Professional Documents
Culture Documents
Sayi 10 Tamami
Sayi 10 Tamami
Sayi 10 Tamami
Editorial Board
HİKMET YURDU
DÜŞÜNCE-YORUM
Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
Hakemli Bilimsel Dergi
Hikmet Yurdu
Thought - Interperation Social Sciences Journal of Study
ISSN: 1308-6944
İmtiyaz Sahibi / Owner
Ali Duman
Genel Editör / Editor in Chief
Ali Duman
Sayı Editörü / Editor of Issue
Yrd. Doç. Dr. İbrahim Görücü
Editör Yardımcıları / Assistants Editor
Abdurrahman Kasapoğlu – A. Faruk Sinanoğlu – Hakkı Karaşahin – İbrahim Görücü
Redaksiyon / Redaction
Abdurrahman Kasapoğlu-İbrahim Kaplan-Hulusi Arslan-Mustafa Bozkurt-Hakkı Karaşahin-Adnan Arslantaş-Hasan
Arslan-Mustafa Bulut
Yayın Kurulu / The Publication Board
Prof. Dr. Recep Güneş, Prof. Dr. Abit Bulut, Prof. Dr. Mehmet Karagöz, Doç. Dr. A. Faruk Sinanoğlu, Doç. Dr. Hulusi
Arslan, Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Yrd. Doç. Dr. Ali Duman, Yrd. Doç. Dr. Hakkı Karaşahin, Yrd. Doç. Dr. Cahit
Külekçi, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Bozkurt
Raportör / Reporters
İbrahim Kaplan-Mustafa Bozkurt
İçindekiler
İÇİNDEKİLER 5
EDİTÖRDEN 9
M.Çağlar Kurtdaş
İsmail Katgı
Patrick Baert
Çev. Arş. Gör. Gültekin Eroğlu
Roderic H. Davison
Çev.: Safa Duman
Ahmed Ağayef
Sad. Yrd. Doç.Dr. Faruk Çiftçi
Ali ÇETİN
Sacide Güldaş
Editörden
From Editor
“Fütüvvetnâmelerde Hz. Ali Algısı” başlıklı Doç. Dr. Yusuf Benli makalesinde
dini ve ekonomik bir yapıya sahip fütüvvet (ahilik ) teşkilatına ait edebi eserlerdeki Hz
Ali Algısına ait gelişme ve değişmelere yer vermekte.
Yrd. Doç. Dr. Bilal Gök tarafından hazırlanan “İbrahim Bey Devri (1423–1464)
Karaman-Osmanlı Münasebetleri” başlıklı yazıda Karamanoğlu İbrahim Bey dönemi
Osmanlı- Karamanoğulları dönemi ilişkilerine yer verilmektedir.
“Kur’an Ve Eğitim” başlıklı makalesiyle Yrd. Doç. Dr. Hikmet Koçyiğit Kur’anın
eğitime bakışını incelemekte ve Kur’an daki eğitim anlayışının kişilerin durumuna göre
farklılıklar gösterdiğini ve buna uygun olarak ta farklı eğitim yöntemleri içerdiğini
belirtmektedir.
Nuri İleri’nin “Zamanın Değişmesiyle Ahkamın Değişmesi İnkar Olunamaz” isimli sa-
sadeleştirmesi, Yrd. Doç. Dr. Ali Duman’ın Trabzon Mebusu Hatibzade Emin’in
Cemaleddin Afgani’den “Dinin Medeni Faydaları” adıyla yaptığı çevirinin
sadeleştirmesi, Arif Ünal’ın Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi “İslâm Ve Terakki”
başlıklı yazısının sadeleştirmesi bu sayımızda yer alan sadeleştirmelerdir.
Özet
Diyanet İşleri Başkanlığı göreve yeni başlayan din görevlilerini eğitim
merkezlerinde hazırlayıcı eğitim kursuna almaktadır. Bu araştırmada, 2010 yılında
Elazığ Harput Diyanet Eğitim Merkezinde hazırlayıcı eğitim kursuna katılan din
görevlilerinin göreve yeni başladıklarında karşılaştıkları mesleki problemlere ilişkin
görüşlerinin tespit ve değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Din görevlilerine, görev
yerlerinde karşılaştıkları mesleki problemlere ilişkin sorular yöneltilmiştir. Halkın
din görevlilerine saygılı davrandığı, din görevlilerinin mezun oldukları okuldan
aldıkları eğitimi mesleklerini gerçekleştirebilmeleri açısından yeterli bulmadıkları,
lojman, ulaşım, çocuklarının eğitimi, iletişim, camilerin temizliği gibi konularda
sıkıntı yaşadıkları, hazırlayıcı eğitim kursuna ihtiyaç duydukları, hazırlayıcı eğitim
kursunun göreve başlamadan önce yapılmasını istedikleri, kendilerini kıraat, dini
bilgiler, vaaz ve hutbe verme, mezhep farklılığı ve genel kültür açılarından eksik
gördükleri araştırmada ulaşılan önemli sonuçlardandır.
Anahtar Kelimeler: Diyanet İşleri Başkanlığı, din görevlisi, hazırlayıcı
eğitim kursu, dini bilgi, mesleki problem.
Abstract
The Directorate of religious Affairs educates the new education stuff in
preparatory training courses. In this study, we implemented a survey to the
religious education stuff who joined educational course in Elazığ Harput religious
education center in 2010. The participants were asked questions about professionel
problem in workplace. The study reveals that the society respects for the religious
education stuff, and the stuff aren’t satisfied with their professional education
enough to perform the profession, and they have various problems such as the
accommodation, the transportation, the education of their children, the
communication and the cleaning of mosques. Feeling inadequate in the Quran
recitation, the religious knowledge, the sermonizing as well as the general culture
and the denominational differences, they also need the preparatory training.
14 Prof. Dr. Ş. Özdemir / A. Güneş / R. Kavak
1. Araştırmanın Problemi
Diyanet İşleri Başkanlığının temel görevi1 dini anlama ve onun gereklerini
hayatın değişik bölümlerine aksettirme, sahip olduğumuz köklü mirası bütün
zenginliğiyle tanıtma, din ile çağdaş hayat arasında bağ kurma ve bu bağı
güçlendirmeyi isteyen günümüz insanlarına rehberlik etmektir. Bu amacı
gerçekleştirmek için sağlıklı dini bilgi üreten ve bu bilgiyi toplumun hizmetine sunan
din görevlilerinin yetiştirilmesi gerekmektedir. Nitekim toplumun geleceğini ve birliğini
derinden etkileyen İslam’ı en güzel şekilde tanıtmak, bedenen ve ruhen sağlıklı, ahlâkî
olgunluğa ulaşmış iyi nesiller yetiştirmek, toplumsal kalkınmayı ve gelişmeyi sağlama
çabalarına ağırlık vermek için başarılı din görevlilerinin yetiştirilmesi önem arz
etmektedir.2
Toplumu din konusunda aydınlatmak gibi çok önemli görev üstlenen Diyanet
İşleri Başkanlığı gerek merkez ve gerekse taşra teşkilatında çalışan personelinin
yetiştirilmesini sağlamak, hizmette verimliliklerini artırmak, daha üst görevlere
hazırlamak, onları bilgi, beceri ve tutum yönünden istenilen seviyeye getirmek için
eğitim faaliyetlerine ağırlık vermektedir.3
1 Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi için bkz., Diyanet İşleri Başkanlığı Mevzuatı, DİB Yay., Ankara, 1989,
K-1/1.
2 Ahmet Emin Seyhan,”Din Hizmetlerinde Verimlilik ve Kalite Açısından Hizmet İçi Eğitimin Rolü ve Öne-
mi”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 11, Isparta, 2011, s. 232.
3 Şükrü Öztürk, “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yaygın Din Eğitimi ve Hizmet İçi Eğitim Faaliyetleri”, Cum-
huriyetin 75. Yılında Türkiye’de Din Eğitimi ve Öğretimi, Türk Yurdu Yayınları, Ankara, 1999, s. 405.
4 Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak eğitim faaliyetlerinde bulunan 18 adet eğitim merkezi vardır.
Bunlar; Ankara, Antalya, Bolu, Bursa, Elazığ Harput, Erzurum Mehmet Nuri Yılmaz, İstanbul Pendik,
İzmir Tire, Kastamonu, Kayseri, Konya Selçuk, Manisa Saruhanlı, Samsun, Şanlıurfa, Tekirdağ,
Trabzon Akçaabat Darıca, Rize ve Van Eğitim Merkezleridir.
http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dinegitimi/din-egitimi-dairesi-baskanligi---icerik-egitim-merkezlerimiz-
252.aspx. (09.06.2012).
5 Bkz., Diyanet İşleri Başkanlığı Mevzuatı, “Diyanet İşleri Başkanlığı Hizmetiçi Eğitim Yönetmeliği”, Y-
17/1, DİB Yayınları, Ankara, 1989, “Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Merkezleri Yönetmeliği”, Y-27/1, DİB
Eğitim merkezlerinde aday müftü ve vaizler için hizmet öncesi kurslar, müftü ve
vaizlere yönelik ihtisas kursları, vaizler, Kur’an Kursu Öğreticileri, İmam-Hatipler ve
müftülere yönelik seminerler, aşere takrib ve tayyibe kursları ve göreve yeni başlayan
din görevlileri için hazırlayıcı eğitim kursları düzenlenmektedir.6
Toplumu, din gibi zor, nazik ve hassas bir alanda aydınlatmak, bilgilendirmek ve
rehberlik etmekle yükümlü bir kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından
yürütülen hizmetlerin kalitesi ve yeterliliğinin en iyi ölçümü, öncelikle yapılan işin veya
verilen hizmetin ne olduğu, sonra da bu hizmetin kimler eli ile ve nasıl verildiğinin
tespiti ile gerçekleşir. Hizmet verilen alan zor olduğu kadar hassas ve önemli olduğu
için, çok nitelikli, yetenekli ve iyi yetişmiş eleman gerektirmektedir. Diyanet teşkilatı üst
düzeyde eğitimli, çağın gereklerini okuyabilen ve ona uygun tavırlar takınabilen
görevlilerden oluşmalıdır.7
Halkın dini sorunlarının çözümünde ilk başvuru kaynağı olan göreve yeni
başlayan din görevlilerinin hazırlayıcı eğitim kursuna tabi tutulması, eksikliklerinin
giderilmesi, mesleki problemlerinin tespit edilmesi ve bu problemlere çözüm önerileri
sunulması; göreve yeni başlayan din görevlilerini mesleğe en iyi şekilde hazır hale
getirme ve böylece din hizmetlerinde verimliliği ve kaliteyi artırma açısından son derece
önemlidir.
2. Araştırmanın Amacı
Araştırmanın temel amacı; hazırlayıcı eğitim kursuna devam eden kursiyer din
görevlilerinin göreve başladıklarında karşılaştıkları mesleki problemleri belirlemektir.
Yayınları, Ankara, 1989, ayrıca bkz., 28 Haziran 1995 tarih ve 22327 sayılı Resmi Gazete, DİB Görev ve
Çalışma Yönergesi, DİB Genelgesi, Ankara, 2007.
Müftülük ve vaizlik ihtisas kursları İstanbul Pendik, Konya Selçuk, Trabzon Akçaabat Darıca, Erzurum
Mehmet Nuri Yılmaz ve Kayseri Eğitim Merkezlerinde verilmektedir.
6 Fahri Demir, “Din Hizmetleri, Din Eğitimi ve İrşad Metodu”, Din Öğretimi ve Din Hizmetleri Semineri,
DİB Yayınları, Ankara, 1991, s. 445, Öztürk, “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yaygın Din Eğitimi ve Hizmet
İçi Eğitim Faaliyetleri”, s. 406.
7 M. Sait Yazıcıoğlu, “Diyanetin Bugünü ve Geleceği”, Soruşturma, İslamiyat, C. 4, Sayı: 1, Ankara, 2001, s.
118-120.
16 Prof. Dr. Ş. Özdemir / A. Güneş / R. Kavak
Araştırmanın diğer bir amacı da hazırlayıcı eğitim kursuna devam eden din gö-
revlerinin görev yerlerinde karşılaştıkları problemleri, ilgili literatür ışığında değerlen-
dirmek ve bu problemlere ilişkin çözüm önerileri geliştirmektir.
3. Araştırmanın Önemi
Din hizmetlerinin etkili ve verimli şekilde gerçekleştirilmesinde, alan
araştırmaları yoluyla, göreve yeni başlayan din görevlilerinin karşılaştıkları mesleki
problemlerin belirlenmesi ve bu çalışmalar sonucunda ortaya çıkacak bulgulara göre,
Diyanet İşleri Başkanlığı’nca gerçekleştirilen hazırlayıcı eğitim kurslarının müfredat
programlarının hazırlanmasına yönelik öneriler sunulması ve din görevlilerinin bu
doğrultuda eğitilmesi önemlidir.
4. Araştırmanın Sınırlılıkları
Bu araştırma;
1. 2010 yılında Elazığ-Harput’ta bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı
hazırlayıcı eğitim kursuna katılan göreve yeni başlamış din görevlileriyle,
2. Göreve yeni başlamış din görevlilerinin görev yerlerinde karşılaştıkları mesleki
problemlere yönelik görüşlerini tespit amacıyla düzenlenen anket formunda bulunan
anket sorularıyla sınırlandırılmıştır.
5. Yöntem
Araştırma, katılımcıların herhangi bir konudaki görüşlerini ve
değerlendirmelerini içeren araştırmalar alan araştırması adını aldığı için, “Alan
Araştırması”8 türüne bir örnektir. Araştırmada veri toplamak üzere, “Anket (Sorgu
Kâğıdı) Tekniği” uygulanmıştır.9
6. Verilerin Çözümlenmesi
Hazırlayıcı eğitim kursuna katılan göreve yeni başlamış din görevlilerinin görev
yerlerinde karşılaştıkları mesleki problemlere yönelik görüşlerini tespit ve
değerlendirme amacıyla hazırlanan anket formundan elde edilen verilerle ve kursiyerle-
rin kişisel özellikleriyle ilgili olarak, betimsel istatistik teknikleri kullanılarak, frekans ve
8 Alan araştırmaları hakkında bilgi için bkz; Ali Doğan Arseven, Alan Araştırma Yöntemi, İlkeler, Teknik-
ler, Örnekler, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, 2. Baskı, Ankara, 2001, s. 101, 102, Ayhan Ural-İbrahim Kılıç,
Bilimsel Araştırma Süreci ve SPSS ile Veri Analizi, Detay Yayıncılık, Ankara, 2005, s. 19.
9 Ural-Kılıç, a.g.e., s.22.
7. Bulgular ve Yorum
Bu bölümde araştırmada elde edilen verilerin istatistiksel çözümlemeleri
sonucunda ulaşılan bulgular ve yorumları tablolar halinde verilmiştir.
Yaş N %
20-25 55 33,1
26-30 62 37,3
31-35 34 20,5
36-40 13 7,8
41-45 2 1,2
Toplam 166 100
10 Şener Büyüköztürk, Sosyal Bilimler İçin Veri Analizi El Kitabı (İstatistik, Veri Analizi ve Yorum),
Pegem Akademi Yayıncılık, Ankara, 2002, s. 5.
18 Prof. Dr. Ş. Özdemir / A. Güneş / R. Kavak
Tablo 2’ye bakıldığı zaman göreve yeni başlayan din görevlilerinin doğum yerle-
rinin % 30,1’inin il, % 41’inin ilçe ve % 28,9’unun köy olduğu görülmektedir.
Tablo-3’de görüldüğü gibi evli olduğunu ifade eden din görevlilerinin oranı %
65,7, bekâr olduğunu söyleyenlerin oranı ise % 34,3’tür.
Tablo-5’e göre; görev süresi 1 yıldan az olan kursiyerler 159 kişiyle katılımcıların
tamamına yakınını (% 95,8) oluşturmaktadır.
Yeterli 11 6,6
Kısmen yeterli 87 52,4
Yetersiz 68 41
Toplam 166 100
Bu sonuç hazırlayıcı eğitim kursuna devam eden din görevlilerinin genel olarak
mesleklerini yerine getirirken, önceki eğitimlerinin yetersiz kaldığı konusunda kanaat
taşıdıklarını ortaya koymaktadır. Bulgular doğrultusunda; din görevlilerinin mezun
oldukları eğitim kurumlarından aldıkları eğitimin, kısmen yeterli olsa da, mesleklerini
20 Prof. Dr. Ş. Özdemir / A. Güneş / R. Kavak
icra ederken tam anlamıyla yeterli olmadığını ve dolayısıyla göreve yeni başlayan din
görevlilerinin hazırlayıcı eğitim kursuna ihtiyaç duyduklarını ifade edebiliriz.
11 Bu konuda bkz., Ramazan Buyrukçu, Din Görevlisinin Mesleğini Temsil Gücü, TDV Yay., Ankara, 1995,
s. 118, Şükrü Keyifli, Urfa ve Yöresinde Yaygın Din Eğitimi, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), AÜSBE,
Ankara, 1997, s. 94, Cengiz Yıldız, Din Görevlilerinin Sorunları ve Beklentileri Üzerine Sosyolojik Bir
Araştırma: Elazığ Uygulaması, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), FÜSBE, Elazığ, 1999, s. 241-245, Fahri
Kayadibi, “DİB’in Yaygın Din Eğitiminde Yeri ve Fonksiyonu”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, Sayı:
8, İstanbul, 2001, s. 52, Yusuf Acuner, Osman Artan, “Din Görevlilerinin Problemleri Üzerine Bir Araş-
tırma -Van Örneği”- I. Din Hizmetleri Sempozyumu 3-4 Kasım 2007, DİB Yay., C. 2, Ankara, 2008, s.
87, Ali Akpınar; “Cami Merkezli Din Hizmeti Verenlerde Görülen Bazı Eksiklikler ve Bunların Gideril-
mesine Yönelik Teklifler”, I. Din Hizmetleri Sempozyumu 3-4 Kasım 2007, DİB Yay., C.2, Ankara, 2008,
s.13-25.
“Eğer cevabınız “hiç memnun değilim “ ise bunun nedenlerini yazar mısınız? “ anket
maddemize katılımcılar ağırlıklı olarak aşağıdaki cevapları vermiştir:
12 Şuayip Özdemir, İsmail Arıcı, “Din Görevlilerinin Hazırlayıcı Eğitim Kursuna Yönelik Görüşleri”, Dini
Araştırmalar, C. 14, Sayı: 39, Ankara, 2011, s. 94.
13 Buyrukçu, Din Görevlisinin Mesleğini Temsil Gücü, s. 245, Özdemir, Arıcı, “Din Görevlilerinin Hazırlayıcı
Eğitim Kursuna Yönelik Görüşleri”, Dini Araştırmalar, C. 14, Sayı: 39, s. 95.
“Arapça, Hadis, Tefsir, Kıraat, Ezan ve Kur’an Makamı, Meal bilgisi, İletişim,
Halkla İlişkiler, Fıkıh, Temel Dini Bilgiler, Cenaze, Tekfin, Nikâh konularına ait bilgiler,
Dini Hitabet, İlmihal Bilgileri, Sosyoloji, Psikoloji, Beden Dili ve Diksiyon Dersleri,
Mezhepler Tarihi.”
7.2.10.1. Kıraat
Tablo-14: Katılımcıların Göreve Başladıkları Zaman Kendilerini Kıraat Açısından
Eksik Görüp Görmediklerine Yönelik Görüşleri
Kıraat N %
Hiç katılmıyorum 12 7,2
Katılmıyorum 30 18,1
Fikrim yok 4 2,4
Katılıyorum 103 62
Tamamen katılıyorum 17 10,2
Toplam 166 100
görülmüştür.14
“Bu sorulanlardan başka eklemek istediğiniz hususlar varsa lütfen yazınız?” anket
maddemize katılımcılar ağırlıklı olarak aşağıdaki cevapları vermiştir:
- Göreve yeni başlayan imamlar en az üç aylığına merkezde tecrübeli imamlar
yanında staj yapmalı.
- Verimli hizmet için daha fazla yetki verilmeli.
- Hizmet içi kurslar görev yapılan şehirde olmalı
- Hizmet içi kurslar daha uzun süreli verilmeli.
- Torpil önlenmeli.
- Müftülüklerdeki sendika faaliyetleri sona ermeli.
- Görev yerleri adil şekilde dağıtılmalı.
- Cübbe ve sarıklar daha kaliteli olmalı.
- Beklenti ve ihtiyaçlara yönelik anketler yapılmalı.
Sonuç ve Öneriler
Katılımcıların mesleki problemlerini ele aldığımız bu araştırmada aşağıdaki
sonuçlara ulaşılmıştır:
Katılımcıların yaklaşık yarısı (% 47,6) İmam Hatip Lisesi mezunudur. % 41’i İla-
hiyat Ön Lisans mezunudur. Bu sonuç din görevlilerinin dini yüksek tahsile yönelişleri-
ni ortaya koyması açısından önemli sayılmaktadır.
Göreve yeni başlayan din görevlilerinin tamamına yakını (% 89,8) köyde görev
yapmaktadır.
14 Bu konuda bkz., Hamdi Uygun, Halktaki Din Adamı İmajı ve Din Görevlilerinden Beklentileri, (Ya-
yınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), OMUSBE, Samsun, 1992, s. 35, Buyrukçu, Din Görevlisinin Mesleğini
Temsil Gücü, s. 124, 126, 131, Keyifli, Urfa ve Yöresinde Yaygın Din Eğitimi, (Yayınlanmamış Doktora
Tezi), s. 94, 95, 98, 99, Mehmet Yılgın, Din Eğitimi Açısından Din Görevlilerinin Mesleki Yeterlikleri
ve Cemaatle Olan İlişkileri, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), OMÜSBE., Samsun, 1997, s. 61, 62,
Kayadibi, “Cumhuriyet Döneminde Müftülükler”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, Sayı: 7, İst., 2000,
s. 174, Hasan Dam, Yetişkinlerin Din Eğitimi, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), OMÜSBE., Samsun, 2002, s.
120, 121, 127, 129, 166, Kemalettin Taş, Türk Halkının Gözüyle Diyanet, İz Yayıncılık, İstanbul, 2002, s.
171, 172, 174, Özdemir, Müftülerin Gözüyle Din Hizmetleri, DEM Yayınları, İstanbul, 2007, s. 82.
28 Prof. Dr. Ş. Özdemir / A. Güneş / R. Kavak
Göreve yeni başlayan din görevlilerinin yarıya yakını (% 41) görev yerlerinden
memnuniyet duymaktadır.
Göreve yeni başlayan din görevlilerinin yarısı (% 50) hazırlayıcı eğitim kursuna
ihtiyaç duyduğunu ifade etmiştir. % 48,8’i ise hazırlayıcı eğitim kursuna kısmen ihtiyaç
duyduğunu söylemiştir. İhtiyaç duymadığını ifade edenlerin oranı ise oldukça düşüktür
(% 1,2). Ulaşılan bu sonuç göreve yeni başlayan din görevlilerinin mesleğe
hazırlanmaları açısından hazırlayıcı eğitimin ne derece gerekli olduğunu göstermesi
açısından son derece önem taşımaktadır.
Göreve yeni başlayan din görevlilerinin büyük çoğunluğu (% 83,1) Diyanet İşleri
Başkanlığından beklenti içerisindedir.
Göreve yeni başlayan din görevlilerinin kendilerini Kıraat, Dini Bilgiler, Vaaz ve
Hutbe Verme, Mezhep Farklılığı ve Genel Kültür açılarından eksik görmeleri
araştırmamızda ulaşılan önemli sonuçlardandır. Göreve yeni başlayan din görevlilerinin
Halkla İlişkiler konusunda kendilerini eksik görmediklerini ifade etmelerinin dikkat
çekici bir bulgu olduğunu söyleyebiliriz.
Kaynakça
Acuner, Yusuf, Artan, Osman, “Din Görevlilerinin Problemleri Üzerine Bir Araştırma-
Van Örneği”-, I. Din Hizmetleri Sempozyumu 3-4 Kasım 2007, DİB Yay., C. 2,
Ankara, 2008.
Akpınar, Ali, Cami Merkezli Din Hizmeti Verenlerde Görülen Bazı Eksiklikler ve
Bunların Giderilmesine Yönelik Teklifler, I. Din Hizmetleri Sempozyumu 3-4
Kasım 2007, DİB Yay., C.2, Ankara, 2008.
Arseven, Ali Doğan, Alan Araştırma Yöntemi, İlkeler, Teknikler, Örnekler, Gündüz
Eğitim ve Yayıncılık, 2. Baskı, Ankara, 2001.
Buyrukçu, Ramazan, Din Görevlisinin Mesleğini Temsil Gücü, TDV Yay., Ankara,
1995.
Büyüköztürk, Şener, Sosyal Bilimler İçin Veri Analizi El Kitabı (İstatistik, Veri
Analizi ve Yorum), Pegem Akademi Yayıncılık, Ankara, 2002.
Dam, Hasan, Yetişkinlerin Din Eğitimi, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), OMÜSBE.,
Samsun, 2002.
Demir, Fahri, “Din Hizmetleri, Din Eğitimi ve İrşad Metodu”, Din Öğretimi ve Din
Hizmetleri Semineri, DİB Yayınları, Ankara, 1991.
DİB Görev ve Çalışma Yönergesi, DİB Genelgesi, Ankara, 2007.
Diyanet İşleri Başkanlığı Mevzuatı, “Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Merkezleri
Yönetmeliği”, Y-27/1, DİB Yayınları, Ankara, 1989.
Diyanet İşleri Başkanlığı Mevzuatı, “Diyanet İşleri Başkanlığı Hizmetiçi Eğitim
Yönetmeliği”, Y-17/1, DİB Yayınları, Ankara, 1989.
Diyanet İşleri Başkanlığı Mevzuatı, DİB Yay., Ankara, 1989, K-1/1.
http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dinegitimi/din-egitimi-dairesi-baskanligi---icerik-
egitim-merkezlerimiz- 252.aspx.
Özet:
Fütüvvet ehli, geleneksel olarak baş “fetâ” kabul edilen Hz. Ali’ye, ilk pîr
olması nedeniyle bağlı olduğunu iddia etmektedir. Bazı fütüvvetnâmelerde Hz. Ebû
Bekir’in “kavlî”, Hz. Ali’nin “seyfî” olduğu kabul edilen ikili bir tasnif görülür.
Fütüvveti kendilerine şiar edinen seyfî kolunun, yiğitlik bakımından örnek
kahramanının Hz. Ali olması; fütüvvet ehlinin yollarını “Ali yolu” sayması; Hz. Ali
ve Ehl-i Beyt sevgisini en büyük fazilet ve vecibe olarak kabul etmesi; fütüvvetin Hz.
Peygamber’den Hz. Ali’ye intikal ettiğine inanma esası; dâimâ Hz. Ali’nin vilâyeti
ve fütüvveti hakkında âyet ve hadîslerle istidlallerde bulunulması, Hz. Ali’nin
fütüvvet ehli nezdindeki konumunu gösteren örneklerdir. Anadolu’da telif edilen
fütüvvetle ilgili eserler, yazarlarına göre farklılık arz etmekle birlikte, farklı
mezheplerin nazarî sistemlerini uzlaştırmak isteyen Halife Nâsır’ın yarı Hz. Ali
yanlısı anlayışı doğrultusunda yazılmış oldukları kanaati mevcuttur. Harputlu
Nakkaş İlyasoğlu Ahmed’in Tuhfat el-Vasâyâ’sı, Hz. Ali ve diğer halifeler hakkında
Sünnî anlayışın izlerini gösteren bir muhtevaya sahiptir. Aynı muhteva, Hâce-i Cân
Ali Fütüvvetnâmesi ve diğer birçok fütüvvetnâmede hatta İmâmiyye temayüllü
Radavî Fütüvvetnâmesi’nin bir nüshasında da görülmektedir. Bazı fütüvvetnâmelerde
Ahilerin şecereleri Hz. Ali’ye kadar ulaştırılır. fütüvvet seçeresi zikredilirken,
fütüvvetin kökeni ve önderliği “Emirü’l-Mü’minîn” Hz. Ali’ye ve onun soyundan
imamlara çıkarılır. Silsilenâmenin tâ Hz. Ali’ye kadar çıkarılmasıyla fütüvvetin Hz.
Ali’den geldiği fikri kuvvetlenmektedir. XV. asırda Anadolu’nun geniş bölgelerinde
başlayan Safevî-Şiî propagandası türü faaliyetler sonrası telif edilen
fütüvvetnâmelerde açık bir şekilde Şia etkisinde bir Hz. Ali figürü görülmektedir.
Anahtar Kelimeler: Hz. Ali, Fütüvvetname, Pir, Şia, Alevilik
Abstract:
The People of Futuvvet claim allegiance to Ali regarded traditionally as ‘in-
chief feta’ because of his being first ‘Pir of Feta’. Binary classification in some “Fu-
tuvvetname” books accepted Abu Bakr as understanding way (kavli) and Ali as mi-
litarist way (seyfi) of ‘Feta’. Seyfi branch of ‘Futuvvet’ accepts Ali as a model prota-
gonist of bravery and adopt love of Ali and Ahl al Bayt as virtue and sacred duty.
They consider ways of people of ‘Futuvvet’ as a way of Ali. They believethat ‘Futuv-
* Makale, I. Uluslararası Hz. Ali Sempozyumu’na (18-20 Aralık 2009 İzmir) sunulan bir bildirinin, makaleye
dönüştürülmüş metnidir.
34 Doç. Dr. Yusuf Benli
vet’passed from Mohammed to Ali and there are judgements about sainthood and
futuvvet of Ali Koran and hadiths. These provide evidence that Ali took his place
among the people of Futuvvet. Compiled books about ‘futuvvet’ in Anatolia differ
according to authors but also seen written in accordance with thought of ‘pro-Ali’
Nasser Khalifa who wants reconcile the theoretical systems of different denomina-
tions. Harputlu Nakkaş İlyasoğlu Ahmed’s Tuhfat el-Vasaya has content showing
marks Sunni thought about Ali and other Islam Caliphets. The same content is seen
in Hace-i Can Ali’s Futuvvetname and many other Futuvvetname and even a manu-
script of Radavi’s Futuvvetname with İmamiyye tendency. The genealogy of “Ahi”s
is bonded to Ali in some “Futuvvetname”s. As making mention of genealogy of Fu-
tuvvet, the origin and the leadership of Futuvva found "EmirilMüminin" Ali and his
descendants. The idea of Futuvvet came from Ali is strengthened by binding suc-
cession to Ali. Ali figure under the influence of Shia is clearly seen in compiled “Fu-
tuvvetname”s after Safavid-Shiite propaganda type activities, which started in large
parts of Anatolia in XV. Century.
Key Words: Hz. Ali, Fütüvvetname, Pir, Şia, Alewism
I. Giriş
İslam dünyasında hicrî II. yüzyılda mevcûdiyeti bilinen fütüvvet, İslam Tarihinin
ve kültürünün önemli kurumlarındandır. Abbasî Halifesi Nâsır Lidinillah’ın (hilâfeti
575-622/1180-1225) dağınık fetâ/fütüvvet topluluklarını birleştirmesinden önce İslam
coğrafyasında değişik bölgelerde fityan topluluklarından bahsedilir.
durumdur. Hz. Ali’yi “aşırı” ve “mutedil” olarak nitelenen farklı tasavvurlarla algıla-
algılamanın tezâhürleri fütüvvetnâmelere de yansıtılmıştır.
Fütüvvet ve Ahilikte Hz. Ali’ye ilişkin tasavvurların doğru tespit edilmesi, farklı
fütüvvetnâmelerde Hz. Ali’nin müelliflere göre değişen algı ve mahiyetinin iyi
anlaşılması, fütüvvet ehlinin mezhebî etkilerle ilişkisini tespit çerçevesinde mümkün
olabilir.
Hz. Ali, Hz. Peygamberin yakını ve seçkin bir sahabî olması yanında, aynı
zamanda İslam Mezhepler tarihinde ihtilaf mevzuû edilen temel meselelerin odağında
bulunan ve hakkında çok fazla spekülasyon yapılan bir tarihî şahsiyettir. Tarihî süreçte
Hz. Ali’nin şahsiyeti, vasıfları, siyasî-dinî konum ve değeri ile ilgili farklı düşünceler
ortaya çıkmıştır.Onunla ilgili, çeşitli kaynaklarda yer alan farklı rivâyetlerin oluşması,
kurgulanması ve değerlendirilmesinde siyâsî yaklaşımların etkili olduğu görülmektedir.
Bu sebeple, muhtelifzümrelerce Hz. Ali’ye atfedilen konum; sürekli ve önemli bir ihtilaf
meselesi, tefrika ve hizipleşme nedeniolmuştur.
Araştırmada, fütüvvet düşüncesinde Hz. Ali algısını ortaya çıkaran tarihî süreç
ve fütüvvetnâmelerde Hz. Ali’ye dair tasavvurlar ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu
çerçevede konuyla ilgili bazı tespitler makale sınırları kapsamında derin tahlillere
girmeden özetle ele alınmaktadır.
1 Bkz. İbnü’l-Esîr, Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Abdilkerim (630/1322), İslam Tarihi (el-Kâmil fî’t-Tarih),
çev. A. Ağırakça-A. Özaydın, İstanbul 1987, XVIII, 531, IX, 424, XI, 63; Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu
Olan Ahilik, Ankara 1989, 6-7; Ali Torun, Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvetnâmeler, Ankara 1998, 4.
2 Ziya Kazıcı, “Ahilik”, DİA, İstanbul 1988, I, 540; M.G.S. Hodgson, İslâm’ın Serüveni, çev. Tamer C. Yıldırım,
İstanbul 1995, II, 135-138; Şam, Nişâbur, ve Nesâ’da fütüvvet ehlinden bahsedilmesi ile ilgili bkz.;
Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, çev. Dilâver Selvi, İstanbul 2007, 441, 445.
36 Doç. Dr. Yusuf Benli
fütüvvet mensubu Şiîlerin varlığı da olağan bir tarihî vâkıadır. Fütüvvet ideallerine bağlı
olan ve muhtelif isimlerle anılan bu gruplarda mezhep birliği yoktu. Bu niteliğinden
dolayı zamanla aralarına Şiî, İsmailî vb. mezhep sâliklerinin de girdiğinin3 işaretleri gö-
rülmektedir. Sünnî kaynaklarda olduğu gibi Şiî kaynaklarda da İmam Câfer
Sâdık(148/765)’ın, fütüvvet ehlini tavsif eden ifadelerine yer verilmektedir.4
6 E. Ruhi Fığlalı, İmamiye Şiası, İstanbul 1984, 181-182; İsmail Aka, “X. Yüzyıldan XX. Yüzyıla Kadar
Abbasî halifesi Nâsır ile başlayan dönem belirgin olarak fütüvvetle Şiîlik ilişkisi
kurulan bir aşama olarak görülür. Bununla birlikte halifenin,fütüvvet müessesesini,
hilâfetin yanında bir sosyal dayanışma kurumu yapmak ümidiyle yeniden kurmaya
koyulduğunda, fütüvvetin, özellikle Şiî olan hiçbir şeyi yoktu diyebilmeyi mümkün
kılan herhangi bir delil mevcut değildir.13
10 Geniş bilgi için bkz. Metin Bozkuş, “Ahilik’te Mezhep Olgusu”, I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları
Sempozyumu, Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi, yay., Kırşehir 2005, I, 187-199; Gürsoy Akça-Anzavur
Demirpolat, 203-214; Anadolu Selçukluları zamanında Ahiliğin Sünnîlik anlayışına sahip olduğu ile ilgili
geniş bilgi için bkz. Seyfullah Kara, Selçukluların Dinî Serüveni, İstanbul 2006, 299-306.
11 Tayip Gökbilgin, Osmanlı Müesseseleri Teşkilatı ve Medeniyeti Tarihine Genel Bakış, İstanbul 1977, 64.
12 Bkz. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1976, 214-216; Sabahattin Güllülü, Ahi Bir-
likleri, İstanbul 1977, 112-113; Irene Melikoff, “Les Origines Gentre-Asiatiques du Sufisme Anatolien”,
Turcica, XX (1988), 7-18, 10’dan naklen Seyfullah Kara, 299.
13 Claude Cahen, “Osmanlılardan Önce Anadolu’da Şiîlik Problemi”, çev. Sabri Hizmetli, AÜİFİİD, V(1982)
Ankara, 310.
14 Geniş bilgi için bkz. Abdulbaki Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”,
halde çöllere düşmüş, haktan sapmış, bâtıllara sarılmış olarak nitelendirilmiştir. Fütüv-
Fütüvvetin, imâmetin arı ve temiz seceresinden bir dal olduğu ve Mü’minlerin emîri
Nâsır Lidînillah’a aidiyeti ve fütüvvet bilgisinin, âdetâ yok olduktan sonra onun
sayesinde yayıldığı, fütüvvet bölüklerinin, fırka fırka dağıldıktan sonra onun
himmetiyle diğer bölüklerden temyiz edildiği belirtilmiştir.16 Halife, fütüvvet libasını
bizzat dönemin büyük sûfilerinden Şeyh Sâlih Abdu’l-Cabbar’ın elinden giyerek
fütüvvet teşkilatına katılmış,17 fütüvvet birliklerini yeniden teşkilatlandırırken
fütüvvetnâmelerde bu birliklerin ilke ve kâidelerini tanzim etmiştir.18 Halifenin düzen-
lediği fütüvvetnâmelerdeki soy kütüklerinde Ali soyundan gelenlerinin adlarının bu-
lunduğu nakledilir. Kendisi Şafiî mezhebine mensup Ebû Hafs Ömer bin Muhammed
as-Suhreverdî’nin düzenlediği sanılan fütüvvetnâmenin mahiyeti ve kapsadığı İmâmî
unsurlar, Şiîliğe mensup toplulukları fütüvvet idealinde ve halifenin riyâsetinde
birleştirmeyi amaçlıyordu.19 Bu yolla Sünnîlik ve İmâmiyye Şiîliğini yakınlaştırıp
İsmailîlere karşı yürütülen mücadeleyi destekleyici mahiyete sahip bir fütüvvet ideali
ortaya konularak Abbasi halifeliğinin güçlendirildiği belirtilir.20
16 Harputlu Nakkaş İlyasoğlu Ahmed, Tuhfat el-Vasâyâ, çev. A. Gölpınarlı, İstanbul 1949-1950 (Gölpınarlı,
“İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları içinde), 206-207.
17 Harputlu Nakkaş İlyasoğlu Ahmed, 230.
XV (1953-1954), İstanbul 1955, 3-32, 13-15; Halife o dönemlerde Abbasî hilâfeti için büyük tehlike arzeden
Batınî faaliyetlere karşı Sünnî ve mûtedil Şiî ittifakını sağlarken fütüvvet birliklerinden faydalanmıştı.
Ahmet Tabakoğlu, “Türk Çalışma Hayatında Fütüvvet ve Ahilik Geleneği”, Kaynaklar Dergisi, 2 (1984) İs-
tanbul 27.
21 İbnu Tiktaka (709/1309), el-Fahrî fi’l-Âdâbi’s-Sultâniyye ve’d-Duveli’l-İslâmiyye, Beyrut 1966, 332’den naklen
Seyfullah Kara, 290; Geniş bilgi için bkz. Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kay-
nakları”, 58; Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik,17-18
22 Bilgi için bkz. Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberî (310/992), Tarihu’l -Umem ve’l Muluk, I-VI, Beyrut,
1995, IV, 431, 432, 435; Mesudî, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyin b. Ali (346/957), Murûcu’z-Zeheb ve Meâdinu’l
Cevher, I-IV, thk. Muhammed Muhyıddin Abdulhamid, Kahire 1964-1965, III, 252; Cahen, “Osmanlılardan
Önce Anadolu’da Şiîlik Problemi”, 310-311; Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, 178, 207; Abdulbaki
Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiîlik, İstanbul 1987, 164-165; Osman Aydınlı, Mu’tezilî İmâmet
Düşüncesinde Farklılaşma Süreci, Ankara 2003, 68-71.
Tarihî gelişmelerle alakalı bir siyasetin gereği olarak Halife Nâsır, siyâsî ve sosyal
durumu gittikçe bozulan devletin otoritesinin yeniden kurulmasında ve içtimâî huzurun
sağlanmasında fütüvvet birliklerinin de büyük bir güç olacağını düşünmüş ve bu
teşekkülleri siyâsî otoriteye bağlamada başarı sağlamıştır.23
Anadolu’ya göçebe olarak gelen Türkmen zümrelerin bir kısmının, İslâm’ı Şiî
dâîler yoluyla öğrendikleri düşünüldüğünde, Hz. Ali sevgisine dayalı bir İslam
anlayışına sahip oldukları kabul edilmektedir. Anadolu Selçukluları ve Osmanlı dönemi
Şiî unsurların varlığına işaret eden bazı verilerden26 hareketle Anadolu Ahiliğinin de Şiî
etkilere maruz kaldığı ileri sürülebilir.
23 Kazıcı, “Ahilik”, I, 540; Geniş bilgi için bkz. Hodgson, İslâm’ın Serüveni, II, 305-311.
24 Cahen, “Osmanlılardan Önce Anadolu’da Şiîlik Problemi”, 310; Anadolu’ya gönderilen şahsiyetlerle ilgili
bkz. Kazıcı, “Ahilik”, I, 540.
25 Mikâil Bayram, Ahi Evran ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1991, 26-27.
26 Geniş bilgi için bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufîliğine Bakışlar, İstanbul 2005, 236-287; Sarıkaya, Anado-
lu’ya Şiîliğin Girişi,101-136; Seyfullah Kara, 426-434; Ayrıca bkz. Zebiullah Safa, Tarih-i Edebiyyât der İran,
Tahran 1339/ II, 189’dan naklen İsmail Aka, 74; Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı, Alevîliğin Tarihsel Alt-
yapısı yahut Anadolu’da İslâm-Türk Heteredoksisi’nin Teşekkülü, İstanbul 1996, 47-48.
40 Doç. Dr. Yusuf Benli
kötülenmediğini ve böyle bir anlayışın, aslında, geleneksel Şiî tutumu ile uyuşmaz ol-
olduğunu ifade eder.27
27 Bkz. Cahen, “Osmanlılardan Önce Anadolu’da Şiîlik Problemi”, 306, 311, 315-317.
28 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1975, II, 8.
29 Bkz. Anonim, Tarihi Âli Selçuk, çev. Feridun Nafiz Uzluk, Ankara 1952, 40, 45-46, 52, 65-67; İstanbul’un
Fethinden Önce Yazılmış Takvimler, yay. Osman Turan, Ankara 1984, 2, 81; Şemseddin Ebu Abdullah Mu-
hammed et-Tancî İbn Battûta (704-771/1304-1369), Büyük Dünya Seyahatnamesi(Tuhfetû’n-Nûzzâr fî
Garâibi’l- Emsar ve’l-Acâibi’l-Esfar),çev. Muhammed Şerif Paşa, sad. Ali Murat Güven, İstanbul trz., 204-
205, 208-209, 211, 213-216, 220, 223-224, 227, 231, 235.
30 Bkz. İbn Battûta, 202, 204.
31 Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 209 (dipnot 36); Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu
adlı araştırmasında da, Ahiliğin Anadolu’da Sünnîliğe büründüğünü belirten görüşü için bkz. Fuat Köp-
rülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1999, 92.
32 Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 215.
kıymetlidir. Ona göre İbn Battûta Seyehatnâmesi’nde “Ahilik veya Fityân”ın ehemmiye-
ti hayret edilecek bir derecede açığa çıkar. Hayli mutaassıb bir Sünnî olan seyyah, Ahiler
hakkında serâpâ övgü ve sitâyişkâr ifadelerde bulunmaktadır. Gerçekten Ahilerin İbn
Battûta’yı aldatarak “Rafızîliklerini” gizlemeyi başarmaları da “pek ziyâde şayân-ı
taaccüb” olurdu.Yine Gîze, Köprülü’nün, muhtemelen İbn Battûta’dan evvel yazıldığını
ifade ettiği Burgâzî Fütüvvetnâmesi’ne dayanarak Ahileri diğer bir çok zümreler ile karış-
tırarak onları Sünnî addetmemesini Köprülü’nün hatası olarak görmektedir. Ahiler hak-
kında Herman Thorning Beiträge zur Kenntnis des Islamischen Verenswesens –auf Grund von
Bast Madad et-Taufiq (Berlin 1913) isimli kitabında, Türk fütüvvetnâmelerinde ilk üç hali-
fenin bilhassa mühim bir rol îfâ ettiklerini, Arapça fütüvvetnâmelerde ise bunların hiç
zikredilmediğini nakleden Gîze, nihâî tespitini şöyle ifade etmektedir: “Zan ederim ki en
doğru keyfiyet, Küçük Asyada’daki zümrelerin, esas itibariyle Sünniyi’l-mezhep olmala-
rıdır. Fakat bunlar meyanında bazı Şiî unsurlar da mevcut idi.”33
33 Frederik Gîze, “Osmanlı İmparatorluğunun Teşkili Meselesi”, Türkiyât Mecmûası, 1(1925), İstanbul, 158-
159.
34 E. B. Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1964, 225.
35 Güllülü, 112.
42 Doç. Dr. Yusuf Benli
Müslüman olmalarına rağmen, göçebe hayat tarrzlarına uygun olarak eski inanç ve ge-
leneklerini yerleşik hayata geçince de sürdüren halkın, bu zâviyelere devam etmeyi ter-
cih ettiği belirtilir. Babaî isyanından sonra çok sayıda “Baba” ve “Dede”nin Seyitgazi
yöresinde yerleşip zâviye kurduğunun tespit edildiği ifade edilir. Bunların hemen
hemen tamamının türbe olarak korunmuş ve çevre köyler tarafından ziyaret yeri olarak
kabul edildiğine de işaret edilir.36
Bir araştırmacıya göre, Ahi birliklerinin bir yandan Sünnîliğe bir yandan “Şiî-
Bâtınî” unsurlara bir yandan da Şamanist değerlere dayanmış görünmeleri ilk bakışta
oldukça şaşırtıcıdır ve genel olarak bu dinî öz’ün son derece yüzeysel bir özellik
olduğunu düşündürmektedir. Öyle ki bu birliklerin yalnızca “Şiî-Bâtınî” çevreler ya da
yalnızca Sünnî zümreler tarafından oluşturulduğunu söyleyenler bile, bakış açılarını bu
önyargılara göre önceden sınırlandırmış olmalarına rağmen, sonunda çelişkili sonuçlara
ulaşmaktadırlar.37 Bu birliklerdeki “Şiî-Bâtınî” özelliklere dikkati çeken Abdulbaki
Gölpınarlı, bu birliklere ait Şiîliğin gerçek anlamında Şiîlik olmadığını belirtmek
zorunda kalmakta ve Ahiler için; “On iki İmam’ın adından başka bu mezhebe ait
bilgileri yoktur. İmamların hal tercemelerinde bile aklın kabul etmeyeceği saçma
rivâyetlere inanırlar diyerek örnek verdiği birçok inançlarının aslının İmâmiyye
rivâyetlerinde de bulunmadığı ve aklı başında Câferîlerce de kabul edilemeyeceğini
ifade etmektedir. Bu bakımdan fütüvvet ehlinin Şiîliğini, hurûfîlikle karışık bir Şiîlik ve
Bâtınî bir mahiyet taşımakla vasfetmektedir.38
36 Halime Doğru, XVI. Yüzyılda Sultanönü Sancağı’nda Ahiler ve Ahi Zâviyeleri, Ankara 1991, 52.
37 Güllülü, 114.
38 Abdulbaki Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”, İÜİFM, XI (1949-1950),
116-352 , 59.
39 Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”, 94.
Safevî faaliyetlerinin etkisiyle Ahiliğin Şiî etkileşime girdiği göz ardı edilemez.
Aynı zamanda Safevî propagandası Anadolu’da Alevî-Bektaşilik olgusunu da derinden
etkilemiştir. Bu sebeple, Alevî-Bektaşiliğin İslam anlayışı Safevî propagandası öncesi ve
sonrası dönemler olarak ele alınması43 gerekir. Dolayısıyla yaşanan değişimin Şiî inanç-
lara uygun olarak tezâhür ettiği görülmektedir.
43 Bkz. Ahmet Yaşar Ocak, “Alevîliğin Tarihsel, Sosyal Tabanı İle Teolojisi Arasındaki İlişki Problemine
Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”, 58-60; Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, 38; Güllülü,
117; Bedri Noyan, VII, 261,264; Nejat Birdoğan, “Anadolu Aleviliğinin Bugününe Ahiliğin Etkileri”, I.
Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Proğram Ve Bildiri Özetleri, Ankara 1993, 24; Sarıkaya, “Alevilik ve
Bektaşiliğin Ahilikle İlişkisi, 93-110; İsmail Özmen, Alevî-Bektaşî Şiirleri Antolojisi, Ankara 1998, I, 17-28.
44 Doç. Dr. Yusuf Benli
bahsettiği fütüvvet anlayış ve niteliği, ufak tefek farklarla birbirinin aynı olmakla birlik-
te, bunlara özellikle Bektaşiliğin erkanından ve akîdelerinden bazı hususlar dahil edil-
miştir.45
Bazı fütüvvetnâmelere yansıdığı şekli ile, muhtelif Şiî fikirler yoluyla yer yer
Sünnîliğin bir nevi Şiîleşmesi denilebilecek bir değişim sürecinin, elbette,Hz. Ali algısı
konusunda da tezâhürleri söz konusudur.
Farsça olarak İran’da, Türkçe olarak Anadolu’da mevcut Ebû Müslim romanı ile
Maktel-i Hüseyin’in Tükçe versiyonları ve Dânişmendnâme gibi Hz. Ali’nin övüldüğü
eserler de, muhtemelen fütüvvetnâmelere kaynaklık etmiş eserlerdir. Bu eserlerde, ilk
dört halifeye- Hz. Osman’da dahil olmak üzere-sebbedilmemekle birlikte, Hz. Ali ve
diğer imamlar, “On İki İmam” yâd edilir ve meşrûiyetin seçkin temsilcileri olarak
gösterilirler. Hz. Ali, Hasan, Hüseyin, hatta bazen Hz. Abbas Ahirette Hz. Peygamberin
yanında yer alacaklardır. Cahen, bu eserlerin Ahilerin maneviyatına tesir etmiş olduğu-
nu kabul eder.49
48 Geniş bilgi için bkz. Adem Ceyhan, Türk Edebiyatında Hazreti Ali Vecizeleri, Ankara 2006, 50-517.
Anadolu Ahiliğinin kurucusu kabul edilen Ahi Evran da bir menkıbede, Hz.
Ali’ye damat yapılarak, silsile Hz. Ali’ye bağlanır. Bir Ahi Şecerenâmesi’nde ise, Ahi
Evran ve yanındakiler Huneyn’i fethedip döndüklerinde, Hz. Ali’nin Hz.
Peygamber’e,“Ahi Sultan Mahmud bir elinde sancak öbür elinde kılıç her yanda Evran
gibi savaştı” dediği nakledilir. Hz. Peygamberin de, “bu yüzden ona Sultan Ahi Evran
dediler” diye cevapladığını ve bunun üzerine sahabeden her birinin ona birer armağan
ve yeşil bayrak verdiği kaydedilir. Hz. Ali’nin de kızı Rukiye’yi vererek nikahlarını
kıydığı ve üç gün düğün yapılarak, ilk gün 33 koyun, ikinci gün 33 keçi üçüncü gün 33
sığır kesildiği rivâyet edilir.Daha sonra Hz. Peygamberin, Ahi Evran’ı Hz. Ali’nin
mutfağına götürdüğü, burada bulunankesilmiş derileri Ahi Evran’a teslim ettiği, Ahi
Evran’ın da bunları renk renk boyayarak Hz. Peygamber’e götürdüğü, Hz.
Peygamber’in de Ahi Evran’ın beline kemer bağladığı….. gibi ifadelere yer
verilmektedir.52
53 Geniş bilgi için bkz. Abdurrrahman Muhammed İbn el-Hüseyin es-Sülemî, Tasavvufta Fütüvvet, çev. Sü-
leyman Ateş, Ankara 1977, 3-4, 22-94; Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, çev. Dilâver Selvi, İstanbul
2007, 440-448;
54 Bkz. İmam Gazâlî (505/1111), Hak Yolunun Esasları (Ravdatü’t-Tâlibîn ve Umdetü’s-Sâlikîn), çev. Dilaver
bu ilk eserlerde Hz. Ali’ye ilişkin ifadelere, Sülemî’de bir-iki defa zikredilmesinin dışın-
da, hemen hiç yer verilmemiştir.
Daha önce de ifade edildiği gibi, Halife Nâsır’ın fütüvvet birliklerini yeniden
teşkilatlandırırken fütüvvetnâmelerde bu birliklerin ilke ve kâidelerini tanzim ettiği
kaydedilmektedir.55 Halifenin düzenlediği bu fütüvvetnâmelerdeki soy kütüklerinde
Hz. Ali soyundan gelenlerinin adlarının bulunduğu da nakledilmektedir. Kendisi Şafiî
mezhebine mensup Ebû Hafs Ömer bin Muhammed as-Suhreverdî’nin düzenlediği
sanılan fütüvvetnâmenin mahiyeti ve kapsadığı “İmâmî” unsurlar; Şiîliğe mensup
toplulukları fütüvvet idealinde ve halifenin riyâsetinde birleştirmeyi amaçladığı için,56
bu yolla Sünnîlik ve İmâmiyye Şiîliğini yakınlaştırıp İsmailîlere karşı yürütülen
mücadeleyi destekleyici mahiyete sahip bir fütüvvet ideali ortaya konularak Abbasi
halifeliğinin güçlendirilmesi maksadıyla ortaya çıkmıştı.57 Halife, o dönemlerde Abbasî
hilâfeti için büyük tehlike arzeden Batınî faaliyetlere karşı Sünnî ve Mûtedil Şiî ittifakını
sağlarken fütüvvet birliklerinden faydalanmıştı.58
Anadolu’da telif edilen fütüvvetle ilgili eserler, yazarlarına göre farklılık arz
etmekle birlikte, Şiî mahiyette değildi. Daha ziyâde, bu eserlerin Halife Nâsır’ın, farklı
mezheplerin nazarî sistemlerini uzlaştırmak isteyen yarı Hz. Ali yanlısı anlayışı doğrul-
tusunda yazılmış oldukları söylenebilir. Bununla birlikte, tarihî süreçte
fütüvvetnâmelere göre muhtevası ve imajı birbirinden çok farklı bir fütüvvet anlayışının
ortaya çıktığı görülmektedir. Esasen her yerde fütüvvetin varlığından söz edilebilirse de,
aralarında gerek teşkilat gerekse ruh olarak tam bir birlik olduğu anlamına
58 Ahmet Tabakoğlu, “Türk Çalışma Hayatında Fütüvvet ve Ahilik Geleneği”, Kaynaklar Dergisi, 2 (1984)
İstanbul 27.
59 Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, 86.
Meselâ Anadolu Ahiliğinde, 676/1277 tarihli Ahi Evran Vakfiye metninde de yer
alan “bizi Ehl-i Sünnet ve kitaptan ve amelleri hayrolan Mü’minlerden kılsun” duası bu
geleneğin Sünnî olgu olduğuna işaret eden önemli bir kayıttır.62 Bir araştırmanın tespit-
lerinde de Ahi-fütüvvet teşkilatı mensuplarının fütüvvetnâmelere göre tevhid, nübüvvet
ve mead konuları gibi temel inançlarda kitabî din anlayışına uygun Sünnî inanç yapısına
sahip oldukları, onların, ibâdetlerin îfâsında, kendi zâviyelerinde mensuplarına verdik-
leri eğitimde Sünnî inanç esaslarına uygun bir tavır sergiledikleri görülmektedir.63
Konuya ilişkin yapılan araştırmaların tespitlerine göre, XV. XVI. yüzyıllarda telif
edilen fütüvvetnâmelerde açık bir şekilde Şia etkisi görülmektedir.66Şeyh Seyyid Gaybi
Oğlu Şeyh Seyyid Hüseyin’in Fütüvvetnâmesi, 67 adetâ Safevî Devleti’nin propagandasını
yapan Seyyid Muhammed’in Fütüvvetnâmesi gibi fütüvvetnâmeler68 ve Bursa’da Şafiî Ka-
dısı olarak görevli olmakla birlikte, kendi Şiî mezhebi mensûbiyetinitakiyye yaparak
gizleyen Şiî Seyyid Muhammed Hüseyin er-Radavî’nin 931/1524 yılında yazdığı
Miftâhu’d-Dakaaık fî Beyâni’l-Fütüvveti ve’l-Hakaaık adlı fütüvvetnâmesinin Şia
propagandasını daha açık bir şekilde yaptığı ifade edilmektedir.69Bu eserlerin kendinden
sonraki fütüvvetnâmelere kaynaklık ettikleri de tespit edilmektedir.70 Seyyid Hüseyin’in
ve özellikle Radavî’nin fütüvvetnâmeleri yüzünden Osmanlı ülkesinde Sünnî ulemânın
fütüvvetin aleyhinde bulunmaya başladığı meselâ Belgratlı Münirî (1035/1625)’nin
fütüvvet aleyhinde Nisâbu’l-İntisab ve Âdâbu’l-İktisâb isimli bir kitap telif ettiği
nakledilmektedir.71 Bununla birlikte XVI. yüzyılın ikinci yarısından sonra kaleme alınan
Hâcei Cân Ali Fütüvvetnâmesi’ndeki “koyu Sünnî temayül”ün de Şeyh Seyyid Hüseyin ve
Radavî Fütüvvetnâmelerindeki İmâmiye temâyüllerine târiz niteliği taşıdığı
görülmektedir.72
69 Bkz. Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”, 24-26; Gölpınarlı, Tarih Boyun-
ca İslâm Mezhepleri ve Şiîlik, 179; Radavî Fütüvvetnâmesinin farklı nüshaları arasında ilk halifeler hakkın-
da Sünnî anlayışın izlerini gösteren bir muhteva da görülmektedir. Bkz. Torun, 226-227.
70 Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”, 26, 31; M. Saffet Sarıkaya, “Alevilik
ve Bektaşiliğin Ahilikle İlişkisi-Fütüvvetnâmelere Göre-”, İslâmiyât, VI/3(2003), 95; Ayrıca bkz. Torun, 56-
58.
71 Bkz. Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”, 63-66; Gölpınarlı, Tarih Boyun-
ca İslâm Mezhepleri ve Şiîlik, 180; Daha önceki yıllarda da, meselâ, Fütüvvetin kökeninin Hz. Ali’ye dayan-
dırılmasına karşı çıkan bir tavra örnek olarak Şeyh Zeyneddin Ebû Hafs Ömer İbn-i Muzaffer İbn-i ömer
el-Verdî eş-Şâfiî (749/1349)’nin divanında bulunan bir fetvada gösterilebilir. Bu fetva kayıtlarına göre,
“…fütüvvet ehlinin yollarını Hz. Ali’ye nispet ettiklerini fakat bunun da tamamen uydurma ve Ehl-i
Beyt’e yalan isnadından başka bir şey olmadığı” bildirilmektedir. Bkz. Torun, 10.
72 Bkz. Torun, 55.
73 Harputlu Nakkaş İlyasoğlu Ahmed, Tuhfat el-Vasâyâ, çev. Abdulbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1949-1950
(Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”, İçinde ), 228-229.
Hâce-i Cân Ali Fütüvvetnâmesi ve diğer bir çok fütüvvetnâmede, hatta İmâmiyye tema-
yüllü Radavî Fütüvvetnâmesinin bir nüshasında da görülmektedir.74
Geniş bir coğrafyada asırlardır süren bir zaman diliminde herkesin kendi
mezhep, meşrep ve mesleğine uygun telif edilmiş yüzlerce farklı fütüvvetnâmelerde,
birbirinden farklı Hz. Ali anlayışının tezâhürlerinin ortaya çıkması doğaldır. Bu bağ-
lamda denilebilir ki, fütüvvette ortaya çıkan Hz. Ali algısı, mezhebî anlayışların
fütüvvetnâmelere aksetmiş bir formudur. Hz. Ali tasavvurları mûtedil veya aşırı
noktalara kadar varan mezhebî-meşrebî mensûbiyetin çok farklı tezâhürlerini
Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”,) 312-313, 327-329, 343; Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teş-
kilatı ve Kaynakları”, 57.
77 Geniş bilgi için bkz. Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”, 57; Bedri Noyan,
VII, 264.
78 Harputlu Nakkaş İlyasoğlu Ahmed, Tuhfat el-Vasâyâ, çev. A. Gölpınarlı, (Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde
Diğer taraftan, Anadolu Ahiliğinin “akı” ve “akılık” kavramıyla ilişkili bir kurum
olarak ortaya çıkışına dâir yaklaşımlar bağlamında da, Hz. Ali yanında Hz. Osman için
de “akı” kelimesinin kullanıldığı örnekler verilebilmektedir. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu
Bilig’de “akı” kelimesine “kingelig”le yani “açık elli” ile eşanlamlı olarak yer verirken,
Hz. Peygamber’i ve Hz. Osman’ı “akı” ve “kingelig” diye 43. 55. beyitlerde “ahi ve eli
açık” diye sıfatlandırır. 58. beyitte de, seçkin kahraman, cesur, yiğit ve akıllı bir zat
olduğunu söylediği Hz. Ali’nin de “Ahilikte” çok üstün ve saygın bir yeri vardır.83
Arapçada fütüvvet ehline “fetâ” veya “fityân” denilmekte, yolları ise fütüvvet
kavramıyla ifade edilmektedir. İslam öncesi Arap toplumunda “fetâ” kelimesinin
81 Herman Thorning Beiträge zur Kenntnis des Islamischen Verenswesens –auf Grund von Bast Madad et-Taufiq
(Berlin 1913) isimli kitabından naklen, Frederik Gîze, “Osmanlı İmparatorluğunun Teşkili Meselesi”,
Türkiyât Mecmûası, 1(1925), İstanbul, 158-159.
82 Bkz. Torun, 73, 84.
83 Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig (Metin), nşr. Reşid Rahmeti Arat, İstanbul 1947, I, 22-23; Müjgan Cunbur,
“Karahanlı ve Selçuklu Dönemleri Türk Edebiyatında Ahilik”, Uluslararası Osmanlı Öncesi Türk Kültürü
Kongresi Bildirileri, Ankara 1997, 209.
Fütüvvet ahlakı arasında sayılan faziletlerden birisi de, kişinin şiddetli ihtiyaç ha-
linde bile, ‘îsâr ahlakı ile başkalarını düşünmesi, kendi ailesinden önce arkadaşlarına
acımasıdır. Sülemî, bu ahlakın bir örneği olarak Hz. Ali’nin şu halini nakletmektedir:
“İsmail ibn Ahmed el-Hilâlî… yoluyla Hz. Ali’den duyduk ki, Allah’ın Resûlü (s.a.v)’in
kızı Fatıma, kendisinden bir hizmetçi istemiş, Hz. Ali cevaben demiş ki: ‘Ehl-i Suffayı
84Torun, 3-4.
85 Fatih Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Şeriyye kısmı No: 1352’den alınmış (Kaan Yılmaz, Burgâzî,
Fütüvvetnâme, Dil İncelemesi-Metin-Sözlük, 2006 (Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Li-
sans Tezi ekinde) Fütüvvetnâmenin fotokopyası, 10/a, 10/b
86Burgâzî, Fütüvvetnâme, Dil İncelemesi-Metin-Sözlük, 18/a, 18/b; Murad Molla Ktp. Abdulhamid I Kitapları,
No: 1447’deki mecmuadan naklen Ali Torun, Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvetnâmeler, Ankara 1998, 44.
52 Doç. Dr. Yusuf Benli
bırakayım karınları açlıktan bükülsün, sana hizmetçi tutayım öyle mi?”87 Elindekini baş-
kalarına vermesinden dolayı kış günü yazlık elbise içinde tir tir titremesi gibi örnek de
bu meyanda verilebilir.
Fütüvvet; sıdku safâ, ahde vefâ, emanete riâyet, edep ve haya, şiddetli derecede
kerem ve cömertlik gibi güzel vasıflar olarak tavsif edilmiştir. Bütün bu vasıfların Hz.
Ali’de bulunduğu ifade edilmiş,89 tahkîk ehli nazarında dünya ve ahirette nefsini halka
bağışlamak şeklinde açıklanmış “Lâ fetâ illâ Aliyy-Ali’den başka fetâ yoktur” sözü ile
fütüvvetin örnek şahsiyeti Hz. Ali kabul edilmiştir.90 Bunu hemen bütün
fütüvvetnâmelerde görmek mümkündür. Fütüvvet ehli olmanın Hz. Ali gibi olmaya
heveslenmek anlamına geldiği anlatılmaya çalışılmıştır.91
Hz. Ali Bedir, Uhud, hendek ve Hayber gibi bütün gazalarda bulunmuş,
olaganüstü gayret ve kahramanlıklar göstermiştir. Gazaların çoğunda Hz. Peygamber’in
bayrağını Hz. Ali taşırdı. Hz. Peygamber tarafından hediye edilen Zülfikâr (iki uçlu)
87 Abdurrrahman Muhammed İbn el-Hüseyin es-Sülemî, Tasavvufta Fütüvvet, çev. Süleymen Ateş, Ankara
1977, 28.
88Keşfu’l-Esrâr ve İddet el-Ebrâr adlı Farsça tefsirinde (Süleymaniye Kütüphanesi, Yenicâmi, Hadice Turhan
Kitapları, No, 43), v.613a’dan naklen Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakla-
rı”, 10.
89Radavî Fütüvvetnâmesi (Bursa Müzesi Ktp. E 54/85) 3a-3b’den naklen Torun 68.
90 Cemâleddîn Ahmed ibn Aliyy ibn el-Hüseyin İbn Aliyy ibn Muhennâ’nın Umdetu’l-Tâlib fî ensâb-ı Ali Ebû
Tâlib isimli eserin haşiyesi Necef-i Eşref, Haydariyye Matbaası, 1918-1337, 159’den naklen Gölpınarlı, “İs-
lam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”, 8/2. Dipnot).
91Esrar Dede Fütüvvetnâmesi (Ankara Milli Ktp. B.346/33), 148b’den naklen Torun, 69.
isimli kılıcını bir gazada büyük bir maharetle kullandığı esnada, hakkında “Ali’den baş-
ka fetâ yok, Zülfikar’dan başka kılıç yok” sözünün söylendiği rivâyet edilir.92 Hz. Ali’nin
kendi katline sebep olan İbni Mülcem hakkındaki muamelesi, muharebede yere yıktığı
düşmanını affetmesi, kendisiyle harbetmiş bir hasmının öldürülmesi karşısında duydu-
ğu teessür, onun yiğitliğinin delilleri olarak verilir. Hz. Ali hayatı boyunca, güçlü oldu-
ğu yerde affetmek, öfke anında yumuşaklıkla muamelede bulunmak, düşmanları hak-
kında bile hayırhahlıktan geri kalmamak gibi fütüvvet şuurunun örneklerini göstermiş-
tir.
Hz. Ali, aynı zamanda fütüvvet ehlince her bakımdan örnek alınan ve alınması
gereken bir model şahsiyet olarak gösterilmektedir. Burgâzi Fütüvvetnâmesi’nde Hz.
Ali’nin siyah renkli elbise giydiği, Ahilerin de siyah elbise giymeleri gerektiği, kızıl ve
92 Adem Ceyhan, Türk Edebiyatında Hazreti Ali Vecizeleri, Ankara 2006, 46; Hz. Ali’nin, kılıcı zülfikarla yaptığı
menkıbevî mücadeleleri farklı varyantlarla fütüvvetnâmelerde yer almaktadır. Bkz. Torun, 495.
93 Sülemî, Risâletü’l-Melâmetiyye isimli risâlesi’nden naklen Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet
Teşkilatı ve Kaynakları”, 7.
94 Bkz. Torun, 473-474, 480, 482-483.
95 Necm-i Zer-kûb, Fütüvvetnâme, çev. A. Gölpınarlı, (Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve
Kaynakları”,) 245-247.
96Burgâzî, Fütüvvetnâme, Dil İncelemesi-Metin-Sözlük, 43/b.
97 Torun 100.
98 Seyfî kolu hakkında bilgi için bkz. Nâsırî,327; Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kay-
nakları”, 246-247; Müjgan Cunbur, “Anadolu’da Ahilerin Seyfî Kolu”, Türk Kültürü, XIII/153-155 (1975),
Ankara, 283-284; Bütün fütüvvet zincirlerinin Selmân el-Fârisî’ye bağlandığı iddiası ise farklı bir olaydır.
Louis Masignon, La Futuwwa, Publication/dela siciètèdes Etudes İranniennes, No 7, Paris 1934, 175’den nak-
len Bedri Noyan, VII, 253.
98 Torun, 99-100.
54 Doç. Dr. Yusuf Benli
sarı renk giyerler ise fütüvvetten ırak olacakları ifade edilir.99 Yatağa yattığında sağ ya-
nına yatması ve Hz. Ali’nin kavlince on kez istiğfar getirmesi100 gibi örnekler bu hususta
çoğaltılabilir.
Hz. Ali’nin isminin geçtiği fütüvvet silsilelerinde, genellikle fütüvvet Hz. Adem
(a.s)’den başlatılarak Hz. Muhammed (s.a.v) ve Hz. Ali’ye intikal ettirilir. Fütüvvet
elbisesi şalvar ve şed’dir. Hz. Peygamber’e Cebrail vasıtasıyla hırka ve fütüvvet libası
gelmiş o da bunları Hz. Ali’ye vermiştir. Bununla birlikte, Burgâzî Fütüvvetnâmesi’nde
Hz. Ali’ye fetâlığın Hz. Peygamber’den intikal ettiği, Hz. Ebûbekir dünyadan intikal
ettiğinde vaktin şeyhliğini Hz. Ali’ye verdiği kabul edilir.106
Seyyid Gaybi Oğlu Şeyh Seyyid Hüseyin’in Fütüvvetnâmesi, Hz. Ali’nin Hz,
Peygamber tarafından vâsî ve halife tayin edilip,bu hususun sahabeye tebliğ olunduğu,
Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye kuşak kuşattığı, onu kendisine kardeş edindiği, helva
103 M. Mole, “Ali b. Şihâbeddîn-i Hamadânî’nin Risâla-i Futuwwatiya’si”, Şarkiyat Mecmuası, IV (1961), İs-
tanbul, 36,46-47.
104 Bkz. Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, 20-21.
105Fütüvvetnâme, Fatih Millet Ktp, yazma No 900’den naklen Sabri F. Ülgener, “14. Asırdanberi Esnaf Ahlakı
Hz. Ali’nin belini bağladığı kabul edilen onyedi kemerbeste arasında Selmân-i
Farisî,110 Ömer (veya Amr İbni )Ümeyye ed- Damirî, Bilâl-i Habeşî, Süheyl (Süheyb-i
Rûmî), Hasan-ı Basrî, Ebû Zer Gıffârî, Abdullah ibni Abbas, Muhammed b. Ebûbekr,
Malik-i Ejder, Kanber gibi şahsiyetler yanında Zünnûn-ı Mısrî, Kümeyl İbni Ziyâd gibi
farklı zamanda yaşadığı bilinen isimlere de yer verilmektedir.111
Diğer taraftan, Hz. Ali’nin elli bir kimsenin belini bağladığı ve otuz sanatın
onlara nispet olunduğu112 da nakledilir. Buna göre meslek piri, Hz. Ali’nin kemer-
bestelerinden biri veya bu kemer-bestelerden icâzet alan bir sahâbe veya tabiînden biri
olmalıdır. Peygamberler yoluyla gelen sanatlar, Hz. Peygamberden Hz. Ali’ye ondan da
kemer-besteleri vasıtasıyla günümüze intikal eder. Bu itibarla her sanatın İslam öncesi
bir Peygambere ve İslam’da da bir kemer-besteye nispeti vardır.113
107 Abdulbaki Gölpınarlı, “Şeyh Seyyid Gaybi Oğlu Şeyh Seyyid Hüseyin’in Fütüvvetnâmesi”, İÜİFM, XVII/ 1-4,
(1955-1956), 51, 73-74.
108 Torun, 53.
109 Torun 154; Geniş bilgi için M. Saffet Sarıkaya’nın Fütüvvetnâme-i Câfer Sâdık’la ilgili İncelemesine bkz.
111 Radavî Fütüvvetnâmesi (Ankara Genel Ktp. 142/2) 23b-36a; Şeyh Abdulkadir Fütüvvetnâmesi (Çorum İl
Halk Ktp. No. 885), 1b-5a’dan naklen Torun 159-162, 167; Ayrıca bkz. Fütüvvetnâme-i Câfer Sâdık, Haz. M.
Saffet Sarıkaya,35-37, 60-61, 133, 163-167.
112 Geniş bilgi için bkz. Şeyh Musâ Fütüvvetnâmesi (Süleymaniye Pertev Paşa, 613/18) 3b, 4a-29b’den naklen
Bazı hirfet kolları/meslekler Hz. Ali’ye nispet edilmez. Bazı mesleklerin Hz.
Ali’ye ulaşan silsilelerine ilişkin bilgiler fütüvvetnâmelerde birbirinden farklılık
arzetmektedir. Kimi zaman Hz. Ali’ye ulaştırılan silsilede yer alan şahsiyetler, çok farklı
bir zaman diliminde yaşamış olmasına rağmen, birbirinin muasırı gibi gösterilmektedir.
Metne, fütüvvetnâmelerde Hz. Ali algısının örnekleri olarak pek çok şey ilâve
edilebilir. Ancak, makale sınırlarını zorlamadan mevcut örneklerle iktifa ediyoruz.
VI. Sonuç
Fütüvvet teşkilatları yayıldıkları coğrafyada doğal olarak bölgesel faktörlerin
tesiri altında kalmıştır. Fütüvvet, toplumun bütün kesimlerine açık bir müessese olarak
bünyesinde Sünnî, Şiî, Bâtınî vb. nitelikli farklı unsurları barındıran bir kurum olarak
114Şeyh Musâ Fütüvvetnâmesi (Süleymaniye Pertev Paşa, 613/18) 8a-b, 10b, 11b, 12b, 13b, 14b, 16b, 17 a, 18a-
18b, 23a, 26b, 27a, 28a, 28b, 29a, 29b; Radavî Fütüvvetnâmesi (Ankara Genel Ktp. 142/2) 12a, 25b-26a, 28a,
28b, 29b, 30a-b, 31a-b, 32a, 33a, 33b, 34a, 35a, 35b, 36a, 117b; Radavî Fütüvvetnâmesi (TDK, A/332) 170; Şeyh
Abdulkadir Fütüvvetnâmesi (Çorum İl Halk Ktp. No. 885), 3b-4a; Hâce-i Cân Ali Fütüvvetnâmesi (TDK,
A/332) 72, 73, 91, 92, 109; Kitâb-ı Sakka (Millet Ktp. 800), 51b’den naklen Torun 121-153. Zikredilen meslek
dalları gibi özellikle Şeyh Musâ Fütüvvetnâmesi ve Radavî Fütüvvetnâmesi’nde yer verilmiştir.
Ahiliğin sosyal alt yapısını teşkil eden biri şehirli ve kitabî İslam anlayışı, diğeri
göçebe çevrelerde sözlü gelenekle yayılan, muhtelif inanç ve kültürlerin etkilerine açık
bir İslam anlayışının Hz. Ali’yi algılayışlarındaki farklılıklar da fütüvvetnâmelere bir
şekilde yansımıştır.
Ayrıca, tarihî dönemde Ahiliğin, Hz. Ali hakkındaki bazı tasavvurlarıyla Şiî
fikirlerin bazı çevrelerde yayılmasında, özellikle Safevîlerin Şiî propagandası için yararlı
bir zemin oluşturmasında işlevi olabileceği düşünülmektedir.
Belli dönemlerde özellikle Irak ve Fars bölgelerinde etkinliği olan Şiîliğin, Hz. Ali
ile ilgili bazı yaklaşımlarıyla birlikte fütüvvet üzerinde görülen izleri, kimi yazarlar
tarafından fütüvvet hareketinin Şiîliğe nispet edilme sebebi olmuştur. Diğer taraftan,
fütüvvet ehline dair tarihî rivâyetlerden ve bir kısım fütüvvetnâmelerden hareketle
Sünnî Müslümanların Hz. Ali ve diğer halifelere dair anlayışlarıyla uygunluk arzeden
bazı deliller çerçevesinde fütüvvet hareketinin kesinlikle Şiîlik olmadığı yolunda tezler
de ileri sürülmüştür.
Kaynakça
AKA, İsmail (1993). “X. Yüzyıldan XX. Yüzyıla Kadar Şiîlik” Milletlerarası Tarihte ve
Günümüzde Şiîlik Sempozyumu, İstanbul .
AKÇA-Gürsoy - Demirpolat, Anzavur (2003), “Heterodoxy-Orthodoxy Tartışmaları ve
Türk Fütüvvet Teşkilatı (Ahilik)”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, S.10.
ANONİM, (1952). Tarihi Âli Selçuk, çev. Feridun Nafiz Uzluk, Ankara.
ANONİM, (1984). İstanbul’un Fethinden Önce Yazılmış Takvimler, yay. Osman
Turan, Ankara.
AYDINLI, Osman, (2003), Mu’tezilî İmâmet Düşüncesinde Farklılaşma Süreci, Ankara.
BAYRAM, Mikâil, (1991), Ahi Evran ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya.
BAYRAM, Mikâil, (2001), Tarihin ışığında Nasreddin Hoca ve Ahi Evren, İstanbul.
BİRDOĞAN, Nejat (1993). “Anadolu Aleviliğinin Bugününe Ahiliğin Etkileri”, I.
Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Proğram Ve Bildiri Özetleri,
Ankara.
BOZKUŞ, Metin (2005). “Ahilik’te Mezhep Olgusu”, I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik
Araştırmaları Sempozyumu, Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi, yay.,
Kırşehir I, ss.187-199.
CAHEN, Claude, (1982). “Osmanlılardan Önce Anadolu’da Şiîlik Problemi”, çev. Sabri
Hizmetli, AÜİFİİD, V Ankara.
CAHEN, Claude, (2000). Osmanlılardan Önce Anadolu, İstanbul .
CEYHAN, Adem, (2006). Türk Edebiyatında Hazreti Ali Vecizeleri, Ankara.
CUNBUR, Müjgan, (1975). “Anadolu’da Ahilerin Seyfî Kolu”, Türk Kültürü, XIII/153-
155 Ankara.
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 61 - 105
Özet
Kur’an’da birçok âyette adaleti engelleyen psikolojik ve sosyal faktörlere
işaret edilir. Kur’an’da sadece sorunu ortaya konulmakla yetinilmez, aynı zamanda
çözüm önerileri de sunulur. Bu öneriler daha çok manevî niteliklidir. Allah’a ve
âhirete iman, adaleti engelleyen faktörlerle başa çıkabilmenin çaresi olarak gösterilir.
Anahtar Kelimeler: Adalet, psikoloji, Kur’an, heva, merhanmet
Abstract
Psychological and social factors that obstruct the justice are explained in the
most verse of the Koran. Koran not only to be satisfied with the bring up a problem
but also presents solutions. These solutions have got spiritual characteristic. Belief to
Allah and the next Word is indicated as the solution to cope with the factors that
obstruct the justice.
