Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 10

Allah'ın Elçisi ve Mesajı*

Prof. Dr. FAZLUR RAHMAN


Yedinci asır Arabistan'ı, devamlı birbiriyle savaş halinde bulunan Bizans ve İran İmparatorlukları
arasında yer almaktaydı. Doğuda günümüz Irak'ı, kuzeyde Suriye'de Pers ve Bizans hakimiyeti
altında bulunan Lahmiler ve Gassaniler gibi Hıristiyan Arap Prenslikleri bulunuyordu. İslâm'ın
doğuşundan kısa bir süre öncesine kadar ileri bir uygarlığın mevcut olduğu Güney Arabistan'da
(günümüz Yemen'i) Yahudi ve Hıristiyanların oluşturduğu bir nüfus yaşamaktaydı. Persler
Yahudileri, Bizanslılar ise Habeşli tebaları vasıtasıyla Hıristiyanları desteklemekteydiler.
523'te Güney Arabistan'da Yahudi lider Zü Nuvas Yahudiliği kabul etmeyen Necran
Hıristiyanlarını kılıçtan geçirerek, krallığına karşı gelişen Habeş tehlikesine karşı koydu. Bu olay
bütün Arabistan'da son derece büyük bir etki yaratmış ve Kur'an'da da (85: 4-8) bahsedilmiştir.
Hz. Muhammed'in doğumundan kısa bir müddet önce, Güney Arabistan'ın Hıristiyan lideri
Ebrehe, Mekke'yi istila etti, fakat askerleri arasında ortaya çıkan çiçek salgını yüzünden fetihte
başarılı olamadı. Kur'an bu olaydan da 105. surede bahseder.
Güney Arabistan'daki Yahudi toplumunun yanı sıra, Yesrib (daha sonra Medine adını almıştır) ve
Hayber'de de müreffeh Yahudi yerleşim birimleri yer almaktaydı. Dinde Ortodoks olmalarına
rağmen, bu Yahudiler kültürel açıdan tamamen Araplaşmışlardı; hatta bazıları mükemmel
derecede Arap şiiri yazmaktaydılar. Güney dışındaki Arabistan'da da Hıristiyanlık mevcuttu;
mesela, güçlü Beni Tağlib gibi birçok bedevi kabile arasında yayılmıştı. Yahudi ve Hıristiyan
topluluklarının varlığı dolayısıyla, Arabistan Yarımadasına Yahudi-Hıristiyan fikirlerinin nüfuzu söz
konusu idi. Mekke, hususi bir dinî canlılığa sahip bir bölgeydi. Hanif denilen bazı kişiler, tam
teşekkül etmemiş bir tek tanrı fikrine ulaşmışlardı.
Hindistan ve Bizans arasındaki kervan güzergâhında yer alan Mekke, zengin bir ticaret şehri idi.
Büyük ve güçlü Kureyş Kabilesi şehre hükmediyordu ve çöl kabileleri üzerinde de hatırı sayılır bir
etkiye sahipti. Ticaretten elde edilen gelirin yanı sıra Kureyş Kabilesi bütün Arabistan'ın yıllık
haccını gerçekleştirdiği kutsal mekan olan Kabe'den ve bu hac süresince kurulan özel ticaret
fuarlarından da gelir elde ediyordu. Bütün bu zenginliğin yanı sıra, her ticaret toplumunda
bulunabilecek ciddi problemler Mekke'de de mevcuttu: her türlü siyasî haktan yoksun büyük
sayıda insan (disenfranchised persons), aşağı bir topluluk oluşturan esirler ve uşaklar ve çok
sayıda Etiyopyalı köle-işçiler. Kısacası, burada son derece büyük oranda bir toplumsal eşitsizlik
ve huzursuzluk mevcuttu.
Tam anlamıyla gerçek "dinî " problem çok-tanrıcılıktı. Çok sayıda insan Allah adı ile anılan tek
tanrı fikrini kabul etmiş olmasına rağmen -Kur'an'da da çokça bahsedildiği gibi- ibadetler Allah'a
değil, diğer tanrılar adına yapılıyordu. Çok ulu olmasından dolayı doğrudan ilişkide
bulunulamayacağı farz edilen Allah'a ulaşmak için, kul ile Allah arasında aracı olarak bu tanrı ve
tanrıçalara tapınılmaktaydı. Yine, birçok ayette Kur'an; Yahudi ve Hıristiyanların Mekkelileri kendi
dinlerine döndürmek için çabaladıklarını, fakat başarılı olamadıklarını belirtmektedir. Mekke'nin
tüccar asiller sınıfı genelde puta tapmaktan ibaret olan köklü dinlerini bırakmaya pek gönüllü
olmasa da, daha duyarlı ve gururlu Araplar, kendilerine ait yeni bir din gönderilmesini istiyorlar;
böylece Kur'an'ın deyişiyle, "kendilerinden önceki ümmetlerden daha doğru yolda olacaklarını"
söylüyorlardı.
Arabistan'da Kur'an'ın reddettiği yıldız-tapınıcılığı az çok görülse de, Arap bedevi dininin ana
özellikleri puta tapma (fetişizm) ve Zaman diye adlandırılan, insan varoluşunun doğum, büyüme,
ölüm gibi bazı önemli devrelerini kontrol eden bir kör-kadere (blind fate) inanma idi. Bu kör-kader
anlayışının yerine, Kur'an; güçlü, merhametli ve gâyeli (Hakîm) bir Allah anlamışı getirmiştir.
Ayrıca Arapların bilhassa kadınların şerefi olmak üzere, birey ve kabile şerefini korumada
cesaret, cömertlik ve verilen sözlerle yapılan anlaşmaları tutmaktan müteşekkil çok önemli bir
şeref düsturları vardı. Çöl hayatının tehlikeleri ve belirsizlikleri göz önünde bulundurulduğunda
söz ve anlaşmalara uyulması çok önemli idi; bu da kabileler arası antlaşmalarda ve bütün
düşmanlık ve kavgaların özgür seyahat ve ticarete serbestlik kazandırmak için durdurulduğu yılın
dört ayının "kutsal aylar" olarak kabul edilmesinde kendini gösteriyordu.
Bedevî şeref düsturunun son önemli unsuru "öç alma" idi. Çünkü öldürülen kişinin kanı yerde
kaldıkça, o kişinin -kuşa dönüşen- ruhunun, susuzluktan mezarında çığlık çığlık öttüğüne
inanılırdı. Öç ilkesine göre, öç almak için öldürülecek kişinin mutlaka katilin kendisi olması
gerekmezdi. Katilin kabilesinden ölenin statüsüne uygun herhangi bir kişinin öldürülmesi de
bunun için kâfi idi. Kur'an kısasa cevaz vermekle birlikte, bahsedilen uygulama daha sonra
yasaklanmıştır.
İslâm öncesi Arabistan'da çoğu kez kadın kocasını kendi seçiyor ve hiçbir standart kuralla
belirlenmeyen bir özgürlük sergiliyordu. Serbest aşk mevcuttu ve fahişelik yaygındı. Cinsellik ve
aile hayatını tanzim etmeye çalışan Kur'an tarafından bu ikisi de yasaklanmıştır. Fakat genel
olarak İslâm öncesi Arabistan'da kadının durumu pek de iç açıcı değildi. Kız çocuklarının katli çok
yaygındı ve hatta dinî bir yaptırım olarak algılanıyordu. Kur'an Arap putperestlerinin kız
çocuklarını sosyo-ekonomik açıdan değersiz addetmelerini sert bir şekilde eleştirir:
Onlardan birine bir kız evladı [nın doğumu] müjdelendiğinde keder ve hayal kırıklığını gizlemeye
çalışırken yüzü kapkara kesilir, [utancından dolayı] insanlardan gizlenir ve o çocuğu utanç içinde
[hanesinde] tutsun mu yoksa toprağa mı gömsün diye düşünür durur. Onların hükmü ne de
kötüdür. (16:59).
