Nurettin Topçu - Senai Sinan Sungur

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 5

Nurettin Topçu’nun Felsefesi Üzerine

________________________
Onun Düşünceleri:
Ahlak
Utanma veya haya duygusu hem izzetinefsin hem de şeref ve haysiyetin bizdeki bekçisidir. Onunla hem kendi
izzetinefsimizi koruruz hem de başkalarının izzetinefsine saygı duyarız. İnsanlara sevgimiz yüzünden onların şeref
duygularını da incitmekten utanırız. Utanmayan hem sevgisi hem de insanlık değeri olmayan kişidir. İnsanın sahip olduğu
değerler ruh yapısına bağlandıklarından, temelde obur hayvanlardan farklı beden yapısı bulunmayan insan, kendi ruhunu
vücuduna üstün tutar ve insan olarak ruhuna bağlandığını göstermek ister. Bunun için, ilkel toplumlardan medeni
toplumlara doğru ilerledikçe insanların vücutlarını elbise ile örtmeleri Adet olmuş ve bu hal medeniyetler ilerledikçe daha
güzel ve daha tam şekiller almıştır. İnsanda hayvanlarla ortaklaşa olan bazı hayati görevlerin gizlenmesi ve ahlak
kaidelerine bağlanması, edep veya iffet duygusunu meydana getirmiştir. Utanma ve edep duyguları zayıflayanlar,
ruhlarında değerler aramaktan çok kendi beden yapılarında hayvanlarla ortaklaşa değerler araştırırlar ve başkalarının ruh
değerlerini de kolayca çiğnerler. Büyük insanlar ise, ruhlarındaki yüksekliğe tırmanmak için, bir vücuda sahip olduklarını
bile bazen unuturlar.

Tanrı İnancı ve İman


"Sanatkâr, tabiat ve kâinat varlıkların evrensel dengesine ve derin sırrına ulaşmak isteyen, bu ahenk ve sırda kendi
varlığının mutlak tasdik1ni, bir kelime ile kurtuluşunu arayan insandır", Yani sanatçı tabiat varlıklarını bir menfaat uğruna
sevmiyor: o her varlıkta ve kendi benliğinde duyup yaşattığı eksikliği, yetersizliği tamamlayacak olanı arıyor. Çünkü irade
tek başına eksiktir ve tatmin edici samimiliğe asla sahip değildir, Sanatçı bu eksikliği en büyük kuvvetle duyan insandır?
İşte sanatçı kendindeki bu eksikliği tamamlamak için hareket eden eksiğini sanatı ile tamamlamak isteyen insandır. Bu
eksikliği duymayan insan hakiki sanatçı olamadığı gibi tamamlayıcı özelliği olmayan eser de gerçek sanat eseri değildir.'
"Sanatkâr kâinatı bir hamlede aşarak tek tamamlayıcı olabilen tabiat üstünü ister. İrade kendini tamamlayacak şeyi
varlıkta arar ve eşyaya bağlanır; onda kurtuluşu aramaya başlar. Bu kurtarıcı vehimden. İnsanın bütün iradi kuvvetleriyle
kendisinden başkasına sığınması demek olan aşk doğar". Sanatçı eserini bir duygu yoğunluğuyla yaratır.

