Professional Documents
Culture Documents
TALİKAT-Bir Mantık Şaheseri
TALİKAT-Bir Mantık Şaheseri
Ediz SÖZÜER 1974, Ankara doğumludur. Gelir İdaresi’nde Gelir Uzmanı olarak gö-
rev yapmaktadır.
“Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eğitim Programı” yazarın
internet ortamında ücretsiz olarak yayınlanmış ve tüm çalışmalarının üzerine bina
edildiği temel ve kaynak kitap çalışmasıdır.
Deneme mahiyetinde kaleme aldığı Risale-i Nur izah metinleri ve Risalehaber site-
sinde makale yazmakla başlayan yolculuğu, Risale Akademi’de sunulmaya başla-
nan görsel destekli ve akademik temelli “Tabiat Risalesi Açılımları Seminerleri”yle
devam etti.
Manevî bir ilim hazinesi olan Risale-i Nur eserleri içindeki Kur’ânî hakikatlerin in-
sanlığa mal edilmesinde ve toplum olarak muhtaç olduğumuz zihinsel dönüşümün
gerçekleşmesinde önemli bir katkıda bulunma kabiliyetinin bulunduğuna inandığı
kitap çalışmasını, hep bir proje kıymetinde gördü.
Tamamlanan kitap çalışmasını daha geniş kitlelere ulaştırmak için, bu çalışmanın
üzerine bina edilerek hazırlanmış ve “görsel bir kitap” mahiyetindeki “Keşif Yolcu-
lukları Risale-i Nur Eğitim Programı”nı iki haftada bir sürekli bir program olarak
vermeye başladı.
Ayrıca zaman zaman akademik eğitim faaliyetlerinde de “Medresetüzzehra Eğitim
Yaklaşımı” ve “Risale-i Nur İzah Çalışmaları” hakkında sunumlar gerçekleştirdi.
Bu çalışmalardan haberi olanlardan ciddiyetle istediği ve Risale-i Nur’a gönül ver-
miş insanlara samimiyetle ifade ettiği şudur:
“Kıymetsiz ve önemsiz şahsıma değil, bu kitap vesilesiyle Allah’ın bir nimeti olarak
harika bir şekilde ortaya çıkan hakikatlere önem veriniz ve onlara sahip çıkınız. Siz-
den tek istediğim budur.”
-1-
FİHRİST
EK BÖLÜMLER
-2-
Ta‘lîkât’ın Türkçe Çevirisi Çalışmamız Hakkında
Büyük İslam âlimi Bediüzzaman Said Nursi'nin mantık ilmi konusunda bir şa-
heser olarak Arapça olarak kaleme aldığı ve yaklaşık 110 küsur sene önce telif edil-
miş ve ilk defa tam metin olarak Türkçe'ye tercüme edilen Ta‘lîkât isimli kıymetli
eseri insanlarımıza ulaştırmaya muvaffak olduk.
Maksadımız Bediüzzaman'ın ne kadar büyük bir dimağa sahip bir mantık de-
hası olduğunun dünyaya duyurulmasıdır. Çalışmamız, Risale-i Nur'u ilan ve takdim
etmek ve okunmasını sağlamak ve Üstad Bediüzzaman’ın ilmî kimliğini ve büyük
dehasını insanlığa tanıtmak idealimizin neticesinde ortaya çıkmıştır.
Bu nedenle, “Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eğitim
Programı” isimli kitap çalışmamızın ve eğitim programımızın bir parçası olmamakla
beraber, aynı ideale hizmet eden Talikat çevirisine; Risale-i Nur Eğitim Prog-
ramı’mızı tanıtıcı içerikler, Üstad Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur’un anlatıldığı yeni
tarihçemiz, adı geçen kitap çalışmamızın Risale-i Nur okumak ve derslerine katıl-
makla ilgili çok çarpıcı tespitler içeren son sözü gibi bazı ek bölümler eklenmiştir.
Böylece bu çalışmanın, Risale-i Nur ve Üstad Bediüzzaman’ı gerçek anlamda
tanımak ve anlamak isteyenler için bir köprü vazifesi görmesi ve önemli bir rehber
niteliğinde olması hedeflenmiştir.
Çeviriyi, İslamî ve ilahiyatla ilgili çeviri konusunda alan uzmanı tabir edilen çe-
virmenleri ve sıkı bir kontrol ekipleri bulunan ve Osmanlı arşivlerini de çeviren,
akademik hassasiyete sahip bir profesyonel çeviri firmasına yaptırdık. Bununla be-
raber çeviriyi gözden geçirip tashih etmek arzu edenler, çeviri üzerinde diledikleri
gibi çalışabilirler.
Ayrıca Risale-i Nur Eğitim Programı’mız içerikleri için geçerli olan serbest kul-
lanım hakkı bu çalışmamız için de aynen geçerli olduğundan, isteyen her teşebbüs
sahibi bu çalışmayı basabilir. (Bununla ilgili detaylar ilerleyen sayfalarda yer verilen
Telif Hakkı Bildirisi bölümündedir.)
-3-
Ta‘lîkât Çevirisi İçin Mütercimden Talep Ettiğimiz
Çalışma Yöntemi:
-4-
Kızıl İ’caz ve Ta‘lîkât Hakkında1
Yayına Hazırlayanın Ara Notu: Kızıl İ'caz isimli eserin, Türkçeye çevirisi tamam-
lanmış ve sınırlı sayıda basılmıştır. Biz kendimiz temin ettik. Esere ulaşmak iste-
yenler edizsozuer@gmail.com adresimizden bize ulaşabilirler veya aşağıda adresi
verilen Facebook adresinden talep edebilirler: (Baskısı varsa temin etmek için Söz-
ler Neşriyata da sorabilirsiniz.)
https://www.facebook.com/RisaleiNurArastirmaMerkezii/
Mantık, Üstad Bediüzzaman’ın müstakil olarak eser yazdığı önemli bir ilimdir.
Yukarıda geçen iki eser, Eski Said döneminde kaleme alınmış ve ilim çevrelerinde
ilgiyle takip edilmiştir. Bunun yanında Risale-i Nur’un diğer eserlerinde de yoğun
bir mantık örgüsü göze çarpmaktadır. Bediüzzaman, iman esaslarını ispatlarken,
mantık terimlerini ve mantıkla ilgili delilleri çok fazla kullanır. Bediüzzaman’ı klasik
mantığın skolastik zihniyeti içerisinde kaybolmuş bir medrese âlimi görmemek şar-
tıyla, risalelerin temelinde yer alan ilimlerden birisinin de mantık olduğunu söyle-
yebiliriz. Başka bir ifadeyle, risaleler tefsir, hadis, kelam, belağat, mantık gibi dini
ilimler ve fen ilimlerinin mezcedilmesiyle, Kur’ân’dan hareketle ve bir ilham eseri
olarak kaleme alınan kitaplardır. Üstad başta iman hakikatleri ve kelam ilminin me-
seleleri olmak üzere İslamî konuları işlerken sağlam bir mantık örgüsü kullanmıştır.
Üstad’ın tahsil hayatında çok kısa bir süre içerisinde ezberlemiş olduğu pek çok
temel İslamî eser içerisinde mantık kitapları da bulunmaktadır. Nakledildiği üzere
Üstad, bu kitapları her üç ayda bir kere ezberden tekrar ediyordu.
-5-
“Bilâhare Hazret-i Üstad (R.A.) -İşarat-ül İ’caz, Kızıl Îcaz, Hutbe-i Şamiye, Re-
çetet-ül Ulema ve Reçetet-ül Avam ve elyazı Ta’likat kitabları hariç- bütün Arabî ri-
salelerini Mesnevî-i Nuriye şeklinde tasnif ettikleri zaman, çok kavî bir ihtimal ile
bu eser Üstadımızın eline o sıra geçmemiş olsa gerektir." (Basdıllı Ms: 339)
"Ta'likat" namında hârika bir risalesi var. İşkal-i mantıkıyeyi kıyas-ı istikraî ci-
hetiyle on bine kadar iblağ edip, hiçbir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata
göstermiş. (T: 212 )
“Hem Eski Said’in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan
gayr-ı matbu’ Ta’likat’tan süzülen i’cazlı bir îcaz-ı hârikada, müdakkik ülemaları
hayret ve tahsinle dikkate sevkeden, matbu’ "Kızıl Îcaz" namındaki risale-i man-
tıkıye Risale-i Nur’la bağlanmasına ve şakirdlerinin âlimler kısmının nazarına
göstermek lâyık gördüm." (K: 140)
Seneler çok çabuk geçiyordu. l99l yazında Bayram Yüksel Ağabeyin aydınlık
gayret ve himmetleri bir hayırlı ışığın daha meydanları aydınlatmasını sağlıyordu.
-6-
Bir asra yaklaşan zamandan beri sadece Tâlikat şeklinde ismini okuyup, duy-
duğumuz bu müstesna Nur Külliyesi parçalarından bir parça nihayet gün ışığına
çıktı. Daha önceleri "Talikat yok Irak'ın bir şehrinde, yok Suriye'de, yok İran'ın bir
köyünde bir nüshası var" derken, bir eksik nüshası Ankara'da Said Özdemir'in ar-
şivinden çıkarken, bundan bir yıl sonra da Bayram Yüksel ve Mustafa Sungur Ağa-
beylerin himmetleriyle meydana çıktı. Bunlardan da Risale-i Nur Mütercimi İhsan
Kasım Ağabeye intikal eden Tâlikat oradan da İsmail Yazıcı'nın sanatkâr ellerine
geliyordu.
"Eski Said'in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı
matbu Talikat'tan süzülen i'cazlı bir îcaz-ı harikada mudakkik ulemaları hayret ve
tahsinle dikkate sevkeden matbu Kızıl İ'caz nâmındaki risale-i mantıkıye, Risale-i
Nurla bağlanmasına ve şakirdlerinin, âlimler kısmınınn nazarına göstermek lâyık
gördüm; fakat çok derindir. Bu günlerde Feyzi'ye bir parça ders verdim. Belki bir
zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme alacak..."
Muhtelif yıllarda Mehmed Feyzi Ağabeye Tâlikâtın Türkçe dersini kaleme alıp
almadığını sorduğumda, "Hayır yazamadım, kaleme alamadım" diye cevap ver-
mişti.
-7-
süzülmüş i’cazlı bir icaz olarak seçkin âlimleri hayret ve dikkate sevk ettiğini söyle-
yerek ve bu eserin Risale-i Nur'la irtibatının kurulmasının gerektiğini belirtmekte-
dir:
“Hem Eski Said’in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan
gayr-ı matbu Ta’likat’tan süzülen i’câzlı bir îcâz-ı harikada müdakkik ulemaları hay-
ret ve tahsinle dikkate sevk eden matbu Kızıl İcaz namındaki risale-i mantıkiye Ri-
sale-i Nur’la bağlanmasına ve şakirtlerinin, âlimler kısmının nazarına göstermek
lâyık gördüm; fakat çok derindir. Bugünlerde, Feyzi’ye bir parça ders verdim. Belki
bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme ala-
cak.”(1)
Kızıl İcaz, bir Süllem haşiyesi olmakla birlikte, diğer haşiye ve şerhlerden
farklı müstakil bir eser gibidir. Bediüzzaman, Süllem’i açıklamaktan ziyade kendisi-
nin mantıkla ilgili görüşlerini ortaya koyarak, öğrencilerinin dikkatlerini artırmayı
amaçlamıştır. Çünkü alet ilmi olarak diğer ilimlerin öğrenilmesinde bir araç olan
mantık, zihin bıçağını keskinleştiren bir biley taşı gibidir. Bu taş ile zihin bıçaklarını
keskinleştirmeyenler, kör bıçakla bir şeyler kesmeye çalışarak, beyhude yorulanlar
gibidir. Gazali de mantık bilmeyenin sağlam bir ilmi yapıya sahip olamayacağını şu
şekilde belirtmektedir: “Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez.”(4)
-8-
da mantık öğrenmeyi tavsiye etmektedir. Kızıl İcaz’ın başındaki şu açıklamadan
bunu anlamak mümkündür:
Üstad, Kızıl İcaz’ı yazmasının gayesinin zihinleri dikkate teşvik etmek oldu-
ğunu, eserin sonunda da belirtmektedir. Buradaki açıklamalar, öğrenme meraklı-
larının kesinlikle kaçırmamaları gereken türdendir. İlmi bir gıdaya benzeten Üstad,
aceleci zihnin, bilgileri hazmetmediğini, dolayısıyla bu bilgilerin çoğalmasının, ge-
nişletilmesinin ve faydalı olmasının mümkün olmadığını ifade etmektedir.
“Bil ki! Şüphesiz ilim bir gıdadır. Elbette ki hazmedilmesi gerekir. Rahvan ve
aceleci zihin, hakikatlerin kaymağından yer. Yani hakikate varır, fakat onu almaz
veya onu kazanır ve alır. Lakin hakikat onun zihninin elinde parçalanır. Çoğalmaz,
genişlemez. Bilakis zihinden kaçak olarak çıkar. Sonra zihin, hakikatin parçalarını to-
parlar, onlardan hafızasında çoğalanların özelliklerini soyar. Hazmetmez ve büyüt-
mez. Bilakis hakikatler kusmuk olur veya zihinde bozulur. Zihnin yüzeyselliği, elem
veren bir hastalıktan daha şiddetlidir. Ey okuyucu! Zihinlerin dikkate teşvik edilmek
için, bu risaleyi veciz yazarak, sizleri aciz bıraktım.”(6)
Başka bir yerde “Alim-i mürşid, koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun yavrusuna
süt, kuş yavrusuna kay (kusmuk) verir” derken, ilmin hazmedilerek insanlara akta-
rılmasını koyunun otları süt haline getirmesine benzetmekte, hazmedilmemesini
ise kuşun yavrusuna kusmuk vermesine benzetmektedir. Yukarıda ifade edildiği
gibi, zihnin yüzeyselliği, en şiddetli hastalıktan daha ağır bir hastalıktır. Zihinleri bu
hastalıktan kurtarmak için, Kızıl İcaz, kısa ve öz bir şekilde yazılmıştır.
Kızıl İcaz’ın bilinen bir tane şerhi vardır. O da Üstad’ın kardeşi Abdulmecid
Nursi (Ünlükul) tarafından kaleme alınmıştır. Bu şerh, Üstad’ın vefatından sonra
1965 tarihinde Konya’da yazılmış ve 1995 yılında yayımlanmıştır.(7) Üstad’ı en iyi
tanıyanlardan ve bir alim kimliğine sahip olan bir kimsenin yazdığı bu şerh, Kızıl
İcaz’ı anlamamızı oldukça kolaylaştırmaktadır. Aksi halde Kızıl İcaz, sınırlı sayıda
kimsenin faydalandığı bir eser olarak kalırdı.
-9-
Kızıl İcaz klasik mantık çerçevesinde kalan bir eser değildir. Klasik mantık ki-
taplarında “İnsan konuşan hayvandır” gibi önermelerle tümdengelim (dedüksi-
yon/talil)(8) metodu kullanılarak sınırlı sayıda örnek verilirken, Üstad, insan vücu-
dundaki hücreleri örnek olarak vermektedir. Hücrelerden hareket ederek insanın
ruh ve maddeden oluşan bütünü hakkında sonuçlara ulaşılmaktadır. Bu ise klasik
mantıkta kullanılmayan tümevarım metodudur. Klasik mantık, tümdengelim me-
todunu tek akıl yürütme yolu olarak kullanmış, tümevarım ve temsili (örnek-
leme)(9) göz ardı etmiştir. Klasik mantığa yapılan temel eleştirilerden birisi de bu-
dur. Rönesanstan itibaren bir kısım batılı filozoflar, tümevarım (istikra, endüksi-
yon)(10) metodunu öne çıkarmış ve batıda yaşanan ilmi gelişmeler de bu metod
değişikliğinden sonra olmuştur. İşte Bediüzzaman, klasik mantığın aksine, tüme-
varım ve temsil metoduyla bir kısım sonuçlara ulaşmakta böylece skolastik düşün-
cenin hatalarına düşmeyen bir yol ortaya koymaktadır. Aşağıdaki örnekte insanı,
içerisinde Yasin Suresi'nin yazılı olduğu Yasin kelimesine benzeterek temsil meto-
dunu kullanmaktadır:
“Bir şahıs ruhuyla birdir, cismiyle bir cemaattir. Canlı kısımlardan oluşan bir
cemaattir. Öyle ki onun hücrelerinden her bir hücre, beş duyu kuvvetine sahiptir.
Bu şahıs, içerisinde Yasin Suresi yazılmış olan Yasin kelimesi gibidir. Onun canlılık
derecesi ve kuvvetleri cirminin küçüklüğüyle ters orantılı olarak artar. İstersen insa-
nın duyularıyla bir hücrenin duyularını mikroskopla tartalım. Bin defa büyütüldük-
ten sonra ancak görülebilen bu küçük canlı, parmağının başını görür, arkadaşı olan
diğer hücrenin sesini duyar, diğer duyularını ve kuvvetlerini takip eder. Halbuki bir
insan bu küçük canlının parmağını göremez ve sesini duyamaz. Maddi yapısının kü-
çüklüğü nispetinde, canlılığı fazlalaşır, sınırlanır ve incelir.”(11)
“Mantık öğrenmenin hükmü kişilere göre farklılık arzeder: Mantık ilmini öğ-
renmek menduptur, çünkü mantık ilimleri tamamlayıcıdır. Yine mantık ilmini öğren-
mek mekruhtur, çünkü akılları karıştırır. Yine mantık ilmini öğrenmek mübahtır,
çünkü bir ilmi bilmek bilmemekten hayırlıdır. Yine mantık ilmini bilmek farz-ı kifaye-
dir, çünkü mantık akaidi techiz eder. Yine mantık ilmini öğrenmek, gerekli ilmi alt-
yapıya sahip olmayanlar için haramdır.”(14)
-10-
Bediüzzaman, bir kısım mantık terimlerini de kendisine has bir üslupla ve
diğer mantıkçılardan farklı şekilde tanımlamaktadır. Mesela, mantıkta iddiaları is-
patlamaya yarayan delil olan hüccet, Bediüzzaman tarafından şu şekilde tanımlan-
maktadır:
Bediüzzaman’ın mantık konularından birisi olan söz (lafız) ile ilgili açıklamaları
da oldukça ilginçtir. Burada da Üstad, tümdengelim yerine tümevarım yolunu kul-
lanmakta, hidrojenden, karbondan, ısıdan, nefesten ve sesten söze ulaşmaktadır.
Kızıl İcaz’ın içerisinde özellikle “İ’lem-Bil ki” ile başlayan bölümlerin her birisi,
üzerinde önemle durulması gereken konulardır. Gerek Kızıl İcaz’ı ve Ta’likatı ince-
leyenler gerekse Risale-i Nurları mantık gözlüğüyle okuyanlar, Üstad’ın mantıktaki
müstesna yerini anlarlar. Ayrıca Üstad, Kızıl İcaz’da sembolik ve uygulamalı man-
tığı bir araya getirmiştir. Hâlbuki Kızıl İcaz’ın yazıldığı dönemde henüz sembolik ve
uygulamalı mantık ortaya çıkmış değildi.
Sonuç olarak Kızıl İcaz, klasik ve modern mantığı bir arada sunan bir eserdir.
Kızıl İcaz, Ta’likat ve diğer risaleler mantık yönüyle de incelenmesi gereken hazine-
ler olarak karşımızda durmaktadır.
-11-
DİPNOTLAR:
5. Bedüüzzaman Said Nursi, Kızıl İcaz, İstanbul 1995, Sözler Yayınevi, s. 164.
-12-
çekimin olmaması mümkündür. Bu sebeple tümevarımda varılan sonuçlar kesin
değildir. Yine Arşimed suyun üzerinde yüzen cisimlerden yola çıkarak yer çekimi
kanunu bulmuştur. Bu kanun sınırlı sayıda örnekten hareketle ortaya atılmış oldu-
ğundan, geçmişte veya gelecekte suyun kaldırma kuvvetinin olmaması muhtemel-
dir. Dolayısıyla bu tümevarımdan çıkan sonuç kıyasın aksine kesin değildir.
12. Nevevi gibi âlimler aşağıdaki sebeplerle Aristo mantığı ile uğraşmayı ha-
ram saymışlardır: İlk önce mantıkla meşgul olmak tevhid ilmiyle öncelikli olarak
uğraşmayı engeller. İkinci olarak geceleyin odun toplayan gibi mantıkla meşgul
olan kimse de fasit şeylere kayar. Üçüncü olarak mantık sahih ve batıl şeylerin ka-
rışımından ibaret bir batıldır ve batılla meşgul olmak haramdır. Dördüncü olarak
mantık, fikri ve zihni doğruyu bulmaktan alıkoyar. Abdulmecid Nursi, s. 179.
13. Mantıkla meşgul olmanın caiz olduğu görüşünde olanlara göre, ilim öğrenmeyi
istemek tabiidir, kasıtla ilim talep edilmez, kendiliğinden talep edilir. Fıtrat ilme
musahhardır, yani ilimden kaçamaz. Tıpkı camid maddelerin fıtratı gibi. Mesela
ateş zaruri olarak yakıcıdır. İnsan da fıtratı itibariyle zaruri olarak öğrenmeye me-
yillidir. Ayrıca mantık vacibin yani tevhid ilminin mukaddimesidir ve küfrün reddi-
dir. Yine mantık şerrin delilidir. Yani şerri bilmeye yarar. Çünkü mantıkla meşgul
olmayan kimse doğruyu ve yanlışı ayırt edemez. Batılı tanımak ve ondan korun-
mak için bu ilimle meşgul olmak gerekir. Çünkü bilmeyen korunamaz. Tıpkı şu şi-
irde denildiği gibi: Şerri öğrendim lakin şer için değil şerden korunmak için, Hayrı
şerden ayırt edemeyen kimse şerre kapıldığı için. Abdulmecid Nursi, s. 179.
-13-
Görsel Destekli ve Akademik Nitelikli
Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı
İslam’ı çağın anlayışına en uygun ve aklî şekilde takdim eden Risale-i Nur’u
insanlarımıza tanıştırmak maksadıyla hazırlanan eğitim programımızın içeriğinin;
bilim sevgisinin ve entellektüel düşünen, araştırmacı insanın arttırılmasına ve ay-
rıca ahlakî, manevî ve dinî değerlerin akademik olarak ele alınıp anlatılmasına yö-
nelik toplumsal ihtiyacı karşılama ve toplum olarak muhtaç olduğumuz zihinsel
dönüşüme ciddî katkılar sağlama kabiliyetinde olduğuna inanıyoruz.
“Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eğitim Programı”
isimli kitap çalışmamızın üzerine bina edilen eğitim programımız, konu anlatımlı
şemalardan, etkileyici resimlerden ve metin vurgularından oluşan 2000’e yakın
görsel ve ders videoları ile konu ile ilgili çarpıcı videolardan oluşan 170 video kul-
lanılarak, izahlı ve görsel destekli olarak inşa edilmiştir. Daha sonra programda
kullanılan görsel materyallerin, bir sanatçı hassasiyetiyle nakış nakış işlenerek ala-
nında dünyada bir ilk olan (yenilikçi bir din eğitimi mahiyetindeki) görsel/interaktif
kitaplara dönüştürülmesiyle çok boyutlu bir hizmet ve eğitim projesi olarak kulla-
nıma sunulmuştur.
Bediüzzaman Said Nursi’nin asrın başında yenilikçi bir eğitim projesi olarak
takdim ettiği “aklî ve dinî ilimlerin bir arada okutulmasıyla beraber, birbirleriyle
barıştırılması ve kaynaştırılması”nın özel ismi olan “Medresetüzzehra Eğitim Yak-
laşımı”nın bilim felsefesini ve ders müfredatını oluşturmaya ve yaratıcının varlı-
ğına dair diğer bilimsel yaklaşımlara alternatif olacak bilimsel model, yorum ve ka-
bul görecek ilmî yaklaşımlar üretmeye katkıda bulunarak, yaratıcının varlığını ka-
bul eden bir eğitim yaklaşımının bilim dünyasına nasıl takdim edileceği hakkında
ciddî çözümlemeler ve felsefî altyapısı niteliğinde incelemeler ortaya koymayı he-
defleyen eğitim programımız, Medresetüzzehra’nın prototip (fakat maksadı tam
karşılayan ve eğitim kurumlarında okutulmaya layık) bir uygulaması olarak (tüm
metin, video, sunum ve kitap dosyalarıyla) her türlü incelemeye açıktır.
(Bir sonraki sayfada eğitim programı içeriklerinin tümünü bir arada bulabile-
ceğiniz ve inceleyebileceğiniz internet sitemizin ve depolama alanlarımızın adres-
lerine yer verilmiştir.)
-14-
Telif Hakkı Bildirisi ve
Her Türlü Serbest Kullanım, Basım ve Yayım Hakkı
“Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı Ders Müfredatı”na ait görsel ve
yazılı tüm içerikler, Risale-i Nur'a, Kur'ân’a ve İslam’a gönül vermiş herkesindir.
Eğitim programımızın içeriği ve bu içeriğin kitaplaştırılmış hali ise bağımsız bir kitap
değil, ancak Risale-i Nur’u okutmak ve tanıtmak için kaleme alınmış ve asıl metni
içinde bulunduran yazıya dökülmüş izahlı ders notlarıdır.
Herhangi bir şahsın veya kurumun malı olmadan veya aidiyetine ve inhisarına bağlı
olmaksızın, sadece ve sadece iman ve Kur'an hakikatlerinin aynası olan Risale-i Nur
eserlerinin malı ve izahlı bir dersi olan bu görsel destekli akademik eğitim progra-
mını, Medresetüzzehra'nın prototip (fakat maksadı tam karşılayan ve okullarda
okutulmaya layık) bir uygulaması olarak (tüm metin, video, sunum ve kitap dosya-
larıyla) ümmete ve insanlığa mal olması maksadıyla, tüm inanan kardeşlerimize ve
özellikle Risale-i Nur'a gönül vermiş Nur talebelerine (muhtaç insanlara ulaştırmak
üzere) her türlü serbest kullanım hakkını devretmek suretiyle emanet ediyoruz.
Risale-i Nur'u ve içindeki Kur'ânî hakikatleri ilan, takdim ve talim etmek maksadıyla
ortaya koyulan akademik eğitim programımız ve bunun ders müfredatı olan kitap
çalışmalarımızın telif hakkı engeline uğramadan neşredilebilmesi ve devamlılığının
sağlanabilmesi için, her türlü serbest kullanım, basım ve yayım hakkı tarafımızca
tanınmıştır.
-15-
Asliyetini korumak ve kaynak belirtmek şartıyla, teşebbüs sahiplerince ve önceden
tarafımızdan izin alınmaksızın, kitap çalışmalarımızın basılabileceğini ve görsel eği-
tim programı içeriklerinin şahsen veya medya yoluyla sunulabileceğini kabul ede-
riz.
Tüm Risale-i Nur çalışmalarımızın bir araya toplandığı ve görsel destekli akademik
eğitim programı içeriğinin yayınlandığı bu depolama alanlarından metin ve gör-
sel/interaktif tüm kitapların dosyalarını ve bütün eğitim programı seminerlerinin
videolarını, metinlerini ve Powerpoint sunumlarını hem görüntüleyebilir, hem de
ister tek tek, ister toplu olarak indirebilirsiniz.
-16-
İthaf
Kitap çalışmamızı, bana on baba kadar babalık yapmış, bir anneden çok daha
şefkatli ve çok kıymetli dedem Mehmet Ziyaeddin Kınay’a ithaf ediyorum.
Kendisi için hayır dualarınızı istiyor ve Kur’ân okumalarınıza iştirak etmenizi
rica ediyorum.
-17-
GELENBEVÎ İSMAİL EFENDİ
-18-
-19-
-20-
TA‘LÎKÂT
Çeviri: Protranslate
۞۞۞
Her ikisi de
[Ta‘lîkât: İslâm telif geleneğinde bir metnin daha iyi anlaşılabilmesi için sayfa kenarlarına yazılan not-
lar, bir müellifin bazı görüş ve düşüncelerinin notlar halinde toplandığı eserlerin ortak adıdır.]
-21-
-22-
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla
2 Çünkü ilimler genellikle menkuldür. Bu yüzden (şöyle bir) kaide (ile nakledilir): Filolojik anlamlar terim-
lerin temeli ve çekirdeğidir. Terimler onların üzerine konulur. Onun tamamlanması kendisindeki şartlar
göz önüne alınması itibariyledir. Onun içinde tefkir ile bilinir. Bununla (terimle) isimlendirilen şüphesiz en
büyük maksat, yani… __ takrirdir.
3 Çünkü her ihtiyari (isteğe bağlı) ilmin mutlaka dört prensibi vardır: Bir şekilde tasavvur, çünkü mutlak
(salt) meçhulü talep etmek imkânsızdır. Bu yüzden tasdik herhangi bir fayda için yapılır. Çünkü araştır-
macı meyilden kaynaklanan bir irade ile (hareket eder). Şehvetlerden kaynaklanan şeylerde (ilerlemeyip)
duraklar. İrade, tahsis yapmak (belirleyip ayırmak) için bir (niyet) kasıttır. Bu yüzden şurû (bir şeye baş-
lama ilim adına bir şey) çıkarmak içindir… __ takrir.
4 [Abdulkadir Badıllı’nın tercümesi.]
-23-
-24-
[Sayfa: 34]
5 Basılan kitapların genellikle başında (yahut sonunda bulunan) veya bazı el yazma kitaplarında olduğu
gibi (o kitapta bulunan konu ve maddeleri alfabe sırasına göre gösteren cetvel, içindekiler kısmıdır.) Örne-
ğin şöyle denir: Bâb, veya fasıl, veya neseb beyanı, veya tanım, veya kıyas. Bazen de şöyle denir: Tanım
açıklaması (tanım ile) sınırlandırılanı ifade eder. Veya kıyas bir netice verir. Nitekim o, meseleleri genel
olarak (icmâlen) açıklamaktır. ___ takrir.
6 [Tarif ve onu meydana getiren temel elemanlar “tasavvurât”, bu kavramlardan en az ikisinin oluştur-
duğu yargı ifade eden cümleler ve bunların tahlillerini içeren çalışmalar ise “tasdîkât”tır.]
7 Bu, bir konuyu sınırlamak gibidir.
8 [Abdulkadir Badıllı’nın tercümesi.]
-25-
-26-
[Sayfa: 35]
Herkesin aklı da sahih ile sakimi birbirinden temyiz için kâfi gelmez. O halde
akl-ı külle müraat gerekir. Yani akl-ı umumi olan mantığa9 müraat etmek lâzım-
dır ki o, birbirini tefsir eder. Bunu elde etmenin yolu da fikr-i umumidir. Çünkü
onun bazısı bedihi, değer bazısı da nazaridir. Evet, tasavvur tasavvurdan elde
edildiği gibi, tasdik de tasdikten kazanılır. Zira ki doğumun şartı mücaneset-
dir.10 (Yani cinsi münasabetdir). Öyle ise ilim, ya tasavvurdur, ya da tasdiktir.
İşte buradan şu merdivenli basamaklı silsile içinde yükselip gidebilirsin.” -A. B.-
Ayrıca ﴾ İlim, akılda hâsıl olan bir şeydir ﴿ 11 bu suret ya tasavvur ya da
tasdiktir. (Bu surete ulaşmak için önermelere) bölümlenmiş üniteyi nazarı itibara al-
mak gerekli değildir. Kuşkusuz ki tasdik, konu (mevzu), yüklem (küçük önermede
mahmûl), nicelik (oran) ve karar (sonuç)dan oluşur.
Ben de derim ki: Çünkü hüküm o (tasdik) ile (bir şeye) bağlanıp ona birleştiri-
lir. O ikisinden her birisi ya bedihî (âşikâr) ya da bakmakla elde edilen nazarî (teo-
rik)dir. Çünkü bölümleyip taksim etme (işlemi) bedihi olma bakımından küll min
küll12 (genel bir yargıdan genel bir hüküm çıkarma), veya tamamen nazari olarak külli
yahut kısmî bir hüküm çıkarmaktan soyutlanamaz. Çünkü külli13 nazari, başka bir
bedîhîden elde edilemez. Bunların ilk ikisi14 batıldır.
9 Çünkü mantık bulunduğu konum itibariyle harfi ilimlerin âletidir. Dolayısıyla o, cevherî ismî bir ilimdir ki
(kendisi de) bir âlete (ölçü sistemine) ihtiyacı vardır. Onun âletinin bazıları, bazı kimseler için bedihi (açık),
bazıları için ise nazari (teorik)dir.
10 Tasvîr ile tasdik, müteallık (ilgili olduğu konu) bakımından birbirinden farklıdır. Her ikisinin (kendine
has) özel alakası vardır. Nitekim birincisi (tasvir) bir düğüm gibi diğeri (tasdik) ise (o düğümü çözme) keşif
gibidir.
11 Bu şekildeki ve parantezler içinde ve siyah yazılmış kısımlar Bürhân-ı Gelenbevî’nin metnindendir.
“H” ( )هـharfi; Bu cümle Gelenbevî’nin cümlesi demektir. Zira bu cümle Bürhân Kitabı, s. 3, satır 22’dedir. -
A.B.-
12 “M” ( ; )مBu, bölünmüş iktirânî kıyas (sonucun aynısı veya zıddı, önermelerin birinde bilfiil zikredil-
-27-
-28-
[Sayfa: 36]
Çünkü şayet küll bedîhî15 olsaydı, biz hiçbir şeyden habersiz kalmazdık.16 Eğer küll
nazrî olsaydı (hüküm konusu) kendi etrafına döner durur veya ard arda silsile (dize)
şeklinde devam ederdi. Bu durumda her ikisindeki lazım (gerekli olan şey) batıldır.
Melzûm (gerekli olunan şey) da aynı şekildedir…. Bu durumda bazı tasavvurlar17
bedîhî bazıları da nazari olarak kalır. Tasdik de aynı şekildedir… Bazılık durumu ise
sabittir. Çünkü bir şey, zıddının batıl olmasıyla sabit olup ispatlanır. Her tasavvurun
batıl olması ise bedîhî bir durum olup o, zıddını ispat eder. Onun zıddı ise, her ta-
savvur bedîhî değildir. Onun lâzımı şudur: Bazı tasavvur bedîhî değildir. Onun lazımı,
bedîhî olmayan başka tasavvurlar vardır. Onun lâzımı (gerektirdiği şey); öyleyse
mevzu18 vardı. Bu ise bazı tasavvurların ne bedihî ne de nazâri olmamasıdır. Oysaki
bazı tasavvurlar nazaridir. Geri kalanını sen (buna göre) kıyas et.
﴾Bir şeyi elde etme konusunda bazen hataya düşülür. Akıl kâfi değildir.
19
Bu yüzden bir kanun gerekir. O ise mantıktır.﴿ Musannif (bölüm bölüm kitap
telif eden yazar) amaç ve konuya göre bu durumu tanımlamıştır.
“Eğer dersen: Mantıkçılar birçok zaman hata etmişlerdir. Nasıl olur da,
mantık ilmi zihni, hatalardan koruyucu nitelikte olur?
15 Bu, istisnâî kıyas (neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas) olup büyük önermedir.
16 Yani konuya tekrar bir daha bakmaya ihtiyacı olan kişidir. Mutlak manada değildir. Çünkü cahiller
bedihî (açık seçik) görülen şeylerden uzak dururlar.
17 Sonuç, çıkarım.
18 Yani, değilleme (negatif durum) mahmûl olan madul (küçük önermedeki vazgeçilen yüklem) için ge-
reklidir. O halde, her iki durumun birinde mevzu vardı... Aksi halde salibe (değilleme) daha umumidir.
19 Bu ifade Gelenbevî metninden mealen alınmıştır. Gelenbevî’nin asıl metni şöyledir: “Hatadan korunan
bir kimseye ulaşma açısından… bir kanuna ihtiyaç duyuldu. İşte o, mantık ilmidir.” S: 4, Satır; 2-3, -
A.B.-
-29-
-30-
[Sayfa: 37]
20Cevap olarak derim ki: Onlar, kolaylaştırıcı olan o san’atı, sun’ilik makamın-
dan tabiilik ve fıtrilik makamına ikame etmişlerdir. Çünkü sınaat veya san’at,
ne kadar mükemmel bir tarzda olsa da, tabiilik ve fıtrilik durumuyla müsavi
olamaz. Sonra ilmin mertebeleri, heyulaî olup cisimleşmiş bir derecede muay-
yen değilken, ama meleke ile üstünde çalışmakla, istifadeli, hadsî ve kudsî bir
vaziyete gelebilir. Sonra, nazar yani fikir ise, hilkatteki illetlerin müteselsil olan
tertibini keşfettikten sonra, onu tahlil veya terkib21 etme durumuna getirebilir.
Öyle olunca da, neticede ilim ve san’ata kabil olacak vaziyete gelir.
Bu durumuyla ilim, bir kavle göre –şartiyet itibariyle- zihni gaflet verici işlerden
tecrid etmekle; başka bir görüşe göre, - tahlil işi itibariyle-
-31-
-32-
[Sayfa: 38]
aklın gözünü ma’kulat canibine tam diktirmekle, (Gözü, görünen eşyaya diktir-
mek gibi…) Diğer bir kavle göre: -terkib işi itibariyle – iyi anlamak için düşünme
ile mülahazayı beraber yapmak ve meçhul şeyin anlaşılmasının, husulü için te-
zekkür eylemekle… başka bir kavle göre: -ilmin sureti itibariyle- malûm olan
işlerin tertibine yapmakla… Tâ ki meçhule tediye edilebilsin.
İşte bütün bunlardan sonra, matlubun22 husulü için dört yol vardır.
1-Ya ilham23 yoludur. Peygamber ve velilerin ilimleri gibi…
2) Ya da mebde’ ve başlangıçlara dair hâdisleri talim etmekledir. (Mülhidlerin
görüşleriyle…)
3) Yahut da işrakiyyunların görüşleri ile tasfiye metodudur.
4) Ya da nazar, yani fikir ve düşünce yoludur. (Hükemanın kavliyle)
İşte, evvelki üç yolun herkes için mümkin olmadığı belli. O zaman elde yalnız
nazar24 yolu kalmış olur.
O zaman elde yalnız nazar yolu kalmış olur.
Fikir ve nazar yoluyla matlubun husulü, mu’tezileye göre tevlididir. Yani ihti-
yaren üretmedir. Ama Fahreddin-i Râzi’ye göre ise, aklidir. Yani âdet ve göre-
nek sonucudur.
Bu halde, netice olarak: Fikir ve nazarın iki hareketi vardır. Birisi: “Tahlili”,
diğeri de: “Terkibi” dir. Bunlardan, herbirisi için de başlangıç, hadd-i vasat ve
münteha olmak üzere üç mertebesi vardır. Öyle ise tahlil işinin ilmi başlangıcı
maddidir25 ki ihtiyâren onu tahsil etmektir. Bu ise, herhangi bir vecihle mat-
luptur. Onun orta mertebesi olan haddı vasat ise; henüz terkîb vaziyetine gir-
memiş olan esaslardır.. ve onun müntehâsı olan neticesi ise, yüksek vasıflı cins-
ler, sade olan fasıllar26 ve evveliyet27 denilen usullerdir… ilh.” -A. B.-
Sûrî28 (şekilsel) terkibi hareketin başlangıcı, birinci bitiş noktası (müntehâ)dır.
Onun ortası, birbirine terettüp eden prensiplerdir. Onun bitiş noktası ise, tam bir
şekilde ulaşılmak istenen şeydir.29 Ayrıca ilim, itibari (farazi) bir şeydir.
22 [Öncüller vasıtasıyla ulaşılan önermeye sonuç (netice, dâvâ, matlûb) adı verilir.]
23 Vahyi de içerir.
24 “H” ( )هـGelenbevî’nin kendi cümlesi: Bil ki nazar, Allah’ın kulda yarattığı bir nurdur. İnsan onun vesileyle
varlıklardaki ard arda gelen sebeplerin nasıl terettüp ettiğini keşfeder. Bir şeyi tertip et (sıralayıp dü-
zenle)mek fonksiyonelliğe (fâiliyye) ve formelliğe (sûriyye) işaret eder.. Söz konusu bu nur maddi bir ışık
değildir. Bilakis insanı amacına götüren manevi bir nurdur. Dört illeti kapsayan tarifin güzelliğindeki sır
ve hikmetin hepsi o nurda vardır. Lakin illetlerden alınan sıfatlar mahdut olanlara yüklenir. Çünkü bu
(önceki) durum caiz değildir. Bu bağlamda “kürsi, sulatanın oturuşudur” denemez; bilakis “onun meclisi-
dir” denir. Hudud ile mahdudu veya kendisine mutlak olarak gizleneni birlikte alıp kendi aralarında bir-
leşik olarak hüküm vermek (haml etmek) gerekmez.
25 İlmî
26 Tarif için
27 Delil için
28 Sanal
29 Yani talep edilen şeydir.
-33-
-34-
[Sayfa: 39]
İplik veya sur gibi (kendi içinde) birleşebilmesi için mutlaka bir zapt eden (tespit edip
kaydeden) bir kimsenin bulunması gerekir. Buradaki durum ise zaptın tarif ve tanım
ile olmasıdır. Onun şartı eşitliklerdir. Onun kaynağı ise külli iki önermedir.30 O ikisi,
mantık tarifinin onayladığı şeylerdir. Mantık onu tasdik eder. Mantığın tasdik ettiği
her şey, tarifinin doğru olduğu şeylerdir. Bunlardan birincisi “mâni‘iyye” (engelleyici),
ikincisi “câmi‘iyye” (toplayıcı)dir.31 Bu, ilgili olmayan şeyim mâni olmayan üzerine
konulmasının istenmemesi ve ilgili olan şeyin câmi olmayan şeyin üzerine bırakılma-
ması içindir.
Eğer dersen: “Tariften maksat, küllinin altına cüz’îyi sokmak için orta hali elde
etmektir. Buradaki hal ilmin külli olmasıdır. Cüzleri (parçaları) olan bir şey külli de-
ğildir, çünkü külli olan bir şeyin parçası yoktur. Buna rağmen ilim ismi (âlime nis-
beten) nasıl bir şahıs ismi olur? Şahıs sadece duyusal işaretlerle ilmi nasıl bilebilir?”
Deriz ki: “Kuşkusuz ki ilmin cüzleri –maddenin partikülü gibi- imtizaç (karışıp
kaynaşma) edemediği için parçacıklar (cüz’iyyât) gibi olmuşlardır. Cüz cüz’î olduğu
zaman kül de küllî olur.32 (Bir parça parçaya ait bir şey olduğu zaman, bir bütün de
bütüne ait bir şey olur.) Bu yüzden ona bir ziyade yapılarak suğra (küçük önermenin)
kübraya (büyük öncüle) sokulması sabit olur. Dolayısıyla kıyas ile onun ortasına ve
tanımına sokulup dâhil (idraç) edilmesi sabit olur.
Ayrıca konu; tasavvurî (formal) ve tasdîkî (confirme) bilgilerdir. Her ilmin da-
marı onun konusudur.. Aslın dışındakiler detaylardan ibarettir. Furûat asılların üze-
rinde bitip ortaya çıkar. Söz gelimi fetha ile nasb olmak bir kelimenin mureb olma
vasfıdır. Bu vasıf ise isme ait bir özelliktir. Bu da kelimenin vasfıdır. Bir şeyin vasfının
vasfı,33 onun kendi vasfıdır. Şayet sıfat meçhul olursa, cüz olur. Cüz’iyeden sonra
sıfat olur.34 Yasaların başlangıcı,35 konunun konu olma özelliğini tasdik etmektir.
30 Bu husustaki en yaygın yöntem, farklı sonuçlar çıkarmak için birinci önermeyi ikincisinin zıddı ile
yer değiştirmektir.
31 [Diğer bir ifadeyle buna; “ağyarını mâni efradını câmi” denir. Bu ise; bir şeyin tam ve mükemmel
olabilmesi için gerekli olan en ufak unsurları içine alıp barındırması; gereksiz olan en ufak unsurları ise
dışarıda bırakması, demektir.]
32 Yani, cüz’î gibi olanların küllî gibi olanlara yüklenmesi doğrudur.
33 Bu kural her pozisyon için geçerlidir.
34 Bu böyle devam ederse, konu başlığı olur. Bu yüzden konular bölümlere ayrılır. Bir şeyin vasıfları çok
-35-
-36-
[Sayfa: 40]
Konunun başlığı olmadan tarifi de olmaz.36 Kuşkusuz onun da bir bürhân37 sınaat38
biçimi (delillendirme yöntemi) vardır. Doğruluğu sabit olmayan bir şeyin tarifi de
olmaz. Kuşkusuz ki böyle şeyler tasavvura ait prensiplerdendir. Onun (tasavvurun)
varlığı ile tasdik olmaz. Elbette böyle şeyler tasdike ait prensiplerdendir. Bunlar ise
deliller olup ispat etme işlemi onunla yetinmez. Yani konu için vasıfların ispat
edilmesidir. Yani kendi içinde sabit olmasıdır.39 Bazı tarifler konunun başlığı için
yapılır.. Bu durum öznel kusurların araştırıldığı şeylerde olabilir. Bu tasdik yani
konunun konu olarak kabul edilmesi için orta tanım40 elde edilir. Amaç, ileriye
yönelik bir adım olması gerekir.41 Böylece ilim talebesinin gayreti boşa gitmez.. Değer
kazanıp saygı görür. Böylece hem kendisi hem de başkası katında abes ile iştiğal
etmemiş olur. Zihninde gevşekliğe (tembelliğe) düşmemek için ilim talebesi bir gaye
güder.. Yaptığı vazifeyi ve onun hususi değerini gördükçe (ilim) şevki daha da artar.
Daha sonra lafız ile ifade ve istifade etme meydana gelince, ona işaret eden
lafzı araştırmaya gereksinim duyarız. Zihinsel (zihnî) varlık ile sözel (lafzî) varlık ara-
sında dört bağ vardır. Söz konusu bu bağlar her vasfın çerçevesini gösterir: Vad‘u42
(konum), delâlet43 (delil olmak), kullanma44 ve anlamadır.45 Her ilmin meseleleri: Bir
takım konulara ait muceb (olumlu), külli (genel) ve nazari (teorik) yüklemleri (hipo-
tezleri) vardır.
36 Yani, terimlerin tarifleri, ana meselelerin alt başlıkları, temsiller, teşbihler ve diğerleri.
37 Buradaki burhandan maksat, ilim elde etme yolunda mantık ilminin uygulanmasıdır.
38 Bu metot, âlet ilimlerin (delil bulunması için) uygulanmasıdır.
39 Bu durum, konunun mevcut olması halinde geçerlidir.
40 Bu elde edilen sonuç ile yetinilmez... vs.
41 Yani, bu fayda nispeten de olsa ona (konuya) özel kılınmıştır. İkisi (amaç ile konu) arasında tereddüt
etmemek için müreccah (tercih edilen başka bir şey) olmadan onu tercih etmek gerekir.
42 Bunlardan biri umum ve husus (genel ve özel olma hali). Buna iştirak ve tevil (katılma ve yorumlama)
imkân bulunmayan, açıklama ve yoruma ihtiyaç göstermeyen söz, yazı ve hüküm gibi şeyler), hafî (gizli),
müşkel (benzeşme, uyuşma), mücmel (kısaltılmış, özetlenmiş) ve müteşabih (aralarında benzerlik bulu-
nan) şeyler için bu durum (delil getirerek ispat etme hali) çok açıktır.
44 Hakikat, mecaz, sarih ve kinayeyi kullanmak. (m.m.)
45 İbare, işaret ve mefhum (kavram, anlam) sıdkı veya sıhhati gerektirir.
-37-
-38-
[Sayfa: 41]
Bunun dışındakiler onunla yorumlanan şeylerdir. Çünkü mevzu, ilimde öznel kusur-
ların (veya geçici özelliklerin), ya kendi zatı itibariyle ya da söz konusu o ilimde araş-
tırılmış olup elde edilmiş olan bir karşıt hakkında araştırmaya konu olan şeylerdir. 46
Yani zâti avârız (özsel geçici durumlar) o konuya yüklenir. Yahut konunun türleri
veya külli (bütünsel) olarak türlerinin sınıfları sebebiyle söz konusu bu ârazlar
(alâmet, belirti ve işaretler) baştaki mevzuya yüklenir. Çünkü zâtilik (özsellik) olumlu
halleri de kapsar. Zira o, onun lehine ve aleyhine, türlerine veya zaruri olarak avarızın
(asılda mevcut olmayıp sonradan ortaya çıkan şeylerin) üzerine hüküm yürütülür.
Nitekim bu eylem, mantık örgüsünü araştırmak için kullanılan delil ile zâti bir du-
rumdur. Sonuç delile göre belirlenir. Delil ise düzgün ifade edilmesi itibariyledir. Bu
ise; ya yakînî ki o kıyâstır,47 ya da zannîdir ki o temsil48 ve istikradır.49
Kıyasın madde itibariyle beş şekilde yapılış tarzı vardır. Yani şunları kastedi-
yorum: Burhan50, cedel,51 hitabet,52 şiir53 ve muğâlatadır.54 Bunlar suret itibariyle
dört şekildedir: Eğer hamledilen (yüklenilen) şeylere ait bir şey ise iktirânî; şarta ait
şeylerden ise iktirâniyyattır. Cüzler itibariyle suğra ve kübra (küçük ve büyük ön-
cül)dır. Cüzler (önerme bölümleri) kendi başına bir konu olup ona ait özel hükümler
vardır. Bunlardan birisi terslik ve zıtlıktır. Hüküm itibariyle şartiyye ve hamliyyedir.55
Nitelik bakımından muceb ve selbi (olumlu ve olumsuz)dir. Nicelik bakımından mu-
sevvir (kuşatıcı) ve gayr-i musevvir (kuşatıcı olmayan)dır. Bütün bunlar üzerine hü-
küm verilen önermelerin ve konunun tasavvuruna bağlıdır. Mahmûl ile mevzu bu
ilmin terimlerindendir. Onların tasavvuru tarifi ile yapılır. Tarifi ise şârih (açıklayan
kimse) sözü olup şu beş külliyattan (bütünsellerden) oluşur: Külliyat, külli kısımlar
(bütünsel bölümler)dır. O ise mefhumun56 (anlamın) bir bölümüdür. Mefhûm,57 ma-
lum58 olan şeydir. Bu ise mantık ilminin konusudur.
46 Ancak mevzu bölümlenip taksim edildiğinde, kısımların üzerine diğer kısımların dağıtılması sebebiyle
mahmûl (yüklem) da kendi içinde şıklara ayrılır.
47 Kıyas: Külli bir şeyin cüz’i olan şeye delil getirilip çıkarım yapılmasıdır. (Diğer bir ifade ile kıyâs: Doğru
iki hükümden üçüncü bir hüküm çıkarmak demektir. İstidlâl ise, belli önermelerden hareket ederek
başka önermelerin gerçek olan veya kabul edilen doğrularını ve yanlışlarını çıkarmak, sonuç çıkarımı
yapmaktır.)
48 Temsil; cüz’înin cüz’î üzerine çıkarsama yapılmasıdır. Küllî üzerine küllî çıkarım yapma yolu ise, ilk
lanılmıştır.
58 Bu ikisinin (mefhum ile malum) arasına bir yönüyle umum (genel) olma özelliği vardır.
-39-
-40-
[Sayfa: 42]
Delalet;59 tabî‘î,60 aklî61 ve vaz‘î62 olmak üzere üç çeşittir.63 Vaz‘î delâlet; mutâbakiyye
(birbirine uygunluk), tazminiyye64 ve iltizâmiyye65 şeklinde olur. Her tazmin ve iltizam
üç şekilde tasavvur edilir. Bunlar müstakil (bağımsız) veya müşterek66 (ortak) yahut
tebeî (bağımlı) bir irade67 şeklinde tezahür eder. Üçüncüsü, mantık ilmindeki murad
(erişilmek istenen nokta)dır. Bu üç şekil bir açıklanma şekli vardır. Üç şeyden biri
olan mutabakat,68 basit şeylerde olduğu gibi diğer iki şeye gerekli olmaz.69 Bilinmeyen
bir şey (in bilinebilmesi) için (ona işaret eden bir delâlet) lazımdır.70 Genel bir mana
daha özel (hâs) olan bir şeyle izah edilir. Fahreddin er-Razi’ye göre iltizam mutabakat
için lâzımdır. Çünkü hârici mahiyet (varlığın dış yüzü) için teşahhus 71 (cisimlendirme,
ortaya çıkarma) ve örneklendirme vardır. Bunun için zihinde72 bir tayin (örneği diğe-
rine uyarlama) yeteneği vardır. O ikisi birbiriyle aynıdır.73 O (varlık) bundan (gerçek
mahiyetinden) başka bir şey değildir.
59 Bilgi delâlet akıl bakımından üç çeşittir. Çünkü eşyaların varlığı ancak akılla en doğru bir şekilde
idrak edilir. Vaz’î bir delalet olduğunda akla müracaat edilir. Aynı şekilde tabii delâlet olduğunda yine
akla başvurulur. Son bölümde üç çeşit görüş vardır. Bunlardan muteber olanı; lafzın veya muhatabın
yahut mütekellimin tabiatıdır. Yani mütekellim (konuşan bir kimse) “ââh” kelimesini duyduğunda kendi
aklına müracaat eder. Çünkü ben o kelimeyi ancak göğsümde bir sızı olduğu için elem duyarak söyle-
dim. Bu lafzı duyan muhatap empati kurup kendi nefsiyle kıyaslar ve bu kelimenin neye delâlet ettiğini
anlar. Diğer misalleri de sen düşün. (Delâlet: bir şeyin öyle bir hal ve keyfiyette olmasıdır ki onu bilmekle
başka bir şeyin de bilinmesi lâzım gelir. Bu iki şeyden ilkine dâl, ikincisine de medlûl denir.)
60 [Aklın dâl ile medlûl arasında tabii yani biyolojik, fizyolojik veya psikolojik bir alâka görerek ilki hak-
kındaki bilgiden ikincinin bilgisine ulaşmasıdır. Yüz kızarmasının utanmaya, yüz sararmasının korku
ve heyecana, “of” sesinin iç sıkıntısı ve bıkkınlığa delâleti gibi.]
61 [Aklın dâl ile medlûl arasında zâtî yani doğrudan ve zorunlu bir alâka görerek ilkinin bilgisinden
ikincisinin bilgisine ulaşmasını sağlayan delâlettir. Meselâ dumanın ateşe delâleti gibi.]
62 [Dâl ile medlûl arasında zorunlu olarak aklî veya tabii bir alâka bulunmayıp sadece örfe, kültüre,
ortak iletişim ve kullanıma bağlı ilişkiden hareketle aklın medlûl hakkında bilgiye ulaşmasıdır. Meselâ
başı aşağıya sallamanın kabule, yukarı kaldırmanın redde delâleti gibi.]
63 [Delâletin kapsamı açısından bakarsak; tek bir şeye delâlet edene “müfred / tekil”, bir grubun tümüne
delâlet edene “küllî / tümel”, bir grubun sadece bir kısmına delâlet edene de “cüzî / tikel” denir. “Zeyd”
kelimesi müfred, “insan” kelimesi küllî, “bazı insanlar” kelimesi ise cüzîdir.]
64 Eğer orada vaz‘’i delalet ayrılmış ise böyle olur. Fakat diğer iki (lafzi-akli) delalet akla aittir. Onlar
akılla tasavvur edilir. Vaz’î delalet bu kısma doğrudan girmez. Ancak birincisi büyük bir kısım olması
itibariyle akılla ilişkilendirilebilir. Bölümlenen delâlette vaz’î durum itibara alınır. [Bir şeyin başka bir
şeyi veya şeyleri kapsamasına tazammum denir. İnsan kelimesinin canlı olmayı kapsaması gibi veya ev
sözcüğünün duvarları kapsaması gibi.]
65 [Zihinsel açıdan bir terimim diğer bir terimi zorunlu olarak var olmasını gerekli kılmasına iltizam
kaynaklanan bir gafletinden dolayı devamlı zihninde hazır bulunmaz. [Tasavvur ile hayal arasında fark
vardır. Bir şeyin hayal edilebilmesi için daha önce görülmüş olması gerekir. Tasavvurda ise gerekmez.
Hiç görülmeyen bir meyve hayal edilemez. Ama bir kavram zihinde tasavvur edilebilir.]
73 Yani onun varlığı zatının aynısıdır.
-41-
-42-
[Sayfa: 43]
Bu gerçek mahiyet(i tam olarak görebilmek) için elbette diğerlerini kaldırıp yok etmek
gerekir. Bu fikre, husûl için hudûr (bir şeyi elde etmek için illaki oraya gitmek) ge-
rekmez diye cevap verildi. Mana bakımında açık olan gereklilik, hazır bulunmaya
yönelik gereklilikten daha özel bir durumdur. Bu ikisi onun (mahiyetin künhünü id-
rak etmek) için gereklidir. Çünkü bu iki şey (asıl olmayıp cevhere) tabi olan şeylerdir.
Tâbi,74 z. z. z. bakımındandır. Metbu (takip edilen bir şey) olmadan tabi (takip eden)
olmaz. Örneğin ışık gibi daha umumi olan bir şeyin tabi75 bakımından kübra (büyük
öncül) yapılması imkânsızdır denerek buna itiraz76 edildi. Bir şey haysiyet (özlük,
gerekçe, onur) ile kaydedilirse, o halde metbu (takip edilen şey) da onun gibi olmaz
mı?
Cevaben derim ki; mutlak manada haysiyet, sadece ek bir sıfat olması bakı-
mından değil aynı zamanda zat olması açısından da ihtiyaç illetini ihtiva eder. Ayrıca
bir şeye delalet eden dâl (gösterge), kendi cüzü ile kastedilen mananın cüzü kastedil-
miyorsa müfrettir; aksi halde mürekkep (bileşik öncül) olur.77 Çünkü müfret olan bir
şey ademi olup anca cüzlerden bir cüzün bulunmamasıyla varlığı ortaya çıkar. Ehas78
(daha özel olan) ademiyet (yokluk)ten kastedilen diğer kayıtların79 zıtlarını kapsama-
sıdır. Mürekkeb (bileşik bir şey)in bütün cüzlerin varlığına bağlı olan bir mevcudiyeti
vardır. İşte bu yüzden mürekkeb için fert vardı. Müfred için vakıa bakımından altı,
akıl açısından otuz bir ferdi vardır.. İşte buradan80 denir ki: “Tahrip tamirden daha
kolaydır.”81
Çünkü nisbi selbi (kısmî olumsuzluk) mahiyetin içine dâhil olmaz. Sen bunu iyi düşün!.
77 [İnsan, hayvan, beyaz, siyah gibi kendisine tek bir sözle delâlet edilen kavrama, basit veya “müfred”
denir. Mürekkeb ise “bileşik” kavramlardır. Mesela Abdullah kelimesi kastedilen manaya göre basit veya
bileşik olabilir. Bu ismi taşıyan kimsenin sadece zatı tarif ediliyorsa “basit”, sıfatı tarif ediliyorsa “bileşik”
kavram olur. Nitekim Abdullah, Allah’ın kulu demektir.]
78 Onun için bir dizi tarif yapılması gerekir. Bu ise iyi bir şey değildir. Tam tersine bir tane tarifi olması
gerekir. Çünkü o ancak ehassın ademi (daha hususi olan bir şeyin bulunmaması) ile elde edilir.
79 Diğer kayıtların (bağlayıcı şartların) zıddı.
80 Yani bu nükteden hareket ederek.
81 Yani her insanın fıtratı ve hilkati (karakter ve yaratılışı) gösterişe ve kendini insanların nazarına verme
meyli vardır. Gösterişe çok tutkundur; mümkün olabilen her şeyi talep eder. Aşırı hırsı bazen hedefe
ulaşmasını engeller… Birçok yöntemi olduğu için bir şeyi tahrip edip bozmak (onu onarmaktan) daha
kolaydır. Çünkü bu işte tüm parçaları bozup yok etmek vardır. Her ne kadar iyi bir şey olmasa da
bazıları bu yolu tutup kendi nefsine (sanki iyi bir şey imiş gibi) gösterir. Bazı insanlar servet (iyilik)
sahibidir. Bunu bir şey tamir ederek gösterir. Sen bunu iyi dinle ve güzel olan ile amel et. Çünkü bu bir
ahlak dersidir.
-43-
-44-
[Sayfa: 44]
Ayrıca müfred; isim, kelime ve edattır. Çükü varlığın menbaı (kaynağı), zât,
hareket82 ve nispet (bağ)tir. (Hikmet lisanında madde katı, sıvı ve gaz şeklinde bulu-
nur.) Zâttan (varlığın özünden) haber veren şey isimdir. Bir cismin hareketinden ha-
ber veren şey fiil (yüklem)dir. (Bu iki şeyin arasındaki bağdan) nispetten haber veren
şey ise edattır. Zâtta olduğu gibi bazen hareket (fiil), zat (isim ve nispet edilen edat)tan
ortaya çıkar. Bunlara verilecek cevap83 sadece müstakil (bağımsız) olup başkası dı-
şında olmaz.
Az önce zikrettiğimiz üç şeyin hakikati zat itibariyle birbirlerinden ayrı, tabir
bakımından birbirine benzerdir. “Bâ” harfi (bismilleh) ve “esteînu” (O’ndan yardım
dilerim) kelimesi altında medet umulur. Yardım istenilen şeyler arasında hava, su ve
cansız varlıklar gibi maddeler vardır. Veya su, toprak ve taş gibi diğer maddeler var-
dır. Harfi manalardan84 biri, yeri yurdu olmayan varlıklardır. Hatta bunlar serseri
tufeyli bir seyyah (başıboş dalkavuk bir turist) gibi kardeşlerin merasimlerine üşü-
şürler.85 Bazen oradaki şeylerden içerler.86 O ikisinin (meyve suyu gibi) sıktığı şeyler
damlar ve dahi damlamıştır. Damladan kastedilen şey manalardır. Örneğin bir mana,
tehassür (iç geçirme) ve medih (övme) bakımından sanki bir kaside gibi anlam içerir.
