Benim Universitelerim

You might also like

Download as txt, pdf, or txt
Download as txt, pdf, or txt
You are on page 1of 116

Kazan Üniversitesine okumaya gidiyorum.

Üniversiteye girme düşüncesini bana,


kadın gibi yumuşak bakışlı, sevimli ve güzel bir delikanlı olan lise öğrencisin.
Yevreyinov aşılamıştı. Benim yaşadığım evin tavan arasında otururdu. Beni sık sık
elimde kitapla görürdü. Bu onun ilgisini çekti, tanıştık ve çok geçmeden, bilime
karşı büyük yeteneğim olduğuna beni inandırmaya başladı. Uzun saçlarının
perçemlerini zarif bir şekilde sallayarak,
“Siz, doğuştan bilim için yaratılmışsınız!” derdi.
Ben o zamanlar bir insanın tavşan olarak da bilime hizmet edebileceğini henüz
bilmezdim. Ama Yevreyinov, üniversitelerin tam benim gibi gençlere ihtiyacı
olduğunu, çok güzel kanıtlardı. Tabi bu arada Mihayil Lomonosov'un (Öğrenimini
yoksulluk içinde tamamlayan Rus bilgin ve şair) hatırası da anılırdı. Yevreyinov,
Kazan'da onun evinde oturacağımı, sonbahar ve kışın lise derslerine çalışacağımı,
birtakım sınavlar vereceğimi, üniversiteye geçince devlet bursu alacağımı ve
böylece beş yıl sonra, bir bilgin olup çıkacağımı söylüyordu. Bütün bunlar çok
basit görünüyordu, çünkü Yevreyinov daha on dokuz yaşındaydı ve çok saf kalpliydi.
Yevreyinov sınavlarını verince hareket etti. Bir iki hafta sonra ben de
arkasından yola çıktım.
Ninem beni uğurlarken şu öğüdü verdi:
“Sen insanlara kızma! Her zaman öfkeli olduğunu görüyorum. Çok sert ve
kibirli oldun! Bu huyunu dedenden kaptın. Deden sanki bundan ne kazandı? Çalıştı,
didindi, sonunda bunadı gitti zavallı adam. Yalnız şunu hiç unutma; Tanrı değilsin,
insanlar üzerinde hüküm yürütemezsin. Bu şeytanın işidir. Haydi uğurlar olsun!”
Sonra esmer, soluk yanaklarından süzülen birkaç damla gözyaşını silerek şöyle
dedi:
“Biz birbirimizi artık görmeyeceğiz. Sen göçebe oğlan, uzaklara gidiyorsun;
bense öleceğim...”
Son zamanlarda bu sevgili kadından bir hayli uzaklaşmıştım. Hatta onu çok
seyrek görüyordum. Şimdiyse birdenbire, bana bu kadar yakın, bu kadar candan bir
insana artık hiçbir zaman rastlayamayacağımı büyük bir acıyla hissediyordum.
Geminin arka tarafında duruyor ve onun oracıkta, rıhtımın kaldırımlarında,
bir eliyle nasıl istavroz çıkardığını, öbür eliyle de eskimiş şalının ucuyla
yüzünü, insanlara karşı tükenmez bir sevgi pırıltısıyla dolu kara gözlerini nasıl
sildiğini görüyordum.
İşte şimdi bir yarı Tatar şehrinde, tek katlı bir evin küçük ve dar bir
odasındaydım. Bu evcik, dar bir yolun sonunda bir tepecikte tek başına
yükseliyordu. Duvarlarından biri, harabeliğe bakıyordu. Orada çeşit çeşit yabani
otlar ürüyordu. Tohuma kaçmış pelinlerin, dulavrat otlarının, kuzukulaklarıyla,
hanımeli fundalarının arasından tuğla bir yapının yıkıntıları görünüyordu. Bu
yıkıntıların altında da büyük bir bodrum vardı. Orada başıboş köpekler yaşıyor ve
ölüyordu. O bodrumu çok iyi hatırlıyorum, üniversitelerimden biri de orasıydı.
Yevreyinovlar annesiyle iki erkek kardeşi sadaka gibi bir emekli maaşıyla
geçiniyorlardı. Ufak tefek dulun, torbasıyla çarşıdan dönüp de, satın aldığı
şeyleri mutfak masasının üzerine yayarken, düşük kalite birkaç et parçasından,
kendini hesaba katmaksızın, güçlü kuvvetli üç delikanlıyı doyurabilecek kadar iyi
bir yemeği pişirebilmek için ne acı bir üzüntüyle çabaladığını daha ilk günlerde
fark ettim.
Sessiz bir kadıncağızdı. Kurşuni gözlerinde bütün gücünü tüketmiş bir
beygirin dik kafalı ve umutsuz inadı okunuyordu. Zavallı beygir, arabayı yokuş
yukarı çekiyor ve başa çıkamayacağını bildiği hâlde çekiyor, yine çekiyordu!...
Gelişimden iki üç gün sonraydı. Bir sabah, çocuklar henüz uykudayken, ben
mutfakta onun sebze ayıklamasına yardım ediyordum. Bana yavaşça ve dikkatle sordu:
“Siz niçin geldiniz?”
“Üniversitede okumak için.”
Kaşları, alnının sararmış derisiyle beraber yukarı kalktı, bıçakla bir
parmağını kesti ve akan kanı emerek bir sandalyeye oturdu, ama birden yerinden
fırlayarak,
“Hay kör şeytan!” diye bağırdı.
Kesilen parmağını mendiliyle sararak beni övdü:
“Siz patates soymasını iyi biliyorsunuz.”
Bir bu eksikti! Ben de tuttum, gemide nasıl çalıştığımı ona anlattım.
Sordu:
“Üniversiteye girmeniz için bunun yettiğini mi sanıyorsunuz?”
O zamanlar şakadan pek anlamazdım. Sorusunu ciddiye aldım ve bilim
tapınağının kapılarını bana açacak olan çalışma planlarımı ona bir bir anlattım.
Kadın içini çekerek,
“Ah Nikolay, Nikolay...” diye söylendi.
Tam o sırada Nikolay da gözleri uykulu, saçları darmadağınık ve her zamanki
gibi neşeli, yüzünü yıkamak için mutfağa girdi.
“Anne, Tatar böreği yapsak ne iyi olur!” dedi.
Annesi de:
“Tamam.” diyerek kabul etti.
Ben de aşçılık sanatındaki bilgimi göstermek hevesine kapılarak, Tatar böreği
için etin hem iyi olmadığını, hem de az olduğunu söyledim.
Varvara İvanovna bu sözlerime içerledi ve benim hakkımda öyle ağır sözler
söyledi ki, kulaklarım kıpkırmızı oldu. Kadın, masaya bir demet havuç fırlatarak
mutfaktan çıktı. Nikolay da bana göz kırparak, annesinin bu davranışını şu sözlerle
açıkladı:
“Canı sıkkın...”
Bir sıranın üzerine oturdu ve bana kadınların çoğunlukla erkeklerden daha
sinirli olduklarını, onların yaradılıştan böyle olduğunu ve bunun galiba İsviçreli
yaşlı bir bilgin tarafından itiraz kabul etmez bir şekilde kanıtlanmış olduğunu
bildirdi. John Stuart Mill adlı bir İngiliz’in de buna yakın bir şeyler söylemiş
olduğunu ekledi.
Bana ders vermek Nikolay'ın çok hoşuna gidiyordu. Her fırsatta insanların
bilmeden yaşayamayacağı, öğrenilmesi zorunlu birtakım şeyleri kafama sokmaya
çalışırdı. Onu obur gibi dinlerdim. Bazen Foucault, La Rochefoucauld ve La
Rochejacquelin’leri birbirine karıştırır, tek bir adam sanırdım. Kimi zaman da
Lavoisier mi Dumouriez'in, yoksa Dumouriez mi Lavoisier'in kafasını baltayla
kesmiş ayırt edemezdim. Bu iyi delikanlı beni “adam etmeyi” samimi olarak
arzular ve bunu bana büyük bir inançla vadederdi. Ama benimle ciddi olarak
uğraşmaya ne zamanı ne de diğer gerekli olanakları vardı. Gençliğe özgü bencilliği
ve başıboşluğu, annesinin, evi ne büyük zorluklar ve ne gibi kurnazlıklarla idare
etmeye çalıştığını görmesine engel oluyordu. Ağır ve sessiz bir lise öğrencisi olan
kardeşiyse, bunu ondan da az görüyordu. Oysaki, ben mutfak işlerindeki karışık
kimya ve tasarruf yeteneklerinin hepsini çoktan öğrenmiş bulunuyordum. Çocuklarının
midelerini her gün aldatmak ve benim gibi çirkin görünüşlü ve kaba tavırlı bir
misafiri de doyurmak zorunda kalan kadının, ne gibi buluşlara başvurduğunu
görüyordum. Böyle olunca, payıma düşen her ekmek lokması, mideme bir taş parçası
gibi oturuyordu. Kendime, ne olursa olsun, bir iş aramaya başladım. Öğle yemeğinde
bulunmamak için sabah evden çıkıyor, kötü havalarda zamanımı harabelikteki bodrumda
geçiriyordum. Orada kedi, köpek leşlerinin kokusu ve yağmur sağanağıyla rüzgâr
uğultusu arasında, üniversitenin benim için bir hayal olduğunu ve İran'a çekip
gitmenin daha akıllıca bir iş olacağını çok çabuk anladım. Ben kendimi artık,
buğday tanelerini elma büyüklüğünde, patatesleri de karpuz ağırlığında yetiştirmek
yöntemini keşfeden ve üzerinde yürümenin yalnız benim için değil, herkes için
müthiş güç olduğu şu toprağa daha bir sürü iyilikler yapan, ak sakallı bir sihirbaz
gibi görmeye başladım.
Olağanüstü maceralar ve büyük başarılar üzerine hayal kurmayı da öğrenmiştim
artık. Hayatımın en zor günlerinde bunun bana çok yararı dokundu. Böylesi günler de
fazla olduğu için, gittikçe daha çok hayal kurmaya alıştım. Dışarıdan hiçbir yardım
beklemiyordum. Hiçbir mutlu rastlantıya da bel bağlamıyordum. Ama içimdeki direnç
gittikçe daha çok güçleniyor, yaşama şartlarım ne kadar zorlaşırsa, kendimi o kadar
sağlam ve akıllı hissediyordum. İnsanı insan yapan şeyin, çevrenin karşı koyması
olduğunu çok erken anlamıştım.
Aç kalmamak için, günde on beş, yirmi kapik kazanmanın kolay olduğu Volga
kıyılarındaki iskeleye giderdim. Orada hamallar, serseriler ve yankesiciler
arasında, kendimi kora konmuş bir demir parçası gibi görürdüm. Her gün bir sürü
keskin ve yakıcı etkiyle dolardım. Orada gözümün önünde bir yığın çığırından çıkmış
kaba insan, kasırgaya tutulmuş gibi fırıl fırıl dönüyordu. Bunların hayata kini,
dünyaya karşı takındıkları alaycı düşmanlık durumu ve kendilerine karşı
ilgisizlikleri hoşuma gidiyor, başımdan geçen şeylerin hepsi beni o adamlara doğru
çekiyor, bende onların eritici çevrelerine dalmak isteği uyandırıyordu. Bret Hart
ve okuduğum çok sayıdaki halk romanı bu çevreye karşı duyduğum sempatiyi daha da
artırmış bulunuyordu.
Eski öğretmen okulu öğrencisi, hayatın acımasızca darbelediği, veremli,
profesyonel hırsız Başkin, bana büyük bir coşkuyla şunları aşılamaya çalışırdı:
“Ne diye bir kız gibi ezilip büzülüyorsun? Yoksa namusunu kaybetmekten mi
korkuyorsun? Bir kız için namus, her şeydir. Ama senin için kelepçeden başka bir
şey değil. Öküz namusludur, onun için ona saman yedirirler...”
Kızıl saçları, bir aktör gibi tıraşlı yüzü, ufak tefek vücudunun çevik ve
yumuşak hareketleriyle Başkin, bir kedi yavrusunu andırırdı. Bana karşı öğretmen
gibi koruyucu bir şekilde davranırdı. Benim başarı kazanmamı ve mutluluğumu bütün
kalbiyle istediğini görüyordum. Çok zeki bir adamdı, epeyce kitap okumuştu, ama
hepsinden fazla Monte Kristo Kontu’nu beğenirdi.
“Bu kitapta, amaç da var, duygu da...” derdi.
Kadınları severdi ve onlardan ağzını lezzetle şapırdatarak, yıpranmış
vücudunda bir çeşit çarpıntıyla söz ederdi. Bu çarpıntıda, bende tiksinti duygusu
uyandıran, hastalıklı bir şey vardı, ama sözlerinin güzelliğini duyarak onu
dikkatle dinlerdim.
“Kadın.” diye şarkı okur gibi bir sesle söze başlar, yüzünün sarı derisi
pembeleşir, siyah gözleri sevinçle parlardı.
“Kadın için ben her şeyi yaparım. Şeytan için olduğu gibi, kadın için de
günah yoktur. Âşık gibi yaşa, bundan daha iyi bir şey henüz keşfedilmemiştir.”
Yetenekli bir hikâye anlatıcısıydı. Fahişeler için bahtsız aşkın acıları
üzerinde kolaylıkla dokunaklı şarkıcıklar yazardı. Onun şarkıları bütün Volga
şehirlerinde söylenirdi ve birçok benzeri arasında bu ünlü şarkı da onundu:

Güzel değilim, fakirim,


Hem giyinişim de kötü,
Bu kızı bundan ötürü,
Kimsecikler almıyor...

Bir müzisyeninki gibi ince parmaklı, kibar, şık giyimli ve karanlık bir adam
olan Trusov da bana karşı iyi davranırdı. Denizciler semtinde “Saatçi” tabelalı
küçük bir dükkânı vardı; ama asıl işi, çalınmış malları satmaktı.
Ağarmaya yüz tutmuş sakalını sıvazlayarak ve arsızlık dolu kurnaz gözlerini
kırpıştırarak;
“Sen Peşkov, hırsızların yeteneklerini öğrenme! Ben görüyorum, senin yolun
başka. Sen maneviyat adamısın!” derdi.
“Maneviyat adamı ne demek?”
“Hiçbir şeyi kıskanmayan, sadece merak duyan adam...”
Bu tarif benim için doğru değildi, çünkü birçok şeyi ve birçok kimseyi
kıskanıyordum. Bu arada benim kıskançlığımı kamçılayan şeylerden biri de, Başkin'in
kendine özgü bir tavırla, bir şair gibi ve beklenmedik kıyaslarla süsleyerek söz
söyleme yeteneğiydi. Bir aşk macerasıyla ilgili hikâyesinin ilk bölümü hâlâ
aklımdadır:
“Bulanık bir geceydi, dilenciler şehri Sviyajesk'te, bir otel odasında, ağaç
kovuğunda bir baykuş gibi oturuyordum. Sonbahardı. Ekim ayındaydık. Tembel bir
yağmur yağıyor, rüzgâr tıpkı kıstırılmış bir Tatar'ın bitmez tükenmez şarkısı gibi
inliyor: Oy, oy, oy, oy...
...Ve işte geliyor, tüy gibi hafif, doğu güneşinde bir bulut gibi pembe...
Gözlerinden ruhunun aldatıcı saflığı akıyor. Safça bir sesle, 'Sevgilim'; diyor.
'Sana karşı hiç suçum yok.' Biliyorum, yalan söylüyor. Ama inanıyorum, gerçek
olmasını istiyorum! Aklımla kesinlikle yalan olduğunu biliyorum ama, kalbimle ona
inanıyorum.”
Anlatırken ahenkle sallanır, gözlerini yumar ve elini yumuşak bir hareketle
sık sık göğsüne, kalbinin bulunduğu yere götürürdü.
Sesi boğuk ve renksizdi, sözleri canlı ve dokunaklıydı; içinde bir bülbül
ötüyordu sanki.
Trusov'u kıskanırdım. Bu adam, Sibirya, Hive, Buhara hakkında olağanüstü bir
ilgiyle konuşurdu. Despotların yaşayışları üzerine çok büyük bir kıskançlıkla
gülünç hikâyeler anlatırdı. Bir keresinde gizemli bir tavırla Çar Üçüncü Aleksandr
için şöyle demişti:
“Bu Çar, işinin ehli...”
Trusov bana, romanların sonunda okuyucuyu şaşırtacak şekilde, birdenbire iyi
yürekli kahraman hâline geliveren canilerden biri gibi görünürdü.
Bu adamlar bazı sıkıntılı gecelerde, Kazanka ırmağını aşarak oradaki
çayırlara, fundalıklara giderler; kendi işleri, ama daha çok hayatın karmakarışık
olayları, insan ilişkilerinin garip karışıklığı, hepsinden fazla da kadınlar
üzerinde konuşa konuşa yiyip içerlerdi. Kadınlardan kızgınlıkla, öfkeyle, acımayla,
bazen heyecanla ve hemen hemen her zaman korkunç olasılıklarla dolu bir karanlığa
bakıyorlarmış gibi bir duyguyla bahsederlerdi. Donuk yıldızlı, karanlık gökyüzünün
altında ve sık söğüt ağaçlarıyla örtülü vadinin boğucu sıcaklığında iki, üç gecemi
onlarla birlikte geçirdim. Volga'nın yakınlığıyla ıslanan karanlıkta, gemilerin
direklerindeki ışıklar, altın örümcekler gibi her yana kayıyor, dağlık kıyıların
koyu yığınında ateşten yuvarlak kakmalar ve damarlar görünüyor, zengin Uslon
köyünün meyhaneleriyle evlerinin pencereleri parıldıyordu. Gemilerin çarkları suya
boğuk boğuk çarpıyor, sıra sıra dizilmiş mavnalardaki tayfalar, kurtlar gibi
uluyor, uzak bir yerde bir çekiç demire vuruyor, bir şarkı hazin hazin
sürükleniyor, birinin ruhu yavaş yavaş yanıyor ve şarkının hüznü kül gibi yüreğe
çöküyordu.
Ama bundan daha acıklısı, bu adamların ağızlarından yavaşça kayan
konuşmalarını dinlemekti. Bunlar sanki dünyaya yeni gelmiş gibilerdi; her biri
diğerinin dediğini hemen hemen hiç dinlemeden, sadece kendi derdini anlatıyordu.
Fundalıkların altına oturmuşlar ya da uzanmışlar, tek tük sigara, o da iştahsızca,
ve votka, bira içerek hatıralar yolu üzerinde gerisin geriye bir yere doğru çekip
gidiyorlardı.
Gece karanlığının toprağa mıhladığı birisi anlatıyordu:
“Benim başımdan bakın ne geçti bir zamanlar...”
Hikâyeyi dinledikten sonra hepsi:
“Böylesi de olur, her şey olur.” diyorlardı.
Çevremde “idi”, “oldu”, “bir zamanlar” diye konuşulduğunu duyuyordum. Ve bana
bu adamlar bu gece hayatlarının son gecesini yaşıyorlarmış gibi geliyordu.
Bunlar beni Başkin'le Trusov'dan uzaklaştırıyordu. Ama yine de hoşuma
gidiyorlardı. Benim görüp geçirdiklerimin mantığıyla, onlarla beraber gitmiş
olsaydım, çok doğal bir iş yapmış olacaktım. Yükselme ve okumaya başlama
umutlarımın boş çıkması, beni yine onlara itiyordu. Aç, kızgın ve üzüntülü
anlarımda kendimi cinayet işlemeye tamamen yetenekli hissederdim. Hem de sadece
“Kutsal Mülkiyet Kurumu”na karşı değil, her şeye karşı. Ama gençliğin romantizmi,
yürümeye mahkûm olduğum yolu bırakmama engel oluyordu. Hümanist Bret Hart ile halk
romanlarından başka bir hayli ciddi kitap da okumuştum. Bunlar bende belirsiz, ama
gördüklerimden çok daha önemli bir şeylere karşı bir eğilim uyandırmışlardı.
Bu arada yeni dostluklar ve yeni bilgiler de edinmiştim. Yevreyinovların
evinin yanındaki harabelikte lise öğrencileri toplanır, çelik çomak oynarlardı.
Bunlardan biri, Guri Pletnev beni büyülemişti. Bu esmer tenli, Japon gibi
mavimtırak saçlı, yüzü renkli barut sürmüş gibi siyah beneklerle dolu, sonsuz
neşeli, oyunda çevik, lafta uyanık delikanlının çeşit çeşit yetenekleri vardı.
Hemen hemen bütün yetenekli Ruslar gibi, o da doğanın kendisine bağışladığı
olanaklarla yetiniyor, onları geliştirmeye çalışmıyordu. Hassas bir kulağı,
olağanüstü bir müzik duygusu vardı ve üstelik bu sanatı seviyordu da... Çok iyi
gusli, balalayka ve armonika çalardı, ama daha soylu ve daha güç müzik aletleri
üzerinde çalışmayı istemezdi. Yoksuldu, kötü giyinirdi, ama kendi havası içinde,
vücudunun canlı hareketlerine ve geniş jestlerine; buruşmuş, yırtık pırtık gömleği,
yamalı pantolonları ve delik deşik çizmeleri çok yakışırdı.
Uzun sürmüş ağır bir hastalıktan henüz ayağa kalkmış birine ya da
hapishaneden daha dün çıkmış bir mahkûma benziyordu. Onun için hayatta her şey
yeni, neşeli ve güzeldi. İçinde her şey sıcak bir arzu, bir heves uyandırıyor,
toprağın üstünde kestane fişeği gibi zıp zıp zıplıyordu.
Benim ne kadar zor ve ağır şartlar altında yaşadığımı öğrenince, bana kendi
evine yerleşmemi ve köy öğretmenliğine hazırlanmamı önerdi. İşte böylece, Kazan
Üniversitesinde okumuş birkaç kuşağın kesinlikle bildiği “Marusovka” denilen,
müthiş neşeli, karmakarışık bir evde oturuyor buldum kendimi. Burası balıkçılar
pazarı yolu üzerinde, yarı yıkık, kocaman bir binaydı. Bir sürü aç öğrenci, fahişe
ve bitmiş tükenmiş insan hayaleti, sahibinden alıkoyulmuşcasına içine
sığınmışlardı. Pletnev, tavan arasına çıkan merdivenin altındaki koridorda
oturuyordu. Yatağı buradaydı. Koridorun ucundaki pencerenin yanında, masasıyla bir
de sandalyesi vardı. Hepsi bu kadardı. Koridora üç kapı açılıyordu. İkisinin
arkasında fahişeler, birinde de papaz okulunda okumuş, veremli bir matematikçi
oturuyordu. Bu, uzun boylu, bir deri bir kemik görünümüyle korkunç bir adamdı. Her
yanı sert, kırmızı kıllar içindeydi. Vücudu birtakım kirli bezlerle yarı yarıya
örtülüydü. Paçavraların yırtıklarından morarmış bir deriyle kaburgaları, ürküntü
verecek şekilde sırıtıyordu.
Bu adam galiba sadece tırnaklarını kan çıkıncaya kadar kemirerek
besleniyordu. Gece gündüz bir şeyler çizer, bir şeyler hesaplardı ve ağır yankılar
uyandırarak sürekli boğuk boğuk öksürürdü. Fahişeler 'delidir,' diye ondan
korkarlardı, ama acıdıkları için de, kapısının önüne ekmek, çay ve şeker
bırakırlardı. O, bu paketleri yerden kaldırır ve yorgun bir beygir gibi soluyarak
odasına götürürdü. Eğer fahişeler onu unutmuş ya da herhangi bir sebepten dolayı
sadakalarını getirmemişlerse, o kapısını açar ve koridora doğru kısık bir sesle
bağırırdı:
“Ekmek!”
Siyah çukurlara gömülü gözlerinde, kendi bilgeliğini bilmekten mutlu bir
manyağın gururu parlardı. Arada sırada, bir bacağı çıkık, şişkin burnu üzerinde
kalın gözlükleri olan, kır saçlı, kambur, bir hadım gibi sarı yüzünde kurnaz bir
gülümseme parlayan, ufak tefek biri onu ziyarete gelirdi. Odanın kapısını sımsıkı
kaparlar ve garip bir sessizlik içinde hiçbir şey konuşmaksızın saatlerce
otururlardı. Yalnız bir keresinde, bir gece geç saatte, matematikçinin kısık ve
öfkeli sesi beni uyandırmıştı:
“Ben de sana söylüyorum, hapishane! Geometri bir kafestir, evet! Bir fare
kapanı, evet! Hapishane!”
Kambur adam gevrek gevrek gülüyor ve garip bir kelimeyi arka arkaya
tekrarlıyordu, ama matematikçi ansızın sinirlendi:
“Lanet olsun sana! Defol!...”
Konuk bağıra çağıra ve geniş bir pelerine sarınarak koridora fırladığı zaman,
uzun boylu, korkunç matematikçi kapının eşiğinde dimdik durdu, parmaklarını
darmadağınık saçlarına soktu ve boğuk boğuk bağırdı:
“Öklid bir aptaldır! Aptal... Tanrı’nın şu Yunanlıdan daha akıllı olduğunu
ben kanıtlayacağım.”
Kapıyı öyle bir vuruşla kapadı ki, odasında bir şey gürültüyle yere düştü.
Çok geçmeden bu adamın matematik yoluyla Tanrı’nın varlığını kanıtlamak
istediğini öğrendim. Ama bunu yapmaya zaman bulamadan öldü.
Pletnev, bir gazetede geceleri düzeltmen olarak çalışıyor, gecede on bir
kapik kazanıyordu. Benim de bir şeyler kazanamadığım zamanlar, günde dört ekmek,
iki kapiklik çay ve üç kapiklik şekerle geçinirdik. Benim çalışmaya zamanım yoktu,
okumak zorundaydım.
Kitap bilgisini büyük çabalarla elde edebiliyordum. Hele gramer, doğaya
aykırı o dar ve basmakalıp kurallarıyla, beni çok üzüyordu. Canlı, zor, garip
biçimde kıvrak Rusçayı bu kalıplara bir türlü sığdıramıyordum. Ama kısa bir zaman
sonra köy öğretmenliği sınavlarını kazansam bile, yaşımdan dolayı, beni hiçbir yere
tayin etmeyecekleri anlaşıldı. Kendi hesabıma buna sevindim.
Aynı yatakta, geceleri ben, gündüzleri o, yatıyorduk. Pletnev uykusuzluktan
yıpranmış bir hâlde, daha çok morarmış bir yüz ve daha çok kızarmış gözlerle sabah
erkenden gelirdi. Ben hemen kahvehaneye sıcak su almaya koşardım. Tabi ki
semaverimiz yoktu. Sonra pencerenin yanında oturur, ekmekle çayımızı içerdik. O
bana gazete haberlerini anlatır, ayyaş fıkracı “Kızıl Domino”nun eğlenceli
mısralarını okur ve hayata karşı takındığı alaycı tavrıyla beni şaşırtırdı. Bana
öyle geliyordu ki, onun da hayata bakışı, eski kadın süsleri satıcısı Galkina
adındaki kadınınkinden farksızdı.
Pletnev, merdiven altındaki köşeyi bu kadından kiralamıştı, ama bu ev için
verecek parası yoktu. Ona neşeli şakalar yaparak, armonika çalarak ve dokunaklı
şarkılar söyleyerek kirayı öderdi. Tenor bir sesle şarkı söylerken, gözlerinde
alaycı bir bakış parıldardı. Galkina kadın, gençliğinde opera korosunda şarkıcılık
yapmıştı; şarkıdan anlıyordu. Çoğu kez ayyaş ve obur kadının şişmiş ve morarmış
yanaklarına ince gözyaşları akardı. Kadın, etli parmaklarıyla gözyaşlarını
yanaklarından siler ve sonra parmaklarını kirli bir mendille dikkatle kurulardı.
İçini çekerek; “Ah, Gursoçka, siz bir sanatçısınız! Azıcık daha güzel
olsaydınız, size iyi bir kısmet bulurdum! Ben nice delikanlıyı yalnız yaşamaktan
bıkmış kadınların yanına yerleştirdim!” derdi.
Bu delikanlılardan biri aynı evde, bizim üzerimizde oturuyordu. Bu, yaşlılığı
sefalet içinde geçen bir işçinin oğlu, orta boylu, geniş göğüslü bir öğrenciydi.
Delikanlı, inanılmayacak kadar dar kalçalarıyla, sivri köşesi aşağıya dönük bir
üçgene benziyordu. Ama köşe biraz kırık gibiydi; çünkü ayakları bir kadın ayağı
gibi küçüktü. Omuzlarına iyice gömülü başı da küçük ve kırmızı, domuz kıllarıyla
süslüydü. Bunun altındaki beyaz ve kansız yüzünde yeşilimtırak, patlak gözleri
sönük sönük açılıp kapanıyordu.
Sahipsiz bir köpek gibi sürünerek, babasının istememesine rağmen zar zor
liseyi bitirip üniversiteye girmeyi becermişti. Ama o sırada derin, yumuşak, bas
bir sese sahip olduğu meydana çıktı ve şarkıcılık eğitimi almak istedi.
Bunun üzerine Galkina kadın onu aldı ve oğlu üniversite üçüncü sınıf
öğrencisi, kızı da liseyi bitirmiş, aşağı yukarı kırkında, zengin bir tüccar kadına
yamadı. Bu tüccar kadın, manastıra kapanmış bir rahibinki gibi kupkuru yüzlü,
karanlık çukurlara gömülü kocaman kurşuni gözlü, siyah elbiseli, modası geçmiş ipek
başlıklı, kulakları da yeşil renk taşlar sallanan küpelerle süslü, zayıf, dümdüz,
bir asker gibi dimdik bir kadındı.
Zaman zaman, akşama doğru ya da sabah erkenden, öğrencisini görmeye gelirdi.
Ben bu kadını sokak kapısından âdeta sıçrayarak girerken ve avludan kararlı
adımlarla geçerken birçok defalar görmüştüm. Yüzü ürkmüş gibi silikti. Dudakları
öylesine sımsıkı yumulmuştu ki, hemen hemen hiç görünmüyordu. Gözleri bir
mahkûmunki gibi alabildiğine açılmış, merak ve hasretle ileriye doğru bakıyordu.
Öyle ki, insanın kör diyeceği geliyordu. Ona çok çirkin denemezdi, ama vücudunu
geren ve yüzünü acıtıncaya kadar sıkarak çirkinleştiren bir iç sıkıntısının
belirtileri apaçık ortadaydı.
Pletnev:
“Bak, deliden farksız!” derdi.
Öğrenci, tüccar kadından nefret eder, ondan kaçar ve saklanırdı. Ama kadın
acımasız bir alacaklı ya da bir casus gibi arkasından koşardı.
Öğrenci içkili olduğu zamanlar pişmanlık gösterir:
“Ben rezil bir adamım. Ne diye şarkı söyleyecekmişim? Bu yüzle ve bu kılık
kıyafetle beni sahneye sokmazlar, evet sokmazlar!” derdi.
Pletnev ona;
“Kes şu boş sözleri.” diye öğütlerde bulunurdu.
“Evet, ona acıyorum. Ondan hoşlanmıyorum, ama acıyorum. Bilseniz nasıl...
ah...”
Biz biliyorduk, çünkü bu kadının merdivenlerde durarak titrek bir sesle ona
nasıl yalvardığını duyuyorduk:
“Tanrı aşkına... Güvercinim, İsa hakkı için!”
Bu kadın büyük bir fabrikanın sahibiydi. Evleri, atları vardı. Ebe okullarına
binlerce ruble bağışta bulunuyordu. Şimdi de aşk dileniyordu.
Pletnev çaydan sonra uykuya yatardı, ben de iş aramaya çıkar, akşam geç
saatte Pletnev'in kalkıp matbaaya gideceği sırada eve dönerdim. Eğer ekmek, sucuk
ya da haşlanmış paça getirebilmişsem, onları yarı yarıya paylaşırdık. Arkadaşım
payını beraberinde götürürdü.
Ben yalnız kalınca Marusovka'nın koridorlarını, köşe bucağını dolaşır, benim
için yeni olan bu insanların nasıl yaşadıklarını incelerdim. Ev bunlarla tıklım
tıklım doluydu. Bir karınca yuvasına benziyordu. Evin içinde her zaman ekşi ve
keskin kokular vardı; her köşesinde, insana düşman birtakım koyu gölgeler
gizleniyordu. Sabahtan gecenin geç saatlerine kadar bir uğultudur gidiyordu.
Dikişçi kadınların makineleri durmadan tıkırdıyor, operet şarkıcıları seslerini
prova ediyor, öğrencilerin bas şarkıları ortalığı çınlatıyor, içkiden yarı deli bir
aktör yüksek sesle rolünü ezberliyor, çakırkeyif fahişeler isterik bir tavırla
bağrışıyor ve benim içimde şu doğal, ama çözümsüz soru uyanıyordu:
“Bütün bunlar niye?”
Bu aç gençler arasında kırmızı yüzlü, dazlak kafalı, iri yarı, zayıf bacaklı,
kocaman ağızlı ve beygir dişli bir adam, serseri gibi dolaşıp dururdu. Dişlerinden
dolayı ona “Kırmızı Beygir” lakabını takmışlardı. Simbirsk tüccarlarından birtakım
akrabalarıyla mahkemelerde sürüp giden davaları artık üçüncü yıla girmişti. Her
önüne gelene ayrı ayrı,
“Yaşamak istemiyorum. Ama onları mahvedeceğim! Onları dilenciye döndüreceğim,
üç yıl dilenerek yaşayacaklar, sonra mahkeme kararıyla onlardan aldığım her şeyi
kendilerine geri vereceğim ve onlara soracağım: 'Nasıl, hergeleler, gördünüz mü?'
İşte böyle yapacağım.” derdi.
Ona sorarlardı:
“Hayattaki amacın bu mu, Kırmızı Beygir?”
“Ben, bütün varlığımla, bütün ruhumla bunu kafama koydum ve bundan başka
hiçbir şey yapamam!”
Her gün mahkemeye, avukatına giderdi. Çoğu kez akşamları arabayla bir sürü
küçücük keseler, paketler, şişeler getirir, tavanı sarkmış, döşemeleri eğrilmiş
kirli odasında gürültülü ziyafetler verir; öğrencileri, dikişçi kadınları, biraz
içmek ve karnını doyurmak isteyen herkesi çağırırdı. Kırmızı Beygir'in kendisi
yalnız rom içerdi, bundan da sofra örtüsünde, elbiselerinde, hatta döşemelerde bile
yıkanmakla çıkmaz koyu kırmızı lekeler kalırdı. Kafayı çekerken ulumaya başlardı:
“Benim sevgili kuşlarım! Sizi seviyorum. Namuslu kişilersiniz! Bense
maskaranın biriyim. Bir timsahım. Akrabalarımı mahvetmek istiyorum. Mahvedeceğim
de! Yemin ederim! Yaşamak istemiyorum, ama...”
Kırmızı Beygir'in gözleri hazin hazin kırpışır, kalın sinirli, sarkık yüzü
gözyaşlarıyla ıslanırdı. Bu gözyaşlarını yanaklarından avuçlarıyla siler, dizlerine
sürerdi. Pantolonları hep yağ lekeleriyle doluydu.
“Nasıl yaşıyorsunuz?” diye bağırırdı. “Açlık, soğuk, yırtık pırtık bu
elbiseler... Hakkınız bu mu sanki? Böyle bir yaşam içinde siz ne öğrenebilirsiniz?
Ah, Çar babamız bir bilse...”
Cebinden bir tomar para çıkararak teklif ederdi:
“Paraya kimin ihtiyacı var? Alın kardeşlerim!”
Şarkıcılar ve dikişçi kadınlar paraları onun kıllı ellerinden ihtirasla
kaparlardı. O kahkahalarla gülerek;
“Sizin için değil, öğrenciler için!” derdi.
Ama öğrenciler paraya el sürmezlerdi.
Yaşlılığı sefalet içinde geçen işçinin oğlu öfkeyle bağırırdı:
“Şeytan alsın paralarını!”
Bu adam sarhoş olduğu bir gün, sert bir topak hâlinde buruşmuş on rublelik
bir banknot destesini Pletnev'e getirmiş ve masaya atarak;
“Al, size gerekiyor mu? Bana gerekli değil.” demişti.
Sonra bizim yatağa yıkılmış, bağırıp çağırmış ve o kadar çok ağlamıştı ki,
kendine gelebilmesi için başına su dökmek zorunda kalmıştık. Sızdığı zaman Pletnev
paraları düzeltmeye uğraştı, ama yapamadı. Paralar öylesine buruşmuş ve birbirine
yapışmıştı ki, onları ayırmak için suyla ıslatmak gerekti.
Penceresi bitişik evin taş duvarına bakan, duman dolu kirli odada canım
sıkılmış, boğulacak gibi olmuştum; sinirlerim bozulmuştu. Ona soruyordum:
“Niçin bir otelde oturmuyorsunuz da, burada oturuyorsunuz?”
“Ruhum için, yavrum! Benim ruhum sizin yanınızda rahata kavuşuyor.”
İşçinin oğlu onaylıyordu:
“Doğru, Beygir! Ben de öyle... Başka bir yerde olsaydım mahvolurdum...”
Beygir, Pletnev'den rica ediyordu:
“Çal, bize şarkı söyle...”
Pletnev, gusliyi dizlerine koyarak şarkı söylüyordu:

Doğ kırmızı güneşim, doğ...

İnsanın yüreğine işleyen yumuşak bir sesi vardı.


Oda sessizleşiyor, herkes guslinin tellerinden çıkan dokunaklı müziği ve
hafif ahengi dalgın dalgın dinliyordu.
Tüccar kadının bahtsız tesellicisi homurdanıyordu:
“Hay şeytan, ne güzel!”
Bu eski evin garip kiracıları arasında, adına neşe dedikleri Tanrı vergisinin
sahibi Guri Pletnef, cin masallarındaki iyilik perisinin rolünü oynuyordu.
Gençliğin göz kamaştırıcı renkleri içinde pırıl pırıl parıldayan ruhu, hayatın acı
yalanı üzerinde mert sözlerle, hoş şarkılar ve insanların gariplikleri hakkındaki
ince esprilerin havai fişekleriyle hayatı aydınlatıyordu. Yirmisini henüz
doldurmuştu. Görünüşü çocukçaydı, ama evdekilerin hepsi ona kötü anlarda zeki bir
öğüt verebilecek ve şunun bunun yardımına koşmaya her zaman hazır bir adam gözüyle
bakıyorlardı. Şöyle böyle iyice kimseler onu seviyor, en kötüleri ondan korkuyor,
yaşlı bekçi Nikiforiç bile onu her zaman tilki gibi bir gülümsemeyle selamlıyordu.
Marusovka'nın avlusu, yokuşa doğru Balıkçılar ve Çömlekçiler sokaklarını
birbirine bağlayan bir geçitti. Nikiforiç'in kulübesi, evimizin kocaman kapısından
çok da uzak olmayan Çömlekçiler Sokağı'nın bir köşeciğine sığıştırılmıştı.
Bu adam semtimizin bekçibaşısıydı. Göğsü nişan dolu, zeki yüzlü, kibar
gülüşlü, kurnaz bakışlı, uzun boylu, kuru bir ihtiyardı.
Gürültülü, patırtılı kolonimizin geçmiş ve gelecek insanlarına karşı çok
dikkatli davranırdı. Düzgün endamıyla günde birkaç defa avluda görünürdü. Acele
etmeden yürür ve bir hayvanat bahçesi gardiyanının vahşi hayvan kafeslerine bakışı
gibi, odaların pencerelerini gözden geçirirdi.
Kışın odaların birinde, Skobelef'in AhalTekin seferine katılmış olan Georgiev
süvarilerinden tek kollu subay Smirnov ile er Muratov ve bunlardan başka Zobnin,
Ovsiyankin, Grigoryev, Krilov ve bir iki kişi daha gizli bir matbaa kurmak
girişiminden yakalanmışlardı. Smirnov ve Muratov bu amaçla, bir pazar günü öğlen
saati, şehrin en kalabalık sokağındaki Klüçnikov matbaasından harf aşırmaya
gitmişlerdi. Hepsi de suçüstü ele geçirilmişlerdi. Bir keresinde de jandarmalar
Marusofka’da kendisine “Gezici Çankulesi” lakabını taktığım, uzun boylu, asık yüzlü
kiracıyı götürdüler. Guri bunu haber alır almaz heyecanlandı ve siyah saçlarını
karıştırarak bana;
“Haydi Maksimiç. Kör olası şeytanlar! Çabuk koş kardeş!” dedi.
Nereye koşacağımı anlattıktan sonra da ekledi:
“Gözünü aç, dikkatli ol! Orada belki gizli polisler vardır...”
Bu gizli ödev beni çok sevindirdi ve Amirallik semtine doğru bir kırlangıç
hızıyla uçtum. Orada, bir kazancı dükkânının karanlık atölyesinde, kıvırcık saçlı,
güzel mavi gözlü bir delikanlı gördüm. Bir tencereyi kalaylamaya uğraşıyor, ama
işçiye benzemiyordu. Daha ötede, köşede, mengene başında, beyaz saçlarını küçük bir
kayışla bağlamış ufak tefek bir ihtiyar, musluğu sıkıştırmakla meşguldü.
Kazancıya sordum:
“Sizde iş var mı?”
İhtiyarcık öfkeyle yanıt verdi:
“Bizim için iş var, ama senin için yok!”
Delikanlı bana göz ucuyla şöyle bir baktıktan sonra, başını yine tencerenin
üzerine eğdi. Ayağımla ayağına hafifçe dokundum. O, üzerime fırlatmaya
hazırlanıyormuş gibi tencereyi kulpundan tutarak, mavi gözlerini şaşkınlık ve
kızgınlıkla bana dikti, ama kendisine göz kırptığımı fark edince sakin bir tavırla;
“Git, git.” dedi.
Ona bir daha göz kırparak kapıdan dışarı çıktım ve sokakta durup bekledim.
Kıvırcık saçlı delikanlı dükkândan çıktı ve gerinerek, bir de sigara yakarak,
sessizce bana baktı.
Sordum:
“Siz Tihon musunuz?”
“Ee, evet!”
“Piyotr'u yakaladılar.”
Gözleriyle beni süzerek öfkeli öfkeli kaşlarını çattı.
“Hangi Piyotr bu?”
“Uzun boylu, diyakoza benzeyen Piyotr.”
“Ee, sonra?”
“Hepsi bu kadar.”
Kazancı sordu:
“Piyotr'dan, diyakozdan ve daha bilmem kimlerden bana ne?”
Sorusunun anlamı bana şunu düşündürdü; işçi değildi. Bana verilen görevi
becerebilmiş olmaktan gururlanarak eve koştum. Bu, gizli işlere ilk katılışımdı.
Guri Pletnev o adamlarla ilişkideydi. Ama bu işlere beni de sokması için
yaptığım ricalara karşı her zaman şöyle derdi:
“Senin için, kardeşim, daha erken! Sen hele biraz daha oku...”
Yevreyinov beni gizemli bir adamla tanıştırdı. Bu tanıştırma, öyle güvenlik
önlemleriyle olup bitti ki, bende çok önemli bir iş etkisi uyandırdı. Yevreyinov
beni şehir dışında, Arski kırına götürdü. Yolda çok dikkatli davranmamı ve işin bir
sır gibi gizlenmesi gerektiğini haber verdi. Sonra uzakta, boş tarlalar arasında
ağır ağır yürüyen, küçük, esmer birini göstererek çevresine bakındı ve yavaşça;
“İşte o. Onu izleyiniz ve durduğu zaman ona yaklaşarak, 'Ben yeni gelen
yabancıyım.' deyiniz.” dedi.
Gizli iş hep hoştur, ama burada bana komik göründü. Sıcak ve güneşli bir
günde, tek başına bir adam kırlarda, esmer bir rüzgârcık gibi ağır ağır sallanıp
duruyordu. Hepsi bu kadar. Mezarlığın kapısında ona yetişince, önümde küçücük kuru
yüzlü, sert bakışlı, bir kuş gibi yuvarlak gözlü bir delikanlı gördüm. Sırtında
lise öğrencilerinin giydiği kül rengi bir palto vardı, ama bunun açık renk
düğmeleri sökülmüş, yerlerine siyah kemik düğmeler dikilmişti. Buruşmuş kasketinde
arma izleri göze çarpıyordu. Üzerinde, sanki artık tam olgunlaşmış bir adam
olduğunu göstermek hevesine kapılmış bir ermişin havası vardı.
Mezarlar arasında, sık fundalıkların gölgesinde oturduk. Adam kuru, resmî bir
tavırla konuşuyordu. Hoşuma gitmedi. Neler okuduğumu sert sert sorduktan sonra,
kendi örgütlediği grupta çalışmamı önerdi. Kabul ettim. Ayrıldık. Boş tarlaya
dikkatle bakarak ilk önce o uzaklaştı.
Üç ya da dört delikanlının daha katıldığı grupta en gençleri bendim ve
Çernişevski'nin notlarıyla birlikte John Stuart Mill'in kitabını okumaya hiç de
hazırlıklı değildim. Pedagoji Enstitüsü öğrencilerinden Milovski'nin evinde
toplanıyorduk. Bu delikanlı sonraları 'Yeleonski' takma adıyla beş cilt kadar öykü
yazdıktan sonra intihar etmişti.
Tanıdıklarımdan ne kadar çok kimse hayattan kendi istekleriyle çekilip
gitmişlerdi!
Düşüncesinde ürkek, sözlerinde dikkatli, sessiz bir adamdı. Pis bir evin
bodrumunda oturur ve bedenle ruh arasındaki dengenin hatırı için marangozluk
yapardı. Onunlayken canım sıkılırdı. Mill'in kitabını okumak beni sarmadı. Çok
geçmeden ekonomi biliminin ilkeleri bana çok iyi bildiğim şeyler gibi göründü.
Onları bir çırpıda öğrendim. Hepsi de derimde yazılı şeylerdi sanki. Bana öyle
geliyordu ki, “Yabancı amca”nın refahı ve keyfi için emek harcayan herkesin çok iyi
bildiği bu şeyler üzerine, oturaklı kelimelerle dolu, bu kadar kalın bir kitap
yazmak zahmete değmezdi. Tutkal kokusuyla dolu o delikte, pis duvarlarda tespih
böceklerinin nasıl süründüğüne bakarak iki üç saati büyük zorlukla geçiriyordum.
Hocamız bir keresinde saati geldiği hâlde gecikmişti. Biz de artık
gelmeyeceğini düşünerek bir şişe votka, ekmek ve salatalık satın aldık ve küçük bir
eğlence düzenledik. Birdenbire hocamızın kurşuni bacakları pencerenin önünden
geçti, votkayı masanın altına saklamaya ancak zaman bulabilmiştik ki, adam aramızda
görünüverdi ve Çernişevski'nin yüksek düşüncelerini yorumlamaya başladı. Hepimiz,
içimizden biri şişeyi ayağıyla devirir korkusuyla, put gibi hareketsiz oturuyorduk.
Şişeyi hoca devirdi, devirince de masanın altına baktıktan sonra hiçbir şey
söylemedi. Ah, keşke bize adamakıllı küfretseydi!
Onun susması, sert yüzü ve yarı kapalı bozuk gözleri beni allak bullak
etmişti. Arkadaşlarımın utançtan kıpkırmızı kesilmiş yüzlerine göz ucuyla bakarken,
votka benim sayemde satın alınmış olmasa bile, hocamızın karşısında kendimi suçlu
buluyor ve ona bütün kalbimle acıyordum.
Okumak canımı sıkıyordu. Başımı alıp, bambaşka bir yaşayış süren iyi yürekli,
cana yakın, Rusçayı da komik bir şiveyle konuşan insanların bulunduğu Tatar
mahallesine gitmek istiyordum. Oralarda, akşamları yüksek minarelerden müezzinler
garip sesleriyle onları camiye çağırırdı. Bana öyle geliyordu ki, bu Tatarlar bütün
yaşayışlarını, benim bilmediğim ya da bilip de beni mutlu etmeyen hayatımdan
bambaşka bir biçimde düzene sokmuşlardı.
Emeğin güçlü müziği beni Volga'ya doğru çekiyordu. Bu müzik kalbime bugün
bile tatlı bir sarhoşluk verir. Emeğin kahramanca şiirini ilk tattığım günün anısı,
hafızamda iyice yerleşmiş, kalmıştır.
Kazan'ın aşağı taraflarında bir yerde, Acem malı yüklü büyük bir mavna, bir
kayaya oturmuş, dibi delinmişti. Hamallar loncası mavnayı boşaltmaya beni de
götürdü. Aylardan eylüldü. Rüzgâr kuzeyden esiyor, kurşuni nehirde dalgalar öfkeyle
kaynaşıyor, rüzgâr başlarını kudurmuşçasına koparıyor, nehri soğuk bir yağmurla
tartaklıyordu. Elli kadar hamal, hasırlara ve yelken bezlerine sarınarak, boş
mavnanın güvertesine yüzüstü serilmişti. Küçük bir römorkör, yağmurun altında
kıvılcımdan kızıl demetler savurarak, soluya soluya mavnayı çekiyordu.
Akşam oluyordu. Kurşuni, ıslak gökyüzü kararıyor, nehrin üzerine çöküyordu.
Hamallar, soğuktan ve rutubetten kendilerini korumaya çalışarak güvertede tembel
tembel sürünüyor, yağmura, rüzgâra, hayata lanetler savurarak küfrediyordu. Bana
öyle geliyordu ki, bu yarı uykulu insanların çalışmaya gücü yoktur ve batmakta olan
malları kurtaramayacaklardır.
Gece yarısına doğru kaza yerine ulaştık. Boş mavnayı, kayalara oturanın
yanına rampa ettik. Hamalbaşı, pis ağızlı, çirkin yüzlü, çaylak burunlu, zehir gibi
bir ihtiyardı. Dazlak kafasından ıslak kasketini çıkararak, ince bir kadın sesiyle
bağırdı:
“Çocuklar, dua ediniz!”
Karanlıkta mavnanın güvertesinde hamallar, siyah bir küme hâlinde toplandılar
ve ayılar gibi homurdanmaya başladılar. Herkesten önce duasını bitiren hamalbaşı
bağırdı:
“Fenerler!... Haydi yiğitlerim, gösterin kendinizi! Benim onurlu evlatlarım!
Tanrı’nın adıyla iş başına!”
Ağır, tembel, sırılsıklam adamlar kendilerini göstermeye başladılar. Batmak
üzere olan mavnanın güvertesine ve ambarlarına tıpkı savaşa girer gibi naralarla,
bağırmalarla ve işaretlerle saldırdılar. Çevremde pirinç çuvalları, üzüm, deri ve
astragan balyaları, kuş tüyünden bir yastık hafifliğiyle uçuşuyor; hayat dolu
vücutlar, bağrışmalarla, ıslıklarla ve okkalı küfürlerle birbirlerini
cesaretlendirerek koşuşuyordu. Az önce hayattan, yağmurdan ve soğuktan bezmiş
olarak sızlanan o ağır, somurtkan adamların, böyle keyifli, böyle kolay ve böyle
ortakmış gibi çalıştıklarına inanmak güç bir şeydi. Yağmur daha şiddetlendi ve hava
daha soğudu. Rüzgâr daha sertleşti. Gömlekleri uçuruyor, alt uçlarını kaldırarak
kafalara atıyor, karınlar çırılçıplak meydana çıkıyordu. Altı fenerin hafifçe
aydınlattığı ıslak karanlığın içinde, kapkara adamlar, ayaklarıyla mavnaların
güvertelerinde boğuk sesler çıkararak kaynaşıyorlardı. Öylesine çalışıyorlardı ki,
sanki çalışmaya susamışlardı ve sanki altmış kiloluk çuvalları elden ele
fırlatmaya, sırtlarında balyalarla koşmaya çoktan beri hasret kalmışlardı.
Çocukların keyifli çılgınlığıyla, bir iş yapmanın sarhoş edici zevkiyle ki ondan
daha tatlısı ancak kadın kucağıdır oynayarak çalışıyorlardı.
Malların sahibi olduğunu düşündüğüm, kalın bir hırka giymiş, iri yarı,
dolgun, sırılsıklam bir adam, birdenbire heyecanla bağırdı:
“Bre yiğitler, benden size bir kova votka! Bre hırsızlar, iki olsun! Haydi
bakalım!...”
Karanlığın dört bir tarafından birkaç ses birden boğuk boğuk uludu:
“Üç kova!”
“Üç olsun! Çalış, istediğim bu!”
Çalışma kasırgası daha da kabardı.
Ben de çuvalları kapıyor, çekiyor, atıyor, yine koşuyor, yine kapıyordum.
Bana öyle geliyordu ki, ben de, çevremdeki her şey de, çılgınca bir halay
çekiyormuşuz gibi delicesine zıplayıp dönüyorduk ve bu adamlar, hiç yorulmadan,
kendilerine hiç acımadan, böyle korkunç, böyle keyifli keyifli, aylarca, yıllarca
çalışabilecekler; şehri, çan kulelerinden ve minarelerden yakalayarak yerinden
oynatıp diledikleri yere sürükleyebileceklerdi.
O gece, o ana kadar hiçbir zaman duymadığım bir sevinç içinde yaşadım.
Ruhumda bütün ömrümü böyle yarı deli bir iş kaynaşması içinde geçirmek arzusu
parladı.
Küpeştelerin arkasında dalgalar dans ediyor, yağmur güverteleri dövüyor,
rüzgâr nehir üzerinde ıslık çalıyor, şafağın kurşuni loşluğu içinde yarı çıplak,
sırılsıklam adamlar yorulmadan hızlı hızlı koşuyor, kuvvetleri ve işleriyle
gururlanarak bağırıyor, gülüyorlardı. Bir ara rüzgâr ağır bulut yığınını parçaladı
ve gökyüzünün mavi parlak açıklığında güneşin pembe ışıkları tutuştu. Bu keyifli
vahşi hayvanlar, sevimli yüzlerinin ıslak kıllarını oynata oynata hep bir ağızdan
uluyarak güneşi selamladılar. İşe, uyanıklık ve çeviklikle böylesine sarılan ve
kendilerini ona bu kadar fedakârcasına veren bu iki ayaklı canavarları kucaklayıp
öpmek istiyordum.
Öyle görünüyordu ki, sevinç içinde saklanmış kuvvetin böylesine saldırışına
hiçbir şey karşı duramayacak, bu kuvvet yeryüzünde harikalar yaratabilecek ve
dünyayı baştan başa, eski masalların anlattığı gibi, olağanüstü güzel saray ve
şehirlerle donatabilecekti. Güneşin ışığı, adamların çalışmasını bir iki dakika
izledikten sonra, bulutların ağır baskısına dayanamadı ve onların içinde, denizdeki
bir çocuk gibi boğuldu. Yağmur da sağanağa çevirdi.
Birisi:
“Paydos!” diye bağırdı.
Ama ona sert bir yanıt verdiler:
“Ben sana paydosu gösteririm!”
Bu çıplak adamlar, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ve keskin bir rüzgâr
altında, öğleden sonra saat ikiye, bütün malları boşaltıncaya kadar hiç dinlenmeden
çalıştılar. Böylece beni, insan dünyasının ne yaman kuvvetler gizlediğini saygıyla
anlamaya zorladılar.
Sonra gemiye geçtik ve hepimiz orada sarhoş gibi uykuya daldık.
Kazan'a gelince esmer çamurdan bir sel gibi, kıyının kumluğuna döküldük ve üç
kova votkayı içmeye meyhaneye doğru yollandık.
Orada hırsız Başkin yanıma yaklaştı, iyice gözümün içine baktı ve sordu:
“Sana ne yaptılar?”
Ona büyük bir zevkle çalışmamızı anlattım. Beni soğuk soğuk dinledi, içini
çekti ve önemsememezlikle;
“Sen bir aptalsın. Daha da kötüsü bir enayisin!” dedi.
Islık çalarak ve bir balık gibi kıvrılarak sıkışık masaların arasından geçip
gitti. Hamallar eğleniyor, köşede biri, tenor bir sesle şu açık saçık şarkıyı
söylüyordu:

Eh, kapkaranlık bir gece olmuştu bu mucize.


Hanımefendi gezmeye çıkınca bahçeye...

On kadar ses, olanca kuvvetiyle ve elleriyle masaya vurarak ortalığı uğultuya


boğdu:

Bekçi bekler pazarı


Ve görür yerde yatan kadını...
Kahkahalar yükseliyor, ıslıklar çalınıyor ve umutsuz bir küstahlıkla öyle
sözler havada uçuşuyordu ki, galiba yeryüzünde bir eşine daha rastlanılamazdı.

