Professional Documents
Culture Documents
Benim Universitelerim
Benim Universitelerim
Benim Universitelerim
Bir müzisyeninki gibi ince parmaklı, kibar, şık giyimli ve karanlık bir adam
olan Trusov da bana karşı iyi davranırdı. Denizciler semtinde “Saatçi” tabelalı
küçük bir dükkânı vardı; ama asıl işi, çalınmış malları satmaktı.
Ağarmaya yüz tutmuş sakalını sıvazlayarak ve arsızlık dolu kurnaz gözlerini
kırpıştırarak;
“Sen Peşkov, hırsızların yeteneklerini öğrenme! Ben görüyorum, senin yolun
başka. Sen maneviyat adamısın!” derdi.
“Maneviyat adamı ne demek?”
“Hiçbir şeyi kıskanmayan, sadece merak duyan adam...”
Bu tarif benim için doğru değildi, çünkü birçok şeyi ve birçok kimseyi
kıskanıyordum. Bu arada benim kıskançlığımı kamçılayan şeylerden biri de, Başkin'in
kendine özgü bir tavırla, bir şair gibi ve beklenmedik kıyaslarla süsleyerek söz
söyleme yeteneğiydi. Bir aşk macerasıyla ilgili hikâyesinin ilk bölümü hâlâ
aklımdadır:
“Bulanık bir geceydi, dilenciler şehri Sviyajesk'te, bir otel odasında, ağaç
kovuğunda bir baykuş gibi oturuyordum. Sonbahardı. Ekim ayındaydık. Tembel bir
yağmur yağıyor, rüzgâr tıpkı kıstırılmış bir Tatar'ın bitmez tükenmez şarkısı gibi
inliyor: Oy, oy, oy, oy...
...Ve işte geliyor, tüy gibi hafif, doğu güneşinde bir bulut gibi pembe...
Gözlerinden ruhunun aldatıcı saflığı akıyor. Safça bir sesle, 'Sevgilim'; diyor.
'Sana karşı hiç suçum yok.' Biliyorum, yalan söylüyor. Ama inanıyorum, gerçek
olmasını istiyorum! Aklımla kesinlikle yalan olduğunu biliyorum ama, kalbimle ona
inanıyorum.”
Anlatırken ahenkle sallanır, gözlerini yumar ve elini yumuşak bir hareketle
sık sık göğsüne, kalbinin bulunduğu yere götürürdü.
Sesi boğuk ve renksizdi, sözleri canlı ve dokunaklıydı; içinde bir bülbül
ötüyordu sanki.
Trusov'u kıskanırdım. Bu adam, Sibirya, Hive, Buhara hakkında olağanüstü bir
ilgiyle konuşurdu. Despotların yaşayışları üzerine çok büyük bir kıskançlıkla
gülünç hikâyeler anlatırdı. Bir keresinde gizemli bir tavırla Çar Üçüncü Aleksandr
için şöyle demişti:
“Bu Çar, işinin ehli...”
Trusov bana, romanların sonunda okuyucuyu şaşırtacak şekilde, birdenbire iyi
yürekli kahraman hâline geliveren canilerden biri gibi görünürdü.
Bu adamlar bazı sıkıntılı gecelerde, Kazanka ırmağını aşarak oradaki
çayırlara, fundalıklara giderler; kendi işleri, ama daha çok hayatın karmakarışık
olayları, insan ilişkilerinin garip karışıklığı, hepsinden fazla da kadınlar
üzerinde konuşa konuşa yiyip içerlerdi. Kadınlardan kızgınlıkla, öfkeyle, acımayla,
bazen heyecanla ve hemen hemen her zaman korkunç olasılıklarla dolu bir karanlığa
bakıyorlarmış gibi bir duyguyla bahsederlerdi. Donuk yıldızlı, karanlık gökyüzünün
altında ve sık söğüt ağaçlarıyla örtülü vadinin boğucu sıcaklığında iki, üç gecemi
onlarla birlikte geçirdim. Volga'nın yakınlığıyla ıslanan karanlıkta, gemilerin
direklerindeki ışıklar, altın örümcekler gibi her yana kayıyor, dağlık kıyıların
koyu yığınında ateşten yuvarlak kakmalar ve damarlar görünüyor, zengin Uslon
köyünün meyhaneleriyle evlerinin pencereleri parıldıyordu. Gemilerin çarkları suya
boğuk boğuk çarpıyor, sıra sıra dizilmiş mavnalardaki tayfalar, kurtlar gibi
uluyor, uzak bir yerde bir çekiç demire vuruyor, bir şarkı hazin hazin
sürükleniyor, birinin ruhu yavaş yavaş yanıyor ve şarkının hüznü kül gibi yüreğe
çöküyordu.
Ama bundan daha acıklısı, bu adamların ağızlarından yavaşça kayan
konuşmalarını dinlemekti. Bunlar sanki dünyaya yeni gelmiş gibilerdi; her biri
diğerinin dediğini hemen hemen hiç dinlemeden, sadece kendi derdini anlatıyordu.
Fundalıkların altına oturmuşlar ya da uzanmışlar, tek tük sigara, o da iştahsızca,
ve votka, bira içerek hatıralar yolu üzerinde gerisin geriye bir yere doğru çekip
gidiyorlardı.
Gece karanlığının toprağa mıhladığı birisi anlatıyordu:
“Benim başımdan bakın ne geçti bir zamanlar...”
Hikâyeyi dinledikten sonra hepsi:
“Böylesi de olur, her şey olur.” diyorlardı.
Çevremde “idi”, “oldu”, “bir zamanlar” diye konuşulduğunu duyuyordum. Ve bana
bu adamlar bu gece hayatlarının son gecesini yaşıyorlarmış gibi geliyordu.
Bunlar beni Başkin'le Trusov'dan uzaklaştırıyordu. Ama yine de hoşuma
gidiyorlardı. Benim görüp geçirdiklerimin mantığıyla, onlarla beraber gitmiş
olsaydım, çok doğal bir iş yapmış olacaktım. Yükselme ve okumaya başlama
umutlarımın boş çıkması, beni yine onlara itiyordu. Aç, kızgın ve üzüntülü
anlarımda kendimi cinayet işlemeye tamamen yetenekli hissederdim. Hem de sadece
“Kutsal Mülkiyet Kurumu”na karşı değil, her şeye karşı. Ama gençliğin romantizmi,
yürümeye mahkûm olduğum yolu bırakmama engel oluyordu. Hümanist Bret Hart ile halk
romanlarından başka bir hayli ciddi kitap da okumuştum. Bunlar bende belirsiz, ama
gördüklerimden çok daha önemli bir şeylere karşı bir eğilim uyandırmışlardı.
Bu arada yeni dostluklar ve yeni bilgiler de edinmiştim. Yevreyinovların
evinin yanındaki harabelikte lise öğrencileri toplanır, çelik çomak oynarlardı.
Bunlardan biri, Guri Pletnev beni büyülemişti. Bu esmer tenli, Japon gibi
mavimtırak saçlı, yüzü renkli barut sürmüş gibi siyah beneklerle dolu, sonsuz
neşeli, oyunda çevik, lafta uyanık delikanlının çeşit çeşit yetenekleri vardı.
Hemen hemen bütün yetenekli Ruslar gibi, o da doğanın kendisine bağışladığı
olanaklarla yetiniyor, onları geliştirmeye çalışmıyordu. Hassas bir kulağı,
olağanüstü bir müzik duygusu vardı ve üstelik bu sanatı seviyordu da... Çok iyi
gusli, balalayka ve armonika çalardı, ama daha soylu ve daha güç müzik aletleri
üzerinde çalışmayı istemezdi. Yoksuldu, kötü giyinirdi, ama kendi havası içinde,
vücudunun canlı hareketlerine ve geniş jestlerine; buruşmuş, yırtık pırtık gömleği,
yamalı pantolonları ve delik deşik çizmeleri çok yakışırdı.
Uzun sürmüş ağır bir hastalıktan henüz ayağa kalkmış birine ya da
hapishaneden daha dün çıkmış bir mahkûma benziyordu. Onun için hayatta her şey
yeni, neşeli ve güzeldi. İçinde her şey sıcak bir arzu, bir heves uyandırıyor,
toprağın üstünde kestane fişeği gibi zıp zıp zıplıyordu.
Benim ne kadar zor ve ağır şartlar altında yaşadığımı öğrenince, bana kendi
evine yerleşmemi ve köy öğretmenliğine hazırlanmamı önerdi. İşte böylece, Kazan
Üniversitesinde okumuş birkaç kuşağın kesinlikle bildiği “Marusovka” denilen,
müthiş neşeli, karmakarışık bir evde oturuyor buldum kendimi. Burası balıkçılar
pazarı yolu üzerinde, yarı yıkık, kocaman bir binaydı. Bir sürü aç öğrenci, fahişe
ve bitmiş tükenmiş insan hayaleti, sahibinden alıkoyulmuşcasına içine
sığınmışlardı. Pletnev, tavan arasına çıkan merdivenin altındaki koridorda
oturuyordu. Yatağı buradaydı. Koridorun ucundaki pencerenin yanında, masasıyla bir
de sandalyesi vardı. Hepsi bu kadardı. Koridora üç kapı açılıyordu. İkisinin
arkasında fahişeler, birinde de papaz okulunda okumuş, veremli bir matematikçi
oturuyordu. Bu, uzun boylu, bir deri bir kemik görünümüyle korkunç bir adamdı. Her
yanı sert, kırmızı kıllar içindeydi. Vücudu birtakım kirli bezlerle yarı yarıya
örtülüydü. Paçavraların yırtıklarından morarmış bir deriyle kaburgaları, ürküntü
verecek şekilde sırıtıyordu.
Bu adam galiba sadece tırnaklarını kan çıkıncaya kadar kemirerek
besleniyordu. Gece gündüz bir şeyler çizer, bir şeyler hesaplardı ve ağır yankılar
uyandırarak sürekli boğuk boğuk öksürürdü. Fahişeler 'delidir,' diye ondan
korkarlardı, ama acıdıkları için de, kapısının önüne ekmek, çay ve şeker
bırakırlardı. O, bu paketleri yerden kaldırır ve yorgun bir beygir gibi soluyarak
odasına götürürdü. Eğer fahişeler onu unutmuş ya da herhangi bir sebepten dolayı
sadakalarını getirmemişlerse, o kapısını açar ve koridora doğru kısık bir sesle
bağırırdı:
“Ekmek!”
Siyah çukurlara gömülü gözlerinde, kendi bilgeliğini bilmekten mutlu bir
manyağın gururu parlardı. Arada sırada, bir bacağı çıkık, şişkin burnu üzerinde
kalın gözlükleri olan, kır saçlı, kambur, bir hadım gibi sarı yüzünde kurnaz bir
gülümseme parlayan, ufak tefek biri onu ziyarete gelirdi. Odanın kapısını sımsıkı
kaparlar ve garip bir sessizlik içinde hiçbir şey konuşmaksızın saatlerce
otururlardı. Yalnız bir keresinde, bir gece geç saatte, matematikçinin kısık ve
öfkeli sesi beni uyandırmıştı:
“Ben de sana söylüyorum, hapishane! Geometri bir kafestir, evet! Bir fare
kapanı, evet! Hapishane!”
Kambur adam gevrek gevrek gülüyor ve garip bir kelimeyi arka arkaya
tekrarlıyordu, ama matematikçi ansızın sinirlendi:
“Lanet olsun sana! Defol!...”
Konuk bağıra çağıra ve geniş bir pelerine sarınarak koridora fırladığı zaman,
uzun boylu, korkunç matematikçi kapının eşiğinde dimdik durdu, parmaklarını
darmadağınık saçlarına soktu ve boğuk boğuk bağırdı:
“Öklid bir aptaldır! Aptal... Tanrı’nın şu Yunanlıdan daha akıllı olduğunu
ben kanıtlayacağım.”
Kapıyı öyle bir vuruşla kapadı ki, odasında bir şey gürültüyle yere düştü.
Çok geçmeden bu adamın matematik yoluyla Tanrı’nın varlığını kanıtlamak
istediğini öğrendim. Ama bunu yapmaya zaman bulamadan öldü.
Pletnev, bir gazetede geceleri düzeltmen olarak çalışıyor, gecede on bir
kapik kazanıyordu. Benim de bir şeyler kazanamadığım zamanlar, günde dört ekmek,
iki kapiklik çay ve üç kapiklik şekerle geçinirdik. Benim çalışmaya zamanım yoktu,
okumak zorundaydım.
Kitap bilgisini büyük çabalarla elde edebiliyordum. Hele gramer, doğaya
aykırı o dar ve basmakalıp kurallarıyla, beni çok üzüyordu. Canlı, zor, garip
biçimde kıvrak Rusçayı bu kalıplara bir türlü sığdıramıyordum. Ama kısa bir zaman
sonra köy öğretmenliği sınavlarını kazansam bile, yaşımdan dolayı, beni hiçbir yere
tayin etmeyecekleri anlaşıldı. Kendi hesabıma buna sevindim.
Aynı yatakta, geceleri ben, gündüzleri o, yatıyorduk. Pletnev uykusuzluktan
yıpranmış bir hâlde, daha çok morarmış bir yüz ve daha çok kızarmış gözlerle sabah
erkenden gelirdi. Ben hemen kahvehaneye sıcak su almaya koşardım. Tabi ki
semaverimiz yoktu. Sonra pencerenin yanında oturur, ekmekle çayımızı içerdik. O
bana gazete haberlerini anlatır, ayyaş fıkracı “Kızıl Domino”nun eğlenceli
mısralarını okur ve hayata karşı takındığı alaycı tavrıyla beni şaşırtırdı. Bana
öyle geliyordu ki, onun da hayata bakışı, eski kadın süsleri satıcısı Galkina
adındaki kadınınkinden farksızdı.
Pletnev, merdiven altındaki köşeyi bu kadından kiralamıştı, ama bu ev için
verecek parası yoktu. Ona neşeli şakalar yaparak, armonika çalarak ve dokunaklı
şarkılar söyleyerek kirayı öderdi. Tenor bir sesle şarkı söylerken, gözlerinde
alaycı bir bakış parıldardı. Galkina kadın, gençliğinde opera korosunda şarkıcılık
yapmıştı; şarkıdan anlıyordu. Çoğu kez ayyaş ve obur kadının şişmiş ve morarmış
yanaklarına ince gözyaşları akardı. Kadın, etli parmaklarıyla gözyaşlarını
yanaklarından siler ve sonra parmaklarını kirli bir mendille dikkatle kurulardı.
İçini çekerek; “Ah, Gursoçka, siz bir sanatçısınız! Azıcık daha güzel
olsaydınız, size iyi bir kısmet bulurdum! Ben nice delikanlıyı yalnız yaşamaktan
bıkmış kadınların yanına yerleştirdim!” derdi.
Bu delikanlılardan biri aynı evde, bizim üzerimizde oturuyordu. Bu, yaşlılığı
sefalet içinde geçen bir işçinin oğlu, orta boylu, geniş göğüslü bir öğrenciydi.
Delikanlı, inanılmayacak kadar dar kalçalarıyla, sivri köşesi aşağıya dönük bir
üçgene benziyordu. Ama köşe biraz kırık gibiydi; çünkü ayakları bir kadın ayağı
gibi küçüktü. Omuzlarına iyice gömülü başı da küçük ve kırmızı, domuz kıllarıyla
süslüydü. Bunun altındaki beyaz ve kansız yüzünde yeşilimtırak, patlak gözleri
sönük sönük açılıp kapanıyordu.
Sahipsiz bir köpek gibi sürünerek, babasının istememesine rağmen zar zor
liseyi bitirip üniversiteye girmeyi becermişti. Ama o sırada derin, yumuşak, bas
bir sese sahip olduğu meydana çıktı ve şarkıcılık eğitimi almak istedi.
Bunun üzerine Galkina kadın onu aldı ve oğlu üniversite üçüncü sınıf
öğrencisi, kızı da liseyi bitirmiş, aşağı yukarı kırkında, zengin bir tüccar kadına
yamadı. Bu tüccar kadın, manastıra kapanmış bir rahibinki gibi kupkuru yüzlü,
karanlık çukurlara gömülü kocaman kurşuni gözlü, siyah elbiseli, modası geçmiş ipek
başlıklı, kulakları da yeşil renk taşlar sallanan küpelerle süslü, zayıf, dümdüz,
bir asker gibi dimdik bir kadındı.
Zaman zaman, akşama doğru ya da sabah erkenden, öğrencisini görmeye gelirdi.
Ben bu kadını sokak kapısından âdeta sıçrayarak girerken ve avludan kararlı
adımlarla geçerken birçok defalar görmüştüm. Yüzü ürkmüş gibi silikti. Dudakları
öylesine sımsıkı yumulmuştu ki, hemen hemen hiç görünmüyordu. Gözleri bir
mahkûmunki gibi alabildiğine açılmış, merak ve hasretle ileriye doğru bakıyordu.
Öyle ki, insanın kör diyeceği geliyordu. Ona çok çirkin denemezdi, ama vücudunu
geren ve yüzünü acıtıncaya kadar sıkarak çirkinleştiren bir iç sıkıntısının
belirtileri apaçık ortadaydı.
Pletnev:
“Bak, deliden farksız!” derdi.
Öğrenci, tüccar kadından nefret eder, ondan kaçar ve saklanırdı. Ama kadın
acımasız bir alacaklı ya da bir casus gibi arkasından koşardı.
Öğrenci içkili olduğu zamanlar pişmanlık gösterir:
“Ben rezil bir adamım. Ne diye şarkı söyleyecekmişim? Bu yüzle ve bu kılık
kıyafetle beni sahneye sokmazlar, evet sokmazlar!” derdi.
Pletnev ona;
“Kes şu boş sözleri.” diye öğütlerde bulunurdu.
“Evet, ona acıyorum. Ondan hoşlanmıyorum, ama acıyorum. Bilseniz nasıl...
ah...”
Biz biliyorduk, çünkü bu kadının merdivenlerde durarak titrek bir sesle ona
nasıl yalvardığını duyuyorduk:
“Tanrı aşkına... Güvercinim, İsa hakkı için!”
Bu kadın büyük bir fabrikanın sahibiydi. Evleri, atları vardı. Ebe okullarına
binlerce ruble bağışta bulunuyordu. Şimdi de aşk dileniyordu.
Pletnev çaydan sonra uykuya yatardı, ben de iş aramaya çıkar, akşam geç
saatte Pletnev'in kalkıp matbaaya gideceği sırada eve dönerdim. Eğer ekmek, sucuk
ya da haşlanmış paça getirebilmişsem, onları yarı yarıya paylaşırdık. Arkadaşım
payını beraberinde götürürdü.
Ben yalnız kalınca Marusovka'nın koridorlarını, köşe bucağını dolaşır, benim
için yeni olan bu insanların nasıl yaşadıklarını incelerdim. Ev bunlarla tıklım
tıklım doluydu. Bir karınca yuvasına benziyordu. Evin içinde her zaman ekşi ve
keskin kokular vardı; her köşesinde, insana düşman birtakım koyu gölgeler
gizleniyordu. Sabahtan gecenin geç saatlerine kadar bir uğultudur gidiyordu.
Dikişçi kadınların makineleri durmadan tıkırdıyor, operet şarkıcıları seslerini
prova ediyor, öğrencilerin bas şarkıları ortalığı çınlatıyor, içkiden yarı deli bir
aktör yüksek sesle rolünü ezberliyor, çakırkeyif fahişeler isterik bir tavırla
bağrışıyor ve benim içimde şu doğal, ama çözümsüz soru uyanıyordu:
“Bütün bunlar niye?”
Bu aç gençler arasında kırmızı yüzlü, dazlak kafalı, iri yarı, zayıf bacaklı,
kocaman ağızlı ve beygir dişli bir adam, serseri gibi dolaşıp dururdu. Dişlerinden
dolayı ona “Kırmızı Beygir” lakabını takmışlardı. Simbirsk tüccarlarından birtakım
akrabalarıyla mahkemelerde sürüp giden davaları artık üçüncü yıla girmişti. Her
önüne gelene ayrı ayrı,
“Yaşamak istemiyorum. Ama onları mahvedeceğim! Onları dilenciye döndüreceğim,
üç yıl dilenerek yaşayacaklar, sonra mahkeme kararıyla onlardan aldığım her şeyi
kendilerine geri vereceğim ve onlara soracağım: 'Nasıl, hergeleler, gördünüz mü?'
İşte böyle yapacağım.” derdi.
Ona sorarlardı:
“Hayattaki amacın bu mu, Kırmızı Beygir?”
“Ben, bütün varlığımla, bütün ruhumla bunu kafama koydum ve bundan başka
hiçbir şey yapamam!”
Her gün mahkemeye, avukatına giderdi. Çoğu kez akşamları arabayla bir sürü
küçücük keseler, paketler, şişeler getirir, tavanı sarkmış, döşemeleri eğrilmiş
kirli odasında gürültülü ziyafetler verir; öğrencileri, dikişçi kadınları, biraz
içmek ve karnını doyurmak isteyen herkesi çağırırdı. Kırmızı Beygir'in kendisi
yalnız rom içerdi, bundan da sofra örtüsünde, elbiselerinde, hatta döşemelerde bile
yıkanmakla çıkmaz koyu kırmızı lekeler kalırdı. Kafayı çekerken ulumaya başlardı:
“Benim sevgili kuşlarım! Sizi seviyorum. Namuslu kişilersiniz! Bense
maskaranın biriyim. Bir timsahım. Akrabalarımı mahvetmek istiyorum. Mahvedeceğim
de! Yemin ederim! Yaşamak istemiyorum, ama...”
Kırmızı Beygir'in gözleri hazin hazin kırpışır, kalın sinirli, sarkık yüzü
gözyaşlarıyla ıslanırdı. Bu gözyaşlarını yanaklarından avuçlarıyla siler, dizlerine
sürerdi. Pantolonları hep yağ lekeleriyle doluydu.
“Nasıl yaşıyorsunuz?” diye bağırırdı. “Açlık, soğuk, yırtık pırtık bu
elbiseler... Hakkınız bu mu sanki? Böyle bir yaşam içinde siz ne öğrenebilirsiniz?
Ah, Çar babamız bir bilse...”
Cebinden bir tomar para çıkararak teklif ederdi:
“Paraya kimin ihtiyacı var? Alın kardeşlerim!”
Şarkıcılar ve dikişçi kadınlar paraları onun kıllı ellerinden ihtirasla
kaparlardı. O kahkahalarla gülerek;
“Sizin için değil, öğrenciler için!” derdi.
Ama öğrenciler paraya el sürmezlerdi.
Yaşlılığı sefalet içinde geçen işçinin oğlu öfkeyle bağırırdı:
“Şeytan alsın paralarını!”
Bu adam sarhoş olduğu bir gün, sert bir topak hâlinde buruşmuş on rublelik
bir banknot destesini Pletnev'e getirmiş ve masaya atarak;
“Al, size gerekiyor mu? Bana gerekli değil.” demişti.
Sonra bizim yatağa yıkılmış, bağırıp çağırmış ve o kadar çok ağlamıştı ki,
kendine gelebilmesi için başına su dökmek zorunda kalmıştık. Sızdığı zaman Pletnev
paraları düzeltmeye uğraştı, ama yapamadı. Paralar öylesine buruşmuş ve birbirine
yapışmıştı ki, onları ayırmak için suyla ıslatmak gerekti.
Penceresi bitişik evin taş duvarına bakan, duman dolu kirli odada canım
sıkılmış, boğulacak gibi olmuştum; sinirlerim bozulmuştu. Ona soruyordum:
“Niçin bir otelde oturmuyorsunuz da, burada oturuyorsunuz?”
“Ruhum için, yavrum! Benim ruhum sizin yanınızda rahata kavuşuyor.”
İşçinin oğlu onaylıyordu:
“Doğru, Beygir! Ben de öyle... Başka bir yerde olsaydım mahvolurdum...”
Beygir, Pletnev'den rica ediyordu:
“Çal, bize şarkı söyle...”
Pletnev, gusliyi dizlerine koyarak şarkı söylüyordu:
Adamın biri, yoksul, dar bir sokağın ucunda ve çöp dolu bir çukurun üzerinde
küçük bir bakkal dükkânının sahibi Andrey Derenkov'la beni tanıştırdı.
Derenkov, çolak, yüzü açık, sevimli, sarı sakallı ve zeki bakışlı, küçük bir
adamdı. Şehrin yasak ve az bulunan kitaplarla dolu en iyi kitaplığının sahibiydi.
Kazan'daki birçok okulun öğrencileriyle devrimci eğilimli kimseler bu kitaplardan
yararlanıyorlardı.
Derenkov'un bakkal dükkânı, hadım bir kuyumcunun evinin bitişiğinde, alçak
bir binadaydı. Bakkal dükkânının içindeki bir kapıdan büyük bir odaya geçiliyordu.
Burası avluya bakan bir pencereden hafifçe aydınlanıyordu. Odanın arkasında, bunun
devamı gibi olan, dar bir mutfak vardı. Dükkânla ev arasındaki karanlık geçit bir
kiler gibiydi. Kitaplık işte bunun içine yerleştirilmişti. Kitapların bir kısmı,
mürekkeple kalın defterlere kopya edilmişti. Lavrov'un “Tarihsel Mektuplar”ı,
Çernişevski'nin “Nasıl Yapmalı”sı, Pisarev'in “Açlık Kralı”, “Dolambaçlı İşler”
gibi bazı yazıları hep böyleydi. Bütün el yazmaları çok okunmuş, yıpranmıştı.
Bakkal dükkânına ilk girdiğim zaman müşterileriyle meşgul olan Derenkov, bir
göz işaretiyle bana odanın kapısını gösterdi. Oraya girdim ve şunu gördüm. Köşede,
alaca karanlıkta, Serafim Sarovski'nin ikonuna benzeyen ufak tefek bir ihtiyar diz
çökmüş, yere kapanarak dua ediyordu. İhtiyara bakarken, içimde birbirini tutmayan
zıt duyguların etkisi altında kalır gibi oldum.
Derenkov'u bana bir “Narodnik” diye tanıtmışlardı! “Narodnik” demek, benim
bildiğime göre, devrimci demekti ve bir devrimci Tanrı’ya inanmamalıydı. Bu sofu
ihtiyar bu evin içinde bana gereksiz göründü.
Duasını bitirince kafa ve sakalının beyaz kıllarının uçlarını özenle
sıvazladı ve beni dikkatle süzerek şöyle dedi:
“Andrey'in babasıyım. Siz kimsiniz?”
Söyledim.
“A, öyle mi? Ben de sizi kıyafet değiştirmiş bir öğrenci sandım.”
Ben de sordum:
“Bir öğrenci ne diye kıyafet değiştirecekmiş?”
İhtiyar yavaşça yanıt verdi:
“Öyle ya... Ne kadar kıyafet değiştirsen değiştir, Tanrı seni yine tanır!”
O mutfağa gitti, ben de pencereye oturarak düşünceye daldım. Birdenbire bir
ses duydum:
“Demek, böyle bir adammış!”
Mutfak kapısının eşiğinde beyazlar giyinmiş bir kız duruyordu. Sapsarı
saçları çok kısa kesilmişti. Solgun ve tombul yüzünde mavi gözleri gülümseyerek
parlıyordu. Ucuz taş basma resimlerdeki küçük meleğe çok benziyordu.
“Neden korktunuz? Yoksa ben bu kadar korkunç muyum?”
İnce ve titrek bir sesle konuşuyor, sağlam bir zemin üzerinde değil de sanki
havada gerilmiş sallantılı bir ip üzerinde yürüyormuş gibi duvara dayanarak, ağır
ağır bana doğru ilerliyordu. Bu beceriksiz yürüyüş onu başka bir dünyanın
yaratığına daha da benzetiyordu. Sanki ayaklarına iğneler batıyormuş ve duvar,
çocuksu tombul ellerini yakıyormuş gibi bütün vücudu titriyor, ürperiyordu.
Ellerinin parmakları da garip bir durgunluk içindeydi.
İçimde garip bir endişe ve güçlü bir acıma duyarak, sessizce ayakta
duruyordum. Bu boş odanın içinde her şey bir tuhaftı!
Kız, sanki altından uçacakmış korkusuyla, sandalyeye büyük bir dikkatle
oturdu. Hiç kimsenin yapamayacağı bir sadelikle, yürümeye başlayalı ancak beş gün
olduğunu ve bundan önce, aşağı yukarı üç ay yatakta yattığını anlattı. El ve
ayakları tutulmuştu. Gülümseyerek;
“Bu bir sinir hastalığı.” dedi.
Durumunu başka türlü anlatmasını istediğimi hatırlıyorum. Bütün eşyanın
duvarlara rastgele düzüldüğü, bir köşede ikonların önündeki kandilin çok parlak bir
ışıkla yandığı ve büyük yemek masasının beyaz örtüsü üzerinde bakır zincirlerin
gölgesinin sallandığı bu kadar garip bir odada ve böyle bir kız için, sinir
hastalığı aşırı basit bir şeydi.
Çocuksu ince sesini duydum:
“Sizin hakkınızda çok şey anlattılar. Ben de nasıl bir adam olduğunuzu görmek
istedim.”
Bu kız beni dayanılmaz bir bakışla süzüyordu. Mavi gözlerinde içimi okuyan
bir şeyler görüyordum. Böyle bir kızla konuşamıyor, konuşmasını bilmiyordum.
Herzen'in, Darwin'in, Garibaldi'nin resimlerine bakarak susuyordum.
Dükkânın içinden benim yaşımda, beyaz benizli, bayağı bakışlı bir çocuk
fırladı, mutfağın içinde yüksek sesle bağırarak kayboldu:
“Niye dışarı çıktın, Marya?”
Kız:
“Bu benim küçük kardeşim Aleksi'dir. Ben ebe okulunda okuyorum, ama
hastalandım işte. Siz niçin susuyorsunuz? Yoksa sıkılgan mısınız?” dedi.
Andrey Derenkov geldi. Kız kardeşinin yumuşak saçlarını sessizce okşadı,
onları dağıttı. Bana da ne gibi bir şey aradığımı sordu.
Derken kızıl kıvırcık saçlı, boylu boslu, yeşil gözlü bir kız göründü; bana
sert sert baktı ve beyaz kızın koluna girerek onu alıp götürürken;
“Yeter artık, Marya!” dedi.
Marya adı, kıza yakışmıyordu. Onun için kaba bir addı bu...
Garip bir heyecan içinde ben de kalkıp gittim. Bir gün sonra, akşama doğru,
yine aynı odada oturuyor, içindekilerin neyle ve nasıl yaşadıklarını anlamaya
çalışıyordum. İlginç bir yaşantıları vardı.
Sevimli, beyaz saçlı, saydam denebilecek kadar beyaz bir ihtiyar olan Stepan
İvanoviç odanın bir köşesinde oturmuş, koyu renk dudaklarını oynatarak oradan
bakıyor ve hafifçe gülümseyerek sanki yalvarıyormuş gibi;
“Bana dokunmayın!” diyordu.
İçinde bir tavşan ürkekliği, bir felaketin endişeli önsezisi yaşıyordu. Bunu
açıkça görüyordum.
Çolak Andrey, sırtında göğsü, yağ ve un lekeleri içinde sertleşmiş ve bir
ağaç kabuğuna dönmüş gri bir ceket, suçu yeni affedilmiş bir çocuk gibi suçlu suçlu
gülümseyerek ve âdeta yan yan yürüyerek odaya gelip gidiyordu. Dükkânda tembel ve
kaba bir delikanlı olan Aleksi ona yardım ederdi. Üçüncü kardeşi İvan, öğretmen
okulunda yatılı okuduğu için, eve yalnız bayramlarda gelirdi. Ufak tefek, üstü başı
temiz, saçları özenle taranmış, yaşlı devlet memurlarını andıran bir gençti. Hasta
Marya tavan arasında bir yerde oturur ve çok seyrek aşağı inerdi; ama indiği
zamanlar, sanki beni görünmez iplerle bağlıyorlarmış gibi kendimi iradesiz
hisseder, şaşkına dönerdim.
Derenkovların ev işlerine, ev sahibiyle aynı yerde oturan, tahta bebek yüzlü,
ters bir rahibe gibi sert bakışlı, uzun boylu ve zayıf bir kadın bakardı. Bunun
kızı, kızıl saçlı Nastya da ortalıkta dolaşırdı. Bu kız yeşil gözleriyle erkeklere
ne zaman baksa, sivri burnunun delikleri açılır, kapanırdı.
Ama, Derenkovların evinde gerçek ev sahipleri, üniversite, ilahiyat akademisi
ve veterinerlik fakültesi öğrencileriydi. Bunlar, Rus halkının dertlerine çare
bulmak çabası ve Rusya'nın yarını için sonsuz bir endişe içinde yaşayan gürültülü
bir insan bölüğünü oluşturuyordu. Hepsi de gazete makaleleriyle, henüz yeni okunmuş
kitaplardan çıkarılmış hükümlerle, şehir ve üniversitede olup bitenlerle
heyecanlanmış olarak, akşamları Kazan'ın dört bir bucağından Derenkov'un küçük
dükkânında toplanırlar, ateşli tartışmalar yaparlar, köşelerde fısıldaşırlardı.
Bunlar beraberinde kalın kitaplar getirirler, parmaklarıyla sayfaları gösterirler
ve herkes kendine göre hoş bulduğu gerçekleri kabul ettirme çabasıyla birbirlerine
bağırıp çağırırlardı. Tabi ben tartışmalarını iyi anlayamazdım. Gerçekler,
yoksulların sulu çorbalarındaki yağ damlacıkları gibi, laf kalabalığı içinde
kaybolup gidiyordu. Kimi üniversiteliler bana, aşağı Volga halkından bir tarikata
bağlı, bağnaz yaşlı okuyucuları hatırlatırdı. Ama karşımda, hayatı iyiye doğru
değiştirmeye çalışan ve içtenlikleri taşkın bir söz seli içinde kaybolmakla
beraber, onun içinde boğulmayan kimseler bulunduğunu da anlamıyor değildim. Onların
çözmeye uğraştıkları sorunlar, bence de bilinen şeylerdi ve bu sorunlara doğru
çözümlerin bulunmasına ben de yardım etmek istiyordum. Çoğu kez öğrencilerin
sözlerinde benim açığa vurulmamış düşüncelerim dile gelirdi ve bu adamlara,
kendisine özgürlük vadedilen bir esir gibi, neredeyse hayranlığa varan bir sevinçle
bakardım.
Onlar ise bana marangozların, alışılmışın üzerinde bir şeyler yapılabilecek
olan bir tahta parçasına baktığı gibi bakarlardı. Beni birbirlerine, tıpkı sokak
çocuklarının kaldırımda buldukları bakır bir beşliği gösterirken duydukları
övünmeyle;
“Kendi kendini yetiştirmiş!” diye tanıtırlardı.
Bana “kendi kendini yetiştirmiş” ya da “halk çocuğu” demeleri hoşuma
gitmiyordu. Kendimi hayatın yetim çocuğu gibi görüyor ve zaman zaman aklımın
gelişmesini düzenleyen kuvvetin ağırlığını çok fazla duyuyordum. Bir gün, kitapçı
dükkânlarından birinin vitrininde anlamını bilmediğim Özlü Sözler ve Kurallar
başlıklı bir kitap görünce, onu okumak hırsıyla yanıp tutuştum ve hemen ilahiyat
akademisi öğrencilerinden birine bunu bana vermesini rica ettim.
Geleceğin piskoposu kılıklı, zenci gibi kıvırcık siyah saçlı, kalın dudaklı
ve iri dişli bu adam, alaycı bir tavırla;
“Hoppala!” diye bağırdı, “Bunlar zırva şeyler, kardeşim. Sana ne verirlerse
onu oku ve gereksiz şeylere burnunu sokma!”
Hocanın kaba tavrı bana çok dokundu. Kitabı, paranın bir kısmını iskelelerde
çalışarak, diğer kısmını da Derenkov'dan borç alarak satın aldım. Onu hâlâ yanımda
saklarım. Satın aldığım ilk esaslı kitap buydu.
Kitaptaki yargıların çoğu oldukça sertti: “Toplumsal Bilimlerin Alfabesi”
bölümünü okuduğum zaman; yazar, uygar yaşayışın kuruluşunda çoban soyların oynadığı
rolü fazla abartmış, buna karşılık yağmacı göçebelere, avcılara haksızlık etmiş
gibi geldi bana. Bu şüphelerimi bir filoloğa anlattım. Adam, kadınsı yüzüne
inandırıcı bir anlam vererek eleştiri hakkı üzerinde tam bir saat konuştu. Sonunda
da bana sordu:
“Eleştiri hakkına sahip olman için, herhangi bir gerçeğe inanman gerek. Siz
neye inanıyorsunuz?”
Bu adam sokakta bile kitap okurdu. Kaldırımda yürürken yüzünü bir kitapla
örter, gelene geçene çarpardı. Tavan arasındaki odasında tifodan yatarken şöyle
bağırmıştı:
“Ahlak; özgürlük ve matematik kavramlarını ahenkli bir şekilde
bağdaştırmalıdır. Ahenkli, ah... ah... ah...”
Kronik gıdasızlıktan yarı hasta, sarsılmaz bir gerçeği inatla araştırmaktan
bitmiş, tükenmiş olan bu nazik adam, kitap okumaktan başka bir zevk bilmezdi ve iki
güçlü ideoloji arasındaki zıtlıkları uzlaştırdığını sandığı zamanlar, sevimli kara
gözleri çocuksu bir sevinçle gülümserdi. Kazan'daki hayatımdan bir on yıl sonra,
ona Harkof'ta yeniden rastladım. Beş yıl Kem'de sürgün kalmıştı. Şimdi yine
üniversitedeydi. Bana öyle geldi ki, zıt düşüncelerin karınca yuvasını andıran
kaosunda yaşıyordu. Kan tükürüyor ve soğuk, yapışkan parmaklarıyla saçlarını
yakalayarak boğuk boğuk bağırıyordu:
“Sentezsiz yaşanmaz!”
Üniversiteye giderken bir tramvay içinde öldü.
Ben bu, gerçeği bulmayı amaçlayan büyük çilekeşlerden birçoğunu gördüm;
anıları benim için kutsaldır.
Bunun gibi yirmi kadar insan Derenkov'un evinde toplanırdı. Aralarında
ilahiyat akademisi öğrencilerinden Panteleyman Sato adında bir Japon bile vardı.
Ara sıra, iri yarı, geniş omuzlu, gür ve uzun sakallı, başı Tatar biçimi tıraş
edilmiş bir adam da gelirdi. Boğazına kadar ilikli gri kazağının içinde sımsıkı
bağlanmış gibi görünürdü. Çoğu kez bir köşede oturur, kısa piposunu ağır ağır
çekiştirerek kül rengi, sakin ve araştırıcı gözleriyle herkesi süzerdi. Bakışı sık
sık ve ısrarla benim yüzüme takılıp kalırdı. Bu ciddi görünüşlü adamın,
düşüncesinde beni tarttığını hissediyor ve her nedense ondan ürküyordum. Sessizliği
garibime gidiyordu. Çevresindekilerin hepsi de çok yüksek sesle ve çok kesin
konuşuyordu. Sesleri ne kadar keskin yankılar yapıyorsa, benim de o kadar çok
hoşuma gidiyordu. Bu sert konuşmaların altında çoğu defa sefil ve ikiyüzlü
düşüncelerin gizlendiğini uzun zaman anlayamamıştım. Bu sakallı dev neden
susuyordu?
Ona “Hohol” diyorlardı. Galiba, Andrey'den başka adını bilen de yoktu. Çok
geçmeden, bu adamın on yıl kaldığı Yakutlar bölgesindeki sürgünden yeni geldiğini
öğrenmiştim. Bu haber ona karşı ilgimi canlandırdı, ama bana tanışma cesaretini
vermedi. Oysaki ben ne utangaç ne de korkaktım. Tersine her şeyi bir an önce
öğrenmek için heyecanlı bir hırs ve merak içinde kıvranıp duruyordum. Benim bu
huyum bütün ömrüm boyunca bir tek işe ciddi sarılmama engel olmuştur.
Halk üzerine konuştukları zaman bu konuda onlar gibi düşünemediğimi görüyor,
kendime karşı şaşkınlık ve güvensizlik duyuyordum. Onlara göre, halk demek; aklın
ve erdemin, ruh güzelliğinin ve iyiliğin örneği; hemen hemen tanrısal ve özünde
birliğin, güzelliğin, haklı ve görkemli şeyin tam anlamıyla kurulmuş bir yapısı
demekti. Ben böyle bir halk tanımıyordum. Marangozlar, hamallar, mermerciler
görmüştüm. Yakov'u, Ossip'i, Grigori'yi biliyordum. Burada ise tam tersine halkın
birliğinden söz ediyorlar, kendilerini, onun iradesine bağlı sayıyorlar ve ondan
aşağı bir yere koyuyorlardı. Ben bunun da tersine, güzelliği ve düşünce kuvvetini
asıl bu adamların temsil ettiğini ve hayat için, özgürlük için, onun yeni insanlık
kanunlarına göre yeni baştan kuruluşu için, insanca bir ihtirasın asıl bunların
içinde yanıp tutuştuğunu sanıyordum.
O ana kadar aralarında yaşadığım adamcıklarda asıl görmediğim şeylerden biri
de, insanlıktı. Oysa o, burada söylenen her sözde bağırıyor, her bakışta alevi
yanıyordu.