Kız çocuklar mirastan pay alamazken, oğlan çocuk üvey annesine bile mirasçı olabiliyordu. Bu
uygulamalar da Kur'an tarafından yasaklanmıştır.
Genelde Araplar dünya görüşlerinde [hayat felsefelerinde] ve amelî hayatlarında dünyevi/laik
(secular) insanlardı. Sahip oldukları din ise törensel ve ayinsel (ritualistic and cultic) nitelikli idi. En
derin insani hisler kaynağından doğan şeref düsturları, esasında ve uygulamada, onların dinlerini
oluşturuyordu. "İnsani erdemler" ("manly virtues"/"mürüvvet") denen bu törede, en önemli yer
kabile şerefine ayrılmıştı; zira Arab'ın en fazla sadakat borçlu olduğu şey kabilesi idi. Bu his,
kabilesinden bazı kişilerle bir görevden dönüşte, pusuya düşme tehlikesinden dolayı adamlarına
yollarını değiştirmeyi öğütleyen Dureyd İbn el-Simma'nın bir şiirinde tam ifadesini bulmaktadır.
Fakat, adamları bu öğüdü tutmazlar ve düşman saldırısı sonucunda da en güzide
kahramanlarından bazılarını savaşta kaybederler. Şair; diğerlerine uyma kararını haklı
gösterirken, kabile dayanışması idealini de ortaya koyuyor:
Öğüdümü reddettiklerinde, ben de onlara katıldım.
Fakat kesin olarak biliyordum ki.
Doğru yolu bıraktığım için büyük bir hata yapıyordum.
[Ama] Ben sadece Gaziye kabilesinin bir üyesiyim.
Eğer hata yaparlarsa,
Ben de öyle yapmalıyım
Doğruyu seçtiklerinde onlarla birlikte olduğum gibi!
Evvelce de değinildiği gibi, İslâm'ın gelişi yaklaşırken bazı çevrelerde ve duyarlı bireyler arasında
dinî bir bilinç yükselmekte idi. Yahudi-Hıristiyan fikirleri, özellikle tek-tanrıcılık, bu bilince büyük
katkıda bulunmuştur. Fakat bu dini tezahürün karakteri ve içeriği belki de tamamen Arap idi.
Mesela, Hz. Muhammed'in daha yaşlı bir çağdaşı olan Taifli Ümeyye bin Ebi Salt, dinini "haniflik"
ve "tevhid" adını verdiği bir dizi şiirde açıklar. Bununla beraber o, yeni bir din kurmaya girişmemiş,
sessiz bir şekilde, hatta zenginleri överek maddi mükâfatlar kazanarak yaşamakla yetinmiştir.
Fakat bazı din arayıcıları peygamberlik iddialarına girişmişlerdir. En önemlisi, [Hz.] Muhammed'in
Necd'de yaşayan genç çağdaşı Mesleme'dir. (Bu şahıs, Müslümanlar tarafından aşağılanmak için
"Museylime" ["küçük, aşağılık"] takma ismiyle anılır). Bütün bu kişiler kabile liderliğini temsil eder
görünmektedir. Bu şahıslar, Peygamber'in vefatından hemen sonra hem İslâmiyeti hem de
Medine'deki merkezi siyasi otoriteyi tehdit eder duruma geldiğinde Müslümanlar tarafından
öldürülmüştür.
Muhammed: Allah'ın Elçisi
Abdullah'ın oğlu olan Muhammed, 570'de Mekke'de doğmuştur. O, sahte peygamberlerden
sadece olağanüstü dinî ve ahlâkî duyarlılığı ve davetinin evrensel önemi/içeriği ile değil,
karakterinin merkezi bir özelliği olan samimi bir ihlas sahibi olmasıyla da ayrılır. Peygamberlik
görevi onun sadece bir hobisi ya da işi değil, tüm hayatı olmuştur.
[Ey Muhammed] De ki, benim namazım ve kulluğum, yaşamam ve ölümüm,
hepsi, sadece Alemlerin Rabbi Allah, içindir. (6:162).
Hz. Muhammed'in tüccar olan babası doğmadan, annesi Amine ise altı yaşında iken ölmüştür.
Kureyş kabilesinin Benî Haşim kolunun ileri gelenlerinden nüfuz sahibi, fakat nispeten yoksul
amcası Ebû Tâlib kendisini büyütmüş, korumuş -yeğeninin inancını kabul etmemiş olmakla
beraber- görevinde/risaletinde düşmanlarına karşı sürekli ve korkusuzca onu savunmuştur.
Onun, 610 yılında, kırk yaşında peygamber olarak görevlendirilmesine kadar olan hayatı
hakkında çok az şey bilinmektedir. Kur'an ve Peygamber'in çağdaşlarının ifadelerine göre, huy
olarak; düşünceli, içine kapanık, sıkılgan, mesafeli ve derin düşüncelere dalan bir kişi olduğunda
şüphe yoktur. Gençliğinde el-Emin (güvenilen kişi) olarak adlandırılmıştır ki, bu lakap
dürüstlüğünün ve ahlâkî duyarlılığının bir göstergesidir. Yirmi yaşlarında, zengin bir hanım olan
Hatice'nin Suriye ticaret kervanlarının ve işlerinin başına geçti. Hatice dürüstlüğü ve
kabiliyetinden çok etkilendiği bu kişiye evlilik teklif etti. O yirmi beş, Hatice ise kırk yaşında idi.
Evlendiler. Bebekliklerinde ölen üç oğulları ve dört kızları oldu. Kız çocuklarından en küçüğü
Fatıma, kendisinin amcaoğlu Ali ile evlendi. Hatice'nin ölümünden uzun bir süre geçip, 50 yaşına
gelene dek tekrar evlenmedi. Daha sonraki evliliklerinden de hiç erkek evladı olmamıştır. Kıpti
Hıristiyan cariyesi Meryem/Mariya bir erkek çocuk doğurmuşsa da yaşamamıştır.
Hatice ile evlenmesinden bir müddet sonra, [Hz] Muhammed, Mekke'nin biraz kuzeyine düşen
Hira Mağarasına gidip gelmeye başlamıştır. Burada günlerini, bazen de haftalarını, yalnız başına
dua/yakarış ve tefekkürle geçiriyordu. Hiç şüphe yok ki o; kainatın Mutlak Yaratıcısı ve Hakimi
olan Tanrı hakkında ve alemde olup bitenler üzerinde düşünüyordu. Bunlar bilhassa toplumun
beşerî sorunları idi: Sosyo-ekonomik eşitsizlik, hileli ticarî uygulamalarla kazanılan zenginlik, bu
zenginliğin fakir, yetim ve mazlumlara harcanmayıp sorumsuzca heba edilmesi.
Kırk yaşında, bir gece Hira Mağarasında derin bir tefekkür ve teemmül içinde iken [Hz]
Muhammed, Cebrail adlı bir vahiy elçisi tarafından Allah'ın elçiliğiyle görevlendirilmiştir. (Bu gece,
daha sonra, "Allah tarafından bütün önemli hikmet meselelerinin karara bağlandığı" [44:3-6] Kadir
Gecesi olarak kutlanılmaya başlanmıştır). O, ilahî elçiyi ru'yetinde "en yüksek ufukta" görmüştür.
Bu ani ruhsal infilakı yaşarken, tamamen halden takatten kesilir; titreyerek ve terler dökerek eve
gelir. Karısı kendisinin iyi bir insan olduğunu, şeytani bir ruh tarafından zapt edilmiş
olamayacağım, mutlaka ilahî vahye mazhar olmuş olacağını söyleyerek onu teskin ve teselli eder.