Birincinin şümulü dardı; çünkü sadece sanatçılara mahsustu, bununki! ise belki biraz daha geniştir, zira samimi dindar
olan herkesi içine alır. Topçu'ya göre bu iki iman arasında çok daha bariz farklar vardır: İlkin sanatçının imanı, görünüşte,
yetersiz ve mükemmel olmayana, "çokluğa bir iman"dır. Oysa dini iman Bir'e, ferdi iradelerin kendisine can attığı 'Yegâne
İrade 'ye iman"dır. İkinci olarak, din mistiği gayesine erişmek için bir metot uygulayıp şuurla ve iradeyle hareket ederken
sanatçı, ancak kendince meçhul bir duygunun baskısı altında kendi imanına erişebilir. Nihayet sanatçı, kendi kendisine
yetmediği ve bir başka hayata, yani dini hayata özlem duyduğu için, sanat bir fantezi olmaktan öte bir kurtuluş arayışı
olmaktadır Topçu bu hususu şöyle izah ediyor Çokluk alemine iman içinde iradesini dağıtmış olan sanatçı hem imanı
tatmıştır hem de ona hasret gibidir. Çokluk içinde dağılan iradesini "birlikte toplamakla din dünyasına ayak basacaktır. Bu
anlamda sanat dine götürücü bir köprü gibidir. Bu köprüyü sanat malzemesiyle inşaya çalışan idealistler Mike1anJ,
Goethe ve La martine gibi sanat kahramanlarıdır. Ayrı köprünün din tarafındaki kurucuları ise, Yunus gibi, Pascal gibi,
Mehmet Akif gibi Allah muhtelisleridir. Sanat kendi içinde kaldıkça külli iradeyi bize parça parça sunduğu için tatminsizlik
getirir. Çünkü, tatmin tamam olmadığı müddetçe, daima artan bir işt1hadır. Sanatçı bu dağınıklıktan kurtulmak için,
sonsuzluktan ibaret olan birliğin kucağına atılıyor.

Varlık
Alem üç şeyin mecmuundan ibarettir. Varlık, düşünce ve hareket. Hareketi insanın cevheridir, yaptığı ne ise insan odur.
Yürümek lazım; hiçbir şeyden vazgeçmemek için kararımı sonraya bırakabilecek miyim? yok, her şeyi kaybetmek
pahasına da olsa yine her şeyi omuzlarıma yüklenmek lazımdır. Beklemeye hakkım yok yahut hareketin içinde intihab
etmeye kudretim yok. Eğer bizzat kendi hareketimle kımıldanmazsam, bende veya dışarda bana muhtaç olmadan
hareket edecek şeyler var ve bensiz hareket eden her halde benim aleyhime hareket edecek. Bari karar verdiğimi, ne
olursa olsun karar verdiğim gibi yapabilecek miyim? Hayır. Bildiğim, istediğim ve yaptığım arasında izah edilmez ve
ahenksiz bir nispetsizlik var. Ekseriya kararlarım düşündüklerimin, hareketlerim niyetlerimin ötesine geçiyor. Umumiyetle
kendimizi iyi tanırız, fakat her an kendimizi unuturuz; hareket kararını veren işte bu andır. Arzularımız, çok kere bizden
hakiki arzularımızı gizlerler. İstenmiş olan bir hareketin manasızlığı hiçbir zaman söylenemez.

__________________________________________________________
Kaynaklar:
Nurettin Topçu ve Hareket Felsefesi- Ali Osman Gündoğan [Varlık Bölümü]

Nurettin Topçu’nun Felsefe ve Metafizik Tasavvuru- Rıza Bakış [Tanrı İnancı ve İman Bölümü]

Nurettin Topçu: İtaatkarlık ve İsyan Bir İnanç Psikolojisi Taslağı- Ali Utku [Tanrı İnancı ve İman Bölümü]

Nurettin Topçu’da Mistik İmanın Estetik ve Felsefi Temelleri- Mustafa Kök [Tanrı İnancı ve İman Bölümü]

Nurettin Topçu- Ahlak (arka kapak yazısı) [Ahlak Bölümü]

Nurettin Topçu- Wikipedia [Genel Kültür]

Nurettin Topçu- TDV İslam Ansiklopedisi [Genel Kültür]

_______________________________
Benim Düşüncelerim:
Ahlak
Ahlak kurallarının oluşturulan herhangi bir filtreleme unsurlarından geçip uygulamaya geçmesi mümkün değildir. Ahlak dört farklı şekilde
gerçekleşir. Birinci faktör: “Toplumsal Adaptasyon” idir. Bir toplumun en sınırlı şekilde kümelenerek ve kültür alışverişini minimuma
indirmesiyle geleneksel bir ahlak töresi ortaya çıkar. Bu kurallar ise toplumdaki istihdam ve refah seviyesi, genel kültür ve kültür bilinci,
muhafazakarlık oranı, potansiyel tehditkârlık ve irade sınırlarıyla doğru orantılıdır. Örneğin: Avrupa halkları içerisinde geğirmek ayıp
karşılanırken: Hint- Avrupa kavimlerinin bir kısmında bu nezaket örneğidir çünkü yemek sonrasında geğirmek, yemeğin lezzetli olduğunun
ve yemeği sevdiğinin alametidir. Bu örneği çekirdek boyutundan genel ve politik ahlak tutumlarına kadar değiştirerek çeşitlendirebiliriz.