Adamın biri, yoksul, dar bir sokağın ucunda ve çöp dolu bir çukurun üzerinde
küçük bir bakkal dükkânının sahibi Andrey Derenkov'la beni tanıştırdı.
Derenkov, çolak, yüzü açık, sevimli, sarı sakallı ve zeki bakışlı, küçük bir
adamdı. Şehrin yasak ve az bulunan kitaplarla dolu en iyi kitaplığının sahibiydi.
Kazan'daki birçok okulun öğrencileriyle devrimci eğilimli kimseler bu kitaplardan
yararlanıyorlardı.
Derenkov'un bakkal dükkânı, hadım bir kuyumcunun evinin bitişiğinde, alçak
bir binadaydı. Bakkal dükkânının içindeki bir kapıdan büyük bir odaya geçiliyordu.
Burası avluya bakan bir pencereden hafifçe aydınlanıyordu. Odanın arkasında, bunun
devamı gibi olan, dar bir mutfak vardı. Dükkânla ev arasındaki karanlık geçit bir
kiler gibiydi. Kitaplık işte bunun içine yerleştirilmişti. Kitapların bir kısmı,
mürekkeple kalın defterlere kopya edilmişti. Lavrov'un “Tarihsel Mektuplar”ı,
Çernişevski'nin “Nasıl Yapmalı”sı, Pisarev'in “Açlık Kralı”, “Dolambaçlı İşler”
gibi bazı yazıları hep böyleydi. Bütün el yazmaları çok okunmuş, yıpranmıştı.
Bakkal dükkânına ilk girdiğim zaman müşterileriyle meşgul olan Derenkov, bir
göz işaretiyle bana odanın kapısını gösterdi. Oraya girdim ve şunu gördüm. Köşede,
alaca karanlıkta, Serafim Sarovski'nin ikonuna benzeyen ufak tefek bir ihtiyar diz
çökmüş, yere kapanarak dua ediyordu. İhtiyara bakarken, içimde birbirini tutmayan
zıt duyguların etkisi altında kalır gibi oldum.
Derenkov'u bana bir “Narodnik” diye tanıtmışlardı! “Narodnik” demek, benim
bildiğime göre, devrimci demekti ve bir devrimci Tanrı’ya inanmamalıydı. Bu sofu
ihtiyar bu evin içinde bana gereksiz göründü.
Duasını bitirince kafa ve sakalının beyaz kıllarının uçlarını özenle
sıvazladı ve beni dikkatle süzerek şöyle dedi:
“Andrey'in babasıyım. Siz kimsiniz?”
Söyledim.
“A, öyle mi? Ben de sizi kıyafet değiştirmiş bir öğrenci sandım.”
Ben de sordum:
“Bir öğrenci ne diye kıyafet değiştirecekmiş?”
İhtiyar yavaşça yanıt verdi:
“Öyle ya... Ne kadar kıyafet değiştirsen değiştir, Tanrı seni yine tanır!”
O mutfağa gitti, ben de pencereye oturarak düşünceye daldım. Birdenbire bir
ses duydum:
“Demek, böyle bir adammış!”
Mutfak kapısının eşiğinde beyazlar giyinmiş bir kız duruyordu. Sapsarı
saçları çok kısa kesilmişti. Solgun ve tombul yüzünde mavi gözleri gülümseyerek
parlıyordu. Ucuz taş basma resimlerdeki küçük meleğe çok benziyordu.
“Neden korktunuz? Yoksa ben bu kadar korkunç muyum?”
İnce ve titrek bir sesle konuşuyor, sağlam bir zemin üzerinde değil de sanki
havada gerilmiş sallantılı bir ip üzerinde yürüyormuş gibi duvara dayanarak, ağır
ağır bana doğru ilerliyordu. Bu beceriksiz yürüyüş onu başka bir dünyanın
yaratığına daha da benzetiyordu. Sanki ayaklarına iğneler batıyormuş ve duvar,
çocuksu tombul ellerini yakıyormuş gibi bütün vücudu titriyor, ürperiyordu.
Ellerinin parmakları da garip bir durgunluk içindeydi.
İçimde garip bir endişe ve güçlü bir acıma duyarak, sessizce ayakta
duruyordum. Bu boş odanın içinde her şey bir tuhaftı!
Kız, sanki altından uçacakmış korkusuyla, sandalyeye büyük bir dikkatle
oturdu. Hiç kimsenin yapamayacağı bir sadelikle, yürümeye başlayalı ancak beş gün
olduğunu ve bundan önce, aşağı yukarı üç ay yatakta yattığını anlattı. El ve
ayakları tutulmuştu. Gülümseyerek;
“Bu bir sinir hastalığı.” dedi.
Durumunu başka türlü anlatmasını istediğimi hatırlıyorum. Bütün eşyanın
duvarlara rastgele düzüldüğü, bir köşede ikonların önündeki kandilin çok parlak bir
ışıkla yandığı ve büyük yemek masasının beyaz örtüsü üzerinde bakır zincirlerin
gölgesinin sallandığı bu kadar garip bir odada ve böyle bir kız için, sinir
hastalığı aşırı basit bir şeydi.
Çocuksu ince sesini duydum:
“Sizin hakkınızda çok şey anlattılar. Ben de nasıl bir adam olduğunuzu görmek
istedim.”
Bu kız beni dayanılmaz bir bakışla süzüyordu. Mavi gözlerinde içimi okuyan
bir şeyler görüyordum. Böyle bir kızla konuşamıyor, konuşmasını bilmiyordum.
Herzen'in, Darwin'in, Garibaldi'nin resimlerine bakarak susuyordum.
Dükkânın içinden benim yaşımda, beyaz benizli, bayağı bakışlı bir çocuk
fırladı, mutfağın içinde yüksek sesle bağırarak kayboldu:
“Niye dışarı çıktın, Marya?”
Kız:
“Bu benim küçük kardeşim Aleksi'dir. Ben ebe okulunda okuyorum, ama
hastalandım işte. Siz niçin susuyorsunuz? Yoksa sıkılgan mısınız?” dedi.
Andrey Derenkov geldi. Kız kardeşinin yumuşak saçlarını sessizce okşadı,
onları dağıttı. Bana da ne gibi bir şey aradığımı sordu.
Derken kızıl kıvırcık saçlı, boylu boslu, yeşil gözlü bir kız göründü; bana
sert sert baktı ve beyaz kızın koluna girerek onu alıp götürürken;
“Yeter artık, Marya!” dedi.
Marya adı, kıza yakışmıyordu. Onun için kaba bir addı bu...
Garip bir heyecan içinde ben de kalkıp gittim. Bir gün sonra, akşama doğru,
yine aynı odada oturuyor, içindekilerin neyle ve nasıl yaşadıklarını anlamaya
çalışıyordum. İlginç bir yaşantıları vardı.
Sevimli, beyaz saçlı, saydam denebilecek kadar beyaz bir ihtiyar olan Stepan
İvanoviç odanın bir köşesinde oturmuş, koyu renk dudaklarını oynatarak oradan
bakıyor ve hafifçe gülümseyerek sanki yalvarıyormuş gibi;
“Bana dokunmayın!” diyordu.
İçinde bir tavşan ürkekliği, bir felaketin endişeli önsezisi yaşıyordu. Bunu
açıkça görüyordum.
Çolak Andrey, sırtında göğsü, yağ ve un lekeleri içinde sertleşmiş ve bir
ağaç kabuğuna dönmüş gri bir ceket, suçu yeni affedilmiş bir çocuk gibi suçlu suçlu
gülümseyerek ve âdeta yan yan yürüyerek odaya gelip gidiyordu. Dükkânda tembel ve
kaba bir delikanlı olan Aleksi ona yardım ederdi. Üçüncü kardeşi İvan, öğretmen
okulunda yatılı okuduğu için, eve yalnız bayramlarda gelirdi. Ufak tefek, üstü başı
temiz, saçları özenle taranmış, yaşlı devlet memurlarını andıran bir gençti. Hasta
Marya tavan arasında bir yerde oturur ve çok seyrek aşağı inerdi; ama indiği
zamanlar, sanki beni görünmez iplerle bağlıyorlarmış gibi kendimi iradesiz
hisseder, şaşkına dönerdim.
Derenkovların ev işlerine, ev sahibiyle aynı yerde oturan, tahta bebek yüzlü,
ters bir rahibe gibi sert bakışlı, uzun boylu ve zayıf bir kadın bakardı. Bunun
kızı, kızıl saçlı Nastya da ortalıkta dolaşırdı. Bu kız yeşil gözleriyle erkeklere
ne zaman baksa, sivri burnunun delikleri açılır, kapanırdı.
Ama, Derenkovların evinde gerçek ev sahipleri, üniversite, ilahiyat akademisi
ve veterinerlik fakültesi öğrencileriydi. Bunlar, Rus halkının dertlerine çare
bulmak çabası ve Rusya'nın yarını için sonsuz bir endişe içinde yaşayan gürültülü
bir insan bölüğünü oluşturuyordu. Hepsi de gazete makaleleriyle, henüz yeni okunmuş
kitaplardan çıkarılmış hükümlerle, şehir ve üniversitede olup bitenlerle
heyecanlanmış olarak, akşamları Kazan'ın dört bir bucağından Derenkov'un küçük
dükkânında toplanırlar, ateşli tartışmalar yaparlar, köşelerde fısıldaşırlardı.
Bunlar beraberinde kalın kitaplar getirirler, parmaklarıyla sayfaları gösterirler
ve herkes kendine göre hoş bulduğu gerçekleri kabul ettirme çabasıyla birbirlerine
bağırıp çağırırlardı. Tabi ben tartışmalarını iyi anlayamazdım. Gerçekler,
yoksulların sulu çorbalarındaki yağ damlacıkları gibi, laf kalabalığı içinde
kaybolup gidiyordu. Kimi üniversiteliler bana, aşağı Volga halkından bir tarikata
bağlı, bağnaz yaşlı okuyucuları hatırlatırdı. Ama karşımda, hayatı iyiye doğru
değiştirmeye çalışan ve içtenlikleri taşkın bir söz seli içinde kaybolmakla
beraber, onun içinde boğulmayan kimseler bulunduğunu da anlamıyor değildim. Onların
çözmeye uğraştıkları sorunlar, bence de bilinen şeylerdi ve bu sorunlara doğru
çözümlerin bulunmasına ben de yardım etmek istiyordum. Çoğu kez öğrencilerin
sözlerinde benim açığa vurulmamış düşüncelerim dile gelirdi ve bu adamlara,
kendisine özgürlük vadedilen bir esir gibi, neredeyse hayranlığa varan bir sevinçle
bakardım.
Onlar ise bana marangozların, alışılmışın üzerinde bir şeyler yapılabilecek
olan bir tahta parçasına baktığı gibi bakarlardı. Beni birbirlerine, tıpkı sokak
çocuklarının kaldırımda buldukları bakır bir beşliği gösterirken duydukları
övünmeyle;
“Kendi kendini yetiştirmiş!” diye tanıtırlardı.
Bana “kendi kendini yetiştirmiş” ya da “halk çocuğu” demeleri hoşuma
gitmiyordu. Kendimi hayatın yetim çocuğu gibi görüyor ve zaman zaman aklımın
gelişmesini düzenleyen kuvvetin ağırlığını çok fazla duyuyordum. Bir gün, kitapçı
dükkânlarından birinin vitrininde anlamını bilmediğim Özlü Sözler ve Kurallar
başlıklı bir kitap görünce, onu okumak hırsıyla yanıp tutuştum ve hemen ilahiyat
akademisi öğrencilerinden birine bunu bana vermesini rica ettim.
Geleceğin piskoposu kılıklı, zenci gibi kıvırcık siyah saçlı, kalın dudaklı
ve iri dişli bu adam, alaycı bir tavırla;
“Hoppala!” diye bağırdı, “Bunlar zırva şeyler, kardeşim. Sana ne verirlerse
onu oku ve gereksiz şeylere burnunu sokma!”
Hocanın kaba tavrı bana çok dokundu. Kitabı, paranın bir kısmını iskelelerde
çalışarak, diğer kısmını da Derenkov'dan borç alarak satın aldım. Onu hâlâ yanımda
saklarım. Satın aldığım ilk esaslı kitap buydu.
Kitaptaki yargıların çoğu oldukça sertti: “Toplumsal Bilimlerin Alfabesi”
bölümünü okuduğum zaman; yazar, uygar yaşayışın kuruluşunda çoban soyların oynadığı
rolü fazla abartmış, buna karşılık yağmacı göçebelere, avcılara haksızlık etmiş
gibi geldi bana. Bu şüphelerimi bir filoloğa anlattım. Adam, kadınsı yüzüne
inandırıcı bir anlam vererek eleştiri hakkı üzerinde tam bir saat konuştu. Sonunda
da bana sordu:
“Eleştiri hakkına sahip olman için, herhangi bir gerçeğe inanman gerek. Siz
neye inanıyorsunuz?”
Bu adam sokakta bile kitap okurdu. Kaldırımda yürürken yüzünü bir kitapla
örter, gelene geçene çarpardı. Tavan arasındaki odasında tifodan yatarken şöyle
bağırmıştı:
“Ahlak; özgürlük ve matematik kavramlarını ahenkli bir şekilde
bağdaştırmalıdır. Ahenkli, ah... ah... ah...”
Kronik gıdasızlıktan yarı hasta, sarsılmaz bir gerçeği inatla araştırmaktan
bitmiş, tükenmiş olan bu nazik adam, kitap okumaktan başka bir zevk bilmezdi ve iki
güçlü ideoloji arasındaki zıtlıkları uzlaştırdığını sandığı zamanlar, sevimli kara
gözleri çocuksu bir sevinçle gülümserdi. Kazan'daki hayatımdan bir on yıl sonra,
ona Harkof'ta yeniden rastladım. Beş yıl Kem'de sürgün kalmıştı. Şimdi yine
üniversitedeydi. Bana öyle geldi ki, zıt düşüncelerin karınca yuvasını andıran
kaosunda yaşıyordu. Kan tükürüyor ve soğuk, yapışkan parmaklarıyla saçlarını
yakalayarak boğuk boğuk bağırıyordu:
“Sentezsiz yaşanmaz!”
Üniversiteye giderken bir tramvay içinde öldü.
Ben bu, gerçeği bulmayı amaçlayan büyük çilekeşlerden birçoğunu gördüm;
anıları benim için kutsaldır.
Bunun gibi yirmi kadar insan Derenkov'un evinde toplanırdı. Aralarında
ilahiyat akademisi öğrencilerinden Panteleyman Sato adında bir Japon bile vardı.
Ara sıra, iri yarı, geniş omuzlu, gür ve uzun sakallı, başı Tatar biçimi tıraş
edilmiş bir adam da gelirdi. Boğazına kadar ilikli gri kazağının içinde sımsıkı
bağlanmış gibi görünürdü. Çoğu kez bir köşede oturur, kısa piposunu ağır ağır
çekiştirerek kül rengi, sakin ve araştırıcı gözleriyle herkesi süzerdi. Bakışı sık
sık ve ısrarla benim yüzüme takılıp kalırdı. Bu ciddi görünüşlü adamın,
düşüncesinde beni tarttığını hissediyor ve her nedense ondan ürküyordum. Sessizliği
garibime gidiyordu. Çevresindekilerin hepsi de çok yüksek sesle ve çok kesin
konuşuyordu. Sesleri ne kadar keskin yankılar yapıyorsa, benim de o kadar çok
hoşuma gidiyordu. Bu sert konuşmaların altında çoğu defa sefil ve ikiyüzlü
düşüncelerin gizlendiğini uzun zaman anlayamamıştım. Bu sakallı dev neden
susuyordu?
Ona “Hohol” diyorlardı. Galiba, Andrey'den başka adını bilen de yoktu. Çok
geçmeden, bu adamın on yıl kaldığı Yakutlar bölgesindeki sürgünden yeni geldiğini
öğrenmiştim. Bu haber ona karşı ilgimi canlandırdı, ama bana tanışma cesaretini
vermedi. Oysaki ben ne utangaç ne de korkaktım. Tersine her şeyi bir an önce
öğrenmek için heyecanlı bir hırs ve merak içinde kıvranıp duruyordum. Benim bu
huyum bütün ömrüm boyunca bir tek işe ciddi sarılmama engel olmuştur.
Halk üzerine konuştukları zaman bu konuda onlar gibi düşünemediğimi görüyor,
kendime karşı şaşkınlık ve güvensizlik duyuyordum. Onlara göre, halk demek; aklın
ve erdemin, ruh güzelliğinin ve iyiliğin örneği; hemen hemen tanrısal ve özünde
birliğin, güzelliğin, haklı ve görkemli şeyin tam anlamıyla kurulmuş bir yapısı
demekti. Ben böyle bir halk tanımıyordum. Marangozlar, hamallar, mermerciler
görmüştüm. Yakov'u, Ossip'i, Grigori'yi biliyordum. Burada ise tam tersine halkın
birliğinden söz ediyorlar, kendilerini, onun iradesine bağlı sayıyorlar ve ondan
aşağı bir yere koyuyorlardı. Ben bunun da tersine, güzelliği ve düşünce kuvvetini
asıl bu adamların temsil ettiğini ve hayat için, özgürlük için, onun yeni insanlık
kanunlarına göre yeni baştan kuruluşu için, insanca bir ihtirasın asıl bunların
içinde yanıp tutuştuğunu sanıyordum.
O ana kadar aralarında yaşadığım adamcıklarda asıl görmediğim şeylerden biri
de, insanlıktı. Oysa o, burada söylenen her sözde bağırıyor, her bakışta alevi
yanıyordu.
Halka tapan bu insanların sözleri, serinletici bir yağmur gibi, kalbime
dökülüyordu. Köyün iç karartıcı yaşayışından, büyük çilekeş köylüden söz eden o
saflık dolu edebiyat da, bana çok yararlı oldu. İnsanı çok kuvvetli, çok istekli
seversem, hayatın anlamını kavramak için gereken sevgi ve kuvveti elde
edebileceğimi hissediyordum. Kendimi düşünmekten artık vazgeçmiş, başkalarına karşı
daha dikkatli davranmaya başlamıştım.
Andrey Derenkov, ticaretten elde ettiği küçük gelirin hepsini, her şeyden
önce halkın mutluluğuna inanan insanların yardımına harcadığını bana gizlice
söyledi. O, kilise ayininde piskoposun arkasından içten bir bağlılıkla giden bir
diyakoz gibi ve onların çekişmeci ruhuna hayranlığını da gizlemeden bu insanların
arasında dönüp durur, mutlu mutlu gülümser, çolak elini koynuna sokarak, öbür
eliyle de yumuşak sakalını her yanından çekerek bana sorardı:
“Güzel değil mi? İşte böyle.”
Kaz tıslamasına benzer garip bir sese sahip Veteriner Lavrov, Narodniklere
ters yanıtlar verdiği zaman, Derenkov gözlerini korkuyla kapayarak fısıldardı:
“Ne asi adam!”
Onun Narodniklerle ilişkileri, benimkilerin aynıydı; ama öğrencilerin
Derenkov'a karşı tutumları bana biraz kaba görünürdü. Ona; efendinin, uşağına ya da
meyhane garsonuna karşı yaptığı gibi dikkatsizce davranırlardı. Kendisi bunun
farkında değildi. Çoğu kez yabancıları uğurladıktan sonra, beni orada yatmaya
alıkoyardı. Odayı temizler, sonra keçelerin üzerine yere uzanır, kandil ışığının
çok az aydınlattığı karanlığın içinde uzun uzun fısıldaşarak dostça konuşurduk. Bir
inanmışın içli sevinciyle bana şöyle derdi:
“Bunlar gibi daha yüzlerce, binlerce iyi insan toplanacak. Rusya'daki bütün
önemli makamları ele geçirecekler ve bütün hayatı birdenbire değiştirecekler!”
Benden on yaş kadar büyüktü. Kızıl saçlı Nastya'nın onun çok hoşuna gittiğini
görüyordum. Kızın ayartıcı gözlerine bakmaktan kaçınır, başkalarının önünde bir
patronun kuru ve dikkatli sesiyle konuşur, ama hasret dolu bir bakışla süzerdi.
İkisi yalnız kaldıkları zaman da, sakalıyla oynayarak heyecanlı heyecanlı
gülümserdi.
Onun küçük kız kardeşi de söz düellolarını bir köşecikten dinlerdi. Kızın
çocuk yüzü, sinir gerginliğinden, komik bir şekilde şişer, gözleri alabildiğine
açılır, konuşmalar sertleşmeye başladığı zaman da, sanki üzerine buzlu su
dökülüyormuş gibi, sesli sesli içini çekerdi. Kızıl saçlı bir doktor adayı onun
çevresinde ağırbaşlı bir horoz gibi dolaşır, sır dolu bir fısıltıyla onunla
konuşur, kaşlarını kurumlu kurumlu çatardı. Bütün bunlar çok ilginç şeylerdi.
Ama sonbahar geldi, çattı. Sürekli bir işim olmadan yaşamak benim için
olanaksız bir hâl aldı. Çevremde olup bitenlere fazla daldığım için gittikçe daha
az çalışıyor, insanın boğazında tıkanıp kalan el ekmeğiyle karnımı doyuruyordum.
Kış için kendime bir yer aramam gerekiyordu. Bunu da Vasili Semenov'un börekçi
fırınında buldum.
Hayatımın bu dönemini “Patron”, “Konovalov” ve “Yirmi Altı Erkek ve Bir Kız”
hikâyelerimde anlatmıştım. Ağır yıllardı bunlar, ama öğreticiydi!
O yıllar maddi bakımdan ağırdı, manevi bakımdan ise daha da ağırdı.
Fırının bodrumuna indiğim zaman, kendilerini görmeye ve duymaya alıştığım o
adamlarla aramda bir unutkanlık duvarı yükseliyordu. Eski arkadaşlarımdan hiçbiri
beni görmeye fırına gelmiyordu. Bense günde on dört saat çalıştığım için, sıradan
günlerde Derenkov'a gidemiyordum. Bayramlarda da ya uyuyor ya da iş arkadaşlarımla
kalıyordum. Bunların bir kısmı daha ilk günlerden beri bana eğlendirici bir
soytarıya bakar gibi baktılar. Bir kısmı da kendilerine meraklı masallar anlatan
birisine karşı çocukların gösterdiği masum sevgiyle davrandılar. Bu adamlara neler
anlattığımı bilse bilse, bir şeytan bilebilir. Ama, tabi anlattıklarımın hepsi
onlara daha hafif ve daha ölçülü bir yaşamanın mümkün olduğu umudunu veren
şeylerdi. Arada sırada bunu beceriyor ve şişkin yüzlerinin insanca bir acıyla
parladığını, gözlerinin de hakaret ve hınçla alevlendiğini gördükçe, kendimi bir
bayram havası içinde hissediyor, halk arasında çalıştığımı, halkı aydınlattığımı
gururla düşünüyordum.
Ama hayatın, hatta gündelik hayatın en basit sorunlarına yanıt verebilmek
konusundaki yetersizliğimi, bilgi eksikliğimi, zavallılığımı görmek, daha sık
başıma geliyordu. Böyle anlarda kendimi, içinde insanların yalnızca gerçeği
unutmaya çalıştıkları ve bu unutkanlığı meyhanelerle fahişelerin soğuk kucaklarında
buldukları dar bir çukura atılmış hissederdim.
Genelevlere her ay, aylığın ödendiği gün gitmeleri zorunluydu. Bu haz için,
mutlu güne bir hafta kala hayal kurmaya başlarlar ve onu tattıktan sonra da,
duydukları zevk ve şehveti birbirlerine saatlerce anlatırlardı. Bu konuşmalarında
erkeklik yamanlıklarıyla edepsizce övünürler, kadınlarla pis pis alay ederler,
onlardan tiksintiyle tükürerek söz ederlerdi.
Ama, tuhaf şey, bütün bunların ardında ben bir üzüntü ve utanma duyar gibi
olurdum. Görüyordum ki, bir ruble ile bir dişinin tüm gece için satın alınabildiği
eğlence evlerinde arkadaşlarım sıkılgan ve suçlu gibi davranıyorlardı ve bu bana
doğal görünürdü. Aralarından bir kısmı da, çok hoyratça ve zorbaca davranırlardı.
Ben de bu davranışlarında ikiyüzlülük ve yalan sezerdim. Cinsler arasındaki
ilişkiler beni de yakından ilgilendiriyordu ve bütün bu işleri özel bir dikkatle
izliyordum. Kendim kadın cilvelerini henüz tatmış değildim. Bu da beni çok kötü bir
duruma düşürüyordu. Kadınlar da, dostlar da, benimle acı acı alay ediyorlardı.
Eğlence evlerine beni de davet etmekten çabuk vazgeçtiler ve bana açıkça
söylediler:
“Sen kardeş, bizimle gelme!”
“Niçin?”
“Öyle işte! Seninle aramız iyi değil...”
Bu sözlerden benim için önemli bir şey sezerek adamakıllı alındım, ama daha
aydınlatıcı bir yanıt da alamadım.
“Sen bu kafanla... dedik ya... Gelme!... Seninle canımız sıkılıyor...”
Yalnız Artem gülümseyerek şöyle dedi:
“Papaz veya babamız yanımızdaymış gibi oluyor da...”
Kızlar önce benim bu durumumla alay ettiler, sonra gücenmiş gibi soruşturmaya
başladılar:
“İğreniyor musun?”
Evin maması, nazlı ve güzel kırklık “kız” Tereza Boruta, zeki gözleriyle bana
cins bir köpek gibi bakarak şöyle dedi:
“Kızlar, bunu bırakalım. Kesinlikle nişanlısı vardır. Öyle değil mi? Böyle
bir canavarı ancak nişanlısı durdurabilir!”
Bu kadın alkolikti, durmadan içiyordu. Sarhoş olunca da iğrençleşiyordu. Ama
ayıldığında, adamlara karşı ince ruhlu davranışı ve yaptıklarının anlamını kavramak
yolundaki sakin araştırıcılığıyla beni şaşkınlığa düşürürdü. Dostlarıma şöyle
derdi:
“En anlaşılmaz millet, şu üniversite öğrencileridir. Kızlara bakın neler
yapıyorlar; döşemelere sabun sürdürürler, kızları çırılçıplak soyarak dört ayak
üzerinde durdururlar, el ve ayaklarının altına tabaklar koyarlar, sonra nereye
kadar yuvarlanacaklar diye arkalarından iterler. Sırayla bütün kızlara hep aynı
şeyi yaparlar. İşte böyle! Bunlar niçin oluyor?”
“Yalan söylüyorsun.” dedim.
Tereza kızmaksızın yavaşça;
“Oh, hayır.” dedi.
Yavaşlığında beni ezen bir şey vardı.
“Sen bunları kafandan uyduruyorsun!” diye tekrarladım.
Tereza gözlerini açarak sordu:
“Bir kız kafasından böyle şeyleri nasıl uydurabilir? Yoksa ben deli miyim?”
Orada bulunanlar tartışmamızı dikkatle dinliyorlardı. Tereza ise, sadece tek
bir şeyi, “niçin”i anlamak isteyen bir kimsenin sakin tavrıyla müşterilerinin
yeteneklerini anlatıp duruyordu.
Dinleyenler, iğrençlikle tükürüyor, öğrencilere okkalı küfürler
savuruyorlardı. Sevmiş olduğum kimselere karşı Tereza'nın bir düşmanlık
uyandırdığını görünce, ben de öğrencilerin halkı sevdiklerini, onun iyiliğini
istediklerini söyledim.
“Senin dediklerin Voskresenski Caddesi'ndeki üniversitelilerdir. Ben burada
Arskiy Meydanı'ndaki ilahiyatçılardan söz ediyorum. O cübbelilerin hepsi yetim
çocuklardır. Yetimler büyüyünce ya kocaman bir hırsız olurlar ya da yaman bir
soytarı. Kötü adam olarak yetişirler. Yetimin hiçbir dayanağı yoktur!”
Mamanın sakin anlatışları ve kızların öğrenci, memur ve genel olarak temiz
müşterilerden acı acı şikâyetleri, arkadaşlarımda yalnız nefret ve düşmanlık değil,
hemen hemen sevinç de uyandırıyordu ve bunu da şu sözlerle anlatıyorlardı:
“Desene, okumuşlar bizden de kötü!”
Böyle sözler duymak bana acı geliyor, gücüme gidiyordu. İnanıyordum ki, bütün
bilmeceli sözler, aşkın dert ve acıları üzerindeki acıklı şarkılar, aydınların
hayatı hakkındaki korkunç efsaneler, her anlaşılmaz şeye karşı alaycı ve düşmanca
eğilimler, hepsi hepsi, içgüdünün ve hayattaki can sıkıntısının insanları içine
tıktığı şu deliklerde doğuyordu. Yine inanıyordum ki, şu eğlence evleri birer
üniversite rolünü oynuyorlardı ve arkadaşlarım bilgilerini, ama çok zehirli
bilgilerini, burada ediniyorlardı.
Görüyordum ki, şehvet kızlarının bacakları, tembel tembel sürünerek pis
döşemelerde sallanıyor; pörsümüş vücutları, armoniğin sinirlendirici çığlıkları ya
da bozuk bir piyanonun usandırıcı gıcırtıları arasında iğrenç bir şekilde
çırpınıyor, kıvranıyordu. Görüyordum ve içimde bir sürü belirsiz, endişeli
düşünceler doğuyordu. Etrafımı çevreleyen her şeyden can sıkıntısı fışkırıyor, bir
yere kaçmak istemenin zayıflığı ruhumu zehirliyordu.
Fırında tartışma sırasında, hiçbir karşılık beklemeden halk için mutluluk ve
özgürlük çarelerini arayan insanlar bulunduğunu söylemeye kalkışınca diğerleri bana
şöyle yanıt verdiler:
“İyi ama, kızlar onlar için başka şeyler anlatıyorlar.”
Beni küstahça bir onursuzlukla ve acımasızca alaya aldılar. Bense, hayal
peşinde koşan bir köpek yavrusuydum, kendimi yaşlı itlerden daha aptal ve daha
cesur buluyordum. O zaman ben de kızıyordum. Hayat üzerindeki düşüncelerin hayatın
kendisinden daha az acı olmadığını anlamaya başlayınca, zaman zaman ruhumda,
yanlarında çalıştığım inatçı, sabırlı insanlara karşı nefret duygularımın
kabardığını hissediyordum. Beni en çok çileden çıkaran şey, onların sefalete
dayanma yetenekleri ve sarhoş patronun deli fişek sataşmalarına umutsuzca boyun
eğişleriydi.
Sanki özellikle tam da bu acı günlerde, tamamen yeni bir düşünceyle
karşılaştım. Gerçi bu fikirler benim düşüncelerime karşıt, benimsediğim ilkelere
aykırıydı, ama beni çok sarstı.
O fırtınalı kış gecelerinden biriydi. Vahşi uğultusuyla rüzgâr, gök kubbeyi
küçücük parçalara bölmüş, parçalar da yeryüzüne düşerek onu baştan başa buzdan bir
toz içine boğmuş sanırdınız. Sanki yerde hayat diye bir şey kalmamış, güneş sönmüş
ve artık bir daha doğmayacakmış gibiydi. Şehrin bütün çamuru, şu yarı karanlık
odacıklarda, çirkef çukurlarına akar gibi toplanıyor, duman dolu bir ateşte
kaynıyor, bir düşmanlık ve kötülük içinde köpürerek gerisin geriye yine şehre
yayılıyordu. İşte böyle bir gecede, Perhiz haftasında Derenkov'dan çıkmış, fırına
dönüyordum. Müthiş ayaklanmanın bulanıp kaynaşması içinde, gözlerimi rüzgâra karşı
kapayarak yürüyordum. Ansızın yaya kaldırımının üzerine uzanmış bir adama çarparak
düştüm. İkimiz de küfürü bastık, ben Rusça, o Fransızca;
“Hay, kör şeytan!...”
Bu merakımı uyandırdı, adamı tuttum, ayağa kaldırdım. Ufak tefek, hafif bir
şeydi. Beni dürterek öfkeyle bağırdı:
“Şapkamı... Lanet olsun size! Bana şapkamı verin, donacağım!”
Aradım, şapkasını karlar arasında buldum, silkeleyerek saçları darmadağın
başına giydirdim, ama adam şapkayı başından çıkardı ve elinde sallayarak beni de
kovarak iki dilde küfretmeye başladı:
“Defol!”
Birdenbire ileri atıldı ve fırtınanın uğultusu içine dalıverdi. Yoluma devam
ederken biraz ötede ona yine rastladım. Sönmüş bir fenerin tahta direğine sarılmış
duruyor ve çok kandırıcı bir tonla söyleniyordu:
“Lena, mahvoluyorum. Oh Lena...”
Sarhoşa benziyordu ve orada bıraksaydım kesinlikle soğuktan donacaktı. Nerede
oturduğunu sordum. Ağlamaklı bir sesle bağırdı:
“Burası hangi sokak? Nereye gideceğimi bilmiyorum.”
Belinden tuttum ve nerede oturduğunu yeniden sorarak götürmeye başladım.
Titreye titreye homurdandı:
“Bulak'ta... Bulak'ta! Banyolar, ev orada...”
Doğru yürüyemiyor, yalpalıyordu. Benim de yürümeme engel oluyordu. Dişlerinin
takırtısını duyuyordum. Beni iterek söyleniyordu:
“Si tü save...”(*)
“Ne diyorsunuz?”
Durdu, elini kaldırdı ve daha açıkça ve görünür bir gururla:
“Si tü save u jö te men.”(**) dedi.
Parmaklarını ağzına soktu. Düşecek gibi sallanıyordu. Çömelerek onu sırtıma
aldım ve taşımaya başladım. O çenesini kafama dayayarak mırıldanıyordu:
“Si tü save... Ama donacağım. Ah, Tanrım!...”
Bulak'ta hangi evde oturduğunu çok güç öğrenebildim. Sonunda bir avlunun
derinliğinde, kar yığınları arasında kalmış küçük bir evin koridoruna girdik.
Eliyle kapıyı yokladı, dikkatle vurdu ve fısıldadı:
“Yavaş!”
Kapıyı, elinde yanık bir mum tutan kırmızı roblu bir kadın açtı. Bize yol
vererek sessizce kenara çekildi ve nereden çıkardığını bilemediğim tek saplı bir
gözlükle beni süzmeye başladı.
Kadına, bu adamın ellerinin herhâlde donduğunu, onu soyarak yatağa yatırması
gerektiğini söyledim. Hoş ve genç bir sesle;
“Öyle mi?” diye sordu.
“Ellerini soğuk suya sokmalısınız.”
Kadın elindeki gözlükle bana sessizce köşeyi gösterdi. Orada resim sehpasının
üzerinde ırmağı ve ağaçları gösteren bir tablo vardı. Şaşkınlıkla kadının yüzüne
baktım. Şaşılacak derecede sakindi. Odanın köşesinde, üzerinde pembe abajurlu bir
lambanın yandığı masaya doğru gitti, sandalyeye oturdu, masadan bir kupa valesi
alarak bakmaya koyuldu.
Yüksek sesle ona sordum:
“Sizde votka yok mu?”
Yanıt vermedi, iskambil kâğıtlarını masanın üzerine yaydı. Getirdiğim adam,
başını aşağı eğmiş, kırmızı ellerini boydan boya yana sarkıtmış, bir sandalyede
oturuyordu. Onu divana taşıdım ve hiçbir şey anlamadan, sanki rüyadaymışım gibi,
onu soymaya başladım. Divanın dayandığı duvar baştan başa resimlerle kaplıydı.
Aralarında da beyaz kurdeleli altın yaldızlı bir taç donuk donuk parıldıyordu.
Kenarında altın harflerle şunlar yazılıydı: “Eşsiz Gilda'ya.”
Ellerini ovuşturmaya başladığım zaman adam inledi:
“Lanet olsun, daha yavaş!”
Kadın konuşmadan telaşlı telaşlı kâğıtları açıyordu. Bir kuş gibi sivri
burunlu yüzünü, büyük ve hareketsiz gözleri aydınlatıyordu. Birdenbire peruk gibi
kabarık beyaz saçlarını küçük bir kız gibi elleriyle yukarı kaldırdı ve yavaş, ama
berrak bir sesle sordu:
“George, Mişa'yı gördün mü?”
George beni öteye itti, çarçabuk doğruldu ve aceleyle yanıt verdi:
“O Kiev'e gitti ya...”
Kadın gözlerini kâğıtlardan kaldırmaksızın tekrar etti:
“Evet, Kiev'e...”
Sesinin kupkuru çıktığını ve hiçbir anlam taşımadığını fark ettim.
“Yakında gelir...”
“Öyle mi?”
“Evet, öyle... Yakında...”
Yarı soyunuk olan George yere atladı ve iki adımda kadının ayakları dibine
diz çökerek ona Fransızca bir şeyler söyledi. O Rusça yanıt verdi:
“İçim rahat.”
George kadının dizleri üzerindeki elini okşayarak aceleyle anlatmaya başladı:
“Ben yolumu kaybettim, biliyor musun? Tipi, korkunç bir fırtına... Neredeyse
donacaktım.”
George kırk yaşlarında vardı. Kalın dudaklı, kırmızı ve siyah bıyıklı yüzü,
korkmuş ve endişeli görünüyordu. Yuvarlak kafasındaki bir domuzunki gibi dimdik,
beyaz saçlarını sert bir şekilde sıvazlıyor ve gittikçe daha ayık bir sesle
konuşuyordu.
Kadın ne soruyor ne de onaylıyor gibi bir tavırla,
“Yarın, Kiev'e gidiyoruz.” dedi.
“Evet, yarın! Ama sen dinlenmelisin. Niçin yatmıyorsun? Saat epeyce geç
oldu.”
“Mişa bugün gelmeyecek mi?”
“A, hayır! Böyle bir tipide... Haydi uzanmaya gidelim.”
Adam masadan lambayı alarak onu kitap dolabının arkasındaki küçük bir kapıya
götürdü. Ben, onun kısık, biraz boğuk sesini dinleyerek ve hiçbir şey düşünmeden
uzun zaman yalnız başıma oturdum. Pencerenin camına dışarıdaki ağacın gür dalları
sürünüyordu. Mumun cılız alevi, erimiş kar sularına yansıyordu. İçerisi tıklım
tıklım eşya doluydu. Garip, ılık bir koku düşüncemi uyuşturuyordu.
George ansızın sallana sallana çıkageldi. Abajuru şişesine çarparak
tıkırdayan lambayı elinde tutuyordu.
“Uzandı.” dedi.
Lambayı masaya koydu, odanın ortasında düşünceli düşünceli durdu ve bana
bakmadan konuşmaya başladı:
“Ee, şimdi?... Sen olmasaydın kesin gidiyordum. Teşekkür ederim. Sen kimsin?”
Başını yana eğdi, bitişik odadaki hışırtıya kulak verdi ve hafifçe irkildi.
Ona yavaşça sordum:
“Karınız mı?”
Adam, bakışları yerde, kısık bir sesle;
“Karım... Her şeyim. Bütün hayatım!” dedi ve yine sert sert başını
avuçlarıyla ovuşturmaya başladı.
“Bir çay içsek, ne dersin?”
Dalgın dalgın kapıya yürüdü, ama hizmetçinin balık yediğini ve zehirlenerek
hastaneye kaldırıldığını hatırlayarak durakladı.
Semaveri yakmayı önerdim. Başını sallayarak razı oldu ve galiba yarı soyunmuş
olduğunu unutarak ayaklarını ıslak döşemede sürüye sürüye beni küçük mutfağa
götürdü. Burada sırtını ocağa dayayarak tekrarladı:
“Sen olmasaydın, donup gitmiştim. Teşekkür ederim.”
Birdenbire yeniden irkilerek korkudan büyümüş gözlerle ısrarla bana baktı.
“O zaman bunun hâli ne olurdu? Oh, Tanrım!..”
Kapının karanlık deliğine bakarak, hızlı bir fısıltı hâlinde;
“Hasta, görüyorsun.” dedi. “Müzisyen oğlu Moskova'da kendini vurdu. O da
aşağı yukarı iki yıldır hep onu bekliyor...”
Sonra çaylarımızı içerken bağlantısız ve alışılmış sözlerle, kadının mal
sahibi, kendisinin tarih öğretmeni olduğunu ve kadının oğluna özel ders verdiğini,
kadına âşık olduğunu; kadının da bir Alman baronu olan kocasından boşandığını ve
ilk kocasının hayatını mahvetmek için her çareye başvurmasına rağmen onunla çok iyi
yaşadıklarını anlattı.
Ocak döşemesi çürümüş kirli mutfağın loşluğunda bir şeye dikkatle bakarak ve
gözlerini yarı yumarak anlatıyor, yüzünü buruşturuyor, gözleri korkuyla açılıp
kapanıyordu.
Bir kere daha sordu:
“Sen kimsin? Ha, fırın işçisi, börekçi. Garip şey, sana hiç de yakışmıyor.
Doğru mu söylüyorsun?”
Sözlerinde endişe seziliyor, kovalanan bir adamın gözleriyle ve şüpheyle bana
bakıyordu.
Kendimi kısaca ona anlattım.
Hafifçe bağırdı:
“A, böyle mi? Demek böyle, ha?”
Birden canlanarak sordu:
“Çirkin ördek yavrusu hikâyesini biliyor musun, okudun mu?”
Yüzü birden değişti. Biraz kısık sesinin doğal olmayan hâliyle beni
şaşkınlığa düşürerek öfkeyle konuşmaya başladı:
“Bu hikâye insanı baştan çıkarır! Senin yaşındayken, benim de kafamdan
geçerdi “Acaba o kuğu ben miyim?” sorusu... Ama işte... ilahiyata gitmem istendi.
Üniversiteye gittim. Babam papazdı. Beni kovdu. İnsanlığın felaket tarihini,
gelişim tarihini Paris'te okudum. Yazdım da. Oh, ne gereği var bütün bunları sana
anlatmamın...”
Sandalyeden fırladı, etrafı dinledikten sonra devam etti:
“Gelişim sözünü kendilerine bir teselli diye uydurmuşlar! Hayat adil değil.
Her türlü anlamdan yoksun. Bağımsız bir gelişim yok. Çoğunluk azınlığa boyun
eğmedikçe, insanlığın ilerlemesi durur. Yaşayışımızı, çalışmamızı düzeltelim
derken, onu daha da karıştırıyor, zorluklarımızı artırıyoruz. Bir sürü fabrika ve
makine. Niçin? Daha fazla makine yapmak için. Bu aptalca bir şeydir! İşçiler
gittikçe çoğalıyor. Oysa ekmek üreticisi köylüden başka kimseye gerek yok. Emek
harcayarak doğadan alınması gereken tek şey ekmektir. İnsanın ihtiyacı ne kadar az
olursa, mutluluğu o kadar büyük olur. İstekleri ne kadar çoğalırsa, özgürlüğü o
kadar azalır.”
Belki bu sözleri değil, ama bu şaşılacak düşünceleri bu kadar keskin ve
çıplak olarak ilk kez duyuyordum. Adam heyecandan bağırmaya başlayınca susuyor,
gözlerini iç odalara açılan kapıya korkuyla dikiyor, bir an sessizliği dinliyor,
sonra yine hırsla mırıldanıyordu:
“Anla şunu, insana çok şey gerekli değil. Bir dilim ekmek ve bir kadından
başka...”
Kadın üzerine mistik bir fısıltıyla, bilmediğim sözlerle, okumadığım
mısralarla konuşmaya başlayınca ansızın hırsız Başkin'e benzedi!
Beatris, Fiyameta, Laura, Ninon gibi bilmediğim isimler fısıldıyor, bana
kralların, şairlerin aşklarını anlatıyor, dirseğine kadar çıplak ince koluyla tempo
tutarak Fransızca mısralar okuyordu.
“Dünyayı yöneten aşk ve açlıktır!”
Onun ateşli mırıltısını dinlerken bu sözlerin “Açlık Çarı” devrimci
broşürünün başlığı altında dizili olduğunu hatırlıyordum, bu da düşüncelerime özel
bir anlam veriyordu.
“İnsanlar unutmak istiyor ve teselli arıyorlar, bilgi değil!”
Bu düşünce beni allak bullak etti.
Mutfaktan sabah çıktığımda, duvardaki küçük saat altıyı geçiyordu. Fırtınanın
uğultusunu dinleyerek kurşuni karanlıkta kar yığınları üzerinde yürüyor ve çökmüş
adamın kudurgan çığlıklarını hatırlayarak sözlerinin boğazımda takılıp kaldığı,
beni boğduğunu hissediyordum. Fırına gitmek ve insan görmek istemiyordum. Üzerimde
yığın yığın kar taşıyarak ortalık iyice ağarıncaya ve kar dalgaları arasında şehir
halkının görüntüleri belirinceye kadar, Tatar mahallesinin sokaklarında dolaştım,
durdum.
Hocaya bir daha hiç rastlamadım, rastlamak da istemiyordum. Ama sonraları,
birkaç kez daha, hayatın anlamsızlığı ve çalışmanın yararsızlığı üzerine konuşmalar
dinledim. Bunları cahil aylaklar, yersiz, yurtsuz serseriler, “Tolstoycular” ve
yüksek öğrenim görmüş kimseler söylüyorlardı. Bir keşiş, bir ilahiyat doktoru,
patlayıcı maddeler üzerinde çalışan bir kimyager, neovitalist bir biyolog ve daha
birçok kişi hep böyle konuşuyorlardı. Fakat bu düşünceler, benim üzerimde artık
onları ilk kez duyduğum zamanki kadar kuvvetli bir etki yapmıyorlardı.
Bundan ancak iki yıl önce, yani bu konu üzerinde ilk tartışmadan otuz yıl
kadar sonra, aynı düşünceleri ve hemen hemen aynı sözlerle, hiç beklenmedik bir
kimseden, tanıdığım yaşlı bir işçiden de dinledim.
Onunla içten bir sohbete dalmıştık. Acı acı gülümseyerek kendine “büyük bir
politik böcek” diyen bu adam, galiba sadece Ruslara özgü o pervasız içtenlikle bana
şöyle demişti:
“Aleksey Maksimiç, azizim, bana göre hiçbir şeyin gereği yok. Bütün bunlar;
akademiler, bilimler, uçaklar gereksiz şeylerdir. Gerekli olan, yalnız sakin bir
köşe ve istediğim zaman öpebileceğim, ruhu ve bedeniyle dürüst karşılık
görebileceğim bir kadındır. Evet! Oysa siz bir aydın gibi düşünüyorsunuz, siz artık
bizden değilsiniz, zehirlenmiş bir adamsınız. Sizin için düşünce insanlardan
üstündür. Siz, Yahudiler gibi düşünüyorsunuz. İnsan cumartesi günü için mi
yaratıldı?”
“Yahudiler böyle düşünmez...”
Sigarasının izmaritini nehre atarak ve onu gözleriyle izleyerek şöyle yanıt
verdi:
“Onların nasıl düşündüğünü şeytandan başka kimse bilmez, karanlık bir millet
onlar...”
Mehtaplı bir sonbahar gecesiydi. Neva rıhtımında granit bir sıra üzerinde
oturuyorduk. İkimiz de iyi ve yararlı bir şey yapmak isteğiyle boşuna çırpınarak
geçen bir günden sonra yorulmuş, bitmiştik.
Düşünceli bir tavırla sakin sakin devam etti:
“Siz bizimle berabersiniz, ama bizden değilsiniz, benim dediğim bu. Aydınlar,
huzursuzluktan hoşlanır. Onlar eskiden beri hep ayaklanma peşindedirler. Nasıl ki
İsa bir idealistti ve dünya dışı amaçlar uğruna ayaklanmıştı; bütün düşünce dünyası
da, bir ütopya uğruna ayaklanıyor. İdealist bir amaç için ayaklanıyor ve onunla
beraber değersizlik ve süflilik adına ne varsa her şey, bütün serseriler ve hayatta
kendilerine bir yer bulamamış kimseler de ayaklanıyor. İşçi, üretim araçlarının, iş
ürünlerinin haklı bir şekilde paylaşılması isteğiyle ayaklanıyor. Bunun sonunda
iktidarı ele geçirse, devletle uyuşacak mı sanıyorsunuz? Asla! Hepsi dağılacak ve
herkes kendi çıkarına rahat bir köşecik bulacak...
Teknik mi diyorsunuz? Bu, boynumuzdaki düğümü daha da sıkıyor, bizi daha sıkı
bağlıyor. Hayır, gereksiz zahmetlerden kurtulmalıyız. İnsan huzur arıyor.
Fabrikalar ve bilimler huzur getirmeyecek. Bireyin çok az şeye ihtiyacı var. Bana
gerekli olan küçük bir ev, ne diye koca bir şehir kurayım? İnsanların toplu olarak
yaşadığı yerlerde, su yollarına, kanalizasyona, elektriğe ihtiyaç var. Ama
bunlarsız yaşamayı bir deneseniz, göreceksiniz, ne kolaymış yaşamak! Hayır,
içimizde ne çok gereksiz şeyler var ve bütün bunlar aydınlar yüzünden. Bunun için
de ben şöyle diyorum: Aydınlar zararlı bir topluluktur.”
Ona, hayatın anlamını bu kadar derin ve bu kadar kesin bir şekilde biz Ruslar
kadar, kimsenin berbat etmediğini söyledim.
Karşımdaki gülümseyerek;
“Ruhça en özgür millet biziz de ondan. Yalnız gücenmeyiniz, ben doğruyu
söylüyorum, bizim içimizde benim gibi düşünen milyonlarca insan var. Ama ne yazık
ki, söylemesini bilmiyorlar. Hayatı basitleştirmek gerek, o zaman insanlara daha
güzel gelecektir.” dedi.
Bu adam hiçbir zaman “Tolstoycu” olmamıştı. Hiçbir zaman anarşistçe bir
eğilim göstermemişti. Onun ruhça gelişmesinin tarihini iyi biliyordum. Onunla bu
tartışmadan sonra elimde olmayarak düşündüm; ya milyonlarca Rus, gerçekten de
devrinin ağır sıkıntılarına sadece ruhunun derinliğinde beslediği çalışmaktan
kurtulmak umuduyla katlanacaksa, o zaman ne olacak? Az bir çabaya karşılık bol bir
nimet... Bütün ütopyalar gibi, çok çekici ve aldatıcı bir şeydir.
Sonra Henrik İbsen'in şu mısralarını hatırladım:
Ben mi muhafazakârım? Hayır, asla!
Ömrüm boyunca neysem şimdi de oyum.
Taşların yerini değiştirmeyi sevmem,
Ama oyunu altüst etmek isterim.
Ben bir tek devrim hatırlarım ki
Sonrakilerin hepsinden daha akıllıcaydı,
Ve yakıp yıkacaktı da her şeyi
Kastetmek istiyorum Tufan'ı.
Ama o zaman da aldattılar şeytanı
Biliyorsunuz, Nuh diktatör oldu.
Oh, bu iş daha dürüstçe yapılabilseydi,
Ben size yardım etmekten çekinmezdim.
Siz hele uğraşın bir Tufan için,
Nuh'un gemisine torpili ben atarım.

Derenkov'un dükkânı çok az bir kâr bırakıyordu. Yardımına muhtaç insanların


ve “küçük işler”in sayısı ise gittikçe artıyordu.
Andrey sakalını sıvazlayarak, düşünceli düşünceli;
“Bir şeyler bulmamız gerek.” diyor ve bir suçlu gibi gülümseyerek, derin
derin içini çekiyordu.
Bana öyle geliyordu ki, bu adam insanlara yardım için kendini ömür boyunca
kürek cezasına mahkûm edilmiş sayıyordu. Cezasını benimsemişti, ama ağırlığını
zaman zaman hissediyordu.
Ona birçok defa ve başka başka sözlerle sormuşumdur:
“Bunu niçin yapıyorsunuz?”
O, benim bu soruma, galiba sorularımı anlamadan, halkın zor hayatı, onu
uyarma ve bilgilendirme gerekliliği üzerinde durarak, kitaptan okur gibi kuru ve
inandırıcı olmayan sözlerle yanıt verirdi.
“Peki, insanlar bilgiyi istiyorlar mı, arıyorlar mı?”
“Aramaz olurlar mı? Tabi ki arıyorlar! Yoksa siz de mi istemiyorsunuz?”
Evet ben istiyordum, ama tarih öğretmeninin sözlerini de hatırlıyordum:
“İnsanların aradığı unutma ve tesellidir, bilgi değil.”
Böyle keskin düşüncelerle on sekiz yaşındaki kimselerin karşılaşması iyi
olmuyor, düşünceler özlüklerini kaybediyor, diğer yandan insanlar da bir şey
kazanmış olmuyor.
İnsanlarda hep aynı şeyi gördüğüme inanmaya başladım. Onlar meraklı
hikâyelerden, başka hiçbir şey için değil, sadece ağır, ama alıştıkları
yaşayışlarını biraz unutmak fırsatını verdiği için hoşlanıyorlar. Bir hikâyede ne
kadar çok uydurma varsa, onu o kadar büyük bir açgözlülükle dinliyorlardı. En çok
zevk veren kitap, içi çok güzel masallarla dolu kitaptı. Kısacası, zehirli bir sis
içinde yüzüyordum.
Derenkov bir simitçi dükkânı açmayı düşündü. İyi hatırlıyorum, bu işin ruble
başına en az yüzde otuz kâr bırakacağını inceden inceye hesaplamıştık. Ben
fırıncının yardımcısı olarak çalışacak ve 'bizim adam' sıfatıyla ustanın un,
yumurta, yağ ve mal aşırmamasına dikkat edecektim.
İşte böylece, büyük ve kirli bodrumdan daha küçüğüne, ama daha temizine
taşındım. Temizlik işi benim görevlerimden biriydi. Şimdi kırk kişilik bir
kalabalık yerine karşımda bir tek kişi vardı. Bu, sivri sakallı, kuru yanık yüzlü,
koyu ve düşünceli gözlü, bir tatlı su balığınınki gibi ufacık ağızlı ve sanki
hayalinde öpüşüyormuş gibi şişkin, kalın dudaklı bir adamdı. Gözlerinin
derinliğinde de alaycı bir şeyler parlıyordu.
Daha ilk işe başladığımız gece, on kadar yumurtayı, bir o kadar unu ve
büyücek bir yağ parçasını bir kenara ayırdı.
“Bunlar nereye?” diye sordum.
Dostça,
“Bunlar, bir kızcağıza gidecek.” dedi.
Burnunu buruşturarak ekledi:
“Güzel bir kızcağız!”
Hırsızlığın suç sayıldığına onu inandırmaya çalıştım. Ama ya benim etkim
yetersizdi ya da kanıtlamak istediklerime karşı anlayışı kıttı. Sözlerim hiçbir
etki yapmıyordu.
Hamur teknesinin üzerine uzanarak pencereden yıldızlara bakarken şaşkınlıkla
mırıldandı:
“Şuna bak, bana ders verecek! Beni göreli daha şuracıkta ne kadar oldu ki?
Hemencecik derse başlıyor! Benden de üç kat daha küçük. Tuhaf şeyler...”
Yıldızlara baktıktan sonra da sordu:
“Seni galiba bir yerde görmüş gibiyim, nerede çalıştın? Semenov'da mı? Hani
şu ayaklanmanın çıktığı yerde öyle mi? Demek seni rüyamda görmüşüm...”
Birkaç gün sonra, bu adamın ne zaman ve nerede olursa olsun, hatta ayakta
bile ve sadece fırın küreğine yaslanarak uyuyabildiği gözüme çarptı. Uyurken de
kaşlarını kaldırır, yüzü alaycı bir şaşkınlığa bürünerek garip bir anlam alırdı. En
çok hoşlandığı konu da, define veya rüya hikâyeleriydi.
İnanarak şunları anlatırdı:
“Dünya bana bir ucundan öbür ucuna kadar, içi define dolu bir etli börek gibi
görünüyor. Her tarafta para dolu kazanlar, sandıklar, tencereler gömülü. Birçok
defa başıma geldi: Rüyamda bilinen bir yer görüyorum, söz gelişi, hamamlar.
Oracıkta, köşesinin altında, içi gümüş takımlar dolu bir sandık gömülü duruyor.
Uyanıyorum ve gece vakti orasını kazmaya gidiyorum. Bir buçuk saat kadar kazdıktan
sonra kömür parçaları ve bir köpek kafası görüyorum. İşte define, buldum! Derken,
pat, bir pencere gümbürdüyor ve bir kadın, sanki kesiyorlarmış gibi, çığlığı
koparıyor: 'İmdat, hırsız var!' Ben de tabi tabana kuvvet kaçıyorum, yoksa beni
pataklayacaklar. Tuhaf şeyler...”
Bu sözleri sık sık duyuyordum ondan: Tuhaf şeyler! Ama İvan Kozmiç Lutonin
gülmüyor, sadece gözlerini gülümser gibi yarı kapayarak ve burun deliklerini
alabildiğine açarak burnunu buruşturuyordu.
Rüyaları karışık şeyler değildi, gerçekteki gibi can sıkıcı ve zevzekçe
şeylerdi. Rüyalarını anlatmayı niçin bu kadar çok sevdiğini ve kendisini çevreleyen
şeyler üzerinde konuşmayı neden sevmediğini anlayamıyordum.
Bütün şehir karışıklık içindeydi. Zorla evlendirilen zengin bir çay
tüccarının kızı, nikâhtan dönüşte intihar etmişti. Tabutunu birkaç bin kişilik bir
gençlik kalabalığı izlemiş, öğrenciler mezarı başında konuşmalar yapmış, polis
onları dağıtmaya çalışmıştı. Fırının bitişiğindeki dükkânda herkes bu facia üzerine
bağıra bağıra konuşuyordu. Fırının arkasındaki oda öğrencilerle doluydu. Heyecanlı
sesler, sert sözler bizim bodruma kadar geliyordu.
Lutonin:
“Bu kızın saçlarını az yolmuşlar.” dedi, sonra da bana anlatmaya başladı:
“Bir gölde sazan balığı avlıyordum. Bir de baktım, bir polis, ‘Dur, bu ne
pervasızlık!’ diye bağırıyor. Kaçacak yer yok. Suya daldım ve uyandım.”
Gerçek yaşam, onun dikkat sınırının dışında bir yerde geçiyordu, ama dükkânda
ve fırında alışılmamış bir şeylerin olup bittiğinin yine de çabuk farkına vardı.
Dükkânda bu işten anlamayan ve devamlı kitap okuyan kızlarla patronun kız kardeşi
ve onun iri yarı, al yanaklı, nazlı bakışlı bir arkadaşı çalışıyordu. Öğrenciler
geliyor, dükkânın arkasındaki odada saatlerce kalıyor, bir şeyler üzerinde
saatlerce bağıra bağıra konuşuyor ya da fısıldaşıyorlardı. Patron çok seyrek
geliyordu. Fırın müdürü sıfatıyla ben yardımcı olarak orada bulunuyordum.
Lutonin sık sık sorardı:
“Patronun akrabası mısın? Yoksa sana kızını mı verecek? Hayır, öyle mi? Tuhaf
şeyler... Ya şu öğrenciler ne diye gelip gidiyorlar? Kızlar için... Evet, ee,
bunlar için olacak... Kızlar pek de ahım şahım şeyler değil, ama... Öğrenciler,
tabi, kızlarla ilgilenmekten çok bizim çörekleri yemekle meşguller.”
Hemen hemen her gün, sabahleyin beşle altı arasında, fırının sokağa bakan
penceresi önüne, çeşitli boyda yarım kürelerden oluşan, karpuz çuvalı biçiminde,
kısa bacaklı bir kız gelirdi. Çıplak ayaklarını pencerenin önündeki çukura
sarkıtarak esner ve bağırırdı:
“Vanya!”
Başında alacalı bir örtü vardı. Bu örtünün altından kıvırcık, parlak saçlar
fırlar, ince lülecikler hâlinde top gibi şişkin kırmızı yanaklarıyla daracık alnına
dökülür, uykulu gözlerini gıdıklardı. Parmakları yeni doğmuş bir çocuğunki gibi
komik bir şekilde aralıklı küçücük elleriyle yüzündeki saçları tembel tembel yukarı
kaldırırdı. Tuhaf şey, böyle bir kızla ne konuşabilirsin? Fırıncıyı uyandırırdım, o
da ona sorardı:
“Geldin mi?”
“Görüyorsun ya...”
“Uyudun mu?”
“Uyumayıp da ne yapacaktım?”
“Rüyanda ne gördün?”
“Hatırlamıyorum...”
Şehirde ses seda yoktu. Ama bir yerde bir kapıcının süpürgesi gıcırdar, yeni
uyanmış serçeler cıvıldaşırdı. Doğmakta olan güneşin ılık ışıkları pencere
camlarına vururdu. Yeni bir günün başladığını görmek, ilk seslerini duymak çok
hoşuma giderdi. Fırıncı kıllı elini pencereden uzatarak kızın bacaklarını eller,
kız da, koyun gözlerini kırpıştırarak, ilgisizce ve gülümsemeden boyun eğerdi.
“Peşkov, çörekleri çıkar, zamanıdır!”
Tepsileri fırından çıkarırdım, usta içlerinden on kadar çörek, yağlı börek ve
simit kaparak kızın eteğine atar, kız da sıcak çörekleri bir elinden öbürüne
aktararak, koyu sarı dişleriyle ısırır, ağzı yanar ve öfkeyle inler, homurdanırdı.
Fırıncı ona gururla bakarak;
“Eteklerini indir, utanmaz!”derdi.
Kız gittikten sonra karşımda övünürdü:
“Gördün mü? Her yanı süt kuzusu gibi kıvır kıvır. Ben, kardeş, kadınla
yapamam, yalnız kızlarla. Bu on üçüncüsü. Nikiforiç'in vaftiz kızıdır.”
Onun övünmelerini dinlerken düşünüyorum:
“Ya ben hep böyle mi yaşayacağım?”
Fırında, kocaman beyaz ekmek çıkar çıkmaz uzun bir tahtaya on, on iki somun
dizer ve bunları alıp acele acele Derenkov'un dükkânına götürürdüm. Sonra da geri
dönerek yirmi beş okkalık bir sepeti ekmek ve çöreklerle doldurur, öğrencilerin
sabah çayına yetişmeye ilahiyat akademisine koşardım. Orada, geniş yemekhanenin
kapısında durur, öğrencilerin kimine “veresiye”, kimine “peşin parayla” ekmek
dağıtır, Tolstoy üzerindeki tartışmalarına kulak verirdim. Akademi profesörlerinden
Gusev adlı bir profesör, Leo Tolstoy'un amansız düşmanıydı. Kimi zaman sepetimde,
ekmeklerin altında yasak broşürlerden de bulunurdu. Bunları şu veya bu öğrencinin
eline mutlaka sıkıştırmam gerekiyordu. Öğrenciler de sepete broşür ve notlar
saklarlardı.
Haftada bir defa, daha uzağa, Psikolog Behterev'in hastalar üzerine ders
verdiği “Deliler Evi”ne koşardım. Bir keresinde Behterev, öğrencilere bir
megalomani hastasını gösteriyordu. Beyazlar giymiş, başına çoraba benzer bir başlık
geçirmiş bu uzun boylu adam, dershanenin kapısında göründüğü zaman elimde olmayarak
gülümsedim. Adam bir an yanımda durarak yüzüme baktı. Ben, siyah, sert ve keskin
bakışı sanki kalbime vurmuş gibi geri sıçradım. Behterev, sakalıyla oynayarak hasta
ile emredercesine konuştuğu bütün o süre boyunca ben, kızgın külle yanmış gibi olan
yüzümü hafif hafif ovuşturuyordum.
Hasta boğuk bas sesiyle konuşuyor, gömleğinin kolundan uzun parmaklı elini
korkuyla çıkararak bir şeyler istiyordu. Bana, vücudu sanki garip bir şekilde
geriniyor, alabildiğine büyüyor ve sanki yerinden kıpırdamadan o kara elini bana
kadar uzatarak boğazımdan yakalayacakmış gibi geliyordu. Siyah gözlerinin keskin
bakışı, kemikli yüzünün karanlık çukurları arasından tehdit edici bir üstünlükle
parıldıyordu. Yirmi kadar öğrenci, kimi gülümseyerek, çoğu onun ateş gibi yanan
gözleri karşısında çok basit, durgun ve matemli bakışlarla bu garip başlıklı adamı
inceliyorlardı. Adam korkunçtu ve azametli bir şey vardı onda!
Öğrencilerin derin sessizliği içinde profesörün sesi açık açık
yankılanıyordu. Onun her sorusu, sanki ölü beyaz duvarlarla döşemenin altından
geliyormuş gibi, boğuk bir sesin korkunç çığlıklarını davet ediyordu. Hastanın
hareketleriyse bir başpapazınki gibi ağır ve azametliydi.
Geceleri, “Bütün efendilerin efendisi, Tanrı’nın dostu ve danışmanı” diye
adlandırdığım bu manyak adam üzerine mısralar yazıyordum. Onun yüzü, yaşamama engel
olurcasına uzun zaman benimle beraber dolaştı.
Akşam saat altıdan hemen hemen öğleye kadar çalıştığım için, gündüzleri
uyuyordum ve ancak iş arasında, hamurun birini yoğurduktan sonra, öbürünün de
mayalanmasını beklerken ya da ekmeği fırına attıktan sonra okuyabiliyordum. Ben
işin sırlarını öğrendikçe, fırıncı daha az çalışıyor, zamanını daha çok bana ders
vermekle geçiriyor ve sahte bir hayranlıkla şöyle diyordu:
“Senin elin işe yatıyor, bir iki yıl içinde iyi bir fırıncı olursun. Tuhaf
şeyler... Sen gençsin, seni kimse dinlemeyecek, sana saygı göstermeyecekler...”
Kitaplara olan düşkünlüğüme gelince onu beğenmezdi:
“Sen okuma, yat, daha iyi...” diye bana sevecenlikle öğüt verir, ama ne gibi
kitaplar okuduğumu hiç sormazdı.
Rüyalar, define hayalleri ve kısa bacaklı tombul kız, onun bütün varlığını
sarmıştı. Kız geceleri sık sık gelirdi. Onu alıp koridora, un çuvallarının üstüne
götürür ya da hava soğuksa burnunu buruşturarak bana;
“Yarım saatçik bizi yalnız bırak.” derdi.
Ben, bu aşkla kitapların anlattığı aşk arasındaki müthiş farkı düşünerek
kalkar giderdim.
Dükkânın arkasındaki odacıkta patronun kız kardeşi otururdu. Onun semaverini
ben hazırlardım, ama kendisini mümkün olduğu kadar az görmeye çalışırdım. Kendimi
beceriksiz buluyordum. Onun çocuksu gözleri, bana, hep ilk tanıştığımız zamanki o
dayanılmaz bakışla bakardı. Bu gözlerin derinliğinde bir gülümseme sezinliyordum ve
bu gülümseme bana alaycı gibi geliyordu.
Durmadan güç harcamaktan iyice hantallaşmıştım. Fırıncı ise seksen kilo
ağırlığındaki çuvalları nasıl devirip taşıdığıma bakarak, acımayla bana şöyle
derdi:
“Üç kişiye bedel kuvvetin var, ama hiç becerikli değilsin.”
Epeyce kitap okumuştum; şiir hoşuma gidiyordu. Hatta yazmaya da başlamıştım.
Kendi sözlerimle konuşuyordum. Bunların ağır ve kaba olduklarının farkındaydım; ama
bana öyle geliyordu ki, düşüncelerimin derin karmaşıklığını ancak bu sözlerle ifade
edebilecektim. Bazen, bana yabancı görünen ve kızdıran bir şeyi protesto etmek
için, bilerek kaba şeyler söylerdim.
Öğretmenlerimden biri, bir matematik öğrencisi,
“Ne biçim konuştuğunuzu şeytan bilir. Sözle değil, gülle ile konuşuyorsunuz!”
diye dikkatimi çekmişti.
Toy delikanlıların çoğu gibi, genel olarak ben de kendimden memnun değildim;
kendimi komik ve kaba buluyordum. Yüzüm bir Kalmuk gibi kalın çeneliydi, sesim bana
uygun değildi.
Patronun kız kardeşi, havadaki kırlangıç gibi çabuk ve ustaca yürüyordu ve
bana öyle geliyordu ki, hareketlerindeki çeviklik, tombul ve yumuşak yaradılışıyla
tezat oluşturuyordu. Jestlerinde ve yürüyüşünde yapmacık bir şey vardı. Sesi hoş
çıkıyor, ikide bir gülüyordu. Onun yankılanan gülüşünü duydukça, kendisini ilk defa
nasıl gördüğümü galiba unutturmak istiyor, diye düşünürdüm. Ama ben onu unutmak
istemiyordum. Alışılmamış şey bana göre değerliydi, olağan bir şekilde var olduğunu
bilmem gerekiyordu.
Kimi zaman bana sorardı:
“Ne okuyorsun?”
Ona kuru bir yanıt verir ve şunu sormak isterdim:
“Size ne?”
Bir defasında fırıncı, bacaksız kızı okşarken, sarhoş bir sesle bana,
“Bir dakika için çıkıp, patronun kız kardeşinin yanına gitsene. Ne esneyip
duruyorsun? İşte öğrenciler...” dedi.
Bana bir daha buna benzer bir şeyler söylerse, kafasını patlatacağımı
söyleyerek onu uyardım ve koridora çıkıp çuvalların yanına gittim. Yarı açık
kapının aralığından Lutonin'in sesini duyuyordum.
“Ona ne diye kızayım? Kitapların içinde boğulmuş, deli gibi yaşıyor...”
Koridorda fareler sesler çıkararak koşuşuyor, fırında kızcağız mırıldanıyor
ve inliyordu. Avluya çıktım; tembel tembel ve sessizce ince bir yağmur yağıyordu,
ama havada yine de bir boğukluk vardı. Rüzgâr yanık kokuyordu. Ormanlar yanıyordu
sanki. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Fırının karşısındaki evin pencereleri
açıktı. Az ışıklı odalarda şarkı söylüyorlardı:

Öbür yandan Ay Varlam


Altın başını eğerek
Onlara bakıyor yukarıdan
Gülümseyerek....

Marya Derenkov'u, fırıncının dizlerinde yatan kız gibi, benim dizlerimde


yatarken hayal etmeye çalıştım ve bütün varlığımla bunun mümkün olmadığını, hatta
korkunç bir şey olduğunu anladım.

Şarkı söylüyor ve içiyor


Bütün gece durmadan
Ve sağa sola bakmadan
Bir şeyler yapıyor...

Koronun sesleri arasından derin bir bas sesi yükseliyordu. Eğilip ellerimi
dizlerime dayayarak pencereden içeriye baktım. Perdelerin dantelleri arasından dört
köşe bir yer görüyordum. Kurşuni duvarlarını mavi abajurlu küçük bir lamba
aydınlatıyordu. Lambanın önünde, yüzü pencereye dönük bir kız oturmuş, yazı
yazıyordu. İşten başını kaldırdı ve kırmızı saplı kurşun kalemiyle şakağındaki saç
buklelerini düzeltti. Gözleri yarı kapalıydı, yüzü gülümsüyordu. Mektubu yavaşça
katladı, zarfın kenarını diliyle ıslatarak yapıştırdı ve masanın üstüne koyarak,
benimkinden daha da küçük olan başparmağıyla onu kontrol etti. Ama işte mektubu
yine eline aldı, kaşlarını çatarak zarfı yırttı, okudu, başka bir zarfa koyup,
masanın üzerine eğilerek adresi yazdı, zarfı beyaz bayrak gibi havada salladı.
Odada daireler çizerek ve ellerini çarparak yatağının bulunduğu köşeye gitti, sonra
oradan gömleksiz geri döndü, omuzları tatlı puf böreği gibi yuvarlaktı. Lambayı
masadan aldı ve köşede kayboldu. İnsanın tek başına kalınca nasıl davrandığını
izlediğin zaman, onu deli sanırsın. Avluda bir yukarı, bir aşağı dolaşıyor ve bu
kızın, evinde yalnız kaldığı zaman ne garip bir hayat sürdüğünü düşünüyordum.
Kızın yanına kızıl saçlı öğrenci gelip de ona hemen hemen fısıltı gibi alçak
bir sesle bir şeyler söylediği zaman, o bütün bütün büzülüyor, daha da küçülüyordu.
Ona ürkek ürkek bakıyor, ellerini ya arkasına ya da masanın altına gizliyordu. Bu
kızıl saçlı genç hiç hoşuma gitmiyordu.
Bacaksız kız sallana sallana ve şalına sarılı olarak geldi ve mırıldandı:
“Fırına git...”
Fırıncı, hamuru tekneden çıkarırken, sevgilisinin ne kadar doyurucu ve
yorulmaz bir kız olduğunu anlatıyordu, ben ise düşünüyordum:
“Bundan sonra benim hâlim ne olacak?”
Çok yakınımda bir yerlerde, ilk köşenin ardında beni büyük bir felaket
bekliyormuş gibi geliyordu. Börek fırınının işleri o kadar iyi gidiyordu ki,
Derenkov daha geniş yeni bir fırın aramaya ve bir yardımcı daha almaya karar verdi.
Bu çok iyiydi. İşlerim öyle fazlaydı ki, ölesiye yoruluyordum.
Ustam bana;
“Yeni fırında, sen birinci yardımcım olacaksın. Sana ayda on ruble
vermelerini söyleyeceğim. Evet söyleyeceğim.” dedi.
Benim birinci yardımcı olmamın onun işine geldiğini anlıyordum. Çalışmayı hiç
sevmiyordu. Oysa ben seve seve çalışıyordum. Yorgunluk bana iyi geliyor, iç
sıkıntılarımı unutturuyor, cinsel içgüdümün zorlu isteklerini frenliyordu. Tek kötü
yanı, okumama zaman bırakmamasıydı.
Fırıncı:
“Kitapları bıraktın, iyi ettin. Fareler yesin onları! Ama rüya görmemen
mümkün mü? Sen de görüyorsundur, ama anlaşılan söylemiyorsun. Çünkü gizliliği
seviyorsun. Tuhaf şeyler... Rüya anlatmak kimseye zarar vermez. Bunda korkacak bir
şey de yok...”
Bana karşı çok iyi davranıyor, hatta bana saygı da gösteriyor gibime
geliyordu. Belki de, patronun adamı diye, benden korkuyordu. Ama ne saygısı ne de
korkusu, devamlı hırsızlık etmekten onu alıkoyamıyordu.
Ninem ölmüştü. Ölümünü, kuzenimin gönderdiği bir mektupla, gömülüşünden yedi
hafta sonra öğrendim. Noktasız ve virgülsüz mektupta, ninemin kilise basamaklarında
dilenirken düşerek ayağını kırdığı yazıyordu. Sekizinci gün kangren olmuş. Sonradan
öğrendiğime göre, genç ve sağlıklı olan iki kuzenim, kız kardeşi ve çocukları,
ninemin dilenerek topladığı paraları yiyerek onun sırtından geçiniyorlarmış. Bir
doktor çağırmayı bile akıl edememişler.
Mektupta şunlar yazılıydı:
“Onu Petropavlovsk'a gömdük. Hepimiz mezara kadar gittik. Onu çok seven
dilenciler de oradaydı ve hepsi ağlıyordu. Dedemiz de ağlıyordu. Bizi kovarak
kendisi mezarın başında kaldı. Biz çalıların arasından nasıl ağladığını izledik.
Yakında o da ölecek.”
Ben ağlamadım, yalnızca sırtımdan buz gibi bir rüzgârın geçtiğini
hatırlıyorum. Gece avluda bir odun yığınının üstünde otururken, herhangi birisine
ninemin iyi yürekli, akıllı ve bütün insanların annesi olduğunu söylemek için
içimde şiddetli bir istek duyuyordum. Bu yoğun isteğimi yıllar yılı ruhumda
taşıdım, ama söyleyecek kimse bulamadım ve böylece söylemeye fırsat bulamadan kül
oldu gitti.
Uzun yıllar sonra, A.P. Çehov'un, oğlunun ölümü hakkında beygiriyle konuşan
arabacı hikâyesini, o şaşılacak derecede gerçekçi parçayı okuduğum zaman, o günleri
hatırladım. O çok kederli günlerimde, yanımda ne bir beygir ne de bir köpek
bulunmadığına ve fırında iyi birer dost gibi geçindiğimiz o sürü sürü farelerle
acımı paylaşmayı düşünemediğime çok üzüldüm.