Halka tapan bu insanların sözleri, serinletici bir yağmur gibi, kalbime
dökülüyordu. Köyün iç karartıcı yaşayışından, büyük çilekeş köylüden söz eden o
saflık dolu edebiyat da, bana çok yararlı oldu. İnsanı çok kuvvetli, çok istekli
seversem, hayatın anlamını kavramak için gereken sevgi ve kuvveti elde
edebileceğimi hissediyordum. Kendimi düşünmekten artık vazgeçmiş, başkalarına karşı
daha dikkatli davranmaya başlamıştım.
Andrey Derenkov, ticaretten elde ettiği küçük gelirin hepsini, her şeyden
önce halkın mutluluğuna inanan insanların yardımına harcadığını bana gizlice
söyledi. O, kilise ayininde piskoposun arkasından içten bir bağlılıkla giden bir
diyakoz gibi ve onların çekişmeci ruhuna hayranlığını da gizlemeden bu insanların
arasında dönüp durur, mutlu mutlu gülümser, çolak elini koynuna sokarak, öbür
eliyle de yumuşak sakalını her yanından çekerek bana sorardı:
“Güzel değil mi? İşte böyle.”
Kaz tıslamasına benzer garip bir sese sahip Veteriner Lavrov, Narodniklere
ters yanıtlar verdiği zaman, Derenkov gözlerini korkuyla kapayarak fısıldardı:
“Ne asi adam!”
Onun Narodniklerle ilişkileri, benimkilerin aynıydı; ama öğrencilerin
Derenkov'a karşı tutumları bana biraz kaba görünürdü. Ona; efendinin, uşağına ya da
meyhane garsonuna karşı yaptığı gibi dikkatsizce davranırlardı. Kendisi bunun
farkında değildi. Çoğu kez yabancıları uğurladıktan sonra, beni orada yatmaya
alıkoyardı. Odayı temizler, sonra keçelerin üzerine yere uzanır, kandil ışığının
çok az aydınlattığı karanlığın içinde uzun uzun fısıldaşarak dostça konuşurduk. Bir
inanmışın içli sevinciyle bana şöyle derdi:
“Bunlar gibi daha yüzlerce, binlerce iyi insan toplanacak. Rusya'daki bütün
önemli makamları ele geçirecekler ve bütün hayatı birdenbire değiştirecekler!”
Benden on yaş kadar büyüktü. Kızıl saçlı Nastya'nın onun çok hoşuna gittiğini
görüyordum. Kızın ayartıcı gözlerine bakmaktan kaçınır, başkalarının önünde bir
patronun kuru ve dikkatli sesiyle konuşur, ama hasret dolu bir bakışla süzerdi.
İkisi yalnız kaldıkları zaman da, sakalıyla oynayarak heyecanlı heyecanlı
gülümserdi.
Onun küçük kız kardeşi de söz düellolarını bir köşecikten dinlerdi. Kızın
çocuk yüzü, sinir gerginliğinden, komik bir şekilde şişer, gözleri alabildiğine
açılır, konuşmalar sertleşmeye başladığı zaman da, sanki üzerine buzlu su
dökülüyormuş gibi, sesli sesli içini çekerdi. Kızıl saçlı bir doktor adayı onun
çevresinde ağırbaşlı bir horoz gibi dolaşır, sır dolu bir fısıltıyla onunla
konuşur, kaşlarını kurumlu kurumlu çatardı. Bütün bunlar çok ilginç şeylerdi.
Ama sonbahar geldi, çattı. Sürekli bir işim olmadan yaşamak benim için
olanaksız bir hâl aldı. Çevremde olup bitenlere fazla daldığım için gittikçe daha
az çalışıyor, insanın boğazında tıkanıp kalan el ekmeğiyle karnımı doyuruyordum.
Kış için kendime bir yer aramam gerekiyordu. Bunu da Vasili Semenov'un börekçi
fırınında buldum.
Hayatımın bu dönemini “Patron”, “Konovalov” ve “Yirmi Altı Erkek ve Bir Kız”
hikâyelerimde anlatmıştım. Ağır yıllardı bunlar, ama öğreticiydi!
O yıllar maddi bakımdan ağırdı, manevi bakımdan ise daha da ağırdı.
Fırının bodrumuna indiğim zaman, kendilerini görmeye ve duymaya alıştığım o
adamlarla aramda bir unutkanlık duvarı yükseliyordu. Eski arkadaşlarımdan hiçbiri
beni görmeye fırına gelmiyordu. Bense günde on dört saat çalıştığım için, sıradan
günlerde Derenkov'a gidemiyordum. Bayramlarda da ya uyuyor ya da iş arkadaşlarımla
kalıyordum. Bunların bir kısmı daha ilk günlerden beri bana eğlendirici bir
soytarıya bakar gibi baktılar. Bir kısmı da kendilerine meraklı masallar anlatan
birisine karşı çocukların gösterdiği masum sevgiyle davrandılar. Bu adamlara neler
anlattığımı bilse bilse, bir şeytan bilebilir. Ama, tabi anlattıklarımın hepsi
onlara daha hafif ve daha ölçülü bir yaşamanın mümkün olduğu umudunu veren
şeylerdi. Arada sırada bunu beceriyor ve şişkin yüzlerinin insanca bir acıyla
parladığını, gözlerinin de hakaret ve hınçla alevlendiğini gördükçe, kendimi bir
bayram havası içinde hissediyor, halk arasında çalıştığımı, halkı aydınlattığımı
gururla düşünüyordum.
Ama hayatın, hatta gündelik hayatın en basit sorunlarına yanıt verebilmek
konusundaki yetersizliğimi, bilgi eksikliğimi, zavallılığımı görmek, daha sık
başıma geliyordu. Böyle anlarda kendimi, içinde insanların yalnızca gerçeği
unutmaya çalıştıkları ve bu unutkanlığı meyhanelerle fahişelerin soğuk kucaklarında
buldukları dar bir çukura atılmış hissederdim.
Genelevlere her ay, aylığın ödendiği gün gitmeleri zorunluydu. Bu haz için,
mutlu güne bir hafta kala hayal kurmaya başlarlar ve onu tattıktan sonra da,
duydukları zevk ve şehveti birbirlerine saatlerce anlatırlardı. Bu konuşmalarında
erkeklik yamanlıklarıyla edepsizce övünürler, kadınlarla pis pis alay ederler,
onlardan tiksintiyle tükürerek söz ederlerdi.
Ama, tuhaf şey, bütün bunların ardında ben bir üzüntü ve utanma duyar gibi
olurdum. Görüyordum ki, bir ruble ile bir dişinin tüm gece için satın alınabildiği
eğlence evlerinde arkadaşlarım sıkılgan ve suçlu gibi davranıyorlardı ve bu bana
doğal görünürdü. Aralarından bir kısmı da, çok hoyratça ve zorbaca davranırlardı.
Ben de bu davranışlarında ikiyüzlülük ve yalan sezerdim. Cinsler arasındaki
ilişkiler beni de yakından ilgilendiriyordu ve bütün bu işleri özel bir dikkatle
izliyordum. Kendim kadın cilvelerini henüz tatmış değildim. Bu da beni çok kötü bir
duruma düşürüyordu. Kadınlar da, dostlar da, benimle acı acı alay ediyorlardı.
Eğlence evlerine beni de davet etmekten çabuk vazgeçtiler ve bana açıkça
söylediler:
“Sen kardeş, bizimle gelme!”
“Niçin?”
“Öyle işte! Seninle aramız iyi değil...”
Bu sözlerden benim için önemli bir şey sezerek adamakıllı alındım, ama daha
aydınlatıcı bir yanıt da alamadım.
“Sen bu kafanla... dedik ya... Gelme!... Seninle canımız sıkılıyor...”
Yalnız Artem gülümseyerek şöyle dedi:
“Papaz veya babamız yanımızdaymış gibi oluyor da...”
Kızlar önce benim bu durumumla alay ettiler, sonra gücenmiş gibi soruşturmaya
başladılar:
“İğreniyor musun?”
Evin maması, nazlı ve güzel kırklık “kız” Tereza Boruta, zeki gözleriyle bana
cins bir köpek gibi bakarak şöyle dedi:
“Kızlar, bunu bırakalım. Kesinlikle nişanlısı vardır. Öyle değil mi? Böyle
bir canavarı ancak nişanlısı durdurabilir!”
Bu kadın alkolikti, durmadan içiyordu. Sarhoş olunca da iğrençleşiyordu. Ama
ayıldığında, adamlara karşı ince ruhlu davranışı ve yaptıklarının anlamını kavramak
yolundaki sakin araştırıcılığıyla beni şaşkınlığa düşürürdü. Dostlarıma şöyle
derdi:
“En anlaşılmaz millet, şu üniversite öğrencileridir. Kızlara bakın neler
yapıyorlar; döşemelere sabun sürdürürler, kızları çırılçıplak soyarak dört ayak
üzerinde durdururlar, el ve ayaklarının altına tabaklar koyarlar, sonra nereye
kadar yuvarlanacaklar diye arkalarından iterler. Sırayla bütün kızlara hep aynı
şeyi yaparlar. İşte böyle! Bunlar niçin oluyor?”
“Yalan söylüyorsun.” dedim.
Tereza kızmaksızın yavaşça;
“Oh, hayır.” dedi.
Yavaşlığında beni ezen bir şey vardı.
“Sen bunları kafandan uyduruyorsun!” diye tekrarladım.
Tereza gözlerini açarak sordu:
“Bir kız kafasından böyle şeyleri nasıl uydurabilir? Yoksa ben deli miyim?”
Orada bulunanlar tartışmamızı dikkatle dinliyorlardı. Tereza ise, sadece tek
bir şeyi, “niçin”i anlamak isteyen bir kimsenin sakin tavrıyla müşterilerinin
yeteneklerini anlatıp duruyordu.
Dinleyenler, iğrençlikle tükürüyor, öğrencilere okkalı küfürler
savuruyorlardı. Sevmiş olduğum kimselere karşı Tereza'nın bir düşmanlık
uyandırdığını görünce, ben de öğrencilerin halkı sevdiklerini, onun iyiliğini
istediklerini söyledim.
“Senin dediklerin Voskresenski Caddesi'ndeki üniversitelilerdir. Ben burada
Arskiy Meydanı'ndaki ilahiyatçılardan söz ediyorum. O cübbelilerin hepsi yetim
çocuklardır. Yetimler büyüyünce ya kocaman bir hırsız olurlar ya da yaman bir
soytarı. Kötü adam olarak yetişirler. Yetimin hiçbir dayanağı yoktur!”
Mamanın sakin anlatışları ve kızların öğrenci, memur ve genel olarak temiz
müşterilerden acı acı şikâyetleri, arkadaşlarımda yalnız nefret ve düşmanlık değil,
hemen hemen sevinç de uyandırıyordu ve bunu da şu sözlerle anlatıyorlardı:
“Desene, okumuşlar bizden de kötü!”
Böyle sözler duymak bana acı geliyor, gücüme gidiyordu. İnanıyordum ki, bütün
bilmeceli sözler, aşkın dert ve acıları üzerindeki acıklı şarkılar, aydınların
hayatı hakkındaki korkunç efsaneler, her anlaşılmaz şeye karşı alaycı ve düşmanca
eğilimler, hepsi hepsi, içgüdünün ve hayattaki can sıkıntısının insanları içine
tıktığı şu deliklerde doğuyordu. Yine inanıyordum ki, şu eğlence evleri birer
üniversite rolünü oynuyorlardı ve arkadaşlarım bilgilerini, ama çok zehirli
bilgilerini, burada ediniyorlardı.
Görüyordum ki, şehvet kızlarının bacakları, tembel tembel sürünerek pis
döşemelerde sallanıyor; pörsümüş vücutları, armoniğin sinirlendirici çığlıkları ya
da bozuk bir piyanonun usandırıcı gıcırtıları arasında iğrenç bir şekilde
çırpınıyor, kıvranıyordu. Görüyordum ve içimde bir sürü belirsiz, endişeli
düşünceler doğuyordu. Etrafımı çevreleyen her şeyden can sıkıntısı fışkırıyor, bir
yere kaçmak istemenin zayıflığı ruhumu zehirliyordu.
Fırında tartışma sırasında, hiçbir karşılık beklemeden halk için mutluluk ve
özgürlük çarelerini arayan insanlar bulunduğunu söylemeye kalkışınca diğerleri bana
şöyle yanıt verdiler:
“İyi ama, kızlar onlar için başka şeyler anlatıyorlar.”
Beni küstahça bir onursuzlukla ve acımasızca alaya aldılar. Bense, hayal
peşinde koşan bir köpek yavrusuydum, kendimi yaşlı itlerden daha aptal ve daha
cesur buluyordum. O zaman ben de kızıyordum. Hayat üzerindeki düşüncelerin hayatın
kendisinden daha az acı olmadığını anlamaya başlayınca, zaman zaman ruhumda,
yanlarında çalıştığım inatçı, sabırlı insanlara karşı nefret duygularımın
kabardığını hissediyordum. Beni en çok çileden çıkaran şey, onların sefalete
dayanma yetenekleri ve sarhoş patronun deli fişek sataşmalarına umutsuzca boyun
eğişleriydi.
Sanki özellikle tam da bu acı günlerde, tamamen yeni bir düşünceyle
karşılaştım. Gerçi bu fikirler benim düşüncelerime karşıt, benimsediğim ilkelere
aykırıydı, ama beni çok sarstı.
O fırtınalı kış gecelerinden biriydi. Vahşi uğultusuyla rüzgâr, gök kubbeyi
küçücük parçalara bölmüş, parçalar da yeryüzüne düşerek onu baştan başa buzdan bir
toz içine boğmuş sanırdınız. Sanki yerde hayat diye bir şey kalmamış, güneş sönmüş
ve artık bir daha doğmayacakmış gibiydi. Şehrin bütün çamuru, şu yarı karanlık
odacıklarda, çirkef çukurlarına akar gibi toplanıyor, duman dolu bir ateşte
kaynıyor, bir düşmanlık ve kötülük içinde köpürerek gerisin geriye yine şehre
yayılıyordu. İşte böyle bir gecede, Perhiz haftasında Derenkov'dan çıkmış, fırına
dönüyordum. Müthiş ayaklanmanın bulanıp kaynaşması içinde, gözlerimi rüzgâra karşı
kapayarak yürüyordum. Ansızın yaya kaldırımının üzerine uzanmış bir adama çarparak
düştüm. İkimiz de küfürü bastık, ben Rusça, o Fransızca;
“Hay, kör şeytan!...”
Bu merakımı uyandırdı, adamı tuttum, ayağa kaldırdım. Ufak tefek, hafif bir
şeydi. Beni dürterek öfkeyle bağırdı:
“Şapkamı... Lanet olsun size! Bana şapkamı verin, donacağım!”
Aradım, şapkasını karlar arasında buldum, silkeleyerek saçları darmadağın
başına giydirdim, ama adam şapkayı başından çıkardı ve elinde sallayarak beni de
kovarak iki dilde küfretmeye başladı:
“Defol!”
Birdenbire ileri atıldı ve fırtınanın uğultusu içine dalıverdi. Yoluma devam
ederken biraz ötede ona yine rastladım. Sönmüş bir fenerin tahta direğine sarılmış
duruyor ve çok kandırıcı bir tonla söyleniyordu:
“Lena, mahvoluyorum. Oh Lena...”
Sarhoşa benziyordu ve orada bıraksaydım kesinlikle soğuktan donacaktı. Nerede
oturduğunu sordum. Ağlamaklı bir sesle bağırdı:
“Burası hangi sokak? Nereye gideceğimi bilmiyorum.”
Belinden tuttum ve nerede oturduğunu yeniden sorarak götürmeye başladım.
Titreye titreye homurdandı:
“Bulak'ta... Bulak'ta! Banyolar, ev orada...”
Doğru yürüyemiyor, yalpalıyordu. Benim de yürümeme engel oluyordu. Dişlerinin
takırtısını duyuyordum. Beni iterek söyleniyordu:
“Si tü save...”(*)
“Ne diyorsunuz?”
Durdu, elini kaldırdı ve daha açıkça ve görünür bir gururla:
“Si tü save u jö te men.”(**) dedi.
Parmaklarını ağzına soktu. Düşecek gibi sallanıyordu. Çömelerek onu sırtıma
aldım ve taşımaya başladım. O çenesini kafama dayayarak mırıldanıyordu:
“Si tü save... Ama donacağım. Ah, Tanrım!...”
Bulak'ta hangi evde oturduğunu çok güç öğrenebildim. Sonunda bir avlunun
derinliğinde, kar yığınları arasında kalmış küçük bir evin koridoruna girdik.
Eliyle kapıyı yokladı, dikkatle vurdu ve fısıldadı:
“Yavaş!”
Kapıyı, elinde yanık bir mum tutan kırmızı roblu bir kadın açtı. Bize yol
vererek sessizce kenara çekildi ve nereden çıkardığını bilemediğim tek saplı bir
gözlükle beni süzmeye başladı.
Kadına, bu adamın ellerinin herhâlde donduğunu, onu soyarak yatağa yatırması
gerektiğini söyledim. Hoş ve genç bir sesle;
“Öyle mi?” diye sordu.
“Ellerini soğuk suya sokmalısınız.”
Kadın elindeki gözlükle bana sessizce köşeyi gösterdi. Orada resim sehpasının
üzerinde ırmağı ve ağaçları gösteren bir tablo vardı. Şaşkınlıkla kadının yüzüne
baktım. Şaşılacak derecede sakindi. Odanın köşesinde, üzerinde pembe abajurlu bir
lambanın yandığı masaya doğru gitti, sandalyeye oturdu, masadan bir kupa valesi
alarak bakmaya koyuldu.
Yüksek sesle ona sordum:
“Sizde votka yok mu?”
Yanıt vermedi, iskambil kâğıtlarını masanın üzerine yaydı. Getirdiğim adam,
başını aşağı eğmiş, kırmızı ellerini boydan boya yana sarkıtmış, bir sandalyede
oturuyordu. Onu divana taşıdım ve hiçbir şey anlamadan, sanki rüyadaymışım gibi,
onu soymaya başladım. Divanın dayandığı duvar baştan başa resimlerle kaplıydı.
Aralarında da beyaz kurdeleli altın yaldızlı bir taç donuk donuk parıldıyordu.
Kenarında altın harflerle şunlar yazılıydı: “Eşsiz Gilda'ya.”
Ellerini ovuşturmaya başladığım zaman adam inledi:
“Lanet olsun, daha yavaş!”
Kadın konuşmadan telaşlı telaşlı kâğıtları açıyordu. Bir kuş gibi sivri
burunlu yüzünü, büyük ve hareketsiz gözleri aydınlatıyordu. Birdenbire peruk gibi
kabarık beyaz saçlarını küçük bir kız gibi elleriyle yukarı kaldırdı ve yavaş, ama
berrak bir sesle sordu:
“George, Mişa'yı gördün mü?”
George beni öteye itti, çarçabuk doğruldu ve aceleyle yanıt verdi:
“O Kiev'e gitti ya...”
Kadın gözlerini kâğıtlardan kaldırmaksızın tekrar etti:
“Evet, Kiev'e...”
Sesinin kupkuru çıktığını ve hiçbir anlam taşımadığını fark ettim.
“Yakında gelir...”
“Öyle mi?”
“Evet, öyle... Yakında...”
Yarı soyunuk olan George yere atladı ve iki adımda kadının ayakları dibine
diz çökerek ona Fransızca bir şeyler söyledi. O Rusça yanıt verdi:
“İçim rahat.”
George kadının dizleri üzerindeki elini okşayarak aceleyle anlatmaya başladı:
“Ben yolumu kaybettim, biliyor musun? Tipi, korkunç bir fırtına... Neredeyse
donacaktım.”
George kırk yaşlarında vardı. Kalın dudaklı, kırmızı ve siyah bıyıklı yüzü,
korkmuş ve endişeli görünüyordu. Yuvarlak kafasındaki bir domuzunki gibi dimdik,
beyaz saçlarını sert bir şekilde sıvazlıyor ve gittikçe daha ayık bir sesle
konuşuyordu.
Kadın ne soruyor ne de onaylıyor gibi bir tavırla,
“Yarın, Kiev'e gidiyoruz.” dedi.
“Evet, yarın! Ama sen dinlenmelisin. Niçin yatmıyorsun? Saat epeyce geç
oldu.”
“Mişa bugün gelmeyecek mi?”
“A, hayır! Böyle bir tipide... Haydi uzanmaya gidelim.”
Adam masadan lambayı alarak onu kitap dolabının arkasındaki küçük bir kapıya
götürdü. Ben, onun kısık, biraz boğuk sesini dinleyerek ve hiçbir şey düşünmeden
uzun zaman yalnız başıma oturdum. Pencerenin camına dışarıdaki ağacın gür dalları
sürünüyordu. Mumun cılız alevi, erimiş kar sularına yansıyordu. İçerisi tıklım
tıklım eşya doluydu. Garip, ılık bir koku düşüncemi uyuşturuyordu.
George ansızın sallana sallana çıkageldi. Abajuru şişesine çarparak
tıkırdayan lambayı elinde tutuyordu.
“Uzandı.” dedi.
Lambayı masaya koydu, odanın ortasında düşünceli düşünceli durdu ve bana
bakmadan konuşmaya başladı:
“Ee, şimdi?... Sen olmasaydın kesin gidiyordum. Teşekkür ederim. Sen kimsin?”
Başını yana eğdi, bitişik odadaki hışırtıya kulak verdi ve hafifçe irkildi.
Ona yavaşça sordum:
“Karınız mı?”
Adam, bakışları yerde, kısık bir sesle;
“Karım... Her şeyim. Bütün hayatım!” dedi ve yine sert sert başını
avuçlarıyla ovuşturmaya başladı.
“Bir çay içsek, ne dersin?”
Dalgın dalgın kapıya yürüdü, ama hizmetçinin balık yediğini ve zehirlenerek
hastaneye kaldırıldığını hatırlayarak durakladı.
Semaveri yakmayı önerdim. Başını sallayarak razı oldu ve galiba yarı soyunmuş
olduğunu unutarak ayaklarını ıslak döşemede sürüye sürüye beni küçük mutfağa
götürdü. Burada sırtını ocağa dayayarak tekrarladı:
“Sen olmasaydın, donup gitmiştim. Teşekkür ederim.”
Birdenbire yeniden irkilerek korkudan büyümüş gözlerle ısrarla bana baktı.
“O zaman bunun hâli ne olurdu? Oh, Tanrım!..”
Kapının karanlık deliğine bakarak, hızlı bir fısıltı hâlinde;
“Hasta, görüyorsun.” dedi. “Müzisyen oğlu Moskova'da kendini vurdu. O da
aşağı yukarı iki yıldır hep onu bekliyor...”
Sonra çaylarımızı içerken bağlantısız ve alışılmış sözlerle, kadının mal
sahibi, kendisinin tarih öğretmeni olduğunu ve kadının oğluna özel ders verdiğini,
kadına âşık olduğunu; kadının da bir Alman baronu olan kocasından boşandığını ve
ilk kocasının hayatını mahvetmek için her çareye başvurmasına rağmen onunla çok iyi
yaşadıklarını anlattı.
Ocak döşemesi çürümüş kirli mutfağın loşluğunda bir şeye dikkatle bakarak ve
gözlerini yarı yumarak anlatıyor, yüzünü buruşturuyor, gözleri korkuyla açılıp
kapanıyordu.
Bir kere daha sordu:
“Sen kimsin? Ha, fırın işçisi, börekçi. Garip şey, sana hiç de yakışmıyor.
Doğru mu söylüyorsun?”
Sözlerinde endişe seziliyor, kovalanan bir adamın gözleriyle ve şüpheyle bana
bakıyordu.
Kendimi kısaca ona anlattım.
Hafifçe bağırdı:
“A, böyle mi? Demek böyle, ha?”
Birden canlanarak sordu:
“Çirkin ördek yavrusu hikâyesini biliyor musun, okudun mu?”
Yüzü birden değişti. Biraz kısık sesinin doğal olmayan hâliyle beni
şaşkınlığa düşürerek öfkeyle konuşmaya başladı:
“Bu hikâye insanı baştan çıkarır! Senin yaşındayken, benim de kafamdan
geçerdi “Acaba o kuğu ben miyim?” sorusu... Ama işte... ilahiyata gitmem istendi.
Üniversiteye gittim. Babam papazdı. Beni kovdu. İnsanlığın felaket tarihini,
gelişim tarihini Paris'te okudum. Yazdım da. Oh, ne gereği var bütün bunları sana
anlatmamın...”
Sandalyeden fırladı, etrafı dinledikten sonra devam etti:
“Gelişim sözünü kendilerine bir teselli diye uydurmuşlar! Hayat adil değil.
Her türlü anlamdan yoksun. Bağımsız bir gelişim yok. Çoğunluk azınlığa boyun
eğmedikçe, insanlığın ilerlemesi durur. Yaşayışımızı, çalışmamızı düzeltelim
derken, onu daha da karıştırıyor, zorluklarımızı artırıyoruz. Bir sürü fabrika ve
makine. Niçin? Daha fazla makine yapmak için. Bu aptalca bir şeydir! İşçiler
gittikçe çoğalıyor. Oysa ekmek üreticisi köylüden başka kimseye gerek yok. Emek
harcayarak doğadan alınması gereken tek şey ekmektir. İnsanın ihtiyacı ne kadar az
olursa, mutluluğu o kadar büyük olur. İstekleri ne kadar çoğalırsa, özgürlüğü o
kadar azalır.”
Belki bu sözleri değil, ama bu şaşılacak düşünceleri bu kadar keskin ve
çıplak olarak ilk kez duyuyordum. Adam heyecandan bağırmaya başlayınca susuyor,
gözlerini iç odalara açılan kapıya korkuyla dikiyor, bir an sessizliği dinliyor,
sonra yine hırsla mırıldanıyordu:
“Anla şunu, insana çok şey gerekli değil. Bir dilim ekmek ve bir kadından
başka...”
Kadın üzerine mistik bir fısıltıyla, bilmediğim sözlerle, okumadığım
mısralarla konuşmaya başlayınca ansızın hırsız Başkin'e benzedi!
Beatris, Fiyameta, Laura, Ninon gibi bilmediğim isimler fısıldıyor, bana
kralların, şairlerin aşklarını anlatıyor, dirseğine kadar çıplak ince koluyla tempo
tutarak Fransızca mısralar okuyordu.
“Dünyayı yöneten aşk ve açlıktır!”
Onun ateşli mırıltısını dinlerken bu sözlerin “Açlık Çarı” devrimci
broşürünün başlığı altında dizili olduğunu hatırlıyordum, bu da düşüncelerime özel
bir anlam veriyordu.
“İnsanlar unutmak istiyor ve teselli arıyorlar, bilgi değil!”
Bu düşünce beni allak bullak etti.
Mutfaktan sabah çıktığımda, duvardaki küçük saat altıyı geçiyordu. Fırtınanın
uğultusunu dinleyerek kurşuni karanlıkta kar yığınları üzerinde yürüyor ve çökmüş
adamın kudurgan çığlıklarını hatırlayarak sözlerinin boğazımda takılıp kaldığı,
beni boğduğunu hissediyordum. Fırına gitmek ve insan görmek istemiyordum. Üzerimde
yığın yığın kar taşıyarak ortalık iyice ağarıncaya ve kar dalgaları arasında şehir
halkının görüntüleri belirinceye kadar, Tatar mahallesinin sokaklarında dolaştım,
durdum.
Hocaya bir daha hiç rastlamadım, rastlamak da istemiyordum. Ama sonraları,
birkaç kez daha, hayatın anlamsızlığı ve çalışmanın yararsızlığı üzerine konuşmalar
dinledim. Bunları cahil aylaklar, yersiz, yurtsuz serseriler, “Tolstoycular” ve
yüksek öğrenim görmüş kimseler söylüyorlardı. Bir keşiş, bir ilahiyat doktoru,
patlayıcı maddeler üzerinde çalışan bir kimyager, neovitalist bir biyolog ve daha
birçok kişi hep böyle konuşuyorlardı. Fakat bu düşünceler, benim üzerimde artık
onları ilk kez duyduğum zamanki kadar kuvvetli bir etki yapmıyorlardı.
Bundan ancak iki yıl önce, yani bu konu üzerinde ilk tartışmadan otuz yıl
kadar sonra, aynı düşünceleri ve hemen hemen aynı sözlerle, hiç beklenmedik bir
kimseden, tanıdığım yaşlı bir işçiden de dinledim.
Onunla içten bir sohbete dalmıştık. Acı acı gülümseyerek kendine “büyük bir
politik böcek” diyen bu adam, galiba sadece Ruslara özgü o pervasız içtenlikle bana
şöyle demişti:
“Aleksey Maksimiç, azizim, bana göre hiçbir şeyin gereği yok. Bütün bunlar;
akademiler, bilimler, uçaklar gereksiz şeylerdir. Gerekli olan, yalnız sakin bir
köşe ve istediğim zaman öpebileceğim, ruhu ve bedeniyle dürüst karşılık
görebileceğim bir kadındır. Evet! Oysa siz bir aydın gibi düşünüyorsunuz, siz artık
bizden değilsiniz, zehirlenmiş bir adamsınız. Sizin için düşünce insanlardan
üstündür. Siz, Yahudiler gibi düşünüyorsunuz. İnsan cumartesi günü için mi
yaratıldı?”
“Yahudiler böyle düşünmez...”
Sigarasının izmaritini nehre atarak ve onu gözleriyle izleyerek şöyle yanıt
verdi:
“Onların nasıl düşündüğünü şeytandan başka kimse bilmez, karanlık bir millet
onlar...”
Mehtaplı bir sonbahar gecesiydi. Neva rıhtımında granit bir sıra üzerinde
oturuyorduk. İkimiz de iyi ve yararlı bir şey yapmak isteğiyle boşuna çırpınarak
geçen bir günden sonra yorulmuş, bitmiştik.
Düşünceli bir tavırla sakin sakin devam etti:
“Siz bizimle berabersiniz, ama bizden değilsiniz, benim dediğim bu. Aydınlar,
huzursuzluktan hoşlanır. Onlar eskiden beri hep ayaklanma peşindedirler. Nasıl ki
İsa bir idealistti ve dünya dışı amaçlar uğruna ayaklanmıştı; bütün düşünce dünyası
da, bir ütopya uğruna ayaklanıyor. İdealist bir amaç için ayaklanıyor ve onunla
beraber değersizlik ve süflilik adına ne varsa her şey, bütün serseriler ve hayatta
kendilerine bir yer bulamamış kimseler de ayaklanıyor. İşçi, üretim araçlarının, iş
ürünlerinin haklı bir şekilde paylaşılması isteğiyle ayaklanıyor. Bunun sonunda
iktidarı ele geçirse, devletle uyuşacak mı sanıyorsunuz? Asla! Hepsi dağılacak ve
herkes kendi çıkarına rahat bir köşecik bulacak...
Teknik mi diyorsunuz? Bu, boynumuzdaki düğümü daha da sıkıyor, bizi daha sıkı
bağlıyor. Hayır, gereksiz zahmetlerden kurtulmalıyız. İnsan huzur arıyor.
Fabrikalar ve bilimler huzur getirmeyecek. Bireyin çok az şeye ihtiyacı var. Bana
gerekli olan küçük bir ev, ne diye koca bir şehir kurayım? İnsanların toplu olarak
yaşadığı yerlerde, su yollarına, kanalizasyona, elektriğe ihtiyaç var. Ama
bunlarsız yaşamayı bir deneseniz, göreceksiniz, ne kolaymış yaşamak! Hayır,
içimizde ne çok gereksiz şeyler var ve bütün bunlar aydınlar yüzünden. Bunun için
de ben şöyle diyorum: Aydınlar zararlı bir topluluktur.”
Ona, hayatın anlamını bu kadar derin ve bu kadar kesin bir şekilde biz Ruslar
kadar, kimsenin berbat etmediğini söyledim.
Karşımdaki gülümseyerek;
“Ruhça en özgür millet biziz de ondan. Yalnız gücenmeyiniz, ben doğruyu
söylüyorum, bizim içimizde benim gibi düşünen milyonlarca insan var. Ama ne yazık
ki, söylemesini bilmiyorlar. Hayatı basitleştirmek gerek, o zaman insanlara daha
güzel gelecektir.” dedi.
Bu adam hiçbir zaman “Tolstoycu” olmamıştı. Hiçbir zaman anarşistçe bir
eğilim göstermemişti. Onun ruhça gelişmesinin tarihini iyi biliyordum. Onunla bu
tartışmadan sonra elimde olmayarak düşündüm; ya milyonlarca Rus, gerçekten de
devrinin ağır sıkıntılarına sadece ruhunun derinliğinde beslediği çalışmaktan
kurtulmak umuduyla katlanacaksa, o zaman ne olacak? Az bir çabaya karşılık bol bir
nimet... Bütün ütopyalar gibi, çok çekici ve aldatıcı bir şeydir.
Sonra Henrik İbsen'in şu mısralarını hatırladım:
Ben mi muhafazakârım? Hayır, asla!
Ömrüm boyunca neysem şimdi de oyum.
Taşların yerini değiştirmeyi sevmem,
Ama oyunu altüst etmek isterim.
Ben bir tek devrim hatırlarım ki
Sonrakilerin hepsinden daha akıllıcaydı,
Ve yakıp yıkacaktı da her şeyi
Kastetmek istiyorum Tufan'ı.
Ama o zaman da aldattılar şeytanı
Biliyorsunuz, Nuh diktatör oldu.
Oh, bu iş daha dürüstçe yapılabilseydi,
Ben size yardım etmekten çekinmezdim.
Siz hele uğraşın bir Tufan için,
Nuh'un gemisine torpili ben atarım.
Koronun sesleri arasından derin bir bas sesi yükseliyordu. Eğilip ellerimi
dizlerime dayayarak pencereden içeriye baktım. Perdelerin dantelleri arasından dört
köşe bir yer görüyordum. Kurşuni duvarlarını mavi abajurlu küçük bir lamba
aydınlatıyordu. Lambanın önünde, yüzü pencereye dönük bir kız oturmuş, yazı
yazıyordu. İşten başını kaldırdı ve kırmızı saplı kurşun kalemiyle şakağındaki saç
buklelerini düzeltti. Gözleri yarı kapalıydı, yüzü gülümsüyordu. Mektubu yavaşça
katladı, zarfın kenarını diliyle ıslatarak yapıştırdı ve masanın üstüne koyarak,
benimkinden daha da küçük olan başparmağıyla onu kontrol etti. Ama işte mektubu
yine eline aldı, kaşlarını çatarak zarfı yırttı, okudu, başka bir zarfa koyup,
masanın üzerine eğilerek adresi yazdı, zarfı beyaz bayrak gibi havada salladı.
Odada daireler çizerek ve ellerini çarparak yatağının bulunduğu köşeye gitti, sonra
oradan gömleksiz geri döndü, omuzları tatlı puf böreği gibi yuvarlaktı. Lambayı
masadan aldı ve köşede kayboldu. İnsanın tek başına kalınca nasıl davrandığını
izlediğin zaman, onu deli sanırsın. Avluda bir yukarı, bir aşağı dolaşıyor ve bu
kızın, evinde yalnız kaldığı zaman ne garip bir hayat sürdüğünü düşünüyordum.
Kızın yanına kızıl saçlı öğrenci gelip de ona hemen hemen fısıltı gibi alçak
bir sesle bir şeyler söylediği zaman, o bütün bütün büzülüyor, daha da küçülüyordu.
Ona ürkek ürkek bakıyor, ellerini ya arkasına ya da masanın altına gizliyordu. Bu
kızıl saçlı genç hiç hoşuma gitmiyordu.
Bacaksız kız sallana sallana ve şalına sarılı olarak geldi ve mırıldandı:
“Fırına git...”
Fırıncı, hamuru tekneden çıkarırken, sevgilisinin ne kadar doyurucu ve
yorulmaz bir kız olduğunu anlatıyordu, ben ise düşünüyordum:
“Bundan sonra benim hâlim ne olacak?”
Çok yakınımda bir yerlerde, ilk köşenin ardında beni büyük bir felaket
bekliyormuş gibi geliyordu. Börek fırınının işleri o kadar iyi gidiyordu ki,
Derenkov daha geniş yeni bir fırın aramaya ve bir yardımcı daha almaya karar verdi.
Bu çok iyiydi. İşlerim öyle fazlaydı ki, ölesiye yoruluyordum.
Ustam bana;
“Yeni fırında, sen birinci yardımcım olacaksın. Sana ayda on ruble
vermelerini söyleyeceğim. Evet söyleyeceğim.” dedi.
Benim birinci yardımcı olmamın onun işine geldiğini anlıyordum. Çalışmayı hiç
sevmiyordu. Oysa ben seve seve çalışıyordum. Yorgunluk bana iyi geliyor, iç
sıkıntılarımı unutturuyor, cinsel içgüdümün zorlu isteklerini frenliyordu. Tek kötü
yanı, okumama zaman bırakmamasıydı.
Fırıncı:
“Kitapları bıraktın, iyi ettin. Fareler yesin onları! Ama rüya görmemen
mümkün mü? Sen de görüyorsundur, ama anlaşılan söylemiyorsun. Çünkü gizliliği
seviyorsun. Tuhaf şeyler... Rüya anlatmak kimseye zarar vermez. Bunda korkacak bir
şey de yok...”
Bana karşı çok iyi davranıyor, hatta bana saygı da gösteriyor gibime
geliyordu. Belki de, patronun adamı diye, benden korkuyordu. Ama ne saygısı ne de
korkusu, devamlı hırsızlık etmekten onu alıkoyamıyordu.
Ninem ölmüştü. Ölümünü, kuzenimin gönderdiği bir mektupla, gömülüşünden yedi
hafta sonra öğrendim. Noktasız ve virgülsüz mektupta, ninemin kilise basamaklarında
dilenirken düşerek ayağını kırdığı yazıyordu. Sekizinci gün kangren olmuş. Sonradan
öğrendiğime göre, genç ve sağlıklı olan iki kuzenim, kız kardeşi ve çocukları,
ninemin dilenerek topladığı paraları yiyerek onun sırtından geçiniyorlarmış. Bir
doktor çağırmayı bile akıl edememişler.
Mektupta şunlar yazılıydı:
“Onu Petropavlovsk'a gömdük. Hepimiz mezara kadar gittik. Onu çok seven
dilenciler de oradaydı ve hepsi ağlıyordu. Dedemiz de ağlıyordu. Bizi kovarak
kendisi mezarın başında kaldı. Biz çalıların arasından nasıl ağladığını izledik.
Yakında o da ölecek.”
Ben ağlamadım, yalnızca sırtımdan buz gibi bir rüzgârın geçtiğini
hatırlıyorum. Gece avluda bir odun yığınının üstünde otururken, herhangi birisine
ninemin iyi yürekli, akıllı ve bütün insanların annesi olduğunu söylemek için
içimde şiddetli bir istek duyuyordum. Bu yoğun isteğimi yıllar yılı ruhumda
taşıdım, ama söyleyecek kimse bulamadım ve böylece söylemeye fırsat bulamadan kül
oldu gitti.
Uzun yıllar sonra, A.P. Çehov'un, oğlunun ölümü hakkında beygiriyle konuşan
arabacı hikâyesini, o şaşılacak derecede gerçekçi parçayı okuduğum zaman, o günleri
hatırladım. O çok kederli günlerimde, yanımda ne bir beygir ne de bir köpek
bulunmadığına ve fırında iyi birer dost gibi geçindiğimiz o sürü sürü farelerle
acımı paylaşmayı düşünemediğime çok üzüldüm.
Belediye polisi Nikiforiç, bir çaylak gibi etrafımda dolaşmaya başladı. İri
yarı, sağlam yapılı, başı gümüş gibi domuz kıllı ve iyi bakılmış oldukça bol
sakallı bir adamdı. Dudaklarını keyifle şapırdatarak, Noel'den önce kesilmiş bir
kaz gibi bana bakar ve sorardı:
“Sen okumayı seviyormuşsun, öyle duydum. Doğru mu? Ne gibi kitaplar okursun,
mesela... Azizlerin hayatı gibi şeyler mi? Yoksa İncil falan mı?”
Ben İncil'i de, büyük dua kitabını da, aylık duaları da okumuştum.
Nikiforiç buna şaşmıştı ya da öyle görünüyordu.
“Ya, öyle mi? İzinli kitapları okumak yararlıdır. Acaba Kont Tolstoy'dan bir
şeyler okuduğun oldu mu?”
Tolstoy'u da okumuştum; ama sonradan anladığıma göre, polisi ilgilendiren
eserlerini değil.
“Bunlar, eh, şöyle böyle basit eserler... Herkesin yazabileceği şeyler, ama
papazlara saldıran eserleri olsa, bunlardan bazılarını ben de okumak isterim!”
Çoğaltılarak basılmış, şu “bazıları” dediği eserlerden bir bölümü okumuştum,
ama can sıkıcı bulmuştum. Bunlar üzerine polisle tartışma yapılamayacağını da
biliyordum.
Yolda yürüye yürüye bir hayli konuştuktan sonra ihtiyar beni evine davet
etmeye başladı:
“Benim kulübeme çay içmeye gelsene!”
Onun benden ne istediğini anlamıştım, ama onu ziyaret etmek de istiyordum.