Key Words: Justice, psychologial, Koran, desire, mercy
Giriş
Sosyal ahlâk açısından adalet, her zaman ve koşulda taraf tutmadan hak
ölçülerine göre dengeli ve dürüst davranabilme yeteneğidir. Dürüst ve tarafsız bir
seyirci gibi, kendinin başkası ile olan ilişkilerini, iki başka şahıs arasındaki münasebetler
gibi değerlendirebilmektir. Hüküm vermede ve davranışlarında tarafsız, ilkeli olmak,
eşitliği gözetmek, menfaat, yakınlık bağları, düşmanlık ve önyargı gibi faktörlerin etkisi
altında kalmadan hareket edebilmektir. Toplumda geçerli olan kuralların
3
uygulanmasındaki tarafsızlıktır. Adaletsizlik, aynı suçu işleyen birinin cezasız kalması
ya da az ceza alması, başkasına ise çok ceza verilmesidir. Bir başka deyişle, benzer
koşullarda bulunan benzer iki kişiden birine diğerinden daha iyi ya da daha kötü
muamele etmek adaletsizliktir. Zira bir toplumda insanlar kötülüklerinin, suçlarının
derecesine göre cezayı hak ederler. Hukukta adalet, kanunların eşitlik ilkesine göre,
herhangi bir menfaat ve imtiyaz gözetmeksizin herkese eşit bir şekilde uygulanmasıdır.4
Adalet, her davranışta istenen bir ölçüt olmakla birlikte, asıl merkezî ilgi alanının
yönetim ve yargı olduğu görülür.5
Psikolojik bir eğilim olarak adalet, bireyi başka insanlara zarar vermemeye
sevkeder. İnsanlığa ait bir eğilim olarak bu eğilim, kişiyi aile, ulus, ırk ve benzeri
farlılıklar gözetmeden bütün insanlığa bağlar.6
İnsanlar arasında adaleti sağlamakla görevli kimseler birer otomat olmayıp farklı
kişilik ve düşünce yapısına sahip bulunabilmektedirler. Bu durum, adalet görevinde yer
alan kimselerin farklı sosyal, ekonomik ve dünya görüşü çevrelerinden gelmelerinden,
hatta farklı mizaçlara sahip olmalarından kaynaklanabilmektedir. Hakimlerden,
kendilerini her türlü psiko-sosyal etkiden uzak tutmaları, soğukkanlı olmaları beklense
de, taraflara ya da şahitlere karşı bilinç dışı bir sempati ya da antipati
besleyebilmektedirler. İşte bütün bu gerçekler adalet dağıtma işini zorlaştırmaktadır.7
Sadece adalet dağıtma, yasaları uygulama konumunda olanlar değil, adalet alma,
yargılanma konumunda bulunanlar da kendilerini yasalar karşısında başkalarıyla eşit
3 Adaleti yerine getirmek için gerekli olan tarafsızlık ve davaya duygusal yaklaşmama özelliklerine sahip
olmadığı için, düello hem genel hukuk hem de ahlâk adına kötü bir uygulamadır. Çünkü düello edenle-
rin her biri, aynı zamanda hem hakem hem de davalı konumundadırlar. (Alexis Bertrand, Ahlâk Felsefesi,
Çev. Zeki Salih, Seba Yayınları, Ankara, 1999, s. 139)
4 William Frankena, Etik, Çev. Azmi Aydın, İmge Kitabevi, 2007, Ankara, s. 97; Andre Lalande, Kısa Gerekçeli
Pratik Ahlâk, Çev. M. Coşkun Değirmencioğlu, M.E.B., İstanbul, 2003, s. 37; Erol Güngör, Ahlâk Psikolojisi
ve Sosyal Ahlâk, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1995, s. 104; Ali Seyyar, Ahlâk Terimleri, Beta Basım Yayım, İs-
tanbul, 2003, s. 3; Hayati Hökelekli, Ailede Okulda Toplumda Değerler Psikolojisi ve Eğitimi, Timaş Yayınları,
İstanbul, 2011, s. 49; Mehmet Ali Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yayınları, İstanbul,
2004, s. 13; Cihan Yamakoğlu, Ailede Toplumda İş ve Devlet Hayatında İnsan İlişkileri, Ankara, 1996, s. 176;
Yusuf Açıkel, “Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajlarından “Adâlet” Prensibi”, VI. Kutlu Doğum Sempoz-
yumu Tebliğleri, 21 Nisan, 2003, Isparta, s. 71.
5 Orhan Atalay, Bilinç ve Put, Bilge Adam Yayınları, Van, 2007, s. 76.
7 Mustafa Tören Yücel, Adalet Psikolojisi, Basım yeri belli değil, tsz., s. 108-109.
Adaletin söz konusu olduğu alanlardan birisi şahitliktir. İnsanlar dinî ve siyasî
ihtiraslarla, garez, haset, kin gibi duyguların etkisiyle, menfaat beklentisiyle şahitlikte
tahrife gidilebilmektedir. Burada söz konusu olan tahriflerin bilinçli ve irâdî olduğunu
görmekteyiz. Şahit ile mağdurun aynı sosyal sınıftan olması da şahitliği etkiler. Örneğin
aynı amele / işçi sınıfından olan kişiler arasında sosyal dayanışma etkili olabilir. Şahit
kendisiyle aynı sosyal sınıftan olan mağduru çekici bulabilir.10
İslâm’a göre bütün insanlar adalet önünde eşit haklara sahiptirler. Hâkimler,
yargılama görevini yerine getirenler, huzurlarına çıkan bütün insanları tarafsızca yargı-
8 Cevdet Said, Adem’in Oğlu Habil Gibi Ol, Çev., Abdi Keskinsoy, Pınar Yayınları, İstanbul, 2000, s. 223.
9 Çoğu toplumlar erkeğin cinsel alanda işlemiş olduğu suçlara normal, hatta basit bir şeymiş nazarıyla ba-
karlar. Çünkü erkeğin işlediği cinsel hatanın, ailesinin ve çoluk çocuğunun şerefine leke getirmeyeceğine
inanırlar. İşlenen cinsel suçun doğuracağı sonuçların, erkeğin bedeninde iz bırakmayacağı, karnında bir
kadının çocuğunu taşımayacağı düşünülür. Oysa işlenen cinsel suçun eserinin kadının bedeninde görüle-
ceği, karnında bir erkeğin çocuğunu taşıyacak olması değerlendirmesi yapılır. İslâm dini, kadın olsun er-
kek olsun cinsel suçları işleyenlere karşı adil davranır ve eşit yaptırım uygular. (Muhammed Kutub, İslâm
ve Materyalizme Göre İnsan, Çev. Kemal Sandıkçı, Şamil Yayınevi, İstanbul, tsz., s. 452)
10 E. L. de Kerdaniel, Şahitlik ve Şahidin Psikolojisi, Çev. Rasih Yeğengil, Adliye Vekilliği Neşriyatı, Ankara,
1937, s. 34-35.
11 Mustafa Çağrıcı, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, M.Ü.İ.F.V. Yayınları, İstanbul, 1989, s. 126.
12 Afzalur Rahman, Bir Yönetici ve Devlet Adamı Olarak Hz. Muhammed, Çev. Talha Özkök, İnkılâb Yayınları,
İstanbul, 2008, s. 108; Nihat Temel, Kur’an Aydınlığında Müslümana Yol Haritası, Ensar Neşriyat, İstanbul,
2008, s. 650; Musa Bilgiz, Kur’an Açısından Vicdan ve Değeri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2007, s. 85-86.
64 Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu
lamakla yükümlüdürler. İnsanlar arasında hüküm verirken dinî inanç farkı gözetmeden,
akraba, ırk, soy, makam, mevki ayrımı yapmadan adaleti dengeli bir şekilde dağıtmalı-
dırlar. İslâm’ın adil toplum anlayışına göre, Allah’ın kanunlarının zengine fakire, yöne-
ticiye yönetilene aynen uygulanmasıyla adalette eşitlik sağlanır.13
Adalet, dünyanın her yerinde, her durumda ve herkes için geçerli olan bir
ilkedir. Karşımızdaki kimse, iyi-kötü, güçlü-zayıf, Müslüman-gayr-ı Müslim, sevdiğimiz
ya da nefret ettiğimiz birisi olabilir. Kim olursa olsun ona karşı adil davranma
sorumluluğumuz vardır. Adil olma konusunda, duygu ve eğilimleri insanı zorlayabilir.
Sevdiği kimseyi koruyup kollayabilmek için ona farklı; sevmediği, nefret edip kin
duyduğu kimseye ise daha farklı davranabilir. Ya da çevrenin etkisiyle, baskısıyla
taraflar arasında ayrım gözetebilir.14
Kur’an’ın ele aldığı bazı konular esas itibariyle insanlar arası ilişkilerin bir
boyutunu oluştursalar da aynı zamanda Allah-kul ilişkisi olma özelliğini hiçbir zaman
13 Abdülaziz Abdülkadir Kâmil, İslâm’a Göre Irklar ve İnsanlar, Çev. Cemal Aydın, Timaş Yayınları, İstanbul,
1997, s. 76; Orhan Koloğlu, İslâm’da Değişim, Gür Yayınları, İstanbul, 1993, s. 19; Muhsin Demirci,
Kur’an’da Toplumsal Düzen, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2005, s. 216.
14 Yaşar Fersahoğlu, Din Öğretiminde Duygu Eğitimi, Marifet Yayınları, İstanbul, 1998, s. 91-92.
15 İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, D.İ.B. Yayınları, Ankara, 2003, s. 274; İbrahim Sarıçam,
luk ve geçerliliğini tehdit eder. (David Canter, Suç Psikolojisi, Çev. Ali Dönmez ve diğerleri, İmge
Kitabevi, Ankara, 2011, s. 347)
kaybetmezler. Başta adalet olmak üzere insanlar arası ilişkilere konu olan değerler, aynı
zamanda Allah tarafından kullarına emredilmiş, buyrulmuş birer yükümlülüktür.
Kulun bu tür yükümlülükleri yerine getirmesinde en etkili motivasyon kaynağı, Allah
ile yapmış olduğu iman sözleşmesidir. Araştırmamızda ele aldığımız âyetlerde, adaleti
engelleyen psiko-sosyal faktörlerle başa çıkabilmede Allah-kul ilişkisinin etkisine işaret
eden vurgulara yer vereceğiz.
Kur’an konunun önemine bağlı olarak bazı sahalarda ayrıntılı ve tekrara varan
bilgiler verir. Kur’an’ın ayrıntılı bilgiler verdiği alanlardan birisi de adalettir. Allah
Kur’an’da insanlara adaleti emrederken, ayrıntılı bir şekilde, adil davranmayı
engelleyen unsurlara dikkat çekmiştir. Bu âyetler bir arada değerlendirildiğinde, hem
psikolojik hem de sosyal birçok faktörün adaletin engelleyicisi olabileceği
anlaşılmaktadır. Kur’an’ın dikkat çektiği bu konuya dair âyetleri birlikte
değerlendirmek, dinî literatüre yeni bir bakış açısı getireceği gibi, mümin bireylere
“nasıl adil olmaları gerektiği” konusunda yol gösterecektir.
Adil davranmaya engel olan faktörlerle ilgili âyetleri sınıflarken önce “hevâ”
olgusunu esas aldık. Hevâ olgusu, iki âyette adaletin önündeki engellerden birisi olarak
17 Muhammed el-Behiy, İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Çev. Ali Turgut, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1995,
s. 214; Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 119-120; Kerim Bula-
dı, “Kur’an ve Adâlet (Toplumda Barış Güven ve huzuru Sağlayan İlke: Adâlet)”, Diyanet İlmi Dergi, sa-
yı: 38/1, 2002, s. 27; Bilal Tan, Kur’an’da Hikmet Kavramı, Pınar Yayınları, İstanbul, 2000, s. 39.
66 Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu
I. Hevâ
24 Ahmet Gürbüz, Harabede Define: Tasavvuf Felsefesinde Temel Vurgular, İnsan Yayınları, İstanbul, 2003, s. 212;
Kadir Polater, Kur’an Açısından Adâlet ve Zulüm, Doğu Yayınları, Erzincan, 2008, s. 159.
25 Nurettin Topçu, Ahlâk, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2005, s. 94; Musa Bilgiz, Hayırlı Çocuk Yetiştirmenin
Temel İlkeleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2006, s. 85; Bilgiz, Kur’an Açısından Vicdan ve Değeri, s. 87.
26 Ömer Aydın, Kur’an-ı Kerim’de İman Ahlâk İlişkisi, İşaret Yayınları, İstanbul, 2007, s. 151; el-Behiy, s. 214;
Akyüz, s. 120.
“Ona dedik ki: “Ey Dâvûd! Gerçekten biz seni yeryüzünde halife yaptık. İnsanlar
arasında hak ile hüküm ver. Nefis arzusuna uyma, yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır.
Allah’ın yolundan sapanlar için hesap gününü unutmaları sebebiyle şiddetli bir azap vardır.”28
Rivayet edildiğine göre, Hz. Dâvûd, adının Urya olduğu söylenen bir adamın
karısıyla evlenmek istemiştir. Bu istek, halktan birisi tarafından değil, Hz. Dâvûd gibi
güçlü bir kral, önemli bir şahsiyet tarafından yapılmıştır. Kadının kocası ise sıradan bir
vatandaş idi. Hz. Davud, evlenme teklifinde bulunmakla birlikte, herhangi bir cebir ya
da zorlama söz konusu değildi. Ama yine de sıradan bir vatandaşın, böyle bir teklifin
altında ezilmesi mümkündür. Urya henüz Hz. Dâvud’a bir cevap vermeden, halk
arasından iki sâlih insan Dâvûd’un huzuruna çıkmışlardır. Aralarındaki bir dava için
27 Ali Haydar Taner, Psikoloji, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, s. 187; İbrahim Alâettin Gövsa, Çocuk Ruhu,
M.E.B., İstanbul, s. 267; Yurdagül Mehmedoğlu, Ahlâkî ve Dinî Gelişim, Morpa Kültür Yayınları, İstanbul,
2004, s. 130.
28 Sâd, 38/26.
68 Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu
29 “Sana davacıların haberi geldi mi? Hani onlar duvarı aşarak mabede girmişlerdi. Hani Dâvûd’un yanına girmişlerdi
de Dâvûd onlardan korkmuştu. Onlar, “Korkma! Biz, iki davacı grubuz. Birimiz diğerine haksızlık etmiştir. Ara-
mızda adaletle hükmet. Zulmetme ve bizi hak yola ilet” dediler. İçlerinden biri şöyle dedi: “Bu benim kardeşimdir.
Onun doksan dokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken ‘Onu da bana ver’ dedi ve tartışmada
beni bastırdı.” Davud dedi ki: “Andolsun, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemek suretiyle sana zul-
metmiştir. Esasen ortakların pek çoğu birbirine haksızlık eder. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler başka. Onlar
da pek azdır.” Dâvûd, bizim kendisini imtihan ettiğimizi anladı. Derken Rabbinden bağışlama diledi, eğilerek secde-
ye kapandı ve Allah’a yöneldi. Biz de bunu ona bağışladık. Şüphesiz katımızda onun için bir yakınlık ve dönüp gele-
ceği güzel bir yer vardır.” (Sâd, 38/21-25)
30 Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, Çev. Muhammed Han Kayani ve diğerleri, İnsan Yayınları, İs-
rut, tsz., V/90; Ebû Abdullah Muhammed İbn Ahmed el-Kurtûbî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’l-
Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, XV/124; Muhammed İbn Ali İbn Muhammed eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, el-
Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut, 1995, IV/532; Abdullah İbn Ahmed en-Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-
Te’vîl, Dâru’n-Nefâis, Beyrut, 1996, IV/38; Ahmed Mustafâ el-Merâğî, Tefsîru’l-Merâğî, Dâru’l-Kütübi’l-
İlmiyye, Beyrut, 1998, VIII/216; Muhammed Mahmûd Hicâzî, et-Tefsîru’l-Vâzıh, Dâru’l-Ceyl, Beyrut, 1991,
III/237; Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetü’t-Tefâsîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, tsz., III/56; Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, tsz., VI/4093; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’anı Ke-
rim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 1985, VI/3031
hükümlere uy. İşte halîfe olmanın anlamı budur; sen en adil olan Allah’ın halifesisin.
Kullar arasında hüküm vermede, Allah’ın emrinin hilâfına hevâya tâbi olma, nefsinin
arzularının peşinden gitme, keyfine göre yargılama yapma. Gerek adaletin uygulaması
konusunda, insanlar arasında hüküm vermede gerekse diğer dinî ve dünyevî işlerde,
hevây-ı nefse uyma.32
Âyette ifade edildiği şekliyle, Hz. Dâvûd, “nefsin hevâsı”ndan değil, “hevâya
tâbi olmak”tan sakındırılmıştır. Çünkü nefis, insanı haksız hükümde bulunmaya
meylettirir. Nefis hevâya göre davranır, haz ve zevklere meyleder. Onun tabiatı
böyledir.33 “Hevâ”, insanı maddî hazlara dalmaya teşvik eder. Maddî hazlara dalmak
da, kalıcı iyi ameller işlemekten, manevî mutluluğu aramaktan alıkoyar.34
Hz. Dâvud’a emredilen adil olma emrinin, daha önceki âyette anlatılan olayla
ilişkisi vardır. Burada, Hz. Dâvud’un uyarıldığı, evlenmek istediği kadınla ilgili
meselede adil olmadığı, nefsinin hevâsına uyduğu anlaşılmaktadır.35
Hevâya uymak seni Allah yolundan, O’nun doğru dininden, O’na itaatten
saptırır. İlâhî hükümlere uymaktan uzaklaştırır. Allah’ın yolundan sapmak ise kötü
azaba uğramaya sebep olur. Allah yolundan / dininden sapanlar, hüküm verme
yetkisinin kendilerine ait olduğunu zannedenler, Allah’ın hükümlerinden başkasını
uygulayanlar, hesap gününün dehşetini unuttukları, o günün varlığına iman etmedikleri
ve o günü dikkate alarak amelde bulunmadıkları için, kendilerine çok şiddetli bir azap
vardır. Burada Yüce Allah hevâya tâbi olmanın ve sapıklığa düşmenin sonucunu
açıklamaktadır.36
Hevâya tâbi olmanın insanı adaletsizliğe sevk edebileceğine dikkat çeken Yüce
Allah, hevânın yönlendirmesinden kurtulmanın, dolayısıyla da adaleti sağlamayı
önceleyen bir kişilik yapısına sahip olmanın kaynaklarını gösterir. Kur’an’a göre,
hevânın etkisinden kurtulmanın çarelerinden birisi, sağlam, aktif, işlevsel bir âhiret
inancına sahip olmaktır. İnsan, bir tarafta hevânın yönlendirmeleri, diğer tarafta ise
adaletin gereğini yerine getirme durumu arasında bir çatışma yaşayabilir. Dindar
32 el-Mâverdî, V/90; e-Kurtubî, XV/124; eş-Şevkânî, IV/532; en-Nesefî, IV/38; el-Merâğî, VIII/216; Hicâzî,
III/237; es-Sâbûnî, III/56; Yazır, VI/4093; Bilmen, VI/3031.
33 Ebû Mansûr Muhammed İbn Muhammed İbn Mahmûd el-Mâtürîdî, Te’vilâtu Ehli’s-Sünne, Müessesetü’r-
36 el-Mâverdî, V/91; er-Râzî, IX/386; eş-Şevkânî, IV/532; en-Nesefî, IV/38; el-Merâğî, VIII/216-217; Hicâzî,
bireyin âhiret bilinci, dünyadaki amellerini âhirette karşılığını göreceği inancı, adaletten
yana tercih yapmasını sağlar, hevâsının isteklerini böylece bastırır.
“Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için
şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya
fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok
kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği)
çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla
haberdardır.”37
37 Nisâ, 4/135.
38 el-Kâdi Nâsiruddîn el-Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1988,
I/242; el-Kurtubî, V/263; Hicâzî, I/440; Abdurrahman İbn Nâsır es-Sa’dî, Teysîru’l-Kerîmi’r-Rahmân fî Tefsîri
Kelâmi’l-Mennân, Müessetü’r-Risâle, Beyrut, 1996, s. 172; es-Sâbûnî, I/310; Hasan Basri Çantay, Kur’ân-ı
Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Elif Ofset, İstanbul, 1992, I/146.
birini terk eden diğerini elde eder. Âdil kalabilmek için hevâyı terk etmek şarttır. 39
Âyette müminlere yapılan uyarılar şöyle devam eder: Allah, her durumda
hepinizin yapığından haberdardır. Eğer şahitlik yapmak durumunda kalır ve hakkıyla
yerine getirmezseniz, şahitliğe konu olan meseleyi çarpıtırsanız, lafı ağzınızda
gevelerseniz Allah bütün bu yaptıklarınızı bilir. Doğru şahitlikten, adil hüküm
vermekten kaçınırsanız veya büsbütün şahitlikten uzak durursanız, bilin ki, Allah
şahitlik ve onunla ilgili yapmış olduğunuz her durumdan haberdardır. Takındığınız
tutuma göre, size dünyada ve âhirette ödül ya da ceza verecektir.42
42 Ebu’l-Kâsım Cârullah Muhammed İbn Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâikı Ğavâmizı’t-Tenzîl, Dâru’l-
Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, I/563; İbn Kesîr, I/579; Ebû Bekr Câbir el-Cezâirî, Eyseru’t-Tefâsîr, Dâru’l-
Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, I/555; Yazır, III/1495; Bilmen, II/684.
72 Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu
olamazlar. Meselâ, kendi ailesinden birisine ya da sevdiği bir yakınına karşı tarafsız /
adil olamaz. Onun aleyhinde hakkı itiraf etmekte zorlanır. Hâkimlerin, yakınlarını
yargılamamalarının özünde yatan gerçek de budur.43
Soy ve yakınlık bağları insanlar için doğal bir durumdur. Haksızlığa uğrayan ya
da başına felâket gelen birinin, akrabalarını yardıma çağırması, bu bağın bir sonucudur.
Akrabası haksızlığa uğrayan bir kimse, bu durumdan müteessir olur ve bu haksızlığa
engel olma isteği duyar. Bu durum insanlık için her zaman geçerli bir olgudur.44 Haklı
olduğu durumlarda akrabaya yardım etmenin erdem olduğu bir gerçektir. Akrabalık
bağının etkisiyle, haklı olan yabancı karşısında, haksız olan akrabasına yardım etme
eğilimi duyan kimseler de olmaktadır.
Aile bağları, kan birliği, çıkar ilişkisi, sanık durumundaki kimseyle, davada
şahitlik yapan kimse arasında dayanışma hissi doğurabilmektedir. Nitekim bugün
ülkemizdeki uygulamalarda, kanun söz konusu bağların tesirini dikkate alarak, bu
nitelikteki şahitlere şahitlik vazifesiyle aile sevgisi arasında bir tercih yapma hakkı
tanımaktadır. Şahitlik yapmaya mecbur tutulmamaktadır. Çünkü şahitle sanık
arasındaki dayanışma hissi, şahidi sanığın lehinde konuşmaya sevkedebilmektedir.46
47 Muhammed Ebu’n-Nasır el-Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla, Çev., Nafiz Danışman, M.E.B., İstanbul, 1990, s. 88;
“Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için
şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya
fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok
kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği)
çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla
haberdardır.”49
Âyette, sonuçta zararı kendinize bile dokunsa, şahitliği bütün açıklığıyla kararlı
bir şekilde, doğru olarak yerine getirin, hiçbir şeyi gizlemeyin, denilmektedir. Kendi
nefsi için gerçek ve hak olana rıza gösteren kimse, kendi aleyhine şahitlik yapabilir.
Çünkü şahitlik, ister kendi aleyhine olsun ister başkasının aleyhine olsun gerçeğin beyan
edilmesidir.52
Anne baba iyilik yapılmaya en çok layık olan, insanın en çok değer verdiği
kimselerdir. Kişi, anne babasının aleyhinde de olsa şahitlikten kaçınmamalıdır. Anne
48 Afif A. Tabbâra, İlmin Işığında İslâmiyet, Çev. Mustafa Öz, Kalem Yayınevi, İstanbul, 1977, s. 320; Cafer
Sadık Yaran, İslâm’da Ahlâkın Şartı Kaç, Elif Yayınları, İstanbul, 2005, s. 123; Recep Dikici, İslâm’ın Ahlâk
Esasları, Bayrak Yayımcılık, İstanbul, 1987, s. 8.
49 Nisâ, 4/135.
50 Tabbâra, s. 320.
51 M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2012, I/580.
52 el-Beyzâvî, I/242; Hicâzî, I/440-441; Vehbe ez-Zuhaylî, et-Tefsîru’l-Münîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1991, V/312.
74 Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu
babaya iyilik yapma eğilimi Allah rızası için şahitliğe engel olmamalıdır. Akrabalar, en
çok sevgi beslenilen, en çok yakın hissedilen kimselerdir. Yabancı bir kimse aleyhine
olan durumlarda şahitlik yapmak insana makul gelir. En yakınlarınızın, meselâ
kardeşlerinizin, çocuklarınızın aleyhine, zararlarına bile olsa şahitlik ediniz, gerçeği
gizlemeyiniz, onları kayırmaya çalışmayınız. Haklı olup olmadığına bakmaksızın
akrabayı kayırmak gibi duygusal bir eğilim göstererek doğruluktan ve adaletten
sapmayın. Akrabayı yabancıya tercih ederek, hakkı gizleyip bozmayın.53
Âyette (4/135), bireyleri adil olmaya, adil olanı bulmaya sevkeden faktörlere de
vurgu yapılmaktadır. Her şeyden önce Yüce Allah bu âyette Kendi’ni adaletle
özdeşleştirmektedir. Âyete göre, adaleti tercih etmek, Allah’ı ve O’nun rızasını
akrabaya, zengine / fakire tercih etmektir. Âyette, Allah rızası için insanlardan adil
olmaları istenmektedir.54
Adalet sürecinde rol alan önemli unsurlardan birisi şahitlerdir. Şahidin görevi,
dava konusunda bildiği, tanık olduğu şeyleri olduğu gibi, bütün açıklığıyla anlatmaktır.
Fakat psikolojik ya da sosyal birçok sebep şahidin doğru tanıklık yapmasını
engelleyebilmektedir. Aşağıdaki âyette buna, akrabalık bağı örnek olarak gösterilmiştir.
Bu âyette bir şahidin, nasıl yemin edeceğine dair misal verilmiştir. Bu misalde şahit,
akrabalarını kayırmak amacıyla şahitliği tahrif etmeyeceğine dair yemin etmektedir:
“Ey iman edenler! Birinizin ölümü yaklaştığı zaman, vasiyet sırasında aranızda şahitlik
(edecek olanlar) sizden adaletli iki kişidir. Yahut; seferde olup da başınıza ölüm musibeti gelirse,
sizin dışınızdan başka iki kişi şahitlik eder. Eğer şüphe ederseniz, onları namazdan sonra
alıkorsunuz da Allah adına, “Akraba da olsa, şahitliğimizi hiçbir karşılığa değişmeyiz. Allah için
yaptığımız şahitliği gizlemeyiz. Gizlediğimiz takdirde, şüphesiz günahkârlardan oluruz” diye
yemin ederler.”55
Yüce Allah bu âyette, ölmek üzere olan kimsenin yapacağı vasiyete tanıklığın
hükümlerini açıklamıştır. Herhangi bir Müslüman, yolculuk esnasında yahut
misafirlikte ölümünün yaklaştığını anlarsa iki Müslümanı ya da başka dinden iki kişiyi,
yapacak olduğu vasiyete ve bırakacağı mirasa şahit tutar. Bu şahitler şöyle yemin
ederler: “Yapacak olduğumuz şahitliğimizin, aleyhine olduğu kimse akrabamız da olsa
53 Ebû Muhammed Abdulhak İbn Ğâlib İbn Atıyye el-Endelûsî, el-Muharreru’l-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, II/122-123; el-Kurtubî, V/263; İbn Kesîr, I/578; Hicâzî, I/441; Yazır,
III/1495; Bilmen, II/684; M. Zeki Duman, Beyânu’l-Hak, Fecr Yayınevi, Ankara, 2006, III/273.
54 İlhami Güler, İtikattan İmana, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2009, s. 157-158.
55 Mâide, 5/106.
Kur’an’a göre, insana düşen görev, hangi konum ve koşulda bulunursa bulunsun
adaleti korumaktır. İnsanlar psikolojik olarak kendi akrabalarını koruyup kayırma
eğilimi gösterirler. Onların aleyhine olabilecek bir duruma rıza göstermezler. Fakat
Kur’an’ın bu konuda ortaya koyduğu temel ilke, ister şahitlik konusunda, ister diğer
meseleler hakkında konuşurken, akraba olanlarla olmayanlar arasında ayrımcılık
yapılamayacağını karara bağlar. Şahitliğin doğru yapılmasında akraba ile akraba
olmayan arasında fark gözetilmemesini ister:
“Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın. Ölçüyü ve
tartıyı adaletle tam yapın. Biz herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutarız. (Birisi
hakkında) konuştuğunuz zaman yakınınız bile olsa âdil olun. Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte
bunları Allah size öğüt alasınız diye emretti.”58
56 Ateş, III/77-78.
57 el-Mâverdî, II/76; er-Râzî, IV/453-454; el-Beyzâvî, I/286; Muhammed Cemâluddîn el-Kâsimî, Tefsîru’l-
Kâsimî, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1994, III/244-245; es-Sâbûnî, I/370; Muhammed Esed, Kur’an
Mesajı, Çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları, İstanbul, 1997, s. 217; Bilmen, II/835-836.
58 En’âm, 6/152.
76 Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu
veya terazinin başında duranlar yahut ölçekle alıp verenler yaptıkları işe özen göstere-
göstereceklerdir. Satın alırken ve satarken yerine getirilmesi gereken eşitlik ve adalet,
insanların güç ve imkânları ölçüsündedir. İnsan kasıtsız olarak terazinin kefesini tam
olarak dengeleyemez veya metreyi bir iki milim eksik yahut fazla tutabilir. Bununla
birlikte Allah, alışverişte ölçerken, tartarken kullarına güçlerinin yetmeyeceği şeyi
yüklemez. Yüce Allah, “Biz, hiçbir cana gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz.”
buyurarak kasıtsız olarak yapılan hataların günah olmadığını belirtmiştir. Ölçüde ve
tartıda adil ve doğru olmak için elinden geleni yapmak, bütün gayretini ortaya koymak,
iyi niyetle hareket etmek kaydıyla, kasıtsız olarak yapılan yanlışlıklardan, istenmeyen
hatalardan dolayı insanın sorunlu olmayacağına işaret etmiştir. Âyette yerine getirilmesi
istenen adalet, insanın güç ve imkânları sınırları içerisinde olandır. Gücünün dışında,
kasıtsız olarak adaletsizlik söz konusu olursa, hata yaparsa, onun için bir sorumluluk,
günah yoktur; Allah onu bağışlar.59
Âyette, ölçü ve tartıya tam olarak adil bir şekilde uyulması emredilmiştir. Ancak
öyle durumlar olabilir ki, ölçü ve tartıda tam bir adalet sağlanamayabilir. İşte bu gibi
durumlar karşısında hiç kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklenmez. Birey
ancak gücünün yettiği şeylerden sorumludur.61
59 İbn Kesîr, II/197; el-Kâsimî, III/466; Hicâzî, I/682-683; ez-Zuhaylî, VIII/99; es-Sâbûnî, I/429; el-Mevdudî,
I/502; Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1991, III/261; Mahmut
Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları, İstanbul, 1993, III/174.
60 el-Kâsimî, III/466.
61 Şimşek, II/238.
olmalıdır, gerçeği beyan etmelidir. “Bu akrabadandır, bu ise yabancıdır”, “bu dosttur,
bu ise düşmandır” diye taassup göstermemeli, taraf tutmamalıdır. Aksine insanlar
arasında eşit davranmalıdır. Söylemesi gerekeni eksik ya da fazla söylememelidir.
Diyelim ki, birisinin anne babası ile komşusu anlaşmazlığa düşmüşler. Kişi, anne
babasının haksız, komşularının ise haklı olduğunu bilmektedir. Bu durumda anne
babasına “haksızsınız” sözünü söyleyebilmelidir.62
Kendi akrabasının aleyhine bile olsa tanıklığı ve suçlunun tespitini adil bir
şekilde yapmanın Kur’an’daki örneğini Hz. Yûsuf kıssasında görürüz. Hz. Yusuf
Mısır’da köle olarak kaldığı yöneticinin sarayında, yöneticinin eşi tarafından cinsel
birlikteliğe davet edilmiştir. Bu daveti reddeden Yusuf, yöneticinin karısından kaçmak
için kapıya doğru koşarken ve kadın onu tutmak için ardından yetişmeye çalışırken,
beklenmedik bir şekilde kocasıyla karşılaşmıştır. Kadın, kendini kurtarabilmek için,
genç köle Yusuf’un kendisine kötülük yapmak istediğini kocasına söylemiştir. Yusuf ise,
kendisini davet edenin kadın olduğunu iddia etmiştir. İşte bu davada “şahitlik” –
bilirkişi- eden kişinin kadının bir akrabası olduğu ve kadını aleyhinde tanıklık yaptığı
Kur’an’da anlatılır:
“Yûsuf, “O, benden arzusunu elde etmek istedi” dedi. Kadının ailesinden bir şahit de
şöyle şahitlik etti: “Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, o (Yûsuf)
yalancılardandır.” “Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir. O (Yûsuf) ise,
doğru söyleyenlerdendir.” Kadının kocası Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtıldığını görünce,
dedi ki: “Şüphesiz bu, siz kadınların tuzağıdır. Şüphesiz sizin tuzağınız çok büyüktür.”63
62 ez-Zemahşerî, II/76-77; el-Kurtubî, VII/89; eş-Şevkânî, II/222; el-Kâsimî, III/466; ez-Zuhaylî, VIII/100; es-
Sâbûnî, I/429; Ateş, III/261; Toptaş, III/175; Şimşek, II/238.
63 Yusuf, 12/26-28.
64 ez-Zemahşerî, II/441; er-Râzî, VI/446; en-Nesefî, II/312; el-Beyzâvî, I/481; es-Sâbûnî, II/48.
78 Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu
İnsanlar arası ilişkilerde kendi ya da mensup olduğu gurubun çıkarlarına teres düşen bir
öneride bulunmak, muhataplar üzerinde daha inandırıcı ve güvenilir olur.65
Yalnızca güçlüler için söz konusu olacak adalet, adaletsizliktir. Adalet güce değil,
hak eşitliğine dayanır; kuvvetlilerin gücüne değil, bireylerin eşitliğine saygıyı esas alır.67
65 Ahmet Koç, Kur’an’da İnsan ve Hz. Muhammed: Din Eğitimi Açısından Bir Yaklaşım, Rağbet Yayınları, İstan-
bul, 2005, s. 185.
66 Abdulkerim Zeydân, İslâm Davetçilerine, Çev. Nezir Demircan, İkbal Yayınları, Ankara, 1977, s. 153;
Abdulkadir Sezgin “İslâm’da Adalet Üzerine Bir İnceleme”, Diyanet Dergisi, sayı 22/3, 1986, s. 46; A.
Hamdi Akseki, Ahlâk Dersleri, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1968, s. 255; Halûk Nurbaki, Sozsuz Nur, Damla
Yayınevi, İstanbul, 2007, s. 97.
67 Andre Comte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, Çev. Işık Ergüden, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, 2004, s. 103.
Adalet, insanların yasalar önünde eşit kabul edilmeleri ve adil bir şekilde
yargılanmalarıdır. Aristo’nun adalet kavramında ise, farklı anlayış söz konusudur.
Aristo’ya göre, eşit uygulama ancak eşit insanlar arasında söz konusu olabilir. Mallar ve
şerefler, herkesin toplumdaki konumuna göre dağıtılır. Şu halde insanlar arasında ırk,
soy, nesep, mezhep ve benzeri farkların gözetildiği bir toplumda sadece aynı sosyal
tabakadan olanlar eşit sayılırlar. Köleler ile efendiler ayrı kanunlara göre yargılanırlar.
Aristo, “Köleler ve efendiler bir değildir; bu nedenle ikisinin adaleti ayrı olmalıdır.”
görüşünü ileri sürer. “Aristokrat” tabiri de Aristo’nun bu yaklaşımından türetilmiştir.
Bu anlayışa göre, kendini önemli ve değerli sayan insanlar vardır. Efendiler,
kölelerinden farklı oldukları için onların yargılanmalarının farklı olması gerektiğine
inanılır. Bu yaklaşım tarzı, pagan kültürlerin özelliklerindendir. Bu tür toplumlardaki
hâkim değer, “güçlülerin adaleti” olmaktadır. Onlar bir şekilde adaletin elinden
kurtulmanın yolunu bulurlar.70
68 Hüsnü Gider, Genel Kriminoloji ve Adalet Psikolojisi, Devrim Matbaası, Ankara, 1961, s. 93; A. Hamdi Akse-
ki, İslâm Fıtrî Tabiî ve Umumî Bir Dindir, Sebil Yayınları, İstanbul, 2004, s. 502; Gövsa, s. 267.
69 Abdurrahman Azzam, Allah’ın Peygamberlerine Emânet Ettiği Ebedî Risâlet, Çev. H. Hüsnü Erdem, Diyanet
İşleri Başkanlığı Neşriyatı, Ankara, 1948, s. 67; Hüseyin Algül, “Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Adaleti”, Di-
yanet İlmi Dergi, sayı: 31/3, 1995, s. 28.
70 Nevzat Tarhan, Güzel İnsan Modeli, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s. 71; Mustafa Gündüz, Ahlâk Sosyoloji-
Bazı insanlar sadece kendi başarı ve menfaatlerinin peşinde oldukları için, ister
küçük ister büyük olsun, yapılan adaletsizlikleri haksızlıkları her zaman suçlamazlar.
Eğer zalimler başarı sağlarlarsa, onların alkışlandığı görülür. Eğer zülüm başarısızlıkla
sonuçlanır, zalim gücünü kaybederse suçlanır. Bizzat zulme uğrayanlar, zulmü nefretle
karşılar ve suçlarlar. Zulme uğrayanla, zulmü yapanların dışında kalanlar ise, bazen
zalimlerin sahip olduğu güce hayranlık duyarlar.72
Bazen insanlar şahsi zarara uğramakta çekindikleri için şahitlik yapmaktan uzak
dururlar. Meselâ, köylerde, küçük yerleşim birimlerinde güç ve nüfûz sahibi olan
kimseler aleyhine şahitlik etmekten korkan, bu sebeple gerçeği gizleyen ya da yalan
söyleyen şahitlere rastlanmaktadır.74
Mümin bir kimsenin, herkese hukuk önünde eşit davranması, makam, mevki
farklarından dolayı insanlara ayrıcalıklı muamele etmemesi, zengin fakir ayrımı
yapmaması onun imanının gereklerinden birisidir. Bazen aleyhinde şahitlik yapılacak
kimse, kendisinden menfaat beklenilecek ya da kötülüğünde çekinilecek birisi
71 Fritz Pappenheim, Modern İnsanın Yabancılaşması, Çev. Salih Ak, Phoenix Yayınları, Ankara, 2002, s. 38;
Hacer Harlak, Önyargılar, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 35.
72 Topçu, Ahlâk, s. 93-94.
73 M. Zerrin Akgün, İlim Bakımından İslâmiyet, Diyanet İşleri Reisliği Yayınları, Ankara, 1955, s. 93; Ali Şeriati,
İslam Ekonomisi, Çev. Kenan Çamurcu, Dünya Yayıncılık, İstanbul, 1994, s. 169; Tarhan, Duyguların Dili, s.
119; Hökelekli, s. 53.
74 Erem, s. 294.
75 K. G. Saiyidain, İkbal’in Eğitim Felsefesi, Çev. Necmettin Tozlu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2003, s.
121.
“Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için
şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya
fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok
kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği)
çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla
haberdardır.”78
Hakkında tanıklık yapılan kişi zengin birisi olup, şahidin ondan bir beklentisi
olabilir. Hoşnutluğunu kazanmak için onun aleyhine şahitlik yapmaktan çekinebilir.
Parasının hatırına, menfaat ümidiyle, çıkar sağlama amacıyla zenginin tarafını tutup
fakiri haksız çıkarma cihetine gidebilir. Sırf zengin olduğu için zengini korumaya
kalkabilir. Bazen insan, zenginden korktuğu için, zararından emin olmak niyetiyle onun
lehinde tanıklık yapmak ister; aleyhinde tanıklık söz konusu olması halinde bundan
kaçınır. Yüce Allah, bu gibi durumlarda müminlere şu tavsiyeyi yapmaktadır: Zengin
bir adamın sizi onun lehine ya da aleyhine sonuçlanacak bir önyargıya sürüklemesine
izin vermeyin.79
Hakkında şahitlik yapılan kişi fakir olup şahit merhamet duygularının etkisiyle
fakirden yana tavır takınabilir. Fakire acıdığından, sevgi, şefkat ve merhamet
beslediğinden onun lehine şahitlik yapabilir ya da aleyhine olan durumda şahitlikten
79 ez-Zemahşerî, I/563; el-Kurtubî, V/265; eş-Şevkânî, I/660; Hicâzî, I/441; Esed, s. 171; Bilmen, II/684; Ateş,
kaçınabilir, onu korumak amacıyla bildiğini, gördüğünü gizleyebilir. Yüce Allah, böyle
durumlar karşısında müminlere, “Yersiz bir merhamet duygusuna kapılarak hakikati
gizleme pahasına yoksul kimseyi kayırmayın.” tavsiyesinde bulunmaktadır.80
Şahitlik yapmanın gayesi, içinde hiçbir korku, kişisel çıkar ve taraf tutma
olmaksızın Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır.81
Bir gurup âyette Yüce Allah, adaletin yanında bazı olumlu sosyal davranış
ilkelerini açıklar. Bunlardan birisi de, sosyolojik etkiler sebebiyle, koşul ve şartlara göre
tavır tutum değiştirerek yeminlerin bozulmasıdır. Örneğin, yeminle bir birey ya da
topluluğa verilen söz, onlarla yapılan antlaşma, daha güçlü bir topluluk etkisiyle
bozulmamalıdır. Güçlü bir birey ya da topluluktan temin edilecek yararı yahut
gelebilecek zararı hesap ederek, yeminle pekiştirilerek verilen sözleri bozmak Allah
tarafından kınanmıştır. Bu olguyu, aynı âyet gurubunda bahsi geçen “adalet ilkesi” için
de genelleyebiliriz. Bir topluluğun gücünden çekinerek, korkarak82 kişi ya da toplumla-
rın haksızlığa uğramalarına göz yummak ilâhî ölçülere göre bir erdemsizliktir:
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı,
fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor. Antlaşma
yaptığınız zaman, Allah’a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak
pekiştirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir. Bir topluluk
diğer bir topluluktan daha (güçlü ve) çoktur diye yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat sebebi
yaparak, ipliğini iyice eğirip büktükten sonra (tekrar) çözüp bozan kadın gibi olmayın. Allah,
bununla sizi ancak imtihan eder. Hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri kıyamet günü size elbette
açıklayacaktır.”83
80 ez-Zemahşerî, I/563; İbn Kesîr, I/578; eş-Şevkânî, I/660; Hicâzî, I/441; Esed, s. 171; Bilmen, II/684; Ateş,
II/380; Şimşek, I/580.
81 el-Mevdudî, I/340.
82 Adalete etki eden önemli duygulardan birisi korkudur. Bu duygu yargı gücünü yok ettiği gibi, adaleti de
ortadan kaldırabilir. Korku, insanın değerlendirme yapabilme mekanizmasının işlevini yerine getirmesini
zorlaştırır. Kendini kuşatılmış hissetme ya da gerçekten kuşatılmış olma durumu, insanın adil olmasının
önündeki engellerden birisidir. Kendini çaresiz ve korunmasız hissetmek, bireyi kendini savunmaya yö-
nelttiği için, zihni işlemez hale getirir. Yine çevresinin sarıldığını düşünen insan, karşısındaki insanlar
hakkında yanılgıyla dolu kanaatler geliştirir. Bunun sonucunda yanlış yargılarla hareket ederek, hatalı
davranışlar sergiler. Kuşatılmışlık duygusu bir tür zihinsel körlük oluşturduğu için kişinin olaylara bü-
tüncül ve tarafsız bakmasını engeller. Düşünce algısı bozulan bir insan adil davranmakta zorlanır. (Tar-
han, Duyguların Dili, s. 120-121)
83 Nahl, 16/90-92.
Hadiste, hırsızlık yaptığı söylenen kadının toplum içerisinde saygın bir konumu
vardı. Bu konumundan yararlanan kadın, kamuya ait malı zimmetine geçirmiştir.
84 Akseki, İslâm Fıtrî Tabiî ve Umumî Bir Dindir, s. 502; Abdullah Draz, Kur’an’a Giriş, Çev. Salih Akdemir,
Ankara, 2000, s. 25; Polater, s. 215.
85 Buhârî, Enbiyâ, 54, Meğâzî, 53, Hudûd, 12; Müslim, Hudûd, 8; Tirmizî, Hudûd, 6.
84 Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu
Adalet herkesi kuşatan bir gerçekliktir, onun insanlara olan mesafesinin ölçütü
sadece hak ve haklılıktır. Güçlülerin affedilmesi, zayıfların cezalandırılması zulümdür.
Bu alandaki sosyal erozyona dikkat çeken Hz. Peygamberin, “Benim kızım bile yapsa,
ona da aynı cezayı uygulardım” sözü, “herkes için adalet” anlayışını açıkça
vurgulamaktadır. Bir insanın eşi ya da çocuğu birini öldürse ya da yaralasa, onların da
yargılanmasını istemelidir; onlar hakkında da adil olmalıdır.87
Hz. Peygamberin, suçlu bir kadının adaletin elinden kurtarılması için yapılan
girişim karşısında evrensel olarak nitelenebilecek bir hutbe okuması, adalet alanındaki
üst düzey duyarlılığını ortaya koymaktadır. Yasaları ihlal eden kim olursa olsun, hatta
bir yakını, çok sevdiği kızı bile olsa, adil davranacağını açıkça ilan etmektedir.88
Medenî haklar bakımından İslâm, kanun önünde yönetici ile sıradan bir
vatandaş, zengin ile fakir arasında ayrım gözetmez, farklı davranmaz. Aynı kanun,
sosyal ya da siyasal konumlarına bakılmaksızın herkese uygulanır. Bu kuralın istisnası
yoktur. Allah Resûlü ve onun nesli de bu kurala tâbidir.89
Hadisin, verdiği önemli mesajlardan birisi de, adaleti kaybeden bir toplumun
istikrarı kaybedecek olmasıdır.90
Davalı ile davacı arasındaki sosyal statü farkından yani davacının cariye,
davalının ise hür bir insan olmasından dolayı adaletin gerektirdiği cezayı
kabullenemeyen ve taviz isteyenlere karşı Hz. Peygamber, ısrarla adaletin yerine
getirilmesini emretmiştir. Olay şöyle gelişmiştir:
86 M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlâkı, Nesil Yayınları, İstanbul, 2008, s. 106-107; Recep Kılıç, Âyet ve
Hadislerin Işığında İnsan ve Ahlâk, T.D.V. Yayınları, Ankara, 2011, s. 50.
87 Ali Akyüz, Yaşayan Kur’an Hz. Peygamber, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2006, s. 156-157; Tarhan, Toplum Psiko-
lojisi, s. 105.
88 Buladı, s. 28-29.
89 Rahman, s. 109.
90 Cevdet Said, İslâmi Mücadelede Bilginin Gücü, Çev. Abdullah Kahraman, Pınar Yayınları, İstanbul, 1997, s.
82.
er-Rubbeyyi bint en-Nadr isimli bir kadın, bir cariyenin yüzüne vurmuş ve dişini
kırmıştı. Buna karşılık cariyenin ailesi kısas uygulanmasını istemişti. Hz. Peygamber de
kısas yapılmasını emretmişti. er-Rubeyyi’in kardeşi olan Enes İbn en-Nadr, -Hz.
Peygambere yakın ve sahabenin önde gelenlerinden birisidir- Hz. Peygambere gelerek
söz konusu kısasın uygulanmamasını istedi. “Ey Allah’ın elçisi, seni gerçekle gönderene
yemin olsun ki, Rubeyyi’in dişi kırılmayacak!” dedi. Hz. Peygamber, “Allah’ın kitabı
kısas yapılmasını istiyor!” karşılığını verdi. Tam bu sırada cariyenin ailesi gelmiş ve
kısas yerine tazminat ödenmesini kabul ettiklerini açıklamışlardı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber de tazminat ödenmesine hükmetti.91
Hz. Peygamber, aralarında sosyal statü farkı bulunan iki kişi arasındaki davada
adaletin gereğinin yerine getirilmesini emretmiştir. Alt sosyal tabakadan olan, haklı
durumdaki birinin lehine, üst tabakadan olan, haksız durumdaki kişinin ise aleyhine
adaletin uygulanmasını istemiştir. Üst tabakadaki kişinin lehine olacak şekilde, adaletin
uygulanmasına razı olmayanlara taviz vermemiştir.
91 Buhârî, Sulh, 8.
92 Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Ekin Yayınları, Ankara, 1997, s. 12; Ahmet Akgül, Mesaj ve Metot: İletişim ve
İşbirliği Sanatı, Kültür Yayıncılık, İstanbul, tsz., s. 226-227; Yaşar Nuri Öztürk, Yeniden Yapılanmak, Yeni
Boyut, İstanbul, 2000, s. 78.
86 Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu
sadece kişinin kendi çıkarına, güçlü olana ya da kendi fanatik taraftarına, kısacası belli
kimselere yönelik olmamalıdır.93
Dağıtım, Ankara, 2005, s. 216; Hasan Elik, İnsan Eksenli Din, M.Ü.İ.F.V. Yayınları, İstanbul, 2011, s. 195.
alınır. Hak kimin ise ona verilir, ceza ise zulmedene uygulanır. Yeryüzünde hiçbir din
ve sistem, düşmanlara, kin ve nefret beslenen kimselere karşı, İslâm’ın belirlediği
mutlak adaleti uygulamamıştır.97
Kur’an, kanun önünde herkese adil davranmayı ilke olarak kabul etmiştir.
Kanun önünde eşitlik prensibi uygulanırken, ister Müslüman isterse gayrı Müslim olsun
temel hak ve hürriyetler konusunda eşitlik ilkesine göre hareket etmeyi emretmiştir.98
“(Ey Muhammed!) Biz sana Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ki, insanlar arasında
Allah’ın sana öğrettikleri ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma. Allah’tan
bağışlama dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Kendilerine hainlik
edenleri savunma. Zira Allah, hiçbir haini, hiçbir günahkârı sevmez.”100
Yüce Allah bu âyetlerde, Hz. Peygambere hak ile hükmetmesini, hainlerden taraf
olmamasını, onları savunmamasını istemiştir:
Kur’an’ı sana hak olarak, adalete ve hikmete uygun şekilde indirdik. İnsanlar
arasında ortaya çıkan davalarda, anlaşmazlıklarda, Allah’ın sana bildirdiği şekilde,
öğrettiği vahiy bilgisine göre hükümde bulunasın. Kitaptaki hükümlere aykırı
davranmayasın. Gerçekleri örten, yasa dışı eylemleri perdeleyen, hem kendilerine hem
de başkalarına ihanet eden kimselerin –Tu’me ve kabilesinin- savunucusu olma, onları
koruyup lehlerinde hüküm verme. Kendi ümmetinden olan hainleri savunmak için
suçsuz olanlara karşı vekillik, avukatlık yapma. Başka milletten olan suçsuza karşı,
kendi milletinden olan suçluyu savunma.101
97 Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre İslâm’ın Temel Kuralları, M.E.B., İstanbul, 1994, s. 74; Nadim Macit, Kur’an ve
Hadise Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Konya, 1992, s. 298; Bilgiz, Hayırlı Çocuk Yetiştirmenin Temel İlkeleri, s.
85.
98 Muhsin Demirci, Kur’an’a Göre İnsan ve Sorumlulukları, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2010, s. 205-206.
99 İsmet Kayaoğlu, “İslam’da Adalet Mefhumu”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 27, s.
201; Kenan Çölgeçen, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretimi, Fakülte Kitabevi, Isparta, 2007, s. 329.
100 Nisâ, 4/105-107.
Bu âyetlerin, yoksul bir kimse olan Tu’me İbn Ubeyrik hakkında indiği rivayet
edilmiştir. Âyetin inmesine sebep olan olayla ilgili rivayetlerde, olayın ne şekilde
geliştiğine dair farklı anlatımlar vardır. Tu’me, geceleyin Ensar’dan Katâde İbn Numan
isimli Müslümanın evinin duvarını delmiş ve un dolu bir çuval içerisinde bulunan kılıç
ve zırhı çalmıştı. Bu çalıntı eşyayı önce evine getirmiş, sonra da komşu olduğu Zeyd İbn
Semîn isimli yahudinin evine gizlemiş ya da emaneten bırakmıştır. Bu kişinin söz
konusu Yahudi değil, Ensar’dan bir Müslüman olduğuna dair rivâyetler de vardır.
yoksul haline acıyarak, onu gözetmek ve lehinde hüküm vermek isteği duymuştur. Za-
Zafer oğullarının ileri gelenlerinin açıklamalarına, görünürde Müslüman olan Tu’me’nin
yapmış olduğu yemine ve zırhın yahudinin yanında bulunmasına dayanarak, yahudinin
hırsızlık yapmış olabileceğine kanaat getirmiştir. Doğru gibi görünen bu iddialardan
etkilenmiştir. Tu’me aklanırken, iftiraya uğrayan Yahudi komşusu haksız yere hırsızlıkla
suçlanmıştır. Hz. Peygamber yahudinin aleyhinde hüküm verecekken, inen âyetler
olayın iç yüzünü açığa çıkarmıştır. Gerçek suçlu ile suçsuzu bildirerek Hz. Peygamberi
hatalı hüküm vermekten korumuştur.102
102 er-Râzî, III/211; el-Kurtubî, V/240-241; en-Nesefî, I/362; el-Merâğî, II/306; el-Cezâirî, I/536;el-Mevdudî,
I/328; Yazır, III/1458-1459; Bilmen, II/660-661; Ateş, II/363-364; Duman, III/265; Şimşek, I/564.
103 el-Kurtubî, V/242; el-Merâğî, II/307; el-Cezâirî, I/537; es-Sâbûnî, I/302; Toptaş, II/302.
Haksızları savunmak Allah’ın emrine aykırı olup adaletten sapmaya yol açar. Hâkim ve
savcılara düşen görev, olayları dikkatlice değerlendirerek tarafların etkileyici, yanıltıcı
savunmalarına, hakikati örten açıklamalarına aldanmamaktır. Taraflardan birine,
cinsiyet, milliyet ya da yakınlık yönünden meyledip adaletten ayrılmamaktır.105
İnsanlar arasındaki inanç bağı, kültürel bir faktör olarak onları birbirine bağlar.
Bu bağlılık, bir birini kollamayı, gözetmeyi, korumayı beraberinde getirir. Bazen gurup
aidiyeti ve bağlılığı, aşırı ve körü kürüne kendi taraftarlarını savunmaya yöneltir.
Haksız da olsa, zalimde olsa, yabancı saydığı kimseler karşısında kendi gurubundan
olanın tarafını tutar. Hâkimlikte, şahitlikte ya da bir hakkın sahibine tesliminde, haksız
da olsa kendi gurubundan olan kimsenin lehine tercihte bulunur. Aynı dinî inancı
paylaşanlar, başka dinden olanlara karşı birbirlerinin tarafını tutarlar. Fakat aralarındaki
bu gurup bağlılığı onları, başka dinden olanlara karşı adaletsizliğe sevk ediyorsa, bir
gurup fanatizminden, önyargıdan bahsedebiliriz. Kur’an’a göre, kişi, adil olma ile gurup
/ bağı arasında bir tercih yapmak durumunda kalırsa, adaletten yana tutum takınmak
zorundadır. Kendi dininden olup haksız durumda bulunan kimseyi, başka dinden olan
ve haklı konumda bulunan kimseye tercih etmemelidir. Bu kurala uymak, insanın
nefsine zor gelebilir. Kendi dininden alanın aleyhine, başka dinden olanın kakını teslim
etmek gücüne gidebilir. Ancak, bu durum nefsine ağır gelse de kendini adaletin gereğini
yapmaya zorlamadır.
“Allah, sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kim-
kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah, âdil
davrananları sever.”106
Burada adalet olgusu, belli koşullar içerisinde söz konusu olan hakkaniyeti
anlatmaktadır. Eğer bir kimse Müslümanlara düşmanlık yapmıyorsa, ona karşı
düşmanlık yapmamak adaletin bir gereğidir. Düşmanlık yapanla yapmayana aynı
şekilde davranmak adaletsizlik olur. Müslümanlara inançlarından dolayı zulmeden,
onları vatanlarından hicret etmeye mecbur bırakan, sonra da saldırılarına devam eden
kimselere karşı sert ve katı bir tutum sergilemek bir haktır. Ancak Müslümanlara
zulmetmemiş kâfirlerin, Müslümanlar üzerinde hakları varsa, bunlar eksiksiz ödenmek
zorundadır.108
V. Duygusal Durum
İnsan adalet dağıtırken, örneğin hak eden birine ceza verirken, kibir109 ve
buğzdan, yine bunların zıddı olan aşırı tevazu ve ölçüsüz sevgiden uzak durmaya
109 Gurur, kibir, adaletin ortaya çıkmasını engelleyen duygulardandır. Gurur, insanı düşünce katılığına sü-
rükler. Gururun etkisindeki insanlar, sıradan biri olmaktan çekindikleri için, hata yapmaktan endişe
ederler. Psikolojik bütünlüklerini koruyabilmek için üstün ve özel olduklarını düşünürler. Bu durum sü-
rekli olarak onları egolarını beslemeye yöneltir. Olayları bütün boyutlarıyla değerlendirip sağlam bilgiye
ulaşmaları, egolarını rahatsız edecek bir bilgi ile karşılaşma olasılığı meydana getirdiği için yeterince ta-
rafsız olamazlar. (Tarhan, Duyguların Dili, s. 122)
92 Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu
çalışmalıdır. Cezayı hak eden kişiye aşırı derecede kızgın olmak, verilen cezanın suçun
gerektirdiğinden fazla olmasına, aşırı tevazu ve suçluya karşı sevgi, şefkat beslemek
cezanın hak edilenden daha az olasına sebep olabilir. Burada, insanın duygusal bir
varlık olmasından hareketle, sevdiği veya nefret ettiği kimseler hakkında adaletli
davranmakta zorlanacağına dikkat çekilmektedir.110
Sevgi veya nefret, adaletin seyrini değiştirebilir. Örneğin, parasını bol ve peşin
olarak almış bir avukat, savunmasını üstlendiği tarafı daha haklı görür. Böyle bir
avukatın yüz ifadelerine yansıyan kendinden emin tavrı, en yetkin hâkimleri bile
aldatabilecek, kanaatlerini etkileyebilecek bir durumdur.112
İnsan benliğinde mevcut olan şehvet, gazap gibi eğilimler ahlâkî kontrol altına
alınmazlarsa kişiyi kötülüğe sürükler. Kişilikte meydana gelen bozulmalar şehvet ve
gazap gibi kuvvetlerin benliği esir almasına sebep olur. Böyle bir benlik insanlar
arasında birbirlerinin haklarına tecavüz ve adaletsizlik eğilimi meydana getirir.113
110 Ebû Bekir Râzî, et-Tıbbu’r-Rûhânî: Ruh Sağlığı, Çev. Hüseyin Karaman, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 96;
Hüseyin Karaman, Ebû Bekir Râzî’nin Ahlâk Felsefesi, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 171.
111 Said, s. 110.
112 Blaise Pascal, Düşünceler, Çev. Metin Karabaşoğlu, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1998, s. 26-27.
113 Ahmet Rıfat, Tasvîr-i Ahlâk, Haz. Hüseyin Algül, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, tsz., s. 22.
114 Bir öğretmenin öfke halinde bile, normal zamanlardaki gibi adalet ve insaf ölçüleri içerisinde davranması
beklenir. Öğrenciye duyduğu kin, sınıfta bırakmaya, düşük not vermeye sevketmemelidir. (M. Faruk
Bayraktar, İslâm Eğitiminde Öğretmen / Öğrenci Münâsebetleri, M,Ü.İ.F.V. Yayınları, İstanbul, 1987, s. 157)
115 Akyüz, 120; Hökelekli, s. 53; Buladı, s. 29.
sevk edemezsek, bir tür uzlaşmazlığa, onun ıstırap çekmesini istemeye kadar uzanır. Bu
hırs bir tür kötülük yapma, öç alma haline gelir.116
Mâtürîdî’nin ahlâk anlayışına göre adalet, “li nefsihî” kendinde iyi olarak kabul
edilir. Bu sahada herhangi bir esneklik söz konusu değildir. Onun ahlâk anlayışına göre,
karşıdaki insan düşman bile olsa, her zaman adaletli davranmak gerekir. Birtakım farklı
düşüncelerle bu hakkın çiğnenmesine izin verilemez. Birisine karşı duyulan öfke ve
nefret duyguları, ona karşı adaleti elden bırakmaya sebep olmamalıdır.117
Öfkelenmek, insanı başkalarına surat asmaya, kaş çatmaya, suçsuz birine kötü
sözler söylemeye, cezalandırmak istemediklerini cezalandırmaya, daha az cezayı hak
edenlere, daha çok sözlü ve fiziksel cezalar vermeye yöneltir. Öfkesinden kurtulamayan
kimselerin, insanlar arasındaki yargılama, şahitlik gibi muamelelerde adaleti
yürütemedikleri görülür. Mahkemelerde şahitlik yapanların bazılarının kasıtlı yalanları
intikam duygusuna dayanır. Çeşitli sebeplerle kin ve intikam besleyen kimseler, dava ile
ilgili taraflardan herhangi birisinin leh ya da aleyhinde kolaylıkla gerçek dışı beyanlarda
bulunabilmektedirler.118
Fârâbî’ye göre, erdemli bir yönetici, dengeli bir kişiliğe sahip olmalıdır.
Kendisinden adalet istenildiği zaman ancak bu şekilde şiddet ve kızgınlık tepkisi
göstermekten uzak durabilir.119 İnsan, ister öfkeli isterse gönlü hoş olsun, her durumda
adil davranabilmelidir. İnsanlara adalet dağıtırken, kin, garez gibi duygulardan uzak
durmak gerekir.120 Aslında saldırgan gurubun, adalet ve hak ilkelerini ihlâl etmeleri kar-
şısında her zaman bunlara reaksiyon gösteren insanlar olagelmiştir. Vicdanî duyarlılık-
larını kaybetmeyen, adalet ve eşitliği gözeten bu insanlar söz konusu değerlerin tehlike-
ye düştüğü durumlarda gerekli tepkileri göstermişleridir.121
Kur’an, düşmanlık beslenen bir topluluğa karşı bile adaleti elden bırakmamayı
tavsiye eder. Bir kişiyi ya da topluluğu kötü görmenin, düşmanlık beslemenin ve
aradaki husumetin adaletten ayrılmaya yöneltmemesini, adil davranmaya engel
116 Immanuel Kant, Ethica: Etik Üzerine Dersler, Çev. Oğuz Özügül, Pencere Yayınları, İstanbul, 2007, s. 246.
117 Sami Şekeroğlu, Mâtürîdî’de Ahlâk, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2010, s. 103-104.
118 İbnu’l-Mukaffa, İslâm Siyaset Üslubu, Çev. Vecdi Akyüz, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2004, s. 59; el-Behiy, s.
120 Ebu’l-Hasan el-Mâverdî, Maddî ve Manevî Yüce Hedefler, Çev. Bergamalı Cevdet Efendi, M.E.B., İstanbul,
olmamasını salık verir. Düşmanın lehine bile olsa, hak ve adalete sarılmayı, husumet ve
nefreti sürdürmek yerine adaletin gereğini yerine getirmeyi önerir. Beslenen kin
sebebiyle adalet konusunda zaafa düşmemeyi emreder:122
“Ey iman edenler! Allah’ın (koyduğu din) nişanelerine, haram aya, hac kurbanına, (bu
kurbanlıklara takılı) gerdanlıklara ve de Rab’lerinden bol nimet ve hoşnutluk isteyerek Kâ’be’ye
gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınızda (isterseniz) avlanın. Sizi Mescid-i
Haram’dan alıkoydular diye birtakımlarına beslediğiniz kin, sakın ha sizi, haddi aşmaya
sürüklemesin. İyilik ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah
ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok
şiddetlidir.”123
Âyette geçen “şeneân”124 ifadesi buğz anlamındadır. Daha önce sizi Mescid-i Ha-
ram’a ulaşmaktan / girmekten men ettiklerinden dolayı bir topluluğa olan buğzunuz,
düşmanlığınız onlara saldırmaya, haksızlıkta bulunmaya sevketmesin. Bu ve benzeri
emirlere karşı çıkma konusunda Allah’tan ittikâ edin, sakının. Kureyşli müşrikler sizi öz
vatanınız olan Mekke’den sürdüler. Hudeybiye hadisesinin yaşandığı senede umre
yapmak niyetiyle gittiğiniz halde size Mescid-i Haram’ı ziyaret / tavaf etme imkânı
tanımadılar. Onların bu tutum ve davranışlarını gerekçe göstererek kötülük yapmayın.
Adalet yerine zulmü, hak yerine batılı tercih etmeyin. İçinizde biriken öfkenizi / kininizi
yatıştırmak için intikam almaya kalkışmayın. Aksine adil olarak Allah’ın hükümlerine
uygun davranın. Kötülüğe karşılık verirken ölçüsüzce davranmak, sınır tanımamak
mümine yakışmaz.125
122 İzzet Derveze, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, Çev. Mehmet Yolcu, Ekin Yayınları, İstanbul, 1998,
III/354; Abdurrahman Elmalı, “Kur’an-ı Kerim’de Adâlet (Adl) Kavramı”, Harran Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, sayı: 3, 1997, s. 323; Celil Kiraz, Kur’an’da Ahlâk İlkeleri: Tevrat Zebur ve İncil’le Mukâyeseli
Bir Çalışma, Emin Yayınları, İstanbul, 2007, s. 347; Tabbâra, s. 321.
123 Mâide, 5/2.
124 “Şenâ” kelimesi, bir şeye duyulan buğz sebebiyle onu kötü ya da kirli olarak nitelemektir. Şâni’, buğz
eden; “eş-Şenâetu”, buğz etmek demektir. el-Meşne’, görüntüsü çirkin olan şeydir. “eş-Şenûetu”, bir şey-
den tiksinmek, nefret etmektir. (Ebu’l-Kâsım el-Hüseyn İbn Muhammed er-Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât
fî Garîbi’l-Kur’ân, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, tsz., s. 267; Ebu’l-Fadl Cemâluddîn Muhammed İbn Mükrem İbn
Manzûr, Lîsânu’l-Arab, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1997, I/101-103; Ahmed İbn Yusuf es-Semîn el-Halebî,
Umdetü’l-Huffâz fî Tefsîri Eşrefi’l-Elfâz, Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, 1993, II/337)
125 el-Kurtubî, VI/31-32; eş-Şevkânî, II/9-10; İbn Kesîr, II/7; el-Kâsimî, III/16; el-Merâğî, II/377; Yazır, III/1553;
Öfke anında insanın mantıklı düşünme yeteneğinin geçici olarak bloke edildiği,
düşünme sürecinin oluşumunun durduğu, beynin yargılama ile ilgili bölümünün
sağlıklı çalışamadığı bilinmektedir. Öfkeliyken soğukkanlılığını kaybeden insanın
değerlendirme yeteneğini yitirdiği, doğruyla yanlışı birbirinden ayırt etme yeteneğinden
yoksun kaldığı, muhakeme gücünü kaybettiği belirtilmektedir. Aklın ve iradenin
etkisinden çıkan, öfke heyecanının yönlendirmesiyle hareket etmeye başlayan bir
hâkimin / yargıcın yargılama yapması Hz. Peygamber tarafından doğru bulunmamıştır.
Hz. Peygamberin bu açıklaması aynı zamanda öfke heyecanının akıl ve irade üzerinde
oluşturduğu olumsuz tesirleri de ortaya koymaktadır:
“Öfkeli olduğun zaman iki kişi arasında hüküm verme!”127 Bu hadis-i şerif, öfke-
nin insan üzerindeki etkisi hakkında yeterince ipucu vermektedir. Öfkelenmek, bir tür
sarhoşluk ve cinnet halidir. Kızgınlık halinde, bilginin değerlendirildiği kalp, düşünce-
nin kaynağı olan zihin öfkenin tesiri altında kalır. Böyle olumsuz bir etkinin altına giren
kalp ve zihinden erdem ve adalet içeren kararın, yargının çıkması mümkün olmaz.128
“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden
kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a
karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah,
yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”130
129 Ahmed Abdurrahman, Kızma!, Çev. Seyfullah Erdoğmuş, Polen Yayınları, İstanbul, 2006, s. 19.
130 Mâide, 5/8.
Öfke, kin, nefret düşmanlık gibi yıkıcı duygular her ne şekilde olursa olsun,
yöneldikleri kimselere zarar verme gayesiyle bireyi güdülerler. Her fırsatta, kişiyi
intikam almaya, öcünü çıkarmaya sevkederler. Bu yıkıcı duygular, insanın önündeki
adalet, hak, hukuk ve insaf ölçülerini dikkate almadan hareket edebilme özelliğine
sahiptirler. Bu sebeple kişinin aklını, iradesini, vicdanını kullanarak yıkıcı duygularını
kontrol altına alması gerekmektedir.
Adalet söz konusu olduğunda ortaya çıkan meselelerden birisi şahitliktir. Suçlu
kimselere duyulan sevgi, yalan şahitliğe sebep olan etkenlerden birisidir.133
131 er-Râzî, IV/320; en-Nesefî, I/397; el-Beyzâvî, I/258; el-Kâsimî, III/73; Hicâzî, I/489; Esed, s. 186; Çantay,
I/158; Ateş, II/485-486.
132 Muhammed Ebu Zehra, İslam Hukukunda Suç ve Ceza, Çev. İbrahim Tüfekçi, Kitabevi Yayınları, İstanbul,
1994, I/12; Muhammed Ebu Zehra, “İslam Ceza Hukukunda Merhamet ve Adalet”, Çev. Hasan Güleç,
Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 3, s. 248; Abdurrahman Ateş, Kur’an’a Göre Din-
de Zorlama ve Şiddet Sorunu, Beyan Yayınları, İstanbul, 2002, s. 163.
133 Erem, s. 294.
134 M. Tahir Bin Âşûr, İslâm İnsan ve Toplum Felsefesi, Çev. Vecdi Akyüz, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2000, s.
“Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Allah’a ve ahiret
gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini(nin koymuş olduğu hükmü uygulama) konusunda onlara
acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir topluluk da onların cezalandırılmasına şahit olsun.”135
Âyette geçen, “Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız” ifadesi, ilâhî emirleri
yerine getirmenin sevap, cezaların uygulanmasının imanın bir gereği olduğuna işaret
eder. Bu ifade, Allah’ın yasalarını uygulama yönünde bir tür teşvik, rağbet ettirme ve
yönlendirmedir. “Eğer gerçekten Allah’a ve âhiret gününe, o günde diriltileceğinize,
amellerinizin ödül ve cezasını göreceğinize iman ediyorsanız, ceza yasalarını, zinâ
haddini uygularsınız. Cezayı infaz ederken dövmenin şiddetini tam olarak ayarlarsınız.
Zinâ eden kişilere duyduğunuz acıma hissine yenilerek onları kayırmaz, Allah’ın
emrettiği cezayı ihmal etmezsiniz. Allah’tan ve âhiretten korkarsınız.” Çünkü iman,
Allah’a itaat konusunda ciddiyet ve kararlılığı, onun cezalarını uygulamadaki gayreti
gerektirir. Âyette, âhiret gününün özellikle müminlere hatırlatılması, suçluya
yumuşaklık göstermek suretiyle ilâhî cezanın uygulanmasında gevşeklik gösterenleri, o
günün cezasından sakındırma amacına yöneliktir.138
Kur’an-ı Kerim, insanın psikolojik yapısına dair sadece tanıtıcı bilgiler vermekle
yetinmez. İnsandaki psikolojik eğilimlerin, hangi ahlâki değerlerle nasıl kontrol altına
alınacağına, eğilimleri ilahi değerlere uydurmanın ya da uydurmamanın dünya ve
âhiretteki sonuçlarına dikkat çeker. İnsanın eğilimlerinin ahlâkî kontrolü sadece
dünyada diğer insanlarla olan ilişkileriyle sınırlı değildir. Dindar birey için ahlâkî
değerlere uymak onun Allah ile olan ilişkilerinin önemli bir boyutunu teşkil eder.
Adaletin uygulanması sırasında acıma, yumuşak kalpli olma gibi eğilimlerin etkisiyle,
bu alandaki ilâhî emrin yerine getirilmesinde tavsamalara yol açabilecek durumlar
karşısında mümin bireyi, duygularının etkisinde kalmaktan kurtaracak olan şey, Allah’a
olan iman ve bağlılığıdır. Yine müminin âhirete olan inancı, adaletin tam olarak yerine
getirilmesinde, duygularının esiri olmamasını sağlayan dinî motivasyonlardan birisidir.
Bir yanda adaletin kesinleşen emri, diğer yanda acıma duyguları insanı çatışma
yaşamaya sürükleyebilir. Kişi adaleti yerine getirmekte zorlanabilir. Böyle bir çatışmada
hakîmi, şahitleri ve diğer insanları, duygularının tesirinden kurtaracak, adaletin
hakkıyla yerine getirilmesini sağlayacak en önemli faktörlerden birisi, kişinin Allah ve
âhiret inancıdır. Nitekim bu inancın etkisi, her toplumda mahkemelerde kutsal olana
yemin edilmesi geleneğiyle kendini göstermektedir.
Sonuç
İnsan doğasında, onu adil olmaya, vicdanlı, insaflı hareket etmeye sevk edecek
eğilimler mevcuttur. Bununla birlikte insanda, adil davranmayı engelleyecek daha başka
138 er-Râzî, VIII/318; el-Beyzâvî, II/115; el-Kâsimî, V/249; el-Cezâirî, III/547; ez-Zuhaylî, XVIII/128-129; Yazır,
V/3470; Toptaş, V/355.
100 Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu
güdü ve eğilimler de vardır. Yine sosyal motivlerin etkisiyle insan adaletten uzaklaşa-
uzaklaşabilmektedir. Bu gerçeği dikkate alan Yüce Allah, Kur’an aracılığıyla insanı adil
davranmaya sevk edecek, onu adaletten uzaklaştıran psiko-sosyal faktörler karsısında
dirençli ve kararlı kılabilecek manevî kaynakları / dayanakları öğretmeyi dilemiştir. Bir
yandan hevâ, aile ve akrabalık bağları, fakirlik-zenginlik gibi sosyo-ekonomik durumlar,
din / inanç bağı, öfke ve acıma gibi duyguların adaletin gerçekleşmesini
engelleyebileceğine vurgu yaparken, diğer yandan bu engellemelere rağmen adaleti
ayakta tutacak olan Allah’a ve âhirete iman gibi manevî dinamikleri öne çıkarmıştır.
Yüce Allah, önce adaleti yerine getirmede insanın psikolojik zaafları, zayıf
noktaları konusunda bilgilendirmiştir. Bu bilgilendirmeyle birlikte adalet konusundaki
yasa ve ilkelerini açıklamıştır. Zaaflara rağmen, adalet konusundaki yasa ve ilkelere
uymaya motive edecek manevî dayanakları göstermiştir. İlgili âyetlerde tekrar ettiği
şekliyle bu manevî dayanaklar Allah-kul ilişkisinin iman boyutunda odaklanmaktadır.
İmanının gücü ve samimiyeti oranında mümin bireyler, adaleti engelleyecek zaaflarına
karşı direnç gösterebileceklerdir.
müminin genel iman ve ahlâk eğitimi içerisinde, özel olarak adalet eğitimine yer veril-
verilmesine ihtiyaç vardır. Bu alandaki âyetler, söz konusu eğitim için temel
oluşturabilecek niteliktedir. Yine adalet eğitimi Hz. Peygamberin uygulama ve sözleriyle
de desteklenerek geliştirilebilir.
Kaynakça
Abdurrahman, Ahmed, Kızma!, Çev. Seyfullah Erdoğmuş, Polen Yayınları, İstanbul,
2006.
Açıkel, Yusuf, “Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajlarından “Adâlet” Prensibi”, VI. Kutlu
Doğum Sempozyumu Tebliğleri, 21 Nisan, 2003, Isparta.
Algül, Hüseyin, “Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Adaleti”, Diyanet İlmi Dergi, sayı: 31/3,
1995.
Akgül, Ahmet, Mesaj ve Metot: İletişim ve İşbirliği Sanatı, Kültür Yayıncılık, İstanbul, tsz.
Akgün, M. Zerrin, İlim Bakımından İslâmiyet, Diyanet İşleri Reisliği Yayınları, Ankara,
1955.
Akseki, A. Hamdi, Ahlâk Dersleri, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1968.
Akseki, A. Hamdi, İslâm Fıtrî Tabiî ve Umumî Bir Dindir, Sebil Yayınları, İstanbul, 2004.
Altıntaş, Hayrani, İslâm Ahlâkı, Akçağ Yayınları, Ankara, 1999.
Akyüz, Vecdi, Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1998.
Akyüz, Ali, Yaşayan Kur’an Hz. Peygamber, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2006.
Atalay, Orhan, Bilinç ve Put, Bilge Adam Yayınları, Van, 2007.
Atay, Hüseyin, Kur’an’a Göre İslâm’ın Temel Kuralları, M.E.B., İstanbul, 1994.
Ateş, Abdurrahman, Kur’an’a Göre Dinde Zorlama ve Şiddet Sorunu, Beyan Yayınları,
İstanbul, 2002.
Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1991.
Aydın, Hayati, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul, 1999.
Aydın, Ömer, Kur’an-ı Kerim’de İman Ahlâk İlişkisi, İşaret Yayınları, İstanbul, 2007.
Azzam, Abdurrahman, Allah’ın Peygamberlerine Emânet Ettiği Ebedî Risâlet, Çev. H.
Hüsnü Erdem, Diyanet İşleri Başkanlığı Neşriyatı, Ankara, 1948.
Bayraktar, M. Faruk, İslâm Eğitiminde Öğretmen / Öğrenci Münâsebetleri, M,Ü.İ.F.V.
Yayınları, İstanbul, 1987.
el-Behiy, Muhammed, İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Çev. Ali Turgut, Yöneliş
Yayınları, İstanbul, 1995.
Bertrand, Alexis, Ahlâk Felsefesi, Çev. Zeki Salih, Seba Yayınları, Ankara, 1999.
el-Beyzâvî, el-Kâdi Nâsiruddîn, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Dâru’l-Kütübi’l-
İlmiyye, Beyrut, 1988.