Belediye polisi Nikiforiç, bir çaylak gibi etrafımda dolaşmaya başladı. İri
yarı, sağlam yapılı, başı gümüş gibi domuz kıllı ve iyi bakılmış oldukça bol
sakallı bir adamdı. Dudaklarını keyifle şapırdatarak, Noel'den önce kesilmiş bir
kaz gibi bana bakar ve sorardı:
“Sen okumayı seviyormuşsun, öyle duydum. Doğru mu? Ne gibi kitaplar okursun,
mesela... Azizlerin hayatı gibi şeyler mi? Yoksa İncil falan mı?”
Ben İncil'i de, büyük dua kitabını da, aylık duaları da okumuştum.
Nikiforiç buna şaşmıştı ya da öyle görünüyordu.
“Ya, öyle mi? İzinli kitapları okumak yararlıdır. Acaba Kont Tolstoy'dan bir
şeyler okuduğun oldu mu?”
Tolstoy'u da okumuştum; ama sonradan anladığıma göre, polisi ilgilendiren
eserlerini değil.
“Bunlar, eh, şöyle böyle basit eserler... Herkesin yazabileceği şeyler, ama
papazlara saldıran eserleri olsa, bunlardan bazılarını ben de okumak isterim!”
Çoğaltılarak basılmış, şu “bazıları” dediği eserlerden bir bölümü okumuştum,
ama can sıkıcı bulmuştum. Bunlar üzerine polisle tartışma yapılamayacağını da
biliyordum.
Yolda yürüye yürüye bir hayli konuştuktan sonra ihtiyar beni evine davet
etmeye başladı:
“Benim kulübeme çay içmeye gelsene!”
Onun benden ne istediğini anlamıştım, ama onu ziyaret etmek de istiyordum.
Akıllı adamlara danıştım. Polisin davetine gitmesem, onun fırın üzerindeki
şüphelerinin kuvvetlenmesine sebep olacağım kararına vardık.
Bir gün Nikiforiç'in konuğu oldum. Küçük kulübenin üçte birini büyük bir Rus
ocağı, öbür üçte birini de basma perdeli, renk renk bir sürü yastıklı neftî bir
yatak kaplıyordu. Geri kalan yeri de, kap kacak dolabı, bir masa, iki sandalye ve
pencerenin yanında bir sıra süslüyordu. Nikiforiç, düğmeleri çözülmüş ceketiyle
sıranın üzerinde oturuyor, vücuduyla tek penceresini kapatıyordu. Benim yanımda da
geniş göğüslü, kırmızı yanaklı, garip mavi gözleriyle kurnaz ve kıskanç bakışlı,
yirmi yaşlarında bir kadın olan Nikiforiç'in karısı oturmuştu. Kıpkırmızı dudakları
garip bir biçimde şişkin, sesi öfkeli ve kuruydu.
Polis:
“Sizin fırına vaftiz kızım Sekleteya'nın geldiğini biliyorum. O namussuz ve
yırtık bir kızdır. Zaten bütün kadınlar namussuzdur.” dedi.
Karısı:
“Bütün kadınlar mı?” diye sordu.
Nikiforiç, nişanlarını bir beygirin koşumu gibi şakırdatarak, kesin bir
tavırla;
“Tamamen hepsi.” diye onayladı.
Çayını yudum yudum içerek keyifle tekrarlıyordu:
“Hepsi, namussuz ve yırtık, sokak kadınından çariçelere kadar! Saba Çariçesi,
Çar Solomon'u baştan çıkarmak için, iki bin verstlik bir çölü aştı... 'Büyük' diye
anılan Çariçe Katerina ise...”
Çariçeyle geçirdiği bir gece içinde, onbaşılıktan generalliğe kadar bütün
rütbeleri kazanan bir ocakçının hikâyesini uzun uzadıya anlattı. Karısı,
dudaklarını yalayarak onu dikkatle dinliyor ve masanın altından ayağıyla ayağıma
dokunuyordu.
Nikiforiç, hoş deyimlerle çok düzgün konuşuyordu. Birden ve bana fark
ettirmeden bir başka konuya geçiverdi.
“Burada birinci sınıf öğrencisi Pletnev adında biri olacak galiba...”
Karısı içini çekerek ekledi:
“Güzel değil, ama iyi bir çocuk...”
“Kim?”
“Bay Pletnev.”
“Birincisi, bay değil, diplomasını aldığı zaman bay olacak; şimdilik sadece
öğrenci, bizdeki binlercesi gibi. İkincisi, iyi ne demek?”
“Neşeli bir genç.”
“Birincisi, salaş bir tiyatronun palyaçosu da neşelidir.”
“Palyaço, ona verdikleri para için neşelidir.”
“Sus! İkincisi, köpek de bazen enayi olur.”
“Palyaço maymuna benzer.”
“Sus! Öbürleri gibi dedim, duymadın mı?”
“Peki, duydum.”
“İşte böyle...”
Nikiforiç karısını mat ettikten sonra, bana;
“Şimdi sen git de şu Pletnev ile tanış. Çok önemli bir kişi...” dedi.
Bizi sokakta birlikte görmüş olabileceğini düşünerek,
“Onu tanıyorum.” dedim.
“Ya?... Öyle mi?”
Sözlerinde can sıkıntısına benzer bir şeyler seziliyordu. Hızla kıpırdanıyor,
nişanları şakırdıyordu. Bense dikkat kesilmiştim. Pletnev'in hektografla birtakım
broşürler bastığını biliyordum.
Kadın, ayağımı dürterek, ihtiyarı kurnazca kışkırtıyor, ihtiyar da bir tavus
kuşu gibi kabararak söylevini uzattıkça uzatıyordu. Kadının şakaları ona dikkat
etmeme engel oluyordu. Böylece şimdi daha yavaşlayan ve daha keskinleşen sesinin ne
zaman değiştiğini yine fark edemedim.
“Muhteşem İmparator Hazretlerini bir örümcek gibi kabul et..”
Bir şeyden korkmuş gibi yusyuvarlak olmuş gözlerini yüzüme dikmişti.
Kadın bağırdı:
“A... Neler söylüyorsun?”
“Sen sus! Aptal! Biz bunu örnek diye söyleriz, küfür için değil, katır!
Kaldır şu semaveri...”
Kaşlarını oynatarak ve gözlerini kırpıştırarak kandırıcı bir tavırla devam
etti:
“Bir örümcek ağı gibi görünmez bir ağ, İmparator Efendimiz Üçüncü
Aleksander'in kalbinden çıkar ve sayın Bakanlardan, valilerden ve bana varıncaya
kadar, hatta en son askere kadar memurluk kademelerinin hepsinden geçer. Bu ağ her
şeyi bağlar, görünmez kuvvetiyle her şeyi sarar ve böylece imparatorluğumuzu
yüzyıllar boyunca ayakta tutar. Oysa kurnaz İngiliz Kraliçesinin satın aldığı
Polonyalılar, Yahudiler ve Ruslar, bu ağı, neresinden kolaylarına gelirse ve sözde
halkın refahı adına koparmaya çalışıyorlar.”
Masanın üzerinden bana doğru eğilerek tehdit edici bir homurdanmayla sordu:
“Anladın mı? Dikkat et! Sana bunları ne diye söylüyorum? Fırıncı seni devamlı
övüp, duruyor. Senin için zeki, namuslu çocuk diyor. Yalnız başına yaşıyormuşsun.
Ama sizin fırına bir sürü öğrenciler gelip gidiyor ve Derenkov'un kız kardeşinin
yanında gece sabaha kadar kalıyorlar. Bir kişi olsa hadi neyse, ama çok olunca?
Öyle değil mi? Ben öğrenciler aleyhine bir şey demem. Onlar bugün öğrencidirler,
yarın savcı olacaklar. Öğrenciler iyi insanlardır, yalnız rollerini oynamakta acele
ediyorlar. Bir yandan da Çarın düşmanları onları kışkırtıyor! Anlıyor musun? Sana
şunu da söyleyeyim ki...”
Ama söylemeye zaman bulamadan kapı birdenbire ardına kadar açıldı. Kırmızı
burunlu, kıvırcık saçları ince bir kayışla bağlı ufak tefek bir ihtiyar, elinde bir
şişe votkayla çakırkeyif içeriye girdi ve neşeli bir tavırla,
“Dama oynamayacak mıyız?” diye sordu.
Oturur oturmaz esprilerini savurmaya başladı.
Nikiforiç soğuk soğuk;
“Kayınpederim, karımın babası.” dedi.
Birkaç dakika sonra ayağa kalkarak ikisini de selamladım ve evden ayrıldım.
Kurnaz karısı kulübenin kapısını arkamdan kapatırken beni çimdikleyerek;
“Şu bulutlara bak, kıpkırmızı, ateş gibi!” dedi.
Gökyüzünde altın rengi küçücük bir bulut vardı, o da yavaşça eriyordu.
Hayatımın hocalarını incitmek istemem, ama şunu söylemek zorundayım ki, bu polis,
devlet makinesinin kuruluşunu bana onlardan çok daha kesin ve daha anlaşılır bir
şekilde anlatmıştı. Bir yerde bir örümcek oturuyor, “görünmez ağ” bundan çıkarak
bütün hayatı bağlıyor ve sarıyor... Bu ağın sağlam düğümlerini her yerde hissetmeyi
çok geçmeden öğrendim.
Patronun kız kardeşi akşam geç saatte dükkânı kapatırken beni içeri çağırdı
ve polisle ne konuştuğumu öğrenmek görevinin kendisine verildiğini asık bir yüzle
bildirdi.
Benim ayrıntılı raporumu dinlerken;
“Ah, Tanrım!” diye bağırdı ve başını sallayarak odanın bir ucundan öbür ucuna
bir fare gibi koşmaya başladı:
“Ne? Fırıncı senin ağzını mı arıyor? Sevgilisi de Nikiforiç'in akrabası mı
oluyor? Öyle mi? Onu kovmalıyız.”
Ona gözümün ucuyla bakarak kapının kenarında duruyordum. “Sevgili” sözünü
basitçe söylemişti. Bunu hiç beğenmedim. Fırıncıyı kovma kararını da beğenmedim.
Bana;
“Çok dikkatli olunuz.” diyor ve her zaman olduğu gibi, gözlerinin ısrarlı
bakışı beni şaşırtıyordu. Çünkü bu bakış, benim anlayamadığım bir şeyler soruyor
gibiydi.
Ellerini arkasına saklayarak birdenbire karşımda durdu:
“Siz neden her zaman bu kadar mahzun duruyorsunuz?”
“Geçenlerde ninem öldü.”
Bu ona komik göründü, gülümseyerek sordu:
“Onu çok mu severdiniz?”
“Evet. Başka bir arzunuz var mı?”
“Hayır.”
Gittim ve gece boyunca mısralar yazdım. Bunların içinde, iyi hatırlıyorum, şu
cümle inatla tekrarlanıyordu:
“Görünmek istediğiniz gibi değilsiniz.”
Öğrencilerin fırına mümkün olduğunca seyrek gelmeleri kararlaştırıldı. Onları
artık göremediğim için okuduğum kitaplarda anlayamadığım şeyleri birine sormak
imkânını büsbütün kaybetmiş, beni ilgilendiren soruları bir deftere yazmaya
başlamıştım. Ama bir keresinde yorgunluktan defterin üzerinde uyuyakalmışım.
Fırıncı da notlarımı okumuş, beni uyandırdı ve sordu:
“Nedir bu yazdıkların? 'Garibaldi kralı niçin kovmadı?' Kim oluyor bu
Garibaldi? Hem kralları nasıl kovabilirmiş?”
Defteri öfkeyle hamur teknesine fırlattı, ocağın önünde durdu ve bana verip
veriştirmeye başladı:
“Şuna bak, kralları kovmaya kalkmış! Bir bu eksikti! Tuhaf şeyler... Bu
martavalları bırak, okumuş adam! Bundan beş yıl önce Saratov'da, böyle birtakım
okumuşları gizli polis fare gibi yakalamıştı. Evet. Nikiforiç seni zaten
gözetliyor. Sen kralları kovmaktan vazgeç, güvercin değil onlar!”
Bunları bana iyi niyetle söylüyordu, ama ben ona istediğim gibi yanıt
veremiyordum. Çünkü fırıncı ile tehlikeli konular üzerinde konuşmamı
yasaklamışlardı.
Şehirde bir kitap elden ele dolaşıyordu. Kitap ortalığı karıştırmış, onu
okuyanlar birbirine girmişti. Veteriner Lavrov'dan bana bu kitabı bulmasını rica
ettim, ama o ümitsizce şöyle dedi:
“Hayır kardeş, bunu benden bekleme! Ama onu bugünlerde galiba bir yerde
okuyacaklar. Seni oraya götürebilirim.”
Büyük Paskalya haftasında bir gece yarısı, benden yüz metre ileride giden
Lavrov'un gölgesini izleyerek, Arsk Meydanı'nda karanlıkta yürüyordum. Meydan
bomboştu, ama ben dikkatli davranıyor (Lavrov böyle söylemişti), kendi kendime
ıslık çalıyor, yavaşça şarkı söylüyor, çakırkeyif çırak taklidi yapıyordum. Başımın
üstünde siyah paçavra gibi bulutlar süzülüyor, aralarından ay altın bir top gibi
kayıyor, gölgeler yeryüzünü örtüyor, çukurlardaki sular gümüş ve çelik gibi
parıldıyordu. Ardımda şehir öfkeyle homurdanıyordu.
Rehberim, ilahiyat akademisinin daha ötesinde bir bahçenin parmaklıkları
önünde durdu, ona koşa koşa yetiştim. Parmaklıkların üstünden sessizce atlayıp,
ağaç dallarına değerek bol otlu bahçede ilerledik. Üstümüze iri su damlaları
düşüyordu. Evin duvarı önünde duruyorduk ve sımsıkı kapalı pencerenin panjurunu
tıkırdattık. Pencereyi sakallı biri açtı. Gerisinde bir karanlık görüyordum, ama en
küçük bir ses bile duymuyordum.
“Kim o?”
“Yakov'dan geliyoruz.”
“Girin!”
Derin karanlığın içinde birçok kimsenin varlığı hissediliyor, elbise ve
ayakların hışırtısı, hafif öksürük ve fısıltılar duyuluyordu. Yüzümü aydınlatan bir
kibrit yandı. Duvarların dibinde birtakım insan karaltıları gördüm.
“Gelenler tamam mı?”
“Evet.”
“Pencerelere bir şey asın, pancurların aralıklarından ışık görünmesin.”
Öfkeli bir ses bağırdı:
“Hangi akıllı bizi bu harap evde toplamayı düşünmüş?”
“Yavaş!...”
Köşede küçük bir lamba yaktılar. Bomboş odanın mobilyası sadece iki tahta
sandıktan ibaretti. Bunların üstüne bir kalas yerleştirilmişti. Kalasın üstünde,
bir çit üzerine tüneyen kargalar gibi, beş kişi oturuyordu. Lamba da dikine
oturtulmuş, bir başka sandığın üzerinde duruyordu. Döşeme üzerinde yerde, duvarlara
dayanmış üç kişi daha, pencerede de bir kişi vardı. Bu uzun saçlı, ince yapılı ve
solgun benizli bir delikanlıydı. Bu delikanlı ile sakallıdan başka, hepsini
tanıyordum. Sakallı, kalın bir sesle “eski Narodnik” Georgiy Plehanov'un
“Anlaşmazlıklarımız” broşürünü okuyacağını söyledi.
Yerdekilerden biri karanlıkta mırıldandı:
“Biliyoruz!”
Çevrenin gizemi beni hoş bir şekilde heyecanlandırıyordu. En güzel şiir,
gizemin şiiridir. Kendimi, kilisede bir ermiş gibi hissettim ve ilk Hristiyanları,
Katakompları hatırladım. Sözleri açıkça yansıtan boğuk bir bas sesi odayı
dolduruyordu.
Köşeden biri yine mırıldandı:
“Saçma!”
Ötede, karanlıkta, bir bakır parçası, puslu ve donuk pırıldıyor ve bana
Romalı bir savaşçının miğferini hatırlatıyordu. Bunun ocağın kapağı olduğunu tahmin
ediyordum.
Odada kısık sesler yankılanıyordu. Adamlar ateşli sözlerin karanlık
karmaşasına öylesine sürüklenmişlerdi ki, kimin konuştuğunu ve ne dediğini
anlayamıyordum. Başımın ucundaki pencereden biri, alaylı ve dinç bir sesle sordu:
“Okuyacak mıyız, okumayacak mıyız?”
Uzun saçlı ve solgun benizli delikanlıydı bu. Herkes sustu ve yalnız okuyanın
alçak sesi duyuldu. Kibritler çakılıyor, sigaraların kırmızı ateşçikleri parlıyor
ve düşünceli insan yüzleri, yarı kapalı ya da fal taşı gibi açılmış gözler
aydınlanıyordu.
Okuma yorgunluk verircesine uzun sürdü; inandırıcı düşüncelere uygulanması
kolay, iğneli ve esprili sözler hoşuma gitmekle beraber, dinlemekten yorulmuştum.
Okuyanın sesi beklenmedik bir anda birdenbire kesildi ve oda hemencecik
hınçlı bağrışmalarla doldu:
“Dönek!”
“Silik mangır!”
“Kahramanların döktüğü kana tükürüyor...”
“Generalov ve Ulyanov'un idamından sonra...”
Pencerenin yanındaki delikanlının sesi yine duyuldu:
“Baylar, küfür edeceğinize konu üzerine özlü konuşamaz mısınız?”
Tartışmaları sevmez, dinleyemezdim. Kızgın düşüncenin kaprisli sıçrayışlarını
izlemek benim için zordu ve tartışanların başıboş bencilliği beni hep kızdırırdı.
Delikanlı, pencereden bana dönerek sordu:
“Fırıncı Peşkov siz misiniz? Ben Fedoseyev. Tanışmamız gerekti. Doğrusunu
isterseniz, burada yapılacak hiçbir işimiz yok. Bu yaygara uzun sürecek ve çok
cılız sonuçlar verecek. Gidelim mi?”
Fedoseyev adını, çok ciddi bir gençler grubunun teşkilatçısı diye duymuştum.
Delikanlının derin gözleri, sinirli ve solgun yüzü hoşuma gitmişti.
Meydanda yan yana yürürken, işçiler arasında tanıdıklarım olup olmadığını,
neler okuduğumu, çokça boş zamanım kalıp kalmadığını sordu. Bir aralık;
“Çalıştığınız ekmek fırınını duydum. Orada birtakım saçma sapan şeylerle
uğraşmanıza şaşıyorum. Bunlar neyinize gerek?” dedi.
Epeyce zamandan beri bunların bana gereksiz olduğunu kendim de hissediyordum.
Bunu ona söyledim. Sözlerime sevindi. Elimi kuvvetlice sıkarak ve bana açıkça
gülümseyerek, ertesi gün üç haftalığına bir yere gideceğini ve döndüğü zaman nerede
ve nasıl buluşacağımızı bana haber vereceğini bildirdi.
Fırının işleri çok iyi gidiyordu, ama benim kendi işlerim gitgide
kötüleşiyordu. Yeni fırına taşınmıştık. Görevlerim daha da artmıştı. Fırında
çalışmak, evlere, Akademi’ye ve “Asil Kızlar Okulu”na ekmek dağıtmak zorundaydım.
Kız öğrenciler, sepetimden çörek alırken elime birtakım notlar ve sık sık lüks
kâğıtçıklara sarılı tezkerecikler sıkıştırırlardı. Yarı çocukçasına yazılı birtakım
kötü kelimeleri hayretle okurdum. Parlak gözlü, tertemiz ve neşeli bir alay kız,
hoş mimikler yaparak, küçük gül parmaklarıyla sepetimden çörek seçerken kendimde
bir tuhaflık duyar ve belki iğrenç anlamlarını anlamadan o edepsiz notları bana
hangisinin yazdığını anlamaya çalışırdım. Sonra da pis genelevleri hatırlayarak
düşünürdüm:
“Görünmez ağ, o evlerden çıkıp buraya kadar mı uzanıyor acaba?”
Bu kızlardan biri; dolgun göğüslü, kalın saç örgülü bir esmer, beni koridorda
durdurarak acele ve yavaşça şöyle dedi:
“Bu tezkereyi adresine götürürsen sana on kapik veririm.”
Kızın siyah, tatlı gözleri yaşla doluydu. Dudaklarını kuvvetle ısırarak bana
bakıyordu. Yanaklarıyla kulakları da kıpkırmızı olmuştu. On kapiği almayı kibarca
reddettim, ama tezkereyi aldım ve bir hâkimin oğluna, yanaklarında verem pembeliği
olan uzun boylu bir öğrenciye teslim ettim. Delikanlı, ufaklık bakır paraları
sessizce ve düşünceli düşünceli sayarak bana yarım ruble vermek istedi. Paranın
bana gerekmediğini söyleyince, ufaklıkları pantolonunun cebine soktu, ama
beceremedi ve paralar yere düştü. Beşliklerin onlukların dört bir tarafa nasıl
yuvarlandığını şaşkın şaşkın izlerken, ellerini o kadar kuvvetle ovuşturdu ki,
parmaklarının içi çatırdadı ve güçlükle soluyarak mırıldandı:
“Şimdi ne yapayım? Ee, hoşça kal! Düşünmem gerek...”
Onun ne kadar zaman düşündüğünü bilmiyorum, ama kızcağıza çok acıdım. Bu kız
çok geçmeden okuldan kayboldu. Ona on beş yıl sonra, Kırım liselerinden birinde
öğretmen olarak rastladım. Veremdi ve dünya işlerine ait her şey üzerinde, hayatta
hakarete uğramış bir insanın acımasız kötümserliğiyle konuşuyordu.
Ekmekleri dağıttıktan sonra uykuya yatardım. Gece yarısında dükkâna mal
yetiştirmek için fırında akşamları çalışırdım. Dükkân şehir tiyatrosunun
yanındaydı. Temsilden sonra halk, sıcak çörek yemeye gelirdi. Sonra kilolarca ekmek
ve hamuru yoğurmaya giderdim. Elle iki yüz, iki yüz elli kilo hamur yoğurmak hiç de
kolay bir iş değildi.
Sonra yine iki üç saat uyur ve tekrar ekmek dağıtmaya giderdim. Günler hep
böyle geçiyordu.
İçimi; doğruyu, iyiyi ve sonsuz olanı yaymak için önüne geçilmez bir istek
kaplamıştı. Sosyal bir insandım, canlı konuşmayı beceriyordum. Gördüklerim ve
okuduklarım hayalimi beslemiş, ayaklandırmıştı. Günlük bir olaydan, temelinde
görünmez ağın garip bir şekilde dolandığı çekici bir hikâye çıkarmak için çok az
şeye ihtiyacım vardı. Krestovnikov ve Alafuzov fabrikaları işçileriyle tanışmıştım.
Hele Rusya'nın hemen hemen bütün fabrikalarında çalışmış olan, hareketli ve uyanık,
yaşlı dokumacı Nikita Rubsov ile aram çok iyiydi.
Boğuk bir sesle bana;
“Elli yedi yıldır yeryüzünde yürüyorum, benim körpe tomurcuğum, yeni filizim
Aleksi'ciğim, Maksimiç'im.” derdi.
Bakır bir telle kendi bağladığı ve burnunun köküyle kulaklarının arkasında
madenden yeşil lekeler bırakan koyu renk gözlüğü altındaki hastalıklı, kurşuni
gözleriyle bana gülümserdi. Gür bıyığına dokunmadan alt dudağının çukurunda,
kalınca bir tutam beyaz sakal bırakarak tıraş olduğu için, dokumacılar ona “Alman”
derlerdi. Orta boylu, geniş omuzlu bir adamdı ve buruk bir neşeyle doluydu.
“Sirke gitmeyi severim.” derdi. “Beygirleri, hayvanları ne güzel eğitiyorlar,
değil mi? İzlemeye doyamazsın. Hayvanlara saygıyla bakar ve içimden şöyle
düşünürüm; demek insanlara da akıllı davranmayı öğretebilirmişiz! Sirk adamları
hayvanları şekerle aldatarak yola getiriyorlar. Ama biz, tabi ki, şekeri bakkaldan
da satın alabiliriz, bize ruh için şeker gerek, bizi bu şeker yumuşatacak! Demek,
delikanlım, tatlılıkla davranacaksın; bizde âdet olduğu gibi, sopa ile değil. Doğru
mu?”
Oysa kendisi insanlara çok da tatlılıkla davranmazdı. Herkesle aşağılayıcı ve
alaycı bir tavırla konuşur, tartışmalarında tek heceli çıkışlarla yanıt verir,
karşısındakini düpedüz incitmeye çalışırdı. Onu, tam dövmeye hazırlandıkları ve
hatta iki yumruk yediği bir sırada bir birahanede tanımıştım. Araya girmiş ve onu
alıp dışarı çıkarmıştım.
İnce bir sonbahar yağmuru altında beraberce karanlıkta yürürken, sormuştum:
“Size çok mu vurdular?”
Hiç aldırmayarak;
“Buna dayak mı derler, canım? Hem dur bakalım, sen bana niçin 'siz'
diyorsun?” demişti.
Dostluğumuz böyle başlamıştı. Önceleri benimle kurnazca ve ustaca alay
ederdi. Ama görünmez ağın hayatımızda oynadığı rolü kendisine anlatınca;
“Meğer sen hiç de aptal değilmişsin.” diye düşünceli bir tavırla haykırdı ve
bana bir baba şefkatiyle, hatta hem adımı, hem de soyadımı söyleyerek konuşmaya
başladı.
“Düşüncelerin doğrudur, benim Aleksi'ciğim, Maksimiç'im, sevgili mızrağım.
Ama ne var ki, sana kimse inanmaz, işlerine gelmez...”
“Siz inanıyor musunuz?”
“Ben kuyruğu bükük, zavallı bir köpeğim. Oysa halk bir mandıra köpeği
sürüsüdür, her birinin kuyruğuna bir yığın böcek konmuş. Kadınlar, çocuklar,
armonikler, lastikler... Her köpek kendi köşesini sever. İnanmayacaklar sana. Bizde
yani Morozov fabrikasında buna benzer bir olay geçti. Kim ileri gittiyse onun
alnına vurdular. Alın kaba et değil, kanaması uzun sürer!”
Krestovnikov fabrikası işçilerinden Demirci Yakov Şapoşnikov'la tanıştıktan
sonra, bir parça başka türlü konuşmaya başladı. İncil'i çok iyi bilen ve gitar
çalan veremli Yakov, Tanrı’yı kudurmuşcasına inkâr edişiyle onu şaşkına çevirmişti.
Yakov, çürük ciğerlerinin kanlı balgamlarını dört bir tarafa tükürerek, kuvvet ve
hırsla şunları ileri sürüyordu:
“Birincisi: Ben hiç de Tanrı’nın benzeri ve tasviri olarak yaratılmış
değilim. Ben hiçbir şey bilmiyorum, hiçbir şey yapmaya gücüm yok ve üstelik iyi bir
adam da değilim.
İkincisi: Tanrı benim acı çektiğimi bilmiyor ya da biliyor, ama yardım
edemiyor, belki de yardım edebilecek, ama etmek istemiyor.
Üçüncüsü: Tanrı her şeyi bilmez, her şeye gücü yetmez, iyilerin en iyisi de
değildir. Sözün kısası, Tanrı yoktur! Her şeyi kafalarından uydurmuşlar, her şeyi
ve bütün hayatımızı. Ama beni kimse aldatamaz!”
Rubsov öylesine şaşırdı ki, dili tutuldu, sonra hırsından morardı ve kaba
kaba küfretmeye başladı. Ama Yakov, İncil'den okuduğu bazı parçaların resmî diliyle
onu boyun eğmeye, susmaya ve düşünceli bir şekilde kabuğuna çekilmeye zorladı.
Şapoşnikov konuşurken âdeta korkunçlaşıyordu. Yüzü esmer ve ince, saçları
bir çingeneninki gibi kıvırcık ve siyahtı. Morarmış dudaklarının ardında kurt
dişleri pırıldar, karanlık gözlerini dosdoğru ve hareketsiz bir biçimde rakibinin
yüzüne dikerdi. Bana o megalomani hastasının gözlerini hatırlatan bu ağır ve ezici
bakışına dayanmak güç gelirdi.
Yakov'dan onunla birlikte dönerken Rubsov bana küskün bir tavırla şöyle dedi:
“Benim önümde Tanrı aleyhinde konuşmazlardı. Böyle şeyleri hiç duymadım.
Türlü türlü sözler duymuşumdur, ama böylesini değil. Bu adam kesinlikle bu dünyada
çok kalamaz. Yazık! Çok hırslanmış. Enteresan şey, kardeşim, çok enteresan...”
Yakov'la çabuk anlaştı ve dost oldu. Hasta gözlerini ikide bir parmaklarıyla
ovuşturarak kaynamaya, heyecanlanmaya başlar; gülümseyerek şöyle derdi:
“Demek böyle... Tanrı’ya yol verdik, öyle mi? Hımm... Çar için, iki gözüm,
benim kendi düşüncem şu: Çarın bana zararı yok. Çarlar bana vız gelir. Benim derdim
patronlarla. Ben hangi çarla olursa olsun geçinirim, hatta Korkunç İvan'la da. İşte
otur, keyfine göre çarlığını yap, yalnız bırak beni şu patronlarla başa çıkayım.
Bırakırsan, seni altın zincirlerle tahtına yapıştırır, sana Tanrı gibi
taparım...”
“Açlık Çarı” broşürünü okurken de şöyle dedi:
“Hepsi doğru, ama hep aynı şeyler...”
Litografi ile basılmış bu broşürü ilk defa gördüğü zaman sordu:
“Bunları sana yazan kim? Çok açık yazmış. Ona teşekkür et...”
Rubsov'un doymak bilmez bir öğrenme hırsı vardı. Şapoşnikov'un yıkıcı
dinsizliğini büyük bir dikkatle dinler, benim kitaplar üzerinde anlattıklarıma
saatlerce kulak verir ve başını geriye atarak, gırtlağını da ileriye doğru
çıkararak, keyifli keyifli güler, hayranlıkla şöyle derdi:
“Şu insan aklı yaman şey, çok yaman!”
Kendisi hasta gözleri yüzünden güçlükle okurdu, ama o da çok şey biliyordu.
Bilgisiyle beni sık sık hayrete düşürürdü:
“Almanya'da çok akıllı bir marangoz varmış. Kral bile onu meclislerine
çağırırmış.”
Soruşturmamdan Bebel'i kastettiğini anladım.
“Bunu nereden biliyorsunuz?”
Yamru yumru kafasını parmağıyla kaşıyarak kısaca;
“Biliyorum.” diye yanıt verdi.
Şapoşnikov hayatın derin kargaşasına karışmıyordu. Kendini bütün benliğiyle
Tanrı’nın kökünü kazımaya ve papazları karikatürize etmeye vermişti. En çok nefret
ettiği kimseler keşişlerdi.
Rubsov ona bir gün saf saf sormuştu:
“Kuzum Yakov, sen niçin yalnız Tanrı’ya çatıyorsun? Ne diye hep Tanrı’yla
uğraşıyorsun?”
Yakov her zamankinden daha dargın bir tavırla gürledi:
“Bana engel olan ondan başka ne var ki? Aşağı yukarı yirmi yıl ona inandım,
onun korkusuyla yaşadım. Acı çektim. Düşünmek, araştırmak yok. Bu iş yukarıdan öyle
kurulmuş. Elim, kolum bağlı olarak yaşıyordum. İncil'i okudum ve gördüm ki, hepsi
safsata! Hepsi yapmacık Nikita!”
Sanki görünmez ağı parçalıyormuş gibi kolunu sallayarak ve neredeyse
ağlayarak;
“İşte, bunun için zamanından önce ölüyorum ya...” dedi.
Benim birkaç ilginç dostum daha vardı. Sık sık Semenov'un fırınına eski
arkadaşlara uğrardım. Beni sevinçle karşılar, keyifle dinlerlerdi. Ama Rubsov,
Amirallik semtinde, Şapoşnikov ise Kaban'ın arkasındaki Tatar mahallesinde,
birbirlerine beş kilometre uzakta oturuyorlardı. Bu yüzden onları çok seyrek
görebiliyordum. Onların bana gelmeleri ise imkânsızdı. Konuk kabul edecek yerim
yoktu. Bundan başka yeni fırıncı, terhis edilmiş bir askerdi. Gizli polisle sıkı
dosttu. Gizli polis dairesinin arka avlusu bizimkine bitişikti ve ağırbaşlı mavi
üniformalılar, Albay Gangart'a çörek, kendilerine de ekmek almak için tahta
perdeden atlıyorlardı. Sonra, fırın üzerine gereksiz yere dikkati çekmemek için
bana meydanda çok sık gözükmemem tavsiye edilmişti.
İşimin önemini kaybettiğini görüyordum. Fırın işlerinin gidişini hiç
düşünmeden kasadan o kadar sık para çekiyorlardı ki, kimi zaman un alacak paramız
kalmıyordu. Derenkov sakalını çekiştirerek, hazin hazin gülümserdi:
“Bu gidişle iflas edeceğiz!”
O da çok kötü yaşıyordu. Kızıl saçlı Nastya, her şeye ve herkese o yeşil ve
dargın bakışıyla bakarak şişkin karnıyla dolaşıyor, kötü huylu bir kedi gibi
homurdanıyordu. Onu sanki görmüyormuş gibi dosdoğru Andrey'in üzerine yürüyor, o da
bir suçlu gibi gülümseyerek önünden çekiliyor ve içini çekiyordu.
Zaman zaman da dert yanıyordu:
“Bunlar ciddi işler değil. Herkes gelişigüzel ne bulursa alıp götürüyor. Altı
çift çorap aldım, kaşla göz arasında hepsi kayboldu!”
Bu çorap hikâyesi komikti, ama ben gülmüyordum. Çünkü bu alçakgönüllü ve
hilesiz adamın yararlı bir işi yoluna sokmak için nasıl didindiğini görüyordum.
Etrafındakilerse bu uğraşı hiç önemsemiyor, düşüncesizlik ve ilgisizlikle
baltalıyor, yıkıyordu. Derenkov yararlı olduğu kimselerden minnet beklemiyordu, ama
daha dostça, daha dikkatli bir davranış tabi ki onun hakkıydı. Bunu da bulamıyordu.
Ailesi de hızla dağılıyordu. Babası din etrafında sessiz bir deliliğin gittikçe
daha derinlerine sapıyordu. Küçük kardeşi içmeye ve kızlarla dolaşmaya başlamıştı.
Kız kardeşi tamamen yabancı gibi davranıyordu ve galiba kızıl saçlı bir öğrenciyle
acıklı bir maceraya da atılmıştı. Gözlerinin ağlamaktan şiştiğini sık sık
görüyordum. Öğrenciden nefret etmeye başladım.
Bana öyle geliyordu ki, Marya Derenkova'ya âşıktım. Bizim dükkânın satıcı
kızı, dudaklarında her zaman nazlı bir gülümseme titreşen, al yanaklı ve iri yapılı
Nadejda Şerbatova'ya da âşıktım. Genel anlamda âşıktım. Yaşım, karakterim ve
hayatımın karışıklığı, kadınlarla ilişkiler kurmamı gerektiriyordu. Bunun için
erken değildi artık, geç bile kalmıştım. Bir kadın okşayışına ya da hiç olmazsa bir
kadının dostça özenine ihtiyaç duyuyordum. Kendim hakkında teklifsiz konuşmak,
bağlantısız düşüncelerimin karışıklığından, etkilerimin isyanından kurtulmak
istiyordum.
Dostlarım yoktu. Bana hammadde gözüyle bakan insanlar sempatimi kazanmıyor,
beni içtenliğe özendiremiyordu. Onlarla kendilerini ilgilendirmeyen şeyler üzerinde
konuşmaya çalışınca bana şu öğüdü veriyorlardı:
“Bırakın şunları!”
Guriy Pletnev'i yakalamışlar ve Petersburg'daki “Haçlar”a götürmüşlerdi. Bana
bunu ilk önce, sabah çok erken saatte yolda rastladığım Nikiforiç söyledi. Sanki
bir resmî geçitten dönüyormuş gibi, bütün nişanları göğsündeydi. Düşünceli ve resmî
bir şekilde bana doğru yürürken, elini kasketine götürerek sessizce yanımdan geçti,
ama hemen durakladı ve enseme eğilerek öfkeli bir sesle şöyle dedi:
“Guriy Aleksandroviç'i dün gece yakaladılar.”
Elini üzüntüyle sallayarak, etrafına da dikkatle bakınarak yavaşça ekledi:
“Mahvoldu çocuk!”
Bana öyle geldi ki, hilekâr gözlerinde yaşlar pırıldıyordu.
Pletnev'in yakalanmayı beklediğini biliyordum. Bunu bana kendisi söylemiş,
benim ve Rubsov'un kendisiyle görüşmemizi önermişti.
Nikiforiç yere bakarak bezgin bir tavırla sordu:
“Niçin bize uğramıyorsun?”
Akşama ona gittim. Uykudan henüz kalkmış, yatağında oturarak kvas içiyordu.
Karısı da, küçük pencerenin önünde eğilmiş, pantolonunu yamıyordu.
Polis, ağaç kökü gibi kıllarla kaplı göğsünü kaşıyarak ve dalgın dalgın bana
bakarak;
“Böyle işte.” diye konuşmaya başladı. “Evet, onu yakaladılar. Evinde Çar
aleyhindeki beyannameler için boya kaynattığı bir tencere bulmuşlar.”
Yere tükürerek öfkeyle karısına bağırdı:
“Pantolonu getir!”
Kadın başını kaldırmadan;
“Hemen şimdi.” diye yanıt verdi.
İhtiyar, bakışıyla karısını göstererek;
“Ona acıyor, ağlıyor. Ben de ona acıyorum. Bir öğrenci Çar'a karşı ne
yapabilir?”
Giyinmeye başladı. Karısına;
“Ben bir dakika için dışarı çıkacağım, sen semaveri hazırla.” dedi.
Karısı kımıldamaksızın pencereden baktı. Kocası kulübenin kapısı arkasında
kaybolunca çarçabuk dönerek kapıya doğru sıkılmış yumruğunu uzattı ve büyük bir
öfkeyle aralıklı dişleri arasından söylendi.
“Yaşlı yılan!”
Yüzü ağlamaktan şişmişti, sol gözü büyük bir morlukla hemen hemen kapanmış
gibiydi. Yerinden fırladı, sobaya yaklaştı ve semavere eğilerek söylenmeye başladı:
“Aldatacağım onu, inim inim inleyecek! Bir kurt gibi inim inim inleyecek! Sen
ona inanma, bir tek sözüne bile inanma! Seni kafese koymaya uğraşıyor. Yalan
söylüyor. Kimseye acımıyor. Kör köpek!... Size ait her şeyi biliyor. Geçimi bundan.
Derdi insan yakalamak...”
Burnumun dibine kadar sokuldu ve bir dilenci sesiyle mırıldandı:
“Beni biraz okşasana, ne olur?”
Bu kadından iğreniyordum. Ama gözü öylesine müthiş, öylesine dokunaklı bir
acıyla bana bakıyordu ki, onu kucakladım ve sert, karmakarışık, yağlı saçlarını
okşamaya başladım.
“Şimdi kimi takip ediyor?”
“Balık pazarı yolundaki mobilyalı odalarda oturan birtakım adamları.”
“Soyadlarını biliyor musun?”
Gülümseyerek;
“Bana sorduğunu ona söylerim ha! Geliyor... Guroçka'yı meydana çıkaran bu...”
dedi ve sobanın yanına sıçradı.
Nikiforiç bir şişe votka, reçel ve ekmekle döndü. Çay içmeye oturduk. Marina
yanıma oturmuş, sağlam gözünü yüzüme dikmiş, gösterişli bir ilgiyle bana ikramda
bulunuyordu. Kocası ise kafamın içine işliyordu:
“Şu görünmez ağ, kalplerde, kemiklerdedir. Öyle olunca onu oradan çıkarıp yok
edebilir misin? Çar halkın tanrısıdır.”
Ansızın sordu:
“Sen ki, bu kadar kitap okumuşsun, İncil'i de okudun mu? Ee, ne dersin
bakayım, içindekilerin hepsi doğru mu?”
“Bilmiyorum.”
“Bana kalırsa, gereksiz şeyler de var. Hem de pek çok. Örneğin dilenciler
için olanı: ‘Yoksullar mutludur.’ der. Ama niçin mutludurlar? Burası biraz karışık.
Sonra genel olarak, yoksullar üzerindeki sözlerin çoğu anlaşılmıyor. Yoksul ile
yoksullaşmış kimseyi birbirinden ayırmalıyız. Yoksul insan işe yaramaz, kötü adam
demektir. Ama yoksullaşmış kimse talihsizin biri de olabilir. Böyle düşünmeliyiz.
Böylesi daha iyi...”
“Niçin?”
Bana araştırıcı bir bakışla bakarak bir süre sustu. Sonra anlaşılan, uzun
boylu düşünüp hazırladığı birtakım düşünceleri açıkça ve düzgünce anlatmaya
başladı:
“İncil'de çok merhamet var. Merhamet zararlı bir şeydir. Ben böyle düşünürüm.
Merhamet, bir sürü işe yaramaz, hatta zararlı kimseler için büyük bir paranın
harcanmasını gerektiriyor. Düşkün evleri, hapishaneler, tımarhaneler... Güçlü
kuvvetli ve sağlam kimselere yardım etmeliyiz ki, kuvvetleri boşuna kaybolmasın.
Biz ise zayıflara yardım ediyoruz. Zayıf kimse kuvvetli olabilir mi hiç? Bu boşu
boşuna emek yüzünden sağlamlar zayıflıyor, zayıflar da onların sırtına biniyor.
İşte insan bununla uğraşmalı. Araştırmaya değer daha çok şey var. Hayatın İncil'den
çoktan ayrıldığını artık anlamamız gerek. Onun kendi yönü var. İşte bak, Pletnof
neden mahvoldu? Merhametten. Dilencilere yardım ediyoruz, diğer yandan öğrenciler
mahvoluyor. Mantık bunun neresinde, ha?”
Bu tür düşünceleri daha önce de duymuştum, çünkü bunlar zannedildiğinden çok
daha canlı ve yaygındı. Ama bu kadar kesin olarak ilk defa duyuyordum. Aşağı
yukarı yedi yıl sonra Nietzsche'yi okurken, Kazanlı jandarmanın felsefesini çok
canlı olarak hatırladım. Sırası gelmişken şunu da söyleyeyim ki, daha önce hayatta
duymadığım türden düşüncelere kitaplarda çok seyrek rastlamışımdır.
İhtiyar insan avcısı, parmaklarıyla tepsinin kenarına vurarak sözlerine tempo
tutuyor ve durmadan konuşuyordu. Kuru yüzü oldukça buruşmuştu; ama bana değil,
pırıl pırıl temizlenmiş semaverin bakırdan aynasına bakıyordu.
Karısı:
“Saatin geldi.” diye gitmesini ona iki defa hatırlattı, ama o yanıt vermedi.
Düşüncesine söz üzerine söz eklemeye devam etti ve birdenbire, benim için
beklenmedik bir tarzda, konuşmayı yeni bir konuya döktü:
“Sen zeki bir delikanlısın, okumuşluğun da var; simitçilik sana hiç yakışır
mı? Sen başka bir işte, örneğin Çar'ın hizmetinde, daha fazla para kazanabilirdin!”
Bir yandan onu dinlerken, bir yandan da balık pazarı yolundaki tanımadığım
insanlara, Nikiforiç'in kendilerini takip ettiğini nasıl haber vereceğimi
düşünüyordum. Oradaki mobilyalı odalardan birinde sürgünden, Yalutorofsk'tan daha
geçenlerde dönmüş Sergey Soof adında birisi oturuyordu. Bu adam hakkında bana çok
ilginç şeyler anlatmışlardı..
“Akıllı insanlar bir arada, bir yığın hâlinde yaşamalı, tıpkı kovanda arılar
ya da yuvalarında yaban arıları gibi. İmparatorun saltanatı...”
Karısı:
“Bak, saat dokuz.” dedi.
“Şeytan!”
Nikiforiç ceketini ilikleyerek ayağa kalktı.
“Ee, zararı yok. Arabayla giderim. Hoşça kal kardeş. Yine gel, sıkılma...”
dedi.
Kulübeden çıkarken bir daha Nikiforiç'e “konuk” olarak gitmemeye kesin
olarak karar verdim. Bu ihtiyardan, ilginç biri olmasına rağmen iğreniyordum.
Merhametin zararlı bir şey olduğu konusundaki sözleri beni derinden sarsmış ve
hafızamda çivilenip kalmıştı. Bu sözlerde bir gerçeklik payı seziyordum, ama
kaynağının bir polis oluşu canımı sıkıyordu.
Bu konu üzerinde sık sık tartışmalar yapardık, bunlardan özellikle bir tanesi
beni çok derinden etkilemişti.
Şehirde bir Tolstoycu türemişti. Benim ilk karşılaştığım Tolstoycu buydu.
Esmer yüzlü, siyah keçi sakallı, zenci gibi kalın dudaklı, uzun boylu ve çok
sinirli bir adamdı. Sırtını kamburlaştırarak yere bakardı, ama zaman zaman
dazlaklaşmaya başlayan başını sert bir davranışla kaldırır, karanlık ve nemli
gözlerinin ihtiraslı parıltısıyla etrafı tutuştururdu. Keskin bakışında kine benzer
bir şey vardı. Tartışmalar bir profesörün evinde olurdu. Oraya birçok genç gelirdi.
Aralarında siyah ipek cübbeli, incecik, şık, ilahiyat doktoru küçücük bir papaz da
vardı. Bu siyah cübbe, sönük ve soğuk gözlerinin kuru bir gülümsemesiyle aydınlanan
solgun, güzel yüzüne çok yakışıyordu.
Tolstoycu, İncil'in büyük ve ebedî gerçekleri üzerinde uzun uzadıya
konuşurdu. Sesi boğukça, cümleleri kısaydı; ama sözleri keskin yankılar yapıyor,
içlerinde öz bir iman kuvveti seziliyordu. Konuşurken kıllı sol eliyle kesik kesik
ve monoton jestler yapar, sağ elini cebinde tutardı.
Yanımda oturanlar:
“Aktör” diye fısıldaşırlardı.
“Tam bir aktör, evet...”
Bu tartışmadan bir süre önce galiba Dreper'indi Katolikliğin bilime karşı
mücadelesi üzerine bir kitap okumuştum. Tolstoycu konuşurken, dünyanın aşk
kuvvetiyle kurtulacağına kudurmuşçasına inanan ve insanlara karşı merhametlerinden
dolayı onları kesip ateşte yakmaya hazır olanlardan birinin karşısındaymışım gibi
gelmişti bana.
Tolstoycu geniş kollu beyaz gömlek, üzerine de kül rengi eski bir harmani
giymişti. Bu da onu öbürlerinden ayırıyordu. Vaazını bitirince bağırırdı:
“Ee şimdi, siz İsa ile misiniz, yoksa Darwin ile mi?”
Bu soruyu, gençlerin bir küme hâlinde oturduğu ve birçok delikanlı ve kızın
kendisine korku ve hayranlıkla baktığı köşeye, bir taş gibi fırlatmıştı.
Konuşmasının herkesi şaşkına döndürdüğü apaçık meydandaydı. Dinleyiciler düşünceye
dalmış, başlarını yere eğerek susuyorlardı. O yakıcı bakışını herkesin üzerinde
gezdirdi ve sertçe ekledi:
“Bu iki bağdaşmaz prensibi birleştirmeye sadece Ferisîler yeltenebilirler.
Bunu yaparken kendilerini alçakçasına aldatırlar, insanlara yalanlarıyla zarar
verirler.”
Küçük papaz ayağa kalktı, cübbesinin kollarını dikkatle yukarı çekerek
zehirli bir nezaket ve yumuşak bir gülümsemeyle düzgünce konuşmaya başladı:
“Siz, anlaşılan, sofuluk taslayanlar hakkındaki basit günlük görüşün
taraftarısınız, fakat bu görüş yalnız çok bayağı değil, aynı zamanda baştan başa
yanlıştır da...”
Beni hayretler içinde bırakarak, sofuluk taslayan İsrail halkının inanç ve
geleneklerinin öz ve dürüst koruyucuları olduğunu ve halkın düşmanlara karşı her
zaman onlarla birlikte mücadele ettiğini kanıtlamaya girişti.
“Söz gelişi, Jozef Flaviüs'ü okuyunuz...” dedi.
Tolstoycu yerinden fırlayarak ve Flaviüs'ü mahvedici büyük bir jestle biçerek
bağırdı:
“Halklar bugün bile düşmanlarıyla birlikte dostlarına karşı savaşıyorlar. Ama
kendi istekleriyle değil. Buna zorlanıyorlar. Sizin Flaviüs'ünüzü ben ne yapayım?”
Küçük papaz ve diğerleri, asıl konuyu küçücük parçalara bölerek darmadağın
ettiler ve böylece tartışmanın özü kayboldu.
Tolstoycu:
“Aşktan başka gerçek yok.” diye bağırıyor, ama gözleri kin ve nefretle
yanıyordu.
Anlamlarını kavrayamadığım sözler beni sarhoşa döndürmüştü. Ayaklarımın
altında toprak, bir söz girdabı içinde sallanıyordu ve ben, dünyada benden daha
aptal ve benden daha az yetenekli bir kimsenin bulunmadığını üzgün üzgün düşünüp
duruyordum. Tolstoycu ise solgun yüzünden terini silerek bas bas bağırıyordu:
“İncil'i bir kenara atın, yalan söylememeniz için onu yok sayın. İsa'yı bir
kere daha çarmıha gerin! Bu hiç değilse daha namuslu bir iş sizin için...”
Önümde şu soru bir duvar gibi yükselivermişti: Ne oluyor? Hayat eğer
yeryüzünde mutluluğa erişmek uğrunda aralıksız bir mücadeleyse, merhamet ve aşkın
tek amacı bu mücadelenin başarıya ulaşmasına engel olmak mıydı?
Tolstoycunun soyadının Klopski olduğunu öğrendim. Nerede oturduğunu da
öğrendim ve ertesi akşam ona gittim. Mal mülk sahibi varlıklı iki kızın evinde
oturuyordu. Onu, kızlarla birlikte bahçede, kocaman bir ıhlamur ağacının gölgesinde
bir masa başında otururken buldum. Üzerindeki beyaz pantolonu ve beyaz gömleği,
açık kıllı göğsü ve uzun, köşeli, kuru endamıyla, yersiz yurtsuz bir havari, bir
gerçek vaizi için kafamda taşıdığım şekle tıpatıp uyuyordu.
Gümüş bir kaşıkla önündeki tabaktan kaymaklı ağaç çileği tatlısı alıyor,
iştahla yutkunuyor, kalın dudaklarını şapırdatıyor ve her yutkunuşundan sonra bir
kedi gibi seyrek bıyıklarından beyaz damlaları üfleyerek dağıtıyordu. Kızlardan
biri ona hizmet etmek için masanın yanında duruyordu. Öbürü de, kollarını göğsünde
kavuşturmuş, ıhlamur ağacının gövdesine dayanıyordu ve hülyalı gözlerle tozlu,
sıcak gökyüzüne bakıyordu. İkisinin de üzerinde leylak rengi giysiler vardı.
Birbirlerine çok benziyorlardı.
Tolstoycu benimle, aşkın yaratıcı gücü, insanı dünyanın ruhuna bağlamak
kudretindeki bu biricik duyguyu, hayatın her tarafında serpilmiş hâlde bulunan aşkı
ruhumuzda geliştirmemizin gereği üzerinde seve seve ve kibarca konuşuyordu.
“İnsanı ancak böyle bağlayabilirsin! Aşksız hayatı anlamak imkânsızdır.
Hayatın bir mücadele olduğunu söyleyenler, mahvolmaya mahkûm kör ruhlardır. Ateşi
ateş söndürmez. Tıpkı bunun gibi kötülüğü de kötülük kuvveti yenemez!”
Ama kızlar, birbirlerinin beline sarılarak bahçenin derinliğine doğru eve
gittikleri zaman, bu adam, gözlerini kırpıştırarak arkalarından baktı ve sordu:
“İyi ya, sen kimsin?”
Beni dinledikten sonra, parmaklarıyla masaya vurarak, insanın her yerde insan
olduğunu, hayattaki yerini değiştirmeye değil, ruhunu insanlık sevgisiyle
yükseltmeye çalışması gerektiğini anlatmaya koyuldu.
“İnsan ne kadar daha aşağılarda, toplumun en alt tabakalarında durursa
hayatın öz gerçeğine, onun kutsal hikmetine o kadar çok yaklaşmış olur.”
Onun bu kutsal hikmet ile tanışıklığından şüphelenir gibi olmuştum, ama
konuşmadım. Çünkü benimle bulunmaktan sıkıldığını seziyordum. Bana ters ters baktı,
esnedi, ellerini arkasına bağladı, ayaklarını gerdi ve gözlerini yorgun yorgun
kapayarak, yarı uykuya dalmış gibi mırıldandı:
“Aşka boyun eğmek... Hayatın kanunu bu...”
İrkildi, havada bir şey yakalamış gibi kollarını kaldırdı ve gözlerini
korkuyla bana dikerek;
“Nasıl? Yoruldum, affet.” dedi.
Yine gözlerini kapadı ve sanki bir yeri ağrıyormuş gibi dişlerini kuvvetle
sıktı. Alt dudağı aşağı sarktı, üst dudağı yukarı kalktı ve seyrek bıyıklarının
mavimtırak kılları dimdik oldu.
Bu adamın yanından, kendisi hakkında hoş olmayan bir duygu, içtenliğinden
karanlık bir şüpheyle ayrıldım.
Birkaç gün sonra, sabahın erken bir saatinde, tanıdığım bekâr ve sarhoş bir
doçente ekmek götürdüğüm zaman, Klopski'yi bir defa daha gördüm. Galiba gece
uyumamıştı. Çünkü yüzü sapsarı, gözleri kırmızı ve şişkindi. Bana sarhoş gibi
göründü. Körkütük sarhoş şişko doçent, ağzında bir puro, odanın ortasına yığılmış
bir sürü mobilya, boş bira şişeleri ve şuraya buraya atılmış elbiseler arasında, iç
çamaşırıyla yerde oturuyor, sallanıyor ve mırıldanıyordu:
“Rahmet...”
Klopski öfkeli ve sert bağırıyordu:
“Rahmet yok! Ya aşk yüzünden eriyip gideceğiz ya da aşk uğrunda mücadelede
ezilip gideceğiz. Hepsi aynı. Mahvolmak mümkün...”
Beni omzumdan yakalayarak odaya çekti ve doçente:
“İşte, sor buna bakalım, ne istiyor? İnsanlar için sevgi istiyor mu diye
sor.” dedi.
Öteki yaş dolu gözlerle bana baktı ve gülümsedi:
“Bu bir fırıncıdır. Benim ona borcum var.” dedi.
Sallandı, elini cebine soktu, bir anahtar çıkardı ve bana uzatarak;
“İşte, hepsini al!” dedi.
Ama Tolstoycu anahtarı ondan aldı ve eliyle bana işaret ederek;
“Git, sonra alırsın.” dedi.
Benden aldığı çörekleri divanın bir köşesine fırlattı. Beni tanımamıştı. Bu
hoşuma gitti. Oradan ayrılırken onun 'Aşk yüzünden mahvolacağız.' sözlerini
hafızama yerleştirdim, şahsına karşı da kalbimde nefreti...
Oturduğu evdeki kızların ikisine de aynı gün ilanıaşk ettiğini çok geçmeden
öğrenmiştim. İki kız kardeş sevinçlerini birbirlerine açıklamışlar. Böylece
ikisinin de sevinci, âşığa karşı nefrete dönmüş ve âşık vaizin hemen evden defolup
gitmesini söylemesini kapıcıya öğütlemişler. O da ertesi gün ortadan kaybolmuştu.
Aşk ve merhametin insan hayatındaki önemi sorunu, bu karışık ve korkunç konu,
karşıma çok erken çıkmıştı. İlk önceleri ruhumda belirsiz, ama keskin bir
düzensizlik duymakla beraber, sonraları da şu soyut sözlerin apaçık belirsizliğiyle
gösterdi kendini:
“Aşkın rolü nedir?”
Okuduklarımın hepsi, Hristiyanlık, hümanizm öğretileri ve insanlara karşı
sevgi yaygaralarıyla doluydu. O zamanlar tanıdığım en iyi insanlar hep bu konu
üzerinde düzgün ve ateşli sözlerle konuşup duruyorlardı.
Doğrudan doğruya benim görüp geçirdiğim şeyler, insanlara karşı her türlü
sevgi ve sempatiden hemen hemen yoksundu. Hayat benim önümde, sonsuz bir kabalık ve
düşmanlık zinciri, birtakım ufak tefek şeyler ele geçirmek uğrunda aralıksız ve pis
bir kavga gibi akıp gidiyordu. Ben kitaptan başka bir şeye ihtiyaç duymuyordum.
Diğer şeylerin gözümde hiçbir değeri yoktu.
Şöyle bir sokağa çıkıp orada bir saat oturmak; bütün bu arabacıların,
kapıcıların, işçilerin, memurların, tüccarların benim gibi yaşamadıklarını ve benim
sevdiğim insanların ise onların yaşayışını istemediklerini, aramadıklarını anlamama
yetiyordu. Diğer yandan saydığım ve inandığım kimseler de, çoğunluk içinde, hayat
yuvasını körü körüne dolduran karıncaların o pis ve hilekâr esareti içinde, garip
bir şekilde yalnız kalmış, yabancı ve gereksiz kişilerdi. Bu hayat bana baştan başa
budalaca ve öldüresiye sıkıcı geliyordu. Sonra insanların çoğu sık sık merhamet ve
sevgi dolu sözler ediyorlardı, ama işe gelince, kendileri de farkına varmadan,
hayatın kurulu düzenine boyun eğiyorlardı.
Büyük bir sıkıntı içinde yaşıyordum.
Su toplama hastalığından sapsarı olmuş ve şişmiş Veteriner Lavrov, bana bir
zaman tıkanarak şöyle demişti:
“Sertliği öylesine artırmalıyız ki, bütün insanlar yorulsun, bıksın, usansın,
hepsi toplu olarak ya da tek tek ondan nefret etsin. Tıpkı benim şu lanet olasıca
sonbahardan iğrendiğim gibi!...”
O yıl sonbahar erken gelmişti. Yağmur, soğuk, hastalık ve intiharlarla
doluydu. Lavrov da, hastalığının kendisini öldürmesini beklemek istemediği için,
potasyum siyanürle intihar etmişti.
Veterinerin ev sahibi Terzi Mednikov, cenazeyi kaldırırken onun için;
“Hayvanları tedavi ederdi, kendisi de bir hayvan gibi öldü.” demişti.
Bu Mednikov, küçücük, zayıf ve dindar bir adamdı. Meryem Ana için kilisede
okunan duaların hepsini ezbere bilirdi. Yedi yaşında bir kızla, on bir yaşında bir
lise öğrencisi olan öz çocuklarını üç kuyruklu deri bir kırbaçla döver, karısının
da bambudan bir sopayla baldırlarına vururdu, sonra da dert yanardı:
“Sulh yargıcı, bu yöntemi güya Çinlilerden aldım diye beni mahkûm etti. Oysa
ben afişlerle resimlerden başka, bütün hayatım boyunca bir tek Çinli bile
görmedim.”
Terzinin kalfalarından biri, “Dunka'nın kocası” lakaplı, somurtkan ve çarpık
bacaklı bir adam, patronuna şöyle derdi:
“Uslu adamlardan, dindar da olunca korkarım! Vahşi adam hemencecik belli
olur. Ondan sakınman için hep zaman bulursun, ama uslu adam, tıpkı otlar arasındaki
kurnaz bir yılan gibi, sessizce sürünür ve ansızın ruhunun en açık yerinden seni
ısırır. Uslu adamlardan korkarım...”
“Dunka'nın kocası” Mednikov'un göz bebeğiydi. Uslu, kurnaz bir ispiyoncu olan
bu adamın sözleri gerçeğin ta kendisiydi.
Zaman olurdu ki, bu uslu adamlar bana, hayatın taştan kalbini yosunlar gibi
ıslatarak, onu daha yumuşak ve daha olgun hâle sokuyorlarmış gibi gelirdi. Ama çoğu
kez şu uslu insan topluluğuna, onların utanmazca uzlaşmak konusundaki kurnazca
yeteneklerine, ruhlarının sinsi kaypaklığına ve hainliğine, sivrisinek vızıltısı
gibi bezdirici uğultularına bakarak, kendimi bir at sineği sürüsü içinde kalmış,
ayağı köstekli bir beygire benzetirdim.
Bütün bunları polisin evinden dönerken yolda düşünüyordum.
Rüzgâr inliyor, fenerlerin ışığı titriyordu. Oysa asıl titreyen, toz gibi
ince ekim yağmurunu yeryüzüne serpen, kurşun gibi donuk gökyüzüydü. Sırılsıklam
olmuş bir sokak kadını, sarhoş birini elinden tutmuş; ite kaka, sokağın yukarı
tarafına doğru sürüklüyor, o ise hıçkırarak bir şeyler mırıldanıyordu. Kadın,
yorgun argın ve boğuk boğuk şöyle diyordu:
“Senin kaderin böyle...”
Ben de kendi içimden;
“İşte, beni de birisi, birtakım kötü köşelere doğru böyle ite kaka
sürükleyerek bana hep pislik, acı ve bir sürü karmakarışık ipsiz sapsız insanlar
gösteriyor. Bütün bunlardan bıktım artık.” diyordum.
Belki de aynen bu sözleri düşünüp söylemiş değilim, ama böyle bir düşünce
kafamda şimşek gibi çaktı. Ruhumun yorgunluğunu, kalbimin içindeki kemirici küfü
ilk defa olarak asıl o hazin gecede duydum. O saatten sonra kendimi daha kötü
hissetmeye ve kendi kendime şöyle biraz yandan, soğuk, yabancı ve düşman gözlerle
bakmaya başladım.
Görüyordum ki, hemen hemen her insanda, yalnız sözle iş arasında değil, fakat
duygularda da bir sürü zıtlıklar iç içe ve karmakarışık bir şekilde yan yana
bulunuyordu. Onların bu garip oyunları beni çok ağır eziyordu. Aynı oyunu kendimde
de görüyordum. Bu ise daha da kötü bir şeydi. Beni her şey; kadınlar, kitaplar,
işçiler ve neşeli üniversiteliler çekiyordu; ama ben hiçbir tarafa yetişemiyor, bir
topaç gibi ortada fır fır dönerek “ne burada ne de orada” yaşıyordum. Bu arada
görünmez, ama kuvvetli bir el, yine görünmez bir kırbaçla bana ağır darbeler
indiriyordu.
Yakov Şapoşnikov'un hastaneye yattığını öğrenince ziyaretine gittim. Ama
orada çarpık ağızlı, gözlüklü, beyaz başörtüsünün altından haşlanmış gibi kırmızı
kulakları sarkan bir kadın, bana kupkuru bir sesle şöyle dedi:
“Öldü.”
Donup kalmıştım... Gitmediğimi ve önünde sessizce dikildiğimi görünce kızdı
ve bağırdı:
“Ee, daha ne bekliyorsun?”
Ben de kızdım ve ona;
“Siz ahmaksınız.” dedim.
“Nikolay, defet şunu!”
Bir paçavrayla birtakım bakır telleri silmekte olan Nikolay öksürdü ve bir
telle sırtıma vurdu. O zaman ben de onu omzundan yakaladım, sokağa sürükledim ve
hastanenin kapısı yanındaki bir su birikintisine atıverdim. Hiç sesini çıkarmadı,
gözlerini bana dikerek bir iki dakika sesizce durdu ve sonra ayağa kalkarak,
“Ulan, seni köpek!” dedi.
Derjavin parkına giderek şairin heykeli yanında bir sıraya oturdum.
Kalabalığı üzerime saldırtacak ve böylece bana onları pataklama hakkı verecek kötü,
iğrenç bir şey yapmak isteğiyle yanıp tutuşuyordum; ama yortu günü olmasına rağmen
park bomboştu. Parkın etrafında da kimsecikler yoktu. Sadece rüzgâr kuru yaprakları
kovalayarak esiyor, fenerin direğinden kopmuş bir afişi sallıyordu. Soğuk, alaca
karanlık parkın üzerinde yoğunlaşıyordu. Kocaman tunç heykel önümde yükseliyor ve
ben ona bakarak düşünüyordum. “Bir varmış bir yokmuş... Bu dünyada Yakov adında
kimsesiz bir adam yaşamış, ruhunun bütün kuvvetiyle Tanrı’ya karşı mücadele etmiş
ve alışılmış bir ölümle ölmüş. Alışılmış...” Bu işin içinde onur kırıcı, ağır bir
şey vardı.
“Bu Nikolay da ahmağın biriymiş. Benimle dövüşmeli ya da polis çağırıp beni
karakola göndermeliydi.”
Rubsov'a gittim. Odasında, masa başında oturmuş, küçücük bir lambanın önünde
ceketini yamıyordu.
“Yakov öldü.”
İhtiyar galiba istavroz çıkarmak amacıyla, elini iğneyle birlikte yukarı
kaldırdı, ama sadece sallayabildi, ip bir şeye takılmıştı. Boğuk boğuk homurdanarak
küfretti.
Sonra da söylenmeye başladı:
“Ölüm... Hepimiz öleceğiz. Böyle aptalca bir alışkanlığımız var bizim. Evet
kardeşim! Burada bir bakırcı vardı ya, onu da hesaptan çıkar. Onu pazar günü
hafiyeler alıp götürdüler. Gurka tanıştırmıştı onu. Zeki bir bakırcıydı.
Üniversitelilere epeyce yaklaşmıştı. Üniversitelilerin ayaklandığını duydun mu?
Doğru mu? Al, ceketimi dikiver, önümde şeytanı bile görmüyorum.”
Eski püskü giysileriyle ve iğne ipliği bana verdi. Kendisi de ellerini
arkasına bağlayarak odada dolaşmaya ve öksürerek yine söylenmeye başladı.
“Kimi zaman burada, kimi zaman şurada, bir kıvılcım tutuşuveriyor, ama şeytan
üflüyor ve sonra yine umutsuzluk! Bu şehir uğursuz. Vapurlar henüz işlerken ve
nehir donmadan buradan gideceğim.”
Durakladı ve kafasını kaşıyarak sordu:
“Ama nereye gideceğim? Gitmediğim yer kalmadı. Evet. Her yere gittim. Ama
sadece kendimi yıprattım.”
Tükürdü ve ekledi:
“Hey gidi hayat, iğrenç şey! Yaşadım, yaşadım, ama hiçbir şey kazanamadım. Ne
ruhum için ne de vücudum için...”
Kapının yanında, köşede, ayakta durarak, sanki bir şeye kulak veriyormuş gibi
sustu. Sonra kararlı bir hareketle bana yaklaştı ve masanın kenarına oturdu:
“Dinle, benim Leksey Maksimiç'im. Yakov o büyük kalbini Tanrı’yla uğraşa
uğraşa boş yere mahvetti. Ne Tanrı ne de Çar, onları inkâr etmemle daha iyi
olacaklar. İnsanlar, kendilerine kızsınlar, kendi namussuz hayatlarına ‘hayır’
desinler. İşte bu kadar! Ee, ben yaşlandım, zamanım geçti, yakında tamamen kör
olacağım. Felaket, kardeş. Diktin mi? Teşekkür ederim... Haydi gidip bir çay
içelim.”
Yolda giderken karanlıkta ayakları takılıyor, omzuma tutunarak
homurdanıyordu:
“Sözümü unutma. İnsanlar dayanamayacaklar, bir zaman gelecek, her şeyi
yıkmaya başlayacaklar, tozu dumana katacaklar, her şeyi. Dayanamayacaklar...”
Gittiğimiz yere ulaşamadık, çünkü yolda bir genelevi kuşatmış olan birtakım
gemicilere rastladık. Evin girişini Alafuzov fabrikasının işçileri savunuyordu.
Rubsov gözlüklerini çıkararak onaylar bir tavırla;
“Her tatil günü kavga olur burada.” dedi.
Evi savunanlar arasında kendi işçi arkadaşlarını tanıyınca hemen kavgaya
karıştı. Onları cesaretlendiriyor ve bağırıyordu:
“Dayan fabrika! Boğun kurbağaları! Ezin böcekleri! Ahh!”
Zeki ihtiyarın, nehir gemicileri arasından, yumruk saldırılarına karşı
koyarak ve omuz vuruşlarıyla onları yere sererek kendisine nasıl yol açtığını,
büyük bir çaba ve ustalıkla dövüştüğünü görmek, şaşılacak şeydi. Eğlenceliydi de.
Kavgada kötülük yoktu. Sadece yiğitlik için, keyifle, neşeyle kuvvet fazlalığından
dövüşüyorlardı. Karanlık bir insan yığını, işçileri iterek dış kapının önünde
toplanmıştı. Kapının tahtaları gıcırdıyor, kışkırtıcı naralar yükseliyordu.
“Dazlak kafalı generale vur!”
İki kişi evin damına tırmanmış, güzel ve canlı bir şekilde şarkı söylüyordu:

Hırsız değiliz, ne de yankesici!