Akıllı adamlara danıştım. Polisin davetine gitmesem, onun fırın üzerindeki
şüphelerinin kuvvetlenmesine sebep olacağım kararına vardık.
Bir gün Nikiforiç'in konuğu oldum. Küçük kulübenin üçte birini büyük bir Rus
ocağı, öbür üçte birini de basma perdeli, renk renk bir sürü yastıklı neftî bir
yatak kaplıyordu. Geri kalan yeri de, kap kacak dolabı, bir masa, iki sandalye ve
pencerenin yanında bir sıra süslüyordu. Nikiforiç, düğmeleri çözülmüş ceketiyle
sıranın üzerinde oturuyor, vücuduyla tek penceresini kapatıyordu. Benim yanımda da
geniş göğüslü, kırmızı yanaklı, garip mavi gözleriyle kurnaz ve kıskanç bakışlı,
yirmi yaşlarında bir kadın olan Nikiforiç'in karısı oturmuştu. Kıpkırmızı dudakları
garip bir biçimde şişkin, sesi öfkeli ve kuruydu.
Polis:
“Sizin fırına vaftiz kızım Sekleteya'nın geldiğini biliyorum. O namussuz ve
yırtık bir kızdır. Zaten bütün kadınlar namussuzdur.” dedi.
Karısı:
“Bütün kadınlar mı?” diye sordu.
Nikiforiç, nişanlarını bir beygirin koşumu gibi şakırdatarak, kesin bir
tavırla;
“Tamamen hepsi.” diye onayladı.
Çayını yudum yudum içerek keyifle tekrarlıyordu:
“Hepsi, namussuz ve yırtık, sokak kadınından çariçelere kadar! Saba Çariçesi,
Çar Solomon'u baştan çıkarmak için, iki bin verstlik bir çölü aştı... 'Büyük' diye
anılan Çariçe Katerina ise...”
Çariçeyle geçirdiği bir gece içinde, onbaşılıktan generalliğe kadar bütün
rütbeleri kazanan bir ocakçının hikâyesini uzun uzadıya anlattı. Karısı,
dudaklarını yalayarak onu dikkatle dinliyor ve masanın altından ayağıyla ayağıma
dokunuyordu.
Nikiforiç, hoş deyimlerle çok düzgün konuşuyordu. Birden ve bana fark
ettirmeden bir başka konuya geçiverdi.
“Burada birinci sınıf öğrencisi Pletnev adında biri olacak galiba...”
Karısı içini çekerek ekledi:
“Güzel değil, ama iyi bir çocuk...”
“Kim?”
“Bay Pletnev.”
“Birincisi, bay değil, diplomasını aldığı zaman bay olacak; şimdilik sadece
öğrenci, bizdeki binlercesi gibi. İkincisi, iyi ne demek?”
“Neşeli bir genç.”
“Birincisi, salaş bir tiyatronun palyaçosu da neşelidir.”
“Palyaço, ona verdikleri para için neşelidir.”
“Sus! İkincisi, köpek de bazen enayi olur.”
“Palyaço maymuna benzer.”
“Sus! Öbürleri gibi dedim, duymadın mı?”
“Peki, duydum.”
“İşte böyle...”
Nikiforiç karısını mat ettikten sonra, bana;
“Şimdi sen git de şu Pletnev ile tanış. Çok önemli bir kişi...” dedi.
Bizi sokakta birlikte görmüş olabileceğini düşünerek,
“Onu tanıyorum.” dedim.
“Ya?... Öyle mi?”
Sözlerinde can sıkıntısına benzer bir şeyler seziliyordu. Hızla kıpırdanıyor,
nişanları şakırdıyordu. Bense dikkat kesilmiştim. Pletnev'in hektografla birtakım
broşürler bastığını biliyordum.
Kadın, ayağımı dürterek, ihtiyarı kurnazca kışkırtıyor, ihtiyar da bir tavus
kuşu gibi kabararak söylevini uzattıkça uzatıyordu. Kadının şakaları ona dikkat
etmeme engel oluyordu. Böylece şimdi daha yavaşlayan ve daha keskinleşen sesinin ne
zaman değiştiğini yine fark edemedim.
“Muhteşem İmparator Hazretlerini bir örümcek gibi kabul et..”
Bir şeyden korkmuş gibi yusyuvarlak olmuş gözlerini yüzüme dikmişti.
Kadın bağırdı:
“A... Neler söylüyorsun?”
“Sen sus! Aptal! Biz bunu örnek diye söyleriz, küfür için değil, katır!
Kaldır şu semaveri...”
Kaşlarını oynatarak ve gözlerini kırpıştırarak kandırıcı bir tavırla devam
etti:
“Bir örümcek ağı gibi görünmez bir ağ, İmparator Efendimiz Üçüncü
Aleksander'in kalbinden çıkar ve sayın Bakanlardan, valilerden ve bana varıncaya
kadar, hatta en son askere kadar memurluk kademelerinin hepsinden geçer. Bu ağ her
şeyi bağlar, görünmez kuvvetiyle her şeyi sarar ve böylece imparatorluğumuzu
yüzyıllar boyunca ayakta tutar. Oysa kurnaz İngiliz Kraliçesinin satın aldığı
Polonyalılar, Yahudiler ve Ruslar, bu ağı, neresinden kolaylarına gelirse ve sözde
halkın refahı adına koparmaya çalışıyorlar.”
Masanın üzerinden bana doğru eğilerek tehdit edici bir homurdanmayla sordu:
“Anladın mı? Dikkat et! Sana bunları ne diye söylüyorum? Fırıncı seni devamlı
övüp, duruyor. Senin için zeki, namuslu çocuk diyor. Yalnız başına yaşıyormuşsun.
Ama sizin fırına bir sürü öğrenciler gelip gidiyor ve Derenkov'un kız kardeşinin
yanında gece sabaha kadar kalıyorlar. Bir kişi olsa hadi neyse, ama çok olunca?
Öyle değil mi? Ben öğrenciler aleyhine bir şey demem. Onlar bugün öğrencidirler,
yarın savcı olacaklar. Öğrenciler iyi insanlardır, yalnız rollerini oynamakta acele
ediyorlar. Bir yandan da Çarın düşmanları onları kışkırtıyor! Anlıyor musun? Sana
şunu da söyleyeyim ki...”
Ama söylemeye zaman bulamadan kapı birdenbire ardına kadar açıldı. Kırmızı
burunlu, kıvırcık saçları ince bir kayışla bağlı ufak tefek bir ihtiyar, elinde bir
şişe votkayla çakırkeyif içeriye girdi ve neşeli bir tavırla,
“Dama oynamayacak mıyız?” diye sordu.
Oturur oturmaz esprilerini savurmaya başladı.
Nikiforiç soğuk soğuk;
“Kayınpederim, karımın babası.” dedi.
Birkaç dakika sonra ayağa kalkarak ikisini de selamladım ve evden ayrıldım.
Kurnaz karısı kulübenin kapısını arkamdan kapatırken beni çimdikleyerek;
“Şu bulutlara bak, kıpkırmızı, ateş gibi!” dedi.
Gökyüzünde altın rengi küçücük bir bulut vardı, o da yavaşça eriyordu.
Hayatımın hocalarını incitmek istemem, ama şunu söylemek zorundayım ki, bu polis,
devlet makinesinin kuruluşunu bana onlardan çok daha kesin ve daha anlaşılır bir
şekilde anlatmıştı. Bir yerde bir örümcek oturuyor, “görünmez ağ” bundan çıkarak
bütün hayatı bağlıyor ve sarıyor... Bu ağın sağlam düğümlerini her yerde hissetmeyi
çok geçmeden öğrendim.
Patronun kız kardeşi akşam geç saatte dükkânı kapatırken beni içeri çağırdı
ve polisle ne konuştuğumu öğrenmek görevinin kendisine verildiğini asık bir yüzle
bildirdi.
Benim ayrıntılı raporumu dinlerken;
“Ah, Tanrım!” diye bağırdı ve başını sallayarak odanın bir ucundan öbür ucuna
bir fare gibi koşmaya başladı:
“Ne? Fırıncı senin ağzını mı arıyor? Sevgilisi de Nikiforiç'in akrabası mı
oluyor? Öyle mi? Onu kovmalıyız.”
Ona gözümün ucuyla bakarak kapının kenarında duruyordum. “Sevgili” sözünü
basitçe söylemişti. Bunu hiç beğenmedim. Fırıncıyı kovma kararını da beğenmedim.
Bana;
“Çok dikkatli olunuz.” diyor ve her zaman olduğu gibi, gözlerinin ısrarlı
bakışı beni şaşırtıyordu. Çünkü bu bakış, benim anlayamadığım bir şeyler soruyor
gibiydi.
Ellerini arkasına saklayarak birdenbire karşımda durdu:
“Siz neden her zaman bu kadar mahzun duruyorsunuz?”
“Geçenlerde ninem öldü.”
Bu ona komik göründü, gülümseyerek sordu:
“Onu çok mu severdiniz?”
“Evet. Başka bir arzunuz var mı?”
“Hayır.”
Gittim ve gece boyunca mısralar yazdım. Bunların içinde, iyi hatırlıyorum, şu
cümle inatla tekrarlanıyordu:
“Görünmek istediğiniz gibi değilsiniz.”
Öğrencilerin fırına mümkün olduğunca seyrek gelmeleri kararlaştırıldı. Onları
artık göremediğim için okuduğum kitaplarda anlayamadığım şeyleri birine sormak
imkânını büsbütün kaybetmiş, beni ilgilendiren soruları bir deftere yazmaya
başlamıştım. Ama bir keresinde yorgunluktan defterin üzerinde uyuyakalmışım.
Fırıncı da notlarımı okumuş, beni uyandırdı ve sordu:
“Nedir bu yazdıkların? 'Garibaldi kralı niçin kovmadı?' Kim oluyor bu
Garibaldi? Hem kralları nasıl kovabilirmiş?”
Defteri öfkeyle hamur teknesine fırlattı, ocağın önünde durdu ve bana verip
veriştirmeye başladı:
“Şuna bak, kralları kovmaya kalkmış! Bir bu eksikti! Tuhaf şeyler... Bu
martavalları bırak, okumuş adam! Bundan beş yıl önce Saratov'da, böyle birtakım
okumuşları gizli polis fare gibi yakalamıştı. Evet. Nikiforiç seni zaten
gözetliyor. Sen kralları kovmaktan vazgeç, güvercin değil onlar!”
Bunları bana iyi niyetle söylüyordu, ama ben ona istediğim gibi yanıt
veremiyordum. Çünkü fırıncı ile tehlikeli konular üzerinde konuşmamı
yasaklamışlardı.
Şehirde bir kitap elden ele dolaşıyordu. Kitap ortalığı karıştırmış, onu
okuyanlar birbirine girmişti. Veteriner Lavrov'dan bana bu kitabı bulmasını rica
ettim, ama o ümitsizce şöyle dedi:
“Hayır kardeş, bunu benden bekleme! Ama onu bugünlerde galiba bir yerde
okuyacaklar. Seni oraya götürebilirim.”
Büyük Paskalya haftasında bir gece yarısı, benden yüz metre ileride giden
Lavrov'un gölgesini izleyerek, Arsk Meydanı'nda karanlıkta yürüyordum. Meydan
bomboştu, ama ben dikkatli davranıyor (Lavrov böyle söylemişti), kendi kendime
ıslık çalıyor, yavaşça şarkı söylüyor, çakırkeyif çırak taklidi yapıyordum. Başımın
üstünde siyah paçavra gibi bulutlar süzülüyor, aralarından ay altın bir top gibi
kayıyor, gölgeler yeryüzünü örtüyor, çukurlardaki sular gümüş ve çelik gibi
parıldıyordu. Ardımda şehir öfkeyle homurdanıyordu.
Rehberim, ilahiyat akademisinin daha ötesinde bir bahçenin parmaklıkları
önünde durdu, ona koşa koşa yetiştim. Parmaklıkların üstünden sessizce atlayıp,
ağaç dallarına değerek bol otlu bahçede ilerledik. Üstümüze iri su damlaları
düşüyordu. Evin duvarı önünde duruyorduk ve sımsıkı kapalı pencerenin panjurunu
tıkırdattık. Pencereyi sakallı biri açtı. Gerisinde bir karanlık görüyordum, ama en
küçük bir ses bile duymuyordum.
“Kim o?”
“Yakov'dan geliyoruz.”
“Girin!”
Derin karanlığın içinde birçok kimsenin varlığı hissediliyor, elbise ve
ayakların hışırtısı, hafif öksürük ve fısıltılar duyuluyordu. Yüzümü aydınlatan bir
kibrit yandı. Duvarların dibinde birtakım insan karaltıları gördüm.
“Gelenler tamam mı?”
“Evet.”
“Pencerelere bir şey asın, pancurların aralıklarından ışık görünmesin.”
Öfkeli bir ses bağırdı:
“Hangi akıllı bizi bu harap evde toplamayı düşünmüş?”
“Yavaş!...”
Köşede küçük bir lamba yaktılar. Bomboş odanın mobilyası sadece iki tahta
sandıktan ibaretti. Bunların üstüne bir kalas yerleştirilmişti. Kalasın üstünde,
bir çit üzerine tüneyen kargalar gibi, beş kişi oturuyordu. Lamba da dikine
oturtulmuş, bir başka sandığın üzerinde duruyordu. Döşeme üzerinde yerde, duvarlara
dayanmış üç kişi daha, pencerede de bir kişi vardı. Bu uzun saçlı, ince yapılı ve
solgun benizli bir delikanlıydı. Bu delikanlı ile sakallıdan başka, hepsini
tanıyordum. Sakallı, kalın bir sesle “eski Narodnik” Georgiy Plehanov'un
“Anlaşmazlıklarımız” broşürünü okuyacağını söyledi.
Yerdekilerden biri karanlıkta mırıldandı:
“Biliyoruz!”
Çevrenin gizemi beni hoş bir şekilde heyecanlandırıyordu. En güzel şiir,
gizemin şiiridir. Kendimi, kilisede bir ermiş gibi hissettim ve ilk Hristiyanları,
Katakompları hatırladım. Sözleri açıkça yansıtan boğuk bir bas sesi odayı
dolduruyordu.
Köşeden biri yine mırıldandı:
“Saçma!”
Ötede, karanlıkta, bir bakır parçası, puslu ve donuk pırıldıyor ve bana
Romalı bir savaşçının miğferini hatırlatıyordu. Bunun ocağın kapağı olduğunu tahmin
ediyordum.
Odada kısık sesler yankılanıyordu. Adamlar ateşli sözlerin karanlık
karmaşasına öylesine sürüklenmişlerdi ki, kimin konuştuğunu ve ne dediğini
anlayamıyordum. Başımın ucundaki pencereden biri, alaylı ve dinç bir sesle sordu:
“Okuyacak mıyız, okumayacak mıyız?”
Uzun saçlı ve solgun benizli delikanlıydı bu. Herkes sustu ve yalnız okuyanın
alçak sesi duyuldu. Kibritler çakılıyor, sigaraların kırmızı ateşçikleri parlıyor
ve düşünceli insan yüzleri, yarı kapalı ya da fal taşı gibi açılmış gözler
aydınlanıyordu.
Okuma yorgunluk verircesine uzun sürdü; inandırıcı düşüncelere uygulanması
kolay, iğneli ve esprili sözler hoşuma gitmekle beraber, dinlemekten yorulmuştum.
Okuyanın sesi beklenmedik bir anda birdenbire kesildi ve oda hemencecik
hınçlı bağrışmalarla doldu:
“Dönek!”
“Silik mangır!”
“Kahramanların döktüğü kana tükürüyor...”
“Generalov ve Ulyanov'un idamından sonra...”
Pencerenin yanındaki delikanlının sesi yine duyuldu:
“Baylar, küfür edeceğinize konu üzerine özlü konuşamaz mısınız?”
Tartışmaları sevmez, dinleyemezdim. Kızgın düşüncenin kaprisli sıçrayışlarını
izlemek benim için zordu ve tartışanların başıboş bencilliği beni hep kızdırırdı.
Delikanlı, pencereden bana dönerek sordu:
“Fırıncı Peşkov siz misiniz? Ben Fedoseyev. Tanışmamız gerekti. Doğrusunu
isterseniz, burada yapılacak hiçbir işimiz yok. Bu yaygara uzun sürecek ve çok
cılız sonuçlar verecek. Gidelim mi?”
Fedoseyev adını, çok ciddi bir gençler grubunun teşkilatçısı diye duymuştum.
Delikanlının derin gözleri, sinirli ve solgun yüzü hoşuma gitmişti.
Meydanda yan yana yürürken, işçiler arasında tanıdıklarım olup olmadığını,
neler okuduğumu, çokça boş zamanım kalıp kalmadığını sordu. Bir aralık;
“Çalıştığınız ekmek fırınını duydum. Orada birtakım saçma sapan şeylerle
uğraşmanıza şaşıyorum. Bunlar neyinize gerek?” dedi.
Epeyce zamandan beri bunların bana gereksiz olduğunu kendim de hissediyordum.
Bunu ona söyledim. Sözlerime sevindi. Elimi kuvvetlice sıkarak ve bana açıkça
gülümseyerek, ertesi gün üç haftalığına bir yere gideceğini ve döndüğü zaman nerede
ve nasıl buluşacağımızı bana haber vereceğini bildirdi.
Fırının işleri çok iyi gidiyordu, ama benim kendi işlerim gitgide
kötüleşiyordu. Yeni fırına taşınmıştık. Görevlerim daha da artmıştı. Fırında
çalışmak, evlere, Akademi’ye ve “Asil Kızlar Okulu”na ekmek dağıtmak zorundaydım.
Kız öğrenciler, sepetimden çörek alırken elime birtakım notlar ve sık sık lüks
kâğıtçıklara sarılı tezkerecikler sıkıştırırlardı. Yarı çocukçasına yazılı birtakım
kötü kelimeleri hayretle okurdum. Parlak gözlü, tertemiz ve neşeli bir alay kız,
hoş mimikler yaparak, küçük gül parmaklarıyla sepetimden çörek seçerken kendimde
bir tuhaflık duyar ve belki iğrenç anlamlarını anlamadan o edepsiz notları bana
hangisinin yazdığını anlamaya çalışırdım. Sonra da pis genelevleri hatırlayarak
düşünürdüm:
“Görünmez ağ, o evlerden çıkıp buraya kadar mı uzanıyor acaba?”
Bu kızlardan biri; dolgun göğüslü, kalın saç örgülü bir esmer, beni koridorda
durdurarak acele ve yavaşça şöyle dedi:
“Bu tezkereyi adresine götürürsen sana on kapik veririm.”
Kızın siyah, tatlı gözleri yaşla doluydu. Dudaklarını kuvvetle ısırarak bana
bakıyordu. Yanaklarıyla kulakları da kıpkırmızı olmuştu. On kapiği almayı kibarca
reddettim, ama tezkereyi aldım ve bir hâkimin oğluna, yanaklarında verem pembeliği
olan uzun boylu bir öğrenciye teslim ettim. Delikanlı, ufaklık bakır paraları
sessizce ve düşünceli düşünceli sayarak bana yarım ruble vermek istedi. Paranın
bana gerekmediğini söyleyince, ufaklıkları pantolonunun cebine soktu, ama
beceremedi ve paralar yere düştü. Beşliklerin onlukların dört bir tarafa nasıl
yuvarlandığını şaşkın şaşkın izlerken, ellerini o kadar kuvvetle ovuşturdu ki,
parmaklarının içi çatırdadı ve güçlükle soluyarak mırıldandı:
“Şimdi ne yapayım? Ee, hoşça kal! Düşünmem gerek...”
Onun ne kadar zaman düşündüğünü bilmiyorum, ama kızcağıza çok acıdım. Bu kız
çok geçmeden okuldan kayboldu. Ona on beş yıl sonra, Kırım liselerinden birinde
öğretmen olarak rastladım. Veremdi ve dünya işlerine ait her şey üzerinde, hayatta
hakarete uğramış bir insanın acımasız kötümserliğiyle konuşuyordu.
Ekmekleri dağıttıktan sonra uykuya yatardım. Gece yarısında dükkâna mal
yetiştirmek için fırında akşamları çalışırdım. Dükkân şehir tiyatrosunun
yanındaydı. Temsilden sonra halk, sıcak çörek yemeye gelirdi. Sonra kilolarca ekmek
ve hamuru yoğurmaya giderdim. Elle iki yüz, iki yüz elli kilo hamur yoğurmak hiç de
kolay bir iş değildi.
Sonra yine iki üç saat uyur ve tekrar ekmek dağıtmaya giderdim. Günler hep
böyle geçiyordu.
İçimi; doğruyu, iyiyi ve sonsuz olanı yaymak için önüne geçilmez bir istek
kaplamıştı. Sosyal bir insandım, canlı konuşmayı beceriyordum. Gördüklerim ve
okuduklarım hayalimi beslemiş, ayaklandırmıştı. Günlük bir olaydan, temelinde
görünmez ağın garip bir şekilde dolandığı çekici bir hikâye çıkarmak için çok az
şeye ihtiyacım vardı. Krestovnikov ve Alafuzov fabrikaları işçileriyle tanışmıştım.
Hele Rusya'nın hemen hemen bütün fabrikalarında çalışmış olan, hareketli ve uyanık,
yaşlı dokumacı Nikita Rubsov ile aram çok iyiydi.
Boğuk bir sesle bana;
“Elli yedi yıldır yeryüzünde yürüyorum, benim körpe tomurcuğum, yeni filizim
Aleksi'ciğim, Maksimiç'im.” derdi.
Bakır bir telle kendi bağladığı ve burnunun köküyle kulaklarının arkasında
madenden yeşil lekeler bırakan koyu renk gözlüğü altındaki hastalıklı, kurşuni
gözleriyle bana gülümserdi. Gür bıyığına dokunmadan alt dudağının çukurunda,
kalınca bir tutam beyaz sakal bırakarak tıraş olduğu için, dokumacılar ona “Alman”
derlerdi. Orta boylu, geniş omuzlu bir adamdı ve buruk bir neşeyle doluydu.
“Sirke gitmeyi severim.” derdi. “Beygirleri, hayvanları ne güzel eğitiyorlar,
değil mi? İzlemeye doyamazsın. Hayvanlara saygıyla bakar ve içimden şöyle
düşünürüm; demek insanlara da akıllı davranmayı öğretebilirmişiz! Sirk adamları
hayvanları şekerle aldatarak yola getiriyorlar. Ama biz, tabi ki, şekeri bakkaldan
da satın alabiliriz, bize ruh için şeker gerek, bizi bu şeker yumuşatacak! Demek,
delikanlım, tatlılıkla davranacaksın; bizde âdet olduğu gibi, sopa ile değil. Doğru
mu?”
Oysa kendisi insanlara çok da tatlılıkla davranmazdı. Herkesle aşağılayıcı ve
alaycı bir tavırla konuşur, tartışmalarında tek heceli çıkışlarla yanıt verir,
karşısındakini düpedüz incitmeye çalışırdı. Onu, tam dövmeye hazırlandıkları ve
hatta iki yumruk yediği bir sırada bir birahanede tanımıştım. Araya girmiş ve onu
alıp dışarı çıkarmıştım.
İnce bir sonbahar yağmuru altında beraberce karanlıkta yürürken, sormuştum:
“Size çok mu vurdular?”
Hiç aldırmayarak;
“Buna dayak mı derler, canım? Hem dur bakalım, sen bana niçin 'siz'
diyorsun?” demişti.
Dostluğumuz böyle başlamıştı. Önceleri benimle kurnazca ve ustaca alay
ederdi. Ama görünmez ağın hayatımızda oynadığı rolü kendisine anlatınca;
“Meğer sen hiç de aptal değilmişsin.” diye düşünceli bir tavırla haykırdı ve
bana bir baba şefkatiyle, hatta hem adımı, hem de soyadımı söyleyerek konuşmaya
başladı.
“Düşüncelerin doğrudur, benim Aleksi'ciğim, Maksimiç'im, sevgili mızrağım.
Ama ne var ki, sana kimse inanmaz, işlerine gelmez...”
“Siz inanıyor musunuz?”
“Ben kuyruğu bükük, zavallı bir köpeğim. Oysa halk bir mandıra köpeği
sürüsüdür, her birinin kuyruğuna bir yığın böcek konmuş. Kadınlar, çocuklar,
armonikler, lastikler... Her köpek kendi köşesini sever. İnanmayacaklar sana. Bizde
yani Morozov fabrikasında buna benzer bir olay geçti. Kim ileri gittiyse onun
alnına vurdular. Alın kaba et değil, kanaması uzun sürer!”
Krestovnikov fabrikası işçilerinden Demirci Yakov Şapoşnikov'la tanıştıktan
sonra, bir parça başka türlü konuşmaya başladı. İncil'i çok iyi bilen ve gitar
çalan veremli Yakov, Tanrı’yı kudurmuşcasına inkâr edişiyle onu şaşkına çevirmişti.
Yakov, çürük ciğerlerinin kanlı balgamlarını dört bir tarafa tükürerek, kuvvet ve
hırsla şunları ileri sürüyordu:
“Birincisi: Ben hiç de Tanrı’nın benzeri ve tasviri olarak yaratılmış
değilim. Ben hiçbir şey bilmiyorum, hiçbir şey yapmaya gücüm yok ve üstelik iyi bir
adam da değilim.
İkincisi: Tanrı benim acı çektiğimi bilmiyor ya da biliyor, ama yardım
edemiyor, belki de yardım edebilecek, ama etmek istemiyor.
Üçüncüsü: Tanrı her şeyi bilmez, her şeye gücü yetmez, iyilerin en iyisi de
değildir. Sözün kısası, Tanrı yoktur! Her şeyi kafalarından uydurmuşlar, her şeyi
ve bütün hayatımızı. Ama beni kimse aldatamaz!”
Rubsov öylesine şaşırdı ki, dili tutuldu, sonra hırsından morardı ve kaba
kaba küfretmeye başladı. Ama Yakov, İncil'den okuduğu bazı parçaların resmî diliyle
onu boyun eğmeye, susmaya ve düşünceli bir şekilde kabuğuna çekilmeye zorladı.
Şapoşnikov konuşurken âdeta korkunçlaşıyordu. Yüzü esmer ve ince, saçları
bir çingeneninki gibi kıvırcık ve siyahtı. Morarmış dudaklarının ardında kurt
dişleri pırıldar, karanlık gözlerini dosdoğru ve hareketsiz bir biçimde rakibinin
yüzüne dikerdi. Bana o megalomani hastasının gözlerini hatırlatan bu ağır ve ezici
bakışına dayanmak güç gelirdi.
Yakov'dan onunla birlikte dönerken Rubsov bana küskün bir tavırla şöyle dedi:
“Benim önümde Tanrı aleyhinde konuşmazlardı. Böyle şeyleri hiç duymadım.
Türlü türlü sözler duymuşumdur, ama böylesini değil. Bu adam kesinlikle bu dünyada
çok kalamaz. Yazık! Çok hırslanmış. Enteresan şey, kardeşim, çok enteresan...”
Yakov'la çabuk anlaştı ve dost oldu. Hasta gözlerini ikide bir parmaklarıyla
ovuşturarak kaynamaya, heyecanlanmaya başlar; gülümseyerek şöyle derdi:
“Demek böyle... Tanrı’ya yol verdik, öyle mi? Hımm... Çar için, iki gözüm,
benim kendi düşüncem şu: Çarın bana zararı yok. Çarlar bana vız gelir. Benim derdim
patronlarla. Ben hangi çarla olursa olsun geçinirim, hatta Korkunç İvan'la da. İşte
otur, keyfine göre çarlığını yap, yalnız bırak beni şu patronlarla başa çıkayım.
Bırakırsan, seni altın zincirlerle tahtına yapıştırır, sana Tanrı gibi
taparım...”
“Açlık Çarı” broşürünü okurken de şöyle dedi:
“Hepsi doğru, ama hep aynı şeyler...”
Litografi ile basılmış bu broşürü ilk defa gördüğü zaman sordu:
“Bunları sana yazan kim? Çok açık yazmış. Ona teşekkür et...”
Rubsov'un doymak bilmez bir öğrenme hırsı vardı. Şapoşnikov'un yıkıcı
dinsizliğini büyük bir dikkatle dinler, benim kitaplar üzerinde anlattıklarıma
saatlerce kulak verir ve başını geriye atarak, gırtlağını da ileriye doğru
çıkararak, keyifli keyifli güler, hayranlıkla şöyle derdi:
“Şu insan aklı yaman şey, çok yaman!”
Kendisi hasta gözleri yüzünden güçlükle okurdu, ama o da çok şey biliyordu.
Bilgisiyle beni sık sık hayrete düşürürdü:
“Almanya'da çok akıllı bir marangoz varmış. Kral bile onu meclislerine
çağırırmış.”
Soruşturmamdan Bebel'i kastettiğini anladım.
“Bunu nereden biliyorsunuz?”
Yamru yumru kafasını parmağıyla kaşıyarak kısaca;
“Biliyorum.” diye yanıt verdi.
Şapoşnikov hayatın derin kargaşasına karışmıyordu. Kendini bütün benliğiyle
Tanrı’nın kökünü kazımaya ve papazları karikatürize etmeye vermişti. En çok nefret
ettiği kimseler keşişlerdi.
Rubsov ona bir gün saf saf sormuştu:
“Kuzum Yakov, sen niçin yalnız Tanrı’ya çatıyorsun? Ne diye hep Tanrı’yla
uğraşıyorsun?”
Yakov her zamankinden daha dargın bir tavırla gürledi:
“Bana engel olan ondan başka ne var ki? Aşağı yukarı yirmi yıl ona inandım,
onun korkusuyla yaşadım. Acı çektim. Düşünmek, araştırmak yok. Bu iş yukarıdan öyle
kurulmuş. Elim, kolum bağlı olarak yaşıyordum. İncil'i okudum ve gördüm ki, hepsi
safsata! Hepsi yapmacık Nikita!”
Sanki görünmez ağı parçalıyormuş gibi kolunu sallayarak ve neredeyse
ağlayarak;
“İşte, bunun için zamanından önce ölüyorum ya...” dedi.
Benim birkaç ilginç dostum daha vardı. Sık sık Semenov'un fırınına eski
arkadaşlara uğrardım. Beni sevinçle karşılar, keyifle dinlerlerdi. Ama Rubsov,
Amirallik semtinde, Şapoşnikov ise Kaban'ın arkasındaki Tatar mahallesinde,
birbirlerine beş kilometre uzakta oturuyorlardı. Bu yüzden onları çok seyrek
görebiliyordum. Onların bana gelmeleri ise imkânsızdı. Konuk kabul edecek yerim
yoktu. Bundan başka yeni fırıncı, terhis edilmiş bir askerdi. Gizli polisle sıkı
dosttu. Gizli polis dairesinin arka avlusu bizimkine bitişikti ve ağırbaşlı mavi
üniformalılar, Albay Gangart'a çörek, kendilerine de ekmek almak için tahta
perdeden atlıyorlardı. Sonra, fırın üzerine gereksiz yere dikkati çekmemek için
bana meydanda çok sık gözükmemem tavsiye edilmişti.
İşimin önemini kaybettiğini görüyordum. Fırın işlerinin gidişini hiç
düşünmeden kasadan o kadar sık para çekiyorlardı ki, kimi zaman un alacak paramız
kalmıyordu. Derenkov sakalını çekiştirerek, hazin hazin gülümserdi:
“Bu gidişle iflas edeceğiz!”
O da çok kötü yaşıyordu. Kızıl saçlı Nastya, her şeye ve herkese o yeşil ve
dargın bakışıyla bakarak şişkin karnıyla dolaşıyor, kötü huylu bir kedi gibi
homurdanıyordu. Onu sanki görmüyormuş gibi dosdoğru Andrey'in üzerine yürüyor, o da
bir suçlu gibi gülümseyerek önünden çekiliyor ve içini çekiyordu.
Zaman zaman da dert yanıyordu:
“Bunlar ciddi işler değil. Herkes gelişigüzel ne bulursa alıp götürüyor. Altı
çift çorap aldım, kaşla göz arasında hepsi kayboldu!”
Bu çorap hikâyesi komikti, ama ben gülmüyordum. Çünkü bu alçakgönüllü ve
hilesiz adamın yararlı bir işi yoluna sokmak için nasıl didindiğini görüyordum.
Etrafındakilerse bu uğraşı hiç önemsemiyor, düşüncesizlik ve ilgisizlikle
baltalıyor, yıkıyordu. Derenkov yararlı olduğu kimselerden minnet beklemiyordu, ama
daha dostça, daha dikkatli bir davranış tabi ki onun hakkıydı. Bunu da bulamıyordu.
Ailesi de hızla dağılıyordu. Babası din etrafında sessiz bir deliliğin gittikçe
daha derinlerine sapıyordu. Küçük kardeşi içmeye ve kızlarla dolaşmaya başlamıştı.
Kız kardeşi tamamen yabancı gibi davranıyordu ve galiba kızıl saçlı bir öğrenciyle
acıklı bir maceraya da atılmıştı. Gözlerinin ağlamaktan şiştiğini sık sık
görüyordum. Öğrenciden nefret etmeye başladım.
Bana öyle geliyordu ki, Marya Derenkova'ya âşıktım. Bizim dükkânın satıcı
kızı, dudaklarında her zaman nazlı bir gülümseme titreşen, al yanaklı ve iri yapılı
Nadejda Şerbatova'ya da âşıktım. Genel anlamda âşıktım. Yaşım, karakterim ve
hayatımın karışıklığı, kadınlarla ilişkiler kurmamı gerektiriyordu. Bunun için
erken değildi artık, geç bile kalmıştım. Bir kadın okşayışına ya da hiç olmazsa bir
kadının dostça özenine ihtiyaç duyuyordum. Kendim hakkında teklifsiz konuşmak,
bağlantısız düşüncelerimin karışıklığından, etkilerimin isyanından kurtulmak
istiyordum.
Dostlarım yoktu. Bana hammadde gözüyle bakan insanlar sempatimi kazanmıyor,
beni içtenliğe özendiremiyordu. Onlarla kendilerini ilgilendirmeyen şeyler üzerinde
konuşmaya çalışınca bana şu öğüdü veriyorlardı:
“Bırakın şunları!”
Guriy Pletnev'i yakalamışlar ve Petersburg'daki “Haçlar”a götürmüşlerdi. Bana
bunu ilk önce, sabah çok erken saatte yolda rastladığım Nikiforiç söyledi. Sanki
bir resmî geçitten dönüyormuş gibi, bütün nişanları göğsündeydi. Düşünceli ve resmî
bir şekilde bana doğru yürürken, elini kasketine götürerek sessizce yanımdan geçti,
ama hemen durakladı ve enseme eğilerek öfkeli bir sesle şöyle dedi:
“Guriy Aleksandroviç'i dün gece yakaladılar.”
Elini üzüntüyle sallayarak, etrafına da dikkatle bakınarak yavaşça ekledi:
“Mahvoldu çocuk!”
Bana öyle geldi ki, hilekâr gözlerinde yaşlar pırıldıyordu.
Pletnev'in yakalanmayı beklediğini biliyordum. Bunu bana kendisi söylemiş,
benim ve Rubsov'un kendisiyle görüşmemizi önermişti.
Nikiforiç yere bakarak bezgin bir tavırla sordu:
“Niçin bize uğramıyorsun?”
Akşama ona gittim. Uykudan henüz kalkmış, yatağında oturarak kvas içiyordu.
Karısı da, küçük pencerenin önünde eğilmiş, pantolonunu yamıyordu.
Polis, ağaç kökü gibi kıllarla kaplı göğsünü kaşıyarak ve dalgın dalgın bana
bakarak;
“Böyle işte.” diye konuşmaya başladı. “Evet, onu yakaladılar. Evinde Çar
aleyhindeki beyannameler için boya kaynattığı bir tencere bulmuşlar.”
Yere tükürerek öfkeyle karısına bağırdı:
“Pantolonu getir!”
Kadın başını kaldırmadan;
“Hemen şimdi.” diye yanıt verdi.
İhtiyar, bakışıyla karısını göstererek;
“Ona acıyor, ağlıyor. Ben de ona acıyorum. Bir öğrenci Çar'a karşı ne
yapabilir?”
Giyinmeye başladı. Karısına;
“Ben bir dakika için dışarı çıkacağım, sen semaveri hazırla.” dedi.
Karısı kımıldamaksızın pencereden baktı. Kocası kulübenin kapısı arkasında
kaybolunca çarçabuk dönerek kapıya doğru sıkılmış yumruğunu uzattı ve büyük bir
öfkeyle aralıklı dişleri arasından söylendi.
“Yaşlı yılan!”
Yüzü ağlamaktan şişmişti, sol gözü büyük bir morlukla hemen hemen kapanmış
gibiydi. Yerinden fırladı, sobaya yaklaştı ve semavere eğilerek söylenmeye başladı:
“Aldatacağım onu, inim inim inleyecek! Bir kurt gibi inim inim inleyecek! Sen
ona inanma, bir tek sözüne bile inanma! Seni kafese koymaya uğraşıyor. Yalan
söylüyor. Kimseye acımıyor. Kör köpek!... Size ait her şeyi biliyor. Geçimi bundan.
Derdi insan yakalamak...”
Burnumun dibine kadar sokuldu ve bir dilenci sesiyle mırıldandı:
“Beni biraz okşasana, ne olur?”
Bu kadından iğreniyordum. Ama gözü öylesine müthiş, öylesine dokunaklı bir
acıyla bana bakıyordu ki, onu kucakladım ve sert, karmakarışık, yağlı saçlarını
okşamaya başladım.
“Şimdi kimi takip ediyor?”
“Balık pazarı yolundaki mobilyalı odalarda oturan birtakım adamları.”
“Soyadlarını biliyor musun?”
Gülümseyerek;
“Bana sorduğunu ona söylerim ha! Geliyor... Guroçka'yı meydana çıkaran bu...”
dedi ve sobanın yanına sıçradı.
Nikiforiç bir şişe votka, reçel ve ekmekle döndü. Çay içmeye oturduk. Marina
yanıma oturmuş, sağlam gözünü yüzüme dikmiş, gösterişli bir ilgiyle bana ikramda
bulunuyordu. Kocası ise kafamın içine işliyordu:
“Şu görünmez ağ, kalplerde, kemiklerdedir. Öyle olunca onu oradan çıkarıp yok
edebilir misin? Çar halkın tanrısıdır.”
Ansızın sordu:
“Sen ki, bu kadar kitap okumuşsun, İncil'i de okudun mu? Ee, ne dersin
bakayım, içindekilerin hepsi doğru mu?”
“Bilmiyorum.”
“Bana kalırsa, gereksiz şeyler de var. Hem de pek çok. Örneğin dilenciler
için olanı: ‘Yoksullar mutludur.’ der. Ama niçin mutludurlar? Burası biraz karışık.
Sonra genel olarak, yoksullar üzerindeki sözlerin çoğu anlaşılmıyor. Yoksul ile
yoksullaşmış kimseyi birbirinden ayırmalıyız. Yoksul insan işe yaramaz, kötü adam
demektir. Ama yoksullaşmış kimse talihsizin biri de olabilir. Böyle düşünmeliyiz.
Böylesi daha iyi...”
“Niçin?”
Bana araştırıcı bir bakışla bakarak bir süre sustu. Sonra anlaşılan, uzun
boylu düşünüp hazırladığı birtakım düşünceleri açıkça ve düzgünce anlatmaya
başladı:
“İncil'de çok merhamet var. Merhamet zararlı bir şeydir. Ben böyle düşünürüm.
Merhamet, bir sürü işe yaramaz, hatta zararlı kimseler için büyük bir paranın
harcanmasını gerektiriyor. Düşkün evleri, hapishaneler, tımarhaneler... Güçlü
kuvvetli ve sağlam kimselere yardım etmeliyiz ki, kuvvetleri boşuna kaybolmasın.
Biz ise zayıflara yardım ediyoruz. Zayıf kimse kuvvetli olabilir mi hiç? Bu boşu
boşuna emek yüzünden sağlamlar zayıflıyor, zayıflar da onların sırtına biniyor.
İşte insan bununla uğraşmalı. Araştırmaya değer daha çok şey var. Hayatın İncil'den
çoktan ayrıldığını artık anlamamız gerek. Onun kendi yönü var. İşte bak, Pletnof
neden mahvoldu? Merhametten. Dilencilere yardım ediyoruz, diğer yandan öğrenciler
mahvoluyor. Mantık bunun neresinde, ha?”
Bu tür düşünceleri daha önce de duymuştum, çünkü bunlar zannedildiğinden çok
daha canlı ve yaygındı. Ama bu kadar kesin olarak ilk defa duyuyordum. Aşağı
yukarı yedi yıl sonra Nietzsche'yi okurken, Kazanlı jandarmanın felsefesini çok
canlı olarak hatırladım. Sırası gelmişken şunu da söyleyeyim ki, daha önce hayatta
duymadığım türden düşüncelere kitaplarda çok seyrek rastlamışımdır.
İhtiyar insan avcısı, parmaklarıyla tepsinin kenarına vurarak sözlerine tempo
tutuyor ve durmadan konuşuyordu. Kuru yüzü oldukça buruşmuştu; ama bana değil,
pırıl pırıl temizlenmiş semaverin bakırdan aynasına bakıyordu.
Karısı:
“Saatin geldi.” diye gitmesini ona iki defa hatırlattı, ama o yanıt vermedi.