Eğer denirse: “Kuşkusuz ki bir harf, latif havadar (gözle görülebilecek maddî
bir varlığı olmayan) bir cisimdir. Dolayısıyla onun manası87 idrak edilemez. O (ku-
yuya)na bir kova88 sallandığında, kuru89 bir şekilde bomboş geri çıkar. Bu durumda
hem idlâl (şahit getirmek) hem de delâlet etmekten aciz olmaz mı?”
Cevaben derim ki:90 “Buradaki acziyet, mânânın bir mekân edinememesi iti-
bariyledir. Bu durum fâile ait gücün eksik olduğuna delâlet etmez.
82 Yani sıfattır.
83 Yani istifham (sorup anlama)dır.
84 Lügat itibariyle harfî mânâ; başkasının manasını göstermek, başkasının bilinmesine hizmet etmektir.
İsmî mânâ ise, bir şeyin kendi şahsına ve zatına bakan yönünü ifade eder.
85 Yani o, davet olmaksızın merasime giden davetsiz parazit bir misafirdir. Sanki biz onlar için özel
lafızlar kullanarak onları bizzat davet etmişiz gibi hareket ederler. İşte bu harfî manalar biz onları çağır-
madığımız halde onlar diğer manaların üzerinde bir asalak gibi durup onları takip ederler.
86 Yani o manaların fiil ve ismi.
87 Lafzi ve vaz’î delaletlerden birisi olmasına rağmen.
88 Kalp kuyusuna.
89 Yani manasız bir şekilde.
90 Yani manası bulunamayan bir harfin (hiçbir anlam vermekten) aciz olması gerekmez. Çünkü mana,
sadece harf (edat) ele alınarak anlam vermek zorunda değildir. Çünkü mana mekânsız olması itibariyle
harf (edat)ten daha fazla bir durum arz eder. Öyleyse bunu sen düşün!.. Vacip hakkında denilen şu şeye
sen cevap ver: Misal bakımından iki zıddın tümü idrak edilemez. Bunu da sen düşün!..
-45-
-46-
[Sayfa: 45]
91 O, nisbî (bağıl, izafi, oranlı) veya tavsifi (vasfa ait, niteleme, betimleme, tanımlama)dir. Bunlardan ilki
(nisbî olan şey) izafi ve mezcî (katıştırılmış)dir. Bu ise tazammunî (bir kavramın hatırlattığı nitelik ve
özelliklerin bütünü, kapsama) ve savtî (sese ait)dir… vs.
92 Dinleyicilerin isteği göz önüne alınarak.
93 Yanlış bir bağlantı kurup hataya düşmeyecek bir şekilde.
94 [Söylenen bir söz, dış gerçeklikte bir hüküm ifade etmiyorsa yani bu söz için doğrudur veya yanlıştır
gibi bir yargıya varılamıyorsa bu tür sözlere inşa denir. Bunun tersine haber denir.]
95 [Fiilî: Fiille ilgili, iş olarak yapılan, sözde kalmayıp iş hâline geçen demektir. Uydurukçası etkidir.]
96 [İnfiâlî: Fiilden etkilenme, etki altında kalma ve etkilenme hali demektir. Uydurukçası edilgidir.]
97 Harekete geçirme illeti (sebep ve gerekçesi), ma‘lûlun (illetli olanın) illetin varlığına veya yokluğuna
güç getirebilecek tarzda olmasıdır. (Kendisinde özgüvenle bir şeyi yapabilme gücünü görmesidir.) Örne-
ğin insan beyni vücuduna komut verip azalarını harekete geçirir veya durağan pozisyona alır. Kıyasa
dair illet ise, malulün (illetin) sadece varlığına bağlıdır. Örneğin güneş. (Devamlı var olan güneş zihin ile
yadsınamaz. Diğer bir ifade ile hakikat güneşi balçıkla sıvanmaz.)
98 Tabii ve akli delaletten herhangi birisinin diğer iki delaletten geri kalması caiz değildir.
99 Yani onun ruhu, örnek olarak c ve b’dir. Yahut buradaki mevzu mahmûldür. Yani onun bedihi (açık
kısımları asıl itibariyle tamamen kaybolmaz. Bilakis yan anlam asıl anlam üzerine geçici olarak konulur.
Dolayısıyla asıl anlamın hepsi veya bir kısmı bazen görünmeyebilir. Bu hal ya imkânsız bir şey ya da
olması muhtemel olan bir şeydir.→
-47-
-48-
[Sayfa: 46]
102 [Kinâye: Bir sözü gerçek anlamına da gelebilecek bir şekilde asıl anlam dışında kullanmaktır.
Kinâyede maksat, mana kendi asıl lafzı ile değil de aynı manadaki başka bir lafız ile ifade edilir. Dolayı-
sıyla kinaye bir açıdan hakikat diğer açıdan mecazdır.] Kinâyede ise (bir manayı başka bir lafızla) an-
latma talebi vardır. Bu yüzden mutlaka onun imkân dâhilinde olması gerekir. Zira imkânsız olan talep
edilen bir şey olmaz. Ama yine de onunla gizlenmiş olan bir şeye tabidir. Yani kinaye şeffaf bir örtü
gibidir. Gizlenmiş olan manaya intikal eder ve onun varlığının mevcut olması gerekmez. Çünkü mümkün
olan mevcut olmasa da tasavvur edilebilir.
Örnek olarak şöyle derim: Zeyd külü bol (cömert) ve kılıç kını uzun (uzun boylu) bir adamdır… Buradaki
iki tabir (külü bol olmak, kını uzun olmak) cömertlik ve uzun boylu olmaktan kinayedir. Gerçek hakiki
hal ise aslında onun ne külü ne de kılıcı vardır. Fakat ikisi de imkân dâhilindedir; olabilir.
(Mecâz ise, lafzın asıl anlamından alınıp başka bir manaya nakledilmesidir. Ancak lafzın bu anlamda
kullanıldığını gösteren bir ipucu bulunmalıdır.) Mecâzda ise harici bir anlam dizesinin zihinde canlan-
dırılabilmesi için onun tasavvur (hayal) edilebilecek şekilde olması gerekir… Böylece geçilen asıl anlama
uğranmış ve daha sonra yan anlama ulaşılmış olur. Örnek olarak şöyle diyebiliriz: “Sema (yağmur) bitki
bitirdi.” Diğer örnekleri sen buna kıyas et. Bu anlam (yani gökyüzünün bitkiyi bizzat bitirip yeşertmesi)
hayal edildiği zaman onun imkânsız olması caizdir. Çünkü bu lafızdan kastedilen asıl anlam bu değildir.
Bilakis bu lafız sadece belâgatla ilgili bir maslahat için söylenmiştir. Bu ise manayı edebi olarak ifade
etme üslubudur. İstiârede kapalılık vardır. Aynı şekilde o, faydası (meram) için hayal edilir.
Yine şunu iyi bil ki: Lafzın hakiki olmayan manası mutlaka matmah-ı nazar (göz dikilen, bakılan bir
yer), makamın (sözün bulunduğu yerin) kasdı itibariyle kelamdan kastedilen bir şey olması gerekir.
Örneğin külü bol olanın cömert olması, aslanın cesur olması, gözcünün gözü olması, casusun kulağı
olması gibidir. Diğer örnekleri sen bunlara kıyas et. Sen böyle bir durumda (kinayeli bir söz söylediğin
zaman) lafız için konulan hakiki (asıl) anlamadan başka bir (yan) anlama intikal etmiş olursun. Bu yan
anlam hakikat bakımından asıl anlama tabi olsa da durum aynıdır. Örneğin “Zeyd külü bol bir adamdır”
dediğin zaman “külü bol olmaktan” (yani asıl anlamdan) cömertliğe intikal etmiş olursun… Veya cömert
olan kimseyi nazarı itibara almış olursun. Nitekim burada söylenen sözden asıl maksat Zeyd’in cömert
olduğunu ispat etmektir. Sözün makamı bu anlama ulaşmayı gerekli kılar… Muhatap bu anlamı kinaye
yolu ile anlar. Yani sen sözün içinde bulunduğu makam itibariyle (edebi bir şekilde) “Zeyd cömerttir”
demiş olursun. Kastedilen bu anlam sanki yazılmış gibi olur ve sen hakiki manayı takip ederek bu
anlama ulaşabilirsin. Aslan kelimesinden cesurluğun, gözcü kelimesinden görme duyusunun, casus
kelimesinden işitme duyusunun kastedilmesi de mecazdır. Ancak mecazlı anlam istiarede (deyim aktar-
ması, eğretileme sanatında) daha azdır. (“Harpte savaşan bir aslan gördüm” deyince “Savaşta aslan gibi
çarpışan cesur bir adam gördüm” demek istemiş ve “aslan” kelimesinden deyim aktarması yapıp “ce-
surluğu” ifade etmiş oluruz.) Yani itibari olarak tabi olunan şeyden tabi olana intikal etmek az gidilen
bir yoldur. Çoğunlukta takip edilen yol hakiki anlamdan mecâzi anlama doğru giden güzergâhtır. َأوه فرقا
)هـ( سيدايه حبييبKürtçe olan bu cümle Molla Habibe aittir. Manası “İşte Seyda’nın farkı budur” demektir. -
A. B.-
(Manayı ifade etme yollarından) meşhur olan şey şudur: Hakiki anlamı kastetmeyi engelleyen bir karine
mecazda bulunurken kinayede yoktur. Mecaz kinaye olmaksızın bir lafzın lâzım manada kullanılması-
dır. Hatta o anlam “lâzım” gibidir. Kölen olayım onu da sen ezberle. )ط( فاحفظها أز غالهمBu cümledeki son
kelime Kürtçe olup manası “kölen olayım” demektir. İhtimal Molla Habib bunu kendi nefsine söylüyor.
-A. B.-
-49-
-50-
[Sayfa: 47]
Mecazın faydalarından bazıları; ta‘zîm, tahkir, terğîb, tenfir (nerfet ettirme), tezyin
(süsleme, güzelleme), teşvih (akıl karıştırma), tasvir (betimleme), zabt (kaydetme), is-
pat (kanıtlama), ikna etme ve merama tam mutabakat (uygunluk)tır.
﴾Ve ondan birisi: Hulûl,103 kevn, evveliye, sebebiyye,104 civâr,105 mazhariyye ve
diğerleri106 gibi eğer alaka müşâbehe dışında bir şey olursa mecaz-ı mürsel mey-
dana gelir.﴿
﴾Ve ondan birisi: Manaların benzetilmesinde örnek olarak verilen misallerin kul-
lanılması gibi istiâre107 temsiliyyedir.108﴿ Temsili olan şeylerden birisi, söz söyleme
şekilleri ve onun için kullanılan güzel üsluplardır… Bunlardan birisi kinayedir. Ki-
naye ya sıfatta ya mevsufta ya da nisbette109 olur. -Hakikat veya mecaz olarak- tabi-
den metbuya intikal110 etmek kinayedir. Aynı şekilde -hakikat veya mecaz olarak-
metbudan→
dışında bir şey olursa mecaz meydana gelir” iafdesidir. Üstad hazretleri onun metnini değil de mealini
almış. Gelenbevî, S: 4, Satır: 20. -A. B.-
107 Rahmetullah ve cennet kelimelerindeki “hüm” onlar zamiri gibi.
108 Gelenbevî S: 4, Satır: 22’deki metin ile biraz farklı. -A. B.-
109 Cömertlikte olduğu gibi…vs.
110 Mesela “Bir aslan gördüm” dediğimiz zaman “aslan” kelimesinden “cesur” sıfatına intikal etmiş olu-
ruz. Birincisi (yani aslan kelimesi) hakiki metbu, ikincisi (yani cesur sıfatı) hakiki tabidir.
-51-
-52-
[Sayfa: 48]
tâbiye111 intikal ederiz.. Mecâz da aynı şekildedir. Her ikisi de (söz söyleme sanatla-
rının) en beliğidir. Çünkü bu ikisi bir şeyi iddia eden bir kimsenin iddiasını delil ile
ispat etmesi gibidir.
Ayrıca kinayede hakiki anlamın kastedilmiş olması imkân dâhilindedir. Edat
gibi buna işaret eden bir kelimenin illaki bulunması gerekmez… Mecâzda112 böyle bir
karinenin bulunması belâgatla ilgili bir maslahatın113 düşünülmüş olmasıdır. Bizzat
mana bakımından kastedilen şey değildir. Dolayısıyla bu tür sözde kastedilen manayı
gösteren mutlaka bir karine (ipucu) bulunması gerekir. Bu karine akıl, duyu ve âdet
bakımından sözün gerçek anlamda kullanılmamış olduğunu gösterir.. Sözün hakiki
anlama gelmesine engel olan karine bazen kinayede bulunan müntekil114 mânia ka-
rine ile birleşir.115 Bazen de sadece müşterek mânia ile birleşir.
111 Tırnakların geniş olması (ayağın büyük olmasına delâlet etmesi) gibi.
112 “H” (( )هـGelenbevî’nin cümlesi:) Şunu iyi bil ki: Söylenmiş olan sözden mutlaka mecâzi mana kaste-
dilmiş olması ve bu anlamın göz önünde bulundurulmuş olması gerekir. Çünkü hakiki anlam ona tabi-
dir. Gözcünün gözü, casusun kulağı olması gibi hükmün çevresinde döndüğü nokta bu mecazi alanın
göz önünde bulundurulmasıdır.
Buradaki fark: Hakiki anlamdan intikal etmek -kendisi gibi tâbi veya metbû olan- bir şeyedir. Aynı
şekilde istiâre üslubunda aslan kelimesinden cesur sıfatına; parmaklardan parmak uçlarına; külün bol
olmasından cömertliğe intikal edildiği açıktır. Diğer örnekleri sen buna kıyas et..
Tâbiden veya metbûdan intikal etmek ise onların karşılığı itibara alınarak yapılır.. Aynı şekilde tâbi
hakikaten kastedilmiş olsa ve hükmün medarı olsa bile bu tür intikallerde sözün makamı da göz önünde
bulundurulur. Buna örnek olarak istiarede “cesur”; mecaz-ı mürselde “parmak uçları”; kinayede “cö-
mertlik1 kelimeleri verilebilir. Bu bağlamda şöyle dersin: “Bir cesur gördüm. Ben onların kulaklarına
küpe oldum. Ben onların kulaklarına ilham esintisi verenim. Zeyd cimridir…” Aslan, parmaklar ve külün
bol olmasını ona benzer örnekler olması için verirsin. Aksi halde konunun bölümlerine ait örnekler
birbiriyle iç içe girip karışır. Lakin istiarede ve kinayede genellikle hakiki anlamdan ona benzer yan
anlama intikal edilir. Mecazın türleri ise pek çoktur.
113 Mecaz-ı mürselde… ve istiarede hayal edilmiş olan bir şeydir.
114 O, başka bir yerden nakledilmiş olan bir şeydir.
115 Hatta birlik olur.
-53-
-54-
[Sayfa: 49]
﴾ Bir şeyin aklına yatması bakımından senin zihninde canlanıp suret haline gel-
diğini anladığın zaman bil ki o, ilimdir. Bu özelliği göz ardı etsen bile o şey senin
zihninde artık bilinen ve anlaşılan bir şey haline gelmiştir. İşte o119 mefhum →
116 [Küllî: Türün altındaki fertleri ifade eden lafız ve bu lafzın gösterdiği varlık anlamında felsefe ve man-
tık terimidir. Diğer bir ifadeyle küllî: bir tek anlamla birçok şeye delâlet eden lafızdır. İsm-i müşterek
olan küllîye ontolojik açıdan baktığımızda onun iki anlam için kullanıldığını görürüz. Bu anlamlardan
biri (mesela insanlık mefhumu) dış dünyada olmayıp sadece zihin içinde var iken diğeri (mesela insan
kelimesinin mefhumu) dış dünyada da mevcuttur.]
117 [Cüzî: Bir varlık türünün tamamına değil sadece bir kısmına delâlet eden kavram; taşıdığı hüküm,
konudaki fertlerden sadece bir veya birkaçına şâmil olan önerme; bir ilme göre konuları daha özel olan
diğer bir ilim (tabiat ilmine göre tıp ilmi gibi) şeklinde mantıkta çeşitli anlamlarda kullanılmıştır.]
118 Müfred ve mürekkeb kelime iki türdür: Lafız için ilk olarak zat ile mana için ikinci olarak araz ile
onunla keyfiyetlenmesi ve vasıflanması itibariyle ilimdir Yani: Nasıl ki bir cam âyine, mülklüğü cihetiyle
kâğıt kadar ince bir cam parçası iken, âlem-i misalin bir çeşit penceresi oluyor. Hangi şey olursa olsun
onun karşısına koyduğun zaman, âyinenin içi, gerekse sureti o şeyin rengiyle süslenmesi ve onun keyfi-
yetiyle keyfiyetlenmesi müşahede olunur. Bununla beraber âyinenin melekütiyet yanı ise, gayet geniş ve
derindir. Gayr-i mütenahi eşya onda irtisam edebilir. İşte bu cihetiyle âyine, eşyaya zarf olmuş olur.
Aynen bunun gibi; zihin dahi mülkiyeti cihetiyle Alem-i Gayb’ın bir penceresi iken, hariçte kendisi mev-
cuttur. Zira zihin denilen şeyin kendisi bedenden bir et parçasıdır ki; ya kafa içinde, ya da göğüstedir. İşte
bu da âyine gibi, eşyadan alınan renk ile süslenip, onunla vasıflanıp keyfiyetini aldığı halde; melekütiyeti
itibariyle gayet geniş ve derindir ve hakeza…
İşte, zihin; eğer eşyaya mazruf olduğu haysiyetiyle yani eşyanın zarfı olduğu itibariyle nazara alınırsa,
bu defa malüm, mefhum ve medlül vasfını alır. Aynı zamanda bunların müradifi olan mana, müsemma,
makul ve maksud gibi keyfiyetleri de alabilir. İşte mantık ilminin mevzuu da budur. –Mütercim: A.B.-
İşte bu konu hakkında araştırma yapmak gerekir. (Mantık ilmine göre varlıklar) cüzî ve küllî olmak
üzere iki kısımdır. Cüzî konusu, (bir sözde asıl gayeden bahsederken bağlantılı olarak ikinci derece başka
konulardan bahsetme anlamında) istidrâdî mantıkta zikredilmiştir. Çünkü bu ilim mazbutâtı (tayin ve tes-
pit edilip belirlenmiş olan şeyleri) araştırır.→
-55-
-56-
[Sayfa: 50]
(Önceki sayfadaki dipnotun devamı120) → İşte o mefhum, her ne kadar akıl dışarı-
dakilere (birçok diğer akıllarla ittihat etmeye121) izin vermese de sadece onun
kendi zatına bakmakla kısıtlanır.
120 → Çünkü bu ilim, sabit olmaması ve sürekli değişmesi nedeniyle cüizyyatı hatta mazbutâtı (tayin ve
tespit edilip belirlenmiş olan şeyleri) dahi yeniden araştırır. Hikmetli bir kemâl ifade etmez. (Buradaki
haşiye üzerine şöyle bir dipnot düşülmüştür: Yani: Nokta, derece ve insanın kapasitesi hikmetli bir kemâl-
dir. O, teşbih yapma sanatıdır. Hikmetli söz söyleyen bilge insanlar yüce değerleri anlatırken bu sanata
başvururlar… vs. Biz “Levh-i mahfuz” gibiyiz. Yani insan, üzerine yazılıp çizilebilen beyaz boş bir kâğıt
gibidir.) Yüksek prensipler ve on akıl ile teşbih yapılarak bazı anlamlar ifade edilir. (Haşiye Dipnotu: On
akıldan maksat büyük melekler, yüce ruhlardır.) (Gavslar) âlemin haritası olan insanların ruhlarına nüfuz
etmeye meyyâldır. Bazılarını tersi ile zikrederler. Çünkü eşyalar(ın hakikati) zıddı ile bilinir. (Güzellik ve
cesurluk gibi) nisbî (göreceli) şeylerin iç yüzü çirkinlik ve korkaklık tasavvur edilmeksizin anlaşılamaz.
121 Buradaki ittihat, birçoğunun ifade ettiği gibi ‘birleşip iştirak etmek (ortak akıl kurmak) demektir.
Eğer şöyle denirse: “İştiraktan maksat tecezzü (bölümleme) olursa; küllî tam olarak cüzîyatta bulun-
maz. Şayet iştirak her cüzî ile birlikte külli bir iştirak ise; farklı yerlerde aynı anda bulunup sabit olması
gerekir.. Eğer ittihat her cüzî ile birlikte olursa; dışarıdaki iki cüzînin bir vesile ile birleşmesi gerekir. Çünkü
birleşmişin birleşmişi yeni bir birleşmişliktir. Bu durum böyle değil midir?
Cevaben deriz ki: Cüziyyatın hayali olarak iştirak etmesi ve onlarla birlik oluşturması bu iki olgudan
maksat; merkezi bağlantıların, kendisini çevreleyen diğer noktalarla uygunluk sağlamasıdır. Yahut hok-
kadan dökülen mürekkep noktacıklarını birleştirip hakikati ifade etmesidir. (Akıl akıldan daha üstündür
fehvasında) burada merkezi noktada birleşmek sanki daha elzemdir. Diğer bir ifadeyle hokka mürekkebi-
nin her bir damlası bir hakikati ifade eder. Damlaların birleşmesi ise daha büyük bir hakikati ifade eder.
Merkezin kendi yerinden ayrılıp başka yere intikal etmesi ve daha sonra bir nokta ile bağlantı kurması
yeni bir etkileşim alanı meydana getirir. Şöyle bir kural vardır. Hakikatler (zaten kendisi külli bir bütün-
dür;) başkası ile birleşmez. Yani eşyada (varlık âleminde) abes olan bir şey yoktur. Kuşkusuz ki külliyât
(bütünsel şeyler) zihinlerimize yerleşmiş ve cüzîyatın (bireysel şeylerin) sözcüsü konumuna geçmişlerdir.
Küllî varlıklarla cüzî varlıklar birbirleriyle iç içe girip birleşmeyen birbirlerinden farklı birer olgu olmalarına
rağmen küllî olanlar sanki cüzîlerin dışarıdaki temsilcileri hükmündedir. Bir mülahazaya binaen cüzîyatı
külliyata yaklaştırmış olsak onun içinde kaybolur gider. Bazıları da o ikisinin birleştiğini zanneder. Oysaki
gerçek durum sanıldığı gibi değildir.. Cüzîyatın küllîde birleşmesi hayalidir. Küllînin cüzîyat ile birleşmesi
vehmidir. Parçalanıp bölünme ise reddedilmiştir. Küllî iki kısımdır. Fertlerinin birleşmesi mümkün değildir.
Allah’a ortak koşulan şeyler (şerik)in hâşâ Allah ile birleşmesi imkânsızdır. Allah’ın cüzîyatı, kusurları
bilmemesi muhaldir. Bir şey tarif edilirken onun zıddı kullanılıp teşbih yapılır. Oysaki Allah’ın eşi ve me-
mendi yoktur. Cüzî varlığın küllî varlığın içine girip birleşmesi gerekir denemez.
-57-
-58-
[Sayfa: 51]
(Bir önceki sayfada bulunan dipnotun devamı122) → O, “Zeyd görünen bir varlıktır”
sözü gibi cüzî hakikidir.123 Aksi halde (dış âlemde)124 birleşmesi imkânsız olsa
da olmasa da küllî olur. Allah’ın şeriki ve O’nun dışındaki her şey külli farazi 125
diye isimlendirilir. Anka kuşu gibi varlığı mümkün olsa da bazıları mutlak olarak
yoktur. →
122 → İmkânsız olan bir şeyi nasıl karşılar. Oysaki onun selbi (olumsuz hali) bir yönüyle zarurettir. Çünkü
genel manada olabilmesi imkânı olan mümkün (haşiye üzerine dipnot: nefiy için illet) bir şey için üç şekil
vardır. Varlık bakımından selbi bir durumu, yokluk açısından da mutlak bir hali vardır. Birincisi mümteni
(imkânsız), ikincisi ise vacip, üçüncüsü ise muteber olmayandır. Bu ise aynı şekilde iki kısımdır. Anka
kuşu gibi dış âlemde efradı yoktur. Bilakis her şey kâinatlar arasında cereyan eden âdete terstir. Dünya
kanunun âdem (yokluk) illeti vardır. Çünkü hayat şartları ona yardım etmez. Mevcut iki kısımdır: Vâcibu’l-
vucûd (zâtı yâni kendi kendisiyle var olan, var olması için başka bir varlığa muhtaç bulunmayan Allah’ın
varlığı) gibi başkasıyla olması mümkün olmayan bir tek varlıktır. İkincisi ise güneş gibi varlığı başkasına
bağlı olması imkânı olan varlıktır. Çünkü zihindeki her mahiyet için bir tayin ve hüviyet (mahiyet ve haki-
kati) vardır… Zihin haricindeki dış âlemde ise varlıklar kişileştirilip canlandırılır. Dış âlemdeki fertler için
bir ilk varlık olduğunu varsayarsak; onun cisim haline getirilmesi de onunla ilgili olur. Bu durum, ondaki
mahiyetin lâzımı olup yine onunla alakalıdır. Böylelikle varsayılan bir şey mevcut haline geçmiş olur. An-
cak yokluktan murad edilen şey ortaya çıkmaz. İkinci durumun (yokluğun) olduğunu varsayarsak; onunla
alakalı olan bazı cisimler ortaya çıkar. Bu durum lazım gibi olup sonunda mümkün hale dönüşür. Fakat
bu oluşum Allah’ın yarattığı varoluş sistemine uygun olarak gerçekleşir. Nitekim Allah’ın yarattığı hiçbir
şeyde abeslik yoktur. Varlığın bir benzerini bulup Allah’ın yarattığı bir şeye istiğna etmek (tenezzül etme-
yip gereksinim duymamak) mümkün değildir. Galaksideki gezegenler gibi bir birbiriyle kuşatılmış sistemli
varlıklar vardır. Külli olan bir varlık (Allah’ın varlığı) için tam bir örnek vermek mümkün olmayıp ancak
O’na inanıp onun varlığını tasdik etmek gerekir. (Aristo’nun eserlerinde bu anlamı ifade eden katholou
(universal) terimi Arapça’da “küllî” lafzı ile karşılanmıştır. Dolayısıyla) külli tabirinin çıktığı asıl köken
Arapça olmayıp Yunancadır. Arapçada bu kelimenin eşanlamı yoktur. Büyük âleme nispet edilen her şey
böyledir. Hatta konuşan nefislerin (varlıkların) yaptıkları bazı şeyler müşahhas sebeplerin azlığı sebebiyle
O’nun içindir. Yahut bu sebepler çeşitli olup biz hepsini tam olarak idrak edemeyiz. Bilge insanlara göre
bunlar sonsuzdur. Bunun sebebi ise müşahhas sebeplerin farklı olmasıdır.
123 [Genel olarak biri hakîkî diğeri izafî olmak üzere iki tür cüz vardır. Hakiki Cüz’î: Özel isimler gibi
herhangi başka bir varlıkla ortaklığı tamamen giderecek şekilde tasavvur edilen bir tek varlıktır. İzâfî
cüz’î ise, daha genel bir varlık cinsinin kapsamına giren daha özel bir varlık türüdür. Meselâ cisme göre
“canlı” cüz’î; canlıya göre de “insan” kelimesi cüz’îdir. Buna karşın Ahmet ve Mehmet gibi hakiki cûz’îlere
göre cisim, canlı ve insan küllî varlıktır.]
124 “H” ( )هـZeyd’i bir topluluk (cemaat) olarak tasavvur edildiği zaman onun dış âlemdeki varlığından sa-
kınmak gerekir. Çünkü burada kastedilen şey gerçek dış âlemde zihnî zıllî iştirâk (zihinsel, sanal bir katı-
lım)tır. Bunun tersi değildir. Bu ise zihnî hâcî iştirak (zihinselde dış katılım) veya zihnîde zihnî (zihinselde
zihinsel)dir. Sen bunu iyi düşün ve anlamaya çalış.
Hakikî cüzî ve farazî küllî arasındaki fark şudur: İkincisi izafet ile imkânsız olması farzdır. Yani müm-
kün olan farz ile. Ulaşılması imkânsız olan bir yerde açık bir kapının bulunması gibi, farz olunan şeyin
varlığı olanaksızdır. Birincisi tavsif (betimleme) iledir. Yani bir bakımdan kendisi fertler gibi farziyeti ola-
naksızdır. Buna örnek olarak ulaşılması mümkün olan bir yerde bulunan ancak girilemeyen kapalı bir
kapının bulunması durumu verilebilir. Bu durum böyledir. Çünkü imkânın takdir edilebilmesi (bir şeyin
mümkün olabilmesi) için zıtların birleşmesi gerekir. Çünkü farz, farz olunan bir şeyin zihinde var olmasını
gerekli kılar. Cüz’î için dış âlemde bir teşahhüsün (canlandırmanın) olmamasını gerekli kılar. Diğer bir küllî
için cüz’înin yok olması gerekir. Bir şeyin varlığında farzın olması gereklidir. Bu şey zihindeki cüzî olup bir
vesile ile onun yokluğu imkânsızdır.
125 [Küllî zâtî ve ârızî olmak ikiye ayrılır. Küllî zâtî, fertlerinin veya cüz’îlerinin mahiyetine nisbet edile-
bilen ya da onların mahiyetine ilişkin olan mânadır. Meselâ insana veya ata nisbetle canlı gibi. Ârızî
küllî ise, fertlerinin ya da cüz’îlerinin mahiyetine nisbet edilemeyen mânayı ifade eder. İnsana nisbetle
gülme gibi. Çünkü gülmenin mânası insanın mahiyetine ilişkin olmayıp sadece zâta ait bir ilintidir.]
-59-
-60-
[Sayfa: 52]
_Yahut vâcibu’l-vücûd (varlığı kendinden olan) gibi bir diğerinin (var olması) ola-
naksızlığı ile birlikte sadece tek bir tane olmasıdır. Veya da güneş gibi bir tane-
dir.. Yahut galaksi sistemindeki gezegenler gibi etrafı (diğer varlıklarla) çevril-
miş çeşitli varlıklar bulunabilir. Yahut insan gibi etrafı kuşatılmamış bir varlık-
tır._ Bu ittihat, küllînin cüzîyatı üzerine konulup haml edilmesi ve onun tasdik
edilmesidir. Eğer cüzîyat onun içinde veya farziyetinde varsa; bu durum vâki
bir şeyde meydana gelir. Şayet yoksa; mücerret farzda olur.﴿ 126 Bu iki mefhu-
mun haml Bu ili mefhumun haml edilmesinin manası; zihinde birbirinden farklı ve
ayrı, dış âlemde ise birbiriyle birleşik olmasıdır.
(Küllî, üst üste konup çiğneme şeklindeki bir yükleme tarzı ile cüzîyatının üze-
rine yüklenmiştir.127) Onun mevzusuna, yani fertlerine tanım yapılıp ismi verilir. Fah-
reddin er-Râzi’ye göre bu onunla birleşir. Küll de zıtlarıyla birlikte bulunur. Câmid 128
ve mevsufun129 haml edilmesi muvatıe (üzerine çıkıp çiğneme) şeklinde olur. O ikisi
dışındakiler ya iştikâk130 ya da iştimâl (kaplama, içine alma, ihata etmek) ile olur.
Ayrıca buradaki muhal, farazî olup onun zâtı tasavvur edilemez (Olanaksız olan bir
şey sanal olduğu için varlığı hakkında fikir yürütülemez). Bilakis bir şey zihindeki
varlığı131 ile değil (ona benzer) temsili132 türüyle tasavvur edilir.
tanımlar gibi).
129 “Ayakta olan Zeyd’dir” cümlesinde olduğu gibi, bir şey sıfatına nisbet edilir.
130 Diğer musavvirler (betimleyiciler) gibi “zû” (sahip) anlamıdadır.
131 Müştekkâtın haml edilmesi gibi.
132 Yani, hikâyeli anlatma türü olmadıkça malum olmayan (bilinemeyen) şey demektir.
-61-
-62-
Sayfa: 53]
﴾Ayrıca, bir şeyin varlığı takdir edilse de _dış âlemde fertleri sâbit olsa da_ ilk
makul olan şey küllî varlıktır. Ateşin sıcaklığı gibi, varlığı sadece dış âlemde
sabit olsa bile fark etmez.133﴿
Eğer şöyle denilse: “Ateş ile birlikte sıcaklığın da tasavvur edilmesi, aynı şe-
kilde onun varlığını zihinde sâbit kılmaz mı?”
Cevâben derim ki: Sıcaklığın (cevher olan ateş için) âraz134 olması ancak onun
(ateşe) tabi olduğunu ve ondan kaynaklandığını gösterir. (Sıcaklığa ilişkin) zihinde
ortaya çıkan şekil (mahiyet bakımından değil sadece) isim açısından bir cevherdir.
Bu kavram zihindeki ateş cevherinin yakınına yerleşir. Yani bu (sıcaklık) anlam dış
âlemdeki ateş cevheri (kavramı)nden alınmıştır. Aslî hüviyet (iç mahiyet) olarak ateş
ile aynı imiş gibi dört135 şey için zevciyet (çift olma) görünümü arz eder. Onun şekli 136
güneşe göre ışığın137 hüviyeti () gibidir. Bunun bir benzeri ayna için söz konusudur.
﴾Varlığı tahkik138 edilmiş ayyinelerin zâtî durumları gibi, dış âlemde ve
zihinde var olan her şeyin varlığı﴿ 139 takdir edilmiş ve lazımlığı tespit edilmiştir.
Şunu iyi bil ki: Tahkik edilmiş140 ayyinelerin mahiyetlerinin varlığı, ilk makul
olan şeylerden biridir. Onun varlığı zihindeki ile aynıdır diye söyleyen bir kişinin sö-
züne binaen bu tespit yapılmıştır. Kuşkusuz zihinsel varlık sabittir.141
mantık zihinde mevcuttur. Zihin ise dış âlemde mevcuttur. O halde mantık dış âlemde mevcuttur. Hok-
kadaki inci de böyledir… vs. Kıyasta ortam tekrar etmediği için durum böyle değildir. Çünkü her şeyin
mülkî ve melekûtî durumu vardır. (Her şeyin bir maddi bir de manevi yönü vardır. Melekût: Zaman ve
mekânla sınırlı olmayan, beş duyu ile idrak edilemeyen ruhlar, ilâhî kuvvetler ve mücerret varlıklar
âlemidir.) Aynı durum zihin için de söz konusudur. Onun mülkünde olan şey ilimdir. Melekûtunda olan
şey ise malumdur. İkincide olmaksızın birincisinde konum tekrar eder.→
-63-
-64-
[Sayfa: 54]
[Bir önceki sayfada bulunan dipnotun devamı]142 Zihinde olan bir şey,143 (bulunduğu
konum itibariyle) aslî varlığı olmayan sanal bir şeydir.144 Zihin onu vücud ve teşah-
hus (varlık ve cisimleme) âleminde tasavvur etse de (şekillendirip canlandırmak istese
de) onun (zihinde) gerçek mahiyeti yoktur. Onun zâtiliği ve lâzımlığı (özselliği ve ge-
rekliliği) zihindeki ile aynıdır. ﴾Eğer sadece zihinde sabit olursa, o ikinci bir makul
olur. ﴿ 145
İkinci makul kısımlarının ayrılması: Şunu iyi bil ki; zihne arz edilen bir şeyin
başka bir şeye iletmesi146 hakkında genel işlerde olduğu gibi, onun ya hiçbir fonksi-
yonu yoktur. Dolayısıyla bir sözde ve hikmette araştırılan şey vücud, vücub, imkân
ve diğerleridir. Ya da bir alakası ve işlevi vardır. Genel işlerin tarifinde olduğu gibi, 147
lâkin o diğer için bir başlık değildir. Yahut o, bir sonuca ilete ve diğeri için başlığı
olan bir şeydir. İşte bu mantıklı ikinci makuldür.
142 Mesela ince cam parçası zerresini tasavvur et. Gökyüzü ona göre çok uzak bir mesafede olmasına
rağmen onun (aynanın) melekûtunda resmedilmiş bir şekilde görülür. Atom kendi varlığı ile birlikte
küçücük hardal tanesinin içine girmiş durumdadır. Sen bu durumu iyi düşün..
Mantıksal küllî birinci kabilden (türden) sayılmıştır. Dış âlemde mevcuttur… Aksi halde onda bir varlık
yoktur. En doğrusu budur. Sonra Meşşâiler ve son dönem âlimler, –bu konu daha sonra gelecek olduğu
üzere- onun tabii varlığı olduğu görüşüne vardılar. Bunun detayı şöyledir: Eşya türleri hakkındaki fikir-
ler üç çeşittir. Birincisi; ehl-i Sünnetin görüşüdür. Bu görüşe göre; Her türün, kendi içinde tasarruf
edildiği, Allah’ın emri ile üzerine musallat edilmiş bir mülkü vardır. Dolayısıyla onun başkasına tesir
edici bir tabiatı yoktur. İkincisi; İşrâkîlerin görüşüdür. (İşrâkî: Akılcılığa ve rasyonalizme karşı çıkarak
hikmeti, felsefeyi, felsefî bilgiyi keşfe, zevke, ilhâma dayandıran, bilginin ancak bu yolla gerçekleşeceğini,
Allah tarafından kalbe konulacak bir nur, bir doğuşla meydana gelebileceğini kabul eden felsefe dokti-
rinidir.) Bu görüşe göre; her türün bir sahibi vardır. Ve bu sahip o türün müşahhasatında istediği gibi
tasarruf eder. Diğer fertler ondan (varlık sahibinden) medet umarak yardım isterler. O, bu tür ile uy-
gunluk sağlar hatta onunla birleşmiş bir haldedir. Şayet uzun bir elbise giymiş olsan ondan sarkan
kısım, elbisenin kendisi ile aynıdır. Üçüncüsü, Meşşâilerin görüşüdür. (Meşşâi Ekolü, Peripatetizm:
İslâm toplumunda Aristo sistemini temel alan felsefî hareketlere verilen addır.) Bu görüşe göre; her
türün dış âlemde mücerret bir mahiyeti vardır. Bu mahiyet müşahhasatın menşei ve kaynağıdır. Bu
mahiyetin başka şeyleri etkileyen doğal bir özelliği vardır. Dördüncüsü, Müteahhrîn âlimlerin görüşü-
dür. Bu görüşe göre; dış âlemde doğal bir varlık vardır. Ancak diğerlerinin dedikleri gibi (kendiliğinden
meydana gelmiş bir şey) değildir. Bu görüşlerini teorik delilerle ispat ettiler. Bu, mevcudun cüzü teori-
sidir. Mevcudun cüzü mevcuttur. Buna verilen cevap zikredilmiştir. –Takrir-
143 Yani ilim ile malum arasında fiziksel bir bağ yoktur.
144 El yazma nüshada “misâlün lâşicun” şeklindedir. Ancak bu kelimeyi sözlükte bulmak mümkün de-
-65-
-66-
[Sayfa: 55]
Önerme, kıyas ve diğer mefhum (kavram)lar gibi. Beş doğal parçaya bölünen bir ma-
hiyet için sunulan beş mantıksal küllîye (tümele) ayrılan kendi içinde bölümlenmiş
küllî gibi. Arz eden ve arz edilenin tamamı beş akli unsurda görülür. ﴾Teşahhus ol-
maksızın hârici varlığın imkânsız olmasından dolayı, bu küllî varlıklardan hiç-
birinin dış âlemde mevcudiyeti yoktur.﴿ 148 Bu, müşterek küllînin tersidir. Harici
varlık cüzünün dış âlemde olması sözünden maksat, cüz olduğu yerde demektir. Yani
zihinde.149 Çünkü dış âlemde birbiriyle birleşen ve birbirine katılan şeyleri detaylan-
dırıp açıklayan eden şey, elbette zihindir.
Şunu iyi bil ki: İlim terimlerinin150 itibari hakikatleri vardır. Hârici âlemde on-
ların gerçek manada varlıkları yoktur.151 Çünkü harici varlıkta cins, fasıl ve tür bir-
leşir; hatta donuk bir hal alır.
ileten ve onu çağrıştıran, fertler için bir başlık vardır. Bu ölçü kullanılarak zâta ulaşılır. Çünkü ona söz
konusu bu başlığın okunması vesilesiyle ulaşılır. Yahut onun bir mertebe veya ulaştırıcı cüz olması
itibariyle vasıta kullanılarak ona ulaşılır. Bu açıdan mantık; tebeî (birbirini takip eden), harfî (yeknesak
düzenli), heveî (dar kalıplara sıkışmayan, havadar) ve geniş bir ilimdir. Bazen tabiatı bilinmeyen bir ilim
olur. Diğer ilimler kuşlar gibi gelip onun üzerine konarlar. Beş küllînin tarifi hakkında zâtı olan mukay-
yet bir cinstir dense buna itiraz edilmez. Bu tanım mutlak olarak bilinen şeyden daha özel olur. Bu
durumda daha umumi olanın varlığı lazım olur. O ise, cins olması itibariyle, daha hususi olmaksızın
tarif edilen şeydir. Bu ise olanaksızdır. Çünkü onun yerine geçen şeyler cüzlerdir. Onda bir cüzün bu-
lunmaması onu âdeme mahkûm eder. Öyleyse itibara alma yani görecilik farklı şekillerde tezahür eder.
Bu şekiller göz önünde bulundurularak bir tanım yapılır. Bilinen cüzler ve diğerleri bir cins olup daha
umumi bir cüzdür. Bunda bir problem yoktur. İsmî harfî tabiîden çıkması itibariyle, cüzü olmayan daha
hususi bir tanım yapılır. Bu itibarla o bir hipotez olup iddiadan ibarettir. Mesela; oğlunun, oğlunun,
oğlunun oğlu veya babasının, babasının, babasının babası… vs. Çünkü o bu durumda cinsten dışarıya
çıkmış ve onun üzerine başka şeyler koymuş olur. Bu ise cinsin cinsidir. O ise külliyât cinslerinden bir
tür, mutlak cinsin bir türü, zâtî bir tür ve küllî bir türdür. Sen bunu daha da detaylandırabilirsin..
151 Çünkü o, insanın tercih etmesinden kaynaklanır. Tercihe dayalı bir cüzün bir tanımı yoktur; fertler
-67-
-68-
[Sayfa: 56]
152 Şunu iyi bil ki, küllî varlıkların tarifindeki tefsir çoğu kimsenin dediği gibi yapılır. Bundan maksat
şahıstaki tür gibi, cinsin tür içinde sınırlı kaldığı zannedilmemesidir. Yani söylenen bir söz (söylenmeyen
sözlere oranla) daha hususidir. Küllî varlık hakkındaki şüpheleri izale etmek için tekrar edilir. Bu konu
burada tamamlandı.
Şunu iyi bil ki, tür her ne zaman daralırsa cisimleşir ve sabit hale gelir. Tür olma evresini tamamladıktan
sonra hakikat olur. Buna karşın tür, her ne zaman genişler ve yayılırsa kendi tabiatından çıkar. İşte bu
yüzden izafi olur. Bir cisim ne kadar çok genişler ve yayılırsa, cisim olmaktan çıkar ve sonunda hava
olup yokluk haline gelir. Cinsiyetin kemalinde artış vardır. Tür aşağıya doğru alçalma bakımından cins
te yukarıya doğru yükselme açısından kendi tabii hallerini gözeterek dize halinde hareket ederler. Üç
tür hareketin üç şekli vardır: Birincisi; yüce türdür. Bu aynı zamanda türlerin türü şeklinde isimlendi-
rilir. Artık bunun üstünde başka bir tür yoktur. İkincisi: Üstünde ve altında başka türler olan orta
türdür. Üçüncüsü ise, altında başka tür olmayan en alçak türdür. Bu bağlamda müfred, [haşiyenin
altındaki dip notta şöyle bir açıklama vardır:] (cevher onun cinsindedir ve onun altında fertler vardır
dense de… akıl gibi) altında ve üstünde başka türü olmayandır. Cins te aynı şekildedir. Onun da en
alçak ve orta türü vardır. Cinslerin cinsi ve [haşiyenin altındaki dip notta şöyle bir açıklama vardır:]
(cevher cins değildir. Onun altında ve üstünde şahsa münhasır olan türler vardır dense de… akıl gibi)
müfredin cinsi denir. Bu dört cinse tür denmez. Şayet ortada bulunmayan anlamsız olsa da cins ve hal
de aynı şekildedir. Onun bir varlığı yoktur. Çünkü negatiflik göreceli bir durudur. Bu durum tekrar ele
alınabilir. Hakikatlerin cüzlerinden olmaz. Hakikatler ise ancak varlığı sabit olan şeylerle ortaya çıkabi-
lir. Dolayısıyla cinsin tür içinde sınırlanması gerekir. Çünkü hakikatlerin oluşumu belli belirsiz resim-
lerde değil sınırı tam olarak belli olan şeylerde gerçekleşir. İşte burada lazım olan şeyler onun üzerine
dürülüp bükülür. Onun resimleri ve zâti durumu dış âlemde mevcuttur ki doğru olan da budur. Çünkü
tasavvur ya, varlığın dış yüzü olan vücuda bağlıdır; ya da göreceli olma durumu olan sabitliğe bağlıdır
ki buna ahval denir. Muhal mahiyeti olmayan şeydir. Ne budur ne de şudur. Bazı ispat vaktinde onun
benzeri bir misal türü olmadıkça zihin muhalin zatını tasavvur edemez, yani ona bir hüküm veremez.
Yahut birleşimin tahlil edilmesi mutlak manada meçhul olan şeylerde geçer. Değerlendirme aleti ve
ikinci makul gibi konu başlığı iki taraftan bakılarak verilir. Bir başlık alınır ve onun arkasına dış âlemde
görülmeyen fertler olduğu varsayılır. Zihin de bu doğrultuda hüküm verir. Konu başlığı dışında kalan,
birleşmesi mümkün olmayan ve dışarıda olduğu tasvir edilen diğer fertler tespit edilir. Onların ispatı
zihinde vardır. Zihinde sabit olan şeyler dış âlemdeki varlıkların onaylanması için mihenk taşıdır. Zihin
bu tür varlıkları dış âlemdeki hüviyetlerine göre betimler.
Şunu iyi bil: Müfret tür diğer kısımlar arasında olandır. Müfret cins, en alçak tür, türlerin türü, türlerin
arasında olanlar ve cinslerin arasında olanlar da aynı şekildedir. Geriye en alçak cins, orta cins, en
yüksek tür ve orta tür kalmıştır.
-69-
-70-
[Sayfa: 57]
[Şunu iyi bil ki: İlim terimlerinin itibari hakikatleri vardır. Hârici âlemde onların ger-
çek manada varlıkları yoktur. Çünkü harici varlıkta cins, fasıl ve tür birleşir; hatta
donuk bir hal alır.] Onlar ancak terimlerin genel olarak veya kısmen fasılları haline
gelirler. Dış âlemde onların fertleri yoktur. Bilakis üzerinde manaların sümbül verdiği
dış âlemde153 veya zihinde arz edilen veya betimlenen şeyler vardır. İkinci makul olan
şeyler154 mantıksal terimlerden ibaret değildir. Zira onlar hakikat olarak bir şey de-
ğildir. Bilakis onların her birisinde anlaşılması için üzerinde itibari (farazî) hakikatin
teşekkül ettiği bir nükte ve gizli bir nokta vardır. Bu böyledir. Konumu ve keyfiyeti
vasıtasıyla harici şeyler için hâsıl olan manalar gibi zihinsel şeylerin bir manası ve
arazı vardır. Mesela, bir duvarda beyaz bir nokta ve o noktanın çevresinde daire şek-
linde beyaz ve kırmızı noktalar olduğunu hayal et… Nasıl göründüğüne bir bak. Sen
ışıksal bir daire sebebiyle merkezde büyük bir nokta olduğunu göreceksin. İşte bu
bulunduğun ortamın sana göstermiş olduğu bir sıfattır. Beyaz renklerin yan yana
gelip iç içe girmesi sebebiyle bir müşâkele155 olduğunu tasavvur edersin. İşte bu hal,
konumun ve keyfiyetin sana söylemiş olduğu bir sıfattır. Kırmızı renk olduğunda
onun başka bir sureti ve başka bir sıfatı vardır. Başka bir duvar üzerindeki değişik
bir nokta sana daha farklı anlamlar sunar. İşte bu mana ve arazların elde edilen
şeklinden başka şekilleri zihin bakımından yoktur. Çünkü ilim bir şeklin diğer şekli
elde etmesinden değil, manalar ve arazlardan oluşur. Zira ilim niteliğin konuşulduğu
noktadır. İnfiale sürükleyen noktadan hâsıl edilir. Az ilerde şöyle bir şey gelecek: Zi-
hinde hâsıl olan şey, zihnin oluşumu ve ilim diye isimlendirilen sıfatlarla donatılması
itibariyledir. Zihin zarf olması itibariyle o şey malum, ilim de onun keyfiyeti olur. Bu
verilerin atomik partikülleri olduğu mecaz olarak söylenir. Çünkü bu veriler ikinci
ölçü değerine göre mecazdır. Ama meylettiği nokta birdir. Akılda olan bir kimse aklın
yanına doğru meyleder. –Tercih edilen görüşe göre- akılda cüzîyat resmedilmez. Onun
inceliğini yakalayıp idrak eden şey akıldır. Taki onun aletine doğru atak yapar. Orada
bir resim çizer ama akıl ona ulaşamaz. Lakin diğerine nispetle daha üstün olan görüş
bunun tersidir. Bu şöyle tanımlanır: Mertebeler ve külliyâtın her ikisinin içinde her
yön için onu takip eden çizgiler vardır. Aklın sadece külliyatı idrak ettiği de söylen-
miştir.
.
daha sonra başka bir anlamda kullanmaktır. Diğer bir ifadeyle bir lafzın önceki bir lafza denk ve benzer
biçimde, ancak farklı anlam ve bağlamda getirilmesidir.]
-71-
-72-
[Sayfa: 58]
İnsanın dış âlemdeki mâhiyeti tek bir nokta gibidir. Zihinde bir tür merkez
veya ona benzer ve yarı müşakele şeklinde bir sunum vardır. (Zihin jimnastiği sonu-
cunda elde edilen) işte bu manalar zihinde sunulur. Bunlar mantıkçıların hayalle-
rinde yeşerip boy atar, başak verir ve sonunda hakikat haline dönüşür. Mantıkçılar
zihinlerinin etrafında çevrelenen manalar için bazı terimler koymuşlardır. İşte bu te-
rimleri ele alınan meselelerin alt başlıkları haline getirdiler. Söz konusu bu terimlerle
o manalara işaret edilir. Terimler ilk makullerin harfi manaları gibidir. Bazen isim
gibi olurlar. Onun ardından başka manalar gelir. İpek böceği gibi terimler mana ko-
zasından kendisi çıkar. Bu terim konunun başındaki başlık gibi değildir. O fonksiyo-
neldir. Sadece konu başlığı kullanılarak bir yargıya varılamaz. Bilakis başlık altındaki
terimlere teslim olunup konunun gidişatı takip edilir. Daha sonra o konunun detay-
larına inilmesine izin verilir. İkinci türdeki makuller ise, bunun tersine doğru, yani
anlatılan konudan başlığa doğru, oraya varana dek hareket ederler.156 İşte bu “Her
insanın insanlık mefhumu yoktur”157 sözündeki her sözcüğü gibidir.
-73-
-74-
[Sayfa: 59]
ÖNSÖZ
Şunu iyi bil ki, nesebin açıklanması en önemli mantık inceleme konularından
biridir. Zira ele alınan meselelerin bireyleri birbirinden çok farklı ve yaygındır. Bu
bireyler kendi aralarında birleşip iç içe girerler. Geometrik sanal çizgilerin uzatılması
ile bölge yıldızları arasında aşirete ait kadın suretlerinin elde edilmesi ve nesebin ne-
sebi158 göz önüne alınarak aşiret, kabile ve boyların elde edilmesi gibi; araştırma ko-
nusu olan meseleye ait bireyler (alt başlıklar) nesep çizgisinin uzatılması ile iç içe
girmiş sarmal şekil ve suretler doğurur. Sen bu meseleyi iyi düşün!..
Yine iyi bil ki, mantık ilminin bazısı bedihi (açık ve net) bazısı da nazarî (teo-
rik)dir ve bu bölüm bedihi olan kısmından elde edilir. Bu bağlamda her bâba (bir
kitabın bölümlerinden her birine) dikkatlice baktığında, ona mukaddime (giriş) olan
bir geçmişinin olduğunu ve aynı zamanda kendisinden sonra gelecek olan meselenin
ortaya konulup ispat edilmesi için bir kaynak olduğunu görürsün. Dolayısıyla iki
küllî varlık, bilfiil159 vâkıa konusunda160 kendi aralarında birleşip onaylama161 olsa
da, bu ikisi iki açıdan162 birer küllî olup birbirleriyle eşittir. Bunların zıtları da aynı
şekildedir.163 Mantığın her bölümünden teorik ve pratik olarak yararlanan kimseler
vardır. Küllî olan varlıklar gerçek âlemde birbirlerini destekleyip onaylarlar. Açıkça
görülmeleri açısından birbirlerine eşittirler. Bunlar eşitliklerin kaynağı ve diğer iki
açıdan bakıldığında iki küllî konunun doğrulandığı merkezi noktadır.
158 Bu tabir, bazı âlimlerin diğer bazı âlimlerle mertebe bakımından çok farklı olma sırrı yönüne işarettir.
Bu noktodan hareketle diğeri için söylenen eski bir sözdür.
159 [Küllî: Bir tek anlamla birçok şeye delâlet eden lafızdır. Bu delâlet ya bilfiil, ya bilkuvve ya da ikisi
dışında başka bir şekilde olabilir. Birinci delâlete örnek olarak “insan” lafzı gösterilebilir. Çünkü bu
lafzın anlamı birçok kişiye verilebilir ve bunlardan her birine insan denilir. İkincisine örnek olarak “yedi
köşeli ev” denebilir. An itibariyle sadece bir tane böyle bir ev olsa da, bu tabirin varlık konusunda birçok
şey için söylenmesi muhtemeldir. Üçüncüne örnek “güneş” kelimesidir. Ancak bu lafız başka bir güneşin
olmadığını zorunlu şekilde kabul eden bir kimseye göredir.]
160 Yani aklın cevaz vermesi ve mefhuma göre değildir.
161 Aralarında ayrılık ve tahakkuk yoktur.
162 Yani mutlak olarak ona yönelmiş bir kaynağıdır. Birbirinden farklı olan iki şeydeki devamlılık gibi
değildir.
163 Yani zıt olan bir şey diğer zıtların şartlarını kapsar. Çünkü en özel (ehas) kelimesinin zıddı, en genel
(e‘am) sözcüğünden daha geneldir. Buna örnek olarak kendi aralarında eşyaları eşit olarak paylaşan “iki
kardeş” kelimesini verebiliriz. Birisinin eşyadan alacağı pay azaldığı zaman otomatik olarak diğerinki
artar. Birisi daraldığında diğeri genişler. Mesela “insan” kelimesi “canlı” lafzından daha özel “ehas” bir
sözcüktür.
-75-
-76-
[Sayfa: 60]
Üst Karşıt
Yani sadık ancak sıdk içindir. Yani sadık ancak sıdk içindir.
.1) Her konuşan olmayan in- .1) Her insan konuşan olma-
san olmayan değildir. yan değildir.
.3) Bazı konuşan olmayan in- .3) Bazı insan olmayan konu-
san olmayan değildir. şan olmayan değildir.
.4) Bazı insan olmayan konu- .4) Bazı konuşan olmayan in-
şan olmayanın olmayanıdır. san olmayanın olmayanıdır.
.5) Bazı insan olmayan konu- .5) Bazı konuşan olmayan in-
şandır. sandır.
.6) Bazı konuşan insan olma- .6) Bazı insan konuşan olma-
yandır. Alt Karşıt yandır.
.7) Bazı konuşan insan değil- .7) Bazı insan konuşan değil-
dir. dir.
-77-
-78-
[Sayfa: 61]
eşitlik oluşur. Mesela: Her cisim boşlukta yer tutar. Her boşlukta yer tutan cisimdir.]
-79-
-80-
[Sayfa: 62]
Siyah, beyaz ve onların benzerleri gibi.﴿ 167 İki zıt arasında cüzî tebâyün
(bireysel farklılık) vardır ki o, nisbettir. Çünkü o, küllî tebâyün (bütünsel farklılık)
için gerekli olan cins gibi devamlıdır. Bir yönüyle umum olan şeyler de vardır. Küllî
ve cüzîye has bazı maddeler vardır. Cüzî tebâyünün kaynağı iki olumsuz cüzîdir. O
ikisinin olumlusu ise onun zıt olanıdır. Birbiriyle aynı olan iki şey hakkında olumlu
iki zıt için zıddın zıddı bir çelişki doğurur. Mesela, “Bazı insan olmayanlar at değildir”
cümlesi gibi. Aksi halde her insan olmayan at da olmaz. Bu önerme zıddın zıddı ile
ters düşer. “Her at, insandır” cümlesi insana oranla at olmayanın bir şeyin zıddıdır.
Buna benzer olan diğer örnekleri sen kıyas et.
Bağıntılı önerme ile cüzî tebâyün sabit oldu (bireysel farklılık ispat edildi). Küllî
tebâyünün (bütünsel farklılık) doğru olmamasına gelince umumiyet bir açıdandır ve
diğeri ile bağıntılı değildir. Çünkü onun maddelerinde168 yoktur. Aksi de böyledir. Sen
bunun üzerinde diğerlerini kıyas et. Umum ve hususun zıddı bir açıdandır… Şahsî
olma hali küllî olma gücündedir. ﴾Aralarında bir dostluk olmasa bile iki küllî bir-
birinden ayrılmaz. Bilakis onlar iki açıdan cüzîdirler. Bir yönden e‘am ve ehas-
tır..169 O ikisinin zıtları arasında cüzî mübayene170 vardır. O aynı şekilde e‘am-
dır. Çünkü canlı ve insan olmayan kelimeleri gibi iki zıt arasında küllî
mübâyene171 vardır. İnsan olmayan ve beyaz kelimeleri gibi o iki zıt arasında bir
açıdan umumiyet vardır. Hakiki cüzî172 onu doğrulayan küllîden mutlak olarak
daha hususidir. Diğer külliyat için farklıdır. İki cüzîye gelince;
.
vardır. Onun kaynağı da kendisi olup mevzusu ise cüzîdir. Yahut tebâyün (eşirsizlik) vardır ve onun kay-
nağı iki selbi şahsiyet (iki olumsuz z öznellik) vardır. İki cüz’înin nesebi (bağıntısı) da aynı şekildedir. Onun
tebâyünü (eşitsizliği) ve kaynağına gelince bu durum daha önce geçtiği şekildedir. Bağıntının ikinci hali
tesavî (eşitlik)dir. Onun kaynağı ise, iki müspet şahsiyet (iki olumlu öznellik)tir. Buradaki durum için tesâvi
ile tebâyün (eşitlik ile eşitsizlik)ün kaynağı iki küllî olmasıdır. Mutlak umumiyet iki cüzî ile birlikte küllîdir
(tam genellik iki bireyselle birlikte bütünseldir). Bununla ilgili cevap daha önce geçmiş olup bu, şahsiyetin
küllînin (öznelliğin bütünselin) kuvvetine bedel olması ve ilk şekli itibariyle küçük olmasıdır.
-81-
-82-
[Sayfa: 63]
O ikisi ya, Zeyd ve Ömer gibi birbirinden farklı olan iki mübâyin (eşit-
siz)dir.. ya da birbirine denk olan iki müsâvi (eşit)dir. Zeyd gülen, Ömer de ya-
zardır diyerek bu duruma işaret edebiliriz... İşte bütün bunlar sıdk ve haml (ni-
teliğini doğrulama ve üzerine hüküm yükleme) açısından dört neseb (ba-
ğıntı)dir.﴿ 173 Onun kaynağı olumlu sonuç çıkarma konularıdır. Burada (bakılması
gereken) yön, olumlu durumda mutlak hal, olumsuz da ise devamlılık halidir.
﴾Bazen neseb (bağıntı, ilinti), fertlerin itibara alınmasıyla değil, zamanla-
rın ve konumların göz önüne alınmasıyla sıdk174 ve tahakkuka (doğruluk ve ger-
çekleşme durumuna) göre değerlendirilir. Her ne kadar ikisi arasında iki açıdan
küllî bir bağlantı olsa da, bu konuda “iki mefhum, iki önerme ve müfret olmak-
tan da umumidir” denerek fertler itibara alınmaz. Çünkü bu iki mefhum (kav-
ram)dan her biri diğeri ile birlikte tüm zaman ve konumlarda gerçekleşip onunla
bir yerde toplanabilir.﴿ Yani öncül için devamlı bir bağıntı ile konumların birleşme-
sidir. ﴾ Güneşin doğması ve gündüzün varlığı gibi, birbirine müsâvî (eşit) olan iki
şey, ya da sadece iki yönden birisi olmaktan, mutlak olarak daha umumi ve
daha hususidir. Güneş doğarken mescidi aydınlatması gibi. O ikisinin (güneş ile
mescid) arasında iki açıdan tam eşitsizlik olsa da durum böyledir. Çünkü bu iki
durumdan biri, diğeri olmadan herhangi bir zaman ve konumda gerçekleşmez…
Güneşin doğması ile gecenin var olması tam eşitsizliktir… Aksi halde güneş ve
rüzgârın esmesi gibi bir bakımdan daha umumi ve daha hususi olurdu. İşte bu
önermeler arasında göz önüne alınması gereken bir neseb (bağıntı, ilinti)dir.﴿ 175
Zamansal (“ne zaman” gibi) ve mekânsal (“nerede” gibi) şart edatlarının ifade ettiği
şeyler ile (“nasıl” gibi) konum ve durumlar ayrıca fertlerin hükmü konusunda (“her
nasıl” gibi) keyfiyetlerin göz önünde bulundurulması gerekir.