Gemi çocuklarıyız, nehir balıkçıları!...

Bir polis düdük çalıyor, karanlıkta bakır düğmeler parıldıyor, ayaklar çamura
batıyor, damdan yine aynı ses şarkıya devam ediyordu:

Ağlarımızı atarız kuru kıyılara,


Ticarethanelerle tavuk kümeslerine...

“Dur! Yatan adama vurmazlar...”


“Baba, kolunu sağlam tut!”
Sonunda Rubsov'u, beni ve dost mu düşman mı anlayamadığım daha beş altı
kişiyi karakola götürmek üzere yakaladılar. Sonbahar akşamının ıssızlaşan karanlığı
bizi şu canlı şarkıyla uğurluyordu:

Kırk turna balığı avladık,


Gocuk dikilen soyundan...

Rubsov, sık sık burnunu çekerek ve yere tükürerek hayran hayran;


“Oh! Şu Volga boyu halkı ne kadar iyi yüreklidir!” dedi. Bana da fısıldadı:
“Sen kaç! Bir fırsat kolla ve sıvış! Ne işin var senin karakolda?”
Ben ve benimle beraber uzun boylu bir gemici, dar bir sokağa sapıverdik, bir
tahta perdeden atladık, sonra bir tane daha aştık ve o geceden sonra akıllı,
sevgili dostum Nikita Rubsov'u artık bir daha görmedim.

Etrafımı bir boşluk sarıyordu. Üniversitede ayaklanmalar başlamıştı. Bunların


anlamını kavrayamıyordum, nedenleri bana karanlık görünüyordu. İçindeki facianın
farkına varmadığım inançlı bir kaynaşma görüyordum. İnsan üniversitede okumak
mutluluğuna eriştikten sonra işkenceye bile dayanabilir diye düşünüyordum. Bana
eğer;
“Git oku, ama bunun için sana her pazar, Nikolayev Meydanı'nda sopa
atacağız.” deselerdi, bu teklifi kesinlikle kabul ederdim.
Semenov'un pastacı dükkânına uğradığım zaman hamurcuların, öğrencilere dayak
atmak üzere üniversiteye gitmeye hazırlandıklarını öğrendim. Neşeli bir öfkeyle;
“Onları demir dirhemlerle pataklayacağız.” deyip duruyorlardı.
Onlarla tartışmaya başladım, birbirimize girdik, küfürler savurduk, ama
birdenbire ve dehşetle içimde bir isteksizlik duydum. Üniversitelileri savunacak
söz bulamıyordum.
Bodrumdan âdeta zedelenmiş bir hâlde ve kalbimde dayanılmaz, öldürücü bir
üzüntüyle çıkıp gittiğimi hatırlıyorum.
Akşam Kaban kıyısına gidip oturdum, kara sulara taş fırlatıyor ve şu üç
kelimelik düşünceyi aralıksız tekrarlayıp duruyordum:
“Ben ne yapacağım?”
Üzüntümden keman öğrenmeye başladım. Geceleri dükkânda cırlatıyor, gece
bekçisiyle farelerin rahatını kaçırıyordum. Müziği seviyordum ve öğrenmeye büyük
bir hevesle sarılmıştım. Ama tiyatro orkestrasının kemancısı olan öğretmenim, ders
arasında dükkândan çıktığım bir sırada, kilidi açık kasa çekmecesini açmış.
Döndüğüm zaman onu ceplerine para doldururken yakaladım. Beni kapıda görünce
boynunu doğrulttu ve zevksizce tıraş olmuş yüzünü bana uzatarak yavaşça;
“Hadi vur!” dedi.
Dudakları titriyor, renksiz gözlerinden şaşılacak kadar iri yaşlar akıyordu.
İçimden kemancıyı pataklamak geliyordu, bunu yapmamak için yumruklarımı
altıma alarak yere oturdum ve ona, paraları kasaya koymasını emrettim. Ceplerini
boşalttı, kapıya doğru yürüdü; ama duraklayarak, budalacasına kuvvetli ve korkunç
bir sesle;
“Bana on ruble ver!” dedi.
Parayı verdim, ama keman öğrenmekten de vazgeçtim.
Aralık ayında intihar etmeye karar verdim. Bu kararımın nedenlerini “Makar'ın
Hayatından Bir Kesit” adlı hikâyemde anlatmaya çalıştım, ama beceremedim. Hikâye,
beğenilmeyecek kadar biçimsiz bir şey olmuştu. İç gerçekten yoksundu. Bence iç
gerçeğin yokluğu, hikâyenin meziyeti sayılabilirdi. Olaylar doğrudur, ama olayların
aydınlatılması, sanki benim işim değil ve sanki söz konusu kişi ben değilmişim
gibidir. Hikâyenin sanat değerini bir yana bırakırsak, onda benim için hoş
sayılacak bir şey vardır; boyumdan yukarı çıkmaya yeltenmişim.
Çarşıdan bir trampetçinin, içinde dört kurşunu olan tabancasını satın
aldıktan sonra, kalbime isabet edeceğini hesaplayarak göğsüme ateş ettim, ama
sadece akciğerimi deldim ve bir ay sonra, çok utanmış bir hâlde, aptallığımı da
fazlasıyla anlayarak, simitçi dükkânında yeniden çalışmaya başladım.
Ama bu da çok sürmedi. Mart sonlarında bir akşam, fırından dükkâna geldiğim
zaman, satıcı kızın odasında Hohol'ü gördüm. Pencere kenarında bir sandalyeye
oturmuş, düşünceli düşünceli, kalın sarılmış bir sigarayı içiyor, ağır duman
bulutlarına dikkatli dikkatli bakıyordu. Selam vermeden sordu:
“Boş musunuz?”
“Yirmi dakika için evet.”
“Oturunuz konuşalım.”
Her zamanki gibi o akşam da, şeytan derisinden vücuduna yapışmış sımsıkı bir
gömlek giymişti. Açık renk sakalı geniş göğsüne yayılıyor, kısa kesilmiş domuz kılı
gibi sert saçları inatçı alnının üstünde dik dik duruyordu. Ayaklarında zift kokan
ağır köylü çizmeleri vardı.
Sakin ve yavaş bir sesle konuşmaya başladı:
“Haydi, benim yanıma gelmek istemez misiniz? Ben Krasnovidovo kasabasında
oturuyorum. Volga'nın aşağısında, buradan kırk beş kilometre uzakta. Orada bir
bakkal dükkânım var. Alışverişte bana yardım edersiniz. Bu iş çok zamanınızı almaz,
birçok kitabım da var. Bol bol okur, yararlanırsınız. Anlaştık mı?”
“Evet.”
“Cuma sabahı saat altıda, Kurbatov iskelesine geliniz, Krasnovidovo kayığını
sorunuz. Sahibi Vasil Pankov'dur. Zaten o saatte ben de orada olacağım, sizi
görürüm. Şimdilik hoşça kalın!”
Ayağa kalktı, geniş elini bana uzattı, öbür eliyle de yeleğinin altından
soğan biçiminde, ağır bir gümüş saat çıkardı ve:
“Altı dakikada anlaştık, evet, adım Mihaylo Antonov, soyadım da Romas.” dedi.
Arkasına dönüp bakmadan, ayaklarını sert sert basarak, bir kahraman gibi
dökme kalıp ağır vücudunu kolayca taşıyarak çekip gitti.
İki gün sonra Krasnovidovo'ya yollandım.
Volga'da buzlar yeni çözülmüştü. Bulanık suyun üstünde, kurşuni, yumuşak buz
yığınları ağır ağır sürükleniyor, kayık onları geçiyor, onlar da sivri uçlu
buzullara çarparak parçalanıyor, kayığın omurgalarına sürtünerek gıcırdıyorlardı.
Nehrin yukarısından esen rüzgâr, dalgaları kıyıya doğru iterek oynaşıyor, güneş buz
yığınlarının mavimtırak ve cam gibi yanlarında bembeyaz lekeler hâlinde yansıyarak
göz kamaştırıcı bir pırıltı saçıyordu. Fıçı, çuval ve sandıklarla ağır yüklü nehir
kayığı yelken açmıştı. Dümende de, göğsü renk renk kaytanlarla süslü koyun
derisinden bir ceket giymiş delikanlı Pankov oturuyordu.
Yüzü sakin, gözleri soğuktu. Konuşmuyor ve biraz köylüye benziyordu. Nehir
kayığının baş tarafında, ayaklarını açmış, eline bir kanca almış Pankov'un
yardımcısı Kukuşkin duruyordu. Bu, sırtında beli iple sarılı yırtık bir hırka,
başında buruşmuş bir papaz şapkası olan, yüzü yara bere içinde, dağınık, perişan
görünüşlü, ufak tefek bir köylüydü. Buzlar arasından elindeki uzun kancasıyla yol
açarken, nefretle küfrediyordu:
“Savulun!... Kör müsünüz be?”
Ben Romas'ın yanında, yelkenin altındaki sandıkların üzerinde oturuyordum.
Bana yavaşça şöyle diyordu:
“Köylüler beni sevmezler, hele zenginleri! Size karşı da böyle davranacaklar.
Şimdiden hazırlayın kendinizi.”
Kukuşkin kancayı kayığın içine, ayaklarının altına uzattı ve bize doğru
dönerek hayranlıkla;
“Antoniç, galiba herkesten çok papaz senden nefret ediyor.”
Pankov:
“Doğru.” diye onayladı.
“O çirkin itin gırtlağına bir kemik gibi saplanmışsın!”
“Ama dostlarım da var, onlar sizin de dostunuz olacak.” dedi Hohol.
Hava soğuktu. Mart güneşi henüz iyice ısıtmıyordu. Kıyıda çıplak ağaçların
esmer dalları hafifçe sallanıyor; şurada, burada, yamaçlarla sarp kıyının
fundalıkları altında kadife parçaları gibi kar görünüyordu. Nehrin her tarafında,
sanki bir koyun sürüsü otluyormuş gibi, buz yığınları yüzüyordu. Kendimi rüyada
sanıyordum.
Kukuşkin, bir yandan çubuğuna tütün doldururken, bir yandan da, felsefe
yapıyordu:
“Hadi, sen papazın karısı değilsin, anladık, ama seni sevmeye mecburdur,
çünkü kitaplarda da yazılı olduğu gibi, bütün yaratıkları sevmek onun borcudur.”
Romas gülümseyerek sordu:
“Seni kim hırpaladı yine?”
Kukuşkin küçümsercesine;
“Birtakım kötü niyetli kimseler. Serseri grubu galiba.” dedi.
Sonra da gururla ekledi,
“Ama bir zamanlar beni topçu erleri dövmüştü. O ne dayaktı! Canımın nasıl
çıkmadığına hâlâ şaşıyorum.”
Pankov:
“Niçin dövdüler?” diye tekrarladı sorusunu.
“Dünküler mi, yoksa topçular mı?”
“Dün bre!”
“Niçin dövdüklerini ne bileyim? Bu halk keçi gibidir, önüne gelene hemen
boynuz atmaya kalkar. Kavgayı görev sayar!”
Romas:
“Zannedersem, söylediklerinden ötürü dövüyorlar seni. Dikkatsiz
konuşuyorsun...”
“Böyle de olabilir! Ben tuhaf bir adamım, her şeyi sorup soruşturmaya
alıştım. Yeni bir şey duyduğum zaman sevinirim.”
Kayığın burnu, kaburganın yanlarına gıcırdayarak sürtünen bir buz yığınına
şiddetle çarptı. Bir an dengesini kaybeden Kukuşkin kancayı kaptığı gibi burna
doğru atıldı. Pankov da ona azarlayıcı bir tavırla;
“İşine baksana Stepan!” dedi.
Kukuşkin buzları uzaklaştırırken homurdanıyordu:
“Sen de beni lafa tutma. Hem iş göreyim hem de seninle konuşayım, bu iki işi
bir arada yapamam.”
Öfkesizce konuşuyorlardı. Romas ise bana şöyle diyordu:
“Buraların toprağı bizim Ukrayna'dakinden daha kötü, ama insanları daha iyi.
Çok becerikli adamlar!...”
Onu dikkatle dinliyor ve ona inanıyordum. Sakin hâli, düzgün, sade ve ölçülü
konuşması hoşuma gidiyordu. Bu adamın çok şeyler bildiğini ve insanlar için
kendisine özgü bir ölçüsü olduğunu hissediyordum. Niçin intihar etmek istediğimi
sormayışı da beni özellikle memnun ediyordu. Onun yerinde kim olsa, bunu bana
çoktan sormuştu. Bense bu sorudan öylesine bıkmıştım ki, yanıt vermek bana çok zor
geliyordu. İntihara niçin karar verdiğimi bilse bilse zaten ancak şeytan
bilebilirdi. Sormuş olsaydı Hohol'a kesinlikle saçma sapan ve budalaca bir yanıt
verecektim. Hem bunu hatırlamayı artık hiç istemiyordum. Volga'da her şey öyle
güzel, öylesine özgür ve aydınlıktı ki...
Kayığımız kıyı kıyı gidiyor, nehir ise kıyının solumuzdaki kumlu ovalık
kısmına saldırarak alabildiğine yayılıyordu. Suların, nehir kıyısındaki
fundalıkları ıslatarak ve sallayarak nasıl yükseldiği, berrak ilkbahar sellerinin
dere yataklarıyla yarıklardan şarıl şarıl nasıl nehre aktığı görülüyordu. Güneş
gülümsüyor, sarı gagalı kargalar bağrışarak yuvalarını koruyor, siyah çelik
kanatları gün ışığında parıldıyordu. Güneşin vurduğu taraftaki otların koyu yeşil,
körpe, küçücük sapları topraktan güneşe doğru yükseliyordu. Vücudum üşüyor, ama
ruhumda derin bir sevinç duyuyor ve onun içinde parlak umutların incecik filizleri
yeniden sürmeye başlıyordu. İlkbaharda toprak çok tatlı oluyordu.
Öğleye doğru Krasnovidovo'ya ulaştık. Bıçakla kesilmiş gibi sivri, yüksek bir
dağın tepesinde, mavi kubbeli bir kilise görünüyor. Onun etrafında, dağ
eteklerinde, çatılarının sarı tahtaları simli örtüler gibi pırıl pırıl parıldayan
şirin ve sağlam köy evleri sıra sıra yayılıyordu. Her şey sade ve güzeldi.
Bu köyün yanından vapurla geçerken onu kaç defa hayran hayran izlemişimdir.
Kukuşkin'le birlikte kayığı boşaltmaya başladığım zaman, Romas sırtıma çuval
yükletirken;
“Yine de kuvvetlisiniz.” dedi.
Yüzüme bakmadan sordu,
“Göğsünüz ağrımıyor mu?”
“Hiç ağrımıyor.”
Soruşunun inceliği beni çok duygulandırdı. İntihar etmeye kalktığımı
köylülerin öğrenmesini istemiyordum.
Kukuşkin gevezeleniyordu:
“Kuvvetli olmasına kuvvetli hem de gereğinden fazla. Sen hangi şehirdensin,
delikanlı? NijniNovgorod'dan mı? Suekmek yiyenler, diye kızdırırlar sizi. Bir de
“trak trak, pencereye bak” derler size...”
Gümüş gibi parıldayan sayısız dereciğin arasında, yalın ayak, sırtında
gömlek, ayağında pantolon, kıvırcık sakallı ve kırmızımtırak saçları başında bir
şapka gibi duran uzun boylu bir köylü, kayarak ve sallanarak yumuşak kırmızı
toprakta geniş adımlarla yürüyordu.
Kıyıya yaklaşınca bizi karşılayarak gür bir sesle;
“Hoş geldiniz.” dedi.
Etrafına bakındı, kalın bir sırık yakaladı, sonra bir tane daha buldu,
uçlarını küpeşteye dayadı ve hafifçe kayığa atlayarak emretti:
“Ayaklarınızı sırıkların ucuna dayayınız, küpeşteden kaymasınlar. Sonra
fıçıları tutunuz. Sen de, delikanlı, buraya gel, bana yardım et...”
Bir resim gibi güzeldi ve çok kuvvetli görünüyordu. Düz ve koca burunlu pembe
yüzünde mavi gözleri pırıl pırıl parlıyordu.
Romas:
“Üşüyeceksin, İzot.” dedi.
“Ben mi? Korkma!”
Bir gaz yağı fıçısını yuvarlaya yuvarlaya kıyıya çıkardık. İzot beni
bakışlarıyla tartarak sordu:
“Tezgâhtar mısın?”
Kukuşkin atıldı:
“Hele onunla bir güreş et bakalım.”
“Senin yüzünü yine mi kırmışlar?”
“Hıh benzettiler! Ne yapayım onlara?”
“Kimlere?”
“Dayak atanlara...”
İzot içini çekerek;
“Hey bre!” dedi ve Romas'a dönerek;
“Arabalar, şimdi inecek. Ben sizi uzaktan gördüm. ‘Geliyorlar.’ deyip koştum.
Çok güzel yanaştınız. Antoniç, sen git, ben kalırım burada.” dedi.
Bu adam Romas'a dostça ve dikkatli davranıyor, hatta Romas'ın ondan aşağı
yukarı on yaş daha büyük olmasına rağmen, koruyucu bir tavır takınıyordu.
Yarım saat sonra, duvarları hâlâ zift kokan yepyeni bir köy evinin temiz ve
rahat bir odasında oturuyordum. Uyanık bakışlı, canlı, çevik bir köy kadını öğle
yemeğini hazırlarken, Hohol kitapları bavuldan çıkararak ocağın yanındaki rafa
yerleştirdi ve bana dönerek:
“Odanız tavan arasında.” dedi.
Tavan arasının penceresinden köyün bir kısmıyla evimizin karşısındaki dere
yatağı ve bunun içindeki fundalıklar arasında da hamamların çatıları görünüyordu.
Dere yatağının ötesinde, tatlı kıvrımlarla ormanın kuytu kenarına kadar uzanan
bahçeler ve tarlalar vardı. Maviler giyinmiş bir köylü , hamamın çatısında ata
biner gibi oturmuş, bir elinde balta tutuyor, diğerini de siper gibi alnına
dayamış, aşağıya, Volga'ya bakıyordu. Yakınlarda bir araba gıcırdıyor, bir inek
böğürüyor, derecikler çağlıyordu. Bir köy evinin dış kapısından baştan başa
siyahlar giyinmiş yaşlı bir kadın çıktı ve kapıya dönerek olanca kuvvetiyle
bağırdı:
“Hey geberesiceler!”
Bir su akıntısının önünü taş ve çamurla tıkamaya uğraşan iki çocuk, yaşlı
kadının sesini duyunca kaçtılar. Kadın yerden bir odun parçası kaldırarak üstüne
tükürdü ve dereciğe fırlattı. Sonra ayağındaki erkek çizmeleriyle çocukların
yaptığını dağıttı ve aşağıya, nehre doğru yollandı.
Burada acaba nasıl yaşayacaktım?
Beni yemeğe çağırdılar. Aşağıda, masa başında İzot, mor lekeler içindeki uzun
bacaklarını uzatarak oturuyor ve bir şeyler anlatıyordu, ama beni görür görmez
sustu.
Romas asık bir yüzle sordu:
“Ee, sonra?”
“Sonrası yok, hepsini söyledim. Yani şuna karar verdim. İşi kendimiz
becereceğiz. Sen yanında bir tabanca ve kalınca bir sopa bulundur. Barinov'un
yanında her şeyi açık saçık konuşman doğru değil. Onun ve Kukuşkin'in dili, kadın
dili. Sen, delikanlım, balık tutmasını sever misin?”
“Hayır.”
Romas, küçük meyve bahçesi sahibi köylülerin örgütlenmesi ve toptancı
tüccarların elinden kurtulmaları gereği üzerine konuştu. İzot, onu dikkatle
dinledikten sonra;
“Haram yiyiciler.” dedi. “Seni kesinlikle yaşatmazlar.”
“Görürüz.”
“Ee, pekâlâ!”
İzot'a bakarak şöyle düşünüyordum:
“Karonin ve Zlatovratski hikâyelerini galiba bunun gibi köylüleri göz önünde
bulundurarak yazıyorlar...”
Acaba gerçekten ciddi bir işe mi girişmiştim ve bundan böyle davanın gerçek
adamlarıyla mı çalışacaktım?
İzot yemeğini yedikten sonra;
“Mihaylo Antoniç, sen acele etme, iyi iş çabuk olmaz. Ağırdan almalı!” dedi.
O gittikten sonra Romas düşünceli bir tavırla;
“Akıllı adam, namuslu da. Ne yazık ki cahil, okuması çok kıt. Ama ısrarla
öğrenmeye çalışıyor. Haydi bakalım, ona bu işte yardım edin!” dedi.
Akşama kadar bana dükkândaki malların fiyatlarını öğretti ve bu arada şunu
söyledi:
“Ben köyün öteki iki bakkalından daha ucuza satıyorum. Tabi bu onların hoşuna
gitmiyor. Başıma bir sürü iş çıkarıyorlar, beni dövmeyi planlıyorlar. Ben burada,
burası hoşuma gittiği ya da kazanmak için değil, başka nedenlerden dolayı
oturuyorum. Sizin fırın işi biçiminde bir şey...”
Bunun farkına vardığımı kendisine söyledim.
“Ee... evet, ama insanları uyandırmamız gerekli, değil mi?”
Dükkân kapalıydı, biz içeride elde lambayla gidip geliyorduk. Sokakta biri,
çamurlara dikkatlice bata çıka ve kimi zaman kapının basamaklarına ağır ağır
tırmanarak, dolaşıp duruyordu.
“İşte, duyuyor musunuz? Dolaşıyor! Bu Migun'dur. Güzel bir kız nasıl cilve
yapmayı severse, bu da kötülük yapmayı sever. Pis bir ihtiyar, kötü adam, vahşi
hayvan. Onunla konuşurken dikkatli olunuz, hem yalnız onunla değil, herkesle...”
Sonra odada, geniş sırtını ocağa dayayarak ve gözlerini kırpıştırarak
çubuğunu tellendirirken dumanı sakalına savuruyor ve sade, düzgün bir konuşmayla
kelimeleri tane tane söyleyerek, benim gençlik yıllarımı ne kadar boş yere
harcadığımın çoktan farkına vardığını anlatıyordu.
“Siz, yaradılıştan yetenekli, kararlı bir adamsınız ve iyi niyetli olduğunuz
da belli. Siz okumalısınız, ama öylesine ki, kitap, insanları görmenize engel
olmasın. Yaşlı bir tarikat adamı çok doğru söylemiş: 'Her bilgi insandan çıkar.'
İnsanlar daha zahmetle ve kabaca öğretirler, ama onlardan öğrendiklerimiz kalır,
içimizde daha derin yerleşir.”
Benim de bildiğim bir şeyi, yani her şeyden önce köylünün gözünü açmamız
gerektiğini söylüyordu. Ama benim bildiğim şeyleri bile anlatırken, sözlerinden
yeni ve daha derin bir anlam çıkarıyordum.
“Sizin orada üniversiteliler halkı sevmek diye bir sürü gevezelik edip
duruyorlar. Ben de onlara şöyle diyorum: Halkı sevmek diye bir şey olmaz. Laf
bunlar, halkı sevmek...”
Araştırıcı bir bakışla gözlerini bana dikerek bıyık altından gülümsedi ve
odanın içinde dolaşmaya başlayarak, kuvvetli ve daha kandırıcı bir tavırla
konuşmaya devam etti:
“Sevmek; uzlaşmak, göz yummak, dikkati çekmek, affetmek demektir. Bunlar
ancak kadınlara yakışır. Ama halkın cehaletini görmememiz, kafasının içindeki
gafletlerle uzlaşmamız, her edepsizliğini hoş görmemiz, vahşiliğini affetmemiz
olacak şey mi sanki? Hayır, değil mi?”
“Hayır!”
“İşte görüyorsunuz. Sizin orada herkes Nekrasov'u okuyor, hep onun üzerine
konuşuyor. İyi ama biliniz ki, bir Nekrasov'la iş bitmez! Sorun köylünün kafasına
şunu sokmaktadır: Sen, kardeş, kötü bir adam olmayabilirsin, ama kötü yaşıyorsun ve
yaşayışının daha iyi, daha rahat olması için çaba harcaman gerektiğini hiç
bilmiyorsun. Vahşi bir hayvan bile örneğin kendisi üzerinde senden daha çok
bilgilidir, haklarını senden daha iyi savunur. Oysa dünyada ne varsa her şey, hepsi
senden, köylüden çıkmıştır. Kodamanlar, papazlar, bilginler, çarlar, hepsi eski
köylülerdir. Gördün mü? Anladın mı? Ee, öyle yaşamasını öğren ki, kimse seninle
alay edemesin.”
Mutfağa giderek aşçı kadına semaveri hazırlamasını söyledi. Sonra da bana
kitaplarını göstermeye başladı. Hemen hepsi bilimsel kitaplardı; Boeckl, Hartpul,
Locke, Taylor, Mill, Spencer, Darwin, Ruslardan da Pisarev, Dobrolübov,
Çernişevski, Puşkin, Gonçarov ve Nekrasov. Kitapları, kedi yavruları gibi, kocaman
avucuyla okşuyor ve âdeta şefkatle mırıldanıyordu:
“İyi kitaplar. Hele şu, çok az bulunur bir kitap. Sansür bunu yakmıştı.
Devletin ne olduğunu öğrenmek mi istiyorsunuz? Bunu okuyun!”
Elime Hobbes'un Leviathan adlı kitabını uzattı.
“Bu da devlet üzerinedir, ama anlaşılması daha kolay, daha eğlenceli.”
Eğlenceli dediği kitap, Machiavelli'nin Prens adlı eseriydi.
Çay içerken bana kısaca hayatını anlattı. Çeringovlu bir demircinin oğluymuş.
Kiev demiryolu istasyonunda vagon yağcılığı yapmış. Devrimcilerle orada tanışmış.
Kendi kendilerini yetiştirmek üzere bir işçi grubu kurmuşlar. Tutuklanmış. İki yıl
hapis yatmış. Sonra da on yıl için Yakutlar bölgesine sürgün edilmiş.
“Önceleri Yakutlarla birlikte onların yörelerinde oturuyordum ve kendi
kendime ‘Mahvolacağım.’ diye düşünüyordum. Oralarda kış, Tanrı belasını versin,
bilirsiniz, öylesine berbat ki, insanın beyni bile donar. Hoş, orada beyin gereksiz
ya... Sonra bakıyorum, şurada burada birkaç Rus var. Sık sık rastlanmıyordu onlara,
ama yine de eksik olmuyorlardı! Canları sıkılmasın diye devamlı yenilerini
göndermeyi ihmal etmiyorlardı. İyi insanlar vardı orada. Mesela üniversiteli
Vladimir Korolenko, şimdi o da döndü, bunların arasındaydı. Onunla çok iyi
geçinirdim. Sonra ayrıldık. Birbirimize çok benzediğimiz meydana çıktı. Benzerler
arasındaki dostluktan çok hayır gelmez. Ama ciddi, inatçı bir adamdı, elinden her
iş gelirdi, hatta aziz resimleri bile çizerdi. Bu benim hiç hoşuma gitmezdi. Şimdi
dergilerde güzel yazılar yazıyormuş.”
Beni hemen şimdiden iyice kendi düzeyine ulaştırmak isteğiyle olacak gece
yarısına kadar saatlerce konuştu. Bir insanın yanında ilk defa olarak kendimi
gerçekten iyi hissediyordum. İntihar girişimimden sonra kendime karşı güvenim çok
sarsılmıştı. Kendimi hiçbir işe yaramaz sayıyor, yaşamaktan utanıyordum. Romas,
anlaşılan, bunun farkına varmıştı ve önümde insancasına ve sadelikle hayat kapısını
yeniden açarak beni kaldırmış, diriltmişti. O, unutulmaz bir gün ve geceydi.
Pazar günü ayinden sonra dükkânı açtık ve çok geçmeden kapımızın önünde
köylüler toplanmaya başladı. İlk gelen Matvey Barinov'du. Bu miskin, üst başı
yırtık pırtık, maymun gibi uzun kollu, kadın gibi güzel gözlü, dalgın bakışlı bir
adamdı. Selam verdikten sonra;
“Şehirden ne haber?” diye sordu.
Yanıt beklemeden, “Hoş geldin.” diye Kukuşkin'e bağırdı:
“Stepan! Kediler yine yediler horozu!”
Ardından da hemen Valinin, bütün Tatarları Kafkasya ve Türkistan'a sürdürmek
için, Kazan'dan Petersburg'a, Çara gittiğini anlattı. Valiyi övdü:
“Akıllı adam. İşinin ehli...” dedi.
Romas yavaşça;
“Bütün bunları sen kendin uydurdun.” dedi.
“Ben mi? Neden uydurayım?”
“Bilmiyorum...”
Barinov başını acı acı sallayarak sitemli bir tavırla;
“Sen Antoniç, insanlara ne kadar az inanıyorsun. Oysa ben Tatarlara acıyorum.
Kafkasya'da yaşamak kolay değil, alışmak gerek.” dedi.
Sırtına başkasına ait yırtık bir hırka geçirmiş, ufak tefek, kupkuru, zayıf
bir adam dikkatle yanımıza yaklaştı. Esmer dudaklarında acıklı bir gülümseme
belirten bir seğirme, yüzünü tamamen biçimsizleştirmişti. Sol gözü devamlı açılıp
kapanıyor, bunun üzerinde de yarıklarla delik deşik aklaşmış kaşları dimdik
yükseliyordu.
Barinov alaycı bir tavırla;
“Migun'a saygılar!” dedi. “Bu gece ne aşırdın?”
Migun, Romas'ın önünde şapkasını çıkarırken tenor sesiyle yanıt verdi:
“Senin paralarını.”
Köy evimizin sahibi ve komşumuz Pankov, sırtında küçük bir ceket, boynunda
kırmızı bir mendil, ayağında lastikler, göğsünde de dizgin gibi uzun bir gümüş
köstekle, avludan çıktı. Migun'u öfkeli bir bakışla süzdü:
“Sen yaşlı şeytan, bahçeme bir daha girersen, ayaklarını kazıkla kırarım.”
Migun ilgisizce;
“Yine eski laflarınıza başladınız.” dedi ve içini çekerek ekledi:
“Dayak atmadan nasıl yaşayacaksın?”
Pankov ona küfretmeye başladı, ama o devam etti:
“Nerem yaşlı benim? Kırk altı yaş...”
Barinof, sözünü keserek bağırdı:
“Paskalya haftasında elli üç yaşındaydın. Kendin söylüyordun, elli üç! Ne
diye yalan söylüyorsun?”
Ciddi, sakallı ihtiyar Suslov'la balıkçı İzot da geldiler ve böylece on kişi
kadar toplandı. Romas, çubuğunu yavaş yavaş çekerek ve köylülerin konuşmalarını
sessizce dinleyerek dükkân kapısının önündeki eşikte oturuyordu. Köylüler de,
eşiğin basamaklarıyla iki yandaki sıraların üzerine oturmuşlardı.
Hava soğuktu ve gökyüzünde sayısız renk vardı. Kışın dondurduğu alaca
gökyüzünde bulutlar hızla akıp gidiyor, derelerle su dolu çukurlarda, kâh kör edici
bir parlaklıkla gözleri kamaştırarak, kâh bakışı bir kadife yumuşaklığıyla
okşayarak, ışık ve gölge lekeleri yüzüyordu. Bayramlık elbiselerini giymiş kızlar,
sokak boyunca bayır aşağı, Volga'ya doğru oynaşarak gidiyor, eteklerini kaldırarak
ve taşınmaz ağır potinlerini göstererek, su çukurlarını atlayıp geçiyorlardı.
Çocuklar omuzlarında uzun oltalar taşıyarak koşuşuyor, ağırbaşlı köylüler dükkânın
önündeki grubumuza yan yan bakarak ve kasketleriyle keçe külahlarını çıkarıp
sessizce selamlayarak yürüyorlardı.
Migun ile Kukuşkin kendilerince çok karışık bir konuyu dostça
tartışıyorlardı; kim daha iyi dövüşür, tüccar mı, ağa mı? Kukuşkin tüccar diyor,
Migun ise çiftlik sahibi ağa üzerinde ısrarla duruyor, keskin sesi Kukuşkin'in
dikkatsizce konuşmasını bastırıyordu.
“Bay Fingerov'un babası Napolyon Bonapart'ın sakalına yapışmış bir adamdı.
Bay Fingerov'un kendisi de, iki kişiyi ensesinden yakaladı, kollarını şöyle bir
açtı ve kafalarını birbirine tokuşturdu. Bu kadarı yetti, ikisi de cansız yere
serildiler.”
Kukuşkin:
“Tabi. Senin kafan da bir başkasının kafasına hızla çarpsa sen de böylesine
yere serilirsin.” diye onayladı. Ama sonra ekledi:
“Bununla beraber, tüccar, ağadan daha çok yemek yer.”
Eşiğin üst basamağında oturan ukala Suslov dert yanıyordu:
“Bu topraklarda köylü çok zavallıdır, Mihaylo Antonov! Ağalar zamanında
başıboş gezmene izin vermezlerdi, herkes bir işe bağlanmıştı.”
İzot:
“Sen toprak köleliğini geri getirmeleri için git dilekçe ver.” diye
yanıtladı.
Romas ona sessizce bir göz attı ve çubuğunu merdivenin basamağına vurarak
boşaltmaya başladı.
Bense onun ne zaman konuşmaya başlayacağını merak ediyor, bekliyordum.
Köylülerin birbirini tutmayan konuşmalarını dikkatle dinleyerek, Romas'ın ne
söyleyeceğini kestirmeye çalışıyordum. Bana öyle geliyordu ki, köylülerin
tartışmalarına karışması için bir sürü uygun fırsatı kaçırmıştı. Ama Romas hiç
oralı olmadan susuyor, rüzgârın çukurdaki suları kırıştırışını ve bulutları arkadan
dürte dürte kül rengi, koyu bulut kümeleri hâline getirişini izleyerek yerinde put
gibi hareketsiz oturuyordu. Nehirde bir gemi düdük çalıyor, aşağıdan kızların şen
şakrak şarkı sesleri geliyor, bir armonika hafifçe çalınıyor, bir sarhoş kollarını
sallaya sallaya ve çukurlara bata çıka, ayaklarını garip bir biçimde bükerek,
hıçkırarak ve homurdanarak yokuş aşağı yürüyordu. Köylüler gittikçe daha yavaş
konuşuyor, sözlerinde bir üzüntü seziliyor, beni de bir pişmanlık sarıyordu. Çünkü
gökyüzü yağmura hazırdı ve benim aklıma şehrin bitmez tükenmez gürültüsü, seslerin
çeşitliliği, insanların sokaklardan hızla akışı, konuşmaların canlılığı ve aklı
harekete geçiren söz zenginliği geliyordu.
Akşam çay içerken, köylülerle ne zamanlar konuştuğunu Romas'a sordum.
“Ne üzerine?”
Beni dikkatle dinledikten sonra;
“Ha, evet, biliyor musunuz, bu gibi şeyler üzerinde köylülerle hele sokak
ortasında, yeniden konuşmaya başlarsam, Yakutların yanına bir daha sürülmem çok
gecikmez...” dedi.
Piposunu iyice tütünle doldurdu, yaktı ve hemen dumana büründü. Sakin sakin
ve hiç unutamadığım sözlerle köylünün dikkatli ve kuruntulu bir insan olduğunu
anlatmaya başladı: “Bir köylü kendi kendinden, komşusundan, ama en çok da bir
yabancıdan korkar. Özgürlüğe kavuşalı daha otuz yıl geçmedi, ama kırk yaşından
yukarı olanlar köle olarak doğmuşlardır, bunu çok iyi bilirler. Köleliğin korkusu
ve tedirginliğini taşırlar. Özgürlüğün ne olduğunu anlamazlar. Çünkü bu
başıboşluktan başka bir şey vermemiştir onlara. Olayları kolay yönünden düşünürler.
Basit sözlerle özgürlük budur. İstediğim gibi yaşarım. Ama şimdi her yerde bir
otorite var, bu da istediğim gibi yaşamama, her şeyime engel oluyor. Çiftçiyi
çiftlik ağalarından kurtaran Çar olmuştu. Demek, Çar şimdi bütün çiftçilerin tek
efendisidir. Sonra, özgürlük acaba nedir, bunu da bir gün gelecek, yine Çar
anlatacak. Köylü, Çara çok inanıyor, onun gözünde Çar yeryüzündeki bütün
toprakların ve bütün zenginliklerin biricik efendisidir. Mademki çiftçileri toprak
ağalarından o kurtardı, öyleyse gemileri de, dükkânları da tüccarlardan alabilir.
Dediğim gibi köylü Çarın tarafındadır. Çarın ona özgürlüğün anlamını açıklayacağı
günün gelmesini bekler. O gün kim ne kapabilirse kapacak. O günü hepsi istiyor, ama
hepsi de korkuyor, kendinden korkuyor. Çok şey istiyor, her şey var, ama her
birinin kalbi genel paylaşma gününü kaçırmak korkusuyla tir tir titriyor. Herkes
istediğini nasıl alacak? Hepsi de aynı şey için dişlerini biliyor. Bundan başka her
taraf hem köylüye hem de Çara, açıkça düşmanlık besleyen sayısız otoriteyle
dopdolu. Ama, otoritesiz de olmaz, herkes birbirine girecek, biri diğerini
temizleyecek.”
Rüzgâr, bol bir ilkbahar yağmuruyla, pencere camlarını öfkeli öfkeli
kamçılıyordu. Kurşuni bir karanlık sokak boyunca yayılıyor, benim ruhumda da her
şey kararıyor, ağırlaşıyordu.
Sakin ve hafif ses, düşünceli düşünceli devam ediyordu:
“İktidarı Çardan yavaş yavaş kendi eline nasıl alacağını köylüye öğretiniz.
İktidarı, polisi de, valiyi de, Çarı da kendi seçme hakkına sahip olması
gerektiğini halka söyleyiniz...”
“Bunlar ancak yüz yılda olur.”
Hohol ciddi bir tavırla sordu:
“Ya siz, her şeyi Paskalya'ya kadar yapacağınızı mı düşünüyordunuz?”
Akşam bir yere gitti. Saat on bire doğru sokakta bir tüfek sesi duydum. Yakın
bir yerde patlamıştı. Karanlık ve yağmur altındaki sokağa fırladığım zaman, Mihaylo
Antonoviç'in su çukurlarını acele etmeden, dikkatle dolaşarak, dış kapıya doğru
gelen iri, siyah gölgesini gördüm.
“Size ne oldu? Ben ateş ettim...”
“Kime?”
“İşte şuracıkta birtakım adamlar sopalarla üzerime yürüdüler. Onlara
‘Çekilin, yoksa ateş ederim.’ dedim, dinlemediler. Ee, ben de havaya bir tane
patlattım. Kimseye bir şey olmuş değil...”
Koridorda duruyor, elleriyle ıslak sakalını sıvazlayarak ve bir beygir gibi
soluyarak soyunuyordu.
“Tüh, kahretsin, çizmelerim çok çürükmüş! Yenilemek gerek... Tabanca
temizlemesini bilir misiniz? Lütfen temizleyiverin, paslanmasın. Gazla
yağlayınız...”
Onun sarsılmaz serinkanlılığı, kurşuni gözlerinin bakışındaki sakin inadı
beni hayran bıraktı. Odada, aynanın karşısında sakalını tararken beni uyarıyordu:
“Köyde dikkatli dolaşınız, hele yortu günleri ve gecelerinde. Çünkü
kesinlikle sizi de dövmeye kalkacaklar. Yanınızda sopa bulundurmayınız. Bu,
kavgacıları kışkırtır, korktuğunuzu zannedebilirler. Oysa onlardan korkmaya değmez.
Kendileri öylesine korkak ki...”
Çok iyi yaşamaya başlamıştım. Her geçen gün bana yeni ve önemli bir şey
öğretiyordu. Doğa bilimlerine ait kitapları oburcasına okumaya koyulmuştum. Romas
da bana öğüt veriyordu:
“Bunu Maksimiç, her şeyden önce ve her şeyden daha iyi öğrenmen gerek. İnsan
düşüncesinin özü bu bilimdedir.”
İzot haftada üç defa akşamları geliyordu. Ona okuma yazma öğretiyordum.
Başlangıçta bana karşı çekingen davranıyor, hafifçe gülümsüyordu. Ama birkaç
dersten sonra saflıkla şöyle dedi:
“Güzel anlatıyorsun. Sen delikanlım, öğretmen olmalıydın...”
Ansızın şunu teklif etti:
“Senin için kuvvetli diyorlar. Ne dersin, sopa çekişmeye çıkar mıyız?”
Mutfaktan bir sopa aldık, yere oturduk ve ayaklarımızın tabanlarını birbirine
dayadıktan sonra, uzun zaman birbirimizi yerden kaldırmaya uğraştık. Romas da
gülümseyerek bizi kışkırtıyordu:
“Ee, hâlâ olmadı mı? Hadi, yallah!”
İzot beni yukarı kaldırdı ve galiba bu bana daha iyi bir gözle bakmasına
neden oldu.
“Zararı yok, sen kuvvetlisin.” diye beni teselli etti. “Ne yazık ki, balık
avlamasını sevmiyorsun, yoksa benimle Volga'ya gelirdin. Geceleri Volga cennet gibi
bir yerdir!”
Azimle çalışıyor, oldukça başarı kazanıyor ve buna çok hayret ediyordu. Kimi
zaman ders sırasında ansızın ayağa fırlar, raftan bir kitap alır, kaşlarını yukarı
kaldırarak bir iki satır okumaya çabalar, kızarır ve bana bakarak şaşkın şaşkın
söylenirdi:
“Okuyorum bak, vay anasını!”
Gözlerini kapayarak tekrarlardı:

Bir ana gibi oğlunun mezarı başında


Çulluk inim inim inler ıssız sahrada...

“Gördün mü?”
Bazı defalar, yarım sesle ve dikkatlice bana sorardı:
“Anlatsana bana kardeş, bu iş nasıl oluyor? İnsan şu satırcıklara bakar,
bunlar kelime hâline geliverir, ben de onları biliveririm. Kelimeler canlanarak
bizim olur. Ama onları nasıl oluyor da biliyorum? Onları kimse bana fısıldamıyor
ki... Resim olsaydı, neyse, ama burada fikirler, düşünceler yazılı. Bu iş nasıl
oluyor?”
Ona ne yanıt verebilirdim? Bilmiyorum desem canı sıkılacaktı.
Kitabın sayfalarını karıştırarak ve ışığa tutarak;
“Büyü...” diye söylenirdi.
Onda hoş ve heyecanlı bir saflık, broşürlerde anlatılan o temiz yürekli köylü
tipine çok benzeyen duru, çocuksu bir şey vardı. Bütün balıkçılar gibi o da şairdi.
Volga'yı, sakin geceleri, yalnızlığı, açık sözlü yaşayışı severdi.
Yıldızlara bakar ve sorardı:
“Hohol, ‘Oralarda da bize benzer birtakım yaratıklar galiba yaşıyor.’ diyor.
Ne dersin, doğru mu? Onlara bir işaret gönderebilsem de nasıl geçindiklerini
sorsak! Bizden daha iyi, daha neşeli yaşıyorlar galiba.”
Aslında kendi hayatından memnundu. Öksüzdü, gözü toktu ve çok sevdiği sakin
balıkçılık işinde kimseye bağlı değildi. Ama köylülere karşı bir düşmanlık duyar,
beni uyarırdı:
“Sen onların güler yüzlü konuşmalarına bakma, hepsi ikiyüzlü, kurnaz,
değersiz kişilerdir. Onlara inanma! Şimdi böyle görünürler, yarın değişiverirler.
Her biri yalnız kendini düşünür, toplumsal çalışma onların gözünde kürek cezası...”
Bu kadar yumuşak kalpli bir insan için çok garip bir kinle “halk soyguncuları
üzerine” konuşurdu:
“Onlar niçin öbürlerinden daha zengin? Daha akıllıdırlar da ondan. Ama sen,
ey dangalak köylü, akıllıysan şunu unutma: Çiftçiler hepsi birbirine bağlı bir sürü
gibi bir arada yaşamalıdırlar. İşte o zaman bir kuvvet olurlar! Bunlarsa köyü, kökü
kazılan bir kütük gibi, küçük küçük parçalara bölüyorlar! Kendi çukurlarını
kendileri kazıyor. Kahpe dünya! Hohol'un onlarla nasıl uğraştığını görüyorsun ya!”
Yakışıklı, güçlü kuvvetliydi, kadınların çok hoşuna giderdi. Onlar onu
eritirler, tüketirlerdi. Bunu açık yüreklilikle kendisi de itiraf ederdi:
“Bu gibi işlerde, tabi, biraz şımartılmışımdır. Kocalar için acı bir şey, bir
hakaret. Ben de onların yerinde olsaydım, aynı acıyı duyardım. Ama kadınlara karşı
duygusuz kalamazsın. Kadın, insanın ikinci ruhu gibi bir şey. Ne bayramı var ne de
okşayanı... Bir beygir gibi çalışır, hepsi o kadar... Kocalarının sevmeye, sarıp
okşamaya zamanları yok, ama ben serbest bir kuş gibiyim. Birçok kadın da var ki,
evliliklerinin daha ilk yılı sonunda kocalarından bol bol dayak yerler. Evet,
suçumu kabul ediyorum, kadınlarla aram iyi, onlarla oynaşırım. Onlardan bir tek şey
rica ediyorum: Bre hatunlar, birbirinizin kalbini kırmayın, ben tek başıma hepinize
yetişirim! Birbirinizi kıskanmayın, benim gözümde hepiniz birsiniz, hepinize
acıyorum...”
Bıyık altından mahcup mahcup gülümseyerek anlatırdı:
“Bir hanımefendiyle bile az daha macera geçiriyordum. Bu hanımefendi şehirden
gelmişti yazlığa. Güzelceydi, süt gibi beyazdı, saçları keten gibi, gözleri de
mavimtrak ve yumuşaktı. Ona balık götürüyordum ve hep durup bakardım. Bir gün
sordu: 'Sen kimsin?' Ben de, 'Bunu siz kendiniz bilirsiniz.' dedim. 'Ee, öyleyse,
peki.' dedi, 'Gece sana geleceğim, beni bekle!' Geldi de. Ama ne çare ki,
sivrisinekler keyfini kaçırdı, bir şey yapamadık. 'Yapamam, sivrisinekler çok
ısırıyor.' diyordu. Neredeyse ağlayacaktı. Ertesi gün kocası çıkageldi. Bir
yargıçtı. Hanımefendiler de böyle işte, sivrisinekler yaşamalarına engel oluyor...”
İzot, Kukuşkin'i çok överdi:
“Şu köylüye dikkat et, çok iyi kalplidir. Köylüler onu sevmezler, ama
haksızlar. Evet gevezeliği var, ama her canlının bir kusuru bulunur.”
Kukuşkin'in serveti yoktu, sarhoş bir kadınla evliydi. Kadın ufak tefek, ama
çok becerikli, kuvvetli ve aksiydi. Irgatlık yapardı. Evlerini demirciye
kiralamışlardı, kendileri hamamda yatıp kalkarlardı. Pankov'un yanında çalışırdı.
Havadis öğrenmeyi çok severdi. Yeni bir şey duymayınca, oturur, hepsini aynı ipten
çekiştirerek bir sürü hikâyeler uydururdu:
“Mihaylo Antonov, duydun mu? Tinkov Bölge Müdürü keşiş oluyormuş. İstifa
etmiş. ‘Köylülere eziyet yapmak istemiyorum, yeter artık!’ diyormuş.”
Hohol ciddi ciddi yanıt veriyor:
“İşte böyle, yavaş yavaş bütün idare dağılıp çökecek sizin yüzünüzden. Gün
gelecek tüm yöneticileri kaçıracaksınız.”
Kukuşkin, taranmamış sarı saçlarından saman çöpü, ot ve tavuk tüylerini
ayıklayarak, düşüncesini şöyle özetledi:
“Hepsi kaçmayacaklar, sadece vicdan sahibi olanlar çekilecekler. Bu gibiler
için, tabi, görev çok ağır. Sen Antoniç, görüyorum ki, vicdana pek inanmıyorsun.
Oysa vicdansız yaşayamazsın, istediğin kadar akıllı olsan da. Bak sana bir olay
anlatayım...”
Sonra fevkalade akıllı dediği bir çiftlik sahibinin karısının macerasını
anlattı:
“Öylesine şirret bir kadındı ki, vali bile, yüksek mevkisine rağmen, kalktı,
onun ziyaretine gitti. Ona, hanımefendi, dedi, her ihtimale karşı daha dikkatli
olunuz. Sizin canavarca edepsizliğinizin dedikodusu ta Petersburg'a kadar yayıldı.
Hanımefendi, Valiye likörler ikram etti ve ‘Haydi.’ dedi, ‘Yolunuz açık olsun, ben
huyumu değiştiremem.’ Aradan üç yıl bir ay geçti, kadın bir gün ansızın bütün
köylüleri topladı ve onlara şöyle dedi: ‘İşte bütün mallarımı alın, benimle
vedalaşın ve beni affedin, ben...’
Hohol hemen ekledi:
“Manastıra gidiyorum.”
Kukuşkin ona dikkatlice bakarak onayladı:
“Doğru, manastıra gitti. Demek, bu olayı sen de biliyorsun, öyle mi?”
“Hiçbir şey bilmiyorum.”
“Öyleyse nasıl bildin?”
“Öyküyü değil, ben seni biliyorum.”
Palavracı başını sallayarak mırıldandı:
“Ne inançsız adam...”
İşte böyle, onun hikâyelerindeki kötü huylu, kıskanç kimseler, kötülük
yapmaktan yoruluyor ve iz bırakmadan ortadan kayboluyorlardı. Kukuşkin onları çoğu
defa, çukura çöp atar gibi manastıra yollardı.
Onda kimi zaman durup dururken birtakım tuhaf düşünceler uyanıverir ve
kaşlarını çatarak;
“Tatarları boşuna mağlup etmişiz. Tatarlar bizden daha iyi!” derdi.
Ama Tatarlar üzerine kimse konuşmuyordu. O sırada konuşulan konu, bahçe
sahipleri kooperatifinin örgütlenmesi işiydi.
Romas, Sibirya'yı, zengin Sibirya köylülerini anlatırdı, ama Kukuşkin ansızın
düşünceli bir tavırla mırıldanırdı:
“Ringa balıklarını iki üç yıl avlanmadan bırakırlarsa, öylesine çoğalacaklar
ki, deniz karaya vuracak ve kıyı kentlerini su basacak. Çok çabuk üreyen bir
balık!”
Köyde Kukuşkin'e kof bir adam gözüyle bakarlardı. Hikâyeleri ve garip
düşünceleri köylüleri kızdırır, ona küfürler savururlar, onunla alay ederlerdi. Ama
yine de onu, anlattıkları arasında sanki gerçeklerle karşılaşmayı bekliyorlarmış
gibi ilgi ve dikkatle dinlerlerdi.
Köylüler arasındaki ağırbaşlı kimseler onun için;
“Boşboğaz!” derlerdi.
Yalnız Pankov ciddi ciddi;
“Stepan gizemli bir adamdır.” derdi.
Kukuşkin çok becerikli bir işçiydi: Fıçıcılık yapar, fırın ocağı kurar,
arıcılıktan anlar, kadınlara kümes hayvanları yetiştirmesini öğretirdi. Usta bir
marangozdu da. Yani tatsızca ve isteksiz çalışmasına rağmen her şey elinden
gelirdi. Kedileri severdi. Hamamında, dişi erkek on kadar iyi beslenmiş kedi vardı.
Bunları karga ve başka kuşlarla beslerdi. Kedileri kuş yemeye alıştırmakla
ötekilerin kendisine karşı tutumlarını daha da kızıştırırdı. Kedileri piliç ve
tavukları yerdi, ama ev kadınları da Stepan'ın hayvanlarını kovalar ve
merhametsizce döverlerdi. Kukuşkin'in hamamında, hırslanmış ev kadınlarının
kudurmuş çığlığı sık sık duyulurdu, ama bu onun canını sıkmazdı.
“Budala kadınlar, kedi avcı bir hayvandır, üstelik köpekten de beceriklidir.
Ben onlara kuş tutmasını öğreteceğim, binlerce kedi yetiştireceğiz, satacağız, kârı
da size kalacak, aptal tavuklar!”
Bir zamanlar okuma yazması varmış, ama unutmuş, şimdi ise yeniden hatırlamak
istemiyor. Yaradılıştan zeki bir adamdı, Hohol'un hikâyelerindeki özü herkesten
önce o kavrardı.
Gözlerini acı ilaç içen bir çocuk gibi kapayarak;
“İşte böyle, evet böyle.” derdi, “Hani Korkunç İvan aşağı halk tabakasına
ilişmezdi?”
O, İzot ve Pankov, akşamları bize gelirler ve çoğu defa gece yarısına kadar
kalırlardı. Romas'ın dünyanın kuruluşu, yabancı memleketlerin yaşayışı, milletlerin
devrimci çırpınmaları üzerine anlattıklarını dinlerlerdi. Pankov, Fransız Devrimini
beğenirdi:
“Böylesi, evet.” diye kuvvetle onaylardı. “Hayatta gerçek bir dönümdür bu.”
İki yıl önce, boğazında kocaman bir ur bulunan ve korkunç derecede patlak
gözlü, zengin bir köylü olan babasından ayrılmış, İzot'un öksüz yeğeniyle sevişerek
evlenmişti. Karısını sert bir baskı altında tutar, ama şehirli elbisesi giydirirdi.
Babası kendisine karşı gelmesinden dolayı onu lanetlemişti. Oğlunun yepyeni evi
önünden geçerken hırslı hırslı tükürürdü. Pankov evini Romas'a kiralamıştı ve köy
zenginlerinin karşı koymalarına rağmen, onun yanı başında dükkânını yapmıştı. Köy
zenginleri bunun için ona kin bağlamışlardı. Pankov görünürde onlara karşı ilgisiz
davranır, haklarında küçümseyerek konuşur, buluşmalarında da kaba davranır, onlarla
alay ederdi. Köy hayatı ona ağır geliyordu:
“Bir meslek bilseydim, şehirde otururdum...” derdi.
Sağlam, üstü başı daima temiz, ağır davranışlı ve çok onurluydu. Kafası
çalışıyordu ama çevresine karşı dikkatli ve hırçındı.
Romas'a sorardı:
“Sen bu işe kalbinle mi sarıldın, yoksa çıkar düşüncesiyle mi?”
“Sen ne dersin?”
“Hayır, sen söyle.”
“Sence hangisi daha iyi?”
“Bilmiyorum. Ya sence?”
Hohol inatçıydı, sonunda köylüyü fikrini söylemeye zorlardı.
“Tabi en iyisi akılla hareket etmektir. Akıl faydasız çalışmaz ve nerede
fayda varsa, orada iş daha sağlam olur. Kalp kötü bir danışmandır. Kalbimle hareket
etsem öyle işler yaparım ki, başım belaya girer. Papazın evini mutlaka ateşe
verirdim. Olmayacak işlere burnunu sokmasının cezasını görürdü!...”
Papaz, köstebek burunlu, huysuz bir ihtiyardı. Babasıyla arasındaki kavgaya
karışarak Pankov'a çok zararlı oluyordu.
Pankov başlangıçta bana karşı kötü, hemen hemen düşmanca davranıyor, hatta
bir amir gibi bağırdığı da oluyordu. Ama bunlar çabuk ortadan kalktı. Buna rağmen
kendisinde bana karşı gizli bir güvensizliğin kaldığını seziyordum. Aslında Pankov
benim için de can sıkıcı bir adamdı.
Duvarları ağaç gövdesinden yapılı o temiz odacıkta geçen geceleri hiç
unutamam. Pencerelerin panjurları iyice kapalı olurdu. Köşedeki masada bir lamba
yanar, bunun önünde topak alınlı, saçları çok kısa kesilmiş, kocaman sakallı bir
adam oturmuş anlatırdı:
“Hayatın özü, insanın hayvandan gittikçe daha çok uzaklaşmasındadır...”
Üç köylü onu dikkatle dinlerlerdi. Hepsinin de gözleri saf, yüzleri zekiydi.
İzot, sanki çok uzaktan gelen ve yalnız kendisinin duyduğu bir sese kulak
veriyormuş gibi sürekli hareketsiz otururdu. Kukuşkin, kendisini sivrisinekler
ısırıyormuş gibi kıvranır dururdu. Pankov ise açık renk bıyıklarını ağır ağır
burarak alçak bir sesle söylenirdi:
“Demek, halkın sınıflara ayrılması gerekmiş...”
Pankov'un, işçisi Kukuşkin'e hiçbir zaman sert konuşmaması ve palavracının
eğlenceli uydurmalarını dikkatle dinlemesi benim çok hoşuma gidiyordu. Konuşma
bitince tavan arasındaki odama gider, açık pencerenin önünde oturur, sonsuz bir
sessizliğin hüküm sürdüğü uykudaki köye ve tarlalara bakardım. Benden ne kadar uzak
ise, toprağa o kadar yakın olan yıldızların pırıltısı, gecenin karanlığını delip
geçiyor, sessizlik kalbi kıskıvrak sıkıyor, düşüncelerim uçsuz bucaksız bir
uzaklığa dağılıyordu. Bizim köy gibi, düz toprağa sessiz sedasız yapışmış binlerce
köy görüyordum. Hepsinde de aynı ortak nitelik hüküm sürüyordu: Durgunluk ve
dinginlik.
Karanlık bedenimi sarıyor, benliğim boşlukta eriyor, görünmeyen binlerce
sülük tarafından emiliyordu. Uykuya benzer bir ağırlık usulca üzerime çöküyor,
tanımlayamadığım bir kuşku kalbimi kaplıyordu. Bulanık bakışlarımda acı gerçek
çığlık atıyordu: Yeryüzünde ben bir hiçim.
Köy hayatını zevksiz buluyordum. Köyde şehirden daha sağlam ve daha neşeli
yaşandığını birçok defalar duymuş ve okumuştum. Oysa ben köylüleri, kürek
mahkûmları gibi, bitmez tükenmez bir işkence içinde görüyordum. Sanki aralarında
birçok hastalar, çalışmadan çökmüş bir sürü kimseler vardı ve neşeli olan hemen
hemen hiç yoktu. Şehirdeki usta ve işçiler, gerçi bunlardan daha az çalışmazlar,
daha neşeli yaşarlardı ve hayattan bu somurtkan insanlar kadar hırçınlıkla ve
bıktırıncaya kadar şikâyet etmezlerdi. Köy hayatı bana hiç de basit görünmüyor.
Toprağa karşı devamlı bir dikkat, insanlara karşı da çok uyanık bir kurnazlık
istiyordu. Düşünce seviyesi bakımından da çok kısırdı. Hayatın neşeli bir tarafı
yoktu. Belli ki, köyün bütün insanları, körler gibi el yordamıyla yaşıyorlar, hepsi
bir şeyden korkuyor, kimsenin kimseye güveni yok... İçlerinde sanki bir kurt
yaşıyor.
Romas'ı, Pankov'u ve daha akıllıca yaşamak isteyen bütün insanları sevmemekte
ne diye bu kadar direndiklerini bir türlü anlayamıyordum.
Şehrin üstünlüklerini, refaha karşı susuzluğunu, cüretli kafa
araştırmacılığını, amaç ve problemlerinin çeşitliliğini apaçık görüyordum. Böyle
gecelerde aklıma hep iki şehirli gelirdi:
F. Kalugin ve Z. Nebey.
“Saat tamircileri. Her tür makine, cerrahi aletler, dikiş makineleri, her
çeşit müzik dolapları ve benzerleri en iyi biçimde onarılır.”
Bu tabela, küçük bir mağazanın dar kapısı üstünde asılıydı. Kapının iki
yanında tozlu pencereler vardı. Birinde; sarı başında bir şişlik, gözünde bir
büyüteç bulunan dazlak F. Kalugin otururdu. Bu yuvarlak yüzlü, dolgun ve hemen her
zaman gülümseyen adam ya incecik penslerle saat makinelerini kurcalar ya da fırça
gibi bıyıklarının altında gizlenen toparlak ağzını açarak bir şarkı mırıldanırdı.
Öbür pencerede esmer, kıvırcık saçlı Z. Nebey otururdu. Bu adam, büyük eğri burnu,
erik gibi kocaman gözleri, sivri sakalı ve bir deri bir kemik, kupkuru vücuduyla
şeytana benzerdi. Bu da, tıpkı öbürü gibi, birtakım ince aletleri ayırıp
birleştirmekte ve zaman zaman, kalın bir sesle bağırmaktaydı:
“Tra tatam, ta tam!...”
Arkalarında makineler, birtakım çarklar, yarım küreler karmakarışık bir
şekilde yığılıydı. Bütün raflar çeşit çeşit madenî eşya doluydu. Duvarlarda bir
sürü saatin yelkovanları sallanmaktaydı. Bu adamların nasıl çalıştıklarını bütün
gün durup izleyebilirdim, ama uzun boyum onların ışığını kapatıyordu. Önlerinde
dikildiğimi gördüklerinde bana korkunç yüz işaretleri yapıyor, ellerini sallayarak
beni kovuyorlardı. Oradan ayrılırken kıskançlıkla düşünürdüm:
“Her şeyi yapabilmek ne mutluluk!”
Bu adamlara karşı saygı duyar ve bütün makinelerle aletlerin sırlarını
bildiklerine, dünyada her şeyi tamir edebileceklerine inanırdım. İnsan dediğin işte
bunlardır!
Ama köyü beğenmiyor, köylüleri anlayamıyordum. Hele kadınlar ikide bir de
hastalıktan şikâyet ediyorlar; “Yüreğime sıkıntı basıyor.”, “Göğsüm tıkanıyor.” ya
da “Karnım sancıyor.” diyorlardı. Bayramlık elbiseleriyle, evlerinin yanında ya da
Volga boyunda oturarak en çok ve en büyük keyifle hep bunlar üzerinde
konuşuyorlardı. Hepsi de dehşetli bir çabuklukla birdenbire kızıyorlar,
birbirlerine ağız dolusu küfrediyorlardı. On iki kapik değerinde kırık bir çömlek
için üç aile sopalarla birbirine girmişti. Bir yaşlı kadının kolunu kırdılar, bir
çocuğun da başını yardılar. Böyle kavgalar hemen her hafta olurdu.
Delikanlılar, kızlara karşı utanmazca davranırlardı. Onlara kötü oyunlar
yaparlar; kızları ovada yakalayıp, elbiselerini kaldırırlardı ve eteklerini bir
iple sımsıkı başlarına bağlarlardı. Buna “kızı çiçeğe benzetmek” denirdi. Bacaktan
bele kadar çırılçıplak kalan kızlar bağırıp çağırır, küfreder, ama oyun galiba
hoşlarına da giderdi. Çünkü, dikkat ettim, iplerini yapabileceklerinden çok daha
yavaş çözüyorlardı. Delikanlılar kilise ayinlerinde kızları çimdikliyorlardı. Belki
de sadece bu iş için kiliseye gidiyorlardı. Pazar günü papaz mihraptan şöyle
bağırmıştı:
“Hayvanlar! Marifetlerinizi gösterecek başka yer yok mu sanki?”
Romas anlatırdı:
“Ukrayna'da halk, din işlerinde galiba daha duyguludur, ama burada Tanrı’ya
iman maskesi altında sadece en iğrenç korku ve yağmacılık içgüdülerinin hüküm
sürdüğünü görüyorum. Biliyor musunuz, öylesine Tanrı sevgisi, onun güzellik ve
kudretine hayranlık buralarda yok. Böylesi belki de daha iyi. En kötü önyargılardan
biri olan dinden daha kolay kurtulacaklar.”
Delikanlılar kendi aralarında övünüp böbürlenirler, ama tabansızdırlar.
Geceleyin dışarıda bulunduğum sıralarda beni üç defa dövmeye yeltendiler, ama
beceremediler. Yalnız bir defa ayağıma bir sopa darbesi yedim. Tabi bu çarpışmalar
hakkında Romas'a bir şey söylemedim, ama topalladığımı fark edince olup biteni
anladı:
“Ee, hediyenizi aldınız mı? Size söylemiştim.”
Geceleri sokağa çıkmamı tavsiye etmemesine rağmen, Volga kıyısındaki
bostanlardan geçiyor, söğütlerin altında oturuyor, gecenin şeffaf tülü arasından
nehrin öte kıyısını ve kırları seyrediyordum. Ölü aya yansıyan görünmeyen güneşin
ışıklarıyla zengince yaldızlanan Volga'nın ağır akışı muhteşemdir.
Ayı sevmem. Onda uğursuz bir şey var ve köpekte olduğu gibi, bende de bir
üzüntü, acı acı ulumak arzusunu uyandırır. Onun kendi ışığı olmadığını, ölü
olduğunu, üzerinde hayat bulunmadığını ve bulunamayacağını öğrendiğim zaman çok
sevinmiştim. Bundan önce ben onu, üçgenlerden yapılmış, pergel gibi yürüyen ve
öldürücü sesler çıkaran bakırdan insanlarla beraber hayal ederdim. Üstündeki
bitkiler, hayvanlar, her şey bakırdandı ve hepsi durmadan arza karşı düşmanca
çınlar, ona felaketler hazırlarlardı. Ayın gökte boş bir yığın olduğunu öğrenmek
hoşuma gitmişti. Ama yine de üzerine büyük bir gök taşının düşerek onu
tutuşturmasını ve böylece dünyanın üzerinde kendi ışığıyla parıldamasını
istiyordum. Volga akıntısının, ışığın altın işlemeli çizgisini nasıl titrettiğini
ve karanlığın uzak bir yerinde doğup dağlık kıyının siyah gölgesinde nasıl
kaybolduğunu izlerken düşüncemin daha da sağlamlaştığını, daha da keskinleştiğini
hissediyordum. Gündüz görüp yaşadığım şeylerin topuna yabancı, sözle anlatılması
imkânsız bir şeyi hayal meyal düşünüyordum. Su yığınının her şeye hâkim akışı hemen
hemen sessizdi. Karanlık, geniş yolun üzerinde gemiler, ateş kanatlı, doğa dışı bir
kuş gibi kayıyor, ardından ağır bir kanat vuruşu gibi yumuşak bir gürültüyü
sürüklüyordu. Kıyının çayır kısmı altında bir ateşçik yüzüyor, suyun üzerinde
sivri, kırmızı bir kıvılcım yayılıyordu. Avlanan bir balıkçının ışığıydı bu. Ama
bana öyle geliyordu ki, öksüz yıldızlardan bir tanesi nehre inmiş, suyun üzerinde
ateşten bir çiçek gibi uçmakta...
Kitaplarda okuduklarımın hepsi karmakarışık rüya fantezileri gibi önümde
canlanıyor, aklım durmadan görülmemiş güzellikte tablolar dokuyor ve sanki nehirle
birlikte gecenin ılık rüzgârı içinde yüzüyordum.
Geceleri daha iri yarı, daha sevimli görünen İzot gelip beni buldu.
“Yine burada mısın?” diye sordu. Yanıma oturup, nehre ve gökyüzüne uzun uzun
baktı.
Neden sonra düşlerinden bahsetmeye başladı:
“Okuma yazma öğreneceğim, çok okuyacağım, durmadan bütün nehir boylarını
dolaşacağım ve her şeyi anlayacağım! İnsanlara ders vereceğim! Evet, bir insana
kalbini açmak iyi şey, kardeş! Kadınlar bile, hele bazıları kendileriyle candan
konuşursan, duygulu oluyor. Geçenlerde kadının biri benim sandalımda oturuyor ve
bana soruyordu: 'Gözlerimizi kapayacağımız zaman ne olacağız? İnanmıyorum ne
cehenneme ne de öbür dünyaya.' Gördün mü? Onlar bile kardeşim...”
Uygun kelime bulamayınca biraz sustu ve sonra ekledi:
“Canlı ruhlar...”
İzot gece adamıydı. Güzelliği iyi duyar, onun üzerinde hayal kuran bir
çocuğun sakin sözleriyle, güzel konuşurdu. Tanrı’ya inanırdı. Tanrı, onun
anlayışına göre, iri yarı, yakışıklı, yaşlı biriydi. Ondan korkmazdı. Onu “Dünyanın
iyi ve zeki sahibi” diye tanımlıyordu.
Yalnız, insanlar gereğinden fazla türedikleri için, kötülüğü yenmeye
yetişemiyordu. Ama bunun zararı yoktu.
“Zaman gelecek, yetişecek, göreceksin. İsa'ya gelince onu bir türlü
anlayamıyorum! Onun bence hiç gereği yok. Tanrı var ya, bana yeter. Ama burada biri
daha ortaya çıkıyor! ‘Oğlu!’ diyorlar. Varsın oğlu olsun, bana ne? Tanrı ölmedi...”
İzot daha çok sessizce oturup bir şeyler düşünür, zaman zaman içini çekerek
söylenirdi:
“Evet, işte böyle...”
“Ne?”
“Kendime söylüyorum.”
Sonra belirsiz uzaklara bakarak yine içini çekerdi:
“Hayat iyi şey!”
Onu onaylayarak:
“Evet, iyi şey!” derdim.
Karanlık suyun kadife çizgisi canlı canlı kımıldanıyor, bunun üstünde
samanyolunun gümüş şeridi dolambaçlı yayılıyor, büyük yıldızlar altın tarla kuşları
gibi parıldıyor, kalbim de hayatın sırları üzerindeki düşüncelerini delicesine
açığa çıkarıyordu.
Uzakta, çayırların ötesinde, kırmızımtırak bulutlar arasından, güneşin
ışıkları hızla fırlar, tavus kuşunun kuyruğu gibi ufka yayılırdı.
İzot, mutlu bir gülümsemeyle;
“Bu güneş harika!” diye mırıldanırdı.
Elma ağaçları çiçek açıyor, köy gülden buketlere bürünüyor, katran ve gübre
kokularını boğan acı bir koku her tarafa dağılıyordu. Yayılmış dallarının pembe
atlastan bayramlıklarını giymiş yüzlerce çiçekli ağaç, köyden kırlara doğru düz
çizgiler hâlinde uzanıyordu. Mehtaplı gecelerde çiçekler en ufak bir rüzgârla
kımıldanıyor, zor duyulacak kadar hafif hafif hışırdıyor ve sanki köy, altın sarısı
mavi ağır dalgalar arasında çalkalanıyordu. Bülbüller de yorulmadan coşkuyla
ötüyorlardı. Gündüz sığırcıklar öfkeli öfkeli haykırmış, görünmez tarla kuşları
yumuşak ve sonsuz cıvıltılarını toprağa serpmişti.
Yortu günü akşamları kızlarla genç kadınlar, ağızlarını kuş yavruları gibi
açarak şarkılar söyleye söyleye sokaklarda gezinir ve sarhoş gülümsemelerle içli
içli gülüşürlerdi. İzot da tıpkı onlar gibi, sarhoşça gülümserdi. Zayıflamış,
gözleri karanlık çukurlara batmış, yüzü daha ciddi, daha güzel olmuş, daha kutsal
bir renk almıştı. Bütün gün uyur, sakin ve düşünceli bir hâlde yalnız akşamları
sokakta görünürdü. Kukuşkin babaca, ama safça onunla alay ederdi. Fakat İzot mahcup
mahcup gülümseyerek ona;
“Sus canım, ne olacak?” der ve hayranlığını açığa vururdu:
“Oh, hayat ne güzel! İnsan ne tatlı tatlı yaşayabilirmiş meğer. Kalbi
okşayacak söz istediğin kadar! Ölünceye dek unutamazsın bunları, yeniden
dirildiğinde de ilk önce yine onları hatırlayacaksın!”
Hohol da sevine sevine gülümseyerek;
“Dikkat et, kocaları seni dövmesinler.” diye onu uyardı.
İzot ona hak verirdi:
“Hakları da yok değil doğrusu.”
Hemen hemen her gece, bülbüllerin ötüşüyle beraber Migun'un heyecanlı ve gür
sesi, bahçelere, kırlara, nehir kıyısına yayılırdı. Çok güzel ve hoş şarkılar
söylediği için köylüler onun birçok kusurunu affederlerdi.
Her cumartesi akşama doğru hepsi ve her seferinde daha da kalabalıklaşarak
bizim dükkânda toplanırlardı. Yaşlı Suslov, Barinov, Demirci Krotov ve Migun hiç
eksik olmazlardı. Oturup düşünceli düşünceli sohbet ederlerdi. Bir bölümü gider,
diğerleri gelirdi ve bu böyle hemen hemen gece yarısına kadar sürerdi. Kimi zaman
sarhoşlar rezalet çıkarırlardı, ama aralarında en çok gürültü edeni, tek gözlü ve
sol elinin iki parmağı eksik olan asker Kostin olurdu. Kollarını sıvayıp,
yumruklarını sallayarak, bir dövüş horozu yürüyüşüyle dükkâna yaklaşır ve kısık
sesiyle boğuk boğuk bağırırdı:
“Hohol, şeytan bozuntusu! Söyle bakayım, sen neden kiliseye gitmiyorsun?
İmansız herif! Toplumun belası!... Söyle bana, kimsin sen?”
Köylüler onu daha da kızıştırırlardı:
“Mişka, parmaklarına neden ateş ettin? Türklerden mi korktun?”
O kavgaya başlamak için kollarını uzatır, ama ötekiler onu yakalarlar,
gülüşerek, bağrışarak çukurun içine iterlerdi. Yokuş aşağı tepetaklak yuvarlanırken
müthiş bir çığlık koparırdı:
“İmdat, beni öldürüyorlar!...”
Sonra tırmanarak toz toprak içinde çukurdan çıkar gelir, Hohol'dan votka
almak için bir ellilik dilenirdi.
“Niçin vereyim?”
Kostin:
“Sizi eğlendirdiğim için.” diye yanıt verirdi.
Köylüler katıla katıla gülerlerdi.