Düşüncesine söz üzerine söz eklemeye devam etti ve birdenbire, benim için
beklenmedik bir tarzda, konuşmayı yeni bir konuya döktü:
“Sen zeki bir delikanlısın, okumuşluğun da var; simitçilik sana hiç yakışır
mı? Sen başka bir işte, örneğin Çar'ın hizmetinde, daha fazla para kazanabilirdin!”
Bir yandan onu dinlerken, bir yandan da balık pazarı yolundaki tanımadığım
insanlara, Nikiforiç'in kendilerini takip ettiğini nasıl haber vereceğimi
düşünüyordum. Oradaki mobilyalı odalardan birinde sürgünden, Yalutorofsk'tan daha
geçenlerde dönmüş Sergey Soof adında birisi oturuyordu. Bu adam hakkında bana çok
ilginç şeyler anlatmışlardı..
“Akıllı insanlar bir arada, bir yığın hâlinde yaşamalı, tıpkı kovanda arılar
ya da yuvalarında yaban arıları gibi. İmparatorun saltanatı...”
Karısı:
“Bak, saat dokuz.” dedi.
“Şeytan!”
Nikiforiç ceketini ilikleyerek ayağa kalktı.
“Ee, zararı yok. Arabayla giderim. Hoşça kal kardeş. Yine gel, sıkılma...”
dedi.
Kulübeden çıkarken bir daha Nikiforiç'e “konuk” olarak gitmemeye kesin
olarak karar verdim. Bu ihtiyardan, ilginç biri olmasına rağmen iğreniyordum.
Merhametin zararlı bir şey olduğu konusundaki sözleri beni derinden sarsmış ve
hafızamda çivilenip kalmıştı. Bu sözlerde bir gerçeklik payı seziyordum, ama
kaynağının bir polis oluşu canımı sıkıyordu.
Bu konu üzerinde sık sık tartışmalar yapardık, bunlardan özellikle bir tanesi
beni çok derinden etkilemişti.
Şehirde bir Tolstoycu türemişti. Benim ilk karşılaştığım Tolstoycu buydu.
Esmer yüzlü, siyah keçi sakallı, zenci gibi kalın dudaklı, uzun boylu ve çok
sinirli bir adamdı. Sırtını kamburlaştırarak yere bakardı, ama zaman zaman
dazlaklaşmaya başlayan başını sert bir davranışla kaldırır, karanlık ve nemli
gözlerinin ihtiraslı parıltısıyla etrafı tutuştururdu. Keskin bakışında kine benzer
bir şey vardı. Tartışmalar bir profesörün evinde olurdu. Oraya birçok genç gelirdi.
Aralarında siyah ipek cübbeli, incecik, şık, ilahiyat doktoru küçücük bir papaz da
vardı. Bu siyah cübbe, sönük ve soğuk gözlerinin kuru bir gülümsemesiyle aydınlanan
solgun, güzel yüzüne çok yakışıyordu.
Tolstoycu, İncil'in büyük ve ebedî gerçekleri üzerinde uzun uzadıya
konuşurdu. Sesi boğukça, cümleleri kısaydı; ama sözleri keskin yankılar yapıyor,
içlerinde öz bir iman kuvveti seziliyordu. Konuşurken kıllı sol eliyle kesik kesik
ve monoton jestler yapar, sağ elini cebinde tutardı.
Yanımda oturanlar:
“Aktör” diye fısıldaşırlardı.
“Tam bir aktör, evet...”
Bu tartışmadan bir süre önce galiba Dreper'indi Katolikliğin bilime karşı
mücadelesi üzerine bir kitap okumuştum. Tolstoycu konuşurken, dünyanın aşk
kuvvetiyle kurtulacağına kudurmuşçasına inanan ve insanlara karşı merhametlerinden
dolayı onları kesip ateşte yakmaya hazır olanlardan birinin karşısındaymışım gibi
gelmişti bana.
Tolstoycu geniş kollu beyaz gömlek, üzerine de kül rengi eski bir harmani
giymişti. Bu da onu öbürlerinden ayırıyordu. Vaazını bitirince bağırırdı:
“Ee şimdi, siz İsa ile misiniz, yoksa Darwin ile mi?”
Bu soruyu, gençlerin bir küme hâlinde oturduğu ve birçok delikanlı ve kızın
kendisine korku ve hayranlıkla baktığı köşeye, bir taş gibi fırlatmıştı.
Konuşmasının herkesi şaşkına döndürdüğü apaçık meydandaydı. Dinleyiciler düşünceye
dalmış, başlarını yere eğerek susuyorlardı. O yakıcı bakışını herkesin üzerinde
gezdirdi ve sertçe ekledi:
“Bu iki bağdaşmaz prensibi birleştirmeye sadece Ferisîler yeltenebilirler.
Bunu yaparken kendilerini alçakçasına aldatırlar, insanlara yalanlarıyla zarar
verirler.”
Küçük papaz ayağa kalktı, cübbesinin kollarını dikkatle yukarı çekerek
zehirli bir nezaket ve yumuşak bir gülümsemeyle düzgünce konuşmaya başladı:
“Siz, anlaşılan, sofuluk taslayanlar hakkındaki basit günlük görüşün
taraftarısınız, fakat bu görüş yalnız çok bayağı değil, aynı zamanda baştan başa
yanlıştır da...”
Beni hayretler içinde bırakarak, sofuluk taslayan İsrail halkının inanç ve
geleneklerinin öz ve dürüst koruyucuları olduğunu ve halkın düşmanlara karşı her
zaman onlarla birlikte mücadele ettiğini kanıtlamaya girişti.
“Söz gelişi, Jozef Flaviüs'ü okuyunuz...” dedi.
Tolstoycu yerinden fırlayarak ve Flaviüs'ü mahvedici büyük bir jestle biçerek
bağırdı:
“Halklar bugün bile düşmanlarıyla birlikte dostlarına karşı savaşıyorlar. Ama
kendi istekleriyle değil. Buna zorlanıyorlar. Sizin Flaviüs'ünüzü ben ne yapayım?”
Küçük papaz ve diğerleri, asıl konuyu küçücük parçalara bölerek darmadağın
ettiler ve böylece tartışmanın özü kayboldu.
Tolstoycu:
“Aşktan başka gerçek yok.” diye bağırıyor, ama gözleri kin ve nefretle
yanıyordu.
Anlamlarını kavrayamadığım sözler beni sarhoşa döndürmüştü. Ayaklarımın
altında toprak, bir söz girdabı içinde sallanıyordu ve ben, dünyada benden daha
aptal ve benden daha az yetenekli bir kimsenin bulunmadığını üzgün üzgün düşünüp
duruyordum. Tolstoycu ise solgun yüzünden terini silerek bas bas bağırıyordu:
“İncil'i bir kenara atın, yalan söylememeniz için onu yok sayın. İsa'yı bir
kere daha çarmıha gerin! Bu hiç değilse daha namuslu bir iş sizin için...”
Önümde şu soru bir duvar gibi yükselivermişti: Ne oluyor? Hayat eğer
yeryüzünde mutluluğa erişmek uğrunda aralıksız bir mücadeleyse, merhamet ve aşkın
tek amacı bu mücadelenin başarıya ulaşmasına engel olmak mıydı?
Tolstoycunun soyadının Klopski olduğunu öğrendim. Nerede oturduğunu da
öğrendim ve ertesi akşam ona gittim. Mal mülk sahibi varlıklı iki kızın evinde
oturuyordu. Onu, kızlarla birlikte bahçede, kocaman bir ıhlamur ağacının gölgesinde
bir masa başında otururken buldum. Üzerindeki beyaz pantolonu ve beyaz gömleği,
açık kıllı göğsü ve uzun, köşeli, kuru endamıyla, yersiz yurtsuz bir havari, bir
gerçek vaizi için kafamda taşıdığım şekle tıpatıp uyuyordu.
Gümüş bir kaşıkla önündeki tabaktan kaymaklı ağaç çileği tatlısı alıyor,
iştahla yutkunuyor, kalın dudaklarını şapırdatıyor ve her yutkunuşundan sonra bir
kedi gibi seyrek bıyıklarından beyaz damlaları üfleyerek dağıtıyordu. Kızlardan
biri ona hizmet etmek için masanın yanında duruyordu. Öbürü de, kollarını göğsünde
kavuşturmuş, ıhlamur ağacının gövdesine dayanıyordu ve hülyalı gözlerle tozlu,
sıcak gökyüzüne bakıyordu. İkisinin de üzerinde leylak rengi giysiler vardı.
Birbirlerine çok benziyorlardı.
Tolstoycu benimle, aşkın yaratıcı gücü, insanı dünyanın ruhuna bağlamak
kudretindeki bu biricik duyguyu, hayatın her tarafında serpilmiş hâlde bulunan aşkı
ruhumuzda geliştirmemizin gereği üzerinde seve seve ve kibarca konuşuyordu.
“İnsanı ancak böyle bağlayabilirsin! Aşksız hayatı anlamak imkânsızdır.
Hayatın bir mücadele olduğunu söyleyenler, mahvolmaya mahkûm kör ruhlardır. Ateşi
ateş söndürmez. Tıpkı bunun gibi kötülüğü de kötülük kuvveti yenemez!”
Ama kızlar, birbirlerinin beline sarılarak bahçenin derinliğine doğru eve
gittikleri zaman, bu adam, gözlerini kırpıştırarak arkalarından baktı ve sordu:
“İyi ya, sen kimsin?”
Beni dinledikten sonra, parmaklarıyla masaya vurarak, insanın her yerde insan
olduğunu, hayattaki yerini değiştirmeye değil, ruhunu insanlık sevgisiyle
yükseltmeye çalışması gerektiğini anlatmaya koyuldu.
“İnsan ne kadar daha aşağılarda, toplumun en alt tabakalarında durursa
hayatın öz gerçeğine, onun kutsal hikmetine o kadar çok yaklaşmış olur.”
Onun bu kutsal hikmet ile tanışıklığından şüphelenir gibi olmuştum, ama
konuşmadım. Çünkü benimle bulunmaktan sıkıldığını seziyordum. Bana ters ters baktı,
esnedi, ellerini arkasına bağladı, ayaklarını gerdi ve gözlerini yorgun yorgun
kapayarak, yarı uykuya dalmış gibi mırıldandı:
“Aşka boyun eğmek... Hayatın kanunu bu...”
İrkildi, havada bir şey yakalamış gibi kollarını kaldırdı ve gözlerini
korkuyla bana dikerek;
“Nasıl? Yoruldum, affet.” dedi.
Yine gözlerini kapadı ve sanki bir yeri ağrıyormuş gibi dişlerini kuvvetle
sıktı. Alt dudağı aşağı sarktı, üst dudağı yukarı kalktı ve seyrek bıyıklarının
mavimtırak kılları dimdik oldu.
Bu adamın yanından, kendisi hakkında hoş olmayan bir duygu, içtenliğinden
karanlık bir şüpheyle ayrıldım.
Birkaç gün sonra, sabahın erken bir saatinde, tanıdığım bekâr ve sarhoş bir
doçente ekmek götürdüğüm zaman, Klopski'yi bir defa daha gördüm. Galiba gece
uyumamıştı. Çünkü yüzü sapsarı, gözleri kırmızı ve şişkindi. Bana sarhoş gibi
göründü. Körkütük sarhoş şişko doçent, ağzında bir puro, odanın ortasına yığılmış
bir sürü mobilya, boş bira şişeleri ve şuraya buraya atılmış elbiseler arasında, iç
çamaşırıyla yerde oturuyor, sallanıyor ve mırıldanıyordu:
“Rahmet...”
Klopski öfkeli ve sert bağırıyordu:
“Rahmet yok! Ya aşk yüzünden eriyip gideceğiz ya da aşk uğrunda mücadelede
ezilip gideceğiz. Hepsi aynı. Mahvolmak mümkün...”
Beni omzumdan yakalayarak odaya çekti ve doçente:
“İşte, sor buna bakalım, ne istiyor? İnsanlar için sevgi istiyor mu diye
sor.” dedi.
Öteki yaş dolu gözlerle bana baktı ve gülümsedi:
“Bu bir fırıncıdır. Benim ona borcum var.” dedi.
Sallandı, elini cebine soktu, bir anahtar çıkardı ve bana uzatarak;
“İşte, hepsini al!” dedi.
Ama Tolstoycu anahtarı ondan aldı ve eliyle bana işaret ederek;
“Git, sonra alırsın.” dedi.
Benden aldığı çörekleri divanın bir köşesine fırlattı. Beni tanımamıştı. Bu
hoşuma gitti. Oradan ayrılırken onun 'Aşk yüzünden mahvolacağız.' sözlerini
hafızama yerleştirdim, şahsına karşı da kalbimde nefreti...
Oturduğu evdeki kızların ikisine de aynı gün ilanıaşk ettiğini çok geçmeden
öğrenmiştim. İki kız kardeş sevinçlerini birbirlerine açıklamışlar. Böylece
ikisinin de sevinci, âşığa karşı nefrete dönmüş ve âşık vaizin hemen evden defolup
gitmesini söylemesini kapıcıya öğütlemişler. O da ertesi gün ortadan kaybolmuştu.
Aşk ve merhametin insan hayatındaki önemi sorunu, bu karışık ve korkunç konu,
karşıma çok erken çıkmıştı. İlk önceleri ruhumda belirsiz, ama keskin bir
düzensizlik duymakla beraber, sonraları da şu soyut sözlerin apaçık belirsizliğiyle
gösterdi kendini:
“Aşkın rolü nedir?”
Okuduklarımın hepsi, Hristiyanlık, hümanizm öğretileri ve insanlara karşı
sevgi yaygaralarıyla doluydu. O zamanlar tanıdığım en iyi insanlar hep bu konu
üzerinde düzgün ve ateşli sözlerle konuşup duruyorlardı.
Doğrudan doğruya benim görüp geçirdiğim şeyler, insanlara karşı her türlü
sevgi ve sempatiden hemen hemen yoksundu. Hayat benim önümde, sonsuz bir kabalık ve
düşmanlık zinciri, birtakım ufak tefek şeyler ele geçirmek uğrunda aralıksız ve pis
bir kavga gibi akıp gidiyordu. Ben kitaptan başka bir şeye ihtiyaç duymuyordum.
Diğer şeylerin gözümde hiçbir değeri yoktu.
Şöyle bir sokağa çıkıp orada bir saat oturmak; bütün bu arabacıların,
kapıcıların, işçilerin, memurların, tüccarların benim gibi yaşamadıklarını ve benim
sevdiğim insanların ise onların yaşayışını istemediklerini, aramadıklarını anlamama
yetiyordu. Diğer yandan saydığım ve inandığım kimseler de, çoğunluk içinde, hayat
yuvasını körü körüne dolduran karıncaların o pis ve hilekâr esareti içinde, garip
bir şekilde yalnız kalmış, yabancı ve gereksiz kişilerdi. Bu hayat bana baştan başa
budalaca ve öldüresiye sıkıcı geliyordu. Sonra insanların çoğu sık sık merhamet ve
sevgi dolu sözler ediyorlardı, ama işe gelince, kendileri de farkına varmadan,
hayatın kurulu düzenine boyun eğiyorlardı.
Büyük bir sıkıntı içinde yaşıyordum.
Su toplama hastalığından sapsarı olmuş ve şişmiş Veteriner Lavrov, bana bir
zaman tıkanarak şöyle demişti:
“Sertliği öylesine artırmalıyız ki, bütün insanlar yorulsun, bıksın, usansın,
hepsi toplu olarak ya da tek tek ondan nefret etsin. Tıpkı benim şu lanet olasıca
sonbahardan iğrendiğim gibi!...”
O yıl sonbahar erken gelmişti. Yağmur, soğuk, hastalık ve intiharlarla
doluydu. Lavrov da, hastalığının kendisini öldürmesini beklemek istemediği için,
potasyum siyanürle intihar etmişti.
Veterinerin ev sahibi Terzi Mednikov, cenazeyi kaldırırken onun için;
“Hayvanları tedavi ederdi, kendisi de bir hayvan gibi öldü.” demişti.
Bu Mednikov, küçücük, zayıf ve dindar bir adamdı. Meryem Ana için kilisede
okunan duaların hepsini ezbere bilirdi. Yedi yaşında bir kızla, on bir yaşında bir
lise öğrencisi olan öz çocuklarını üç kuyruklu deri bir kırbaçla döver, karısının
da bambudan bir sopayla baldırlarına vururdu, sonra da dert yanardı:
“Sulh yargıcı, bu yöntemi güya Çinlilerden aldım diye beni mahkûm etti. Oysa
ben afişlerle resimlerden başka, bütün hayatım boyunca bir tek Çinli bile
görmedim.”
Terzinin kalfalarından biri, “Dunka'nın kocası” lakaplı, somurtkan ve çarpık
bacaklı bir adam, patronuna şöyle derdi:
“Uslu adamlardan, dindar da olunca korkarım! Vahşi adam hemencecik belli
olur. Ondan sakınman için hep zaman bulursun, ama uslu adam, tıpkı otlar arasındaki
kurnaz bir yılan gibi, sessizce sürünür ve ansızın ruhunun en açık yerinden seni
ısırır. Uslu adamlardan korkarım...”
“Dunka'nın kocası” Mednikov'un göz bebeğiydi. Uslu, kurnaz bir ispiyoncu olan
bu adamın sözleri gerçeğin ta kendisiydi.
Zaman olurdu ki, bu uslu adamlar bana, hayatın taştan kalbini yosunlar gibi
ıslatarak, onu daha yumuşak ve daha olgun hâle sokuyorlarmış gibi gelirdi. Ama çoğu
kez şu uslu insan topluluğuna, onların utanmazca uzlaşmak konusundaki kurnazca
yeteneklerine, ruhlarının sinsi kaypaklığına ve hainliğine, sivrisinek vızıltısı
gibi bezdirici uğultularına bakarak, kendimi bir at sineği sürüsü içinde kalmış,
ayağı köstekli bir beygire benzetirdim.
Bütün bunları polisin evinden dönerken yolda düşünüyordum.
Rüzgâr inliyor, fenerlerin ışığı titriyordu. Oysa asıl titreyen, toz gibi
ince ekim yağmurunu yeryüzüne serpen, kurşun gibi donuk gökyüzüydü. Sırılsıklam
olmuş bir sokak kadını, sarhoş birini elinden tutmuş; ite kaka, sokağın yukarı
tarafına doğru sürüklüyor, o ise hıçkırarak bir şeyler mırıldanıyordu. Kadın,
yorgun argın ve boğuk boğuk şöyle diyordu:
“Senin kaderin böyle...”
Ben de kendi içimden;
“İşte, beni de birisi, birtakım kötü köşelere doğru böyle ite kaka
sürükleyerek bana hep pislik, acı ve bir sürü karmakarışık ipsiz sapsız insanlar
gösteriyor. Bütün bunlardan bıktım artık.” diyordum.
Belki de aynen bu sözleri düşünüp söylemiş değilim, ama böyle bir düşünce
kafamda şimşek gibi çaktı. Ruhumun yorgunluğunu, kalbimin içindeki kemirici küfü
ilk defa olarak asıl o hazin gecede duydum. O saatten sonra kendimi daha kötü
hissetmeye ve kendi kendime şöyle biraz yandan, soğuk, yabancı ve düşman gözlerle
bakmaya başladım.
Görüyordum ki, hemen hemen her insanda, yalnız sözle iş arasında değil, fakat
duygularda da bir sürü zıtlıklar iç içe ve karmakarışık bir şekilde yan yana
bulunuyordu. Onların bu garip oyunları beni çok ağır eziyordu. Aynı oyunu kendimde
de görüyordum. Bu ise daha da kötü bir şeydi. Beni her şey; kadınlar, kitaplar,
işçiler ve neşeli üniversiteliler çekiyordu; ama ben hiçbir tarafa yetişemiyor, bir
topaç gibi ortada fır fır dönerek “ne burada ne de orada” yaşıyordum. Bu arada
görünmez, ama kuvvetli bir el, yine görünmez bir kırbaçla bana ağır darbeler
indiriyordu.
Yakov Şapoşnikov'un hastaneye yattığını öğrenince ziyaretine gittim. Ama
orada çarpık ağızlı, gözlüklü, beyaz başörtüsünün altından haşlanmış gibi kırmızı
kulakları sarkan bir kadın, bana kupkuru bir sesle şöyle dedi:
“Öldü.”
Donup kalmıştım... Gitmediğimi ve önünde sessizce dikildiğimi görünce kızdı
ve bağırdı:
“Ee, daha ne bekliyorsun?”
Ben de kızdım ve ona;
“Siz ahmaksınız.” dedim.
“Nikolay, defet şunu!”
Bir paçavrayla birtakım bakır telleri silmekte olan Nikolay öksürdü ve bir
telle sırtıma vurdu. O zaman ben de onu omzundan yakaladım, sokağa sürükledim ve
hastanenin kapısı yanındaki bir su birikintisine atıverdim. Hiç sesini çıkarmadı,
gözlerini bana dikerek bir iki dakika sesizce durdu ve sonra ayağa kalkarak,
“Ulan, seni köpek!” dedi.
Derjavin parkına giderek şairin heykeli yanında bir sıraya oturdum.
Kalabalığı üzerime saldırtacak ve böylece bana onları pataklama hakkı verecek kötü,
iğrenç bir şey yapmak isteğiyle yanıp tutuşuyordum; ama yortu günü olmasına rağmen
park bomboştu. Parkın etrafında da kimsecikler yoktu. Sadece rüzgâr kuru yaprakları
kovalayarak esiyor, fenerin direğinden kopmuş bir afişi sallıyordu. Soğuk, alaca
karanlık parkın üzerinde yoğunlaşıyordu. Kocaman tunç heykel önümde yükseliyor ve
ben ona bakarak düşünüyordum. “Bir varmış bir yokmuş... Bu dünyada Yakov adında
kimsesiz bir adam yaşamış, ruhunun bütün kuvvetiyle Tanrı’ya karşı mücadele etmiş
ve alışılmış bir ölümle ölmüş. Alışılmış...” Bu işin içinde onur kırıcı, ağır bir
şey vardı.
“Bu Nikolay da ahmağın biriymiş. Benimle dövüşmeli ya da polis çağırıp beni
karakola göndermeliydi.”
Rubsov'a gittim. Odasında, masa başında oturmuş, küçücük bir lambanın önünde
ceketini yamıyordu.
“Yakov öldü.”
İhtiyar galiba istavroz çıkarmak amacıyla, elini iğneyle birlikte yukarı
kaldırdı, ama sadece sallayabildi, ip bir şeye takılmıştı. Boğuk boğuk homurdanarak
küfretti.
Sonra da söylenmeye başladı:
“Ölüm... Hepimiz öleceğiz. Böyle aptalca bir alışkanlığımız var bizim. Evet
kardeşim! Burada bir bakırcı vardı ya, onu da hesaptan çıkar. Onu pazar günü
hafiyeler alıp götürdüler. Gurka tanıştırmıştı onu. Zeki bir bakırcıydı.
Üniversitelilere epeyce yaklaşmıştı. Üniversitelilerin ayaklandığını duydun mu?
Doğru mu? Al, ceketimi dikiver, önümde şeytanı bile görmüyorum.”
Eski püskü giysileriyle ve iğne ipliği bana verdi. Kendisi de ellerini
arkasına bağlayarak odada dolaşmaya ve öksürerek yine söylenmeye başladı.
“Kimi zaman burada, kimi zaman şurada, bir kıvılcım tutuşuveriyor, ama şeytan
üflüyor ve sonra yine umutsuzluk! Bu şehir uğursuz. Vapurlar henüz işlerken ve
nehir donmadan buradan gideceğim.”
Durakladı ve kafasını kaşıyarak sordu:
“Ama nereye gideceğim? Gitmediğim yer kalmadı. Evet. Her yere gittim. Ama
sadece kendimi yıprattım.”
Tükürdü ve ekledi:
“Hey gidi hayat, iğrenç şey! Yaşadım, yaşadım, ama hiçbir şey kazanamadım. Ne
ruhum için ne de vücudum için...”
Kapının yanında, köşede, ayakta durarak, sanki bir şeye kulak veriyormuş gibi
sustu. Sonra kararlı bir hareketle bana yaklaştı ve masanın kenarına oturdu:
“Dinle, benim Leksey Maksimiç'im. Yakov o büyük kalbini Tanrı’yla uğraşa
uğraşa boş yere mahvetti. Ne Tanrı ne de Çar, onları inkâr etmemle daha iyi
olacaklar. İnsanlar, kendilerine kızsınlar, kendi namussuz hayatlarına ‘hayır’
desinler. İşte bu kadar! Ee, ben yaşlandım, zamanım geçti, yakında tamamen kör
olacağım. Felaket, kardeş. Diktin mi? Teşekkür ederim... Haydi gidip bir çay
içelim.”
Yolda giderken karanlıkta ayakları takılıyor, omzuma tutunarak
homurdanıyordu:
“Sözümü unutma. İnsanlar dayanamayacaklar, bir zaman gelecek, her şeyi
yıkmaya başlayacaklar, tozu dumana katacaklar, her şeyi. Dayanamayacaklar...”
Gittiğimiz yere ulaşamadık, çünkü yolda bir genelevi kuşatmış olan birtakım
gemicilere rastladık. Evin girişini Alafuzov fabrikasının işçileri savunuyordu.
Rubsov gözlüklerini çıkararak onaylar bir tavırla;
“Her tatil günü kavga olur burada.” dedi.
Evi savunanlar arasında kendi işçi arkadaşlarını tanıyınca hemen kavgaya
karıştı. Onları cesaretlendiriyor ve bağırıyordu:
“Dayan fabrika! Boğun kurbağaları! Ezin böcekleri! Ahh!”
Zeki ihtiyarın, nehir gemicileri arasından, yumruk saldırılarına karşı
koyarak ve omuz vuruşlarıyla onları yere sererek kendisine nasıl yol açtığını,
büyük bir çaba ve ustalıkla dövüştüğünü görmek, şaşılacak şeydi. Eğlenceliydi de.
Kavgada kötülük yoktu. Sadece yiğitlik için, keyifle, neşeyle kuvvet fazlalığından
dövüşüyorlardı. Karanlık bir insan yığını, işçileri iterek dış kapının önünde
toplanmıştı. Kapının tahtaları gıcırdıyor, kışkırtıcı naralar yükseliyordu.
“Dazlak kafalı generale vur!”
İki kişi evin damına tırmanmış, güzel ve canlı bir şekilde şarkı söylüyordu:
Bir polis düdük çalıyor, karanlıkta bakır düğmeler parıldıyor, ayaklar çamura
batıyor, damdan yine aynı ses şarkıya devam ediyordu:
“Gördün mü?”
Bazı defalar, yarım sesle ve dikkatlice bana sorardı:
“Anlatsana bana kardeş, bu iş nasıl oluyor? İnsan şu satırcıklara bakar,
bunlar kelime hâline geliverir, ben de onları biliveririm. Kelimeler canlanarak
bizim olur. Ama onları nasıl oluyor da biliyorum? Onları kimse bana fısıldamıyor
ki... Resim olsaydı, neyse, ama burada fikirler, düşünceler yazılı. Bu iş nasıl
oluyor?”
Ona ne yanıt verebilirdim? Bilmiyorum desem canı sıkılacaktı.
Kitabın sayfalarını karıştırarak ve ışığa tutarak;
“Büyü...” diye söylenirdi.
Onda hoş ve heyecanlı bir saflık, broşürlerde anlatılan o temiz yürekli köylü
tipine çok benzeyen duru, çocuksu bir şey vardı. Bütün balıkçılar gibi o da şairdi.
Volga'yı, sakin geceleri, yalnızlığı, açık sözlü yaşayışı severdi.
Yıldızlara bakar ve sorardı:
“Hohol, ‘Oralarda da bize benzer birtakım yaratıklar galiba yaşıyor.’ diyor.
Ne dersin, doğru mu? Onlara bir işaret gönderebilsem de nasıl geçindiklerini
sorsak! Bizden daha iyi, daha neşeli yaşıyorlar galiba.”
Aslında kendi hayatından memnundu. Öksüzdü, gözü toktu ve çok sevdiği sakin
balıkçılık işinde kimseye bağlı değildi. Ama köylülere karşı bir düşmanlık duyar,
beni uyarırdı:
“Sen onların güler yüzlü konuşmalarına bakma, hepsi ikiyüzlü, kurnaz,
değersiz kişilerdir. Onlara inanma! Şimdi böyle görünürler, yarın değişiverirler.
Her biri yalnız kendini düşünür, toplumsal çalışma onların gözünde kürek cezası...”
Bu kadar yumuşak kalpli bir insan için çok garip bir kinle “halk soyguncuları
üzerine” konuşurdu:
“Onlar niçin öbürlerinden daha zengin? Daha akıllıdırlar da ondan. Ama sen,
ey dangalak köylü, akıllıysan şunu unutma: Çiftçiler hepsi birbirine bağlı bir sürü
gibi bir arada yaşamalıdırlar. İşte o zaman bir kuvvet olurlar! Bunlarsa köyü, kökü
kazılan bir kütük gibi, küçük küçük parçalara bölüyorlar! Kendi çukurlarını
kendileri kazıyor. Kahpe dünya! Hohol'un onlarla nasıl uğraştığını görüyorsun ya!”
Yakışıklı, güçlü kuvvetliydi, kadınların çok hoşuna giderdi. Onlar onu
eritirler, tüketirlerdi. Bunu açık yüreklilikle kendisi de itiraf ederdi:
“Bu gibi işlerde, tabi, biraz şımartılmışımdır. Kocalar için acı bir şey, bir
hakaret. Ben de onların yerinde olsaydım, aynı acıyı duyardım. Ama kadınlara karşı
duygusuz kalamazsın. Kadın, insanın ikinci ruhu gibi bir şey. Ne bayramı var ne de
okşayanı... Bir beygir gibi çalışır, hepsi o kadar... Kocalarının sevmeye, sarıp
okşamaya zamanları yok, ama ben serbest bir kuş gibiyim. Birçok kadın da var ki,
evliliklerinin daha ilk yılı sonunda kocalarından bol bol dayak yerler. Evet,
suçumu kabul ediyorum, kadınlarla aram iyi, onlarla oynaşırım. Onlardan bir tek şey
rica ediyorum: Bre hatunlar, birbirinizin kalbini kırmayın, ben tek başıma hepinize
yetişirim! Birbirinizi kıskanmayın, benim gözümde hepiniz birsiniz, hepinize
acıyorum...”
Bıyık altından mahcup mahcup gülümseyerek anlatırdı:
“Bir hanımefendiyle bile az daha macera geçiriyordum. Bu hanımefendi şehirden
gelmişti yazlığa. Güzelceydi, süt gibi beyazdı, saçları keten gibi, gözleri de
mavimtrak ve yumuşaktı. Ona balık götürüyordum ve hep durup bakardım. Bir gün
sordu: 'Sen kimsin?' Ben de, 'Bunu siz kendiniz bilirsiniz.' dedim. 'Ee, öyleyse,
peki.' dedi, 'Gece sana geleceğim, beni bekle!' Geldi de. Ama ne çare ki,
sivrisinekler keyfini kaçırdı, bir şey yapamadık. 'Yapamam, sivrisinekler çok
ısırıyor.' diyordu. Neredeyse ağlayacaktı. Ertesi gün kocası çıkageldi. Bir
yargıçtı. Hanımefendiler de böyle işte, sivrisinekler yaşamalarına engel oluyor...”
İzot, Kukuşkin'i çok överdi:
“Şu köylüye dikkat et, çok iyi kalplidir. Köylüler onu sevmezler, ama
haksızlar. Evet gevezeliği var, ama her canlının bir kusuru bulunur.”
Kukuşkin'in serveti yoktu, sarhoş bir kadınla evliydi. Kadın ufak tefek, ama
çok becerikli, kuvvetli ve aksiydi. Irgatlık yapardı. Evlerini demirciye
kiralamışlardı, kendileri hamamda yatıp kalkarlardı. Pankov'un yanında çalışırdı.
Havadis öğrenmeyi çok severdi. Yeni bir şey duymayınca, oturur, hepsini aynı ipten
çekiştirerek bir sürü hikâyeler uydururdu:
“Mihaylo Antonov, duydun mu? Tinkov Bölge Müdürü keşiş oluyormuş. İstifa
etmiş. ‘Köylülere eziyet yapmak istemiyorum, yeter artık!’ diyormuş.”
Hohol ciddi ciddi yanıt veriyor:
“İşte böyle, yavaş yavaş bütün idare dağılıp çökecek sizin yüzünüzden. Gün
gelecek tüm yöneticileri kaçıracaksınız.”
Kukuşkin, taranmamış sarı saçlarından saman çöpü, ot ve tavuk tüylerini
ayıklayarak, düşüncesini şöyle özetledi:
“Hepsi kaçmayacaklar, sadece vicdan sahibi olanlar çekilecekler. Bu gibiler
için, tabi, görev çok ağır. Sen Antoniç, görüyorum ki, vicdana pek inanmıyorsun.
Oysa vicdansız yaşayamazsın, istediğin kadar akıllı olsan da. Bak sana bir olay
anlatayım...”
Sonra fevkalade akıllı dediği bir çiftlik sahibinin karısının macerasını
anlattı:
“Öylesine şirret bir kadındı ki, vali bile, yüksek mevkisine rağmen, kalktı,
onun ziyaretine gitti. Ona, hanımefendi, dedi, her ihtimale karşı daha dikkatli
olunuz. Sizin canavarca edepsizliğinizin dedikodusu ta Petersburg'a kadar yayıldı.
Hanımefendi, Valiye likörler ikram etti ve ‘Haydi.’ dedi, ‘Yolunuz açık olsun, ben
huyumu değiştiremem.’ Aradan üç yıl bir ay geçti, kadın bir gün ansızın bütün
köylüleri topladı ve onlara şöyle dedi: ‘İşte bütün mallarımı alın, benimle
vedalaşın ve beni affedin, ben...’
Hohol hemen ekledi:
“Manastıra gidiyorum.”
Kukuşkin ona dikkatlice bakarak onayladı:
“Doğru, manastıra gitti. Demek, bu olayı sen de biliyorsun, öyle mi?”
“Hiçbir şey bilmiyorum.”
“Öyleyse nasıl bildin?”
“Öyküyü değil, ben seni biliyorum.”
Palavracı başını sallayarak mırıldandı:
“Ne inançsız adam...”
İşte böyle, onun hikâyelerindeki kötü huylu, kıskanç kimseler, kötülük
yapmaktan yoruluyor ve iz bırakmadan ortadan kayboluyorlardı. Kukuşkin onları çoğu
defa, çukura çöp atar gibi manastıra yollardı.
Onda kimi zaman durup dururken birtakım tuhaf düşünceler uyanıverir ve
kaşlarını çatarak;
“Tatarları boşuna mağlup etmişiz. Tatarlar bizden daha iyi!” derdi.
Ama Tatarlar üzerine kimse konuşmuyordu. O sırada konuşulan konu, bahçe
sahipleri kooperatifinin örgütlenmesi işiydi.
Romas, Sibirya'yı, zengin Sibirya köylülerini anlatırdı, ama Kukuşkin ansızın
düşünceli bir tavırla mırıldanırdı:
“Ringa balıklarını iki üç yıl avlanmadan bırakırlarsa, öylesine çoğalacaklar
ki, deniz karaya vuracak ve kıyı kentlerini su basacak. Çok çabuk üreyen bir
balık!”
Köyde Kukuşkin'e kof bir adam gözüyle bakarlardı. Hikâyeleri ve garip
düşünceleri köylüleri kızdırır, ona küfürler savururlar, onunla alay ederlerdi. Ama
yine de onu, anlattıkları arasında sanki gerçeklerle karşılaşmayı bekliyorlarmış
gibi ilgi ve dikkatle dinlerlerdi.
Köylüler arasındaki ağırbaşlı kimseler onun için;
“Boşboğaz!” derlerdi.
Yalnız Pankov ciddi ciddi;
“Stepan gizemli bir adamdır.” derdi.
Kukuşkin çok becerikli bir işçiydi: Fıçıcılık yapar, fırın ocağı kurar,
arıcılıktan anlar, kadınlara kümes hayvanları yetiştirmesini öğretirdi. Usta bir
marangozdu da. Yani tatsızca ve isteksiz çalışmasına rağmen her şey elinden
gelirdi. Kedileri severdi. Hamamında, dişi erkek on kadar iyi beslenmiş kedi vardı.
Bunları karga ve başka kuşlarla beslerdi. Kedileri kuş yemeye alıştırmakla
ötekilerin kendisine karşı tutumlarını daha da kızıştırırdı. Kedileri piliç ve
tavukları yerdi, ama ev kadınları da Stepan'ın hayvanlarını kovalar ve
merhametsizce döverlerdi. Kukuşkin'in hamamında, hırslanmış ev kadınlarının
kudurmuş çığlığı sık sık duyulurdu, ama bu onun canını sıkmazdı.
“Budala kadınlar, kedi avcı bir hayvandır, üstelik köpekten de beceriklidir.
Ben onlara kuş tutmasını öğreteceğim, binlerce kedi yetiştireceğiz, satacağız, kârı
da size kalacak, aptal tavuklar!”
Bir zamanlar okuma yazması varmış, ama unutmuş, şimdi ise yeniden hatırlamak
istemiyor. Yaradılıştan zeki bir adamdı, Hohol'un hikâyelerindeki özü herkesten
önce o kavrardı.
Gözlerini acı ilaç içen bir çocuk gibi kapayarak;
“İşte böyle, evet böyle.” derdi, “Hani Korkunç İvan aşağı halk tabakasına
ilişmezdi?”
O, İzot ve Pankov, akşamları bize gelirler ve çoğu defa gece yarısına kadar
kalırlardı. Romas'ın dünyanın kuruluşu, yabancı memleketlerin yaşayışı, milletlerin
devrimci çırpınmaları üzerine anlattıklarını dinlerlerdi. Pankov, Fransız Devrimini
beğenirdi:
“Böylesi, evet.” diye kuvvetle onaylardı. “Hayatta gerçek bir dönümdür bu.”
İki yıl önce, boğazında kocaman bir ur bulunan ve korkunç derecede patlak
gözlü, zengin bir köylü olan babasından ayrılmış, İzot'un öksüz yeğeniyle sevişerek
evlenmişti. Karısını sert bir baskı altında tutar, ama şehirli elbisesi giydirirdi.
Babası kendisine karşı gelmesinden dolayı onu lanetlemişti. Oğlunun yepyeni evi
önünden geçerken hırslı hırslı tükürürdü. Pankov evini Romas'a kiralamıştı ve köy
zenginlerinin karşı koymalarına rağmen, onun yanı başında dükkânını yapmıştı. Köy
zenginleri bunun için ona kin bağlamışlardı. Pankov görünürde onlara karşı ilgisiz
davranır, haklarında küçümseyerek konuşur, buluşmalarında da kaba davranır, onlarla
alay ederdi. Köy hayatı ona ağır geliyordu:
“Bir meslek bilseydim, şehirde otururdum...” derdi.
Sağlam, üstü başı daima temiz, ağır davranışlı ve çok onurluydu. Kafası
çalışıyordu ama çevresine karşı dikkatli ve hırçındı.
Romas'a sorardı:
“Sen bu işe kalbinle mi sarıldın, yoksa çıkar düşüncesiyle mi?”
“Sen ne dersin?”
“Hayır, sen söyle.”
“Sence hangisi daha iyi?”
“Bilmiyorum. Ya sence?”
Hohol inatçıydı, sonunda köylüyü fikrini söylemeye zorlardı.
“Tabi en iyisi akılla hareket etmektir. Akıl faydasız çalışmaz ve nerede
fayda varsa, orada iş daha sağlam olur. Kalp kötü bir danışmandır. Kalbimle hareket
etsem öyle işler yaparım ki, başım belaya girer. Papazın evini mutlaka ateşe
verirdim. Olmayacak işlere burnunu sokmasının cezasını görürdü!...”
Papaz, köstebek burunlu, huysuz bir ihtiyardı. Babasıyla arasındaki kavgaya
karışarak Pankov'a çok zararlı oluyordu.
Pankov başlangıçta bana karşı kötü, hemen hemen düşmanca davranıyor, hatta
bir amir gibi bağırdığı da oluyordu. Ama bunlar çabuk ortadan kalktı. Buna rağmen
kendisinde bana karşı gizli bir güvensizliğin kaldığını seziyordum. Aslında Pankov
benim için de can sıkıcı bir adamdı.
Duvarları ağaç gövdesinden yapılı o temiz odacıkta geçen geceleri hiç
unutamam. Pencerelerin panjurları iyice kapalı olurdu. Köşedeki masada bir lamba
yanar, bunun önünde topak alınlı, saçları çok kısa kesilmiş, kocaman sakallı bir
adam oturmuş anlatırdı:
“Hayatın özü, insanın hayvandan gittikçe daha çok uzaklaşmasındadır...”
Üç köylü onu dikkatle dinlerlerdi. Hepsinin de gözleri saf, yüzleri zekiydi.
İzot, sanki çok uzaktan gelen ve yalnız kendisinin duyduğu bir sese kulak
veriyormuş gibi sürekli hareketsiz otururdu. Kukuşkin, kendisini sivrisinekler
ısırıyormuş gibi kıvranır dururdu. Pankov ise açık renk bıyıklarını ağır ağır
burarak alçak bir sesle söylenirdi:
“Demek, halkın sınıflara ayrılması gerekmiş...”