İkinci faktör ise “Tarik-i Alamet” idir. Burada ise radikal bir tutum vardır. Amaç diğer toplumlarla kendi toplumunun farkını belli edecek
unsurlar doğurmaktır. Asıl istenen diğer topluluklardan sıyrılmaktan ziyade; kendi kimliğini ve mührünü ortaya koymaktır. Bir nevi soyadı.
Örneğin: Aristo’nun Okulu olan Assos'a barınabilmenin dahi kuralları vardır. Örneğin: Merdiven altından geçmeyeceksin, kara kedilere
yanaşmayacaksın. Antik çağdaki filozof okulları sadece bir öğrenim yeri değil, tarikat idi. Bu tarikat kuralları günümüzde ise birer batıl inanç
olarak yerini alıyor. Başka bir örnek ise: Kıble yönüdür. Kur’an-ı Kerim’deki “Biz bu yöneldiğin kıbleyi özellikle resule uyanlarla sırt
çevirenleri açıkça ayırt edelim diye belirledik.” ayeti de yine buna örnektir. Yahudiler dua ederken Süleyman Mabedi’ne
yani Mescid- Aksa'ya; Hristiyanlar ise Doğu’ya dönüyordu çünkü her topluluk kendini diğerlerinden ayıracak belirli alamet
kurallarına ihtiyaç duyar. Müslümanlar için de bu Mescid-i Haram olmuştur.

Üçüncü faktör de “Asayiş ve itibar tedbirleri” idir. Burada ise amaç: insanların güvenliğini sağlamak ve haklarını
korumaktır. Devletin veya merkezi otoritelerin kendine tehdit olarak gördükleri unsurların temizlenmesi, asıl amaçtır. Ve
bu kurallar Dünya’daki genel ahlak kurallarını barındırır. Örneğin: Hırsızlık ile cinayet veya zina ile uyuşturucu bağımlılığı.
Bunlar insanın kendi psikolojisine ve sosyal hayatına eziyet niteliğinde olduğu gibi halk içerisinde artması da bir devletin
çökmesine neden olacaktır çünkü bozulmuş bir aile ile toplum yapısı, gelecek nesillerin istikrarsızlığını hazırlayacaktır.
En sonuncu faktör ise “İman Takvası” idir. Burada amaç veya akıl gerekmez. İman olduğu sürece “Dondurma sıcaktır”
denilirse, dondurmanın üflenerek yenilmesi şarttır. Bilimin kabul edip etmemesi kişiyi ilgilendirmez. Burada ise Tanrı’nın
emri esas alınır ve Tanrı’nın insan için koyduğu yasaklar ve şartlar, uygulanmadığı takdirde “Emire itaatsizlik” olarak
değerlendirilir. Örneğin: büyü yapmak. Büyü denilen şeyin gerçekliği bilimsel olarak kanıtlanmamıştır. Büyünün olup
olmadığı da dinler içinde tartışmalı bir konudur fakat yapan kişi günahkâr ve ahlaksız olarak değerlendirilir. Dinde
büyünün gerçek olması yüzünden mi yoksa boş ve amaçsız olduğu ve insanlara gereksiz korku verip iman sarsılmasına
sebep olduğu için mi yasak konmuş, belli değildir.