Bir yortu günü sabahıydı. Aşçı kadın ocaktaki odunları yaktıktan sonra dışarı
çıkmıştı, ben dükkânda bulunuyordum. Mutfakta şiddetli bir patlama oldu; dükkân
sarsıldı, karamela kutuları raflardan yuvarlandı. Camlar şangırtıyla kırılıyor,
döşemede bir şey düzenli vuruşlarla uğulduyordu. Hemen mutfağa koştum; mutfak
kapısından odaya siyah duman bulutları giriyor, bunların gerisinde bir şey
çatırdıyordu. Romas beni omzumdan yakaladı:
“Durunuz!...”
Aşçı kadın koridorda bağırıyordu:
“Hay budala kadın!” diye onu da azarladı.
Romas dumanın içine daldı, bir şeye gürültüyle çarptı, küfretti ve bağırdı:
“Kes sesini de su getir! Su!”
Mutfağın ortasında kesik odunlar tütüyor, çıralar yanıyor, tuğlalar
yuvarlanıyordu. Ocağın siyah ağzı, sanki süpürülmüş gibi tertemizdi. Dumanlar
arasında araya taraya kocaman bir su kabı yakalayarak, yerdeki ateşi söndürdüm ve
odun parçalarını gerisin geriye ocağa atmaya başladım.
Hohol, aşçı kadını elinden tutmuş getiriyordu. Bana;
“Daha yavaş.” dedi.
Kadını odanın içine iterek, emretti:
“Dükkânı kapa! Daha yavaş Maksimiç, bir patlama daha olabilir...”
Yere çömelerek yuvarlak çam odunlarını muayene etmeye başladı. Sonra da benim
ocağa attıklarımı çekip çıkarmaya koyuldu.
“Ne yapıyorsunuz?” diye sordum.
“Bak işte ne yapıyorum!”
Bana garip bir biçimde parçalanmış kalınca bir odun uzattı. Bunun içinin
burgu ile oyulduğunu ve dumandan yine garip bir biçimde karardığını gördüm.
“Anladınız mı? Şu şeytan herifler oduna barut doldurmuşlar. Aptallar! Yüz
dirhem barutla ne olacak sanki?”
Odunu bir köşeye koyarak ellerini yıkamaya başladı ve:
“İyi ki Aksinya dışarı çıkmış, yoksa yaralanabilirdi!...” dedi.
Ekşimtırak duman dağıldı. Raflardaki tabaklar kırılmış, bütün pencere camları
dışarı fırlamış, ocağın ağzından da bir hayli tuğla sökülmüştü.
Hohol'un o andaki soğukkanlılığı hoşuma gitmedi. Bu aptalca oyun sanki onu
hiç sinirlendirmemiş gibi bir davranış takınmıştı. Ama sokakta çocuklar koşuşuyor,
bağrışmalar duyuluyordu:
“Hohol'un evinde yangın var! Yanıyoruz!...”
Bir kadın acı acı bağırıyor, Aksinya da odadan heyecanlı heyecanlı
haykırıyordu:
“Mihaylo Antoniç! Dükkânın kapısını kırıyorlar!”
Romas bir havluyla, ıslak sakalını kurulayarak;
“Ee, yavaş.” dedi.
Odanın açık pencerelerinden içeriye hırs ve kızgınlıktan allak bullak olmuş
kıllı yüzler bakıyor, dumandan yanmış gözler kırpışıyor, birisi öfkeli öfkeli
homurdanıyordu:
“Kovun şunları köyden! Rezaletlerinin haddi hesabı yok! Ne oluyor Tanrım?”
Kızıl saçlı, ufak tefek bir köylü istavroz çıkararak ve dudaklarını oynatarak
pencereye tırmanmaya çalışıyor, ama yapamıyordu. Sağ elinde bir balta tutuyor,
çırpınarak pencerenin pervazına sarılan sol eliyse kayıyordu.
Romas, elinde bir odun tutarak ona sordu:
“Nereye?”
“Söndürmeye, babacığım...”
“Yanan bir şey yok burada...”
Köylü ağzını korkuyla açarak ortadan kayboldu. Romas da dükkânın eşiğine
çıktı ve kalabalığa odunu göstererek;
“İçinizden biri, bu kalın oduna barut doldurmuş ve bizim odunların arasına
sokmuş. Ama barut az geldiği için hiçbir zararı dokunmadı...” dedi.
Hohol'un arkasında durmuş, kalabalığa bakıyor ve eli baltalı köylünün korkulu
korkulu anlattıklarını dinliyordum:
“Odunu bana öyle bir salladı ki...”
Asker Kostin ise, sarhoş bir hâlde bağırıyordu:
“Şu dinsizi kovun buradan! Mahkemeye...”
Ama halkın çoğunluğu Romas'a ısrarla bakarak susuyor, onun sözlerini şüpheyle
dinliyordu:
“Bir evi havaya uçurmak için çok barut gerekli, belki de bir kova dolusu.
Anlaşıldı mı? Haydi, dağılın artık...”
Birisi sordu:
“Muhtar nerede?”
“Jandarma çavuşu gelmeli!” diye bağırdı.
Kalabalık yavaş yavaş ve sanki bir şeye acıyormuş gibi isteksizce dağıldı.
Çay içmeye oturduk. Çayı, her zamankinden daha iyi kalpli ve temiz olan
Aksinya dağıttı ve Romas'a sevgiyle bakarak şöyle dedi:
“Onları şikâyet etmiyorsunuz, bunun için işte böyle şeyler yapıyorlar size.”
Ben de sordum:
“Bu işler sizi kızdırmıyor mu?”
“Her budalalığa kızacak zamanımız yok!” dedi.
Ben, “Bütün insanlar işlerini böyle soğukkanlılıkla yapsalar.” diye
düşünüyordum. O ise yakında Kazan'a gideceğini söylüyor ve ne gibi kitaplar
getirmesini istediğimi soruyordu.
Zaman zaman bana öyle geliyordu ki, bu adam can yerine, saatlerde olduğu gibi
bir çeşit makine taşıyordu. Öyle bir makine ki, bütün hayatınca işlemek üzere bir
defa kurulmuştu ve ben Hohol'u seviyordum, ona çok saygı gösteriyordum, ama
istiyordum ki, bir defa olsun bana ya da bir başkasına kızsın, bağırsın ve
ayaklarını yere vursun. Ama o kızmıyor ya da kızmak istemiyordu. Onu aptallıklarla
ya da alçakça davranışlarla sinirlendirmek istedikleri zaman, o kül rengi gözlerini
kırpıştırır, kısa ve soğuk sözlerle her zaman basit, söylenmeyecek kadar basit bir
şeyler söylerdi. Nitekim bir gün Suslov'a sormuştu:
“Siz, yaşlı adam, niçin ruhunuzu bozuyorsunuz?”
İhtiyarın sarı yanaklarıyla alnı yavaş yavaş güzel kızıl renge boyandı, beyaz
sakalı, kıllarının köklerinde sanki pembeleşmiş gibi oldu.
“Bundan sizin hiçbir kazancınız yok, üstelik yaşınıza gösterilen saygıyı da
kaybedeceksiniz.”
Suslov başını eğerek onu onayladı:
“Tabi, kazanç yok!”
Sonra da İzot, şöyle dedi:
“Bu, ruhlara önderlik edecek adamdır. Ya, işte bunun gibilerini işbaşına
getirsek...”
Romas kendisi yokken ne yapacağımı ve nasıl davranacağımı birkaç sözle sakin
sakin anlattı. Patlamayla kendisini ürkütme girişimini artık unutmuştu. Tıpkı
insanların sinek ısırığını unuttukları gibi.
Pankov geldi, ocağa baktı ve somurtkan bir tavırla sordu:
“Korkmadınız mı?”
“Neden korkacakmışız?”
“Savaştan!”
“Otur, çay içelim.”
“Karım beni bekliyor.”
“Neredeydin?”
“İzot'la balık avlıyorduk.”
Giderken düşünceli düşünceli bir daha tekrarladı:
“Bu bir savaş!...”
Hohol ile sanki bütün önemli ve karışık şeyleri çoktan konuşup bitirmiş gibi,
her zaman kısa kısa konuşurdu. Korkunç İvan'ın çarlık devri tarihini Romas'dan
dinledikten sonra, İzot'un şöyle söylediğini hatırlıyorum:
“Can alıcı bir Çar...”
Kukuşkin de eklemişti:
“Kasap herif!”
Ama Pankov daha açık konuşmuştu:
“Fazla zeki adama benzemiyor. Prensleri boğazladı, ama yerlerine küçük
asilzadeleri koydu. Hatta dışarıdan, başka soydan adamlar da taşıdı bize. Bu
akıllıca bir iş değildi. Küçük toprak sahibi, büyük toprak ağasından daha kötüdür.
Sinek, kurt değil, tüfekle öldürülemez, ama kurttan daha çok rahatsızlık verir.”
Kukuşkin, elinde kırmızı toprak çamuru dolu bir kovayla geldi, tuğlaları
ocağa yerleştirirken şöyle diyordu:
“Neler düşünmüş şeytan herifler! Bitleriyle başa çıkamıyorlar, ama insan
temizlemekte usta kesiliyorlar. Sen Antoniç, bundan böyle toptan mal getirme, azar
azar ve sık getir, daha iyi... Çünkü bak, ateşe verecekler. Şimdi bu işi de
yaparsan bekle başına gelecek belaları!”
Köyün zenginleri için çok can sıkıcı olan bu iş, küçük bahçe sahiplerinin
kooperatif işiydi. Hohol, Pankov, Suslov ve iki üç aklı başında köylünün
yardımıyla, bunu epeyce yoluna koymuştu. Mal mülk sahiplerinin çoğu Romas'a daha
iyi bir gözle bakmaya başlamış, dükkân müşterilerinin sayısı da bir hayli artmıştı.
Hatta Barinov ve Migun gibi bayağı köylüler bile, Romas'a, her çareye başvurarak
ellerinden geldiği kadar yardım etmeye çalışıyorlardı.
Migun'u çok beğeniyordum, onun güzel hazin şarkılarını seviyordum. Şarkı
söylerken gözlerini kapar, dertli yüzü seğirmezdi. Onun hayatı ya mehtapsız
karanlık gecelerde ya da kalın bir bulut perdesiyle örtülü gökyüzü altında geçerdi.
Bazı akşamlar beni de yanına çağırdığı olurdu:
“Volga'ya gel.”
Orada, kılıç balığı avlamaya yarayan yasak ağını suya atarak, sandalcığının
burnuna ata biner gibi geçer, eğri kara bacaklarını karanlık suya sarkıtır, alçak
sesle bana şöyle derdi:
“Ağa bana eziyet ediyor, hadi neyse, buna dayanabiliyorum. Tanrı belasını
versin, yaman adam o, ben ne kadar bilmiyorsam, o da o kadar biliyor. Ama bir
köylü, kardeşim olacak bir köylü, beni boğmaya kalkarsa buna nasıl razı olabilirim?
Aramızda ne fark var? O ruble sayıyor, ben kapik, hepsi bu kadar!”
Migun'un yüzü acı acı titriyor, kaşları fırlıyor, parmakları bir eğeyle
oltasının iğnesini ayıklayarak bilerken hızlı hızlı sallanıyor, içten gelen sesi
yavaşça yankılanıyordu:
“Bana hırsız diyorlar, evet, günahkârım! Ama herkes hırsızlıkla geçiniyor;
hepsi birbirini emiyor ve yiyor. Evet, Tanrı bizi sevmiyor, ama şeytan oyalıyor!”
Kara nehir yanımızdan akıyor, kara bulutlar başımızın üzerinde kayıyor,
çayırlık kıyılar karanlıkta görünmüyordu. Dalgalar kumsala yavaşça sürtünüyor ve
beni sanki yukarıya doğru uzanıp giden sonsuz karanlığa sürüklemek için,
ayaklarımdan çekiştiriyordu.
Migun içini çekerek;
“Bizler yaşamalı mıyız?” diye sordu.
Dağın tepesinde bir köpek acı acı uluyor, uykusuzluğumun içinde düşünüyordum:
“Senin gibiler ne diye yaşasın?”
Nehrin üstü çok sessiz, çok karaltılı ve korkuluydu; bu sıcak karanlığın sonu
yok gibiydi.
Migun mırıldandı:
“Hohol'u öldürecekler. Seni de öldürecekler, göreceksin...”
Sonra birdenbire hafif bir şarkı tutturuyor:

Severdi beni anneciğim.


Derdi bana çok defa:
Yavrum, benim biriciğim,
Sakin bir hayat yaşa!

Gözlerini yumuyor, sesi daha gür ve daha acıklı çıkıyor, parmakları oltanın
ipini çekerken daha ağır kımıldıyor:

Dinlemedim onu zavallı ben,


Ah, dinlemedim onu ben...

Garip bir duygu içindeydim. Sanki nehrin kara ve ıslak yığınının ağır
hareketiyle aşınan toprak onun üzerine devrilmiş, ben de topraktan kayarak, güneşin
bir daha doğmamak üzere battığı bir karanlığa doğru yuvarlanıyordum.
Şarkısını, başladığı gibi birdenbire bitiren Migun, sandalını sessizce suya
itti, içine girip oturdu ve hemen hemen gürültüsüz karaltının içinde kayboldu.
Arkasından bakıyor ve düşünüyordum: “Böyle adamlar ne diye yaşıyorlar?”
Barinov da dostumdu. Karmakarışık bir adamdı. Kendi kendini öven, tembel,
dedikoducu ve hiçbir yerde tutunamayan göçebe bir serseriydi. Moskova'da bulunmuştu
ve oradan yere tükürerek söz açardı:
“Şeytan beldesi! Babil kiliselerinin sayısı on dört bin altı. Ama halkı
baştan başa hırsız! Hepsi de beygirler gibi, uyuz vallahi! Tüccarlar, askerler,
basit şehirliler, hepsi yürürken kaşınıyor. Gerçi orada çar topu var; kocaman bir
makine. Büyük Petro kendisi dökmüş onu, isyancıları vurmak için. Orada bir kadın,
soylu bir kadın, ona olan aşkı yüzünden isyan etmiş. Büyük Petro kadınla günü
gününe tam yedi yıl beraber yaşamış. Sonra da üç çocuğuyla bırakmış. Kadın kızmış,
isyan bayrağını kaldırmış. O zaman kardeşim, o da topla asilere ateş etmiş. Dokuz
bin üç yüz sekiz kişiyi birden yere sermiş. Kendisi de ürkmüş. 'Şu uğursuz şeytan
icadını tıkamalı.' demiş. Tıkadılar da...”
Bütün bunların saçma olduğunu ona söylerdim, kızardı:
“Aman Tanrım! Senin ne kötü huyun var! Bana bu olayı uzun uzadıya bir bilgin
anlattı, sen de tutmuş...”
Kiev'e “azizler”e gitmişti. Anlatırdı:
“Bu şehir, bizim köy gibidir, onun da yokuşu ve Volga gibi akan bir nehri
var, ama şimdi adını unuttum. Fakat Volga'nın yanında, su dolu bir çukur gibi
kalır. Açık söyleyelim, karmakarışık bir kent. Bütün yollar dolambaçlı. Hepsi de
dağa doğru yokuş yukarı. Oradakilerin hepsi bizim Hohol gibi, ama Mihaylo
Antoniç'in kanından değil. Yarı Tatar, yarı Polonez. Ağızlarında bir şeyler
gevelerler, ama gel de anla. Daha tarağı tanımamışlar, taranmamış, pis bir millet.
Kurbağa yerler. Bir tanesi üç kilo ağırlığında. Öküzlerle yola çıkarlar, hatta çift
de sürerler. Öküzleri olağanüstü. En küçüğü bizimkilerin dört misli. Her birinin
ağırlığı iki yüz elli kilo gelir. Papaz sayısı elli yedi bin. İki yüz yetmiş üç de
piskopos var... Ee, enayi! Bunları nasıl kabul etmemezlik edersin? Ben bütün
bunları kendi gözümle gördüm. Sen oraya gittin mi? Hayır. Ee, öyleyse? Ben,
kardeşim, her şeyden fazla doğruyu severim...”
Rakamları severdi, benden toplama ve çarpma yapmayı öğrenmişti, ama bölmeyi
bir türlü beceremiyordu. Çok haneli rakamları büyük bir hevesle çarpardı, ama
hatalar yapardı. Değnekle kum üzerine uzun bir sıra rakam çizer, çocuksu gözlerini
açarak hayretle onlara bakar ve bağırırdı:
“Böyle bir şeyi hiç kimse, değil okumak, söyleyemez bile...”
Avare, darmadağınık, üstü başı yırtık pırtık bir adamdı, ama yüzü güzelceydi.
Kıvırcık, sevimli bir sakalı vardı. Mavi gözleri çocuksu bir şekilde gülümserdi.
Onunla Kukuşkin arasında ortak bir şey vardı ve birbirlerine çok yaklaşmamaları
belki de bundandı.
Barinov balık avlamaya iki defa Hazar Denizi'ne gitmişti. Bunu da şöyle
anlatırdı:
“Deniz, kardeşim, hiçbir şeye benzemez. Sen onun önünde sivrisinek gibi
kalırsın. Ona bir baktın mı, şaşkına dönersin. Orada hayat da güzeldir. Her çeşit
insan orada toplanır, hatta bir piskopos bile vardı aralarında. Ama kimseye
dokunmazdı, çalışırdı. Bir de aşçı kadın vardı. Bu bir aralık savcıya metreslik
etmişti. Ee, daha ne isteyebilirdi? Hayır, kendini tutamadı kadıncağız:
'Savcıcığım, seni çok severim, ama yine de hoşça kal.' dedi, denize gitti. Çünkü
denizi bir defa gören, mutlaka yine ona dönmek ister. Orada sadelik, genişlik var.
Gökyüzünde olduğu gibi, orada da hiç kargaşa yok. Hiç geri dönmemek üzere, oraya
gideceğim. Olacağı budur. Zaten ben dünyayı bırakıp çölde yaşamalıymışım, evet ama
şöyle bir şeye benzer çöl nerededir bilmiyorum ki...”
Köyün içinde sahipsiz bir köpek gibi dolaşırdı. Ondan nefret ederlerdi, ama
öykülerini, tıpkı Migun'un şarkılarını dinledikleri gibi zevkle dinlerlerdi.
“Yaman söylüyor, çok hoş!”
Fantezileri kimi zaman Pankov gibi olumlu kimselerin kafalarını bile
bulandırırdı. Hiçbir şeye kolay kolay inanmayan bu adam, bir gün Hohol'a şöyle
demişti:
“Barinov, Korkunç İvan'ın hayatının kitaplarda tam olarak yazılmadığını,
birçok tarafının gizli kaldığını bize kanıtladı. Barinov'a göre, İvan bir
büyücüymüş. Kartal şekline girermiş. İşte o zamandan sonra onun şerefine sikkelere
kartal resmi basıyorlarmış.”
Dikkat ettim, birçok kez alışılmamış, fantastik, açıkça ve hatta bazen kabaca
uydurma şeyleri insanlar, gerçek hayat üzerinde anlatılan ciddi şeylerden daha çok
beğeniyorlar. Ama bunu Hohol'a söylediğim zaman gülümseyerek şöyle dedi:
“Bu geçer, yeter ki insanlar düşünmeyi öğrensinler. İnsan düşüne düşüne
gerçeğe ulaşır. Barinov ve Kukuşkin gibi garip kimseleri de anlamamız gerek.
Biliyor musunuz, bunlar sanatkâr, yaratıcı adamlardır. İsa da kesinlikle böyle
garip bir adamdı ve kabul edersiniz ki, kafasından indirdiği şeylerin birçoğu hiç
de kötü şeyler değil...”
Bütün bu insanların Tanrı üzerinde az ve isteksizce konuşmaları hayretimi
uyandırıyordu. Yalnız yaşlı Suslov sık sık ve güvenle şöyle derdi:
“Her şey Tanrı’dandır.”
Ben bu sözlerde her zaman bir umutsuzluk sezerdim. Bu insanlarla çok iyi
geçiniyordum. Gece sohbetlerimizde onlardan birçok şey öğrenmiştim. Bana öyle
geliyordu ki, Romas'ın ileri sürdüğü her soru, kuvvetli bir ağaç gibi köklerini
hayat gövdesinin içine atıyor, bu kökler gövdenin derinliklerinde, buna benzer bin
yıllık başka bir ağacın köklerine karışıyor ve böylece ağacın her dalında
düşünceler güzelce çiçek açıyor ve canlı kelimeler yeşermiş yapraklar hâlinde geniş
geniş yayılıyordu. Büyüdüğümü seziyordum. Kitapların kuvvet verici balını emdikçe
daha fazla güvenle konuşuyordum. Romas da beni birçok defalar övmüştü:
“İyi gidiyorsunuz, Maksimiç.”
Bu sözlerden dolayı ona çok minnettardım.
Pankov zaman zaman karısını da getirirdi. Bu; sakin yüzlü, mavi gözlü, zeki
bakışlı, “iyi” giyimli, ufak tefek bir kadındı. Dudaklarını nazikçe kısarak köşede
sessizce otururdu. Ama konuşmalar ilerleyince ağzı hayretle açılır, gözleri ürkmüş
gibi büyürdü. Bazen de yerinde kullanılmış bir söz duyunca, yüzünü elleriyle
okşayarak gülümserdi. Bu sırada Pankov da, Romas'a işaret ederek şöyle derdi:
“Aklı kesiyor!”
Hohol'u birtakım sakıncalı adamlar da ziyaret ederdi. O zaman tavan arasına,
benim odama çıkarlar ve orada saatlerce otururlardı.
Aksinya onlara yemek ve içki götürürdü. Orada yatarlardı. Benden ve Romas'a
köpek gibi sadık, hatta ona tapınırcasına bağlı aşçı kadından başka onları kimse
görmezdi. İzot ile Pankov bu konukları gece sandalla açıktan geçen bir gemiye ya da
Lobişki limanına götürürlerdi. Ben de mehtaptan gümüşlenmiş nehirde sandalın nasıl
göründüğüne, üzerindeki fener ışıkçığının gemi kaptanının dikkatini çekmek için
nasıl uçtuğuna bakardım. Bakar ve kendimi büyük, gizli bir işin ortağı gibi
hissederdim.
Şehirden Marya Derenkova gelirdi, ama bakışlarında beni heyecanlandıran o
şeyi artık bulamıyordum. Gözleri bana, kendi güzelliğini bilmekten mutlu ve iri
yarı sakallı bir erkeğin kendisine sempati duymasına sevinen bir genç kızın gözleri
gibi görünüyordu. Bu adam, herkesle olduğu gibi, onunla da aynı sakinlikle ve biraz
da alaylı konuşuyordu. Yalnız sakalını daha sık sıvazlıyor, gözleri daha hararetli
parlıyordu. Kızın ince sesi de neşe saçıyordu. Mavi bir elbise giymişti. Açık renk
saçlarında mavi bir kurdele vardı. Çocuksu elleri sanki tutunacak bir yer arıyormuş
gibi garip bir telaş içindeydi. Hemen hemen hiç durmadan bir şarkı mırıldanıyor ve
terleyen pembe yüzünü mendille serinletiyordu. Tüm davranışlarında beni yeni bir
tarzda, düşmanca ve kızgıncasına allak bullak eden bir şey vardı. Onu elimden
geldiği kadar daha az görmeye çalışıyordum.
Temmuzun ortalarında İzot birdenbire kayboldu. Boğulduğunu yaymaya
başladılar. İki gün sonra gerçek anlaşıldı. Dibi delinmiş, yanları parçalanmış
sandalı köyün yedi verst aşağısında, çayırlık kıyıda karaya vurmuştu. Kazayı şöyle
açıkladılar: İzot herhâlde nehirde uyuyakalmıştı. Sandalını da akıntı köyden beş
verst kadar aşağıda demirli üç yük gemisinin üzerine atmış olacaktı.
Bu olay olduğu zaman Romas Kazan'daydı. Akşam Kukuşkin dükkâna geldi.
Çuvalların üstünde mahzun mahzun oturdu ve ayaklarına bakarak kısa bir süre
sustuktan sonra bir sigara yaktı ve sordu:
“Hohol ne zaman dönecek?”
“Bilmiyorum.”
Pis pis küfürler mırıldanarak ve boğazına kemik saplanmış gibi öğürerek
lekeli yüzünü avucuyla ovuşturmaya başladı.
“Sana ne oldu?”
Dudaklarını ısırarak bana baktı. Gözleri kızarmıştı, çenesi titriyordu.
Konuşamadığını görünce telaşlanarak acı bir şey beklemeye başladım. Sonunda, sokağa
bir göz atarak, zorla ve kekeleyerek konuştu:
“Migun'la beraber gittik, İzot'un sandalına baktık. Dibi baltayla delinmiş,
anladın mı? Demek İzot'u öldürdüler. Bu böyledir!...”
Başını sallayarak art arda küfürler savurmaya başladı. Kuru, ateşli bir
seslenişle hıçkırıyordu. Bu köylünün ağlamak isteyip de ağlayamadığını, ağlamasını
bilmediğini, hırs ve üzüntüden boğularak tir tir titrediğini görmek dayanılır şey
değildi. Ayağa fırladı ve başını sallayarak gitti.
Ertesi gün akşama doğru çocuklar nehirde yüzerken, köyün biraz yukarısında,
kıyıda, kurumuş, parçalanmış bir mavnanın altında İzot'u gördüler. Mavnanın yarısı
kıyının taşları üzerinde, öbür yarısı da suyun içindeydi. Altında da, burnunda,
İzot'un uzun gövdesi, dümenin kırık tahtalarına takılmış olarak yüzükoyun
uzanıyordu. Kafatası parçalanmıştı ve boştu. Su beyni içeriden alıp götürmüştü.
Balıkçıya arkadan vurmuşlardı. Kafatası baltayla, âdeta kılıç gibi yarılmıştı.
Akıntı, ayaklarını kıyıya iterek ve kollarını oynatarak İzot'u sallıyordu. Balıkçı,
nehir kıyısına çıkmak için ellerini uzatmış gibiydi.
Yirmi kadar zengin köylü, asık yüzlerle ve düşünceli düşünceli kıyıda
duruyorlardı. Yoksullar tarlalardan henüz dönmemişlerdi. Hırsız ve korkak muhtar
değneğini sallayarak ortalıkta dolaşıyor, burnunu çekiyor ve pembe gömleğinin
koluna siliyordu. Şişman bakkal Kuzmin ayaklarını genişçe açmış, göbeğini de dışarı
doğru fırlatmış olarak ayakta duruyor, sırayla, bir bana, bir Kukuşkin'e bakıyordu.
Kaşlarını korkuturcasına çatmıştı, ama gözleri yaşarıyordu ve esmer yüzü acınacak
bir hâl almıştı.
Muhtar çarpık bacaklarını oynatarak,
“Ah, ne felaket! Ah köylüler, çok kötü bu!...” diye söyleniyordu.
Gelini, o iri yarı kadın bir taşın üzerine oturmuş, alık alık suya bakıyor ve
titrek eliyle istavroz çıkarıyordu. Dudakları kımıldıyor, köpeğinkini andıran kalın
ve kırmızı alt dudağı, koyu sarı dişlerini göstererek, çirkin çirkin aşağı doğru
sarkıyordu. Dağdan renkli demetler hâlinde kız ve erkek çocuklar akıyor, üstü başı
toz içinde köylüler acele acele yürüyorlardı. Kalabalık dikkatli ve hafifçe
uğulduyordu:
“Kavgacı bir köylüydü.”
“Ne diyorsun?”
“Asıl kavgacı Kukuşkin!”
“Haksız yere öldürdüler adamcağızı.”
“İzot uslu uslu yaşıyordu.”
Kukuşkin köylülerin üzerine atılarak gürledi:
“Uslu mu yaşıyordu? Öyleyse onu ne diye öldürdünüz, ha? İt oğlu itler,
ha?...”
Ansızın kadının biri kahkahalarla güldü, zevzek kadının bu gülüşü kalabalığın
üzerinde kırbaç şaklaması gibi etki yaptı. Köylüler, birbirlerini iterek,
küfrederek ve homurdanarak bağırıp çağırmaya başladılar. Kukuşkin bakkalın yanına
fırladı ve dolgun yanağına şiddetli bir sille indirdi:
“Al sana hayvan herif!”
Yumruklarını sallayarak kalabalıktan hemen çekildi ve âdeta keyifle bana
bağırdı:
“Kaç, kavga olacak!...”
Ona vurmuşlardı bile. Patlayan dudağından kan akıyordu. Ama yüzü sevinçten
pırıl pırıldı.
“Kuzmin'i nasıl patakladığımı gördün mü?”
Barinov, mavnanın yanında koyu bir küme gibi birikmiş olan kalabalığa ürkek
bakışlar fırlatarak koşa koşa yanımıza geldi. Kalabalığın içinden muhtarın ince
sesi yükseliyordu:
“Hayır, benim kime kötülük yaptığımı kanıtla, kanıtla!”
Barinof yokuşu tırmanırken mırıldandı:
“Buradan kaçmalıyım.”
Akşam sıcaktı, boğucu hava soluk almaya engel oluyordu. Kızıla boyanmış
güneş, kalın mavimtırak bulutlar arasından iniyor, kırmızı yansımaları
fundalıkların yapraklarında parlıyordu. Uzaklarda bir yerlerde gök gürlüyordu.
İzot'un ölüsü yavaş yavaş önümde sallanıyordu. Akıntının doğrulttuğu
parçalanmış başındaki saçları, sanki dimdik havaya fırlamış gibiydi. Onun boğukça
sesini, güzel sözlerini hatırlıyordum:
“Her insanın içinde çocuksu bir şey var. İşte bundan başlamalıyız, bu çocuksu
şeyden! İşte al Hohol'u; demir gibi adam, ama ruhu, çocuk ruhu!”
Kukuşkin yanımda yürürken öfkeli öfkeli söyleniyordu:
“Hepimizin sonu böyle olacak... Tanrım ne budalalık!”
Hohol iki gün sonra gece geç saatte geldi. Bir şeyden çok memnun görünüyordu.
Müthiş keyifliydi. Ona kapıyı açınca omzuma vurdu:
“Az uyuyorsunuz, Maksimiç.”
“İzot'u öldürdüler.”
“Ne?”
Yanaklarındaki adaleler kasıldı. Sakalı, akıntı gibi göğsüne inerek titredi.
Kasketini çıkarmaksızın odanın ortasında durdu. Gözlerini kırpıştırarak ve başını
sallayarak,
“Öyle mi? Kim olduğu anlaşıldı mı? Tabi... Elbette...”
Yavaşça pencereye yaklaştı ve ayaklarını uzatarak orada oturdu.
“Ona söyleyip duruyordum. Hükûmetten gelen oldu mu?”
“Dün, karakol çavuşu...”
“Ne oldu?” diye sordu, cevabı da kendisi verdi:
“Elbette hiçbir şey!...”
Karakol çavuşunun, her zaman olduğu gibi, Kuzmin'in evinde konuk olarak
kaldığını ve bakkala attığı tokat için Kukuşkin'in hapse atılmasını emrettiğini
söyledim.
“Peki, sen bunlara ne diyorsun?”
Semaveri yakmaya mutfağa gittim.
Romas çay içerken anlatıyordu:
“Yazık ki, bu halk en iyi çocuklarını öldürüyor. Belki de onlardan korkuyor.
Burada denildiği gibi, ‘avlunun dışındalar’, yani kendi aralarına yakışmayan
adamlar. Onlar Sibirya'ya doğru hep o bilinen kafileyle, yaya yürürken, bir kürek
mahkûmu bana şunu anlatmıştı: Dağa çıkmış, beş kişilik bir çetesi varmış. Bunlardan
birincisi, 'Kardeşim, şu eşkıyalıktan vazgeçelim.' demeye başlamış. 'Nasıl olsa bir
faydası olmuyor. İyi yaşayamıyoruz.' Bu yüzden adamı bir gün sarhoş yatarken
boğazlamışlar. Bunu bana anlatan, öldürüleni çok övüyordu. 'Bizimkilerin üçünü,
ondan sonra öldürmüştüm de, hiç acımamıştım, ama o arkadaşa hâlâ acıyorum. İyi bir
arkadaştı, zeki, iyi yürekli, ruhu temizdi.' diyordu. 'Öyleyse onu niçin
öldürdünüz? Sizi ele vermesinden mi korktunuz?' diye sordum. Bana içerlemişti,
hakaret saymıştı. 'Hayır, bir hazine karşılığında da bizi ele vermezdi, asla! Ama
ne bileyim, onunla artık bir arada ekmek yiyemez olmuştuk. Biz hepimiz günahkâr
olalım da, sadece o güya doğru adam olsun... Olmuyordu işte...' demişti.”
Hohol ayağa kalktı, ellerini arkasında bağladı, çubuğunu dişleri arasında
tutarak, topuklarına kadar uzanan beyaz Tatar gömleğiyle odada dolaşmaya başladı.
Çıplak ayaklarıyla yere ağır ağır basıyor, sakin ve düşünceli anlatıyordu:
“Doğru adamdan korkmanın ve iyi adamı yaşatmanın karşısında birçok defalar
bocaladım. Bu gibi adamlar iki türlü muamele görür. Onları ya adamakıllı ezdikten
sonra her çareye başvurarak öldürürler ya da tıpkı köpek gibi, gözlerine bakarak
önlerinde el pençe divan dururlar. İkincisine daha az rastlanır. Ama nasıl
yaşayacaklarını onlardan öğrenmek, onları örnek almak söz konusu olunca, bunu
yapamazlar, bilmezler yapmasını, belki de istemezler!”
Bir bardak soğumuş çay alarak devam etti:
“Belki de istemezler! Şöyle bir düşününüz! İnsanlar bin bir zahmetle
kendilerine iyi kötü bir hayat kurmuşlardır. Birisi, bir grup çıkıyor, 'Böyle
yaşanmaz.' diye isyan ediyor. Hayır mı, evet mi? Hay Tanrı belanızı versin, biz en
iyi kuvvetlerimizi bu hayata verdik! Sonunda gruba saldırırlar, doğruyu gösterene,
öğretene! O namuslu adamı yok ediverirler! Fakat, bütün bunlara rağmen, gerçek
onlardan yanadır. Hayatı daha iyiye götürenler bunlardır işte...”
Eliyle kitap rafını göstererek ekledi:
“Özellikle bunlar! Ah, bir kitap yazabilseydim! Ama hayır, ben bu işe
yaramam, düşüncelerim ağır, karmakarışık...”
Masaya oturdu, dirseklerini dayadı ve başını elleriyle sıkarak;
“İzot'a bilsen ne kadar acıyorum.” dedi.
Uzun bir süre sustu.
“Haydi yatmaya gidelim.”
Tavan arası odama uyumaya gittim, pencereye oturdum. Kırların üstünde,
gökyüzünün yarısını kucaklayan uzak şimşekler çakıyor, kırmızımtırak şeffaf ışık
gökyüzüne ne zaman yayılsa, ay korkusundan titriyormuş gibi görünüyordu. Köpekler
olanca güçleriyle havlıyor ve uluyorlardı. Bu ulumalar olmasaydı, insan kendisini
ıssız bir adada zannedecekti. Uzakta bir gök gürültüsü duyuluyor, boğucu bir
sıcaklığın ağır esintisi pencereden içeriye dökülüyordu.
Önümde, nehir kıyısında, saz ve kamışlar arasında İzot'un cesedi yatıyordu.
Morarmış yüzü gökyüzüne doğru dönüktü. Camlaşmış gözleri sert sert içine doğru
bakıyordu. Altın renkli sakalı yapışarak sivri bir yığın hâlini almıştı. Bu yığının
arasında hayretle açık duran ağzı gizleniyordu.
“En önemli şey, Maksimiç, iyiliktir, okşayıştır. Büyük Paskalya'yı severim,
çünkü en şefkatli yortudur!”
Kızgın güneşin kuruttuğu mavi pantolonu, Volga'nın yıkadığı morarmış
ayaklarına yapışmıştı. Yüzünün üzerinde sinekler vızıldıyor, vücudundan insanın
içini bulandıran, bayıltan bir koku yayılıyordu.
Merdivende ağır ayak sesleri duyuldu. Romas kapıdan eğilerek girdi ve
sakalını avucunda toplayarak karyolama oturdu.
“Biliyor musunuz, ben evleniyorum! Evet!”
“Bir kadın için burası zor olacak...”
Daha ne söyleyeceğimi bekliyormuş gibi, sabit bakışlarla bana baktı, ama ben
söyleyecek bir şey bulamıyordum. Uzakta çakan şimşeklerin yansımaları içeri dalarak
odayı garip bir ışıkla doldurdu.
“Maşa Derenkova ile evleniyorum.”
Elimde olmayarak gülümsedim. O ana kadar bu kızın adının Maşa olabileceği hiç
aklıma gelmemişti. Tuhaf şey. Babasının ya da kardeşlerinin onu Maşa diye
çağırdıklarını da hatırlamıyordum.
“Niçin gülüyorsunuz?”
“Hiç...”
“Onun için benim yaşlı olduğumu mu düşünüyorsunuz?”
“O, hayır!”
“Ona bir zaman âşık olduğunuzu bana söyledi.”
“Galiba evet.”
“Ya şimdi? Geçti mi?”
“Evet, öyle zannediyorum.”
Ellerini sakalından yavaşça çekti ve:
“Sizin yaşınızda bunu sık sık böyle zannederiz, ama benim yaşımda artık
zannetmekten çıkar, bizleri derinden derine sarsar ve başka hiçbir şey düşünemez
oluruz. Gücümüz yetmez...”
Sağlam dişlerini bir gülümsemeyle göstererek devam etti:
“Antuan, Aksiyum Savaşı’nda Oktav'a yenilmişti. Çünkü donanmayı ve kumandayı
bırakıp gemisiyle, deniz savaşından kaçmayı başaran Kleopatra'nın yanına koşmuştu.
Bakınız neler oluyor şu dünyada!”
Romas ayağa kalktı, doğruldu ve kendi isteğine karşı hareket eden birisi gibi
tekrarladı:
“İşte böyle, evleniyorum!”
“Yakında mı?”
“Sonbaharda. Elma işi bitince.”
Kapıda başını gereğinden fazla eğerek çıktı, gitti. Ben de uyumaya
hazırlandım. “Sonbaharda buradan gitsem belki daha iyi olacak.” diye düşünüyordum.
Antuan'dan niçin söz açmıştı? Bu hiç hoşuma gitmemişti.
Turfanda elma toplama zamanı artık gelmişti. Ürün boldu. Elma ağaçlarının
dalları, meyvelerin ağırlığından yerlere kadar eğiliyordu. Kurtlanmış ve rüzgârdan
yere düşmüş sarı, pembe elmaları toplayan çocukların bağrıştığı bahçelerden keskin
bir koku yayılıyordu.
Ağustos başlangıcında Romas, biri mal dolu, öbürü sandık yüklü iki kayıkla
Kazan'dan geldi. Hafta içi bir günün sabahı, saat sekizdi. Hohol henüz elbise
değiştirmiş, yıkanmış, çay içmeye hazırlanıyordu. Keyifli keyifli konuşarak;
“Geceleyin nehirde yolculuk çok güzel oluyor.” dedi.
Birdenbire, burnuyla soluk alarak, telaşla sordu:
“Galiba yanık kokuyor, değil mi?”
Aynı anda avludan Aksinya'nın çığlığı duyuldu:
“Yangın!...”
Avluya koştuk, deponun bahçe tarafındaki duvarı yanıyordu. Depoya gaz yağı,
katran ve yağları koymuştuk. Kızgın güneşin renksizleştirdiği sarı ateş dillerinin
duvarı nasıl aceleyle yaladıklarını ve çatıya doğru kıvrıldıklarını şaşkın şaşkın
birkaç saniye izledik. Aksinya bir kova su getirdi. Hohol suyu alevler içindeki
duvara döktü, kovayı attı ve bağırdı:
“Kahretsin! Fıçıları dışarı yuvarlayın, Maksimiç! Aksinya! Sen dükkâna koş!”
Bir katran fıçısını çarçabuk avluya, sonra da sokağa yuvarladım ve bir gaz
yağı fıçısına yapıştım. Ama fıçıyı yere devirdiğim zaman kapağının açık olduğu
meydana çıktı ve gaz yağı yerlere döküldü. Ben kapağı ararken ateş durmadı, deponun
tahta döşemesinde yayıldı. Tavan çatırdadı ve sanki birtakım alaycı şarkı sesleri
duyuldu. Yarı dolu fıçıyı aceleyle dışarı çıkarınca, sokağın dört bir yanından,
bağıra bağıra kadın ve çocukların koşuşmakta olduğunu gördüm. Hohol ve Aksinya
dükkândan malları çıkarıp çukura atıyorlardı. Siyahlar giymiş, kır saçlı bir
kocakarı sokağın ortasında durmuş, yumruğuyla tehditler savurarak bas bas
bağırıyordu...
“Uy... Uy... Uy... şeytanlar!”
Koşa koşa depoya tekrar girdiğim zaman, onu baştan başa dumana boğulmuş
buldum. Dumanın içinde bir şey uğulduyor, çatırdıyordu. Tavandan kıvrılarak kırmızı
alev şeritleri sarkıyordu. Duvar da artık yanmış, bir parmaklığa dönmüştü. Duman
beni boğuyor, körleştiriyordu. Fıçıyı ancak deponun kapısına kadar yuvarlayabildim.
Kapıda sıkıştı kaldı, daha öteye gitmiyordu. Oysa çatıdan üstüme kıvılcımlar
düşüyor, derimi yakıyordu. 'İmdat' diye bağırdım. Hohol koşarak geldi, beni elimden
yakalayarak avluya çıkardı.
“Dışarı çabuk! Şimdi patlayacak...”
Koridora atıldı, ben de arkasından koştum ve tavan arasına çıktım. Orada bir
yığın kitabım vardı. Onları pencereden fırlattıktan sonra, şapka dolu bir sandığı
da aşağı atmak istedim. Ama pencere dardı. O zaman yarım pudluk bir dirhemle
pervazları kırmaya başladım. Bu sırada boğuk bir uğultu duyuldu. Çatıya ağır bir
şeyler çarpıyordu. Gaz yağı fıçısının patladığını anladım. Başımın üstündeki çatı
alev aldı, çatırdamaya başladı. Pencerenin kenarından kızıl alev içeri akıyordu.
Bedenimde dayanılmaz bir sıcaklık duyuyordum. Merdivene atıldım, koyu duman
bulutlarıyla karşılaştım. Basamaklarda kızıl renkli yılanlar tırmanarak sürünüyor,
aşağıdan, koridordan da sanki bir tahta, demir dişlerle kemiriliyormuş gibi bir
gıcırtı duyuluyordu. Pusulayı şaşırmıştım. Dumandan körleşmiş ve yarı yarıya
boğulmuş bir hâlde, birkaç sonsuz saniye hareketsiz durdum. Merdivenin üstündeki
küçük yuvarlak pencereden kızıl sakallı sarı bir yüz göründü. Seğirterek büzüldü ve
gözden kayboldu. Bunun hemen ardından çatı kanlı ateş mızraklarıyla delindi.
Hatırladığıma göre, o anda bana öyle geldi ki, başımdaki saçlar çatırdıyordu
ve bundan başka bir ses duymuyordum. Mahvolmuştum!... Ayaklarım ağırlaşmıştı,
gözlerim de, ellerimle kapamış olmama rağmen ağrıyordu.
Hayatın akıllı içgüdüsü bana biricik kurtuluş yolunu gösterdi. Yatağımı,
yastığımı kucakladım, Romas'ın koyun postundan gocuğunu başıma sardım ve kendimi
pencereden aşağı attım.
Çukurun kenarında kendime geldim. Romas baş ucumda çömelmiş, bağırıyordu:
“Neyin var?”
Evimizin kızıl alevler içinde nasıl çatır çatır yandığına şaşkın şaşkın
bakarak ayağa kalktım. Yangın, evimizin önündeki kara toprağı kıpkırmızı köpek
dilleriyle yalıyordu. Pencerelerden siyah bir duman fışkırıyor, yukarıda çatıda
sarı çiçekler türüyor ve sallanıyordu. Hohol:
“Ee, neyin var?” diye bağırdı.
Terden sırılsıklam olmuş ve isle kirlenmiş yüzünde gözleri ürkek ürkek açılıp
kapanıyordu. Islak sakalının arasına bir sicim takılmıştı. Beni ferahlatıcı bir
sevinç dalgası sardı. Bu kuvvetli, çok kuvvetli bir duyguydu. Sonra sol ayağımda
yakıcı bir ağrı hissettim. Yere uzandım ve Hohol'a;
“Ayağım çıkmış.” dedim.
Ayağımı yokladıktan sonra birdenbire çekti. Keskin bir ağrı beni biçti.
Birkaç dakika sonra sevinçten sarhoş bir hâlde, kurtulan eşyayı topallaya topallaya
hamama taşıyordum. Romas ise, dişlerinde çubuğu, keyifli keyifli anlatıyordu:
“Fıçı patlayıp da gaz yağı tavana fırlayınca yanacağınıza emindim. Alev
birdenbire çok yükseğe çıktı, sonra havada büyük bir mantar şeklini aldı ve bütün
ev bir anda alevlere boğuldu. ‘Eh!’, diyordum, ‘Maksimiç gitti.’”
Artık her zamanki gibi sakindi. Eşyayı dikkatle katlayarak üst üste koyuyor,
kir içinde ve darmadağın bir hâlde olan Aksinya'ya şöyle diyordu:
“Burada oturun ve dikkat edin, bir şey çalmasınlar. Ben yangını söndürmeye
gidiyorum...”
Çukurun aşağısında, dumanlar arasında beyaz kâğıt parçaları uçuşuyordu.
Romas:
“Ah, yazık kitaplara! İyi kitaplardı...” dedi.
Şimdi dört ev birden yanıyordu. Gün sakindi. Ateş sağa sola yayılırken acele
etmiyor, yumuşak pençeleri isteksizce çit ve çatılara sarılıyordu. Tutuşmuş bir
tarak, damların samanlarını tarıyor, alevli eğri parmakları, çitler üzerine, onlara
âdeta saz çalar gibi dokunuyor, duman dolu havada da alevlerin hain, inatçı, yanık
şarkısı ve yavaş yavaş erimekte olan tahtaların çıtırtısı, tatlımsı bir yansımayla
çınlıyordu. Duman bulutlarından sokağa ve avlulara altın kıvılcımlar düşüyordu.
Aylak köylüler ve kadınlar gidip geliyor, herkes kendi eşyasını kurtarmaya
çabalıyor, uğultu gibi bir ses aralıksız duyuluyordu:
“Su, suuu!”
Su uzakta, dağın eteğinde, Volga'daydı. Romas, köylüleri omuzlarından
yakalayarak ve iterek acele acele hepsini bir yerde topladı. Sonra iki gruba ayırdı
ve yangının iki tarafındaki çitleri ve ahırları yıkmalarını emretti. Ona baş
eğercesine itaat ettiler. O zaman bütün sokağı silip süpürmek hırsıyla tutuşup
yanan yangına karşı artık daha akıllıca bir mücadele başladı. Ama yine de, sanki
angarya yapıyorlarmış gibi korka korka umutsuzca çalışıyorlardı.
Ben çok neşeliydim, kendimi hiçbir zaman bu kadar kuvvetli hissetmemiştim.
Sokağın sonunda, başlarında muhtarla birlikte Kuzmin'in de bulunduğu bir sürü
zengin köylünün durduğunu gördüm. Bunlar hiçbir şey yapmadan seyrediyorlar, sadece
el ve sopalarını sallayarak bağırıyorlardı. Ovadan dirseklerini kulaklarına kadar
kaldırıp indirerek atlı köylüler dörtnala geliyor, kadınlar bağrışarak onları
karşılamaya gidiyor, çocuklar koşuşuyordu.
Bir evin ahırı daha tutuşmuştu. Kalın dallarla örtülü ve kırmızı alev
kurdelelerinin süslemeye başladığı ahır duvarını bir an önce yıkmak gerekti.
Köylüler duvarın kazıklarını baltalamaya başladılar. Kıvılcımlar ve kömürler
üzerlerine düşünce, tutuşan gömleklerini avuçlarıyla söndürerek geriye çekildiler.
Romas:
“Korkmayın!” diye bağırdı.
Bunun faydası olmadı. O zaman köylülerden birinin başından şapkasını kaptı ve
benim başıma geçirdi:
“Siz oradan kesin, ben de buradan!”
Ben bir iki kazık kestim, duvar sallandı, o zaman hemen üzerine tırmandım ve
tepesinden tutundum. Romas ayaklarımdan yakalayarak beni kendisine doğru çekti.
Böylece duvarın bütün cephesi, beni hemen hemen başıma kadar örterek yıkıldı.
Köylüler dallı duvarı hemencecik sokağa sürüklediler. Romas bana sordu:
“Bir yeriniz yandı mı?”
Onun ilgisi, kuvvet ve becerikliliğimi artırıyordu. Benim için değerli olan
bu adamın önünde kendimi göstermek istiyor, övgüsüne layık olmak için olanca
kuvvetimi ortaya koyuyordum. Bizim kitapların yaprakları duman bulutları arasında
güvercinler gibi hâlâ uçuşuyordu.
Sağ taraftan yangının yayılmasını durdurmayı becerdik, ama solda
yayıldıkça yayılıyor, alevler onuncu evi de sarıyordu. Romas köylülerden bir
kısmını kızıl yılanların çalımlarını izlemeye bırakarak, çoğunu sol tarafa yolladı.
Zenginlerin yanından koşa koşa geçerken birisinin kıskanç bağırışını duydum:
“Kundaklama!”
Bakkal da ekledi.
“Hamamı aramak gerek!”
Bu sözler kafama iyice mıhlandı, kaldı.
Coşkunun, hele neşeli de olunca, kuvveti artırdığı bilinen bir şeydir.
İçimden tutuşmuştum. Fedakârlıkla çalıştım ve sonunda yıkıldım. Sırtımı sıcak bir
şeye dayayarak yerde yattığımı hatırlıyorum. Romas bir kovadan başıma su döküyordu.
Köylüler de etrafımızda gezinerek saygıyla mırıldanıyorlardı:
“Çocukta amma da kuvvet varmış ha!”
“Kolay kolay yere serilmez bu...”
Başımı Romas'ın ayağına dayadım ve en rezil biçimde ağladım. Bu sırada o
ıslak başımı okşuyor ve şöyle diyordu:
“Dinleniniz, yeter artık!”
İkisi de isten şeytanlar gibi kararan Kukuşkin ile Barinov, beni teselli
ederek çukura indirdiler.
“Bir şey değil kardeş! Bitti artık, yoruldunuz...”
“Korktun mu?”
Yere yatmış olarak kendime gelmeye henüz zaman bulamamıştım ki, on kadar
zengin köylü ile önde muhtar, arkadan da Romas'ı elinden tutarak götüren iki köy
bekçisinin bizim hamama doğru, çukura indiklerini gördüm. Başında şapkası yoktu,
ıslak gömleğinin kolu yırtıktı, piposunu dişleri arasında sıkıyordu. Yüzü çatılmış,
korkunç bir hâl almıştı. Asker Kostin, sopasını havada sallayarak deli gibi
uluyordu:
“Haydi ateşe adi herif!”
“Hamamı aç...”
Romas yüksek sesle;
“Kilidi kırın, anahtar kayboldu.” dedi.
Ayağa fırladım, yerden bir odun yakaladım ve onun yanına koştum. Bekçiler
kenara çekildiler, muhtar çıngıraklı bir sesle korkak korkak;
“Ortodokslar, kilit kıramazlar.” dedi.
Kuzmin beni göstererek bağırdı:
“Ya bu, bu da kim oluyor?”
Romas:
“Sakin olun Maksimiç, bütün malları hamamda sakladığımı ve dükkânı ateşe
verdiğimi sanıyorlar.” dedi.
“Siz ikiniz...!”
“Kır!...”
“Aman Ortodokslar...”
“Sorumlu biziz!”
“Sorumluluğu bize ait!”
Romas bana fısıldadı:
“Sırtınızı sırtıma verin! Arkadan vurmasınlar...”
Hamamın kilidini kırdılar. Birkaç kişi kapıdan içeri daldı ve hemen dışarı
çıktı. Bu arada ben odunu Romas'ın eline verdim ve yerden bir yenisini aldım.
“Hiçbir şey yok...”
“Hiçbir şey yok mu?”
“Ah şeytanlar!”
Birisi ürkek ürkek söylendi:
“Haksız yere, köylüler...”
Sözünü bitiremedi. Birkaç ses kavga ararcasına ve sarhoş gibi yanıt verdi:
“Niçin haksız yereymiş?”
“Ateşe!...”
“Fesatçılar!...”
“Kooperatif kuracaklarmış ha!”
“Hırsızlar!”
“Hırsız kumpanyası!”
Romas yüksek sesle bağırdı:
“Susun! Hamamda mal saklı olmadığını gördünüz, daha ne istiyorsunuz? Hepsi
yandı, kalanlar işte bunlar, görmüyor musunuz? Varımı yoğumu yakmakla ne
kazanacaktım?”
“Sigortalıdır!”
On kadar gırtlak kudurmuşcasına uludu:
“Onları ne dinleyip duruyorsunuz?”
“Yeter artık! Çok tahammül ettik...”
Ayaklarım titriyordu, gözlerim kararmıştı. Kızılımtırak bir sis arasından
vahşi yüzlerle ağızlarının kıllı deliklerini görüyor, bu adamlara vurmak hırsımı
güçlükle tutabiliyordum. Onlar etrafımızda sıçrayarak bağırıp çağırıyorlardı:
“Bak bak, sopaları da var!”
“Hem de kazık ha!”
Romas:
“Ellerinden gelse sakalımı yolacaklar.” dedi ve bana gülümsüyormuş gibi
göründü. “Siz de, Maksimiç, birkaç tane yiyeceksiniz. Ah! Ama sakin olun, sakin...”
“Bakın, genç olanda balta da var!”
Gerçekten de pantolonumun kemerinde unuttuğum bir marangoz baltası
sallanıyordu.
Romas:
“Korktular galiba. Yine de siz baltayı kullanmayın, yalnız...”
Tanımadığım ufak tefek topal bir köylü, komik bir şekilde zıplayarak,
çıldırmış gibi bağırıyordu:
“Uzaktan tuğlalarla vuralım. Vurun! Sorumluluğu benim!”
Sahiden de yerden kırık bir tuğla yakaladı, yaklaştı ve karnıma fırlattı. Ama
ben karşılık vermeye zaman bulamadan Kukuşkin bir şahin gibi üstüne atıldı, sarmaş
dolaş ikisi de çukura yuvarlandılar. Kukuşkin'in arkasından Pankov, Barinov ve daha
on kadar adam koşa koşa geldiler. Kuzmin hemen ciddi konuşmaya başladı:
“Sen, Mihaylo Antoniç, akıllı bir adamsın. Bilirsin, yangın köylüleri şaşkına
döndürür.”
Romas:
“Haydi Maksimiç, kahveye gidelim.” dedi. Piposunu ağzından çekerek sert bir
hareketle pantolonunun cebine soktu. Kazığa dayanarak yorgun yorgun çukurdan
tırmanmaya başladı ve Kuzmin yanına yaklaşarak ona bir şeyler söylediği zaman
yüzüne bakmadan yanıt verdi:
“Defol buradan, aptal!”
Evimizin yerinde kapkara bir kömür yığını tütüyor, ortasında ocak duruyor,
sağlam kalan bacadan mavi bir duman sıcak havaya hafifçe yükseliyordu. Yatağın
kıpkızıl olmuş demirleri de, örümcek ayakları gibi sarkıyordu. Kapının kömürleşmiş
pervazları, yangın yerinde siyah nöbetçiler gibi duruyordu. Pervazların birinde,
kömür ve alevciklerden, horoz tüyünü andıran bir şapka vardı.
Hohol içini çekerek;
“Kitaplar yandı. Ne yazık!...” dedi.
Çocuklar büyük odun parçalarını sopalarla sokağın çamuruna batırıyor, odunlar
sanki domuz yavruları gibi haykırıyor, havayı beyazımtırak ve acımsı bir dumanla
doldurarak sönüyorlardı. Sarı saçlı, mavi gözlü beş yaşında bir çocuk, ılık ve
siyah bir su birikintisine oturmuş, odunla kırık bir kovaya vuruyor, demir
üzerindeki vuruşların akislerinden büyük bir zevk duyuyordu. Evleri yanmış köylüler
öteberilerini kümeler hâlinde toplayarak, mahzun mahzun dolaşıyorlardı. Kadınlar
ağlıyor, yanık odun parçaları için kavgaya tutuşarak birbirlerine küfrediyorlardı.
Yangın yerinin ötesindeki bahçelerde ağaçlar kımıldamıyordu. Çoğunun yaprakları
sıcaktan sararmıştı ve kırmızı elmalarının bolluğu daha göze çarpar olmuştu.
Nehre indik, yıkandık, sonra da kıyıdaki kahvede oturup, sessizce çay içtik.
Romas:
“Köy ağaları elma işinde kaybettiler.” dedi.
Pankov geldi. Her zamankinden daha düşünceli ve daha yumuşaktı. Romas sordu:
“Ne oluyor, kardeş?”
Pankov omuzlarını silkti:
“Evim sigortalıydı.” dedi.
Sanki konuşmuyorlarmış gibi birbirlerini soran bakışlarla yoklayarak tuhaf
bir şekilde sustular.
“Şimdi ne yapacaksın, Mihaylo Antoniç?”
“Düşüneceğim.”
“Senin artık buradan gitmen gerek.”
“Bakalım.”
Pankov:
“Benim bir düşündüğüm var. Dışarı çıkalım da konuşuruz.” dedi.
Kalktılar. Pankov kapıda döndü ve bana;
“Sen, hayır, sen korkak değilsin! Burada kalabilirsin, senden
çekiniyorlar...” dedi.
Ben de kıyıya çıktım, fundalıkların altında uzanarak nehri izlemeye daldım.
Güneş artık batıyordu, ama hava yine de sıcaktı. Bu köyde geçen bütün
hayatım, geniş bir şerit gibi ve sanki nehrin akışı üzerinde boya ile yazılmış gibi
önümde açıldı. Bir üzüntü duyuyordum, ama yorgunluk ağır bastı ve derin bir uykuya
daldım.
Uykumun arasında beni sarstıklarını ve aşağıya doğru sürüklediklerini duyar
gibi oldum.
“Hey, geberdin mi? Uyan!”
Nehrin ötesinde, kırlar üzerinde tekerlek kadar büyük, kızıl bir ay
ışıldıyordu. Barinov üzerime eğilmiş, beni sarsıyordu:
“Yürü, Hohol seni arıyor, merak ediyor.”
Arkamdan gelirken mırıldanıyordu:
“Rastgele her yerde uyuyamazsın! Tepeden adamın biri geçer de ayağını biraz
ters bastı mı başına bir taş düşebilir. Ama isteyerek de düşürebilir. Buranın hiç
şakası yok. İnsanlar, kardeş, kötülük düşünür, kötülüğün dışında düşünecek hiçbir
şeyciği de yoktur.”
Nehir kıyısındaki fundalıklarda birisi sessizce dolaşıyor, dallar
hışırdıyordu.
Migun çınlayan sesiyle sordu:
“Buldun mu?”
Barinov:
“Götürüyorum.” diye yanıt verdi.
On adım kadar yürüdükten sonra içini çekerek;
“Kaçak olarak balık avlamaya gidiyor.” dedi. “Migun da, görüyorsun ya, güç
geçiniyor.”
Romas beni öfkeli bir uyarıyla karşıladı:
“Ne diye böyle gezinip duruyorsunuz? Yoksa sizi de dövmelerini mi
istiyorsunuz?”
Yalnız kaldığımız zaman, üzüntülü bir tavırla yavaşça şöyle dedi:
“Pankov onun yanında kalmanızı teklif ediyor. Dükkân açmak istiyor. Tavsiye
etmem, yine de sizin bileceğiniz bir şey bu. Ben bu arada ne kalmışsa hepsini ona
sattım. Şimdi de Viyatka'ya gidiyorum, bir ay sonra sizi de yanıma çağıracağım.
Kabul eder misiniz?”
“Düşüneyim.”
“Düşününüz.”
Yere uzandı, bir iki defa sağa sola döndü ve sustu. Ben pencerede oturarak
Volga'ya bakıyordum. Ayın yansımaları bana yangının alevlerini hatırlattı. Kıyının
ovalık tarafında, direklerinin üç feneri kimi zaman yıldızlara değerek, kimi zaman
da onları örterek karanlıkta yüzen bir römorkör, çarklarıyla ağır ağır suya vurarak
sürükleniyordu.
Romas mahmurlukla sordu:
“Köylülere kızıyor musunuz? Olmaz. Onlar sadece budaladırlar. Kötülük
budalalıktır.”
Sözleri beni teselli edemiyor, öfkemi ve hakaret acısını yatıştıramıyordu.
Önümde iğrenç çığlıklar kusan vahşi insanların kıllı yüzlerini görüyordum.
“Uzaktan tuğlalarla!...”
O zamanlar, bana gerekli olmayan şeyleri unutmasını henüz bilmiyordum. Evet,
bu insanlardan her birinin, tek tek, çok kötü olmadığını ve çoğu defa hiç kötü
olmadığını görüyordum. Bunlar aslında temiz yürekli canavarlardı. O kadar ki,
herhangi birisini çocuk gibi güldürmek zor bir iş değildi. Her biri, doğruluk ve
mutluluğu araştıran konuşmaları ve kahramanlıkları anlatan hikâyeleri, çocuksu bir
inançla dinliyorlardı. Bu insanların garip ruhunda, kişisel özgürlük kanunlarına
uygun, daha kolay bir yaşama umudunun hasretini uyandıran her şey sevilirdi.
Ama bu insanlar köy toplantısında ya da kıyı boyundaki kahvede boz bir yığın
hâlinde bir araya geldiklerinde, bütün iyi taraflarını bir yere saklarlar ve
papazlar gibi yalan ve riya cübbelerini giyinirlerdi. İçlerinde, kuvvetlilere karşı
köpekçe bir boyun eğme hora tepmeye başlardı. O zaman onları görmekten iğrenirdim.
Bazen de birdenbire bir kurt gibi kötüleşirler, kılları dimdik kalkar ve dişlerini
göstererek her türlü dövüşmeye hazır durumda birbirlerine vahşice hırlarlardı.
Dövüşmeleri de bir hiç içindi. Böyle anlarda çok korkunç olurlardı. Daha dün akşama
kadar, ağıla giren koyunlar gibi, uslu uslu gittikleri kiliseyi bile
yıkabilirlerdi. Aralarında şairler ve masalcılar da vardır. Bunları kimse sevmezdi.
Köyün maskarası gibi, yardımsız ve aldırışsız sürünüp giderlerdi.
Bu insanlar arasında yaşamasını bilmiyordum, yaşamayacaktım da. Romas'tan
ayrıldığım gün bu acı düşüncelerimi ona anlattım. Sitemle;
“Zamanından önce verilmiş bir karar.” dedi.
“Ama bir karar verdikten sonra artık ne yapabilirim?”
“Yanlış bir karar... Temelsiz...”
Haklı olmadığıma, hata yaptığıma beni inandırmak için güzel sözlerle uzun
uzun konuştu.
“Eleştirmek için acele etmeyiniz. Eleştiri en basit şeydir, ama siz kendinizi
ona kaptırmayınız. Her şeye soğukkanlılıkla bakınız ve her zaman şunu hatırlayınız:
Her şey geçer, her şey daha iyiye doğru değişir. Geç, ama sağlam. Bakışınızı her
tarafa çeviriniz, her şeye dokununuz, korkmayınız, ama eleştirmekte acele
etmeyiniz. Yine görüşelim, sevgili dostum!”
Tekrar görüşmemiz, on beş yıl sonra Sedlets'de, Romas “Halk hukuku” konusuyla
ilgili olarak Yakutlar bölgesinde on yıllık bir sürgün hayatı daha geçirdikten
sonra oldu.
O Krasnovidovo'dan gittikten sonra üzerime kurşun gibi ağır bir hasret çöktü.
Köyün içinde sahibini kaybetmiş bir köpek gibi gezinip dolaşmaya başladım.
Barinov'la beraber çevre köylere gidiyor, zengin köylülerin yanında çalışıyor,
harman dövüyor, patates söküyor, bahçeleri temizliyorduk. Onun hamamında
kalıyordum.
Yağmurlu bir gecede bana sordu:
“Leksey Maksimiç, yalnız ruh! Ne dersin, yarın denizlere doğru gider miyiz?
Tanrı aşkına gel! Burada ne yapacağız? Burada bize benzeyenleri sevmiyorlar. Belki
de günün birinde sarhoşluklarında...”
Barinov bunu ilk defa söylemiyordu. Onu da, bilmem neden, bir can sıkıntısı
sarmıştı. Maymun gibi elleri güçsüz sarkıyor, orman içinde kaybolmuş birisi gibi
üzgün üzgün etrafına bakınıyordu.
Hamamın penceresini yağmur kamçılıyor; duvarları, çukurun dibine hızla akan
sel yavaş yavaş aşındırıyordu. Son fırtınanın soluk şimşekleri zayıf zayıf
parlıyordu. Barinov yavaşça sordu:
“Eh, yarın gidiyor muyuz?”
“Evet gidiyoruz...”