Bilgiz, Musa, Hayırlı Çocuk Yetiştirmenin Temel İlkeleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2006.
Bilgiz, Musa, Kur’an Açısından Vicdan ve Değeri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2007.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Kur’anı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri, Bilmen Yayınevi,
İstanbul, 1985.
102 Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu
Bin Âşûr, M. Tahir, İslâm İnsan ve Toplum Felsefesi, Çev. Vecdi Akyüz, Rağbet Yayınları,
İstanbul, 2000.
Buladı, Kerim, “Kur’an ve Adâlet (Toplumda Barış Güven veHuzuru Sağlayan İlke:
Adâlet)”, Diyanet İlmi Dergi, sayı: 38/1, 2002.
Canter, David, Suç Psikolojisi, Çev. Ali Dönmez ve diğerleri, İmge Kitabevi, Ankara,
2011.
Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Ekin Yayınları, Ankara, 1997.
el-Cezâirî, Ebû Bekr Câbir, Eyseru’t-Tefâsîr, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995.
Comte-Sponville, Andre, Büyük Erdemler Risalesi, Çev. Işık Ergüden, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004.
Çağrıcı, Mustafa, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, M.Ü.İ.F.V. Yayınları, İstanbul, 1989.
Çantay, Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Elif Ofset, İstanbul, 1992.
Çölgeçen, Kenan, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretimi, Fakülte Kitabevi, Isparta, 2007.
de Kerdaniel, E. L., Şahitlik ve Şahidin Psikolojisi, Çev. Rasih Yeğengil, Adliye Vekilliği
Neşriyatı, Ankara, 1937.
Demirci, Muhsin, Kur’an’a Göre İnsan ve Sorumlulukları, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2010.
Demirci, Muhsin, Kur’an’da Toplumsal Düzen, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2005.
Derveze, İzzet, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, Çev. Mehmet Yolcu, Ekin
Yayınları, İstanbul, 1998.
Dikici, Recep, İslâm’ın Ahlâk Esasları, Bayrak Yayımcılık, İstanbul, 1987.
Draz, Abdullah, Kur’an’a Giriş, Çev. Salih Akdemir, Ankara, 2000.
Duman, M. Zeki, Beyânu’l-Hak, Fecr Yayınevi, Ankara, 2006.
Düzenli, Yaşar, Kur’an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, M.Ü.İ.F.V. Yayınları, İstanbul,
2000.
Ebu Zehra, Muhammed, İslam Hukukunda Suç ve Ceza, Çev. İbrahim Tüfekçi, Kitabevi
Yayınları, İstanbul, 1994.
Ebu Zehra, Muhammed, “İslam Ceza Hukukunda Merhamet ve Adalet”, Çev. Hasan
Güleç, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 3.
Elik, Hasan, İnsan Eksenli Din, M.Ü.İ.F.V. Yayınları, İstanbul, 2011.
Elmalı, Abdurrahman, “Kur’an-ı Kerim’de Adâlet (Adl) Kavramı”, Harran Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 3, 1997.
el-Endelûsî, Ebû Muhammed Abdulhak İbn Ğâlib İbn Atıyye, el-Muharreru’l-Vecîz fî
Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993.
Erem, Faruk, Suç Bilimi Açısından Adalet Psikolojisi, Adil Yayınevi, Ankara, 1997.
Erdem, Hüsameddin, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlâk, Dem Yayınları, İstanbul,
2006.
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, Çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları,
İstanbul,
el-Fârâbî, Muhammed Ebu’n-Nasır, el-Medînetü’l-Fâzıla, Çev., Nafiz Danışman, M.E.B.,
İstanbul, 1990.
Fersahoğlu, Yaşar, Din Öğretiminde Duygu Eğitimi, Marifet Yayınları, İstanbul, 1998.
Frankena, William, Etik, Çev. Azmi Aydın, İmge Kitabevi, 2007, Ankara, s. 97;
Fromm, Erich, Hayatı Sevmek, Çev. Ali Köse, Arıtan Yayınevi, İstanbul, 1996.
Gider, Hüsnü, Genel Kriminoloji ve Adalet Psikolojisi, Devrim Matbaası, Ankara, 1961.
Gökalp, Ziya, Felsefe Dersleri, Çizgi Kitabevi, Konya, 2005.
Gövsa, İbrahim Alâettin, Çocuk Ruhu, M.E.B., İstanbul tsz.
Güler, İlhami, İtikattan İmana, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2009.
Gündüz, Mustafa, Ahlâk Sosyolojisi, Anı Yayıncılık, Ankara, 2005, s. 210.
Güngör, Erol, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1995.
Gürbüz, Ahmet, Harabede Define: Tasavvuf Felsefesinde Temel Vurgular, İnsan Yayınları,
İstanbul, 2003.
Harlak, Hacer, Önyargılar, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 2000.
Hicâzî, Muhammed Mahmûd, et-Tefsîru’l-Vâzıh, Dâru’l-Ceyl, Beyrut, 1991.
Hökelekli, Hayati, Ailede Okulda Toplumda Değerler Psikolojisi ve Eğitimi, Timaş Yayınları,
İstanbul, 2011.
İbn Haldûn, Abdurrahman İbn Muhammed, Mukaddime, Çev. Halil Kendir, Yeni Şafak
Kültür Armağanı, Ankara, 2004.
İbn Kesîr, İmâduddîn Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut,
1997.
İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâluddîn Muhammed İbn Mükrem, Lîsânu’l-Arab, Dâru’l-
Fikr, Beyrut, 1997.
İbnu’l-Mukaffa, İslâm Siyaset Üslubu, Çev. Vecdi Akyüz, Dergâh Yayınları, İstanbul,
2004.
el-İsfehânî, Ebu’l-Kâsım el-Hüseyn İbn Muhammed er-Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’l-
Kur’ân, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, tsz.
Kâmil, Abdülaziz Abdülkadir, İslâm’a Göre Irklar ve İnsanlar, Çev. Cemal Aydın, Timaş
Yayınları, İstanbul, 1997.
Kandemir, M. Yaşar, Örneklerle İslâm Ahlâkı, Nesil Yayınları, İstanbul, 2008.
Kant, Immanuel, Ethica: Etik Üzerine Dersler, Çev. Oğuz Özügül, Pencere Yayınları,
İstanbul, 2007.
Karaman, Hüseyin, Ebû Bekir Râzî’nin Ahlâk Felsefesi, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004.
el-Kâsimî, Muhammed Cemâluddîn, Tefsîru’l-Kâsimî, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî,
Beyrut, 1994.
Kayaoğlu, İsmet, “İslam’da Adalet Mefhumu”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, sayı: 27.
Kılıç, Recep, Âyet ve Hadislerin Işığında İnsan ve Ahlâk, T.D.V. Yayınları, Ankara, 2011.
Kiraz, Celil, Kur’an’da Ahlâk İlkeleri: Tevrat Zebur ve İncil’le Mukâyeseli Bir Çalışma, Emin
Yayınları, İstanbul, 2007.
Kirman, Mehmet Ali, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2004.
Koç, Ahmet, Kur’an’da İnsan ve Hz. Muhammed: Din Eğitimi Açısından Bir Yaklaşım, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2005.
Koloğlu, Orhan, İslâm’da Değişim, Gür Yayınları, İstanbul, 1993.
el-Kurtûbî, Ebû Abdullah Muhammed İbn Ahmed, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’l-
Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993.
104 Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu
Kutub, Muhammed, İslâm ve Materyalizme Göre İnsan, Çev. Kemal Sandıkçı, Şamil Yayı-
nevi, İstanbul, tsz.
Kutub, Seyyid, Fî Zılâli’l-Kur’ân, Dâru’ş-Şurûk, Kahire, 1997.
Lalande, Andre, Kısa Gerekçeli Pratik Ahlâk, Çev. M. Coşkun Değirmencioğlu, M.E.B.,
İstanbul, 2003.
Macit, Nadim, Kur’an ve Hadise Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Konya, 1992.
el-Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed İbn Muhammed İbn Mahmûd, Te’vilâtu Ehli’s-
Sünne, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 2004.
el-Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali İbn Muhammed İbn Habîb, en-Nüket ve’l-Uyûn, Dâru’l-
Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, tsz.
el-Mâverdî, Ebu’l-Hasan, Maddî ve Manevî Yüce Hedefler, Çev. Bergamalı Cevdet Efendi,
M.E.B., İstanbul, 1993.
Mehmedoğlu, Yurdagül, Ahlâkî ve Dinî Gelişim, Morpa Kültür Yayınları, İstanbul, 2004.
el-Merâğî, Ahmed Mustafâ, Tefsîru’l-Merâğî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998.
el-Mevdûdî, Ebu’l-A’lâ, Tefhîmu’l-Kur’ân, Çev. Muhammed Han Kayani ve diğerleri,
İnsan Yayınları, İstanbul, 1989.
en-Nesefî, Abdullah İbn Ahmed, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, Dâru’n-Nefâis,
Beyrut, 1996.
Nurbaki, Halûk, Sozsuz Nur, Damla Yayınevi, İstanbul, 2007.
Öncül, Remzi, Eğitim ve Eğitim Bilimleri Sözlüğü, M.E.B., İstanbul, 2000.
Öztürk, Yaşar Nuri, Yeniden Yapılanmak, Yeni Boyut, İstanbul, 2000.
Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’an’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, İstanbul, 1999.
Pappenheim, Fritz, Modern İnsanın Yabancılaşması, Çev. Salih Ak, Phoenix Yayınları,
Ankara, 2002.
Pascal, Blaise, Düşünceler, Çev. Metin Karabaşoğlu, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1998.
Polater, Kadir, Kur’an Açısından Adâlet ve Zulüm, Doğu Yayınları, Erzincan, 2008.
Rahman, Afzalur, Bir Yönetici ve Devlet Adamı Olarak Hz. Muhammed, Çev. Talha Özkök,
İnkılâb Yayınları, İstanbul, 2008.
Râzî, Ebû Bekir, et-Tıbbu’r-Rûhânî: Ruh Sağlığı, Çev. Hüseyin Karaman, İz Yayıncılık,
İstanbul, 2004.
er-Râzî, Fahreddîn, et-Tefsîru’l-Kebîr, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1997.
Rıfat, Ahmet, Tasvîr-i Ahlâk, Haz. Hüseyin Algül, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul,
tsz.
es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü’t-Tefâsîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, tsz.
es-Sa’dî, Abdurrahman İbn Nâsır, Teysîru’l-Kerîmi’r-Rahmân fî Tefsîri Kelâmi’l-Mennân,
Müessetü’r-Risâle, Beyrut, 1996.
Said, Cevdet, İslâmi Mücadelede Bilginin Gücü, Çev. Abdullah Kahraman, Pınar Yayınları,
İstanbul, 1997.
Said, Cevdet, Adem’in Oğlu Habil Gibi Ol, Çev., Abdi Keskinsoy, Pınar Yayınları,
İstanbul, 2000.
Said, Muhammed, Ruh Terbiyesi, Sûre Yayınları, İstanbul, 1993.
Saiyidain, K. G., İkbal’in Eğitim Felsefesi, Çev. Necmettin Tozlu, Ankara Okulu Yayınları,
Ankara, 2003.
Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, D.İ.B. Yayınları, Ankara, 2003.
Sarıçam, İbrahim, Hz. Peygamberin Çağımıza Mesajları, T.D.V. Yayınları, Ankara, 2007.
Sarp, Hatemi Senih, Psikoloji, Türkiye Basımevi, İstanbul, 1939.
Seyyar, Ali, Ahlâk Terimleri, Beta Basım Yayım, İstanbul, 2003.
Sezgin, Abdulkadir, “İslâm’da Adalet Üzerine Bir İnceleme”, Diyanet Dergisi, sayı 22/3,
1986.
Şekeroğlu, Sami, Mâtürîdî’de Ahlâk, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2010.
Şeriati, Ali, İslam Ekonomisi, Çev. Kenan Çamurcu, Dünya Yayıncılık, İstanbul, 1994.
eş-Şevkânî, Muhammed İbn Ali İbn Muhammed, Fethu’l-Kadîr, el-Mektebetü’l-Asriyye,
Beyrut, 1995.
Şimşek, M. Sait, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2012.
Tabbâra, Afif A., İlmin Işığında İslâmiyet, Çev. Mustafa Öz, Kalem Yayınevi, İstanbul,
1977.
Tan, Bilal, Kur’an’da Hikmet Kavramı, Pınar Yayınları, İstanbul, 2000.
Taner, Ali Haydar, Psikoloji, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940.
Tarhan, Nevzat, Toplum Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010.
Tarhan, Nevzat, Güzel İnsan Modeli, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s. 71.
Tarhan, Nevzat, Duyguların Dili, Timaş Yayınları, İstanbul, 2006.
Tavukçuoğlu, Mustafa, Erdem, Hüsamettin, Eğitim Fakülteleri İçin Din Kültürü ve Ahlâk
Bilgisi, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2005.
Topçu, Nurettin, Ahlâk, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2005.
Toptaş, Mahmut, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları, İstanbul, 1993.
Temel, Nihat, Kur’an Aydınlığında Müslümana Yol Haritası, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2008.
Yamakoğlu, Cihan, Ailede Toplumda İş ve Devlet Hayatında İnsan İlişkileri, Ankara, 1996.
Yaran, Cafer Sadık, İslâm’da Ahlâkın Şartı Kaç, Elif Yayınları, İstanbul, 2005.
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, tsz.
Yücel, Mustafa Tören, Adalet Psikolojisi, Basım yeri belli değil, tsz.
ez-Zemahşerî, Ebu’l-Kâsım Cârullah Muhammed İbn Ömer, el-Keşşâf an Hakâikı
Ğavâmizı’t-Tenzîl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995.
Zeydân, Abdulkerim, İslâm Davetçilerine, Çev. Nezir Demircan, İkbal Yayınları, Ankara,
1977.
ez-Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsîru’l-Münîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1991.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 107 - 121
Özet
Osmanlı-Karamanlı münasebetleri, ilk olarak Alâeddin Ali Bey (1357-1398)
döneminde başladı. Osmanlıların Anadolu’da yayılarak, Karaman hudutlarına
dayanmasıyla meydana gelen gerginlik, ilk muharebenin (1386) yapılmasıyla askeri
ve siyasi mücadeleye dönüştü. Bu mücadelenin en yoğun yaşandığı dönemlerden
birisi de şüphesiz Karamanoğlu II. İbrahim Bey’in iktidarda olduğu (1423-1464)
dönemdir. Karamanoğlu II. Mehmed Bey’in oğlu olan İbrahim Bey, Osmanlı Sultanı
II. Murad’ın desteğiyle Karaman tahtına oturdu. Ancak onun döneminde
Osmanlılar; Rumeli’nde Haçlı ittifakı, Anadolu’da da Karamanoğlu ile aynı anda
uğraşmak zorunda kaldı. Zamanın İslam âlimlerinden aldığı fetvalarla elini
güçlendiren II. Murad, Karaman üzerine yürüdü ve çok zor durumda kalan İbrahim
Bey, Sultan Murad'ın ağır şartlarını kabul etti. Ancak Fatih Sultan Mehmed’in başa
geçişinden sonra yapılan antlaşmanın hükümsüz olduğunu ileri sürerek tekrar
harekete geçti. Önce Osmanlıya karşı ittifak arayışına girdi. Ardından da Osmanlı
elindeki Kütahya, Aydın ve Alâiye üzerine yürüdü. Fatih’in karşı harekâtı karşında
mağlup olup Taşeli’ne çekilen İbrahim Bey, sulh akdine muvaffak oldu. İbrahim
Bey’in Fatih ile yaptığı anlaşmaya sadık kaldığı bildirilse de, Osmanlıya karşı
1453’de Venedik ile ticari görünümlü askerî anlaşma yaptığı ancak beklenen sonucu
vermediği, bu aşamadan sonra ölünceye kadar Osmanlılarla herhangi bir ihtilafa
düşmekten çekindiği de anlaşılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: İbrahim Bey Devri, Karaman Beyliği, Osmanlı Devleti, Sultan II.
Murad, Fatih Sultan Mehmed
Abstract
Relations of the Ottomans-Karamans first began in the period of Alâeddin Ali
Bey (1357-1398). Tension that occurred with the Ottomans spread into Anatolia and
arrived to the borders of the Karamans, turned into military and political struggle
with the first battle (1386) was done. Undoubtedly one of the most intense periods of
this struggle is the period of Karamanoğlu Ibrahim Bey II was in power (1423-1464).
Karamanoğlu Ibrahim Bey II is Mehmed Bey II’s son, sat on the throne of Karamans
by the Ottoman Sultan Murad II’s support. However during his reign, Ottomans had
to deal at the same time with Crusader alliance of Thrace and Karamanoğlu in Ana-
tolia. Murad II strengthened his hands with fatwa’s of Islamic scholars of the time,
marched on Karaman. Karamanoğlu İbrahim Bey stayed in a very difficult situation
and accepted Sultan Murad’s harsh terms. But after Sultan Mehmed had passed
throne, İbrahim Bey said the treaty was void. First he sought an alliance against to
108 Yrd. Doç. Dr. Bilal Gök
the Ottomans. Then he walked on to Kütahya, Aydın and Alâiye which belong the
Ottomans. Ibrahim Bey was defeated at the end of Fatih’s operations against, fled to
Taşeli and succeeded in treaty. Although it was reported that he remained faithful to
treaty, he made a commercial-looking military alliance with Venice against to the Ot-
tomans in 1453. But it did not give expected result. We understand that after this
stage he feared falling into a conflict with the Ottomans until his death.
Key Words: The Reign of Ibrahim Bey, Beylik of Karaman, the Ottoman Empire, Sul-
tan Murad Second, Sultan Mehmed Conqueror
Giriş
Türkiye Selçuklu Devleti’nin güçlü dönemlerinde, “uç” adı verilen Bizans sınır
bölgelerine, zamanın güçlü komutanları idaresinde sevk edilen ve Türkmenlerden
oluşan “muharip gazi” unsurlar, gönderildikleri yerleri fethederek buralara yerleşmişler
ve merkezî devlete bağlı kalmışlardı. Bu arada Taşeli yöresi de Selçuklu hükümdarı
Alâ’ed-din Keykubad döneminde (1220–1237), Çukurova’daki Ermenilerin Selçukluları
güneyden kuşatacak ve Akdeniz ile bağlantısını kesecek şekilde batıya doğru
yayılmasını önlemek maksadıyla1, 1224 tarihinde Çavlı ve Ertokuş tarafından fethedile-
rek Türkmenlerin iskânına açılmış, idaresi ise ünlü Selçuklu komutanlarından Emir
Kamerüddin’e verilmişti2. Adı geçen bölge zamanla diğer uç vilayetleri gibi Moğollar
önünden kaçarak Anadolu’ya sığınan Türkmenlerle dolmuştur. Türkiye Selçuklu Devle-
ti’nin Moğollar karşısındaki Kösedağ bozgunu (3 Temmuz 1243) sonrasında, Moğollar
eliyle ülkede acımasız bir kıyım ve tahribat baş gösterdi. Bilahare ülkeyi Moğol boyun-
duruğundan kurtarmak için başta Karamanoğulları olmak üzere amansız bir mücadele-
ye girişildiği görülmektedir. Bu arada, Anadolu’da oluşan askerî ve siyasî boşluktan
istifade eden hâkim unsurların, egemen oldukları bölgelerde “beylik” adı verilen müs-
takil küçük devletçikler halinde teşkilatlandıkları bilinmektedir3. İşte bu meyanda
“Karamanoğulları Beyliği” de Orta Torosların “Taşeli Platosu” olarak adlandırılan tarihî
“İsauria Bölgesi”nin4 önde gelen şehri Ermenek’te5 takriben 1256 tarihinde kuruldu. Son-
1 Ali Üremiş, Türkiye Selçuklularının Doğu Anadolu Politikası, Ankara 2005, s. 38 vd.
2 M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, (nşr. Orhan F. Köprülü), İstanbul 1986, s. 73;
Besim Darkot, “Alâiye”, İA. I, s. 287; O. Turan’a göre bu fetih 1225 tarihinde gerçekleşmiştir. Bkz., Osman
Turan, “Kıbrıs Tarihi Üzerinde Çalışmalar I, Orta Çağlarda Türkiye-Kıbrıs Münasebetleri”, Belleten XXVII/110,
(1964), s. 217.
3 Târîh-i Âl-i Selçuk, Anadolu Selçukluları Tarihi III, (Anonim Selçuknâme), (nşr. F. N. Uzluk), Ankara
1952, s. 68; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye (1071-1318), İstanbul 2002, s. 518 vd; Kemal
Göde, Eratnalılar (1327-1381), Ankara 1994, s. 14; Aydın Ayhan, Şengün Tuncer, “Anadolu Beyliklerinin
ve Osmanlı Beyliği’nin İlhanlalar Adına Kestirdiği Sikkeler”, XII. Türk Tarih Kongresi, (4–8 Ekim 1999),
Kongreye Sunulan Bildiriler III/ II, Ankara 2002, s. 1163.
4 İsauria bölgesiyle ilgili olarak bakılabilecek çalışmalar: Keith Hopwood, “Who Where The Isaurians?”, XI.
radan Larende (Karaman) ve bir müddet sonra da Konya merkezli kuvvetli bir beylik
şeklinde inkişaf etti6. Bu çalışmada, Karamanoğulları’nın 41 yılını kapsayan İbrahim Bey
döneminde, Osmanlı devletiyle cereyan eden siyasî ve askerî münasebetler ele alınmış-
tır.
Türk Tarih Kongresi,(5–9 Eylül 1990), Kongreye Sunulan Bildiriler II, Ankara 1994, s. 375; A.
Alexandravich Vasiliev, Bizans İmparatorluğu Tarihi I, (nşr. A. M. Mansel), Ankara 1943, s. 297; Charles
Texier, Küçük Asya, (nşr. K. Y. Kopraman, M. Yıldız), Ankara 2002, III, s. 297; Hasan Bahar, İsauria Böl-
gesi Tarihi, (Basılmamış Doktora Tezi), Konya 1991; Osman Doğanay, Germanikopolis (Ermenek) Çevre-
sinin Tarihi Coğrafyası ve Eserleri, Konya 2003, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), s. 53.
5 Bilal Gök, Ermenek Kazâsı (1500–1600), Osmanlı Arşiv Belgelerine Dayalı Şehir Tarihi Çalışması,
7 İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Karaman-oğulları Devri Vesikalarından İbrahim Beyin Karaman İmareti Vakfiyesi”,
hi, (nşr. M. Mesud Koman), Konya 1946, s. 185; Hoca Saadeddin Efendi, Tâcü't-Tevarih II, (nşr. İ.
Parmaksızoğlu), İstanbul 1979, s. 153 vd.; Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l Ahbâr II, (nşr. M. Hüdai
Şentürk), Ankara 2003, s. 129; Lütfi Paşa ve Tevârih-i Âl-i Osman, (nşr. K. Atik), Ankara 2001, s. 177; H.
Edhem, Mehmed Bey’in ölüm tarihini 1423 olarak vermektedir. Bkz., Halil Edhem, “Karamanoğulları
Hakkında Vesâik-i Mahkûke”, TOEM XIII, İstanbul 1327, s. 823; Abdurrahman Şeref, Târîh-i Devlet-i
Osmâniyye, (nşr. M. Duman), İstanbul 2005, s. 102; Baron Joseph Von Hammer Purgstall, Büyük Osmanlı
Tarihi I, İstanbul 1993, s. 462; Alphonse De Lamartine, Osmanlı Tarihi, (nşr. S. Bayram, N. A. Banoğlu, H.
Tuncay, Y. Toker), İstanbul 1991, s. 198; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi I, Ankara 1988, s. 402; İsmail
Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi I, İstanbul 1947, s. 193 vd.; İ. Hakkı Uzunçarşılı,
Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara 1988, s. 22; M. Z. Oral, Mehmed
Bey’in ölüm tarihini 28 Safer 826 olarak vermektedir. Bkz., M. Zeki Oral, “Karamanoğulları Tarihine Ait Ve-
sikalar: Yatağan Mürsel Vakfiyesi”, Belleten, Ankara 1954, XVIII/71, s. 343; Şehabeddin Tekindağ, “Karaman-
lılar”, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir 1997, VI, s. 325; İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Hamîd-oğulları”, İslam Ansik-
lopedisi, Eskişehir 1997, V/1, s. 191; İ. Hakkı Uzunçarşılı, “ Sultan II. Murad’ın Vasiyetnâmesi”, Vakıflar
Dergisi, Ankara 1958, IV, s. 7; İbrahim Hakkı Konyalı, Abideleri ve Kitabeleri ile Ereğli Tarihi, İstanbul
1970, s. 172, 214; M. Akif Erdoğru, “Murad Çelebi Defterine Göre 1483 Yılından Önce Karaman Vilâyetin-
de Vakıf Kuran Hayırsever Müslümanlar (Vâkıflar)”, Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti Kongresi (Nisan
1999) Bildiriler, Konya 2000, s. 169.
9 H. Edhem, a.g.m., s. 827, 831-832; Şehabeddin Tekindağ, “Mısır, Suriye ve Hicaz’da Yazılmış Arapça Eser-
lerin Osmanlı Tarihi Bakımından Önemi”, VII. Türk Tarih Kongresi, (Ankara 25-29 Eylül 1970), Kongreye
Sunulan Bildiriler II, (s. 534-541), Ankara 1973, s. 539.
10 Feridun Ahmed Bey, Münşeatü’s-Selâtin I, İstanbul 1274, s. 161 vd.
110 Yrd. Doç. Dr. Bilal Gök
11 Cüneyt Ölçer, Karamanoğulları Beyliği Madeni Paraları, İstanbul 1982, s. 87–105; Sikkeler hakkında
ayrıca Bkz. İ. Hakkı Konyalı, Abideleri ve Kitabeleri ile Karaman Tarihi Ermenek ve Mut Abideleri, İs-
tanbul 1967, s. 71–73.
12 Lütfi Paşa, s. 177; H. Edhem, a.g.m., s. 824, 832-833; Abdurrahman Şeref, s. 119; A. Sadık Erzi, “Akkoyunlu
ve Karakoyunlu Tarihi Hakkında Araştırmalar”, Belleten, Nisan 1954, XVII/ 70, s. 204.
13 Bkz. Şikâri, s. 191.
14 Yahya Başkan, Karaman-oğulları Beyliği (Alâ’ed-din Ali Bey Dönemi 1357–1398), (Basılmamış Yüksek
16 Âşıkpaşazâde, s. 70.
gönderdiği iki ayrı nameyi nakletmektedir17. Ancak asıl mücadele askerî sahada vu-
ku bulmuştur. Bu mücadelenin gayesi ise, Anadolu’da güçlü bir devlet kurma ve bu
devleti siyasî ve askerî alanda hâkim kılmaktır.
Sultan II. Murad, İbrahim Bey’in Karaman tahtına çıkmasına verdiği desteğe
karşılık olarak Hamid-ili, Beyşehir ve Otluk Hisarı gibi önemli yerleri, ayrıca Timur
tarafından Karaman Beyliğine verilen Isparta ve Eğridir’i almıştır (1423/1424)18.
İbrahim Bey, her ne kadar Sultan Murad’ın desteğiyle Karaman tahtına çıksa da,
ona bağımlı bir siyaset izlemekten kaçınmıştır. Rakipleri üzerinde hâkimiyetini
pekiştirdikten sonra, Osmanlı devletine terk ettiği yerleri geri almak için müsait bir
ortam kollamış ve bu maksatla, Sırp despotu Wlad Drakul ve Macarlarla Osmanlı
aleyhine üçlü ittifak arayışlarına girmiştir19. Öngörülen işbirliği gereğince Sırp ve Macar-
lar bir taraftan, Karamanoğlu ise diğer taraftan sıkıştıracak, böylelikle Osmanlılar orta-
dan kaldırılacaktı. (H.831-M. 22 Ekim 1427/10 Ekim 1428)20. İbrahim Bey’in, bu ittifakın
dışında Kıbrıs krallığıyla da bir ticaret anlaşması yaptığı görülüyor. Kıbrıs Kralı II. Jean
ile Karamanoğlu İbrahim Bey arasında 1432’de gerçekleşen bu antlaşmayla, her iki tara-
fın tüccarlarına karşılıklı ticaret serbestîsi tanındı. İbrahim Bey, bu ticari görünümlü as-
kerî antlaşmayla Anadolu’nun güney sahillerini Osmanlı istilasından korumak istiyor-
du. Ancak bu ve daha sonra yapılacak olan Karaman-Akkoyunlu-Kıbrıs ve Haçlı ittifakı
bile, adı geçen yörenin Osmanlı topraklarına katılmasını önleyemedi21.
20 Âşıkpaşazâde, s. 99; İbn Kemâl, Tevârîh-i Âl-i Osman II. Defter, (nşr. Ş. Turan),Ankara 1983, s. 49b; Hoca
Saadeddin II, s. 208–209; 16. Asırda Yazılmış Grekçe Anonim Osmanlı Tarihi, (nşr. Ş. Baştav), Ankara
1973, s. 129; M. Nuri Paşa I-II, s. 38; Hadisenin 1435/1436 tarihinde vukua geldiği bildirilmektedir. Bkz. İ.
H. Danişmend I, s. 202 vd; H. İnalcık, Eflak voyvodası Wlad Drakul’un Macarlarla ittifak kurarak 1461’de
Tuna’da Osmanlılara saldırdığını bildirir. Bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ 1300–
1600, (trc. R. Sezer), İstanbul 2003, s. 32; Uzunçarşılı,“ Sultan II. Murad’ın Vasiyetnâmesi”, s. 8; Ş.Tekindağ,
“Karamanlılar”, s. 325; Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı Padişahları, (nşr. R. Çamuroğlu), İstanbul 2003, s. 83.
21 Osman Turan, “Kıbrıs Tarihi Üzerinde Çalışmalar I, Orta Çağlarda Türkiye-Kıbrıs Münasebetleri”, Belle-
lu’da harekete geçti24. Daha önceden yapmış olduğu antlaşmayı bozarak, Osmanlı yöne-
timindeki Beypazarı, Ankara, Seyitgazi, Kütahya’ya kadar kasaba ve şehirleri ele geçir-
mekle yetinmeyip, namusa tecavüz ve çok sayıda insan katletti. Durumdan haberdar
olan II. Murad, H.846-M.1442’de Edirne'den harekete geçti. Karaman topraklarına giren
Osmanlı ordusu, Konya ve Larende’yi tamamen harap etti. Sonra Sofya’ya kadar ilerle-
yen Haçlıları karşılamak gayesiyle oraya yönelince, İbrahim Bey tekrar harekete geçerek,
taarruzlarına devam etti. İbrahim Bey’in yaptığı bu son saldırılar, onun Haçlılarla ortak
hareket ettiğini gösteriyordu. Bu durum, Karamanlılar aleyhine bir cereyanın oluşması-
na sebep oldu25.
24 H. İnalcık, Klasik Çağ, s. 27; R. Ekrem Koçu, a.g.e., s. 84-85; Ş. Tekindağ, “Arapça Eserlerin …”, s. 539; İ. H.
Konyalı, Ereğli, s. 215.
25 Âşıkpaşazâde, s. 108; Oruç Bey, s. 91; Şikâri, Osmanlı ordusunun Karamanlılar karşısında tutunamayarak
geri çekildiğini belirtir. Bkz. Şikâri, s. 189–191; Abdurrahman Şeref, s. 105; H. İnalcık, Klasik Çağ, s. 20;
Uzunçarşılı, “Karaman İmareti Vakfiyesi”, s. 119; Uzunçarşılı, “Sultan II. Murad’ın Vasiyetnâmesi”, s. 9.
26 II. Murad’ın fetva aldığı kişiler arasında dört mezhebin de âlimlerinin yer alması dikkat çekmektedir. Şafiî
imamlarından İbn Hacer, Hanefi âlimlerinden Sadüddin-i Deyri, Maliki mezhebi âlimlerinden Bedrüddin-
i Tenisî, Hanbelî âlimlerinden Bedrüddin-i Bağdadî ve Hanefi mezhebi âlimi Abdüsselâm-ı Bağdadî’nin
fetvaları ve Osmanlı âlimlerinden Amasyalı Abdurrahman Muslihî’nin en sonda tasdiki vardır. Bkz.
Uzunçarşılı, “Karaman İmareti Vakfiyesi”, s. 128–132.
27 Âşıkpaşazâde, s. 108; Müneccimbaşı Tarihi I, (nşr. İ. Erünsal), İstanbul Tarihsiz, s. 231; Hoca Saadeddin
II, s. 205–208; Oruç Bey, s. 90; Lütfi Paşa, s. 179; M. Nuri Paşa I-II, s. 39; II. Murad’ın aldığı fetvalar hakkın-
da Bkz. Uzunçarşılı, “Karaman İmareti Vakfiyesi”, s. 128–132.
114 Yrd. Doç. Dr. Bilal Gök
Şikâri’ye göre ise mütecaviz taraf Osmanlılardır. Osmanlı veziri Lütfi Paşa, Ak-
Akşehir’i yağma edip, Karahisar’a dönmüş, İbrahim Bey’in kardeşi Alâ’ed-din, Lütfi
Paşa’yı mağlup ederek öldürmüş ve Karahisar’ı yağma etmiştir. İbrahim Bey, Beyşehir,
Karaağaç ve Hamid ilini zapt edip, Karahisar’a doğru harekete geçmiş, Osmanlılarla
İshaklı’da yapılan savaşta vezir Mesih Paşa ölmüş, Osmanlı askeri tutunamayıp, Sultan
Murad geri dönmüştür28. Şikâri her ne kadar bu tarihte Mesih Paşa’nın Karaman
kuvvetlerine karşı mağlubiyetinden bahsetse de; İbn Kemal, Mesih Paşa’nın II.
Bayezid döneminde yaşadığını haber veriyor29. Şikâri ve Osmanlı tarihçileri ara-
sındaki bu vb. ihtilaflar, ayrıca tetkike muhtaç görünmektedir.
Sulh anlaşmasına gelince, Karaman murahhası Server’in, İbrahim Bey’in Osmanlı
topraklarına karşı yaptığı saldırıları katiyen onaylamadığı ve son hadisenin Turgut-
oğulları’nın tahrikiyle cereyan ettiğini ifade ederek, Osmanlı idaresini sulha razı ettiği
belirtilir. (3 Ağustos 1444)30. Osmanlı müverrihlerinin naklettiği bu ifadeler, bir vezirin
temsil ettiği hükümdarı, onun düşmanı karşısında tahkir etmesi anlamına geldiği için
dikkat çekmektedir. Ancak İbrahim Bey’in kabul etmek zorunda kaldığı Sevgend-nâme
hükümlerine bakılınca durumun oldukça ağır olduğu muhakkaktır. Ahitnameye göre
İbrahim Bey, Kur’an üzerine el basarak, Osmanlı topraklarına herhangi bir saldırıda
bulunmayacağına, onlar aleyhine düşmanla işbirliği yapmayacağına ve dışarıdan
gelebilecek muhtemel saldırı tezgâhlarını da haber vereceğine söz vermiştir31. İbrahim
28 Şikâri, s. 189–191.
29 İbn Kemâl, Tevârîh-i Âl-i Osman VIII. Defter, (nşr. A. Uğur), Ankara1997, s. 95b.
30 Âşıkpaşazâde, s. 108; Neşrî II, s.643; Lütfi Paşa, s. 179; Abdurrahman Şeref, s. 105; Hammer I, s. 487–489; İ.
ve istisna and içüb iderümki, Merhum ve mağfur Mehmed Han oğlu Murat Begün ve oğlu Mehmed Begün şerif ne-
fislerine ve canlarına ve ırzlarına ve dostlarına ve memleketlerine ve vilayetlerine ve vilayetlerindeki şehirlerine ve
kalelerine ve kuralarına ve sınurlarına ve oturur raiyetlerine ve göçlerine ve beylerine ve vezirlerine ve sipahilerine ve
kullarına ve etbaına ve eşyaına ve cemi taallukatlarına zahiren ve batınan hiç veçhile düşmanlık etmeyim ve ettirm e-
yim ve etmek isteyene şerik olmayım ve muavenet etmeyim ve kimesne etmek dilese elimden geldiği kadar men ve def’
idem. Taksirlik etmeyim, dostlarına dost düşmanlarına düşman olam ve devletlerine ziyan gelecek yerde olmayım ve
mezkûr Murat begün devletlerin ve rifatların dilemeyen düşmanlarına Müslümanlardan ve küffârdan ihfayile ve aşi-
kâre adamım ve haberim ve mektubum varmaya ve mezkûr Murat Begün ve oğlu Mehmed Begün düşmanlarından ve
bed endişelerinden bana gelen mektubların ve haberlerin aynile bildürem. Ve halklarından kimesne hain olub kalele-
rinden ve şehirlerinden bana virürlerse almayım. Ve mezkûr Murat Begün ve oğlu Mehmed Begün kullarından ve
etba’ kullarından ve kendülere müteallik olan vilayetlerinden kimesnenin kulluğu veyahut halayığı ve davarı kaçıp
veya uğurlanıp benim ilime girürse buluna virem, özür etmeyim bilcümle dostlarına dost düşmanlarına düşman olup
her yıl bir oğlumu çerümla mezkûr Murat Begün hizmetine vereyim. Vallahi bu mezkurata hiçbir veçhile nakzı ahd
etmeyim ve akdimi nakz edüb kefaret vermeyim ve verdirmeyim. Vallahi her bar ahdi nakz ettügimce yemin benim
üzerime ola ve tallahi doğru and içtim hile ve istisna etmedüm. Ve bu ahdden muhalefetim ve tecavüzüm yoktur.
Bey’in bu ahitnameyi kabul etmesi, aynı zamanda batılılarla Osmanlıya karşı ortak ha-
hareket ettiğini ikrar etmesi anlamına da gelmektedir.
II. Murad’ın 18 Şubat 1451 yılında vefatını müteakip, Osmanlı devletinde Sultan
II. Mehmed (Fatih) devri başladı. (H. 16 Muharrem 855 / M. 18 Şubat 1451 Perşembe).
Yeni dönemin başlangıcında Osmanlı toprakları içinde birtakım tehlikelerin baş
gösterdiği görülüyor. Bu meyanda İbrahim Bey, II. Murad öldüğü için onunla yapılan
ahitnamenin hükümsüz olduğunu bahane ederek hemen harekete geçti. II. Murad’ın
zapt ettiği Kütahya ve Aydın üzerine oğullarını gönderirken, kendisi Alâiye üzerine
yürüdü35.
Eğer edecek olursam vallah bu tanrı kelamı bana ve evladıma garim olsun”. Bkz. Uzunçarşılı, “Karaman İmareti
Vakfiyesi”, s.120–121.
32 H. İnalcık, Klasik Çağ, s. 27; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi I, s. 428–429; A. Taneri, a.g.e., s. 227.
33 Feridun Bey, 848 Ramazan/ 1444 Aralık ayında Sultan II. Murad tarafından İbrahim Bey’e gönderilen bir
mektup ve 27 Şevval 848 tarihli İbrahim Bey’in cevabî mektubunu nakleder. Bkz. Feridun Bey I, s. 226–228;
Ş.Tekindağ, “Karamanlılar”, s. 325; Ahmed Akgündüz, Said Öztürk, 700. Yılında Bilinmeyen Osmanlı,
İstanbul 1999, s. 68; Abdurrahman Şeref, s. 109; Uzunçarşılı, “Karaman İmareti Vakfiyesi”, s. 123; M. Zeki
Oral, “Fatih Sultan Mehmed’in Gevale Kalesi İle Karaman İllerini Fethi ve Hafidî’nin Tercî-i Bendi”, Vakıflar
Dergisi, Ankara 1958, IV, s. 81; Ş. Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri I, s. 471; Ali Sevim, Yaşar Yücel, Türkiye
Tarihi, Fetih Selçuklu ve Beylikler Dönemi, Ankara 1989, s. 331.
34 Uzunçarşılı, “Karaman İmareti Vakfiyesi”, s. 122; Ş.Tekindağ, “Karamanlılar”,s. 325.
35 Âşıkpaşazâde: “Bir gün ansızın haber geldi ki Karamanoğlu İbrahim’in karnı yarıldı; haramzade oğlanlar doğdu.
Germiyanoğlu dediğine bir oğlunu gönderdi. Kütahya’ya yolladı. Birini de Aydınoğlu’nun ülkesine gönderdi. Biri
dahi Menteşoğlu’dur dedi. Bunu dahi o ile gönderdi. Kendisi Alâiye’ye yürüdü” diyor. Yani İbrahim Bey’in kendi
yandaşlarını kıyama teşvik ettiğini haber veriyor. Bkz. Âşıkpaşazâde, s. 116–117; Hoca Saadeddin II, s. 258,
268; Oruç Bey, s. 106 vd; Hammer I, s. 525–526; Abdurrahman Şeref, s. 110; H. İnalcık, Klasik Çağ, s. 34; İ.
H. Danişmend I, s. 229; Ş. Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri I, s. 471; Vehbi Tamer, “Fatih Devri Ricalinden
İshak Paşa’nın Vakfiyeleri ve Vakıfları”, Vakıflar Dergisi, Ankara 1958, IV, s. 107 (107–124); Paul Wittek,
Menteşe Beyliği, XIII-XV. Asırda Garbî Küçük Asya Tarihine Ait Tedkik, Ankara 1944, s. 104;
Uzunçarşılı, Beylikler, s. 28; İ. H. Konyalı, İbrahim Bey’in birisi H.855/M.1451 diğeri ise 858/1454 tarihli ve
Fatih Sultan Mehmed adına darbedilen bir sikkesinden bahseder. Bu paranın varlığı, İbrahim Bey’in bu
tarihlerde Fatih ile yaptığı sözleşmeye sadık kaldığını gösterir. Bkz. İ. H. Konyalı, Karaman, s. 73; İ. H.
Konyalı, Ereğli, s. 215; Yaşar Yücel, Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar I, XIII – XV. Yüzyıllarda
Kuzey-Batı Anadolu Tarihi, Çoban-oğulları Beyliği, Candar-oğulları Beyliği, Ankara 1988, s. 103.
116 Yrd. Doç. Dr. Bilal Gök
Nihayet, Osmanlı sultanı anlaşmaya razı oldu. Çünkü asıl hedefi İstanbul’un
fethiydi. Fatih, bu kısa süren seferden sonra İstanbul’un fethi için hazırlıklara
başlayacaktır. Yapılan antlaşmaya göre Kırşehir, Akşehir, Beyşehir, Seydişehir
Osmanlıya bırakılmış ve Ilgın’dan sınır belirlenmiştir. Ayrıca İbrahim Bey, Fatih’e isyan
etmeyecek, dostuna dost düşmanına düşman olacak ve sefer esnasında asker
36 Selahattin Tansel, Fatih Sultan Mehmed’in Siyasi ve Askeri Faaliyeti, Ankara 1999, s. 283; İlhan Erdem,
“Akkoyunlu Devletini Meydana Getiren Aşiretler”, Tarih İncelemeleri Dergisi, İzmir 1992, VI, s. 243.
37 İbn Kemâl, Tevârih-i Âl-i Osman VII. Defter, (nşr. Ş. Turan),Ankara 1957, s. 13–14.
38 Oruç Bey, s. 106 vd; M. Nuri Paşa I-II, s. 43; Abdurrahman Şeref, s. 104; H. İnalcık, bu seferin 1451 baha-
rında yapıldığını bildirir. Bkz. Halil İnalcık, Hicrî 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-ı Arvanid, Ankara
1987, s. XXI; H. İnalcık, Klasik Çağ, s. 216; A. Sevim, Y. Yücel, Selçuklu ve Beylikler, s. 332.
39 Âşıkpaşazâde, s. 118; Hoca Saadeddin II, s. 269; Lütfi Paşa, s. 183; Abdurrahman Şeref, s. 110; Ş. Tekindağ,
“Karamanlılar”, s. 326; S. Tansel; 1451 tarihinde yapılan Osmanlı-Karaman savaşında İbrahim Bey’in Os-
manlı vezirlerinin şefaati sayesinde Fatih’i sulha ikna edebildiğini bildirir. Bkz. S. Tansel, a.g.e., s. 283; İ. H.
Konyalı, Ereğli, s. 216.
gönderecekti ki İbrahim Bey, ahdine sadık kalarak, Fatih’in Kastamonu, Sinop, Koyulhi-
Koyulhisar ve Trabzon seferine oğlunu göndermiştir (1461)40.
Her ne kadar İbrahim Bey’in Fatih ile yaptığı anlaşmaya sadık kaldığı bildirilse
de Osmanlıya karşı ittifak arayışlarına devam ettiği anlaşılıyor. Bu amaçla İstanbul’un
fethi öncesinde 12 Şubat 1453 tarihinde, Venedik Cumhuriyeti ile ticaret anlaşması
yaptığı bilinmektedir. Aslında bu anlaşma ticarî olmaktan ziyade “ortak düşman”a karşı
ortak strateji belirlemeye matuftu. Ancak, kısa sürede eyleme dönüştürülemediği için,
bu ittifak da beklenilen sonucu vermeyecekti. Zaman, kararlı ve planlı hareket eden
Fatih’in lehine işleyecekti41.
İbrahim Bey’in ölümüyle ilgili iki ayrı rivayet vardır. Bu rivayetlerin birincisine
göre; İbrahim Bey İstanbul’un fethinden sonra Veziri Ahmed Paşa ile tebrik maksadıyla
Fatih Sultan Mehmed’e bir mektup göndermiş, Ahmed Paşa mektubu verdikten sonra,
Osmanlı Padişahı onu tenha bir yere çağırarak, bir miktar zehir vermiş, eğer İbrahim
Bey’i öldürürse, Karaman diyarını kendisine vereceğini söylemiştir. Vezir Ahmed Paşa,
40 Âşıkpaşazâde, s. 132; Neşrî II, s. 685; İbn Kemal VII, s. 17; M. Nuri Paşa I-II, s. 43; “Mehmed Hân-ı Gâzi
hazretleri ikinci defa yirmi iki yaşlarında câlis-i serîr-i saltanat olduklarını müteakip Karamanoğlu İbrahim Beğ,
Menteşe, Saruhan, Germiyan ve Aydınoğullarından beraber kendi mevrûseleri istirdâdına teşvîk ve ığva ve kendisü
dahi memâlik-i mahsûresye dest-i istilâ eylemişdi. Derhal orduyu hümâyûn Bursa’ya nazil olub, sayt savlet padişâhî
ile mezkûr derbederler perişân ve Karamanoğlu İbrahim Beğ dahi bir mu‛tad Taşeli’ne gerîzân olarak oradan isti‛fa-i
cerâyim ma‛rıdında âlî peşkeşleri ve dâr i‛tinâmesi vârid olmakla ve şef‛a dahi tavassut etmekle yine mahzar-ı afv-ı âlî
oldu.” Bkz. Abdurrahman Şeref, Tarih-i Devlet-i Osmaniyye I, İstanbul 1309, s. 154; Uzunçarşılı, Beylikler,
s. 29; H. İnalcık, Klasik çağ, s. 29; A. Sevim, Y. Yücel, Selçuklu ve Beylikler, s. 332.
41 Şehabeddin Tekindağ, “Son Osmanlı-Karaman Münasebetleri Hakkında Araştırmalar”, Tarih Dergisi, İstanbul
43 Neşrî II, s.773; İbn Kemal; İbrahim Bey’in Yıldırım Bayezid’in kızı Sultan Hatun ile evli olduğunu belirtir
ve ölüm tarihini H. 868 (M. 1463/1464) olarak vermiştir. Ayrıca bu hadiseyle ilgili çok manidar olan şu
beyti düşmüştür: “Sakla kurd enciğin derün soysun. Besle kargayı gözlerin oysun” Bkz. İbn Kemal VII, s. 237–
238, 242; Müneccimbaşı II, s. 332; Oruç Bey, s. 120; Abdurrahman Şeref, s. 119; Hammer II, s. 77; İ. H.
Danişmend I, s. 303; Uzunçarşılı, Beylikler, s. 30; Mükrimin Halil Yinanç, “Akkoyunlular”, İslam Ansiklo-
pedisi, Eskişehir 1997, I, s. 260.
118 Yrd. Doç. Dr. Bilal Gök
üzüm salkımı içerisine yerleştirdiği zehirle İbrahim Bey’i zehirlemiş, yirmi altı gün sora
İbrahim Bey vefat etmiştir44. Kıvâmî’nin rivayeti de Şikâri’nin anlattığı zehirlenme hadi-
sesini doğrular mahiyettedir. Ona göre; Bosna seferi akabinde Fatih Sultan Mehmed’e
gelen şikâyetler üzerine, Padişah Karaman-oğulları hakkında şunları söyler;“Şimdiden
bize temerrüdlük ve inat itmek sıfatın göstermek eyü alâmet değildür yılanı öldürüp yavruların
beslemek akıl işi değildür”. Bu ifadeye göre öldürülen yılandan kastedilen eğer İbrahim
Bey ise, Şikâri’nin rivayeti de doğru kabul edilebilir45.
İkinci rivayet ise onun eceliyle vefat ettiği yönündedir. İbrahim Bey, Larende’de
kendi yaptırmış olduğu İmaret Medresesi’ne bitişik türbede gömülüdür. Kabrinin
üstündeki kitabede 868 (M.1463–1464) tarihi mevcuttur46.
İbrahim Bey’in Karaman şehirlerinin imarına büyük önem verdiği, çok sayıda
tekke, camii, hangâh, imaret, han ve köprü inşa ettirdiği, bu eserlerin sayısının 64’ü
bulduğu rivayet edilir47.
Sonuç
Babası II. Mehmed Bey’in Antalya kuşatması esnasında isabet eden bir top
güllesiyle vefatından sonra 1423 yılında işbaşına geçen Karamanoğlu İbrahim Bey,
yaklaşık 41 yıl gibi uzun bir süre Karaman tahtında kalmıştır. Bu süre, Osmanlı sultanı
II. Murad dönemini ve Fatih Sultan Mehmed’in saltanatının 13 yılını kapsamaktadır.
44 Şikâri, s. 192;
45 Kıvâmî, Fetihnâme-i Sultan Mehmed, (Nşr. Franz Babinger), İstanbul 1955, s. 188.
46 İbrahim Bey’in Larende’deki imaret medresesi bitişiğindeki türbesinde bulunan 868/1463–1464 tarihli
kabir kitabesi: “Âh el-mevt. İntekale min-dâri’l-fenâ ilâ dâr’il-bekâ el-merhûm el-mağfûr es-saîd eş-şehid İbrahim b.
Mehmed b. Karaman senete semân ve sittîne ve semâni-miete” olarak okunmuştur. Bkz. H. Edhem, a.g.m., s.
830–833; A. S. Erzi, “Akkoyunlu ve Karakoyunlu Tarihi hakkında Araştırmalar”, s. 205; İ. H. Konyalı, Ka-
raman, s. 512.
47 Şikâri, s. 191; H. Edhem, üzerinde İbrahim Bey’in isminin geçtiği çok sayıda kitabe ve metin tespit etmiş-
tir. Bunlar: Konya Meram’da hamam kitabesi (827/1423); Niğde Kubbe Mescidi (830/1426); Konya’da
Turgutoğlu Pir Hüseyin Bey Türbesi (835/1431); kendi imarethanesinin kitabe ve vakfiyesi (836/1432); ay-
rıca Anamur Kalesi (854/1450); Niğde Hanım Camii (856/1452); Niğde İyas Ağa Camii (858/1454) kitabesi-
dir. Ayrıca 859/1454–1455 tarihli bir vakfiye ve Aksaray’da bir camide İbrahim Bey’in adının geçtiği kitabe
parçaları tespit edilmiştir. Bu vb. kitabeler hakkında geniş bilgi için bkz. H. Edhem, a.g.m., s. 825-833; İ. H.
Konyalı, İbrahim Bey’in imarethanesi ve vakfiyesi hakkında çok etraflı bilgiler vermektedir. Bkz. İ. H.
Konyalı, Karaman, s. 131, 405–443.
KAYNAKÇA
A- KİTAPLAR
16. ASIRDA YAZILMIŞ GREKÇE ANONİM OSMANLI TARİHİ, (nşr. Ş. Baştav),
Ankara 1973.
ABDURRAHMAN ŞEREF, Tarih-i Devlet-i Osmaniyye I, İstanbul 1309.
ABDURRAHMAN ŞEREF, Târîh-i Devlet-i Osmâniyye, (nşr. M. Duman), İstanbul 2005.
AKGÜNDÜZ, Ahmed; ÖZTÜRK, Said, 700. Yılında Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul
1999.
ÂŞIKPAŞAOĞLU TARİHİ, Âşıkpaşazâde (nşr. N. Atsız), İstanbul 1992.
BAHAR, Hasan İsauria Bölgesi Tarihi, (Basılmamış Doktora Tezi), Konya 1991.
BAŞKAN, Yahya, Karaman-oğulları Beyliği (Alâ’ed-din Ali Bey Dönemi 1357–1398),
(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Malatya 1999.
DANİŞMEND, İsmail Hami İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi I, İstanbul 1947.
DE LAMARTİNE, Alphonse Osmanlı Tarihi, (nşr. S. Bayram, N. A. Banoğlu, H. Tuncay,
Y. Toker), İstanbul 1991.
DOĞANAY, Osman Germanikopolis (Ermenek) Çevresinin Tarihi Coğrafyası ve
Eserleri, Konya 2003, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi).
FERİDUN AHMED BEY, Münşeatü’s-Selâtin I, İstanbul 1274.
GELİBOLULU MUSTAFA ÂLÎ, Künhü’l Ahbâr II, (nşr. M. Hüdai Şentürk), Ankara
2003.
GÖDE, Kemal Eratnalılar (1327-1381), Ankara 1994.
GÖK, Bilal Ermenek Kazâsı (1500–1600), Osmanlı Arşiv Belgelerine Dayalı Şehir
Tarihi Çalışması, Mengüceli Yayınları, Malatya 2008.
HAMMER, Purgstall, Büyük Osmanlı Tarihi I, İstanbul 1993.
HOCA SAADEDDİN EFENDİ, Tâcü't-Tevarih II, (nşr. İ. Parmaksızoğlu), İstanbul 1979.
İBN KEMÂL, Tevârîh-i Âl-i Osman II. Defter, (nşr. Ş. Turan),Ankara 1983.
İBN KEMÂL, Tevârih-i Âl-i Osman VII. Defter, (nşr. Ş. Turan),Ankara 1957.
İBN KEMÂL, Tevârîh-i Âl-i Osman VIII. Defter, (nşr. A. Uğur), Ankara1997.
İNALCIK, Halil Hicrî 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-ı Arvanid, Ankara 1987
İNALCIK, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ 1300–1600, (trc. R. Sezer), İstanbul
2003.
120 Yrd. Doç. Dr. Bilal Gök
B- MAKALELER
AYHAN, Aydın; TUNCER, Şengün, “Anadolu Beyliklerinin ve Osmanlı Beyliği’nin
İlhanlalar Adına Kestirdiği Sikkeler”, XII. Türk Tarih Kongresi, (4–8 Ekim 1999),
Kongreye Sunulan Bildiriler III/ II, Ankara 2002.
DARKOT, Besim “Alâiye”, İA. I.
ERDEM, İlhan, “Akkoyunlu Devletini Meydana Getiren Aşiretler”, Tarih İncelemeleri
Dergisi, İzmir 1992, VI.
ERDOĞRU, M. Akif, “Murad Çelebi Defterine Göre 1483 Yılından Önce Karaman
Vilâyetinde Vakıf Kuran Hayırsever Müslümanlar (Vâkıflar)”, Bütün Yönleriyle
Osmanlı Devleti Kongresi (Nisan 1999) Bildiriler, Konya 2000.
ERZİ, A. Sadık, “Akkoyunlu ve Karakoyunlu Tarihi Hakkında Araştırmalar”, Belleten, Nisan
1954, XVII/ 70.
HALİL EDHEM, “Karamanoğulları Hakkında Vesâik-i Mahkûke”, TOEM XIII, İstanbul
1327.
HOPWOOD, Keith, “Who Where The Isaurians?”, XI. Türk Tarih Kongresi,(5–9 Eylül
1990), Kongreye Sunulan Bildiriler II, Ankara 1994
TURAN, Osman “Kıbrıs Tarihi Üzerinde Çalışmalar I, Orta Çağlarda Türkiye-Kıbrıs
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 123 - 149
Kur’ân ve Eğitim
Koran and Educatıon
Giriş
İnsan öğrenmeye muhtaçtır, dolayısıyla her halukarda öğrenmek
mecburiyetindedir. Kur’ân Mushaf sırasına göre ilk Sûresi’nde Rab ismine vurgu yaptığı
gibi (1/Fatiha,1) son Sûresi’nde de Rab ismine vurgu yaparak (114/Nas,1) adeta terbiyeyi
hayatın bütün safhalarına yaymaktadır. Öte yandan Kur’ân, “emri bil maruf nehyi ani’l
124 Yrd. Doç. Dr. Hikmet Koçyiğit
münker” ilkesi gereğince tüm Müslümanları belli düzeyde öğrenme ve öğretmeyle mü-
mükellef tutmakta ve hayat boyu eğitim anlayışını telkin etmektedir. Eğitimin hayat
boyu süren bir faaliyet olduğuna bazı bilginler tarafından da işaret edilmiştir. Örneğin
Keykavus “her kimse ki atası ve anası edeplemeye, geceler ve günler anı öğrede”1 der.
Çünkü yaşamak için öğrenmek bir zorunluluktur.
İnsan eğitim ve öğretime müsait bir yapıdadır. Bu yüzden Allah Hz. Âdem’e
isimleri öğretmiştir (2/Bakara, 30). İnsanın eğitime ihtiyaç duyması dünya hayatının bir
imtihan yeri olmasından ve fıtratındaki zayıflıklardan kaynaklanmaktadır. Kur’ân bu
konuya şöyle değinmektedir:“Allah sizden ağır teklifleri hafifletmek istiyor, öyle ya
insan zayıf yaratılmıştır” (4/Nisa, 28). İnsan ihtiyaç duyduğu şeye karşı sabırsız, taşıdığı
şeyde acizdir. Bütün canlıların en ihtiyaçlısıdır. Zira bir şeye ihtiyaç duymak ona
muhtaç olmaktır ki bu da acizliktir. İnsanın çok fazla ihtiyaç sahibi olması ve acziyetinin
aşikârlığı Allah’ın ona bir nimeti ve lütfudur. Bu, onu zenginliğin verdiği azgınlıktan ve
gücün verdiği taşkınlıktan korumaktadır.2 Bu âyette, eğitimdeki “öğrenciye görelik”
ilkesi yer almaktadır. Şöyle ki, Allah, muhatabı olan insanın zayıflığından dolayı
yükümlülüğünü hafifletmek istemektedir. Bu hem merhametin hem de başarı için
kapasitenin gözetilmesi açısından önemlidir.
Eğitim yönünden yüksek bir potansiyele sahip olan insan aynı zamanda
“meşakkat içinde yaratılmıştır” (90/Beled,4). Denildiğine göre Allah insanoğlunun
katlandığı sıkıntılara katlanacak hiçbir mahlûku yaratmamıştır.3 İnsanın eğitime müsait
olması da bir bakıma zorluklarla içli dışlı olan bu tabiatından kaynaklanmaktadır. Zira
eğitim zorlu bir süreçtir. Ancak bir kısım âlimlerin dediği gibi kim bir saatlik
öğrenmenin sıkıntısına katlanmazsa ebedi bir sıkıntı içinde kalır.4 Bu yüzden insan me-
şakkati göze almak zorundadır. Meşakkat olarak meallerde yer alan “k-b-d” kelimesi
Kur’ân’da sadece bu âyette geçer ve genel itibariyle “elem” anlamında kullanılır. Şiddet
ve meşakkat anlamları da bundan alınmıştır. Bu âyeti, sûrenin ilk âyetlerinde geçen
kasemle -“Andolsun bu beldeye ki sen bu beldedesin. Ve and olsun babaya ve ondan meydana
1 Keykavus, Kâbusnâme, Çev: Mercimek Ahmed, Haz: Orhan Şaik Gökyay, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2007,
s.136.
2Ebû’l-Hasan Maverdî, Edebu’d-Dünyâ ve’d-Dîn, Dâru İkra, Beyrut 1985, s.144.
3 Ebû Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberî, Câmiu’l-Beyân an Tevili Ayi’l-Kur’ân, Kahire 2001, XXIV,409;
Muhyi’s-Sunne Ebi Muhammed b.Hüseyn b. Mesud el-Bağavî,, Meâlimu’t-Tenzîl, Dâru’t Tayyibe, Riyad
1409, VIII,430; Ebû Abdillah Muhammed b.Ahmed b.Ebî Bekr el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân,
Müessetu’r-Risale, Beyrut 2006, XXII,293.
4 Maverdî, Edebu’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s.77.
Kur’ân, insan eğitimini ana hedef almakla birlikte, Allah’ın âlemlerin Rabbi
olması hasebiyle kapsamı geniş tutmuştur. Bu sebepten Kur’ân, eğitimi sadece insanla
sınırlamaz. Hayvanları da eğitimin içerisine dâhil eder: “Kendilerine nelerin helâl
kılındığını sana soruyorlar. De ki: “Bütün temiz ve iyi rızıklar size helâl kılınmıştır. Allah’ın size
öğrettiğinden öğrenip eğittiğiniz avcı hayvanların sizin için tutup getirdiklerini yiyiniz ve
üzerlerine Allah'ın adını anınız. Allah'a karşı gelmekten sakının, çünkü Allah hesabı çabuk
görür.”(5/Maide,4).8 Bu âyette yer alan “mükellib” kelimesi “teklib” kelimesinin ismi faili
olup avlanmayı öğretip terbiye etmek, köpeği avın peşine göndermektir. Aslı köpeği
eğitmektir. Çünkü ekseriyetle köpek için kullanılır.9 Fakat köpek, şahin, pars vb. eğitilen
ve avlanan her hayvan bu kapsama dâhil edilmiştir.10
8 Bu âyetle ilgili müstakil bir çalışma için bkz. Abdurrahman Kasapoğlu, “Kur’ân’da Koşullandırma Yoluyla
Öğrenme” Dîn Bilimleri Dergisi Sayı: 3, 2005(ss. 57–71).
9 Muhammed Abduh -Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Hakîm, 2.bsk. Kahire 1947, IV,170.
istifade edilebilir. Neticede varlık insana teshir edilmiştir. 5-Verilen eğitimin amacına
tam ulaşmış olması gerekir. Çünkü bir kısım müfessirlerin de belirttiği gibi avcı olan
hayvanların avladıklarından yememeleri gerekir. Aksi takdirde eğitilmemiş sayılırlar.12
Kur’ân’da hayvan eğitimine değinen tek âyet bu değildir. Hüdhüd adlı kuşun bir
istihbarat elemanı olarak kullanılması da (27/Neml, 22-28) yine hayvanların eğitimiyle
ilgili bir husustur.
1. Eğitim-Öğretim Kavramları
Eğitim kelimesi çok boyutlu bir kavramdır. Birey açısından bunu tanımlarsak
insanın kendi ya da başka biri üzerinde, bilinçli olarak istenen davranış değişiklikleri
yapmak üzere, etkide bulunması sürecidir.13 Eğitim Türkçe bir sözcük olup “eğmek”
kökünden türemiştir. Öğretim sözcüğü ise “öğretmek” fiilinden türetilmiştir. Sözlükte,
eğitim “çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi,
beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya
dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye; öğretim ise belli bir amaca göre
gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim; öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri
düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi14 olarak tanımlanmaktadır. Buna
göre bu iki kelime birbirinden farklı olup, “eğitim” terbiye kelimesine, “talim” ise
öğretim kelimesine karşılık gelmektedir. Arapça olan terbiye ve talim kelimelerinin
farklılığına bazı Arap müellifler tarafından da dikkat çekilmiştir. Bir müellife göre
“terbiye, talim ile eş anlamlı değildir. Talim, terbiyenin bir parçasıdır. Talimden
kastedilen şey öğrencilere ister bilgi ve beceri ister etkilenme yoluyla olsun kendilerine
öğretilenlerin bir kısmını kazanmış olmalarıdır. Terbiye ise talimden daha geneldir.
Terbiye dünya hayatı ve ahiret için kişiyi tam olarak hazırlamaktır.”15 Görüldüğü üzere
eğitim ve öğretim arasındaki fark terbiye ve talim kelimelerinde de aynen vardır.
Yalnız şunu belirtmek gerekir ki, İslam’ın ön gördüğü eğitim seküler değildir.
Nitekim sayabildiğimiz kadarıyla Kur’ân’da 44 yerde geçen tef’il veznindeki “talim”
kelimesi çoğunlukla Allah’ın öğrettikleri sadedinde kullanılmaktadır.16 Ayrıca “Rab”,
“tezkiye" gibi eğitim içerikli kelimeler manevi anlam yüklüdür. Bunun gerekçesi
Kur’ân’ın hedefleriyle çok sıkı ilişkilidir. Denebilir ki, İslam terbiyesinin hedeflerinin en
önemlisi insanı kemale (olgunluğa) eriştirmektir. Çünkü İslam’ın bizzat kendisi dinlerin
sonuncusu, en eksiksiz ve en olgunu olmak itibariyle dini olgunluğa erişmiş olmayı
temsil eder. İnsani olgunluğun tamamı ahlaki erdemlerdir ve İslam, insanı bu erdemlere
ulaştırmak için gelmiştir.17 O halde Kur’ân’ın ön gördüğü eğitim ahlakî faziletlerin bas-
kın olduğu bir olgudur.
2.1. Amaç
Hiçbir eğitim amaçsız rastgele bir aktarımı içermez. Amaç, eğitilen varlığa
kazandırılması planlanan davranış değişikliklerinin neler olması gerektiğini gösteren
temel ilkelerdir. Amaçlar konusu, eğitimi karakterize eden en önemli unsurdur. Zira
amaçsız eğitim olmaz. Gelişigüzel yapılan faaliyetlerden eğitimi ayıran özellik, belli bir
amaca yönelik olmasıdır.21 Zaten eğitimin tanımı da eğitimin amaçlı bir süreç olduğunu
açıkça göstermektedir. Fakat bazı iddialara göre amaçlar faaliyetlere ilham veren
soyutlamadır. Amaçlara hiçbir zaman tamamen ulaşılamamıştır.22
20 Bkz. Cavit Binbaşıoğlu, Genel Öğretim Bilgisi, Binbaşıoğlu Yayınevi, Ankara 1983, s. 25.
21 Hikmet Yıldırım Celkan, Eğitim Sosyolojisi, Atatürk Basımevi, Erzurum 1989, s. 40.
22 Donald C. Orlıch vd, Teachıng Strategıes, Houghton Mıfflın Company, New York 1998, s. 72.
128 Yrd. Doç. Dr. Hikmet Koçyiğit
Eğitim aynı zamanda toplumsal kontrol aracı olduğundan her toplumda rastla-
rastlanan bir olgudur. Günümüzde bütün devletler devlet kontrolünün tüm ayrıntılarını
elinde tutan bir eğitim bakanlığına sahiptirler.23 Bununla birlikte eğitimin amacı, muhte-
lif çağlarda ve muhtelif kavimlerde din inançlarına ve ahlak görüşlerine ve göreneklere
göre değişik olmuştur.24 Bu bağlamda İslam’ın da kendine özgü bir amacı vardır. İslam
insanı Allah’a yaraşır bir kul olmak için hazırlar. Onun eğitimi de bunu hedef alır.25 Bu-
nu yaparken de öncelikle insanın kim olduğunu ve bu dünyadaki görevinin ne olduğu-
nu belirler. İnsanın dünyadaki konumu ise Allah’ın konumuyla sıkı ilişkilidir. Bu yüz-
den Allah Kur’ân’ın girişinde kendisini âlemlerin rabbi rahman ve rahim ve din günü-
nün sahibi olarak tanıtır (1/Fatiha,1–4). İlk inen âyetlerde ise insanın yaratılışını ele alır.
Böylece insanın âlemdeki konumuna da açıklık getirir. Zaten bazı eğitimcilere göre in-
sanı tanımak, önce insanı evrenin içinde konumlandırmaktır.26 İnsanın dünyadaki varo-
luş amacı zaman zaman başka âyetlerde de hatırlatılmaktadır. Söz konusu âyetlerden
birisinde şöyle buyrulur: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarat-
tım”(51/Zariyat,56). Bir kısım müfessirler “bana kulluk etsinler” ibaresini “beni tanısınlar”
şeklinde yorumlamışlardır. Allah’ı tanımak (marifet) ise kalbi saygı ve korkuyla; gözü
gözyaşıyla, ibretle, hayâ ve utanmayla; sineyi huşu ve hürmetle; azaları huzur, tevazu,
taat ve hizmetle; dili zikir ve hamd ile; kulağı ilahî mesajı iyi dinleme ve anlamayla; zih-
ni dua konumunda sükunete erdirip vesveseleri yok etmekle doldurur.27 Görüldüğü
üzere Allah’ı tanıma bilgisi insanın bütün dünyasını yeni baştan tanzim eden bir içeriğe
sahiptir.
26 Edgar Monin, Geleceğin Eğitimi İçin Yedi Bilgi, Çev: Hüsnü Dilli, İBÜ Yayınları İstanbul 2003, s.25.
Kur’ân’ın ilk inen âyetleri dikkat çekici bir hüviyete sahiptir. Nitekim bu
âyetlerin birçok konuyla alakalı olarak gündeme getirilmesi bunun bir tezahürüdür. İlk
inen âyetlerin en çok değindiği alanların başında eğitim yer almaktadır: “Yaratan
Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! Rabbin, en büyük kerem
sahibidir. O Rab ki kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmedikleri şeyi öğretti” (96/Alak, 1-5). Bu
âyetler aynı zamanda eğitim-öğretimin diğer bir ifadeyle terbiyenin amacını da
belirlemiştir. Buna göre eğitimin amacı “Rabb”ın adıyla okumaktır. Eğer bu amaca göre
okunursa -âyetler arasındaki tenasübü dikkate alırsak- bireyin varacağı nokta Allah’a
secde etmek ve yaklaşmak olacaktır (96/Alak,19). Yaratan Rabbin adıyla okuma emri,
eğitim öğretimi zararlı unsurlardan da temizlemiş olmaktadır. Çünkü her eğitim
öğretim faaliyeti yararlıdır denemez. Bu yüzden amaç çok önemlidir. Müfessirlere göre
terbiye için okumaya Allah’ın adıyla başlamak emredilmiştir.30 Okumaya putların değil
de, Allah’ın adıyla başlanılmasının istenmesi okumanın sadece okumak için talep
edilmediğini göstermek içindir.31 Dolayısıyla İslam’da eğitimin amacı yalnız “iyi bir va-
tandaş” değil; aynı zamanda “iyi bir insanoğlu” yetiştirmektir. Dahası İslam’da eğitim
sistemi, kişisel nitelikleri geliştirmenin de ötesine gider. Bu sistem bireylere
Yaratıcılarıyla, hemcinsleriyle, diğer yaratılmışlarla ve doğayla nasıl uyum içinde
yaşayacaklarını öğretme hususunda daha kapsamlı hedefleri takip etmeye çalışır.32
Kur’ân, okuma emrini vermekle insana büyük bir değer atfettiğini de ortaya
koymuştur. Zira bu âyetlerin bağlamı açıkça yaratıcının rububiyetini anlatmakta ve
diğer mahlûkatın değil, sadece insanın yaratılışını söz konusu etmektedir. Çünkü
okuma ve bilmeye has kılınmış, yükümlülüğe tabi ve ilahî vahye muhatap olan tek
varlık insandır.33 Allah ile insan arasındaki bağ (alak) da herhalde en çok okuma yaz-
mayla kuvvetlenmektedir.
Bu ilk emirden sonra İslam âleminde hızlı bir eğitim öğretim sürecine girilmiştir.
İşin doğrusu Kur’ân’ın okunması, yazılması, öğretilmesi ve öğrenilmesi eğitim ve
öğretim faaliyetlerini hızlandırmıştır.34 Bu âyetlerin İslam dünyasında bir nevi okuma
2011(ss.277-308), s.284.
33 Aişe Abdurrahman Binti Şati, et-Tefsiru’l-Beyâni li’l-Kur’âni’l Kerim, II,17.
34 Kerim Yavuz, Günümüzde Dîn Eğitimi, ÇÜİF Yayınları, Adana 1998, s.15.
130 Yrd. Doç. Dr. Hikmet Koçyiğit
yazma seferberliği başlattığı iddia edilebilir. Bu okuma yazma seferberliği ise kısa süre-
sürede kurumsal kimliğe kavuşmuştur.
2.2. İstek
rumunda kuvvetli istek olsa da ancak sınırlı bir öğrenmeyle neticelenir. Dolayısıyla istek
koşulu diğer öncüller mevcut olduğunda bir anlam ifade eder.
Her şeye rağmen Kur’ân istekli olarak öğrenmeye koşanlara öncelik vermektedir.
Allah bu uğurda Peygamberini bile eleştirmiştir: “(Peygamber), yüzünü ekşitti ve geri
döndü. Âmânın kendisine gelmesinden ötürü. Belki o temizlenecek Yahut öğüt alacak da o öğüt
ona fayda verecek (80/Abese, 1–4). Yani ne biliyorsun belki de sâlih amel ve senden
öğrendikleri ile günahlardan temizlenecek,41 senden işittiği şeylerle dininde faydalana-
caktı.42 Çünkü istek başarının belki de birinci şartıdır denebilir. İstek zorları kolaylaştırır,
isteksizlik de kolayları zor yapar.43 Aslında Hz. Peygamberin yapmak istediği de müş-
rikleri isteklendirmekti. Fakat gönlü öğrenme arzusuyla dolu olan insan hazır bir alıcı
olarak öncelik arz etmektedir.
ezberlemek değildir. İlim iman etme ve sâlih ameli işleme arzusudur. Dolayısıyla Allah
“Kendilerine ilim ve iman verilenler” buyuruyor. Çünkü imansız ilim dünyeviliktir.45
Korumak daha çok kıymet verilen şeylere yönelik bir durumdur. Allah da
kesintisiz bir süreç olan terbiye yoluyla insana değer verdiğini göstermiş ve onu
korumak istemiştir. Nitekim Râzî (ö.606/1209) Alak Sûresinin 1. âyetindeki “Rab”
isminin hikmetini şöyle tefsir eder: “Seni şu kadar zamandır terbiye ediyorum.
Dolayısıyla seni nasıl elden çıkarırım? Sen daha bir alak iken senin eğitilmeni
bırakmadım. Kıymetli, benim birliğimi ikrar eden, beni tanıyan bir mahlûk haline
geldikten sonra seni nasıl elden çıkarırım.”46 O halde terbiye her şeyden önce terbiye
edilecek olana bir kıymet verme olayıdır. Cenabı Hak da insana kıymet verdiği için
onun eğitimi ile ilgilenmektedir.
45 Aiz b. Adullah el-Karnî, İkra Bismi Rabbike, Dâru İbn Hazm, Beyrut 2000, s.8.
46 Fahrüddîn İbn Ziyâuddîn Ömer er-Razî, Tefsiru’l-Fahri’r-Razî, Dâru’l-Fikr,1981, XXX,14.
47 Taberî, Câmi’u’l-Beyân, III,321-325.
2.4. Rehberlik
öğreten bir Resûl gönderdik (2/Bakara,151). Çünkü ünsiyet etmeleri için kendi içlerinden
peygamber göndermiştir ki bu onların hidâyetini de kolaylaştıran durumdur. Onları
temize çıkarıp kemalâtını artıran -tezkiye kelimesi zekât kökünden olmak üzere artma
anlamına da sahiptir- Kur’ân’ı; hataya ve fesada düşmeye mani olacak hikmeti öğreten
elçi göndermiştir.54 O halde peygamberlerin verdiği eğitim doğru yolu gösterme, insanı
kötü taraflarından arındırma ve bilgi birikimini içeren bir eğitimdir.
Öte yandan öğreticinin hoşgörülü bir yanı da olmalıdır. Nitekim Alak Sûresi’nin
tefsirinde bu hususa dikkat çeken müfessirler vardır:“Oku! Rabbin en kerim
olandır”(96/Alak,3). Kelbi’ye (ö.146/763) göre “Rabbükel Ekrem” kulların bilgisizliğini
hoşgörüyle (halim) karşılayan ve onları hemen cezalandırmayan demektir.55 Bazıları
demiştir ki bunun anlamı “oku ey Muhammed sen okuma bilmesen bile Rabbin sana
yardım edecek ve idrakini artıracaktır. O ekremdir yani kullarının bilgisizliğini bağış-
lar.”56 O halde Allah’ın emrettiği ahlakla donanan her öğretici hoşgörülü bir yapıya da
sahip olmalıdır. Maverdî’ye (ö.450/1058) göre öğretmende bulunması gereken birinci
vasıf öğretme esnasında sevecen ve mütevazı (tezellül) olmasıdır. Bu iki şeyi uygularsa
kazanır, uygulamazsa pişman olur. Ayrıca yumuşaklık (hilm) ahlakın en itibarlısı ve akıl
sahipleri için en uygun olanıdır. Çünkü onda haysiyetin korunması, bedenin rahatlığı ve
övgüyü çeken bir özellik vardır. Yumuşaklığın en kuvvetli sebebi cahillere gösterilen
merhamettir.57
olan Hz. Musa gerekli sabrı gösterememiş (18/Kehf, 72,75,78) ve aralarındaki eğitim öğre-
tim sona ermiştir.
Eğitim bir tarafında öğrenenin diğer tarafında öğretenin yer aldığı bir etkinliktir.
Bu nedenle eğitim öğretimde başarının yakalanması için rehbere karşı edepli olmak ve
seviyeli davranmak emredilmektedir. Mesela Hz. Peygamberin huzurunda ses tonunun
yükseltilmemesi istenir: “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne
yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz
farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir” (49/Hucurat,2). Bazı müfessirlere göre sesi
yükseltmek burada gerçek anlamıyla kullanılmıştır. Sesin yükseltilmesi tevazunun
azlığının ve saygıyı terk etmenin bir göstergesidir. Çünkü kalbi korkuyla titreyen kişinin
sesi kuvvetli çıkmaz bilakis sesi titrer.63 Kısacası sesin ayarı ilişkilerin biçiminin bir gös-
tergesidir.
1998, III,548; Muhammed İmadî Ebûssuud, İrşâdu Akli’s-Selîm, Dâru İhyai’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut ts.,
III,477.
bildikleri kulaktan dolma şeylerdir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar” (2/Bakara, 78).
Müfessirlere göre ümmî okuma yazma bilmeyen demektir. En açık görüşe göre halkın
geneline nispet edilir. Ümmî kelimesinin anneye nispetle yeni bilgiler edinmeksizin
annesinin terbiyesi üzere kalan olduğu da söylenmiştir.67 Bazı âyetlerde âlimlere sert
eleştiri yapılırken bu âyette ümmîlere karşı bir acıma sezinlenmektedir. Bütün bunlar
Kur’ân’ın, muhatapların seviye farklılığına dikkat ettiğini göstermesinden
kaynaklanmaktadır.