Nisbet (bağıntı, ilinti); -daha önce geçtiği gibi- ya hamlî ya da vücudîdir (ya
sonradan üzerine yüklemeli ya da önceden vardır).176 Onun kaynağı birbirine bitişik
şartlı önermelerdir.177 Onların cüzî ve küllîsi, konumlarla ilgili olan küllî şart edatla-
rının ona delalet etmesi itibariyledir.
“hamlî” olur. Tüm hayvanlara nispetle “yemek” kavramı “genel”; “gülmek” ise “özel” bir kavramdır.]
177 Yani bu önermeler ne munfasıldır ne de müveccehtir (ne birbirinden ayrı ne de yüzlerini birbirlerine
döndürmüştür).
-83-
-84-
[Sayfa: 64]
İctima178 şartlarının luzûm179 ile beraber olması imkânsız olsa bile durum böy-
ledir. Aksi halde her şart külliyesi tamamen yanlış olur. Sözün bu makamı ona uygun
değildir. Meşhur muğâlata (yanıltma) üçüncü bir şeklin çıkarılması üzerine yapılır.
Şöyle ki; her ne zaman iki nakiza (akis, zıt) gerçek olursa diğeri de gerçek olur. Şöyle
bir çıkarım olabilir: İki zıttan birisi gerçekleşirse diğeri de gerçekleşir. İşte bu sonuç
iki zıt arasında bir gereklilik olmasını ifade eder. Bu ise olanak değil midir?
Cevap: İki önermeden sadece birisini180 hedeflersen, küçük önerme yanlış
olur. Diğer ile birlikte istenmeyen sonuç doğru182 olur. Burada şöyle bir soru soru-
181
labilir: İki öncül muhal olmasına rağmen bu sonuç nasıl doğru olur? Ben de cevaben
derim ki: Çünkü ister var olsun183 isterse varlığı muhal olsun, olumlu da olsa olum-
suz da olsa, gereklilik şartı gerekliliğin olup olmadığına bakar. Özel birleşimde iki
tarafı184 doğruluma vardır. Genel birleşimde ise sadece bir sonrakini doğruluma var-
dır. Birleşim185 ve ayrışım gereklilik konusundadır. Varsayıma göre umumi bir sonuç
çıkarmak yeterli olur.
﴾Bil ki, iki mefhum (kavram) arasında, iki müfret veya iki mürekkeb veya
dış âlemdeki durumu göz ardı edilip sadece zatına bakarak aklın ona izin ver-
mesine göre başka bir bağıntısı olan iki muhtelif şey bulunur.
-85-
-86-
[Sayfa: 65]
Mefhuma göre buna, bağıntı denir. Şöyle denilir: Her iki açıdan aklın küllî (tam)
olarak izin vermesine göre bu iki önerme doğru olursa, sınırlı olmakla birlikte
tam bir tarif gibi birbirine eşit olur. Eğer iki açıdan küllî (tam) olarak ayrılırlarsa,
iki nakiza (zıt, çelişki) gibi küllî (tam) olarak birbirlerinden farklı olurlar. Örnek:
“İnsan, insan olmayan.” Aksi durumda; insanın gülen veya yürüyenle birlikte
olması gibi, bir bakımdan daha genel ve daha özel olur.﴿ 186
﴾Uyarı: Bazen küllî lafzı, e‘am (daha umumi) olan veya ehasa (daha özel
olan bir şeye) göre cüzî olan bir şey için kullanılır.187 Bu ikisi küllî ve cüzî olarak
izâfi diye isimlendirilir. Her hakiki cüzî, izafî cüzîdir. Ehass küllî diğer küllîye
izafidir gibi, bunun tersi olan bir şey yanlıştır. Ancak hakikî küllî ile izâfi küllî
arasındaki bağıntı olup durum diğerinin tersidir. Çünkü izâfi küllî, hakikî
küllîden mutlak olarak daha hususidir.﴿
-87-
-88-
[Sayfa: 66]
Bulunma189 bakımından zâtîlik ve ârızîlik190 cevher ile âraz,191 isim ile harfte192
olduğu gibidir. Sebep açısından eğer devamlı193 veya çoğunlukta bulunuyorsa zâtî,
aksi halde yüklem açısından ârızîdir. Tabiat194 yönü itibariyle bu kavramın konusu
cüzîyat195 ve zevât196 gibi sonradan yüklenebilen bir konu ise, üzerine sıfat yüklendi-
ğinde böyle olur. İşte buradan197 üç şekle198 ihtiyaç doğar. Bunlar muvâtıe (üst üste
koyup çiğneme) ile yükleme; konunun kendi tabiatından doğal olarak özel bir şekilde
yüklenen şey;199 konu bakımından genel yüklenmiş bir şeydir. Bu onun ayrılmazı,
diğer bir ifadeyle lâzımi olup ancak bir vesile ile sabit olur. Yani bunun sabit olması
diğerinin zâtı vesilesiyle olur. Yahut ona eşit bir şeyle olabilir ki bu konu daha önce
geçti. Mahmûl (yüklem) bakımından ondan ayrılmasını engelleyen bir şey olmaması-
dır.200
188 Gelenbevî, S: 8, Satır: 8, üstündeki tenbih kısmı da aynı sahife ve aynı satırdadır ve aynı metniyledir.
-A. B.-
189 (Zihin dışında) dış âlemde bulunmak..
190 Bir kavram diğerine nispet edildiğinde ya “zâtî” (özsel), ya “lâzimî” (ayrılmaz), ya da “ârızî” ilintisel
olur.
Birincisi zâtî, küllî varlığın hakikatine yani öz ve mahiyetine delâlet eden ve mananın anlaşılması
kendine bağlı olan kavramdır. Mesela “siyahlık” kelimesinin anlaşılması için önce “renk” kelimesi bilin-
melidir. Aynı şekilde “insan”, “hayvan” kelimesi ancak “canlı” sözcüğü ile bilinir. Zâti kavramlar kendi
içinde “cins” ve “tür” olmak üzere ikiye ayrılır. Cins genel, tür ise özeldir. “Canlı” kelimesi cins “insan”
sözcüğü ise onun türüdür. “Hayvan” kelimesi cins “at” ise onun türüdür. Yine “at kelimesi” cins “Arap
atı” ise onun türüdür.
İkincisi lâzimî (ayrılmaz) bir niteliğin nesnenin özünden ayrılmaması demektir. Mesela güneş doğdu-
ğunda ortalığın aydınlanıp gündüz olması gibi.
Üçüncüsü ârızî (ilintisel), bir şey ile sürekli birlikte bulunması zorunlu olmayıp, ondan ayrılması
düşünülebilen bir niteliktir. Mesela “gülmek” kelimesi insan için ârızi bir durumdur. Çünkü insan sü-
rekli olarak gülmez bazen de ağlar. Bir başka açıdan ârızî, genel ve özel olmak üzere ikiye ayrılır. Eğer
ilintinin konusu “gülme” gibi insana has bir şey ise “hâs” (özel), “yemek” gibi hayvanları da kapsıyorsa
buna “âmm” (genel) ilinti denir.
191 Cevher: Kendi başına bulunan, değişmeyen, daima bir yüklemin konusu olup kendisi yüklem olma-
yan öz varlık demektir. Diğer bir ifadeyle cevher, hiçbir şeye dayanmayan, bütün arazların kendisine
yüklendiği temel kategoridir. Ârâz ise ancak cevher sayesinde varlık kazanabilen ve ortaya çıktığında da
sabit bir bilgiyle değil geçici olarak bilinebilen şeydir. Günümüzde buna uydurukça olarak ilinti veya
ilinek denmektedir. Ârâz cevher gibi sabit değil, geçicidir. Kendi tabiatı ve devamlı bir sebebi olmadığın-
dan bir süre sonra hemen kaybolur.
192 Zihinde bulunmak.
193 Yani müsebbip sebep üzerine devamlı veya çoğu kez terettüp ediyorsa bu durumda sebebiyet zâti
olur. Bir canlının boğazı kesilmesiyle ölmesi gibi. Aksi halde (devamlı değilse) ârızî olur. Bir kişinin
humma hastalığı sebebiyle bir ölmesi gibi.
194 Mahmûl de aynı şekildedir.
195 Üzerine külliyat yüklendiği zaman.
196 Yani zâti olur. Aksi halde ârızîdir.
197 Yani bu noktadan hareketle bilinir ve ihtiyaç elde edilir… vs.
198 Birincisi dışında.
199 Havaya atılan taşın yüksekte hareket halinde olması gibi.
200 Yani dış âlemde…
-89-
-90-
[Sayfa: 67]
Onun bölünebilip ayrılması bir mahiyeti olmasını engellemez. Yani “e‘am” (daha
umumi, tümel) manasında “beyyin” (açık) kelimesi gibi onun zihindeki manasının
mahiyetten yüksek olması ona engel teşkil etmez. Ehas (daha hususi, özel) anla-
mında “beyyine”nin lâzımı gibi onun mahiyetini ispat etmek gerekmez. Bu üç şeyin
her biri daha öncesinde bulunan şeylerden daha özeldir. Cüzîyat (tikel kavramlar)
itibariyle onun bir fonksiyonu yoktur veya zâtînî201 olma makamına henüz çıkmamış-
tır. Bu mertebeye çıkamayan bir şeyin burada ne işi var diyerek bunu yorumlayıp
soru sorduğun zaman, tür gibi kendi zatı olmayan bir şeyin buradaki fonksiyonu
nedir? Ondaki nispet (ilgi, bağ) kendi zatına olması gerekmez mi?
Cevap olarak ben de derim ki: Çünkü illet kavaramı koymak konusudur. Artık
dilsel kullanım terim mustalahta (terim anlamı kazanmış, terim haline gelmiş) bir
kavramda hikmet ve kaynak olur. ﴾ Çoğunlukla onun (terimin) varlığı gerekli olur.
Başka bir şeye mahmûl olan (yüklenen) bir küllî202 (tümel kavram), küllî veya
cüzî (tikel kavram)dir. Zâtından ve hakikatinden çıkmamış olsa bile zâtîlik du-
rumu ona aittir. İnsan kelimesi için “konuşan bir hayvan” (canlı) olmak gibi,
ister hakikatinin aynısı olsun, isterse insanın konuşma yeteneği gibi, ona eşit
olan ve onu kendi dışındaki her şeyden ayırıp belirgin bir hale getiren cüzü (bir
parçası) olsun, ister insanın “hassas ve uyuyan” olma vasfı gibi kullanılan cüm-
lede onu ayırt eden e‘am (daha umumi) bir şey olsun yahut “cevher ve hayvan”
kelimesi gibi onu ayırt etmeyen bir şey bile olsa durum fark etmez.203 Aksi halde
onun ârızî olur. İster ona müsavi (eşit olsun), isterse kahkaha atan veya fiili
olarak gülen birisi gibi kendi dışındaki tüm varlıklardan ayıracak şekilde ehas204
(ondan daha özel) olsun, isterse cümlede205 ayrıştırılmış olsun yahut “şey”206
kelimesi gibi asıl olarak hiç ayrıştırılmamış olsun fark etmez. …Bunların hepsi
insan içindir.﴿
201 Asılda böyle yazılı. Ama belki de “zâtiyyen” şeklinde olabilir. –A. B.-
202 Mümessel (misal olarak verilen şey) ile temsilin (örnek vermenin) birbiriyle uygunluk sağlaması için bu
kelime mutlak olarak kastedilmiştir. -Takrir-
203 Çünkü temyiz ve tefrik iştiraki gerektirir. (Ayrıştırma ile ayırma eylemi birlikte bulunmayı gerektirir.)
Üzerinde başka bir cins yoksu insan ona katılıp ondan ayrışsın. İnsan ondan cevher ile değil zatı ile ay-
rılmıştır. Hayvan ise cevheri kapsaması itibariyledir. O halde birlikte bulunmak için bir şey kalmamıştır.
İnsan kendi fertlerinden (canlı olan diğer varlıklardan) fasılları (ayrımları) kapsaması itibariyle seçkindir.
Onun fasılları ise kendine hastır. Bu fasıllar (ayrımlar) insanı diğer canlılardan ayırıp seçkin hale getirir. -
Nursî-
204 Mutlak olarak.
205 Yürüyen kelimesi gibi.
206 Mümkün, mevcut, malum.
-91-
-92-
[Sayfa: 68]
Daha sonra cüzîyat (tikel kavramlar) arasında zâtî müşterek (özsel ortaklık) ge-
lir.207 Eğer bu cüzîler onun dışındaki başka bir zâtide birleşirse onların arasında
nâkıs müşterek (eksik bir ortaklık) vardır. Buna örnek olarak “insan” fertlerine
nispetle “hayvan” kelimesini verebiliriz. İnsan konuşabilen bir canlı olması ha-
sebiyle sadece canlı olma bakımından “hayvan” kelimesi ile ortaktır. Ancak “ko-
nuşabilme” özelliği tüm canlıları kapsamadığı için bu açıdan aralarında nâkıs
müşterek (eksik bir ortaklık) vardır… Aksi halde tam müşterek (tam ortaklık)
olurdu. Buna örnek olarak kendi fertlerine nispetle “insan” kelimesini verebili-
riz. Yahut bir grup ferdine nispetle “hayvan” kelimesi olabilir. Cümlede mâhi-
yeti için zâtî mümeyyez (özsel ayrıştırılmış) olan her şey, kendi fertlerine nispet
edilmiş olsa bile, yine de mutlak olarak nâkıs müşterek (eksik ortaklık) olur.
Onun dışındaki her zâtî, kendi fertlerine nispetle, “hayvan” kelimesi gibi ehas
(daha özel) bir şey bulunsa bile yine de tam müşterek (tam ortaklık) olur.208
Şunu iyi bil ki, kendisi ile meçhulün istendiği her kavram ismî ve “hakîkî”
değildir.209 Zelzele gibi “mâ” edatı ile “hel” soru edatı birlikte yan yana bulunabilir
mi?.. “Ma” edatı bir şeyi açıklayanın sözü için; “hel” edatı da o konu için mi kullanılır?
Burada levâzım (gerekli olan şeyler) için ve mümeyyez zâtiler (seçkin özseller) için
gerekli olan şey nedir? “Lem” edatı kıyas yapmak için midir? Bu işin hakikati nedir?
Eğer denilirse; Zâti, küllî ve cüzîdir (özsel bir kavram tümel ve tikeldir). O,
yüklenilmemiş bir yüklemedir.. O halde cinsiyye ile cüziyye bir birine çelişmez mi?
Cevâben derim ki: O ikisi zâtî (özsel) olarak müttehid (bitişik), itibar olarak
muhtelif (ayrı)dir. Bir şeyin şartları onun türünü de kapsar. Bir şey var olmama şartı
ile cüzdür. Oysa bir şey var olma şartı ile cins değildir. Mahiyetin cüzleri hakkında
dış âlemde birçok varlıklar bulundukları söylenmiştir… Buradaki haml (yüklem) on-
ları bir birine birleştirmek içindir. Dış âlemde onun alındığı bir yer vardır denilmiştir.
Ayrıca itibarlar ibare ve itibarların itibara alınmasıyla değişir.
﴾Bir kelime (yi ele alıp onun) hakkında soru soranın talep ettiği şey, sa-
dece bir şeyle sınırlı kalmaz. Onun hakikati, kendisiyle özel kılınmış diğer şey-
lerle de ilgilidir. Yani o kendi türleri ile özel kılınıp hususi olmuş olan bir şeydir.
Birkaç şey (kelime) hakkındaki soruda ise onların arasında tam bir zâti müşte-
rek (özsel ortaklık) vardır. Örneğin Zeyd hakkında soru soran bir kimse onun
insan olma özelliğini ortaya koymak istemiştir. İnsan hakkında soran ise onun
konuşan bir hayvan (canlı) olduğunu kastetmiştir. (Zeyd’in varlığı) o ikisi (insan
ve konuşan canlı kelimesi) veya onlarla (onun türündeki diğer varlıklarla) ilgili-
dir. Zeyd ve Ömer yahut Bekir kelimelerini söyleyen onların insan olma özellik-
lerini de kastetmiştir. İnsan ve at kelimelerini ifade eden bir kimse onların hay-
van (canlı) olma özelliklerini kastetmiştir.
207 [Bir kavram diğer bir kavrama nispet edildiğinde, ya ondan daha genel veya ondan daha özel, ya ona
eşit yahut ondan farklı olur. Buna tam veya eksik girişimlilik denebilir. İki kavramdan sadece biri diğe-
rinin bütün fertlerini içerirse bu iki kavram arasında tam girişimlilik oluşur. Mesela, “canlı” kavramı,
“insan” kavramına nispet edildiğinde, “canlı” kavramının “insan” kavramından; diğer taraftan “varlık”
kavramı “cisim” kavramına nispet edildiğinde de “varlık” kavramının “cisim” kavramından daha genel
olduğu ve aralarında tam girişimlilik bulunduğu görülür. Mesela: “Bütün insanlar canlıdır” ama her
canlı insan değildir. Dolayısıyla “bazı canlılar insandır” deriz. Eksik girişimlilik ise, iki kavramdan her
biri diğerinin sadece bazı fertlerini içermesidir. Mesela: Bazı canlılar beyazdır. Bazı beyazlar da canlıdır.]
208 Gelenbevî S: 8. Satır: 19. Aynı metniyle. –A. B.-
209 [Ona bir isim verilemez, çünkü gerçekte zaten yoktur.]
-93-
-94-
[Sayfa: 69]
O ikisini (insan ile at) ve ağaç kelimelerini söyleyen bir kimse, boy atıp gelişerek
büyüyen bir cismi kasteder. (Bu sözcükler) taş kelimesi birlikte söylendiğinde
cisim olma özellikleri kastedilir. Onuncu akıl (aktif akıl) kelimesini ifade eden
bir kimse onun cevher olma özelliğini kasteder. Zâti bir şeyi (özsel bir varlığı)
diğerlerinden ayrıştırıp belirgin hale getiren bir şey ile soru soran kimse, bunu
herhangi bir kelime ile ifade eder. (O sorulan şey) cümle içinde (kullanıldığında)
belirgin hale gelir. Onun kaydı eğer zâtında olan bir şeyle yapılmışsa zâtî belir-
lilik, ârızındaki bir şeyle yapılmış ise ârızî belirlilik (geçici özellik) veya hiçbir
şey ile kaydedilmemiş (şarta bağlanıp sınırlandırılmamış) ise mutlak belirlilik
meydana gelir. Tek başına sadece Zeyd’i veya herhangi bir şey ekleyerek Amr’ı
da soran bir kimse, onların kendi zatında konuşabilen, hisseden, büyüyen yahut
hareket edip uzaklaşabilen bir varlık olduklarını ifade eder. (İşet bunlar ârızî
özelliklerdir.) Meselâ Zeyd’in gülen ve yürüyen birisi olması arızî bir özelliktir.
At ile Zeyd görülüp hissedilebilen veya büyüyüp gelişen zâtı bir varlıktır… Nefes
alma ve yer kaplama gibi özellikler ârızi durumdur. Sen diğerlerini bunlara kıyas
et..﴿ 210
﴾Aynı şekilde fasıl (ayrım) mâhiyete dayalıdır.﴿ 211 (Beş külliyâtın üçüncüsü
olan) “fasıl” (ayrım), (mâhiyet içinde) “cins” olma payından elde edilmiştir. “Fasıl” kül-
liyesi “tür”e bağlı olan “cins”in ayrılmış halidir. Cins, faslın genel ârızıdır. Fasıl onun
özelliğidir. Tür de o ikisinin genel özelliğidir. Genel araz ise “cins”in hususi bir özelli-
ğidir.
﴾Bir cüz (tikel) tekrar etmez…vs.﴿ 212 Yaradılıştaki abeslik hakkında, yani
birbirine eş olan iki şeyin bir araya gelmesi için onlara zıt olan diğer şeylerin bir araya
gelmiş olması gerekir.213 Bir cesette iki ruhun bulunması gerekliliği veya bunun zıddı
abestir. Bununla birlikte bazı insanlar kâhinin cesedinde birkaç şahsın birlikte oldu-
ğunu zannediyor. Onun şahsi ruhuna uygun bir cin girip karışıklık çıkardığı için bu
zan yanlıştır.
ması mümkündür. Onun yerine kendine zıt olan bir şeyin gelip birlikte olması muhaldir.
-95-
-96-
[Sayfa: 70]
﴾Birleşmez...vs.﴿ 214 Mesela bir insan aynı zamanda hem konuşup hem de
gülemez. (Bir cevherde bu iki araz aynı anda olmaz.) Birbirinden bağımsız iki sebep
gibi, (bazı şeylerin) bir araya gelmesi için, ihtiyaç duyma ve ihtiyaç duymama halinin
bir arada bulunma hali nasıl olur?
Buna şöyle cevap veririm. O iki şeyin her birisi ya bir şeyin şartı olma, ya bir
şeyin şartı olmama ya da hiçbir şart olmama itibariyledir. Üçüncüsü “cins”215 gibidir.
İlk ikisi üçüncüsünün “tür”üdür. Birincisi insanın kendisidir. Onu, diğer “tür”den
“fasl” (ayrım)ı ise gülmesi gibi (ârızi bir özelliği)dir.
﴾Uyarı: Dış gereklilik imtina (kaçınılmazlık)tır… v.s.﴿ 216 Eğer şöyle deni-
lirse: Lazıma yönelik olarak gereklilik bulunursa vacibin217 de olması gerekmez mi?
Cevap olarak derim ki: Çünkü bu durum ihtiyar218 (tercih) ile icap219 olur. Aynı
şekilde buna teselsül (zincirleme devam etmek) gerekir. Aksi halde lüzûmiyât (gerek-
lilik halleri) şahıs durumuna getirme suretiyle mütemâsil (birbirine benzeyen eş) bir
hale gelir. Arz edilen şeylerin ve şahıs220 haline getirme durumları da buna benzerdir.
Kelime bulunduğu konum itibariyle abes olabilir. O durumda şahıs üzerinde sınırlı
kalmak gerekir. Bu, şu sözün manasıdır: “Lüzûmun lüzumu kendisidir.”
214 Gelenbevî S: 11. Satır: 9… (Molla Habib merhumun tespit ettiği birkaç örnek.. Yani Gelenbevî sayfa
ve satırlarının yerleri hakkında…) -A. B.-
215 “Cins”in “tür”le sınırlı kalması gerekmesin diye burada ittihat (birleşme) dememiştir.
216 Gelenbevî S: 11. Satır: 25. Bu da Molla Habib’indir. -A. B.-
217 Bizzat
218 Bu, yapılan tercihi güçlendiren bir şeydir.
219 [Îcab: Bir hükümde yüklemle özne arasındaki bağın olumlu olması, yani olumlu hale getirmektir.]
220 Mahiyetlerde olduğu gibi.
-97-
-98-
[Sayfa: 71]
surlar nesnenin ait olduğu cins ve cinsin altındaki fasılla o nesnenin özellik (hâssa) ve niteliklerinden
(araz) ibarettir. Bunlardan cins ile fasıl nesnenin özünü ve mahiyetini oluşturduğundan bu iki unsurla
yapılan tarife tam veya hakiki tarif denir. Meselâ, “İnsan düşünen canlıdır” önermesinde “canlı” insanın
yakın cinsi, “düşünen” yakın faslıdır. Eksik tarif ise nesnenin uzak cinsiyle yakın faslından oluşur. “İn-
san düşünen bir cisimdir” önermesinde “cisim” insan için uzak bir cins iken “düşünen” onun yakın
faslıdır. Eğer tarif, nesnenin özüne ilişkin ayrıştırıcı temel yönünü değil sadece ayrıntılardan ibaret özel-
lik ve niteliklerini açıklıyorsa ona “resim” adı verilir. Resim tam veya eksik olabilir. “Tam resim”, bir
şeyin yakın cinsi ile onun ayrılmaz bir özelliğinden meydana gelir. Örnek: İnsan gülen canlıdır. “Eksik
resim” ise aynı hakikatin araz türü niteliklerinden oluşur. “İnsan iki ayağı üzerinde yürüyen, dik duran
ve yapısı gereği gülen bir canlıdır” ifadesinde insana yüklenen ve araz türünden olan bu niteliklerin
hepsi bir tek hakikati, insanı tarif eder.]
İlk olarak şunu iyi bil ki tarif, zâtiyyâtın mücerredi (özsellerin soyut hali) ile yapılır. Birincisi, yakın cins
ile yakın fasıl gibi birbirine yakın olan şeyleri veya yakın fasıl gibi bazılarını bir araya getirerek yahut
uzak cins ile toplayarak yapılır. Bunlardan birincisi tam tanım, ikincisi (nesnenin uzak cinsiyle yakın
faslından yapılan tarif) eksik tanımdır.
İkinci olarak: Tarif ya yakın bir cins ve hâssa (özellik) ile birlikte hatta tek başına sadece hâssa ile ya da
uzak cins ile birlikte yapılır. Bunlardan ilkine “tam resim”, ikincisine “eksik resim” denir. Bu tanım
detaylı bir şekilde arazlarla birlikte yapılır ve gizli bir şey kalmaz. (Beş küllînin içinde) zaruri olarak
bulunması gereken dört kısmın sınırlanması ile tanım yok olur. Nitekim tam tanım, yakın cins ile yakın
faslın birleştirilmesiyle elde edilir. O ikisi uzak fasılla birlikte, o ikisi yakın cins ile birlikte, o ikisi hâssa
ile birlikte, o ikisi genel araz ile elde edilir ve böylece devam eder gider. Eksik tanım ise, uzak cins ile
yakın hâssa fasıldan elde edilir. Böylece yakın fasıl ve hâssa elde edilir. Onunla genel araz, o ve uzak
cins ile birlikte uzak fasıl elde edilir ve buna benzer devam eder gider. →
-99-
-100-
[Sayfa: 72]
-101-
-102-
[Sayfa: 73]
228 Bu her bir terkip ihtimal yirmi dörttür. Terkip sayısı ile ihtimal sayısı birlikte düşünüldüğünde üç
bin üç yüz altmış sayısı ortaya çıkar.
Beşliler: Bunların sayısı beş bin dört yüzdür. Yedi arasında beşli terkibin dört yüz elli şekli vardır. Şayet
altı şekilden birisi terkip edilse bile iki terkip mümkün oldukça cüzlerde birleşmez. Mutlaka altı şekildeki
üç cüz ile birleşmesi gerekir. Üçlü terkipte ortaya çıkana göre altı şekil arasında tekrar edenin elli şekli
vardır. Şayet iki terkip şeklinden her birinde birleşmeyen her iki cüzü, diğer terkip şekillerinden birleş-
meyen iki cüzün her birisi ile değiştirirsek bu sayı dört yüz elliye ulaşır. Bu terkiplerin her birinde
tasavvur edilen ihtimallerin sayısı yüz yirmidir. Terkip ihtimalleri ile terkip sayıları birlikte düşünüldü-
ğünde, hedeflenmiş olan beş bin dört yüz sayısı elde edilir. Her altılı ve yedili terkibin beş bin kırk şekli
vardır.
Birincisine (altılıya) gelince şöyle olur: Göründüğü gibi altılının yedi ile birlikte terkibi yedi şekildedir.
Onların her birisindeki ihtimal sayısı yedi yüz yirmidir. Terkip ihtimalleri ile terkip sayıları birlikte dü-
şünüldüğünde, hedeflenmiş olan beş bin kırk sayısı elde edilir.
İkincisi (yedili) ise şöyledir: Eğer onun tek bir şekli bile olsa ihtimal sayış az önce yukarıda zikrettiğimiz
rakama ulaşır. Bunlardan birisinin çarpmada etkisi görülmezse ihtimal sayısı ile terkip sayısı aynı olur.
Terkiplerdeki ihtimallerin daha önce elde edilen terkip sayısının buradaki ek cüz sayısının içinde çar-
pıldığında ek ihtimaller ortaya çıkar. Husus bakımından bunların bazısı doğru bazısı yanlıştır. “Tür”ün
cüzlerden biri veya umum için olması gibi… Onun içinde “hassa”dan ve yakın “fasıl”dan biri olmaması
gibi… Yahut “ehas”sın “e‘amm”dan önce gelmesi gibi. Ancak bu, tariften maksat ya kendi oluşumuna
ya da kendi dışındaki diğerlerinden ayrışımına göz atmaktır denmez. Bu, yakın “cins” ve yakın “fasıl” ile
elde edilir. Yahut yakın “cins” ve “hassa” ile yapılır. Fakat bunu uzak “cins”e veya genel “araz”a yahut
uzak “fasıl”a birleştirmeye gerek yoktur. Diğerlerinin kıyası da böyle yapılır. İşte bunun için tam veya
“tarif” ve “resim”leri sınırlayıp zikrettikleri yerlerde kısalttılar.
-103-
-104-
[Sayfa: 74]
229 Bu kaynaklardan birisi sözlüktür. İkincisi medlûl (işaret edilen anlam) olup o ismî
(isimsel)dir. Terimlerin tarifi, var sayımlar ve yok sayımlar bu türdendir… Üçüncüsü
mana için yapılan gerçek tariftir. Dördüncüsü illetlerin tümüyle “tam tarif” gibi yapı-
lan veya bir kısmı ile “nakıs tarif” gibi olandır. Veya bunlar “eksik resim” (betim) gibi
malullerle (illetli olanlarla) yapılır. Yahut “tam resim” gibi birbirine uygun olan şey-
lerle yapılır. Bunlar önsezi ve zan örnekleri tasavvurlarında kullanılır. Ayrıca bir kere
ve kârsız olan intikallerle yapılan fıtrîlerin (doğal şeylerin) tasavvurlarında kullanılır.
“Tam tarif” olan illetle yapılan tanım kişiyi matluba (istenilen şeye) ulaştırır.
Yani terimlerde onun etrafında dönen ve onun benzeri olan şeylerden tecrit (soyut-
mala) ile kapsam alanı sınırlanıp konu daha net bir hale getirilir. İşte bu “resm”i230
elde etmek için yapılan bir giriştir ki ulaştırır…
Mantık ilminde iltizâmi delâlet231 (e rağbet edilmediği için) terk edilmiştir. Aksi
halde “resim” (betim) tarifi olurdu. Tam tanım, ancak bir şeyin cüzlerine atıf yaparak
onu kısımlarına ayırmakla yapılabilir. Örneğin; “Senin içinde bulunduğun ev”, ta-
nımlaması veya “Şiir beyit gibi başka şiir beyti yoktur.”
﴾… herhangi bir şekilde yapılan tariften önce… v.s.﴿ 232 Şunu iyi bil ki:233
Bedihi ve lâzım; ve şartîliği nefyeden şeyin yüzüne olan ilim ve ıttıla’ ile, o şeyin bir
vech ile olan ilim ce ıttıla’ arasında gayet açık bir fark vardır.
229 El yazma nüshada bu kelime “laktî” olarak yazılmıştır. Ancak bağlam gereği bu kelime “lafzî” şeklinde
olabilir. -A. B.-
230 Eksik tanım da aynı şekildedir.
231 [Klasik mantıkta lafzî vaz‘î delâletin mutabakat, tazammun ve iltizam olmak üzere üç türü vardır.
Bir nesneyi veya bir kavramı ifade etmek üzere kullanılan lafzın o nesnenin veya kavramın bütün varlı-
ğına ve unsurlarına delâlet etmesine mutabakat, bu unsurlardan birine veya birkaçına delâlet etmesine
tazammun denir. Bir lafzın doğrudan doğruya konusunun yanında bir de zihnin bu konuyla bağlantılı
gördüğü başka bir varlık veya anlama delâlet etmesine de iltizam denir. Meselâ “yaratılmış” lafzının
bütün yaratılmışlara delâleti mutabakat, insana delâleti tazammun, yaratıcı olan Allah’ delâleti ise ilti-
zamdır. Çünkü mahlûk”yaratılmış” lafzı “yaratıcı” fikrini içermemekle birlikte zihin “yaratılmış” lafzın-
dan dolaylı ve iltizâm ile zorunlu olarak Hâlik fikrine varır.]
232 Gelenbevî S: 13, satır: 21, Molla Habib’in tesbiti. A. B.
233 Abdulkâdır Badıllı’nın tercümesi.
-105-
-106-
[Sayfa: 75]
Zira evvelkisi ismî ve kasdî olup altındakilerin ufak bir inkişafı dahi söz konusu
değildir. İkincisi ise: harfi, tabaî ve unvanî olduğundan, altındakilere ışık gölgesi
düşmesiyle, alaca karanlıklı bir durum alırlar. Demek ki; bir şeye ilim ve ıttıla’,
her şeye de ilim ve ıttıla’ı lâzım kılmaz. Hem evvelkisi, şeyin dış yüzüne dair
tafsilli234 bir ilim iken; ikincisi, şeyin icmali235 ilmidir. Dolayısıyla; birincisi,
hepsinin toptan bir sureti iken, ikincisi ise, tek tek bütünün suretleridir.﴿
Şöyle dersen: “Resim” hâssayı gerekli kılar. Onunla yapılan tarif236 ihtisas ile
yapılan bir ilmin olmasını gerektirir. O ilim ise mahdudun tabiatını (tarif edilerek
sınırlandırılan bir şeyin doğal halini) iyi bilmeyi gerekli kılar. Eğer durum böyleyse
bu ard arda giden zahir bir devir (döngü) değil midir?
Cevap olarak derim ki: Tercihe dayalı ihtiyari fiil tertipli (düzenli ve planlı) ya-
pılır. Tertip ise ne o âlim, ne ilim ile sınırlıdır. Zaruri olan intikal ise tercihe dayalı
olmayıp zihnin tabii durumundan kaynaklanır. Ancak aynı konuda ihtisasın bulun-
masıyla daha fazla ileri gidemeyip orada sınırlı kalır.
﴾Oğul mefhumunu kapsamayan “baba” tarifi gibi….vs.﴿ 237 Başlığın değiş-
mesi ile zaruri ve nazari olarak eşyalar da değişir. Böylelikle, büyük külliye 238 ile sı-
nırlı kalmaktan dolayı ortaya çıkan problemler yavaş yavaş çözülür. Birincisi netice-
sine göre değerlendirilir. Bu durum onların (tarif içinde) tezat (zıt) bir ifade bulunması
gerekir, sözlerini rafa kaldırır. Nitekim onlar: “Muzaf tarifinin içinde mutlaka muzaf
olanların zikredilmesi gerekir.” Böyle olmadığı takdirde bu durum onunla tarif yapıl-
masına imkânsız hale getirir.
234 Çünkü sen ona kasıtlı olarak bakmadıkça o bir unvan (başlık) olamaz. Genel bilgi halinde kalır. Bir
şeyin mufassal (detaylı olarak açıklanmış) olabilmesi için topluma ait fertlerin (bütüne ait parçaların)
hepsinin tek tek tespit edilmesi gerekir.
235 Yani genel manada ifade edilen icmâli ilimdir.
236 Tarifte iki itibar vardır: Birisi intikal, diğeri tertiptir. Birinci zaruri olup varlıkla sınırlıdır. İkincisi ise
ihtiyari (tercihe dayalı) olup herhangi bir şey kısıtlanmamıştır. Çünkü onu duymak yeter.
237 Gelenbevî S: 14, Satır: 1. Molla Habib’in tespiti… -A. B.-
238 Mesela: Âlem değişkendir. Her değişken hâdis (sonradan meydana gelmiş)tir. O halde âlem hâdistir.
İlk önerme normalde böyle bir sonuç vermemesi gerekir. Çünkü külliye tüm fertleri sayısınca birçok
konuyu tazammum eder (kapsar). Meçhul bir fert oldukça külliye olmaz. Âlemde ise sayısız fertler vardır.
Bunların hepsi bilinmemektedir. Dolayısıyla böyle bir sonuca varmanın bir maslahatı yoktur. Bu du-
ruma karşılık verilen cevap şöyledir: Kuşkusuz ki zâtın değişken bir başlıkla bulunma hali hâdislik
(sonradan meydana gelme) bakımından bedîhî (çok açık olup pratik)dir. Âlemin başlığı ise nazarî (teo-
rik)tir.
-107-
-108-
[Sayfa: 76]
239 Aynı şekilde muzafın muzaf ile tarif edilmesi de imkânsızdır. Çünkü bu iki kelime marifet ve cehalet
(bilinme ve bilinmeme) bakımından müsavi (eşit)dir. İki kavramdan önce birisinin tarif edilmesi gerekir
çünkü diğeri ona bağlıdır. Burada ortaya çıkan cevap: Burada gerekli olan durum başlığın değiştirilmesi
ve doğruluğun tartışmaya açılması halinde geçerlidir. Çünkü bu hâli ile döngüsel olmayan bedihi bir
mefhumdur. Kavramın içeriği değişmesine rağmen aynı başlığı alması doğru değildir. Çünkü her ikisi
de nazarî (teorik) olma açısından müsavi (eşit)dir.
240 Gelenbevî S: 14, Satır: 7, Molla Habib’in tespiti…. –A. B.-
241 [Vehmiyât: Gerçekte var olmadığı halde var sayılan şeyler, kuruntudan doğma zanlar üzerine kurul-
muş bilgiler.] Yani hissetme anında hissedilen apaçık durumlar, ayrıca ğayb esnasında farazi olarak
hissedilen vehmiyat da bu kapsamdadır.
242 Yani çelişmesi için bir şüphe bile olsa…v.s.
243 Gelenbevî S: 14, Satır: 7, Molla Habib’in tespiti…. –A. B.-
244 Gelenbevî S: 14, Satır: 12, Molla Habib’in tespiti…. –A. B.-
245 Basit cins
246 Hakiki tür
247 Tanımlanan
248 Sınırlandırılan
-109-
-110-
[Sayfa: 77]
teorik olarak bakıldığında neredeyse tarif etmek imkânsız olur denilmiştir. Bunlar sonradan kazanılmış
olan terimlerdir diyenler de vardır. Bazıları ise bunlar son derece açıktır demişlerdir. __Takrir__
253 Mürekkep, haber ve inşa konularında.
254 Madde-ye
255 [Yüklemli önermelerde konu ile yükleme “tarafeyn” denir.]
256 Gelenbevî S: 14, satır: 19. [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. -A. B.-
257 [Abdulkâdir Badıllı’nın tercümesi]
-111-
-112-
[Sayfa: 78]
(Yani bir şeyi diğer bir şeye kıyas ederek dayandırmak…) Bu ise, mantıktaki
hamliye ve muttasılada olduğu vecihle, ya iki tarafça mütehaliftir. Bundan do-
layı cüzleri tabii bir şekilde terettüb ederler. Yahut da, munfasılada olduğu gibi;
iki tarafça uhuvvet gibi müteşabihtir. Ve bunun terettübü ise, sadece vaz’idir. 258
Yani sun’icedir. Demek ki hüküm, ya doğrudan onundur. Yani her iki tarafın –
velev ki birbiriyle münasebetdar da olsa- terettübü icmalen mülahazaya alınma-
sıdır. Ya da, onun yanındadır veya ondan bir şeydir. Yani her iki tarafın halleri
tafsilli bir nisbetle mülahazası yapılabilinir. Onun kaziyesi tahlilden evvel ve
sonra yapılamasa da…259
İşte hüküm ve isnadın üç şeklinden birincisi, nakl ve akl ehli arasında
müşterekliği varken →
-113-
-114-
[Sayfa: 79]
→ üçüncü şekli ise,260 ikincisi ile has münasebeti vardır. Amma ikinci şeklinde
ihtilaflar olmuştur. Hatta İmam-ı Şafii ile İmam-ı Hanefi dahi… İşte bu
mes’elede, nakl ve rivayet ehli demişlerdir ki; ceza ve şart, hüküm içerisinde
olan bir kayıttır. Akıl ve dirayet ehli ise; “Hayır, belki hüküm, iki taraf arasın-
daki lüzum itibariyledir” demişlerdir. Böylece muhalefetin semeresi, bir ağacın
semereleri gibidir ki; onun meyveleri yapraklarından daha çok olmuştur.
Bu mes’elenin bir örneği olarak, mesela desen ki; ”Ben şu şeye mâlik ol-
sam, o zaman o, vakıftır. Yahut da şu hür olan kadını alsam, o zaman benden
boştur”. Nakl ehli ve bunların içinde İmam-ı Şafi’nin re’ylerine göre; bu söz,
şer’an hükümsüz bir yemindir. Çünkü kaydın illeti cezadır. (Yani neticedir) Bu
ise: Onu buldun ama, onu kabul edecek bir mahalle tesadüf edilmedi.261 Zira
illetin in’ikadına mahallin kabiliyeti şarttır. (Onun mâsadakı ortaya çıkar.)
Amma mantık ve akıl ehlinin ve bunlardan İmam-ı Âzam262 Hazretlerinin
görüşleri ise; illet, şartiyetin kendisidir. (Yani hüküm için şartilik yeterlidir.)
Çünkü şartiyet ise, ona bağlı olanların vücutlarıyla takarrür eder. Onun da vücut
ve sühutiyle illet in’ikad eder. İllet de in’ikad edince, in’ikadından beri bekleyen
bir mahallin ona muntazır olduğu görülür.
﴾Ortaya çıktı ki cüzler….vs. ﴿ 263 Kaziye, ma‘lûm ve ilimdir.264 Birinci için iki
tarafeynle birlikte aynı hüküm vardır. İkincisi için zihindeki bu üç şey onunla yani,
“Onunla verilen hükmün tasavvur edilmesi” şeklinde tabir edilir.265 Nispet yani tam
olan nispet, ona muzaf olan bir haberdir.266 Bu nispet terkip için delil gösterilir.267
–A. B.-
263 Gelenbevî S: 15, satır: 1, [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. -A. B.-
264 Tasavvur ve tasdik olmaması bilakis mütesavvir olması itibariyle böyledir. Kaziyenin maddesi olması
ilgilidir. Bu durum sonraki âlimlere göre böyle değildir. Fakat müstakil de değildir. Onlara göre cüzlerin
sayısı aynı şekilde dörttür. __Takrir__
266 Yani izafet söz konusu olan şey. __Takrir__
267 Ondan elde edilen sonuç: İ’rab şekilleri ortaya çıkaran harekelerdir. Çünkü nahivsel harfi manalar
(dil bilgisine ait bire bir anlamlar) bir sözün kelimeleri arasına kalıp gibi dökülür. Harflere hareke ver-
mekle bu kalıpların her birisi renklenir ve anlam çeşitliliği kazanır. İşte bu manalar harekeler sayesinde
bilinir.
-115-
-116-
[Sayfa: 80]
Açık değildir. Burada makul bir delil268 vardır.269 … 270 Zihin ile hariç arasında
bir nev’i muamele olan iz’an ise, iki taraf ortasında bir münasebet-i tamme gi-
bidir ki, nefsin inkıyadını lüzumlu kılar… Bu noktadan dolayı denilebilir ki;
“İman, mantıki tasdikten terekküb eder.” Hem iz’anın mahkûm-u aleyhi yani
(hakkında hükme varılan bir şeyi) tasavvur etmesi lüzumlu bir iştir. Çünkü meç-
hul-u mutlak271 bir şey hakkında hükme varmak mümkün değildir.
Burada şöyle bir sual vârid olabilir ki: Hakkında hükme varılması müm-
kün olmayan şey için de tasdik ve hüküm verilmiş olabilir?
Buna şöyle cevap verilir ki; meçhul-u mutlak olan bir şey, kaidece272 man-
tıkta, makul-u sâni273 ile tabir edilir ki; makul olanın lâzımı olan mahmûlü ıskat
eder.274 Bu ise, zihinde →
268 [Mantıkçılar, öncülleri kesin bilgilerden oluşan aklî delillere “burhan”; meşhûrât veya müsellemâttan
oluşanlara “cedel”; zanniyyât veya makbûlâttan oluşanlara “hatâbe”; vehmiyyâttan oluşanlara da “saf-
sata” veya “mugalata” adını verirler. Aklî bir delilin kesin olabilmesi için bütün öncüllerinin zarûriyyât
veya yakīniyyât türünden oluşması gerekir. Böyle bir delil “burhan” adını alır.]
269 Yani varlık ile yokluk, müspet ile menfi (olumlu ile olumsuz arasında.
270 (TT) [Abdulkâdir Badıllı’nın tercümesi]
271 Onun neşet ettiği yer bir kaidedir. Malumun kaziyesi (bilinen bir şeyin önermesi) üzerine hüküm
verilir (sonuca varılır). Bu iki şekilde yapılır: Birincisinde kaziyenin zıddı (önermenin tersi), ikincisinde
ise onun eş anlamlısı alınarak hükme varılır.
272 Yani hükümle onun bir kaide olduğu anlaşılır. Dil bilgisi konuları fertler için ikinci makullerdir. –
Nursî-
273 Yani konuların başlığı yoktur. Onun bir kuvveti (etkisi) vardır. Fertler üzerine onun yolunda
-117-
-118-
[Sayfa: 81]
ferazice275 olanın tipinden olur. Hem harfi olan bir kaziye, ismiyeye… ve makul-
u sâni de makul-u ûlaya tahavvül edebilmesi hükmünce; hakkında hükme varı-
lan şey, böylece bu terkib içinde sahih olur ve kendi cildiyle276 kaynaşarak te-
cemmûd277 edebilir. İşte o zaman o iş, malûmun fertlerinden olmuş olur.278 Sen
sanki konuyu tasavvur ettikten sonra hükme varmış gibi olursun. Bu yüzden ona
ismî ve makul279 bir nazarla bakarsın. Birincisi, yakının sıfatı sabit değildir. 280 Sen
mahmûle (yükleme) varman nedeniyle onun elbisesi yırtılır ve diğerinin kanadından
neşet eden ikinci bir makul haline dönüşür. İşte burada senin şu sözündeki kör ha-
ber çözülmüş olur: “Ben şimdi dediğim şeylerde yalan söylüyorum.” Yani “ben yalan-
cıyım.” Oysaki sözün yönü, doğru hükmün verilebileceği şekilde olmalı ki ta ki faydalı
olabilsin. İşte o zaman daha genel bir yüz tasavvur edilmez. Çünkü o bir anlam ifade
etmez. Mahmûlün281 girebileceği (hükmün verilebileceği) bir girişi yoktur. Zira o abes,
boş bir şeydir. Bilakis ikisinin arasında bir vesile ile olabilir. Ehas (daha özel bir şey)
e’amm (daha genel bir şey) üzerine bir şey gerektirmez. Çünkü o konum ölçüsüne
benzer olarak gelmiş olan mülâhaza yapmak için kullanılan bir âlet, ölçüdür. Hü-
kümde, kendisi hakkında hüküm verilen şeyin başlığı yoktur.282
﴾Bir şeyin meydana gelmesine delâlet eden lafız…..vs.﴿ 283 Üzerine hüküm
verilen lafız, onun sayesinde her ne zaman kaziyenin maddesine delalet ederse, sureti
nispet olan dâl (delâlet eden)den mutlaka boş olmaması gerekir. Dâl (bir şeye delalet
eden lafız) fiil cümlesi gibi ya zımnî (alt içerik)dir ya da bağımsızdır. Müstakil olma
durumu ise ya i’rab bildiren hareke gibi lafız dışı bir şeydir…
275 Mahmulün (yüklemin) imkânı kapsamasının alameti, imtinâ (imkânsızlık) ve diğer zihinsel işlemler-
dir.
276 Yani meçhul lafızla.
277 Yani onun hevâi (boş) manası
278 [Abdulkadir Badıllı’nın tercümesi buraya kadardır.]
279 Onun sıfatı daha yakındır.
280 Çünkü şimdi onun sübutu eksik olur.
281 Yani daha hususi (ehas) olması caiz değildir.
282 Ta ki mahmûl (yüklem)e gereksinim duymasın.
283 Gelenbevî S: 15, satır: 13, [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. –A. B.-
-119-
-120-
[Sayfa: 82]
İşte bu yüzden284 bir rabıta (bağlaç)tan nedeniyle mebni hakkında mahallen merfu
denilir. Müstakil olan bir şey ya sözeldir ya da değildir. Sözel olduğunda onun nitelik
ölçütleri genel manada olumsuzluk (değilleme) üzerinedir… Şart ve edatlarında sübut
üzerine olur… Yüklemli önermede nakıs fiiller ve genel fiiller bulunur. Onun çıkış
kaynaklarından maksat, nispeti birleşen harfi manalardır. Çünkü oluşum, varlık ve
o nispetin benzerleri harfî ve ismîdir. Harfî nispet, harfî varlığı bulunan ve kendisi
sübut olan bir nispettir.
﴾Bil ki konu …vs.﴿ 285 Mevzu ile mahmûl (konu ile yüklem) zâtı ve mefhumu
kapsadığında; birincisinden murad zât gibi olur çünkü o onun üzerine çökmez… İkin-
cisinden murad (sonuç) mefhûm gibi olur çünkü o birincisinin üzerine konulup yük-
leme yapılır. Ancak başkası ile ayakta kalabildiği için mutlaka böyle olması gerekir.
Şayet o ikisinden murad (netice) zât olursa, bu durumda kaziye (önerme) zaruri ola-
rak ya mucebe (olumlu) ya da salibe (olumsuz) olur. Aynı zamanda başka bir şey
olamaz, zira bu faydasızdır.. Murad (netice) sıfat olsa da aynı şekilde olur… Yahut
(yüklemin) birincisi sıfattır. Tabiatın (doğal halin) tersine yükleyicinin yükü gibi. Bu
durumda birincisindeki mefhum, zikrî (anısal) bir mevzu olarak konu başlığı şeklinde
isimlendirilir. Zeyd şöyledir….önermesinde olduğu gibi bazen gerçek zat ile gerçekten
birleşir. İnsan şöyledir… önermesinde olduğu gibi yahut bir şekilde kısmen birleşir.
Kitap gülendir cümlesi gibi bazen de içerikle hiç birleşmez. Dolayısıyla hakîki ile zikri
arasında mutlaka bir bağlaç, bir nispet ve konuyu özetleyen bir hakikat olması gere-
kir. İşte bu hakikat ile onun nisbeti iyice oturup yerleşir ve konu bilinmiş olur. Bu-
radan hareketle denir ki: Sıfatlar sabit olmadan önce bir (herhangi bir yerle bağlantısı
olmayan bir) küme gibidir sonra vasıf haline gelir. Mevsufun (betimlenen şeyin) cüm-
leden silinmesiyle bu vasıflar birer başlık olur. İşte buna ıkdu’l-mevzu (konunun dü-
ğümü) adı verilir.
﴾Mutlak olarak yüklem faslı…vs.﴿ 286 Kaziye (önerme) parçalarının ilki konu
olduğuna göre önce mevzu bölümlere ayrılır. Nitekim o ya hakikaten287 ya da hük-
men288 cüzîdir.
284 [Klasik mantıkta önermeler yüklemli ve şartlı olmak üzere iki kısma ayrılır; ilkine basit, ikincisine
bileşik önerme de denir. Yüklemli önermeler basit olup konu, yüklem ve bağlaçtan oluşur. Bu önermede
bağlaç kaldırılınca konu ve yüklem yalın birer terim olarak kalıyorsa önerme yüklemlidir. Yüklemli öner-
meler niceliklerine göre tümel (küllî) ve tikel (cüz’î), niteliklerine göre olumlu (mûcibe) ve olumsuz (sâlibe)
şeklinde dört gruba ayrılır. Nitelik ilişkisi açısından önermeler tümel olumlu, tümel olumsuz, tikel
olumlu ve tikel olumsuz diye ayrılır. Birden fazla önermenin mantıksal bağlaçlarla bağlanmasıyla oluşan
önermelere birleşik veya karmaşık önerme denir.]
285 Gelenbevî S: 15, satır: 20, [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. -A. B.-
286 Gelenbevî S: 16, satır: 5, [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. -A. B.-
287 Zeyd gibi veya bu.
288 İlimlerin isimleri gibi.
-121-
-122-
[Sayfa: 83]
mında mantık terimidir. Yani, daha önce doğruluğu bilinen yahut doğru olduğu sanılan bir hüküm veya
hükümlerden hareketle bilinmeyen bir hükme ulaşmaktır. Öyleyse istidlâl, bir veya birkaç önermenin
diğer bir önermeyi doğrudan yahut dolaylı olarak içerdiğini ispat etme işlemidir.]
-123-
-124-
[Sayfa: 84]
301 Kâffe, âmme, tâmme, cemîan (tümü, geneli, tamamı, hepsi birden) gibi eşanlamlı kelimeler
302 Min, mâ edatları ve “lam” ile marife olan cemiler ve diğerleri gibi.
303 Yani silbî (olumsuz) değildir.
304 Yani hakiki birliğe, şahsi itibara, huduri yahut husuli türe işaret eder. Sekiz kısımdır.
305 [İsimlerin başına gelen “el” takısı genellikle marifelik alameti kabul edilir. Bunun dışında ism-i mev-
sul, zâid ve ivaz olarak gelebilir. Marife için gelen “el” takısı ahdiyye veya cinsiyye bildirir. Medlulünü
hem manasıyla hem de lafzıyla belirgin hale getiriyorsa “lam-ı ahdiyye”, sadece lafzını marife yapıp ma-
nasını kapalı bırakıyorsa “lam-ı cinsiyye” olur. Ahdiyye olan lâm; sarîhî, kinâî, zihnî ve hudûrî gibi kı-
sımlara ayrılır.]
306 Yani fertlerin olmaması
307 O ikisi, sirayetin (bulaşmak) cevazı veya yokluğudur. Birincisi birinci, ikincisi de ikincidir.
308 O, bir mülahazaya binaen veya onun yokluğu sebebiyle sirayet cevaz vermemektir. Her ikisi de bir
şeyin şartı ile veya bir şey olmama şartı gibi onun cevazı ile olur.
309 O, fertlerdir.
310 Bu durum onunla nekra arasındaki farkı gösterir. Yani, ahdiyye lâmı zihinde belirlenen bir cinse
işaret eder. Mutlaka onun fertleri bulunmalıdır. Çünkü mahiyet kapalılıktan ibarettir. Başında ahdiyye
lâmı bulunduran isim, varlığı zorunlu olması nedeniyle cins ve ferttir. Tayin olmazda nekra olur. Nekra
ise asaleten yayılmış olan bir şeye delalet eder. Ferdin bir misali olsa de yine hakikati olmalıdır. Aradaki
fark başlangıçtadır. Bu lâm, miktarı belirlenmeksizin mutlak olarak fertlerin kapsamında kendisine işa-
ret edilen şeyin gerçekleşmesinin itibara alınmasına göre değerlendirilir. “Lâ” edatı ve mühmel (belirsizlik
ifade eden) “ba‘d” edatı gibidir Tümelden tayin edilmesi itibariyle “ba‘d” edatı, cüziyeyi tayin etmediği
için anlamı kapalı kalır. Bunu böylece iyi anla.
-125-
-126-
[Sayfa: 85]
İşte bu itibarla konusu sınırlanmadığı için kapalı bir anlam içerir. Onun kap-
samadığı başka cüzü vardır. Mana içinde fertlerle birlikte dalması ise ya örfî ya da
bir durumdur. Bu ikisinin her birisi mecmû‘î veya cemî‘y (topluluk veya cemiyet)
olur.311 Ya nöbetleşe ifrâdi (bireysel) yahut tamamen mutlaktır.312 Külliyenin kale du-
varı gibi olan lâm,313 mutlak olarak bireysel bir kuşatma olması şartı ile kendisiyle
cinse işaret edilen şeydir.
Sâlibe (olumsuz önerme) için ne bir ne de başka bir şey olan özel bir durum
vardır. Veya “mâ” (olumsuzluk edatı) veya “leyse” (değildir) yahut onların eşanlamı
olan diğer edatlar vardır. Yahut fiil veya isim şeklinde onunla eş anlamlı olan kelimler
vardır.
Cüz’î (tikel) için, her şeyin üzerine, her şeye delalet etmeyen kısmî bir alaka
vardır. Bunlar cüziyye sûru314 (tikel bağlaç ve eklemler) içinde gelir.315 Örnek: “Nîf
(küsur), tâife (grup), raht (kavim, topluluk), kıt’a (bölük), ba‘d (bazı)” ve bunların eşan-
lamlısı olan diğer kelimeler vardır. Munfasılda “dâiman” (devamlı) “ebeden” (asla) ve
eşanlamlıları bulunur. Selb-i külli (tümel olumsuz)de “elbette değildir” ve diğer eşan-
lamlıları vardır. Cüziyatta ise “kad yekûnu” (bazen olur), “kad lâ yekûnu” (bazen ol-
maz), “kad lâ yahsul” (bazen meydana gelmez) “lâ yuced” (bulunmaz), “lâ yesbitu”
(sabit olmaz) ve diğer eşanlamlıları316 vardır. Genel anlam ifade eden fiillerin de bu
ifadelerle bir şekilde bağlantı şekilleri vardır.
317 “Her C ve B” dediğimiz zaman “Küll” (Her) kelimesi tüm “C” ve “B” yi
311 “Araplar en şerefli millettir” sözünde olduğu gibi verilen genel hükümde her ferdin bir alakası yoktur
yahut “fakihler kaya taşıyorlar” sözünde olduğu gibi her fıkıhçının bu eylemde bir fonksiyonu vardır.
312 “Bu pide her kavmi doyurur” sözü gibi mutlaktır. Veya “her kavim bana geldi” sözünde olduğu gibi
olumsuzluk olarak belirleyen ve hükme delalet eden lafızdır. Sur denmesinin sebebi de önermeyi kuşatıp
onun sınırlarını çizmesidir. Genellikle önermenin başında bulunur. Yüklemli önermenin surları şöyledir:
1) Olumlu Tümel Önermenin Sûru: Bunlar olumlu olması şartı ile kapsam ve genellik ifade eden lafız-
lardır. Örnek: Küllü, kâffeten, cemîu, âmmeten, kâtıbeten vb. 2) Olumsuz Tümel Önermenin Sûru: Bun-
lar olumsuz olarak kapsam ve genellik ifade eden lafızlardır. Örnek: Küllü…keyse, lâ şeye min, lâ
vâhidun min vb. 3) Olumlu Tikel Önermenin Sûru: Nicelik bakımından farklı türlere delâlet eden ve
tümelde tikel olma manası veren lafızlardır. Örnek: Bazı, eğlab, kalîlün min, vâhidün min, ekallu min
vb. 4) Olumsuz Tikel Önermenin Sûru: Nicelik bakımından tikel anlamlara delalet eden lafızlardır. Ör-
nek: Leyse küllü, leyse ba‘zu, ba‘zu…. Leyse, kalîlun min…leyse]
316 Leyse (değil), betteten (hiç), betleten (kesin olarak), aslen (asla), kat‘an (katiyetle) ve diğer eşanlamlı
olan kelimeler.
317 Mukatta harflerle işaretli bu paragrafı ben anlayamadım. Herhalde mantığın bazı aksamına işaret
eder. Abdulkadir Badıllı. [Bir âlimin anlayamadığını bir câhil nasıl anlar bilinemez. Yine de ilim talebe-
lerine bir fikir vermek için anlayabildiğimiz kadarını tercüme etmeye çalışacağız. Bize göre bu harfler
sanal isimlerdir. Matematikteki A, B, C veya X gibi harfler olabilir.]
318 Yani, mutlak olarak içine alır. Bininin yerine diğeri gelip ona bedel olmaz.
-127-
-128-
[Sayfa: 86]
yaprağın arka yüzü. Arapça yazıya göre metnin ilk sayfasının arka yüzüdür. Burada “zahriye”den mak-
sat; sırta yükleme yapılmaz. Yani konunun dış yüzüne ilişik olarak bir hükme varılmaz. Bilakis yükleme
karına yapılır ve onunla karışır. Yani verilen hüküm konunun içeriğine yönelik olup onunla bütünleşir.]
323 Filozofların şehyi ve üstadı olan kişi Ebû Ali İbn Sina’dır. –A. B.-
324 Bundan sonra gelecek olan sekiz dipnot (orijinal metne göre; 275, 276, 277, 278, 279, 280, 281 ve
282 nolu dipnotlar) Gelenbevî S: 16 ve 17 lerindeki mealleriyle bulunup ancak Hazreti Üstad onların
akislerini (döndürmelerini) ispat ettiği başlıklardır. –A. B.-
325 Orijinal metne göre 275 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot.
326 Orijinal metne göre 276 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot.
-129-
-130-
[Sayfa: 87]
﴾ Veya onun eşiti.﴿ 327 Veya sadece tekrar ve sırf boş bir şey için ondan daha
umumi (e‘am)dir. “Her insan konuşandır” cümlesinde “konuşan” konunun başlığını
söylemektedir. Çünkü külli bir kaziye (tümel önerme) konusu doğru olan önerme
şeklindeki çeşitli cümlelerin en doğru olanına göre kurulur. Buradan hareketle şöyle
denir: “Bir önerme kendi alt birimlerinden dolayı tümel olur.”
﴾ Hakiki değil uygun izafet﴿ 328 tir sadece. Çünkü cins bazen (öyle bir) konu
olur (ki) onun cüzleri ona uygun bir hakikat içine alınıp sınırlanmaz. Bu durum mut-
lak olarak değildir. ﴾ Ne zatı ne de mefhumundan dolayı mutlak izafet değildir.﴿
329 Bu durum ona göre tür olan bir şey için geçerlidir. Aksi halde (uygunluk) bozulur.
﴾ “B” mefhumu onu doğrular.﴿ 330 Aksi halde arazlar (ilintiler) ve sınırsız ka-
yıtlar ile onu elde etmek için (bu mefhum) kaydedilip zapt altına alınamaz.
﴾ Onun zatı değil﴿ 331 Aksi halde önerme zaruriyet, yüklem ve ittihat konula-
rında olumlu ve olumsuz bir şekilde (sıkışıp onlarla) sınırlı kalırdı.