Tanrı İnancı ve İman


Bir kişi yaratıcının var olup olmadığını ortaya herhangi bir argüman koyarak kesin şekilde asla ve asla kanıtlayamaz. İki
karşıt görüşün de ortaya koyduğu argümanlar, mantık ile er ya da geç çürütülmeye muktedirdir. Tanrı’nın var olup
olmadığını anlamak, olasılıkları değerlendirmek ve olasılık zincirlerini birleştirerek varılır. Bu da yine kişinin her zaman
“Evet” niteliğini sağlayacak pozitif cevaplar vermesine göre gelişecektir. Ben ise yaratıcının olduğunu kanıtlamak için
kendi tekniğimi zamanında oluşturmuştur, adı da: “İman Zinciri”. Zincir ise şu şekilde işliyor:

 İlk önce “Tanrı var mı? /yok mu?” dediğimiz zaman, zincirin ikinci halkasını geçirmek için var dememiz lazım.
Sonra da karşımıza “Tanrı var ise nasıl bir Tanrıdır?” sorusu geliyor. Yani tek mi, çok mu, kâinat Tanrı’nın kendisi
mi veya Tanrı Kâinatın içinde mi?..

 Tanrı ezeliyet sahibidir çünkü zaman, yaratılmışa özgüdür. Tanrı çoğul varlık ise, hepsinin de ezeliyet sahibi
olması gerekir fakat; bir yerde çoğulluk var ise odak noktasındaki mahlukatlar, ardışık olması gerçektir çünkü
Yaratıcı yaratılmış ise o yaratıcı değil; ardından gelendir ve bu yüzden de odaktaki mahlukatlar, Tanrı niteliğine
sahip olamaz. Tanrı Kâinatın kendisi ise burada bir tetikleyici rolündedir. Yaratıcı olan ise tetikleyendir. Evren’in
her zerresi kendinin bir parçası ise, Evren genişledikçe kendisi de büyüyecektir ve burada da bir zaman ihtiyacı
vardır oysaki; Yaratıcı güç, yaratılmayan ve beklemeyendir. Aynı zamanda bu durumda zamana ve mekân
kapasitesine muhtaç bir varlık olur. Yaratıcı aciz bir profil çeşitli fikir toplulukları tarafından oluşturulabilir fakat
Yaratıcı kendini yaratmaya karşı aciz olmamalıdır; aciz olursa da kendi yarattıklarının karmaşasından çıkan
aksaklıklar olabilir yani; Yaratıcının kollarının çıkardığı isyanlar, kullarının dengeyi bozması veya tabiattaki
çarpıklıkların soruları olabilir. Yaratıcı eğer Evren’in içinde olursa da ona Tanrı denmez. Zaman ve mekân,
kendisine etkide bulunur. Diğer Tanrıların yaptığına ve yapacaklarına muhtaç haldedir. Yaptıkları belirli bir
duygu ve gafillik içinde olabilir, bu da aciz kullarının seviyesine düşmektir. Burada ise tamamen hem ardışık
hem de yaratılmış olma söz konusudur çünkü kendi kendilerine yani bağımsız olarak ortaya çıksalar dahi
birbirlerinin zerre vakit sonrasında oluştuklarından dolayı Tanrı vasıfları vermemiz uygun olamaz. Kendileri
Evren’in öz maddesinden ortaya çıkmışlarsa, yaratıcı olan kendileri değil Evren’dir; eğer hiçlikteki kutsal özden
Evren’in içine aktarılmışlarsa, yatıcı olan kendileri değil kutsal olan etkenlerdir. Bu yüzden Tek Tanrı görüşü,
zincirin ikinci halkası olmalıdır. Çünkü tek olan Tanrı, zaman ve mekândan münezzehtir. Herhangi bir ardışığı
yoktur. Evren ise yaratılmış olduğu için, yaratılmış mahlukun acizliğini içinde barındırmaz. Herhangi bir kapasite
sınırlaması olmadığı için, muhtaç olacağı bir etken de olmayacaktır.