Pankov'un, işçisi Kukuşkin'e hiçbir zaman sert konuşmaması ve palavracının
eğlenceli uydurmalarını dikkatle dinlemesi benim çok hoşuma gidiyordu. Konuşma
bitince tavan arasındaki odama gider, açık pencerenin önünde oturur, sonsuz bir
sessizliğin hüküm sürdüğü uykudaki köye ve tarlalara bakardım. Benden ne kadar uzak
ise, toprağa o kadar yakın olan yıldızların pırıltısı, gecenin karanlığını delip
geçiyor, sessizlik kalbi kıskıvrak sıkıyor, düşüncelerim uçsuz bucaksız bir
uzaklığa dağılıyordu. Bizim köy gibi, düz toprağa sessiz sedasız yapışmış binlerce
köy görüyordum. Hepsinde de aynı ortak nitelik hüküm sürüyordu: Durgunluk ve
dinginlik.
Karanlık bedenimi sarıyor, benliğim boşlukta eriyor, görünmeyen binlerce
sülük tarafından emiliyordu. Uykuya benzer bir ağırlık usulca üzerime çöküyor,
tanımlayamadığım bir kuşku kalbimi kaplıyordu. Bulanık bakışlarımda acı gerçek
çığlık atıyordu: Yeryüzünde ben bir hiçim.
Köy hayatını zevksiz buluyordum. Köyde şehirden daha sağlam ve daha neşeli
yaşandığını birçok defalar duymuş ve okumuştum. Oysa ben köylüleri, kürek
mahkûmları gibi, bitmez tükenmez bir işkence içinde görüyordum. Sanki aralarında
birçok hastalar, çalışmadan çökmüş bir sürü kimseler vardı ve neşeli olan hemen
hemen hiç yoktu. Şehirdeki usta ve işçiler, gerçi bunlardan daha az çalışmazlar,
daha neşeli yaşarlardı ve hayattan bu somurtkan insanlar kadar hırçınlıkla ve
bıktırıncaya kadar şikâyet etmezlerdi. Köy hayatı bana hiç de basit görünmüyor.
Toprağa karşı devamlı bir dikkat, insanlara karşı da çok uyanık bir kurnazlık
istiyordu. Düşünce seviyesi bakımından da çok kısırdı. Hayatın neşeli bir tarafı
yoktu. Belli ki, köyün bütün insanları, körler gibi el yordamıyla yaşıyorlar, hepsi
bir şeyden korkuyor, kimsenin kimseye güveni yok... İçlerinde sanki bir kurt
yaşıyor.
Romas'ı, Pankov'u ve daha akıllıca yaşamak isteyen bütün insanları sevmemekte
ne diye bu kadar direndiklerini bir türlü anlayamıyordum.
Şehrin üstünlüklerini, refaha karşı susuzluğunu, cüretli kafa
araştırmacılığını, amaç ve problemlerinin çeşitliliğini apaçık görüyordum. Böyle
gecelerde aklıma hep iki şehirli gelirdi:
F. Kalugin ve Z. Nebey.
“Saat tamircileri. Her tür makine, cerrahi aletler, dikiş makineleri, her
çeşit müzik dolapları ve benzerleri en iyi biçimde onarılır.”
Bu tabela, küçük bir mağazanın dar kapısı üstünde asılıydı. Kapının iki
yanında tozlu pencereler vardı. Birinde; sarı başında bir şişlik, gözünde bir
büyüteç bulunan dazlak F. Kalugin otururdu. Bu yuvarlak yüzlü, dolgun ve hemen her
zaman gülümseyen adam ya incecik penslerle saat makinelerini kurcalar ya da fırça
gibi bıyıklarının altında gizlenen toparlak ağzını açarak bir şarkı mırıldanırdı.
Öbür pencerede esmer, kıvırcık saçlı Z. Nebey otururdu. Bu adam, büyük eğri burnu,
erik gibi kocaman gözleri, sivri sakalı ve bir deri bir kemik, kupkuru vücuduyla
şeytana benzerdi. Bu da, tıpkı öbürü gibi, birtakım ince aletleri ayırıp
birleştirmekte ve zaman zaman, kalın bir sesle bağırmaktaydı:
“Tra tatam, ta tam!...”
Arkalarında makineler, birtakım çarklar, yarım küreler karmakarışık bir
şekilde yığılıydı. Bütün raflar çeşit çeşit madenî eşya doluydu. Duvarlarda bir
sürü saatin yelkovanları sallanmaktaydı. Bu adamların nasıl çalıştıklarını bütün
gün durup izleyebilirdim, ama uzun boyum onların ışığını kapatıyordu. Önlerinde
dikildiğimi gördüklerinde bana korkunç yüz işaretleri yapıyor, ellerini sallayarak
beni kovuyorlardı. Oradan ayrılırken kıskançlıkla düşünürdüm:
“Her şeyi yapabilmek ne mutluluk!”
Bu adamlara karşı saygı duyar ve bütün makinelerle aletlerin sırlarını
bildiklerine, dünyada her şeyi tamir edebileceklerine inanırdım. İnsan dediğin işte
bunlardır!
Ama köyü beğenmiyor, köylüleri anlayamıyordum. Hele kadınlar ikide bir de
hastalıktan şikâyet ediyorlar; “Yüreğime sıkıntı basıyor.”, “Göğsüm tıkanıyor.” ya
da “Karnım sancıyor.” diyorlardı. Bayramlık elbiseleriyle, evlerinin yanında ya da
Volga boyunda oturarak en çok ve en büyük keyifle hep bunlar üzerinde
konuşuyorlardı. Hepsi de dehşetli bir çabuklukla birdenbire kızıyorlar,
birbirlerine ağız dolusu küfrediyorlardı. On iki kapik değerinde kırık bir çömlek
için üç aile sopalarla birbirine girmişti. Bir yaşlı kadının kolunu kırdılar, bir
çocuğun da başını yardılar. Böyle kavgalar hemen her hafta olurdu.
Delikanlılar, kızlara karşı utanmazca davranırlardı. Onlara kötü oyunlar
yaparlar; kızları ovada yakalayıp, elbiselerini kaldırırlardı ve eteklerini bir
iple sımsıkı başlarına bağlarlardı. Buna “kızı çiçeğe benzetmek” denirdi. Bacaktan
bele kadar çırılçıplak kalan kızlar bağırıp çağırır, küfreder, ama oyun galiba
hoşlarına da giderdi. Çünkü, dikkat ettim, iplerini yapabileceklerinden çok daha
yavaş çözüyorlardı. Delikanlılar kilise ayinlerinde kızları çimdikliyorlardı. Belki
de sadece bu iş için kiliseye gidiyorlardı. Pazar günü papaz mihraptan şöyle
bağırmıştı:
“Hayvanlar! Marifetlerinizi gösterecek başka yer yok mu sanki?”
Romas anlatırdı:
“Ukrayna'da halk, din işlerinde galiba daha duyguludur, ama burada Tanrı’ya
iman maskesi altında sadece en iğrenç korku ve yağmacılık içgüdülerinin hüküm
sürdüğünü görüyorum. Biliyor musunuz, öylesine Tanrı sevgisi, onun güzellik ve
kudretine hayranlık buralarda yok. Böylesi belki de daha iyi. En kötü önyargılardan
biri olan dinden daha kolay kurtulacaklar.”
Delikanlılar kendi aralarında övünüp böbürlenirler, ama tabansızdırlar.
Geceleyin dışarıda bulunduğum sıralarda beni üç defa dövmeye yeltendiler, ama
beceremediler. Yalnız bir defa ayağıma bir sopa darbesi yedim. Tabi bu çarpışmalar
hakkında Romas'a bir şey söylemedim, ama topalladığımı fark edince olup biteni
anladı:
“Ee, hediyenizi aldınız mı? Size söylemiştim.”
Geceleri sokağa çıkmamı tavsiye etmemesine rağmen, Volga kıyısındaki
bostanlardan geçiyor, söğütlerin altında oturuyor, gecenin şeffaf tülü arasından
nehrin öte kıyısını ve kırları seyrediyordum. Ölü aya yansıyan görünmeyen güneşin
ışıklarıyla zengince yaldızlanan Volga'nın ağır akışı muhteşemdir.
Ayı sevmem. Onda uğursuz bir şey var ve köpekte olduğu gibi, bende de bir
üzüntü, acı acı ulumak arzusunu uyandırır. Onun kendi ışığı olmadığını, ölü
olduğunu, üzerinde hayat bulunmadığını ve bulunamayacağını öğrendiğim zaman çok
sevinmiştim. Bundan önce ben onu, üçgenlerden yapılmış, pergel gibi yürüyen ve
öldürücü sesler çıkaran bakırdan insanlarla beraber hayal ederdim. Üstündeki
bitkiler, hayvanlar, her şey bakırdandı ve hepsi durmadan arza karşı düşmanca
çınlar, ona felaketler hazırlarlardı. Ayın gökte boş bir yığın olduğunu öğrenmek
hoşuma gitmişti. Ama yine de üzerine büyük bir gök taşının düşerek onu
tutuşturmasını ve böylece dünyanın üzerinde kendi ışığıyla parıldamasını
istiyordum. Volga akıntısının, ışığın altın işlemeli çizgisini nasıl titrettiğini
ve karanlığın uzak bir yerinde doğup dağlık kıyının siyah gölgesinde nasıl
kaybolduğunu izlerken düşüncemin daha da sağlamlaştığını, daha da keskinleştiğini
hissediyordum. Gündüz görüp yaşadığım şeylerin topuna yabancı, sözle anlatılması
imkânsız bir şeyi hayal meyal düşünüyordum. Su yığınının her şeye hâkim akışı hemen
hemen sessizdi. Karanlık, geniş yolun üzerinde gemiler, ateş kanatlı, doğa dışı bir
kuş gibi kayıyor, ardından ağır bir kanat vuruşu gibi yumuşak bir gürültüyü
sürüklüyordu. Kıyının çayır kısmı altında bir ateşçik yüzüyor, suyun üzerinde
sivri, kırmızı bir kıvılcım yayılıyordu. Avlanan bir balıkçının ışığıydı bu. Ama
bana öyle geliyordu ki, öksüz yıldızlardan bir tanesi nehre inmiş, suyun üzerinde
ateşten bir çiçek gibi uçmakta...
Kitaplarda okuduklarımın hepsi karmakarışık rüya fantezileri gibi önümde
canlanıyor, aklım durmadan görülmemiş güzellikte tablolar dokuyor ve sanki nehirle
birlikte gecenin ılık rüzgârı içinde yüzüyordum.
Geceleri daha iri yarı, daha sevimli görünen İzot gelip beni buldu.
“Yine burada mısın?” diye sordu. Yanıma oturup, nehre ve gökyüzüne uzun uzun
baktı.
Neden sonra düşlerinden bahsetmeye başladı:
“Okuma yazma öğreneceğim, çok okuyacağım, durmadan bütün nehir boylarını
dolaşacağım ve her şeyi anlayacağım! İnsanlara ders vereceğim! Evet, bir insana
kalbini açmak iyi şey, kardeş! Kadınlar bile, hele bazıları kendileriyle candan
konuşursan, duygulu oluyor. Geçenlerde kadının biri benim sandalımda oturuyor ve
bana soruyordu: 'Gözlerimizi kapayacağımız zaman ne olacağız? İnanmıyorum ne
cehenneme ne de öbür dünyaya.' Gördün mü? Onlar bile kardeşim...”
Uygun kelime bulamayınca biraz sustu ve sonra ekledi:
“Canlı ruhlar...”
İzot gece adamıydı. Güzelliği iyi duyar, onun üzerinde hayal kuran bir
çocuğun sakin sözleriyle, güzel konuşurdu. Tanrı’ya inanırdı. Tanrı, onun
anlayışına göre, iri yarı, yakışıklı, yaşlı biriydi. Ondan korkmazdı. Onu “Dünyanın
iyi ve zeki sahibi” diye tanımlıyordu.
Yalnız, insanlar gereğinden fazla türedikleri için, kötülüğü yenmeye
yetişemiyordu. Ama bunun zararı yoktu.
“Zaman gelecek, yetişecek, göreceksin. İsa'ya gelince onu bir türlü
anlayamıyorum! Onun bence hiç gereği yok. Tanrı var ya, bana yeter. Ama burada biri
daha ortaya çıkıyor! ‘Oğlu!’ diyorlar. Varsın oğlu olsun, bana ne? Tanrı ölmedi...”
İzot daha çok sessizce oturup bir şeyler düşünür, zaman zaman içini çekerek
söylenirdi:
“Evet, işte böyle...”
“Ne?”
“Kendime söylüyorum.”
Sonra belirsiz uzaklara bakarak yine içini çekerdi:
“Hayat iyi şey!”
Onu onaylayarak:
“Evet, iyi şey!” derdim.
Karanlık suyun kadife çizgisi canlı canlı kımıldanıyor, bunun üstünde
samanyolunun gümüş şeridi dolambaçlı yayılıyor, büyük yıldızlar altın tarla kuşları
gibi parıldıyor, kalbim de hayatın sırları üzerindeki düşüncelerini delicesine
açığa çıkarıyordu.
Uzakta, çayırların ötesinde, kırmızımtırak bulutlar arasından, güneşin
ışıkları hızla fırlar, tavus kuşunun kuyruğu gibi ufka yayılırdı.
İzot, mutlu bir gülümsemeyle;
“Bu güneş harika!” diye mırıldanırdı.
Elma ağaçları çiçek açıyor, köy gülden buketlere bürünüyor, katran ve gübre
kokularını boğan acı bir koku her tarafa dağılıyordu. Yayılmış dallarının pembe
atlastan bayramlıklarını giymiş yüzlerce çiçekli ağaç, köyden kırlara doğru düz
çizgiler hâlinde uzanıyordu. Mehtaplı gecelerde çiçekler en ufak bir rüzgârla
kımıldanıyor, zor duyulacak kadar hafif hafif hışırdıyor ve sanki köy, altın sarısı
mavi ağır dalgalar arasında çalkalanıyordu. Bülbüller de yorulmadan coşkuyla
ötüyorlardı. Gündüz sığırcıklar öfkeli öfkeli haykırmış, görünmez tarla kuşları
yumuşak ve sonsuz cıvıltılarını toprağa serpmişti.
Yortu günü akşamları kızlarla genç kadınlar, ağızlarını kuş yavruları gibi
açarak şarkılar söyleye söyleye sokaklarda gezinir ve sarhoş gülümsemelerle içli
içli gülüşürlerdi. İzot da tıpkı onlar gibi, sarhoşça gülümserdi. Zayıflamış,
gözleri karanlık çukurlara batmış, yüzü daha ciddi, daha güzel olmuş, daha kutsal
bir renk almıştı. Bütün gün uyur, sakin ve düşünceli bir hâlde yalnız akşamları
sokakta görünürdü. Kukuşkin babaca, ama safça onunla alay ederdi. Fakat İzot mahcup
mahcup gülümseyerek ona;
“Sus canım, ne olacak?” der ve hayranlığını açığa vururdu:
“Oh, hayat ne güzel! İnsan ne tatlı tatlı yaşayabilirmiş meğer. Kalbi
okşayacak söz istediğin kadar! Ölünceye dek unutamazsın bunları, yeniden
dirildiğinde de ilk önce yine onları hatırlayacaksın!”
Hohol da sevine sevine gülümseyerek;
“Dikkat et, kocaları seni dövmesinler.” diye onu uyardı.
İzot ona hak verirdi:
“Hakları da yok değil doğrusu.”
Hemen hemen her gece, bülbüllerin ötüşüyle beraber Migun'un heyecanlı ve gür
sesi, bahçelere, kırlara, nehir kıyısına yayılırdı. Çok güzel ve hoş şarkılar
söylediği için köylüler onun birçok kusurunu affederlerdi.
Her cumartesi akşama doğru hepsi ve her seferinde daha da kalabalıklaşarak
bizim dükkânda toplanırlardı. Yaşlı Suslov, Barinov, Demirci Krotov ve Migun hiç
eksik olmazlardı. Oturup düşünceli düşünceli sohbet ederlerdi. Bir bölümü gider,
diğerleri gelirdi ve bu böyle hemen hemen gece yarısına kadar sürerdi. Kimi zaman
sarhoşlar rezalet çıkarırlardı, ama aralarında en çok gürültü edeni, tek gözlü ve
sol elinin iki parmağı eksik olan asker Kostin olurdu. Kollarını sıvayıp,
yumruklarını sallayarak, bir dövüş horozu yürüyüşüyle dükkâna yaklaşır ve kısık
sesiyle boğuk boğuk bağırırdı:
“Hohol, şeytan bozuntusu! Söyle bakayım, sen neden kiliseye gitmiyorsun?
İmansız herif! Toplumun belası!... Söyle bana, kimsin sen?”
Köylüler onu daha da kızıştırırlardı:
“Mişka, parmaklarına neden ateş ettin? Türklerden mi korktun?”
O kavgaya başlamak için kollarını uzatır, ama ötekiler onu yakalarlar,
gülüşerek, bağrışarak çukurun içine iterlerdi. Yokuş aşağı tepetaklak yuvarlanırken
müthiş bir çığlık koparırdı:
“İmdat, beni öldürüyorlar!...”
Sonra tırmanarak toz toprak içinde çukurdan çıkar gelir, Hohol'dan votka
almak için bir ellilik dilenirdi.
“Niçin vereyim?”
Kostin:
“Sizi eğlendirdiğim için.” diye yanıt verirdi.
Köylüler katıla katıla gülerlerdi.
Bir yortu günü sabahıydı. Aşçı kadın ocaktaki odunları yaktıktan sonra dışarı
çıkmıştı, ben dükkânda bulunuyordum. Mutfakta şiddetli bir patlama oldu; dükkân
sarsıldı, karamela kutuları raflardan yuvarlandı. Camlar şangırtıyla kırılıyor,
döşemede bir şey düzenli vuruşlarla uğulduyordu. Hemen mutfağa koştum; mutfak
kapısından odaya siyah duman bulutları giriyor, bunların gerisinde bir şey
çatırdıyordu. Romas beni omzumdan yakaladı:
“Durunuz!...”
Aşçı kadın koridorda bağırıyordu:
“Hay budala kadın!” diye onu da azarladı.
Romas dumanın içine daldı, bir şeye gürültüyle çarptı, küfretti ve bağırdı:
“Kes sesini de su getir! Su!”
Mutfağın ortasında kesik odunlar tütüyor, çıralar yanıyor, tuğlalar
yuvarlanıyordu. Ocağın siyah ağzı, sanki süpürülmüş gibi tertemizdi. Dumanlar
arasında araya taraya kocaman bir su kabı yakalayarak, yerdeki ateşi söndürdüm ve
odun parçalarını gerisin geriye ocağa atmaya başladım.
Hohol, aşçı kadını elinden tutmuş getiriyordu. Bana;
“Daha yavaş.” dedi.
Kadını odanın içine iterek, emretti:
“Dükkânı kapa! Daha yavaş Maksimiç, bir patlama daha olabilir...”
Yere çömelerek yuvarlak çam odunlarını muayene etmeye başladı. Sonra da benim
ocağa attıklarımı çekip çıkarmaya koyuldu.
“Ne yapıyorsunuz?” diye sordum.
“Bak işte ne yapıyorum!”
Bana garip bir biçimde parçalanmış kalınca bir odun uzattı. Bunun içinin
burgu ile oyulduğunu ve dumandan yine garip bir biçimde karardığını gördüm.
“Anladınız mı? Şu şeytan herifler oduna barut doldurmuşlar. Aptallar! Yüz
dirhem barutla ne olacak sanki?”
Odunu bir köşeye koyarak ellerini yıkamaya başladı ve:
“İyi ki Aksinya dışarı çıkmış, yoksa yaralanabilirdi!...” dedi.
Ekşimtırak duman dağıldı. Raflardaki tabaklar kırılmış, bütün pencere camları
dışarı fırlamış, ocağın ağzından da bir hayli tuğla sökülmüştü.
Hohol'un o andaki soğukkanlılığı hoşuma gitmedi. Bu aptalca oyun sanki onu
hiç sinirlendirmemiş gibi bir davranış takınmıştı. Ama sokakta çocuklar koşuşuyor,
bağrışmalar duyuluyordu:
“Hohol'un evinde yangın var! Yanıyoruz!...”
Bir kadın acı acı bağırıyor, Aksinya da odadan heyecanlı heyecanlı
haykırıyordu:
“Mihaylo Antoniç! Dükkânın kapısını kırıyorlar!”
Romas bir havluyla, ıslak sakalını kurulayarak;
“Ee, yavaş.” dedi.
Odanın açık pencerelerinden içeriye hırs ve kızgınlıktan allak bullak olmuş
kıllı yüzler bakıyor, dumandan yanmış gözler kırpışıyor, birisi öfkeli öfkeli
homurdanıyordu:
“Kovun şunları köyden! Rezaletlerinin haddi hesabı yok! Ne oluyor Tanrım?”
Kızıl saçlı, ufak tefek bir köylü istavroz çıkararak ve dudaklarını oynatarak
pencereye tırmanmaya çalışıyor, ama yapamıyordu. Sağ elinde bir balta tutuyor,
çırpınarak pencerenin pervazına sarılan sol eliyse kayıyordu.
Romas, elinde bir odun tutarak ona sordu:
“Nereye?”
“Söndürmeye, babacığım...”
“Yanan bir şey yok burada...”
Köylü ağzını korkuyla açarak ortadan kayboldu. Romas da dükkânın eşiğine
çıktı ve kalabalığa odunu göstererek;
“İçinizden biri, bu kalın oduna barut doldurmuş ve bizim odunların arasına
sokmuş. Ama barut az geldiği için hiçbir zararı dokunmadı...” dedi.
Hohol'un arkasında durmuş, kalabalığa bakıyor ve eli baltalı köylünün korkulu
korkulu anlattıklarını dinliyordum:
“Odunu bana öyle bir salladı ki...”
Asker Kostin ise, sarhoş bir hâlde bağırıyordu:
“Şu dinsizi kovun buradan! Mahkemeye...”
Ama halkın çoğunluğu Romas'a ısrarla bakarak susuyor, onun sözlerini şüpheyle
dinliyordu:
“Bir evi havaya uçurmak için çok barut gerekli, belki de bir kova dolusu.
Anlaşıldı mı? Haydi, dağılın artık...”
Birisi sordu:
“Muhtar nerede?”
“Jandarma çavuşu gelmeli!” diye bağırdı.
Kalabalık yavaş yavaş ve sanki bir şeye acıyormuş gibi isteksizce dağıldı.
Çay içmeye oturduk. Çayı, her zamankinden daha iyi kalpli ve temiz olan
Aksinya dağıttı ve Romas'a sevgiyle bakarak şöyle dedi:
“Onları şikâyet etmiyorsunuz, bunun için işte böyle şeyler yapıyorlar size.”
Ben de sordum:
“Bu işler sizi kızdırmıyor mu?”
“Her budalalığa kızacak zamanımız yok!” dedi.
Ben, “Bütün insanlar işlerini böyle soğukkanlılıkla yapsalar.” diye
düşünüyordum. O ise yakında Kazan'a gideceğini söylüyor ve ne gibi kitaplar
getirmesini istediğimi soruyordu.
Zaman zaman bana öyle geliyordu ki, bu adam can yerine, saatlerde olduğu gibi
bir çeşit makine taşıyordu. Öyle bir makine ki, bütün hayatınca işlemek üzere bir
defa kurulmuştu ve ben Hohol'u seviyordum, ona çok saygı gösteriyordum, ama
istiyordum ki, bir defa olsun bana ya da bir başkasına kızsın, bağırsın ve
ayaklarını yere vursun. Ama o kızmıyor ya da kızmak istemiyordu. Onu aptallıklarla
ya da alçakça davranışlarla sinirlendirmek istedikleri zaman, o kül rengi gözlerini
kırpıştırır, kısa ve soğuk sözlerle her zaman basit, söylenmeyecek kadar basit bir
şeyler söylerdi. Nitekim bir gün Suslov'a sormuştu:
“Siz, yaşlı adam, niçin ruhunuzu bozuyorsunuz?”
İhtiyarın sarı yanaklarıyla alnı yavaş yavaş güzel kızıl renge boyandı, beyaz
sakalı, kıllarının köklerinde sanki pembeleşmiş gibi oldu.
“Bundan sizin hiçbir kazancınız yok, üstelik yaşınıza gösterilen saygıyı da
kaybedeceksiniz.”
Suslov başını eğerek onu onayladı:
“Tabi, kazanç yok!”
Sonra da İzot, şöyle dedi:
“Bu, ruhlara önderlik edecek adamdır. Ya, işte bunun gibilerini işbaşına
getirsek...”
Romas kendisi yokken ne yapacağımı ve nasıl davranacağımı birkaç sözle sakin
sakin anlattı. Patlamayla kendisini ürkütme girişimini artık unutmuştu. Tıpkı
insanların sinek ısırığını unuttukları gibi.
Pankov geldi, ocağa baktı ve somurtkan bir tavırla sordu:
“Korkmadınız mı?”
“Neden korkacakmışız?”
“Savaştan!”
“Otur, çay içelim.”
“Karım beni bekliyor.”
“Neredeydin?”
“İzot'la balık avlıyorduk.”
Giderken düşünceli düşünceli bir daha tekrarladı:
“Bu bir savaş!...”
Hohol ile sanki bütün önemli ve karışık şeyleri çoktan konuşup bitirmiş gibi,
her zaman kısa kısa konuşurdu. Korkunç İvan'ın çarlık devri tarihini Romas'dan
dinledikten sonra, İzot'un şöyle söylediğini hatırlıyorum:
“Can alıcı bir Çar...”
Kukuşkin de eklemişti:
“Kasap herif!”
Ama Pankov daha açık konuşmuştu:
“Fazla zeki adama benzemiyor. Prensleri boğazladı, ama yerlerine küçük
asilzadeleri koydu. Hatta dışarıdan, başka soydan adamlar da taşıdı bize. Bu
akıllıca bir iş değildi. Küçük toprak sahibi, büyük toprak ağasından daha kötüdür.
Sinek, kurt değil, tüfekle öldürülemez, ama kurttan daha çok rahatsızlık verir.”
Kukuşkin, elinde kırmızı toprak çamuru dolu bir kovayla geldi, tuğlaları
ocağa yerleştirirken şöyle diyordu:
“Neler düşünmüş şeytan herifler! Bitleriyle başa çıkamıyorlar, ama insan
temizlemekte usta kesiliyorlar. Sen Antoniç, bundan böyle toptan mal getirme, azar
azar ve sık getir, daha iyi... Çünkü bak, ateşe verecekler. Şimdi bu işi de
yaparsan bekle başına gelecek belaları!”
Köyün zenginleri için çok can sıkıcı olan bu iş, küçük bahçe sahiplerinin
kooperatif işiydi. Hohol, Pankov, Suslov ve iki üç aklı başında köylünün
yardımıyla, bunu epeyce yoluna koymuştu. Mal mülk sahiplerinin çoğu Romas'a daha
iyi bir gözle bakmaya başlamış, dükkân müşterilerinin sayısı da bir hayli artmıştı.
Hatta Barinov ve Migun gibi bayağı köylüler bile, Romas'a, her çareye başvurarak
ellerinden geldiği kadar yardım etmeye çalışıyorlardı.
Migun'u çok beğeniyordum, onun güzel hazin şarkılarını seviyordum. Şarkı
söylerken gözlerini kapar, dertli yüzü seğirmezdi. Onun hayatı ya mehtapsız
karanlık gecelerde ya da kalın bir bulut perdesiyle örtülü gökyüzü altında geçerdi.
Bazı akşamlar beni de yanına çağırdığı olurdu:
“Volga'ya gel.”
Orada, kılıç balığı avlamaya yarayan yasak ağını suya atarak, sandalcığının
burnuna ata biner gibi geçer, eğri kara bacaklarını karanlık suya sarkıtır, alçak
sesle bana şöyle derdi:
“Ağa bana eziyet ediyor, hadi neyse, buna dayanabiliyorum. Tanrı belasını
versin, yaman adam o, ben ne kadar bilmiyorsam, o da o kadar biliyor. Ama bir
köylü, kardeşim olacak bir köylü, beni boğmaya kalkarsa buna nasıl razı olabilirim?
Aramızda ne fark var? O ruble sayıyor, ben kapik, hepsi bu kadar!”
Migun'un yüzü acı acı titriyor, kaşları fırlıyor, parmakları bir eğeyle
oltasının iğnesini ayıklayarak bilerken hızlı hızlı sallanıyor, içten gelen sesi
yavaşça yankılanıyordu:
“Bana hırsız diyorlar, evet, günahkârım! Ama herkes hırsızlıkla geçiniyor;
hepsi birbirini emiyor ve yiyor. Evet, Tanrı bizi sevmiyor, ama şeytan oyalıyor!”
Kara nehir yanımızdan akıyor, kara bulutlar başımızın üzerinde kayıyor,
çayırlık kıyılar karanlıkta görünmüyordu. Dalgalar kumsala yavaşça sürtünüyor ve
beni sanki yukarıya doğru uzanıp giden sonsuz karanlığa sürüklemek için,
ayaklarımdan çekiştiriyordu.
Migun içini çekerek;
“Bizler yaşamalı mıyız?” diye sordu.
Dağın tepesinde bir köpek acı acı uluyor, uykusuzluğumun içinde düşünüyordum:
“Senin gibiler ne diye yaşasın?”
Nehrin üstü çok sessiz, çok karaltılı ve korkuluydu; bu sıcak karanlığın sonu
yok gibiydi.
Migun mırıldandı:
“Hohol'u öldürecekler. Seni de öldürecekler, göreceksin...”
Sonra birdenbire hafif bir şarkı tutturuyor:
Gözlerini yumuyor, sesi daha gür ve daha acıklı çıkıyor, parmakları oltanın
ipini çekerken daha ağır kımıldıyor:
Garip bir duygu içindeydim. Sanki nehrin kara ve ıslak yığınının ağır
hareketiyle aşınan toprak onun üzerine devrilmiş, ben de topraktan kayarak, güneşin
bir daha doğmamak üzere battığı bir karanlığa doğru yuvarlanıyordum.
Şarkısını, başladığı gibi birdenbire bitiren Migun, sandalını sessizce suya
itti, içine girip oturdu ve hemen hemen gürültüsüz karaltının içinde kayboldu.
Arkasından bakıyor ve düşünüyordum: “Böyle adamlar ne diye yaşıyorlar?”
Barinov da dostumdu. Karmakarışık bir adamdı. Kendi kendini öven, tembel,
dedikoducu ve hiçbir yerde tutunamayan göçebe bir serseriydi. Moskova'da bulunmuştu
ve oradan yere tükürerek söz açardı:
“Şeytan beldesi! Babil kiliselerinin sayısı on dört bin altı. Ama halkı
baştan başa hırsız! Hepsi de beygirler gibi, uyuz vallahi! Tüccarlar, askerler,
basit şehirliler, hepsi yürürken kaşınıyor. Gerçi orada çar topu var; kocaman bir
makine. Büyük Petro kendisi dökmüş onu, isyancıları vurmak için. Orada bir kadın,
soylu bir kadın, ona olan aşkı yüzünden isyan etmiş. Büyük Petro kadınla günü
gününe tam yedi yıl beraber yaşamış. Sonra da üç çocuğuyla bırakmış. Kadın kızmış,
isyan bayrağını kaldırmış. O zaman kardeşim, o da topla asilere ateş etmiş. Dokuz
bin üç yüz sekiz kişiyi birden yere sermiş. Kendisi de ürkmüş. 'Şu uğursuz şeytan
icadını tıkamalı.' demiş. Tıkadılar da...”
Bütün bunların saçma olduğunu ona söylerdim, kızardı:
“Aman Tanrım! Senin ne kötü huyun var! Bana bu olayı uzun uzadıya bir bilgin
anlattı, sen de tutmuş...”
Kiev'e “azizler”e gitmişti. Anlatırdı:
“Bu şehir, bizim köy gibidir, onun da yokuşu ve Volga gibi akan bir nehri
var, ama şimdi adını unuttum. Fakat Volga'nın yanında, su dolu bir çukur gibi
kalır. Açık söyleyelim, karmakarışık bir kent. Bütün yollar dolambaçlı. Hepsi de
dağa doğru yokuş yukarı. Oradakilerin hepsi bizim Hohol gibi, ama Mihaylo
Antoniç'in kanından değil. Yarı Tatar, yarı Polonez. Ağızlarında bir şeyler
gevelerler, ama gel de anla. Daha tarağı tanımamışlar, taranmamış, pis bir millet.
Kurbağa yerler. Bir tanesi üç kilo ağırlığında. Öküzlerle yola çıkarlar, hatta çift
de sürerler. Öküzleri olağanüstü. En küçüğü bizimkilerin dört misli. Her birinin
ağırlığı iki yüz elli kilo gelir. Papaz sayısı elli yedi bin. İki yüz yetmiş üç de
piskopos var... Ee, enayi! Bunları nasıl kabul etmemezlik edersin? Ben bütün
bunları kendi gözümle gördüm. Sen oraya gittin mi? Hayır. Ee, öyleyse? Ben,
kardeşim, her şeyden fazla doğruyu severim...”
Rakamları severdi, benden toplama ve çarpma yapmayı öğrenmişti, ama bölmeyi
bir türlü beceremiyordu. Çok haneli rakamları büyük bir hevesle çarpardı, ama
hatalar yapardı. Değnekle kum üzerine uzun bir sıra rakam çizer, çocuksu gözlerini
açarak hayretle onlara bakar ve bağırırdı:
“Böyle bir şeyi hiç kimse, değil okumak, söyleyemez bile...”
Avare, darmadağınık, üstü başı yırtık pırtık bir adamdı, ama yüzü güzelceydi.
Kıvırcık, sevimli bir sakalı vardı. Mavi gözleri çocuksu bir şekilde gülümserdi.
Onunla Kukuşkin arasında ortak bir şey vardı ve birbirlerine çok yaklaşmamaları
belki de bundandı.
Barinov balık avlamaya iki defa Hazar Denizi'ne gitmişti. Bunu da şöyle
anlatırdı:
“Deniz, kardeşim, hiçbir şeye benzemez. Sen onun önünde sivrisinek gibi
kalırsın. Ona bir baktın mı, şaşkına dönersin. Orada hayat da güzeldir. Her çeşit
insan orada toplanır, hatta bir piskopos bile vardı aralarında. Ama kimseye
dokunmazdı, çalışırdı. Bir de aşçı kadın vardı. Bu bir aralık savcıya metreslik
etmişti. Ee, daha ne isteyebilirdi? Hayır, kendini tutamadı kadıncağız:
'Savcıcığım, seni çok severim, ama yine de hoşça kal.' dedi, denize gitti. Çünkü
denizi bir defa gören, mutlaka yine ona dönmek ister. Orada sadelik, genişlik var.
Gökyüzünde olduğu gibi, orada da hiç kargaşa yok. Hiç geri dönmemek üzere, oraya
gideceğim. Olacağı budur. Zaten ben dünyayı bırakıp çölde yaşamalıymışım, evet ama
şöyle bir şeye benzer çöl nerededir bilmiyorum ki...”
Köyün içinde sahipsiz bir köpek gibi dolaşırdı. Ondan nefret ederlerdi, ama
öykülerini, tıpkı Migun'un şarkılarını dinledikleri gibi zevkle dinlerlerdi.
“Yaman söylüyor, çok hoş!”
Fantezileri kimi zaman Pankov gibi olumlu kimselerin kafalarını bile
bulandırırdı. Hiçbir şeye kolay kolay inanmayan bu adam, bir gün Hohol'a şöyle
demişti:
“Barinov, Korkunç İvan'ın hayatının kitaplarda tam olarak yazılmadığını,
birçok tarafının gizli kaldığını bize kanıtladı. Barinov'a göre, İvan bir
büyücüymüş. Kartal şekline girermiş. İşte o zamandan sonra onun şerefine sikkelere
kartal resmi basıyorlarmış.”
Dikkat ettim, birçok kez alışılmamış, fantastik, açıkça ve hatta bazen kabaca
uydurma şeyleri insanlar, gerçek hayat üzerinde anlatılan ciddi şeylerden daha çok
beğeniyorlar. Ama bunu Hohol'a söylediğim zaman gülümseyerek şöyle dedi:
“Bu geçer, yeter ki insanlar düşünmeyi öğrensinler. İnsan düşüne düşüne
gerçeğe ulaşır. Barinov ve Kukuşkin gibi garip kimseleri de anlamamız gerek.
Biliyor musunuz, bunlar sanatkâr, yaratıcı adamlardır. İsa da kesinlikle böyle
garip bir adamdı ve kabul edersiniz ki, kafasından indirdiği şeylerin birçoğu hiç
de kötü şeyler değil...”
Bütün bu insanların Tanrı üzerinde az ve isteksizce konuşmaları hayretimi
uyandırıyordu. Yalnız yaşlı Suslov sık sık ve güvenle şöyle derdi:
“Her şey Tanrı’dandır.”
Ben bu sözlerde her zaman bir umutsuzluk sezerdim. Bu insanlarla çok iyi
geçiniyordum. Gece sohbetlerimizde onlardan birçok şey öğrenmiştim. Bana öyle
geliyordu ki, Romas'ın ileri sürdüğü her soru, kuvvetli bir ağaç gibi köklerini
hayat gövdesinin içine atıyor, bu kökler gövdenin derinliklerinde, buna benzer bin
yıllık başka bir ağacın köklerine karışıyor ve böylece ağacın her dalında
düşünceler güzelce çiçek açıyor ve canlı kelimeler yeşermiş yapraklar hâlinde geniş
geniş yayılıyordu. Büyüdüğümü seziyordum. Kitapların kuvvet verici balını emdikçe
daha fazla güvenle konuşuyordum. Romas da beni birçok defalar övmüştü:
“İyi gidiyorsunuz, Maksimiç.”
Bu sözlerden dolayı ona çok minnettardım.
Pankov zaman zaman karısını da getirirdi. Bu; sakin yüzlü, mavi gözlü, zeki
bakışlı, “iyi” giyimli, ufak tefek bir kadındı. Dudaklarını nazikçe kısarak köşede
sessizce otururdu. Ama konuşmalar ilerleyince ağzı hayretle açılır, gözleri ürkmüş
gibi büyürdü. Bazen de yerinde kullanılmış bir söz duyunca, yüzünü elleriyle
okşayarak gülümserdi. Bu sırada Pankov da, Romas'a işaret ederek şöyle derdi:
“Aklı kesiyor!”
Hohol'u birtakım sakıncalı adamlar da ziyaret ederdi. O zaman tavan arasına,
benim odama çıkarlar ve orada saatlerce otururlardı.
Aksinya onlara yemek ve içki götürürdü. Orada yatarlardı. Benden ve Romas'a
köpek gibi sadık, hatta ona tapınırcasına bağlı aşçı kadından başka onları kimse
görmezdi. İzot ile Pankov bu konukları gece sandalla açıktan geçen bir gemiye ya da
Lobişki limanına götürürlerdi. Ben de mehtaptan gümüşlenmiş nehirde sandalın nasıl
göründüğüne, üzerindeki fener ışıkçığının gemi kaptanının dikkatini çekmek için
nasıl uçtuğuna bakardım. Bakar ve kendimi büyük, gizli bir işin ortağı gibi
hissederdim.
Şehirden Marya Derenkova gelirdi, ama bakışlarında beni heyecanlandıran o
şeyi artık bulamıyordum. Gözleri bana, kendi güzelliğini bilmekten mutlu ve iri
yarı sakallı bir erkeğin kendisine sempati duymasına sevinen bir genç kızın gözleri
gibi görünüyordu. Bu adam, herkesle olduğu gibi, onunla da aynı sakinlikle ve biraz
da alaylı konuşuyordu. Yalnız sakalını daha sık sıvazlıyor, gözleri daha hararetli
parlıyordu. Kızın ince sesi de neşe saçıyordu. Mavi bir elbise giymişti. Açık renk
saçlarında mavi bir kurdele vardı. Çocuksu elleri sanki tutunacak bir yer arıyormuş
gibi garip bir telaş içindeydi. Hemen hemen hiç durmadan bir şarkı mırıldanıyor ve
terleyen pembe yüzünü mendille serinletiyordu. Tüm davranışlarında beni yeni bir
tarzda, düşmanca ve kızgıncasına allak bullak eden bir şey vardı. Onu elimden
geldiği kadar daha az görmeye çalışıyordum.
Temmuzun ortalarında İzot birdenbire kayboldu. Boğulduğunu yaymaya
başladılar. İki gün sonra gerçek anlaşıldı. Dibi delinmiş, yanları parçalanmış
sandalı köyün yedi verst aşağısında, çayırlık kıyıda karaya vurmuştu. Kazayı şöyle
açıkladılar: İzot herhâlde nehirde uyuyakalmıştı. Sandalını da akıntı köyden beş
verst kadar aşağıda demirli üç yük gemisinin üzerine atmış olacaktı.
Bu olay olduğu zaman Romas Kazan'daydı. Akşam Kukuşkin dükkâna geldi.
Çuvalların üstünde mahzun mahzun oturdu ve ayaklarına bakarak kısa bir süre
sustuktan sonra bir sigara yaktı ve sordu:
“Hohol ne zaman dönecek?”
“Bilmiyorum.”
