ‬ ‫ﻮ ٍﻡ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﺾ‬
 ‫ﻌ‬ ‫ﺑ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺎ ﹶﺍ‬‫ﻮﻣ‬ ‫ﻳ‬ ‫”…“[ ”ﹶﻟِﺒﹾﺜﺖ‬Ne kadar kaldın?” diye sordu. O da: “Bir gün, yahut bir günden
eksik kaldım.” dedi. Allah buyurdu ki: “Hayır, yüz sene kaldın …” (Bakara, 2/259)] ve bu devre-i vustânın
imtidâd-ı deymûmiyyetine asr tesmiye olunur. Devre-i sugrâ dahî üçyüz altmış bin senedir ki, her senesi üçyüz
altmış gündür. Ve her günü yiğirmi dört saatdir. Bu devre-i sugrânın imtidâd-ı deymûmiyyetine zaman tesmiye
olunur.”
709
C: + “devre-i suğrâda a’nî”
710
C: + “Zirâ zaman ve mekânın halkatı müntehâ-yı zuhûr-i merâtibden ibâretdir. Evvel ecilden müntehânın
mübtedâ üzerine hükmü mutasavver değildir.”
711
“Emr-i irâdî bu mertebeye nâzırdır.” M.

387
evvel nûr-i şefî‘i’l-arasât” müeddâsınca hakīkat-i muhammediyye ‘ilminden ayne erişib
hakâyık-ı ‘ilmiyye dahî ânın vâsıtasıyla mertebe-i ayna erişdiler. Bu mertebede hakīkat-i
muhammediyyeye rûh-i a‘zam ve nûr-i akdem ve akl-ı evvel ve kalem-i a‘lâ ıtlâk olundu ki,

dürrenin müsemmâsı birdir ma‘nâları i‘tibârıyla bu isimler ile tesmiye olundu. “ ‫ﻝ ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﷲ‬‫ﺍﻭ‬

‫ﻝ ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺍﻟﻘﻠﻢ ﻭﺍﻭﻝ ﻣﺎﺧﻠﻖ ﺍﷲ ﺍﻟﻌﻘﻞ ﻓﻘﺎﻝ ﻟﻪ ﺍﻗﺒﻞ ﻓﺎﻗﺒﻞ ﰒ ﻗﺎﻝ ﻟﻪ ﺍﺩﺑﺮ ﻓﺎﺩﺑﺮ ﰒ ﻗﺎﻝ ﻭﻋﺰﺗﻰ‬‫ﺭﻭﺣﻰ ﻭﺍﻭ‬

‫“[ ”ﻭﺟﻼﱃ ﻣﺎﺧﻠﻘﺖ ﺧﻠﻘﺎ ﺍﻛﺮﻡ ﻋﻠﻰ ﻣﻨﻚ ﺑﻚ ﺍﺧﺬ ﻭﺑﻚ ﺍﻋﻄﻰ ﻭﺑﻚ ﺍﺛﻴﺐ ﻭﺑﻚ ﺍﻋﺎﻗﺐ‬Allâh, ilk önce
benim rûhumu yarattı ve ilk önce kalemi yarattı ve ilk önce aklı yarattı. Ona gel, dedi, geldi.
Sonra ona, git, dedi; gitti. Sonra “izzetime ve celâlime yemîn olsun ki, bana senden daha
kıymetli olan bir mahlûk yaratmadım. Seninle alıp seninle vereyim, seninle sevap verip seninle
cezalandırayım.” dedi.” (Ebû Dâvûd, 34/Sünnet, 16 (II, 637-38 h.no: 4700); Tirmizî, 33/Kader, 17 (IV,
398, h.no:2155), Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 263, n. 823-824), Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, 21] bunun beyânındadır.

Meselâ zulmet ademden nûr-i vücûda erişdiğiçün nûr-i akdem derler. “‫ﻥ‬
‫ﻭ ﹶ‬‫ﺴ ﹸﻄﺮ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﹶﻠ ِﻢ‬‫” ۤﻥ ﻭ‬
[“Nûn, Kaleme ve yazdıklarına andolsun.” (Kalem, 68/1)] mażmûnunca divât-ı feyż-i
akdesden istifâza ve nefs-i külliyeye ifâzada kalem mesâbesinde olduġu için kalem-i a‘lâ
derler. Nefs-i külliyeye levh-i mahfûz denildiği gibi. Zîrâ hakīkat-i muhammediyye712 vücûd
ile adem beyninde râbıta ve hudûs ile kıdem ta‘allukuna vâsıtadır ki, cenbeyn i‘tibârında
cânib yeminine ki, [41a] ġayb-ı mutlak tarafıdır; Rûh-i a‘zam, derler ve taraf-ı yesârına ki,
nefs-i külliye cânibidir; Akl-ı evvel, derler. Pes ervâhdan akl-ı evvel fevkınde olana rûh
denilir ve akl-ı evvel tahtında olana melek denilir. Hakâyık-ı ‘ayniyyeye dahî bu mertebede
sūret ve misâlden mücerred olduġu için ervâh-ı mücerrede derler ki, a‘yân-ı sâbitenin zılâlı
menzilesindedir. Bu mertebeye ta‘ayyün-i evvel ve ġayb-ı izâfî ve ‘âlem-i ceberût713 derler.
Pes hakâyık-ı ‘ilmiyye mertebe-i akliyyeye tenezzül ile her biri mertebe-i akılda kendi
ta‘ayyün-i akliyyesiyle mümtâz olub sıfât-ı Hak a‘yân-ı sâbite vâsıtasıyla merâyâ-yı ervâh-ı
mücerredede mütecellî oldu. Pes ervâh-ı mücerrede bu mertebede min vech vatan-ı aslîsinden

712
C: - “Nefs-i külliyeye levh-i mahfûz denildiği gibi. Zirâ hakîkat-i muhammediyye”
713
B,C: - “ ‫ﻭﻋﻨﺪ ﺍﰊ ﻃﺎﻟﺐ ﺍﳌﻜﻰ ﻗﺪﺱ ﺳﺮﻩ ﺍﳉﱪﻭﺕ ﻋﺎﱂ ﺍﻟﻌﻈﻤﺔ ﻳﺮﻳﺪ ﺑﻪ ﻋﺎﱂ ﺍﻟﺴﻤﺎﺀ ﻭﺍﻟﺼﻔﺎﺕ ﺍﻻﳍﻴﺔ ﻭﻋﻨﺪ ﺍﻻﻛﺜﺮﻳﻦ ﺍﳉﱪﻭﺕ ﻋﺎﱂ ﺍﻻﻭﺳﻂ ﻭﻫﻮ‬
‫“ ”ﺍﻟﱪﺯﺡ ﺍﶈﻴﻂ ﺑﺎﻻﻣﺮﻳﺎﺕ ﺍﳉﻤﻪ‬Ebû Tâlib el-Mekkî kuddise sirruh’a göre, Ceberût azamet âlemidir. O, bununla ilâhî
isimler ve sıfatlar âlemini kastetmektedir. Çoğunluğa göre ceberût, âlem-i evsatdır. Ve o kendisinde emirlerin
toplandığı berzahdır.”

388
cüdâ ve menba‘-ı kadîminden âvâre ve şeydâ olmağın cem‘iyyet-i ezeliyyesin yâd ve âteş-i
iftirâk ile nâlîş u feryâd edib;

Nazm:

Yâ Rab ganî ol dem ki nihân idi bu hâne


Nûr-i efken olan vüslat idi çeşm-i cânâna

Bir bezm idi ol bezm-i safâ kim yoğ idi hiç


Uşşâka temâşâ-yı cemâle bu bihâne

Pür neşe idi cümlesi bezm-i câm-ı safâdan


[111b] Heb bâde-i vahdet sanılırdı dil ü câna

Kesret yoğ idi vahdet mahz idi o ‘âlem


İsbât-ı vücûd etmeğe yer yok diğerâne

Heb garga bi-nûr-i ahadiyyet idi eşyâ


Ma‘dûm idi â‘yânda temyîz-i meyâna

[Mef‘ûlü/mefâîlü/mefâîlü/feûlün]

Mezâmini ile bezm-i vahdeti hâstâr ve makām-ı vuslatı talebkâr olduklarında hażret-i
Ma‘bud u Tevvâb vâsıta-i hakīkat-i muhammediyye ile ervâha bu vecihle hıtâb buyurdular ki,
bize vuslat-ı belde-i ma‘mûreye ya‘nî, ‘âlem-i nâsûta vusûlünden sonra mutasavverdir. Lâkin
siz ol beldeye vusûlünüzde mukteżā-yı isti‘dâdınız üzere turuk-i şitâya zâhib olub râh-ı
savâbdan devr ve hevânızı ma‘bûd ittihâz edib hân-ı vuslatımızdan mehcûr olursuz
buyurduklarında her biri lisân-ı hâl ile:

Yâ Rab bize bir râh-ı necât eyle hidâyet


Tâ yol yakılıb gitmeyelim semt-i dalâle

[Mef‘ûlü/mefâîlü/mefâîlü/feûlün]

Mażmûnuyla tarîk-i necâtı taleb eylediklerinde bast-ı mukaddime-i ‘ahd için istifhâm-ı

takrîrî ile “‫ﻢ‬


 ‫ﺑﻜﹸ‬‫ﺮ‬ ‫ِﺑ‬ ‫ﺴﺖ‬
 ‫“[ ”ﹶﺍﹶﻟ‬Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Arâf, 7/172)] hitâbı vârid oldu.

Ya‘nî “Sizin Rabbiniz değil miyim?” “A‘nî cümlenizin Rabbisi benim.” “ ‫ﻬﻪ‬ ‫ﺨ ﹶﺬ ِﺍ ٰﻟ‬
 ‫ﺗ‬‫ﻣ ِﻦ ﺍ‬ ‫ﺖ‬
 ‫ﻳ‬‫ﺭﹶﺍ‬ ‫ﹶﺍ‬

‫ﻪ‬ ‫ﻫﻮٰﻳ‬ ” [“Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü?…” (Furkan, 25/43)]

389
mâ-sadakınca hevânızı ma‘bûd ittihâz edib; “ ‫ﻪ ﻟﹶﺎ‬ ‫ﻦ ﺍﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ ِﺍﻥﱠ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬ ‫ﻯ ِﻣ‬‫ﻫﺪ‬ ‫ﻴ ِﺮ‬‫ﻐ‬ ‫ﻪ ِﺑ‬ ‫ﻫﻮٰﻳ‬ ‫ﻊ‬ ‫ﺒ‬‫ﺗ‬‫ﻤ ِﻦ ﺍ‬ ‫ﺿﻞﱡ ِﻣ‬
 ‫ﻦ ﹶﺍ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻭ‬

‫ﲔ‬
 ‫ﻡ ﺍﻟﻈﱠﺎﻟِﻤ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻬﺪِﻱ ﺍﹾﻟ ﹶﻘ‬ ‫ﻳ‬” [“Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha
sapık kim olabilir? Elbette Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.” (Kasas, 28/50)] vefkınca
takâzâ-yı isti‘dâdınız [41b] ile hevâya tâbi‘ olub tarîk-i dalâlete gitmeyesiz buyurduklarında
ervâh-ı mü’minîn “belâ” cevâbıyla tasdîk eylediler. Ya‘nî; “Rabbimiz Sen’sin, Ma‘bud bi’l-
hak Sen’den gayrı yokdur.” dediler. Pes emir böyle oldukda temhîd-i kavâ‘id bünyân-ı ahd

için “ ‫ﻢ‬ ‫ﻌﻠﱠﻜﹸ‬ ‫ﻢ ﺑِﻪ ﹶﻟ‬ ‫ﺻٰﻴ ﹸﻜ‬


 ‫ﻭ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺒﻴﻠِﻪ ٰﺫِﻟ ﹸﻜ‬‫ﻦ ﺳ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻕ ِﺑ ﹸﻜ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﺘ ﹶﻔ‬‫ ﹶﻞ ﹶﻓ‬‫ﺴﺒ‬
 ‫ﻮﺍ ﺍﻟ‬‫ﺘِﺒﻌ‬‫ﺗ‬ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬ ‫ﻩ‬ ‫ﻮ‬‫ﺗِﺒﻌ‬‫ﺎ ﻓﹶﺎ‬‫ﻘﻴﻤ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﺍﻃﻲ‬‫ﺻﺮ‬
ِ ‫ﻭﹶﺍﻥﱠ ٰﻫﺬﹶﺍ‬

‫ﺘﻘﹸﻮ ﹶﻥ‬‫ﺗ‬” [“İşte benim doğru yolum budur; ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak başka
yollara uymayın. (Azabından) korunmanız için Allah size böyle tavsiye etmiştir.” (En‘am,
6/153)] mażmûn-ı mu‘ciz makrûnuyla iş‘âr-i emr ve tavsiye buyurdu. Ya‘nî bizim hân-ı

vuslatımıza müntehî olan tarîk-i emr-i teklîfî ile enbiyâ-i714 ‘ızâm aleyhisselâm vâsıtasıyla
gösterdiğimiz tarîk-i müstakîm müşârün ileyhdir. Ona ittibâ edib emr-i irâdî ile isti‘dâdınızın
gösterdiği turuk-i şettâya ittibâ‘ etmeniz ki, sizi tarîk-i vuslatdan revgerdân ve vâdî-i dalâletde
hayrân ve sergerdân etdi. İşte Cenâb-ı Hak bu emriyle size tavsıye ve tenbîh eder. Ola ki,

müttakīnden olasız diye vaz‘-ı esâs-ı ahd ile: “ ‫ﻡ‬ ‫ﺮ ﹶﺍ‬ ‫ﻴ‬‫ﺧ‬ ‫ﺍ ٍﻥ‬‫ﺿﻮ‬
 ‫ﻭ ِﺭ‬ ‫ﻦ ﺍﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ‬ ‫ﺗ ﹾﻘﻮٰﻯ ِﻣ‬ ‫ﻋﻠٰﻰ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﻧ‬‫ﺎ‬‫ﻨﻴ‬‫ﺑ‬ ‫ﺲ‬
 ‫ﺳ‬ ‫ﻦ ﹶﺍ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﹶﺍﹶﻓ‬

‫ﲔ‬
 ‫ﻡ ﺍﻟﻈﱠﺎﻟِﻤ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻬﺪِﻱ ﺍﹾﻟ ﹶﻘ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻪ ﻟﹶﺎ‬ ‫ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﻢ ﻭ‬ ‫ﻨ‬‫ﻬ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﺎ ِﺭ‬‫ﺭ ﺑِﻪ ﰲ ﻧ‬ ‫ﺎ‬‫ﻧﻬ‬‫ﺎ ٍﺭ ﻓﹶﺎ‬‫ﻫ‬ 715
‫ﻑ‬
ٍ ‫ﺮ‬‫ﺷﻔﹶﺎ ﺟ‬ ‫ﻋﻠٰﻰ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﻧ‬‫ﺎ‬‫ﻨﻴ‬‫ﺑ‬ ‫ﺲ‬
 ‫ﺳ‬ ‫ﻦ ﹶﺍ‬ ‫ﻣ‬ ” [“O halde
binasını Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa binasını
yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme
yuvarlanan mı daha hayırlı? Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 9/109)]
mezâmin-i hakīkat-âyînî ile tarîk-i dâlâletden tahzîr ve râh-ı takvâya sevk u tesyîr mesâkında

teşyîd-i kavâ‘id-i mîsâk edib; “ ‫ﻢ ﻓِﻲ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻕ ﹶﻟ‬


 ‫ﺧﻠﹶﺎ‬ ‫ﻚ ﻟﹶﺎ‬
 ‫ﺎ ﻗﹶﻠﻴﻠﹰﺎ ﺍﹸﻭٰۤﻟِﺌ‬‫ﻤﻨ‬ ‫ﻢ ﹶﺛ‬ ‫ﺎِﻧ ِﻬ‬‫ﻳﻤ‬‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﻬ ِﺪ ﺍﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ‬ ‫ﻌ‬ ‫ﻭ ﹶﻥ ِﺑ‬‫ﺘﺮ‬‫ﺸ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ِﺍﻥﱠ ﺍﻟﱠﺬﻳ‬

714
C: + “Mazhar-ı ism-i a’zam olan”
715
C: + “‫ﺍﻻﺭﺽ‬
‫ ﺍﳉﺮﻑ ﻣﺎﺍﻛﻠﺘﻪ ﺍﻟﺴﻴﻮﻝ ﻣﻦ‬yani sellerin arzdan ekl ettiği şeye cüruf derler. ‫ﻫﺎﺩ ﺍﳉﺮﻑ ﻣﻦ ﺑﺎﺏ ﻗﺎﻝ‬
‫ﺪﻡ ﻭﻫﻮﻭﺭﺍ ﺍﻳﻀﺎ ﻓﻬﻮ‬ ‫ﺎﺭ ﺍﻯ‬‫ ﻫﺎﺋﺮ ﻭﻳﻘﺎﻝ ﺍﻳﻀﺎ ﺟﺮﻑ ﻫﺎﺭ ﺣﻔﻄﻮﻩ ﰱ ﻣﻮﺿﻊ ﺍﻟﺮﻗﻊ ﻭﺍﺭﺍﺩ ﻭﺍﻫﺎﺋﺮ ﻭﻫﻮﻣﻘﻠﻮﺏ ﻭﺍ‬yani
Bünyân kârını takvâ ve rıżā üzerine te’sîs eyleyen mi hayırlıdır? Yoksa ..mütetâbia ile tahtı mücerred olub
zulümden müsteâd olan yar kenarında Bünyân kârını te’sîs edib akîbinde onunla bile nâr-ı cehenneme yıkılan mı
hayırlıdır? İrâde-i nazar tahkîk ile hayr ve şerrin beynini tefrîk edib şerden ictinâb ve hayra şitâb etmek gerek
zîrâ Cenâb-ı Tevvâb zâlimlere râh-ı savâb ile semt-i necâta yol vermez.”

390
‫ﻢ‬ ‫ﺏ ﺍﹶﻟﻴ‬
 ‫ﻋﺬﹶﺍ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻭﹶﻟﻬ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺰﻛﹼﻴ ِﻬ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬ ‫ﻤ ِﺔ‬ ‫ﻡ ﺍﹾﻟ ِﻘ ٰﻴ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻴ ِﻬ‬‫ ِﺍﹶﻟ‬‫ﻨﻈﹸﺮ‬‫ﻳ‬ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﻢ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﻳ ﹶﻜﻠﱢ‬ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬ ‫ﺮ ِﺓ‬ ‫“[ ”ﺍﹾﻟ ٰﺎ ِﺧ‬Allah'a verdikleri
sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlar var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur;
Allah kıyamet günü onlarla hiç konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları
temizlemeyecektir. Onlar için acı bir azab vardır.” (Âl-i İmrân, 3/77)] mâ-sadakınca istibdâl-i

ahd zımnında ib‘âd-ı ‘azîm ile tehdîd; “‫ﺆﻟﹰﺎ‬ ‫ﺴ‬


 ‫ﻣ‬ ‫ﺪ ﻛﹶﺎ ﹶﻥ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻌ‬ ‫ﻬ ِﺪ ِﺍﻥﱠ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻌ‬ ‫ﻭﻓﹸﻮﺍ ﺑِﺎﹾﻟ‬ ‫ﻭﹶﺍ‬ ” [“Ahdi de yerine

getirin. Çünkü verilen sözde elbette sorumluluk bulunuyor.” (İsrâ, 17/34)] emrince îfâ-yı
ahd emrinde kemâl-i tenbîh ve te’kîdden sonra irâdet-i kâdir-i mutlak ile ervâh-ı mücerrede
mertebe-i akl-ı evvelden menzile-i nefs-i külliyeye tenezzül eylediler. Bu mertebede ervâh-ı
kudsiyye ‘âlem-i şehâdetde zuhûr edeceği sūreti temsîl eylediği için bu mertebeye ‘âlem-i
misâl-i mutlak derler. Ve şehâdetde zuhûru mümkün olduġu için ġayb-i imkânî derler.
Nitekim mevt-i iztirârî ile rûhun cesedden ta‘alluku munkatı‘ oldukda ‘urûc eylediği ‘âleme
ġayb-ı muhâlî derler. ‘âlem-i şehâdete avdeti muhâl olduġu için a‘nî ervâh-ı kümelînin mâ-
adâ ervâhın ‘âlem-i şehâdete avdeti muhal olduġu için ġayb-ı muhâlî derler. Zîrâ ervâh-ı
kümelîn için bürûz mümkündür. ‘âlem-i şehâdetde iken ihtiyâr ile gabya duhûle ve yine
şehâdete hurûca iktidâr bulan iztırârrı gabya duhûlünde yine şehâdete burûzü mutasavverdir,
demişler. tenâsühün hilâfınca. Zîrâ tenâsüh cemî‘-i enbiyâ ve evliyânın merdûdu ve hükemâ-i
felsefeden ba‘żılarının fezleke-i hayâlât-ı bâtıla ve netice-i efkâr-ı fâsideleridir.716 A‘nî misâl-
i mutlak iki kısma munkasım olub nüzûlünde ġayb-i imkânî ve urûcunda ġayb-ı muhâlî derler
eğerçi mertebe i‘tibârınca ikisi budur. Lâkin menzil i‘tibârınca [42a] başkadır. Zîrâ nuzûl ve
urûc hatt-ı müstedîr iledir. Ve akl-ı evvel tahtında olduġu için ‘âlem-i melekût717 derler. Ve
cesedden mücerred olduġu için nüfûs-i mücerrede derler. Ervâh-i mücerredenin zılâlî
menzilesindedir ki, vücûh-i ervâh-ı kudsiyye merâyâ-yı nüfûs-i zâkiyede aks-endâz oldu.
Ba‘dehû takâzâ-yı ism-i zāhir ile nüfûs-i mücerrede vâsıta-i tabîat-i718 külliye ile cism-i
küllîye719 tenezzül ve besâyıt-i eflâk ve anâsırdan ubûr ederek vesâyıt nebât ve hayevân ile

716
B, C: - “Zirâ ervâh-ı kümelîn için bürûz mümkündür. Âlem-i şehâdetde iken ihtiyâr ile gabya duhûle ve yine
şehâdete hurûca iktidâr bulan iztırârrı gabya duhûlünde yine şehâdete burûzü mutasavverdir. Demişler.
Tenâsühün hilâfınca. Zirâ tenâsüh cemî’-i enbiyâ ve evliyânın merdûdu ve hükemâ-i felsefeden ba’zılarının
fezleke-i hayâlât-ı bâtıla ve netice-i efkâr-ı fâsideleridir.”
717
“Melekût, ruhlara ve nefislere özgü olan gayb âlemidir.” Ta’rifât, 221
718
Tabîat ehl-i nazar indinde ecsâmda bir kuvvet-i sâriyeden ibâretdir ki, cism onunla kemâl-i tabîiyyesine vâsıl
olur. Ve ehl-i Hak indinde tabîat melekût cisme ıtlâk olunur ki, cemî’-i ecsâmda kuvvet-i sâriyeden ibâretdir. Ol
ecsâm gerek unsurî gerek felekî gerek basît olsun. Pes tabîat-ı külliye izhâr-ı cisimde nefs-i külliyenin altı
gibidir. Ve ifrâdı nüfûs-i mücerrede-i cüziyyenin altları gibidir.
719
Cism-i külliyeden murâd arşdır. Zirâ arş bir cisimdir ki, cemî’i cüssâmı muhîtdir.

391
rütbe-i sūret-i insâniyyeye irşâr eyler ki, nüfûs-i mücerredenin zılâlî menzilesindedir. Ya‘nî
suver-i nûrâniyye-i nüfûs-i mücerrede merâyâ-yı kavâlib-i beşeriyeden sūret-nümâ oldu. Pes
her birinin nâsıye-i hâllerinde feyż-i ilâhî ile envâr-ı hakīkatleri leme‘ân edib âsâr-ı feyż-i
Hüdâ kavâlib-i müte‘addideden hüveydâ oldu ki, bu mertebeye ‘âlem-i şehâdet-i mutlaka ve
‘âlem-i mülk ve ‘âlem-i nâsût derler. Pes hakīkat-i insâniye merâtib-i külliye-i mezkûre ve
makāmât-ı lâ yuhsâ-i nâ-mezkûreyi ubûr esnâsında niçe hâlât-ı acîbe ve havadisât-ı garîbeye
dûçâr olub bir hâlden bir hâle ubûr ve bir tûrdan bir tûra murûr ile bezm-i ezelî ve ahd-i lem
yezelîyi endâhte-i verâ-yı nisyân edib kendi hakīkatinden mahcûb ve mağbûn oldu. İşte “Bir
bin bin olmak” kelâmının muhtasarca şerhi budur. Ve “Bin bin bir olmak; hucb-i kesreti ref‘
edib mertebe-i ahadiyyete erişmekdir. Yâ‘nî sâlik vech-i vahdetden hucb-i kesreti ref‘ için
mücâhede ve riyâzat ve esmâ-i ilâhiyyeye müdâvemet ile mazāhir ve ağyârdan izâle-i
ta‘aşşuk ederek menâzil-i nefsden sefer ve makām-ı kalbe güzer edib ondan makām-ı rûha ve
nihâyet-i vâhidiyyete vâsıl ve ondan terakkī ile ‘ayn-i cem‘a ve hażret-i ahadiyyete mütevâsıl

oldukda; “‫ﺷﺊ‬ ‫“[ ”ﻛﺎﻥ ﺍﷲ ﻭﱂ ﻳﻜﻦ ﻣﻌﻪ‬Allâh vardı onunla beraber hiçbir şey yoktu.” (Aclûnî, II, 119

n.2009)] hakīkati rû-nümâ ve “‫ﻛﺎﻥ‬ ‫”ﺍﻻﻥ ﻛﻤﺎ‬ (Şu an dahî böyledir.) sırrı hüveydâ olmağa

işâretdir. Mâ-hasal kelâm-ı hakīkat-i insâniyye bezm-i vahdetden ‘âlem-i kesrete ve ġayb-ı
mutlakdan şehâdet-i mutlakaya tenezzül eylediği merâtib-i mezkûreye terakkī ile me’vâ-yı
kadîmine urûc ve meci‘-i müstedîmine vülûc etmekden kinâyetdir ki, sâlik esnâ-yı sülûkünde;
Mesnevî:
720
‫ﺧﻮﻳﺸﱳ ﺭﺍ ﻳﻴﺶ ﻭﺍﺣﺪ ﺳﻮﺧﱳ‬ ‫ﭼﻴﺴﺖ ﺗﻮﺣﻴﺪ ﺧﺪﺍ ﺁﻣﻮﺧﱳ‬

720
“Tevhid, Allah’ı bilmek nedir? Kendini Vahid’in, Bir’in önünde yakıp yok etmektir.” Şefik Can, Mesnevî
tercümesi, c.I, 3009

392
Mukteżāsınca âteş-i kahr-ı Celâl-i Vâhid ile varlık perdelerin [42b] sûzân ederek721

kalb-i sâlik mükâşefe-i atvâr ile eşyâda kayyûmiyyet-i Hakk’ı tayakkun edib; 722“ ‫ﻻ ﺣﻮﻝ ﻭﻝ‬

‫ ”ﻗﻮﺓ ﺍﻻ ﺑﺎﷲ‬sırrına ârif ve kendi kuvvet ve kudretinden teberrî ile; “ ‫ﺎ‬‫ﻴِﺘﻬ‬‫ﺻ‬


ِ ‫ﺎ‬‫ﻮ ٰﺍ ِﺧ ﹲﺬ ِﺑﻨ‬ ‫ﺑ ٍﺔ ِﺍﻟﱠﺎ ﻫ‬‫ﺩۤﺍ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺎ ِﻣ‬‫ﻣ‬

‫ﻘﻴ ٍﻢ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﻁ ﻣ‬
ٍ ‫ﺍ‬‫ﺻﺮ‬
ِ ‫ﻋﻠٰﻰ‬ ‫ﻲ‬‫ﺭﺑ‬ ‫”ِﺍﻥﱠ‬ [“…Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, idaresi ve yönetimi

O'nun elinde olmasın. Benim Rabbim, hiç şüphe yok ki, doğru yoldadır.” (Hud, 11/56)]

ahzince zaman ihtiyâr-ı ‘ibâdı yed-i kudret-i hâdîde idiğin tahkīk; “ ‫ﺭ‬ ‫ﺎ‬‫ﺨﺘ‬
 ‫ﻳ‬‫ﻭ‬ ُ‫ﺸۤﺎﺀ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ ﻣ‬‫ﺨﻠﹸﻖ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻚ‬
 ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﻭ‬

‫ﺮﺓﹸ‬ ‫ﻴ‬‫ﺨ‬
ِ ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ﻢ‬‫ﺎ ﻛﹶﺎ ﹶﻥ ﹶﻟﻬ‬‫“[ ”ﻣ‬Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur...”
(Kasas, 28/68)] mażmûn-ı hakīkat makrûnunu tedkîk etmeğin ef‘âl-i ibâdı fi‘il-i Hâlık’da ifnâ

721
B: + “İnâyetle ana Allâh onun şânın azîm etdi
Nedir mi’yârı bilmem yâ nedir sûretde mîzânı
Nice dutdu yerin bilsem karada hadd-i zâtında
Şahîs-i kebş bî-mikdâr beni zü’l-kadr-i Rahmânî
Bilir misin ki ânda emr-i Rabbânî mürettebdir
Vefâ ile olur erbâh olur naksıyla hüsrânı
Yani bilmez misin ki fedâda emr-i ilâhî müfdî
İle müfdî aleyh beyninde mürettebdir. Yani şeref-i haysiyyetde ve bâkî sıfâtda münâsebet gerekdir. Şerîfden
hays haysden şerîf fedâ olunmaz. Ve fedâ-yı sûret-i nefsden ibâret olan fedâ yerine götürmek ahd-i evvelîye
vefâdır ki, çâr-sû-yı isti’dâd-ı ticâretinde zebh içindir. Ve fedâ yerine getirmemek noksândır ki, zaman kesbinde
hüsrân içindir. Zira eğer gavâşî-i zülmâniyye ile ihticâbından ötürü ahd-i evvelîye vefâ etmezse isti’dâdında
noksânı ve tazyî’-i vakt eylediğinden ötürü ömründen ibâret olan re’s-i mâlının hüsrânıdır. Ve bu manânın sırr u
hakîkati oldur ki, kulun inâiyyeti bâkî iken Hakk’a vüsûl mümkün değildir. Pes inâiyyetin ifnâsı lâbuddür. Ve
Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyyetine ikrâr-ı ezelî zâten ve sıfâten ve fi’ilen ancak adem-i iştirâk ile tamâm olur. Zira
sâlikin zâtı ve ona terettüb [113b] eyleyen sıfât u ef’âlî mâdem ki, fânî olmaya ahd-i evvelîye vefâ etmemiş olur.
Pes Hak sübhâne ve Teâlâ Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’a oğlunun zebhini rü’yâda gösterdiği onun ve oğlunun
tekemmüllerinden ve ibtilâlarından ötürüdür. Vatkâ ki, oğlunun zebhini kasd ve oğlu dahî inkiyâd-i tâm ile
nefsini teslîm eylediyse fenâ-yı matlûb hâsıl olub ahd-i evvelîye vefâ bulunduğundan gâyet teslîm ve inkiyâdda
olan zebh-i azîmi onlara fedâ eyledi. Pes Hazret-i Şeyh cihet-i ta’zîmini tasrîh buyurub: “ ‫ﻓﻼ ﺧﻠﻖ ﺍﻋﻼ ﻣﻦ ﲨﺎﺩ ﻭﺑﻌﺪﻩ‬
‫ ”ﻧﺒﺎﺕ ﻋﻼ ﻗﺪﺭ ﻳﻜﻮﻥ ﻭﺍﻭﺯﺍﻥ ﻭﺫﺍﳊﺲ ﺑﻌﺪﺍﻟﻨﺒﺖ ﻓﺎﻟﻜﻞ ﻋﺎﺭﻑ ﲞﻼﻗﻪ ﻛﺸﻔﺎ ﻭﺍﻳﻀﺎﺡ ﺑﺮﻫﺎﻥ ﻭﺍﻣﺎ ﺍﳌﺴﻤﻰ ﺍﺩﻣﺎ ﻓﻤﻘﻴﺪ ﺑﻌﻘﻞ ﻭﻓﻜﺮ ﺍﻭ ﻗﻼﺩﺓ ﺍﳝﺎﻥ‬diye
buyurur.
Beyt:
Cemâd-ı ıtlâk eyle a’lâsı oldu cümleten halkın
Pes ondan sonra oldu hem nebâtın kadr-i evzânı
Pes ondan sonra zü’l-hisdir kamû Hallâk ârifdir
Ederler hamd ile tesbîh ona keşfî ve burhânı
Ve ammâ âdem-i hayevân pes ânı kayda çekmişdir
Ânın akl-ı mesûb ve fikri hem taklîd îmânı
Pes kıllet-i vesâyet vücûh-i imkâniyye ve ‘alâyık-i kuyûd-i kevniyye i’tibârıyla besâyıtdan sonra bilkuvve
sükûnetine meşiyyet-i ezeliyyesi müteallik ola ilm-i ezelîde bilkuvvede sâkin kalırlardı. Lâkin hikmet-i aliyyesi
kuvveden fiile gelmelerini muktedî olmakdan nâşî imtidâdlarını müsted’î olub”
722
“Allâh’dan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur.”

393
edib mazhar-ı tecellî-i tevhîd-i efâl olur. Ba‘dehû; “ ‫ﻙ‬ ‫ﻚ ِﻏ ﹶﻄۤﺎ َﺀ‬
 ‫ﻨ‬‫ﻋ‬ ‫ﺎ‬‫ﺸ ﹾﻔﻨ‬
 ‫ﻦ ٰﻫﺬﹶﺍ ﹶﻓ ﹶﻜ‬ ‫ﺖ ﰲ ﹶﻏ ﹾﻔﹶﻠ ٍﺔ ِﻣ‬
 ‫ﻨ‬‫ﺪ ﻛﹸ‬ ‫ﹶﻟ ﹶﻘ‬

‫ﺪ‬ ‫ﺪﻳ‬‫ﻡ ﺣ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻴ‬‫ﻙ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺼﺮ‬


 ‫ﺒ‬‫(“[ ”ﹶﻓ‬Allah ona) "Andolsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden
gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir." der.” (Kaf, 50/22)] Vefkınce
keşf-i gatâ mûcib-i temyîz-i hatâ olub rûh-i sâlik müşâhede-i envâr ile vâhid-i mutlakı kemâl-i
vâhidiyyeti üzere şuhûdundan nâşî sıfât-ı mümkinâtı sıfât-ı vâcibde ifnâ ile mazhar-ı tecellî-i
tevhîd-i sıfât olur. Ba‘dehû, sırr-ı723 sâlik muâyene-i esrâr ile dâver-i serâperde-i Yektâ’yı
ya‘nî Zât-ı bî-çûn ve bî-hemtâyı kemâl-i ahadiyyeti üzere tahakkuk edib iskât-ı724 izâfât ile

ahadiyyet-i zâtî tevhîd ve tecrîd ile; “‫ﺍ ِﻡ‬‫ﻛﺮ‬


‫ﺍﹾﻟِﺎ ﹾ‬‫ﻭ‬ ‫ﺠﻠﹶﺎ ِﻝ‬
 ‫ﻚ ﺫﹸﻭ ﺍﹾﻟ‬
 ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﺟﻪ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺒﻘٰﻰ‬‫ﻳ‬‫ﻭ‬ ﴾26﴿ ‫ﺎ ﻓﹶﺎ ٍﻥ‬‫ﻴﻬ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫” ﹸﻛﻞﱡ‬
[“Yer üzerinde bulunan her şey fânidir. Yalnız celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü
(zâtı) baki kalacaktır.” (Rahmân, 55/26-27)] hakīkati yüz gösterib vech-i fânî-i mecâzîden
ağmâz ve vech-i bâkī-i hakîkî temâşâsında şifte ve hayrân olub725 zevât olur. Ve ıstılâh-ı
sûfiyyede tecellî ġuyûb-ı sıfât-ı beşeriyyenin ġaybetiyle şems-i hakīkat-i Hak münkeşif ve
müncelî olmakdan ‘ibâretdir. Ve istitâr sıfât-ı beşeriyenin zuhûru ve zülumâtının terâkümü ile

nûr-i hakīkat muhtecib olmakdan kinâyetdir. Ve denilmiş ki, “ ‫ﺍﻟﺘﺠﻠﻰ ﺭﻓﻊ ﺣﺠﺐ ﺍﻟﺒﺸﺮﻳﺘﻪ ﻻﺍﻥ‬

‫”ﻳﺘﻠﻮﻥ ﺫﺍﺕ ﺍﳊﻖ ﻋﺰ ﻭﻋﻼ ﻭﺍﻻﺳﺘﺘﺎﺭ ﺍﻥ ﺗﻜﻮﻥ ﺍﻟﺒﺸﺮﻳﺘﻪ ﺣﺎﺋﻠﺔ ﺑﻴﻨﻚ ﻭﺑﲔ ﺷﻬﻮﺩ ﺍﻟﻐﻴﺐ‬726 ya‘nî tecellî

beşeriyyet hicâblarının ref‘idir. Zann olunmaya ki, tecellî televvün-i zât-ı Hak celle ve alâ ola
ve istitâr şuhûd-i ġayb ile senin beyninde beşeriyyet hicâbını hâyil olmakdan ‘ibârettir ki,
tecellî merâtib-i tevhîd üzere üç kısımdır. Birine tecellî-i tevhîd-i ef‘âl ve birine tecellî-i
tevhîd-i sıfât ve birine tecellî-i tevhîd-i zât derler. Nitekim ol seyyid tâife-i celîle bu merâtibin

tafsīlini lisân-ı Arabî ile beyân edib; “ ‫ﻓﺎﻟﺴﺎﻟﻚ ﰱ ﺍﳌﺮﺗﺒﺔ ﺍﻻﻭﱃ ﻳﺸﻬﺪ ﻣﺆﺛﺮﺗﻪ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﰱ ﺍﻟﻌﺎﱂ ﻭﺧﻠﻘﻪ‬

723
“‫ ”ﺍﻟﺴﺮ ﻟﻄﻴﻔﺔ ﻣﻮﺩﻋﺔ ﰱ ﺍﻟﻘﻠﺐ ﻛﺎﻟﺮﻭﺡ ﰱ ﺍﻟﺒﺪﻥ ﻭﻫﻮ ﳏﻞ ﺍﳌﺸﺎﻫﺪ ﻛﻤﺎﺍﻥ ﺍﻟﺮﻭﺥ ﳏﻞ ﺍﶈﺒﺔ ﻭﺍﻟﻘﻠﺐ ﳏﻞ ﺍﳌﻌﺮﻓﺔ‬Pes sırr kalbde mevdı’
bir latîfeden ibâretdir. Bedende rûh olduġu gibi yani sırrın kalbe taalluku rûhun bedene taallüku gibidir. Ve sırr
mahall-i müşâhededir. Rûh mahall-i muhabbet ve kalb mahall-i ma’rifet olduġu gibi.
724
İskât-ı izâfetin ma’nâsı oldur ki, muvahhid bir makāma vâsıl ola ki, kadîmi arza ve semâya ve gayrılarına
izâfe eylemek üzere ta’ayyünât-ı kevniyyeden mücerred ve izâfât-ı hudûsiyyeden münezzeh olduġu hâlde
müşâhede eyleye. “‫ ”ﺍﻟﺘﻮﺣﻴﺪ ﺍﺳﻘﺎﻁ ﺍﻻﺿﺎﻓﺎﺕ ﻭﺍﺳﻘﺎﻁ ﺍﳊﺪﺙ ﻭﺍﺛﺒﺎﺕ ﺍﻟﻘﺪﻡ ﻭﲡﺮﻳﺪ ﺍﻟﻘﺪﻥ ﻋﻦ ﺍﳊﺪﻭﺙ ﻭﺍﻓﺮﺍﺩ ﺍﻟﻘﺪﻡ ﻣﻦ ﺍﳊﺪﻭﺙ‬ma’nâ-
yı mezkûrdan kinâyetdir. Yanî küllîsinin malı mahv hâdis ve sübût-i kadîmden ibâretdir ki, zehâb-ı kesret bekâ-i
vahdet-i harfe işâretdir.
725
C: + “zevât-ı mevcûdâtı zât-ı Hak’da ifnâ ile mazhar-ı tecellî-i tevhîd-i zât olur”
726
“Tecellî beşeriyyet hicâblarının ref’idir. Zann olunmaya ki, tecellî televvün-i zât-ı Hak celle ve alâ ola ve
istitâr şuhûd-i gayb ile senin beyninde beşeriyyet hicâbını hâyil olmakdan ibârettir.”