﴾ O ikisinin (artık söyleyebileceği bir) sözü de yoktur.﴿ 332 Çünkü tâhir (pak,
temiz) olacağı yerde karış (ıp kirlen)mıştır… Münharifler333 (doğru yolundan çıkarıp
çarpıtılmışlar) hariç pis her zaman pistir. Münharife örnek: “Kitap bazı insandır”
(Doğru cümle ise: “Bazı insanlar kitap gibidir.”)
Bütün bunlar delillerde kullanılan (herkesçe) bilinen kaziyelerde geçerlidir…
Aksi takdirde menfiler334 (olumsuzlar)den olurdu. Haliyle kaziye de (menfi olurdu).
﴾ Fasıl: Mutlak olarak hamliye (yüklemli yargı)… vs.﴿ 335 Hamliye konusu
itibariyle hariciye ve zihniye (dış ve iç) olmak üzere ikiye ayrılır. Ancak mahmûle (yük-
leme göre) nazaran böyle olur. Dışarıda dış âlemden istifade ederek yüklendiği bir
yargı bulur.
327 Orijinal metne göre 277 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot.
328 Orijinal metne göre 278 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot.
329 Orijinal metne göre 279 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot.
330 Orijinal metne göre 280 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot.
331 Orijinal metne göre 281 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot.
332 Orijinal metne göre 282 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot.
333 Bu söz yoruma binaen söylenmiştir. Aksi halde önerme zaruriyet, yüklem (mahmûl) ve ittihat konu-
-131-
-132-
[Sayfa: 88]
336 [Gelenbevî’nin cümlesi:] Yani o, ma‘dum (yok) değildir ki kâinattaki bağlantıları kesilsin. O, var de-
ğildir ki, birçok bağlantısı olan varlıklar içinde bölünmüş olan başka bir cüzün üzerine lazım olsun.
Bilakis o, nisbi şeylere nispetle bir nispetten ibarettir. Mesela: Babalık (çocuğu olmayı gerektir.), çocuk-
luk (onun bir babası olmasını gerekli kılar.), kardeşlik (onun başka bir kardeşi daha olmasını gerektirir)
ve buna benzer diğer kelimeler. Dolayısıyla ne budur ne de şudur. Yani hakiki muhali (gerçek olanak-
sızlığı) ve gerçek konuyu kapsamazsa böyle olmaz. Ayrıca mahmûl (yüklem), mevzu (konu) arasında
luzüm olması bakımından ondan istifade edilir. Hakiki mahmûl (gerçek yüklem) konu olmaktan daha
umumidir….ve diğeri. Onun taleplerine cevap verir.
337 Velev ki hakiki olmayan bir muhal olsa bile
338 Zihinsel değildir.
339 Birincisi dışında
340 Şart cümlesinin ardından gelen cevap cümlesidir.
341 Bilakis tabirdeki takdir öyle olur.
342 Yani şartlı bir önerme ile gerçek konuyu analiz etmek.
343 Bu cümleye “lev” (şayet) edatı takdir edilir.
344 Yani konunun kendi zatı mevcuttur.
345 [İslâm mantıkçılarının “cihet” terimiyle ifade ettikleri modalite, İbn Sînâ’ya göre bir önermede konu
ile yüklem arasındaki ilişki türünü gösteren bir terimdir. “Zorunlu olarak güneş aydınlatıcıdır” modal
önermesi iki yargı içerir. Biri, “Güneş aydınlatıcıdır”, diğeri “zorunludur”. Burada “zorunludur” kaydı,
“Güneş aydınlatıcıdır” yargısına katılmış başka bir yargıdır. Fârâbî modal önermeleri zorunlu, mümkin
ve mutlak diye üç grupta değerlendirir. Buna karşılık İbn Sînâ konuyu bütün yönleriyle inceleyerek bu
tür önermelerdeki ilişkiyi zorunlu, mümkin ve imkânsız diye üçe ayırdıktan sonra mümkini de imkân-ı
âm ve imkân-ı hâs şeklinde iki kısımda değerlendirir.]
-133-
-134-
[Sayfa: 89]
346 Yani, “ğayr-i ğayr” (diğerinin diğeri) olumsuz edatının geciktiği iyice ortaya çıkarsa. “Leyse” (değil) gibi
diğer bağlaçlardan değildir.
347 Yani, bazısında veya sadece aynı başlık altında genel hatlarıyla olsa bile, mahmûlün (yüklemin) en
son ispat edilmesi vaktinde konu mutlaka zihinde var olmalıdır. Sonrasında konunun bilfiil olarak ispat
edilmesi (onun dış âlemde hakikaten) var olmasına bağlıdır. Eğer bulunursa konu sabittir ve hakikat
olur. Aksi halde bulunamadığı takdirde konu farazi (varsayım) olur.
348 Gerçekten veya farazi (tez veya hipotez) olarak.
349 İmtina ve asalet (imkânsızlık ve soyluluk) başlığı ile onun içinde (zihinde) değil dış âlemde bulunur.
350 Gelenbevî S: 17, satır: 22, [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. –A. B.-
351 1) Harici muhakkak (dışsal gerçek) 2) Hârici mümkün (dışsal olasılık) 3) Zihni muhakkak (zihinsel
-135-
-136-
[Sayfa: 90]
Onlardan biri: Muhalin (imkânsız olan bir şeyin) ancak taklit etme ve benzetme
türüyle tasavvur edilebilecek olmasıdır.
Onlardan diğeri: Mevzunun (konunun) varlığıdır; özellikle zihindeki zihinselle-
rin hüküm verme anında olumlu veya olumsuz olmak zorunda olmasıdır. Araların-
daki fark sübut vaktindedir. İki varlık arasındaki fark ispattadır. Sübut ise: Birinci-
sinin bir şekilde icmali (genel) olarak yeterli olmasıdır. İkincisinde betimlenebilecek
bir yönünün mutlaka var olmasıdır.
Onlardan bir diğeri: Mevzunun zâtı (konunun kendisi) hâriciyyat354 (dışsallar)
hakkında haddi zatında (esasen, aslında) mümkün (olası) olmasıdır. (Şartlı önerme-
deki “şayet” anlamındaki) “lev” edatının hakikinin (gerçeğin) tarifinde kullanılmış ol-
masıdır. Önermede ulaşılmak istenen sonuç bu şartlı öncül değildir. Ancak ona sa-
dece işaret et (ip geç)mek istediler. Aksi halde (ne var ki) şeyh 355 konunun başlıkla
tanımlanmış olmasını şart koşar.
İki zıddın bir araya toplanmış olması, tahlil edilmesi imkânsız bir durumdur…
Asıl veya sanal olarak zihinde var olan iki zıddın bir araya gelmesi halidir. O, misdakı
(ölçüt almak) için zihinde tespit eder. O hariçte 356 (görünür ama aslında) zihindedir.
Dolayısıyla dışarda olması imkânsızdır. Hariçte hamlin değil mahmûlün (yükün değil
yüklemin) bir kaydı vardır. Aynı şekilde bazı vakitlerde zihinde ve cihetlerde (modali-
telerde var olduğu) görülür.
Onlardan biri: hüküm verme konusunda zıddın, kendi zıddının benzeri357 ol-
masıdır. Aksi takdirde zıt, (kendisine) zıt olmaz.
﴾ Vazgeçme (değilleme) ve tahsil etme hakkında fasıl… vs.﴿ 358 Bil ki, bir
şeyi elde etme hakkında vazgeçmek, (sonuç açısından hedeften) sapmaktır. Olumsuz
olumluyu elde etmek, salibe veya ma‘dûle (olumsuz ve vazgeçilmiş, “değil” kelimesi
kullanılmış) bir zan (sanı) ile mahmûl (yüklem) elde edilir.
-137-
-138-
[Sayfa: 91]
-139-
-140-
[Sayfa: 92]
Sâlibe ma‘dûl (değillemeli olumsuz). Her ne kadar onunla birlikte içinde bu-
lunmasa da kuşkusuz o olumsuzluk tekrar eder. Elde edilen olumsuz çıkarım, az
önce söylediğimiz iki önermenin zıddıdır. Çaprazlamalı paradoks olarak birbirlerini
gerektirirler. Aksi halde zihindeki ilk hali ile kalır. İkincisi ile birlikte gelince detayla-
nıp açıklığa kavulur.
﴾Mutlak manada hamliye (yükleme) faslı …vs.﴿ 362 Şunu iyi bil ki: Önerme-
nin doğal hali konunun ondan önce geçmiş olmasıdır. Çünkü konu onun niceliğini
bildirir. Daha sonra nispet (bağlaç) gelir… Kemiyetin (niceliğin) modalitesi (yani bir
önermede konu ile yüklem arasındaki ilişki türünü gösteren kelime) bağlaçtan önce
gelir. Çünkü bu (modalite) o önermenin keyfiyeti (niteliği)dir. Daha sonra ardından
mahmûl (yüklem) gelir. Bazen önermede kendi tabiatından dolayı değilleme yapılır.
Olumlu önermenin doğrulanması ile şu üç zımni kaziye (dolaylı, kapalı önerme) doğ-
rulanmış olur:
Bir: Konu için yüklemin sabit olması.
İki: Bu surla (çizilen bu çerçeve ile) konu için yüklemin sabit olması
Üç: Onun sabit olması, misal olarak gelen bu zaruri surla (çerçeve)dır. Bun-
lardan bir tanesi yok olmasıyla olumsuzluk doğru olur. Ortada açıkça görünen şey
olumsuzluğu en özel şarta yönlendirmektir. Sur (konunun çerçevesi) dikkate alınarak
kale (konu içinde) yanlışlık ve doğruluk ortaya çıkar. Müveccihlerde ise cihet (moda-
lite) nazarı itibara alınır.
Uyarı: Çıkarımın gerekli kıldığı şeylerden birisi, verilen örneğe bağlı olarak bir
kural üzerinde ısrar etmemeye özen göstermektir. Maalesef birçok insan bu hataya
düşmekte ve çıkarımı heder etmektedir. Nitekim mantık mecbur olma, mecbur ol-
mama ve devamlılık konularını araştırır. Onların mecburiyetten maksatları şayet bu
ise, aynı şekilde mantık olasılık konusunu da inceler. Bunlarla birlikte şartlılık, ge-
reklilik ve kesinlik de bulunur ki, çıkarım açıkça görülen ve kesin bilinen bir olgu
olsun. Olasılıklardan birisi doğruluk, cevaz, ihtimal hatta şüphe dahi olmasıdır. Ha-
lin devamlılığını bildiren şeylerden bazıları; “ebeden” (sonsuza dek), “fi külli vaktin”
(her zaman), “müstemirrun” (devamlı) “alâ külli hâl” (her durumda, hâlükârda) ve
bunlara benzer diğer tabirlerdir. Bunların değillemesi için “lâ dâimen” (devamlı değil),
“lâ bizzaruri” (mecbur değil), genel anlamda “lâ” (“hayır, değil” olumsuzluk edatı)dır.
Bilakis bazen açık olarak “leyse” (değil) veya gizli olarak “imtene‘a” (olanaksız) gibi fiil
kalıbında olmayan bir mana olabilir. Zaruret ve devamlılık manası bazen “yenbeği
(gerekir), istemerra (devam eder), katt (asla), ivaz (bedel), inne (muhakkak)” gibi fiil
zımnında gizli olarak gelir.
362 Gelenbevî S: 20, satır: 25, [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. -A. B.-
-141-
-142-
[Sayfa: 93]
363 [Yüklemli önermelerde eğer yüklemin konuya nispet yönü açıklanmamışsa “mutlak”, açıklanmışsa
“müvecceh” (modalite) önerme olur.]
364 Gelenbevi, S: 22, satır: 19, mealen alınmıştır. Kitabın bu kısmından sonra, yer yer Gelenbevî ile bazı
meal ve mefhumlarla mutabakat varsa da, gittikçe bunlar da kaybolmaktadır. Ta’likat eseri bundan
sonraki kısmında müstakillen gidiyor. -A. B.-
365 [En az iki önermenin “veya”, ve”, “ya da”, “ise”, “ancak ve ancak” gibi işlemlerle (bağlaçlarla) birbirine
-143-
-144-
[Sayfa: 94]
Mutlak zâtiyet (şartsız özsel), vasfiye zâtiyet (betimlemeli özsel), vaktiyye zâtiyet
(geçici özsel), hamlî şartî zâtiyet (yüklemli şartlı özsel)dir. Çünkü yüklemin sabit olma
zorunluluğu ya kesinlikle kayıtsız ya da bir şart ile kayıtlıdır. Birincisi ezeli, diğeri
içindeki bir şart itibariyledir. Zât (özsel) zât olarak devam ettiğinde nâşie olur. Zât
mevcut olarak devam ettiğinde mutlak zât olur. Yahut yüklemin şartıyla veya hariç-
teki bir kayıtla yapılır. Bu vasfiye (betimleme)nin üç, hatta yirmi türü vardır. Vakti-
yenin (yani hükmü herhangi bir zamanda ve herhangi bir fertte gerçekleşmiş bulunan
veya gerçekleşmesi mümkün olan bir önerme) ise iki, hatta kırk dört türü vardır.
Ezelî zorunluluğun ölçütü ilahi vasıflarda bulunur. Birçok olumsuz366 önerme
kalıbında subutilik367 ve selbilik vardır. Önerme herhangi bir vakitte368 olumsuz ol-
duğunda konunun varlığı ortaya çıkar. Yokluğunda ise birinci yöntem gerekli olur. O
ise ezeli olmayı gerekli kılar.
Nâşie zaruret369 (bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrıl-
ması mümkün olmayan zorunluluk) zâttan neşet eden (özsel sebebiyle ortaya çı-
kan)dır. Yani hakikat, hakikat olarak devam ettiği sürece hakikat kalır. Yani muhal
(imkânsız) olan bir şey başka bir hakikate dönüşmez. Yüklemi olumlu olan kalıplarda
onu doğrulayan bir ölçüt olması gerekir. İlahi vasıflarda370 ise böyle değildir. Örneğin
ilim yoksa vacip mümküne (zorunluluk olasılığa) dönüşür. Uzun süre insanın konuş-
maması, konuşma özelliğini yitirir demek muhal bir önerme değildir.
Türlerin olumsuz halleri veya onların gerekli kıldığı şeylere gelince; bunlar
daha başka bir türdendir. Onlarda nâşienin doğruluğu ortaya çıkar. “İnsan at değil-
dir” veya “insan inek değildir” gibi bir önerme doğrulanmadığı sürece insanın hakikati
ata veya ineğe dönüşür. Böyle olması ise muhaldir.
366 Bilindiği üzere varlık süresinde sâbitsizlik vardır. Bunu iyi düşün.
367 Yedidir.
368 “Falanca âlim değildir” sözü gibi
369 Gelenbevi S: 23, satır: 4, mealiyle. –A. B.-
370 Onlar zâtının aynısıdır. Bu yedi kadîmdir; başka değildir. Sen bunu iyi düşün!
-145-
-146-
[Sayfa: 95]
kuşatılmış bir şey değildir. Zira o, tam bir illet bulunmasını gerektirir. İşte buradan tercihe dayalı cüz
ortaya çıkar. Sen bunu iyi düşün!
375 Yani vücûp tam bir illet için hâsıl ve melzûmdur. O ise, Allah’ın (c.c.) iradesidir. Çünkü mümkün
olan bir şey vacip oluncaya kadar yoktur. Bu durum külli irade ile alakalıdır. Bu irade ise tam illettir.
Çünkü bir şeyi başka bir şey ile ilişkilendirmek onun kaybolup geri gitmesini engeller. Sonunda vacip
haline gelir. Sen bunu tam olarak iyice düşünüp anla.
376 Yani varlık içinde. Beka vakti ise tam illet itibariyledir. Sen bunu düşün!
377 Bu şey vacip olmasa bile mümteni (imkânsız) olur. İlletin gerekli olması ile birlikte bu iki durum
ortaya çıkar.
378 [Bileşikliği açıkça belli olan önermeler koşullu, bağlantılı, nedenli ve ekli olmak üzere dörde; bileşikliği
gizli olan karmaşık önermeler ise, özgülü, çıkarmalı, karşılaştırmalı ve sınırlandırıcı olmak üzere dörde
ayrılır.]
-147-
-148-
[Sayfa: 96]
yüklemli, tâlisi bitişik şartlı. 2. Mukaddemi bitişik şartlı, tâlisi yüklemli. 3. Mukaddemi ayrık şartlı, tâlisi
yüklemli. 4. Mukaddemi yüklemli, tâlisi ayrık şartlı. 5. Mukaddemi bitişik şartlı, tâlisi ayrık şartlı. 6.
Mukaddemi ayrık şartlı, tâlisi bitişik şartlı.]
383 Zâti ve ezelî.
384 Birinci vasfiyeden sonra.
385 Altı vasfiyeden sonra.
-149-
-150-
[Sayfa: 97]
Mahmûl (yüklem) şartı ile:386 Ondan daha hususi olan her şey ona nefiyle
(ispatın karşı olan olumsuzlukla) birleşir. Onun on beş387 şekli vardır.
Nesebinde zapt edilen (tutulan): Daha özel olan bir şeyin olumsuz yapılmasıyla
şartlı olan önerme daha umumi bir hale gelir. Buna karşın daha genel olan bir şeyin
olumsuz yapılmasıyla daha özel olur. Bir şekilde veya başka bir şekilde. Zorunlu 388
kaziyeyi389 (apodiktik önermeyi) bitirdikten sonra şimdi artık zaruri olmayan (proble-
matik) önermelere sırayla başlayalım. Zaruri olmayan önerme yüklemi olası olan
önermedir. Her ne şekilde olursa olsun onun yükleminde bir olasılık 390 vardır… Aksi
takdirde onlar birbirine ya müradif391 (eş), ya da muhalif(zıt)tir.392 İşte buradan hare-
ketle şöyle denir: İmkân (olasılık), zaruretin zıddı idi.393 Ve ondan daha umumi idi.394
Eğer imkân395 mahmûl ile (olasılık yüklemle) alakalı olup ona bağlı ise, önerme zo-
runlu olur.396 “Zeyd bir olasılık ile zorunlu olarak ayaktadır” 397 cümlesinde imkân
olmazsa zaruret de olmaz.
kiplik denir. Buna göre önermeler; yalın, zorunlu ve mümkün olmak üzere üçe ayrılır. Yalın önerme
(assertorik): Öznenin, yüklemi deney ve gözlemle ispatlanmış bir şekilde kendisinde taşıdığının ifade
edildiği önermelerdir. Zorunlu önerme (apodiktik): Başka türlü olması olanağı olmayan, yüklemde bu-
lunan özelliğin doğruluğu zorunlu olarak bilinen kesin önermelerdir. Mümkün önerme (problematik)
ise, yüklemde belirtilen özelliğin, belli koşullar altında olasılık dâhilinde olduğu belirtilen önermelerdir.
Bu önermelerin doğruluğu, birtakım koşullara bağlıdır.]
389 Zaruret; aklî, şer’i ve vaz‘îdir. Burada kastedilen birincisidir.
390 Elde edilen şey: Şayet o ikisini (assertorik, problematik önermeyi) zikreder ve onlara bir yön yaparsan
olasılık durumu daha genel olur. Çünkü zaruri önerme kendi içinde bir alanda bulunur. Zaruri olmayan
ise başka bir yönde, ona karşı olan bir tarafta bulunur. Mümkün ile zaruri olmayanların yerlerini de-
ğiştirsen iki zıt bir arada toplanmış olur.
391 Birbirine uyumlu olma bakımından.
392 Bulunduğu yer itibariyle zıt.
393 Manası zorunlu olmaması itibariyle.
394 Bu çok açıktır.
395 Zeyd zorunlu bir olasılık ile ayaktadır, cümlesi gibi.
396 Sadece kendisinde veya her ikisinde.
397 Yani onun ayakta olması zaruri olarak mümkündür. Aynı şekilde zorunlu olmayan önermeyi yükle-
min bir şartı yaptığında mana şöyle olur: Vacip olan kıyam mümkündür. (Zorunlu olarak ayakta olmak
olası bir durumdur.) Yani vacip olmayan kıyam zaruri değildir. (Gereksiz yere ayakta durmak zorunlu
değildir.)
-151-
-152-
[Sayfa: 98]
Zaruret birçok şekillerde tasavvur edilir; lüzum zihni ve bedihi ile şartlı398 (ko-
şullu)399 önermede olduğu gibi. Basit önerme vücûb400 (zorunluluk) ile ortaya çıkar.
Aynı şekilde imkânın (olasılığın) da olabilme, birleşme ve şüpheli olma gibi farklı çe-
şitleri vardır. Vücûb, ezeli ve nâşi olan zaruretin401 maddesinde zâti olarak bulunur.
Başkasıyla birlikte bu ikisinin dışında başka bir yerde bulunur.
Bazen imkân, mutlak olana karşı olarak gelir. Yani kuvvetli olasılık,402 hüküm
öncesi yapılan ön hazırlık diye isimlendirilir. Ancak bu, müveccihe (modal
önerme)lerden değidir. Karşılıklı zâtî imkân hârici zâtiyenin zaruriyeti içindir. (Karşı-
laştırmalı özsel olasılık, zihin dışındaki varlığın mevcudiyetini ispat etmek için kulla-
nılır.) Bunun için şüphe diye isimlendirilen zihinsel bir olasılık olması gerekmez. Kar-
şılıklı ihtimal (olasılık) yakîn, bedâhet ve ilim diye isimlendirilen zihinsel zaruret için-
dir.
İşte buradan hareketle normal ilimlerde hissedilen vehmiyatın bedâhetinde
(gerçekte var olmadığı halde var sayılan şeylerin en ufak bir şüphe ve tereddüde mey-
dan vermeyecek derecede açıklıkla ifade edilmesinde) yani normal ilimde şöyle denir:
“Zâtî imkân, yakînî ilme ters düşmez.”403 (Özsel olasılık, kesin ilimle çakışmaz.) Van
gölü hoşaf değildir404… Süphan dağı kışın şeker, yazın da bal değildir.405
İmkân basittir. Yani genel olasılık ve bileşik olasılık. Yani bu özeldir. Basit
(önerme) ise, mutlakın karşısındadır.
-153-
-154-
[Sayfa: 99]
406 Devamlı olmamak ve mutlak olmak, anlamdaş yüklemin fiil ve şartı iledir. Aksi halde sondakinin
karşısında olan imkân (olasılık), daha önce geçen şeylere uygun gelmez.
407 Bu, bitişindeki (art bileşen için) gerçekleşmesi olanaksız olan (ön bileşen)dır. Çünkü bu durumda
konuya yüklem yapmak (bir yargıya varmak) doğru değildir. Bu meyanda şu andaki realitenin zıddına
olabilme kapasitesi (insan olmanın ön aşaması) olsa bile yine de “Zigot insandır” denemez.
408 Çünkü ezelî nâşie, yüklemi olmasa da özsel zorunluluğun bir benzeridir.
409 Olasılıkla birlikte “Kâtip gülendir” sözünde olduğu gibi. Yani bu durumda o kâtip olarak devam ettiği
ancak istikbalde olur. Çünkü sen şöyle dediğin zaman: “Zeyd ayaktadır” özel bir imkân ile bunu söylemiş
olursun. İki yönden kısımlarıyla birlikte zarureti olumsuz yapmak istediğinde mana şöyle olur: Ayakta
olma zorunluluğu mutlaktır. Muhal olan yokluk ve varlıktan dönüştürülüp olumsuz yapılmıştır. Aksi
halde bu istikbalde değerlendirilir. Ve şöyle denilir. “Yarın….” Yani onun ayakta olması veya olmama
durumu geleceğe (yarına) ait bir durum olup şimdiki zamanla ilgili değildir. Henüz gerçekleşmeyen bir
şey hakkında hüküm verilemez (doğmamış çocuğa don biçilmez).
-155-
-156-
[Sayfa: 100]
Basit olan genel olasılık zorunlu olmayan şeyleri de kapsar. Önermenin zıt yö-
nüne giden birçok bileşik kaziyeler kullanır. Bunun sebebi var olan her şeyden onu
nefyetmek daha umumi olmasıdır. Birli zaruretlerden daha hususi olan on şekil var-
dır. Devamlık üç, mutlak ise beştir.413 Onların en meşhurları zâti zorunlu olmayanları
kapsayanlardır. Özel olasılık414 ve cevazlık diye isimlendirilen ve onunla mukayyet
olan da aynı şekildedir. Zihinselde realite itibara alınır. Diğerlerinde meydana gelme
nazara alınır. Bunlar şüphe, tereddüt ve ihtimal diye isimlendirilen şeylerdir.
-157-
-158-
[Sayfa: 101]
Sürekli olmayan ise, kaydı fiil ile anlamdaş olan “ıtlak”415 genel mutlağını içe-
rir. Onda ya bir vakte bakılmaz -ki o genelin geneli olan mutlaktır- ya da bir vakte
bakılır. Bu ise ya muayyen (belirli)dir ya da müphem(belirsiz)dir. Bu ikisinin her birisi
ya vasfî (betimlemeli)dir ya da zâti (özsel)dir. Tabir edilme esnasına zaruret vakit ile
mutlak vakit arasındaki fark şudur: Mutlakın vaktiyeden (şartsızın süreliden) önce
gelmesi onun mutlak olduğunu gösteren bir alamettir. Vaktiye (süreli)nin onan önce
gelmesi ise orada bir zorunluluk olduğunu gösteren bir alamettir. Zorunlu bileşik
önerme ile basit önerme arasındaki fark ise, basit ismin mutlakla birleşmesi, mürek-
kebin de basit ile birleşmesidir.
Mutlak beş kısmı ile birlikte, yüklemi genel olasılık olması şartı ile onun dı-
şında geçen her şeyden daha umumidir. Olumsuzluk sayısı kadar onun için bileşik
elde edilir. O bileşiklerden en meşhuru; devamlı olmayan (muvakkat) varlık diye isim-
lendirilen zâti olarak devamlı olmamakla kayıt altına alınandır… Bir diğeri zorunlu
olmayan varlık diye isimlendirilen zâti olarak zorunlu olmamaktır.
Şunu iyi bil ki, mantıktaki nesep (bağıntı) örümcek evi gibidir!.. Onun saye-
sinde mantık maksatları için önemli olan yüce sıfatlar avlanır. Bunların içinde birbi-
rine uygun olan şeyler için cinsler (in vasıfları) gibi.
Burada ikaz edilmesi gereken noktalardan biri şudur: Genel olasılık zorunlu-
luktan daha umumidir. Çünkü o zarureti nefyeder. Onun umumi olması muvafık
(uygun) olan tarafta olması itibariyledir… Yokluğa bakan taraf ise, imkânsızlıktan
daha umumidir.
Aynı şekilde: Bu modalitelere ait tariflerdeki şartlar; bir şey şartıyla değil veya
hiçbir şey şartıyla değil yahut bir şey şartı iledir… Aksi halde münteşire vaktiyye
(süreli olan önerme) için açıklanmış olurdu. Kayıttan dolayı kapalılık belirli değildir.
Aynı şekilde: Önerme sur (tüm çerçevesi) itibariyle bazen kendi tabiatından
çıkıp sapabilir. “Hayvan her insandır” önermesinde olduğu gibi. (Oysaki “her insan
canlıdır” denmesi gerekirdi.) Onun sınırlanmayıp belirsiz olduğu nokta bazen cüziye
veya külliye kuvvetinde olur. Aynı şekilde modalite kendi tabiatından bazen sapabilir.
Onun belirsiz olduğu nokta ise yönü itibariyledir. Bu yön bazen şartlı veya örfe dayalı
bir kuvvette olur. Bunun da bir hikmeti vardır. “Hüküm türeve göre verilir.” Yahut
onun hükmünde kelime kökenine veya hükmün zarfiye olması delalet eden bir ge-
rekçe bulunur.
415 [Itlâk: Bir kayıtla kayıtlı olmamak, kayıtsız ve şartsız olmak, mutlak olmak.]
-159-
-160-
[Sayfa: 102]
Onun mühmeli (kapalı bıraktığı nokta) bazen zihinlerde karışır. Bunun sebebi
sonradan ortaya çıkan zorunlulukların şekline göre veya örfe yahut şarta dayalı ha-
kikate göre hareket edilmesidir. Onun türsel şekli gerçeğe veya başkasının hükmüne
dönüşür. “Su havadan daha ağırdır” veya “Elif hareket etmez” önermeleri gibi. Bu
noktadan hareketle şöyle denir: Başlık olmasıyla beraber örfiye ve şartlılık zâtın ay-
nısıdır. Burada zâti devam ve zâti zaruret olmaksızın bulunur.
Şunu iyi bil ki: Şartlarına nazaran bazen bir söz birçok önermeyi içerebilir.
Önerme hangi kayıt ve şartta odaklanıyorsa orada iyice temelleşir ve onu diğer kardeş
önermeler takip eder… Böylece birçok şekillerle renklenir. Hatta bazen onun mah-
dumu (yani ondan neşet eden diğer önerme) dahi kullanılır.
Konunun daha fazla dağılmasını önlemek bir şeyi kayıt altına almakla öner-
meler ve söz söyleme şekilleri kısalıp özetlenir. Tümel bileşik modalitelerin bir şek-
linde bazen birçok şekiller iç içe girer. Bir netice içinde dört farklı netice bulunur.
Küçükten büyüğe ve onu takip eden diğer zımnî önermeler kapsamında başka çıka-
rımlara ulaşılır. İşte bu noktadan hareketle önermenin modalitesini ayrıca mürek-
kebe (bileşiğe) ayırdılar.
Önermenin ciheti (modalitesi: yani konu ile yüklem arasındaki ilişki türü) ile
önermenin suru (dış çeperi) ikisi birer ölçüttür. Belâgatteki meâni ilminin manala-
rında olduğu gibi onların arasında doğal bir sıralanma yoktur. Cihet (modalite) sur-
dan önce gelebildiği gibi sonraya da kalabilir. Mana bakımından önce gelebilir. Bu
durumda cihet (modalite) önerme için surdan istifade edilen bir nitelik olur. Geçmiş
zaman ve şimdiki zamana göre mutlak, gelecek zamana göre de imkân (olası) olur.
Diğerlerini sen buna kıyas et.
Sûrun416 cihetten önce gelmesi külli-i iftirâdiyi (bireysel tümeli), sonra gelmesi
ise küll-i ictimâyı (toplumsal tümeli) gerektirdiği zannedilir. Kesin olmakla birlikte,
fertlere göre bir şeyin olabilme imkânı, topluma nazaran onu bazen şüpheye sevk
edebilir. Çünkü muhalden ortaya çıkan birçok şey toplum nazarında mümkündür.
Özel şartlı ve özel örfî önermeye delalet eden şeylerden biri, vaktiyye ve mün-
teşire (süreli ve yaygın) şeklinde olmasıdır. Hatta mutlak olarak mefhumdan mefhum
(anlamdan çıkarılan diğer anlam) vardır. Türleriyle beraber zıt olan hitabet maka-
mında zan ile tabir edilir. Bu durumda önerme lafız olarak basit, mana olarak bileşik
olur. Hüküm çıkaran uzmanlar zan ile yetinmedikleri zaman lafız olarak takyit ve
terkip (şarta bağlama ve birleştirme) yapmaya mecbur kalırlar.
416 [Sûr: Önermeyi nicelik açısından tümel ve tikel, nitelik açısından olumlu ve olumsuzluk olarak be-
lirleyen ve hükme delalet eden lafızdır. Türkçe mantık kitaplarında bu teriminin tam karşılığı olmamakla
birlikte, buna yakın olarak “bağ” ve “eklem” kavramlarının kullanıldığını gördük. Bu kitapta ise “karine,
alâmet, ipucu” anlamlarında kullanılmıştır.]
-161-
-162-
[Sayfa: 103]
﴾Uyarı: Onlara göre zorunluluk olduğu söylenir…vs.﴿ 417 Şunu iyi bil ki:
Konunun özgünlüğü onun (başka bir şeye) yüklem olmamasıdır. Onun bu özelliği ve
cihet (modalite) onun ilk niteliğidir. Zira yüklem olma genele bir zorunluluktur. “İn-
san hayvandır” gibi bir önermesini zorunluluğu ile birlikte olması zorunlu değildir.
Onun özel durumunda, konu itibariyle yüklem olmaksızın konu olabilecek bir özelliği
vardır. Örneğin “Kâtip insandır” önermesi bir zorunluluktur.
Daha sonra şunu iyi bil ki: Önerme, meşhur şartları itibariyle birleştiği gibi,
konunun çeşitli olması veya lafız418 olarak yüklem olması itibariyle bileşik önerme
olur. Veya onun hükmünde419 olması yahut mana bakımından öyle olması gerekir
denilmiştir. Eğer cüz, cüz veya yüklem olarak cüzî ise kıyas yapılır. Az önce geçtiği
gibi yüklemin çeşitli olması sırrı ile konum zorunluluğundan dolayı, onun cüzünün
ayrılması gerekli olur. Küll olması itibariyle bizim önermemizin konusu olur. Birinci
şekil ile elde edilen sonuç diğerini tâbisi420 (takipçisi)dir. Onun neticesi: Eğer büyük
öncül önerme cihet bakımından küçük öncül önermenin vasfı ise o bizim önermemi-
zin aslı olur.
Yüklemin çeşitli olması itibariyle çıkarımlı önermeler nitelik, nicelik ve cihet
bakımından önermenin aslı ile uygunluk sağlar. Ancak konunun çeşitli olması itiba-
riyle, konunun sayrureti (bir durumdan başka bir duruma geçme hali) ile şu sonuç
çıkarılır:
417 Gelenbevî S: 23, satır: 4, [Bediüzzman’ın kâtibi olan] Molla Habib’in tespiti. -A. B.-
418 Ayakta olan ve oturan hayvandır önermesi gibi.
419 İki Zeyd ayaktadırlar önermesi gibi.
420 “H” Tâbinin metbusu (takipçinin takip ettiği şey) bir gerekçe ile şarta bağlanmıştır. Nitekim şöyle
denir: “Kendisine uyulan olması itibariyle metbu, o takipçinin takip ettiği şeydir. Tabi olmazsa metbû
da olmaz. Metbunun varlığı tâbiye bağlıdır.” Bu durum: Mutabakat mutlak olarak her ikisinden daha
umumi değil midir? Bu soruya ben şöyle cevap veririm: …. Şarta bağlamak için kullanılan gerekçeler üç
çeşittir. Tariflerin konularında olduğu gibi. Ta‘lîl (sebebe bağlama, gerekçelendirme) için: “Değerli bir
âlim olmasından dolayı Zeyd” sözü gibi. İtlak (kayıtsız, mutlak mana) için: “İnsan olduğu için insan,
konuşan bir hayvandır” sözü gibi. Ta‘lîl (gerekçe göstermek) için söylenen önerme sıfat itibariyledir. Yani
sıfatın ispat edilmesi hükmün illeti olur. İtlak (şartsız) olan da buradaki gibidir. Tabi, tabi olmasından
dolayı, yani onun zatı bir metbuya muhtaçtır. İşte o zaman bu vasfı ile tabi olur.. Metbunun gerekçesi
ise sadece sıfat itibariyle metbu olmasıdır. Yani onun zatı bir tabiye ihtiyacı yoktur. Kendisini takip eden
hiçbir kimse olmasa da o yine vardır. Onun metbu olup olmaması tabinin varlığına göre değildir. Metbu
olabilecek sıfatlara sahip midir değil midir, ona göre karar verilir. Sen bunu etraflıca düşün!
-163-
-164-
[Sayfa 104]
“Her konu kendi cüzü içindir.”421 Açıkçası böyledir. Bu, önermenin yüklem ko-
nusudur. Yüklemin sabitliği üçüncü şekil ile bazen cüz için sabit oldu ki bu önerme-
nin matlubu (sonucu)dur. Ancak bu asıldaki tevafuk (uygunluk), nicelikte değil sa-
dece niteliktedir. Çünkü o, … cihet (modalite) olmaksızın üçüncü bir çıkarımı doğur-
muştur. Çünkü onun neticesi zıdda tabidir. Zıt ise önermedeki ciheti aynen korumaz.
Şunu iyi bil ki: Vücub (zorunluluk), imkân (olasılık) ve varlığa izafet edilen
imtinâ (imkânsızlık), adem (yokluk) ve onların zıtları çok olup bulundukları konum-
larda bir birleriyle yer değiştirirler. Bazı önermelerde teâkus (zıddına döndürme yap-
mak)422 gerekmesi sırrına binaen hareket edilir… “Zilzal” kelimesi gibi… Varlığı vacip
(zorunlu) olan şeyin ademi (yokluğu) imkânsızdır. Varlığı vacip (zorunlu) olmayan bir
şey mümteni (imkânsız) de olmaz. Bu, döndürme dışında elde edilen bir sonuçtur.
Şu olumsuzlarda olduğu gibi: “Varlığı zorunlu olmayanın yokluğu da imkânsız değil-
dir.”
﴾Şartlı önerme bölümü…vs.﴿ 423 Mâlum ola ki;424 şartiyet, (yani şu iş böyle
olursa, şöyle yaparım şartlılığı) ehl-i nakil yanında →
421 (Daha önce) oturan (şimdi) ayakta olan (an itibariyle) ayaktadır. Oturan ayaktaki hayvandır, öner-
meleri gibi.
422 [Döndürme, bir önermenin niteliğini bozmadan yüklemini konu, konusunu yüklem yapmakla olur.]
423 Gelenbevî S: 24, satır: 12, [Bediüzzman’ın kâtibi olan] Molla Habib’in tespiti. -A. B.-
424 [Şu dört paragrafın tercümesi Abdulkadir Badıllı’ya aittir.]
-165-
-166-
[Sayfa: 105]
ve keza şafiilerde, onun hükmü, tüm cüz’lerinin içerisindedir. Ama ehl-i akıl ve
keza Hanefilerin yanında ise, onun hükmü aralarındaki durumdadır. Bu nokta-
dan dolayı bu ikilerin aralarında mühim bir ihtilaf doğmaktadır. Hatta evvelki-
ler, öbürlerin zıddına, hükmü şartın mefhum-u muhalifine bina ederler.
Bunun sırrı ise, birinci görüş: Şartın tasarrufunu vuku’da (yani şartlı işin
vuku’ bulmasında) kabul ederler. İkinci görüş ise, onun tasarrufunu ika’da (yani
onu söylemekte) mütalaa ederler.
İşte buradan “mülk” yani köle mes’elesinin tartışması tevellüd eder. Yani
mesela, ben desem ki: “Ben şuna mâlik olduğum vakit, o zaman o hürdür.” Şa-
fice bu söz, hükümsüz bir yemin gibidir. Çünkü onlarca şartın cezası, yani ne-
ticesi illetin kendisidir. Lâkin ika’ durumunu takyid etmedikleri için, onu kabul
edecek bir mahalle tesadüf edilememektedir.
İkincilerin yanında ise, ika’ durumun kayıtlı saymaları sırriyle; şartın vu-
kuundan sonra illiyet dahi in’ikad eder. Keza bunun gibi, müstesnalık mes’ele-
sinde de ihtilafları vaki’dir.
Birincilere (nakilcilere) göre; sözündeki birlik sırına binaen bir hükmün
zıddı müstesna için vâkidir (yani şartın gerçekleşmesine bağlıdır). Diğerlerine
(akılcılara) göre; bir hükmün zıddı îkâdır,425 yani müstesnadır;426 onun hakkında
bir şey söylenmeyip susulmuştur.
Ayrıca şartlı/koşullu önerme427 hüküm ve niteliği bakımından “mukaddem”
(konu/özne) ve “tâli” 428 (yüklem) olarak ikiye ayrılır. Sûr429 (eklem/karine) itibariyle
nispet ya onun yanında bitişiktir ya da ondan ayrıdır. Birincisi (bitişik olan): Tâliye
(yükleme) açıkça geçebilmek için zihnin düşünebildiği bir şeydir. Yahut bu nispet
açıkça (lafzen) belirtilmediği için diğeri (mana itibariyle) luzumîdir. Bunun mazanı:
Her iki taraf birleşirse, yani müsevvirât (sûrlular) ve müveccihâta (yönlendirilmişlere)
göre sırayla mukaddem ve tâliye birleşirse, her maddede daha hususi ve müsavi olan
mukaddime (konu), daha genel ve müsavi olan ise tâli (yüklem) yapılır... Yahut sıraya
göre hareket edilir. Onun var olduğu sanılan yeri akislerdir.430 Asıl önerme konu, akis
ise yüklem olur. Eğer bir tarafta431 birleşirse diğer iki tarafın mutlaka müsavi olması
gerekir. Veya daha genel veya özel olabilir. Lüzum olma sırrı, bir şeyin müsavi üzerine
hamledilmesidir. Veya onun vasfı kendine yahut diğer müsavi olana yüklenir.
leye “ön bileşen ” sonrakine ise “ön bileşen ”denir. Bu tür önermeler muttasıl/bitişik koşullu ve munfa-
sıl/ayrık koşullu olmak üzere ikiye ayrılır.]
428 [Genellikle yüklemli önermelerde konu ile yüklem “tarafeyn”; şartlı önermelerde ise konu “mukad-
rak yüklemini konu, konusunu yüklem yapmaktır. Eğer aslın niteliği aynı kalmakla birlikte doğruluğu
değişirse buna akis değil inkılâb denir.]
431 Mukaddem ve tâlinin (yani mahmûlün) konusu bir olursa.
-167-
-168-
[Sayfa: 106]
Lüzum olduğu sanılan yerler de aynı şekildedir. Onun lüzumu432 için delil mu-
kaddime (konu/özne), netice (yüklem) yapılır. Eğer taraflar konu ve yüklemde birleş-
mezse onun mazannı, geçişli fiiller gibi izafet ve nispet sözleri olur. Eğer bu onun faili
ise, o da mefulüdür. Veya üstü ve altıdır… Veya zıddın zıddıdır… Yahut eşin eşidir.
Aynı şekilde onun mazanlarından birisi aklen,433 şer‘an,434 âdeten veya se-
bep 435 olmasıdır. Onun alakası436 ister birincisinde437 malul438 olsun veya ikinci-
sinde439 yahut başka bir şey için her ikisinde de olsun fark etmez. Mukaddem ile tâli
ayrık bir önermede birleşirse onun mazannı tenâküz (çelişki) olur. Munfasıla 440 (ay-
rık) önermede441 ayrı iki öncül birlikte sırayla gelip aynı anda doğru olmaları mümkün
olmaz. Art öncül, ön öncülün zıddı olup birleşmelerine mâni olur. Her muttasıl mu-
kaddemin zıddı ve onun tâlisini aynısı birlikte bulunmaya engeldir. Munfasıl442 (ay-
rık) önerme çeşitleri kıyasla bilinir. Daha önce zikrettiğimiz gibi, bitişik önermede
nefiy (değildir eki) tâlinin (hükmün) yanına veya mukaddimeye (konuya/özenye) gelip
onu olumsuz yapar.
432 Örnek: Her ne zaman her insan konuşuyorsa, her insan da gülüyordur. Her ne zaman her konuşan
hayvansa, her gülen de hayvandır. Her ne zaman her hayvanın bir cismi varsa, her insanın da bir cismi
vardır. He ne zaman her insan konuşuyorsa, her insan hayvandır.
433 Güneş doğduğu zaman aydınlık olur, önermesi gibi.
434 Akıllı sabi çocuk buluğ çağına geldiği zaman, ona namaz farz olur, önermesi gibi.
435 Bana gelirsen, sana ikram ederim, önermesi gibi.
436 Duman varsa ateş de vardır, önermesi gibi.
437 Yani mukaddem (konu)dir ve bu dış âlemdedir. Çünkü zihinde mukaddemin melzûmu (konunun
gerektirdiği şey) vardır. Tâlinin (yüklemin) lazım olması sözün devamlı döndüğü turdan malumdur.
438 Olumlu ve etkili bir illet olması veya neticeye ulaştıran ve ona hazırlayan bir sebep olması.
439 Yani tâli (yüklem).
440 “Bilinir” kelimesi ile ilgilidir.
441 [Bir önermede ön ve son bileşenin birbirini yok etmesi koşulu varsa, ayrık koşullu önerme olur.
yorsa buna bitişik koşullu önerme denir. Örneğin “yağmur yağarsa yerler ıslanır” önermesinde ön ve
son bileşenler birbirlerine yaklaştırılmıştır. “Üniversiteyi kazanamadıysa yeteri kadar çalışmış değildir”
önermesinde ise iki bileşen birbirinden uzaklaştırılmıştır.]
-169-
-170-
[Sayfa: 107]
443 Çünkü akılcılara göre iki zıttın birleşmesi çok açık bir olgudur.
444 [Önermeler sadece doğruluk bakımından ele alındığında; önermedeki mukaddem ile tâlinin aynı anda
doğru olması mümkün değildir. Maniatü’l-cemi sadece doğruluk bakımından (sıdkan) “hakikiye” olduğu
için yarım “hakikiye”dir. Bu nedenle sadece doğrulukta, mukaddem ile tâli birbirinin karşıt hâline eşit
oluyor demektir. Bu itibarla iki karşıtın aynı anda doğru olması mümkün değildir. Örnek: “Bu şey ya
hayvandır ya da ağaçtır.” Maniatü’l-cemi’nin mukaddem ve tâlisi aynı anda yanlış da olabilir. Yani “Bu
şey hayvan ve ağaç dışında başak bir şey olabilir.”]
445 Gelenbevi S: 25, satır: 27, mealen. –A. B.-
446 “H” Sadece sıdk (doğruluk) inat olduğunda
447 Ayrık küçük öncül
-171-
-172-
[Sayfa: 108]
önermede mukaddem ve tâli arasında yalnız yanlışlık bakımından aykırılık vardır. Örnek: “Zeyd ya de-
nizdedir ya da boğulmamıştır.” Çünkü Zeyd denizde değil ise onun boğulduğu düşünülemez. Bu du-
rumda mukaddem ve tali birlikte yanlış olamaz fakat ikisi birden doğru olabilir.]
453 Gelenbevi S: 25, satır: 27, mealen. –A. B.-
-173-
-174-
[Sayfa: 109]
Bitişik olumlu koşullu önerme nitelik niceliğini korumakla birlikte farklı şekil-
lerde gelir. Lüzum tali ile çoğalır. Tümelin melzûmu her bedahet için tikelin lazımına
melzumdur. “Zilzal” kelimesinde olduğu gibi mukaddemin454 (konu/özne) akis (dön-
dürme) ile çoğalmasında cüzi olmadıkça olumsuzluk olmaz. Tümelin gerekliliği olma-
dan yapılan istilzam onun tikelinin istilzamını gereksiz kılar.
Munfasıl: (koşullu ayrık önerme) onun için bir mizan455 (terazi, ölçüt) zikredilir.
Cüzlerin çoğalması ile mizan da çoğalır. Ta ki mâniat-i cem (birleşmeye engel) olur.
Veya birbiri içine karışmış on önermenin beş parçasından birleşen öncülleri boşaltır;
öncüller içinden çıkartır. Diğerlerini sen kıyas et
Şunu iyi bil ki: Bitişik olumsuz önerme ayrık olumlu önerme ile eşittir veya
ondan daha geneldir. Ayrık olumsuz ya bitişik olumlu için eşit olur veya ondan daha
genel olur. Çünkü lüzumun olumsuzu ya inat (tersi)tır veya infisal (ayırma)dir. İnadın
(ters) olumsuzu ya lüzumdur veya anlaşmalı bitiştirmedir. Cemi men etmenin olum-
suzu cemin cevazı yani ittisalidir. Huluvu men etmenin olumsuzu ise yalanın cevazı-
dır. Müsavi için sabit olan veya ondan daha genel olan bir şey müsaviye sabit veya
ondan daha hususi olur.
Şartiyyenin456 sûru hamliyelerin ciheti gibidir. (Şartlı önermenin karinesi
yüklemli önermenin modalitesi gibidir.) Burada zamanlardan hâsıl olan konuma ba-
kılır; “metâ” (ne zaman) ve onun benzerleri gibi. Yahut mekânlardan hâsıl olan ko-
numa bakılır; “eyne” (nerede) ve diğer anlamdaşları gibi. Yahut hallerden hâsıl olan
konuma bakılır; “keyfemâ” (her nasıl) ve onu kapsayanlar gibi. Yahut hissiyattan
hâsıl olan konumlara bakılır; “haysümâ” (her ne şekilde) ve onun benzerleri gibi.
İstiğrakları457 ile birlikte “men”458 (kim) ve “mâ”459 (ne) edatları mana itibariyle
konusu yüklemli önermesinin surudur ama şartı değildir.
454 Yani mukaddeme bakan olumsuzdur. Onun çeşitli olmasıyla akabindeki olumluya gerek kalmadan
bu da çeşitli olur.
455 Her bir kardeşi ile birlikte ölçülürse
456 Gelenbevi S: 24, satır: 13, mealiyle. –A. B.-
457 Usül ilminde.
458 Yani bu kelimede şart edatlarından birisidir. Öyleyse neden önermenin sûru olmaz? Cevap: Çünkü
“ma” ile “men” edatları konumları değil fertleri istiğrak etmek (kuşatmak) içindir. Mukaddime (konu)
haline gelen ve (“Kimi döversen, ben de onu döverim” önermesi gibi) belirsiz bir işaret halinde bulunan
hamliyenin (yüklemenin) sûru (eklemi / karinesi) olur.
459 [Çeşitli görevleri olan bu edat yerine göre cümlede isim veya harf yahut zaid olarak gelir. Türkçede
“ne… ise” anlamına gelen bu edat iki fiili cezmeden bir şart edatı olarak kullanılır. Ne okursan ondan
faydalanırsın, cümlesi gibi.]
-175-
-176-
[Sayfa: 110]
Onun şahsiyeti (bir ferdi veya nesneyi göstermesi) “elâne” (şimdi), “elyevme”
(bugün) kelimeleri veya onların benzerleri yahut onları içeren diğer edatlar gibi özel
lafızla muayyen460 olan vakit itibariyledir. O, birinci şeklin büyüklüğünde külliye
kuvvetindedir.
Mutlak vaktiyye461 (süreli) yönleri; hamliyedeki mutlak vaktiyye burada şahsi-
yetin 462 surudur. (Mutlak süreli önerme yüklemlerde kullanılır). “İnne”, “izâ”,
“lev”,”ev”, “immâ”463 (kesinlikle, dığı zaman, şayet, veya, ya… ya) edatlarında olduğu
gibi konumun niceliğini açıklamaya delalet etmese de kayıtsız olarak böyledir. Onla-
rın benzerleri ve onların anlamlarını ifade eden diğer edatlar istidlal 464 (hüküm çı-
karma) makamında cüziyye kuvvetinde mühmele (belirsiz)dir. Bazen hitap maka-
mında külliye kuvvetinde olur. Tüm konumlar –mahallen de olsa- şayet istiğraka de-
lalet465 ederse mukaddemle birlikte toplanabilir. Yani istilzam (gereklilik) veya onun
olumsuzunu, tersini yahut onun tersini nefyetmez. Bu, külliye olmazsa cüziyedir.
Bitişik olumlu önerme için kullanılan edatlardan bazıları şunlardır: “Küllemâ”,
“mehmâ”, “metâ”, “haysümâ”, “keyfemâ” …aynı şekilde “eynemâ” ve
460 Şöyle ki; “eyne” (nerede) mekân içindir. Çünkü o “haysü” (bir yerde) den daha geneldir. Çünkü o
“eynemâ kâne ve haysü lehü” (her nerede olursa olsun, bulunduğu yerde) edatlarının mutlakı içindir.
Fakat belirlenip ayrılmış şartlar itibariyledir. Örnek: “iclis haysü zeydün celisun” (Zeyd’in oturduğu yere
otur.) gibi. Yani ilim meclisi veya ticaret görüşmesi yahut bakanlar kurulu oturumu veya diğerleri gibi
461 O, muayyen zatiye olarak yahut arazi vasfiye olarak zorunludur.
462 Aynı şekilde “men” (kim) ve “mâ” (ne) ve bunlara benzer diğer edatlar
463 Munfasıl önermede
464 Ondan murad yakîndir. [İstidlâl: Maksadı ispat etmek için ortaya delil koymaktır.]
465 Çünkü konumlara delalet eden lafızdan bazıları eşitlemek için muayyen olan bazının murad edilmesi
mümkün değildir. Bu durumda müreccah olmaksızın tercih lazım olur. Mecmu üzerine delalet edene
gelince o bireysel olması itibariyledir ve onun üzerine yapılan delalet mecazdır. Hüküm çıkarma (istidlal)
uzmanları bu hataya düşmez. Hakiki bireye delalet edene gelince onun bazısı müphem olup (kapılı)
onun üzerine yapılan delalet hakikidir. Çünkü ibham (kapalılık) ile küllinin üzerinde döner ve onu içine
alır: niye tercih edilmiştir.
-177-
-178-
[Sayfa: 111]
onun anlamdaşı veya onu ifade eden yahut onu sürekli ve zorunlu yönlerden kuşatıp
içine alan466 her edattır. Bu önermelerin sûru hamliyelerin cihetleri467 gibidir. Za-
manlara ve benzerlerine bakar.
Olumlu ayrık önermelerde süreklilik ve zaruret468 yönleri bulunur. Aynı şekilde
“lâ mehâle, lâ menâsa, lâ mendûha, lâ halâsa, lâ büdde, elbette, betteten, betleten”
ve onların eş anlamlısı yahut onları kapsayan her edat.
Tikel olumlu önermenin sûru (bağlacı) bazen sınırlı olur. Yani “kad” edatının
veya tüm genel fiiller üzerinde taklîl (azaltma)e delalet eden diğer edatlar bu önerme-
den önce gelir. Örnek: “Kad yahsulü ve yesbitü” (bazen elde edilir ve bazen sabit olur)
gibi. Nakıs fillerde böyledir. Örnek: “Kad yasîru, hattâ, kallemâ, kesîrun mâ” ve on-
ların eş anlamlı yahut onları kapsayan diğer edatlar gibi
Aynı şekilde cihetler devamın ve iki zâti zaruretin aynısıdır. Tikel olumsuzluk
için her tümel sur üzerine olumsuzluk edatı girer. Aynı şekilde bazen daha önce geç-
tiği manada olmaz.
Tümel olumsuz önerme için leyse ve elbette edatları kullanılır. Aynı şekilde
olumsuz edatı tümel önermenin surundan geri kaldığı zaman da kullanılır. Örnek
“dâimen leyse, ebeden leyse, veciben leyse”. Diğerlerini sen kıyas et.
466 İster kayıt (şart) ister cüz (tikel) isterse mürekkep (bileşik) olsun aynıdır.
467 Yani yüklemli önerme –olumlu da olsa- her ne zaman şartlı önermeye geçerse onun yönü kendisi için
sûr (eklem/karine) olur. Zaruret ve devamlılık tümel olumlu önermenin her birisi için iki özseldir. Nite-
liksel zorunluk ve süreklilik de aynı şekildedir. Ayrıca süreli zorunlu önerme zamana yayılmıştır. Tikel
olumlu önerme için sınırsız ve devamlı olmayan bir önerme vardır. Süresi belirli zorunlu önerme ve
devamı olmayan önerme aynı şekilde şahsiyet (bir şahıs veya bir nesneye yönelik verilen hüküm) içindir.
Zorunlu olmayan ve ittifak edilmeyen önermelerde o ikisindendir. Aynı şekilde şartlı önermeyi yüklemli
önerme ile değiştirirsen onun surunu (kipini) bu minvalde (doğrultuda) ona yön yapmış olursun. Sen
bunu etraflıca düşün!
468 O ikisinde bitişik ile ayrı önerme birlikte bulunur.
-179-
-180-
[Sayfa: 112]
Şunu iyi bil ki: Lüzûmun menşei469 (gerekliliğin meydana geldiği nokta) mut-
laka kendi başına mukaddem (önerme konusu) olması gerekir. Veya bulunduğu ko-
numla birlikte yahut alakası olan bir şart ile olan konum olmalı. Onunla mukaddem
(konu) arasını terkip etmelidir. Aksi halde konum bulunduğu yerde yabancı olur çık-
tığı yerle bağımız olmasına rağmen nasıl konum olabilir? Oysaki o, bazen talin (yük-
lem)in aynısı olur. Yani konum yabancı olduğu zaman veya talinin aynısı olup lüzum
için menşe yapıldığı zaman; bir şeyin kendisi için gerekli olan şey ve hezeyanı lazım
olur.
Şunu iyi bil ki; lüzumun lafzına nerede rastlarsan o, bitişik önermenin bir öze-
tidir. Zıt öncülle nerede karşılaşırsan o, ayrık önermenin özü ve kaymağıdır. Yine iyi
bil ki: Mantığın esası; tarif ile tarif edilen470 delil ve netice arasındaki lüzumu keşfet-
mektir. Lüzumdan birisi, delil ve tarif gibi melzumdaki tasarruflar471 sebebiyle türle-
rin farklı olmasıdır. Yine onlardan tasarrufu çok olmayanlardır. Onlar münferit kazi-
yelerin472 levazımı içindedir. Lüzumlardan473 birisi kıyasi olandır, yani zapt altında:
yani kanuni, iki akisin474 lüzumu gibi. Aynı şekilde inat (aksilik) iki zıddın inadı gibi-
dir.
Onlardan birisi: mazbut (düzgün) değildir. Şartlı önermelerin şartı gibi değer
verilip sayılır. Bu, ya iki şart arasında ayırmak veya bitiştirmek ile olur. Şartlı öner-
melerin telâzümü (birbirine bağlanması ve ayrılamaz olması) diye isimlendirilen şey
budur. Telâzüm ya cinsin birleşmesi ya da ayrılması ile olur. Birleştiği nokta şunlar-
dır: Muttasıla nispetle muttasıl, hakikate nispetle hakikattir. Mâniat-i ceme nispetle
mâniat-i cemdir. Mâniat-i huluve nispetle mâniat-i huluvdur.
469 Yani lüzumun bir taraftan cazibesi olması gerekir. Elbette o tali (yüklem)den olamaz ya sadece mu-
kaddemde (konuda) veya konumla birlikte olur. Yahut konum tek başına yüklemli önermede şart koşu-
lanın bir benzeridir.
470 Çünkü o ikisi önermenin maksatlarıdır.
471 Yani o ikisinin içine tercihe dayalı tikel önerme girmiştir bu ise sıralıdır.
472 Örneğin külliyeye lazım olan cüziye gibi. Bu hususi olma ve zati zaruretin sırrıyladır. Aynı şekilde
dürme” denir. 1) Bir önermenin niteliğine, doğruluk ve yanlışlığına dokunmadan yüklemini konu, ko-
nusunu yüklem yapmaya “düz döndürme” ↻ denir. Örn: İlâh olan fâni değildir. ↻ Fâni olan ilâh değildir.
a) Tümel olumsuz önermenin düz döndürmesi tümel olumsuzdur. Örn: Hiçbir insan taş değildir. ↻ Hiç-
bir taş insan değildir. b) Tikel olumlu önermenin düz döndürmesi yine tikel olumludur. Örn: Bazı şairler
akıl hastasıdır. ↻ Bazı akıl hastaları şairdir. c) Tümel olumlu (önermenin düz döndürmesi tümel değil,
tikel olumlu olur. “Bütün insanlar fânidir” önermesinin düz döndürmesi “Bütün fâniler insandır” ola-
maz. “Bazı insanlar fânidir” olmalıdır. d) Tikel olumsuz önermenin düz döndürmesi olmaz; çünkü her
zaman doğru sonuç vermez. Örn: “Bazı insanlar şair değildir” önermesinden “Bazı şairler insan değildir”
şeklinde bir önerme çıkarılamaz. 2. Ters döndürme ↺ ise bir önermenin olumluluk ve olumsuzluğunu,
doğruluk veya yanlışlığını olduğu gibi bırakarak konusunun zıddını yüklem, yükleminin zıddını konu
yapmaktır. Ters döndürmede olumlu önermeler düz döndürmedeki olumsuz önermeler gibi, olumsuz
önermeler ise olumlular gibi sonuç verir. a) Tümel olumlunun ters döndürmesi tümel olumludur. Örn:
Her insan canlıdır. ↺ Her canlı olmayan insan olmayandır. b) Tikel olumlunun ters döndürmesi sonuç
vermez. c) Tümel olumsuzun ters döndürmesi tikel olumsuz olur. Örn: Hiçbir insan at değildir. ↺ Bazı
at olmayan insan olmayan değildir. d) Tikel olumsuzun ters döndürmesi tikel olumsuzdur. Örn: Bazı
insanlar kâtip değildir. ↺ Bazı kâtip olmayanlar insan olmayan değildir.]
-181-
-182-
[Sayfa: 113]
Telâzüm ya cinsin birleşmesi ya da ayrılması ile olur. Cinsin ayrıldığı nokta ise
hakikate nispetle muttasıl gibidir. Veya mâniat-i cem yahut mâniat-i huluvdur.
Sonda bulunanlara nispetle sondakiler hakikattir. Bunların hepsi tam ondur.
Mukaddime: Tehalluf475 (anlaşmazlık, uygunsuzluk) tek bir maddede bile olsa
lüzum evini harap eder.476 Birbirine müsavi477 (eşit) olan hükümler müsavidir. Lazı-
mın lazımıdır.478 Melzumun479 melzûmu melzumdur. Külli olarak e‘am için sabit olan
bir şey ehas480 içinde sabit olur. E‘am onun için lazımdır.481 Lüzumun selbi inat gibi-
dir. Aynı şekilde inadın selbi de lüzum gibidir.