Bir mavnanın kıçında, koca kafalı, kıllı bir yabanın döndürdüğü dümenin
yanında oturarak Volga'da yolculuk etmek anlatılamayacak kadar güzeldi. Yaban, ağır
ayaklarını güverteye vurarak dümeni döndürüyor ve derin derin soluk alıyordu:
“O... uup! Orrouu!”
Kıçın gerisinde katran gibi koyu, kıyısız sular hafifçe hışırdıyor, ipek gibi
akıyor, nehrin üstünde siyah sonbahar bulutları birikiyordu. Dört bir tarafta
karanlığın yavaş kıpırdanışından başka hiçbir şey yoktu. Karanlık, kıyıları silip
süpürmüştü ve insana öyle geliyordu ki, toprak da onun içinde erimiş, dumanlı ve
ıslak bir şey olmuştu. Nehir, bütün ağırlığıyla aşağılara bir yere doğru, ne
güneşin, ne ayın, ne de yıldızların bulunmadığı ıssız, dilsiz bir boşluğa doğru,
sonu gelmeden akıp gidiyordu.
Önde, ıslak karanlığın içinde, görünmeyen bir römorkör, kendini çeken esnek
kuvvete karşı koyar gibi sürüklenmekte ve ağır ağır soluk almaktaydı. İkisi suyun
üstünde, öbürü daha yüksekte, üç küçük ışık, ona arkadaşlık ediyorlardı. Benim daha
yakınımda, bulutların altında, dört tanesi daha gümüş balıkları gibi yüzüyordu.
Bunlardan bir tanesi mavnanın direğindeki fenerdi.
Kendimi eğri bir yüzeyde kayan soğuk, yağlı bir köpük içinde hapsedilmiş gibi
hissediyordum. Onun içine bir sinek gibi yapışmıştım. Bana öyle geliyordu ki,
hareket yavaş yavaş azalıyor ve büsbütün duracağı an da gittikçe yaklaşıyordu.
Gemicik, çarklarının kanatlarını döndürmeye ve kara, suya vurmaya son verecek,
bütün sesler, ağaçta yapraklar gibi uçup gidecek, tebeşirle yazılmış yazılar
silinecek ve beni hareketsizlik, sessizlik buyurgancasına kucağına alacaktı.
Dümenin yanı başında gezinen yırtık pırtık, koyun postlu ve tüylü kürk
kasketli, iri yarı adam, büyülenmiş olarak, hareketsiz kalacak ve bir daha
homurdanacak:
“Orr üp! O ürr...”
Ona sordum:
“Senin adın ne?”
“Öğrenip de ne yapacaksın sanki?” diye boğuk bir sesle yanıt verdi.
Gün batımında Kazan'dan ayrılırken bu ayı gibi beceriksiz adamın yüzünün
kıllı olduğunu ve gözlerinin yerinde ince birer çizgi olduğunu fark etmiştim.
Dümenin başına geçtiği zaman, tahta bir maşrapaya bir şişe votka boşaltmış, iki
yudumda su gibi içmiş, üstüne de bir elma yemişti. Römorkör mavnayı çektiği zaman,
adam dümenin sapına yapışarak güneşin kızıl yuvarlağına bakmış ve başını
sallayarak, derin bir sesle;
“Tanrı yardımcınız olsun!” demişti.
Römorkör Nijni panayırından Astrahan'a, demir, şeker fıçıları ve daha
birtakım ağır sandıklar yüklü dört mavna çekiyordu. Hepsi İran'a gidecekti. Barinov
ayağıyla sandıklara vurdu, kokladı, düşündü ve:
“Kesinlikle, silah. İjev fabrikalarından...” dedi.
Ama dümenci karnına doğru bir yumruk salladı ve:
“Sana ne?” diye bağırdı.
“Hiç, öyle düşünmüştüm...”
“Yüzüne de bir tane patlatayım mı?”
Yolcu vapuruna verecek paramız yoktu. Bizi mavnaya “iyilik” olsun diye
almışlardı ve tayfa gibi “vardiya tutmamıza” rağmen, mavnadakilerin hepsi bize
dilenci gibi davranıyordu.
Barinov bana çatıyordu:
“Sen de 'halk' diye tutturmuşsun. Burada kim kime binecek, sadece bu
geçiyor...”
Karanlık öylesine bastırmıştı ki, mavnalar görünmüyordu. Yalnızca fenerlerin
ışıklarıyla dumanlı bulutların fonu üzerinde meydana çıkan direk başları
seçiliyordu. Bulutlar petrol kokuyordu.
Dümencinin somurtkan dilsizliği beni sinirlendiriyordu. Lostromo beni bu
canavarın yardımcısı olarak dümende “vardiya tutmaya” göndermişti. O, dönemeçlerde
fenerlerin hareketini izleyerek bana yavaşça sesleniyordu:
“Hey, bir el ver!”
Ayağa fırlıyor ve dümenin sapını çeviriyordum.
“Yeter.” diye homurdanıyordu.
Yine güverteye oturuyor, soruyla yanıt veren bu adamla sohbet kurmayı
başaramıyordum.
“Senin üstüne vazife mi?”
“Acaba aklından neler geçiyor?” diye düşünüyordum. Sarı Kama sularının
Volga'nın çelik mecrasına döküldüğü yerden geçerken, kuzeye bakarak homurdandı:
“Namussuz!”
“Kim?”
Yanıt vermedi.
Uzaklarda bir yerde, karanlığın kaosunda köpekler havlıyor ve uluyordu. Bu
ulumalar karanlığın henüz yok edemediği birtakım hayat artıklarını hatırlatıyor,
onlar da sonu olmayan bir uzaklıkta ve gereksiz görünüyordu.
Dümendeki adam hiç umulmadık bir anda konuştu:
“Buranın köpekleri yaramaz!”
“Nerenin?”
“Her yerin. Bizde köpekler sadık canavarlardır.”
“Sen nerelisin?”
“Vologodlu.”
Ağzından, sökülmüş bir çuvaldan yuvarlanan patatesler gibi kaba ve tembel
sözler dökülmeye başladı:
“Şu yanındaki adam, amcan mı? Bana göre aptalın biri o. Benim akıllı bir
amcam var. Yiğit, zengin. Simbrisk'de bir iskele almış. Kahvesi de var. Hepsi ırmak
boyunda.”
Bütün bunları ağır ağır ve âdeta zorlukla söyledikten sonra, görünmez
gözlerini direk fenerine dikti ve onun, karanlığın ağlarında altın bir örümcek gibi
nasıl kaydığını izledi.
“Dümene asıl! Sen okuma bilir misin? Acaba kanunları kimin çıkardığını
biliyor musun?”
Yanıt beklemeksizin devam etti:
“Her kafadan bir ses çıkıyor. Kimi Çar diyor, kimi despot, kimi de senato.
Bunu tam olarak bilseydim, onu bulmaya gidecek ve şunu söyleyecektim: Öyle bir
kanun çıkar ki, elimi kaldıramayayım, kimseye vuramayayım! Kanun demirden olmalı.
Anahtar gibi. Kalbimi kilitlesin ve ... tamam! O zaman, evet sorumlu olayım! Yoksa
şimdi hiçbir sorumluluk kabul etmem, hayır!”
Zaman zaman dümenin tahta sapına yumruğuyla vurarak, gittikçe daha alçalan
bir sesle ve daha düzensizce kendi kendine homurdanıyordu.
Gemiden megafonla bağırdılar. Bu boğuk insan seslenişi, tıpkı koyu gecenin
artık yuttuğu köpek havlamaları ve ulumaları gibi gereksizdi. Geminin bordasında,
kara sular üzerinde fenerlerin akisleri sarı yağ lekeleri gibi yüzüyor ve en küçük
bir şeyi bile aydınlatmakta beceriksiz, dağılıp gidiyordu. Koyu ve ıslak bulutlar
öylesine birbirine girmiş ve öylesine pıhtılaşmıştı ki, başımızın üstünden çamur
gibi bir şey akıyordu. Biz de karanlıkların dilsiz uçurumlarına gittikçe daha derin
dalıyorduk.
Adam yüzünü buruşturarak dert yanıyordu:
“Beni ne hâle getirdiler. Kalbim soluk alamıyor...”
Üzerime bir ilgisizlik çöktü, ilgisizlik ve bir soğuk üzüntü. Uyumak
istiyordum.
Güneşsiz, yoksul ve tozlu bir gün ağarması, bulutlar arasından dikkat ve
zahmetle geçerek sinsi sinsi bize sokuldu. Suyu kurşun rengine boyayarak, kıyıdaki
sarı fundalıkları, paslanmış demir gibi çamları, dalların donuk pençelerini, köyün
sıra sıra evlerini ve bir köylünün taşa yontulmuş gibi görünüşünü bize gösterdi.
Bir martı, rüzgâra eğri kanatlarıyla ıslık çaldırtarak mavnanın üzerinden geçti.
Dümenciyle beni vardiyada değiştirdiler. Ben bir gemi tentesinin altına
girdim ve uykuya daldım. Ama çok geçmeden, belki de bana öyle geldi ayak sesleri
ve bağrışmalarla uyandım. Başımı tentenin altından dışarı çıkardığımda, dümenciyi
yazıhanenin bölmesine sıkıştırmış, her biri kendi ses tonundan bağrışan üç tayfa
gördüm:
“Vazgeç Petruha!”
“Sakin ol, Tanrı yardımcın olsun!”
“Yeter!”
Dümenci, kollarını çaprazlama göğsüne bağlamış, parmaklarını omuzlarına
yapıştırmış, güvertenin üzerinde duran bir eşyaya ayaklarıyla basarak sakin sakin
duruyor, sırayla hepsine bakıyor, boğuk boğuk ve yalvarırcasına;
“Bırakın beni, günahtan kurtulayım!” diyordu.
Yalın ayak ve kasketsizdi. Üstünde bir don, bir gömlek vardı. Taranmamış
saçlarının donuk renkli demeti, başından fırlayarak, altında kan dolu, küçük
köstebek gözler görünen tombalak ve inatçı alnının üzerine düşüyordu. Etrafına
telaşlı telaşlı yalvaran bakışlar atıyordu.
Ona;
“Boğulacaksın.” diyorlardı.
“Ben mi? Asla! Bırakın beni, kardeşçiklerim! Bırakmazsanız, onu öldüreceğim.
Simbirsk'e varır varmaz, hemen...”
“Bırakın bunları!”
Kollarını genişçe açarak yavaş yavaş diz çöktü ve ellerini, çarmıha gerilmiş
gibi yazıhaneye dayayarak, tekrarladı:
“Bırakın beni günahtan kurtulayım!”
Sesinde garip ve derin bir şey, insanı saran bir şey vardı. Kürek gibi uzun
açılmış kollarını adamlara çevirmişti, tersine dönük avuçları titriyordu. Kör
köstebek gözleri, küçücük siyah yuvarlaklar gibi, yuvalarından fırlamıştı. Sanki
görünmez bir el onu boğmak için boğazına sarılmıştı.
Köylüler sessizce önünden çekildiler. O beceriksizce ayağa kalktı, bohçayı
kaldırdı ve şöyle dedi:
“Teşekkür ederim!”
Küpeşteye yaklaştı ve umulmadık bir çeviklikle suya atladı. Ben de küpeşteye
koştum ve Petruha'nın başını sağa sola salladığını, şapka gibi başına geçirdiği
bohçasını düşürmeden nehir kıyısına doğru akıntıda yan yan yüzdüğünü gördüm.
Kumsaldaki fundalıklar sanki onu karşılıyormuş gibi sarı yapraklarını suya atarak,
rüzgârın altında eğiliyorlardı.
Köylüler söyleniyordu:
“Kendini yendi işte!”
Onlara sordum:
“Aklını mı oynattı?”
“Neden? Öyle bir şey yok. Ne yaptıysa ruhunun kurtuluşu için yaptı.”
Petruha artık sığlığa varmıştı. Göğsüne kadar suyun içinde ayağa kalktı ve
başının üstünde bohçayı salladı.
Gemiciler bağırdılar:
“Selametler, sağ ol!”
Biri sordu:
“Nüfus tezkeresiz nasıl yapacak?”
Kızıl saçlı, eğri bacaklı bir tayfa memnuniyetle bana anlatıyordu:
“Simbirsk'de bir amcası var ki, onun hem baş belası hem de bozguncusudur. Bu,
amcasını öldürmeyi tasarladı, evet, ama kendisine acıdı ve günahtan kurtuldu.
Yabani adam, ama iyi yürekli! Evet, iyi yürekli...”
İyi yürekli köylü şimdi de kumsalın dar şeridinde, nehir akıntısına karşı
yürüyordu. Sonunda, fundalıkların arasında kayboldu.
Gemiciler iyi çocuklarmış, hepsi de memleketlimdiler, Volgalıydılar. Akşama
doğru kendimi artık onlardan biri sayıyordum. Ama ertesi gün bana asık yüzlü ve
güvensizce baktıklarının farkına vardım. Şeytanın Barinov'u dürtüklediğini, dilinin
durmadığını ve bu patavatsızın gemicilere bir şeyler gevelemiş olacağını hemen
anladım.
“Gevezelik ettin mi?” diye sordum.
Kadın gözleriyle gülümseyerek ve kulağının arkasını utancından kaşıyarak
itiraf etti:
“Azıcık gevezelik ettim!”
“Ben senden konuşmamanı rica etmedim mi?”
“Zaten ben konuşmuyordum, hikâye çok eğlenceliydi. Kâğıt oynamak istedik, ama
dümenci kâğıtları aldı elimizden, bizim de canımız sıkıldı! Bundan sonra...”
Soruşturmalarımdan anladım ki, Barinov canı sıkılmasın diye çok hoş bir masal
uydurmuştu. Bunun sonunda Hohol ile ben, eski Vikingler gibi, güya bir köylü
kalabalığına karşı baltalarla vuruşmuşuz.
Ona kızmam yersizdi. Çünkü o, gerçeği ancak gerçeğin dışında görüyordu. Bir
gün birlikte iş aramaya gidiyorduk, tarlalar arasında bir çukurun kenarında
otururken, inanç ve tatlılıkla bana şöyle demişti:
“Gerçeği ruhuna uyarak seçmelisin! İşte bak, çukurun ötesinde bir sürü
otluyor, köpek koşuyor, çoban şuraya buraya gidip geliyor. Ee, bundan bize ne
sanki? İkimizin ruhuna bundan ne kazandıracağız? Dosdoğru bak dostum. İşte kötü
adam, doğru, ama iyisi nerede? İyi adamı henüz bulamadık, evet! Neden mi? Henüz
yaratılmadı da ondan.”
Simbirsk'de gemiciler çok kabaca mavnadan karaya çıkmamızı teklif ettiler.
“Siz bize yaramazsınız.” dediler.
Bizi bir sandalla Simbirsk iskelesine çıkardılar. Kıyıda açlık denilen
düşmanla yüz yüze kaldık. Cebimizde otuz yedi kapik vardı.
Çay içmeye kahveye gittik.
“Şimdi ne yapacağız?”
Barinov inançla yanıt verdi:
“Ne soruyorsun? Yolumuza devam edeceğiz.”
Samara'ya kadar bir posta gemisiyle tavşanlar gibi gittik. Samara'da bir
mavnada iş tuttuk ve bir hafta sonra da Hazar denizi kıyılarına hemen hemen
sapasağlam vardık ve orada, pis Kalmuk Kabankul semtinde, küçük bir balıkçı
kooperatifinde barındık.

SON
Hikâyeler

MAPUSHANEDE

1.

Hava nemli ve soğuktu. Şehrin üstünde kara bulutlar dolanıyor, çiseleyen


yağmur, sokakları donuk bir örtüyle kaplıyordu.
Jandarma kordonuyla çevrili kalabalık, evlerin duvarlarına sürtünerek ağır
ağır ıslak kaldırımlarda ilerliyordu. Bu güçsüz, kararsız yığının üstünde anlamsız
bir gürültü dalgalanmaktaydı.
Göstericiler asık yüzleri, sıkılmış yumruklarıyla geçit vermez bir duvar
gibiydiler. Ara sıra biri belli belirsiz gülümsüyor, ağır ve alçaltıcı güçsüzlük
duygusunu yenmek için alaycı bir sesle bağırıyordu. Neden sonra aniden sesi soluğu
kesiliveriyordu.
Jandarmaların öfkeli suratları yorgun ve endişeliydi. Sakin birkaç jandarma
ise tahta oyuncaklar gibi kımıldamadan duruyor, sabahtan beri çiseleyen yağmur
damlaları kasketlerini ve bıyıklarını ıslatıyordu. Gri ve kaygısız bir gökyüzü
evlerin damlarına abanırken, savaşmadan yenilen bu insanların üstüne giderek bir
sıkıntı çörekleniyordu.
“Avluya itin hepsini!” diye bağırdı kısık bir ses.
Jandarmalar buyruğu hoyratça uyguladılar. Birbirinin içine girmiş, koyun
sürüsünü andıran kalabalık hışımla avlunun içine doğru aktı. Kısa ve öfkeli
haykırmalar, sinirli müdahaleler yaygınlaştı. Kadınların çığlıklarında
gözyaşlarıyla dolu titreyişler hissedildi.
Kalabalığın içindeki sağlam yapılı, güleç yüzlü üniversite öğrencisi Mişa
Malinin, acıma dolu bakışlarla etrafını çevirenleri izliyordu. Morarmış, kasılmış
can sıkıcı suratlar, haykıran kadınlar, acı gülümsemeler ve anlamsız mırıltılar...
Utancından ağlayacak gibiydi. Avlunun bir köşesinde yalnız kalabilmek için kendine
kalabalığın içinden yol açmaya çalışırken paltosunun yakasına iki el kuvvetle
yapıştı.
Kocaman nemli gözleriyle sararmış bir yüz vardı önünde. Yağmurdan ya da
gözyaşlarından ıslanmış bu surattaki kor gibi dudaklar, titreyen bir sesle
mırıldandılar:
“İlerlemek istemiyorum. Yapamam, istemiyorum. Beni itti... Hakkı yok buna...
Söylesenize...”
Genç kız, soluğu kesilmiş gibi durdu, başını salladı. Saçlarının kıvrımları
isyankâr, beyaz alnına, hafiften ıslak yanaklarına dağılıyordu. Tüm gürültüyü
bastırırcasına;
“Hakkı yok!” diye haykırdı yeniden.
Sinirden mosmor olmuş, dikildi, elini kaldırdı, gözleri kıvılcımlar
saçıyordu.
Mişa'nın göğsünü bir alev sardı birden. Damarlarındaki kanın sıcaklığı
utancını alt edip kalbini coşkuyla doldurmuştu. İleri atıldı! Önündeki insan
kalabalığını ite kaka ilerledi. Gri asker paltosu giymiş, uzunca boylu bir adamın
yanına gelip sert bir sesle bağırdı:
“Vurmaya hakkınız yok!”
“Sahi mi?” diye söylendi gri paltolu. “Kim vurdu size?”
Sarı bıyıklı yorgun yüzü; hor gören, yapmacık bir tavır almıştı. Elini
Mişa'nın omzuna koyarak devam etti:
“Hadi gidin, rica ederim.”
Mişa bu samimiyetsiz kelimelerden hakaret dolu, aşağılayıcı bir anlam çıkardı
ve öfkeyle;
“Gitmiyorum!” diye bağırdı. “Boyun eğmeyeceğiz. Bu kadar işkence yeter.
Hayvan değiliz biz!”
Özgürlük ve insanlıkla ilgili duyduğu tüm sözler dudaklarından bir sel gibi
boşalmıştı. Tutukluların bağrışmaları gittikçe artmaktaydı. Mişa, gürültüden,
soğukkanlılığını kaybetmiş gibiydi. Ancak arabanın içinde kendine gelebildi ve
merkeze götürüldüğünü anladı.
Olup bitenin henüz farkına varamamış insanlar gibi gözleri alabildiğine açık,
titreyerek derin derin nefes alıyordu. Yanında, onu kemerinden tutmuş, sağ yanında
bıçak yarası olan genç bir adam oturuyordu. Mahallenin komiseri olmalıydı bu.
Somurtkan bir herifti. Dudaklarını büzüyor, gözlerini kırpıyor ve devamlı olarak
sol elini yanağına götürüyordu.
Mişa nazik bir sesle;
“Nereye götrüyorsunuz beni?” diye sordu.
Komiser dişlerinin arasından;
“Merkeze.” diye yanıtladı. Canı yanıyormuş gibi dudaklarını büzdü yeniden.
“Bir yeriniz mi ağrıyor? Vurdular mı size?”
“Dişim ağrıyor. Allahın belası!”
Yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Arabacının sırtına bir yumruk indirerek öfkeli
bir sesle kükredi:
“Hızlı sür şu arabayı, cehennem zebanisi!”
Arabacı ak saçlı bir ihtiyar kırışıklıklarla dolu yüzünü ondan yana çevirerek
yaşlı gözlerini kısıp sevimli bir sesle yanıt verdi:
“Zamanında ulaşacağız hazret, meraklanmayın! Hapishane kilise gibi değildir,
geç kalınmaz.”
“Konuşma yürü, yoksa seni...” diye tehdit etti komiser.
Arabacı ürktü ve hemen dizginlere asılarak atına mırıldandı:
“Haydi yavrum koş, acelemiz var!”
Yapış yapış, kalın bir sisle kaplı loş sokaklardan, karanlıklar içinde
kaybolmuş gibi tek tük insanlar geçiyordu. Sessiz, durgun gölgelerle dolu
tramvaylar, tekerleklerinden kıvılcımlar saçarak hızla gidiyorlardı. Sokak
fenerlerinin sarı ışıkları çok zor fark ediliyor ve hiçbir şey aydınlatamadan soğuk
sis denizi içinde kayboluyorlardı. Arabanın kauçuklu tekerlekleri yolun bozuk
yerlerinde zıplıyor, sarsılıyordu. Atın nalları parke taşlarının üstünde yeknesak
bir ses çıkarmaktaydı. Mişa'nın göğsünde bir şeyler sıkışıyor, titremeyle birlikte
belirsiz bir sıkıntı vücuduna yayılıyor ama yerine getirilen vazife düşüncesi onu
rahatlatıyordu.
Arabanın durduğu kapının eşiğindeki ufak tefek bir adam, kaygısız bir sesle
söylendi:
“Hıh, bir tane daha mı? Yer yok! Emir geldi, doğru hapishaneye
götüreceksiniz.”
“Cehennemin dibine gitsinler!” diye inledi komiser.
Ve birden Mişa'ya dönerek acıdan şeklini kaybetmiş suratını yaklaştırıp
öfkeyle bağırdı:
“Buyrun bakalım, öğrenci efendi. Haksızlıklara karşı, ezenlere karşı biz
halkla beraberiz dersiniz. İşte benim gibi hasta bir adam her şeye rağmen sizi
götürmek zorunda!”
Ve arabacıya dönerek;
“Taşra hapishanesine.” diye gürledi.
Mişa gülecekti, fakat hasta bir adamı daha fazla üzmemek için kendini tuttu,
bir an sustu, sonra alaycı bir nezaketle;
“Kreozol alsaydınız.” dedi.
Komiser susuyordu. Ancak hapishanenin önünde arabadan inerken üzüntülü bir
sesle karşılık verdi:
“Kreozol da denedim, bir işe yaramadı. Girin lütfen!”

2.

Hapishanede siyasi tutuklular için ayrılan yer dolduğundan, Mişa cinayetten


mahkûm olanlara ait bir odaya kapatıldı. Uzun boylu, durgun bakışlı, yaşlı bir
gardiyan, kalın kapıyı gürültüyle kapayıp üstteki yuvarlak deliğe eğildi, belli
belirsiz monoton bir sesle;
“Bir şeye ihtiyacın olursa çağır beni, buradayım.” dedi.
Sonra sessizce kayboldu.
Delikanlı önce dikkatle onu izledi, sonra sükûnetle etrafı incelemeye
koyuldu. Oda dar ve uzundu. Solda, kapının yanında kocaman bir üçgen teşkil eden
demir bir soba, onun yanında sıralı dört tane paramparça kamp yatağı vardı.
Yataklar, odayı boydan boya kaplayarak paslı demir parmaklıklarla örülü büyük
pencereye kadar uzanıyorlardı. Sağ duvarla aralarında bir metre kadar boşluk
kalıyordu. Odada bu pis yataklardan başka hiçbir şey yoktu. Çatlaklarla dolu taş
kubbe, bir yay biçiminde eğilerek yatakların seviyesine kadar alçalıyor, odayı iki
eşit parçaya bölünmüş tuhaf bir küre şekline sokuyordu. Kubbenin en yüksek
noktasında, sağ duvarın yanında tozlu bir elektrik lambası, yer yer boyaları
dökülmüş, tahtakurusu lekeleri ve yazılarla dolu duvarları aydınlatıyordu.
Duvarlarda, büyük bir ihtimalle çiviyle kazılmış sıra sıra rakamlar vardı.
Yalnızlığa karşı direnmeyle geçen boş günleri doldurmak ya da saymak için birinin
topladığı, böldüğü, çarptığı rakamlar... Pencerenin yanındaki mermerlere yapışmış
kuru bir küf yığınının üstünde büyük harflerle şu satırlar yer alıyordu:

Biz Viazmalı iki delikanlı


Gezdik birlikte dünyayı,
Bir kopek şurada, bir kopek burada çaldık
Bir parça ekmek satın alıp
Zıkkımlanmak için...

Mişa gülümsedi ve son satırın ne anlama geldiğini sordu kendi kendine.


“Kuşkusuz, doymak nedir bilmeden yemek.” diye düşündü ve duvara
serpiştirilmiş bu harflere daha yakından baktı. Şiirdeki iki genç, ona; her şeyi
yapmaya hazır, yarı aç yarı tok, hırpani ama iyi kalpli iki serseri olarak
gözüküyorlardı. Hiçbir şeyden korkmayan, şehirden şehre dolaşan, mümkünse 'bir
kopek çalan' ve böylece insanlar arasında yırtıcı kuşlar gibi yaşayan iki serseri.
Mişa, satırları bir daha okudu. Bu kirli duvarlar onu son derece ilgilendirmişti,
gülmeye başladı.
Dışarıda ayak sesleri duyuldu ve birden odanın içini azarlayan bir ses
doldurdu:
“Ne oluyor?”
Mişa sarsıldı, geri döndü. Soğuk ve donuk bakışlı bir göz kapıdaki delikten
ona bakmaktaydı.
“Beni mi çağırdın?”
“Yok, hayır.”
“Ee ne oluyor?”
“Hiç, gülüyordum da...”
Göz, odanın içine bakındı. Koridorun öteki ucundan küfürler, kışkırtan sesler
duyuluyordu.
“Burada gülünmez.”
Mişa biraz şaşkın;
“Yasak mı?” diye soruverdi.
Yanıt yoktu. Yeniden gürültüler duyuldu. Zincir seslerine benzer anlamsız
sesler işitiliyordu. Mişa bunlara pek kulak asmadı. Bir ara gardiyanın ince zayıf
yüzünü, renksiz yuvarlak gözlerini, kırış kırış sapsarı alnını kaplayan beyaz
kaşlarını görür gibi oldu.
“Fedka! İğrenç mahluk.” diye ciyak ciyak bağıran bir ses ortalığı karıştırdı.
Kahkahalar yükseldi. Ayaklarını sürüye sürüye koştu biri.
“Rahat durun ulan tekeler.” diye bağıran bir ses işitildi.
Mişa, derin derin iç çekti, yeniden duvarları incelemeye koyuldu. Kubbenin,
yatağın üstüne çıkıldığında rahatlıkla ellenebilecek kadar alçaldığı bir yerine
matbaa harfleriyle özenilerek şu satırlar kazınmıştı:
“Jakop Ignatiyev Ussov burada yattı. Alçaklıklarından dolayı karısını ve Şaşa
Grislov'u öldürdüğü için. 1900 Ocak’ında pis vücutlarını yarıp bağırsaklarını
dışarı çıkardı...”
Mişa sarsıldı birden. Yazının gaddarca düzgünlüğü, Ussov'un insanları
öldürmek hakkına inancını pekiştirdiği için şaşırtıcı bir hâl alıyordu.
Ussov'u hayalinde canlandırmak istedi, ama ona verecek insanca bir görünüş
bulamadı. Sakin cani, hayalinde korku saçan şekilsiz bir leke gibi beliriyor ve bu
lekenin ortasında kanlı, solgun bir ateş parıldıyordu.
Kapının ardında yine ayak sesleri, peşinden de bir buyruk duyuldu:
“Aç!”
Önce kilit gıcırdadı, sonra kapı açıldı ve iki gardiyanla birlikte hapishane
müdür yardımcılarından biri içeri girdi. Gelen, ufak tefek, farelerinki gibi fırıl
fırıl dönen gözleri olan, soluk suratlı bir herifti. Mişa'dan yana bir göz attı ve
konuşmadan geri döndü. Gardiyanlardan kızıl saçlı olanı kocaman göbeğiyle pencereye
yaklaşıp parmaklıkları kontrol etti. Mişa'nın gardiyanı zayıf ihtiyar ise eşikte
kımıldamadan durmuş, ölü bakışlarla delikanlıyı süzüyordu. Adi suçlunun biri odaya
daldı, yatağın altına kalın reçine tabakasıyla sıvalı tahta bir kova fırlatıp yok
oldu. Müdür yardımcısı da biraz sonra yanındakilerle birlikte Mişa'ya hiçbir şey
söylemeden çekip gitti. Sürgü yeniden gıcırdadı, kapı kilitlendi. Koridorun sonunda
anahtar gürültüleriyle birlikte aynı ses yine işitildi:
“Aç!”
Açılan kapının gürültüsü, sonra tekrar kapanışı, ağır ağır uzaklaşan adımlar
ve yine aynı sert ses;
“Aç!”
Sonra birden, sanki bütün hapishane ses geçirmez bir örtüyle kaplanmış gibi
her şey sakinleşiverdi.
Mişa, diş ağrısı gibi dayanılmaz bir his duydu. Ama hemen kendini toparladı,
ellerini ceplerine sokup bir aşağı bir yukarı gezinmeye ve ıslık çalmaya başladı.
Birkaç saniye ancak geçmişti ki, gardiyanın donuk gözü delikte tekrar
belirdi, kuru ve yeknesak ses ihtar ediyordu:
“Islık çalınmaz!”
“Islık çalınmaz mı?”
“Hayır, çalınmaz.”
“İyi.” dedi Mişa omuzlarını silkerek; “Bir daha çalmayız.”
Göz bir an deliğin ardında donuk donuk ışıldadı, sonra kayboldu. Kapının
ardında uzaklaşan hafif adımlar duyuldu. Sessizlik yeniden kapladı ortalığı. Ara
sıra forsaların bulunduğu komşu odadan uğultular geliyordu. Biri ya dua ediyor ya
da bilmem hangi efsaneyi anlatıyordu kuşkusuz. Mişa pencereye yaklaştı, pervazından
tutunup kendini yukarı çekti. Parmaklıkların soğuk demirine alnını dayayarak
sonbahar gecesinin karanlığını seyre daldı. Zifirî karanlıktı dışarısı. Uzaklarda
küçük, sevimli bir ışık parıldıyordu. Mahkûmlar gibi karanlıklarla çevrilmiş yalnız
bir ışık...

3.

Sesleri alabildiğine yansıtan bu durgun gecede Mişa, gururunun yeniden


tazelendiğini hissetti.
Yüzlerce insan içinde sadece o, gözü peklikle karşı gelmek ve zorbalıkla
savaşmak cesaretini göstermişti. Genç kızın yaşlı gözlerini hatırladı birden.
Neredeydi acaba şimdi? Kuşkusuz kaçmayı başarmıştı. Belki de ufacık odasında
oturmuş, arkadaşlarına, mavi gözleri öfkeden parıldayan uzun boylu, sarışın bir
öğrencinin zorbalara karşı direnmeyi öngören bir nutuk attığını ve sözlerinin halk
üzerinde nasıl etki yaptığını anlatıyordu.
Mişa keyifle gülümsedi:
“Acaba ona bir daha rastlayacak mıyım?” diye düşündü.
Karanlık gökyüzünde, ta yukarılarda yıldızlar parıldıyordu. Mişa, pencerenin
kirli camlarının gerisinden güçlükle seçebiliyordu onları. Elini parmakların
arasından geçirip üst camı açtı. Soğuk hava dalgası yüzünü yaladı geçti birden.
Odanın yakınında ayak sesleri duyana kadar öyle kımıldamadan kaldı. Sonra anlatılan
korkunç öyküleri hatırlayarak;
“Gardiyan, hapishane o kadar da korkunç değil.” diye düşündü.
Başını sallayarak alaylı bir gülümsemeyle kendini yere bıraktı:
“Nevrastenikler...”
Sıkıntı duymadığını, kalbinin sakin bir şekilde attığını hissetmesi onu
rahatlatıyordu.
“Ah, tüm insanlar özgürlüklerine engel olan şeyin üstüne benim gibi korkmadan
atılabilseler.” diye düşündü.
Böylesine güç birliği yapılsa hayat ne kadar güzel ve sıkıntısız olacaktı.
Oturduğu evin sahibesini hatırladı birden. Onu nasıl beğenir, oğlu gibi severdi.
Tutuklandığını öğrenince çok üzülecekti kuşkusuz. Acaba ona yiyecek, giyecek,
çarşaf falan gönderir miydi? Bir aylık kirasını önceden ödemişti. Ya kız kardeşi? O
da korkacaktı. Eniştesi, her zamanki gibi kel kafasını yolarcasına kaşıyıp iç
çekerek söylenecekti:
“Ee tabi, bir gün olacaktı bu.”
İğrenç bir herifti eniştesi. Kız kardeşi de ondan aşağı kalmazdı ya.
Sıkıntılı Kaluga şehrinde yaşarlar, senede üç bin rubleyi cebe indirmekten başkaca
hiçbir şeyi düşünmezlerdi.
Parça parça kara bulutlar geçiyordu. Yıldızlar koyu mavi gökyüzünde bazen
kayboluyor, sonra yeniden ortaya çıkıyorlardı. Gözlerini kırpmadan gökyüzüne baktı
Mişa, aklından neler geçiyordu neler...
“Çıkınca, hapishaneden söz etmek eğlenceli olacak.” diye düşündü. “Belki o
kızla da karşılaşırız.”
Siyah saçları yanaklarına yapışmış, üzgün ve öfkeli o solgun yüz gözünün
önüne geldi tekrar. Mişa, birkaç satır karalamak özlemini duydu içinde. Sıkıca
kapadı gözlerini, bir süre sonra mırıldanmaya başladı:

Demir parmaklıklar arasından,


Gökten yıldızlar zindana bakar.
Ah Rusya'da yıldızlar bile
Parmaklıklar arasından bakar.

Dörtlük çok hoşuna gitmişti. Hâlinden memnun, hızlı adımlarla odada dolaşmaya
ve tumturaklı bir şekilde okumaya koyuldu:
Ah Rusya'da yıldızlar bile
Parmaklıklar arasından bakar.

“Konuşmak yasak.” diye sert bir ses uyardı yine kapının arkasından.
Mişa durakladı, deliğe dayanmış gardiyanın donuk gözüne birkaç saniye
dikkatle baktı. Sonra sesini alçaltarak bezgin bir tavırla sordu:
“Neden?”
“Yasak, dikkatli ol.” diye fısıldadı gardiyan.
Mişa'ya, gözün bakışında bir değişiklik olmuş gibi geldi. Gülünç bir ürkeklik
seziliyordu sanki bu gözde.
“Ama neden, neden?” diye tekrarladı Mişa. Kapıya yaklaşıp hafifçe gülümsedi.
“Senden başka kimse işitmiyor ki. Seni rahatsız ediyorsam...”
Kapının üstündeki deliğe doğru eğilince azarlayan kelimeler çarptı kulağına.
“Ne gülüyorsun küçük bey! Seni buraya gülesin diye mi kapattılar?”
“Bak dinle.” diye başladı Mişa.
Fakat gardiyan geri çekilmişti. Mişa yeniden deliğe doğru eğildi. Koridorun
yarı karanlığında sarı boyalı bir duvarı, kocaman asma kilitli demir bir kapıyı ve
kapının ortasında yuvarlak, aydınlık bir deliği fark etti.
“Dinle beni.” diye tekrarladı.
Bekledi ama yanıt yoktu. “Ne ilginç.” diye düşündü. İçinde bir sıkıntı
duymaya, canı fena hâlde sıkılmaya başladığı an pencere tarafından kısık bir ses
duydu:
“Aç!”
Bir tüfek dipçiğinin yere değmesine benzer sesler geldi. Mişa parmaklığa
doğru yöneldi. Yarı karanlıkta gardiyan hızlı hızlı, yarım ağız sayıyordu.
“On iki pencere, iki nöbetçi kulübesi...”
“Salak.” diye çıkıştı kısık sesli; “Pencerenin birinden bir baş ya da kol
uzanırsa ateş etme, ama hazır durumda bekle.”
“Olur efendim.”
“Pekâlâ, bak yine geçen günkü gibi başlarsan karışmam. Bikov, ona etraflıca
anlat.”
Sessizlik içindeki her kelime karanlıklarda parlayan bir kıvılcım gibi ayırt
ediliyordu.
“Camdan bakıldığını görürsen ateş etmeyeceksin, anladın mı?” diye devam etti
kısık sesli.
“Evet, anladım.”
Beceriksizce kullanılan bu iki kelime, korku ve keder izlenimi veriyordu.
“Ama biri pencereden iner, buradan ya da oradan kaçmaya kalkarsa... Dinliyor
musun?”
“Evet, dinliyorum.”
“Hemen bağıracaksın: 'Yaşamak istiyorsan dur.' Bir kere, iki kere
bağıracaksın, üçüncüde ateş. Ama havaya, uyarmak için. Sonra baktın olmadı, kaçanın
üstüne ateş edeceksin ya da tüfeğinin dipçiğiyle vuracaksın. Nasıl kolayına
gelirse, anladın mı?”
“Evet, anladım.”
“Pekâlâ, şimdi şu arada gidip gelmeye başla, pencerelere de dikkat et.
Uyumaya kalkışma sakın.”
“Oh, hayır.”
“Pekâlâ sersem, hadi anlat bakalım, ne zaman ateş edeceksin?”
“Ne zaman bir tutuklunun pencereden atladığını görürsem.”
“Ya doğruca duvarın üstünden atlamaya kalkarsa?”
Sessizlik... Sonra birinin güçlükle nefes alışı ve ayaklarının ıslak toprak
üstünde sabırsızca tepinmesi duyuldu.
“Söylesene Allahın belası!”
“O zaman vurmak lazım.” diyebildi ince bir ses.
“Ee, pencereden uzanan bir kafa görürsen ne yapacaksın?”
Yeniden sessizlik... Sonra öfkeyle tükürülen bir balgam.
“Ulan odun kafalı!”
Okkalı bir küfür ve alabildiğine şaklayan bir şamar sesi duyuldu.
“Söyle ulan!”
Güçlükle nefes verir gibi anlaşılmaz belirsiz kelimeler işitildi.
“Yanlış.” diye çıkıştı kısık sesli. “Şöyle diyeceksin öküz oğlu öküz: 'Kafanı
içeri çek.' Anladın mı kurbağa suratlı, hadi yürü!”
Mişa olup biteni görebilmek için var gücüyle parmaklıklara asılmıştı.
Hapishaneyle, etrafını çeviren taş duvarlar arasındaki dar mesafe zifirî
karanlıktı. Ama yine de siyah bir şey, gürültüsüzce kımıldanan bir baş fark
ediliyordu. Aniden tüfeğin ince namlusu karanlıkta parıldadı ve dehşetli bir
haykırış etrafı çınlattı.
“Kafanı içeri çek!”
Mişa yavaşça pencereden inip etrafına bakındı. Odanın havası boğucuydu. Kara
duvarın dibinde, kurşun kalemle ve büyük harflerle yazılmış sevimsiz bir küfür
ilişti gözüne. Okudu ve yüksek sesle kelimeyi tekrarladı. Kapıya baktı, sonra
yatağına uzanıp gözlerini kapadı.
Kapı deliğine uydurulmuş bir göz içeriyi kolaçan etmekteydi yine.

4.

Mişa, sert yatağın üstünde derin bir uykuya daldı. Düşünde; dar ve karanlık
bir sokakta güçlükle koşuyordu. Görünmeyen biri onu takip ediyor, anlaşılmaz laflar
söyleyen bir adam yakasından çekiştiriyordu. Birden yatağına atılan bir tekmeyle
uyandı.
“Kalk. Denetleme!”
Gözlerini açtı. Yatağın yanında duran şişman, kızıl saçlı gardiyan, gömleğine
yapışmış çekiştiriyordu. Uzun boylu, kambur müdür yardımcısı, patlak gri gözlerini
ona dikmiş, alaylı alaylı mırıldanıyordu:
“Zamanında kalksanız olmaz mı? Burası ananızın evi değil.”
Mişa uslu uslu gülümseyerek;
“Hemen.” dedi. “Şimdi kalkıyorum.”
Ve çevik bir hareketle yataktan fırladı.
Müdür yardımcısı, Mişa'yı uzun uzun süzdükten sonra kapıya doğru yöneldi.
Yumuşak bir sesle;
“Eve mektup yazmak için kâğıt kalem isteseniz iyi olur. Çarşaf falan
göndersinler.” dedi ve dışarı çıktı.
Mişa yüzünü yıkamak için koridorun ucuna yürüdü. Sıra sıra bakır musluklardan
akan bol soğuk su, madenî bir oluğa dökülüyordu. Koridor boyunca tutuklular
koşuşuyor, kirli gri giysileri içinde, ellerinde çaydanlıklarla bağrışıyorlardı.
“Su iyi kaynasın ha!”
Zincirlerini şakırdatarak bir forsa geçti. İri yapılı, uzun boyluydu. Solgun
bir yüzü, gür kızıl sakalı vardı. Delikanlıya hafifçe göz kırptı, gülümseyerek;
“Oh oh.” diye söylendi. “Enselendik mi küçük bey?”
Gardiyan, Mişa'ya sıcak bir bardak çayla, kabuğu kösele gibi sert, içi ise
ekşi kokular saçan koca bir parça ekmek getirdi.
Hapishane, çomak sokulmuş arı kovanı gibi uğulduyordu. Küfürler, kahkahalar,
şarkılar, gardiyanların azarları birbirine karışıyor ve Mişa, bu koşan, bağıran
insanları dikkatle izliyordu.
Öğrenciliği boyunca yeteri kadar okuyamamış ve çok az seyahat etmişti.
Üniversite öncesi hayatı ise eniştesinin can sıkıcı evinde geçmişti. Okulda,
öğrencilerin arasında kendini rahatsız hisseder, onların çeşitli toplumsal
sorunlarla ilgilenişi, kitaplardan edindikleri bilgiç cümlelerle dolu ateşli
konuşmaları canını sıkardı. Bu hoşnutsuzluk ise, karmakarışık ama inatçı bir
direnme duygusu uyandırmıştı onda. Ama henüz bu direncin kime ve neye karşı
yönelmesi gerektiğini pek iyi kavrayamamıştı. Şimdi ise kendini kahraman sanıyor,
gençliğin verdiği coşkunlukla, kişiliği yepyeni hislerle dolup taşıyordu.
Çayını içtikten sonra pencerenin kenarına çıktı. Hapishaneyi çevreleyen
yüksek duvarların üstünde, ellerini arkasına kavuşturmuş, siyah saçlı, geniş omuzlu
bir adam uzun adımlarla volta atıyordu. Kalın, kısa bir ceket giymiş, başına bir
kasket geçirmişti. Ara sıra ani bir hareketle başını geriye çeviriyor, pencerelere
kısa bir göz attıktan sonra voltasına devam ediyordu. Birçok kere Mişa bu araştıran
bakışları üstünde hissetmişti. Onunla konuşmak, ismini, hangi nedenle burada
tutuklu olduğunu sormak özlemini duydu. Adamın pencerenin yakınına kadar gelmesini
bekleyip yavaşça seslendi:
“Hey baksana!”
Gardiyan birden pencerenin altında belirdi ve yumruğunu sallayarak bağırdı:
“Kes sesini, konuşmak yasak!”
Kasketli adam omuzlarını silkti, ona gülümseyip uzaklaştı. Mişa yere atladı.
Gardiyan onu ne kadar ürkütmüşse, voltalayan adamın gülümsemesi de benliğini o
derece mutlulukla doldurmuştu. Bu gülümsemeyle aralarında sanki bir sempati ağı
örülmüş gibiydi.
Öğleye doğru gül fidanı gibi narin, ihtiyar bir gardiyan odaya girdi. Çiçek
bozuğu bir suratı vardı. Kapının yanında durdu ve Mişa'ya bakmaksızın mırıldandı:
“Volta saati, buyur.”
Hava nemliydi. Hapishane avlusunun taşları arasındaki su birikintileri
yeşilimsi bir renk almıştı. Üç tutuklu, ellerindeki süpürgelerle suyu giriş
kapısına doğru süpürüyor ama çamurlu ve pis su, duvarlara kadar yayılıp tekrar
taşların arasına doluşuyordu.
“Burada voltalayacaksın. Şu duvara kadar. Tutuklularla konuşmak yasak.” dedi
gardiyan.
Mavi göğün altında, ilk defa 'yasak' kelimesi Mişa'nın kalbine bir hançer
gibi saplandı. Bu iki hece ona aşağılatıcı, salak, kabaca kısıtlanmış bir şeyi
hatırlatıyordu artık. Kaşlarını çatarak gardiyanın yüzüne baktı. Korkunç bir maske
gibi hareketsiz duran çene ve elmacık kemikleri sarı kıllarla kaplı bu adamın
gözleri tuhaf bir şekilde parıldıyor, yumuşak hatta biraz utangaç bakışlar, bu
çatlamış kırmızı suratla bir tezat meydana getiriyordu.
“Volta at.” dedi gardiyan; “Durmak yasak!”
Mişa ağır ağır yürümeye başladı. Gardiyan etrafı kolaçan edip kimsenin fark
edemeyeceğinden emin olunca Mişa'ya yaklaşarak yavaş bir sesle;
“Neden hep baş kaldırırsınız?” diye sordu. “Derslerinize çalışsanız daha iyi
olmaz mı? Okuyun, hâkim olun, savcı olun. Ne güzel meslekler bunlar. Ama habire
ayaklanıyorsunuz. Gençliğinize yazık değil mi? Bir anneniz var kuşkusuz. Ne yapar
şimdi?”
Bu sözler Mişa'ya dokunmuştu. Durdu, aynı iyimserlikle yanıt vermek üzere
elini göğsüne koymuştu ki gardiyan ürküp geri çekildi, çevresine bakınarak
aceleyle;
“Yürü, yürü.” diye fısıldadı. “Seninle konuştuğumu görürlerse cezalandırırlar
beni, anlıyor musun?”
Sonra telaşla uzaklaşıp hapishane duvarının ardında kayboldu. Delikanlı,
üzüntü ve avunma duygularıyla karışık bir şaşkınlık içinde, yüksek taş duvarlar
boyunca volta atmaya başladı yeniden.
Hapishane, dört köşesinde kuleleri ve kalın duvarlarıyla toprağa gömülmüş
gibi alçak bir binaydı. Sonbahar yağmurlarıyla ıslanan duvarları yer yer çatlamıştı
ve çevreye pis bir koku yayılıyordu.
“Burada daha ne kadar kalacağım?” diye düşündü. Özgürlüğüne kavuşsa,
hapishane hakkında pek çok ilginç şey anlatabilirdi. Yeniden olayları, sokağı,
kalabalığı, jandarmaların korkunç görüntülerini ve genç kızı gözünün önüne
getirdi.
Bu düşlere dalınca volta zamanının çabucak geçtiğinin farkına bile
varmamıştı. Gardiyanın sesiyle kendine geldi:
“Haydi koğuşlara.”
Şaşkınlıkla haykırıverdi:
“Hemen mi?”
Gardiyan, evet anlamında başını salladı. Koridorda Mişa'nın kulağına eğilerek
yavaşça;
“Annem düşkünler evinde benim.” diye fısıldadı. Suçlu gibi yüzü hafiften
kızarmıştı, başını önüne eğdi.
Mişa gülümseyerek;
“Ya, kötü bir şey değil ki bu.” diyebildi. Söyleyecek uygun bir söz
bulamamıştı.
Yeniden koca demir kapı üstüne kapandı. Sürgü ve kilidin madenî sesi duyuldu.
Mişa odanın ortasında durdu, sonra yatağın üstüne oturdu. Birden tüm
düşünceleri, duyguları yıkılır gibi olmuştu. Kafasında garip bir boşluk belirmiş,
beyni bir rüya âleminde gibi uyuşmuştu.
Demek böyle akıyordu hayat; dümdüz, renksiz, kapkara. Ve her geçen gün
benliğinde şimdiye kadar şahit olmadığı bir iz bırakıyor, ne kadar küçük olursa
olsun her izlenim ruhunda cılız bir ışık gibi parlıyordu.

5.

Yoklama çoktan bitmiş, hapishane derin bir uykuya dalmıştı. Koridordan


gürültüler duyuluyor, bir tutuklunun düşündeki mırıltılar ya da bir diğerinin
sayıklaması gardiyanın ayak seslerine karışıyordu. Donuk gözlü ihtiyar nöbetteydi
bugün. Koridorda ağır ağır, mırıldanarak yürüyordu. Mişa, uzandığı yatağından
dışarıya kulak kabartıyordu.
Çiçek bozuğu suratlı gardiyan, öğleden sonraki gezinti esnasında bir çırpıda
hayatını anlatıvermişti. Bir terziydi anası. Subayın birine sevdalanmış, o da günün
birinde hatıra olarak bir fotoğrafını ve bir de çocuk bırakarak çekip gitmişti.
Genç kadın on dört senedir oğlunu yetiştirmeye vermişti kendini. Önce papaz
okuluna, sonra şehirdeki liseye yollamıştı. Ama hocanın biri oğlanı pataklayınca,
çocuğuna tek kötü söz bile söylemeye kıyamayan ana, onu okuldan aldığı gibi bir
savcının yanına yerleştirmişti. Dikiş diker, çiçekler, çoraplar örer, durmadan
çalışırdı kadın. Nihayet oğlan asker olmuş, bir defasında çok sevdiği annesiyle
alay eden subayına karşı gelince ceza olarak üç seneliğine bir disiplin taburuna
gönderilmişti. İhtiyar ana, oğlunun askerliğe sayılmayan üç senesine ve hayatının
güçlüğüne alışmaya çalışmış, bir yandan da dikişine devam etmişti. Yedi sene
kışlaların cefasını çeken oğlan, hasta ve bitkin bir hâlde dönmüştü eve. İhtiyar
anası, artık gözleri iyi seçemediğinden çalışamıyor, kilisenin önünde dileniyordu.
Eve döndüğü gün ona, hayat boyu oğlu için çalışmış bir annenin ellerinin ve
gözlerinin en son ürünü olan bir atkı hediye etmişti. Aylarca iş bulamayan oğlan,
anasının dilendikleriyle geçinmek zorundaydı. İhtiyar kadının artık yürüyemez hâle
geldiği sıralarda ise hapishanedeki bu işi bulmuş, sonra da biri aracılığıyla
anasını düşkünler yurduna yerleştirmeyi başarmıştı. Zavallı ihtiyar hâlâ orada
oğluna çorap örermiş.
“Ne kadın be.” diye mırıldandı Mişa. “Nasıl çalışmış ömür boyu, nasıl sevmiş.
Basit ama dokunaklı bir hikâye.”
Çiçek bozuğu suratlının kısık sesi, düşünceli bakışları gözünün önüne geldi.
Nasıl değerlendirmeliydi bütün bunları? Bu sevginin anlamı neydi? Mademki oğlan her
şeye rağmen...
Kapıdan gelen fısıltı düşüncelerini dağıttı:
“Bay Malinin!”
Mişa yataktan atladı. Gardiyanın gözü delikteydi.
“Ne konuşuyorsun?” diye sordu ihtiyar.
“Ben mi? Hiç.”
“Ama ben duydum.”
“Belki farkında olmadan.”
“Dikkat et! Burada dikkatli olmak lazım.”
Göz kayboldu, sonra yeniden göründü. İhtiyar bu sefer tatlı bir sesle;
“Burada biri vardı, senin gibi kendi kendine konuşurdu. Benim yeğen...”
“Ee...?”
“Tımarhaneye kapattılar.”
“Yeğenini mi?”
“Yeğenimi ya.” diye mırıldandı ihtiyar. Gözü ikide bir kayboluyor sonra
yeniden beliriyordu, kuşkusuz evet anlamında başını sallıyordu ihtiyar.
Mişa kısık bir sesle;
“O da burada mıydı?” diye sordu.
“Dokuz numarada.”
“Ee, sen onu da... Yani o zaman burada mıydın?”
“Buradaydım ya! On yedi sene oldu. Neredeyse on sekiz olacak.”
Mişa durakladı. Vücudunu bir ürperme sarmış, kalbi duracak gibi olmuştu.
Gözlerini gardiyanın donuk gözüne dikti. “Benim gibi yeğeninin de mi bekçiliğini
yaptın?” diyecekti ama vazgeçti. İhtiyarın kalbini kırmaktan çekiniyordu.
“Epey zaman olmuş.” diyebildi ancak.
Gardiyan gözünü kırpıştırarak;
“Dur biraz, bir iskemle alıp geleyim. Sırtım ağrıyor, eğilemiyorum.”
Mişa onun âdeta sürüklenen ayak seslerini dinledi:
“Eğer insanda ruh denen bir şey varsa” diye düşündü; “bu adamın ruhu, suratı
gibi kırış kırış, eğri büğrüdür kuşkusuz.”
İhtiyar dönmüştü. Sessizce kapının önüne bir iskemle koydu ve gözünü yine
yuvarlak deliğe uydurdu.
“Böyle daha iyi.” dedi. “Uyuyamıyorum be! Biliyor musun kemiklerim sancıyor.
Sen de uyuyamıyorsun galiba. Bari gevezelik edelim. Yasak, ama kim görecek
geceleyin. Gündüz sert davranıyorum, ama geceleri konuşabiliriz. Sonra senin suçun
ne ki? Çalmadın, öldürmedin! Acıyorum sana. İdarecilerin işlerine karışılmaz.
Gülüyorsun değil mi? Sanki bir iş başarmış gibi memnunsun. Ah gençlik!”
Konuşma can sıkıcı bir hâl alıyordu. Mişa sinirlenerek deliğe doğru eğildi ve
ihtiyara sordu:
“Ne yapardı senin yeğen?”
“Kilitçiydi. Mühendisin birini vurdu. Haber gazetelere bile geçti. İnan bana,
kendi verdi gazeteyi, okudum. Aynı bizim yeğeni anlatıyorlardı, nasıl vurduğunu
falan. O da okudu ve gülmeye başladı. Senin gibi. Bir görseydin benim yeğeni, tıpkı
senin gibi güçlü kuvvetli bir delikanlıydı. Anası, yani kız kardeşim deli oldu,
gözyaşlarına boğuldu zavallı. Ama gözyaşları kanı temizlemez ki! Ara sıra sorardım
ona: 'Nasıl Fedor, hapishane hoşuna gidiyor mu?' diye. Önceleri yanıt vermez,
kızardı. Sonra bayağı konuşmaya başladı. Sen de çok konuşuyorsun!”
“Ee, ne derdi?”
“Bir sürü şey. Kimin hatırında kalır.”
“...”
“Sen Kalugalı mısın yoksa?”
“Evet.”
“Tamam, ismin yabancı gelmedi de. Bir postane görevlisi vardı Kaluga'da,
Malinin diye.”
“Babamdı o benim.”
“Yok canım! Ben de Kalugalıyım. Baban öldü mü?”
“Öldü.”
“Ah yazık! Hepimizin sonu bu, neylersin.”
Mırıltıları giderek sonbaharın kurumuş yaprakları gibi hışırdıyordu.
Pencerenin öbür yanında; nöbetçinin zamanı ölçermiş gibi ses veren ağır adımları ve
gecenin karanlığı içinde hüzün dolu çan sesleri duyuluyordu.
“Canın sıkılmıyor mu burada?” diye sordu Mişa.
“İhtiyarların her yerde canı sıkılır.”
Tükürür gibi fısıldanmış, soğuk, karamsar bir yanıttı bu.
“Peki, yeğenin buradayken ona acımıyor muydun?”
“Acımak neye yarar? Hem bir adam öldürmüştü o. Asıl kız kardeşime acıyordum.
Yoksa adam öldüren...”
Birdenbire sustu ve kayboldu. Mişa deliğe baktı, bekledi.
Biraz sonra kapının ardından hüzünlü bir ses;
“Niçin yalan söylüyorum?” diye fısıldadı.
Mişa hemen atıldı:
“Ne dedin?”
İhtiyar, ak kıllarla dolu ince dudaklarını durmadan oynatıyor, bir şeyler
söylemeye çalışarak garip bir gülümsemeyle başını sallıyordu:
“Yalan söyledim. Fedor'a acıyordum. O da insandı, gençti. Yaşasaydı...”
Birden acı bir çığlık koridoru doldurdu:
“Vurmayın! İmdat! Merhamet!”
Mişa korku ile;
“Ne oluyor, ne var?” diye bağırdı.
“Sus! Bir şey yok.” dedi ihtiyar. “Tutuklunun biri rüya görüyor. Hep böyle
bağırırlar. Her biri kendine göre bir türde bağırır. Haydi yat artık, gece yarısını
ettik, iyi uykular...”
Kalktı, sanki ağır bir yük çekermiş gibi adımlarını sürüyerek uzaklaştı.
Mişa kendini yatağın üstüne attı, gözlerini kirli tavana dikti.
Düşüncelerle dolu uykusuz gece, sessizliğiyle kapladı onu.

6.

Mişa artık kendini kısa geçmişinden kopuk görüyor ve geçmişin en göz alıcı
'kahramanlık' günü, eskisi gibi neşelendirmiyordu onu. Hapishanenin mezara benzer
garip hayatı içinde bilinciniz, henüz kavrayamadığı uzak, anlaşılmaz bir şeyler
hissediyor, etrafını çeviren her şeyi bazen kaygısız bir gülümseme bazen de acı ve
kuşku dolu bir ilgiyle izliyordu.
Hapishane yetkilileri ona karşı alaycı ama hoşgörülü bir tavır takınmışlardı.
Pembe yanakları, zeki mavi gözleri, kalın dudaklarının saf gülümsemesi ve biraz
sıkılgan sevimli hâliyle herkesin hoşuna gidiyordu.
Bir gün müdürlerden biri ağzını yoklar gibi;
“Ee Bay Malinin.” diye sordu. “Bizim evi nasıl buldunuz?”
Mişa hiç duraksamadan;
“Doğrusu son derece ilginç.” deyiverdi.
Adamın gözlerinde acıklı bir gülümseme belirdi.
“Kendi hâlinde, başarılı bir gözlemcisiniz demek. Havalandırma sürenizi yarım
saat uzatacağım.”
“Teşekkür ederim.”
Müdür kapıya doğru yürüdü, geri dönüp bir an Mişa'ya baktıktan sonra yavaşça
mırıldandı:
“Bir şey değil.” Sonra çekip gitti.
Ofizerov, o çiçek bozuğu suratlı ihtiyar gardiyan, Mişa'ya bu müdür hakkında
şöyle bir hikâye anlatmıştı. Herif hizmetçisini, karısının yüzüğünü çaldığı
kuşkusuyla bir gün bir gece 'Çaldım.' dedirtinceye kadar dövmüş. Sonra bilinmeyen
bir nedenle kızgın olduğu iki tutukluyu getirtip hizmetçi kızı çırılçıplak
soyduktan sonra masaya bağlamalarını ve gıdıklamalarını emretmiş. Kızcağız
bayıldıkça bir yudum içki vererek ayıltıp işkenceyi yeniden başlatıyormuş. Sonunda
tutuklulardan biri, şiddetli bir tutku anında dayanamayıp arkadaşının ve müdürün
yanında kıza saldırmış. Müdür bu tutukluyu bir güzel sopalattırdıktan sonra zindana
kapattırmış. Yediği dayağın izleri kaybolunca da tımarhaneye yollamış.
Ofizerov hikâyenin sonunda tatlı bir sesle;
“İşte böyle.” diyerek biraz mahcup, gözlerini yere indirmişti.
Mişa hikâyeyi dinlerken dehşetle öfkelenmiş ve bu 'cellat' heriften nefret
etmişti. Fakat onu odasında gördüğü gün hayretle hislerinin değiştiğini, merak ve
biraz da küçümseme duygularıyla dolduğunu hissetti.
Pencereden, avluya çıkan politik tutuklular görünüyordu. Kalın ceketli esmer
adam sayılmazsa altı kişiydiler. Görünüşlerinden işçi oldukları anlaşılıyordu. Kısa
boylu, üst başları perişan, yüzlerinden, her an kavgaya hazır oldukları okunan
insanlardı bunlar. Bakışları Mişa'ya takılınca delikanlı nedenini bilmediği bir
sıkıntı duyuyor, pencereden kaçmak istiyordu. Açlıktan bitkin yüzlerinde, kovalanan
yabani hayvanlara has sert bir anlam vardı. Ara sıra içlerinden biri gülümsüyor,
Mişa da aynı şekilde karşılık veriyordu. Bu insanlar onu son derece
ilgilendiriyordu. Hatta nöbetçinin fark etmediği anlarda onların yanına yaklaşıp
sigara isteyen ya da iki laf eden adi tutuklular kadar saygı duyuyordu onlara.
Bir gün uzun boylu, zayıf, somurtkan bir işçi, defalarca duvar boyunca gidip
geldikten sonra durdu, ellerini beline koyup, bir deri bir kemik suratını
kaldırarak gökyüzünü seyre daldı. Nöbetçi kulübesinin köşesinden, iri kıyım yaşlı
bir tutuklu elinde süpürge ve kürekle geçiyordu. Uzun zaman, gökyüzüne bakan adamı
seyrettikten sonra patikayı kaplayan kuru yaprakları ağır ağır süpürmeye koyuldu.
Tam işçinin yanına yaklaşınca tatlı sesiyle eski bir türküyü söylemeye başladı:

Stepteki yıllanmış tepede


Zincirlenmiş bir şahin yatar...