394
‫ﻭﺍﳚﺎﺩﻩ ﺍﻳﺎﻩ ﻓﻴﺴﺘﺮ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻓﻌﺎﻝ ﺍﻟﻌﺒﺎﺩ ﻓﻼﳚﺪ ﳍﻢ ﻓﻌﻼ ﻓﻴﺤﺘﺎﺝ ﻏﻴﺔ ﺍﻻﺣﺘﻴﺎﺝ ﺍﱃ ﻣﺮﺷﺪ ﻛﺎﻣﻞ ﻭﺷﻴﺦ ﻓﺎﺿﻞ ﻳﻌﻠﻤﻪ‬

‫”ﺍﻻﺳﺘﺪﻻﻝ ﻋﻠﻰ ﺍﻻﻓﻌﺎﻝ ﺍﻻﺧﺘﻴﺎﺭﻳﺔ ﻭﻳﺮﺳﻞ ﺷﺒﻬﺘﻪ ﺣﱴ ﻻﻳﺬﻫﺐ ﺍﱃ ﺍﳌﺬﻫﺐ ﺍﳉﱪﻯ ﺍﻟﺒﺎﻃﻞ‬727 ya‘nî sâlik
mertebe-i ûlâda Cenâb-ı Hakk’ın ‘âlemde müessiriyetini ve halkını ve kendinin îcâdını
müşâhede eylediği hasebiyle ef‘âlullâh’da ef‘âl-i ‘ıbâd mestûr olub ef‘âl-i ibâdı bulamaz. Bu
mertebede sâlik bir şeyh-i fâzıl’a gâyet ihtiyâcla muhtâc olur ki, ef‘âl-i ihtiyârıyye üzerine
istidlâlı ona ta‘lîm edib şüphesini izâle eyleye. Tâ ki, mezheb-i cebrî bâtıla zâhib olmaya.
Nitekim hüsn-i basarı radıyallâhu anhde zaman-ı sa‘âdetlerinde kaderiye ile cebriyenin
beynlerinde niza‘ları serhadd-i faslı tecâvüz eylediğinden nâşî hasan basrî hażretleri
fırkateyn-i mezkûreteynin nizâ‘larını İmâm Hasan radıyallâhu anh efendimiz hażretlerinin
pîşgâh-ı devletlerine arz ve i‘lâm ve ser rişte-i nizâ‘ların fazl için isti‘lâm eylediklerinde “Her
kim ki kader hayr u şer-i Hudâ’dan olduġuna îmân getirmeye kâfirdir. Ve her kim ma‘âsîyı
Hudâ’ya havâle kılsa fâcirdir. Ya‘nî inkâr takdîr-i mezheb kaderdir. Ve Hudâ’ya havâle-i
maâsî mezheb-i cebrdir. Pes ‘abd-i âciz bî-mikdâr Cenâb-ı Kâdir-ii zü’l-iktidârdan istitāâti
mikdâr kendi kimesnede muhtârdır. Ve din-i İslâm cebr ile kader beynindedir.” diye tasrîh ve

iş‘âr buyurmuşlar.728 “ ‫ﻭﰱ ﺍﳌﺮﺗﺒﺔ ﺍﻟﺜﺎﻧﻴﺔ ﻳﺘﺠﻠﻰ ﻟﻪ ﺻﻔﺎﺕ ﺍﷲ ﺍﻟﻘﺪﳝﺔ ﻓﺎﺫﺍ ﺷﺎﻫﺪ ﺍﻟﺼﻔﺎﺕ ﺍﻟﻘﺪﳝﺔ ﺗﺴﺘﺮ ﻋﻠﻴﻪ‬

‫ﺍﻟﺼﻔﺎﺕ ﺍﳊﺎﺩﺛﺔ ﻭﳚﻬﻞ ﻧﻔﺴﻪ ﻭﻭﺻﻔﻪ ﻭﻳﺰﻋﻢ ﺍﻥ ﻟﻪ ﺍﻟﻘﺪﺭﺓ ﺍﻟﻜﺎﻣﻠﺔ ﻭﺍﻟﻌﻠﻢ ﺍﻟﻜﺎﻣﻞ ﻭﺳﺎﻳﺮ ﺍﻟﺼﻨﻌﺎﺏ ﺍﻟﻘﺪﳝﺔ‬

‫ﻓﻴﻨﺴﻰ ﺍﻟﻌﺒﻮﺩﻳﺔ ﻭﻳﺒﺪﻋﻰ ﺍﻟﺮﺑﻮﺑﻴﺔ ﻓﻴﺤﺘﺎﺝ ﰱ ﻫﺬﻩ ﺍﳌﺮﺗﺒﺔ ﺯﻳﺎﺩﺓ ﺍﻻﺣﺘﻴﺎﺝ ﺍﱃ ﺍﻻﺳﺘﺪﻻﻝ ﻋﻠﻰ ﻧﻔﺴﻪ ﻭﻭﺻﻔﻪ ﻟﺌﻼ‬

‫”ﻳﺬﻫﺐ ﺍﱃ ﻣﺬﻫﺐ ﺍﻟﻮﺟﻮﺩ ﺑﲔ ﺍﳌﻠﺤﺪﻳﻦ ﺍﻟﻀﺎﻟﲔ ﺍﳌﻀﻠﲔ‬729 Ya‘nî mertebe-i sâniyede Cenâb-ı

Hakk’ın sıfât-ı kadîmesi sâlike mütecellî olmakdan nâşî sıfât-ı kadîmeyi müşâhede hasebiyle
sıfât-ı hâdise mestûr olub kendi nefsini ve vasfını bilmez olur. Kudret-i kâmile ve ‘ilm-i kâmil

727
“Sâlik mertebe-i ûlâda Cenâb-ı Hakk’ın âlemde müessiriyetini ve halkını ve kendinin îcâdını müşâhede
eylediği hasebiyle ef’âlullâh’da ef’âl-i ‘ıbâd mestûr olub ef’âl-i ibâdı bulamaz. Bu mertebede sâlik bir şeyh-i
fâzıl’a gâyet ihtiyâcla muhtâc olur ki, ef’âl-i ihtiyârıyye üzerine istidlâlı ona ta’lîm edib şüphesini izâle eyleye.
Tâ ki, mezheb-i cebrî bâtıla zâhib olmaya.”
728
B, C: - “Yanî sâlik mertebe-i ûlâda Cenâb-ı Hakk’ın âlemde müessiriyetini …..Cenâb-ı Kâdir-ii zü’l-
iktidârdan istitâati mikdâr kendi kimesnede muhtârdır. Ve din-i İslâm cebr ile kader beynindedir.” diye tasrîh ve
iş’âr buyurmuşlar.”
729
“Mertebe-i sâniyede Cenâb-ı Hakk’ın sıfât-ı kadîmesi sâlike mütecellî olmakdan nâşî sıfât-ı kadîmeyi
müşâhede hasebiyle sıfât-ı hâdise mestûr olub kendi nefsini ve vasfını bilmez olur. Kudret-i kâmile ve ilm-i
kâmil vesâir sıfât-ı kadîme kendinin olmak, ubûdiyeti unudub rubûbiyyet da’vâsına başlar. Bu mertebede sâlik
bir mürşid-i kâmile ziyâde ihtiyac ile muhtac olur ki, nefsine ve vasfına istidlâlı ona ta’lîm eyleye tâ ki,
vucûdiyyîn-i mülhidin-i dâllîn-i mudillin mezhebine zâhib olmaya.”

395
vesâir sıfât-ı kadîme kendinin olmak, ubûdiyeti unudub rubûbiyyet da‘vâsına başlar. Bu
mertebede sâlik bir mürşid-i kâmile ziyâde ihtiyac ile muhtac olur ki, nefsine ve vasfına
istidlâlı ona ta‘lîm eyleye tâ ki, vucûdiyyîn-i [43b] mülhidin-i dâllîn-i mudillîn mezhebine

zâhib olmaya.730 “ ‫ﻭﰱ ﺍﳌﺮﺗﺒﺔ ﺍﻟﺜﺎﻟﺜﺔ ﻳﺘﺠﻠﻰ ﻟﻪ ﺫﺍﺕ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻭﻳﻜﻮﻥ ﺍﻫﻞ ﺍﻟﻮﺣﺪﺓ ﳏﺠﻮﺑﺎ ﻋﻦ ﺍﻟﻜﺜﺮﺓ ﻏﻔﻼ‬

‫ﻋﻦ ﻓﻌﻠﻪ ﻭﻭﺻﻔﻪ ﳏﺘﺎﺟﺎ ﺍﺷﺪ ﺍﻻﺣﺘﻴﺎﺝ ﺍﱃ ﺍﻻﺳﺘﺪﻻﻝ ﻋﻠﻰ ﻭﺟﻮﺩ ﺍﻟﻜﺜﺮﺓ ﻭﻭﺟﻮﺩ ﻓﻌﻠﻪ ﻭﻭﺻﻔﻪ ﻭﻧﻔﺴﻪ ﺣﱴ‬

‫”ﻳﺘﻤﻴﺰ ﺍﻟﻮﺍﺟﺐ ﻋﻦ ﺍﳌﻤﻜﻦ‬731 buyururlar. Ya‘nî mertebe-i sâlisede zât-ı Hak sâlike mütecellî

olmak hasebiyle fiilinden ve vasfından gâfil ve kesretden mahcûb olduġu hâlde ehl-i vahdet
olur. Bu mertebede dahî sâlik fâris-i meydân şerî‘at ve vâsıl-ı kenz-i hakīkat bir pîr-i kâmil ve
mürşid-i mükemmele eşedd ihtiyâc ile muhtâc olur ki, vucûd-i kesrete ve kendi fiiline ve
vasfına ve nefsine istidlâlî ta‘lîm eyleye hattâ mümkin vâcibden temyîz eyleye.732 Hulâsâ
cismi ve hissi ‘âlem-i nâsûtda seyrân ve nefs u hayâlî ‘âlem-i melekûtde tayarân ve aklî ve
rûhu ‘âlem-i ceberrutda cevelân edib ‘ayn-ı sâbitesi ve sırrı ‘âlem-i lâhûtda hayrân olduġuna
remz u işâretdir. İşte “Bin bin bir olmak” kelâmının muhtasarca rumûzât ve ıstılâhâtı budur.
Ola ki, Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak hakka’l-yakîn ile birliğe erişen kullarına mulhık eyleye.
“Şems zerre olmak; şems hakīkat-i vahdet meşârık-ı zerrât kesretden tulû‘ etmekdir.” Şems-i
hakīkat-i vahdet, mertebe-i hakīkat-i muhammediyyeden ‘ibâretdir. Zîrâ envâr-ı ıtlâkı ol
mertebede sahîh olur. Ol ecilden nûr akdem ve feyż-i mukaddesdirler. Zerrât-ı kesret ise
birkaç mertebeden itibâr olunur ki, envâr-ı şems hakīkat-i muhammediyye zerrât ervâh-ı
kıdsiyyede tâbân ve ervâh-ı mukaddese nufûs-i zâkiyede leme‘ân ve nûfûs-i tâhire kavâlib-i
‘unsuriyye-i zāhireden numâyân olmakdan ‘ibâretdir. Ol ecilden hakīkat-i muhammediyyeye
ebu’l-ervâh ve hakīkatü’l-hakâyık derler ki, eşbâh-ı kesîfe ervâh-ı latīfenin zılâlı

menzilesindedir. Nitekim Cenâb-ı Hakk: “ ‫ﺎ‬‫ﺮﻫ‬ ‫ﻭ ﹶﻛ‬ ‫ﺎ‬‫ﻮﻋ‬ ‫ﺽ ﹶﻃ‬


ِ ‫ﺭ‬ ‫ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺕ ﻭ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺴ ٰﻤﻮ‬
 ‫ﻦ ﻓِﻲ ﺍﻟ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﺪ‬‫ﺴﺠ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻭِﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ‬

‫ﺎ ِﻝ‬‫ﺍﹾﻟ ٰﺎﺻ‬‫ ﻭ‬‫ﺪﻭ‬ ‫ﻐ‬ ‫ﻢ ﺑِﺎﹾﻟ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻭ ِﻇﻠﹶﺎﹸﻟ‬ ” [“Oysa göklerde ve yerde kim varsa ister istemez kendileri de

gölgeleri de sabah akşam Allah'a secde ederler.” (Ra‘d, 13/15)] kavl-i şerîfinde eşbâh-ı

730
B, C: - “Yanî mertebe-i sâniyede Cenâb-ı Hakk’ın sıfât-ı kadîmesi….. mudillîn mezhebine zâhib olmaya”
731
“Mertebe-i sâlisede zât-ı Hak sâlike mütecellî olmak hasebiyle fiilinden ve vasfından gâfil ve kesretden
mahcûb olduġu hâlde ehl-i vahdet olur. Bu mertebede dahî sâlik fâris-i meydân şerî’at ve vâsıl-ı kenz-i hakîkat
bir pîr-i kâmil ve mürşid-i mükemmele eşedd ihtiyâc ile muhtâc olur ki, vucûd-i kesrete ve kendi fiiline ve
vasfına ve nefsine istidlâlî ta’lîm eyleye hattâ mümkin vâcibden temyîz eyleye.”
732
B, C: - “Yanî mertebe-i sâlisede zât-ı Hak …… hattâ mümkin vâcibden temyîz eyleye.”

396
kesîfeyi zılâle teşbîh buyurmuşdur ki, ervâh-ı kudsiyye-i ceberrutiyye ve nufûs-i tâhire-i
melekûtiyye ve ecsâm-ı kesîfe-i nâsûtiyye mertebe-i ilâhiyyede hilâfet-i ezeliye ile mustahlef
olan hakīkat-i muhammediyyeye itâ‘at ve inkıyâd ile rûz-i şeb zât-ı Hakk’a mutî‘ ve

munkâdlardır, demek olur. “‫ﻔﻴﻈﹰﺎ‬‫ﺣ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻴ ِﻬ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫ﺳ ﹾﻠﻨ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﻤۤﺎ ﹶﺍ‬ ‫ﻮﹼﻟٰﻰ ﹶﻓ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻪ‬ ‫ﻉ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬
 ‫ﺪ ﹶﺍﻃﹶﺎ‬ ‫ﻮ ﹶﻝ ﹶﻓ ﹶﻘ‬‫ﺮﺳ‬ ‫ ِﻄ ِﻊ ﺍﻟ‬‫ﻦ ﻳ‬ ‫ﻣ‬ ”
[“Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni

onlara bekçi olarak göndermedik.” (Nisâ, 4/80)] buna [44a] şâhid-i âdil yeter ve dahî; “ ‫ﺮ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﹶﺍﹶﻟ‬

‫ﻟﻴﻠﹰﺎ‬‫ﻴ ِﻪ ﺩ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ‫ﺲ‬


 ‫ﻤ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﺎ ﺍﻟ‬‫ﻌ ﹾﻠﻨ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﺎ ﹸﺛﻢ‬‫ﺎ ِﻛﻨ‬‫ ﺳ‬‫ﻌﹶﻠﻪ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﺷۤﺎ َﺀ ﹶﻟ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻭﹶﻟ‬ ‫ﺪ ﺍﻟﻈﱢ ﱠﻞ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻒ‬
 ‫ﻴ‬‫ﻚ ﹶﻛ‬
 ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫“[ ”ِﺍﻟٰﻰ‬Rabbinin gölgeyi nasıl
uzatmakta olduġunu görmedin mi? Dileseydi onu elbet hareketsiz de kılardı. Sonra biz
güneşi, ona (gölgeye) delil kılmışızdır.” (Furkan, 25/45)] kelâm-ı mu‘ciz nizâmında ittifâk-ı
muhakkıkîn üzere vücûd-i kesîf-i ‘unsurîyi zılle teşbîh edib buyurur. “Habîbim görmedin mi
Rabbin zıllıne keyfiyet ile med eyledi. Ya‘nî nûr-i şems-i hakīkatin vâsıta-i nufûs-i mücerrede
ile zıllı işbâh-ı ‘unsuriyyeyi ne keyfiyet ile medd eyledi. Zîrâ zıllın meddi bir nûra ve nûr ile
zıll beyninde bir şahsın tavassutuna mutevakkıfdır ki, ol şahsın zıllını ol nûr-i medd eyleye.
Eğer a‘yân-ı imkâniyyenin ‘ilm-i ezelîde bilkuvve sukûnetine meşiyyet-i ezeliyyesi muteallık
olsa ‘ilm-i ezelîde bilkuvvede sâkin kalırlardı. Lâkin hikmet-i ‘ilmiyesi kuvveden fi‘le

gelmelerini mukteżî olmakdan nâşî imtidâdlarını müstedî olub;733 “‫ﺎ‬‫ﺑﻬ‬‫ﺭ‬ ‫ﻮ ِﺭ‬‫ﺽ ِﺑﻨ‬
 ‫ﺭ‬ ‫ﺖ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬
ِ ‫ﺮﹶﻗ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻭﹶﺍ‬ ”
[“Yer, Rabbinin nuru ile parlamıştır…” (Zümer, 39/69)] mefhûm-i hakīkat melzûmunca
envâr-ı şems-i hakīkat vahdet ziyâ-bahş arâzî-i ebdân-ı kesret oldu. İşte “şems zerre olmak”
kelâmının muhtasarca teşbîh ve tavzîhi budur. “Ve zerre şems olmak” zerre-i vucûd-i
mevhûm envâr-ı şems-i hakīkatde mahv u mübeddel olmakdan ‘ibâretdir. Ya‘nî zulumât-ı
vücûdât-ı mevhûmeyi envâr-ı şems-i hakīkat izâle ve ifnâ ve sâlika vücûd-i Hakkânî i‘tâ ile
kuyûd-i evsâfı beşeriyyetden âzâd ve ‘âlem-i ıtlâkda evsâf-ı ilâhiyye ile ber-murâd olmakdan
kinâyetdir. Nitekim Cenâb-ı Hak kelâm-ı kadîminde zıll-ı mustalıh mezkûreden zıll-ı

lügavîye intikâl vechile; “‫ﺍ‬‫ﺴﲑ‬‫ﻳ‬ ‫ﺎ‬‫ﺒﻀ‬‫ﺎ ﹶﻗ‬‫ﻴﻨ‬‫ﻩ ِﺍﹶﻟ‬ ‫ﺎ‬‫ﻀﻨ‬


 ‫ﺒ‬‫ ﹶﻗ‬‫﴾ ﹸﺛﻢ‬45﴿ ‫ﻟﻴﻠﹰﺎ‬‫ﻴ ِﻪ ﺩ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ‫ﺲ‬
 ‫ﻤ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﺎ ﺍﻟ‬‫ﻌ ﹾﻠﻨ‬ ‫ﺟ‬ ‫…“[ ”ﹸﺛﻢ‬Sonra
biz güneşi, ona (gölgeye) delil kılmışızdır. Sonra da onu yavaş yavaş kendimize (başka
yöne) çekmekteyiz.” (Furkan, 25/45-46)] buyurdu. Ya‘nî enfüsde olan şems-i hakīkate ve zılâlı
menzilesinde olan vücûdât-ı mevhûmeye âfâkda olan şemsî ve zıllî delîl kıldık. Tâ ki, emr-i

733
B: - “kalb-i sâlik mükâşefe-i atvâr ile eşyâda….. nâşî imtidâdlarını müstedî olub”

397
ma‘ânî ve ma‘kûlât-ı suver ve masûsât ile istidlâl olana ondan sonra ol zıllî bir kabz-ı yesîr
eyle. Yani tedrîc ile kabz edib derece-i ustuvâya erişdirdin. Pes şems-i hakīkat dahî matla‘-ı
bedenden ibtidâ tulû‘unda zıll-ı vücûd-i mevhûmu ya‘nî varlık hicâbî hıddetden efzûn olub
kesret-i halkdan gayrı bir nesne göremez. Şems-i rûh pür-futûh bâlâ-yı ma‘rifet-i ilâhiyyeye
suûd eyledikçe zıll-ı hicâbı mahv u muntakıs olarak hadd-i istivâya erişir.734 ‘nî mahv-i
vücûd-i mevhûm ile fenâ fillâh menziline erişib gözüne eşyâdan eser [44b] görünmez olub;

“‫ﺎ ِﺭ‬‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﻬ‬ ‫ﺍ ِﺣ ِﺪ‬‫ﻭﺍ ِﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ ﺍﹾﻟﻮ‬‫ﺮﺯ‬ ‫ﺑ‬‫ﻭ‬ ‫ﺕ‬


 ‫ﺍ‬‫ﺴ ٰﻤﻮ‬
 ‫ﺍﻟ‬‫ﺽ ﻭ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ﺮ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﻴ‬‫ﺽ ﹶﻏ‬
 ‫ﺭ‬ ‫ ﹸﻝ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺒﺪ‬‫ﺗ‬ ‫ﻡ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻳ‬” [“O gün yeryüzü bir başka yere,
gökler, başka göklere çevirilecek ve bütün varlıklar, kabirlerinden çıkıp bir ve gücüne
karşı durulmaz olan Allah'ın huzuruna toplanacaklardır.” (İbrahim, 14/48)] hakīkati yüz
gösterir. Ba‘dehû tekmîl-i merâtib-i kusvâ ve cem‘-i cemî‘-i esmâ için imtidâd-i zıll-i vücûd
mevhûb-i Hakkânî ile kesretde sırr-ı vahdeti müşâhede edib cemî‘-i esmâ-i ilâhiyyeyi

makām-ı kalbde cem‘ eder ki; “ ‫ﻟﻘﻮﻟﻪ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ ﺍﻥ ﺍﷲ ﺧﻠﻖ ﺍﺩﻡ ﻋﻠﻰ ﺻﻮﺭﺗﻪ ﻭﻳﺮﻭﻯ ﻋﻠﻰ ﺻﻮﺭﺓ‬

‫[ ”ﺍﻟﺮﲪﻦ‬Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Allah Âdemi kendi sûretinde yarattı.” bir
rivâyete göre de “Rahmân’ın sûretinde yarattı.” Buyurmuştur. (Buhârî, isti’zân, 1; Müslim, Birr;

115, Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 379, n. 1215)] ve “‫ﺍﷲ‬ ‫“[ ”ﲣﻠﻘﻮﺍ ﺑﺎﺧﻼﻕ ﺍﷲ ﻭﺍﺗﺼﻔﻮﺍ ﺑﺼﻔﺎﺕ‬Allah Teâlâ’nın
ahlâkı ile ahlâklanınız. Allâh’ın sıfatlarıyla sıfatlanın” (Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr s. 123)] bu

ma‘nâya işâret ve “‫ﺘﻮٰﻯ‬‫ﺳ‬


‫ﺍ‬ ‫ﺵ‬
ِ ‫ﺮ‬ ‫ﻌ‬ ‫ﻋﻠﹶﻰ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺣ ٰﻤ‬ ‫“[ ”ﺍﹶﻟﺮ‬O Rahmân (kudret ve hakimiyyetiyle) Arş'a
hakim oldu.” (Tâhâ, 20/5)] bu fehvâdan kinâyetdir. İşte “zerre şems olmak” kelâmının
muhtasarca ta‘bîr ma‘ânîsi budur. Ola ki, şems hakīkat-i muhammediyye manzara-i
rûhumuzdan hâne-i kalbimizi işrâk ile zulmet-i cehlden halâs ve ‘abd-i hâssı’l-hâs edib kurb-i
Hak’da resîde-i derece-i ihtisās eyleye. “yalanı kovmak” cemî‘-i kütüb menzilede farz-ı
‘ayndır. Ya‘nî edyân-ı mütenevvî‘adan bir din ve milel-i muhtelifeden bir millet yokdur ki,
onda yalan söylemek câiz ola. Cümlesinde kizb harâmdır. Pes harâmı terk eylemek farz-ı

‘ayndır. Meğer zarûretde bir te’vîl ile câiz ola. “‫”ﺍﻟﻀﺮﻭﺭﺍﺕ ﺗﺒﻴﺢ ﺍﶈﻈﻮﺭﺍﺕ‬735 vefkıncadır. “ ‫ﺩﺭﻭﻍ‬

734
C: + “Mesnevî:
‫ﺑﺮﻭﻯ ﺍﻟﺮﲪﻦ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺮﺵ ﺍﺳﺘﻮﺍ‬ ‫“( ”ﲣﺖ ﺩﻝ ﻣﻌﻤﻮﺭ ﺷﺪ ﭘﺎﻙ ﺍﺯﻫﻮﺍ‬gönül tahtı hevâ ve hevesten arındı. Gönülde; “er-
Rahmân ale’l-arşi’s-tevâ” sırrı zuhûr etti.” Şefik Can, Mesnevî tercümesi, c.I, 3665)
735
“Zarûretler memnû olan şeyi mübah kılar.”

398
‫ ”ﻣﺼﻠﺤﺖ ﺁﻣﻴﺰ ﺍﺯﺭﺍﺳﺖ ﻓﺘﻨﻪ ﺍﻧﻜﻴﺰ‬haddine dâhil ola. “Gerçeği kovmak” hakīkat hâli nâ-ehle ketm
u ahfâdan kinâyetdir. Ya‘nî esrâr-ı hafiyye-i ilâhiyyeyi hakīkati üzere tayakkun etmeğe
havsala-i isti‘dâdı muttesi‘ ve hâne-i kalbi munşerih olmayan kimesne efvâh-ı nâsdan elsine-i

melâhideden istimâ‘ eyle. Esrâr-ı hafiyeye dâir bir nesne suâl eyledikde; 736“ ‫ﻛﻠﻢ ﺍﻟﻨﺎﺱ ﻋﻠﻰ ﻗﺪﺭ‬

‫ ”ﻋﻘﻮﳍﻢ‬emrince hakīkat hâli ol kimseneden ketm u ahfâ ve isti‘dâdınca te’vîl ve tevcîh ile
tesellî etmekden kinâyetdir ki, ol kimesneye mahz-ı rahmetdir. Zîrâ nâ-müste‘id olan kimesne
tıfl-i şîr hıvâra mesâbesindedir.
Mesnevî:
737
‫ﻃﻔﻞ ﻣﺴﻜﲔ ﺭﺍ ﺍﺯﺍﻥ ﻧﺎﻥ ﻣﺮﺩﻩ ﻛﲑ‬ ‫ﻃﻔﻞ ﺭﺍ ﻛﺮﻧﺎﻥ ﺩﻫﻰ ﺑﺮﺟﺎﻯ ﺷﲑ‬
Mukteżāsınca tıfl-ı şîr hıvâre gıdâ-yı merdân olan nân versin adem-i mesâğ havsala-i
isti‘dâdından nâşî bî-çâre cân verir. Nâ-muste‘id dahî bunun gibidir. Zîrâ ya inkârını yâhud
ilhâdını mukteżî olur ki, ikisi dahî helâkını müstelzimdir. Çün müdâvemet perhîz ve riyâzât
ve mülâzemet-i esmâ ve mücâhedât ile havsala-i isti‘dâdı küşâde ve sem‘-i cânı sadâ-yı
ma‘rifet-i ilâhiyeye âmâde ola bi-hasebi’l-isti‘dâd [45a] iş‘âr mukaddime-i mebde ve meâd
olunur. Bu ketm u ahfâ mukaddimece zikr olunduğu üzere umûr-i zāhiriyyede dahî cârîdir.
Ve dahî bir i‘tibâr ile yalandan murâd dünyâ ve gerçekden murâd ukbâ olub ikisinin dahî terkî

irâde olunmakdan ‘ibâretdir ki; 738


“ ‫ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ ﺣﺮﺍﻡ ﻻﻫﻞ ﺍﻻﺧﺮﺓ ﻭﺍﻻﺧﺮﺓ ﺣﺮﺍﻡ ﻻﻫﻞ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ ﻭﳘﺎ ﺣﺮﺍﻣﺎﻥ‬

‫ ”ﻻﻫﻞ ﺍﷲ‬mażmûnuna işâretdir. İşte yalanı ve gerçeği kovmanın mânâsı budur. Ve ölmek “ ‫ﹸﻛﻞﱡ‬

‫ﺕ‬
ِ ‫ﻮ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﺲ ﹶﺫۤﺍِﺋ ﹶﻘﺔﹸ ﺍﹾﻟ‬
ٍ ‫ﻧ ﹾﻔ‬” [“Her canlı ölümü tadacaktır…” (Âl-i İmran, 3/185)] zevk-i âmdır. Cemî‘

hayevâna târîdir. “‫ﻟﻠﺤﻴﻮﺍﺓ‬ ‫”ﺍﳌﻮﺕ ﻫﻮ ﺻﻔﺔ ﻭﺟﻮﺩﻳﺔ ﺧﻠﻘﺖ ﺿﺪﺍ‬739 ya‘nî mevt hayâtın zıddı olan bir
sıfata vücûdiyye-i mahlûkadır740 ki, beniyye-i vücûd-i hayevânînin fesâdından ‘ibâretdir. Ve

736
“İnsanlara anlayışları ölçüsünde konuşunuz.”
737
“Çocuğa süt yerine ekmek verirsen zavallı yavruyu o ekmek yüzünden öldü bil!” Şefik Can, Mesnevî
tercümesi, c.I, 581
738
“Dünyâ âhiret ehline haramdır. Âhiret dünya ehline haramdır. Ehlullâh’a ise her ikisi de haramdır.”
739
“Ölüm hayâtın zıddıyla yaratılmış vücûdu olan bir vasıfdır.”
740
“Mevtin ta’rîf-i zâhirîsi budur.”

399
ıstılâh-ı ehli’l-hak; 741
“‫ﺍﻟﻨﻔﺲ‬ ‫ﻗﻮﻡ ﻫﻮﺍﻯ‬ ” ve ıstılâh-ı ehlullâhda mevt hevâ-yı nefsi kam‘dan

‘ibâretdir. Ya‘nî hevâ-yı nefsi kahr edib ânı hor ve zelîl etmekden kinâyetdir. Ve hevâ fi’l-asl
nefsin şehvete meylinden ‘ibâretdir. Sonra meyl ‘aşka dahî isti‘mâl-i kesîr oldu. Nitekim
742
“‫ﻮﺍﺀ‬ ‫ ”ﻓﻤﻦ ﻣﺎﺕ ﻋﻦ ﻫﻮﺍﺀ ﻓﻘﺪ ﺣﻴﻲ‬Hażret-i Şeyh-i Ekber kuddise sırruhu’l-enver Futûhât’da
esmâ-i ilâhiyye şerhinde buyurur ki; “Muhyî’nin ma‘nâsı her şeyi hayât i‘tâ edici demekdir.

“‫ﻢ‬
 ‫ﻬ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﺒﻴ‬‫ﺗﺴ‬ ‫ﻮ ﹶﻥ‬‫ﺗ ﹾﻔ ﹶﻘﻬ‬ ‫ﻦ ﻟﹶﺎ‬ ‫ﻭ ٰﻟ ِﻜ‬ ‫ﻤﺪِﻩ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﺢ ِﺑ‬ ‫ﺴﺒ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻲ ٍﺀ ِﺍﻟﱠﺎ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻭِﺍ ﹾﻥ ِﻣ‬ ” [“…O'nu hamd ile tesbih etmeyen

hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız.…” (İsrâ, 17/44)]
mukteżāsınca eşyâdan bir şeyi yokdur ki, Hay olmaya. Zîrâ tesbîh Hay olandan
mutasavverdir. Gerek meyyit gerekse meyyitin gayrı olsun görmez misin ki, îmânen ve
keşfen meyyit için suâl ve cevâb vardır. Eğer hâl-i mevtinde hay olmasa suâl ve cevâb
mutasavver değil idi. Pes bu takdirce mevt hayâtın zıddı olmamak lâzım gelir. Lâkin hâyât ile
mevtin zıddını hayevân ile meyyitin hareket ve sukûnü mahsūsâtı idrâk ve ademi idrâki
i‘tibârıyladır denilse ta‘rîf-i zāhirîyi münâkıs olmaz,743 denilmişdir. Ya‘nî hevâ-yı nefsinden
mürde olan hevâ-yı ‘aşk-ı ilâhî ile zinde olur. Pes bu mevt-i mustalah birkaç nev‘dir ki, birine
mevt-i ahmer birine mevt-i ebyaz ve birine mevt-i ahdar ve birine mevt-i esved derler.
744
“‫ﺍﻟﻨﻔﺲ‬ ‫ ”ﺍﳌﻮﺕ ﺍﻻﲪﺮﳐﺎﻟﻔﺔ‬ya‘nî mevt-i ahmer muhâlefet-i nefsden ‘ibâretdir. Güyâ mücâhid-i
fi sebîlillâh esnâ-yı mukâtelede hûn a‘dâ ile âlûde ve la‘l renk olduġu gibi sâlik dahî cihâd-ı
nefsde gûyâ ona hemrenkdir, demek olur. Muhalefet-i nefsde sâlikle ne kanlar yudub çeşm-i

hûn-pâşından ne hûn çekerler. Nisâr etdikleri erbâbına ma‘lûmdur. “ ‫ﻭﺍﳌﻮﺕ ﺍﻻﺑﻴﺾ ﺍﳉﻮﻉ ﻻﻧﻪ‬

‫”ﻳﻨﻮﺭﺍﻟﺒﺎﻃﻦ ﻭﻳﺒﻴﺾ ﻭﺟﻪ ﺍﻟﻘﻠﺐ‬745 yani mevt-i ebyâz açlıkdan ‘ibâretdir. Zîrâ açlık bâtînı tenvîr

edib vech-i kalbi tebyîz eder. Ol ecilden 746


“‫ﺑﻄﻨﺘﻪ‬ ‫ ”ﻓﻤﻦ ﻣﺎﺕ ﺑﻄﻨﺘﻪ ﺣﻰ‬denilmişdir. Yani batnı
cev‘le mürde olan fıtnatı zinde olur. A‘nî bâtını mezâhim-i nândan hâlî olanın cânı zireklik ile

741
“Ehl-i hak ıstılahında hevâ-yı nefs-i kavimden ibârettir.”
742
“Hevâ-yı nefsinden mürde olan hevâ-yı aşk-ı ilâhî ile zinde olur.”
743
C: - “Hazret-i Şeyh-i Ekber kuddise sırruhu’l-enver Futûhât’da….. ta’rîf-i zâhirîyi münâkıs olmaz”
744
“Mevt-i ahmer muhâlefet-i nefsden ibâretdir”
745
“Mevt-i ebyâz açlıkdan ibâretdir. Zira açlık bâtını tenvîr edib vech-i kalbi tebyîz eder.”
746
“Yemeği az yiyenin vücûdu zinde olur.”

400
mâlî olur. “‫ﺑﺎﻟﻘﻨﺎﻋﺔ‬ ‫”ﻭﺍﳌﻮﺕ ﺍﻻﺣﻀﺮ ﻟﻴﺲ ﺍﳌﺮﻗﻊ ﻣﻦ ﺍﳊﺮﻕ ﺍﳌﻠﻘﺎﺕ ﺍﻟﱴ ﻻﻗﻴﻤﺔ ﳍﺎ ﻻﺣﻀﺮﺍﺭﻋﻴﺸﻪ‬747 yani
mevt-i ahdar atılmış kıymetsiz pârelerden yamalı hırka giymekden ‘ibâretdir. Kanâ‘at ile

[45b] ahdar-ı îşınden ötürü buna mevt-i ahdar derler. “ ‫ﻭﺍﳌﻮﺕ ﺍﻻﺳﻮﺩ ﻫﻮ ﺍﺣﺘﻤﺎﻝ ﺍﺫﻯ ﺍﳋﻠﻖ ﻭﻫﻮ‬

‫”ﺍﻟﻐﻨﺎﺀ ﰱ ﺍﷲ ﻛﺸﻬﻮﺩﻩ ﺍﻻﺫﻯ ﻣﻨﻪ ﻳﺮﻭﻳﺔ ﻓﻨﺎﺀ ﺍﻻﻓﻌﺎﻝ ﰱ ﻓﻌﻞ ﳏﺒﻮﺑﻪ‬748 yani mevt-i esved ihtimal eziyet-i
halkdır ki, fenâ fillâhdan ‘ibâretdir. Güyâ fiil-i mahbûbda fenâ-yı ef‘âl ubbâdı rû’yet
hasebiyle ol eziyeti mahbûbdan müşâhede edib tahammül eder. Pes ölmeğin mânâ-yı zāhirîsi
zıdd-ı hayât olan sıfat-ı vucûdiyye-i mahlûkanın nefsine a‘nî rûh-i hayevâniyyeye ârız
olmasından ‘ibâretdir ki, bu ma‘nâda cemî‘-i havâs ve avâm müşterekdir. Ve ölmeğin mânâ-
yı ıstılâhîsi envâ‘-ı şedâyid-i mezkûre ile nefsini kahr u i‘dâma sarf-ı himmet ve hayât-ı
ebediyyeye erişmeğe bezl-i miknet eyle. Sâlik fenâ fillâh menzilinde nefsini derece-i fenâya

erişdirmekden ‘ibâretdir ki, bu ma‘nâ erbâb-ı sulûka hâsdır. Ve ölmemek manâsı; 749“ ‫ﺍﳌﺆﻣﻨﻮﻥ‬

‫ ”ﻻﳝﻮﺗﻮﻥ ﺑﻞ ﻳﻨﻘﻠﻮﻥ ﻣﻦ ﺩﺍﺭ ﺍﻟﻔﻨﺎﺀ ﺍﱃ ﺩﺍﺭ ﺍﻟﺒﻘﺎﺀ‬vefkınca sâlik mevt-i mustalah-ı mezkûr ile derece-i
fenâ fillâha erişdikden sonra hayât-ı ebediye ile hay olub ölmekden halâs ve bekā billah
menzilesinde bâkī ve pâyidâr olmağa işâretdir. Nitekim Şeyh-i Ekber kuddise sirruhu’l-ezher
hażretleri Futûhât’da buyururlar ki; “Mevt kişinin hiss-i mutlakdan hiss-i müştereke
hurûcundan ‘ibâretdir. Nevm gibi ki, nevm mevt envâ‘ındandır. Zîrâ nevm dahî ‘âlem-i
hissden ‘âlem-i hayâle ve hiss-i müştereke intikâlinden ‘ibâretdir. Ol sebebden nâim
nevminde rütbesini gördüğü gibi. Lâkin meyyitin rütbesine mulâkât ru’yetinden sonra ricati
yokdur. Nâimin hilâfınca. Zîrâ nâim ecel-i müsemmâsına erişmek eceli için istifâza ile irsâl
olunur. Ve eğer mulâkât fenâdan iktiżā edib ve hâl-i bekāya redd olunursa ânın hükmü
meyyitin kıyâmet-i gününde ba‘si hükmündedir. Ona likâdan hicâb vâkı‘ olmaz. Nâimin
isteykâzı hâlinde olduġu gibi. Nâim ile fânînin ru’yetde farkı budur.750
Nitekim Şeyh-i Ekber kuddise sirruhu’l-ezher Hażretleri:

‫ﻗﺮﺃﻧﺎﻩ ﺑﻼﺳﻬﻮ ﻭﻓﻮﺕ‬ ‫ﺗﻌﻠﻤﻨﺎ ﺑﻼ ﺣﺮﻑ ﻭﺻﻮﺕ‬

747
“Mevt-i ahdar, atılmış kıymetsiz pârelerden yamalı hırka giymekden ibâretdir.”
748
“Mevt-i esved ihtimal eziyet-i halkdır ki, fenâ fillâhdan ibâretdir. Güyâ fiil-i mahbûbda fenâ-yı ef’âl ubbâdı
rû’yet hasebiyle ol eziyeti mahbûbdan müşâhede edib tahammül eder.”
749
“Mü’minler, fenâ yurdundan bekâ yurduna erişmekden sonra (hayât-ı ebediye ile hay olub) ölmezler.”
750
C: - “Nitekim Şeyh-i Ekber…… Nâim ile fânînin ru’yetde farkı budur.”

401
751
‫ﻓﻬﺬﺍ ﻣﻦ ﺟﻨﻮﻥ ﺍﻟﻌﺸﻖ ﻗﺴﻢ‬ ‫ﻓﺤﻴﻴﻨﺎ ﺑﻼﺍﺣﻀﺎﺭ ﻣﻮﺕ‬
Kavl-i şerîflerinde ‘ilm-i ilâhîyi mu‘allim-i hakîkî olan allâmu’l-ġuyûbdan bilâ harf ve
savt ta‘allüm ve bilâ sehv vü fevt kırâat eylediğimiz ecilden mevt-i ızdırârı ihzâr
olunmaksızın mevt-i irâdîden sonra hayât-ı ebediye ile hay olunduk ki, bu mezkûrât-ı aksâm
cunûn-i ‘aşkdan bizim emsâlimize maksûm bir kısımdır, diye hayât-ı ebediyyeye erişdiklerini

beyân buyurmuşlardır. Hażret-i Mevlânâ kuddesenallâhu bisırrıhi’l-alâ’dan; “ ‫ﺲ ﹶﺫۤﺍِﺋ ﹶﻘﺔﹸ‬


ٍ ‫ﻧ ﹾﻔ‬ ‫ﹸﻛﻞﱡ‬

‫ﺕ‬
ِ ‫ﻮ‬ ‫ﻤ‬ ‫”ﺍﹾﻟ‬ [“Her canlı ölümü tadacaktır…” (Âl-i İmran, 3/185)] ile 752
“‫ﻻﳝﻮﺗﻮﻥ‬ ‫”ﺍﳌﺆﻣﻨﻮﻥ‬
beynlerini tevfîk için suâl olunmuş; “Birbirini munâkız değildir. Zîrâ “külli nefs” denilmiş
“külli kalb” vârid olmamışdır ki, derece-i tezâddan birbirini munâkız ola.” buyurmuşlar.
Ya‘nî şerâb-ı mevti bi-eyyi hâl mezâk-ı nefse işrâb etdirirler. Sâğar-ı mevt ise dâire-i kalbe
dâir değildir. Fenâ’dan bekāya intikâl eden kalbdir demek olur. Ola ki, Hażret-i Hallâk erbâb-
ı kalbe ilhâk edib hayât-ı ebediye [46a] ile kuyûd-i mevtden ıtlâk eyleye. Ve “bilmek, kişi

kendi hakīkatini anlamakdır.” Zîrâ “‫ﻪ‬‫ﺭﺑ‬ ‫“[ ”ﻣﻦ ﻋﺮﻑ ﻧﻔﺴﻪ ﻓﻘﺪ ﻋﺮﻑ‬Nefsini bilen Rabbini bilir.”
(Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II, 262, n. 2532)] mukteżāsınca ma‘rifet-i nefse müstelzim ma‘rifet-i Rab’dir.

Hażret-i Bâyezid kuddise sırruhu’r-reşîd buyurmuşlar ki; “Matlûbum olan Cenâb-ı Hakk’a
erem deyu otuz sene envâ‘-ı mücâhede ve riyâzet ile taleb kapusun bekledim. Ba‘dehû perde-
i hestî murtefi‘ oldukda gördüm ki, verâ-yı perdeden yine Bâyezid zāhir olub Bâyezid’e
tecellî eyledi. Nazar-ı im‘ân ile tedkîk eyledim. Gördüm ki, ma‘nâ-yı Bayezid’den rûnümâ
olan sıfât-ı Rabb-ı Hamîd imiş. Evvel ma‘nâ-yı Bayezid idi. Ba‘dehû Cenâb-ı Rabb-i Mecîd’i

bilib; “‫ﻪ‬‫ﺭﺑ‬ ‫“[ ”ﻣﻦ ﻋﺮﻑ ﻧﻔﺴﻪ ﻓﻘﺪ ﻋﺮﻑ‬Nefsini bilen Rabbini bilir.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II, 262, n.
2532)] ma‘nâsını tahkīk etdim.” Pes ehlullâh indinde ‘ilm Hakk’ı bilmekden ‘ibâretdir. Ya‘nî

ref‘-i hicâb hestî ile hakīkatini ve hakīkatinde sıfât-ı Hakk’ı anlamakdır. Ola ki, nûr-i iclâ-yı
hidâyet-i sâha-i derûnumuzu mücellâ ve zıyâ-yı ma‘rifet-i hâne-i kalbimizi rû-şenâ edib kendi

hakīkatimize âşinâ eyleye. Ve “Bilmemek, ‘ilmullah’a nihâyet olmamakdan ‘ibâretdir.” “ ‫ﻣﺎ‬

751
“Biz harfsiz ve savtsız ta’lîm ettik. Sehvsiz ve fevtsiz kırâat ettik. Mevt-i ahdarsız hayat bulduk. Bu, aşkın
mecnunluğundan bir kısımdır.”
752
“Mü’minler aslâ ölmezler.”