Hz Muhammed bir daha asla mağaraya geri dönmez;** tarihi görevine başlamıştır artık. Bu,
İslâmiyetin din olarak başlangıcıydı; toplum ve devlet olarak İslâm ise vahyin daha ileri bir
döneminde başlayacaktı.
O'nun ilk daveti ailesine, kendi kabilesine ve yakın arkadaşlarına olmak üzere özeldi. Bu dine ilk
girenler karısı Hatice ve amcaoğlu Ali olmuştur. Genelde takipçileri; aralarında Ebû Bekir gibi hali
vakti yerinde tüccarlar da olsa, hakları ellerinden alınmış mazlum ve yoksul halk kitleleri ve
Osman Bin Maz'un gibi uzun zaman dinsel arayış içinde bulunan kişilerdi.
Fakat üyeleri Mekke Yüksek Şehir Meclisi'ne hakim olan tüccar asiller sınıfı ve bunların etkisinde
bulunanlar yeni öğretiyi/dini hemen reddettiler. Onlar bu öğretiyi iki ana menfaatlerine karşı bir
tehlike olarak görüyorlardı: Puta tapma ve sosyo-ekonomik imtiyaz. Kur'an şunları emrediyordu:
1) Mekke oligarşisinin dinî ve ekonomik menfaatlerinin bulunduğu puta tapmayı (Kur'an'ın
deyimiyle şirki, "başka şeyleri Allah'a eş koşma"yı) terk etmek ve 2) Yoksullar için sosyal ve
ekonomik adaletin sağlanması; Mekke oligarşisi bunu da, kendi kazandıkları ve istedikleri gibi
harcayabileceklerini düşündükleri mal-mülkleri üzerinde adaletsiz bir vergi olarak algılıyordu.
İki yıl sonra, davet açıktan açığa yürütülmeye başlayınca, bu dine karşı güçlü bir muhalefet ortaya
çıktı ve Müslümanlar birçok zulümlere uğradılar. Mekke'nin ileri gelenleri, Ebu Talib'i ya yeğenini
bu görevi bırakması ya da onu korumaktan vazgeçmesi konusunda iknaya çalıştılarsa da
başarısız oldular. Hac mevsiminde Arap kabile reisleri arasında Peygamber aleyhine bir
propaganda başlattılar; fakat bu hareket sadece [Hz.] Muhammed'in adının ve risaletinin
Arabistan'da daha yaygın olarak bilinmesine vesile oldu. Kur'an'da geçen birçok ayetten de
anlaşılıyor ki bir kurtarıcı (mesih) peygamber beklentisi içinde olan ve bu yeni dini kabul eden
bazı Yahudi ve Hıristiyanlar da bulunmaktaydı. Hatta bunlar şiddetli muhalefet ve kan bağı
esasına dayalı kabile toplumlarında felakete yol açabilecek aileler arası dinî bölünmeler
yüzünden Peygamber tereddüde düştüğünde bile onu vazifesine teşvik etmişlerdir.
Güçsüz taraftarlarına sistematik bir zulüm uygulanması sonucu [Hz] Muhammed onlara geçici bir
süre için Habeşistan'a göç etmelerini öğütledi ve bazıları 615'te buraya göç ettiler. Bununla
beraber bu arada İslâmiyet, bünyesine güçlü ve etkili isimler de alıyordu. Bunların en önemlisi
daha sonra İslâmiyetin ikinci halifesi olacak olan Ömer bin Hattab idi. Bu olaylar karşısında
paniğe kapılan Şehir Yüksek Meclisi, Peygamber'in kabilesi olan Beni Haşim'e boykot
uygulamaya karar verdi.
Her ne kadar büyük ızdıraba sebep olmuşsa da, bu dışlama asla tam manası ile başarılı
olamamış, Benî Haşim'e akraba olan diğer kabileler yiyecek ve diğer yardımlarım
esirgememişlerdir. Üç yıl sonra boykot gücünü yitirip kırılmıştır.
Mekkeliler, [Hz] Muhammed'i susturamayacaklarını ve ortaya çıkan hareketi yok
edemeyeceklerini anladıklarında uzlaşmayı önerdiler. Aşağı sınıflara mensup taraftarlarından
ayrılırsa onun dinine katılacaklardı. Çünkü özellikle diğer Arap kabile liderleri Peygamberi ziyaret
ettiğinde bu tür insanlarla birlikte Peygamber'in yanında [eşit bir şekilde] bulunmaları Mekkeliler
açısından yakışık almayacaktı. Fakat Kur'an, Elçiyi şöyle uyardı.
Yalnızca O'nun rızasını kazanma arzusuyla sabah akşam Rablerine dua ve ibadet edenleri terk
etme; olur da onları bir tarafa atarsan zalimlerden olursun (6:53; 18:28).
Mekkeliler uzlaşma önerilerini sunmadan önce, belli başlı bazı akidelerde Peygamber ile
müzakere yapmak istediler. Eğer [Hz.] Muhammed onların tanrılarını insan ve tanrı arasında
aracı olarak kabul ederse ve belki de tekrar dirilme fikrini kaldırabilirse, onlar da Müslüman
olabileceklerdi. Tekrar diriliş konusunda uzlaşma olamazdı. Aracı tanrılar konusunda ise İslâmî
gelenek şunları söylüyor: Habeşistan'a göç zamanında, oluşum halindeki Müslüman toplum
büyük sıkıntılar içinde iken Peygamber bir kez bu tanrılar lehine konuşmuş, 53. sureden
uzlaşmaya [tavize] işaret eden bazı ayetler zikretmiştir. Fakat bunlar çok kısa bir süre sonra
feshedilmiş; şeytani ayetler olarak şiddetle tenkit edilmiş ve şu an Kur'an'da bulunan ayetler
onların yerini almıştır.***
Birçok günümüz Müslümanı [Hz] Muhammed'in bu tür sözler sarf ettiği rivayetini reddeder; fakat
Kur'an'ın ışığında olaya bakacak olursak bu pekâlâ mümkün de olabilir. Çünkü Kur'an'ın standart
doktrini -peygamber de dahil- hiçbir insanın şeytanın iğvasından ve hücumundan korunmuş
(muaf) olmadığı, fakat Allah'ın iyi kullan söz konusu olduğunda, doğru ve gerçeğin sonunda galip
geleceği ve şeytanın iğva ve aldatmacalarının boşa çıkarılacağı şeklindedir. Diğer bir husus
olarak, onların, Peygamber'den Kur'an'da değişiklik yapması isteklerine karşı Kur'anî cevap şu
olmuştur:
[Ey Muhammedi] De ki, onu kendi kendime değiştirmek benim haddim değildir; ben sadece bana
vahyedilene uyuyorum. Eğer Rabbime itaat etmezsem müthiş bir günün azabından korkarım. De
ki, eğer Allah dileseydi onu size okumazdım... Bundan önceki bütün hayatımı sizin aranızda
geçirdiğimi düşünmez misiniz? (10:15-16).
619'da hem Hatice hem Ebû Tâlib vefat ettiğinde Peygamber, fiziksel hayatını idame ettirmesi için
gerekli tüm dünyevi dayanağı kaybetmişti. Şimdiki Suudi Arabistan'ın yaz başkenti olan komşu
Taif’i davasına destek aramak için ziyaret etti. Orada ona kötü davranılmakla kalınmadı, taşlandı
da. Taif dönüşünde Peygamber'in dudaklarında şu dokunaklı (içli) tazarru vardı:
Ey Allah'ım, biçareliğimi, darlığımı ve başka insanlara karşı değersiz oluşumu sana şikayet
ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, darda kalmışların, biçarelerin Efendisi mademki
Sensin ve Sen benim Rabbimsin. Beni böyle kimlerin eline bırakıyorsun?