Bundan sonraki sözümüz şöyledir: Lazımın lazımı veya melzumun melzûmu
(hamliye, yüklemli) önermenin kapsamış olduğu (hepsi bir değildir) iki kıyasa işaret
eder. Olumlu önermede daha fazla şart koşulmayan bir döndürme olumsuz öner-
mede şart koşulur. Birinci kısımdan kastettiğim olumlu bitişik önermenin birleşik
cinsidir. Önermenin iki tarafı birbirini gerektirirse külliye lüzumiye (tümel gereklilik)
olur. Telâzum açısından birbirine ters düşerse her birisi diğerinin lazımı olur.482
475 Yani fakihler arasındaki muhalefet –bir tane bile olsa- içtima evini harap eder (icmayı bozar)
476 Onu mavzere (tüfek) hedef yapmasıdır. A. B.
477 Yani her hüküm kendisine eş olan için sabittir. Müsavi olan için başka bir hüküm sabittir.
478 Onun nefyi nefyini gerektirir.
479 Onun nefyi genel olması caiz olduğu için nefyi gerekli olmaz.
480 Onun altına girdiği için.
481 Orijinal nüshadaki 412 nolu haşiyeye bakınız A. B.
482 (mm) Buradan itibaren iki satır kadar bölümde; haşiyelerinden başka, kelimelerin altlarında mantık
tariflerinden bazı ıstılahlar yazılmış. Yani mesela mantıkın “dâhik, sahil, insan, hayvan, netice” gibi
kelimelerle mantıki tatbikat yapılmış. Buna ise, Ta’likat’in ilk kâtibi Merhum Habib yapmı. Bu tatbikatı
biz burada yapmağa gerek duymadık. Hem matbaada bunun aynen uygulanması mümkün değildir. –A.
B.-
-183-
-184-
[Sayfa: 114]
benzerdir.493 Lazımın494 muaidin melzûmu495 aynı şekilde bir şey için muaniddir. Geri
kalan iki cüziyeyi sen kıyas et.496 O ikisinden birisi iki tarafın lazımı olursa, diğeri iki
tarafın melzûmu da olur. Eğer tümel olumlu olursa aralarında telâzum olmaz.
483 Her ne zaman inat doğru olursa onun selbi (olumsuzu) de doğru olur.
484 Birincisi birinci şekilden kıyas iledir. Mesela; İki önerme mukaddimede (konu) birleşir, talide (yüklem)
umum ve husus olarak ayrılır. ”Her konuşan insandır… Her konuşan hayvandır.” Önermelerinde ikisi-
nin arasında lüzum yapmak istedik. Birincisi bedihi olup ilk önermenin küçük öncülü yapılmıştır. İkin-
cisi ise büyük önerme içindir… İkincisi açık bir çıkarım sağlar.
485 Birincisinde munfasıl veya mevsul olarak
486 Konuşan her şey insandır. (Bedihi) Her gülen bir şeyi beğenmiştir.
487 [Bir kıyas işleminde işlemin sonucu öncüllerde güç halinde (bilkuvve) ihtiva edilmişse buna iktiranlı
kıyas denir. Bir iktiranlı kıyas iki öncül (mukaddime) ve üç deyimden (had) oluşur. İki öncülle yapılan
bir işlemden zorunlu bir sonucun çıkabilmesi için görevi iki öncülü birbirine yaklaştırmak olan (iktiran)
ve her iki öncülde geçen ortak bir deyimin (el-haddü’l-evsat) bulunması gerekir. Orta deyimin öncüllerde
bulunduğu konuma iktiranlı kıyasların şekli denir. Orta deyim büyük öncülde özne, küçük öncülde
yüklem ise buna “birinci şekil”, her ikisinde yüklem ise “ikinci şekil”, her ikisinde özne ise “üçüncü
şekil”, büyük öncülde yüklem, küçük öncülde özne ise “dördüncü şekil” denir. Birinci şeklin sonuç
vermesi için büyük öncül tümel, küçük öncül olumlu olmalıdır. İkinci şeklin sonuç vermesi için iki
öncülden birinin olumsuz ve büyük öncülün tümel olması gerekir. Üçüncü şeklin sonuç vermesi için
küçük öncül olumlu ve iki öncülden biri tümel olmalıdır. Sonuç daima tikel olur. Dördüncü şeklin sonuç
vermesi için işlemde tikel olumsuz öncül olmaması ve küçük öncül tikel olumlu iken büyük öncül tümel
olumsuz olması gerekir. Kıyasta toplam on dokuz çarpım vardır. A) Birinci şeklin çarpımı: 1) Tümel
olumlu + Tümel olumlu= Tümel olumlu 2) Tikel olumlu + Tümel olumsuz = Tümel olumsuz 3) Tikel
olumlu + Tümel olumlu = Tikel olumlu 4) Tikel olumlu + Tümel olumlu = Tikel olumlu B) İkinci şeklin
çarpımı: 1) Tümel olumlu + Tümel olumsuz = Tümel olumsuz 2) Tümel olumsuz + Tümel olumlu = Tümel
olumsuz 3) Tümel olumlu + Tümel olumsuz = Tikel olumsuz 4) Tikel olumsuz + Tümel olumlu = Tikel
olumsuz C) Üçüncü şeklin çarpımı: 1) Tümel olumlu + Tümel olumlu = Tikel olumlu 2) Tümel olumlu +
Tümel olumsuz = Tikel olumsuz 3) Tümel olumlu + Tikel olumlu = Tikel olumlu 4) Tümel olumlu + Tikel
olumsuz = Tikel olumsuz 5) Tikel olumlu + Tümel olumlu = Tikel olumlu 6) Tikel olumlu + Tümel olum-
suz = Tikel olumsuz D) Dördüncü şeklin çarpımı: 1) Tümel olumlu + Tümel olumlu = Tikel olumlu 2)
Tümel olumlu + Tikel olumlu = Tikel olumlu 3) Tümel olumlu + Tümel olumsuz = Tikel olumsuz 4) Tümel
olumsuz + Tümel olumlu = Tümel olumsuz 5) Tikel olumlu + Tümel olumsuz = Tikel olumsuz]
488 Müsaviler (eşitler) sırıyla.
489 Bedahet sırrıyla.
490 Müsaviler sırrıyla.
491 Burada mantık tatbikatı olarak kelimenin üstüne böyle “müteaccib” yazılıdır. Ve bu kelimeden evvelki
-185-
-186-
[Sayfa: 115]
İkinci şekilden, yani iki olumludan ikinci kıyas haline dönüşmesi için telâzüm
gerekmez. Bu akim (kısır) bir ilişkidir. Tehallüf497 (uygunsuzluk) ile de böyledir… Aynı
şekilde umumi iki lazım arasındaki lüzum, at için insan olmaksızın, cisim için hayvan
gibi, iki melzûm arasında lüzum olmasını gerekli kılmaz. Çünkü mukaddemin (yük-
lemli öncüldeki özne) lazımı bazen tâlinin498 (yüklemin) lazımından daha umumi olur.
Dolayısıyla tümel olması gerekmez. Çünkü onun zımni (kapalı, dolaylı) kıyaslarından
birisi üçüncü şekildendir ki o, tikelden başka bir sonuç çıkarmaz.499 Eğer iki tümel
olumsuz ise, iki tarafın melzûmu, iki tarafın lazımı için lazımdır. Telâzum olma ko-
nusunda muhalefet eder ve onlardan birisi mukaddemin (özne) lazımı ve tâlinin (yük-
lem) melzumu500 olursa, mukaddemin melzûmu mukaddemin lazımının lazımı olur.
Bu sonuç bedihi olup birinci şekilden elde edilir… Eğer iki taraf arasında bir telazüm
olur ve diğer tarafta birleşirlerse, tâlinin (yüklem) lazımı mukaddemin (özne)
melzûmu olur. Olumludaki lazımlık,501 olumsuzda melzûm olur.
Hakikate nispetle muttasıl (bitişik) olan önermeler –nitelikte ve nicelikte bir-
leşseler de- cüzde (düz) döndürme gerekli olur. Bizzat tenakuz (çelişme) veya diğer
cüzde telazum olur. Olumlu içinde, hakikat içinde dört muttasıl (bitişik önerme) var-
dır. İkisinin mukaddemi502 (öznesi), iki cüzden birisi ile aynıdır.503 Muttasıladaki
tâli504 (yüklem) aynı şekilde diğerinin zıddıdır.505 ..Bunun sebebi aralarında mâniat-i
cem (toplanmalarına engel bir şeyin) olmasıdır.506
497 [Tehallüf (Karma) Kıyas: Bir yargının imkânsız olduğunu göstermek için bir kesin kıyas ile bir seçmeli
kıyastan oluşturulmuş kıyastır. 1) Eğer "Bir şey kendisini varken yok edemez." yargısı yanlışsa, bir şeyin
kendisini varken yok ettiği doğrudur. Eğer bir şey kendisini varken yok etse, daha önce varken yok
olması gerekir. O hâlde, kanıtlamak istediğimiz yargı doğru değilse, bir şey varken yok olması gerekir. 2)
Kanıtlamak istediğimiz yargı doğru değilse, bir şey varken yok olması gerekir. Bir şeyin varken yok ol-
ması imkânsızdır. O hâlde bir şey, kendini varken yok edemez.]
498 Yani daha genel bu iki lazım arasındaki lüzum. Bunların arasında daha genellik söz konusu olduğu
içindir.
502 Muttasıllardan.
503 Munfasıldan.
504 Aynı şekilde muttasıldan.
505 Yani munfasıldaki diğer cüz.
506 Bu, doğrulukta inattır. Onlardan birisinin aynısı ispat edilince zorunluluk olarak diğerinin zıddı ge-
-187-
-188-
ayfa: 116]
Diğer ikisinin mukaddemi, iki cüzden birinin zıddıdır. Tâli (yüklem) diğerinin aynısı-
dır. … Bunun sebebi ister tek isterse çift olarak aralarında mâniat-i huluv507 (yalnız
kalmalarına engel bir durum)dur.
Muttasılaya gelince ona munfasıl gerekmez. Bunun sırrı; “insan” ve “hayvan”
kavramlarındaki gibi, genel lazımlığın caiz olmasıdır. İnsan ile hayvan olmayan ve
insan olmayan ile hayvan olan arasında huluv (yalnız kalma) olarak inat ve ısrar
yoktur. Bitişik olumsuzda gerekli olur. Çünkü lüzumluyu olumsuz yapıp kaldırmak,
parçalanıp dağılmanın caiz olduğunu ifade eder. Tâlinin (yüklemin) ayrılıp çözülmesi,
ittifakla (anlaşmayla) da olsa, onun zıddının birleşmesini ifade eder. …İşte o, akis
(döndürme) olmaksızın inadın selbidir. Çünkü inadın kırılması; insan ile hayvan ara-
sında lüzumun selb edilmesi doğru olmamakla birlikte bu, insan ile hayvan olmayan
arasındaki hücresel cüze bakmakla edilmiştir. İki cüzde bizzat veya telazüm olarak
ittifak olmasına rağmen eğer o ikisi nitelikte ihtilaf ederlerse, akis (döndürme) yap-
maksızın, salibe için mucebe508 (olumsuzluk için olumluluk) gerekli olur.
Aynı durum mânia-i cem ve mânia-i huluv (birleşmeye veya ayrı kalmaya engel
olan durumlar) için de geçerlidir. … Çünkü iki şey arasında luzüm veya inat, akis
(döndürme) yapmaksızın, birincisindeki inadın olumsuz yapılmasını ve ikincisindeki
lüzumun açıkça olumsuz yapılmasını gerekli kılar. Bunun sebebi; ittifaklarda olduğu
gibi, iki şey arasındaki inadın ademi ile beraber lüzumun ademinin caiz olmasıdır.
İster olumlu ister olumsuz olsun, mâniat-i cem (birleşmeye engel bir durum)
ile beraber, bizzat veya telazüm olarak iki cüzün birinde nitelik bakımından ittifak
halindedir. O, kendi içinde bizzat tenaküz veya tâlinin muttasılı olan diğer cüzde
akisli (evirmeli) bir telâzüm olmasına rağmen yine de bitişik önermede mukaddem
(yüklem) olur. Mâniat-i cemdeki her bir cüzün aynısı, daha önce alınan ayyineden
daha umumi olan diğer zıddın509 bulunmasını gerektirir. Çünkü melzumun aynısı,
olumsuz bir önermede lâzımın zıddı ile birlikte toplanmasını engeller. Zira birlikte
bulunmayı engellemenin olumsuzu toplanmaya cevaz vermek demektir. Bu, iki ay-
yine arasında bir tür iletişimdir. Lüzumun selbi de bir infisal türüdür.
507 Bu durum, yalanda inat etmektir. ..O ikisinden birisi kaldırılırsa zorunlu olarak diğerini ispat etmek
gerekir.
508 Daha önce geçtiği gibi, daha hususi olduğu için.
509 Çünkü onda doğrulukta inat vardır.
-189-
-190-
[Sayfa: 117]
Üst Karşıt
Yani sadık ancak sıdk içindir. Yani sadık ancak sıdk içindir.
-191-
-192-
[Sayfa: 118]
Mâniat-i huluv ile birlikte muttasıl önermeye gelince aynı şekilde iki muttasıl
önermenin mâniat-i huluvu gerektirir. Her iki cüzden bir zıt mukaddime olarak diğeri
de tali olarak birleştirilir. Yine her muttasıl önerme mukaddem zıttan dolayı talinin
aynısı olmakla birlikte maniat-i huluvu gerektirir. …Aksi takdirde lazım melzumdan
geri kalır. Cüzde anlaşmalı veya telazum olarak nitelikte ve nicelikte birleştiklerinde
–o talinin bitişiğidir- diğer cüzde bizzat veya telazum olarak birbirine zıt olur ki o, -
muttasılda mukaddemdir- geçmiş delilin aynısı ile birbirini gerekli kılar veya ters dü-
şüp döndürme yapar. Ya insan olmayandır ya at olmayandır, her ne zaman insan
olduğunda, önermesi gibi.
Şunu iyi bil ki cinsi bir olan ayrık iki önerme –iki cüzde veya diğerinde birleş-
mesine rağmen bir cüzde birbiri ile çelişmesi gerekirse, o ikisi birbiri ile çelişen iki
mütelazımdır. Bunun sebebi eşitlik hükümlerinin eşit olmasıdır. Ayrıca muttasıl ve
munfasıldan birleşmiş olan iktirani kıyasa dayanmasıdır. Bu talep edilen munfasıl
önerme için bir sonuç doğurur. Her ne zaman bu eşitlik doğru olursa diğeri de doğru
olur. Ya budur ya da şudur. Ya bu eşitlik ya da diğeri sonuç olarak çıkar. Geri ka-
lanlarını sen kıyas et.
İki hakikat iki cüzde bizzat veya telazum olarak birbirine zıt olursa durum yine
aynıdır. Maniat-i ceme nispetle maniat-i cem olmasına gelince şöyledir. Şayet onlar-
dan birisi bir taraf olursa veya taraflardan birisi lazım olursa, diğeriyle birleşmesine
rağmen bu taraf melzûm olur. Bir tarafın melzûm olması, akis (döndürme) olmaksızın
olumlu önermede hükmü bozmakla diğer tarafın lazımının lazımı olur. Hulfi kıya-
sın510 sırrına binaen böyle olur. Hayvan ile cisim arasındaki lazımlık olmaksızın, in-
san ile at arasındaki maniat-i cem gibi. (Bir varlık hem insan hem at olamaz).
Lazım tarafın olumsuzluğunda diğer tarafın hulf (bozma) ile melzûm olması
lazımdır. Çünkü iki melzûm arasındaki cemin caiz olması diğer iki lazım arasında
cemin caiz olmasını gerektirir. Aksi halde akis (evrim) olmaksızın tehallüf (uygunsuz-
luk) ile muhal lazım olur. İnsan ile at arasında cemin caiz olmamasına rağmen hay-
van ile cisim arasında cemin caiz olması gibi. O ikisinin arasında melzumluk vardır.
O ikisinden birisi taraf olursa veya diğerinde lazım olarak birleşmesi ile birlikte
iki taraftan birisinde taraf olursa yahut diğer iki taraf veya birisi melzûm olursa bu
iki nesne arasında maniat-i huluvu (ayrı kalmalarını engelleyen bir durum) meydana
gelir. Tarafı lazım olan olumlu önermede (melzûm olmaksızın) sadece lazım yeterlidir.
510 [Bir kesin kıyas ile bir seçmeli kıyasın birleşmesinden oluşturulmuş kıyaslara karma kıyas, ya
da hulfi kıyas denir. Bu kıyas, bir yargının imkânsız olduğunu göstererek kanıtlama yaparken kullanılır.
İspatlanmak istenen yargının karşıt hâlinin imkânsız olduğu gösterilerek ispat edilmek istenenin doğru
olduğuna karar verilir. İktiranlı ve istisnalı kıyasların karışımından yapılır. Olmayana ergi yoluyla bir
şeyi dolaylı olarak kanıtlamaya çalışır.]
-193-
-194-
[Sayfa: 119]
Tarafı melzûm olan olumsuz önermede sadece lazım yeterli olur. Lüzum hulf
(bozma) sırrına göre, akis (döndürme) ise tehallüf (uygunsuzluk) sırrına göre belirle-
nir. Olumlu ve olumsuz olarak cem ve hulf “zilzal” kelimesi gibidir. Cinsleri farklı
olanlara gelince –bir tarafta birleşse de- hakikat maniat-i cem ile birlikte diğer ma-
niat-i cemin tarafın lazımı, maniat-i huluv tarafının ise melzûmu olur. O ikisi olumlu
önermede birbirinin lazımıdır. Bir şey arasında hakikatin zımmındaki cemin men
edilmesi sırrıyla böyledir. Bir şeyin lazım olması iki şey arasında cemin men edilme-
sini gerektirir. Bir şey arasında huluvun men edilmesinden hakikatin zımmında olan
başka şeyler ortaya çıkar. Bir şeyin melzûmu iki şey arasındaki huluvun men edil-
mesini gerektirir. Akiste ise böyle değildir; onda değiştirme vardır.511 Genel olumsuz-
luğun daha hususi, özel olumsuzluğun daha genel olması sırrıyla hakikatin salibesi
lazımdır.
Şunu iyi bil ki marifetten sonra şartlıların birbiri ile inat etmesi alınış yeri kolay
olan bir telazümü netice verir. Daha önce geçtiği gibi her mütelazım (birbirini gerekli
kılan şeylerde) ile her zıtın aynısı arasında döndürme vardır. Diğeri ise hakiki inattır.
Birbirine zıt olmayan iki melzumun aynısı ile lazımın zıttı arasında cem inadı vardır.
Melzumun zıttı ile lazımın aynısı arasında hulf (bozma) inadı vardır.
Hatimenin hatimesi (özetin özeti): Hamliye512 (yüklemli) kendi tabiatından in-
hiraf ettiği (meyledip başka tarafa yöneldiği) gibi aynı şekilde bir kayıt altında hatta
bir harf altında gizlenir.
511 [İki türlü akis/döndürme vardır: a)Düz Döndürme: Bir önermenin niteliğine ve doğruluk değerine
dokunmadan öznesi ile yüklemini yer değiştirmektir. Tümel olumlunun düz döndürmesi tikel olumlu-
dur. Tümel olumsuzun düz döndürmesi tümel olumsuzdur. Tikel olumlunun düz döndürmesi tikel
olumludur. Tikel olumsuzun düz döndürmesi yoktur. b)Ters Döndürme: Bir önermenin olumlu ve olum-
suzluğuna dokunmadan öznesinin kaşıt halini yüklem, yükleminin karşıt halini de özne yapmaktır.
Tümel olumlunun ters döndürmesi tümel olumludur. Tümel olumsuzun ters döndürmesi tikel olum-
suzdur. Tikel olumlunun ters döndürmesi yoktur. Tikel olumsuzun ters döndürmesi tikel olumsuzdur.]
512 Haml iki kısımdır: Birincisi iştikakidir. Yani yol gösterme ve uygunluk sağlama bakımından onun
-195-
-196-
[Sayfa: 120]
Aynı şekilde şartiye kendi suretinden ayrılır ve bir kelimenin altına yahut bir
bağlaç veya diğerleri ile birlikte ona delalet eden hamliyenin altına girip onunla bir-
leşir. Aynı şekilde “lemma” ve benzerlerinin altında gizlenen ve onunla kaynaşan bir-
çok istisnai kıyas vardır. Bunlar “lev” ve benzerlerin altında doğru olmaz. Örneğin
olumlu cümlenin olumsuza cemi “vav”ı ile atfı maniat-ı cemi kapsar. Çünkü “vav”a
yönlendirilmiş nefiy, cemi nefyidir. Bu manayı ifade edenleri sen kıyas et. “Ev” edatı
ile olumlunun olumsuza atfının altında maniati huluv “ilâ”, “hattâ” ve onun benzer-
leri yahut eş anlamlılarına doğru hareket eder. Onun altında durup muttasıl lüzum
olarak hamurlaşır. “Bana geldiğin zaman sana ikram ederim” cümlesi şartlı önerme-
nin ilk öncülüne delalet eder. İstisna ve netice ise “lemma”nın (…dığı zaman) delaleti
için mukaddemin gerçekleşmesi gerekir. Bu edatın anlamdaşları da böyledir.
-197-
-198-
[Sayfa: 121]
513 Zahir: Yani delaleti zahir olandır. Yani yorumlanabilendir. Farklı bir mana ihtimali olmayan başka
bir manayı ihtimal eder. Fakat o bunun için uygundur.
Nesih: Bir şey için kâbil olmayan sadece onun için uygun olur. Bu kısımlar tartışmaya açıktır. Sen bunu
düşün!
Hafiy: Kendi nefsinden daha zayıf olan bir türe delalet edendir. Kendisinden daha ince manaya delalet
ettiği ancak iyice düşünüldüğü zaman anlaşılır. Başkasına öğretmeye delalet eden şeyler ancak Allah
katındadır. Fakat bu kısımlar gizlidir. Yani bir lafsın hakikat dışındaki manası mutlaka yeniden ele
alınması ve sözden ne kastedildiğine bakılması gerekir. Gözetmenin gözü, casusun kulağı, külin bol
olması cömertliğe, aslanın şecaate delalet etmesi gibi bu durum sözün makamına göre değerlendirilir.
Diğerlerini sen kıyas et. Hakiki manadan kendi lafzına intikal eder. Külü bol olan kimse gibi hakikat
olarak ona tabi olsa da aynıdır. Makam itibariyle cömert olan bir kimse gibi kinaye bakımından itibari
olarak ona tabir olsa da aynıdır. Aslan gibi hakikat olarak ona metbu olsa da aynıdır. Mecaz bakımından
göz veya kulak gibi az kullanılan istiare gibi itibari olarak ona tabi olsa da aynıdır.
Umum: Genellik ve kapsam ifade etmek için konulan bir lafızdır… müşahhas için konulanlar… mana
için konulanlar... uzak ve yakın olmak üzere iki mana için konulanlar.
İsti‘mal: açık bir manada kullanılan … gizli manalarda kullanılanlar.
Fehim: Kendisine işaret edilen lafzın kendisine işaret ettiği şeyden anlaşılanlardan ibarettir. Yani lafzın
kendisinden anlaşılan anlamdır. Yahut onun işaret ettiği bir şeydir. Veya manasının anlamıdır. Yahut
müktezayı halden (sözün yer ve zamana uygun olması) anlaşılandır. Hamliye (bir önermeye hüküm yük-
leme) haberi cümledir. O, anlamın doğru olmasını gerektirir. İnşa cümlesinde ise söz için doğrudur veya
yanlıştır hükmü verilemez.
514 “Tenzil”in (Kurân’ın) icazı konusu uzunca anlatılmıştır. Yani mantıkçılara göre ikincisinin imtina
olması (imkânsızlık) delili ile birincisi imtina (imkânsız) olur. Dilcilere göre birincinin imtina olması delili
ile ikincisi imtina olur.
515 Yani imtina muhalde kullanılır. Şimdiki durum ise hizmetin böyle olmadığını nasıl gösterir? Cevap
olarak şöyle derim: Muhal lafzı geneldir ve birçok detayı vardır. Onun tabakası üçtür. Vücub (zorunlu-
luk), imtina (imkânsızlık), imkan (olabilirlik). Şahışlandırılmış olan hal tam illete bağlı olmasından dolayı
vacibin misalidir. Varlık sebebiyle o Allah’ın iradesidir. Mazi zaman ikincisi olan imtina içindir. Çünkü
o bulunamamıştır. İlletin varlığı bulunmasıyla onun ademi muhaldir. Varlığı olmayan da muhaldir. İs-
tikbal (gelecek zaman) ikincisi içindir.
516 Zehâiru’l-ukbe, Hafız Muhibbuddin Ahmed bin Abdullah et-Tayri, S: 82 = Hâdisenin hülâsası şöyle-
dir: Hazret-i Ömer (r.a) hamli alta aylık iken doğuran bir kadını recmetmek istemiş. Hazret-i Ali Radı-
yallahü anhü ona demiş ki: Cenab-ı Hak diyor ki “ve hamlühû ve fisâluhû selâsune şehran” yine Cenab-
ı Allah buyuruyor ki: “ve fisâluhû fî âmeyni”. Birinci âyetin meali: “Onun hamli (yani rahimdeki çocuğu)
ve onun sütten kesilme müddeti 30 aydır. “İkinci âyetin meali: “Onun sütten kesilmesi müddeti iki
yıldır.” Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer’e demiş: O halde hamlde altı aylık olabilir. Bunun üzerine Hazret-i
Ömer: “Eğer Ali olmasa idi, muhakkak ki Ömer helâk olurdu” demiş. –A. B.
517 [Cezmetmeyen şart edatlarından biri olan “levla” edatından sonra şart ve cevap adı altında iki cümle
bulunur. Ancak şart cümlesi isim cümlesidir. Bu edat bazen arz veya tahdit bildirir. Arz birşeyin yapıl-
masını kibarca istemek tahdit ise kabaca istemektir. Mazi fiilden sonra gelirse kınama edatı olur.]
518 Yani yüklemin aynısı için sonuç önermeye ait yükleminin aynısının istisnası gibi, “lâ lev” edatı müs-
-199-
-200-
[Sayfa: 122]
519 Yani “levlâ” dan sonraki iki taraf arasındadır. Aynı şekilde “levmâ” –geçmiş örnekte olduğu gibi- ve
“levlâke levlâke lemâ ħalaktu eflak” (Sen olmasaydın Ben âlemleri yaratmazdım). (“levlâke” hadisinin
geniş me’hazleri için bak: Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları S: 306, H. no: 17 –A. B.-) bu hadis Maniat-
i cemin doğruluğunu ifade eder. Ya, Ali var ya da (yoksa) Ömer helâk olur. Ya Sen varsın ya da Ben
yaratmazdım. İki taraf arasında lüzum olması istendiği zaman talinin (yüklemin) üzerine “lâ” getirilir.
Lazım olan bitişik şart edatı maniat-i cemle birleşir. İki cüzden birisini mukaddime diğer zıttını tali
yapar. “lev” edatının gelmesi lüzuma delalet eder. Onun manası daha önce “lemmâ” idi. Ondan sonraki
kıyas müstakimdir. Şimdiki durumda “levlâ” edatı mukaddemin varlığının hakikatine delalet eder. Bu
edattan sonra cevap cümlesi gelir. “lâ” olumsuzluk edatı “lev” şart edatı ile birleşmiştir. Bu basit bir
arazdır. Basit ya soyut, soyutlar gibi maddeyle olmayandır. Örneğin vacip ve mutlak olarak nefisler gibi.
Ya da maddeyledir: o aynı şekilde ferdin cevheri ve noktanın arz edilmesi gibi bölünemez. Yahut o madde
gökyüzü gibi farklı tabakalardan değildir. Veya su gibi, isimde tümel ve tikel olarak ortaktır. Sen bunu
ezberleyip koru!
-201-
-202-
[Sayfa: 123]
→ eğer onun iki tarafı varsa doğruluk ortaya çıkmış kabul edilir. Varlık itibariyle
karşılıklı zıtlık meydana gelir… Eğer iki taraftan biri adem (yok) ise ve bir yerde ola-
bilme şartı koşulmuşsa adem ve mülkiyet söz konusudur. Aksi takdirde değilleme
yapılır. Cümlelerde yahut her ikisinde çelişki ortaya çıkar. Bir cümlede hem olumlu-
luk hem de olumsuzluk söz konusu olur.
İstidlâlde (delillere dayanarak bir hükme varma konusunda) bir işlevi ve etkisi
olan önerme hükümlerinde daha sonra tenâkuz520 (çelişki) konusu gelir. Çünkü biz
çoğu zaman neticeyi ispat etmek için delile ihtiyaç duyarız. Diğerlerinde ise hulf
(bozma) vardır. Hulf, (karma kıyas)521 zıddın iptali ile bir şeyi ispat etmektir. Tenaku-
zun (çelişkinin) nasıl olduğunu mutlaka bilmek gerekir.
Şunu iyi bil ki teorik şekillere dair açıklamaların üzerinde duraksayan hüküm-
lerde tenakuz vardır. Birincisi dışındaki teoriktir. İki zıddın birlikte alınmasıyla ku-
rulan hulf (karma)522 kıyasının neticesi ve akisler (döndürme) bilgisi üzerinde duran
istikamet (düz) kıyası ile sabit olur. Tenakuz (çelişki) hakikate göre çok külfete ihtiyaç
duymaz bir şeyi iyice öğrendikten sonra onun zıddı açıkça ortaya çıkar. Çünkü her
şeyin zıddı tersiyle orantılıdır. Bir şeyi kaldırmak nefyetmektir. Nefiy ise ademdir.
Adem varlık gibi eşyaları tanıtır. Çünkü varlık ile yokluk iki genel kavramdır. Bir şey
arazı ile bilinir. Ancak elde edilmeyen adem bizim kastettiğimiz eserlere ulaşmak için
kaynak olamaz. Elde edilen önermeleri kaydetmek istediler. Bunlar hakikatlerin zıt-
ları veya aynısının lazımlarıdır. Örnek: “Zeyd ayakta değildir” önermesinin zıddı
“ayakta olmayan Zeyd değildir.” Zıtlık gördüğün gibidir.. Bundan dolayı onu “iki zıd-
dın ihtilaf” etmesi olarak tanıttılar. Yani tekil olmayan iki şey. Çünkü onun hulfde
(hükmü bozma konusunda) bir rolü yoktur. Yahut olumlu ve olumsuz ile bir öner-
menin müfredinde etkisi yoktur. Yani bunda kendi zatını gerektirdiği için ne bireysel
ne de bileşik vardır. Yani yabancı mukaddime vasıtası ile değildir. Bir şeyin eşitine
zıt olan diğer bir şey için zıtlık oluşturur. O ikisinin doğruluğu ve yanlışlığı imkânsız-
dır. Yani aralarında hakiki bir infisal vardır.
Daha sonra onun tarifinden üç ihtilaf veya bir, iki, üç, sekiz yahut on dört
ittihat olma şartından istifade edilir. İhtilaf ise açık tarif ve tehalluf (uygunsuzluk)
çelişki ile nitelikte bulunur. Örnek: “Ey bekâr senin oğlun ayaktadır. Ayakta olmayan
senin oğlun değildir.” Bu önermenin niteliğinde çelişki vardır. Aynı şekilde nicelikte
tehalluf için ihtilaf vardır.
kıyas denir. Hulfî kıyas, ispatı istenen iddianın zıddının yanlışlanması üzerine kurulu bir akıl yürütme-
dir. Bir başka deyişle, Hulfî kıyas, bir kanıtlama yöntemi olarak doğruluğu ispatlanması istenen öner-
menin çelişiğinin yanlış olduğunu ortaya koymak için yapılır. Böylece çeliğinin yanlışlığıyla, kendisinin
doğruluğu ispatlanmaksızın, doğru olduğu ispatlanmış kabul edilir.]
-203-
-204-
[Sayfa: 124]
Tümel önermede konu ve mukaddem kezib bakımından daha umumidir. Tikelde ise
sıdk daha umumidir. Cihetteki ihtilaf ise daha sonra gelecek…
Daha sonra birde ve nispette birlik gelir. …Çünkü o, iki taraftan birinde ve
kayıtlarından birinde ihtilaf ederse nispet de ihtilaf eder. Birleştiklerinde iki zıddın
aksi ortaya çıkar. Kayıtlarında birleşirler veya onu kayda bağlayan bir konuda ittihat
ederler. Dört kaydı (şartı) ile birlikte mahmûl (yüklem) veya her ikisinde (nitelik ve
nicelikte) ve zamanda birleşir. Çünkü zaman cümlede veya konuda mahmûlün bir
cüzü olması için kolayca gelmez.. Beyaz ve siyah şartı ile farklılık olmamakla birlikte
görme için farklı olan bir cisim gibi cüzde, külde, külliyede ve şartta mahmûlün cüzü
olmaz. Mahmûlde zaman, mekân, izafet, kuvvet ve fiil vardır. …Yahut konunun ve
mahmûlün kayıtlarındaki tebâdul (değiş tokuş) ile beraber bu sekizdir. Bunlar tü-
melde meydana gelen bozulma sırrıyla böyle olmuştur.
Şunu iyi bil ki: Bütün kayıtları itibara alınan bir kaziye, bazen hüküm konusu
olan bir önerme içerir. Şunu da iyi bil ki: Bir şeyin zıddı onun ademidir. Üç kaydı
olan bir önerme için altı adem vardır. Onu kapsayan bir ademin zıddının alınması
gerekir. Bu ancak kayıtlarında daha hususi olandan başka bir şey değildir. Ehasın
(daha özelin) ademi daha umumidir. Daha umuminin ademi ise daha hususidir. Her
ikisinin huluvu da caizdir. Olumlu önermede cihet olan daha hususi bir kayıt vardır.
“İnsan hayvandır” önermesinde insanın zorunlu olarak hayvan olması konusunda
çelişkili bir durum vardır. Zaruretin selbi imkândır. (Zorunluluğu kaldırmak olasılığı
ortaya çıkartır). Zaruretin zıddı zâtiyedir. Genel olasılık zıt taraflardadır. Bu, muha-
lifin yanındaki zarureti kaldırmayı gerektirir. Bu durum ise zaruret ile uygundur.
Her fert ve bazı kelimelerinden olumsuz yapma duurmu sabitlerin arasında
olduğu zaman çelişki ortaya çıkar. Aynı şekilde tüm zamanlardaki sübut ile bazısında
selp veya zat yahut sıfat olarak akis ile birlikte aralarında tenakuz vardır. Bunlar
mutlak devamlı olan çelişkili vakit ve süreli örf için gereklidir. Yahut bunun tersidir.
Vaktiyeye (süreli) gelince bu, vaktin birleşmesiyle meydana gelen şahsiye gibi-
dir. →
-205-
-206-
[Sayfa: 125]
Münteşire ise vakit iyice yayıldığı zaman söz konusu olur. İspattaki nekra
gibi… Ancak bu, olasılıkla çelişir. Bu durum, hüküm olarak nefiy siyakındaki nekra
(olumsuzluk bağlamında olan belirsiz bir isim) gibi genel manada çelişki kaldırıldı-
ğında ancak imkân (olasılık) durumuna ters düşebilir. 523
Şunu iyi bil ki: Bileşik önermelerin zıddı kendi cinsinden değildir. Ancak onlar
munfasılayı muhassele olarak ele aldılar. Bu ise, onun zıddının lazımıdır; bir ferdi
olan vücud gibi, önermenin aslında bulunan bir kavram olması sebebiyledir. İşte bu
cüzleri ile birlikte ceminin var olmasıdır. Adem (yokluk) gibi ona zıt olan şeyin fertleri
çeşitlidir. Hatta mürekkepteki (bileşik) beş parçalı bileşik önerme de böyledir. Adem
için otuz bir fert vardır. İki cüzün zatı, üç ferttir. Bundan dolayı cüzün olmaması
hususi olmak için yardım etmez. Bilakis onun cüzleri arasına iç içe girmeyen konu-
larda tereddüt etmek yaygındır. İşte bu kapalılık ve tereddüt sebebiyle, ya munfası-
laya benzeyen hamliye veya ona benzeyen munfasıl ortaya çıkar.
Birbirine eşit olan muttasıldaki benzerlik birbirine gerekli olan diğer munfasıl-
daki gibidir. Yahut onlar birbirine muhalif olan iki cüz idiler. Yani iki külliye içinde
olsalar da munfasıla ondan daha hususidir. Örnek: Her bir sayı ya çifttir ya da tektir.
Her insan ya kâtiptir ya da ümmidir. Tüm sayıların çift veya tek olması doğru değildir.
“Her” insan ya kâtiptir ya da her insan ümmidir. Bilakis bu önermelerde “bazı” olma
söz konusudur. Hükmün tümele yüklenmesi ve “her fert” denmesi doğru bir hüküm
çıkarmaz. “İmmâ” bağlacının “kül” ekleminden önce gelmesi onu daha genel yapar.
Çünkü o, hüküm tamam olduktan sonra cümleye girmiştir. Hüküm verildikten sonra
gelen farazi her önerme kendi arasında bir topluluk oluşturur.
Şunu da iyi bil ki: Konusunun parçaları bir olan bileşik önerme, terkipten do-
layı zaruretle hakikattir. Bunun çözümü şöyledir: İki cüze ait iki konunun hakika-
tinde birleşme zorunluluğu yoktur. Çözüm zıddın zıddı olması için, konudaki mürek-
keb ile mutlaka aynı olmalıdır. Mürekkep (bileşik) önermelerde çözümlü külliye mü-
rekkebin aynısıdır. …Küll sırrıyla, kuşkusuz ki o diğerlerini kuşatıcıdır… Onun zıd-
dını almasında bir problem yoktur.
Yine şunu iyi bil ki: Cüzi olarak konuda birleşen mürekkep (bileşik) önerme,
terkip için zorunlu olarak hakikattir. Bunun çözüm gerekçesi iki cüze ait konunun
hakikatin birleşiminde zaruret olmamasıdır. Biz bu önermeyi çözümleyen iki cüzün
zıddını alıyoruz. Muhallil (çözümleyici) zıddın zıddı olabilmesi için konu bakımından
mutlaka mürekkebin aynısı olması gerekir. Bileşik önermelerde muhallil (çözümle-
yici) tümel mürekkebin aynısıdır. …Bu, küll sırrıyladır. Zira o, kuşatıcıdır. Onun zıd-
dını alma konusunda bir problem yoktur.
El yazma nüshada aynen bu şekilde [(38) (1)] bir rakam var. Ancak bu rakamın ne olduğunu çıkara-
523
-207-
-208-
[Sayfa: 126]
Tikel bileşik önermeler ise, bu durum bileşik tikel kavramının diğerinden daha
özel olduğu zaman söz konusudur. Tek bir zâta işaret eden, bazılık belirten iki eklem
olma zorunluluğun olmaması nedeniyle bu durum çözümleyici iki tikel kavramın bir-
leşmesi sırrıyla meydana gelir. Daha genel olan çözümleyici zıt eklem bileşik zıddan
daha hususi olur. Bu yüzden “bazı hayvanlar insandır” önermesi yanlış olur. Çünkü
burada devamlılık yoktur. “Hayvanlar içinde devamlı insan olan bir şey yoktur. Her
hayvan devamlı insandır.” Bu önermeler yanlış olmasına rağmen birbirine zıt olan iki
önerme diğerini kaldırmaz. Tikel bileşiğin zıddını almak için üç yöntem vardır. Birin-
cisi: Üçlü taksim yapmaktır. Yani ya hiçbir şey… ya hepsi… ya da bazısı. İkincisi
olumsuzluğun bozulması konusunda yüklemi bozmakla konuyu şarta bağlamaktır.
Olumluyu bozma konusunda konunun şarta bağlanması yüklem ile aynıdır. Üçün-
cüsü konuyu birleştirmek için çözümleyici iki tikelin zıddı arasında tekrarlama yap-
maktır. Bu durumda yüklemi tekrar eden bir önerme elde edilir. Çelişkili önermelerde
birleşme şartlarından birisi konuda birliktir. Yani iki türü ile birlikte zihinde birle-
şimdir. İhtilafı bozmak için dışardaki iki kısımda da birlik gerekir. Şartlardan birisi
bitişik veya ayrı olarak cins de birleşmektir. Lüzum ve inat olarak tür bulunur. Bir
de tehallüf (uygunsuzluk) için ittifak vardır. İki cümlenin bozulması varlıkta cem ve
refin yokluğunu gerektirir. İki müfrette ve varlıkta kendi cihetiyle bulunur.
Akiste fasıl:524 Üzerinde durulan hükümlerde ikinci hüküm akis şekilleri için
neticelerin lüzumunu ispat etmektir. Lugat olarak lazım olmayana, zıdda ve mutlak
değiştirme için akis söylenir. Ama burada ise mastar manasıyladır. Yüklemli öner-
menin değişimini gösterir. Yanlışlığı dışında doğruluğu ve niteliği ile beraber kalmak
şartıyla muttasıl (bitişik) önerme içinde geçerlidir. Lazımın doğruluğuna cevaz vermek
için melzumun yanlış olduğunu göstermek gerekir. Bilinen manalarla değiştirmekle
elde edilen daha özel önermelere ulaşılır daha sonra lazım ile melzûm arasında fark-
lılık gerekir. İnat ve kardeşlik benzeri bir ittifak gibi, birbirine benzeyen iki tarafın
izafetine nispet edildiği zaman akis itibara alınmaz. Akisin (döndürme) gerekliliği te-
orik asıl içindir bir delile ihtiyaç duyar ve o üç tanedir.
-209-
-210-
[Sayfa: 127]
Birincisi: Hulf.. (karma kıyas) onun esası, zıddı iptal ederek akisi (döndürme)
ispat etmektir.525 Onun tasviri (şekli): Lüzum olarak akisi doğrulamasa da çözüle-
bilme olasılığı bulunduğu içindir. Aslındaki her sadık ile beraber onun zıddının doğ-
ruluğu mümkündür Birinci şekil ile sonuç çıkarmak için o ikisini doğruluğu müm-
kün olsa bile onun kendisinde bir şey çıkartılır bu ise o ikisindeki olumluluk için
konunun varlığı muhaldir. Muhalin olasılığı batıldır. Lazımın batıl olmasıyla melzu-
mun da batıl olması gerekir. Ya şekli ile ki bu açık bir sonuçtur. Ya da konunun aslı
iledir bu doğruluğu gerektirir. Bu durumda akisin zıddından başka bir şey kalmaz.
Bu muhalin inşa edilmesidir. Dolayısıyla onu doğrulamak mümkün değildir. Bu ne-
denle akis gerekli olur.
İkincisi: Akis (döndürme) yöntemi.. Bu, aksin zıddının aksidir. Aslın zıt olması
veya çelişkili olması için yapılır. Asıl mecburen doğrudur. Zıddın akisi batıldır. Onun
melzûmu çelişki olup oda batıldır. Çelişkinin çelişkisi döndürme olup elbette doğru-
dur.
Sonuç: Gereklilik bakımından eğer döndürme doğru olmazsa çelişkinin doğru
olması olasıdır. Şayet doğru olursa onun gerektirdiği şey de doğru olur ki bu onun
döndürmesidir. Lazım doğrulanırsa iki zıddın veya iki çelişkinin bir araya getirmesi
gerekir. Asıl, doğrunun vacibidir. Çelişkinin çelişik kıyasın döndürmesi muhali ge-
rektirir. Fakat bu mümkün değildir. Bilakis akis lazım olur.
Şunu iyi bil ki: Olumlu tarafa yönlendirilmiş olan akisler (döndürmeler) sadece
üçtür. Dördün devam etmesi için mutlak geçici süre gerekir. Bu süre özellikle devamlı
olmayanlar için geçerlidir. Genel mutlak beş için kullanılır. Bunu iyi bil ki: “Lazımın
lazımı lazımdır. Sırıyla akisten daha umumi olan her şey akistir. Bu terim “melzumun
melzûmu melzumdur.” Sırıyla asıldan daha hususi olan her şey onun akisini gerek-
tirir.
Yine şunu iyi bil ki, bizim için iki makam vardır: ispat, nefiy… Daha önce geç-
tiği gibi, lüzumu ispat etmek için elimizde üç tane önerme bozma yöntemi vardır.
Bazen olmayı ifade eden şeylerde lüzumun devir526 (bir sonrasına devam etmesi) için
tenbih ve tenvir gibi farazi ve akis bulunur.
525 [Bu kıyas, bir yargının imkânsız olduğunu göstererek kanıtlama yaparken kullanılır. İspatlanmak
istenen yargının karşıt hâlinin imkânsız olduğu gösterilerek ispat edilmek istenenin doğru olduğuna
karar verilir.]
526 Olumlular
-211-
-212-
[Sayfa: 128]
Şunu iyi bil ki: İki devamlı ve genel olan şey hulf (karma kıyas) ile mutlak süreli
olanın aksidir. Yani o olmaz ise onun zıddı doğru olur. Bu tümel olumsuz genel örfi-
dir. Bu da aslın kübra (büyük öncül)dır. Kendisinde var olan bir şeyin dört yönden
birisi ile selb (olumsuz) yapılmasını netice verir. Çünkü birinci şeklin neticesi kübra
(büyük öncül) -burada olduğu gibi- vasfa ait olduğu zaman suğrayı (küçük öncülü)
takip eder. Bir şeyi kendinden selb etmek muhaldir. Çünkü o, şeklin suretinden ve
suğradan değildir. Bilakis büyük öncüldendir. O, akisin zıddıdır. Aynı şekilde müm-
kün de değildir. Bu onu doğrular ve akis gerekli olur. Farazi olarak, o akisin zıddıdır.
Aynı şekilde mümkün değildir. Onu doğrular ve akis gerekir. İftiraz (varsayım), küçük
öncülün yüklemi ile büyük öncülün konusunu birbirine bağlamaktır. Bu üçüncü bir
akis netice verir. Fakat devir527 gerekmez veya üçüncü dışındaki ile ispat etmek ge-
rekmez. Çünkü maksat uyarma ve betimlemektir. …Akis ile de aynı şekildedir. Ör-
nek: “Her insan hayvandır” yönlerden birisi ile: “Bazı hayvanlar insandır” o, hayvan
olduğu zaman böyledir: aksi halde iki zıddın veya iki çelişkinin birlikte olması gerekir.
Çünkü akisin çelişkisi doğru olan asla ters düşen bir şeyi gerektirir. Sâdıkın zıddı
kâzibtir. Onun melzumu daha büyük yalancı olan diğer çelişkidir. Çelişkinin çelişkisi
düz döndürmedir. Muhalin olasılığı imkânsız olduğu için lazım da böyledir.
Nefiy makamına gelince, tehallüf (uygunsuzluk) ile …şunu iyi bil ki; daha
umumi olan daha hususi olan bir şey için gerekli olur. Daha hususi olan daha umumi
için melzûm olması gibi. Daha genel olan bir şeyin lazımı daha hususinin lazımıdır.
Ehasın melzûmu ea‘mın melzumudur. Hâsa (özel) lazım olmayan bir şey â‘ama (genel)
da lazım olmaz. Aksi halde hulf (karma kıyas) gerekir. E‘ammı gerektirmeyen bir şey
ehassı da gerektirmez. Aksi halde hulf sabit olur.
Yine şunu iyi bil ki (bu dört şey için mutlak süre belirtilenler dışında) biz akisin
nefyi konusunda otuz iki tane tehallüf (uygunsuzluk) maddesine ihtiyaç duyarız. En
kısa metodu: dört aslın yanından birisini almamızdır. Ehas kendi kardeşi için en
güçlü melzumdur. Onu, biz akisin yanından alırız. Lazım daha umumidir. O, en hafif
olan lazım kardeşi için gelir. Ehas, zati zaruretin aslındadır. Akisin yanındaki daha
umumidir. Vaktiye cihetinden de olsa böyledir: Sıdktaki tehallüf (uygunsuzluk) ile
beraber zaruretle şöyle denir: “Her kâtip insandır” … Kezib ile birlikte “Bazı insanlar
kâtiptir” önermesi bir vakitte zaruret ile çıkan bir sonuçtur.
527 [Bir şeyi dolaylı bir şekilde yine kendisiyle tarif ve ispat etme anlamında mantık ve felsefe terimi]
-213-
-214-
[Sayfa: 129]
Belli bir vakte has olan iki önerme devamlı değildir. Örnek: Kâtip olduğu sü-
rece “Her kâtip hareket edendir” (parmaklarını oynatır) fakat devamlı değil. Yani bir
müddet sonra kâtipde bir fiil hareket eden bir şey yoktur. Onun zıddı; Hareket ettik-
leri sürece “Bazı hareket edenler kâtiptir.” Bazı hareket edenler bilfiil katip değildir.
Aksi halde şu önerme doğru olur. “Her hareket sahibi devamlı kâtiptir” yani bu zat
için kitabet işlemi devamlıdır. Birinci cüzün gerektirdiği şey asıldandır: Kitabet devam
ettikçe hareket devam eder. Bu farz ile devamlıdır: hareket etmek zat için devamlı
olur. Asıl kaydın (şartın) zıddı doğru sonuç için farz olur…
Kaydın (şart) zıddı: “Bazı hareket edenler kâtip değildir.” Bilfiildir, hulf (karma
kıyas) ile açıklamaz, çünkü onun zıddıdır. O devam ettiği sürece “Her hareket eden
kâtiptir” …aynı kayıtla beraber bir şeyin selbi bilfiil kendisinden ortaya çıkar. Bu
caizdir. Çünkü konun başlığı çözülüp dağıtılmıştır. Akis yolu ile değil: Çünkü akis
“her hareket eden devamlı kâtiptir”; kâtip bir vakitte hareket ettikten sonra o kayda
(şarta) ters düşmez. Farazi de olmaz. Çünkü o yüklemdeki küçük öncülü konudaki
büyük öncüle bağlamıştır. Böylece konumun bağlamından çıkmıştır. Birinci cüzün
olumlu olması sebebiyle; bilfiil “Her insan kâtiptir.” Yüklemin bağlanması: Bilfiil “İn-
sanda hareket eden hiçbir şey yoktur.” Küçük öncül olumlu olma şartından dolayı
üçüncü şekil için bu doğru olmaz.
Şunu iyi bil ki; bir vakte bağlı iki mevcut önermenin zıddı genel mutlaktır.
Burada bize iki görev düşer.
Birincisi: Bu lüzumun ispatı şu yöntemlerle yapılır. Bunların en kısası: beşten
en umumi olanı almamızdır. Çünkü en umuminin lazımı en hususinin lazımı ve mut-
lak e‘amdır. Çünkü mutlak mukayyetten daha umumidir. “Her kâtip gülendir” öner-
mesi bilfiil doğru olduğu zaman “Bazı gülenler kâtiptir” bil fiil ve hulf (karma kıyas)
ile bunun lüzumu da doğru olur. Yani bu gülenlerden devamlı kâtip olan hiçbir şey
(kimse) yoktur. –Büyük öncül asıl içindir-. -Kâtiplikten devamlı kâtip olan bir şey
(kimse) yoktur- sonucu çıkar ki bu, konumun varlığı nedeniyle muhaldir.
-215-
-216-
[Sayfa: 130]
-217-
-218-
[Sayfa: 131]
Aynı şekilde, icma ile iki mümkünden muhal doğar. (Görüş birliği ile iki olası-
lıktan olanaksız bir şey ortaya çıkar.) Aynı anda hem ayakta olmak hem de oturmak
gibi. Asıl doğru olan şeye rağmen bu mümkünü fiilen529 varsaymak, asıl konunun
fertleri geniş olduğu için bu mümkün değildir.530
Ayrıca imkânın (olasılığın) devam etmesi olası bir durum değildir. Birincisi (ön
bileşen), ikincisi (art bileşen) olmaksızın zorunluluğu ortadan kaldırır… Bir insanın
devamlı kâtip (yazar halinde) olması mümkün değildir. Bu durum insan için olası bir
şey değildir. Bu ancak şimdiki zaman sınırları içinde devam etmesi mümkün olabilir.
Yine, meşhur olan görüşe göre; olasılığın doğruluğu, doğrunun olasılığı dışında
olduğu gibi, zaruretin doğruluğu, doğrunun zarureti dışında başka bir şeydir. Zira
olasılığın doğruluğunu, aslının doğru kalması ile birlikte, bazen onu bilfiil varsaymak
mümkün olmaz. Çünkü bazen bir şeyin olasılığı gerekli olur ama onun fiilini varsay-
mak bu olasılığın onunla birlikte olmasını engeller. Oturabilme olasılığı olan birinin
ayakta olması gibi. İşte bu noktada (bazı filozoflar) kendilerini şüpheye düştükleri
şeyin içe attılar. (Böylece doğru yoldan çıkıp savrulup gittiler.)
Ayrıca şunu iyi bil ki: Konumun bağlanması konusunda Şeyh’in531 görüşüne
göre, zahir olan bir şey üzerine iki mümkün için akis yoktur. Tehallüf (karma kıyas)
için harici bir fiil… (ile) hulf yapılamaması (hükmün bozulamaması durumu söz ko-
nudur). Çünkü (iktiranî kıyasa ait dört şekilden) birinci şeklin suğrasında (ön bileşe-
ninde) imkân (olasılık) doğru olmaz. Bundan dolayı zaruret ile zaruret akis olmaz.
(Kesin kıyas ile diğer kesin kıyas döndürülmez.)
Daha sonra sâlibeler532 gelir; iki külli (tümel) devamlının akisi hulf (karma kı-
yas) ile devamlı küllidir. Akisin zıddı yapılmasıyla. Çünkü o, tümel olumlu olan asıl
için suğrası (ön bileşeni) tikel533 olumludur. Varsayım olarak var olan bir şeyden
olumsuz yapılınca zıddın doğruluğu sonucu alınır. Eğer istersen, akisin zıddının akisi
ile asıl akise zıt bir şey çıkarırsın. (Ters döndürmeyi tersine döndürürsen düz dön-
dürme bulursun.) Devamlılığın lazım olması ile ondan daha umumi olan bir şey la-
zım534 olur.
529 Birinci suğrada (küçük öncülde), zaruretin aksini (kesin kıyasın döndürmesini) iptal etme konusunda
tehalluf (uygunsuzluk olmak) ile zaruret vardır.
530 Bu, ilk önermenin kübrası (büyük öncülü) idi.
531 Şeyh’ten murad Ebu Ali İbn Sina’dır. -A. B.-
532 [Buradan kasıt, tüm sonuçları olumsuz çıkan ikinci şekil olabilir: 1) Tümel olumlu + Tümel olumsuz
= Tümel olumsuz 2) Tümel olumsuz + Tümel olumlu = Tümel olumsuz 3) Tümel olumlu + Tümel olumsuz
= Tikel olumsuz 4) Tikel olumsuz + Tümel olumlu = Tikel olumsuz]
533 Mutlak olarak.
534 Yani akis olur. Terim olarak değil.
-219-
-220-
[Sayfa: 132]
Şunu iyi bil ki: İki umuminin akisi (döndürmesi), genel örfi ve tümel olumsuz-
dur. Aksi halde hîniyye (geçici bir süre) mutlak olur; asılla birlikte tikel olumsuz,
kendisi olduğu zaman, kendisinden bir şeyin olumsuz yapılmasını netice verir. O,
tikelleri döndürülmüş olan özel iki tümelin döndürmesidir. ..Bu, genel örfiye ve tümel
olumsuzdur. …Genel mutlak, tikel olumlu, kemiyetteki535 birinci cüzün mevzusu
için, bazı mevzusu536 muhalif537 olan bir konuda zatın devamlı olmamasıdır. Bunun
üzerine, geride kalanlar için akis olmayan, olumsuzları döndürülmüş olan altı şey ile
kavram çıkardılar. Çünkü ondan daha hususi olan şey vaktiyedir. Cihetleri daha
umumi olana döndürülmez… Bu tehallüf ile mümkündür. “Terbî‘ (yıldızların birbi-
rinden doksan derece uzaklık mesafesinde) olduğu zaman aydan tutulan hiçbir şey
yoktur.” Şu önermenin yanlış olması ile birlikte o doğrudur. “Ayın bazısı tutulan de-
ğildir.” “Bazı tutulmayanlar ay değildir” öncülü olası olsa dahi, diğer öncül zorunlu
olarak yanlıştır. Çünkü tutulma özelliği aya ait bir özelliktir. Bazısının altında bulu-
nan ayın örtüsünü kaldırıp gösterir.
Cüzî sâlibelerde (tikel olumsuzlarda) hulfün meydana gelmemesinin sırrı: Aki-
sin zıddını asla birleştiren şeyin hulf (karma kıyas) olmasıdır. Muhal lazım olması
için suğra veya kübra (ön bileşen veya art bileşen) olması gerekir. Şimdiki hal ise
buradaki buradaki aslımız olumsuz olduğu için suğraya dönüşmez… Onun cüz’iyesi
için kübraya (büyük öncüle) da dönüşmez. İki hâssadaki döndürmenin sabit olma-
sına gelince; Çünkü asıl der ki:
Daha önce geçtiği gibi, onun cevazı için mürekkebi (bileşiği) itibara alıyorum. Sen bunu düşün!
-221-
-222-
[Sayfa: 133]
Olumlu olma şartı ile “Kuşkusuz konunun zâtı mevcuttur.” … Zât, zâhir olan konu-
nun başlığı ile vasıflanmıştır… Şartın hükmü ile yüklemin başlığını almıştır. Dolayı-
sıyla yüklemin bağlanma hükmü ile mahmûlü (yüklenilen) nefyeder (şeyi olumsuz
yapar)… İki vasıf arasındaki nefiylerin hükmü ile konuyu nefyeder. Bir zat üzerinde
birbirine çelişkili olan iki vasıf (ters orantılı olarak) herûkî538 (ikiz kardeş) gibidir. Her
ikisindeki zât gizlenmiş ve aldığı şey kayboluncaya kadar diğerinden uzaklaşmıştır.
Şunu iyi bil ki: Döndürme, (sonrası için) gerekli olan önermenin daha özelini
elde etmek için yapılır. …Bunu hulf ile ve akisin (karma kıyas ile döndürmenin)ol-
mamasıyla tespit ederiz. …Veya luzüm bakımından daha hususi olan(a bakarak an-
larız). Tehallüf ile (de olabilir.) ….Hulf (Karma Kıyas): Bir şeyi, tersini iptal ederek
ispatlamaktır. (Kıyas yapma) şekillerde neticenin tersi, diğerinin nefyettiği şeyi sonuç
olarak vermesi için, ön bileşene veya art bileşene539 eklenir. Döndürmede döndürü-
lenin zıddı, olumlulardaki asıl için art bileşene eklenir… Bir şeyin kendisinden aynı
eşitlikte Aks-i müstevide540 (düz döndürmede) bir şeyden olumsuz bir yargı çıkarmak
için, ön bileşenlerde olumsuz kalıp kullanılır. Aks-i nakızda541 (düz döndürmede) bir
şey onun zıddına yüklenir.
Onun şekli, ikinci makullerden biridir. Böylece: Şayet akis (döndürme) işlemi
bir şeyi doğrulayıp ispat etmezse zaruri olarak onun zıddı doğrulama işlemini yapar.
Bir şeyin zıddı doğrulanıp onaylanırsa, her doğrulayan şey (delil) ile birlikte o da kul-
lanılabilir. Çünkü doğruluğu kesin olan bir ebedidir. Bir şey her sâdık (doğrulayıcı)
ile birlikte doğrulandığı zaman, asılla da doğrulanmış olur. Çünkü o (asıl) külli ya-
nında doğru kabul edilir. Her ikisi birlikte doğrularsa, birinci şekil 542 elde edilir. Bi-
rinci şekil buraya terkip edildiğinde açıkça muhal bir şey ortaya çıkar. Nitekim o,
burada bir şeyi kendisinden (kipinden) çıkarıp olumsuz yapmaktır. Bu ise, asılda
olumlu bir konunun bulunması nedeniyle batıldır. Veya aksinin zıddı… Muhalin
melzûmu mümkün değildir. Mümkün olmayanın zıddı vacip ve lazımdır. Bu ise mat-
lûb (sonuç)dur….
538 “Herûki beracutek” terkibi Kürtçe, Kurmanci lehçesinde olup manası Arapça olarak “ke-tevemâni”
(ikiz gibi) demektir. -A. B.-
539 Yani, suğra (ön bileşen) ile… kübranın (art bileşenin) nefyettiği şey ortaya çıkar. Yahut kübra ile ……
netice verir….vs.
540 [Düz döndürme: Basit bir önermenin niteliğine ve doğruluk değerine dokunmadan konusunu yük-
büyük öncülde özne, küçük öncülde yüklem ise buna birinci şekil denir.]
-223-
-224-
[Sayfa: 134]
Tehalluf (uygunsuzluk) şekli ise: Şayet o döndürülürse, o zaman gerekli olur… Lazım
olursa, o haliyle devam eder… Devam ederse, tehallüf (uyumsuzluk) etmez… Lakin
tehallüf ettiği (zaman),543 devam etmez. Lazım olmazsa zaten döndürülmez….
Ters Döndürme544 hakkında bölüm:545 Önermelerin üçüncü hükmü ters dön-
dürmedir.
Şunu iyi bil ki: Gerçek şeklinden konuşan birçok delil vardır… İki mukadde-
menin veya birinin lazım olmasıyla gayeler ortaya çıkar. Bundan dolayı zıddın dön-
dürmesi için bilinmeyenleri bilenenlere atfedilmesine çok ihtiyaç duyarız. İki cüzün
zıddını olumsuz veya udûl (vaz geçme, dönme) olarak almakla birlikte zıddın akisi
niteliğe uygun olur. Veya cüzün zıddını almak için dikkatli bir bakış ile ikisi de bera-
ber alınabilir. “Bilfiil kâtiptir” önermesinin zıddı “Bilfiil kâtip değildir” önermesi ola-
maz. Bunun sebebi burada hulf (uyumsuzluk) tam olarak bulunmamasıdır. Veya ni-
telikte farklı olmakla birlikte sadece yüklemin zıddının olumsuz ve udûl olarak alın-
masıdır.
Daha önce zikretmiştik: Mutlak olarak akis gerekli olan önermelerin en özelini
elde etmek için kullanılır… melzumun ispat edilmesi burhana546 (kesin delile) muh-
taçtır. Kesin kanıtlar düz döndürmenin olumsuzlarında geçerlidir. Az bir farkla ters
döndürmenin olumlularında da geçerlidir. Aynı şekilde kanıtların olumluları olumsuz
önermelerde “zilzal” kelimesi gibi kullanılabilir.