Pis pis küfürler mırıldanarak ve boğazına kemik saplanmış gibi öğürerek
lekeli yüzünü avucuyla ovuşturmaya başladı.
“Sana ne oldu?”
Dudaklarını ısırarak bana baktı. Gözleri kızarmıştı, çenesi titriyordu.
Konuşamadığını görünce telaşlanarak acı bir şey beklemeye başladım. Sonunda, sokağa
bir göz atarak, zorla ve kekeleyerek konuştu:
“Migun'la beraber gittik, İzot'un sandalına baktık. Dibi baltayla delinmiş,
anladın mı? Demek İzot'u öldürdüler. Bu böyledir!...”
Başını sallayarak art arda küfürler savurmaya başladı. Kuru, ateşli bir
seslenişle hıçkırıyordu. Bu köylünün ağlamak isteyip de ağlayamadığını, ağlamasını
bilmediğini, hırs ve üzüntüden boğularak tir tir titrediğini görmek dayanılır şey
değildi. Ayağa fırladı ve başını sallayarak gitti.
Ertesi gün akşama doğru çocuklar nehirde yüzerken, köyün biraz yukarısında,
kıyıda, kurumuş, parçalanmış bir mavnanın altında İzot'u gördüler. Mavnanın yarısı
kıyının taşları üzerinde, öbür yarısı da suyun içindeydi. Altında da, burnunda,
İzot'un uzun gövdesi, dümenin kırık tahtalarına takılmış olarak yüzükoyun
uzanıyordu. Kafatası parçalanmıştı ve boştu. Su beyni içeriden alıp götürmüştü.
Balıkçıya arkadan vurmuşlardı. Kafatası baltayla, âdeta kılıç gibi yarılmıştı.
Akıntı, ayaklarını kıyıya iterek ve kollarını oynatarak İzot'u sallıyordu. Balıkçı,
nehir kıyısına çıkmak için ellerini uzatmış gibiydi.
Yirmi kadar zengin köylü, asık yüzlerle ve düşünceli düşünceli kıyıda
duruyorlardı. Yoksullar tarlalardan henüz dönmemişlerdi. Hırsız ve korkak muhtar
değneğini sallayarak ortalıkta dolaşıyor, burnunu çekiyor ve pembe gömleğinin
koluna siliyordu. Şişman bakkal Kuzmin ayaklarını genişçe açmış, göbeğini de dışarı
doğru fırlatmış olarak ayakta duruyor, sırayla, bir bana, bir Kukuşkin'e bakıyordu.
Kaşlarını korkuturcasına çatmıştı, ama gözleri yaşarıyordu ve esmer yüzü acınacak
bir hâl almıştı.
Muhtar çarpık bacaklarını oynatarak,
“Ah, ne felaket! Ah köylüler, çok kötü bu!...” diye söyleniyordu.
Gelini, o iri yarı kadın bir taşın üzerine oturmuş, alık alık suya bakıyor ve
titrek eliyle istavroz çıkarıyordu. Dudakları kımıldıyor, köpeğinkini andıran kalın
ve kırmızı alt dudağı, koyu sarı dişlerini göstererek, çirkin çirkin aşağı doğru
sarkıyordu. Dağdan renkli demetler hâlinde kız ve erkek çocuklar akıyor, üstü başı
toz içinde köylüler acele acele yürüyorlardı. Kalabalık dikkatli ve hafifçe
uğulduyordu:
“Kavgacı bir köylüydü.”
“Ne diyorsun?”
“Asıl kavgacı Kukuşkin!”
“Haksız yere öldürdüler adamcağızı.”
“İzot uslu uslu yaşıyordu.”
Kukuşkin köylülerin üzerine atılarak gürledi:
“Uslu mu yaşıyordu? Öyleyse onu ne diye öldürdünüz, ha? İt oğlu itler,
ha?...”
Ansızın kadının biri kahkahalarla güldü, zevzek kadının bu gülüşü kalabalığın
üzerinde kırbaç şaklaması gibi etki yaptı. Köylüler, birbirlerini iterek,
küfrederek ve homurdanarak bağırıp çağırmaya başladılar. Kukuşkin bakkalın yanına
fırladı ve dolgun yanağına şiddetli bir sille indirdi:
“Al sana hayvan herif!”
Yumruklarını sallayarak kalabalıktan hemen çekildi ve âdeta keyifle bana
bağırdı:
“Kaç, kavga olacak!...”
Ona vurmuşlardı bile. Patlayan dudağından kan akıyordu. Ama yüzü sevinçten
pırıl pırıldı.
“Kuzmin'i nasıl patakladığımı gördün mü?”
Barinov, mavnanın yanında koyu bir küme gibi birikmiş olan kalabalığa ürkek
bakışlar fırlatarak koşa koşa yanımıza geldi. Kalabalığın içinden muhtarın ince
sesi yükseliyordu:
“Hayır, benim kime kötülük yaptığımı kanıtla, kanıtla!”
Barinof yokuşu tırmanırken mırıldandı:
“Buradan kaçmalıyım.”
Akşam sıcaktı, boğucu hava soluk almaya engel oluyordu. Kızıla boyanmış
güneş, kalın mavimtırak bulutlar arasından iniyor, kırmızı yansımaları
fundalıkların yapraklarında parlıyordu. Uzaklarda bir yerlerde gök gürlüyordu.
İzot'un ölüsü yavaş yavaş önümde sallanıyordu. Akıntının doğrulttuğu
parçalanmış başındaki saçları, sanki dimdik havaya fırlamış gibiydi. Onun boğukça
sesini, güzel sözlerini hatırlıyordum:
“Her insanın içinde çocuksu bir şey var. İşte bundan başlamalıyız, bu çocuksu
şeyden! İşte al Hohol'u; demir gibi adam, ama ruhu, çocuk ruhu!”
Kukuşkin yanımda yürürken öfkeli öfkeli söyleniyordu:
“Hepimizin sonu böyle olacak... Tanrım ne budalalık!”
Hohol iki gün sonra gece geç saatte geldi. Bir şeyden çok memnun görünüyordu.
Müthiş keyifliydi. Ona kapıyı açınca omzuma vurdu:
“Az uyuyorsunuz, Maksimiç.”
“İzot'u öldürdüler.”
“Ne?”
Yanaklarındaki adaleler kasıldı. Sakalı, akıntı gibi göğsüne inerek titredi.
Kasketini çıkarmaksızın odanın ortasında durdu. Gözlerini kırpıştırarak ve başını
sallayarak,
“Öyle mi? Kim olduğu anlaşıldı mı? Tabi... Elbette...”
Yavaşça pencereye yaklaştı ve ayaklarını uzatarak orada oturdu.
“Ona söyleyip duruyordum. Hükûmetten gelen oldu mu?”
“Dün, karakol çavuşu...”
“Ne oldu?” diye sordu, cevabı da kendisi verdi:
“Elbette hiçbir şey!...”
Karakol çavuşunun, her zaman olduğu gibi, Kuzmin'in evinde konuk olarak
kaldığını ve bakkala attığı tokat için Kukuşkin'in hapse atılmasını emrettiğini
söyledim.
“Peki, sen bunlara ne diyorsun?”
Semaveri yakmaya mutfağa gittim.
Romas çay içerken anlatıyordu:
“Yazık ki, bu halk en iyi çocuklarını öldürüyor. Belki de onlardan korkuyor.
Burada denildiği gibi, ‘avlunun dışındalar’, yani kendi aralarına yakışmayan
adamlar. Onlar Sibirya'ya doğru hep o bilinen kafileyle, yaya yürürken, bir kürek
mahkûmu bana şunu anlatmıştı: Dağa çıkmış, beş kişilik bir çetesi varmış. Bunlardan
birincisi, 'Kardeşim, şu eşkıyalıktan vazgeçelim.' demeye başlamış. 'Nasıl olsa bir
faydası olmuyor. İyi yaşayamıyoruz.' Bu yüzden adamı bir gün sarhoş yatarken
boğazlamışlar. Bunu bana anlatan, öldürüleni çok övüyordu. 'Bizimkilerin üçünü,
ondan sonra öldürmüştüm de, hiç acımamıştım, ama o arkadaşa hâlâ acıyorum. İyi bir
arkadaştı, zeki, iyi yürekli, ruhu temizdi.' diyordu. 'Öyleyse onu niçin
öldürdünüz? Sizi ele vermesinden mi korktunuz?' diye sordum. Bana içerlemişti,
hakaret saymıştı. 'Hayır, bir hazine karşılığında da bizi ele vermezdi, asla! Ama
ne bileyim, onunla artık bir arada ekmek yiyemez olmuştuk. Biz hepimiz günahkâr
olalım da, sadece o güya doğru adam olsun... Olmuyordu işte...' demişti.”
Hohol ayağa kalktı, ellerini arkasında bağladı, çubuğunu dişleri arasında
tutarak, topuklarına kadar uzanan beyaz Tatar gömleğiyle odada dolaşmaya başladı.
Çıplak ayaklarıyla yere ağır ağır basıyor, sakin ve düşünceli anlatıyordu:
“Doğru adamdan korkmanın ve iyi adamı yaşatmanın karşısında birçok defalar
bocaladım. Bu gibi adamlar iki türlü muamele görür. Onları ya adamakıllı ezdikten
sonra her çareye başvurarak öldürürler ya da tıpkı köpek gibi, gözlerine bakarak
önlerinde el pençe divan dururlar. İkincisine daha az rastlanır. Ama nasıl
yaşayacaklarını onlardan öğrenmek, onları örnek almak söz konusu olunca, bunu
yapamazlar, bilmezler yapmasını, belki de istemezler!”
Bir bardak soğumuş çay alarak devam etti:
“Belki de istemezler! Şöyle bir düşününüz! İnsanlar bin bir zahmetle
kendilerine iyi kötü bir hayat kurmuşlardır. Birisi, bir grup çıkıyor, 'Böyle
yaşanmaz.' diye isyan ediyor. Hayır mı, evet mi? Hay Tanrı belanızı versin, biz en
iyi kuvvetlerimizi bu hayata verdik! Sonunda gruba saldırırlar, doğruyu gösterene,
öğretene! O namuslu adamı yok ediverirler! Fakat, bütün bunlara rağmen, gerçek
onlardan yanadır. Hayatı daha iyiye götürenler bunlardır işte...”
Eliyle kitap rafını göstererek ekledi:
“Özellikle bunlar! Ah, bir kitap yazabilseydim! Ama hayır, ben bu işe
yaramam, düşüncelerim ağır, karmakarışık...”
Masaya oturdu, dirseklerini dayadı ve başını elleriyle sıkarak;
“İzot'a bilsen ne kadar acıyorum.” dedi.
Uzun bir süre sustu.
“Haydi yatmaya gidelim.”
Tavan arası odama uyumaya gittim, pencereye oturdum. Kırların üstünde,
gökyüzünün yarısını kucaklayan uzak şimşekler çakıyor, kırmızımtırak şeffaf ışık
gökyüzüne ne zaman yayılsa, ay korkusundan titriyormuş gibi görünüyordu. Köpekler
olanca güçleriyle havlıyor ve uluyorlardı. Bu ulumalar olmasaydı, insan kendisini
ıssız bir adada zannedecekti. Uzakta bir gök gürültüsü duyuluyor, boğucu bir
sıcaklığın ağır esintisi pencereden içeriye dökülüyordu.
Önümde, nehir kıyısında, saz ve kamışlar arasında İzot'un cesedi yatıyordu.
Morarmış yüzü gökyüzüne doğru dönüktü. Camlaşmış gözleri sert sert içine doğru
bakıyordu. Altın renkli sakalı yapışarak sivri bir yığın hâlini almıştı. Bu yığının
arasında hayretle açık duran ağzı gizleniyordu.
“En önemli şey, Maksimiç, iyiliktir, okşayıştır. Büyük Paskalya'yı severim,
çünkü en şefkatli yortudur!”
Kızgın güneşin kuruttuğu mavi pantolonu, Volga'nın yıkadığı morarmış
ayaklarına yapışmıştı. Yüzünün üzerinde sinekler vızıldıyor, vücudundan insanın
içini bulandıran, bayıltan bir koku yayılıyordu.
Merdivende ağır ayak sesleri duyuldu. Romas kapıdan eğilerek girdi ve
sakalını avucunda toplayarak karyolama oturdu.
“Biliyor musunuz, ben evleniyorum! Evet!”
“Bir kadın için burası zor olacak...”
Daha ne söyleyeceğimi bekliyormuş gibi, sabit bakışlarla bana baktı, ama ben
söyleyecek bir şey bulamıyordum. Uzakta çakan şimşeklerin yansımaları içeri dalarak
odayı garip bir ışıkla doldurdu.
“Maşa Derenkova ile evleniyorum.”
Elimde olmayarak gülümsedim. O ana kadar bu kızın adının Maşa olabileceği hiç
aklıma gelmemişti. Tuhaf şey. Babasının ya da kardeşlerinin onu Maşa diye
çağırdıklarını da hatırlamıyordum.
“Niçin gülüyorsunuz?”
“Hiç...”
“Onun için benim yaşlı olduğumu mu düşünüyorsunuz?”
“O, hayır!”
“Ona bir zaman âşık olduğunuzu bana söyledi.”
“Galiba evet.”
“Ya şimdi? Geçti mi?”
“Evet, öyle zannediyorum.”
Ellerini sakalından yavaşça çekti ve:
“Sizin yaşınızda bunu sık sık böyle zannederiz, ama benim yaşımda artık
zannetmekten çıkar, bizleri derinden derine sarsar ve başka hiçbir şey düşünemez
oluruz. Gücümüz yetmez...”
Sağlam dişlerini bir gülümsemeyle göstererek devam etti:
“Antuan, Aksiyum Savaşı’nda Oktav'a yenilmişti. Çünkü donanmayı ve kumandayı
bırakıp gemisiyle, deniz savaşından kaçmayı başaran Kleopatra'nın yanına koşmuştu.
Bakınız neler oluyor şu dünyada!”
Romas ayağa kalktı, doğruldu ve kendi isteğine karşı hareket eden birisi gibi
tekrarladı:
“İşte böyle, evleniyorum!”
“Yakında mı?”
“Sonbaharda. Elma işi bitince.”
Kapıda başını gereğinden fazla eğerek çıktı, gitti. Ben de uyumaya
hazırlandım. “Sonbaharda buradan gitsem belki daha iyi olacak.” diye düşünüyordum.
Antuan'dan niçin söz açmıştı? Bu hiç hoşuma gitmemişti.
Turfanda elma toplama zamanı artık gelmişti. Ürün boldu. Elma ağaçlarının
dalları, meyvelerin ağırlığından yerlere kadar eğiliyordu. Kurtlanmış ve rüzgârdan
yere düşmüş sarı, pembe elmaları toplayan çocukların bağrıştığı bahçelerden keskin
bir koku yayılıyordu.
Ağustos başlangıcında Romas, biri mal dolu, öbürü sandık yüklü iki kayıkla
Kazan'dan geldi. Hafta içi bir günün sabahı, saat sekizdi. Hohol henüz elbise
değiştirmiş, yıkanmış, çay içmeye hazırlanıyordu. Keyifli keyifli konuşarak;
“Geceleyin nehirde yolculuk çok güzel oluyor.” dedi.
Birdenbire, burnuyla soluk alarak, telaşla sordu:
“Galiba yanık kokuyor, değil mi?”
Aynı anda avludan Aksinya'nın çığlığı duyuldu:
“Yangın!...”
Avluya koştuk, deponun bahçe tarafındaki duvarı yanıyordu. Depoya gaz yağı,
katran ve yağları koymuştuk. Kızgın güneşin renksizleştirdiği sarı ateş dillerinin
duvarı nasıl aceleyle yaladıklarını ve çatıya doğru kıvrıldıklarını şaşkın şaşkın
birkaç saniye izledik. Aksinya bir kova su getirdi. Hohol suyu alevler içindeki
duvara döktü, kovayı attı ve bağırdı:
“Kahretsin! Fıçıları dışarı yuvarlayın, Maksimiç! Aksinya! Sen dükkâna koş!”
Bir katran fıçısını çarçabuk avluya, sonra da sokağa yuvarladım ve bir gaz
yağı fıçısına yapıştım. Ama fıçıyı yere devirdiğim zaman kapağının açık olduğu
meydana çıktı ve gaz yağı yerlere döküldü. Ben kapağı ararken ateş durmadı, deponun
tahta döşemesinde yayıldı. Tavan çatırdadı ve sanki birtakım alaycı şarkı sesleri
duyuldu. Yarı dolu fıçıyı aceleyle dışarı çıkarınca, sokağın dört bir yanından,
bağıra bağıra kadın ve çocukların koşuşmakta olduğunu gördüm. Hohol ve Aksinya
dükkândan malları çıkarıp çukura atıyorlardı. Siyahlar giymiş, kır saçlı bir
kocakarı sokağın ortasında durmuş, yumruğuyla tehditler savurarak bas bas
bağırıyordu...
“Uy... Uy... Uy... şeytanlar!”
Koşa koşa depoya tekrar girdiğim zaman, onu baştan başa dumana boğulmuş
buldum. Dumanın içinde bir şey uğulduyor, çatırdıyordu. Tavandan kıvrılarak kırmızı
alev şeritleri sarkıyordu. Duvar da artık yanmış, bir parmaklığa dönmüştü. Duman
beni boğuyor, körleştiriyordu. Fıçıyı ancak deponun kapısına kadar yuvarlayabildim.
Kapıda sıkıştı kaldı, daha öteye gitmiyordu. Oysa çatıdan üstüme kıvılcımlar
düşüyor, derimi yakıyordu. 'İmdat' diye bağırdım. Hohol koşarak geldi, beni elimden
yakalayarak avluya çıkardı.
“Dışarı çabuk! Şimdi patlayacak...”
Koridora atıldı, ben de arkasından koştum ve tavan arasına çıktım. Orada bir
yığın kitabım vardı. Onları pencereden fırlattıktan sonra, şapka dolu bir sandığı
da aşağı atmak istedim. Ama pencere dardı. O zaman yarım pudluk bir dirhemle
pervazları kırmaya başladım. Bu sırada boğuk bir uğultu duyuldu. Çatıya ağır bir
şeyler çarpıyordu. Gaz yağı fıçısının patladığını anladım. Başımın üstündeki çatı
alev aldı, çatırdamaya başladı. Pencerenin kenarından kızıl alev içeri akıyordu.
Bedenimde dayanılmaz bir sıcaklık duyuyordum. Merdivene atıldım, koyu duman
bulutlarıyla karşılaştım. Basamaklarda kızıl renkli yılanlar tırmanarak sürünüyor,
aşağıdan, koridordan da sanki bir tahta, demir dişlerle kemiriliyormuş gibi bir
gıcırtı duyuluyordu. Pusulayı şaşırmıştım. Dumandan körleşmiş ve yarı yarıya
boğulmuş bir hâlde, birkaç sonsuz saniye hareketsiz durdum. Merdivenin üstündeki
küçük yuvarlak pencereden kızıl sakallı sarı bir yüz göründü. Seğirterek büzüldü ve
gözden kayboldu. Bunun hemen ardından çatı kanlı ateş mızraklarıyla delindi.
Hatırladığıma göre, o anda bana öyle geldi ki, başımdaki saçlar çatırdıyordu
ve bundan başka bir ses duymuyordum. Mahvolmuştum!... Ayaklarım ağırlaşmıştı,
gözlerim de, ellerimle kapamış olmama rağmen ağrıyordu.
Hayatın akıllı içgüdüsü bana biricik kurtuluş yolunu gösterdi. Yatağımı,
yastığımı kucakladım, Romas'ın koyun postundan gocuğunu başıma sardım ve kendimi
pencereden aşağı attım.
Çukurun kenarında kendime geldim. Romas baş ucumda çömelmiş, bağırıyordu:
“Neyin var?”
Evimizin kızıl alevler içinde nasıl çatır çatır yandığına şaşkın şaşkın
bakarak ayağa kalktım. Yangın, evimizin önündeki kara toprağı kıpkırmızı köpek
dilleriyle yalıyordu. Pencerelerden siyah bir duman fışkırıyor, yukarıda çatıda
sarı çiçekler türüyor ve sallanıyordu. Hohol:
“Ee, neyin var?” diye bağırdı.
Terden sırılsıklam olmuş ve isle kirlenmiş yüzünde gözleri ürkek ürkek açılıp
kapanıyordu. Islak sakalının arasına bir sicim takılmıştı. Beni ferahlatıcı bir
sevinç dalgası sardı. Bu kuvvetli, çok kuvvetli bir duyguydu. Sonra sol ayağımda
yakıcı bir ağrı hissettim. Yere uzandım ve Hohol'a;
“Ayağım çıkmış.” dedim.
Ayağımı yokladıktan sonra birdenbire çekti. Keskin bir ağrı beni biçti.
Birkaç dakika sonra sevinçten sarhoş bir hâlde, kurtulan eşyayı topallaya topallaya
hamama taşıyordum. Romas ise, dişlerinde çubuğu, keyifli keyifli anlatıyordu:
“Fıçı patlayıp da gaz yağı tavana fırlayınca yanacağınıza emindim. Alev
birdenbire çok yükseğe çıktı, sonra havada büyük bir mantar şeklini aldı ve bütün
ev bir anda alevlere boğuldu. ‘Eh!’, diyordum, ‘Maksimiç gitti.’”
Artık her zamanki gibi sakindi. Eşyayı dikkatle katlayarak üst üste koyuyor,
kir içinde ve darmadağın bir hâlde olan Aksinya'ya şöyle diyordu:
“Burada oturun ve dikkat edin, bir şey çalmasınlar. Ben yangını söndürmeye
gidiyorum...”
Çukurun aşağısında, dumanlar arasında beyaz kâğıt parçaları uçuşuyordu.
Romas:
“Ah, yazık kitaplara! İyi kitaplardı...” dedi.
Şimdi dört ev birden yanıyordu. Gün sakindi. Ateş sağa sola yayılırken acele
etmiyor, yumuşak pençeleri isteksizce çit ve çatılara sarılıyordu. Tutuşmuş bir
tarak, damların samanlarını tarıyor, alevli eğri parmakları, çitler üzerine, onlara
âdeta saz çalar gibi dokunuyor, duman dolu havada da alevlerin hain, inatçı, yanık
şarkısı ve yavaş yavaş erimekte olan tahtaların çıtırtısı, tatlımsı bir yansımayla
çınlıyordu. Duman bulutlarından sokağa ve avlulara altın kıvılcımlar düşüyordu.
Aylak köylüler ve kadınlar gidip geliyor, herkes kendi eşyasını kurtarmaya
çabalıyor, uğultu gibi bir ses aralıksız duyuluyordu:
“Su, suuu!”
Su uzakta, dağın eteğinde, Volga'daydı. Romas, köylüleri omuzlarından
yakalayarak ve iterek acele acele hepsini bir yerde topladı. Sonra iki gruba ayırdı
ve yangının iki tarafındaki çitleri ve ahırları yıkmalarını emretti. Ona baş
eğercesine itaat ettiler. O zaman bütün sokağı silip süpürmek hırsıyla tutuşup
yanan yangına karşı artık daha akıllıca bir mücadele başladı. Ama yine de, sanki
angarya yapıyorlarmış gibi korka korka umutsuzca çalışıyorlardı.
Ben çok neşeliydim, kendimi hiçbir zaman bu kadar kuvvetli hissetmemiştim.
Sokağın sonunda, başlarında muhtarla birlikte Kuzmin'in de bulunduğu bir sürü
zengin köylünün durduğunu gördüm. Bunlar hiçbir şey yapmadan seyrediyorlar, sadece
el ve sopalarını sallayarak bağırıyorlardı. Ovadan dirseklerini kulaklarına kadar
kaldırıp indirerek atlı köylüler dörtnala geliyor, kadınlar bağrışarak onları
karşılamaya gidiyor, çocuklar koşuşuyordu.
Bir evin ahırı daha tutuşmuştu. Kalın dallarla örtülü ve kırmızı alev
kurdelelerinin süslemeye başladığı ahır duvarını bir an önce yıkmak gerekti.
Köylüler duvarın kazıklarını baltalamaya başladılar. Kıvılcımlar ve kömürler
üzerlerine düşünce, tutuşan gömleklerini avuçlarıyla söndürerek geriye çekildiler.
Romas:
“Korkmayın!” diye bağırdı.
Bunun faydası olmadı. O zaman köylülerden birinin başından şapkasını kaptı ve
benim başıma geçirdi:
“Siz oradan kesin, ben de buradan!”
Ben bir iki kazık kestim, duvar sallandı, o zaman hemen üzerine tırmandım ve
tepesinden tutundum. Romas ayaklarımdan yakalayarak beni kendisine doğru çekti.
Böylece duvarın bütün cephesi, beni hemen hemen başıma kadar örterek yıkıldı.
Köylüler dallı duvarı hemencecik sokağa sürüklediler. Romas bana sordu:
“Bir yeriniz yandı mı?”
Onun ilgisi, kuvvet ve becerikliliğimi artırıyordu. Benim için değerli olan
bu adamın önünde kendimi göstermek istiyor, övgüsüne layık olmak için olanca
kuvvetimi ortaya koyuyordum. Bizim kitapların yaprakları duman bulutları arasında
güvercinler gibi hâlâ uçuşuyordu.
Sağ taraftan yangının yayılmasını durdurmayı becerdik, ama solda
yayıldıkça yayılıyor, alevler onuncu evi de sarıyordu. Romas köylülerden bir
kısmını kızıl yılanların çalımlarını izlemeye bırakarak, çoğunu sol tarafa yolladı.
Zenginlerin yanından koşa koşa geçerken birisinin kıskanç bağırışını duydum:
“Kundaklama!”
Bakkal da ekledi.
“Hamamı aramak gerek!”
Bu sözler kafama iyice mıhlandı, kaldı.
Coşkunun, hele neşeli de olunca, kuvveti artırdığı bilinen bir şeydir.
İçimden tutuşmuştum. Fedakârlıkla çalıştım ve sonunda yıkıldım. Sırtımı sıcak bir
şeye dayayarak yerde yattığımı hatırlıyorum. Romas bir kovadan başıma su döküyordu.
Köylüler de etrafımızda gezinerek saygıyla mırıldanıyorlardı:
“Çocukta amma da kuvvet varmış ha!”
“Kolay kolay yere serilmez bu...”
Başımı Romas'ın ayağına dayadım ve en rezil biçimde ağladım. Bu sırada o
ıslak başımı okşuyor ve şöyle diyordu:
“Dinleniniz, yeter artık!”
İkisi de isten şeytanlar gibi kararan Kukuşkin ile Barinov, beni teselli
ederek çukura indirdiler.
“Bir şey değil kardeş! Bitti artık, yoruldunuz...”
“Korktun mu?”
Yere yatmış olarak kendime gelmeye henüz zaman bulamamıştım ki, on kadar
zengin köylü ile önde muhtar, arkadan da Romas'ı elinden tutarak götüren iki köy
bekçisinin bizim hamama doğru, çukura indiklerini gördüm. Başında şapkası yoktu,
ıslak gömleğinin kolu yırtıktı, piposunu dişleri arasında sıkıyordu. Yüzü çatılmış,
korkunç bir hâl almıştı. Asker Kostin, sopasını havada sallayarak deli gibi
uluyordu:
“Haydi ateşe adi herif!”
“Hamamı aç...”
Romas yüksek sesle;
“Kilidi kırın, anahtar kayboldu.” dedi.
Ayağa fırladım, yerden bir odun yakaladım ve onun yanına koştum. Bekçiler
kenara çekildiler, muhtar çıngıraklı bir sesle korkak korkak;
“Ortodokslar, kilit kıramazlar.” dedi.
Kuzmin beni göstererek bağırdı:
“Ya bu, bu da kim oluyor?”
Romas:
“Sakin olun Maksimiç, bütün malları hamamda sakladığımı ve dükkânı ateşe
verdiğimi sanıyorlar.” dedi.
“Siz ikiniz...!”
“Kır!...”
“Aman Ortodokslar...”
“Sorumlu biziz!”
“Sorumluluğu bize ait!”
Romas bana fısıldadı:
“Sırtınızı sırtıma verin! Arkadan vurmasınlar...”
Hamamın kilidini kırdılar. Birkaç kişi kapıdan içeri daldı ve hemen dışarı
çıktı. Bu arada ben odunu Romas'ın eline verdim ve yerden bir yenisini aldım.
“Hiçbir şey yok...”
“Hiçbir şey yok mu?”
“Ah şeytanlar!”
Birisi ürkek ürkek söylendi:
“Haksız yere, köylüler...”
Sözünü bitiremedi. Birkaç ses kavga ararcasına ve sarhoş gibi yanıt verdi:
“Niçin haksız yereymiş?”
“Ateşe!...”
“Fesatçılar!...”
“Kooperatif kuracaklarmış ha!”
“Hırsızlar!”
“Hırsız kumpanyası!”
Romas yüksek sesle bağırdı:
“Susun! Hamamda mal saklı olmadığını gördünüz, daha ne istiyorsunuz? Hepsi
yandı, kalanlar işte bunlar, görmüyor musunuz? Varımı yoğumu yakmakla ne
kazanacaktım?”
“Sigortalıdır!”
On kadar gırtlak kudurmuşcasına uludu:
“Onları ne dinleyip duruyorsunuz?”
“Yeter artık! Çok tahammül ettik...”
Ayaklarım titriyordu, gözlerim kararmıştı. Kızılımtırak bir sis arasından
vahşi yüzlerle ağızlarının kıllı deliklerini görüyor, bu adamlara vurmak hırsımı
güçlükle tutabiliyordum. Onlar etrafımızda sıçrayarak bağırıp çağırıyorlardı:
“Bak bak, sopaları da var!”
“Hem de kazık ha!”
Romas:
“Ellerinden gelse sakalımı yolacaklar.” dedi ve bana gülümsüyormuş gibi
göründü. “Siz de, Maksimiç, birkaç tane yiyeceksiniz. Ah! Ama sakin olun, sakin...”
“Bakın, genç olanda balta da var!”
Gerçekten de pantolonumun kemerinde unuttuğum bir marangoz baltası
sallanıyordu.
Romas:
“Korktular galiba. Yine de siz baltayı kullanmayın, yalnız...”
Tanımadığım ufak tefek topal bir köylü, komik bir şekilde zıplayarak,
çıldırmış gibi bağırıyordu:
“Uzaktan tuğlalarla vuralım. Vurun! Sorumluluğu benim!”
Sahiden de yerden kırık bir tuğla yakaladı, yaklaştı ve karnıma fırlattı. Ama
ben karşılık vermeye zaman bulamadan Kukuşkin bir şahin gibi üstüne atıldı, sarmaş
dolaş ikisi de çukura yuvarlandılar. Kukuşkin'in arkasından Pankov, Barinov ve daha
on kadar adam koşa koşa geldiler. Kuzmin hemen ciddi konuşmaya başladı:
“Sen, Mihaylo Antoniç, akıllı bir adamsın. Bilirsin, yangın köylüleri şaşkına
döndürür.”
Romas:
“Haydi Maksimiç, kahveye gidelim.” dedi. Piposunu ağzından çekerek sert bir
hareketle pantolonunun cebine soktu. Kazığa dayanarak yorgun yorgun çukurdan
tırmanmaya başladı ve Kuzmin yanına yaklaşarak ona bir şeyler söylediği zaman
yüzüne bakmadan yanıt verdi:
“Defol buradan, aptal!”
Evimizin yerinde kapkara bir kömür yığını tütüyor, ortasında ocak duruyor,
sağlam kalan bacadan mavi bir duman sıcak havaya hafifçe yükseliyordu. Yatağın
kıpkızıl olmuş demirleri de, örümcek ayakları gibi sarkıyordu. Kapının kömürleşmiş
pervazları, yangın yerinde siyah nöbetçiler gibi duruyordu. Pervazların birinde,
kömür ve alevciklerden, horoz tüyünü andıran bir şapka vardı.
Hohol içini çekerek;
“Kitaplar yandı. Ne yazık!...” dedi.
Çocuklar büyük odun parçalarını sopalarla sokağın çamuruna batırıyor, odunlar
sanki domuz yavruları gibi haykırıyor, havayı beyazımtırak ve acımsı bir dumanla
doldurarak sönüyorlardı. Sarı saçlı, mavi gözlü beş yaşında bir çocuk, ılık ve
siyah bir su birikintisine oturmuş, odunla kırık bir kovaya vuruyor, demir
üzerindeki vuruşların akislerinden büyük bir zevk duyuyordu. Evleri yanmış köylüler
öteberilerini kümeler hâlinde toplayarak, mahzun mahzun dolaşıyorlardı. Kadınlar
ağlıyor, yanık odun parçaları için kavgaya tutuşarak birbirlerine küfrediyorlardı.
Yangın yerinin ötesindeki bahçelerde ağaçlar kımıldamıyordu. Çoğunun yaprakları
sıcaktan sararmıştı ve kırmızı elmalarının bolluğu daha göze çarpar olmuştu.
Nehre indik, yıkandık, sonra da kıyıdaki kahvede oturup, sessizce çay içtik.
Romas:
“Köy ağaları elma işinde kaybettiler.” dedi.
Pankov geldi. Her zamankinden daha düşünceli ve daha yumuşaktı. Romas sordu:
“Ne oluyor, kardeş?”
Pankov omuzlarını silkti:
“Evim sigortalıydı.” dedi.
Sanki konuşmuyorlarmış gibi birbirlerini soran bakışlarla yoklayarak tuhaf
bir şekilde sustular.
“Şimdi ne yapacaksın, Mihaylo Antoniç?”
“Düşüneceğim.”
“Senin artık buradan gitmen gerek.”
“Bakalım.”
Pankov:
“Benim bir düşündüğüm var. Dışarı çıkalım da konuşuruz.” dedi.
Kalktılar. Pankov kapıda döndü ve bana;
“Sen, hayır, sen korkak değilsin! Burada kalabilirsin, senden
çekiniyorlar...” dedi.
Ben de kıyıya çıktım, fundalıkların altında uzanarak nehri izlemeye daldım.
Güneş artık batıyordu, ama hava yine de sıcaktı. Bu köyde geçen bütün
hayatım, geniş bir şerit gibi ve sanki nehrin akışı üzerinde boya ile yazılmış gibi
önümde açıldı. Bir üzüntü duyuyordum, ama yorgunluk ağır bastı ve derin bir uykuya
daldım.
Uykumun arasında beni sarstıklarını ve aşağıya doğru sürüklediklerini duyar
gibi oldum.
“Hey, geberdin mi? Uyan!”
Nehrin ötesinde, kırlar üzerinde tekerlek kadar büyük, kızıl bir ay
ışıldıyordu. Barinov üzerime eğilmiş, beni sarsıyordu:
“Yürü, Hohol seni arıyor, merak ediyor.”
Arkamdan gelirken mırıldanıyordu:
“Rastgele her yerde uyuyamazsın! Tepeden adamın biri geçer de ayağını biraz
ters bastı mı başına bir taş düşebilir. Ama isteyerek de düşürebilir. Buranın hiç
şakası yok. İnsanlar, kardeş, kötülük düşünür, kötülüğün dışında düşünecek hiçbir
şeyciği de yoktur.”
Nehir kıyısındaki fundalıklarda birisi sessizce dolaşıyor, dallar
hışırdıyordu.
Migun çınlayan sesiyle sordu:
“Buldun mu?”
Barinov:
“Götürüyorum.” diye yanıt verdi.
On adım kadar yürüdükten sonra içini çekerek;
“Kaçak olarak balık avlamaya gidiyor.” dedi. “Migun da, görüyorsun ya, güç
geçiniyor.”
Romas beni öfkeli bir uyarıyla karşıladı:
“Ne diye böyle gezinip duruyorsunuz? Yoksa sizi de dövmelerini mi
istiyorsunuz?”
Yalnız kaldığımız zaman, üzüntülü bir tavırla yavaşça şöyle dedi:
“Pankov onun yanında kalmanızı teklif ediyor. Dükkân açmak istiyor. Tavsiye
etmem, yine de sizin bileceğiniz bir şey bu. Ben bu arada ne kalmışsa hepsini ona
sattım. Şimdi de Viyatka'ya gidiyorum, bir ay sonra sizi de yanıma çağıracağım.
Kabul eder misiniz?”
“Düşüneyim.”
“Düşününüz.”
Yere uzandı, bir iki defa sağa sola döndü ve sustu. Ben pencerede oturarak
Volga'ya bakıyordum. Ayın yansımaları bana yangının alevlerini hatırlattı. Kıyının
ovalık tarafında, direklerinin üç feneri kimi zaman yıldızlara değerek, kimi zaman
da onları örterek karanlıkta yüzen bir römorkör, çarklarıyla ağır ağır suya vurarak
sürükleniyordu.
Romas mahmurlukla sordu:
“Köylülere kızıyor musunuz? Olmaz. Onlar sadece budaladırlar. Kötülük
budalalıktır.”
Sözleri beni teselli edemiyor, öfkemi ve hakaret acısını yatıştıramıyordu.
Önümde iğrenç çığlıklar kusan vahşi insanların kıllı yüzlerini görüyordum.
“Uzaktan tuğlalarla!...”
O zamanlar, bana gerekli olmayan şeyleri unutmasını henüz bilmiyordum. Evet,
bu insanlardan her birinin, tek tek, çok kötü olmadığını ve çoğu defa hiç kötü
olmadığını görüyordum. Bunlar aslında temiz yürekli canavarlardı. O kadar ki,
herhangi birisini çocuk gibi güldürmek zor bir iş değildi. Her biri, doğruluk ve
mutluluğu araştıran konuşmaları ve kahramanlıkları anlatan hikâyeleri, çocuksu bir
inançla dinliyorlardı. Bu insanların garip ruhunda, kişisel özgürlük kanunlarına
uygun, daha kolay bir yaşama umudunun hasretini uyandıran her şey sevilirdi.
Ama bu insanlar köy toplantısında ya da kıyı boyundaki kahvede boz bir yığın
hâlinde bir araya geldiklerinde, bütün iyi taraflarını bir yere saklarlar ve
papazlar gibi yalan ve riya cübbelerini giyinirlerdi. İçlerinde, kuvvetlilere karşı
köpekçe bir boyun eğme hora tepmeye başlardı. O zaman onları görmekten iğrenirdim.
Bazen de birdenbire bir kurt gibi kötüleşirler, kılları dimdik kalkar ve dişlerini
göstererek her türlü dövüşmeye hazır durumda birbirlerine vahşice hırlarlardı.
Dövüşmeleri de bir hiç içindi. Böyle anlarda çok korkunç olurlardı. Daha dün akşama
kadar, ağıla giren koyunlar gibi, uslu uslu gittikleri kiliseyi bile
yıkabilirlerdi. Aralarında şairler ve masalcılar da vardır. Bunları kimse sevmezdi.
Köyün maskarası gibi, yardımsız ve aldırışsız sürünüp giderlerdi.
Bu insanlar arasında yaşamasını bilmiyordum, yaşamayacaktım da. Romas'tan
ayrıldığım gün bu acı düşüncelerimi ona anlattım. Sitemle;
“Zamanından önce verilmiş bir karar.” dedi.
“Ama bir karar verdikten sonra artık ne yapabilirim?”
“Yanlış bir karar... Temelsiz...”
Haklı olmadığıma, hata yaptığıma beni inandırmak için güzel sözlerle uzun
uzun konuştu.
“Eleştirmek için acele etmeyiniz. Eleştiri en basit şeydir, ama siz kendinizi
ona kaptırmayınız. Her şeye soğukkanlılıkla bakınız ve her zaman şunu hatırlayınız:
Her şey geçer, her şey daha iyiye doğru değişir. Geç, ama sağlam. Bakışınızı her
tarafa çeviriniz, her şeye dokununuz, korkmayınız, ama eleştirmekte acele
etmeyiniz. Yine görüşelim, sevgili dostum!”
Tekrar görüşmemiz, on beş yıl sonra Sedlets'de, Romas “Halk hukuku” konusuyla
ilgili olarak Yakutlar bölgesinde on yıllık bir sürgün hayatı daha geçirdikten
sonra oldu.
O Krasnovidovo'dan gittikten sonra üzerime kurşun gibi ağır bir hasret çöktü.
Köyün içinde sahibini kaybetmiş bir köpek gibi gezinip dolaşmaya başladım.
Barinov'la beraber çevre köylere gidiyor, zengin köylülerin yanında çalışıyor,
harman dövüyor, patates söküyor, bahçeleri temizliyorduk. Onun hamamında
kalıyordum.
Yağmurlu bir gecede bana sordu:
“Leksey Maksimiç, yalnız ruh! Ne dersin, yarın denizlere doğru gider miyiz?
Tanrı aşkına gel! Burada ne yapacağız? Burada bize benzeyenleri sevmiyorlar. Belki
de günün birinde sarhoşluklarında...”
Barinov bunu ilk defa söylemiyordu. Onu da, bilmem neden, bir can sıkıntısı
sarmıştı. Maymun gibi elleri güçsüz sarkıyor, orman içinde kaybolmuş birisi gibi
üzgün üzgün etrafına bakınıyordu.
Hamamın penceresini yağmur kamçılıyor; duvarları, çukurun dibine hızla akan
sel yavaş yavaş aşındırıyordu. Son fırtınanın soluk şimşekleri zayıf zayıf
parlıyordu. Barinov yavaşça sordu:
“Eh, yarın gidiyor muyuz?”