402
‫”ﻋﺮﻓﻨﺎﻙ ﺣﻖ ﻣﻌﺮﻓﺘﻚ ﻳﺎﻣﻌﺮﻭﻑ‬753 ile ma‘rûf ve mevsûfdur. 754“‫ ”ﺍﻋﺮﻓﻜﻢ ﺑﻨﻔﺴﻪ ﺍﻋﺮﻓﻜﻢ ﺑﺮﺑﻪ‬tafsīlince

ma‘rifet-i ilâhî mâ lâ-yetenâhî olub “ ‫ﻢ‬ ‫ﻠﻴ‬‫ﻕ ﹸﻛﻞﱢ ﺫﻱ ِﻋ ﹾﻠ ٍﻢ ﻋ‬


 ‫ﻮ‬ ‫ﻭﹶﻓ‬ …” [“Ve her bilgi sahibinin

üstünde bir başka bilen vardır.” (Yusuf, 12/76)] fevtine erişsin. 755
“‫ﻣﺎﺍﻋﻠﻢ‬ ‫”ﻫﻮ ﻛﻤﺎ ﺍﻋﻠﻢ ﻭﻓﻮﻕ‬

i‘tirâfıyla nihâyet-i ‘ilme reh-yâb olamadığın iş‘âr edib “ ‫ﺤﻴﻄﹸﻮ ﹶﻥ‬‫ﻭﻟﹶﺎ ﻳ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺧ ﹾﻠ ﹶﻔ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭﻣ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺪﻳ ِﻬ‬‫ﻦ ﹶﺍﻳ‬ ‫ﻴ‬‫ﺑ‬ ‫ﺎ‬‫ ﻣ‬‫ﻌﹶﻠﻢ‬ ‫ﻳ‬

‫ﺷۤﺎ َﺀ‬ ‫ﺎ‬‫ﻦ ِﻋ ﹾﻠ ِﻤ ۤﻪ ِﺍﻟﱠﺎ ِﺑﻤ‬ ‫ﻲ ٍﺀ ِﻣ‬‫…“[ ”ِﺑﺸ‬O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir.
Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiç bir şey kavrayamazlar.…”
(Bakara, 2/255)] kelâm-ı mu‘ciz edâsınca meşiyyet-i Hak taalluk etmedikçe ‘ilmullâhdan bir

şeyi ihâta hadd-i imkânda olmadığından ‘ilmullâhda herkes acz u kusūrun izhâr eyler. Pes bu
bilmemek avâmın anladığı bilmemek değildir. Belki, bilmeğin bilmesidir. Nitekim Hażret-i

Şeyh, Gavsiyye’sinde 756


“‫ﺍﻟﻌﻠﻢ‬ ‫”ﻋﻠﻢ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﻫﻮ ﺍﳉﻬﻞ ﻋﻦ‬ buyurur. Ya‘nî bilmeğin bilmesi

bilmekden bilmemekdir ki, inkitâ‘ yönünden ma‘rifete niyetce vermekden ‘ibâretdir. Ve


bulmak şuhûd u ıyân ile Hakk’ı görmekdir. Hażret-i Şeyh-i Ekber kuddise sirruhu’l-ezher

Futûhât’ta buyurur: “ ‫ﺍﻻﻧﻮﺍﺭ ﺷﻬﺎﺩﺓ ﻭﺍﳊﻖ ﻧﻮﺭ ﻭﻣﻦ ﺣﻴﺚ ﲡﻠﻴﻪ ﰱ ﺍﻟﺼﻮﺭ ﻳﺸﻬﺪ ﻭﻳﺮﻯ ﻭﻟﻜﻦ ﻻﻳﺮﻯ ﺍﻻﰱ‬

‫”ﺭﺗﺒﺔ ﺍﻟﺮﺍﺋﻲ‬757 buyurur. Ya‘nî envâr şehâdetdir. Ve Hak nûrdur. Ve suverde tecellîsi

haysiyetinden râînin rütbe-i isti‘dâdına göre Hakk’ı müşâhede ve ru’yet-i muhakkakdır.

Velhasıl “‫ﺎ‬‫ﻴﻬ‬‫ﻌﹶﻠ‬ ‫ﹶﻓ‬ ‫ﻲ‬ ‫ﻋ ِﻤ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻨ ﹾﻔﺴِﻪ‬‫ﺮ ﹶﻓِﻠ‬ ‫ﺼ‬
 ‫ﺑ‬‫ﻦ ﹶﺍ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﻢ ﹶﻓ‬ ‫ﺑ ﹸﻜ‬‫ﺭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ ِﻣ‬‫ﺼۤﺎِﺋﺮ‬
 ‫ﺑ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺟۤﺎ َﺀﻛﹸ‬ ‫ﺪ‬ ‫[ ”ﹶﻗ‬46b] [“Muhakkak size
Rabbinizden basiretler (kalb gözleri) geldi. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine,
kim de körlük ederse zararı kendisinedir…” (En‘am, 6/104)] müeddâsınca âsâr-ı feyż-i Hüdâ
mezāhir-i eşyâdan huveydâ olduġunu basar-ı basīret ile müşâhede ve ru’yetden ‘ibâretdir.

Nitekim Kâdı Beyzâvî rahmetullâhi aleyh sûre-i Fâtiha’da “‫ﲔ‬


 ‫ﻌ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭِﺍﻳ‬ ‫ﺪ‬‫ﻌﺒ‬ ‫ﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫“[ ”ِﺍﻳ‬Ancak
Sana ibadet eder ve ancak Senden yardım dileriz.” (Fâtihâ, 1/5)] tefsîrinde ġaybetden hıtâba

753
“Yâ Ma’rûf Seni ma’rifetinin hakkıyla bilemedik.”
754
“Nefsinizi bilin Rabbinizi bilirsiniz”
755
“O, bildirildiği gibidir. Bildiğimizin üzerindedir.”
756
“O(Yüce Allâh)’nun bilgisi, bizim için bilinememezlik içerir.”
757
“Nurlar şehâdetdir. Ve Hak nurdur. Ve suverde tecellîsi haysiyetinden râînin rütbe-i isti’dâdına göre Hakk’ı
müşâhede ve ru’yeti muhakkakdır.”

403
iltifât ta‘lîlinde; “ ‫ﺧﻄﺐ ﺑﺬﻟﻚ ﺍﻯ ﻳﺎﻣﻦ ﻫﺬﺍ ﺷﺎﻧﻪ ﲣﺼﻚ ﺑﺎﻟﻌﺒﺎﺩﺓ ﻭﺍﻻﺳﺘﻌﺎﻧﺔ ﻟﻴﻜﻮﻥ ﺍﺩﻝ ﻋﻠﻰ ﺍﻻﺧﺘﺼﺎﺹ‬

‫ﻭﺍﻟﺘﺮﻗﻰ ﻣﻦ ﺍﻟﱪﻫﺎﻥ ﺍﱃ ﺍﻻﻋﻴﺎﻥ ﻭﺍﻻﻧﺘﻔﺎﻝ ﻣﻦ ﺍﻟﻐﻴﺒﺔ ﺍﱃ ﺍﻟﺸﻬﻮﺩ ﻭﻛﺎﻥ ﺍﳌﻌﻠﻮﻡ ﺻﺎﺭ ﻋﻴﺎﻧﺎ ﻭﺍﳌﻌﻘﻮﻝ ﻣﺸﺎﻫﺪ‬

‫ﻭﺍﻟﻐﻴﺒﺔ ﺣﻀﻮﺭﺍ ﺑﲎ ﺍﻭﻝ ﺍﻟﻜﻼﻡ ﻋﻠﻰ ﻣﺎﻫﻮ ﻣﺒﺎﺩﻯ ﺣﺎﻝ ﺍﻟﻌﺎﺭﻑ ﻣﻦ ﺍﻟﺬﻛﺮ ﻭﺍﻟﻔﻜﺮ ﻭﺍﻟﺘﺎﻣﻞ ﰱ ﺍﲰﺎﺋﻪ ﻭﺍﻟﻨﻈﺮ ﰱ‬

‫ﺍﻻﺋﻪ ﻭﺍﻻﺳﺘﺪﻻﻝ ﺑﺼﻨﺎﻳﻌﻪ ﻋﻠﻰ ﻋﻈﻢ ﺷﺎﻧﻪ ﻭﺑﺎﻫﺮ ﺳﻠﻄﺎﻧﻪ ﰒ ﻗﻔﻰ ﲟﺎﻫﻮﻣﺘﺘﻬﻰ ﺍﻣﺮﻩ ﻭﻫﻮ ﺍﻥ ﳜﻮﺽ ﳉﺔ ﺍﻟﻮﺻﻮﻝ‬

‫”ﻭﻳﺼﲑ ﻣﻦ ﺍﻫﻞ ﺍﳌﺸﺎﻫﺪﺓ ﻓﲑﺍﻩ ﻋﻴﺎﻧﺎ ﻭﻳﻨﺎﺟﻴﻪ ﺷﻔﺎﻫﺎ‬758 buyurur. Ya‘nî “‫ِﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﺤ‬
 ‫”ﹶﺍﹾﻟ‬ kavl-i ârifin

mebâdî-i hâli olan zikrine ve “‫ﲔ‬


 ‫ﺎﻟﹶﻤ‬‫ﺍﹾﻟﻌ‬ ‫ﺏ‬
 ‫ﺭ‬ ” kavli fikrine ve esmâda teemmülüne ve “ ‫ﺣ ٰﻤ ِﻦ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﺍﹶﻟ‬

‫ﺣﻴ ِﻢ‬‫”ﺍﻟﺮ‬ kavli ni‘am-i celîlesinin nazarına ve “‫ﻦ‬


ِ ‫ﻳ‬‫ﺍﻟﺪ‬ ‫ﻮ ِﻡ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻚ‬
ِ ‫ﺎِﻟ‬‫”ﻣ‬ kavli ızam-ı şânı ve bâhir-i

sultānî üzerine sanâyı‘ ile istidlâline mukâbil olub ve “‫ﲔ‬


 ‫ﻌ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭِﺍﻳ‬ ‫ﺪ‬‫ﻌﺒ‬ ‫ﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫”ِﺍﻳ‬ kavl-i ârifin

müntehâ-yı emri olan bahr-i vuslata dalıb erbâb-ı müşâhededen olmasına ve Hakk’ı ıyânen

görüb şifâhen münâcât etmesine mütekâbil olmuşdur. “‫ﻢ‬


 ‫ﻘﻴ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﺍﹾﻟﻤ‬ ‫ﻁ‬
‫ﺍ ﹶ‬‫ﺼﺮ‬
 ‫ﺎ ﺍﻟ‬‫ﻫ ِﺪﻧ‬ ‫“[ ”ِﺍ‬Hidâyet eyle

bizi doğru yola.” (Fâtihâ, 1/6)] tefsîrinde; “ ‫ﻓﺎﺫﺍ ﻗﺎﻟﻪ ﺍﻟﻌﺎﺭﻑ ﺍﻟﻮﺍﺻﻞ ﻋﲎ ﺑﻪ ﺍﺭﺷﺪﻧﺎ ﻃﺮﻳﻖ ﺍﻟﺴﲑﻓﻴﻚ‬

‫”ﻟﺘﻤﺤﻮ ﻋﻨﺎ ﻇﻠﻤﺎﺕ ﺍﺣﻮﺍﻟﻨﺎ ﻭﳓﻴﻂ ﻏﻮﺍﺷﻰ ﺍﺑﺪﺍﻧﻨﺎ ﻟﺘﺴﺘﻀﻰ ﺑﻨﻮﺭ ﻗﺪﺳﻚ ﻓﻨﺮﺍﻙ ﺑﻨﻮﺭﻙ‬759 buyurur. Yani ârif

billâh ve vâsıl ilallâh olan kes “‫ﻢ‬


 ‫ﻘﻴ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﺍﹾﻟﻤ‬ ‫ﻁ‬
‫ﺍ ﹶ‬‫ﺼﺮ‬
 ‫ﺎ ﺍﻟ‬‫ﻫ ِﺪﻧ‬ ‫ ”ِﺍ‬dediği zaman tarîk-i seyr-i fillâhı bize
irşâd ile zulumât-ı ahvâl ve gavâşi-i ebdânımızı izâle ve basar-ı basīretimize nûr-i kudsini

havâle eyle. Tâ ki, senin nûrunla seni görelim demek murâd eder ki, 760“ ‫ﻣﺎﺭﺃﻳﺖ ﺷﻴﺌﺎ ﺍﻻ ﻭﺭﺍﻳﺖ‬

758
“Ya’ni “‫ﺪ ِﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ ”ﹶﺍﹾﻟ‬kavl-i ârifin mebâdî-i hâli olan zikrine ve “‫ﲔ‬
 ‫ﺎﻟﹶﻤ‬‫ﺏ ﺍﹾﻟﻌ‬
 ‫ﺭ‬ ” kavli fikrine ve esmâda teemmülüne
ve “‫ﺣﻴ ِﻢ‬‫ﻦ ﺍﻟﺮ‬
ِ ‫ﺣ ٰﻤ‬ ‫ﺮ‬ ‫ ”ﺍﹶﻟ‬kavli ni’am-i celîlesinin nazarına ve “‫ﻳ ِﻦ‬‫ﻮ ِﻡ ﺍﻟﺪ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻚ‬
ِ ‫ﺎِﻟ‬‫ ”ﻣ‬kavli ızam-ı şânı ve bâhir-i sultânî üzerine
sanâyı’ ile istidlâline mukâbil olub ve “‫ﲔ‬
 ‫ﻌ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭِﺍﻳ‬ ‫ﺪ‬‫ﻌﺒ‬ ‫ﻧ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺎ‬‫ ”ِﺍﻳ‬kavl-i ârifin müntehâ-yı emri olan bahr-i vuslata dalıb
erbâb-ı müşâhededen olmasına ve Hakk’ı ıyânen görüb şifâhen münâcât etmesine mütekâbil olmuşdur.”
759
“Yani ârif billâh ve vâsıl ilallâh olan kes “‫ﻢ‬ ‫ﻘﻴ‬‫ﺴﺘ‬
 ‫ﻁ ﺍﹾﻟﻤ‬
‫ﺍ ﹶ‬‫ﺼﺮ‬
 ‫ﺎ ﺍﻟ‬‫ﻫ ِﺪﻧ‬ ‫ ”ِﺍ‬dediği zaman tarîk-i seyr-i fillâhı bize irşâd ile
zulumât-ı ahvâl ve gavâşi-i ebdânımızı izâle ve basar-ı basîretime nûr-i kudsiyi havâle eyle. Tâ ki, senin nûrunla
seni görelim”
760
“Allâh’ı gördükten sonra hiçbir şey görmedim.”

404
‫ ”ﺍﷲ ﺑﻌﺪﻩ‬hakīkatince eserden müessire istidlâl kabîlindendir. Nitekim Hażret-i Sezâyî kuddise
sirruhu’l-âlî;

Nazm:

Ola her zerreden mihr cemâli âşikâr


[47a] Dîdeme ‘ayn-ı müessir görünür her bir eser
Ârif-i billâhı mahcûb eylesin mi mâsivâ
Şû‘le-i şimşîr mihre zerre olsun mu siper

[fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Kelâm-ı ma‘ârif eserleriyle bu ma‘nâyı haber vermişdir. Ola ki, nûr-i yakîn basar-ı
basīretimizi pürnûr ve kuhl mâ-zâğâ’l-basar çeşm-i Hak-bînimizi nûrun alâ nûr edib kemâ
huve Hakk’a müşâhede ve ru’yet ile kalb-i hazînimizi pür surûr eyleye. Ve “bulmamak, künh-
i Zât’ı idrâk muhâl olmakdan ‘ibâretdir.”

Hażret-i Şeyh-i Ekber, Fütûhât’da buyurur: “ ‫ﻖ‬ ‫ﺤ‬


 ‫ﺪﹰﺍ ﻓﹶﺎﹾﻟ‬‫ﻮﹶﺍ ﹶﺍﺑ‬‫ ﺍﹾﻟﻬ‬‫ﻬﺮ‬ ‫ﻳ ﹾﻈ‬‫ﺍ ﹶﻓﻠﹶﺎ‬‫ﻬﻮ‬ ‫ﺐ ﹶﻓﻠﹶﻬﹶﺎ ﺍﹾﻟ‬
 ‫ﻴ‬‫ ﹶﻏ‬‫ﺮﹶﺍﺭ‬‫ﹶﺍﹾﻟﹶﺎﺳ‬

‫ﻪ‬ ‫ﻘِﻴ ﹶﻘﺘ‬‫ ﻭﺣ‬‫ﻪ‬‫ﺘ‬‫ ِﻮﻳ‬‫ﻭﻫ‬ ‫ﻬﺪ‬ ‫ﺸ‬


 ‫ﻮ ﹶﻻﻳ‬ ‫ﻴﺚﹸ ﹾﺍ ﹶﳍ‬‫ﺣ‬ ‫ﻦ‬ ‫” ِﻣ‬761 Ya‘nî esrâr, ġaybdır. Ve hüviyyet esrâr içindir ki; ebeden
zuhûr ve şuhûdu mümkün değildir. Pes Hakk’ı ve hüviyyeti ya‘nî hakīkati haysiyyetinden

müşâhede ve ru’yet mutasavver değildir. 762


“‫ﺍﺩﺭﺍﻙ‬ ‫ﺭﺍﹶﻙ‬‫ﺭ ِﻙ ﹾﺍ ِﻻﺩ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﺰ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﻌ‬ ‫ ”ﹶﺍﹾﻟ‬mukteżāsınca künh-i
zâtı idrâk ancak zât-ı pâke muhtass idi ki; meczûm-i ‘akl-ı derrâkdir. Ya‘nî casûs-i hayâl nâm-
dâr-ı havâlî-i sırr-ı hadd-i zâta ermek muhal-ender-muhal ve talîa‘-i efkâr-ı sebûk-bâr, dâire-i

künh-i zâta girmek763 ba‘îdü’l-ihtimâldir. “‫ﲑ‬


 ‫ﺒ‬‫ﺍﹾﻟﺨ‬ ‫ﻒ‬
 ‫ﻮ ﺍﻟﻠﱠﻄﻴ‬ ‫ﻭﻫ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﺎ‬‫ﺑﺼ‬‫ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺪ ِﺭﻙ‬ ‫ﻮ ﻳ‬ ‫ﻭﻫ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﺎ‬‫ﺑﺼ‬‫ﻪ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﺪ ِﺭﻛﹸ‬ ‫”ﻟﹶﺎ ﺗ‬
[“Gözler O’nu görmez, halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden

haberdar olandır.” (el-En’âm, 6/103)] bu fehvâ-yı letāfet-i ihtivâyı iş‘âr edip, “ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬ ‫ﻻ ِﺀ ﺍﻟﻠﱠ ِﻪ‬
‫ﰱ ﹶﺍ ﹶ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺗ ﹶﻔﻜﱠﺮﻭ‬

‫ﺕ ﺍﻟﻠﱠ ِﻪ‬
ِ ‫ﰱ ﺫﹶﺍ‬
ِ ‫ﺍ‬‫ﺘ ﹶﻔﻜﱠﺮﻭ‬‫ﺗ‬” [“Allâh’ın nimetlerini düşünün, zâtını düşünmeyin.” (Suyûtî, Cami’u’s-Sağîr, l,
114; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, l, 311, 1005)] mefhûm-i hakīkat melzûmunca,

761
“Esrâr, gaybdır. Ve hüviyyet esrâr içindir ki; ebeden zuhûr ve şuhûdu mümkün değildir. Pes Hakk’ı ve hüviyyeti
ya’ni hakîkati haysiyyetinden müşâhede ve ru’yet mutasavver değildir.”
762
[Akıl erdirmekten, anlamaktan âciz olmak asıl idraktir.]
763
C: - “ermek muhal-ender-muhal ve talîa’-i efkâr-ı sebûk-bâr, dâire-i künh-i zâta girmek”

405
Nazm:

Bahr-i efkâra düşüp çekme emek


Nükte-i çûn ü çerâdan el çek
Künh-i zâtına erişmez evhâm
Mütehayyir burada hâsıla ‘âm

[Feilâtün/feilâtün/feilün]

Lâkin havâssın tahayyürü ‘avâmın tahayyürü gibi kangı cânibe teveccüh edeceğin
bilmemek değildir.

Mesnevî:

764
‫ﺑﻞ ﺟﻨﲔ ﺧﲑﺍﻥ ﻭﻏﺮﻑ ﻭ ﻣﺴﺖ ﻭﺩﻭﺳﺖ‬ ‫ﱏ ﭼﻨﲔ ﺧﲑﺍﻥ ﻛﻪ ﺑﺸﻨﺶ ﺳﻮﻯ ﺍﻭﺳﺖ‬
Tercüme:
Öyle hayrân sanma k’ola arkası dostdan yana
Belki hüsn-i vech-i Bâkī’ye dalıb hayrân ola765

mefhûmunca havâssın tahayyürü bir tahayyürdür ki; müstelzim-i ‘ilmdir. “ ‫ﺮﹰﺍ‬‫ﺤﻴ‬


 ‫ﺗ‬ ‫ﱏ‬
ِ ‫ﺩ‬ ‫ﺏ ِﺯ‬
 ‫ﺭ‬

‫ﻚ‬
 ‫”ﻓِﻴ‬766 kavl-i şerîfiyle bu tahayyür irâde olunmuşdur. Zîrâ erbâb-ı kulûbün menzil-i âhiri

hayretdir.

Nitekim Samî merhum terkîb-i bendinde bu hayreti tafsīl ü beyân eylemişdir.

Nazm:

Ey nurda hestî-i eflak u anâsır


Feyyâz-ı Vücûd suver-i arâ-yı mezāhir

Zâtında her müşkil ser-beste-i îcad

764
[Din işindeki bu hayranlık bu işlere akıl eremediği için hakîkat kıblesine sırt çevirmek değildir. Belki dostun mest
ve mustağrakı olarak hayrete düşmektir.] Şefik Can, Mesnevî tercümesi, I. Cilt, s, 32 (1-313)
765
C: + “Terceme:
Öyle hayran sanma ki, ola arkası dostdan yana
Belki hüsn-i vech-i Bâkî’ye dalıb hayran ola”
766
[Rabbim Sana olan tahayyürümü (hayranlığımı, hayretimi) artır.]

406
Beyninde esrar-ı hafaya-yı zamâir

Bilmekte kemâlâtını pâder(?) gül-i hayret


Akl-ı hükemâ ve ‘ulemâ-yı mütebahhir

Pîş-i nazar-ı akla tamâşâ-i cemâle


Çekmekde izâfât u niseb-i perde-i sâtır

Ey mihr-i ‘amâ be-ruga‘ ıtlâk-ı cemalin


[47b] Her zerrede pinhân yine her zerrede zāhir

Zâtın kavle itlak-ı hakîkî ile mutlak


Derk eylemede dil olur elbet mütehayyir

Bu matla‘-i rengin ile bildirdi hayâli


Hayret eyleyen ehl-i dile menzil-i âhir

Ey tîr-i gamter dil-i uşşâk-ı nişâne


Halkı be-tû meşgûl ve tû gâib zamâne

767
‫ﻗﺪ ﲢﲑﺕ ﻓﻴﻚ ﺧﺬ ﺑﻴﺪﻯ ﻳﺎ ﺩﻟﻴﻼ ﳌﻦ ﲢﲑ ﻓﻴﻚ‬
[Mef‘ûlü/mefâîlü/mefâîlü/feûlün]

Ve olmak ikiliksiz ve ittisāl ve infisâlsiz birliğe yitmekdir. Zîrâ ittisāl ve infisâl


isneyniyet rütbesinde mutasavverdir.768 İsneyniyet i‘tibarı mürtefi‘ olacak ittisal ve infisâle
muhal kalmaz. Ya‘nî sâlik tecellî-i tevhid-i Zât’a mazhariyetinden nâşî bu nûr-i Zât-ı

hânumânsız hestî-i mümkinât olup, “‫ﺷﺊ‬ ‫“[ ”ﻛﺎﻥ ﺍﷲ ﻭﱂ ﻳﻜﻦ ﻣﻌﻪ‬Allâh vardı onunla beraber
hiçbir şey yoktu.” (Aclûnî, II, 119 n.2009)] mâ-sadakınca merteb-i ahadiyetde istihlâk-ı eşyâ ile,

“‫ﻛﺎﻥ‬ ‫ ”ﺍﻻﻥ ﻛﻤﺎ‬rütbesin bulup hakīkatde ikilik itibârı mürtefi‘ olmakdan ‘ibâretdir.
Beyt:

‫ﺟﺎﱙ ﺑﺮﺳﻰ ﻛﺰ ﺗﻮﺗﻮﱙ ﺑﺮﺧﻴﺰﺩ‬ ‫ﺗﻮﺍﻭ ﻧﺸﻮﻯ ﺩﻟﻴﻚ ﺍﻛﺮ ﺟﻬﺪ ﻛﲎ‬
Tercüme:
Sen evvel olmazsın ve lâkin cehd edersen ey püser

767
“Elimden tut şaştım kaldım ey şaşıranları kendine yönlendiren”
768
A: + “münevverdir”

407
Bir makāma erişirsin senliğin senden gider

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Gülşen-i Râz:

‫ﺩﺭﺍﻥ ﺧﻀﺮﺕ ﻣﻦ ﻭﻣﺎﻭﺗﻮﱙ ﻧﻴﺴﺖ‬ ‫ﺟﻨﺎﺏ ﺧﻀﺮﺕ ﺣﻖ ﺭﺍ ﺩﻭﱙ ﻧﻴﺴﺖ‬

‫ﻛﻪ ﺩﺭﻭﺣﺪﺕ ﺩﻭﱙ ﻋﲔ ﺿﻼﻟﺴﺖ‬ ‫ﺣﻠﻮﻝ ﻭﺍﲢﺎﺩ ﺍﻳﻨﺠﺎ ﳏﺎﻟﺴﺖ‬

‫ﻧﻪ ﺣﻖ ﺑﻨﺪﻩ ﻭﻧﻪ ﺑﻨﺪﻩ ﺧﺪﺍﺷﺪ‬ ‫ﺗﻌﲔ ﺑﻮﺩﻛﺮ ﻫﺴﱴ ﺧﺪﺍﺷﺪ‬


Tercüme:

İkilik hażret-i Hak’da olur mu?


O Hażret’de ben ve senlik kalır mı?

Hulûl u ittihâd O’nda muhaldir


Ki vahdetde ikilik bil dalâldir

Ta‘ayyündür cüdâ-yı varlık anla


Ne Hak bende olur, ne bende Mevlâ

[Mefâîlün/mefâîlün/feûlün]

Güfte-i Molla Câmî:

‫ﳓﻦ ﺍﻗﺮﺏ ﻛﻔﺖ ﻳﻌﲎ ﻗﻄﺮﻩ ﺩﺭ ﺩﺭﻳﺎ ﻳﻜﻴﺴﺖ ﻋﺎﺷﻖ ﻭ ﻣﻌﺸﻮﻕ ﻭﺳﺎﻗﻰ ﻣﺴﺖ ﻭﺻﻬﺒﺎ ﻳﻜﻴﺴﺖ‬

‫ﻣﺸﻬﺪ ﻭﻣﺸﻬﻮﺩ ﻭﺷﺎﻫﺪ ﻣﻮﱃ ﻭﻣﻮﻻ ﻳﻜﻴﺴﺖ‬ ‫ﺍﻯ ﻛﻪ ﺩﻭﺭ ﺍﻓﺘﺎﺩﻩ ﱙ ﺍﺯ ﺧﻴﺲ ﺍﻛﺮ ﺩﺍﺭﻯ ﺧﱪ‬

‫ﺍﺳﻢ ﺍﻋﻈﻢ ﺩﺭﻣﻴﺎﻥ ﲨﻠﻪﺀ ﺍﲰﺎ ﻳﻜﻴﺴﺖ‬ ‫ﻛﺮﭼﻪ ﻋﺎﱂ ﻣﻈﻬﺮ ﺍﲰﺎﺀ ﺣﺴﻨﺎﻯ ﺧﺪﺍﺳﺖ‬

‫ﻣﻴﻨﻤﺎﻳﺪ ﺩﺭﻫﺰﺍﺭﺍﻥ ﺁﻳﻨﻪ ﺍﻣﺎ ﻳﻜﻴﺴﺖ‬ ‫ﺮ ﺍﻇﻬﺎﺭ ﻛﻤﺎﻝ‬ ‫ﺣﺴﻦ ﻋﺎﱂ ﻛﲑ ﺗﻮﺍﺯ‬
Tercüme:
[48a] “Nahnu akrab” dedi, ya‘nî katre derya bir dirir.
Âşık u ma‘şûk ve sâkî mest u sohbâ bir dirir.

Ey ki, kendiden cüdâ düşen haber ister isen


Meşhed u meşhûd ve şâhid-i Mevlâ, Mevlâ bir dirir.

408
Gerçi ‘âlem-i mazhar esmâ-i Hüsna’dır velî
İsm-i a‘zam cümlesinde ey Dilârâ bir dirir.

Hüsn-i ‘âlem-gîrin izhâr-ı kemaliçün şehâ


Niçe bin âyinede aks etdi ammâ birdir

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Ola ki, tahâret-i maârif-i ilâhiyye ile kalbimizi tathîr ve tecelliyât-ı sıfât-ı
kudsiyyesiyle rûhumuzu tenvîr edip, esrâr-ı vahdâniyetiyle sırrımızı tahsîs ve kuyûd-ı
inâiyyetden tahlîs eyleye. Ve “Olmamak”, kayd-ı isneyniyetden külliyen halâs olmamakdan
‘ibâretdir. Zîrâ ta‘ayyünât-ı cismiyye ve nefsiyye ve akliyye ve rûhiyesi i‘tibariyle ikilik
kaydından halâs mutasavver değildir. Ve mertebe-i ahadiyyete erişmek ‘âlem-i lâ-ta‘ayyünde
mazhar-ı tecellî-i tevhîd-i Zât olup sırrın vahdeti ol tecellî-i hükmünde olduġu andadır.

Mesnevî:
769
‫ﻧﻮﺭ ﺷﺎﻥ ﳑﺰﻭﺝ ﺑﺎﺷﺪ ﺩﺭﻣﺴﺎﻍ‬ ‫ﻣﺘﺼﻞ ﻧﺒﻮﺩ ﺳﻔﺎﻝ ﺩﻭ ﭼﺮﺍﻍ‬
Muktezasınca rûhun ta‘ayyünü sırrın vahdetini münâfî değildir. İki kandilin
ta‘ayyünleri nurlarının ittihâdını münâfî olmadığı gibi. Zîrâ rûhun ta‘ayyünü fenâ-pezîr
değildir. Nitekim Hażret-i Mevlânâ min külli’l-vücûh evlânâ kaddesenallâhu bi-sırrıhi’l-a‘la

Mesnevî’de:

‫ﻻﻳﻨﻨﺪ ﻭﺩﺭﺻﻔﺖ ﺁﻏﺸﺘﻪ ﺍﻧﺪ‬ ‫ﭘﺲ ﻛﺴﺎﱏ ﻛﺰﺟﻬﺎﻥ ﺑﻜﺬﺷﺘﻪ ﺍﻧﺪ‬

‫ﳘﭽﻮ ﺍﺧﺘﺮ ﭘﻴﺶ ﺁﻥ ﺧﻮﺩ ﰉ ﻧﺸﺎﻥ‬ ‫ﺩﺭ ﺻﻔﺎﺕ ﺣﻖ ﺻﻔﺎﺕ ﲨﻠﻪ ﺷﺎﻥ‬

‫ﺧﻮﺍﻥ ﲨﻴﻊ ﻫﻢ ﻟﺪﻧﻴﺎ ﳏﻀﺮﻭﻥ‬ ‫ﻛﺮﺩﻗﺮﺁﻥ ﻧﻘﻞ ﺧﻮﺍﻫﻰ ﺍﻯ ﺣﺮﻭﻥ‬


770
‫ﺗﺎ ﺑﻘﺎﻯ ﺭﻭﺣﻬﺎ ﺑﻴﲎ ﻳﻘﲔ‬ ‫ﳏﻀﺮﻭﻥ ﻣﻌﺪﻭﻡ ﺑﻨﻮﺩ ﻧﻴﻚ ﺑﲔ‬
Buyurmuştur. Ya‘nî şol kimesneler ki, cihandan göçmüşlerdir. Onları ma‘dum zan
etmeniz onlar agşiye-i sıfatdırlar ki, sıfat-ı Hak’da onların sıfatı şemsin tulû‘unda kevâkibin

769
“İki kandilin yağ konan kabları birbirine bitişik değildir. Ama ışıkları birbirine katışmış, birleşmiştir.” Şefik
Can, Mesnevî tercümesi, c. III, 4392
770
“Dünyadan geçn kişiler de yok olmamışlar, fakat Allâh sıfatlarına bürünmüşlerdir. Onların sıfatları, Hak
sıfatlarına karşı, güneşin karşısındaki yıldızlara dönmüştür. Ah inatçı Kur’ân’dan buna delil arıyorsan oku:
“Onların hepsi huzurumuzdadır!” Haklarında “huzurumuzdadır” denenler yok olamazlar. İyi dikkat et de
ruhların bekâsını iyice anlayasın!” Şefik Can, Mesnevî tercümesi, c.IV, 442-445

409
bî-nişân olması gibidir. Ya‘nî şemsin tulû‘u vaktinde nûr-i kevâkib mağlup olub gözden gâib

olması gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de: “ ‫ﻊ‬ ‫ﻤﻴ‬‫ﻢ ﺟ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﺪ ﹰﺓ ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬ ‫ﺍ ِﺣ‬‫ﺤ ﹰﺔ ﻭ‬
 ‫ﻴ‬‫ﺻ‬
 ‫ﺖ ِﺍﻟﱠﺎ‬
 ‫ﻧ‬‫ِﺍ ﹾﻥ ﻛﹶﺎ‬

‫ﻭ ﹶﻥ‬‫ﻀﺮ‬
‫ﺤ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﺎ‬‫ﻳﻨ‬‫ﺪ‬ ‫”ﹶﻟ‬ [“Başka değil, sadece bir tek çığlık olmuş, derhal hepsi toplanmış

huzurumuza getirilmişlerdir.” (Yâsin, 36/53)] buyurmuştur. Pes mahzûrun ma‘dûm olmadığı


ma‘lûmdur. Hulâsa-i makâl tahrîr olunduğu minvâl üzere;
“Yalanı kovmak [48b] gerçeği komak. Olmağı komak, olmamağı kovmak.
Terk-i dünyâ, terk-i ukbâ. Terk-i hestî terk-i terk.” mażmûnuna remz ü işaretdir.
“Terk-i Dünya” derûnunda Dünya muhabbeti ve itibarı olmamakdan ‘ibâretdir. Ve “terk-i

Ukbâ” ibadât u tāâtı arzû-yı Cennet-i na‘im ve havf-i azâb-ı cahîm için etmeyip belki; “ ‫ﺪ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﻭ‬

‫ﺍ ﹲﻥ‬‫ﺿﻮ‬
 ‫ﻭ ِﺭ‬ ‫ﺪ ٍﻥ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﺕ‬
ِ ‫ﺎ‬‫ﺟﻨ‬ ‫ﺒ ﹰﺔ ﰲ‬‫ﻴ‬‫ﻦ ﹶﻃ‬ ‫ﺎ ِﻛ‬‫ﻣﺴ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺎ‬‫ﻦ ﻓﻴﻬ‬ ‫ﺎﻟِﺪﻳ‬‫ﺭ ﺧ‬ ‫ﺎ‬‫ﻧﻬ‬‫ﺎ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺤِﺘﻬ‬
 ‫ﺗ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺮﻱ ِﻣ‬‫ﺗﺠ‬ ‫ﺕ‬
ٍ ‫ﺎ‬‫ﺟﻨ‬ ‫ﺕ‬
ِ ‫ﺎ‬‫ﺆ ِﻣﻨ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﺍﹾﻟ‬‫ﲔ ﻭ‬
 ‫ﺆﻣِﻨ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﻪ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬

‫ﻈﻴﻢ‬‫ﺯ ﺍﹾﻟﻌ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻮ ﺍﹾﻟ ﹶﻔ‬ ‫ﻚ ﻫ‬


 ‫ ٰﺫِﻟ‬‫ﺒﺮ‬‫ﻦ ﺍﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ ﹶﺍ ﹾﻛ‬ ‫“[ ” ِﻣ‬Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, altlarından
ırmaklar akan cennetler vaad buyurdu. Orada ebedi kalacaklardır. Hem de Adn
cennetlerinde hoş meskenler vaad etmiştir. Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte
asıl büyük kurtuluş da budur.” (Tevbe, 9/72)] mâ-sadakınca kavlin lâzıme-i hâli efendisine
‘ubûdiyetdir. Ücret mukâbili cennât-ı ‘âliyât ve düzahden necât istemek iktiżā eylemez. “Ol
cevad-ı fevka’l-murâd ve mu‘tî’n-nevâl kable’s-suâl.” kerem bî-hemâline nihâyet yokdur.
Hemân cennât-ı771 na‘îm’den a‘lâ ve ekber olan rıżā-yı sa‘âdet iktiżāsına bezl-i iktidâr ile
neyl-i fevz-i azîme ibtidâr gerekdir. Ve “terk-i hestî” varlığını terk etmekdir. Ya‘nî emâneti

sāhibine verib kendi aradan çıkmakdır. Zîrâ vücûdun 772


“‫ﺁﺧﺮ‬ ‫ ”ﺫﻧﺐ ﻻﻳﻘﺎﺱ ﻋﻠﻴﻪ ﺫﻧﺐ‬kıyâsınca
kişiye varlık hicâbından uzağa zenb-i ‘azîm olmaz. “Terk-i terk” ise terk-i hestî’de varlığı
terk ettikden sonra menzil-i nistîye erişib Hak’dan gayrı bir şeyi kalmaz ki, ânı dahi terk
iktiżā eyleye. Bu takdirce nihâyet-i terke işâretdir. Ve dahî773 dünya ve ukbâyı ve varlığı

ağyar olmak itibarıyla nefs için terk etmişdi. 774


“‫ﺍﻟﻨﺎﺱ‬ ‫ ”ﺧﲑ ﺍﻟﻨﺎﺱ ﻣﻦ ﻳﻨﻔﻊ‬nef‘ince dünya ve

771
C: + “Cenâb-ı nâ’îm”
772
“Günah diğer bir günaha kıyâs olunmaz.”
773
C: - “terk-i hestî’de varlığı terk ettikden sonra menzil-i nistîye erişib Hak’dan gayrı bir şeyi kalmaz ki, ânı
dahi terk iktizâ eyleye. Bu takdirce nihâyet-i terke işâretdir. Ve dahî”
774
“İnsanlara faydalı olan insanların hayırlısıdır.”

410
ukbâya ve varlığa Hak için hakkânî775 i‘tibar etmekden kinayetdir ve dahî zikr olunan
terklerden kişiye bir yokluk ârız olur ki, yokluğa erişib terke geldim diye sâlifü’z-zikr
varlıklardan eşedd bir varlık hâsıl olur. Ol terk-i terk eyle demekdir. Ve dahî inkıtâ‘ yönünden
ma‘rifet-i ilâhiyyeye niyetçe verdim diye keşîde bir pindarcık hâsıl olub terk-i taleb
da‘iyyesine düşer. Ol terk-i terk edip rûz u şeb sa‘y u talepde pâyidâr ve bî-karâr ol demekdir.

Zîrâ ma‘rifet-i ilahiyyeye intihâ yönünden nihâyet yokdur. 776“‫ﻣﻐﺒﻮﻥ‬ ‫ ”ﻣﻦ ﺍﺳﺘﻮﻯ ﻳﻮﻣﺎ ﻓﻬﻮ‬istivâ

gabn ihtivâsınca 777


“‫ﺍﻻﺩﺏ‬ ‫[ ”ﻓﻤﻦ ﻗﻨﻊ ﻓﻘﺪ ﺟﻬﻞ ﻭﺃﺳﺄ‬119b] mukteżāsı vasf-ı hâlin olması için

olduġun menzile kanâat etmeyib “‫ﺎ‬‫ِﻋ ﹾﻠﻤ‬ ‫ﱐ‬‫ﺏ ِﺯﺩ‬


 ‫ﺭ‬ ‫ﻭﹸﻗ ﹾﻞ‬ ” [“Rabbim! benim ilmimi artır" de.”
(Tâhâ, 20/114)] [49a] emrine imtisal ile dem-be-dem terakkīye sa‘y u şitâb eyle demekden

‘ibâretdir. Zîrâ Cenâb-ı Hak bu emirde senden devam-ı iftikârı murad eder. Ol ecilden “ ‫ﹶﻓِﺎﺫﹶﺍ‬

‫ﺐ‬
 ‫ﺭ ﹶﻏ‬ ‫ﻚ ﻓﹶﺎ‬
 ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﻭِﺍﻟٰﻰ‬ ﴾7﴿ ‫ﺐ‬
 ‫ﺼ‬
 ‫ﻧ‬‫ﺖ ﻓﹶﺎ‬
 ‫ﺮ ﹾﻏ‬ ‫“[ ”ﹶﻓ‬O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve
ibadetle) yorul. Ancak Rabbine yönel.” (İnşirah, 94/7-8)] buyurur. Ey tâlib-i râh-ı tahkīk vey
râğıb-ı cevher-i bahr-i amîk bu mezkûrâta idâre-i nazar-ı tedkîk ve kişvâre-i sem‘-i tasdîk
ettinse her mertebenin tahakkukuna murâ‘ât ve her makāmda Cenâb-ı Hakk’a inkıyâd ve tâ‘ât
ile sarf-ı nukûd infâs-ı hayât ve her hâlde isticlâb-ı rıżā-yı şerîfine bezl-i evkât gerekdir.

Nitekim Hażret-i Hüdâyî buyurur:

Benim tevhid-i sırfında yeri vâr


Makāmın gözle, gâfil olma zinhâr

Evkât fehmeyle mâ‘nâ-yı kelâmı


Gözet yerli yerinde her makāmı

Kaçın kim ola bir zillet sudûru


Bakıb tevhide hoş görme kusūru

Tezellül etse nefse himmet eyle


Terakkīye efendi gayret eyle

775
C: - “hakkânî”
776
“İki günü eşit olan ziyandadır.”
777
“Kim (bulunduğu menzile) kanaat ederse cahillik etmiş ve sû-yi edebde bulunmuş olur.”