İşçi hafifçe başını eğdi, dinliyordu. Dudakları, susuzluğunu gidermek üzere, sıcak
bir günde serin bir dereciğe rastlamış gibi yarı aralıktı. İhtiyar tutuklu gittikçe
yaklaşıyor ve türküye devam ediyordu:

Ah! Kuş özgürlüğüne kavuşsa...


Mişa birden boğazını bir şeylerin tıkadığını hissetti. Pencereden indi,
odanın içinde sinirli sinirli bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Dışarıda
türkü hazin ürperişlerle devam ediyordu.

Bulutlar gezinir göklerde,


Stepin yoktur ucu bucağı...

Bazı günler, akşam yemeğinden sonra Mişa'nın hücresinin altındaki odada


toplanan tutuklular türkü söylerlerdi. Genellikle kelimeleri ayırt edemezdi Mişa.
Yalnız bir defa ince sesli birinin şu dizeleri söylediğini duymuştu:

Mavi deniz
Dalgalı deniz,
Rüzgâr eser
Püfür püfür...

Tutukluların hep bir ağızdan, ıslık çalıp el çırparak neşeli türküler


söyledikleri de olurdu. Sesler bütün hapishaneye yayılır, isyan ve hoşnutsuzluk
yüklü bir duygu duvarları titretirdi. Böyle anlarda Mişa'ya, sanki tavan yarılıp
görülmedik bir olay patlak verecekmiş gibi gelirdi. Sonra bu neşe tufanını
bastırmak için dört bir yandan gardiyanlar koşuşuyordu.
Mişa nice sonra gardiyanların tutuklulara eşit muamele yapmadıklarını fark
etmişti. Kendi hâlinde, sessiz sedasızlar önemsenmeyip hor görülüyor, güçlü
kuvvetlilerse kendilerini saydırmayı biliyorlardı. Hatta müdür bile onlarla göze
batan bir çekingenlikle konuşuyordu. Politik tutuklulara gelince; gardiyanların
onlara karşı gizli bir ilgi beslediklerini, ürkek bir tavır takındıklarını fark
etmişti Mişa.
Bir gün avluya giderken Ofizerov kulağına fısıldadı:
“Bu gece seninkilerden üç tane daha getirdiler.”
“Öğrenci mi?”
“Hayır, işçi.”
“Yahu Ofizerov, neden hapse atıyorlar onları, biliyor musun?”
Gardiyan etrafına bakındı ve gözlerini alabildiğine açarak boğuk bir sesle
yanıt verdi:
“Herkes özlediği gibi yaşamak istiyor. Tabi bu da çatışmalara yol açıyor.”
Bir an sustu, sonra esrarengiz bir tavırla devam etti:
“Anlaşamıyorlar.”
“Kiminle?”
“Genel olarak anlaşamıyorlar işte. Hiçbir şeyle!”

7.

Hemen hemen nöbetçi olduğu her gece Ofizerov göbek adıyla Korney Doniloviç
Mişa'nın kapısına geliyor, solgun yüzünü küçük deliğe dayayıp yaşlılığın verdiği
gevezelikle türlü hikâyeler anlatıyordu.
Korney Doniloviç çok görmüş, çok çekmişti. Ama çoğu zaman anlattıkları
birbirini tutmuyor, anıları yaşlı belleğinde birbirine karışıyordu. Keder,
hoşnutsuzluk ve bezginlikle dolu bir hayattı bu. Hareketleri, söyledikleri ara sıra
Mişa'yı ilgilendiriyor hatta duygulandırıyordu ama genellikle de canını sıkıyordu.
Bunlar çoğunlukla aptalca, anlamsız, sanki yaşanmamış da o an akla gelmiş türden
uydurma sözlerdi. Fakat duyarak, inanarak anlatıyordu.
Bir gece donuk gözünü Mişa'ya dikerek;
“On beş sene kadar oldu.” diye başladı. “Oğlum Aleksi endişelendirmeye
başlamıştı beni. Ne kiliseye ne de eğlence yerlerine gidiyor, dalgın ve düşünceli
dolaşıyordu. Dikkat etmeye başladım, gözümden kaçar mı? Bir örgüte gitmişti. Önce
çıkıştım: 'Dikkat et.' dedim. 'Bak sonra karışmam.' Dinlemedi. Ben de durumu bizim
papaza anlattım. Bir gün eve geldi, papazı görmüştü, öfkeden titriyordu. 'Anlattı
mı papaz başına gelecekleri?' diye sordum, gülerek papaza ana avrat küfretmeye
başladı. 'Utanmaza bak, bu ne cesaret?' dedim. Bana da karşı geldi, çizmeden yukarı
sözler etti. Ben de kızdım, çorba dolu tencereyi kaptığım gibi suratına fırlattım,
tam suratının ortasına. Çıktı gitti. O zamandan bu yana da bir daha haber alamadık.
Ya işte böyle. Siz gençler inatçısınız, inatçı!”
“Şimdi acıyor musun ona?” diye sordum.
Hemen yanıt veremedi ihtiyar. Bir şeyler mırıldandı, sonra sakin bir sesle
devam etti:
“Evet, zamanla insan her şeye acıyor, katillere bile. Sebepsiz yere kimse
adam öldürmez. Ya mecburdur ya da intikam için yapmıştır. Hatta bazı katilleri
tebrik etmek bile lazım, örneğin cellatları. Boş yere adam öldürmüyor ki onlar,
toplumun iyiliği için yapıyorlar bu işi. Sonra katil öldürmek günah da değildir,
değil mi? Adam zevk için öldürmüyor ya, işi bu!”
Mişa hırsla deliğe doğru uzandı. Cehaleti yüzünden öz oğlunun evinden
uzaklaşmasına sebep olan, cellada acıyabilen bir insanın yüz hatlarını görmek
istiyordu. Fakat ihtiyarın suratı her zamanki gibi, delik deşik bir taş parçasını
andırıyor ve iki donuk gözü anlamsızca kırpışıyordu.
“Ne bakıyorsun?” diye sordu ihtiyar.
“Hiç. Söylesene Korney Doniloviç, oğlunun bir örgüte girmesi neden hoşuna
gitmedi?”
“Kötü bir toplulukmuş o örgüt. Ama üç yıl önce burada dört tutuklu vardı.
Namuslu insanlardı doğrusu. Okumuş, terbiyeli, kimseye zararları dokunmayan
insanlardı. Herkes saygı duyardı onlara. Kimse aksini söyleyemez, iyi çocuklardı
hepsi. Aleksi'yi sordum 'Tanımıyoruz.' dediler. Çok kalabalıklarmış. Doğrudur, çoğu
zaman beşer onar doluşurlar buraya.”
Derin bir nefes alıp devam etti:
“Şimdi tutukluların cinsi değişti. Eskiden hırsızlar, katiller, eşkıyalar
gelirdi. Ara sıra da dine karşı gelenler. Şimdi gelenlerin çoğu işçi, öğrenci,
örgüt üyesi, hep politik tutuklu. Gel de çık işin içinden.”
Mişa heyecanlanmıştı:
“Bu apaçık meydanda.” diye atıldı. “İnsanlar birbirleriyle anlaşamıyorlar.
Biz hayatı güzelleştirmek, hepimiz için yaşanır hâle getirmek istiyoruz, onun için
hapse atıyorlar bizi.”
Kapının ardından kıs kıs güldü ve söylenmeye başladı ihtiyar:
“Ben bunları çok dinledim. Seninkiler hep böyle konuşur.”
Sonra sıkılmış ya da ürkmüş gibi yerinden kalkıp uzaklaştı.
Bir başka gün, yine hapishanede geçmiş bir olayı anlatmaya koyuldu:
“Ben kibar insanımdır. Çok çektim, insanları iyi tanırım, hem de çok iyi.
Bizim koridorda bir kürek mahkûmu vardı. İri yarı, güzel bir adam. Köylüydü ama
efendi gibi hareket ederdi. Öyle ki, insanın içinden onun isteklerini reddetmek
gelmezdi. 'Korney Doniloviç, bana tütün yollasana.' derdi, yollardım. Bir gün
nereden bilmem, bir bıçak aşırmış ve onu bayağı bir eğe hâline sokmuştu. Biraz da
içyağı bulup pencerenin parmaklıklarını eğelemeye başlamıştı. Tabi hemen durumu
fark ettim ama hiç aldırmadım. Acıdım da zavallıya. Kendi kendine oyalansın bari
diye düşündüm, hiç olmazsa bir müddet canı sıkılmaz. Uzun zaman uğraştı, üç hafta
kadar. Hep gözetliyor ama görmemezlikten geliyordum. Dedim ya acıyordum zavallıya.”
İhtiyar, yaramaz çocuklar gibi kıkırdayarak güldü:
“Sonra tam işini bitirmek üzereyken müdüre haber verdim.”
Mişa üzüntü dolu bir sesle haykırdı:
“Ama neden? Müdüre niçin...”
İhtiyar lafını kesti:
“Ne yapabilirdim ki?”
“Tutukluya, işi fark ettiğini bildirebilirdin.”
Gardiyan gülerek;
“Deli misin?” diye atıldı. “Parmaklıklar ne olacak? Eğelemişti diyorum sana.”
“Baştan engel olabilirdin, vazgeçirebilirdin onu.”
“Belki yapabilirdim, doğru. Ama böyle daha iyi oldu. Hiç olmazsa birkaç hafta
hevesle uğraştı, vakit geçirdi zavallı.”
“Ceza yedi tabi.”
“Ee tabi, başka türlü olur mu? Epey ceza yedi.”
“Ağır ceza mı?”
“Geçmiş gün hatırlamıyorum. Bir ay zindanda yattı galiba. Sonra mahkemede
yeniden yargılandı, birkaç sene daha yedi. Pek iyi hatırlayamayacağım.”
Mişa;
“Şu işe bak be.” diye mırıldandı. “Bir yanda bu kadar yaralı insan, öte yanda
hayat. Hayatımız yaralı!”
İhtiyarın suratı küçük deliğin ardında dalgalandı. İç geçirip uzun uzun
esnedikten sonra kelimelerin üstüne basa basa onayladı:
“Evet, doğru. Bu hayat düzelmez!”
Saatler konuşmayla geçiyordu.
Biri soğuk ve kaygısız, diğeri hoşnutsuzluk ve güçsüzlüğün verdiği sıkıntı
içindeydi. Geveze gardiyan, kapının üstündeki küçük delikten bıkmak usanmak
bilmeden, genç adamın belleğine eski anılarının yıkıntılarını dolduruyordu. Mişa
yüreğinde derin bir sızı hissetti. Hapishane, yani bu köhne bina değildi onu üzen,
ama orada gördükleri ve işittikleri zindan ediyordu bazen hayatını.
Uykusuz gecelerde yatağına uzanıp, içinde bulunduğu duygu keşmekeşini çözmeye
çalışır, ama bir türlü başaramazdı.
Bir gün merak edip Ofizerov'a sordu:
“Baksana, hayatı seviyor musun sen?”
İhtiyarın kısık sesi isteksizce yanıt verdi:
“Dayak olmasa pek şikâyetim yok.”
“Dayak mı? Kim dövüyor seni?”
“Ara sıra aklına esince müdür yardımcısı tekmeler. Yani demek istediğim,
genel olarak herkes dövüşür burada. Tutuklular dövüşürler kendi aralarında. Nöbetçi
gardiyan gelir dövüşenleri döver, tabi diş geçirebildiklerini. Bazılarına dokunamaz
ama dövebildiğini de öldüresiye döver.”
Omuzlarını silkip, ürkek ürkek etrafına bakındı, donuk gözlerini kocaman
açarak;
“Ben birinin dövülmesine dayanamıyorum.” dedi. “Korkuyorum.”
“Neden başka bir iş aramıyorsun? Herhangi bir iş.”
“Ne iş yapabilirim ben? Her yerde dayak var. Hayat bir kavga zaten. Yalnız
annem dövmezdi beni. Bir de manastırlarda dayak yoktur herhâlde. Ama...”
Birden sustu. Rüzgâr uzaklardan şehrin uğultusunu getiriyor, gökyüzünde kara
bulutlar ağır ağır ilerliyordu.
Mişa;
“Ne oldu?” diye sordu.
Ofizerov, bir şeyler söylemek isteyen ama söyleyemeyen insanların
tedirginliğiyle dudaklarını oynatıp gözlerini kırpıştırdı.
“Kusura bakma.” diye iç çekti. “Belki ilgisiz bir şey ama...”
“Ama ne? Söylesene!”
Delikanlı bayağı heyecanlanmış, sesi kısılmıştı.
Ofizerov deliğe iyice yaklaştı, titreyen bir sesle;
“Tanrı’yla ilgili.” dedi. “Sen Tanrı’ya inanıyor musun?”
Mişa başını indirdi, bir an durakladıktan sonra alçak sesle yanıt verdi:
“Bilmiyorum.”
“Ben de, ben de bilmiyorum.” diye mırıldandı ihtiyar. “İnsan hep düşünüyor.
Eğer Tanrı varsa bu korkunç şeyler, bu cinayetler neden oluyor? Sen okumuş
çocuksun. Söyle bakalım neden korku ve kötülük dolu yeryüzü?”
Gözleri yaşla doldu. Başını sallayarak sildi gözyaşlarını ve ardına bakmadan
uzaklaştı.

8.

Mişa'nın penceresinin altındaki dar yoldan her gün pejmürde kılıklı, zayıf,
kafese konmuş vahşi hayvanlar gibi hırçın suratlı, dalgın ve yalnız insanlar
geçiyordu. Kalın ceketli adam kaybolmuş, yerini yuvarlak yün kasketli, koyu kırmızı
paltolu, zayıf bir adam almıştı. Koşarcasına volta atıyor, devamlı omuzlarından
düşen kocaman paltosunu yakalamak için tuhaf hareketler yapıyordu. Zeki yüzünde her
zaman bir gülümseme beliriyor, dudakları durmadan kımıldıyordu. İkide bir zayıf
eliyle karmakarışık sakalını sıvazlıyor, durmadan başını sallıyordu.
Mişa, adamın hapishane duvarına akseden gölgesini, büyük ve kirli bir fener
içinde yanan muma benzetiyordu her nedense.
“Kim bu adam, yeni mi?” diye sordu ihtiyara.
“Vasili Nikitiç.”
“İşçi mi?”
“Bilmiyorum. Siyasi galiba ya da bir fanatik. Hep buraya gelir.”
“Gelir.” diye tekrarladı Mişa gülümseyerek. Getirilir yerine, gelir demek
hoşuna gidiyordu.
İhtiyar Ofizerov yine her zamanki çekingenliğiyle;
“Gözü pek bir adam bu.” dedi. Kuşkuyla etrafına bakarak devam etti. “Herkese
doğruyu söylüyor; savcıya, müdüre. Bir gün Valiye ne dedi biliyor musun: 'Ben böyle
düşünüyorum, siz başka türlü. Ama birbirimizin düşüncelerine saygılı olmalıyız. Ben
de insanım, siz de. Gerisi bir anlaşmazlıktan ibaret. Üniforma hiçbir şey ifade
etmez.' Bunun üzerine adamcağızı bir hafta zindana tıktılar. Götürülürken hem
gülüyor, hem de 'Bu yaptığınız sersemce bir iş, beni zindana atsanız ne olacak
sanki?' diye bağırıyordu.”
Ofizerov birden doğruldu, Mişa ilk defa ihtiyarın gözlerinin sevinçle
parladığını görüyordu.
“Doğru söyledi.” diye devam etti. “Sana hakikati söyledim diye bana tokat
atsan hakikat senden yana geçmez.”
“Sen onunla konuştun mu?”
“Ben mi? Ne münasebet!”
“Ben yalnız seninle konuşuyorum. Senin sözlerin anlaşılıyor, yavaş yavaş
konuşuyorsun. O imkânı yok yavaş konuşamaz. Bir ses var ki adamda...”
Gülümsedi, sonra fısıldayarak devam etti:
“Onun sesine uygun bir şiir biliyorum.”
“Şiir mi? Kimin?” diye atıldı Mişa.
Ofizerov yine etrafına bakındı ve isteksizce mırıldandı, sonra;
“Başka sefere, hadi yat artık. Ben gidiyorum, görmesinler.” dedi.
Mişa, üniformasının kolundan yakaladı onu:
“Bak Ofizerov, neye mal olursa olsun buradan kurtulman lazım. Ne biçim
gardiyansın sen? Böyle iyi yürekli insan gardiyan olur mu?”
İhtiyar, Mişa'nın elinden kurtularak bezgin homurdandı:
“Nereye gideyim istiyorsun? Her yerde aynı şey oğul. Kendi hâlinde bir insan
için hayat her yerde bir zindan. Aslında gidecek tek bir yer var, mezar.”
Başı önünde yürüdü gitti. Mişa, can sıkıntısı ve acımayla karışık bir his
duydu. Duvar boyunca gidip gelmeye başladı.
“Bu adamınki de hayat mı be!” diye söylendi öfkeyle. Dışarıda hapishanenin
çamur kaplı avlusuna, yorgun kar taneleri düşüyordu.
Kara giysileriyle birbirine sokulmuş bir sürü tutuklu toplanmıştı bir köşede.
İçlerinden biri sırtını duvara dayamış, dayak yemiş köpek gibi büzülmüştü. Boynunu
büküp korkuyla başını sallıyor, ellerini göğsünün üstüne bastırarak boğuk bir sesle
yalvarıyordu:
“Kardeşler, ben değilim. Yemin ederim ben değilim. Vallahi...”
Karşısında taş gibi hareketsiz duran üç kişiden en iri yarı olanı sakin bir
sesle;
“Korkutmayın arkadaşlar.” dedi. “Vurmayın bırakın!”
Ve birden geri çekilip adamın karnına şiddetli bir tekme indiriverdi.
“Vurmayın arkadaşlar.” diye tekrarlıyordu bir yandan da. “Dövmek neye yarar?”
Adam inleyerek boş bir çuval gibi yere yığıldı. Diğerleri acele etmeksizin
bir çamur yığınını ezer gibi yerdekini çiğnemeye başladılar. Topukların yumak vücut
üstünde çıkardığı sesler, iri yarı adamın dişleri arasından öfkeyle savurduğu
küfürleri bastırıyordu.
“Vurmayın, vurmayın!”
Öfke ve nefret Mişa'nın benliğini altüst etmişti. Kendini kaybetmiş bir hâlde
soluk soluğa ileri atıldı.
Fakat zorbalar çoktan uzaklaşmıştı. İçlerinden biri:
“Paşka.” diye bağırıyordu. “Çamur içinde kaldın, hadi yürü!”
Mişa'nın ayakları dibinde; ezilmiş, çamur içinde kalmış bir vücut kıvrana
kıvrana doğrulmaya çalışıyor, bir yandan da kısık bir sesle;
“Ziyanı yok, ziyanı yok.” diyordu, “Ben ona gösteririm!”
Mişa, zorbalara dönerek haykırdı:
“Sefiller!”
İri yarı olanı, eliyle, hadi oradan sen de, der gibi bir işaret yaptı.
“Ziyanı yok, ziyanı yok.” diyordu hâlâ yerdeki. Titreyen elleriyle kasketini
başına geçirmeye çalıştı. Sarhoş gibi sendeliyor, kan tükürüyordu. Suratı tanınmaz
hâle gelmişti. Sarı sakalı ve bıyıkları titriyor, kanlı bir yaraya benzeyen ağzıyla
havayı yutar gibi nefes alıyordu. Mavi gözlerinde öfke ve kin parıltıları vardı.
Mişa, kalkmasına yardım etti, cebinden bir mendil çıkarıp adama uzattı. Fakat tam o
sırada nöbetçi gardiyan yanına yaklaşıp azarlayan bir sesle bağırdı:
“Yine mi müdahale? Kaç kere söyleyeceğiz sana be?”
Mişa öfkeden titreyerek yanıt verdi:
“Öldüreceklerdi onu neredeyse!...”
“Sana kaç kere söyledik, yanlarına yaklaşma diye.”
“Ama anlasanıza, onu öldüreceklerdi.”
“Sana ne be! Buranın müdürü müsün? Sana ayrılan kısımda dolaş, gerisine
burnunu sokma. Bir daha görürsem rapor ederim, odadan çıkamazsın sonra.”
Mişa üzüntüyle gözlerini kırpıştırarak;
“Nasıl dövdüler zavallıyı.” diye mırıldandı.
Nöbetçi, hep aynı homurdanma ile;
“Ee ne olmuş yani.” diye söylendi. “Her koyun kendi bacağından asılır.”
Aksi, sevimsiz bir yüzü vardı. Dudaklarını hiç kıpırdatmadan;
“Bu işten biz sorumluyuz, seni ilgilendirmez.” deyip uzaklaştı.
Mişa, havalandırma süresi sona ermeden Ofizerov'la odasına dönmek üzereydi ki
koridorda biri ardından seslendi:
“Geri dön, dışarıda bekle.”
Avluya doğru yürürken;
“Ne oldu?” diye sordu.
“Sana bir komşu geliyor.”
“Kim?”
“Bilmiyorum.”
Müdür yardımcısı dışarı çıktı. Mişa'yı baştan aşağı süzüp sert bir sesle
Ofizerov'a bağırdı:
“Götür!”
Sonra durduğu yerde öfkelenip ihtiyara bağırmaya başladı:
“Tabanca böyle mi taşınır? Düzelt şunu, köpoğlu köpek!”

9.

Mişa, öfkeli adımlarla odayı arşınlamaktaydı. Kapıdaki delikten loş bir ışık
süzülüyor, aç bir kurdun ulumasına benzer bir türkü duyuluyordu.
Geçmişteki sıkıntıları sanki bu uluyan seste toplanmış gibi onu tedirgin
ediyor, anılar belleğini zorluyordu.
Gösterdiği 'kahramanlık' çoktan unutulmuş, tozlu, eski bir resim gibi
anlaşılmaz hâle gelmişti. Kendini, aptal bir kalabalığın içinde saçma hareketler
yapan bir öğrenci olarak görüyordu artık. Jandarmaların kaygısız ve asık suratları,
üzerine yürüdüğü subayın alay ve öfke dolu yüzü, dişi ağrıyan komiser ve daha
birçok şey bir kâbus gibi teker teker geçip gidiyordu gözlerinin önünden.
“Bizim zavallılığımızdan utanç duyuyorlardı kuşkusuz.” diye düşündü.
Fakat birden, insanları birer hayvan gibi görmeye alışmış o pala bıyıklı
jandarmaların hiçbir şey bilmediklerini, hiçbir şeyden utanmadıklarını, fiziki
acıdan başka bir acı hissetmediklerini ve yalnız kendilerini birer robot gibi
kullanan o hizmet ettikleri 'güç'ten korktuklarını anladı.
Arabacıyı hatırladı. Komiserden yumruğu yiyince nasıl hayvanın dizginine
yapışmıştı. Karakolda, kapının eşiğinde durup benzerlerinden sanki odun ya da
taştan söz ediyormuş gibi söz eden adamın kalın sesini tekrar duyar gibi oldu.
Ofizerov'un anası geldi aklına: Oğluna gayrimeşru babasının meslek unvanını isim
olarak verdiklerinde ses çıkaramamıştı(*). Bu isim yüzünden oğluyla hayat boyu alay
edileceğini biliyordu kuşkusuz. Belki de bu yüzden zavallı, üç sene zindanlarda
yatmıştı. Ömrünün geri kalan kısmında başına gelebilecek kötülüklerden çekinen
Ofizerov'un, başkalarının isteklerine boyun eğerek yıllardır kendi kendine 'Niçin
yasak?' diye soramadan 'yasak' kelimesini tekrarlayan bu ihtiyarın acıklı hâlini
düşündü.
Tutuklular düşlerinde bile dövüldüklerini görünce vahşi hayvanlar gibi
“Vurma, merhamet et!” diye bağırıyorlardı.
“Adam yok bu dünyada.” diye düşündü Mişa. “Yeryüzü, başkalarının isteklerine
uyan garip, zavallı insanlarla doldu. Bazen çekingen, bazen gaddar ama hemen hepsi
karaktersiz. Ne yaptığını bilmeyen, insan gibi 'İstemiyorum, yapmayacağım.' demeye
cesaretleri olmayan kişiler bunlar. Hapishane insanın içinde, hayat ise
hapishaneden farksız.”
Odanın ortasında durdu. Göğsü öfke ve sıkıntıdan daralıyor gibiydi. Deliğin
ardından o uluyan türkü hâlâ duyulmaktaydı.
Mişa, insanların çektiği tüm acıları, sıkıntıları içinde duyar gibi oldu.
Tam o sırada bir fısıltı düşüncelerini bölüverdi:
“Bana bak!”
Mişa sevinçle kapıya yöneldi. Delikte, ihtiyarın garip bir tatlılıkla
parlayan donuk gözü vardı.
“Ne var?”
“Uyuyor musun?”
“Hayır.”
“Burada rahat uyku uyuyan yoktur zaten. İstersen geçen sözünü ettiğim
şiirleri okuyayım.”
“Oku ya, oku.”
“Yasak galiba bunlar. İkinci katın duvarına yazmışlar kalemle, kulenin
duvarına. Kuşkusuz sakıncalıdır!”
Delikteki gözün yerini dudaklar aldı, oda, çekingen ve hüzünlü bir fısıltıyla
doldu.
Bir zamanlar bir adam vardı
Doğruluğun dostu bir adam,
Bu doğruluk sevdası yüzünden
Kimse sevmezdi onu...

Korku ve öfkeyle
Söz ederlerdi adından
Başını sokacak yer
Bulamadı dünyada...

Yalnızdı, garibin tekiydi


Hapiste ölüverdi sessizce,
Kimse bilmez nerede mezarı
O doğruluğu sevenin...

Kimse götürmedi mezarlığa


Cenazesini adamın,
Bu sırrı yalnız benim kalbim bilir
Ve susar...

Mişa gözlerini açmış, başı deliğe doğru eğik dinliyordu. Şiir bitince
Ofizerov'un gözü deliğin ardında yine göründü. İhtiyar:
“Hoşuna gitti mi?” diye sordu.
Mişa'nın boğazı kurumuştu, güçlükle nefes alıyordu. Gardiyana baktı ve birden
aklına, bunları ihtiyarın yazmış olabileceği gelerek;
“Evet.” dedi. “Çok hoşuma gitti. Gerçekten yasaklanmış mı acaba?”
“Kuşkusuz, doğruyu anlattığına göre.”
“Evet, olabilir. Sen de şiir yazıyor musun?”
“Ben mi? Hayır, cesaret edemiyorum. Askerdeyken bir dua yazmıştım kendim
için.”
“Okusana.”
Önce bir sessizlik oldu, peşinden derin ve samimi kelimelerle dolu bir
mırıltı yükseldi:
“Tanrım! İnsanlar birbirlerine neden bu kadar kötülük yapar? Neden Tanrım?”
Bu kocaman soru Mişa'nın benliğini sarmıştı. Güçlü bir duygunun etkisinde
kaldığını fark ediyordu.
Sessizce geri çekildi. Kendini yatağın üstüne bırakarak, gerisini bekler gibi
gözlerini deliğe dikti.
İhtiyar sakin bir sesle;
“Bu şiir daha uzundu.” diye devam etti, “Unuttum. Biliyor musun ben şiiri çok
severim. Alışılagelen sözlere benzemez şiir dili.”
Mişa, gardiyanın dikkatle kendini incelediğini hissetti. Kulağına yeniden o
yeknesak türkü geldi. Sobanın sıcaklığı bedenini ısıtmıştı ama göğsündeki sıkıntı
onu üşütüyordu.
“Rahatsız mısın?” diye sordu ihtiyar. “Hava epey soğuk.”
“Hayır, bir şeyim yok.”
İhtiyarın soluk alışını duyuyordum. Odanın havası ağırlaşmıştı.
Ofizerov:
“Haydi yat artık.” dedi. “Uyuma zamanı geldi.” Ve hemen ekledi:
“Yanındaki odaya kimi koydular biliyor musun?”
Mişa yanıt vermedi. Gardiyanın gözü son bir kere daha görünüp kayboldu.
Şimdi delikten, hep aynı cılız ışıkla aydınlanan o duvar parçası görünüyordu.
Mişa kaşlarını çatıp gözlerini tavana dikerek tekrar etti:

Başını sokacak yer


Bulamadı dünyada...

Türkü sessizlik içinde yeniden duyuldu. Sanki söyleyen, kelimelerin ve


ahengin sihrine kapılmaktan kendini bir türlü alamıyor, bu yeknesak sözleri boğazı
yırtılana kadar tekrarlamakta inat ediyordu.

10.

Mişa gömleğini çıkarıp uzandı, uyumak istiyordu. Gözleri köşedeki küf


yığınına takıldı. Birden sabahki tutuklunun ayaklar altında çiğnenen vücudu
gözlerinin önüne geldi. İçini acıma ve nefret hissi kapladı yine. Kalktı, odada
dolaşmaya başladı. Sonra pencereye çıktı, başını parmaklıklara dayayıp düşüncelere
daldı.
Gecenin koyu karanlığı, sararmış zayıf yüzünü gizliyordu. Uçuşan kar taneleri
yavaşça camlara çarpıyor ve karanlıkta kayboluyordu.
“Hayat kötülük bulutlarıyla çevrili.” diye düşündü.
İnsanların bütün hareketlerinde nedeni anlaşılmaz bir nefret, iğrenç bir alay
vardı. Bazen hissedilir şekilde kaba, bazen de oldukça ince ama her hâlükârda
karanlık bir duyguydu bu. Hayata ısrarlı kırgınlıklar getirmekten başka bir işe
yaramıyordu. Bu serseri kalabalığı arasında Ofizerov ve annesi gibi iyi kalpli ama
güçsüz insanlar, gecenin karanlığında uçuşan beyaz kar taneleri gibi masum
kalıyorlardı.
Mişa, Ofizerov'un duasını hatırladı:
“Tanrım! İnsanlar birbirlerine neden bu kadar kötülük yapar? Neden Tanrım?”
Sonra gözlerinin önüne hayat dolu Viazmalı o iki delikanlı geldi. Adam
öldürmekte kendini hür sayan Jakop Ussov'u hatırladı.
Bununla beraber, karanlıkta göz kırpan ışıklar gibi yalnız ve cesur insanlar
da vardı. Bu sonuncular, hapishanede duvarlar boyunca kimseyi incitmeden yürürler
ve durmadan düşünürlerdi. Düşünceleri geniş, hayatı kapsayan türdendi kuşkusuz.
Acaba ne düşünürlerdi?
Mişa yavaşça pencereden atlayıp tekrar odanın içinde dolaşmaya başladı.
Kapının ardından, koridorun sessizliği içinden, kaynayan su sesini andıran
mırıltılar geliyordu.
Durdu ve dinlemeye başladı.
Karşıdaki odada biri sayıklıyor, anlaşılmaz sözler mırıldanıyordu. Sesinde
yakınmaya benzer bir hava vardı.
Koridorun sonunda gardiyanlar alçak sesle konuşmaktaydılar.
“Hepsi bu kadar.”
Mişa, Ofizerov'un sesini tanıdı.
Odada yeniden bir gürültü oldu, kesik kesik birkaç darbe indi. Mişa etrafına
bakındı. Tahtanın üstünde küçücük bir fare koşuşuyordu. Yatağın altına girip
kayboldu ansızın.
Yeniden gürültüler gelmeye başladı. Bu sefer daha belirli, anlamlıydı.
Titreyerek avcunu duvara dayadı, taşlardan akseden sesleri tutmak ister gibi bir
hâli vardı.
Seslerin titreştiği noktayı iyice belirleyip yere çömeldi. Kalbi küt küt
atıyordu. Kolunu kaldırdı, sonra vazgeçmiş gibi indirdi, yine kaldırdı ve
parmaklarının ucu ile duvara vurmaya başladı.
Dinledi. Ses yoktu. Birden sıçrayarak kapıya koştu, ağzını deliğe dayayıp,
“Ofizerov!” diye bağırdı.
Gardiyan koşarak geldi. Mişa heyecanlı bir sesle;
“Dinle bak.” dedi. “Duvara vuruluyor.”
“Kim? Vasili Nikitiç mi?”
“Evet, galiba o.”
“O, ama...”
“Git söyle ona. Mesajından hiçbir şey anlamamış de.”
“Olmaz, korkarım.”
“Bir şey olmaz, ihtiyatlı davranırız.”
“Ya görürlerse? O zaman tamamdır işim.”
“Kimse görmez merak etme. Söyle ona, bana alfabeyi öğretsin. Bilmiyorum.”
Ofizerov birkaç adım geriledi, koridordan fısıltısı duyuldu:
“Peki, söylerim.”
Biraz sonra geri döndü. Donuk gözleri ışıl ışıldı.
“Dinle.” dedi.
Mişa, hiçbir şey söylemeden koşup duvarın yanına gitti. Soluk soluğa ve
yalnız konuşmak, durmadan konuşmak özlemi içinde sessizce bekledi.
Dudakları yarı açık, ateş saçan gözleri dikkat kesilmiş, duvarın önünde öyle
kımıldamadan duruyordu.
Uzun, kısa, çabuk çabuk, aralıklı vuruşlar gelmeye başladı. Mişa titreyen
parmaklarıyla hareketleri aynen tekrar etmeye koyuldu.

11.

Birkaç gün sonra Mişa bir örtüye sımsıkı sarınmış, pencerenin kenarında,
buzların cam üstünde meydana getirdiği şekillere bakıyordu.
Güneş, gökyüzünü belli belirsiz aydınlatarak bulutları gitgide daha aydınlık,
daha şeffaf hâle sokuyordu. Kar yağmıştı. İmrenilecek bir beyazlık toprağı örtmüş,
kar tutmayan bir iki çamur yığını bu beyazlığın üstünde kara lekeler hâlinde
kalakalmıştı.
Soğuktan büzülerek, önceki gece duvardan gelen sesleri hatırladı. Belleğinde
sesler kelimeleşerek cümleler hâlinde ortaya çıkıvermişlerdi.
“Evet, hayat kötü ve merhametsizdir. Hayat; esirlerin özgürlük, efendilerin
ise iktidar için giriştikleri kavgadır. Efendiler ve esirler oldukça hayat iyi ve
güzel olamaz.”
Mişa komşusunu düşünerek, kendi kendine;
“Acaba sesi nasıldır?” diye sordu.
Adamın sesinin pekâlâ ince, çatlak ya da boğaz tırmalayan cinsten
olabileceğini düşündü.
Sonra duvara uzun uzun baktı. Öte yanda, bir zamanlar büyük ve kirli bir
fenerin içinde parıldayan küçük bir muma benzettiği adam şimdi uyumaktaydı.
Delikanlı, demir gibi sert ama gerçek düşüncelerin seline bırakmıştı kendini.
“Evet.” diye tekrarladı. “Efendiler ellerindeki iktidarı korumak için her
türlü kötülüğü göze aldıkları ve esirler baş kaldırmadığı sürece, hayat ne doğru ne
de güzel olabilir. Hayır! İnsanlar efendi olmanın, esir olmak kadar kötü ve utanç
verici olduğunu anlayana kadar, hayat kötülükler ve acılar içinde sürüp gidecek...”
Sabahın dondurucu soğuğu etrafı kaplamıştı. Mişa uykusuzluktan kızarmış göz
kapaklarını kırpıştırarak camın üstündeki buzdan şekilleri incelemeye devam etti,
sonra gözlerini yavaş yavaş duvara doğru çevirdi. Nedenini bilmediği bir nefretle
bakıyordu duvara. Birkaç günden beri bu duvar, benliğini binlerce uzun ve kısa
vuruşlarla doldurmuştu. Öğrendiklerini düşündükçe, kalbinin üstüne penceredeki
buzdan şekiller kadar soğuk çizgilerin kazıldığını hissediyordu.
“Bütün bunlar eksik düşünceler. İnsanları sadece iki sınıfa ayırmak mümkün
mü? Ya ben neyim? Gerçekte ben ne efendiyim ne de esir.”
Bu düşünce ruhunun karanlıklarında yanıp sönen bir ateş gibi dolaştıktan
sonra yerini daha güçlülerine bıraktı:
“Sarsılmaz bir cesaret ve çalışkanlıkla insanların hâlinden anlayacak, onlara
yardımcı olacak bilgiler bekliyor beni.” diye düşündü. Yeni bir düzen oluşacak,
eski ve ön yargılı kafalar temizlenecekti.
Mişa, içi titreyerek;
“Yapabilecek miyim?” diye kendi kendine sordu.
Ve birden içindeki eski bir korkunun, soruyu ona yanlış sorduğunu anladı.
Biraz düşündü, sonra içtenlikle sorulması gerekeni mırıldandı:
“Bu işi yapmak istiyor muyum?”
Hapishane yavaş yavaş uyanmaktaydı.
Soğuk ve kasvetli bir kış günü başlıyordu. Koridorda kilitler gıcırdıyor,
kapılar açılıp kapanıyor, gardiyanların haykırışları, tutukluların sert ve öfkeli
seslerine karışıyordu.
Mişa, komşu duvarın taşlarından akseden son cümleyi hatırladı:
“Düşüncelerini ön yargılar zincirinden kurtaran için hapishane diye bir şey
yoktur. Örneğin biz, gerekirse taşları bile zorlarız ve taşlar, biz istediğimiz
için dile gelirler...”
Duvarın üstüne konan bir karga yuvarlak siyah gözleriyle, donmuş toprağa
sağlam adımlarla basarak avludaki dar yoldan ilerleyen nöbetçiyi seyrediyordu.
Mişa dirseklerini pencerenin kenarına dayadı, kafasındaki sorulara yanıtlar
bulmaya çalıştı var gücüyle.

BUKEYMOV

Hapishane pencerelerinin parmaklıkları arasından süzülen güneş ışınları,


kirli döşemenin üstünde oynaşıyordu. Bukeymov, uzandığı yerden ışınlar içinde
titreşen toz tanelerine, uçuşan sineklere bakıyor, masmavi bir gökyüzü, hızla uçan
kuşlar hayal ediyordu.
Makin ve Çiçov, ihtiyarın yanı başına çömelmiş, tek kelime konuşmaksızın,
kara ekmekten yaptıkları taşlarla satranç oynuyorlardı. Topal, pencerede gömleğini
onarıyor, bir yandan da eski bir türküyü mırıldanıyordu.

Bir gün işsiz kalınca


Yedim bütün paramı...

Bu arada tahta bacağıyla türkünün yeknesak havasına uyarak döşemeye vurmayı


da ihmal etmiyordu.
Bukeymov karşısındakini küçümseyerek;
“Oynamasını bilmiyorsun Çiçov.” dedi. “Soldaki taşı sür.”
Çiçov, taşların üstüne eğilerek kısık bir sesle;
“Biliyorum.” diye diklendi.
Topal, türküye devam ediyordu.

Karnı açsa döver beni dostum


Doyunca da gider uyur...

Kızgınlıkla okkalı bir balgam savurdu Bukeymov. Topal'ın yeknesak türküsü


canını sıkmış olmalıydı. Dönüp sessizce onun toparlak ve kireç gibi bembeyaz yüzünü
incelemeye koyuldu. Gür, uzun sakalı ve siyah saçlarıyla genç bir papazı
andırıyordu Topal. Koyu kahverengi gözlerinde durgun ama uyanık bir ifade vardı. Az
konuşuyor, hemen hemen hiç gülmüyordu.
Bir zamanlar Sibirya'da sürgünmüş. Bir sürü evi kundaklamaktan müebbete hüküm
giyince kapatıldığı “kâşaneden” üç defa kaçıp Rusya içlerine kadar gelmeyi
başarmış. Hatta ikinci kaçışında Perm şehrine gelip demir yollarına bekçi olarak
girmiş ve orada altı ay kadar çalışmış. Bir gece, bekçilik yaptığı yere hırsızlar
saldırmış. Onlarla boğuşayım derken dehşetli bir darbe yiyip bayılmış, soğukta
bacağı donmuş zavallının. Hastaneye götürülünce kaçak olduğu ortaya çıkmış hâliyle.
Bacağını kesip yerine kaba saba bir tahta koyarak hapishaneye geri yollamışlar. Ama
yine kaçmış Topal ve bu sefer ta Moskova'da yakalayabilmişler onu.
Dolaştığı yerlerde çok görmüş, çok duymuş olmalıydı kuşkusuz. Ama hiçbir
yerde, bu sıkıcı türkü kadar hoşuna giden bir hava işitmemişti Topal.

Terk edecektim onu


Ama dünyada başka kimsem yok...

Gözlerindeki soğuk parıltı, inatçı, dik kafalı bir izlenim bırakıyordu


insanda. Bukeymov onu incelemekten bıkkın, yavaşça başını çevirdi, gözlerini tavana
dikip dişlerini sıkarak;
“Ulan lanet herifler.” dedi. “Sizinle zaman geçmek bilmiyor be!”
Sağlam yapılı, yakışıklı bir genç olan Makin, düşünceli düşünceli alt
dudağını ısırarak satrançtan gözlerini ayırmadan ani hareketlerle taşları
sürüyordu. Çiçov ise ihtiyatlı davranıyor, taş sürerken uzun uzun düşünüyordu.
Hamle yaptıktan sonra da sanki yükü azalmış gibi burnundan soluyarak karmakarışık
sakalını sıvazlıyordu.
Kocaman, ayı gibi bir vücudu vardı Çiçov'un. Yüzü ise kıpkırmızıydı.
Bukeymov bilgiç bir tavırla;
“İkiniz de oyun bilmiyorsunuz.” diye söylendi. Sonra hiç acele etmeden bir
sigara sardı.
Topal, yeknesak türküsünden pek vazgeçeceğe benzemiyordu.
Memlekete giderdim
Bilsem nerede olduğumu.

Bukeymov somurtarak söylendi:


“Bu herif de zincire bağlı aç köpekler gibi inlemekten başka bir b.k bilmez!”
Koridorda bir uğultudur başlamıştı. Yardımseverlerin mahkûmlara yolladıkları
dağıtılıyor olmalıydı. Yumurta, francala, peksimet cinsinden şeylerdi bunlar.
Birden gürültüler arttı, biri avaz avaz bağırıyordu:
“Ulan yetmedi mi? Elini nereye atıyorsun, it oğlu it!”
Kalın bir ses öğüt verdi:
“Patlat suratına bir tane!”
Bukeymov gözlerini sigarasının ateşine dikmiş, hareketsiz duruyordu.
Sigaranın dumanı halkalar hâlinde alnına doğru yükselip beyaz saçlarının etrafına
yayılıyordu. Kaya gibi durgundu ihtiyar. Ellisini çoktan aştığı hâlde saçları
dökülmemiş, bütün dişleri ise sapasağlamdı. Sesi gür, hareketleri çevikti. Kara
mahkûm giysisini umursamıyor, zincirlerinden hiç rahatsız olmuyordu. Hatta onları
nasıl kolaylıkla taşıdığını göstererek böbürleniyor gibiydi. Ancak hızlı yürüdüğü
zamanlar, demir şakırtıları duyduğunda neşesi kaçıyordu biraz.
Azla yetinen, düzeni, temizliği seven bir ihtiyardı Bukeymov.
Ağırbaşlılığıyla etrafındakilere saygı telkin ederdi her zaman.
Hırsızlık ve cinayetten yirmi üç sene yemiş ama kaçmıştı. Firarı takip eden
üç yılını eşkıyalıkla geçirmiş, sonra yakalanarak müebbet hapse çarptırılıp
Sakalin'e gönderilmişti. Dokuz yıl sonra yeniden kaçarak ticaret yapmaya başlamış,
beş yıl geçmeden de enselenmişti. En son Sibirya'da bir kürek mahkûmunu ikna edip
onunla ismini değiştirmiş, kendini sürgünde bir köylü diye yutturarak bir yıl
Tobolsk eyaletinde kaldıktan sonra Rusya'ya dönmüştü. Şimdi burada, bir sürü
cinayet ve hırsızlıktan ömür boyu hapse hükümlü olarak yeniden Sakalin'e
gönderilmeyi bekliyordu.
“Topal!” diye seslendi sert bir sesle. “Git şu sadakaları topla getir.”
Topal, başını kaldırıp ona baktı, elindekini rafın üstüne bırakıp sallana
sallana kapıya doğru yürüdü. Yürürken tahta bacağı tok bir ses çıkarıyordu.
Çiçov, sarı kıllarla kaplı ellerini ovuşturarak hâlinden memnun;
“Kazandım.” diye bağırdı.
Makin, karşısındakini küçümseyen bir gülümsemeyle satranç taşlarını düzeltti.
Sonra kıvırcık saçlarını kaşıyarak iri kıyım kalıbına ters düşen ince sesiyle
Çiçov'a;
“Çok düşünüyorsun.” dedi. “Bak ben hemen oynuyorum.”
Bukeymov:
“Sersem.” diye söylendi. “Doğrusu, bulunmaz heriflersiniz. Biri tahta
bacaklı, öteki koca kafalı!”
Çiçov yataktan inerken aptal aptal gülümsedi. Koca göbeğini gererek, karnı
doymuş kediler gibi gözlerini ovuşturdu. Kısa bacaklarına dolanan zincirler
şakırdıyor, yürümesini engelliyordu. Rayından çıkmış tren gibi sendeledi, sağa sola
yalpaladı. Neredeyse boş bir çuval gibi yapışacaktı yere.
Bukeymov özenle sigarasını söndürdükten sonra ince dudaklarını, küçümseyen
bir şekilde büzerek yere tükürdü.
“Leş herif! Gebereceksin yakında, kalbin yağ bağlayacak, b.k sinekleri gibi
çatlayacaksın bir gün.”
Çiçov umursamaz göründü ve Topal'ın elinden beyaz ekmek parçasını kaparak
turna balığınınki gibi ufak, beyaz dişlerle dolu ağzını açtı.
“Dur!” diye seslendi Bukeymov. “Boğazında kalacak.”
Katıla katıla gülen Çiçov, iki eliyle tuttuğu ekmek parçasını ağzının
hizasına getirerek ihtiyarın önüne dikildi:
“Neden boğazımda kalsın? Ben yemek yemesini bilirim.”
İhtiyar onun kısık sesini taklit ederek;
“Bilirim, bilirim.” diye söylendi. “Yeme ulan, gebereceksin. Aç kalman lazım
senin. Yağ tulumuna döndün, cimrinin para istiflemesi gibi sen de yağ
istifliyorsun. Boğulacaksın bir gün salak!”
Çiçov, mahcup, ekmeğe baktı, sonra bir köşeye çekilip yemeye koyuldu.
Makin, pencerenin yanında bir türkü tutturmuştu:

Baykal bir denizdir kocaman,


Güzel gemiler dolanır
Dört bir yandan...
Topal, gömleğini onarmaya başlamıştı yeniden.
Bukeymov teker teker süzdü etrafındakileri. Çiçov'un tıkınmasını seyretti
uzun uzun. Sonunda gülmeye başladı. Garip bir gülüştü bu. Sanki boğazının içinde
kırılan bardaklardan ses geliyor gibiydi.
“Kasap mısın sen ayı oğlu ayı!” diye bağırdı birden. “Yaptığın iş mi yani?
Koyun alır gibi ufacık kızı satın al, sonra git boğazla, b.k herif!”
Çiçov derin derin iç geçirdikten sonra yeniden ekmeğini kemirmeye koyuldu.
Topal aldırmıyor, Makin kıs kıs gülüyordu.
Bukeymov iyiden iyiye sinirlenmişti:
“Ulan sizin aranızda koyunlar içinde bir teke gibiyim. Şurada on beş gündür
beraberiz güya, tek başıma kalsam bu kadar sıkılmazdım.”
Makin, ihtiyarın yatağına oturarak;
“Bir şey anlat da dinleyelim.” dedi.
Bukeymov, delikanlıya bakmadan;
“Ulan Topal!” diye seslendi. “İncil'e göre bütün insanlar eşittir der
durursun. Söyle bakalım şu herifler bize benziyor mu? Ya da ben onlara benziyor
muyum? Hayır, sen de benzemiyorsun. Bacağın yok ama karakter sahibi adamsın,
dayanıklısın. Sibirya'ya gönderiyorlar, istemiyor, kaçıyorsun değil mi? Tek bacakla
kaçıyorsun hem de. Ya Makin? Kim bu herif? Niye yaşar, ne işe yarar? Çocuğun birini
boğazlayıp elini kana bulamış sonra da kaçmış. Hazret korkudan arabacıyı da
haklamış. Neden hakladığını kendi de bilmez soracak olsan.”
Makin gözlerini kırpıştırıp aptal aptal sırıtarak;
“Korktuğumdan değil.” diye çıkıştı.
“Ya neden?”
“Geri dönmek istedi. Gidiyorduk güzel güzel, geri dönmek istedi. Ben de...”
“Hayvana bak!” diye bağırdı Bukeymov dişlerinin arasından. Yeniden bir sigara
sarıp derin derin nefes çekti.
“İşini ustalıkla yapacaksın. Şişman bir herifi boğazlamak istiyorsan tümden
soyunacaksın. Şişmanlar çok kanlı olur, üstüne başına sıçrar, kan içinde kalırsın.
Çıplakken kan sıçrasa da ziyanı yok, bir bez bulur silinirsin güzelce.”
Topal, başını kaldırmadan kısık bir sesle;
“Tanrı bu işe ne der?” diye mırıldandı.
“Nasıl ne der?”
“Tanrı’ya ne yanıt verecek?” diye tekrarladı Topal, dikişine devam ederek.
İhtiyar, uzun uzun ona baktı, kocaman burnunu kaşıyıp bilgiç bir tavırla;
“Bak dinle Topal.” dedi. “İnsanlar türlü türlüdür. Kiminin ayağındaki zincir,
ruhunu özgür kılar, kiminin ruhu zincirlenmiştir. Bunu iyi anlamak lazım.”
Makin endişeli bir sesle;
“Bukeymov!” diye seslendi.
“Ne var?”
“Çok adam öldürdün mü?”
“Ben mi?”
İhtiyarın soğuk bakışları Makin'in yüzünde dolaştı. Oğlan ürkmüştü, neredeyse
titremeye başlayacaktı. Soruyu sorduğuna bin pişman, kaçamak bakışlarla ihtiyarın
cevabını bekliyordu. Yatağına uzanan Çiçov'un hızlı hızlı nefes alışı
duyulmaktaydı.
İhtiyar, ince uzun parmaklı kocaman elini Makin'in omzuna koyarak kendinden
emin bir sesle;
“Çok.” dedi. “Ama kaç tane olduğunu hatırlamıyorum. Neden sordun?”
“Hiç, öyle sordum.”
İhtiyar hafifçe itti onu.
“Daha çok toysun!”
“Yüzlerini hatırlıyor musun?” diye lafa karıştı Topal.
“Kimin yüzünü?”
“Öldürdüklerinin!”
İhtiyar, sakin,
“Hayır.” dedi. “Hatırlamıyorum, genellikle gece...”
Topal sözünü kesti:
“Ben inanmıyorum, adam öldürdüğüne inanmıyorum senin.”
Bukeymov acı acı güldü.
“Ah, savcıyla hâkim de böyle düşünselerdi ne iyi olurdu. Ama senin inanmaman
bir işe yaramıyor. On beş senedir boşuna taşımıyoruz her hâlde bu zincirleri, ne
dersin?”
Koridorda gülüşmeler, küfürler duyuldu. Avluya çıkan genç mahkûmlardı bunlar.
“Bağırmayın ulan!” diye haykırdı gardiyan.
Büyük kapı kapandı, sürgü ve kilit sesi duyuldu sonra. Ve gürültü, bıçakla
kesilmiş gibi diniverdi.
Çiçov, gözleri büyümüş bir hâlde boynunu ileri uzatarak sordu:
“Acımadın mı hiç öldürdüklerine?”
“Kimse kimseye acımaz.”
“Doğru.” diye mırıldandı Topal. “Kimse kimseye acımaz.”
Birden öfkelendi ihtiyar;
“Boşuna konuşuyorsunuz. Acımak da neymiş riyakâr köpekler!”
Makin, teker teker odadakileri süzdü, bir yanıt beklermiş gibi mırıldandı:
“Acımamalı mı?”
Çiçov büyük bir şey keşfetmiş gibi bağırdı:
“Ya sadaka verenler? Onlar acıyor ama.”
“Sadaka.” diye söylendi Topal. “Sadaka Tanrı için verilir.”
“Veriyorlar, çünkü onlarda çok var.” diye kestirip attı Bukeymov.
Genç mahkûmların odasından titrek, kalın bir ses türküye başladı.

Çocukken kayboldum,
Kayboldum ebediyen...

Güneş, odayı pembemsi bir loşluğa bürüyerek batıyordu. Toz taneleri ve


sinekler ışık huzmelerinin içinde uçuşup durmaktaydı hâlâ. Yan odadaki kalın ses,
oynak bir türkü tutturmuştu şimdi:

Babamı boğazladım
Boğdum anamı,
Küçük kız kardeşimi de
Attım Volga'ya...

Hep birden el çırpıp ıslıkla tempo tutuyordu diğerleri.


“Susun ulan köpekler!” diye kükredi gardiyan yeniden.
Bukeymov kırçıl sakalını sıvazlayarak;
“Seninle konuşmak hoşuma gidiyor Topal.” dedi. “Dinlemesini biliyorsun ama
konuşmayı değil. İnsanlar, insanlar diye tutturmuşsun. Yok insanlara acımak lazım,
yok bilmem ne!”
İhtiyarın gözleri öfkeyle parıldıyor, sesi gittikçe gürleşiyordu:
“Neden acıyayım yahu, kimse kimseye acımazken. Dinle bak!”
Elini uzatıp işaret parmağını salladı:
“Bir gün hatırlarım, çocuktum, anamla halının üstüne uzanmıştık, masal
anlatıyordu bana. Babam çıkageldi. Anamı saçlarından yakaladığı gibi vurdu yere,
bir paçavra gibi vurdu yere zavallıyı. Dövdü, dövdü, yorulana kadar, ağzını burnunu
kan içinde bırakana kadar dövdü. Ayakta duracak hâli kalmamıştı anamın. 'Yemeği
hazırla orospu!' diye bağırdı sonra da.”
“Neden dövüyordu?” diye sordu Makin.
İhtiyar ona yanıt vermeden devam etti:
“Bir başka gün, babam yine dövmekten yorulmuş, iskemlenin üstünde
dinleniyordu. Anam önünde diz çöktü ve:
‘Öldür beni, İsa aşkına, dayanamıyorum, işkence yapma, öldür beni.’ diye
yalvardı.”
“Olmaz.” dedi babam. “Seni döve döve öldüreceğim.”
“Altı ya da yedi yaşındaydım. Babam hesaplı kitaplı, yavaş yavaş, döve döve
öldürdü anamı.”
Makin gözlerini ovuşturdu ve anlatma sırası kendine gelmiş gibi lafa girdi:
“Benim kardeşim de karısını döverdi. Ah, ah diye sesler işitirdik hep.
Süvariydi, askerden yeni gelmişti, bir de çocukları vardı. Kadıncağızın suratını
kan çanağına çevirirdi...”
Bukeymov bir el hareketiyle Makin'i susturup tane tane anlatmaya devam etti:
“Köylerde atlar, köpekler, daha çok da karılar dövülür. Karı parayla değil
ya! Hayat zor, insanlar kötü, vur vurabildiğin kadar. Çoğu kere zevk için eziyet
eder insanlar. Dinle bak Topal, bir gün çok içmişim, karakoldayım. Genç bir kız
getirdiler, sarhoş o da. Attılar yere, ölü gibi baygın yatıyor. İki polis geldi,
ellerinde mühür mumu. Çırılçıplak soydular kızı, mumu yakıp çıplak etine damlatmaya
başladılar. Derisi yanıyor kızın, bir koku, bir koku. Kız haykırır, onlar güler.
Korkudan titriyorum, bana da aynı şeyi yapacaklar diye. Bir keresinde Ekaterinoslav
Hapishanesi’ndeyim, hani işçi isyanı olmuştu, bir zamanlar bilmem hatırlar mısınız?
Neyse, işçinin birini getirdiler avluya. Ben de pencereden bakıyorum. Subay, asker
dolu etraf. Küçük rütbeli subayın biri binbaşıya;
“Arzu ederseniz binbaşım, bir vuruşta şu işçinin kulak zarını deleyim, ömrü
boyunca sağır kalsın.” dedi.
Binbaşı da:
“Buyrun.” diye yanıt verdi.
“Herif bir patlattı işçinin kulağına, yerlerde kıvrandı durdu zavallı.
Sonradan öğrendim, gerçekten adamın kulak zarı patlamış, sağır olmuştu.”
Köşede uyuklayan Çiçov kımıldadı, esneyerek;
“Zor değil ki.” diye homurdandı. “Avcunun içiyle vurursun, kulağın içine
hava girer ve tazyik zarı patlatır.”
“Erkeklerde acımak diye bir şey görmedim Topal.” diye devam etti Bukeymov.
“Aslına bakarsan ben de acımıyorum. Acımayı öğretmediler bana. Bir gün yine politik
tutuklularla beraberim, aralarında genç bir Yahudi var Benka diye. Benjamen
Benka. Ufak tefek, kıvırcık saçlı, neşeli bir çocuk. Bazen sıcaktan insanın
kımıldayacak hâli kalmazken o şaka yapar, şarkı söyler, eğlendirirdi bizi.
Hepimizle iyi geçinirdi. Öyle çocuklar vardır. Hiçbir şeye üzülmezler, insan tüm
üzüntülerini unutur onların yanında. Anlayacağın, müdür hariç herkes severdi
oğlanı. Neden bilinmez, bazı karıların kocalarından nefret edişi gibi nefret ederdi
oğlandan. Sonunda Benka dayanamadı;
‘Alçak bir herifsiniz siz.’ Bunun üzerine müdür, elindeki odunla çocuğun
kaburgasına bir tane indirdi, kan içinde yere yığıldı oğlan. Ve ne oldu biliyor
musun, öldü gitti zavallı.” dedi.
Topal, kısık bir sesle;
“Acımadın mı?” diye sordu.
“Neye?”
“Yahudi çocuğa acımadın mı, diye soruyorum.”
Bukeymov öfkeyle;
“Başlama yine.” diye çıkıştı. “Sana hayatımı anlatsam, şimdiye kadar neler
çektiğimi, ne işkenceler, ne dayaklar yediğimi anlatsam böyle abuk sabuk
konuşmazsın. Acımak! Yalan! Senden yirmi yaş büyüğüm. Tüm Rusya'yı dolaştım, çok
şey gördüm ben. Acımak diye bir şey yok! Anlıyor musun, yok. Yalan bütün bunlar.”
İhtiyar “yalan” kelimesinin üstüne basa basa konuşuyordu.
“Yaşamak çok güç.” diye mırıldandı Topal.
“Ne?”
“Yaşamak çok güç dedim.”
“Doğru dürüst konuşsana be.” diye azarladı ihtiyar.
Makin, anılarını toparlamakta güçlük çeker gibi kaşlarını çatarak;
“Ben çocukken,” dedi, “hıyar satardım. Bir gün polis aldı götürdü. Bir dayak
yedim, bir dayak yedim unutamam. Saçlarımdan çektiler, karnımı tekmelediler,
Tanrım...”
Topal'ı süzmekte olan Bukeymov ağırdan lafa girdi:
“Ben doğru bir insanım, ama acımaktan bahsedilince tuhaf oluyorum. Bazen
soruyorum kendi kendime, 'Yoksa ben mi yanılıyorum, ben mi göremedim doğruyu?'
diye. Yalan, söylediklerin yalan Topal. İnsanlar birbirlerine acımadıktan sonra ben
neden acıyayım? Şu mapushaneye yollanan ekmek parçasından başka bir iyilik görmedim
insanlardan. Bu kadarcığı da düşüncelerimi değiştirmeye yetmez. Sevdiğin bir şeyi
ver de göreyim seni. Lüzumlu bir şeyini versene! Veremezsin değil mi? O zaman yalan
söyleme köpek herif. Sonra nedir o insan dediğin? Sokak fareleri gibi ezersin,
döversin, kaçışıp saklanacak bir delik arar hepsi de.”
Çiçov yeniden lafa karıştı. Kesik kesik gülerek, ağzından salyalar saçarak
konuşuyordu:
“Biliyor musunuz, kasaplar fareleri gaza batırıp bir kibrit çakarlar, hayvan
bağırır, koşuşur...”
Katıla katıla güldü Makin.
Topal, başını kaldırıp etrafı dikkatle süzdükten sonra;
“Bütün varlıklar.” dedi. “Tanrı’nın çizdiği yolda yürürler.”
“O mühim değil.” diye atıldı ihtiyar. “Sen olup bitene bak...”
Güneş batmak üzereydi. Bukeymov, yatağının ucuna oturmuş, başını sallayarak
pencereye bakıyordu.
“Bazen içimi bir sıkıntı kaplıyor Topal. Sokağın ortasına çıkıp 'Ben bir
katilim, doğru. Ama siz de birer alçaksınız, bu daha kötü ya!' diye haykırmak
geliyor içimden. Belki ben zamanında engellenmediğim için katil oldum. Öyle ya,
benim gibilere ayaklarındaki zincirlerden başka ne sundunuz?”
Zincirlerini hırsla salladı ihtiyar.
Topal hafif bir sesle;
“Kim inanır bu dediklerine?” diye mırıldandı. “Kimse inanmaz.”
İhtiyar, suratını asarak;
“Olsun.” diye homurdandı. “Zincirler mühim değil bir yerde. Daha doğrusu,
benim mi yoksa onların mı ayaklarını acıttıkları belli değil, bilinmiyor bu henüz.”
Herkes susmuştu. Makin ufak adımlarla odayı arşınlamaya başladı.
“Oynayalım mı Çiçov?”
Çiçov, yatağın üstünde doğruldu:
“Oynayalım.”
Bukeymov gözlerini döşemeye dikmiş, ayağındaki zincirleri şakırdatıyordu.
Zincirlerin madenî sesine uyarcasına isteksiz mırıldanıyordu bir yandan da.
“Makin, sen bir köpek yavrususun. Sibirya'da, ekinde çalışırken küçücük bir
köpek görmüştüm kahverengili beyazlı, uzun tüylü bir şey. Ayaklarımın arasında
dolanır, yürümeme engel olurdu. Geceleri benimle yatardı yumurcak! Yatağın üstüne
yatar uyurdu öyle. Ben de sabaha kadar pirelerle cebelleşirdim. Yere atsam havlar,
dişleriyle yorganı çeker, yeniden yatağın üstüne çıkardı. Sonunda rahat bırakırdım,
varsın uyusun derdim. Sabahları uyanınca bakardım ki dili dışarda, kuyruğunu
sallaya sallaya bana bakıyor, sanki 'Ne haber, yine yatağın üstünde uyudum ya.’
dermiş gibi!”
Bukeymov gözlerini döşemeden ayırmadan gülümseyip sustu. Topal, dikişi
bırakıp ihtiyarın hikâyeye devam etmesini ister gibi;
“Ee?” dedi.
“Ee ne?”
“Köpek?”
“Geberdi. Bel kemiğini kırmışlar, nedenini de bilmiyorum.”
Topal, başını önüne eğip sesini iyice alçaltarak;
“Acımadın mı?” diye fısıldadı.
Dudakları alaylı bir gülümsemeyle kıpırdamaktaydı.
İhtiyar, ağır ağır ondan yana dönerek öfkeyle;
“Cehennemin dibi.” diye bağırdı. “Sersem herif!”
Topal, gözlerini ihtiyarın gözlerine dikti, dudaklarında aynı gülümsemeyle
umursamaz bir şekilde devam etti:
“Acımadın da nereden durup dururken aklına geldi bu köpek hikâyesi?
Öldürdüğün herifleri hatırlamıyorsun da köpeği hatırlıyorsun. Yalancı sensin
Bukeymov.”
“Ulan odun kafalı!” diye kükredi ihtiyar. “Habbeyi kubbe yapıyorsun! Hayvan
benimle iyi geçiniyordu, bana bağlıydı hepsi o kadar.”
Sonra ellerini ensesinde kenetleyerek yatağına uzandı.
Çiçov'la Makin sessiz sedasız satranç oynuyorlardı.
Pencereden gittikçe kararmakta olan kızılımtırak gökyüzü görünüyor,
yükseklerde kuşlar uçuşuyordu.
Topal, dikişini bitirdi, gömleğini yayıp ölçtükten sonra katlayıp kaldırdı.
Hâlinden memnun, bir türkü tutturdu yavaşça;

Nereye gittiysem
Terk etmedi beni mutsuzluk...
Bukeymov, derin derin iç geçirip tavana doğru bir balgam savurdu. Her zamanki
öfkeli hâliyle mırıldanıyordu bir yandan da:
“Ulan, sizinle aynı yerde olmak ne kötü! Patlıyor insan can sıkıntısından.
Cehennem zebanileri, sizinle ne yapılır bilmem ki!”