Tümel olumlulara gelince onların zıddı birinci şekille kendisidir. Çünkü ondaki
yüklem ya eşittir ya da daha umumidir… iki düz döndürmenin zıddı birbirine eşittir.
Daha umuminin zıddı daha hususinin zıddından daha hususidir. Elbette onun üze-
rine külli olarak haml yapılır. Örnek “Her insan hayvandır” önermesinin zıddı kıyas-
ı iktiranî ile “Her hayvan olmayan insan olmayandır.” Yani aksi taktirde bunun zıddı
doğru olur ki o “Her hayvan olmayan insan olmayan değildir.” Aslı olumsuz olduğu
için bu önermenin ön bileşen yapılması mümkün değildir. İşte buradan son dönem
âlimler udûle (vaz geçmeye) mecbur kalmışlardır. Konun varlığı sabit olduğu zaman
olumluya teslim olmak gerekir. Çünkü konudan ve yüklemden harici olarak mutlaka
var veya yok olması gerekir.
543 “H” Asıl nüshada “izâ” (..dığı zaman) yoktur. Ama sanırım üslubun siyakı onu gerektirir. –A. B.-
544 [Ters Döndürme: Bir önermenin olumlu ve olumsuzluğuna dokunmadan öznesinin kaşıt halini yük-
lem, yükleminin karşıt halini de özne yapmaktır. Tümel olumlu bir önermenin ters döndürmesi, yine tü-
mel olumlu bir önermedir. Örnek: Her dost güvenilirdir. ↺ Her güvenilir olmayan, dost olmayandır. Tü-
mel olumsuz bir önermenin ters döndürmesi, tikel olumsuz bir önermedir. Örnek: Hiçbir düşman güve-
nilir değildir. ↺ Bazı güvenilir olmayanlar, düşman olmayan değildir. Tikel olumsuz bir önermenin ters
döndürmesi, yine tikel olumsuz bir önermedir. Örnek: Bazı güller kırmızı değildir. ↺ Bazı kırmızı olma-
yanlar, gül olmayan değildir. Tikel olumlu bir önermenin ters döndürmesi yoktur.]
545 Gelenbevî S: 30, satır: 2, mealiyle. –A. B.-
546 [Burhan: Bir hükmün, bir önermenin delil olarak kendisine dayandırıldığı, önceden doğru diye kabul
edilmiş olan hükümdür. Yani öncülleri kesin bilgilerden oluşan aklî bir delildir. Aklî bir delilin kesin
olabilmesi için bütün öncüllerinin zarûriyyât veya yakîniyyât türünden oluşması gerekir.]
-225-
-226-
[Sayfa: 135]
Çünkü olumsuz kip, olumsuz olan tarafın olumlu olmasını gerektirir. Olumsuzun
olumsuzu olumludur. Zıt doğrulandığı zaman asıl için ön öncül (suğra) gerekli olur.
“ Bazı hayvan olmayanlar insandır.” Önermesi yanlış olup doğrusu “Her insan hay-
vandır” buradan şöyle bir netice çıkar “Bilfiil bazı hayvan olmayan devamlı hayvan-
dır.” Bu şekilde zıddın zıdda yüklenmesi muhaldir. Muhalin gerekli olması ise müm-
kün değildir. Zıddın bozulması gerekli olur. Sen bunu düşün!
Şunu iyi bil ki devamlı olan iki şey diğer devamlıya ters düşer. Örnek “Her
insan hayvandır.” Zaruretle veya devamlı olarak “Her hayvan olmayan insan olma-
yandır.” Aksi halde “bazı hayvan olmayan insan olmayan değildir.” Çünkü daha önce
geçtiği gibi bazı hayvan olmayan bilfiil insandır. Her insanın hayvan olması şu so-
nucu verir. “Bazı bilfiil hayvan olmayanlar devamlı insandır.” Gördüğün gibi durum
böyledir.
İki umumi olan şey genel örfiye gider… örnek “Her katip hareket edendir.” Ka-
tip olduğu sürece. “Her hareketsiz kâtip değildir.” Hareket etmediği sürece… aksi
taktirde “Bazı hareketsizler kâtip olmayan değildir.” Hareket etmediği zaman. Daha
önce geçtiği gibi bazı hareketsizler o vakitte kâtiptir… bu, aslı ile birlikte şu neticeyi
verir. “Bazı hareketsizler hareket etmediği zaman hareketlidir.” Çünkü art bileşen
(kübra) vasfiyedir. Netice ön bileşene (suğraya) tabidir. Döndürmede üç noktayı çıka-
rabilmek için aslın tabiatı hakkında iyice düşün.
İki özel olan şey genel örfiye gider… bazısın da devamlı değil. Çünkü asıl bize
konunu vasfı için bir zat olduğunu haber verir. Yüklemin vasfı onunla beraberdir.
Yüklemin zıddı onun içindir. Devam eden şart hükmü nedeniyle konunu zıddı onunla
birliktedir. Aksi halde döndürme şartı düz döndürmede olduğu gibi tikel olur.
Cüzilere (tikellere) gelince ; tehallüf ile onların döndürmesi yoktur. Ancak var-
sayım ile iki özel önerme için olabilir. Basit kıyasların ön özeli zorunludur. Bileşikler
ve diğerleri vakte bağlıdır. Genel imkana göre onlar ters döndürülemez. Daha umu-
minin gerektirmediği bir şeyi daha hususi de gerektirmez. …daha umumiye lazım
olmayan bir şey daha hususiye de lazım olmaz. “Bazı hayvanlar insan değildir” zaru-
retle… “Bazı ay tutulan değildir” zaruretle.
-227-
-228-
[Sayfa: 136]
“Terbî‘ (yıldızların birbirinden doksan derece uzaklık mesafesinde) olduğu zaman, de-
vamlı değil. Doğru olmamakla birlikte “Bazı insan olmayan hayvan olmayandır.” Ve
“Bazı tutulanlar ay değildir.” Genel imkan ile..
İki hassaya (özel) gelince; o ikisinin akisi devamlı olmayan cüzi genel örfîdir.
Çünkü döndürmede doğru olmaz. “Bazı hareketliler kâtiptir” devamlı olmama şartı
ile. Yani bazı kâtip olmayan hareketsiz değildir.” Bilfiil “kâtip olmayan” kelimesinin
altına başkalarının girmesine zemin hazırlar. Şöyle dersin: “(Yazım konusunda) iler-
lemiş olmalarına rağmen ben hareket etmiyorum. Size rağmen ey yeniler!” …ve bu-
radan iki özel tümel önermenin döndürülmesinin şartı tikel olur.
Şunu iyi bil ki: Onun olumsuzları düz döndürmedeki olumlular gibidir. İki ge-
nel devamlı olanlar mutlak olarak bir zamana bağlı olup tikel olumsuzdur. Mesela
dörtten daha umumidir: “Kâtipten ikâmet eden bir kimse yoktur.” Kâtip olduğu sü-
rece. “Bazı ikâmet etmeyenler kâtip olmayan değildir.” İkâmet etmediği vakit. …aksi
taktirde “Her ikâmet etmeyen kâtip olmayandır.” İkâmet etmediği sürece. Bu, ters
döndürmedir. Nitekim o şu önermeyi kanıt olarak sunmuştur. “Her kâtip ikâmet
edendir.” Kâtip olduğu sürece. …Bu, aslın zıddıdır. O ise batıldır. Bunun melzûmu
ters döndürmedir. Yani ters döndürme aynı şekilde bu durumda mümkün değildir.
…Düz döndürme gerekli olur.
İki hassaya (özel) gelince: Hîniyyedir. (Belirli vakte bağlıdır.) Devamlı değildir.
…Hîniyye ise; ondan daha umumi olan için lazımdır. Daha umumi olanın lazımı daha
hususi olan içinde lazımdır. Devamlı olmayana gelince, o varsayımladır. Devamsız
birlikte geçen örnekte biz onu varsayarız. “Her Rumlu547 ikâmet eden değildir.” Birinci
cüzün hükmü ile kâtip olduğu sürece … “Her Rumlu kâtip değildir.” Arasındaki inat
ile birlikte şart hükmüyle o ikâmet ettiği vakit onun kapsamına girer. Yani her Rumlu
kâtip olduğu sürece ikâmet eden değildir. Her Rumlu ikâmet ettiği sürece kâtip de-
ğildir. Üçüncü şekilden şu sonuç çıkar. “Bazı ikâmet etmeyenler kâtip değildir.” O
ikâmet etmediği vakit. Çünkü üçüncüsündeki netice küçük akise tabidir. Mutlak
hîniyye ve mutlak âmme olmasını gerektirir. “Bazı ikâmet etmeyenler kâtip değildir.”
Bilfiil o ters döndürmede devamsız süre olmasının şartına meyillidir. Ne hulf ile ne
de akis ile sabit olmaz.
-229-
-230-
[Sayfa: 137]
İki vaktiyye, iki varlık ve genel mutlaka gelince: Onun zıddının akisi onu kap-
sadığı zaman genel mutlaktır. …Genel mutlak; tikel olumsuzdur. Mesela “Bazı insan-
lar gülen değildir.” Bilfiil, şunu gerektirir. “Bazı gülmeyenler insan olmayan değildir.”
Bilfiil aksi halde “Her gülmeyen insan değildir” devamlı. O ters döndürmeyi gerektirir.
Onunla kanıtlanmış olur. “Her insan gülendir” devamlı. Bu devamlı doğru olan asla
zıddır. Ters döndürmenin tersinin tersinin zıddı, batıldır. Burada bizim döndürmemiz
sabit olur. Hulf ile sabit olmaz. Çünkü asıl tikel olumsuzdur. Ne ön bileşene ne de
art bileşene dönüşmez. Mutlak lazım olduğu zaman mutlaktır. Ondan daha hususi
olan lazım olur.
Sonraki âlimlere göre yüklemin zıddını konu yapmak: konun aynısı niteliğe
muhalefet etmesine rağmen mahmûl yapmak her ikisi devamlı olumsuz olana göre
devamlı olumludur. … “Her insan hayvandır” devamlı. “Hayvan olmayan hiçbir şey
insan değildir” devamlı. Ancak “Bazı hayvan olmayan insandır” bilfiil. O asılla birlikte
şu neticeyi verir. “Bazı hayvan olmayan hayvandır” devamlı veya zaruretle. Bu işte
gördüğün gibidir.
İki olumlu genel tümel genel örfiye döner; “Her kâtip hareket edendir.” Katip
olduğu sürece. Bu, şuna döner. “Hareket etmeyen hiçbir şey kâtip değildir” o hareket
etmediği vakit. Çünkü buradaki sonuç ön öncüle tabidir. Görüldüğü gibi o muhaldir.
İki özel bazı olmada devam etmeyen genel örfiye gider; genel örfiye gelince,
daha önce geçtiği gibi… şarta gelince: şunu kastediyorum “Bazı hareket etmeyen
kâtiptir” bilfiil. …akisin cüziyesi için varsayımla şöyle denir: “Her Rumlu hareket et-
meyendir” şartın hükmüyle. “Her Rumlu kâtiptir” olumlu konumun bağlanması hük-
müyle. Üçüncüsünden şu sonuç çıkar: “Bazı hareket etmeyenler kâtiptir” bilfiil.
-231-
-232-
[Sayfa: 138]
Şunu iyi bil ki: Buradaki olumsuzlar sonraki âlimlerin görüşüne göredir. Beş
basitteki düz döndürmenin548 olumluları gibi değildir. Önceki âlimlere göre; Bu, aynı
şekilde oradaki gibi olur.
548 (Daha önce geçenleri hatırla) şunu iyi bil ki: düz döndürme konumun ve diğerinin bağlanmasına
bakar. Yani ister iki zıt olsun ister birbirinden veya birbirine ters yahut birbirine zıt veya da başkası
olsun fark etmez. Ters döndürme ise iki tarafın nispetine bakar. Hayvan ve insan olmayan gibi. …daha
önce geçenleri hatırla. …tümel olumlunun ölçütü birbirine eşit iki tarafın olmasıdır veya mahmûlün
mutlak olarak daha umumi olması ve cüziyenin birbirinden farklı olması gerekir. …Tümel olumsuz farklı
olması itibariyle mutlaktır. Tikel birbirine eşit değildir. …Yüklem daha umumidir.
İki düz döndürmenin zıttı birbirine eşittir. Daha umumi ve daha hususi olanda mutlak olarak aynı-
dır. Akiste aynı şekildedir. …Birbirinden farklı iki zıt arasında, daha umumi ve daha hususi olan bir
yönüyle farklı bir cüzi olup daha umumidir. Düz döndürmenin zıddı başka bir düz döndürmedir. Daha
umuminin zıddı mutlak olarak daha hususinin aynısı için farklıdır. Aynı şekilde daha hususi olanın
zıddı [buradaki dipnota yazılan haşiye şudur:](hayvan ve insan olmaya gibi) mutlak olarak bir yönüyle
daha umuminin aynısı gibidir. Daha umuminin zıddı [dipnot haşiyesi:] (o ikisinde cüziyenin yokluğun-
dan dolayı. Yani ne asıl ne de akis vardır. Sen bunu düşün!) bir yönüyle nesepten birisidir. Diğer yönden
daha hususinin aynısı ile beraber eşit değildir. Birbirinden farklı olanın zıddı bir yönüyle birbirinden
farklı olan diğer şeyden daha umumidir. Sen bunu ilim olarak iyice kuşattığında daha iyi anlarsın. İki
tarafın zıddını aldığın zaman –önceki âlimlerin görüşü gibi- nitelikte mutlaka birlik gerekir. Genel kaide
olarak mutlak olumsuz döndürmelerden tikellere dönülür. Külliyedeki tehallüf için, iki zıt bir yönüyle
daha umumi ve hususidir. İki taraftan bir zıt aldığın zaman o yüklemdir. –Hulfün (uyumsuzluk) yanın-
daki gibi mutlaka muhalefet gerekir. Sen bunu düşün!
Yine iyi bil ki: İki mümkünden mutlak olarak döndürülmeyenler vardır; Olumlu ve olumsuz tikel ile
tümeldir. İki hususi olan aynı şekilde mutlak olarak döndürülür. Olumlu ve olumsuz olarak geri kalan-
lar buradadır. Zilzal kelimesi gibi. Külliyenin külliye olarak döndürülmesinde bu, olumludur diğeri ise
olumsuzdur. Cüziyenin döndürmesi yoktur. Ancak cihet itibariyle burada altı tane döndürme vardır.
Külliyesi cüzi olan döndürmede bu olumsuzdur. Şu olumludur.. Önceki âlimlerin görüşüne göre cihet
itibariyle on bir şekil vardır.→
-233-
-234-
[Sayfa: 139]
549 Hulfe göre sadece bileşikler bulunur. Onun akisleri sadece üçtür. İki özelin mutlak olarak kanıtı
unvan sırrıyla sadece varsayımdır. Çünkü o ikisindeki hüküm ona bakar ve diğer bileşikler olmaksızın
ona bağlanır. Bilakis bizzat ona ve onun içindedir.
Onun ispatı arasındaki farklılık burhanları sebebiyledir. Bu da aynı şekilde onunladır. Selef âlimlere
göre niteliğin kalması ve asılların olumlularında da art bileşen olması gerekir. Akis üçtür: Devamlı olan,
örfi olan, devamlı olmayı genel örfi olandır. Tikel olumsuzun zıddı genel mutlaktır. Mutlak hîniyye (süreli)
şartlı kayıt için genel mutlaktır. Ön bileşen olmaz. Aynı şekilde el-haddü’l-evsat (orta/k bir deyim) tekrar
etmez. Tikel olumlunun lazımı alınır. Yüklemin bileşkesi ön bileşen yapar ve netice verir. Karma kıyas
onun içinde cereyan eder. İstikâmet kıyası ise, ya zıddın aynısı ile çelişir, -o burada tikel olumsuzdur ve
düz döndürme ile çelişmez. Onlara göre çelişkinin döndürmesi asılla çelişir. Lakin burada devrin lazımı
sabit olmaz- ya da olumlu olan lazım ile döndürülür. Doğru döndürme ile aslın zıddı gibi olur. Olumsuz
döndürmelerde üç durum vardır: Mutlak hîniyye, devamsız hîniyye ve mutlak. O, tikelin olumsuzları ve
zıddıdır. Bu genel örfidir. Olumlu daime tümel olup aslın salahı için uygun değildir. Bunu sebebi cüzieye
olmaksızın küllüye halinde büyük olmasıdır. Udûl (dönme) ve tahsil için orta terimin tekrar etmemesi
diğer bi sebebidir. Bilakis bu istikamet kıyası iledir. Çünkü onlara göre çelişkinin döndürmesi için tikel
olumsuzun çelişkisinin döndürülmesi tümel olumsuzdur. Burada varsayım olmaksızın aslın zıddı ola-
bilir. Bunun sebebi onlara göre nitelikte birlik için konunun bulunmayışıdır. Böylece buradaki farkları
gördün. Son dönem âlimlere göre niteliğin iftilah durumları daha önce geçmiştir. Olumlularda: orada
döndürmeler aynı şekilde yönleri ile zikredilir. Asıl tümel olumludur. Döndürme aynı şekilde olumsuz-
dur. Çelişki tikel olumludur. Aslın art bileşen çelişkinin de ön bileşen olması için hulf onu takip eder.
Orta terimi tekrar eder. Aynı şekilde istikamet kıyası; tikel olumlu düz döndürme ile döndürüldüğü
zaman aynısı çıkar. Daha önce geçtiği gibi varsayım olmaksızın asla ters düşer. [Dipnot haşiyesi:] (“İnsan
olmayan hayvan olmayandır” gibi). Buradaki olumsuzlar, yani onlara göre düz olumlular gibi değildir.
-235-
-236-
[Sayfa: 140]
Selef âlimlere göre olumsuz olarak döndürme olduğu zaman bu aynı şekilde
doğrulama işleminde de geçerli olur. Son dönem âlimlere göre olumluluk konun var-
lığını gerektirir. Beş basit ile döndürülmez. Mürekkeplere (bileşikler) gelince; konun
varlığı elbette yüklemin çelişkisi için zatın var olması gerekir. Zira o konun kendisidir.
Hassalardan hîniyyeye devamlı olmayan hulf olmaz. Çünkü asıl çelişkinin olumsuz
olmasıyla olumsuz olur. Ne iki olumsuzdan ne de döndürme yoluyla bir delil yoktur.
Çünkü o henüz ortaya delil sunmamıştır. Bilakis döndürmede tikel için varsayım
yapmıştır. Örnek: “Kâtip olduğu sürece kâtiplerden sakin olan bir şey yoktur” devamlı
değil. Bunun döndürmesi “Bazı sakin olmayanlar sakin olmadıkları vakit kâtiptir”.
Yani “Bazı sakin olmayanlar kâtip değildir” bilfiil.
Birinci cüze gelince; “Her Rumlu kâtip olduğu sürece sakin değildir” birinci
cüzün hükmü ile. “Her Rumlu bilfiil kâtiptir” terkip ile var olan konun bağlanması
hükmü ile. Üçüncüden şu sonuç çıkar: “Bazı sakin olmayanlar kâtiptir” sakin olma-
dıkları vakit. Çünkü onun neticesi ön öncülün döndürmesini takip eder ki o hîyyine-
dir.
İkinci cüze gelince; “Her Rumlu sakin olmayandır ve her Rumlu sakindir”. Bi-
rinci cüzle beraber ikincisi asıldan şöyle netice verir: “Rumlulardan kâtip olan bir şey
yoktur.” Bu netice, “Her Rumlu sakin olmayandır” önermesi için art bileşendir. Üçün-
cüsünden şu sonuç çıkar: “Bazı sakin olmayanlar kâtip değildir” bilfiil. O, şarta mey-
yaldır.
İki süreli vakit, olumluluğu için şartın döndürülmesi olmadığından dolayı ge-
nel mutlaktır. Düz döndürmedeki olumsuzu gibi. Geriye genel mutlak kalır. Bu, diğer
iki yol olmaksızın varsayımdır. “İnsanda nefes alan hiçbir şey yoktur” devamlı değil.
“Her leş nefes alan değildir”550 birinci cüzün hükmüne göre böyledir. “Her leş insan
değildir” terkiple şarttaki varlığın hükmü ile böyledir.
550 İki yönden birisi ile bir vakitte fiil veya zarurettir.
-237-
-238-
[Sayfa: 141]
-239-
-240-
[Sayfa: 142]
Malûm ola ki; delil denilen şey, suret ve şekil itibariyle, mantık ilminin
en büyük maksatlarından birisidir… ki ilm-i usûl uleması yanında delil, sade ve
basittir. Dolayısıyla onun ahvalinde nazar, yani fikir icab eder. Lâkin mantıkçı-
ların yanında ise, mürekkeptir. (Yani terkib edilmiş neticedir.) Elbette bunun
içinde tefekkür yeri vardır.
Böylelikle delil; nazar ve fikir yoluyla ahvalinde düşünülüp elde edilen
neticedir… ya da ondan başka bir hüküm de olabilir.
Böylece: İstidlal, yani delil getirme işi, birkaç tarzda olabilir.
1) Ya külli bir şeye, bir mes’eleye cüz’i ile delil getirmektir. (Yani mantık-
taki külli ve çüz’i kaziyeleri ile) buna “araştıma”, yani araştırma denilir ki;
ulûm-u Arabiyyenin esası da budur. Belki bütün ilimlerin tahsil başlangıcında
da geçerlidir.
2) Ya da cüz’iye, cüz’i ile delil getirmektir ki, buna “temsil” denilir. Bu da
usûl-ü şeriatta muteber olduğu gibi; bütün teşbihlerde de geçerlidir.
3) Yahut da cüz’iye, külli ile delil getirmektir… Hatta izafi-i cüz’iye dahi…
İşte mantıktaki kıyas mefhumu da budur ki, bütün ilimlerin taliminde de cari-
dir…554
Kendisiyle bu ünitenin teorilerinin kazanıldığı kısımdan açıkça anlaşılan şey;
kıyas-ı mukassım (dilemmâ, yapıcı/yıkıcı ikilem) …kıyas-ı istisnai -çoğu kez- onunla
tabir edilen şey “müsavi kıyas” olarak bilinmez. …Birinci şekilden elde edilen müsavi
kıyasa döner. Onun aslı bilinmeyen bir kıyastır. Şunun gibi: Zeyd Amr’a eşittir. Amr
Bekir’e eşittir. O halde Zeyd zorunlu olarak Bekir’e eşittir.
554 (TT) “Malûm ola ki” ibaresinden itibaren buraya kadar yapılan tercüme Abdülkadir Badıllı’ya aittir.
-241-
-242-
[Sayfa: 143]
Her eşitin eşiti eşittir. …Zeyd’in eşit olması önermenin sonucudur. Bu meşak-
ket orta terimin tekrarını elde etmek içindir. En doğru olan şey neticeyi çıkarma şan-
sını bilerek orta terimin tekrarlanmasıdır. Orta terim bulanmaksızın neticeye ulaş-
mak gerekebilir; birbirine yakın olan şartların çok olması gibi. Önermedeki şartlar
çıkarımı gerçekleştirir. Bu şartlar olmaksızın neticeye ulaşmak mümkün değildir. Bir
kıyas da ön bileşen ve art bileşenin bulanması gerektiği gibi. …Her birisinde iki mu-
kaddimenin olumsuz veya tikel olmaması gerekir.
Bilmiş ol ki;555 madem ilmin, her halukârda, genel manasıyla onunla ol-
duğu delil; ilmin illeti ve kıvamıdır. O halde neticede dahi öne alınması vacib
olmuş olur. Öyle olunca, her iki manasıyla da devir ve müsadere mülahazaları
bâtıldır. (Yani ilim, delili… delil de onu var eder değildir. Keza biri, ötekisini
zabteder de değildir.) Hem bahsinde bulunduğu maddenin zatça ve keyfiyetçe
neticesi ile münasebetdar olması lâzımdır.
-243-
-244-
[Sayfa: 144]
Eğer desen: Zihin dahi lisan gibi onda suğra ve kübra denilen bürhanlar
birbiri ardısıra gelebilir. Böyle iken, bu ikisi (yani bürhanlar) ilimde nasıl mües-
sir illet ve sebeb olabilirler?
Cevab: Fikirler, huzur itibariyle matlublar için ön hazırlayıcı birer illet
niteliğinde oldukları gibi; husul ve nitece itibariyle de birleştirici556 ve yaklaştı-
rıcı role sebebdirler.
Eğer denilse: İman kendi lâzamı ile birlikte mantıkî tasdikten557 ibaret
olduğu halde, yine de onunla mükellef kılınmış.558 Halbuki mükellef olan şey
ise, ihtiyarî bir fiildir. Bununla beraber imandaki lüzum zaruri, onu tasdik et-
mek ise infialidir. Yani fiile geçme durumudur?
C: Teklif ise, mukaddematın tertibiyledir. (Yani mesela evvelen iman,
sonra tevhid, sonra teslim vesaire gibi…)
Eğer desen: Delil ise, bir şeyi sonuçlandırmak üzere, netice için esaslı bir
mukaddemeyi istilzam eder. Hâlbuki delilin kendisi de nazaridir. Delil ile bir
şeyi isbat ettiği zaman, o delil dahi öylesi bir mukaddemeye mütevakkıf olması
gerekir?
C: Şu delil ile isbatlanan mukaddime, nefs-ül emirde tabii intikal netice-
sinde, onun içinde şu mukaddime dahi ispatlanmış olur. Çünkü ilmin ilmi, za-
ruretin icab ve lâzımı olmadığı gibi, o delil dahi, ma’kulat-ı ulû tabir edilen fitri
geçiş kabilindendir.
Eğer desen;559 efrad adedince kaziyeler kuvvetinde olan kübra külliyeti-
nin sıdkı hakkındaki ilim →
-245-
-246-
[Sayfa: 145]
→hatta en bedihi şekillerde bile cari olması –ki onlardan birisi neticenin
mevzuu olup sonuçlandırmanın şartıdır- ki böylesi bir kübranın sıdkına dair
olan ilim, neticeye olan ilme mütevakkıftır. Şu ise “devir” den başka bir şey
değildir?
C: Unvan ihtilafının –gerek malûmiyet ve meçhuliyet olsun, gerekse za-
ruret ve nazariyat olsun- ahkâmın ihtilafında tesiri büyüktür. Öyle ise, netice-
nin mevzuu, kübra mevzuunun ünvanı altında bazen zaruriye hükmünü alırken;
kendi ünvanı altında ise, nazariye olarak kalır. Hem sonra, sonuçlandırma
işinde bazı umumi şartlar vardır. Bunlardan bir nebze – madde ve suret itiba-
riyle- evvelce geçen izahatta geçmiştir. Onun hususiyeti hakkındaki izahat ise,
sonra gelecektir.
Umumî şartlardan birisi: Zevceyn arasındaki cinsi münasebet gibi olan
tefettündür. (Yani netice ile mukaddime arasındaki münasebet üzerinde birleş-
tirici tarzda düşünmektir.) Ve aynı zamanda kübranın karnındaki neticeyi de
mülahaza etmektir.
-247-
-248-
[Sayfa: 146]
Hem bil ki; istikra’ denilen şeyin, ilmi araştırma için, büyük tesir ve geniş
istidadı vardır. Belki istikra’, ilimlerin müessisi makamındadır. Hatta aklın me-
leke bulması hususunda fasl edici ve açıklayıcı niteliktedir. Amma durum böyle
iken, onda kısıtlama ve ihtisar yapılmış olmakla hakkını vermekte noksan bı-
rakmışlardır.
İşte istikra’ın tesir sahasının bazı köşeleri de şunlardır: Yakîn için faide-
darlığı… ki mantıkta, hali tevatür kadar tesirli olan “tam” ile tabir edilir. Ya da
nev’in tabiatına göre, nev’-i vâhidde fikir ve nazar yoluyla az bazı ferdleri teteb-
bus tabi tutulur. İşte bu durum dahi “yakîn” için faidelidir ki, ona manevî bir
hadsin eklenmesine sebebiyet vermiş olur.
Hem istikra’, zan denilen galib ihtimal için dahi faidelidir- ki bu, ekser
cüz’iyatta tatbik edilen nakıs istikradır- Zira hikmet ve maslahatın sırriyle, illet
ve sebebin merkezi olan aslın üzerine ekserin terettübü neticesinde bâkiliği ta-
hakkuk etmiş olur. Her ne ise, madem bu ilmin uleması onu kısaca geçiştirme
yolunda hareket etmişler, biz de onu bu kadarıyle kısa ve muhtasar keselim.
Sonra, temsil denilen şey dahil –eğer mukaddematı yakini şeyler ise-
yakîn için faidelidir. Yani temsil şartlarının varlığı… tenkid ve kadhın ortadan
kalkması… ve mesleğin yakiniyyeti –ki onunla illiyet ispatlanır-… ve yakinin
bütünüyle benderesi yani umumi liman ve merkezi bulunması… ki buna “zan”
ifadesini ıtlak etmişlerdir.
Sonra: temsil için –ki teşbih dahi ondandır- dört rükün vardır. 1- Makîsa…
(yani kıyaslandırma), 2-Makis-i Aleyh… (yani kıyaslanan şey ile ölçme), 3-
Câmi’… (yani toparlayıcı vasıfda olması), 4- Aslın hükmü… yoksa fer’in hükmü
değil. Çünkü o, neticedir.
Bilmiş ol ki:560 kıyas-ı561 temsilinin562 geniş563 bir sahası ve yaygın bir mecali
vardır ki ayrı ayrı dallardaki çeşitli ilimlerde ve muhaverelerde de cereyan eder. Lâkin
bu hususta en yüksek hisse ve ali makam şeriatındır. Yani müctehidlerin kullandığı
kıyas metodudur.564
gaip olanı görünene, bilinmeyeni bilinene, uzaktakini yakına vs. kıyas etmektir.]
563 Gelenbevî S: 32, satır 16, kıyas-ı temsilinin başlık kısmı, oda mealen… - A. B.-
564 [Fakihlerin içtihadı bir kıyas-ı temsilidir, yani benzer iki olay arasında irtibat kurup bilinen hükmün
bilinmeyen olaya teşmil edilmesidir. Şaraba kıyasen viskinin haram olması gibi.]
-249-
-250-
[Sayfa: 147]
565 [Kıyas genelden özele doğru olmak üzere aklî kıyas, şer‘î kıyas; tard kıyası, aks kıyası, istidlâl kıyası;
illet kıyası, delâlet kıyası, şebeh kıyası; celî kıyas, vâzıh kıyas, hafî kıyas ve mürsel kıyas; muteberlik
açısından ise sahih kıyas ve fâsid kıyas gibi kısımlara ayrılır. Kıyasın en yaygın bölümlemesi “illet kıyası”
ve “delâlet kıyası” şeklindedir. İllet kıyasın rüknü, hükmün asıldan fer‘e geçirilmesi demek olan ta‘diye
ise kıyasın hükmü ve sonucudur. Kıyasın “asıl, fer‘, illet ve aslın hükmü” olmak üzere dört rüknü vardır.
Asıl (el-makîs aleyh): Hükmü nas veya icmâ yoluyla doğrudan belirlenmiş meseledir. Fer‘ (el-makîs):
Hükmü naslarda veya icmâda açıkça belirtilmemiş meseledir. İllet: Asıldaki hükmü gerektiren ve iki
meseleyi aynı hükümde birleştiren ortak özelliktir. Ta‘diye, asıldaki hükmün fer‘e verilmesi demektir.
İlletin istinbat yoluyla belirlenmesinin en yaygın ve makbul yolu münasebet (vasfın hükme uygunluğu-
nun ölçü alınması) olup illetin sebr ve taksim, deveran, tard ve şebeh gibi yollarla istinbatı tartışmalıdır.
Kıyasın şartları, genelde dörttür: 1. Aslın hükmünün asla mahsus olmaması. 2. Aslın hükmünün kıyas
yolundan ayrılarak konulmuş olmaması. Genel ilkeden ayrılarak konulmuş hüküm kıyas yoluyla başka
durumlara uygulanamaz. 3. Nasla sabit olmuş şer‘î hükmün kendi dengi olan fer‘e aynen geçmesi. 4.
Kıyas nassın hükmünü değiştirmemelidir.]
-251-
-252-
[Sayfa: 148]
8- Her iki yanıyla devr’i ilga etme keyfiyeti… 9- Merci’ ve manadar olan makamı, hu-
susiliklerden arındırmak için ihtisar yolunu ihtiyar etmesi… 10- Merci’ ve masdar
makamına, gizli olan suretler içerisinde ispatlayıp tahkik eyleme vaziyeti… Mesela
tembellerin içinde ve nebbaş denilen kabir açan kimselerde hırsızlığı ispat etme gibi…
11- Merci’ ve masdarı, yani asıl kaynağı ortaya çıkararak hüküm ile münasebetini
izhar eylemek ve onu münasip bir vasıfta göstermek… Yani eğer o vasıf, akıllılara arz
olunmuş olsa, telakki ile kabul etmeleri derkârdır. Bu durum ise, ya hakiki ve asli-
dir… ya iknai yolladır.
Hakiki ise; ya zaruridir ki; beş ama katagoride değerlendirilebilir: 1- Nefis, din,
akıl, mal ve namusun muhafazasıdır ki; kısas hükümleri ile münasebettardır… 2-
Cihaddır… 3- İçki ve sarhoşluğun şer’i haddinin icrası… 4- Hırsızlığın haddini icra…
5- Namuslu kimselere zina isnadını yapanların ve zina fiilini işleyenlerin üzerinde
hadd-i şer’i icrasıdır.
Ya da hüccidir –yani maksud ve matlub olan işlerdir –ki şeriatın muamelat
esaslarında olduğu gibi…
Yahut da istihsanidir. (Beden, libaa ve mekânı) kazuratdan temiz tutmak… Ve
kadın ve köleleri vali ve reis yapmamak gibi şeyler… Amma iknai kısmı ise: Mesela
necasetinden dolayı içkiyi satmanın şer’an butlanı gibi şeyler… Ve daha bunlara kı-
yasen düşün!...
Sonra “illet” denilen şey, munzabit (zabt edilmiş) zahir bir vasıfta bulunandır.
Yoksa, seferdeki meşakkat ve kadın rahminin hayız ve nifasdan kurtulması gibi hik-
metler değildir. Hem de “illet” bir alâmettir. Onda tesir sahibi Allah’ın hitabıdır.
Nasıl ki mahlukat âleminde müessir-i hakiki sadece Allah’ın kudreti olduğu
gibi… ve daha buna kıyasen düşün!...
Sonra, “Mana” hususi ise, (Yani ıstılahî manada) ya illiyetin in’ikadındandır,
ya da illetin illiyetindendir. Yahut da hükmün tertibi, ya da devamındandır. Mesela,
madum ve yok olan bir şeyde alışveriş yapmak… ve hıyar-ı rü’yet ile amel, yani gör-
meksizin satma ve satın alma… ve hıyar-ı meclis ile… Yani (alış verişte) bir meclisin
huzurunda olmak ve olmamak muhayyerliği… ve hıyar-ı şart ile… yani, ayıplı bulun-
ması halinde geri verme veya vermeme muhayyerliği gibi şeylerde… çünkü nasıl ki
bazen atılan bir ok veya kurşunun isabet etmeme durumu… yahut da isabet ettiği
halde yaralanmaması… ya da yaraladığı halde bazen kanatmaması gibi durumlarda
olduğu gibi…566
Hem kadehlerden bir kısmı ise: (Yani ta’n, tenkid ve kusurlardan bazıları)
noksanlık, eksiklik… yani malûlün illetten tehallüfü (yani, geri kalması), mua-
raza, kesr, adem-i teessür gibi… Daha sairlerini bunlarla kıyasla ve teemmül et.
Bil ki: Biz matlub olarak onu tetik ettiğimizde; cümlesi bir şeye nisbet edil-
mişse istisnâî, cüzlerine nisbet edilmişse iktirânî olduğunu görürüz. İstisna, şartlı bir
öncülle birlikte yüklemli veya şartlı önermenin başka bir istisnasından oluşur.567
566 Buradaki “zemen” kelimesini bulamadım, dolayısıyla manasını da anlayamadım. Eğer “zemene” ise,
zaten manası az zaman demektir. –A. B.-
567 [Her istisnalı kıyas bir şartlı öncülden ve bu şartlı öncülün bir bölümünün kendisi veya çelişiği olan
bir istisnalı öncülden oluşur. Bu kıyas istisna edilmeyen diğer parçasını veya karşıtını sonuç olarak
verir. İktiranlı kıyasların aksine bu kıyasta sonucun kendisi veya karşıtı öncüllerde bilfiil görülür.]
-253-
-254-
[Sayfa: 149]
-255-
-256-
[Sayfa: 150]
Ondaki zabıt: (Kıyasa) ortak olmayan cüz netice içinde kalır. Netice vesilesiyle
bu iki ortağın arası bulunup uzlaştırılır. Te’lif (uzlaşı)in neticesi itibarla müşarik (kı-
yasa katılan önerme) için lazımdır.571 Melzûmum melzûmu lazımdır. Melzuma ters
düşen muânid,572 cümlede lâzım olmayan bir muânit (aykırılık) gibidir. Tam cüzde
iştirak etmesine rağmen, birinci şekildeki iki muttasıl (bitişik) önermeden (birisi alı-
nır). Bu husus lazımın lazımı lazım olması esasına mebnidir.
Tam olmayan bir şeyde iştirak etmesine rağmen … iki munfasıl (ayrık önerme-
den birisi kıyas için alınabilir). Eğer bu tam ise hakikat bile olsa muttasıldır. Diğer
parçası ile onun arasında uzlaşının neticesine rağmen, munfasılın neticesi (kıyasa)
katılmayan parçasından birleştirilmiştir. Dışta kalan diğer parça yüklemli ve büyük
ayrık önermedir. Çünkü melzumun muânidi (inatçısı, aynı zamanda) bir yönüyle la-
zımın da muânididir…
Bitişik yüklemli önermeden, onun iki cüzünden birisi için müşâreket (vardır).
(Kıyas) şekilleri (ni kullanma) şartı ile (kıyasa ortak olan) iki müşârike bakılır. Sonra
onlardan te’lif (uzlaştırma) neticesi alınır… Daha sonra (kıyasa) katılmayan kısma
mukaddime (konu, özne) veya tâli (yüklem) olarak ona eklenir.
Ayrık tek yüklemli önermeden, iki yüklem arasında uzlaşı neticesi alınmasına
rağmen, kendisi ile aynı olan şekil gözetilerek, (kıyasa) iştirak etmeyen kısımdan ay-
rık bileşik önerme elde edilir. Ayrılmış parçalar adedince çeşitlere ayrılmış yüklemli
önermeler olsa bile böyledir. Onda bulunan her iki müşârike (önermeye katılımcı
olana) bak…. Her iki cüzden te’lif (uzalaşı) neticesi verecek olanı al. Hamliye (yüklemli
önerme)ler eğer bir tarafta birleşirlerse çıkan netice de hamliye olur ki bu, “mukassım
kıyas” (dilemmâ, ikilem)573 diye meşhur olan şeydir. Aksi halde netice te’liflerin (uyuş-
maların) neticelerinden ayrık bileşim olur. Örnek: (Yazıcı nasıl böyle bir hata yapabi-
lir! Öyleyse bu) Kâtip ya câhildir ya da gâfildir. Cahil ise mutlaka ona (nasıl yazı ya-
zılacağı) öğretilmesi, gâfil ise onun mutlaka uyarılması gerekir. 574 …Öyleyse kâtip
mutlaka (bu işi iyice) öğrenmesi ya da dikkatli olması gerekir.
Şunu iyi bil ki: Hadd-i Evsat (orta terim),575 daha önce geçtiği gibi, ilmi şartı
kıyastan netice çıkarmakla gerçekleşir. Evsatlık (orta terim olma) şartlarından bi-
risi→
571 Eğer suğra (küçük önerme, ön bileşen) muttasıl (bitişik önerme) ise.
572 Şayet munfasıl (ayrık önerme) ise
573 [Dilemmâ: İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin de vargısı, sonucu aynı olan kıyastır. Fatih
Sultan Mehmed’in babasına hitaben söylediği şu söz/ferman buna örnek olabilir: “Eğer padişah siz ise-
niz geliniz ve ordunun başına geçiniz. Yok, eğer padişah ben isem, size emrediyorum! Gelip ordunun
başına geçiniz.” Her iki halde de ordunun başına siz geçmelisiniz.]
574 [Kâtibin bu hali bir ikilem olabilir. Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık vardır.]
575 [İlk öncülün (matlubun) öznesi küçük deyime “hadd-i asgar”; yüklemi (mahmûlü) büyük deyime
“hadd-i ekber”; kıyasta tekrar edilen ise orta deyime de “hadd-i evsat” denir.]
-257-
-258-
[Sayfa: 151]
→ suğra ve kübra (küçük ve büyük öncül) için veya onlardan birisi için bir rükün
olmasıdır. Birçok iktirânîde576 (kıyasta) olduğu gibi… Bu müteâriflerden (aksiyom ve
belitlerden577) biridir.578
(Hadd-i evsatın) şartlarından bir diğeri, sadece unvan olarak değil (aynı za-
manda) hakikat olarak birleşim olması gerekir. Gayr-i müteârife gelince o bana göre
müteârif (belit)tir. Evsat (orta deyim) sügranın (küçük öncülün) iki cüzünden birisi
ve kübranın (büyük öncülün) iki cüzünden birinin aynısı ile alakalıdır. “Dünya bir
leştir ve onun (leşin) talipleri köpektir.”579 (Bu hadisteki) müteârif (belit, aksiyom),
gayr-i müteârifi değiştirmiştir. “İnsan attan farklıdır. Her at hayvandır” önermele-
rinde ise evsat (orta terim) tekrar etmemiştir. Çünkü buradaki müteallık (ilinti) küçük
önermeye (suğraya) ait yüklemin (mahmûlün) anlaşılır olmasıdır. Gayr-i müteârif (kı-
yasa ait olan) dört şeklin ortaklıkları gibi hareket eder. Zira onların birisinde şart
koşulan şey diğerinde de şart koşulur. Gayr-i müteârif (aksiyom olmayan) koşullu
önermelerin şartlarıyla tanımlanmış gibi işlev görür. Örnek: Güneş yıldızların sultanı
idi. Kendi âlemindeki merkezde idi. Onun merkezi kâinatın ortasıdır. Öyleyse güneş
kâinatın ortasındadır.
Ayrıca, küçük ve büyük mahmûlü bir birine eşitleyen müteârifin gayr-i mü-
teârifi için -eğer birinci şekilden ise- iki neticesi vardır:
Birinci Netice: Küçük mahmûlü büyük mahmûle eklemekle zâti olur. Hokka-
daki cevher ve inci gibi, onu neticenin mahmûlü yapar. Hokka evdedir. İki “fâ”nın
manası ve içeriği neticeye ait mahmûlün mazrufu (aslı ve özü)dur. Eğer onlardan
birisi harfî ve diğeri ismî olursa; sedefteki inci gibi, harfî olan isminin önüne sokulur.
Sedef (zaten) güzeldir. Güzeldeki inci ise daha da güzedir. (Çünkü zarfı güzel olan
mazruf daha güzel olur.)
İkinci Netice: İki mahmûlün birleşmesi esnasında sadece büyük mahmûl ya-
pılır. Bu müsavi kıyas580 olur. Bu ancak yabancı hayvan olmayanın doğrulanması
esnasında doğrulanır.
576 [Mütercim Notu: Asıl metinde burada “iftirânî” kelimesi yazılı, ancak “iktirânî” olursa doğru anlam
çıkar.]
577 [Başka bir önermeye götürülemeyen ve kanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektir-
meyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel
önermeye belit, aksiyom ya da postulat “müteârife” denir.]
578 [İktirânî kıyasta gerek konu olsun gerekse yüklem olsun, “orta terim”in hem küçük hem büyük öner-
mede zikredilmesi gerekli ise şöyle olur: 1) Eğer orta terim, küçük önermede her zaman yüklem; büyük
önermede her zaman konu olursa birinci şeklin müteârefidir. 2) Küçük önermede yüklemin kaydı, bü-
yük önermede tamamen konu olursa birinci şeklin gayr-ı müteârefidir. 3) Küçük önermede tamamen
yüklem, büyük önermede konunun kaydı olursa gayr-ı müteârefin alemi gayr-ı müteârefidir. 4) Eğer
orta terim küçük önermede ve büyük önermede tamamen yüklem olursa ikinci şeklin mütearefidir. 5)
Küçük önermede yüklemin kaydı, büyük önermede tamamen yüklem olursa gayr-ı müteârefdir. 6) Kü-
çük önermede tamamen yüklem, büyük önermede yüklemin kaydı olursa ikinci şeklin gayr-ı müteâre-
finin gayr-ı müteârefidir. 7) Küçük ve büyük önermede tamamen konu olursa üçüncü şeklin müteârefi-
dir. 8) Küçük önermede konunun kaydı, büyük önermede konu olursa gayr-ı mürearefdir. 9) Küçük
önermede konu, büyük önermede konunun kaydı olursa gayr-ı müteârefin gayr-ı müteârefidir. 10) Kü-
çük önermede tamamen konu, büyük önermede tamamen yüklem olursa dördüncü şeklin müteârefidir.
11) Küçük önermede konunun kaydı, büyük önermede yüklem olursa gayr-ı müteârefdir. 12) Yani kü-
çük önermede yüklemin kaydı, büyük önermede konu olursa gayr-ı müteârefin gayr-ı müteârefidir.]
579 Bu hadisin geniş me’hazleri için bak: Risale-i Nur’un Kudsî Kayankları. S: 362 H. No: 150. -A. B.-
580 [Yabancı bir öncül (mukaddime-i ecnebiyye) vasıtasıyla bir hükmü ispat etmektir. Kıyâs-ı müsâvât
birinci şeklin gayr-ı müteârefi gibidir. Sonucun aynı ve zıttı öncüllerin içinde hem mana olarak hem de
şekil olarak bulunmasıdır.]
-259-
-260-
[Sayfa: 152]
Şunu iyi bil ki: Temsîlî581 kıyas,582 neticede benzetme edatının zikredilmesi iti-
bariyle gayr-i müteârif (aksiyom olmayan) bir kıyastır. Örnek: “Şarap içki gibidir. İçki
haramdır. Öyleyse şarap haramdır.” Bu zannî bir temsildir. “Haram gibidir”583 ifadesi
yakînî olarak gayr-i müteâriftir.
Şunu iyi bil ki: Kıyaslardan birisi, hafî (kapalı) kıyaslardır. 584 Onun da çok
geniş bir sahası vardır. Birçok celî (açık) kıyaslar ülfet ve devamlı kullanıldığı için hafi
(kapalı) kıyasa dönüşür. Hafî kıyasın esası emareleri farklı olduğu için zihinde bir kez
kusurlu olur. Onun özelliği ana prensiplerden ulaşılmak istenen hedeflere doğru sıra
gözetmeksizin hızlıca intikal etmektir. Onun icmali yakini ilim olduğu ifade edilmiştir.
Birbirinden farklı zannedilenlerden bir şey sağıp çıkarmak için onu detaylı bir şekilde
tabir edemediği ifade edilmiştir. Parmağını belirli bir kaynağın üzerine koyamaz.
Üç şeklin neticesi ancak birinci şeklin neticesi ile bilinir. Öyleyse yolu bu kadar
uzatmanın ne faydası var?
Cevap: Neticenin konusu ve mahmûlü (yüklemi) için bazı mevsuflar ve vasıflar
(nitelenmiş şeyler ve nitelikler) vardır. …Yani tabii (doğal) konular ve mahmûller (yük-
lemler) vardır. Ondaki matlup tarafa iştirak eden şeyin ne olduğunu araştırdığın za-
man müşterek iki tarafın sıfatı olur. Yani her ikisi için tabii yüklem olur. (Sebepsiz
yere) gülene hayretle şaşkın bir halde bakan her insan gibi. Bazen konunun nitelen-
dirildiği şey yüklemin sıfatı olur. Şaşırmış bir adama bakarak gülen her insan gibi.
Sonucun farklı olmasının sebebi önermenin tabiatından dolayı şekillerin farklı olma-
sıdır. Tabiinin gözetilmesi ile tabiatta tersine döner.
Şunu iyi bil ki: Her şeyde bir ruh ve hakikat vardır.
Birinci şeklin ruhu –bir şey içinin içinde olursa- (diğer) bir şeyin içindedir. Bir
şeyin zarfının zarfı, (diğer) şeyin zarfındadır.585
581 [İlm-i mantıkça çendan “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’î ifade etmiyor” denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin
bir nev’i var ki; mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbın-
dan daha yakînîdir. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz’î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gös-
terip, hükmü o hakikata bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o ha-
kikat-ı uzma bilinsin ve cüz’î maddeler, ona irca’ edilsin. Bkz: Nursî: 32. Söz, İkinci Mevkıf, İkinci Mak-
sat]
582 [Benzeme benzerliklerine dayanılarak yapılan bir çıkarımdır. Benzeyen (zayıf unsur), kendisine ben-
zetilen (kuvvetli unsur), benzetme yönü (iki varlık arasındaki ortak yön) ve benzetme edatı olmak üzere
dört unsuru vardır. Bu kıyas ile genel bir kaide belli bir nesnede cüz belirlenip, o kaidenin aynı katego-
riye giren tüm cüzlerinde de geçerli olduğu neticesine ulaşılır.]
583 Buradaki hüküm, hadislerin netice-i hükümleridir. Hadis kaynaklarında bu mevzuda birçok hadis-
i şerif vardır. Ezcümle Et-tac kitabının Kütüb-ü Sitte’nin beşinden nakl ettiği şu hadistir: Hazret-i Aişe
– Radiyallahü anha- demiş: Peygambere soruldu: “Bal’ın nebizi, (yani: Ekşitilmiş Şurubu) nasıldır? Pey-
gamber demiş: Sarhoş eden bütün içkiler haramdır. Ettac 3’141. -A. B.-
584 [Hafi kıyas, iki benzerlikten ilk bakışta hatıra gelmeyeni tercih ederek yapılan çıkarımdır. Asıl ile fer‘
arasındaki farkın kaldırıldığı, zannî olarak bilinirse “kıyâs-ı hafi”, kesin olarak bilinirse “kıyâs-ı celî olur.
Diğer bir ifadeyle tesiri güçlü veya sıhhati zahir, fesadı gizli olan şey “kıyası hafi”; Tam tersine tesiri zayıf
veya sıhhati gizli, fesadı açık olan şey “kıyası celî”dir.]
585 [“Beni bende demen, bende değilim. Bir ben vardır bende, benden içeri” Yunus Emre]
-261-
-262-
[Sayfa: 153]
İkinci şekilde: İstidlal lazımların, melzumların yok olması üzerine yok olur.
Çünkü olumsuzluk udûl (geri dönme) ile yorumlanmıştır. Melzumdan murat vasıfla-
rın nitelendirmenin mutlakıdır…
Üçüncü şekilde: Bir şeyin iki sıfatın toplam yeri olmasıdır. Bu iki sıfat birbirine
eş değerdir…
Dördüncü şekilde: Bir şeyin mevsufunu ispat etmek sıfatı içindir…
Daha sonra suğranın kübra ile (küçük öncülün büyük öncülle) bitiştirilmesi
ittifak üzerine yapılır... O ikisinin üzerine neticeyi tertip edilmesi, birincisinde açık
olan lazımın şartı ile tevil edilmiştir. Geri kalan şeylerdeki teori üç delille sabit olmuş-
tur. Birincisi: Hulf… Onun özü: Zıddını iptal ederek bir şeyi ispat etmektir. Yapılış
şekli delil üretmektir. İşte böylece bu şekil doğru olduğunda ittia edilen bu netice
gerekli olur… Aksi halde… “Eyyü” (hangisi), “Enne” (…dığında) kelimeleri onun zıd-
dını doğrulamak için gerekli olmaz. Devamlılık için ittifak olarak her sadıkla birlikte
tasdik edilir. Her sadıkla birlikte tasdık edilince bu sadık şekilde tasdik edilmiş olur.
Onun cüzü ile birlikte ittifak ederek tasdik yapılır. Şeklin oluşturulmasında bu ye-
terlidir… Bununla şeklin sureti elde edilir. Sadık iki mukaddeminin birinin zıddı veya
çelişkisi açıkça ortaya çıkartılarak farza göre netice alınır. İki zıddın veya çelişkinin
bir doğruda toplanması muhaldir… Muhalin melzûmu batırlıdır… Fesadın ortaya çık-
tığı yer açıkça görüldüğü gibi birinci şeklin sureti değildir. Aynı zamanda sıdkın zo-
runlu olmasından dolayı bu şeklin mukaddimesi de değildir. Bilakis o neticenin zıd-
dıdır… Zira o muhali ortaya çıkarak şeydir. Bu yüzden netice doğrudur.
Neticenin zıddı ikinci şekildedir. Suğra kübraya (küçük öncül büyük öncüle)
dönüşür ve suğranın zıddı netice olarak çıkar. Üçüncü şekilde zıt alınır ve kübranın
zıddı netice vermesi için suğranın kübrası yapılır.
Dördüncü şekle gelince; o, kovasını her ikisine birden salar. Bunlar istikamet
ve onun tasviridir. Yani akis yoluyla. İşte böylece her ne zaman bu şekil doğru olursa,
ikincisindeki kübra lazım olmasına rağmen, suğra doğrulanır.
-263-
-264-
[Sayfa: 154]
Kübra (büyük öncül), suğranın (küçük öncülün) lazımı ile doğrulanır. Yani onun
üçüncüsündeki döndürmesidir. Her ne zaman ikisi birlikte doğru olursa onların la-
zımları da doğru olur. Şu bununla doğrulanır; Örnek olarak dördüncüsünde olduğu
gibi. Çünkü suğra ile kübra arasındaki ittifak iki tarafı birbirine benzeyen bir izafettir.
O halde birinci şekil elde edilir. Çıkan netice matlup içindir ve ya bedahetle onun
melzûmu içindir.
Mantık ilminden maksat, şartlar koymak suretiyle doğru fikirleri birbirinden
ayırmaktır. Genel şartlardan birisi küçük ve büyük önermenin iki olumlu veya iki
tikel olmasıdır. Birinci şart özellikle küçük önermenin olumlu ve büyük önermenin
tümel olmasıdır. Bunlardan herhangi birisi kaybolursa tehallüften (geri kalmasından)
dolayı müstelzimin (gerektiren şeyin) ihtilaf etmesi gerekir. Açıkça görülen lüzuma
ters düşen şey sonuç için kullanılır. (Dört büyük içinde dört küçüğün çarpımıyla akli
olarak ortaya çıkan on sekiz çarpım ile neticelerin çarpımını açıklamak için) bizim iki
yolumuz (yöntem) vardır.
Birincisi; tahsil yoludur. Tikel olumlunun küçük öncülü veya büyük öncülü
olumlu veya olumsuz tümel kübraya eklenerek bu tahsil edilir.
İkincisi; hazif (düşürüp, çıkarma) yoludur. Dört büyükte bulunan olumsuzlar
için küçük öncülün olumlusu hazfedilir. Küçük öncülün iki olumsuzundaki cüzüne
ulaşmak için kübranın tümeli düşürülür. Çıkan bu dört netice, ikinci şeklin iki olum-
suzuyla hususileştiği dört matlup için kalır. …Üçüncüsü iki cüz iledir. Dördüncüsü
tümel olumlu dışındadır. …Birincisinin ilki tümel olumlu neticedir. Bu iki tümel
olumludan olur.
Birinci Çarpım: Şunu bil ki: Birincisinin ilki tümel iki olumludan olup tümel
olumlu sonucunu verir. Her “A, B” ve her “B, C” ve her “A, B” gibi.
İkinci Çarpım: İki tümel ile tümel olumsuz kübranın çarpımından tümel
olumsuz çıkar.
Üçüncü Çarpım: İki olumlu ile tikel küçük öncül çarpıldığında tikel olumlu
çıkar.
-265-
-266-
[Sayfa: 155]
Dördüncü Çarpım: Küçük öncülün tikel olumlusu ile büyük öncülün tümel
olumsuzu çarpıldığında tikel olumsuz neticesi çıkar. Çünkü netice iki mukaddimenin
daha bayağı olana tabi olur. Olumsuzluk ile tikellik iki sefildir.
Şunu iyi bil ki: Hadd-i evsatı (orta terimi) iki mukaddimesinde mahmûl olan
ikinci şeklin çarpımı, on altı kardeşi gibi aklîdir. Onun şartı, büyük önermenin tümel
ve niteliğin farklı olmasıdır. Külliye, dört küçük öncüldeki büyük öncülün iki cüzünü
hazif yoluyla düşürür ve olumlu önermenin ihtilafını giderir. Büyük külliye, suğranın
iki olumlusunda; büyük külliyenin olumsuzu da küçük öncülün iki olumsuzunda
işlem yapar. Tahsil yoluyla olumsuz kübra (büyük öncül), suğranın ve kübranın iki
olumlusuyla işlem yapar. Tümel olumlu, suğranın iki olumsuzu ile işlem yapar.
Bu şekil, dört çarpım ile dört netice verir. Bunlar tümel olumsuz ve tikel olum-
suz şeklinde tezahür eder. Her çarpımdaki çıkarımın kanıtı dilemmadır. Kübranın
akisi birinci ve üçüncü çarpımdadır. Küçük öncülün döndürmesi tertibin akisi ile
beraberdir. Neticenin akisi ikinci çarpımdadır. Dördüncü çarpımda akis yoktur.
Çünkü onun küçük öncülü tikel olumsuzdur. Ve onun akisi yoktur. Büyük külliye-
nin olumlusunun akisi tikele dönüşür… cüziyelerden delil yoktur. Üçüncü çarpımda
varsayım mutlaktır. Bileşik önermelerden küçük öncül olması şartı ile konunun var-
lığı varsayımla gerçekleşinceye kadar dördüncüsünde işlem yapılır.
Varsayımın iki kıyası vardır: O ikisinden birisi ilkindendir. Veya istenen şekil-
den geri bırakılan çarpımladır.
Diğer kıyas üçüncüsündendir… Onun tahsili: Gerçek konuyu çıkarmak ve ko-
nunun unvanını olumlu olarak onun üzerine yüklemektir. Mahmûlün unvanı: -eğer
önerme olumlu ise- olumlu, -şayet önerme olumsuz ise- olumsuz olur.
-267-
-268-
[Sayfa: 156]
-269-
-270-
[Sayfa: 157]
→ suğrayı kübranın aynısı yap. Gecikmeli çarpım olması için büyük öncülün döndü-
rülmesiyle çarpılabilir. Şöyle: “Her insan müellef (sonradan bir araya getirilmiş)tir.
Hiçbir kadîm müellef değildir. Öyle ise kadîm olan insan yoktur.” Konumun bağlacı
için bu neticeyi büyük öncül yaparız. Şöyle: “Her insan cisimdir. Hiçbir insan kadîm
değildir.” Üçüncüsünden şu netice çıkar: “Bazı cisimler kadîm değildir.” Bu ulaşılmak
istenen neticedir.
Dördüncü Çarpım: Tikel olumsuz küçük öncül ile tümel olumlu büyük öncü-
lün çarpımı şöyledir: “Bazı cisimler basit değildir.” Her kadîm basittir. Öyleyse bazı
cisimler kadîm değildir.” Hulf ile şöyledir: Doğru olduğu varsayılan küçük öncülün
zıddının neticesini elde etmek için küçük öncülün neticesinin zıddı büyük öncüle
eklenir. Burada tikele dönüştüğü için büyük öncülün döndürülmesi yapılmaz. Aynı
şekilde küçük öncülün döndürülmesi de yapılmaz. Çünkü o, döndürme kabul etmez.
Konunun gerçekleşmemesi için varsayımda yapılmaz. Ancak mürekkep olduğunda…
Gerçek konunun insan olduğunu varsaydığımızda şöyle olur: “Her insan cisimdir.
Hiçbir insan basit değildir.”
Bu ikinci konuyu büyük öncülün küçük öncülü yap. Sonra onun neticesini
birinci varsayımın mukaddimesi yap. Şöyle: “ Her insan cisimdir. Hiçbir insan basit
değildir.” Üçüncü şekilden şu netice çıkar: “Bazı cisimler kadîm değildir.”
Üçüncü şekle gelince: Onun şartı, küçük öncülün olumlu ve iki mukaddime-
den birisini tümel yapmaktır. Bunun sebebi, önermenin kaybolması esnasında bir-
biriyle ihtilaf etmesidir. Tahsil yoluyla; Tümel küçük öncül dört büyük öncül ile bir-
liktedir. Tikel olumlu küçük öncül tümel büyük öncül ile birliktedir. Bu şekilden ti-
kelden başka bir şey çıkmaz. Onun çarpımı neticelere uygun olarak düzenlenmiş altı
sonuç verir. Onların en güzeli büyük öncüldür. Birinci çarpım iki tümel olumludan
yapılır. Ve tikel olumlu netice verir. Bileşik müstakim kıyas ile mürekkep şartlardan
olur. Şöyle: Bu çarpım doğru olduğu zaman neticesi de doğru olur. Bu teorik bir
iddiadır. Onun delili şudur: Çünkü o büyük öncül ile birlikte küçük öncülü doğrula-
dığında aynı şekilde küçük öncülün lazımı büyük öncül ile birlikte doğru olur. Küçük
öncülün lazımı büyük öncül ile birlikte doğrulandığında birinci şeklin sureti elde edi-
lir. Birinci şekil elde edildiği zaman →
-271-
-272-
[Sayfa: 158]
-273-
-274-
[Sayfa: 159]
Üçüncü Çarpım: İki olumlu ile tikel küçük öncülün birleşmesidir. Hulf ile şu-
nun gibi bir netice çıkar: “Bazı müellefler cisimdir ve her müellef hâdistir.” Daha önce
geçtiği gibi buradaki döndürme birinci çarpımda cereyan eder. …Konunun gerçek
olduğu varsayılmasıyla yapılır. “Bazı müellefler insan olarak cisimdir. Her insan mü-
elleftir. ..O halde her insan cisimdir.”