Mekkeye dönüşünde Hz. Muhammed hac için şehre gelen Arap kabilelerini ziyaret etti ve İslâm'a
davet için reisleriyle görüştü. Bazıları ölümünden sonra kendileri lider olmak kaydıyla onun
cemaatine katılmayı kabul ettilerse de, Hz. Muhammed bu teklifi reddetti. Bu görüşmeler
sırasında Mekke'nin 250 mil kuzeyinde bir vaha olan Yesrib'ten (daha sonra Hz. Muhammed
oraya yerleştiğinde Medine adını almıştır) bir grup hacı ile de görüştü. Bütün taraflar için bir
felaket olan kan davalarından bıkan ve meselelerini çözecek birini arayan bu Medineli kişiler [Hz]
Muhammed'i kendileriyle yaşamaya davet ettiler. Ondan sonra gelen iki hac mevsimi boyunca
süren bir durum ve şart değerlendirmesinden sonra Akabe Antlaşması ortaya çıktı. Mekke'den
Medine'ye göç 622 yılının yazında gerçekleşti. Peygamber'in kendisi Eylül 24'de oraya vardı.
Hicret olarak bilinen bu tarihi göç İslâmî takvimin başlangıcı ve İslâm toplumunun kuruluşuna
işaret eder.1
İlk iş bir cami; İslâmî hayatın merkezi olan bir ibadet mahalli inşa etmek olmuştu. Medine'ye
varışından sonra çok kısa bir süre içinde Peygamber, yeni gelenler ve oranın yerlileri arasında
kardeşlik bağları kurdu. Bu topluluklar muhâcirun (hicret edenler) ve ensar (yardım edenler)
olarak adlandırıldı. Yıllarca Medine'ye bireysel ya da küçük gruplar halinde göçler devam ederken
ve ara sıra da bir Müslüman, Mekke'ye bir mürted olarak geri dönmüş olsa da, Medine artık bir
Müslüman şehir, Peygamber şehri olmuştur.
Fakat şimdi de ortaya ciddi bir siyasî sorun çıkmıştır. Çünkü şu an Medine'de ikamet ediyor
olsalar da Peygamber ve Mekkeli taraftarları Kureyş kabile kanunlarına göre firari ve vatan haini
sayıldıkları için öldürülmeleri gerekiyordu. Bizzat Medine kendi içinde bölünmüştü. Medine'de Evs
ve Hazreç gibi aralarında savaş olan iki kabilenin yanı sıra üç tane de Yahudi kabilesi
bulunuyordu. Bunlar da en küçükleri Beni Kaynuka olmak üzere Beni Kureyza ve Benî Nadir
kabileleri idi.
Etnik açıdan saf ve dinî bakımdan da Ortodoks olan bu Yahudi kabileleri, Yahudilerin dünyaya
dağılmalarından (diaspora/büyük sürgün) sonra Arabistan'a gelmişler ve kültürel olarak
Araplaşmalardı. Birçoğu Medine civarında kalelerde yaşıyor ve ticaretle uğraşıyorlardı. Arap
nüfus ise ziraatla geçiniyordu. Yahudiler bölünmüş olmasına ve savaşan iki Arap kabilesi
arasındaki problemlerde taraf tutmalarına rağmen ayrı bir cemaat/topluluk oluşturuyorlardı.
Araplara gelince; çoğunluğu [Hz] Muhammed'in şehre gelişiyle veya ondan kısa bir süre sonra
Müslüman oldular. Yine de, aralarında Kur'an'ın Münafık olarak adlandırdığı bir grup vardı. Bu
münafıklar, neredeyse Medine lideri olmayı başaracak olan Beni Hazreç kabilesinden, oldukça
becerikli ve zeki bir adam olan Abdullah İbn Übey'in adamları idi. Muhammed (sav) geldiğinde İbn
Übey İslâm'ı kabul eder görünmesine rağmen, içten içe de İslâmiyet'i baltalamak için planlar
yapıyordu. Böylece münafıklar Mekkeli putperestler ve Yahudilerle gizli bir ortaklık içinde olup,
Müslümanlara karşı sürekli olarak entrikalar kurmakta olan bir tür beşinci-kol idiler. Tehlikeli
Oyunlarının tamamen farkında olmasına rağmen, Peygamber'in onu tam olarak "münafık" sıfatı
ile yakalayamamış olması da İbn Übey'in kendini gizlemedeki başarısına bağlanabilir.
Medine'ye yerleşmesinden sonraki bir kaç ay içinde peygamber, Medine Sözleşmesi denilen
belgeyi hazırlayıp ilan etti. (Batılı bilim adamları bu belgeyi Medine Anayasası olarak
adlandırmışlardır). Bu Vesika şehirde ikamet eden bütün toplulukların haklarını ve
sorumluluklarını bildirmiştir. Peygamber, gruplar ve kabileler arası problemlerin çözüme
ulaşmasında hakem olarak kabul edilmiştir. Yahudilere dinî ve kültürel özerklik verilmiş ve
"Müslümanlar ile beraber bir cemaat" (Community along with muslims) olarak tanınmıştır. En
önemlisi, dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı bütün gruplar Medine'yi koruyacaklardı. Fakat bu
maddeye rağmen, hicretten az bir müddet sonra bir grup Mekkeli, Müslümanlara saldırmak için
Medine yakınlarına geldiklerinde münafıklar onları sempati ile karşılamış ve misafirperver
davranmışlardır.
Şunu unutmamak gerekir ki, Hz. Muhammed, Mekke'den ayrıldıktan beri, siyasetinin asıl amacı
şehri İslâm adına fethetmekti. Çünkü ticari ve politik üstünlüğünün yanı sıra şehir, Arapların dinî
merkezi durumunda idi. Hicretin ilk yılı içinde Mekke'de bulunan Kâbe Kur'an tarafından İslâmî
haccın merkezi olarak ilan edilmiş; altı ay kadar sonra da kıble -Kudüs yerine- Kâbe’ye
çevrilmiştir. Hz. Muhammed, Suriye yolundaki (Medine de bu rotada yer alıyordu) Mekkeli ticaret
kervanlarına saldırıp hücumları ile onları yoruyordu. Bu saldırıların amacı sadece ganimet
toplamak değil, fakat en önemlisi Mekke'yi ekonomik olarak tecrit edip İslâm karşısında dize
getirmekti.
Müslümanların Medine'ye yerleşiminin başından beri Mekkeliler ve Müslümanlar birbirlerine karşı
aktif bir biçimde düşmanca yaklaşımlar içinde idiler. Mekkeliler öç alma duygulan ile kıvranıyor ve
İslâmiyet'i yok etmek istiyorlardı. Müslümanlar ise Mekke'yi ekonomik açıdan sarsmaya
çalışıyorlardı. Bu nokta bilhassa önemlidir, çünkü birçok tarihçi, özellikle bazı modern batılı
tarihçiler, hicretle birlikte Mekkelilerle Müslümanlar arasındaki kavganın sona erdiğini; fakat
Mekkeli kervanları saldırıları ile rahatsız edenin Peygamber olduğunu belirtirler. Bilakis en eski
tarihi kaynaklar (Kur'an da dahil olmak üzere) Mekkelilerin Müslümanların Medine'ye
yerleşmesinden sonra bile onları aktif bir şekilde takip ettiklerini gösterir.