72 Amiran K. Bilgiseven, Eğitim Sosyolojisi, Filiz Kitabevi, İstanbul 1992, s.78; Celkan, , Eğitim Sosyolojisi, s. 42,
45
73 Mennau’l Kattan, Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân, Mektebetu’l-Vehbe, Kahire 2000, s.302.
74 Münire Erden, Öğretmenlik Mesleğine Giriş, Epsilan Yayıncılık 1. bsk. İstanbul 2005, s.89.
Kalıcı olmanın en önemli aygıtlarından birisi kuşkusuz yazıdır. İlk inen âyetler
de bu noktaya dikkat çekmektedir: “Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O Rab ki
kalemle (yazmayı) öğretti”(96/Alak3–4). Bazı müfessirlerin yorumuna göre “Kalemle
yazmayı öğretti” ifadesi “Ekrem” in tefsiridir ve öğretme işinin en büyük nimet olduğunu
gösterir. Kalemle yazmayı öğretmenin özellikle belirtilmesi ilimlerin sürekliliği, din ve
dünya düzenin sağlanmasının bu vesileyle gerçekleşmesinden dolayıdır.75 Eğer kitabet
olmasaydı ne din ayakta kalırdı ne de hayat düzene girerdi.76
Kültürel devamlılığın bir yönü de çocuklara verilen güzel terbiye ile teşvik
edilmektedir. Konuyla ilgili Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Kişi öldükten sonra
amel defteri kapanır. Ancak sadaka-i cariye bırakan, kendisiyle amel edilen ilim bırakan ve
kendisine dua eden evlat bırakan bundan müstesnadır.”77 Bu bağlamda Hz. Lokman’ın oğluna
yaptığı öğütler hem babadan oğula kuşaklar arası değerlerin aktarımını hem de
çocukların sosyalleşmesini ifade etmektedir. Çünkü eğitim moral değerlerin aktarımı ve
sosyalleşme işlevini icra etmektedir.78
Kur’ân’ın zaman aralığına yayılı olarak indirilmiş olması pek çok açıdan dikkat
çekicidir. Kur’ân’ın peyderpey indirilmesi onun hayata uygulanabilirlik imkânını
gösterdiği gibi, olayların akışında aktif, hakem bir rol üstlendiğini de teyit etmektedir.
Kur’ân’ın parça parça (tenzil) indirilmesi hem eğitimdeki tedricilik açısından hem de
gündemi takip etmek bakımından önemlidir. Çünkü Kur’ân’ın parça parça inmesinin bir
sebebi de olaylara intibaktır. Böylece Kur’ân âyetleri insanın iç dünyasına sokulacak ve
hayata yakınlaştırılacaktır.80 Bu konuyla alakalı olan önemli somut göstergelerden birisi
Esbab-ı Nüzuldür. Hz. Peygamber zamanında herhangi bir ihtilaf olduğunda âyetler
iner ve insanlara o konunun hükmünü açıklayıp onları faydalı şeylere yönlendirirdi.
Mesela Yahudilerin desiseleriyle Evs ve Hazreçten bir grup arasında çekişme çıkmış
hatta birbirlerine “haydi silahlanın” diye çağrıda bulunmuşlardır. Bunun üzerine onları
bölünmekten ve ayrılığa düşmekten sakındırıp, sevgi ve ittifaka sevk eden şu âyetler
indirilmiştir: “Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir guruba uyarsanız
imanınızdan sonra sizi yeniden inkârcılığa sevk ederler” (3/Al-i İmran, 100) Toplumda birçok
hatalar meydana gelmiştir. Ancak Kur’ân her yanlışın çaresini belirlemiş ve hataların
sürüp gitmesinden toplumu korumuştur.81 Bunu da yaşanan problemlerin ardından
konuyu açıklığa kavuşturan âyetler indirerek yapmıştır.
Eğitim vesilesiyle bireyler bir takım bilgi ve beceriler kazanır ve toplumun çeşitli
kademelerinde görev alırlar. Böylece belirli statüleri elde etmiş olurlar. Her ne kadar
bilgi, günümüz toplumlarında kişiye önemli bir statü sağlamakta ise de öteden beri ilim
sahiplerine Kur’ân daha yüce bir değer atfetmiştir. Ancak şunu belirtelim ki burada
kastedilen ilim doğrudan bilimsel bilgi anlamında bir ilim değildir. Nitekim İslam
dünyasının önde gelen âlimlerinin ve selef-i sâlihinin ilmi Allah korkusu, takva ve
amelle bütünleşmiş ilimdi.82 Çünkü onlar ilim denilince bunu anlıyorlardı.
80 Mustafa Dib el Buğa vd, el-Vâzıh fi Ulûmi’l-Kur’ân, Dımeşk 1998, s.50; Muhammed Ali Sabunî, et-Tıbyân fi
Ulûmi’l-Kur’ân, Dersaadet, İstanbul ts., s.49.
81 Abdullah Mahmud Şehhate, Ulumu’l Kur’ân, Dâru Garib, Kahire 2002, s.75-76.
âyette âlimlere mecliste saygı gösterilmesi ve onlara yüksek meclislerde yer açılması
gerektiğine delil vardır.84 Ahnef b. Kays (ö.67/686) demiştir ki “âlimlere duyulan saygı-
dan ötürü âlimler nerdeyse rabler olacaktı. İlimle sağlamlaştırılmayan her şeref zillete
dönüşür.”85
Yine Kur’ân ilim sahiplerine atıfta bulunarak: “Kulları içinden ancak âlimler,
Allah'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır.” (35/Fatır,28)
buyurmaktadır. Bazı âlimler âyette geçen Allah ismini merfu, ulema ismini ise mansup
okumuşlar ve haşyet kelimesine tazim (yüceltme) anlamı vermişlerdir. Buna göre âyetin
anlamı “Allah âlimlere saygı duyar” olmaktadır.86 Fakat âyetin içeriğinden anlaşıldığı
üzere burada kastedilen âlim Allah’ı tanıyan, bilen âlimlerdir. İlimden murat Allah
korkusu hâsıl eden ilimdir. Yukarda belirttiğimiz gibi modern anlayıştaki bilgiden
farklıdır. Râzî’ye (ö.606/1209) göre Allah, insanı ilk etapta değersiz olan alakadan
yaratmış fakat daha sonra varlığın gerçekliğini bilen bir varlık konumuna getirmiştir. Bu
ise yaratılmışların derecesinin en yükseğidir.87 Dolayısıyla Allah, insana okumayı ve
kalemle yazmayı öğretmek sûretiyle ona yüksek bir statü kazandırmıştır.
Alak Sûresi’nin ilk beş âyeti bize öğrenmenin çok çeşitli şekillerde olabileceğini
göstermektedir. Nitekim İbn Âşûr’un (1879-1973) “İlimleri elde etmek üç esasa dayanır:
a. Başka birine danışmayla ve incelemeyle elde edilir. Bunun metodu da yazı ve kitapları
okumadır. Çünkü yazı toplumların, bilginlerin görüşlerini derleyip uzak bölgelere ve
gelecek kuşaklara nakletmelerine imkân sağlar. b. İlimler şifahi olarak ders ve imla
yoluyla alınır. c. Aklın çıkarım ve buluş yoluyla ilim elde etmesidir. Bu ikisi de “Allah
insana bilmediğini öğretti” âyetinin kapsamına girer91, şeklindeki yorumundan öğrenme-
nin formal ve informal yollarla olabileceğini anlıyoruz. Yani öğrenme geniş bir düzlem-
de gerçekleşmektedir. Zaten günümüzde öğretmenin bir tür prestij kaybına uğramasının
altında yatan nedenlerden birisi de bilgi kaynaklarının artması, öğrenmenin çeşitli saha-
larda aktifleşmesidir.
Kur’ân’da muhatabın dikkatini çekecek hem hitap hem de kitap düzeni olarak
birçok husus vardır. Örneğin okuyucu ilk etapta Kur’ân’ın âyet ve sûre düzenlemelerini
farklı görmekte, birçok konuyu iç içe bulmakta veya konular arasındaki bağlantıyı
algılamakta şaşkınlığa uğramaktadır. Öte yandan nida harfleriyle bazen tüm insanlara,
bazen belli gruplara yapılan çağrılar, bazen soru sormalar, emirler, yasaklar ve hatta
meydan okumalar dikkat çekmektedir. Biz dikkat çekme yöntemi olarak kullanılan bu
öğeler arasından sadece huruf-u mukata’yı ele alacağız. Huruf-u mukata’ Kur’ân’ı
Kerim’de 29 sûrenin başında yer almaktadır. Bu sûrelerin 27 tanesi Mekke’de inmiştir.
Bu harflerin çoğunlukla Mekkî sûreler içerisinde yer almış olması muhatapların
durumuyla ilgilidir ve onların dikkatini çekmeye matuftur.
olaylardır. Duyduğumuz bir ses, gördüğümüz bir ışık, resim, ağaç, aldığımız bir tat
zim için birer uyarıcıdır.”92 Bu bağlamda huruf-u mukata’ önemli bir uyaran olarak kar-
şımıza çıkmaktadır. Kur’ân okuyan herkesin muhakkak sûrette dikkatini çekmiş olan
kesik harfler (huruf-u mukata’) doğal olarak müfessirlerin de gündemine gelmiştir. Bazı
âlimlere göre Araplar Kur’ân’ı dinlerken gürültü yapıyorlardı: “İnkâr edenler: Bu Kur'ân'ı
dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız, dediler” (41/Fussilet, 26). Bu-
nun üzerine Cenabı Hak onların dikkatini çekmek için bu olağanüstü nazmı indirdi.
Onların dikkati dinlemeye bir sebep olurken, huruf-u mukatayı dinlemeleri de bu harf-
lerden sonra gelenleri dinlemeye vesile oldu. Böylece kalpleri genişledi, gönülleri yumu-
şadı”93 Zerkânî (ö.1367/1948) bu harflerin fonksiyonunu çağdaş eğitim öğretimde, derse
giriş yaparken merak uyandırma için kullanılan metoda benzetmektedir.94
Somuttan soyuta ifadesi eğitimin ilkeleri arasında yer almaktadır. Ancak biz
bunun bir yöntem de olabileceği kanaatindeyiz. Eğitimde bahsi geçen yakından uzağa,
basitten karmaşığa ve somuttan soyuta ilkeleri birbiriyle ilişkili yöntemlerdir. Somuttan
soyuta ilkesi, önce gözle görülür örnekleri verip, sonra gözle görülmeyenleri öğretmek
demektir.95
I,189.
95 Çelikkaya, Öğretmenlik Mesleğine Giriş, s.70.
çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Her halde bundan ibret alırsınız”(7/Araf,57). Bu
âyette ölülerin kabirden çıkarılması yerden ekinin çıkarılmasıyla örneklendirilmiştir.97
Çünkü insanlar bunu gözleriyle müşahede etmekte ve hatta ziraatla uğraşanlar bunu
bizzat yaşamaktadırlar. Kuşkusuz bu diriltme olayı Allah’ın yeniden diriltmeyi nasıl
yapacağını gösteren ve anlayışı kıt olanların tasavvur etmesi için durumu özetlemesi-
dir.98
4.3. Eleştiri
Eleştirinin daha çok olumsuz yönü ön plana çıkarıldığı için birçok eğitim
kitabında öğrencinin tenkit edilmemesi gerektiği belirtilir. Ancak eleştirinin lüzumu da
bir gerçektir. Günümüzde eleştirel düşünme becerisinin kazandırılması birçok
eğitimcinin arzuladığı bir hedef olmuştur. Eleştirel düşünme, açık fikirli olma, öne
sürülen iddiaların temellerini soruşturma, ön yargılardan ve klişelerden uzak durma,
ben merkezli kabullerden sakınma, düşünceleri mantık kurallarına sadık kalarak ve
sağlam bir şekilde temellendirerek öne sürme benzeri özelliklerden oluşan düşünce
yönelimi ve entelektüel tutum99 şeklinde tarif edilmektedir. Eleştirel düşünme çok aşa-
malı bir anlam yorumlaması100 biçiminde de anlaşılmıştır. Adorno’ya (1903-1969) göre
eleştirel düşünme politikanın olduğu kadar hakiki eğitimin de özüdür. Bu anlamda eleş-
tirel düşünmeyi aslında eğitimin merkezine koymak gerekir.101 Fakat eleştirel düşünme-
nin felsefe, eğitim, psikoloji gibi alanlarda birbirinden farklı kullanıldığını belirtmemiz
gerekir. Doğal olarak eleştirinin amacı ve biçimi Kur’ân’da da kendine özgüdür.
101 Adem Yıldırım, Eleştirel Pedagoji, Anı Yayıncılık, Ankara 2010, s.63.
102 Hikmet Koçyiğit, Kur’ân’da Eleştirel Tavır, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Atatürk Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2003, s. 136.
olmaması belirtilir: “Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun
yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana
cahillerden olmamanı tavsiye ederim” (11/Hud,46) Birer muallim mesabesinde olan
peygamberlerin aynı zamanda bazen Allah tarafından böyle eleştirilmesi düşünülmesi
gereken bir durumdur.
Kur’ân ağır eleştirilerinden birisini bir kısım ilim sahiplerine hem de eşeğe
benzeterek yapmaktadır. Bunlar bilgisiyle amel etmeyen âlimlerdir: “Tevratın mesajını
ulaştırma ve onu uygulama yükümlülüğünü kabul ettikleri halde, sonra bu yükümlülüğü yerine
getirmeyenler, tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkebe benzer. Allah'ın âyetlerini yalan sayan
kimselerin düştükleri durum ne fecî! Allah böylesi zalim gürûhu hidâyet etmez, emellerine
ulaştırmaz” (62/ Cuma,5) Çünkü merkep taşıdığı şeyi bilmediği gibi, ondan faydalanmaz
da.”103 İlim sahibi çekip çeviren yönlendiren olacakken bilgisini pratiğe dökmezse güdü-
len bir konuma düşecektir. Buna işaret eden Râzî’ye göre eşek daha kolay baş eğdiği ve
yönlendirildiği için kitapları daha kolay taşır. Öyle ki onu haylaz bir çocuk bile zorlan-
madan idare edebilir.104 Bu ağır eleştiri ilim sahiplerinin diğer insanları eğitim öğretim
yoluyla biçimlendirmedeki sorumluluklarından ileri gelmektedir. Bu meyanda hata pa-
yının en aza indirilmesi için eğitimde eleştiriye ihtiyaç vardır. Çünkü insan ancak eği-
timle insan olabilir105 ve bu da ince eleyip sık dokumakla sağlanabilir.
4.4. Zamanlama
Aslında eğitim öğretim işi, yaşananları iyi planlamayla alakalı bir stratejiler
manzumesidir. Stratejilerin etkili olmasında zamanlamanın iyi yapılması gerekir.
Zamanlama aynı zamanda gündemdeki sorunlara bir çözüm getirmeyi de ihtiva eder.
Nitekim Kur’ân’ın nüzulü da zamana yayılmıştır. Fakat bu zamana yayılmanın
içerisinde ilgi çeken ayrıntılar vardır. Mesela bazen Hz. Peygamber ve sahabe
yaşadıkları olaylar karşısında vahiy beklemeye başlamışlardır. Buna rağmen vahiy
hemen inmemiştir. Söz gelimi “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin em-
rindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir” (17/İsra, 85) âyeti bu konuya bir örnektir.
Rivâyete göre Hz. Peygambere üç konuda soru sorulmuştur. Bunlardan birisi de Ashab-ı
Kehf hakkında yöneltilen sorudur. Hz. Peygamber de onlara yarın cevap vereceğim
demiş yalnız istisna yapmamıştır. Bu yüzden denildiğine göre, vahiy on beş gün
Benzer bir durum da Nur Sûresi’nde yer alan “ifk” hadisesidir (24/Nur, 11-24).
Burada da bir zamanlamanın olduğu dikkat çekmektedir. Hemen işin iç yüzü ortaya
konsa belki de muhataplar olayın azametini iyi fark edemeyecek ve kendi hatalarını
daha net göremeyeceklerdi. Ayrıca “ifk” hadisesindeki süreç tedricilik metodunun da
önemli bir pratiği olmuştur.
109 Nuray Senemoğlu, Gelişim Öğrenme ve Öğretim, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2012, s.214-230.
zikredenler için güzel bir örnektir” (33/Ahzab,21). Bu âyet (ve takip eden pasaj), önceki
9–11. âyetler ve özellikle de, Müminlerin Hendek Savaşı'nın en kritik günleri ve haftaları
boyunca karşılaştıkları sıkıntıları anlatan 11. âyetle -“işte orada ve o anda müminler
sınandı ve şiddetli bir şok ile sarsıldılar”- yakından ilgilidir. Bu âyet, ilk bakışta, Hz.
Peygamber'in imanını, cesaretini ve kararlılığını örnek almaları tavsiye edilen
Medine'nin o ilk savunucularına seslendiği halde, aslında bütün durumlar ve şartlar için
geçerli olan zaman üstü bir muhtevaya sahiptir.110 Müfessirlere göre bunun anlamı Hz.
Peygamberi örnek alın, onun olduğu yerde olun, ona muhalefet etmeyin111 savaşta sebat
etmede sıkıntılara karşı koymada112 yakinde sabırda ve diğer erdemlerde ondan alacağı-
nız bir örnek vardır.113
Model alma yaparak yaşayarak öğrenmedir. Bir tür amel etme ve bilginin
tatbikidir. Çünkü Hz. Peygamberin sahabeyi terbiye metotlarından birisi de tatbik-i
amelidir. Rivâyete göre bir gün Hz. Peygamber namaz kılmayı insanlara öğretmek
istediğinde onlar anlasınlar diye kalktı, önlerine geçip namaz kıldı. Onlara nasıl rükû ve
secde edeceklerini huşu ve tespihin nasıl olacağını gösterdi.114
Sonuç
Ümmî bir peygambere okuma emrini veren Kur’ân, nihâyetinde bu konuda
başarıya da ulaşmıştır. Bu yüzden Kur’ân’ın eğitim öğretim açısından ayrıntılı bir
şekilde incelenmesi gerekir. Bu durumda her araştırmacı kendi birikimine göre
Kur’ân’ın farklı eğitim öğretim yönünü yakalayabilecektir. Anlaşıldığı kadarıyla
Kur’ân’ın ön gördüğü eğitimin merkezinde Allah vardır. Allah, Kur’ân’da öngörülen
eğitimin amaç ve hedefini belirleyen yegâne kriterdir. Kur’ân baştan sona eğitim
öğretimin değişik ilke ve metotlarıyla doludur. Sadece anlatım tarzı olarak değil, nüzul
keyfiyeti itibariyle de dikkate şayan bir eğitim öğretim boyutu vardır. Çünkü nüzul sü-
recinde hem gündemdeki sorunlar ele alınmış, hem de peygamberle ona tabi olanlar
arasındaki ilişkinin biçimi bir düzene oturtulmuş böylece eğitimle ilgili birçok ilke ve
yöntem belirlenmiştir. Bunların içerisinde, anlatılacak konuya hurufu muktaa gibi
yollarla muhatabın dikkatini çekme, yeniden dirilme olayını somut örnekler üzerinden
110Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, Çev. Cahit Koytak- Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları, 5. bsk. İstanbul 2002,
s. 854, 24. dipnot.
111 Taberî, Câmi’u’l-Beyân, XIX,59.
teşbihlerle anlatma, “İfk Hadisesi” gibi toplumda infial yaratan olayları aydınlatırken
zamanlamaya dikkat etme ve yeri geldiğinde eleştirilerde bulunma gibi hususlar vardır.
Kur’ân mümin, kâfir, âlim, cahil arasında fark gözettiği gibi peygamberler
arasında da seviye farkı gözetmiştir. Bu farklılık muallimin yerine göre davranış biçimi
geliştirmesine de dayanak olmuştur. Kur’ân’ın öngördüğü eğitimde Allah-insan ilişkisi
ön plana çıkmakta, insanın korunması ve mutlu kılınması ölüm sonrasına kadar
götürülerek uzun vadede ele alınmaktadır. Bu anlamda Kur’ân geçici, subjektif davranış
kazandırmayı hedef edinmeyip, Allah’ın hoşnutluğunu ve kalıcı faydayı hedef
almaktadır. Eğitim alanında amaca ve başarıya nasıl ulaşılacağı ise Allah ve
peygamberleri tarafından insanlara aktarılmaktadır.
Kaynakça
Alusî, Şihabüddin Seyyid Mahmud, Rûhu’l-Meânî fi Tefsiri’l-Kur’âni’l-Azim ve Seb’il-
Mesânî, Dâru İhyâi’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut ts.
Bağavî, Muhyi’s-Sunne Ebi Muhammed b.Hüseyn b. Mesud, Meâlimu’t-Tenzîl, Dâru’t
Tayyibe, Riyad 1409.
Bayraklı,Bayraktar, İslamda Eğitim, MÜİFV Yayınları, 3. bsk., İstanbul 1989.
Bilgiseven, Amiran K. Eğitim Sosyolojisi, Filiz Kitabevi, İstanbul 1992.
Binbaşıoğlu, Cavit, Genel Öğretim Bilgisi, Binbaşıoğlu Yayınevi, Ankara 1983.
Celkan, Hikmet Yıldırım, Eğitim Sosyolojisi, Atatürk Basımevi, Erzurum 1989.
Cevizci, Ahmet, Eğitim Sözlüğü, Say Yayınları, İstanbul 2010.
Çelebi, Ahmed, İslamda Eğitim-Öğretim Tarihi, Trc: Ali Yardım, Damla Yayınevi, İstanbul
1976.
Çelikkaya, Hasan, Öğretmenlik Mesleğine Giriş, Alfa Basım Yayın, 2. bsk. İstanbul 1999.
Dayf, Şevki, Mucemu Elfazi’l-Kur’âni’l-Kerim, Kahire 1990.
Donald C. Orlıch vd, Teachıng Strategıes, Houghton Mıfflın Company, New York 1998.
Ebû Gudde, Abdulfettâh, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed ve Öğretim Metotları, Çev:
Enbiya Yıldırım, Yasin Yayınevi, İstanbul 2011.
Ebû Şâme el- Makdisî, Kitâbu’l-Mürşidi’l-Vecîz, Thk: Tayyar Altıkulaç, Dâru Sadr Beyrut
1975.
Ebûssuud, Muhammed İmadî, İrşâdu Akli’s-Selîm, Dâru İhyai’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut
ts.
el-Buğa Mustafa Dib vd, el-Vâzıh fi Ulûmi’l-Kur’ân, Dımeşk 1998.
el-Karnî, Aiz b. Adullah, İkra Bismi Rabbike, Dâru İbn Hazm, Beyrut 2000.
Erden, Münire, Öğretmenlik Mesleğine Giriş, Epsilan Yayıncılık 1. Bsk. İstanbul 2005.
Esed, Muhammed, Kur'an Mesajı, Çev. Cahit Koytak- Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları, 5.
bsk. İstanbul 2002.
İbn Âşûr, Muhammed Tahir et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Tunus 1984.
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 151 - 181
M.Çağlar Kurtdaş
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Ens. Sosyoloji Anabilim Dalı Doktora Öğr.
Malatya Bilim ve Sanat Merkezi Felsefe Danışmanı
caglarkurtdas@hotmail.com
Özet
Üstün yetenekli çocuklar bir ülkenin geleceği için çok büyük bir önem arz
etmektedir. Üstün yetenekli çocukların önemi içlerinde taşıdıkları gizil güçten
gelmektedir. Bu güç toplumların gelişimi ve ilerlemesi için hayati derecede
önemlidir. Bu bakımdan, üstün yetenekli çocuklar özel eğitime gerek duymaktadır
ve eğitimleri çok önemlidir. Ülkemizde üstün yetenekli çocukların ihtiyaç duyduğu
tarzda eğitim şu an Bilim ve Sanat Merkezlerinde yürütülmeye çalışılmaktadır.
Ancak, Bilim ve Sanat Merkezlerinin üstün yeteneklilerin ihtiyacı olan eğitimi
vermekte büyük eksiklikleri vardır. Bu makalenin amacı, üstün yetenekli çocukları
ve özelliklerini tanıtmak, üstün yeteneklilerin eğitimine dikkat çekerek Bilim ve
Sanat Merkezlerini ve eksikliklerini Malatya Bilim ve Sanat Merkezi örneğinde
irdelemektir.
Anahtar Kelimeler: Üstün yetenek, Üstün Zekâ, Üstün Yetenekli Çocuk,
Bilim ve Sanat Merkezleri, Özel Eğitim.
Abstract:
Gifted children are a country of great importance for the future. Gifted
children are important because there is a force hidden inside them. This power is vi-
tal for the development and progression of societies. In this regard, education of
gifted children very important and they need special education. Style education
needs of gifted children are Art and Science Centers in our country right now. How-
ever, the Science and Art Centers are major shortcomings. The purpose of this ar-
ticle, the characteristics of gifted children identify, education of gifted children
drawing attention. In addition, drawing attention deficiencies of Science and Art
Centers and Science and Art Center to examine the case of Malatya.
Keywords: Superior talent, superior intelligence, Gifted Children, Science
and Art Centers, Special Education.
152 M. Çağlar Kurtdaş
Giriş
Yetenek insanın doğuştan getirdiği ve içinde gizil bir güç halinde bulunan bazı
özellikleri anlatan bir kavramdır. Buna göre, bazı insanların bazı alanlarda diğer
insanlara oranla daha fazla yeteneği vardır. Ancak yeteneğin var olması tek başına
yeterli değildir. Bu yeteneğin farkına varmak ve onu geliştirmek en az yeteneğin varlığı
kadar önemli bir durumdur. Üstün yetenek ise, bir veya birkaç alanda var olan ileri
düzeyde bir kabiliyet ve performansı anlatmak için kullanılır. Bu anlamda üstün
yetenek bir insan için, tek bir alanla sınırlı olabileceği gibi birkaç alanda da
görülebilmektedir. Bu bağlamda zekânın da bir yetenek olduğunu söyleyebiliriz.
Geçmişten günümüze kadar zekânın pek çok tanımı yapılmış ancak üzerinde
uzlaşılabilen tek bir tanımı yapılamamıştır. Bu durumun ortaya çıkmasında, zekânın
mahiyetinde ve ölçülmesinde farklılaşan yaklaşımların, psikolojideki ekollerin ve bu
En geniş anlamı ile zekâ, bir genel zihin gücü olarak tanımlanır (Baymur,
1996:227). Zekâ, soyut düşünme, kavrama, problem çözme, bildiklerini yeni
durumlara uygulama, akıl yürütme, bellek, geçmiş deneyimlerden kazanılan bilgileri
kullanma vb. dâhil olmak üzere zihinsel yetilerin toplamıdır (Budak, 2005:848). Zekâ
öğrenme ve genel problem çözme yeteneğidir. Zekâ zihin aracılığıyla yeni sorunları
çözebilme yetisidir. Çevreye uyum aracıdır. Olay ya da olgular arasındaki neden-sonuç
ilişkilerini kurabilme yetisidir (Ataman, 1998:176; Binbaşıoğlu, 1992:86). Zekâ çok
boyutlu bir kavramdır ve en genel anlamıyla bireyde bulunan, problem çözme, çevreye
uyum, yaratıcılık, öğrenme, soyut ve somut düşünme yeteneklerinin bir bileşimini
ifade eder.
1- Tek Etmen Kuramı: Bu kuram zekâyı genel bir yetenek olarak algılamaktadır.
Buna göre zekâ, genel tek bir yetenekten oluşmaktadır. Bu yetenek; soyut
düşünme yeteneği (Terman), problem çözme yeteneği (Davis), yeni
koşullara uyabilme yeteneği (Stern) olabilir. Buna göre zekâ, bireyin
çevresine etkili bir şekilde uyumunu sağlayan genel bir yetenektir.
2- Çift Etmen Kuramı: Spearman’a göre zekâ bir genel yetenek ile birçok özel
yeteneğin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Spearman tek faktörlü
açıklamaların ötesine giderek zekâyı, genel ve özel yeteneğin birlikte
çalışarak gösterdikleri performans olarak açıklamıştır.
3- Çok Etmen Kuramı: Bu yaklaşıma göre zekâ birçok özel yeteneğin bir araya
gelmesinden oluşmuştur. Thorndike’e göre zekânın mekanik, sosyal ve
soyut olmak üzere üç şekli vardır. Thurstone ise, zekâyı birçok fikirsel
yeteneğin karışımı olarak tanımlar. Bu yetenekler, sözel anlayış, sözel
154 M. Çağlar Kurtdaş
Zekâ Yaşı
Takvim Yaşı
Günümüzde yaygın olarak kullanılan zekâ testleri bireysel ve grup testleri olarak
ikiye ayrılmaktadır (Morgan, 2009:266-270; Arkonaç, 2005:360-370; Karaküçük-Oral,
2008:180-181).
A- Bireysel Testler:
- Standort-Binet zekâ testi
- Wechsler (WISC_R) zekâ testi
- Porteus Labirent testi
Sonuçta zekâ testleri zekâyı dolaylı olarak ölçen araçlardır. Bu nedenle yüzde
yüz kesin sonuçlar verdiğini söyleyemeyiz. Zekâ testini yapan kişinin uzman olup
olmaması, test yapılırken bulunulan ortam ve teste tabi tutulan kişinin o anki durumu,
testin kültüre uygun olup olmaması sonuçları etkileyen önemli etkenler olmaktadır.
2. Üstün Yetenek
Üstün yetenek, üstün zekâyı da içine alan fakat üstün zekâdan çok daha
fazlasını içeren bir kavramdır. Üstün yeteneğin ne olduğuna ve tanımına ilişkin pek çok
farklı bakış açısı bulunmaktadır. Ancak bütün tanımlamaların ortak noktası; üstün
yeteneğin bir veya birkaç alanda gösterilen başarı ve üstün performans olarak
tanımlamasıdır. Üstün yeteneği belirleyen çeşitli ölçütler vardır. Bunların başında zekâ
gelmektedir. Bunun dışında sanatsal alandaki yetenekler, sosyal alanda gösterilen
başarı üstün yeteneğin kapsamına girmektedir.
Tanımlamalarda her ne kadar üstün yetenek geniş bir yelpazede ele alınsa da
günümüzde, üstün yeteneğin tanımlanmasında ve ölçülmesinde zekâ ve zekânın
ölçülmesi sonucu elde edilen zekâ bölümü daha ön plana çıkmaktadır. Bu durum, bazı
eleştirileri ve sıkıntıları beraberinde getirmektedir. Zekânın üstün yeteneğin
belirlenmesinde tek veya temel etken olarak gören yaklaşımlar üstün yeteneği zekâyla
sınırlandırarak diğer alanlardaki yetenekleri ve başarıları dikkate almamakta ve tanımı
sınırlandırmaktadır. Bu bağlamda, üstün yeteneği sadece zekâ bölümü ile sınırlandıran
yaklaşımlar birçok bakımda eleştirilmektedir.
Zekâyı ölçen ölçeklerin belli bir kültür düzeyini dikkate alarak hazırlanması da
başka bir eleştiri noktasıdır. Özellikle alt sosyo-ekonomik düzeydeki çocukların
ölçeklerce ölçülen özelliklerde alt değerler alması ölçeklerin belli bir kültür düzeyini
dikkate aldığını göstermektedir. Bunun yanında zekâ bölümü gibi tek bir puanı
tutturanların belli bir kümeye alınması söz konusu iken bu puandan bir ya da iki puan
aşağıda olanların kümeye girememesi ve gruplama dışında kalması diğer bir eleştiri
noktasıdır (Ataman, 1998:178).
Her şeyden önce zekâ bölümünü ölçen zekâ testleri öğrencilerin testin yapıldığı
andaki anlık başarısına odaklanmaktadır. Testin yapıldığı anda gerçekten üstün
yetenekli olduğu halde çeşitli sebeplerle başarı gösteremeyen öğrenciler elenmektedir.
Bu yüzden zekânın kısıtlı bir zamanda ölçülmesi doğru değildir. Ayrıca üstün
yeteneklilerin belirlenmesinde sadece zekânın ölçülmesi sanatsal alanda başarılı olan ve
üstün yeteneğe sahip öğrencilerin yeteneğini ölçmemekte ve onları tanımın dışında
bırakmaktadır. Bütün bunların yanında aynı zekâ bölümüne sahip öğrencilerin aynı
derecede başarı göstermesi de mümkün değildir. Çünkü çocukların ilgi alanları ve
yetenekleri farklılaşabilmektedir. Yeteneği sadece zekâ bölümü ile sınırlandıran
yaklaşımların olumsuzluklarının sonucunda zekâyı farklı yetenek alanlarını da içine
alan ölçekler geliştirmiştir.
Konuya geniş bir perspektiften bakan yaklaşımlar ise, anlık yapılan zekâ testleri
sonuçlarının yanında anlıksal olmayan alanlardaki yeterliliği de üstün yetenek kapsamı
içine almaktadırlar. Böyle bir yaklaşımda çocuğun akademik ve anlıksal alandaki
yeterliliği kadar toplumsal ilişkiler, yaratıcılık, önderlik vb. alanlardaki yetenekleri de
dikkate alınmaktadır. Tanımlamada bu yaklaşımı savunanlar, üstün zekâlı çocuğu
yukarda bahsedilen alanlardan bir ya da bir kaçında yaşıtlarına göre üst %10’da
bulunan çocuklar olarak tanımlamaktadır (Ataman, 1984:337). Renzulli’nin yapmış
olduğu tanım da üstün yetenek konusunda geniş bir bakış açısı sunmakta ve
günümüzde daha çok kabul görmektedir. Renzulli’ye göre üstün zekâ insan yapısının üç
temel öğesi arasındaki etkileşimden ortaya çıkmaktadır. Bunlar,
Sonuçta üstün yetenekli çocuk, yaşıtlarına göre bir veya birden fazla alanda
üstün başarı ve performans gösteren ve yaşının bulunduğu düzeyden daha üst düzeyde
yetenek ve becerilere sahip olan çocuktur. Bu çocukların tanılamasında kullanılan en
önemli yöntem zekâyı ölçen testler olmaktadır. Ancak zekâ ölçen testler tek başına üstün
yeteneği belirlemede yeterli değildir. Üstün yetenekli çocuğu belirlemede zekâ testlerini
yanında öğretmen ve ebeveyn gözlemleri ve çocukların sanatsal ve sosyal alanda
gösterecekleri performansları da ölçen ölçekler gerekmektedir. Ancak bu sayede
gerçekten üstün yetenekli çocukları tanılayıp onlara ihtiyaç duydukları eğitim
verilebilir.
Üstün yetenekli çocukların özellikleri ile ilgili dört temel sınıflama yapılabilir.
Bunlar; üstün yetenekli çocukların bedensel özellikleri, kişilik özellikleri, zihinsel
özellikleri ve sosyal özellikleridir. Bu özellikler şunlardır: (Ataman, 1998:181-183;
Ataman, 1984:338-339; Ataman, 2004:158-159; Akarsu, 2001: 18…21; Cutts-Moseley,
2004:62…77; Witty, 1963:18…21; Hökelekli-Gündüz, 2004:133-134; Enç, 2005:171-172;
Dağlıoğlu-Alemdar, 2010:850-851; Çağlar, 2004:113…124; Davaslıgil, 2004:212-214;
Ersoy-Avcı, 2004:196-197).
1- Bedensel Özellikleri
- Üstün yetenekli çocuklar akranlarına göre daha iri ve sağlıklıdır.
158 M. Çağlar Kurtdaş
2- Kişilik Özellikleri
- Üstü yetenekli çocuklar mükemmeliyetçidir. Yaptıkları her işin mükemmel ve
kusursuz olmasını isterler
- Daha güçlü bir yapıları vardır. Çalışkan ve azimlidirler.
- Duyarlıdırlar. Özellikle ahlaki ve toplumsal değerlere duyarlı ve bağlıdırlar.
- Empati kurma yetenekleri güçlüdür.
- Yenilikçi ve yaratıcıdırlar.
- Alçak gönüldürler ancak kendilerine her konuda güvenirler.
- Saygılıdırlar.
- Bağımsızdırlar.
- Sosyal yanları güçlüdür.
- Espri yeteneği gelişmiştir.
3- Zihinsel Özellikleri
- Sorgulamada ve sorun çözmede yüksek mantıksal gelişime sahiptirler.
- Dil gelişimleri erkendir ve her dönemde özgün ifade biçimleri kullanırlar.
Küçük yaşlardan itibaren ileri sözcük dağarcığına sahiptirler.
- Akademik alanda üstün başarı gösterirler.
- Yaratıcılık özellikleri her alanda gelişmiştir.
- Üst düzey bir güdülenme, ısrar ve sebat gösterirler. Uzun süre dikkatlerini bir
konuya yoğunlaştırabilirler.
- Gözlem ve merak yetenekleri oldukça gelişmiştir.
- Soyut düşünme yeteneğine sahiptirler.
- Güçlü bir belleğe sahiptirler.
- Geniş bir hayal güçleri vardır.
- Eleştirel düşünme yeteneğine sahiptirler.
- Öğrenmeleri çabuk ve sağlamdır.
4- Sosyal Özellikleri
- Lider ruhludurlar ve grupta liderlik özellikleri gösterirler.
- Geniş bir ilgi alanları vardır.
- Toplumda güçlü ilişkiler kurabilme yeteneklerine sahiptirler.
- Duyarlılıkları gelişmiştir. Dünya sorunlarına ve toplumsal sorunlara ilgili ve
duyarlıdırlar.
- Genellikle yaşıtlarından büyüklerle arkadaşlık ederler.
- Uyum yetenekleri güçlüdür. Özellikle yeni durumlara çabuk uyum
gösterirler.
Üstün yetenekli çocuklar özel eğitime ihtiyaç duyarlar. Tıpkı toplumda diğer
özel eğitime muhtaç olan bedensel ve zihinsel engelli öğrenciler gibi özel eğitim alması
gereken üstün yetenekliler, alacakları özel eğitim sayesinde sahip oldukları yetenekleri
gerek kendileri gerekse de toplum için en faydalı şekilde kullanabilecektir.
Üstün yeteneklilerin eğitimi neden çok önemli bir konudur? Öncelikle, üstün
yeteneklilere layık oldukları ve gereken ilgiyi göstermekle onların çevrelerine,
ülkelerine ve tüm dünyaya verebilecekleri erdem kaçırılmamış olacaktır. İkincisi, bu tür
öğrencilere sahip olmak ve onlardaki gücün bilincine varmak ülkelerin gelecek
beklentilerini planlamalarına ve yönlendirmelerine yol açar (Cutts-Moseley, 2004:53).
Gelişmiş ülkelerin çoğunda zekâ ve bedensel özüre sahip öğrencilere özel eğitim
olanakları sağlanmaktadır. Ancak benzer eğitim olanaklarının üstün yeteneklilere
sağlanması söz konusu olduğunda, üstün yeteneklilerin kolay öğrendikleri, uyumlu
oldukları ve zaten diğer öğrencilerden daha üst bir zekâ düzeyine sahip oldukları
düşünüldüğünden özel eğitime gereksinimleri olmadığı belirtilmektedir. Bu bağlamda,
özel eğitimin, en çok ihmal edilen ve hep oluruna bırakılan alanı üstün yetenekli
çocukların eğitimi alanı olmuştur. Özellikle ilköğretim ve bir dereceye kadar
160 M. Çağlar Kurtdaş
ortaöğretim programları orta ve orta çevresi yeteneğe sahip öğrencilere göre düzenlen-
düzenlenmektedir. Bu durum üstün yeteneklilerin ihtiyaç duyduğu eğitimi
alamamasına yol açar. Bunun sonucunda programa ve okula yabancılaşabilecek olan
üstün yetenekli çocuklarda, sahip oldukları gücü tam olarak kullanamama, başka
alanlara kayma ya da ileri öğretim alanında başarısızlıklara yol açmaktadır. Bunun
sonucunda özel yeteneğinin farkına varılmadan pek çok öğrenci sıradan bir insan olarak
keşfedilmeden yok olup gidecektir (Ataman, 1998:174; Enç, 2005:24; Ataman, 1984:336;
Bilgili, 2004:244; Ataman, 2004:155-156).
Tüm dünyada olduğu gibi, üstün yeteneklilerin eğitimi ile ilgili olarak
Türkiye’de de çeşitli dönemlerde çalışmalar yapılmıştır. Üstün yeteneklilerin eğitimi ile
ilgili olarak dünyada yapılan ilk çalışma Osmanlılar döneminde hayata geçirilen
Enderun Mektepleridir. Osmanlılar ’da idari ve askeri kadronun yetiştirilmesi için
oluşturulan saray eğitim kurumları (Ön rapor, 2004:53) olan Enderun’un amacı; ülkenin
yönetimini üstlenecek nitelikteki üstün ve istisnai yeteneklerin keşfedilmesi ve
yetiştirilmesiydi (Akarsu, 2001:39).
- 6660 sayılı müzik, resim ve diğer güzel sanat dallarında olağan üstü yetenek
gösteren çocukların devletçe eğitilmesini düzenleyen yasa,
- 1416 sayılı yabancı ülkelere gönderilecek öğrenciler hakkında kanun,
- Fen liselerinin kurulması,
- 1964 yılında Ankara’da bazı okullarda denenen özel sınıf ve türdeş kümeler
denemesi,
- Anadolu liselerinin kurulması,
- Tübitak bursları ve yarışmaları,
- Bilim ve sanat merkezlerinin kurulması.
Üstün veya özel yetenekli öğrencilerin eğitimine yönelik grup ve bireysel eğitim
programları uygulayan Bilim ve Sanat Merkezlerinde uygulanan eğitim programı Milli
Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun 25.10.2001 tarih ve 370 sayılı kararı ile
yürürlüğe giren yönergesine uygun olarak yapılmaktadır. Buna göre Bilim ve Sanat
Merkezlerine kayıt yaptıran öğrencilerin hazırbulunuşluk düzeyi ölçüldükten sonra
merkezce;
1- Uyum programı
2- Destek eğitimi Programı
- İletişim becerileri
- Grupla çalışma teknikleri
- Öğrenme yöntemleri
- Problem çözme teknikleri
- Bilimsel araştırma teknikleri
- Bilimsel çalışma yöntemleri
- Yabancı dil
- Bilgisayar
- Sosyal aktiviteler
162 M. Çağlar Kurtdaş
3. Yöntem
4. Bulgular Ve Yorumlar
4.1.1.Sınıf
Tablo 1. Sınıf
N %
4.sınıf 71 46, 4
5.sınıf 44 28, 8
6.sınıf 9 5, 9
7.sınıf 11 7, 2
8.sınıf 7 4, 6
9.sınıf 10 6, 5
10.sınıf 1 ,7
Toplam 153 100, 0
Araştırmaya katılan öğrenciler en fazla %46,4 ile 4. sınıf ve %28,8 ile 5. sınıfa de-
vam etmektedir.
4.1.2. Cinsiyet
Tablo 2. Cinsiyet
N %
Kız 67 43, 8
Erkek 86 56, 2
Toplam 153 100, 0
4.1.3.Yaş
Tablo 3. Yaş
N %
9-10 yaş 77 50, 3
11-12 yaş 49 32, 0
13-14 yaş 21 13, 7
15-16 yaş 6 3, 9
Toplam 153 100, 0
Araştırmaya katılan öğrencilerin %82,3’ü 9-12 yaş aralığında, %17,6’sı 13-16 yaş
aralığındadır.
N %
Öğretmen, öğretim üyesi 42 27, 5
Memur 11 7, 2
Ev hanımı 63 41, 2
Mühendis, mimar 6 3, 9
Hemşire, ebe 18 11, 8
Doktor 5 3, 3
Kuaför 2 1, 3
164 M. Çağlar Kurtdaş
Hâkim, avukat 2 1, 3
Emekli 3 2, 0
Polis 1 ,7
Toplam 153 100, 0
N %
Öğretmen, öğretim görevlisi 41 26, 8
Memur 22 14, 4
İşçi 8 5, 2
Esnaf 30 19, 6
Mühendis, mimar 20 13, 1
Doktor 14 9, 2
Şoför 1 ,7
Asker 14 9, 2
Bankacı 1 ,7
Avukat 1 ,7
Çiftçi 1 ,7
Toplam 153 100, 0
N % N %
Okur-yazar değil 1 ,7 - -
İlkokul 12 7, 8 7 4,6
Ortaokul 10 6, 5 6 3,9
Lise 34 22, 2 28 18,3
Üniversite 92 60, 1 95 62,1
Lisansüstü 4 2, 6 17 11,1
Toplam 153 100, 0 153 100,0
N %
500 tl'den az 1 ,7
500-1000 tl arası 8 5, 2
1000-1500 tl arası 18 11, 8
1500-2000 tl arası 27 17, 6
2000-3000 tl arası 19 12, 4
3000-4000 tl arası 49 32, 0
4000 tl'den fazla 31 20, 3
Toplam 153 100
Ailelerin ortalama aylık geliri en fazla, %32 ile 3000-4000 tl arası ve %20, 3 ile
4000 tl ve yukarısıdır.
N %
Oyun oynarım 43 28, 1
Müzik dinlerim 15 9, 8
Kitap okurum 63 41, 2
TV izlerim 16 10, 5
Sinemaya-tiyatroya giderim 2 1, 3
Spor yaparım 14 9, 2
Toplam 153 100, 0
166 M. Çağlar Kurtdaş
N %
Evet 152 99, 3
Hayır 1 ,7
Toplam 153 100, 0
açık ve meraklı olan üstün yetenekliler için internet hem bilgilerini artırıcı hem de me-
meraklarını giderici çok geniş bir kaynaktır. Bu bakımdan üstün yetenekli öğrencilerin
bu duruma kayıtsız kalması beklenilmeyecek bir durumdur.
N %
Ödevlerimi araştırmak için 70 45, 8
Bilimsel konularda araştırma yapmak için 34 22, 2
MSN, Facebook vb. için 17 11, 1
Oyun oynamak için 31 20, 3
Kullanmıyorum 1 ,7
Toplam 153 100, 0
artması etken olabilir. Facebook, msn gibi uygulamaların yaş ilerledikçe arttığı görül-
görülmektedir. Yaşları ilerledikçe daha fazla sosyalleşen ve farklı arkadaş çevreleri
edinen öğrenciler özellikle internetteki popüler uygulamalara kayıtsız kalamamakta ve
onları etkin şekilde kullanmaktadır.
Tablo 14. Kitap okuma durumu
N %
Evet 151 98, 7
Hayır 2 1, 3
Toplam 153 100, 0
N %
Öykü, hikâye 44 28, 8
Roman 68 44, 4
Okumuyorum 1 ,7
Bilimsel araştırma, inceleme 31 20, 3
Çizgi roman 1 ,7
Macera 7 4, 6
Kişisel gelişim 1 ,7
Toplam 153 100, 0
Araştırmaya katılan öğrenciler en fazla roman (%44, 4), öykü, hikâye (%28, 8) ve
bilimsel araştırma inceleme kitapları (%20, 3) okumaktadır.
Tablo 16.En çok okunan kitap türünün yaşa bağlı olarak değişimi
N %
Öğretmen 7 4, 6
Doktor 53 34, 6
Subay, polis 8 5, 2
Bilim adamı, akademisyen 53 34, 6
Avukat 9 5, 9
Mühendis, mimar 19 12, 4
Sporcu 2 1, 3
Sanatçı 2 1, 3
Toplam 153 100, 0
vardır. Ancak bilim adamı, akademisyen bu dönemdeki öğrencilerin çok fazla düşün-
düşündüğü meslekler değildir. Bu anlamda, bilim ve sanat merkezlerinde bilim ve
bilimsel çalışmalar hakkında daha çok bilgi sahibi olan ve bilimsel çalışma ve projelerin
içinde daha fazla yer alan öğrencilerin bilim adamı ve akademisyen olmayı istemeleri,
bilim sanat merkezlerinin üstün yetenekli öğrencilerde bilime karşı bir merak
uyandırdığı ve bilimsel konulara ilgilerini çektiği sonucunu verebilir. Bu bağlamda,
bilim sanat merkezleri üstün yetenekli öğrencilerin ihtiyaçlarına uygun olarak, onlara
yeni ufuklar açmakta ve bilime olan ilgi ve meraklarını artırmaktadır. Özellikle yapılan
projelerle ve laboratuvar çalışmaları ile öğrencilerin bilime ve bilimsel çalışmalara olan
ilgi ve merakına cevap verebilmektedir.
N %
Fen-Matematik bilimleri 114 74, 5
Sosyal bilimler 12 7, 8
Sanatsal çalışmalar 27 17, 6
Toplam 153 100, 0
N %
Fen bilimleri 100 65, 4
Sosyal bilimler 18 11, 8
Matematik 35 22, 9
Toplam 153 100, 0
N %
Savaşlar 26 17,0
Ekonomik sorunlar, yoksulluk 32 20,9
Küresel ısınma, iklim değişiklikleri 95 62,1
Toplam 153 100,0
N %
Destek eğitimi 104 68,0
Bireysel yetenekleri Fark ettirici program 34 22,2
Özel yetenekleri geliştirici program 13 8,5
Proje dönemi 2 1,3
Toplam 153 100,0
N %
Ekonomik sorunlar, yoksulluk 61 39,9
Terör 51 33,3
İnsanların birbirlerine hoşgörüyle 41 26,8
yaklaşmamaları
Toplam 153 100,0
N %
Evet 30 19, 6
Hayır 123 80, 4
Toplam 153 100, 0
Araştırmaya katılan öğrencilerin %19, 6’sı bilim sanatın kendilerine ayrı bir yük
getirdiğini, %80, 4’ü ayrı bir yük getirmediğini belirtmiştir. Sonuçta, bilim ve sanat
merkezine kayıtlı olan ve devam eden öğrenciler örgün eğitimlerine devam etmekte
olup okullarının dışında merkeze devam etmektedir. Bu bakımdan, merkeze devam
eden öğrenciler bir yandan kendi okullarına, bir yandan eğer gidiyorlarsa dershane,
etüt veya özel derslere devam etmektedir. Bu durum öğrencilerin çok yoğun bir
174 M. Çağlar Kurtdaş
Tablo 25. Merkezin öğrencilere ayrı bir yük getirmesinin programlara bağlı olarak değişimi
Toplam
Evet Hayır
Destek eğitimi 18 86 104
, 0% 100, 0% 100, 0%
, 0% 1, 6% 1, 3%
, 0% 1, 3% 1, 3%
Toplam 30 123 153
19, 6% 80, 4% 100, 0%
100, 0% 100, 0% 100, 0%
19, 6% 80, 4% 100, 0%
N %
Evet 153 100, 0
Tablo 27. Merkezin olanakları
yeterli mi?
N %
N %
Araç-gereç donanım eksik 15 9, 8
Fiziksel koşullar (Bina, derslik, laboratuvar vb.) eksik 14 9, 2
Deney, araştırma ve inceleme olanakları yetersiz 11 7, 2
Eksik yok 113 73, 9
Toplam 153 100, 0
N %
Evet, çok 119 77, 8
Bazen 34 22, 2
Toplam 153 100, 0
N %
Evet, değiştirdi 140 91, 5
Hayır, değiştirmedi 13 8, 5
Toplam 153 100, 0
“Bilim ve Sanat Merkezi bilime ve sanata olan bakış açınızı değiştirdi mi?”
sorusuna, öğrencileri %91, 5’i “evet değiştirdi”, %8, 5’i “hayır, değiştirmedi” yanıtını
vermiştir.
NN %
%
Derslerime
Evet, süreklidaha çokediyorum
devam çalışıp başarılı oldum 9117 59,11,
5 1
Çoğunlukla devam ediyorum
Kendime güvenim arttı-kendimi geliştirmeye 47 2, 4,
6 6
Arada sırada
başladım devam etmediğim oluyor 57 37, 3
Çoğu zaman devam etmiyorum
Fark olmadı 112 , 7,
7 8
Bilime ve sanata ilgim arttı 80 76, 5
Toplam 153 100, 0
N %
Okul dersleri ve ödevlerin yoğunluğu yüzünden 41 26, 8
Dershane ve özel derslerden dolayı 13 8, 5
İstediğim birime seçilemediğim için 2 1, 3
Merkezin bana katkısı olmadığı için 1 ,7
Devam ediyorum 88 57, 5
Çok yorulduğum için 6 3, 9
Sevmediğim derslerden dolayı 1 ,7
Ulaşım probleminden dolayı 1 ,7
Toplam 153 100, 0
Sonuç
Bilim ve Sanat Merkezleri üstün yetenekli öğrencilerin bir araya geldiği, aynı
ortamda çalışıp kaynaştığı yerlerdir. Bu yüzden üstün yeteneklilerin eğitiminde önemli
bir yer tutmaktadırlar. Kendileri gibi üstün yetenekli öğrencilerle bir araya gelen ve
beraber çalışma ortamı bulan öğrenciler, böylece yalnız olmadığını hissetmekte ve
kendi ilgi ve yeteneklerine yakın arkadaşlar edinip onlarla aynı ortamı paylaşarak
toplum içinde yetenekleri fark edilmeden yok olup gitmeleri engellenmektedir. Ancak,
Bilim ve Sanat Merkezlerindeki önemli bir eksiklik, sanat alanından öğrenci
180 M. Çağlar Kurtdaş
Bilim ve Sanat Merkezlerinin karşı karşıya olduğu önemli bir diğer sorunda bina,
araç- gereç ve donanım ihtiyacıdır. Pek çok bilim ve sanat merkezi yeterli binaya ve
donanıma sahip olmadan eğitim vermeye çalışmaktadır. Ancak olanakları yeterli
olmadığı için üstün yetenekli öğrencilerin eğitiminde onların ihtiyacını karşılayacak
tarzda eğitim vermekte zorlanmaktadır. Bu yüzden hemen her ilde bilim ve sanat
merkezlerinin ihtiyaçlarını karşılayacak tarzda binaların yapımı ve gereken donanımın
sağlanması şarttır.
Kaynakça
AKARSU, Füsun (2001): Üstün Yetenekli Çocuklar ve Sorunları, Eduser Yayınları,
Ankara.
ATAMAN, Ayşegül (1984): “Üstün Zekâlı Çocuklara Ana-Babaları ve Öğretmenleri
Nasıl Yardımcı Olabilir”, A.Ü. Eğitim Dergisi, Cilt:15, Sayı:1, Ankara Eğitim
Fak. Yay.
ATAMAN, Ayşegül (1998): “Üstün Zekalılar ve Üstün Yetenekliler ” (Ünite11), Özel
Eğitim (Editör:S.Eripek), T.C.Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir.
ATAMAN, Ayşegül (2004): “Üstün Zekâlı ve Üstün Yetenekli Çocuklar”, Üstün
Yetenekli Çocuklar Seçilmiş Makaleler Kitabı (Hazırlayanlar: M.R.Şirin-
A.Kulaksızoğlu-A.E.Bilgili), Çocuk Vakfı Yayınları, İstanbul.
ARKONAÇ, S.A. (2005): Psikoloji Zihin Süreçleri Bilimi, Alfa Yayınları, İstanbul.
BAYMUR, Feriha (1996): Genel Psikoloji, İnkılap Kitapevi, İstanbul.
BİLGİLİ, A.E. (2004): “Üstün Yetenekli Çocukların Eğitimi Sorunu”, Üstün Yetenekli
Çocuklar Seçilmiş Makaleler Kitabı (Hazırlayanlar: M.R.Şirin-A.Kulaksızoğlu-
A.E.Bilgili), Çocuk Vakfı Yayınları, İstanbul.
BİNBAŞIOĞLU, Cavit (1992): Eğitim Psikolojisi, Kadıoğlu Matbaası, Ankara.
BUDAK, Selçuk (2005): Psikoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.
CUTTS N.E – MOSELEY N. (2004): Üstün Zekâlı ve Üstün Yetenekli Çocukların
Eğitimi Ulusun En Büyük Kaynaklarından Birinin Harcanması Nasıl Önlenir,
(Çeviren: İsmail Ersevim), Özgür Yayınları, İstanbul.
ÇAĞLAR, Doğan (2004): “Üstün Zekâlı Çocukların Özellikleri”, Üstün Yetenekli
Çocuklar Seçilmiş Makaleler Kitabı (Hazırlayanlar: M.R.Şirin-A.Kulaksızoğlu-
A.E.Bilgili), Çocuk Vakfı Yayınları, İstanbul.
DAĞLIOĞLU, H.E - ALEMDAR M. (2010): “Üstün Yetenekli Bir Çocuğun Ebeveyni
Olmak”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt:18 No:3, sh:849-860.
DAVASLIGİL, Ümit (2004): “Üstün Çocuklar”, Üstün Yetenekli Çocuklar Seçilmiş
Makaleler Kitabı (Hazırlayanlar: M.R.Şirin-A.Kulaksızoğlu-A.E.Bilgili), Çocuk
Vakfı Yayınları, İstanbul.
DÖNMEZ, N.B. (2004): “Bilim ve Sanat Merkezleri’nin Kuruluş ve İşleyişinde
Yapılması Gereken Düzenlemeler”, Üstün Yetenekli Çocuklar Bildiriler Kitabı
(Hazırlayanlar: A.Kulaksızoğlu-A.E.Bilgili-M.R.Şirin-), Çocuk Vakfı Yayınları,
İstanbul.
ENÇ, Mitat (2005): Üstün Beyin Gücü Gelişim ve Eğitimleri, Gündüz Eğitim ve
Yayıncılık, Ankara.
ERSOY Ö. – AVCI N. (2004): “Üstün Zekâlı ve Üstün Yetenekliler”, Üstün Yetenekli
Çocuklar Seçilmiş Makaleler Kitabı (Hazırlayanlar: M.R.Şirin-A.Kulaksızoğlu-
A.E.Bilgili), Çocuk Vakfı Yayınları, İstanbul.
HÖKELEKLİ H. – GÜNDÜZ T. (2004): “Üstün Yetenekli Çocukların Karakter
Özellikleri ve Değerler Eğitimi”, Üstün Yetenekli Çocuklar Bildiriler Kitabı
(Hazırlayanlar: A.Kulaksızoğlu-A.E.Bilgili-M.R.Şirin-), Çocuk Vakfı Yayınları,
İstanbul.
KARAKÜÇÜK S.A.- ORAL E.A. (2008): “Eğitimde Bireysel Farklılıklar”(Ünite v),
Eğitim Psikolojisi, (Editörler:K.Ersanlı-E.Uzman), Lisans Yayıncılık, İstanbul.
Milli Eğitim Bakanlığı, Bilim ve Sanat Merkezi Yönergesi, 2001.
MORGAN, C.T. (2009): Psikolojiye Giriş, Eğitim Akademi Yayınları, Konya.
Türkiye Üstün Yetenekli Çocuklar Kongresi, Üstün Yetenekli Çocuklar Durum Tespiti
Komisyon Ön Raporu, Çocuk Vakfı Yayınları, İstanbul, 2004.
WITY, Paul (1963): Üstün Zekâlı Çocuklara Nasıl Yardımcı Olabilirsiniz?,
(Çeviren:İbrahim Özgentaş), MEB Yayım Müd. Basılı Eğitim Hiz. Hazırlama
Mer., Ankara.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 183 - 196
Özet
Akıl yürütme, mantığın temel konularından biridir. Akıl yürütmede tercih
edilen yöntem mantığın bölünmesine ve yeni mantık sistemlerinin doğmasına neden
olan önemli unsurlardan biri olmuştur. Tümdengelim yasalarına dayanan ve kıyası
temel/ana çıkarım yöntemi olarak kabul eden klasik mantık, 17.y.y.’a kadar varlığını
sürdürebilmiştir. Bu yüzyılda, felsefe, mantık, matematik ve diğer bilimlerle de
uğraşan kimi düşünürler, tümdengelime itiraz ederek tümevarımı savunmuşlardır.
Bu gelişmeler ışığında mantık yeniden düzenlenmeye çalışılmıştır. Bu makalede,
akıl yürütme şekillerinin türlerine, aralarındaki farklılıklara, mantık ve bilimler için
önemlerine değinilmiştir. Onların birbirilerine olan üstünlükleri değil, mantık ve
bilimler açısından önemi ve geçerlilikleri ele alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: akıl yürütme, tümdengelim, tümevarım, analoji, kıyas,
klasik mantık, modern mantık, tabii bilimler, yöntem.
Abstract
Reasoning is one of the main topics of logic. The preferred method in rea-
soning has been one among the important elements that led to the birth of division
of logic and new logical systems. Classical logic, which depends upon deduction
and accepts syllogism as the basic method of inference, survived until 17th century.
In that century, various thinkers dealing with philosophy, logic, mathematics, and
other sciences objected to deduction and opted for induction. In the light of the new
developments, logic was overhauled repeatedly. This article deals with different
forms of reasoning, the distinction between them, and evaluates their importance
with respect to logic and sciences.
Key Words: reasoning, deduction, induction, analogy, syllogism, classical
logic, modern logic, natural sciences, method.
1. Giriş
Düşünen bir varlık olarak insan, duygu ve düşüncelerini dil vasıtasıyla aktarır.
Düşüncenin aktarılırken doğru ifade edilmesinde dilin kuralları kadar düşünmenin
kuralları da önem arz eder. Dilin kuralları kültüre ve coğrafyaya göre değişiklik arz
edecektir. Ne var ki kültür ve dil çevrelerinin bu farklılıklarının üstünde onları
184 Arş. Gör. Gültekin Eroğlu
birleştiren bazı düşünce kuralları da vardır. Bu kurallar her kültür çevresinde, her çağda
geçerlidir. Bu kurallar insanın mantıklı, yani doğru düşünmesini sağlayan kurallardır.
O halde mantık her türlü düşünme ile ilgilenir mi? Mantık, düşünme olgusunun
içeriğiyle; akıl yürütmenin oluşumuyla ilgilenmez. Mantık sadece bu düşünme türünün
şekliyle ilgilenir. Düşüncelerin birbirleriyle olan ilişkilerini ve akıl yürütmeyi, geçerlilik
ve geçersizlik olarak inceler. Onun amacı, geçerli akıl yürütme formlarına ulaşmaktır.
Bir düşünme türü olarak akıl yürütme, zihinsel bir olgudur. Gökyüzündeki kara
bulutları görerek yağmur yağacağı sonucunu çıkarırız. Burada bir akıl yürütme yaparız.
Ama bu düşüncemizi dil ile ifade etmezsek mantıksal açıdan inceleyemeyiz. Böylece
düşüncemiz dil ile ifade edilerek argüman biçimi kazanır. Nesnel nitelikli argümanlar
mantığın konusunu ve inceleme alanını oluşturur.1
ifadedir; bu önermelerin onaylanması başka bir önermeyi elde etmemizi sağlar. Önerme-
lerin bir iddia olarak kalması ve bir sonuca varmış olmamızın görünüşte olması bu ifa-
deyi akıl yürütme olmaktan çıkarmaz.”4 Bu tanımdan akıl yürütme için, bir öncül ve bir
de sonuç durumundaki en az iki önermenin bulunması gerektiği çıkarılabilir. Bu, tek
başına hiçbir önermenin bir akıl yürütme için yeterli olamayacağı anlamına gelir. Çün-
kü, tek başına alınan bir hüküm, düşünce veya önermenin doğruluğu veya yanlışlığı,
mantığı ve mantıkçıyı değil, o önermenin ait olduğu bilgi alanını ilgilendirir.5
Akıl yürütmeler önermeler arası bir ilişki olup, bir akıl yürütme için, elimizde en
az biri kanıtlayan ve diğeri kanıtlanan konumunda iki önerme bulunması gerekmekte ve
çıkarım, önermeler arasındaki bir kanıtlama ilişkisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Acaba
birden fazla önermeyi içeren her önerme grubu içinde bir kanıtlama ilişkisi var mıdır?
Ya da başka türlü sormak gerekirse; herhangi iki önerme arasında birini kanıtlayan
diğerini kanıtlanan olarak ele alıp bir akıl yürütme ilişkisi kurmak mümkün müdür?
Önermeler arasında her zaman ve her durumda bir akıl yürütme ilişkisi yoktur. Örneğin
“Bal tatlıdır” ile “Limon ekşidir” önermeleri arasında bir kanıtlayan-kanıtlanan ilişkisi
yoktur. Bunlar birbirlerinden bağımsız önermelerdir. Her iki önerme de doğru
önermelerdir; ama birinin doğruluğu diğerinin doğruluğunun bir kanıtı veya gerekçesi
olmamaktadır. Dolayısıyla bu iki önerme arasında bir akıl yürütme ilişkisi yoktur.
Demek ki, tüm önermeler arasında bir akıl yürütme ilişkisi olması gerekmez. Akıl
yürütme, aralarında bir kanıtlayan-kanıtlanan ilişkisi kurabileceğimiz önermeler için söz
konusudur. Örneğin “Her insan akıllıdır ” önermesi ile “Ahmet akıllıdır” önermesi
arasında bir kanıtlayan-kanıtlanan ilişkisi kurabilir ve Ahmet’in akıllı olmasının kanıtını,
bütün insanların akıl sahibi olması olarak gösterebiliriz. Bu örnekte, kanıtlayan-
kanıtlanan ilişkisinin nasıl kurulduğunu şöyle açıklayabiliriz: Her iki önermede ortak
olan terimler (insan-akıllı) vardır. Bu ortak terimlerden “insan” terimi, birinci önermede
bir özelliğine göre içlemsel yoldan tanımlanmıştır; yani tüm insanların akıllı olduğu
bilinmektedir ve dolayısıyla bunun tek bir insan (Ahmet) için de geçerli olacağı açıktır.
Burada kanıtlamayı, içlem-kaplam, cins-tür, sınıf-üye (fert, birey) ilişkisi temelinde ve
her iki önermedeki ortak terimlere dayanarak kurmuş olduğumuz da açıkça
görülmektedir.
Demek ki akıl yürütmede, en az iki önermeden biri, diğerine kanıt olarak alınırsa
bir sonuç elde edilir. Akıl yürütme, en az iki öncül ve bir sonuçtan oluşur. Burada öncül,
kanıt; sonuç, kanıtlanandır. Mantık, kanıt ile kanıtlanan arasındaki ilişkiyi inceler,
denetler.
Sadece bir önerme ya da hükümden doğrudan yine tek bir hüküm çıkarımı
yapılıyorsa buna “doğrudan akıl yürütme”; şayet birden fazla hükümden hareketle yeni
bir hüküm elde edilmişse buna da “dolaysız akıl yürütme” denir.6 Doğrudan akıl yü-
rütmeler bir tek önermeye dayalı olarak yapılır. Bu akıl yürütmelerde daha çok önerme-
ler arası ilişkiler ele alınır. Bu sebeple İslam mantıkçıları doğrudan akıl yürütmeleri “ah-
kam-ı kazaya” adı altında önermeler bölümünde incelemişlerdir.7 Dolaylı akıl yürütme-
ler ise birden fazla önermelere dayalı olarak yapılır. Dolaylı akıl yürütmenin; tümdenge-
lim (ta’lil-dedüksiyon), tümevarım (istikra- endüksiyon) ve analoji (temsîl-analogy) olmak üze-
re üç şekli vardır. Mantıkta kabul gören ve ele alınıp işlenen akıl yürütme şekli, dolaylı
(vasıtalı) olanıdır. Yani mantık, tümdengelim, tümevarım ve analoji ile ilgilenir.
6 Bkz. İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s. 154; Şafak Ural, Temel Mantık, İstanbul 1995, s. 73; Ce-
mal Yıldırım, Mantık ‘Doğru Düşünme Yöntemi’, s. 4.
7 Necati Öner, Klasik Mantık, s. 91.
8 A.Kadir Çüçen, Mantık, Bursa 2004, s.18; İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.136.
Kıyas, en az iki öncül ve bunlar arsındaki bağ neticesinde verilen yeni bir hükmü
ifade eden bir sonuç önermesinden oluşan bir çıkarımdır. Bu tür kıyas basit bir kıyas
olarak tanımlanır. Kıyasların oldukça farklı çeşitlilikte olduğu muhakkaktır. Bunlar
öncüllerde kullanılan önermelerin sayısına, niteliğine, niceliğine ve türüne/yapısına göre
değişiklik arz eder. Kıyas, çoğu mantıkçılar tarafından tümdengelim bir çıkarımın
mükemmel örneği/şekli olarak kabul görmüştür.
Düşünülen tüm öncüllerden sonuç elde edilebilir mi? Önce de ifade ettiğimiz
üzere tüm öncüller arsındaki akıl yürütmeler sonuç vermeyebilir. Dolayısıyla kıyas
adına yapılan her çıkarımda sonuç geçerli olmak zorunda değildir. Ancak mantık sonuç
açısından geçerli olan kıyaslarla ilgilenir. Bu nedenle de klasik mantıkçılar geçerli
kıyasların nasıl ve ne şekilde olabileceğine dair bazı ilke ve kurallar belirlemişlerdir.11
Endüksiyon ikiye ayrılır: Formel (tam) ve gerçek (eksik). Bir bütünü oluşturan
parçaları veya bir sınıfın bütün üyelerini inceleyerek sınıf veya parça hakkında hüküm
vermeye “tam tümevarım” veya “biçimsel (formel) tümevarım” denir. 13 Aristo’nun ve
daha sonraki mantıkçıların yer verdiği tümevarım, tam tümevarımdır.
Bir bütünü oluşturan parçaları veya bir sınıfın bütün üyelerini incelemek gibi bir
imkânımız olmadığı halde, sınıf veya parça hakkında hüküm vermeye “eksik
tümevarım” denir.14 Eksik tümevarım, kesin bilgi yerine zannî bilgi içerir. Sonuç tam
değildir ve zorunlu da değildir.
Analojide sonuç öncülleri aşar. Tekil örneklerden yola çıkılarak yine tekil sonuç-
lara ulaşılır. Genelleme yapılarak ulaşılan sonuç, zorunluluk ifade etmez. Ancak o, bir
olursa sonuç çıkar. (Geniş bilgi için bkz. İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.136.; Necati Öner,
Klasik Mantık, s. 109-110).
12 Bkz. Aristoteles, Topikler, çev. H. Ragıp Atademir, İstanbul 1996, s. 22; Gazali, Düşünmede Doğru Yön-
tem (Mihakkü’n Nazar), çev. Ahmet Kayacık, İstanbul 2002, s. 113; S. Hayri, Bolay, Felsefi Doktrinler ve
Terimler Sözlüğü, Ankara 1996, s. 407; İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.218.
13 İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s. 218; Necip Taylan, Anahatlarıyla Mantık, İstanbul 2008, s.
tık, Ara Yayınları, İstanbul 1991, s. 44; İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.199.
16 Doğan Özlem, Mantık, s. 44-45.
olasılık ifade eder. Endüksiyonda tekilden tümele bir geçiş varken analojide tikelden
tikele bir geçiş söz konusudur.
Rize ve Gümüşhane Karadeniz bölgesindedir
Rize her mevsim yağış alır
Öyleyse, Gümüşhane de her mevsim yağış alıyor olmalıdır
şeklinde yapılan çıkarım bir analojidir. İlk öncülde, iki şehir arsında bulundukları yer,
yani coğrafi konumları bakımından bir benzerlik kurulmuş; ikinci öncülde ise yağış
durumu belirtilmiştir. Bunun neticesinde Rize ve Gümüşhane aynı bölgede yer aldıkları
için yağış miktarlarının da benzer olması gerektiği sonuç olarak çıkarılmıştır.
Tümevarım ile analojinin zihin işlemlerinde izledikleri yol her ne kadar benzer
gibi görünse de birbirilerinden farklı olduğunu belirtmek gerekir. Şimdi ise tümevarım
ile analoji arasındaki temel farkları sıralayalım:
190 Arş. Gör. Gültekin Eroğlu
Öncelikle mantığın klasik mantık, sembolik (modern mantık) veya çok değerli
mantık şeklinde mantık sistemlerine veya mantıklara bölünüşünün esas nedenleri
arasında akıl yürütme şeklilerinin; başka bir ifadeyle, çıkarım yöntemlerinin farklılığı
olduğu gerçeğini belirtmek gerekir.
Tümdengelimin klasik mantıkta önemli bir yerinin olduğunu ve hatta tek geçerli
akıl yürütme şekli olarak kabul gördüğünü, kıyasın tümdengelim bir çıkarımın en
mükemmel şekli olarak kabul edildiğini daha önce de ifade etmiştik. Bunun en önemli
nedenlerinden biri, öncüllerden sonucun zorunlu olarak çıktığı tek şekil olmasıdır.
Tümevarım ve analojide öncül-sonuç ilişkisi yeterli ve zorunlu olmadığı için geçerli akıl
yürütme şekilleri değildir. Klasik mantık, geçerli akıl yürütmelerle ilgilendiğinden
“dedüktif mantık” olarak da adlandırılmıştır.18
17 Detaylı bilgi için bkz. Doğan Özlem, Mantık, s.37-44; İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.195-198.
18 Doğan Özlem, Mantık, s. 35; İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s. 197.
ulaşmak için Aristoteles mantığını temel alarak hareket eden Klasik Mantık, ilk olarak
Descartes, Bacon ve Leibniz’ın çalışmalarıyla 17. yüzyılda farklı bir yönde hareket
etmeye başlamıştır.
Daha sonra 1847 yılında August De Morgan’ın Formel Mantık ve George Boole’un
Mantığın Matematiksel Analizi kitaplarının yayınlanmasıyla mantığın önermeleri
matematiksel işlemler gibi sembolleştirilmiş ve klasik mantık yerini yavaş yavaş
sembolik mantığa bırakmaya başlamıştır. Mantık alanında yapılan bu çalışmalar,
sembolik mantığın asıl kurucuları olarak kabul edilen ve 20. yüzyılda ortaya koyulan
felsefe ve mantık çalışmalarının en önemli düşünürlerinden sayılan Gottlob Frege (1848-
1925) ve Bertrand Russell’ın (1872-1970) çalışmaları için de temel oluşturmuştur.
“Kıyas, bilimlerde keşif yapmak için hiçbir fayda sağlamaz… Kıyas, bilimlerin
ilkelerine uygulanamaz… O halde bizim tek ümidimiz tümevarımdır.”19 itirazında bu-
lunan F.Bacon’a göre formel mantık, terimlerin ve açığa çıkarmanın mecbur olduğu ku-
ralların toplamıdır. Bu nedenle mantık, evren ve dünya hakkında yapılacak keşifler ko-
nusunda bize yardımcı olamaz.
19 Francis Bacon, Novum Organum, çev. Sema Önal Akkaş, Ankara 1999, s.10.
20 Francis Bacon, Novum Organum, s.10.
192 Arş. Gör. Gültekin Eroğlu
muhakemesiz söz söylemekten başka bir şeye yaramamaktadır.”21 İlki Francis Bacon’a,
ikincisi Descartes’e ait olan bu sözleri özetleyecek olursak;
Kıyas yeni bir şey vermiyor
Belli olan şeyler yinelenmekte
Bilinmeyen şeyler için muhakemesiz söz söylenmektedir.
şeklindeki bir çıkarımda ″Benim düşünür olduğum″ ″Her insan düşünür″ önermesi ile
ispat edilemez. Çünkü, ″Ben düşünürüm″ önermesinden ne kadar şüphe ediyorsam,
″Her insan düşünür″ önermesinden de o derecede şüphe etmeliyim.22 Başka bir ifadeyle
Mill’e göre kıyas, bir savı kanıtsamadır. Kıyas, sonucun ispatına yarayan bir delil gibi
kullanılmıştır.23 Yukarıdaki örnekte olduğu gibi ″Bende düşünürüm″ sonucu, ″Her insan
düşünürüdür″ öncülünden önceden kabul edilmiştir.
İslam mantıkçıları ise, Aristo geleneğine bağlı kalmaları nedeniyledir ki, kıyası
savunmuşlardır. Onlar, mantığın gerekliliğini izah ederken akıl yürütme ve bilgi edinme
faaliyetinin denetimini gerekçe gösterirler. Zarurî bilgilerin elde edilmesi teknik
24 Bkz. İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.185-195; Necati Öner, Klasik Mantık, 167-173; Necip
Taylan, Anahatlarıyla Mantık, s. 229-236.
Bilim, betimleme ve açıklama ile işlem görürken mantık, değerlendirme işlemini yapar.
Bu anlamda mantık bilimler için önemli bir araçtır.
5. Sonuç
Temelini Aristoteles’in mantık anlayışından alan klasik mantık, özellikle akıl
yürütme ilkeleri, tümdengelim ve dil üzerine oturmuştur. Bu üç temel unsur, klasik
mantığın adeta çekirdeği gibidir. Aristoteles’ten 17.yüzyıla kadar gerek Batıda gerekse
İslam dünyasında oldukça uzun yıllar varlığını koruyan klasik mantık, tabii bilimlerdeki
gelişmelerden önemli ölçüde etkilenmiştir. Matematik ve tabii bilimlerdeki gelişmeler
mantığın yeniden düzenlenmesine neden olmuştur. Bu gelişmeler ziyadesiyle kendini,
metot ve dil alanında göstermiştir. Öncelikle, mantığı, konuşulan dilin çeşitli
sakıncalarından sıyırmak amacıyla sembolik dil kullanımı öne çıkmıştır. Matematiğin
işlem ve işaretleriyle mantıktaki kavram, önerme ve çıkarımlar sembolleştirilmeye
çalışılmıştır. Bu gelişmenin ardından, tabii bilimlerde geliştirilen tümevarım,
tümdengelimin karşısına konarak yeni metot çalışmaları başlatılmıştır.
Fakat, bilinmelidir ki kıyasın bizatihi kendi içyapısı, yeni bir bilgi vermek gibi bir amaca
sahip değildir, aksine düşüncenin şeklini düzelten bir araçtır. Düşünceyi ve bir akıl
yürütmeyi tahlil etmede, yeni bir şeyler keşfetmede ve onu açıklamada, bulanıklığı
ortadan kaldırmada kıyas büyük rol oynar. Bu nedenle kıyas, bilgilerimizi artırıcı değil;
bilgi veya hipotezlerimizi tahlil edici bir metottur. Bu ise mantığın, çoğu bilim adamları
ve filozoflar tarafından bir bilim olarak değil de bir araç, bir teknik olarak kabul
edilmesine neden olmuştur.
6. Kaynakça
Aristoteles, Organon II, çev.: Hamdi Ragıp Atademir, İstanbul, 1989.
Aristoteles, Organon V, Topikler, çev. H. Ragıp Atademir, İstanbul, 1996.
Bacon, Francis, Novum Organum, çev. Sema Önal Akkaş, Ankara, 1999.
Baki, Abdulkuddûs Gelenbevî’nin Mantık Anlayışı, İstanbul, 1993.
Bolay, Süleyman Hayri, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Akçağ Yayınları,
Ankara 1996, 6. Baskı
Caws, Peter, “Bilimsel Yöntem”, Felsefe Ansiklopedisi, ed. Ahmet Cevizci, İstanbul,
2004.
Çüçen, A. Kadir, Klasik Mantık, Asa Yayınları, Bursa, 2004.
Çüçen, A. Kadir, Mantık, Asa Yayınları, Bursa, 1999.