411
Bu şirki tutma ol tevhîde yeksân
Bulunur zulmet içre âb-ı heyevan

Teferruc et hakīkat gülistanın


Hisâr edin şerî‘at bostanın

Hakīkat eyleyip sırrında cevalân


Şerî‘at-ı zāhirin hıfz etsin ey can

Gehî vahdet ilinde et tena‘um


Ki, eyle bâğ-ı kesretde terennüm

Sarâ-yı vahdete yol gösteren şâh


Der idi gâh olurdu “lî ma‘allâh”

Gehî irşâd için erbâb-ı dîni


Der idi yâ humeyrâ “kellimînî”

Bilirsin ger efendi iş bu hâlet


Eder ânın kemâline şehâdet

Habîbullâh’a eyle iktidâyı


Tarîk-i mustakīme git Hüdâyî

Hakîkî mülke hakkânî nikâh et


‘Ubûdiyet makāmın cilvegâh et

Kuru dâ‘vâda çok türlü telef var


‘Ubûdiyyetde havdınca şeref var

Sakın bâb-ı ‘ilimden sen dûr olma


Kuru emniyyeye mağrûr olma

Amel oldu mürîde kurbet için


Vusûl ehline şükr-i ni‘met için

Amelden Hakk’a yokdur nef‘ u yazar


Seninçündür kamûsu ey birâder

[Mefâîlün/mefâîlün/feûlün]

412
Velhâsıl ey birâder-i cân778 berâber eğerçi tasavvufdan tasânîf çokdur. Lâkin mücerred
mâkâlât-ı [49b] resâyil ile kalbe yol bulub bilâ mürşid şem‘-i ‘aşkı uyandırmış yokdur.779
Ancak resâilin ta‘bîrât dilpezîri müntehâya mevrıt-ı safâ ve mutevassıta bâ‘is keşf-i gatâ olub
mübtedâya sebeb-i irtifâ ve muhibbe mûcib-i taleb-i muktedâ olur.780 Zîrâ sâlik menâkir u
bida‘dan ârî ve ma‘ârif u vera‘ın yârî fâris-i meydân-ı şerî‘at ve hâris-i kenz-i hakīkat bir
mürşid-i kâmile muhtâcdır ki, mehâlik-i sülûkdan ânı halâs edib eser-i Rasûlullâh Sallallâhu
Aleyhi ve Selem’de makāmât u merâtibi seyr etdire.
Mesnevî:

‫ﻫﺴﺖ ﭘﺲ ﭘﺮﺍﻗﺖ ﻭﺧﻮﻑ ﻭﺧﻄﺮ‬ ‫ﭘﲑﺭﺍﺑﻜﺰﻳﻦ ﻛﻪ ﰉ ﭘﲑﺍﻳﻦ ﺳﻔﺮ‬

‫ﻫﲔ ﻣﻬﺮﺗﻨﻬﺎﺭﺯﻫﱪﺳﺮ ﻣﭙﻴﭻ‬ ‫ﭘﺲ ﺭﻫﻰ ﺭﺍﻛﻪ ﻧﺪﻳﺪﺳﱴ ﺗﻮﻫﻴﭻ‬

‫ﺍﻯ ﻛﻪ ﭘﺲ ﺧﺮﻳﻨﺪﻩ ﺭﺍﻛﺮﺩﺍﻭ ﺗﻠﻒ‬ ‫ﺩﴰﻦ ﺭﺍ ﻫﺴﺖ ﺧﺮ ﻣﺴﺖ ﻋﻠﻒ‬

‫ﻫﻢ ﭼﻮﻣﻮﺳﻰ ﺯﻳﺮﺣﻜﻢ ﺣﻀﺮ ﺭﻭ‬ ‫ﭼﻮﻥ ﻛﺮﻓﺘﺖ ﭘﲑﻫﻞ ﺑﻦ ﺗﺴﻠﻴﻢ ﺷﻮ‬
781
‫ﺗﺎﻧﻜﻮﻳﺪ ﺧﻀﺮﺭﻭ ﻫﺬﺍ ﻓﺮﺍﻕ‬ ‫ﺻﱪﻛﻦ ﺑﺮﻛﺎﺭ ﺣﻀﺮﻯ ﰉ ﻧﻔﺎﻕ‬
Tercüme:

Pîr-i kâmil bul ki, pîrsiz bu sefer


Sâlikîne oldu pür havf u hatar

Bir yolu kim görmüşsün ey fetâ


Gitme rehbersiz sakın hergiz ona

Düşman-ı râh oldu har mest ‘alef


Niçe bin harindeyi etdi telef

Çünkü mürşid bulasın teslîm ol


Mûsâ gibi hükm-i Hıżrı et kabûl
778
C: + “Hân”
779
C: + “ancak sıdk u ihlâs ile istimâı mûcib-i talem-i mürşid olur.”
780
C: - “Ancak resâilin ta’bîrât dilpezîri ….safâ ve mutevassıta bâ’is keşf-i gatâ olub mübtedîye sebeb-i irtifâ ve
muhibbe mûcib-i taleb-i muktedâ olur.”
781
“Bildiğin ve defâlarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın. Kendine gel! hiç görmediğin o yola
yalnız gitme. Sakın yol göstericiden baş çevirme! Ey Nobran Pîrin gölgesi olmazsa gulyabânî sesi seni
sesemleştirir, yolunu şaşırtır. Gülyabânî sana zarar verir. Yolunudan alıkoyar. Bu yolda nice senden daha dâhî
kişiler kaybolub gittiler. Yolcuların yollarını şaşırdıklarını, kötü ruhlu İblîs’in onlara neler yaptığını Kur’ân’dan
işit!” Şefik Can, Mesnevî tercümesi, c.I, 2944-2948

413
Kâr-ı Hıżr’a sâbır olasın bî-nifâk
Demeye tâ kim sana “hezâ firâk”

[Fâilâtün/fâilâtün//fâilün]

Ya‘nî taleb-i pîrde cedd-i tâm ve her kârına sabr etmede sa‘y u ihtimâm edib her
emirde hükmüne râm ol. Lâkin
Mesnevî:

‫ﺮ ﺩﺳﱴ ﻧﺸﺎﻳﺪ ﺩﺍﺩ ﻭﺳﺖ‬ ‫ﭘﺲ‬ ‫ﭼﻮﻥ ﭘﺴﻰ ﺍﺑﻠﻴﺲ ﺁﺩﻡ ﺭﻭﻯ ﻫﺴﺖ‬
Tercüme:
Niçe âdem yüzlü iblîs var sakın
Her ele el vermek olmaz bil yakîn

[Fâilâtün/fâilâtün//fâilün]

Mukteżāsınca;
Her mürşîde dil verme kim yolunu sarpa uğradır
Mürşîd-i kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş

[Mef‘ûlü/mefâîlün/mef‘ûlü/mefâ‘îlün]

Ya kâmili ve nâkısı temyîz etmek mübtedînin şânından mıdır der isen, “ ‫ﺍﻟﻈﺎﻫﺮ ﻋﻨﻮﺍﻥ‬

‫”ﺍﻟﺒﺎﻃﻦ‬782 mefhûmunca zāhiri huliyye-i şerî‘at ile ârâsta ise esrâr-ı hakīkate mahremiyet

ihtimâli vardır. Şerî‘atde noksanı olanın hakīkatden behresi yokdur. Ol ma‘kûleye iktidâ [50a]

mûcib-i hüsrân-ı dünyâ ve ukbâdır. Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sirruhu’l-hâdî; “ ‫ﻣﻦ ﱂ‬

‫”ﳛﻔﻆ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﻭﱂ ﻳﻜﺘﺐ ﺍﳊﺪﻳﺚ ﻻﻳﻘﺘﺪﻯ ﺑﻪ ﰱ ﻫﺬﺍ ﺍﻻﻣﺮ ﻻﻥ ﻋﻠﻤﻨﺎ ﻣﺒﲎ ﻣﻘﻴﺪ ﺑﺎﻟﻜﺘﺎﺏ ﻭﺍﻟﺴﻨﺔ‬783 buyurur.
Ya‘nî âyât-ı Kur’âniyyeden istinbât olunan ahkâm-ı şer‘iyye ve ehâdîs-i nebeviyyeden ve
icmâ‘-ı ümmetden azh olunan sünen-i seniyye ile ‘âmil olmayan kimseye bu tarîkat emrinde
iktidâ olunmaz. Zîrâ ‘ilm-i tasavvuf sünnet ve kitâb ile mebnî ve mukayyeddir. Çünkü ziver-i
şerî‘at ile müzeyyen bir mürşid bulasın. Tahâret-i kâmile ile mukâbelesine oturub kalbini

782
“Zâhir, batının işâretidir.”
783
“Âyât-ı Kurâniyyeden istinbât olunan ahkâm-ı şeriyye ve ehâdîs-i nebeviyyeden ve icmâ’-ı ümmetden azh
olunan sünen-i seniyye ile âmil olmayan kimesneye bu tarîkat emrinde iktidâ olunmaz.”

414
şevâgıl-i dünyeviyyeden âsûde edib halâs-ı tâm ile ol zâtın mir’ât-ı kalbine mukâbil dutasın.
Eğer ol ânda derûnuna hâlât-ı muhabbetullâhdan bu hâlet-i zâyide ârız olub dünyâ ve âhiret
arzularını selb edib bî-ihtiyâr rikkat-i kalble bana elverirse ol zâtın hâline delâlet eder.
Dâmen-i himmetlerine teşebbüs edib ittibâ‘-ı sünen u kitâb ve kâmet-i istikâmetine ilbâs-ı
hil‘at-ı âdâb ile tenevvür-i mücâhede ve riyâzât içre âteş-i ‘aşk-ı ilâhî ile kebâb olmak

gerekdir. Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sirruh; “ ‫ﻟﻜﻦ ﻋﻦ ﺍﳉﻮﻉ‬ ‫ﻣﺎﺍﺧﺬ ﺍﻟﺘﺼﻮﻑ ﻋﻦ ﻗﻴﻞ ﻭﻗﺎﻝ‬

‫”ﻭﺗﺮﻙ ﺍﻟﺪﻧﻴﺎ ﻭﻗﻄﻊ ﺍﳌﺎﻟﻮﻓﺎﺕ ﻭﺍﳌﺴﺘﺤﺴﻨﺎﺕ‬784 buyurur. Ve Ebû Abbas kuddise sırruh; “ ‫ﻣﻦ ﺍﻟﺰﻡ ﻧﻔﺴﻪ‬

‫”ﺁﺩﺍﺏ ﺍﻟﺴﻨﺔ ﻧﻮﺭ ﺍﷲ ﻗﻠﺒﻪ ﺑﺎﻧﻮﺍﺭ ﺍﳌﻌﺮﻓﺔ ﻭﻻﻣﻘﺎﻡ ﺍﺷﺮﻑ ﻣﻦ ﻣﻘﺎﻡ ﻣﺘﺎﺑﻌﺔ ﺍﳊﺒﻴﺐ ﰱ ﺍﻭﺍﻣﺮﻩ ﻭﺍﻓﻌﺎﻟﻪ ﻭﺍﺧﻼﻗﻪ‬785

buyurur. Ve Hamza el-Bağdâdî kuddise sirruh; “ ‫ﻣﻦ ﻋﺮﻑ ﻃﺮﻳﻖ ﺍﳊﻖ ﺳﻬﻞ ﻋﻠﻴﻪ ﺳﻠﻮﻛﻪ ﻭﻻﺩﻟﻴﻞ‬

‫”ﻋﻠﻰ ﺍﻟﻄﺮﻳﻖ ﺍﱃ ﺍﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﺍﻻﻣﺘﺎﺑﻌﺔ ﺍﻟﺮﺳﻮﻝ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﰱ ﺍﺣﻮﺍﻟﻪ ﻭﺍﻓﻌﺎﻟﻪ ﻭﺍﻗﻮﺍﻟﻪ‬786 buyurur. Ola
ki, Hażret-i Hudâvend-i zi’l-Kerem meslek-i Rasûl-i Ekrem ve Nebiy-yi Muhterem Sallallâhu
Aleyhi ve Selem’de sâbit-kadem ve kadem-i mültezimlerinde râsihdem eyleyib her hâlde
rıżā-yı yemen-i iktiżālarına muvaffak ve ihtisās-ı ilâhî ve ni‘âm-ı nâ-mütenâhîsine mazhar
olan kullarına mulhak edib ni‘am-i zāhiriye ve bâtıniyyesine mustağrak eyleye. Âmîn
Temmet.

784
Yani tasavvuf kîl u kâlden ahz olunan ancak terk-i dünyâ ve riyâzât ve kat’-ı me’lûfât ve müstahsinâtdan ahz
olunur.
785
Yani âdâb-ı sünneti nefsine ilzâm eyleyen kişinin kalbini Cenâb-ı Hak envâr-ı ma’rifet ile nûrlandırır.
Halbuki evâmir u efâl u ahlâkında meşâm-ı mütâbaat-i Habîbullâh Sallallâhu Aleyhi ve Selem’den eşref-i
makām yokdur.
786
Yanî tarîk-i hakkı bilen kimesneye sulûku âsândır. Ve tarîk-i Hakk’a ahvâl u efâl u akvâlinde mütâbaat-ı
Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Selem’den gayrı delîl yokdur.

415
XII- “ŞERH-İ BEYT-İ MİR HÜSREV”787

788
‫ﻨﮓ ﻻﺑﺮ ﺁﺭﺩ ﺳﺮ ﺗﻴﻤﻢ ﻭﺍﺟﺐ ﺁﻣﺪ ﻧﻮﺡ ﺭﺍ ﺩﺭ ﻭﻗﺖ ﻃﻮﻓﺎﻧﺶ‬ ‫ﺯﺩﺭﻳﺎﻯ ﺷﻬﺎﺩﺕ ﭼﻮﻥ‬
“Deryâ”dan murad hakīkatdir. Ve “Şehâdet” ‘âlem-i kevn u fesâddan ‘ibâretdir. Ve
“Çün”, izâ ma‘nâsına edât-ı şarttır. Ve “Neheng” timsah balığına derler ki, balıktan murad

ma‘rifetdir. Velâ ihtisar ve iştihâr vechile “‫ﺍﻟﹼﻠﻪ‬ ‫”ﻻ ﺍﻟﻪ ﺍﻻ‬ kelimesinden kinâyetdir. Ve

“Nuh”dan murad sefîne-i şerî‘atde olan müteşerri‘ mahcubdur. Ya‘nî hakīkati deryâya ve
ma‘rifeti balığa ve zemin ve asmândan ser-zede olan fuyûzu mâ-i tûfana teşbîh mülâbesesiyle
ve mübâlağadan kinâye vechile sefîne-i şerî‘atde mukîm olan müteşerri‘a Nuh lafzını ıtlâk
etmiştir. Yoksa bu beyt Hażret-i Nuh Salavâtullahi ala Nebiyyine ve aleyh’e sarfı vücuhla
baî‘du’l-ihtimaldir.
Zîrâ lügat-i Fârisiyyede “Çün” lafzı Arabiyyede “izâ” ma‘nâsına ma‘nâ-yı şartı
mütezammın olur. “İza” ise istikbâlde isti‘mâl olunur. Gerekse mâziye dâhil olsun. Çün dahî
kezâliktir. Ve nedret üzere “izâ”nın mâzide isti‘mâli şâz kabilinden olur. Yâhud müevveldir.

Husūsan bu beytte çün lafzının fi‘il-i şartı olan “‫ ”ﻳﺮﺍﺭﺩ‬lafzı müzâri’dir. Fiil-i şart müstekbel

787
Şerh-i Beyt-i Emir Hüsrev, Araştırmamızda tesbit edebildiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde çalıştık:
Sül. Ktp. H M Efendi 3917, 50b-53a vr (A), Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684, 42b-45b vr (B), İ.Belediye: O.E
No. 1824 / 1, 1b-5b vr (C). OE nüshasının kaydında “Şerh-i du beyt-i Mir Husrev-i Dihlevî” şeklinde geçmektedir.
Ama bir beytin şerhi bulunmaktadır. Metin içindeki varak numaraları Sül. Ktp. H M Efendi 3917 nüshasına âittir.
788
C: + “Şerh-i du Beyt-i Mir Hüsrev-i Dihlevî Hazret-i Salâhî Abdî Efendi” “Timsah şehâdet denizinden başını
çıkardığı zaman Nuh’a tufan zamanında teyemmüm vacib olur.”

416
olacak cevâbı dahî müstakbel olur. Gerekse cevâb-ı şartın lafzı mâzi olsun. Mâ‘nâsı müzâri‘a
münkalib olur. Güya mefhûm-i beyt:

“‫ﻤﻢ‬
 ‫ﻴ‬‫ﺘ‬‫ﻓﹶﺎﹶﻟ‬ ‫ﺩ ِﺓ‬ ‫ﺎ‬‫ﺸﻬ‬
 ‫ﺤ ِﺮ ﺍﻟ‬
 ‫ﺑ‬ ‫ﻦ‬ ‫ ِﻣ‬‫ﺳﻪ‬ ‫ﺭﹾﺃ‬ ‫ ﹶﻻ‬‫ﺴﹶﺎﺥ‬‫ ِﺗﻤ‬‫ﺮﺝ‬ ‫ﺨ‬
 ‫ِﺍﺫﹶﺍ ﻳ‬

‫ﻬ ِﻤ ِﺮ‬ ‫ﻨ‬‫ﺎ ِﺀ ﹾﺍﳌﹸ‬‫ﻕ ﺍﻟﹾﻌﹶﺎﹶﻟ ِﻢ ﺑِﺎﹾﻟﻤ‬


ِ ‫ﺮ‬ ‫ﺪ ﹶﻏ‬ ‫ﻨ‬‫ﻨِﺘ ِﻪ ِﻋ‬‫ﺳﻔِﻴ‬ ‫ﰱ‬
ِ ‫ﺡ‬
ٍ ‫ﻮ‬‫ﻋﻠﹶﻰ ﻧ‬ ‫ﺐ‬
 ‫ﺍ ِﺟ‬‫”ﻭ‬789
Ma‘nâsını ifâde eder. Husūsan ki, şer‘imizde mahsūs olan vüzû‘ ve teyemmüm
ümem-i sâlifede ma‘hûd değildir. Belki bizim şer‘imiz de ancak bize mahsūsdur. Bu takdirce
mahsûl-i beyt bu ‘âlem-i kevn u fesâdın hakīkatinden lâ nehengi baş kaldırdığı vakitte a‘nî
kelime-i “lâilahe illallah” sırr-ı ma‘rifeti zāhir olduġu vakitde tarîkat u ma‘rifete yol bulmayıp
sefîne-i şerî‘atde zühd-i huşkla mukîm olan müteşerri‘ mahcûba tufân vaktinde ya‘nî fi’l-
mesel derya içinde olduġu [51a] hengamda teyemmüm vâcib olur demektir. Pes lâ nehengi
baş kaldırmasından murâd Hak’tan gayrı ‘itibar olunan ma‘bûd u maksûd ve mevcûdu nefy
etmek ma‘rifetidir ki, “lâ ilahe illallah” ma‘nâ-yı latīfi avâma göre “lâ ma‘bûde illâ hu” ve
havâssa göre “lâ maksûde illâ hu” ve ehassü’l-havâssa göre “lâ mevcûde illâ hu”
mülâhazasıdır ki, avâmın kalbinde Hak’tan gayrı ma‘bûd bi’l-hak yoktur. Ve havâssın
kalbinde Hak’tan gayrı ma‘bûd bi’l-hak olmadığından fazl-ı Hak’tan gayrı maksûd bi’l-asl
yoktur. Ve ehassü’l-havâsın kalbinde ma‘bûd bi’l-hak ve maksûd bi’l-asl Hak’tan gayrı
olmadığından kat‘a’n-nazar Hak’tan gayrı mevcûd bi’z-zât yoktur demek olur. Ve eğer
denilir ise ki, “lâ ilâhe illallah” ‘ibâretinden “lâ ma‘bûde illâ hu” ma‘nâsı zāhirdir ki, “ilâhe”
“elehe”den müştakdır ki, “elehe” bi-ma‘nâ “abede” ve “iste’lehe” bi-ma‘nâ “ista‘bede”dir. Ve
“elehe” bi-ma‘nâ “me’lûh”dur. Bu takdirce ma‘nâsı “lâ ma‘bûde illâ hu” olmuş olur. Ammâ

“lâ maksûde illâ hu” ma‘nâsı nice ahz olunur? Cevâb verilir ki, kelâm-ı Bârî’de: “ ‫ﻣ ِﻦ‬ ‫ﺖ‬
 ‫ﻳ‬‫ﺭﹶﺍ‬ ‫ﹶﺍ‬

‫ﻪ‬ ‫ﻫﻮٰﻳ‬ ‫ﻬﻪ‬ ‫ﺨ ﹶﺬ ِﺍ ٰﻟ‬


 ‫ﺗ‬‫“[ ”ﺍ‬Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü?...” (Furkan
25/43)] Kavl-i şerîfinden istinbât olunur ki, mefhûm-i intibâh melzûmu şol kimseyi gördüm ki,

kendi hevâsını ittihaz eyledi. Ya‘nî hevâsını kendiye ilâh ittihâz eyledi demektir. Pes kişinin
hevâsı maksûdu olduġu zâirdir. Bu âyet-i kerîme mefhûmuyla “lâ maksûde illâ hu” ma‘nâsı
tasavvur olunur. Kaldı ki, “lâ mevcûde illâ hu” ma‘nâsı dahî şu vecihten ahz olunur ki, “lâ
ilâhe”de olan “ilâh” münker olmagın ism-i cins kabîlinden olub efrâdına şumûlü olur ki,

789
[Şehâdet denizinden timsah başını çıkardığı zaman akıcı su ile âlem su altında iken gemisinde Nuh’a teyemmüm
vâcip olur.]

417
mertebe-i külliyye-i ilâhiyyeden her bir mevcûdun mertebe-i isti‘dâdına göre nasîb-i cüzîsi
olduġu ya‘nî lafza-i Celâl ism-i zât-ı müstecmi‘ cemî‘-i sıfât olub ve her bir mevcûd esmâ ve
sıfâttan birinin yâhud dahî ziyâdesinin taht-ı terbiyesinde olduġu ‘inde erbâbi’ş-şuhûd
müttefakun aleyhdir. Bu takdirce güya her bir mevcûdda mertebe-i külliyye feyż-i ulûhiyetten
bir mertebe-i cüz’iyye olub lâkin mâsivâullâh i‘tibâr olunan her bir mevcûd mertebe-i
külliyye-i ulûhiyete erişmekten âciz ve kâsır olmak ‘itibarıyla bu mevcûda ilâh ıtlâkı sahîh
olmadığından mevcûdât-ı müteayyinenin mertebe-i ulûhiyetini belki mevcûd olan vücûdât-ı
mevhûmunun vücûdunu “lâ ilâhe” kelimesi nefy edib mertebe-i külliyye-i ulûhiyeti ve ‘ala’l-
ıtlâk hakīkat vücûdu “illallah” kelimesi hasr u kasr ile ancak ilâh ma‘rufa isbat eder. Zîrâ
hakīkatde vücûd Vâcib’indir. Ya‘nî varlık Hakk’ındır ki, mümkinât ü vücûd Vâcib’in
vücûdundan bir pertev ya‘nî şems-i vücûddan bir zerre mesâbesindedir.
Beyt:
Zerrenin var mı vücûdu şemse nisbetle hemân?
Küllü mevcûdun varlığı bundan Salâhî anla var

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]
Pes cemî‘-i mevcûdât vâcibü’l-vücûdun kayyûmiyyetiyle kâim ve ‘avâlim-i külliyye
ve cüz’iyyede mevcûd olan ve vücûdât-ı mevhûme vücûd-ı Hakk’ın eseri olup Hak’dan gayrı
bu şeyin mustakillen vücûdu olmamakla kalb-i kâmilde “lâ mevcûd illâ hu” ma‘nâsı sâbit
olur. Nitekim Hoca Muhammed Pârsâ kaddese sırrahu’l-a’lâ: “Risâle-i vücûd” nâm

te’lifinde bu ma‘nâyı müeyyed ve müş’ir: “ ‫ﻭﺍﻻﻟﻮﻫﻴﺔ ﻣﺮﺗﺒﺔ ﻻﺗﻜﻮﻥ ﺍﻻ ﻟﻮﺍﺣﺪ ﻫﻮ ﻳﺴﻤﻰ ﺍﷲ ﻭﻫﺬﻩ‬

‫ﺍﳌﺮﺗﺒﺔ ﻫﻰ ﺍﻟﱴ ﻳﻨﻔﻴﻬﺎ ﺍﻟﺬﻛﺮ ﻭﻫﻰ ﺍﻟﱴ ﻳﺜﺒﺘﻬﺎ ﻭﺍﳕﺎ ﻣﺘﻮﺟﻪ ﺍﻟﻨﻔﻰ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﻔﻜﺮﺓ ﻭﺍﻻﺛﺒﺎﺕ ﻋﻠﻰ ﺍﳌﻌﺮﻓﺔ ﻻﻥ ﺍﻟﻨﻜﺮﺓ‬

‫ﲢﺘﻬﺎ ﻛﻞ ﺷﺊ ﻭﻣﺎﻣﻦ ﺷﺊ ﺍﻻ ﻭﻟﻪ ﻧﺼﻴﺐ ﰱ ﺍﻻﻟﻮﻫﻴﺔ ﻭﺑﻪ ﺑﺪﻋﻴﻪ ﻓﺘﻮﺟﻪ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﻨﻔﻰ ﻻﻥ ﺍﻻ ﻟﻪ ﻣﻦ ﻻﻳﺘﻌﲔ ﻟﻪ‬

‫ﻧﺼﻴﺐ ﻓﻠﻪ ﺍﻻﻧﺼﺒﺎﺀ ﻛﻠﻬﺎ ﻭﻣﺎ ﻛﻔﺮ ﻣﻦ ﻛﻔﺮ ﺍﻻ ﻻﻗﺘﺼﺎﺭﻫﻢ ﻭﺣﺼﺮﻫﻢ ﻭﳌﺎﻋﺮﻑ ﺍﻥ ﺍﻻ ﻟﻪ ﺣﺎﺭﺍﻻﻧﺼﺒﺎﺀ ﻛﻠﻬﺎ‬

‫ﻋﺮﻓﻮﺍ ﺍﻧﻪ ﻣﺴﻤﻰ ﺍﷲ ﻓﻜﻞ ﺷﺊ ﻟﻪ ﻧﺼﻴﺐ ﻓﻬﻮ ﺍﺳﻢ ﻣﻦ ﺍﲰﺎﺀ ﻣﺴﻤﻰ ﺍﷲ ﻓﺎﻟﻜﻞ ﺍﲰﺎﺅﻩ ﻋﺰ ﻭﺟﻞ ﻓﻜﻞ ﺍﺳﻢ ﺩﻟﻴﻞ‬

‫”ﻋﻠﻰ ﺍﳍﻮﻳﺘﻪ ﺑﻞ ﻫﻮ ﻋﻴﻨﻬﺎ ﻓﺎﻻﻣﺮ ﺗﻨﻜﲑ ﰱ ﻋﲔ ﺗﻌﺮﻳﻒ ﻭﺗﻌﺮﻳﻒ ﰱ ﻋﲔ ﺗﻨﻜﲑ ﺑﻪ ﻓﻤﺎﲦﻪ ﺍﻻ ﻣﻨﻜﻮﺭ ﻭﻣﻌﺮﻭﻑ‬790

790
[Ulûhiyet Allâh diye isimlendirilen Vâhid’in mertebesidir. Ulûhiyet bir mertebedir ki, sadece bir kimse için
söz konusu olur ki, ona da Allâh denir. Bu mertebe zikrin nefyettiği mertebedir. Zikrin isbât ettiği mertebe de bu
mertebedir. Nefy düşünceye yöneliktir. İsbat ise ma’rifeye yöneliktir. Nekrenin altında her şey söz konusudur.

418
buyurur. “‫ﻭﺣﻘﻖ‬ ‫”ﻓﺘﺪﺑﺮ ﻭﺩﹼﻗﻖ‬791
Pes imdi neheng-i lâ yani ma‘rifet-i kelime-i “lâilâhe illallah” ‘âlem-i şehâdetden
‘anî her mevcûdun hakīkatinden baş kaldırdığı vakitde ya‘nî “lâ mevcûde illâ hû” ma‘nâsı
zāhir olduġu vakitde cemî‘-i ‘âlem feyżan feyż hakīkat-i tevhîd ile şâd-âb ve seyr-âb iken
‘illet-i vücûdu sebebiyle varlığı libâsından soyunup sefîne-i şerî‘atden kendiyi ilkâ-yı [52a]
bahr-ı hakīkat edemeyen kimseye tufân vaktinde sefîne içinde teyemmüm vâcib olur. Zîrâ ya
âb-ı deryâ-yı feyżi göremez yâhud ‘illet-i vücûdundan ötürü deryâya giremez. Nitekim bir
kimsenin ‘illet-i vücûdu olsa su var iken helâk havfından nâşı suyla gasl etmeyib teyemmüm
etmesi vâcibdir.
Hakīkatde tahâret kalbi mâsivâullâh’dan tathîr etmekden ‘ibâretdir ki, her şey aslı ile
tathîr olur. Görmez misin insanın vücûd-i unsûrisinin aslı mâ-ı menî olmağla cisminin tathîri
yine mâ ile olur. Yâhud su bulunmadığı yerde ya zarûret ‘indinde cüz-i sânisi olan hâk ile
teyemmüm vechile tathîr olub hâk bu serzenişle acz ve kusūrun âdât792 u tezkîr eyler. Pes
imdi hakâyık-ı eşyânın aslı vâsıta-i esmâ ve sıfât ile feyż-i hüviyet ahadiyyet-i zât olmağla
feyż vahdet-i zât-ı yektâ levha-i dilden nukûş-i kesret mâsivâyı izâle ile cenâbet-ı ağyârdan
tathîre muhtâcdır ki, hakīkatde sırr-ı insân mâsivâullâhdan tâhir ola. Ve illâ yalnız âb u hâk ile

kişinin kalbi pâk olmaz. Nitekim hadîs-i şerîfte vârid olmuşdur: “‫ﻓﻠﻴﻐﺘﺴﻞ‬ ‫”ﻣﻦ ﺟﺎﺀ ﻣﻨﻜﻢ ﺍﳉﻤﻌﺔ‬

[“…Sizden biriniz Cuma günü geldiğinde yıkansın.” (Buhârî, Cuma, 2)] “ ‫ﻏﺴﻞ ﺍﳉﺴﻢ ﺑﺎﳌﺎﺀ ﻭﻏﺴﻞ‬

‫ﺍﻟﻘﻮﻯ ﺑﺎﳌﺴﺎﺭﻋﺔ ﻻﻣﺘﺜﺎﻝ ﺍﻻﻣﺮ ﻭﺍﻟﻌﻤﻞ ﺑﻪ ﻭﻏﺴﻞ ﺍﻟﻨﻔﺲ ﺑﺎ ﺍﻟﺘﻮﺑﺔ ﻭﻏﺴﻞ ﺍﳍﻤﺔ ﺑﺎﻻﺧﻼﺹ ﻭﻏﺴﻞ ﺍﻟﻘﻠﺐ‬

‫”ﺑﺎﻟﺘﻮﺣﻴﺪ‬793 Pes mefhûm beytten bu ma‘nâ ahz olundu ki, vücûdun; “ ‫ﺫﻧﺐ ﻻﻳﻘﺎﺱ ﻋﻠﻴﻪ ﺫﻧﺐ‬

Her hangi bir şeyde ulûhiyetten bir nasip olabilir. Her şey bunu iddia edebilir. Nefiy de bunun üzerine
yönelmiştir. Nasibi taayyün etmemiş olandır. Tek nasibi olmayan tüm nasiplerin kendisine âit olduġu ilâhtır.
Küfreden kimse şu nedenle küfretmiştir: daralttığı ve kısıtladığı için küfretmiştir. Bilinir ki İlâh bütün nasipleri
almıştır. Anlamışlardır ki bunun müsâmmâsı Allâh’tır. Âllâh’ın isimlerinden her şeyin bir nasibi olabilir.
Nihâyetinde her şey Cenâb-ı Allâh’ın isimlerindendir. Her isminde Allâh’ın ulûhiyetine delil vardır. Hattâ her
şey o ulûhiyetin kendisidir. Tarifi bizzat kendisinde bir tenkir, tenkîrinin bizzat kendisinde de ta’riftir.
Dolayısıyla ortada sadece menkur ma’ruf bulunmaktadır.]
791
[Düşün incele ve tahkik et.]
792
B: + “İrâet-i tezkîr”
793
[Vücûdu yıkamak su iledir. İnsandaki kabiliyiyetleri yıkamak emre ve onunla amel etmeye acele etmekledir.
Nefsin yıkanması tevbe iledir. Himmetin yıkanması ihlasladır. Kalbi yıkamak tevhidledir.]

419
‫”ﺍﺧﺮ‬794 Müeddâsınca kişinin kayd-ı illet-i vücûdu var iken âb-ı feyż-i fenâ fillâh ile tathîre
kâdir olamayıp mâdde-i süfliyye-i tabî‘iyesiyle tathîr-i kalb menzilesinde hâk bir sırr ederek
kendi varlığıyla Cenâb-ı Hakk’ın huzûr-ı ma‘neviyyesine teveccüh eder ki, buna tahâret-i
zāhiriyye ve ‘ibâdet-i avâm derler. Eğerçi ıskât-ı farîza-i salât etmiş olur. Ve emre imtisâl ile
nâil-i ecr olur. Lâkin mertebe-i ihsândan dûr ve hân-ı vuslatdan mehcûrdur. Ve ehassü’l-
havâssın ‘ibâdeti katre-i vücûd mevhûmunu ilkâ-yı deryâ-yı vahdet etmekle cenâbet-i

ağyârdan tathîr olub; “‫ﻥ‬


‫ﻮ ﹶ‬‫ﺟﻌ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻴ ِﻪ‬‫ﻭِﺍﹶﻟ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺤ ﹾﻜ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ ﹶﻟﻪ‬‫ﻬﻪ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻚ ِﺍﻟﱠﺎ‬
 ‫ﺎِﻟ‬‫ﻲ ٍﺀ ﻫ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﹸﻛﻞﱡ‬ ” [“...O’nun zâtından

başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (el-
Kassas 28/88)] mihrâbında kâim ve secdegâh-ı lâhûtiyyede salât-ı dâimde olur.

Beyt:
Salât-ı ehl-i ‘irfân kıblesidir sümme vechullâh
O veche kul olanlar tâ‘ate noksanı neylerler.

[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

Mefhumu onların salâtını mübeyyindir. Esrâr-ı tahâret u salâtın tafsīli bu muhtasara


sıġmaz. Belki mufassal ve meşrûh mustakıllen bir mücelled kitab olur. Lâkin dikkat ile
mütâlaa eden ulu’l-elbâba bu remz-i yesîr dahî câmi‘-i necâta hâdîdir. Kaldı ki, Nuh
Aleyhisselâm’ın tûfan vaktinde teyemmümü haberi sahih olur ise çün lafzı nedret üzere
mâzide isti‘mâl olunan kabilden olur. “İzâ”nın “iz” mevkı‘inde isti‘mâl olunduğu gibi. Bu
takdirce beyt-i mezbûr Hażret-i Nuh Aleyhisselâm’a sarf olunmak üzere tevcîh-i âhar ile
te’vile muhtacdır. Zîrâ teyemmüm lügatde kast u taleb ma‘nâsınadır. Nitekim Muhtar’da:

“ ‫ﺗﻴﻤﻢ ﻗﺼﺪﻩ ﻭﺗﻴﻤﻢ ﺗﻘﺼﺪﻩ ﻭﺗﻴﻤﻢ ﻟﻠﺼﻠﻮﺓ ﻭﺍﺻﻠﻪ ﺍﻟﺘﻌﻤﺪ ﻭﺍﻟﺘﻮﺧﻰ ﻣﻦ ﻗﻮﳍﻢ ﺗﻴﻤﻤﻪ ﻭﺗﺄﳑﻪ ﻗﺎﻝ ﺍﺑﻦ ﺍﻟﺴﻜﻴﺖ ﰱ‬

‫ﻗﻮﻟﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﻓﺘﻴﻤﻤﻮﺍ ﺻﻌﻴﺪﺍ ﻃﻴﺒﺎ ﺍﻯ ﺍﻗﺼﺪﻭﺍ ﺍﻟﺼﻌﻴﺪ ﻃﻴﺐ ﰒ ﻛﺜﺮ ﺍﺳﺘﻌﻤﺎﳍﻢ ﳍﺬﻩ ﺍﻟﻜﻠﻤﺔ ﺣﱴ ﺻﺎﺭ ﺍﻟﺘﻴﻤﻢ ﻣﺴﺢ‬

‫”ﺍﻟﻮﺟﻪ ﻭﺍﻟﻴﺪﻳﻦ ﺑﺎﻟﺘﺮﺍﺏ‬795 diye zikrolunmuştur. Ve saîd lügatte türâb ve vech-i arz ma‘nâsınadır.

794
[Günah başka bir günahla kıyaslanmaz.]
795
[Muhtar’da; ‫ ﳝﻤﻪ‬, ‫ ﻗﺼﺪﻩ‬, ‫ ﺗﻴﻤﻤﻪ‬, ‫ ﺗﻘﺼﺪﻩ‬ma’nasına, namaz için teyemmüm aldı. Teyemmümün aslı
ta’ammüd ve tavakkî’dir. İbbü’s-Sikkît diyor ki, Cenâb-ı Hakk’ın; “…o zaman tertemiz bir toprak ile
teyemmüm edin…” (Nisa, 43) temiz toprağı maksat edinin. Arapların bu kelimeyi kullanmaları çoğaldı ve
bunun ma’nası; elleri ve yüzü toprakla meshetmek oldu.]