İlk önemli savaş ikinci Hicri yılda (Mart 624) Müslümanların, Ümeyye oğullarından Ebu Süfyan
(oğlu Muaviye daha sonra Emevi hanedanım kurmuştur) liderliğinde Suriye'den gelmekte olan,
oldukça büyük ve zengin bir Mekke kervanının yolunu kesmeyi planladıkları Medine’nin bir kaç
mil güneybatısındaki Bedir Ovası'nda olmuştur. Kureyşliler kervanlarını Mekke'den dokuz yüz ek
savaşçı ile takviye etmişlerdi. Müslümanlar sadece 312 kişi olup, Kureyş ile kıyaslandığında da
eksik donanımlı idiler. Fakat aralarında Kureyş'in en önemlileri olan 70 kişiyi öldürüp birçok esir
alarak Müslümanlar kesin bir zafer kazanmışlardır. Bazı esirler fidye karşılığında, okuma yazma
bilen esirler ise Müslümanlara okuma yazma öğretmeleri şartı ile serbest bırakılmıştır. Bu
beklenmedik başarı Allah'ın rahmetinin ve İslâm'ın doğru bir din olmasının bariz bir işareti
sayılmıştır.
Bir sonraki yıl, Kureyşliler daha da iyi hazırlanmış olarak öç almak üzere döndüler. (Silah ticareti
yaparak zengin olan Medineli Yahudi şair Ka'b İbn el-Eşref, Mekkelileri öç almak için teşvik eden
bir şiir yazmış, Mekke'ye gidip, Arap savaş şairlerinin geleneğine uygun bir şekilde şiirini
okumuştur. Sonraları Peygamber'in emri ile öldürülmüştür) Mekkeliler ile şehir içinde savaşmayı
düşünen Peygamber, çevresindekilerin ısrarlarına uyup, Medine dışındaki Uhud Dağlan
yakınında savaşmaya karar vermiştir.
Tepede mevzilenmiş olan Müslüman okçular Mekkelilerin yenilgiye uğramak üzere olduklarını
gördüklerinde yerlerini bırakıp ganimeti paylaşmaya koştular. Böylece mevzileri bozulan
Müslümanlar Mekkelilerin saldırısına maruz kalarak bozguna uğrayıp dağıldılar. Peygamber'in
savaşta öldüğüne dair yalan bir haber yayıldı. Aslında iki ön dişini kaybetmişti. Mekkeliler zafer
peşine düşmeyip, Mekke'ye geri döndüler. Kur'an Müslümanları acelelerinden ötürü kınamakta,
fakat şu sözlerle de teselli etmektedir:
Muhammed bir Elçi'den başkası değildir; ondan önce de birçok elçi gelip geçmiştir. Olur ya, O
ölürse ya da [bir savaşta] katledilirse, topuklarınız üzerinde geri dönüp gidecek misiniz? (3:144).
İki yıl sonra (Hicri 5./627) Ebu Süfyan, Mekkeli altı yüz süvari, bedevi savaşçılar ve Hayber
Yahudilerinin oluşturduğu on bin asker ile son bir kez daha Medine'ye saldırdı. Selman adlı İranlı
Müslüman’ın tavsiyesine uyan Peygamber, Medine dışında hendekler kazdırarak, süvarinin
ilerlemesini önledi. İstilacılar şehri kuşattılar. Kısmen Peygamber'in üstün zekası, kısmen de kötü
hava yüzünden bedeviler para ve ganimet azlığı sıkıntısına düşüp sabırsızlanmaya başlayınca
kuşatma kaldırılmak zorunda kalındı. Bu da Mekkeliler ile Müslümanlar arasında son silahlı
çatışma idi.
Bedeviler, münafıklar ve Yahudilerin bu savaşlar süresince sergiledikleri davranışları da bir yorum
gerektirmektedir. Ne zaman Müslümanlar bir savaş kazansa, bedeviler barış anlaşmaları yapıp
karşılıklı yardımlaşmaya girdiler. Fakat ne zaman savaşta Peygamber'in talihi tersine dönse, bu
anlaşmaları bozdular. Kur'an bu tavırlar ile ilgili çok sert tenkitler getirmiştir.
Bedeviler küfür ve ikiyüzlülükte en fazla ısrar edenler ve Allah'ın sınırlarını ihlale en fazla müsait
olanlardır. (9:97)
Bedeviler, "biz iman ettik" derler: [Ey Muhammed] onlara de ki, "siz iman etmediniz:" onun için,
deyin ki, "biz sadece [görünüşte] teslim olduk." (49:14 )
İbn Ubey'in hicretten sonra, dokuzuncu yılda (631) ölümü ile münafıklar ortadan kayboldular.
Yahudilerin ise, daha önce belirtildiği gibi, Mekkelilerle bağlantıları vardı ve münafıklarla ilişkileri
son derece güçlü idi. Kur'an sık sık onları anlaşmaları bozmakla suçlar:
Ne zaman bir anlaşma yaptılarsa, aralarından bazıları o anlaşmayı tek taraflı olarak bir tarafa
atmadılar mı? (2:100).
Aslında bu; Yahudilere karşı standart bir suçlamadır. Şunu belirtmemiz gerekir ki. Peygamber
yukarıda bahsi geçen her bir savaştan sonra Yahudi kabilelerinden birine sırtını dönmüş ve onu
sadakatsizlikle suçlamıştır. Bedir savaşından sonra, Beni Kaynuka suçlanmış ve taşınabilir
mallarını yanlarında götürmeleri izniyle sürgün edilmiştir. İbn Übey'in aracılığı olmasa idi daha da
sert bir tedbirle karşılaşmaları muhtemeldi. Uhud savaşından sonra Benî Nadr aynı tavırla
karşılaştı. Hayber ve Medine Yahudilerinin bilfiil Mekkeliler safında yer aldıkları Hendek
Savaşından sonra da, geride kalan son kabile olan Benî Kureyza'ya takınılacak tavır konusunda
Müslümanlar arasında ihtilaflar ve farklı fikirler ortaya çıktı. Tövbe etmeyen güçlü kuvvetli erkek
yetişkinler, iki tarafın da hakem kabul ettiği Sad İbn Muaz'ın kararına göre öldürüldü.
Sonraki yıl (628) Peygamber Kabe'ye hacc etmeye niyeti olduğunu beyan etti. Mekkelilerin büyük
çoğunluğu buna karşı çıktı ve Müslümanları Hudeybiye'de durdurmak üzere silahlandılar.
Müslümanlar savaş yerine, Haccı bir yıllığına ertelemeyi öngören bir anlaşma imzaladılar.
Anlaşmada Mekkeli mürtedlerin iadesi koşulu gibi başka önemli şartlar da vardı. Mağrur
Mekkelilerin Müslümanlarla eşit şartlar altında anlaşma müzakerelerine katılmayı kabul etmesi
bakımından bu anlaşma İslâm açısından köklü bir zaferdir. Çağdaş batılı tarihçiler bunun
Muhammed'in diplomasisinin önemli bir çizgisi olduğuna işaret ederler. Hicri yedinci yılda Hayber
fethedildi, fakat Yahudilerin, ürünlerinin yarısını vermeleri şartı ile kalmalarına izin verildi.
Hicri sekizinci yılda (630) Mekke Müslümanların eline geçti. Böylece Peygamber'in Medine'deki
siyasetinin ana amacı gerçekleşmiş oldu. Mekkeliler Müslümanlarla karşılıklı yardımlaşma
anlaşması olan bir kabile ile savaşıyorlardı. Müslüman ordusu Mekke dışlarına vardığında şehir
kan dökülmeksizin teslim oldu. Hz. Muhammed şehre başı alçak gönüllü bir şekilde eğilmiş
vaziyette ve dua ile girdi. Genel af ilan edildi. Mekkeliler İslâm'ı kabul ettiler ve Kâbe’deki putlar
söküldü. Arabistan'ın her tarafından kabile elçileri gelerek İslâm'ı kabul ettiler. Hicri onuncu yılda
(632) Peygamber son hac ziyaretinde bulundu. Burada o, tarihte meşhur dokunaklı hutbesini
okudu. Hutbe, Müslümanların kardeşliğini, ırk ve renk farkı olmaksızın insanlığın eşitliğini
("Hepiniz Adem'in çocuklarısınız ve Adem de topraktandı") vurguluyor, kabilesel kan bağı yerine
inanç bağını getiriyordu. Bu hutbe Peygamber'in ahlâkî, sosyo-ekonomik ve dinî ıslahatlarının bir
özeti idi. Medine'ye dönüşünde hastalandı ve hicri 10. yılda da ahirete intikal etti.