Descartes, Metot Üzerine Konuşmak, çev. Mehmet Karasan, İstanbul, 1967.
Emiroğlu, İbrahim, Klasik Mantığa Giriş, Elis Yay., 3. Basım, Ankara, 2005.
Gazali, Düşünmede Doğru Yöntem (Mihakkü’n Nazar), çev. Ahmet Kayacık, İstanbul,
2002.
Gür, Bekir S., Matematik Felsefesi, Kadim Yayınları, Ankara, 2004.
Hasırcı, Nazım, John Stuart Mill’in Tümevarım Anlayışı, A.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara, 2005, (Basılmamış Doktora Tezi).
Öner, Necati, Klasik Mantık, A.Ü.İ.F. Yayınları, 6.baskı, No:191, Ankara, 1991.
Özlem, Doğan, Mantık Klasik/Sembolik Mantık, Mantık Felsefesi, Ara Yayınları,
İstanbul, 1991.
Taylan, Necip, Anahatlarıyla Mantık, Ensar Yay., 2. Baskı, İstanbul, 2008.
Topçu, Nurettin, Mantık, (haz. Erverdi, İsmail Kara), Dergah yay., İstanbul, 2001.
Ural, Şafak, Temel Mantık, Çantay Kitapevi, 2.baskı, İstanbul, 1995.
Vural, Mehmet, İslam Felsefesi Sözlüğü, Elis Yayınları, Ankara, 2003.
Yaren Tahir, Kıyasların Yapısı, İlahiyat Yayınları, Ankara, 2003.
Yıldırım, Cemal, Bilim Felsefesi, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2004.
Yıldırım, Cemal, Mantık: Doğru Düşünme Yöntemi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1997.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 197 - 235
İsmail Katgı
Tarih Öğretmeni
ismailhistorian@mynet.com
Özet
Muasır kaynaklarda ekseriyetle “Cinci Hoca” olarak geçen Safranbolulu
Hüseyin Efendi, 17. yüzyılda yaşamış Osmanlı sarayının meşhur
üfürükçülerindendir. Dönemin siyâsal ve toplumsal yaşamını yansıtması açısından
oldukça ilginç bir şahsiyet olan Cinci Hoca, ilmî yeterliliğe sahip olmadan ve salt
padişahın tasarrufu ile Anadolu kazaskerliğine kadar yükselmiştir. Bu yönüyle
gayr-ı resmi ulemâ sınıfının tipik bir temsilcisi konumundadır. Cinci Hoca, Osmanlı
Devleti’nin her açıdan duraklama ya da gerilemeye başladığı bir dönem olan 17.
yüzyılda, Osmanlı hanedanının en zayıf padişahlarından biri olarak gösterilen
Sultan İbrahim üzerinde büyük bir nüfûz kurmuş fakat gerek siyâsi faaliyetleri ve
gerekse saray ve ulemâ çevrelerinin hoşnutsuzluğuna sebep olan girişimleri
nedeniyle, hamisi olan İbrahim’in hal’ ve katlini müteakip, öldürülmüş ve malları da
müsâdere edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Gayri-resmi ulema, Sultan İbrahim, Safranbolulu
Hüseyin Efendi, Cinci Hoca, Üfürükçülük
Abstract
Contemporary sources, usually "Cinci Hodja" in the Safranbolu'lu Huseyin
Efendi who lives in XVIIth century is a famous medyum / breathining in Ottoman
Palace. To reflect the political and social life of the period, which is a very interesting
figure Cinci Hodja had rised up military judgement with sultan’s saving and
without any scientific back ground. With this aspect’s he is a typical representative
of the non-official class of scholars. He established a major influence on the Sultan
Ibrahim exorcist, but when the sultan İbrahim killed, he killed and his all possesions
siezed by the palace.
Key Words: Non-official scholar, Sultan Ibrahim, medyum, breathening,
Cinci Hodja
Giriş
Büyük Selçuklu hükümdarları Çağrı Bey, Alp Arslan ve Melikşah’a vezirlik
yapmış olan ve devlet adamlığı dışında dönemin önde gelen âlimlerinden biri olarak
198 Öğretmen İsmail Katgı
gösterilen Ebu Ali Hasan Nizamü’l-mülk, asırlar önce kaleme almış olduğu Siyasetname
isimli eserinde, devlet başkanlarının din ve din âlimlerine büyük değer ve ehemmiyet
vermelerini öğütlemektedir.1 Nizamü’l-mülk hükümdarlara din âlimleri ile sık sık gö-
rüşmeleri ve onların tecrübelerinden yararlanmalarını tavsiye etmektedir. Bu sayede
onların dünyevî ve uhrevî sahada mutluluğa ereceklerini yani, bir taraftan dünyadaki
işleri yoluna koyacakları diğer taraftan da ahiretlerini kurtaracaklarını salık
vermektedir. O bu arada din yolunu seçen ve din âlimlerini himaye eden hükümdarların
zamanında kötülük ve fesadın ortadan kalkacağını da eklemektedir. Nizamü’l-mülk’ün,
bu sayede, insanların ilim öğrenmeye ve bilgiye daha fazla rağbet edecekleri düşüncesi
de hayli ilginçtir. Ona göre ilme ve âlimlere değer veren padişahlar zamanında ilmin
itibar kazanması kaçınılmazdır.
1 “Din işlerini araştırıp sormak, farzları ve sünneti gözetmek, Yüce Allah’ın emirlerini yerine getirmek, din alimlerine
saygı göstermek, geçim ve yaşamaları için gerekeni Beytu’l- Mal’den ayırıp tayin etmek, zahitlere ve perhizkarlara
hürmet etmek padişaha vaciptir. (O) vacibi, haftada bir defa veya iki defa din alimlerinin huzuruna çıkmalarına yol
vermek, Hakk Teala’nın emirlerini onlardan işitmek, yine onardan Kur’an tefsirini ve Resul’un-selam ve salat üze-
rine olsun- hadislerini duymak, adil padişahların hikayelerini ve peygamberlerin-selam üzerlerine olsun- kıssalarını
onlardan dinlemekle yapar. Bu takdir de (o), gönlünü dünya meşguliyetlerinden fariğ kılar; aklını ve dikkatini on-
lara verir. Münazara yapmalarını emrederler. Padişah bilmediği her şeyi sorar, hadiseyi araştırır. Bildiği zaman,
kalbine yazar. Zira bir müddet böyle yapılırsa, kendisine âdet olur. Sonra zaman geçmez ki, daha fazla şeriat
Âhkamı ve Kur’an tefsiri, Resul’un-selam üzerine olsun- hadisleri ona malum olur ve ezberler. Din ve dünya işleri
yolu, tedbir ve sevap yolu ona açılır. Hiçbir kötü mezhep ve bid’at onu (doğru) yoldan saptıramaz. (Üstelik) kuv-
vetli fikir sahibi olur. Adalet ve insafı artar. Onun memleketinden ihtiras ve bid’at kalkar, elinden büyük işler gelir.
Onun devleti zamanında şerrin, fesadın ve fitnenin kökü kazınır. Salah ehlinin eli kuvvetlenir; fesatçı kalmaz, bu
dünyada iti ad (sahibi) olur. Öteki dünyada ise kurtuluş, yüksek derece, sayısız sevap bulur ve de insanlar onun
(saltanatı) zamanında ilim öğrenmeye ve bilgiye daha fazla rağbet ederler.”, Bkz. NİZAMÜ’L- MÜLK (1990) Si-
yaset-Nâme, haz. Mehmet A. Köymen, Kültür Bakanlığı yay., 2. Baskı, İstanbul, s. 75-6
2 Bkz. A.g.e., s. 76
3 Bkz. ERK, Hasan Basri, Meşhur Türk Hukukçuları, b.y.y., t.y., s. 3 vd., OKUMUŞ, Ejder, Klasik Dönem
Osmanlı Devleti’nde Din-Devlet İlişkisi, Lotus yay., Ankara, 2005, s. 98 vd., Koçi Bey bu hususta şöyle
der: “..İmdi ma’lum-u hümayun ola ki; şer-i şerifin bekası ilimle ve ilmin bekası ulema iledir. Ol cihetden ecdad-ı
izamları zemanında ilme ve erbabına olan hürmet ü izzet bir devlette olmammışdır.”, Bkz. KOÇİ BEY, (1997) Ri-
sale, haz. Musa Şimşekçakan, Yeni Zamanlar yay., İstanbul, s. 46-7
4 Feyzullah Efendi’nin Sultan Mustafa üzerindeki nüfuz ve etkinliği diğer şeyhülislam ya da padişah hocala-
rınınkini gölgede bırakacak cinstendir. Nitekim Feyzullah Efendi bu nüfûz sayesinde devleti tek başına
yönetmiştir. Fakat onun siyasi ve idari faaliyetleri, aile ve akraba kayırıcılığı büyük bir ayaklanmaya da
sebebiyet vermiştir. Edirne Vak’ası adı verilen bu olay Osmanlı devletinde o döneme kadar görülen en
büyük ve geniş katılımlı ayaklanmadır. Feyzullah Efendi bu ayaklanma sonrasında psikolojik ve fiziksel
işkenceler görecek ve asiler tarafından katledilecektir. Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin hayatı, faaliyet-
leri ve katledilmesi için Bkz. KATGI, İsmail, Osmanlı Devleti’nde Öldürülen Şeyhülislamlar, Yayım-
lanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Gaziantep, 2011, s. 219-
410
5 Bkz. TURAN, Osman, (1993) Selçuklular Tarihi Ve Türk-İslam Medeniyeti, Boğaziçi yay., 4. Baskı, İstan-
bul, s. 441
200 Öğretmen İsmail Katgı
celeriyle de tamamen örtüşmektedir. Nitekim aynı durum Osmanlı devleti için de söz
konusudur. 17. yüzyıl, Osmanlı devletinde bütün alanlarda olduğu gibi ilim hayatında
ve ulemâ sınıfında yozlaşmanın baş gösterdiği bir dönemdir.6
Cinci Hoca Olayı, yozlaşan ulemâ sınıfının devlet yaşamındaki nüfûzu açısından
da özel bir yere sahiptir. Yukarıda da ifade edildiği gibi Osmanlı padişahları âlimlere
değer vermişler ve onları himaye etmişlerdir. Nitekim klâsik dönem boyunca çok
değerli âlimlerin yetiştiği görülmektedir. Ancak biraz önce isimlerini zikrettiğimiz
şahsiyetler aynı zamanda ilmî kişilikleri ile ön plâna çıkmış, âlim/bilgin/fakih
şahsiyetlerdir. Buna karşın Cinci Hoca gibi bazıları da vardı ki nüfûz ve mevkilerine,
salt padişahın ya da saray çevrelerinin lütûfları ile sahip olmuşlar ve devlet yönetiminde
6 Suhte ayaklanmaları ya da Medreseli İsyanlarının 16. yüzyılın başlarından daha önce ortaya çıkmış olma
ihtimali, Osmanlı ilim hayatındaki gerilemenin daha da gerilere götürülebileceği düşüncesini güçlen-
dirmektedir. Bu hususta bkz. AKDAĞ, Mustafa, (1949) “Medreseli İsyanları”, İ.Ü. İktisat Fakültesi
Mecmuası, 1-4, ss. 361-387
7 Kadızadeliler Olayı ulema sınıfındaki yozlaşmanın en tipik örneklerindendir. Bu olayın 17. yüzyılda etkili
olması görüşlerimizi desteklemektedir. Bkz. KARAGÖZ, Mehmet (2002) “Osmanlı Fikir Hayatında
Kadızadeliler”, Türkler, XXI, Yeni Türkiye yay., Ankara, ss. 141-153
8 Bkz. UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, (1988) Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, TTK yay., Ankara, s. 48,
67 vd., ALTINAY, Ahmet Refik, (1997) Osmanlı’da Hoca Nüfuzu, Toplumsal Dönüşüm yay., çev. Gü-
ven Akçağ, 2. Baskı, İstanbul, s.48-9, Koçi Bey de aynı durumdan şikayetle, “Giderek her bir maslahata hatır
karışmağile ve her emirde müsamaha olunmağile ve na-müstahakklara hadden ziyade mansıblar virilmek iktiza
idüb kanun-ı kadim bozuldu. Kadiaskerler dahi zeman-ı kalilde bi-veche ma’zul olmağile içlerinde tamma’ ve haris
olanlar zeman-ı mansıbı fırsat ve fırsat-ı ganimet bilüb menasıbın ekserin rüşvet ile na-ehle virir oldiler. Ve
mülazemetler dahi yoliyle verilmeyüb satılmağa başlayalı voyvoda ve sübaşi katibleri ve avam-ı nasdan niceleri beş
on bin akçe ile mülazim olub ba’dehu zeman-ı kalilde müderris ve kadi olub, sahn-ı ilm-i cehele ile doldu. ” demek-
tedir. Bkz. Risale, s. 51-2
sürekli sorunlar çıkarmışlardır. Bunların padişaha yakınlaşmaları diğer bir deyişle onlar
üzerinde nüfûz kurmak istemeleri devlet idaresinde çeşitli krizlerin yaşanmasına neden
olmuştur. Bu bakımdan Nizamü’l-mülk’ün, “Hükümdarların en iyisi ilim adamlarını dost
edinenleridir ve ilim adamlarının en kötüsü ise hükümdarın arkadaşlığını kazanmaya
çalışanlardır”9 sözü oldukça manidardır.
9 Bkz. ZİLFİ, Madeline C., Dindarlık Siyaseti-Osmanlı Uleması (Klasik Dönem Sonrası), çev. Mehmet F.
Özçınar, Birleşik yay., Ankara, 2008, s. 241
10 İNALCIK, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ, Yapı Kredi yay., İstanbul, 2005, s. 104
11 Şücâ, şecâatli, cesur ve yiğit gibi anlamlara gelmektedir. Bkz. DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca Türkçe
Ansiklopedik Lügât, Aydın yay., Ankara, 2003, 1004, Aynı eserde geçen “eş-Şücâ” kelimesi ise, semanın
güney yarım küresinde Esed (Arslan) burcu ile Kelb-i Asgar (Küçük Köpek) burçları arasında cenûba
(güney) doğru uzanan büyük zincirvâri burç anlamına gelmektedir. Bkz. A.g.e., s. 238, Bahsini ettiğimiz
Şeyh’in, “Şücâ” isimle anılmasının nedeni ise bizce ma’lum değildir.
12 Sarayda hoca nüfûzunun III. Murad zamanında başladığını ifade eden Ahmet Refik, bu padişah zamanın-
da Şeyh Şücâ adlı birinin padişahın güveni sayesinde kendisine büyük bir mevki sağladığını belirtmek-
tedir. ALTINAY, Ahmet Refik, Osmanlı’da Hoca Nüfuzu, Toplumsal Dönüşüm yay., çev. Güven Akçağ,
2. Baskı, İstanbul, 1997, s. 43-4, Kaynaklar Şeyh Şücâ hakkında yeterli malûmât vermemektedir. Nâ’ima
Sultan III. Murad şeyhlerini anlatırken Şeyh Şücâ hakkında şu bilgileri verir: “Sultan Murad Han merhu-
mun mürşid-i has ve mürebbi-i ba-ihtisasları pir-i nakka Şeyh Şüca Efendi’dir ki, merhum-ı merkumun dahi Mani-
sa’da iken arz ettikleri rüyalarının ta’biri aynı ile zuhur ve enfaz-ı Tayyibeleri te’siri ile beyne’l- halk ma’ruf u
meşhur olup cüluslarında İstanbul’a getirdip Fahir saraylar temlik edip veza’if-i havas-ı mukarrebine bağlayıp
“Padişah Şeyhi” demekle ma’ruf idi. Bab-ı sa’adetine müntesip olanlara menasıb-ı ‘aliye müyesser olurdu. Bir dere-
cede merci’-i erkan-ı Divan olmuş idi ki izdiham-ı uzmadan huzurlarına varılmakta bab-ı suhulet insidad bulmuş
idi. Darüssaltana’da mansıb alan ve ma’zul olan elbette azizi ziyaret eder ve dest-bus-ı intisabları ile fahr u
mübahat ederler idi. Ve düşdükçe imdad u encadlarına me’nus olurlar idi. Sene-i semane ve tis’in ve tis’a-mi’ede
vefat ittiler.”, NA’İMA, Mustafa, Ravzatü’l- Hüseyn fi- Hulasati Ahbari’l-Hafikayn, C. I, haz. Mehmet
İpşirli, TTK yay., Ankara, 2007, I, 85, Cinci Hoca ile karşılaştırma yapmak açısından, muasır tarihçi
Peçevi’nin Şeyh Şücâ hakkında verdiği malûmâtı aynen aktarmak gerekmektedir: “Saadetli padişah Mani-
202 Öğretmen İsmail Katgı
denli etkiliydi ki14 yüksek bir makam isteyen herkes, ister istemez önce onu ziyaret et-
mek zorunda kalmıştır.15 Köprülü Mehmed Paşa döneminde yaşamış Şeyh Sâlim isimli
başka biri de para, mal ve mülk hırsı nedeniyle bizzat Köprülü tarafından
öldürülmüştür. Kaynaklarda, cahil ve rüşvetçi ulemâ mensuplarının en büyük düşmanı
olan Köprülü Mehmed Paşa’nın, ruh çağırmak, onlara hükmetmek ve büyü yapmak
sa’da vali iken, çekildiği köşesinde bazı büyüklerin bağ bahçeliğini yaptığı sanılır. Bir gece saadetli padişah bir düş
görür: Güya yirmi basamaktan daha yüksek bir merdivene çıkmış ve yirmi, otuz kadar kubbe, ayaklarının altında
kalmıştı. Orada şehzadeleri Sultan Mehmed ile Sultan Mahmut’u görmek ister, fakat göremez. Üç dört basamak
aşağı inerken uyanır. Ertesi gün şehzade, sarayında bu düşü anlatır. Raziye kadın adındaki kethüda kadın, adı ge-
çen şeyhi tanırmış ve onun düş ta’bir ettiğini duymuş imiş. Saadetli padişahtan izin alıp düşünü bir kağıda yazar
ve şeyhe gönderir. Şeyh de merdiven basamakları kadar saltanat süreceğini, şehzadelerinin durum gereği olarak
kendisinden ayrılacaklarını12, ayakları altında görülen yüksek kubbelerin sayısı kadar ülkeyi egemenliği altına ala-
cağını, dört basamak merdivenden inişi de dört gün ya da dört haftaya kadar padişah olmak haberinin ulaşacağı an-
lamına geldiğini, düşün yorumu olarak bildirdi. Tanrı’nın hikmeti olacak ki, düşün yorumu aynıyla gerçekleşti ve
belirtilen günde12 saltanat müjdesi geldi. Bunun üzerine Şeyh, Raziye Hatun aracılığıyla bir iki kez Sultanın mec-
lisine kabul olunmak, onuruna erişir. Şeyh de padişahın iyilik tarafı ağır basan ve son derece temiz yürekli bir in-
san olduğunu görünce, istediği gibi davranır, saraya girer çıkar. Sonuç olarak padişahın o kadar güvenini kazanır
ki, onun “alemin kutbu” olduğuna şüphesi kalmaz. Beraberinde İstanbul’a götürerek ona büyük bir saray bağışlar.
Ancak padişah şeyhi diye ün kazandığından kendisine o kadar iş sahipleri başvurur ve o kadar bağış ve rüşvet ya ğ-
dırırlar ki, az zamanda birçok bahçelere, mahzen ve kayıkhanelere, akar diye meyhanelere sahip olur. O dereceye va-
rır ki, bunları işletmekte güçlük çeker. Halk ise, şeyh efendi İstanbul’un tanınmış civanları ve nazlı dilberleri ile sa-
fa sürüyor diye onu kötülemeye başladılar. Hatta padişaha “bugün şeyh hazretleri fala bahçede dilber safasıyla fe-
lekten kam almaktadır, itimat buyurulmazsa güvenilir adamlar gönderip baktırın” yollu dilekçeler yolladılar. Fakat
saadetli padişah hazretleri “şeyh halkın bildiği türden bir insan değildir” diye aldırış etmediler. Ama padişah huzu-
runa vardıkça gördüğü her iş karşılığında birer ikişer Venedik altını eline geçtiği de bir gerçekti. Sonunda ne padi-
şahın iltifatları ne de topladığı haram mallar bir yarar sağlamadı ve 998 (M. 1689-90)’da geçici dünyaya veda et-
ti.”, Bkz. PEÇEVİ, İbrahim Efendi, Tarih, II, haz. Bekir Sıtkı Baykal, Kültür Bakanlığı yay., Ankara, 1992,
s. 29-30, Peçevi’nin kaydettiği bu bilgileri destekleyici verilere sahip değiliz. Ancak bu anlatılanlar iyi
tahlil edilirse, yaklaşık yarım asır sonra ortaya çıkan Cinci Hoca ile karşılaştırma yapma şansını elde
edebiliriz. Nitekim Şeyh Şücâ da Cinci Hoca da sıradan insanlar olup herhangi bir askeri, idarî ya da ilmî
tecrübe birikimine sahip olmadan yükselmişler ve bir süreliğine de olsa ön plâna çıkmışlardır. Her iki
şahıs da padişah üzerinde ve sarayda kazandıkları nüfûza istinaden, siyâsete doğrudan müdahale etmiş-
ler ve rüşvet ve iltimas yoluyla büyük bir servete sahip olmuşlardır. İlginçtir Sultan İbrahim’in Cinci Ho-
ca’ya verdiği gibi, Sultan Murad da Şeyh Şücâ’ya büyük bir saray vermiştir. Ancak aşağıda da ifade edi-
leceği ve Cinci Hoca olayında görüldüğü gibi, Şeyh Şücâ da sahip olduğu nüfûz ve serveti ömrünün so-
nuna kadar elinde tutamayacak; rakiplerinin/şikayetçilerin etkisi ya da padişahın zamanla gerçekleri
görmesi ile saltanatı sona erecektir. Nitekim her iki şahsiyette zamanla padişahın gözünden düşmüşler
ve en büyük hamilerini yitirmişlerdir. Sonuç olarak gerek Şeyh Şücâ ve gerekse Cinci Hoca’nın, yükseliş
ve düşüşleri12 aynı tarz ve aynı hızda olmuştur. Diğer taraftan Osmanlı yükselişini temsil eden son padi-
şah olarak III. Murad ile Osmanlı tarihinin en silik padişahlarından biri olarak gösterilen Sultan İbra-
him’in böylesine batıl (rüya tabiri ve büyü gibi) itikatlara tenezzül etmeleri, padişahlık makamının ne
derece yozlaştığı gerçeğini de gözler önüne sermektedir.
13 Şeyh Ebi Abdullah Siracüddin Ömer ibn-i Eş-Şeyh Ekmelütin-ül Ehci tarafından kurulan tarikat. Bkz.
15 İnalcık, Klâsik Çağ, s. 105, HAMMER, J. Von, Devlet-i Osmaniye Tarihi, C. IV, haz. Mümin Çevik, Üçdal
iddiasında olan Şeyh Sâlim adlı birini ortadan kaldırmış olduğu kaydedilmektedir. Şeyh
Salim, Şeyh Şücâ ve Cinci Hoca olayına benzer bir şekilde, nüfûzunu kullanarak pek çok
suiistimalde bulunmuş; gerek sarayda gerekse halktan gelen paralarla büyük bir servet
edinmişti. Bu zat Na’ima’nın kaydettiğine bakılırsa, parmaklarının boğumu iki olduğu
için Hz. Ebubekir-i Sıddık soyundanım iddiasında bulunarak cincilik ile şöhret
bulmuştu ve pek çok ahmakları dolandırdığı gibi gümrük, ipek tartıcılığı ve diğer birçok
gelirlerle evkaftan bin akçe yevmiye alırdı. Bu duruma engel olmak isteyen Mehmed
Paşa ise, mali reform için kontrolde onun sekiz yüz akçesini kesmiştir. Buna karşılık
Şeyh Sâlim’in, Paşa’nın huzurunda edepsizce hareketlerde bulunması ve tehditler
savurması üzerine Köprülü Mehmed Paşa onu yakalattırarak öldürtmüştür.16
16 Na’ima, Ravzatü’l Hüseyn.., VI, 1728-9, Altınay, Hoca Nüfuzu, s. 131-3, Ahmet Rasim, Osmanlı Tarihi, C.
II, haz. Metin Hasırcı, Emre yay., İstanbul, 2002, s. 176, Abdurrahman Şeref Efendi, Osmanlı Devleti Ta-
rihi, haz. Musa Duman, Gökkubbe yay., İstanbul, 2005, s. 255, Na’ima, mu’tekid-i ekabir-i zamane ola-
rak bahsettiği Şeyh Sâlim hakkında, “keramet ve velayet satıp ulum-ı garibeye vakıf geçinirdi. Ekabir-i devlet
mezak yüzünden musanna’ rağbetler ve latifeler ile mütezic tevkir ve ri’ayetler etmekle avam ve cühal beyninde
hayli şöhret bulmuş idi. Enva’-ı hile ile menasıb talibi olan sade-dilleri haklardı” demekte ve onun mal düşkün-
lüğüne dair ilginç bir anekdot nakletmektedir: “Bir gün Tulumcu Hüsamzade Abdurrahman Efendi’ye dahi
ekser tereddüd üzre olduğuna bina’en varıp piş-tahtası (bir tür küçük sandık, çekmece) yanına oturur.
Abdurrahman Efendi nazik meşrep ta’lik-nüvis hatta ve tuhaf u yadigar şeylere malik-vücud idiler. Piş-tahtası üze-
rinde yeşim hatayi kabzalı bir altun zi-kıymet bıçak görüp Arab tama’a düşp el uzatıp “Bu bizim olsun ya sulta-
nım” dedikte Kadıasker Hüsamzade hande-i gazab alud edip “Yok ya şeyh Salim kerem eyle bizi haklama, ammeyi
haklıyorsun yeter, bizi haklama. Bizi bir gune sakla ki sana gerek oluruz” dedi. Salim dahi “Ya efendi, bir bıçak siz
bize vermezmisiz ? Ya kaçan bizim maslahata gerek olursuz” dedikte Hüsamzade mülayemet ile cevap verip “Bak a
canım Şeyh! Bunda bir gün olur ki halk gulüvv-i amm edip ayağa kalkarlar, şunda Şeyh Salim derler bir hile-baz
asılacak Arab vardır, hile vü kizb ile alemi haklayıp ortalığı kuruttu. Bir haram-zadedir elbette katl olunmak
gerektür deyü seni tuttukları mahalde bu fakir şef’ olup yazıktır bir der-mend Arab’tır, Kassam takdir-i rızkını bu
yüzden kizb ü hile ile sevk eylemiş. Kanına girmen vilayetine tard eylen deyü men’ eylemek için bizi sakla” demişti.
Şeyh Salim Efendi’nin bu latifesine gerçi hande etti. Lakin derinu ateş-i hacelete yandı. Bir dahi Hüsamzade’ye
varmadı. Vakı’a bu nutuk zayi’ olmayıp Köprülü Mehmed Paşa vezir oldukta veza’if yoklamasında Şey Salim’in
beş yüz akçe vazifesi kat’ olunup gümrükten yüz yirmi akçe ve evkaftan yüz yirmi akçe ile ibka olunmuş idi. Ol da-
hi ammilerine i’timaden Köprülü hakkında itale-i lisan ettikte tutup mahfice ahrete gönderdi.”, Bkz. Na’ima,
Ravzatü’l Hüseyn.., V, 1528, Şemdanizade ise Şeyh Salim hakkında şu cümleleri kaydeder: “Müfti-i mak-
tul Hace-zade’nün makbul ve müsteşarı da’vet-i ervahla meşhur Şeyh Salim nam Mağribi’den baz’zı kelam-ı na-
meşruh sadır olduğu sem’-i hümayuna vasıl olmağın hakkında südur iden ferman-ı kaza cereyan-ı Padişahi
mucebince katl olunup deryaya atıldı.”, Bkz. Abdi Paşa, Vekayi-name (2008), 95, Şemdanizade Şeyh Salim hakkın-
da şunları söylemektedir: “Bundan başka on beş seneden berü cifr-i câmi‘ ve da‘vet ve rûhâniyyet ve tasarrufât ve
teshîrât ve havâss-ı hurûfa âşinâ ve ârif geçünüp ketmi vâcib olan esrârı keşf ile tahsîl nâm ve mâl iden Şeyh Salim
Mağribî mezbûr Mesud Efendi'nin yâr-i gari ve vâkıf-ı esrârı olup zamân-ı hayâtını ve müddet-i sadâretini kırk
sene dahi tatvîl itdiğine i‘tikad itmekle cesûr olup ihtiyât u ihtirâzî terk itmiş idi. Ehl-i târîhe ma‘lûm böyle ulûm-ı
garîbe ile mağrûr olan vüzerâ vü ulemâ mağbûn olup kendü kendüyü varta-i helâka atdığı gibi bu dahi böyle telef
itmişdir. Hattâ Şeyh-ı merkum sağ kalup Köprülü Paşa vezîr oldukda gümrükden nâ-müstehakların vazâyifini kat‘
itdikde Şeyh sekiz yüz akçe vazîfesinden altı yüz kîse çalınup “ikiyüz akçe sana kifâyet ider” dindikde Mağribî had-
denden ziyâde tekellüm idüp “görsün nice iderim?” dimekle boğulup deryâya atıldı.” Bkz. ŞEMDANİZADE,
Fındıklılı Süleyman Efendi, Şem’danizade Fındıklılı Süleyman Efendi’nin Mir’üt- Tevarih Adlı Eseri-
204 Öğretmen İsmail Katgı
“Her iki adam da mütevazi, İstanbul dışı ve ulema dışı kökenlerden geliyorlardı. Her ikisi
de kazaskerlik makamlarına çok hızlı bir şekilde yükselmişlerdi. Ancak bunların kariyerleri
mütevazi kökenlerden gelen insanların önceden belirlenmiş kariyer kuralları yoluyla zirveye
yükselmenin yerine yatay hareketlilik, rüşvetçilik ve olağanüstü iltimasın ürünü olan kişilerdi.
Hem Mulakkab hem de Cinci bu nihai pozisyonlarına uygun kariyer merdiveni basamaklarından
değil, kendilerine uygun bir yola erişmişlerdi. Bunların hızlı yükselişleri ne 16. yüzyılın himaye
altına alınmış liyakatini, ne de 18. yüzyılın usullerine bağlılığı yansıtıyordu.”17
nin (180b-345a) Tahlil Ve Tenkidi Metni, haz. Mustafa Öksüz, MSGSÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Ba-
sılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 2009, s. 190, Krş. Na’ima, Ravzatü’l Hüseyn.., VI, 1729
17 ZİLFİ, Madeline C., Dindarlık Siyaseti-Osmanlı Uleması (Klasik Dönem Sonrası), çev. Mehmet F.
Özçınar, Birleşik yay., Ankara, 2008, s. 89 vd.
18 Na’ima, Ravzatü’l Hüseyn.., IV, s. 1112, Mullakkab’ın Şam kadılığını 19 000 kuruşa elde ettiği ancak bu
parayı Şam’dan çıkaramayacağını anlayınca Yenişehir mansıbını da istediği kaydedilir. Bkz. Altınay,
Hoca Nüfuzu, s. 65, Krş. Na’ima, Ravzatü’l Hüseyn.., IV, s. 1097
alınmışsa da Ocak 1648’de, bu sefer İstanbul kadısı olarak atanmış19, bu atamadan altı ay
sonra Rumeli kazaskeri olarak20 Anadolu kazaskerini ve Anadolu rütbesine sahip bütün
meslektaşlarını devre dışı bırakmıştır.21
19 “Ve mah-ı saferde Kudsizade yerine Mülakkab Muslihiddin kadi-i İstanbul oldu. Müverrih Mülakkab
Efendi’ye harf-endazlık edip der ki, Müslihiddin kadı olup mumların diplerin kızardıp hamamları ve
dükkanları badanaladıp yüz ağartmıştı nitekim demişler: Beyt:
Müjde hayyizana ki oldu kadı
Şehir oğlan pezevengi bizzat
Sabıka müfte sikildiklerini
Şimdi hükm ettirip alır genzat”, Bkz. Na’ima, Ravzatü’l Hüseyn.., IV, s. 1140
20 Şemdanizade’de Mulakkab Mustafa olarak geçen bu şahıs aynı yerde Balızade’nin yerine Rumeli Kazas-
keri olmuştur. Şemdanizade, Mür’i’t- Tevarih, s. 144, “..Bâlîzâde Efendi teka‘üd idüp Mülakkab Peze-
venk Muslihüddin yerine geçdi.”, Katip Çelebi, KATİP ÇELEBİ, Fezleke Tarihi Tahlil Ve Metin, I-III,
haz. Zeynep Aycibin, MSGSÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 2007, s.
1035, Na’ima, a.g.e., IV, s. 1141
21 Zilfi, a.g.e., s. 90-1, Kâtip Çelebi Müllâkkab hakkında şunları kaydetmektedir: “Sâbıka Anadolu kadılarından
olup “Oğlan Pezevengi” dimekle mülakkab Muslihüddin Efendi nâm kimse bâb-ı irtişâ meftûh oldukda Bahâyî
Efendi’den bir mansıba tâlib olup pâyesinde olmamak ile virilmedikde, “siz bu mansıbı virmezsiz ammâ
mevleviyyet ile bir ‘âlî mansıba nâ’il olmamız mukarrerdir” diyü varup ba‘zı mukarrebler vâfir rüşvet virmek ile
Şam kazâsı emrini alup geçerken Bahâyî Efendi etbâ‘ına rağmen, “efendiniz bizden fülân mansıbı dirîg itdi. İste
Şam-ı serîf mollâsı olduk” diyü sürûr u gurûr ile evine varup mansıba gitmiş ve birkaç ay zabt itmiş idi. Geldikten
sonra yeden bi-yedin sene-i mezbûrede hem İstanbul kadısı ve birkaç günden sonra Rumeli kadı‘askeri olup bey-
ne’n-nâs hayli istihâr bulmuş idi.”, Bkz. Fezleke Tarihi, s. 1038
22 Alphonse de Lamartine, Osmanlı Tarihi, II, Sabah yay., t.y., s. 680-1, “..Ol gün ana yolda şeyhülislâm hazret-
leri tarafından gelmemek ve yoldan dönmek tenbîh olunmuş iken istimâ‘ itmeyüp merkezinde bulunmak içün kata-
ra girüp câmi‘ kapusundan içerü nerdübân basında atdan inerken ba‘zı sitem-i zarîf müderrisînin biri basından
‘örfün kapup mollâların biri dahi, “yere urun” dimekle çukadârlar kılıç üşürdüğin gördükde, “meded sultânım!”
diyü seyhülislâm eteğine yapışup ilticâ ve bu vartadan necât recâ iderken basını kılıç ile pâre pâre eylediler. Ve lâşe-
sini süriyüp Ahmed Paşa yanına kodılar.”, Katip Çelebi, Fezleke (2007), s. 1038, “..Ulema ve sair ehl-i
cem’iyyet Atmeydanına geldiklerinde müttehem Mülakkab Sadr-ı Rum bulunup muhzırlarıyla Sultan Ahmed Ca-
mii’ne nerdübandan çıkar iken kendüye adaveti olan iki efendi şetm ü darb ile başın yardıklarında “urun” denil-
mekle leşkerin süfehası müsaade anlayup Mülakkab’ı parelediler..” Bkz Şemdanizade, Mür’i’t- Tevarih, s. 149
23 Altınay, Hoca Nüfuzu, s. 67
206 Öğretmen İsmail Katgı
24 Bkz. Na’ima, Ravzatü’l Hüseyn.., IV, s. 1158 vd., Hammer, V, 1517, Altınay, Hoca Nüfuzu, s. 67-8, Resim-
li-Haritalı Mufassal Osmanlı Tarihi, IV, haz. Mustafa Cezar vdl., Baha Matbaası, İstanbul, 1960, s. 1996,
Ahmet Rasim, II, 421
25 Develioğlu, Lügât, s. 143
27 Ricaut, Türklerin Siyasi Desturları, s. 32, Krş. M. Turhan Tan, Osmanlı Rasputini Cinci Hoca, Oğlak
Osmanlı devleti farklı karakter ve ahlâki seciyelere, farklı düşünce yapılarına sa-
hip ilginç simâlarla doludur. Bu ilgi çekici simâlardan birisi de Safranbolulu Hüseyin ya
da çağdaşlarının ifadesi ile Cinci Hoca’dır. Onun şahsiyeti ve faaliyetleri, tarihçilere ve
edebiyatçılara, hatta sinemacılara bile ilham kaynağı olmuştur.28 Osmanlı padişahları
içinde Deli lakabıyla anılan Sultan İbrahim29 ile olan ilişkisi ve saray nezdindeki nüfûzu,
Hüseyin Efendi’yi ilgi çekici kılmaktadır. Diğer taraftan Cinci Hoca’nın devri, Osmanlı
Devleti’nin klâsik dönem sonrası görünümünü yansıtması açısından, ayrıca
değerlendirilmesi gereken bir husustur. Sultan İbrahim, şahsiyeti ve uygulamaları ile
Osmanlı padişahları içerisinde en çok tenkit edilenidir ki, bir darbe sonucu azl ve
katledilmiştir. Cinci Hoca’nın faaliyetleri ve kaçınılmaz akıbeti de Sultan
İbrahim’inkinden pek farklı olmayacaktır.
28 1953 yılında Cinci Hoca’yı konu alan bir sinema filmi çekilmiştir. Cinci Hoca üzerine yapılmış popüler iki
çalışma ise şunlardır: Ziya Şakir Soku, Osmanlı Saraylarında Cinci Hoca, İstanbul, 1944, M. Turhan
Tan, Osmanlı Rasputini Cinci Hoca, İstanbul, 2002
29 JORGA, Nicolae, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, çev. Nilüfer Epçeli, C. IV, Yeditepe yay., İstanbul, 2009,
55, THEVENOT, Jean, 1655-1656’ da Türkiye, çev. Nuray Yıldız, Tercüman Gazetesi 1001 Temel Eser, İs-
tanbul, 1978, 147, Sultan İbrahim’e “delilik” ithamında bulunmak adeta bir mütearife olarak kabul gör-
müştür. Ancak bu hususiyet abartılı ve oryantalistçe bir yaklaşım olarak görülmelidir. Diğer taraftan ka-
fes usulünün bir sonucu olarak hapis hayatı yaşaması ve şehzadeliğini sürekli olarak ölüm korkusu ile
geçirmesi Sultan İbrahim’in sinirlerini bozmuş ve asabi bir ruh haline sahip olmasına neden olmuştur.
Bkz. İ. Hami Danimend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, III, Türkiye yay., İstanbul, 1972, s. 388
30 Ahmet Rasim, II, 124, AFYONCU, Erhan, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, C. III, Yeditepe yay., İstan-
bul, 2004, s. 170, Mufassal Osmanlı Tarihi’nde bu hususa işaretle, “Hasta ve safdil bir hükümdarın bu
durumundan istifade ile şahsi nüfuz tesis edip, mevki ve servetini tahkim faaliyetinin yanında hüküm-
darı tesiri altında bırakarak kötü yollara sevk eden tiplere en karakteristik örnek diye gösterilmesi müm-
kün olan Cinci Hoca..”, denilmektedir. Bkz. A.g.e., IV, 2003
31 Mehmet Süreyya,, Sicil-i Osmani, C. III, Haz. Nuri Akbayar, TVYY-Kültür Bakanlığı Ortak Yayını, İstan-
33 AKSUN, Ziya Nur, Osmanlı Tarihi, II, Ötüken yay., İstanbul, 1994, s. 188
208 Öğretmen İsmail Katgı
34 Nâ’ima Şarihü’l- Menar’dan nakille şunları kaydetmektedir: “Cinci Hüseyin ibn-i Mehmed ibn-i Karabaş
İbrahim Efendi an’ane ile meşahir-i meşayihden imişler. Ve şeyh Sadreddin Konevi Sultan Alaaddin Selçuki’nin
duhterin tezevvüc edip vülud eden Hüseyin Efendi’nin beşinci ceddi imiş. Ve ceddi merkum Karabaş İbrahim Efen-
di ki maskat-ı re’si Zağferan-borlusu’nda vaz’iz-i nasih bir murtaz merd-i salih imiş. Bir gün kürsüde der ki:
“Hakk Te’aladan bir bela nazil olacaktır, biz feda oluruz sa’ir Müslümanlara zarar olmaz.” Kaza ile ol
esnadaşeyhin menzilinde karik vaki’ olup şeyh beş nefer evladıyla muhterik olur. Baki kalan evladından biri Hüse-
yin Efendi’nin babası Mehmed Çelebi ve biri Hacı Nurullah ve biri Emrullah Efendi nam kadıdır. Ve mezbur Kara-
baş İbrahim Efendi meblağ-ı yesir bir cami’-i şerif binasına başlayıp re’sü’l- mal-i yesire imkan yok iken itmama
muvaffak olup nereden sarf eylediği ehıbbasının ma’lumu olmadı derler.”, Bkz. Ravzatü’l Hüseyn.., IV, s. 973-4
35 Mehmet Süreyya, Sicil-i Osmani, III, 703
36 Karaçelebizade Abdülaziz Efendi, Ravzatü’l Ebrar Zeyli, haz. Nevzat Kaya, TTK yay., Ankara, 2003, s. 15,
18
37 Na’ima, Ravzatü’l Hüseyn.., IV, s. 1000, Ahmet Rasim, II, s. 126
39 Altınay, Hoca Nüfuzu, s. 61, Na’ima, Ravzatü’l Hüseyn.., IV, s. 973, ÖZCAN, Abdülkadir, “Cinci Hoca”,
Diyanet İslam Ansiklöpedisi, C. 18, TDV yay., İstanbul, 1998, s. 541, Evliya Çelebi, Seyahatnâme, haz.
Nijat Özön, Kabalcı yay., İstanbul, 2005, s. 170
40 Hammer, V, 1473, Özcan, a.g.m., s. 541
41 Büyücü, serseri, işsiz, işe yaramaz, hayırsız anlamında. Devellioğlu, Lügât, s. 793, 930
42 Altınay, Hoca Nüfuzu, s. 61, Şemdanizade’de geçen bir kayıtta, Hüseyin Efendi’nin hocası azl olunarak
İstanbul’a geldiğinde öğrencisine, “efendim” diyerek iltica etmiş, Hüseyin Efendi de kendisine soğuk
davranmamış ve kin gütmemiştir. Bkz. Mür’i’t Tevarih, s. 137
Bu şekilde yalnız kalmış olan Hüseyin Efendi geçimini sağlamak için sihir ile ilgi-
lenmeye devam etmiştir. Bu arada medreseden de dışlanmış, fakat büyücülüğü ya da
okumadaki ünü ona büyük bir kapı açmış; ünü saraya kadar ulaşmıştır.43 Nitekim
Nâ’ima, hocasının bu tavrı karşısında Cinci Hoca’nın, mükedder ve nalân ve giryân
kaldığını belirtmekte ve fakat, “efendisinin ar eylediği efsun-girlik sanatı ol fakire sebeb-i
maye-i izzet olup bir sene murûr etmedin mukarreb-i padişah ve na’il-i izz ü cah oldu”44 demek-
te; büyücülük yeteneği nedeniyle ününün padişahın iltifatına mahzar olduğunu belirt-
mektedir. Cinci Hoca’nın padişahı iyileştirmesi, onun devlet idaresindeki ikbâli açısın-
dan bir dönüm noktası olacaktır. Saraya giren ve padişah üzerinde önemli bir nüfuz
kazanan Cinci Hoca bu şekilde devlet idaresi ve ilmiye mesleğinde söz sahibi hale gel-
miş ve bu süre boyunca servet toplamakla meşgul olmuştur.
Cinci Hoca belirgin bir kariyere sahip olmadan yükselmenin ilginç bir örneğini
oluşturmaktadır. Bilindiği gibi Osmanlı padişahları sık sık rütbesiz gözdelerin mülâzım,
müderris veya kadı statüsüne getirilmelerini emrederlerdi. “Falanca müderris ola!”
şeklindeki bir fermanın ardından genellikle benzer bir imtiyazı takip eden ve daha
yüksek rütbeler de bahşeden fermanlar gelirdi. Bu uygulama çoğunlukla sultanın
çevresindeki manevi ve bilgilendirici kişiler adına- örneğin gözde bir vaiz, hekim, şeyh
veya hoca- yapılırdı. Bunlar genellikle ulemâ hiyerarşisinin dışından veya düşük ulemâ
43 Altınay, a.g.e., s. 61, Özcan, a.g.m., s. 541-2, Danişmend, Kronoloji, III, s. 391
44 Na’ima, Ravzatü’l Hüseyn.., IV, s. 974
45 Zilfi, Osmanlı Uleması, s. 91-2
rütbelerinden insanlar olduğu için sultanın çevresine dahil olmaları üzerine yüksek bir
hiyerarşi rütbesi geleneksel olarak verilirdi.47
Padişahın bütün varlığıyla teslim olduğu Cinci Hoca51, usulüne uygun icazeti
olmadığı halde doğrudan Hariç müderrisliğine, daha sonra Sahn medresesine
atanmıştır. Kısa bir süre sonra da Süleymaniye müderrisliğine getirilen Cinci Hoca,
ardından Rebiülevvel 1052/Haziran 1642’de İstanbul payesiyle Galata Kadılığına tayin
Altınay, a.g.e., s. 61-2, Özcan, a.g.m., s. 541, Yahya Efendi, saraya musallat olan Cinci Hoca gibi kimsele-
rin iftiraları yüzünden duyduğu üzüntü sebebiyle hastalanarak 27 Şubat 1644 tarihinde 91 yaşında vefat
etmiştir. Bkz. ALTINSU, Abdülkadir, Osmanlı Şeyhülislamları, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1971, s. 63,
Krş. Na’ima, a.g.e., IV, s. 991
50 Şemdanizade, Mür’i’t- Tevarih, s. 137
51 Solakzade de, “Cinci Hoca padişahı o kadar yoldan çıkarmış idi ki, bundan ziyade olması mümkün değildi.” de-
mektedir. Bkz. Solakzade Mehmed Hemdemi, Tarih, II, haz. Vahid Çabuk, Kültür Bakanlığı yay., Anka-
ra, 1989, s. 559
edilmiştir. Nâ’ima buna işaretle, “Galata kazasıyla hocalık hattı sâdır olup Cinci lakabıyla
meşhur-ı enâm ve asitane-i devleti merci’-i has u amm oldu” demektedir.52 Cinci Hoca 1
Rebiülevvel 1054/Mayıs 1644’de ise Anadolu kazaskerliğine getirilmiştir.53 O bu görevde
iken ulemânın teşrifat usulünün bozulmasına da neden olmuştur. Sultan Ahmed
Camii’nde Mevlid-i Şerif sırasında, henüz Anadolu Kazaskeri payesinde olan ve bundan
dolayı Rumeli Kazaskerinden sonra gelmesi lazım gelen Cinci Hoca, bilakis onlara
takaddüm ederek mihrabın sol tarafında, müftünün yanında bulunmuştur. Ancak
Rumeli kazaskeri Muid Ahmed Efendi bu duruma bozularak sadrazama serzenişte
bulunmuş, hatta 70 kese akçe vererek şeyhülislâmlığa getirilmek istemiştir. Bu ilk
teşebbüsünde amacına erişemeyen Muid Ahmed Efendi daha sonra 30 kese daha
vererek- ya da bunu toplamda 150 keseye çıkartarak- bu makama gelmiş ve Cinci
Hoca’ya tekaddüm etmiştir.54
55 Mehmet Süreyya, Sicil-i Osmani, III, 703, Katip Çelebi, Fezleke Tarihi, s. 992, Zilfi, Osmanlı Uleması, s.
Cinci Hoca’nın saraya girmesi padişahı psikolojik olarak tedavi etmek gayesiyle
olmuştur. Bu hususta farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre Cinci Hoca’nın saraya davet
edilmesi asabi bir ruh haline sahip olan padişahın tedavi edilmesi amacıyladır. Nitekim
şehzadeliğini geçirdiği kafes hayatı sırasında senelerce öldürülme korkusu yaşaması,
Sultan İbrahim’in ruh sağlığını ciddi derecede bozmuş; çağdaş kaynakların ifadesiyle
bim-i can ile hafakan ve sihr ve ba’zı sevdavi illetine müptela olmuştu. Dolayısıyla
Cinci Hoca burada bir tür psikiyatrist rolündedir. Danişmend bu hususta şunları
kaydetmektedir:
“IV. Murad devrinde yıllarca mütemadiyen cellad korkusuyla geçirdiği feci hayatın
neticesi olan bu hafakan ve sevdavi illet cülusundan beri tedavi edildiği halde bir türlü
geçmediği için, nihayet Valide Sultan ruhi bir tedaviye lüzum görerek oğlunu erbab-ı azaime
okutmaya başlamıştır. Cinci Hoca’nın şöhreti işte bu vaziyette saraya aksedince hemen davet
edilmiş, padişah vahime imdadı ile bundan ferahlık hissetmeye başladığı için Cinci Hoca
birdenbire göze girip parlamıştır”.59
Diğer bir görüş ise cinsel sorunlar yaşayan padişahın tedavi edilmek suretiyle
kendisine bir ya da daha fazla veliaht bırakmasının sağlanması şeklindedir ki ekseri
görüş bu yöndedir. Hanedanın devamlılığı düşüncesi bu görüşü desteklemektedir.
57Bkz. Mufassal Osmanlı Tarihi, IV, s. 1960, Muasır müelliflerden Mehmed Halife Cinci Hoca’nın padişah
katındaki nüfuzuna işaret etmekte ve bu arada Şekerpare adında bir kadının da ismini zikretmektedir.
Bkz. Tarih-i Gılmani, s. 24
58Lamartine, II, 667, Evliya Çelebi, Seyehatname, s. 169, Mehmed Halife, Tarih-i Gılmani, s. 24
59Danişmend, Kronoloji, III, 391, Krş. Na’ima, Ravzatü’l- Hüseyn.., IV, 973
Nitekim son vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi bu hususa işaretle şunları söylemek-
tedir:
“Tahta yeni geçmiş bulunan padişahın neslinin çoğalması lüzumlu olduğundan herkes
kadınlara meyletmesini dört gözle beklerken birden bire işi aşırıya vardırdılar. Bu sebeple zaten
zayıf olan vücut kuvveti iyiden iyiye düştüğü gibi harem takımının ileri gidip çok yüz bulmasına
ve devlet işlerine çokça karışmalarına yol açmış oldu. Cinci Hoca lakabıyla tanınan Hüseyin
Efendi adlı arsız, az zaman zarfında kazaskerlik payesine kadar yükselmiş ve her işe burnunu
sokmaya başlamıştı.”60
Sultan İbrahim’in henüz kendisine halef olacak bir veliaht vermeye muvaffak
olamaması61 Osmanlı hanedanının sonu anlamına gelmekteydi. Duacılar, kahinler, mü-
neccimler ve eczacılar bu duruma çare bulmak için saraya çağrılmışlarsa da bunların
hiçbiri Sultan İbrahim’in rahatsızlıklarına çare bulamamaktaydı. Sultan İbrahim’e yel
tedavisi, suya daldırma, masaj ve dua gibi yöntemler uygulanmış ancak bunların hiçbir
faydası görülmemiştir.62 Bu sırada Cinci Hüseyin’in annesi, oğlunun babasından irsen
devraldığı efsunlarla hayret edilecek şifalar vermekte olduğunu ve uğradığı nüzul ve
iktidarsızlık darbelerine karşı tabiplerin yoğun mesaisinden bir fayda görmeyen
padişahın sıhhatine kavuşabileceğini, sarayda bulunan bazı tanıdıkları vasıtasıyla
de Kösem Sultan’a telkin etmiştir.63 Nihayet Kösem Sultan’ın emriyle saraya çağrılan
Hüseyin Efendi, padişahı üfleyerek onu kısa zamanda iyileştirmiştir. Zilfi’nin ifadesiyle,
Hüseyin’in duaları ve efsunları görünüşe göre Sultan İbrahim’i iktidarsızlık cininden
kurtarmıştır.64
60 Abdurrahman Şeref, Osmanlı Devleti Tarihi, s. 243, Krş. Na’ima, a.g.e., IV, s. 1111
61 Sultan İbrahim’in tahta çıkmasına müteakiben 1642’de Mehmed ve Süleyman ve 1643’de de Murad ve
Ahmed isimli şehzadeleri dünyaya gelmiştir. Bkz. Danişmend (1972) III, 389-390, Na’ima, IV, 953, 956,
962, Karaçelebizade ise Orhan isimli şehzadenin doğumundan bahseder. Bkz. Ravzatü’l- Ebrar Zeyli
(2003), 16
62 Zilfi, Osmanlı Uleması , s. 92
65 Ricaut bu hususta ilginç bir bilgi vermektedir. Ona göre Kösem Sultan sarayda öldürüldüğü sırada üze-
rinde ne varsa yağmalanmış ve “elbisesi içinde devrin padişahlarının dillerini bağladığına inandığı bü-
yülü bir zerdeva kürkü parçası” da ele geçirilmişti. Ricaut kendisine bu ayrıntıyı nakleden kişiden ayrı-
ca, “..Cinci hoca tarafından imal edilmiş ve üzerinde Sultan Murad ve Sultan İbrahim adları kazınmış bir
asma kilit bulunduğunu” duyduğunu da belirtmektedir. Bkz. Türklerin Siyasi Desturları, s. 32
214 Öğretmen İsmail Katgı
“Zağferonborlu (Safranbolu) nam şehirde Şeyhzade nam bir softa idi. Asitane’ye
(İstanbul’a) gelip Unkapanı iç yüzünde Fil okuşu’nda Hamid Efendi Medresesi’nde hakir Ahfeş
Efendi’den Molla Cami tilavet edip (okuyup) Kitab-ı İlm-ı Hacib Kafiye’yi ı’rab ederken, bu mez-
bur (adı geçen) Cinci Hoca, Ahfeş Efendi üstadından Kitab-ı İzzi okurken hikmet-i aziz ismine
mazhar düşüp, bir günde izzet bulup saadetli padişaha surh- bad ve Kenzü’l- arş ed’iyelerin
(dualarını) tilavet idüp, bi-emrillah (Tanrı’nın buyruğuyla) İbrahim Han hoş- hal olup (durumu
iyileşip) Şeyhzade’nin ismi Cinci Hoca olup iştihar buldu (ünü yayıldı). Amma Allah alimdir,
şerîkimiz (ders arkadaşımız) olması cihetiyle keyfiyet-i hali ma’lumumuz (durumunu biliriz).
İlm-i davetten (dua biliminden) asla bir harf bilmez idi. Ancak baht ve talihi bir zaman müsaade
edip, ol dahi felek-i atlas-ı bukalemunde (bu değişen dünyada) pay-baflık (çulhalık) edip sağa ve
sola gunagun (çeşit çeşit) mekikler attı.”69 Katip Çelebi de benzer şeyler söylemektedir:
“Pâdisâh-ı ‘âlem-penâh sâbıka habis-hânede bîm-i cânla hafakan ve sihir ve ba‘zı sevdâvî
‘illete mübtelâ olup müdâvât-ı cismâniyye çendân te’sîr itmez diyü erbâb-ı ‘azâ’im ve neyyir-i
necâta kendilerin okudurlardı. İttifâk medresede Hasan Efendizâde sûhtelerinden biri, ki
Zagferanborlısından Hüseyin nâm bir şeyhzâde olup ba‘zı ‘azâ’im öğrenmişidi, Vâlide Sultân’a,
“bu makule kimsedir, okusa pâdişâh sıhhat bulurdı” dimekle sevk olunup da‘vetle vardıkda
okuyup vâhime imdâdı ile bir hâlete vicdânı gelicek mezbûra pek yapışup ta‘yîn-i vezâ’if ile küllî
iltifât buyurup def‘aten Sahn medresesini virdiler. Merhûm Yahya Efendi istiksâr sadedinde
olayım dirken gördi ki birkaç günden Galata kazâsı ile Hocalık hattı sâdır oldı.”70
Hammer, V, s. 1473, Zilfi, a.g.e., s. 92, Mufassal Osmanlı Tarihi, IV, s. 2003
69 Evliya Çelebi, Seyahatname, s. 170
70 Katip Çelebi, Fezleke Tarihi, s. 924, Na’ima, Ravzatü’l- Hüseyn.., IV, 973
“Sultan İbrahim’in sekiz yıl süren saltanatı süresince dört şehislam değişmişti: Şair
Yahya Efendi, Ebusait Efendi, Sait Ahmed Efendi, Abdürrahim Efendi. Bütün bu şehislamların
üstünde tek bir nüfuz egemen olmuştu. Sadece bir kişi kendisini tanıtmıştı: Cinci Hüseyin
Efendi.”
Çoğu ulema kadılık almak, mansıp sahibi olmak için Cinci Hoca’ya
başvururlardı. Padişah hocalığını eline geçiren Cinci Hüseyin Efendi yüce saraylarda
oturur, rüşvetle kadılar tayin ettirirdi. Ulemanın mansıp yağması günden güne
artıyordu. Mansıp almayı başaramayanlar, koltuklarında bir kitap, kocaman
kavuklarıyla Divan’a gelirler: “Sultanım alim amilim bana zulmeyledi” diye şeyhülislama
giderlerdi. Şeyhülislamdan yüz bulamayanlar ise Cinci Hoca’ya başvururlar, istedikleri
medreseleri ellerine geçirirlerdi. Beş bin guruş veren ulema Cinci Hoca’dan Mekke
kadılığını alırdı. Çoğunluğu sıraları gelmeden kadılığa kavuşurlardı. Bazen Cinci Hoca
ile şeyhülislamın bir kadılığı iki kişiye sattıkları olurdu. O zaman hangi tarafın nüfuzu
sağlamsa davayı o taraf kazanırdı. Ulemanın kadılık alışverişi göz önünde yapılırdı.”75
Sultan İbrahim bundan sonra Cinci Hoca olarak anılacak olan bu bahtiyar tabibi
atıflara boğmuş, ona gümüş evâni ve kıymetli kumaşlar vermiş ve münhâl olan kapıcı
ve müteferrika mansıplarının tahsisatlarını tahsis etmiştir. Ayrıca kendisine konak ve ek
görevler de verilmiştir. Hatta devletin mali sıkıntılarla boğuştuğu böyle bir zamanda
Cinci Hüseyin Efendi için iki milyon akçe para sarf edilerek muhteşem bir saray
yaptırılması buna dair güzel bir örnek olarak verilebilir.76 Evliya Çelebi İstanbul’a geldi-
ğinde bu sarayı görmüş ve seyrederken konak görevlilerinden bir kapıcı, efendisinin
(Cinci Hoca’nın) kendisini saraya davet ettiğini belirmiştir. Evliya Çelebi bir zamanlar
ders arkadaşı olan Cinci Hoca ile tesadüfi karşılaşmasını şöyle anlatır:
serçekmiş (başı gökyüzüne değmiş)” “Hakir bu saray-ı balayı (yüksek sarayı) temaşa ederken
(seyrederken) bir bevvab (kapıcı) gelip: “Buyurun sizi Efendi hazretleri ister” dedi. “Efendiniz
kimdir?” dedim. “Hünkar hocası bu saray sahibi ister” dedi.” “Hakir merdivenden uruç edip
(çıkıp) divan hane-i alisine (yukarı divanhanesine)çıktım. Gördüm yetmiş seksen semmür (sa-
(samur)kürklü hudda man-i mümtaz-i civanan (genç ve seçme hizmetkarlar) minyan beste
(hazır) olup durular. Hakir gördüm sadr-i alide (baş sedirde) bir küçük destar-i ulema (ulema
sarığı) ile ber-kar siyah sakallı bir çelebi kimse oturur. Amma sahib-i hanenin kangisi idüğü
ma’lumum değil. Hemen levendane cümle huzara hitaben: “Esselamü aleyküm ey aşıkan” dedim.
Hemen sadırdan: “Ve aleyküm selam, Hamide Efendi Medresesi’nde şeyhzade hakirin şeriki
kardeşim, canım” deyip ayak üzre kalkıp hakirin elini eline alıp, öpüştük, kocuştuk (kucaklaştık).
Amma alimallah (Allah bilir) bilememdim” “A be canım, dağ adamı levend olmuşsun. Ne bu
bizim ile bi-gane aşinalık” dedikte, ol mahallede bile düşüp (hemen anlayıp): “Sultanım, var-i
kadimim (eski dostum), ömrüm, canım şerikim ve çelebim şeyhzade aziz misiniz?” dedim. “Safa
geldin, hoş geldin. Kahve içme şerbet getirin.” dedi. “Nedir bu?” “Sultanım Defterzade Mehmed
Paşa ile bu şehirden gideli iki buçuk sene oldu, bu imaristanı (bu bayındır yeri) görmemiştim.
Hamdi Hüda (Allah’a şükür) güzel i’mar olmuş. Hüda mübarek eyleye” dedikte: “Evliya Çelebi,
medrese köşesinde sizinle ilme meşgul olduğumuz sebebiyle cenab-ı izzet ilim berakatıyla bu
sarayı ve Üsküdar ve vilayetimizde nice yerlerde çiftlikle ve nice gune ihsan ve ina’mlar etti.”
diye bi-hadd (sınırsız) hamd ü sena etti. “İnşallah Sultanım, ilim tilavet etmede şerik idim,
inşallah devletinizde dahi dünyalığıyla şerik oluruz.” dedikte: “Vallahi bi-tekellüf (teklifsiz)
olduğundan hazz eyledim. Bre hazinedar gel! diye hazinedarın kulağuna bir güftüğü edip bir
andan sonra bir kese kuruş ve bir yeşil çuhavla kaplı kunduz siyahı bir semmür kürk ve bir
lokmalı, bol kadı kaftan, el-hasıl baştan başa bir kat esvap (giyecek) ihsan edip, ta’am taavvül edip
(yemek yiyip) “Düstur!” deyip giderken aşağı inip gördüm bizim at yerine bir fil-i mahmudi’ye
benzer bir küheylan at, Şam üzengili ve sim (gümüşten) eyerli ve vüzera rahtlı bir küheylanat.
“Efendi (Cinci Hoca) size ihsan etti”deyince yine efendi huzuruna çıkıp: “Sultanım, bizi hakten
ref eyleyip (topraktan yükseltip) piyade iken atlandırdınız. Hüda sizden razı ola” deyip temenna
edip yine ata süvar olup (binip) sehl (biraz) istirahat ettikten ba’de’l- asr (ikindiden sonra) anı
gördüm, bir hay huy ile (şamatayla) elli adet hamal yüklü pirinç ve kahve ve şeker ve şem-i asel
(bal mumu) ve revgan (yağ) ve asel (bal) ve’l- hasıl günagun (çeşit çeşit) ma’kulat ve meşrubat
ile hane-i tehim (boş evim) malamal-i nimet-i Rabb-i rahim olup (Rahim Allah’ın nimetleriyle
dolup) cihan cihan hazz edip, adamına bir şerbeti yağlık verip gittim.” 77
Cinci Hoca’nın Osmanlı sarayına girişi ve padişah başta olmak üzere saray
nezdinde sahip olduğu nüfuz, kaçınılmaz olarak onun devlet işlerine müdahil bir
konum almasına da neden olmuştur. Sultan İbrahim’in saltanatı sırasında saray
entrikalarında, Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyasetinde söz sahibi bir kişi haline gelen
Cinci Hoca, Kösem Sultan başta olmak üzere padişah üzerinde etkin olan saray ve askeri
çevrelerce ittifak halinde olarak devlet işlerine karışmaktan geri durmamıştır.78 Nitekim
onun, memuriyetini ileri derecede suiistimal etmiş olduğu79, özellikle yoğun bir kadro-
laşma siyaseti izlediği ve kendisine bağlı yandaşlarını çeşitli mevkilere getirdiği belir-
tilmektedir. Mesela Kanuni’nin dördüncü kuşaktan torunu olan Sultanzade Mehmed
Efendi’nin sadaret mevkiine getirilmesi, “padişah hocası ve kafeste kaldığı yıllar boyun-
ca tek arkadaşı” olan Cinci Hoca sayesinde idi. Bu nedenle Sultanzade Mehmed Paşa,
adeta Cinci Hoca’nın kuklası durumuna gelmiştir. Hocanın İbrahim üzerindeki büyük
etkisi nedeniyle Kösem Sultan da, o güne dek sahip olduğu gücü yitirerek geri plana
düşmüştür.80
Kösem Sultan ile ikinci vezir yanında itibarlı bir konum kazanmış olan Cinci
Efendi, bu sırada Sultan Murad’ın düzenlemelerini devam ettirmek isteyen ve fakat
haremin entrikalarını ve kimi grupların tutkularını göğüslemek zorunda kalan Vezir-i
azam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın görevden alınmasını ve sonra da öldürülmesini
sağlamıştır.81
Kara Mustafa Paşa Sultan Murad’ın yetiştirdiği bir devlet adamı ve öteki vezirler
içinde seçkin olanı idi. IV. Murad zamanında yeniçeri ağalarının hakim olduğu bir
sırada, ocak zorbalarını te’dibindeki gayretleri ile göze girmiş ve Bağdat’ın fethi
sırasında sadrazam Tayyar Mehmed Paşa’nın şehit olması üzerine de mühür kendisine
78 Bkz. SHAW, Stanford J., Osmanlı İmparatorluğu Ve Modern Türkiye, C.I., E yay., 1. Baskı, İstanbul,
1982, 276, Özcan, a.g.m., s. 542
79 Aksun, II, s. 188
81 Bkz. Solakzade, Tarih, II, 558, Katip Çelebi, Fezleke Tarihi, s. 924, Uzunçarşılı, OT, III, 211, Danişmend,
Kronoloji, III, 391-2, Mustafa Nuri Paşa, Netayicü’l- Vukuat, C.I-II, haz. Neşet Çağatay, TTK yay., 3.
Baskı, Ankara, 1992, s. 243, “Cinci Hoca lakabıyla tanınan Hüseyin Efendi adlı arsız.. her işe burnunu sokmaya
başlamıştı. Ancak Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın vakar ve heybeti, istediği oyunu oynamak isteyen
bunun gibi bozguncuların sorumsuzca hareketlerine engel oluyordu. Fakat onların garazkar tutumları yüzünden o
akıllı vezir öldürüldü.”, Abdurrahman Şeref, Osmanlı Devleti Tarihi, s. 243, Ahmet Rasim, II, 125
verilmiştir.82 Sultan Murad’ın son dönemlerinde İran seferine çıkan ve Safavilerle Kasr-ı
Şirin Antlaşması’nı (1636) imza eden Mustafa Paşa, İstanbul’a geldiği zaman padişahın
iltifatına mahzar olmuştur. Sultan Murad’ın sadrazama, “Lala hoş geldün, etmeğüm sana
helal olsun” dediği rivayet edilmektedir.83
Sultan Murad’ın ölümü üzerine tahta çıkarılan Sultan İbrahim Mustafa Paşa’yı
mevkiinde bırakmış, hatta Mehmed Halife’nin ifadesiyle Osmanlı ülkesinin bütün
yönetimini ona vermiştir.84 Ancak padişah üzerindeki nüfuzuna istinaden ve Sultan İb-
rahim’in sefahatle meşgul olmasından da istifade etmek isteyen Mustafa Paşa, dönemin
karakteristik bir siyaseti olarak son söz sahibi olmak istemiş85 ve bunun içinde muhalif-
lerini sindirme yoluna gitmiştir. İlk olarak Nasuhpaşazade Hüseyin Paşa’yı ortadan kal-
dıran sadrazam, Danişmend’in ifadesiyle mevkiini tahkim etmek için daha birçok muha-
liflerinin kanına girmiş ve şiddetli bir tedhiş siyasetiyle devletin başında müthiş bir dik-
tatör kesilip halkın nefretine uğramıştır. 86
Diğer taraftan dönemin siyasal konjonktürü, padişah dışında herhangi bir kişi ya
da zümrenin sivrilmesine engel olmaktadır. Sadrazamın, böyle bir girişimin kendisinin
sonu anlamına geldiğini önceden tahmin edip etmediği bilinmez, ama muhaliflerini
ortadan kaldırmak düşüncesi akıllara böyle bir düşünceyi getirmektedir. Nitekim
Mustafa Paşa, saray içindeki muhaliflerinin en mühimlerinden Kösem Sultan, Silahdar
Yusuf Paşa ve Cinci Hüseyin kliğine karşı harekete geçmiş; bunun için askeri
ayaklandırmak istemiştir.87 Onun, bu amaçla ocak ağalarına yüz kese akçe dağıttığı belir-
tilmektedir.88
Na’ima89, Silahdar Paşa-yı cedid mazhar-ı iltifat-ı padişahi olup Cinci Hüseyin
Efendi ile ittifak ittihad eyleyip, umur-ı devlete karışıp vezir-i azama mu’araza
sadedinde olmağa ve Silahdar Paşa’nın Cinci Hoca ile i’tizad edip vezire galebe
85 Ahmet Rasim bu hususta şunları söyler: “Bu zamanın insanlarında görilen hareket ve kötü ahlak, ne türlü bir
düşüncenin neticesi olduğunu tayin etmekte insanı hayrette bırakıyor. Yüksek makamdakiler aşağı makamdakiler
kim olursa olsun, padişah birini öldürün deyince öldürüldüğünü bildikleri ve gördükleri halde yine de makam hırsı
ile kıvranıp yekdiğeri aleyhine iftira ve isnatlarda bulunmaları bu zamanda bizim aklımızın alacağı şeylerden de-
ğildir.”, Bkz. Osmanlı Tarihi, II, s. 130-1
86 Danişmend, Kronoloji, III, s. 390-1, Ahmet Rasim, II, 123-4
Muasır müelliflerden Mehmed Halife, Valide Kösem Sultan ile Cinci Hoca’dan
bahsetmez ancak sadrazamın Yusuf Paşa ile ilgili olarak düşüncelerine yer verir. Ona
göre sadrazam bu biçim bir hareket ve yönetim sürdürürken bir gün Sultan İbrahim’in
Kardeşim Sultan Murad’ın bir güvenilir ve değerli silahdarı varmış. Benim niçin
olmasın? diye hatırına geldiğini ve Girit fatihi olan Bosnalı Yusuf Paşa’yı kendisine
makbul güvenilir bir muhasip yaptığını kaydeder.
90Bkz. Na’ima, IV, s. 979 vd., Danişmend, Kronoloji, III, 392, Aksun, II, 169, Mufassal Osmanlı Tarihi, IV,
1961-2, Bu olayda Cinci Hoca’nın ismini zikretmeyen Mehmed Halife, Mustafa Paşa’nın azl ve katli ola-
yını söyle anlatır:
“Bu tür bir kimsenin, padişahın yakınında bulunmakla Kara Mustafa Paşa’ya göre devlet işlerine zararlı olması mu-
hakkaktı. Gerçi Sultan Murad’ın bir musahip ve yakını vardı. Ama hiç kimse ondan hoşnut değildi ve hazetmezdi.
Çünkü bütün devlet işlerine karışırdı. Vezirler ve öbür devlet adamları, hatta vezir-i azamlar boyun eğip elini öper-
lerdi. Vezir-i azam “Şimdi benim zamanımda da bu gibi bir kimsenin padişah yakınında olması layık ve uygun de-
ğildir” diye düşünüyordu. Ama onun yok edilmesi güç bir işti. Onu padişahın yakınında istemeyip uzaklaştırmala-
rı için yeniçerilere başvurmak gerekti. Padişah Mustafa Paşa’nın bu düşüncesini öğrendi. Onu katledip mühr-ü
hümayunu Civan Kapıcıbaşı Mehmed Paşa’ya gönderdi.”, Bkz. Tarih-i Gılmani, s. 21-2, Şemdanizade bu hu-
susa işaretle şunları kaydeder: “Cinci Hoca ve cedîd Silâhdâr Yusuf Paşa peydâ olup hünkâra makbûl ve
mukarreb olmalarıyla umûra müdâhale itdiklerini vezîr def‘ idemediğinden mâ ‘adâ bunlar kendüyü i‘dâm
ideceklerini bilüp ve kendüyü pâdişâha gamz itdikleri içün iltifâtdan sâkıt olduğunu görüp def‘lerine ilâç
bulamayup kendü çırâğı olan kul kethudâsına yüz kîse virüp “oda başılara ve eşbehlere taksîm eyle. Dîvânda çorba
kapmasunlar. Niçün? dinildikde Cinci Hoca ile Silâhdâr Paşa’nın katlini taleb itsünler” deyü tenbîh itmekle kul
kethudâsı mahfî akçeyi oda başılara tevzî‘ ve merâmı ifâde itdikde “pek eyü” didiler. Ammâ mâbeynlerinde “asker
bu rütbeye vardıkda korkaruz sonra zabt olunmayup fesâd-ı azîme bâ‘is oluruz” deyü pîç ü tâbların yeniçeri ağası
duyup hünkâra haber virdikde vezîrin sarâyda olan câsûsları bu sırrın ifşâ olunduğun kendüye bildürdüklerinde
vezîr tebdîl hünkâra varup “bana şöyle iftirâ olunmuş” deyü yemîn ile başladıkda pâdişâh bostancıbaşıya “al şunu”
buyurmağla..”, Mür’i’t- Tevarih, s. 135
daha büyük olan ahır için harcadığı paranın Mustafa Ağa’nın istediği paradan üç kat
daha fazla olması üzerine Kasım Ağa’yı boş yere azlettiğini düşünen padişah, “Kasım
doğru imiş na-hak yere anı azl eyledik.” demiştir. Nitekim çok geçmeden Mustafa Ağa
mimarlıktan azl ve Hoca Efendi himmetiyle Kasım Ağa tekrar mimar olmuştur.97
Na’ima daha ileride Kasım Ağa’nın yine Cinci Hoca sayesinde mimarbaşı olduğunu
kaydetmektedir.98 Teke Sancağı Beyi Gürcü Paşazade’nin ba’zı cünun ve hıffetine bi-
na’en azl olunması üzerine Teke sancağı, Cinci Hoca ricasıyla Seydişehir’li Hacı Ahvad-
oğlu Ahmed Bey’e verilmiştir.99
101 Na’ima, “Silahdar [Yusuf] Paşa ile Cinci Hoca da’ima vezirin aleyhine sa’y edip Faik’i katl ettirmek isterlerdi.”
103 Solakzade, Tarih, II, 561, Na’ima, a.g.e., IV, 995, Ahmet Rasim, II, 126, Karaçelebizade Cinci Hoca’nın
ismini zikretmemekle birlikte Piyale Paşa’nın katli hususunda şunları söyler: “..Merhum Piyale Paşa,
kapudan iken bir harbi gemisi alınup mevcudu teslimden sonra a’da iftirasiyle “ol gemide bir altun sini var imiş”
deyü pençe-i şikenceye giriftar ve öyle bir vucudu gute-har-ı derya-yı rahmet-i Perverdigar etdiler.”, Bkz.
Ravzatü’l Ebrar Zeyli, s. 269
104 Katip Çelebi, Fezleke Tarihi, 969 Uzunçarşılı, OT, III, 218, Danişmend, a.g.e., III, 394, Hammer, V, 1495
Yusuf Paşa’nın bu sefer için vezir-i azam Mehmed Paşa ile ayrı düştüğünü ve fakat Cinci
Hoca ile birlikte padişahı ikna ettiğini belirtmektedir.105
Sonuç olarak Vezir-i azam Mehmed Paşa, padişahın Hanya fatihi Yusuf Paşa’ya
olan iltifatından kuşkulanarak onu azlettirmek yoluna gidecektir. Şemdanizade’nin
aşağıdaki kaydında da anlaşılacağı üzere vezir-i azam, Girit seferine muhalefet etmekle
Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa ile ayrı düşmüş, hatta Yusuf Paşa’nın Hanya’yı fethi108 üzeri-
ne mührün ona verileceği endişesi ile onu padişaha gammazlamıştır. Şemdanizade Cinci
Hoca’nın, vezir-i azam tarafından gammazlanarak hapsedilmiş olan Yusuf Paşa’yı vali-
de sultan ile birlikte affettirdiğini kaydetmektedir ki Cinci Hoca’nın hayatı boyunca en
iyi icraatı bu olsa gerektir.109
105 Danişmend, a.g.e., III, s. 394, Şemdanizade de Yusuf Paşa gibi Cinci Hoca’nın da vezir-i azamla ters düş-
tüğünü kaydetmektedir. “..Ve Hanya fethinden mukaddem askerden za‘iflik haberi geldikde bu sefere bâ‘is olan
Cinci Hoca’ya vezîr izhâr-ı adâvet ve müte‘allaktına rahneye mübâderet itmiş idi. Sonra fetih haberi geldikde Hoca
izzet bulup vezîr mahcûb oldu.”, Bkz. Mür’i’t- Tevarih, s. 141
106 Mufassal Osmanlı Tarihi, IV, s. 1967-8
109 Na’ima, IV, s. 1065, Danişmend, III, s. 399, Mufassal Osmanlı Tarihi, IV, 1969, MUMCU, Ahmet, Osman-
lı Devleti’nde Siyâseten Katl, Phoenix yay., 3. Baskı, Ankara, 2007, s. 81, “..Ve vezîr Hoca ile şekerâb ammâ
hoca silâhdâr paşa ile müttehid olduğundan dahi ziyâde vesvese idüp Yusuf Paşa’nın def‘ine sa‘y ider idi. Ve bir
gün fursat bulup pâdişâha “pâdişâhım Yusuf Paşa’ya bunca hazîne irsâl olundu. Bir kır kal‘a alup içinde olanları
mâlıyla salıvirdi. Lâkin tehiyy salıvirilmez. Mahfî altun almış. Zîrâ kal‘anın îrâdı yok. Nâfile devlete masraf-ı
kesîre dahi peydâ itdi. İbrâm olunsa aldığı altun söylemek gerek. Bâri yoluyla geldiği vakitde hediyye getürmüş ol-
sa. Ne demelü iki summâkî taş direk getürmek ne dimek?” diyerek pâdişâhı tahrîk, pâdişâh dahi “mâl-ı fütuhât” di-
yerek Yusuf Paşa’yı bostancıbaşı habsine virdikde Hoca ile vâlide “pâdişâhım bu işden asker nefret ider. Düşmene
sürûr hâsıl olur. Şân-ı şâhâne değil” deyüp afv itdirdüklerinde..” , Bkz. Şemdanizade, Mür’i’t- Tevarih, s. 141
110 Mehmed Halife de bu tür bir endişeye işaret eder fakat onun bu sebeple Koca Musa Paşa adlı birini azlet-
valiliğine atamak istediğini ve fakat Yusuf Paşa’nın aniden İstanbul’a gelmesiyle buna
muvaffak olamadığını söylemektedir. Mehmed Paşa buna rağmen düşüncesinden
vazgeçmemiş ve Yusuf Paşa’yı- Şemdanizade’nin yukarıdaki ifadelerine benzer şekilde-
padişaha gammazlayarak hapsedilmesine sağlamıştır. Ancak Ahmet Rasim
Şemdanizade’nin tersine, Cinci Hoca ile Valide Sultan’ın Yusuf Paşa’nın affedilmesine
muvaffak olamadığını söylemektedir.111
114 Mumcu, Siyaseten Katl, s. 81-2, Jorga Sultan İbrahim’in, Girit Savaşı’nın devam ettiği bir sırada iç hazi-
nenin parasını talep eden Sultanzade Mehmed Paşa’nın üzerine, “bozdoğan”ı ile yürüdüğünü söylemek-
tedir. Bkz. Jorga, IV, 58, Hammer ise Sultan İbrahim dönemine işaretle, “Körü körüne husumet namına,
mücrim ve masum ayrılmaksızın idam cezaları icra ediliyordu.” demektedir. Hammer, V, 1508, Ahmet
Rasim ise bu hususa işaretle şunları söylemektedir: “Bu ölümlerin meydana gelmesi, padişahın “öldürün!”
der demez kim olursa olsun idamı, ilk bakışta hükümetsizliğe işaret eder. İkinci olarak da vezirlerin ve ümeranın öl-
dürülmesine ve efrada küçük bir nazarla bakan bir hükümdarın hükümet usulüne vakıf olmadığına ve yalnız kendi
heva ve hevesine uyduğunu gösterir. Buna binaen devlet idaresi başıboş bir şekline (keyfema yeşa-ğ) girer. Bu du-
rumda genel güvenlik yok olmuş, insan hakkı ayaklar altına alınmış olur ki bundan büyük zulüm olamaz. Görü-
yorsunuz ki zihnen hasta olan Sultan İbrahim’de bile kan dökme huyu var olup, her istediği akla uysun veya uyma-
sın yerine getirme kabiliyeti aklından daha fazladır.”, Bkz. Ahmet Rasim (2005), II, 125
Yusuf Paşa’nın katlinin arka planında başka sebepler de vardır. Mesela Jorga,
padişahın Yusuf Paşa’yı, yeterince kürk getirmediği ve Girit’te sözde 3 milyon altını
zimmetine geçirdiği gerekçesiyle idam ettirmiş olduğunu söylemektedir.116 Muasır müel-
liflerden Mehmed Halife Yusuf Paşa’nın katli hususunda, padişah katında en az Cinci
Hoca kadar nüfuz kazanmış olan Şekerpare adlı bir kadına işaret etmektedir.117 Katip
Çelebi ise Cinci Hoca’ya işaret eder ve “..edna sebep ile izale olundı..” demektedir.118
Na’ima da onun katlinden üzüntü duyar ve öldürülmese güzel hizmetlerinin olacağını
söyler. Na’ima ayrıca, Yusuf Paşa’nın Cinci Hoca ile ittifak ederek Vezir-i azam Kara
Mustafa Paşa’yı katlettirdiğini de ekleyerek, “eylediği cürmün mücazatıdır ki emr-i Hak ile
bir surette büruz eyledi”119 demektedir. Sultan İbrahim’in bu aceleye getirilmiş emrinden
dolayı daha sonra pişman olduğu ve paşayı kendisine gammazlayanlara beddua ettiği
de rivayet edilmektedir. Cinci Hoca ise en önemli müttefiklerinden birini bu şekilde
kaybetmiştir.