Varsayılan ilk konuyu, büyük öncül için küçük öncül yap. Şöyle: “Her insan
müelleftir. Her müellef hâdistir. O halde her insan hâdistir.” Sonra bu neticeyi var-
sayılan ikinci konunun büyük öncülü yap. Şöyle: “Her insan cisimdir. Her insan
hâdistir.” Gecikmeli çarpım ile şu şekil ortaya çıkar: “Bazı cisimler hâdistir.”
Şunu iyi bil ki: Üçüncüsündeki varsayımlar ikincisindeki varsayımın döndür-
mesidir. Oradaki tasarruf (inisiyatif alarak yapılan değişiklik) ikinci konudadır. Bu-
rada ise birinci konudadır. ..Birinci kıyas aynı şekilde ikincisinden ikinci şeklin var-
sayılması ile yapılmıştır. İkinci kıyas ise aynı şekilde üçüncüsünden üçüncü şeklin
varsayılması ile yapılmıştır.
Dördüncü Çarpım: Küçük öncülün tikel olumlusu ile büyük öncülün tümel
olumsuzu çarpılır. Şunun gibi: “Bazı müellefler cisimdir. Kadîm olan hiçbir müellef
yoktur. Öyleyse bazı cisimler kadîm değildir.” Onun dayanağı; bir şeyi melzûmla ispat
etmek olan müstakim kıyas yapıldığında, lazım ile onun sübutu gerekli olur, kaide-
sidir. Bu kıyasın dayanağı ise; bir şeyi, zıddını iptal ederek ispat etmek olan hafi
(kapalı) kıyas yapıldığında, onun sureti şöyle olur: İstisnâî kıyas müstakim değildir.
Onun koşullu olan konusu, bileşik varsayımlar ile ispat edilir.
Varsayımla, onun dayanağı: Gerçek konuyu ortaya çıkarmaktır. … Daha sonra
konunun ve yüklemin başlıkları tümel olarak onun üzerine yüklenir. Ardından ko-
numun bağlacı büyük öncüle eklenir. Talep edilen neticeye varmak için, burada çı-
kan sonuç yüklemin bağlacına eklenir.
-275-
-276-
[Sayfa: 160]
Beşinci Çarpım: İki olumlu ile tikel büyük öncül çarpılır. Şunun gibi: “Her
müellef cisimdir. Bazı müellefler hâdistir.” Daha önce geçtiği gibi bu netice hulf yön-
temi ile çıkar. Büyük öncülün döndürmesi sırayla yapılır. Neticenin döndürülmesi
şöyledir: Bu çarpım doğru olduğu zaman büyük öncülün lazımı ile birlikte küçük
öncül de doğru olur. Büyük öncülün lazımı aynı şekilde küçük öncülle beraberdir.
Bu durumda birinci şekille talep edilen melzûm gerekli olur.
Varsayımla: Tikel büyük öncülün konusunu insan olarak varsaydığımızda
şöyle olur. “Her insan müelleftir (yani bir araya getirilerek yaratılmıştır). Her insan
hâdistir.” Varsayılan birinci konuyu küçük öncülün küçük öncülü yap. …Sonra bu
küçük öncülü onun varsayılan ikinci konusuna ekle.
Altıncı Çarpım: Tümel olumlu küçük öncül ile tikel olumsuz büyük öncülün
çarpımıdır. Şunun gibi: “Her müellef cisimdir” bazı müellefler kadîm değildir. O halde
bazı cisimler kadîm değildir.” Daha önce geçtiği gibi, bu sonuca döndürme yapılmak-
sızın hulf yöntemi ile ulaşılır. Çünkü büyük öncül döndürme kabul etmez. Küçük
öncülün döndürülmesi, aynı şekilde varsayım olmaksızın, iki tikelin deliline dönüşür.
Çünkü olumsuz tikel bileşik olmadığı sürece büyük öncül konunun var olmasını ge-
rektirmez. Varsayım: Varlığı gerçek olan konuyu çıkarmaktır.
Dördüncü Şekil: Onun esası şudur: …
[Bu konu böyle devam eder gider. Biz bu kadarıyla yetinelim.]
-277-
EK BÖLÜMLER
-278-
Bediüzzaman Said Nursî’nin Hayatı ve Risale-i Nur
-279-
gibi bir ağacı halk etmek, kudret-i İlâhiyenin şe'nindendir ve âdetidir ve azametine
delildir. Ben kasemle temin ederim ki, Risâle-i Nur'u senâdan maksadım, Kur'ân'ın
hakîkatlerini ve îmânın rükünlerini teyid ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîmime yüz
binler şükrolsun ki, kendimi, kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve ku-
surlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmâreyi, başkalara beğendirmek arzusu kal-
mamış.” (Risale-i Nur, Mektubât.)
“Sözler hakkında tevazu suretinde demiyorum; belki bir hakikatı beyan et-
mek için derim ki: Sözler'deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur’ânındır ve
Kur’ândan tereşşuh etmiştir. Sesim yetişse, bütün Küre-i Arz'a bağırarak derim ki:
Sözler güzeldirler, hakikattırlar; fakat benim değildirler, Kur’ân-ı Kerim'in hakaikin-
den telemmu' etmiş şualardır.” (Risale-i Nur, Mektubât.)
“Hem bunu katiyen îlân ediyorum ki; Risâle-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne
haddim var ki, sahip olayım; tâ ki kusurlarım ona sirâyet etsin. Belki o Nurun ku-
surlu bir hâdimi ve o elmas mücevherât dükkânının bir dellâlıyım. Benim karma
karışık vaziyetim ona sirâyet edemez, ona dokunamaz.” (Risale-i Nur, Emirdağ La-
hikası.)
Bediüzzaman’ın hayatında görülen harika hâllere ve şaşırtıcı hayat hikâyesine
yukarıda ifade edilen ve sunî bir tevazudan ibaret olmayan, belki bir hakikatin ifa-
desi olan sözlerinin ışığında bakmamız gerekiyor. Bizler Bediüzzaman’ı Allah için
ve hakikat namına seviyoruz ve kendisi ne kadar hayranlık uyandıran bir şahsiyet
olsa da, O’nun itikad ettiği gibi biz de biliyor ve inanıyoruz ki, tüm nimetler ve mü-
kemmellikler, Cenâb-ı Hakk’ın ikramıdır, onların sahibi O’dur, onları yaratan da
O’dur, kulun onda hissesi yalnızca şükürdür. Fakat nimet elbette şükür ister. Yoksa
gurur olmasın diye, tevazu namına nimet inkâr edilse, nimete nankörlük olur. İşte
Bediüzzaman’a bakışımız bu noktadandır. Kendisi de şahsında görünen yüksek ilmî
şahsiyet ve faziletli hâller ile gururlanmaktan uzak ve kulluğa yakışır bir şükür tav-
rını bu sözleriyle ortaya koymaktadır.
“Zamanın harikası” lakabıyla anılan Bediüzzaman’ın etkileyici hayat hikâyesi
içindeki yolculuğumuza artık başlayabiliriz. Bitlis’in Nurs Köyü’nde 1878 yılında
dünyaya gelen küçük Said, dokuz yaşına kadar anne ve babasının yanında kaldı. 7
yaşında Kur’ân öğrenmeye ve 9 yaşında ilim tahsiline başladı. Ağabeyi Molla Ab-
dullah’ın ilim tahsil ederek aldığı feyiz, kazandığı ahlak ve fazilet, ilim öğrenmeye
karşı kendisinde bir hayranlık uyandırdı.
Bunun üzerine ciddî bir şevk ile ilim tahsiline niyetlendi ve Tağ köyünde Molla
Mehmed Emin Efendi'nin medresesine gitti. Fakat burada fazla duramadı. Çünkü
-280-
yaratılış icabı, şeref ve haysiyetine çok düşkündü. Emir verircesine söylenen küçük
bir söze dahi tahammül edemediğinden, medreseden ayrılmak zorunda kaldı. (Bu
acaip mizacın, ileride üstleneceği büyük Kur’ân hizmetini hakkıyla yerine getirebil-
mesi için kendisine verilmiş bir ilmî haysiyet ve şeref olduğu ve kendini beğenmiş-
likten kaynaklanmadığı daha sonraları ortaya çıktı.) O dönemde tekrar köyüne
döndü. Nurs’ta medrese bulunmadığından, ağabeyinin haftada bir defa yaptığı zi-
yaretlerde verdiği derslerle yetindi.
Küçük Said, evde bir süre kaldıktan sonra tekrar tahsile karar vererek Pirmis
köyüne gitti. Burada kendisini sürekli rahatsız eden dört talebeyle geçinemedi ve
baskıcı tavırlara en ufak bir tahammülünün olmaması da bu geçimsizliği şiddetlen-
dirdi. Bir gün medresenin müderrisi Şeyh Seyyid Nur Muhammed Efendi’nin hu-
zuruna çıkarak, fakat acizliğini ortaya koymayarak şöyle dedi: “Şeyh efendi, bun-
lara söyleyiniz, benimle döğüştükleri vakit, dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer
gelsinler.” Seyyid Nur Muhammed, küçük Said'in bu mertliğinden hoşlanarak:
“Sen benim talebemsin, kimse sana ilişemez!” diye karşılık verdi. Bu hâdiseden
sonra "Şeyh Talebesi" diye yâd edildi. Bir vakit her nasılsa ağabeyi ile döğüşmüş.
Tâgî Medresesi Müderrisi Mehmed Emin Efendi, küçük Said'e: “Ne için kardeşinin
emrinden çıkıyorsun?” diye işe karışmış. Bulundukları medrese, meşhur Şeyh Ab-
durrahman Hazretlerinin olduğundan, hocasına şu şekilde cevap verir: “Efendim,
şu tekyede bulunmak hasebiyle, siz de benim gibi talebesiniz. Şu hâlde burada ho-
calık hakkınız yoktur!”
Şark medreselerinde ilim talebeleri yılda bir defa zekât toplamaya çıkarlardı.
Fakat Molla586 Said, hiçbir zaman zekât almaya gitmemiştir. Böyle bir şeye tenez-
zülü ve ihtiyaç arz etmeyi, izzet ve şerefine uygun göremiyordu. Dinen mahsuru
olmayan böyle bir imkândan kendisini neden mahrum ettiği ve bunun hakikî se-
bebinin ne olduğu sonraki yıllarda ortaya çıkıyor. Risale-i Nur gibi sırf imanî ve âhi-
rete yönelik bir mukaddes hizmeti dünyaya alet etmemek ve şahsî menfaate ba-
samak yapmamak için o makbul âdete karşı kendisinde bir nefret ve kaçınmak ve
insanlara arz-ı ihtiyaç edip elini açmamak hâlinin verilmiş olduğu ve bu hâlin Ri-
sale-i Nur’un hakikî bir kuvveti olan ihlasın (yani Allah rızasından başka maksatlar
aramamak manasının) kırılmasının önüne geçeceği, sonraki yıllarda Bediüzzaman
tarafından ifade ediliyor.
Medrese talebeleriyle yaşadığı sorunlar sebebiyle, bir süre medrese hayatına
ara verir ve babasına artık iyice büyümedikçe okumayacağını, talebelerin hepsinin
586 Molla: Medrese talebeleri veya büyük âlimler için kullanılan bir tabir.
-281-
kendisinden büyük olduklarını, onlara gücü yetecek yaşa gelene kadar evde kala-
cağını söyler. 1891 senesinin bahar mevsiminde yani 13 yaşındayken, tahsil haya-
tını değiştiren, sırlarla dolu ve kendisine Bediüzzaman unvanının verilmesine se-
bep olacak şöyle bir rüya görür:
Kıyamet kopmuş, kâinat yeniden dirilmiş. Molla Said, Peygamber Aleyhis-
salâtü Vesselâmı nasıl ziyaret edebileceğini düşünür. Nihayet Sırat Köprüsü’nün
başına gidip durmak hatırına gelir. "Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim"
der ve Sırat Köprüsü’nün başına gider. Bütün Peygamberleri teker teker ziyaret
eder, en son Peygamber Efendimizi de ziyaret ettiği anda, Resullullah’tan ilim ta-
lebinde bulunur. “Ümmetimden hiç kimseye sual sormamak şartıyla, Kur’ân ilmi
hususî bir surette sana verilecek” müjdesini duyunca uyanır.
Bu rüyanın üzerine, ilim tahsiline devam etmek için büyük bir şevkle Arvas
nahiyesine gider. Buradaki medresedeki meşhur Molla Mehmed Emin Efendi, ken-
disine ders vermeye tenezzül etmeyip, talebelerinden birisinin kendisini okutma-
sını tavsiye edince, izzetine ağır gelir. Bir gün bu meşhur müderris camide ders
okutmakta iken, Molla Said itiraz eder ve der ki: “Efendim, o öyle değil!” hitabında
bulunur ve kendisini okutmaya tenezzül etmediğini hatırlatır. Bir süre orada kal-
dıktan sonra Mir Hasan-ı Veli Medresesi’ne gider. Bu medresenin yeni talebelere
önem vermemek gibi bir âdeti olduğunu anlayınca, sıra ile okunması icab eden
yedi ders kitabını terk ederek, sekizinci kitaptan okuduğunu söyler.
Hakikî ve ciddî tahsilini Bayezid'de Şeyh Mehmed Celâlî Hazretleri’nin ya-
nında yapmıştır ve bu tahsil üç ay kadar devam etmiştir. Fakat çok garip ve sıra
dışı bir şekilde, medrese tahsil usulü olan "Molla Câmi”den nihayete kadar okunan
tüm dersleri, her kitaptan bir veya iki ders, en çok on ders okuyarak bitirir ve geri
kalanını terk eder. Hocası Şeyh Mehmed Celâlî Hazretleri ne için böyle yaptığını
sual edince Molla Said şöyle karşılık verir: “Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muk-
tedir değilim. Ancak, bu kitaplar bir mücevherat kutusudur, anahtarı sizdedir. Yal-
nız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım,
yâni bu kitapların neden bahsettiklerini anlayayım da, bundan sonra mizacıma uy-
gun olanlara çalışırım.” Esas maksadının ise, yenilikçi mizacını medrese usullerinde
de maharetle göstererek yeni bir tahsil usulü meydana getirmek ve bir sürü hâşiye
ve şerhlerle vakit kaybetmemek olduğu, sonradan meydana getirdiği eserlerde
açıkça görülüyor.
Normal şartlarda yirmi sene tahsili gereken ilim ve fenlerin esaslarını üç ayda
tamamlamıştır. Sonraki yıllarda Üstad Bediüzzaman, kendisinin on beş sene tahsili
lazım gelen ilmi üç ayda elde etmesinin kaderî bir işaret olduğundan bahsetmiş ve
-282-
"Bir zaman gelecek, onbeş sene değil, bir sene bile ilm-i iman dersini alacak med-
reseler ele geçmeyecek. İşte o zamanda müştaklara on beş senelik dersi on beş
haftada ellere verebilecek Kur’ânî bir tefsir çıkacak ve Said onun hizmetinde bulu-
nacak" diye tarif ettiği Risale-i Nur’un yeni usul ders verme metodunun, ilm-i ke-
lam sahasında ve medrese usulünde bir tecdit, bir yenileme yaptığı herkes tara-
fından gözle görülmüştür.
Bahsi geçen şekilde medrese müfredatının tamamını okuyup bitirdiğinde ho-
calarının, hangi ilmin mizacına daha uygun olduğunu sormalarına karşılık olarak
şöyle der: “Bu ilimleri birbirinden ayırt edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut
hiçbirisini bilmiyorum.”
Hangi kitabı eline alsa anladığını, bir gün içinde "Cem'ül-Cevâmi", "Şerh-ül-
Mevâkıf”, "İbn-ül-Hacer" gibi kitapların iki yüz sahifesini, kendi kendine anlamak
şartıyla mütalâa ettiğini ve dış dünyayla hiç ilgili görünmediğini ve hangi ilimden
olursa olsun sorulan suale tereddütsüz hemen cevap verdiğini de aktaralım.
Bu kısa tahsil müddetinde elde ettiği ilmin kuru bir davadan ibaret olmadığı,
defalarca gerçekleşen münazara ve imtihanlar neticesinde kesinlik kazanmış ve
henüz 14 yaşındayken 15 senelik medrese tahsilini bitirmiş bir âlim gibi mezuni-
yete hak kazanarak hocasından icazet587 almıştır. Medrese hocalarına özel kıya-
fete girmesini teklif eden Şeyh Mehmet Emin Efendi’nin bu teklifini kabul etme-
yerek, henüz buluğ çağına erişmediğinden, muhterem bir müderris kıyafetini ken-
dine yakıştıramadığını ifade etmiş ve “Ben kendim bir çocukken nasıl hoca olabili-
rim?” demiştir.
Büyük kardeşiyle ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir konuşma gerçek-
leşmiştir. Molla Abdullah: “Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne
okuyorsunuz?”
Bediüzzaman: “Ben seksen kitab okudum.”
Molla Abdullah: “Ne demek?”
Bediüzzaman: “İkmâl-i nüsah588 ettim ve sıranıza dâhil olmayan birçok kitab-
ları da okudum.”
Molla Abdullah: “Öyle ise seni imtihan edeyim?”
Bediüzzaman: “Hazırım, ne sorarsanız sorunuz!”
-283-
Şu acaip işe bakın ki, kardeşini imtihan ettikten sonra ilmî yeterliliğini takdir
eden Molla Abdullah, Genç Said’den ders almaya başlar.
Bu hâle benzer bir hadise Molla Fethullah Efendi’nin medresesinde de ger-
çekleşir. Molla Fethullah, Molla Said’e: “Geçen sene Süyûtî okuyordunuz, bu sene
Molla Câmi'yi mi okuyorsunuz?” diye sorar. Bediüzzaman: “Evet, ‘Câmi’yi bitir-
dim” der. Molla Fethullah hangi kitabı sordu ise, "Bitirdim" cevabını alınca, hay-
rette kalır. Bu kadar kitabı bitirdiğini, hem de az zamanda bitirdiğini aklına sığıştı-
ramadığından, şaşırarak: “Geçen sene deli idin, bu sene de mi delisin?”
Bediüzzaman ise “insanın başkasına karşı kendini düşürmemek için hakikati
gizleyebileceğini, fakat babadan daha muhterem olan üstadına karşı hakikatin ta
kendisinden başka bir şey söyleyemeyeceğini” ifade ederek şöyle der: “Emreder-
seniz, söylediğim kitablardan beni imtihan ediniz.”
Molla Fethullah hangi kitaptan sordu ise, cevabını güzelce verir. (Bunun üze-
rine bu konuşmayı dinleyen ve bir sene evvel Genç Said’in hocasının hocası bulu-
nan Molla Ali-i Suran namındaki zat, kendilerinden ders almaya başlar.)
Soru-cevap faslından sonra Molla Fethullah: “Pekâlâ, zekâda harikasınız, fa-
kat hafızanız nasıldır? Makamât-ı Harîriye’den birkaç satırını iki defa okumakla hıf-
zedebilir misiniz?” diyerek kitabı uzatır. Molla Said kitabı alarak, bir yaprağını bir
defa okumakla ezberler ve okur. Molla Fethullah, “Zekâ ile hafızanın aşırı derecede
bir kimsede bir arada bulunması nâdirdir” diyerek hayrette kalır. Bediüzzaman
orada iken, Cem'ül-Cevâmi' kitabını, günde bir iki saat meşgul olmak suretiyle bir
haftada hafızasına alır.
Bu hadiselerden sonra, Molla Fethullah Genç Said’e “zamanın harikası” ma-
nasına gelen “Bediüzzaman” unvanını verir. Siirt’teki âlimlere “Bizim medreseye
gayet genç bir talebe geldi. Her ne sual ettimse tereddüt etmeksizin cevap verdi.
Bu yaşta zekâsına, ilmine ve faziletine hayran kaldım” diyerek pek çok metheder.
Etrafta hızla yayılan bu haberler üzerine âlimler bir yerde toplanarak Genç Said’i
davet ederler. Genç Said, sordukları bütün sorulara tereddütsüz cevap verirken,
Molla Fethullah’ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi kendilerinden oku-
yarak cevab veriyordu. Bunu gören âlimler, Genç Said’in harikulâde bir genç oldu-
ğuna hükmedip, faziletini takdir ettiler ve kendisini etrafta methetmeye başladı-
lar.
Bunu duyan halk da Genç Said’e bir veli derecesinde hürmet etmeye ve o
gözle görmeye başladılar. Artık Molla Said “Bediüzzaman” lakabıyla tanınıyordu.
-284-
Siirt'de, bütün talebe arkadaşlarına hitaben kendisiyle mücadele etmek is-
teyen olursa hazır olduğunu ve aynı zamanda sorulacak bütün suallere cevap ve-
receğini ve kimseye sual sormayacağını ilân ettikten sonra tekrar Bitlis’e gelir. Bit-
lis'te bir iki şeyh hanedanının, âlim ve talebelerin arasında geçimsizlik olduğunu
işitir. Böyle çekişmelerin ve özellikle gıybetin İslâmiyet’e yakışmadığını onlara ihtar
edince; Molla Said’i, Şeyh Emin Efendi’ye şikâyet ederler. Şeyh Emin ise henüz ço-
cuk olduğundan bahisle, muhatap alınacak seviyede biri olmadığını söyler. Molla
Said, bu söz kendisine nakledildiği anda, zaten bu tarz sözlere yaratılış icabı hiç
tahammülü olmadığından, Şeyh Emin Efendi’nin huzuruna çıkarak elini öper, im-
tihan edilmeyi talep eder ve muhatap alınmaya lâyık olduğunu ispat etmek istedi-
ğini arz eder. Şeyh Emin Efendi de, çeşitli ilimlerden ve en zor meselelerden on
altı tane soru düzenleyerek kendisine sorar. Molla Said, soruların hepsine cevap
verdikten sonra, Kureyş Camii’nde ahaliye vaaz ve nasihat etmeye başlar. Hatta
Şeyh Emin Efendi’nin halletmesi için üç sene süre verdiği ve bulmaca tarzında sor-
duğu soru için: “Eğer bu süre zarfında bulmacayı halledersen, zekânı tasdik ede-
rim, yoksa seni talebelikten reddederim” dediği hâlde, Genç Said sadece üç günde
halledip bulmacanın cevabını hocasına takdim etmiştir.
Bu andan itibaren halk arasında şöhreti bir kat daha artan Bediüzzaman, bir
gün bir ayet-i kerimeye mana vererek, bir camide vaaz veriyor. Cami’de bulunan
âlimler, şeyhler ve halk öyle tesirli bir tefsiri ve emsalsiz bir yorumu mevcut İslamî
kitaplarda ve Kur’ân tefsirlerinde göremiyorlar. Çok hayran olup minnettar olu-
yorlar. Fakat kıskanç bir şeyh, iki müridine “Bediüzzaman’ı sık sık gelip geçtiği şu
tenha geçitte akşam namazından sonra mavzerle (tüfekle) vurun” diyor. Aynı gü-
nün akşamı geçitte bekleyen müridler, Bediüzzaman’ın geldiğini görerek mavzer-
lerini hazırlayıp tam ateş edecekleri sırada, kolları felç olup mavzerleri yere düşü-
yor. Bediüzzaman ise, o iki müridin omuzlarına ellerini koyuyor ve “Kabahat sizin
değildir. Ben size hakkımı helal ediyorum” diyerek yoluna devam ediyor. Bu hari-
kulâde hadise o gün duyuluyor. O zamanlar çok genç olduğu için, Bediüzzaman
lakabını benimsemeyen bazı büyük âlim ve şeyhler, yaşanan hadiseden sonra kar-
şılarındaki bu gencin hakikaten “Bediüzzaman” olduğunu tasdik ve takdir ediyor-
lar.
Şirvan’da bulunduğu esnada Siirt civarından birisi gelerek, on dört-on beş ya-
şında bir çocuğun Siirt’e geldiğini, bütün âlimleri mağlup ettiğini ve bu çocuğu
mağlup etmek için kendisini davet ettiğini söyler.
-285-
Genç Said bu davete icabet ederek gitmek için hazırlanır. İki saat yol gittikten
sonra, o küçük hocanın özelliklerini sorar. O adam, çocuğun ismini bilmediğini, fa-
kat ilk gelişte derviş kıyafetinde olduğunu ve omzunda bir pösteki589 olduğunu,
daha sonra talebe kıyafetine girip bütün âlimleri münazarada yendiğini anlatır. Be-
diüzzaman bunu dinlediğinde kendisinden bahsedildiğini ve bir sene evvelki vuku-
atının şimdi civar köylerde dilden dile yayıldığını anlayarak geri döner.
Siirt’e bağlı Tillo kasabasına gider ve meşhur bir türbeye kapanır. Orada ha-
rika olarak Kamus-i Okyanus’u Babü’s-Sin’e kadar (yani İslam alfabesinin 12.harfi
olan “sin”e kadar) hafızasına alır. Kamus adıyla meşhur ve Türkçe tercümesi dört
cilt olan bu sözlüğün “sin” harfine kadar olan bölümü 2321 sayfadır. Kendisine
sözlük ezberlemek gibi acaip bir işe neden kalkıştığı sorulduğunda “Kamus her ke-
limenin kaç mânaya geldiğini yazıyor; ben de bunun aksine olarak her mânaya kaç
kelime kullanıldığını gösterir bir kamus vücuda getirmek merakına düştüm” ceva-
bını verir. Risale-i Nur’un telifinde bu muazzam lügat bilgisinin ustalıkla kullanıldı-
ğını, aynı manaya karşılık gelen kelimelerin bir arada sunulduğunu ve böylelikle
âdeta eserlere bir iç lügat inşa edilmiş olduğunu görüyoruz.
Bediüzzaman’ın, medrese tahsilinde okutulan yüzden fazla kitabı üç ay içinde
harika bir şekilde ve esaslarını elde etmek tarzında okuduğundan bahsetmiştik. 17
yaşında Bitlis’e gelen Bediüzzaman, Vali Ömer Paşa’nın kütüphanesinden en üst
düzeyde yararlanmış ve burada kırka yakın kitabı ezberlemiştir. Muhtelif ilimlere
dair ezberlediği bu kitapları her gün tekrar etmek suretiyle, üç ayda bir devir edi-
yordu. İki yıl sonra Van’a geliyor ve Vali Tahir Paşa’nın konağında, Paşa’nın ilme
ziyade hürmetiyle misafir olarak kalmaya başlıyor. Burada bulunan ve Doğu’nun
en büyük kütüphanelerinden biri sayılabilecek zengin kütüphaneden de fazlasıyla
yararlanıyor ve burada da elli kitabı daha hafızasına alıyor. Bu elli kitabın içinde
felsefî, tarihî ve edebî kitaplar da var. Okuduğu ve tetkik ettiği kitap sayısı elbette
çok daha fazladır, binlercedir. Fakat bu kitaplar, referans olacak özellikte oldukları
için hafızasına nakşetmeyi özellikle lüzumlu görmüştür.
Van valisi Tahir Paşa’nın konağında her akşam çeşitli ilim çevrelerinden seç-
kin insanlar toplanır ve burada ilmî, içtimaî konular münazara edilirdi. Paşa’nın
meclisinde tarih, coğrafya, matematik, kimya, biyoloji, felsefe gibi fenlerin konu-
larına da girildiğinden, Bediüzzaman bu fenlere ait bilgileri de kısa sürede elde etti.
-286-
Münazaralarda fikirleriyle öne çıktı ve Paşa’nın çok takdirini kazandı. Bir ke-
resinde yirmi dört saat içinde hafızasına aldığı coğrafya kitabıyla bir coğrafya ho-
casını, diğer bir sefer de beş gün içinde öğrendiği inorganik kimya ile bir kimya
muallimini münazarada mağlup eder. Bazen karmaşık matematik problemleri or-
taya atılır, diğer insanlar kalem kâğıtla halledemezken, o doğru cevabı zihnen çok
kısa sürede çıkarırdı. Hatta matematik alanındaki cebir mukabele ilminde bir risale
bile telif etmişti. Kendisine ayrılan odada her gece yatmadan önce iki buçuk saat,
yaptığı ezberleri tekrarlardı. Kardeşi Abdülmecid, Bediüzzaman’ın bu harika hâlle-
rinden, yazdığı hatıra defterinde bahsederken, Kur’ân’ı on beş gün zarfında ezber-
lediğini ve gerek medrese, gerekse mektep ilim ve fenlerinden ezberine aldığı ve
unutmamak için sürekli tekrar etmek mecburiyetinde olduğu metinlerin tamamı-
nın otuz Kur’ân kadar olduğunu kaydetmiştir.
Tahir Paşa’nın yanında kaldığı zaman zarfında edindiği fikir ve mütalaalar ile
zamanın zarurî ihtiyacını karşılayacak yepyeni bir ders verme usulü icad eden Be-
diüzzaman, talebelerine de bu şekilde ders verir. Ve daha sonraki yıllarda aynı
usulü büyük bir ustalıkla Risale-i Nur Külliyatı’nda da uygular.
Her hâliyle emsallerinden farklı bir çizgisi olan Bediüzzaman, âlimlerden sual
sormaz, ancak sorulanlara cevap verir ve bu konuda derdi ki: “Ben ulemanın ilmini
inkâr etmem; binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden
şüphe edenler varsa sorsunlar, onlara cevab vereyim.”
Hiç kimseden hediye veya zekât olarak para almamayı ve maaş bile kabul et-
memeyi hayatının bir düsturu yapmıştı. Hayatında hiçbir maddî mülkiyeti olmadığı
ve daha sonraki yıllarda fakir ve kimsesiz ve daimî sürgünler ve hapislerle çok sı-
kıntılı ve dehşetli musibetler içinde bir hayat yaşadığı hâlde, kimseden para ve kar-
şılıksız hediye almadığına, bütün hayatı ve etrafındaki herkes şahittir.
Bir gün Tahir Paşa gazetede okuduğu müthiş bir haberi Bediüzzaman’a gös-
terir. İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladstone’nun, elinde Kur’ân-ı Kerîm’i göstererek
söylediği bir konuşmada şöyle hitapta bulunduğu yazılıdır:
“Bu Kur'ân, Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hakikî hâkim olama-
yız. Ne yapıp yapmalıyız, ya bu Kur'ânı ortadan kaldırmalıyız veyahut Müslümanları
Kur'ân’dan soğutmalıyız.”
Bediüzzaman’ın duyduğu bu haber karşısında verdiği cevap, hayallerin çok
ötesindeki bir kararlılığın ve müthiş bir azmin ifadesiydi:
“Kur’ânın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu,
ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!”
-287-
Bu cümleler, tarihin gördüğü en büyük Kur’ânî hizmetin ve dünya çapındaki
bir iman hareketinin habercisiydi.
Bediüzzaman, Kur’ân’ın mucizeliğini tüm dünyaya gösterecek ve ispat ede-
cek Risale-i Nur gibi bir eserle ortaya çıkacağı ve mücadele meydanına atılacağı
hakkında, şöyle bir sâdık rüya görüyor:
"Eski harb-i umumîde ve daha evvellerinde bir vâkıa-i sâdıkada görüyorum
ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk
etti; dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki,
merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana korkma, Cenab-ı Hakkın emridir. O
hem Rahimdir, hem Hakîmdir.’ Birden o hâlette iken baktım ki, mühim bir zat bana
âmirane diyor ki: ‘İ'caz-ı Kur’ânı beyan et.’ Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk
olacak. O infilâk ve inkılâbdan sonra Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan
doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’âna hücum edilecek, i'cazı
onun çelik bir zırhı olacak; ve şu i'cazın bir nev'ini, şu zamanda izharına haddimin
fevkinde olarak benim gibi bir adam namzed olacak, ve namzed olduğumu anla-
dım."
Yukarıda kendi ifadeleriyle tarifini bulan büyük davasını gerçekleştirmek için
iki noktayı hareket noktası olarak benimsemişti:
1- Kur’ân’ın ebedî bir mucize olduğunu gösteren yönlerini tespit ederek din
düşmanlarının planlarını alt üst etmek.
2- Mısır’daki Cami’ül-Ezher tarzında büyük bir İslam üniversitesini doğuda
inşa ettirerek, din ilimleriyle fen ilimlerinin barıştırıldığı ve bir arada okutulduğu
bir ortamda ders alan talebeler yetiştirmek.
Hakikat ancak, vicdanı aydınlatan din ilimleri ile aklı ışıklandıran medeniyet
fenlerinin birleşmesiyle ortaya çıkar diyordu. Talebenin ancak bu şekilde hakikî
manada potansiyelini ortaya çıkaracağını, tek kanatla hakikate ulaşılamayacağını,
akıl-kalp dengesinin hakikat arayışında iki kanat gibi olduğunu, bu ikisi ayrıldığı za-
man, birinin taassubu, diğerinin hile ve şüpheyi netice vereceğini ifade ediyordu.
Yani aklî ilimlerin ihmali dinde taassubu ve dinî ilimlerin terki ise ahlakî değerlerin
yokluğu sebebiyle başkalarını aldatmayı ve sırf şahsî menfaatini düşünme meylini
ve dinden habersiz olunduğu için de, dinî meselelere karşı ya inkârı veya şüphe
duymayı netice verir.
-288-
Bu konuda ortaya koyduğu formül işte bundan ibaretti: "Vicdanın ziyası,
ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat te-
cellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, bi-
rincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder."
Bediüzzaman Said Nursi’nin asrın başında yenilikçi bir eğitim projesi olarak
takdim ettiği “aklî ve dinî ilimlerin bir arada okutulmasıyla beraber, birbirleriyle
barıştırılması ve kaynaştırılması”nın özel ismi olan “Medresetüzzehra Eğitim Yak-
laşımı” ve büyük bir İslam Üniversitesi olarak vücud bulmasını istediği bu proje,
toplum olarak muhtaç olduğumuz zihinsel dönüşüme ciddî katkılar sağlama kabi-
liyetindeydi.
İstanbul’a hayalindeki üniversiteyi açmak teşebbüsünü gerçekleştirmek mak-
sadıyla geldi. Bu konuda Padişah’la görüşmeye çalışmış, bir dilekçe ile müracaat
etmiştir. Sesini duyuramayınca, dikkatleri doğudaki ilim faaliyetine çekmek için,
tarihte eşine rastlanmamış bir duyuruda bulunmuştur.
Kaldığı Şekerci Han’ındaki odasının kapısına şöyle bir ilan asar: “Mekteb,
medrese mensuplarından ve feylesoflardan, dinsiz ve dindarlardan her kimin bir
suali varsa, hangi ilimden ve fenden olursa olsun, benden sorabilir. Sizden sual,
benden cevap.. Fakat ben hiç kimseye sual sormam.”590 “Burada her müşkül hal-
ledilir, her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz!” tarzındaki bu acaip ilan üzerine
Bediüzzaman, İstanbul uleması ve talebelerinin istila ve hücumuna uğrar. Fakat
hiçbir suali cevapsız bırakmaz. Bu muazzam imtihanı günlerce, haftalarca verir ve
her seferinde üstesinden gelir. Kendisini çekemeyenler ve maksadının ne oldu-
ğunu anlayamayanlar, Bediüzzaman’ın üzerinden takdir ve hayret nazarlarını gi-
dermek için “Böyle her şeyi bilen, her suale cevap veren delidir!” diyerek onu akıl
hastanesine sevk etmeye karar verirler.
Bu talihsiz muamelede, kendisi hakkında “Acaba Bediüzzaman Said-i Kürdî
Osmanlı Devleti’nden Kürdistan’ı ayırmak mı istiyor” şeklindeki asılsız şayiaların da
etkisi olmuştur. Hâlbuki onun tek bir emeli vardı. Kürdistan’ın her tarafında tarif
ettiğimiz şekliyle medreseler açtırmak ve karşılığında da hiçbir şey almamak. Evet,
Bediüzzaman bir Kürt olarak doğmuştur; insan kendi milliyetini belirleyemez. Fa-
kat hep bu millete ve Türklere hizmet etmiştir. Zaten Osmanlı’nın o devrinde Ak-
deniz, İç Anadolu Bölgesi gibi “Kürdistan” tabiri de sadece bir bölgesel tabirdi. Her
hangi bir ayrılıkçı fikri ifade etmiyordu.
-289-
Bediüzzaman şöyle diyordu: "Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı
Kur'ân ve imandır." Kürtçülüğün manasız bir davadan ibaret olduğunu, bize İsla-
miyet milletinin yeteceğini söylüyordu.
O dönemdeki yönetim, düşünen beyinlerden korkuyordu. Bu nedenle böyle
bir muameleyi ona lâyık gördüler. Burada hiç taviz vermeden “Akıllılık dediğinizin
çoğunu ben akılsızlık biliyorum. O çeşit akıldan istifa ediyorum” diyerek kendisini
susturmak isteyenlerle uzlaşmadı. Neticede hastanedeki doktor, raporunu şöyle
imzaladı: “Eğer Bediüzzaman’da zerre kadar delilik emaresi varsa, dünyada akıllı
adam yoktur!” Bunun üzerine tımarhaneden çıkartılıp nezarete alınır ve Zaptiye
Nazırı (İçişleri Bakanı) Şefik Paşa ile görüşür ve aralarında şu diyalog geçer:
Zaptiye Nazırı: “Padişah sana selâm etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış. Sonra
da yirmi-otuz lira yapacak.”
Bediüzzaman: “Ben maaş dilencisi değilim, bin lira da olsa kabul edemem.
Kendim için gelmedim, milletim için geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz
rüşvet ve hakk-ı sükûttur591.”
Nazır: “Padişahın iradesini reddediyorsun. İrade reddedilmez.”
Bediüzzaman: “Reddediyorum. Tâ ki Padişah darılsın, beni çağırsın. Ben de
doğrusunu söyleyeyim.” Nazır: “Neticesi vahimdir.”
Bediüzzaman: “Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İdam olunsam, bir mil-
letin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit, hayatımı rüşvet getir-
mişim, ne ederseniz ediniz! Bunu da ciddî söylüyorum. Ben isterim ki vatandaşla-
rımı ikaz edeyim. Devlete intisab, hizmet içindir. Maaş kapmak için değildir. Hem
de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatladır. O da güzel bir
etki bırakmakladır. O da hasbîlikledir. Bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da şahsî
menfaatleri terk etmekledir. Binaenaleyh ben maaşın kabulünde mazurum.”
Nazır: “Senin, Kürdistan’da neşr-i maarif592 olan maksadın Meclis-i Vükelâ’da
derdest-i tezekkürdür.”593
Cevaben: “Acaba maarifi tehir, maaşı tacil edersiniz594, ne kaide iledir? Men-
faat-ı şahsiyemi menfaat-ı umumiye-i millete tercih ediyorsunuz.”
-290-
Nazır’ın hiddet etmesine karşı Bediüzzaman: “Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i
mutlakanın meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fayda
vermez, nafile yorulmayınız. Beni nefyedin595; Fizan olsun, Yemen olsun razıyım.”
Daha sonra 1911 yılında bizzat kendisi Sultan Reşad ile görüşmüş ve Sultan’ın yirmi
bin altın lirayı Büyük İslam Üniversitesi Projesi olan Medresetüzzehra’nın kurul-
ması için tahsis etmesi üzerine 1913 yılında, Van-Edremit'te bu medresenin temeli
atılmıştır. Fakat 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla maalesef bu projenin tamamlan-
ması mümkün olmamıştır. “Bütün hayatımda takip ettiğim ve Risale-i Nur’la bera-
ber gerçekleşmesine çalıştığım bir hayalim” diye tarif ettiği Medretüzzehra ile ilgili
Cumhuriyet yıllarında da ciddî teşebbüsleri olmuştur. Buna daha sonra yer vere-
ceğiz.
1911 yılında Şam’a gitmiş, Şam Emeviye Camii’nde, içinde önemli âlimlerin
bulunduğu büyük bir topluluğa hitaben bir hutbe vermiştir. Bu muazzam ve meş-
hur hutbesi, “Hutbe-i Şamiye” ismiyle daha sonra İslam âleminin her yerinde ya-
yılmıştır. Bu hutbesinden bazı çarpıcı ve ümit verici ifadeleri buraya almak istiyo-
ruz: “İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve
imaniye olacak. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve
hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak. Onun için
akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı aklîye istinat eden ve
bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek.”
Şimdi İstanbul’a gelişini tasvir eden bir gazetenin dediği gibi, “Şarkın yalçın
kayalıklarından çıkan ve İstanbul âfâkında tulû eden ateşpâre-i zekâ”nın buradaki
maceralarına kaldığımız yerden devam edeceğiz. İstanbul’a gelmeden evvel bir
gün Tahir Paşa şöyle demişti: “Şark ulemasını ilzam ediyorsun596, fakat İstanbul’a
gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?”
Şekerci Hanı’nda kaldığı ve her suale cevap vermesiyle meşhur olduğu es-
nada Mısır Câmi-ül-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahîd Efendi de
İstanbul’a bir seyahat için gelmiş. Bediüzzaman’a galip gelemeyen İstanbul ule-
ması, Şeyh Bahîd'den bu genç hocanın mağlup edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de
bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Ca-
mii’nden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahîd
Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu hâlde Bediüzzaman'a hitaben: “Avrupa ve
Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” der.
-291-
Bu sualden maksadı, Bediüzzaman’ın ilim ve zekâsını tecrübe etmek değil,
geleceği kavrayabilen siyasî ufkunun ne derecede olduğunu anlamaktı. Buna karşı
Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu oldu: "Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, gü-
nün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğura-
cak." Bu cevaba karşı Şeyh Bahîd Hazretleri: “Bu gençle münazara edilmez, ben de
aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak
Bediüzzaman'a hasdır” demiştir.
İstanbul’da kaldığı yıllarda İslamiyet namına hürriyete ve meşrutiyete sahip
çıkar. 1908 yılında Hürriyetin İlanı’nın üçüncü gününde hazırlıksız söylediği ve
sonra Selanik’te Hürriyet Meydanı’nda tekrar ettiği ve o zamanın gazetelerinde
neşredilen “Hürriyete Hitap” isimli bir nutku vardır. Hürriyeti yanlış yorumlama-
mak gerektiğini ve meşru hürriyetin imanın en temel özelliği olduğunu, o dönem-
deki emsalsiz nutuk ve makalelerinde hararetle dava eder. Hatta meşrutiyete -
şimdiki tabiriyle demokrasi ve hürriyete- din ve şeriat adına sahip çıkar ve İslami-
yet’in ruhuna aykırı görmez. Cumhuriyet hakkında da düşünceleri farklı değildir.
“Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” der ve dört halifenin dindar manada bir İslamî
hükümeti ifade eden reis-i cumhur olduklarını kabul eder.
1909 yılında 31 Mart Vakası’nda askerlere hitap ederek isyandan vazgeçme-
lerini sağlar. Bir nutuk ile sekiz tabur askeri itaate sevk eder. Ayrıca herkesi
sükûnete ve soğukkanlılığa davet ettiği makalelerini Serbestî gazetesinde neşre-
der. Buna rağmen 31 Mart hadisesine karıştığı iddiasıyla tutuklanır ve Divan-ı
Harb-i Örfî’de yargılanır. Mahkemede yaptığı muhteşem müdafaa sayesinde ken-
disiyle beraber birçok kişinin idamdan kurtulmasına sebep olur ve bu müdafaala-
rını “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi: Divan-ı Harb-i Örfî” ismiyle yayımlar.
Bu dönemde yayımladığı “Nutuklar ve Makaleler”i ile “Divan-ı Harb-i Örfî”, dik-
katle ve ibretle okunmaya lâyık içtimaî reçetelerdir ve yakın dönem tarihimizin an-
laşılmasına dair birer ibret vesikasıdırlar. Bu eserlere ilave olarak Şark aşiretlerini
ziyaret ederek, onların meşrutiyet, anayasa ve hürriyet gibi birçok konudaki soru-
larına cevap verdiği “Münazarat” isimli eserini de, kıymetini ve güncelliğini hiç kay-
betmeyen “bir demokrasi manifestosu (bildirisi)”597 olarak ilim camiasına takdim
ederiz.
597 Burada bir not düşmek istiyoruz. Bediüzzaman meşrutiyeti ve hürriyeti “meşru” yani dinin
kaidelerine (şeriata) uygun olması şartıyla kabul ve tasvip etmektedir ve şöyle demektedir:
“Meşrutiyeti delâil-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilâf-ı şeriat
telâkki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim.” “Meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına al-
-292-
1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelleri atıldığı hâlde yarım kalan Medre-
setüzzehra projesi, yerini yıllar sürecek büyük bir harp mücadelesine bırakıyordu.
Kafkas cephesinde talebeleriyle beraber gönüllü alay kumandanı olarak mücadele
eden Bediüzzaman, Enver Paşa ve ordu kumandanlarının hayranlıkla takdir ettik-
leri büyük hizmetlerde bulundu. Rus kuvvetleri ilerleyince, Van’a ve oradan da
Vastan kasabasına çekilmek mecburiyetinde kalındı. Burada, imkânsızlıklar içinde
ve çok az sayıdaki asker ve bir kısım talebeleriyle verdiği mücadelelerle Vastan,
Rus istilasından kurtuldu.
Bediüzzaman o harp şartları esnasında ve bazen at üstünde, avcı hattında
iken, Molla Habib isimli talebesine İşârât’ül-İ’câz isimli tefsirini yazdırmaktan geri
durmuyordu. Kur’ân’ın mucizelik yönünü parlak ve özlü bir biçimde ortaya koyan
ve hiçbir kitaba müracaat etmeden yazılan bu harika tefsir, her vakit şehit düşmek
hissiyatıyla samimî ve ihlaslı bir surette kaleme alınmıştır. Daha sonraları İstan-
bul’da Fetva Emini Ali Rıza Efendi bu emsalsiz tefsir hakkında “İşârât’ül-İ’câz, bin
tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir” diyecekti. Dar-ül-Hikmet-ül İslâmiye’de bir-
likte çalıştıkları Mehmet Akif de “Bu tefsirin değil benzerini yapmak, en büyük âlim
odur ki, bu tefsiri hakkıyla anlayabilsin!” diyerek, cephe hattında yazılan bu tefsirin
benzersizliğini ortaya koyacaktı.
O muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesi-
yorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazen öldürülüyordu. Bediüzza-
man'ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said asker-
lere: "Bunlara ilişmeyiniz! Şer’an598 bunlara dokunmak caiz değildir" diye emretti
ve Ermeni çocukları serbest bıraktı. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi
olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlardı. Bu hâdise üzerine, "Madem
Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra
Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz" diye ahdettiler. Bir müddet sonra; Rus-
lar, Van ve Muş tarafını istilâ edip, Bitlis'e hücum ettikleri sırada, Bitlis Valisi Mem-
duh Bey ile Kel Ali: “Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllünüz var; biz
geri çekilmeye mecburuz” dediklerinde Bediüzzaman geri çekilmeyi kabul etme-
yerek “Etraftan kaçıp gelen ahalinin ve hem de Bitlis halkının malları, çoluk ve ço-
cukları düşman eline düşecek; biz mahvoluncaya kadar dört beş gün karşı dur-
kışladım.” Hürriyetin hem kendine hem de başkasına zarar vermemekle ve İslamî kaidelerle ka-
yıt altına alınmakla gerçek hürriyet olacağını ve böyle bir hürriyetin imanın özelliği olduğundan
bahsederek, kayıtsız hürriyetin ise hayvanlık olacağını ifade eder.
598 Şer’an: İslamî kaidelere, şeriat hükümlerine göre.
-293-
maya mecburuz” demesi üzerine “Muş'un düşmesi dolayısıyla, otuz topumuzu as-
kerler bu tarafa kaçırmaya çalışıyorlar. Eğer sen, o otuz topu gönüllülerinle ele
geçirebilirsen, birkaç gün o toplarla karşılık veririz ve ahali de kurtulur” dediler.
“Öyle ise ben, ya ölürüm veya o topları getiririm” diyen Bediüzzaman üç yüz
gönüllünün başına geçti. Rusların içine muhbir salınarak, üç bin adamla topları kur-
tarmaya geldikleri gibi mübalağalı bir haber gönderildi. Böylece Kazak komutanı-
nın korkarak ilerleyememesi sağlandı. Kurtarılan otuz topla üç dört gün asker ve
gönüllüler düşmana karşı durdu ve neticede bütün ahali, cihazat ve mallar kur-
tuldu.
Bediüzzaman avcı hattında dolaşırken, vücuduna dört gülle (mermi) isabet
etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için sipere dahi
girmemiştir. Hattâ bunu işiten vali Memduh Bey ve kumandan Kel Ali, "Aman geri
çekilsin!" diye haber gönderdikleri zaman demiş: “Bu kâfirlerin güllesi beni öldür-
meyecek...” Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği hâlde; biri hançerini,
diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir. O zaman
bu hâle şahit olan nizamiye alayı kumandanı Kel Ali: "Bediüzzaman! Size kurşun da
tesir etmiyor” der. O da: “Allah insanı muhafaza ederse, top mermisi de insanı
öldürmez” diye karşılık verir.
Bediüzzaman'ın milis kuvvetlerine "Keçe Külahlılar" derlerdi. Ruslar, 'Keçe
Külahlılar geliyor!" diye duydukları zaman, nereye kaçacaklarını şaşırırlardı. Düş-
manlar, keçe külahlılarla karşılaştıklarında neye uğradıklarını anlamazlardı.
Uzun süren mücadelelerin nihayetinde, Bitlis savunmasından sonra Ruslara
esir düşer ve iki buçuk sene kadar Sibirya Kosturma’da esarette kalır. Bitlis’te ayağı
kırılıp esir düştüğü zaman, Sibirya’ya nakli için Van’a götürülen Bediüzzaman’a o
esnada yanına gelen ve Ruslarla iş birliği yapan bazı ağalar şöyle derler: “Biz seni
Rus kumandanından alırız. Fakat bize reis olup davamızı yürütecek isen...” Bu ha-
ince teklife karşı Bediüzzaman şu kahramanca cevabı verir: “Ben Müslüman Türk
milleti aleyhine çalışamam. Esareti riyasete599 tercih ederim.”600
O günleri yaşayan Ali Çavuş şunları anlatıyor: "Bizi bir alay kumandanı karşı-
ladı. Yemek olarak Üstad Hazretlerine bir tavuk getirdiler. İki Rus kumandanı Üs-
tad’la konuşmaya başladılar. Konuşma mevzuları belli ki harp ile ilgiliydi. Orada
Üstad Hazretleri bacak bacak üstüne atıp sigarasını sararken onlarla konuşuyordu.
Sanki onlar esir, Üstad hürdü. Orada esirken bile hürdü."
-294-
Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bediüzza-
man kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz.
Kumandan, “Beni herhâlde görmediler” diye üç defa kasten önünden geçtiği
zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla der: “Beni
herhâlde tanımadılar?”
Bediüzzaman: “Hayır tanıdım, Nikola Nikolaviç’tir. Çar’ın dayısıdır ve Kafkas
Cephesi Başkumandanı’dır.”
Kumandan: “Şu hâlde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarı’na hakaret ediyor-
lar.”
Bediüzzaman tercümana hitaben: “Hayır, hakaret için yapmadım. Ben bir
Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üs-
tündür. Mukaddesatım bunu böyle emreder. Onun için ben ona kıyam ede-
mem”601 der. Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arka-
daşı, hemen özür dileyerek vahîm neticenin önlenmesine çalışmasını istirham
ederler. Fakat Bediüzzaman: “Bana ebedî âleme seyahat etmem ve Huzur-u Re-
sulullah’a varmam için bir pasaport lazım. Bunların idam kararı işte bana o pasa-
port hükmündedir. Dolayısıyla ben imanıma muhalif hareket edemem” der.
Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, “Müsaade ediniz!
Dinî vazifemi ifa edeceğim” der ve namaza başlar. Namazını kılar ve çabucak gelir.
Komutan Nikola: “İdam olunacağı zaman ağırdan alınır, sen çabuk geliyorsun?”
diye sorar tercüman vasıtasıyla. Bediüzzaman umursamaz bir tavırla: “Rabbime
kavuşmak için çabuk geliyorum” der. Bu samimî ve ihlaslı tavır Rus kumandanını
çok etkileyerek insafa getirir ve Bediüzzaman'ın yanına gelerek, özür dileyip: “O
hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica
ederim, beni affediniz!” diyerek verilen idam hükmünü geri aldırır.
2,5 sene süren esaretinden harika bir surette firar ederek, Viyana yoluyla
yeniden İstanbul’a geri döner. İstanbul’u şereflendirmesi, ilim camiasını ve halkı
çok sevindirir ve kendisine haber vermeden bir İslam Akademisi mahiyetindeki
Dar-ül-Hikmet-ül-İslâmiye üyeliğine getirilir ve hatırı sayılır bir maaş bağlanır.
Harpte gösterdiği kahramanlıklar sebebiyle, Padişah tarafından verilen harp ma-
dalyası ile Osmanlı döneminde sivillere verilen en büyük rütbelerden biri olan ve
Şeyhülislam’dan sonra en yüksek bir ilmî rütbe anlamına gelen Mahreç payesi,
kendisine takdim edilir.
-295-
O dönemlerde Mehmed Akif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi gibi İslâm
âlimleri de Dar-ül-Hikmet’te çalışıyorlardı.
Bir gün Şeyh’ül İslâm bir mesele hakkında yanlış bir fetva vermiş. Bunu duyan
Bediüzzaman doğruca meşihat dairesine gitmiş. O zamanlar Şeyh’ül İslâm’ı göre-
bilmek için hayli merasimden geçmek icap ediyordu. Bediüzzaman aşağı kapıdaki
nöbetçilere: “Bana Şeyh’ül İslâm’ı gönderin” der. Nöbetçiler: “Git oğlum işine! Ba-
şımıza bela olma! Şeyh’ül İslâm’ı görebilmen için daha on yerden geçmen gerek.
Sen ise Şeyh’ül İslâm’ı ayağına çağırıyorsun” demişler. Tam bu esnada Şeyh’ül
İslâm Bediüzzaman’ı pencereden görüyor. “Yine herhâlde yanlış bir iş yaptık” di-
yerek aşağıya iniyor ve hürmetle Bediüzzaman’ı alıp yukarı götürüyor. Bediüzza-
man, verilen fetvadaki hataları ona bildiriyor ve o da fetvasını düzeltiyor.602
O dönemde telif ettiği on iki adet eserini bastırır ve maaşından biriktirdikle-
rini bu yolda sarf eder ve kitaplarını halka ücretsiz dağıttırır. Niçin sattırmadığının
sorulması üzerine şu cevabı verir: “Bana maaştan ancak zarurî ihtiyacımı karşıla-
yacağım miktar caizdir. Fazlası millet malıdır. Bu suretle millete iade ediyorum...”
Bediüzzaman’la beraber Dar-ül-Hikmet’te hizmet eden ve Bediüzzaman’ı
takdir edip her ortamda onu destekleyen ve ondan övgüyle bahseden Mehmed
Akif, bir edipler meclisinde, “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler, Descartes’lar, ede-
biyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler” demiştir.
1920 senesinde Bediüzzaman’ın da içinde bulunduğu birçok aydın tarafından
Yeşilay Derneği kuruldu. İstanbul’da kaldığı esnada vatan ve millet lehindeki en
büyük ve tesirli hizmetlerinden biri olan Hutuvat-ı Sitte isimli broşürü İstanbul’un
her tarafında dağıtmasıyla İngiliz aleyhtarlığını ateşledi. İngilizler, hakkında “vur
emri” çıkartmalarıyla beraber, Bediüzzaman’ın halk nezdindeki büyük itibarı ne-
deniyle bu kararlarını icra etmeye cesaret edemediler. İstanbul'da, hileleriyle
Şeyh-ül-İslâm’ı ve diğer bazı âlimleri lehlerine çevirmeğe çalışıyorlardı. İşte Bedi-
üzzaman, "Hutuvat-ı Sitte" adlı eseri ve İstanbul'daki faaliyeti ile İngiliz'in Âlem-i
İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini, entrikalarını ve tarihî düş-
manlığını etrafa neşrederek, Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketi’ni desteklemiş,
bu hususta en hararetli mücadele edenlerden biri olmuştu.
Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin Kuva-yı Milliye Hareketi aleyhine
verdiği fetvaya karşı, millî mücadeleyi destekleyen bir karşı fetva yayınladı.
-296-
İstanbul'un yabancılar tarafından işgali sıralarında, İngiliz Anglikan Kilisesinin,
Şeyh’ül İslâmlık makamından sorduğu altı adet dinî sualine, altı tükürük mâna-
sında mâkul ve sert cevaplar verdi. Hadiseyi Bediüzzaman şöyle anlatıyor:
"Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrib ve İstanbul'u is-
tilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin
Baş Papazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o za-
man, Dârül-Hikmetil-İslâmiyenin azası idim. Bana dediler: ‘Bir cevap ver. Onlar, altı
suallerine altı yüz kelime ile cevab istiyorlar.’ Ben dedim: ‘Altı yüz kelime ile değil,
altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürük ile cevap
veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada,
onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım
geliyor... Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..’ demiştim."603
İstanbul'daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakiyetli hizmetinden, Türk mille-
tine pek ziyade menfaatler ortaya çıktığını gören Ankara Hükûmeti; Bediüzza-
man’ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek, Ankara'ya davet ederler. M. Kemal
Paşa, şifre ile üç defa davet etmiş ise de, cevaben: “Ben, tehlikeli yerde mücahede
etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anado-
lu'dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” demiştir. Nihayet, eski Van Valisi
ve dostu Mebus Tahsin Bey vasıtasıyla davet edildiği için, Ankara'ya gelmeye karar
verir. Ankara'da meclis tarafından resmî “Hoş geldiniz” merasimiyle ve alkışlar eş-
liğinde karşılanır. Fakat ümit ettiği ortamı bulamaz. Millet Meclisi’nde dine karşı
lakaytlık ve batılılaşmak bahanesiyle Türk Milleti’ni mukaddesatından ve İslami-
yet’ten uzaklaştırmak meylini görerek, milletvekillerinin namaza devam etmeleri-
nin lüzum ve önemine dair bir beyanname neşreder ve dağıttırır.
Tam bir sosyal vakıa analizi olan ve görünüşte namaza davet eden fakat ha-
kikatte çok büyük sosyal tespitlerin yapıldığı ve gerçekçi bir devlet felsefesinin an-
latıldığı beyannamenin etkili ifadeleri yerini bulur. Namaz kılanlara altmış millet-
vekili daha ilâve olur. Namaz kılınan küçücük oda, büyük bir odaya çevrilir. Bu be-
yanname Mustafa Kemal ile aralarında bir münakaşaya sebep olur. Bir gün baş-
kanlık divanında, elli altmış milletvekilinin içinde fikir alışverişi yapıldığı esnada M.
Kemal Paşa: “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır; sizi, yüksek fikirlerinizden
istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız,
aramıza ihtilâf verdiniz” der.
-297-
Bu söz üzerine; Bediüzzaman, birkaç makûl cevabı verdikten sonra, şiddetle
ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak: “Paşa... Paşa! İslâmiyet’te, imandan sonra
en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merdud-
dur604” der.605 Paşa, bu şiddetli çıkışa karşı geri adım atarak “Hocam haklıdır” der;
hatta bazı meseleleri görüştüğü yerden, biraz asabî olarak geldiğini söyleyerek
mazeret beyan eder ve özür diler. Mesele böylece kapanır. Daha sonraki zaman-
larda tekrar bir araya gelerek iki saate varan bir süre zarfında çeşitli meseleleri
mütalaa ederler. Bediüzzaman, ilerlemek ve medenileşmek için dinden vazgeç-
mek değil, tam tersine dine dört elle sarılmanın lüzumlu olduğundan bahseder.
Bediüzzaman Ankara’da kaldığı dönem içinde, Medresetüzzehra projesini
dava eder ve bunu kabul ettirmeye muvaffak olur. Meclisteki 200 milletvekilinden
-Mustafa Kemal’in de içinde bulunduğu- 163 kadar milletvekili606, Medresetüz-
zehra’nın kurulmasına dair kanun teklifini imza eder ve o zamanın parasıyla ciddî
bir miktar olan yüz elli bin liranın tahsisi kararlaştırılır. Hattâ dinde çok lâkayt ve
garplılaşmak ve dinî an’anelerden607 sıyrılmak taraftarı bulunan bir kısım milletve-
killeri bu tasarıyı imzalarlar. Yalnız onlardan ikisi itiraz ederek Bediüzzaman’a der-
ler ki:
“Yalnız, sen medrese usûlüyle, sırf İslamiyet noktasında gidiyorsun. Hâlbuki
şimdi Garblılara benzemek lazım. Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden
ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.”
Bediüzzaman cevaben şöyle karşılık verir: “O vilayat-ı Şarkiye, âlem-i İslam’ın
bir nevî merkezi hükmündedir; fünûn-u cedîde yanında, ulûm-u dîniye de lazım ve
elzemdir. Çünkü ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi göste-
riyor ki, Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünûn-u cedîde
okuttursanız da, Şarkta her hâlde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u dîniye
esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakîki kardeşliğini hisse-
demeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız.
Hatta bu hususta size bir hakîkatli misal vereyim:
Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyet’e
çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim.
geleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti” isimli çalışmasından öğreniyoruz.
607 An’ane: Âdet, gelenek.
-298-
Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık608 bir kardeşime tercih ediyorum. Belki
babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman
geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe gir-
miş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel
ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet
fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd’ü salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben
onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiye-
nin kahraman bir ordusudur.
Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın
İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbi-
rine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki
medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve
ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiye’yi tanımayan, sırf ulûm-u
felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci
hâli mi daha iyidir? Sizden soruyorum. İşte ey mebuslar! O talebenin evvelki hâli,
Türk milletine ne kadar lüzûmu var; ikinci hâli ne kadar vatan menfaatine uygun
olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek, farz-ı muhal olarak, siz başka yerde
dünyayı dine tercih edip, siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de, herhâlde Şark
vilayetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermeniz lazım.