Peygamber Hakkındaki Bazı Tarihsel Algılamalar
Karakterinin griftliği yüzünden Hz. Muhammed, Batılı yazarlar tarafından oldukça yanlış
anlaşılmış ve kötülenmiştir. Ancak son zamanlarda karakteri ve hayatı ile ilgili daha olumlu bir
yaklaşımın geliştiğini görmekteyiz. Diğer taraftan İslâm geleneği, onun kişiliğini ve hayatını, başta
Hıristiyanlık olmak üzere birçok kaynaktan alıntılarla mitleştirme eğilimi göstermiştir. Böylece
mesela Kur'an, Peygamber'in Kur'anla şereflenmesi dışında hiçbir mucize göstermediğini
söylerken (11:13, 2:23, 6:33-35, 17:59 ), İslâm geleneği sanki diğer dinî geleneklerle yanaşır
şekilde ona sayısız mucizeler atfetmiştir.
Kur'an'ın bazı ayetleri (17:1, 53:5-18, 81:19-24) Peygamber'in benliğinin genişleyip topyekun
gerçeklikle birleştiği, bir seri ruhanî deneyiminden bahseder. İslâm geleneği, bütün bunları önemli
bir deneyimde, Peygamber'in göğe yükselmesi tecrübesinde birleştirmiştir ki; büyük ihtimalle bu,
İsa'nın göğe yükselişine olan Hıristi-yan inancı ile rekabetten dolayıdır.**** İslâm geleneği ayrıca,
Peygamber'in ümmîliğinde ısrar eder; böylece vahyin saflığını ve özel oluşunu kuvvetlendirmeyi
amaçlar. Onun okuma-yazma bildiğini ispatlayacak ya da bunu çürütebilecek dolaysız bir delil
mevcut olmasa da, bir tüccar olması ve ilk eşinin işlerini yürütmesi bize onun okur-yazar olduğuna
dair dolaylı da olsa bir delil vermektedir. Kesin olan şudur ki, Yahudi ve Hıristiyanların kutsal
kitapları ile doğrudan bir tanışıklığı olmamıştır.
Miras aldıkları önyargılardan başka, Batılıların Peygamberi anlamadaki zorluklan onun Mekkeli ve
Medineli kariyerini iki ayrı - esasında tamamen bağlantısız- dönem olarak görmelerinden
kaynaklanmaktadır. Mekke döneminde o, batılı yazarlara göre gerçek anlamda ilham alan bir
şahsiyet; acı çeken ve ezilen bir peygamber olarak görünmektedir. Bu durumda o İsa'nın
Hıristiyan imajını çağrıştırmaktadır. Fakat Medine'de o, savaş yapar, kanun koyar, yargılar ve
yönetir. Aynı zamanda, birçok hanımla evlenerek Batılıların gözünde sıradan bir insan konumuna
gelir. Bu ikili şema, sadece Mekke ve Medine'de aynı içtenlik ve güçle Peygamber'e vahyedilen
Kur'an tarafından tekzip edilmekle kalmayıp, Peygamberin kendisinin ruhsal geçmişine yalandan
bir göz atmakla da çürütülebilir.
Mekke'de, vahiy/ilham alan ve hisli bir kişilik olmakla birlikte, aynı zamanda o, öğretisini yaymak
için durmaksızın yollar ve vasıtalar arayan bir realistti. Onun serinkanlı, kontrollü, devlet adamına
yakışır tavırları, Medinelilerle müzakerelerini yürütmesinde ve hicretle ilgili Akabe Anlaşmasını
tamamlamasında çarpıcı bir şekilde ortaya çıkar. Medine'de toplum ve devlet işleri zamanının
çoğunu almasına rağmen o, hiçbir zaman bir yönetici, bir general, bir kanun-koyucu olduğunu
iddia etmemiştir; o aynen Mekke'deki gibi sadece Allah'ın elçisi idi. Kur'anî vahyin yoğunluğu
açısından baktığımızda da, Hz. Muhammed'in karakterinde bir değişiklik olduğuna dair hiç bir
kanıt bulamayız. Medine'de inen bir ayet şöyle buyuruyor:
Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, onun, Allah korkusundan paramparça olduğunu
görürdünüz. (59:21)
Evliliklerine gelince, kadınlardan hoşlandığı gerçeğini inkar edemesek de yakışıksız bir durumun
hiç bir kanıtı yoktur. Ne de cinsel nedenler evliliklerinin önemli bir yönünü oluşturur. Evlendiği tek
bakire Aişe idi. Evliliklerinin çokluğu toplumu genelde karakterize eden konularla ilgili idi; savaşta
dul kalan ve ekonomik korunma ihtiyacı hissedenlerin çokluğu, kabileler arası dostluklar kurma
aracı olarak evlilik vb.
Tebliğ/Mesaj
İslâm öğretisi esas itibariyle, Müslümanlar için mutlak manada Allah'ın kelamı olan, Kur'an'da
kendini gösterir. Kur'anî vahiy üç ana tema ile başlar: Tek-tanrıcılık, sosyo-ekonomik adalet ve
Ahiret Günü (İnsanın nihai hesaba çekilişi).
Önem sıralamasında ilk sırayı alan tek, her şeye kadir, merhametli ve gayeli [hakim; yapıp-
etmeleri bir maksada, hikmete matuf olan] bir tanrıya inanmaktır. Sadece Allah bakîdir ve O'nun
tüm sıfatları da (güç, irade, rahmet, ilim) varlığı gibi bakidir. Kainatın yaratılması O'nun baştan
beri var olan rahmeti/şefkati sayesindedir. Hiçliğin saf boşluğu yerine bir varlık zenginliğinin
mevcudiyetinin nedeni budur. O, mutlak sınırsızlığı sayesinde her şeyi kuşatır ve tanrılığında
hiçbir ortağı olamaz. Kainatı bir kargaşa içinde değil (chaos) bir nizam içinde (cosmos)
yaratmıştır. Doğada hiçbir boşluk, ayrılık ve kargaşa yoktur. Çünkü Allah, her şeyin ölçü ve
davranış kanunlarını o şeylerin bünyesine yerleştirmiştir.
Allah'ın kanunlarını kabul etmek veya uymak İslâm demektir ki bu da, Allah'ın kanununa teslim
olma anlamına gelir. Bundan dolayı, Kur'an'a göre tüm kainat müslimdir (islâm kelimesinin faili;
boyun eğen); yani kainat, bünyesine yerleştirilmiş Allah kanunlarına boyun eğmektedir. Doğanın
özgür iradesi ya da seçimi olamayaca-ğından otomatik olarak müslimdir. Allah seçim şansı ve
özgür iradesi olan, dünyada kendisinin halifesi/temsilcisi olabilecek ve Allah'ın kanununa teslim
olabilecek, yani kendi seçimi ile Müslüman olacak, bir varlık yaratmak istemiştir. İnsan söz
konusu olunca doğanın "mecburi" boyun eğişi (the "is" of nature) yerini, insanda "ahlâkî bir
tercihe" ("ought") ve tabiat kanunu yerini, ahlâk kanununa bırakmıştır.
İkinci önemli nokta olarak insana insanın tabiatı ve kaderine/geleceğine (destiny) geliyoruz. Adem
pişmiş balçıktan yaratılmıştır. Cismi yapısı tamamlandığında Allah, ona kendi ruhundan üflemiştir.