Cinci Hoca’nın ikbali iki sene kadar sürmüş, ancak kendisi için gelen şikayetler
nedeniyle gözden düşmeye başlamıştır.120 Cinci Hoca özellikle devlet kadrolarına yapı-
lacak tayin ve azillere karışmış, medrese hocalıkları ve kadılıkları rüşvetle satın almış
hatta bazı görevler için açık artırma düzenlemiş ve böylelikle büyük bir servet edinmiş-
tir.121 Nitekim Ricaut ondan İstanbul’un en zengin adamı olarak bahsetmektedir.122 An-
115 Bkz. Na’ima, IV, s. 1067-8, Şemdanizade, Mür’i’t- Tevarih, s. 142, Danişmend, III, 399-400, Jorga, IV, s. 55,
Mustafa Nuri Paşa, Netayicü’l- Vukuat, I-II, 245, Uzunçarşılı, OT, III, 224-5, Mumcu, a.g.e., s. 81-2
116 Jorga, IV, s. 55, Uzunçarşılı, OT, III, 224-5
120 Cinci Hoca’nın düşüşüne padişahın, artık muska ve nefeslerinde eski tesiri bulunmadığına kanaat getir-
önemli bir özelliğine- devlet adamlarının ileri derecede servet edinme alışkanlıklarını- da işaret etmekte
ve şöyle demektedir: “..zenginliklerinin onlara zincir olacağını, eninde sonunda kayıplara sebep olacağını bilme-
lerine karşılık, biran önce servetini artırmak için nasıl çaba sarf ettiklerine tanık oldum.”, Bkz. A.g.e., s. 12
226 Öğretmen İsmail Katgı
cak Cinci Hoca’nın bu girişimleri, gerek siyaset çevrelerince ve gerekse ulemâ mensup-
larınca görmezlikten gelinmemiş ve dönemin siyâsal ortamında alışılmış bir gelenek
olmak üzere kendisi de devre dışı bırakılmıştır. Cinci Hoca’nın düşüşü bu yönüyle ken-
disinden yarım asır kadar sonra katledilen Feyzullâh Efendi’nin düşüşü ile benzerlikler
göstermektedir. Nitekim Feyzullâh Efendi de büyük bir servet edinmiş pek çok kesimi
rahatsız eden girişimleri nedeniyle ortadan kaldırılmıştır.123 Fakat Feyzullâh Efendi’nin
aynı zamanda önemli bir alim ve fakih olduğunu da unutmamak gerektir.124
Zilfi’ye göre ilmi yeterlilikten ve resmi hoca unvanından yoksun125 olan Cinci
Hoca, eşit derecede güçlüydü ve fakat nefret ediliyordu. Onun özellikle ulemâ
nazarında hakir görülmesine en ziyade yol açan durum ise, sarayda sahip olduğu ikbâli
idi.126 Ahmed Refik’in ifadesiyle IV. Murad’ın ölümünden sonra ulemâ büyük bir belaya
çatmıştı. Cinci Hoca’nın saray çevresinde büyük bir iltifat görmesi, dışarıdaki namuslu
ve faziletli ulemânın üzüntüsüne neden olmuştu. Bu devir faziletli ulemâ için bir
felaketti. Yahya Efendi gibi seçkin alimlerin bile sözü geçmiyordu. Cehaletin hüküm
sürdüğü bir ortamda bilime kimsenin rağbet ettiği görülmüyordu. Devletin uğradığı
felaketi idrak edenler ise artık doğrudan doğruya isyanı göze almışlardı.127
123 Bkz. ANDREASYAN, Hrand D., “Balatlı Georg’a Göre Edirne Vak’ası”, İÜEFTD, C. XI/15, İstanbul, 1960,
ss. 47-64, KÖPRÜLÜ, Orhan Fuad, “Feyzullah Edendi”, İA, C.IV, MEB yay., İstanbul, 1993, ss. 593-600
124 Bkz. OKUMUŞ, Mesud, “Erzurum’lu Şeyhülislam Feyzullah Efendi Ve Osmanlı İlim Hayatı’ndaki Yeri”,
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk-İslam Düşüncesi Tarihinde Erzurum Sempozyumu, Er-
zurum, 2006, ss.
125 Bkz. Zilfi, Osmanlı Uleması, s. 196, Zilfi’nin tersine kaynaklar resmi hoca unvanını aldığını kaydetmek-
tedir. Mesela Hammer, Sultan İbrahim’in Hüseyin Efendi’yi kendisine hoca olarak tayin etmiş olduğunu
belirtmektedir. Bkz. A.g.e., V, s. 1473, Krş. UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye
Teşkilatı, TTK yay., Ankara, 1988, s. 146
126 Hammer, V, 1473
onun yanında parmakla gösterilir duruma geldiler. Bunlar da padişah yanında vezirin
[Hezarpare Ahmed Paşa] taraflısı idiler, alemin haraplığına sebep oluyorlardı. Padişahın
sayesinde büyük rüşvet yiyor, kethüdalar, hizmetliler, daire halkı kullanıyorlardı.” demekte ve
bunların şerrinden aciz kalmış olanların birleştiklerini söylemektedir.129
“1057 senesi Cinci Hoca’ya yaramadı. Kendisi Anadolu kazaskeri olduğu için tersaneye
giderek donanma mühimmatına nezaret etmekte iken Tavil Ahmet adında Ankara Kadısı olan
zatın kardeşi Yunus adlı kadı karşısına çıkararak: “Kardeşimin dört bin guruşunu aldın, Ankara
kadılığını verdin. Ama altı ay sonra azl edip Kederzade’ye bin altına satarak onu tayin ettin, Bu
ne iştir?” diye çıkışmaya başladı. Bu dava üzerine Hoca’nın bütün cinleri başına üşüşerek “Çık
bre cahil!” diye Yunus Deryadil’i kovmak istedi ise de Yunus daha da sertleşti. Bunun üzerine
mahzarlarla yollayıp hapsettirdi. Divan hanesinde Yunus’a yirmi otuz deynek vurdu. Ama
Yunus diğer ciğeri yanık kimselerle kapı kapı gezerek Cinci Hoca’nın bu davranışlarını teşhir etti.
Sultan İbrahim halk arasında dolaşan bu çeşit şayialar üzerine Hoca’yı Anadolu sadaretinden azl
edip, yeni inşa edilen saraydan da çıkardı. Bir mevlid cemiyetinde de onun yerine Anadolu
kazaskeri Bahai Efendi’yi oturtarak Cinci’yi istiskal ettiğini, onun kendisini üzdüğünü göster-
di.”133 Na’ima aynı yerde buna benzer bir olayı daha kaydetmektedir ki, bu örnekler Cin-
132 Solakzade, Tarih, II, s. 568, Uzunçarşılı, OT, III, s. 226, Hammer, V, s. 1502
133 Ahmet Rasim, II, 134-5, Krş. Na’ima, Ravzatü’l- Hüseyn.., IV, s. 1095-6
228 Öğretmen İsmail Katgı
Cinci Hoca’nın güç ve nüfuzunu tamamen kıran asıl olay Sultan İbrahim’in hal’
ve akabinde katlidir. Klasik dönem Osmanlı padişahlarından farklı olarak, gerekli
yetenek ve tecrübeden uzak bir durumda iktidara gelen Sultan İbrahim’in saltanatı, bu
sultanın hazineyi müsrifçe ziyan etmesiyle ve bir gece 280 cariyesinin boğdurulmasını
emretmiş olmasıyla hatırlanmaktadır. Nitekim tahttan indirilmesi ve katledilmesinden
sonra İbrahim’e pek acıyan olmamıştır.134 23 sene kadar kafes hayatı yaşamasından do-
layı ruhi dengesini yitirmiş olan padişah, saltanatı boyunca dizginleri saray ve ordu
mensuplarına terk ederek zamanının çoğunu kişisel zevklerinin tatmini ile geçirmiştir.
Ruhi bir tedavi ihtiyacından dolayı Cinci Hoca ve benzeri bir takım üfürükçüler devletin
başına musallat olduğu gibi gerek harem ve saray çevreleri ve gerekse devşirme vezirler
padişahı devlet işlerinden ve dış politik gelişmelerden uzak tutmuşlardır. Özellikle veli-
veliaht meselesi yüzünden ona bol bol cariye sunularak padişahın sefahate dalması
sağlanmış; oğlu IV. Mehmed dönemindeki Köprülüler gibi vezirler de iş başına
gelmeyince devlet idaresi büsbütün çığırından çıkmıştır. Girit Seferleri her ne kadar bazı
muvaffakiyetler sağlanmakla birlikte; hazinenin yetersizliği, devlet adamlarının
kifayetsizliği ve bir takım strateji hataları nedeniyle akim kalmış, Venedik donanmasının
Boğaz’ı abluka altında tutması da başkentte derin buhranlara yol açmıştır. Sultan
İbrahim ise tüm kaynakları nefsi arzularının tatmini için seferber etmiş; memurlarının,
efendilerinin ve çevresindekilerin doymak bilmeyen isteklerini yerine getirmek için
zenginlerin mülklerine el koyması, paranın değerinin düşmesi, rüşvetin yaygınlaşması,
aylıkların zamanında ödenememesi ve seferlerdeki muvaffakiyetsizlikler gibi amiller
derin bir hoşnutsuzluğu da beraberinde getirmiştir.135 Sonuç olarak bütün bunlar Sultan
İbrahim’in sonu olacaktır. Nitekim Sultan İbrahim, yönetiminden hoşnut olmayanların
ittifakı ile hal’ ve sonra da katledilmiştir.136
134 PALMER, Alan, Osmanlı İmparatorluğu Son Üç Yüz Yıl: Bir Çöküşün Yeni Tarihi, çev. Belkıs Çorakçı
Dilbudak, Yeni Yüzyıl yay., İstanbul, 1995, s. 36
135 Shaw, I, 276, Danişmend, III, 410-1
136 Sultan İbrahim’in hal’i olayı için Bk Karaçelebizade Abdülaziz Efendi, Ravzatü’l Ebrar Zeyli, s. 3 vd.,
Sultan İbrahim’in kendisinin hal’ eden şeyhülislama “Bu yüce makama seni ben atamadım mı?” diye diren-
miş, şeyhülislam da “hayır, beni Tanrı atadı!” yanıtını vermiştir. Bkz. İnalcık, Klasik Çağ, s. 69-70, Ancak onu
yeniden tahta çıkarmak isteyenlerin sayısı artınca Kösem Sultan ve devletin ileri gelenleri, Sultan İbra-
him sağ oldukça nizam-ı alem olmaz neticesine varmışlardır. Bunun üzerine Sultan İbrahim hapsedildiği
saray odasında akli dengesini büsbütün yitirdiği bir zamanda şeyhülislamın fetvası ile boğdurulmuştur.
Bkz. Karaçelebizade, a.g.e., s. 10-12, Mehmed Halife, Tarih-i Gılmani, s. 26, Hammer, V, 1520, Shaw, I,
279-280, Altınay, a.g.e., s. 70 vd. Fetva şöyle idi: “Menasıb-ı ilmiye ve seyfiyeyi ehline virmeyüp rişvetle
“Bir zamanlar kendisine minnettar olan Şeyhülislam Bahai Efendi, dinsizlikle itham etti-
ği Hüseyin Efendi’yi, aslında Turhan Sultan’ın isteğini yerine getirmek için ölüme mahkum eden
bir fetva yayınladı. Hüseyin Efendi yıldızlara bakarak ertesi günün kendisi için felaketli olduğu-
nu düşündü. Atını hazırladı ve kıyıya giderek bir kayığa bindi. Henüz denize açılmıştı ki cellatlar
evini sardılar. Orada bulamayınca peşine düştüler. Çanakkale’de ellerine geçirdiler ve Osmanlı-
larda gökbilimini Mısır ve Arabistan düzeyine çıkaran ilk bilgini boğarak, cesedini denize attı-
lar.”138
naehline tevcih itmekle nizam-ı aleme halel viren padişahın hal’ ve izalesi caiz olur mu? El-cevap: Olur.!”, Katip
Çelebi, Fezleke Tarihi, s. 1040, Altınay, Hoca Nüfuzu, s. 71
137 Altınay, Hoca Nüfuzu, s. 68-9, Mufassal Osmanlı Tarihi, IV, s. 2004, Na’ima, IV, s. 1173
138 Lamartine, II, 681, “Sâbıka Anadolu kadı‘askeri olup Cinci Hoca unvânıyla istihâr bulan Hüseyin Efendi dahi ol
gürûh içinde bulunup nezâketle küçük sarığını giyüp âdem arasından hânesine doğrı gitdi.”, Katip Çelebi, Fez-
leke Tarihi, s. 1038
139 Na’ima, Ravzatü’l- Hüseyn.., IV, 2007: 1173, Baysun, a.g.m., s. 548
230 Öğretmen İsmail Katgı
Abdülfettah Ağa ve adamlarının evini basması üzerine paniğe kapılarak dama çıkmış ve
beş altı metre yüksekten atlayarak komşusunun evine sığınmıştır. Ancak burada
gizlendiği yerden çıkartılarak feci bir şekilde dövülmüş ve sadrazamın huzuruna
getirilmiştir. Parayı yine vermeye yanaşmayınca Paşakapısı’na hapsedilmiştir. Yapılan
tahkikat ile servetinin yeri öğrenilmiş ve bütün serveti müsadere edilerek sorun çözül-
müştür.140 Danişmend 1. 958. 400 düka altın tutarındaki cülus bahşişinin 1. 920. 000 ka-
darının Cinci Hoca’nın altınlarından karşılandığını kaydetmektedir.141 Katip Çelebi Cinci
Hoca’nın katli ve mallarının müsaderesi hususunda şunları kaydeder:142
“Cinci Hüseyin Efendi’den iki yüz kîse imdâd taleb olunmuş idi. Mezbûr imtinâ‘ idüp
virmemekle ahzına âdem gönderilüp mezbûr dahi hemcivârı damından firâr iderek bir eve girüp
bi’l-âhire vezîr-i a‘zam tarafından bulunup Paşasarâyı’nda habs ve musâdere olundı. Her bâr ki
kendüye paşa lutf ile su’âl eyledikçe mâla müte‘allık ikrâr sâdır olmayup gâh tâlâka ve gâh ‘atâka
yemîn eylerdi. Lâkin binâ eylediği yerler yoklandıkça hazâ’în ü defâ’în zuhûr idüp yük yük paşa
kapusuna çekilüp kul mevâcibine ve in‘âma virilür idi. Cümle üç bin kadar kîse nakd olunup sâ’ir
140 Solakzade, Tarih, II, 583, Abdurrahman Şeref, 245, Ahmet Rasim, II, 148-9, Baysun, a.g.m., s. 548, Özcan,
a.g.m., s. 542, Karaçelebizade bu hususa işaretle “Resm-i kadim olan atıyye-i cülus-i humayun için Hazine-i
Amire-i Enderun’dan dört bin seksen kise alınub erbabına teslim” olunduğunu belirtmekte ve biraz ileri de de
“..Hüseyin Cinni be-tarik-ı habs Sadr-ı a’zam sarayına da’vet olunub müddet-i ikbal ü devletinde cem’u iddihar ve
mevzu’i mahzen ü anbar etdüğü kıseha-yı ser be-mühr dirhem ü dinar ve cevahir-i kıymetdar ve enva’-ı nefa’is-i
emti’a-ı her diyar mazbut-i emanet-karan-ı der-i devlet-medar oldu” diyerek Cinci Hoca’nın servetinin müsa-
dere edildiğini kaydetmektedir. Çağdaş müellif Cinci Hoca’nın, “enva’-ı tuhaf-u turef-ı bi-şumar ve di-
nar-ı sikkedardan ma’ada dest-i garetgeran ve yed-i istikamet-i emanetkaranda telef olandan fazla taraf-ı
Hazine-i Amire’ye vasıl olan ecnas-ı nukud bin kiseden tecavüz etdi”ğini de eklemektedir.
Karaçelebizade, Ravzatü’l Ebrar Zeyli, s. 14-5
141 Bkz. Kronoloji, III, 414
142 “Hükm-i takdir ile top-savlecan-ı imtihan-ı zeman olan Hüseyin Cinni fakir bir ay kadar zeman müzal ü mühan,
gamgin ü perişan Sadr-ı a’zam sarayında üftade-i dam-ı intikam-ı sipihr- na-fercam olup dest-i hırs-ı vaz ile cem’ u
iddihar etdüğü ecnas-ı emval-ı bi-şümar gözüne karşu Vezir Sarayına taşınub ol hal-i ibret me’ale nigah ve herbirin
gördükce ıtlak-ı zimam-ı nale vü ah ederek eyyam-ı mihned-encamı felaket ile akşama irişdikten sonra Mihâlic’e
nefy ü iclâ olunup anda cellâd-ı sitem-i rüzgâra nakd-ı cân nisârıyle mihnet-bend-i belâ-i du’ayândan kârbend-i
rehâ kılındı; fi şehri’l—mezbur.”, Bkz. Karaçelebizade, Ravzatü’l- Ebrar Zeyli, s. 18, “Da’ire-i haddinden birun
vaz’u hareket ve hilaf-ı Şer’-u kanun celb-i emval-i nasa müdahale-i umur-ı devlet iden sabıka Anadolu Kazaskeri
Cinci Hüseyin Efendi Sadr-ı azam Kapusunda habs buyurulup sa’ir zı-kıymet eşya-yı kesiresinden gayrı bin
kiseden mütecaviz nukudı taraf-ı miriye zabt ve kendi Mihaliç’e nefy olunup ashab-ı hukuka müte’allik ahvali dahi
şer’ ile görildikden sonra ibtida-i zaman-ı hasbinden dördinci ayda siyaseten katine sadır olan ferman-ı kaza-
cereyan-ı padişahı kasaba-i mezburede icra kılındı ve mükaddema kendüye temlik itdirüp zu’munca vücuh-ı hayra-
ta vakf eyledüğü karyelerün ve mezra’alarun emr-i şerifle mülkiyet ve vakfiyyetleri ref’ olunup üslub-ı sabıkları
üzre ba’zısı tımar ve ze’amet ve ba’zısı miri tarafından zabt olundu.”, Abdi Paşa, Vekayiname, s. 10, “..ikiyüz kîse
taleb olundukda imtinâ‘ ve “akçem yok” deyü inkâr idicek çavuşbaşı ta‘yîn olunup hânesine vardıkda Hüseyin
Efendi konşusuna firâr itdi. Lâkin ahz olundukda “çekin elinizi asılacaklar ben kadı‘asker değil miyim?” didikde
“urun şu Türk’ün başına” deyüp şetm ü darb iderek Paşa Kapusu’na getürülür iken gören dostları “hırs ve ta-
ma‘ın seni bu dereceye getürdü” didiler. Kapuda habs ve işkence olunup söyledilüp dîvârlar içinden ve
nerdübânlardan üç bin ikiyüz kîse alınup İbrim'e nefy olundu.”, Bkz. Şemdanizade, Mür’i’t- Tevarih, s. 138
eşyâsına ta‘arruz olunmadı. Ve mâh-ı mezbûrun yirmi dördünde bir çavuş ile Mihaliç cânibine
nefy olunup anda Şevvâlin on yedinci güni izâle olundı.”143
Katip Çelebi aynı yerde Cinci Hoca’nın kethüdası Hacı Nuri’nin de hapis ve yüz
elli kesesinin müsadere edildiğini belirtmektedir. Evliya Çelebi de Katip Çelebi’yi
doğrular, hatta Cinci Hoca’nın kendisine verdiği atı da müsadereye dahil etmek
istediklerinive fakat buna aldırış etmeyerek İstanbul’daki seyahatini devam ettirdiğini
söylemektedir.144
Cinci Hoca’nın bu aşamada eğer kendisini padişaha hoca yaparlarsa 100 kese
verebileceğini söylemiş olduğu da kaydedilmektedir. Fakat servetinin büyüklüğü iyi
bilindiği için evinde tahkikat yapılarak 200 kese kuruştan başka denkler, bohçalar ve
sandıklar dolusu altın ve mücevherat ile elliden fazla samur kürkü gözleri önünde
müsadere edilmiş; kendisine ait mülklere de el konulmuştur. Bu arada kendisine Cellad
Kara Ali tarafından işkence yapılarak diğer gizli serveti de ortaya çıkarılmıştır. Bütün bu
paralar bundan sonra bir süre Cinci Akçesi adı ile tedavülde kalmıştır.145
Cinci Hoca daha sonra manevi gücünden korkulduğu için Habeş Vilayeti İbrim
Sancağı’na sürülmüşse de rahatsızlığı nedeniyle İstanbul’da kalmasına izin verilmiştir.
Bazı kaynaklar Mısır’a sürüldüğünü, yolda sağlığı bozulduğu için Mihaylıç’ta
oturmasına izin verildiğini belirtir. Hatta Hüseyin Efendi affedilerek İstanbul’a dönmek
için Kırım Hanını aracı yaptıysa da bir sonuç alamamış ve az sonra da mallarının
müsadere edilmesini hazmedemediğinden, servetinin onda birinin hazine yerine
sadrazam ve diğerlerinin ceplerine girdiği yollu dedikoduları yayılmaya başlayınca ve
29 Ekim 1648’de146 İstanbul’dan gönderilen Limni’li Hüseyin Çavuş adlı bir cellat tara-
fından işkence ile öldürülmüştür.147 Ziya Nur Aksun, İstanbul’daki adamlarının lehinde
propaganda yapması ve maktul Sultan İbrahim için Dersaadet’te sesler yükselmesi üze-
rine yaşamasının tehlikeli görüldüğünü ve alınan bir fetva suretiyle katledildiğini kay-
146 29 Teşrin-i evvel/ 11 Şevval 1058 Perşembe günü. Bkz. Danişmend, Kronoloji, III, s. 413
147 Shaw, I, 280, Mustafa Nuri Paşa, Netayicü’l- Vukuat, I-II, s. 248, Ahmet Rasim, II, s. 149, Özcan, a.g.m., s.
detmektedir.148 Mehmet Süreyya ise Recep 1058’de (Ağustos 1648) Mabeyn hocalığından
ayrılıp Şevval’de (Ekim/Kasım) vefat etiğini kaydetmektedir.149
Cinci Hoca, anlaşıldığı üzere yeterli ilmi birikime sahip olmayıp, salt
üfürükçülüğü sayesinde saraya girmiş ve padişah nazarında kazandığı nüfûza istinaden
siyasal yaşamın bir parçası olmuştur. Dolayısıyla ilimden ziyade siyasetle meşgul olan
bir kişinin ciddi bir eser vücuda getirmesi de beklenmemelidir. Nitekim kendisine ait
herhangi bir te’lif esere rastlanmamıştır. Ancak doğum yeri olan Safranbolu’da
yaptırdığı bir han ve hamam bugün de şehrin gezilecek yerlerindendir.151
dahi ol gürûh içinde bulunup nezâketle küçük sarığını giyüp âdem arasından hânesine doğrı gitdi.”, Ka-
tip Çelebi, Fezleke Tarihi, s. 1038
151 Altından geçen su yolu üzerine galeri şeklinde yapılmış kemerler üzerine oturmakta olan Cinci Han,
Cinci Hamamı ve han ile hamam arasındaki elli dükkandan müteşekkildir. Tamamen insan gücüne da-
yalı yapılan han, Osmanlı mimarisinin en gelişmiş örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir. Mima-
rının kim olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, dönemin baş mimarlarından Koca Mimar Kasım
Ağa tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Bu konuda yapılmış bir yüksek lisans çalışması vardır. Bu ça-
lışmada Cinci Hoca’ya Bolu ve çevresinde ve bilhassa Safranbolu’da yerler verildiği kaydedilmektedir.
Bkz. TUNCAL, Sayim, Cinci Han’ı Örneğinde Safranbolu’daki XVII. Yüzyıl Vakıf Sisteminin İnce-
lenmesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü,
Zonguldak, s. 29 vd.
Sonuç
Hayatı, şahsiyeti ve öldürülmesine kadar giden olaylar da göstermektedir ki
Cinci Hoca, Osmanlı devletinin en karışık döneminde ön plana çıkmış bir kişiliktir.
Bilindiği üzere Osmanlı devletinde ulema sınıfının katledilmesi caiz değildi152 ve böyle
bir durum gerek ulema gerekse halk nezdinde büyük bir hoşnutsuzluğa neden olurdu.
Zaten istisnalar dışında153 ulema sınıfının katledildiği de görülmemektedir. Cinci Ho-
ca’nın katlinde ise fazla bir tepki oluşmadığı görülecektir. Çünkü tam anlamıyla bir
ulema mensubu olarak görülmeyen, daha çok sihir ve üfleme gibi batıl işlerle ünlenmiş
olan Cinci Hoca, saray nezdinde kazandığı nüfuzdan istifade ile devlet işlerine müdaha-
müdahale etmiş ve pek çok suiistimal ile karşısında büyük bir cephe yaratmıştı. Gerek
yaşadığı dönemin şartları gerekse kendisini kısa bir sürede sarayın en nüfuzlu kişisi
haline getiren şartlar bir arada değerlendirildiğinde, Osmanlı devletinin (özelde ilmiye
sınıfının) içine düştüğü durum bütün açıklığıyla görülecektir.
152 OLİVİER, Türkiye Seyehatnamesi: 1790 Yıllarında Türkiye Ve İstanbul, çev. Oğuz Gökmen, Akyıldız
Matbaası, Ankara, 1977 s. 127, Zilfi, a.g.e., s. 55, Nitekim Hazerfen Hüseyin Efendi, “Ve bi’l- cümle ulema-
ya bu Devlet-i Aliyye’de olan ikram, bir devlet-i İslamiye’de olmamıştır. Kendi kesbleri olan zilletten gayri, devlet
canibinden amme içün tertib olunan siyaset ve ukubat havfinden emin ve ırz u malları dest-i ta’addi-i a’avamdan
masun ve mahfuzdur.” diyerek ulema sınıfının ayrıcalıklı konumuna işaret etmiştir. Telhisü’l- Beyan Fi
Kavanin-i Ali Osman, haz. Sevim İlgürel, TTK yay., Ankara, 1998, s. 197, Thevenot da, “..kanunlarının,
bir müftinin öldürülmesine müsaade etmediğini kabul ederler..”, demektedir. Bkz. 1655-1656’ da Türki-
ye, çev. Nuray Yıldız, Tercüman Gazetesi 1001 Temel Eser, İstanbul, 1978, s. 132
153 Osmanlı Devleti’nde ilk ulema katli I. Mehmed zamanında vukua gelmiştir. Şeyh Bedreddin Simavi isyan
suçlamasıyla ve fetva alınmak suretiyle katledilmiştir. Aşıkpaşaoğlu, Tarih, Atsız Neşri, Kültür Bakanlı-
ğı Devlet Kitapları, Ankara, 1970, s. 98-9, Bunun dışında Sultan II. Murad isyan eden amcası Mustafa’nın
Biga suyundan geçmesini kolaylaştıran Biga kadısını astırmıştır. Aşıkpaşaoğlu, Tarih, s. 105, Sultan I. Se-
lim de, Safeviler üzerine düzenlenen seferde ortaya çıkan yeniçeri ayaklanmalarının teşvikçilerinden biri
olarak gördüğü Kazasker Cafer Çelebi’yi idam ettirmiştir. Hammer, II, 567, Mustafa Nuri Paşa,
Netayic’ül- Vukuat, I-II, 83, Sultan IV. Murad da bilhassa seferleri sırasında meslek farkı gözetmeksizin
pek çok idam cezası vermiş ve uğradığı şehirlerde bir hayli kadının idamına da onay vermiştir.Yolların
bozukluğu ve halkın şikayeti üzerine İznik kadısı padişahın gazabına uğrayn ilk kadıdır. Bunun dışında
İzmir Kadısı Tevfikizade ve Konya Kadısı Şehla Mehmed Efendi de idam edilmiştir. Yine Revan Seferi
sırasında ordu Boldavin menziline gelindiğinde Karaağaç kadısı şikayetler üzerine katledilmiştir. Kayse-
ri Kadısı Bursevi Gökdereli-zade ise orduya zahireyi fazlasıyla pahalı satması için çarşı ve pazarı kapat-
ması nedeniyle katl edilmiştir. Hammer, V, 1407, Solakzade, Tarih, II, 536-7, Katip Çelebi, Fezleke Tari-
hi, s. 850-1, Na’ima, Ravzatü’l- Hüseyn.. III, 802-4, Bunun dışında Şam Kadısı Mantıki Efendi’nin de pa-
dişahın emriyle katledildiği söylenir. Bkz. Na’ima, a.g.e., III, 823, Krş. Şemdanizade, Mür’i’t- Tevarih, s.
124, Sultan Murad döneminde Ahizade Hüseyin Efendi, IV. Mehmed döneminde Hocazade Mes’ud
Efendi ve II. Mustafa/III. Ahmed döneminde de Feyzullah Efendi olmak üzere Osmanlı devletinde üç
adet şeyhülislam da siyaseten katledilmiştir. Bu hususta Bkz. KATGI, İsmail, Osmanlı Devleti’nde Kat-
ledilmiş (Maktul) Şeyhülislamlar, GAZÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Te-
zi, Gaziantep, 2011
234 Öğretmen İsmail Katgı
Kaynakça
ABDURRAHMAN ABDİ PAŞA, Vekayinâme, Haz. Fahri Ç. Derin, Çamlıca Yay.,
İstanbul, 2008
ABDURRAHMAN ŞEREF EFENDİ, Osmanlı Devleti Tarihi, Haz. Musa Duman,
Gökkubbe Yay., İstanbul, 2005
AFYONCU, Erhan, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, III, Yeditepe Yay., İstanbul, 2004
AHMET RASİM, Osmanlı Tarihi, Haz. Metin Hasırcı, Emre Yay., İstanbul, 2002
AKDAĞ, Mustafa, (1949) “Medreseli İsyanları”, İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, 1-4, ss.
361-387
AKSUN, Ziya Nur, Osmanlı Tarihi, II, Ötüken Yay., İstanbul, 1994
ALTINAY, Ahmet Refik, Osmanlı’da Hoca Nüfuzu, Toplumsal Dönüşüm Yay., Çev.
Güven Akçağ, 2. Baskı, İstanbul, 1997
ALTINSU, Abdülkadir, Osmanlı Şeyhülislâmları, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1972
ANDREASYAN, Hrand D., “Balatlı Georg’a Göre Edirne Vak’ası”, İÜEFTD, C. XI/15,
İstanbul, 1960, Ss. 47-64
AŞIKPAŞAOĞLU, Tarih, Atsız Neşri, Kültür Bakanlığı Devlet Kitapları, Ankara, 1970
BAYSUN, M. Cavid, “Mehmet IV”, İslam Ansiklopedisi, C. VII, MEB Yay., İstanbul,
1987, Ss. 547-557
DANİŞMEND, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, III, Türkiye Yayınevi,
İstanbul, 1972
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügât, Aydın Yay., Ankara,
2003
DUMAN, Cengiz, “Kur’an’da Cin Kavramı”, Http://Www.İslamhukukusayfasi.com,
Ocak-2010
ERK, Hasan Basri, Meşhur Türk Hukukçuları, B.Y.Y., T.Y.
FREELY, John, Osmanlı Sarayı: Bir Hanedanlığın Öyküsü, Çev. Ayşegül Çetin, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 1999
EVLİYA ÇELEBİ, Seyahatnâme, Haz. Nijat Özön, Kabalcı Yay., İstanbul, 2005
HAMMER, J. Von, Devlet-İ Osmaniye Tarihi, II, IV-V, Haz. Mümin Çevik, Üçdal
Neşriyat, İstanbul, 2010
HAZARFEN HÜSEYİN EFENDİ, Telhisü’l- Beyan Fi Kavanin-İ Ali Osman, (Haz.)
Sevim İlgürel, TTK Yay., Ankara, 1998
İNALCIK, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2005
JORGA, Nicolae, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Çev. Nilüfer Epçeli, C. IV, Yeditepe
Yay., İstanbul, 2009
KARAÇELEBİZADE, Abdülaziz Efendi, Ravzatü’l Ebrar Zeyli, Haz. Nevzat Kaya, TTK
Yay., Ankara, 2003
KARAGÖZ, Mehmet (2002) “Osmanlı Fikir Hayatında Kadızadeliler”, Türkler, XXI,
Yeni Türkiye Yay., Ankara, Ss. 141-153
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 237 - 255
Özet
Makale, kendini referans alan bilgi edinmeyi amaçlayan bir sosyal bilim
olasılığı üzerinde durmaktadır. Sosyal araştırmaların bu şekli, çağdaş kültürde
hüküm süren köklü varsayımları araştırır, sorgular ve yaşamın diğer formlarının
farkına varmaya çalışır. Bu yüzden sosyal bilimlerin bu bakış açısı, pragmatist bakış
açısı olan davranışların temsil edilmesinden çok, dil ve bilginin insanın
yapabilecekleri imkânları yükselttiği görüşü ile mükemmel bir şekilde
örtüşmektedir. Soy kütüksel tarih ve sosyoloji, süreç sonrası arkeoloji ve
antropolojide kritik dönüş örneklerinde olduğu gibi çeşitli sosyal araştırma şekilleri,
geniş bir alana yayılan disiplinlerde, bu kendini referans alan bilgiyi araştırmıştır.
Makale, bu kendini referans alan bilgiyi çağdaş Amerikan pragmacılığı bağlamı
içine yerleştirir (örneğin, Rorty, Bernstein). Bu tür bilginin radikal geleneksel yeni
pragmatizm ile özelliklede anti-foundasyonalist (temelcilik karşıtı) eleştiri fikriyle
bağlantılı olduğu tartışılmaktadır.
Anahtar sözcükler: temelcilik karşıtı, soy bilim, yöntem, sosyal bilim
felsefesi, pragmatizm, Rorty.
Giriş
Pragmatist felsefenin sosyal bilimler felsefesi üzerindeki etkisi sınırlı olmuştur.
Pragmatizm, sosyal bilimlerin 20.yy’daki, özellikle Amerika Birleşik Devletlerindeki
gidişatı üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. John Dewey’in mirası, bir sürecin gelişmesi,
pratiğe dayalı eğitim teorisi iken; G. H. Mead, izole edilmiş Kartezyen kavramı, sosyal
olmayan benlikten ayrılışıyla hatırlanır. Her ikisi de sosyoloji, eğitim bilimleri ve sosyal
psikolojide etkili olan etkileşimsel kuramın başarılı bir şekilde kurulmasına katkı
sağlamıştır. Chicago Okulu ile arka arkaya gelen çok sayıdaki sosyal bilimci ve C.
Wright Mills gibi (bkz: Bulmer, 1984; Mills, 1966) kritik yorumcuların ağır bir şekilde
Amerikan pragmatizmi içine gömülü olduğu kabul edilmelidir. Yakın zamanlarda,
pragmatist sosyal bilimin Kuzey Amerika’ya özgü olmadığı ve pragmatistlerle Avrupa
sosyal kuramı arasında verimli bir diyalogun geliştiği gün geçtikçe kabul edilmektedir
238 Patrick Baert / Gültekin Eroğlu
(Joas, 1993; Baert and Turner, 2004). Oysa, bu örnekler sosyal bilim uygulamaları ve sos-
sosyal teori ile sınırlıdır, pragmatizme ilgi bütün olarak sosyal bilimler felsefesinde
yaygınlaşmamıştır. Bazı örnekler (örneğin Habermas, 1987) hariç, sosyal bilim
felsefecileri, pragmatizmi ya küçümsemişler veyahut da pragmatizmden düşmanca
bahsetmişlerdir (örneğin, Bhaskar, 1990). Pragmatist geleneğin yakın zamanlarda
Richard Rorty tarafından yeniden keşfedilmesine rağmen, Richard J. Bernstein ve
diğerleri felsefe ve edebiyat çalışmalarına önemli etkide bulunmuşlardır. Bu nedenle
Pragmatizmin sosyal bilim felsefesi üzerine olan etkisi diğer alanlara olan etkisiyle
karşılaştırıldığında önemsenmeye değmez. Bu makalenin amacı bu boşluğu doldurmak,
pragmatizm ve pragmatizmin yakın zamanlardaki gelişmelerinin sosyal bilimler
felsefesine ne göstermek durumunda olduğuna işaret etmektir (bkz: Baert, 2002, 2003,
2004).
Bilimin özüne yönelik araştırmaların terk edilmesi için başka bir sebep daha
mevcuttur ki; o da, yansız bir algoritmanın başarılı ve hudutları temizce belirlenmiş bir
faaliyet olarak seçici ve çarpıtılmış bilim görüsü olarak bütün bilimsel faaliyetlerin
üzerinde duracağı inancıdır. (bkz: Rorty,1980:322-33, 1999:67-9). Bilim sosyolojisi üzerine
son yirmi yılda yapılan sayısız yayın, bu görüşün ne kadar yanlış olduğunu ortaya
koymuştur. Bilim adamlarının sosyal uygulamalarına yakın zamanlarda büyüyen bir
ilgi olmuş ve bu ‘bilim sosyolojisinin güçlü programı’ adıyla bilinen bir şekilde sona
ermiştir (Latour,1987; Collins,1990; Barnes ve diğerleri.,1996; Knorr-Cetina, 1996; Collins
and Kusch, 1998)¹. Bilimin sosyal yapılanmasına olan ilginin büyümesiyle birlikte, tek
bir bilim fikrinin olduğu (onu diğer faaliyetlerden ayıran) düşüncesi gündeme gelmiştir.
Bilimi ne kadar yakından incelersek bilim ve bilim olmayan o kadar bulanık hale gelir.
Bilim adamlarının nasıl görev yaptıklarını ne kadar çok araştırırsak onların ürünleri bize
o kadar çok ihtilaflı görünür. ‘Science in Action’ da Bruno Latour, bilim adamlarının çok
çeşitli destek ve retorik aygıtı diğerlerini ikna etmek için nasıl kullandıklarını gösterir.
‘Doğru bilimsel yöntemin’ kullanılmasının bilim adamları için bir kanaate (sonuca)
varmada yeterli olmadığını çabucak öğreniriz. Onlar, çalışmalarını uygun dergilerde
yayınlamak zorundadırlar, bunu da ancak ve ancak doğru bir üslupla yazmışlarsa
240 Patrick Baert / Gültekin Eroğlu
başarabilirler, kendi iddialarını onlar kadar ihtilaflı olan referanslarla desteklemek, baş-
başka makaleleri referans göstermek ve sonu olmayan bir sürü şey yapmak zorundalar.
Bilim adamları günlük hayatta insanların kullandığı gibi, mümkün olduğunca çok
retoriği bilimde kullanmakla kalmaz, kendilerinin deneysel çalışmaları da neo-
pozitivistlerin asla kabul etmediği kadar düzensizdir. Araştırma sonuçları, saygın
bilimsel dergilerde yayınlandığı zaman tartışmasız ve otoriter görünebilir, ancak
deneysel araştırmanın bu sonuçlara yol açan asıl etnografyası detaylı bir şekilde
incelendiğinde bu bulguların aslında ne kadar problemli ve uydurma olduğu ortaya
çıkar (Latour,1987:63-100). Benzer bir mizaçla, Paul Feyerabend, Kilisenin Galileo’ya
karşı ortaya koyduğu başlangıçtaki itirazlarının mantıksız olduğunu göstermiştir.
Kilisenin delilleri kısmen bilimsel, kısmen ahlaki idi, fakat her iki şekilde de o zamanki
varsayımlara karşı temel oluşturdu (Feyerabend,1998:129-38). Bu varsayımların yanlış
olduğu karşı argüman olarak ortaya konabilir, ancak asıl konu, çoğunun deneysel olarak
değerlendirilmesinin mümkün olmadığı daha geniş varsayımlara dayandırılmayan
bilimsel bir yargının yapılamayacağıdır.
Bilgi Eylemdir
İlerlemenin tek yönü, bilgiyi anlatımsal olarak almamak; ancak eylemin bir
formu, aktif bir şey olarak almaktır (Dewey,1930). William James’in dosdoğru belirttiği
gibi ‘… pragmatik metot… var olan gerçeklerin değiştirilebildiği yolların işareti gibi
görünür’ (1907: 45). Bu durumda bilgi, bilişsel ilgilere bağlıdır. Sosyal bilimler felsefesi,
sosyal araştırmayı temellendiren her bir amaca nasıl ulaşılabileceğini izah eden çeşitli
hedefler hakkında düşünmelidir. Bu bakış açısında, hiçbir bilişsel ilginin diğeri üzerine
öncelikli bir üstünlüğü söz konusu olamaz. Pragmatizmi ciddi bir şekilde ele almak için
‘ontolojik safsatalardan’, metodolojik sorunların ontolojik meselelere indirgenebileceği
yanlış varsayımından kaçınmak gerekir (bkz: Rorty,1982: 195-203, 1991:78-92). Bu
varsayıma karşı, metot sorunlarının her zaman amaç sorunlarını gerektirdiğini,
kullanılan yöntemin en azından kısmen araştırmanın ulaşmak istediği şeye bağlı
olduğunu tartışırım. Sosyalin ontolojisine yönelik hiçbir referans, sosyal metodolojinin
244 Patrick Baert / Gültekin Eroğlu
konularını düzeltmek için hiçte yeterli olamaz. Ancak, bu, basit bir şekilde metodoloji-
metodolojinin bir amaç meselesi olduğunu söylemek anlamına gelmez. Doğrusu, Rorty,
metodolojinin hiçbir ontolojik temele dayandırılamayacağını söylediğinde bu aygıtsal
yanlışlığı işler gibi görünür (1982:191-210). Rorty’nin aksine, belirli bir metodolojik
yolun bir alandaki araştırmanın belirli bir hedefine yol açabileceği; ancak, başka bir
alanda bunun olmayacağı muhtemeldir. Eşit bir şekilde belirli bir obje çalışmasının
belirli bir hedefi bütünüyle almayıp dışarıda bırakacağı mümkündür. Bununla birlikte,
sosyal kuramcılar ve felsefeciler bu tür metodolojik niteliklere faydalı olabilecek sosyal
ontolojinin özelliklerini mükemmel bir şekilde belirleyebilirler. Kısaca, metodolojik
seçeneklerin her zaman sıkıntılı olmasına rağmen bu seçenek üzerine konan ontolojik
kısıtlamaların belirlenmesi bizim için olumsuz değildir.
Hermenötik çember fikri, sosyal araştırma metodolojisi için üç önemli dala sa-
hiptir. Bu döngüsel fikrin ilk işareti, insanların ilgi ve değerlerinin bir şekilde yansıtıl-
madığı bir dünya görüsünün insanlar tarafından alınamayacağını bütünüyle
onaylamasıdır. Pragmatistler, Nietzsche’nin ‘gerçek dünya’ adını verdiği şeyden
felsefenin kendi kendini serbest bırakması gerektiğinde ısrar ettikleri gibi, hermenötik
çember fikri, anlayışın sadece günlük veya Lebenswelt bağlamında meydana
gelebileceğini önerir. Stanley Fish’in, bizim yorumsal cemaatin gücünü terk
edebileceğimize ve bir bakıma metne geri dönmeye inanmanın hatalı olduğunu ikna
edici bir şekilde vurguladığı gibi, doğru yorumsal yöntemin oradaki gerçekliğe
dokunmamıza izin vereceği düşüncesi de eşit oranda problemlidir. Hermenötik çember
fikrinin ikinci işareti, bu anlama kavramının radikal bir şekilde geleneksel tekabüliyet
düşüncesinden ayrıldığı gibi, dış dünyayı en iyi şekilde yansıtan sosyal gerçekliklerin
farklı yönlerini yargılamak problemli bir hale gelir. Oysa bu denektaşının uygunluğunu
ret etmek hiçbir standardın olmadığını iddia etmek anlamına gelmez. Böylesi bir
denektaşı, bir araştırmanın parçasının çalışılan konu üzerine yeni, yani var olan fikir
birliği ile bağlantılı olarak yeni ışıkların saçılma oranını ifade eder. Hermenötik çember
fikrinin üçüncü işareti ise, anlamanın, kendi kendini anlamayla yakından bağlantılı
olduğu, yeni sosyal ortamlarla karşılaşmanın kendimizi, kendi kültür ve çevremizi
yeniden tanımlama ve yeniden canlandırmamıza izin vermesidir. Sosyal araştırmanın
diğer görüşlerine karşılık, sosyal araştırmanın ilk amacının dış dünyayı resmetmek
görüşü olduğu benim önerim de tekrar açık hale gelir. Rorty’nin öğreten felsefe
önerisinden esinlenerek, benim önerim, içinde bireylerin kendilerini, kendi kültürlerini
ve kendi ön kabullerini farklı bir perspektiften görmeyi öğrendiği bilgi-kazanımının
kendini referans almanın biçimlerinin önemini arttırır. Bunun başka bir şekilde ifade
edilme şekli ise, kendini referans alan bilginin ilk etapta farlılıklarla karşılaşmayı
mümkün kılan benzer ön kabulleri telaffuz etmeye ve sorgulamaya çabaladığını
söylemektir.
Oysa Rorty, halen felsefe ile meşguldür, sanırım sosyal bilimler (ve felsefe değil)
bu kendini referans alan bilgi tarzında merkezde olan bir rol oynamakta. Sosyal bilimler
içinde farklılıklarla karşılaşmak insanların kendini referans alan bilgilerini üç şekilde
etkiler. İlk olarak, farklı hayat biçimleriyle karşılaşmanın insanlara kendi kültürlerini
ifade etme ve kavramsallaştırmasına izin verdiği kavramlaştırma etkisi vardır. Farklı
hayat şekilleri içinde yapılan araştırma bireylere bilinçsiz bir şekilde sahip oldukları
varsayımları kelimelere dökmeye ve şimdiye kadar kendi çevrelerini anlamalarına
246 Patrick Baert / Gültekin Eroğlu
yarayan yorumlayıcı yöntemleri ifade etmeye izin verir. İkinci olarak, insanların farklı-
farklılıklarla karşılaşmaları kendi kültürleriyle ilgili ve genel olarak bazı insan eliyle
yapılmış kültürel şeylerle ilgili köklü yerleşmiş bazı inançları sorgulamalarına yol
açacak ‘serbest bırakma etkisi’ dir. Örneğin, farklı bir ortamla karşılaşma, insanlara
gerekli olanla tesadüfî olanı, esas olanla tarihsel bir belirlilik olanı ayırt etmelerini sağlar.
Oysa, insanlar, genel olarak kendilerine bağış olarak aldıkları kültürel çevrelerini
evrensel olarak yaşama eğilimindeler; işlerin farklı yapıldığının farkında olma, bu
yaşantıyı sorgulatır veya bunun temelini tamamen çürütüp zarar verir. Üçüncü olarak,
farklılıklarla yüzleşerek insanların alternatif gelecekler hayal etmelerini sağlayan ‘hayal
unsuru’ gelmektedir. İnsanlara miras olarak bahsedilen dünya, insanların beklentileri ve
hayal kurma yeteneklerini şekillendirme ve sınırlama eğilimindedir, farklı bir ortamla
karşılamak insanları kendi kültürlerinden uzaklaştıran bilmeye ve böylece yeni dünyayı
araştırmalarını sağlamaya yarayabilir. Bu, içinde insanların mevcut olmayanı
kavramsallaştırabildikleri hayal kurma yeteneklerini geliştirmeleri için insanlara güç
verir.
içinde araştırma, yalnızca orada bulunanın bir anlatımı veya izahatı değildir. Daha ziya-
ziyade, ilk olarak kendi ön kabullerimizin bazısını yeniden düşünmek ve ikinci olarak
daha geniş bir sosyo-politik bağlamda antropolojinin pozisyonunun, onun yarattığı
kognitiv iddiaların türünü etkilediği ölçüyü düşünmek için, farklılıkla karşılaşmayı bir
fırsat olarak kullanır (Marcus ve Fischer, 1999:17-44). İlk hedef kimlik ve kişilik fikri
üzerine yapılan antropolojik araştırma ile örneklenmiştir. Radikal bir şekilde farklı
kişilik fikri ile karşılaşmak, var olan, bahsedilen kavramlarımızı tekrar gözden
geçirmemizi sağlar ve bunların açık bir hale gelmesiyle aslında evrensel olmadıklarını
fark etmemize yarar (Bowman, 1997). İkinci hedef, örneğin, artan bir ilgiyle
antropolojinin karışık bir şekilde koloni tarihine bağlı olduğu yanları ve bugünkü
sözsüz epistemolojik varsayımları halen ne derece etkilemekte olduğunu ifade eder. Her
iki hedef, her ikisinde bilginin meydan okuma ve kendi kültürümüzü sorgulama
hakkında olduğu noktada eleştiri düşüncesine bağlıdır. Bu, antropoloji disiplininin
kendisini de kapsamaktadır (Marcus and Fischer, 1999: 137-64). Her bir hedef, yeni
pragmatistlerin öğretme (bilgi yönünden geliştirme) fikri ile ilişkilidir. Oysa gerçekliğin
sistematik izahatı ‘evrensel ölçekdeşliğe’ (benzer ölçekleri kullanma) ulaşmayı amaçlar;
iletişimi asla kesmeyerek değerlerin öğretilmesi, kendimize yeni yaşantıların yolunu
açabileceğimizi önerir (Rapport, 1997:190-1).
geçmiş, şu ana giriş yapabilmek için bir araçtır, geleneksel temellerden söküp çıkarmak
ve devamlılık varsayımına meydan okumaktır (Foucault, 1977:153-4). Soy bilimciler için,
‘yaşam ve eylem’ içine sinmedikçe, kendi yapımızdan bizi kurtarmadıkça ve kendi
hapsedilmişliğimizin içinden görmedikçe, tarihsel araştırmanın hiçbir değeri yoktur; ‘…
bilgi sadece anlamayı sağlamak için değil, yol açmak içindir’ (Foucault, 1977: 154). Tarih
sadece bugüne bir şey yapabildiği derecede, bugüne teklif ettiği derece veya bugüne yol
açtığı derece anlam kazanır (Nietzsche, 1995). Geçmişe yapılan soysal seyahat bugünkü
durumumuza karşı eleştirel bir uzaklaşmayı besleyebilir. Soy bilimciler, bizim yerleşmiş
köklü varsayımlarımızın (örneğin ahlakla ilgili) veya sağlamlaşmış uygulamalarımızın
(örneğin cezalandırma) bizim hayal ettiğimizden daha çok tarihe özgü olduğunu
gösterirler. Geçmişte belirli bir zamanda bu varsayım ve uygulamaların tarihsel olarak
ortaya çıkışlarını aydınlatmak bazı özel beklenmedik tarihsel olayların veya güç
mücadelelerinin ilişkisini göstermemize yarar. Bu sırasıyla ya doğal olarak verilmiş veya
ister istemez ilerleyen bu varsayımları ve uygulamaları görme eğilimimize zarar verir.
Nietzsche’in jeneolojisi metafiziksel olarak ‘köken’ izlemenin bir eleştirisi ile bağlıdır.
Kökeni araştırmak, ‘…dış dünyanın kaza ve ardı ardına gelen hareketsiz şeklinden önce
gelen’ kaybolan bir özü geri almak, onları tekrar ele geçirmektir (Foucault, 1977:142).
Soy bilimsel araştırmalar, öyle bir özün olmadığını ve ortaya çıktığı zaman nesnelerin
daha değerli veya saf olmadığını, hiçbir ‘sonsuz ve önemli sırrın’ mevcut olmadığını
öğretir (Foucault, 1977:139-45). Geuss, soy bilimi soyağacı ile karşılaştırır: Soy
ağacı, sözüm ona tek ve asil bir kökene götüren, sürekli ve ardışık bir şekilde birbirini
izleyen uzun bir çizginin varlığını ortaya çıkararak bir kişiyi, aileyi ya da başka bir
varlığı meşrulaştırırken; soy kütüğü, yalnızca tek bir gelişme çizgisini değil fakat farklı
gelişme çizgilerini ortaya koyar ve zaman olarak geriye doğru ne kadar fazla gidersek
kökenler de o ölçüde zayıf gözükür (Geuss, 1994: 247-7). Soyağacı fikrinin diğer farkı ise,
soy bilimcilerin, süreksizliği, radikal bir şekilde ortaya çıkan farklı düşünce ve oluş
biçimini ortaya çıkaran tarih boyunca olan kopmaları araştırmalarıdır. Nietzsche,
sürekliliğin, özlerin gerçek olmayan inşasını yok etmeyi amaçlayan etki tarihinden
bahseder (Foucault, 1977: 152-7).
Sonuç
Üç örnek, (antropolojide kritik dönüş, süreç sonrası arkeoloji ile soy bilimi tarihi
ve sosyoloji) benim, pragmatizmden esinlenen önerimin sınırları boyunca bir araştırma
programı potansiyelinin olduğunu gösterir. Onlar, nasıl basit bir kuramsal yapının değil
250 Patrick Baert / Gültekin Eroğlu
Geleneksel tarihin sınırları içinde, asıl amaç geçmişi izah etmektir, böylece, araştırmacı-
araştırmacının omzunda nasıl politik davranılacağını tembihleyen bir yük mevcut
değildir. Foucauldiyan tarihçileri bu sorumluluğu taşırlar. Onlar bugünü yerinden
oynatmak için araştırırlar, böylece, ardı ardına ilerleyerek nasıl gidilmesi gerektiğini
belirtme yükü onların üzerindedir. Bu ikileme Foucault’ın cevabı, kendini ‘geleneksel
entelektüel’in zıttına ‘yeni entelektüel’ olarak sunmak olmuştur. Oysa yukarıdakinin son
verileni yeni bir dünya görüşünü dayatmaya çalışır ve telkinde bulunur, önceki ise basit
bir şekilde insanların kendilerine verilmiş olan/ bahsedilen dünyadan uzaklaşmalarını
sağlamak ve dünyayı başka görmek için araçlar sağlar (Foucault, 1977:207-8). Benim
pragmatist bakış açımdan, Foucault’ın cevabı sadece kısmen ikna edicidir. O, şimdiye
kadar zamansız bir tabana eleştiriye yerleştirme çabasında ve her değişimin ilerlemeyi
gerektirdiğini ima etmesi konusunda şüpheci ve ikna edici olmuştur. Foucault’ın
niyetlendiği gibi içinde bulunduğumuz an (günümüz) rahatsız edildiğinde, araştırmacı
neler yapılması gerektiği konusunda yönergeler sağlamaktan sorumludur. Foucault’ın
politik olarak aktif olduğu sürpriz değildir. Fransa’da ceza sistemini geliştirmek için çok
çalışmıştır. Kendini referans alan bilgi edinmenin güçlü bir adanmışlıkla elden ele
gitmesi araştırmacının harekete geçmesi noktasında gereklidir. Elbette, bu durum,
pragmatistlerin dış dünyayı yansıtmadan çok, bilgi önerileri ve farklılık yaratma
önerileriyle mükemmel bir şekilde aynı çizgidedir.
Notlar
Bu makale, Westermarck Topluluğunun 2004 yılında yapmış olduğu konferansta
bir bildiri konuşması olarak sunulmuştur. Julia Dover, Siman Grimble, Risto Heiskala,
Martin Kusch ve Darin Weinberg’e çeşitli yorum ve önerilerinden dolayı teşekkür
ederim.
Referanslar
Baert, P. (2002) 'Richard Rorty's Pragmatism and the Social Sciences', History of the
Human Sciences 5: 139-49.
Baert, P. (2003) 'Pragmatism versus Sociological Hermeneutics', Current Perspectives in
Social Theory 22: 351-67.
Baert, P. (2004) 'Pragmatism as a Philosophy of Social Science', European Journal of
Social Theory 7: 355-70.
Baert, P. and Turner, B. S. (2004) 'New Pragmatism and Old Europe: The Relationship
between Pragmatist Philosophy and European Social and Political Theory',
European Journal for Social Theory 7: 267-74.
Barnes, B., Bloor, D. and Henry, J. (1996) Scientific Knowledge: A Sociological Analysis.
London: Athlone.
Barrett, M. and Phillips, A. (eds) (1992) Destabilising Theory: Contemporary Feminist
Debates. Cambridge: Polity Press.
Bernstein, R. J. (1986) Philosophical Profiles: Essays in a Pragmatic Mode. Philadelphia,
PA: University of Pennsylvania Press.
Bernstein, R. J. (1991) The New Constellation: The Ethical-Political Horizons of
Modernity/Postmodernity. Cambridge: Polity.
Bhabha, H. (1994) The Location of Culture. New York: Routledge.
Bhaskar, R. (1990) 'Rorty, Realism and the Idea of Freedom', in A. Malachowski (ed.)
Reading Rorty, pp. 198-232. Oxford: Blackwell.
Bhaskar, R. (1998) The Possibility of Naturalism: A Philosophical Critique of the
Contemporary Human Sciences. London: Routledge.
Bowman, G. (1997) 'Identifying versus Identifying with the "Other": Reflections on the
Siting of the Subject in Anthropological Discourse', in A. James, J. Hockey and A.
Dawson (eds) After Writing Culture, pp. 34-50. London: Routledge.
Bulmer, M. (1984) The Chicago School of Sociology: Institutionalisation, Diversity and
the Rise of Sociological Research. Chicago, IL: University of Chicago Press.
Burchell, G., Gordon, D. and Miller, P. (eds) (1991) The Foucault Effect: Studies in
Governmentality. Hemel Hempstead: Harvester Wheatsheaf.
Butler, J. and Scott, J. (eds) (1992) Feminists Theorise the Political London: Routledge.
Clifford, J. (1986) 'Introduction: Partial Truths', in J. Clifford and G. E. Marcus (eds)
Writing Culture: The Poetics and Politics of Ethnography, pp. 1-26. Berkeley:
University of California Press.
Clifford, J. and Marcus, G. E. (eds) (1986) Writing Culture: The Poetics and Politics of
Ethnography. Berkeley: University of California Press.
Collins, H. (1990) Artificial Experts: Social Knowledge and Intelligent Machines.
Cambridge, MA: MIT Press.
Collins, H. and Kusch, M. (1998) The Shape of Actions: What Humans and Machines
Can Do. Cambridge, MA: MIT Press.
Danto, A. (1973) 'Nietzsche's Perspectivism', in R. C. Solomon (ed.) Nietzsche: A
Collection of Critical Essays, pp. 29-57. Notre Dame, IN: University of Notre
Dame Press.
Danziger, K. (1990) Constructing the Subject: Historical Origins of Psychological
Research. Cambridge: Cambridge University Press.
Dewey, J. (1930) The Quest for Certainty: A Study of the Relation of Knowledge and
Action. New York: Minton, Balch.
Dewey, J. (1974) John Dewey on Education: Selected Writings. Chicago, IL: University of
Chicago Press.
254 Patrick Baert / Gültekin Eroğlu
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 257 - 260
1 In La Justice, a periodical edited by Georges Clemenceau, referred to by Elie Kedourie, 'Further Light on
Afghani', Middle Eastern Studies, Vol. 1, No. 2 (1965), p.190.
2 Sylvia G. Haim (ed.), Arab Nationalism: An Anthology (Berkeley, CA, 1962), pp.6-7 and note; Elie
Kedourie, Afghani and 'Abduh: An Essay on Religious Unbelief and Political Activism in Modern Islam
(New York, 1966), pp.6-7 and note; Nikki R. Keddie, 'Biographical Review: Sayyid Jamal al-Din al-
Afghani's First Twenty-seven Years: The Darkest Period', Middle East Journal, Vol. 20, No. 4 (1966),
pp.517-26; idem, An Islamic Response to Imperialism. Political and Religious Writings of Sayyid Jamal
ad-Din 'Al-Afghani' (Berkeley, CA, 1968; new ed. 1983), pp.5-9; idem, Sayyid Jamal ad-Din 'Al-Afghani':
A Political Biography (Berkeley, CA, 1972), pp.vii-viii, 2, 10-11, 427-33; Homa Pakdaman, Djemal-ed-Din
Assad Abadi dit Afghani (Paris, 1969), pp.23-32.
3 Onun Afgan orjinli olduğunu iddia eden son dönem yazarları: Anwar Moazzam, Jamal al-Din al-Afghani,
a Muslim Intellectual (New Delhi, 1984), p.133; Hani Srour, Die Staats- und Gesellschaftstheorie bei
Sayyid Gamaladdin 'Al Afghani' als Beitrag zur Reform der islamischen Gesellschaften in der zweiten
Halfte des 19. Jahrhunderts (Freiburg, 1977), pp. 9-10; Abdul Hakim Tabibi, The Political Struggle of
Sayid Jamal ad-Din Afghani (Kabul, 1977), pp.1, 2, 5, 31 n. 11, and photograph facing p.28.
4 Keddie, Sayyid Jamal ad-Din, pp.7-8. Türkçe yayınlanan bazı materyallere ek olarak, Keddie İstanbul
Başbakanlik Arşivinde Yıldız kategorisinde Afganiyle ilgili bir doküman buldu: ibid., pp. viii, 384-85. O
bu dökümanı İngilizce çalışmasında da verdi, pp.444- 7. Bu döküman Yıldız kategorisi kayıtlarında 14.
Kısım, evrak 1103, zarf 126, karton 9 olarak yer alır. Onun değeri aynı tür kayıt listelerinden daha az de-
ğildir, en azından Afgani ile ilgili bir başka doküman daha vardır: Kısım 18, evrak 553/586, zarf 93, karton
38. Bu kayıtta1871’de Afganî’nin İstanbul’dan kovulması ile ilgili bir muhtıra yer alır – Sultan Mahmut
Türbesinin yanında Valide Mektebinde bir konuşmasında Peygamberlikten bir sanat olarak bahsetmesi.
Cevdet Paşa’nın yazıları arasında olan bu dökümanı ben görmedim. Yıldız kategorisinde ya da Başba-
kanlık Arşivi’nin diğer kategorilerinde Afganiyle ilgili daha başka kataloglanmış ya da katologlanmamış
çok değerli dökümanlar da olabilir.
258 Roderic H. Davison / Safa Duman
Afgani’nin ölümünden kısa bir süre sonra 1897-1898 de yayınlanan küçük bir
Türkçe kanıt parçası öyle gözüküyor ki modern bilim adamların dikkatinden kaçmıştır.
Bu (kanıt parçası), Mehmet Süreyya tarafından hazırlanmış 2400 sayfadan fazla
biyografik bir sözlük olan Sicill-i Osmani’de Cemaleddinle ilgili bir kayıttır. Bu kayıdın
tamamı aşağıdaki gibidir:
Afgani’nin İran asıllı olmasının basit bir mesele olarak ifade edilmesi dikkat
çekici bir noktadır. Muhtemelen bu, onlardan birinin de Mehmet Süreyya olduğu,
Osmanlı memurları arasında maruz kalınan görüşü yansıtıyordu. Orta dereceyi işgal
eden Osmanlı bürokratlarından birinin oğlu olan mehmed Süreyya kendi başına eğitim
bakanlığında çeşitli pozisyonlar işgal ederek bürokratik bir kariyer izledi. Sicill-i
Osmani’yi yayınladığı zaman, o Halk Eğitim Konseyinin bir üyesiydi.6 Hayatının son
yıllarında İstanbul’da olmasına rağmen, Cemalledin hala bir Afganlı7 olduğu iddia edi-
yordu. Onun İran kökenli olduğu Afganî’nin muhaliflerinden güçlü Şeyh Ebu’l Huda ve
aynı zamanda açıkça Osmanlı polisi tarafından keşfedildi.8 Mehmed Süreyya’nın yalın
açıklaması, öldüğü zaman Cemaleddin’in, takma adı kökenine işaret etmeyen bir İranlı
olduğu Osmanlı bürokratları tarafından bilindiğini gösteriyor.
5 Mehmed Sureyya, Sicill-i Osmani, yahud tezkere-i meahir-i osmaniye (4 vols.; Istan-bul, Matbaa-i Amire,
1308/1890-91-1319/1897-98; Westmead, Eng., Gregg Inter-national Publishers, 1971), Vol. 4, p.850.
6 Ibrahim Alaettin Govsa, Turk Meşhurlari Ansiklopedisi (Istanbul, 1946), p.361; Franz Babinger, Osmanlı
8 Albert Hourani, Arabic Thought in the Liberal Age (London, 1962), p. 108; Keddie, Sayyid Jamal ad-Din,
p.383; Pakdaman, Djamal-ed-Din, p.187. İstanbul’daki İran elçisi, elbette, Afgani’nin İranlı olduğunda ıs-
rar etti ve Nasreddin Şah suikastından dolayı suçlunun iadesini istedi..
Yahya mezarlığında olduğunu belirtmiştir.9 Abdul Hakim Tabibi şeyh mezarlığı olarak
adlandırmıştır.10 Elie Kedourie Charles R. Crane’nin Afgani’nin mezarını bulma ve yeni-
leme çabalarını komik buluyor; Keourie’nin doğru mezarı kesin olarak bulduğundan
emin değildir.11 Mehmed Süreyya onun ölümünden sonraki yıl içerisinde, Afgani’nin
nerde öldüğünü yazdığından beri, onun şeyh mezarlığında gömülü olduğu doğru olabi-
lir. Nişantaşı, Beşiktaş bölgesinde, Altın Boynuz’un kuzeyinde İstanbul’un varoşlarında
bir alandır
Neden, çok iyi bilinen bu başvuru kaynağı olan kayıt çağdai bilim adamları
tarafından hiç alıntılanmamıştır? Bunun nedeni şüphesiz Cemaleddin Afgani isminin bu
dört ciltlik eserin, doğru alfabetik yerinde görünmüyor olmasıdır. Mehmed Süreyya’nın
Cemaleddin Afganî’nin yaşamı süresince tamamladığı Sicill-i Osmani’nin ana yapısında
hayatta olan hiç bir kimse yer almamıştır. Cemaleddin sadece 4. Cildin sonunda “Baskı
ve Üretim Sırasında Meydana Gelen Ölümler” başlığı altında alfabetik bir ekte görü-
nür.14 Franz Babinger, 1927’de yayınladığı “Osmanlı Tarih Yazarları Ve Eserleri” kita-
bında Sicill-i Osmani açıklamasında bu bölümü fark etmiştir, fakat bu çok az dikkat
çekmiştir.15
12 Pakdaman, Djamal-ed-Din, p.27, from A. Mahdavi and I. Afshar, Documents inedits concernant le Sayyid
15 Leipzig, 1927. Orijinal çalışmaya ulaşamadım. Türkçe çevrisi, Osmanli Tarih Yazarlari, p.420’ye bakın.
Babinger Sicill-i Osmani’deki hatalar konusunda uyarıda bulundu, buna rağmen yine de ona çok büyük
değer verdi.
260 Roderic H. Davison / Safa Duman
Jön Türk İhtilaline kadar yayınlanmamış olarak kaldı.16 Daha uzun bir Afgani biyografisi
aynı yıl 1897’de Corci Zeydan tarafından Hilal mecmuasında yayınlandı ve daha sonra
onun biyografik sözlüğü olan Meşahirü’lş-Şark ondan çok daha büyük dikkat çekti.17
Nikki Keddie’nin dikkat çektiği üzere, Sünni ülke yazarlar Cemaleddin’in Afgan
orjinli olduğunda ısrar etme eğilimindedirler.18 Mehmet Süreyya bunlardan biri
değildir. Ve muhtemelen onun yazdığı biyografik kayıt, Afgani’nin öldüğü zamanda
İstanbul’daki Osmanlı elitleri arasındaki anlayışı yansıtır.
16 Govsa, Turk Meşhurlari, p.361. Govsa Mehmed Sureyya’nın 1908’de öldüğüne dikkat çeker ve bu sebeple
ne yazık ki yayınlamaya uygun materyallere sahip olmadığını belirtir. Babinger onun ölüm tarihini 12
Ocak 1909 olarak verir
17 al-Hilal 5 (1897), pp.S61-71, cited in Keddie, Sayyid Jamal ad-Din, p.S and n. 3. See also Keddie, An Islamic
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 261 - 274
Özet
Bu makale, halk arasında yanlış olarak kullanılan ancak doğru kullanıldığı
sanılan kelimelere dikkat çekmesi açısından önemlidir. Çalışmanın yazarı olan
Kemâlpaşa-zâde Şemseddin Ahmed [İbn Kemâl]’in 1468’de doğduğu ve 1535’te
öldüğü düşünülürse, çalışmada dikkat çekilen kelimelerin günümüzde de hâlâ
kullanımda olması hayli dikkat çekicidir.
Anahtar Kelimeler: Galat, İbn Kemâl, Osmanlı, Edebiyat, Dil
Abstract
This article is important to attract attention, among the people believed to
have been wrong but with the right words are used. If considere that Kemalpasa-
zade Shamsuddin Ahmed [Ibn Kemal] who is the author of this study, was born in
1468 and died in 1535, the words used in this study is still in use today have taken
care of quite remarkable words.
Keywords: Galat, Ibn Kemal, Ottoman, Literature, Language
Çalışma Hakkında
Âyine-i Zürefâ yazarı Mehmed Cemâleddin’in, Şeyhulislâm İbn Kemâl (1468-
1535) hakkında verdiği bilgiler şöyle: ‘Mevlânâ-yı müşârün ileyh rahmetullâhi aleyh, huld
âşiyân Sultan Selîm Hân-ı Evvel hazretlerinin asrı meşâhîr-i ulemâsından Ahmed Şemseddin
Efendi’dir ki; pederleri Kemâlpaşa-zâde Süleymân Bey’dir. Müşârün ileyh Kemâl Paşa, Mevlânâ-
yı müşârün ileyhin cedd-i emcedleri ise de ceddine nispetle şöhret bulmuştur. Fâzıl-ı müşârün
ileyhin âmme-i ulûmda taammuku ve kâffe-i fünûnda tefevvuku, âsâr-ı celîlesinden malum u
meczûmdur. Bir fen yoktur ki onda mahareti olmaya ve envâ-i tasarrufât ve ihtirâ etmeğe yol
bulmaya. Fezleketü’-kelâm cümle telifâtı ser-âmed ü mümtâz olmuş ve müdevven kitâb veyâ
risâle olarak yazmadığı fen az kalmıştır.’1
Neticede denilebilir ki; İbn Kemâl’in uğraşmadığı hiçbir ilim dalı kalmamıştır.
Fakat kendisini bize tanıtan en önemli eseri, II. Bâyezid’in emriyle yazdığı Tevârih-i Âl-i
Osmân isimli eseridir ve onun da bir kısmı günümüze kadar gelmiştir. Meselâ
Kemâlpaşa-zâde Şemseddin Ahmed’in bu eserinin Orhân Gazi’nin saltanat dönemini
kapsayan II. Defteri’nden bugün için 3 nüsha bilinmektedir. Ancak bunlar da kopya
nüshalardır.3
2 Franz Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çvr: Coşkun Üçok, Ankara 1982, s. 68
3 İbn Kemâl’in bu eserinin I, II, IV, VII, VIII ve X. Defterleri lâtin harflerine çevrilmiştir. Örnek için bkz: İbn-i
Kemâl, Tevârih-i Âl-i Osmân, II. Defter, Hzr: Şerâfettin Turan, Ankara 1983
4 Sözlük için bkz: Ebû Nasr İsmâil İbn-i Hammâdu’l-Cevherî el-Fârâbî, es-Sıhah Tâcü’l-luga ve sıhahi’l-
Arabiyye, Thk: Şihâbüddin Ebû Amr, Beyrut 1998
GALATÂTU’L-‘AVÂM
İbn Kemâl
İstanbul
Âlem Matbaası Ahmed İhsân ve şürekâsı
1311
264 İbn Kemal / Yrd. Doç. Dr. Cahit Külekçi
Faslu’l- Elif
ﺍﺑﺎﻕ: [İbâk] Ekser nâs, [ ﺗﺎtâ] ilâve ederek [ ﺍﺑﺎﻗﺔibâka] okudukları [ ﺍﻓﺎﻗﺔifâka] lafzı
gibi [ ﺍﻓﻌﺎﻝif’âl] bâbından olub [ ﺍﻋﻼﻝi’lâl] tağyîr6 etmiş zannıyla [ ﺍﺑﺎﻗﺔibâka] okumaları
sahîh değildir. Zira mezkûr ﺍﺑﺎﻕlafzı sülâsî bâbından ve hemzesi hemze-i aslıyyeden
olduğu sâhib-i Sıhâh ‘ ’ﺍﺑﻖ ﺍﻟﻌﺒﺪ ﻳﺄﺑﻖ ﺑﻜﺴﺮ ﺍﻟﺒﺎء ﺍﯼ ﺷﺮﺩibâresiyle tasrîh7 eylemiştir.
ﺍﺑﯽ ﺍﻳﻮﺏ: [Ebî Eyyûb] Lafz-ı mezkûr Hâlid b. Zeyd el-Ensârî el-Hazrecî (ra)’nin
künyesi olup ekser nâsın ismi zannıyla yalnız [ ﺍﻳﻮﺏEyyûb] demeleri sahîh değildir.8
ﺍﻧﺎ ﻧﻴﺔ: [Enâniyet] Lafz-ı mezkûr lugât ve ıstılâh-ı Arab’da olmayıp mahz-ı cühelâ
îcâdıdır.10
5 Çalışmanın kim tarafından terceme edildiği bilgisine ulaşamadık ancak çalışmanın kapağında yer alan
mühürde Mehmed Tevfîk ismi okunmaktadır. Risâleyi Mehmed Tevfîk mi Arapça’dan terceme etmiştir
yoksa Mehmed Tevfîk sadece yayıncı mıdır, bu konuda malûmâtımız bulunmamaktadır.
6 İ’lâl Arapça’da illet harflerinden olan elif, vâv ya da ye harfinin değişmesine denir.
7 Tasrîh: Açık açık anlatmak.
8 Ancak burada biz de İbn-i Kemâl’in neden ‘Ebî’ kelimesini mecrûr okuduğunu anlayamadık. Arapça
kâidelere göre ‘Ebû’ olması gerekirdi.
9 Ünsâ, inâs kelimesinin çoğuludur. Burada kast edilen her halde ‘halk’ anlamına gelen ‘ünâs’ın ‘kızlar’
anlamına gelen inâs kelimesi ile karıştırılmamasıdır. Zira aynı kelimenin karşıtı, erkekler manasında
‘zikâr’ kullanılmaktadır ve her ikisi de aynı vezinde gelmektedir.
Faslu’l-Bâ
ﺑﺮﻳﺔ: [Beriyye] [ ﻳﺎyâ]’nın teşdîdiyle [ ﺻﺤﺮﺍsahrâ] manasına cem’î [ ﺑﺮﺍﺭﺍberârâ]
gelir. Nâsın tahfîfi galattır. Zira tahfîf-i [ ﻳﺎyâ] ile lafz-ı [ ﺑﺮﻳﺔberiyye], [ ﺍﻓﻌﺎﻝif’al]’den olarak
mastardır. Ḥalk etmek manasınadır: ﺑﺮﺃ ﷲ ﺍﻟﺨﻠﻖgibi. Ve cem’î [ ﺑﺮﺍﻳﺎ ﻭ ﺑﺮﺍﻳﺎﺕberâyâ ve
berâyât] gelir.
ﺑﺸﺎﺭە: [Beşâre] [ ﺑﺎbâ]’nın fethiyle cemâl manasınadır. Ekser nâsın büşrâdan isim
olarak müjde manasına olan [ ﺑﺎbâ]’nın kesriyle bişâreyi12 meftûh okumaları galattır.
ﺍﺑﻦ: [İbn] Alemeyn beyninde vâkî’ olan lafz-ı mezkûrun hemzesini kitâbetten
hazfettikleri gibi alem-i evvelin âhirini sükûn üzre vakfedip meselâ Ahmed bin Mahmûd
oldukları hatadır.16
10 Günümüzde çokça kullanılan bu kelimenin, Arapça’da ‘ben’ anlamına gelen ve birinci tekil şahıs zamiri
olan ‘ene’den türetildiği düşünülmektedir. Ancak İbn-i Kemâl, bunun böyle olmadığını, kelimenin Arap-
ça ile her hangi bir münasebetinin bulunmadığını ifade etmektedir.
11 Hemzenin fethiyle okunursa kelime günümüzde de kullanılan ve salon, teras gibi anlamlara gelen ‘eyvân’
şekline dönüşecektir. İbn-i Kemâl, bu kelimenin ‘eyvân’ şeklinde okunmasının hata olduğunu söylemek-
tedir.