 Üçüncü zincir için ise Tanrı’nın karakterini bilmek lazım yani Tanrı müdahale eder mi, etmez mi? Yani dualara
cevap verir mi? Kendisini tanıttırır mı? Bu eylemleri karakter altında değerlendirmemin sebebi: Yarattıkları ile
muhatap olan mı yoksa tahtında oturan bir Tanrı mı olduğunu anlamamız içindir. İyi bir lider, otoriteyi
kendinde biriktirmeyendir. Merkeziyetçi yapı diktatörlerin ve itaatsizlikten korkan kimselerin işidir. Gücü
kendinde biriktirmek, sınırlı güce sahip olandır, dağıttıkça azalacağını zanneder. Oysaki Tanrı da bir yöneticidir
ve gücü sonsuzdur. Dağıttığı yetki ve güç, kendisinden bir şeyi noksan etmez. Kendisi zamana muhatap
olmaktan münezzehtir. Bu yüzden de yaptığı ve yapacağı bütün iyilikler ve Evren’i yönetmekte harcayacağı
zaman, sadece yaratılmışları etkiler. Liderler yetki verdikleri kişileri, kendisinin eli kolu olsun diye makamlara
yerleştirir. Tanrı ise yarattığı mahlukatları sadece sınamak ve rahmetini onlara göstermek için yerleştirir. Liderler,
tebaasının isteklerini belirli duygular ve amaçlar dahilinde yapar. Tanrı ise yarattığını en iyi bilen, sırrın içindeki
sırrı görendir. Bu yüzden de istekleri görebildiklerine göre değil kapsadığı her şeye göre değerlendirip hareket
etmelidir. Bu yüzden Tanrı’nın yarattıkları ile muhatap olmaması, Tanrı’nın akidesine terstir. Bir kişi bir araba
yapıp kontağı çevirdiğinde araba gidiyorsa, araba giderken işleyen çarklardan dahi sorumlu olur ama Tanrı’nın
sorumluluğu yarattıklarına bağlı olduğu için değil; yarattığı Evren’in işlemesi içindir, şoförün amacının arabanın
çarklarının sıkıntı görmemesini istediği gibi...

 Tanrının Evren’i kontrol ettiği ve gücünden paylaştırmasındaki sebebi açıkladım. Peki Tanrı kendisinin
bilinmesini ister mi? Bu ise dördüncü zincirin takılmasını sağlar. Tanrı sadece gücünü paylaştırmak ile
kalmamalıdır çünkü yarattıkları, kendi yarattığı en küçük zerrenin çirkinleşmesine sebep olabilir. Şoförün
arabadaki küçük çizikten rahatsız olması gibi. Bu çizik arabanın gitmesi için bir sorun teşkil etmez fakat bu
aklına yer eder, hatta görüntü bozukluğu olarak değerlendirebilir. Şoförün arabaya da ihtiyacı yoktur fakat
hüneri ve serveti olup da bunu kullanmamak, pintiliktir. Orada yeniden bir çizik büyümesin diye bir kimyasal
veya zırh kullanması gerekir. Tanrı için o çiziği yani yaratılmış olanların azgınlıklarını engelleyecek zırh, imandır:
çiziği kapatacak kimyasal ise elçilerdir.

 Beşinci halka ise en kritiklerinden biri çünkü bu kez başka sorular akıllara takılıyor: “Yaratıcı elçiyi nasıl
gönderecek? Gönderilen elçiler nasıl bunu kanıtlayacak? Elçiler hangi türden olacak? Ve elçiler ile Tanrı nasıl
iletişim kuracak? Bu ise yeni bir felsefi dalın altında incelenmesine sebep oluyor: Metafizik... Bunu ise biz insan
yönünden inceleyerek zincirin hem son halkasını takmış olacağız hem de kaynak işlemlerini tamamlamış
olacağız.