420
“‫ﺯﻟﻘﺎ‬ ‫”ﻛﻤﺎ ﰱ ﺍﳌﺨﺘﺎﺭ ﺍﻟﺼﻌﻴﺪ ﺍﻟﺘﺮﺍﺏ ﻭﻗﺎﻝ ﺛﻌﻠﺐ ﻭﺟﻪ ﺍﻻﺭﺽ ﻟﻘﻮﻟﻪ ﺗﻌﺎﱃ ﻓﺘﺼﺒﺢ ﺻﻌﻴﺪﺍ‬796 Pes imdi

Hażret-i Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi semt-i teşbihden ‘abede-i esnâm-ı kesret olmalarından

nâşi tarîk-i tenzîhe da‘vetleri mukteżā-yı ibret-i vahdet olmakla: “ ‫ﺭ‬ ‫ﺬ‬
ِ ‫ﻧ‬‫ﻮ ِﻣ ۤﻪ ﹶﺍ ﹾﻥ ﹶﺍ‬ ‫ﹶﻗ‬ ‫ﺎ ِﺍﻟٰﻰ‬‫ﻮﺣ‬‫ﺎ ﻧ‬‫ﺳ ﹾﻠﻨ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﻧۤﺎ ﹶﺍ‬‫ِﺍ‬

‫ﻢ‬ ‫ﺏ ﺍﹶﻟﻴ‬
 ‫ﻋﺬﹶﺍ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻴﻬ‬‫ﻳ ﹾﺎِﺗ‬ ‫ﺒ ِﻞ ﹶﺍ ﹾﻥ‬‫ﻦ ﹶﻗ‬ ‫ﻚ ِﻣ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﻮ‬ ‫“[ ”ﹶﻗ‬Gerçekten biz Nûh'u kavmine gönderdik, "kavmine acı
bir azap gelmezden önce onları uyar" diye.” (Nûh, 71/1)] Emrince Hażret-i Nuh

Aleyhisselâm da‘vet ve inzâre me’mur ve mürsel olmağın; ‫﴾ ﹶﺍ ِﻥ‬2﴿ ‫ﲔ‬


 ‫ﺒ‬‫ﺮ ﻣ‬ ‫ﺬﻳ‬‫ﻢ ﻧ‬ ‫ﻲ ﹶﻟ ﹸﻜ‬‫ﻮ ِﻡ ِﺍﻧ‬ ‫ﺎ ﹶﻗ‬‫ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﻳ‬

‫ﻰ‬‫ﺴﻤ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﺟ ٍﻞ‬ ‫ﻢ ِﺍ ٰﻟ ۤﻰ ﹶﺍ‬ ‫ﺮ ﹸﻛ‬ ‫ﺧ‬ ‫ﺆ‬ ‫ﻳ‬‫ﻭ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻮِﺑ ﹸﻜ‬‫ﻦ ﹸﺫﻧ‬ ‫ﻢ ِﻣ‬ ‫ﺮ ﹶﻟ ﹸﻜ‬ ‫ﻐ ِﻔ‬ ‫ﻳ‬ ﴾3﴿ ‫ﻮ ِﻥ‬‫ﻭﺍﹶﻃﻴﻌ‬ ‫ﻩ‬ ‫ﺗﻘﹸﻮ‬‫ﺍ‬‫ﻪ ﻭ‬ ‫ﻭﺍ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﺒﺪ‬‫ﻋ‬ ‫ﺍ‬ [“Dedi ki, "ey

kavmim! Gerçekten ben size açık bir uyarıcıyım" Şöyle ki, “Allah'a kulluk edin, ondan
korkun ve bana itaat edin.” “Günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar
ertelesin.” (Nûh, 71/24)] Mefhum-i hakīkat melzûmunca semt-i tenzih ile tevhide da‘vet
eyledikde kavmi icâbetten imtinâ‘ belki da‘vetini istimâ‘ etmemek için parmakların
köşelerine vaz‘ ve siyâblarına bürünüp esnâme perestişlerinde ısrâr ve istikbâr etmeleriyle

mücâzâtları zımnında: [53a] ‫ﺍ‬‫ﺍﺭ‬‫ﻋۤﺎِﺋ ۤﻲ ِﺍﻟﱠﺎ ِﻓﺮ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻳ ِﺰ‬ ‫ﻢ‬ ‫﴾ ﹶﻓﹶﻠ‬5﴿ ‫ﺍ‬‫ﺎﺭ‬‫ﻧﻬ‬‫ﻭ‬ ‫ﻴﻠﹰﺎ‬‫ﻣﻲ ﹶﻟ‬‫ ﹶﻗﻮ‬‫ﻮﺕ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻲ‬‫ﺏ ِﺍﻧ‬
 ‫ﺭ‬ ‫ﻗﹶﺎ ﹶﻝ‬

‫ﺍ‬‫ﺎﺭ‬‫ﺳِﺘ ﹾﻜﺒ‬ ‫ﻭﺍ ﺍ‬‫ﺒﺮ‬‫ﺘ ﹾﻜ‬‫ﺳ‬ ‫ﺍ‬‫ﻭﺍ ﻭ‬‫ﺻﺮ‬


 ‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺑ‬‫ﺎ‬‫ﺍ ِﺛﻴ‬‫ﺸﻮ‬
 ‫ﻐ‬ ‫ﺘ‬‫ﺳ‬ ‫ﺍ‬‫ﻢ ﻭ‬ ‫ﰲ ٰﺍﺫﹶﺍِﻧ ِﻬ‬
ۤ ‫ﻢ‬ ‫ﻌﻬ‬ ‫ﺎِﺑ‬‫ﻌﹸﻠﻮۤﺍ ﹶﺍﺻ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺮ ﹶﻟ‬ ‫ﻐ ِﻔ‬ ‫ﺘ‬‫ﻢ ِﻟ‬ ‫ﻬ‬‫ﻮﺗ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﺎ‬‫ﻲ ﹸﻛﱠﻠﻤ‬‫ﻭِﺍﻧ‬ ﴾6﴿

[“Nûh dedi ki: "Ey Rabbim! Ben kavmimi gece gündüz davet ettim." "Fakat benim
çağırmam, onların sadece kaçmalarını artırdı." "Ben onları senin bağışlaman için her
davet ettiğimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ısrar
ettiler, kibirlendikçe kibirlendiler.” (Nûh, 71/5-7)]

Mażmûn-i münîfi ile arz-ı hâcet: “‫ﺮ‬ ‫ﺼ‬


ِ ‫ﺘ‬‫ﻧ‬‫ﻓﹶﺎ‬ ‫ﺏ‬
 ‫ﻐﻠﹸﻮ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻲ‬‫ﻪ ﹶﺍﻧ‬ۤ ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ‫ﺎ‬‫ﺪﻋ‬ ‫”ﹶﻓ‬ [“Bunun üzerine

Rabbine: "Ben yenik düştüm, bana yardım et!" diyerek yalvardı.” (Kamer, 54/10)] Haberince
istidâ‘-yı nusret etmeğin âsâr-ı kudret kelime-i tevhîd. Ya‘nî sırr-ı neheng-i marifet sırr-ı
vahdet mezāhir-i emvâc-ı kesretten rû-nümâ olduġu hâlde beyne’t-tenzih ve’t-teşbîh olan

796
[Muhtar’da geçtiği üzere, saîd türâb ve Sa’leb vech-i arz demiştir. Likavlihî Teâlâ; “…Bağın yalçın bir toprak
haline gelir.” (Kehf, 18/40)]

421
mertebe-i tevhîdin galebe-i ahkâm âsârıyla: ‫ﺽ‬
 ‫ﺭ‬ ‫ﺎ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﺮﻧ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﻭﹶﻓ‬ ﴾11﴿ ‫ﻬ ِﻤ ٍﺮ‬ ‫ﻨ‬‫ﻤۤﺎ ٍﺀ ﻣ‬ ‫ﻤۤﺎ ِﺀ ِﺑ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﺏ ﺍﻟ‬
 ‫ﺍ‬‫ﺑﻮ‬‫ﻨۤﺎ ﹶﺍ‬‫ﺤ‬
 ‫ﺘ‬‫ﹶﻓ ﹶﻔ‬

‫ﺭ‬ ‫ﺪ ﻗﹸ ِﺪ‬ ‫ﻣ ٍﺮ ﹶﻗ‬ ‫ﻋ ٰﻠ ۤﻰ ﹶﺍ‬ ُ‫ﻤۤﺎﺀ‬ ‫ﺘﻘﹶﻰ ﺍﹾﻟ‬‫ﺎ ﻓﹶﺎﹾﻟ‬‫ﻮﻧ‬‫ﻋﻴ‬ [“Biz de boşalan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de

kaynaklar halinde fışkırttık, derken sular takdir edilmiş bir iş için birleşti.” (Kamer, 54/11-
12)] Vefkınca yârân müteâkibü’l-vürûd semâ ve feverân tenevvür-i arz gabren eyle aktâr-ı

hume rû-yi zemîn “‫ﺍ‬‫ﺎﺭ‬‫ﻧ‬ ‫ﺩ ِﺧﻠﹸﻮﺍ‬ ‫ﻢ ﺍﹸ ﹾﻏ ِﺮﻗﹸﻮﺍ ﹶﻓﺎﹸ‬ ‫ﻄﻴۤـﺎِﺗ ِﻬ‬‫ﺎ ﺧ‬‫“[ ” ِﻣﻤ‬Hatalarından dolayı boğuldular, ateşe

sokuldular…” (Nuh, 71/25)] Mısdâkınca güya bu bahr-i âteşin olup797; ‫ﺡ‬


ٍ ‫ﺍ‬‫ﺕ ﹶﺍﹾﻟﻮ‬
ِ ‫ﻋﻠٰﻰ ﺫﹶﺍ‬ ‫ﻩ‬ ‫ﺎ‬‫ﻤ ﹾﻠﻨ‬ ‫ﺣ‬ ‫ﻭ‬

‫ﺮ‬ ‫ﻦ ﻛﹶﺎ ﹶﻥ ﻛﹸ ِﻔ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﺰۤﺍ ًﺀ ِﻟ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﺎ‬‫ﻴِﻨﻨ‬‫ﻋ‬ ‫ﺮﻱ ِﺑﹶﺎ‬‫ﺗﺠ‬ ﴾13﴿ ‫ ٍﺮ‬‫ﺳ‬‫ﻭﺩ‬ [“Nuh'u da tahtalardan yapılmış, çivilerle

(çakılmış gemi) üzerinde taşıdık. Nankörlük edilen (kulumuz)e bir mükafat olmak üzere
(gemi), gözlerimizin önünde akıp gidiyordu.” (Kamer, 54/13-14)] Mâsadakınca da‘vetine icâbet

eden kavmiyle sefîne-i necâte süvâr oldukta; ‫ﺍ‬‫ﺎﺭ‬‫ﺩﻳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻦ ﺍﹾﻟﻜﹶﺎﻓِﺮﻳ‬ ‫ﺽ ِﻣ‬
ِ ‫ﺭ‬ ‫ﻋﻠﹶﻰ ﺍﹾﻟﹶﺎ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﺗ ﹶﺬ‬ ‫ﺏ ﻟﹶﺎ‬
 ‫ﺭ‬ ‫ﺡ‬
 ‫ﻮ‬‫ﻭﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﻧ‬

‫ﺍ‬‫ﺍ ﹶﻛﻔﱠﺎﺭ‬‫ﺪﻭۤﺍ ِﺍﻟﱠﺎ ﻓﹶﺎ ِﺟﺮ‬ ‫ﻳِﻠ‬ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬ ‫ﻙ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﺎ‬‫ﻀﻠﱡﻮﺍ ِﻋﺒ‬
ِ ‫ﻳ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﺗ ﹶﺬ‬ ‫ﻚ ِﺍ ﹾﻥ‬
 ‫ﻧ‬‫﴾ ِﺍ‬26﴿ [“Nûh dedi ki: "Yeryüzünde

kafirlerden bir tek kişi bırakma." "Zîrâ sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar
ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar.” (Nuh, 71/26-27)] İstid‘âsınca kavmini sūret-i
mâdde ateşe iğrâk ve kendileri ve nesilleri âteş-i fenâda ihrâk olmalarıyla duran sefînede
bakiyyetü’l-helâk olanlardan nev‘-i insân mütenâsil olsun için Hażret-i Nuh Aleyhisselâm’a
teyemmüm vacip olup sa‘îd-i tayyibe kasd eyledi. Ya‘nî sefînede olanların selâmetleri için

vech-i arz taleb edip evvel niyâz zımnında hâk bir sırr ederek: ‫ﺧ ﹶﻞ‬ ‫ﺩ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﻭِﻟ‬ ‫ﻯ‬
 ‫ﺪ‬ ‫ﺍِﻟ‬‫ﻭِﻟﻮ‬ ‫ﺮ ﱄ‬ ‫ﺏ ﺍ ﹾﻏ ِﻔ‬
 ‫ﺭ‬

‫ﺍ‬‫ﺎﺭ‬‫ﺗﺒ‬ ‫ﲔ ِﺍﻟﱠﺎ‬
 ‫ﺗ ِﺰ ِﺩ ﺍﻟﻈﱠﺎﻟِﻤ‬ ‫ﻭﻟﹶﺎ‬ ‫ﺕ‬
ِ ‫ﺎ‬‫ﺆ ِﻣﻨ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﺍﹾﻟ‬‫ﲔ ﻭ‬
 ‫ﺆﻣِﻨ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﻭِﻟ ﹾﻠ‬ ‫ﺎ‬‫ﺆ ِﻣﻨ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻲ‬ ‫ﻴِﺘ‬‫ﺑ‬ [“Ey Rabbim! Bana, babama, anama,

mümin olarak evime girene ve bütün inanmış erkek ve kadınlara mağfiret buyur.
Zalimlerin de sadece helakini artır." (Nuh, 71/28)] Münâcaatıyla dest-i tazarru‘ bârigâh-ı
kâzı’l-hâcâte ber-dâşte kıldı demek olur.
Temmeti’ş-şerh-i beyt-i Mir Hüsrev

797
B: - “Mısdâkınca güya bu bahr-i âteşin olup; “‫ﺮ‬ ‫ﻥ ﻛﹸ ِﻔ‬
‫ﻦ ﻛﹶﺎ ﹶ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﺰۤﺍ ًﺀ ِﻟ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﺎ‬‫ﻴِﻨﻨ‬‫ﻋ‬ ‫ﺮﻱ ِﺑﹶﺎ‬‫ﺗﺠ‬ ﴾13﴿ ‫ ٍﺮ‬‫ﺳ‬‫ﻭﺩ‬ ‫ﺡ‬
ٍ ‫ﺍ‬‫ﺕ ﹶﺍﹾﻟﻮ‬
ِ ‫ﻋﻠٰﻰ ﺫﹶﺍ‬ ‫ﻩ‬ ‫ﺎ‬‫ﻤ ﹾﻠﻨ‬ ‫ﺣ‬ ‫ﻭ‬ ”

422
XIII- “ŞERH-İ NUTK-İ NASREDDİN EFENDİ”

‘Abdullah Salâhaddin Hażretlerinin Şerh-i798 Nutk-ı Nasreddin Efendi799 Kuddise


Sırruhu’l-Metîn Emîn Yâ Mu‘în Yâ Rabbe’l-’âlemîn!800

Reftem be-cây-ı sivriler gördüm dokuz kurd âmedî


Bir kaçını yatırladım bir kaçı tarla mîrevî801

[Müstef‘ilün/müstef‘ilün/müstef‘ilün/müstef‘ilün]

Kutbu’l-‘ârifîn Hażret-i ‘Abdullah Salâhî şârihi kuddise sırruh buyururlar ki, iş bu


beyt-i şerîfin sırrı budur ki, Hoca802 Nasreddin Zarîf kuddise sırruhu’l-latīf hażretlerinin
kelimât-ı hikmet-i gâyât ve ‘ibârât-nekât âyetlerinin her birinde bir gûne bir pend-i dilpesend

798
Şerh-i Nutk-i Nasreddin, Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül.
Ktp. H M Efendi 2736, 87b-89b vr (A), Sül. Ktp. Yazma Bagışlar 3376, 135b-137a vr (B), Sül. Ktp. Nasuhi
Dergahi 111, 171a-172a vr (C). Metin içindeki varak numaraları Sül. Ktp. H M Efendi 2736 nüshasına âittir.
799
B: + “Hazret-i Hâce Nasreddin Efendi kuddise sirruhu’l-aziz Efedimize bir gün suâl eylemişler ki: «-Hâce
Efendi Fârisi bilir misiz?» «-Evet bilirim.» buyurmuşlar. Bizlere bir Fârisi beyt oku” diye ifâdelerinde Hazret-i
Hâce dahî bir beyti inşâd buyurmuşlar. Kuddise sirruhu’l-aziz”
800
C: + “Min makâlât-ı Hâce Nasreddin kuddise sirruh remz-i mücmel-i beyittir ki, Şeyh ‘Abdullâh Salâhî
kuddise sirruh ‘ıyân u beyân buyurmuştur. 1194”
801
Fikret Türkmen, Letâif-i Nasreddin Hoca, s. 30: (Bir gün Hoca’ya birkaç efendi gelip, “Sen okuyup
yazarsın, amma Fârisî bilmezsin” derler. Hoca “Nice bilmem?” der. “Eğer bilirsen bir beyit söyle” derler. Hoca
bu beyti okur:
Reftem becâyi serviler, gördüm dokuz hur amedend
Bir kaçını yağırladım bir kaçı tarla mirevend.
dedikte mollalar, “Eyvah deyip kalkıp gittiler.” “Yalnız Arap ilimlerinden kalmayıp diğer fenleri
özellikle Farsça kitapları çokça okuyun, zira Farsça ilimlerde tasavvuf çoktur ve bunlar tasavvufludur. Maddî-
manevî çok yarar sağlarsınız.” demeyi îmâ ve işâret buyurur.)
802
C: + “Şerhi budur ki, Hâce Nasreddin…”

423
ve ibret u nasîhat hoşmend olub bu kelâm-ı hikmet-irtisamlar dahî oranla803 kabîlinden bir
remz-i mücmel ve nice ma‘ânîyî muhtemel olmak mulâhazasıyla halli emrinde istimdâd-ı
rûhâniyyetlerinden sonra hâtır-ı fâtıra şu ma‘ânî-i sâtıra hutûr etti ki, beyt-i evvelde:

“Reftem be-cây-ı sivriler gördüm dokuz kurd âmedî” buyurdukları sivriler, arz-ı
müsteviyeden murtefi‘ olan minâre ve kulle ve şâhik-i cebel ya‘nî dağ tepesi misillülerin
ma‘nâlarında isti‘mâl olunur. Bundan Cenâb-ı Şeyh-i Ekber kaddesallâh bi-sırrahi’n-nûr
Hażretlerinin:

‫ﻋﹶﻠﻰ ﹾﺍﻟ ﹶﻘﹶﻠ ﹾﻞ‬ ‫ﺭﻯ ﹶﺍ‬ ‫ﰱ ﹶﺫ‬


ِ ‫ﺕ‬
ٍ ‫ﻌﱢﻠﻘﹶﺎ‬ ‫ﺘ‬‫ﻣ‬ ‫ﻧ ﹸﻘ ﹾﻞ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺕ ﹶﻟ‬
ٍ ‫ﻋﺎِﻟﻴﹶﺎ‬ ‫ﺮﻭﻓﹰﺎ‬ ‫ﺣ‬ ‫ﹸﻛﻨﱠﺎ‬
804
‫ﺻ ﹶﻞ‬
 ‫ﻭ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﺴﹶﺌﻞ‬
 ‫ﻮ ﹶﻓ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﰱ‬
ِ ‫ﹶﻓﺎﹾﻟ ﹸﻜ ﱢﻞ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﺖ‬
 ‫ﻧ‬‫ﻭ ﹶﺍ‬ ‫ﺖ‬
 ‫ﻧ‬‫ﻦ ﹶﺍ‬ ‫ﺤ‬
 ‫ﻧ‬‫ﻭ‬ ‫ﺖ ِﻓﻴ ِﻪ‬
 ‫ﻧ‬‫ﻧﺎ ﹶﺍ‬‫ﹶﺍ‬
Kıt’a-i latīfelerin hulâsa-i mefhûmuna remz ve işâret olunur.

“Gördüm dokuz kurd âmedî” kavilleri zirve-i a‘lâ’l-kılel hakīkat ve adedlerini murâd
buyururlar ki, ta‘ayyünât-ı rutbe-i805 insâniyyeden kinâyetdir. Pes şehâdet-i mutlakada zuhûru

i‘tibârıyla evveli nefsdir ki, emmâretün bi’s-sû’dur. Likavlihî Teâlâ: “ ‫ﺲ‬


 ‫ﻨ ﹾﻔ‬‫ﻧﻔﹾﺴﻲ ِﺍﻥﱠ ﺍﻟ‬ ‫ﺉ‬
 ‫ﺑﺮ‬‫ﻣۤﺎ ﹸﺍ‬ ‫ﻭ‬

‫ﻲ‬‫ﺭﺑ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺭ ِﺣ‬ ‫ﺎ‬‫ﺴ ۤﻮ ِﺀ ِﺍﻟﱠﺎ ﻣ‬


 ‫ﺭ ﹲﺓ ﺑِﺎﻟ‬ ‫ﺎ‬‫”ﹶﻟﹶﺎﻣ‬ [“Ben yine de nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis

şiddetle kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin rahmetiyle yarlığadığı müstesna…” (Yusuf,

12/53)] Ve sânîsi mertebe-i sadrdır ki, mahall-i İslâm’dır. Ve fî âyetin uhrâ


806
:“ ‫ﻪ‬ ‫ﺡ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﹶﺍﹶﻓ‬

‫ﻼ ِﻡ‬‫ ﻟِﻼﺳ‬‫ﺭﻩ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﺻ‬


” [“Allah, kimin bağrını İslâm'a açmış ise…” (Zümer, 39/22)]807 Ve sâlisi

mertebe-i kalbdir ki, mahall-i îmândır. Likâvlihî Teâlâ: “‫ﻥ‬


ِ ‫ﺎ‬‫ﺑِﺎﻟﹾﺎﳝ‬ ‫ﻤِﺌﻦ‬ ‫ ﹾﻄ‬‫ ﻣ‬‫ﻪ‬‫ﻭﹶﻗ ﹾﻠﺒ‬ ” [“Kalbi iman ile
sükûnet bulduğu halde…” (Nahl, 16/106)] Ve râbii’ mahall-i fuâddır ki, kalb ile aklın

803
B: + “oranlama”
804
“Biz hepimiz Cenâb-ı Allah’ın yüce katında keşfedilmemiş açılmamış birer harfler(nokta) idik. Bunu biz
söylemedik. Bunlar dağların tepesinde(Arşın zirvelerinde) zirvelere asılmışlardır. Sen ve ben, O’ndayız. Biz,
Sen’iz; ben ve Sen ordayız, biz ve Sen ordayız. Onun ümmeti de O’dur. Bütün kâinât O’ndadır. O, O’dur. Sen
Allâh’a ulaşana sor.”
805
B: + “mertebe-i”
806
B: + “likâvlihî Teâlâ”
807
B: + “Ve fî âyetin uhrâ: ‫ﺳﻠﹶﺎ ِﻡ‬
 ‫ ِﻟ ﹾﻠِﺎ‬‫ﺭﻩ‬ ‫ﺪ‬ ‫ﺻ‬
 ‫ﺡ‬
 ‫ﺮ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻳﻪ‬‫ﻬ ِﺪ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻪ ﹶﺍ ﹾﻥ‬ ‫ ِﺮ ِﺩ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﻦ ﻳ‬ ‫ﻤ‬ ‫“ ﹶﻓ‬Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun
gönlünü İslâm’a açar. (En’am, 6/125)”

424
beynindedir. Ve hâmisi akıldır. Ve sâdisi ruhtur ki, makām-ı ihsân ve mahall-i müşâhededir.

‫ﺳﻮ ﹸﻝ ﺍﱠﻟﻠﻪ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﻤﺪﹰﺍ‬ ‫ﺤ‬


 ‫ﻣ‬ ‫ﻭﹶﺍ ﱠﻥ‬ ‫ﻪ ِﺍﱠﻟﺎ ﺍﱠﻟﻠﻪ‬ ‫ﺪ ﹶﺍ ﹾﻥ ﹶﻟﺎِﺍﹶﻟ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺸ‬
 ‫ﺗ‬ ‫ﻡ ﹶﺍ ﹾﻥ‬ ‫ﻼ‬
‫ﺳ ﹶ‬ ‫ﻯ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ﹶﺍﹾﻟِﺎ‬
 ‫ﻛﻤﺎ ﻭﺭﺩ ﰱ ﺍﳊﺪﻳﺚ ﺍﻟﻨﺒﻮ‬

‫ﺘِﺒ ِﻪ‬‫ﻭ ﹸﻛ‬ ‫ﻼِﺋ ﹶﻜِﺘ ِﻪ‬ ِ ‫ﻴ‬‫ﺒ‬‫ﺞ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺤ‬


‫ﻣ ﹶ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻦ ِﺑﺎﺍﹼﻟﹶﻠ ِﻪ‬ ‫ﺆ ِﻣ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﳝﺎ ِﻥ ﹶﺍ ﹾﻥ‬ ‫ﻭﺍﹾﻟِﺎ‬ ‫ﺖ‬ ِ ‫ﺗ‬‫ﻭ‬ ‫ﻮﺓ‬ ‫ﺩﻯ ﺍﻟ ﱠﺬﻛ‬ ‫ﺆ‬ ‫ﺗ‬‫ﻭ‬ ‫ﻀﺎ ﹶﻥ‬
 ‫ﻣ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﻡ‬ ‫ﺼﻮ‬
 ‫ﺗ‬‫ﻭ‬ ‫ﺲ‬
ِ ‫ﻤ‬ ‫ﺨ‬
 ‫ﺕ ﺍﹾﻟ‬
ِ ‫ﺼﹶﻠﻮﺍ‬
 ‫ﺼﱠﻠﻰ ﺍﻟ‬
 ‫ﺗ‬‫ﻭ‬

َ‫ﺮﺍﻙ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻳ ﹸﻜ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﻭِﺍ ﹾﻥ ﹶﻟ‬ ‫ﻩ‬ ‫ﺮﺍ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻚ‬
 ‫ﻧ‬‫ﺪ ﺍﱠﻟﻠﻪ ﹶﻛﹶﺎ‬ ‫ﺒ‬‫ﻌ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﺴﺎ ِﻥ ﹶﺍ ﹾﻥ‬
 ‫ﺣ‬ ‫ﻭﺍﹾﻟِﺎ‬ ‫ﻮ ِﻡ ﺍﹾﻟﹶﺎ ِﺧ ِﺮ‬ ‫ﻴ‬‫ﻭﺍﹾﻟ‬ ‫ﺳِﻠ ِﻪ‬ ‫ﺭ‬ ‫ﻭ‬ [“İslâm, Allah’tan başka ilah

olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resûlü olduġuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru


kılman, zekâtı (tastamam) vermen, ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç
yetirebilirsen Kâbe’yi ziyâret (hac) etmendir. İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir.
İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni
mutlaka görüyor.” (Buhârî, Îmân 37; Müslim, Îmân 1, 5, Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi,
Mevâkît 6; İbni Mâce, Mukaddime, 9)]

Ve sâbi‘i mertebe-i sırdır. Ve sâmini mertebe-i hafâdır. Ve mertebe-i tâsii‘ hafîdir808


ki, zirve-i â‘lâ-yı kıleldir ki, ona berzah-ı evvel ve berzah-ı a‘zam dahî derler ki, mertebe-i
vahdetden ı‘bâretdir. Ve nisbet-i sevâiyye dahî derler. Zîrâ vahdet-i ahadiyyet ile
vâhidiyyet809 beyninde bir nisbetdir ki, ahadiyyete nisbeti i‘tibârâtın cem‘îyyetini meskut
olduġu i‘tibârıyladır. Ve vâhidiyyete nisbeti i‘tibârâtın cemî‘ini müsbet olduġu i‘tibârıyladır.
Ve’l-hâsıl İslâm ve iman ve ihsânın her biri cismânî ve nefsânî ve rûhânî olmak i‘tibârıyla
üçü üçde darbden dokuz adet hâsıl olur. “Mevâkıu’n-Nücûm” şerhimizde müstevfâ zikr
olunmuşdur. Itlâkı her rütbe sāhibinin hâli kendiye kayd-ı bend olup bâlâya su‘ûde mâni‘
olmağla zî’l-hâle mazarrat ve hüsrânı müstelzim olduġundan ötürüdür. Zîrâ fenâfillâh’da

mertebe-i vahdete erişmek “‫ﻥ‬


‫ﻮ ﹶ‬‫ﺟﻌ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻴ ِﻪ‬‫ﻭِﺍﹶﻟ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺤ ﹾﻜ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫ ﹶﻟﻪ‬‫ﻬﻪ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻚ ِﺍﻟﱠﺎ‬
 ‫ﺎِﻟ‬‫ﻲ ٍﺀ ﻫ‬ ‫ﺷ‬ ‫“[ ” ﹸﻛﻞﱡ‬...O’nun zâtından
başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (el-
Kassas 28/88)] sırrına mahrem ve mazhar olmak ile hâsıl olur.

Kov keşf u kerâmâtı


Geç cümle makāmâtı
Kast et bula gör zâtı

808
B: +, C: - “Ve tâsi’i ahfâ’dır ki,”
809
B: - “Vâhidiyyet”

425
Gel hû diyelim yâ hû810

[Mefûlü/mefâîlün]

Ol ecilden “bir kaçını yatırladım bir kaçı tarla mîrevî.” buyurdu.

Ya‘nî makāmât ve ahvâle müteallik olanların bahr-i hakīkat-ı vahdete batırdım.811


Ya‘nî müstağrak ve ifnâ812 eyledim ve ‘ibâdet ve amâle müteallik olanları tahsîl-i gıdâ-yı
rûhanî için mezraa-i şerî‘atde ibkâ eyledim. Ya‘nî zāhirimi şerî‘at-i mutahhara ile tathîr ve
bâtınımı hakīkat-i münevvere ile tenvîr eyledim, demek olur.

Temmet.

810
B, C: - “Kov keşf u kerâmâtı… Gel hû diyelim yâ hû”
811
B: + “Yazdım”
812
B: + “fena”

426
XIV- “KIT’A-İ EBÛ TÂLİB İSFEHÂNÎ, ŞERH-İ SALÂHΔ813

[40b]Bu kıtayı bu kadar erbâb-ı ma‘ârif hal edemeyib vezni var ve lâkin ma‘nâsı
yokdur demişler. Sonra Pîrim Azizim Mürşidim hâlâ postnişîn-i tekye-i Tâhir Ağa eş-Şeyh
Salâhaddin Uşşâkī ‘Abdullâh Efendi hażretleri şerh eyledi. (1187)

Ey vâkıf-ı mevâkıf evlâd-ı zenbeil


Râh-ı safâ-yı cevher-i akla budur delîl
Teslîs-i şekl u san‘at terbî‘i hâlet et
Bû-i sakîle lâzım olur bû-i bû-i celîl

[Müstef‘ilün/feûlün/müstef‘ilün/feûlün]

Evlâd-ı zenbeil bir kavm-i ten-perver ma‘nâsına muteberdir. Zîrâ zenbeil içine huşkî
ve gayr-i zübûl vesâir nesne koydukları zarfdır. Velhasıl mezbele-i tabîatde âlûde-i çirkâb-
hevâ olan erbâb-ı nüfûs murâd olunur. Ya‘nî ey mezbele-i tabiat mevkıflarında vâkıf olan
‘abdü’l-batn eğer kudûrât-ı nefs u tabîatdan hurûc ve zirve-i safâ-yı akla ve levc-i murâdın ise
râh-ı safâ-yı cevher-i akla budur delil ki, müşârün ileyhi teslîs-i şekl ve san‘at-ı terbîi hâlet et
kelâmıdır. Ve şekl-i teslîsden murâd cismdir ki, tûl u arz ve umkdan ‘ibâret olan eb‘âd-ı
selâseden kinâyetdir. Âfâka nisbet ile cism-i küllî murâd olunur ki, arşdır ve enfüse nisbet ile
heykel-i cism-i ‘unsurîdir. Gerek latīf gerekse kesîf olsun ve san‘at-ı terbî‘den murâd tabâyı-ı
erba’adır. Âfâka nisbetle harâret ve burûdet ve rutûbet ve yebûsetden ‘ibâret olan tabâyı‘-ı
külliyedir ki, arşın fevkındedir. Ve enfüse nisbet ile mizâc-ı hayvânîden ‘ibâretdir ki, harâret
ve burûdet ve rutûbet ve yebûsetin imtizâc ve i‘tidâlinden kinâyetdir. [41a]Ve ıstılâh-ı ehl-i
nücûmda mukârenet ve mukâbele ve teslîs ve terbî’ ve tesdîs oldur ki, felek üçyüz altmış
derecedir. Zîrâ burûc isney aşereyn her birinin beyni otuz derecedir. Pes imdi herbâr ki,
kevâkib-i seb’a-i seyyâreden her iki kevkebin beyninde altmış derece olsa ona tesdîs derler.

813
Kıt’a-i Ebû Tâlib İsfihânî, Şerh-i ‘Abdullâh Salâhî, Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma
nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684, 40b-42a vr (A), Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111,
169b-171a vr (B), D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok, A.g.n., 57b-59a vr (C). Metin içindeki varak numaraları Sül.
Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684 nüshasına âittir.

427
Zîrâ altmış üçyüz altmışın südüsüdür. Ve eğer beynehümâda doksan derece olsa ona terbî‘
derler. Zîrâ doksan üçyüz altmışın rub’udur. Ve eğer beynehümâda yüz yirmi derece olsa ona
teslîs derler. Zîrâ yüz yirmi üçyüz altmışın sülüsüdür. Ve eğer beynehümâda yüz seksen
derece olsa ona mukâbele derler. Zîrâ yüz seksen üçyüz altmışın nısfıdır. Ve eğer
beynehümâda hiç derece olmasa ona mukârenet derler.

İki kevkebin birbirine karîn olduġu için velhasıl her iki kevkebin mukârenet ve
mukâbele ve teslîs ve terbîi ve tesdisinden ehl-i nücûm nef’ zarrı nâfi‘ ve zâr olan Cenâb-ı
Zül-Celâle havâle eyle demekten ‘ibâretdir. Ve ıstılâhât-ı sûfiyyede bir ma‘nâdan ‘ibâretdir
ki, ol ma‘nâ min gayri ta‘ammüdin velâ isticlâbin velâ iktisâbin kalb-i ‘abde vârid olur. Ol
ecilden “el-ahvâlü mevâhibun ve’l-makāmâtu mekâsibun ve’l-ahvâlü te’tî min ayni’l-cûd
ve’l-mâkâmât tahsilül bi-bezli’l-mechûd” ‘ibâretleriyle ta‘rif olunmuştur. Velhâsıl râh-ı
ma‘nâ-yı cevher ferd-i akla delîl mukteżā-yı nefs ve tabîatı hâle tebdîl etmekdir, demek olur.
Zîrâ muktezıyyât-ı cismâniyyeden münbe‘ıs olan müştehiyyâtı nefs ve tabîatden güzer
etmedikçe âfâka göre nefs-i külliyeye ve ondan akl-ı evvele yol bulunmaz. Ve enfüse nisbet
ile kalbe ve akl-ı meâde yol bulunmaz demek olur. Ve kelâm-ı hakīkat-irtisâmları câmi‘u’l-
kelime kabîlinden olmak ihtimâliyle şekl-i teslîsden ferdiyyet-i ûlâ murâd olunur ki,
ferdiyyet-i ûlâ üçdür. Zîrâ bir adedden değil iki zevcdir. Evvel-i ferd üç olur ki, ahadiyyet ve
vâhidiyye-i mukaddemiyyetinden ferdiyet-i ûlâ rûh-i Muhammedî aleyh-i efżali’s-salâti’s-
sermedî muntic olur. Ve san‘at-ı terbî‘den şerî‘at ve tarîkat ve marifet ve hakīkat murâd
olunur. Bu vech üzere ma‘lûm-i kelâm netîce-i sa‘y u sülûk ki, bende-i mertebe-i ferdiyete
erişib efrâddan olur isen dahî ahkâm-ı şerî‘at ve rüsûm-i tarîkat ve envâr-ı marifet ve esrâr-ı
hakīkati hâl ile eğer ol rütbeye erişmedinse bir mürşid-i kâmili kendine hemhâl eyle. Zîrâ
çünkü merkez-i mebde-i a‘lâdan mahbet-i süflîye nüzûl eyledin yine mebde’-i aslîye bâ-yı hâl
ri’cat lâzımdır. Ol ecilden bû’-i sakîle lâzım olur. Bu’bu’-i celîl dedi ki, bû alâ vezn-i kavlun

rücû’ ma‘nâsınadır. “‫ﺍﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﺐ ِﻣ‬


ٍ ‫ﻀ‬
 ‫ﻐ‬ ‫ ِﺑ‬‫ﺑۤﺎﺅ‬‫ﻭ‬ ” [“…Allah'dan bir gazaba uğradılar…” (Bakara,

2/61)] “‫ﺑﻪ‬ ‫”ﺍﻯ ﺭﺟﻌﻮﺍ‬814 ve bu’bu hüdhüd vezninde asl u seyyid-i zarîf ve insânü’l-ayn ve vasat
ma‘nâsınadır ki, mürişd-i kâmil-i mükemmil murâd olunur. Ya‘nî tarîk-i Hak’da sa’y u sülûk
içre rücû‘-i sakîle bir mürşid-i kâmil u mükemmil gerekdir ki, terbiye ve tezkiye ile kesâfeti
letāfete tebdîl ederek meslek-i râh-ı Hak’da sür’at-i ni’met hâsıl ola demek olur. [42a]Ve celîl

814
“Ya’ni, ona döndüler.”

428
lafzı esmâ-i ilâhiyyeden olmak itibârıyla muzâfun ileyh olub Allâh Teâlâ’nın kâmil ve
mükemmil kavli demek olur. Ve esmâ-i ilâhiyyeden olmayıp ol kâmil u mükemmilin na’ti

olmak dahî câiz olur. Zîrâ celîl-i azîm ma‘nâsınadır. “‫ﻢ‬


ٍ ‫ﻈﻴ‬‫ﻋ‬ ‫ﻠﹸ ٍﻖ‬‫ﻌﻠٰﻰ ﺧ‬ ‫ﻚ ﹶﻟ‬
 ‫ﻧ‬‫ﻭِﺍ‬ ” [“Sen elbette yüce
bir ahlak üzeresin.” (Kalem 68/4)] ya‘nî ahlâk-ı Rasûlullâh Sallallahu aleyhi ve sellem ile
mutehallik olan kâmil-i mükemmil demek olur. Bu kıta-i latīfeyi Ebû Tâlib İsfehânî cünûnî
hâlinde söyledi ki, kıta-i bî-ma’nâdır demişler. Nice bî-ma‘nâ belki hazâin-i bedâyi-i meânî
ve defîne-i esrâr-ı nihânîdir. Mehâsin-i kelâmından biri vâkıf-ı mevâkıf kelimelerinde tecnîs-i
zâyid ve müzdevic ve iştikâk san‘atları zāhirdir. Ve teslîs ve terbî’de siyâkatü’l-‘adâd ve
bu’bu kelimelerinde iştikâk ve münâsebet-i lafzıyye ve sakîl u celîl lafızlarında seci‘-i
mütevâzin nevi’leri bâhirdir. Ve mehâsin ma‘ânisinden biri oldur ki, cünûnu kendiye nisbet
edenlere ta‘rîz vechiyledir ki, mecnûn oldur ki, mezbele-i tabiatde âlûde-i çirkâb-ı hevâ
ma‘bûn-i zînet-i dünyâ ve meftûn-i nukûş-i mâsivâ ola. Yoksa ‘aşk-ı ilâhî ile meftûn olana
mecnûn denilmez. Belki ‘âlemde âkıl, zû-fünûn oldur demek olur.

Temmet

429
XV- FARÇA BEYİT ŞERHLERİ

A- “BEYT-İ ŞEVKET, ŞERH-İ SALÂHΔ815

816
‫ﺑﻮﺍﻟﻌﺠﺐ ﻛﺎﺭﻳﺴﺖ ﻛﺎﻓﺮ ﻣﺮﺩ ﺍﳝﺎﻥ ﻧﻴﺰ ﺑﺮﺩ‬ ‫ﻋﻘﺮﺏ ﺯﻟﻒ ﻛﭽﺖ ﺭﺍ ﺩﻝ ﺗﺼﻮﺭ ﻛﺮﺩ ﻣﺮﺩ‬

“ ‫ﺍﻟﻌﻘﺮﺏ ﻣﻌﺮﻭﻑ ﻭﺻﺪﻉ ﻣﻌﻘﺮﺏ ﺑﻔﺘﺢ ﺍﻟﺮﺍﺀ ﺍﻯ ﻣﻌﻄﻮﻑ ﻭﺍﻟﻜﻔﺮ ﺿﺪ ﺍﻻﳝﺎﻥ ﻭﺍﻟﻜﻔﺮ ﺍﻳﻀﺎ ﺟﺤﻮﺩ ﺍﻟﻨﻌﻤﺔ‬

‫ﻭﺍﻟﻜﻔﺮ ﺑﺎﻟﻔﺘﺢ ﺍﻟﺘﻐﻄﻴﺔ ﻭﺑﺎﺑﻪ ﺿﺮﺏ ﻭﺍﻟﻜﺎﻓﺮ ﺍﻟﻠﻴﻞ ﺍﳌﻈﻠﻢ ﻻﻧﻪ ﺳﺘﺮ ﺑﻈﻠﻤﺔ ﻭﻛﻞ ﺷﻰ ﻏﻄﻰ ﺷﻴﺌﺎ ﻓﻘﺪ ﻛﻔﺮ ﻗﺎﻝ ﺍﺑﻦ‬

‫”ﺍﻟﺴﻜﻴﺖ ﻭﻣﻨﻪ ﲰﻰ ﺍﻟﻜﺎﻓﺮ ﻻﻧﻪ ﻳﺴﺘﺮ ﻧﻌﻢ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺍﻟﻜﺎﻓﺮ ﺍﻟﺰﺭﺍﻉ ﻻﻧﻪ ﻳﻐﻄﻰ ﺍﻟﺒﺬﺭ ﺑﺎﻟﺘﺮﺍﺏ‬817
Ve merd merdin lafzından sîga-i mâzi ve kelime-i ittibâ‘dandır. Hord merd gibi ve

hord inci ma‘nâsına gelir. Pes “‫ﺯﻟﻒ‬ ‫”ﻋﻘﺮﺏ‬ zülfün cebîninden818 kinâyetdir. Ve zülfden

murâd daldır. Zîrâ lâm ve cîm ve dâl harflerinin işkâl-i müsemmâları ve çengâl-i hoş-
nümâları nev‘an kullâb zülf-i mahbûbâne müşabih ve müşâkil olduklarından kavâid-i
muammâyı ârif olan erbâb-ı maârif nazm-ı muammâda kâhice zülf deyib dâl murâd ederler.
Nitekim Molla Câmî Hażretlerinin kavâid-i muammâsında ‘imâd isminde [156a] vâkı‘
olmuşdur. Beyt:

‫ﻳﻚ ﻃﺮﻑ ﺍﻥ ﭼﺷﻢ ﻭﻳﻜﺴﻮ ﺯﻟﻒ ﻭ ﻣﺎ ﺍﻧﺪﺭ ﻣﻴﺎﻥ ﳊﻈﻪﺀ ﺍﺷﻔﺘﻪ ﺍﻧﻴﻢ ﻭﻛﺎﻫﻰ ﻣﺴﺖ ﺍﻥ‬

Pes “‫”ﭼﺷﻢ‬den terâdif tarîkince ‘ayn ve “‫”ﺫﻟﻒ‬den teşbîh tarîkince dâl murâd olunub

mâ lafzı ‘ayn ile dâlın meyânında olıcak ‘ımâd olur. Ve kâhîce zülf deyib cîm ve kâhîce lâm

murâd ederler. Pes Hâce Şevket aleyh-i rahmet-i Rabbi’l-izzet Hażretlerinin “ ‫ﻋﻘﺮﺏ ﺯﻟﻒ‬

‫ ”ﻛﭽﺖ‬beyt-i ‘ibretlerinden Necmüddin muammâsı tasavvur olunur. Ya‘nî “‫ ”ﻋﻘﺮﺏ‬lafzından

815
B: + “Şevket li’s-Salâhî”
816
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde çalıştık: D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok,
A.g.n., vr. 155b-157a. (A), İ.Belediye: O.E No. 832, vr. 47b-50a. (B), Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111, 166a-169b.
(C) Metin içindeki varak numaraları D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok, A.g.n., vr. 155b-157a. nüshasına âittir.
817
[Akreb ma’ruftur. Râ’nın fethiyle “‫ ”ﺻﺪﻉ ﻣﻌﻘﺮﺏ‬ya’ni ma’tuftur. Ve küfr imânın zıddıdır. Ve küfr aynı şekilde
nimeti inkardır. Ve küfr dilenmektir. Onun bâbı “‫”ﺿﺮﺏ‬dir. Kâfir karanlık gecedir. Çünkü o zulmetiyle örtmüştür.
Her şeyi gizlemiştir. İbnü’s-sikkît dedi: bundan dolayı kâfir olarak adlandırıldı. Çünkü o Allâh’ın nimetlerini örter.
Ve kâfir zâri’ olarak adlandırıldı. Çünkü o tohumu toprağa atar.]
818
B: + “çîninden”

430
“‫ ”ﭼﲔ‬lafzı ve zülfden tesbîh ve tesmiye tarîkince dâl hurûfu murâd olunub “ ‫ﺩﻝ ﺗﺼﻮﺭ ﻛﺮﺩ‬

‫ ”ﻣﺮﺩ‬ibhâmıyla dâlın dili ki, elifdir. Merd olıcak dil kalır. Dil karînesiyle kalb olunub “‫”ﭼﲔ‬
lafzına te’lîf ve imtizâc ile terkîb olıcak cim’le din hâsıl olur. Ve mısra‘-ı sânide îmân lafzı
tahlîl tarîkince iki cüz’e tahlîl olub cüz’-i sânisi ki, mândır. Dil imâsıyla kalb olıcak nümâ
olub bürd karînesiyle cim’le din lafzına îsâl ve te’lîf ittisāl ve imtizâcı ile terkîb olıcak

Necmuddin olur. Ba‘żıları bu “‫ﻛﭽﺖ‬ ‫ ”ﻋﻘﺮﺏ ﺯﻟﻒ‬beytine bî-ma‘nâ demişler. Nice bî-ma‘nâ
belki sefîne-i bedâyı‘-i ma‘ânî ve defîne-i cevâhir-i esrâr-i nihânîdir ki, mażmûn-ı mecâz-ı
numûnî ey mahbûb u matlûb-i dilber, vey ma‘şûk-i dil âşûb-i hoşter senin çün zülf mu‘anber
ve sünbül hoşbû-yı muattırın bâl âşüfte hâle musavver olıcak temâşâ-yı nûr-i Cemâlinden
mahrûm ve verâ-yı perde-i hicrânda mağmûm olub;

Rûz-i vaslı çeşm-i uşşâka şeb-i hicr etti yâr


Zülf-i şeb bûyin gül-i ruhsâra kıldı perde-dâr
Ya‘nî setr etti Cemâl-i şemsini ebr-i Celâl
Çeşm-hûn âlûd uşşâk oldu her dem âşikâr

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Mâ-sadakınca dil-i sevda-zede gamm-ı hicrân ile pejmurde ve âteş-i iştiyâk ile
mürde oldu. Ve bu bir ‘Aceb-kâr sûzende-i idrâkdir ki, dil-i hevesnâk kâfir olduġu hâlde
helâk ve safâ-yı îmânla ferahnâk oldu. Pes îhâm lafzı kâfirden neş’et eden ta‘accüb819 bu
vechile hall-i enâmil tenâsüb olur ki, bunda lafz-ı kâfir ma‘nâ-yı sâtır ile cilveger mir’at-ı
hâtır olmağın fehvâ-yı letāfet ihtivâsı dil-i muhabbet-zede-i bî-karar hâl derd-i ‘aşkı istitâr ile
üftâde-i pister helâk ve bu hatt-ı îmân ile behremend u hissedâr oldu, demek olur.