STRASTİ MORDASTİ

Sıcak bir yaz gecesi, şehrin kenar mahallelerindeki bir çıkmazda garip bir
manzarayla karşılaştım. Kadının biri büyük bir bataklığın içine girmiş, küçük
çocuklar gibi tepinerek etrafa çamurlu sular sıçratıyor ve kısık bir sesle şarkı
söylüyordu. Gündüz şehirde büyük bir fırtına olmuş, şiddetli yağan yağmur, çıkmazın
killi toprağını eritmişti. Bataklık epey derindi ve sular kadının dizlerine kadar
geliyordu.
Sesinden sarhoş olduğu anlaşılıyordu. Orada dans ederken düşecek olsa bu
çamurlu suda boğulabilirdi. Çizmemin konçlarını yukarı çekerek bataklığa girdim ve
onu elinden yakalayıp kenara çıkardım. Önce korkmuş gibi göründü, sessizce boyun
eğerek benimle geldi, ama biraz sonra kuvvetle silkinip sağ elini kurtardı ve beni
iterek bağırmaya başladı:
“İmdat!... Git, defol!...”
Sonra beni sürükleyerek yeniden bataklığa doğru koştu.
“Şeytan bu, gitmeyeceğim.” diye söyleniyordu. “Ben sensiz yaşıyorum, sen de
bensiz yaşa...”
Karanlıkta bir gece bekçisi göründü. Bizden üç beş adım ötede durarak
azarlayan bir sesle sordu:
“Ne oluyor, bu ne rezalet?”
Derhal ona, kadının çamura düşüp boğulmasından çekindiğimi ve kurtarmak
istediğimi anlattım. Bekçi, sarhoş kadına bakarak yere tükürdü ve emretti:
“Çık oradan Maşka!”
“Canım istemiyor.”
“Çık diyorum sana...”
“Çıkmayacağım.”
Bekçi hiç kızmadan;
“Sonra döverim seni şıllık.” dedi. Ve içten bir şekilde benimle konuşmaya
başladı:
“Bu kadın mahalledendir. Kıtık hallacı Maşka Frolika. Sigaranız var mı?”
Sigaraları yaktık. Kadın çamurun içinde dolanıp bağırmaya devam ediyordu:
“İstersem burada yıkanırım da! Bana kimse karışamaz, ben kendi kendimin
amiriyim.”
Bekçi sakallı, ufak tefek, sağlam yapılı bir ihtiyardı:
“Öyle bir yıkarım ki seni...” diye çıkıştı. “Bunu görüyorsun ya, her gece bir
iş çıkarır başımıza. Evde de bir oğlu var, kötürüm.”
“Nerede oturuyor?”
Bekçi soruma yanıt vermeden devam etti:
“Öldürmeli bunu.”
“Evine kadar götürsem.” diye teklif ettim.
Yanağını şişirip sigarasının ateşiyle yüzümü aydınlattı ve çizmelerini
yumuşak toprağa göme göme uzaklaştı.
“Götür istersen. Ama her şeyden önce çenesini kapat...”
Kadın bataklığa oturmuş, çamurlu suları ellerinin içinden akıtarak vahşi ve
kısık sesiyle uluyordu:
“Oh ne güzel, deniz gibi!”
Tepemizde yükselen büyük bir yıldız, onun hemen yanı başında, kirli ve
çamurlu sularda yansıyordu. Bataklığın suları dalgalandıkça bu yansıma da zaman
zaman gözden kayboluyordu. Yeniden suya girdim, onu koltuklarından tutup kaldırdım
ve duvara doğru götürdüm. Elimden kurtulmak istiyor ve beni tahrik etmeye
çalışıyordu.
“Haydi dövsene beni! Vahşi herif! Defol! Sen, Hérode! Döv beni!”
Duvara adamakıllı yaslanmıştı. Nerede oturduğunu sordum. Sarhoş başını
kaldırarak gözlerini üzerime dikti. Ezilmiş olan burnunun yerinde ufak bir et
parçası sallanıyordu. Eski bir bıçak yarasıyla yukarı doğru büzülmüş olan üst
dudağı, küçük dişlerini örtemiyordu. Küçük, şişkin yüzünde iğrenç bir gülümseme
vardı.
“Peki, gidelim.” dedi. Yola çıktık. Etekliğinin ıslak uçları bacaklarıma
çarpıyordu.
Olan biteni toparlamaya çalışıyormuş gibi;
“Yavrucuğum, yavrucuğum.” diye mırıldanıyordu. “Seni evime götüreceğim.”
İki katlı büyük bir evin avlusuna girmiştik. Arabaların, fıçıların,
sandıkların, odun yığınlarının arasından bir kör gibi dikkatli adımlarla
ilerliyordu. Temellerin içine oyulmuş bir deliğin önünde durarak, bana;
“İn.” dedi.
Onu belinden yakaladım ve yere sürünen vücudunu güçlükle zapt ederek
yapışkan, ıslak duvarlara dayana dayana, kaygan basamaklardan indim. Kapının
tokmağını el yordamıyla bularak açtım. Karanlık bir bodrumun eşiğinde bulunuyordum
ve daha ileri gitmeye cesaret edemiyordum. Karanlıkta cılız bir ses;
“Anne, sen misin?” diye sordu.
“Benim.”
Sıcak çörek ve pis bir yağ kokusu insanın başına vuruyordu. Bir kibrit yandı
ve bu küçük ışık bir saniye kadar sarı bir çocuk yüzünü aydınlatarak söndü. Kadın,
göğsüme yaslanmış;
“Sana benden başka kim gelir!” deyip duruyordu.
Yeniden bir kibrit, bir şişe sesi, garip küçük bir el, teneke bir idare
lambasını yaktı. Kadın:
“Ah benim yavrum.” dedi ve sendeleyerek bir köşeye yığıldı. Orada, hemen
bütün zemin tuğlalarını kaplayan geniş bir yatak seriliydi. Çocuk, lambanın
fitilini kısıyordu. Narin yüzünde ciddi bir anlam vardı. Küçük kız çocukları gibi
ince uzun burunlu ve kabarık dudaklıydı. Sanki tatlı bir fırçayla işlenip bu
karanlık ve ıslak deliğe yerleştirilen bu yüz, ışığı ayarladıktan sonra uzun
kirpikli gözleriyle bana bakarak sordu:
“Sarhoş mu?”
Annesi boylu boyunca yatağa uzanmış soluyordu.
“Onu soymak lazım.” dedim.
Gözlerini yere indirerek;
“Pekâlâ, soy.” diye yanıt verdi.
Ben kadının ıslak etekliğini çıkarmaya çalışırken kısık ve ürkek bir sesle
tekrar sordu:
“Lambayı söndüreyim mi?”
“Neden?”
Sustu.
Annesini tıpkı bir un çuvalı boşaltır gibi soymaya uğraşırken bir yandan da
onu inceliyordum. Pencerenin dibinde duran kalın tahtalardan yapılmış bir sandığın
içinde oturuyordu. Sandığın üstünde siyah kitap harfleriyle yazılmış şöyle bir
damga vardı:
Kırılacak eşya.
N.R. Şirketi ve Ort. No. 307300 C.
Duvarda dar raflar, rafların üzerinde sigara ve ilaç kutuları vardı. Çocuğun
oturduğu sandığın yanında, üstü saman kâğıdıyla örtülü ve kuşkusuz masa olarak
kullanılan bir başka sandık bulunuyordu.
Çocuk çöp gibi cılız ellerini boynunun arkasında kenetlemiş, pencerenin
karanlık camlarına bakıyordu. Kadının üstündekileri çıkartıp ıslak entarisini
ocağın önüne astım. Bir köşede duran toprak testinin suyuyla ellerimi yıkayıp
mendilime kuruladım.
“Haydi eyvallah küçük.” dedim çocuğa.
Bana bakıp hafifçe kekeleyerek sordu:
“Lambayı söndüreyim mi?”
“Söndür istersen.”
“Sen yatmayacak mısın?”
“Nerede?”
Çocuk, elini annesine doğru uzattı:
“Onunla.”
Hayretten donakalmıştım.
“Neden?”
Çocuk olağan bir şekilde,
“Sebebini pekâlâ bilirsin.” dedi ve sıkılarak ekledi:
“Herkes yatar burada.”
Şaşkın ve utangaç, etrafıma bakıyordum. Sağımda biçimsiz bir ocağın ağzı,
ocakta bulaşık kaplar, sandığın arkasında ipler, kesilmiş odunlar, bir tarafa
atılmış kıtık yığını, talaşlar ve bir sucu sırığı. Ayaklarımın dibinde ise uzanmış,
derin derin soluyan sapsarı bir vücut. Çocuğa;
“Biraz senin yanında kalsam?” diye sordum. Bana göz ucuyla bakarak;
“Doğru.” dedi. “O sabah olmadan uyanmaz.”
“Hayır, benim onunla işim yok.”
Sandığın dibine çömelerek annesine nasıl rastladığımı anlattım. Onun hoşuna
gidecek şekilde konuşmaya gayret ediyordum:
“Çamurun içine oturmuş, sanki kürek çeker gibi ellerini suya daldırıp şarkı
söylüyordu.”
Soluk bir gülümsemeyle, dar göğsünü kaşıdıktan sonra başını salladı:
“Sarhoşmuş. Ama o içmediği günlerde de böyle hayvanlıklar yapmasını sever.
Tıpkı küçük kız çocukları gibi...”
Şimdi gözlerini daha iyi görüyordum. Göz kapaklarının ucunda uzanan sık, sarı
kirpikleri vardı. Yanaklarına düşen mavi gölgeler, kansız vücudunun sarılığını
tamamlarcasına uzanıyordu. Burnunun hemen üstünde bir kırışığı bulunan geniş alnı,
kula rengine çalan kıvırcık ve darmadağınık bir saçla örtülüyordu. Dikkatli
gözlerinin bakışı anlatılamayacak bir durgunluktaydı. İnsan bakışına benzemeyen bu
garip bakışa güçlükle dayanıyordum.
“Senin ayaklarında ne var?”
Toplandı, paçavraların arasından kurumuş bir ayak çıkardı, eliyle kaldırarak
sandığın kenarına yerleştirdi.
“İşte, ikisi de doğduğum günden beri böyledir. Hiçbir işe yaramazlar.”
“Bu küçük kutularda ne var?”
“Böcek koleksiyonu.”
Eliyle ayağını bir baston gibi tutarak tekrar sandığın dibindeki paçavraların
arasına koydu ve bana gülümseyerek dostça sordu:
“Görmek ister misin? Otur, bunun gibisini hiçbir yerde görmemişsindir.”
Zayıf ve çok uzun ellerinin ustaca hareketleriyle olduğu yerde doğruldu,
raflardaki kutuları birer birer alarak bana vermeye başladı.
“Dikkat et, açma sakın, sonra kaçarlar ha! Kulağına tut, dinle. Ne
duyuyorsun?”
“Bir şey kımıldıyor.”
“Ha! Ha! O bir örümcektir. Adı Barbanik. Edepsizin biridir.”
Güzel gözleri neşeyle dolmuştu. Soluk yanaklarında bir gülümseme belirdi.
Hızlı hareketlerle kutuları alıyor, önce kendi kulağına, sonra benimkine tutuyordu
ve büyük bir hevesle bana anlatıyordu:
“Bu hamam böceği Anissim yok mu, çok yaramazdır. Şu sineğe de 'Memur' adını
taktım. Bütün gün homurdanır, herkese söver sayar. Hatta annemin saçlarını bile
yoldu. Bu sinek değil, sanki sokak sokak dolaşan bir memurdur. Şu büyük yengeç
patrondur. Hiçbir iş yapmaz, edepsiz ve sarhoşun biridir. İçer içer ve yer yer
tüysüz siyah bir köpek gibi avluda yalpalar durur. İşte bu da bir çeşit hamam
böceğidir. ‘Nikodem Baba,’ diyorum ona. Sokakta yakaladım. Hani şu kiliseye gider
gibi görünen ayak hırsızları var ya. İşte onlardandır. Annem ona ‘Bon Marché,’ der.
Onun âşıklarından birinin adı. Annem burunsuzdur, ama öyle çok âşığı var ki... Kum
gibi...”
“Seni dövüyor mu?”
“Annem mi? Bir bu eksikti. O bensiz yaşayamaz. Hem çok iyi kalplidir. Yalnız
bizim mahalledekilerin hepsi gibi ayyaş. Ona 'Hayvan, şu votkayı içmekten vazgeç.'
diyorum, 'İçkiye verdiğin parayı biriktirsen zengin olursun.' Ama o, bu sözüme
kahkahalarla gülüyor. Ne ahmak kadın, değil mi? Ama uyandığı zaman göreceksin, çok
iyi kalplidir.”
Öyle yalancı gülüyordu ki, insan ağlamamak için kendini zor tutuyor ve onun
soluğundaki merhameti bütün kente haykırmak istiyordu.
Küçük, sevimli başı, narin boynunun üzerinde garip bir çiçek gibi sallanıyor
ve karşı konmaz bir kuvvetle beni çeken gözleri zaman zaman ateşleniyordu. Bu
çocukça, ama yürekler acısı gevezeliği dinlerken bir an için nerede bulunduğumu
unutmuştum. Birden, dışarıdan çamura bulanmış olan küçük hapishane penceresini,
ocağın siyah ağzını, köşedeki kıtık yığınını ve kapının yanında paçavraların
üzerinde yatan kadının sararmış vücudunu yeniden gördüm. Küçük dostum:
“Güzel bir hayvan koleksiyonu, değil mi?” diye gururla sordu.
“Çok güzel.”
“Ama bir kelebeğim eksik.”
“Senin adın ne?”
“Lenka.”
“Adaşız öyleyse.”
“Ya! Sen necisin?”
“Hiç!”
“Yalan! Ben çok iyi biliyorum ki her adam bir şeycidir. Ama sen iyi bir
adamsın.”
“Belki.”
“Buna eminim! Hem biraz da korkaksın...”
“Korkak mı? Neden?”
“Ben bilirim.”
Şeytanca bir tavırla güldü ve bana bakarak göz kırptı.
“Ama durup dururken korkaklığımı nereden çıkardın?”
“Gece vakti gitmekten korkmasaydın burada benim yanımda kalır mıydın hiç...”
“Ama çoktan sabah oldu!”
“İyi ya, işte şimdi gideceksin!”
“Geleceğim yine seni görmeye.”
Bana inanmadı. Göz kapaklarını indirdi ve kısa bir susuştan sonra sordu:
“Niçin?”
“Seninle biraz daha konuşmak için. Sen çok ilginç bir çocuksun. Tekrar
gelmeye değer.”
“Bunda ne var? Bizim eve herkes gelir.”
İçini çektikten sonra devam etti:
“Bana maval okuyorsun.”
“Doğru söylüyorum, geleceğim.”
“Peki öyleyse, ama bu sefer annem için değil, benim için gel! Arkadaş
olacağız, değil mi?”
“Kuşkusuz.”
“Güzel! Sen büyüksün, ama önemi yok. Kaç yaşındasın?”
“Yirmi bir.”
“Ben de on iki yaşındayım. Sucu kız Katya'dan başka hiç arkadaşım yok. Ama
hanımı onu benim yanıma geldiği için dövüyor. Sen hırsız mısın?”
“Hayır. O da nereden geldi aklına?”
“Çok zayıf bir yüzün, bununla beraber hırsız burnuna benzeyen bir burnun var.
Bizim eve sık sık gelen iki hırsız vardır: Biri Şaşka, zalimin, hayvanın biri;
öbürü ise bir köpek gibi uslu Vanişka. Senin küçük kutuların var mı?”
“Sana getiririm.”
“Geleceğini anneme söylemeyeceğim.”
“Niçin?”
“Öyle işte. Erkeklerin tekrar gelişi onu çok sevindirir. Çapkın kadın,
erkekleri o kadar seviyor ki, bu onun için bir felaket olur. Beni kıskanır. On beş
yıldan beri çapkınlık yapıyormuş, bir gün, nasıl olduysa, kendi de bilmiyor, beni
doğuruvermiş. Sen ne zaman geleceksin?”
“Yarın akşam.”
“İyi. Akşamları o sarhoştur. Hırsız değilsen ne iş yapıyorsun?”
“İçki satıyorum.”
“Ya! Öyle mi? Bana bir şişe getir, olmaz mı?”
“Olur... Haydi ben gidiyorum.”
“Peki git! Geleceksin, değil mi?”
“Elbet.”
Uzun ellerini uzattı. Bu iki ince kemiği avuçlarımın içinde sıktım, sonra
artık ona bakmaksızın bir sarhoş gibi avluya çıktım.
Ortalık ısınmıştı. Kül rengi yarı harap binaların üzerinden Zühre yıldızı son
ışıklarını yolluyordu. Evin duvarları altında oyulmuş olan çamurlu deliklerden,
bodrumun, tıpkı sarhoş gözleri gibi kirli, bulanık camları, kare şeklinde
gözleriyle bana bakıyorlardı. Sokak kapısının yanında duran arabanın içinde kırmızı
yüzlü bir mujik uyuyordu. Çıplak, iri bacaklarını germiş, sert ve sık sakalını göğe
dikmişti. Beyaz dişleri, açık kalan dudaklarının arasında parlıyordu. Sanki
gözlerini kapamış, alaycı bir gülüşle ölüme gülüyordu. Sırtının tüyleri dökülmüş
ihtiyar bir köpek bana yaklaştı, ayağımı kokladı ve kalbimi, kendi için faydasız
olan acıma hisleriyle doldurmaktan başka bir şeye yaramayan boğuk bir açlık sesi
çıkardı.
Sokaklardaki geceden kalma gölcüklerde, bulutsuz pembe sabah göğü yansıyor ve
bu, çamurlu sulara, insanın ruhunu bulandıran gereksiz ve küçültücü bir güzellik
veriyordu.

* * *

Ertesi gün, oturduğum mahalledeki küçük çocuklara hamam böceği ve kelebek


tutturdum.
Bir eczaneden süslü, güzel kutular satın aldım. Ve elimde bonbonlar,
briyoşlar, çavdar ekmeği ve iki şişe içkiyle Lenkalara gittim. Lenka, hediyelerimi,
gündüz daha güzel görünen gözlerini açarak büyük bir sevinçle karşıladı. Yüksek
sesle;
“A! A!” diyordu. “Sen ne kadar çok şey getirmişsin! Zenginsin demek. Oysa
kılık kıyafetin de hiç zengine benzemiyor, hırsız da olmadığını söylüyorsun. Ama
önemi yok. Aman ne güzel kutular!... Hayır, kirli ellerimle onlara dokunmak bile
saygısızlık olur. O ne? Aa, bir hamam böceği!... Yeşil parıltılarıyla, bakırdan
yapılmışa benziyor. Vay canına, kaçacaklar, uçacaklar!”
Ve birden, büyük bir neşeyle bağırdı:
“Anne, kalk ellerimi yıka! Bak bana neler getirmiş! Bu kim, biliyor musun?
Geçen gece bize gelen adam. Hani seni belediye çavuşu gibi eve getirmişti ya...
Bütün bunları bana o verdi. Adı Lenka imiş.”
Arkamda esrarlı kısık bir ses;
“Teşekkür etsene.” dedi.
Çocuk, başını birkaç kere salladı:
“Teşekkür ederim, teşekkür ederim.”
Bodrumda, ince hatlar hâlinde uzanan yoğun bir toz bulutu vardı. Ocağın
yanında duran kadının dağınık saçlarını, perişan yüzünü ve hep açıkta duran
dişleriyle değişmeyen gülümsemesini güçlükle seçebildim.
“Günaydın.”
“Günaydın.” diye tekrarladı.
Kısık sesi zayıf, ama canlı, neşeli gibiydi.
Bana göz kırparak ve bir çeşit alayla bakıyordu. Lenka benim orada
bulunduğumu unutmuş, çavdar ekmeğini yiyor, kutuları dikkatle açarak böğürür gibi
sevinç sesleri çıkarıyordu. Kirpiklerinin gölgesi yanaklarına düşüyor ve gözlerinin
çevresindeki mor halkayı büyütüyordu. Güneş, demir kafesli pencerenin kirli
camlarından içeriye donuk ışınlarını atıyor, çocuğun kula rengine çalan saçlarına
cansız bir ışık düşüyordu. Gömleğinin önü açıktı. İnce göğüs kemiklerinin arasında
kalbinin, etini ve belli belirsiz olan meme başını kaldırıp indirerek çarptığını
görüyordum. Annesi ocaktan çıktı, bir bez ıslattı ve Lenka'nın yanına giderek onun
sol elini eline aldı.
Çocuk:
“Böcek düştü.” diye haykırdı.
Altındaki kokmuş paçavraları fırlatarak, morarmış, hareketsiz ayaklarını
meydana çıkardı ve bütün vücuduyla doğruldu. Kadın gülüyor, eliyle paçavraların
arasını yoklayarak;
“Tut, tut.” diye bağırıyordu.
Kadın, hamam böceğini yakalayarak avcuna koydu, canlı mavi gözleriyle ona
bakarken bana, eski bir dostuyla konuşur gibi;
“Bunlardan daha çok var.” dedi.
Oğlu öfkeli bir sesle;
“Sakın onu da öldürme!” diye bağırdı. “Bir gün sarhoşlukla koleksiyonumun
üstüne oturdu da hayvanlarımın çoğunu öldürdü.”
“Bunu unut artık canım.”
“Onları gömdüm, onları gömdüm.”
“Ama işte başkasını tuttun.”
“Tuttum, ama senin öldürdüklerin bilgiliydi. Ahmak! Ölenleri ocağın altına
gömerim. Sandığımdan çıkar, sürünerek oraya kadar gidip onları gömerim. Orası benim
mezarlığımdır. Biliyor musun, benim eskiden bir örümceğim vardı. Minka, tıpkı
annemin sevgililerinden birine benziyordu. Biliyor musun, bu adam hapisteydi. İri
yarı bir şey...”
Kadın, kısa elinin sert parmaklarıyla çocuğun saçlarını okşayarak,
“Benim yavrum, benim sevgili yavrum.” diyordu.
Sonra dirseğiyle beni dürterek sordu:
“Oğlum güzel, değil mi? Ne güzel! Ha?”
Lenka, hamam böceği ile meşguldü. Gülerek;
“İstersen gözümün birini al da bana ayaklarımı ver.” dedi. “Ne de sağlam...
Demir gibi... Anne hatırlıyor musun? Bu senin merdiven yaptığın adama benziyor.”
“Nereden de aklına geliyor?”
Ve gülerek bana anlatmaya başladı:
“Bir gün bizim eve dev gibi bir adam gelmişti. 'Sen hallaçsın, bana ipten bir
merdiven yapabilir misin?' diye sordu. Ömrümde böyle bir merdivenden söz edildiğini
duymamıştım. 'Yapamam.' dedim. 'Öyleyse ben sana öğretirim.' dedi ve soyundu. Bütün
gövdesine boydan boya, ince, sağlam ve çok uzun bir ip sarmıştı. Nasıl yapılacağını
bana anlattı. Ben de yapmaya başladım. Hem merdiveni yapıyor, hem de düşünüyordum.
Acaba bununla ne yapacaktı? Yoksa bir kiliseyi mi soyacaktı?”
Gülmeye başladı ve çocuğunu omzundan tutarak okşadı:
“Neyse uzatmayalım, söylenen günde geldi. Ona, 'Eğer bununla hırsızlık
yapacaksan vermem.' dedim. O kurnaz bir gülümsemeyle bana anlatmaya başladı:
'Hayır, bunu bir duvarı aşmak için yaptırdım. Ama, çok yüksek bir duvar. Malûm ya
biz günahkâr insanlarız. Günah da duvarın öte yanında yaşar. Anlarsın ya!' Tabi
anlamıştım. Bu merdivenle gece zamparalığa gidecekti. Aman ne gülmüştük! Ne
gülmüştük!”
Küçük, birden azarlar gibi;
“Gülmeyi ne kadar da seviyorsun.” dedi. “Semaveri yaksana.”
“Şekerimiz yok.”
“Git al!”
“Param yok.”
“Ah ayyaş.” dedi ve bana dönerek;
“Paran var mı?” diye sordu.
Kadına para verdim. Hemen yerinden fırladı. Ocaktan, bir kenarı ezilmiş
kirli, küçük bir semaver çıkardı ve kısık sesiyle bir şarkı tutturarak kapının
arkasında kayboldu. Oğlu arkasından;
“Anne, penceremi sil, artık bir şey görünmüyor.” diye bağırdı. Sonra bana
dönerek;
“Çok becerikli kadındır.” diye ekledi. “İyi bir işçidir. Bir defa
hallaçlamaya başladı mı, öyle çok toz olur ki âdeta bunalırım. Ona, 'Anne, beni
avluya çıkar, burada boğulacağım.' diye bağırırım. Ama aldırmaz. 'Ben sensiz
yapamam.' der. Beni o kadar sever ki... Hem çalışır, hem de şarkı söyler. On
binlerce şarkı bilir.”
Gözleri kıvılcımlanmış, yüzü canlanmıştı. Kalın kaşlarını kaldırarak boğuk
bir sesle şarkı söylemeye başladı:

İşte Orina kuş tüyü yatakta uzanmış.

Onu biraz dinledikten sonra;


“Bu, çok açık ve bayağı bir şarkı.” dedim.
Lenka muzaffer bir tavırla;
“Bunların hepsi böyledir.” diye açıkladı ve birden sıçradı:
“Ah işte akordeon başladı, çabuk beni kaldır.”
Kül rengi ince bir deri içine çuvallanmış olan cılız kemiklerini kaldırdım.
Başını büyük bir özlemle açık pencereye dayadı ve hareketsiz kaldı. Boşlukta
kuvvetsiz sallanan kuru ayakları duvara çarpıyordu. Avluda, bir melodiden bazı
parçalar çalan akordeonun etkili nağmeleri duyuluyordu. Lenka bu müziği dinliyor ve
birlikte söylemeye çabalayarak hafif bir inilti çıkarıyordu. Annenin yatağı
üzerinde, büyük ocak demiriyle dengelenmiş rakkaslı bir duvar saati vardı. Beş
kopeklik bir para büyüklüğünde olan rakkas, kül rengi duvar boyunca yavaş yavaş
gidip geliyordu. Ocağın içinde rastgele atılmış bulaşık kaplar vardı. Her yanda,
özellikle köşelerde, kirli mutfak bezlerini saran örümcek ağlarının üzerinde daha
belirgin olmak üzere kalın bir toz tabakası görünüyordu. Lenkaların evinin içi
pislik ve sefalet garipliklerinin toplandığı bir çukuru andırıyordu. Semaver ağır
bir sesle cızırdadı. Akordeon sanki korkuyormuş gibi birdenbire sustu ve boğuk bir
sesle uludu:
“Pis bitli!”
Lenka içini çekerek;
“Beni indir artık.” dedi. “Akordeon sustu.”
Onu tekrar sandığın içine koydum. Kaşlarını çatarak ve göğsünü ovuşturarak
özenle öksürmeye başladı.
“Göğsüm ağrıdı.” diyordu. “Bana uzun zaman temiz havada kalmak yaramıyor.
Bana bak, sen hiç şeytan gördün mü?”
“Hayır.”
“Ben de görmedim. Belki gece görünürler diye hep ocağın içine bakıyorum. Ama
bir türlü göremiyorum. Şeytanlar mezarlıklarda gezermiş, değil mi?”
“Bunun sana ne faydası olabilir?”
“Hoşuma gidiyor. Şimdi birdenbire şeytan çıksa... Ha? Sucu kız Katya bir
bodrumda küçük bir şeytan görmüş de korkmuş! Ben olsam korkmazdım.”
Ayaklarını paçavraların arasına gömdükten sonra aynı hevesle devam etti:
“Ben korkunç rüyaları da severim. Bir kere rüyamda kökleri havada bir ağaç
gördüm. Yaprakları toprakta, kökleri havada idi. Korkudan uyandığım zaman kan ter
içinde kalmıştım. Bir kere de annemi gördüm. Çırılçıplak yatıyor ve bir köpek onun
karnını dişliyordu. Köpek önce bir parça koparıyor, tükürüyor, yeniden bir parça
daha koparıyor, yine tükürüyordu. Bir defa da bizim ev, kapıları ve pencereleri
birbirine çarpıla çarpıla sokakta gidiyor, ardında da Çinovnik'in köpeği
koşuyordu.”
Dar omuzlarını bir ürperme dolaştı. Ağzına bir bonbon attı ve kâğıdını
dikkatle katladıktan sonra pencerenin kenarına koydu.
“Bu kâğıt parçaları ile çok güzel şeyler yaparım. Yahut da Katya'ya veririm.
O, böyle kâğıt, cam kırığı, çini parçası gibi şeyleri çok sever... Bir hamam böceği
uzun süre beslenirse at kadar olamaz mı? Olur değil mi?”
“Çok iyi beslenirse epeyce büyür.”
Sevinçle;
“Ben demiyor muydum?” diye bağırdı. “Annem olacak aptal da benimle alay
ediyordu.”
Bir küfür savurdu.
“O zaten ahmağın biridir. Bir kedi de iyi beslenirse kısa bir zamanda bir at
gibi olabilir, değil mi?”
“Niçin olmasın?”
“Ne yazık, onları beslememe imkân yok... Ne iyi olurdu!”
Ellerini göğsüne kavuşturmuştu. Bütün vücudu titriyordu.
“Köpek büyüklüğünde sinekler uçsa! Ve hamam böcekleri ile tuğla taşımak
mümkün olsaydı! Onlar at gibi büyük olsa, kuvvetli olurlardı, değil mi?”
“Evet ama bıyıkları var.”
“Bıyıkları olursa bir zararı olmazdı ki... Kılavuzluk ederlerdi. Yahut bir
örümcek düşün, ama kocaman bir örümcek... Ha! Küçük bir kediden büyük olamazsa da,
yine korkunç olurdu. Eğer benim ayaklarım olsaydı, çalışır ve hayvanlarımı
beslerdim. Kazandığım para ile anneme bir kır evi satın alırdım. Sen kırları gördün
mü?”
“Tabi gördüm.”
“Bana anlatsana!”
Tarlaları, çayırları anlatmaya başladım. Sözümü kesmeden dikkatle dinliyordu.
Kirpikleri, gözlerinin üzerine düşüyor ve küçük ağzı uyuyacakmış gibi hafifçe
aralanıyordu. Bunu görerek sesimi alçalttım.
Annesi, kaynayan bir semaverle içeri girerek;
“İşte geldi.” dedi.
Koltuğunda kâğıttan bir külah, korsajının içinde de küçük bir şişe votka
vardı. Çocuk, gözlerini açarak;
“Ne güzel.” diye içini çekti. “Oralarda çayırlardan, çiçeklerden başka bir
şey yok demek... Anne, beni kırlara götürmek için bir araba bul, yoksa oraları
görmeden öleceğim... Doğru doğru.” dedi. “Sen çok fena bir kadınsın!”
Ve kızmış, mahzun bir eda ile sustu. Annesi onu okşamaya başladı.
“Annene küfür etme yavrum, daha küçüksün...”
“Küfretme ha! Söylemesi kolay... Sen mutlusun, ayağı yanmış it gibi istediğin
yere gidiyorsun.”
Bana dönerek;
“Kırları Tanrı yaratmış, değil mi?” dedi.
“Tabi.”
“Niçin?”
“İnsanlar gezsinler diye.”
Çocuk, düşünceli bir tavırla gülümseyerek;
“Kırlara.” dedi. “Böceklerimi de götüreceğim ve hepsini, 'Haydi yavrularım
gidiniz.' diye salıvereceğim.”
Annesi gülmekten katılarak yerde yuvarlanmaya başladı. Kendini yatağın üstüne
attı. Tepiniyor ve;
“İşte, bu benim küçük yavrum.” diye bağırıyordu.
Lenka, gülerek ona baktı ve okşayıcı bir sesle azarladı:
“Küçük bir deli kız gibi maskaralık ediyor. Gülmeyi de ne kadar çok sever!”
Bir küfür daha savurdu.
“Kızacak ne var?” dedim. “Varsın gülsün.”
“Hayır, onun için kızmıyorum. Ben sadece penceremi silmediği için kızıyorum.”
dedi. “Ona rica ediyorum, yalvarıyorum, 'Penceremi sil, gün ışığını göremiyorum.'
diye. Ama o hep unutuyor.”
Annesi gülerek çay bardaklarını yıkıyordu. Açık mavi gözleriyle bana bakarak;
“Benim yavrum güzel, değil mi?” diyordu. “O olmasaydı şimdiye kadar çoktan
kendimi denize atar, yahut asardım.”
Bunları söylerken hep gülüyordu. Lenka, birdenbire bana sordu:
“Sen hayvanmışsın, öyle mi?”
“Bilmem? O da nereden çıktı!”
“Annem öyle söylüyor.”
Kadın hiç istifini bozmadan;
“Bak hele sebebini soruyor.” diye bağırdı. “İşte sana sarhoş bir kadını
sokaktan getiren ve onu yatağa yatırdıktan sonra bırakıp giden bir adam! Ama emin
ol bunu çapkınlıkla söylemiyorum. Sen de hemencecik dedikodu yaparsın, kokmuş
cenabet.”
Tıpkı bir çocuk saflığıyla konuşuyordu. Gözleri çocuk gözleri gibi saf ve
temizdi. Dışa kıvrık olan dudağının kapatmadığı dişleri, burunsuz yüzünü daha
çirkin gösteriyordu. Azametli bir tavırla;
“Artık çayımızı içelim.” dedi.
Semaver, Lenka'nın yanındaki sandığın üzerindeydi ve ezik kapaktan fışkıran
buhar onun omzuna kadar uzanıyordu.
Küçük elini uzattı ve hülyalı bir tavırla gözlerini yumarak, buharla ıslanan
avcunu saçlarında dolaştırdı.
“Ben büyüyünce annem bana bir araba alacak ve sokaklarda dileneceğim. Sonra
kırlara çıkacağım.”
Annesi gülümseyerek;
“Ho, ho!” diye içini çekti. “Yavrucuğum kırları bir cennet sanıyor. Oysa
oralarda asker çadırlarından, apaşlardan ve sarhoş mujiklerden başka ne var?”
Lenka kaşlarını çatarak;
“Yalan söylüyorsun!” diye bağırdı. “Ona sor da bak, o kırları görmüş.”
“Ya ben, ben görmedim mi?”
“Ayyaş!”
Küçük çocuklar gibi mantıksız bir kavgaya başladılar. Avluda akşam oluyor,
kızıllaşan gökte yoğun, hareketsiz ve ağır bir bulut uzanıyordu. Bodruma karanlık
çöktü.
Çocuk bir bardak çayı içinceye kadar kan ter içinde kalmıştı. Bana ve
annesine bakarak;
“Karnım doydu.” dedi. “Şimdi öyle bir uykum var ki...”
Annesi:
“Uyu öyleyse.” dedi.
“Ama o giderse? Gidecek misin?”
Annesi beni diziyle dürterek;
“Korkma, ben onu bırakmam.” dedi.
Lenka bana;
“Gitme ha!” diye rica ettikten sonra gözlerini yumdu, hafifçe büzüldü ve
sandığın içine gömüldü. Ama birden doğrularak annesini azarlar gibi;
“Sen onunla evlenmelisin.” dedi. “Öbür kadınlar gibi senin de bir kocan olur,
böyle orospuluk etmektense... Herkes seni dövüyor, hâlbuki buna bak, ne kadar iyi
adam.”
Kadın, başını bardağın üzerine eğerek yavaşça;
“Uyu artık.” dedi.
“Zengin de!...”
Kadın, beceriksiz dudaklarıyla çayını höpürdeterek bir dakika sustu. Sonra
kırk yıllık bir ahbap gibi;
“İşte ikimiz böylece yaşıyoruz.” dedi. “Başka kimsemiz yok. Bana herkes,
sefil, ayyaş diye hakaret ediyor. Ama niçin? Hiç kimseden utanmıyorum. Herkes benim
ne olduğumu bilir. Uyudu benim küçüğüm. Benim hayatım... Güzel bir çocuğum var,
değil mi?”
“Evet, çok güzel.”
“Akıllı da.”
“Çok akıllı.”
“Babası ufak tefek bir beydi. O... O..., hani resmî evrak ile uğraşan
adamlara ne derler?”
“Noter mi?”
“Evet, evet tamam. İyi kalpli, sevimli bir ihtiyardı. Onların evinde
aşçıydım. Beni çok severdi.”
Çocuğunun açıkta kalan bacaklarını paçavralarla örttü. Başının altındaki
kirli yastığı düzelttikten sonra yeniden hafif bir sesle söze başladı:
“Bir gece... Ben onun odasından henüz çıkmıştım ki yere yıkıldı ve ansızın
öldü. Siz içki satıyorsunuz değil mi?”
“Evet.”
“Kendi hesabınıza mı çalışıyorsunuz?”
“Hayır, bir patronun yanındayım.”
Bana yaklaşarak;
“Delikanlı.” dedi. “Benden boşuna iğreniyorsun, bende artık bulaşıcı bir
hastalık kalmadı. Kime istersen sor, herkes bilir.”
“İğrenmiyorum.”
Küçük elini dizime koydu. Parmak uçlarının derisi soyulmuş ve kırık
tırnakları şeklini kaybetmişti.
“Artık gideyim.” dedim.
Hayretle;
“Nereye?” diye sordu.
“İşlerim var.”
“Oturmayacak mısın?”
“Hayır.”
Önce oğluna, sonra da pencereye ve göğe bakarak bana yavaş bir sesle;
“Eğer kalırsan başımı mendille sararım.” dedi. “Başımı saracağım, işittin
mi?”
Öyle içten, öyle şefkatle, öyle insanca bir tavırla söylüyordu ki, masum
çocuk gözleri iyilik yapmaya hazır, zengin bir gülümsemeyle parlıyordu.
Çocuk, birden titreyerek doğruldu:
“Anne, kaçıyorlar! Anne gel, koş...” diye bağırdı.
Kadın, oğlunun üzerine eğilerek;
“Rüya görüyor.” dedi.
Sokağa çıktım ve hangi yana gideceğimi kestiremeyerek durdum. Kötü bir
düşünce kalbimi yakıyordu. Her şeyi terk etmek, bütün düşlerimi kovmak istiyordum.
İnsanları utandırmak ve bunları şu sefil hayattan kurtarmak için bu kadınla yaşamak
ve Lenka için çalışmak, yani kendimi tamamen onlara adamak istiyordum.
Varsın herkes istediği şeye tapadursun, ben de bütün evrenin ve kendimin
gururunu kırmak için kendime bu burunsuz kadını bir mabut yapacak, önünde secde
edecektim.
Ama bütün bunlar, yanar yanmaz sönen kıvılcımlar gibi kayboldu. Bodrumun açık
penceresinden yükselen bir şarkının neşeli nağmeleri avluya kadar geliyordu.
Anne, şu garip sözleri birbirine bağlayarak çocuğu uyutmaya çalışıyordu.

Strasti Mordasti'ler gelecek,


Felâketler getirecekler,
Kötülük getirecekler,
Ve kalpleri parça parça edecekler,
Ah açlık, ah sefalet,
Nereye saklanalım? Nereye?

Üzüntüden ağlamamak için dudaklarımı ısırarak adımlarımı sıklaştırdım ve


avludan çıktım.

BİR İNSAN DOĞUYOR

1892 yılındaki kıtlık zamanlarıydı. Kodor Irmağı boyunca, Sukhum'dan


Ochemchiry'e gidiyordum. Burada denize çok yakın akar ırmak, neredeyse bir taş
atımı... Kıyıdaki dalgaların gürültüsü, yamaçlardan süzülüp giden ışıltılı ırmağın
neşeli mırıltıları arasında açıkça seçilir.
Sonbahardı. Taflanların sararmış yaprakları, Kodor'un köpüklü sularında
oradan oraya sürükleniyor, döneniyor, tez canlı sazan balıklarını andırıyorlardı.
Kıyıdaki kayalara oturmuş düşünüyordum. Martılarla, karabataklar herhâlde bu
yaprakları balık sanıp yanılıyor olmalıydılar. Belki de sağımda ağaçların ötesinde
uzanan denizin üstünde böyle acıyla haykırmaları da o yüzdendi.
Tepeleri altın rengine bürünmüş ceviz ağaçlarının dibindeydim. Ayaklarımın
altında, bileklerinden koparılmış eller gibi yayılmıştı yapraklar. Irmağın karşı
yakasındaki gürgenin dalları şimdiden çıplaktı... Yırtık bir ağ gibi havada asılı
kalmışlardı. Ağacın gövdesini gagalayan sarılı kırmızılı dağ ağaçkakanı, sıçrayarak
seğirtirken bu ağın içine düşmüşe benziyordu. Kapkara gagasıyla vurdukça kabuğun
dışına uğrayan kurtçukları, kuzeyin göçmen kuşları, minik ama kıpır kıpır
baştankaralar ve kül rengi sıvacı kuşları kapışarak yutuyorlardı.
Sol yanımda, dağ depelerini saran kara bulutlar yağmuru haber veriyordu.
Gölgeleri, ölü görünüşlü şimşir korularının yayıldığı yamaçlarda kayıp gidiyordu.
Buralarda yaşlı ak gürgenlerin, ıhlamurların kovuklarında yaban balına rastlanır.
Hani bir zamanlar, Romalılar devrinde İmparator Ponpeus'un lejyon askerlerinin
tümünü sarhoş edici tadıyla mahva sürüklemesine ramak kalan yaban balı... Arılar bu
balı açelya ve taflan tomurcuklarından yaparlar. Buralardan gelip geçenler de ağaç
kovuklarından bulup çıkarırlar bu balı, lavaş yani yassı buğday çöreklerinin
üzerine sürerek yerler.
Ben de bunu yapıyordum zaten. Ceviz ağaçlarının altındaki kayalıkta oturmuş,
bir yandan yorgun sonbahar güneşinin dalgacı aydınlığından hoşnut, çay kutusuna
topladığım bala ekmek batırıp yerken, öte yandan kızgın arılardan birinin iğnesini,
battığı yerden çıkarmaya çabalıyordum.
Sonbaharda Kafkasya, derin bilgili adamların inşa ettiği görkemli bir
katedralin içini andırıyor. Aynı zamanda büyük günahları olmalı bu bilgelerin,
çünkü geçmişi bilincin keskin gözlerinden saklıyorlar. Burası altın sarısı, zümrüt
yeşili ve maviden, uçsuz bucaksız bir tapınak. Sanki dağ başlarına Semerkant'ta,
Shemaha'da Türkmenler'in işlediği ipek kilimler serilmiş. Bütün bir dünyayı soyarak
yağmaladıkları her şeyi burada güneşin gözleri önüne sermişler. “Senin bunlar,
senden aldık, sana veriyoruz!” diyorlar sanki.
Uzun sakallı, kır saçlı devler görüyorum. Neşeli çocuklar gibi gülen
gözleriyle dağlardan iniyorlar, rengârenk hazinelerini gani gönüllü elleriyle her
bir yana savuruyorlar, toprağı süslüyor, dağların dumanlı başlarını bol gümüşle
kaplıyorlar. Türlü ağaçların canlı dokuması ile perde perde örtüyorlar, teraslanmış
yamaçları. Elleri altında bu kutsanmış topraklar tarif edilmez bir güzelliğe
bürünüyor.
Nasıl da yaşanası bir yer! Yığınla güzellik bir arada. İnsanın yüreğini
coşkuyla dolduran sessiz sevinç nasıl da buruk bir tat veriyor.
İnanın zaman zaman ağrınıza gidiyor bütün bunlar, alev alev nefretle
doluyorsunuz, kederden yüreğiniz parçalanıyor ama biliyorsunuz hep böyle sürüp
gitmeyecek. Güneşin bile kalbi kırık, sık sık acıyla bakıyor insanlara... Onlar
için o kadar gayret gösteriyor, yine de ne kadar zavallı durumdalar. Doğal olarak
iyileri de var, sayıları az da olsa... Ama bir ucundan yenilemek gerek bu
insanları, daha doğrusu sil baştan yeniden yaratmalı.
Solumdaki çalıların üzerinden, ileride kımıldanan esmer başlar görüyorum.
Kıyıya vuran dalgaların mırıltısı, ırmağın çağıltısı arasında belli belirsiz insan
sesleri fark ediliyor. “Kıtlığa uğramışlar”dan bunlar. Sukhum'daki şose inşaatını
bitirmişlerdi, şimdi iş bulmak umuduyla Ochemchiry yoluna düzüldüler.
Onları tanıyorum. Hepsi de Orel'den. Hep birlikte çalışmıştık. Önceki gün de
yevmiyelerimizi almıştık. Güneşin doğuşunu deniz kıyısından seyredebilmek için
onlardan önce, gece yola çıkmıştım.
Beş kişiydiler. Dördü mujik, bir de çıkık elmacık kemikli, genç köylü bir
kadın. Gebeydi, karnı burnundaydı. Dalgın kurşuni mavi gözleriyle ürkek ürkek
bakınırdı. Başına sarı yemeni bağlamış, çalıların üzerinde rüzgâra tutulmuş
ayçiçeği gibi sallanıyordu. Kocası Sukhum'daki inşaatta ölmüştü. Tam da meyvesini
verecekken, kendini tüketmişti. Bu insanlarla beraber aynı ambarda yaşamıştım. Rus
geleneklerine sapına kadar bağlıydılar. Başlarına gelen felaketlerden o kadar sık
ve bağıra çağıra söz ediyorlardı ki feryatları her hâlde üç mil öteden duyulur
olmalıydı.
Davranışları durgundu. Onları verimi tükenmiş, aşınmış baba topraklarından
koparıp alan feleğin sillesini yemişlerdi. Güz yaprakları gibi oradan oraya
sürüklendikleri bu bereketli ellerde sarsılmış, gözleri kamaşmış, çalışma
koşullarının ağırlığı altında iyice sersemlemişlerdi. Çevrelerindeki her şeye feri
sönmüş kederli gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırarak bakar, birbirlerine acımayla
gülümseyip alçak sesle söze girişirlerdi:
“Aah ah, ne memleket!”
“Zenginliğini anlatmaya söz yetmez!”
“Biraz taşlı ama...”
“Ne yalan söyleyeyim, zorlu toprak.”
Ardından Kobli Kazhok'u Sukhoi Gon'u, Mokrenki'yi anımsıyorlardı.
Kendi memleketleri. Ancak ecdat mezarlarının bir karış toprağı üzerinde ekip
biçebildikleri sıla. Kendi alın terleriyle suladıkları her şey ne kadar tanıdık,
sıcak bir sevgiyle anılıyordu.
Çalıştığımız yerde, yanlarında bir başka kadın daha vardı. Uzun boylu,
dimdik, sivri çeneli, göğüsleri tahta gibi dümdüz. Kömür karası şaşı gözleriyle
dalgın bakardı.
Akşamları sarı yemenili kadınla birlikte, kaldığımız ambarın arkasına
çıkarlar, oradaki taş yığınına ilişir, eli yanağında başını yana eğer, kızgın
sesiyle yüksek perdeden türkü söylemeye başlardı.

Varıp kilisenin ardına


Aralayıp çalının yeşilini
Serip sarı kumlara
Temiz beyaz şalımı.
Oturup da beklerim
Güler yüzlü yârimi
Gelir gelmez koluna
Atacağım kendimi...

Sarı yemenilisi çoğu kez susar, boynunu büküp şişkin karnına bakardı. Ama
bazen derinden, ağır, erkeksi bir sesle birden türkünün acıklı sonuna katılırdı.

Ah sevdiceğim,
Ah yüreğimdeki kor
Böyle miymiş kaderim
Artık göremem seni...

Güney gecelerinin kapkara, yoğun karanlığında ağlaşan bu sesler, kuzeyin kara


kaplı ıssızlıklarında ıslık çalan borayı, uzaklardan duyulan kurt ulumalarını
hatırlatıyordu.
Ardından şaşı kadın hummaya yakalandı, brandadan bir sedyeye koyup şehre
taşıdılar. Yattığı yerde durmadan titriyordu. İniltilerinde, o kilisenin
arkasındaki sarı kumlardan söz eden türküsünü sürdürdüğü sanısı uyandıran bir
şeyler vardı.
Sarı yemenili baş, çalıların arasına dalıp kayboldu.
Kahvaltımı bitirdim, çay kutumdaki balı yaprakla örttüm, sırt çantamı
omuzlayıp diğerlerinin ardından ağır ağır yola koyuldum. Kızılcık sopam, sertleşmiş
toprağın üzerinde tık tık ses veriyordu.
İşte uzayıp giden kurşuni renkli daracık yoldaydım şimdi. Sağımda koyu mavi
deniz uzanıyordu. Üzerinde sanki binlerce rendeyle görünmez marangozlar çalışıyordu
da çıkan bembeyaz talaşlar hışırdayarak kıyıya doğru yarışıyordu. Nemli rüzgâr,
sıhhatli bir kadının nefesi gibi ılık ve hoş kokuluydu. Bir Türk filikası rüzgârın
önünde iskele tarafına yan yatmış, Sukhum'a doğru kayar gibi yol alıyordu. Rüzgârla
iyice şişmiş yelkenleri, Sukhum'daki şu “mühim şahsiyet” olan “azametli” mühendisin
tombul yanaklarını hatırlatıyordu. Kendisi, her nedense “sus bakayım” yerine “hişşt
bakiim”, “mümkün” yerine “mümkindir ki” derdi.
“Hişşt bakiim! Mümkindir ki siz kendinizi akıllı sanıyorsunuz ama, sizi iki
saniyede karakola attırıvereyim de görün!”
İnsanların karakola attırılmasından çok hoşlanırdı ya, mezarında etleri
çoktan yılana, çıyana yem olmuş olmalı. Bunu bilmek rahatlatıyor insanı.
Yolculuğum rahat gidiyordu, havada yüzer gibiydim. Hoş düşünceler,
karmakarışık anılar dans ediyordu kafamda. Denizde dalgalar nasıl kıpır kıpırsa
öyle... Yukarıları beyaz köpüklerle kaplı, derinlikleri dupduru, sakin. Gençliğin
parlak, uçarı umutları, deniz dibinin gümüş parıltılı balıkları gibi sessizce
kayıyorlardı.
Yol, deniz kıyısına yaklaştıkça yaklaşıyordu. Dolana dolana, dalgaların
yıkadığı kum şeridine iniyordum. Çalılar bile bir ucundan denizi görmek
istiyorlardı. Uzayıp giden yola meyletmişler, suyun vahşi ıssızlığına, mavi
sonsuzluğuna uzanmaya çalışıyorlardı dallarıyla. Dağlardan bir rüzgâr esiyordu.
Çalıların arasından hafiften bir inleme geldi. İnsan iniltisiydi bu. İnsan
yüreğinde her zaman yankısını bulan bir ses.
Çalıları aralayınca, sarı yemenili kadını gördüm.
Bir ceviz ağacının gövdesine dayanmıştı. Başı omzuna düşmüş, ağzı kasılmış,
gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Elleriyle kocaman olmuş karnını tutmaya
çalışıyordu, ama öyle garip, ürkütücü bir biçimde nefes alıyordu ki karnı her
defasında şiddetle sarsılıyordu. İnlerken birbirine kenetli sarı dişleri
kurtlarınkini andırıyordu.
“Ne oldu? Biri mi vurdu sana?” diye sordum.
Üzerine eğilmiştim. Nöbete tutulmuş çıplak ayakları toz toprak içinde kıpır
kıpır oynuyordu. Ağırlaşmış başını zorla döndürerek nefes nefese konuştu:
“Çek git... Utanmıyor musun, git hadi...”
Ne olduğunu o zaman fark ettim, daha önce de görmüştüm bir kere. Ürktüm tabi.
Döneyim dedim ama kadıncağızın gözleri neredeyse yuvalarından uğramıştı, haykırışı
boğulur gibi gırtlağına takıldı kaldı. Gözyaşları kızarmış gergin yüzünden aşağıya
yol yol süzülüyordu.
Onu bu hâlde bırakamadım. Sırt çantamı sıyırdım; ibriğimi, çay kutumu çıkarıp
attım. Sırtüstü yatırdım kendisini. Rahat ettirmek için dizlerini bükmeye
kalktığımda beni itti. Suratımı, göğsümü tekmeledi. Dört ayak üstünde emekleyerek
kendini çalıların içine sürüklemeye çalışırken, dişi ayılar gibi dişlerini gösterip
haykırdı.
“Seni iblis! Hayvan herif!”
Ama kolları taşıyamadı gövdesini, yüzüstü kaykıldı.
Çığlığı yeniden yükseldi, bacakları titremelerle geriliyordu.
Heyecandan iyice sarsılmıştım. Bu konudaki bütün bilgimi toparlamaya
çalıştım. Kadını önceki gibi sırtüstü çevirdim, bacaklarını büktüm yine. Gebelik
zarı ortaya çıkmıştı bile.
“Kımıldama, doğuyor!”
Kıyıya koştum, kollarımı sıvayıp iyice yıkadım. Ebelik yapacaktım.
Kadın, şenlik ateşindeki kayın kabukları gibi kıvranıyordu. Elleri
çevresindeki toprağı kavrıyor, sararmış otları tutam tutam yolarak ağzına
tıkıştırmaya çalışıyordu.
Sapsarı kesilmiş, katılmış yüzüne toprak bulaşıyordu. Kan oturmuş gözleriyle
dehşet içinde bakıyordu.
Rahim zarı açılmıştı, bebeğin kafası göründü. Kadının şiddetle sarsılan
bacaklarını sıkıca tutmam gerekiyordu.
Bir yandan çocuğun doğmasını kolaylaştırmaya çalışıyordum elimden geldiğince,
öte yandan da iniltileri arasında hafifçe çarpılan ağzına öteberi tıkıştırmasını
önlemeye çalışıyordum.
Biraz karşılıklı küfürleştik. O sıkılmış dişleri arasından; eh, ben de aynı
alçak sesle. O can acısından, belki de utancından; bense sonsuz şefkat duymama
karşılık, kapıldığım heyecan yüzünden allak bullak olduğumdan.
Köpüren solgun dudaklarını ısırarak nefes nefese “Tanrım!” diye bağırdı.
Güneşi görünce aniden solup gitmişe benzeyen gözleri bu analık acısıyla yaşa
boğuldu, bütün vücudu bacaklarından ikiye ayrılıyormuşçasına çırpındı.
“Defolup git... sene... iblis!”
Sıkıca tuttuğum bilekleriyle beni itmeye çabalıyordu. Telaşla atıldım.
“Aptal olmasana! Çabuk ol, doğsun bebek.”
Nasıl üzülüyordum hâline... Gözyaşları sanki benim gözlerimden boşanıyordu.
Kederden yüreğim sıkışıyor, ‘Bas bas bağırayım.’ diyordum. Bağırdım da:
“Çabuk! Acele etsene!”
Vay canına! Kollarımda bir oğlan çocuğu, el kadar boyuyla kıpkırmızı bir bebe
var. Gözlerim yaşla buğulandı ama yine de görüyorum.
Baştan aşağı kırmızı, şimdiden yeryüzünden hoşlanmadı. İtişiyoruz, tozu
dumana katıyor. Çılgınca bağırıyor, oysa anasına bağlı daha. Gözleri maviş, şirin,
bir tutam burnu buruşuk suratının ortasına iliştirilmiş gibi.
Dudakları kımıldadı... Ve yaygarayı bastı.
“Ingaaaa... aaa!”
Elimden düşüreceğim diye korkuyordum. Öyle kaygandı ki vücudu. Diz üstü
çökmüş, gülerek onu seyrediyordum. Öyle mutlu olmuştum ki doğduğunu görünce. Ve
tabi ardından yapılması gereken şeylerin tümünü unutmuştum.
Annesi fısıldıyordu:
“Göbek bağını kes...”
Kadının gözleri kapalıydı. Bütün kanı çekilen yüzü, ölü gibi solmuştu. Sözünü
yinelerken morarmış dudakları ancak kıpırdıyordu:
“Kessene... Bıçağınla!”
Bıçağım son kaldığımız ambarda çalınmıştı. Ben de tuttum göbek bağını
dişlerimle kopardım. Bebek, Orellilere yakışır gerçek bir bas sesle viyakladı.
Anası gülümsedi. Gözlerinin uyuşmuş derinliklerinde mavi bir ışığın canlandığını
gördüm. Kararmış elleri eteklerinin katları arasında dolanarak cebini aradı. Can
acısıyla ısırdıkça kan oturan dudakları arasından nefeslendi.
“Gücüm kalmamış!... Cebimde bir şerit var... Göbeği bağlayıversene.”
Şeridi bulup bebeğin göbeğini bağladım. Gülümseyişi daha da yayıldı. Yüzü
mutlulukla öyle bir aydınlandı ki, hayran kaldım.
“Sen kendine çekidüzen ver, ben onu götürüp yıkayayım.” dedim.
Telaşla söylendi:
“Dikkat et. Özenerek yıka e mi! Dikkatli ol!”
İnsanlığın bu et gibi kıpkırmızı, el kadar yeni üyesi özen falan istemez
görünüyordu. Yumruklarını sıkmış, feryadı basıyordu. Sanki bana meydan okuyup
dövüşe çağırıyordu.
“İşte bu kadar ihtiyar suratlı dostum! Dünya arkadaşlarına kafanı kırdırmak
istemiyorsan hakkını arayacaksın.”
Kıyıya vuran dalgaların su taneciklerini üzerinde duyar duymaz en telaşlı, en
gürültülü çığlığını attı. Ardından göğsünü, sırtını suyla sıvazlarken gözlerini
kırpıştırdı. Art arda gelen dalgalar arasında yeniden mücadeleye başladık. Çığlık
çığlığaydı.
“Bağır bakalım ihtiyar suratlı! Yırtın bakalım!”
Annesinin yanına döndüğümde, gözleri kapalı yerde uzanır bulduk. Doğum
sonrası sancılarıyla dudaklarını ısırıyordu. Yine de iniltiler, iç çekişleri
arasında sönen fısıltısını duydum:
“Ver onu bana...”
“Biraz beklesin canım.”
“Ver onu bana!”
Titreyen elleriyle beceriksizcesine elbisesinin göğsünü açmaya çalışıyordu,
kendisine yardım ettim. Ele avuca sığmayan Orelli bebek, anasının belki de yirmi
bebeği besleyebilecek kadar bereketli göğüslerini hemen kavradı. Anasının ılık
bedeninde ağlamayı kesti.
Kadın sırt çantasına dayadığı perişan başını iki yana sallıyor, titriyor, bir
yandan da soluyordu:
“Kutsal Bakire, İsa'nın anası.”
Ansızın, hafiften bir çığlıkla gözlerini açtı. Analığın o saygı duyulası,
anlatılmaz güzellikteki bakışlarını göğe dikti. Mavi mavi bakıyordu. Mutlu,
minnettar bir bakış yanıp eridi göz bebeklerinde. Yorgun kolunu yavaşça kaldırıp
haç çıkardı.
“Meryem Ana takdis etsin... Kutsal Bakire'ye şükürler olsun...”
Gözleri karardı, uzun süre sessiz kaldı. Belli belirsiz nefes alıyordu.
Ardından birdenbire kararlı, doğal bir tavırla seslendi:
“Delikanlı, sırt çantamı açıver.”
Çantayı açtım. Solgun bir gülümsemeyle uzun uzun yüzüme baktı. Çökmüş
yanaklarının, yapış yapış alnının hafiften renklendiğini görür gibi oldum.
“Biraz uzaklaşsana buradan.”
“Rahatına bak sen.”
“Olur, hadi gidiver.”
Çalıların arasına dalıp uzaklaştım.
Gerginlikten yüreğim yorulmuştu, ama neşeden içim içime sığmıyordu. Denizin
dur durak bilmeyen mırıltılarıyla birlikte göğsümde kanatlanan neşenin
cıvıltılarını oturup yıllarca dinleyebilirdim.
Yakınlarda bir yerden, bir derenin çağıltısı duyuluyordu. Arkadaşına
sevdalısının sözünü eden bir kız gibi...
Bu defa derli toplu bağlanmış sarı yemenisiyle, çalıların üzerinden kadının
başı uzandı.
“Baksana! Ne oluyor? Çok acele ayağa kalkmadın mı?”
Çalının birine tutunarak olduğu yere çöktü. Benzi kül rengine kesmişti, bütün
canı çekilmiş gibiydi, gözlerinin yerinde sanki birer mavi göllenmişti.
Gülümsüyordu, şefkatle mırıldandı:
“Bak, nasıl da uyuyor.”
İyi uyuyordu, gördüğüm kadarıyla öteki bebeklerden pek farkı yoktu. Eğer
bir ayrım varsa, o da çevredeydi; sararmış güz yaprakları yığını üzerinde uyuyordu.
Döşek, Orel'de hiç rastlanmayan türden bir çalının dibine yerleştirilmişti.
“Anacığım senin yatıp uzanman gerek.”
“Olmaz.”
Yorgun başını 'hayır' anlamında salladı.
“Derlenip toplanıp şu şeye doğru yola koyulmam gerek. Neydi oranın adı?”
“Ochemchiry'e mi?”
“Tamam işte oraya, bizim hemşehriler şimdiye kadar çoktan yolu
yarılamışlardır bile.”
“Yürümeye kalkışmayacaksın değil mi?”
“Kutsal Bakire'den haberin yok galiba... O benim elimden tutar.”
Madem yoldaşı Kutsal Bakire'ymiş, bana söz düşmezdi!
Eğildi, buruşuk minik yüze daldı. Gözlerinden ılık, sevecen ışıklar
yayılıyordu. Dudaklarını emdi, eliyle hafiften göğüslerine vurdu.
Ateş yakmaya eğildim, ibrik için birkaç taş yerleştirdim.
“Sana hemen bir çay kaynatayım analık.”
“İyi, yap! İçim kuruduydu.”
“Hemşehrilerin seni neden yüzüstü bıraktılar?”
“Yoo hayır. Onlar kaçmadı. Ben arkada kaldım. Biraz içmişlerdi, biliyor
musun?... İyi de olmuş. Düşünsene bir, onlar ortalıktayken ne yapardım?”
Bana gözü takılınca yemeniyle yüzünü örttü, ardından dudaklarındaki kan
pıhtılarını tükürdü, utangaç gülümsüyordu.
“İlk mi bu?”
“Evet. Kimsin sen?”
“Bir çeşit adam işte...”
“Eh anladım. Evli misin?”
“O şerefe eremedim.”
“Şaka ediyorsun!”
“Hayır etmiyorum.”
Gözlerini indirerek sordu:
“Peki sen bu kadın işini nereden biliyorsun?”
Bu kez şaka olsun diye;
“Öğrendim.” dedim. “Öğrenciyim ben. Öğrenci ne demek biliyorsun değil mi?”
“İnan biliyorum. Bizim papazın büyük oğlu öğrencidir. Kendisi papazlık
öğreniyor.”
“Güzel, ben de öyle biriyim işte. Gidip biraz su getireyim.”
Kadın, bebeğine eğildi, nefes alıp verişini dinledi. Sonra denize bakındı.
“Bir yıkanabilsem, burada su bir garip. Bu su nasıl? Acı mı, tuzlu mu?”
“Git yıkan, zindelik verir.”
“Sahi mi?”
“Evet. Deniz daha ılık, derenin suyu buz gibi.”
“Sen öyle diyorsan.”
Atı üstünde uyuklayan bir Abaza ağır ağır yanımızdan geçti. Başı göğsüne
düşüp duruyordu. Ufak tefek atın kulakları seğiriyordu. Kocaman kara gözleriyle
bize yan yan baktı ve gürültüyle soludu. Sürücüsü uyandı. Kafasında pasaklı bir
kürk başlık vardı. Bizden tarafa şöyle bir baktı, başı yine önüne düştü.
“Buralılar hoş adamlar, bakışları da dehşet saçıyor hani...” diyordu Orelli
kadın usulca.
Su getirmeye gittim. Kaynak duru, parıltılı taşların üzerinden sekiyor, güz
yaprakları şırıl şırıl suda oraya buraya savruluyordu. Öyle güzeldi ki! Elimi
yüzümü yıkadım. İbriği doldurup geri dönerken, kadının emeklediğini gördüm.
Çalıların arasında endişeyle ardına bakıyordu.
“Ne oluyor?”
Şaşırdı. Yüzü bembeyaz oldu. Gövdesinin altında bir şeyler saklamaya
çalışıyordu. Ne olduğunu kavradım.
“Ver onu bana, gömeyim.”
“Aman Tanrım! İyi ama hamam altına, yerin dibine gömülecek bu... Tez zamanda
buralarda bir yere hamam yaparlar mı dersin? Sen gülüyorsun ama ben korkarım! Ya
canavar filan yerse! Bunu yere gömmek şart.”
Başını çevirerek, elime ağır, ıslak bir bohça verdi. Utanmıştı.
Alçak sesle,
“Şartı usulünle yapacaksın, derine gömeceksin değil mi? İsa aşkına... Ne
olursun usulüyle...”
Geri geldiğimde, ayaklarını sürüyerek kıyıdan doğru geliyordu. Kollarını öne
uzatmıştı, eteği beline kadar ıslaktı. Yüzü, sanki içeriden aydınlatılmış gibi
pembeleşmişti. Ateşin yanına geçmesine yardım ederken hayretle düşünüyordum.
“Ne biçim hayvansı bir güç!”
Sonra ballı çay içerken usulca sordu:
“Demek okumayı bıraktın?”
“Evet.”
“İçkiden herhâlde?”
“He ya anacığım. İçki mahvetti bizi!”
“Ne ayıp! Kusura bakma ama seni daha Sukhum'da fark etmiştim. Hani yönetici
ile yemek yüzünden kapışmıştınız ya, o zaman kendi kendime sarhoşun biri olmalı
demiştim. Kimseden korkmadığına göre...”
Şişmiş dudaklarındaki balı yalarken bir yandan da mavi gözlerini, sık sık
Orellilerin en gencinin sakin sakin uyuduğu çalıdan yana çeviriyordu.
Göğüs geçirerek,
“Acaba ömrü nasıl olacak?” diye mırıldandı.
Araştıran gözlerle bana bakıyordu:
“Yardımın boşa gitmedi, sağ olasın. Ama ona uğurlu gelecek misin bakalım,
merak ediyorum!”
Bir şeyler yiyip haç çıkardıktan sonra kap kacağını toplarken, o feri yeniden
sönen gözlerini yere dikmiş uykuda gibi iki yana sallanıyordu. Sonra birden
davrandı.
“Sahiden yola çıkacak mısın?”
“Evet.”
“Gücün yetecek mi? Kendine güveniyor musun?”
“Bakire Meryem'i unutuyorsun. Çocuğu bana ver.”
“Ben taşıyacağım.”
Tartışma sonunda razı oldu. Yan yana, omuz omuza yola koyulduk.
“Umarım paldır küldür yuvarlanmam.”
Elini omzuma koyup, özür diler gibi gülümsedi.
Rusya toprağının yeni sakini, alın yazısı bilinmeyen adam, kollarımda
yatıyordu. Burnundan büyük adam gibi ses veriyordu. Beyaz yoncadan gerdanlığıyla
deniz şıpırdıyor, mırıldanıyordu. Çalılar birbirleriyle fısıldaşıyorlardı. Güneş,
günlük yolculuğunun ortalarındaydı.
Yavaş yavaş yürüyorduk. Anne arada bir duraklıyor, başını geriye atarak derin
bir iç geçiriyordu. Bakışları enginlere, ormanlara, dağlara dalıyor, sonra oğlunu
gözlüyordu. Çektiği acıyla yıkanan gözleri şaşırtıcı bir biçimde yeniden
durulaşıyor, uçsuz bucaksız sevginin mavi ışığıyla parıldıyordu. Bir kere daha
durup konuşuyordu:
“Tanrım, Tanrım ne güzel bir şey analık! Ne güzel! Böylece dünyanın öte ucuna
kadar yürüyebilirim, onunla, küçüğümle... Yol boyunca anasının kucağında, özgürlük
içinde büyür de büyür sevgili minik oğlum...”
Deniz mırıldanıyor, mırıldanıyor...

SON

You might also like