12 Bişâre de sevindirici haber, müjde demektir.
13 Şayet ‘bekam’ şeklinde okunursa kelimenin anlamında da bir yumuşama meydana gelmektedir ve vurgu
kaybolmaktadır. Zira ‘bekkam’ çokça isteyen, arzulayan’ demektir.
14 Arapça’da ‘bikr’ kelimesi ile karşılanan bu tâbirin müennes, ism-i fâil şekline getirilmesi uygun değildir.
Zira aşağıda ‘seyyib’ kelimesinin açıklamasında bu hususa da işaret vardır.
15 Oysa günümüzde ‘billur’ kelimesi, yanlış da olsa, oldukça sık kullanılmaktadır.
16 ‘İbn’ kelimesi iki isim arasında bulunmaktadır. Kelimenin başında bulunan elif harfinin düşürülmesi
Arapça kâidelere aykırı olduğu gibi isimlerin sonuna cezm koymak da kâidelere aykırıdır. İbn-i Kemâl,
bu durumu örneklendirmek istemektedir. Buna göre doğrusu Ahmedü-bnü Mahmûd şeklinde seslendi-
rilmelidir.
266 İbn Kemal / Yrd. Doç. Dr. Cahit Külekçi
lafz-ı mezkûru lügat-ı Arabî zannıyla [ ﺍﺑﻦ ﻳﺎﻣﻦibn-i Yâmin] okudukları hatadır. Ammâ ﺍﺑﻦ
[ ﻳﺎﻣﻦibn-i Yâmin] Bahreyn’de bir tacirin ismi olup manası [ ﻳﺎﻣﻦYâmin] ile müsemmâ bir
racülün oğlu demek olup zira [ ﻳﺎﻣﻦYâmin] ve ﻳﺎﺳﺮ [Yâsir] esmâ-i meşhûredendir.
Peygamber müşârun ileyhin biraderi ismi değildir.17
Faslu’t-Tâ
ﺗﺮﺟﻤﻪ: [Terceme] [ ﺝcîm]’in fethiyle [ ﻓﻌﻠﻠﻪfa’lele] vezninde [ ﺗﺮﺟﻢ – ﻳﺘﺮﺟﻢterceme-
yütercimu] dan masdar olup [ ﺗﺮﺟﻤﻪ – ﻓﺴﺮەtercemehû – fesserehû] manasınadır. [ ﺝCîm]’in
zammıyla hatadır.18
ﻣﺘﺮﻭﻙ: [Metrûk] Bir kimse ilmi ve yâhut gayrı şeyi terk ettiği halde ism-i fâil
olarak [ ﺗﺎﺭﻙtârik] demek lazım gelecek iken ism-i mef’ûl olarak nâsın [ ﻣﺘﺮﻭﻙmetrûk]
telaffuzları hatadır.19
Faslu’s-Se
ﺛﻘﻞ: [Sikal] [ ﻋﻨﺐanebe] vezninde [ ﺣﻔﺖheft]’in zıddıdır. Nâsın [ ﻕkâf]’ın
sükûnuyla telaffuzu hatadır. Zira lafz-ı mezkûr [ ﺛﻘﻞsakale]’nin ismi ve [ ﺍﺛﻘﺎﻝeskâlin]
müfredi olup [ ﺣﻤﻞhamile] [ ﺍﺣﻤﺎﻝahmâl]’ın müfredi olduğu gibi.20
ﺛﻴﺐ: [Seyyib] Lafz-ı mezkûr müzekker için olmak zann-ı fâsidiyle tefrîk için
alâmet-i te’nîs olan [ ﺓte] ilâve ederek [ ﺛﻴﺒﺔseyyibe] demekleri hatadır. Zira lafz-ı mezkûr
ancak bikri izâle olunmuş nisâya alem olup racülün bikr ve seyyib hâlâtından vâreste
olduğu âşikârdır.21
17 ‘Bünyâmîn’ ismi Arapça bir isim değildir. Ancak İbn-i Kemâl, bu ismin Arapça kâidelere göre okundu-
ğundan ve böylece kelimenin ‘Yâmîn’in oğlu anlamına geldiğinden bahsetmektedir.
18 Günümüzde oldukça sık kullanılan kelimelerden birisi de ‘tercüme’ kelimesidir ki İbn-i Kemâl kelimenin
‘terceme’ şeklinde okunması gerektiğini ifade etmektedir.
19 Fakat burada şu hususu vurgulamak istiyoruz; İbn-i Kemâl ‘metrûk’ kelimesinde olduğu gibi bu risâlede
söz konusu edilen her kelimenin yanlış olduğunu iddia etmemektedir. ‘Metrûk’ kelimesinin, ölümünden
sonra geride kalanlara bir şey bırakan kimse anlamında kullanılmasının yanlış olduğundan bahsetmek-
tedir. Aksi halde ‘metrûk’ kelimesi de ‘bırakılan şey’ anlamında doğrudur.
20 ‘Sikal’ ya da ‘sekal’, ağır olan şey demektir. Ancak ‘sakl’ şeklinde okunursa ‘törpülemek’ olur ki bu da
anlam kaybına yol açar.
21 Yukarıda geçen ‘bâkire’ kelimesini de bu çerçevede anlamak mümkündür.
Faslu’l-Cîm
ﺟﻤﺎﺩﯼ ﺍﻻﻭﻟﯽ ﻭ ﺍﻻﺧﺮﯼ: [Cumâde’l-Ûlâ ve’l-Uhrâ] Dâl-i mühmele22 meftûhe ile ﺣﺒﺎﺭﯼ
[hubârâ] veznindedir. Avâmın üç tahrifâtı olup evvelkisi dâl-i mühmeleyi mu’cemeye
kalb ikincisi fethayı kesreye tebdîl üçüncüsü te’nîsi tezkîr edip cemâziye’l-evvel ve
cemâziye’l âhir demekleri hatadır. Sahîhi ahîra yâhut uhrâdır. Rebîu’l-ûlâ ve rebîu’l-
uhrâ dahî bu kıyas üzredir.23
Faslu’l-Hâ
ﺍﻟﺤﺒﺎﺏ: [el-Hubâb] Zamm-ı [ ﺣﺎhâ] ile ahbâb manasınadır. Avâmın su üzerinde
peydâ olup kabaracak manasına olan feth-i [ ﺣﺎhâ] ile [ ﺣﺒﺎﺏhabâb] mevkîinde aksi üzre
teleffuzları galattır.
ﻣﺤﺒﺖ: [Mehabbet] [ ﻡmîm]’in fethiyle mastar olup [ ﺣﺐhub] manasına iken bazıları
[ ﻡmîm]’i mazmûm söylemeleri hatadır.24
Faslu’l-Hı
ﺍﻟﺨﺠﻞ: [el-Hacl] [ ﻛﺘﻒketf] vezninde hayâ sebebiyle mütehayyir ve medhûş mana-
sına olup bazıların [ ﻳﺎyâ] ziyâdesiyle [ ﺧﺠﻴﻞhacîl] ve yahut [ ﺧﺠﺎﻟﻪhacâle] demekleri
ﺧﺸﻦ: [Haşn] Kezâlik [ ﻛﺘﻒketf] vezninde [ ﺳﻬﻞsehl] bâbında mastar olup nâsın ﻳﺎ
[yâ] ilâvesi huşûnet-i tabi’dendir.
ﺧﻴﺰﺭﺍﻥ: [Hayzerân] Feth-i [ ﺣﺎhâ] ve sükûn-u [ ﻳﺎyâ] ve kesr-i [ ﺯﺍzâ] ile diyâr-ı
Hind’de mütekevvin bir şecerin ismi olup [ ﻫﺰﺭﺍﻥhezarân] tasarruf etmeleri âmmîdir.
Faslu’d-Dâl
ﺩﻋﺎﻭﯼ: [Deâvâ] [ ﺻﺤﺎﺭﯼsahârâ] vezninde da’vânın cem’idir. [ ﻭvâv]’ın kesriyle
hatadır.28
ﺩﻳﺎﻧﺖ: [Diyânet] Lafz-ı mezkûr ma’rûf olup bazıların [ ﻥnûn]’u takdimiyle ﺩﻧﺎﻳﺖ
[dinâyet] okumaları cehlden kinâyettir.
Faslu’z-Zâl
ﺍﺫﻋﺎﻥ: [İz’ân] [ ﺍﻧﻘﻴﺎﺩinkiyâd] ve [ ﺧﻀﻮﻉhudu‘] manasına olup iz’ân [ ﺍﻟﻨﻔﺲ ﻟﻠﺸﺊen-
Nefsü li’ş-şeyi] yani nefsin ol şeyi kabulü ve ona inkiyâdı demektir. Lakin nâsın lafz-ı
mezkûru [ ﺍﻓﻬﺎﻡifhâm] manasına isti’malleri vâhî olup manayı idrâk eden iz’ân eder.30
Faslu’r-Râ
ﻣﺮﺗﺒﻂ: [Mürtebet] İsm-i fâil olarak ‘Fülân mürtebit bi-kezâ’ demek galattır. Zira
ﺭﻕ: [Rikk] [ ﺭrâ]’nın kesriyle mastar olarak ubudiyet manasınadır. Nâsın ﺭﻗﺒﻪ
[rakabe, rukbe, rakkabe] demekleri fâhiş hatâdır.
Faslu’z-Ze
ﺯﻋﻴﻢ: [Zaîm] [ ﻛﻔﻴﻞkefîl] manasına ve [ ﺍﻧﺎﺑﻪ ﺯﻋﻴﻢinâbe zaîm] âyet-i kerîmede olduğu
gibi seyyid ve reîs manasına dahî gelir lâkin nâsın [ ﺯﻋﻢzea‘m] ve ﺣﺴﺒﺎﻥ [husbân]
manasına isti’malleri zea‘m-ı fâsidlerine mebnîdir.
ﻣﺰﻳﺪ: [Mezîd] Lafz-ı mezkûr kelâm-ı Arab’da aslı olmayıp sahîhi [ ﺯﺍﺩ – ﻳﺰﻳﺪzâde-
yezîdu]’dan lâzım ile müteaddî beyninde müşterek olarak [ ﺯﺍﺩ ﺍﻟﺸﺊ ﻭ ﺯﺍﺩﻩ ﻏﻴﺮەzâde’ş-şeyi
ve zâdehû gayrehû] derler. Ammâ nâsın [ ﻣﺰﻳﺪ ﺍﻟﺒﻠﻐﻢmezîdu’l-balgam] yani balgamın
ziyâde manası muradları cehlin ziyâdeliğidir.
Faslu’s-Sîn
ﺳﺒﻖ: [Sebk] [ ﺿﺮﺏdarabe] bâbından [ ﺳﺒﻖsebaka]’nın masdarıdır. Nâsın [ ﺗﺎtâ]
ilâvesiyle masdar olacağı zeam-ı fâsidleriyle [ ﺳﺒﻘﺖsebkat] isti‘malleri hatadır.
31 Müteaddî: Geçişli.
32 Musarrah: Açıklanmış.
33 İtyân: Delil getirme.
270 İbn Kemal / Yrd. Doç. Dr. Cahit Külekçi
ﺳﺤﻮﺭ: [Sahûr] [ ﺱsîn]’in fethiyle isim [ ﻟﻤﺎ ﻳﺘﺴﺤﺮlemmâ yetesahhar] vaktinde icrâ
olunacak şeyin ismidir. Sabah vakti açılan şaraba [ ﺻﺒﻮﺡsabûh] ve akşam vakti açılan
şaraba [ ﻏﺒﻮﻕgabûk] denildiği gibi [ ﺱsîn]’in zammıyla meşhûr olan hatadır.
ﺗﺴﻠﯽ: [Tesellî] Kesr-i [ ﻝlâm] ile [ ﺗﻔﻌﻠﯽtefa’lâ] vezninde olan tesellâdan mastardır.
ﻣﺴﻠﻤﺔ: [Müslime] [ ﻝlâm]’ın kesriyle meşhur kezzâbın ismi36 olup [ ﻝlâm]’ın fethiy-
le iddia eden ondan ziyâde kâzibdir.
Faslu’ş-Şîn
ﺷﺒﺎﻫﺔ: [Şibâhe] Lafz-ı mezkûr isti’mâl olunmakta ise de hiç aslı yoktur. Sahîhi
[ﺵşîn]’in ve [ ﺑﺎbâ]’nın fethalarıyla [ ﺷﺒﻪşebbehe]’dir.
ﺷﻜﻞ: [Şekl] Bazıların [ ﺷﺎﻛﻞşâkil] okuyup ziyâde ettikleri [ ﺍelif] eşrâfdan meşrûf
olmalı.
Faslu’s-Sâd
ﻣﺼﺮﻑ: [Masrif] [ ﺭrâ]’nın kesriyle [ ﺿﺮﺏdarabe] bâbından olup [ ﺭrâ]’nın fethiyle
lahndır.38
34 Arapça’da sıfat-mevsûf uyumu söz konusudur. Ancak gayr-ı âkillerin mevsûfu müfred ve müennes gel-
melidir. Meselâ doğrusu el- Hakku’s-Sâbıka değil, el-Hukûku’s-Sâbıka’dır.
35 Münkâd: Boyun eğme, itaat etme.
36 Kezzâbdan kasıt Müseylime’dir. Bu ismi Müseylemetü’l-Kezzâb şeklinde okumak hatadır.
37 Nakîbu’l-Eşref, şeklinde okunmaması gerektiğine işaret olunmaktadır.
38 ‘Masrif ya da musarrif’ kelimesinin günümüzde kullanıldığı gibi ‘masraf’ şeklinde okunması hatadır.
39 Burada geçen kelimenin Arap harfleri ile yazımı ﺳﺒﻘﺖşeklindedir. Hâlbuki İbn-i Kemâl, yukarıda ‘sebk’
kelimesini açıklarken ‘sebk’ kelimesine te ‘ ’ﺕilâve ederek ‘sebkat’ şeklinde okunmasının hata olduğunu
söylemişti!
40 İhtirâ’: İcâd.
Faslu’z-Zâ
ﻣﻈﻠﻤﺔ: [Muzlemeten] [ ﻣﺤﻤﺪﺓMuhammedeten] vezninde [ ﻅﻠﻢzaleme]’nin mastarıdır.
[ ﻅﻠﻤﺔzalimeten] ve [ ﻅﻠﻤﻪzalimehû] gibi kesr-i [ ﻝlâm] ile Sıhâh’da mezkûr olup nâs ﻝ
[lâm]’ın fethiyle [ ﺿﺮﺏ ﺍﻟﻴﺘﻴﻢ ﻣﻈﻠﻤﺔdarabe el-yetîme muzlemeten] demekleri hatadır.
ﻅﻼﻡ: [Zılâm] [ ﺳﻬﺎﺏsihâb] vezninde gecenin evveli yâhud nûrun gitmesi manasına
bazısının zam ile okuması zulmet-i cehldendir.
Faslu’l-Ayn
ﻣﻌﺠﺐ: [Mu’ceb] [ ﺝcîm]’in fethiyledir. [ ﺍﻋﺠﺐ ﺑﻨﻔﺴﻪ ﻭ ﺑﺮﺃﻳﻪA’cebe bi-nefsihi ve bi
ra’yihi] fâili tesmiye olunmayarak geldiği Sıhah’ta musarrahtır. Nâs beyninde kesreyle
şuyûuna taaccüb olunur.41
ﻣﻌﺪﻥ: [Ma’den] Kesr-i [ ﺩdâl] ile cevâhirin münbetidir. Ve ‘[ ﻋﺪﻥadene] bâbında
[ ﻳﻌﺪﻥya’dünü] kesr-i [ ﺩdâl] ile ikâmet etti demek olup hatta Cennât-ı Adn bu kabîlden
olup yani cennât ikâme demektir. Ve [ ﻣﻌﺪﻥ ﺍﻟﺸﺊma’denü’ş-şey] bir şeyin merkezi ve
mevzisi demek olduğu Sıhah’ta mezkûrdur.
ﻣﻌﻀﻞ: [Mudil] Lafzen ve manen [ ﻣﺸﻜﻞmüşkil] vezninde olup nâsın feth ile
okumaları lahn kapısını feth etmektir.
ﻋﻠﻨﻴﺎ: [‘Aleniyyen] Lafz-ı mezkûr her ne kadar şuyû’ bulmuş ise de sahîhi ﻋﻠﻨﻴﻪ
[‘aleniye]’dir.
ﻋﻴﺎﻥ: [Iyân] [ ﻉayn]’ın kesriyle masdardır. [ ﻋﻴﻦ ﺍﻟﺸﺊ ﻋﻴﺎﻧﺎAynu’ş-şeyi ‘ıyânen] Yani
göz ile görmek demektir. Nâsın feth-i [ ﻉayn] ile okuyup42 mana-yı mezkûru muradları
hatadır. Zira [ ﻉayn]’ın fethiyle [ ﻋﺎﻥân]’dan mastar ve [ ﺳﻠﻴﺎﻥsalyân] manasına olup ﻋﺎﻥ
‘[ﺍﻟﻤﺎءânu’l-mâ] su aktı, demektir.
ﺍﻟﻌﻴﺶ: [el-Ayş] [ ﻉayn]’ın fethiyle hayat manasına olup [ ﻉayn]’ın kesriyle43 şuyû’
bulduğu üzre hatadır. Zira meksûr olduğu halde [ ﻳﺎyâ]’yı ityân edip [ ﻋﻴﺸﺔAyşe] telaffuz
Faslu’l-Ğayn
ﻏﺬﺍ: [Ğızâ] [ ﺫzâl]-ı mu’ceme ile [ ﻛﺴﺎءkisâ] vezninde neşv ü kıvâma bâis olan şey
manasına me’kûlât ve meşrûbât gibi ammâ nâsın [ ﺫzâl]-ı mühmele ile ‘ışânın zıddı olan
ğadâ zann-ı fâsidelerinden iki üç galat vardır. Biri [ ﺩdâl]-ı mühmele ve biri dahi hazf-ı
med ve biri dahi ğıdâ ve ‘ışâ sabah ve akşam vakitlerine mahsûs taâm olup hâlbuki ﻏﺬﺍ
[ğızâ] sâlifü’z-zikr44 mutlak taâm ve şarâb manasınadır.
Faslu’l-Fâ
ﻓﺮﺍﻏﺔ: [Fereğa] [ ﺗﺎtâ] ile isti’mâl olunduğu üzre galat-ı mahzdır. Zira ﻓﺮﺍﻍ
[ferâğ]’dan mastarı [ ﻓﺮﻭﻍfürûğ] ve [ ﻓﺮﺍﻍfirâğ] geldiği kâmûs ve Sıhah’ta musarrahtır.
ﺍﻓﻌﯽ: [Ef‘â] [ ﺍﻋﻤﯽa’mâ] veznindedir. Lakin nâsın [ ﻉayn]’ı kesr okumaları garîbdir.
ﻓﻼﻛﺔ: [Felâket] Lafz-ı mezkûr kelâm-ı Arab ve Fâris’te olmayıp ancak cühelânın
ihtirâından olarak güyâ lafz-ı mezkûru [ ﻓﻠﻚfelek]’ten müştâk45 ederek yani felek şiddet
isabet ettirilmiş murâd-ı fâsidleri ve hâl-i dıykta46 istimalleri mudhikâttandır.47
Faslu’l-Kâf
ﻗﻮﺍﺑﻞ: [Kavâbil] [ ﻗﺎﺑﻠﻪkâbile]’nin cemîdir. Zirâ sıfatta [ ﻓﺎﻋﻠﺔfâile]’nin cemî ﻓﻮﺍﻋﻞ
[fevâil]’dir. [ ﻓﺎﺭﺱFâris]’in cemî [ ﺍﻓﺎﺭﺱefâris]’ten mâ adâ nâsın [ ﻗﺎﺑﻞkâbil]’in cemîde
isti’malleri hatadır.
ﻗﺎﺑﻴﻞ: [Kâbîl] Kezâ [ ﻫﺎﺑﻴﻞHâbîl] [ ﻓﺎﻋﻴﻞfâîl] vezninde Âdem (AS)’in veledleri olup
hâlbuki nâsın [ ﻳﺎyâ]’nın hazfiyle hata ederler.48
ﺗﻔﺎﺿﯽ: [Tefâdî] [ ﺗﻔﺎﻋﻞtefâül] bâbından masdardır. Ekser avâm zikri mürûr eden
[ ﺗﺴﻠﯽteselli]’nin [ ﻝlâm]’ını meftûh okudukları gibi hata ederler.
ﻗﻮﻟﻨﺞ: [Kûlinç] [ ﻝlâm]’ın kesriyledir.51 Nâsın arka ağrısında isti’malleri galat olup
lafz-ı mezkûr bir müellem maraz-ı ma’neviyedir.
ﻗﻨﺪﻳﻞ: [Kındîl] [ ﻕkâf]’ın kesriyle [ ﻓﻌﻠﻴﻞfi’lîl] vezninde marûf olup feth ile lahndır.52
Faslu’l-Kef
Faslu’l-Lâm
ﻟﻜﻨﻪ: [Lükene-Lekene] [ ﻝlâm]’ın zammıyla ‘acem yani lisan tutukluğu manasına
olup bazı avâmın [ ﻝlâm]’ı [ ﺭrâ]’ya tebdîl etmeleri hatadır.
Faslu’l-Mîm
ﻣﻌﺪﺓ: [Mide] [ ﻳﺎyâ] ziyâdesiyle [ ﻣﻌﻴﺪەmaîde] okumaklarında lahn ederler.53
Faslu’n-Nûn
ﻣﻨﺒﺮ: [Minber] [ ﻡmîm]’in kesriyledir. [ ﺭﻓﻊref’] manasına ve [ ﻧﺒﺮ ﺍﻟﺸﺊnebrü’ş-şeyi],
şeyin yüksekleri demek olduğu kâmûsta musarrahtır.
ﻧﺰﻝ: [Nüzül-Nüzl] Zammeteyn yâhut sükûn ile [ ﻧﺰﻳﻞnezîl] yani misâfir için
hazırlanan taâm manasına olup hâlbuki avâmın [ ﻭvâv] ziyâdesiyle [ ﻫﺒﻮﻁhebût],
[ﺣﻠﻮﻝhulûl] manasına olan [ ﻧﺰﻭﻝnüzûl] demekleri galattır.
ﻧﻘﺮﺱ: [Nikris] Ekser ayak parmaklarına ârız olur bir illettir. Ammâ avâmın
[ﺣﻜﻴﻢhakîm], [ ﺣﺎﺫﻕhâzik] manasına olan [ ﻳﺎyâ] ile [ ﻧﻘﺮﻳﺲnikrîs] okumakları mezkûr
mana-yı murâdları illet-i cehldendir.
ﻋﺮﻕ ﺍﻟﻨﺴﺎء: [‘Araku’n-Nisâ] Feth ve kasr ile bir illet-i âdîdir. Nâsın kesr ve med ile
söylemeleri hatadır.
Kaynakça
Ali ibn-i İsmâil ibn-i Sîde, el- Muhkem ve’l-Muhîtu’l-A’zam fi’l-Luga, Thk: Abdu’s-
settâr Ahmed Ferrâc, Kâhire 1958.
BABİNGER; Franz, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çvr: Coşkun Üçok, Ankara
1982.
Ebû Nasr İsmâil İbn-i Hammâdu’l-Cevherî el-Fârâbî, es-Sıhah Tâcü’l-luga ve sıhahi’l-
Arabiyye, Thk: Şihâbüddin Ebû Amr, Beyrut 1998.
İbn-i Kemâl, Tevârih-i Âl-i Osmân, II. Defter, Hzr: Şerâfettin Turan, Ankara 1983.
Mehmed Cemâleddin, Âyine-i Zürefâ; Hzr: Mehmet Arslan, İstanbul 2003.
ÖZ, Şaban, İlk Siyer Kaynakları ve Müellifleri, İstanbul 2008.
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 275 - 300
Özet
Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında yaşananlar aslında süreç içerisinde
gelişen bir takım siyasi hadiselerin sonuçları olarak değerlendirilmelidir. Hatta bu
buhranlı dönemi birkaç faktöre bağlamak da mümkün değildir. Biz bu
çalışmamızda, bir edebiyatçının son yüzyıla bakışını ortaya koymaya çalıştık.
Nitekim Nâmık Kemâl’in son yüzyıldaki siyâsi hadiselerde yer alması, bu çalışmayı
belki daha önemli hale getirecektir.
Anahtar Kelimeler: Namık Kemâl, Osmanlı, Osmanlı Siyaseti, Tanzimat,
Edebiyat
Abstract
Actually, the events in the last century of the Ottoman Empire, should be
regarded as results of political events. Even the most depressed period, this is not
possible to attribute this to several factors. In our study we tried to reveal a view of
literary figures last century. Indeed, Namik Kemal's take place political happenings
in the last century, this work will probably become more important.
Keywords: Namık Kemal, Ottoman, Ottoman Policy, Tanzimat, Literature
Giriş
XIX. asır Osmanlı İmparatorluğu açısından oldukça buhranlı bir dönemdir.
Osmanlı İmparatorluğu, adalete dayanan; padişah, paşa ve ulemanın hâkim olduğu bir
sisteme sahiptir Bu sistemle Müslüman Osmanlı, Hıristiyan Avrupa’yı tanıyor, onunla
temas kuruyordu. Ancak, XVII. ve XVIII. Yüzyıllardan itibaren Osmanlı, fetihten aldığı
enerjiyi kaybetti. Enerji kaybolunca sistemin işleyişi durakladı. Dolayısıyla iç ve dış
problemlerini çözme kabiliyetiniyitirdi. Problemlerini çözmede aciz kalması ve bu arada
Avrupa’nın üstünlüğü ele geçirmesi karşısında “paniğe” kapıldı. Bu panik durumu,
Osmanlıyı içe kapanma ve dışa açılma konusunda tereddüde sevk etti.1 Bu çaresizlik
içinde Osmanlı Devleti gayr-i müslimlere imtiyazlar tanıdı. Ve tamamen olmasa da
siyasette, devlette onlara yer verildi. 1789 Fransız İhtilalinden hemen sonra yaşanan
1 Geniş bilgi için bkz: Bayram Kodaman, Türk Modernleşme Sempozyumu, Ankara 2005.
276 Sena Tekin Bağcı
Napolyon savaşları, Sanayi devriminin meydana getirdiği kaos ve kargaşa sonucu çıkan
isyanların kanlı şekilde bastırılması Osmanlının çöküşünü hazırlayan bir diğer etkendir.2
Ekonomik, siyasi ve sosyal açıdan çıkmazda olan İmparatorluk dış güçlerle uğraşmanın
yanında Bab-ı Ali’nin sorunlar karşısında takındığı tavır nedeniyle de zor durumdadır.
“Hasta Adam” olan Osmanlıya müdahale için birçok önlemler alınmış ve böylece
Tanzimat Dönemi adı verilen Yenileşme dönemi başlamıştır. Yenileşme Dönemi hem
kavram olarak hem edebi açıdan hem de siyasi açıdan yeniden adlandırılan bir
dönemdir. Tanzimat dönemiyle birlikte gelen hürriyet ve eşitlik aslında uygulamada bir
eşitsizliğe dönüşmüştür.3
“Fermanın hükümlerine bakarak, buraya ıslah için gönderilmişim… Allah sebep olandan
razı olsun! Adaletin şanına yakışan da bizim gibi eşkıyayı söyletmeksizin, böyle sevecenlikle
terbiye etmektir.”5
Fuat Paşa
2 Atilla Doğan, Etik Sempozyumu, ‘Son Dönem Osmanlı Düşüncesinde Yeni Etik Arayışları’, Sakarya 2003, s.
51-77
3 Bayram Kodaman, Avrupa Emperyalizminin Osmanlı İmparatorluğu’na Giriş Vasıtaları, Ankara 1980, s.
117
4 Halil İnalcık, Osmanlı Devleti, Toplumu ve Ekonomisi, İstanbul 1993, s. 45, 46
5 Geniş bilgi için bkz: Fevziye Abdullah Tansel, Namık Kemal’in Hususi Mektupları I, İstanbul 1967
Her şeyi bu kadar yakından takip edip de kayıtsız kalması mümkün değildir.
Kayıtsız kalmamak bir yana üslubu da çok serttir. Kemal, Fuat Paşa’nın da dediği gibi
susturulması gereken ama aynı zamanda da çok büyük bir kayıptır:
“Gaye için mücahede, teceddüt için mücadele; eski edebiyatı batırmak, yeni edebiyatı
muzaffer etmek için mücahede ve mücadele, işte onun tenıkidi budur, onun münekkitliğinde
kuvvet olan, kıymet olan, irtifa ve itila olan bu esas mihverdir, yoksa onun tenkidini afakî bir
rükûdetle düşünür, ondan böyle durgun bir afâkiyet istersek Kemal’in münekkitliğine karşı her
türlü menfi hükümleri verebiliriz, hissiyatına mağluptu deriz, münekkitliği ilmî bir şekilde tedvîn
etmedi deriz, fakat bütün bu dediklerimizle onu küçültmüş olmadık, onun tenkidindeki esas
zirveyi görmemek suretile kendimizi küçülttük.”6
Görüldüğü üzere Namık Kemal’in eleştirisi bir bilimselliğe dayanmaz ancak ona
böyle bir yakıştırma yapmak ancak onun kıymetini anlamamaktan ileri gelir. Yeni
edebiyatı öne çıkarmaktaki amacının sadece edebi açıdan olduğunu düşünmek yanlıştır.
Yaptığı tenkitlerle tüm alanda bir bütünlük içinde yapılan yeniliklerin önemli olduğunu
savunur. Bu yeniliklerin en önemlisi hürriyettir. Çünkü esaret insanın taşıyabileceği en
ağır yüktür.
“Bin iki yüz seksen dokuz senesi saferinin on dördüncü gecesi görülmüş bir ruya.”
Ruyasında kendini bir sahrada bulan Kemal dehşetin içinde bulutların arasında
çok güzel bir kızın ortaya çıktığını görür:
“Bu çehre mutlaka benim evvel gördüğüm bir simadır. Yine kendi kendime dedim ki bu
bir peri ya melek olacak…”sözleriyle bulutların arasından çıkan kızın Kemal’in her zaman
özlemini duyduğu hürriyetin timsali olduğunu belirtir. “Hürriyet Perisi” hayali bir
peridir. Edebiyatta ilk defa kullanılan bu motif Volney’in Tedmür Harabeleri’nden
kaynaklanır.7
Halkın tek bir amacı vardır; içinde bulunduğu durumu muhafaza etmek..Aslında
razı olması gereken bu durumu sürdürmek değil değiştirmek için fikirlerini
birleştirmektir.
“….hasıl olan telahuk-ı efkar sayesinde ihata-i malumatta bir adam bir millet,bir millet
ise bir alem kadar iktidar gösteriyor..”
8 Geniş bilgi için bkz: V. Stambulov, Hürriyet Savaşçısı Namık Kemal, Ankara 2007
“Bu alem,alem-i terakki iken evladını kendine faik edemeyen pederler meftuniyete
değil,hayır ile yad olunmağa bile layık olamaz.”
Ömer Faruk Akün “Namık Kemal” makalesinde bu konuya oldukça geniş yer
vermiş ve eskiye bakış açısını ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.
“İmarına çalışdığınız şehristan-ı temeddün daha tesisine yeni başlanmış olmak cihetiyle
şimdilik kabristan gibi mahuf, taş toprak gibi muhakkar görünüyor. Fakat bilmez değilsiniz ki
istikbalde nasıl bir Firdevs-abad- saadet olacaktır.”
“Şehirler ve yollar aydınlık, evler saraylar kadar süslü, kaleler kadar sağlamdır.
Demiryolları ve caddeler çoğalmış, halkın refah seviyesi yükselmiştir. Herkes her gün yeni bir
fikir icat etmektedir. Herkesin evinde telgraf vardır…”gibi hayallerini halka gösterir. Bu da
Namık Kemal’in ne kadar ileri görüşlü olduğunu gösterir.
280 Sena Tekin Bağcı
Rüya metninin temelinde iki önemli kavram vardır. Bunlardan biri hürriyet,
diğeri vatan’dır. Hürriyet perisi çekilirken vatan tasvirleri ön plana çıkar. Onun hürriyet
fikri halk iradesine dayanır. Ve bu irade bir temsilci aracılığıyla olur:
“Bir ümmet hür olmaz ta ki onun efradı hukuk-i şahsiye ve hukuk-i siyasiyesine malik
olmaya. İnsanın hukuk-i şahsiyyesi can ve mal ve namusundan her cihetle emniyetidir…”
Namık Kemal tam bağımsızlığı istemiş fakat bunun Batıdaki uygulanış şeklini
kabul etmemiştir. Osmanlı-İslam geleneği içinde düşündüğü rejime şeriat kanunları
içinde yeni bir çözüm yolu aramıştır.9
Namık Kemal’in inancı bu rüyanın bir gün mutlaka gerçek olacağıdır. Hürriyet
bulutların arasında ulaşılmaz olmak yerine yeryüzünde halkın arasında olmalıdır. Nefes
kadar hayati, su kadar gereklidir. Vatan, millet, hürriyet aşkı, milli mücadele Namık
Kemal’in karakteristik özelliklerindendir. Genellikle coşkulu bir söyleme sahip olan
Namık Kemal bu makalesinde hürriyeti konuşturduğu bölümlerde lirik bir söyleyişe
sahiptir. Halkı gaflet uykusundan uyandırmak için etkili bir söyleyişle konuşturmuştur.
Namık Kemal estetik yönünden çok kendinden sonra gelenleri ahlaki, fikri
yönden etkilemiştir. Onu döneminin diğer fikir adamlarından ayıran en keskin
özelliklerinden biri üslubu ve anlatım tarzıdır. Düz bir anlatımla halka öğüt vermek
yerine bir rüyayla halkı etkilemeye çalışır. İnsana insan olmanın sorumluluğunu
hatırlatmaya çalışır ve bunu mizacıyla aynı doğrultuda yapar. Onun coşkulu söylemi
coşkulu mizacının sonucudur.
Bütün bu kaos ortamında Namık Kemal hayatını halk için harcasa da tam olarak
başarılı olduğu söylenemez. Halk eğitimsizdir. Verilen hakları nasıl kullanmaları
gerektiğini bilmezler.
Namık Kemal’in sanat ve özellikle fikir hayatında, “Rüya’nın” önemli bir yeri
vardır. Gerek şiirlerinde, gerekse tiyatrolarında yoğun olarak işlediği ‘hürriyet’ ve
‘vatan’ temi bu eserinde farklı fikirlerle pekiştirilmiştir.
Bizim bildiğimiz adıyla Namık Kemal’in asıl adının Muhammet Kemal olduğunu
ve Tekirdağ’da doğduğunu söyler. 9 yaşında Rüşdiyeye başlayan Kemal’in hayatında
hocası Şakir Efendi’nin etkisinin çok büyük olduğu bilinir.
kasideyi ezberlemesini ister. Namık Kemal, sadece bir kere dinlediği bu kasideyi hemen
ezberler. Ancak padişah karşısında buu kasideyi okuyamayacağını, heyecanlanacağını
söyler. Şakir Efendi Kerkük ağzıyla:
"Ne, utanır mısın? Onların hepsi mezardaşı oğlum, hepsi mezardaşı!" der:
Namık Kemal "Hocamın bu sözü bana o kadar tesir etti ki merasim günü kasideyi
karşımda mezar taşları görür gibi hiç telâş etmeden, en gür sesimle mükemmel bir surette inşat
ettim, sonra da bütün ömrümde gördüğüm padişahlara vezirlere filân bir mezar taşından fazla
ehemmiyet vermedim." diyor.11
Kars’ta bulunduğu süre içerisinde bir şeyhten ders alan Namık Kemal’in eski
şiirle, vezinlerle tanışması bu dönemdedir. Hatta ilk beyitini bu derslerden sonra
yazmıştır:
“Gelip mektubu mergubun safa bahşeyledi câna
Sürûrumdan serim tacı irişti arşı Rahmân’a”12
İlk olarak eski edebiyata ilgi duyan şairin Leskofçalı Galip’in yönlendirmeleriyle
toplanan encümen-i şuara toplantılarına katılmış, hatta küçük bir divançe de
oluşturmuştur.13
Namık Kemal’in Şinasi ile tanışması edebi hayatını tamamen değiştirmiştir. Batı
edebiyatının örnekleriyle tanışmaya başlamıştır.(Stambulov, s.73)Şinasi ile tanıştıktan
sonra Tasvir-i Efkar’da yazmaya başlayan şair siyasi makalelerinin yanı sıra edebi
makaleler de yazar. Özellikle dille ilgili makaleleriyle öne çıkan Namık Kemal geniş
kitlelerce sevilir.14 Namık Kemal’in üslubu da kalbi kadar Türk’tür ve kimse onun kadar
Türkçe yazmamıştır.
Namık Kemal’in şairliğinin en önemli özelliği Türk şiirine “vatan, millet, hak,
hukuk, adalet, hürriyet, eşitlik” gibi kavramları getirmiş olmasıdır. O bir hatip edasıyla
devrin gür sesi olur. Hürriyet Kasidesi, Vatan Şarkısı, Vatan Türküsü, Murabba, Vaveyla
bu temalar etrafında yazılmış şiirleridir. Dönemi içinde klasik zevkin etkisinden
tamamen kurtulamasa da, gazel, kaside, kıt’a tarzında şiirler yazsa da dönemi içindeki
en büyük vatan şairidir.
Namık Kemal’in şairliğinin yanı sıra mektupları da önemli bir yer tutar. Ali
Ekrem onun mektuplarının bütün edebi türlerinden daha çok önemser. Çünkü hayatı
sürgünlerde geçen babasının en samimi görüşleri bu yazdığı mektuplardadır.
Roman türünde diğer türlerde olduğu kadar zengin bir çeşitlilik yoktur. Sadece 2
romanı vardır: Edebiyatımızda ilk edebi roman olan “İntibah” ve ilk tarihi roman olan
“Cezmi”.
Son zamanlardaki en büyük amacı olan Osmanlı Tarihi’ni yazma fikri onu
hayatta tutan en önemli sebepken, padişahın eserin basılmasına engel olması hem ruhen
hem de bedenen çökmesine neden olur.
Genç yaşta hayatını kaybeden Namık Kemal kısa hayatına hem edebi anlamda
hem de siyasi anlamda çok şey sığdırmıştır.
Çeviri Yazı
Bin iki yüz seksen dokuz senesi saferinin on dördüncü gecesi görülmüş bir ruya.
Bir akşamüstü boğaz içinde deryaya nâzır bir bağ köşküne gitmiş, garibane
pencerenin köşesine oturmuştum. Hayâlime ahvâl-ı âlem, gönlüme bir garip elem geldi.
Tenezzün için etrafa baktım. Gördüm ki yem-i eşk ediban gibi aheste-rev olmuş. Badâh-ı
gariban gibi gamgin û cigergâh. Eşcarda bir savt-ı hazin var idi güya. Gönlüm gibi
eylerlerdi hasret ile âh derya okdur. Lütf û râkend idi. Ki üzerinde olan ufak derya-ı
mevceler koyu yeşil bir çemenzâra konmuş bir beyaz güvercin alayı zannolunurdu.
Hava o kadar aheste û zan olurdu. Ki yaprakların hareketi ciğerparesinin rahatı için gece
uykusundan mahrum olmuş bir şefkatli validenin kalbi söylediği ninnilerden dağınık
saçlarına gelen ihtizarlar gibi fark olunur olunmaz derecelerde idi.
Gide gide her tarafa bir dehşet çöktü. Kâînata bir büht û hayret müstevelli oldu.
Behaim inleyerek mağaralar yine, kuşlar çağrışarak yuvalarına çekilmeye başladılar.
Arası biraz geçer geçmez karada bir iki bülbül-i nâlendeden deryada birkaç hanendeden
başka sesi işidilir ferd-i âferide kalmadı. Gönlüm bu âşıkane temâşa ile kendinden
geçmiş nazarım ise etrafa müstevelli olan muhit-i zûlmetin umk-ı hafâsında kaybolmuş
gitmişti. Gittikçe zulmet bir hale geldi. Ki karanlığı elle tutmak kâbîl gibi görünürdü.
Sâyesinde eğlendiğim her ağaç nazarımda bir gulyabani şeklini bağladı.
Gûya ki yeryüzü zeminine çekmiş ve yahûd arza çıkmış idi.Gûya ki ölüm matem
–i esvabına bürünmüş de meydana uğramış idi. Gûya ki yedd-i kudret şu bir avuç hâki
ayırmış da âdem âbad-ı nisyana etmişdi.Gûya ki pençelerle seyf-i ta’diye sarılan
şühedâyı hürriyetin her dem cûşan olan taze hûn olan siyahı bir deryayı bigeran şeklini
almış ve emvac-ı tufan huruşuyla dağları taşları ahata ederek hevâ-yı zûlme karşı
kabarmış kabarmış da bağladığı şekil hailde döke gelmiş idi.Etrafa bakmak
istedim.Halin dehşetiyle nur-ı basar gerçeklerden ayrılmaya cesaret edemezmiş gibi
nazarım hiçbir şeyse talak eylemedi.Ben ise Yarâb!Bu şerde-i zalam içinde acaba kaç
mazlumun kanı dökülür de senden başka kimse görmüyor.Kaç gadarın hançer-i
ta’disine su veriliyor. Da senden başka kimse bilmiyor. Kaç yetimin gözlerinden oluklar
gibi yaşlar akıtıyorlar. Da senden başka kimse vakıf olmuyor! Kaç dâd-hâh zalim
elinden
- Feryâd idiyor da senden başka kimse işitmiyor! Yollar birtakım kara kara
hulyâlara müstagrak iken birdenbire bir kıyâmet kopdu.
Dikkat itdim: meğer ki âfâkı aşub kıyâmetden nişân virecek bir furtuna [fırtına]
bulutu kaplamış, bedr-i münevver ise yed-i beyzâ gibi hâriku’l-‘âde bir kudretle o
‘ummân-ı zulmeti ikiye bölmüş. Denize bakdım her mevcine bir cebel-i seyyâl dense
revâ idi.
Emvâc değil, gûyâ ki kerd-i bâd-ı kıyâmet yekpâre yalçın kayadan mahlûk ölü
ölü dağları yerlerinden koparmış birbirine çarpa çarpa eb’âd-ı nâ-mütenâhî içinde
sürürdü. Yâhud ki bir koca seng-sâr-ı zelzeleye uğramış muttasıl lerzenâk olur idi.
‘Aks-i mehtâb değil, sanki felekde keh-keşân o hâile-i cihân-aşûb ile merkezden
oynayarak o cibâl-i sergerdân arasına düşmüş nümâyişi her lahzada bir şekl-i dîger
peydâ iderek [ederek] çalkanırdı, yâhud ki bir ‘azametli nehr-i şeffâf o müteheyyic
sengistâna tesâdüf eylemiş, çarpına çarpına çağıldısı ‘ayyûka çıkarak...
Fakat mehtâbın zuhuru da bir lemha-i basra inhisâr eyledi, bir açıldı, bir kapandı,
bir daha görünmesi müyesser olmadı...
286 Sena Tekin Bağcı
“Fekâne ...” ânı müte’âkib ortalığı âh-ı garîbâneden şiddetli şimşekler, kerî’-i
‘âşıkâneden kesretli yağmurlar kapladı.
Bu ‘avâsıf-ı tûfânengîz yarım sâ’atden ziyâde sürmedi. Fakat kürre-i zemîn bir
seylâb-ı azîmin sadme-i şiddetiyle yerinden koparak, girdâb-ı hurûşuna tutulmuş bir
dağ parçası gibi, emvâc-ı zulmet içinde yuvarlanur dururdu. Karanlık o kadar uzadı ki
hâtır iktisâb-ı edebiyyet eylemesinden endîşeye düşse veyâhud bu gicenin sabâhı ferdâ-
yı kıyâmetdir zannolunsa revâ idi.
Ben ise hengâmenin a’sâbıma virdiği ıztırâb ve gönlüme getirdiği inkıbâz ile
bütün bütün mahrûm-ı erâm olarak zamân-ı fecre kadar lâ-yenkati’ odanın içine dolaşur
ve her iki dakîkada bir kerre İmriü’l-Kays’ın “illa eyyühâ’l-leyli’t-tavîli... [Arapça bir
beyit]” beytini tekrâr ider idim.
Bir rü’yâ gördüm, öyle hayâle bin hakîkat fedâdır. Pek az zamân sürdü, öyle
temâşânın her dakîkasına bir ‘ömr-i beşer kurbân olsun. “În ki mî bînem be bîdârist...
[Farsça bir mısra]” gûyâ bir sahrâda imişim. Güneş henüz ufukdan çıkmağa başladı.
Fakat ziyâsı bizim bildiğimiz gibi değil, mâyi’ hâline gelmiş idi. Uğradığı yerleri
şa’şa’asına gark ider idi. Elvân bizim gördüğümüz gibi değil gûyâ ki bir cevher-i seyyâl
olmuşdu. Bir cisme ta’alluk itmese de yine meydânda gibi görünüyordu.
Derelerde dağ parçası kadar elmaslar oyulmuş, derûnunda nîce bin behîme-i
şebtâb iltimâ’ sığınmışdı.
Sabâhın feyzi bir derecede idi ki insân her dakîka geçdikçe gûyâ ki vücûdunda
rûhu büyüyormuş ve hayâtı bedeninden taşacak sûretde tezâyüd idiyormuş gibi bir hâl-
i hiss iderdi. Gûyâ ki hayât eczâ-yı ‘âlemin ‘umûmuna sirâyet itmişidi.
Gançeler bülbül gibi daldan dala uçarak şakırdı. Semenler kebuter gibi havâda
perende atarak dem çekerdi.
Kudretin böyle mâ-fevka’t-tabî’a bir ârâyiş-i rengârenk ile izhâr itdiği bedî’a-i
a’câzî (i’câzî?) temâşadan herkes bir sûretle lezzetyâb-ı safâ iken ufukda gâyet hafîf bir
âteşî bulut peydâ oldu.
Gide gide kız doğruldu. İçinde yatdığı bulutu diz kapaklarından göbeğinin
üstüne kadar vücûdına sardı, ucunu sağ omzundan atarak memelerinin arasına indirdi,
kendi uzun boylu, ten-dürüst, merdâne yapılı bir kız idi.
Bir nûrânî cemâline, bir hüsnündeki tarâvete bakılsa bir bakışda günei, bir
bakışda nev-bahâr insan şekline temessül itmiş zannolunurdu.
Penbe vücûdına dağılan sırma saçları fecr üzerine yayılmış hayât-ı şu’leden fark
olunmazdı. Gözleri her bakışda göklerin en mestûr olan a’mâk-ı hafâsına girer taharrî-yi
esrâr ider gibi görünüyordu. Dehânına dikkat olunsa ibtisâm-ı sabâh, gerdanından
göğsüne doğru nazar olunsa amûd-ı sihr-i (seher-i?) cismânî bir [bir re harfi fazla gibi
görünüyor, değilse “birer” kelimesi var] vücûda ıtlâk olunurmuş denilirdi. Meme değil
gûyâk ki kars-ı kar ikiye bölünmüş de her biri göğsünün bir tarafına konulmuşidi.
Cismi o derece şeffâf idi ki büründüğü bulûtun her tarafdan ‘aks-i elvânı
görünüyordu. Buluta sarınur sarınmaz giysüleri ürperdi , arslan saçına benzedi, cebhesi
parladı, bir nûr-ı âl içinde kaldı. Kaşları bir derece çatladı ki nazarlarda “ ‘İşve tutmuş
dâmeninden fitne girmiş oraya (araya?) * Gelmiş ebrûlarına mestâne hançer hançere”
beytinde olan tasavvur-ı şâ’irâneyi tasvîr idi. Gözleri, nur nazarının hiddetinden bakdığı
288 Sena Tekin Bağcı
yerlere şirâre saçlar gibi görünüyordu. Bu hâl ile ufkun müntehî olduğu dağdan kadem
kadem aşağı inerek yanımıza gelmeğe başladı.
Ben ise gönlüme bu vücûd-ı rûhânîye bir âşinâlık bir ünsiyyet hiss ider idim.
Kendi kendime dir [der] idim ki bu çehre mutlakâ benim evvel gördüğüm bir sîmâdır.
Yine kendi kendime dir idim ki bu yâ peri, yâ melek olacak, ihtimâl var mıdır ki
aramızda evvelden bir âşinâlık bulunsun? Böyle itmi’nân ve tereddüdden mürekkeb bir
hâl ile tarzına, tavrına, endâmına, etrâfına im’ân-ı nazar iderken bir de gördüm ki her
adım atdıkça rehgüzârına parça parça birçok zincîrler dökülüb geliyor, zaman bildim ki
bu cism-i latîf fikirde hâyalini, levhada tasvîrini temâşâ iderek cemâl-i hâtır-ı karîbine
(hatır-firîbine?) meftûn olduğum hurriyyetin timsâl-i semâvîsidir.
Ne efsûnkâr imişsin âh ey dîdâr-ı hurriyyet.
Esîr-i ‘aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretden
Senindir şimdi cezb-i kalbe kuvvet setr-i hüsn etme
Cemâlin tâ ebed-dûr olmasun enzâr-ı ümmetden
Ey hâbidegân-ı gaflet! Sâni’-i kudret, âsâr-ı rahmetini temâşa içün nazar virmiş.
Siz o maşrık-ı hakîkati setr idiyorsunuz da hayâlinizle veyâ kulağınızla görmeğe
çalışıyorsunuz, gözünüzü açık iken nâim oluyorsunuz, kapandıkça ‘âdetâ meyyit hâline
geliyorsunuz, içinizde en tecrübeli bir pîrin fikr ve nazarı, iki gözü anadan doğma ‘alîl
bir çocuğun ru’yâsı kadar, hakîkate isâbet idemiyor.
Eziliniz, eziliniz! Vücûdlarınızı zîr-i zemîne geçirmek içün öyle bir tazyîke ihtiyâc
görünür. Ne zamân intibâh hâsıl idebileceksiniz? Ne zamân sa’âdetinizi
düşüneceksiniz? Ne zamân mürîd ve muhtâr olduğunuzu bileceksiniz? Ne zamân merd
olacaksınız? Ne zamân kaderinizi anlayacaksınız?
‘Âlem bir Ka’be-i kemâle doğru şitâyân olmuş gidiyor, siz sâkin olduğunuz
yerleri, şikârını ağyârdan sakınan sibâ’ gibi, dişlerinizle tırnaklarınızla bulunduğu
merkezde tevfîke çalışıyorsunuz, zanneder misiniz ki bu ‘acz ve hakâretinizle berâber
meşiyyete galebe idebilürsünüz? Ümîd eyler misiniz ki bu ‘âlem-i devvâr içinde hâlin
bir dakîka sükûn ve sebâtı kâbil olur? Gözlerinizin önünde cereyân idüb geçen hevâ-i
dehânınıza bir nefes girüb çıkınca hâl didiğiniz devre-i hâyâli zamân-ı ömrünüzden
tefrîk iderek ‘adem-i âbâd hiçe hiçe sürüb götürmekde olduğunu idrâk idecek kadar
nazarınızda kudret yok mudur? Bu ne garîb hâldir ki içinizden kiminle konuşulsa yarı
sohbeti hâlden şikâyetdir. Yine hiçbiriniz hâlinizi muhâfazadan başka bir şey
düşünmezsiniz. Zâhir öyle kıyâs idersiniz ki bu ‘âlem-i havâdis sizin içün bir merkez-i
sükûn olub kalacakdır. Heyhât!
“setübdî-leke ..”
Ayağınızın basdığı yeri gözünüz görmüyor. Her adım atdıkça bir hatargâha
düşmeden bir yolda yürümeniz mümkin olmuyor. Düşününüz ki nazar, mâzîye masrûf
olmak lâzım gelseydi sâni’-i hakîm, âlet-i bâsırayı arkada yaradırdı.
Mâzîde aradığınız nedir, gâib itdiğiniz ‘ömrü taharrî iderseniz heyhât!
Zamânı kim i’âde idebilir? ‘Âlemin devrini ‘aksine çevirmeğe kim muktedir olur?
Nîce bir bu hâb-ı gaflet! Bu kadar zamandır gözü açık uyudunuz, gördüğünüz
rû’yâların hangisi hakka isâbet itdi? Yaşadığınızdan yaşamakdan başka ne kazandınız?
Eslâfınıza müessir-i celîleleri içün bu kadar tahassür gösteriyorsunuz, ya ahlâfınız sizi
hângi eserlerinizle yâd itsün? İsminizi yalnız mezâr taşlarında mı bırakacaksınız? Bir
mezâr taşının nakışları nihâyet yüz seneden ziyâde sürmediğini bilmez misiniz? O
perestiş idercesine sevdiğiniz eslâf-ı kirâmdan kaçının mezârını gördünüz? Gördüğünüz
mezârlardan kaçında yıkılmamış, bozulmamış, parçalanmamış taş buldunuz? Hûrşîd
ma’rifet-i mağribden doğdu: Medeniyyet-i kadîmenin sabâh kıyâmeti yetişüb geliyor,
demiryolları “Dâbbetü’l-arz”dan nişân veriyor, maârif bütün esrâr-ı tabî’ati fâş idiyor,
telgraf yerin damarlarını bozuyor, yeni silâhların sadâsı musallat olduğu devletin
başına Sûr-ı İsrâfîl hükmünü gösteriyor, hâlâ mı uyuyacaksınız? Rûz-ı mahşerde mi
uyanacaksınız?
292 Sena Tekin Bağcı
Nîce bir bu ülfet-i sefâlet! Boyunuz iki karış iken hiç olmazsa vâlidenizin kuca-
ğında otururdunuz, şimdi üç arşun yükseldiniz, isteyen başınıza çıkıyor.
Basdığınız topraklardan hâsıl olan otlar büyüyor, boyunuzun berâberi oluyor, siz
hâlâ doğruca durub da kendinizi kaddiniz kadar göstermeğe muktedir olamadınız.
Nîce bir bu perestiş esâreti! Bir kerre şu parça parça zincirlere bakın ânlar
saçlarımdan ziyâde hâtır-ı ribâ (?) mıdır?
Beni ruhunuza Allah virmiş, zincîri ceskimize insân bağlıyor, bilemem ki kulun
zulmünü Hakk’ın ‘inâyetine nasıl tercîh idersiniz. Bu taşıdığınız zincîr ecdâdınızın rûz-ı
bâzûsı, ihvânınızın sa’y ve ikdâmıyladır. Üzerine güneş dokunsa eriyor. Rûzgâr esse
paralanıyor, su dökülse eziliyor, benim bir nazarıma tahammül idemiyor da parça parça
dağılıyor.
Siz hâlâ ânı tılsımla yapılmış bir ejder mi kıyâs idersiniz? Dâimâ vehminizle mi
mukayyed olub kalacaksınız! İstikbâlde de mi eliniz, kolunuzu sallayarak bana doğru
şitâbân olub gelmeğe muktedir olamayacaksınız?
Dünyâda her ne dürlü yaşanılursa yaşansun netîcesi ölüm olmayacak mı? Bir de
bekâ-yı nâmı düşünmek yok mudur?
Nîce bir bu irtikâb-ı zillet! Tezellülden ümîd itdiğiniz fâide nedir? Toprak dâimâ
pây-i mâl olur, hiçbiri avucu alub da başına koyan var mıdır? Soğulcan dâimâ yerlerde
sürünüyor, hiç birini kaldırub da kafesde besleyen görülmüş mü? Kimin eteğini
öpdünüz de ağzınız lezzet buldu? Kimin ayağına kapandınız da başınız göğe erdi?
Dudaklarınız tuzlu tuzlu çukalara yapışdıkça şeker mi peydâ oluyor? Yüzünüz terli terli
sahtiyânlara dokundukça burnunuza misk kokusu mu geliyor? Tazallüm nâmına
ağzınızdan çıkan kör dilenci ilâhîlerini kim dinledi? Kerye-i istirhâm nâmıyla
gözünüzden dökülen nâmûs cevherleri kaç para itdi? Ne vakit kadar ma’sûm, çocuk
gibi, istediğinizi yapamadıkça ağlayacaksınız! Ma’tûh ihtiyârlar gibi, istediğinizi hâsıl
olmuş zannetdikçe secde-i şükr idüb duracaksınız!
Söz bu râddelere vâsıl olub da millet-i ‘âlîşânımın ‘unvân-ı iftihârı lisân-ı tezyîf
ile yâd olunmağa başlayınca, ma’şûkasından ‘akâyid-i mukaddesesi ‘aleyhinde makâlât
işitmiş bir sevdâzede gibi, gönlümde iki cihetle dağ üstüne dağ açılmağa başladı.
henüz tâze hayât-ı zuhûr ile tarâvet-yâb olmağa başlamış çehrelerinden, hûn-ı çevşân-ı
hamiyyet gibi, harâret-ı hissiyât ile galeyân itmiş bir renk-i civânmerd-i gülfeşân oluyor.
Cümlesinin dimağ-ı idrâki in’itâf-ı hûrşîd ma’rifetle mehtâb gibi sâf ve latîf bir
nûr içinde parlayub duruyor, kâffesinin kalb-i hassâsı iltihâb-ı nâire-i hamiyyetle zemîn
gibi koca bir ‘âleme ancak gonca-yeş-pezîr olacak bir harâret-i istî’âb eyliyor.
Hepsi benden bin kat ziyâde bir hâhiş ile cevâba hâzırlanmış. Hurriyyet ise o
gözlerini bir mîl-i müşfikâne ve tarz-ı ‘âşıkâne ile o fırka-i sâhib-i vakâra ‘atf iderek bir
lutf-ı garîb ile nazar iderdi ki bulunduğu edâ-yı dilnişîni gâib itdirmek havfiyle kimseler
feth-i kelâma kıyamazlardı, nihâyet yine hurriyyet söze agâz iderek:
-Ey vatanın murâd-ı müşahhası milletin hâmî-yi necâtı (?), hamiyyetin sermâye-i
hayâtı, insâniyyetin ümîd-i istikbâli, sevâbıkın burhân-ı kemâli, hâlin mükâfât-ı her-
melâli (?), âtînin rehnümâ-yı ‘izz ve ikbâli olan meslek perverân-ı hamiyyet!
Demir kâzib didiğim şöhret ânlara izâfetledir. Ecdâdınızı her dürlü fezâil-i
insâniyyede vatanınızı her nev’ bedâyi’-i tabî’iyyeden mümtâz iden mu’tî-yi hakîkînin
nâm-ı feyyâzına yemîn iderim ki on, on iki sene içinde kâh zincîr-i esâret didikleri ejder-i
helâhil-feşânın dendân (?)-ı tasallutundan, kâh hükm-i gâlibâne ismiyle yâd eyledikleri
peleng ‘akûrun dehân-ı tagallübünden kuvve-i bâzû-yı himmetle iğtinâm itdiğiniz rızk-ı
kerîm-i terakkî sizin de nâmınızı veliyyü’l-ihsân-ı insâniyyet olan mürebbiyân-ı
akvâmın ‘unvân-ı iftihârıyla berâber ahlâfın lisân-ı tahmîdinde ile’l-ebed müstakirr
idecekdir.
Gerek gâlibiyyet ve gerek mağlûbiyyet hâlinde yine netîcesi böyle bir tevfîk-i
‘azîm olan maksad-ı mukaddesin hıdmetinden büyük dünyâda ne devlet, ne sa’âdet
tasavvur olunabilir?
Küçük bir ‘âlem vüs’atında ‘âlî bir cennet kadarında (kaderinde?) olan vatan si-
zinle mübâhât ider iken siz vatana olan hıdmetinizle neden iftihâr itmeyeceksiniz?
Gayret, gayret ki şark ve garb terakkiyâtınıza nazar-ı hayretle bakıyor, cihân-ı
medeniyyet mizân-ı i’tidâlini rezânet-i ikbâlinizden bekliyor, ma’rifet kılmanıza, nâmûs-
ı millet kılıcınıza, himmet-i fikrinize, hamiyyet-i kalbinize sığındı.
Barika-i efkârınıza karşı cehâlet-i infilâk sabâha tesâdüf itmiş şecere gibi
sergerdân-ı hayret olarak etrâfa çarpınmakdan pençe-i himmetiniz altında ta’addî-yi
sayyâd elinde kalmış gerek cerîhadâr gibi bir müstekrih harhara-i me’yûsiyyetle
dendân-ı kîne göstermekden başka bir şeye muktedir olamıyor. Galebe râyet-i ‘azminizi
ta’kîb içün bir işâretinize bakıyor. Tevfîk ezelî, âğuş-i telakkîsini açmış teveccühünüzü
bekliyor.
Ben ne ta’rîf ideyim, ekdiğiniz tohum feyyâz-ı hamiyyetin hafâ hâne-i istikbâlde
perverşiyâb olan semere-i kemâlâtı işte gözünüzün önünde duruyor.” Dedi.
Hayâl, sür’atiyle yine geldiği tarafa çekilerek, bir kerre silkindi, sarıldığı
bulutdan sıyrıldı, vücûdunu âteşî kırmızı bir nûrânî libâs ile setr eyledi. Büründüğü
sihâb-ı latîf ise elinde yine o renge mâil bir ‘alem şekline tahavvül itdi ki ortası milletin
tâli’-i ikbâl ve seyf-i celâlinden nişân olan necm ve hilâl ile tezyîn olunmuş ve kenârına
gümüş tellerle “Yed-i hurriyyetindir râyet-i ikbâl-i ‘Osmânî – Bihamdilillâh irişdi devr-i
istikbâl-i ‘Osmânî” beyti nakş idilmişdi. Hayât-perverlikde nefha-i rûhu andıran
nesîmin hafîf, hafîf hübûbuyla râyet-i temevvüc itdikçe gûyâ ki, hevânın tazyîki kürre-i
zemîni tastîh ile inhidâbını izâle iderek, pîş -i nazarda şehirleriyle, sahrâlarıyla,
nehirleriyle, deryâlarıyla bir kişver ‘azamet-nümûn olmağa başladı.
Dikkatle bakdım: meğer o kişver –ki bir hârika-i mahsûsa ile ‘avâlim-i
‘ulviyyeden numûne-i ‘imrân olmak içün hâke sevk olunmuş bir devletsarây-ı rûhânî
zannolunurdu– sermâye-i vücûdumuz bir kabza-i hâkdan ‘ibâret olan vatan-ı mukaddes
imiş. Şu kadar var ki içinde mesnû’ât-ı beşeriyyeden mâddî ve ma’nevî mevcûd
bildiğimiz âsârın binde biri kalmamış. Yerlerine hâyalât-ı şâ’irânenin en galeyânlı
zamânlarında ‘alem-i tasavvura bile güç hutûr ider nîce bedâyi’ kâim olmuş. Vaz-ı
hendesîsinden mâ-‘adâ hiçbir ‘alâmetden o yerlerin içinde müte’ayyiş olduğumuz mülk
olduğunu idrâk mümkin değildir.
296 Sena Tekin Bağcı
Vatanın bu ‘imrân-ı feyzâ feyzini görünce sükkânı, hayât-ı edebiyye ile mübeşşer
bir ‘âlem-i imkâna vusûl bulmuş kadar, şevk ve meserretle o cânibe şitâb eyledim,
takarrüb itdiğim sırada hevâ karardı.
Refte refte yine sabâh oldu, ben de o zemîn-i ‘imrâna vusûl buldum. Gördüm ki
her merhalede bir güne nisbet bir kıt’adan ma’mûr bir ‘âlemden servetli şehirler, her
sâ’at başında şimdi şehirlerden, büyük kişverlerden mahfûz karyeler, her sokakda
bildiğimiz saraylardan, zînetli kal’alardan metîn hâneler bulunuyor.
En zekâsız sayılan bir şâkirdin mahfûzâtı bugün en mütemeddin bir pây-i tahtın
en zengîn kütübhânelerine sermâye-i iftihâr olan sunûf-ı kemâlâta mukâbil geliyor!
mahşerden numûne olabilecek bir şekl-i hâil bağlamış... Rehgüzâr-ı ta’addîye âhenîn
sedler, sengîn divarlar [duvarlar] çekmeğe memûrîn-i icrâ yerine gûya ki birer melek-i
müekkel resmi libâs-ı hükûmetle insân kıyâfetine temessül itmiş... Tahkîk-i cinâyet ve
kabâyihda “Kirâmen Kâtibîn” ile müsâbakat itmeğe çalışıyor.
Usûl-i mes’ûliyyet her me’mûra göre kalbinde bir ilâhî mahkeme-i serâir-i âşinâ
peydâ itmiş. Herkes uyku zamânında hâbgâhını bir makbere-i sükûn bilerek muhâsebe-i
nefisde fikr ve vicdânını münkirîne kâim-makâm ‘add eyliyor.
Tecârüb ve istidlâlât-ı hakîme ile hakîkati zâhir olan efkâr-ı cedîdenin her
birinden bütün ‘âlem-i insâniyyeti müstefîd eyleyecek nîce âsâr-ı bedî’a meydâna
çıkıyor. Ziyâ gibi etrâfa dağıldıkça safvet ve incilâ bulmak ve uğradığı yerleri bir hayât-ı
sâniyeden behredâr itmek hâssa-i feyyâzânesine mâlik olan mütâla’ât-ı sâdıka mecâlis-i
ülfete inhisâr-ı beliyyesinden bütün bütün halâs olarak iki eliyle bir başı olan her bâliğ
reşîd içün bir basma destgâhı [tezgâhı] me’kûlât ve melbûsâtdan mübrim ihtiyâcâtdan
ma’dûd olmuş bir hâtırdan güzâr iden tasavvur aradan iki gün geçmeksizin lâ-akall
birkaç milyon kuvve-i müdrikeye intıbâ’ idiyor.
Bu vâsıta ile hâsıl olan telâhuk-ı efkâr sâyesinde ihâta-i ma’lûmâtda bir adam bir
millet, bir millet ise bir ‘âlem kadar iktidâr gösteriyor.
Herkes ebnâ-yı milleti tev’emân-ı mülâsık ve hâk-i vatanı mesîre-i müşterek ‘add
eylemiş milyon milyon toplanıyorlar. Zamânımızda siyâsiyyâtça en hatırlı hükmünce en
298 Sena Tekin Bağcı
Herkes milleti içün varını telef itmeğe hâzır, fakat milletin her dürlü
fedâkârlıkdan gınâsı var, herkes vatanı içün fedâ-yı câna mehyen fakat vatanın kurbâna
ihtiyâcı yok. Mâ-hasale ebnâ-yı vatanın her biri bir cihân kadar büyümüş, kâffesi tabî’at-
ı ‘âleme bütün gütün tagallüb itmiş, imkân dâhilinde bir matlab-ı meşrû’ kalmamış ki
bir ferd içün tahsîline iktidâr-ı mefkûd bulunsun. ‘Âlem-i hayâlde bir nevi’ lezzet veyâ
bir cins-i kemâl bulunmuyor ki cihân-ı şuhûdda misli mevcûd olmasun.
Temme
Sonuç
Namık Kemal, sadece edebiyatımızda değil düşünce hayatımızda da üzerinde
durduğu kelime ve kavramlarla hatırlanan önemli bir düşünür ve edebiyatçıdır. Doğu
dünyasının yanı sıra Batı dünyasına da hakimdir.
Namık Kemal’in asıl şöhreti eski edebiyatla değil yani tarzda yazdığı sosyal
konulardaki şiirleri ve makaleleridir. Bu makalelerin önemlilerinden biri “Rüya”dır.
Vatan ve hürriyet bu makalenin temelini oluşturur. Aslında bu iki tema Namık Kemal’in
düşünce hayatının temelidir. Hürriyet perisi gaflet uykusunda olanları uyandırmaya
çalışırken geleceğe de önem verir. Geleceği yaratacak olan medeniyet hızla gelişirken bu
gelişmenin gerisinde kalan devletler yok olmaya mahkumdurlar. Kemal’in amacı
gelişmiş bir vatan imajı çizmek ve bunu halka benimsetmektir. Toplumun bilinçli her bir
bireyinin bir devlet kadar güçlü olduğunu savunan yazar istikbalin tek ümidinin
hürriyet olduğunu söyler.
Kaynakça
AKYÜZ, Kenan, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, Ankara 1970.
BOLAYIR, Ali Ekrem, Namık Kemal, İstanbul 1930.
DOĞAN, Atilla, “Son Dönem Osmanlı Düşüncesinde Yeni Etik Arayışları”, Etik
Sempozyumu, Sakarya 2003.
İNALCIK, Halil, Osmanlı Devleti, Toplumu ve Ekonomisi, İstanbul 1993.
KAPLAN, Mehmet Kaplan, Namık Kemal: Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1948.
16 Geniş bilgi için bkz: Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, Ankara 1970
300 Sena Tekin Bağcı
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 301 - 319
1 Ahmed Ağayef’in bu makalesi, BİLGİ MECMUASI’nın, Teşrîn-i Sânî, 1329’ tarihli sayısında(Yıl:1 Cilt: 1 )
İslâmiyet’ten Önce Araplar üst başlığıyla Osmanlıca olarak yayınlanmıştır.
2 Açık. Bu ve benzeri günümüz Türkçesinde yaygın kullanılmayan ve manası bilinmediği düşünülen bazı
kelimelerin karşılıkları ile gerekli görülen bazı izahlar dipnotta (S. N: sadeleştirenin notu) kısaltmasıyla
verilecektir.
3 Araştırma, inceleme, soruşturma. (S. N)
302 Ahmed Agayef / Yrd. Doç. Dr. Faruk Çiftçi
4 Aydınlatma. (S. N)
5 Mevlana’dan alınan bu dizelerde bazı değişiklikler yapılmış olduğu görülmüş ve nternette yapılan tarama-
larda bu dizelerin aşağıdaki biçimde olduğu tespit edilmiştir: (Bak. http://yaahagh.com/shaaer/rumi)
(Çevirenin notu)
.ﺑﺎﻟﺠﻤﻠﻪ ﻫﻢ ﺍﻭ ﺑﻮﺩ ﮐﻪ ﻣﯽ ﺁﻣﺪ ﻭ ﻣﯽ ﺭﻓﺖ
.ﻫﺮ ﻗﺮﻥ ﮐﻪ ﺩﻳﺪﯼ
.ﺗﺎ ﻋﺎﻗﺒﺖ ﺁﻥ ﺷﮑﻞ ﻋﺮﺏ ﻭﺍﺭ ﺑﺮﺁﻣﺪ
ﺩﺍﺭﺍﯼ ﺟﻬﺎﻥ ﺷﺪ
Sözün özü o, geliyor ve gidiyordu
Her asrı gördü
Sonunda Arap biçiminde geldi
Dünyaya hakim oldu
İslâmiyet, beşeriyeti daima hakka doğru yürür ve hak için susamış bir yolcu gibi
tasavvur ediyor: Bu yolcu ara sıra yolunu kaybeder, başka yola sapar, bir müddet
böylece avare dolaştıktan sonra kendisine hak yolunu gösterir bir peygamber irsal edilir.
Böylece peygamberler beşeriyetin yolunu ışıklandırır, beşeriyete hak tarafını gösterir,
sıra ile dizilmiş meşaledirler; bu meşaleler aynı menbadan nur alır, aynı hak yolunu
gösterirler. Lakin şu hakkın tecellisinin derecesi, o nurun tezahürünün miktarı zamanın
takat ve tahammülüne, beşeriyetin geçirmiş olduğu tecrübeye, kesp etmiş olduğu
malumata, hülasa bulunduğu medeniyetin mertebesine tabidir. Bunun içindir ki din
sahipleri peygamberler aynı hakkı tebliğ ede geldikleri halde hükümler ve kanunlar
itibariyle birbirlerinin nâsih ve mensuhudurlar6. Çünkü her dinin hükümleri zuhur ettiği
asrın, muhitin ihtiyaçlarına, muktezalarına tevfikan müretteptir. Eski bir zaman için telif
edilmiş olan kanunlar, hükümler, yeni asrın ihtiyaçlarını def’ edemez ve binaenaleyh
yeni dinin zuhurunda eski dinin vazetmiş olduğu kaidelerin mensuh olmaları icap eder.
6 Nâsih: Önceki hükmün yerine yeni hüküm getirerek öncekinin hükmünü ortadan kaldıran, mensuh: hük-
mü ortadan kaldırılan. (S. N)
7 Belirgin, açık-seçik. (S. N)
8 Beşik. (S. N)
304 Ahmed Agayef / Yrd. Doç. Dr. Faruk Çiftçi
hissediyoruz. Bizim maksadımız pek mahduttur. Bu vadide bir çığır açmak! Ümit ederiz
ki bizden daha ziyade iktidar ve vukufa sahip olanlar bu çığırı genişleterek bu husustaki
ihtiyacı tamamen refedeler.
Umumî Bir Bakış
Hiçbir şey, hiçbir şekil henüz olmamıştır, kendi şahsiyetini bulmamıştır; fakat her
şey olmak ve kendisine has olan şahsiyeti bulmak üzeredir. Ne milliyet vardır, ne
hükümet; fakat milliyet de, hükümet de teşekkül etmek üzeredir. Ne lisan vardır, ne
edebiyat; fakat gayet zengin ve geniş bir lisanın, gayet parlak bir edebiyatın terettüp ve
teşekkülü için lazım olan bütün unsur ve amiller meydandadır. Din de yeni haldedir:
büyük bir manevi perişanlık içinde ruhlar, kalpler aynı ihtiyacın sevki ile aynı istikamete
doğru yürümek üzeredirler. Hulasa Alman filozoflarından Herder’in ıstılahınca bu bir
“olmak” “Denevir”, terettüp ve teşekkül devridir. Biz bu “olmak” devrinin esasını teşkil
eden unsur ve amilleri burada birer birer gözden geçireceğiz: onların İslâmiyet’ten evvel
ne halde bulunduğunu, nerelere doğru yürümekte olduğunu ve İslâmiyet’in bunlara ne
gibi bir istikamet vermiş olduğunu mütalaa edeceğiz.
Arap Kavmiyeti
İlk evvel Arap kavminden başlayalım, Araplar lisan ve ırk bakımından Garbi
Asya’nın kurun-u ûlâ9 tarihine hâkim ve kurun-u ûlâ medeniyetini kendisinde temsil
eden Benî Sâm ırkından en saf, en necib bir şubesidir. Keldaniye, Asuriye, Fenike,
Suriye, Benî İsrail ve hatta bir dereceye kadar Mısır tarih ve medeniyetini vücuda
getirmiş olan kavimlerin kan ve lisan kardeşleridir. Fakat Araplar bu kavimler kadar
kurun-u ûlâ tarihine ve hayatına iştirak edememişlerdir. Filhakika Keldaniyeye
Sümerlerden sonra ilk muhaceret ederek aslen Turanî olan Sümerlerin medeniyet ve
devletleri enfazı10 üzerinde Keldaniye devletini tesis eden Aramileri11 meşhur Alman
âlimlerden bazıları Necd tarafından gelmiş bir Arap kabilesi addettikleri gibi Mısır’ı
istila ederek altı yüz küsür sene Mısır üzerinde hükümet etmiş olan Hiksusların da Arap
olduğu kabul olunuyor12. Kendi dini ananelerimizde mevcut, Âd, Semûd, Zülküfl,
Zülkarneyn, Lokman, Şeddad gibi isimler, hususiyle Belkıs ve Süleyman hikâyesi ve
İsmail ile Hacer’in Arabistan’a muhacereti ve diğer bazı tarihi vakıalar Arapların kurun-
u ûlâ tarihlerine bütün bütün yabancı olmadıklarını gösteriyor. Fakat şu alaka ve rabıta
hiçbir zaman beynelmilel bir ehemmiyeti elde edememiştir; daima tesadüfî olarak ikinci
derecede ve garbi Asya’da sakin kavimlerin mukadderatı üzerine tesir icrasından uzak
kalmıştır.
Hal böyle iken Arabistan’ın iç taraflarında ta kadim zamandan beri yer almış
olan Araplar kimlerdi? Ve nereden gelmişlerdi?
Şu suale cevap olarak İslâm müverrihleri Arapları menşe itibariyle dört kısma
ayırıyorlar:
Arabistan’ın Hicaz namını taşıyan ve Arab-ı tâbie ile meskûn olan kıt’ası
hakkında şu suale kati olarak “hayır” cevabı verilebilir. Ta Hz. Peygamber’in Mekke’den
Medine’ye hicretine kadar Hicaz’da bütün Hicaz’ı idaresi altına almış az çok muntazam
bir hükümet teşekkül edememiştir. Yalnız burada değil, çöl ve sahralarda, şehirlerde
bile Araplar aşiret ve kabile usulü üzerine yaşayıp gelmişlerdir.
hatıraları hâvîdir. Kur’an-ı Kerimde bile zikri geçmiş olan Seyl-i Arîm15, ahali dilinde
masal gibi dolaşan Bâğ-ı İrem hikâyeleri ocağı hep Yemen’dir ve keza şark hikâyelerine
revnak veren Belkıs –ki Süleyman ile izdivacı da dini ananelerdendir- Yemen
melikesidir.
Bütün bu hatıralar her ne kadar efsane olsalar da bir zamanlar Yemen’de oldukça
yüksek bir medeniyetin teessüs etmiş olduğunu gösteriyor. Hatta bazı müverrihler
hicretten üç bin sene evvel Yemen’de muktedir bir Kahtaniye hükümetinin teşekkül
etmiş olduğunu zikrediyorlar ve Kahtaniye sülalesine mensup padişahların uzun
uzadıya hayatlarının hikâyelerini yazıyorlar. Bunlardan bazılarının mesela Şeddad,
Lokman, Zülkarneyn’in namları nâsın dilinde ism-i âm yerine geçmiştir. Diğerlerine de
fevkalade fütuhat isnat ediliyor. Mesela Benî Kahtaniye’den Hâris güyâ bütün
Arabistan’ı Bâbil’i, İrân’ı, Azerbeyan’ı, Hindistân’ı teshir eylemiş ve bunun için de ona
“tab’” lakabı verilmiştir16. Şimr Mîr’aş17 ise tâ Türkistan’a kadar varmış ve güya
Semerkand şehri onun ismiyle tesmiye edilmiştir. Buna da “tab’-ı ekber” lakabı
verilmiştir.