Beyt:
‘Aşkıyla helâk olsa ne gam bu dil-i şeydâ
Men mâte mine’l-’aşk fakat mâte şüheydâ
[Mefûlü/mefâîlü/mefâîlü/feûlün]

Kemâ kāle Aleyhisselâm; “‫“[ ”ﻣﻦ ﻋﺸﻖ ﻓﻜﺘﻢ ﻭﻋﻒ ﻓﻤﺎﺕ ﻓﻬﻮ ﺷﻬﻴﺪ‬Kim âşık olur, onu
gizler ve bu hâlde ölür ise şehid olur.” (Keşfü’l-Hafâ, II. 264, n. 2538)]

819
B: + “Ukde-i ta’accüb”

431
Kezâ fî Câmi‘i’s-sağir ve820 Nâzım-ı merhûm asrında nazīr-i ma‘dûm bir kezîde
mahdûm olub her kelâmı cevâhir-i ‘irfân ile melzûm ve her nüktesi esrâr-ı hakīkat ile mersûm
ve meczûm olmağın bu beyt-i bî-hemâllerinin mâl-ı hakīkat iştimallerinde mir’ât mecâz
sūretten irâet-i ke’l-cehre-i manâ-yı hakīkat, buyurdukları mahall-i kîl u kâl değildir. Bu
takdirce beyt-i garrâlarında olan hitâb-ı müstetâb-ı dilârâ olan ıtlâk u takyidden mu‘arrâ
mahbûb ‘ale’l-ıtlak ezelî ve zinet-efzâ-yı hüsn-i lem yezelî Cenâbına masrûfdur. Ve zülfden
murâd perde-i Celâl-i kesret ve ruh’dan murâd nûr-i cemâl-i vahdetdir.

Pes dil821 hâl-i mu‘anber ile ser-yân-ı feyż sıfât-zâtı tedebbür ya‘nî bahr-i bî-pâyân
feyż-i vahdet-zât râbıta-i kesret, emvâc-ı sıfât ile cedâvil nu‘ût-i beşeriyyeden cârî olduġun
teyakkun ve tezekkür edib sıfât-ı beşeriyye-i nefsâniyye nu‘ût-i rûhaniyye-i hakkâniyyeye
tebeddül ve tağayyür-i hayyizinde cemâl-i vahdet müteveccih nikâb mâsivâ-yı kesretden
münezzeh ve Bârika-i envâr-ı ahadiyyet hânümânsız ser-zede-i i‘tibâr isneyniyyet olub hestî-i

mevhûm ‘âlem-i imkân “ ‫ﻬﻪ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻚ ِﺍﻟﱠﺎ‬


 ‫ﺎِﻟ‬‫ﻲ ٍﺀ ﻫ‬ ‫ﺷ‬ ‫“[ ” ﹸﻛﻞﱡ‬...O’nun zâtından başka her şey yok

olacaktır.” (el-Kassas 28/88)] remzinde pinhân ve nistî-i fenâ fillâhda tahakkuk remz, “ ‫ﺍﻻﻥ ﻛﻤﺎ‬

‫”ﻛﺎﻥ‬822 ile “‫ﻥ‬


‫ﻮ ﹶ‬‫ﺟﻌ‬ ‫ﺮ‬ ‫ﺗ‬ ‫ﻴ ِﻪ‬‫ﻭِﺍﹶﻟ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺤ ﹾﻜ‬
 ‫ ﺍﹾﻟ‬‫”ﹶﻟﻪ‬ [“...Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na

döndürüleceksiniz.” (el-Kassas 28/88)] ‘irfânınca hâlet-i “‫ﻥ‬


ٍ ‫ﻓﹶﺎ‬ ‫ﺎ‬‫ﻴﻬ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫” ﹸﻛﻞﱡ‬ [“Yer üzerinde

bulunan her şey fânidir.” (Rahman, 55/26)] dil-i hayret-zedeye nümâyân oldu. Ya‘nî âşüfte-i
envâr-ı vahdet pertev-figen mezāhir-i âsâr-ı kesret oldu. Dil-i pür hemzede-i firkat resîde-i
encümen cem‘iyet ve dâhil ser-halka-i vuslat oldu. Zîrâ âşık bî-mecâlin ma‘şûka visâli bahr-i
vahdetde mahv ü istiğrâk hâlidir. Ve bu bir ‘Aceb hâl mestûr ve emr-i nâ-meşhûrdur ki, dil-i
âgâh nümâ sırr-ı hakīkat vahdeti setr u remz-i keyfiyet-i vuslatdır. Hâtır olduġu hâlde
fenâfillâhda fânî ve hisse-mend nasîb-i îmânı oldu.

Mısra‘:

“Nedir ol [157a] küfr-i ekber, kim eder mü’min müslümânı”

820
“ve fî cem’i’l-cevâmi’ bi-isnâdi sahîh Kâle Aleyhisselâm: “‫ﺷﻬﻴﺪ‬ ‫”ﻣﻦ ﻋﺸﻖ ﻓﻌﻒ ﻭ ﻣﺎﺕ ﻣﺎﺕ‬
821
B: + “dil-i ser-gişte-i tefekkür çehre-i vahdetde kâkül kesreti tasavvur ve vâsıta-i mutâla’-i hatt u hâl-i
muanber ile…”
822
“Şu an dahi öyledir”

432
Îmân823, bu remzin tefsir ve beyânıdır. Ya‘nî küfr-i ekber şol ma‘nâ ile müfessirdir

ki, “‫ﻂ‬
‫ﺤﻴ ﹲ‬‫ﻣ‬ ‫ﻲ ٍﺀ‬ ‫ﺷ‬ ‫“[ ”ﻭﻫﻮ ِﺑ ﹸﻜﻞﱢ‬Allah her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.” (Fussilet, 41/54)] haber-i mû‘ciz
eserince muhâta olan hakīkatde mahfî ve mestdûr ve muhît olan zāhir ve meşhûr olduġu
erbâb-ı hakīkat ‘indinde bedîhiyyü’z-zuhûrdur. Zîrâ şems-i ahadiyyet behcet824 pertev-endâz-ı
metâlı‘ her cihet oldukda zerrât-ı mümkinât bî-karâr rûz-i rûşende ufûl eden kevâkib gibi

resîde-i derece-i ihtifâ ve istitâr olduġu “‫ﺎ ِﺭ‬‫ﺍﹾﻟ ﹶﻘﻬ‬ ‫ﺍ ِﺣ ِﺪ‬‫ﻡ ِﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ ﺍﹾﻟﻮ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻴ‬‫ﻚ ﺍﹾﻟ‬
 ‫ﻤ ﹾﻠ‬ ‫ﻤ ِﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫(…“[ ” ِﻟ‬Allâh onlara
sorar ve cevâbını verir): Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allâh’ındır.” (el-
Mümîn 40/16)] mefhûm-i hakīkat şi‘ârından münîr ve âşkârdır. Bu muhatasar-ı cemîl zebân-

güzâr hâme-i tafsīl olsa nice bâb-ı ma‘rifet nisâbı müştemil bir kitâb-ı müstetâb olurdu. Lâkin
her ‘ibârât u işârâtına idâre-i nazar-ı dikkat olunsa her fıkrası miftâh-ı defîne-i hikmet ve
kâide-i hall-i muammâ-yı ma‘rifet-i rabbi’l-izzetdir. Zîrâ derûnunda münderic olan her bir
remz ü îmâ erbâb-ı bâsîrete muammâdır.

Mesnevî:

825
‫ﺣﺎﺟﺘﺶ ﺑﻨﻮﺩ ﻛﻪ ﻛﻮﻳﻨﺪﺵ ﺻﺮﻳﺢ‬ ‫ﺍﻧﻜﻪ ﺭﻣﺰﻯ ﺭﺍ ﺑﺪﺍﻧﺪ ﺍﻭ ﺻﺤﻴﺢ‬
Kıta:
Salâhî bu işârâtnda elfâzın garîb oldu
Kavâ‘id ile hal olmaz mu‘ammâ-yı ‘acîb oldu
Rumûz-i ‘ukdeyi hal eyledin sad ‘ukde-i ‘illet
Bırakdın her biri hayret-fezâ bir tabîb oldu

[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

Temmet.

B- “BEYT-İ HAKÂNÎ, ŞERH-İ SALÂHΔ826

823
B: + “îmâsı”
824
B: + “bî-cihet”
825
[Gizli kapaklı sözü, gerçek olarak anlayan, bilen bir kişiye açık söz söylemeye hacet yok!] Şefik Can,
Mesnevî tercümesi, IV. Cilt, (4-2462)
826
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin tek yazma nüshası üzerinde çalıştık: İ.Belediye: O.E No. 832, vr.
45b-47a., Metin içindeki varak numaraları bu nüshaya âittir.

433
Beyt:

‫ﻛﻠﻴﺪ ﻗﻔﻞ ﺍﮔﺮ ﺍﳌﺎﺱ ﻛﺮﺩﺩﺑﺎﺯ ﺑﻜﺸﺎﻳﺪ‬ ‫ﺩ ﺣﻠﻘﻪﺀ ﺩﺭﺣﻠﻖ ﺍﻓﻌﻰ ﻛﺸﺖ ﻧﺎﭘﻴﺪﺍ‬‫ﺯﻣﺮ‬
Tercüme:
Zümürrüd-gerden ef‘ide bir tavk-ı hafî oldu
Eğer miftâh-ı kufl elmas olur ise olur peydâ

Zümürrüd ma‘rûf zî-kıymet bir taşdır ve ıstılâh-ı sûfiyyede; “ ‫ﺍﻟﺰﻣﺮﺩﺓ ﻋﺒﺎﺭﺓ ﻋﻦ ﺍﻟﻨﻔﺲ‬

‫”ﺍﻟﻜﻠﻴﺔ ﻭﻫﻰ ﺍﳌﺨﺘﺮﻋﺔ ﲟﺤﺾ ﺍﻟﻘﺪﺭﺓ ﻭﺍﻟﻔﻀﻞ ﻋﻦ ﺍﻟﻌﻘﻞ ﺍﻻﻭﻝ ﻛﻤﺎ ﺍﺧﺘﺮﻋﺖ ﺍﳊﻮﺍﺀ ﻣﻦ ﺁﺩﻡ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻼﻡ‬827
Ve “hulk”, boğaz mânâsına ki, fârisîde gerden derler. Ve “ef‘î” yılan mânâsına ve “keşt”,
keştenden mâzîdir. İnkilab ve sayrûret mânâsına, sâr gibi ki, ismi zümürrüddür. Ve hulka
haberidir. “Nâ-peydâ” zıddı zāhirdir. Pinhân mânâsına nâ-bedîd dahî derler. “Kilid” fârisîde
miftâh mânâsına ve “gufl” türkîde kilid mânâsına, “bâz” yine ve tekrâr mânâsına “be-
kuşâyed” açar mânâsına muzaridir ki, fâili kilid olmasdır. Ve elmas nev‘-i cevâhirden zî
kıymet bir taşdır ve dahî cevher-dâr-ı teymura derler. Tîg ve hançer ve gayrılar gibi. Beyt:

‫ﭼﻮﺧﻨﺠﺮ ﻣﻠﻚ ﺍﻟﻌﺮﺵ ﺑﺮﺯﺑﺎﻥ ﻛﻮﻫﺮ‬ ‫ﳘﲔ ﺑﺴﺴﺖ ﻛﻪ ﺍﳌﺎﺱ ﺧﺎﻃﺮﻡ ﺩﺍﺭﺩ‬

Bu beyitte ta‘kîd-i zarûriye vardır ki, takdîri, “‫ﻛﺸﺖ‬ ‫ ”ﺯﻣﺮﺩ ﺩﺭﺣﻠﻖ ﺍﻓﻌﻰ ﺣﻠﻘﻪﺀ ﻧﺎﭘﻴﺪﺍ‬olur

ki beytin ‘ibâret-i zāhiresi üzere “‫ﺣﻠﻘﻪﺀ‬ ‫ ”ﺯﻣﺮﺩ ﻛﺮﺩﻥ ﻣﺎﺭﺭﻩ‬yani halka şekline münkalib olub
gizli bir tavk oldu. Eğer miftâh-ı gufl elmâs olursa yine halka-i heyet asliyesine münkalib
olub zāhir olur demek olur ki, bu beytin zāhire hamli müteassirdir. Zîrâ zümürrüdün aslı
hâssası efînin çeşmini kör etmek iken gerdeninde tavk olması emr-i bâ‘îddir ve mânâ-yı
bâtına hamli zarûridir. Bu takdirce zümürrüdden murâd nefs-i külliyedir. Ve efîden murâd
tabîat-i külliyedir. Ve nefs-i külliye tabîat-i külliyenin gerdenine tavk olması bi-hasebi’l-
hikme cizm-i küllîye tenezzümüne altı olmakdan ‘ibâretdir. Zîrâ nefs-i külliyenin cizm-i
küllîye nüzûlü tabîat-ı külliye vâsıtasıyladır. Pes nefs tabîat menziline tenezzül ile nâ-çâr oun
hükmüne münsabığ olub kendi hükmünü icrâdan âciz kalmağla zarûrî onda mahfî ve mestûr

827
“Zümürrüd, nefs-i külliyeden ibârettir. O akl-ı evvelden kudret ve fazl saflığı ile çıkarılmıştır. Nitekim Âdem
Aleyhisselâm’dan Havvâ’nın çıkarıldığı gibi…”

434
olur. Zîrâ kesîfin hükümde te’sîri latīfeden azıdır. Pes nüfûs-i mücerrede nâ-çâr hükm-i tabîat
ile âvâlim-i ecsâma tenezzül eder. Eğer kilid kalbin miftâhı elmas olursa yani mıskala-i zikr ü
tilâvet ile hancer-i elmas mücâhede müsaykal ve sertîz olursa ahkâm-ı tabîatı ibtâl eder ve
cevher nefs-i hayet-i asliyesine munkalib olub hılkatinde vedîa-i rabbâniye olan hâssasını icrâ
ederek tabîatin zehârif-i dünyeviyyeye nazar u i‘tibârını ref‘ etmekle tabîati a‘mâ eder demek
olur. Yâhud zümürrüdden murâd neşe-i ‘unsuriyyede nefs-i nâtıka ve ef‘îden murâd hükm-i
tabîatdir. Bu takdirce demek olur ki, neds-i nâtıka tabîat-i hayvâniyyenin gerdenine tavk
olmağla hazînetullâh olan kalb kapısı mesdûr ve mukaffel olmakdan nâşî esrâr-ı hafiye-i
ilâhiyyeden mahrûm kaldı. Eğer miftâhı seyf-i elmâs mücâhede olur ise bâb kalb miftâh ve
tabîat mağlûbe olmağla nefs-i nâtıka-i zâkiyye-i hâiz derece-i rûh-i kudsî olub tabîatin
dünyâya olan meyl çeşm-i nazar ve i‘tibarını a‘mâ ve çeşm-i Hak-bînî küşâde eder demek
olur. Nitekim Şeyh-i Ekber kaddesenallâhu bisırrıhi’l-enver Hażretleri, “Tedbîrât-ı İlâhiye fî
Istılâhi’l-memleketi’l-insâniyye” nâm te’liflerinde ahcâr-ı insâniye faslında buyurmuşlar ki,
hacer-i zümürrüd ba‘z-ı ârif billâhda bir hasseden ‘ibâretdir ki, şeytânın çeşmini a‘mâ eder.
Zāhirde zümürrüd çeşm-i ef‘îyi a‘mâ eylediği gibi. Hattâ ol ârif billâh olduġu mahalde şeytan
giremez h’abda olursa dahî bu dahî bir vechile şerhi te’yîd eder. Zîrâ tabîat-ı külliyeden sūret-
i nev‘iyyede zuhûr eyleyen şahs-ı evvel şeytandır. Nefs-i külliyeden sūret-i nev‘iyyede zuhûr
eyleyen şahs-ı evvel Havvâ ve akl-ı külden sūret-i nev‘iyyede zuhûr eyleyen şahs-ı evvel
âdem aleyhisselâm olduġu gibi. Temmet.

C- “BEYT-İ ENVERÎ, ŞERH-İ SALÂHΔ828

Şeyh Salâhaddin Uşşâkī Hażretlerinin829 şerhidir [53a]

830
‫ﺑﺎﺩﺍﻡ ﺩﻭﻣﻐﺰ ﺍﺳﺖ ﻛﻪ ﺩﺭﺣﻨﺠﺮ ﺍﳌﺎﺱ ﻧﺎﺩﺍﺩﻩ ﻟﺒﺶ ﺑﻮﺳﻪ ﺳﺮﻭ ﭘﺎﻯ ﻓﺴﺎﻧﺮﺍ‬

“‫ﺩﻭﻣﻐﺰ‬ ‫ ”ﺑﺎﺩﺍﻡ‬aslı iki lübbü olan bâdemdir. Ve teşbîh-i belîğ üzere beraber nice ve
hemdem ve mesāhib ve bunların emsâli birbirinden münfekk olmayan şeyde dahî isti‘mâl

828
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef.
2684 (A), Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111 (B), Sül. Ktp. Tahir Ağa, No. 503 (C). Metin içindeki varak numaraları
Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684 nüshasına âittir.
829
C: + “Kutbu’l-ârifin Abdullah Salahaddin Uşşâkī Nakşibendî Hazretlerinin Şerhidir.”
830
“‫ﻧﺎﺩﺍﺩﻩ ﻟﺒﺶ ﺑﻮﺳﻪ ﺳﺮﺍﭘﺎﯼ ﻓﺴﺎﻥ ﺭﺍ‬ ‫“ ”ﺑﺎﺩﺍﻡ ﺩﻭ ﻣﻐﺰﺳﺖ ﮐﻪ ﺍﺯ ﺧﻨﺠﺮ ﺍﳌﺎﺱ‬http://www.parset.com/Culture/Poems/
ShowPoem/?PoemID=16737” adlı sitede Enverî’nin şiirleri arasında gösterilmektedir.

435
olunur. “‫ ”ﺩﻭ‬bunda nev‘ ve cins ve tahsîn-i lafz için olan kabildendir. Ve “‫ﺍﳌﺎﺱ‬ ‫”ﺣﻨﺠﺮ‬
cevherdâr-ı hancer ma‘nâsınadır. Ve sâir âlet-i cerh u te’sîr olan fikr u lisân ve âlet-i ricl ü
emsâline alâ tarîki’l-isti’âre ıtlâk olunur. Ve fesân-ı kalc ve bıçak biledikleri bileği

ma‘nâsınadır. Ve “‫ ”ﺩﻭﻣﻐﺰ‬karînesiyle beytin iki ma‘nâya sevki muhtemeldir ki, bu beyt beyt-i

sâbıkta yâhud zihinde bir mevsûfun sıfatı olur. Ve mevsûfu muhtemeldir ki, bir mahbûb-i
bâkire ve arûs-i mâkire ola. Yahut ğâmiz-i hikmet-âmiz bir kelâm-ı bikre râmiz ola. Vech-i
evvel üzere mazmun-ı beyti bu kıta cem‘ eder.

Lişârihihî:
Bâdâm dû meğzin giricek dûr u mağzı
Bir hakka-i mercân olur açılmamış ağzı
Bûs etse ser-hançer elması lebinden
Kanın dökerek cerh eder elbette o neğzi

Alâka-i şebîhleri zāhirdir. Lâkin bu mahassılın muhtasarı mufassalından muteberdir.

Vech-i sânî üzere mazmun-i beyt “‫ﺩﻭﻣﻐﺰ‬ ‫ ”ﺑﺎﺩﺍﻡ‬gibi ‘ulûm-i zāhireyye ve bâtıniyyeyi câmi‘
olan mazmun bi-kerem bir goftedir ki, henüz hançer elmas fikr ile nâsiftedir. Ya‘nî ser hadd-i
mueyyed makâl-i hikmet misâle kuvvet-i mütefekkire ile câsus hayâl reh-yâb olmak ba‘îdu’l-
ihtimâldir, demek olur.

Lişârihihî:
Zirve-i nazmıma reh-yâb olamaz vehm u hayâl
Hâlet-i ‘aşk hod söz ile gûyân oldum
Dürr-i nâfiste-i hikmetse nola her sohenim
Cevher-i ma‘rifet-i Hak’la pür-kân oldum

[Feilâtün(Fâilâtün)/feilâtün/feilâtün/feilün(fa‘lün)]
Bunlardan gayrı me‘ânîye dahî tekellüf ihtimâli vardır. Lakin akrab olan bunlardır

ki, bu iki ma‘nâyı mutezammın arûs ismine muammâ olur. Zîrâ “‫ﺩﻭﻣﻐﺰ‬ ‫”ﺑﺎﺩﺍﻡ‬de “‫”ﺑﺎﺩﺍﻡ‬ın “‫”ﻣﻐﺰ‬ı
intifâd tarîki üzere harf-i vasatı olan dâldır ki, isminin adedi otuz beşdir. Mağzı iki olunca
yetmiş olur ki, ‘ayn harfi murâd olunur. Ve hancerden teşbîh tarîkince ra harfi murâd olunur.
Ve elmasdan cinâs-ı hattîsi üzere lemsinden murâd olunur ki, yapışdırmak ma‘nâsınadır.

436
‘Ayn ve râ harflerinin terkiblerine831 nâdâde nefy ile iskât olacaksa kalır ki, sîni hâli üzere
terk ve elifden adedi olan Ahad murâd olunur ki, on üçdür. Ve ondan evvel adede muvâfık
olan vâv adedine intikâl edib müsemmâsı olan vav harfi murâd olunur ki, ve lübb lübbün
canâna fassı olmakla kalbü’ş-şeyi konh itibârınca kalb murâd olunur ki, kalb ba‘z ile vav harfi
sin harfi üzerine takdîm832 ‘ar lafzına te’lîf ittisālı ile arûs olur. Kaldı ki, hancerin râ’ya
teşbîhi elsine-i şuarâda kesîrdir. Nitekim Bâkī merhûm şirinde dahî vâkı‘ olmuşdu.

Beyt:

Gitmez o mehin râkibi hançer kemerinden


Âşıklarını öldürür, âh işte burası833

[Mef‘ûlü/mefâîlü/mefâîlü/feûlün]

Bu beytden dahî murâd-ı muammâsı istihrâc olunur. Meh kemerinde râ olunca


mürde olur. Pes beş ‘adedden ‘ibâret olan he harfi ‘adedine muvâfık olan o harflerine tebdîl
ile murâd olur.

‫ﻫﺬﺍ ﻣﺎﰱ ﺍﻟﻘﻠﺐ ﺍﻟﺪﺍﺀ ﻭﺍﳌﻌﲎ ﰱ ﺑﻄﻦ ﺍﻟﺸﺎﻋﺮ‬

D- “LETÂİFÜ’L-HAYÂL BEYİTLERİNDEN, ŞERH-İ SALÂHΔ

Beyt: [53b]

834
‫ﻗﻠﺰﻡ ﭘﻨﺠﺸﺎﻫﺮﺍ ﻗﻄﺮﻩﺀ ﺍﺏ ﺩﺭﻛﻔﺴﺖ‬ ‫ﻨﻚ ﻧﻴﻠﻜﻮﻥ ﺧﻠﻘﻪ ﺯﺩﻧﺪ ﻣﺎﻫﻴﺎﻥ‬ ‫ﺩﻭﺭ‬
Tercüme:

Olmuş etrâfın neheng-i nilgûnun mâhiyân


Beş deniz bir kefde sân bir katre âb olmuş hemân

831
B: + “Terkiblerine remz olub ayn olur. Ve fesân lafzının ser ü pâyı fâ ve nundur nâ-dâde…”
832
C: - “Takdîm”
833
C: + “Âşıklarını öldüren ah işte burası.”
834
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef.
2684, 53b-54b vr (A), Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111, 66b-67b (B), Sül. Ktp. Tahir Ağa, No. 503, vr. 32a-33b
(C). Metin içindeki varak numaraları Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684 53b-54b vr nüshasına âittir.

437
[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

“‫ﻨﻚ‬” “neheng” timsâh balığına derler. “‫“ ”ﻧﻴﻠﻜﻮﻥ‬nîlgûn” gök renkli mâhî mutlak

balık ma‘nâsınadır. “‫“ ”ﻗﻠﺰﻡ‬kolzom” deryâ “‫“ ”ﻛﻒ‬kef” el ayasıdır. Bu beyt birkaç vecihle

tevcîh kâbildir. Evvel, neheng-i nilgûn’dan murâd havâs-ı hamseden hâsse-i şem murâd
olunur. Nîlgûn olması revâyihi istişmâm-ı cezb hevâ ile ettiği zāhirdir. Hevâ ise Nîlgûndür.
Ve etrâfını mâhîler almasından murâd penc-şâha teşbîh eyledi. Zîrâ hâssenin her biri kendi
tahtında hükmün yürüdür. Ve kolzom’dan murâd hiss-i müşterekdir ki, havâs-ı hamsenin beşi
dahî hiss-i müşterekte cem‘ olur. Ve hiss-i müşterekten kinâye olan deryâ-yı mahsūsât, keff-i
hayâlde bir katre âb mesâbesindedir, demek olur ki, hayâlin kemâl-i vüs‘atını beyândan
‘ibâretdir. Ve tevcîh-i sânî neheng-i nîlgûn’den murâd hayâldir ve etrafını mâhîler alması
hiss-i müşterek ve müfekkire ve zâkire ve hâfıza etraf hayâlde olmadan ‘ibâretdir. Ve bu
havâs-ı bâtınanın mahsūsât-ı ma‘kûlesi beş deryâ ile ta‘bîr olunub ve bu beş deryâ keff-i dilde
bir katre âb mesâbesindedir, demek olur ki, kemâl-i vüs‘at-i kalbi beyândan ‘ibâretdir. Ve
külliyâtda havâss-ı bâtına hiss-i müşterek ve hayâl ve vâhime ve hâfıza ve mütehayyile deyu
zikr olunmuşdur. Ve Hażret-i Muhyiddin kuddesanellahu bi-sirruhi’l-mu‘în hażretlerinin
tertiblerin havâss-ı bâtına kuvvet-i zâkire ve kuvvet-i mütefekkire ve kuvvet-i vehmiyye-i
hayâliyye ve hiss-i müşterekdir.
Ve tevcîh-i sâlis neheng-i nîlgûn’dan murâd insân-ı kâmildir. Ve etrafında olan
mâhîlerden murâd merâtib-i erbaadır ki, lâhût, ceberût, melekût, nâsûtdur ki, insân-ı kâmil ile
mecmû‘una hazerât ta‘bîr olunur ki, beş deryâ ondan ‘ibârettir ki, Cenâb-ı Hallâk’ın kabza-i

kudret ve tasarrufundan bir katre âb mesâbesindedir, demek olur. “ ‫ﻡ‬ ‫ﻮ‬ ‫ﻳ‬ ‫ﻪ‬‫ﻀﺘ‬
 ‫ﺒ‬‫ﺎ ﹶﻗ‬‫ﻤﻴﻌ‬‫ﺽ ﺟ‬
 ‫ﺭ‬ ‫ﺍﹾﻟﹶﺎ‬‫ﻭ‬

‫ﻤﻴﻨِﻪ‬‫ﺕ ِﺑﻴ‬
 ‫ﺎ‬‫ﻣ ﹾﻄ ِﻮﻳ‬ ‫ﺕ‬
 ‫ﺍ‬‫ﺴ ٰﻤﻮ‬
 ‫ﺍﻟ‬‫ﻤ ِﺔ ﻭ‬ ‫…“[ ”ﺍﹾﻟ ِﻘ ٰﻴ‬Halbuki bütün yer kıyamet günü O'nun avucundadır.

Gökler de kudretiyle dürülmüştür…” (Zümer, 39/67)] Bu takdirce kemâl-i vüs‘at kudret-i zi’l-
celâli beyândan ‘ibâret olur835
Ve tevcîh-i râbi‘ neheng-i nîlgûn’den murâd hakīkat-i Muhammediyyedir. Ve
Nîlgûn olması mertebe-i ‘amâda olduġuna işâretdir ki, lügatte ‘amâ sehâb-ı rakîk
ma‘nâsınadır. Sehâb ise Nîlgûn idiği zāhirdir. Ve etrafını olan mâhîlerden murâd ‘ayân-ı

835
C: + “kudret-i zi’l-celâli beyândır.”

438
sâbitedir ve beş deryâdan murâd Hazerât-ı hamsdir ki, keff-i kifâyet ‘ilm-i Hak’da bir katre âb
mesâbesindedir, demek olur. Kemâl-i vüs‘at ‘ilm-i ezelîyi beyândan ‘ibâret olur ve penc-
şâhda hâ-i huve zîrîn hâ vaz‘ olunsa bir vechile ma‘nâya halel gelmez ki, şâh budak
ma‘nâsına olduġu ecilden her biri ne kadar başka başka ise cümlesi bir yere cem‘ olunmağa

işâretdir. “‫ﻥ‬ ‫ ”ﻥ ﻉ ﻡ ﺍ‬ve “‫ﻨﻚ ﻧﻴﻠﻜﻮﻥ ﺧﻠﻘﻪ ﺯﺩﻧﺪ ﻣﺎﻫﻴﺎﻥ“ ”ﻉ ﺙ ﻡ ﺍ ﻥ‬ ‫ﻗﻠﺰﻡ ﭘﻨﺠﺸﺎ ﻫﺮ ﺍﻗﻄﺮﻩﺀ “ ”ﺩﻭﺭ‬

‫”ﺍﺏ ﺩﺭﻛﻔﺴﺖ‬ neheng devrinden murâd iki tarafında olan nûn ve kâf harfleridir ki, yetmiş

adeddir. Ondan ‘ayın harfi murâd olunur. Ve ekall-i cem‘ olunmağla mâhiyâdan iki mâhî
murâd olunur ki, arabîde murâd fî iki nundur.

Pes ‘ayn harfine halka olunca ya‘nî biri evveline ve biri âhirine gelince “‫ ”ﻧﻌﻦ‬olub

bir katre âb’dan murâd arabîde murâd fî olan mâdır. “‫ ”ﻧﻌﻦ‬içine olunca “‫ ”ﻧﻌﻤﺎﻥ‬olduġu

zāhirdir. Ve tarîk-i âhar ile neheng devrinden “‫ ”ﻉ‬harfi murâd olunur. Ve iki nûndan adedleri

olan yüz murâd olunub ve penc-şâh karînesiyle beş kat olunca beşyüz aded olur ki, “‫ ”ﺙ‬harfi

murâd olunur. “‫ ”ﻉ‬harfine te’lîf ve ittisāli ile “‫ ”ﻋﺜﻤﺎ‬olur. Ve kef içinde bir katre âb kefden

teşbîh tarîkince nûn ve katre-i âb’dan nokta murâd olunur. Nun karnında bir nokta

dedikleridir. Velhasıl nûn harfi “‫ ”ﻋﺜﻤﺎ‬terkîbine te’lîf ittisāliyle “‫ ”ﻋﺜﻤﺎﻥ‬olduġu zāhirdir. Ve

penc-şâh karînesinde bir remz vardır ki, muammâ olan isim beş harfli ola. Numân ve Osman
gibi. Temmet.

E- DİĞER FARSÇA BEYİTLERİN ŞERHLERİ

Beyt836:

‫ﺧﺲ ﻭﺧﺎﺭﺳﺖ ﺍﺯﻣﮋﻛﺎﻥ ﺑﻠﺒﻞ ﺍﺷﻴﺎﳕﺮﺍ‬ ‫ﺯﺍﺷﻚ ﻣﻦ ﺩﺭﻙ ﻛﻞ ﻣﻮﻯ ﺍﺗﺶ ﺩﻳﺪﻩ ﺭﺍ ﻣﺎﻧﺪ‬
Tercüme:

836
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef.
2684, 53b-54b vr (A), Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111, 66b-67b (B), Sül. Ktp. Tahir Ağa, No. 503, vr. 32a-33b
(C). Metin içindeki varak numaraları Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684 53b-54b vr nüshasına âittir.

439
Serşikemden gül-i mûy âteş-dîdeye döndü
Dolub hâr u his müjgan bülbül âşiyânımda

[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

Ya‘nî âh pür söz ile eşk âteşimden berk gül-i mûy âteş-dideye döndü. Ya‘nî âteş
görmüş kıl gibi bozuldu. Ve gülün bu hâlini bülbül görünce ol kadar zâr u figanla giryân oldu
ki, eşk hasret-revân u nisâr müjgân eyledi ki, âşiyânımda olan hâr u hâşân bülbülün
müjgânındandır, demek olur.

Beyt837:

‫ﺳﺎﺯﺩ ﻗﻨﺎﺭﻩ ﺩﺭﺟﻜﺮ ﺣﻨﭽﺮ ﺍﻳﻴﻨﻪ‬ ‫ﺍﻥ ﻣﺴﻠﺨﻰ ﻛﻪ ﺩ ﺷﻨﻪﺀ ﻗﺼﺎﺏ ﺭﻩ ﻧﻴﺎﻓﺖ‬

“‫”ﻣﺴﻠﺨﻰ‬de ya tevhîd ve tavsif için olur. “‫“ ”ﻣﺴﻠﺦ‬meslah” mahall-i selh ki, selhâne

dedikleridir. Hâne-i selh ma‘nâsınadır. Ve selh deri yüzmek ve soymak ma‘nâsına ol ecilden

âhır-ı şehre selh dediler. Nûru soyulduğundan ötürü ve “ ‫ﻭﺳﻠﺦ ﺍﻟﺮﺟﻞ ﻣﻦ ﺛﻴﺎﺑﻪ ﻭﺍﳊﻴﺔ ﻣﻦ ﻗﺸﺮﻫﺎ‬

‫”ﻭﺍﻟﻨﻬﺎﺭ ﻣﻦ ﺍﻟﻠﻴﻞ‬838 denilir.


Velhasıl ol meslah ki, deşne-i kassâb ona yol bulmamışdır. Hankâh-ı mürşidden
kinâyetdir ki, mürîd olan libâsından soyunduğu münâsebetiyle meslah deyu tabîr eylemiş.
Ya‘nî evel meslahın hancer-i âyine çeker de kenara düzer, demek olur. Kanare kenara’dan
mu‘rebdir temür(demir) çengal ma‘nâsına kasab çengalı gibi. Ol ecilden selh-hâneye kanâre
tesmiye olundu. Ve hancer ma‘lûm âlet-i katı‘dır. Ve âteş-i ulvîne ve güneş ziyâsını dahî
hançer ta‘bîr olunur. Ve âyineden murâd mürşidin âyine-i kalbidir. Ya‘nî mürşidin âyine-i
kalbinden mün‘akis olan pertev-i şems-i hâkîkat çekerde ya‘nî kalb-i mürîde çengâl düzer,
demek olur ki, câzibeden ‘ibâretdir. Çengâl ilişdiği yeri salıvermediği gibi ol kuvvet-i câzibe
dahî kalb-i sâliki taraf-ı Hakk’a cezb edib mâsivâya meylinden munkatı‘ eder ve âhiru’l-emr
varlık libâsın soyub ‘uryân eder, demek olur. Temmet

837
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef.
2684, 53b-54b vr (A), Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111, 66b-67b (B), Sül. Ktp. Tahir Ağa, No. 503, vr. 32a-33b
(C). Metin içindeki varak numaraları Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684 53b-54b vr nüshasına âittir.
838
“Adam elbisesinden, fare derisinden gündüz de geceden soyundu-sıyrıldı.”

440
Beyt839: [154b]

‫ﺣﻴﺎﻻﺕ ﺩﻭ ﻋﺎﱂ ﺭﺍ ﭼﻨﺎﻥ ﺍﺯ ﻟﻮﺡ ﺩﻝ ﺷﺴﺘﻢ ﻛﻪ ﺷﺪ ﺑﺮ ﲢﺘﻪﺀ ﺯﺭﻳﻦ ﺯﻳﻚ ﻧﻘﻄﻪ ﺩﻭﺧﻂ ﭘﻴﺪﺍ‬
Tercüme-i Hażret-i Salâhî Efendi:

Hayâlât dû kevnî levh dilden eyledim şoste


Ki, yek noktadan iki hat göründü levh-i zerrinden

[Mefâîlün/mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün]

Ya‘nî hayâlât dû cihândan levh dili öyle şoste ve sâde eyledim ki, tahte-i zerrinde
[155a] ya‘nî levh-i vücûd-i imkânda bir noktadan iki hatt zāhir oldu. Ya‘nî nokta-i Zat’dan
hatt-ı cemâl u celâl peydâ oldu. Ve bu ta‘ayyünât-ı kevniyye ve şuûnât-ı tecelliyât-ı zâtiyye
ve âsâr-ı envâr-ı sıfatıyye olduġu hüveydâ oldu, demek olur. Ve tahte-i zerrinden murâd levh-
i vücûd-i imkândır. Zîrâ zerden murâd nûrdur. Ve nûrdan murâd vücûddur. Nitekim

zulmetden murâd ademdir. Bu takdirce mażmûn-ı beyt. “ ‫ﺟﻪ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺒﻘٰﻰ‬‫ﻳ‬‫ﻭ‬ ﴾26﴿ ‫ﺎ ﻓﹶﺎ ٍﻥ‬‫ﻴﻬ‬‫ﻋﹶﻠ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﹸﻛﻞﱡ‬

‫ﺍ ِﻡ‬‫ﺍﹾﻟِﺎ ﹾﻛﺮ‬‫ﺠﻠﹶﺎ ِﻝ ﻭ‬
 ‫ﻚ ﺫﹸﻭ ﺍﹾﻟ‬
 ‫ﺑ‬‫ﺭ‬ ” [“Yer üzerinde bulunan her şey fânidir. Yalnız celâl ve ikram sahibi
Rabbinin yüzü (zâtı) baki kalacaktır.” (Rahmân, 55/26-27)] sırrını enfüsde tahakkuk ile makām-
ı fenâya erişmekden ‘ibâretdir.

Beyt840:

‫ﻛﻔﺖ ﻭ ﻛﻮﻯ ﻛﻔﺮﻭ ﺩﻳﻦ ﺍﺧﺮ ﺑﻴﻚ ﺟﺎﻣﻰ ﻛﺸﺪ ﺧﻮﺍﺏ ﻳﻚ ﺧﻮﺍﺑﺴﺖ ﺑﺎﺷﺪ ﳐﺘﻠﻒ ﺗﻌﺒﲑﻫﺎ‬
Tercüme-i Salâhî ‘abdî Efendi:

Güft u gûy küfr u din her biri bir yana çeker


Hâb ol hâbdır velîkin muhtelif ta‘bîrler

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

839
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde çalıştık: D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok,
A.g.n., vr. 154b-155b (A), Sül. Ktp. Tahir Ağa, No. 503, vr. 48a-50b (B), Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111, 166a-
169b (C). Metin içindeki varak numaraları D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok, A.g.n., vr. 154b-155b. nüshasına âittir.
840
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde çalıştık: D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok,
A.g.n., vr. 154b-155b (A), Sül. Ktp. Tahir Ağa, No. 503, vr. 48a-50b (B), Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111, 166a-
169b (C). Metin içindeki varak numaraları D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok, A.g.n., vr. 154b-155b. nüshasına âittir.

441
Bu beyt birkaç vechile tevcîhi mümkündür. Evvelâ küfr u dinin kîl u kâli âkıbet bir
mahalle çeker dediği zāhirdir ki, küfr dûzeh u nâre ve din cennet ü gülzâre çeker ve hâb ol

hâbdır ki, dediği “‫ﺍﻧﺘﻬﻮﺍ‬ ‫“[ ”ﺍﻟﻨﺎﺱ ﻳﻨﺎﻡ ﻓﺎﺫﺍ ﻣﺎﺗﻮﺍ‬İnsanlar uykudadır öldükleri zaman uyanırlar.”
(Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II, 414)] vıfkınca kâfir u mü’minin hâbı birdir. Lâkin hâbda gördükleri

ta‘birleri muhtelif olur. Zîrâ kâfir sıfat-ı küfrünü görür ve mü’min sıfat-ı imânını görür ve
âhirü’l-emr her biri muttasıf olduġu sıfat ile uyanır, ya‘nî haşr olur. Ve vech-i sânî, oldur ki,

küfr ü din bir câriye ya‘nî bir mahalle çeker dediği, “ُ‫ﺸۤﺎﺀ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻬﺪﻯ‬ ‫ﻳ‬‫ﻭ‬ ُ‫ﺸۤﺎﺀ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻦ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻀﻞﱡ‬
ِ ‫ﻳ‬” [“…Allah

dilediğini şaşırtır, dilediğini de doğru yola çıkarır…” (Fâtır, 35/8, Nahl, 16/93)] irâdesince “ ‫ﻭﻣﻨﻪ‬

‫”ﺑﺪﺃ ﺍﻻﻣﺮ ﻭﺍﻟﻴﻪ ﻳﻌﻮﺩ‬841 i‘âdesince hakīkatte küfr ile idlâl ve îmân ile iclâl Hażret-i Allâh zü’l-
celâl ve’l-kemâle râci‘dir demek olur. Ve hâb ol hâbdır dediği hâb-ı gaflet ve hicâbda kâfir
küfr ile Hakk’ı murâd eder. Mü’min îmânıyla Hakk’ı murâd eder. Mü’min îmân ile Hakk’ı
murâd etdiği gibi Zîrâ şuhûde ermeyen gerek mü’min gerek kâfir olsun hicâbdadır. Ya‘nî
hakīkatde birisi bâtılı murâd eylemez. Lâkin ta‘bîrleri muhtelif olur ki, her biri sıfat-ı
gâlibesini müşâhede eder. Ve âhirü’l-emr kâfir sıfat-ı küfr u teşrîki ile mu‘azzeb olur. Ve
mü’min sıfat-ı îmân u tevhîdi ile mühezzeb olur, demek.