Metafizik ve Mistisizm
 İnsanın yaratılmış olduğunu biliyoruz ve ona göre de Tanrı’nın gücünü sınırlı şekilde algılayabiliyoruz. Görmeyi,
duymayı, anlamayı ve bilme konusunda Tanrı’nın en yüksek derecede olduğunu söylüyoruz fakat bizlerin bu
gerçek iltifatları Tanrı’ya yakıştırırken, söylediklerimizin bizim algı seviye özelliklerimizin dışında olmadığını ve
olamayacağını çoğunlukla idrak edemiyoruz. İnsan sadece ömrü boyunca algılayabildiklerine göre şekil alır ve
dışarıdan müdahale ise sadece bunla sınırlıdır. Bizi yoğuran yine yaratılmışların kendisidir. Bu yüzden Tanrı’nın
mesajını da ancak bizim idrak edebileceğimiz ve samimiyet bulacağımız yaratılmışlarda bulmamamız lazımdır.
Ses, zaman, görüntü ve bunları toplayıp bir idrak bilincine ulaşmamız acizliğimizin göstergesidir. Tanrı’nın ise
yaratılmış canlıya dönüşüp bizle iletişime geçmesi ise, seviye alçaltıcı ve acizlik göstergesidir. Size verdiğim
misallemede Tanrı’yı şoför yerine koymanız normaldir fakat burada Tanrı arabayı yapıp süren veya çalışan
çarklardan endişe duyan değil; şoförün araba yapması emrini veren, kontağı çalıştırmasını söyleyen ve çarkları
dikkate alması için uyaran efendidir. Şoförün çiziklerden rahatsız duyması yüzünden kusurları kapatmaya
çalışması da efendinin böyle şeylerden hoşlanmadığını bilmesindendir. Şoförün yetkisi, efendisinde
memnuniyetsizliğe sebep vermemeyi sağlayacak kadar artar. Ve arabadaki çizikleri temizlemek için sadece
aracıdır. İnsanlara Tanrı’nın mesajını verip gönüllerindeki pislikten arındırmak, Yaratıcı efendinin emirlerini yerine
getirip çarkın işlemesinde rol oynamak ve Yaratıcı efendinin tenezzül etmeyeceği, itibarsızlık göstergesi
sayılacak çarkların yağı ve pisliğiyle ilgilenmek, pisliğe deva olacak ilacı sürmek yani elçilerle konuşup insanları
doğru yola iletmek de metafiziksel aracıların görevidir. Burada yaratılmışların sorunlarını söylemek ve duruma el
atmak aracıların görevi olduğu gibi türleri ve görevleri de farklıdır. Burada şoför lazımken parça değişimi için
ustaya gitmek lazım oluyor. Usta ise kırık parçaya farklı bir şey ile değiştirmek yerine temiz ve yeni parça ile
değiştiriyor çünkü başka parça kor ise çarklarda aksaklıklar çıkacağı gibi, arabaya tamamen zarar da verebilir.
Bu misallemenin karşılığı da: İnsan türüne insan değil de semavi bir canlı gönderilirse, yaşanacak şeylerde diğer
insanların artık üzerlerinde bir sorumluluk kalmaz. Bu da Tanrı’nın koyduğu sınavı uğraşmadan geçmelerine
yani arabanın sürekli istop etmesine sebep olacaktır.
 Zincir halkaları geçirildiğine kaynatma işlemini yani metafiziği ekleyerek, Tanrı görüşümü ve bilhassa metafizik
ile mistik inancın yapılaşması da mucizeler dahilinde olacaktır. Başta söylediğim gibi: Bir kişi yaratıcının var olup
olmadığını ortaya herhangi bir argüman koyarak kesin şekilde asla ve asla kanıtlayamaz. İki karşıt görüşün de
ortaya koyduğu argümanlar, mantık ile er ya da geç çürütülmeye muktedirdir. Bu yüzden de elçiler istedikleri
kadar sağlam sözler etsin, bunların geçerli olması için ya Tanrı’nın ortaya çıkması lazımdır ki neden
çıkmayacağını söyledim ya da kendi katından aracılarla yaraları sarması gerekir. İmanın o şüphe yarasını
kapatacak şey de: Mucizedir. Bunlar da metafiziksel olan Tanrı emriyle fakat yaratılmış metafiziksel aracı canlılar
yardımıyla olmalıdır.