“Evet gidiyoruz...”
Bir mavnanın kıçında, koca kafalı, kıllı bir yabanın döndürdüğü dümenin
yanında oturarak Volga'da yolculuk etmek anlatılamayacak kadar güzeldi. Yaban, ağır
ayaklarını güverteye vurarak dümeni döndürüyor ve derin derin soluk alıyordu:
“O... uup! Orrouu!”
Kıçın gerisinde katran gibi koyu, kıyısız sular hafifçe hışırdıyor, ipek gibi
akıyor, nehrin üstünde siyah sonbahar bulutları birikiyordu. Dört bir tarafta
karanlığın yavaş kıpırdanışından başka hiçbir şey yoktu. Karanlık, kıyıları silip
süpürmüştü ve insana öyle geliyordu ki, toprak da onun içinde erimiş, dumanlı ve
ıslak bir şey olmuştu. Nehir, bütün ağırlığıyla aşağılara bir yere doğru, ne
güneşin, ne ayın, ne de yıldızların bulunmadığı ıssız, dilsiz bir boşluğa doğru,
sonu gelmeden akıp gidiyordu.
Önde, ıslak karanlığın içinde, görünmeyen bir römorkör, kendini çeken esnek
kuvvete karşı koyar gibi sürüklenmekte ve ağır ağır soluk almaktaydı. İkisi suyun
üstünde, öbürü daha yüksekte, üç küçük ışık, ona arkadaşlık ediyorlardı. Benim daha
yakınımda, bulutların altında, dört tanesi daha gümüş balıkları gibi yüzüyordu.
Bunlardan bir tanesi mavnanın direğindeki fenerdi.
Kendimi eğri bir yüzeyde kayan soğuk, yağlı bir köpük içinde hapsedilmiş gibi
hissediyordum. Onun içine bir sinek gibi yapışmıştım. Bana öyle geliyordu ki,
hareket yavaş yavaş azalıyor ve büsbütün duracağı an da gittikçe yaklaşıyordu.
Gemicik, çarklarının kanatlarını döndürmeye ve kara, suya vurmaya son verecek,
bütün sesler, ağaçta yapraklar gibi uçup gidecek, tebeşirle yazılmış yazılar
silinecek ve beni hareketsizlik, sessizlik buyurgancasına kucağına alacaktı.
Dümenin yanı başında gezinen yırtık pırtık, koyun postlu ve tüylü kürk
kasketli, iri yarı adam, büyülenmiş olarak, hareketsiz kalacak ve bir daha
homurdanacak:
“Orr üp! O ürr...”
Ona sordum:
“Senin adın ne?”
“Öğrenip de ne yapacaksın sanki?” diye boğuk bir sesle yanıt verdi.
Gün batımında Kazan'dan ayrılırken bu ayı gibi beceriksiz adamın yüzünün
kıllı olduğunu ve gözlerinin yerinde ince birer çizgi olduğunu fark etmiştim.
Dümenin başına geçtiği zaman, tahta bir maşrapaya bir şişe votka boşaltmış, iki
yudumda su gibi içmiş, üstüne de bir elma yemişti. Römorkör mavnayı çektiği zaman,
adam dümenin sapına yapışarak güneşin kızıl yuvarlağına bakmış ve başını
sallayarak, derin bir sesle;
“Tanrı yardımcınız olsun!” demişti.
Römorkör Nijni panayırından Astrahan'a, demir, şeker fıçıları ve daha
birtakım ağır sandıklar yüklü dört mavna çekiyordu. Hepsi İran'a gidecekti. Barinov
ayağıyla sandıklara vurdu, kokladı, düşündü ve:
“Kesinlikle, silah. İjev fabrikalarından...” dedi.
Ama dümenci karnına doğru bir yumruk salladı ve:
“Sana ne?” diye bağırdı.
“Hiç, öyle düşünmüştüm...”
“Yüzüne de bir tane patlatayım mı?”
Yolcu vapuruna verecek paramız yoktu. Bizi mavnaya “iyilik” olsun diye
almışlardı ve tayfa gibi “vardiya tutmamıza” rağmen, mavnadakilerin hepsi bize
dilenci gibi davranıyordu.
Barinov bana çatıyordu:
“Sen de 'halk' diye tutturmuşsun. Burada kim kime binecek, sadece bu
geçiyor...”
Karanlık öylesine bastırmıştı ki, mavnalar görünmüyordu. Yalnızca fenerlerin
ışıklarıyla dumanlı bulutların fonu üzerinde meydana çıkan direk başları
seçiliyordu. Bulutlar petrol kokuyordu.
Dümencinin somurtkan dilsizliği beni sinirlendiriyordu. Lostromo beni bu
canavarın yardımcısı olarak dümende “vardiya tutmaya” göndermişti. O, dönemeçlerde
fenerlerin hareketini izleyerek bana yavaşça sesleniyordu:
“Hey, bir el ver!”
Ayağa fırlıyor ve dümenin sapını çeviriyordum.
“Yeter.” diye homurdanıyordu.
Yine güverteye oturuyor, soruyla yanıt veren bu adamla sohbet kurmayı
başaramıyordum.
“Senin üstüne vazife mi?”
“Acaba aklından neler geçiyor?” diye düşünüyordum. Sarı Kama sularının
Volga'nın çelik mecrasına döküldüğü yerden geçerken, kuzeye bakarak homurdandı:
“Namussuz!”
“Kim?”
Yanıt vermedi.
Uzaklarda bir yerde, karanlığın kaosunda köpekler havlıyor ve uluyordu. Bu
ulumalar karanlığın henüz yok edemediği birtakım hayat artıklarını hatırlatıyor,
onlar da sonu olmayan bir uzaklıkta ve gereksiz görünüyordu.
Dümendeki adam hiç umulmadık bir anda konuştu:
“Buranın köpekleri yaramaz!”
“Nerenin?”
“Her yerin. Bizde köpekler sadık canavarlardır.”
“Sen nerelisin?”
“Vologodlu.”
Ağzından, sökülmüş bir çuvaldan yuvarlanan patatesler gibi kaba ve tembel
sözler dökülmeye başladı:
“Şu yanındaki adam, amcan mı? Bana göre aptalın biri o. Benim akıllı bir
amcam var. Yiğit, zengin. Simbrisk'de bir iskele almış. Kahvesi de var. Hepsi ırmak
boyunda.”
Bütün bunları ağır ağır ve âdeta zorlukla söyledikten sonra, görünmez
gözlerini direk fenerine dikti ve onun, karanlığın ağlarında altın bir örümcek gibi
nasıl kaydığını izledi.
“Dümene asıl! Sen okuma bilir misin? Acaba kanunları kimin çıkardığını
biliyor musun?”
Yanıt beklemeksizin devam etti:
“Her kafadan bir ses çıkıyor. Kimi Çar diyor, kimi despot, kimi de senato.
Bunu tam olarak bilseydim, onu bulmaya gidecek ve şunu söyleyecektim: Öyle bir
kanun çıkar ki, elimi kaldıramayayım, kimseye vuramayayım! Kanun demirden olmalı.
Anahtar gibi. Kalbimi kilitlesin ve ... tamam! O zaman, evet sorumlu olayım! Yoksa
şimdi hiçbir sorumluluk kabul etmem, hayır!”
Zaman zaman dümenin tahta sapına yumruğuyla vurarak, gittikçe daha alçalan
bir sesle ve daha düzensizce kendi kendine homurdanıyordu.
Gemiden megafonla bağırdılar. Bu boğuk insan seslenişi, tıpkı koyu gecenin
artık yuttuğu köpek havlamaları ve ulumaları gibi gereksizdi. Geminin bordasında,
kara sular üzerinde fenerlerin akisleri sarı yağ lekeleri gibi yüzüyor ve en küçük
bir şeyi bile aydınlatmakta beceriksiz, dağılıp gidiyordu. Koyu ve ıslak bulutlar
öylesine birbirine girmiş ve öylesine pıhtılaşmıştı ki, başımızın üstünden çamur
gibi bir şey akıyordu. Biz de karanlıkların dilsiz uçurumlarına gittikçe daha derin
dalıyorduk.
Adam yüzünü buruşturarak dert yanıyordu:
“Beni ne hâle getirdiler. Kalbim soluk alamıyor...”
Üzerime bir ilgisizlik çöktü, ilgisizlik ve bir soğuk üzüntü. Uyumak
istiyordum.
Güneşsiz, yoksul ve tozlu bir gün ağarması, bulutlar arasından dikkat ve
zahmetle geçerek sinsi sinsi bize sokuldu. Suyu kurşun rengine boyayarak, kıyıdaki
sarı fundalıkları, paslanmış demir gibi çamları, dalların donuk pençelerini, köyün
sıra sıra evlerini ve bir köylünün taşa yontulmuş gibi görünüşünü bize gösterdi.
Bir martı, rüzgâra eğri kanatlarıyla ıslık çaldırtarak mavnanın üzerinden geçti.
Dümenciyle beni vardiyada değiştirdiler. Ben bir gemi tentesinin altına
girdim ve uykuya daldım. Ama çok geçmeden, belki de bana öyle geldi ayak sesleri
ve bağrışmalarla uyandım. Başımı tentenin altından dışarı çıkardığımda, dümenciyi
yazıhanenin bölmesine sıkıştırmış, her biri kendi ses tonundan bağrışan üç tayfa
gördüm:
“Vazgeç Petruha!”
“Sakin ol, Tanrı yardımcın olsun!”
“Yeter!”
Dümenci, kollarını çaprazlama göğsüne bağlamış, parmaklarını omuzlarına
yapıştırmış, güvertenin üzerinde duran bir eşyaya ayaklarıyla basarak sakin sakin
duruyor, sırayla hepsine bakıyor, boğuk boğuk ve yalvarırcasına;
“Bırakın beni, günahtan kurtulayım!” diyordu.
Yalın ayak ve kasketsizdi. Üstünde bir don, bir gömlek vardı. Taranmamış
saçlarının donuk renkli demeti, başından fırlayarak, altında kan dolu, küçük
köstebek gözler görünen tombalak ve inatçı alnının üzerine düşüyordu. Etrafına
telaşlı telaşlı yalvaran bakışlar atıyordu.
Ona;
“Boğulacaksın.” diyorlardı.
“Ben mi? Asla! Bırakın beni, kardeşçiklerim! Bırakmazsanız, onu öldüreceğim.
Simbirsk'e varır varmaz, hemen...”
“Bırakın bunları!”
Kollarını genişçe açarak yavaş yavaş diz çöktü ve ellerini, çarmıha gerilmiş
gibi yazıhaneye dayayarak, tekrarladı:
“Bırakın beni günahtan kurtulayım!”
Sesinde garip ve derin bir şey, insanı saran bir şey vardı. Kürek gibi uzun
açılmış kollarını adamlara çevirmişti, tersine dönük avuçları titriyordu. Kör
köstebek gözleri, küçücük siyah yuvarlaklar gibi, yuvalarından fırlamıştı. Sanki
görünmez bir el onu boğmak için boğazına sarılmıştı.
Köylüler sessizce önünden çekildiler. O beceriksizce ayağa kalktı, bohçayı
kaldırdı ve şöyle dedi:
“Teşekkür ederim!”
Küpeşteye yaklaştı ve umulmadık bir çeviklikle suya atladı. Ben de küpeşteye
koştum ve Petruha'nın başını sağa sola salladığını, şapka gibi başına geçirdiği
bohçasını düşürmeden nehir kıyısına doğru akıntıda yan yan yüzdüğünü gördüm.
Kumsaldaki fundalıklar sanki onu karşılıyormuş gibi sarı yapraklarını suya atarak,
rüzgârın altında eğiliyorlardı.
Köylüler söyleniyordu:
“Kendini yendi işte!”
Onlara sordum:
“Aklını mı oynattı?”
“Neden? Öyle bir şey yok. Ne yaptıysa ruhunun kurtuluşu için yaptı.”
Petruha artık sığlığa varmıştı. Göğsüne kadar suyun içinde ayağa kalktı ve
başının üstünde bohçayı salladı.
Gemiciler bağırdılar:
“Selametler, sağ ol!”
Biri sordu:
“Nüfus tezkeresiz nasıl yapacak?”
Kızıl saçlı, eğri bacaklı bir tayfa memnuniyetle bana anlatıyordu:
“Simbirsk'de bir amcası var ki, onun hem baş belası hem de bozguncusudur. Bu,
amcasını öldürmeyi tasarladı, evet, ama kendisine acıdı ve günahtan kurtuldu.
Yabani adam, ama iyi yürekli! Evet, iyi yürekli...”
İyi yürekli köylü şimdi de kumsalın dar şeridinde, nehir akıntısına karşı
yürüyordu. Sonunda, fundalıkların arasında kayboldu.
Gemiciler iyi çocuklarmış, hepsi de memleketlimdiler, Volgalıydılar. Akşama
doğru kendimi artık onlardan biri sayıyordum. Ama ertesi gün bana asık yüzlü ve
güvensizce baktıklarının farkına vardım. Şeytanın Barinov'u dürtüklediğini, dilinin
durmadığını ve bu patavatsızın gemicilere bir şeyler gevelemiş olacağını hemen
anladım.
“Gevezelik ettin mi?” diye sordum.
Kadın gözleriyle gülümseyerek ve kulağının arkasını utancından kaşıyarak
itiraf etti:
“Azıcık gevezelik ettim!”
“Ben senden konuşmamanı rica etmedim mi?”
“Zaten ben konuşmuyordum, hikâye çok eğlenceliydi. Kâğıt oynamak istedik, ama
dümenci kâğıtları aldı elimizden, bizim de canımız sıkıldı! Bundan sonra...”
Soruşturmalarımdan anladım ki, Barinov canı sıkılmasın diye çok hoş bir masal
uydurmuştu. Bunun sonunda Hohol ile ben, eski Vikingler gibi, güya bir köylü
kalabalığına karşı baltalarla vuruşmuşuz.
Ona kızmam yersizdi. Çünkü o, gerçeği ancak gerçeğin dışında görüyordu. Bir
gün birlikte iş aramaya gidiyorduk, tarlalar arasında bir çukurun kenarında
otururken, inanç ve tatlılıkla bana şöyle demişti:
“Gerçeği ruhuna uyarak seçmelisin! İşte bak, çukurun ötesinde bir sürü
otluyor, köpek koşuyor, çoban şuraya buraya gidip geliyor. Ee, bundan bize ne
sanki? İkimizin ruhuna bundan ne kazandıracağız? Dosdoğru bak dostum. İşte kötü
adam, doğru, ama iyisi nerede? İyi adamı henüz bulamadık, evet! Neden mi? Henüz
yaratılmadı da ondan.”
Simbirsk'de gemiciler çok kabaca mavnadan karaya çıkmamızı teklif ettiler.
“Siz bize yaramazsınız.” dediler.
Bizi bir sandalla Simbirsk iskelesine çıkardılar. Kıyıda açlık denilen
düşmanla yüz yüze kaldık. Cebimizde otuz yedi kapik vardı.
Çay içmeye kahveye gittik.
“Şimdi ne yapacağız?”
Barinov inançla yanıt verdi:
“Ne soruyorsun? Yolumuza devam edeceğiz.”
Samara'ya kadar bir posta gemisiyle tavşanlar gibi gittik. Samara'da bir
mavnada iş tuttuk ve bir hafta sonra da Hazar denizi kıyılarına hemen hemen
sapasağlam vardık ve orada, pis Kalmuk Kabankul semtinde, küçük bir balıkçı
kooperatifinde barındık.
SON
Hikâyeler
MAPUSHANEDE
1.
2.
3.
Dörtlük çok hoşuna gitmişti. Hâlinden memnun, hızlı adımlarla odada dolaşmaya
ve tumturaklı bir şekilde okumaya koyuldu:
Ah Rusya'da yıldızlar bile
Parmaklıklar arasından bakar.
“Konuşmak yasak.” diye sert bir ses uyardı yine kapının arkasından.
Mişa durakladı, deliğe dayanmış gardiyanın donuk gözüne birkaç saniye
dikkatle baktı. Sonra sesini alçaltarak bezgin bir tavırla sordu:
“Neden?”
“Yasak, dikkatli ol.” diye fısıldadı gardiyan.
Mişa'ya, gözün bakışında bir değişiklik olmuş gibi geldi. Gülünç bir ürkeklik
seziliyordu sanki bu gözde.
“Ama neden, neden?” diye tekrarladı Mişa. Kapıya yaklaşıp hafifçe gülümsedi.
“Senden başka kimse işitmiyor ki. Seni rahatsız ediyorsam...”
Kapının üstündeki deliğe doğru eğilince azarlayan kelimeler çarptı kulağına.
“Ne gülüyorsun küçük bey! Seni buraya gülesin diye mi kapattılar?”
“Bak dinle.” diye başladı Mişa.
Fakat gardiyan geri çekilmişti. Mişa yeniden deliğe doğru eğildi. Koridorun
yarı karanlığında sarı boyalı bir duvarı, kocaman asma kilitli demir bir kapıyı ve
kapının ortasında yuvarlak, aydınlık bir deliği fark etti.
“Dinle beni.” diye tekrarladı.
Bekledi ama yanıt yoktu. “Ne ilginç.” diye düşündü. İçinde bir sıkıntı
duymaya, canı fena hâlde sıkılmaya başladığı an pencere tarafından kısık bir ses
duydu:
“Aç!”
Bir tüfek dipçiğinin yere değmesine benzer sesler geldi. Mişa parmaklığa
doğru yöneldi. Yarı karanlıkta gardiyan hızlı hızlı, yarım ağız sayıyordu.
“On iki pencere, iki nöbetçi kulübesi...”
“Salak.” diye çıkıştı kısık sesli; “Pencerenin birinden bir baş ya da kol
uzanırsa ateş etme, ama hazır durumda bekle.”
“Olur efendim.”
“Pekâlâ, bak yine geçen günkü gibi başlarsan karışmam. Bikov, ona etraflıca
anlat.”
Sessizlik içindeki her kelime karanlıklarda parlayan bir kıvılcım gibi ayırt
ediliyordu.
“Camdan bakıldığını görürsen ateş etmeyeceksin, anladın mı?” diye devam etti
kısık sesli.
“Evet, anladım.”
Beceriksizce kullanılan bu iki kelime, korku ve keder izlenimi veriyordu.
“Ama biri pencereden iner, buradan ya da oradan kaçmaya kalkarsa... Dinliyor
musun?”
“Evet, dinliyorum.”
“Hemen bağıracaksın: 'Yaşamak istiyorsan dur.' Bir kere, iki kere
bağıracaksın, üçüncüde ateş. Ama havaya, uyarmak için. Sonra baktın olmadı, kaçanın
üstüne ateş edeceksin ya da tüfeğinin dipçiğiyle vuracaksın. Nasıl kolayına
gelirse, anladın mı?”
“Evet, anladım.”
“Pekâlâ, şimdi şu arada gidip gelmeye başla, pencerelere de dikkat et.
Uyumaya kalkışma sakın.”
“Oh, hayır.”
“Pekâlâ sersem, hadi anlat bakalım, ne zaman ateş edeceksin?”
“Ne zaman bir tutuklunun pencereden atladığını görürsem.”
“Ya doğruca duvarın üstünden atlamaya kalkarsa?”
Sessizlik... Sonra birinin güçlükle nefes alışı ve ayaklarının ıslak toprak
üstünde sabırsızca tepinmesi duyuldu.
“Söylesene Allahın belası!”
“O zaman vurmak lazım.” diyebildi ince bir ses.
“Ee, pencereden uzanan bir kafa görürsen ne yapacaksın?”
Yeniden sessizlik... Sonra öfkeyle tükürülen bir balgam.
“Ulan odun kafalı!”
Okkalı bir küfür ve alabildiğine şaklayan bir şamar sesi duyuldu.
“Söyle ulan!”
Güçlükle nefes verir gibi anlaşılmaz belirsiz kelimeler işitildi.
“Yanlış.” diye çıkıştı kısık sesli. “Şöyle diyeceksin öküz oğlu öküz: 'Kafanı
içeri çek.' Anladın mı kurbağa suratlı, hadi yürü!”
Mişa olup biteni görebilmek için var gücüyle parmaklıklara asılmıştı.
Hapishaneyle, etrafını çeviren taş duvarlar arasındaki dar mesafe zifirî
karanlıktı. Ama yine de siyah bir şey, gürültüsüzce kımıldanan bir baş fark
ediliyordu. Aniden tüfeğin ince namlusu karanlıkta parıldadı ve dehşetli bir
haykırış etrafı çınlattı.
“Kafanı içeri çek!”
Mişa yavaşça pencereden inip etrafına bakındı. Odanın havası boğucuydu. Kara
duvarın dibinde, kurşun kalemle ve büyük harflerle yazılmış sevimsiz bir küfür
ilişti gözüne. Okudu ve yüksek sesle kelimeyi tekrarladı. Kapıya baktı, sonra
yatağına uzanıp gözlerini kapadı.
Kapı deliğine uydurulmuş bir göz içeriyi kolaçan etmekteydi yine.
4.
Mişa, sert yatağın üstünde derin bir uykuya daldı. Düşünde; dar ve karanlık
bir sokakta güçlükle koşuyordu. Görünmeyen biri onu takip ediyor, anlaşılmaz laflar
söyleyen bir adam yakasından çekiştiriyordu. Birden yatağına atılan bir tekmeyle
uyandı.
“Kalk. Denetleme!”
Gözlerini açtı. Yatağın yanında duran şişman, kızıl saçlı gardiyan, gömleğine
yapışmış çekiştiriyordu. Uzun boylu, kambur müdür yardımcısı, patlak gri gözlerini
ona dikmiş, alaylı alaylı mırıldanıyordu:
“Zamanında kalksanız olmaz mı? Burası ananızın evi değil.”
Mişa uslu uslu gülümseyerek;
“Hemen.” dedi. “Şimdi kalkıyorum.”
Ve çevik bir hareketle yataktan fırladı.
Müdür yardımcısı, Mişa'yı uzun uzun süzdükten sonra kapıya doğru yöneldi.
Yumuşak bir sesle;
“Eve mektup yazmak için kâğıt kalem isteseniz iyi olur. Çarşaf falan
göndersinler.” dedi ve dışarı çıktı.
Mişa yüzünü yıkamak için koridorun ucuna yürüdü. Sıra sıra bakır musluklardan
akan bol soğuk su, madenî bir oluğa dökülüyordu. Koridor boyunca tutuklular
koşuşuyor, kirli gri giysileri içinde, ellerinde çaydanlıklarla bağrışıyorlardı.
“Su iyi kaynasın ha!”
Zincirlerini şakırdatarak bir forsa geçti. İri yapılı, uzun boyluydu. Solgun
bir yüzü, gür kızıl sakalı vardı. Delikanlıya hafifçe göz kırptı, gülümseyerek;
“Oh oh.” diye söylendi. “Enselendik mi küçük bey?”
Gardiyan, Mişa'ya sıcak bir bardak çayla, kabuğu kösele gibi sert, içi ise
ekşi kokular saçan koca bir parça ekmek getirdi.
Hapishane, çomak sokulmuş arı kovanı gibi uğulduyordu. Küfürler, kahkahalar,
şarkılar, gardiyanların azarları birbirine karışıyor ve Mişa, bu koşan, bağıran
insanları dikkatle izliyordu.
Öğrenciliği boyunca yeteri kadar okuyamamış ve çok az seyahat etmişti.
Üniversite öncesi hayatı ise eniştesinin can sıkıcı evinde geçmişti. Okulda,
öğrencilerin arasında kendini rahatsız hisseder, onların çeşitli toplumsal
sorunlarla ilgilenişi, kitaplardan edindikleri bilgiç cümlelerle dolu ateşli
konuşmaları canını sıkardı. Bu hoşnutsuzluk ise, karmakarışık ama inatçı bir
direnme duygusu uyandırmıştı onda. Ama henüz bu direncin kime ve neye karşı
yönelmesi gerektiğini pek iyi kavrayamamıştı. Şimdi ise kendini kahraman sanıyor,
gençliğin verdiği coşkunlukla, kişiliği yepyeni hislerle dolup taşıyordu.
Çayını içtikten sonra pencerenin kenarına çıktı. Hapishaneyi çevreleyen
yüksek duvarların üstünde, ellerini arkasına kavuşturmuş, siyah saçlı, geniş omuzlu
bir adam uzun adımlarla volta atıyordu. Kalın, kısa bir ceket giymiş, başına bir
kasket geçirmişti. Ara sıra ani bir hareketle başını geriye çeviriyor, pencerelere
kısa bir göz attıktan sonra voltasına devam ediyordu. Birçok kere Mişa bu araştıran
bakışları üstünde hissetmişti. Onunla konuşmak, ismini, hangi nedenle burada
tutuklu olduğunu sormak özlemini duydu. Adamın pencerenin yakınına kadar gelmesini
bekleyip yavaşça seslendi:
“Hey baksana!”
Gardiyan birden pencerenin altında belirdi ve yumruğunu sallayarak bağırdı:
“Kes sesini, konuşmak yasak!”
Kasketli adam omuzlarını silkti, ona gülümseyip uzaklaştı. Mişa yere atladı.
Gardiyan onu ne kadar ürkütmüşse, voltalayan adamın gülümsemesi de benliğini o
derece mutlulukla doldurmuştu. Bu gülümsemeyle aralarında sanki bir sempati ağı
örülmüş gibiydi.
Öğleye doğru gül fidanı gibi narin, ihtiyar bir gardiyan odaya girdi. Çiçek
bozuğu bir suratı vardı. Kapının yanında durdu ve Mişa'ya bakmaksızın mırıldandı:
“Volta saati, buyur.”
Hava nemliydi. Hapishane avlusunun taşları arasındaki su birikintileri
yeşilimsi bir renk almıştı. Üç tutuklu, ellerindeki süpürgelerle suyu giriş
kapısına doğru süpürüyor ama çamurlu ve pis su, duvarlara kadar yayılıp tekrar
taşların arasına doluşuyordu.
“Burada voltalayacaksın. Şu duvara kadar. Tutuklularla konuşmak yasak.” dedi
gardiyan.
Mavi göğün altında, ilk defa 'yasak' kelimesi Mişa'nın kalbine bir hançer
gibi saplandı. Bu iki hece ona aşağılatıcı, salak, kabaca kısıtlanmış bir şeyi
hatırlatıyordu artık. Kaşlarını çatarak gardiyanın yüzüne baktı. Korkunç bir maske
gibi hareketsiz duran çene ve elmacık kemikleri sarı kıllarla kaplı bu adamın
gözleri tuhaf bir şekilde parıldıyor, yumuşak hatta biraz utangaç bakışlar, bu
çatlamış kırmızı suratla bir tezat meydana getiriyordu.
“Volta at.” dedi gardiyan; “Durmak yasak!”
Mişa ağır ağır yürümeye başladı. Gardiyan etrafı kolaçan edip kimsenin fark
edemeyeceğinden emin olunca Mişa'ya yaklaşarak yavaş bir sesle;
“Neden hep baş kaldırırsınız?” diye sordu. “Derslerinize çalışsanız daha iyi
olmaz mı? Okuyun, hâkim olun, savcı olun. Ne güzel meslekler bunlar. Ama habire
ayaklanıyorsunuz. Gençliğinize yazık değil mi? Bir anneniz var kuşkusuz. Ne yapar
şimdi?”
Bu sözler Mişa'ya dokunmuştu. Durdu, aynı iyimserlikle yanıt vermek üzere
elini göğsüne koymuştu ki gardiyan ürküp geri çekildi, çevresine bakınarak
aceleyle;
“Yürü, yürü.” diye fısıldadı. “Seninle konuştuğumu görürlerse cezalandırırlar
beni, anlıyor musun?”
Sonra telaşla uzaklaşıp hapishane duvarının ardında kayboldu. Delikanlı,
üzüntü ve avunma duygularıyla karışık bir şaşkınlık içinde, yüksek taş duvarlar
boyunca volta atmaya başladı yeniden.
Hapishane, dört köşesinde kuleleri ve kalın duvarlarıyla toprağa gömülmüş
gibi alçak bir binaydı. Sonbahar yağmurlarıyla ıslanan duvarları yer yer çatlamıştı
ve çevreye pis bir koku yayılıyordu.
“Burada daha ne kadar kalacağım?” diye düşündü. Özgürlüğüne kavuşsa,
hapishane hakkında pek çok ilginç şey anlatabilirdi. Yeniden olayları, sokağı,
kalabalığı, jandarmaların korkunç görüntülerini ve genç kızı gözünün önüne
getirdi.
Bu düşlere dalınca volta zamanının çabucak geçtiğinin farkına bile
varmamıştı. Gardiyanın sesiyle kendine geldi:
“Haydi koğuşlara.”
Şaşkınlıkla haykırıverdi:
“Hemen mi?”
Gardiyan, evet anlamında başını salladı. Koridorda Mişa'nın kulağına eğilerek
yavaşça;
“Annem düşkünler evinde benim.” diye fısıldadı. Suçlu gibi yüzü hafiften
kızarmıştı, başını önüne eğdi.
Mişa gülümseyerek;
“Ya, kötü bir şey değil ki bu.” diyebildi. Söyleyecek uygun bir söz
bulamamıştı.
Yeniden koca demir kapı üstüne kapandı. Sürgü ve kilidin madenî sesi duyuldu.
Mişa odanın ortasında durdu, sonra yatağın üstüne oturdu. Birden tüm
düşünceleri, duyguları yıkılır gibi olmuştu. Kafasında garip bir boşluk belirmiş,
beyni bir rüya âleminde gibi uyuşmuştu.
Demek böyle akıyordu hayat; dümdüz, renksiz, kapkara. Ve her geçen gün
benliğinde şimdiye kadar şahit olmadığı bir iz bırakıyor, ne kadar küçük olursa
olsun her izlenim ruhunda cılız bir ışık gibi parlıyordu.
5.
6.
Mişa artık kendini kısa geçmişinden kopuk görüyor ve geçmişin en göz alıcı
'kahramanlık' günü, eskisi gibi neşelendirmiyordu onu. Hapishanenin mezara benzer
garip hayatı içinde bilinciniz, henüz kavrayamadığı uzak, anlaşılmaz bir şeyler
hissediyor, etrafını çeviren her şeyi bazen kaygısız bir gülümseme bazen de acı ve
kuşku dolu bir ilgiyle izliyordu.
Hapishane yetkilileri ona karşı alaycı ama hoşgörülü bir tavır takınmışlardı.
Pembe yanakları, zeki mavi gözleri, kalın dudaklarının saf gülümsemesi ve biraz
sıkılgan sevimli hâliyle herkesin hoşuna gidiyordu.
Bir gün müdürlerden biri ağzını yoklar gibi;
“Ee Bay Malinin.” diye sordu. “Bizim evi nasıl buldunuz?”
Mişa hiç duraksamadan;
“Doğrusu son derece ilginç.” deyiverdi.
Adamın gözlerinde acıklı bir gülümseme belirdi.
“Kendi hâlinde, başarılı bir gözlemcisiniz demek. Havalandırma sürenizi yarım
saat uzatacağım.”
“Teşekkür ederim.”
Müdür kapıya doğru yürüdü, geri dönüp bir an Mişa'ya baktıktan sonra yavaşça
mırıldandı:
“Bir şey değil.” Sonra çekip gitti.
Ofizerov, o çiçek bozuğu suratlı ihtiyar gardiyan, Mişa'ya bu müdür hakkında
şöyle bir hikâye anlatmıştı. Herif hizmetçisini, karısının yüzüğünü çaldığı
kuşkusuyla bir gün bir gece 'Çaldım.' dedirtinceye kadar dövmüş. Sonra bilinmeyen
bir nedenle kızgın olduğu iki tutukluyu getirtip hizmetçi kızı çırılçıplak
soyduktan sonra masaya bağlamalarını ve gıdıklamalarını emretmiş. Kızcağız
bayıldıkça bir yudum içki vererek ayıltıp işkenceyi yeniden başlatıyormuş. Sonunda
tutuklulardan biri, şiddetli bir tutku anında dayanamayıp arkadaşının ve müdürün
yanında kıza saldırmış. Müdür bu tutukluyu bir güzel sopalattırdıktan sonra zindana
kapattırmış. Yediği dayağın izleri kaybolunca da tımarhaneye yollamış.
Ofizerov hikâyenin sonunda tatlı bir sesle;
“İşte böyle.” diyerek biraz mahcup, gözlerini yere indirmişti.
Mişa hikâyeyi dinlerken dehşetle öfkelenmiş ve bu 'cellat' heriften nefret
etmişti. Fakat onu odasında gördüğü gün hayretle hislerinin değiştiğini, merak ve
biraz da küçümseme duygularıyla dolduğunu hissetti.
Pencereden, avluya çıkan politik tutuklular görünüyordu. Kalın ceketli esmer
adam sayılmazsa altı kişiydiler. Görünüşlerinden işçi oldukları anlaşılıyordu. Kısa
boylu, üst başları perişan, yüzlerinden, her an kavgaya hazır oldukları okunan
insanlardı bunlar. Bakışları Mişa'ya takılınca delikanlı nedenini bilmediği bir
sıkıntı duyuyor, pencereden kaçmak istiyordu. Açlıktan bitkin yüzlerinde, kovalanan
yabani hayvanlara has sert bir anlam vardı. Ara sıra içlerinden biri gülümsüyor,
Mişa da aynı şekilde karşılık veriyordu. Bu insanlar onu son derece
ilgilendiriyordu. Hatta nöbetçinin fark etmediği anlarda onların yanına yaklaşıp
sigara isteyen ya da iki laf eden adi tutuklular kadar saygı duyuyordu onlara.
Bir gün uzun boylu, zayıf, somurtkan bir işçi, defalarca duvar boyunca gidip
geldikten sonra durdu, ellerini beline koyup, bir deri bir kemik suratını
kaldırarak gökyüzünü seyre daldı. Nöbetçi kulübesinin köşesinden, iri kıyım yaşlı
bir tutuklu elinde süpürge ve kürekle geçiyordu. Uzun zaman, gökyüzüne bakan adamı
seyrettikten sonra patikayı kaplayan kuru yaprakları ağır ağır süpürmeye koyuldu.
Tam işçinin yanına yaklaşınca tatlı sesiyle eski bir türküyü söylemeye başladı:
İşçi hafifçe başını eğdi, dinliyordu. Dudakları, susuzluğunu gidermek üzere, sıcak
bir günde serin bir dereciğe rastlamış gibi yarı aralıktı. İhtiyar tutuklu gittikçe
yaklaşıyor ve türküye devam ediyordu:
Mavi deniz
Dalgalı deniz,
Rüzgâr eser
Püfür püfür...
7.
Hemen hemen nöbetçi olduğu her gece Ofizerov göbek adıyla Korney Doniloviç
Mişa'nın kapısına geliyor, solgun yüzünü küçük deliğe dayayıp yaşlılığın verdiği
gevezelikle türlü hikâyeler anlatıyordu.
Korney Doniloviç çok görmüş, çok çekmişti. Ama çoğu zaman anlattıkları
birbirini tutmuyor, anıları yaşlı belleğinde birbirine karışıyordu. Keder,
hoşnutsuzluk ve bezginlikle dolu bir hayattı bu. Hareketleri, söyledikleri ara sıra
Mişa'yı ilgilendiriyor hatta duygulandırıyordu ama genellikle de canını sıkıyordu.
Bunlar çoğunlukla aptalca, anlamsız, sanki yaşanmamış da o an akla gelmiş türden
uydurma sözlerdi. Fakat duyarak, inanarak anlatıyordu.
Bir gece donuk gözünü Mişa'ya dikerek;
“On beş sene kadar oldu.” diye başladı. “Oğlum Aleksi endişelendirmeye
başlamıştı beni. Ne kiliseye ne de eğlence yerlerine gidiyor, dalgın ve düşünceli
dolaşıyordu. Dikkat etmeye başladım, gözümden kaçar mı? Bir örgüte gitmişti. Önce
çıkıştım: 'Dikkat et.' dedim. 'Bak sonra karışmam.' Dinlemedi. Ben de durumu bizim
papaza anlattım. Bir gün eve geldi, papazı görmüştü, öfkeden titriyordu. 'Anlattı
mı papaz başına gelecekleri?' diye sordum, gülerek papaza ana avrat küfretmeye
başladı. 'Utanmaza bak, bu ne cesaret?' dedim. Bana da karşı geldi, çizmeden yukarı
sözler etti. Ben de kızdım, çorba dolu tencereyi kaptığım gibi suratına fırlattım,
tam suratının ortasına. Çıktı gitti. O zamandan bu yana da bir daha haber alamadık.
Ya işte böyle. Siz gençler inatçısınız, inatçı!”
“Şimdi acıyor musun ona?” diye sordum.
Hemen yanıt veremedi ihtiyar. Bir şeyler mırıldandı, sonra sakin bir sesle
devam etti:
“Evet, zamanla insan her şeye acıyor, katillere bile. Sebepsiz yere kimse
adam öldürmez. Ya mecburdur ya da intikam için yapmıştır. Hatta bazı katilleri
tebrik etmek bile lazım, örneğin cellatları. Boş yere adam öldürmüyor ki onlar,
toplumun iyiliği için yapıyorlar bu işi. Sonra katil öldürmek günah da değildir,
değil mi? Adam zevk için öldürmüyor ya, işi bu!”
Mişa hırsla deliğe doğru uzandı. Cehaleti yüzünden öz oğlunun evinden
uzaklaşmasına sebep olan, cellada acıyabilen bir insanın yüz hatlarını görmek
istiyordu. Fakat ihtiyarın suratı her zamanki gibi, delik deşik bir taş parçasını
andırıyor ve iki donuk gözü anlamsızca kırpışıyordu.
“Ne bakıyorsun?” diye sordu ihtiyar.
“Hiç. Söylesene Korney Doniloviç, oğlunun bir örgüte girmesi neden hoşuna
gitmedi?”
“Kötü bir toplulukmuş o örgüt. Ama üç yıl önce burada dört tutuklu vardı.
Namuslu insanlardı doğrusu. Okumuş, terbiyeli, kimseye zararları dokunmayan
insanlardı. Herkes saygı duyardı onlara. Kimse aksini söyleyemez, iyi çocuklardı
hepsi. Aleksi'yi sordum 'Tanımıyoruz.' dediler. Çok kalabalıklarmış. Doğrudur, çoğu
zaman beşer onar doluşurlar buraya.”
Derin bir nefes alıp devam etti:
“Şimdi tutukluların cinsi değişti. Eskiden hırsızlar, katiller, eşkıyalar
gelirdi. Ara sıra da dine karşı gelenler. Şimdi gelenlerin çoğu işçi, öğrenci,
örgüt üyesi, hep politik tutuklu. Gel de çık işin içinden.”
Mişa heyecanlanmıştı:
“Bu apaçık meydanda.” diye atıldı. “İnsanlar birbirleriyle anlaşamıyorlar.
Biz hayatı güzelleştirmek, hepimiz için yaşanır hâle getirmek istiyoruz, onun için
hapse atıyorlar bizi.”
Kapının ardından kıs kıs güldü ve söylenmeye başladı ihtiyar:
“Ben bunları çok dinledim. Seninkiler hep böyle konuşur.”
Sonra sıkılmış ya da ürkmüş gibi yerinden kalkıp uzaklaştı.
Bir başka gün, yine hapishanede geçmiş bir olayı anlatmaya koyuldu:
“Ben kibar insanımdır. Çok çektim, insanları iyi tanırım, hem de çok iyi.
Bizim koridorda bir kürek mahkûmu vardı. İri yarı, güzel bir adam. Köylüydü ama
efendi gibi hareket ederdi. Öyle ki, insanın içinden onun isteklerini reddetmek
gelmezdi. 'Korney Doniloviç, bana tütün yollasana.' derdi, yollardım. Bir gün
nereden bilmem, bir bıçak aşırmış ve onu bayağı bir eğe hâline sokmuştu. Biraz da
içyağı bulup pencerenin parmaklıklarını eğelemeye başlamıştı. Tabi hemen durumu
fark ettim ama hiç aldırmadım. Acıdım da zavallıya. Kendi kendine oyalansın bari
diye düşündüm, hiç olmazsa bir müddet canı sıkılmaz. Uzun zaman uğraştı, üç hafta
kadar. Hep gözetliyor ama görmemezlikten geliyordum. Dedim ya acıyordum zavallıya.”
İhtiyar, yaramaz çocuklar gibi kıkırdayarak güldü:
“Sonra tam işini bitirmek üzereyken müdüre haber verdim.”
Mişa üzüntü dolu bir sesle haykırdı:
“Ama neden? Müdüre niçin...”
İhtiyar lafını kesti:
“Ne yapabilirdim ki?”
“Tutukluya, işi fark ettiğini bildirebilirdin.”
Gardiyan gülerek;
“Deli misin?” diye atıldı. “Parmaklıklar ne olacak? Eğelemişti diyorum sana.”
“Baştan engel olabilirdin, vazgeçirebilirdin onu.”
“Belki yapabilirdim, doğru. Ama böyle daha iyi oldu. Hiç olmazsa birkaç hafta
hevesle uğraştı, vakit geçirdi zavallı.”
“Ceza yedi tabi.”
“Ee tabi, başka türlü olur mu? Epey ceza yedi.”
“Ağır ceza mı?”
“Geçmiş gün hatırlamıyorum. Bir ay zindanda yattı galiba. Sonra mahkemede
yeniden yargılandı, birkaç sene daha yedi. Pek iyi hatırlayamayacağım.”