İşte bu hakikatli cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaş-
mak fikrini taşıyanlar, kalktılar, imza ettiler.”609
Medresetüzzehra isimli İslam Üniversitesi’ne ait kanun teklifinin neticesi ne
oldu derseniz; medreselerin kaldırılması, din derslerinden arındırılmış bir eğitim
sisteminin benimsenmesi ve Bediüzzaman’ın Ankara’yı terk etmesi üzerine proje-
den vazgeçildi. Meclis arşivindeki kayıtlara göre 2,5 sene kadar bekletilen kanun
teklifi, reddine karar verilerek Meclis’e geri gönderildi. Aynı gün genel oya sunuldu
ve artık geçerliliği kalmayan o kanun tekliflerinin reddi cihetine gidilerek, bu çok
büyük hizmetler neticesiz kaldı.610 Eğer gerçekleşme fırsatı bulsaydı, vatan ve mil-
let lehine çok büyük meyveler verecek bu proje, doğudaki Kürt meselesinin mü-
kemmel bir erken teşhisi ve tedavisi olacaktı ve sorunun başlamadan bitmesine
yol açacaktı.
ifadeler birleştirilmiştir.)
610 Kanun teklifinin akıbetinin ne olduğu hakkındaki bilgiye, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün “Arşiv
Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti” isimli çalışmasından ulaştık.
-299-
Medresetüzzehra maddî boyutuyla tesis ve inşa edilmediyse de; tüm vatan
sathını, evleri, köyleri, şehirleri ve hatta dış ülkeleri içine alan, dünya çapında bir
“Manevî Medresetüzzehra”, kalplerde ve gönüllerde bütün ihtişamıyla inşa edildi.
Birkaç kişinin bir araya gelerek Risale-i Nur okuduğu her mekân, “Risale-i Nur Ders-
haneleri” veya “Nur Medreseleri” manası içinde kabul edildi ve Medresetüz-
zehra’nın manen küçük ölçekli bir şubesi ve bir ders kürsüsü oldu. Elbette maddî-
manevî fedakârlıklarla açılmış ve hususî olarak iman hizmetine tahsis edilmiş özel
mekânlar da dünyanın her yerinde çoklukla açıldı ve “Nur Medreseleri” bütün va-
tan sathına yayıldı. Şu anda Türkiye’nin ve dünyanın her yerinde açılmış büyüklü-
küçüklü o kadar çok Risale-i Nur dershanesi vardır ki, sayısını ifade etmenin imkânı
yoktur. Belki herhangi bir büyük şehirde binlerle ifade edilebilen sayıda olduğunu
söylemek bir fikir verebilir.
Anadolu insanı bu eserlere öyle bir şekilde sahip çıktı ki, devlet eliyle oku-
tulsa, basım ve dağıtımı yapılsa ve kurumsallaşmış bir sistem içinde yayılmasına
çalışılmış olsaydı, bu kadar çok insana mal olamazdı ve büyük çaplı bir sahada ya-
yılamazdı denilebilir. Her yaştan ve her konumdan insanın serbestçe gelerek Ri-
sale-i Nur derslerini gelip dinleyebileceği, herhangi bir hocalık vasfı aranmaksızın
sadece gönüllülük ve istek temeline dayanarak özgürce ders verebileceği, şubeleri
her yerde mevcut ve herkesin talebe olduğu ve çok başarılı bir insan mühendisli-
ğinin gerçekleştirildiği, emsali görülmemiş bir açık üniversite ve bir toplumsal dö-
nüşüm projesi olarak milyonlara mal oldu “Manevî Medresetüzzehra”. Ülkemizi
bir ağ gibi saran bu ilim ve irfan mektebinin hiçbir resmî dayatma ve destek olma-
dan ve hatta eski yıllarda polis takibatıyla halkın rağbet etmesinin önüne geçilme-
sine çalışılmasına rağmen611; tamamen gönüllülük esasıyla her yerde açılmış ol-
maları, ülkemiz insanının yüksek ruhunun, vefa ve fedakârlıkla dolu kalbinin müm-
taz bir misali ve toplumsal bir vakıa olarak tüm ihtişamıyla karşımızda durmaktadır.
Risale-i Nur, tarihte eşine rastlanmamış bu eğitim seferberliğiyle ülkemizin
her sathında yüksek nitelikli, okuyan, düşünen ve idealist insanlar yetiştirdi ve il-
kokul mezunu insanlardan, üniversite kürsülerine konferans vermeleri için davet
edilen “Manevî Profesörler” çıkardı.
Risale-i Nur’un hem ahlâken hem entelektüel anlamda özellikli ve vatana,
millete faydalı insan yetiştirme adına yaptığı büyük hizmetler ve özellikle ebedî
611Hâlbuki bu boşuna bir çabaydı. Birkaç insanın bir araya gelerek kitap okumasına ve sohbet
etmesine hangi kanunla engel olunabilirdi ki? Açılan binlerce davanın tümünün beraatla sonuç-
lanmasıyla Nur mekteb-i irfanı, gönüller üstünde tesis edilen bir manevî okul olduğunu herkese
ispat etti.
-300-
hayatların kurtarılmasında bir cankurtaran gibi imdada yetişmesi ve bu hüzünlü
millete taptaze bir şevk ve ümit aşılaması ve kültürümüze, edebiyatımıza kattığı
değer, gelecek nesillerin tarih sayfalarında minnetle ve şükranla yâd edilecektir.
Bediüzzaman’ın Ankara’da kaldığı dönemde kendisine birlikte çalışmayı teklif
eden Mustafa Kemal’in parlak teklif paketinin içinde milletvekilliği, doğu vilayetle-
rinde umumî vaizlik, bir köşk tahsisi, ciddî bir maaş gibi kimseye yapılmayan teklif-
ler vardı. Kendisini Van’a götüren trenin kalkış saatinde orada bulunarak teklifle-
rini yineleyen Mustafa Kemal’e, kendisiyle birlikte çalışamayacağı yönünde kesin
ifadeler kullanır ve söz konusu tekliflerin hiçbirini kabul etmeyerek Van’a döner ve
toplumun aydınlatılması için uzun vâdeli bir ilmî mücadele içine girmeyi tercih
eder. Van’da Tedrisat Umum Müdürlüğü’nce kendisine vaizlik kadrosu verilir.
Ankara'nın o zamanki idarecilerinin bütün parlak tekliflerini geri çeviren, on-
larla uzlaşamayarak ayrılan ve ömrünü uzun vâdeli bir iman hizmetine vakfetmek
niyetiyle Van'a çekilen Said Nursî, kurulacak yeni hükümet ile çalışmayacağını, an-
cak onların dünyalarına da karışmayacağını şu sözleriyle ifade ediyor:
"Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte na-
mındaki mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim
ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. ‘Bizimle çalış’ dediler. Dedim: 'Yeni Said öteki
dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz; fakat size de ilişmez.' Evet, ilişmedim
ve ilişenlere de iştirak etmedim.”
Mustafa Kemal’in üç yüz lira maaş verip Doğu vilayetlerine umumî vaiz yap-
mak teklifini neden kabul etmediğini büyük memurlardan birkaç zâtın kendisine
sormaları üzerine şöyle der: “…. Yüz binler vatandaşa, her birisine milyonlar sene
uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, …. , (o teklifi kabul etmediğime
karşılık olarak) binler derece (fazla) iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim,
hiçbir şeye alet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur mey-
dana gelmezdi.”612
Bediüzzaman o dönemde kurulan hükümet için olumlu bir kanaat taşımama-
sına, fikriyatlarını ve icraatlarını ilmen benimsememesine rağmen hiçbir yıkıcı faa-
liyete fiilen teşebbüs etmemiş, edilmesini de tasvip etmemiştir.
Medresetüzzehra bahsinde ifade ettiğimiz gibi Bediüzzaman, toplumun ferd
ferd eğitilmesi ve aydınlatılmasına önem ve öncelik veriyordu. Daha asrın başında
612 Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lahikası, s.12 (Parantez içindeki ifadeler tarafımıza aittir.)
-301-
şöyle diyordu: “Milletin kalb hastalığı, zâf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bu-
labilir.”613 Bu ifadeler belli ki şu hadisten ilham alınmıştı: “Dikkat edin! Vücutta
öyle bir et parçası vardır ki; o iyi, doğru, düzgün olursa bütün vücut iyi, doğru,
düzgün olur. O bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.”614
İşte imanın yeri de kalpte olduğundan, büyük bir insan olarak düşünülen top-
lumun da her kademede doğru, düzgün olması için itikadı düzgün insanlara ihti-
yacı vardır. Teferruat meselelerle uğraşmak işimizi göremez. Kökü çürümüş bir
ağacın yaprak ve dallarını ilaçlamak neticesiz kalır. Toplumda yaygın hâle gelmiş
olan dindeki lakaytlığın ve ahlakî değerlerdeki bozukluğun kaynağı olan iman za-
yıflığı, milletin kalbinin hasta olması demektir. Reçete ise ancak sağlam inançlı in-
sanlar yetiştirmek ve insanların imanlarını takviye ederek toplumun kalıcı ve sağ-
lıklı bir şekilde düzelmesine zemin hazırlamaktır. Evet, bu iş çok zaman alır ama
başka çare yoktur. Meselemizi teyid eden diğer bir meşhur hadisi de size hatırla-
talım:
“Siz nasıl olursanız yöneticileriniz de öyle olurlar.”615 Diğer bir hadis de şöy-
ledir: “Amelleriniz yöneticilerinizdir, onlar sizin eserinizdir.”616 Demek bir toplumu
şekillendirmek ve değiştirmenin yolu insan inşasından geçmektedir. Nitekim Bedi-
üzzaman bütün gayret ve enerjisini bu yolda harcayacaktı. Risale-i Nur’la başlayan
iman ve irfan hizmeti, dünyevî ve siyasî gaye gütmeyen, sırf manevî bir mücadele
ve fikrî bir harekettir. Siyasetle ilgisi olmadığı gibi, mevcut rejimle de fiilen hiçbir
çatışması yoktur. Bu hizmet belki şu üç kelimede özetlenmiştir denilebilir: “Mak-
sadımız, iman ve âhirettir.” (Risale-i Nur, 14.Şua)
Bediüzzaman’ın siyasete ve hükümet icraatlarına temas eden fikirleri, ilmî bir
yorum ve şahsî bir kanaattir. Mâlumdur ki, şahsî kanaatlere ve ilmî yorumlara itiraz
edilmez, muhakeme konusu olamaz.
Kendisi İstanbul Mahkemesi’ndeki müdafaasında şöyle demiştir: “Yirmi sekiz
sene emsalsiz ihanetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere maruz kaldım. Bütün
bu iftira ve isnadların esası birkaç noktaya dayanır:
-302-
1- En birinci ithamları, beni rejim aleyhtarı olarak telakki etmeleridir. Mâlum-
dur ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şar-
tıyla, hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı
mesul olamaz. Bu hukukî bir mütearifedir617.
2- Bana zulüm ve cefayı reva gören devr-i sâbıkın yaptığı isnadların ikincisi,
emniyet ve aşayişi ihlaldir. Bu vehim ve hayal ile, bu düzme isnad ile yirmi sekiz
sene bana ceza çektirdiler. Memleket memleket, mahkeme mahkeme süründür-
düler. Zindandan zindana attılar. Tecrid ettiler, zehirlediler, her türlü hakaretlerde
bulundular. …… Hakikî bir Müslüman, samimî bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve
bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle reddettiği şey, fitne ve anarşidir.
Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz.”618
Bediüzzaman, en temel insanî hakkını kullanarak, yapılan bazı uygulamalara
fikren ve ilmen muhalif olduğunu ve bir İslam âlimi olarak onaylamadığını açıkça
ifade etmiştir. Bediüzzaman hakkında rejime karşı olduğu, dini siyasete alet ettiği,
devlet düzenini yıkmak niyeti taşıdığı yönünde çok sayıda menfî propaganda ya-
pılması ve hatta kasten Şeyh Said’le karıştırılması sebebiyle, biz de kaynağından
araştırarak aynen naklettiğimiz vesikayla, Bediüzzaman’ın bu ithamlar karşısındaki
duruşunu, kendi yorumumuzu katmadan ortaya koyduk.
Bediüzzaman bazı icraatlara fikren ve siyaseten karşı olduğu hâlde, mevcut
rejime fiilî bir şekilde karşı çıkma ve isyan etme gibi teşebbüslere hiç kalkışmamış,
kalkışanlara da mani olmaya çalışmış ve böyle bir girişimin yanlışlığını anlatmıştır.
İşte bunun en çarpıcı bir misali:
1925 yılında Şeyh Said hadisesi meydana geldiği esnada, kendisinin desteğini
almak için bir mektup gönderen Şeyh Said’in teklifini kabul etmeyen Bediüzzaman,
sonuçsuz kalacak bu tehlikeli ve hatalı teşebbüsünden vazgeçmesini tavsiye etti.
“Efendim, sizin nüfuzunuz kuvvetlidir. Bu harekâtımıza iştirak buyurur yardım
ederseniz, galip oluruz” diyen Şeyh Said’e “Türk’ü Kürd’e, Hasan’ı Hüseyin’e mi
kırdıracaksınız? Dâhilde silah çekilmez” diyerek destek olmadığı gibi nasihat ve
ikazlarla dolu şu ibretli mektupla cevap vermiştir:
“Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler
yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez.
Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz
-303-
değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda
yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’ân ve iman hakikatleriyle, tenvir ve irşad etmektir619.
En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir620. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz.
Zira akim621 kalır. Birkaç cani yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef
olabilir.”622
Şeyh Said hadisesinden altı-yedi ay sonra, Van'da inzivada bulunan Bediüzza-
man, sebepsiz bir şekilde Erek Dağı'ndan alınarak Isparta'nın sarp bir nahiyesi olan
Barla'ya sürgün ediliyor ve bunun sırf bir tedbire binaen olduğu ifade ediliyor. Eğir-
dir Gölü’ne yakın bir dere içine kurulmuş olan Barla’ya ulaşım, göl üzerinden ka-
yıkla yapılmaktaydı. Okuma-yazma seviyesi de hayli düşük olan Barla, Isparta’nın
çok eski köylerinden biri idi ve artık nüfusunun çoğunluğunu yaşlılar oluşturu-
yordu. Anlaşılan evhamlı hükümet tarafından, Bediüzzaman’ın herkesten ve her
şeyden tecrid edilmesi için en uygun yer olarak seçilmişti.
Bediüzzaman, Barla'da çürümek için atıldığı toprak altından bir çekirdek mi-
sali büyüyüp, filiz vermeye başladı. Kitap ve kütüphanelerden mahrum bırakılan
Bediüzzaman, kaderin hikmetiyle daha önce tahsil ettiği ve ezberine aldığı İslamî
ilimlere ve muhtelif fenlere ait 90 civarında eserle âdeta hafızasını bir kütüphane
hâline getirmişti.
Okuduğu ve hafızasına aldığı eserlerin Kur’ân’ın hakikatlerine çıkmak için ba-
samaklar olduğunu söyleyen Bediüzzaman, başka kitapların yanında olmasına ve
onlara müracaat etmeye ihtiyaç hissetmeden doğrudan Kur’ân’dan ilham alarak
eser telif edebilmek gibi bir ilim seviyesine ulaşmıştı. İslam hakkında asırlar bo-
yunca biriken şüphelere verilecek cevapların ve çağın ihtiyacını karşılayacak, dinin
özüne ve temel esaslarına ters düşmeyecek yenilikçi bir din yorumunun, Kur’ân
eczanesinden alınan manevî devalarla insanlığa takdim edilmesi gerekiyordu. Ka-
der kendisine hızlı ve düzgün yazma kabiliyeti vermediğinden, Şamlı Hafız Tevfik
gibi fevkalade intizamlı ve süratli yazan birini kendisine kâtip tayin etmişti.
Risale-i Nur, tarihin benzerini kaydetmediği bir şekilde yazıldı ve yayıldı. O
günlerde Kur’ân’ın okunması ve öğretilmesi ile her türlü dinî içerikli kitabın yazılıp,
basılması yasaklanmıştı. 1000 yıllık kültür birikimimizi ifade eden alfabemiz ise
yine yasaktı. Böyle elverişsiz şartlar altında telif edilen eserlerin, elle çoğaltılarak
muhtaçlara ulaştırılmasından başka yol yoktu.
-304-
Eski zamanda kılıçla yapılan maddî cihadın yerini, kâğıt ve kalemle yapılan
büyük, manevî bir cihad (aşağıdaki ara nota bakınız) almıştı. Eli kalem tutan bin-
lerce insan hatta okuma yazma bilmeyen çok sayıda fedakâr gönüllü, Risale-i Nur’u
yazma ve neşretme vazifesini üstlendi.
Dinî değerlerin unutulmasına çalışıldığı bir zamanda, Bediüzzaman’ın kaleme
aldığı eserleri sahiplenen Anadolu halkı, manevî bir seferberlik içine girdi. Sıkı polis
takibâtı altında bulunan Bediüzzaman’ın yazdığı eserler gizlice, el altından çoğaltı-
lıyor ve dağıtılıyordu. Bu eserlerin böyle ağır şartlar altında, kısa bir süre içinde,
tüm Anadolu sathında 600.000 nüshasının elle çoğaltılmış olması, tarihin benze-
rini kaydetmediği bir hadisedir. Hem de bu hadise, matbaanın yaygınlaştığı bir
asırda gerçekleşiyordu.
Kitap Yazarının “Manevî Cihad” Hakkında Ara Notu: Cihad kelimesi, mücadele
etmek anlamında bir kelimedir. Peygamberimizin (A.S.M.) tabiriyle bir insanın en
büyük düşmanı ‘iki yanı arasındaki’, yani kendi nefsidir ve en büyük mücadelesi
(cihadı) da nefsiyle olan manevî cihadıdır. Diğer taraftan Bediüzzaman’ın değişen
dünya düzeni karşısındaki cihad yorumu ise şöyledir: “Medenilere galebe çalmak
(galip gelmek) ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler(e karşı olduğu) gibi, icbar ile
(zorla, baskıyla) değildir.” Akıl, bilim ve teknolojinin hükmettiği istikbalde bütün
hükümlerini akla tespit ve teyit ettiren Kur’ân’ın hükmedeceğini ifade eden ve bu
zamanın cihadının manevî olduğunu söyleyen Bediüzzaman, aklî ve ilmî delillerin
ve ikna etme metodunun keskin, manevî bir kılıç hükmünde olduğunu da tespit
eder. Yani inkâr fikrini manen öldürmek ve mağlup etmek maksadıyla, Kur’ân’ın
elinde manevî, elmas bir kılıç hükmündeki Risale-i Nur’un hakikatleriyle mücadele
etmek ve böylece bu zamanda her Müslüman’a farz olan tebliğ hizmeti ve hakkı
anlatmak vazifesi yapılacaktır.
Daha sonraki yıllarda Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında çok sayıda dava
açıldı. Dini siyasete alet etmekten tutun da, cemiyet kurup devlet düzenini orta-
dan kaldırmaya teşebbüs etmeye kadar her çeşit asılsız iddia ve uydurma iftiralar
ileri sürüldü.
Sırf bir iman hizmeti ve İslamiyet’in hakikatlerini anlatmaktan ibaret olan Ri-
sale-i Nur, her türlü tetkik ve incelemelerden geçirildi. En sonunda eserlerde hiçbir
yönden suç unsuru olmadığı ve bu eserleri yazanların, dünyevî hiçbir gaye bulun-
maksızın yalnızca bir manevî bağ ve kardeşlik duygusuyla bir araya geldikleri, mah-
kemelerin sayısız beraat kararlarıyla ve en sonunda da, kesinleşmiş üst mahkeme
kararıyla tamamen ortaya çıkmış oldu.
-305-
Vefat ettiği 1960 senesine kadar ömrünün tamamını Risale-i Nur hizmetine
adayan Bediüzzaman hapislerle, mahkemelerle, sıkı takiplerle ve açılan davalar-
dan beraat aldığı hâlde mecbur tutulduğu zorunlu ikamet ve sürgünlerle, göz hap-
sinde tutulmasıyla, defalarca zehirlenmeye ve yok edilmeye çalışılmasıyla 28 sene
süren çileli bir hayat sürdü. Fakat bu büyük mücadelesi Allah’ın rahmetiyle netice-
siz kalmadı, milyonlarca insan gönüllü olarak bu iman ve Kur’ân davasına sahip
çıktı ve eserlerini dünyanın her yerindeki insanlara ulaştırmak için her türlü maddî-
manevî fedakârlığı yaptılar.
Bediüzzaman’ın hayatındaki tek gayesinin ne olduğunu çok parlak bir şe-
kilde anlatan şu satırlara yer vermek istiyoruz:
"Bana ıztırap veren yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlike-
ler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor.
Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bün-
yesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen
en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman
kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa şahsımın
mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bu-
nun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!"
“Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb
cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne
dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak?
Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm ce-
miyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum.
Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine
mesâimi teksif etmiş623 bulunuyorum.”
"Risâle-i Nur'u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik batak-
lığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilim-
lerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri
hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık
oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin
iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız
Kur'ân'ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin
ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”
-306-
"Bana, 'Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda
müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. Içinde evlâdım yanıyor, îmânım
tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda
biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müt-
hiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler,
dar görüşler!..” (Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, s.543)
47 dünya diline çevrildiği bilinen Risale-i Nur, günümüzde Anadolu sınırları-
nın çok ilerisine taşmış bulunuyor ve insanlık âlemine mal olma yolunda hızla iler-
lemektedir. Çevrildiği dilleri konuşan insanlara İslamiyet’in hakkaniyetinin göste-
rilmesinde ve iman hakikatlerinin aklen izah ve ispatında büyük etkiye sahip bu
eserler, gayr-ı müslimlerin İslamiyet’e geçmelerinde ağırlıklı bir pay alıyor.
Dünyanın her yerinde Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında çok sayıda sem-
pozyum, panel, seminer, konferans gibi birçok akademik etkinlik düzenleniyor,
doktora tezlerine konu oluyor ve yurt dışındaki bazı devletlerin eğitim birimlerinde
ders kitabı olarak okutulması, adına kürsü ve enstitü açılması gündeme geliyor,
bazılarında ise bunların hayata geçirildiği haberleri alınıyor. Ülkemizde ise Risale-i
Nur Diyanet eliyle basılmaya başlanıyor, ders kitabı olarak okutulması teklifleri ya-
pılıyor ve Bediüzzaman’ın hiç vazgeçmediği ideali olan Medretüzzehra‘nın kurul-
ması için çalışmalar ve araştırmalar hızla devam ediyor, bu yönde ders müfredat-
ları hazırlanıyor.
Kendini Kur’ân dersinde bir ders arkadaşımız olarak gören Üstad Bediüzza-
man’ın, kendisini ziyarete gelmek ve sohbetinde bulunmak arzu edenler için yaz-
dığı ve Risale-i Nur’un okunmasının öneminden bahsettiği şu ifadelerle bu bölümü
bitirmek istiyoruz.
“Risale-i Nur bana hiç ihtiyaç bırakmıyor. Kat'iyen size haber veriyorum ki,
Risale-i Nur'un herbir kitabı bir Said'dir. Siz hangi kitaba baksanız, benimle karşı
karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakikî bir surette be-
nimle görüşmüş olursunuz.”
-307-
Bu bölüm, “Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eğitim
Programı” isimli kitap çalışmamızın son sözü olup; Risale-i Nur okumak ve ders-
lerine katılmakla ilgili çok çarpıcı tespitler içerdiğinden buraya alınmıştır.
-308-
Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefek-
kür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-
i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını
birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.”
İslam dininin temelinde ilim öğrenmek ve öğretmek vardır. Aslında insanın
akıl planında başlayıp tarih boyunca devam edegelen manevî seyahati de hep bir
şeyleri öğrenme ve bilmeye çalışma çabasından ibarettir. Bu nedenle dinimizde
ilim öğretmeye, öğretmeye ve ilmi yaymaya çok özel bir önem verilmiştir. Bu ma-
nayı çarpıcı bir biçimde teyit eden bir hadis rivayeti şöyle:
“Allah kıyamet günü bir takım toplulukları yüzleri nurlu ve inciden minberler
üzerinde diriltecek, halk onlara imrenecek. Hâlbuki bu kimseler ne peygamber, ne
de şehittirler!” Resulullah böyle söyleyince bir bedevi: “Ya Resulullah, onların va-
sıflarını bize söyle, onları tanıyalım” dedi. Resulallah şöyle cevap verdi: “Onlar de-
ğişik kabilelerden, muhtelif beldelerden oldukları halde Allah için birbirlerini seven
ve Allah’ı anmak üzere bir araya gelen kimselerdir.”624
Risale-i Nur dersi veya sohbeti nedir? Esasen bizim “ders” diye kastettiğimiz
şey, Kur’ân’ın her bir hakikati ve manasıdır. İçinde bulunduğumuz asrın anlayışına
ve idrakine uygun biçimde yorumlanmış ve manevî ilaçlar hükmündeki Kur’ânî re-
çetelerin, en önemli ve ihtiyaç duyulanlarının insanlığın istifadesine sunulmasın-
dan ibaret olan Risale-i Nur eserlerinin bir bölümünün okunması ve izah edilmesi-
dir. İnsanlar bu sohbet ve ders ortamlarında gönüllü olarak bir araya gelirler ve
Kur’ân’ın bu asra bakan hakikatlerini öğrenmeye ve anlamaya çalışırlar. Menfaat
ilişkisine dayanmayan, sadece ve sadece Allah rızasını kazanmak, ilim ve irfan sa-
hibi olmak için bir araya gelen ve öğrendiklerini yaşantı haline getirmeye çabala-
yan insanların bulunduğu ve başkaca hesapların olmadığı, nadide, nezih ve zama-
nımızda benzerine çok zor rastlanan ortamlardır bu yerler.
Şöyle bir düşünce akla gelebilir: “Hidayet etmek, doğru yola ulaştırmak Al-
lah’ın elindedir. O halde böyle araya perde olacak şeylere ne gerek var?”
Cevap: Perde dediğiniz şey, belki parlak bir aynadır. O halde aynayı kırmak
demek, aynada görünen güneşe karşı bir hürmetsizlik ve o aynadan alınacak gü-
neşin feyzinden mahrum kalmak manasını içinde taşır. Bizler hepimiz maddî se-
bepler âleminde yaşıyoruz. Allah her şeyi bir takım sebep ve vesilelerle hayatımıza
dâhil ediyor.
-309-
Gökten zembille inmiyor yediğimiz nimetler. Şimdi “Rızkı doğrudan doğruya
Allah’tan bilmek lazımdır ve rızkı veren yalnız Allah’tır” diyerek, Allah’ın bir perde
ve vesile ederek ve onun eliyle gönderdiği vasıtaları önemsemesek, mesela bir
elma ağacının Allah namına takdim ettiği elmayı yemesek veya “Rızkı nasıl olsa
Allah veriyor!” diyerek o elmayı kaldırıp yere atsak, bu nasıl bir uygunsuz davranış
olur? Acaba Allah’a karşı büyük bir hürmetsizliği ve açlıktan ölmeyi göze almak gibi
bir cahil cesaretini ifade etmez mi?
Çünkü o rızık, o ağacın eliyle size gönderiliyor! O ağaç vasıtasıyla gelen el-
maya hürmet etmek demek, Allah’a hürmet etmek demektir. Bir padişahın bir me-
muruyla gönderdiği hediyeye ve ona aracılık eden memuruna elbette hürmet edi-
lir ve onlara önem vermemek veya kötü muamele etmek, padişaha karşı saygısızlık
ve hakaret manasını içinde taşır. İşte aynen böyle de, hidayeti veren elbette Al-
lah’tır. Fakat Allah hesabına seveceğiniz ve Allah’a götüren ve Allah’ı anlatan arka-
daşlar ve peygamberlerin manevî varisi olan ve ilim yayan âlimler, hakikati anlatan
kitaplar gibi birçok vesile, belki de perde arkasında Allah’ın sizi hidayete ulaşmanız
için gönderdiği ve cennete gitmenize vesile olması için karşınıza kasten çıkardığı
aracı memurlarıdır. Nereden biliyoruz ki böyle olmadığını?
Bu vesilelere hürmet etmek ve onları önemsemek demek, Allah’ın bunlar
aracılığıyla gönderdiği hidayet ve iman nurunu önemsemek manasına gelmez mi?
İslamiyette hakkı, hakikati anlatmaya ve ilmi yaymaya, öğrenmeye ve öğretmeye
çok önem verilmiştir. Bu, eşyanın tabiatına uygun bir gerçekliktir. “Bir Kur’ân ve
peygamber gelmiş, başka aracılara, vesilelere ve araya başkalarının ve başka şey-
lerin girmesine ne gerek var?” diyen, Allah’ın rızkımızı gökten aracısız gönderme-
sini talep etmiyorsa ve o nimetten istifade etme akıllığını tercih ediyorsa ve o ni-
mete Allah namına hürmet etmekte kusur etmiyorsa, bunu manevî nimetlerin ve-
sileleri için de düşünmeli ve dikkat etmeli.
Risale-i Nur’un bizim için ifade ettiği manayı daha iyi anlamak için, bu konuda
sahip olduğumuz gerçekçi yaklaşımızı başta hadislerle teyit edelim. Peygamberi-
miz demiş ki: "Allah, her yüz senede bir dinini yenileyecek âlimler gönderir."
"Kendi zamanının din yenileyicisini tanımadan ölen, cehalet ölümü üzerine ölmüş
olur." "Âlimler, peygamberlerin varisleridir.” “Benim ümmetimin âlimleri, yahudi-
lere gönderilen peygamberler gibidirler.”
Öncelikle yukarıdaki hadislerin manaları tamamen mantıklı görünüyor.
Çünkü Allah'ın indirdiği dini ve inananlarını başıboş bırakması ve bu âlimlerle ina-
nanlarını takviye etmemesi, yaşanan zamanın şartlarına, anlayışına göre ve ilmî,
-310-
medenî gelişimlerin karşısında, yeni izah ve yorum tarzlarıyla dinini yenilememesi
rahmet ve hikmetine zıttır.
Yeni bir din getirmek değil, çünkü insanlığın en son döneminde artık bir başka
dine ve peygambere ihtiyaç bırakmayacak ve kıyamete kadarki dönemde insanlı-
ğın ihtiyacına cevap verecek gelişmişlikteki bir mükemmel din ve son peygamber
zaten gönderilmiştir. Ancak, dinin mükemmelliğini turfanda olarak yeniden ortaya
koyacak, insanlığın maddî manevî gelişimini göze alacak ve bizlere Kur’ân ve pey-
gamberin temel esaslarıyla takdim ettiği dini, çağın ihtiyaçlarına ve anlayışına göre
yeniden yorumlayacak ve taze bir şekilde sunacak bir hizmet lazımdır. İşte hadisin
beyanıyla bu önemli hizmeti, müceddid (din yenileyicisi) tabir edilen seçkin âlimler
üstlenecektir.
Kur’ân bir eczahanedir, o asrın hastalıklarına deva olacak ilaçları o eczaneden
alıp insanlığa takdim edecek manevî doktorlar da, işte bu âlimlerdir diye tasavvur
edebiliriz. İşte kanaatimizce Bediüzzaman Said Nursi de böyle bir âlimdir. Kanaate
itiraz edilmez. Hele bu kanaat, milyonlarca insanın bu eserlerle hayatlarını değiş-
tirmeleriyle tasdik edilmişse. Said Nursi'nin davası, iman davasıdır. Kaleme aldığı
Risale-i Nur eserlerinde, iman hakikatlarının tüm delilleriyle ortaya koyularak an-
latılması ile bilinçli bir inanan olmamız ve yaşamın anlamını bulmamız hedeflen-
miştir. Risale-i Nur, doğrudan doğruya Kur’ân’dan ilham alınarak yazılmış olduğu
için, başka müelliflerin kendi şahsî fikirlerine veya başka kitaplara dayanarak yaz-
dıkları eserlerle kıyas edilemez. Eski zamanlarda İslamî ve imanî ilimler, medrese-
lerde ortalama 15 yıl süren bir tahsil neticesinde ve meşakkatlerle ancak elde edi-
lebilirdi. Risale-i Nur’un, iman ilmini çok kısa bir zamanda ve mükemmel manada
elde etmeyi netice veren bir yol açtığı ve yeni bir Kur’ânî metot keşfettiği ile ilgili
Bediüzzaman’ın bazı ifadeleri:
“Bir zaman gelecek, on beş sene değil, bir sene bile ilm-i îman dersini alacak
medreseler ele geçmeyecek. İşte o zamanda müştaklara on beş senelik dersi on
beş haftada ellere verebilecek Kur’anî bir tefsir çıkacak ve Said onun hizmetinde
bulunacak.” “Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı
hakâik-ı îmaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk da-
kikada o hakâika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak elbette kâr-ı
akıl değil...” "Bir sene bu Risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek oku-
yan; bu zamanın mühim, hakikatlı bir âlimi olabilir.” (Bu ifade ile elbette imanî bil-
giler noktasındaki ilmî hâkimiyet kastedilmektedir. Diğer İslamî ve fennî ilimler bu
kaydın dışındadır.)
-311-
Esasen Risale-i Nur’un okunmasının önemini ve akıl ile kalbi birleştiren iman
dersleriyle eski zaman medreselerinin ve tarikatlerinin faydasını çok kısa zaman-
larda verebilen Risale-i Nur derslerinin yapıldığı ve pratiğe dökülmüş bir hayat tarzı
olarak yaşandığı mekânlara, ortamlara gitmenin faydalarını ve lüzumunu hakkıyla
anlatmak için küçük bir kitap büyüklüğünde sayfalarca yazı yazmak gerekir. Buna
imkânımız bulunmadığından “arif olana işaret kâfidir” deyip burada imkân dâhi-
linde paylaşabildiğimiz kadarla yetiniyoruz.
Bununla beraber şunları da söylemeden geçemeyeceğiz. İslamiyet tek başına
yaşanan bir din değildir. Dünya algımızı tamamen ve kökünden değiştiren hakikat-
lere inanan ve bu hakikatleri hayatının en merkezî yerine koyan bir insanın, aynı
duygu ve düşünceleri paylaşan, yani aynı dili konuşan insanlara olan ihtiyacı mu-
hakkaktır. Etrafımızdaki insanlara baktığımızda dünyadan ve dünyevî şeylerden
başka bir şey düşünmeyen ve konuşmayan, fâni dünyanın geçici istek ve meşguli-
yetlerinden başka hiçbir şey ilgi alanına girmeyen sayısız insan görüyoruz. Toplum
hayatı o kadar enteresandır ki, sürekli hastane ortamında bulunursanız, size sanki
herkes hastaymış gibi gelecektir. Hâlbuki normal çalışma ortamınızda ise, sanki
kimse hastalanmıyor, ölmüyor; dünya sürekli ve kalıcı bir şekilde, olduğu yerde
durmaya devam ediyor gibi bir görüntü sizi aldatacaktır.
İşte aynen bunun gibi etrafınızda namaz kılmayan, tek derdi dünya olan ve
bu dünyaya gönderilme gayesinin ne olduğuyla ilgilenmeyen çok sayıdaki insanla
sürekli zaman geçirmek; sanki dünya üstünde ebedî hayat için ciddî çalışan ve
iman hakikatlerinin farkında olan ve hizmetinde çalışan kimse yokmuş gibi görme-
nize sebep olacaktır. Fakat gerçek bu değil! İşte bunun böyle olmadığını, ancak bu
hakikatleri yaşayan ve hisseden insanların bir araya geldikleri yerlere giderek an-
layabilirsiniz ve o zaman görürsünüz ki, dünyada aklı başında ve ebedî hayatı için
ciddî çalışan ve gayret eden ne kadar çok insan varmış! İçine girdiğiniz, suyunda
yıkandığınız ve akıntısına kapıldığınız nehri siz seçiyorsunuz. Biz ne kadar bu haki-
katlerin farkında olsak bile, yalnız başımıza kaldığımız müddetçe tüm kuvvetiyle
dünyaya çekip götürmeye çalışan toplum ve şu zamanın tehlikeli vaziyeti bizi çok
zorlayacak ve belki mağlub edecektir. Bir manevî desteğe ve enerji kaynağına, bir
dayanak noktasına ve motivasyona ihtiyacımız var.
Âdeta yerde, güneşin harareti karşısındaki bir su damlasının tüm çabasına
karşı ilerlemesi ve buharlaşıp yok olmaktan kurtulması nasıl zorsa; fitnesinden ve
manevî tahribatından tüm peygamberlerin ümmetlerini sakındırdıkları ahirzama-
nın dehşetli vaziyeti karşısında bizler aynen öyleyiz.
-312-
Hâlbuki aynı hakikate inanan ve hayatlarında bunları yaşamaya gayret eden
insanlarla birlikte olmak ve kendimizi bir akarsuyun içine atmak ve onun kuvvetin-
den yararlanarak akıp gitmek bambaşkadır. Böyle bir manevî gücü terk etmek ise
aklî değildir. Hem ayet ve hadisler de hep topluluk (İslamî tabiriyle cemaat) içinde
bulunmamızı şiddetle teşvik ve tavsiye ediyor.
Nasıl ki bir sınava evde de hazırlanabilirsiniz ama bunun yerine evdeki keyfini
kaçırmak pahasına ve üstüne para vererek dershane ortamına gidersiniz ve bunun
için özel zaman ayırırsınız. İşte bunun sırrı, yukarıda ifade ettiğimiz akarsu misaliyle
aynı manadır. O dershane ortamı içinde, kendiniz gibi aynı sınava çalışan insanları
görür ve motive olursunuz. İşin aslında, özellikle sözel derslerde (zamandan kay-
betmemek için) dershaneye gitmek, çok da anlamlı değildir. Fakat o dershanenin
itici gücü ve şevkinizi kamçılayan, tembellikten mecburen uzaklaştıran manevî at-
mosferi ve motive edici etkisi yok mu! Sırf o sisteme dâhil olmak ve bu manevî
güce sahip olmak için çoğu insan paraya kıyar, bu iş için özel zaman ayırır ve o
dershaneye giderler. İşte dünya denilen imtihan yurdundaki en büyük sınavın en
dehşetli manilerinin bulunduğu bir dönemde ve İslamı yaşamanın en zor olduğu
bir devirdeyiz. Tek başımıza kalarak kendimizi nasıl kolayca muhafaza edebiliriz?
Açıkçası böyle bir ortamda yardım almak ve büyük bir manevî kuvvetin koru-
yucu dairesi içine girip işi kolaylaştırmak, çok akılcı ve pratik görünüyor ve manevî
bir dershane ortamı içine girmemizi lüzumlu kılıyor. Risale-i Nur’un okunduğu ve
bu maksatla bir araya gelen insanların bulunduğu mekânlara bizzat Bediüzzaman
tarafından “dershane” isminin verilmesi çok anlamlıdır. Meselemizi teyit eden bazı
hadisleri de paylaşalım sizinle: “Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır.”625 “Şey-
tan bir kişiye yakın iki kişiden uzaktır” “Allah’ın yardımı cemaatle birlikte olanlara-
dır.” “Allah’ın rahmet ve kudret eli cemaat üzerinedir” “Kim iman selameti ile ölüp,
cennetin tam ortasında olmak istiyorsa, cemaata yapışsın.” Bu hadislerde geçen
cemaat kavramıyla kastedilen, elbette ilk planda tüm İslam cemaatı ve bütün mü-
minler demektir. İslamiyette inananların kardeşliği esastır. Fakat nasıl ki bir orduda
tek tip bir askerlik yoktur, herkes ihtiyaca göre çeşitli görevler üstlenmiştir ve farklı
bölümlere ayrılarak uzmanlaşmışlardır. Hem nasıl ki bir toplumda tek tip insan
yoktur, sosyal hayatın ihtiyaçlarına göre özelleşmiş kurumlar ve topluluklar bulu-
nur.
İşte aynen bunun gibi Risale-i Nur okumak ve ders mekânlarına gitmek de,
iman hizmeti bölümünde uzmanlaşmış bir eseri ve o eseri okuyup Kur’ân’a talebe
olup hizmet edenlerin bir araya gelmeleri gibi güzel bir manayı ifade eder ve Resul-
-313-
u Ekrem (A.S.M.) zamanındaki sahabelerin, iman hakikatlerini yayarak İslama et-
tikleri hizmet tarzının bu zamanda bir numunesidir denilebilir.
Risale-i Nur talebesi ise, Risale-i Nur’u okuyanlara ve bu eserlere Kur’ân na-
mına sahip çıkan ve gönül verenlere verilen bir isimdir ve Risale-i Nur mesleği ise
Bediüzzaman’ın tabiriyle cadde-i kübra-yı Kur’âniyedir. Yani Risale-i Nur mesleği
ve bu eserlerle ortaya çıkan iman hizmeti, Kur’ân ve iman yolunu gösteren geniş
bir cadde, doğru bir rehberdir.
Yoksa başka hususî bir yol, tarikat veya meslek, meşrep vs. değildir. Doğrudan
doğruya İslamiyeti ders verir, İslamiyeti gösterir. Risale-i Nur’un geniş dairesi
içinde bütün İslam ümmeti dâhildir.
Şöyle denilebilir: “Risale-i Nur okumak veya bu eserleri okuyan insanlarla bir
araya gelmek şart mıdır?” Cevabımız şudur: Elbette değildir. Hem hakikatin me-
totları ve cennete götüren yollar çok ve çeşitlidir. Fakat böyle manevî bir kazancı
ve faydayı ve hususen içinde bulunduğumuz zamanın şartları içinde en kestirme,
hızlı ve kolay bir Kur’ânî metot olarak hakikate ulaştırmakta büyük başarı elde et-
miş ve kendini milyonların hayatını değiştirmekle ispatlamış bir hakikat rehberini
elde etmekten vazgeçmek, çok akıllıca bir iş de olmasa gerektir. Cemaatle namaz
kılmak da şart değildir, ama cemaat namazı ferdî namazdan yirmi beş veya yirmi
yedi kat daha sevaplıdır. İslamiyette sürekli bir arada olmaya büyük bir teşvik var-
dır. Bediüzzaman’ın bir “şirket-i maneviye” tabiri vardır. İman ve Kur’an hizme-
tinde bir araya gelenler manevî bir şirket teşkil ederler. Ticaret sahasında elbette
kişinin bir şirkete ortak olması şart değildir. Ancak bu zamanda ferdî sermaye ile
edinilecek kârlar, şirketleşen büyük firmalar karşısında nasıl çok cılız kalır ve reka-
bet gücünü büyük ölçüde kaybederse, ferdî gayretlerle yapılan ibadetler veya hiz-
metler de, bir araya gelinerek cemaat halinde yapılan gayretler yanında öyle güç-
süz kalırlar. Böyle manevî bir gücü kim bu zamanda yanında bulundurmak istemez
ki? Hem cemaat halinde yapılan dersler ve bir araya gelmek sayesinde, fertlerin
güzel ahlak ve seciyeleri birbirine yansır. Ayrıca ders mütalaasında daha fazla feyiz
ve zevk alırlar, birbirlerini tamamlarlar.
Lise yıllarımda bir hakikat arayışına girdiğimi hatırlıyorum. Öyle ki yaklaşık iki
sene boyunca elime geçen çok sayı ve çeşitlilikte dinî kitabı elde edip, derin sor-
gulamalara ve arayışa girmiş ve bu arayışın sonucunda oluşan kanaatle namaza
başlamış ve inandıklarımı insanlara anlatmaya bile (kendi çapımda) başlamıştım.
Bunun öncesinde popüler bilim ve kişisel gelişim konusunda da pek çok kitap elim-
den geçmişti.
-314-
Hatta bu dönemde Bediüzzaman’ın hayatını okumuş ve bu İslam âlimine hay-
ran kalmıştım. Fakat eserlerini henüz bilmiyordum. Bir Cuma namazı çıkışında çok
sıcak bir şekilde tanımadığım birinin “Allah kabul etsin!” diyerek yanıma yaklaşarak
benimle teklifsizce tanışması ve fizik bölümünde okuduğunu ve üniversiteli arka-
daşlarla biraraya gelerek Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarını okuduklarını ifade
etmesi hemen cazip gelmişti bana.
Tereddütsüzce: “Ben zaten bu zâtı tanıyorum, hayatını okumuştum ve hay-
ran kalmıştım, elbette gidelim” demiştim ve böylece bambaşka bir manevî âlemin
ve tarifsiz bir deneyimin kapıları bana açılmıştı.
Hayatımın en güzel yıllarıydı o yıllar. Şimdi hasretle yadediyorum.
Beni Risale-i Nur’la ve aynı hakikate gönül vermiş insanlarla tanıştıran o güzel
insandan Allah razı olsun. Tek başına çabalamaya bedel, aynı hakikate inanmış in-
sanlarla aynı ortamı paylaşmanın nasıl da bir dünya cenneti olduğunu yaşayarak
gördüm. Sanki zaman ve boyut atlamış gibiydim. Dışarı çıktığınızda dünya sanki bir
başka dönüyordu ve başka yerlere doğru akıyor gibi görünüyordu. Fakat Risale-i
Nur’un “dershanesi”nden içeri girdiğinizde, dünyanın tüm olumsuzluklarından so-
yutlanmış oluyorsunuz ve toplum hayatının tüm çirkinliklerini, akıp giden anlamsız
koşuşturmacayı, hiç bitmeyen bir geçim derdini dışarıda bırakıyorsunuz ve görü-
yorsunuz ki, ebedî bir hakikate kendini vakfetmiş, fedakâr insanlar da varmış bu
hayatta. Daha önce hiç tanışmamış olduğunuz halde, menfaatsiz ve hesapsız bir
şekilde, sırf Allah için tebessüm edip, hatırınızı soran ve kırk yıllık dostunuzmuş gibi
sizi sarılıp kucaklayan insanlar ve samimî kardeşler görüyorsunuz karşınızda ve
gerçekten dünyanız değişiyor. Faziletlerini ve güzel hasletlerini model alacağınız,
İslamı gerçek anlamda yaşamaya ve iman hakikatlerini insanlığa mal etmeye ça-
balayan, insanların ebedî hayatlarının saadet ve selameti için hiç bir maddî ve ma-
nevî fedakârlıktan kaçınmayan gönüllüler, manevî kahramanlar ve insana hayretle
“Böyle insanlar bu zamanda da var mıymış?” dedirten etkileyici insanlar giriyor
hayatınıza.
Mana itibariyle nakledeceğimiz şu mealde bir hadis rivayetine rastlamıştım:
Allah Resulü (A.S.M.) bir gün şöyle buyurdular: “Dünyada gezerken cennet bahçe-
lerini ziyaret ediniz ve oraya uğradığınız zaman gıdalanınız.” Bunun üzerine saha-
biler sorarlar: “Ey Allah’ın resulü! Dünyada cennet bahçeleri mi vardır? (veya ne-
residir)” Şöyle cevap verdi: “Cennet bahçeleri Allah’ın anıldığı (Kur’ân ve ilim öğ-
retilen) ilim meclisleridir.”(Tirmizi, Daavât 82)
-315-
İşte o dönemlerde bu rivayetin manasını tüm ruhumla hissediyor ve canlı ola-
rak yaşıyordum. Risale-i Nur sohbetlerinde peygamber devrinin ilim halkalarının,
asr-ı saadetin kokusunu alıyorsunuz ve cennetin manevî zevkini bu dünyada da
tattıran eşine rastlanmaz bir âleme giriyorsunuz. Anlıyorsunuz ki, dünya gördüğü-
nüzden ibaret değil ve kanaatiniz geliyor ki, eğer kıyamet kopmuyorsa, bu insan-
ların yeryüzünde bulunmalarının payı çok büyük ve böyle olduğunu en derinden
ve tüm kalbinizle hissediyorsunuz. Bu abartı bir iddia değil, çünkü bu mekânlarda
dünyanın kurulmasına sebep teşkil eden ve kâinatta en büyük hakikat olan iman
hakikatleri en saf şekliyle anlatılıyor.
Kitabımızın son bölümlerinde, bulunduğunuz her yerden 24 saat Risale-i Nur
okuma ve dinleme imkânı bulabileceğiniz kaynakları ve Risale-i Nur sohbetlerine,
derslerine katılabileceğiniz yerleri belirttik. İman hazinesinin keşfinde ve hayat de-
nilen yolculukta sizi yalnız bırakmayacak güzel arkadaşlar kazanmanıza yardımcı
olmak istedik böylece.
-316-
Kişisel Yolculuğunuzda Rehberlik Edecek
Yol Arkadaşlarınız
-317-
“Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı” derslerimizin metinlerini,
Powerpoint sunum dosyalarını ve seminer videolarının tamamını etrafınızdaki in-
sanlarla birlikte bu sunumları tekrar canlandırabilmeniz, birlikte okuyabilmeniz
veya seyredebilmeniz için tamamen açık bir kaynak olarak sizlerle paylaştığımız
depolama alanımız sayesinde YouTube haricinde de seminer videolarımızı seyre-
debilecek veya toplu olarak indirebileceksiniz. Depolama alanımızdan tüm metin
ve görsel/interaktif kitaplarımızı da indirebilir ve görüntüleyebilirsiniz. Ayrıca “Ke-
şif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı” derslerimizi bir sesli kitap mantığı
içinde temel/kaynak kitabımızın içeriğine paralel olarak MP3 Sunumlar ile istedği-
niz her zaman ve mekanda dinleme imkanı bulacaksınız.
Tüm bunlardan sonra siz de eğer isterseniz kendi “Tabiat Risalesi Açılımları”
seminerinizi veya “Risale-i Nur Eğitim Programı”nızı sunabilirsiniz. Buna kesinlikle
müsaade ediyoruz ve hatta bunu sizden istiyoruz! Bununla birlikte elbette kayna-
ğınızı belirtirseniz, memnuniyet duyarız.
-318-
Keşif Yolculukları İnternet Sitemiz:
www.kesifyolculuklari.com ve www.risaleinuregitimprogrami.com
(Alternatif Site: www.risaleinuregitimprogramidotcom.wordpress.com)
-319-
Görsel/İnteraktif Kitap Çalışmalarımız
Kâinat kitabını ve Risale-i Nur’u okumak hiç bu kadar keyifli ve zevkli olmamıştı!
Sizleri etkileyici bir görsel tasarım eşliğinde muhteşem bir zihinsel yolculuğa
çıkacağınız, şaşırtıcı keşiflerle dolu ve bambaşka bir deneyim olan Görsel/İnterak-
tif kitap çalışmalarımıza davet ediyoruz. Kendi alanında dünya çapında bir ilk olan,
etkileşimli görsellerin kullanıldığı bu muazzam çalışmada, yüzlerce görsel ve on-
larca video kullanıldı. Kitap metni, aynı hacme eşdeğer bir görsel içerikle takdim
ediliyor. Yani bu görsel/interaktif kitaplarda görsellik oranı %50! Bu gerçekten çok
yüksek bir oran. Konu anlatımlı şemalar, metin vurguları ve etkileyici resimlerden
oluşan görseller, daha önce sunulan seminerlerimizin sunumlarından titizlikle
alındı, geliştirildi ve kitap metni içine entegre edildi.
Yazılı olarak kaleme alınmış hakikatleri, sözlü ve görsel bir şekilde okumanız
ve izlemeniz (kitap çalışmamızda olmayan ilave izahlarla) daha iyi anlama ve his-
setme imkânı sunuyor. Böylece sadece akılla anlaşılmayan ve aslında “hissedilen
hakikatler” olan iman ilmini anlamakta ve “farklı mana açılımları”na kapı açmakta,
en verimli bir metodu takip etmiş oluyorsunuz. Bu pekiştirme yöntemiyle (Allah’ın
izniyle) Risale-i Nur’u ve kainatı anlamak noktasında en üst düzeyde bir istifadenin
gerçekleşeceğine kuvvetle inanıyoruz.
-320-
Keşif Yolculukları Video Kanalımız
-321-
nurpenceresi.com, sorularlarisale.com, sorularlaislamiyet.com ve isimli siteleri
kendi bünyesinde yayınlamaktadır.
www.nurpenceresi.com Risale-i Nur ile ilgili siteler içinde içerik zenginliği yönün-
den üst sıralarda yer alan bu sitede neler yok ki? Türkçe ve İngilizce sesli ve görün-
tülü Risale-i Nur dersleri ve bu dersleri konulara, şahıslara ve risalelere göre sıra-
lama imkânı, bilgisayar ve cep telefonları için programlar ve daha birçok şey sizi
bekliyor.
http://www.sorularlarisale.com Risale-i Nur üzerine hazırlanmış en kapsamlı site-
lerden biri. Sitede Risale-i Nur’u kelimelerin sözlük anlamlarıyla beraber okuyabi-
liyor, okuduğunuz risale ile ilgili soru ve cevaplara ulaşabiliyor, konuyla ilgili sohbet
videolarını görebiliyorsunuz. Ayrıca cümle ve kavram açıklamaları, makaleler, kay-
nak eserler, görüntülü ve sesli dersler, metin tahlilleri gibi çok zengin bir içerik sizi
bekliyor.
http://seyrangah.tv Risale-i Nur’dan yararlanılarak hazırlanmış ve iman hakikatle-
rine dair yüksek çözünürlüklü ve animasyonlu çok sayıda video içeriğinin, metinleri
ile beraber sunulduğu rengârenk bir site.
http://www.allahaiman.com seyrangah.tv sitesine alternatif olarak kullanılabile-
cek, yine Feyyaz Bilişim tarafından hazırlanmış güzel bir site.
http://www.sorularlaevrim.com Evrim teorisinin temelleri, hayatın ve insanın kö-
keni, evrim teorisi ile ilgili sorular ve cevaplar, çarpıcı videolar.
www.bediuzzamansaidnursi.org Bediüzzaman Said Nursi hakkındaki sorular, ha-
yatı ve mücadelesi üzerine hazırlanmış güzel bir site.
http://www.sorularlaislamiyet.com İslam dini ile ilgili her türlü soru ve cevabı bu-
labileceğiniz bir site.
http://www.zaferdergisi.comYıllardır renkli görünümü ve zengin içeriği, câzip üs-
lubu, usta yazarlarıyla gönülleri fetheden, iman hakikatlerini neşreden Zafer Der-
gisi’nin internet sayfası.
www.tv111.com.tr Risale-i Nur sohbetleri ve ilgi çekici programlar yayınlayan bir
internet televizyonu.
http://www.risalehaber.comRisale-i Nur eksenli haber sitesi.
http://www.risaleajans.com Risale-i Nur eksenli haber sitesi.
İşitme Engelliler İçin Risale-i Nur Sohbetleri: Bu sohbetlerin bir bölümünü
http://www.nurpenceresi.com adresinde bulabilirsiniz.
-322-
http://risaleakademi.org Risale-i Nur üzerine akademik araştırmalar, faaliyetler,
seminerler ve sempozyumlara imza atan Risale Akademi’nin internet sitesi.
www.risaleonline.com Dini içerikli soru-cevap bölümü ve makaleler içeren; Kur’ân,
Cevşen ve Risale-i Nur okuyabileceğiniz bölümlerle dolu renkli bir site.
İnternet üzerinde Risale-i Nur ile ilgili çok sayıda site ve okuma programı var. Biz
rahat ve hızlı istifade edebileceğiniz bazılarını paylaştık. Artık Risale-i Nur’u oku-
mamak ve anlamamak için gerçekten hiç mazeret kalmadığını düşünüyoruz.
İnternet Siteleri:
http://www.erisale.com İnternet üzerinden Risale-i Nur’u en rahat şekilde okuya-
bileceğiniz ve kelimelerin üzerine tıkladığınızda sözlük anlamları görünen Risale-i
Nur okuma sitesi, Türkçe ve İngilizce.
http://www.sorularlarisale.com Risale-i Nur üzerine hazırlanmış en kapsamlı site-
lerden biri. Sitede Risale-i Nur’u kelimelerin sözlük anlamlarıyla beraber okuyabi-
liyor, okuduğunuz risale ile ilgili soru ve cevaplara ulaşabiliyor, konuyla ilgili sohbet
videolarını görebiliyorsunuz. Ayrıca cümle ve kavram açıklamaları, makaleler, kay-
nak eserler, görüntülü ve sesli dersler, metin tahlilleri gibi çok zengin bir içerik sizi
bekliyor.
http://www.nurpenceresi/dinle Nur Penceresi sitesinin ana sayfasındaki “Sesliler”
bölümünden “Risale-i Nur Külliyatı”nı seçerek sesli Risale-i Nur dinleyebilirsiniz.
Bilgisayar Programları:
http://www.nurnet.org/risale-i-nur-indir Adreste bilgisayar için hazırlanmış Risale-
i Nur okuma programlarını toplu olarak bulacaksınız. (Pdf, Word, E-pub forma-
tında dosyalar da ayrıca var.)
-323-
Mobil Programlar:
http://www.nurnet.org/risale-i-nur-indir Cep telefonunuzdan veya tabletinizden
Risale-i Nur okumak için Android, Java, Blackberry, Windows Mobile, E-Pub, Pdf
gibi değişik formatlarda ve işletim sistemlerinde hazırlanan değişik programları bi-
rarada bulacaksınız.
Google Play Store Android Market: Android cihazlarınız için program indirebilece-
ğiniz bu yerde, tavsiye edebileceğimiz iki adet ücretsiz program var: “Risale-i Nur
Okuma” ve “Risale-i Nur Kütüphanesi”. Arama bölümüne isimlerini yazarak rahatça
bulup indirebilirsiniz. Her iki programda kaldığınız yerden devam etme ve kelime-
nin üstüne uzun bastığınızda sözlük karşılığı gösterme gibi çok güzel özellikler var.
Bu iki programa ilave olarak üçüncü ve harika bir programı daha size hararetle
tavsiye edeceğiz. Minik bir ücret karşılığında yükleyebileceğiniz bu programı prog-
ramlar bölündeki arama kısmına “Risale-i Nur Nesil Digital” yazarak ulaşabilirsiniz.
Bu programın diğerlerinden ayrılan güzel tarafı, Arapça ibarelerin meallerine ve
bilinmeyen kelimelere tek dokunmayla, okuma sayfası kapanmadan ulaşabilmeniz
ve manası verilmiş kelimelerin farklı renkte görünmesi. Yukarıdaki “Risale-i Nur
Okuma” programına ses dosyalarını indirerek sesli kitap özelliğini de kullanabilir-
siniz veya “Risale-i Nur Dinle” veya “Mp3 Risale-i Nur” gibi programları da Google
Play Store’da aratarak da Risale-i Nur’u sesli olarak dinleme imkânı bulabilirsiniz.
Google Play Kitaplar ve Google Books: Burada da Risale-i Nur’la ilgili indirebilece-
ğiniz çok sayıda ücretli ve ücretsiz kitap var. Arama bölümüne “Risale-i Nur” yaz-
manız yeterli olacaktır. “Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eği-
tim Programı” kitabımızı ve kitabımızın çeşitli bölümlerinden oluşan küçük hacimli
kitaplarımızı da bu platformlarda ücretsiz E-kitap olarak yayınladığımızı belirtelim.
Risale-i Nur dersleri ve sohbetleri için ‘Tavsiye Edilen İnternet Siteleri’ bölü-
münde İstanbul için tavsiye edebileceğimiz ve gidebileceğiniz bir mekanın internet
sitesine yer verdik. Sitenin iletişim bölümünden adres ve telefon bilgilerine ulaşa-
rak Risale-i Nur sohbet ve derslerine katılabilirsiniz.
Fakat elbette ki, Risale-i Nur sohbet ve derslerine katılabileceğiniz yerler, be-
lirttiğimiz yerle sınırlı değildir. Türkiye’nin her şehrinde ve binlerce yerde bu soh-
-324-
bet ve dersler, tam bir gönüllülük esasına dayalı olarak, sürekli olarak yapılmakta-
dır ve böylelikle tüm vatan sathı, iman ilminin talim edildiği bir dershane hükmüne
gelmektedir. Sosyal konumlara ve yaş gruplarına özel olarak şekillenmiş ders grup-
larının mevcudiyetinden de sizi haberdar etmiş olalım.
Bulunduğunuz yerdeki ders ve sohbetlere katılmak için, yukarıda adresini
verdiğimiz Feyyaz Derneği’nin ana sayfasında bulunan bilgi formunu doldurmanız,
bulunduğunuz yere en yakın Risale-i Nur derslerine yönlendirilmeniz için yeterli
olacaktır. Eğer yine de ihtiyaç olursa, daha aşağıda yer alan “Kitap Yazarının İleti-
şim Adresleri” bölümündeki adreslerden bizimle de iletişime geçebilirsiniz.
www.feyyaz.org sitesinin ana sayfasında duyurusu bulunan bilgi formunun linki de
şöyle:
http://www.feyyaz.org/icerik/bulundugunuz-bolgedeki-risale-i-nur-dersle-
rine-katilmak-ister-misiniz
-325-
Yayına Hazırlayanın İletişim Adresleri
626 "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Mu-
hakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin." Bakara Sûresi, 2:32. Allahım! Âlemlere rahmet
olarak gönderdiğin zâta ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm et. Âmin. "Ey Rabbimiz! Eğer
unutur veya hata edersek bizi onunla hesaba çekme." Bakara Sûresi, 2:286. "Ey Rabbimiz! Bizi
hidayete eriştirdikten sonra kalblerimizi tekrar sapıklığa meylettirme." Âl-i İmrân Sûresi, 3:8.
"Ey Rabbimiz! Bu hizmetimizi kabul buyur. Muhakkak ki Sen herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hak-
kıyla bilensin." Bakara Sûresi, 2:127. "Tevbemizi de kabul et. Şüphesiz ki Sen tevbeleri çokça
kabul edersin ve rahmetin herşeyi kuşatmıştır." Bakara Sûresi, 2:128.
-326-