Beyt842:

‫ﺍﻛﺮ ﻛﻤﺎﻝ ﭘﺬﻳﺮﺩ ﺻﻨﻢ ﭘﺮﺳﺘﺊ ﻣﺎ‬ ‫ﻋﻨﺎﻳﺖ ﺻﻤﺪﻯ ﺭﺩ ﻛﻔﺮ ﻣﺎﻧﻜﻨﺪ‬
Tercüme-i Salâhî Efendi:
‘İnâyet-i Samedî redd-i küfr eder mi ‘Aceb?
Eğer kemâle ererse sanem perestliğimiz

[Mefâilün/feilâtün/mefâilün/feûlün]

Sanem perest eğerçi puta tapıcı demekdir. Lâkin bunda sanemden murâd cemâl-i
mahbûb-i ezelîdir. Eğer kemâl kabûl ederse ya‘nî kemâle erişirse galebe-i keyfiyet-i ‘aşk-ı
ilâhîden nâşî hâlet-i sekr ile vâkı‘ olan küfrân-ı ni‘metliğimizi amîde ederiz ki, ‘inâyet-i

841
“Emir gelince O’na dönülür.”
842
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin üç yazma nüshası üzerinde çalıştık: D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok,
A.g.n., vr. 154b-155b (A), Sül. Ktp. Tahir Ağa, No. 503, vr. 48a-50b (B), Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111, 166a-
169b (C). Metin içindeki varak numaraları D.T.C.F. Ktp. Muzaffer Ozok, A.g.n., vr. 154b-155b. nüshasına âittir.

442
samedî redd ile yüzümüze urmayıb şükr-i ni‘met makāmında kabûl eyleye, demek olur.
Temmet.

Beyt843: [50b]

‫ﺧﻮﻥ ﺑﺪﺳﺘﺎﺭ ﺑﺎﺧﺎﻙ ﺗﻴﻤﻢ ﻛﻔﺮﺳﺖ‬ ‫ﺁﺏ ﺩﺭ ﭼﺸﻤﻪﺀ ﺧﺮﺷﻴﺪ ﳕﺎﻣﺪ ﺍﻯ ﻋﻴﺴﻰ‬
Tercüme:
Çeşme-i hurşîdin âbı kalmadı ey cân u dil
Hûnu deste al ki, hâkiyle teyemmüm küfr olur
Li’s-Salâhî:
Bu beyt-i muğlak nasâyıha ehakk birbirinden edakk ve elyak birkaç vech beyninde
mutlakdır. Vech-i evvel, Hurşîd lafzının murâd-ı fî olan ‘ayn lafzında tevriye-i müreşşaha
vardır ki, ma‘nâ-yı ba‘îdi olan çeşm murâd olunur ki, çeşme-i ‘ayndan murâd göz bî-kârıdır.
Âbı kalmadı yaşı dökündü demekdir. Îsâ lafzı eğerçi tevriyenin ma‘nâ-yı karîbinin lâzımı
olmağla tevriye-i teşrîh eder. Lâkin mażmûn-ı beyitde Îsâ lafzından murâd tecrîd tarîki üzere
Nâzım kendi rûh-i izâfîsine hitâbıdır. Ya‘nî ey cân nâ-tüvân-ı evsân mâsivâ-yı beyt-i Rahmân
olan kalbinden [51a] tathîr için eğerçi ol kadr-i eşk-i firâvân nisâr eyledik ki, çeşme-i
çeşminden bir katre âb kalmadı. Lâkin henüz çirkâb-ı mâsivâdan derûnun pâk olmadı. Şimdi
gerekdir ki, çeşm-i hûn-bârından yaş yerine kan revân edesin. Ola ki, kazûrât-ı mâsivâdan
beyt-i dili pâk ve mahall-i muhibb-i Yezdân edesin. Zîrâ hâkiyle teyemmüm küfürdür. Yâni
hubb-i mâsivâdan tathîr-i kalb etmeden göçer isek teyemmüm menzilesinde yüzüne toprak
saçtıklarında ol dahî bir güne küfrdür. Yani setrdir hicâb-ı a‘zamdan kinâyetdir. Zîrâ kişinin

mevtinden sonra terakkī ve ref‘-i hucb olmaz. “‫ﲤﻮﺗﻮﻥ‬ ‫“[ ”ﲤﻮﺗﻮﻥ ﻛﻤﺎ ﺗﻌﻴﺸﻮﻥ ﻭﲢﺸﺮﻭﻥ ﻛﻤﺎ‬Nasıl
yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.”] müeddâsınca geçtiği
hicâb ile müebbed olur. Velhâsıl mâsivâya meyl ve i‘tibâr hakīkatde şirk-i hafî nev‘inden

olub; “‫ﻪ‬ ‫ﻫﻮٰﻳ‬ ‫ﻬﻪ‬ ‫ﺨ ﹶﺬ ِﺍ ٰﻟ‬


 ‫ﺗ‬‫ﻣ ِﻦ ﺍ‬ ‫ﺖ‬
 ‫ﻳ‬‫ﺮﹶﺍ‬ ‫“[ ”ﹶﺍﹶﻓ‬Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen görüyor musun?”
(Câsiye, 45/23)] ittihâzınca esnâm-ı hevâya perestiş kabîlinden olmağla mahcûb olduġun hâlde

ya‘nî şems-i hakīkati ebr-i sivâ-yı mecâz ile setr eylediğin hâlde göçersin demek olur ki,
teyemmüm lafzı bir güne tevriye-i müreşşaha olur. Zîrâ dest manâ-yı karînin lâzımıdır ki,

843
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin tek yazma nüshası üzerinde çalıştık: İstanbul Bel. O.E 832, Metin
içindeki varak numaraları bu nüshaya âittir.

443
teyemmüm lafzının [51b] hakīkat ma‘nâsı yani “mâ veda‘a lehû kasd”dır. Ve mecâzen ma‘nâ-
yı karîbi vech ve yedine mesh-i turâbdab ‘ibâretdir. Ve ma‘nâ-yı bâ‘îdi murâd olunmağla
hâkiyle teyemmüm mezârda hâk bir sırdan kinâyetdir. Ve vech-i sânisi hurşid yani şems-i
rûhâniyet sıfatıdır. Kamer kalb sıfatı olduġu gibi bu takdirce çeşme-i hurşidden murâd rûhun

kalbde menba‘-ı feyżinden ‘ibâretdir. Ve âbdan murâd; “ ‫ﺣ ﱟﻲ ﹶﺍﹶﻓﻠﹶﺎ‬ ‫ﻲ ٍﺀ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻤۤﺎ ِﺀ ﹸﻛ ﱠﻞ‬ ‫ﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫ﺎ ِﻣ‬‫ﻌ ﹾﻠﻨ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬

‫ﻮ ﹶﻥ‬‫ﺆ ِﻣﻨ‬ ‫ﻳ‬…” [“Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?” (Enbiyâ, 21/30)]
ihbârınca feyż-i sırr-ı hayâtdır. Bu takdirce mażmûn-ı beyt ey rûh-ı pür-fütûh senin menba‘-ı
kalbinde feyż-i sırr-ı hayât dökündü. Yani ömr-i âhire karîb oldu ve sen henüz hayât-ı
ebediyye-i Hażret-i Hak ile Hayy olmadın hûn bedestâr kan ele götür demekdir ki, el kalb
şerhidir. Yani mücâhede-i nefs seyf-i kahhâr ile hevâya tâbi‘ olan nefsin boynunu urub elini

âlûde-i hûn eyle. Yâni sıfat-ı Celâl ile kalbini la‘l renk edib mevt-i ahmer eyle. “ ‫ﻣﻮﺗﻮ ﻗﺒﻞ ﺍﻥ‬

‫“[ ”ﲤﻮﺗﻮﺍ‬Ölmeden evvel ölünüz” (Aclûnî, age, II, 290 (h. no: 2669)] sırrını Hak’la yani kal‘ u kam‘-ı
hevâ-yı nefs ile hükmünü ibtâl ve nefsini izlâl eyle ki, hâyât-ı ebediyyeye erişesin ve illâ
evvel hâlle göçersin toprak senin başına hicâb devri ile mestûr ve hân-ı vuslatdan mehcûr
olursun demek olur. Ve vech-i sâlis oldur ki, hurşidden [52a] murâd şems-i hakīkatdir ve
çeşme-i hurşidden murâd cevher-i akldır. Zîrâ feyż ‘ulûm-i hakâyık-i ilâhiyye menba‘-ı
akıldan sudûr etmedikçe ya‘nî levh-i akla müntakış olmadıkça mevrid-i ilhâm-ı Rabbânî olan
kalbe vârid olmaz. Ve çeşme-i hurşîdde âb kalmadı dediği ser-çeşme-i akılda katre-i zülâl-i
‘ilm kalmadı, demekdir ki, ‘ilmin ‘ilminden iktiżā eyleyen cehldir. Kemâ Kāle Eş-Şeyh fî

Gavsiyyetihi nâkilen anillâh: “‫ﺍﻟﻌﻠﻢ‬ ‫ ”ﻋﻠﻢ ﺍﻟﻌﻠﻢ ﻫﻮ ﺍﳉﻬﻞ ﻋﻦ‬yani cehl-i zâtî murâd olunur ki,

gayrıdan mürtefi‘ olmayan hicâb-i izzet ândan kinâyetdir. “ ‫ﺣﺠﺎﺏ ﺍﻟﻌﺰﺓ ﻭﻫﻮ ﺍﻟﻌﻤﻰ ﻭﺍﳊﲑﺓ ﺍﺫ ﻻ‬

‫”ﺗﺄﺛﲑ ﻟﻼﺩﺭﺍﻛﺎﺕ ﺍﻟﻜﺸﻔﻴﺔ ﰱ ﻛﻨﻪ ﺍﻟﺬﺍﺕ ﻓﻌﺪﻡ ﻧﻔﻮﺫﻫﺎ ﻓﻴﻬﺎ ﺣﺠﺎﺏ ﻻ ﻳﺮﺗﻔﻊ ﰱ ﺣﻖ ﺍﻟﻐﲑ ﺍﺑﺪﺍ‬844 bu

takdirce demek olur ki, ey mânend-i îsâ semâ ma‘rifeti irtikâ eyleyen rûh-i dânâ idrâk-i künh-
i Zât’da ‘ilmin nihâyeti acze erişdi. Yani nihâyet-i idrâk hayrete girişdi. Kemâ kāle Emirü’l-
mü’minîn Ali ibn-i Ebî Tâlib radiyallâhu anh:

844
[Ta’rifât’ta da geçtiği üzere, Hicâbü’l-izzet(izzet perdesi): körlük ve şaşkınlıktır. Çünkü Zât’ın künhü hakkında
keşfî idraklerin hiç bir etkisi yoktur. Bunların ona nüfûz etmemesi, başkası hakkında ebediyen ortadan kalkmayan bir
perdedir.] es-Seyyid eş-Şerîf Cürcani, Kitâbü’t-Ta’rîfât, 84

444
Beyt:

‫ﻭﺍﻟﺒﺤﺚ ﻋﻦ ﺳﺮ ﺫﺍﺕ ﺍﷲ ﺍﺷﺮﺍﻙ‬ ‫ﺍﻟﻌﺠﺰ ﻋﻦ ﺩﺭﻙ ﺍﻻﺩﺭﻙ ﺍﺩﺭﺍﻙ‬845


Yani çünkü idrâk künh-i Zât’da mertebe-i acze erişdin sırrını [52b] rütbe-i hudûsden
tathîr için kan ile götür. Yani urefât-i ‘irfândan derecât-ı fenâ-yı câna şitâbân olub nefsini ‘îd-i
visâl-i Hak’da kurbân eyle ki, varlık hadesinden girîzân zülâl-i zemzem hakâyık-ı eşyâ ile
ziyân olasın zîrâ arz-ı tabîat ile teyemmüm ol hadesi izâle etmediğinden gayrı hakīkatde
küfürdür ki, şirketi mukteżîdir. Yani menbâ‘-ı tabîatden feverân eden ‘ulûm ile tathîrsiz
olmaz. Zîrâ havz-ı nâ-pâkdan cereyân eyleyen mâ-i tuhûr elbette nâ-pâk olur. Ya‘nî
varidâtında hükm-i tabîat karışmaya ki, ilkâ-yı şeytânîden ‘ibâretdir. Belki menbâ‘-ı ‘ulûm
evvelîn u âhirîn olan yenbû‘-i zülâl hükm-i Rasûlüllâh sallalahu aleyhi ve sellem’den cereyân
eyleyen âb-ı feyżle tathîr-i kalb u rûh ve sırr eyle ki, miyâhın efżal u atharıdır. Evvel ecilden
mesâil-i fıkhıyyede denilmiş ki, arz u semâdan zuhûr eyleyen miyâh tuhûrun efżali esâbi‘-i
Rasûlüllâh sallâllâhu aleyhi ve sellem’den cereyân eyleyen mâ-i tuhûrdur, demek olur. Ve
mezâmin-i beytden kat‘-ı nazar mısra‘-ı evvelinden reşîd-i muammâsı istihrâc olunur. Zîrâ
hurşîd lafzının çeşmi ki, intikâd tarîkince harf-i evveli olan hâ’dır tashîf ile noktası altına
gelince cim olur ki, âb lafzının adedidir. [53a] Zîrâ çeşme-i hurşidde âb demek harf-i hâî cime
tebdîl ile tashîfe remzdir. Ve numâned yani eyle iskât olucak reşîd kaldığı zāhirdir. Ve hurşîd
vavsız ve hurşîd vâv ile bilâ fark ikisi bir ma‘nâyadır. Husūsan bu beyitde mukteżā-yı vezne
göre vav iktiżā etmez ve mısrâ‘-ı sânîden Ahmed ve Cüneyd muammâsı istihrâc olunur. Zîrâ
çeşme-i hurşîd olan harf hâ-i hûn lafzından dahî iskât olıcak ve nun kalır ve âb numâned
karînesiyle âb adedi olan üç aded ve nun adedinden iskât olıcak ellî üç bâkī kalır ki, temâm
Ahmed adedi ve cin adedidir. Bedestâr karînesiyle destin arabîde murâd-ı fî olan yed lafzına
te’lîf ittisāli ile Cüneyd olduġu zāhirdir. Temmet.

Beyt846[49a]

845
[Seyidimiz Ali b. Ebî Tâlib kerremallâhu vecheh ve radıyallâh divanında buyuduğu gibi:
İdraki anlayamama noktasını acziyetin idrak etmek bir idraktir.
Allah’ın Zâtı’nın sırrını araştırma konusu yapmak bir tür şirktir.] Divan-ı Hazret-i Ali, Neş: Müstakimzade
Süleyman Sa’deddin Efendi, s. 447.
846
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin tesbit edebildiğimiz iki yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp.
Hacı Mahmud Ef. 2684, 49a-52b vr (A), İ.Belediye: O.E No. 1824 / 2, 7a-8b vr (B). Metin içindeki varak
numaraları Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684 nüshasına âittir.

445
Şerh-i Hażret-i Salâhaddîn Uşşâkī ‘Abdullah Efendi

‫ﻛﺴﻰ ﺑﺮ ﭼﺸﻢ ﺟﺎﻥ ﻛﺮﻣﻴﻜﺸﺪ ﺑﻴﻨﺪ ﲡﻠﻰ ﺭﺍ‬ ‫ﻏﺒﺎﺭ ﳏﻤﻞ ﺭﻧﻚ ﻧﻜﺎﻩ ﺁﻣﻮﺯ ﻣﻌﲎ ﺭﺍ‬

“‫ ”ﺭﻧﻚ‬lafzı otuzdan ziyâde ma‘nâda isti‘mâl olunmuş. Lâkin bunda, hassa ve tarz ve

reviş ma‘nâları mülâhaza olunur. Ve Hâlık ma‘nâ-yı lâzımıyla sıfat ma‘nâsında dahî isti‘mâl
olunur. Nitekim Mesnevî’de:

‫ﭼﻮﻧﻜﻪ ﰉ ﺭﻧﻜﻰ ﺍﺳﲑ ﺭﻧﻚ ﺷﺪ ﻣﻮﺳﻰ ﺑﺎﻓﺮﻋﻮﻥ ﺍﻧﺪﺭ ﺟﻨﻚ ﺷﺪ‬


847
‫ﻣﻮﺳﻰ ﺑﺎﻓﺮﻋﻮﻥ ﺩﺍﺭﻧﺪ ﺍﺷﱴ‬ ‫ﭼﻮﺳﻰ ﺭﻧﻜﺊ ﻧﻮﻛﺎﻥ ﺩﺍﺷﱴ‬
Vâkı‘ olmuşdur. Mısra‘-ı evvel848 tetâbu‘-i iżāfet ve tenâfür-i ma‘ânî‘-i kelimât ve
ednâ mülâbese-i ba‘îde ile isti‘ârât kabîlindendir. Pes bunda ma‘nâdan murâd a‘yân-ı
sâbitedir.849 İlmullâh’da sâbit olan hakâyıkdan ‘ibâretdir ki, hükemâ ona mâhiyyât ve
mütekellimîn hakâyık-ı eşya ve ma‘dûm u mevcûd derler. Ve ehlullâh a‘yân-ı sâbite derler ki,
ol hażrete ‘âlem-i ma‘ânî ve letāfetden kinâyetdir. Mûr ziyâde cism-i sağîrde isti‘mâl olunur

ki, rikkat u letāfet, ince ve hurde ma‘nâlarında müsta‘meldir. Ve “‫”ﻧﻜﺎﻩ‬dan murâd a‘yân-ı

sâbiteden ‘ibâret olan ol hurdede ma‘nânın inkişâfıdır. Ve renk ol inkişâf-ı ma‘nâdan hâsıl

olan hâl u sıfatdan ‘ibâretdir. Ve “‫ ”ﳏﻤﻞ‬mahall-i hamldir ki, ol sıfat ile mevsûf olan insân-ı

kâmil ve mürşid-i mükemmil murâd olunur. Ve “‫”ﻏﺒﺎﺭ‬dan murâd ol zât-ı ‘âl-i şânın hâk-i

pâyidir. Ya‘nî ‘ayn-ı sâbiteden ‘ibâret olan ol hurde ma‘nânın inkişâfı hâliyle hemhâl olan
zât-ı ‘âlî semânın gubâr-ı hâk-i kadem-i iksîr-i tev’emini bir kimse kuhl-i dîde-i basīret eylese
ya‘nî tezellül ile ona bende ve teslîm olsa tecellîyi görür. Ya‘nî mazhar-ı tecellî-i Hak olur.

Pes tecellî-i envâr-ı ġuyûbdan kalbe münkeşif ve zāhir olan şeye derler. “ ‫ﻛﻤﺎ ﻳﻘﺎﻝ ﺍﻟﺘﺠﻠﻰ‬

847
[Renksizlik âlemi, renge esir olunca, vahdet kesrete bürününce, hakîkatleri aynı olan Mûsâlar, birbirlerine zıt
düşürler de, kavgaya başlarlar. Renksizlik âlemine ulaşır, vahdet madenini bulabilirsen, o zaman Mûsâ ile
Firavun’un birbirleri ile uzlaştıklarını, dost olduklarını görürsün.] Şefik Can, Mesnevî Tercümesi, I. Cilt, n.
2467-2468
848
B: - “Mısra’-ı evvel”
849
“‘ayn-ı sâbitedir”

446
‫”ﻣﺎﻳﻈﻬﺮ ﻟﻠﻘﻠﻮﺏ ﻣﻦ ﺍﻧﻮﺍﺭ ﺍﻟﻐﻴﺐ‬850 Ya‘nî zuhûru’l-envâri’l-ġaybiyyete li’l-kalbi’l-musaffâ ani’d-
dîni ve’d-denes. Velhasıl bunda tecellî ism-i cinsdir ki, tecelliyâtın umûmuna şâmildir ki,
tecellî-i evvel ve tecellî-i sânî ve tecellî-i zâtî ve tecellî-i hüviyyet ve tecellî-i sârî fî cemî‘i’z-
zurârî ve tecellî-i fi‘lî ve tecellî-i sıfatî ve tecellî-i câmi‘ ve tecellî-i muhibbî ve tecellî-i
mahbûbî ve tecelliyât-ı zâtıyye ve ihtisāsiyye ve berkıyye ve tecrîdiyye cemî‘ine şümûlu
vardır ki, tefâsılı güncâyiş-pezîr ve kubâre(?) değildir.

Beyt851

852
‫ﺻﺮﺍﺧﻰ ﺩﺭ ﺑﻐﻞ ﻛﻦ ﻫﺎﻥ ﺑﺮ ﺍﻓﻜﻦ ﺑﺮﻗﻊ ﺗﻘﻮﻯ ﺯﺑﺎﻥ ﺑﺎﺷﺪ ﻋﺼﺎﺑﻨﻜﺮ ﺩﻫﺎﻥ ﭼﺸﻢ ﺍﻋﻤﻰ ﺭﺍ‬

“‫ ”ﺍﻋﻤﻰ‬lafzında zarûret-i kâfiyeden ötürü tahrîf-i acemî vâki‘ olmuş. Zîrâ harf-i

reviyy olan yânın mâkablinin harekesi meksûrdur. Aslı üzere mîmin fethiyle a‘mâ olsa harf-i
reviyy elife kalb olunmağla kâfiyeye halel mutetarik olur. Sinin kesriyle Mûsî ve Îsî denildiği

gibi. Ve “‫ ”ﺻﺮﺍﺧﻰ‬lügatde boynu uzun şerâb zarfı ma‘nâsınadır. Şişe olsun gayrı olsun “ ‫ﺑﻐﻞ‬ ‫ﺩﺭ‬

‫ ” ﻛﻦ‬koltuğun altına âl ya‘nî ansız olma demektir. “‫ ”ﻫﺎﻥ‬âgâh ol ve tez ol ma‘nâsına kelime-i

teskîndir. Dur diyecek yerde “‫ ”ﻫﺎﻥ‬derler. Ve tahzîr için dahî gelir. Sakın ma‘nâsına “‫ﺍﻓﻜﻦ‬ ‫”ﺑﺮ‬

“yukarı at.” ya‘nî kaldır ma‘nâsına “‫ ”ﺑﺮﻗﻊ‬duvarın ve nisânın yüzüne örttükleri peçe

ma‘nâsınadır. Ve “‫ ”ﺗﻘﻮﻯ‬muhâfaza-ı hudûd ve vefâ-yı ‘uhûd ma‘nâsından ‘ibâretdir. Ve

takvâ-yı ‘avâm Cenâb-ı Hakk’ın emr u nehy eylediği şeyde kulun tâ‘atıdır. Ve takvâ-yı havâs
Cenâb-ı Hakk’ın kazâ vü kadrinde kulun muvâfakatıdır. Ve takvâ-yı hassatü’l-hassa sana
mahsūs olan şeyi ve Hakk’a mahsūs olan şeyi bilmekdir. Ve ni‘metden sana hâsıl olan şeyi

ancak Hakk’a iżāfe etmekdir. Ve ileyhi’l-işâretü bi-kavlihî Teâlâ: “‫ﻢ‬


 ‫ﺗﻘٰﻴ ﹸﻜ‬‫ﹶﺍ‬ ‫ﺪ ﺍﻟ ٰﹼﻠ ِﻪ‬ ‫ﻨ‬‫ﻢ ِﻋ‬ ‫ﻣﻜﹸ‬ ‫ﺮ‬ ‫”ِﺍﻥﱠ ﹶﺍ ﹾﻛ‬

850
[Denildiği üzere, Tecellî, gayb nurlarından kalbe zâhir olan şeydir.]
851
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin tesbit edebildiğimiz iki yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp.
Hacı Mahmud Ef. 2684, 49a-52b vr (A), İ.Belediye: O.E No. 1824 / 2, 7a-8b vr (B). Metin içindeki varak
numaraları Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684 nüshasına âittir.
852
“Bir şarab şişesini hemen kolunun altına al yüzündeki takva perdesini kaldır. Zebân-ı mânend-i ‘asâ-yı câmid
olan çeşm-i a’mânın dehânına bak.”

447
[“…Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok
korkanınızdır…” (Hucurât, 49/13)] ve takvâdan takvâ takvâ-yı nefsine iżāfe etmekden
mütehalli‘ olmaktır. Eşyâda kayyûmiyyet Hakk’ı müşâhede eylediğinden ötürü ol ecilden

“‫ﻪ‬ ‫ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬ ‫ﺗﻘﹸﻮﺍ‬‫ﺍ‬‫”ﻭ‬ [“…Allah'tan korkun ki…” (Bakara, 2/189)] mefhûmundan “ ‫ﺍﺟﻌﻠﻮﺍ ﺍﷲ ﻭﻗﺎﻳﺔ‬

‫”ﻧﻔﺴﻜﻢ‬853 ma‘nâsı mefhûm olur. Ve mısra‘-ı evvelde [50a] “‫ ”ﺻﺮﺍﺧﻰ ﺩﺭ ﺑﻐﻞ ﻛﻦ‬dediği zikr-i

mahal irâde-i hâl kabîlindendir. Ve “‫ ”ﺻﺮﺍﺧﻰ‬mustalât-ı makāmdan kinâyetdir. Ya‘nî makām-ı

şerâb-ı ‘aşk-ı ilâhîyi kalbinde mutehakkık eyle dur ve hicâb-ı takvâyı ref‘ eyle. Ya‘nî nefsine
iżāfe eylemeyip Hakk’a iżāfe eyle ki, Hak’la şinev ve Hak’la gûya ve Hak’la bînâ olasın

demekdir. “ ‫ﺖ‬
 ‫ﻨ‬‫ ﻛﹸ‬‫ﻪ‬‫ﺒﺘ‬‫ﺒ‬‫ﺣ‬ ‫ﻪ ﹶﻓﺎِﺫﹶﺍ ﹶﺍ‬ ‫ﱴ ﹸﺍ ِﺣﺒ‬
 ‫ﺣ‬ ‫ﻮﹶﺍِﻓ ِﻞ‬‫ﻰ ﺑِﺎﻟﻨ‬ ‫ ِﺍﹶﻟ‬‫ﺮﺏ‬ ‫ﺘ ﹶﻘ‬‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬
ِ ‫ﺪ‬‫ﻋﺒ‬ ‫ﻛﻤﺎ ﻭﺭﺩ ﰱ ﺍﳊﺪﻳﺚ ﺍﻟﻘﺪﺳﻰ ﻣﺎﹶﺯﹶﺍ ﹶﻝ‬

‫ ِﺑ ِﻪ‬‫ﻨ ِﻄﻖ‬‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬


ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﻧﻪ‬‫ﻭﻟِﺴﹶﺎ‬ ‫ ِﺑ ِﻪ‬‫ﺼﺮ‬
ِ ‫ﻴ‬‫ﻯ ﻳ‬
ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﺮﻩ‬ ‫ﺼ‬
 ‫ﺑ‬‫ﻭ‬ ‫ ِﺑ ِﻪ‬‫ﻤﻊ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻯ‬
ِ ‫ ﺍﻟﱠﺬ‬‫ﻪ‬‫ﻤﻌ‬ ‫ﺳ‬ “ [Bir hadîs-i kudsîde şu şekilde

buyurulur: “Kulum ben onu sevene kadar bana nâfile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder.
Ben onu sevdiğimde onun işiten kulağı ve gören gözü, konuşan dili olurum.” (Buhârî, Rıkâk, 38

(VII, 190), Ahmed b. Hanbel, Musned, VI, 256)] ve eğer dediğimiz gibi olmaz isen “ ‫ﻢ ﻟﹶﺎ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻲ ﹶﻓ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﻋ‬ ‫ﻢ‬ ‫ﺑ ﹾﻜ‬ ‫ﺻﻢ‬

‫ﻮ ﹶﻥ‬‫ﺮ ِﺟﻌ‬ ‫ﻳ‬” [“(Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.” (Bakara,

2/18)] kabîlinden olub “‫ﺳﺒﻴﻼ‬


 ‫ﺿﻞﱡ‬
 ‫ﻭﹶﺍ‬ ‫ﻋﻤٰﻰ‬ ‫ﺮ ِﺓ ﹶﺍ‬ ‫ﻮ ﻓِﻲ ﺍﹾﻟ ٰﺎ ِﺧ‬ ‫ﻋﻤٰﻰ ﹶﻓﻬ‬ ‫ﻦ ﻛﹶﺎ ﹶﻥ ﰲ ٰﻫ ِﺬﻩ ﹶﺍ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻭ‬ ” [“Her kim bu
dünyada (manen) kör ise âhirette de kördür. Ve gidişçe daha şaşkındır.” (İsra, 17/72)]

zümresine mülhak ve nâr-ı cahîme mustahık olursun. “ ‫ﲑﺍ‬ ‫ﻢ ﻛﹶﺜ‬ ‫ﻨ‬‫ﻬ‬ ‫ﺠ‬
 ‫ﺎ ِﻟ‬‫ﺭﹾﺍﻧ‬ ‫ﺪ ﹶﺫ‬ ‫ﻭﹶﻟ ﹶﻘ‬ ‫ﱃ‬
‫ﻌﹶﺎ ﹶ‬‫ﻪ ﺗ‬ ‫ﺎ ﻗﹶﺎ ﹶﻝ ﺍﻟﱠﻠ‬‫ﹶﻛﻤ‬

‫ﻚ‬
 ‫ﺎ ﹸﺍﻭﻟِﺌ‬‫ﻮ ﹶﻥ ِﺑﻬ‬‫ﻤﻌ‬ ‫ﺴ‬
 ‫ﻳ‬ ‫ﻢ ٰﺍﺫﹶﺍ ﹲﻥ ﻟﹶﺎ‬ ‫ﻭﹶﻟﻬ‬ ‫ﺎ‬‫ﻭ ﹶﻥ ِﺑﻬ‬‫ﺼﺮ‬
ِ ‫ﺒ‬‫ﻳ‬ ‫ﻦ ﻟﹶﺎ‬ ‫ﻴ‬‫ﻋ‬ ‫ﻢ ﹶﺍ‬ ‫ﻭﹶﻟﻬ‬ ‫ﺎ‬‫ﻮ ﹶﻥ ِﺑﻬ‬‫ﻳ ﹾﻔ ﹶﻘﻬ‬ ‫ﺏ ﻟﹶﺎ‬
 ‫ﻢ ﹸﻗﻠﹸﻮ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﺲ ﹶﻟ‬
ِ ‫ﻧ‬‫ﺍﹾﻟِﺎ‬‫ﻦ ﻭ‬ ‫ﺠ‬
ِ ‫ﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫ِﻣ‬

‫ﺎِﻓﻠﹸﻮ ﹶﻥ‬‫ﻢ ﺍﹾﻟﻐ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﻚ‬


 ‫ﺿﻞﱡ ﺍﹸﻭﻟِﺌ‬
 ‫ﻢ ﹶﺍ‬ ‫ﻫ‬ ‫ﺑ ﹾﻞ‬ ‫ﺎ ِﻡ‬‫ﻧﻌ‬‫ﻛﹶﺎﹾﻟﹶﺎ‬ ” [“Andolsun biz cinler ve insanlardan birçoğunu

cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri


vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler, işte onlar hayvanlar

gibidir; hatta daha da şaşkındırlar, işte asıl gâfiller onlardır.” (Araf, 7 /179)] Ol ecilden “ ‫ﺯﺑﺎﻥ‬

853
“Nefsinizden korunmak için Allâh’a sığının”

448
‫”ﺑﺎﺷﺪ ﻋﺼﺎﺑﻨﻜﺮ ﺩﻫﺎﻥ ﭼﺸﻢ ﺍﻋﻤﻰ ﺭﺍ‬854 dediği mısra‘-ı evvele cümle-i ta‘lîliyyedir. Ya‘nî çeşm-i
a‘mânın dehânına bak ki, zebân-ı mânend-i ‘asâ-yı câmiddir ki, gözü Hak’la bînâ olduġu gibi
lisânı dahî Hakla guyâ olmaz. Ya‘nî ba‘de’l-ferâiz nevâfilde ittibâ‘-ı Rasûlullâh ile Cenâb-ı

Hakk’a takarrub etmeyen muhabbetullâh’a lâyık olmaz. Kemâ kālellahu Teâlâ; “ ‫ﻢ‬ ‫ﺘ‬‫ﻨ‬‫ﹸﻗ ﹾﻞ ِﺍ ﹾﻥ ﹸﻛ‬

‫ﻪ‬ ‫ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﺒﻜﹸﻢ‬‫ﺤِﺒ‬
 ‫ﻮﱏ ﻳ‬‫ﺗِﺒﻌ‬‫ﻪ ﻓﹶﺎ‬ ‫ﻮ ﹶﻥ ﺍﻟ ٰﹼﻠ‬‫ﺤﺒ‬
ِ ‫ﺗ‬” [“De ki, siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah
da sizi sevsin…” (Âl-i İmran, 3/31)] Ve muhabbet-i ilâhiyyeye lâyık olmayan Hak’la şinev
Hak’la bînâ ve Hak’la gûyâ olmayıb derece-i sâfile-i in‘âmda esamm ve ebkem ve a‘mâ olur
demek ister.

Beyt855:

856
‫ﲜﺎﻡ ﺑﻮﺟﻮﺩﻯ ﭘﺲ ﻛﺸﻴﺪﻡ ﻣﻮﻯ ﭼﻴﲎ ﺭﺍ‬ ‫ﺳﻴﻪ ﻣﺴﺘﻢ ﲬﻮﺷﻢ ﻛﻰ ﺷﻮﺩ ﻛﻮﻳﺎ ﻟﺐ ﻓﻜﺮﻡ‬

“‫ ”ﻣﺴﺖ‬eğerçi, sarhoş ma‘nâsında isti‘mâl olunur. Lakin beynehümâda farkları oldur

ki, mest şol kimsedir ki, sekrden başı dönüp ve gözü kararıp söylediğin bilmeye. Ol

mertebede olana “ ” dahî derler. Sarhoş ol mertebeye varmazdan mukaddem olan

mütekellifdir ve bunda “ ”, mest-i harâb ma‘nâsınadır. Istılâh-ı kavmde istiğrâk ve

her vecihden bî-mülke derler. Nitekim nîm mest-i istiğrâk âgâhlığa ve aklın nazar tutmasına
derler ki, mustalahât-ı arabîde sekr ile ta‘bîr olunur. Ber vârid kavî ile ġaybetten ‘ibâretdir ki,
tarab ve iltizâz i‘tâ ede ġaybetden akvâ ve etemdir ve ġaybetden murâd ‘adem-i ihsâsdır ve
ma‘lumdur ki, sekr-i zevk u şirbden sonradır ki, zevk tecellînin evveline ve şirb evsatına ve
reyy âhirine ıtlâk olunur. Velhâsıl bahr-i vahdet vücûd-i mutlakda bir rütbe-i mustağrakım ki,
lisân-ı kalemden kat‘-ı nazar lübb-i fikrim dahî gûyâ olamaz.

854
“Zebân-ı mânend-i ‘asâ-yı câmid olan çeşm-i a’mânın dehânına bak.”
855
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin tesbit edebildiğimiz iki yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp.
Hacı Mahmud Ef. 2684, 49a-52b vr (A), İ.Belediye: O.E No. 1824 / 2, 7a-8b vr (B). Metin içindeki varak
numaraları Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684 nüshasına âittir.
856
“Vücûdumu varlık kasesinden ziyade çektim ve öyle mest-i harâb ve hoş oldum ki, lübb-i fikrim dahî gûyâ
olamaz.”

449
Ol ecilden “‫ﭼﻴﲎ‬ ‫”ﻣﻮﻯ‬yi ziyâde çekdim. Ya‘nî varlık kâsesini ziyâde şikest ettim,

demek olur. Zîrâ “‫ ”ﻣﻮﻯ‬üç ma‘nâya gelir ki, evveli mutlak kıl ma‘nâsınadır. Arabîde şa‘r gibi

ve sânî fağfûr kâse ve tabak ve fincanlarda olan cüz’î yarık ki, ondan nesne damlamaz.
Rum’da ona direkli derler. Ve sâlis sözün dakîk mahalli ve yarayışın dikkatle gözlü nesneleri
ma‘nâsınadır. Mûymû koftem mûymû tecessüs kerdem gibi bunda ma‘nâ-yı sânisi karînesiyle
kâse-i vücûd-i mefrûz ve mukadderi şikest ya‘nî bahr-i vücûd-i mutlakda mahv etmekden
‘ibâretdir. Ve ıstılâh-ı kavimde mû zāhir hüviyete derler ki, vücûdu herkes onun vücûdunun
ma‘rifetiyle bilir. Ya‘nî vücûdumu belki cemî‘-i vücûdât-ı kevniyyeyi bahr-i vahdet-i vücûd-i
mutlakda mahv u müstağrak eyledim demek olur.

Beyt857

858
‫ﺟﻨﺎﻥ ﺭﺧﺴﺎﺭ ﻳﻮﺳﻒ ﺭﻧﻚ ﻛﲑ ﺭﺟﺎﻡ ﺳﻴﻠﻰ ﺭﺍ‬ ‫ﺯﺑﺲ ﺭﻧﻜﲔ ﺷﻮﺩ ﺭﺧﺴﺎﺭ ﻧﻈﻤﻢ ﺭﻭﺣﻪﺀ ﻣﻌﲎ‬

“‫ ”ﺑﺲ‬bâ’-i arabîyle üç ma‘nâya gelir. Evvel yer demektir. Kifâyet ma‘nâsına sânî

nice demektir. Keyf ma‘nâsına. Sâlis bisyârdan muhaffefdir, kesîr ma‘nâsına ve harf-i zâ-yı

mu‘ceme-i müfrede ki, evâil-i kelimâta dâhil olsa [51a] lisân-ı ‘ar’abda “‫ ”ﻣﻦ‬ve “‫”ﻋﻦ‬

ma‘nâların ifâde eder. Ve bunda olan bes beyt-i mukaddemde olan “‫ﺭﺍ‬ ‫”ﭘﺲ ﻛﺜﻴﺪﻡ ﻣﻮﻯ ﭼﻴﲎ‬

mefhûmundan ‘ibâretdir. Ya‘nî bî-vücûdluk câmına ziyâde “‫ﭼﻴﲎ‬ ‫ ”ﻣﻮﻯ‬çekdim ol ziyâdeden


ötürü çâh manîde mahfî ve mestûr olan nazmımın ruhsârı rengîn oldu. Çâh-ı Yusuf’da ruhsâr-
ı Yusuf Aleyhisselâm rengîn olduġu gibi ve ıstılâh-ı kavimde câm-ı ahvâle derler. Sarâhî
makāma denildiği gibi. Ve seyl-i ferah ve şerhden olan gönül hallerinin galebesine derler.
Velhasıl çâh-ı Yusuf’da Hażret-i Yusuf Aleyhisselâm’ın şiddet-i şerhinden ya‘nî kemâl-i
gussâ ve eleminden münbe‘is olan hâlinin galebesinden ruhsâr-ı pür-envârları rengîn ve tâb-
dâr olduġu gibi demek olur. Ya‘nî bahr-ı vücûd-ı mutlakda ziyâde mahv u müstağrak

857
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin tesbit edebildiğimiz iki yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp.
Hacı Mahmud Ef. 2684, 49a-52b vr (A), İ.Belediye: O.E No. 1824 / 2, 7a-8b vr (B). Metin içindeki varak
numaraları Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684 nüshasına âittir.
858
“Câh-ı Yusuf’da, ruhsâr-ı Hazret-i Yusûf Aleyhisselâm rengîn olduġu gibi bahr-ı vücûd-ı mutlakda ziyâde
mahv u müstağrak olduġum ecilden câh-ı ma’nâ-i ma’ârifde ruhsâr-ı nazmım ziyâde rengîn olur.”

450
olduġum ecilden câh-ı ma‘nâ-i ma‘ârifde ruhsâr-ı nazmım ziyâde rengîn olur. Câh-ı Yusuf’da
ruhsâr-ı Hażret-i Yusûf Aleyhisselâm rengîn olduġu gibi demek olur.