Bu kez kaynak yapılan zincirin paslanmaması ve kırılmaması için lazım olan son şey ise: Felsefedir. Burada bilgi felsefesi
yani Epistemoloji işin içine giriyor. Mucize olarak değerlendirdiklerimiz mucize mi yoksa bir oyun mu? Mucize olarak
değerlendirmemiz için neler lazım? Bu kadar yazılı belge içerisinden hangisi güvenilir ve çelişkiden münezzeh? İşte
bunun gibi birçok soruyu da ancak felsefe sayesinde bulabiliriz. Bulursak da hikmet sahibi oluruz. Hikmet sahibi olursak
da bu zinciri kullanmayı hak etmiş oluruz.

Varlık
Evrendeki bütün varlıkların ortak bir öz geçmişi vardır fakat bir odun yakıldığı zaman kül olup başka bir şeye
dönüşüyorsa, Evren de baştaki hali ile her an daha da farklı bir oluşuma girmekte. Varlık, yanan odun veya çağlayan
nehir gibi her an özüyle beraber değişmektedir. İnsanın baktığında gördükleri renkler nasıl güneşin kırılma farklarına
göre çeşitliliğini arttırıyor fakat bu renkler de insanın gözle göremeyeceği değişimlere her vakit uğruyorsa, Evren’deki
maddelerin özü ile tabiatı da bu şekilde değişmektedir. Varlığın özüyle değişmesi maddesel ortam özelliğidir fakat
bunun bir de ruhsal boyutu vardır. İdrak yeteneği olan ve düşünen varlıkta ise metafiziksel bir parça vardır. Kuran-ı
Kerim’deki “Daha sonra onu yaratılış amacını gerçekleştirecek bir donanıma sahip kılarak Kendi ruhundan üflemiştir;
derken sizi hem işitme ve görme hem de duygu ve düşünce yetenekleriyle donatmıştır: ne kadar da azınız şükrediyor.”
ayeti benim görüşlerimi tamamıyla açıklamaktadır. Evren’de boşluk diye bir şey yoktur. Evren’in bir zamanlar boşluk diye
saydığımız yerleri dahi karanlık madde ile doludur. Varlığın algısı var ise canı var demektir fakat idrak ve düşünme
yeteneğine sahip ise onda ruh vardır. Ruh bir madde değildir ve bu yüzden Evren içerisindeki bir varlık parçasından
sayılmaz. Evren’in içinde Evren vardır. Sır içinde de sır vardır. Evren de sadece bir başka boyutun parçası niteliğindedir ve
ruhlar da Evren’i içinde barındıran boyutun parçasıdır. Fakat insan kendinde ruh olduğunu bilemez çünkü zaten Evren’i
kaplar ve bu yüzden açığa çıktığı yer ile arka planda kalmış olanın farkı ayırt edilemez çünkü arada bir çizgi veya sınır
yoktur. Ruhun ortaya çıkmasına sebep olan şeyler ise: Düşünmek, mantığı çalışmak, sorgulamak, iman etmek, inanmak,
ilham almak, ilham türetmek ve iradeyi bunlar arasında akıl ederek kullanmaktır. Bunların başlıca bulunma şartı başta
dediğim gibi candır. Bu canın karşısına gelecekte çeşitli problemler çıkar. Çıkan bu problemler karşısında verdiği
kararların doğruluğu ile adalet sahibi olur. Adaleti kendisine ilke olarak koyarsa kendisi erdem sahibi olarak yerini alır.
Erdemi kendisine kâmil insan olmayı nasip eder. İnsan olmak, kâmil olmak ile beraber gelir. Eğer insan kâmil olamazsa
kendisine verilen metafiziksel güçten yararlanamamış demektir. Burada da insan diye bir canlı karşımızda olmaz, beşer
olur. Kur’an-ı Kerim’in gafil insanları “Beşer” diye niteliyor. Aynı zamanda ilk insan da beşerdi. Onu beşerlikten yani
hayvandan çıkarıp insan olmakla şereflendiren Tanrı, bunu ruh aracılığıyla yapmıştır.

_________________________________________________________

Senai Sinan Sungur

You might also like