Allah, Kendisinin temsilcisi/halifesi olarak Adem'i yaratmak üzere iken melekler bu fikri pek
beğenmediler ve Allah'a şöyle dediler; "Şimdi sen oraya [yani yeryüzüne] birini; orada kötülük
yayacak ve kan akıtacak birini mi [halife olarak] göndereceksin; oysa biz Senin emirlerini yerine
getiriyoruz ve Senin övgülerini mırıldanıyoruz" (2:30). Cevabında Allah bu ithamları reddetmedi;
fakat şöyle buyurdu: "Sizin bilmediklerinizi bilirim Ben ". Sonra melekleri ve Adem'i bir araya
getirip, onlardan varlıkları/şeyleri isimlendirmelerini istedi. Melekler bunu yapamazken, Adem
bunda başarılı oldu; yani Adem yaratıcı bir ilim gücüne sahip olduğunu kanıtlamıştı. Bu yüzden o
bilerek ve gönüllü olarak, başka hiçbir varlığın yüklenemeyeceği ve kabul edemeyeceği ahlâkî
sorumluluğu yüklendi (33:72). Mamafih, Kur'an insanın büyük bir ilim/bilgi potansiyeli olmasına
rağmen, ezelden beri var olan bu ahlâkî sorumluluk emanetini hala yerine getiremediğinden
ısrarla müştekidir. Peki, sorun nerededir?
Yukarıda, tek-tanrıcılık [tevhid], sosyo-ekonomik adalet ve Ahiret Gününe imanın Kur'anî mesajın
ilk temaları olduğunu söyledik. Kur'an'a göre insanın en temel zayıflığı, basitliği (küçük şeylerle
uğraşması), dar-kafalılığı ve kalbinin küçüklüğünde yatar:
İnsan doğası gereği istikrarsızdır: Kendisine bir kötülük dokundu mu ne yapacağını şaşırır, fakat
önüne güzel şeyler çıktı mı da onların başkalarına da ulaşmasını engeller (70:19-21).
İnsanın bu sınırlılığı ve darlığı bütün sorunlarının temelini oluşturur. Çok-tanrıcılığı onun tek olan
evrensel Tanrıya ulaşmasını önler ve bakışını (vizyonunu) küçük hedeflerle sınırlandırır.
Bencilliği; fedakarlık ve gerçek iyilikle başkalarına yaklaşmasını önler.
[Ey Muhammed] de ki, hani ola ki, Rabbimin rahmet hazinelerinin hepsine sahip olsaydınız, yine
de onları harcama korkusuyla, üzerlerine otururdunuz (17:100).
Bunun çözümü ise bu şeytâni basitlik halinden yükselip "sahip olduklarının en iyilerini" fakirlere
yardımda cömertçe harcamasıdır.
Kur'an doğru ve yanlışı birbirinden ayırabilen keskin bir ahlâkî idrake sahip bir insan oluşturmayı
amaçlar. (Bu zihin hali, takva; "kendini ahlâkî helaktan koruma", diye adlandırılır). Çünkü,
insandaki en büyük sorun, küçüklüğü ve dar görüşlülüğü yüzünden, hüsnü kuruntularını nesnel
hakikat yerine koyması ve yine kendisinin kısa-vadeli hedeflerini gerçek ahlâkî iyilikle bir
tutmasıdır. Onu amellerini/davranışlarını doğru bir şekilde değerlendirmekten alıkoyan işte bu
kendini aldatma eğilimidir:
[Ey Muhammed] de ki, davranıştan açısından en fazla zararda bulunanları size söyleyeyim mi?
Bu dünyanın değersiz meşguliyetleri içerisinde bütün çabaları kaybolup gitmiş, ama olağanüstü
(değerde) şeyler yaptıklarını sananlar! (18:103-104).
Ahiret Gününe imanın Kur'anî öğretide merkezi konuma sahip olması bu yüzdendir. "Ameller
tartıldığında" ve gerçek değerleri belirlendiğinde dar bir bakış açısı (myopic vision) ile hareket
edip, günlük ya da anlık yaşayanların amelleri, ahireti düşünerek yaşayanların amellerinden
ayrılmak zorunda kalınacaktır.
Böylece Kur'an, yeryüzünde sağlam ve gerçek bir ahlâkî temele dayalı bir sosyal düzenin
kurulmasını öngörmektedir. O, böyle bir yapılanmada ırk, dil, renk, bölge farklılıklarını geçerli bir
temel olarak kabul etmez ve şüphesiz tüm insan ırkının aynı kökten geldiğini ilan eder. İnsanın
kıymeti hususunda gerçek muteber ilke fazilettir. Bu amaçla Kur'an, üyeleri bu çeşit bir fazilete
donanmış olmaları istenen bir Müslüman toplumu ve kardeşliği kurmuştur. Bu toplumun görevi bir
"orta ümmet" olmak -yani ifrat ve tefritten kaçınmak- ve hepsinin ötesinde, "yeryüzünü düzeltmek
ve oradan -ahlâkî, toplumsal, siyasî ve ekonomik- bozulmayı kaldırmak" için "iyiliği emredip
kötülüğü men etmek"tir. Böylece İslâmiyet'te özel hayat ve toplum hayatı arasında; kişisel din ve
kollektif siyasi veya sosyal kurumlar arasında bir ayrılma ve bölünme kabul edilmemiştir. Nasıl ki
bir kişisel İslâmî inanç varsa, aynı şekilde bir İslâmî devlet ve İslâm hukuku da vardır.
Bu görev İslâm toplumunun omuzlarına yüklenirken, Kur'an bu topluma otomatik olarak her
zaman Allah'ın sevgili kullan olacaklarına dair bir garanti de vermez. Aksine, Kur'an
Müslümanlara açıkça şunu söyler:
Eğer bu [tebliği] göz ardı ederseniz, Allah sizin yerinize, [ama] sizin gibi olmayacak, başka bir
topluluk getirir (47:28, 9:39).
Kur'an, bundan dolayı bütün toplumların Allah'ın gerçeği ve rehberliği üzerindeki her türlü "tek
sahiplilik" iddialarını, [bilhassa Yahudilerin sahip olduğu] seçilmişlik inancı da dahil olmak üzere,
kesinlikle reddeder. Allah'ın rehberliği evrenseldir. Hiçbir ulusu, hiçbir insanı elçileri ile gönderdiği
rehberlik dışında bırakmamıştır. Dahası, daveti "kendi dillerinde" ileten özel elçi gelmiş olsa da
mesaj yine de evrenseldir ve tüm insanlarca inanılması gerekmektedir. Bu yüzdendir ki Kur'an
Müslümanların tüm peygamberlere inanmasını istemekte ve Hz. Muhammed'e Kur'an'da şöyle
dedirtilmektedir: "De ki, Allah'ın indirdiği bütün kitaplara inanırım " (42:15). Yine bundan dolayıdır
ki, Peygamberlik bölünmez bir görevdir ve Kur'an ısrarla farklı dinler arasındaki bölünmeyi
zemmeder: "Her topluluk [yani dini cemaat] bizzat kendisinin sahip olduğu şeyden hoşnutluk
içindedir " ( 23:53; 30:32). Esasen bütün elçiler insanları tek bir Allah'a ve sadece ve sadece ona
itaat etmeye çağırır. Bununla birlikte dini bilinçte bir evrim olmuştur; bu yüzden daha sonraki bir
toplumun Kitabının standartları, geçmişteki bir kavmi yargılamakta kullanılamaz.*****
Ahiret Gününün (Son Yargılamanın) yanı sıra Kur'an, Tarihin Yargılaması fikrini de geliştirmiştir.