Beyt859

860
‫ﺭﻓﻮﺑﺎﺳﻮﺯﻥ ﲡﺮﻳﺪ ﭼﺎﻙ ﺟﻴﺐ ﺟﺎﻣﻪ ﻋﻴﺴﻰ ﻛﻦ ﻛﻪ ﺍﻳﻦ ﻛﺎﻻﺷﻮﺩ ﺳﺮﻣﻪ ﻛﻠﻮﻯ ﻛﺎﺯ ﺩﻋﻮﻯ ﺭﺍ‬

Mısra‘-ı evvelde takdîm u te’hîr ile ta‘kîdi zāhirdir. Tertîbi “‫ﺭﺍ‬ ‫”ﭼﺎﻙ ﺟﻴﺐ ﺟﺎﻣﻪ ﻋﻴﺴﻰ‬

“‫ﻛﻦ‬ ‫ ”ﺑﺎﺳﻮﺯﻥ ﲡﺮﻳﺪ ﺭﻓﻮ‬takdîrindedir. “‫ ”ﺭﻓﻮ‬feth-i râ ve damm-i fâ ile yırtık demek tülbend ve

kumaş ve emsâli nesnelerde isti‘mâl olunur. Ve “‫ ”ﻛﺎﺯ‬Mıkraz ma‘nâsınadır ki, bunda alâ

tarîki’t-teşbîh kelime-i tevhîdde olan lâ murâd olunur ve “‫ ”ﺩﻋﻮﻯ‬a‘mâda tasrîh olunduğu

üzere tahrîf-i acemî kabîlindendir. Ve tecrîd ıstılâh-ı kavimde sevâd-ı kevni sırdan ve
kalbinden izâle etmek ma‘nâsınadır. Tecrîd fi‘ilî merâtib tecrîdin ednâ mertebesidir ki, ef‘âl-i
mâsivâllâhdan bir haysiyyet ile tecrîddir ki, kevinde fiil ü te’sîri ancak Hak için göre ki, buna
tecellî-i fi‘lî dahî derler. Ve tecrîd-i sıfâtî tecellî-i sıfâtîden ‘ibâretdir ki, kuvvâ-i sıfâtı Hakk’a
iżāfet ile halka nisbetden tecrîd ma‘nâsınadır. Ve tecrîd-i zâtî tecellî-i zâttan ‘ibârettir ki, ona
tecellî-i evvel dahî derler. Zâtın zâtına tecellîsinden ‘ibâret olduġundan ötürü merâtib-i tecellî

ve tecrîdin a‘lâ mertebesidir ve çâkdan murâd mertebe-i fark-i evveldir. Ve “‫ ”ﺟﻴﺐ‬girîbân

ma‘nâsınadır. Ve “‫ﻋﻴﺴﻰ‬ ‫”ﺟﺎﻣﻪ‬den murâd sıfat-ı rûhun tecrîd-i isti‘dâdından kinâyetdir. Ya‘nî
rûhun varlık libâsının giribânında vâkı‘ olan fark-ı çâkını sözün tecrîd ve rişte-i marifetullah
ile dîk ya‘nî makām-ı farkdan makām-ı cem‘a eriş demekdir ki, fark ru’yet-i halk bilâ Hakk’a
işâretdir. Ve fark-ı evvel ‘abdin ahkâm-ı halkıyyet ile bekāsından ‘ibâretdir. Ve cemî‘ ru’yet-i
Hak bilâ halka işâretdir. Ve fark-ı sânî cem‘u’l-cem’den ‘ibâretdir ki, kesreti vahdetde ve
vahdeti kesretde ru’yetden ‘ibâretdir. Velhasıl tecrîd fiil ile efâlini fiil-i Hak’dan mahv eyle
ve tecrîd-i sıfât ile sıfâtını sıfât-ı Hak’dan mahv eyle ve tecrîd-i zât ile zâtını zât-ı Hak’da

859
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin tesbit edebildiğimiz iki yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp.
Hacı Mahmud Ef. 2684, 49a-52b vr (A), İ.Belediye: O.E No. 1824 / 2, 7a-8b vr (B). Metin içindeki varak
numaraları Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684 nüshasına âittir.
860
“Rûhun varlık libâsının giribânında vâkı’ olan fark-ı çâkını sözün tecrîd ve rişte-i marifetullah ile dîk. Zira bu
kumâş vücûd-ı mefrûz u mukadder mikrâsla boğazında sürme hebâ olur.”

451
mahv eyle demektir. Ol ecilden ki, “‫ﺭﺍ‬ ‫”ﺍﻳﻦ ﻛﺎﻻﺷﻮﺩ ﺳﺮﻣﻪ ﻛﻠﻮﻯ ﻛﺎﺯ ﺩﻋﻮﻯ‬ dediği mısra‘-ı

evvele cümle-i ta‘lîliyyede ya‘nî makām-ı fark-ı evvelden makām-ı cem‘a ve makām-ı
cem’den fark-ı sânîye cem‘u’l-cem‘a eriş. Zîrâ bu kumâş vücûd-ı mefrûz u mukadder
mikrâsla boğazında sürme hebâ olur ma‘nâsına:

Nazmun lişârihihî:

Zerrenin var mı vücûdu nefse nisbetle heman?


Küll-i vücûd varlığı bundan Salâhî anla var

[Fâilâtün/fâilâtün/fâilâtün/fâilün]

Velhâsıl “lâilâhe illallâh” [52a] ma‘nâ-yı latīfi avâma göre “lâ mabûde illâ hû” ve
havâssa göre “lâ maksûde illâ hû” ve ehassü’l-havâssa göre “lâ mevcûde illâ hû”
ma‘nâlarınadır. Ya‘nî vücûd-ı vâcib-i müstakil ezelî ve ebedî ile mevcûd olan ancak vücûd-ı
Hak’dır, demek olur. Zîrâ vücûd-i mefrûz ve mukadder mümkün-i müstakbel olmayıp vücûd-
ı mutlakdan mufâz olmağın serî‘u’z-zevâl ve zill-i hayâl mesâbesindedir. Kemâ kāle
‘abdurrahman Camî kuddise sirruhu’s-sâmî:

‫ﺍﻭﻋﻜﻮﺱ ﰱ ﻣﺮﺍﻳﺎ ﺍﻭ ﻇﻼﻝ‬ ‫ﻛﻞ ﻣﺎﰱ ﺍﻟﻜﻮﻥ ﻭﻫﻢ ﺍﻭﺧﻴﺎﻝ‬


861
‫ﻻﺗﻜﻦ ﺣﲑﺍﻥ ﰱ ﺗﻴﻪ ﺍﻟﻀﻼﻝ‬ ‫ﻻﺡ ﰱ ﻇﻞ ﺍﻟﺴﻮﻯ ﴰﺲ ﺍﳍﺪﻯ‬
Beyt862

863
‫ﻔﺘﻢ ﺩﺭﭘﺲ ﻇﻠﻰ ﺯﻣﻮﻯ ﺯﻟﻒ ﻟﻴﻠﻰ ﺭﺍ‬ ‫ﭼﻨﺎﻥ ﺩﺭﻋﺸﻖ ﺍﻭ ﺍﻓﺘﺎﺩﻩ ﺍﻡ ﺩﺭﻋﺮﺻﻪﺀ ﺿﻌﻔﻰ‬

“‫ ”ﺿﻌﻔﻰ‬lafzı tevcîh kabilinden “‫”ﻋﺮﺻﻪ‬nın sıfatı olmak ve Nâzımın mahlası olmak

ihtimali var. Mahlas olduġu takdirce hemze-i tevessül-i vahdet ma‘nâsını ifade edib “‫”ﻋﺮﺻﻪ‬da

861
[Yaratılmış her şey aynalardaki hayâl veya aksdir. Yahut Hüdâ güneşinin dışındaki zılda parlayan gölgedir.
Dalâlet niyetinde hayran olmaz.]
862
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin tesbit edebildiğimiz iki yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp.
Hacı Mahmud Ef. 2684, 49a-52b vr (A), İ.Belediye: O.E No. 1824 / 2, 7a-8b vr (B). Metin içindeki varak
numaraları Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684 nüshasına âittir.
863
“Mahbûbun aşkında öyle za’îf düşüb bî-vücûd olmuş ki, mahbûb-ı mutlakın zülfünün zıllı ardında mahfî ve
musavver olmuşum.”

452
ey za‘fî demek olur. Ve “‫ ”ﻇﻞ‬ıstılâh-ı kavmde hicâb ardında vücûd, râh-ı Hak’dan ‘ibâretdir.

Ve a‘yân-ı mümkinâtdan mâsivâllâhın küllîsine “‫ ”ﻇﻞ‬ta‘bîr olunur. Ve “‫ ”ﻣﻮﻯ‬zāhir hüviyete

işâret olunur. Ve “‫ ”ﺯﻟﻒ‬şol ‘anîb-i hüviyetden ‘ibâretdir ki, onda kimseye yol yoktur. Ve

“‫”ﻟﻴﻠﻰ‬dan murâd mahbûbdur. Ve mustalâhâtda mahbûb ol vakitte Hak Teâlâ’ya ıtlâk olunur

ki, dostluktan müstağnî ve mutlak bî-kayd ola. Ya‘nî mahbûbun ‘aşkında “‫ﺿﻌﻒ‬ ‫”ﻋﺮﺻﻪﺀ‬la
öyle za‘îf düşüb bî-vücûd olmuş ki, mahbûb-ı mutlakın zülfünün zıllı ardında mahfî ve
musavver olmuşum. Ya‘nî bahr-ı vahdet vücûd-i mutlak-ı Hak’da mahv-ı vücûd etmişim
demek olur.

Beyt864

865
‫ﺯﻣﻐﺰ ﻃﻮﻃﻴﺎﻥ ﻣﺮﺃﺕ ﺭﻧﻚ ﺍﺏ ﻋﻴﺴﻰ ﺭﺍ‬ ‫ﭼﺮﺍﻍ ﻋﻘﻞ ﺭﺍ ﻧﺸﺌﻪ ﻓﺮﻭﺯﻡ ﺭﻭﻏﻦ ﺍﻭﺭﺩﻡ‬

“‫ ”ﭼﺮﺍﻍ‬misbâh ve sirâc ma‘nâsına, “‫ ”ﻧﺸﺌﻪ‬muhdes ve hudûs ma‘nâsına, “‫ ”ﻋﻘﻞ‬hayr u

şerrin ve nîk vü bedin beynini fark eden âlete derler. “ ‫ﻛﻤﺎ ﻳﻘﺎﻝ ﺍﻟﻌﻘﻞ ﻧﻮﺭ ﰱ ﺍﻟﻘﻠﺐ ﻳﻔﺮﻕ ﺑﲔ ﺍﳊﻖ‬

‫”ﻭﺍﻟﺒﺎﻃﻞ‬866
İmâm-ı Azam radıyallâhu anh Hażretleri’ne: “Âkil kimdir?” diye suâl olundukta.
“Âkil odur ki, hayr u şerrin beynini fark u temyiz ede.” diye buyurmuşlar. Ve İmâm-ı Cafer-
i Sādık radıyallâhu anh Hażretleri’ne: “Âkil kimdir?” diye suâl olundukta “Âkil oldur ki,
hayr u şerrin beynini fark u temyîz ede ve şerden ictinâb ede. Hayrı iktisâb ede.” diye

buyurmuşlar. “‫ ”ﻓﺮﻭﺯﻡ‬yakmak ma‘nâsına “‫ ”ﻓﺮﻭﺧﲎ‬kelimesinden muzâri‘ mütekellimdir.

Yâhud “‫ﻓﺮﻭﺯ‬ ‫”ﻧﺸﺌﻪ‬ vasf-ı terkîbi olur ki, yine mîm zamir-i mütekellimdir. Yâhud neş’e-i

864
Araştırmamızda metnini verdiğimiz şerhin tesbit edebildiğimiz iki yazma nüshası üzerinde çalıştık: Sül. Ktp.
Hacı Mahmud Ef. 2684, 49a-52b vr (A), İ.Belediye: O.E No. 1824 / 2, 7a-8b vr (B). Metin içindeki varak
numaraları Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684 nüshasına âittir.
865
“Çerâğ-ı akla ifâza-i nûr-i cedîd ederim. Mir’ât-ı sıfat tecrîd-i îsevî’de cilve-ger olan ervâh-ı mücerrede
envârından nûr-i akla ifâza-i nûr ederim”
866
[Denildiği gibi, akıl Hak ile Bâtıl arasını tefrik eden kalbdeki bir nurdur.]

453
Nâzımın mahlası olmak ihtimâli vardır. Ve “‫ ”ﻣﻐﺰ‬beyni ve ilik ve her nesnenin hülâsası ve bâğ

ma‘nâsına gelir. “‫ ”ﻃﻮﻃﻲ‬ıstılâh-ı kavimde ruhdan kinâyetdir âb-ı feyż sırr-ı hayâtdır. “ ‫ﺎ‬‫ﻌ ﹾﻠﻨ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻭ‬

‫ﺣ ﱟﻲ‬ ‫ﻲ ٍﺀ‬ ‫ﺷ‬ ‫ﻤۤﺎ ِﺀ ﹸﻛ ﱠﻞ‬ ‫ﻦ ﺍﹾﻟ‬ ‫…“[ ” ِﻣ‬Hayatı olan her şeyi sudan yarattık…” (Enbiyâ, 21/30)] Ve ıstılâh-ı
kavmde mâ-i kuds şol neş’e-i ‘ilmiyeden ‘ibâretdir ki, nefsde müvâneset hasâil-i rûhiyye
izhâr edib nefsi denes-i tabîatden tathîr ede ve dahî şol şuhûddan kinâyetdir ki, hâdisi nefy
edib kadîmi ibkâ ede. Zîrâ sıfat-ı hüdûs..(?)
Velhasıl çerâğ-ı akla ifâza-i nûr-i cedîd ederim. Yahut ediciyim. Yâhud aklı işti‘âl

ederim. “‫ﳏﻴﺴﻰ‬ ‫”ﻣﺮﺃﺕ ﺭﻧﻚ ﺍﺏ‬dan mün‘akis olan tûtiyân mağzinden revgan götürdüm. Ol

revgan ile fitil-i sirâc-ı aklı iş‘âl etmedeyim demek olur. Velhasıl mir’ât-ı sıfat tecrîd-i
îsevî’de cilve-ger olan ervâh-ı mücerrede envârından nûr-i akla ifâza-i nûr ederim demek olur
ki, makām-ı tecrîdde kadem-i İsâ Aleyhisselâm’da olduġuna remz u işâret olur. Temmet

I- NETÎCE
18. yüzyılda yaşamış Uşşâkî Tarîkatı şeyhlerinden şâir ve yazar, Edebî ve ilmî açıdan
önemli şahsiyetlerden birisi olan Salâhî’nin şiir şerhlerini ele aldığımız tezimiz nihayetinde Şâir
ve şârihimizin ne derece dirâyet sahibi olduğunu gördük. Zâhirî ve bâtinî ilimleri üst seviyede

454
elde etmiş biri olarak çok sayıda te’lif, tercüme ve şerh sâhibi olan Salâhî’nin şiir şerhleri de
özellikle tasavvuf tarihi araştırmacılarına malzeme olacak mâhiyettedir.
Çalışmamız neticesinde bu şerhleri şu şekilde tavsif etmemiz mümkündür:
1- Yapılan bu şerhlerin bir kısmı anlaşılması zor olan tasavvufî sembol ve remizleri
ihtivâ eden şiirlere, işârî olarak ve mükâşefe yoluyla elde edilen bilgilerle yapılan şerhler olarak
dikkat çekmekte iken,
2- Bir kısmı da, derin tasavvufî hakîkatler hakkında yazılmış bu şiirlerin tasavvufî, edebî,
ilmî, farklı açılardan şerh edildiği anlaşılmaktadır.
3- Ayrıca bazı tasavvufî hakîkatleri ifade etmek üzere söylenmiş lügâz ve muammâ türü
örneklere yapılan şerhler de bulunmaktadır. Salâhî bunları şerh ederken asıl maksadın bazı
hakîkatlerin anlaşılmasını sağlamak olduğunu yoksa maksadın derinliği olmayan bilmece veya
boş sözlerle uğraşmak olmadığını ifâde etmektedir.
Neticede yaptığımız çalışmadan edindiğimiz kanaate göre:
1- Salâhî’nin yaptığı bu şerhler; dînî ve tasavvufî muhtevâsının yanısıra, şiir, âyet,
tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, hikmet, ebced, muammâ, sarf-nahiv ve belâgat ilimleri bakımından
zengin bir içeriğe sahiptirler. Salâhî’nin çok geniş bir ilmî birikime sâhip olarak ortaya
koyduğu muhtevâca zengin olan bu şerhler tasavvufî kültürümüzü daha iyi anlama noktasında
çok zengin birer kaynak niteliğindedir.
2- Salâhî şerh ettiği manzûmeleri nazım şekli, nazım birimi ve uzunluk olarak bir ayrıma
tabî tutmamıştır. Kimi zaman uzun bir kasîde, bir ġazel, bir beyit, bir rubâî’ye şerh yazmıştır.
Daha çok anlaşılmasında zorluk çekilen şiirleri seçen Salâhî tasavvufî hakîkatleri erbâbının
nazarına sunarak daha anlaşılır kılmayı arzu etmektedir.
3- Salâhî’nin Türkçe, Farsça veya Arapça manzûmelere yaptığı şerhlerin tamamında
izlediği bir yöntemden bahsetmek mümkün görünmemekle birlikte genel olarak şerhlerde
rastladığımız hususlar şunlardır;
- Salâhî, bazen manzûmede geçen kelimeler hakkında birtakım filolojik bilgiler
vermekte, - Mazmûnların açılımını yapmakta ve kelimelerin daha çok tasavvufî ıstılah olarak
kazandıkları mânâlarını îzâh etmektedir. Salâhî, şerhlerinde edebiyat endişesi gütmese de
manzûmenin vezni, söz sanatları ve şekil özellikleri hakkında da bilgi vermeyi ihmal etmez.
Bazen lügat mânâları verildikten hemen sonra değişik vecihlerden şerh edilen metinlerde uçsuz
bucaksız bir tasavvufî ıstılah dünyası gözlerimizin önüne serilir. - Manzûmelerin tasavvufî mânâ
açısından taşıdığı yoğunluktan dolayı uzun uzun bu izahları yaparken de tasavvufî anlayış ve

455
kültüre kaynaklık eden âyet ve hadis iktibasları yoğun bir şekilde görülmektedir. Ayrıca Salâhî
muhtelif kaynaklara göndermeler ve alıntılar, manzûm iktibaslar, darb-ı mesel, kelâm-ı Sûfiyye,
kelâm-ı kibâr, muhtelif kıssa ve menkîbeler naklederek şerhlerini zengin bir muhtevâya
büründürmektedir. Netîce sahip olduğu tasavvuf ilim ve irfânına dâir derin birikimini
cömertçe sergileyerek genelde dînî, özelde de tasavvufî edebiyat sahasında önemli şerhler
ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.
Tasavvufî sahâda, kendisine ulaşacak mâhir bir elin değmesini bekleyen yüzlerce eser
kütüphânelerde kaderine terk edilmişken; bu mahiyette yaptığımız ve yapılan çalışmalar bir
nebze bu kaderi değiştirmeye katkı sağlarsa kendimizi bahtiyar sayarız.

II- EKLER
“Eşrefoğlu Rûmî’nin Ġazel-i Şerîfleri’nin Şerhi”; İ.Belediye O.E No. 58, vr. 84b

456
“Güfte-i Âşık Ömer, Şerh-i Salâhî Efendi”; İ.Belediye: O.E No. 145, vr. 13b

457
“Lügaz-i Âşık Ömer, Şerh-i Salâhî Efendi”; İ.Belediye: O.E No. 145, vr. 26b

458
“İsmail Hakkı Bursevî’nin Nutk-i Şerîfi’nin Şerhi”; Atıf Efendi Ktp, 2122, 1b

459
“Nutk-ı Hażret-i Nasūhī, Şerh-i Salâhî”; DTCF Ktp. Muzaffer Ozok, II/7; 161b

460
“Şerh-i Kasīde-i Hamriyye-i Fâriziyye”; İÜ. Ktp. T.Y. No. 1644, 1b

461
“Şerh-i Rubâiyye-i Ebû Saîd İbni Ebi’l-Hayr”; İ.Ü. Ktp. T.Y. No. 2330, vr. 1b

462
“Şerh-i Ġazel-i Hażret-i Mevlânâ”; Topkapı S. M. Ktp, E.H. 1457, 1b

463
“Şerhü’s-Salâhî bi-imdâdi’l-feyżi’l-ilâhî”; Sül. Ktp. Atıf E. Ktp. No. 2153 vr. lb

464
“Kelâm-ı Mısrî Kuddise Sirruh”; Sül. Ktp. P. Paşa No. 633 vr. 123a

465
“Diğer Nutk-i Şerîf-i Hażret-i Misrî”; Sül. Ktp. H M Efendi 2770, 1b

466
“Diğer Nutk-i Şerîf-i Hażret-i Mısrî”; Sül. Ktp. Hafid Efendi 459, 126b

467
“Şerh-i Muammâ Muhtasarca”; Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2736, l c. 71a

468
“Şerhu’r-Rumûz Fî Sırrı’l-Lügûz”; Sül. Ktp. İzmir 806, 6a

469
“Kelâm-ı Hażret-i Ali”; Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684, 35b

470
“Muammâ-i Hażret-İ Ali”; Sül. Ktp. Hacı Uşşâkî Tekkesi 300, 99a

471
“Miftâhu’r-Rumûzi’l-Esrâri’l-Künûz”; Sül. Ktp. Hacı Mahmud 3917, vr. 39b

472
“Şerh-i Beyt-i Mir Hüsrev”; Sül. Ktp. H M Efendi 3917, 50b

473
“Şerh-i Nutk-i Nasreddin Efendi”; Sül. Ktp. Yazma Bagışlar 3376, vr. 135b

474
“Kıt’a-i Ebû Tâlib İsfehânî, Şerh-i Salâhî”; Sül. Ktp. H. Mahmud Ef. 2684, 40b

475
“Beyt-i Şevket, Şerh-i Salâhî”; İ.Belediye: O.E No. 832, vr. 47b

476
“Beyt-i Hakânî, Şerh-i Salâhî”; İ.Belediye: O.E No. 832, vr. 45b

477
“Beyt-i Enverî, Şerh-i Salâhî”; Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684, vr. 53a

478
“Letâifü’l-Hayâl Beyitlerinden Şerh-i Salâhî”; Sül. Ktp. Nasuhi D. 111, 66b

479
Diğer Farsça Beyitlerin Şerhleri; Sül. Ktp. Hacı Mahmud Ef. 2684, 49a

480
Diğer Farsça Beyitlerin Şerhleri; Sül. Ktp. Nasuhi Dergahi 111, 166a

481
III- KAYNAKÇA

482
Afîfî, Ebu’l-‘Alâ, İbnü’l-Arabî’de Tasavvuf Felsefesi, Kırkambar Yay. İstanbul
1999
……….Füsûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, İz Yay. İstanbul 2000
Armutçuoğlu İlhan, Kasîde-i Bürde Manzûm Tercümesi, İzmir 1979
Akkuş Mehmet, Abdullah Salâhaddin Uşşâkî (Salâhî)’nin Hayatı ve Eserleri, Ankara
1998
Ahmed b. Muhammed b. Hanbel (ö. 241/855), el-Müsned, I-VI, Mısır ts.
Anbarcıoğlu Meliha Ülker, Fîhi Mâ fîh, MEB, İstanbul 1974
Aşkar Mustafa, Molla Fenârî ve Vahdet-i Vücûd Anlayışı, Muradiye K. V. Yay,
Ankara 1993,
Avcı Seyyid, Sûfilerin Hadis Anlayışı-Bursevî Örneği, Ensar Yay. Konya 2004
……….İbnü’l-Arabî’nin Hadis Anlayışı, Ensar Yay. Konya 2005
Ateş Ahmed, İstanbul Kütüphanelerinde Farsça Manzûm Eserler, MEB, İst. 1968
Atlansoy Kadir, “Bursa Şâirleri: Bursa Vefeyatnâmelerindeki Şâirlerin
Biyoğrafileri”, Asa Kitabevi, Bursa 1998
Aynî, M. Ali, Türk Azizleri I, İsmail Hakkı Bursevî, İstanbul 1944
Aydemir Yaşar, Salâhî’nin Nasûhî Efendi’nin Bir Gazelini Şerhi, Üsküdar
Sempozyumu C. II. Üsküdar Belediye yay.
Belal-Abdelmaksud, İbnü’l-Fârız ve İsmail Ankaravî’nin Kasîde-i Hamriyye şerhi,
(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi SBE 2000)
Beyt-i Enverî, “http://www.parset.com/Culture/Poems/ShowPoem/PoemID= 16737”
Bilgin A. Azmi, “Osmanlı Şiir Geleneğinde Türk Tasavvuf Şiirinin Yeri”, İ.Ü.
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XXX (İstanbul, 2003).
Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail (ö.256/870), Câmiu’s-Sahîh (Sahîhü’l-Buhârî),
I-VIII, İstanbul 1981
Bursalı Mehmed Tahir, Kibâr-ı Meşâyıh ve Ulemâdan On İki Zâtın Terâcim-i
Ahvali, İstanbul, 1316
……….Osmanlı Müellifleri (I-III), (Haz. A. Fikri Yavuz-İsmail özen), Meral
Yay., İst. 1972-1975
Bursalı Mehmed Veliyyüddin Efendi, “Eşrefoğlu Rûmî, hayatı-menkîbeleri-
şiirleri”; (haz. Abdullah Uçman, Önder Akıncı.), Bedir Yayınevi, İstanbul 1976
Bursevî İsmail Hakkı, Dîvân-ı Bursevî, (Haz: Murat Yurtsever), Arasta Yay. Bursa 2000

483
Can Şefik, Mesnevî tercümesi, İstanbul 2001
………“Mevlânâ: Hayâtı-Şahsiyeti-Fikirleri”, Ötüken Yay, İstanbul 2003
Cebecioğlu Ethem, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Ankara 1998
………. “Şatahât İfadelerin Anlaşılmasına Doğru” Tasavvuf Dergisi, sayı: 17,
Ankara 2006
Cevdet Ahmed Paşa, Târih-i Cevdet (I-IV), Ali Bey Matb., İst. 1992
Ceylan Ömür, “Tasavvufî Şiir Şerhleri”, Kitabevi yay. İstanbul 2000.
………“Böyle Buyurdu Sûfî” Tasavvuf ve Şerh Edebiyatı Araştırmaları, Kapı yay.
İstanbul Kasım 2005
Coşan Es’ad, “Bazı Yazmalarda Görülen Bilmeceli Tarih Kayıtları”, A.Ü.
İlah. Fak. İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, Ank. 1975, c. II, s. 55-65
Cürcânî, Kitâbü’t-Ta‘rîfât, İstanbul 1997 (terceme: Arif ERKAN)
Çakan İsmail Lütfi, Hadis Edebiyatı, İFAV, İstanbul 2003
Çaylıoğlu Abdullah, Niyâzî Misrî Şerhleri, İnsan Yayınları, İstanbul
Çelebi Asaf Hâlet, Molla Câmî, Hece Yay. Ankara 2002
……….“Mevlânâ’nın Rubâîleri”, Hece Yay. Ankara 2002
……….“Eşrefoğlu Dîvânı”, Hece Yay. Ankara 2002
Deylemî, Firdevs I-II, Beyrut 1986
Dîvân-ı Hazret-i Ali, http://www.ahl-u bait.org
DURU Necip Fazıl, “Şîraz’dan Hindistan’a Örfî’nin Sergüzeşti ve Klâsik Türk
Şiirinde Örfî-i Şîrâzî” Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi Sayı 26 2003 Yaz
Dilçin Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi T.D.K. Yay. Ank. 2004
Devellioğlu Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitabevi.
Ankara 2002
Demirci Mehmet, “Mevlânâ’dan Düşünceler”, Akademi Kitabevi, İzmir, 1997
Deliktaş Süleyman, “Salâhâddin Uşşâkî ve Kasîde-i Hamriyye Şerhi”, (Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 1990
Dilmen Ömer, “Mir‘atü'l-A‘lam ve Mişkatü’l-Ahlam, Abdullah Salâhî Uşşakî”
Marmara Üniversitesi 2003 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi)
Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş'as (ö.275/888), Sünen-i Ebî Dâvûd I-II+Fihrist,
(Haz. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1988.

484
Ebü’l-Hasan Ebu Turab Ali b. Ebi Talib Abdimenaf Ali. (trc. Müstakimzade Süleyman
Sa‘deddin Efendi.) Hazret-i Ali Dîvânı. İstanbul: Ana Yayınevi, 1981.
Ebû Nasr es-Serrâc, “el-Lüma‘” İslâm Tasavvufu, (çev: H. Kâmil Yılmaz)
Altınoluk Yay., İstanbul 1996, s. 369
Ergun Sami, Nasreddin Hoca Fıkra ve Hikayeleri, MEB, Ankara 1950
Eraydın Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatlar, M.Ü. İlahiyat Fak. Vak. Yay. İstanbul
1997
Erdoğan Kenan, “Niyâzî Mısrî Hayatı Edebî Kişiliği Eserleri ve Dîvânı’nın
Tenkitli Metni”, Akçağ Yayınları, 1998, Ankara
Ertuğrul İsmail Fennî, Vahdet-i Vücud ve İbn Arabî, (haz. Mustafa Kara), İnsan
yay, İstanbul, 1991
………Materyalizmin İflası ve İslam I-II, Sebil Yay. İstanbul 1996
Elçin Şükrü, Âşık Ömer, Kültür ve Turizm Bakanlığı yay. Ankara 1987
Ergin Mehmet, “Cemaleddin Uşşâkî'nin hayatı, eserleri ve Dîvânı’nın edisyon
kritiği” Ankara Üniversitesi 1994 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi)
Ergun Saadettin Nüzhet, Âşık Ömer, Hayatı ve Şiirleri, Semih Lütfi Matb,
(Basım yeri ve tarihi yok)
Eva de Vitray Meyerovitch, İslâm’ın Güler Yüzü, Şule Yayınları, İstanbul, 1998.
el-Aclûnî, İsmâil b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ ve Muzîlü’l-İlbâs ‘Amme’ş-tehera
mine’l-Ahadîsi alâ Elsineti’n-Nâs, I-II, Beyrut. 1351-1352
el-Câmi Abdurrahmân İbnu Ahmed, Nefehâtü’l-Üns Min Hazarâti’l-Kuds, (ter.
Abdulkâdir Akçiçek) Sağlam Yay. İstanbul. trs
el-Cîlî Abdulkerim, İnsân-ı Kâmil (ter. Abdulaziz Mecdi Tolun), İstanbul 2002
Erşahin İbrahim, Halk Kültürü ve Edebiyat Sözlüğü, Ötüken yay. İstanbul 2005
Fayda Mustafa ve Diğerleri, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, I-XV,
Kombassan, Konya 1994
Gençosman M Nuri, Mevlânâ’nın Rubâîleri, MEB, İstanbul 1997
Geylânî Abdülkâdir, Sırrü’l-Esrâr, (ter: Abdülkâdir Akçiçek) Bahar Yay. Mayıs
2000
Hasan H. İbrahim, İslam Tarihi I-XII, ( ter: İsmail Yiğit, Sadreddin Gümüş),
Kayıhan yay. İstanbul 1991

485
Haskan Mehmet Mermi, Yüzyıllar Boyunca Üsküdar, Üsküdar Belediyesi Yay, C. I-
III, İstanbul 2001
Hazer, Dursun “Şeyhzâde’nin Kavâ‘idu’l-i‘râb’ Şerhi Penceresinden Osmanlı
Arapça Şerh Çalışmalarına Bakış”, Ekev Akademi Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 15 (Bahar 2003)
Huart Clement, Arab ve İslam Edebiyatı, (çev: Cemal Sezgin) Tisa Basım, Ankara trs.
İbnü’l-Arabî, Harflerin İlmi (Ter: Mahmud Kanık), Asa Yay. İstanbul 2000
………Tedbîrât-ı İlâhiyye, (ter. Ahmed Avni Konuk, haz. Mustafa Tahralı), İz yay,
İstanbul 1992
………Arzuların Tercümanı, (Çev: Mahmut Kanık), İst. 1991
İbn Haldun, Şifâü’s-sâil, Tasavvufun Mahiyeti, (hz. Süleyman Uludağ), Dergah yay.
İstanbul 1984
İbnü’l-İmad Ebü’l-Felah Abdülhay b. Ahmed b. Muhammed, 1089/1679, Şezeratü'z-
zeheb fi ahbari men zeheb; (tahkik Abdülkadir Arnaut, Mahmud Arnaut), Beyrut 1986. 5. c.
(451 s.)
İbn Hallikan Ebü’l-Abbas Şemseddin Ahmed b.Muhammed, Vefeyâtü’l-A‘yan ve
Enbau Ebnai’z-Zaman; (tahk. Hasan Abbas), Beyrut 1994
İbn Mâce, Muhammed b. Yezid el-Kazvinî, es-Sünen I-II, Çağrı yay. İstanbul 1981
Kanar Mehmed, Büyük Farsça-Türkçe Sözlük, Birim Yay. İstanbul 1998
Kâşânî Abdurrezzak, Letâifu’l-‘alâm fî ehli’l-ilhâm. (Çev: Tasavvuf Sözlüğü: Ekrem
Demirli), İz Yay, İstanbul 2004
Kabaklı Ahmet, Türk Edebiyâtı, c. II, Türk Edebiyâtı Vakfı Yayınları, İstanbul,
1997.
………Mevlânâ, Toker Yay. İstanbul 1972
Kanar Yüksel, Mevlânâ Celaleddin Rûmî Eserlerinden Seçmeler, Morpa Kültür
Yayınları, İstanbul, 1992
Kara Mustafa, Dervişin Hayatı Sûfînin Kelâmı. Hal Tercümeleri, tarikâtlar,
ıstılahlar, Dergah yay. İstanbul 2005
………Türk Tasavvuf Tarihi Araştırmaları, Dergah yay. İstanbul 2005
Karahan Abdülkadir, “Enverî, Evhadüddin” DİA, c. XI, s. 267-268
Kılıç M. Erol, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri”, (Basılmamış
Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi SBE 1995)
………“Sûfî ve Şiir: Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası”, İstanbul 2004

486
………“Sûfî Şiirin Poetikası”, Cogito, sy.38, Kış 2004
………“A Bosnian Origin Ottoman Sûfî Abdullah Salâhaddîn al-Ushshâqî (1705-
1782) and His Commentary on The Verses Attributed to Rûmî”, International Conference
on the Reconstruction of Isa Bey Tekia, 2-3 Şubat 2001, Sarejevo, Bosna-Hersek
Cumhuriyeti.
………“Uşşâkî Sâliklerin Âdâbı - Tuhfetü’l-Uşşâkıyye” (haz. M. Erol Kılıç),
İstanbul 1998
Kocakaplan İsa, “Açıklamalı Edebî Sanatlar”, Damla yay. İstanbul 1998
Konuk, Ahmed Avni, “Füsûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi”, (haz. Mustafa Tahralı-
Selçuk Eraydın), İFAV yay. İstanbul 1994
………“Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi” (haz. Mustafa Tahralı) İz Yay,
İstanbul 1992, s. 420.
Konyalı İbrahim Hakkı, Nasreddin Hoca’nın Şehri Akşehir, Nümûne Mat. İstanbul
1945
Köprülü Fuad, İlk Mutasavvıflar, DİB yay. Ankara 1991
Kurt Hüseyin, Mehmet Elif Efendi’nin “el-Kelimetü’l-mücmele fi şerhi’t-tühfeti’l-
mürsele” adlı eserine göre Vahdet-i Vücûd Anlayışı, Tasavvuf Dergisi, 11, Ankara 2003
Kerâmeddin Efendi (Yay. haz. Kürkçüoğlu Kemal Edip), Muhammed Nasûhî
Hayatı, Eserleri, Divânı ve Mektupları, Alem Yay. İstanbul 1996.
Latîfî, Tezkire-i Latîfî, İstanbul 1314.
Levend, Agah Sırrı, Türk Edebiyatı Tarihi, TTK yay Ankara 1988
……….. Dîvan Edebiyatı; Kelimeler, Remizler, Mazmûnlar ve Mefhûmlar,
Enderun Kitabevi, İstanbul 1984
Mevlâna, Fîhi Mâfih, Çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, İstanbul, 1990.
……….. Mesnevî, Çev. Veled İzbulak, M.E.B. Yayınları, İstanbul, 1998
Milânî Ali; Şevket Buhârî Hayatı ve Dîvânı’ndan Seçmeler, s. 1-28, Küçükaydın
Matbaası, İstanbul 1961
Muhammed b. Münevver, Esrârü’t-tevhîd, (Mukaddime, tashih, ta‘likât Dr.
Muhammed Rıza) Tarihsiz.
………Tevhid’in Sırları, (Çev: Süleyman Uludağ) Kabalcı Yayınları, İstanbul 2004
Mübarek Zeki, et-Tasavvufü’l-İslami fi’l-Edeb ve’l-Ahlak, Kahire 2003
Nâci, Lügat-i Naci, tarihsiz

487
Naci Muallim, Osmanlı Şâirleri, Akçağ Yay. Ankara 2000
Nebhânî, Yusuf b. İsmail, el-Envâru’l-Muhammediyye, İstanbul 1988
Niyâzi-i Misrî, Tam ve Tekmil Dîvân-ı Niyâzî, İstanbul Maarif Kitaphânesi, No: 38
târihsiz.
……….Dîvân-ı Niyâzî, Neş: Yusuf Ziyâ, Dersâadet 1326
Namlı Ali, İsmail Hakkî Bursevî, İnsan yay. İstanbul 2001
Nevevî, Yahya b. Şeref (ö. 676/1277), Sahîhu Müslim bi Şerhi'n-Nevevî, Dâru’l-
Kutubi’l-İlmiyye, I-XVIII+Fihrist, Beyrut Tsz.
ÖNDER Mehmet, Hazret-i Mevlânâ, Tercüman Yayınları, 1987
………. Nareddin Hoca Hayatı ve Fıkraları, İstanbul 1986
Ömer İbnü’l-Fârız (Ebî Hafs Şerefuddin), Divânü’l-Fârız, el-Matbaatü’l-Edebiyye,
Beyrut 1894
Ömer Rıza Kehhâle, “Mu‘cemü’l-müellifin: terâcimu musannifi’l-kütübi’l-
Arabiyye” Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1993/1414.
Özçelik Mustafa, “Tasavvuf'ta Bir Anlatım Aracı Olarak Şiir”, Somuncu Baba
Dergisi, Şubat / 2006
Pakalın Mehmed Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (I-IV),
M.E.B. Yay., İst. 1946-1954
Pârsa Muhammed, “Risâle-i Kudsiyye Tercümesi” (Ter: ‘Abdullâh Salâhî) Ahmed
İhsan Matbaası, İstanbul 1323
Rûmî Eşrefoğlu, Eşrefoğlu Dîvânı, (Haz: Asaf Hâlet Çelebi), Hece Yay. Ankara 2002
………… Dîvân-ı Eşrefoğlu, Dersâadet 1301
Süreyya Mehmed, Sicill-i Osmânî Yahud Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniye (Yayına
Hazırlayan; Prof. Dr. Ali Aktan, Prof. Dr. Abdulkadir Yuvalı, Yrd. Doc. Dr. Metin Hülagü)
Sebil Yayınevi, İstanbul, 1996
Saraç M. A. Yekta, “Tasavvuf Edebiyatında İçki Kavramına Giriş”, İlmî
Araştırmalar 11 (İstanbul, 2001).
………“Tasavvuf Edebiyatına Ait Temel Bir Metin ve Türk Edebiyatına
Yansımaları”, İ.Ü. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XXX (İstanbul, 2003).
………“Salâhaddin Uşşâkî’nin Belâgat ile İlgili Eseri ve Bu Eserdeki Edebî
Terimler”, İ.Ü. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XXXI (İstanbul, 2003).

488
………“Kasîde-i Hamriyye ve Türk Edebiyatına Tesirleri”: VII. Milletler Arası
Türkoloji Kongresi ( 8-12 Kasım 1999). (Basıldı)
Sunar Cavit, Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Ankara 1974.
Sübkî, Ebu Nasr Taceddin Abdülvehhab b. Ali b. Abdülkafi, “Tabakatü’ş-
Şafiiyyeti’l-Kübra” (haz. Mustafa Abdülkadir Ahmed Ata) Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
1999
Şemseddin Sami, Kâmusu’l-A‘lâm (I-VI), Mihran Matb. İst. 1306-1316
………Kâmus-ı Türkî (I-II), Çağrı Yayınları, İstanbul 2001
Şeşen Ramazan, Salâhaddin Eyyübi ve Devri, IRCICA, İstanbul 2000
XXV, 658s.
Şükûn Ziyâ, Farsça-Türkçe Lügat (I-III), Meb. Yay. İstanbul 1996
Taberî, Ebû Ca’fer (ö.310/922), Târîhü’t-Taberî, Târîhü’r-Rusûl ve’l-Mulûk, (Thk.
Muhammed Ebu’l Fadl İbrahim), I-X+Zuyûl, Dâru’l-Ma‘rife, Kahire Tsz.
Tâhiru’l-Mevlevi (Olgun), Edebiyat Lügati, (Haz: Kemal Edip Kürkçüoğlu) Enderun
Kitabevi, İstanbul 1994
Tatçı Mustafa, Muhammed Nasuhî ve Divançe-i İlâhiyat’ı, Kaknüs Yay. İstanbul 2004
……… “Türk Edebiyatında Şathiyye” Akçağ Yay, Ankara 2001
Tayşi M. Serhan, “Şeyh Ebu’l-A‘lâ Muhammed Nasûhî el-Halvetî”,
Sahabeden Günümüze Allah Dostları, Şule Yay İstanbul 1996
Timurtaş Faruk Kadri, Tarih içinde Türk edebiyatı, Boğaziçi Yayınları,
İstanbul 1990.
Türkiye Diyânet Vakfı İslam Ansiklopedisi I-XXXI, İstanbul
Türkmen Erkan, Emir Hüsrev Dihlevî’nin Hayatı, Eserleri ve Edebî Şahsiyeti,
Atatürk Kültür Mer. Yay. Ankara 1989
Türkmen Fikret, Letâif-i Nareddin Hoca (Burhaniye Tercümesi), Kültür Bakanlığı, Ankara
1989
Toshihiko Izutsu, İbnü’l-Arabî’nin Füsûsu’ndaki Anahtar Kavramlar, (Çev. Ahmet
Yüksel Özemre), İstanbul 1998
Topçu Nurettin, Mevlânâ ve Tasavvuf, Hareket yay, Şubat 1974
Tökel, Dursun Ali, Dîvân Şiirinde Harf Simgeciliği, Hece Yay. Ankara 2003
Uludağ Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1995.
Uzel Nezih, Mevlânâ ve İnsan, Göl Yay, İstanbul 1975

489
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Karesi Meşâhiri (I-II), Karesi Vilayet Matb, Karesi
1342
Yıldız Sakıp, “Türk Müfessiri İsmail Hakkî’nın Hayatı”, İslami İlimler Dergisi, sy.
1, s. 103-126, Erzurum, 1976
Vassaf Osmanzâde Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ I-V, Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz (ter.),
Kitabevi yay. İstanbul 2006
Vicdanî M. Sadık, Tomar-ı Turuk-ı ‘Aliyyeden Halvetiyye Silsilenâmesi, Evkâf-ı
İslâmiyye Mat. İstanbul 1341
Yakıt İsmail, Batı Düşüncesi ve Mevlânâ, Ötüken Yayınları, İstanbul 2000
Yavuz Yusuf Şevki, “Adem”, DİA, I, 356-357
Yazıcı Tahsin, “Ebû Said Ebü’l-Hayr”, DİA, c. X s. 220
Yeniterzi Emine, Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1995.
Yunus Emre, Dîvân-ı Yunus Emre, (Haz: Mustafa Tatçı), Akçağ yay. Ankara 1998

490

You might also like