Fakat bütün bu hikâyeler zikrolunan yerlerin ve ahalinin tarihleri ve hatıraları ile te’yid
ve tasdik edilmediğinden tabii efsaneden başka bir mahiyeti haiz olamazlar. Mamafih
muhakkak bir şey var ise o da Yemen’de İslâmiyet’ten evvel oldukça kuvvetli bir
devletin teşekkül etmiş olduğudur. Bu devletin makarrı ve merkezleri San’a, Meârib gibi
hâlâ enkazları altında medeniyet eserleri çıkmakta olan noktalardan ibaretti. Fakat
İslâmiyet’in zuhurundan pek çok evvel bu hükümetin munkariz olduğu da
muhakkaktır. Vukuu miladi tarihin 120 nci senesine tesadüf ettiği müverrihlerce kabul
olunan Sedd-i Meârib’in yıkılması ve Seyl-i Arim’ın meydana gelmesi ve bu
münasebetle Arab-ı Âribe’nin Hicaz, Necd, Irak ve Şam taraflarına dağılmaları da
Yemen devlet ve medeniyetinin İslâm’ın zuhurundan hiç olmazsa beş yüz sene evvel
inkıraz bulmuş olduğunu ispat ediyor. Bundan sonra artık Yemen İran ile Habeşistan
15 Bu hadise Kur’an-ı Kerim’de 34/Sebe’ suresi 15-16. ayetlerde anlatılmaktadır: “Sebe halkı, (çekici güzellik-
ler içindeki) yurtlarında (Allah'ın rahmetinin) bir işaretine sahiptiler; sağa ve sola doğru uzanan iki (ge-
niş) bahçe, (onlara sanki şu çağrıyı yapıyordu:) "Rabbinizin size bahşettiği rızıktan yiyin ve O'na şükre-
din! Ne güzel topraklar ve ne bağışlayıcı bir Rab!" (15) “Ama onlar (Bizden) yüz çevirip uzaklaştılar ve
bu yüzden barajlarını yıkıp geçen, sahip oldukları (son derece verimli) iki bahçeyi sadece böğürtlen, ılgın
ve birkaç tane (yabani) sedir ağacından ibaret (virane) bir bahçeye çeviren bir sel gönderdik”. (16). (S. N)
16 İbn İshak
arasında bir kavga vesilesi teşkil ediyor. İslâmiyet de zuhuru esnasında Yemen’i sadece
bir İran valisi –Bazan- tarafından idare olunur İran vilayeti halinde buldu.
Bunlara karşı şark cihetinde İran’a tâbi iki Arap beyliği teşekkül etmişti. Necd ile
Irak arasında Kinde hükümeti, bugünkü Bağdat’ın cenubi şark cihetinde vaki Benî
Münzir Beyliği veyahut Hire hükümeti; bunlar da İran’a karşı aynı vazifelerle
mükelleftiler. Bu Arap devletleri tâbi bulundukları imparatorlukların dinlerini de kabul
etmişlerdi. Roma’ya tâbi hükümetler Hıristiyan ve İran’a tabi hükümetler Zerdüşt
dininde idiler.
Fakat ara sıra fırsat düştükçe şu yarı müstakil hükümetler bütün bütün istiklal
kazanma daiyesini perverde etmekten hâlî kalmamışlardır. Ezcümle mesela Roma
tarihinde “şark melikesi” unvanıyla iştihar etmiş Palmir hakimesi Zeyneb19 bu yolda pek
parlak mücahedâtta bulunmuştur ve hatta imparator Galian’i mağlup eylemiştir. Ve
keza Kinde hakiminin oğlu muallakat sahibi meşhur şair İmriu’l-Kays da bu vadide
pûyân olmuş20 ve nihayet canını feda etmiştir.
20 Koşturmak. (S. N)
21 Nesli tükenmiş. (S. N)
22 Geçerli. (S. N)
310 Ahmed Agayef / Yrd. Doç. Dr. Faruk Çiftçi
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 321 - 339
Giriş
Osmanlıca aslından sadeleştirerek günümüz Türkçesine aktardığımız bu
makale Celal Nuri İleri’nin (1877–1939) Havaic-i Kanuniyemiz (İstanbul 1331/1913)
adlı eserinin son (hatime) kısmında (s.108-118) yer alan “La yunker tağayyürü’l-
ahkam bitağayyüri’l-ezman” (Zamanın Değişmesiyle Ahkamın Değişmesi İnkar
Olunamaz) başlıklı makalesidir. Bu başlık aynı zamanda Mecelle’nin 39.
maddesidir. Bu makale 1912’de İctihad Mecmuası’nda da yayınlanmıştır.
Makalede atıfta bulunulduğu üzere onun içeriği Celal Nuri Bey’in “İttihad-i İslam”
(İstanbul 1331) adlı eserinde de büyük ölçüde vardır.
Celal Nuri Bey, İstanbul Hukuk Mektebi’ni bitirmiş, son Osmanlı
meclisinde mebus, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekili olmuş, 1924
Anayasası’nın hazırlanmasında raportörlük yapmış, yenilikçi fikirleriyle tanınmış
bir fikir adamıdır.1
Celal Nuri Bey, yenilikçi fikirlerini bu makalesinde kelimenin tam
anlamıyla göstermektedir; fıkıhta/İslam hukukunda ahkamın değişmesi gerektiğini
savunmaktadır ve şöyle demektedir: “Bize İslamiyet’in esaslarından çıkarılmış
olmak üzere, yeni bir fıkıh lazım olduğunu çeşitli eserlerimde, özellikle “İttihad-ı
İslam”da geniş ve derince açıkladım.” Bu ifadesine göre Celal Nuri, İslam
hukukunun kendi bünyesi içinde yenilenmesi taraftarıdır. Celal Nuri, makalenin
son kısmında ise “yeni bir fıkıh lazımdır” hükmünü tekrarlamakta, bu konuda
halis niyetinden söz etmekte ve “Afrenciye (Frenk, Avrupa) medeniyetine ne kadar
muhalif fikirde olduğumu hocalarımız bilmelidirler” demektedir. Buna rağmen
Celal Nuri Bey, zamanımızda yapılan çeşitli çalışmalarda Batıcı aydın olarak
tanıtılmakta ve bazı çalışmalara bu sıfatla başlık yapılmaktadır.2 Bir başka çalışma-
1 Hatiboğlu, Mehmed Said, Müslüman Kültürü Üzerine, Ankara 2004, 112. Hatiboğlu, bu nafi’ eserinde
Celal Nuri İleri Bey’in fıkıhta değişimle ilgili aynı muvacehede olan görüşlerini onun çeşitli eserlerinden
ve bu makalesinden en fazla aktaranlar arasındadır, ancak makalenin tamamını aktarmamış ve yaptığı
alıntıları çoğunlukla aynı terkipler içinde nakletmiş, sadeleştirmemiştir.
2 Uyanık, Nemci, “Batıcı Bir Aydın Olarak Celâl Nuri İleri ve Yenileşme Sürecinde Fikir Hareketlerine Bakı-
şı.” Bu makale, Selçuk Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri (BAP) Koordinatörlüğü tarafından,
2000/012 numara ile desteklenen “Siyasî Düşünce Tarihimizde Batıcı Bir Aydın Olarak Celâl Nuri (İLE-
322 Celal Nuri İleri / Yrd. Doç. Dr. Yüksel Macit
da ise ilgili yerde Celal Nuri’nin kendi eserlerine değil, onun fikirleri hakkında gö-
rüş beyan eden ikincil kaynaklara dayanılarak ve biraz da küçümsenerek şöyle
denmektedir: “Celal Nuri, bir taraftan İslam fıkhını savunurken diğer taraftan Batı
kanunlarının alınıp ‘fıkha uydurulmasından’ bahsetmekle, aslında fıkha değil fıkıh
elbisesi giydirilmiş Batı hukukuna taraftar oluyordu. Yayınlarının çoğu yüzeysel
kalan Celal Nuri’nin, hukuk konusunda köklü değişiklikler teklif eden fikirleri de
yüzeysel olmaktan ileri gidememiştir.”3 Celal Nuri’nin sadeleştirdiğimiz bu maka-
lesi, onun hakkında yapılan bu tip değerlendirmelerin aşırı yorum olduğunu gös-
termektedir. Geçtiği üzere Celal Nuri’nin kendisi “İslamiyet’in esaslarından çıka-
rılmış yeni bir fıkıh lazım” diyor, Avrupa medeniyetine muhalif fikirde olduğunu
söylüyor. Bu bağlamda Havaic-i Kanuniyemiz kitabının “Mecelle Meselesi” bölü-
münün sonunu ise şöyle bitiriyor: “Bize İmam-i Azam (Ebu Hanife) gibi, İmam Şa-
fiî gibi müceddidler, müçtehitler lazım.” Celal Nuri’nin başka çalışmalarında Batı
hukukundan veya kanunlarından bir şeyler almaya açık olduğunu gösteren sözleri
de olabilir, ancak bu durum yenilenmesi gereken bir hukuk için düşünülebilir; her
yenilenen hukuk başka hukuklardan yararlanmıştır. Önemli olan adalet gibi temel
esasları korumak ve bünyeye uygun şeyler almaktır. İslam hukuku da Hz. Mu-
hammed devrinde oluşurken toplumsal şartlar gereği kısas, diyet ve hırsızın elinin
kesilmesi dahil birçok hükmü Arap örfî hukukundan almıştır.4 Bu hükümlerin ba-
zısı Kur’an’a girdiği için, kimi onların aslını bilmeyerek, İslam’ın orijinal hükmü
sanarak, kimi aslı dikkate almayarak onlarda özel hikmetler ararlar ve değişmesine
karşı çıkarlar. Ulemanın Celal Nuri’nin görüşlerine karşı çıkması bu kabildendir.
Celal Nuri’nin makalesinde yer alan görüşlerden alıntılar birçok çalışmada
az veya çok vardır, ancak biz onun hakkında yukarıda geçen olumsuz
değerlendirmeleri kısmen bu makaleye aykırı bulduğumuzdan ve fıkıhta köklü
değişmelere hâla ihtiyaç olduğundan, makalenin tamamının günümüz Türkçesine
aktarılmasında fayda mülahaza ettik.
Celal Nuri Bey bu makalesinde, başlangıcından itibaren bin üç yüz yıl
yürürlükte olan bir hukukta ulemanın muhalefeti pahasına ciddi değişikliklerin
yapılmasını savunmaktadır. Ona göre, temel inanç esasları ve ibadetler dışında
kalan bütün hükümler (yasalar dahil) zamanla maslahat-ı amme (kamu yararı)
değiştiğinde değişebilir. Bu cesur görüşünden dolayı Celal Nuri takdir edilmelidir.
Hatırlanacak olursa Türkiye’de Batıdan alınan hukuk ve kanunların yanı sıra, 1961
Anayasası’nın değişmesini seksenlere kadar, 1982 Anayasası’nın değişmesini
doksanlara kadar savunmak kolay değildi, şimdi Anayasanın değişmesini herkes
savunuyor. Bugüne bakarak zor zamanlarda yapılan köklü değişim tekliflerini
basit bir şey gibi göstermek doğru değildir. Celal Nuri’nin fıkıhta köklü değişimle
ilgili 1912’de savunduğu bu görüşü bugün 2012’de bile savunmak çok kolay
değildir. İslam hukukunda köklü değişim sorunu Hz. Muhammed’den sonra içti-
Rİ)”, isimli Doktora tezinden (Selçuk Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2003) özet olarak
alınmıştır.
3 Otacı, Cengiz, “Osmanlı Devletinde Hukukun Romanizasyonu (II)”, AÜEHFD, C.X, S. 1-2 (2006), 222.
4 Geniş bilgi için bkz. Macit, Yüksel, İslam Hukuku Alanında Nadir Fikirler, Malatya 2002, 17-32.
hat ile nesih meselesi çözülmeden çözülemez.5 Zira nassa dayalı meselelerde her
ne zaman “maslahat değişmiştir” diye yeni bir içtihat yapılsa, “Mevrid-i nasda
ictihada mesağ yoktur” (Nas olduğu yerde içtihat edilemez) kaidesi (Mecelle
md.14) ileri sürülerek karşı çıkılır, nassa dayanmayan cüz’î meselelerde yeni
içtihatlar ise İslam hukukunu yenilemeye yetmez. Yenilenmeyen hukuk geri kalır,
geri bırakır.
Celal Nuri Bey bu hususu bildiğinden fıkıhta küllî meselelerde de
yenilenme istemektedir ve bunu hararetle savunmaktadır; İslam’ın geleceği için
bunu zaruri görmektedir, bu açıdan onun makalesi fikir ağırlıklıdır ve
dopdoludur. Bilimsel açıdan bakıldığında ise makale, kaynakları eksik ve dipnot
yoktur diye eleştirilebilir. Şu da var ki, makalenin yazıldığı tarihlerde İslam
âleminde dipnot kullanmak yaygın değildi, atıflar metin içinde ve az yapılırdı. Bu
makalede de kaynak atıfları var, ancak az ve metin içindedir. Makalede dipnotları
biz düştük. Makalede, bazı terkip ve tabirleri aynen muhafaza etmekle birlikte,
metnin maksadını değiştirmeyen kolay anlaşılır bir üslup kullanmaya çalıştık.
Bu değerlendirmelerden sonra Makale metninin sadeleştirilmesine
geçebiliriz.
Zamanın Değişmesiyle Ahkamın Değişmesi İnkar Olunamaz
5 Hz. Peygamber’den sonra içtihat ile nesih konusunda geniş bilgi için bkz. Macit, Yüksel, “Hz. Muham-
med’den Sonra Nesih Meselesi”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı: 13, Nisan 2009, ss.295-304;
“İmam Maturidî’ye Göre Kur’an’dan Bir Hükmün İctihad İle Neshi”, Hikmet Yurdu, Maturidî Özel Sa-
yısı, 2009, Yıl 2, sayı 4, ss. 127–135. (www.hikmetyurdu.com.) İçtihat ile nesihten, tespit edebildiğimiz ka-
darıyla ilk bahseden İmam Maturidî olmuştur, ancak daha sonra rastladığımız üzere Şerhu’l-Menar fi’l-
Usul li İbn Melek (Ofset Basım, İstanbul 1965) kitabında (s.245) icma ile nesih bahsinde şöyle denmekte-
dir: “Mutezile’den bazısı demiştir ki bu (icma ile nesih) caizdir, çünkü Ebu Bekir zamanında yapılan icma
ile müellefe-i kulubun zekattan payı düşmüştür. Deriz ki bu zayıf bir görüştür, çünkü icma ile nesih ol-
maz, aksine o olay, illetin sona ermesi ile hükmün son bulması kabilindendir.” Bu tevil ikna edici değil-
dir; nesih keyfi hüküm kaldırma mıdır? Nesih, illetin son bulmasıyla hükmün kalkmasını içermez mi?
Ancak icma içtihada dayandığı için icma ile nesih de içtihat ile nesih gibi görülebilir ve bazı hususlarda
olduğu gibi bu hususta da İmam Maturidî, Mutezile’den etkilenmiş olabilir; icma ile nesih aslında Mute-
zile akılcılığına ters düşmez, fakat Mutezile’ye ait eserlerde icama ile neshin caiz olduğuna dair bir bilgi-
ye rastlamadık, hatta Mutezile’den usulle ilgili eserleri günümüze gelen Kadı Abdulcebbar (ö.415/1025)
ve talebesi Ebu’l-Huseyn el-Basrî (ö.436/1044) Hz. Muhammed’den sonra nesih olmayacağını savunmak-
tadır. Bu hususta da adı geçen makalelere bakılabilir.
324 Celal Nuri İleri / Yrd. Doç. Dr. Yüksel Macit
İyice bilmeliyiz ki, bugün, Müslümanlar bir içtihat hatasından, önemli bir şer’î
hakikati anlayamadıklarından yok olmaya gidiyorlar. Ulema bu hakikati anlamak ve
İslam âlemine anlatmak mecburiyetindedirler.
Ahkam; zemin ve zaman ile her vakit, belki her dakika değişir. Dünyada, tarihte
hukukî bir hükmün değişmeden kaldığı görülmemiştir. Solon, Lycurgos, Julien, Roma,
Manu ve Kilise’nin kanunu,7 özetle tüm kanunlar tebdil ve tağyir etmiş/değişmiş, eski-
miş, yenileri yapılmıştır. Kanun, ihtiyacı tanzim için tedvin edilir, yoksa ihtiyaçlar eski
kanunlara uydurulmaz.
İşte biz âciz Müslümanlar cazibe ve dafia/çekme ve itme kanunu kadar metin,
hesap ilmi kanunları kadar sağlam olan bu değişim kanununu anlayamamışız.
6 Millet kelimesi, din anlamında da kullanılır, ancak klasik dönem metinlerinde çoğunlukla bu kelime ile,
“dine dayalı bir topluluk/dinî topluluk” kastedilir, bu itibarla daha genel manada bir topluluk ifade ka-
vim kelimesinden farklıdır. Celal Nuri, İslam milleti tabirinin geçtiği paragrafın sonunda, “bir yanlış içti-
hat üç yüz milyon Müslümanı perişan eder “der. Dolayısıyla, ona göre İslam şeriatını koruyanlar İslam
milletini de korumuş olurlar.
7 M.S. 40 yıllarında doğan Plutark’ın Yaşamlar -1 (İstanbul 2005) kitabında Solon ve Likurgus vb. yasa
koyucularının hayat hikayeleri ve kanunları hakkında önemli bilgiler verilmektedir, burada adı geçenler
M.Ö. 6-7. asırlar arasında yaşamıştır. Ancak o kitapta Roma krallarından Numa’nın yasalarından da bah-
sedilmektedir. Bu isim yukarıda makale metininde Numa yerine Roma yazılmış olabilir mi ihtimalini ha-
tıra getirmektedir, bu mümkündür, ancak Roma kanunu demek de yanlış olmaz.
8 Bu kaide burada ve devamında “la yunker…kaidesi olarak kısaltılmış, “inkar olunamaz”… kaidesi şeklin-
de kısaltma çok anlam ifade etmediğinden kaidenin tamamını yazdık.
Ey Alimler! Size hitap ederim. Yüce Şârî’ (Allah) İslamiyet’i tedvin ettiği vakit
bundan maksadı, şüphesiz, insan nevinin mevcut ve gelecek saadeti idi. Halbuki
görüyoruz ki bu asırda İslam (Müslümanlar) mesut olacağına bedbahttır. Demek oluyor
ki Yüce Şârî’in maksadı gerçekleşemiyor. Bana göre İslam nasıl müreffeh ve bahtiyar
olursa, hangi kanunların tatbiki ile yükselir ve tekâmül ederse, işte o kanunlar asıl İslam
kanunlarıdır. Yoksa on asır evvel dört mezhep imamının çıkardığı ve kendi
zamanlarında İslam’ın (Müslümanların) saadetine kefil olan ahkam, bugün bize lazım
olan İslam fıkhı değildir.
9 Hz. Ömer’in nas (Tevbe, 60. ayet) varken kalpleri İslam’a ısındırılmak istenen kişilere (müellefe-i kuluba)
zekat vermemesi buna bir örnektir. Keza onun fethedilen Irak arazisini savaşan mücahitler arasında da-
ğıtmaması, kati ayet ve sünnet varken hüküm koymadır. Hz. Ömer’in, nas olduğu halde içtihatla verdiği
başka hükümler de vardır. Hz. Ömer’in nas varken yaptığı içtihatlar bazı çalışmalarda tevil edilse de aslı
inkar edilmez.
10 Bazen bir yenilik getirmek istendiğinde, bu “usule aykırı” diye karşı çıkılır veya reddedilir. Usulde deği-
şiklik yapılmadan ciddi anlamda nasıl yenilik yapılacak? Peygamber’den sonra nesih, içtihat ile nesih,
nas varken (maslahatı değişmişse) içtihat, bir usul olarak kabul edilmediği zaman, nasla tespit edilmiş
olan, lafzî anlamıyla uygulandığında daha fazla zarar verme vb. sakıncaları ortaya çıkacak olan “göze
göz, dişe diş” gibi kısas hükümleri, modern dünyada birçok Müslümanın bile şaşkınlıkla izlediği, hadisle
sabit recim cezası ve ayetle sabit el kesme cezası nasıl değiştirilecek? Kaçamak yorumlarla bu sorunlar
örtbas edilemez. Asılları Arap vb. kavimlerin örfünde olan bu hükümleri İslam adına iyi niyetle savunma
da İslam hukukuna birşey kazandırmaz. Roma hukukunda da kısas ve diyet vardır ama Roma hukuku-
nun mirasçıları onları kaldırmıştır. Şartlar gereği İslam’a geçmekle bu hükümleri Müslümanlar niye de-
ğiştiremesin?
326 Celal Nuri İleri / Yrd. Doç. Dr. Yüksel Macit
Bize, İslamiyet’in esaslarından çıkarılmış (istinbat edilmiş) olmak üzere, yeni bir
fıkıh lazım olduğunu çeşitli eserlerimde, özellikle “İttihad-i İslam”da geniş ve derince
açıkladım. Geçen gün İslamiyet’in gerçek ulemasından yüksek bir zat ile görüşüyordum.
Bu zat, Sinop eski mebusu ve Surre emini lahikî Hasan Fehmi Efendi hazretleridir, daha
ileriye giderek mevcut akaidin bile pek eski olduğundan bahsetti. Tam bir vukufiyetle
dedi ki, eski zamanlarda, sapık fırkalar, Mutezile vardı. Bu akaid onlara karşı olmak
üzere tedvin ve tertip edilmiştir. Dikkat edilirse görülür ki elde dolaşan akaid risaleleri
hep Mutezile’nin fikirlerini ve serdettiklerini reddeder. Artık Mutezile kalmamıştır.
Binaenaleyh onlara karşı harp etmek lüzumsuzdur.11
Hakikatte Efendi hazretleri yerden göğe kadar haklıdır. Bugün ulemamızın bin
senelik sapık fırkaların reddi ile uğraşmaları, mesela, Osmanlı hükümetinin, hâlâ
Karamanoğulları ile harp etmesine benzer. Bize, bugünkü vicdani şüpheleri (içerden
gelen şüpheleri) gidermek için yeni bir inanç esasları yasası (akaid mecellesi) lazımdır;
yoksa isimlerini unuttuğumuz bütün eski sapık fırkaları tenkil (şiddetle eleştirme) için
değil… Bu zamanda sapık fırkalardan eser kalmamıştır. Teslis ile uğraşan da yoktur.
Skolastik denilen mezbele-i efkardan/fikir çöplüğünden bir şey kalmamıştır. Hele çok
Tanrılara inanmak modası geçmiştir. Bu nedenle bunlarla uğraşmak
zaittir/lüzumsuzdur. Pratik bir fayda doğurmaz. Halbuki zamanımızda Spiritüalizm
(ruhçuluk), materyalizm, monizm gibi bir takım felsefî cereyanlar meydana çıkıyor.
Bunlar ne derece İslam’ın ruhuyla uyuşmaktadır? İşte asıl mesele!
11 Mutezile, Ehl-i sünnet’e ait eserlerde ehli-bidat ve firak-ı dalle’den görülmüş, kötülenmiştir, aslında mez-
hep taassubuyla karalanmıştır. Mutezile’nin hataları vardır, ancak İslam’ı daha akılcı yöntemlerle sa-
vunmuşlardır, akılcı metotları usule sokarak fıkıh usulünü derinleştirmişlerdir. Bu hususu doğrudan
gözlemleme için bkz. Kadı Abdulcebbar, Mutezile’de Hukuk Felsefesi, çev. Yüksel Macit, İnsan yayınla-
rı, İstanbul 2003. Ayrıca “Mutezile’nin Fıkıh Usulündeki Yeri ve Etkisi” (Marife dergisi Mutezile özel sa-
yısı, 2003 kış) başlıklı makalemize ve Mutezile’den Aforizmalar (İstanbul 2004) adlı kitabımıza bakılabi-
lir.
saat ders dinlediğim bir değerli bir hocamın eserlerini de çekiştirmek gibi zor bir görevi
üstleneceğim.
Sonraki dönem fakihlerine göre satın almadan önce evin her bir odasını
görmedikçe görme muhayyerliği devam eder. Önceki fakihler (Mütekaddimin) ile
sonraki fakihler (müteahhirin) arasındaki bu görüş ayrılığı, delil ve hüccet üzerine
dayanan bir görüş ayrılığı olmayıp belki bina yapımı ile ilgili örf ve âdetin
değişmesinden kaynaklanmıştır ki eski fakihler zamanında evlerin her odası bir tarz
üzere yapıldığından satın alınmadan önce bir odasını görmek diğerlerini görmeye
ihtiyaç bırakmazmış. Daha sonra evlerin odalarını farklı yapmak adet olduğundan bir
evin bir odasını görmek diğer odalarını görmek için yeterli olmamıştır. Ama bu konuda
küllî hüküm, alım-satımın amacına göre yeterli bir bilgi elde etmekten ibarettir,
değişmeyip, yalnız bu küllî hükmün hadiselere tatbik işi zamanın değişmesiyle değişir.”
Hayır! Değerli hocam! Bu kadar küçük bir misal ile yetinmeyiniz ve küllî
hükümleri asla istisna olarak görme cüretinde bulunmayınız. Çünkü bu ilk olarak,
korumasına memur olduğunuz Şeriata aykırıdır; ikinci olarak, fetvaya ve Müslümanla-
12 Meşhur ismi Ali Haydar Efendi’dir. Mecelle’nin 99, başta fıkhın tanımı ile birlikte 100 maddesi hakkında
yazdığı Dürerü’l-Hükkam Şerhu Mecelleti’l-Ahkam (İstanbul 1330) adlı eserinin üstünde Ali Haydar,
Mahkeme-i Temyiz Hukuk Dairesi Reisi ve Mekteb-i Hukuk-i Osmanî Mecelle Muallimi olarak tanıtıl-
maktadır. Ali Haydar Efendi biraz yaşlı olmakla beraber Celal Nuri Bey ile aynı dönemde yaşamışlardır.
328 Celal Nuri İleri / Yrd. Doç. Dr. Yüksel Macit
rın halifesinin icraatına aykırıdır; üçüncü olarak, akıl ve mantığa aykırıdır; dördüncü
olarak, tarih kanunlarına aykırıdır; beşinci olarak, kanunların ruhuna aykırıdır… vs.
Evet şer’a aykırıdır, çünkü şer’ seksen bin türlü kolaylık göstermiş ve hatta hadis
ile ayetin neshi derecesinde ruhsatlar vermiştir. (“İttihad-ı İslam” adlı eserimizdeki
içtihat konusunda verilmiş misallere bakınız.) İlave olarak şurasını da söyleyeyim ki Hz.
Muhammed bir takım önce gelmiş nasları tebdil ile İslamiyet’i sağlamlaştırmıştır.
Demek ki İslamiyet’in ruhu yeniliği emreder.
13 II. Abdülhamit devrinde çıkarılan 22 Mart 1303 tarihli Murabaha Nizamnamesi (Ceride-i Mehakim: 4
Nisan 1303/1887), 1864 tarihli Murabaha Nizamnamesi’ndeki senelik % 12 faiz oranını yürürlükten kaldı-
rarak %9 faiz oranını şu ifadeleriyle tespit etmiştir: “İşbu nizamnamenin tarih-i neşrinden itibaren her
nevi müdayınat-ı adiye ve ticariye [adî ve ticarî borçlar] faizinin haddi âzamı [üst sınırı] senevî % 9 olarak
tayin kılınmıştır.” Çağatay, Neşet, İslam Tarihi, Ankara 1993, 480. M.S.Hatiboğlu’nun tespitine göre bu
Nizamname, Birinci Tertib Düstur’da 206 numara ile yayınlanmıştır (Ankara 1937 baskısı, V.775-776).
İrade tarihi: 9 Receb1304/3Nisan 1887. Müslüman Kültürü üzerine, 119, dipnot 42. 22 Mart 1303 tarihli
Murabaha Nizamnamesi, 4.12. 1984 tarih ve 3095 sayılı, Kanunî faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Ka-
nun’un 5.maddesi ile yürürlükten kaldırılmıştır. Modern hukukta faizle ilgili pek çok çalışmada 1303 ta-
rihli Murabaha Nizamnamesi’ne atıflar vardır. Onlara internet yoluyla ulaşmak mümkündür.
14 Sayıları az da olsa bazı İlahiyatçıların da belirttiği gibi İslam öncesi riba bir nevi tefecilikti; ödenemeyen
borca, önceden belirsiz, ölçüsü olmayan bir ilave idi. Daha önce yazdığımız Mutezile’den Aforizmalar,
Kayseri basım 2001, 52, İstanbul Basım, 2004, 39) adlı eserde ve daha başka çalışmalarda belirttiğimiz
üzere: İslam yardımlaşmaya dayalı toplum yapısını öngörse de bu küçük miktarda ihtiyaç borçları için
reel olabilir, ticari borçlarda kimse kimseye uzun vadeli faizsiz borç vermez. Altın veya yabancı parayla
borç da sonuçta yaklaşık olarak faizle aynı kapıya çıkar. Faizsiz ekonomi rekabet edemez. Dindar-
muhafazakâr bölge insanlarının genelde fakir kalmasının bir sebebi faizin mutlak haram olduğuna inan-
maları ve bankalardan düşük faizli krediler alarak iş geliştirememeleridir. İlahiyatçılar, din adamları, ayı-
rım yapmadan faiz haramdır derken bu durumları da göz önünde bulundurmalıdırlar. Bu açıdan bakıl-
dığında faizden büyük paralar kazanan kişilerin, şirketlerin, özel kuruluşların, faiz yasağını bazı insanla-
ra benimseterek onların rekabetten düşmesine dolaylı yoldan bilmeden katkıda bulunan kişileri gözetme-
leri gerekir. Burada tekrar ediyoruz: Faizsiz ekonomi rekabet edemez. Bu realiteyi gördüğü için dindarlı-
ğı ile tanınan II. Abdülhamit dahi geçtiği üzere yüzde dokuz faize izin vermiştir. Ondan önceki halife
Abdülaziz ise yüzde on iki faize izin vermiştir. Buna dönemlerinin şeyhülislamları da fetva vermiştir. Bu
hususta şüphe yok. Burada bahsedilen enflasyon farkı da değildir. Ancak aşırı faiz zararlıdır. Sonuç ola-
rak, bazı insanlar şartlara göre değişmek kaydıyla belli bir ölçüde (makul) faizin gerekliliğine inanır, ba-
zısı ise hep faizin zararlarından bahseder; faiz meselesi kolay anlaşılır bir konu değildir. Her isteyen ken-
dine inanan bulur. Kendi yapmadığı halde bazı şeyleri başkalarına tavsiye edenler veya yasaklayanlar
bahsimiz dışındadır.
15 Babylonıa Talmud (Babil Talmudu) editörü M.L. Rodkınson, Talmud’un I. cildinde (Volume I) düştüğü
bir notta, Tevrat’ta kısasla ilgili geçen “Cana, can, göze göz, dişe diş” ayetini Yahudi yorumcuların tü-
münün lafzi anlamda almadığını, suçun cezasız kalmayacağı, karşılığı olacağı anlamında anladıklarını
kaydetmektedir. Bu, yorumla yapılan bir tekâmüldür. Aynı ayet Kur’an’da da vardır, ancak bütün mü-
fessirler ve fakihler onu lafzî anlamında anlamışlardır. Bu durum ilginçtir. Müslüman bilginler Kutsal
metinleri esnek yorumlamada daha mı cesaretsizdir? Bu nokta karşılaştırılmalı olarak tartışmaya değer-
dir.
16 Sabiîler, yazarın (C.Nuri) iki nehir arasında dediği, büyük bir ihtimalle Fırat ve Dicle nehirleri arasında
yaşayan bir topluluktur. Ancak onlar Fırat’ın Irak topraklarında olan uzantısı etrafında yaşarlar.
Sabiîlerin dini yaşantıları akarsuya çok bağlıdır, namaz için abdestleri, bir şeyhin yardımıyla haftalık vaf-
tizleri kefen gibi beyaz elbiseler içinde akarsu veya onun göletlerinde olmak zorundadır. Sabiîler, dinî
temizlik, genel temizlik ve yiyecek-içeceklerin temizliği konusunda aşırı titiz olup geçtiği üzere akarsuya
çok bağlı oldukları için yerleşim alanları da sınırlıdır. Sabiîlerin bir kısmının Irakta baskılar sonucu ABD
ve daha başka ülkelere göç etmek zorunda kaldıkları söylenir. Oralarda akarsu bulamadıklarında bazı
dinî kurallarını esnetmiş olabilirler. Sabiîlere Mandeans da denir, zamanımızda sayıları 60-70 bin arasın-
da tahmin edilmektedir. Sabiîler, akarsu ile temizlik örneğinde olduğu gibi her şeyin tabiî olmasında ısrar
330 Celal Nuri İleri / Yrd. Doç. Dr. Yüksel Macit
Bu, kanunların ruhuna da aykırıdır. Çünkü kanun, gerçekliği kesin olan bir şey
değildir. Hukuk kanunları, matematik kanunları gibi sabit olamaz. O halde bunların
bölge, mekan, iktisadi şartlar, zaman, karakter, siyasi ihtirasların etkisi, ilimlerin ve
fenlerin gelişmesiyle değişebilecekleri üzerinde fikir birliği vardır.
ettikleri için hayatı kendilerine biraz zorlaştırmışlar ve katılımla fazla çoğalamamışlardır. Sabiîler sayıca
az olmalarına rağmen meşhurdurlar, ancak Salibîler bu isimle çokça tanınan bir topluluk değildir.
Sabiîler hakkında Kur’an’da az bilgi vardır; onların Allah’a ve ahiret gününe inandıklarından bahsedilir,
Hz. Peygamber de onları Ehl-i kitaptan kabul etmiştir. Sabiîler Kutsal kitaplarına çok bağlı bir topluluk-
tur, Hz. Adem’e inen suhuf’u ve diğer suhufları bile muhafaza ettiklerini söylerler, bu sahifeler Kutsal ki-
tapları olan Ginza’da vardır. Ginza, Almancaya (Göttıngen 1925) ve Arapçaya çevrilmiştir, bir vesileyle
her ikisine de ulaştık, Ginza’nın Arapçasına (Kinza Rabba: Rabbin Hazinesi anlamında olabilir) biraz bak-
tık, gerçekten içinde Kur’an’ın İhlas gibi kısa surelerine ve çeşitli ayetlerine benzer veciz ifadeler var. An-
cak Sabiîler vaftizci Yahya ile peygamberliğin son bulduğuna inanırlar.
17 Genel durumdan bahsediliyor.
18 Bu söz ayetten iktibastır, ölünün arkasından söylenir. Meali: “Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz”. Yukarıda
metinde geçen bu sözden kastedilen mana anlaşılıyor ama yine de biz açıkça yazalım, Celal Nuri diyor ki:
“Bunlar olursa ne güzel, olmazsa toplum olarak öleceğiz/yok olacağız.”
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 341 - 349
Din, insan aklına başlıca üç inanç telkin eder ve beşerin nefisini üç temel hasletle
süsler. Bunlardan her biri, milliyetin varlığının devamı, sosyal toplumun kuvveti ve
medeniyetin de temelidir.
İkinci akide: Her din sahibi kendi milletinin, milletlerin en şereflisi olduğuna,
muhaliflerinin batıl bir yolda gittiklerine sapıklıkta olduklarına inanması.
Üçüncü akide: İnsanın, daha geniş, daha yüce bir aleme çıkıp, çirkinlikler ve
kötülükleriyle hüzün ve elem yurdu denilmeye layık olan fani alemden; müddeti
tükenmez, saadeti bitmez, elem ve kederden uzak bir baki aleme gideceği hususunda
gereken faziletler ve olgunlukları kazanmak için, bu dünya hayatına geldiğine
inanmasıdır.
* Bu yazı Sırat-ı Müstakim Mecmuasının Cilt: 3, Aded: 55, 1327 tarihli nüshasının, 41-42. sayfalarında; Cilt:
3, Aded: 57, 1327 tarihli nüshasının 57-58. sayfalarında ve Cilt: 3, Aded: 58, 1327 tarihli nüshasının, 90-91.
sayfalarında üç kısım halinde yayınlanmıştır. Biz her üç kısmı birleştirerek sadeleştirmeyi uygun gör-
dük. Yazıların farklı yayınlanış tarihleri sebebiyle her bir yazının başlangıcını roma rakamlarıyla göster-
dik.
342 Cemaleddin Efgani / Hatipbzade Emin / Yrd. Doç. Dr. Ali Duman
Bütün insan fert ve türleri arasında bağlılık ve irtibatın, iyi geçinmenin (hüsn-i
muaşeret) ıslah ve devamı ile insanlığın ebedi saadetini sağlamaya ve akli olgunlukların
himmeti ve nefsi faziletler düzeninde olgunluğa ulaşmaya insanları yönelten bu üç
akidedir.
***
Şüphe yok ki, bu inanç her kimde ne kadar kuvvetli olursa hayvan sıfatına
düşmekten o derece nefret eder. Şüphe yoktur ki, bu nefret ne mertebe güçlü olursa
beşeri ruh o oranda akli aleme yaklaşır.
Beşer aklı yücelik kazandıkça medeni hukuk yöntemiyle, şahsi hazları yoluyla
övülür ki böylece mertebeler kat eden şahıslar olgunluk medeniyetinin gereklerini
hazırlar ve kendi derecesine ulaşan vicdan kardeşleriyle insanlar arasında muhabbet
kanunlarını ihya etmeye hak ve adalet yöntemini yaymaya muvaffak ve muktedir
olurlar.
Zaten insani mutluluğun dünyevi nihayeti için, hikmet ve akıl sahiplerinin bütün
gayretleri de bu noktadır.
***
İkinci akidenin gerekleri: Bir kavmin mensup olduğu milletin milletlerin en şereflisi
olduğu ve muhaliflerinin batıl bir yolda bulundukları inancında olması, milletin fertlerini o
faziletliler sınıfı ve milli övünçte diğer milletlerle üstünlük yarışmalarına davet ve akli,
nefsi, maddi, manevi, her türlü sosyal meziyetler kısımlarında diğer milletlerden önde
ve baskın olmak için birlik ve beraberliğe yönlendirir.
Onlar başka milletlerde gördükleri üstünlük ve övünç verici şeylerin daha üstün
ve daha mükemmelini kendi milletlerinde göremezlerse üzüntülü olurlar. İnsanın
şanından sayılan her türlü yüceliği ve mutluluğu her kavimden daha fazla kendi
milletlerine layık görürler.
Kalbinde bu inanç kaybolmuş olan bir milletin hayatını düşününüz. Bütün tavır
ve fiillerinde bezginlik, çalışma ve gayretinde kusur, sahip olduğu güçlerin zayıflamaya
dönüşmesi, memleketlerinin fakirlik ve miskinlik içinde olduğunu görecek, zillet ve
344 Cemaleddin Efgani / Hatipbzade Emin / Yrd. Doç. Dr. Ali Duman
II
İşte hakiki bilgi ve yüce ahlak üzerine kurulan medeniyete doğru gitmeye insanı
yönlendiren bu inançtır. Doğru yolda azimle yürümek ise herkesin hakkını bilmesi ve
kendi uhdesinde diğerlerinin haklarını gözetmesi esasına istinad eden toplumun devam
ve nizamı bu inancın varlığına dayanmaktadır.
Bu itikad ezeli rahmetten bir nefestir ki, kulların kalplerine barış ve güvenlik
hissini yayar. Güvenlik hissi adalet ve muhabbetin ürünüdür. Adalet ve muhabbet de
sahibini kötülük hazlarından kurtararak tam bir medeniyet kürsüsü üzerine çıkan bu
akidenin amacı ve sunduğu üstün ahlak, temizlik ağacının meyveleri gibidir.
Zor bir iş değil, bir halk sınıfı hayal ediniz ki, bu inançtan mahrum bulunsun,
yalan ve fitneye, hile ve nifaka kaynak olmaz mı? Hileleri, hırs ve mücadeleleri, malları
gasp etmeyi helal saymaz mı? İrfanın yokluğu ile ayıplı, cehalet denizleriyle hastalıklı
olan bir halktan ne beklenebilir?
Milletlerin neseplerinde babadan oğula miras kalan üç haslet vardır ki, tarihi
bilinmeyen ve fakat beşer nefsine dinin nakşetmiş olduğu muhakkaktır.
Birinci Nitelik
Haya
Birinci haslet hayadır. Haya, kötülenmeyi ve hakaret edilmeyi hak eden her şeyi
yapmaktan nefsin bunalması ve sıkılması demektir.
Haya tabiatı, nefsin şerefli olmasını gerektirir. Nefsin şerefli olması bilumum
muamelatın dayanağı, aklın sağlam olmasının kaynağıdır. Düzen zinciri ona bağlıdır.
Ahitleri ve akitleri koruyan odur. İnsanların sözünde ve fiilinde sebatını hazırlayan
sermayesi odur.
Haya, sorumluluk, gayret, hepsi aynı şeydir. İsimlerdeki farklılık –nefsin bir
şeyden uzaklaşması veya hayırlı bir işe eğilimi ve muhabbeti gibi- manalar ve haya izleri
dolayısıyladır.
1 Solon MÖ 640-559'da yaşadığı tahmin edilen, Atinalı devlet adamı ve şair. Geniş bilgi için bkz.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Solon
346 Cemaleddin Efgani / Hatipbzade Emin / Yrd. Doç. Dr. Ali Duman
Hangi bir milletteki gayret ve çaba gibi yüce duygular kaybolursa o millet iler-
ilerlemeden yoksun kalır. Refah sebepleri ve umran için gerekli ortam olsa bile yine
üşengeçlik ve özensizlik gibi o ayıplı işleri işlemek ve aşırı ahmaklıklar yapmak gibi
kötü fiillerden kaçınması sebebiyle zillet ve miskinlik elinde nefeslerini tüketip giderler.
Dostluk ve yakınlık hususunda millet fertleri arasındaki ülfet (dostluk) bağı hep
haya melekesine bağlanır. Zira ülfet bağı, hakların korunması ve sınırların bilinmesiyle
güçlendirilir ki, bu da o yüce melekenin varlığına bağlıdır.
Haya bir sıfattır ki, sahibini güzel edep ile süsler ve hayvani şehvetlerden
uzaklaştırır. Hareket etmeye, durmaya ve bütün işlere bir itidal ruhu sağlar.
Hayanın feyzi öyle seçkin bir tabiattır ki insanı irfan ehlinin eserine hayran
kalmaya yönlendirir, eksiklik ve ayıplardan sakındırır ve cehalet bataklığı, zillet ve
hakareti kabulden uzaklaştırır. Doğruluk ve güvenlik de bu yüce ahlaktan doğmuş
olması hasebiyle aralarında şiddetli bir yakınlık vardır.
Devamı var
III
Haya nurlarından mahrum bir takım kof kimseler düşünelim; onlarda açık
kötülükler, yasakların çiğnenmesi, pisliklerin işlenmesi, rezilliklerin açığa
konulmasından başka ne görmek ihtimali vardır? Onların kötülüklerini tasvir için
nefslerinin hayvani şehvetlere köle; eylem ve iradelerinin de hayvani sıfata etkilerine
boyun eğeceğini düşünmek yeter.
İkinci Nitelik
Emanet
Apaçıktır ki, insan türünün devamı işlemler ve dengelerle ayakta kalır. Bunların
ruhu ise ancak emanettir. Birbirileriyle iş yapanların arasında emanet niteliği bozuk
olursa her durumda medeniyet düzeni bozulmuş ve bu sebeple beşeri hayat yok olmaya
sürüklenmiş olur.
Bu da pek açıktır ki, bütün milletlerin refah ve rahatı, hayat ve geçim düzeni ister
meşrutiyet, ister mukayyet, isterse cumhuriyet olsun, bir hükümetin varlığına bağlıdır.
Hükümet her ne şekilde olursa olsun kamunun işlerinin güzel bir şekilde
yönetilmesi işinde her biri birer başka vazife ile sorumlu memurların hizmet ve
çalışmalarına muhtaçtır.
Hain bir hükümet eliyle idare edilen milletin, fesadın yayılmasıyla ya tamamen
yok olacağı ve yıkıma uğrayacağı veyahut diğer bir yabancı hükümetin kudretine esir ve
yenik olarak yok olacağı ve yıkımdan daha ağır kötülüklere uğrayacağı, daha berbat
aşağılanmalara maruz kalacağında şüphe yoktur.
Fakat malumdur ki, bir kavmin diğer bir kavim üzerine istilada bulunması, her
biri toplum bünyesinin birer azası konumunda bulunan üst tabaka erbabının birlik ve
uyumuna bağlı olup bu uyum ise emanet yönü ile emanetin hükümlerine uymakla
mümkün olabilir.
İşte böylece gerçek ortaya çıktı. İnsanlığın bekasının sağlam ipi, hükümetlerin
istikrarının temeli, güvenlik ve mutluluğun yayılma vesilesi, güç ve saltanatın yücelme
nedeni, adaletin hem ruhu ve hem de cesedi emanet olduğu anlaşılmış oldu.
Üçüncü Nitelik
Sıdk
2 Yazar, yazının bu kısmında “İnsan (henüz) anılır bir şey değilken (yaratılmamışken) üzerinden uzunca bir zaman
geçti” (İnsan, 76/1) ayetine göndermede bulunmaktadır.
Demek oluyor ki, insanlığın manevi kuvveti birbirinden yararlan esasına daya-
nır. Akli önermelerden yararlanma ise haber verme yoluyla mümkün olabilir. Bu sebep-
le haberin doğruluğa (sıdk) bitişik bulunması şarttır. Zira bir haber kendi başına gerçek-
leşen duruma uygun olmadığı taktirde kendisine haber verileni zor duruma sokar ve
yok eder.
Evet, yalancı uzağı yakın, yakını uzak, faydalıyı zararlı, zararlıyı faydalı olarak
gösterir. Gidersin bitmez, yaparsın olmaz.
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 351 - 370
İslâm ve Terakki 1
Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi (1869-1954)
Sâdeleştiren: Arif Ünal
Bilim Uzmanı
arifunal1453@hotmail.com
1
Mevcut dinler içinde İslâm dîni kadar ahlâkî, ictimâî, idârî, siyâsî esaslara
dayanmış bir din daha mevcut olmadığı, bu dînin aslî ve fer’î hükümlerine vâkıf,
hakîkatin taraftarları olan kişilerce bilinmektedir. Fakat birçok asırlardan beri istibdâd
kâbusunun İslâm âlemi üzerinde icrâ edegeldiği müthiş tahrîbâtının bir sonucu olarak
Müslümanlar her yerde, her husus da diğer milletlerden geri kalmış ve bu yüzden bir
çok İslâm Devleti yıkılmış, İslâm âleminin teselli kaynağı ve dayanıp güveneceği yalnız
Osmanlı Devleti kalmıştı. Osmanlı Devleti ise kötü yönetilmesi nedeniyle yaşamakla
ölüm arası bir dereceye düşmüştü. Devletin, güç ve onurunu yeniden elde etmek
ümidiyle meşrûtiyet fikri ortaya atılmıştı. Meşrûtiyetin îlânı sonrası ortaya çıkan dâhilî
ve hâricî ihtiras ve istekler sebebiyle memleketin her tarafında bütün dehşetiyle fitne ve
fesat baş göstermiş. Nihayetinde Osmanlı Devletini çepeçevre saran bu felâket, Balkan
Harbine sebebiyet vermiş. Balkan Harbinde Osmanlı Devletinin, hatır ve hayâle
gelmeyen bir mağlubiyet almış olması, Osmanlı Devletinde İslâm dîni aleyhinde bir
takım bâtıl fikirlerin doğuşuna sebebiyet vermiştir.
İslâm dîni ilerlemeye mânî imiş? Ne büyük bir iftirâ! Ne azim bir yalan! Çünkü
İslâm dîni ilerlemeye mânî olmadığı gibi, bilâkis ilerlemeyi emreder ve yükselmeye sevk
eder. Çünkü bu din, bir milletin tümden ilerlemesi için gereken usul ve esasların hepsini
ihtivâ eder ki, bunlardan bâzıları aşağı da gelmiştir.
1 Şeyhü’l-İslam Mustafa Sabri Efendi’nin bu makâlesi İstanbul da çıkan İslâm Mecmuâsı adlı derginin, hicrî
1332, rûmî 1329, mîlâdî 1914 tarih, Yıl: 1, Sayı: 1, 1-6, Sayı: 34-36 ve Sayı: 3, 75-77.sayfaları arasında üç
parça olarak yayımlanmıştır. Biz üç farklı sayıda yayınlanan makaleyi birleştirerek sadeleştirdik. Paran-
tez içi ifâdeler çevirene âittir.
352 Mustafa Sabri Efendi / Arif Ünal
bundan dolayı Hazreti Peygamber, bu ilâhî emr’e uyarak, ümmetin bütün mühim mas-
maslahatlarını meşveret usûlüyle çözmeye önem verdikleri gibi, kendisinden sonra
ashâbı da, bu yüce yolu takip ederek, kulların gerek duydukları bütün mühim
maslahatları, zikredilen usûl ile çözmeye son derece îtinâ göstermişlerdir.
Daha yararlı idi. Çünkü o zamanın erkân-ı şûrâsı, vatanlarına ait vazifelerini
mükemmel bir ciddiyetle ve ücretsiz yerine getirdikleri halde, zamanımızın erkânı
şûrâsı, üzerlerine aldıkları vazifelerini büyük miktarlara varan ücret karşılığında yerine
getirmektedirler.
Daha üstün idi. Çünkü onlar şahsî veya kavmî ihtiraslardan ve şahsî
menfaatlerinden tümüyle uzak iken, şimdikilerden birçokları o gibi kötü huylardan
kendilerini bir türlü kurtaramamaktadırlar. Ve bu yüzden memlekete fayda yerine zarar
vermekten uzak kalamamaktadırlar.
Bu iki şûrâ arasında başka bir cihetten de büyük bir fark vardır. Zamanımızda
ümmetin şûrâsının toplanma yeri, saltanat merkezinde hazırlanan özel bir mekan ve
toplanma zamanı, senenin birkaç ayıyla sınırlı olduğu halde, o zamanlarda ümmetin
şûrâsının toplanma yeri bütün mahalle mescitleri, cumâ ve bayram câmîleri ve
namazgâhları ve senede bir kere İslâm âleminin her tarafından gelen hacıların toplanma
yeri olan Arafat Dağı olup, bunların her biri bir şûrâ mekânı idi.
olmayıp, insânlığın ve medeniyetin tekemmül ve yükselme sebebi olan yüce bir hürri-
hürriyettir. O da başkasının hukûkuna tecâvüz etmemek şartıyla, velev ki bir
hükümdardan sâdır olsun. Herhangi bir haksız muâmeleyi redde ve herhangi bir hakk’ı
müdâfaaya, bütün milletin müdâhale hakkı olmasından ibârettir ki, akıl ve hikmetin
kabul ettiği hürriyette budur. İşte İslâm dîninin bahşettiği bu hürriyet sâyesinde,
müslümanlar arasında haksız bir muâmeleye pek ender tesâdüf olunuyor. Ve o da
derhal izâle ediliyordu. Ve hatta insanlardan bir kişi bile haksız olduğunu zannettiği bir
meseleyle ilgili, bizzat Hz. Peygamberden veya halîfesinden izah isteyebiliyor. Onun bu
izâhı, derhal kabul olunuyor. Gereken izâhat verilerek, izah talebinde bulunan zât iknâ
ediliyordu. Ve genellikle bu izah isteme ve izah etme meseleleri Hz. Peygamber veya
halîfesinin cuma ve bayram ve Arafat hutbelerini îrâd ettiği esnâda gerçekleşiyordu.
Yine bu hürriyet sâyesinde idi ki, toplumda ki konumu îtibâriyle, aşağı bir
mertebede bulunan bir ferdin, gerektiğinde zamanın halîfesi ile hâkim huzûrunda
duruşmaları, sorunsuz gerçekleşiyordu. Nitekim Hz. Ali’nin hilâfeti zamanında, Hazreti
Ali’nin bir Yahûdi aleyhinde açtığı bir zırh davâsı üzerine, her ikisi de Kadı Şureyh’in
mahkemesine davet olunarak, kadının huzurunda söz konusu dâvâ hakkında, ayakta ve
yan yana olarak karşılıklı konuşmuşlar. Mahkeme netîcesinde halîfe hazretlerinin
aleyhine hüküm sâdır olmuştu. Ve bu hâl, hiç kimsenin ilgisini çekmemişti. Çünkü o
zamanlar bu gibi işlerin durumu basit ve doğal kabul edilirdi.
nefretin mertebesini izâha yetecek bazı delilleri olduğu gibi aşağıda zikretmekle yetini-
yetiniyoruz.
İslâm dîninin zulme karşı gösterdiği şiddet ve nefrete gelince, Kur’ân-ı Kerîm’in
“Zâlimler için aslâ felah ve kurtuluş yoktur (Yunus:17)” ve “Hiç kimseye karşı düşmanlık câiz
değildir. Fakat zulüm, bu hükümden müstesnâdır (Mümtehine:9) Yâni onlara karşı husûmet
ilan etmek ve düşmanlık göstermek câiz ve belki de vâciptir.” ve “Zâlimler benim ahdime,
yâni nâmıma hükümet işlerini yürütmeye ve hilâfeti almaya nâil olmaya lâyık değildir
(Bakara:124). Bu mühim vazîfeyi üstüne alacak kişilerin zulüm şâibesinden uzak olması
lazımdır mealindeki üç âyeti kerîmesi dâhî, bu isteği açık bir surette ispat etmektedir.
İslâm dîninin emrettiği eşitlik o derece genişti ki, insan bunun genişliğinin
derecesini düşündükçe, hayrette kalmamak kâbil olmuyor. İlâhî vahye mazhar
olduğuna, bütün Müslümanlarla beraber kendisi de kesinlikle inanmış olan şânı yüce bir
Peygamber, kendi şahsı nâmına aslâ bir şey yapmıyor. Her ne yaparsa Allah nâmına
yapıyor. Her ne emrederse Allah nâmına emrediyor. Allah rızâsı için, ümmetinin selâ-
selâmet ve saadetine çalışıyor. Hizmetine karşılık beytu’l mâl’dan bir habbe (buğday,
arpa tanesi) bile kabul etmiyor. “Siz çalışınız ben yiyeyim. Bu nasıl olur?” diyor. Bütün
fiil, hareket ve muâmelâtında kendisini, ashabı ve etbâıyla eşit tutuyor. Hizmetkârlarına,
kölelerine, yediğinden yediriyor, giydiğinden giydiriyor. Buna mukâbil zahmetli işlerin
hiç birisini onlara teklif etmiyor. Hatta abdest alırken, onlardan hiçbirine abdest suyunu
bile döktürmüyor. Birçok seneler hizmette bulunarak gösterdiği sadâkât ve ciddiyetle
fevkalâdesiyle seçkin bir mevkî edinen Hz. Enes’in, bir kere olsun abdest suyunu
dökmek hizmetiyle müşerref olmak arzusunu bile reddediyor. “Bu hususta yardıma
ihtiyâcım yoktur. Suyu bırak ta oradan çekil.” emrini veriyor.
2
Hazreti Ebu Bekir zaten ticaretle geçindiğinden, halife tayin edildiği günün ertesi
sabahı adeti üzere omzuna bez toplarını alıp satmak üzere çarşıya gitti. Yolda Hazreti
Ömer ve Hazreti Ubade’ye rastladı. Aralarında şöyle bir konuşma cereyan etti: Hazreti
Ömer ve Hazreti Ubâde Hazreti Ebubekir’e: ‘‘Ne yapıyorsun? Müslümanların işleri sana
bırakıldı. Siz böyle çarşıda pazarda bez satacak olursanız Müslümanların işlerini kim
gözetecek?’’ dediler. Hazreti Ebu Bekir: ‘‘Peki ama ben ailemin, çoluk çocuğumun
nafakasını nasıl sağlayacağım?’’ dedi. Hazreti Ömer ve Hazreti Ubâde: ‘‘Biz sana
Müslümanların beyt’ül mal’ından nafaka takdir ederiz’’ dediler. Bu karşılıklı
konuşmadan sonra ashâb-ı kirâmın ittifâkıyla Hazreti Halifeye yevmiye (günlük) yarım
koyun ve biri yazlık, diğeri kışlık olmak üzere iki kat elbise ve senede iki bin dirhem
gümüş tahsis edildi. İşte Müslümanların ilk halifelerine verdikleri senelik tahsîsât
buydu. Ondan sonra gelen halifeye de aynı tahsîsât verildi. Hiç birisine bu miktardan
fazla bir şey verilmedi. Hatta Hazreti Ömer’ül Faruk zamanında İslam Devleti mûcizevî
bir sür’at’te genişlediği ve yüz milyona yakın nüfûsun İslam Coğrafyasına dahil olduğu
ve bu sûretle müslümanların beyt’ül mal’ına milyonlarca nakit paranın ve diğer kıymetli
eşyaların geldiği bir zamanda bile Halife Hazreti Ömer, ilk tahsisatına bir habbe ilave
etmedi. Bir ara ashab-ı kiram, Hazreti Ömer’in tahsisatını biraz artırmak istediler ise de,
kendisi bunu şiddetle reddetti. Çünkü böyle bir şey yapıldığı takdirde, bu hususta
Birinci Halife ile kendisi arasında eşitsizlik (ademi musâvât) görüyor. Böyle bir
davranışı insan tabiatı ve onuruna asla uygun bulmuyordu. Şimdi görülüyor ki bin üç
yüz bu kadar sene evvel İslam Dininin te’sis ettiği eşitlik kâidesi o derece büyük ve geniş
idi ki, şu bulunduğumuz medeniyet asrında bile, hiçbir millet bu derece eşitliğe nâil
olamamış. Bundan sonra da olacağı şüpheden vâreste bulunmuştur.
3
yaşamak isteyen bir milletin fertleri arasında gayet samimi bir uhuvvetin (kardeşlik)
tesisine şiddetle lüzum vardır.
İslam dini bu mühim esası gayet sağlam bir surette yerleştirdikten sonra, bunu
sonsuza kadar muhafaza edecek sebepleri de hazırlamıştır. Bu, din de zekatın, teâvün
(yardımlaşma) ve tenâsurun (yardımlaşma) farziyyet ve meşrûiyyeti, adâvet
(düşmanlık) ve husumetin, gıybet, bühtan (iftira), yalanın, nifak (iki yüzlülük) ve şikâkın
(ihtilaf), tefrika, fitne ve fesadın, kavmiyet ve milliyetçiliğin şiddetle yasaklanması, hep
İslam kardeşliğini sonsuza kadar muhafaza edecek sebepler cümlesindendir.
sağlam esası tatbik ve icrâ mevkiine koymak ise insanların kendi gayret ve faaliyetine
bağlı bir keyfiyettir. Bunun içindir ki islamın başlarında atâlet (tembellik) asla
görülmüyordu. Bütün Müslümanlar devamlı çalışıyorlar. Yaşamak ve yaşatmak için
sürekli uğraşıyorlardı. Sene de, iki bayram günlerinden başka, onların tatil günleri
yoktu. Hatta Cuma günlerinde bile çalışmaya ve ticaretle iştigale memur idiler. Nitekim
Kuran-ı Kerimin ‘‘Cuma ezanı okunduğu vakit namazı edaya süratle gidiniz ve bu esna da
alışverişi terk ediniz. Namazı eda edince de hemen dağılıp yine alış veriş ile meşgul olarak,
Allahın size fazlından takdir ettiği rızkınızı talep ve elde etmeye çalışınız. (Cuma: 9)’’ mealinde
ki bir ayeti kerimesi dahi bu hakikati kat’î bir surette beyan etmektedir.
Hatime
Şimdi İslam dini terakkiye mânî diyen kişilere sorarım. Bu makalemizde beyan
ettiğimiz mühim esaslar İslam dininden başka hangi dinde vardır? İslam milletinin
kendi atâlet (tembellik) ve cehaletleri yüzünden uğradıkları felaketlerin sebeplerini, o
kadar ulvî olan İslam dininde aramak insafa uygun mudur? Lütfen bu suallerime cevap
vermelerini kendilerinden beklerim!
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 371 - 379
Kitap Tanıtımı
Ali ÇETİN
İnönü İlitam 3. Sınıf Öğrencisi
alicetin02@hotmail.com
Hamid Dabaşi
İnsan Yayınları
Yayın Yılı:1995
Sayfa Sayısı:252
Önsöze bu özet girişten sonra yazar kitabı sekiz ana konu etrafında ele alamaya
çalışır sırayla kısaca bu konuları özetlemeye çalışalım. Ancak eserin genelinde özellikle
üzerinde durulan iki kavramı izah etmek, kitabın anlaşılması için faydalı olacaktır.
Karizma: Bir kimsenin kişiliği etrafında oluştuğu kabul edilen ve niteliği kolay
açıklanamayan, hayranlık uyandıran etkileyici güç, etkileyicilik gibi anlamlara gelir.
Max Weber otorite tiplerini 3'e ayırır: geleneksel otorite, karizmatik otorite ve
hukuksal (demokratik) otorite.
Çalışmanın genel amacı İslam öncesi yakın plandan başlamak üzere Mekke’deki
(Araplardaki) genel otorite ve Risalet sonrası otoritenin oluşumu, safhaları, başarılı
misyonu ve sonrası oluşan Sünni,Şii ve Harici otorite tarzlarının oluşumuna kadar bu
otorite tarzlarının doğası,teşkilatlanması,ilk değişiklikleri,olayları ve dönüşümleri ile
birlikte işlenir.ayrıca bu çalışma bir toplumun dönüm noktasını merkeze alan dini bir
devrimin tabiatında var olan süreklilik ve çatlakları tespite yöneliktir.
Herhangi bir kültür birbiriyle yarışan iki ahlaki talep sistemiyle işlem göremeye-
ceği ifadesiyle, geleneksel Arap otoritesinin kurulu bir düzeninin var oluşu ve bu düze-
nin Hz. Muhammed (s.a.v)’in atalarından Kusayy tarafından kurulduğu, ilk siyasi
merkezin de Dar el-nedve olarak isimlendirildiğini ifade ederek Dar el-nedve’nin önemi,
fonksiyonları ve buradaki görev dağılımlarından bahisle ; Kusayy’ın yaptığı dini ve tica-
ri reformların geleneksel Arap otoritesinin oluşumuna etkilerini anlattıktan sonra bu
geleneksel Arap otoritenin en önemli faktörlerini şöyle sıralar;
Kâhinlerin siyasi otoriteye etkileri, yaş önceliği, kabile nesebi, kan bağı, kabile
adetleri gibi faktörleri izah etmeye çalışır.
Ukaz ve diğer panayırların siyasi, ticari, dini ve kültürel önemi İslam öncesi
otorite ile İslami otorite arasında ortak simgelerin oluşu yine Kâbe’nin ortak unsur
oluşu, Münafere (hakemlik) kurumunun önemi, Harem kültürünün bu otoritenin yüce
simgeleri arasında oluşunu ve Harem’in sığınılacak yer oluşunu ve bu özeliğin İslami
otorite de devam ettiğini ayrıca Kabe’nin Arap geleneksel otoritesinde olduğu gibi hala
bir çekim merkezi olduğunu ifade eder.
Hicretten sonra gelişen bazı olaylar neticesinde Mekke’nin fethi ile Arap
geleneksel otoritesinin bitişi, peygamberi otoritenin yükselişine vurgu yaptıktan sonra
Resulullah’ın (s.a.v) askeri, siyasi, dini ve aynı zamanda bir ruhani lider oluşunu
açıklayarak rehber olarak Kur’an ve sünneti bıraktığını ve otoritenin bu çerçevede
kurumsallaşması gerektiğini düşünür.
Netice olarak bu bölümün özetini adeta şöyle verir; İslam’ın Sünni kolu
aşağıdaki üç hususiyetle teşhis edilebilir:(1) Hz. Muhammed’in (s.a.v)karizmatik
otoritesinin ani ve hızlı rutinleştirilmesi ve “olağan” bir hayatın yeniden başlatılması
yönünde büyük bir eğilim,(2)İslam öncesi geleneksel Arap otorite tarzının geniş tesiri ve
(3)Hz. Muhammed’in (s.a.v) karizmasının muhtelif alanlara bölünmesini anlatır.
olacağım.”Peygamber elini Hz. Ali’nin omzuna koydu ve devam etti: “Bu aranızda be-
benim kardeşim, yetkilim ve halefimdir. Onu dinleyin ve itaat edin.” Orada bulunanlar
ayağa kalkarken gülerek Ebu Talib’e şöyle diyorlardı: “Muhammed sana oğlunu
dinlemeni ve oğluna itaat etmeni emretti.
Şiî otoritenin oluşumunda etkisi olduğu iddia edilen Ğadir hum olayına yer
vermekle birlikte karizmatik bir otoriteden karizmatik bir otoriteye geçişi savunan
yazarların görüşlerini ele alır.
İslam öncesi geleneksel Arap otoritesine en iyi Şiî otoritenin karşı çıktığını
delillendirdikten sonra Şiî meşruiyet mefhumunda beliren üç yönlü otorite yapısını
anlatır.
Yedinci bölüm İslam’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan üçüncü otorite dediğimiz
Harici otoritenin temelleri: Karizmanın yayılması konusuna yer verir.
Erken dönem İslam cemaati içindeki siyasi bölünmeler neticesi oluşan İslami
harici kolunun oluşumu, Sıffın savaşında gündeme gelen hakem olayının bu oluşumun
temelini etkilediğini, asıl çıkışlarını şu ayete “Lâ hükme illâ lillah” dayandırdıklarını,
tarihçilerin bu döneme bakış açıları, oluşumu etkileyen diğer sebeplerden yine Mevali
denilen kesimin etkilerini görüyoruz.
378 Ali Çetin
Gündeme getirdikleri bazı temel soru ve sorunların onlar kadar Sünni ve Şiî
teorisyenleri de meşgul ettiğini ve İslam’a birçok bid’atı soktuklarını zamanla Necdiler
arasında zina, hırsızlık ve şarap içmek gibi bazı fiillere tolerans tanımalarının İslam
öncesi Arap geleneklerden kaynaklandığını, bunlardan Erzakiler uyguladıkları testlerin
vahşice olduğunu, bunlarda kurumsal bir itaatin olmadığı bunun süresince tarih
boyunca diğer otoritelerle sorun yaşadıkları gibi kendi içlerinde de sürekli sorun
yaşadıklarını, bir çok araştırmacı ve düşünürden alıntılar yaparak anlatır.
Bu bölümün sonucu olarak bunların birçok iktidarın baş belaları olduğunu, Hz.
Ali’nin bunlara saldırmasını bunun sonucu Hz. Ali’nin şehadetinin Hariciler tarafından
bir intikam olarak gerçekleştiğini ifade eder.
Son bölümde yazar “Bir ahlakî talep sisteminin yeniden yapılanışı ve yeni
paradigmatik otorite kalıplarının yaratıcısı olarak karizmatik devrim” başlığıyla adeta
kitabın kısa bir özetini yaparak Hz. Muhammed’in (s.a.v) karizmatik otoritesinin
halefleri olduğunu savunan Sünni, Şiî ve Harici kesimleri üzerine kısa bir tahlil yaparak
kitabı istifademize sunar.
Kitabın önemine gelince; daha önce bu alanda kaleme alınmış belli birimlere ait
birçok anlatım içeren eserler mevcut. Ancak bu eserde geleneksel Arap düzeni
karşısında kendini ifade eden ve daha sonra İslami politik kültürün dokusunda
kurumlaşan Hz. Muhammed (s.a.v)’in karizmatik hareketi özellikle otorite
sosyolojisindeki teorik imaları sebebiyle özel bir vak’a çalışması olarak özellikle okun-
okunması gereken, ebadı küçük hacmi büyük bir eser olduğu kanatindeyim.
Netice itibari ile, Risâlet öncesi ve sonrası sosyal ve siyasal hayatla ilgili bilgiler
yanında Risalet sonrası oluşan Sünnî, Şiî ve Harici oluşumlar hakkında farklı bakış
açıları kazandırabilecek bilgileri içeren bu kitabın, İslam düşüncesi ve İslam
toplumlarının yönetim pratiklerinde, günümüzde nükseden olayların tarihsel alt yapısı
ile ilgili olarak ufuk açan bilgilerin kaynakları ile birlikte verilmiş olması, İslam’da
otorite konusunda detaylı araştırma yapacak olanlara kapıyı aralayan bir çalışma olması
gibi sebeplerle çok faydalı bir ve İslam siyasal tarihi üzerine çalışacaklar açısından
mutlaka okunması gereken bir kitap olduğu söylenebilir.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 381 - 388
Kitap Tanıtımı
Sacide Güldaş
İnönü İlitam 3. Sınıf Öğrencisi
sacide_guldas_44@hotmail.com
Hilafet Ve Saltanat
Hilal Yayınları
temin etmek olduğunu söyler. İslam nizamı altında yaşayan Müslim ve gayri Müslim
halkında esaslı hakları olduğu ve bu hakları korumanın hükümeti idare edenler için farz
olduğu belirtilmek de ve bu haklar tek tek ayet-i kerimelerle desteklenerek
açıklanmaktadır.
Eserde sadece ülke bazında değil harici siyaset metotları da şu şekilde sıralanmış;
anlaşmalarda hürmetlilik, muamelelerde sadakat ve doğruluk, milletler arası adalet,
muharebelerde tarafsız devletlerin hudutlarına hürmet göstermek…
Kitabın ikinci babın da idarecilik usulü hakkında bilgi verilmiş İslami hükümet
nizamının temelleri ve ayırıcı vasıfları üzerinde durulmuştur.
Kitapta da dört halifenin devlet yönetimini istişare ile sürdürmelerini ve çok sade
bir hayat yaşadıklarını anlatmaktadır. Eserde Hulefayi Raşidin’in kendileri gibi görev
verdikleri insanlar konusunda çok hassas davrandıklarına işaret eidlmekte;
Rasulullah’ın vefatından sonra zuhur eden en önemli olaylardan biri olan kabile
taassubuna dikkat çekmektedir.
Kitabın dördüncü babı ise Hulefayı Raşidin hilafetinden saltanat devrine kadar
olan dönemden bahsetmektedir. Yazar bu babda hilafet usulünün saltanata nasıl
dönüştüğünü anlatmaktadır . Dönüşüm ve bozulmanın en önemli sebebinin Hz.
Ömer’in en çok endişelendiği kabile taassubu meselesidir. Hz. Rasul Aleyhisselam Hz.
Ali hariç kendi akrabalarından hiçbir kimseye devlet müessesesinde görev vermemiştir.
Hz. Osman’ın hilefetine kadar da durum böyle devam etmiş, fakat Hz. Osman’ın hilafeti
döneminde bu siyaset yavaş yavaş değişmeye başlamış ve halk arasında itirazlara yol
açmıştır. Bu gibi sebeplerden dolayı Hz. Osman’ın siyaseti halk tarafından
eleştiriliyordu. Eserde Hz. Osman zamanında Muaviye’ye büyük yetkiler verilmesi Hz.
Ali devrinde patlak verecek kargaşanın da temel sebebi olduğu vurgulanmıştır.
Hz. Ali döneminde halk arasında yine kargaşa zuhur etti. Hz. Osman’ın kan
davasını ortaya atan insanlar vardı. İki zümre iki taraftan ayaklandılar. Bir yandan Hz.
Aişe ile Talha ve Zübeyir diğer taraftan da Muaviye. Bu kargaşanın neticesinde
meydana gelen iç siyasal karışıklıklar İslam toplumunu derinden yaralayacak ve asırlar
boyunca silinmeyecek izler bıraktı.
Yazara göre Hz. Ali’nin halifeliği zamanında meydana gelen siyasal karışıklıklar
ümmetin siyasi nizamını biraz daha hilafetten uzaklaştırıp Padişahçılık tarafına
yöneltmiş oldu.
Netice’de Hz. Ali’nin şehit edilmesi, ardından Hz. Hasan’ın kısa süren
halifeliğini Muaviye’ye devretmesi, Muaviye kendisinin yönetimin başına gelmesiyle
384 Sacide Güldaş
yetinmeyip oğlu Yezid’i kendi varisi ederek halkı da rüşvet, ikna ve zor kullanma ile
ona biata ettirmesi, ardı arkası kesilmeyen iç karışıklıkların giderek artmasına yol açmış,
Muaviye ile bşalayan süreçte Halifelik yerini Saltanata terk etmiştir.
Muaviye tarafından feci bir şekilde katledilmek için Ziyat’ın yanına gönderildi, Ziyat da
onu diri diri toprağa gömdü.
Yine Muaviye ile değişen önemli hadiselerden biride kaza meselesi idi. Raşidin
devrinde hakimleri devlet reisi tayin ederdi, fakat hakim olduktan sonra o sadece
Allah’a karşı mes’uldü. Hiç kimse hakimin işine karışamazdı. Hatta hakim bizzat devlet
reisini muhakeme ederdi. Padişahlık devrinde ise, güya halifeler adli meselelerde
mudahele etmeye başladılar. Yine bu dönemde Irkcılık ve kavmiyetcilik hat safhaya
ulaştı. Hulefayi raşidin ırk, renk, soy sop ayrımı gibi cahiliye taassuplarıyla mücadele
etmişken Beni Ümeyye, iktidara gelir gelmez, bir Arap hükümeti rengine girdi.
Araplarla arap olmayan Müslümanlar arasında büyük ayrımlar yapılmaya başladı. Arap
olmayanlar camilerde imamlık bile yapamayacaktı. Araplar arap olmayana kız dahi
vermezlerdi. Bu muameleler Acem ve İran ırkcılığını tahkik etti. Emevilerin siyaseti
sadece Arap ve Acem ayrımı değil Araplar arasında bile kabile, ülke, bölge, aşiret
ayrımlarına gidilmiştir.
Beni Ümeyye nin doksan iki sene süren iktidarının ardından Ömer ibn-i Aziz in
iki buçuk senelik hilafet devri karanlıkta parlayan bir yıldıza benzetilmiştir. Halkın
tamamının kendi rızalarıyla biad ettikleri Abdulaziz baba ve dedelerinin tutumunu
reddedip Hülefa i Raşid in yaşam ve yönetim tarzını uyguladı. Yazar hz. Ömer İbn-i
386 Sacide Güldaş
Hattab ın Hz. Ömer İbn-i Abdulaziz in büyük babası olduğunun altını çizmeden geç-
geçmemiştir.
Ömer İbn-i Abdulaziz in ölümünden sonra Muaviye’nin tesis ettiği sisteme geri
dönüldü.
Bu ayrılıklar ilk Hz. Osman döneminde kendini gösterdi, daha sonra Hz. Ali
zamanında da arttı. Olay ümmet içindeki Cemel ve Sıffin savaşına kadar vardı. Halk ta
belli tarafları desteklemek durumunda kaldı ve böylece ilk Fırkalar çıkmış oldu. İlk
başta fikir ayrılıkları ile başlayan mesele git gide birbirine düşman zümreler haline
gelmeye başladı. Irak ın baş şehri Kufe, bu fırkaların en önemli ve en kuvvetli
merkezlerinden biri idi. Çünkü Cemel, Sıffin ve Nehrivan muharebeleri hep Irak
hudutlarında olmuştu. Kerbela hadisesi de Irak’ta vuku bulmuştu. Bu sebeplerle büyük
fırkalar meydana geldi. Yine bölge Emevi ve Abbasilerin çatışma merkezi oldu. Bu Bab
da dört büyük fırka olan Şia, Hariciler, Mürcie fırkalarının çıkışları ve diğer fırkaların bu
fırkalar içinde zuhur ettiklerinden bahsedilmiştir. Bu fırkalar hakkında şu bilgiler
verilmiştir:
Şia: Hz. Ali’yi destekleyen zümre olarak başlayıp sonra şekil değiştirmiştir. Ön-
celeri fikir olarak ilk halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğu hatta onun en faziletli halife
olduğu fikri ile başladı. Ancak Hz. Talha ile Hz. Zübeyir in giriştiği “Cemel” muharebesi
sırasında muntazam bir fırka haline geldi. ”Sıffin” savaşında genişleyip “Nehrivan”
muharebesinden sonra büsbütün yayılıp bir fikir bütünlüğü haline geldi. Hz. Hüseyin
hadisesi ise fikri şiddetlendirerek fırka (parti) haline dönüştü. Muaviye nin tutumu da
Şiilik propagandasına sebep oldu. Şiilik ile birlikte gelişip yayılan bir takım hususi
nazariyelerden de bahseden yazar, hilafet yerine geçen imamet hususuna deyinmiş ve
imamet’in direk Hz. Peygamber ile tayin olduğunu savunmuştur. İmamlığın ancak :Hz.
Ali’nin evlatlarının hakkı olduğundan da bahseder. Hatta Hz. Ali ile Nebi arasında
nübüvvette n başka bir fark olmadığına da inandıkları eserde dikkat çekilmektedir.
Hatta aşırı Şia kolu ise üç halifeyi tekfir eder, onları seçenleri kafirlikle suçlarlar.
Şiiliğin en yumuşak zümresi Zeydiyye’den de bahsedilmiştir. Dört halife yi kabul
ederler, Hz. Fatıma soyunun dışında olanlarında imamet hakkı olabileceğini de
söylerler.
Eserde Şia ile tabanda birbirine zıt olan Havaric’den de bahsedilmiştir. Abbasi
yönetimine kadar güçlerini sürdüren Havaric fırkası Sıffin Muharebesinde, Hakem
olayında Hz. Ali yi küfürle bile suçlamışlardır. Adil olmayan hükümetle savaşı farz
saymışlar ve uzun zaman kan dökmek ve kargaşa çıkarmak yolunu tutmuşlardır. İlk iki
halifeyi kabul ederler, Hz. Osman’ın uygulamaları yüzünden halifelik ten azledilmesi
gerektiği olmaz sa katlinin uygun olduğunu savunurlar. Büyük günah işleyenleri kafir
sayarlar. (tevbe etmedikçe). Kendilerinden başka insanları kafir sayarlar. Kureyş
mensubu olmayanların da halife olabileceğini söylerler. İslam kanunları için sadece
Kuran’ı kabul ederler, Hadis ve İcma-ı reddederler.
iman olduktan sonra dilde küfüre müsaade eden, hatta iman olduktan sonra başka bir
dinden miş gibi görünmenin caiz olduğunu söyleyen gruplar bile vardır. Bu fikirler
neticesinde fısk u fucur zulüm ve haksızlık kapıları açıldı. Hükümeti tenkit doğru
değildir, hükümetin zulmünden bahsedilmez, buda zulüm ve haksızlıkların yolunu
açmıştır.
Ortalığın karmaşık olduğu bir dönemde İslam alemin de dördüncü bir fırka
meydana gelmiştir. Bunun adı da “İtiza” – Mutezilik – dir. Kurucusu Vasıl İbn-i Ata dır.
ilk Basra da ortaya çıkmıştır.
Hükümet kurmak farzdır. Fakat bazılarına göre imama her zaman ihtiyaç yoktur.
İmam halk tarafından seçilmelidir, Kabilesi veya Acem – Arap olması fark etmez.
Günahkar imamın arkasında namaz kılınmaz. Günahkar, küfür ile iman arasında bir
yerdedir. Cemel ve Sıffin Savaşına iştirak eden iki gruptan biri mutlaka fasıktır. Bu
hareketlerin bazısı günümüze kadar bile gelmiş, fakat toplu halde izah edilmemiş ancak,
Ebu Hanife bu hususları tedvin etmiş ve toplu halde izah etmiştir.
Mevdudi eseri kaleme alırken üzerinde durduğu hususları senet ve mehaz gös-
termeden bahsetmemiş, sadece Abdullah İbn-i Saad İbn-i Ebi Serah bahsinde senetleri
gösterilmediği için konuyu açıklığa kavuşturup kitabın sonunda konuya yeniden değiş-
tirilmiştir.
Hikmet Yurdu, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 10, Temmuz – Aralık 2012/2, ss. 389
Sayı Hakemleri