Son Yargı, tek tek bireylerin davranışları ya da yapıp-etmeleri ile ilgili iken; Tarihsel Yargı,
milletlerin, halkların ve toplumların her birinin kollektif davranışlarına göre verilecektir. Kur'an
öncelikle Arapların -özellikle de Mekkelilerin- toplum olarak tavırlarını değiştirmeyi hedeflediği için,
başlangıçtan itibaren kötü amellerde ısrar etme ve peygamberlerinin davetine kulak vermeme
yüzünden feci akıbetleri ile karşılaşan önceki kavimler ve toplumların hikâyelerini anlatır.
Kur'an'da peygamberlerle ilgili kıssalarda da Eski Arabistan'dan iki isim, Ad kavminin Hud'u ve
Semud kavminin Salih'i Eski ve Yeni Ahitte adı geçen peygamberlere eklenmiştir. Bu iki kabile,
diğerleri arasında Nuh, Lut ve Firavunun halkı ve onun ordusu ile birlikte sürekli olarak Allah'ın
doğruyu hakim kılma ve kötüyü yok etmesine örnekler olarak gösterilir. Nuh selden, İbrahim
ateşten, Musa Firavun'dan, İsa ise Yahudilerden kurtarılmıştır. (Kur'an İsa'nın çarmıha gerilmesi
hikayesini reddeder.) Bu tutum, hakkın nihai başarıya ulaşması ve zaferi fikri ile Kur'anî öğretiyi
destekler; bundan dolayı, [Hz] Muhammed ve tebliği tüm imkânsızlıklara rağmen başarılı
olacaktır, çünkü bu Allah'ın planıdır.
Temelde Kur'an bir ahlâkî rehberlik belgesi olsa da -ki Kur'an kendini insanlığın rehberi olarak
adlandırır- o, aynı zamanda, belirli ölçüde yasamayı da içermektedir. Bu yasamanın önemli bir
bölümü namaz, Ramazan orucu, yetişkin, zengin ve sağlıklı olmak koşulu ile her Müslümana
hayatında bir kez farz olan Hacc gibi ibadetlerin nasıl yapılacağı ile ilgilidir. Her Müslümanın bir yıl
boyunca eline geçen mal-mülkten vermekle yükümlü olduğu zekat da bunlardan birisidir.
Kur'an'da ayrıca belirli cezai hükümler de vardır. Cinayete karşılık kısas kanunu (zarar gören
tarafından affetme hakkı da ayrıca önemle belirtilmiştir), hırsızlıkta bir elin kesilmesi (kabile
toplumunda hırsızlık sadece ekonomik değil, kişinin şerefine de yönelik bir suç olarak görülürdü),
zina için yüz kırbaç ve zina iftirasında bulunanlar için seksen kırbaç gibi. Kur'an ayrıca, esasen
Arapların mevcut kanunlarını tamamlayıcı bir nitelik taşıyan tafsilatlı miras kanunları da vaz eder.
Bu hususta temel değişiklik, daha önce miras hakkı olmayan kadınlara mirastan pay verilmesi
olmuştur: Bir kadının payı, erkeğin payının yansı olarak belirlenmiştir. Ayrıca yeni bir miras şekli
olan "rahim payı" da söz konusu edilmiştir ki, böylece kadın tarafından akrabalar da mirastan pay
alabilmektedir. Cahiliyye döneminde miras sadece baba tarafından akrabalarca talep
edilebiliyordu.
Kur'an, toplumun yoksullar, yetimler, esirler ve kadınlar gibi daha zayıf kesimlerinin durumlarını
kuvvetlendirip iyileştirmek için genel ve devamlı bir çabaya girişmiştir. Yoksullar ve sürekli parasal
zorluk içinde (kronik borçlular gibi) olan kişiler için zekat gelirleri kullanılabilir hale getirilmiştir.
Belirlenen tarihte ödenmeyen borçların ikiye katlandığı ve zamanla böyle katlanarak gittiği,
sonuçta da borçlunun borcunu ödeme umudunun hiç kalmadığı murabaha (riba-tefecilik) kurumu
kaldırılmıştır. Tefecilik yapanlar Allah'ın ve Peygamber'in onlara savaş açması ile (2:279) tehdit
edilmişlerdir. Ekonomik açıdan daha güçlü olan kabilelerin boyunduruğu altında bulunan daha
zayıf kabileler derhal bu boyunduruktan kurtuldular. Kölelerin azad edilmesi sadece umumi bir
şekilde özendirilmekle kalmamış, aynı zamanda köle sahipleri hususen köleleri ile özgürlük
anlaşması yapıp "Allah'ın verdiği zenginliği onlara harcamakla" (24:33) da emrolunmuşlardır.
Fakat, sosyo-ekonomik nedenler yüzünden kölelik tamamen yasaklanmamıştır. Tam tersine, ilk
İslâmî fetihler sonucunda savaş esirlerinin oldukça artması ile durum daha da kötüye gitmiştir.
Kadınlar konusunda ise Kur'an, şüphesiz ki çok ileri bir adım atmıştır. Yukarıda da değindiğimiz
gibi kadına mirastan hisse hakkı tanınmıştı. Kadınları keyfi şekilde boşamak zemmedilmiştir.
Kadınlara nazik ve cömert davranmak sürekli olarak vurgulanmıştır ve boşamada bile: "Eşinize
[hediye olarak] yığınla altın vermiş olsanız bile, onun hiç bir parçasını geri almayın-korkunç bir
iftira ve açılık bir günah olarak onu geri mi alacaksınız?" (4:20). Kadın ve erkeğin genelde eşitliği
kabul edilmiştir: "Kadınların [kocalarına karşı] hakları, onların kadınlara karşı haklarıyla orantılıdır"
(2:228); ancak, "erkek bir derece daha üstündür"; çünkü kuvveti sayesinde para kazanması ile
Kur'an kadını maddî olarak erkeğin sorumluluğu altına vermiştir (4:38).
Çok eşlilik konusuna gelince, Kur'an [sınırsız] eş sayısını dört ile sınırlamıştır. Bu konudaki
herkesçe bilinen ayet dördüncü surenin üçüncü ayetidir. Öyle görünüyor ki, siyak ve sibakından
(bağlamından) da anlaşılacağı gibi Kur'an'ın niyeti dört evliliğe kadar izni, vesayet altında olan
yetimler için vermektir. Çünkü (4:2) ve (4:12) de Kur'an vasileri, bu yetim kızların mallarını
uygunsuzca harcamakla, erginliğe erdiklerinde mallarını onlara geri vermeye niyetsiz olmakla ve
mallarını ele geçirmek için onlarla evlenmekle suçlamaktadır. Fakat bilmediğimiz sebeplerle çok
eşlilik izni bu çerçevenin dışına çıkarılıp umumileştirilmiştir. 4:3 şöyle diyor:
Eğer bu yetimler [kızlar] in malları hususunda sahtekar durumuna düşmekten korkarsanız,
onlardan biri, ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz: ama eğer [eşler arasında] adil
davranamamaktan endişe ederseniz, o zaman yalnızca bir tanesiyle evlenin.
Aynı surenin yüz yirmi dokuzuncu ayeti de açıkça belirtiyor ki, "Ne kadar arzu ederseniz edin
eşler arasında asla adaleti sağlayamazsınız." (4:129). Bu sebeple, dört eşe kadar evlenme izninin
kanunlaşması ne metinle, ne de Kur'an'ın ruhu ile uyuşur görünmektedir. Bu sebeple çoğu İslâm
ülkelerindeki günümüz ıslahatçıları ikinci evliliği muayyen hususi şartlara bağlayıcı -mesela, ilk
eşin kısır ya da yatalak olması gibi- kanunlar yürürlüğe koymuşlardır. Tunus ise çok evliliği
tamamen yasaklamıştır.
Prof. Dr. Fazlur Rahman, İslâmî Yenilenme/ Makaleler I, Çev.: Adil Çiftçi, Ankara Okulu Yayınları,
Ankara 2004.

You might also like