Mişa;
“Şu işe bak be.” diye mırıldandı. “Bir yanda bu kadar yaralı insan, öte yanda
hayat. Hayatımız yaralı!”
İhtiyarın suratı küçük deliğin ardında dalgalandı. İç geçirip uzun uzun
esnedikten sonra kelimelerin üstüne basa basa onayladı:
“Evet, doğru. Bu hayat düzelmez!”
Saatler konuşmayla geçiyordu.
Biri soğuk ve kaygısız, diğeri hoşnutsuzluk ve güçsüzlüğün verdiği sıkıntı
içindeydi. Geveze gardiyan, kapının üstündeki küçük delikten bıkmak usanmak
bilmeden, genç adamın belleğine eski anılarının yıkıntılarını dolduruyordu. Mişa
yüreğinde derin bir sızı hissetti. Hapishane, yani bu köhne bina değildi onu üzen,
ama orada gördükleri ve işittikleri zindan ediyordu bazen hayatını.
Uykusuz gecelerde yatağına uzanıp, içinde bulunduğu duygu keşmekeşini çözmeye
çalışır, ama bir türlü başaramazdı.
Bir gün merak edip Ofizerov'a sordu:
“Baksana, hayatı seviyor musun sen?”
İhtiyarın kısık sesi isteksizce yanıt verdi:
“Dayak olmasa pek şikâyetim yok.”
“Dayak mı? Kim dövüyor seni?”
“Ara sıra aklına esince müdür yardımcısı tekmeler. Yani demek istediğim,
genel olarak herkes dövüşür burada. Tutuklular dövüşürler kendi aralarında. Nöbetçi
gardiyan gelir dövüşenleri döver, tabi diş geçirebildiklerini. Bazılarına dokunamaz
ama dövebildiğini de öldüresiye döver.”
Omuzlarını silkip, ürkek ürkek etrafına bakındı, donuk gözlerini kocaman
açarak;
“Ben birinin dövülmesine dayanamıyorum.” dedi. “Korkuyorum.”
“Neden başka bir iş aramıyorsun? Herhangi bir iş.”
“Ne iş yapabilirim ben? Her yerde dayak var. Hayat bir kavga zaten. Yalnız
annem dövmezdi beni. Bir de manastırlarda dayak yoktur herhâlde. Ama...”
Birden sustu. Rüzgâr uzaklardan şehrin uğultusunu getiriyor, gökyüzünde kara
bulutlar ağır ağır ilerliyordu.
Mişa;
“Ne oldu?” diye sordu.
Ofizerov, bir şeyler söylemek isteyen ama söyleyemeyen insanların
tedirginliğiyle dudaklarını oynatıp gözlerini kırpıştırdı.
“Kusura bakma.” diye iç çekti. “Belki ilgisiz bir şey ama...”
“Ama ne? Söylesene!”
Delikanlı bayağı heyecanlanmış, sesi kısılmıştı.
Ofizerov deliğe iyice yaklaştı, titreyen bir sesle;
“Tanrı’yla ilgili.” dedi. “Sen Tanrı’ya inanıyor musun?”
Mişa başını indirdi, bir an durakladıktan sonra alçak sesle yanıt verdi:
“Bilmiyorum.”
“Ben de, ben de bilmiyorum.” diye mırıldandı ihtiyar. “İnsan hep düşünüyor.
Eğer Tanrı varsa bu korkunç şeyler, bu cinayetler neden oluyor? Sen okumuş
çocuksun. Söyle bakalım neden korku ve kötülük dolu yeryüzü?”
Gözleri yaşla doldu. Başını sallayarak sildi gözyaşlarını ve ardına bakmadan
uzaklaştı.
8.
Mişa'nın penceresinin altındaki dar yoldan her gün pejmürde kılıklı, zayıf,
kafese konmuş vahşi hayvanlar gibi hırçın suratlı, dalgın ve yalnız insanlar
geçiyordu. Kalın ceketli adam kaybolmuş, yerini yuvarlak yün kasketli, koyu kırmızı
paltolu, zayıf bir adam almıştı. Koşarcasına volta atıyor, devamlı omuzlarından
düşen kocaman paltosunu yakalamak için tuhaf hareketler yapıyordu. Zeki yüzünde her
zaman bir gülümseme beliriyor, dudakları durmadan kımıldıyordu. İkide bir zayıf
eliyle karmakarışık sakalını sıvazlıyor, durmadan başını sallıyordu.
Mişa, adamın hapishane duvarına akseden gölgesini, büyük ve kirli bir fener
içinde yanan muma benzetiyordu her nedense.
“Kim bu adam, yeni mi?” diye sordu ihtiyara.
“Vasili Nikitiç.”
“İşçi mi?”
“Bilmiyorum. Siyasi galiba ya da bir fanatik. Hep buraya gelir.”
“Gelir.” diye tekrarladı Mişa gülümseyerek. Getirilir yerine, gelir demek
hoşuna gidiyordu.
İhtiyar Ofizerov yine her zamanki çekingenliğiyle;
“Gözü pek bir adam bu.” dedi. Kuşkuyla etrafına bakarak devam etti. “Herkese
doğruyu söylüyor; savcıya, müdüre. Bir gün Valiye ne dedi biliyor musun: 'Ben böyle
düşünüyorum, siz başka türlü. Ama birbirimizin düşüncelerine saygılı olmalıyız. Ben
de insanım, siz de. Gerisi bir anlaşmazlıktan ibaret. Üniforma hiçbir şey ifade
etmez.' Bunun üzerine adamcağızı bir hafta zindana tıktılar. Götürülürken hem
gülüyor, hem de 'Bu yaptığınız sersemce bir iş, beni zindana atsanız ne olacak
sanki?' diye bağırıyordu.”
Ofizerov birden doğruldu, Mişa ilk defa ihtiyarın gözlerinin sevinçle
parladığını görüyordu.
“Doğru söyledi.” diye devam etti. “Sana hakikati söyledim diye bana tokat
atsan hakikat senden yana geçmez.”
“Sen onunla konuştun mu?”
“Ben mi? Ne münasebet!”
“Ben yalnız seninle konuşuyorum. Senin sözlerin anlaşılıyor, yavaş yavaş
konuşuyorsun. O imkânı yok yavaş konuşamaz. Bir ses var ki adamda...”
Gülümsedi, sonra fısıldayarak devam etti:
“Onun sesine uygun bir şiir biliyorum.”
“Şiir mi? Kimin?” diye atıldı Mişa.
Ofizerov yine etrafına bakındı ve isteksizce mırıldandı, sonra;
“Başka sefere, hadi yat artık. Ben gidiyorum, görmesinler.” dedi.
Mişa, üniformasının kolundan yakaladı onu:
“Bak Ofizerov, neye mal olursa olsun buradan kurtulman lazım. Ne biçim
gardiyansın sen? Böyle iyi yürekli insan gardiyan olur mu?”
İhtiyar, Mişa'nın elinden kurtularak bezgin homurdandı:
“Nereye gideyim istiyorsun? Her yerde aynı şey oğul. Kendi hâlinde bir insan
için hayat her yerde bir zindan. Aslında gidecek tek bir yer var, mezar.”
Başı önünde yürüdü gitti. Mişa, can sıkıntısı ve acımayla karışık bir his
duydu. Duvar boyunca gidip gelmeye başladı.
“Bu adamınki de hayat mı be!” diye söylendi öfkeyle. Dışarıda hapishanenin
çamur kaplı avlusuna, yorgun kar taneleri düşüyordu.
Kara giysileriyle birbirine sokulmuş bir sürü tutuklu toplanmıştı bir köşede.
İçlerinden biri sırtını duvara dayamış, dayak yemiş köpek gibi büzülmüştü. Boynunu
büküp korkuyla başını sallıyor, ellerini göğsünün üstüne bastırarak boğuk bir sesle
yalvarıyordu:
“Kardeşler, ben değilim. Yemin ederim ben değilim. Vallahi...”
Karşısında taş gibi hareketsiz duran üç kişiden en iri yarı olanı sakin bir
sesle;
“Korkutmayın arkadaşlar.” dedi. “Vurmayın bırakın!”
Ve birden geri çekilip adamın karnına şiddetli bir tekme indiriverdi.
“Vurmayın arkadaşlar.” diye tekrarlıyordu bir yandan da. “Dövmek neye yarar?”
Adam inleyerek boş bir çuval gibi yere yığıldı. Diğerleri acele etmeksizin
bir çamur yığınını ezer gibi yerdekini çiğnemeye başladılar. Topukların yumak vücut
üstünde çıkardığı sesler, iri yarı adamın dişleri arasından öfkeyle savurduğu
küfürleri bastırıyordu.
“Vurmayın, vurmayın!”
Öfke ve nefret Mişa'nın benliğini altüst etmişti. Kendini kaybetmiş bir hâlde
soluk soluğa ileri atıldı.
Fakat zorbalar çoktan uzaklaşmıştı. İçlerinden biri:
“Paşka.” diye bağırıyordu. “Çamur içinde kaldın, hadi yürü!”
Mişa'nın ayakları dibinde; ezilmiş, çamur içinde kalmış bir vücut kıvrana
kıvrana doğrulmaya çalışıyor, bir yandan da kısık bir sesle;
“Ziyanı yok, ziyanı yok.” diyordu, “Ben ona gösteririm!”
Mişa, zorbalara dönerek haykırdı:
“Sefiller!”
İri yarı olanı, eliyle, hadi oradan sen de, der gibi bir işaret yaptı.
“Ziyanı yok, ziyanı yok.” diyordu hâlâ yerdeki. Titreyen elleriyle kasketini
başına geçirmeye çalıştı. Sarhoş gibi sendeliyor, kan tükürüyordu. Suratı tanınmaz
hâle gelmişti. Sarı sakalı ve bıyıkları titriyor, kanlı bir yaraya benzeyen ağzıyla
havayı yutar gibi nefes alıyordu. Mavi gözlerinde öfke ve kin parıltıları vardı.
Mişa, kalkmasına yardım etti, cebinden bir mendil çıkarıp adama uzattı. Fakat tam o
sırada nöbetçi gardiyan yanına yaklaşıp azarlayan bir sesle bağırdı:
“Yine mi müdahale? Kaç kere söyleyeceğiz sana be?”
Mişa öfkeden titreyerek yanıt verdi:
“Öldüreceklerdi onu neredeyse!...”
“Sana kaç kere söyledik, yanlarına yaklaşma diye.”
“Ama anlasanıza, onu öldüreceklerdi.”
“Sana ne be! Buranın müdürü müsün? Sana ayrılan kısımda dolaş, gerisine
burnunu sokma. Bir daha görürsem rapor ederim, odadan çıkamazsın sonra.”
Mişa üzüntüyle gözlerini kırpıştırarak;
“Nasıl dövdüler zavallıyı.” diye mırıldandı.
Nöbetçi, hep aynı homurdanma ile;
“Ee ne olmuş yani.” diye söylendi. “Her koyun kendi bacağından asılır.”
Aksi, sevimsiz bir yüzü vardı. Dudaklarını hiç kıpırdatmadan;
“Bu işten biz sorumluyuz, seni ilgilendirmez.” deyip uzaklaştı.
Mişa, havalandırma süresi sona ermeden Ofizerov'la odasına dönmek üzereydi ki
koridorda biri ardından seslendi:
“Geri dön, dışarıda bekle.”
Avluya doğru yürürken;
“Ne oldu?” diye sordu.
“Sana bir komşu geliyor.”
“Kim?”
“Bilmiyorum.”
Müdür yardımcısı dışarı çıktı. Mişa'yı baştan aşağı süzüp sert bir sesle
Ofizerov'a bağırdı:
“Götür!”
Sonra durduğu yerde öfkelenip ihtiyara bağırmaya başladı:
“Tabanca böyle mi taşınır? Düzelt şunu, köpoğlu köpek!”
9.
Mişa, öfkeli adımlarla odayı arşınlamaktaydı. Kapıdaki delikten loş bir ışık
süzülüyor, aç bir kurdun ulumasına benzer bir türkü duyuluyordu.
Geçmişteki sıkıntıları sanki bu uluyan seste toplanmış gibi onu tedirgin
ediyor, anılar belleğini zorluyordu.
Gösterdiği 'kahramanlık' çoktan unutulmuş, tozlu, eski bir resim gibi
anlaşılmaz hâle gelmişti. Kendini, aptal bir kalabalığın içinde saçma hareketler
yapan bir öğrenci olarak görüyordu artık. Jandarmaların kaygısız ve asık suratları,
üzerine yürüdüğü subayın alay ve öfke dolu yüzü, dişi ağrıyan komiser ve daha
birçok şey bir kâbus gibi teker teker geçip gidiyordu gözlerinin önünden.
“Bizim zavallılığımızdan utanç duyuyorlardı kuşkusuz.” diye düşündü.
Fakat birden, insanları birer hayvan gibi görmeye alışmış o pala bıyıklı
jandarmaların hiçbir şey bilmediklerini, hiçbir şeyden utanmadıklarını, fiziki
acıdan başka bir acı hissetmediklerini ve yalnız kendilerini birer robot gibi
kullanan o hizmet ettikleri 'güç'ten korktuklarını anladı.
Arabacıyı hatırladı. Komiserden yumruğu yiyince nasıl hayvanın dizginine
yapışmıştı. Karakolda, kapının eşiğinde durup benzerlerinden sanki odun ya da
taştan söz ediyormuş gibi söz eden adamın kalın sesini tekrar duyar gibi oldu.
Ofizerov'un anası geldi aklına: Oğluna gayrimeşru babasının meslek unvanını isim
olarak verdiklerinde ses çıkaramamıştı(*). Bu isim yüzünden oğluyla hayat boyu alay
edileceğini biliyordu kuşkusuz. Belki de bu yüzden zavallı, üç sene zindanlarda
yatmıştı. Ömrünün geri kalan kısmında başına gelebilecek kötülüklerden çekinen
Ofizerov'un, başkalarının isteklerine boyun eğerek yıllardır kendi kendine 'Niçin
yasak?' diye soramadan 'yasak' kelimesini tekrarlayan bu ihtiyarın acıklı hâlini
düşündü.
Tutuklular düşlerinde bile dövüldüklerini görünce vahşi hayvanlar gibi
“Vurma, merhamet et!” diye bağırıyorlardı.
“Adam yok bu dünyada.” diye düşündü Mişa. “Yeryüzü, başkalarının isteklerine
uyan garip, zavallı insanlarla doldu. Bazen çekingen, bazen gaddar ama hemen hepsi
karaktersiz. Ne yaptığını bilmeyen, insan gibi 'İstemiyorum, yapmayacağım.' demeye
cesaretleri olmayan kişiler bunlar. Hapishane insanın içinde, hayat ise
hapishaneden farksız.”
Odanın ortasında durdu. Göğsü öfke ve sıkıntıdan daralıyor gibiydi. Deliğin
ardından o uluyan türkü hâlâ duyulmaktaydı.
Mişa, insanların çektiği tüm acıları, sıkıntıları içinde duyar gibi oldu.
Tam o sırada bir fısıltı düşüncelerini bölüverdi:
“Bana bak!”
Mişa sevinçle kapıya yöneldi. Delikte, ihtiyarın garip bir tatlılıkla
parlayan donuk gözü vardı.
“Ne var?”
“Uyuyor musun?”
“Hayır.”
“Burada rahat uyku uyuyan yoktur zaten. İstersen geçen sözünü ettiğim
şiirleri okuyayım.”
“Oku ya, oku.”
“Yasak galiba bunlar. İkinci katın duvarına yazmışlar kalemle, kulenin
duvarına. Kuşkusuz sakıncalıdır!”
Delikteki gözün yerini dudaklar aldı, oda, çekingen ve hüzünlü bir fısıltıyla
doldu.
Bir zamanlar bir adam vardı
Doğruluğun dostu bir adam,
Bu doğruluk sevdası yüzünden
Kimse sevmezdi onu...
Korku ve öfkeyle
Söz ederlerdi adından
Başını sokacak yer
Bulamadı dünyada...
Mişa gözlerini açmış, başı deliğe doğru eğik dinliyordu. Şiir bitince
Ofizerov'un gözü deliğin ardında yine göründü. İhtiyar:
“Hoşuna gitti mi?” diye sordu.
Mişa'nın boğazı kurumuştu, güçlükle nefes alıyordu. Gardiyana baktı ve birden
aklına, bunları ihtiyarın yazmış olabileceği gelerek;
“Evet.” dedi. “Çok hoşuma gitti. Gerçekten yasaklanmış mı acaba?”
“Kuşkusuz, doğruyu anlattığına göre.”
“Evet, olabilir. Sen de şiir yazıyor musun?”
“Ben mi? Hayır, cesaret edemiyorum. Askerdeyken bir dua yazmıştım kendim
için.”
“Okusana.”
Önce bir sessizlik oldu, peşinden derin ve samimi kelimelerle dolu bir
mırıltı yükseldi:
“Tanrım! İnsanlar birbirlerine neden bu kadar kötülük yapar? Neden Tanrım?”
Bu kocaman soru Mişa'nın benliğini sarmıştı. Güçlü bir duygunun etkisinde
kaldığını fark ediyordu.
Sessizce geri çekildi. Kendini yatağın üstüne bırakarak, gerisini bekler gibi
gözlerini deliğe dikti.
İhtiyar sakin bir sesle;
“Bu şiir daha uzundu.” diye devam etti, “Unuttum. Biliyor musun ben şiiri çok
severim. Alışılagelen sözlere benzemez şiir dili.”
Mişa, gardiyanın dikkatle kendini incelediğini hissetti. Kulağına yeniden o
yeknesak türkü geldi. Sobanın sıcaklığı bedenini ısıtmıştı ama göğsündeki sıkıntı
onu üşütüyordu.
“Rahatsız mısın?” diye sordu ihtiyar. “Hava epey soğuk.”
“Hayır, bir şeyim yok.”
İhtiyarın soluk alışını duyuyordum. Odanın havası ağırlaşmıştı.
Ofizerov:
“Haydi yat artık.” dedi. “Uyuma zamanı geldi.” Ve hemen ekledi:
“Yanındaki odaya kimi koydular biliyor musun?”
Mişa yanıt vermedi. Gardiyanın gözü son bir kere daha görünüp kayboldu.
Şimdi delikten, hep aynı cılız ışıkla aydınlanan o duvar parçası görünüyordu.
Mişa kaşlarını çatıp gözlerini tavana dikerek tekrar etti:
10.
11.
Birkaç gün sonra Mişa bir örtüye sımsıkı sarınmış, pencerenin kenarında,
buzların cam üstünde meydana getirdiği şekillere bakıyordu.
Güneş, gökyüzünü belli belirsiz aydınlatarak bulutları gitgide daha aydınlık,
daha şeffaf hâle sokuyordu. Kar yağmıştı. İmrenilecek bir beyazlık toprağı örtmüş,
kar tutmayan bir iki çamur yığını bu beyazlığın üstünde kara lekeler hâlinde
kalakalmıştı.
Soğuktan büzülerek, önceki gece duvardan gelen sesleri hatırladı. Belleğinde
sesler kelimeleşerek cümleler hâlinde ortaya çıkıvermişlerdi.
“Evet, hayat kötü ve merhametsizdir. Hayat; esirlerin özgürlük, efendilerin
ise iktidar için giriştikleri kavgadır. Efendiler ve esirler oldukça hayat iyi ve
güzel olamaz.”
Mişa komşusunu düşünerek, kendi kendine;
“Acaba sesi nasıldır?” diye sordu.
Adamın sesinin pekâlâ ince, çatlak ya da boğaz tırmalayan cinsten
olabileceğini düşündü.
Sonra duvara uzun uzun baktı. Öte yanda, bir zamanlar büyük ve kirli bir
fenerin içinde parıldayan küçük bir muma benzettiği adam şimdi uyumaktaydı.
Delikanlı, demir gibi sert ama gerçek düşüncelerin seline bırakmıştı kendini.
“Evet.” diye tekrarladı. “Efendiler ellerindeki iktidarı korumak için her
türlü kötülüğü göze aldıkları ve esirler baş kaldırmadığı sürece, hayat ne doğru ne
de güzel olabilir. Hayır! İnsanlar efendi olmanın, esir olmak kadar kötü ve utanç
verici olduğunu anlayana kadar, hayat kötülükler ve acılar içinde sürüp gidecek...”
Sabahın dondurucu soğuğu etrafı kaplamıştı. Mişa uykusuzluktan kızarmış göz
kapaklarını kırpıştırarak camın üstündeki buzdan şekilleri incelemeye devam etti,
sonra gözlerini yavaş yavaş duvara doğru çevirdi. Nedenini bilmediği bir nefretle
bakıyordu duvara. Birkaç günden beri bu duvar, benliğini binlerce uzun ve kısa
vuruşlarla doldurmuştu. Öğrendiklerini düşündükçe, kalbinin üstüne penceredeki
buzdan şekiller kadar soğuk çizgilerin kazıldığını hissediyordu.
“Bütün bunlar eksik düşünceler. İnsanları sadece iki sınıfa ayırmak mümkün
mü? Ya ben neyim? Gerçekte ben ne efendiyim ne de esir.”
Bu düşünce ruhunun karanlıklarında yanıp sönen bir ateş gibi dolaştıktan
sonra yerini daha güçlülerine bıraktı:
“Sarsılmaz bir cesaret ve çalışkanlıkla insanların hâlinden anlayacak, onlara
yardımcı olacak bilgiler bekliyor beni.” diye düşündü. Yeni bir düzen oluşacak,
eski ve ön yargılı kafalar temizlenecekti.
Mişa, içi titreyerek;
“Yapabilecek miyim?” diye kendi kendine sordu.
Ve birden içindeki eski bir korkunun, soruyu ona yanlış sorduğunu anladı.
Biraz düşündü, sonra içtenlikle sorulması gerekeni mırıldandı:
“Bu işi yapmak istiyor muyum?”
Hapishane yavaş yavaş uyanmaktaydı.
Soğuk ve kasvetli bir kış günü başlıyordu. Koridorda kilitler gıcırdıyor,
kapılar açılıp kapanıyor, gardiyanların haykırışları, tutukluların sert ve öfkeli
seslerine karışıyordu.
Mişa, komşu duvarın taşlarından akseden son cümleyi hatırladı:
“Düşüncelerini ön yargılar zincirinden kurtaran için hapishane diye bir şey
yoktur. Örneğin biz, gerekirse taşları bile zorlarız ve taşlar, biz istediğimiz
için dile gelirler...”
Duvarın üstüne konan bir karga yuvarlak siyah gözleriyle, donmuş toprağa
sağlam adımlarla basarak avludaki dar yoldan ilerleyen nöbetçiyi seyrediyordu.
Mişa dirseklerini pencerenin kenarına dayadı, kafasındaki sorulara yanıtlar
bulmaya çalıştı var gücüyle.
BUKEYMOV
Çocukken kayboldum,
Kayboldum ebediyen...
Babamı boğazladım
Boğdum anamı,
Küçük kız kardeşimi de
Attım Volga'ya...
Nereye gittiysem
Terk etmedi beni mutsuzluk...
Bukeymov, derin derin iç geçirip tavana doğru bir balgam savurdu. Her zamanki
öfkeli hâliyle mırıldanıyordu bir yandan da:
“Ulan, sizinle aynı yerde olmak ne kötü! Patlıyor insan can sıkıntısından.
Cehennem zebanileri, sizinle ne yapılır bilmem ki!”
STRASTİ MORDASTİ
Sıcak bir yaz gecesi, şehrin kenar mahallelerindeki bir çıkmazda garip bir
manzarayla karşılaştım. Kadının biri büyük bir bataklığın içine girmiş, küçük
çocuklar gibi tepinerek etrafa çamurlu sular sıçratıyor ve kısık bir sesle şarkı
söylüyordu. Gündüz şehirde büyük bir fırtına olmuş, şiddetli yağan yağmur, çıkmazın
killi toprağını eritmişti. Bataklık epey derindi ve sular kadının dizlerine kadar
geliyordu.
Sesinden sarhoş olduğu anlaşılıyordu. Orada dans ederken düşecek olsa bu
çamurlu suda boğulabilirdi. Çizmemin konçlarını yukarı çekerek bataklığa girdim ve
onu elinden yakalayıp kenara çıkardım. Önce korkmuş gibi göründü, sessizce boyun
eğerek benimle geldi, ama biraz sonra kuvvetle silkinip sağ elini kurtardı ve beni
iterek bağırmaya başladı:
“İmdat!... Git, defol!...”
Sonra beni sürükleyerek yeniden bataklığa doğru koştu.
“Şeytan bu, gitmeyeceğim.” diye söyleniyordu. “Ben sensiz yaşıyorum, sen de
bensiz yaşa...”
Karanlıkta bir gece bekçisi göründü. Bizden üç beş adım ötede durarak
azarlayan bir sesle sordu:
“Ne oluyor, bu ne rezalet?”
Derhal ona, kadının çamura düşüp boğulmasından çekindiğimi ve kurtarmak
istediğimi anlattım. Bekçi, sarhoş kadına bakarak yere tükürdü ve emretti:
“Çık oradan Maşka!”
“Canım istemiyor.”
“Çık diyorum sana...”
“Çıkmayacağım.”
Bekçi hiç kızmadan;
“Sonra döverim seni şıllık.” dedi. Ve içten bir şekilde benimle konuşmaya
başladı:
“Bu kadın mahalledendir. Kıtık hallacı Maşka Frolika. Sigaranız var mı?”
Sigaraları yaktık. Kadın çamurun içinde dolanıp bağırmaya devam ediyordu:
“İstersem burada yıkanırım da! Bana kimse karışamaz, ben kendi kendimin
amiriyim.”
Bekçi sakallı, ufak tefek, sağlam yapılı bir ihtiyardı:
“Öyle bir yıkarım ki seni...” diye çıkıştı. “Bunu görüyorsun ya, her gece bir
iş çıkarır başımıza. Evde de bir oğlu var, kötürüm.”
“Nerede oturuyor?”
Bekçi soruma yanıt vermeden devam etti:
“Öldürmeli bunu.”
“Evine kadar götürsem.” diye teklif ettim.
Yanağını şişirip sigarasının ateşiyle yüzümü aydınlattı ve çizmelerini
yumuşak toprağa göme göme uzaklaştı.
“Götür istersen. Ama her şeyden önce çenesini kapat...”
Kadın bataklığa oturmuş, çamurlu suları ellerinin içinden akıtarak vahşi ve
kısık sesiyle uluyordu:
“Oh ne güzel, deniz gibi!”
Tepemizde yükselen büyük bir yıldız, onun hemen yanı başında, kirli ve
çamurlu sularda yansıyordu. Bataklığın suları dalgalandıkça bu yansıma da zaman
zaman gözden kayboluyordu. Yeniden suya girdim, onu koltuklarından tutup kaldırdım
ve duvara doğru götürdüm. Elimden kurtulmak istiyor ve beni tahrik etmeye
çalışıyordu.
“Haydi dövsene beni! Vahşi herif! Defol! Sen, Hérode! Döv beni!”
Duvara adamakıllı yaslanmıştı. Nerede oturduğunu sordum. Sarhoş başını
kaldırarak gözlerini üzerime dikti. Ezilmiş olan burnunun yerinde ufak bir et
parçası sallanıyordu. Eski bir bıçak yarasıyla yukarı doğru büzülmüş olan üst
dudağı, küçük dişlerini örtemiyordu. Küçük, şişkin yüzünde iğrenç bir gülümseme
vardı.
“Peki, gidelim.” dedi. Yola çıktık. Etekliğinin ıslak uçları bacaklarıma
çarpıyordu.
Olan biteni toparlamaya çalışıyormuş gibi;
“Yavrucuğum, yavrucuğum.” diye mırıldanıyordu. “Seni evime götüreceğim.”
İki katlı büyük bir evin avlusuna girmiştik. Arabaların, fıçıların,
sandıkların, odun yığınlarının arasından bir kör gibi dikkatli adımlarla
ilerliyordu. Temellerin içine oyulmuş bir deliğin önünde durarak, bana;
“İn.” dedi.
Onu belinden yakaladım ve yere sürünen vücudunu güçlükle zapt ederek
yapışkan, ıslak duvarlara dayana dayana, kaygan basamaklardan indim. Kapının
tokmağını el yordamıyla bularak açtım. Karanlık bir bodrumun eşiğinde bulunuyordum
ve daha ileri gitmeye cesaret edemiyordum. Karanlıkta cılız bir ses;
“Anne, sen misin?” diye sordu.
“Benim.”
Sıcak çörek ve pis bir yağ kokusu insanın başına vuruyordu. Bir kibrit yandı
ve bu küçük ışık bir saniye kadar sarı bir çocuk yüzünü aydınlatarak söndü. Kadın,
göğsüme yaslanmış;
“Sana benden başka kim gelir!” deyip duruyordu.
Yeniden bir kibrit, bir şişe sesi, garip küçük bir el, teneke bir idare
lambasını yaktı. Kadın:
“Ah benim yavrum.” dedi ve sendeleyerek bir köşeye yığıldı. Orada, hemen
bütün zemin tuğlalarını kaplayan geniş bir yatak seriliydi. Çocuk, lambanın
fitilini kısıyordu. Narin yüzünde ciddi bir anlam vardı. Küçük kız çocukları gibi
ince uzun burunlu ve kabarık dudaklıydı. Sanki tatlı bir fırçayla işlenip bu
karanlık ve ıslak deliğe yerleştirilen bu yüz, ışığı ayarladıktan sonra uzun
kirpikli gözleriyle bana bakarak sordu:
“Sarhoş mu?”
Annesi boylu boyunca yatağa uzanmış soluyordu.
“Onu soymak lazım.” dedim.
Gözlerini yere indirerek;
“Pekâlâ, soy.” diye yanıt verdi.
Ben kadının ıslak etekliğini çıkarmaya çalışırken kısık ve ürkek bir sesle
tekrar sordu:
“Lambayı söndüreyim mi?”
“Neden?”
Sustu.
Annesini tıpkı bir un çuvalı boşaltır gibi soymaya uğraşırken bir yandan da
onu inceliyordum. Pencerenin dibinde duran kalın tahtalardan yapılmış bir sandığın
içinde oturuyordu. Sandığın üstünde siyah kitap harfleriyle yazılmış şöyle bir
damga vardı:
Kırılacak eşya.
N.R. Şirketi ve Ort. No. 307300 C.
Duvarda dar raflar, rafların üzerinde sigara ve ilaç kutuları vardı. Çocuğun
oturduğu sandığın yanında, üstü saman kâğıdıyla örtülü ve kuşkusuz masa olarak
kullanılan bir başka sandık bulunuyordu.
Çocuk çöp gibi cılız ellerini boynunun arkasında kenetlemiş, pencerenin
karanlık camlarına bakıyordu. Kadının üstündekileri çıkartıp ıslak entarisini
ocağın önüne astım. Bir köşede duran toprak testinin suyuyla ellerimi yıkayıp
mendilime kuruladım.
“Haydi eyvallah küçük.” dedim çocuğa.
Bana bakıp hafifçe kekeleyerek sordu:
“Lambayı söndüreyim mi?”
“Söndür istersen.”
“Sen yatmayacak mısın?”
“Nerede?”
Çocuk, elini annesine doğru uzattı:
“Onunla.”
Hayretten donakalmıştım.
“Neden?”
Çocuk olağan bir şekilde,
“Sebebini pekâlâ bilirsin.” dedi ve sıkılarak ekledi:
“Herkes yatar burada.”
Şaşkın ve utangaç, etrafıma bakıyordum. Sağımda biçimsiz bir ocağın ağzı,
ocakta bulaşık kaplar, sandığın arkasında ipler, kesilmiş odunlar, bir tarafa
atılmış kıtık yığını, talaşlar ve bir sucu sırığı. Ayaklarımın dibinde ise uzanmış,
derin derin soluyan sapsarı bir vücut. Çocuğa;
“Biraz senin yanında kalsam?” diye sordum. Bana göz ucuyla bakarak;
“Doğru.” dedi. “O sabah olmadan uyanmaz.”
“Hayır, benim onunla işim yok.”
Sandığın dibine çömelerek annesine nasıl rastladığımı anlattım. Onun hoşuna
gidecek şekilde konuşmaya gayret ediyordum:
“Çamurun içine oturmuş, sanki kürek çeker gibi ellerini suya daldırıp şarkı
söylüyordu.”
Soluk bir gülümsemeyle, dar göğsünü kaşıdıktan sonra başını salladı:
“Sarhoşmuş. Ama o içmediği günlerde de böyle hayvanlıklar yapmasını sever.
Tıpkı küçük kız çocukları gibi...”
Şimdi gözlerini daha iyi görüyordum. Göz kapaklarının ucunda uzanan sık, sarı
kirpikleri vardı. Yanaklarına düşen mavi gölgeler, kansız vücudunun sarılığını
tamamlarcasına uzanıyordu. Burnunun hemen üstünde bir kırışığı bulunan geniş alnı,
kula rengine çalan kıvırcık ve darmadağınık bir saçla örtülüyordu. Dikkatli
gözlerinin bakışı anlatılamayacak bir durgunluktaydı. İnsan bakışına benzemeyen bu
garip bakışa güçlükle dayanıyordum.
“Senin ayaklarında ne var?”
Toplandı, paçavraların arasından kurumuş bir ayak çıkardı, eliyle kaldırarak
sandığın kenarına yerleştirdi.
“İşte, ikisi de doğduğum günden beri böyledir. Hiçbir işe yaramazlar.”
“Bu küçük kutularda ne var?”
“Böcek koleksiyonu.”
Eliyle ayağını bir baston gibi tutarak tekrar sandığın dibindeki paçavraların
arasına koydu ve bana gülümseyerek dostça sordu:
“Görmek ister misin? Otur, bunun gibisini hiçbir yerde görmemişsindir.”
Zayıf ve çok uzun ellerinin ustaca hareketleriyle olduğu yerde doğruldu,
raflardaki kutuları birer birer alarak bana vermeye başladı.
“Dikkat et, açma sakın, sonra kaçarlar ha! Kulağına tut, dinle. Ne
duyuyorsun?”
“Bir şey kımıldıyor.”
“Ha! Ha! O bir örümcektir. Adı Barbanik. Edepsizin biridir.”
Güzel gözleri neşeyle dolmuştu. Soluk yanaklarında bir gülümseme belirdi.
Hızlı hareketlerle kutuları alıyor, önce kendi kulağına, sonra benimkine tutuyordu
ve büyük bir hevesle bana anlatıyordu:
“Bu hamam böceği Anissim yok mu, çok yaramazdır. Şu sineğe de 'Memur' adını
taktım. Bütün gün homurdanır, herkese söver sayar. Hatta annemin saçlarını bile
yoldu. Bu sinek değil, sanki sokak sokak dolaşan bir memurdur. Şu büyük yengeç
patrondur. Hiçbir iş yapmaz, edepsiz ve sarhoşun biridir. İçer içer ve yer yer
tüysüz siyah bir köpek gibi avluda yalpalar durur. İşte bu da bir çeşit hamam
böceğidir. ‘Nikodem Baba,’ diyorum ona. Sokakta yakaladım. Hani şu kiliseye gider
gibi görünen ayak hırsızları var ya. İşte onlardandır. Annem ona ‘Bon Marché,’ der.
Onun âşıklarından birinin adı. Annem burunsuzdur, ama öyle çok âşığı var ki... Kum
gibi...”
“Seni dövüyor mu?”
“Annem mi? Bir bu eksikti. O bensiz yaşayamaz. Hem çok iyi kalplidir. Yalnız
bizim mahalledekilerin hepsi gibi ayyaş. Ona 'Hayvan, şu votkayı içmekten vazgeç.'
diyorum, 'İçkiye verdiğin parayı biriktirsen zengin olursun.' Ama o, bu sözüme
kahkahalarla gülüyor. Ne ahmak kadın, değil mi? Ama uyandığı zaman göreceksin, çok
iyi kalplidir.”
Öyle yalancı gülüyordu ki, insan ağlamamak için kendini zor tutuyor ve onun
soluğundaki merhameti bütün kente haykırmak istiyordu.
Küçük, sevimli başı, narin boynunun üzerinde garip bir çiçek gibi sallanıyor
ve karşı konmaz bir kuvvetle beni çeken gözleri zaman zaman ateşleniyordu. Bu
çocukça, ama yürekler acısı gevezeliği dinlerken bir an için nerede bulunduğumu
unutmuştum. Birden, dışarıdan çamura bulanmış olan küçük hapishane penceresini,
ocağın siyah ağzını, köşedeki kıtık yığınını ve kapının yanında paçavraların
üzerinde yatan kadının sararmış vücudunu yeniden gördüm. Küçük dostum:
“Güzel bir hayvan koleksiyonu, değil mi?” diye gururla sordu.
“Çok güzel.”
“Ama bir kelebeğim eksik.”
“Senin adın ne?”
“Lenka.”
“Adaşız öyleyse.”
“Ya! Sen necisin?”
“Hiç!”
“Yalan! Ben çok iyi biliyorum ki her adam bir şeycidir. Ama sen iyi bir
adamsın.”
“Belki.”
“Buna eminim! Hem biraz da korkaksın...”
“Korkak mı? Neden?”
“Ben bilirim.”
Şeytanca bir tavırla güldü ve bana bakarak göz kırptı.
“Ama durup dururken korkaklığımı nereden çıkardın?”
“Gece vakti gitmekten korkmasaydın burada benim yanımda kalır mıydın hiç...”
“Ama çoktan sabah oldu!”
“İyi ya, işte şimdi gideceksin!”
“Geleceğim yine seni görmeye.”
Bana inanmadı. Göz kapaklarını indirdi ve kısa bir susuştan sonra sordu:
“Niçin?”
“Seninle biraz daha konuşmak için. Sen çok ilginç bir çocuksun. Tekrar
gelmeye değer.”
“Bunda ne var? Bizim eve herkes gelir.”
İçini çektikten sonra devam etti:
“Bana maval okuyorsun.”
“Doğru söylüyorum, geleceğim.”
“Peki öyleyse, ama bu sefer annem için değil, benim için gel! Arkadaş
olacağız, değil mi?”
“Kuşkusuz.”
“Güzel! Sen büyüksün, ama önemi yok. Kaç yaşındasın?”
“Yirmi bir.”
“Ben de on iki yaşındayım. Sucu kız Katya'dan başka hiç arkadaşım yok. Ama
hanımı onu benim yanıma geldiği için dövüyor. Sen hırsız mısın?”
“Hayır. O da nereden geldi aklına?”
“Çok zayıf bir yüzün, bununla beraber hırsız burnuna benzeyen bir burnun var.
Bizim eve sık sık gelen iki hırsız vardır: Biri Şaşka, zalimin, hayvanın biri;
öbürü ise bir köpek gibi uslu Vanişka. Senin küçük kutuların var mı?”
“Sana getiririm.”
“Geleceğini anneme söylemeyeceğim.”
“Niçin?”
“Öyle işte. Erkeklerin tekrar gelişi onu çok sevindirir. Çapkın kadın,
erkekleri o kadar seviyor ki, bu onun için bir felaket olur. Beni kıskanır. On beş
yıldan beri çapkınlık yapıyormuş, bir gün, nasıl olduysa, kendi de bilmiyor, beni
doğuruvermiş. Sen ne zaman geleceksin?”
“Yarın akşam.”
“İyi. Akşamları o sarhoştur. Hırsız değilsen ne iş yapıyorsun?”
“İçki satıyorum.”
“Ya! Öyle mi? Bana bir şişe getir, olmaz mı?”
“Olur... Haydi ben gidiyorum.”
“Peki git! Geleceksin, değil mi?”
“Elbet.”
Uzun ellerini uzattı. Bu iki ince kemiği avuçlarımın içinde sıktım, sonra
artık ona bakmaksızın bir sarhoş gibi avluya çıktım.
Ortalık ısınmıştı. Kül rengi yarı harap binaların üzerinden Zühre yıldızı son
ışıklarını yolluyordu. Evin duvarları altında oyulmuş olan çamurlu deliklerden,
bodrumun, tıpkı sarhoş gözleri gibi kirli, bulanık camları, kare şeklinde
gözleriyle bana bakıyorlardı. Sokak kapısının yanında duran arabanın içinde kırmızı
yüzlü bir mujik uyuyordu. Çıplak, iri bacaklarını germiş, sert ve sık sakalını göğe
dikmişti. Beyaz dişleri, açık kalan dudaklarının arasında parlıyordu. Sanki
gözlerini kapamış, alaycı bir gülüşle ölüme gülüyordu. Sırtının tüyleri dökülmüş
ihtiyar bir köpek bana yaklaştı, ayağımı kokladı ve kalbimi, kendi için faydasız
olan acıma hisleriyle doldurmaktan başka bir şeye yaramayan boğuk bir açlık sesi
çıkardı.
Sokaklardaki geceden kalma gölcüklerde, bulutsuz pembe sabah göğü yansıyor ve
bu, çamurlu sulara, insanın ruhunu bulandıran gereksiz ve küçültücü bir güzellik
veriyordu.
* * *
Sarı yemenilisi çoğu kez susar, boynunu büküp şişkin karnına bakardı. Ama
bazen derinden, ağır, erkeksi bir sesle birden türkünün acıklı sonuna katılırdı.
Ah sevdiceğim,
Ah yüreğimdeki kor
Böyle miymiş kaderim
Artık göremem seni...
SON